Print Friendly and PDF

KUR'ÂN ve PEYGAMBER salla'llâhü aleyhi ve sellem ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR

Bunlarada Bakarsınız

 



Yazan: Dr. Abdülaziz HATİP

ÖNSÖZ

Kur'ân, İslâm dininin temeli, güneşi ve planıdır. Ona gelecek en ufak bir şüphe ağacın köküne musallat olmuş bir kurt gibi bu dini içten içe kemirir ve zamanla yıkılışa sürükler. Geniş dairede ve dünya çapında bunu başarmak mümkün değilse de, fertler ve topluluklar bazında bunun örneklerine nâdir de olsa şahit olunmaktadır. Bu gerçeği çok iyi bilen İslâm düşmanları, bütün mesâilerini Kur'ân'a karşı şüpheler uyandırma ve müntesiplerini ondan soğutma noktasında yoğunlaştırmışlardır. Bin dört yüz küsur yıllık İslâm tarihinde bu durum görülmektedir.

Ne yazık ki, etrafındaki surlarda önce gediklerin meydana geldiği, arkasından müntesiplerinin maddî ve siyasî güçlerini büyük çapta yitirmeleriyle de maddeten savunmasız kalan Kur'ân, son bir iki asırdır sözkonusu hücumlara daha fazla maruz kalmıştır. Ne var ki, bu son derece olumsuz durum bile o manevî güneşin söndürülmesine yetmemiş, aksine i'câzınm daha belirgin bir biçimde ortaya çıkmasına vesile olmuştur. Evet, Kur'ân'm beşer sözü olmadığına en açık delil, onun bunca amansız hücumların, yıldızmisal âyetlerinde kusur bulabilmek amacıyla yüzyıllar süren tarassutların ve öz bünyesinde bir eksiklik yakalayabilmek ümidiyle onu âdeta büyüteç altında inceleme gayretlerinin hep neticesiz kalmasıdır. Öyle görünüyor ki o, mu'cizeliğiyle düşmanlarına dün olduğu gibi bugün de meydan okumuş ve onları ilmen ve fikren bozguna uğratmış ve uğratmaktadır. Mevlâ'nın yaktığı güneş kandilini üfleyerek söndürmek, onu balçıkla sıvamakla karartmak mümkün olmadığı gibi, manevî bir güneş olan Kur’ân-ı Kerimi de bu tür saldırılarla gözden düşürmek ve şüphe çamurlarını atmakla gölgelemek mümkün değildir.

Bunun en açık delili, işaret ettiğimiz bunca olumsuz şartlar içerisinde bile bizzat düşmanları tarafından ona sayısız övgülerin gönderilmesi ve insanlık için bir cazibe merkezi olmaya devam ederek her gün yeni yeni pervâneleri ışığına celbetmesidir. Bizce Kur an'ın bu kuvvet, salabet ve tesiri bile onun mu'cize olduğunu ispatlamaya yeter. Özellikle günümüzde Kur'ân'm tadılıp zevkedilen, fakat genellikle gerçek sebebi tam olarak tesbit edilemeyen bu yönü hamiyetli İlâhiyatçıların önünde bâ-kir bir saha olarak durmaktadır. Bu konuda özellikle yeni mühtediler üzerinde gerçekleştirilecek ciddi ve geniş anket ve istatistikler, birer kıvılcımı andıran ferdî tecrübe ve görüşleri birleştirerek güneş gibi bir gerçeği ortaya çıkaracaktır. O da Kur'ân'ın, peşin hükümsüz okuyucusu üzerinde bıraktığı etkinin gerçek kaynağının İlâhî oluşudur.

Kur’ân'm vahiy kaynağı ile ilgili iddialara, müsteşrikler tarafından kaleme alman "Hz. Muhammed'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hayatı, İslâm dini, İslâm tarihi" gibi konuları ele alan eserlerde, özellikle Batı dillerine yapılan Kur'ân tercümelerinin giriş kısımlarında ve dinleri konu alan ansiklopedilerde hemen istisnasız bir şekilde yer verilmiştir. Ayrıca bu konuda müstakil olarak, bazıları ciltler tutan kitaplar ve yüzlerce makale bulunmaktadır. Biz, örnek kabilinden bu tür eserlerin kısa bir listesine tezimizin Giriş bölümünün ilgili kısmında yer verdik.

Özellikle son asırda Kur'ân'm büyük çapta savunmasız ve hâmisiz kaldığını belirttik. Bu, Kur'ân cephesinde hiçbir müdafaanın yapılmadığı anlamına gelmez. Nitekim, Kur'ân'm İlâhî oluşu konusunda oldukça kifâyetli ve orijinal görüşlerle ortaya çıkan ve ilk anda hatıra gelen bazı alimler vardır. Bunlardan Özellikle, "en-Nebeü'l-Azîm" ve "Initia-tion au Coran" isimli iki kıymetli eseriyle Muhammed Abdullah Draz, "el-Vahyu'l-Muhammedî" eseriyle Reşîd Rıza, "Menâhilü'l-İrfân Fî Ulûmi'l-Kur’ân" hacimli çalışmasıyla Muhammed Abdu'l-Azîm ez-Zer-kanî, büyük bir kısmı konumuzla ilgili olan "Risâle-i Nûr Külliyatı"yla Bediüzzaman Said Nursî, "Le Phenomene Coranique" kitabıyla Mâlik bin Nebî, "Hakikat Nurları", "İzâle-i Şükûk" gibi kıymetli çalışma-larıya İsmail Fennî Ertuğrul, "Müdafaa (Ehl-i İslâmî Nasraniyete davet edenlere karşı kaleme alınmıştır)" ve "Beşâir (Sıdk-ı Nübuvvet-i Mu-hammediye)" isimli iki risâlesiyle Ahmed Midhat Efendi, "Masdaru'l-Kur'ân" ve "el-Musteşrikûn ve'l-Kur'ân" çalışmalarıyla İbrahim Avad, "La Bible, le Coran et la Science" adlı çalışmasıyla Maurice Bucaille, "Defense de la Vie du Prophete Muhammed contre ses detracteurs" ve "Defense du Coran Contre ses Critiques" isimli çalışmalarıyla Abdurrah-man Bedevî, “el-Kur'ân ve'l-Mubeşşirûn" isimli çalışmasıyla Muhammed İzzet Derveze, "ez-Zahiretü'l-İstişrakıyye" isimli hacimli eseriyle Sâ-lim el-Hâc Sâsî, “el-İslâm Fî Kafesi'l-İttihâm" gibi eserleriyle Şevkî Ebu Halîl, "İftiraâtü'l-Musteşrıkîn Ale'l-İslâm" adlı çalışmasıyla Ab-du'l-Azîm İbrahim Muhammed el-Mutıî, "el-Musteşrikûn ve Şübehâtu-hum Havle'l-Kur'ân" adlı risalesiyle Muhammed Bakır el-Hakîm... özellikle sayılması gereken şahsiyetlerdir. Burada müsteşriklerin, Özellikle Kur'ân'm kaynağı, siyer ve İslâm hukukunun yanısıra diğer değişik İslâmî konulara ilişkin şüphelerine cevaplar vermeyi amaçlayan ve sahalarında salahiyetli bir heyet tarafından hazırlanmış "Menâhicü'l-Musteşrikîn Fi'd-Dirâseti’l-Arabiyyeti'l-İslâmiyye" isimli iki ciltlik değerli çalışma ile Mustafa Asım Köksal'm, “Cartanı nin İslâm Tarihi'-ne Reddiye" isimli değerli eseri de zikretmeden geçemeyeceğiz. Dr. İdris Şengül tarafından doktora tezi olarak hazırlanan "Kur'ân Kıssaları Üzerine" adlı çalışma da, konumuzla ilgili kıymetli bilgiler ihtiva etmektedir.

Kur'ân düşmanlarının asırlardır birbirine eklenerek yığılmış isnat ve şüphelerine karşı bu çalışmalar, büyük bir boşluğu dolduruyorsa da, en azından kemmiyet olarak bizce bu şanlı ümmetin hamiyet ve gayretlerini tam olarak yansıtmamaktadır. Bunların pek çoğu da, düşmanlarına karşı yenik çıkmış ümmetin gönül yaraları için birer ilk yardım niteliğindedir. Bu konuda çok daha derin, kapsamlı ve nitelikli çalışmalar yapılmalı ve Kur'ân muhaliflerinin çoğu kez yaptığı gibi öyle pervasızca söz söylemelerine fırsat verilmemeli, onları bin düşünüp bir söylemeye mecbur bırakmalıdır. Bu iş sanıldığı kadar da zor olmasa gerek. Nitekim, pek çok müsteşrikin, kendinden son derece emin bir edâ ile ileri sürdüğü pek çok ithamın, iyice tetkik edildiğinde gerçekle hiçbir ilgisinin bulunmadığı, bizzat kendi ölçüleri kullanılarak bile rahatlıkla ortaya konulabilmektedir. Bu tür iddialarda çoğu kez, biri ötekinin görüşünü nakzetmekte, öncekinin büyük bir iddiayla geliştirdiği bir hipotezi sonraki temelinden çürütmektedir. Daha da ötesi, aynı müsteşrik bir tek eserinde bile bazan defalarca tenakuza düşmekten kurtulamamaktadır.

Bizim bu mütevazî çalışmamızın amacı konuya ilişkin söylenenleri toparlamak, iddialara farklı bir bakış açısıyla yaklaşarak değişik bir üslupla değerlendirmek ve cüz'î de olsa konuya katkıda bulunabilmektir. Bundan fazlasını yapmaya ne yazık ki, ne süre, ne hacim bakımından çalışmamız elvermez. Ancak bundan sonraki hedefimiz, burada belki de çoğu zaman isimlerine ve bir iki görüşüne yer verilerek geçilen pek çok müsteşriki—bir ferdin imkânı ölçüsünde—müstakil, hatta yerine göre bir tek eserini ele alarak mevziî çalışmalar gerçekleştirmektir. İlâhiyat alanında ciddî akademik adımların atılmaya başlandığı günümüzde bundan böyle bu yöndeki çalışmaların çoğalmasını kuvvetle ümit ediyoruz.

Bizce şu soruyu sorma zamanı gelmiş, hatta geçmektedir: Ümmet olarak daha ne zamana kadar bizzat kendi Kitabımız, Peygamberimiz, inancımız ve kültürümüzle ilgili alanlarda yapılanlara seyirci kalacağız? Bu sahnede sergilenen rolleri izlerken hoşumuza giden tabloları görünce sevinecek, bizi rencide eden bir söz ve davranış karşısında sadece burkulacak, yüzümüzü asacak, fakat eli kolu bağlı ve daima seyirci koltuğunda oturmakla yetineceğiz? Bizce bazı müsteşriklerin bizzat ruh kökümüze el atmaları, kendimiz olarak varlığımızı sürdürmemizi ciddî biçimde tehdit etmeleri karşısında gerekli savunmayı yapmak bile yeterli olmayıp, bir yandan onların cesaretlerini kıracak biçimde yanlışlarını bir bir ortaya koyarken, diğer yandan karşı atağa geçerek bize karşı kullandıkları silahlarını kendi kutsal kitaplarına, kültür ve medeniyetlerine çevirmeliyiz. Unutulmamalıdır ki, onların kuvvetli görünmeleri bizim zayıf oluşumuzdandır.

Tezimiz, bir Giriş ve üç ana bölümden oluşmaktadır. Giriş kısmında, oryantalizm ve oryantalist kelimelerinin sözlük ve terim anlamları, oryantalizmin doğuşu, tarihî gelişimi, İslâmî konularda yaptıkları çalışmalarından örnekler, Hz. Muhammed'e ve Kur'ân'a bakışları, Kur'-ân ilimleri alanında yaptıkları çalışmalar üzerinde durduk.

Birinci bölümde, müsteşriklerin, Kur'ân'm tebliğcisi olarak Hz. Muhammed'in şahsıyla ilgili iddialarını ele aldık. Kur'ân'm İlâhî kaynaklı oluşunu kabul etmeseler de Hz. Muhammed'in baştan beri samimi olduğunu ve bu samimiyetini ömrünün sonuna kadar sürdürdüğünü söyleyenler; bu konuda Mekke ve Medine dönemlerini farklı değerlendirenler ve Hz. Muhammed'i baştan beri samimiyetsiz ve artniyetli olduğunu söyleyenlerin görüşlerini ele aldık. Bu bölümde daha çok son iki iddia üzerinde geniş değerlendirmelerde bulunduk.

Çalışmamızın ikinci bölümünde, doğrudan doğruya Kur'ân'm kaynağı ile ilgili iddiaları ele aldık. Müsteşriklerin öne sürdükleri bu kaynakları "İç Kaynaklar" ve "Dış Kaynaklar" başlıkları altında inceledik. Dış Kaynaklardan kastımız, Hz. Peygamberin ruhî ve aklî faktörünün dışında kalan yer ve şahıslardır. Bunları Mekke Dönemindeki Kaynaklar ve Medine Dönemindeki Kaynaklar olmak üzere ikiye ayırdık. İç Kaynaklardan amacımız da doğrudan doğruya Hz. Muhammed'in ruhî ve aklî varlığıyla ilgili olarak hatıra gelebilecek hususlardır. Bu başlık altında, Hz. Muhammed'in, bazı şahsî ve toplumsal amaçlar gözeterek bile bile sözlerini Allah'a isnat etme ihtimalinin bulunup bulunmadığı; farkında olmaksızın ve ihtiyarı dışında böyle bir yola girmesinin mümkün olup olmadığı noktaları üzerinde durduk.

Tezimizin üçüncü bölümünde ise, Kur'ân'ın, gerek üslup, gerekse muhteva bakımından beşer kaynaklı olup olamayacağı noktaları üzerinde durduk.

Tezin sonuç kısmında, araştırmamız sonunda ulaştığımız neticeleri belirttik.

Çalışmamın başından beri yol gösterici himmetlerini benden esirgemeyen muhterem hocam Prof. Dr, Suat Yıldırım Bey'e özellikle şükranlarımı sunarken, emeği geçen diğer hoca ve arkadaşlarıma da teşekkür etmeyi görev sayıyorum.

Doktora çalışmamızın basımını gerçekleştiren Nesil Basım-Yayın yetkililerine özellikle kitap olarak yayına hazırlanmasında gayretlerini esirgemeyen muhterem Mehmed Paksu ve Kenan Demirtaş'a şükranlarımı bildirmek istiyorum.

Abdulaziz HATİP

İstanbul, 1997

L BOLUM

ORYANTALİZMİN, DÜNDEN BUGÜNE KUR’ÂN’A VE HZ. MUHAMMED’E BAKIŞI

·        A. Müsteşrik Kavramının Tanımı ve Kapsamı

Oryantalizm, diğer deyimiyle müsteşriklik, Doğu bilimi veya Doğu Dünyası bilimi veya Şark ilmi demektir.1 Oryantalist ise, genel anlamıyla ve bir bütün olarak Yakın, Orta ve Uzak Doğuyu dili, edebiyatı, uygarlığı ve dinleriyle incelemeye çalışan Batılı bilim adamları için kullanılan bir terimdir. Ancak biz burada bu geniş anlamı üzerinde durmayacağız. Ayrıca "Doğu" kavramının değişik dönemlerde kazandığı çeşitli coğrafî ve medenî değişikliklere değinmeyeceğiz. Burada bizi asıl ilgilendiren husus, Müslüman Doğunun edebiyatıyla, tarihiyle, inançlarıyla, hukuk yapısıyla ve genel olarak medeniyetiyle ilgilenen Batı araştırmaları anlamındaki oryantalizmdir. Zaten İslâm dünyasında da "oryantalizm" veya "oryantalist" denildiğinde ilk akla gelen ve oryantalistlerin de kendi çalışmalarında yaygın olarak kastettikleri anlam budur.2 Şunu hemen belirtelim ki, son dönemlerde oryantalistler araştırma alanlarını daha da genişletmiş olmakla birlikte, temel ve en önemli konusu hâlâ, İslâm dini ve İslâm dünyası olmaya devam etmektedir.3 Müsteşriklik, diğer deyimiyle oryantalizm, düşünce alanında, özellikle medeniyetler sözkonusu olduğu ve Batının, genel olarak Doğu, özellikle de İslâm medeniyetiyle olan ilişkisi ele alındığı zaman çok kullanılan bir terimdir. Daha önce pek çok araştırmacı oryantalizmi incelemeyi konu almış, onu tanımlamış, ne zaman doğduğu, arkasındaki faktörlerin neler olduğu, hangi yöntemleri kullandığı ve ne gibi amaçlar güttüğü vb. hususlarda, çok fazla söz söylemeye ihtiyaç bırakmamışlardır.4 Bütün araştırmacıların bu konudaki gayretlerini takdir etmekle birlikte, bu kısa "Giriş" te oryantalizmin tarihçesini, perde arkasını, İslâm dinine bakışını bir kez daha kısaca ele almakta fayda mülâhaza ediyoruz.

·        B. Tarihçesi

Araştırmacılar, oryantalizmin kesin olarak ne zaman doğduğu konusunda birleşememektedir. Bu da muhtemelen, şarkiyat araştırmalarının, oryantalizm (istişrak) teriminden—bin yıla yakın—uzun bir zaman önce başlamasından kaynaklanmaktadır. Bazı araştırmacılar, Batıda oryantalizmin resmen ortaya çıkışını 1312'de toplanan Viyana Konsûlü'nün çeşitli Batı üniversitelerinde birkaç Arap Dili kürsüsünün kurulmasına ilişkin karar çıkarmasıyla başlatıldığına işaret ediyorlarsa da bu konuda kesin bir tarih vermek güçtür.5 Ancak burada "Kilise Oryantalizmi" -ne işaret edilmesi, bu tarihten önce de gayr-ı resmî bir oryantalizmin bulunduğunu göstermektedir. Bir kısım araştırmacılar, oryantalizmin ilk başlangıcının Milâdî 11. yüzyılın başlarına kadar dayandığını söylerken; Rudi Paret, Avrupada İslâm ve Arap araştırmalarının, Kur'ân'm ilk defa Latinceye çevrildiği ve ilk defa Latince-Arapça sözlüğün çıkarıldığı 12. yüzyılda başladığı görüşündedir6. Oryantalizmin başlangıcım bu tarihten iki asır öncesine kadar dayandıranlar da vardır7. Öyle görünüyor ki, oryantalizmin kökleri yaklaşık olarak geçen bin yılın derinliklerine kadar uzanmasına rağmen, bu kavram Avrupada ancak 18. yüzyılın sonlarında ortaya çıkmıştır. İlk defa 1779'da İngiltere'de, daha sonra 1799'da ise Fransa'da kullanılmaya başlanmıştır. "Oryantalizm" kelimesi Fransız Dil Akademisinin sözlüğüne ise 1838'de kaydedilmiştir8. Görüldüğü gibi, oryantalizmin başlangıcı için belirli bir dönem üzerinde görüş birliği edilememektedir. Fakat burada önemli olan "oryantalizm" veya "oryantalist" terimlerinin ne zaman ortaya çıktığı değil; asıl önemli olan İslâmî araştırmaların Avrupada ilk defa ne zaman başladığıdır.

Buna göre öncelikle şu noktalara dikkat çekmekte fayda görüyoruz:

·        1. Şark araştırmaları Batıda bir anda ortaya çıkmamış, aksine bu, alandan alana, ülkeden ülkeye göre değişiklik göstermiştir. Bu da o ülkenin İslâm dünyasıyla temas edip etmemesi, ona olan uzaklık ve yakınlığı ile yakından ilgilidir. Bu ölçü ışığında, İslâm araştırmalarının meselâ neden Endülüs gibi bir bölgede, İngiltere ve Almanya gibi ülkelere nisbetle öncelik kazandığı daha iyi anlaşılmaktadır.

·        2. Oryantalizmin en birinci sâiki—bizzat müsteşriklerin de iti-riafıyla—dinîdir. Yani, daha etkin bir biçimde mücadele etmek ve dindaşlarını onu benimsemekten korumak için İslâm dinini ve İslâm dünyasını daha iyi tanıma arzusudur.9

·        3. Avrupanm İslâm dini ve İslâm dünyası ile tanışması, Müslümanlarla Hıristiyanların karşı cephelerde yer almaları dönemine rastlayınca, sözkonusu araştırmaların hedefinin İslâm ile mücadele, onu mağlup etme ve yayılmasına engel olma şeklinde kendisini göstereceği kaçınılmazdı. Bu konuda Alman müsteşrik Rudi Paret, Hıristiyan Batının İslâma karşı tutumunun itici ve sürtüşmeci olduğunu, Hıristiyan din ve bilim adamlarının İslâm ile tanışırken, Hıristiyanlığa düşman olan bir dinde hayır bulunmasının mümkün olmadığı şeklinde peşin bir hüküm taşıdıklarını itiraf etmektedir.10

Bu noktalar ışığında denilebilir ki, Şarkiyat araştırmalarının tarihi, Avrupalınm İslâm ve Müslümanlarla tanışmasıyla başlar. Bu tanışmanın ise, birçok kişinin zannettiğinden çok daha erken bir döneme rastlar ve çok sonraları kullanılmaya başlanan oryantalizm ve oryantalist kelimeleri, fiilen var olan bir olguya ve yüzyıllar önceden mevcut bulunan faaliyetlere isim bulmaktan öte bir anlam taşımaz. Öyle görünüyor ki, Avrupalınm İslâm ile tanışması, Hicretin 7. yılında11 Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem), diğer belli başlı devlet ve kabile reislerinin yanısıra, zamanın Bizans Kralına da bir İslâma davet mektubunu göndermesiyle başlamıştır. Nitekim Buharî'nin kaydettiği bir rivayette, Ebu Süfyân ve diğer bazı Kureyşli tüccarlar, Hudeybiye Antlaşması sonrasında ticaret amacıyla Şam'da bulundukları sırada, Hirakl onları çağırmış, Ebu Süfyân'a, Hz. Muhammed'in ahlâkını, halkı arasındaki durumunu, onları neye davet ettiğini sormuş, Ebu Süfyân ise henüz Müslüman olmadığı halde yalanının açığa çıkacağından korkarak bu sorulara doğru cevap vermiştir. Hirakl, Ebu Süfyân'm cevaplarını duyunca, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hakkında güzel sözler sarfetmiş ve bu da Rum ileri gelenlerini kızdırmış, homurdanmalarına ve seslerinin yükselmelerine sebep olmuştur.12

Kanaatimize göre, Avrupah olan BizanslIların İslâm ve Peygamberi ile ilk tanışması ve buna karşı muhalif tutumları böyle olmuştur. Bilindiği gibi bu sırada henüz iki taraf arasında bir savaş durumu sözko-nusu değildi. Bu da gösteriyor ki, hiçbir siyâsî sebep ortada bulunmaksızın, sırf dinî mülâhazalarla Avrupah, İslâma karşı bir tavır takınmıştır. Daha sonra İslâmî fetihler başlamış, Müslümanlarla Avrupah Bizanshlar arasında savaşlar meydana gelmiş ve bu durum Hıristiyan Avrupanm İslâma olan düşmanlığını bilemiştir. Bu kin ve düşmanlık, haçlı seferleriyle doruğa ulaşmıştır.

Ortodoks olan Bizanshlar, Katolik olan Batı AvrupalIlardan daha önce İslâm dünyasıyla temas sağlamış, İslâmla tanışmış ise de, İslâm dünyası sınırlarının erken sayılacak bir dönemde önce Endülüs, sonra da Sicilya'ya kadar uzanması, Katolik Batı Avrupalmın da doğrudan doruya İslâm ile temas sağlayıp onunla tanışmasını temin etmiştir. Maalesef bu tanışma da, problemsiz ve objektif bir biçimde gerçekleşememiş, aksine "Bizanslı polemikçilerin hiçbir kaynağa inme zahmetine katlanmadan İslâmî karalayıcı ve tahkir edici faaliyetlerinin ve bunu kendilerine ekmek kapısı edinmiş yazar ve şairlerin Müslüman Arap-lara, asılsız, hatta çelişkili ithamlarda bulunmalarının sonucunda"13 gerçekleşmiştir.

İslâmm doğuşu ve daha sonra başlayan fetihleri Avrupahlar nezdinde "İslâm Problemi" denebilecek bir gerçeği doğurmuştur. Bu da, gerek doğu ve gerekse batı Avrupanm kapılarını zorlamaya başlayan İslâm tehlikesine Hıristiyan Avrupalmın nasıl karşı koyacağıydı. Hıristiyan Batının İslâma karşı mücadelesi yalnızca kılıçla ve savaş meydanlarında vuruşmakla kalmıyor, önem ve tehlike bakımından birincisinden hiç de geri kalmayan başka bir alanda da devam ediyordu. Bu da, İslâm ile fikren mücadele etme anlamına geliyordu. Bu mücadelede ise Batının elindeki en önemli araç şarkiyat araştırmalarıydı. Şu halde denilebilir ki, oryantalizm tarihi, Avrupah tarafındaki "İslâm Problemiyle birlikte başlar. Bu da, daha önce de belirtildiği gibi, İslâm cereyanına karşı koyma anlamına gelir.

Müslümanlarla Hıristiyanlar arasındaki mücadelenin kısaca beş aşamaya ayrılması mümkündür:

Birincisi: Müslümanların, Batıya doğru fütuhata başlama aşaması. Bu aşama, Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) vefatından az bir zaman öncesinden başlar, Doğu Roma İmparatorluğunun büyük bir kısmı, Kuzey Afrika, İspanya ve Sicilya fethine kadar sürer.

İkincisi: İspanya savaşında Hıristiyanların mukabil hücuma geçmesiyle başlar, Kuzey Afrika'daki savaşlar ve Doğuya yapılan Haçlı Seferleriyle devam eder.

Üçüncüsü: Türklerin önderliğinde, Müslümanların yeniden fütuhata geçmeleriyle başlar. Bu aşamanın özelliği İstanbul, Balkan ve Orta Avrupa'nın fethinin gerçekleşmesidir. Yine bu dönemde, Kuzey Afrikada, Hıristiyanların ilerlemesi de durdurulmuştur.

Dördüncüsü: Hıristiyanların yeniden hücuma geçmesiyle başlar. Türkler, daha önce fethettikleri toprakların büyük bir kısmından atılır. Orta Asya ve Rusya'da Müslümanların kuvveti yok edilir. İslâm ülkelerinin büyük bir kısmı sömürgeleştirilir.

Beşincisi: Çağdaş dönem sayılır ki, bu dönemde sömürgeciliğe karşı savaş ve Müslümanların yeniden hürriyetlerine kavuşmaları ile tanınır.14

Fakat Batıda İslâm problemi iki ana döneme ayrılabilir. Bu iki dönemin sınırı ise Miladî 15. yüzyıl olarak tesbit edilebilir.

Birinci dönem, İslâm dininin yayılması dönemidir. Bu dönemde bir yandan Müslümanların siyasî iktidarları bizzat Avrupanm bir kısım toprakları üzerinde yayılırken, diğer yandan İslâm medeniyeti de yükseliştedir. Ortaçağın karanlıklarını dağıtan tek ışık kaynağı bu medeniyettir. Bu dönemde gerek doğuda ve gerekse Endülüs'te haçlı seferleri yapılmış ise de, İslâmm siyasî gücü ancak çok az geriletilebilmiştir. Bu dönem, Osmanlılarm Doğu Avrupayı fethetmesi ve Viyana kapılarına kadar dayanmasıyla son bulmuştur. Bundan sonra İslâmm yayılma süreci duraklama dönemine girmiş, arkasından da gerilemeye başlamıştır. Bu dönemde Gırnata'nm düşmesiyle Müslümanlar Endülüs'ü bütünüyle kaybetmişlerdir (897 H. 1492 M.). Yine bu dönemde, AvrupalIlar Ortaçağın karanlıklarından silkinmeye başlamışlardır. Osmanlılarm zayıf düşmesiyle de İslâm dünyasını sömürgeleştirme iştihaları kabarmıştır. Uyanışının sebepleri ne olursa olsun, İslâma olan düşmanlığından hiçbir şey kaybetmemiş ve İslâm dünyasını sömürme arzusu bir an bile din-memiştir.

Gerek bu dönem, gerekse bundan sonraki dönemde oryantalizm büyük roller oynamıştır. Meselâ birinci dönemde Şarkiyatçılık, Batılı Hıristiyanları İslâmdan korumaya, Hıristiyanlık aleyhine yayılmakta olan İslâmm önüne set çekmeye çaba göstermiştir. Çerek doğu ve gerekse batı Arupa kiliseleri birbiriyle çelişip sürtüşen inançlarıyla İslâmm güçlü inanç sistemine karşı koyamayacağını ve Avrupalı kendi halinde bırakıldığı takdirde Güney Akdeniz ve Endülüs'te olduğu gibi İslâma büyük bir yönelişte bulunacağını anlamıştır. Bu yüzden Kilise, Müslümanlığı karalama ve onu Avrupalı mensuplarına çirkin bir imaj ile sunma konusunda elinden gelen çabayı göstermiştir. Bu görev için de Kiliseye mensup veya taraftar müsteşrikler görevlendirilmiştir. Bu sebeple, terim olarak "Oryantalist" ismini alanların temel öncülerinin bunlar olduğunu söylemek yanlış olmaz. Bunlar, aynı zamanda Hıristiyan din adamlarıydı. Bir rahip olan Gerard de Oraliac bunlara örnek olarak zikredilebilir. Bu zat, Endülüs'e giderek Müslümanlardan ilim öğrenmiş, Avrupaya döndüğünde II. Sylvester adıyla M. 10. yüzyıl sonlarında papalık makamına getirilmiştir. Pierre le Venerable ve benzerleri de o dönemde şarkiyatla uğraşan Hıristiyan din adam-larındandır.15

Bu gibi Hıristiyan ve şarkiyatçı din adamları İslâm aleyhinde bir sürü uydurma ve iftiralarda bulunup bunları kendi dindaşları arasında yaydılar. Müsteşrik Carra de Vaux şu itirafta bulunmaktadır:

"Muhammed, Batıda uzun zaman çok kötü olarak tanındı. Kendisine nisbet edilmedik hiçbir hurafe ve hakaret bırakılmadı."

Bütün bu iddialar Batıklar arasında büyük bir revaç buldu. Çünkü onlar, Hz. Muhammed'e ve dinine zarar veren her sözü delilsiz kabul etmeye hazırdılar.16

Müslümanların siyaset ve medeniyet alanında gerilemesine rastlayan ikinci dönemdeki müsteşriklerin rolüne gelince, bu aşamada, müsteşriklerin İslâma ve Müslümanlara olan saldırıları sömürgeci güçlerce de alabildiğine desteklendi. Müsteşrikler, misyonerlerle de yardımlaşarak bizzat Müslümanları inançlarına karşı şüpheye düşürmeye; maneviyatlarını zayıflatmaya ve böylece de sömürgecilere kolayca teslim olmalarını sağlamaya çalıştılar. Çünkü, sömürgeciliğin bir aleti durumundaki oryantalizm, İslâm dünyasında kendilerine karşı mukavemetin temel unsurunun İslâm dini olduğunu çok iyi kavramışlardı. Bu amaçla onlar, İslâma saldırmaya devam ederek bu mukavemeti yok etmeye, İslâmî bizzat Müslümanların gözünden düşürmeye çalıştılar. Bununla da, emperyalizme karşı en sağlam kalelerinin yıkılmasını amaçladılar.

Her şeye rağmen, İslâm düşmanlığının, oryantalizmin temel sâiki olması, tarafsızlık ve objektifliğe daha eğilimli ve İslâma insaf gözü ile bakan az bir kısım müsteşrikin de ortaya çıkmasına engel olamadı. Ne varki, fikrî altyapıları ve içinde yaşadıkları ortam onları da, Müslümanların anladığı mânada İslâmm hakikatini algılamalarına perde oluyordu. Şarkiyat araştırmalarının geçirdiği bu değişikliğe işaret eden bazı araştırmacılara göre: "19. yüzyıldan önce Batıkların İslâm hakkında gerçekleştirdikleri araştırmalar ve az da olsa yaptıkları Kur'ân tercümeleri gibi çalışmaların pek çoğu İslâm düşmanı Hıristiyan din adamları kaynaklıydı. Bu çalışmaların asıl amacı da açıkça İslâmla mücadele, kendilerince eksik ve gediklerini tesbit ve Müslümanlarla mücadele ederken yararlanmak üzere misyonerlere malzeme hazırlamaktı. Bunun amacı da sözkonusu araştırmaların, Hıristiyanlığı Müslümanlığa karşı galip kılmaktan ibaretti. Bu sebeple de, çok fazla sağlıklı, iyi niyetli ve tarafsız değildi."17

Onsekizinci yüzyılda, bu saldırgan tutum nisbeten hafifleyip zayıflamaya başlamıştır. Fakat bu sözkonusu dönemin düşünürlerinin İslâm hakkında insaf ve hakperestliğinden değil, hürriyetçi olanından, dinsiz ve materyalist olanına kadar çeşitli inançtaki bu düşünürlerin, Hıristiyanlığa olan düşmanlığından kaynaklanıyordu. Bu düşmanlık kendilerini, İslâmî bir derece daha titiz ve daha nezih bir biçimde araştırmaya ve saldırı yerine onu daha iyi anlamaya şevketti. Hatta bunlardan, resmî Katolikliği çürütmek amacıyla Müslümanlığı savunanlar bile oldu.18

·        C. Müsteşrikler Hakkında Detaylı Bir Değerlendirme Yapmanın Güçlüğü

Müsteşriklerin İslâmm değişik konuları ve özellikle İslâm tarihiyle ilgili çalışmalarını detaylı bir biçimde ele almak mümkün değildir. Bunun birkaç sebebi vardır. Bunlardan bazılarını zikretmek gerekirse şöyle denilebilir:

·        1. Konunun tabiatı: Müsteşrikler, çok değişik hüviyet ve düşüncede oldukları için bu özellikleri aynen çalışmalarına da yansımıştır. Meselâ, dindar bir Hıristiyan müsteşrikin araştırmaları, laik bir müsteşrikin çalışmalarından; onikinci yüzyılda yaşamış bir müsteşrikin eseri, onsekizinci yüzyılda yaşamış bir müsteşrikin eserinden oldukça büyük farklılıklar arzetmektedir. Müsteşriklik, her ne kadar genel bir cereyan ise de, bölge itibariyle, fikren, amaç bakımından ve İslâm dünyasıyla temas halinde olup olmamasına göre çok çeşitli ekollerden meydana gelmektedir. Bu nedenle, meselâ az da olsa bir Fransız müsteşrik ile bir Alman veya bir Rus müsteşrikin konulara yaklaşımları arasında farklılıklar bulunabilmektedir. Öte yandan İslâm dünyasının çok geniş olması, tarihinin çok farklı dönemlere ayrılması ve müsteşriklerin bu farklı dönemleri baz olarak alıp Müslümanları ve İslâmî konuları ele alması da eserlerine çok büyük farklılıklar kazandırmıştır. Ayrıca müsteşriklerin kullandıkları metodların da değişmesi ölçüsünde eserlerinde ve iddialarında farklılıklar doğmuştur.

·        2. Müsteşriklerin amaç ve yöntem bakımından birbirine benzer veya farklı olmaları: Müsteşrikler gerek fert ve gerekse grup olarak bazan aynı amacı paylaştıkları halde, farklı yöntemler uygulamakta, bazan da tersi olmaktadır. Bu yüzden müsteşriklerin eserlerini aynı ölçüyle değerlendirmek oldukça güçtür19.

Meselâ, müsteşrikleri zaman itibariyle "Eski" (Cerard de Oraiac gibi.) ve "Yeni" (Carra de Vaux, Goldziher, Shaht.. vb.) veya İslâma ve Müslümanlara karşı genel tutumlarına göre, İslâmî ve İslâm medeniyetini öven, ılımlı; ona karşı karalayıcı ve düşmanca tutum takman katı... gibi gruplara ayırmak mümkün olduğu gibi, başka tasnifler de yapılabilir. Nitekim müsteşrikleri şu şekilde tasnif edenler de vardır:

·        1. Arapçayı ve İslâm dininin ana kaynaklarının dilini bilmeyen, çalışmalarında tamamen başkalarının eserlerine ve özellikle kendi dillerine yapılmış tercümelere dayanan kimseler. Bu grubun eserleri dikkat ve gerçekçilikten alabildiğine uzak olacağı tabiidir.

·        2. Tarih, felsefe ve Arapçayı çok iyi bildikleri halde Siyeri ve İslâmî ilimleri bilemeyen grup.

·        3. Dili oldukça iyi bildiği, İslâmî ilimlere de vakıf bulunduğu halde ve kendilerinden insaflı ve objektif olmaları beklenirken değişik amaçlarla İslâma olan düşmanlığını eserlerine yansıtan grup. Margoliuth bunlara örnek olarak verilebilir20.

Daha başka tasnifler yapanlar da vardır. Meselâ, (1) Efsane ve hikayeleri malzeme olarak kullanan grup. (2) Kendi araştırma ve incelemelerini sömürgeciliğin hizmetine veren grup. (3) Kin ve kibirlerinin kendilerini İlmî nezaheti görüp göstermeyecek kadar körelttiği grup. (4) Eserlerine İlmî araştırma süsü verdiği halde, doğru yoldan saparak İslâmiyette zaaf noktalarını aramaya çalışan grup. (5) İslâma ilişkin araştırmalarında objektifliğe ve İlmî nezahete sarılan, İslâmiyet ve Müslümanlar hakkında insaf ve adaletten ayrılmayan ve bu özellikleriyle bir kısmı Müslüman olmuş grup21. (6) çalışmalarını Arap Dili, dil felsefesi ve Arap Edebiyatı üzerinde yoğunlaştırmış, ya da sözlük ve gramer kitapları yazmakla faydalı eserler ortaya koymuş grup22.

Bu gruplandırmaları kabul edip etmememiz bir yana, onları birtek açıdan değerlendirmenin ne kadar güç olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.

·        D. Müsteşriklerin Hz. Muhammed'in Hayatına Bakış açıları

İslâmî konularla ilgilenen müsteşriklerin ilk ilgi alanları hiç kuşkusuz Hz. Muhammed'in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) hayatıdır. Hemen hepsi bu konuya kendi eserlerinde kısa veya uzun bir biçimde yer vermiş ve bunu hüküm ve teorilerine birer basamak yapmaya çalışmışlardır. Nitekim, müsteşrikler tarafından gerçekleştirilen hemen bütün Kur'ân meâllerinin başında Hz. Muhammed'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hayatı yer almaktadır. Kur’ân'm dâhiliğini bir yana bırakacak olursak—ki müsteşrikler bunu kabul etmiyorlar—İslâm dininin tek kaynağı Hz. Muhammed'dir (salla’llâhü aleyhi ve sellem). Dolayısıyla onunla ilgili en ufak bir şüphe uyandırmaları İslâmî temelden yıkmak için yeterli olacaktır. Bunu çok iyi bildikleri için de çalışmalarını bu nokta üzerinde yoğunlaştırmışlardır. Bunlardan, özellikle Hıristiyan veya Yahudi olup da dinî taassup taşıyanlar, Hz. Peygambere en ağza alınmayacak isnat ve iftiralarda bulunmaktan çekinmemişlerdir. Bu taassuptan nisbeten kurtulan laik bazı müsteşrikler ise, objektif olmayı teorik olarak kendilerine prensip edindikleri halde pratikte çoğu zaman bu ölçülerine bağlılık gösterememişlerdir. Çünkü, bir Batılının kolay kolay kendi fikrî birikimini, şuurunu besleyen telkinleri bütünüyle bir yana bırakıp ezelî düşman ve rakip olarak tanıdığı İslâm dini konusunda tarafsız davranması mümkün olamayacak derecede güçtür.

Hiç kuşkusuz, Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hayatını gerçek anlamda anlayıp aktarabilmenin asgarî şartı, ona iman etmek, en azından onun ri-saletinin İlâhî ve gaybî kaynağına saygı duymak; hiçbir peşin hüküm taşımayan objektif bir yöntem uygulamak; Arap dilini iyi bilmek, bu konuda gerekli İlmî malzemeyi titizlikle toplayıp bunlar arasında ciddi bir muvazene, değerlendirme ve sentezde bulunabilmektir.23

Müsteşrikler, siyerin pek çok temel prensiplerini inkâr konusunda birleşiyorlar. Meselâ, Hz. Muhammed'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) peygamberliği, vahiy, Kur'ân'ın İlâhî kaynaklı oluşu... bunlardan birkaçıdır. Hemen hemen bütün müsteşrikler, Kur'ân'ın beşer kaynaklı olduğunda ısrar ediyorlar. Bunun en açık delili ona iman etmemeleridir. Aynı zamanda bir AvrupalI aydın olan Müslüman Dr. Maurice Bucaille, Batının bu saplantısını ve bunun doğurduğu bakış açısını şöyle dile getirir:

"Nesiller boyunca onların (Batıhların), insanlığın dinî meselelerini öğrenme tarzları ve İslâma ait her hususta bilgisiz bırakıldıkları hatırlanırsa, buna şaşmamak gerekir. "Muhammedî din" veya "Muhammedîler" şeklindeki adlandırmaların—hem de günümüze varıncaya dek—kullanılışı, zihinlerde şu yanlış kanaati yerleştirmek için değil midir: 'İslâm demek—Hıristiyanların kabul ettiği Tanrı'nın kendisiyle hiçbir ilgisi olmadığı bir kimse tarafından yayılmış olan bir takım inançlar demektir.' Kültürlü çağdaşlarımızın birçoğu, kelimenin tam anlamıyla İslâm vahyi üzerinde tam olarak düşünmeksizin, İslâmın felsefî, sosyal ve siyasî yönleriyle ilgilenmektedir. Bizatihî Kur'ân'ı incelemeyi bir tarafa bıraktırmak gayesiyle, Hz. Muhammed'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) kendisinden önceki peygamberlerin kitaplarından faydalandığı iddiası, kesin bir gerçekmişçesine kabul ettirilmek isteniyor."24

Rudi Paret, başka bir müsteşrik olan Sprenger hakkında: "Kaleme aldığı siyer kitabı birçok açıdan hayal kırıklığına uğratıcıdır. Bu eserinde, İlmî inceleme ve takrîr şartlarını gözetmemiştir. İslâmm, asrının bir ürünü olduğu şeklindeki kanaati kendisini yanıltmış ve Muhammed'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şahsiyet ve tarihî gayretlerinin değerini düşürmüştür" demektedir.25

Müsteşriklerin bir konudaki insaf ve itidali bizi aldatmamalıdır. Çünkü, çok geçmeden başka bir konuda dengesizlik ve aşırılığı hemen kendisini gösterir. Bu yüzden de, bir tek müsteşrik hakkında bazan Müs-lümanlar tarafından değişik değerlendirmeler yapılıyor. Aynı müsteşriki bazılarımız, "İslâmî öven ve takdir eden birisi" olarak görürken, başka birimiz, aynı şahsı "İslâm düşmanı ve İsâm'ı karalayıcı" olarak görebilmekteyiz. Müsteşriklerin, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ve Kur'-ân-ı Kerim hakkmdaki değerlendirmeleri ne kadar âdilâne ve insaflıca olursa olsun, eğrilik ve eksiklikle malul olmaya mahkumdur. Bu da Müslümanlarmkinden çok farklı olan ve az önce işaret ettiğimiz bakış açılarından ileri gelmektedir. Zira müsteşrik Müslüman olmayıp, ya gaybe inanmayan materyalist ve laik veya Hz. Muhammed'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) peygamberliğine ve Islâmm orijinalliğine inanmayan Hıristiyan ve Ya-hudidir.

Müsteşriklerin, İslâm tarihi ve medeniyetini ele alırken genel olarak içine düştükleri yöntem hataları şu şekilde maddeleştirilebilir:

·        1. Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hayatı hakkında laik bir tutum takınmaları, şüphe uyandırmak için kasden dinî metin ve rivayetleri tahrif etmeleri, bazı önemsiz noktalar üzerinde yoğun bir biçimde durmaları (Mesela, Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Bahîra ile karşılaşması olayı) ve sahih bir kaynağa dayanmayan noktalarda ısrar etmeleri. Bütün bu tutumlardaki amaçları, Hz. Muhammed'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) peygamberliğini ve vahyi inkâr etmektir.

·        2.  Bilimsellik iddiasıyla İslâm tarihini beşeri ve maddi bir yaklaşımla anlamaya çalışmaları. Meselâ bu bakış açılarından dolayıdır ki, İslâmî fetihler gibi önemli olayları, İktisadî sosyal ve maddî sâiklerle izah etmeye çalışmakta ve arkasındaki din ve inanç faktörünü görmezlikten gelmektedirler.

·        3. Bazı asılsız iftiralarda bulunmaları ve yalanlar uydurmaları. Meselâ, İslâm fütuhatının kılıç zoruyla gerçekleştiğini ve Müslümanların dinî müsamahaya sahip bulunmadıklarını iddia etmeleri, yine bazılarının İslâmî, İlmî gelişmeye ve Müslümanların ilerlemesine engel olduğunu ileri sürmeleri.

·        4. İslâm tarihindeki ihtilaf noktaları üzerinde yoğun bir biçimde durmaları, İslâm fırkalarını sürekli inceleme konusu yapıp eski kin, düşmanlık ve tarafgirlikleri yeniden canlandırmaya gayret etmeleri, böylece İslâm dünyasını parçalayıp yutulmasını kolaylaştırmaları.

·        5. Kendilerine yarayan ve emellerine uygun düşen rivâyetleri ne kadar zayıf olursa olsun arayıp bulmaları, buna karşı sahih, hatta mütevatir rivayetleri görmezlikten gelmeleri. Bunu da, kötü düşüncelerini ve peşin hükümlere dayalı hipotezlerini ispat etmek için yapmaları.

·        6. İslâm medeniyetinin değerini düşürmeye çalışmaları, insanlık medeniyeti içerisinde önemli bir yerinin bulunmadığını, özellikle modern Avrupa medeniyeti üzerinde müsbet hiçbir tesirinin olmadığını ileri sürmeleri ve bu konuda İlmî emanete, tarafsızlık ve objektifliğe ters düşme durumunda kalmalarıdır.

tıpkı diğer semâvî kitaplar gibi beşerî unsurlar ihtiva ettiğini, onun İlâhî kaynaklı oluşunun, Allah tarafından gönderilişinin metin tenkitleri ve modern araştırmalar karşısında tutunacak bir görüş olmadığını ileri sürmekte ve onun Ahd-i Atik'ten hikâyeler ihtiva ettiğini söyleyerek, bunları onlardan aldığını ima etmektedir.26 27 Gold-ziher, vahyi üstün nitelikli insanlara isabet eden bir hastalık olarak görür ve "Nebi ve havarilerin gayretleri bu hastalıktan başka bir şey değildir" ifadesini kullanır.28 Brockelmann ise, Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) için şunları söylemektedir: "İlk defa Hira dağında (mağara-smda) şahsına has bir hads şüphesini giderdi. Orada bir gün, kendisini sonradan melek Cebrâil olarak kabul ettiği bir hayal göründü. İçindeki, kendisinin Tanrı elçisi olduğuna dâir beliren sesi, buna isnad etti... Bu hallerde işittiğine inandığı şeyler, kaybolur olmaz, vahiy olarak bildirmeyi adet edindi."29 Brockelman şu iddiada da bulunur: "Onun ruh dünyasının ancak pek cüz'î bir kısmı kendi öz malı idi. O bilgiler Peygambere (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ekseriya Yahudilikten ve Hıristiyanlıktan gelmekte, fakat o bunları maharetle kavminin dinî ihtiyaçlarına uydurmakta idi."30

San Tritton da, İslâmm sağdan soldan devşirilmiş bir din olduğunu ileri sürer.31 H. Lammens ise, Kur'ân'daki melek inancını biraz karışıkça bulur ve Hz. Muhammed'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bu inancı ancak Medine'deki Yahudilerle olan münasebetiyle tekemmül ettirdiğini ileri sürer32. R. Blachere bile, Hz. Muhammed'in, (salla’llâhü aleyhi ve sellem) "asıl öğrenimini sapık bir Hıristiyan keşişinden aldığını" ileri sürmektedir33. Richard Bell de bu konuda şöyle demektedir: "Muhammed, halkın maddi açıdan oldukça iyi olmalarına mukabil, manevî açıdan hiç de iyi bir durumda ol-maçlıklarını görmüştü. Bunun üzerine daha kültürlü bölgelerde yaşayanların sahip oldukları dinî bilgileri onlara aktarmaya koyuldu.

Aslında, onun bu düşünceler hakkmdaki bilgisi oldukça sınırlıydı. Mekkelilerin onun ileri sürdüğü tevhid düşüncesine karşı çıkışları, anlattıklarının büyük bir çoğunluğuna hücum edilmesi sonucunu ortaya çıkardı. Ancak öğretisinin belirli kurallarını Medine'ye göç etmeden önce Kur'ân'a almış ve yürürlüğe koymuştu. Bunun için kendisinden önceki muvahhidlere, yani Yahudi ve Hıristiyanlara baktı. Onun daha çok Hıristiyan kaynaklarını mı, yoksa Yahudi kaynaklarını mı kullandığını kestirebilmek güç. Ancak bu öyle büyük bir sorun da değildir. Çünkü ilk dönemlerde onlardan tanınmamak için, onların arasında da görünmedi. Ona göre bütün dinler vahyedilmişti ve tek bir ilâh tarafından bildirilen dinler de bir olmalıydı. Behemehal bu bakış açısı içinde ilk monoteist dinleri kendi öğretisinin temelleri olarak kabul etmişti. Doğal olarak da onların kendisiyle birlikte olacaklarını düşünüyordu."34

Gibb de şu iddiada bulunur: "Kur'ân, Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ve muakkib-lerinin doğrudan doğruya ilham edilmiş olarak kabul ettikleri nutuklarının ve şekli ifadelerinin tescil edilmiş şeklidir. Son zamanlardaki araştırmalar kat'î olarak isbat etmiştir ki, ondaki haricî tesirler, Ahdi Atîk malzemelerini ihtiva eden Hıristiyan Süryanî menşeine ulaşır."35

S. Moscati de şöyle demektedir: "Muhammed'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) çocukluğunda Suriye'ye gidişi ve orada Hıristiyan keşişe rastlamasıyla ilk monoteist anlayışın onda teşekkül etmeye başladığını, Arabistan'daki Yahudi ve Hıristiyanlarla temas halinde olduğunu, vaazlarının esaslarını kolayca Yahudilik ve Hıristiyanlıkta bulmanın mümkün bulunduğunu" söylemektedir36.

·        E. Montet de, Kur'ân tercemesine yazdığı mukaddimede, Kur'ân'a kaynak olarak üç şeyi ileri sürer: Yahudi ve Hıristiyan kaynaklar, Islâmdan önceki (cahilî) kaynaklar ve Muhammed tarafından vazedilen yeni İslâmî elemanlar37 A. C. Bouquet de, bu konuda şöyle demektedir: "Muhammed 12 yaşlarında ticaret kervanı ile Suriye'ye gittiği, Yahudilik ve Hıristiyanlık hakkında bilgi edindiği ihtimal haricinde değildir. O, daha çok şekli bozulmuş Hıristiyanlıktan bir şeyler bilmekte idi. Mümkündür ki, bazı mezhepler arasında kullanılan apokrif İnciller hakkında bilgisi vardı. O, Mekke'nin etrafındaki verimsiz çölü müteaddit defalar dolaştıktan sonra, vücud hastalığı arttı ve sesler işitmeye başladı"38. B. Lewis de: "...açıktır ki, o, Yahudilik ve Hıristiyanlık tesiri altındaydı... Onda pekçok eski mukaddes kitapların elamanlarının mevcud olduğunu" söylemektedir39. İslâm Ansiklopedisine "Allah" maddesini yazan Mc. Donald da, Kur'ân'ı Peygamberin eseri kabul eder ve bütün hükümlerini bu noktaya dayandırarak yürütmeye çalışır40. Yine aynı anlayışın sonucudur ki, pek çok Avrupalı Kur'ân mütercimi, tercümelerinin baş tarafına, Kur'ân sanki Hz. Mu-hammed'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) eseri imiş gibi, "Muhammed" ismini yazmışlardır. Savary, Kasimirski, E. Montet ve ilk devir Avrupa tercümelerinde olduğu gibi. Biz, tezimizin akışı içerisinde bu iddiaların bellibaşlılarını ele alıp değerlendirdik.

·        F. Müsteşriklerin İlmî Çalışmalarından Örnekler

Müsteşriklerin büyük bir gayretle çalıştıklarını söylemiştik. Bu gayret çeşitli alanlarda semeresini vermiş ve büyük İlmî ürünler ortaya ça-karmıştır. Bu çalışmalar, başlıca, akademik araştırmalar41; yazma eserlerin toplanması, fihristlendirilmesi42, tahkik ve neşredilmesi43; Arapçadan Batı dillerine tercemeler yapılma44; değişik İlmî alanlarda telif eserlerin kaleme alınması45 şeklinde gruplaştırılabilir.

·        G. Müsteşriklerin Kur'ân Üzerinde Yaptıkları Bazı Çalışmalar

Kur'ân-ı Kerim, Batıkları rahatsız eden, onları hayrette bırakan ve akıllarını allak bullak eden bir kitaptır. Blachere, şöyle der: "Biz, Şarkın dinî kitapları arasında Kur'ân kadar, okunuşuyla fikrî düzenimizi dağıtan bir kitap görmedik."46 Aslında bu, Kur'ân-ı Kerimin haşmet ve azametini hissetmeyi itiraftan başka bir şey değildir. Kur'-ân-ı Kerim'in bu haşmet ve büyüklüğünü gözlerden uzak tutmak konusunda müsteşriklerin büyük tesiri olmuştur. İlmî araştırmalarını, kişisel heveslerinin veya siyasî ve dinî hedeflerinin emrine vermiş bir grup müsteşrik her vesileyle Kur'ân'ı gölgelemeye çalışmıştır. Çünkü, onlar çok iyi biliyorlar ki, Kur'ân o hayat dolu düsturlarıyla Müslümanların elinde kaldıkça, daima muzaffer olacaklar ve Batının sömürgeciliğini kabul etmeyeceklerdir. Nitekim Kur'ân, Allah'ın sağlam ipine sim sıkı sarılarak birlik olmayı47 iyilik ve takvada yardımlaşmayı,48 ilim öğrenip cehaletten kurtulmayı49 emretmekte; kötülük50 ve zulümden51 başkalarıyla alay52 ve onların gizli yönlerini araştırmaktan, gıybet yapmaktan53... sakmdırmaktadır. Bunlar ise insanlığı ayağa kaldıracak esaslardır. İyi anlaşılıp tatbik edildikleri takdirde riiensuplarmı bütün dünyaya egemen kılıp insanlığın geleceğine hükmettirecektir.

Kur'ân, İslâm dininin temeli, kökü ve güneşidir. Ona karşı uyandı-rılabilecek en ufak bir şüphe, bu dini ve mensuplarını yok etmeye yeterli olacaktır. Bu yüzdendir ki, İslâmın eski ve yeni düşmanları bütün mesâilerini Kur'ân üzerinde yoğunlaştırmışlardır. Müsteşriklerin Kur'ân üzerinde çalışmalarının kökleri çok eskilere kadar dayanır.

Müsteşriklerin Kur'ân üzerinde yaptıkları en önemli çalışmalar, onu çeşitli Batı dillerine tercüme etme alanında kendisini gösterir. Kur'ân-ı Kerim ilk defa 12. yüzyılda bir Batı diline tercüme edilmiştir. Müsteşrikler o zamandan beri hatta bugün bile Avrupa dillerine çok sayıda Kur'ân-ı Kerim tercümesi gerçekleştirmiş ve gerçekleştirmektedirler. Onlar bu tercemelerin baş taraflarına İslâm hakkmdaki düşüncelerini ihtiva eden uzun mukaddimeler koymuşlardır. Bununla, daha işin başında okuyucuya çoğu zaman İslâmın gerçekleriyle bağdaşmayan düşüncelerini sunmuşlardır. Bu düşünceler genellikle çok esaslı bir biçimde İslâmî hakikatlerle çatışmaktadır. Bugüne kadar Batı dillerine yetmişi aşkın Kur'ân meâli gerçekleştirilmiştir. Bunlardan Almanca 14, İngilizce, İtalyanca ve Rusça 10'ar, Fransızca ve İspanyolca 9'ar; Latince 7 ve Hollandaca (Felemenkçe) de 6 adet Kur'ân meâli mevcuttur.54 Bu sayı gün geçtikçe de artmaktadır.55

Müsteşriklerin, Kur'ân üzerinde tercümeden başka çalışmaları da vardır. Bu çalışmaların büyük bir kısmı Kur'ân tarihi üzerinde yoğunlaşmaktadır.56 Genellikle bundan amaçları da, Kur'ân metninin sıhhati konusunda şüphe uyandırmak, en azından Kur'ân'ı kendi kutsal kitaplarının seviyesine indirmektir. Ayrıca, Kur'ân'm dili, kıraat farklılıkları üzerinde de oldukça yoğun bir biçimde durmuşlar ve durmaktadırlar.57

Müsteşrikler bir bakıma Kur'ân'la ilgili olarak ilk müfessirler ve tefsir tarihi üzerinde büyük çalışmalar yapmışlardır58. Bununla da yetinmeyerek, klasik tefsirlerimizi çeşitli yönlerden tanıtmaya da büyük önem vermeye başlamışlardır59. Tefsir açısından dinler arası ilişkileri konu alan çalışmalar da az değildir. Bu tür çalışmaların özellikle "Islamo-Cristiana" adlı dergide yayınlanmış pekçok örnekleri vardır.

Günümüzde İslâm dünyasında kaleme alman ve geçmiş tefsirlerdeki bilgileri aynen tekrar etmekten ziyade yeni bakış açıları getirme çabasında olan yeni tefsirler de yazılmış ve yazılmaktadır. Müsteşrikler bu tefsirleri de yakından takip etmekte ve bunlara ilişkin değerlendirmelerde bulunmaktadırlar.60

Netice olarak denilebilir ki, bu kısa Giriş çerçevesi içinde, ciltlerle anlatılamayan "Oryantalizm" konusunu detaylı bir biçimde ele almak mümkün değildir. Bu konuyu, olumlu ve olumsuz, faydalı ve zararlı yönleriyle ele alan çok sayıda kitap ve makale bulunmaktadır. Biz konuya ilişkin geniş bigiyi onlara havale ederek diyoruz ki: Oryantalizm çok çeşitli eğilim, ekol ve yöntemleri barındıran son derece kompleks bir konudur. Bu akımın içinde yer alanlar, nadiren ilmi ve İnsanî saiklerle, çoğu kez ise, siyâsî, dinî ve emperyalist mülahazalarla çalışmalar yapan, amaçlarına hizmet ederken bazan son derece yararlı eserler de ortaya koyan bir harekettir. Bu hareket, faaliyetleriyle Müslümanların dinî hamiyetlerini uyandırıp kamçılamaya yaramışsa da, genellikle İslâm akidesinin temellerini sarsmaya, imanın köklerini kurutmaya yönelmiştir. Kısaca, oryantalizm, İlmî olmaktan ziyade sömürgecilik, misyonerlik, Siyonizm, ticarî çıkar gerçeklerinin ilim kisvesi altında ortaya çıkmasından ibarettir.

Kendi ülkelerinde gerekli İslâmî kültürü alamayan, İslâmî Batıkların eserlerinden öğrenmeye kalkışan bazı Müslümanlar, ne yazık ki Batının bu gayelerini tahakkuk ettirmeye hizmet etmektedirler. Batıklar, bu çalışmalarıyla, Müslümanlar arasında, tarihlerini ve benliklerini inkâr eden nesiller yetiştirmeye ve bunlar vasıtasıyla ellerini yakmaksızm emellerini gerçekleştirmeye çalışmaktadırlar. Nitekim, XX. yüzyılda İslâm ülkelerinde görülen ilhad hareketlerinin, büyük çapta bu çalışmaların yeşeren filizleri olduğu unutulmamalıdır. Nitekim meşhur Fransız müsteşriklerden Louis Massignon "Onlarmjrerşeylerini tahrip ettik. Felsefeleri, dinleri mahvoldu. Artık hiçbir şeye inanmıyorlar. Defin bİD'bdşluğa düştüler. Anarşi veya intihar için olgun hale geldiler"^ sözleriyle; İngiliz Başbakanlarından Lord Curzon 1909'da Öxford'da Kraliyet Basın Konferansı delegelerine karşı konuşurken: "Sizin valilerinizi, yöneticilerinizi, yargıçlarınızı, profesörlerinizi, papazlarınızı ve hukukçularınızı burada yetiştirerek gönderiyoruz..."61 62 sözleri bugünkü İslâm dünyasının karanlık durumunu çok güzel aksettirmekte, oryantalizmin gayesini de çok açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Batı dünyası, Ortaçağdan beri açtığı kaba kuvvet mücadelesinde mağlup edemediği İslâmî, bir iki asırdır açmış olduğu fikir savaşı ile mağlup etme yolunu denemektedir. Bu hücumlar karşısında susuşumuz, varlığımızı inkârdan başka ne işe yarar? İslâm dünyası olarak üzerimizdeki birkaç asırlık gaflet uykusunu atmamızın zamanı gelmiş, hatta geçmek üzeredir. Bu uyanışın gerçekleşmesi karşı tarafın hücumlarını bertaraf etmenin yanısıra fikren karşı hücuma geçmekle mümkün olacaktır. Bu da İslâmî çok iyi öğrenip, gerçeklerini asrın idrakine uygun bir üslupla sunacak olan genç ve hamiyetli ilim adamlarının görevidir.

KUR’ÂN’IN TEBLİGCİSİ OLARAK

HZ. MUHAMMED’İN ZATIYLA İLGİLİ İDDİALAR

A. Hz. Muhammed'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Baştan Beri Samimi Olduğunu Kabul Edenler

Müsteşriklerin hemen hepsi Hz. Muhammed'in peygamberliğine inanmadıkları gibi, büyük çoğunluğu da, onun samimiyetine inanmamaktadır. Onlara göre, o, Kur'ân'ı bilerek değişik kaynaklardan alıp Allah'a isnat etmek suretiyle insanlara sunmuştur. Fakat bu genel hükmün istisnaları da yok değildir. Nitekim bazıları Hz. Peygamberi (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bu iftiraya karşı savunmuştur. İngiliz yazar Tomas Cariyle (1795-1881) bunlara örnek olarak gösterilebilir. Bu zat, Kur'ân hakkında, "Bir Kitap ki, kalbten gelmiştir, başka kalblere gitmek yolunu mutlaka bulacaktır. Denilebilir ki, Kur'an'm esas karakteri masum tabiîliğidir; bir ihlas ve hüsniniyet kitabı olması hadisesidir"63 diye bu konudaki kanaatini açıkça dile getirdikten sonra Prideaux ve daha başkalarının Kur'ân'ı— Haşa—Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) tarafından "Günahlarını mazur göstermek ve örtmek, yükselme hırslarına ve şarlatanlığına mesnet hazırlamak için fasıl fasıl yazılmış bir hokkabazlık nümûnesi"64 olarak nitelemelerine karşı çıkmakta ve haklılığını iki noktayla delillen-dirmektedir. O da Müslümanların tarih boyunca bu dine çok büyük bir samimiyetle sarılıp onu tatbik etmeleri65 ve Hz. Muhammed'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) durmadan kaynayan, fokurdayan ateşten bir kalb taşıması ve yaşayışında engin bir tabiiliğe sahip olmasıdır.66

Maxime Rodinson, zaman zaman kendi kendisiyle ters düşüyor ve gerçek görüşünü nakzedici iddialar ileri sürüyorsa da, Hz. Muhammed'in

çeşitli amaçlarla Kur'ân'ı uydurarak Allah'a isnat ettiğini söyleyen Hıristiyan yazarların bu yaklaşımına karşı en azından şüpheci kalınması gerektiğini söylüyor ve şunları ekliyor: "...Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) krizlerini anlatan metinlerin gerçeği dile getirdiğine inanmaktayız. Çünkü bizce Muhammed daima doğaüstü âlemde bir yer bulmak için çırpman bu metinler, onu bu derece doğaiçi ve insânî gösteren çizgileri icat etmiş olamaz. Kısaca bugün, samimi bir Muhammed'i açıklamak, sahtekâr bir Muhammed'i (salla’llâhü aleyhi ve sellem) açıklamaktan çok daha kolaydır."76 Rodinson, Kur'ân'ı Hz. Muhammed'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bilinçaltının ürünü olarak nitelendirmektedir.77 Yine Rodinson, Belçikalı Cizvit rahibi olan Henri Lammens'in kindârlığından dolayı, Hz. Muhammed'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) samimiyetini inkâr edişini söyleyerek ona katılmadığını ima etmektedir.67 Alfred Guillaume ise, Hz. Peygamber hakkmdaki yalancılık ve benzeri iddiaları reddediyor. Bunun için de, İsrailoğulları nezdinde peygamberliğin doğruluk ölçüsünün aynısını uyguluyor. Bu da şu noktalarda özetlenebilir: Gür ve ateşli söz, şiir68 kendini tam olarak Allah'a adama, ahlâkî konulara özen, Allah'ın sözünü ilan etmesine kendisini sevkeden bir itici gücün varlığını hissetme. Yazar, bütün bu belirtilerin Hz. Muhammed'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hayatında açıkça görüldüğünü söylüyor. Ayrıca, Hz. Peygamberin, (salla’llâhü aleyhi ve sellem) davetin başlangıcında vahyin kaynağı hakkmdaki kuşkularını ve hatta canına kıymaya bile girişmesini onun samimiyet ve doğruluğuna kuvvetli bir delil olarak görüyor. Bu noktadan onu Eremya69 Peygamberle karşılaştırıyor.70

Ancak müsteşriklerin, Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) davasında samimi olduğunu kabul etmelerinden, zorunlu olarak ona gelen vahyin de İlâhî olduğunu kabul ettikleri anlaşılmamalıdır. Çünkü kendisine ilhâm gelen birinin, yepyeni sandığı fikirlerin, zihninde aniden zuhur ettiğini gördüğü zaman gayr-ı şuûrî illüzyona maruz kalması mümkündür; halbuki gerçekte o, ruhunun derinliklerinde yatan ve unutulmuş olan eski şeyleri tekrar etmekten başka bir şey yapmamaktadır. Hatta menşeine dikkat etmediği için, kendisinde şahsî ilhamlarıyla aynı olduğu inancını uyandırmış olması dolayısıyla, edinilen yeni bilgilerin ona vahyedilmiş şeyler gibi görünmesi bile mümkündür.71

Diğer bir ifadeyle, bunlara göre, ekseriya Hz. Muhammed'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) iç dünyası, duyularının baskın çıkarak, kendisine hitap eden birisini işittiğini zannettiği şey, hayallerinin ve iç dünyasının dışa yansımasından ibaretti.72

Bu görüş de yeni bir şey olmayıp cahiliye devri müşriklerinin "cinnet" ve "karışık rüyalar" iddialarının tekrarından ibarettir.

Bu konuyu ayrıca tezimizin "İç Kaynaklar" (Hz. Muhammed'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Şahsıyla İlgili Kaynaklar) başlığı altında detaylı bir biçimde ele alacağız.

B. Hz. Muhammed'in Baştan Beri Yalancı ve Aldatıcı Olduğunu İddia Edenler

Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem), İslama insanları açıkça çağırmaya başladığı ilk günden başlayarak günümüze kadar birçok kimselerin tekzibine muhatap olmuştur. Kur'ân-ı Kerim, birçok yerinde, Arap müşriklerinin yönelttikleri, tarih içerisinde Hıristiyan ve Yahudilerin ise tekrar ettikleri bu ithamı kaydetmiştir. Arap Yarımadasının haricindeki çevrelerde ise, Charles J. Ledit, Romalıların Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hakkındaki hükümlerinin çok katı olduğunu belirtiyor. Nitekim, onu, Hz. Hatice'nin (r.a.) mal ve hayvanlarına el koymakla, sara hastalığına yakalandığı etrafta duyulunca da Hatice'yi teselli etmek için Cebrail'in (r.a.) gökten kendisine vahiy getirdiğini iddia etmekle itham etmişlerdir.73 Sara ithamını şimdilik bir yana bırakacak olursak (çünkü bunu Hz. Peygamberin bedenî, ruhî ve aklî sağlığı hakkında şüphe meydana getiren benzer ithamlarla birlikte ileride ele alacağız) önümüzde "yalancılık" kalmış olur. Bilindiği gibi, Batılılar arasında bu iftirada bulunanlar sadece Romalı yazarlar da değildir. Kuşkusuz Hıristiyan olanlarıyla, pozitivist olanlarıyla pek çok müsteşrik ta günümüze kadar Kur’ân'm aslında Hz. Muhammed'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) uydurması olup onu Allah'a nisbet ettiğini iddia ediyorlar.74

Hz. Muhammed'in samimiyetsiz ve sahteci olduğu iddiası Kur'ân'm kaynağı olarak gösterilen en önemli iddiadır. Bu, gayr-i müslimlerin Kur'ân'm vahiy gerçeğini kendisiyle eskiden beri açıklamaya kalkıştıkları bir hipotezdir. Kur'ân Hz. Peygambere yöneltilen bu ithamı bizzat reddederek şöyle buyuruyor: "Aslında onlar seni yalanlamıyorlar, fakat o zalimler açıkça Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorlar."75 Fakat biz çalışmamızda bu gibi âyetlerin arkasına sığınmayacağız. Öncelikle Kur'ân'm Hz. Muhammed'in—haşa—uydurması olmadığını kesin delillerle ortaya koymak gerekir. Aksi halde—yalancılıkla itham edilmesine rağmen—Hz. Muhammed'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) kendi kendisine şahitlikte bulunması demek olur. Tabiatıyla böyle bir şahitlik de kabul edilmez. Öyleyse bu hipotez tartışılırken Hz. Peygamber ile ilgili ilk tarihî kaynaklara inme zorunluluğu vardır. Başta Kur'ân-ı Kerim olmak üzere o belgelerde Hz. Muhammed'in kişiğini belirleyen işaretler tesbit edilmelidir. Bu konuda son derece titiz davranılmak ve onun hayatını ve ahlâkını konu alan rivâyetlerden sadece sâlim, hür ve tarafsız bir akim mantığına göre üzerinde doğruluk mührü açıkça parlayanlar esas alınmalıdır. İşte ileriki değerlendirmelerimizde bu ölçülere özenle uymaya çalışılacaktır.

Bu Görüşe .Karşı Hz, Muhammed'in Doğru ve Samimî Olduğunu İspat Eden Deliller

·        1. Zatı ve Ahlâkıyla İlgili Deliller
·        a. Kavini Arasında Doğruluk ve Güvenilirlikle Ün Salması

Doğruluğun Arapça karşılığı sıdktır. Sıdk, sözü ve haberi doğru ve gerçek söylemek; söz, haber, doğru, gerçek, vakıaya uygun olmak; doğru ve gerçek sözlü olmak demektir ki, yalanın ve yalancılığın zıddıdır.76

Hz. Muhammed'in tebliğ ettiği Kur'ân, onlarca âyetiyle doğruluğu ve doğru olanları övmüştür77 ve Allah adına yalan söyleyen, Allah'tan hak söz geldikten sonra da onu yalanlayandan daha zalim kimsenin bulunmadığını,78 sözünü Allah'a isnât ederek Ona iftira edenlerin Kıyâmet günü yüzlerinin kara olacağını79 belirtmiştir. Hz. Muhammed  (salla’llâhü aleyhi ve sellem) de, Sahabilerini doğruluk konusunda özenle eğitir80, "Doğruluğa devam ediniz.81 Çünkü doğruluk iyiliğe götürür, iyilik ise Cennete götürür. Doğruyu araştıra araştıra kişi, en sonunda Allah katında Sıddîk (özü sözü doğru) olarak yazılır"82. "Yalandan sakınınız.83 Çünkü yalan fücûra (sapıklığa) götürür. Fücur da Cehenneme götürür. Kişi yalan söyleye söyleye, yalanı araştıra araştıra en sonunda Allah katında kezzap (yalancı) olarak yazılır"84, "Mü'min yalancı olamaz"85 buyurmuş ve kendisi de peygamberliğinden önce bile kâvmi arasında doğrulukta, doğru sözlülükte ve güvenilirlikte en başta gelmiştir.86

Onun ağzından hiçbir zaman hak ve gerçek sözden başkası çıkmazdı. Abdullah b. Amr der ki: "Ben Resulullahtan duyduğum her şeyi ezberler 've'yâzardıın. Kureyşlilerden olan Sahabiler, beni bundan nehyettiler ve 'Sen Resulullahtan duyduğun her şeyi yazıp duruyorsun. Oysa Resuhıllah Keşerdir; gazap halinde de, rıza halinde de söz söyler' dediler. Bunun üzerine ben bir müddet yazmaktan vazgeçtim. Nihâyet durumu Resulullaha arzettim. Resulullah, ağzına parmağıyla işaret ederek 'Yaz, varlığım kudreti elinde bulunan Allah'a yemin ederim ki, buradan, hak sözden başkası çıkmaz' buyurdu."87

Hz. Peygamber, şakayla söz söylerken bile, doğruluktan, doğru sözlülükten ayrılmaz, "Ben şaka yaparım, ama gerçekten başkasını söylemem" buyururdu.88

Kureyş müşriklerinin ileri gelenlerinden ve Hz. Peygamberin en azılı düşmanlarından Ebû Cehil, kendisine: "Biz seni yalanlamıyoruz. Fakat senin getirdiğin şeyleri yalanlıyoruz"89 demiştir.

Müşriklerden Ahnes bin Şerîk'm, Bedir yolunda, Ebû Cehil'e: "Ey Ebu'l-Hakem, şurada benden ve senden başka konuşmamızı işiten yok. Sen bana Muhammed hakkmdaki kanaatini söyle; o doğru sözlü müdür, yoksa yalancı mıdır?" sorusuna da:

"Vallahi, Muhammed, muhakkak doğru sözlüdür ve hiç yalan söylememiştir!" dediği gibi, Hz. Peygambere dili ile en çok eziyet eden müşriklerden Nadr b. Haris de, müşriklere "Muhammed, içinizde hoşunuza giden bir gençti. En doğru sözlünüz ve en emininizdi!" demiştir.90

Bu konuda en tipik ve en açık şehadet, bizzat düşmanı olan tarafın başkanı olan ve bu şehadetinden ancak birkaç sonra İslâm dinini kabul eden biri, yani Ebu Süfyân tarafından yapılmıştır. Bu şehadet üzerine İmparator Herakliyüs şu neticeye varmıştır: "İnsanlara yalan söylemeyen, Allah hakkında da yalan söylemez.91

Hatta o, münafıklığın alametinin üç olduğunu söylemiş ve bunları şöyle sıralamıştır: "(Münafık) konuştuğu zaman yalan söyler, söz verdiği zaman sözünde durmaz, kendisine bir şey emanet edildiğinde hiyanet eder."92 Kendisi doğruluk ve samimiyete son derece itina gösterdiği gibi, sahabilerini de, konuşurken veya söz verirken çok dikkatli olmaya teşvik eder, hatta kendisini dinleyip itaat edeceklerine ilişkin onlardan bey'at alırken—mutlak söz vererek ardından bir engelin çıkmasıyla bu sözlerini yerine getirememe durumuna düşmemek için—sözlerine "gücünüz yettiğince" ifadesini eklemeyi ihmal etmezdi.93 Aynı şekilde sahabilerinin, birini överken, kesin ifadeler kullanmayıp "öyle olduğunu sanıyorum" demelerini severdi.94 ibadetlerde zorlamaya kaçmaktan hoşlanmaması da bu konuyla ilgilidir.95

Hz. Peygamberin doğruluk, güvenilirlik ve samimiyetine ilişkin bu ahlâk ve tutumu, peygamberlikten önce de kavmi arasında ün salmıştı. Öyle ki kendisine "Emin" lakabını vermişlerdi96 Hatta Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ilk defa, Mekkelileri açıkça Allah'ın dinine davet ettiği zaman, kendileri arasındaki bu yaygın şöhretine dayanmak istediği görülüyor. Doğruluk ve güvenilirliğini açıkça onlara itiraf ettirmeden, sürpriz bir biçimde yeni dine onları çağırmak istememişti. Nitekim, Mekke civarındaki bir tepe üzerine çıkarak onlara şöyle sordu: "Ben size, bu dağın arkasında bir süvari birliğinin bulunduğunu—size hücum edeceğini—söylesem bana inanır mısınız?" Hepsi tek bir sesle: "Evet!" diye cevap verdi. Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) tam o sırada kendilerini İslâma davet etti. Fakat, doğruluk ve güvenilirliğine olan itiraflarının üzerinden birkaç saniye bile geçmemişken, onlar tam bir dönüş yaparak kendisini akılsızlıkla itham ettiler ve etrafından dağıldılar.97

Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) onların o derece güvenini kazanmıştı ki, peygamberlik verilmesi üzerine kalblerde kendisine karşı kin ve düşmanlık kök saldıktan sonra bile mal ve kıymetli eşyaları kendisine emanet ediyorlardı.98 Eğer kendisine bunca kıymetli eşya emanet edilen kişi Hz. Muhammed  (salla’llâhü aleyhi ve sellem) değil de başka biri olsaydı, hicret ettiği gece bütün o emanetleri alıp götürmesi işten bile değildi. Hele kendisine olan düşmanlıkları onu öldürmek için komplolar düzenlemeye sevkedecek bir dereceye vardıktan sonra... Fakat o gerçekten doğru ve güvenilir zat, sözkonusu malların bir kuruşunu bile kendisine helâl görmemiş, henüz çocuk yaşta olan ve terbiyesinde büyümüş amcasıoğlu Hz. Ali onları yanıltmak için Resulullahm yatağında yatmış, sabah olunca erkenden Hz. Peygambere (salla’llâhü aleyhi ve sellem) emanet bir şey bırakan herkesi dolaşarak emanetlerini teslim etmiştir.99

Kur'ân'ın Hz. Muhammed  (salla’llâhü aleyhi ve sellem) tarafından uydurulduğunu iddia etmek, onun en büyük sahtekâr olduğu manasına gelir ki, yukarıdaki bütün delillerle taban tabana zıt olduğu gibi, Mekke müşrikleri bile böyle bir iddiada bulunma cüretini gösterememişlerdir.100

İyi düşünüldüğünde bu konuda mutlaka iki şıktan birisi olması gerektiği ve bunların ortasının bulunmadığı görülür. Şöyle ki: Kur'ân Allah'ın kelâmı olmazsa, hakikatlerin kaynağı değilse,-hâşa-if tir acı, haddini bilmez bir yalancının düzdüğü iftiralardan ibaret olur. Onu tebliğ eden, Allah'ın gerçek elçisi değil ise, yalancı, hem de Allah adına devamlı surette yalan uyduran biri durumuna düşer. Doğruluk ve samimiyetiyle, Allah'a tevekkül etmesiyle, beşeriyete öğrettiği hakikat prensibiyle, insanlara yol gösteren, aradan bin dörtyüz seneden fazla bir zaman geçtiği halde bugün de milyarlarca insanın kalblerinin mah-bubu, akıllarının mürşidi olan Hz. Muhammed'in sahtekâr, Allah'tan korkmaz, Allah'ı tanımaz, en âdi bir insan olduğunu kabul etmek gerekir. Bunu yeryüzünde iddia etmiş bir tek adam bile çıkabilmiş değildir. Öyleyse bu mesele iki şıkta münhasırdır ve ikinci şık imkânsız olduğuna göre birinci şık, yani Kur'ân'ın Yüce Allah'ın kelâmı olduğunu kabul etmek şarttır.101

·        b. Engin Tevazuu

Tevazu, alçak gönüllü olmak102 hakka boyun eğmek103 hakkı kabul etmek demektir104. Her huyun olduğu gibi tevazuun da ifrat (aşırılık) ve tefrit (kıtlık) dereceleri vardır. Kıtlığına tekebbür, aşırılığına ise zillet denir. Tevazu bu iki huyun ortasıdır.

Alçak gönüllülük; eşitlik, başkasını kendisine tercih, hoşgörü, duygu ve düşünceyi paylaşma ve adalete tutkunluk gibi iyi huyları gerçekleştirirken kibir, öç alma, kendini başkalarına tercih etme, boş gurur, baskı gibi aşağılıkları doğurur. Bundan dolayıdır ki aklı başında ve faziletli kişiler kibirden ve övünmekten uzak durmuşlardır105. Hz. Mu-hammed makam ve mertebesinin yücelik ve yüksekliğiyle birlikte insanların en mütevazii106 ve en kibirsizi idi107.

Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bu konuda öyle halleri var ki, doğruluk ve samimiyetinin en açık göstergesi olarak ortada durmaktadır. Bir defasında sahabilerine namaz kıldırırken yanılmış, bunu kendisine hatırlattıklarında hiçbir tartışmaya girmemiş, yanılmayacağını, yanılgı sandıkları şeyin, bu namaza mahsus olmak üzere (uydurabileceği) şu veya bu sebepten dolayı Allah tarafından bir kolaylık olduğunu iddia etmemiştir. Aksine yanıldığını itiraf etmiş ve dönüp namazını tamamlamıştır.108 Bir başka defa namazda yine yanılmış, kimse tarafından uyarılmadan kendisi sehiv secdesi yapmıştır.109 Bu, asla yanılmayan ve unutmayan bir Rabbin elçisi olmakla birlikte kendisinin ise yanılabileceğim itiraftan başka bir şey değildir. Hatta daha ötesi, bir başka defasında namaz için kaamet getirilmiş, saflar düzelmişti ki, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) dışarı çıkmış. Çünkü tam namaza başlayacağı zaman cünup olduğunu hatırlamış ve Sahabilerine: "Bekleyin" buyurmuş, sonra evine dönerek gusül abdesti almış, saçlarından su damlaya damlaya yanlarına dönmüş ve namazı kıldırmıştır.110 Eğer iddia edildiği gibi—haşa—sahte bir peygamber olsaydı, cünüp haliyle namaz kıldırabilirdi. Namaz kılanlardan onun cünüp olduğunu kim biliyordu ki? Fakat, namaz için evinden çıkmışken, kaamet getirilmiş, saflar dizilmişken ve sahabileri için de bir bekleme güçlüğü sözkonusuyken, evine dönüp önce gusül abdesti almadaki ısrarı, dinin direği olan namaz gibi bir ibadete hazırlık ve temizlik konusunda bile unutabileceğini itiraftan başka bir şey değildir ve onun doğru olduğuna en kesin delillerden biridir. Rabbinden kendisine doğru söyleyen bir dil nasip etmesini dileyen111 böyle bir zatın yalancı olması mümkün mü?

Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) kendisinde bulunabileceğini itiraf ettiği tek beşeri noksanlık unutmak da değildir. Yine bir defa olsun gaybı bildiğini iddia ettiği görülmemiştir. Bu konuda başka bir örnek de şudur: Bir sene Şevval aymm hilâli buluttan dolayı görülmemiş, Resulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) dahil bütün Müslümanlar oruç tutmuşlar, o gün birisi gelerek başka bir yerde dün hilâl görüldüğünü bildirmiş, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) orucunu bozmuş, Müslümanlar da bozmuşlardır.112 Eğer—haşa—yalancı olup, semâdaki gaybı bildiğini iddia etseydi, bu gelen şahsın yanıldığını söyler ve orucu tamamlamakta ısrar ederdi. Tâ ki, gaybı bilemediği söylenmesin. Çünkü, o dönemde birçok Arap, peygamberliğin gaybı bilmeyi gerektirdiğini sanıyordu113. Aynı şekilde, iki kişi arasında hüküm verdiği zaman, taraflardan birisi hasmından daha iyi kendini savunabildiği takdirde, isterse, haksız olarak kendisini yanıltabileceğini sa-habilerine, üzerine basa basa belirtmiştir.114

Bu sözler bir yandan Hz. Peygamberin tevazuuna ve tekellüften son derece uzak bulunduğuna delil olduğu gibi, Kur'ân'daki gaybî haberlerin kaynağı olmadığına da delildir. Çünkü kendi zamanında, kendi memleketinde, şahsen tanıdığı ve sözlerini işittiği iki davacı arasında cereyan eden meselenin hakikatini idrâk etmeye gücü yetmeyen bir şahsın, kendisinden uzakta veya istikbalde meydana gelen hadiseleri bilmekte daha âciz olacağı açıktır.

Hz. Peygamberin kendisi hakkında söylediği şu söz de konumuz açısından oldukça anlamlıdır: "Ben sizin gibi insanım. İnsanın zannı isabet de edebilir, hata da. Ama ne zaman size: 'Allah şöyle buyurdu' dersem bilin ki ben Allah'a isnat ederek yalan söz söylemem."115

Aynı şekilde Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ölen insanların başına geleceklerini de bilemediğini söylerdi. Hatta bizzat kendisi hakkında bile şöyle buyururdu: "Ben Allah'ın Resûlü olduğum halde bana nasıl davranılacağını bilemiyorum."116

Öyle konular var ki, onları insanlara tebliğle görevli olmadığı için gizli tutsaydı hiçbir zararı olmazdı. Meselâ, bir defasında annesinin mezarını ziyaret etmiş, hem ağlamış, hem de etrafındakiler! ağlatmıştı. Buraya kadar anormal bir durum yok. Fakat işin garibi, Rabbinden, annesinin mezarını ziyaret etmek için izin istediğini, Allah'ın buna izin verdiğini, fakat onun için bağışlama dilemek için izin istediğini, buna ise izin vermediğini söyleyebilmesidir.117 Bu, yalancı bir sahtekârın söz ve davranışı olabilir mi?

Resulullahın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) doğruluğu konusunda hayran kalınacak bir durum da şu ki, bir gün olsun bir tek mucizeyi getirebileceğini iddia etmemiştir. Çünkü o, müşriklerden veya Yahudilerden kendisine karşı koyanlara her zaman söylediği gibi, ancak insan olan bir peygamberdi.118

Şöyle bir itirazda bulunulabilir: "Acaba, mucize getirmeye gücü yettiğini söylerse, kendisinden bir mucize isteneceğini, yapamaymca da yalancılığının ortaya çıkacağını düşündü de mi, böyle bir iddiada bulunmadı? Öyleyse, onu bundan, doğruluğu ve samimiyeti değil de, dehâsı alıkoymuştur." Böyle bir şüphenin de hiçbir dayanağı yoktur. Çünkü, Hz. Muhammed  (salla’llâhü aleyhi ve sellem) kendi lehine istismar edebileceği olaylardan yararlanmayı hiçbir zaman düşünmemiştir. Meselâ, biricik oğlu ve ciğerparesi olan İbrahim'in vefat ettiği gün, güneşin tutulmasını bir fırsat olarak değerlendirip, üzüntüsüne bütün kâinatın iştirak ettiğine ilişkin İlâhî bir delil olduğunu iddia edebilirken, böyle bir yola tevessül etmemiştir.119 Yine, kendisinden önceki peygamberlerin de mucize göstermediklerini söylemek suretiyle, onları da bu konuda kendisine benzetebilirdi. O zaman kendisini tasdik etmeyenlerin aksini isbat etmeleri gerekirdi ki bu da tabiatiyle imkânsızdı. Çünkü, sözkonusu peygamberlerin hepsi asırlar önce vefat edip gitmişlerdi.

Bir kimsenin kalkıp da Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) eski peygamberlerin mucizelerini nefyetmemesini, bunun eskiden beri akıl ve ruhlarda yer etmesinden dolayı olduğunu iddia edebileceğini sanmıyoruz. Çünkü akıl ve ruhlarda bundan daha fazla yer etmiş bulunan başka şeyleri reddetmekte tereddüt etmemiştir. Meselâ, Hz. Isa aleyhisselâmm ilâh olduğu, veya en azından Allah'ın oğlu olup Hz. Adem'in işlediği günaha keffa-ret olsun diye çarmıha gerilerek öldürüldüğü inancı, Hıristiyanların akıl ve ruhlarında ondan daha fazla yer etmişti. Bunlar Hıristiyanlığın temelini oluşturuyor, yıkılmalarıyla Hıristiyanlık temelinden yıkılıyordu.120 Akıl ve ruhlardaki bu yer ediş, Hz. Peygamberi, bu inancı ve onu taşıyanları Kur'ân diliyle, akılsızlıkla niteleyerek reddetmesine121 engel olmamıştır. Bunun benzerini hatta daha şiddetlisini Yahudilere ve müşriklere karşı da yapmıştır. Öyleyse, düşmanlarının elinde bir koz olarak duran, mücadele edip güçlük çıkarma vesilesi olarak kullanılan kapıyı bütünüyle kapamak için neden, eski peygamberlerin mucizelerini tamamen inkâr etmedi? Evet, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) kardeşleri olan geçmiş peygamberlerin mucizelerini itiraf ve kabul etmiş122 aynı zamanda da, kendisinin insan olan bir peygamberden başka bir şey olmadığını vurgulamıştır.123 Bu hiçbir şekilde, sahtekâr ve yalancı birinin tutumu olabilir mi? Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) doğruluk ve samimiyeti öyle bir noktada idi ki, soru olarak kendisine yöneltilen bir konuda özel bir görüşü olur, daha sonra vahiy bu görüşten farklı bir çözümle gelirdi ve o bunu ilan eder, gizlemezdi.124 Bu da konumuz açısından üzerinde dikkatle düşünülmesi gereken bir noktadır.

Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) kardeşleri olan diğer peygamberleri ancak hayırla anardı. Nitekim Allah'a olan bir niyaz ve yakarışında Hz. İbrahim'i Allah'ın kulu, dostu ve peygamberi olarak nitelerken kendisini sadece kulluk ve peygamberlikle nitelemiştir.125 Öte yandan kendisini, herhangi bir kimsenin Hz. Yunus bin Metta'dan üstün görmesini menetmiştir.126 Hz. Yusuf (a.s) için de şöyle buyururdu: "Eğer Hz. Yusuf'un kaldığı kadar hapiste ben kalsaydım, hapisten çıkma davetlerini kabul ederdim. (Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bu sözleriyle, Hz. Yusuf'un tamamen suçsuz olduğu hiçbir şek ve şüphe götürmeyecek derecede belli olmadıkça hapisten çıkma önerisini reddettiğine işaret etmiştir.)127 O Hz. Yusuf ki, Hz. Peygambere "İnsanların en asili ve değerlisi kimdir?" diye sorulduğunda şöyle cevap vermiştir: "Allah'ın dostunun (Hz. İbrahim'in) oğlu, Allah'ın peygamberinin (Hz. İshak'm) oğlu, Allah'ın peygamberinin (Hz. Yakub'un) oğlu, Allah'ın peygamberi Hz. Yusuf'tur."128 Allah'ın en sevdiği oruç ve namaz hakkında kendisine soru sorulmuş, o ise şöyle cevap vermiştir: "Allah'ın en sevdiği oruç, Hz. Dâ-vûd'un orucu, Allah'ın en sevdiği namaz da Hz. Dâvûd'un namazıdır."129 Hatta, Hz Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) kendilerinden pek çok kötülük, edepsizlik ve hiyanet gördüğü, kendisiyle onlar arasında savaşlar cereyan etmiş olan Yahudiler'in peygamberi Hz. Musa için de aynı tazim sözkonusudur. Nitekim sahabilerin, ondan üstün tutmalarını reddetmiş ve şöyle buyurmuştur: "Beni Musa'dan üstün tutmayın. Kıyamet günü insanlar ölecekler. İlk dirilen ben olacağım. Bir de bakarım ki, Hz. Musa Arş'ın yanında bekliyor. Kendisi de ölüp de benden önce mi uyanmış, yoksa Allah'ın ölümden müstesna tuttuğu kimselerden mi olduğunu bilemeyeceğim." Bu şahitliğin önemini ve ne derece Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) doğruluğunu gösterdiğini daha iyi anlayabilmek için şunu belirtelim ki, bu söz, bir Müslüman ile bir yahudi arasında geçen bir tartışma sonucunda söylenmiştir. Tartışmada Müslüman şöyle yemin etmiş: "Hz. Muhammed'i alemlerden üstün kılan Allah'a yemin ederim ki..." Buna karşılık Yahudi de: "Hz. Musa'yı alemlerden üstün kılan Allah'a yemin ederim ki..." diye yemin etmiş. Kendini tutamayan Müslüman elini kaldırarak Yahudiye bir tokat atmış. Yahudi Hz. Peygambere (salla’llâhü aleyhi ve sellem) giderek durumu haber vermiş.130

Bütün bunlar, Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem), kardeşleri olan diğer peygamberler karşısında kendisini küçük gördüğünü göstermez. Aksine, bu sözler dahi, büyüklüğün, kendine güvenin ve tevazuun birer ifadesidir. Nitekim başka bir yerde Resulullah-(salla’llâhü aleyhi ve sellem) Kıyamet günü bütün peygamberlerden daha fazla tabilerinin bulunacağını umduğunu söylemiş131, Şefaat-ı Uzma hakkının kendisi için saklı tutulduğunu132 belirtmiştir. Hz. Ali naklettiğine göre Resulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Bana, başka hiçbir peygambere verilmeyen şu dört şey verilmiştir: 1. Düşmanlarımın kalbine korku salınmakla (Allah tarafından) bana yardım edilmiş, 2. Bana Ahmed ismi verilmiş, 3. Yeryüzü benim için temiz kılınmış. 4. Ümmetim, ümmetlerin en hayırlısı yapılmıştır.133 Acaba, kendinin ve kardeşleri olan diğer büyük peygamberlerin değerini bundan daha güzel ve hassas bir ölçüyle ortaya koymak mümkün mü? Bu gerçek de onun ne derece dengeli, hikmetli ve samimi olduğunu göstermektedir.

·        c. Kendisini Yakından Tanıyanların Ona Olan Bağlılıkları

Hz. Peygamberin yakınında bulunan insanların ona olan sevgi, ve bağlılıklarının onun doğruluk ve samimiyetine işareti insaf sahibi Batılı bilim adamlarının itiraf ettiği bir noktadır.134 Biz, kısaca işaret edilen bu önemli noktayı örnekleriyle açıklamaya çalışacağız:

Hz. Hatice, evlilik için, kendisine gelen Kureyş'in en namlı kabile reislerinin isteklerini reddetti. Ama, Hz. Muhammed'in ahlâkına hayran olduğu için kendisine bizzat evlilik teklifinde bulundu.135 On beş yıllık bir evlilik, bir kadının kocasının günah ve sevaplarını öğrenebilmesi için yeterli bir müddettir. Hele bu kadın hem yaşça büyük, hem akıllı ve hem de kocası onun malları ve sermayesiyle ticaret yapıyorsa, bu iş daha da kolaylaşır. Fakat Hz. Hatice bu uzun müddet sırasında Hz. muhammed'i yakından görüp takip ettikten sonra büyüklüğüne o kadar inandı ki, kendisinin sadece büyük bir insan olduğunu teslim etmedi, ayrıca kendisinin Allah'ın Resulü olduğunu kabul etti ve kendisine iman etti. Halbuki sahtekâr bir insanın menfaatçi ve maddeci karısı, kurduğu tezgâhında her ne kadar ortak olsa dahi kendisine kalben bağlanmaz ve samimiyetle iman etmez.136

Bu konunun başka bir örneği de Hz. Muhammed'in kölesi Zeyd b. Hari-se'dir. Bu köle, efendisi tarafından âzad edilmesine rağmen, babası ve amcasının bütün ısrarlarına rağmen yine onun hizmetinde kalmayı tercih etti. Bu köle 15 sene Hz. Muhammed'e hizmet etti ve onun tarafından âzad edilerek evlatlık haline getirilince o yüksek ahlâkından o kadar etkilendi ki, peygamberlik makamına yükselince tıpkı Hz. Hatice gibi ona iman etmekte zerre kadar tereddüt etmedi. Zeyd, aklı ermeyen bir çocuk değil, otuz yaşında yetişkin bir gençti ve öylesine yiğit, akıllı ve zeki idi ki, Hicrî 8. yılında komutasına verilen orduda Hz. Cafer b. Ebi Talib ve Hz. Halid b. Velîd gibi namlı ve şöhretli komutanlar vardı. Bu bakımdan Zeyd b. Harise'nin İslâmiyet! kabulü, efendisine son derece bağlı ve borçlu olan saf bir hizmetçinin iman etmesi olarak değerlendi-rilmemelidir. Hakikatte, Zeyd b. Harise on beş yıllık yakın temastan sonra Hz. Muhammed'in peygamber olduğuna kesin olarak inanmıştır ki, ilk mü'minler arasında yerini almıştır.137

Aynı durum Hz. Ebûbekir için de geçerlidir. Hz. Ebûbekir bir nesep bilginiydi. En azından Kureyş kabilesindeki her insanın geçmişini, ailesini ve ahlâkını bilirdi. Aynı zamanda yirmi yıldan beri Hz. Muhammed'in dostu, refiki, habîbi ve sırdaşıydı.138 Eğer Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şahsiyetinde en ufak bir leke’ olduğunu bilseydi, zerre kadar tereddüt göstermeden herkesten önce koşması şöyle dursun, hiçbir zaman İslâma girmezdi. Hz. Ali'nin durumu da aynıydı. Osman b. Affan, Hz. Muhammed'in teyzesinin torunuydu. Hz. Zübeyr de teyzesinin oğlu ve Hz. Hatice'nin yeğeniydi. Hz. Ebu Seleme, Hz. Muhemmed'in hem süt kardeşi, hem teyze oğluydu. Hz. Cafer b. Ebî Talib, Hz. Muhammed'in öz amca oğluydu. Abdurrahman b. Avf ile Sa'd b. Ebî Vakkas, Hz. Muhammed'in annesinin akrabalarıydılar. Bunlardan hiçbirinin Hz. Muhammed'i yakından tanımadığı, karakterini bilmediği iddia edilemez. Bütün bu yakın akraba, eş ve dostlar, Hz. Muhammed'in nübüvvetini ve davasını ilk tanıyıp kabul edenlerdir.139

·        d. Sahabi ve Yakınlarını İncitmemesi

Hz. Muhammed'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) doğruluğu, güvenilirliği ve samimiyetinin ölçülebileceği başka bir psikolojik ölçü daha vardır. O da şudur: Kendisi hiçbir zaman bir sahabisini kırıp, kendisinden darılmasına sebep olmamıştır. Aynı şekilde, dostlarından hiçbirisi de, ne hayatında, ne de vefatından onlarca sene sonra onu tenkit etmemiş, yaptığı bir işi çirkin bulmamış ve kendisi hakkmdaki müsbet kanaatini değiştirmemiştir. Bir yalancı veya aldatıcının, böylesi nadir ve çok çeşitli dostluklar kurup sürdürebilmesi mümkün değildir. Hz. Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali, Mu-aviye, Übeyy bin Ka'b, Halid b. Velid, Amr b. As, Ebu Musa el-Eş'arî, Ebu Zerr, Ebu Hüreyre... ve daha binlerce ona yakın yaşamış ve te-rimleşmiş manasıyla değil de—çünkü bu anlamda ashabı on binleri bulmuştur—dostları anlamında ashabı diyebileceğimiz bütün bu ayrı fıtrat ve mizaçtaki insanlar hep o eşsiz dostluğun meyveleridir. Gerek geçmişte ve gerekse günümüzde birçok devlet başkanı veya lider görüyoruz ki, bazan gün geçmez ki, yanında yer alan ve onu iktidara getiren şu veya bu yakınıyla arası bozulmasın ve birbirlerinin aleyhine geçmesinler. Bu noktada Hz. Muhammed'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) durumu tamamen farklıdır. Böyle bir dostun, hilebaz ve yalancı olması asla mümkün değildir.

Dostları için söylediklerimiz, aynen hanımları için de geçerlidir. Re-sulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hepsine karşı son derece nazik ve merhametliydi. Onlar da istisnasız, özellikle de yaşça en küçükleri ve aralarından tek bakire olan Hz. Aişe de dahil onu çok sever ve onu herkesten kıskanırlardı. Yine bunlar, gerek onun hayatında ve gerekse vefatından sonra dinlerine bağlılık, ibadetlerine özen, ahlâk, kerem ve yetimlere merhamet bakımından Ashabın en önde gelenleri arasında yer alıyorlardı. Bir ara sayıları dokuzu bulmasına ve yaşça, yetiştiği çevrece, yapıca ve geldiği din itibariyle farklı farklı olmalarına rağmen istisnasız hepsinin sevgisini kazanmak hayret edilecek bir durum değil mi? Eğer Hz. Muhammed—haşa—yalancı ve hilebaz olsaydı, hepsi veya en azından birkaçı bunu farketmez miydi? O takdirde, ona karşı gelmez veya vefatından sonra olsun şurada burada kendisi hakkında kuşkularını ifade eden kelimeleri ağızlarından kaçırmazlar mıydı? Üstelik bunlar kumaydılar. Hepsi de onu o kadar çok seviyordu ki, hayatlarının biraz daha müreffeh olmasını istediklerinde, isterlerse kendilerini boşayabileceğim önerdiğinde istisnasız ve kesin bir biçimde bunu reddetmişlerdir.140 Hz. peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hayatının son derece zahitçe ve yokluklarla dolu olduğu da bilinmektedir. Bu şartlarda bile meselâ bunlardan Ümmü Habibe'nin (r.a.) (V. 44 H.) sevgisi o derecedeydi ki, Habeşistan'a hicret etmesinden ve orada da ilk kocasını kaybetmesinden beri yıllarca görmediği müşrik babası Ebû Süfyan'ın altından Resulullahın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) minderini çekip almış ve sebebini sorduğunda gerçeği yüzüne karşı söylemiştir.141

İşin daha da hayret edilecek yanı şudur: Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) genç değildi. Hayatı, müreffeh olmak şöyle dursun orta rahatlıkta bile değildi142. Üstelik vahiy inmiş ve bütün bu hanımların sonsuza kadar bir daha evlenmeleri yasaklanmıştı. Birçokları gençti. Bu durum karşısında hiçbirisi çıkıp da, birtek kelime itirazda bulunmamıştır. Sonra çok geçmeden Resulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) vefat etti. Ondan sonra da, bir tanesi bile çıkıp da, hayatlarının sonuna kadar kendilerine getirilen bu yasaktan sıkıldığını ifade eden tek kelimeyi yanlışlıkla olsun ağızından kaçırmamıştır. Eğer Resulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) genç olarak vefat etseydi, onun gençlik hatırasına vefa göstererek bu mahrumiyete katlandılar denilebilirdi. Eğer onunla birlikte bolluk içinde müreffeh bir hayat geçirmiş olsalardı, ömürlerinin kalan günlerini eski müreffeh günlerin hatırasıyla avunarak geçirdiler derdik. Eğer, Resulullahtan (salla’llâhü aleyhi ve sellem) çocukları olsaydı, kalan ömürlerini çocuklarının başında, onların terbiyesiyle ilgilenerek geçirdiklerini ve kocalarının yokluğundan doğan boşluğu evlat sevgisiyle doldurarak teselli bulduklarını söylerdik. Eğer miras olarak büyük bir servet bıraksaydı, bu servetle avunduklarını belirtirdik. Fakat bunların hiçbiri sözkonusu değildi. Yoksulların annesi Hz. Zeynep binti Huzeyme (r.a) dışında hepsi de Resulullahtan (salla’llâhü aleyhi ve sellem) sonra da yaşadılar. Hz. Aişe (V. 57 H.) gibi bir kısmının hayatları ondan sonra onlarca sene sürdü. Hz. Muaviye'nin halifeliği döneminde vefat eden Hz. Safiyye (r.a) Resulullahtan (salla’llâhü aleyhi ve sellem) kırk sene sonra (V. 50

·        H.) dünyaya veda etmiştir.143 Hz. Meymûne (r.a)—muhtemelen—Hicret'in 51. yılında Rabbinin rahmetine kavuşmuştur.144 Buna rağmen hiçbirinin ağzından kuşku ifade eden bir tek kelime bile duyulmamıştır. Acaba, Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hakkında zerre kadar bir şüpheleri olsaydı, bütün Müslüman kadınlar arasından sadece kendilerini muhatap alan bu hükümlere bağlı kalmaları aklen mümkün müdür? Böyle bir kuşkuları bulunsaydı, bazıları için onlarca sene süren bu katı mahrumiyete maruz bırakılmaya razı olurlar mıydı? Oysa dul kaldıklarında —daha önce de belirttiğimiz gibi—büyük çoğunluklan henüz gençti. Acaba iddia edildiği gibi—haşa—yalancı bir kocanın kendileri için vazettiği bir yasanın hatırı için hayatlarının kalan kısmını mahrumiyet ve sıkıntılarla sürdürmeye boyun eğmeleri—haşa—bir dost olsun tutmamaları145 veya en azından dış ülkelere kaçmamaları mümkün müydü? Böyle bir kaçma arzuları alsaydı, bir meseleden dolayı ceza görmemek için Bizans'a kaçan ve orada Hıristiyan olan Cebele bin el-Eyhem146 kendileri için iyi bir örnekti. Hiç şüphesiz, bütün Arap Yarımadası çevresindeki ülkelerin kralları onları güzel bir şekilde karşılamaya hazırdılar. Başka hiç bir gaye gütmeseler bile, tahtlarını tehdit eden yeni dine karşı onları istismar etmek için olsun bunu can u gönülden yapmaya hazırdılar.147

Bu ve bundan önceki şıkların özü şudur: Hz. Peygambere tabi olmuş, onun bildirdiği yolda her şeyi, hatta gerektiğinde canlarını vermiş binlerce zeki, uyanık, dikkatli insanlar, onun bütün gidişatını yakından izledikten sonra, ondan gördükleri mükemmel ahlâk, dürüstlük, akıl ve hikmete hayran kalmışlardır. O, nübüvvetten sonra, ilk vahyi tebliğinden itibaren artık bütün harekâtı ve sekenâtı tescil edilen, tarihe mal olmuş bir şahsiyet haline gelmesinden sonra yirmi küsur sene gibi uzun bir hayat sürmüştü. Bu hayat da, öyle tek düzende giden bir yaşama şekli olmayıp adetâ insanlık aleminde çekilmiş ve çekilecek bütün meşakkatlerin, yirmi senelik bir zamanda yoğunlaştırılmış şeklidir. Bunlar öyle hallerdir ki, insanın iç yüzünü çok kısa bir zamanda ayna gibi gösterir.

Bir misâl verelim: Senelerce önce tanışıp birbirine saygı besleyen çok arkadaş vardır ki, bir ay süren bir yolculukta içli dışlı olduktan sonra, birbirinden küsenler, gücenenler olur. Birbirine karşı eski duyguları kalmaz. Yakından iş münasebetine girer, çalışma hayatı dolayısıyla bir görevde bulunurlarsa, iş verme, iş isteme, yetki verme, adam tercih etme, görevden alma gibi haller ortaya çıkınca durumlar değişir. Neden? Çünkü, bu ortamlar insanları hakiki kimlikleriyle ortaya çıkarır. Feragat, kâr, zarar, menfaat, rahat ve rahatın kaçması gibi durumlar kendini gösterir. Kısaca diyebiliriz ki, Resulullah ve yakın ashabı bu tarzda ve bundan on misli daha çileli bir ortamda senelerce birlikte bulunduktan sonra (sadece on yıllık Medine döneminde 68 kadar sefer düzenlemek durumu olmuştur ki, ortalama iki aya bir sefer düşmektedir), o zeki insanlar, onun ahlâkına, idareciliğine, akima hayranlıklarını dile getirmiş, tam bir şekilde itaat etmişlerdir.—Haşa—az bir sahtelik dahi olsaydı bir müddet sonra foyası mutlaka meydana çıkardı.148

·        e. Bilmediği Konularda Asla Konuşmayarak Haddini Bilmesi

Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem), tertemiz, dürüst, ağırbaşlı, bilmediği hususlarda tek söz bile söylemeyen bir kişiliğe sahipti. Özellikle bu son özelliğinin pek çok örnek ve delilleri bulunmaktadır.

Onun başına öyle hadiseler geliyordu ki bunlar, onu bir şeyler söylemeye zorluyordu. İş kendisinin elinde olsaydı, bir şeyler söylemeye olan şiddetli ihtiyacı sebebiyle, söyleyecek söz bulabilirdi. Fakat günler geceleri kovalıyor, yine de o konuda insanlara okuyacağı birkaç Kur'ân âyeti bulamıyordu.

İfk hadisesini ele alalım. Münafıklar, onun hanımı Hz. Aişe'ye (r.a.) namus iftirası attıklarında vahiy gecikmiş, iş uzadıkça uzamış, dedikodu sel gibi yayılmıştı. Yürekler ağızlara gelmişti. Hz. Peygamber ise büyük bir ihtiyat ve çekingenlikle: "Ben onun hakkında iyi halden başka bir duruma tanık olmadım" demekten başka bir şey yapamıyordu. Derken, işi araştırıp tahkik etmek konusunda hayli gayret gösterip ashabıyla istişare etti. Böylece bir ay geçti. Hepsi de: "Onun şüphe uyandıracak hiçbir kötü durumunu bilmiyoruz" dediler. İşin sonunda Hz. Aişe'ye şöyle dedi: "Bak Aişe, senin hakkında şöyle şöyle bir söz işittim. Şâyet masum isen Allah seni temize çıkaracaktır. Yok eğer günaha teşebbüs ettiysen, Allah'tan af dile."149

Bu söz, görüldüğü gibi, gaybı bilemeyen beşere ait bir ifadedir. Zanna tabi olmayan, bilgisi olmadığı müddetçe konuşmayan güvenilir bir dostun sözüdür. Fakat bu kelimeleri söyledikten sonra henüz yerinden ayrılmadan, Nûr Sûresinin baş tarafı nâzil olarak Hz. Aişe'nin masumluğunu ilan etti, meseledeki kesin hükmü bildirdi.150 Şâyet iş kendi elinde olsaydı, bu kesin hükmü işin başında söyleyip semâvî vahye izafe ederek şerefini korumasına ve namusunu müdafaa etmesine, böylece rastgele atıp tutan ahalinin dedikodularını kesip atmasına hangi mani vardı ki? Lâkin o, insanlar hakkında bile yalan söylemezken hiç Allah Tealâ hakkında yalan uydurur muydu? Bakın Yüce Allah ne buyuruyor: "Eğer o (Hz. Muhammed) bazı laflar uydurup Bize iftira etseydi, elbette ondan sağ elini (yani gücünü kuvvetini) alırdık, sonra onun can damarını keserdik, sizden hiç kimse de buna engel olamazdı."151

Hz. Peygambere Ashab-ı Kehf, Zü'l-Karneyn ve rûh hakkında soru sorulmuş, o ise, "Yarın gelin size cevap vereyim" demiş ama "İnşaallah" dememişti. Bu konuları aydınlatıcı vahiy gelmedi. Cevap geciktikçe gecikti. Hz. Peygamber son derece sıkılmaya başladı. Kureyş müşrikleri kendisini daha şiddetli bir biçimde yalanlamaya başladılar ve Rabbi-nin kendisini terkedip gazap ettiğini ileri sürdüler. Böylece aradan on beş gün kadar bir zaman geçti. Derken: Duha Sûresi inerek Rabbinin kendisini terkedip gazap etmediğini bildirdi. Kehf Sûresinin şu âyeti kendisini şöyle uyardı: "Allah'ın dilemesine bağlamadıkça (inşaallah demedikçe) hiçbir şey için 'Bunu yarın yapacağım' deme. Bunu unuttuğun takdirde Allah'ı an ve: 'Umarım Rabbim beni, doğruya bundan daha yakın bir yola iletir' de."152

Hz. Peygamber, kendisi bilmediği bir konuda, hele Allah adına konuşmaktan titizlikle kaçındığı gibi, başkalarını da bu konuda uyarırdı, işte bir kaç örnek:

Muavviz kızı Rubeyyi'in düğününün sabahında küçük kızlar oturmuş, def çalıyorlardı. Derken, Bedir şehidleri içinde yer alan babalarını da anmaya başladılar. İçlerinden biri dedi ki: "Aramızda, yarın ne olacağını bilen Peygamber var". Bunun üzerine Resulullah, derhal müdahale etti: "Böyle deme! Daha önce söylediğin şeyleri söylemeye bak."153

Kur'ân'da da bu gerçeği tasdik eden bir âyet bulunup meâli şudur: "De ki: 'Ben size Allah'ın hâzineleri yanımdadır' demiyorum. Gaybı da bilmem; size, 'Ben meleğim' de demiyorum. Ben sadece bana vahyolu-nana uyuyorum."154

Bir defasında, Ensar'dan birinin çocuğu ölmüş, namazının kılınması için cenazeyi getirmişlerdi. Hz. Aişe dedi ki: "Ne mutlu ona! Hiç günah işlemedi." Bunun üzerine Resululah, "Ya başka türlü mü olacaktı. Aişe! Allah Cenneti yarattığı gibi Cennetin ahalisini de yaratmıştır. Cennetlikler henüz babalarının sulblerinde iken onlar için Cenneti yaratmıştır. Allah Cehennemi yarattığı gibi Cehennemlikleri de yaratmıştır. Cehennemlikler henüz babalarının sulblerinde iken Cehennemi onlar için yaratmıştır."155

Osman b. Maz'un vefat edince, Ensar'dan bir hanım olan Ummü'l-Alâ'nm, merhuma hitap ederek: "Yâ Ebâ Saib, ben Allah Tealâ'nm seni şerefli bir mevkiye çıkardığına şahitlik ederim" demesi üzerine Hz. Peygamber şöyle dedi: "Allah'ın onu şerefli bir mevkiye çıkardığını nereden biliyorsun?" O cevap verdi: "Anam babam sana fedâ olsun, yâ Re-sulallah! (Allah ona ikram etmese) kime ikrâm eder ki?" Hz. Peygamber de buyurdu ki: "Doğrusu her fâni gibi o da vefat etti ve ben onun hakkında iyi bir akibet ümit ederim. Ama ben Resulullah olduğum halde âkibetimin ne olacağını bilemem." Bundan sonra kadın: "Vallahi bundan böyle hiç kimseyi temize çıkarmam!" dedi.156 Şu âyet-i kerime de bu gerçeği teyid etmektedir: "De ki 'Peygamber olan ilk insan elbet ben değilim. İşin sonunda bana ve size ne yapılacağını da bilemem.157 Ben sadece bana vahyedilene uyuyorum. Ben apaçık bir uyarıcıdan başka bir şey değilim."158

Aynı şekilde Kur’ân, Resulullahm (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Kıyametin ne zaman kopacağını bilmediğini ısrarla ifade ediyor.159

Eğer Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Kur'ân'm sahibi olsaydı, onlara bu konuda vefatından sonraya denk gelecek biçimde uzun bir vade verir; meselâ Kıyametin yüz elli sene sonra kopacağını söylerdi. Böylece, gaybı bildiği izlenimini verir, prestij ve etkisini arttırırdı. Fakat, onun dışı gibi içi de ayna gibi açıktı. Böyle tekellüf ve sahtekârlıklara fıtratı asla müsaade etmemiştir.

·        f. Her Davranışı Mucize Olmasa Bile Hal ve Hareketlerinin

Hak Olduğunu Göstermesi

Bazı şairlerin şiirlerini incelemek sûretiyle onların hayatlarını ortaya koymak isteyenler bulunur. Bu araştırıcılar, şairin kendi sözlerinden onun inançlarını, adetlerini ahlâkını, düşünce çizgisini ve geçim tarzını yansıtan pasajlar, tablolar bulup çıkarırlar. Şiirin yaldızı, onun iç yüzünü keşfetmelerine, köpüğü özden ayırmalarına mani olmaz. Bu şundan ileri gelir ki: Hakikatin, gizlilik perdelerini delip geçen etkin bir kuvveti vardır. Bu gerçek, satırlar arasında, sözün edasında okunur. Bir insan ne kadar sun'î davranırsa davransın; kızdırıldığı, zorlandığı, daraldığı, muhtaç olduğu, arzusuna nâil olduğu veya güvendiği biriyle başbaşa kaldığı zaman, işlerinde ve sözlerinde, esas fıtratını ortaya koyan birtakım davranışlardan hâli olmaz.

Hz. Peygamberin hayat ve yaşayışı da onun iç dünyasının gerçek bir aynasıdır. Bu öyle bir aynadır ki, dışından içini gösterir. Onun sözlerinden herbir sözde, davranışlarından herbir davranışta, doğruluk ve samimiyetin tezahür ettiği açıkça görülür. Hatta ona bakan zeki ve anlayışlı bir kimse, konuşmadığı ve bir iş yapmadığı zaman bile, onun gidişatında kendini gösteren yüce ahlâkını temaşa edebilir. İşte bundandır ki, yüce Allah'ın, kalblerini İslâma açtığı ashabın çoğu, ondan söylediklerine delil istememişlerdi. Onların bir kısmı beraber yaşayarak sîretini, gidişatının yüceliğinde, bir kısmı ise uzaktan gelip de mübârek simasında onu tanımışlardı.

Abdullah bin Selâm (r.a) anlatır: "Resulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Medine'ye geldiği sıra, halk ona doğru koşuştu. 'Resulullah geldi, Resulullah geldi!' diye bağrıştılar. Ben de gidenlere katıldım. Kalabalık arasında onun simasını seçince anladım ki bu yüz, bir yalancının yüzü olamaz."160

Hz. peygamber'in zatını hakkaniyetine delil olarak gören Bediüzza-man, onun her hal ve bereketinin onun doğruluk ve samimiyetine olan delâletini değişik açılardan isbat eder:

Birincisi: Sonradan kazanılan ve yapmacık olan şey ne kadar mükemmel olursa olsun fıtrî ve tabiî olanın yerini tutamaz. Bu yüzden zaman zaman ortaya çıkacak tutarsızlıklar, o davranışın yapmacıklığını gösterecektir.

İkincisi: Yüksek ahlakı hakikatle bağlayan şey ciddiyet, güzel huyları canlı tutan, onları bir arada tutan ve intizama sokan yalnızca doğruluktur. Doğruluk ve ciddiyet kesildiği anda, o yüksek ahlak kurur ve boşa gider.

Üçüncüsü: Birbirine uygun nesnelerde bir karşılıklı meyil, yardımlaşma vardır. Birbirine zıt şeyler arasında da nefret ve itişme bulunur. Maddi nesnelerde bu kaide geçerli olduğu gibi maneviyat ve ahlakta da geçerlidir.

Dördüncüsü: Fertlerden meydana gelen bir bütünün öyle bir hükmü var ki, onu meydana getiren her fert için o hüküm yoktur.

İşte hadis, siyer ve tarih-i hayatı—hatta düşmanlarının şehâdet-le-riyle—Hz. Peygamberde (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bulunduğu kesin olan yüce huyların çokluğunun sonucu olan izzet ve haysiyetten doğan şeref, vakar ve izzet-i nefis vardır. Evet birbirine zıt oldukları için melekler arasına şeytanların karışamaması gibi, Hz. Peygamberde bulunan o kadar çok yüksek ahlakın arasına da kötü huylar, özellikle yalancılık ve samimiyetsizlik giremez. Bu yüksek huylar, hayat ve mayaları makamında olan doğruluk ve gerçekliği tazammun ettiklerinden parlak bir ışık gibi onun Peygamberliğini açıkça göstermektedir."161

Bir adam yalnız kahramanlıkla ün salarsa, o şöhretin ona verdiği haysiyeti bozmamak için kolaylıkla yalana tenezzül etmez. Artık bir araya gelen bütün yüksek huyların yalanı nasıl asla kabul etmeyeceği düşünülsün.162

Tarih ve siyere bakılırsa açıkça görülür ki: Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) dört yaşından kırk yaşına kadar, özellikle şe'ni, ahlâk ve hileyi dışarıya vurmak olan gençliğin en hararetli zamanında, tam bir istikamet, metânet, hal, tavırlardaki muvazenet ve nihâyet iffet ile ve hiçbir hali gizliliği muhafaza etmeyen (hele hele bunca inatçı düşmanlara karşı) gençlik yıllarının hiçbir hileyi hissettirmediği düşünülüp gözö-nüne getirilirse, ahlakın artık karar kılıp adeta kemikleşmesi zamanı olan kırk seneden sonra meydana getirdiği o büyük inkılab nazara alınırsa haktan geldiğini ve hakîkat olduğunu tasdik etmeyen kişi kendini kınasın. Hem de en tehlikeli durumlarda (Hicret esnasında saklandıkları mağaradaki gibi) kurtuluş yolu kalmamış ve adeten ümit bağı tamamen kesilmiş iken gayet metanet, tam bir güven ve nihâyet derecede huzur dolu hareket, hal ve tavrı, peygamberlik ve ciddiyetine yeterli şahittir ve hak üzere bulunduğuna kesin delildir."163

Hz. Peygamberin doğruluk delili herbir hareketi herbir halidir. Evet, herbir hareketinde göze çarpan tereddütsüzlüğü, itirazcıları önemse-meyişi, düşmanlarından perva etmeyişi ve muhaliflerinden çekinmeyişi doğruluğunu ciddiyetini ve işlerinde hakikatin ruhuna tam isabet ettiğini gösteriyor. Özetlemek gerekirse, korkaklık, çekingenlik ve telaş gibi şeyler hileyi, davasına güvensizliği ve kararsızlığı ima eder. Hz. Peygamber bu gibi şeylerden uzak bulunduğu gibi pervasızca, kuvvet ve güvenle en tehlikeli makamlarda olan hareketi ve sonuçta da hak ve gerçeğe isabet etmesi ve iki alemde semere verecek olan hayat dolu kaideleri davranışlarıyla te'sis etmesine binâen, herbir fiil ve herbir tavrının iki taraftan, yani gerek başlangıçları gerekse sonuçları açısından ciddiyet ve doğruluğu dikkatli nazarlara açıkça gösteriyor. Özellikle haraketlerinin bütünü gözönüne getirildiğinde ciddiyet ve hakikat parıldayan nur gibi tezahür ve tecelli ediyor."164

Gerçekten de Hz. Muhammed'in şahsiyeti, büyük ve namlı bir peygambere yakışır bir şekilde idi. Onun vücudu, eşkâli, yüz hatları, genel görünüşü, oturuşu, kalkışı, hareketi, konuşması ve alışkanlıkları çocukluğundan beri parlak geleceğinden haber veriyorlardı. Fizyonomi uzmanları ve akıllı kimseler bu belirtileri gördükten sonra Abdulmufta-lib'in ailesinden olağanüstü bir kişinin doğduğuna inanmaya başlamışlardı. Bu hususta Hz. Muhammed'in annesi, büyük babası, amcası, süt kardeşi, dadısı ve arkadaşlarının intibaları tarih sayfalarına geçmiştir. Bunların hepsi, Hz. Muhammed'in küçük yaşta bile büyük bir şahsiyet olacağının çeşitli örneklerini verdiğini beyan etmişlerdir. Ba-zan da Hz. Peygamberi hiç tanımayan kişiler ilk bakışta, "Vallahi bu asla yalancı ve sahte bir kişinin yüzü değildir" diyerek görüşlerini belirtmiş oluyorlardı. Hz. Peygamber büluğ çağma erişince ailesi ve hemşehrileri, şahsiyetinin daha da etkisinde kalmaya başladılar. Yoldan geçenler kendisini görünce gayr-i ihtiyarî olarak sevgi ve saygı belirtmekten geri kalmazlardı. Çünkü kendisini toplumun en iyi ferdi olarak görürlerdi.165

Resulullahm yakışıklılığı, nezâketi, vakarı, ciddiyeti, doğruluğu, dürüstlüğü, yüksek ahlâkı, temizliği ve alçak gönüllülüğü kendisini halkın sevgilisi yapmıştı. Resulullah'm şahsiyetinin bu heybeti ve etkisi İslâmî davetini yapmaya başlaması ve Kureyşliler kendisinin can düşmanı olmasından sonra da devam etti. Kureyşliler öfke ve nefrete kapılarak ekseriya çok alçakça ve haince tezgâhlar kuruyor ve oyunlar oynuyorlardı. Fakat Kureyşliler, bizzat kendi aile mensupları, oğul, kardeş ve yeğenlerine reva gördükleri insanlık dışı ve dehşet verici eziyet ve işkenceleri Hz. Muhammed'e hiçbir zaman uygulamadılar. Kendi akraba ve yakınlarına karşı bu kadar gaddarca ve serbestçe hareket edebilen bu insanlar Resulullah ile karşılaşınca sanki birden değişiveriyorlardı. Gerçek şu ki, Kureyşliler bütün alçaklıklarına rağmen Hz. Peygambere kötü bir söz söylemek veya el kaldırmak konusunda her zaman aralarında belli bir mesafeyi koymayı unutmazlardı. Bu mesafenin doğmasının sebebi Resulullahm müthiş ikna ve nüfuz edici şahsiyeti idi."166

Resulullahm, hakikatten kuvvet alan mühim vasıflarından biri de söz ve fiillerindeki ahenkti. Onun söz ve hareketlerinde en ufak bir tezat yoktu. Resulullah daima söylediklerini yapardı ve yapamayacağı şeyi söylemezdi. O, yasakladığı kötülüklerden hem kendisi hem de arkadaşları arınmış durumda idiler. Mekkeliler Resulullahm sadece cemiyetteki yaşantısını değil, özel hayatını da çok iyi biliyorlardı. Zira bunların bir çoğu annesi, babası veya zevcesinin akrabalarıydılar. Fakat bunlardan hiç kimse, Resulullahm başkalarına yasakladığı şeyleri kendisinin yaptığını iddia edemedi. Aynı şekilde Resulullah, hangi iyi ve hayırlı işlere halkı davet ederse onları ilk önce kendisi yapardı. Resulullahm hayatı davasının canlı bir örneğiydi. Kimse onun hayır ve iyi. işte en ufak bir hata veya eksiklik gösterdiğini söyleyemezdi."167

Böyle bir hayat ve şahsiyete sahip olan bir zatın sağdan soldan topladığı veya kendi düşünce ve muhayyilesinin eseri olan bir eseri Allah'ın Kelâmı diye insanlara sunması mümkün olabilir mi?

·        g. Ummî Olup Okuma-Yazma Bilmemesi

Hz. Muhammed, okuma yazma biliyor muydu? Kur'ân-ı Kerim, bu hususta bize menfi cevap vermekte ve onun bu durumunu risaletinin İlâhîliğine delâlet eden bir delil olarak göstermektedir. Kur'ân-ı Kerim, Hz. Muhammed'in sadece ümmî olan bir kavmin ümmî (okuma yazma bilmeyen) peygamberi168—yahut Sprenger'in de ileri sürdüğü gibi—İlâhî vahye mazhar olmamış müşrik bir kavmin ferdi169 olarak tavsif etmez, fakat aynı zamanda onun, Kur'ân-ı Kerimden önce ne bir kitap okuduğunu ne de yazı yazdığını açık bir şekilde teyid eder.170 Şüphesiz bizzat muarızları da onun bu ümmî halini biliyorlardı ki, geçmişe dâir anlattığı bir kıssanın kaynağını izah etmek istediklerinde, onun bu kıssayı kendisinin yazmış olabileceğini (Ketebehâ) söylemeye cesaret edememiş, fakat onu başkasına yazdırdığım (iktetebehâ) ifâde etmişlerdir171. Birbirinden farklı olmakla birlikte Leblois172 gibi bazı müsteşrikler bu iki fiil kalıbını karıştırmışlardır. Diğer bazıları gibi bu müellif de, Hz. Peygamberin ölüm döşeğinde iken, hilafet konusunda vasiyette bulunmak üzere kâğıt kalem istediğini bildiren bir hadis-i şerifi delil göstererek, onun okuma yazma bildiğini isbat etmek istemiştir. Fakat bu delil kesin değildir; çünkü bu rivâyette Hz. Peygamberin yazı yazmış olduğu zikredilmemiştir. Binâenaleyh, ölmek üzere olan bir kimsenin bu gerçekleşmemiş arzusundan bu konuda bu dereceye varılamaz. Sonra ve özellikle, umumiyetle devlet reislerine ve evlevi-yetle, müntesipleri arasında okuma yazma bilmeyen biri olarak tanınmış olan devlet reisine izafe edilen "yazmak" fiilinin, "imlâ etmek ve mührünü basmak"dan başka bir anlam ifade etmesi düşünülemez. Nitekim, Hz. Peygamberin diplomatik mektuplarından söz edilirken "Ketebe ilâ fülân" ifâdesi kullanılmaktadır ki, bununla onun kâtiplerine yazdırmış olduğu mektuplar kast edilir.

Aynı şekilde Hudeybiye müsalahasmda "beynemâ yektübü hüve ve Süheylü iz talaa...ilh. Hz. Peygamber ve Süheyl anlaşmayı yazdıkları sırada..." denilmiştir. Oysa anlaşmayı Hz. Peygamberin emriyle yazan Hz. Ali'nin bizzat kendisidir. Bu anlaşmadan müsteşrikler, görüşlerini teyid edecek başka bir delil çıkarmaya gayret etmişlerdir. Hz. Ali: "Bu Allah'ın elçisi Muhammed'in sulh yaptığı..." ibareleriyle anlaşmayı yazmaya başlayınca, Kureyş delegesi Süheyl buna itiraz ederek: "Biz senin gerçekten Allah'ın elçisi olduğunu tanımış olsaydık seninle harb etmezdik" demiştir. Bunun üzerine Hz. Peygamber, Hz. Ali'ye bu ünvanı silerek, sadece Muhammed bin Abdullah ibaresini bırakmasını emretmiş, ancak bu emrin yerine getirilmesi, sadık kâtibe son derece ağır geldiği için bunu yapma cesaretini kendinde bulamamıştır. Durumu gören Hz. Peygamber, ona bu kelimenin nerede bulunduğunu sormuş ve bizzat kendi eliyle silmiştir.

Buraya kadar herhangi bir güçlük sözkonusu değildir. Ancak bu olayla ilgili olan son derece veciz bir rivâyette de şu ibare yer almaktadır: "...ve yerine Muhammed bin Abdillah yazdı." Görünüşe göre bu rivâyet, yazma fiilini Hz. Peygambere isnat etmektedir. Pakat rivayetin böyle bir anlama gelebileceğini kabul etsek bile, ibare herhangi bir güçlük çıkarmaz. Çünkü genel kaide, bir yandan, böyle bir isnatın dolaylı bir anlamda anlaşılmasını gerektirirken, diğer yandan, Hz. Peygamber tarafından silinen ünvanı, Hz. Ali'nin değiştirdiğini tasrih eden diğer ri-vâyetler, bu görünüşteki kapalılığı açıklığa kavuşturmuştur. Aslında Hz. Peygamberin yazı bildiğini savunmak için böyle kapalı bir rivâyete istinad etmek; onun silinecek kelimeyi ancak kâtibin delâletiyle görebildiğini çabucak unutup, hemen aynı yerde, kâtibe başvurma işine Hz. Muhammed'in okuma yazma bilmemesini açıklayan bir notu görmemezlikten gelmek demektir. Böylece bizzat Hz. Peygamberin itirafı, "Mâ ene bikariin, nahnü ümmetün ümmiyetün lâ yuhsinü yektüb=Ben okuma bilmem, biz ümmi bir ümmetiz", hayatı boyunca davranışı, ashabının şehadeti, muarızlarının itirazları ve nihâyet Kur’ân-ı Kerimin sarih bir şekilde bildirmesiyle, Hz. muhammed'in okuma yazma bilmediği hususu kesinlik kazanmış bulunmaktadır. Aksini isbata matuf bütün gayretler, bu gerçeği sarsamayacak kadar çok zayıftırlar.173 Çünkü Hz. Peygamber başka bir gezegende yaşamamıştır. Onun hayatı en ince teferruatına kadar bilinmektedir. Kavminin de saflığı yüzünden yanılması mümkün değildir. Şâyet gerçekten okuma yazma bilmiş olsaydı, hiç değilse ara sıra mektuplarına veya Kur'ân nüshalarına bakıp onları tahkik etmiş olması gerekmez miydi? Bu yüzden bazı rivâyetlerin kapalı olmasına rağmen, Nöldeke174 şu kesin sonuçlara ulaşmıştır:

·        1. Bizzat Hz. Peygamber kendini ümmî olarak göstermiş ve bundan dolayı gerek Kur'ân-ı Kerimi, gerekse mektuplarını başkalarına okutmuştur.

·        2. O, her halükârda ne Kitab-ı Mukaddes'i, ne de başka büyük bir eseri okumuştur.175

Hz. Peygamberin okuma yazma bilmediği başka bazı müsteşriklerce de itiraf edilmektedir. Kazimirski,176 Montet177 ve Amari178 bunlar-dandandır.179

Öte yandan eğer Kur'ân-ı Kerimin, Hz. Muhammed'in okuma yazma bilmediğini bildiren ifadeleri—haşa—doğru olmasaydı, kâfirler kesinlikle sükut etmezlerdi. Kur'ân da adeti üzere itirazlarını kaydeder ve cevap verirdi.

Alfred Guiilaume ise, Hz. Peygamberin ümmi oluşunda şüphe uyandırmaya çalışanlardandır. Delili de, Hz. Muhammed'in ticaretle uğraştığı yıllarda malların fiyatlarını ve peygamber olduktan sonra kendisine gelen mektupları okumada başkasına itimad etmesinin akla uygun olmayacağıdır. Hudeybiye barış antlaşması sırasında Hz. Mu-hammed'e yazmayı nisbet eden bir rivâyeti de buna ekliyor. Guiilaume, "Sen bundan önce ne bir yazı okur, ne de elinle onu yazardın"180 âyetinde kastedilenin, Yahudi ve Hıristiyan kitapları olduğunu ve bu âyetin dediği doğruysa (!) ümmiliğinin sadece peygamberliğinin başlangıcına kadar devam ettiğini ileri sürer.181 Gerçekte ise sözkonusu âyet, onun herhangi bir kitabı okuduğunu nefyediyor. O halde bunu Yahudi ve Hıristiyan kitaplarına tahsis etmenin anlamı yoktur. "Sen bundan önce ne bir yazı okurdun..." ifadesini "Sen ondan önce her ne kadar okuma ve yazmayı bilmez idiysen de, şu anda artık buna gücün yetiyor" şeklinde anlamak ise, garib bir anlayıştır. Çünkü bize göre o takdirde Kur'ân'm getirdiği delil tutarsız ve manasızlaşır. Zira o zaman kâfirlerin cevabı şu olurdu: "Mademki şu anda okuma ve yazmayı biliyorsun, demek ki, eski kitaplara bakabiliyor ve onlardan nakilde bulunabiliyorsun." Fakat kâfirler bu âyete verecek cevap bulamadıklarına göre, Guiilaume'un sözkonusu âyete ilişkin anlayışı doğru ve sağlıklı değildir ve âyetin amacı şudur: "Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) peygamberlikten önce ümmi olduğu gibi peygamberlikten sonra da ümmî kalmaya devam etmiştir." Aksi halde bu müsteşrikin yöntemine göre birisi kalkıp diyebilir ki, "Kur'ân, Hz. Muhammed'in sağ eliyle bir şey yazamadığını ifade ediyor, fakat sol eliyle yazabildiğin! nefyetmiyor. O halde Hz. Muhammed, yazı yazardı, fakat sol eliyle!..." bu da görüldüğü gibi gülünç bir anlayıştır.

Guillaume'un işaret ettiği rivâyet—ki hangi kaynaktan aldığını belirtmiyor—Hz. Peygamberin bizzat ve fiilen adını yazdığını açıkça ifade ediyorsa, bu onun okuma ve yazma bildiğini göstermez. Çünkü, belki de Hz. Peygamber sadece ismini okuyup yazabiliyordun Nitekim tanıdığımız pek çok ümmînin de durumu budur. Bu konuda bir tek rivâ-yete sarılıp da, Hz. Peygamberin ümmî olduğu konusunda birbirine destek veren bunca rivâyeti bir yana bırakmak akla uygun değildir. Hz. Peygamberin ticarî hayatında özel hesabını tutacak birisine itimat etmesi ve Peygamber olduktan sonra da mektuplarını okumasını akıldan uzak görmesi ise, ham hayalden başka hiçbir esası yoktur. Değilse, kültürel ve medenî seviyesi o zamanki Mekke'ninkinden yüz defa daha yüksek olduğunda hiçbir şüphe bulunmayan günümüz büyük şehirlerinde bile bugün pek çok tüccar ve esnaf vardır ki, okuma yazma bilmezler ve bu onların ticarette başarılı olmalarına engel olmaz, öyle ki bazıları zamanla milyarder bile olabilmiştir.182

Hayır, Hz. Peygamberin altmış üç sene yaşayıp da, sözüedilen Hudey-biye antlaşmasında Müslüman yazıcının yazmak istemediği birkaç kelime dışında, bir mektup yazdığını veya bir kitap okuduğunu belirten bir tek rivâyetin bile duyulmaması makul değildir. Hal böyleyken, sözko-nusu rivâyetin o müphem işaretini alelacele doğru kabul edip de öteki durumu gözardı etmemiz nasıl doğru olabilir?

İsmâil Fennî Ertuğrul, Hudeybiye muahedesi esnasında Hz. Peygamberin, müşriklerin elçisinin isteği üzerine, metinde geçen "Resulullah" kelimesini silip yerine "Muhammed bin Abdillâh" ifadesini yazdığı şeklindeki rivâyete işaret ederek şu değerlendirmeyi yapar: "Bu hâdise Hicretin altıncı senesinde vuku bulduğundan Resul-i Ekrem'in o vakit elli bir yaşında183 olduğu anlaşılıyor. Bu yaşta iken kendi adını güzelce yazamamaları yazı yazmaya ne derecede az bir iktidar hâsıl edebildiğini göstermektedir. Hz. Peygamberin Suriye cihetine ilk seyahati on bir ve ikinci seyahati yirmi dört veya yirmi beş yaşlarında iken vuku bulmuştu. Halbuki kendisinin vahiyden önce okuma ve yazma bilmediği ittifakla kabul edilmiştir. Çünkü Mekke'de nâzil olan Ankebût Sûresinde "Sen ondan—Kur’ân'm inzâlinden—evvel bir kitap okumaz ve sağ elinle onu yazmazdın. Eğer okuyup yazsaydın müşrikler şüphe ederlerdi"184 buyurulmuştur. Binâenaleyh bu seyahat esnasında not almadığı, hatta bunun için lazım gelen vasıtalara bile mâlik olmadığı bedihîdir. Yabancı müelliflerden bazıları bunu bildiklerinden, Hz. Peygamberin Yahudilerden ve Hıristiyanlardan işittiği şeyleri ağızdan belleyip Kur’ân'a dercettiğini iddia ederler. Lâkin bu kadar çok ve mütenevvi şeyleri hatırda tutabildiğine halkı inandırmak pek güç olacağından, velev pek iyi olmasın yazı yazmağı da bildiğini ilave ederler. Yabancı müellifler ne derlerse desinler, Hz. Peygamberin okumayı, yazmayı değil, farz-ı muhal olarak İbranî, Rûmî ve Farisî dillerini bildiği de söylense, Kur'ân'ı şahsen telifi muhaldir. Çünkü Tevrat ve İncil'i mütalaa etmiş ve fesahat ve belağatta şöhret kazanmış olanlar bile Kur'ân'm bir sûresini tanzirden âciz kalmışlardır. Mekke gibi medeniyet vasıtalarından mahrum küçük bir kasabada ümmî bir kavmin arasında büyümüş, dağlarda koyun gütmüş, hiçbir tahsil görmemiş bir kimsenin ne kadar zeki olursa olsun, Kur’ân gibi mu'ciz bir kitabı meydana getirmesi, beşer cemiyetinin idaresine esas olacak kanunlar ve o kadar yüksek ahlâk kaideleri koyması en büyük filozofları bile aciz bırakan ictimâî ve tabiat üstünde bazı meseleleri akla en uygun sûrette halletmesi mümkün değildir. Bu bapta söylenen safsatalar, ne kadar mahirane olursa olsun ancak muhakeme ve temyize muktedir olmayan bazı zayıf akıllı kimseleri aldatabilir."185

·        h. Hayatı Boyunca Davasına İçtenlikle Bağlılığı ve Tavizsizliği

"Resulullahm karakterinin diğer mühim bir vasfı da büyük bir irade azim ve kararlılığıydı. Resulullah, muhalefet, zorluk ve tehlikelerin en büyüğüyle karşılaşınca bile azminden zerre kadarını kaybetmedi. Hiçbir endişe ,ve korku onu yolundan caydırmadı, hiçbir tamah veya heves onu hak yolundan uzaklaştırmadı ve en zor şartlar bile üzüntüye ve ümitsizliğe kapılmasına sebep olmadı. ResulullahTn kaya gibi iradesi ve azmine çarpan bütün muhalefet kuvvetleri paramparça oldular. Hiçbir güç gösterisi, baskı ve zulüm, hırs ve ihtirasa davet, iftira ve itham, davasına zarar veremedi. Resulullahm yıllarca bu azim ve kararlılıkla davasını savunmaya devam ettiğini gören bir kişi mutlaka şu neticeye varacaktır: Resulullah, kendi davasının doğru ve haklı olduğuna inanmadığı ve her türlü şahsî menfaat ve ikbale sünger çekmediği sürece böylesine azimli, kararlı, dirâyetli, sebatlı davranamazdı.186

Gerçekten de ilk vahyin inişi karşısında duyduğu telaş, kuşku ve tereddütler dönemi sona erdiği andan itibaren Hz. Muhammedi (salla’llâhü aleyhi ve sellem), hayatı boyunca Rabbine ve omuzuna yüklenmiş İlâhî misyonuna karşı sarsılmaz derecede güçlü bir iman, hayret verici derecede derin bir ya-kîn ve itmi'nan taşıdığını görüyoruz. Çünkü, öz vatanlarında garip ve azınlık durumundayken kendisine ve tabilerine reva görülen türlü türlü eziyetlere,187 Medine'ye hicret ettikten sonra da, Arap Yarımadasının dahilinde ve haricindeki bütün güçler tarafından kendisine yöneltilen çeşit çeşit komplo ve ardı arkası kesilmeyen savaşlara rağmen, inancından kıl kadar olsun uzaklaşmamış ve taviz vermemiştir.188 Eğer Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) iddia edildiği gibi—haşa—yalancı ve aldatıcı biri olsaydı, hicret edecek tek bir fert kalmaymcaya kadar, yalnızca Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ali'yle birlikte Mekke'de kalmaya kendisini zorlayan neydi? Neden önce kendi canını kurtarıp, daha sonra "arkamdan gelmek isteyen gelsin" demedi?189 Her ne kadar Irving, Mekke döneminde Hz. Muhammed'in samimiyet ve doğruluğuna olan inancını oturttuğu temellerden biri olarak türlü türlü tazyiklere katlanmasını kabul ediyorsa da190, diğer bazı müsteşrikler191 bu noktayı hafife alıyorlar. Bu konunun çok abartıldığını söylüyorlar. Bu yazarlara göre, eğer ortada o derece bir işkence olsaydı, eziyet gören Müslümanların kabileleri intikamlarını alırdı. Çünkü, Arap geleneğine göre, her kabile kendi mensuplarını aşırı derecede savunurdu.

Ne var ki sözü edilen müsteşrikler, bu kabile taassubunun Ebû Leheb ve karısını Hz. Peygambere eziyet ve onu tehdit etmekten alıkoyamadığını; Müslüman olmadan önceki Hz. Ömer’i, kız kardeşi ve eniştesi gibi en yakın iki akrabasını, hem de kendi evlerinde dövmekten vazgeçiremediğini192 unutuyorlar. Yine bunların, abartarak, yakınlara eziyet etmekten alıkoyması gerektiğini söyledikleri bu kabilecilik, Beni Haşim kabilesini Şi'b-i Ebî Talib'te aylarca muhasaraya alıp, kendisine şiddetli bir ambargo uygulamaktan193 Kureyş'i vazgeçirememiştir. Yoksa bütün bu tarihi gerçekleri inkâr mı edelim? Haydi bunları inkâr ettik, Hz, Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) tebliğ için gittiği Taif'ten dönerken, bu beldenin çocuk, köle ve serseriler takımı tarafından kovalandığı sırada üzerine fırlatılıp mübarek vücudunu kanlar içinde bırakan taşları ve Ta-if'in ileri gelenlerinden hiçbirinin samimiyetsizce ve göstermelik de olsa işe müdahele etmemesini de mi inkâr edeceğiz?194 Peki, Hz. Peygamberi (salla’llâhü aleyhi ve sellem) öldürmeye yönelik, Kur'ân'm da açıkça yer verdiği195 komplolarını da mı görmezlikten geleceğiz?

Bu yazarlar, Arap kabilelerinin kendi gelenek ve göreneklerine karşı çıkanları dışladıklarını unutuyorlar. Bu gelenek ve göreneklere karşı hangi başkaldırı onların gözünde, kendilerini ve geçmiş atalarını beyinsizlikle itham eden, hayat tarzlarını, putlarını ve nesiller boyu demirden kökleriyle ruhlarının derinliklerine kadar inmiş inançlarını alay konusu yapan bir dinden daha kötü (!) olabilirdi? Kureyş, İslâmla mücadelede öylesine ısrarlıydı ki, hürriyetlerini, inançlarını, hayatlarını ve evlatlarını kurtarmak amacıyla, bütün mal varlıklarından sadece bir deve yüküyle yetinip Habeşistan'a kaçan bir avuç Müslümanı sığındıkları yere kadar takip etmiştir. Necaşî'ye elçiler yollayıp değerli hediyeler sunarak, yaltaklanarak ve onunla bu güçsüz muhacirlerin arasını açmaya gayret ederek bunları ülkelerine geri göndermek konusunda onu ikna etmeye çalışmıştır.196 Biz, aklı başında hiçbir kimsenin bir an olsun, Kureyş'in bunları sevgiyle bağrına basmak veya ayaklarına kapanıp pişmanlık gözyaşları dökmek için geri getirmek istediğini sanacağına inanmıyoruz. Eğer Necaşî, âdil bir hükümdar ve dinlerini kabul edecek kadar bu güçsüz muhacirlere karşı sempati duyan bir kimse olmasaydı, bu Müslümanlar, ülkelerine dönüp bir kez daha işkence ve azap ateşine düşeceklerdi. Acaba, sÖzkonusu muhacirlerin korku ve endişelerinin derecesini göstermek bakımından, yıllar sonra Müslümanlar Medine'ye göçüp orada bir devlet ve güç sahibi oluncaya

kadar kardeşlerinin yanma kesin dönüş yapmamaları gerçeği bile bir fikir vermiyor mu?

Medine'de ise, hepimiz biliyoruz ki, Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) buradaki bütün hayatı, gerek Medine'nin dahilinde gerek haricinde, gerek Arap Yarımadası sınırları içinde ve gerekse bu sınırlara yakın Bizans devletindeki inkâr, tuğyan ve nifak güçlerine karşı sürekli bir mücadele ile geçmiştir.

Düşünelim bir kere, eğer Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)—haşa—yalancı olsaydı, bütün bu meşakkat ve tazyiklere neden katlansın, şer güçlerin düşmanlık ve komplolarına kendisini neden hedef etsindi? Bunda ne zoru vardı? Onun doğruluğunun en açık delili, gerek güçsüz ve türlü eziyetlere hedef olduğu, gerekse güçlü ve saldırıları savabildiği zaman olsun bütün bu ardı-arkası kesilmeyen mihnetlere rağmen inancına sadakatle bağlılığını sürdürmesidir. Eğer—haşa—yalancı olsaydı, kısa zaman sonra pes eder, bu yoldan geri dönerdi.197

Buna rağmen müsteşrikler, peygamberliğine, bu peygamberliğin eksenini oluşturan Rabbinin mutlak vahdaniyetine olan kuvvetli imanı konusunda kendisini itham etmekte inat ediyorlar. Bu konuda, hiçbir tarihî ve mantıkî değerlendirme karşısında önem ifade etmeyen zayıf bir rivâyete sarılıyorlar. Bu asılsız rivâyete göre, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem), putlara ve putperestliğe olan düşmanlığını sürdürdüğü sürece dinine uymalarından ümidini kestikten sonra, onları kendi safına çekmek amacıyla, Tevhid inancıyla ilgili olarak kavmine bazı tavizler sunmuş! Sözde, Lat, Uzza ve Menat putlarını yücelten ve Kıyamet günü onları birer şefaat kaynağı olarak gösteren iki tane âyet getirmiş! Alfred Guil-laume bu rivâyetin uydurma olmasını akıldan uzak görüyor. Ona göre, bu, Müslümanların Hz. Peygambere ve İslâma kötülük etmek istemeleri anlamına gelir. Bu da—yine onun bakış açısına—göre samimi Müslümanların yapabileceğine akıl ihtimal vermez.198 Dolayısıyla bu rivâyet doğrudur. Maxime Rodinson199 ise, bu hikayeyi bazı İslâmî kaynaklarda geçtiğine binâen biraz detaylı olarak kaydeder ve şu sözleriyle bitirir: "Kureyşliler bu âyeti (iki âyeti demek istiyor) işitince büyük bir sevinç duydular ve Müslümanıyla, Müşrikiyle hepsi birden secdeye kapandılar."200

Şimdi biz önce bu olayı bazı İslâmî kaynaklarda geçtiği ve müsteşriklerin eline bir delil verdiği şekliyle sunalım daha sonra bunun hakkında gereken değerlendirmeyi yapalım. Sözkonusu müfessir ve mu-haddisler bu hikayeyi şu şekilde naklediyorlar:

"Resulullah, İslama karşı kâfirlerin nefretini kaldıracak ve onların İslama daha çok yaklaşmalarını sağlayacak bir takım vahiylerin gelmesini arzu ediyordu. Resulullah bu istikamette düşünürken ve kendisi Kureyşlilerin bir toplantısında iken Necm Sûresi nazil oldu ve kendisi bunu okumaya başladı. Resulullah "Eferaeytümü'l-Lâte ve'l-Uzzâ ve Menâte's-SâliseteTuhrâ"201 sözlerine gelince ağzından şu kelimeler dökülüverdi: "TilkeTGarânîku'l-ulâ ve inne şefaatehünne leturtecâ" (Bunlar yüksek rütbeli tanrıçalardır ve onların şefaati muhakkak beklenmelidir). Bundan sonra Resulullah, sûrenin diğer âyetlerini normal olarak okumaya devam etti, tâ ki sûrenin sonunda secde etti ve diğer Müslümanlar ile müşrikler de secde ettiler. Mekke'li kâfirler dedi ki: "Artık bizimle Muhammed arasında herhangi bir ihtilaf kalmamıştır. Biz de zaten aynı şeyi diyoruz. Yani, Halik (yaratıcı) ve Razık (rızık veren) Allah'tır. Ama mabudlarımız Allah katında bizim için şefaatte bulunacaklardır." Akşam Hz. Cebrâil geldi ve Resulullaha dedi ki: "Siz ne yaptınız? Ben bu sözleri getirmemiştim." Bunu duyunca Resulullah çok üzüldü. Bunun üzerine Allah İsrâ Sûresinin şu âyetlerini indirdi:

"Müşrikler, sana vahyettiğimizden başka bir şeyi yalan yere bize isnat etmen için seni, neredeyse, sana vahyettiğimizden saptıracaklar ve ancak o takdirde seni candan dost kabul edeceklerdi. Eğer seni sebâtkâr kılmasaydık, gerçekten, neredeyse onlara birazcık meyledecektin. O zaman, hiç şüphesiz sana hayatın ve ölümün sıkıntılarını kat kat tattırırdık; sonra bize karşı kendin için bir yardımcı da bulamazdın."202

Bu olay Resulullahı sürekli olarak tedirgin etti ve üzüntülü olmasına sebep oldu. Tâ ki, Hac Sûresinin 52. âyeti indi. Bu âyette Resulullah teselli edildi ve kendisinden önceki peygamberlerin aynı hataya düştükleri, onların arzu ettiklerine şeytanın karıştığı ve fakat Allah'ın daha sonra şeytanın bu şerlerini ortadan kaldırdığı ve âyetlerini sağlamlaştırdığı kaydedildi.

Diğer taraftan, Kur'ân-ı Kerimi dinledikten sonra Kureyşli kâfirlerin secde etmesi, Habeşistan'daki Müslümanlara başka türlü ulaştı ve onlar zannetti ki Hz. Peygamber ile Mekkeli kâfirler arasında mütareke ve sulh gerçekleşmiştir. Bu sebeple, muhacirlerin çoğu Mekke'ye geri döndüler. Geri döndükten sonra İslâm ile küfür arasında anlaşmaya varıldığı yolundaki haberlerin yanlış olduğunu, ikisi arasındaki düşmanlığın aynen devam ettiğini gördüler."

Naklettiğimiz bu hikaye İbn Cerîr ve diğer birçok müfessirin tefsirlerinde, İbn Sa'd'm "Tabakat"mda, Vahidî'nin "Esbâbü'n-nüzûlü"nde, İbn İshâk'ın "Siyer"inde, Mûsa bin Ukbe'nin "Megâzî"sinde, İbn Ebî Hatim, İbnü'l-Münzir, Bezzâr, İbn Merdûye ve Taberanî'nin hadis kitaplarında yer almıştır. Bu hikâye'nin ravileri ise şunlardır: Muhammed bin Kays, Muhammed bin Ka'b Kurazî, Urve bin Zübeyr, Ebu Salih, Ebu'l-Aliye, Sa'îd bin Cübeyr, Dahhak, Ebu Bekr bin Abdurahhman bin Haris, Ka-tade, Mücâhid, Süddî, İbn Şihab Zührî ve İbn Abbas.203

Bazı müfessir ve âlimler, meselâ İbn Kesir, Beyhakî, Kadı lyâz, İbn Huzeyme, Kadı Ebu Bekr İbnü'l-Arabî, İmam Razî, Kurtubî, Bedruddîn Aynî, Şevkânî ve Alûsî vs. bu hikâyenin tamamıyla uydurma ve asılsız olduğunu belirtmişlerdir. Özellikle Razî, Kadı Ebu Bekr ve Alûsî bu konuyu enine boyuna tartışarak şiddetle reddetmişlerdir. Fakat beri tarafta Hafız İbn Hacer gibi büyük bir muhaddis ve Ebu Bekr Cassas gibi tanınmış fakihler ve Zemahşerî204 gibi akılcı müfessirler ile İbn Cerîr Taberî205 gibi müfessir, tarihçi ve fıkıh alimi bu hikâyenin doğru olduğunda ısrar etmişlerdir. Bunlara göre Hac Sûresinin 52. âyeti bu hikâyenin doğru oluşunun bir isbatıdır.206

Bu görüşleri münakaşaya tabi tutmadan önce, şu gerçeğe işaret etmek isteriz: İtalyan müsteşrik Leone Caetani207 gibi bazı müsteşrikler bu rivâyeti kabul etmeyip reddetmişlerdir.208 Şimdi bu rivâyeti değerlendirmeye tabi tutalım:

Garanîk olayının uydurma oluşuyla ilgili başlıca deliller özetle şunlardır:

·        1. Hz. Peygamberin putları yüceltmek gibi küfür ve kendisine nâzil olmayan şeyi Cenâb-ı Allah'a isnat gibi yalan ve iftiradan ko-runmuşluğu ve nezâheti birçok âyet-i kerime ile sâbittir. "Velev Tekav-vele aleynâ... "209 "Vemâ yantıku ani'l-hevâ../'210 "Levlâ en sebbetnâke le kad kidte tarkenü..."211, "Lâ ye'tîhi'l-batılu..."212 âyetleri buna örnektir.

·        2. İbn Kesir bu hususta şunları yazmıştır: "Bu hikaye hangi senetlerle rivâyet olunmuşsa hepsi 'mürsel' ve 'münkatı"dırlar. Ben bu hususta hiçbir sahih-i muttasıl senede rastlamadım." Muhammed bin İshâk bin Huzeyme, "Bu kıssa zındıklar tarafından uydurulmuştur"; Beyhakî de "Nakil cihetinden sâbit değildir ve ravileri mecruhtur" demiştir. Kadı lyaz diyor ki: "Bu hikayenin zayıflığı, Sıhah-ı Sitte müelliflerinden hiçbirinin bunu nakletmemiş olmalarından ve sahih-i muttasıl sağlam senetlerle güvenilir raviler tarafından naklolunmamasından dolayı ortadadır." İmâm Buharî Sahihinde, Hz. Peygamberin Ve'n-Necm Sûresini okuduğunu, Müslüman, ins ve cinnin secde ettiklerini rivâyet etmiş ise de bunda Garanîk hikayesi yoktur. Bu hadis değişik kanallarla rivâyet edilmiş ise de, büyük çoğunluğu zayıf ve önemsizdir. Bunu hikâye eden müfessirler ve Tâbiînden hiçbiri makbul bir senedi zikrederek ve onu Sahabeden birine kadar itimada değer bir rivâyetle ulaştıra-mamıştır. Bu konuda Sahabeye kadar dayandırılan, yalnız Şu'be'nin Ebû Bişr, Saîd bin Cübeyr ve ibn Abbas tarikiyle rivâyet ettiği hadis ise de bunda dahi Saîd bin Cübeyr "Zannederim ki..." diyerek tereddüt etmiştir. Şek ise, sağlamlığı zedeliyici ve sıhhate terstir. Bu hadisi Şu'be'den yalnız Ümeyye b. Halid rivâyet etmiştir. Diğerleri onu İbn Cübeyr'den mürsel olarak, yani haberin senedinden Sahabiyi hazf ve iskat ederek rivâyet etmişlerdir. Kelbî'nin za'f ve kizbi cihetiyle hadisi zikre şâyan değildir. Sahih-i Buharî'deki hadis, Resulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Necm Sûresini Mekke'de iken okudu, onunla beraber Müslüman-lar, müşrikler ve hazır olan cin ve ins secde etti" meâlindedir. Haber-i vâhid mütevatir naklî ve aklî delillerle muaraza edemez.213

·        3. Rivâyette ihtilaf vardır. Ravilerin bazıları, "Tilke'l-garânîku'l-ulâ ve inne şefâatehünne leturtecâ", bazıları: "...ve inne şefâatehâ tur-tecâ" veya "...turteda" diğer bazıları, "tilke'l-garanîku minhâ'ş-şefâatü turtecâ" demişlerdir. Ayrıca müfessirlerin beyanlarında da ihtilaf vardır.214

·        4. Hikâyenin birçok çelişkili ve tutarsız tarafları olmakla birlikte, bunların en dikkat çekeni, bu sözlerin Kur'ân-ı Kerimin âyetlerine giriş şekliyle ilgilidir. Bazı rivâyetlere göre, bu kelimeler, vahiy sırasında şeytan tarafından Resulullahm gönlüne indirilmiş ve Resulullah da bunların Cebrâil tarafından geldiğini zannetmiş. Bazı rivâyetlere göre, bu sözler Resulullahm öteden beri taşıdığı arzu üzerine mübarek ağzından yanlışlıkla dökülüvermiş. Bazı rivâyetlere göre bu kelimeler Resulullah uyukladığı bir sırada gayr-ı ihtiyarî olarak ağzından çıkmış. Bazıları diyor ki, Resulullah bunları kasten söyledi; ama soru ve hayret belirtici bir şekilde. Yine bazıları diyor ki: Şeytan, Resulullahm konuşmasına karışmış ve onun sesiyle birlikte bu kelimeleri ortaya atıvermiş, orada bulunanlar da bu sesin Hz. Peygambere ait olduğunu sanmış. Yine başka rivâyetlere göre bu sözleri söyleyen orada bulunan müşriklerden biriymiş.215

·        5. Hz. Peygamber için, başlangıçta Kabe'de namaz kılmak ve Kur'ân okumak müşriklerin sıkıntı vermesinden dolayı mümkün olamazdı. Hatta bazı kere ona el bile kaldırdılar. Hz. Peygamber, namazını müşrikler Kabe'de bulunmadıkları vakitlerde ve geceleri kılmıştır. Öte yandan, Hz. Peygambere müşriklerin adaveti, bu kadarcık bir söze aldanıp da işin hakikatini öğrenmeksizin hemen secdeye varmalarına elverişli olamayacak derecede büyüktü. Şu halde Hz. Peygamberin kendilerine muvafakati açık olmamakla beraber onların ilahlarını ta'zim ettiği hakkında nasıl kanaat birliği ettiler ve hatta secdeye bile vardılar?216

·        6. Bu hikâyenin doğruluğu farzedilecek olursa ifadede tezat ve tenakuz olmak lazım gelir, kelâmın nazmı bozulur. Zira: "Onlar yüce kuğulardır ve şefaatleri umulur" sözünden sonra "Demek erkek size, dişi Ona öyle mi? O zaman bu, insafsızca bir taksim! Bunlar (putlar) sizin ve atalarınızın taktığı isimlerden başka bir şey değildir. Allah onlar hakkında hiçbir delil indirmemiştir. Onlar ancak zanna ve nefislerinin arzusuna uyuyorlar. Halbuki kendilerine Rableri tarafından yol gösterici gelmiştir" buyuruluyor. Bu ifadeler bütünüyle putları yermekten ibarettir ve putların Allah katında değer ve makamlarının olmadığına delâlet eder. Halbuki "Onlar yüce kuğulardır ve şefaatleri umulur" onların yücelik ve makamlarını ve şefaatlerinin ümid edildiğini bildiriyor. Bu faraziyeye göre bir yandan deniliyor ki: "Sizin tanrıçalarınız çok değerli, tapılmaya layık yaratıklardır"; diğer yandan da buyuruluyor ki: "Akılsızlar, siz ne yaptığınızı biliyor musunuz? Siz bunların Allah'ın kızları olduğunu nereden çıkarıyorsunuz? Bu nasıl adalet ve insaftır ki, siz kendinize erkekleri ayırıyorsunuz ve Allah'a kızları bırakıyorsunuz? Gerçekten bunlar birer uydurma ve safsatadır. Bu gibi ayırımların Allah ile hiçbir ilgisi yoktur." Bir kişi aynı konuşmasında birbirine zıt iki şeyi söyleyebilir mi? Bir an için farzedelim—ki bu saçma sapan sözler aklı başında olan bir kişinin ağzından çıkmaz—ve diyelim ki şeytan Resulullaha gelip (!) ağzından bu birbirini tutmayan sözleri döktürüvermiştir.(î) Fakat toplantıda bulunan Kureyşlilerin o koskoca kalabalığı deli miydi? O kâfir ve müşrikler akıllarını mı kaybetmişlerdi ki, önce kendi tanrıçalarının methini duyunca sevinçten uçar gibi oldular, ama bundan sonra aynı tanrıçaların sürekli olarak kötülenmesi, eleştirilmesini tamamıyla görmezlikten geldiler. Onlar sağır mıydı, yoksa dilsiz mi? Yoksa onlar sadece tanrıçalarının övgüsünü duydular da, sonra onların lanetlenmesini işitmediler ve tepki göstermediler mi ki toplantının sonunda hep beraber secdeye gittiler! Sadece bu da değil, Necm Sûresinin bundan sonraki bölümlerinde ve sonuna kadar putperestlik ağır bir dille yerilmiş ve tarihten sapık ve putperest milletlerin örneği verilerek Kureyşli kâfirlerin doğru yola gelmeleri istenmiştir.217 Kureyşliler bütün bunları sessizlik içinde dinledikten sonra, sûrenin başındaki sadece bir cümle yüzünden "Bugün bizimle Muhammed arasında kavga bitti" diyebilirler miydi?218

·        7. İlk defa olarak işittikleri bir şeyden nefret etmek ve meydana gelen en küçük fitneden yararlanarak mü'minleri şüpheye düşürmek için Hz. Peygamberin sözlerine kendi sözlerini karıştırmak ve mü'minlerin nefis ve Revalarına tâbi olduklarından ve Allah'tan başka putları da övdüklerinden sözederek ayıplamak ve onların üzüntülerine sevinmek ve Müslüman göründüğü halde kalblerindeki hastalık sebebiyle en küçük bir şüpheden dolayı dinden dönmek münâfıklarm ve inatçı müşriklerin’ ve mü'minlerden de imanı henüz zayıf ve cahil olanların adetleri olduğu halde böyle bir şeyin meydana geldiği asla nakledilmemiştir. Eğer bu hikâye doğru olsaydı onun sebebiyle Kureyş'in mü'minler üzerinde baskı kurmaları ve Yahudilerin de "Muhammed müşriklerin tanrılarını meth ve onların Allah'a vesile olduklarını itiraf etti" diyerek mü'minlere karşı delil açısından galip gelmeleri tabii idi.219

Kısaca, Fahreddin Razî (V. 606), "Bu kıssa zahiriyyundan olan müfes-sirlerin rivâyetidir. Ehl-i tahkik bunun uydurma ve batıl olduğuna hükmetmişler ve buna karşı Kur'ân ve Sünnet ve makul sözlerle delil getirdiler" dediği gibi, Kadî Beydâvî (V. 691) dahi bu rivâyetin muhakkikler nezdinde merdud olduğunu beyan etmiştir. Kadı lyaz (V. 544) ise, "Buna ve buna benzer şeylere ancak her garip olan şeye karşı aç gözlü olup kitaplarında sahih ve zayıf her şeyi iktibas eden tarihçi müfes-sirler düşkünlük gösterdiler" demiştir.220

·        9. İddialara göre, Resulullahı serzeniş etmek ve uyarmak üzere İsrâ Sûresinin ilgili âyeti inmiştir. Ama İsrâ Sûresinin Mirac'tan sonra indiği bilinmektedir. Muteber rivâyetlere göre Mi'rac, Nübüvvetten sonra 11. veya 12. yılda meydana gelmiştir. Bundan çıkan sonuç şudur: Allah'ın tekzibi 5-6 yıl sonra yapılmıştır! Teselli olarak indiği söylenen Hacc Sûresinin 52. âyetinin ise bütün sûre ile birlikte Medine'ye hicretten sonra yani 1. Hicrî yılda indiği bizzat sûrede işlenen konunun ifade tarzından anlaşılıyor. Demek ki, Allah'ın tekzib ve uyarısından sonra da 2-2,5 yıl geçtikten sonra Cenâb-ı Allah'ın Resulullahı affettiği ve olayın, şeytanın bir oyunuyla meydana geldiği beyân olunmuştur! Aklı başında olan bir kişi, Allah'ın kelâmına şeytanın veya şahsî sözlerinin karışmasından 6 yıl sonra tekzip ve uyarının yapıldığını ve bu fiilin affının ya da sözü edilen karışık sözlerin iptalinin 9 yıl sonra yapıldığını kabul edebilir mi?221

·        10. Bir Müslüman bu hikayenin ravilerinin şeytan tarafından aldatıldığını daha kolaylıkla kabul edebilir, ama Hz. Peygamberin kendi nefsinin isteğiyle Kur'ân-ı Kerime birtek-kelime eklemiş olduğuna inanamaz. Bir Müslüman Hz. Peygamberin bir an bile tevhid'e biraz şirk katarak kâfirleri memnun etmek istediğini, ya Allah'ın, kâfirlerle barışması için bazı emir ve hükümler gönderdiğini düşündüğünü, ya da vahyin kendisine şüpheli ve şâibeli bir şekilde geldiğini ve Cebrâil'in sözlerine şeytanın karıştığını kendisinin farketmediğini düşünemez. Bu gibi zan ve düşünceler Kur'ân-ı Kerimin her satır ve kelimesine büs bütün aykırıdır. Bu tür ihtimal ve iddialar Müslümanların Kur'ân-ı Kerim ve Hz. Peygambere olan iman ve bağlılıklarıyla da ters düşüyor. Sadece senet ve kaynakların çokluğunu görerek Cenâb-ı Allah, Kur'ân-ı Kerim ve Hz. Peygamber hakkında böylesine tehlikeli, zararlı ve yaralayıcı hikaye ve olaylara inananlara pes doğrusu!222

·        11. Aynı şekilde, âyet olduğu ileri sürülen o uydurma iki cümle, putlara Kıyamet günü şefaat yetkisi tanıyor. Bu ise, Kur'ân'ın, Allah katındaki makamı ne olursa olsun hiçbir varlığa atfetmediği bir yetkidir. Uzağa gitmeye hiç gerek yok. Bizzat Necm Sûresinde yer alan ve sözde iki âyetin bulunduğu ileri sürülen yerden sadece ve çok kısa beş âyet sonra gelen bir âyeti dinleyelim: "Göklerde nice melek var ki onların şefaatleri, dilediği ve hoşnut olduğu kimse için Allah'ın izin vermesi dışında, bir işe yaramaz"223. Melekler hakkında bile böyle buyu-rulmuşken, nasıl olur da, âyet oldukları söylenen uydurma iki cümleden biri, sözü edilen üç putun şefaatleri ümit edilmeye değer olduğunu, hem de Allah'ın iznine bağlamaksızm, söyleyebilir?224

·        12. Önemli bir nokta da şudur: Tereddüd ve kararsızlık hiçbir zaman Hz. Peygamberin ahlâkı olmamıştır ki bu olayda da "yolun yarısında kararsızlığa düşmüş ve az önce ortaya koyduğu prensiplerinden dönüş yapmıştır" denilebilsin. Aksine onun dinine bağlılığındaki salabeti, kuvvetli bir iman ve ideali dillere destan olmuştur. Hatta, insanın, daha önce aldığı kararları tekrar tekrar gözden geçirme gereğini duyduğu savaşta dahi Hz. Peygamberin en ufak bir tereddüt ve kararsızlık gösterdiği nakledilmemiştir. Nitekim, kendisi şehirde durup müdafaa savaşı yapmayı daha uygun gördüğü halde, Ashabın büyük çoğunluğunun Medine dışına çıkıp meydan savaşını istediği Uhud savaşı öncesinde, çoğunluğun görüşüne uyarak zırhını giyip Kureyş Müşriklerini dışarıda karşılamaya çıktığında, karşı görüş bildiren Sahabiler pişman olarak kendisine müracaat etmişler, fakat o geri dönmeyi reddederek şu meşhur sözünü söylemiştir: "Bir peygamber, zırhını giydikten sonra savaşmadıkça onu çıkarması kendisine yakışmaz."225 Daha önce de Mekke döneminde amcası Ebû Talib tekrar tekrar kendisine ricada bulunarak putlara ve putperestlere karşı tutumunu biraz yumuşatmasını istediği ve bu isteğe karşı onun verdiği cevap meşhurdur.226

Artık adı geçen amcası bunca yıl kendisini destekledikten, (Ebu Le-hep müstesna) Müslümanıyla, kâfiriyle Haşim oğulları onun yanında yer aldıktan, bu uğurda Şi'b-i Ebî Talib'de aylarca kuşatma ve ambargoya katlandıktan sonra mı bu çirkin geri dönüşü yapacak?! Hem de ne zaman? Islâm, Hattaboğlu Ömer227 ve Abdulmuttaliboğlu Hamza gibi Mekke'nin iki kahramanıyla güçlendikten ve Müslümanlık civar kabileler arasında yayılmaya başladıktan sonra! Öte yandan onu bu tavize zorlayan neydi ki? Oysa o sıralarda Kureyş'in ileri gelenleri tarafından elçi olarak gönderilen Utbe bin Rebi'a adeta altın bir tepsi içerisinde kendisine servet ve reislik sunmuş, o ise, bunu reddetmiş ve Utbe'nin yüreğini titreten Secde Sûresinin başındaki âyetleri okumakla yetinmişti. Bunun üzerine son derece etkilenen Utbe, kendisini gönderen arkadaşlarının yanına apayrı bir yüz ifadesiyle dönmüştü.228

·        13. Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hiçbir zaman Tevhid konusunda tavizkâr davranmamıştır. Hatta, Arap kabileleri peşpeşe İslâm çağrısı karşısında safdışı kaldıkları ve Allah'ın dininin hiç kuşkusuz galip geleceği açıkça görüldüğü zaman bile bu tutumu devam etmiştir. Hz. Peygamberin şirke ve müşriklere taviz vermediğinin diğer bir delili de Sa-kif kabilesinin, putlarına bir ay olsun müsaade edip ondan sonra dilediğini yapacaklarına ilişkin müracaatlarını kabul etmemesidir.229 Çoğu zaman ve pek çok meselede tedriciliği esas aldığı bilindiği halde bu konuda tedricilik yoluna gitmek istememiştir. Kendisinin bizzat ve Kur'ân'mda (!) yer vermek suretiyle Lat, Uzza ve Menat'ı tazim ve şefaatlerinin ümit edildiğini itiraf etmesinden bin kere daha hafif olmasına rağmen böyle bir müracaatı kabul etmemiştir. Oysa bu müracaat, onun hayatının son dönemlerine rastlamıştır. Güç ve kuvvetle dizginleri tamamen eline almıştı ve bir daha putperestliğe dönüşün sözkonusu ola-mayacığım kesin olarak biliyordu. Hal böyle iken, nasıl olur da daha yolun başındayken ve canla başla, hiçbir taviz vermeden ve cesaretle davasını savunması gerektiği bir dönemde müşriklere putperstliklerine devam izni verebilir? Sonra, Müslüman oldukları için Kureyş'in eziyet ve işkencesinden kaçarak Habeşistan'a hicret eden tabileri kendisinden daha mı cesurdular? Oysa onlar, bunca belalara karşı sürekli olarak kendisinden güven, iman ve sabır bekliyorlardı. Fiilen de, Necaşî'ye gönderilen iki Kureyş elçisinin bizzat Necaşî ve patriklerinin huzurunda düzenledikleri komploya karşı sarsılmadan direnmişler. Nitekim, Kral'm huzuruna, dinleri ve Hz. İsa hakkmdaki inançlarını anlatmak üzere getirilmişler, garip, kimsesiz ve mihmandarlarının duygularını okşamaya son derece muhtaç olmalarına rağmen, hile yollu ve vaziyeti idare etme kabilinden olsun İslâmın Hz. İsa (a.s) hakkındaki görüşünden bir tek kelime olsun gizlememişlerdir.230

·        14. İbn Saib el-Kelbî (V. 146), el-Asnam adlı eserinde, Kureyş'in Kabe-yi tavaf ederek şöyle dediğini belirtir: "Lat hakkı için! Uzza hakkı için! Onlar yüksek turnalardır onların şefaatleri umulur. Üçüncüleri Me-nât hakkı için!" Yine Kureyşliler şöyle diyorlardi: "Şüphesiz onlar, —haşa-Allah'm kızlarıdır. Onun nezdinde şefaat edeceklerdir." Bunun üzerine Allah, Elçisini gönderince ona şunu indirdi: "Gördünüz mü o Lat ve Uzza'yı? Ve üçüncüleri olan ötekini, Menât'ı? Demek erkek size, dişi Ona öyle mi? O zaman bu insanfsızca bir taksim! Bunlar (putlar) sizin ve atalarınızın taktığı isimlerden başka bir şey değildir. Allah onlar hakkında hiçbir delil indirmemiştir"231. Öyle görünüyor ki, zındığın biri bu rivâyeti alıp tahrif etmiştir. Kureyş'in putları hakkmdaki sözlerini Hz. Peygamber söylemiş gibi göstermiştir.232

·        15. Rodinson'un bu konuda yazdıklarını okuduğumuzda bu iki âyeti duyar duymaz Müslümanların ve müşriklerin sevinçlerinden hep birlikte secdeye kapandıklarını görürüz.233 Biz iki tarafın da bu iki âyet okunduğunda niçin ve nasıl secde ettiklerine bir mana veremiyoruz. Arap müşriklerinin putlarına secde ettikleri kaynaklarda yer almamaktadır. İşte Kur'ân-ı Kerim, işte Arap Yarımadasındaki putperestliği detaylı olarak ele alan İbn Hişam, yine işte bu konuda "Kitabül'-Asnam" adlı müstakil bir eser yazmış olan İbnu'l-Kelbî! Bütün bu kaynaklar istenildiği gibi araştırılıp incelensin. Bir müşrikin, putu için secde ettiği bulunamayacaktır. Müşrikler, kutsal bildikleri taşların, putların ve Kabe-nin etrafında dolaşır tavaf ederlerdi. Putları için evler yapar, bu evlerde "sedene" dedikleri kimseleri görevlendirirlerdi. Putlarına hediyeler sunar, kurbanlar keserek onlara manen yaklaşmaya çalışırlardı. Hayvan ve ekinlerinden bir kısmını onlara ayırır, uzak yerlerden onları ziyarete gider, yanlarında saçlarını tıraş eder, onlara el ve yüz sürer, çevrelerini koruma altına alırlardı. Yanlarında fal oklarıyla kur'a çeker, onlara yemin eder, Lât, Menât... vs'nin kulu anlamında Abdullât, Abdulmenât... gibi isimler alırlardı. Fakat sözü geçen kaynakların hiçbirinde müşriklerin Kabe'dekiler dahil hiçbir put ve saneme secde ettikleri belirtilmemiştir. Putların yanında ve bizzat onlara secde etmedikleri halde, nasıl olur da bir Kur'ân âyetinde sadece Lât, Menât ve Uz-za'nın adını duymakla secdeye kapanırlar!234

Peki o iki sözde âyeti işittiklerinde Müslümanları secde etmeye iten neydi? Bu iki sözde âyet, secde âyetleri değil ki? Kur'ân'daki secde âyetleri belli ve bu âyetlerin bir özellik ve kuralı var. Sözü edilen ri-vâyete göre indiği söylenen o iki âyet bu özellikleri taşımamakta ve bu kuralın altına girmemektedir. Onlardan sonra gelen âyetlerin, bu sözde iki âyette yer alan secde emrini neshettiği de söylenemez. Çünkü bunun için hiçbir gerekçe gösterilemez. Hayret edilecek bir durum da şu ki, Müslümamyla müşrikiyle bütün Kureyş'in bu iki âyeti işitir işitmez secde ettiğini belirten bu hikayeyi büyük bir özen ve hararetle nakleden Rodinson, daha birkaç sayfa bile geçmeden dönüş yaparak Hz. Muham-med'in bu tavizden vazgeçişini, Müslümanların buna karşı koymalarına ve direnmelerine bağlıyor.235 Bu da asla olmayan bir şeydir. Acaba rivâyette bundan daha çirkin -bir çelişki düşünülebilir mi?

İnsanın akima şöyle bir soru gelebilir: Bu kadar büyük isimlerin hepsi bir konuda nasıl yanılmış olabilirler? Bu hikâyenin hiçbir aslı astarı yoksa, bu kadar çok mu'teber ravî ve bu kadar tanınmış tarihçiler, nasıl Hz. Peygambere ve Kur’ân-ı Kerime böyle korkunç ve ciddi bir suçlama ve iftirada bulunabilirler?" Bu sorunun cevabını biz yine hadis kaynaklarımızda bulabiliriz. Buharî, Müslim, Ebu Dâvud, Nesâî ve Müsned-i Ahmed'te bu hikaye gerçek şekliyle anlatılmıştır. Bütün hikâye, Hz. Peygamberin Necm Sûresini tilâvet etmesi ve bunun sonunda secde edince toplantıda hazır bulunan bütün Müslüman ve müşriklerin secde etmesinden ibarettir.236 Bunda aslında hayret edilecek bir şey yoktu ve pek garipsenmemeliydi. Zira evvelâ Kur'ân-ı Kerimin bizatihi son derece tesirli ve büyüleyici bir üslubu vardır. Üstelik, Hz. Peygamberin mübarek ağzıyla okunmasının bu etkiyi daha da arttıracağı unutulmamalıdır. Bu iki faktörün birleşerek toplantıdakileri büyülediği ve secdeye gitmelerine sebep olduğu pek uzak bir ihtimal değildir. Zaten bundan dolayıdır ki Kureyşliler, Hz. Peygamber'e sihirbaz ve büyücü gibi lakaplar takıyorlardı. Bundan sonra sanılıyor ki, Kureyşliler bir anlık dalgınlıklarından dolayı pişmanlık duydular ve onlardan bazısı buna bir gerekçe bulmaya çalıştılar ve dediler ki: "Vallahi biz bunu yapmak istemiyorduk, ama biz Hz. Muhammed'in ağzından mabudlarımızı öven bazı sözler duyduktan sonra secdeye gittik237 Diğer tarafta bu olay, Habeşistan'daki Müslüman muhacirlere, "İslâm ile küfr arasında sulh temin edildi" diye ulaştı; zira görgü tanıkları, müşrik ve Müslüman herkesin aynı anda secde ettiklerini görmüşlerdi. Bu söylenti öylesine yoğunlaştı ki Habeşistan'daki muhacirlerin hepsi değilse de, çoğu Mekke'ye dönmüş oldu. Bu olaydan sonra, aradan geçen yüz yılda, Ku-reyşlilerin secde etmesi olayı bu secde ile ilgili Kureyşlilerin ileri sürdüğü gerekçe ve Habeşistan'daki Müslümanların yurda dönüşü, hepsi bir araya gelip gerçek bir olay şeklini aldı ve bazı çok mümtaz alim, tarihçi, ve müfessir bunu kabullenmek zorunda kaldılar. İnsan insandır. En bilgili ve imanı en kuvvetli kişi bile hataya düşebilir."238

·        2. Kur'ân'a Karşı Tutumuna Dayalı Deliller

·        a. İlk Vahiy Karşısındaki Tepkisi

Kendisine ilk defa vahiy nâzil olduğu zamanki tutumu, onun doğruluğuna tartışma götürmez bir delildir. Önce bu konudaki tarihî belgeyi kaydedelim ve üzerinde gerekli değerlendirmeyi yapalım. Vahyin başlangıcının nasıl olduğunu bize en güzel bir şekilde anlatan Hz. Aişe şöyle demektedir:

"Resulullaha vahiy, ilkin uykuda gördüğü sâdık rüyalar ile vaki olmuştur; o sırada gördüğü her rüya sabah aydınlığı gibi aynen çıkardı. Sonra uzlet ve yalnızlık kendisine sevdirildi. Hira'da inzivaya çekilip birkaç gün boyunca ibadet ediyor, sonra ailesine dönerek tekrar birkaç günlük azığını alıp gidiyor, böylece aynı işi tekrarlıyordu. Nihayet hak, ona beklemediği bir anda geliverdi. Hira mağarasında iken ansızın melek kendisine gelerek 'Oku!' dedi. O, 'Ben okumak bilmem' diye cevap verdi. Resulullah diyor ki: 'Beni tutup canımı acıtacak derecede sıktı, sonra serbest bırakıp 'Oku!' dedi. 'Okumak bilmem' dedim. Tekrar tutup üçüncü defa sıktı ve bırakıp: 'Yaratan Rabbinin adıyla oku, insanı bir alâk'tan yarattı.239 Oku, Rabbin o en büyük keremkârdır ki, insana kalemle (yazıyı) öğretti, insana bilmediklerini öğretti.240 Resulullah, kalbi ürperti içinde döndü. Huveylid'in kızı Hatice'nin yanma girip, 'Beni örtün, beni örtün' dedi.241 Örttüler, derken korkusu zâil oldu. Sonra Hatice'ye: 'Kendimden endişe ediyorum' deyince o: 'Hayır, hayır. Endişe etme; vallahi, Allah seni hiç utandırmaz, zira sen yakınlarını gözetir, darda kalanlara yardımcı olursun, muhtacı giydirirsin, misafiri sevip ikram edersin ve kötü gün dostu olarak musibetzedelere, düşkünlere yardım edersin' diye cevap verip teselli etti. Bundan sonra Hatice, Hz. Peygamberi alıp amcazadesi Varaka b. Nevfel'e götürdü. Bu zat câhiliyye çağında Hıristiyan olmuş, İbraniceyi bilir ve Incil'den nasibi nisbetinde bir şeyler yazardı. O günlerde gözleri kör idi. Hatice Varaka'ya, 'Amcam oğlu, dinle bak, kardeşinin oğlu ne söylüyor?' dedi. Varaka, 'Kardeşimin oğlu, ne var?' deyince, Resulullah başından geçenleri anlattı. Bunun üzerine Varaka, 'Bu gördüğün, Allah'ın Musâ'ya indirdiği Nâmûs-u Ekber'dir. Keşki senin davet günlerinde genç olsaydım da kavminin seni çıkaracakları zamanı görseydim' dedi. Allah'ın Resulü de, 'Onlar beni çıkaracaklar mı?' diye sordu. O da, 'Evet, senin gibi bir şeyle gelen hiçbir kimse yoktur ki düşmanlığa uğramasın, şâyet senin davet günlerine yetişirsem, sana yardım ederim' diye cevap verdi..."242

Görüldüğü gibi Hz. Peygamber, Hira mağarasında gördüğü manzara ve aldığı telkin konusunda korku ve telaşa kapılmış, bu vahyin kaynağı hakkında tereddüt göstermiş ve bundan dolayı büyük bir endişeye maruz kalmıştır. Telâş ve tedirginlik içinde evine dönerek, eşi Hatice'ye, "Beni örtünüz, beni örtünüz" demiş. Hatice ise onun güzel ahlakından bazı örnekler vererek, böyle bir insanı Allah'ın mahcup ve perişan etmeyeceğini söyleyerek teselli etmiş, bununla da yetinmeyerek, durumun gerçek mahiyetini tahkik etmek için amcasıoğlu Varaka bin Nevfel'e götürmüştür. Varaka da olayı bizzat Hz. Peygamberin ağzından dinledikten sonra, kendisine gelenin melek olduğunu ve durumunun Hz. Mu-sâ'nmkiyle aynı bulunduğunu söyleyerek onu müjdelemiştir. Konumuzla ilgili olarak bundan çıkarılacak ders ise şudur: Peygamber, kendi dışından bir kuvvet tarafından, adeta yakalanıp, kendisinin rağmma, bir elçiliğe memur edilmiştir. Bu durum birçok peygamberin bi'setinde de görülmüştür. Hz. Peygamberin, vahyi getiren meleğe: "Ben okumak bilmem" demesinde, onun kaçma arzusu görülebilir. Duyduğu sesin, gördüğü manzaranın ve gelen meleğin mahiyetinden emin olmak için sarfettiği gayret de bunu gösterir.

Eğer Resulullah, Hz. Cebrail ve vahiy konusunda —haşa— yalancı olsaydı, önünde büyük bir yalan alanı vardı. Dilediği gibi bu meydanda dolaşır ve at koşturabilirdi. Eğer—haşa—samimiyetsiz ve yalancı olsaydı, Cebrail'in üç kez kendisini sıkıp neredeyse canının çıkacağını söylemek yerine, dostça yanma gelip şefkatle elini tuttuğunu; mahiyetini ve amacını bilemediği "Oku!" şeklindeki kesin ve beklenmedik emir yerine arkadaşça sohbet ettiğini söylemesi gerekirdi. Aynı şekilde öyle bir durumda, mütebessim ve sevinçli bir biçimde evine dönmesi daha uygun olurdu. Değil mi ki, Alemlerin Rabbinden kendisine vahiy geldiğini söylüyordu? Öyleyse O Yüce Rab, kendisini dost ve elçi seçmişti. Öyleyse bu geniş yalanın mantıkî sonucu da en az onun kadar büyük başka bir yalan olması gerekirdi ki, Rabbinin nasıl da bizzat kendisine göründüğünü, yüzyüze konuştuğunu, omuzlarını okşadığını... —ve daha bunlar gibi yalancı deccallara daha çok yakışan, kaypak ruh ve akıl sahiplerinin ağzına daha layık hezeyanlar—söylerdi.243

Yine şâyet Hz. Muhammed  (salla’llâhü aleyhi ve sellem) öteden beri kendisinin peygamber olacağını tasarlamış olsaydı, kendisi gibi bir insanın nebi olması gerektiğine inansaydı ve kendisine bir melek gelsin diye bir mağarada yalnız başına ibadet ve murakabede bulunmuş olsaydı, gâyet tabii ki Hira mağarasındaki olay cereyan ettiği zaman büyük bir sevinç içinde yerinden fırlar, sevinç çığlıkları atar, mağaradan kurşun gibi çıkıp eve gelir ve herkese bağıra bağıra kendisinin peygamber olduğunu ilan ederdi. Fakat, gördüğümüz gibi burada durum bambaşka idi ve kendisi hayli heyecanlı, şaşkın ve sarsılmış bir durumda idi. Titreyerek eve geldi ve yorgana sarılıp sessizce yattı. Biraz sonra kendine gelir gibi olunca hayat arkadaşına sırrını açıkladı, kendisine bir şeyler olduğunu, hayatının tehlikede olduğunu belirtti. Peygamberliği öteden beri bekleyen bir kişinin tepkisi böyle mi olmalıydı? Tabii ki hayır."244

Öte yandan Hz. Hatice'nin olayı duyunca gösterdiği tepki de Hz. Mu-hammed'in daha önce bir peygamberlik beklentisi içinde olmadığını gösteriyor. Şöyle ki:

Bir kadın kocasına en yakın kişidir. Kocasının hayat, yaşantı, huy, zevk, karakter ve duygularını en iyi bilen odur. Eğer Hz. Hatice, kocasının peygamberliğe aday olduğunu ve her zaman kendisinin bir meleği beklediğini bilmiş olsaydı, Hz. Peygambere verdiği cevap herhalde çok farklı olacaktı. O gâyet doğal olarak diyebilirdi ki: "Kocacığım, neden korkuyorsun? Korkulacak ne var? İstediğin bu değil miydi? Sen peygamber olmak istemiyor muydun? İşte muradına erdin. Sen bir yandan peygamberlik tezgâhını aç, ben de bir yandan adak, hediye ve paraları toplayayım ve böylece ikimiz de zengin oluruz." Fakat biz ne görüyoruz? Hz. Hatice, on beş yıllık evlilik hayatında Hz. Mu-hammed'in ne gibi bir insan olduğunu çok iyi anlamıştı. Aralarındaki samimiyet ve sevgi Hz. Muhammed'in doğru ve dürüst bir insan olduğunu ortaya koymuştu. Kendisinin yalan söylemeyeceği ve herhangi bir sahtekârlıkta bulunmayacağı kesindi. Hz. Hatice, kendisine bir şeytanın gelmeyeceğini de çok iyi biliyordu. Cenab-ı Allah'ın kendisini bir azaba sokacak çetin bir sınavdan geçirmeyeceğini, gördüklerinin doğru olduğunu pek iyi biliyordu.245

Aynı durum Varaka bin Nevfel için. de geçerlidir. Varaka yabancı bir kişi değildi. Aksine Resulullahm sülâlesinden bir kişi olup hanımının amcasıoğluydu. Ayrıca ilim ve irfan sahibi bir Hıristiyan olarak da peygamberliğin, kitabın ve vahyin ne olduğunu çok iyi biliyordu. Bu hususta yapılacak asılsız ve çürük bir iddiayı reddedecek bir durumda idi. Yaşı hayli büyük olduğu için do tecrübe sahibi biriydi ve Hz. Muham-med'in bütün ömrü gözünün önünde geçmişti. Varaka bin Nevfel de Hira vakasını duyduktan sonra kendisine gelenin Hz. Musa'ya gelen melekten başkası olmadığım tereddüt etmeden söyledi. Zira burada da durum Hz. Musa'nmki gibiydi. Hz. Muhammed, tıpkı Hz. Musa gibi saf, temiz ve her şeyden habersiz iken peygamberlik makamına getirilmişti. Peygamberliğe hevesli olmak şöyle dursun, böyle bir şeyin vuku bulacağını aklının köşesinden bile geçilmemişti. Bu apaçık durum, Varaka bin Nev-fel'in de, Hz. Muhammed'in şeytanın bir oyununa gelmediğine, doğru ve temiz karakterinden dolayı herhangi bir art niyeti ve ihtirası olmadan nihâî hakikati bulduğuna inanmasına sebep olmuştu.

Gerçeği ve doğruyu kabul eden bir kişi için Hz. Peygamberin bu durumu hiç de şaşırtıcı olmasa gerektir. Zaten bu yüzden bu durum Kur'ân-ı Kerimde defalarca misal olarak gösterilmiştir.246

Hz. Muhammed'in bu olaydan önce hiçbir zaman peygamberlik hevesi taşımadığının diğer bir delili de, peygamberliğini ilan ettiğinde müşriklerin tutumudur. Gerçekten de müşriklerden hiç kimse çıkıp da: "Ben zaten tahmin etmiştim, bu kimsenin peygamberlik iddiasında bulunacağı öteden beri belliydi" demeye cesaret edemedi.247

Biz bu delili, yalnızca Müslüman olduğumuz için ileri sürmüyoruz. İngiliz müsteşrik Alfred Guillaume bile Hz. Muhammedin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) peygamberliğine inanmadığı halde bu olayı onun samimiyetine ve Hira mağarasında kendisine görünenlerin kuşku götürmez bir gerçek olduğundan emin olma isteğine delil olarak değerlendiriyor248. Was-hington Irving de, aynen bu ölçüyü Hz. Muhammed'in doğruluğuna, bir çeşit vehim olabileceği düşüncesiyle olayı hemen kabul etmek istemediğine delil olarak ileri sürüyor249. Hatta hiçbir ruhî güce inanmayan, herşeyi maddî ortama ve bu ortamın insan psikolojisi üzerindeki etkisine bağlayan Marksist Mazime Rodinson bile yukarıdaki noktaya açıkça dikkat çekmekten kendini alamıyor. Nitekim Rodinson, Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem), kendisine gelen şeyin Allah'ın vahyi olduğuna kesin kanaat getirmeden önce uzun bir süre tereddüt geçirdiğini kabul ediyor.250 Bu tereddüt ve bu gerçeği öğrenmeye yönelik şiddetli arzu, Hz. Muhammed'in vahiy gelmeden önce, peygamber olmaya yönelik bir beklenti içinde olmadığına reddedilmesi imkansız kesin bir delildir. Bu da, bazı müsteşriklerin hiçbir delile dayanmadan, Hacer-i Esved'i yerine yerleştirmesi olayının, Hz. Muhammed'i, peygamberlikle görevlendirileceğine inanmaya sevkettiği şeklindeki iddialarım çürütüyor.251 Çünkü, sözkonusu müsteşriklerden hiçbiri, Hz. Muhammed'in hayat ve icraatından buna en ufak bir delil bile getiremediği gibi, Kureyş'in, Hacer-i Esved'i eski yerine yerleştirmeye ilişkin anlaşmazlıklarını çözmek için, tamamen bir tesadüf sonucunda Hz. Muhammed'ten yardım istemeleri,252 mantıkan kendisini, bunu ileride herhangi bir İlâhî misyonla görevlendirileceğine bir işaret olarak görmeye sevketmesi mümkün değildir. Hz. Muhammed'in aklı, sebepler ve neticeleri arasındaki ilişkiyi görmek konusunda böylesi tutarsızlık ve zayıflıklardan münezzehtir.253

·        b. İlk Dönemde, İnen Âyetleri Hızlı Hızlı Tekrarlayıp Ezberlemeye Çalışması ve Vahiy Esnasındaki Hali

Vahyin başlangıcında Resulullah, Kur'ân nâzil olduğunda, unutmak endişesiyle, vahyedilen metni, kendi kendisine acele acele tekrarlar, dudaklarını depretirdi254. Halbuki sözü hatırında tutma işinde, gerek nübüvvetini ilandan önce gerek sonra böyle bir adeti yoktu. Keza Arap-lar arasında da bu adet mevcut değildi. Onlar, sözlerini içlerinden geçirerek hazırlıyorlardı255. Kur'ân, onun kendi varlığından kaynaklansaydı, onu söyleme tekniğinin de şahsî ve kavmî adete uyması, görüşünü olgunlaştırmak ve fikrini açık seçik hale getirmek üzere uzun uzadıya düşünmekle dolu sükût seansları geçirmesi gerekirdi. Ama iş böyle değildi. O, ansızın kendisini bir öğretimle karşı karşıya buluyor, bu rehber birden gelip sür'atle kayboluyordu. Öyle ki—peşine düşse bile—tefekkür, kaçırdığı bilgiyi hatırlama konusunda işe yaramıyordu. Kendisine bildirilenleri harfiyyen tekrar etmesi gerekiyordu. Karşı karşıya kaldığı bu yeni durumda, ister istemez, alışmadığı bu işi yapması, bir harf dahi kaçırmamak için büyük bir hırs göstermesi lazımdı. Nihâyet Allah Tealâ şu sözüyle vahyi koruma işini taahhüd etti: "Onu tekrarlamak için (Henüz Cebrâil sana vahyi bitirmeden) dilini depretme. Onu senin kalbinde toplamak ve (sana) okutmak Bize aittir"256, "Sana vahyedilmesi henüz tamamlanmadan, Kur’ân'ı acele okumaya kalkma. 'Ya Rabbi ilmimi artır' de."257

Yine A'la Sûresinde de Hz. Muhammed'in vahiyleri ezberlemek için telaşlanmasına gerek olmadığı ve icabında bunların kendisine tekrarlanacağı şöyle bildiriliyor: "Sana (Kur’ân'ı) okutacağız; artık Allah'ın dilediği hariç, sen hiç unutmayacaksın. Şüphesiz Allah, açığı ve gizleneni bilir."258

Ayrıca kendisine ne zaman Kur’ân nâzil olursa, mübarek çehrelerinde değişik bir durum meydana geldiğini çoğumuz biliriz. Bu esnata onun maruz kaldığı hal, yanındakilerin meçhulü değildi. Etrafındakiler, birden bire onun yüzünün kızardığını, onu şiddetli bir halin sardığını, derken inci taneleri gibi ter döktüğünü, mübârek bedenlerinin son derece ağırlaştığını, hatta meselâ bu sırada deve üzerinde bulunuyorsa devenin çöktüğünü, yüzünün yanında arı uğultusuna benzer bir sesle daha değişik sesler işitildiğini259 sonra çok geçmeden o şiddet halinin açılarak vahyedilen yeni bir Kur’ân parçası okuduğunu bildirirler.260

Bu hadisenin unsurlarına kısaca göz atacak olursak, sun'î olmasının mümkün olmadığını kolaylıkla anlarız. Peygamber Efendimizin mübarek yüzünün etrafında işitilen sesleri düşünürsek, o seslerin şahsı ile ilgili olmadığı iyice anlaşılır. Kezâ sun'i olsaydı, istediği zaman, alışmış olduğu bu usulle yeni bir vahiy getirebilmesi gerekirdi. Oysa daha önce de işaret edildiği üzere, bazan en şiddetli ihtiyaç zamanlarında çok istediği halde vahye mazhar olamamış,261 ancak Allah Tealâmn dilemesi halinde vahiy gelmişti. Demek bu ihtiyarî olmayan bir haldi.262

Acaba bu hal bir uyku hali miydi? Bu halin tezahürlerini bir kez daha tetkik ettiğimizde bunun, uyku ihtiyacı sırasında, insana arız olan tabiî uyku sâiki arasında uzak bir mesafe bulunduğunu görürüz. Zira vahiy hali bazan ayakta dururken, bazan oturmuş vaziyette iken, gâh yürürken, gâh binek üzerinde iken, bazan sabah, bazan akşam vakti, gâh ashabiyle sohbet ederken, gâh düşmanlarıyla konuşurken ârız olabiliyordu. Ona birden gelip birden ayrılıyor, çok kısa bir an içinde geçip gidiyordu.263 Yoksa uyuklayan kimseye arız olan uyku gibi, yavaş yavaş ilerlemiyordu. Keza vahiy haline bir takım garip sesler refakat ediyordu264 ki uyku sırasında ne ondan, ne de diğer insanlardan böyle sesler işitilmesi vaki değildir. Hülasa, ondaki vahiy hali gerek konumunda, gerek vakitlerinde, gerek şekillerinde ve gerekse bütün tezahürlerinde uyuyan kimsenin halinden tamamen başka bir hal idi."265

Ayrıca bu halle marazî belirtiler ve asabî nöbetler arasında tam bir tenakuz olduğunu görüyoruz.266 Marazî ve asabî durumlarda yüz sararır, parmak uçları gibi vücudun uç tarafları soğur, dişler birbirine çarpar, edep yerleri açılır, akıl nuru gizlenir, cehalet karanlığı hakim olur, hasta ne yaptığını bilemez. Halbuki vahiy esnasında Hz. Peygamber'in bedeninin kuvveti fazlalaşır, rengi açılır ve parlar, vücudunun harareti artardı. Ayrıca bu hal, zulmetin değil nûrun, cehâletin değil ilmin kaynağı olurdu. Daha doğrusu o durumda öyle bir ilim ve nûr gelirdi ki bütün akıllar ondaki hikmete hayran olur, bütün nurlar yanında zayıf kalırdı.267

Demek ki biz, ne zuhurunda ne de gizlenmesinde mazharmm hiç rolü olmayan bir ışıkla karşı karşıyayız. Acaba bu ışığın gerçek kaynağı nedir? Bu kaynak Hz. Muhammed'in benliği olabilir miydi? Ondan kaynaklansaydı, her zaman feyezan etmesi, uyuklama veya baygınlığa benzeyen ve şeffaf bir bulut gibi onu saran kısa lahzalarda olmaktan ziyade, normal uyanıklık ve tefekkür zamanlarında olması gerekirdi. O halde, bu bulutun ötesinde, Hz. Muhammed'in ruhunu (varlığını) zaman zaman gıdalandıran nurânî bir kaynak bulunması lazımdır. Bu nûr menbamdan gelen feyiz onu, mahdut şiir ufkundan yüceltmekte, dilediği ilimlere mazhar etmekte, sonra da müteakip buluşmaya kadar onu ilimle dolu tekne halinde sahilde bekleyen bizlere göndermektedir. Aym ışığı, güneş karşısındaki durumuna bağlı olarak değişir. Bundan dolayı insanlar Aym ışığının kendinden olmayıp, onu güneşten aldığına inanırlar. İşte bu nübüvvet kamerinin nûrunun da, görmedikleri fakat eserlerini ve nûrlarını müşahede edip durdukları güneşin ışığının yansıması olduğuna inanmaları gerekir. Gerçi bu güneşi gündüz ortasında görmediler; insanların anlayabileceği tarzda sözünü kulaklarıyla işitmediler, ama onun azıcık ateşini, vahyin tecelligâhı olan zatın alnında inci taneleri halinde görüp, mübarek yüzünün yanındaki uğultusunu işitmişlerdi.268

·        c. Vahyin Kesintiye Uğraması

Vahyin, bir süre devam edip arkasından aniden kesilmesi meselesi de bu konuyla ilgilidir. İlk vahyin gelişinden sonra uzun bir süre Hz. Cebrail ikinci bir vahy getirmedi. Bu ara uzadıkça Hz. Peygamberin ıztırap ve üzüntüsü artmaya başladı. Bu devre içinde Hz. Peygamber kendisinden öylesine geçiyordu ki, bazan Sebîr (Mekke yakınındaki bir tepe) dağına ve bazan Hira tepesine giderek oradan kendisini atmak istiyordu. Bu konuda İmam Zührî'nin (V. 124) rivâyeti şöyledir:

"Oldukça uzun bir müddet269 Hz. Peygambere bir vahiy gelmedi. Bu müddet içinde Resulullah öylesine üzüntülü ve ıstıraplıydı ki, bazan dağların tepesine çıkıp kendisini aşağıya atıp intihar etmeyi aklına getirirdi270. Fakat Hz. Peygamber ne zaman bir dağın tepesine çıksa, hemen Cebrâil ortaya çıkar, kendisinin Allah'ın Resulü olduğunu hatırlatırdı ve böylece üzüntüsü ve elemi bir nebze de olsa dinmiş olurdu."271

Cabir b. Abdillah şu hadis-i şerifi naklediyor: Resulullah, vahiylerin arasının kesildiği devreden bahsederken şunları buyurmuşlardı: "Bir gün yoldan geçiyordum. Birden bire gökten bir ses geldiğini duydum. Başımı kaldırıp yukarıya baktım. Hira mağarasında bana gelen meleğin gök ile yer arasındaki boşlukta bir koltuğa oturduğunu gördüm. Bu vaziyeti görünce dehşet ve korkuya kapıldım ve eve gelip 'Beni örtün, beni örtün!' dedim. Evdekiler dediğimi yaptılar ve örtüye sardılar. O sırada, Cenâb-ı Allah, 'Yâ eyyühe'l-müddessir' sözleriyle başlayan âyetleri bana inzal etti. Ve bundan sonra vahiyler devamlı gelmeye başladı."272

Müslüman ümmet hemen hemen ittifakla Alak sûresinin ilk beş âyetini, Hz. Muhammed'e inen ilk vahiy olarak kabul etmiş durumdadır. Bundan sonra İbnu'l-Esîr, Müddessir Sûresinin inişine kadar vahiylerin arasının kesildiğini beyân etmiştir. Daha sonra vahiylerin muntazaman gelmeye devam ettiğini kaydetmiştir.273

Vahyin bir kez daha, fakat kısa bir süre için kesildiği tefsir kitaplarından anlaşılıyor. Bu süreyi fırsat bilen kavmi Hz. Peygambere eziyette bulunmuşlar ve—haşa—şeytanının kendisini terkettiğini iddia etmişler.

Söz konusu eserlerde Duha Sûresinin nüzûl sebebi anlatılırken bir süre vahyin kesildiği, müşriklerin bunu bahane ederek Resulullaha dil uzattıkları belirtilir ve bu konuda değişik rivâyetler kaydedilir. Meselâ, İbn Ebi Şeybe (V. 234), Taberânî ve İbn Merdûye'den (V. 410) vahyin kesintiye uğraması dört gün; İbn Cüreyc'den (V. 149) on iki gün; Kelbî'den (V. 146) on beş gün (on küsur gün de denilmiş); ibn Abbas'tan (V. 68) yirmi beş gün; Süddî (V. 128) ve Mukatil'den (V. 150) kırk gün diye rivâyetler vardır. Belli ki bu sûrelerle ilgili bilgi, sûrenin ne zaman başladığını bilmey tam olarak bilmek Resulullahın kendisinden olabilir. Bu ise Hz. Peygambere kadar varan bir yolla rivâyet edilmemiştir. Sahih olarak bilinen şudur ki, bir müddet vahyin gecikmesi durumu meydana gelmiştir. Resulullah da bundan üzüntü ve sıkıntı duymuş ve davranışlarından bu hissedilmiştir. İki üç gece kalkmadığı görülünce onun her halini izleyen müşriklerin böyle demelerine sebep doğmuştur.274

Arkasından vahiy gelmiş ve Rabbinin kendisine olan sevgisinin asla değişmeyip devam ettiği müjdesini vermiştir. Bu da gösteriyor ki, müşriklerin iddiaları Hz. Peygamberi derinden üzmüştür. Şimdi düşünelim! Eğer—haşa—yalancı ve samimiyetsiz olsaydı, neden kendisine geldiğini ileri sürdüğü vahyi kesintiye uğratsmdı? Şahsına yönelik İlahî övgüler dizmese de bunca söylentileri kesecek kadar olsun vahiy diye birkaç boş söz söyleyemez miydi? Haydi bunu beceremedi, haşa yalancı olduğunu, bu işin bir düzmeler zinciri olduğunu bizzat kendisinin de bildiği ileri sürülürse, Duha Sûresinin işaret ettiği gibi bu iddialardan neden o kadar etkilensindi? Kureyş'in dedikodularına karşı kalbini saran derin üzüntü, hiç şüphesiz doğru insanların üzüntüsüdür. Bu sûre, Hz. Muhammed'i savunmayı, ona övgüler yağdırmayı veya düşmanlarını kötülemeyi konu almıyor. Aksine "Rabbin seni ne bıraktı ve ne de sana darıldı"275 gibi kısa bir cümleyle onu teselli ediyor. Arkasından Allah'ın kendisine olan nimetlerini hatırlatıyor; öksüzken Allah'ın kendisini barındırdığını, şaşkınken doğru yola eriştirdiğini...276 söylüyor. Buradaki hidâyet ve dalaletin anlamı ne olursa olsun, bu cümleler, bu şartlardaki bir yalancı ve hilebazın ağızmdan en son çıkabilecek sözlerdir. Sûrenin başındaki bu güven verme ve hatırlatmadan sonra İlâhî emirler yer alıyor.277 Bu emirlerde öylesine yüce vurgular hissediliyor ki, bunların, kendi kendisini hedef alarak Hz. Peygamberden kaynaklanması mümkün görünmüyor.278

·        d. En Muhtaç Olduğu Anlarda Vahyin Gelmemesi

Hz. Peygamberin başına öyle hadiseler geliyordu ki, bunlar, onu bir şeyler söylemeye zorluyordu. İş kendi elinde olsaydı, bir şeyler söylemeye olan şiddetli ihtiyacı sebebiyle, söyleyecek söz bulabilirdi. Fakat günler geceleri kovalıyor, yine de o konuda insanlara okuyacağı birkaç Kur'ân âyeti bulamıyordu. Bunun bir çok örnekleri vardır. Bunlardan üç tanesine özetle yer verelim:

·        1. İfk hadisesidir. "Bununla ilgili açıklama, "Hz. Peygamber'in Bilmediği Konularda Konuşmaması ve Haddini Bilmesi" başlığı altında daha önce ele alındığı için burada tekrar etmeye ihtiyaç görmüyoruz.

·        2. Bu örnek kıblenin değişmesi ile ilgilidir. Bilindiği gibi Müslüman-lar hicretin birinci yılına kadar namazlarını Kudüs'teki Beytü'l-Makdis'e dönerek kılarlardı. Hz. Peygamber ise, Kabe'nin kıble olmasını çok arzu ediyordu. Fakat onun bu isteğine rağmen, birbuçuk sene kıblenin değişmesi için bekleme durumu hasıl oldu. Nihâyet hicretin ikinci yılı Receb ayında Resulullah, ashabıyla yine Beytü'l-Makdis'e yönelmiş olarak öğle namazını kılarlarken, ikinci rekatı kıldıktan sonra kıblenin Kabe olduğu ve oraya yönelinmesi Allah tarafından âyet ile açıklanınca, Hz. Peygamber cemaatiyle beraber Kabe'ye yöneldi ve öğle namazının son iki rekatı böylece kılındı. Şimdi bu olayı konumuzla ilgisi açısından değerlendirelim:

Kıblenin değişmesiyle ilgili âyette şöyle buyurulmuştur:

"Şüphesiz ki Biz, yüzünü (İlâhî buyruğu bekleyerek) göğe doğru çevirip durduğunu görüyoruz. Artık seni, hoşnut olacağm bir kıbleye döndürüyoruz. (Bundan böyle namazda) yüzünü Mescid-i Haram'a doğru çevir. Siz de (ey mü'minler) nerede bulunursanız, (namazda) yüzünüzü oraya doğru çevirin."279

Âyetten hemen anlaşılacağı üzere Hz. Muhammed, kıblenin Kabe'ye doğru çevrilmesini çok arzuluyordu. Bundan dolayı mübarek yüzünü semâya çevirip Rabbine yalvarıyor ve kıbleyi değiştirmesi hususunda bir vahiy indirmesini hararetle diliyordu. Nihâyet aradan birbuçuk sene geçtikten sonra Allah onun bu arzusu paralelinde bu âyeti indirmiştir.

Eğer Kur'ân,—haşa—Hz. Muhammed'in kendisinin ortaya koyduğu, bir eser olsaydı, nefsinin ve kavminin arzu ettiği bu işi hemen yapar, bu sıkıntıdan da kurtulurdu. Ama durum böyle cereyân etmedi. Çünkü o da, Kur'ân'm inzâli konusunda, emrolunduğunu yapma mecburiyetinde olan bir kimse idi.280

·        3. Hz. Peygambere müşrikler tarafından, Ashab-ı Kehf, Zü'l-Karneyn ve rûh ile ilgili soru sorulması, Hz. Peygamber'in, "inşaallah" demeden "yarın gelin size cevap vereyim" demesi ve bu yüzden vahyin bir süre gelmemesi olayı ki, bunu da "Hz. Peygamberin Bilmediği Konularda Konuşmaması ve Haddini Bilmesi" başlığı altında daha önce açıkladık.281

·        e. Vahyin Bazan Arzusuna Muhalif Olarak İnmesi

Kur'ân'm, Hz. Muhammed  (salla’llâhü aleyhi ve sellem) tarafından olmadığının bir başka delili de, vahyin bazan arzu etmediği tarzda gelmesidir. Kur'ân, bazan onun görüşünde hatalı olduğunu bildirir, bazan meyletmediği bir şeye izin verirdi. Az bir miktar oyalanacak olsa, Kur'ân'dan şiddetli bir itap, acı bir tenkit gelirdi. Bu en önemsiz sayılabilecek şeylerden ötürü de olabilirdi.282

Eğer Kur'ân, Hz. Muhammed'in vicdanından gelen telkinler olsaydı, bu kadar acı ve dehşetli tenkidlerle dolu olamazdı. Hatalı bir şey yaptığını bilse bile, en azından sükut ederek, sözlerine olan saygıyı zedeleyebilecek tenkitte bulunmazdı. İhtiyaç halinde sözlerinden bir kısmını dışarıya vurmazdı. İşte Kur'ân vahiy eseri olduğu içindir' ki, ondan hiçbir şeyi saklayamamıştır.283

Bu âyetlerden özellikle Enfâl Sûresinin 67-68. âyetleri oldukça dikkat çekicidir.284 Bu âyetlerden birincisi, Bedir gazvesinde alman esirlerin salıverilmesinden ve onlardan fidye alınmasından sonra indi. Âyet-i kerime, yapılan işin hatalı olduğunu bildirerek başlıyor. Hemen arkasından o tatbikatı kabul edip, ondan dolayı gönülleri ferahlatıyor, şüpheye yer bırakmıyor. Hatta bundan böyle benzeri durumlarda hatalı olduğu bildirilen bu uygulama, bir kaide haline getiriliyor. Kur'ân'm kaynağı kendisi olsaydı, bu sözün başını söyleyen biri olarak sonunu da söylemesi tasavvur edilebilir miydi? Kesinlikle hayır! Bu iki halet-i ruhiye insanda peşpeşe sadır olduğu farzedildiği takdirde İkincisi birincisini silmiş olacağı için, onu zikretmezdi. Ve nihâî hüküm hangisi olmuşsa, sonunda o hükümde karar kılardı. Haksız yere şiddetli bir aleni tenkidi ve helâl hoş edilecek o yiyeceği bulandıracak bir ifâdeyi ihtiva ettiği halde, artık vazgeçilmiş olan o halet-i ruhiyeyi tasvir ve tescil etmeye hangi etken bulunabilirdi. Psikoloji bilginleri bu âyet-i kerimeyi okuyunca, burada birbirinden ayrı iki şahsiyetin bulunduğunu, bu sözün şöyle diyen bir hakime ait olduğunu kabul ederler: "Yaptığın iş pek doğru değil, bununla beraber seni affettim ve bu hususta sana izin verdim, artık böyle yapabilirsin."285 286 287 288

Hz. Muhammed, bir konuda iki şey arasında tercihte serbest kalacak olsa, günah olmadıkça mutlaka ümmeti için en kolay ve şüphe uyandırmaktan en uzak olanı tercih ederdi.286 Âyetlerden de içtihadına göre hükümler çıkarır ve bu konuda kendisinin muhayyer bırakıldığını anladığı anda aynı ölçüyü uygulardı. Bu nedenle bazan içtihadında yanılır ve hemen İlâhî ikaz yetişerek onu bir yanlışlık yapmaktan korurdu.287

Meselâ, münafıkların başı Abdullah bin Übey ölmüştü. Hz. Peygamber onu kendi elbisesine kefenledi, onun için af dileyip cenaze namazını kılmak istedi. Bunu gören Hz. Ömer ise ona: "Rabbin seni nehyettiği halde namazım mı kılacaksın yâ Resulallah?" deyince o şöyle cevap verdi: "Rabbim şöyle buyurarak beni muhayyer bıraktı: "Onlar için ister af dile, ister dileme; yetmiş defa bile af dilesen yine Allah onları affetmez..."288 Ben de yetmiş defadan fazla af dilerim." Böyle buyurarak namazını kıldırdı. Bunun üzerine Allah Tealâ, sözkonusu âyeti anlamada yanıldığım ve doğru davranışın ne olduğunu bildiren Tevbe Sûresinin 84. âyetini indirdi. Bu emirden sonra Hz. Peygamber münafıkların namazını kılmaktan vazgeçmiştir.289 290 291 292 Bu örnek de, biri amirinin talimatlarım harfiyyen anlayıp kulları hakkında en şefkatli biçimde uygulamak isteyen memur; diğeri ise memurunu yanlışlıklardan ve hatalı anlama ve uygulamalardan korumaya çalışan âmir olmak üzere iki ayrı şahsiyetin sözkonusu olduğunu açıkça ortaya koyuyor.

Yine Kur'ân Hz. Muhammed'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) sözü olsaydı, kendi döneminde binler, müteakip yüzyıllarda ise milyarlarca insanın okuyarak tekrar edip duracakları hatalarından Kur'ân'da söz eder miydi?

Meselâ, Hz. Peygamber bir gün, Mekke müşriklerinin ileri gelenlerini İslâma davetle meşgulken Abdullah İbni Ümmi Mektum adında daha önce Müslüman olmuş âma bir zat gelmiş ve kendisinden bir şeyler sormak istemişti. Hz. Peygamber, Müslüman olmalarına son derece istekli olduğu, İbni Ümmi Mektum'un ise, sorusunun Müslüman olmak için değil, zaten mazhar olduğu hidâyetini biraz daha arttırmak için soru sormak istediğinden, Hz. Peygamber yüzünü çevirmişti. Bunun üzerine Abese Sûresinin şiddetli bir ikaz ve tenkid ihtiva eden ilk âyetleri inmiş-tir.293

Bu âyetlerin indiği günden itibaren Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hakkında bu âyetlerin indiği İbn Ummi Mektûm'u kendine yakın tutmaya büyük bir özen göstermiş,294 hatta Sahabileriyle sefere çıktığı birkaç kez Medine'de kendisine vekil olarak görevlendirmiştir.295

Yine, eğer Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Kur’ân'm müellifi olsaydı, neden kendi çok özel duygularını şu ve benzeri âyetlerle herkese ilan edecek şekilde açığa vursundu:

"Bundan sonra artık başka kadınlarla evlenmen, elinin altında bulunan cariyeler hariç, güzellikleri hoşuna gitse bile, bunların yerine başka hanımlar alman sana helal değildir..."296

Neden, "güzellikleri hoşuna gitse de..." ifâdesini kullansmdı? Hz. Muhammed'ten kaynaklanmasının imkânsızlığına inandığımız bu yeni hüküm, Resulullahm bazı kadınların güzelliklerinden hoşlandığına işaret etmeyi gerektirmezdi.

Faraza bu hükmün Resulullah kaynaklı olduğu ileri sürülse bile, neden kendi özel ailevî meselelerini ve eşlerinin bazı durumlarını âyetlere konu edip de tarih boyunca herkesin ağzına sakız yapsın:

"Ey Peygamber! Eşlerine şöyle söyle: 'Eğer dünya dirliğini ve ve süsünü (refahını) istiyorsanız, gelin size boşanma bedellerinizi vereyim de, sizi güzellikle salıvereyim. Eğer Allah'ın Peygamberini ve ahiret yurdunu diliyorsanız, bilin ki Allah, içinizden güzel davrananlar için büyük bir mükâfat hazırlamıştır. Ey Peygamber hanımları! Sizden kim açık bir hayasızlık yaparsa, onun azabı iki katma çıkarılır. Bu Allah'a göre kolaydır."297

"Ey Peygamber! Eşlerinin rızasını gözeterek Allah'ın sana helâl kıldığı şeyi niçin kendine haram kılıyorsun? Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir. Allah (gerektiğinde) yeminlerinizi bozmanızı size meşru kılmıştır. Sizin yardımcınız Allah'tır. O, bilendir, hikmet sahibidir. Peygamber, eşlerinden birine gizlice bir şey söylemişti. Fakat eşi o sözü başkalarına haber verip Allah da bunu Peygambere açıklayınca, Peygamber, bir kısmını bildirmiş, bir kısmından da vazgeçmişti. Peygamber, bunu ona haber verince eşi: 'Bunu sana kim bildirdi?' dedi. Peygamber: 'Bilen ve herşeyden haberdar olan Allah bana haber verdi' dedi. Eğer ikiniz de Allah'a tevbe ederseniz (yerinde olur). Çünkü kalbleriniz sapmıştı. Ve eğer Peygamber'e karşı birbirinize arka verirseniz, bilesiniz ki onun dostu ve yardımcısı Allah, Cebrail ve mü'minlerin iyileridir. Bunların ardından melekler de (ona) yardımcıdır. Eğer o sizi boşarsa Rabbi ona, sizden daha iyi, kendini Allah'a veren, inanan, sebatla itaat eden, tevbe eden, ibadet eden, oruç tutan dul ve bâkire eşler verebilir."298

Bu alıntıların açık ve doğru tek bir yorumu vardır, o da, Aziz ve Hakim olan Allah katından gelmiş birer Kur'ân âyeti olmalarıdır.

Sonra, şâyet Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)—haşa—Kur'ân'ı uydurmuş olsaydı, kardeşleri olan geçmiş peygamberlerin mucizelerine uzaktan yakından işaret etmezdi ve bu konuda kitaplarda yazılı veya dilden dile gelen şeylerin eskilerin uydurması olduğu üzerinde ısrar ederdi. Çünkü, bunlara temas etmesi, muarızlarının kendisinden de aynı veya benzer mucizeleri istemelerine sebep olurdu. O mucizeleri inkâr etseydi, herhangi bir kimsenin çıkıp da bunun aksini ispat etmesi de mümkün değildi. Fakat o, bu mucizeleri kabul ve itiraf ederken, kendi peygamberliğinin doğruluğunu gösteren bir mucize isteyen herkese şu İlâhi sözü tekrar edip duruyordu: "Rabbimi tenzih ederim! Ben insan olan bir elçiden başka bir şey miyim?"299

İşte bu, sıradan bir insanın yapamayacağı bir şeydir.

Şu gerçeğe de işaret etmeden geçmek istemiyoruz: Kur'ân-ı Kerim, İsrailoğullarına, inkârları, dikkafalılıkları, kalb katılıkları, Allah'ın sözlerini yerlerinden saptırmaları, elleriyle kitap yazıp bunun Allah katından indiğini ileri sürmeleri, Hz. Meryem'e büyük bir iftirada bulunmaları, Hz. İsa'yı öldürdüklerini ileri sürmeleri...300 yüzünden oldukça yüklenirken, Allah'ın bir zamanlar onları bütün insanlara üstün kıldığını301, kendilerinden peygamberler gönderdiğini, onları sultan ve krallar yaptığını302 açıkça ifâde etmekten de geri kalmıyor. Eğer Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ileri sürüldüğü gibi—haşa—Kur'ân'm müellifi olsaydı, onlardan kendisine karşı inkârlarını,303 azılı düşmanlıklarını,304 kendisine hakarette bulunmalarını305 dini306 ve mensuplarıyla alay etmelerini,307 kendisini öldürmek için komplo kurmalarını,308 aleyhinde ordular kışkırtıp kâfirlerin kinini bilemelerini309 görünce, Allah'ın bir gün olsun onları üstün kıldığmı inkâr etmesi gerekirdi. Fakat o bunu yapamazdı. Çünkü Rabbi tarafından görevlendirilmiş bir peygamberdi ve bu İlâhî gerçeği en ufak bir değişikliğe tabi tutmayı aklından bile geçirmedi. Evet, az önce de belirttiğimiz gibi Kur'ân onlara yüklenmiştir. Fakat bu, onların doğru yoldan sapmalarından kaynaklanmıştır. Allah'ın fazlı, belli insanlara özgü ve hiç değişmez bir yazgı değildir. Aksine, imân ve hayırlı iş neredeyse oradadır. Hiç bir millet bu kuralın dışında değildir. İşte Kur’ânı Kerimin, bizzat Müslümanlara şöyle buyurduğunu görüyoruz: "Siz insanların iyiliği için ortaya çıkmış en hayırlı bir ümmetsiniz" sözünün hemen devamında bu "hayırh"lığm şartlarına açıkça parmak basıyor: "...İyiliği emreder, kötülükten meneder ve Allah'a inanırsınız..."310

·        f. Kur'ân'da, Daha Sonra Açıklanmadıkça Kendisinin de Bilemediği Mücmel ve Müşkil İfadelerin bulunması

İlâhî emirler bazan, Hz. Peygambere mücmel veya müşkil bir tarzda gelirdi ki, Allah Tealâ bilahare bir açıklama bildirmeksizin, ne kendisi, ne de ashabı o emirlerden kesin maksadı anlayamazlardı. Şimdi düşünelim: Hangi akıllı kimsenin aklı, kendisinin bile anlayamadığı sözler telkin edebilir? Hikmetini bilemeyeceği emirler verir? Bu durum da onun âmir değil memur, kâil (söyleyen) değil nâkil (nakleden) olduğunun açık delillerinden biri değil midir?

Allah Teâlâ'nm: "Göklerde ve yerde olanların hepsi Allah'ındır; içi-nizdekini açıklasanız da gizleseniz de Allah sizi onunla hesaba çeker."311 buyruğu inince ashab-ı kiram bu yük altında ezildi. Zira, bu âyetten, her şeyden, kalbin hareketlerinden, hatta kalbden geçenlerden bile hesaba çekilecekleri manasını anladılar ve sonunda dediler ki: "Yâ Resulallah, bu âyete nasıl dayanacağız?" Hz. Peygamber dedi ki: "Ne o! Yoksa sizden önceki iki Ehl-i Kitabın (Yahudi ve Hıristiyanların) dediği gibi 'işittik, ama isyan ettik' demek mi istiyorsunuz? Siz asıl şöyle deyiniz: 'İşittik ve itaat ettik. Ey Rabbimiz, bizleri bağışlamanı dileriz, dönüşümüz Sanadır." Onlar da bu tarzda dua ve niyaz ettiler. Nihâyet Allah Teâlâ o âyeti açıklayan şu buyruğunu indirdi:

"Allah kimseye gücünün üstünde bir şey yüklemez. Herkesin kazandığı iyilik kendi yararına, kötülük de kendi zararmadır. (Siz şöyle dua ediniz:) Rabbimiz! Unutur ya da yanılırsak bizi sorumlu tutma! Rabbimiz, bize, bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme! Bizi affet, bizi bağışla, bize merhamet eyle! Mevlâmız, Efendimiz Şensin! kâfirlere karşı da bize yardım eyle!"312

Böylece kalbi hallerden sadece güçleri yeten şeylerden sorumlu tutulacaklarını anladılar ki onlar da kesbedilen niyetler ve istikrar bulan azimlerdir; ihtiyarî olmaksızın kalbden geçenler veya hayalî kuruntular mes'uliyete yol açmazlar.313

Bu hadis-i şerifte konumuza ışık tutan husus şudur: Şâyet Resulullah âyetin yorumunu bu şekliyle daha işin başında bilmiş olsaydı, sahabenin hatasını bildirir ve onların şüphesini derhal giderirdi. Çünkü onların bu derece muhtaç oldukları bir bilgiyi onlardan saklaması düşünülemez. Onlara karşı pek müşfik olduğu halde, kalblerini neredeyse kökünden söküp çıkaran o korku içinde onları nasıl bırakabilirdi? Doğrusu bu konuda o da onlar gibiydi ve durumun açıklanmasını bekliyordu. Allah Tealâ'nm bu beyanı geciktirmesi de elbette bir hikmete mebnîdir. Ve kezâ "Sümme inne aleynâ beyâneh...Sonra da onu açıklamak bize düşer"314 buyurduğunda terâhî (geriye bırakma) ifâde eden "Sümme" edâtının kullanılması da elbette bir hikmete mebnîdir.315

·        g. Kur'ân'ın Kendi Eseri Olmadığını Israrla Belirtmesi

Kur'ân-ı Kerimi baştan sona kadar okuyan ve tetkik eden herkes görür ki, Cenâb-ı Hak, birçok âyet-i kerimede, Kur'ân'ın hiçbir âyetinin veya kelimesinin, Hz. Muhammed'e ait olmadığını bildirmiş, Kur'ân'ın inişinden önce onun, kitap nedir, iman nedir bilmediğini haber vermiş316, kitap ve hikmetten uzak bir halde iken, hatta böyle bir şeyi uzaktan yakından ümit etmezken ona bu iki nimeti lütfettiğini nimetini hatırlatma babında ifâde etmiştir.317

Kur’ân'm Hz. Muhammed'in eseri olmadığına, onun da bunun son derece farkında bulunduğuna bir delil de, risalet vazifesini yürüttüğü esnafa kendisine feyiz veren btı kuvvetin kesilmesinden son derece korkmasıdır. Nitekim, vahyin kesildiği fetret-i vahiy zamanında son derece üzülmüş, hatta kendisini yüksek bir yerden atmaya bile kalkışmıştı.318 Yine, kendisine vahyin gelmesi anında, ondan bir şey kaçırırım korkusu ile titrerdi. Bu durum, Allah'tan kendisine gelen vahyin unuttu-rulmayacağına dair garanti verilmesine kadar devam etmiştir.319Ote yandan Hz. Muhammed, Allah'ın kendisine vahyetmiş olduğu ve ezberlediği vahiyleri geri almasından da korkuyordu.320

Hz. Muhammed  (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bu kitabı herhangi bir talebenin hocasından bir metni öğrenmesi tarzında öğrenmiş, metnin hazırlanması konusunda en ufak bir hissesi olmamıştır. Onun ne manalarını keşfetmekte, ne de bu manaları kalıba dökmekte en ufak bir rolü olmamıştır.321 Kur’ân'm manasının Allah'tan geldiğini gösteren pek çok âyet bulunduğu gibi, lafzının da Allah'tan olduğuna dâir pek çok âyet vardır.322

İlgili âyet-i kerimelerde geçen "İkrâ (oku)", "Kıraat (okuma)", "Tertîl (ağır ağır okuma)", "Tilâvet (dili depretme)", "Kur’ân'm arapça olmasın gibi mefhumlar, hep lafızlarla ilgilidir ve Kur’ân'm lafzının da Allah katından geldiğine delil teşkil eder. Demek Kur’ân, ne Hz. Muhammed'in ne başka hiçbir kimsenin eseri olmayıp lafzı ve manasıyla İlâhîdir.

O sadece metni hazır olarak almış, aldıktan sonra da sırayla şu işleri yapmıştır. 1) Ezberlemek. 2) Onu anlatıp insanlara tebliğ etmek. 3) Açıklamak ve tefsir etmek 4) Tatbik ve icra etmek.323

Bu durumda hangi insaflı insan kalkıp da Kur’ân'm, Hz. Muhammed'in kendi sözü olduğunu düşünebilir? Her şeyden önce, böyle mucizeler mucizesi, övünçler övüncü bir kelâmı hangi deha gücü biraraya getirebilir? Sonra şöyle bir adam düşünülebilir mi ki, eşi emsali bulunmayan böyle bir eseri ortaya koysun da, açıkça insanlara: "Bu benim eserim değil, iftihar vesilem değil, ben ona kendi istidadımdan bir şey eklemedim, siz beni ve daha önceki istidat ve kabiliyetimi biliyorsunuz, şimdiye kadar böyle bir eser ortaya koydum mu?" desin.324

Böyle bir davada, Hz. Muhammed'in itirafının tek başına kesin bir kanaat vermesi gerekir. Ortada kendisine isnâd edilen bir eser var. O da bu eseri bizzat kendi malı kabul etmekle kıymetini kat kat arttıracak bir durumda bulunuyor. Bu pozisyondaki bir insanın kendisine ait bir kıymetli eseri ısrarla başkasına mal etmesi düşünülemez.

Çünkü, edip, şair ve yazarlarda kuvvetli temâyül, başkalarının eserlerinden yararlanıp onu kendisine nisbet etmek çoğunlukla yapılan bir durumdur. Hiçbir kimse çıkıp da kendi kıymetli eserini bir başkasına mal etmez. Zira insan ruhu, ulu ve yüksek şeylere rağbet etmeye tutkun; kendisini ebedileştirecek ve şanını yüceltecek şeyleri sevmek de onun karakteri gereğidir. Özellikle bu eser-görünüşte-o kimsenin kendi ruhundan fışkıran ve sâdır olan bir eser ve bunun sahibi de hiçbir kimse tarafından tekzip olunmayan doğru bir kimse ve sesi insanlığın şerefini yükseltip onları hakka davet eden bir ses ise!... Hiçbir şey, Kur’ân'dan daha yüksek bir şana layık olmadığı gibi, ondan daha devamlı bir şöhrete de erişmemiştir. Eğer Hz. Muhammed, Kur'ân'ı kendi eseri kabul etseydi, onu kendisine nisbet etmekten daha büyük şeref olamazdı. Halbuki o, insanları Kur'ân'a ve onunla getirdiklerine iman etmeye çağırmıştır.325

Yine eğer Kur'ân, Hz. Peygamberin kendi telifi olmuş olsaydı, onunla peygamberliği yerine—haşa—ulûhiyetini isbat ederdi. Zira Kur'ân'm Allah'tan başkasından sâdır olması mümkün değildir. Bu takdirde ulû-hiyet, emeline ulaşmakta daha elverişliydi. Böylece insanlara nüfuz edip galip gelmek hususunda nübüvvetten daha münasip bir kuvvet elde ederdi. Çünkü bir ilâha tabi olmak, bir peygambere tabi olmaktan daha şerefli telakki edilmekteydi.326

·        h. Kur'ân'a Olan Saygısı ve Bağlılığı

Hz. Peygamberin, nâzil olan âyetler karşısında daima son derece hür-metkâr bir tutum içerisinde bulunduğu ve onların Allah'ın sözü olduğu hususunda en ufak bir şüpheye düşmediği bilinmektedir. O, İlâhî Kitapta en ufak bir rötuş dahi yapamaz.327 Onu tefsir ederken, kendisine ait olmayan bir metni tefsir eden bir müfessir gibi hareket eder.328 Onun, çok basit de olsa, dememiş olduğu bir şeyi Allah'a dedirtmiş olmak endişesiyle, korkudan titrediğini görürüz.329

Zira o, vazifesini yerine getirme hususunda kendisini sıkı bir murakabe altında bulunduran İlâhî muhafızlarla çevrilmiş olduğunu hissetmektedir.330

Elinde vahye dayalı bir emir veya kesin bir bilgi bulunmadığı sürece, Hz. Peygamber, bize, dâima çekingen,331 dedikodular karşısında hassas,332 mütereddit, işlerinde ashabına danışan,333 en ufak bir şüphede tam manasıyla çekimser davranan334 ve başkalarınki kadar kendi akibetinin de ne olacağını bilmediğini itiraf eden335 bir şahsiyet olarak görülür.

Fakat vahyi alır almaz da, dünyada hiçbir kuvvetin etkileyeme-yeceği bir otoritenin salahiyetiyle risaletini tebliğ eder. Kendini münevver kimseler için olduğu kadar cahil kimseler için de evrensel bir mürebbi olarak tanıtır.336 O, Yahudi kavmini ve umumî olarak da İlâhî kitaba mazhar olmuş milletleri doğru yola iletmenin, risaletinin esasını teşkil ettiğini daha hicretten önce bildirmiştir. Hz. Peygamber ihtilaf ettikleri konularda onlara hakikati söylemekle görevlendirilmiştir337. İhtilafları çözerken hiçbir tarafa taviz vermeden338 ve hiç kimseden çekinmeden, korkusuzca ve adaletle meseleleri halledip karara bağlamıştır.339

Kur'ân, Hz. Muhammed'in gönlünün baharı ve çiçeğiydi. O Kur'ân'ı bazan gizli bazan sesli olarak okur340 insanları İslâma davete çok kerre Kur'ân okuyarak başlardı ve İslâm'a çağırdığı herkese Kur’ân-ı Kerimi okuma itiyadındaydı341. Geceleri kalkıp saatlerce Kur'ân okurdu.

Bazan kendisine sorulan sorulara Kur'ân okuyarak cevap vermiştir.342 Gelen heyetlere Kur'ân okur, Müslüman olmalarına çalışırdı.343 Onun Kur'ân'sız geçirdiği gün yoktu.344 O sadece Kur'ân'm lafızlarını okuyarak kalmamış, onu harfiyyen yaşamıştır.345

Zaman zaman Kur'ân'ı okuduğunda veya dinlediğinde kendini tutamayarak ağlardı.346 Acaba, kendisinin uydurup Allah'a nisbet ettiğini çok iyi bildiği bir sözü okuyup dinlerken bir sahtekârın etkilenerek ağladığı görülmüş müdür? Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem)—haşa—büyük ve mahir bir aktör olduğu iddia edilirse ancak böyle bir şey söylenebilir. Fakat, onun mübarek kişiliği tahlil, hayatı en ince noktasına kadar tetkik edildiğinde, gerçekten etkilenmediği halde ağlar gibi görünme şüphesini tamamen ortadan kaldırmaktadır. Kur'ân'a olan bağlılığı bununla da bitmiyor. Hatta zaman zaman Kur'ân'ı şifa niyetiyle okuyup vücuduna üflerdi.347 Yatağına girdiğinde Felak ve Nâs Sûrelerini okuyup elleriye vücudunu sıvazlardı.348

Kur'ân, kendisinin vahiy mahsulü bir eser olduğunu, onun tebliğci ve neşredicisi olan Hz. Muhammed'in de vahye tabi bir peygamber olduğunu ısrarla belirtir.349

Bütün bunlar, Kur'ân'm gerçekten Allah'ın kelâmı olduğunu kanıtlamaktadır. Çünkü Allah'a iftira edecek kadar ruhî bir sapmaya düşmüş bir insanın—haşa—kendi düzdüğü bir söze her ne pahasına olursa olsun, her hal ve durumda titizlikle bağlılık göstermesi, ondan böylesine etkilenmesi mümkün değildir. Böyle bir insan, asıl amacı yolunda gerekirse, Allah'a nisbet ettiği kendi sözünü askıya almaktan zerre kadar çekinmez.

ı. Kur'ân'm Üstünlüğü Karşısındaki Aczi

Hz. Muhammed'in şahsiyeti Kur'ân gibi mucize bir esere kaynak olamaması, Hz. Muhammed'in onu Allah'a nisbet etmesinde doğru olduğunu isbat eder. Bir ayna, kendi zatında ışıksız ve karanlıktır. Ama yüzünü güneşe karşı çevirdiğinde, o muhteşem güneşi bütün özellikleriyle yansıtarak, etrafını aydınlatır. Kışın, kuru, çelimsiz ve meyvesiz olan bir asma çubuğu, Allah'ın izni ve kudretiyle yazın ballı tulumbacıklarm dizildiği koca koca salkımlarla donanır. Bir tavus kuşu yumurtası, sayısız renk ve desenlere bürünüp, gökyüzünde kanat çırpmadan önce bütün kuşların en güzeli olduğunu iddia edemez. Ama Allah, ihsan ettiği o yeteneklerini geliştirip, inkişaf ettirerek, hayat verip kabuğundan dışarı çıkardığında bam başka bir görünüm ve üstünlük kazanır. İşte tabir caizse Hz. Muhammed  (salla’llâhü aleyhi ve sellem) de, vahiy güneşine bir aynadır. İlâhî, ilim ve hakikatlere, yine onun izni ile donanmış bir dal hükmündedir. Beşerî şahsiyetiyle bir yumurtayı andırırken, istidatları nübüvvetle sonsuz derecede gelişmiş bir şahsiyete bürünmüştür. Bu ince sırdan habersiz olan, güneş ışığını aynadan, salkımları kuru çubuktan, tavusu yumurtadan bilen müşrikler, Hz. Muhammedin, mazhar olduğu Kur'ân-ı Kerimden başka bir Kur an getirmesini, hiç değilse Kur'ân'da bazı değişiklikler yapmasını istemişlerdi. Hz. Muhammed  (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ise katiyyen buna yanaşmadı. Farz-ı muhal olarak yanaşsa bile gücü yetmezdi.

Eğer Kur'ân onun kendi sözü olmuş olsaydı, onların bu teklifi karşısında tavizkâr bir tavır takınabilirdi. Buna şiddetle ihtiyacı vardı. Oysa, Kur'ân kendi kelâmı olmadığı, aksine onun güç ve kuvvetinin haricinde bir eser olduğu ve kendisinin fevkinde bir kudretten geldiği için onlara karşı kesin bir tavır takınmıştır.

Diğer bir ifâdeyle, Kur'ân, onun kendi te'Iif ettiği bir eser olsaydı, onların bu arzuları karşısında, bu eserden başka bir kitap daha vücuda getirir veya yaptığı ilk te'lifte bazı değişiklikler yapabilirdi, dolayısıyla buna gücü ve kudreti yeterdi. Böyle bir işe teşebbüs edince kendisine yardımcılar bulabilir, bu tür bir davranış da, başarısı hususunda hırslı bulunduğu daveti için daha geçerli bir sebep sayılabilirdi. Oysa Hz. Muhammed, bu isteklere karşı vermiş olduğu cevabında, kendisinden istenen bu şeylere gücünün yetmeyeceğini açıkça ilan etmiş, bundan son derece korktuğunu belirtmiş, Kur'ân'm kendisine nispet edilmesinden sıyrılıp çıkmış, getirdiği delillerle de onları susturmuştur.

İşte konumuza ışık tutan Yûnus Sûresindeki iki âyet şöyledir:

"Onlara açık açık âyetlerimiz okunduğu zaman, Bize kavuşmayı um-mayanlar. 'Bundan başka bir Kur'ân getir veya bunu değiştir' dediler. De ki: 'Onu kendi tarafımdan değiştirmem benim için imkânsızdır. Ben sadece bana vahyedilene uyarım. Şâyet ben Rabbime karşı gelirsem, büyük bir günün azabından korkarım."

“De ki: Eğer Allah dileseydi, onu size okumazdım ve onu size hiç bildirmezdi. Ben ondan (Kur’ân'dan) önce aranızda bir ömür boyu kalmıştım (da böyle bir şey yapamamıştım) hiç düşünmüyor musunuz?350

Bu iki âyetin verdiği mesajın özeti şudur:

"Kur'ân benim takatimin üstündedir. Yetki ve tasarrufumda değildir. Ben ancak nakledici ve aracıyım. Sadece bana vahyedilene uyarım. Onun âyetleriyle oynayacak veya bir değişiklik yapacak olsam, onun sahibinden korkarım. Çünkü Kur'ân, benim değil Onun kelâmıdır. O, sizinle kendisi arasında bir elçi olmamı istemeseydi, bu kitabı size okumak, sizin de onu benden dinlemeniz için hiçbir imkânım olmazdı. Nitekim, bu kitabın inişinden önce aranızda kırk seneyi aşkın bir süre yaşadım. Bu uzun sayılacak bir ömürdür. Benden böyle yüksek bir istidat görmediniz. Böylesi eşsiz bir sözü benden asla duymadınız. Allah'ın kullarından hiçbirine bir kerecik olsun ağzımdan bir yalan işitmediniz. Bu uzun yaşantıdan sonra nasıl Allah'a karşı yalan söyleyebilirim? Hiç düşünmüyor musunuz?"351

Ayette geçen, "Hiç düşünmüyor musunuz?" ifâdesi de, "Böylesi büyük ve kıymetli bir kitabın, öğrenim görmemiş, talebe olmamış, hiçbir kitap okumamış ve İlmî tartışmalarda bulunmamış bir kimsenin eliyle gelmesi, bunun ancak bir vahiy ve inzâl yoluyla olacağını zarurî olarak bildirir, gösterir. Zarurî olarak bilinen şeyleri kabul etmemek ise, aklın sağlığına zarar verir" mesajını vermektedir.352

Hemen arkadan gelen şu âyet de bu gerçeği biraz daha pekiştirir:

"Allah'a karşı yalan uydurandan, yahut Onun âyetlerini yalan sayandan daha zâlim kimdir? Şu muhakkak ki, mücrimler asla felaha ermezler."353

Bu âyet, Peygamberin Allah'a iftira sayılacak böyle bir isteği yerine getirmesinin mümkün olamayacağını bildirirken, bu Kur’ân'a inanmayıp Allah'ın âyetlerini yalanlayan müşriklerden daha zalimin bulunmadığını tarizen ifâde ediyor.354

·        i. Kur'ân Üslûbuyla Hadis Üslûbu Arasındaki Fark

Ağzından Kur'ân-ı Kerimin söz ve vaazları çıkan bir lider ve önder olan Hz. Peygamber, Mekkeliler arasından ansızın çıkmamıştı. O, bilinmeyen bir ülkeden gelip hikmetli sözleri söyleyip sonra kayıplara karışmadı. Aksine bu zat, başlattığı hareketten önce de insanlar arasında ve toplumda diğer insanlar gibi yaşamıştı. Ve davasının dal ve budak salmasından sonra da yine insanlar arasında hayatını sürdürmüştü. Onun sözleri, konuşma tarzı ve üslûbunu herkes bilirdi. Hadislerde onun söz ve konuşmaları hemen hemen aynı şekilde muhafaza edilmişlerdir. Arapça bilenler bugün de bu ibare ve ifâdeleri okuyup, Kur'ân-ı Kerim ile karşılaştırabilirler. Gerek bu liderin yaşadığı çağda, gerekse günümüzde bu iki eserin dil, ifâde ve üslûbunda büyük fark bulunduğunda şüphe yoktur. Merakı olan herkes Kur'ân-ı Kerim ile hadisleri birbiriyle karşılaştırarak bu farkı bulabilir?63 Bu fark bilhassa hadislerde iktibas edilen Kur'ân'm âyet ve sûreleriyle daha da belirgin hal alır. Bir kişinin yıllarca iki ayrı dil, ifâde ve üslûp kullandığına şahit olunmuş mudur? Bu kişinin yıllarca bu işi kimsenin şüphesini çekmeden ve kimseye yakalanmadan becermesine imkân ve ihtimal var mıdır? Böyle bir ikilik belki de geçici bir müddet için başarılı olabilir, ama bir kişinin 23 yıl bunu becermesi mümkün müdür? Birisi çıkıp, bu kişinin Allah'tan vahiy aldığını söylediği zaman başka türlü konuştuğunu ve vahiy gelmediğini söylediği zaman, normal konuşurken ve sohbet ederken başka türlü konuştuğunu söyleyebilir ve isbatlayabilir mi?355 356

Mekke müşrikleri, hiçbir zaman Kur'ân'm Hz. Muhammed'in sözü olduğunu söylememişlerdir. Bu da onun üslûbunu bilmeleri bu konuda sarraf olmalarından ileri gelmiştir.

Öte yandan, şâyet Kur'ân'm tebliğ edicisinin işi olsaydı, o insana mizaç ve tutum itibariyle benzeyen, akrabalıkça yakın olan ve onu çokça dinleyen birinin, onunkilere benzer bir şeyler söyleyebilmesi gerekirdi. Hatta Kur'ân'm inişine şahit olan, onu okuyan, ezberleyen, manalarını zevkeden, işlerine yansıtan, onu adım adım izleyen, onun pınarlarından kana kana içen ashab-ı kiramın örnek alma ve benimseme fıtrî duygusunun gereği olarak, üsluplarını onun üslûbuna yaklaştırmaları gerekirdi. Ama bütün bunlardan hiçbiri olmadı. Onların içindeki beliğlerin yaptığı en fazla iş—şimdi bizim beliğlerimizin de yaptığı gibi—sözleri arasında Kur'ân'dan bazı parçalar iktibas etmek sûretiyle şan ve şerefini arttırmaktı.

Sonra insanların üsluplarına baktığımızda, onların da arzın sathından yukarıya yükselemediğini görürüz. Bu itibarla da, yani arzın sathından yükselememe itibariyle de insanların üslûbu, bir üslup nevi teşkil eder. İnsanların üsluplarının kimisi emekler, kimisi koşar. Ama en kuvvetlisinin (gezegen ve yıldızlara) Kur'ân'a nisbeti, yerdeki seyyârelerin (arabaların) gökteki seyyârelere nisbetinden farksızdır.

Hikmetli bir söz okuduğunuzda, onun nübüvvet kelâmı mı, sahabe veya tabiine ait bir söz mü olduğunda tereddüt edebilirsiniz? Hz. Peygamberin üslûbu fesahatta çok ileri olmakla mümtaz bulunduğu halde bu tereddüdü geçirirsiniz. Çünkü bu belagat ilminde en ileri dereceye varmamış olanlara, bazan gizli kalabilen bir imtiyazdır; zevk bazan tek başına onu idrak etmekten geri kalır, nakle başvurmak, böylece merfu' mevkuf, maktu' rivâyetleri ayırd etmeden ondan faydalanmak zorunda kalır. Oysa Kur'ân üslûbu, başka sözlerle karıştırılmayacak bir hususiyet taşır; hiç kimse onun derecesine yükselecek gücü bulamaz.357

Bu noktada şöyle bir itirazda bulunulabilir: Bir edibin şöylece iki çeşit sözü olması, büsbütün görülmeyen bir şey değildir: Birisi, düşünmeksizin içinden, lisanına geldiği şekilde bıraktığı, özenip işlemediği; diğeri ise, tefekkür neticesinde, yavaş yavaş, özene bezene söylediği söz olabilir. Bu nevi, birincisinden o kadar farklıdır ki, aynı kişinin sözleri olduğu halde, işiten, neredeyse öbürünü bir başka insanın sözü sanır. Aynı misal Hz. Muhammed'e de tatbik edilip de onun hadislerinin birinci, Kur'ân'm ise ikinci neve uygun düştüğü söylenemez mi?

Cevabımız şudur: Bu iki nevi hadisle Kur'ân'a teşmil etmek, realiteye asla uymaz. Çünkü Kur’ân vahyinin ekserisi, Hz. Peygambere, daha önce hiç düşünmediği ve bilgi sahibi olmadığı hususlarda geliyor, hatta gâh bir soruya cevap olarak, gâh ortaya çıkan bir hadiseye fetva olarak, gâh geçmiş bir ümmetten kıssa olarak veya buna benzer bir durum olarak hiç ummadığı sırada ansızın kendisini yakalayıveriyordu. Ifk hadisesi ve kıblenin değiştirilmesi meselelerinde olduğu gibi, düşünme imkânı veren bir bekleme devresinden sonra vahyin geldiği pek az durum vardır. Her iki haldeki üslûbu da görüyor ve vahyin diğer parçalarından gerek üslup ve gerek nizam bakımından hiçbir suretle farklı olmadığını müşahede ediyoruz.

Aynı şekilde diyebiliriz ki, değişik şartlarda söylediği hadislerin üslûbu da aynıdır. Şöyle ki, bazan uzun bir düşünmeden, tefekkürden veya ifk meselesinde gördüğümüz 'üzere, yahut birtakım savaş ve barış meselelerinde gördüğümüz üzere ashabıyla istişareden sonra, bazan da vahyi bekleyerek uzun bir duraklamadan sonra konuşurdu.358

Bazan ise, daha önce karşılaştığı ve müşkilat çekmediği aklî veya dinî mesele karşısında derhal cevap verirdi. Gördüğünüz gibi, üslûbu aynı kalmakta, vahye mi kendi görüşüne mi dayandığını ayırd etmeniz mümkün olmamaktadır. Keza aile efradı veya ashabıyla yaptığı günlük konuşmalarla, muayyen günlerde muazzam topluluklar karşısında yaptığı konuşmalar arasında da üslup farkı göremezsiniz. Böylece Kur-'ân'la hadis arasında bu tarzda bir ayırım yapmakta sual sahibinin sağlam bir esasa dayanmadığı meydana çıkmış oldu.

Hatta daha ileri giderek, 'münazara icabı' ve 'faraza' kaydı ile bu taksimi kabul etsek bile bu durum, üzerine bir şüphe bina edilecek bir temel teşkil edemez. Çünkü kelâmın düşünmeksizin (mürsel) ve üzerinde düşünülerek (müzevver) şeklinde ikiye ayrılması, fasîh Arapların, iki ayrı kimsenin sözleri zannedilecek derecede farklı söz söylemelerine yol açmazdı. Aslında tasavvur edilen bu farklılık, Arap selikasının (lisan zevkinin, tabiatının) inkırazından ve dili, "analarından öğrenmeyen müvelledîn neslinin ot gibi bitmesinden" ve konuştukları dilin, yazdıkları dilden farklı oluşundan sonra ortaya çıkmıştır.

Böylece müvelledlerin, biri: "tabiî avam ifâdesi", diğeri de: "tahsille kazanılan yüksek Arapça" olmak üzere iki ayrı üslupları zuhur etti.359

Zaten, tabiî olmayarak zorlamayla ortaya konulan edebî bir söz her-zaman kendisini gösterir ve sun'îlik kokacağı için, söz sarraflarının gözünde değerini yitirir.

Bu sebeptendir ki o devrin Arapları, tekellüfle hazırlanan sözlerle değil de, tabiî olarak söylenen sözlerle övünürlerdi. Hz. Peygamber'in -mütekellifler, yani yapmacık söz söyleyenlerle hiçbir ilgisi yoktu. Bilakis, konuşmada olsun, diğer bütün hususlarda olsun, tekellüf göstermekten en çok nefret eden bir zat idi. Şu söz onun değil midir: "İyi bilin ki konuşurken tekellüf gösteren, ağdalı ağdalı konuşanlar helâk olmuştur."360

Kısaca, Kur'ân, Hz. Muhammed'in sözü olsaydı, onun diğer sözlerine benzemesi gerekirdi. Çünkü bir insanda iki ayrı tabiat ve fıtrat bulunamaz. Halbuki Kur'ân, hadîse benzemediği gibi, diğer sözlerden hiçbirine de benzememektedir. Demek ki Allah'ın kelâmıdır.

k. Kur'ân İle Meydan Okuması

Vahye ilk muhatap olan Araplar, Hz. Muhammed'den, risaletinin doğruluğuna delil istediler. Allah Teâlâ, en büyük delil ve mucizenin Kur'ân olduğuna dikkat çekti361. Böylece Allah, geçici bir zamanda, sınırlı kimseler tarafından görülen ve delâlet yönünden de daha geri planda kalan mucizeleri onların nazarlarına vermek yerine, devamlı ve meseleye delâleti kuvvetli, ileri seviyeye hitabeden bir mucizeyi gözler önüne serdi. Kur'ân, nâzil olduğu muhitin en fazla ileri olduğu belâğat sahasının bir mucizesi kılınmıştır. Bunu ispat için o, edîblere önce benzeri bir kelâm ortaya koymak hususunda meydan okudu:

"(Kur'ân'm, Allah kelâmı olmadığı iddialarında) doğru iseler, haydi onun gibi bir söz getirsinler"362. Onlara uzunca mühlet verdi, yapamadılar. Sonra, asılsız, uydurma şeyler dahi olsa tesir ve belağat bakımından on sûrenin benzerini yapmaları ile iktifa edeceğini bildirdi:

"Yoksa 'onu uydurdu' mu diyorlar? De ki: 'Öyle ise siz de onun benzeri, uydurulmuş on sûre getirin. Eğer doğru iseniz Allah'tan başka çağırabildiklerinizi de (yardıma) çağırın!"363 Bunu da yapamaymca, bu defa bir sûre getirmelerini istedi:

"Yoksa 'onu uydurdu' mu diyorlar? De ki: 'Eğer doğru iseniz haydi onun benzeri bir sûre getirin ve Allah'tan başka çağırabildiklerinizi de çağırın!"364 Bunu daha sonra Bakara Sûresi 23. âyetinde de tekrar etti. Aynı sûrenin 24. âyetinde bu işi yapmadıkları takdirde, yakıtı kâfirler ve taşlar olan cehennem ateşiyle tehdit ederek tahrik etti.365 Bundan sonra da ortaya çıkan aczlerini şöyle ilân etti:366

"De ki: İnsanlar ve cinler şu Kur'ân'm benzerini yapmak üzere toplansalar, yine onun benzerini yapamazlar; birbirlerine arka olup yardımlaşsalar dahi bunu yapamazlar.367

Bu tekitli kesin nefye, daha doğrusu bu ebedî hükme bakınız. Hiç ne söylediğini bilen bir Arap, böyle bir söz söyler mi? Arap edipleri arasında edebî yarışma kapısının ardına kadar açık olduğunu ve fikrini işleten bir tenkitçinin, daha önce söylenip yazılmış bir parçanın tenkidi sadedinde tamamlayacağı bir eksiklik, dolduracağı bir boşluk veya daha mükemmel hale getireceği bir kemâl bulmakta hiç de güçlük çekmediğini devamlı surette bilip gören aklı başında bir Arap, hiç böyle bir söz sarfeder mi? Bu konuda tetikte bekleyen o zamanki Arap ediplerinin edebî hamiyyet ve taassuplarının, kendisine rekabet için üzerine sel gibi boşanacağından çekinmez miydi? O söz üstadlarından bir grup anlaşarak —şiir tenkidinde yapageldikleri üzere— birisi rakip metnin taslağını ortaya koysa, sonra diğerleri de düzeltme, daha muhkem' ve daha güzel hale getirme işini yapsa, bir sonra gelen bir öncekinin eksiğini tamamlasa, derken, çeşitli yönlerinden hiç değilse bir yönünde, onu geçmese bile ona ulaşmaya çalışan bir kelâm, bir edebî metin ortaya çıkarsalardı onun hali nice olurdu? Haydi diyelim ki muasırları için böyle bir hüküm çıkarmayı, nefsi kendisine hoş gösterdi, peki, kıyamete kadar gelecek nesilleri, hatta bütün cin ve insi karşısına alarak bu hükmü vermesine ne buyurulur? Bu, kendini bilen, kendine değer veren bir insanın kesinlikle girmeyeceği bir maceradır. Bunu yapmak, ancak semâdan gelen haberle, kudret-i İlâhiyyenin teyidi ile kucaklarını dolduran birinin işi olabilir. İşte böylece dünyanın karşısına geçerek bu daveti ortaya attı, akıllara meydan okudu. Daha muaraza etmeye kim teşebbüs ettiyse rüsvay oldu; aciz kalıp bildiğini de şaşırdı ve asırlar boyunca bu hep böyle devam etti.368

Böylece şu gerçek ortaya çıkmış oluyor: Bu meydan okuma işi, bizzat Hz. Muhammed'ten sâdır olmuş olamaz. Bu işi yapan, olsa olsa, Hz. Peygamberin lisanı ile konuşan, Kudret ve azameti sonsuz, ilmi, ezel ve ebedi kuşatan, Alîm ve Habîr olan Cenâb-ı Hak'tır.369

·        I. Kur'ân'ın Hıfz ve Bekasına Olan Gayreti

Kur'ân-ı Kerim, ümmî bir kavme ve yine ümmî bir Peygamber'e indirilmiştir370. Bu da açıkça Hz. Peygamberin Kur'ân'ı ezberlemesini gerektirmekteydi. O, ümmî bir insan halet-i ruhiyesiyle vahyi telakki ederken, bir kelimesini dahi kaybetmeden ezberlemek için acele ederdi. Yüce Allah, Kur'ân'ı göğsünde hıfzettireceğine, lafzının kıraati ve manasının anlaşılması hususunda kendisine kolaylık ihsan edeceğine ilişkin garanti verinceye kadar bu hali devam etti371.

Hz. Muhammed, özellikle namaz ve benzeri ibadetler vesilesiyle olmak üzere bütün hayatı boyunca Kur'ân-ı Kerimi gece gündüz okumuş372, ayrıca her sene, o zamana kadar gelen âyetleri Cebrâil ile müzakere ve mukabelede bulunmuş, vefat edeceği sene ise bu durum iki defa tekerrür etmiştir.373

Hz. Peygamberin terbiye ve teşvikiyle374 Sahabilerînin Kur’ân'ı öğrenmek, öğretmek ve ezberlemek hususundaki gayretleri bilinen bir gerçektir.

Hz. Peygamber, Kur'ân'ın öğretim ve eğitim işini yürütmek, onun doğru bir şekilde ezberlenmesini temin etmek gayesiyle daha hicretten önce Mus'ab b. Umeyr ve İbn-ü Ümmi Mektum'u Medine'ye, Hicretten sonra da Muaz b. Cebel'i Mekke'ye göndermiştir.375

Bütün kaynakların ittifakla haber verdiklerine376 göre, Hz. Peygambere ne zaman Kur'ân'dan bir vahiy gelse, hemen vahiy kâtiplerinden birini çağırır ve Cebrâil'in delâletiyle "Bunu falan sûreye koyunuz" diye emreder ve yazdırırdı377. Vahiy kâtiplerince yazılan âyetler Hz. Peygamber'e arzedilir, şâyet bir eksiklik olursa tashih ederdi.378

Hz. Peygamber, Kur'ân'ın hıfz ve kitabetine verdiği bu önemi, diğer sözlerine vermemiş, hatta kendi sözlerinin, izahlarının Kur'ân-ı Kerimle karıştırılmasından, hele ikisinin de ayni sahifede toplanmasından korkarak hadislerin yazılmasını önceleri yasak etmiştir.379 Bu yasak Kur'ân âyetlerinin ekserisi nâzil olup, birçok hafızlar tarafından ezberleninceye ve artık başka bir şeyle karışması konusundaki endişe ortadan kalkıncaya kadar sürdü.380

Hz. Peygamberin Kur'ân'm, hıfz ve bekasına verdiği bu önem, acaba onun ağzından çıkan diğer sözlerden, sîret ve yaşantısından farklı bir özelliğe sahip olduğunu açıkça ortaya koymaz mı? Dinî bağlayıcılık konusunda Kur'ân ile diğer sözleri arasında hiçbir fark bulunmadığı halde Kur'ân'a gösterdiği bu itina, hiç şüphesiz onun lafzı ve manasıyla İlâhî kaynaklı oluşuna olan kesin imanından ileri gelmiştir. Bunun başka bir izahı bulunmamaktadır.

·        3. Rabbiyle Olan Münâsebetine İlişkin Deliller

·        a. Rabbine Olan Bağlılığı

Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) davasında doğru ve samimi olmasının bir delili de, kendisinin gerek inanç, gerek ibadet ve gerek yasalarıyla İslâm prensiplerine sıkı sıkıya bağlılık açısından insanların başında gelmesidir. Rabbine olan imanı, Onun kudretine, azametine, büyüklüğüne, rahmetine, nimetine, kullarını hayır ve şer adına ne yapmışlarsa Kıyamet gününde hesaba çekeceğine olan derin şuuru, aklını, kalbini ve vicdanını tamamen doldurmuştu ve her an ve fırsatta dilinden dışarı taşıyordu. Her an ve her vesileyle Rabbine dua ediyordu. Sabahleyin uykudan kalktığında yeni günde tadacağı hayat nimetini takdir ettiğini gösteren dualarla Yüce Rabbine yalvarıyordu. Akşamleyin yatağına girdiğinde Rabbine karşı güven dolu, Ona canını ve bütün varlığını teslim etmiş bir kimsenin yakarışıyla niyazda bulunuyordu. Yağmur yağdığında dua ediyor, güneş veya ay tutulduğunda namaz kılıp dua ediyor, kuraklık olduğunda dua ediyor, yolculuğa çıktığında Rabbine yalvarıyor, dua esnasında hamd ve şükür ifâdeleri mübarek ağızmdan duyuluyor, haccettiğinde telbiye sesleriyle dağ, dere ve ovaları çınlatıyordu. Kısaca, Rabbini asla unutmuyor, savaşta ve barışta lisanı Onun zikrinden hiç geri kalmıyordu. Ölülere dua ediyor, dirilere dua ediyor, gündüzün aydınlığında, gecenin karanlığında hep dua ediyordu.381

Hac veya umreden döndüğünde, herbir tepeye çıktığında veya bir düzlüğe indiğinde üç defa tekbir getirir, arkasından da şöyle derdi: "Allah'tan başka hiçbir İlah yoktur, O tektir, hiçbir ortağı yoktur, mülk sadece Onundur, hamd de Ona mahsustur. Onun her şeye gücü yeter. Rabbimize sığmırak, Ona tevbe ederek, Ona ibadet, secde ve hamdede-rek geri dönüyoruz. Allah sözünü doğru çıkardı, kuluna yardım etti ve tek başına orduları bozguna uğrattı"382. Bir topluluktan korktuğu zaman dua ederdi. 383 Yeni bir elbise giydiğinde dua ederdi384. Uyumak üzere yatağına uzandığında dua ederdi385. Uykudan uyandığında dua ederdi386. Hayır işlemeyi, kötülüklerden sakınmayı ve miskinleri sevmeyi nasib etmesi, insanlar hakkında bir fitne geleceği zaman, canını alması pahasına o fitneye maruz bırakmaması için Rabbine yalvarırdı387. Hatta tuvalete girerken ve çıkarken bile dua ederdi388. Bir meclisten kalktığında dua ederdi389. Güneş ve ay tutulduğunda, yağmur yağmadığında, bir kişi öldüğünde yaptığı dualar ise gayet maruf ve meşhur olup bütün fıkıh kitaplarında yer almaktadır. Hastalara da şöyle dua ederdi: "Allahım! Ey insanların Rabbi! Hastalığı gider. Şifa ver. Şifa veren ancak Şensin. Senin şifandan başka şifa yoktur. Öyle bir şifa ver ki, hastalıktan eser kalmasın!"390

Eğer—haşa—Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) yalancı olsaydı, bir taraftan Allah'ın elçisi olduğunu ve kendisine gökten vahiy geldiğini söylerken diğer taraftan, bu duaların muhtevalarında da görüldüğü gibi böylesine acizliğini, fakirliğini ve hiçliğini, Cenneti kazanmak için vargücüyle çalışması gerektiğini itiraf ve günah işlemekten bu kadar çok korktuğunu ilan eder miydi? Yalancı ve hilekâr bir kişinin böylesine hayret edilecek derecede Rabbinin yolunda fani olması mümkün mü?

Hayatının son nefeslerinde ise duası şu olmuştu: "Allahım, ölümün sıkıntı ve sekeratlarına karşı bana yardım eyle.391 Beni bağışla ve merhamet et ve beni en yüce dosta kavuştur."392 Bunlar bir sahtekâr ve hilebazın sözleri olabilir mi? Veya sahtekâr ve hilebaz bir kimse, iftira ettiği ve vahiy uydurup kendisine isnat ettiği Allah'a karşı bu kadar büyük bir kalbî bağlılıkla ölümün yüzüne gülebilir mi?

Hz. Peygamber her vesileyle bizzat dua etmekle yetinmemiş, bazı sa-habilerinden de kendisi için dua etmelerini istemiştir. Mesela, Ömer b. el-Hattab'a şöyle demiştir: "Kardeşim, duanda bizi unutma"393.

Bunun diğer bir örneği de, Allah nasib eder ümidiyle kendisi için "vesile" makamını dilemelerini mü'minlerden istemesidir.394

·        b. Son Derece Takvası ve Rabbinden Korkması

Korku gelecekte hoş olmayan bir şeyle karşılaşmak düşüncesinden dolayı kalbin hararetlenip üzülmesidir.395 Gazâlî'ye göre korku: İlim, hal ve amel ile meydana gelir. İlim, hoş olmayan şeylere götüren sebepleri bilmektir. Bu sebepleri bilmek kalbin üzülmesine ve elem duymasına sebep olur. İşte korku da budur.396 İlâhî korku da böyledir. O, bazan Allah'ı ve sıfatlarını bilmekle olur. Zira Yüce Allah kâinatı helak etse, Ona hiçbir şey mani olamaz. Bazan da günahların çokluğu sebebiyle olur.397 Çünkü günahlar kişinin cehennemde yanmasına sebep olacaktır. Korkunun sebeplerini en iyi bilen Hz. Peygamber, "Ben aranızda Allah'tan en çok korkanım"398 demiştir.

Korkunun tesiri insanın halinde ve azalarında da görülür. Azalar, birçok şeyleri yapmaktan kaçınır. Kaçınılması gereken haramlardan sakınmaya "vera"', bununla beraber şüpheli şeylerden kaçınmaya da "takva" denir.399 Bütün bunlar Hz. Peygamberde kemâle ermişti. Bir defasında ona hurmalar getirilmiş; o, "Eğer sadaka (zekât) olmasından korkmasaydım elbette yerdim"400 demişti. Bir başka defa, geceleyin yanında bir hurma bularak yemişti. Ancak daha sonra da şüphelenmiş ve uyuyamamıştı. Yanındaki hanımı niye uyuyamadığını sorunca o, "Yanımda bir hurma buldum, yedim. Bizde sadaka olan hurmalar vardı. Bunun onlardan olup olmadığından şüphelendim. Onun için rahatsız oldum" demişti.401

Hz. Peygamber, her zaman Allah korkusu içerisinde yaşamıştır. Hz. Aişe, hava bozduğu ve fırtınalı rüzgâr estiği zamanda onun rengi değişir, kalkar, odada ileri geri yürür, sonra içeri girer ve çıkardı. Bütün bunları Allah'ın azabından korktuğu için yapardı" der402. Diğer bir haberde ise, "Resulullah namaza başladığı vakit ağlamasından dolayı göğsünden, kazanın kaynaması gibi bir ses duyulurdu" denilmiştir.403

Bir hutbesinde en yakınlarına, Allah'ın azabını ve herkesin kendisini bu azaptan kurtarmaya bakmasını, hatta kızı Fatıma'yı bile kurtaramayacağını hatırlatmıştır404.

Hz. Peygamberin Allah korkusunun tesiriyle ağladığı da görülmüştür. Nitekim o, bir defasında İbn Mes'ûd'dan Kur'ân dinlemiş ve ona "Yeter" dediği zaman gözlerinden yaşlar akmıştı.405

Hz. Peygamberin fiil ve davranışlarını tetkik edenler, onda vera ve takvanın mükemmel derecesini görürler. Bilindiği üzere kendilerini cis-manî ibadetlerde herkesten ziyade devam ederdi406. Hatta herkesten fazla olarak gecenin son üçte birinde kalkıp teheccüd namazını kılardı407. Yemede ve giymede daima zarurî ihtiyacını gidermeye yetecek bir miktar ile yetinip doyuncaya kadar yemek bile yemezdi408. Deriden yapılmış içi hurma lifi ile dolu bir döşekte yatardı409.

Rabbinden böylesine korkan, Onun en ufak bir emrini çiğnemekten şiddetle kaçman bir zat, hiç Ona itaatsizliğin en büyüğünü yaparak, Ona iftirada bulunur mu? Haddini sonsuz derecede aşıp, kendi sözünü Allah'a mal etmeye kalkışır mı? O'nun celal, azamet ve azabı karşısında titreyen yüreği böyle bir cinâyete cüret eder mi? Asla!

·        c. İbadete Düşkünlüğü

ibadetine gelince, namazın gözünün nuru olduğunu söylemiştir410. Hatta bazan namaz kılarken ağlardı411. Farz namazlarla da yetinmezdi. Soğuk kış gecelerinde sıcak yatağını terkeder, soğuk su ile abdest alarak saatlerce namaz kılardı412. Bu şartlarda bir tek sabah namazını kılmanın güçlüğü düşünülürse bunun ne demek olduğu daha iyi anlaşılır. Kellett onun kişiliğindeki bu noktaya dikkat çeker ve Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem), hayatının son anma kadar namaz kılmaya devam ettiğini belirtir.413 Kuşluk ve teheccüd namazları dışında, her farz namazla birlikte kıldığı bazı nafileleri vardı414. Savaşta veya hastayken, ya da yolculukta devesinin sırtında bulunurken bile bu nafileleri terketmezdi. Düşünün bir kere, orduları, putperestliğin en büyük karargâhı olan Mekkeyi, ahalisinin kendisini evinden, memleketinden çıkardığı, öldürmek için komplolar kurduğu ve bunca yıldır kendisine karşı çetin bir savaşı sürdürdüğü beldeyi fethederken bile, bu zaferi kendisini gaflete sevketmiyor, Rabbini bir an olsun unutturmuyor, tam aksine hiç vakit kaybetmeden sekiz rekattık kuşluk namazını kılmak için acele ediyor415. Ayrıca, teravih namazı,416 bayram namazları417, evvâbîn namazı418, ay ve güneş tutulması419, istiska420, teşbih namazı421, istihare422... gibi vesilelerle de namaz kılardı. Bu da onun ne kuvvetli ve asla kopmayacak olan sıkı bir iman bağıyla kalben ve vicdanen Allah'a bağlı olduğunu gösteriyor.

Hz. Peygamber altın ve gümüş diye bir şey yığmamıştır. Ne varsa fakir fukaraya dağıtmıştır. Bu sebeple kendine zekât farz olacak kadar mal yığmamıştır.423 Eline oldukça çok dünyalık geçtiği halde, her ne geçerse muhtaçlara dağıtıyordu.424

Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) sık sık oruç tutardı. Bazan oruçlu olduğu bu günler çok sıcak ve kavurucu zamanlara rastlardı. Bu durumda serinlemek için mübarek başına su dökmekten çekinmezdi. Bu da haliyle onun samimiyet ve tevazuuna delildir. Yoksa, münafıkların yaptığı gibi mensuplarının gözünde büyümek için insanların arasında buna katlanır gibi görünüp, evine girdiği ve yalnız kaldığı zaman kana kana su içebilirdi.425 Resulullahm (salla’llâhü aleyhi ve sellem) haccma ve hac yolculuğu sırasında çektiği sıkıntılar ve karşılaştığı güçlüklere işaret etmeye lüzum görmüyoruz.426 Eğer—haşa—yalancı olsaydı bu sıkıntı ve güçlükler karşısında evinde oturup Allah'ın kendisini bu ibadetten affettiğini söyleyebilirdi. Bütün güçlüklerle dolu ibadetlerin temeli ve muharriki hiç şüphesiz niyettir.427 Bu da onun bütün işlerinin ekseninin doğruluk, samimiyet ve apaçık iman olduğunu, yoksa kuru bir rol ve şekilcilik olmadığını en güzel şekilde ispatlıyor.

·        d. Davasına Olan Sonsuz Güveni ve Engin Tevekkülü

Hz. Muhammed'in hayatına baktığımız zaman, sonsuz derecede bir güven ve tevekkül görmekteyiz. O, bir beşerden katiyyen beklenmeyecek bir emniyet ve iç huzuru içindedir. Haklı olduğuna ve davasında muvaffak olacağına kesin imanı vardır. İşte, Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bu kendine güvenidir ki, asırlardan beri Arap liderlerinin, huzurlarına girdiklerinde yerlere kadar eğildikleri etraftaki dünya devletlerinin krallarına elçiler ve mektuplar göndermesine neden olmuştur.428 Bu Arap liderlerinin hayal edebilecekleri en büyük paye, kendisinin, Kisra'nm kuzey doğudaki veya Hirakl'm Şam'daki imparatorluğuna bağlı küçücük bir devletçiğin başı olmaktı. Fakat Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) sözko-nusu krallara gönderdiği mektuplarla bütün bu düşünceleri yıkıp yerle bir etti. Çünkü bu mektupları, son derece özlü, kesin ve Allah'a, kendisine vahyedilen dine ve peygamber oluşuna güvenle doluydu. Bu mektuplarıyla onları İslâma girmeye çağırıyor, aksi halde hem kendilerinin, hem de emirleri altındaki halk yığınlarının vebaline katlanacaklarını bildiriyordu.

Kisra, Hz. Muhammed'in, mektubunun başında ismine onun isminden önce yer vermesini bir cüretkârlık kabul etmiş, mektubu parçalamış ve kendisine bağlı Yemen valisi Bâzân'a, Hz. Muhammed'in kafasını koparıp kendisine getirmesi emrini vermişti429. Bu hareket bile Hz. Muhammed'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) attığı adımın ne kadar tehlikelerle dolu olduğunu göstermeye yeter ve onun gökten kendisine vahiy gelen Resulullah olmasından başka bir şeyle açıklanamaz. Aksi halde, kendilerine olan bağlılığını veya ifa ettiği hizmetlerini arzetmek için bile olsa Kisra, Hirakl ve Mısır Mukavkıs'ına böyle bir mektup göndermeyi büyük ihtimalle aklından bile geçiremezdi.

O, Kur'ân vahyinin sözkonusu olmadığı zamanlarda son derece çekingen, Allah'ın iradesine ters bir şey yaparım endişesiyle ihtiyatlı davranan ve bir tek söz bile söylemeye yanaşmayan bir kimseydi. Ama, Kur'ân'm emir ve irşadı sözkonusu olduğu yerde öylesine özgür ve kararlı tutum takınırdı ki, onun bu kararlı tutumunda, birkaç fikri bir araya getirip onunla yetinen bir kimsenin izini görmediğimiz gibi, dün benimsediğini bugün reddedebilen, bugün kurduğunu yarın yıkabilecek olan hesapçı bir zihniyetin umursamazlığını da görmüyoruz. Bu sağlam atılımın arkasında, İnsanî kuvvetten farklı bambaşka bir kuvvet görmek zor olmasa gerekir. Bu yüzden o, dünya güçleri karşısında ve hayatının en kritik anlarında bile, İlâhî yardımdan mutlak surette emin bir şekilde, son derece soğuk kanlı hareket etmiştir430. Yine bu yüzden tebliğinin İlâhî olduğu hususunda en ufak bir şüpheye düşmediği için, kendilerinden emin olamayan şüpheciler geri çekilirken431 o, yakınlarıyla birlikte mübaheleye girmekten çekinmemiştir432. Bugün müsteşrikler arasında tarafsızca gerçeği arayan bazı kimseler433 bu kadar çok kesin deliller karşısında, Hz. Peygamberin davasında gâyet samimi olduğu ve bu yüzden görüşlerini insanlara açıklayıp onları ikna ettiği hususunda görüş birliğine varmışlardır434.

Hz. Muhammed'in bu engin tevekkül ve kendine güvenine bir başka örnek de, getirdiği dinin hiçbir zaman ortadan kaldırılmayacağını ve bütün dinlere galip geleceğini, Allah'ın izni ve kesin ifâdelerle dile getirmesidir. O, getirdiği Kur’ân’la bu dinin ortadan silinmeyeceğini, ebediyen baki kalacağını ve Allah'ın, Kur'ân metnini tağyir ve tahripten korumayı taahhüt ettiğini, kat'î bir tarzda bildirmiştir: "Allah, hak ve batıl için şöyle bir misal verir: Köpük uçar gider, insanlara fayda veren ise yerde kalır"435 "Görmedin mi Allah nasıl bir benzetme yaptı: Güzel söz, kökü yerde sâbit, dalları gökte olan güzel bir ağaç gibidir ki, Rabbinin izniyle her zaman meyvesini verir. Allah, ibret alsınlar diye insanlara böyle misaller verir.436 "Doğrusu Kur'ân'ı Biz indirdik, onun koruyucusu da elbette Biziz."437

Bu kesin müjdeler, daha doğrusu, bu sağlam ahitler Mekke döneminde inen âyetlerdir. Hz. Muhammed'in dini yaymasının, Mekke dönemindeki durumunu biliyoruz. Bütün on sene boyunca hemşehrileri, Kur'ân'ı dinlemekten yüz çevirmiş, başkaları kulak vermesin diye iyice engellemişlerdi. İman eden pek az sayıdaki cemaate de işkence etmişler, daha sonra hem onu, hem de aşiretini boykot etmiş ve onları uzun müddet, bulundukları kuytu geçitte kuşatmışlar ve nihâyet gizli açık entrikalarla onu öldürmeye veya sürmeye teşebbüs etmişlerdi. On yıl süren bu uzun gecenin kat kat koyu karanlıkları arasından o mazlumlara pek zayıf da olsa, bir ümit ışığı görebilecek, onların bu davetlerini ilan edebileceklerini söyleyecek bir tek insan çıkabilir miydi? Bir reformcunun, hadiselerin yön veremediği dünya ufkunda değil de, kendisini davasına vermesinden ve ona güvenmesinden ötürü, sübjektif benliğinde zayıf bir ümit ışığı sezdiğini düşünsek bile, o şartlarda kendi içinde zafere kesin bir tarzda hükmetmesini tasavvur edebilir miyiz?

Farzedelim ki hayatında, davasının muzaffer olacağı ümidiyle dolu olsun, peki ölümünden sonra da bu davanın, istikbalin korkunç dalgaları arasında bekasını ve himayesini kim ona tekeffül edebilirdi ki? Zamanın akışından aldığı ders, bu husustaki yakmini zayıflatırken o nasıl böyle bir yakîne sahip olabilirdi? Toplumları düzeltmek için ortaya çıkıp eserlerini yükseltmiş olan nice reformcular vardır ki, çok geçmeden sesleri rüzgâra karışmış gitmiştir. Tarihte bir varlık ortaya koyduğu halde silinmiş olan nice medeniyetler vardır. Ve tarih, katledilmiş peygamberlerle, kaybolmuş, noksanlaştırılmış veya değişikliğe, tahrife uğramış kutsal kitaplarla doludur.

Hz. Peygamberin, arzuların kendisini havalandırıp da hayal peşinden gidecek biri olması hiç mümkün müydü? Esasen nübüvvetinden önce kendisini vahye mazhar olup nebî yapılacağı hatırından bile geçmemişti.438 Nübüvvetinden sonra da bu vahyin kendisine payidar kalacağını taahhüt edememişti, edemiyordu.439

Şu halde bu vahyi korumaya kefil olacak kendi dışında bir varlık bulunması gerekir. Ama devamlı surette sürprizlerle alt üst olan zaman akışına karşı bunu kim garanti edebilirdi ki? Bütün hadiselerin dizginini elinde tutan, olayların başlangıcını da sonunu da takdir eden, akışını da demirleyeceği yeri de ilmiyle kuşatan, zamanın Rabbinden başka hiç kimse!

Sorunuz tarihe: Nice defalar, baht İslâm devletlerine sırtını dönmüş; kâfirler, Müslümanların başına musallat olmuş, katliam etmiş, onlardan bazı milletleri dininden dönmeye zorlamış; kitapları yakmış, camileri yıkmış... Ve hülasa, daha önceki semâvî kitaplar için yapılmış olduğu gibi, pek azı bile, bu Kur'ân'm da tamamen veya kısmen zayi olması sonucunu doğuracak olan nice işler yapmışlardır. Bütün bu yangın çatırtıları ve savaş gürültüleri arasında Kur'ân, sancaklarını yüceltebilmiş, âyet ve hükümlerini koruyabilmiş ise, bunun tek sebebi İlâhî inâyet elinin onu hıfzetmesidir.

Hatta günlük gazetelere sorunuz: Bu Kur'ân'ı imha etmek, insanları yanıltmak, iftira etmek, aldatmak ve kışkırtmakla İslâmdan döndürmek veya uzak tutmak için ne müthiş para sarfiyatı yapıldığını ve fakat bunu yapanların Yüce Allah'ın bir âyetinde bildirdiğinden başka bir netice elde edemediklerini göreceksiniz.440

Bunun sebebi şudur ki: Kur’ân'ı muhafaza eden, gökleri ve yeri ayakta tutan Zâttır: "Müşrikler istemese de, dinini, bütün dinlerin üstüne çıkarmak için, Resulünü hidâyet ve hak dinle gönderen Ödttr."441 ÂÎİah, istediği işi gerçekleştiren, nûrunu tamamlayandır. Nitekim İslâm onca engele rağmen üstün çıkmış, ayakta durmuştur ve "Allah, Kıyamet emrini verinceye kadar da muarızları ona zarar vermeksizin ayakta durmaya devam edecektir."442

Eğer denilse ki, "Muhammed, Saf Sûresinin 8, 9, ve 13. âyetlerinde İslâmm, kâfirlerin itirazına rağmen, nihâyet muzaffer olacağı hakkında beyan ettiği yakîn (yani şüphesizlik), bu âyetlerin Beni Nadir kabilesinin kovulmasından sonra söylediğini gösteriyor. Muhammed o zaman, hiç değilse Medine'de kendi hükümetine hiç kimsenin karşı koyamayacağını ümit etmekte haklı idi."

Buna cevaben deriz ki: Benî Nadir hadisesi hicretin dördüncü senesinin Rebiulevvel ayında vuku bulmuştu. Beni Kurayza ve Beni Mustalik Yahudileri henüz yerlerinde duruyorlardı. Abdullah bin Übeyy gibi zahiren İslâmî kabul eden münafıklar Medine'de fesat çıkarmaktan geri durmuyorlardı. Medine civarından sürülen Yahudilerin çoğu Şam yolu üzerinde dört günlük mesafede bulunan Hayber kalesinde toplanarak ticaret yolunu tehdit ediyorlardı. Hatta Medine'de Yahudi ve münafıklar bir aralık Hayber Yahudilerinin kuvvet ve şevketinden bahisle Müslümanları tehdit ettiler, alacaklarının vadeleri gelmeden istemeye başlayıp onları tefrikaya düşürmeye çalıştılar. Bu hale rağmen Medine-de Hz. Peygamberin hükümetine karşı koyacak kimse bulunmadığı far-zedilse bile bunun nihâyet İslâm dininin, dinlerin hepsine galebe edeceğini ilân edecek derecede cesaret vermemesi tabiî idi. Halbuki nihâî zafer gerçekleşinceye kadar daha yapılacak pek büyük iş vardı. Hendek (Ahzab) savaşı henüz vukubulmamış, Mekke'nin fethi şöyle dursun, Hudeybiye antlaşması bile yapılmamıştı. Binâenaleyh bu müjdenin sadece İlâhî vahye dayandığından şüphe etmemek gerekir.443

Bu konudaki başka bir örnek de, risâletini tebliği etmesi için, Yüce Allah'ın, Hz. Peygamberin hayatını korumayı üzerine almasıdır: "Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et; eğer bunu yapmazsan, Onun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan (insanların şerrinden) koruyacaktır."444

Bu sözü söylemek, beşerin yapacağı iş değildir. Önünde ve ardında muhafızları, koruma görevlileri eksilmeyen bir hükümdar dahi olsa, bunu garanti edemez. Kendilerini askerlerin ve yardımcıların koruduğu nice hükümdârlar ve ileri gelenler, hepimiz gördük ki suikastçıların ellerinden kurtulamadılar. Fakat bu gerçek vade, Resulullahm gösterdiği itimada bakın: Hadis kitaplarının naklettiklerine göre geceleri Resulul-lahın yanında mü'minler nöbet tutardı. Bu âyet iner inmez korumayı terketti ve dedi ki: "Artık gidebilirsiniz. Çünkü Allah beni korumayı deruhte etti."445

Gerçekten Allah onu birçok yerde korudu. Öyle yerlerde korudu ki ölüm, ona ayakkabısının bağından daha çok yaklaşmıştı, burnunun dibinde idi. Yüce Allah'tan başka hiç kimsenin koruyamayacağı durumlarda korumuştu.

Birçoğu arasından şu hadiseyi misal verelim: Câbir b. Abdillah nak-/ lediyor: "Seferlerimiz esnasında gölgeli bir ağaca rastladığımızda, Re-sulullahm istirahatı için ona tahsis ederdik. Zâtü'r-rikâ gazvesinde Re-sulullah bir ağacın altında konakladı, kılıcını da üstüne astı. Müşriklerden biri kılıcı alarak kınından çıkardı ve Resulullaha "Benden korkuyor musun?" dedi. "Hayır!" diye cevap verdi. Müşrik: "Peki şimdi seni elimden kim kurtaracak?" Hz. Peygamber: "Allah kurtaracak, bırak kılıcı!" dedi. O da kılıcı bıraktı."446

Şunu da bilmek önemlidir ki, Allah Teâlâ'nm ona sağladığı bu güvenlik, salat-ı havfm meşru kılındığı gazvede vaki olmuştur. (Demek ki en korkulu bir vaziyette bile o, böylesine emin ve mütevekkil bulunuyordu.)

Bu gerçek haberi teyid eden büyük hadiselerden biri de, Hz. Peygamberin Huneyn gazvesinde gösterdiği kararlı tavır ve kahramanlıktır. O savaşta Müslümanlar dağılmış, Hz. Peygamber düşmanlar arasında tek başına kalmıştı. Müslümanlar bozguna uğrayıp kaçınca o, kısrağını düşman cihetine doğru sürdü. Amcası Abbas da kısrağın gemini tutarak sürat yapmasını engelliyordu. Derken, müşrikler, Resulullahm bulunduğu tarafa doğru geldiler, etrafını sardılar. O ise dönüp arkasına bakmadı bile. Aksine kısrağından indi. Hareketleriyle adetâ: "İşte eli-nizdeyim, elinizden geleni yapın!" demek istiyordu. Sonra şöyle dedi: "Ben gerçekten peygamberim, bunda yalan yok. Ben Abdulmuttalib'in oğluyum." Onlara meydan okuyor, sanki bulunduğu yeri bildiriyordu. Neticede ona en ufak bir zarar bile veremediler. Bilakis Allah onu görünmez ordularıyla destekledi, Kendi eliyle düşmanlarını defetti.447

Başka bir misâl: Mekke döneminde Kur'ân, mü'minlere, daha önceki peygamberlerin maruz kaldıkları durumları anlatıyor, böylece onları teselli ve takviye ediyor, neticede onların kavuştuğu güven ve zaferi, kendilerine de vadediyordu: "Andolsun ki, peygamber kullarımıza söz vermişizdir ki, onlar muhakkak yardım göreceklerdir.448 "Elbette Biz, peygamberlerimize ve iman edenlere, hem dünya hayatında hem de şâhitlerin şâhitlik edecekleri günde (mahşerde) yardım ederiz."449

Dinlerini fitne ve tehlikeden kurtarmak için Medine'ye hicret edince, o hicret diyarında güvenlik bulduklarını zannetmişlerdi. Fakat çok geçmeden, savaş her taraftan bütün şiddetiyle üzerlerine hücum etti. • Bir korkudan kurtuldukça daha şiddetlisine düşüyorlardı. Artık öyle bir hal oldu ki, bekledikleri tek şey, silahlarını bırakacakları günün gelmesi oldu. İşte onlar, o şiddetli sıkıntının içinde kıvranırken Kur'ân onlara, güvenlik ve huzurlu günlerden de öte, hâkimiyet ve devlet va-detti. O ne demekti? Bu olsa olsa rüya ve kuruntu olabilirdi. Ama öyle değildi. Allah, yeminle tekid ederek buyuruyordu. Öyleyse doğruydu: "Allah, sizden imân edip iyi işler yapanlara, onlardan öncekileri nasıl hükümran kıldıysa, onları da hükümrân kılacağına ve kendileri için seçip beğendiği dini temelli yerleştireceğine ve korkularının ardından kendilerini tam güvene erdireceğine söz vermiştir."450

Hâkim (V. 405), sahih bir senetle Übeyy b. Ka'b'dan (V. 30) naklediyor: Resulullah ile ashabı Medine'ye hicret edip de Ensar onları bağrına basınca, diğer bütün Araplar kendilerine karşı tek yumruk halinde birleştiler. Silahsız uyuyamıyorlar, sabahleyin silahsız kal-kamıyorlardı. Onlar, "Acaba huzura ereceğimiz, Allah'tan başka kimseden korkmayacağımız bir gün gelir mi?" deyince, âyet bunun üzerine nâzil olmuştu. İbn Ebî Hatim (V. 320), Bera' bin Azib'ten naklediyor: "Bu âyet, biz müthiş bir korku içinde bulunduğumuz sırada inmişti."451

Bakınız ve ümmet içinde bu vahye muhatap olan sahabe arasında bile, bu âyetin hakikatinin en geniş bir tarzda nasıl tezahür ettiğini görünüz. "Sizden" hitabına mazhar oldular, korkuları tam bir güvenliğe dönüştürüldü, yeryüzünün doğusunda ve batısında hükümran kılındılar.452

Başka bir örnek: Hudeybiye antlaşmasının yapıldığı sene Müslümanların Mekke'ye girmeleri engellenmişti. Kureyşliler, şâyet ertesi yıl haccetmek için gelirlerse, ancak—kınında olan kılıç dışında—hiçbir silah taşımamak şartıyla girebileceklerine dair madde koydurtmuşlardı. Müşriklerin ahdi bozduklarına, mü'minlerle akrabalık bağlarını kesip attıklarına ve onların Allah Tealâ nazarındaki her türlü mukaddesleri çiğnediklerine şahit olmuş olan Müslümanlar, müşriklerin bu ahde sadık kalacaklarına güvensinler miydi? Şu anda kurbanlıklarıyla hac için gelmişken, onların yerine varmasını, bu ibadeti engelleyen onlar değil miydi? Şimdi bunu yapanlar yarın kim bilir ne yaparlardı? Diyelim ki, Müslümanların girmesine imkân vererek sözlerini tuttular, peki silahsız ve kuvvetsiz olarak onların memleketlerine giren mü'minler, onların yanında canlarından nasıl emin olabileceklerdi? Bu, onları tuzağa yavaş yavaş çekme planı olamaz mıydı? Nitekim kındaki kılıç dışında hiçbir silah taşımamayı şart koşmaları da, bunun delili sayılmaz mıydı? Kılıç ise, sadece elleri ve mızraklarıyla savaşmaya karşı bir güvenlik tedbiri olabilirdi, ama, mesela ok yağmuruna tutulmaları halinde ne yapabilirlerdi ki? İşte böyle müthiş vaziyette oldukları bir sırada şu üç şeyi: Yani Mekke'ye girmeyi, güvenliği ve hac ibadetini ifa etmeyi teminat altına alan kat'î vaat geldi:

"Elbette Allah, Resulünün rüyasının453 gerçek olduğunu tasdik eder. Ey mü'minler, siz inşaallah, güven içinde, kiminiz başlarını tıraş etmiş, kiminiz saçlarını kısaltmış olarak, korkmaksızm Mescid-i Haram'a gireceksiniz. Allah, sizin bilmediğinizi bilir. Size bundan başka, yakın zamanda bir zafer verecektir."454

Bilindiği gibi, ertesi sene Müslümanlar kaza umresini güvenlik içinde yaptılar. Mekke'de üç gün kalarak bütün menasikiyle ziyaretlerini ifa ettiler.455

·        e. Bine Ulaşan Mucizenin Kendisine İhsan Edilmesi

Hz. Peygamberin mucizeleri pek çoktur. Hatta sadece Kur'ân'da bine ulaşan nübüvvet delilinin olduğu söylenir.456 Bunun dışındaki mucizelerinin de bin kadar olduğu ifâde edilir.457 Hatta günümüze kadar bu konuda ciltler dolusu eserler kaleme alınmıştır.458 Fakat biz burada bu mucizeleri tek tek sayacak değiliz. Bu, amacımızı aşar. Yalnızca bunlardan bazı örnekler vererek, Hz. Peygamber'in ne derece İlâhî inâyet ve gözetim altında bulunduğu, böylesine Allah ile irtibat halinde bulunan bir zatın Allah'a—haşa—iftira ederek, Onun adına yalana, cüret, tevessül ve tenezzül edemeyeceğini belirtmektir. Çünkü, mucize, Yüce Allah'ın, yürürlükte olan kevnî bir kanununu bir peygamberinin tevessülü ile geçici bir süre için değiştirmesidir.459 Böyle bir değişiklik, peygamber

hakkında "Evet, kulum doğru söylüyor, ben onu görevlendirdim, o benim elçimdir, benden ne tebliğ ederse, iznimledir..." manasını taşır.460

Biz burada, bazılarına Kur'ân'da da işaret edilmiş ve en sahih hadis kaynaklarında yer alan birkaç mucizeye değinmekle yetineceğiz. Anlattıklarımız denizden bir damla ve güneşten bir parıltı kabilindendir. Bunlar bazı müsteşriklerin ileri sürdüğü gibi, Müslümanların, Peygamberlerini yüceltmek için uydurdukları birer menkıbe değil, tarihi birer realitedirler. Hemen tamamına yakını Buharî ve Müslim gibi Kur'ân'-dan sonra en güvenilir kaynaklardan alınmıştır. Bunlarla ilgili hadislerin doğruluğu hakkında hadis alimleri ittifak etmektedirler. Hz. Peygamberin, Kur'ân'dan başka mucize göstermediği hiç de doğru bir iddia değildir.461 Bilakis o, pekçok mucize gösterdi ve bunların büyük tesirleri de oldu. Pek çok kâfir bu sayede imana geldi, mü'minlerin de yakîni ziyadeleşti. Hz. Muhammed'in, Kur'ân'daki mucize ve delillerinin diğer peygamberlerin mucize ve delilleri kadar detaylı bir biçimde kaydo-lunmadığı da kesindir. Bu nedenle bir taraftan İslâm düşmanları, Hz. Peygamberin bu İlâhî ihsandan yoksun olduğunu ileri sürdükleri gibi, diğer taraftan aklı ön planda tutan bir takım İslâm düşünürleri de, Hz. Muhammed'in hârikulade sayılacak hareketlerde bulunmadığını iddia etmişlerdir.462 Bazı yabancı müellifler, Hz. Muhammed, kendisinden istenilen mucizeleri yapmaya muktedir olmadığından, Kur'ân'da belirtildiği üzere "Ben diğer insanlar gibi bir insanım. Mucize yapmak benim elimde değil, Allah'ın elindedir. Ben gaybı da bilmem; ancak bana vahyolunan şeye uyarım"463 demekle yetindi, Müslümanlar evvelki peygamberlerin ve bilhassa Hz. Isâ'nın mucizelerine özendiler ve Peygamberlerinin bu aczini gizlemek için bir takım hadisler icad edip kitaplarına yazdılar, diyorlar.464

Resulullahm Kur'ân dışında mucizesinin bulunmadığını ileri sürenler tarafından delil olarak gösterilen âyetlerde, kendilerini destekleyecek hiçbir şey yoktur. Evet, Kur'ân'da "De ki: Ben ancak sizin gibi bir insanım, bana vahyolunuyor"465 buyuruluyor. Hz. Muhammed'in bir insan olmasında şüphe yoktur. Ama İlâhî vahye mazhar ve Allah'ın elçisi olan bir insan. Bu özelliğiyle diğer insanlardan ayrılır. Pırlanta da taştır. Fakat diğer taşlar gibi olmayıp büyük bir değeri vardır. Yine Kur'ân'da "Ben size Allah'ın hâzineleri benim yanımdadır, demiyorum. Size Ben gaybı bilirim de demiyorum. Size Ben meleğim de demiyorum. Ben ancak bana vahyolunan şeye uyarım, de"466 buyuruluyor. Kendisinin bizzat ve beşerî şahsiyetiyle gaybı bilmemesi, Allah tarafından kendisine bazı gaybî şeylerin bildirilmesine engel midir? Engel olmadığı, gerek Kur'ân'da ve gerekse hadis-i şeriflerde görülen gaybî haberlerle ilgili pek çok örnekle sabittir. "Ona Rabbinden bir mucize indi-rilseydi ya!' dediler. De ki: Şüphesiz Allah mucize indirmeye kadirdir. Fakat onların çoğu bilmezler"467 buyuruluyor. Şüphesiz, onların "Ona Rabbinden bir mucize indirilseydi ya!" demelerinden, kendisine Kur’ân'-dan başka mucize verilmediği manası çıkmaz. Verilmeyen mucizeler, adât-ı İlâhiyyeye ve hikmet-i Rabbaniyyeye büsbütün aykırı olarak istenilen mucizelerdir. Bunun sebebi de bu gibi mucizeleri yalanladıkları takdirde, mahv ve helak olmalarını gerektirmesi olduğu Kur'ân'da bildirilmiştir.468 Kaldı ki, Hz. Peygamberin göstermiş olduğu mucizeler peygamberliğinin tasdikine fazlasıyla yeter.

Kur'ân'da Hz. Peygambere kâfirlerin "sihirbaz"469, "kâhin"470 dedikleri belirtilir. Sihirbaz, acîb ve garib işler yapan kimseye denir. Kâhin ise, Arabistan'da, gaybı haber veren kişiye denirdi. Bunlar, bazı harikalar görmeiniş olsalardı, gayble ilgili bir takım peygamberi ha-

herlere şahit olmamış olsalardı böyle demeye hiç gerek duymazlardı. Bu nokta çok önemli olup, Kur'ân'dan Hz. Peygamberin maddî mucizelerine delildir.471

Hz. Muhammed'in Kur'ân dışındaki mucizelerinin, Kur'ân'da detaylı bir biçimde ele alınmamasının bir takım sebebleri vardır. Bunlar, Kur'-ân'm, kendisi dışındaki mucizeleri bir peygamberlik delili olarak çok fazla nazara vermek istemeyip, insanları ruhanî delilleri ve derûnî hususiyetleri tefekkür ve teemmüle davet etmesi; Hz. Muhammed'in maddî mucizelerinin tekrara ve beyana ihtiyaç bırakmayacak kadar çeşitli ve çok olması; yer verdiği mucizeleri de Allah'ın fiili olarak gösterip Hz. Muhammed'e nispet etmemesi ve bazılarının Hz. Peygamberin mucizeleri yoktur gibi bir düşünceye kapılmaları; Müslümanların birinci hüküm ve bilgi kaynağı olan Kur’ân'm, bu tür mucizeleri nakil görevini, ikinci kaynak olan Sünnet'e havale etmesi olarak özetlenebilir.472 Ayrıca, müşriklerin isteyip, Allah'ın yaratmayı reddettiği mucizelerin bir takım özellikleri vardır. Her şeyden önce bunların ne kadar abes şeyler olduğu Kur'ân'm şu ifâdelerinde açıkça görülmektedir:

"Onlar: 'Sen, dediler, bizim için yerden bir kaynak fışkırtmadıkça sana asla inanmayacağız. Veya senin bir hurma bahçen ve üzüm bağın olmalı; öyle ki, içlerinden gürül gürül ırmaklar akıtmalısın. Yâhut, iddia ettiğin gibi, üzerimize gökten parçalar yağdırmaksın veya Allah ve melekleri gözümüzün önüne getirmelisin. Yahut da altından bir evin olmalı, ya da göğe çıkmalısın. Bize okuyacağımız bir kitap indirmediğin sürece (göğe) çıktığına da asla inanmayız.' De ki: 'Rabbimi tenzih ederim. Ben sadece beşer bir elçiyim."473

Yine bazı kaynaklarda belirtildiğine göre, müşrikler bir defasında, yine bu tür garip isteklerde bulunmuşlar: "Ey Muhammed, Allah'a dua et ki, yerimizi daraltan şu Mekke dağları gitsin, Şam ve Irak toprakları gibi ovalarımız, bağlarımız, bahçelerimiz, akar sularımız olsun. Biz de ziraat ve istirahatla hayat geçirelim. Dua et de, babalarımız, dedelerimiz Kusay b. Kilâb'a kadar dirilsin, senin dinini onlardan soralım." İşte müşriklerin istenilip, meydana gelmediği bildirilen mucizeler böylesine, İlâhî adetlere büsbütün ters ve önceki peygamberler zamanında da benzeri görülmemiş, meydana gelse de inanmayacakları, kendi sözlerinden açıkça belli olan hususlardı.474 Yoksa Hz. Peygam-ber'in, mucize gösteremediği iddiası büsbütün gerçeğe aykırıdır.

Hz. Muhammed'in mucizeleri, çeşitli kaynaklarda değişik açılardan tasnife tabi tutulmuştur. Biz bu tasniflerden hiçbirine girmeyeceğiz. Yer verdiğimiz örnekler genel olarak şu özellikleri taşırlar: (1) Münkirleri irşad ve mü'minlerin imanını takviye için gösterilen mucizeler. (2) Mü'-minlerin felâket ve musibetlere uğradıkları sırada mazhar oldukları İlâhî inâyetler. (3) Hz. Peygamber tarafından haber verilerek harfiy-yen gerçekleşen gaybî haberler.

Şimdi Hz. Peygamberin mucizelerinden bazı örnekleri en mu'teber kaynaklardan seçerek kaydedelim:

Hz. Peygamberin, en büyük ve dâimî mucizesi Kur’ân'dır. Kur’ân, fesahat ve belagatiyle, ihtiva ettiği ilimleri, gayb haberleri, ilim, ahlak ve medeniyet düsturlarıyla mucize bir kitaptır. Tezimizin değişik yerlerinde bazı vesilelerle buna temas ettiğimiz için izahına girmiyoruz.

Biz önce Kur’ân'da işaret veya tasrîh edilen mucizelere sadece ismen değinerek, tafsilatını, ilgili âyetlerin tefsîr kitaplarındaki izahlarına havale edeceğiz: Fîl olayı475; gökteki haberleri dinlemek isteyen şeytanların Hz. Muhammed'in peygamberliğiyle birlikte yasaklanması ve buna yeltenenlerin ateşli güllelerle taşlanması476; Hz. Muhammed'in göğsünün yarılması477; Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksa'ya seyr478; Kureyş'in uğradığı kıtlık479; hicret esnasındaki İlâhî inâyetler480; Bedir savaşındaki âyet ve deliller481; Ahzâb (Hendek) savaşındaki ihbârat482; Huneyn Gazvesindeki İlâhî yardımlar483; Benî Nadir'in su-i kastının haber verilmesi484; Habeşistan Muhacirlerine vuku' bulan müjdeler485; Hicretten sonra Kureyş'in uğradığı durum486; Medine'de karşılaşılacak zorlukların önceden haber verilmesi487; dinî ve dünyevî hakimiyetlere ilişkin müjdeler488; Mekke fethinin müjdelenmesi;489 Hayber ve Huneyn'e ilişkin müjdeler490; Yahudilerin akibetinin haber verilmesi491; Hz. Peygamber'in vefatına dair haber.492

Hz. Peygamberin eski kitaplarda pek çok vasıfları bildirilmiş, geleceğinden haber verilmiştir.493

Doğumuna yakın, doğumu esnasında ve peygamberlikle görevlendirilmesine yakın pek çok harikulâde olaylar meydana gelmiş ve bu olaylar, tarih ve siyer kitaplarına geçmiştir.

Bir gece içinde, Mescid-i Haram'dan, Mescid-i Aksa'ya götürülmüş, oradan da yedi kat semaya çıkarılmış, ruhâni ve manevî alemlerde gezdirilmiş ve aynı gece yine Mekke'de yattığı yere geri getirilmiştir.494

Mekke'de Kureyş'in, kendisinden bir mucize istemesi üzerine Allah onun bir işaretiyle ayı ikiye böldü.495 Hz. Câbir'in evinde, Ebu Talha'nm hanesinde ve Hendek günü az bir yiyecekle çok sayıda insanı doyurdu; bir defasında seksen kişiyi dört müd arpa ve bir oğlak etinden496; bir defa çocuk yaşta olan Hz. Enes'in elinde taşıyabileceği birkaç adet arpa ekmeğiyle seksen kişiden fazla kimseyi doyurdu497; bir keresinde de, yine az bir miktar hurmadan ordusundakiler doyuncaya kadar yediler, fazla bile kaldı.498

Sahabiler, Hz. Peygamberin sofrasında yemeklerin teşbih ettiğini duyarlardı.499 Bir defasında ordunun yiyeceği azalmış, Hz. Peygamber emrederek kimde ne varsa bir yere toplanmış, oldukça az bir miktar toplanabilmiş, Hz. peygamber bereketle dua etmiş, sonra da ondan almalarını emretmiş, orduda kim varsa kabını onunla doldurmuştur.500

Parmaklarından çeşme gibi sû akmış, susuz olan bütün ordusu doyuncaya kadar içmiş.501 Yine abdest alıp bu sudan, kuru olan Tebûk çeşmesine dökmüş, bir başka defa Hudeybiye kuyusuna aynı şeyi yapmış ikisinden de su kaynamıştır. Tebûk çeşmesinden sayıları binlere varan ordusu kana kana içmiş, Hudeybiye kuyusundan da sayıları bin beşyüz olan askerler doyasıya içmiştir.502

Hz. Ömer'e, bir devenin çömeldiği yer kadar mesafe tutan bir miktar hurmadan dörtyüz atlının yol azığını doldurmasını emretmiş, Hz. Ömer hepsine verdiği halde artmış ve muhafaza etmiştir.503

Yerden aldığı bir avuç toprağı küffar ordusunun yüzüne karşı savurmuş, hepsinin gözü görmez olmuştur.504

Daha önce dayanıp hutbe okuduğu kuru hurma direği, minberin yapılmasıyla onun ayrılığına dayanamayarak inlemiş, deve gibi ses çıkarmış, Hz. Peygamberin onu bağrına basmasıyla susmuştur.505

Hz. Muhammed, gaybtan haber vermiştir. Hz. Osman'a, sonunda Cennete girmeye sebep olacak bir musibete uğrayacağını506; Hz. Ammar'ı bağî bir gürühun öldüreceğini507; Hz. Hasan'm eliyle Allah'ın iki büyük Müslüman grubun arasını bulduracağını bildirmiştir508. Görünüşte Allah yolunda savaşan bir kimsenin Cehennemlik olduğunu haber vermiş, daha sonra bu adamın intihar ettiği ortaya çıkmıştır.509 Bütün bu örnekler, ne bir fal, ne müneccimlik, ne keşifle bilinemeyecek, ancak Allah'ın vahyi ve bildirmesiyle bilinecek hususlardır.510

Hicret esnasında kendisini takip eden Suraka b. Mâlik'in atının ayakları yere batmış kendisini bir duman kaplamış, nihâyet Hz. Peygamberden medet dileyerek Hz. Peygamber de ona dua etmiş ve atı bile konuşmuştur. Yine Suraka'ya Kisra'nm bileziklerinin giydiriliceğini haber vermiş ve öyle de olmuştur.511 Yemen'in San'a şehrinde bulunan yalancı peygamber Esved el-Ansî'nin öldürüldüğünü ve bunun kimin tarafından gerçekleştirildiğini bildirmiştir.512 Sahabilerinin huzurunda bir deve gelip halini şikâyet yollu arzetmiş ve ona saygı göstermiştir.513 Bir grup sahabisine hitaben: "Sizden biriniz Cehenneme gidecek ve dişi Uhud dağı kadar büyük olacak" demiş, orada bulunanların hepsi mü'min olarak öldükleri halde, birisi dinden çıkmış ve mürted olarak öldürülmüştür.514

İki ağacı çağırmış, onlar da yanyana gelmişler, daha sonra yine onun emriyle herbiri ayrılarak yerine gitmiştir.515 Necran Hıristiyanlarının heyetini mübaheleye çağırmış, onlar, kendisinin doğru sözlü olduğunu anlayıp mübahele sonunda helak olacaklarını bilerek buna yanaşmamışlar.516

Hz. peygamber'e zehirli et yedirilmiş, onunla beraber sofrada bulun ve yemekten yiyen birisi ölmüş, o ise bundan sonra dört sene yaşamıştır. Ağzına götürdüğü zehirli kol konuşarak durumu haber vermiştir.517

Bedir günü Hz. Peygamber, Kureyş reislerinin öldürülüp düşecekleri yerleri tek tek söylemiş, haber verdiği kimselerden hiçbiri kurtulamayarak aynı yere düşürülmüştür.518Hz. Peygamber ümmetinden bazı grupların deniz üzerinde sefere çıkacaklarını bildirmiş, aynen öyle olmuştur.519 Yer onun gözünde dürülmüş, yeryüzünün doğusunu ve batısını görmüş ve ümmetinin toprak ve hakimiyetlerinin kendisine gösterilen yerlere kadar ulaşacağını bildirmiş,520 aynen öyle olmuştur.

Kızı Fatıma'ya, yakınlarından kendisine ilk kavuşacak olanın o olacağını bildirmiş,521 aynen öyle olmuştur. Hanımlarına, elleri uzun olanın vefatla en önce kendisine kavuşacağını söylemiş,522 sadaka vermek bakımından elleri en uzun (en cömert) olan Hz. Zeyneb en önce vefat ederek ona kavuşmuştur.

Bir keçinin kupkuru memelerine elini sürmüş, meme süt ile dolmuş, bu olay İbn Mesud'un Müslüman olmasına vesile olmuştur.523

Bir sahabisinin gözüne bir ok isabetiyle yerinden çıkarak yanakları üzerine düşmüş, Hz. peygamber eliyle onu yerine yerleştirmiş, göz eskisinden daha güzel ve daha sağlam olmuştur.524 Hayber'in fethi günü, Hz. Ali'nin ağrıyan gözlerine mübarek tükürüğünden sürmüş, göz anında iyileşerek, Hz. Ali sancaktarlık yapmıştır.525

Kısaca, Hz. Muhammed'in avucunda küçük taşların zikir ve teşbih etmesi, aynı avucunda, küçücük taş ve toprak, düşmana top ve gülle hükmünde onları bozguna sevketmesi, aynı avucunun parmağıyla, ayı iki parça etmesi; aynı el, çeşme gibi on parmağından suyun akması ve bir orduya içirmesi; ve aynı el hastalara yaralılara şifa olması, elbette o mübarek el, ne kadar harika bir İlâhî kudret mucizesi olduğunu gösterir. Sanki dostlar içinde o elin avucu, büyük bir İlâhî zikirhanedir ki, küçücük taşlar dahi içine girse, zikir ve teşbih ederler. Ve düşmanlara karşı, küçücük bir cephane-i Rabbânîdir ki; içine taş ve toprak girse, gülle ve bomba olur. Ve yaralılar ve hastalara karşı, küçücük bir Rahmânî ec-zahânedir ki, hangi derde temas etse, derman olur. Ve celâl ile kalktığı vakit, ayı parçalar, cemâl ile döndüğünde kevser suyu akıtan on musluklu bir rahmet çeşmesi hükmüne geçer. Acaba böyle bir zâtın bir tek eli, böyle acîb mucizelere mazhar ve medâr olsa; o zâtın, kâinatın Yaratıcısı yanında ne kadar makbûl olduğu ve davasında ne kadar sadık bulunduğu ve o el ile bîat edenler, ne kadar bahtiyar olacakları, apaçık derecede anlaşılmaz mı?526

Çok sayıdaki mucizelerden burada ancak birkaç tanesini numune olarak kaydettik. Biri çıkıp da, "Bu münferit olayların herbirisi mütevatir değil, tek mütevatir mucize Kur'ân'dır" diyerek bu mucizeler hakkında kuşku duyarsa, onun durumu aynen, Hz. Ali'nin cesareti veya Hatem-i Tâî'nin cömertliği hakkında şüphe duyan kimseye benzer. Bilindiği gibi bunların cesaret ve cömertliklerini gösteren herbir olay mütevatir değildir. Fakat bu olayların hepsi gözönüne getirildiğinde zarurî ve kesin bilgi ifâde eder.527

·        4. Muhaliflerinin Tutumuyla İlgili Deliller

·        a. Muhaliflerinin Kararsızlık ve Tutarsızlıkları

Kur'ân-ı Kerim incelendiğinde, birinci düşman ve muhaliflerinin kendisini kabul etmemek için mübelliği hakkında bir takım bahane ve iddialar ileri sürdüklerini görürüz. Bunlar özetle şöyle sıralanabilir: Hz. Peygamberin insan olması,528 peygamber olarak başka birinin değil de Hz. Muhammed'in seçilmesi,529 davası haklı olsaydı önemli şahsiyetlerin kendisine uyması gerektiği,530 Hz. Peygamber'in kâhin olduğu veya kendisine şeytanların geldiği531, Hz. Peygamberin mecnun, çılgın ve divane olduğu,532 Hz. Peygamberin şâir olduğu533, Hz. Peygambere birilerinin bazı şeyler öğrettiği534, getirdiğini söylediği Kur-’ân'm saçma sapan rüyalar ve uydurma olduğu535, geçmişlerin masal ve efsanelerinden ibaret bulunduğu536 gibi belli başlı iddia, itham ve bahaneler ileri sürüyorlardı. Kur’ân bu iddiaların hepsine tek tek cevap vermiştir. Ancak bizim burada dikkat çekmek istediğimiz nokta, bu iddia sahiplerinin iman etmemek için bahane ileri sürerken belli bir iddiada durmamaları, çoğu zaman birbirine ters düşen iddialar ileri sürmeleridir. Bizce bu halet-i ruhiyeleri temelde bir gerçeğe dayanmamaların dan ileri geliyor. Aksi halde böylesine birbirinden kopuk bahaneler ileri sürmezlerdi.

Kur'ân'm, kendi tenkitçilerinin fikirlerinden yaptığı nakilleri araştıran kimse görecektir ki, onların en az bahsettikleri şüphe, "insanların öğretmiş olması" şüphesi olmaktadır. Buna karşılık, en çok bahsettikleri ise, Kur'ân'ı, tebliğcisinin şahsına bağlamalarıdır537. Şahsına bağlayanlar da Kur'ân'm sâdır olduğunu düşündükleri ruhî hal konusunda değişik düşüncelere sahiptirler. Şiir mi, cinnet mi, karışık rüyalar mı?... Ne diyeceklerini şaşırmışlardır. Bu iddia ve ithamlardan hiçbiri doğru, tutarlı ve ölçülü'değildir. Ayrıca az önce de belirttiğimiz gibi bu suçlamalar kendi içinde de çelişkilidirler.

Pek iyi biliyoruz ki, vicdanlarının derinliğinde, bu görüşlerden hiçbirisi kendilerini tatmin etmiş değildir. Onlar, bu görüşlerden hangisinin üzerine ellerini koyup Kur'ân için o tezgâhta bir elbise dokumak isterlerse, kendi zevklerinin bile onu kabul etmediğini, bunun ona uymadığını görürler, can havliyle ikinci bir görüşü denemeye koşarlar; bakarlar ki o da reddettiklerinden daha uygun değil, bu sefer bir üçüncüye koşarlar, böylece endişeden kurtulup istikrar kazanamazlar. Bu gülünç durumu öğrenmek isterseniz, tavsifini Kur'ân'da okuyabilirsiniz: "Hayır" dediler (Muhammed'in söyledikleri) karmakarışık rüyalar, hayaller!", "hayır, hayır onu uydurmuş!", "yok, yok! doğrusu o bir şâir!"538 Bu kısacık cümle, ihtiva ettiği üç idrab539 edatiyle onların görüşlerinde düştükleri şaşkınlığın ve kararsızlığın derecesini pek mükemmel bir tarzda göstermektedir. Kezâ bu âyet, yalan şahitlik yapanın zor durumda kaldığını hissettiği sıradaki durumunu tasvir eder: Nasıl gâh sağa gâh sola dönüyor, söylemiş olduğu muhali düzeltmek isterken yolu nasıl şaşırıyor? Bütün bunları canlı bir şekilde tasvir eder: "Bak seni nelere nelere benzettiler! (Gâh şâire, gâh sihirbaza, gâh kâhine, gâh mecnûna benzettiler) benzettiler de hakikatten ayrıldılar, artık bir daha yol bulamazlar."540

Kur'ân-ı Kerim başka bir yerde de kâfirlerin bu zaafına parmak basmış ve yalanlarını yüzlerine vurmuştur:

"O halde (ey habibim) sen öğüt ve nasihata devam et. Sen Rabbinin nimeti sayesinde ne kâhinsin, ne de mecnûn. Yoksa, 'O bir şâirdir, onun felâket zamanını bekliyoruz' mu diyorlar? De ki, 'Bekleyin, ben de sizinle bekleyenlerdenim.' Yoksa onların akılları kendilerine böyle mi emrediyor? Yahut onlar azgın bir kavim midirler?"541

Görüldüğü gibi, bu birkaç cümle ile muhaliflerinin bütün propagandaları boşa çıkarılmış ve maskeleri düşürülmüştür. Burada denilmek isteniyor ki, Kureyşli kabile reisleri kendilerinin çok akıllı ve zeki olduklarını sanıyorlar. Ama şair olmayan bir kişiye şair demek, herkesin akıllı ve zeki olarak kabul ettiği kişiye mecnûn lakabını takmak akıllıca bir davranış olabilir mi? Kâhinlikle yakından uzaktan hiçbir alakası olmayan bir kişiye kâhin demek doğru bir hareket sayılabilir mi? Meselâ diyelim ki—haşa—Hz. Peygamberin aklî dengesi bozuktu. O zaman ancak delilik veya mecnun lakabı kendisine uygun olabilirdi. Fakat bir kişi aynı zamanda nasıl kâhin, şair ve mecnûn olabilir? Çünkü eğer mecnûn ise ne kâhin olabilir, ne de şair. Eğer kâhin ise ne mecnun olabilir ne de şâir. Aynı şekilde biri şair ise, kendisine ne kâhin ne de mecnun denebilir. Bir şairin ilgilendiği konular, ifâdesi ve üslûbu bir kâhinin faaliyet alanı ve dilinden fersah fersah uzaktırlar. Aynı söz ve kelâma hem şiir, hem kehânet diyen bir kişi herhalde şairlik ve kâhinlik arasındaki farkı bilmiyor demektir. Bu açık tezat gösteriyor ki, kâfirler Hz. Peygambere körü körüne muhalefet etme sevdasıyla kendisi hakkında tuhaf ve tutarsız iftira ve ithamlarda bulunuyorlar.

Müşriklerin, "Kendisine büyü yapılmış biri" ithamına karşı Kur'ân, Hz. Peygambere hitaben şöyle buyurur: "Bak, sana nasıl misaller getirip dalalete düştüler. Onlar doğru yolu bulmaya güç yetiremeyeceklerdir."542

Yani, ey peygamber, senin hakkında kâfir ve müşrikler sabit fikirli ve sabit sözlü değillerdir. Bunlar, bugün başka bir şey yarın başka bir şey söylerler. Bazan darler ki, "Sen sihirbazsın", bazan da derler ki, "sana büyü yapılmıştır." Bazan, "şair", bazan "mecnûn" ve bazan "kâhin" derler. Bu çelişkili iftira ve iddialar gösteriyor ki, kendileri hakikati bilmezler. Zira hakikati bilselerdi, hergün yeni bir iddia ve yeni bir iftira ile ortaya çıkmazlardı. Bu tutum ve davranışları, aynı zamanda kendi söylediklerine de inanmadıklarını ispatlıyor. Bazan bir ithamda bulunurlar ve bir süre sonra bu ithamın yerini bulamadığını ve inandırıcı olmadığını gördükten sonra ikinci bir ithamda bulunurlar. Bu da uymayınca bir üçüncü ithamı ortaya atıverirler. Bu suretle onların her yeni ithamı eski ithamlarını tekzip etmiş olur. Kısacası bu insanlar sadece kin, nefret ve düşmanlık yüzünden sana olur olmaz ithamlarda bulunuyorlar, ki bunların hakikatle hiçbir alakası yoktur. Yüce Allah onların, bu tutarsızlıklarının gerçek nedeninin peşin hükümlü olmaları ve peşinen gerçeği yalanlamaları olduğuna şu âyetiyle de işaret eder: "Doğrusu onlar, kendilerine hak geldiği vakit, onu tekzib ettiler. Onlar bu hususta şaşırmış bir haldedirler."543

Şu âyet de bu tür tutarsızlıklarına parmak basıyor:

"Onlar, seni gördükleri zaman istihza ederler. Ve, 'Allah'ın peygamber olarak gönderdiği bu mudur? Eğer sebat etmeseydik, az kalsın bizi ilâhlarımızdan saptıracaktı' derler."544

Görüldüğü gibi kâfirler burada da aynı anda birbirine zıt iki şey söylüyorlar. Meselâ ilk âyette onların Hz. Peygamber ile alay ettikleri ve hem kendisini hem davetini küçük gördükleri belli oluyor. Hemen bunun ardından ikinci âyette onların Hz. Peygamberden ve onun mesajından korktukları anlaşılıyor. Bu âyete göre, kendileri Hz. Muhammed'in şahsiyeti ve mesajının gücü ve üstünlüğünden telaşa kapılmışlardı. Kendi dediklerine göre, eğer inat ve taassupla kendi sahte tanrı ve tanrıçalarına dört elle sarılmamış olsalardı, Hz. Peygamber onları mat etmişti bile. Bu, birbirine zıt olan iki görüş, İslâm hareketinin kâfir ve müşrikleri ne kadar telaşlandırdığını ve ne kadar acze düşürdüğünü açıkça ortaya koyuyor.545

"Biz onların; 'ona bir insan öğretiyor' dediklerini biliyoruz"546 âyeti de müşriklerin bu tutarsız iddiaları arasındadır. Fakat onların bu sözde ciddi olduklarını ve İlmî makamını bildiklerini ve gerçekten yaşayan bir insanı kast ettiklerini hiç düşünebilir misiniz? Asla! Ama onların ciddî ve haklı olma gibi bir dertleri yoktu; bütün gayeleri, susmak ve cevap verememek utancını doğru veya yalan, ciddî veya gayr-i ciddî ayırd etmeksizin, rastgele bir sözle kendilerinden uzaklaştırmaktı.

Zanneder misiniz ki, bu öğretimi sadece bir kişiye mal ettiler? Kesinlikle hayır! Kendilerinin de babalarının da bilmediği şeyleri bilen bir kişinin orada bulunmadığını pekala biliyorlardı. Veya zanneder misiniz ki, bi'set senesinde Mekke bölgesinin din ve tarih alimlerinden yoksun olduğunu görünce Medine'de, Şam'da veya başka yerde bulabilecekleri bir âlim arayıp, bu öğretimi ona mal ettiler? Hayır, onlar böyle bir iddiada da bulunmadılar. Şu halde kimdir bu muallim? Belli biri değilse, yok demektir.547

Kur’ân'a beşerî bir kaynak bulma sevdasında olan Batılı müsteşriklerin durumu da Mekke müşriklerinkinden farklı değildir. Onlardan da birisi veya bir grup Kur’ân'ı ve Kur'ân'ın mübelliği olan Hz. Muhammed'in hayatını adeta büyüteç altında inceden inceye araştırıp bir hipotez geliştiriyor. Bu uğurda bunca emek ve enerji sarfediyor. Kendince, Kur’ân'a beşerî bir kaynak bulduğuna kanaat getiriyor. Bu hipotez bir süre gündemde kalıp, alkışlanıyor. Fakat çok geçmeden, bir başkası aynı konuda araştırmalar yaparak onu tamamen veya kısmen çürüten başka bir hipotez ortaya atıyor. Böylece birbirlerini nakzederek asırlardır didinip duruyorlar. Onların kılı kırk yararcasına dikkatli mesaileri, asırlarca fikirlerin telahukuyla birbirine destek olan Batının bu konudaki zengin İlmî altyapısı ve Müslümanların her alandaki gerilemesinden dolayı etrafındaki surlar yıkılıp müdafaasız kalmış Kur'-ân'ı gözlerden düşürüp yokluğa mahkum etmeye olan aşırı hırslarına rağmen bu konuda hiçbir şey yapamıyorlar. Kur’ân adeta mucizelik kılıcıyla bu ilim ve medeniyet meydanında kendi kendisini müdafaa edip duruyor. Bize göre tek bu gerçek bile Kur’ân'ın Allah kelâmı olduğunun yeterli delilidir.

Tezimizin Giriş kısmında müsteşriklerin Kur’ân'ın kaynağıyla ilgili birbirine taban tabana zıt ve yekdiğerini çürüten bazı iddialarını gördük. Çalışmamızın başından sonuna kadar da bu iddiaları detaylı bir biçimde ele almaktayız. Bu çelişkili iddialar, birbirlerini hükümden düşürmektedir. Kur’ân'ın on dört asır önceki muhaliflerine verdiği cevaplar, onların halet-i ruhiyelerinin tasviri günümüz müsteşrikleri için de aynen geçerlidir. Çünkü Kur'ân, bütün asırlara hitap eden Ezelî bir İlâhî hutbedir.

·        b. Pek Çoğunun Daha Önce İleri Sürdükleri İddialarını Bir Yana Bırakarak Ona İman Getirmeleri

Başta Ebu Süfyân, Amr b. As , Halid b. Velid, Hz. Ömer, Ebu Cehl'in oğlu İkrime olmak üzere daha sonra iman getiren bütün Mekke müşrikleri, tek tek bu konumuza birer örnektir. Bunlardan Ebu Süfyân ve İkrime gibi, Mekke fethine, Amr b. As ve Halid b. Velîd gibi bu tarihe çok yakın bir zamana kadar bütün gayretleriyle Kur'ân'ı yalanlıyor, Hz. Muhammed'in peygamber olmadığını iddia ediyorlardı. Bu uğurda defalarca ordular düzenleyerek Hz. Muhammed  (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ve Sahabilerinin üzerine yürüdüler. Hz. Ömer, Hz. Muhammed'in vücudunu ortadan kaldırmak için evinden çıktı.

Yukarıda sözkonusu ettiğimiz ve Kur'ân'ın sık sık temas edip cevaplandırdığı iddiaların sahibi bu insanlardı. Fakat çok geçmeden başta bunlar olmak üzere on binlerce müşrik ve ehl-i kitap imana geldi. Kur'ân'a dört elle sarıldı, onun uğrunda eski dininden, malından, canından ve her şeyinden geçti. Mekke'de on üç sene boyunca her türlü hakaret, tekzib ve tazyike maruz kalan ve vatanını terketmek zorunda bırakılan Hz. Muhammed  (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ve bir avuç ashabı, on sene sonra sayıları on binlere varmış olarak muzaffer bir biçimde geri döndüler. Veda Haccmda, hacca gitme fırsatı bulup Resulullahı dinleyen mü'minlerin sayısı on bindi. Aradan yirmi sene geçmeden Müslümanlar, dünyanın ikinci süper gücü olan Sasanî İmparatorluğunu tarih sayfasından sildiler. Doğu Roma İmparatorluğunu müteaddit defalar bozguna uğrattılar. Kur'ân nûru doğuda Çin Şeddine, batıda Endülüs'e kadar dayandı. Dönemindeki bütün büyük dinler, kavmi, kabilesi, hatta öz amcası bile can düşmanı olan bir tek Zat, nübüvvet nuruyla adetâ dünyayı mayaladı ve kısa bir zaman içinde kalblerin sevgilisi, gönüllerin sultanı ve akılların muallimi oldu. Kur'ân'ın bir tek meselesi için ordular sevkedildi, muharebeler yapıldı. Onun âyet, cümle ve hatta kelimelerini tefsir için binlerce cilt eser yazıldı. Onun mübelliği olan Hz. Muhammed'in bir tek sözünü veya onunla ilgili en ufak bir bilgiyi elde etmek için ömürler harcandı, ülkeler katedildi.

Kur'ân'ın ve onun mübelliği olan Hz. Muhammed'in bu manevî saltanatı diğer zorba müstebitler gibi kısa sürmedi, bin dört yüz sene gibi uzun bir süre devam etti. Zaman ihtiyarladıkça Kur'ân gençleşti. İlmî keşifler, teknik ilerlemeler onun yeni yeni sır ve meziyetlerini ortaya çıkardı. Acaba binlerce dikkatli gözlerin, önünde yıllar yılı bir sineğin tavus diye görünmesi ve kendine o süsü vererek o dikkatli gözleri yanıltması mümkün mü? İşte, Kur'ân ve onun mübelliği olan Hz. Mu-hammed bin dörtyüz seneyi aşkındır insanlık semasında, arz-ı endâm ediyor. Dost ve düşman milyarlarca insanın gözleri kendilerine çevrilmiş. Mü'minlerin imanı zerre kadar sarsılmamış, bilakis daha da güçlenmiş. Düşmanlarından da insaflı olanlar imana gelmiş, en azından onun üstünlük ve meziyetini takdir ve tebcil etmiş. Geri kalanlar da, hasetlerinden, taassuplarından veya tarihten kalma kin ve nefretlerinden dolayı inatla ve bin dereden su getirerek onun ışığını perdelemek istiyorlar. Bir doktorun binlerce hastayı iyileştirdiğini gözleriyle gördükten sonra ondan tabip sıfatını esirgemeye kalkışmak ne kadar vicdanı rahatsız edici inat ise, Hz. Muhammed'in de diğer dinlere üstün bir din tesisi ettiğini ve milyonlarca insanın bu din sayesinde küfür ve şirkten kurtularak hidâyet yoluna girdiğini görüp dururken onu hala sadece akıllı, ileri görüşlü ve işini bilir bir insan sayıp, peygamber ünvanma layık görmemek ondan daha açık ve adalet ve insafa sığmaz bir inatçılıktır.

Tarih bize göstermiştir ki, aklının sesine kulak vererek ve kesin delile dayanarak İslâmî terkeden, din değiştiren hiçbir Müslüman yoktur. Ama, gerçekleri araştırarak, bilimsel incelemeler sonucu, aklî bürhan-larla Müslüman olan, hem de her dinden binlerce insan var. Öyle ki, pekçok din adamı, hatta materyalist bile Müslümanlığı kabul etmiş ve Kur’ân'a hayatını vakfetmiştir. İslâmm en çok garip ve maddeten himayesiz kaldığı asrımızda bile bunların adını kaydetmeye kalkışsak, sayfalar dolar.

Meselâ, Garaudy daha önce marksist bir insan olup yıllarca Komünist Partisinin genel sekreterliğini yapmıştı, Müslüman oldu ve bu konuda kıymetli kitaplar kaleme aldı. Konumuzun başka bir örneği de eski adı Peter Dawid Benjamin Keldani olan Abdu'l-Ahâd Dâvûd'dur. Bu zat Uniate Keldani Kilisesine mensup bir rahipti. Hatta bu alanda çıkılabilecek en üst makamlara kadar yükseldi. İstanbul'da 1904 yılında İslâmiyet! kabul etti.548 Bu konuda başka bir örnek de, ünlü Fransız tabib Prof. Dr. Maurice Bucaille'dir. Bu zat, Batıda İslâmî tanıma önünde dikilmiş aşılmaz nitelikteki engelleri549 aşarak Müslüman olmuş, bununla da kalmayarak meslekî formasyonunu, özel bir ilgi duyduğu din alanına tatbik ederek semâvî kitapları dikkatle inceleyip, Kur'ân'ı ve diğer iki kutsal kitabı bu ilimler ışığında değerlendirmeye tabi tutmuş ve gerçekten enteresan tesbitlerde bulunmuştur.550

Daha önce Hıristiyan, Yahudi ve Budist olan birkaç ilim adamını örnek olarak sadece isimlerini burada kaydedelim: İbrahim Halil Ah-med,551 D. (Dibora) Potter,552 'W. B. Beckard,553 Amir Ali David,554 Et. Dinet555, C. Stephens,556 Dr. Ahmed Nesîm Sousa,557 Basheer A. Shad,558 L. Weiss (Muhammed Esed),559 Lady E. Cobold,560 Kvvelem,561 F. Montague (el-Masûr Billâh eş-Şafi'î)562, Ayesha Bridget Honey.563

·        c. Ona İman Getirmediği Halde İçten ve Samimi Olduğuna İnanan Çok Sayıda İnsanın Bulunması

"Gerçek faziletin odur ki, düşmanların bile onu inkâr edemesin, kabul etmek zorunda kalsın" diye bir söz var. Bu sözün ışığında, Hz. Muham-med'in düşmanlarına, muhalif ve münkirlerine baktığımızda onun doğruluk ve samimiyette ne kadar eşsiz olduğunu görüyoruz. Önce Mekke müşriklerinin bu konudaki itiraflarına göz atalım:

Mekke müşrikleri, Hz. Muhammed'in, doğru bir insan olduğunu biliyorlardı. Çünkü onun ağzından hiç yalan söz duymamışlardı. Fakat buna rağmen ona inanmamalarının bazı nedenleri vardı. Bunların başında, cehalet, atalarını körü körüne taklit etme, taassup, boş yere şan ve şereflerini koruma, menfaat ve makamlarını sürdürme kaygısı geliyordu. Bu nedenlerle Hz. Muhammed'e muhalefet ediyorlardı. Kendi içlerindeki zaaf ve suçluluk duygularını saklamak için Hz. Muhammed'i mutlaka durdurmaları gerektiğine inanıyorlardı. Nitekim Resulullahm en büyük düşmanlarından biri olan Ebu Cehil bile, bir defa değil, birkaç defa Hz. Muhammed'in haklılığına inandığını itiraf etmişti. O, Hz. Muhammed'e muhalefet etmek için de çok sudan bahaneler ve boş sebepler ileri sürüyordu.

İbn Ebi Hatim (V. 320), Ebu Yezîd Menedî'ye dayanarak kaydetmiştir ki: Bir defasında Ebu Cehil, Hz. Muhammed  (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ile karşı karşıya geldi ve kendisiyle el sıkıştı. Bir kişi laf attı: "Bu da ne, gözlerim neler görüyor? Sen dininden dönen bu adamla el mi sıkışıyorsun?" Ebû Cehil onu biraz uzağa götürüp kulağına fısıldadı: "Vallahi onun peygamber olduğunu biliyorum. Ama bizim Abd-i Menaf'a tabi olduğumuzu hiç gördün mü?564"

Süfyân-i Sevrî (V. 161), Tirmizî (V. 279) ve Hakim (V. 405), Hz. Ali'den şunu nakletmiştir: "Ebu Cehil, bir defasında Resulullaha şöyle dedi: "Biz seni değil, senin getirdiğin şeyi yalanlıyoruz."565

Yine Kureyş'ten Haris b. Amir: "Ey Muhammed, vallahi sen bize hiç yalan söylemedin, fakat biz sana uyarsak, yerimizden olacağız, bundan dolayı iman etmiyoruz" demiştir.566

Beyhakî (V. 458) ve İbn Hişam (V. 213), İbn İshak'a (V. 151) dayanarak ve İbn İshak da Zührî'ye (V. 124) dayanarak şu olayı nak-letmişlerdir: Bir gece Ebu Cehil, Ebu Süfyân ve Ahnes bin Şerîk ayrı ayrı evlerinden çıkıp Resulullahm namazda okuduğu Kur'ân'ı dinlemeye çalıştılar. Her üçü de birbirlerinden habersizdi. Sabahleyin üçü de birbirini gördü ve utandılar ve bundan sonra bu gibi bir harekette bulunmayacaklarına karar verdiler. Zira, onlara göre halk kendilerinin böyle gizli gizli Hz. Muhammed'in okuduğu Kur’ân'ı dinlemeye gittiklerini duyunca onlara karşı duydukları güveni kaybedecekti. Ama ikinci gün yine aynı olay meydana geldi ve sabah yine birbirlerini görüp ilerisi için sözleştiler. Tesadüf bu ya, üçüncü gece de aynı olay tekrarlandı. Bu sefer Ahnes bin Şerîk dayanamadı ve Ebu Süfyan'a gidip sordu: "Ey Ebu Han-zala, bana doğru söyle, Muhammed'in okuduğu şeyler hakkında ne düşünüyorsun?" Ebu Süfyân dedi ki: "Ebu Sa'lebe, vallahi ben duyduklarımı anladım ve bunların ne demek olduğunu da biliyorum. Fakat bazı şeyler var ki, onların manasını ve gayesini bilmem." Ahnes, "Ben de aynı fikirdeyim" dedi. Sonra Ahnes, Ebu Cehil'e gitti ve, "Ebu'l-Ha-kem, Muhammed'den duydukların hakkında ne diyorsun?" diye sordu. Ebu Cehil dedi ki: "Duymak ne demek? Bizim ile Abd-i Menâf arasında büyüklük kavgası var. Onlar da (hacılara) yemek yedirdiler, biz de. Onlar da bazı mesuliyetler taşıdılar, biz de. Onlar da mal ve mülk verdiler, biz de. Nihâyet biz şimdi aynı hizaya gelince diyorlar ki, kendilerinde bir peygamber vardır. Bu peygambere Allah'tan vahiy geliyormuş. Şimdi bana söyler misin, biz böyle bir peygamberi nereden bulalım? Allah'a yemin ederim, biz onu kabul etmeyeceğiz ve onu tasdik etmeyeceğiz." Hemen hemen aynı şeyleri Ebu Cehil, Ahnes bin Şerîk'e Bedir savaşı sırasında da tenha bir yerde söylemişti. İbn Cerîr Taberî kendi tefsirinde Süddî'ye dayanarak şu olayı anlatmıştır: "Ahnes, Ebu Cehil'e: 'Şu anda burada sen ve benden başka kimse yoktur. Bana doğruyu söyle, Muhammed sadık (gerçek bir peygamber) midir, yoksa bir kâzib (yalancı, sahte bir peygamber midir?)' Ebu Cehil dedi ki: 'Vallahi Muhammed, doğru sözlü bir insandır. O hiçbir zaman yalan söylememiştir. Fakat Benî Kusayy, Kabe'nin bayraktarlığı ile hacılara yemek yedirme ve su içirme vazifelerinin yanısıra peygamberliği de alıp götürürlerse diğer Kureyşliler ne yapsın?"567

el-İsabe'de, Hafız İbn Hacer (V. 852), İmam Zührî'ye dayanarak Hz. Saîd bin el-Müseyyeb'in (V. 91) hadisini nakletmiştir. Bu hadise göre Ebu Süfyan, Ahnes'e fikrini sorunca kendisi, Hz. Muhammed'in hak yolunda olduğuna inandığını söyledi.568

Bunlar, Hz. Muhammed'in hayatını çok iyi bilen Mekke müşriklerinin en ileri gelenlerinin itiraflarından bir kaç örnektir. Şimdi Batılı müsteşriklerin konumuza ışık tutması için Hz. Muhammed  (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ve onun tebliğ ettiği Kur'ân hakkında söylediklerinden bazı örnekler kaydedelim:

"Kur'ân, tabiatın ezelî inayet ile insana bahşettiği kütüb-i semâviye-nin en güzelidir. Kur'ân'ın her kelimesi, her şeyi yaratan ve her şeyi haiz olduğu kabiliyete göre sevk ve irşad eden Zat-ı Kibriya'nın azametinde mündemiçtir. Edebî dehaların, yüksek şairlerin Kur'ân huzurunda eğildikleri bir gerçektir. Kur'ân'ın hergün daha fazla anlaşılan, fakat bitmeyen esrarı, şiir ve nesirde üstad olan Müslümanları, üslûbunun ne-zâhet ve ulviyeti huzurunda diz çökmeye mecbur etmektedir."569

"Hz. Muhammed'in doğruluğu, faaliyeti, hakikati taharride samimiyeti, sarsılmaz azmi, hiçbir vakit sarsılmayan imanı, kendisini dinlemek istemeyenlere ezelî hakikati dinletmek yolundaki sebatı, bana kalırsa bunlar, onun o cesûr ve azimkâr Peygamberin Hatem-i Risâlet olduğuna en kat'î ve en emin delillerdir."570

"Kur'ân bütün kâinatı yaratan, gizli ve aşikâr her şeyi bilen Kadir-i Mutlak sıfatıyla Zat-ı Kibriyâyı takdis ve tebcîl ettiğinden her övgüye layıktır. Kur'ân'ın, Vahid, Ehad olan Allah'a imanı, (yani iman delilleri) sarsılmazdır."571

"Hz. Muhammed'in, şuur ve idrak timsali olduğu, dimağının iman ışığıyla ve kâmil yakînle pürnûr olduğu muhakkaktır. Resul-i İslâm çağdaşlarını aynı heyecanla alevlemiş, bu sıfatlarla donatmıştır. Bu vahy-i İlâhî bir nevi ilhamdır."572

"Gerçekten Müslümanların yüksek ahlakı her takdîre layıktır. Bu ahlakın nâzımı* Kitâbullah'm emirleridir. Allah'a teslimiyeti ta'lim eden Müslümanlığın sâlikleri, doğru, dürüst, insaflı, sözüne bağlı, vaadine vefalı olmak gibi sıfatlarla muttasıftırlar. Başka türlü söyleyecek olursak akıl ve mantık bizi çerheder. Kur'ân'm Hz. Muhammed  (salla’llâhü aleyhi ve sellem) tarafından meydana getirildiği genellikle iddia edilir. Bu bakış açısına göre Hz. Muhammed, Kur'ân'ı, Tevrat ve İncil'den çalmıştır. Benim kanaatim bunun tersinedir. İlham aleminde vahiy dediğimiz şey varsa ve (vahiy) kâmil bir varlığı haizse, Kur'ân'm bir indirilmiş kitap olduğunda şüphe yoktur. Hıristiyanlar, Hz. Muhammed'in hak bir peygamber olmadığını ve Kur'ân'm onun eseri olduğunu söylüyorlar. Hakikat bu merkezde olsa Muhammed, nasıl olur da kendisini muaheze eden âyetler söyler ve bunları niçin eserinde ibka ederdi?"573

"Kur'ân'm başlıca hususiyetlerinden biri, onun orijinalliğidir. Benim fikrim ve kanaatime göre Kur'ân serapa samimiyet ve hakkaniyetle doludur. Kur'ân'm diğer hususiyetleri bu iki sıfata dayanmaktadır. Hz. Muhammed'in cihana tebliğ ettiği davet, hak ve hakkikattir. Bu davetin menşei Sonsuz Varlıktır. Sanki Hz. Muhammed'in tebliğ ettiği söz, bir barut mahzenine atılan kıvılcımdı. Bu kıvılcım, Gırnata'dan Delhi'ye kadar uzanan mesafeleri aydınlatmıştı."574

"Halık'ın hukuku ile mahlukatın hukuku ancak ve ancak Müslümanlık tarafından mükemmel bir surette tarif olunmuştur. Bunu yalnız Müslümanlar değil, Hıristiyanlar da, Musevîler de itiraf ediyorlar. İ'câzı, Hz. Muhammed  (salla’llâhü aleyhi ve sellem) tarafından beyan olunan Kur'ân gerçekten de bir mucizedir. Çünkü Hz. Muhammed  (salla’llâhü aleyhi ve sellem) medenî bir insan olmakla beraber üm-mîydi. Dünyada Kur'ân'a benzer başka bir kitap yoktur ve bu kitap gerçekten de akıllara hayret vericidir."575

"İnsanlığın hidâyeti için Hz. Muhammed'e vahyolunan Kur'ân, hikmetle dolu parlak bir eserdir. Hz. Muhammed'in hakiki bir peygamber ve mukadderat-ı aleme hâkim Zat-ı Kibriya'nın gönderdiği hak bir peygamber olduğuna şek ve şüphe yoktur."576

"Kur'ân'm âyetleri, zamanın ihtiyaçlarına ve devrin hadisatma göre Hz. Muhammed'e vahyedilmişti."577

"Gerçi Hz. Muhammed  (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ümmi idi, fakat cihana her şey olan bir kitab-ı mukaddesi tebliğ etti. Kitab, doğruluğu, nezaheti, belagati ve hikmeti dolayısıyla bütün Müslümanların tazîm ve hürmetini kazanmaktadır. Hz. Muhammed, bu kitabın daimî ve sonsuza kadar yaşayacak bir mucize olduğunu söylüyor ki, gerçek olan da budur.578

"Kur'ân, en yüksek, en faydalı ve en samimi fikirleri ihtiva etmektedir."579

Müsteşriklerin eserleri, satır aralarında bu tür itiraflarla doludur. Bu beyanatlar, bazı Müslüman ilim adamları tarafından toplanmış ve ki-taplaştırılmışlardır.580 Onlara havale ederek bu kadarla yetiniyoruz. Gerek Mekke müşriklerinin ve gerekse Batılı müsteşriklerin bu itirafları, Hz. Muhammed'in ne kadar doğru ve samimi olduğunu başka izaha ihtiyaç bırakmayacak kadar açık bir biçimde ortaya koymaktadır.

C. Hz. Muhammed'in Mekke Döneminde Samimi Olduğu, Medine Döneminde İse Bu Samimiyetini Yitirdiği İddiası

Birbirine zıt yukarıdaki iki görüşün yanısıra üçüncü bir görüş daha vardır ki, Mekke'deki davet dönemiyle, Medine'deki davet dönemini birbirinden ayırıyor. Bu ayırıma göre, ilk dönemde Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) samimi ve doğrudur. Doğruluk ve samimiyeti davasını şiddetli bir şekilde savunmasından, meşakkatlere katlanmasından, kendisine tabi olan zenginleri fakirlere karşı mütevazi davranmaya, onlarla oturup kalkmaya ikna etmesinden...vs. açıkça belli oluyor, ikinci dönemde ise, başarısı artık gözlerini öylesine karartmıştır ki, kişisel arzularını tatmin etmek için peşpeşe vahiyler uydurmaya başlar! İşte Kur’ân'm— bu görüşte olanlara göre—çelişkilerle ve yanlış iddialarla dolu olmasının nedeni budur.581

Burada sözü edilen "yanlış iddialar"dan maksat, Hz. Peygamberin dörtten fazla hanımı nikahı altında tutma hakkının bulunması, Kâbe'yi bina edenin Hz. İbrahim olduğu... vesâiredir. Bu görüşü destekleyenlerden biri de ünlü Amerikalı yazar VVashington Irving'tir. Yazar, Hz. Peygamber'e sahtecilik ithamında bulunanlara cevap veriyor ve hayatının birinci devresinin bu ithamı çürüttüğünü söylüyor. Çünkü, o dönemde istediği ne olabilirdi ‘ki? Mal mı? Oysa Hz. Hatice'nin malı eli altındaydı. Malı arttırmak bakımından çok hırslı da değildi. Öyleyse elde etmek istediği şan-şeref miydi? Oysa, kavmi arasında asîl biriydi. Zekâsı, güvenilirliği ve Kabe'nin anahtarlarını elinde tutan ailesinin mevkisi itibariyle saygı görüyordu. Öyleyse, bütün bunları kaybetmek pahasına neden sürtüşmeye girsindi? Halbuki, yeniden o serveti toplamak zordu. Allah yoluna çağrı uğrunda gerek kendisi ve gerekse sahabi-leri mallarını kaybettiler. Yazar sözlerini sürdürerek sonunda şöyle soruyor: "Samimi olmasaydı neden her çeşit tazyike katlansmdı?582

Irving'e göre Medine'de bütün bu şartlar değişti. Çünkü daha önce bütün düşüncesi kendisini savunacak birilerini bulmak iken, birdenbire arkadaşlarının kendisini kutsallaştırdıklarını, etrafını savaşmaya bile istekli bir topluluğun sardığını gördü. O anda dünyalık arzuları uyandı. Kurân da her şeyi kendisine caiz göstermeye başladı. Birçok çelişkilere düştü. Kısacası doğruluğu ve samimiyeti kayboldu.583

Maxime Rodinson da Hz. Peygamberin Mekke ve Medine'de samimiyet açısından farklılık gösterip göstermediği konusunda şu değerlendirmeleri yapıyor. Önce, Hz. Muhammed'in ilk zamanlar samimi olduğuna bir takım deliller getiriyor:

"Muhammed'in ilk mesajlarını incelediğimiz, ve hele bu ilk mesajları inceleyen ya da eşleyen şüphe ve umutsuzluk buhranlarıyla ilgili rivayetleri okuduğunuz vakit; sözkonusu vahiylerde, soğukkanlılıkla hesaplanmış ve tutku ya da insan sevgisinin etkisiyle amansızca uygulanmış bir planın belirimlerini gören anlayışa karşı en azından şüpheci kalmamız gerekiyor. (Çoğu Hıristiyan yazarlar, Muhammed'in din alanındaki sahtekârlığını! tutkusuna ya da insan sevgisine bağlamak yolunu tutmuşlardı.) Hemen ekleyelim ki, Peygamberin krizlerini anlatan metinlerin gerçeği dile getirdiğine inanmaktayız..."584

Rodinson, daha sonra dönüp İlâhî vahyin gerçekliği konusunda kuşku duyduğunu söyleyerek şunları ilâve ediyor: "Muhakkak ki daha sonraları, endişe verici çizgiler belirmektedir: Muhammed artık, günü gününe kararlar almak zorunluluğuyla karşı karşıyadır. Ve bunlar gereklerinin Tanrı tartından fısıldanmasını bekleyemeyecek kadar âcil, siyasal, pratik veya idari kararlardır. Binlerce soru karşısmdadır artık peygamber: İnananlar her şeyi ona danışmakta, her konuda ondan öğüt beklemekte ve yol göstermesini istemektedir. Bütün bu sorulara vereceği cevapların Tanrı tarafından ilham edilmiş bir karakter taşıması, hiç şüphe yok ki, inandırıcılıklarını bir kat daha arttıracaktır. Acaba peygamber zaman zaman da olsa, hakikati bir nebzecik zorlamak gereğini duymuş mudur? Çünkü bazı vahylerin, Muhammed tarafından son derece İnsanî bir itilişle arzu ve hesap edilebilecek çözüm şekillerine tıpatıp uygun düştüğünü görmekteyiz. Yoksa burada işe gene Peygamberin bilinçaltı mı el atmıştır? Bunu hiçbir zaman bilemeyeceğiz."585

Rodinson daha sonra şunları söylüyor: "...Muhammed, duyduğu ve edindiği seslerin Allah'tan geldiğine samimi olarak inanıyordu. Nasıl gelirse gelsin bu vahyi karşılamaya alışkanlık kazanmıştı. Hz. Mu-hammed'in doğruluk ve samimiyeti konusunda—özellikle Mekke'de bulunduğu dönemde—kuşku duymak mümkün değildir..."586

Rodinson, İslâm davetinin bu dönemine ilişkin önemli bir problemi ortaya atıyor. Yazar bu problemi, Kur’ân'm Medine'deki özelliğinden söz ederken ortaya atar. Problem şudur: "Acaba Peygamber, Allah'tan vahiy aldığına inanma konusunda hâlâ doğru va samimi miydi?" Yukarıdaki ifâdelerinden de görüldüğü gibi Rodinson, Mekke döneminde bu inanç ve samimiyetin kesinliğini vurgular. Ancak Medine dönemi konusunda biraz kuşkulu davranır ve müsteşrik F. Buhl'un görüşlerini aynen aktarır. Buhl, Muhammedi vahyin Medine döneminde Mekke döneminki gibi kesin ve güven duyulan bir derecede olmadığı görüşündedir. Ona göre bu dönemde vahiy, tereddütlü, çekingen ve ağırdan alan bir görüntü sergilemiştir. Bu da Muhammed'in kendisine yöneltilen problemler üzerinde iyice düşünmesi, karşılaştığı meseleleri etraflıca tetkik etmesi ve yerine göre en uygun çözümü getirmeyi tercih etmesinden ileri gelmiştir. Bazan bu çözüm, yakınlarından, danışmanlarından ve çevresindeki insanlardan da gelebiliyordu. Buna göre, vahyin bu dönemde tıpkı önceki dönemdeki gibi olduğuna inanmak güçtür.587

Rodinson şöyle soruyor: "Acaba, Muhammed karşılaştığı durum ve şartlara göre vahyi araç olarak kullanacak derecede bir istismarcıya mı dönüştü? Birçok zor durumlarda tereddütlü, sahabilerine danışan, semâdan vahiy gelip sahabilerinin ortaya attığı görüşlere uygun olarak kesin çözüm getirmeden önce düşünen bir halde görmüyor muyuz? Hat-taboğlu Ömer, üç yerde vahyin kendi bakış açısını teyid ettiğini belirtmiyor mu? Yine Hz. Ömer, Peygamberin vefatından sonra Müslümanlara teklif ettiği bir meseleyle ilgili olarak, "Şâyet vahiy gelseydi, kendisini teyid edeceğini" söylememiş midir?" Rodinson, bu soruların cevabının "Evet" olduğunu söylüyor, fakat Hz. Peygamberin bildirdiği ve insanları davet ettiği konularda doğruluk ve samimiyetini kesin olarak vurguluyor. O sözlerine şöyle devam ediyor: "Muhammed'in bu dönemde aldatıcı olması gerekmez. Çünkü o, ortaya çıkan meselelerle ilgili olarak kendisine gelen fikir ve çözümlerin sadece ve sadece Allah'tan geldiğine hâlâ inanmaktadır. Eğer vahiy, sahâbileriyle istişare etmeyi uygun ve münasip gördüğü konulara paralel olarak geliyorsa bu Allah'ın ona bir yardım ve tevfikidir. O gibi meselelerde İlâhî çözümlerin, akıllı ve dirâyetli bir kulunun düşüncesine uygun olarak gelmesinde ga-ripsenecek hiçbir şey yoktur.588

Leone Caetani de İslâm Tarihi adıyla Türkçemize tercüme edilen eserinde Hz. Peygamberin Medine'ye gitmesiyle değiştiğini, daha önce bir menfaat fikriyle hareket etmediği halde Medine'de—haşa—Hz. Peygamberin aile kavgalarına son vermek veya cinsel arzularını tatmin etmek için Allah'ı- konuşturduğunu iddia ediyor: "Olayların hadislerdeki rivâyet tarzına bakılırsa, kendi kendisinin Medine'de Mekke'dekinden pek farklı, yani o kadar yüksek ve menfaat fikrinden ârî olmayan bir sûrette hareket ettiğine hükmolunur. Biz yirminci asrın medenî Hıristiyanları, ulûhiyet hakkında o kadar yüksek bir fikre malikiz’ ki, Muhammed'in bir takım aile kavgalarına nihâyet vermek, hatta bir defasında altmış yaşında iken gayr-ı meşru' aşıkâne bir keyfiyeti tatmin etmek için Allah'a müracaat etmesini okuduğumuz zaman şaşırıp kalırız. Fakat Araplar gibi âdeta barbar kavimlerde ulûhiyet mefhumunun ne kadar aşağı ve ne gibi adi işler gördüğünü düşünecek olursak Muhammed'in hatt-ı hareketi hakkında makul bir izah bulmak bizim için daha kolaydır."589

Oysa insanlarla olan ilişkilerindeki güvenilirlik ve doğruluk hayatı boyunca ne Mekke'de, ne de Medine'de bir an olsun kendisinden ayrılmayan bir niteliktir. Bu durum, müsteşriklerin, "Hicretten sonra olaylar seli kendisini davetin başlangıcında sımsıkı sarıldığı ideal şahsiyetten uzaklaştırmıştı!" şeklindeki iddialarını çürütmektedir.

Adı geçen müsteşrik bunları söylese de, Hz. Peygamber, bir şanlı peygambere yakışır hareket tarzından hiçbir vakit ayrılmamıştır. Alicenaplığının en büyük ve aşikar örneklerini asıl Medine'de gösterdi. Mekke'de gösterdiği faziletler hemşehrilerini hidâyet yoluna ve insaniyete davet etmesine karşılık onlar tarafından gördüğü tahammülün fevkinde eza, cefa ve istihzalara katlanarak kutsal vazifesini ifa etmek uğrunda uykusunu ve rahatını feda ederek gece ve gündüz çaba göstermekten ibaret iken, Medine'ye geldiklerinde bu vazifenin ifası kat kat güçleşti. Bir taraftan memleketlerini ve ellerinde olan malları ve eşyayı terkederek, oraya gelen mü'minlerin hayatlarını—mümkün olabildiği kadar—temin etmek ve diğer taraftan Yahudilerin küstahçasına ve muannidane muhalefet ve husumetleriyle uğraşmak icap etti; ve nihâyet hem haricen Mekke müşrikleriyle, hem de dahilen—onlarla ittifak eden—Yahudilerle harb etmek mecburiyetinde bulundu. Bu mücadeleler esnasında halin icabına göre, fakat daima alicenâbane ve insaniyetkârane hareket ve sonunda muvaffakiyetini temine yarayacak olan tedbirlere tevessül etti. Fakat bunlarda aradığı fayda, şahsî menfaat değil, şirk ve zulmün izalesi ve yerine emniyet ve adaletin tesisi ile insanların saadetini temin edecek olan İslâm dininin menfaat ve muzafferiyetiydi. Kendisinin ve hatta evlat ve iyalinin istikbalini hiç düşünmeyerek en sade ve kanaatkârane bir halde yaşadıktan sonra borçlu olarak vefat etti ve terekesinin beytü'l-mala ait olduğunu söyledi. Artık Allah yolunda kendisini bu derecede unutmuş ve en şiddetli düşmanları hakkında bile merhamet ve şefkat ve ali cenaplığmı her vakitte ve bilhassa Mekke'nin fethinde, genel af ilan ederek ispat etmiş olan Hz. Peygamber hakkında "daha az ulvî", "Fikr-i menfaatten daha az ârî" tabirlerinin kullanılması hiçbir şekilde adalet ve insafa uygun sayılamaz.590

Hz. Zeyneb ile evlilik hadisesinin hakikat ve meşruluğu başka bir başlık altında ele alınacaktır.

Dr. Dozy de "Tarih-i İslâmiyet” adıyla Türkçeye tercüme edilen eserinin 39. sayfasında, kullandığı şu ifâde de, konumuzla ilgilidir: "...Bundan şu netice çıkar ki, hayatının son devrinde (çünkü hayatının ilk döneminde peygamberliğine iman ettiği şüphesizdir) murseliyetine, (peygamberliğine) hâla inanıyor muydu yoksa inanmıyor muydu, bunu bilmek muhaldir. Bunu nefyeden deliller bulunduğu gibi doğrulayan deliller de vardır."

Ismâil Fennî (V. 1946 M.) merhum bu satırları da naklettikten sonra hakkında şu değerlendirmeyi yapar:

Dozy bu menfî delillerin ne gibi şeyler olduğunu açıkça beritmeliydi. Çünkü bunlar, yazarın, Hz. Muhammed'in üzerine aldığı vazife için son derece gerekli olduğunu 49. sayfada itiraf ettiği kalbî inancın, sarsılmaz imanın ortadan kalkmasını gerektirici olacağından bunların izahı pek ziyade önemliydi. Ve eğer kendisi bunlarda biraz ikna gücü görmüş olsaydı, bu hususta müsamaha göstermesi mümkün değildi. Biz kesin olarak eminiz ki böyle deliller yoktur ve Hz. Muhammed'in kendi peygamberliğine inancına hiçbir vakit halel gelmemiştir. Eğer böyle bir ihtimal bulunsaydı, o halde—haşa—yalandan peygamberlik iddiasına devam etmiş olması lazım gelirdi. Bu ise mümkün ve mutasavver değildir. Zira onun fıtratının gereği olan hulûs-i kalb ve doğru sözlülüğüyle bağdaştırılması mümkün değildir. Bi'setinden evvel bile doğruluk ve güvenilirlikle ün kazanmış ve ondan sonra dahi "Ene'n-ne-biyyü lâ kezib, Ene'bnü Abdilmuttalib (Ben peygamberim, yalan değil. Ben Abdulmuttalib'in oğluyum)" demiş591 ve bize, "Kendi elleriyle kitap yazıp da sonra bu Allah'ın indindendir diyenlere veyl"592 ve "Allah'a kizb iftira eden kimseden daha zalim kimdir"593 âyet-i celileleriyle böyle bir iftiranın Allah katında ne büyük bir musibet olduğunu bildirmiş ve hayatı boyunca latîfe olarak söylediği sözlerde bile bir kere olsun yalan saylememiş olan ve vefatından bir ay evvel sahabilerinin ileri gelenlerini Hz. Aişe'nin hanesine çağırıp: "Ey As-hab, Refîk-i A'Lâya dönüş zamanı yaklaşmıştır, size takvayı ve Allah korkusunu vasiyet ederim. Sizi Allah'a ısmarladım. Ben müjdeleyici olduğum gibi hem de apaçık uyarıcıyım. Cenâb-ı Hakkın mülkünde kullarına tepeden bakıp büyüklük taslamayınız"594 demiş olan ve kalb temizliği ve doğru sözlülüğüyle yukarıda ismi geçen Barthelemy-St-Hi-laire gibi Müslüman olmayan bazı ehl-i insaf kimseler tarafından bile tasdik edilen masumiyeti her halinden belli olan bir zata karşı böyle bir sû-i zan ve isnatta bulunmak doğrusu ancak ar ve insaftan büsbütün yoksun bir inatçı münkire yakışır. Yalan ve gösteriş takva gibi yüce bir hasletle bağdaşması imkansız bir utançtır. Vera' ve takvanın en ayırıcı özelliği doğruluk ve ihlastır. Takvalılar zümresince yalan ve riya kadar nefret edilen başka bir kötülük olamaz."595

Görüldüğü gibi davet tarihinin ilk yarısında Resulullah'm doğruluk ve güvenilirliğini kabul eden bazı müsteşrikler, onu, bu ikinci dönemde, eski doğruluk ve güvenilirlik özelliğini yitirmekle itham etmektedirler. Hz. Peygambere (salla’llâhü aleyhi ve sellem) yönelttikleri en önemli itham, Tanrı telakkisinde değişiklik meydana geldiği, Yahudilere karşı katı davrandığı, müşriklerle yaptığı antlaşmalara saygı göstermediği, hac ibadetinde putperestlik dönemine ait bazı geleneklerin devamına izin verdiği, gerekçesiyle tevhid meselesinde tavizkâr davrandığı, cinsî arzularını tatmine aşırı eğilim gösterdiği ve Mekke ve Medine dönemlerinde Kur'-ân'ın üslup ve muhtevasında değişiklik meydana getirdiğidir. Bu bölümde sözkonusu iddialar teker teker ele alınıp değerlendirilecektir:

·        1. Mekke'deki "Allah" Telakkisinde Değişiklik Meydana Geldiği iddiası

Bazı Müsteşrikler "Müslümanların Medine'de savaşçı bir tutum içine girmeleri, Tanrı anlayışında bile değişiklik meydana getirmiştir." Onun daha önce merhamet sıfatına, katı kalbli kâfirlere karşı gösterdiği sertlik vasfı eklenmiştir"596 demekte ve iddiasında bulunmaktadır.

Şimdi de müsteşriklerin Kur'ân-ı Kerimdeki Tanrı telakkisiyle ilgili görüşlerini gözden geçirelim. Mekkî ve Medenî sûrelerde İslâmın Tanrı anlayışında herhangi bir değişiklik meydana gelip gelmediğini anlamak için Kur'ân-ı Kerime başvurmak yeterlidir. Gerçekten Kur'ân-ı Kerim, Allah'tan daima hem iyinin hem de kötünün karşılığını veren, adalet sahibi bir varlık olarak bahseder. Mekkî sûreler bu iki tip mükâfatı aynı anda bize göstermektedirler.597 Buna karşılık gerek Mekke'de gerek Medine'de nâzil olan sûrelerin herbiri besmeleyle başlamaktadır. İki devrede de, herhangi bir ayırım yapılmaksızın, insanlar için Allah aşkının, iyiliksever, doğru, sabırlı, muttakî kulların nasibi olduğunu; gazabının ise, zalimlere, kibirlilere, kâfirlere tahsis edildiğini anlamak güç olmasa gerektir. Fakat münekkitlerin görüşleri hilafına burada belirtilmesi gereken husus, savaş isteyen İlâhî kudretin en sık Mekke'de nâzil olan sûrelerde geçmesidir: Doğru yoldan ayrılmış ve bu yüzden korkunç İlâhî azaba duçar olmuş kavimlerin kıssaları Mekkî sûrelerde, aynı yolda yürüyen şehirler için kapalı bir tehdit olarak sık sık zikredilmiştir. Üstelik Kur'ân-ı Kerimi daha yakından tetkik edecek olursak, saldırganlara karşı Medine'de farz kılınan harbin, daha önceleri Mekke'de açık bir şekilde verilmiş olan ültimatomun ifasından başka bir şey olmadığını görürüz.598

Gerek bu itirazın, gerekse daha başka birçoğunun temelinde, bir yanlış anlama yatmaktadır; bu, müsteşriklerin İslâmdaki "nesh" mefhumu hakkında yanlış bir fikir edinmelerinden kaynaklanmaktadır.599

Gerek Kur'ân ve gerekse Kur'ân'ın tebliğ edicisi Hz. Muhammed  (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hiçbir zaman, insan nefsine saygıyı ihmal etmemişlerdir. Bunların, insan canına saygı duymak için sunmuş olduğu etkin, sağlıklı ve doğru yolun bir benzerini herhangi bir dinde görmemiz oldukça zordur. Kur'ân-ı Kerim, her yerde ve değişik üsluplarla etkileyici ve kesin bir ifâdeyle bu direktiflerini sunmaktadır. O, haksız yere bir cana kıyanı bütün insanların canına kıymış, bir kimseyi yaşatanı da bütün insanları yaşatmış gibi kabul eder.600 Allah sevdiği kullarının niteliklerini açıklarken, "Allah'ın haram kıldığı canı haksız yere öldürmeyin" der ve bunu çiğneyenin "günahı ile karşılaşacağını" vadeder.601 Bir başka âyette, doğrudan doğruya insana seslenerek, "Hak ile olması hali dışında; Allah'ın haram kıldığı cana kıymayın" diye emreder.602

Hz. Muhammed  (salla’llâhü aleyhi ve sellem) de, cana kıymayı, Allah'a ortak koşmaktan sonra en büyük günah kabul etmiştir.603 Kişinin, -bir cana kıymadığı sürece-bir genişlik içinde olmaya devam ettiğini belirtmiş,604 insanlar arasında hakkında hüküm verilecek ilk şeyin kan dökmeler olduğunu ifâde etmiştir.605

Medine döneminde farz kılınan silahlı mücadele ne Hz. Muhammed'in Allah hakkmdaki anlayışında bir değişikliğin meydana gelmesinden, ne de diğer herhangi bir dünyevî amaçtan ileri gelmiştir. Aksine, zulüm ve haksızlıklara karşılık vermek,606 Allah yolundan alıkoyanlara engel olmak,607 hıyanet ve antlaşmayı bozanlara gereken cezayı vermek,608 iç düşmanın kökünü kazımak,609 güvenliği korumak,610 mazlum Müslümanları desteklemek,611 fitne ve fesada engel olmak612 kısaca kâfirlerin m'üminlere olan kötülük ve hücumlarını savmak, artık belli bir toprak parçası üzerinde organize bir yapı halini almış İslâm toplumunun dinî, vatanî ve sosyal haklarını korumak ve yeryüzünün her tarafında bulunan Allah kullarına Allah'ın dini olan İslâmî barışçı yollarla tebliğ etmeye çalışırken, ortaya çıkan ve maddî güçten başka bir şeyden anlamayan engelleri aşmak için farz kılınmıştır.613

Cihad görevi yarine getirilirken en hassas ölçüler ortaya konmuş, suiistimali önleyecek her türlü tedbir alınmıştır. İslâm cihadı, maharet, hazakat ve merhametli bir cerrah doktorun elindeki neştere benzetilebilir. Müzmin hastalıklar, vücudu tahrip edici mikroplar var olduğu sürece bu neşterle ameliyat kaçınılmazdır. Fakat bunun en İnsanî ve az zararla gerçekleşmesi için gerekli tedbiri alınmıştır. Meselâ şu noktalara getirdiği yasaklar bunun örnekleridir: Savaşçı olmayan sivillere dokunma yasağı,614 ânî hücuma kalkışma yasağı,615 ateşle yakma yasağı,616 hedef yaparak öldürme yasağı,617 yağma, talan yasağı,618 yıkım ve tahrip yasağı,619 müsle (organları kesme yasağı),620 esirin öldürülmesi yasağı,621 elçi ve aracıların öldürülmesi yasağı,622 ahidlerin bozulması yasağı,623 fesât ve ifsat yasağı...624

·        2. Yahudilere Kah Davrandığı İddiası

Şimdi bir asılsız ithamı daha ele alalım. Hz. Muhammed'in, Medine döneminde Yahudilere karşı katı davrandığı iddiasına bir göz atalım. Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Medine'ye gelir gelmez, o andaki şehrin bütün sakinleriyle yapmış olduğu antlaşmanın kapsamına Yahudileri de aldığını görüyoruz.625 Antlaşma herkesi eşit tutmuş. Kendilerine kötülük yapmak isteyen dış düşmana karşı tek yumruk olmalarını zorunlu kılmıştır.626 Bu antlaşma, sadece Yahudilerle diğer dinlerden olan vatandaşlarını eşit tutmakla kalmıyor, aynı zamanda kendi aralarında Yahudileri de eşit ve aynı haklara sahip görüyordu.627 Oysa ondan önce Yahudiler kendi aralarında bile bölük pörçük ve yekdiğerine düşmandılar.628 Bazıları, kendilerini diğer dindaş ve vatandaşlarından daha faziletli ve üstün sayıyordu. Bu eşitsizlik kan bedellerine bile yansıtılıyor olacak ki, sözkonusu antlaşma bütün bu eşitsizlikleri iptal ettiğini belirtme gereğini duyuyordu.629 Bütün bunların yanısıra, Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) kendilerini İslama girmeye mecbur etmediğini de gözönüne getirdiğimizde,630 bu antlaşmanın temel şartı her ki tarafın düşmanca herhangi bir yola başvurmamaları, herhangi birisinin ötekinin düşmanına yardımcı olmaması şartı idi.631 Bu antlaşma ile Resûlullah ve bütün Müslümanlar Yahudilerden yana kendilerini güvenlik içinde hissettiler. Böylelikle Yahudilerle Müslümanlar arasındaki ilişkilere sevgi ve dostluk egemen oldu. Fakat Yahudiler antlaşma şartlarına aykırı işler yapmaya başladılar. Meselâ, Na-diroğulları, Kureyşlilere (Müslümanlara ait) gizli haberler ulaştırmış ve onları Hz. Peygamber ile savaşmaya teşvik etmiş, Müslümanların zayıf yerlerini onlara bildirmişlerdi.632 Hatta Nadîroğulları bununla da yetinmeyerek birkaç kez Hz. Peygamberi öldürmeye teşebbüs etti.633 Bu yaptıkları affedilmez bir hiyanet olduğu gibi, kendileri açısından büyük bir akılsızlık olduğu da görülüyor.

Bütün bunlara karşılık, Hz. Peygamber onlara verdiği taahhütlerinde herhangi bir eksiklik yapmamış ve güzel bir şekilde onlara muamele etmişti. Ansızın onlara hücum etmek yerine, Muhammed bin Mesleme yoluyla onları sakındırmak üzere haber göndermiş ve artık yaptıkları sözleşme şartlarını çiğnediklerini, bu yüzden on gün zarfında Medine'yi terketmeleri veya savaşmayı kabul etmeleri gerektiğini söyledi. Buna karşılık onlar, "Bizler topraklarımızı bırakıp bir yere gitmeyiz. İşine geleni yap" dediler.634

Bunun üzerine Hz. Peygamber, onları kuşatmak zorunda kaldı. Kuşatma uzadıkça güçleri zayıfladı ve sonunda, kanlarının dökülmemesi, develerinin taşıyabileceği kadar mal götürerek Şam'a göç etmeleri için izin verilmesini istediler. Hz. Peygamber onlara bu izni verdi ve onlar da göç ettiler.635 Hz. Peygamber, onları öldürebilirdi. Hiyanetleriyie bunu hak etmişlerdi. Fakat Hz. Peygamber onlara merhamet etti. Sadece canlarını bağışlamakla kalmadı, götürebildikleri kadar mallarını da götürmelerine müsaade etti. Fakat onlar gittikleri yerde rahat durmadılar, bütün Arapları Müslümanlara karşı kışkırttılar. Aradan iki sene geçince 24 bin savaşçısı bulunan bir ordu hazırlayarak Medine'ye saldırmaya kalkıştılar. Görüldüğü gibi, Hz. Peygamber son derece merhametli davranmış ve ileride kendisine zarar verir diye yılanın başını ezmemiş tir.

Benî Kaynuka'da, kendi çarşılarında alışveriş yapmak üzere bulunan genç bir Müslüman kadına bazı Yahudi delikanlıları tarafından laf atılıp, örtüsü kaldırılmak istendi. Kadın kendilerine karşı koydu. Fakat onlardan biri durumdan habersiz kadının elbisesini bir iple bir yere bağladı, kadın aniden yürüyünce elbisesi açıldı ve vücudu göründü. Bunun üzerine hem utançtan, hem de öfkeden acı çığlıklar atmaya başladı. O sırada oradan geçen Müslüman bir genç bunu yapan Yahudiyi orada öldürdü. Maktûlün yakınları da toplanarak Müslüman genci şehit ettiler. Bu bir savaş sebebi oldu. Yahudilerin oturdukları mahalle kuşatıldı. 15 gün süren kuşatmada, Hz. Peygamber onlara Müslüman olmayı teklif etti, onlar ise bunu reddettiler.636 Fakat on beş gün sonunda teslim oldular.637 1500 kılıç, 300 zırh, 2000 mızrak ve 500 kalkandan ibaret638 olan silahları alınarak, Medine'yi terketmelerine izin verildi. Görüldüğü gibi Hz. Peygamber adı geçen iki kabileye karşı merhametli davranmıştır.

Benî Kurayza'ya gelince, suçları en büyük hiyanetti. Çünkü, Hendek Savaşı sırasında, kendilerinin ve dinlerinin kökünü kazımak amacıyla, vatandaşları olan Müslümanlara, hem de daha önce akdedilmiş ve Müslümanların saflarında savaşmayı gerekli kılan kuvvetli bir antlaşma ortada dururken639 sırt çevirmişler ve aleyhlerine dönmüşler. Böylece Medine'yi kuşatmış olan Kureyş ve müttefiklerinin ordusuyla birlikte fiilen savaşa katılmış oldular.640 Hz. Peygamber, onların antlaşmayı bozduklarını haber alınca onlara Sa'd b. Muaz ile Sa'd b. Ubade'yi gönderdi. Elçiler, antlaşmaya bağlı kalmaları konusunda onlara öğüt verdi. Fakat Kurayzaoğulları, net bir şekilde "Bizimle senin aranda hiçbir antlaşma yoktur" diye ilan etti. Müslümanlar iki ateş arasında kaldılar. Öyle ki Hz. Peygamber, Medine mahsullerinin üçte birini hücum edenler ile bir barış yapmak karşılığında vermeye hazırlanıyordu.641 Bu zor duruma bizzat Kur'ân-ı Kerimde de işaret edilir.642 Bu şartlar altında antlaşma bozulduktan sonra, artık bu gibi insanlara güzel davranmak intihar sayılırdı. Müslümanlar, Hendek savaşını bitirir bitirmez, Kurayzaoğullarını kuşatma altına aldılar. 15 veya 25 gün boyunca kaleleri yıkılmaya devam edildi. Kesin olarak yenileceklerini anlayınca, bir elçi göndererek Sa'd b. Muaz'ın vereceği karara razı olarak teslim olacaklarını söylediler.643 Sa'd b. Muaz ise onlar hakkında şu kararı verdi: "Ergenlik yaşma gelmiş erkekler öldürülecek, kadın ve çocuklar esir alınacak, malları Müslümanlar arasında paylaşılacak." Bu hüküm uygulamaya konuldu ve buna dayanılarak öldürüldüler. Bu durumda hiç kimse Hz. Peygamberin hücum ettiğini ve antlaşmayı bozduğunu söyleyemez.

Şu hususlar düşünüldüğü takdirde haklarında verilen hükmün hiç de öyle adalete ters bir şey olmadığı anlaşılır: (1) En zor şartlarda antlaşmalarını bozmuş, müttefiklerini yok etme pahasına düşmanlarının tarafına geçmişlerdi. (2) Kaleleri son derece stratejik bir noktada bulunuyordu. Burada kalmalarına izin verilmesi Müslümanlar için her an büyük bir tehlikeydi. (3) Mal ve silahlarının ellerinden alınıp sürgün edilmeleri de akıllıca bir iş olmazdı. Çünkü daha önce sürülen ırkdaşları (Nadir oğulları) Müslümanların aleyhinde ordular toplamış ve bütün Arabistanı hücuma geçirmişlerdi. (4) Bu cezayı Hz. Peygamber teklif etmemiş, kendilerinin teklif ettiği bir hakem tarafından önerilmiştir. (5) Dünyaca kabul edilen hüküm şudur: İki taraf birinin hakemliğini kabul ederse, o kişinin verdiği hükmü yerine getirmekle yükümlüdürler. (6) Bizzat Tevrat böyle bir suçu işleyene bu cezanın verilmesini emrediyor. (7) Sadece silah taşıyabilen erkekler öldürülmüş, kadın ve çocuklara dokunulmamıştır.644

Bir müsteşrik de, İlâhının Rahman ve Rahim olduğunu söyleyen bir dinin, Beni Kurayza Yahudilerine nasıl öyle bir ceza verdiğine şaşıyor.645 Ama bu müsteşrik, sözkonusu Yahudilerin ahde hiyanet ettiklerini, kurdukları planın amacı İslâmî ve Müslümanları yeryüzünden silmek olduğunu bilmezlikten geliyor.

Eğer zafer kazanıp Müslümanların ülkesini ele geçiren Yahudiler olsaydı, taptıkları ve bir iddiaya göre646 Müslümanların Alemlerin Rabbini bir bildiğinden daha çok bir bildikleri ilahın, peygamberlerine vahyettiği Tevrat'ın hükmü gereğince ne yapacaklarını adıgeçen müsteşrik biliyor mu acaba? Evet Tevrat bu konuda şöyle diyor: "Savaşmak üzere bir şehre yaklaştığında önce barışa çağır. Eğer seninle barış yapmayıp savaşmaya karar verirse, onu kuşat. Eğer İlâhın olan Rabb, onu almayı sana nasib ederse, bütün erkeklerin boynunu keskin kılınç ile vur. Kadınlara, çocuklara, hayvanlara ve şehirde bulunan diğer her şeye gelince, hepsini ganimet olarak al. Ganimet olarak kendin için sakla. İlahın olan Rabbin sana verdiği düşmanının ganimetini yersin. Senden gerçekten uzakta olan ve bu civardaki milletlerin olmayan bütün şehirlere karşı böyle davranırsın."

(Buraya kadar olan hüküm Müslümanlarla ilgili değil. Çünkü onlar aynı şehirde yanyana yaşadıkları Yahudilere göre uzak milletlerden sayılmazlardı. Onlarla ilgili hüküm ise şuydu:) "Fakat İlahın olan Rabb'in sana nasib ettiği bu milletlere gelince, onlardan tek bir ferdi bile geride bırakma (hepsini öldür)!"647 Görülüyor ki, Müslümanların İlahı, hatta bizzat onların ölçülerine göre bile Yahudilere karşı merhametli davranmıştır. Acaba İngiliz müsteşrik bunu neden unutuyor? Beni Kurayza Yahudilerinden biri olan Amr bin Sa'dî bile bu alçakça hiyanetlerine ortak olmayı reddetmiş ve şöyle demekten kendini alamamıştır: "Ben Muhammed'e asla hiyanet etmem!"648

Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem), onların malında gözü olsaydı onları sürgün edip mallarına el koymak veya en azından Medine'de kalmalarına müsaade edip mensupları hesabına mallarını ellerinden almakla yetinirdi. Hainlerin bizzat kendileri bile, bir an olsun inkâr etmeyi düşünmemişlerdir. Öyleyse, bunca asırlar sonra birinin çıkıp bunu inkâr etmesi gülünçtür.

·        3. Ekonomik Üstünlük Hırsına Kapıldığı İddiası

Hz. Peygamber hakkında Medine'de kendini kaptırdığı iddia edilen ekonomik üstünlük hırsına gelince, bunun da hiçbir aslı esası yoktur. Çünkü, Medine'ye akan ganimet mallarına sahip Müslümanlar ekonomik açıdan Yahudilerden daha aşağı değillerdi. Üstelik, eğer bu İktisadî üstünlük iddiası doğru olsaydı, Müslümanların servete kavuştuğu o son günlerden ziyade hicretin başlangıcında daha açık olarak göze çarpmah ve daha etkili bir biçimde Müslümanların iştahını kabartmalıydı. Bilindiği gibi Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) dünya malına hiç önem vermezdi649. Dolayısıyla, mallarına el koyup o sıralar fakir olmayan Müslümanlar arasında bölüştürmek için Benû Kurayza Yahudilerini öldürme planlarını yapması ma'kul değildir. Sonra eğer, Hz. Peygamberi, onları öldürmeye iten sebep mallarını ele geçirmek olsaydı, neden daha önce Benû Kaynuka' ve Benu Nadîr kabilelerini öldürmedi? Eğer, Hz. Peygamberin Yahudilere karşı kin ve nefret duyguları zaman geçtikçe yükselip güçleniyordu denirse, o zaman, Benû Kurayza'dan sonra kendileriyle savaştığı Hayber Yahudilerini öyle bir cezalandırmalıydı ki, onlardan büyük-küçük, erkek-kadm .kılıçtan geçirmedik hiç kimse bırakmamalıydı. Oysa bunlara verdiği ceza önceki üç kabileye verdiğinden ve hatta bizzat kendilerinin tercih ettiğinden çok daha hafiftir.650

Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Cabir bin Abdullah'tan alacağı olan bir Yahudinin iradesine karşı adalet ve saygısına bakınız ki, Yahudi, onun, Abdullah'ın borcu konusundaki şefaatini reddedince, Yahudiye razı oluncaya kadar mal veriyor. Yine bakınız ki, kendisi vefat edinceye kadar zırhı, veresiye olarak.yiyecek aldığı bir Yahudinin yanında rehin kalıyor.651 Eğer Hz. Peygamberin, Yahudilerin servetlerinde gözü olsaydı, mallarına el koymak için ortaya çıkan hiçbir fırsatı kaçırmazdı. Oysa örnek olarak, Hayber Kalesinin kuşatılması sırasında Resulullahm yanma gelip Müslümanlığını ilan eden ve bir Yahudinin koyunlarmı güden bir hizmetçiye Resulullah, efendisine hiyanet etmemesini ve hayvan sürüsünü alıp ona götürmesini ve sonra tekrar ordugâha dönmesini emretti.652

Resulullahm Yahudilere karşı insaflılığına ve onlardan haksız yere hiçbir şey almak istemeyişine bir örnek de, Hayberlilerin bir çeşmesinin başında öldürülmüş olarak bulunan bir sahabisinin, katilin tam olarak tesbit edilmemesi üzerine diyetini bizzat kendisinin ödemesidir.653 Hz. Peygamber'in maktulün yakınlarına, katilin kimliği konusunda yemin edip etmeyeceklerini sormuş, onlar ise yüzde yüz emin olmadıkları bir konuda yemin etmeyeceklerini belirtmişlerdi. İşte Resulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) mensuplarını böylesine yüce bir ahlakla terbiye etmişti: Bu terbiye sayesinde, suçlu olduğunu gözleriyle görmedikleri birinin katil olduğuna yemin etmiyorlardı. Oysa, katilin mutlaka bir Yahudi olduğunu da biliyorlardı. Yahudilerle Müslümanlar arasında böyle bir suça itebilecek kadar bir düşmanlık mevcuttu. Müslümanların ne Yahudilere ve ne de dinlerine asla güvenleri yoktu. Maktulun yakınları, birini katil diye ilan etmek için şüphe ve ithamlarla yetinmiyor, kesin delillerin olmasını zorunlu görüyorlardı. Resulullah isteseydi, onları şu veya bu gerekçeyle diyeti ödemeye mecbur ederdi. Değil mi ki, maktul, onlara ait bir çeşmenin başında ölü bulunmuştu. Üstelik onunla hiç kimse arasında bir düşmanlık da yoktu. Aksi halde yakınları bunu söylerlerdi. Fakat Resûlullah bütün bu gerekçelere bakmamış, maktulün diyetini kendi malından vermeyi tercih etmişti.

·        4. Antlaşmalarına Bağlılık Göstermemeye Başladığı İddiası

Ahde vefa ve bağlılık, Hz. Muhammed'in en önemli özelliklerinin başında gelir. Ona inen Kur'ân'da defalarca ahde ve yapılan sözleşmelere bağlılıkla ilgili emir ve tavsiyelerde bulunulmuştur654. Hadis ve siyer kitapları, onun ahde vefa ve sözleşmelerine bağlılık örnekleriyle doludur. O, sözden dönmeyi münafıklık alameti saymış, sözünden dönenler için Kıyamet günü bir sancağın dikilerek herkesin içinde rezil edileceğini söylemiş655, bir borcunu ödemek için alacaklıyla sözleştiği yere üç gün boyunca gidip beklemiş,656 Bedir Harbi gibi Müslümanların ölüm kalım savaşı olan bir zorlu anda yanma gelen Hz. Hu-zeyfe ve babası, yolda müşriklere yakalanıp onların sıkıştırması üzerine Hz. Muhammed'e yardım etmemeye söz verdikleri için, Hz. Peygamber ikisinin sözlerine bağlı kalarak Medine'ye dönmelerini istemiş ve yardımı Allah'tan isteyeceğini belirtmiştir.657

Bütün bu örnekler ortada dururken ve ahde vefa Hz. Peygamber'in tabiat ve karakteriyken bir itham ortaya atılıyor.658 Bu ithama göre Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Mekke müşrikleriyle olan antlaşmalarına —haşa— bağlı kalmamıştır! Hiç şüphesiz bu, söyleyecek söz bulamayan, sırf bir karalamada bulunmak için konuşan bir kimsenin sözü olabilir. Yoksa bütün dünya da biliyor ki, Hudeybiye barış antlaşmasını ihlal eden müşriklerdir. Oysa, şartlarını bizzat kendileri tercih edip dikte ettirmişlerdi. Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) de, sırf bir barış gerçekleşsin ve geri dönüş yaptıklarında kendi aleyhlerinde kendileri hakem olsun diye bu konuda müşriklere muvafakat etmişti. Hatta bu tutumu, saçını tıraş etmek ve Mekke'de kesmek üzere beraberinde getirdiği kurbanları kesmek istediğinde, Müslümanları, belki de ilk defa, neredeyse karşı gelme gibi bir duruma itmişti. Nihâyet, Hz. Ummü Seleme (r.a), Resu-lullahın gönlünü almış, kalkıp tıraş olarak kurbanlarını kesmesini istemişti. Böylece Müslümanların, yaptıklarından utanarak Resulullah'm yaptığı gibi davranmalarını sağlamıştı.659

Hz. Ömer (r.a)'ın, sözkonusu antlaşma maddelerine itirazı ve şu meşhur sözü bilinmektedir: "Dinimizden neden taviz veriyoruz?". Müşrikler, bu son derece şirretçe şartları dikte ettirdiler. Hz. Peygamber ise, bir insanın yapabileceğinden daha fazla bir gayretle bu maddelere sadakat gösterdi. Hatta, henüz antlaşmanın mürekkebi bile kurumadan, müşriklerin safından biri Müslüman olarak geldi, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) antlaşma gereği onu saflarına kabul etmeyerek geri iade etti. Yine, daha sonraları da, akrabalarının muvafakatim almadan Müslüman olarak gizli bile olsa Medine'ye gelen hiç kimseyi kabul etmemiştir. Nihâyet öyle gelişmeler oldu ki, Kureyşliler kendileri, Resu-lullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'a gelip, Müslüman olarak yanma gelen herkesi kabul etmesi için ricada bulundular. Çünkü, Mekke'de yakınları rağmına Müslüman olanlar, bir çete kurmuşlar ve Mekkelilerin ticaret yolu üzerinde yerleşerek, kendilerine güçlükler çıkarmaya başlamışlardı. Bütün bunlara rağmen, antlaşmayı bozanlar yine müşrikler oldu. Öyle ki, o şan ve şöhretiyle (!) Ebu Süfyan, tedirginlik ve telaş içinde Medine'ye gelerek Hz. Peygamberi razı edip yeniden barış antlaşmasını tazelemesini istemeye mecbur kaldı. Medine'ye gelen Ebu Süfyan öz kızı ve Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) eşi Ummü Habibe tarafından bile soğuk karşılandı. Çaresiz, konuyla ilgili olarak Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) muhtereme kızı Hz. Fatıma'nm yanma gitti. O gün için henüz çocuk olan oğlu Hz. Hasan'a başvurarak Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) nezdinde kendisine aracı olmasını rica etti. Bizzat kendi deyimiyle, bu davranışıyla Hz. Haşan kıyamete kadar, Arapların efendisi olacaktı.660

Gerçekler böylesine gün gibi açıkken nasıl olur birisi çıkıp da, Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem), başarısız kalan birkaç girişimden sonra antlaşmayı bozarak Mekke'nin üzerine yürüdüğünü ileri sürebiliyor?!661 Burada, Tevbe Sûresinin başında işaret edilen olaylar ima ediliyor. Oysa oradaki âyetler662 hiçbir yoruma ihtiyaç göstermeyecek kadar açıktır. Sözkonusu âyetler, Müslümanlarla yaptıkları antlaşmaya bağlı kalan müşrikleri ayırıp, Müslümanların bu antlaşmalara sonuna kadar bağlı kalmalarını emrediyor. Antlaşmalafrım ihlal eden hainler için de ayrı bir hüküm getirerek, bunlara da dört ay süre tanınmasını istiyor. Bu süre sonunda savaş halindeki düşman gibi muamele göreceklerini ilan ediyor. Antlaşmaya hiyanet etmek bunun neresinde? Asıl hiyanet edenler, yaptıklarına rağmen, kendile-rine, dört ay boyunca tam bir hürriyet içinde yeryüzünde dolaşma izni verilen müşrikler değil midir?

·        5. Cinsel Arzularına Aşırı Düşkünlük Göstermeye Başladığı İddiası

Pekçok müsteşrik, Hz. Peygamberin—haşa—şehvetine düşkün olduğunu, bunun için Allah'a iftira etmekte tereddüt etmediğini, şehvet-perestliğini meşru göstermek için zaman zaman âyetler uydurmaktan çekinmediğini iddia etmektedir. Meselâ Sprenger, "Das Leben und Lehre des Mohammad" isimli eserinin III. cildinin 61-87 sayfalarını Hz. Muhammed’in hanımlarına ayırır. Burada özetle, Hz. Peygamber'in 14 hanımından her birisi hakkında bilgi verir ve eserin özetle şunları söyler: Çok evlilik Araplarda bulunmakla birlikte aşırısı ahlaksızlık olarak telakki edilirdi. Bunun için Muhammed, kamuoyunun tepkisini özel bir vahiyle teskin etme ihtiyacını duydu. Güya Allah, Ahzab Sûresinin 50. âyetinde, diğer erkeklerden farklı olarak evlilik sayısında ve istediği kadını tercihte kendisine büyük bir hürriyet bahşetmişti... Muhammed, bizzat, bu dünyadan kadınlar, güzel koku ve namaz olmak üzere üç şeyin kendisine sevdirildiğini ifâde etmiştir..."663

Frantz Buhl de, "Hz. Muhammed'in vahyi onun şehvetperestliğinin hizmetinde bulunmaktadır" iddiasında bulunmakta ve buna delil olarak da Hz. Muhammed'in evlatlığının hanımı olan Zeyneb binti Cahş ile olan evliliğini göstermektedir. Mekke'de yalnız Hz. Hatice ile evlendiğini, ancak Medine'ye intikal ettiği andan itibaren hanımlarının sayısının durmadan arttığını, nikahları altında bulundurabilecekleri hanım sayısını mensupları için dört hür ve istedikleri kadar cariye (Sûre IV, âyet 3) ile sınırladığı halde bu sınırlamanın kendisi için sıkıcı ve rahatsız edici olduğunu hissetmiş ve şahsını bu sınırlamadan istisna etmiştir. (XXXIII, 49)664

Tor Andrae de Hz. Peygamberin çok evliliğine temas eder, bunun Medine'deki Yahudilerin de dikkatini çektiğini, "Bu ne biçim peygamber ki, evlenmekten başka bir şey düşünmez" dediklerini belirtir ve bu kadar çok kadınla evlenmenin ahlakî açıdan şüphe uyandırdığını iddia eder.665

Şimdi müsteşriklerin Hz. Peygamberin—haşa—şehvetperestliği ve bu uğurda Allah'a iftira ederek vahiy bile uydurmaktan çekinmediği konusundaki iddialarını ele alalım.

Her şeyden önce Hz. Peygamberin şehvetperest olmasının gerçekle ve tarihi realiteyle hiçbir ilgisi yoktur. Çünkü, gençliğini mutlak bir iffet içinde geçirmiş, evlendikten sonra henüz ömrünün baharındayken ve Allah yoluna davetin ve bu uğurdaki savaşların ağır yükü omuzlarına yük-lenmemişken otuz sene müddetle, hayatını sadece bir tek kadınla dürüst bir şekilde sürdürmüş666 Arkasından yine elli yaşında yaşlı bir hanımla evlenmiş ve üç sene bu hanımla yetinmiştir. Elli üç yaşında iken ilk defa üçüncü bir kadınla evlenmeyi düşünmüştür. Bu teşebbüsü, Hz. Ebu Bekir'in kızı Hz. Aişe ile gerçekleşmiştir. Öte yandan Hz. peygamber, çok kadınla evlenmeyi ne icat etmiş ne de dışarıdan kendi camiasına sokmuştur. O sadece, daha önce gelmiş geçmiş Peygamberlerin yolunda

yürümekle kalmamış, aynı zamanda hiçbir sınır tanımayan bir çokevlilik anlayış ve uygulamasına da bir takım sınırlar çekmiştir.667

Böyle bir şahsiyetin ahlâkî karakterini takdir etmek için pek öyle kuvvetli tarihçi olmaya gerek yoktur. O zat ki, sabahın erken saatlerinden gecenin karanlığına kadar günde beş vakit namaz kıldırır, Müs-lümanlara Kur'ân-ı Kerimi öğretir, toplanan zekâtları dağıtır, Müslü-manlar arasında çıkan anlaşmazlıkları halleder, yabancı heyetleri kabul eder, kral ve valilerle mektuplaşır, seferlere kumandanlık eder, kanunlar koyar, İslâm devletinin temellerini atarak sağlıklı bir biçimde işlemesi için gerekli esasları tesbit eder, tek kelimeyle herşey ve herkesle meşgul olur ve bütün bunlardan sonra da, bütün geceyi ibadet içinde geçirirdi. İşte Hz. Peygamberin saydığımız bu şahsî ve İçtimaî meşgalelerini, düşüncelerini, vazifelerini, çeşitli sıkıntılarını gözönüne alacak olursak, onun çok kadınla olan evliliklerinde sırf arzuların tatmin edilmesi dışında diğer sebeplerin rol oynadığını kabul etmek zorunda kalırız. Gündüzünü bu şekilde geçiren Hz. peygamber, geceleyin de-Hz. Aişe ve diğer ümmehatü'l-mü'mininden naklonunan rivâyetler gözden gezçirilecek olursa-uykusundan fedâkârlık ederek, bazan ayakları şişinceye kadar kıyamda durarak668, bazan da öldü sanılacak derecede secdeye kapanarak669 uzun müddet namaz kılar; zaman zaman, ölen Müslümanların ruhlarına dua etmek için mezarlığa gittiği görülürdü.670

Bilindiği gibi onun sünnetinin büyük bir kısmı insanlığın yarısını teşkil eden kadınlarla ilgilidir. Bu bilgileri, diğer Müslüman kadınlara iletebilmek ancak, yaşları ve hayat şartları itibariyle çok çeşitli kadınlar vasıtasıyla mümkündü. Hz. Peygamberin hanımları, kendi dönemlerindeki Müslüman hanımların hukuk danışmanları oldukları gibi, kendilerinden sonraki hanımlar için de önemli bir bilgi kaynağını oluşturmuşlardır. Bu görevlerine Kur'ân-ı Kerimde de işaret edilmiştir.671 Bu ağır görev birkaç hanımla yerine getirilemezdi. Bu başlıbaşma yeterli bir gerekçe olmakla birlikte, bir de Hz. Peygamberin hak oluşuna bakan hikmetleri de vardır. Şöyle ki: însanın özel aile hayatında her türlü ikiyüzlülük Örtüleri düşer. Kişinin ne olduğu tam olarak ortaya çıkar. Çünkü birisinin uzun süre ve özel hayatına girmiş birçok zekî insanın dikkatli gözlemleri altında kendi gerçek kişiliğini gizlemesi mümkün değildir. Eğer, Hz. Peygamberin—haşa—en ufak bir iki yüzlülük ve samimiyetsizliği bulunsaydı, bu, mutlaka farkedilir ve yayılırdı.

Oysa bakıyoruz ki, bütün o muhtereme hanımlar, Hz. Peygamberin sağlam karakteri üzerinde ittifak ediyorlar. Onun samimiyetinin şahitliği için olsun bu kadar çok kadınla evlenmesi yine yeterli bir sebep sayılırdı.672

Hz. Peygamber, bu önemli iki hikmetin yanında ictimâî bir takım hikmetleri de gözetmiş olabilir. Bunlar, bazı fedâkar Müslüman hanımları mükâfatlandırmak673, Müslümanların en ileri gelen şahsiyetleriyle bağları kuvvetlendirmek674, güçlü Arap kabile reisleriyle irtibat kurup aradaki bağları güçlendirmek675, esir alman bir kabilenin ileri gelen şahsiyetlerini hürriyete kavuşturmaya önayak olmak676 veya kendisine uygun olmayan bir sosyal mevkiden birini kurtarmak.. .vs.'dir.677

Hemen belirtmek isteriz ki, Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bu dünyadan kendisine iki şeyin sevdirildiğini, bunlardan birinin saliha kadın, diğerinin güzel koku olduğunu, bunların yanında namaz kılmanın da gönlünün sevinci olduğunu bildirmiştir.678 Bu Hz. Peygamberin ruh ve beden ihtiyaçlarına dengeli bir önem verdiğini gösterir. Erkeğin kadını, kadının da erkeği sevmesi bir kusur değildir679. Asıl problem, Hz.

Peygamberin—haşa—şehvetine aşırı derecede düşkün olup olmadığıdır. Çok iyi biliniyor ki, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) meselâ, kadınlarla tokalaşmazdı.680 Hatta eli hiçbir namahrem kadının eline değmemiştir. Eğer müsteşriklerin iddia ettiği gibi, şehvet düşkünü olsaydı, onlarla tokalaşmaya, vücutlarına dokunmaya, onları huzurunda daha uzun süre tutmaya çalışması gerekmez miydi? Böyle bir durum sözkonusu olsaydı, neden örtünmeyi kanun altına alarak, kadın ergenlik çağma ulaşınca eli yüzü hariç bütün vücudunu örtmesini bir mecburiyet olarak getirdi?681 Bu müsteşriklerin belirttikleri doğru olsaydı, acaba, yabancı kadınlara bakışı engelleyen böyle bir tesettür emrini aklından bile geçirir miydi?

Oysa Hz. Peygamberden (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hayatı boyunca, ne peygamberlikten önce, ne de peygamber olduktan sonra, ne Mekke'de iken, ne de Medine'de bu konuda şüphe uyandıracak bir tek davranış, üstü kapalı olsun bir tek kelime nakledilmemiştir. Onun özel hayatı gün gibi ortada olup gizli kapaklı hiçbir yönü yoktur.

Üstelik, Hz. Peygamberin hayatı genel olarak zahidâne bir hayattı. Yeme ve içmesine özel bir özen gösterdiği bilinmemektedir. Aksine, bulabildiği yemekle yetinirdi. Bazan haftalar geçer mübarek hanesinde ateş bile yanmazdı.682 Bu esnada gıdası, hurma ve sudan ibaretti.683 Bu sabit bir gerçek olup hemen herkes tarafından bilinmektedir. Aklı başında hiç kimse bunun, şehvetine düşkün kimselerin tavrı olduğunu asla söyleyemez. Yine eğer denildiği gibi Hz. Peygamber—haşa— şehvetine düşkün biri olsaydı, içinde bulundukları hayattan daha müreffeh bir hayatı kendisinden istediklerinde hanımlarından bir ay ayrı yaşayabilir miydi?684 Denebilir ki, bunu tek onları cezalandırmak için yapmıştır. O zaman biz de sorarız: Neden onları bu şekilde cezalandırma yoluna gitsin? Şehvetine düşkün bir kişi, hele elinde geniş imkânlar da varsa, bütün gücünü kullanarak, gönlünü eğlendiren insanları memnun etmek ister. Sonra farz-ı muhal olarak böyle bir şeyi düşünsek bile, acaba Hz. Peygamber o bir ay zarfında başka bir kadınla evlene-mez miydi?

Yine, bakıyoruz ki, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) yaptığı bütün evliliklerde hiçbir zaman debdebeye kaçmamış, hep mütevazi düğün yemekleri vermekle yetinmiştir. Oysa devletin bütün malları emrindeydi. Hanımlarını memnun etmek için avuç avuç alıp dilediği gibi harcayabilirdi. Hanımları da, kendilerine olan sevgisini isbat etmesi için düğünlerinde, yığın yığın etlerin yendiği—haşa—içkilerin içilip eğlenildiği ziyafetler vermeye zorlamıyorlar. Böyle bir zat, asla şehvetine düşkün biri olamaz. Evet, yeni Müslüman olmuş biriyle evlenip, beraber olmak istediğinde, kadın beraber olmaktan Allah'a sığındığında sadece şu sözlerle tepki gösteren bir zat asla şehvet düşkünü olamaz: "Allah'a sığman birine dokunmam." Bundan sonra onu güzellikle boşamış, izzet ve ikramla ailesinin yanma göndermiştir. Onu incitecek bir tek kelime bile söylememiş ve yaptığından dolayı kendisini cezalandırmayı da asla düşünmemiştir.685

Burada, (gülüp geçilmesi için) VVashington Irving'in konuyla ilgili bir iddiasına da değinmeden geçemeyeceğiz.686 Bu iddiaya göre, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)—haşa—güzel bir kadını gördüğünde saçlarını tarıyor, elleriyle kaşlarını düzeltiyormuş! Irving'in böyle son derece gülünç bir rivayeti nereden çıkardığını bilemiyoruz. İşin garibi, Irving'in kendisi bu sözü söylemeden bir sayfa önce Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'i oruç tutmayı seven, son derece sade giyinen, tabiatı itibariyle yapmacık davranışlardan hoşlanmayan biri olduğunu söylüyor. Yine kitabının başka bir yerinde, namazın Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ruh tesellisi olduğunu belirtiyor687. Başka bir yerde de, Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem), yanma elçi olarak gelen Adiy bin Hatem'in tasvir ettiği gibi ev ve yaşayışının sadeliği üzerinde duruyor688. Bütün bunlar, şehvetperestliğe tamamen zıt olan şeyler değil midir?

Ayet inip de Müslümanların evli bulundukları kadın sayısını —cariyeleri hariç—dörtle sınırladıktan sonra da Hz. Peygamberin dörtten fazla olan bütün hanımlarını nikahında tutmasına itiraz edilebilir. Öncelikle şunu belirtelim ki, bu sınırlandırma emri ancak hicretin sekizinci senesinde689, yani Hz. Peygamberin hayatının son yıllarında inmiştir. O zarnan altmış yaşını geçmek üzereydi. O tarihten sonra yeni bir kadın almamıştır. Bu durum karşısında kişi sormadan edemiyor: "Eğer—haşa—Resulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) sanıldığı gibi kadınlara düşkün biri olsaydı, kendisinin riâyet etmeyeceğini bile bile neden nikah altında tutulabilecek kadın sayısını dörtle sınırladı? Acaba böyle bir sınırlamadan amacı, bizzat bağlı kalmayacağı bir kanunu vazederek kendi kendisini sıkıntıya sokmak mıydı? Eğer Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) —haşa—Kur'ân'ın müellifi olsaydı, böyle bir kanun koymaya asla tevessül etmezdi. Veya en azından, önceden zannettiği gibi bağlı kalmayacağını bilir bilmçz onu başka bir hükümle nesheder, yürürlükten kaldırırdı. Islâmda neshin, sürekli olarak kolaydan zora doğru bir seyir takip ettiği de sanılmasın.690

Bunların hiçbiri sözkonusu olmadığına, sınırsız bir şekilde evlenmek de geçerli bir örf olduğuna göre, böyle bir kanunu neden koydu? Neden Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) diğer mü'minlere böyle bir sınırlama getirdiği halde, kendisi de sadece bu dört hanımı alıkoyup diğer hanımlarını bırakmadı? Üstelik istenildiği kadar cariye ile de beraber olunabilirdi? Hatta, böyle bir yasa koymaya niyet ettiğine göre, şehevî arzusunu razı ederek de bunu kendisine tatbik edebilirdi. Bunu da, kendisine hiç erkek evlat bırakmayan mevcut hanımlarını bırakıp, onların yerine Arapların en güzel bakire dört kızını alarak gerçekleştirebilirdi. Müsteşrikler tarafından Hz. Muhammed'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem)—haşa—şehvet düşkünü olduğu tasvir edilip konunun bu derece dile dolanmasına, diğer taraftan kendisini bu kadar sıkıntıya sokacak bir vahyi—haşa—uydurduğu söylenmesine gerçekten hayret edilir. Oysa Resulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bu sınırladırmadan sadece bir sene önce Safiyye bin ti Huy ey ile evlenmişti. Hz. Safiyye, Hayber Yahudilerinden birinin kızıydı. Esir olarak alındığı için onunla hür bir kadın olarak evlenmek suretiyle değil de, cariye olarak yanında tutabilirdi. Safiyye'den sadece bir sene önce de Cüveyriye binti'l-Haris'-le evlenmiştir. Oysa Cüveyriye, Beni Mustalik ganimetleri arasından bir Müslümanm hissesine düşmüştü. Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) onu kendisine cariye olarak alması gerekirdi. Fakat, Safiyye'de olduğu gibi bunda da böyle yapmadı. Acaba, iki sene sonra haklarında hüküm inecek olan eşlerine ilave olarak bu iki hanımı nikahlanmakla kendine proplem mi çıkarmak istiyordu? Böyle bir iddia tutarsızlığın işaretidir. Bu ise, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'de asla rastlanmamıştır. Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem), mü'minlere getirdiği dört kadınla yetinme sınırlamasından kendisini istisna etmesini bir kusur olarak ileri sürenler, kısa bir süre sonra vahiy inip Müslümanları değil de sadece Hz. Peygamberi (salla’llâhü aleyhi ve sellem) muhatap alarak mevcut eşlerinden birini başka biriyle değiştirmesini özel olarak yasaklamıştır.691 Bu da Hz.. Peygamberin bu konuda özel bir durumu bulunduğunu gösteriyor. Bazan yalnızca onu bağlayan bir hüküm Müslümanları bağlamıyor, bazan da aksi vaki oluyordu. Öte yandan Hz. Peygamberin hanımları âyet-i kerimenin açık ifâdesiyle mü'minlerin anneleri sayılırlar692 ve onlarla hiçbir şekilde evlenemezlerdi. Aynı anda nikah altında bulunabilecek hanım sayısını dörtle sınırlayan âyet indiği zaman Hz. Peygamber fiilen dörtten fazla kadınla evli bulunuyordu. Eğer sınırlama onu da kapsasaydı, nikâhı altından çıkaracağı kadınlar başka mü'minlerle dinen evlenemez ve büyük bir haksızlığa uğrarlarladı.

Son olarak, işaret etmek isteriz ki, hiçbir Müslüman, hatta hiçbir müşrik Hz. Peygamberi (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bu noktadan yadırgamamıştır. Eğer Müs-lümanlar, bu konuda şüpheyi gerektirecek bir nokta bulunduğunu hisset-selerdi, asla susmazlardı. Kaldı ki, aralarından son derece tenkitçi Hz. Ömer gibi zatlar bulunuyordu. Hz. Ömer (r.a) Resulullahın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) kayınpederiydi. Kızının bunca kumalarının bulunmaması kendisini yakından ilgilendiriyordu. Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) mecbur kalarak, kendisini bunca sıkıntıdan kurtarmak için diğer mü'minlerin de kendisi gibi dörtten fazla kadınla aynı anda evlenmesine izin veren bir hüküm çıkarabilirdi. Gerçekten, ne şekilde ifâde edilirse edilsin, bu konuda Hz. Peygambere tenkit olarak yöneltilecek bir şeyi göremiyoruz. Çünkü, hüküm koyan kendisi değil, Allah'tır. Kendiliğinden ne şahsı için, ne de Müslümanlar için bir hüküm ortaya koymamıştır.

Söyleyip naklettiklerindeki mesuliyeti takdir edemeyen bazı sözde Müslümanların uydurup, bazılarının da rivâyet ettikleri zayıf bir rivâ-yeti dillerine dolayan Müsteşriklerin ileri sürdükleri tutarsız itham da konumuzla yakından ilgilidir. Bu da Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) kendi halasının kızı olan Hz. Zeyneb binti Cahş ile evlenmesi hadisesidir. Bu uydurma rivâyet şöyle özetlenebilir: Sözde, Hz. Peygamber bir gün herhangi bir iş için Zeyd'in evine gitmiş. Onu evde bulamamış. Bunun üzerine, perdenin arkasında alelacele elbisesini giyen Zeyneb Hz. Peygamber ile konuşmuş. Tam o sırada esen rüzgar perdeyi kaldırmış ve Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) onu açık olarak görmüş. Bu da Resulullah'm duygularını altüst etmiş. "Sübhane Mukallibe'l-Kulûb Kalbleri döndüren Allah'ın şanı ne yücedir!" diyerek geri dönmüş. Zeyd eve dönüp de, hanımından olup bitenleri öğrenince, Resulullahm kendi karısına gönül verdiğini anlamış. Hemen Resulullahm huzuruna vararak, Zeyneb'i boşayıp kendisinin evlenmesini önermiş. Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hanımını tutmasını ve Allah'tan korkmasını emretmiş. Fakat çok geçmeden vahiy inip Hz. Peygamberin boş yere gizlediği ve bastırmak istediği duygularını ortaya çıkarmış ve açıkça Hz. Zeyneb'i eş olarak almasını emretmiş. Uydurma rivâyet bundan ibarettir693. Washington Irving de kendi kafasından bu rivâyete başka eklemelerde bulunuyor. Hz. Zeyneb evde ev kıyafetiyle otururken Hz. Peygamber, kocasının babalığı olarak ansızın eve dalıyor. Zeyneb'in güzelliğini ayan beyan görüyor.694

Hemen şunu belirtmek isterim ki, birinci rivâyette geçen perde hadisesini, yani kadınların perde arkasına çekildiklerini bu döneme ait hiçbir rivâyette göremiyoruz. Aksine, Hz. Peygamberin evinde, Hz. Zeyneb'le evlendikten sonra perde çekilmeye başlanmıştır695. Irving'in, Hz. Peygamberin, yalnız başına evde bulunan Hz. Zeyneb'in yanma ansızın girdiğini belirten iddiasına gelince, öncelikle böyle bir rivâyeti nereden çıkardığını söylemeliydi. Böyle bir davranış, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ve sahabilerin ahlakıyla taban tabana zıt olması bir yana, şu anda üzerinde durduğumuz tutarsız ve asılsız rivâyette bile yer almamıştır.

Hz. Zeyneb'in bu kıssasında cidden önemli bir nokta vardır. O da şudur: Gerek kendisi ve gerekse ailesi kesin olarak Hz. Zeyd'le evlenmesini reddetmişlerdi.696 Çünkü Zeyd (V. 8), Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) kölesiydi. Hz. Hatice, Resulullah ile evlendiğinde Zeyd'i kendisine hediye etmiş, Resulullah da onu azad etmişti. Diğer taraftan Hz. Zeyneb ise, Müslümanların lideri ye reisi, Allah'ın Peygamberi olan Hz. Muhammed'in halasının kızıydı. Ailesi, Kureyş'in en asil ve sosyal mevkice en yüksek ailelerinden biriydi. Eğer, Zeyneb ve ailesi hakkında vahiy inip gâyet sert bir dille onların bu evlilik teklifini reddetmelerini kmamasaydı697, böyle bir evliliğe ne Zeyneb, ne de ailesi asla razı olmazdı.

Neden Hz. Zeyneb ve ailesi hakkında özel olarak vahiy inip Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) teklif ettiği azatlık bir köleyle evlenmesine kendilerini mecbur etti? Demek ki işin içinde, kaderin başka bir sırrı saklıydı. Bu da, ikinci bir vahiy inip698, Hz. Peygamberi Hz. Zeyneb'le evlenmeye mecbur ettiği an ortaya çıkacaktı.

Sonra eğer—haşa—Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şehvetini tatmin peşinde olsaydı, Hz. Zeyneb'i iddia edilen vaziyette gördüğünde neden evine girmedi. Ne de olsa dayısının oğluydu. Sevimli gözükerek Hz. Zeyd'le zorla evlendirme kabahatini affettirmek istediğini bahane edebilirdi. Üstelik, Zeyneb'in, kocası Zeyd ile olan ilişkisi istenildiği düzeyde iyi değildi. Çünkü bu evlilikte haksızlığa uğradığı duygusunu taşıyordu.

Öte yandan Hz. peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in bu evliliği gerçekleştirmesinde büyük, ama çok büyük bir risk de vardı. Çünkü Araplar, böyle bir evliliği asla akıllarına sığıştıramazlardı. Çünkü onlara göre, evlatlık, insanın öz evladından farksızdı. Problemin odak noktası da burasıydı. Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) tereddüdünü ve bu evliliğin gerçekleşmesindeki isteksizliğini buradan anlıyoruz. Şu âyet-i kerime de bu gerçeği açıkça ifâde ediyor: "İnsanlardan çekiniyordun; oysa Allah'tan çekinmen daha uygundu."699 Rodinson, Hz. Muhammed'in, Zeyd'in kendi hesabına hanımını boşama teklifini kabul etmediğini, evlatlığın hanımının öz evladın hanımı gibi kabul edildiği için toplumda huzursuzluk çıkmasından çekindiğini, fakat ileri görüşlü bir bireyci olduğu ve kav-minin sayısız yanlışlarına karşı çıktığı gibi, evlatlığın öz evlat gibi kabul edilmesindeki garabeti sezdiğini, bu anlayışı ortadan kaldırmak istediğini, bunun üzerine her zaman olduğu gibi bu defa da Allah'ın kendi yardımına koştuğunu ve krize (!) yakalanmasının ardından gülümseyerek Ahzâb Sûresinin ilgili âyetlerini bir solukta okuduğunu; evlilik törenini çarçabuk yaptığını ve bu hususi evlilikten genel bir hukukî düzenleme çıkardığını söyleyerek700, Hz. Muhammed'in Zeyneb'e gönül kaptırdığını, fakat halktan çekindiği için Zeyd'in teklifini kabul etmediğini ima ediyor. Oysa, âyetin, bizim mantığa daha yakın bulduğumuz şöyle bir yorumu vardır: Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Hz. Zeyneb ile evlenmek zorunda olduğunu söyleyerek insanların karşısına çıkmak istemiyordu. Fakat, ne kadar acı olursa olsun İlâhî vahiy insanlara açıkça tebliğ edilmeliydi. Demir gibi sağlam bir biçimde kökleşmiş örf ve adetlerle ne kadar çelişirse çelişsin İlâhî yasa tatbik edilmeliydi. İnsanlar nezdinde meydana getireceği şiddetli sarsıntıya ve kafalarında doğuracağı büyük karışıklığa rağmen Allah, bu yasayı şahsında ilk uygulayanın bizzat Hz. Peygamber olmasını irade buyurmuştu.701

Henüz elbiselerini tam olarak giyememiş Hz. Zeyneb'e anî bir tek bakışın, Hz. Muhammed'i gönülden sarstığı iddiası, kabul edilmesi imkansız bir iddiadır. Çünkü, Hz. Zeyneb'i Hz. Zeyd ile evliliğe mecbur eden bizzat Resulullahtır. Bu da çok kısa bir süre önce olmuştu. Bu gerçekten çok kısa süre içinde ne değişmişti ki, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bir tek bakışla derinden sarsılsın? Şâyet Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) onu çocukluğundan beri görmeyip daha sonra ergenlik çağında ansızın karşılaşsaydı belki şöyle denebilirdi: "Bu ma'kuldur. Çünkü ergenlik, genç kızlarda bir takım çekici değişiklikler meydana getirir." Fakat bu dönemi aşmış olgun bir hanımda, hem de çok kısa bir süre içerisinde böyle bir değişikliğin meydana gelmesi ma'kul değildir. Özellikle, Hz. Zeyneb gibi, eşinden memnun kalmayan ve sürekli olarak daha asil olduğunu ileri sürerek onu küçümseyen702 bir hanım, aile hayatında dış görünüşüne, elbisesine ve süsüne özen göstermeye fazla gerek duymaz. Oysa—güzel olmayan—bir kadını güzel ve çekici gösteren—güzelse— güzelliğini arttıran bu gibi şeylerdir.

Hikayede devamla şöyle deniyor: Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Hz. Zeyneb'i o halde görünce, hemen geri dönerek şu sözü tekrarladı: "Kalbleri çeviren Allah'ın şanı ne yücedir!" Şimdi düşününüz ve lütfen söyleyiniz: Bu söz neyi gösteriyor? Faraza bu rivâyet doğru kabul edildiği takdirde, acaba bu söz, Allah'a imanın Hz. Muhammed'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bütün gönlünü doldurduğunu ve Rabbini mutlak irade sahibi gördüğünü göstermez mi? Acaba, bu—haşa, yüzbin defa haşa—gerçekte kendi nefsanî arzularını tatmin etmek için vahiy uydurduğu halde Allah ile irtibat halinde olduğunu ve Ondan kendisine vahiy geldiğini iddia eden bir yalancının duyguları olabilir mi?

Yine bu rivâyete göre, Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hemen geri dönüyor. Evde Hz. Zeyneb'ten başka hiç kimse bulunmamasına rağmen bir an olsun yanma girmeyi asla düşünmüyor. Eğer müsteşriklerin tasvir ettikleri gibi Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şehvetinin esiri olan biri olsaydı, o andaki tabii tepki şöyle olması gerekirdi: Bunca şehveti taşıyan kişi içeri girecek ve kendisini derinden sarsan kişiyle, zavallı kocası dışarıdan dö-nünceye kadar başbaşa kalmayı deneyecekti. Hiç değilse, kısa bir süre lafa dalacak ve bu kısa süre zarfında olsun güzelliğini doya doya seyredecekti!

Farz-ı muhal olarak Hz. Muhammed'in—haşa—ömrünün en büyük hatasını işlediğini ve eline geçen bu altın fırsatı değerlendirmeyerek içeri gireceği yerde geri döndüğünü düşünelim. Acaba, daha sonra efendisinin sevgisiyle kendinden geçmiş-binlerce defa estağfirullah-saf ve ahmak kocanın olayı öğrenir öğrenmez, altın tepsi içinde getirip kendisine sunduğu teklifi reddederek ikinci bir kez fırsatı neden kaçırdı? Oysa uydurma rivâyete göre, koca, ancak ahmak ve geri zekâlılardan beklenebilecek bir tavırla efendisine gelip, gönül verdiği karısından boşanarak ona devretmeyi önermiş! Sözkonusu uydurma rivâyete göre Resulullahm (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bu öneriye cevabı şu olmuş: "Eşini bırakma, Allah'tan kork!"703 Acaba, insanların dedikodularından korktuğu için tereddüt etmiş, fakat bu konuda kamuouyunu hazır hale getirdikten sonra bu teklifi kabul etmekte en ufak bir tereddüt göstermeyecek miydi? Fakat görüyoruz ki, bu sır bir üçgen içinde kalmış, kamuoyunun kulağına varmamış, kamuouyunu bu büyük meseleye hazırlamak için hiçbir çaba sar-fedilmemiştir.

Acaba, bu kadar başını ağrıtacağına, insanların diline düşüreceğine ve dolambaçlı yollar deneyeceğine, bütün bunlardan daha etkili, daha hızlı ve arzusuna daha kestirmeden ulaştırıcı bir yol olarak, Hz. Muhammed—haşa—eski kölesinin hanımıyla anlaşıp her fırsatta gizli gizli buluşmayı kararlaştıramaz mıydı? Haydi diyelim ki, bu fırsatı, da kaçırdı, acaba Kitab-ı Mukaddes'in naklettiği üzere, —haşa— Hz. Davud'un hilesine başvurmayı da mı beceremedi? O Kitab-ı Mukaddes ki, bizzat sözkonusu müsteşrikler, Resulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Efendimizin Kur'ân'ı ondan çaldığını iddia ederler. Bu hileyi örnek alarak, Zeyd'i tehlikeli bir savaşa gönderip, onu sevmeyen arkadaşlarından birisiyle anlaşarak kendisini ön saflara sürüp düşmanın ok, mızrak ve kılıçlarına kesin hedef yaptırabilirdi. Nitekim—Kitab-ı Mukaddes'in iddiasına göre haşa— Hz. Davud, sözkonusu uydurma rivâyetin ileri sürdüğüne bakılırsa Hz. Muhammed'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) taşıdığı aynı duyguyu yakın bir komutanı olan Uriya'nm karısına karşı taşımış! Ama, Hz. Muhammed'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) aksine, savaşa gönderip ölümüne sebeb olmadan önce bu komutanın karısıyla—haşa—beraber olmuş. Nihâyet kocasını, işaret edilen hileyle ortadan kaldırdıktan sonra kadın artık kendisine kalmış! Hz. Dâvud, bunu yakın bir komutanına yapabildiğine göre, Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) eski kölesine neden yapamasın? Çünkü, eski bir köleden kurtulmak, Uriya gibi704 yüksek bir askerî, İçtimaî ve siyasî mevkii olan büyük bir komutandan kurtulmaktan bin defa daha kolaydır. Yoksa, Hz. Muhammed—haşa—Yahudilerden sadece güzel fikirleri çalmakla yetinip kötü fikirleri bir tarafa mı bırakmıştır?!705

Olayın sözkonusu tutarsız rivâyetin iddia ettiği şekilde gerçekleştiğini halen imkânsız olmanın yanında, Hz. Muhammad ile Hz. Zeyd arasındaki karşılıklı sevgi öylesine derin, sağlam ve sarsılmazdır ki, Zeyd (r.a) henüz küçükken Hz. Muhammed'i, anasına, babasına; kısacası, baskına uğrayıp alınarak, köle olarak satılıp, durmadan el değiştirerek sonunda Hz. Muhammed'in eline geçinceye kadar göremediği bütün yakınlarına tercih etmiş ve Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) onu kendi yanında kalmakla yakınlarıyla birlikte vatanına dönmek arasında serbest bıraktığında onlarla birlikte geri dönmeyi reddetmiştir706. Bundan sonra bir kere olsun bu kararından pişmanlık duyduğu ve Hz. Muhammed'i bırakıp yakınlarına dönmek istediği nak-ledilmemiştir. Eğer, Hz. Muhammed'den (salla’llâhü aleyhi ve sellem) en ufak bir kuşku sez-seydi, bunca uzun yıllar boyu aynı erişilmez sevgiyi ona karşı sürekli besleyebilir miydi? Yine eğer, en gizli bir vesvese bile hatırına gelseydi bu olaydan sonra Resulullah ile birlikte kalır mıydı? Acaba, Hz. Zey-d'e küçüklüğünden o ana kadar gerçek bir baba gibi davranan, onu elleriyle büyütüp terbiye eden, duru şefkat pınarından kendisine kana kana içiren, bir lider, mutlak bir hakim ve idareci olarak halasının kızını bu eski kölesiyle evlendiren Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) gibi bir zat, kendi evlatlığının karısını görür görmez ona—yüzbin defa haşa- aşık olması asla düşünülebilir mi? Haydi farz-ı muhal olarak, bir tek bakışla böyle bir sevgiye kapıldığı düşünülsün—evlatlığı tamamen öz evlat gibi kabul eden cahiliyet geleneğini yıkmayı hedefleyen İlâhî emir olmasaydı ve Allah bu yeni yasanın ilk olarak bizzat Nebîsi tarafından tatbik edilmesini irade etmeseydi—onunla evlenmeye razı olması mümkün müydü?

Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şanına kendilerince leke getirebilecek her şeyi hemencecik tasdik edip savunmaya başlayan bu adamların gözünden kaçan bir başka gerçek vardır. O da şudur: Sözkonusu tutarsız rivâ-yet diyor ki: Hz. Muhammed'in, kocasından boşandıktan sonra Hz. Zey-neb'le evlenmesi, büyük bir gürültü meydana getirdi. Çünkü insanlar, bir adamın kendi evlatlığının boşadığı kadınla evlenmesini kolay kolay içlerine sindiremediler. Çünkü evlatlığı öz evlat gibi görüyorlardı. İnsanlar bu derece şiddetle böyle bir evliliği yadırgadıklarına göre acaba, mantıkî olan, Zeyd'in evlatlık yoluyla babasının evlenmesi hesabına karısını boşamayı teklif etmeyi aklından bile geçirmemesi lâzım değil midir? Yine, bizim de böyle bir olayın imkânsızlığını söylememiz en mantıkî yol değil mi?

Sonra, Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Aişe gibi oldukça gayyûr bir hanımı var. Eğer Hz. Aişe, en ufak şüpheli bir durum sezseydi, asla susmazdı. Fakat, Hz. Peygambere karşı oldukça nazlı ve serbest olan Hz. Aişe (r.a) bu konuda tamamen başka bir görüşte olup şöyle demektedir: "Eğer Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) (vahiyden) bir şeyi gizlemiş olsaydı, bunu gizlerdi"707. Çünkü o—daha önce de belirttiğimiz gibi—Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Hz. Zeyneb ile evlenmesinin doğuracağı sarsıntının şiddetini çok iyi biliyordu.

Sonra, haydi bu rivâyette yer verilen olayların tamamını doğru kabul edelim. Hz. Peygamberin yadırganabileceği hangi noktası var ki? Tesadüfen Hz. Zeyneb'i görüp, bunun gönlünde bir etki meydana getirmesi mi? İçeri gireceğine, "Kalbleri halden hale çeviren Allah'ın şanı ne yücedir!" diyerek geri dönmesi mi? Hz. Zeyd'e "Hanımını yanında tut ve Allah'tan kork" diyerek karısını kendisi için boşamasına engel olmaya çalışması mı? Kocası tarafından tamamen kendi iradesi ve tercihi ile boşandıktan sonra Hz. Zeyneb ile, herhangi bir adamın herhangi bir kadınla meşru bir biçimde evlenmesi gibi evlenmesi mi? Bunlardan hangisi Hz. Peygambere (salla’llâhü aleyhi ve sellem) karşı bir kusur olarak ileri sürülebilir? Görüldüğü gibi aslında konuda tartışılabilecek hiçbir nokta yok. Mesele bazı kesimlerce boşuna dile dolanıyor. Müsteşriklerin kopardıkları gürültü tamamen anlamsızdır. Değil mi ki mesele, İlahî bir vahiy olarak, yeni yasanın ilk defa Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şahsında uygulanmasını emreden âyetle hiçbir biçimde çelişmemektedir.708

·        6. Hz. İbrahim ile Kabe'nin İnşası Arasında Bağ Kurmaya Başladığı İddiası

Bazı müsteşrikler, "Hz. Peygamberin Medine'de Yahudilerle temasa geçmesi, onun, Hz. İbrahim tarihine ve Hz. İsmâil'in Arap kavmi ile olan nesebi bağlarına aşina olmasını sağlamıştır" demektedirler709.

Müsteşrik Caetani ise daha da ileri giderek, Mekkî sûrelerden hiçbirinde İbrahim ve İsmâil'in isminin bir defa bile geçmediği, hiçbir âyette İsmâil'in ne Arapların, ne de Hz. Muhammed'in ceddi olmak üzere zik-redilmediği iddiasında bulunmaktadır."710

Önce Caetani'nin bu iddiası üzerinde durup, arkasından önceki iddiayı değerlendirelim: Caetani'nin de eserinde esas alıp dercettiği711 Nöl-deke'nin zaman tertibine göre hazırladığı cetveline göre tamamı Mekkî olan 18 sûrenin değişik âyetlerinde712 Hz. İbrahim'in; yine tamamı Mekki olan 5 sûrenin 5 âyetinde713 Hz. İsmail'in adı geçer. Gerçek bu kadar gün gibi açıkken Caetani'nin bu konudaki inkârı, koyu bir cehaletten değilse tam bir inattan kaynaklanmış olabilir.

Hz. İsmail'in Kur'ân-ı Kerimde, Arapların ve dolayısıyla Hz. Peygamberin ceddi olarak gösterilmediği iddiasına gelince, bunun da gerçekle hiçbir alakası yoktur. Çünkü, Hacc Sûresinin 78. âyetinde Hz. İbrahim'in, gerek Hz. Peygamberin, gerekse Arapların babası olduğu açıkça belirtilir. Hal böyle olunca Hz. İsmail de, onların ceddi olmuş olmaz mı?

Bakara Sûresinin 127-129. âyetlerinde açıklandığına göre, Hz. İbrahim, Kabe'nin temellerini Hz. İsmail'le birlikte yükseltirken zürri-yetlerinden Müslüman bir ümmet zuhur etmesini ve onların içinden de onlara İlâhî âyetleri okuyacak, kitabı, hikmeti öğretecek, onları kötülüklerden temizleyecek bir peygamber gelmesini Allah'tan dilemişlerdi.

Bakara Sûresinin 151. âyetinde ise, bu ümmetin Araplar, onlar içinde gönderilen Peygamberin Hz. Muhammed olduğuna açıkça ışık tutuluyor. Al-i İmran Sûresinin 67-68. âyetleri de bu gerçeği teyid ediyor.

Müslümanların beş vakit namazda okudukları Salavatta Hz. İbrahim'i ve onun ehl-i beytini anmaları bu yakınlığın fiilî bir delili ve tezahürü değil midir?

Bazı müsteşrikler de, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'i, Hz. İbrahim'in Mekke-yi ziyaretine ve Kabe'yi bina edişine ilişkin kıssasını -haşa- uydurmakla itham ediyorlar. Bunu yaparken şu üç önemli noktayı unutuyorlar:

Birincisi: Araplar nesiller boyu buna inanıyorlardı. Bu kıssayı Hz. Peygamber —haşa— uydurmamıştı. Bunun en açık delili de Haniflerin birbirlerine şöyle demeleridir: "Şunu iyice bilin: Vallahi kavminiz hiçbir hak din üzere değildir. Babaları İbrahim'in dininden sapmışlar. Şu etrafında dönüp durduğumuz, ne duyan ne de gören, ne zarar ve ne de fayda veren taşlar nedir ki? Ey millet! Kendinize hak dini arayın. Siz —Allah'a yemin ederim ki—hak din adına hiçbir şey üzerinde değilsiniz." İbn Hişam bunu naklettikten sonra şunları da ekliyor: "Bunun üzerine ülkelere dağılarak Hz. İbrahim'in dini olan Hanifliği aramaya koyuldular."714 Hanifliği benimseyen bu zatlardan biri olan Amr bin Nüfeyl zaman zaman şöyle derdi: "Ben Hz. İbrahim'in Rabbine kulluk yapıyorum"715. Bir gün de sırtını Kabe'ye yaslamış ve şöyle demiştir: "Ey Kureyşliler! Zeyd bin Amr'm canı kudreti elinde olana yemin ederim ki, içinizde benden başka Hz. İbrahim'in dini üzerinde kalan yoktur."716

İkincisi: Müşrikler, meleklerin heykellerini yaptığı gibi Hz. İbrahim ve İsmail'in (ikisine de selam olsun) de heykellerini yapmış ve Kabe'nin içine yerleştirmişlerdi. Hatta bu heykeller ellerinde fal oklarını tutuyorlardı.717 Bunun ifâde ettiği mana gâyet açıktır: Kabe ile Hz. İbrahim arasındaki ilişkiyi—haşa—Hz. Peygamber uydurmamıştır. Aksine ondan önce de Araplar buna kesin olarak inanıyorlardı.

Üçüncüsü: Eğer böylesi bir ilişkiyi—haşa—Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) uydurmuş olsaydı veya Araplar bu konudaki inançlarında az da olsa bir tereddüt içinde- bulunsalardı—fitneleri uyandırmada gâyet mahir olan— Yahudiler susmazlar, çığırtkanlıklarıyla dünyayı velveleye verirlerdi. Fakat buna rağmen Alfred Guillaume soruyor: "Eğer Hz. İbrahim ve İsmail Mekke'yi ziyaret etmişlerse neden İslâm öncesi Araplardan bir tanesinin bile İsmail ismini kullandığını göremiyoruz?"718 Gerçek şu ki, Araplar çok önceden Hz. İbrahim ve oğlu İsmail'in dininden sapmışlar. O kadar ki, Hz. İbrahim'i bile—haşa—bir put haline getirmişler. Heykelini yaparak, tıpkı kendileri gibi fal oklarını çektiği şeklinde tasvir etmişler. Yine, Haniflerin, kendilerinden başka bir tek Arabm bile, Hz. İbrahim'in dini üzerinde kalmadığını belirten sözlerini daha önce gördük. Demek ki, putperestlik kendilerini Hz. İbrahim ve İsmail'den öylesine uzaklaştırmış ki, bunların adını almak yerine, Ab-du'l-Uzza, Abdu'l-Lât ve Abdu Menât... gibi adlar almaya başlamışlar. Hatta Abdullah adını alanları bile çok nadirdi. Eğer, isim alma meselesi bu kadar önemli bir ölçüyse, acaba müsteşrikler, hiçbir Arabm, Hûd, Salih ve Şuayb... gibi Arap asıllı herhangi bir peygamberin adını almamasını nasıl izah edecekler? Oysa bunların Arap asıllı olduklarında şüphe yoktur. Arapların da bu peygamberleri ve kavimleriyle olan maceralarını bildikleri de kuşku götürmez. Acaba bu peygamberlerin tarihî varlıklarını veya en azından Arap olmadıklarını iddia etmek mümkün mü? Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Hz. İbrahim ve İsmail'in Kabe'yi inşa ediş kıssalarını—haşa—uydurmuşsa, neden acaba bu inşa işini Arap asıllı olan mesela Hz. Hûd ve Hz. Salih... gibi başka bir peygambere isnat etmedi? Oysa böylece Kabe'yi de, inşasını da Araplara mal etmiş olurdu. Amaç, Mekke müşriklerinin gönlünü almak için arapçılık damarını okşamak olsaydı, böyle yapılması daha uygun olacaktı.719

Kısaca, Hz. İbrahim meselesiyle ilgili olarak, Arap milleti gibi, fertleri çok defa yirminci kuşağa varıncaya kadar atalarının isimlerini hafızalarında tutmaya özen gösteren ve nesep ilmine böylesine önem veren başka bir milletin bulunmasının imkansızlığını özellikle belirtmek isteriz. Böyle bir milletin, son ana kadar menşei hakkında cahil kalmış olması tasavvur edilebilir mi? Şayet belli kısımları Hz. İbrahim ve Hz. İsmail'e izafe olunan Kabe-i Muazzamanm mevcudiyeti, bu şerefli isimlerle olan alakaları hususunda onlar için canlı ve devamlı bir şehadet teşkil etmemiş ise, hicretten asırlarca evvel, uzun müddet komşuları olan Yahudilerden bu konuda malumat edinmiş olmaları gerekmez miydi? Her hal ü kârda bu münasebetin tesisi için Kur’ân-ı Kerimin Medine'ye intikaline ihtiyaç yoktur. Çünkü Mekkî sûreler bu hususa yeterince işaret etmekle kalmamış720, aynı zamanda Hz. Peygambere de, Hz. İbrahim'in dinine tabi olmasını emretmiştir.721

Hemen her konuda olduğu gibi bu konuda da, müsteşriklerin ifâdelerindeki tutarsızlıklar, birbirlerini çürütmekte ve hükümden düşürmektedir. Nitekim, Caetani, Mekkî sûrelerde İbrahim ve İsmail'in adından söz edilmediğini iddia ederken, Blachere, "İslâm çağrısının bu aşamasında, direkt ataları olması itibariyle Hz. İsmail'in babası olması açısından Hz. İbrâhim'in Arapların babası olması da (Mekke Döneminin Üçüncü Devresinde) kesinlik kazandı. Ayrıca Hz. İbrahim'in Hanifliği tesis edişi de vurgulandı. (...) Bu gerçek İbrahim Sûresinde açıkça kendisini gösteriyor. (...) Bu Hz. İbrahim'in Arapların atası olduğu anlayışı, Medine-i Münevvere'd e de kuvvet bulmuştur"722 demektedir.

·        7. Yahudilerden Ümidini Kestiği İçin Kıbleyi Değiştirdiği

Caetani, "Muhammed, Medine'ye ulaşmasından on yedi on sekiz ay sonra Yahudilerin gayet şiddetli muhalefetinden nefret ederek Kudüs'ün artık kıble olmamasını ondan sonra Mekke istikametinde namaz kılınmasını emretti" demekte723, böylece kıble değişikliği ile ilgili emrin Allah'tan değil de, Hz. Peygamberden geldiğini ima ederken, diğer taraftan bunu beşeri arzuya bağlamaktadır. Hicretin başında, Müslümanların namazlarını kılmak üzere bir müddet Kudüs'e doğru döndükleri doğrudur.724 Ancak, sonraları kıblenin Kudüs'ten Kabe'ye doğru değiştirilmesine (ki bu değişikliğin gerekçesi Kur'ân-ı Kerimde yeterince açıklanmıştır.)725 Yahudilerin İslâma olan düşmanlıklarının sebebiyet verdiğini ileri sürmek, tarihi gerçeklerle bağdaşmaz. Çünkü, bu düşmanlık ancak 624 senesinin Şevval ayında (Beni Kaynuka Gazasıyla) başlamıştır; oysa Kıblenin Kabe istikametine döndürülmesi Hicretin ikinci yılının (M. 623) Şaban ayında vuku bulmuştur.726

Müsteşriklerden Gibb de Hz. Peygamberin Yesrib'e hicret ettikten sonra Yahudilerden aldığı şeyleri (!) sayıyor. Bunların Aşure orucu, öğle namazı ve kıble olarak Beytü'l-Makdis'e yönelme olduğunu söylüyor727. Biz burada kıble konusu üzerinde durup diyoruz ki: Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hicretten önce de bu kıbleye (Beytü'l-Makdis'e) yönelerek namaz kılardı. Fakat Kabe'yi kendisiyle onun arasına alırdı.728 Yani aynı anda iki kıbleye birden yönelirdi. Medine'ye hicret edince, ikisine birden yönelmek imkânsızlaştı729. Belli bir süre Beytü'l-Makdis'e yöneldi. Sonra kıblenin Kabe'ye çevrildiğine ilişkin İlâhî vahiy indi.730 Bunun üzerine Yahudiler, kıblelerine yeniden dönmesini, bunun karşılığında ise, onun dinine tabi olacaklarını önerdiler731. Bu da onların kaypaklık ve kötü niyetlerini açıkça ortaya koyuyor. Kendi dinine samimi olarak bağlı bir insan böyle bir teklifte bulunamaz. Fakat Hz. Peygamber bu öneriyi reddetti.732

"Hz. Muhammed, Yahudilerin gâyet şiddetli muhalefetinden nefret ederek Kudüs'ün artık kıble olmamasını, ondan sonra Mekke istikametinde namaz kılınmasını emretti"733 şeklindeki iddia doğru olmadığı gibi, Hz. Peygamberin, Yahudilerin Müslümanlığı kabul etmesinden ümidini kestiği için kıbleyi değiştirdiği734 şeklindeki iddia da doğru değildir.

Çünkü Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bir gün olsun ümitsizliğe düştüğü görülmemiştir735. Üstelik, Mekke müşriklerinin tutumu o sırada yakında iman edeceklerini gösterecek bir belirti arzetmiyordu ki, Arapların kabul edecekleri bir dini yerleştirmeyi hedeflediğini söylemek doğru olsun.

Sonra eğer bu gerekçe doğruysa, Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) halkını Allah'ın dinine davet etmekle geçirdiği uzun yıllara rağmen çok az bir kısmı dışında iman getirmedikleri halde bir gün gelip de kendisine tabi olacaklarına ilişkin büyük bir ümit taşıdığı halde, Yahudilerin iman getirmesinden böyle çabucak ümidini kestiği nasıl söylenebilir?736 Yoksa Yahudilerin Mekke kâfirlerinden daha güçlü olduğunu mu gördü? Halbuki durum bunun tam tersidir. Yesrib'te Yahudiler o zaman sözü edilen müşriklerden çok daha zayıf ve güçsüzdü. Şehirde Müslümanlar çoğunluk durumundaydı. Hakimiyet ellerindeydi. Orduları vardı, zafer kazanmışlardı ve güçlüydüler. Mekke'deyken ellerinde bunların hiçbiri yoktu. Sonra, nisbeten azımsanmayacak sayıda Yahudi Islâma girmişti. Daha önce de belirttiğimiz gibi bunların arasında bir kısım din bilgini de vardı.

Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) kıble olarak Beytü'l-Makdis'ten Kabe'ye dönüşünü tartışma konusu yapmanın faydasızlığma inanıyoruz. Çünkü, Müslümanm bu veya şu tarafa yönelerek namaz kılması arasında ne fark vardır ki? Bütün mesele, Allah'a kulluk ve Müslümanların birliği için bir simge belirlemek değil midir? Beytü'l-Makdis'e yönelmek tevhidin, Kabe'ye yönelmek ise putperestliğin delili sayılabilir mi? Böyleyse, neden? Oysa, Allah, Müslümanm yüzünü çevirdiği her tarafta mevcuttur737. Asıl önemli olan bir yön üzere karar kılmak ve ittifak etmektir. Bir kere bu yön belli olunca artık bütün mü'minlerin yüreği orada çarpar. Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hicretten sonra bir süre Beytü'l-Makdis'e doğru namaz kılmışsa ve hatta ileri sürüldüğü gibi bunu Yahudilerin gönlünü alıp onları yeni dine çekmek için yapmışsa bunda ne kusur olabilir ki? Üstelik, Hz. peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'în hicretten önce Mekke'de iki kıbleye birden yönelerek namaz kıldığını da unutmamalıyız. Eğer mesele, Yahudilere karşı beslenen kişisel bir ilgiden ibaret olsaydı, acaba, Resulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) o sırada Kureyş'e karşı sevgi ve sempati mi besliyordu ki kıble olarak Beytü'l-Makdis'i bırakıp, müşriklerin elinde bulunan Kabe'ye dönsün? Yine acaba, o erken dönemde (hicretten sadece 17 ay sonra) Mekke müşriklerinin Hz. Peygamber ve Müslümanlara karşı tutumu, Müslüman olmalarını ümit ettirecek bir durumda mıydı ki, anahtarlarını ellerinde bulundurdukları Beytü'l-Harama dönülsün? Oysa o sıralar, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ile Yahudiler arasındaki ilişki, olumsuz yönden gelişerek daha sonraları vardığı şiddetli düşmanlık noktasına henüz ulaşmış değildi. Öyleyse, Yahudilerden ümidini kestiği için —haşa— kendi kafasına göre Kabe'ye yöneldiğini söylemenin anlamı yoktur. Bu da bir tarafa, eğer gerçekten Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Beytü'l-Makdis'e yönelerek namaz kılmayı Yahudilerin gönlünü Islâma ısındırmak için kasden yapmış olsaydı neden Müslümanları namaza çağırmak için tıpkı Yahudiler gibi bir boru edinilmesini kabul etmedi? Oysa Yahudiler ibadete çağırma aracı olarak bunu kullanıyorlardı738. Yine, Yahudi eşrafından bir grup kendisine iman etme şartı olarak Beytü'l-Makdis'e yeniden dönmesini istedikleri zaman739 arzularını neden yerine getirmedi?

·        8. Bir Putperestlik Kültürü Olan Hacer-i Esved'i Ibka Ettiği İddiası

Kabe'yi kıble edinme konusunda yapılan ithamın benzeri Hacer-i Es-ved konusunda da yapılıyor. Meselâ Brockelmann, Hacer-i Eseved'in, Mekke'de tapınılan en eski put olduğunu iddia eder ve şunları ekler: "Muhammed, Kabe'ye varınca, binitinin üzerinde Kabe'yi tavaf etmeye başladı ve her defasında Hacer-i Esved'e asa'sıyla dokundu. Böylece bu putperstlik ayinini dinine katmış oldu"740. Bu şüpheyi ortaya atan Brockelmann, "Zira Sâmilerde ekseriya başka birçok mukaddes taşlara rastlıyoruz"741 diyerek çevrenin bu konuda etkili olduğunu öne sürer. Fakat, bizzat kendisi, Hz. Muhammed'in gerek Kabe'nin içinde gerek çevresinde ve gerekse Mekkelilerin evlerinde bulunan bütün sûretlerin ortadan kaldırılmasını emrettiğini söyler742. Brokcelmann dahil bütün müsteşrikler de biliyorlar ki, Hz. Peygamber ta başından beri şirk ve putlar konusunda tavizsiz davranmış, bu yüzden mensuplarıyla birlikte birçok eziyetlere maruz kalmıştır. Brockelmann, Hacer-i Esved'in muhtemelen ilk put olabileceğini ileri sürerken hiçbir kaynak göstermez. Sadece "Belki ve muhtemelen" ifâdesiyle yetinir743. Hatta, Araplardan da, puta taptıkları gibi bu taşa taptıkları konusunda hiç bir tarihi rivâyet nakledilmemiştir.

Müslümanlar da hac için Mekke'ye gidip Hacer-i Esved'i istilam ettiklerinde, bunu, kendilerini Allah'a daha iyi yaklaştırsın diye ona tapmak için yapmıyorlar. Aksine bu, tavafın sünnetlerinden biridir. Hz. Ömer bir defasında Hacer-i Esved'i öperken,: "Ben senin, ne fayda ne de zarar veremeyen bir taş olduğunu biliyorum..."744 diyerek Brockelmann'ın bu iddiasına asırlar öncesinden cevap vermiştir. Hacıların da yaptığı, onu eliyle okşamaktır. Eğer izdiham gibi bir nedenle bu mümkün değilse, uzaktan işaret etmekle yetinir. Nitekim ResuIIulah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Hz. Ömer'e (r.a) şöyle buyurmuştur: "Ey Ebu Hafs, sen güçlü kuvvetli bir adamsın. Hacer-i Esved'e ulaşmak için kalabalığın arasına dalma. Çünkü muhtemelen güçsüzlere sıkıntı verirsin. Dolayısıyla, tenha bulduğunda gidip elini sürebelirsin. Aksi halde tekbir getir ve geç."745 İbn Ömer'in (r.a) bildirdiğine göre, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bir defasında mübarek dudaklarını Hacer-i Esved'in üzerine koyup uzun uzun ağladı. Bunu gören Hz. Ömer de uzun süre ağlamaya başladı. Bunun üzerine Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Ey Ömer, burası ibretlerle doludur."746

Hacca giden kimsenin, Hacer-i Esved'i istilamı (selamlama) sırasında şöyle demesinin sünnet olduğu rivâyet edilmiştir: "Ya Rabbi! Bunu Sana iman ederek, Kitabını tasdik, Sana verdiğim ahde tabi olarak ve Peygamberin Hz. Muhammed'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) sünnetine uyarak yapıyorum"747. Bakınız, nasıl da her kelime, her hareket ve hatta her duygu yalnızca Allah Tealâ'ya olan derin ve mükemmel bir imanı gösteriyor? Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hatta cahiliyet döneminde bile, Hac esnasında put tapıcılık adetlerinden şiddetle kaçınırdı. Hicretin dokuzuncu yılı bu çirkin adetlerin tamamen ortadan kaldırılmasına sahne oldu748. Haccm bütün şeairleri, tıpkı namaz, .oruç ve zekâtın rükün ve adapları gibi Allah'a itaatin, rızasına koşmanın birer simgesinden ibarettir. Sonra, acaba Hacer-i Esved, Mekke'nin fethi sabahında ebediyyen ortadan kaldırılan başta Hubel olmak üzere diğer üç yüz altmış puttan— müşriklerin gözünde—daha mı önemliydi? Elbette değil. Bütün o putları ortadan kaldıran Hz. peygamber, Hacer-i Esved'in zerre kadar puta tapıcılıkla alakası olsaydı o haliyle devam etmesine müsaade eder miydi?

Hz. Peygamberin, Hacer-i Esved'e Islâmda yer vermesiyle putperestlere yaranmak, onların gönlünü almak istediği de söylenemez. Çünkü, tâ başından beri ve en güçsüz olduğu bir dönerlide, müşriklere taviz vermeyeceğini, onların putlarına asla tapmayacağını kesin ifâdelerle ilan etmiş749 diğer taraftan şirk kokan her türlü yanlış uluhiyet anlayışlarını reddetmiş, sahiplerini şiddetle yermiştir.750

Allah'tan emirler alarak böylesine kesin ifâdelerle konuşan bir Zatın, Allah'ın izin verdiği ölçünün dışında, müşriklere yaranmaya çalışması, onların gönlünü hoş tutması mümkün mü?

·        9. Öğle Namazını ve Aşure Orucunu Yahudilerden Öğrendiği İddiası

Müsteşrikler, Müslümanların namazı hakkında da çok değişik iddialar ileri sürmüşlerdir. Meselâ Brockelmann, aynen şöyle demektedir: "Mekke'deki mü'minler günde yalnız iki defa namaz kılarlarken, burada (Medine'de) Yahudilere uyarak öğleyin bir üçüncü namaz ihdas ettiler"751. Caetani de, İslâm namazının ne Mekke ne de Medine döneminde, şu anda kılman muayyen vakitlerde ve düzenli bir biçimde hiçbir zaman kılınmadığını, bugünkü düzenine göre Hz. Muhammed'in vefatından çok sonra tesbit edildiğini iddia ederken752; kimisi de Hz. Muhammed'in, Mekke'de Hıristiyanları takliden sabah akşam olmak üzere iki kez namaz kıldığını, Medine'ye geldiğinde ise günlük namazın sayısını —öğle veya ikindi namazını da ekleyerek— üç vakit kılmayı Yahudilerden öğrendiğini iddia eder; bu yalana bir kılıf bulmak için de, beş vakit namazın Hz. Muhammed'in vefatından sonra teessüs ettiğini ileri sürer753. Bazı müsteşrikler, Aşure orucunun da Hz. Muhammed tarafından Medine'de ve Yahudileri takliden vazedildiğini ileri sürerler.754 Onlara göre daha sonra kıble ile birlikte bu uygulama da Ya-hudilere düşmanlıktan dolayı neshedilmiştir.755 Böylece, ibadetle ilgili ahkâm da, siyasî değişikliğin tesirinde kalmıştır.756

Bu konularda, İslâm bilginleri çok değerli açıklamalarda bulunmuşlar ve müsteşriklere gerekli cevapları detaylı bir biçimde vermişlerdir.757 Onun için tafsilata girişmeyecek, sadece şu kadarını söylemekle yetineceğiz:

Öğle namazı meselesine gelince, müsteşriklerin öğle namazı dahil beş vakit namazın Mekke döneminde İsra ve Miraç gecesinde farz kılındığını758 nasıl bilmezlikten geldiğini anlayamıyoruz.

Namazların sayısı hakkında, müracaat edebileceğimiz İslâmî kaynakların hiçbirinde böyle bir gelişmeye dâir herhangi bir malumat bulamadığımızı ifâde edelim. Batılı münekkitlerin, bu görüşü hangi eserden aldıklarını bildirmemeleri gerçekten esef vericidir. Zira elimizdeki bütün kaynaklar, Mekke'de farz kılınmasından itibaren, bu namazların günde beş kere kılındığını bildirmektedir.759 Ayrıca Hz. Peygamber, gerekli açıklamalarla birlikte bu namazları böylece tespit etmiş, Kur'-ân-ı Kerim de birçok yerde bunlardan kısaca bahsetmiştir.760

Kur'ân-ı Kerimin herhangi bir îmâda bulunmadığı Aşure günü meselesine gelince; Kureyşlilerin Islâmdan önce bu günde oruç tuttuklarını ve Hicretten evvel bizzat Hz. Peygamber'in de bu adete uyduğunu hadisçi-lerden öğreniyoruz761. Yine bu Aşure orucunun, (Ramazan orucunun farz kılınmasından sonra da) Hz. Peygamber tarafından mü'minlere tavsiye edildiğini762 biliyoruz. O halde, Hz. peygamber'in, hidâyette Yahudi-leri taklid için böyle bir karar aldığını, ancak siyasî ortamın değişmesi yüzünden bu kararından döndüğünü iddia etmek, gerçekleri saptırmaktan başka bir şey değildir.

Ayrıca Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Medine'ye gelip Yahudilerin o gün oruç tuttuğunu gördüğünde, Sahabilerine o gün oruç tutmalarını emretmesinin ve Yahudilere: "Ben Hz. Musa'ya sizden daha yakınım"763 demesinin verdiği mesaj şudur:

Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hiçbir zaman onlara yaranma yoluna gitmediği gibi, onlara tâbi olma gibi bir düşüncesi de olmamıştır. Aksine ta başından beri, kendileri hakkındaki görüşü neyse onunla, karşılarına çıkmış, onları ve peygamberleri olan Hz. Mûsa'yı birbirinden ayırmış ve Hz. Musa'yı tıpkı kendisi gibi Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber olarak kabul etmiştir.

Bunun yanısıra Aşure orucu nafiledir, yani İslâmın temel prensiplerinden uzaktan yakından bir alakası yoktur.

·        10. Kur’ân'ın Üslup ve Muhtevasında Değişiklik Meydana Getirdiği İddiası

Biz bu konuyu ele alırken amacımız, müsteşriklerin, Mekke'de inen âyet ve sûrelerle Medine'de inen âyet ve sûrelerin üslup ve muhtevasına ilişkin görüşlerini sunmak ve bunun üzerinde Kur'ân'm kaynağını ilgilendirdiği ölçüde gerekli değerlendirmeleri yapmaktır. Zira, biraz sonra yapacağımız alıntılardan da görüleceği üzere müsteşrikler Kur’ân'ın indiği zaman ve mekânların etkisini ileri sürerek onun İlâhîliği konusunda şüphe uyandırmak istemişlerdir. İslâm bilginleriyle müsteşriklerin bu konuda gösterdikleri çaba arasında, yöntettı ve amaç farklılığı vardır. İki tarafın da yöntemleri üzerinde durmayacağız. Amaçlarına gelince, İslâm alimleri, bir âyetin tarihini, ne zardan ve ne hakkında nâzil olduğunu incelerken, ilgili rivâyetleri araştırıp tespit etme konusunda çaba harcarken amaçları, İslâm davetinin gelişmesini en ince detaylarına kadar tesbit etmek, her aşamasına ışık tutmak ve o dönemlerde inen hüküm ve yasaları belirlemek olmuştur. Müsteşriklerin amacı ise, netice itibariyle Kur'ân'm beşeriliğini kanıtlamaktır.

Müsteşrikler, Kur'ân-ı Kerimi zaman bakımından tertip etmek istemişler ve Müslüman alimleri kullandıkları sahih rivayetlerin zayıflığını iddia ederek bu tertip konusunda karalama eğilimini göstermişlerdir764. Nöldeke, Schwally ve diğer Alman müsteşriklerin kabul ettikleri bu tertip, Batılı bilginlerin zihinlerini meşgul etmiştir. Bu nedenle, Kur'ân araştırmaları alanında en tehlikeli sonuçları buna dayandırmışlardır. Kur'ân'm sıhhatini cerhetmek, öğretilerini birbiriyle çelişkili gibi göstermek; problemlerini, ümitlerini ve acılarını ele aldığı zaman ve mekân şartlarından etkilendiğini isbat etmek için bu tertibi, en büyük kapı edinmişler. Öte yandan bu tasnif, Kur'ân'm birçok cüz'iyatım—kendi bakış açılarına göre—kapalı, müphem, tartışma ve izaha muhtaç halde göstermişlerdir. Ancak bu Kur'ânî tasnifi yapan Alman Ekolü, Kur'ân tertibinin, Müslüman alimlerin bin sene hatta daha fazla bir zaman önce kullandıkları yöntemden başka bir yolla tasnif etmenin imkânsızlığını da kuşkuya yer bırakmayacak biçimde kanıtlamıştır. İslâm bilginlerinin yönteminin, çerçevesi—ictihad ve istidlale de büyük yer vermekle birlikte—sahih rivâyetlerle çizilmiştir. Sözkonusu rivâyetleri gözönünde bulundurmak, Kur'ân'ı doğruya en yakın bir nüzul sırasına göre tertip etmeye götüren biricik yoldur. Bu metod, Alman Ekolünün gerçekleştirdiği bilimsel (!) tertipten çok daha üstündür765.

Alman ekolünün Kur'ân-ı Kerimi bu şekilde tertip etmesinin sonucu olarak Kur'ân metninin sıhhati ve âyetlerin Hz. Peygamberin karşılaştığı şahsî ve mahallî şartlardan etkilendiği konusunda birçok şüphe ortaya atıldı. Öyle ki bu ekol, Kur'ân'm, Hz. Peygamber, kavmi arasında davasını yaymaya; karşılaştığı problemlere karşı çözümler bulmaya; şirk ve geçmiş semâvî kitaplar karşısında yeni stratejiler belirlemeye çalışırken duyduğu ümit ve acıların fiilî bir yankısından başka bir şey olmadığını kabul etti.

Belçikalı müsteşrik Lammens, Mekkî ve Medenî sûreleri birbirinden ayırmış. Bunu yaparken, İslâm davetinin geçirdiği aşamalara göre meydana gelen olay ve oluşan şartlara uygun olarak değişen üslup ve ele alman konuları incelemeye dayanmıştır. Yazar araştırmasında, Mekke dönemine ait iki tür sûreyi tesbit ettiğini söylemektedir. Ona göre, Kur-'ân'm, Hz. Peygamberin görevlendirilişine yakın ilk sûreleri, üslûbundaki vecizlik, sûrelerindeki kısalık, âyetlerde duraklarla sık sık nefes kesilmesi, hatta bazan bunun bir tek cümlede mana tamamlanmadan bile olması; Arap kâhinlerininkine benzer seci'li üslûbun tercihi; Kıyamet gününü dramatik ve korkutucu bir üslupla anlatılması ile farklılık arze-derler. Yine yazara göre, Kur'ân'm ilk inen âyetlerine "hatabî" bir üslup egemendir. Bunların yanısıra birçok sûrede sık sık yemine başvurulur. Müellif—bu kelime ile Hz. Muhammed'i kastediyor—bu tür kasemleri, göğe, yıldızlara, dağlara, ağaçlara, güneşe, aya, yere, fecre ve "leyâl-i aşre"... yapıyor. Ancak, bu gibi doğal nesnelere bu şekilde yemin edilmesi yavaş yavaş azalmakta, sonunda Medenî âyetlerde bütünüyle kaybolmaktadır.766

İkinci Mekke dönemi ve nisbeten peygamberliğin başlangıcından uzaklaşıldığı zaman Kur'ân sûreleri, İncil kıssalarına yer vermekle te-mâyüz eder. Bu kıssalar, Hz. Muhammed'in Mekke'deki çağrısında muhaliflerine karşı gösterdiği değişikliği ve yeni mücadele yöntemini yansıtmaktadır. Yine bu dönemin ayırıcı bir özelliği de, geçmiş peygamberleri ve sözkonusu peygamberlere karşı gelen kavimlerinin acıklı sonlarını anlatan kıssalarına yer vermesidir. Aynı bu dönemde, ilk defa Rahmân kelimesi Allah anlamında kullanılmaya başlanmıştır/ Daha sonra Medine döneminde "Yâ eyyühe'l-lezîne âmenû" olarak değişecek "Yâ eyyühennâsü" ifadesi de bu dönemde kullanılmıştır. Yine daha önce genellikle kısa olan sûreler bu dönemde yavaş yavaş uzamaya başlamış, bizzat üslupta da bir değişiklik meydana gelmiştir. Üslup daha önce kâhinlerin seci'li sözlerini andırırken, yavaş yavaş açıklık kazanmaya ve Arap nesrine benzemeye başlamıştır. Hz. Muhammed, peygamberliğinin başlangıcından itibaren ilk on sene zarfında^ her üç_semâvL _ dinin inandığı tevhid esasında birbirine olan yakınlığını gözönünde bulundurarak kendileriyle iyi ilişkiler içinde bulunacağını düşünerek hiçbir şekilde Yahudî ve Hıristiyanlara hücum etmemiştir. Ayrıca Hz. Muhammed, peygamberliğinin diğer semâvî dinlerin bir tamamlayıcısı olduğuna, ancak o güne kadar kendilerine peygamber gönderilmemiş Arapların ihtiyaçlarına göre bir keyfiyete büründüğüne inanıyordu767.

Medenî sûrelerle ilgili olarak da Lammens, şunları söylüyor: Medine'de inen sûreleri, gerek şekil ve gerekse konu bakımından her iki dönemiyle Mekkî sûrelerden ayırıp tanımak kolaydır. Şekil bakımından bu sûrelerin üslûbu, özellikle teşri' konularını düzenleyen âyetler normal nesre yaklaşmıştır. Kur’ân'm cümleleri gelişme kaydetmiş, öyleki bazen tam ve belirli bir dönemi yansıtacak biçimde mütekâmil bir bütünlük göstermektedir. Aynı şekilde nağme de Mekke'dekine göre değişikliğe uğramış ve daha çok sağlamlık ve ahenk kazanmıştır. Bu dönemde, dinî, medenî ve cinâî hükümleri detaylı bir biçimde ortaya koyan yönetici ve kanun koyucu bir sesi hissediyoruz. Şöyle ki: Hicret, Hz. Mu-hammed için, ahiret işlerine daha fazla özen gösterdiği Mekke döneminde yaptığından daha fazla olarak dünyevî işleri elinde tutup düzenleme kapısını geniş bir biçimde açmıştır. Şu tür emirler peşpeşe gelmeye başlar: "Peygambere itaat ediniz!", "Mallarınızın zekâtını veriniz!"...vs. Aynı şekilde, Kıyametin yaklaştığını bildiren Mekkî sûreler de geride kalmıştır. Yine müşriklerle tartışma ancak nâdir rastlanır olmuş, ancak bu dönemde Yahudiler ve kalblerinde hastalık bulunan münafıklara hücum edilmiştir. Bunlar, Medine halkından iki gruptur. Bu dönemde nazil olan Kur'ân'da askerî emir ve yükümlülükler büyük bir yer tutmaktadır.

Yine bu dönemde ahlakî kurallar üzerinde de açıkça durulur. Peygambere saygı göstermeye, onun huzurunda seslerini yükseltmemeye ve bir-birleriyle konuşur gibi ona yüksek sesle hitap etmemeye, hareminin hücreleri gerisinden kendisine çağırmamaya, iyice araştırıp emin olmadıkça bir haberi doğru kabul etmemeye, Müslümanlar birbirleriyle savaştıklarında onları barıştırmaya gayret etmeye, bir taraf barışa yanaşmadığı takdirde Allah'ın emrine dönünceye kadar o tarafla savaşmaya çağrı; insanların birbirleriyle alay etmemesi, birbirlerine kötü lakaplar takmaması, zannın bir kısmının günah olduğu için zandan uzak durmanın zarureti, tecessüs, gıybet ve nemimeden kaçınılması, Müslüman millet ve kabilelerin birbiriyle eşit oldukları... gibi Müslümanların ahlak ve yaşayışını düzenleyen kurallar hep bu dönemde inen âyetlerde yer alan konulardır. Medenî sûreler, Peygamberin ailevî meseleleri, eşleriyle olan problemleri ile dolu bulunmaktadır. Bu dönemde inen sûrelerde, evlatlığının boşadığı bir kadınla evlendirilir. Hz. Aişe'ye yöneltilen ifk hadisesi sözkonusu edilir, vefatından sonra hanımlarının durum ve konumlarına açıklık getirilir...vs. Bu dönemde Hz. İbrahim (a.s) Arap kavmiyle irtibatlandırılır, Araplara Kabe'nin kurucusu olarak takdim edilir, İslâma Hz. İbrahim'in dininin adı verilir. Ne Yahudi, ne Hıristiyan ne de müşrik olmadığı aksine Hanif ve Müslüman olduğu belirtilir768. Lammens, sözlerini şöyle sürdürüyor: Hz. Muhammed bütün bu icraatlarıyla İslâm dininin, Yahudilik ve Hıristiyanlık gibi diğer semavî dinlerden bağımsız olduğunu ilan etmeyi amaçlamıştır. Sonra Hz. Muhammed Yahudilerden alakasını kesince, Hıristiyanlarla da ilişkisini kesmekte tereddüt etmemiştir..."769.

Müsteşrik Blachere de, bu konuyu eserlerinde ele almış, özellikle Alman müsteşrik Nöldeke'nin konuyla ilgili görüşlerine yer vermiştir. Blachere'in eserlerini inceleyerek Nöldeke ve Schevvally'nin görüşlerini de tesbit edebiliyoruz. Blachere, Nöldeke ve Schevvally'nin görüşlerini öz bir biçimde naklederek şunları söylüyor: Kur’ân'm ilk inen âyetlerini ele alıp incelediğimiz zaman, Hz. Muhammed'in mütereddit, tedirgin, üzerine yüklenen görevin ağırlığı karşısında ümitsiz olduğunu görüyoruz. İlk inen 23 sûre, yeni Peygamberin başlangıçtaki alışma dönemini bize açıkça gösteriyor. O bu dönemde henüz "İlâhî nidâ"nın ağır tesiri altındadır. Hayali, yakında aleme isabet edecek büyük felâket ve musibetlerin ve de kıyamet gününün yaklaştığının endişesiyle tedirgindir. Ona göre, Kıyamet —zamanını tam olarak belirleyemezse de— yavaş yavaş yaklaşmaktadır. Kıyamet koptuğunda insanlar kendilerini kaybedeceklerdir. O bu anları dramatik bir biçimde canlandırmaktadır; kişi eşini, çocuklarını ve aşiretini unutur. Çünkü herkesin, başından aşkın bir meşgalesi vardır. Yeryüzü bambaşka bir şekle dönüşecek. Ölüler dirilip mezarlarından kalkacaklar ve hesap anı gelip çatacak. Herkesin cezası yaptığı işe göre olacak; kim zerre ağırlığınca hayır işlemişse karşılığını görecek, kim de zerre ağırlığınca kötülük yapmışsa cezasını çekecektir.

Yine naklettiğine göre bu dönemin bir başka ayırıcı özelliği de, Hz. Muhammed'in peygamberliğinin İlâhî kaynaklı olduğu ve Allah'ın birliğine çağrı üzerinde şiddetle durulmasıdır. Kur’ân değişik yerlerde yeni Peygamberin ve görevinin rolünü açık ve net bir biçimde belirler. Bu rol, mütevazi bir görev olup onun bir müjdeleyici ve uyarıcı olması çerçevesini aşmaz. Her şeyin yaratıcısı Allah'tır. Her şeyi görüp gözeten Odur. Hiçbir yaratık Onu göremez. Elçilik görevi, Melek Cebrail aracılığıyla Peygambere nakledilir. İşte bu dönemden ve Mekke müşrikleri Kur'ân'm Allah'tan gelen vahiy olmadığına, aksine eskilerin efsaneleri olduğuna inanmaya başladığı andan itibaren Kur’ân âyetleri Hz. Muhammed ile müşrikler arasında patlak veren mücadeleye, Hz. Muhammed'in onların sözü edilen iddialarına karşılık kendilerini beyinsizlikle nitelediğine, putlarıyla alay ettiğine ve bilgisizliklerini ortaya koyduğuna işaret ediyor.

Blachere, İslâm davetinin bu ilk aşamasında, İslâmm temel inancı olan vahdaniyet konusunda Kur'ân ifadelerinin kapalı olduğuna, hatta Kureyş ilahlarını karalama (tesfîh) ile ilgili bir şey ihtiva etmediğine, bu mesele hakkında kesin hükmün daha sonra geldiğine, bunun da Allah'ın birliğini, Samed oluşunu, ne doğurup ne de doğduğunu ve dengi hiçbir varlığın bulunmadığını belirten âyetlerin gelişiyle gerçekleştiğine inanıyor.770

Blacere, Kureyş'in Hz. Muhammed'e olan muarazasmın başlangıçta şiddetli olmadığı kanaatindedir. Ancak, Hz. Peygamber, Kureyş'i putlarını bırakmaya ve yalnızca bir olan Allah'a inanmaya çağırdıktan; zenginlerin tutumlarını, fakir ve köleleri sömürmelerini tenkit ettikten sonra iki taraf arasındaki bağ tamamen kopmuştur. Çünkü bu durum karşısında Kureyş, kendi sınıfsal imtiyazını yitirmekten korktu ve İslâm çağrısına, dinî bir inanç sistemi olmaktan çok sosyal bir reform niteliğinde görerek karşı çıktı.771

Bu aşamadaki Kur'ân pasajları üslup bütünlüğüyle temayüz eder. Meselâ, âyetler genellikle altı ile on duraktan oluşur. Ayrıca âyetler, yoğun manalar yüklü olup tek bir kafiye halinde aynı tarzda birbirini izler gider. Büyük çoğunlukla, bu âyetler düzenli bir şarkı biçimindedir. Yine genellikle bu mukaddes parçalar yıldızlara, gezegenlere, dağlara yeminle başlar. Bu parçalar, poetik ve müzikal üslûbu ve cezbedi-ciliğiyle temâyüz eder.772

Hz. Muhammed'in Mekke'deki çağrısının ikinci aşamasına gelince bu da, Kehf Sûresinden başlayarak Necm Sûresinin sonuna kadar toplam yirmi iki hizbde kendisini göstermektedir. Necm Sûresi, mürekkep ve uzun bir sûredir. Bu terkîbî yapı, içinde Allah'ın birliğini gösteren diğer isimlerinin yanısıra Rahmân ismine de yer verilen Kehf Sûresinde açıkça görülmektedir. Bu ve benzeri kelimelerin, Kur’ân'm bu dönemde ortaya çıkardığı kavramlarla çok sıkı bir ilişkileri vardır. Nitekim bu dönemde, göklerin ve yerin Yaratıcısı olan, yeri döşek yapan, onda insanlar için yollar meydana getiren, gökten su indiren ve onunla ölü bir ülkeyi dirilten, bütün çiftleri yaratan, insanlar için gemi ve hayvanlardan binekler var eden Allah'tan bahsedilir773. Bu dönemde küçük İslâm cemaatiyle düşmanları arasında kesin kopuş meydana geldi. Mü'minûn Sûresinden birkaç pasaj774 bu kesin ayrılışı gösteriyor. Vahdâniyet akidesi bu aşamada kesinleşti. Hz. Muhammed'in rolü, mübeşşir ve nezir olmaktan öteye giderek başka amaçlara yöneldi. Cehennem, Peygamberin çağrısını inkâr eden Mekke müşrikleri için bir tehdit unsuru haline geldi.775

Blachere devamla şöyle diyor: Bu dönemde, "çölde vaaz eden peygamber" meselesinin gelişme kaydetmesini ancak belli belirsiz bir biçimde görebiliyoruz. Çünkü bu dönemde müşriklerin Peygambere olan düşmanlıkları artmış ve bu dava yeni bir yöne yönelmiştir. Şöyle ki: Hz. Muhammed amacına ulaşmak için, çağrısı, Arap Yarımadasında, bilinen kıssa ve efsânelere işaretler yapmaya başlamıştır. Ayetler, imândan ve Allah'ın birliğinden söz ettikten hemen sonra, peygamberlerini yalanlayıp inkâr eden, bu yüzden de Allah'ın üzerlerine felâket ve azap gönderip onları yakıp yıktığı kavim, kabile ve milletlerin kıssalarına yer veriyor. Ad Kavmi, Salih Kavmi, Lût Kavmi, Firavun Kavmi ve Nuh Kavmi bunlara birkaç örnektir. Kur’ân âyetleri, sözü edilen peygamberlerin elçilikleriyle, Hz. Muhammed'in peygamberliği arasında bir karşılaştırma yapıyor ve kavmine, sapıklıklarına devam ettikleri takdirde geçmiş kavimlerin başına gelen musibetlerin kendilerinin de başına geleceğini haber vermekle tehdit ediyor. İşte, Hz. Muhammed'in, "çölde vaz eden" konumundan İncil'de yer alan kıssalarla tanışmasına doğru gelişme kaydettiğini belirten sözün anlamı budur. Kur’ân bu aşamada, eski mukaddes semâvî kitaplardan etkilenmiş-tir.776

Kur’ân'm üslûbuna gelince, o da, Mekke döneminin birinci aşama-smdakinden kesin bir biçimde farklılaşmıştır. Ayetlerin sayısı artmış, öyle ki bir sûre on iki ilâ yirmi âyeti ihtiva etmeye başlamıştır. Dahilî keskinliği dinmiş, öyle ki, nefesleri sık sık kesen duraklarından, ateşîn ve helvese ve‘ zühûl ile karışık âyetlerden pek fazla eser kalmamıştır. Peygamber, eskiye nazaran daha fazla kendisine güvenmeye, kavmine yeni üslûp ve delillerle meydan okumaya başlamıştır. Eski poetik ve müzikal üslûbun yerini cerh ve kötüleme üslûbu almıştır.777

Mekke'nin üçüncü dönemine gelince, müsteşrik Nöldeke, bu dönemle bir önceki arasında köklü farkların bulunmadığı kanaatindedir. Çünkü bu dönem gerek şekil, gerekse mevzu bakımından öncekinin bir uzantısı sayılır. Fakat bu uyum, bütün alanlarda ve mutlak değildir. Çünkü, meselâ Peygamber'in Beytü'l-Makdis'e olan yolculuğu anlamında Isra ve göğe yükselişi anlamında Mi'rac gibi yeni konulara bakarak iki dönemi birbirinden ayırmak mümkündür. Bu iki olay, daveti etkilemiş, Ku-reyş'in yalanlamasıyla karşılanmış, bazı Müslümanların da dinden dönmelerine neden olmuştur. Bu dönemin başka bir farklı özelliği de, vaaz ve irşad şeklinin değişmesidir. Nitekim Peygamber, kavmini sadece ahirette değil dünyada bile azap ve helâk ile tehdit etmeye başlamıştır. Öte yandan Kur'ân âyetleri, "eşyanın yeni tabiatına" mukabele etmeye başlamış, Peygamber'in, koruyucu ve destekçisi olan amcasının vefatından sonra takınması gereken tutumu konu almıştır. Bu dönemde, kavmi kendisine düşmanlık ve alay ile karşı koymuş, zayıf mensupları Habeşistan'a hicret etmek zorunda kalmış, bir sığmak bulma ümidiyle kendisi bizzat Taif'e tebliğ için gitmiştir. Ne var ki Taif halkı kendisini inkâr ve kaba kuvvetle karşılamıştır. Kur'ân âyetlerinin bu yeni konulara değinmesi tabiidir. Kur'ân'm hitap üslûbu da değişmiş ve "Ey insanlar" ifadesini kullanmaya başlamıştır. Çünkü artık vahiy sadece Mekke halkına hitap etmemekte, aksine bütün insanlara seslenmektedir.778

Şekil ve mevzu bakımından bu sürekliliği, bu dönemde İslâm çağrısını saran ve üç ana faktöre ayrılabilen ortam ve şartların gerektirdiği ufak değişiklik meydana getirmiştir: Eski peygamberlerin başarısızlığına işaret; İslâmm, Allah'ın dört bir tarafa yayacağı ve bütün dinlere galip getireceği bir din olduğunu vurgulama ve mensuplarını sabra, tahammüle, yakın bir gelecekte galip geleceklerine tam bir iman ve güven duygusuyla dolu bir kalble güçlüklere göğüs germeye teşvik; Mekke müşriklerini, Hz. Peygamber ve çağrısına karşı düşmanca tutumlarında ısrar etmeleri halinde geçmiş ümmetlerin başına gelenlerin aynısının kendilerinin de başına geleceğini belirterek tehdit etmek.

İslâm çağrısının bu aşamasında, direkt ataları olması itibariyle Hz. İsmail'in babası olması açısından Hz. İbrahim'in Arapların babası olması da kesinlik kazandı. Ayrıca Hz. İbrahim'in Hanifliği tesis edişi de vurgulandı. Haniflik, bütün peygamberlerin tebliğ ettiği, mülhid milletlerin ise bilmezlikten geldiği temel dindir. Bu gerçek İbrahim Sûresinde açıkça kendisini gösteriyor. Hz. İbrahim'in Arapların atası olduğu şeklindeki bu anlayış, Medine'de de kuvvet bulmuştur.779

Blachere, Kur’ân'm Medenî sûre ve âyetlerini ele alırken, araştırmasının girişinde, İlâhî vahiy ile bağlantılı yeni kanunlara dayanan bu siyâsî ve ictimâî değişikliğe işaret etmektedir. Bu dönemde Hz. Muhammed'in rolü değişmiştir. O artık Allah'ın kendisini, çölde dinini yaymak için seçip görevlendirdiği bir kişi değildir. Fakat, aynı zamanda, içinde bulunduğu şart ve ortamın da etkisiyle görünüş, yaşayış ve ibadetleriyle başkalarından ayrılan dinî bir cemaatin de lideri olmuştur. Bu cemaatin karşısında sadece müşrikler değil, aynı zamanda Medine'deki, son derece teşkilatlı üç Yahûdî kabilesi de yer almaktadır. Bunlar, İslâm Cemaatinin peygamberine hem dinî hem de dünyevî pek çok zorluk çıkarmaktadır. Bu cemaatin, Mekke müşrikleriyle olan ilişkisi de, çok geçmeden silahlı mücadele biçimine dönüştü. Bu mücadelede sözkonusu cemaat önce bir zafer kazandı. Arkasından Uhud Savaşında bozguna uğradı. Daha sonra, zafer ve hezimetler zaman zaman el değiştirdi. Bu durum, Hz. Muhammed'in muzaffer bir fatih olarak ana yurduna dönmesine kadar devam etti.

İnen vahyin bu dönemlerle olan ilişkisine gelince, gelen Kur'ân âyetleri acısıyla tatlısıyla bu cemaatin yaşayışını konu alıyordu. Kur'ân, o günkü İslâm cemaatinin başından geçen önemli olayları bize aktarmaktadır. Medine'de inen sûrelerin adedi, yirmi dördü bulmaktadır. Bunlar, zaman, mekân ve konu sıralaması gözetmeksizin Mushaf'ta serpiştirilmiş biçimde yer almaktadır. Ancak Müslümanlar, uzun sûreleri Mushaf'ın başına yerleştirmişler. Orta uzunluktaki sûreler ise, Mushaf'ın ortasında yer aldıkları gibi son kısmında da yer almışlardır. Bu döneme ait sûrelerin bir özelliği de, kanunî hükümleri, özellikle ceza kanunlarını ihtiva etmesidir. Belli başlı had cezalarıyla ilgili âyetler buna örnektir. Öte yandan bu âyetlerde kullanılan ifadeler, Allah'a ve Resulüne itaate teşvik etmekte, Müslümanların hiçbir itiraz ve tartışmaya girmeden Allah ve Resulünün emirlerine itaat etmeyi öngörmektedir. Sözkonusu emir ve yasaklamalar, her türlü kapalılık ve belirsizlikten uzak net ve açık bir ifadeyle sunulmaktadır. Bu dönemde Kur'ân âyetleri de belli bir uzunluk kesbetmiştir. Eski kesik kesik, heyecanlı ve nefes kesen üslûbu ihtiva etmemektedir. Bununla birlikte Medine döneminde Kur'ân üslûbu zaman zaman açıkça birbirinden farklılık arzetmektedir. Meselâ, ateşli ve tehdit dolu kısa âyetlerin yanında uzun, rahat ve sakin âyetler yer alabilmektedir. Bunun yanısıra, Medenî sûre ve âyetler, bu dönemdeki Muhammedi çağrının karşısındaki yeni olgular karşısında bir ahenk ve açıklıkla farklılık arzeder.

Kuşkusuz, Medenî âyetler, Mekkî âyetlerin ele aldığı pek çok meseleyi de ihtiva etmektedir. Meselâ, eski peygamberlere ve kavimlerinin akibetlerine yer vermek, müşrik ve münafıkları helak ve azap ile tehdit etmek... gibi. Fakat, İslâm davetinin siyâsî gelişiminin gerektirdiği ve Medenî vahiylerin ele aldığı yeni konular da yok değildir. Meselâ, Müslümanların gayr-i müslim komşularıyla olan diplomatik ilişkileri, barış, savaş, sulh ve ateşkes gibi meseleler... buna örnektir. Ne var ki Kur'ân, diğer semâvî kitaplardan farklı olarak sözkonusu olayları tarihî tertip itibariyle açıklayıp sıralamıyor. Aksine, emir ve yasaklamalarda bulunurken, öğüt verip ibret almaya çağırırken, dinî ve dünyevî muameleleri tanzim ederken bunlara değiniyor. Bundan dolayı diyoruz ki: Kur'ân bir tarih kitabı değildir.

Medine'de inen âyetlerin bir özelliği de, Yahudilerle hoş geçinme ve Hıristiyanlarla en güzel bir metodla mücadele yöntemini kullanmasıdır. Ancak, her bir taraf diğerini kendi dinine çekmekten ümidini kesince Müslümanlar ile Yahûdiler arasında mücadele kızıştı. Dinî, itikâdî ve kültürel mücadele son derece şiddetli bir savaşlı mücadeleye dönüştü. Bu da, Müslümanların Yahûdilere galip gelmesi ve onları Arap Yarımadasından kovmasıyla sonuçlandı. Kur'ân birçok sûre ve âyetlerinde, bu fikrî ve askerî mücadeleyi çok güzel bir biçimde gözlerimiz önüne sermektedir.

Başlangıçta, İslâm cemaatiyle Arap Yarımadasındaki Hıristiyanlar arasındaki münasebetler iyiydi. Bu dönemin ilk aşamasında, Kur'ân Hz. İsâ'nm uluhiyyetini ve teslis inancını inkâr etmesine rağmen iki taraf arasında hiçbir düşmanlık kaydedilmemektedir. Fakat ne zaman ki bu cemaat, Bizans mukavemetini hissetti, özellikle Mûte savaşından sonra, Kur'ân âyetleri, (şâyet kendilerine uyacak olsa Allah'ın gazab ve azabına çarpılacak) Peygamberden kendi dinlerine tabi olmadıkça razı olmayacak olan Hıristiyanları da Yahûdilerle aynı kefeye koymaya başladı.780

Medine'de inen Kur'ân pasajları, gerek şahsî, gerek medenî ve gerekse cinâî konulardaki yasaları ortaya koymakla farklılık arzeder. Bu pasajlar, İslâm toplumunun günlük hayatını tanzim etmekte, Hz. Peygamberin aile hayatına ait düzenlemeler getirmekte, eşleri arasındaki tartışmalara çözümler sunmakta, bir hanımına yöneltilen bir iftirayı çürütmekte, evlatlık kurumunu ortadan kaldırmak için Peygamberin, evlatlığının boşadığı Zeyneb ile evlenmesini sağlamaktadır. Öte yandan bu pasajlar, "Münâfıklar" adını verdiği, dilleriyle inandıklarını ileri süren, gerçekte ise gönülden inanmayan ve ilk defa Medine'de ortaya çıkan yeni bir grubu ele almaktadır. Kur'ân sûreleri, özellikle savaşla ilgili konularda bu grubun Peygamber'i ne derece rahatsız ettiklerini bize açıkça göstermektedir.781

Blachere'in Mekkî ve Medenî âyet ve sûrelere ilişkin görüşlerini bu şekilde kısaca arzettik. Gelecek sayfalarımızda tahlil ve tenkide tabi tutacağımız bu görüşleriyle onun neyi gerçekleştirmeyi amaçladığı bu kısa açıklamalarımızdan açıkça belli olmaktadır.

Maxime Rodinson ise, bu gibi zaman, mekân ve konulara göre bir taksime kalkışmamıştır. Ancak, sözünün akışı içerisinde Mekkî Kur’ân'm —kendi görüşüne göre—İslâm öncesi Araplarca bilinmeyen bir nesir üslûbundan farklılık arzeden özelliklerine işaret etmiştir. Ona göre, cahi-liye Arapları nesir ile değil şiirle ün salmışlar. Müslüman alimler, bu özelliği, Kur'ân'ın hak ve İlâhî kaynaklı oluşu konusunda çürütülmez bir delil olarak kullanmışlardır. Çünkü, Arapların daha önce hiç bilmedikleri bu yeni edebî üslup ancak, Hz. Peygamberin söyledikleri konusunda doğruluğunu gösteren bir İlâhî mucizeyle açıklanabilir. Özellikle, Hz. Muhammed, belagat ve fesahatta son derece ileri olan Araplara bir benzerini getirmeleri konusunda bu üslup ile meydan okumuştur. Rodinson, Kur'ân üslûbunun taklidi mümkün olmayan hâsiyetini itiraf ediyor. Fakat, İslâmdan önce Kur'ân üslûbuna benzer bir üslûbun bulunduğu konusunda ısrar ediyor. Ona göre böyle bir üslup var, fakat yazılı metinler elde bulunmadığı için bunu isbat etmek mümkün olamamaktadır. Dolayısıyla bir karşılaştırma yapmak imkânsızlaşıyor.782

Görüldüğü gibi, Mekke döneminde Kur'ân üslûbu şiir olmadığı gibi tam anlamıyla bir edebî üslûp da değildi. Ancak Kur'ân üslûbu, başlangıcında kâhinlerin seci'li sözlerine yaklaşıyordu. Özellikle yıldızlara, gezegenlere ve diğer tabiat faktörlerine yemin ederken bu daha çok göze çarpıyordu. Cümleler, kesik kesik olarak birbirini izliyordu. Ayetler hararetli ve kısaydı ve tek nağme biçiminde son buluyordu.783

Konu bakımından ise, Rodinson şu görüşü taşıyor: İlk Mekkî sûrelerde Peygamberin yeni bir din getirdiğine işaret eden herhangi bir şey yoktur. Bu sûreler, başkaldırıcı veya rahatsız edici ve huzuru kaçırıcı fikirler içermiyor. Sonra, Muhammed'in İlâhı, başka ilahların varlığını veya kudretini- yok saymıyor. Başlangıçta bunları bilmezlikten gelme veya kendilerinden söz etmemeyle yetiniyor. İlk âyetler Allah'ın mutlak vahdaniyetini vurgulamıyor. Muhtemelen Hz. Muhammed, bu dönemde aynı zamanda Yahudi ve Hıristiyanların da İlâhı olan kendi İlâhının sonsuz kudretine tam olarak inanıyor. Belki de ikinci derecede önemli olan ve asıl tanrının etrafında bulunan, fakat yüce Allah'ın kudretine dayandıkları için bağımsız gerçek kudretleri bulunmayan, fakat Allah'ın bazı yaratıkları olarak varlıklarına inandığı cin ve şeytanlardan birazcık daha güçlü olan bir grup tanrıya da inanıyordu.

Diğer bazı tanrıların varlığını da inkâr etmeden onların üzerinde bir ilâhın tazim edilmesi müşriklerin inanç ve dinlerinde bilinen bir gerçektir. Bu tür ilah türüne "Henoteisme" adı verilir ve bu, Arap Yarımadası sakinleri olan Araplar nezdinde bilinmektedir. Büyük ihtimalle Mu-hammed bu tür ilahlarla Yahudî ve Hıristiyanların inandığı gerçek tevhid inancı arasında tereddüt ediyordu.

Böylece Muhammed'in, Allah'ın kudreti üzerindeki ısrarı Mekke'de kimseye dokunmadı. Özellikle Kureyş zenginleri başlangıçta İslâm çağrısından etkilenmediler. Çünkü servetleri sayesinde başka herhangi bir kudrete ihtiyaçları olmadığını sanıyorlardı. Hatta zekat vermeye ilişkin ısrar bile onlar açısından garip bir şey değildi. Çünkü bu, Arapların bütün canlılığıyla yaşayan kabilevî geleneklerine de uygundu ve bir özellik olarak sahip olmakla övünülen "kerem" erdemiyle de paralellik gösteriyordu. Aynı zamanda, tanrıların gazabını teskin edip kullara zarar vermelerini önlemek için kurban sunma biçimindeki egemen ve yaygın dinî düşünceye de uygun düşüyordu.

Bütün bunlar Kureyş nezdinde makbul şeylerdi. Değil mi ki, Muhammed'in çağrısı, Araplarca maruf dinî ve ahlakî eğilimi temsil ediyordu. Fakat bu yeni fikirler çok geçmeden şiddetli çekişmelerin patlak vermesine katkı yaptı. Bunun birçok ve değişik sebebleri var. Birincisi: Hz. Muhammed'in peygamberliğine ilk inanan insanlar, eşi Hatice, amcasının oğlu Ali ve evlatlığı Zeyd bin Harise gibi aile fertleriydi. Bunları, Ebu Bekir es-Sıddîk ve Osman bin Affan gibi bazı zengin tüccarlar takip etti. İlk mü'minler arasında, aristokrat Kureyş ailelerine mensup olan Halid bin Saîd bin el-Âs gibi bir grup genç de vardı. Yine, Talha bin Ubeydillah ve Abdurrahman bin Avf gibi orta halli Kureyş ailelerine mensup başka gençler de bulunmaktaydı. Bir grup da vardı ki, kendilerine "Zuafa Güçsüzler" adı verilirdi. Bunlar, soy itibariyle Kureyş ailelerine mensup değillerdi. Bunların sözkonusu ailelere mensubiyeti "Velâ" yoluyla idi. Habbab bin Eret, Suhayb bin Sinan, Ammar bin Yâ-sir gibi kimseler bunlara örnek olarak verilebilir. Bu gruptan sonra, Hz. Muhammed'in peygamberliğine ilk günden itibaret inanan Bilal, Amir bin Fuheyre gibi kimselerden oluşan bir köle grubu gelir. Gerek efendi ve gerekse köleleri barındıran böyle bir cemaatin geniş bir ufku, hür bir fikri vardı. Bunlar yeni dini benimseyince Kureyş toplumunu birbirinden ayıran sınıf farklılıklarını tartışmaya başladılar. Tartışma, sınıflar arası çatışmayı kızıştıran başka bir şekil aldı. Kureyş, kendi imtiyazlarını ve ticaretini yitirmekten korktu. Büyük emelleri bulunan bu küçük cemaati tehlikeli görmeye başladı. Sınıflar arası çatışma sonucunda, Islâm çağrısıyla muhalifleri arasındaki mücadele hesapta olmayan yeni bir mecraya yöneldi.

İkincisi: Yeni dinde Kureyş tanrılarının rol ve yerini açıklama; sonra Peygamberin yeni dindeki yer ve rolünü belirleme de peygamber ile kavmi arasındaki ilişkiyi daha da zor duruma soktu.784

Çok geçmeden Peygamberden net cevap geldi: Buna göre, Bir ve Samed olan Allah'tan başka ilahlar yoktu. Kendisi için biçilmiş rolü, "Beşîr ve Nezîr" olmaktan öteye geçemiyordu. Ancak, ilk bakışta mütevazi gibi görünen bu rol çok geçmeden, İslâm cemaatinin itikadı ve amelî hayatının diğer yönlerine egemen olmaya başladı. Çünkü bu meselelerin tanzimi yukarıdan geliyordu. Peygamberin görevi sadece apaçık bir tebliğden ibaretti. İşte bu noktada hasım iki taraf arasındaki çekişme daha şiddetli bir şekle girdi. Ayetler peşpeşe gelerek, müşrikleri, putlarını, tanrılarını ve inançlarını tehdit etmeye ve Allah'ın birliği fikrini güçlendirmeye başladı. Yeni din bütün inançları, fikirleri, geleceği, emelleri ve elemleriyle başkalarından ayrıldı. Bu noktada Kureyş, maddî ve manevî bütün imkânlarıyla bu yeni dine karşı koydu. Peygamberin mensuplarına baskı yaptı. Çekişme had safhaya vardı. Hasımları tarafından başvurulan bütün barış girişimlerine rağmen Peygamber emrettiği veya nehyettiği en ufak bir şeyden taviz vermedi.

Bu hadiseler cereyan ederken vahyin inişi de devam etti. Gelen vahiy, büyük bir dikkat, kararlılık ve teenniyle yeni dinin esaslarını açıklıyor, Allah'ın birliğini kökleştiriyor ve başka tanrılarla olan nihaî bağları koparıyordu. Böylece Muhammedî risaletin kesin bir biçimde çerçevesi çiziliyordu. Buna göre, Allah'tan başka ilah yoktu. Ulûhiyet ve mülkünde hiçbir ortağı mevcut değildi. Mü'minler yalnızca ona yöneliyorlardı.

İslâm çağrısının bu aşamasında Kur'ân üslûbu değişti. Daha az asabî, daha az heyecanlı ve hararetli, fakat daha çok vurgulu ve kendinden emin olmaya başladı. Ayetler uzadı. Nağme daha bir ahenk kazandı. Kasemler ve kâhinlerin seci'li sözleri biçimindeki üslûp kayboldu. Bununla birlikte dil özlü (Elliptique), okuyuşlar dramatik bir biçimde münazaralardan oluşmaya devam etti. Ayetler, sahabilerine ve muhaliflerine hitap eden Peygambere "Kul de ki" şeklinde hitap ediyordu. Söz-konusu âyetler, mü'minler açısından parlak, gönül alıcı ve ümit verici; kafirler için ise karanlık, tehditkâr ve korkutucu tablolar ihtava ediyordu.785

Rodinson, Hz. Peygamberin Medine'ye hicretinden sonraki hayatını ele alırken, bu aşamada inen Kur'ân'ın özelliklerine de işaret eder ve kısaca onun, Hz. Peygamberin yeni vatanındaki hayatının açık bir yansıması, inanç ve yasa bakımından yeni toplumu tanzim eden talimat, emir ve nehiyler bütünü olarak nitelendirir. Bu dönemde, Peygamber'in nisbeten mütevazi olan rolü sınırlıdır. Şu kadar var ki, mü'minler, aralarında bir anlaşmazlık çıkması durumunda ona başvurmak zorundaydılar. O, Allah'ın yücelerden gelen talimatlarına uygun olarak hakem ve ka'dî konumundadır. Nitekim, Kur’ân, anlaşmazlıkları gidermek için, cahiliye özelliği olan kuvvete veya intikam yöntemine başvurmaktan sakınmayı açıkça emretmektedir. Kısasa başvurmak kesin bir emir olarak kendisini gösterir. Kısas durumunda sadece ve sadece katil öldürülür. Katilin ailesinden hiçbir şekilde intikam alınamaz. Maktulün yakınları diyete razı oldukları veya karşılıksız olarak katili affettikleri takdirde katile kısas uygulanmaktan vazgeçilir.

Bu döneme ait Kur’ân âyetleri, Peygamber ile Medine'de oturan Yahu-diler arasında patlak veren fikrî ve ideolojik mücadeleden söz eder. Özellikle herbirisi, ötekini kendi dinine çekmeye çalışıp başarısız kalınca bu sürtüşme daha da şiddetlenir. Aralarındaki uçurum gittikçe derinleşir. Özellikle âyetlerin açıkça ifade ettikleri gibi iki taraf arasında fikrî ve kültürel mücadele başgösterir. Öte yandan bu döneme ait Kur’ân âyetleri İslâmî anlamda cihadı, şartlarını, nasıl yapılacağını ve mü'minlerin buna nasıl önem vermeleri gerektiğini tanzim eder. Sözkonusu askerî emir ve talimatlar, mü'minlerin Mekke müşriklerine, Medine Yahudilerine ve bunların işbirlikçilerine karşı giriştikleri savaşlarda geniş bir yankı bulur. Yine bu döneme ait kutsal pasajlar, Peygamberin ailevî problemlerini, eşleri arasında ortaya çıkan anlaşmazlıkları, onlardan birinin iftiraya maruz kalışını, evlatlığının boşadığı bir hanımla evlenmesini konu alır.

Bu dönem, savaş ve barış meselelerinin tanzimi, beytü'l-mâlın düzenlenmesi, İslâm cemaatinin gelir ve giderlerinin izahı, harcamalarının nerelere yapılması ve hak sahiplerinin kimler olduğunun beyanı, savaş ganimetlerinin taksimi, medenî, cezâî ve ahval-i şahsiye ile ilgili yasaların çıkarılması ve kölelerle nasıl muamele edilmesi gerektiğiyle ilgili konuların ele alınmasıyla temayüz eder. Bütün bu konuları Medenî âyetler açıklıyor.786

Goldziher de, Le Dogm et La Loi de L'Islam isimli kitabında Mekkî âyetler ile Medenî âyetler arasındaki farklılıktan söz eder. Bu konuda Kur’ân'm tenkidi ve belağî tetkikine dayanır. Buna göre, Mekke döneminde, Muhammed'in ateşli kararlılığının kendisine telkin ettiği imajları sunduğu vaazlar gelmiştir. Bu vaazlar, vehmî, hayalî, keskin, direkt ve zâtîdir. Bu dönemde onun kılıcının şakırtısı duyulmaz, Müslüman savaşçılara veya vatandaşlarına hitap etmez. Aksine, muarız ve muhaliflerinin tümüne, alemin Yaratıcısı, Rabbi ve Sultanı olan Allah'ın kudretine ilişkin ruhunu dolduran inançtan; vahiy şeklindeki görüp müşahede ettiği ve gerçekten kendisinin de rahatını kaçıran hesap gününün yaklaştığından söz ediyordu. Yine o, geçmiş çağlardaki azgın insanların ve peygamberleri aracılığıyla kendilerine gelen İlâhî uyarılara karşı koyan milletlerin başına gelen cezaları haykırıyordu.

Fakat paygamberliğin hamaset ve şiddeti—Medine vaazlarında ve orada gelen vahiylerde—yavaş yavaş dinmeye ve sakinleşmeye başladı. Öyle ki, bu vahiyde belagat zayıf ve sönük hale gelmeye başlamıştır. Aynı şekilde vahyin kendisi de daha önce ele alıp çözüme kavuşturduğu konu ve meselelere nisbetle daha az bir seviyeye inmiştir. Öyle ki, bazan sakin bir nesir haline gelir. Bu dönemde, Peygamberin, gerek vatanının dahilinde, gerekse haricinde gaye ve amaçlarını gerçekleştirmeye karşı koyan basımlarına karşı tecrübesini, tanzim edici karihasını, ince görüşünü ve cihanşümul basiretini kullandığını görüyoruz. Aynı şekilde o, mensuplarını, sancağının altına girenleri bir nizam altında toplamaya, yavaş yavaş ayaklarını sağlamlaştırmaya başlayan bu yeni oluşum için dinî ve medenî bir yasa vazetmiş ve pratik hayatın bütün şartlarına ilişkin kurallar ortaya koymuştur. Onun özel hayatı da önemli ve önemsiz bütün yönleriyle kenidisine gelen İlâhî vahyin çerçevesi içinde yer almaktadır.787

Goldziher, sözünü ettiğimiz kitabında şunları da söylemektedir: "İlk inen sûreler, eski kâhinlerin gaybdan verdiği haberleri dile getirdikleri sözler biçimindeydi. Şâyet başka bir biçimde gelseydi, hiçbir Arap bunun Allah tarafından vahyedilen bir Kur'ân olduğunu kabul etmeyecekti. Zaten Muhammed de, getirdiği her şeyin İlâhî vahyin eseri olduğunu üzerine basa basa belirtiyordu. Ancak, Mekkî sûrelerin secileriyle Medenî sûrelerin seci'leri arasındaki fark çok büyüktür! Muham-med'in, ilk dönemde, kendi keşfî ve ilhâmî görüşlerini (Ses visions) kendi yanık yüreğinin vuruşlarına uygun olarak seci'li ve kesik kesik pasajlarla dile getirdiğini görürken, ikinci dönemde vahyin, yine aynı seci'li şekliyle geldiğini ancak, Mekkî sûrelerde ele aldığı aynı konulara göre hamle ve kuvvetten soyutlandığını müşahede ediyoruz788.

• Biz, bu mesele hakkında müsteşriklerin görüşlerini detaylı bir biçimde belirttik. Ayrıca Kur’ân vahyinin doğruluğuna ilişkin en önemli şüphelerini de özetledik. Şimdi bu iddiaları değerlendirmeye çalışalım:

Birincisi

Müsteşriklere göre, Mekkî sûreler, kısa olmaları, nefesin sık sık kesilmesine sebep olan kısa âyetler ihtiva etmeleri, üslupta bir uyumun bulunmayışı, nağmede intizamın olmayışı; Medenî sûreler ise, uzunlukları, nağmelerinin ahenkli oluşu, nefes kesen kısa âyetlerin yer almayışı ve sunuluşundaki akıcılıkla dikkat çekiyor. Bu farklılığın kaynağı, Peygamberin aklî ve psikolojik durumuna dayanmaktadır. Çünkü o, Mekke'de iken henüz tecrübesizdi. Davet işinde yeniydi. Ortamın şartlarını yansıtan kitabını telif etmeye çalışırken bir derece zorluk çekmiş, tereddüt ve kararsızlık göstermiştir. Medine'de ise, problemler ve çözümleri karşısında artık kendine güveni artmış ve tecrübe kazanmıştır. Bu nedenle de telif ölçülü, açık ve net gelmiştir. Ayrıca bu rahatlık, Hz. Muhammed'in düşünmesinden, araştırmasından ve gerek sahabilerine, gerekse etrafındaki diğer insanlara danışmasından da kaynaklanmıştır. Müsteşrikler bunları açıkça söylemiyorlarsa da ifadelerinden anlaşılan budur.

Bu şüphenin ne realite ne de üslup bakımından hiçbir aslı esası yoktur. Şöyle ki, genel olarak Kur'ân üslûbunun dil ve belağat açısından mu'ciz bir özelliği vardır. İslâm alimleri bunu çok ciddi bir biçimde tetkik ve tahkik etmişler, onu diğer beşer üsluplarından ayıran belli hususiyetlerini tespitte bulunmuşlardır. Bu üslup gerek Mekke'de, gerekse Medine'de hareket ve duraklarında emsalsiz bir biçimde ahenk ve uyüm-luluğuyla kendisini gösterir. Bu konuda ne manzum ne de mensur hiçbir söz ona ulaşamıyor. Bu savtî alan, etkili nizam, ahenkli nağmedir ki Arapları Kur’ân'm, içinde nesir veya şiir özelliği göremedikleri, sihir diye nitelendirmeleri için de daha önce benzerini bulamadıkları hasiyetine dikkatlerini çekmiştir.

Kur'ân üslûbunun özelliklerinden biri de, havas avam herkesin aynı şekilde ondan etkilenmesidir. Herkes onun azametini hissediyor, beyanının halâvet ve zenginliğini tadıyor. Bu onun İlâhî kaynaklı oluşunun en büyük delilidir. Çünkü eğer beşer kaynaklı olsaydı, geniş halk kitleleri onun üslûbundan etkilenmez, sadece kültürlü elit tabaka onun tadına varabilirdi.

Kur'ân üslûbunun özelliklerinden biri de, müsteşriklerin iddialarının tersine ifadelerinin orijinalliği, üslûbunun sağlamlığı, eczaları arasındaki irtibat, kelime, cümle, âyet ve sûreleri arasındaki uyumdur. Bu konuda farklı düşünen müsteşriklerin şüphelerini özellikle zikrettik. Biz, iddialarının doğruluğunu kanıtlayan canlı misaller getirmelerini ısrarla istiyoruz. İddia ediyoruz, Kur'ân'da soluk ve nefesi bölen kesintiler yoktur. Belirsizlik ve kapalılık bulunmaz. Onda, kural bozan nağmeler mevcut değildir. Tamam olmayan cümleler yoktur. Aksine Kur'ân, lafız ve mana bakımından ahenkliliği, cümle ve duraklarında tekamülü, muhtelif parçalarının birbiriyle irtibatı, durumlara göre âyetlerinin uzunluk ve kısalığı ile başka eserlerden ayrılır.

İkincisi

Müsteşriklerin hepsi, Hz. Peygamberin davetinin başlangıcında inkılapçı, yeni ve cihanşümûl bir dine çağırmadığını, diğer Arap tanrılarına ses çıkarmadığını ve ancak İslâm davetinin aşamalarının gerektirdiği kişisel ve mevziî şartların gerçekleşmesinden sonra mutlak vahdaniyeti talep ettiğini ve şartların lehine dönüşmesiyle dininin cihanşümûl olduğunu söylediğini iddia etmektedirler. Bu sebepledir ki, Mekkî Kur'ân başlangıçta, Allah'ın birliğine ve Ona şirk koşmamaya çağırmamakla dikkat çeker. Bu çağrı, Mekke döneminin son yıllarında kendisini göstermiş ve Medine döneminde kuvvet kazanmıştır...

Bu şüphe muhteva ve mana bakımından gerçekten çok tehlikelidir. Biz, müsteşriklerin bunu kanıtlamak için dayandıkları delil ve bürhan-lara rastlayamıyoruz.

Bu tür iddiaların tam tersine, İslâm davetine tâ başlangıcından itibaren egemen fikir yalnızca tevhiddir. Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) baştan beri Allah'a başka herhangi bir tanrı ortak tutmamıştır. Ne ibadet, ne’ de muâmelat alanında Ona hiçbir şeyi eş görmemiştir. Aksine, bizzat Blachere, Nöldeke ve bütün alimlerin ittifakıyla, ilk indiği kabul edilen şu âyetler mutlak vahdaniyete işaret etmektedir: "Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı bir aşılanmış yumurtadan yarattı. Oku! İnsana bilmediklerini belleten, kalemle (yazmayı) öğreten Rabbin, en büyük kerem sahibidir"789. Blachere ve Nöldeke'ye inişi itibariyle ikinci sırada yer alan Müddessîr Sûresinin üçüncü âyeti olan, "Sadece Rabbini büyük tanı" ifadesi, Allah'tan başka tanrıları büyük tanımamasını açıkça emretmektedir. Aynı sûrenin, 7. âyetinde "Li Rabbike" ifadesinin öne alınmasıyla yine tevhide açıkça işaret eder. Aynı sûrenin 5. Ayetinde geçen ve Hz. Peygamber'den terkedilmesi istenen "Ricz" kelimesine hangi lügatten bakarsanız bakınız, manaları içinde "Puta tapma"nm da yer aldığını görürsünüz. Tefsirlerde de böyle açıklanmıştır. Blachere'e göre 3., Nöldeke'ye göre 4. sırada inen Kureyş Sûresinin son âyeti de, "Kureyş'i açlık ve korkudan emin kılan, Kâbe'nin Rabbine" ibadet etmelerini istiyor. Blachere'e göre, 9, Nöldeke'ye göre, 15. sırada inen Târik Sûresinin, insanın yaratılışına dikkat çekmekte, insanı bu şekilde yaratanın insanı yeniden diriltmeye kâdir olduğunu ifade etmekte ve müşriklerin tuzaklar kurduğunu, buna karşılık Allah'ın da onların tuzaklarını boşa çıkarıcı hesaplarının bulunduğunu, ifade ediyor. Leyi Sûresi 13. âyetinde, dünya ve ahiretin Allah'a ait olduğu tekitle belirtiliyor. Ayrıca sûre baştan başa tevhid havasını yansıtıyor. Bunlar, Blachere ve Nöldeke'ye göre, ilk inen sûrelerde yer alan delillerden sadece birkaç tanesidir. Bu sûreler taranacak olsa buna benzer yüzlerce delil bulunabilir. Hele, bu konuda en yetkili ve en sağlam ri-vâyetlere dayanan İslâm bilginlerinin, nüzûl tertibine göre sadece şöyle bir göz atmakla yüzlerce delil bulunabilir. Meselâ, Mekke'de 5. sırada inen Fatiha790 bütünüyle tevhid havasını yansıtmakla birlikte, "Biz ancak Sana kulluk eder, ancak Senden yardım dileriz"791 ifadesi açıkça tevhidi ifade ve şirki reddetmektedir. Aynı şekilde Mekke'de inen sûrelerin ilklerinden olan792 Müzzemmil Sûresinde de bu tevhide çağrı yer almaktadır: "Rabbinin adını an. Bütün varlığınla Ona yönel. O, doğunun da batının da Rabbidir. Ondan başka ilâh yoktur. Öyleyse yalnız Onun himâyesine sığın."793

Yine başlangıçta, putlarına dokunmadığı, hatta onları daha düşük seviyede de olsa tanrı kabul ettiği için müşriklerin Hz. Muhammed'e ses çıkarmadıkları, asıl zıtlaşma ve sürtüşmenin, İhlâs Sûresinin inmesiyle başladığı iddia ediliyor. Oysa bunun gerçekle hiçbir alakası olmadığı Tevhid'e dâir verdiğimiz örneklerden anlaşıldığı gibi, İslâm alimlerine göre 6., Nöldeke'ye göre 3. sırada yer alan Tebbet Sûresi, Ebu Leheb ve karısının Hz. Peygambere eziyetine binaen indiği bütün tefsirlerde belirtilir. Acaba, öz amcası olan Ebu Leheb ve karısı, durup dururken mi Hz. Peygambere eziyet ettiler? İnanç veya sosyal yaşantı bakımından aralarında bir sürtüşme başlamasaydı, daha önce iki kızını gelin olarak aldıkları Hz. Muhammed'e neden eziyet etmeye başlasmlardı? Yine, Blachere'e göre 4., Nöldeke'ye göre 13., İslâm alimlerine göre 11. sırada inen Duha Sûresinin nüzul sebebine baktığımızda, müşriklerin, "Muhammed'in Rabbi kendisini terketti" diye ileri geri konuşmalarına binaen bir teselli olarak indiği belirtilir. Eğer, arada bir mücadele olmasaydı, neden böyle kendisine dil uzatsınlar ve Hz. Peygamber buna karşı neden bu kadar müteessir olsun?

Bir de, yukarıda da görüldüğü gibi müsteşrikler arasında bu noktalarda bir ittifak sözkonusu değildir. Kimisi, Hz. Muhammed, başlangıçta, Tevhid'e çağırmadığı ve putlara ses çıkarmadığı için müşriklerin, bu noktadan değil de sosyal mevkilerine zarar geleceği için karşı koyduklarını söylerken, kimisi de, fakire, yoksula akrabaya yardım etmek zaten Kureyş'in kerem ve mürüvvet gibi vasfılarının gereğiydi, başlangıçta aralarında hiçbir sürtüşme yaşanmamış, sürtüşme, İhlâs Sûresinin inip, kesin tevhidi ifade ettikten sonra başladı diyor. Bu da her iki iddianın gerçekle alakası olmadığının açık bir göstergesidir. Müsteşrikler, önce minareyi çalıp arkasından ona kılıf hazırlıyorlar. Peşin bir hükümle ortaya attıkları büyük ölçüde dinî, siyasî ve ideolojik bir hipotez için bütün Kur'ân'ı kendilerine pürüz oluşturacak herşeyden yontuyorlar. İslâm bilginlerinin en kesin rivâyet-lerin desteğinde derin bir tetkik ve ictihadla, dolayısıyla gerçeğe en yakın olarak tesbit ettikleri Mekkî ve Medenî sûre ve âyet sıralanışını kabul etmeyerek kendilerince bir sıralamada bulunuyorlar. Bu sıralamanın da ne kadar sağlıklı (!) olduğu ve iddialarını doğruladığı yukarıda verdiğimiz birkaç örnekten bile anlaşılmıştır.

Öte yandan Hz. Muhammed tamamen vahye tabidir. Davet işini ve yeni dinin seyir ve geleceğini kendisi planlayıp belirlemekten kesin olarak uzaktır. O, kendi başına hiçbir zaman hiçbir şeyi kurma peşinde ve iddiasında olmamıştır. Allah, zamana, zemine ve şartlara göre en güzel plan ve stratejileri önüne koymuş, o da bunları harfiyen uygulamıştır.

Üçüncüsü

Şimdi de Mekke'nin birinci dönemine ait sûre ve âyetlerin "hatabî" olduğu iddiasına gelelim. Hatabî kelimesi, tesir gücü muhatabın hüsn-ü zan ve kabulüne dayanan, aklî delil ihtiva etmeyen söz demektir. Müsteşrikler, bu iddialarıyla, Mekke'nin ilk döneminde inen âyetlerin delil ve bürhandan uzak, tamamen karşı tarafın hissiyatına hitab eden, onu bu şekilde etkilemeye çalışan sözlerden ibaret olduğunu söylemek istiyorlar. Bu iddiayla aslında, Kur'ân'm bulunduğu ortamdan etkilendiğini, Hz.- Muhammed'in kendi eseri olan Kur'ân'a, müşriklerin karşı koyduğunu, itiraz ettiğini görünce deliller bularak söylediği âyetlere yerleştirdiğini, mensup ve tabileri çoğaldıkça, özellikle Medine döneminde ise, sahabilerine ve etrafındaki insanlara danışarak iddialarını destekleyecek delilleri çoğalttığı şeklindeki iddialarını kanıtlamak istiyorlar.

Bu şüphenin de tıpkı diğerleri gibi hiçbir aslı esası yoktur. Çünkü ilk inen sûrelere şöyle bir göz attığımızda iddianın hemen yanında delilin de yer aldığını açıkça görüyoruz. Meselâ ilk nazil olan Alak Sûresinde, "Rabbinin adıyla oku" diye emir verilirken, Allah'ın rubûbiyetine delil olan bir takım fiil ve sıfatlarına dikkat çekilmiştir. O da, "Yaratıcı olması", "insanı döllenmiş bir yumurtadan yaratması", "İnsana kalemle öğretmesi" dir. Hatta bu ilk inen sûrelerde sık sık, İlâhî birer sanat eseri olan maddî olay ve varlıklara794 yemin edilmesi de dolaylı bir çeşit delildir. Ayrıca, bu sûrelerde genellikle müşriklerle tartışmaya girilir, onların iddia ve kötü davranışlarına karşı çürütücü deliller ve caydırıcı cezalar ileri sürülür. Yine Alak Sûresi buna açık bir örnektir. Meselâ- ilk inen Sûrelerden olan Kureyş Sûresinde, Kabe'nin Rabbi olan Allah'a ibadet etmeleri lüzumunun gerekçesine dikkat çekilir. O da, kendilerini beslemesi ve korkudan emin kılmasıdır. Meselâ, Nöldeke'ye göre, 11. sırada inen Beled Sûresinin 7. âyetinde "hiç kimse onu görmediğini mi sanıyor" dedikten sonra gelen üç âyette bu zannı çürütücü mukabil deliller ortaya koyuyor. İslâm alimlerine göre 8., Nöldeke'ye göre 19., Blac-here'e göre 16. sırada inen A'lâ sûresinin ilk âyetleri çok çarpıcı deliller ihtiva etmektedir. Daha buna benzer pek çok örnek gösterilebilir.795

Daha sonraki dönemlere ait olan Mekkî sûreler de incelendiğinde bu iddianın gerçekle hiçbir alakası olmadığı açıkça görülür. Bu sûreler de, İslâmm inanç esaslarına, Allah'ın birliğinin isbatma ilişkin delil ve bürhanlarla doludur. Bunlar, Kureyş'i, Allah'ın varlık, birlik ve kudretini belgeleyen kevnî ve tabiî olaylar üzerinde tedebbür ve tefekküre davet eder. Ayetlerinde, öldükten sonra diriliş ve amellerin karşılığını görmeye dâir kevnî796 ve aklî deliller sunar.797 Hz. Muhammed'in peygamberliğini isbata çalışır.798 Müşriklerle, putları ve bozuk inançları üzerinde tartışır. Onların sözde delillerini aklî ve mantıkî hüccetlerle çürütür799. Bu tür aklî delil ve mantıkî hüccetler ihtiva etmeyen hemen hiçbir Mekkî sûre yoktur.800

Kaldı ki, iddia edildiği gibi bu anlamda ortamdan etkilenme durumu sözkonusu olsaydı, herkesten önce ilk muhataplarının dikkatini çeker ve buna ilk itiraz da onlardan gelirdi. Fakat böyle bir şey nakledilmiyor. Oysa onların ekserisi, Resulullahm en azılı düşmanlarıydılar. Yine, eğer böyle bir etkilenme olsaydı, Kur’ân gibi harika bir eserin, Hz. Muhammed'in—haşa—kendilerine danışarak veya kendilerinden etkilenerek Kur’ân'mı yazdığı kimselerin eseri olurdu. Onlar öncelikle bunu ortaya koyarlardı. Veya Hz. Muhammed'in bu durumunu açığa vururlardı. Böyle bir şeyin olmadığına göre, iddianın da bir aslı yoktur. Demek ki, İlmî, kevnî ve gaybî haberlerin insanüstü bir fesahat ve belagatle dile getirilişi olan Kur’ân gibi bir eserin öyle, birkaç insandan veya beşerî ortamlardan kaynaklanması mümkün değildir.

İlk Mekkî sûre ve âyetler, bunun yanısıra, eğer onları Kıyamet gününün yaklaşmasıyla korkutuyorsa, bu, dünya ve ahirette kurtuluş ve saadete ermeleri için onları Allah'a imana, Allah'ın birliğini kabule, kötü davranışlardan sakınmaya ve doğru yolda yürümeye teşvik etmek içindir. Medenî âyetlere gelince, bunlar da her ne kadar kesin delil ve bürhan-larla dolu iseler de, aynı zamanda onlar da Kıyamet gününü tasvir etmekte, müşrikleri bekleyen-kötü akibete, gerçek mü'minlerin elde edecekleri güzel mükâfatlara ışık tutmaktadırlar. Böylece hem şekil, hem de konu bakımından asılsız bir iftiradan öteye gitmeyen bu şüphe de çürümüş olmaktadır.

Dördüncüsü

Mekke'de ilk inen sûrelerde âyetlerin, kâhinlerin seci'li sözlerine benzediği iddiasına gelince, bunun da amacı, Hz. Muhammed'in aslında, peygamber olmadığını, Allah'tan emir alarak bir din tesis etmek istemediğini veya kendi başına böyle bir amacı varsa, bunu, müşrikleri etkilemek için alışkın oldukları kâhinlerin, kehanette bulunurken yaptıkları konuşma biçimleriyle ifade ettiğini söylemek isterler.

Bu iddianın da gerçekle hiçbir alakası yoktur. Hz. Muhammed'in kâhin olduğu iddiası ileride daha detaylı bir biçimde ele alınacaktır. Ancak burada şu kadarını belirtmek gerekir ki: Her kâhinin bir cinni olduğuna inanılır, kâhin o cinden haber aldığını iddia eder, seci'li ve her zaman hemen hemen aynı cümlelerden meydana gelen bir nesir ile konuşurlardı. Gerçekte kâhinlerin büyük çoğunluğu hilekâr olup, gâyet karışık ve karanlık bir dil kullanırdı ve gaybdan haber verdiklerini iddia eder, bunu meslek ve geçim kaynağı edinirlerdi. Bütün kahinler bedeviydi. Çocukluklarından itibaren bu işle uğraşırlardı.801

Şunu belirtmek gerekir ki: Kur'ân âyetlerinin sonunda yer alan ses uyumlarının seci olmadığını bütün erbab-ı ihtisas söylemiş ve bunu ispat etmiştir802. Hz. Peygamber ise, hiçbir zaman gaybtan haber verme iddiasında bulunmamış, hatta gaybı bilmediğini ısrarla belirtmiştir803. Hz. Peygamber kâhinlere özenmek şöyle dursun, onların dillerini şiddetle yermiştir.804 Kâhinlerin cinlerle irtibatlı olmasına karşılık, Hz. Peygamberin kâhin ve mecnun olmadığını bizzat Kur'ân söylemektedir.805 Kâhinlerin sözleri, hemen her zaman aynı ve kapalı şeylerden meydana gelirken, Kur'ân âyetleri, sonsuz denecek derecede renkli, farklı konuları ele alan, hadsiz ilimleri ihtiva eden, fasih, beliğ, açık ve net bir üslupla gelmiştir. Kehânetin çocukluktan başlayan bir meslek olmasına karşılık, Hz. Peygamber, kırk yaşında bu işe başladığı iddia edilmiş oluyor. Bunun da ne gerçekle ne teamülle hiçbir alakası yoktur. Her şeyden önemlisi, eğer Hz. Peygamberin Kur'ân diye getirdiği sözler, kahinlerin sözleri gibi sıradan bir şey olsaydı, içinde kâhinlerin de bulunduğu en fasih ve beliğ olan Kureyş edîbleri, bunca meydan okuma karşısında bir sûresinin benzerini ortaya koymaları gerekmez miydi?

Beşincisi

Bu şüphenin özeti şudur: İlk Mekkî sûreler, kuşluk, gece, incir, zeytin, Tûr-u Sînâ ve daha başka kâinattaki birçok maddî varlıklara yeminler içermektedir. Bu tür yeminler zamanla azalmış ve Medenî sûrelerde artık tamamen kaybolmuştur. İddia sahipleri sözü şuraya getirmek istiyorlar: Bu durum, Kur'ân'm her iki ortamdan etkilendiğinin delilidir. Çünkü, Mekke'nin sosyal ortamı, maddî şeylerden, Medine'nin sosyal ortamı ise, daha kültürlü ve aydın olduğu için aklî ve manevî şeylerden etkilenirdi.

Bu şüphe temelden çürüktür. Çünkü Mekke ortamı, müsteşriklerin niteledikleri kadar kaba ve geri değildi. Hatta, denebilir ki, Mekkeliler, Medine halkından edebî zevk bakımından daha ince, belağat bakımından daha ileri ve zekâ bıkımmdan daha üstündüler. Kur'ân'm inişi sırasında Mekkelilerin diğer bütün Arap kabilelerinin merkezi ve hepsinden üstün görülmeleri bunun en güzel delilidir. Dolayısıyla onlara hitap, ancak zekî, kültürlü ve beyan sanatında mahir kimselerin anlayabileceği özellikler ihtiva etmelidir. Bu da gösteriyor ki, sözkonusu yeminlerde bir takım ince mesajlar ve yüksek beyânlar vardır. Medine ortamı da, müsteşriklerin yakıştırdıkları biçimde ileri ve medenî değildi. Mekke döneminde bazı varlıklara yemin edilmesi, müşriklerin haline uygun düşmektedir. Onların, maddî şeyleri Allah'a ortak koşmak gibi sapık inançlarını kırar. Çünkü, maddî nesnelere yeminle omlardaki İlâhî sanata dikkat çeker ve arkasında Allah'ın ilim, hikmet ve kudretini görmeye sevkeder. Öte yandan bu olay ve nesnelere işaret, Allah'ın kudretini, saltanatının genişliğini açıklama, varlık ve azametine delildir. Aynı şakilde, bu gibi varlıklara yemin, Allah'ın onlara yerleştirdiği ve ancak zeki ve akıllı kimselerin anlayabileceği ve insanlığın, gelecek uzun asırlar boyunca keşfetmeye devam edeceği bazı sırlara işarettir. Aynı zamanda bu tür yeminler, onların kainat olaylarına yemin konusundaki üsluplarına uygundu. Çünkü onlar da, bir meselenin doğruluğu veya yanlışlığına inandıkları zaman bu gibi olay ve nesnelere yemin ederlerdi.806

Medenî sûrelerde yeminlerin kaybolması ise, bu da şirkin gerilemesinden, maddî ve hissî şeylerin tahakkümünden fazla, akıl ve mantığın hayata egemen olmasından ileri gelmiştir. Hitap dili, artık iknayı, yumuşaklığı ve karşılıklı konuşur gibi rahat bir üslûbu esas almaya başlamıştır. Bu dönemde Kıyamet günü ve ahiret tablolarını sert ve şiddetli bir üslupla tasvir etmek çok fazla yoktur. Çetin lafzî dokundurmalar o kadar göze çarpmaz. Kur'ân bu dönemde, İslâm ümmetini değişik hayat alanlarında eğitmeye yönelmiştir. Müşriklerin hallerini, inatlarını ve putlara tapma konusundaki ısrarlarını yansıtan karanlık tablolar gizlenmiştir. Bu tabloların yerini parlak, net ve aydınlık tablolar almıştır. Bu tablolar, İslâm toplumunda meydana gelen inkılabı canlandırmaktadır. Çünkü artık vahdâniyet fikri yayılmış, şirkin yerini imân almış, kuşku yerini yakîne terketmiş, dalâlet yerini hidâyete bırakmıştır. Kur'ân tabloları da, bu durumlara uygun olarak değişmiştir. Bu da tabiî bir durumdur ve garipsenecek hiçbir tarafı yoktur. Bu, Hz. Peygamberin yeni ortamdan etkilenmesinin sonucu değildir. Aynı şakilde, Mekke'li muhatapların saflık ve düşüklüklerini göstermez. Yine, Medinelilerin aydın, ileri, kültürlü, anlayış ve zekâda, fesahat ve beyanda üstün olduklarına delil teşkil etmez.807

Alhncısı

Mekke döneminin ikinci devresinde ilk defa İncil kıssalarına yer verilmeye başlandığı, geçmiş peygamberlere ve inanmayan kavimlerinin acıklı akıbetine yer verildiği, "Yâ eyyühellezîne âmenû" yerine "Yâ eyyünnâsü" ifadesinin kullanılmaya başlandığı söyleniyor, bundan' da amaç Kur'ân'm beşer kaynaklı olduğunu isbat etmektir.

Kur'ân'ın kaynağının, birbiriyle çelişen muharref İnciller olmadığını ileride başka bir başlık altında ele alacağımız için burada bu konuya girmiyoruz. Bu iddiaları ise şöyle değerlendiriyoruz: Nedense, sema ve vahiy kapılarını, kendi kutsal kitaplarının önünde ardına kadar açık tutan müsteşrikler, Kur'ân'a sıra gelince aynı kapıyı sıkı sıkıya kapama zorunluluğunu duyuyorlar. Allah'ın rahmet, nimet ve risaleti ellerinde olsa neyse de, Allah böyle bir hakkı kendilerine1 vermediğine göre, daha önce birçok semâvî kitap ve suhuf gönderen Yüce Allah'ı, Kur'ân'ı indiremeyecek acizlikle itham etmiş olmuyorlar mı? Kur'ân'm İncil kıssalarını ihtiva ettiği tariziyle, ondan alındığı ithamına karşı şimdilik Fransız Doktor Maurice Bucaille'in şu değerlendirmesine yer vermekle yetinelim:

"Kur'ân/İnciller paralelliği ile ilgili hususta, her şeyden önce şunu hatırlatmak gerekir ki, İncillerde bulunup, bilimsel yönden çeşitli tenkitlere sebep olan—ve bu kitabın ikinci kısmında bildirilen—konuların hiçbirisi Kur'ân'da mevcut değildir.

Kur'ân'da birçok yerde Hz. İsa'ya atıfta bulunulur. Meselâ, Hz. Meryem'in babasına, kendisinin doğumunun haber verilmesi, Hz. İsa'nın mucizevî doğumunun Hz. Meryem'e bildirilmesi, Hz. İsa'nın mahiyeti, peygamberlerin ilk safında yer aldığı Mesih vasfı, Tevrat'ı hem doğrulayıp, hem de bazı hükümlerini değiştirerek insanlara tebliğ ettiği vahiy, insanları irşad ve daveti, kendisine inanan havariler, mucizeler, neticede Allah katma yükselişi, kıyamet gününde rolü...vs.

Kur'ân'm üçüncü sûresi ile, Meryem adını taşıyan 19. sûresi, Hz. İsa'nın ailesine uzun pasajlar ayırırlar. Bu parçalar, Hz. İsa'nın annesi Meryem-in doğumunu, onun gençliğini, mucizevî analığının Meryem'e bildirilişini anlatır. Hz. İsa her defasında "Meryem'in Oğlu" diye nitelendirilir. Esas itibariyle onun soyu, ana tarafından zikrolunur. Hz. İsa'nın biyolojik yönden babası olmadığına göre, bu da tamamen makuldür. Kur'ân bu konuda Matta ve Luka İncillerinden ayrılır. Zira daha önce açıklandığı üzere, onlar Hz. İsa'ya baba tarafından soy kütüğü izafe ederler. Üstelik bu hususta birbirlerine aykırı bilgiler verirler.

(....)

Tekrar edelim ki, tarafsızlık, bu gerçeğe parmak basmayı gerektirir. Yine tekrar edelim ki bu tarafsızlık "Kur'ân'm yazarı Muhammed'in büyük ölçüde Kitab-ı Mukaddes'i kopya ettiğini" iddia edenlerin esastan mahrum sözleri karşısında, olanca önem kazanır. Bunlara karşı haklı olarak şu soru yöneltilebilir: Hz. İsa'nın soyu konusunda, onu kopya etmekten kim veya hangi delil alıkoymuştu? Çağdaş bilgilerin ortaya koyduğu tenkitlere hedef teşkil etmeyecek şekilde bir düzeltmeyi Kur'ân metnine koyduran sebep nedir? Oysa bu bakımdan hem İncil metinleri, hem de Eski Ahid metinleri, kesinlikle kabul edilemeyecek durumdadır."808

Kur'ân'm bu dönemde, "Ya Eyyühellezîne âmenû" ibaresi yerine, "Yâ Eyyühe'n-nâsü" tabirini kullanmaya başladığını söylemenin manası, ise şudur: Hz. Muhammed ayağının önünü görmeye başlayınca, yani inananları çoğalınca, artık işi büyüttü ve sadece inananlara hitap etmekle yetinmedi, çağrısının alanını genişletti. Demek ki, bu işi baştan beri bizzat planlı bir şekilde yürütüyor. O halde Kur'ân onun sözüdür...

Bu iddiaya karşı da deriz ki: "Yâ EyyüheTLezîne âmenû" ifadesi, değil ikinci dönem Mekkî sûrelerde, medenî sûrelerde bile sıklıkla geçer. Meselâ Bakara sûresinde 11, Al-i İmrân Sûresinde 7, Nisâ Sûresinde 9, Mâide Sûresinde 8 defa geçmektedir. Bunlar örnek kabilindendir, diğer medenî sûreleri saymadık. Aynı şekilde bu medenî sûrelerde "Yâ eyyü-he'n-nâsu" ifadesi de çok kere geçmektedir.809

Kur'ân'ın, Mekke devrini ilk döneminde bile cihanşümûl bir davet olduğuna en açık bir örnek, İslâm alimlerine göre, 7, Nöldeke'ye göre 27, Blachere'e göre 18. iniş sırasında olan Tekvîr Sûresindeki şu ifadelerdir: "O (Kur'ân) âlemler için, sizden doğru yolda gitmek isteyenler için bir öğüttür. Alemlerin Rabbi Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz."810 Allah bu ifadelerle Kureyş'e, bu vahyin sadece kendilerine yöneltil-mediğini, sadece kendilerine hitap etmenin sözkonusu olmadığını, aksine cihanşümûl bir davet olduğunu, şu anda ona iman edenler ne kadar zulme ve zorbalığa maruz kalırlarsa kalsınlar, nihaî zaferin bu vahye ait olacağını, bu davet kapısının hak ve hidâyet yolunda doğru yürümek isteyen herkesin önünde ardına kadar açık bulunduğunu belirtmek istiyordu.811

Müsteşrikler bile bu sûrenin ilk Mekke döneminde indiğini itiraf ettikleri için, içinde geçen şu "alemîn" kelimesine bir kulp bulamayarak, birçok sonuçsuz çabalardan sonra, bu ifadenin, İslâm davetinin ufuklarının genişliği konusunda büyük bir önemi bulunduğunu itiraf etmek zorunda kalmışlardır.812

Yedincisi

Bu iddia Kur'an'm Mekke dönemindeki üslubuna yöneliktir. Buna göre Kur’ân'ın Mekkî üslûbu, şiddet, sertlik, kötüleme ve karalama, tehdit ve tahkir gibi bir özellik taşımaktadır813. Böylece, Mekke şartlarının İnsanî açıdan bütün olumsuz durumlarını yansıttığı kastedilmiştir. Onlara göre bu üslup Medine'de değişerek, yumuşak, merhametli, muhaliflerle en güzel usulle mücadele etme gibi özellikler göstermiştir. Bu da, Medine ortamının bir yansımasıdır.

■ Bu şüphenin de hiçbir aslı esası yoktur. Sağlam hiçbir İlmî temele dayanmaz. Şöyle ki: Kur'ân, edeb, nezâket ve nezâhet sınırlarını aşan hiçbir sövgü ve hakaret içermemektedir. Buna örnek olabilecek bir tek âyet gösterilemez. Kur'ân, açıkça şu ve benzeri âyetleriyle bu tür sövgü ve dil uzatmalardan uzak durmayı emretmiştir: "Allah'tan başkasına tapanlara (ve putlarına) sövmeyin; sonra onlar da bilmeyerek Allah'a söverler..."814 Ancak Kur’ân, müşrikleri cerh ve zemmetmiş, beyinsizlikle nitelemiş, put ve sahte tanrılarıyla alay etmiş, çirkin işlerini kötülemiş, Ebu Leheb ve Velîd b. Muğîre gibi zorba ve mütekebbirleri korkutup tehdit etmiştir. Fakat, bazı Medenî âyetler de aynı özellikleri taşımakta ve aynı noktaları ihtiva etmektedir.815 Hele hele münafıklar816 ve Yahûdiler817 sözkonusu olduğu zaman... Kur'ân onlara karşı kesin delil ve belgeler getirmekte, yaydıkları zehirli fikirlerden dolayı onları azarlamakta, tutuşturmak istedikleri fitne ateşinden İslâm toplumunu korumaya çalışmaktadır. Hatta denebilir ki Kur'ân, baştan başa vaad ve tehdit, müsamaha ve teşdit, kabul ve red gibi unsurlarla dolu bulunmaktadır. Bu, yeni yeni oluşturulmakta olan İslâm topulumunu istikamet üzere eğitmenin ve onu iyiliklere teşvik edip kötülüklerden sakındırmanın gereğiydi. Öte yandan Mekkî âyetlerde de yerine göre yumuşaklık, müsamaha, af ve hoşgörü örnekleri az değildir.818 Mekkî Kur'ân, biraz daha şiddet ve sertlikle temâyüz ediyorsa bunun sebebi, bu dönemde Hz. Peygamber ve sahabilerine yapılan eziyetler, onlara karşı kurulan tuzaklar, hatta onları vatanlarından bile sürmeleri ve bununla da yetinmeyerek göçtükleri yerlerde bile onlara eza ve cefa vermeleridir.

Bu iddianın asılsızlığının başka bir delili de, Mekke döneminde maddî cihadı emreden âyetlerin bulunmaması ve genellikle eziyetlere karşı sabır tavsiye edilmesidir.

Müsteşriklerin, iki dönemde Kur'ân üslûbunun farklılık sebebinin, Ku-reyş'in aşağılık muhiti, Medine'nin ise ileri ortamı olduğu şeklindeki iddialarına gelince, bu da delilden yoksun bir iddiadır. Çünkü Kureyş, Araplar arasında liderlik ve reislik merkeziydi. Bütün Arabistan'da, siyâsî, iktisâdî ve kültürel konularda temâyüz etmişlerdi. Mekke halkı ve dili, Araplar arasında fesahat ve belagatla tanınırdı. Öte yandan Medine halkı ise, iddia edildiği kadar kültürlü ve ilerlemiş değillerdi. Sakinlerinin büyük çoğunluğu Arap kabilelerinden meydana geliyordu. Onlar arasında da çoğu zaman kabilevî kavgalar patlak veriyordu. Bu açıdan diğer Arap kabilelerinden farksızdılar. Siyaset ve iktisatta hiçbir üstünlükleri yoktu. Hemşehrileri olan Yahudiler onların kültürel ve İktisadî güçlerine egemen bulunuyorlardı. Bu nedenle de, Mekke'de geri ve aşağılık bir ortamın, Medine'de ise ileri ve gelişmiş bir muhitin bulunduğu söylenemez. Müsteşriklerin bu gibi iddiaları ve Kur'ân'm indiği ortamın özelliklerinden etkilendiğine ilişkin sözleri, onun Allah'ın değil Muhammed'in kelâmı olduğunu isbata yöneliktir.819

Bununla birlikte, Mekkî ve Medenî sûrelerin üslup bakımından farklı olmasını inkar etmek mümkün değildir. Kur'ân, üslûbunun Mekke'de, Medine'dekinden farklı olması tabii bir durum olup bunda garipsenecek hiçbir şey yoktur. Çünkü, Mekkelilere yöneltilen hitap, Medinelilere yöneltilen hitaba üslup ve konu bakımından tıpatıp uygun olamaz. Mekke'de hitap, Muhammedî daveti reddeden, ihtiva ettiği hükümlere karşı inat gösteren, İlâhî vahyin doğruluğunu çürütmeye çalışan, Hz. Muhammed'in peygamberliğini inkâr eden, Allah'ın birliği fikrine karşı koyan, putlarına, sahte tanrılarına ve hayat tarzlarına sıkı sıkıya yapışan, bu noktalarda daha da ileri giderek Peygamber ve mensuplarına işkence etmeye, onlarla gerek kalem, gerekse kılıç ile savaşmaya kadar varan kimselere yöneltilmiştir. Bunlara yöneltilen hitabın, sertlik, şiddet, kararlılık ve karşı tarafın delillerini çürütücü, inançlarını iptal edici bir özellik taşıması tabiidir. Ama Peygamberi bağırlarına basıp destekleyen, İslâm dinini benimseyen, onu kılıç ve kalemleriyle müdafaa eden Medine ehline yöneltilen hitap böyle değildir. Bunlara yöneltilen hitap, yumuşak, latîf, tolerans dolu olacaktır. Hitap, her toplumun, her olayın ve her ortamın yapısına uygun olmalıdır. Bu nedenledir ki, Mekke'de inen âyetlerin, müşriklerin başına vurduğunu, akıllarını şiddetli tahkir, Peygamber ve mü'minleri ise teselli ettiğini, onlara hoşgörü, ve müsamaha öğrettiğini görmekteyiz.820

Sekizincisi

Hz. Muhammed'in ilk Mekke döneminde, tereddütlü, tedirgin ve ümitsiz olduğu ve bunun alışma dönemini teşkil ettiği iddiasını değerlendirelim: Hz. Peygamber bir beşer olarak, ağır vahiy yükünün altına ansızın girmiş olmaktan büyük bir tedirginlik ve endişe duymuş olabilir. Fakat bu şahsî halet-i ruhiyesi kesinlikle o dönemlerde inen âyetlere yansımamıştır. Hatta bu nokta bile, Kur'ân'm onun değil, Allah'ın sözü olduğuna kesin delildir. Çünkü, onun acısından, sevincinden, korkusundan, endişesinden hiçbir iz taşımıyor. Meselâ oryantalistlerin de ittifakıyla ilk nazil olan sûrelerden istediğinizi okuyun, meselâ, Alak, Tîn, Zilzâl, Karia, Tekâsür, Hümeze, Mesed, Kâfirûn, Ihlas... sûrelerini inceleyin, acaba bunlarda zerre kadar bir endişe, bir tereddüt, bir tedirginlik görebiliyor musunuz? Asla, hepsi de ele aldıkları konuları, kendinden son derece emin, hatta üst üste tekitler ve yeminlerle üzerine basa basa dile getiriyorlar. Nerede müsteşriklerin bu iddiası? Böyle yuvarlak laflarla iddialarda bulunmak kendilerine objektiflik süsünü veren ilim adamlarına yakışmaz. Delillerini getirsinler de görelim. Yoksa, nasılsa muhataplarımız araştırma imkanına sahip değildir, ne dersek kendilerince makbuldür, en azından söylediklerimiz tutmasa bile iz bırakır düşüncesi, tarafsız ilim adamlarına asla yakışmaz.

Yine Mekke devrinin başlarında Hz. Muhammed'in, âleme isabet edecek bir felaketin, yani kıyametin yaklaştığını sık sık dile getirdiğini, canlı kıyamet sahnelerini sergilediğini söylemenin de bir anlamı vardır. Bunun anlamı, "Muhammed, önceleri, gerçekten dediklerine inanıyordu. Çünkü gelecekten kendisi de endişeliydi. Fakat zamanla güç ve kuvveti artmaya başladı, ahireti yavaş yavaş unuttu, eski samimiyetini yitirdi ve siyasî bir lider konumuna girdi... Dolayısıyla onun dediklerinin vahiyle ilgisi yoktur..."

Bu iddianın da gerçekle bir alakası yok. Hz. Muhammed'in samimiyetinin daha sonra değişip değişmediğini ayrı bir yerde ele aldık. Burada sadece şu kadarla yetiniyoruz: (19. âyetten itibaren 6 âyet hariç) Medenî bir sûre olan Hac Sûresinin ilk iki âyeti, belki de Kur'ân'da az rastlanır canlı bir kıyamet sahnesini gözler önüne seriyor. Bunun gibi, kıyametin kopmasından tutun, mahşer, Cennet ve Cehenneme kadar birçok canlı ahiret sahnesi Medenî sûrede de canlı birer tablo halinde insanlara sunuluyor. Bu sahnelerden herbirini okuduğunuzda bazan korku ve endişe, bazan da sevinç ve neşeden bizzat o tabloyu yaşıyor gibi oluyorsunuz821 .

Kaldı ki, bu tür ahiretle ilgili konular zamanla azalmış olması, yine hikmet ve tebliğde tedriç gereğidir. Çünkü, bunlar bir kere indikten, Kur'ân'da yer aldıktan ve tekrar tekrar okunarak zihinlere yerleştikten sonra artık bu şuura bina edilecek ahkâmın gelmesi lazımdır. Aksi halde hep bu tür sahneler gelmiş olsaydı, Kur'ân'da öteki önemli konulara yer kalmazdı.

Kıyametin yakında geleceği haber verildiği halde, aradan 1400 küsur sene geçmesine rağmen hala gelmemesi bir şüphe olarak ileri sürülebilir. Oysa, dünya ömrüyle kıyaslandığı zaman bu süre kısa bile kalır. Çünkü, Peygamberimizin asrı, bir güne benzeteceğimiz dünya ömrüyle kıyaslandığında, ikindi zamanından sonraki saatleri andırır. Bu da bir günün son anları demektir.

Müsteşriklerin bir iddası da şudur: Başlangıçta müşriklerle Hz. Mu-hammed arasında mücadelenin bulunmadığı, ne zaman ki, müşrikler Kur'ân'ı efsane olmakla itham ettiler, Hz. Muhammed de putlarına hakaret etti ve aralarındaki bağ koptu...

Kur'ân'da müşriklerin, "efsane" anlamında Kur'ân için kullandıkları kelime "Esâtîr"dir. Bu kelime, Kur’ân'da on yerde geçmektedir822. Enfâl hâriç, geçtiği sûrelelerin tamamı Mekkî olmakla beraber, nüzûl sırasına göre, en önde olan Kalem Sûresi, İslâm alimlerine göre 2., Blachere'e göre 51., Nöldeke'ye göre 18. sıradadır. Diğerleri bundan daha sonradırlar. Bundan önce, hatta ilk inen âyetlerden itibaren tevhid üzerinde hassasiyetle durulduğunu daha önce örneklerle açıkladık. Allah'tan başka ilahın bulunmadığı baştan beri belirtilmiştir. Kur'ân'da, batıl inançları çürütme sözkonusudur, onlara hakaret değil. Hatta, putlara sövmek yasaklanmıştır. Meselâ, İslâm alimlerine göre 6., Blachere'e göre 37., Nöldeke'ye göre 3. sırada inen Mesed Sûresi, müşriklerle Hz. Muhammed arasında ciddi bir sürtüşmenin varlığına açık delildir. Nöldeke'ye göre 5. sırada olan Kevser Sûresi de bu sürtüşmenin açık belgesidir. Aralarındaki anlaşmazlık herhalde inanç meselesinden ileri gelmiştir. Aksi halde neden öz amcası ve yengesi kendisine eziyet etsinler ve Mesed sûresinin inmesine sebep olsunlar? Neden kavmi kendisine "Ebter" diyerek hakaret etsin ve Kevser Sûresi buna cevap olarak insin. Demek bu iddia da böylece suya düşmektedir.

Dokuzuncusu

Kur'ân sûrelerinin indikleri zaman ve mekâna uygun olarak kısa veya uzun oluşları, Kur'ân'm bu iki ortamdan etkilendiğinin en büyük delilidir ve sözkonusu ortamların tabiî bir yansıması sayılır. Eğer Mekke'de sûre ve âyetler kısa ise, halkının büyük çoğunluğunun kaba, ümmî ve cahil olmasından; Medine'de sûre ve âyetler uzun ve açık ise bu, Medine'nin sakinleri olan Yahudilerden etkilenmiş kültürlü ve anlayışlı ortamından ileri gelmiştir ve bunların bir yansımasıdır. Mekke'de hem kendisi, hem de içinde bulunduğu toplum ümmî olduğundan sûre ve âyetler de böyle kısa gelmiş; Medine'de ise kültürlü ve aydın kimseler arasında bulunup onlardan etkilendiği için ilerleme kaydederek, sûre ve âyetler uzamıştır.

Her şeyden önce, Mekkî sûrelerin hepsi kısa olmadığı gibi823 Medenî sûrelerin de hepsi uzun değildir.824 Üstelik, Mekkî sûreler içinde yer alan Medenî âyetler bulunduğu gibi, tersi de sözkonusudur. Yani âyetler, bütün Kur'ân'a serpiştirilmiş durumda olduğu halde, Kur'ân'm konu bütünlüğü, üslûbunun ahenk ve akışı bozulmamaktadır. Öyle ki aynı anda nâzil olmuş gibi bir belagat göstermektedir.

Mekkî sûre ve âyetlerin nisbeten daha kısa olması, ortamın geriliğinden değil, tam tersine, Kureyş'in diğer Araplara göre, zekâ, anlayış, edebî zevk ve belagatta ileri oluşlarından olabilir. Bu yüzden onlara gelen hitaplar daha vecîz olmuştur. Aydın, okumuş ve kültürlü olmak, her zaman zekî, ince anlayışlı olmayı ve vecîz sözleri anlamayı gerektirmez.

Öte yandan, Kur’ân, herkese, en kısa bir sûresinin benzerini getirme konusunda meydan okumuştur. Eğer, kısalık geriliğin ve kolay söylenebi-lirliğin işaretiyse, o zaman o kolay denilen sûrelerin benzerini ortaya koysalardı.825

Onuncusu

Müsteşriklerin diğer bir şüphesi de, Hz. Muhammed'in Mekke'de iken Yahudi ve Hıristiyanlara dokunmadığı, onları hoş tuttuğu, hatta getirdiği dini müstakil bir din olarak kabul etmesinin ancak Medine döneminde başladığıdır...

Kur’ân-ı Kerime başvurduğumuzda bu iddianın da asılsız olduğunu görüyoruz. Kur’ân bu konuda bize şu malumatı vermektedir: Mekkî sûrelerde Kur'ân'm, bir yandan Kitab hakkında bilgi sahibi olanların şehadetine devamlı bir şekilde müracaat ettiğini,826 diğer yandan da şeytanın yoluna tabi olmuş ve onunla birleşmiş bulunan kitab ehline karşı cephe aldığını görüyoruz.827 Buna mukabil, Kur’ân dâima, şahit olarak kabul ettiği alimler karşısındaki tutumunu Medine'de de aynen muhafaza etmekte, ancak aralarından bir kısmının bu şehadeti yerine getirmek istemediklerini bildirmektedir.828 Böylece iki durumda da Kur’ân-ı Kerim, bizzat Mukaddes Kitablar ve onlara ihlaslı bir şekilde tabi olan alimlerle, kendilerinin Yahudi veya Hıristiyan olduklarını söyleyen fakat sadece hevalanna uyan kimseler arasında açıkça bir ayırım yapmaktadır.829

Onbirincisi

Bu şüpheyi ortaya atanlara göre Mekkî Kur'ân'da teşri' ve ahkâm bulunmamaktadır. Medine'de nâzil olan âyetler ise, ibadet ve muamelelerin detaylarını içermektedir. Bu da, Kur'ân'ın beşer kelâmı olduğunu, Muhammed ve sahabileri tarafından yazıldığını gösteriyor. İki dönemde inen âyetlerin farklılığı, ortamın etkisinin eseridir. Bu şüphe özetle şöyle çürütülebilir: Öncelikle kabul edelim ki, Medenî âyetler teşri' ve ahkâmın tafsil ve detaylarıyla doludur. Fakat bu, İslâm davetinin Medine'de karar kılmasının tabiî bir neticesidir. İslâm, bu dönemde yeni oluşturduğu toplumun İçtimaî tanzimine önem vermiştir. Bu toplum, siyasetiyle, iktisadıyla ve teşriatiyle eski toplumdan farklı bir özellik arzedecektir. Bu dönemde, ibadet ve muamelat konusunda dinî hakikatlerin kökleşmesi, helal ile haram arasında kesin sınırların çizilmesi, şahsî ve medenî ahval, uluslararası hukuk, devletler arası ilişkilerin tanzimi, savaş ve barış hallerinin açıklanması, gerekli maddî ve manevî donanımıyla askerî konuların düzenlenmesiyle alakalı yasaların detaylı bir biçimde ortaya konulması zorunluydu. Belli sınırları bulunan bir toprak parçası üzerinde kurulan bir devlet olmadan sözkonusu düzenlemelerin yapılması mümkün değildi. Bu nedenledir ki, Medenî sûreler şer'î meselelerin tanzimiyle dolu bulunmaktadır. Çünkü bunlar, hayatın bütün alanlarında kendine özgü değerleri bulunan yeni bir devletin bir organizasyonudur.

Biz, ibadet ve muamelelerin detaylarının Medenî sûre ve âyetlerde yer aldığını kabul etmekle beraber, Mekkî pasajların da yer yer bu tafsilatı ihtiva ettiğine işaret etmeden geçemeyeceğiz. Fakat Mekkî Kur'-ân sözkonusu tafsilatın nüvelerine icmalî bir biçimde temas etmiştir. Dinin beş ana maksadını Kur'ân bu dönemde açıklamıştır. İman esaslarını izah etmiş; canı, aklı, nesli ve malı korumayı garanti altına alıcı açıklamalarda bulunmuştur. Biz biliyoruz ki, bütün İslâmî hükümlerin en önemli maksadı, bu beş değeri korumaktır. İçki ve içki hükmündeki sarhoş edici ve uyuşturucu maddeler aklı korumak için, zina, nesli korumak için, hırsızlık, malı korumak için, namus iftirası şerefi korumak için, katil canı korumak için yasaklanmıştır. Mekkî Kur'ân, bu beş amacı gözetme konusunda son derece açık hükümler getirmiştir.830

Bu yasakların cezasıyla ilgili tafsilat ise Medenî surelerde yer almaktadır. Bu da, daha önce belirttiğimiz gibi tabiî bir durumdur. Çünkü toplumun sosyal açıdan tam olarak karar kılması, onun medenî ihtiyaçlarını kanun ve kaide ihtiyaçlarının sağlanması bakımından bu gereklidir. Bu tafsilatın, bazı müsteşriklerin iddia ettikleri gibi Hz. Muham-med'in kültürlü Medine halkıyla; ihtilafının bir sonucu olduğu asla zannedilmesin. Yine, Medine'de, kutsal bir kitapları olan Yahudilerin bulunduğunu, Hz. Muhammed'in ibadet ve muamelatla ilgili bütün tafsilî öğretilerini bu kitaptan aldığı sanılmasın. Biz, böyle bir düşüncenin asılsız olduğunu başka bir bölümde açıkladık. Buna göre Hz. Peygamberin böyle bir kitaptan yararlanmış olması mümkün değildir. Çünkü Hz. Peygamber, Yahudilerin inançlarına karşı çıkmış, onları temelden çürütmüş, kutsal kitaplarını tahrif ve tezvire uğramakla itham etmiş, hem lafız hem de öz bakımından onların tafsilî yasa ve ibadetlerine muhalif kanunî ve teşri'î kurallar getirmiştir. Doğrunun yanlıştan iktibas edilmiş olması mümkün mü?831

Mekkî âyetlerin, kanun ve ahkamı detaylı bir biçimde ihtiva etmemesinin bir hikmeti de, insanları terbiyedeki hikmetli ölçüye riâyet etmesindendir. Çünkü, iman ve ahlak, diğer hukukî ve ictimâî yasalardan önce gelir ve onların temelini teşkil eder. Bu temeller iyice zihinlere nakşedilmeden, diğer hukukî konulara girmesi, hem zamansız, hem de etkisiz olurdu.

Yine eğer, Kur’ân, bu konularda iddiacının çok yüksek ve medenî gördüğü Medine'deki Yahudilerden etkilenmiş olsaydı, Kur'ân'm ihtiva ettiği bu gerçekleri önce onlar ve onların etkilediği çevrelerindeki insanlar dile getirirler ve peygamberlik şerefini kimseye kaptırmazlardı. Oysa, kendileriyle haşirneşir olan, gerek diğer Medine halkı, gerekse onlara gidip gelen öteki Araplarda böylesi ictimâî ve medenî düsturlar ya bilinmemekte veya bilinse de uygulanmamaktadır.

Yine Kur’ân, içinde kaynak olarak gösterilen o kimselerin de bulunduğu, herkese, hatta bütün cin ve insanlara en küçük bir sûresinin benzerini getirme konusunda meydan okumuş, hepsi de bundan aciz kalmışlardır. Bu da Allah'tan başka hiç kimsenin Kur’ân'daki yüksek hakikatlere kaynak olamayacağını kanıtlamaktadır.832

Onikincisi

Müsteşrikler, daha çok Mekkî sûrelerin başlarında yer alan Mukattaa harfler olgusu üzerinde yoğun bir biçimde durmuşlar ve bunlara bir açıklama ve gerekçe bulmak için her yola sapmışlardır. Bazıları bunu, Peygamberin bu harfleri mırıldandığı, fakat hemen arkasındaki âyetleri getirmede güçlük çektiği şeklinde izah ediyorlar. Oysa—onlara göre—bu gibi harflerin kullanımı Medine döneminde kaybolmuştur. Çünkü, Peygamber Kur'ân âyetlerini sakin ve rahat bir ortamda telif etmeye başlamış, ortaya çıkan yeni yeni meselelerin çözümü üzerinde düşünme ve sahabileriyle istişare etme imkânını bulmuştur. Bu gibi harflerin Medine döneminde görünmemesinin sırrı işte budur.833

Öncelikle belirtelim ki, bu harflerle başlayan sûrelerin hepsi Mekkî değil, 27 tanesi Mekkî, 2'si Medenî'dir.

Müfessirler, bu harfler, önemleri, sûre başlarında yer almalarının hikmetleriyle ilgili çok değişik yorumlar yapmışlardır. Sözkonusu mü-fessirlerin büyük çoğunluğu, bu harflerin, Kur'ân'da bulunan beyân konusunda bir benzerini getirmeleri için Araplara bir meydan okuma olduğu noktasında birleşiyorlar.834 Diğer bazıları ise, bu harfleri tefsir etmenin mümkün olmadığına, çünkü, bunların, Allah'tan başka te'vilini kimsenin bilemediği müteşâbihattan olduklarına kâil olmuşlardır. Onlara göre bu harfler, Şa'bî'nin (V. 104) de dediği gibi, "Kur'ân'm sırlarıdır."835

Zerkânî, "Menâhilü'l-İrfân" isimli eserinde, Müslüman âlimlerin açıklamalarına dayanarak bu harflerin işaret ettikleri hususları üç noktada özetlemiştir.

Birincisi: İbn Abbas'm rivâyetine bakarak bu harflerin, Allah'ın isimlerinden birer harf olması.

İkincisi: Bu harflerin, Hz. Peygamberin hak peygamber olduğuna dâir en acîb mucize ve işaret olmaları.

Üçüncüsü: Allah, âlemi muhkem, ahenkli ve uyumlu yaratmıştır. Se-mâvî kitap olan Kur'ân da âlemin bu nizamına uygun, bedî yaratılışına muvafık ve onda cereyan eden kanunları gözetir bir biçimde gelmiştir. Zerkânî bu ifadelerini detaylı bir biçimde izah etmektedir836.

Müsteşrikler de, bu harflerin izahı konusunda değişik görüşler ileri sürmüşlerdir. Bunlardan Sprenger, "Tâ Sîn Mîm" harflerinin, "Lâ yemes-sühû ille'l-mutahharûn" âyetinde açıkça ve galip olarak göze çarpan harfler olduğunu söylemekle izah etmeye çalışmıştır. Ona göre, "Tâ" "el-Mutahharûn" kelimesinde en belirgin harf, "Sîn" ve "Mîm" de, "Lâ yemessühû"de en güçlü harflerdir. Blachere'in belirttiğine göre müsteşrik Loth, titizliğine rağmen, Sprenger'in bozuk görüşünü aynen kabul etmiştir837.

Müsteşrik Nöldeke de, daha sonra vazgeçtiği ilk görüşünde, sûrelerin başlarında bulunan harflerin, Kur'ân metnine sonradan eklendiğini söylemiştir. Ona göre, bu harfler, kendilerinde Kur'ân sûrelerinden belli nüshalar bulunan bazı sahabilerin isimlerinin, baş veya son harflerinden alınmıştır. Meselâ, "sîn" Sa'd bin Ebî Vakkas'tan, "mîm" el-Muğîre'den, "nûn" Osman bin Affan'dan, "hâ" "Ebû Hureyre'den alınmıştır...vs.838

Blahcere, Loth ve Power bu görüşü kesin olarak reddetmekte ve sahabilerin sahip oldukları zühd ve takvaya rağmen isimlerinin birer aslî unsur olarak Kur'ân metnine sokulmasına razı olacaklarını kesinlikle kabul etmemektedirler. Özellikle Blachere, bu görüşü şu sözleriyle tam olarak çürütmektedir: "Muhtelif mushaf sahiplerinin, başka hiçbir anlamı olmadığını bildikleri takdirde, bizzat kendi nüshalarında çağdaşlarının isimlerinin ilk harflerini bulundurmaları makul değildir. Aynı şekilde, Übey, Ali veya İbn Mes'ûd'un, kendi özel mushaflarında, Kur'ân'm cem ve istinsahında kendilerine rakip olarak gördükleri bazı şahısların isimlerinin baş harflerini muhafaza etmeye aşırı istek göstermelerinin hiçbir gerekçesini göremiyoruz.839

Blachere'in kendisi, bu konuda İslâm alimlerinin ortaya attıkları na-zariyelere dönmenin en sağlıklı yol olduğunu belirtmiş ve "Bu harflerin sırlarını açmaya ilişkin her çabanın abes olduğu görüşünde olan takva sahibi Müslümanlar, tek akıllı ve hikmetli olduklarını kuşkuya yer bırakmayacak derece isbat etmişlerdir."840

Rodinson da, "Öyle anlaşılıyor ki, ilk zamanlarda Muhammed, kekeleyerek ya da gelişigüzel sesler çıkararak, aldığı şeyin dile gelmesini hızlandırmak istemiştir. Kur'ân'm bazı sûrelerinin başında yer alan ve birçok varsayıma yol açan sessiz harfler, belki de bu kekeleme çabasını karşılamaktadır" diyerek841 bu konudaki görüşünü dile getirmektedir.

Burada, sözkonusu harflerin neden sûre başlarında yer aldığı meselesi burada bizi fazla ilgilendirmiyor. Asıl bizi ilgilendiren, bu konuda müsteşrikler tarafından yöneltilen şüphelerdir. Bu şüphelerden birincisi:

Bu harfler, Muhammed'in, Yahudi olan kâtipleri tarafından konulmuşlardır. Amaçları bir sözün bittiğine, diğer bir sözün ise başladığına işaret etmektir.

İkincisi: Bu harflerden amaç, Kur'ân'ı esrarengiz göstermek, insanların gözlerini korkutmak ve Kur'ân'ı derin ve heybetli bir görünüşe bürün-dürmektir...vs. Daha bunlar gibi, hepsi de Kur'ân'm beşer kaynaklı olduğu ve İlâhî olmadığı konusunda kuşku uyandırmaya yönelik başka şüpheler...

Biz, bu harflerin, yanlarında, bilinen Kur’ân nüshaları bulunan bazı sahabilerin isimlerinden harfler olduğunu söylemekle açıklamaya çalışan kimselerin görüşlerini çürüten bazı müsteşriklerin izahlarını kaydettik. Kaldı ki, Nöldeke “Gescihişte des Qorans" isimli kitabının ikinci baskısında bu konudaki görüşünden dönmüştür.

Bu harflerin, Hz. Muhammed'in Yahudi olan kâtipleri tarafından, kendilerine yazılması emredilen kitaba inanmadıklarını belirtmek için konulduğuna ilişkin görüş ise, hiçbir sağlam esasa dayanmamaktadır. Çünkü, Hz. Peygamber'in Yahudi kâtibi asla olmamıştır. Yahudilerin bu harfler konusunda Hz. Peygamberle tartıştıkları da tarihen bilinmemektedir.842 Hz. Ubeyy gibi Yahudi asıllı vahiy kâtibine gelince, o da İslâmî kabul etmiştir.

Nöldeke önceki görüşünü terkederek şu görüşü benimsemiştir: "Peygamber bu harflere hususi bir mana vermemiş, fakat yalnız esrarlı bir tarzda, semâvî metni, Levh-i Mahfuzu hatırlatmak istemiştir. "843Bu nazariye de doğru değildir. Eğer böyle bir şey olsaydı, bunların sadece bazı surelerin başında bulunması değil, vahiy sonucu olan bütün sûrelerin başında bulunması gerekirdi.844

Yine bu harfler, Hz. Peygamberin kekeleme, tereddüt ve güzel konuşmak için çabalamasmm sonucu da değildir. Çünkü o, tarihin şehadetiyle fesahat, belağat ve üslûbunun akıcılığıyla ün salması bir yana, Kur’ân kendisine vahyedilmiş Allah Kelâmıdır. Rodinson'un az önce kaydettiğimiz iddiası onun ne kadar objektiflik, akıl ve insaftan uzak iddialarda bulunduğuna güzel bir örnektir. Çünkü, onun ileri sürdüğü gibi, bu mukattaa harfler, ilk inen sûrelerden çok, daha sonra inen sûrelerden çok, daha sonra inen sûrelerin başında yer almaktadır. Nitekim sayıları 29 olan sözkonusu sûrelerin iki tanesi Medine'de nâzil olmuştur. Geri kalan 27 tanesinden de Kalem Sûresi hariç (o da Nöldeke'ye göre 18, Blachere'e göre 51) hatta Nöldeke ve Blachere'in tertibine göre dahi nüzul sırası itibariyle 54. sıradan aşağı olan yoktur. Pek çoğu 70. sıranın üzerindedir. Görüldüğü gibi bu sûrelerin hiç biri ilk döneme ait değildir. Artık Rodinson'un iddiasının doğruluğu nerede kaldı?

Onüçüncüsü

Medenî sûreler, Peygamberin aile hayatıyla ilgili problemlerle doludur. Birçok âyetler bu problemlerin çözümünü konu alır. Eğer Kur'ân Allah tarafından indirilmiş olsaydı, Peygamberin özel aile hayatıyla ilgili meselelerle ilgilenmezdi. Çünkü bu, toplum hayatının tanzimini pek fazla ilgilendirmemektedir. Öte yandan, diğer pek çok âyet de, Müslümanların Peygambere karşı ve kendi aralarında nasıl davranacaklarıyla ilgili düzenlemelerle doludur. Bu durum, Peygamberin rolünün, bir müjdeleyici ve uyarıcı olmaktan, şahsına kulluk ve kendini takdis ettirmeye dönüştürüyor. Müsteşrikler, bundan Kur'ân'm beşer kaynaklı olduğu ve Allah tarafından olmadığı neticesini çıkarmışlardır. Çünkü, eğer Allah'tan gelseydi, bu gibi özel meselelerle ilgilenmezdi.

Bu şüpheye cevap kolay ve basittir. Şöyle ki: Kur’ân, Hz. Peygamberin ailevî meşelerini düzenliyorsa, bu onun, Müslümanların rehber ve önderi olması itibariyledir. Kur'ân, Hz. Peygambere her hitap ettiğinde veya bir talimat, emir ve nehiy yönelttiğinde, ona özel olduğunu ifade etmesi durumu dışında845, gerçekte bunu bütün Müslümanlara yöneltmiş olmaktadır. Resulullaha her hitap edildiğinde, aynı hitap diğer bütün İslâm ümmetine de yönelmiş bulunmaktadır. Hz. Peygamberin hanımlarına bir şeyi emrettiğinde vaya onları bir kötülükten sakındırdığında, aynı talimat diğer Müslüman hanımlara da verilmiş olmaktadır. Meselâ Kur'ân, Hz. Peygambere, evlatlığının boşanmış hanımıyla evlenmesini emretmişse, bu cahiliyet döneminde Araplarca bir örf olarak uygulanan evlatlık düzenini ortadan kaldıran açık bir yasa olmaktadır. Bundan anlıyoruz ki, Kur'ân'm bu gibi yasaları ihtiva etmesi, bütün ümmete bilaistisnâ şamil olması içindir. Yine, Ifk olayında mü'minlerin annesi ve muhtereme eşine iftira edilmesi üzerine âyetler inmişse, bu âyetler hem bir masumeyi itham ve iftiradan temizlemiş, hem de o ve benzeri durumlarda müfterilere uygulanacak cezanın ne olacağını ebedî bir hüküm olarak ortaya koymuş, konuyla ilgili olan zinâ suçunun cezası ve zinayla şu veya bu şekilde alakalı hususlarda da aynı sûrede detaylı bir biçimde açıklanmıştır.846

Eğer Kur'ân, Müslümanların birbirlerine ve Hz. Peygamber'e karşı gözetmelerini istediği bir takım ahlakî kaideleri ortaya koymuşsa, bundan amaç, Hz. Peygamberin şahsına kulluk ve onu takdis etmek değildir. Çünkü o, sürekli olarak kendini kul kabul etmiş847 gerek hayatında ve gerekse vefatından sonra şahsını takdis edici şeylerin kendisine yapılmasını reddetmiştir.848 Aksine Kur'ân'daki bu düzenlemenin amacı, ahlakî kaideleri toplumda yerleştirmek ve fertlerin birbirlerine karşılıklı saygı ve samimi bir sevgiyle muamele etmesini sağlamaktır. Gıybetin, tecessüsün yapılmaması, sahiplerinden izinsiz başkasına ait evlere girilmemesi... gibi aynı zamanda mutlu bir medenî toplumun da özellikleri olan güzel ahlakî kaideler Kur'ân'da bunun için yer almıştır.

Ondördüncüsü

Müsteşrikler, Kur'ân-ı Kerimin, nüzulü sırasındaki Arapların durumlarını yansıttığı noktası üzerinde çok duruyorlar. Buna göre, cahiliyet döneminin en gerçekçi bir aynasıdır. Carra de Vaux, Kur'ân'ı, çölü ve kumsalıyla Arap Yarımadasının bir aynası olarak nitelemekte, muhitten ilham aldığını belirtmekte, durum ve geleneklerini yansıttığını ifade etmektedir. Ona göre, Kur'ân, Arapların bozuk adetlerini ve batıl inançlarını değiştirmek üzere vahyedilmiş bir kitap değildir. Sözü edilen müsteşrik şöyle demektedir: "Kur'ân, bir bedevîlik görüntüsünü yansıtan müphem ve zayıf bir metindir. Fıkıh ise, kültürlü bir düşüncenin eseri olan İlmî ve ince bir tahlildir. Kur'ân, çölde çürümüş ve rengi solmuş bir müsveddeyi andırır."849

Bu noktada asıl konumuz, Kur'ân'm, sûrelerinde Arap muhitini yansıttığı iddiasına cevap vermektir. Görüyoruz ki, bu gibi şüpheler Kur'ân'm doğruluğunu ve kaynağının sıhhatini etkilememektedir. Şöyle ki: Kur'ân, coğrafî, beşerî ve iklimsel özellikleri bulunan belli bir ortamda inmiştir ve kültürel, dinî ve İçtimaî hususiyetleri bulunan bazı topluluklara hitap etmektedir. İşin tabiatı, Kur'ân'ın, sözkonusu topluluklara, kâinat ve hayat hakkında benimseyegeldikleri telakkilerine uygun bir üslupla hitap etmesini gerektiriyordu. Kur'ân'ın, kendilerinin haberdar olmadıkları şeylerle hitap etmesi; cahili bulundukları bazı fikrî ve aklî meselelerle karşılarına çıkması mümkün değildi. Zira eğer böyle yapsaydı, Araplar onu hakkıyla anlayamazdı. Dolayısıyla bazıları onunla tartışmaya giremez, bazıları onu inkâr edemez, diğer bazıları ise ona inanamazdı. Araplar Kur'ân'ı gerek şekil ve gerekse muhteva bakımından güzelce anladılar. Çünkü Kur'ân, gerçekten de durumlarını, ortamlarını, problemlerini, sevinçlerini ve tasalarını yansıtıyordu. Kur'ân'ı çok iyi anladıkları için de, onunla mücadeleye giriştiler; bazıları inat ve kibrinden dolayı düşmanlık ve mücadelede aşırı gitti, bazıları ise üzerinde düşünüp ikna olması sonucunda ona iman ettiler.

Kur'ân, Arapların şartlarını hakkıyla yansıtmaktadır. Mesela, Allah'ın vahdaniyetine delil olan misallerden Arapların kolaylıkla algılayabilecek olanlarını tercih etmiştir. Onları kâinat ve hayat konularında tefekküre çağırmış, Allah'ın kudretini göstermeleri itibariyle maddî mahlukatın yaratılışları üzerinde düşünmeye davet etmiş, geçmiş peygamberlerin kıssalarından, yolculukları sırasında harabe ülkelerinin yanından geçtikleri kavimlerinin başına gelen felaketlerden ibret almalarını istemiş, âşinâ oldukları eşyanın tabiatına münasip bir mantalite ile hitap etmiştir. Onlara, başka ortamları ve başka dünyaları tasvir etmemiştir. Eğer böyle yapsaydı, onu inkâr eder ve daha fazla ce-delleşirlerdi. Kur'ân, gerçekten de olumlu ve olumsuz yönleriyle o çevrenin bir aynası olmuştur. Meselâ, müşriklerin kendisiyle olan mücadelelerini, kendisinin de bunlara cevabını anlatmakla o günkü Arapların dinî yaşantılarını çok güzel ortaya koymuştur. Aynı şekilde, cedel, tartışma ve mübahaseye olan kudretlerine yer vererek Arapların güçlü olan aklî hayatını gözler önüne sermiştir. Kur'ân, Arapların içtimâi ve İktisadî durumlarını en güzel biçimde göstermiştir. O, zengin, aydın ve servet, makam, zekâ ve ilmiyle imtiyazlı tabakayla, zayıf, cehalet ve fakirliğiyle tanınan tabakadan söz etmekte, bize Arapların komşu milletlerle olan siyasî ve İktisadî ilişkilerini göstermekte, Mekke'de zenginlerle fakirler arasında patlak veren ve tabiatıyla fakirlerin tarafında yer alıp, faizi yasaklayarak, zekâtı farz kılıp, zenginlere fakirlerin haklarını korumalarını tavsiye etmiş ve hedeflediği adaleti sağlamıştır. j

Kur'ân'ın Arap muhiti için yaptığı bu ayinedarlık, onun ne sıhhatini, ne de kuvvetini cerhetmez ve müsteşriklerin büyük çoğunluğunun zannettikleri gibi onun İlâhî kaynaklı olduğu konusunda kuşku meydana getirmez. Aksine o, sözkonusu toplumun lehinde ve aleyhindeki her şeye tam bir aynadarlık yaparak ıslahına çalışmış, kendisi hakkındaki duygularını yansıtmış ve onları aklî seviyelerine göre Tevhid'e, siyâsî, içtimâi ve iktisâdî ıslaha davet etmiştir. O bütün bunları, güçlük ve meşakkat çıkarmayacak bir biçimde gerçekleştirmiştir. Sonuç olarak da, bu toplulukları insanca bir hayata yeniden kavuşturmuş, kökü Kur'ân'a dayanan yüce bir medeniyete ulaştırmıştır.850

II. BÖLÜM

KUR'ÂN'IN KAYNAĞIYLA İLGİLİ İDDİALAR

A. DIŞ KAYNAKLAR

·        1. Mekke Dönemindeki Kaynaklar

Bugün ele alacağımız görüşlerin en basiti, Kur'ânî doktrini teşkil eden gerekli bütün unsurları, Hz. Peygamberin doğum yeri olan Mekke'de olmasa bile, Hicaz çevresinde bulmak isteyen görüştür. Meseleye bu zaviyeden bakanlardan biri olan Fransız âlim Ernest Renan "Mahomet et Les Origines de L'Islamisme"851 adlı makalesinde VI. yüzyıl Arabistamna dair çekici bir tablo sunarak bize bu konuda tipik bir örnek verir. Müellif bu makalesinde herkesin yakından tanıdığı bu putperest kavmi, Allah'ta hiçbir surette çeşitlilik tanımayan ve Onu daima doğurmamış ve doğurulmamış tek bir varlık olarak düşünen bir kavim olarak tanıtır.852 Bu ırkın ince edebiyat zevkine ve canlı gerçek anlayışına da haklı olarak işarette bulunursa da, onun saygınlığını gideren diğer vasıflarına hiç temas etmez. Yüce hakikat hakkmdaki düşünceye hemen hiç ilgi duymayan, sefih ve kendini beğenmiş bir kavmin yerine, sadece bütün din ve medeniyetleri kendi içinde biraraya getiren değil, fakat aynı zamanda dinî konuları tartışan ve bu yüzden dinî kargaşa içinde bulunan bir cemiyet takdim eder853. Ernest Renan'ın bu görüşleri kabul edilecek olursa, Hz. Muhammed'in, zamanındaki dinî hareketi geride bırakmış değil, aksine onun peşinden gitmiş olduğu neticesine varılır.854

Aslında, o devirdeki Arap hayatının hakiki imajını Kur'ân-ı Kerimde buluruz. Zira onun karşımıza çıkardığı tablo, yukarıda çizilen tablodan tamamıyla farklıdır.

Bir kısım insanlar tamamen inkârcı idiler.855 Bir kısmı Allah'a ve ahiret gününe inanıyor, ancak insanlardan bir peygamberin olacağını kabul etmiyorlardı.856 Diğer bir kısmı ise, Allah'ın varlığını kabul edip inanıyor, ancak ahiret hayatını, öldükten sonra dirilme gerçeğini, oradaki ceza ve mükâfatı kabul etmiyordu.857

Allah'ın varlığına inananlar da çeşitli hurafelere dalarak bu inançlarını tanınmaz hale getirmişlerdi. Meselâ bunlar tektanrı inancını tamamen ortadan kaldırmışlardı. Aslında tektanrı inancı, sadece ataları Hz. İbrahim'in dininin bir kalıntısı değil, aynı zamanda bir tohum olarak her insanın ruhunda mevcuttur. Çünkü cesetlerle birleşmeden çok önce ruhlar Allah'ın birliğini ikrar etmişlerdir.858 Kur'ân-ı Kerimin tabiî bir din olarak adlandırdığı bu tektanrı inancı859 müşrik Araplar nezdinde nazarî bir görüş haline gelmişti. Çünkü sayısız küçük ilahlara yaptıkları ibadetlerle, bu tek Allah inancı zayıflamış ve pratik olarak da ortadan kalkmıştı.860 Sadece büyük bir tehlikeyle karşılaştıklarında Allah'ı hatırlıyorlar861 ve kestikleri kurbanların da ancak cüz'î bir kısmını Ona ithaf ediyorlardı.862 Karşı karşıya bulundukları güneş ve yıldızlara da birtakım güçler atfetmekten kendilerini alamıyorlardı.863 Allah ile insanlar arasına, onu yaratıcısına yaklaştırabilecek864 veya Allah katında lehinde şefaatte bulunabilecek865 bazı aracı güçler ihdas etmişlerdi. Allah'ın kızları telakki ettikleri meleklere de bundan dolayı ibadette bulunuyorlardı.866 Bazı gizli güçleri barındırdığını veya görünmeyen birkaç ilahı sembolize ettiğini kabul ettikleri putlar zamanla nazarlarında sembolize ettikleri şeyle aynileşmişti.867 Tek bir ilahın mevcudiyeti onların akıllarının alamayacağı bir şeydi artık.868

Böyle bir görüşün kendilerine garip gelmesi gayet normaldi. Çünkü ne içlerinden birinden ne de Kuzey ve Güney Arabistan'a sığınmış olan bazı Hıristiyan mezheplerinden daha önce tek tanrı inancının tebliğ edildiğini asla duymamışlardı. Şurada veya burada ilahlaştırılan şahsiyetler arasındaki ayrılığa rağmen, yine de onlar kendi bayağı politeist inançları lehine delil çıkarabilecek kadar bunlarda benzerlik buluyorlardı.869 Zira Kitab Ehli de yaratıcı Tek Allah inancını tapılan ilahlarla uzlaştırmayı başarmışlardı.870

Yine Mekkelilerin içtimâi ve ahlakî vaziyetleri de acınacak bir haldeydi. Çünkü onlar, kız çocuklarını diri diri gömüyor871 fuhuşta bulunuyor,872 nikahı haram olan kimselerle zina ediyor,873 kadınlara vermiş oldukları mihri zorla geri alıyor, onlara kerhen varis oluyor874, yetimlere zulmediyor,875 açgözlülük gösteriyor, fakirleri ihmal ediyor, zayıf kimseleri de hakîr görüyorlardı.876 Amacı israf ve gösterişten başka bir şey olmayan meşhur Arap cömertlik ve misafirperverliği (mürüvvet) dahi Kur'ân-ı Kerim tarafından bizzat kötülüğün kendisi olmasa bile, içinde kötülük bulunan yersiz bir iyilik olarak sunulur.877 Kısacası, müşrik Arap topluluğu apaçık bir dalâlet içinde bulunmakta878 ve cahi-liyye devrini yaşamakta idi879. Bununla beraber onlar, hac gibi ibadetlerinde ataları Hz. İbrâhim dininden kalma bazı kalıntıları yine de muhafaza etmişlerdir. Ancak bu kalıntılar hata ve hurafelerle karma karışık bir vaziyetteydi.880

Aralarında, Hz. İbrahim'in, dininin iyice silikleşmiş izlerini arayanlar ve putlardan nefret edenler de yok değildi. Kendilerine Hanîf adını veren bu bir avuç insan da mevcut dinî kargaşanın farkında, fakat yolları tam da net olmadığı için şaşkın durumdaydılar. Bu nedenle bunlar, Hıristiyan ve Yahudi olmadıkları halde, herbiri bu iki dinden birine meyil gösteriyordu. Bunları ve Kur'ân'a kaynak olup olamayacaklarını ileride detaylı bir biçimde ele alacağız.

İşte İslâmm gelişi sırasında Mekke'nin durumu bundan ibaretti.

·        a. Mekke'de Oturan Yahudî ve Hıristiyanlardan Alındığı İddiası

Müsteşrikler, İslâm öncesi Arabistan ve özellikle de Mekke'deki dini durum üzerinde detaylı bir biçimde durmuşlardır. Onların asıl gayesi, kendilerince Kur'ân'ın kaynaklarını bulmaktır. Ne var ki, bu uğraşları, İslâmm doğuşu konusunda bekledikleri sonucu verememiştir. Fakat, Mekke'de veya civarında Yahudi veya Hıristiyanların bulunup bulunmadığı konusunda aralarında büyük görüş ayrılıkları vardır. Ayrıca eğer böyle dinî topluluklar var idiyse, etkileyici bir çoğunlukta olup olmadıkları konusunda da fikir ayrılığına düşmüşlerdir.881

Bell ve Watt, Mekke'de öyle önemli ölçüde bir Ehl-i Kitab topluluğunun olmadığını kabul etmektedir. Ancak buna rağmen, Watt,-hiçbir delil göstermeksizin-Yahudi ve Hıristiyan fikirlerinin Arabistan toplumunda özellikle Mekke'de yaygın olduğunu iddia etmektedir.882

Richard Bell'in de içinde bulunduğu bir grup, İslâmın temel tarihî kaynağının Hıristiyanlık olduğunu ileri sürerken,883 C. C. Torrey'nin temsil ettiği grup ise, Musevîliğin İslâmm ana kaynağını oluşturduğunu ileri sürmektedir.884

Torrey'nin görüşü diğerlerine göre daha az makul olup, -hiçbir delile istinad etmeden-Mekke'de büyük bir Yahudi toplumunun bulunduğunu ileri sürmektedir. Oysa bu tez için şu çok önemli engel bulunmaktadır: Medine ve civarındaki Yahudilerin daha sonraki durumları bütün detaylarıyla bilindiği halde, daha sonraki dönemlerde, Mekke'de bulundukları iddia edilen Yahudi toplulukları hakkında hiçbir haber bulunmamakta ve tarih kitaplarında akibetlerinden hiç söz edilmemektedir. Bunların, Müslüman mı oldukları veya Medine ve Hayber'deki diğer Yahudiler gibi İslâma şiddetle karşı mı çıktıkları konusunda bir haber bize kadar ulaşmalıydı.885

Fazlurrahman, bütün bu görüşlerden farklı olarak, fakat o da ikna edici bir delil göstermeksizin, Mekke'de muhtemelen çok az sayıda birkaç Yahudi ailesinin bulunduğunu, bunların, Medine'den gelen yakınları tarafından sık sık ziyaret edildiğini akla daha yatkın bulur.886

Yine Fazlurrahman, "Diğer taraftan, Mesihlik887 fikrini (Messanic expectations) benimseyen bazı Yahudi ve hatta Hıristiyanların da Mekke'de olabilecekleri muhakkaktır" sözü de bir delile dayanmadığı için bizce gerçeği yansıtmamaktadır. Özellikle "bunların, Hz. Peygamber çıkınca derhal İslâmî kabul edip yayılmasına yardımcı ve destek oldukları"888 ifadesiyle eğer Hanifleri kast ediyorsa, bu hükmün bütün hanifler için geçerli olmadığı-biraz sonra hayatlarını ele aldığımızda da görüleceği üzere-bir gerçektir. Yazar, Mekke'de Müslümanlığı hemen kabul eden bu Yahudi ve Hıristiyanların kim olduklarını belirtmeliydi.

Şimdi de, Hz. Peygamberin bilgilerini Mekke'de oturan bazı Yahudi ve Hıristiyanlardan edindiğine ilişkin müsteşriklerin tekrar edip durdukları iddialara geçelim:

Mekke'de Yahudilerin bulunduğuna ilişkin hiçbir delilin gösterilememesi, aksine bulunmadıklarına ilişkin işaretlerin var olması, bu dinî grubu burada sözkonusu etmemize ihtiyaç bırakmıyor. Hıristiyanlara gelince, Mekke'de bunların varlığından söz edilebilir. Fakat bunlar, yerli olmayıp, kölelik, ticaret, demircilik sanatı gibi vesilelerle gelmiş birtakım yabancı ve büyük bir kısmı maceracı kimseler olduğu anlaşılıyor.

Nitekim, Nahl Sûresi 103.889 ve Furkan Sûresi 4. âyetinin tefsiri münasebetiyle müfessirlerin verdikleri bilgiler, bu görüşü destekliyor.

Nahl Sûresi, 103. âyet şu mealdedir: "Şüphesiz Biz onların: 'Kur’ân'ı ona ancak bir insan öğretiyor' dediklerini biliyoruz. Kendisine nisbet ettikleri şahsın dili yabancıdır. Halbuki bu (Kur’ân) apaçık bir Arapça'dır."

Müfessirler bu âyette işaret edilen şahsın kim olduğu konusunda çok değişik görüşler ileri sürmüşlerdir. Ancak hepsi de, Hıristiyanlık dinine mensup bir Rum köle olduğu noktasında ittifak ediyorlar. Bu da müşriklerin, iddialarında samimi ve kararlı olmadıkları, herbirinin bir başka kişiyi veya her defasında başka kişileri ileri sürdüklerini gösterir. Kur’ân, gerek müşriklerin bu iddialarının ve gerekse müsteşriklerin Kur’ân'ı Mekke'deki yabancı Hıristiyanlara nisbet eden iddialarını birleştirip ortak niteliğini yakalayarak hepsine birden cevap veriyor ve Kur’ân'ın edib ve şairleri hayran ve hayrette bırakan belîğ bir Arapça olmasına karşılık, ileri sürülen şahsın ise, bu dille meramını bile ifade eimokten aciz ve adeta dilsiz bir yabancı olduğunu belirtiyor.

Kur'ân, müşriklerin, bu konuda bir kararda durmadıklarını ve bu sefer de bir kişiyi değil de bir grubu merci gösterdiklerini belirtiyor:

"İnkâr edenler: zBu (Kur'ân), olsa olsa onun (Muhammed'in) uydurduğu bir yalandır. Başka bir zümre de bu konuda kendisine yardım etmiştir' dediler. Böylece onlar hiç şüphesiz haksızlığa ve iftiraya başvurmuşlardır."890

Âyette işaret edilen zümre de, Nahl Sûresi 103. âyetinde ileri sürülen tek tek şahısların tamamıdır. Belli ki Kur'ân başlangıçta bu ithama cevap vermeyi önemsememiş, ne zaman ki kâfirler bu nokta üzerinde ısrar etmişler, Kur’ân da Furkan Sûresinden sonra inen Nahl Suresindeki âyetle onu çürütmüş ve asılsızlığını ortaya koymuştur.

Bazı müsteşrikler tarafından da-tıpkı Mekke müşrikleri gibi-Mekke'-nin kenar mahallerinde ikamet edip Arap satıcılığı ve hamallıkla geçimlerini temin eden Romalı veya Habeşistanlı, maceracı bazı kimselerin varlığına işaret edilmekte891 ve Incil'in cahil kimselere meyhanede duyurulmuş olduğuna dikkat çekilmektedir.892 "Acaba Hz. Muhammed ilk defa burada mı dini fikirlerle karşı karşıya gelmiştir?" diyerek ve hiçbir belge göstermeden muhataplarını tereddüde düşürmek istemektedirler. Halbuki şu gerekçelerden dolayı böyle bir iddiayı kabul etmemiz kesinlikle mümkün görülmemektedir. Şöyle ki:

Önce müstakbel Peygamberin bi'setten önceki meşgaleleri iyice bilinmektedir. Güvenilir tarihî kaynaklar onu bize tek başına çobanlık yapan; ticaret amacıyla kafileyle birlikte sefere çıkan; ve cemiyet içinde kabile şefleriyle birarada bulunan bir insan olarak gösterir.893 Ne ahlakı, ne yaradılışı ve ne de meşgaleleri itibariyle onu daha önce adı geçen çevrelerde tasavvur etmek mümkün değildir.

Sonra böyle bir münasebet, bu kimselerin sadece dinlerini iyi tanımamaları değil, fakat aynı zamanda bilhassa Kur'ân-ı Kerimin de açıkça ifade ettiği gibi894 yabancı dillerinin de Hz. Peygamber için bir engel teşkil etmesi sebebiyle, faydasızdır.895 Kur'ân'ı öğrettiği iddia edilen kişi, Arapçayı güzel konuşamıyor. Günlükle ufak tefek ihtiyaçlarını karşılamaya yarayacak kadarından fazla Arapça bilmez. Bu nedenle, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) için, onunla meseleleri tartışmak, bilgi alışverişinde bulunmak imkansızdı.896

Nihâyet ortada istifade edilebilecek bir kaynak bulunsaydı, muarızlarının Hz. Peygamberin arzusunu kırmak için İlmî silahlar aramak üzere Medine'ye gidecekleri yerde, diledikleri bütün malumatı o kaynaktan elde etmeleri daha tabiî ve daha kolay olmaz mıydı?897

Eğer, Kur'ân-ı Kerimin bu-ithama cevabı doğru olmasaydı, kâfirler susmazlar, onu çürütmeye çalışırlardı. O zaman Kur'ân, vahyin adeti üzere bu çürütme çabalarını kaydedecek ve mukabil cevapta bulunacaktı. Gerek müşriklerin ve gerekse diğer İslâm düşmanlarının Hz. Peygamberi hedef alarak ortaya attıkları hiçbir şey yoktur ki, Kur'ân onları kaydetmesin. Bunun tek bir istisnası bile yoktur.

Yine görüldüğü gibi müşrikler, Hz. Peygambere Kur'ân'm hangi yerinin öğretildiği konusunda bir tahditte bulunmuyorlar. Tam aksine, yeni din ve peygamberi hakkında kafaları karıştırmayı amaçlayan genel ve yuvarlak bir söz sarfediyorlar. Elinde bir delil bulunan kimse, böyle belirsiz ve mübhem bir ithamla yetinmez. Bilakis hücum ettiği noktayı açıkça belirtir. Bu konuda şahitler getirir. Gerçeğin anlaşılmasına yardımcı olacak zaman, mekan ve ortamların adlarını verir. Oysa görüyoruz ki, kâfirlerin sözlerinde bu noktalardan hiçbiri yoktur.

Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Kur'ân'ı kendilerinden öğrendiği iddia edilen kimseler ya Müslüman olmuşlar veya olmamışlar. Müslüman olmuşlarsa, Müslüman oluşları bu ithamın yalan olduğuna delildir. Çünkü, üstadın, öğrettiği meselede talebesine talebe olması ve ma'kul veya gayr-ı makul hiçbir gerekçe yokken gerçeği gizlemesi aklen mümkün değildir. O sıralarda henüz Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hiç kimseyi ne korkutacak, ne de ümitlendirecek hiçbir maddi güce sahip değildi. Hz. Muhammed'e Kur’ân'ı öğrettiği ileri sürülen kimseler Müslüman değillerse, dinini kendilerinden öğrenip de sonra dönerek peygamber olduğunu iddia eden ve üztadlarının dinini yanlış olmakla itham eden Hz. Muhammed'i neden ele güne rezil etmediler? Bütün bu varsayımlar, iddia edilen bu talim ve teallüm için diyalogu sağlayacak yeterli lisan bilgisinin bulunması şartıyla sözkonusu olabilir. Böyle bir faraziyenin imkânsız olduğuna ise bizzat Kur'ân parmak basıyor.

Her ne olursa olsun, eğer böyle bir itham doğru olsaydı, (daha önce Müslümanlığı kabul etmişken, Habeşistan'da Hıristiyan olan) Ubeydul-lah b. Cahş898 ve muhacir Müslümanlara karşı Necaşi'yi kışkırtmak için huzuruna giden Kureyş elçileri899 orada da bu ithamı tekrar ederlerdi. Veya Hirakl, kendilerine Hz. Muhammed'i ve niteliklerini sorduğunda Ebu Süfyan ve beraberindekiler900 böyle bir ithamı dile getirirlerdi. Oysa bu iki yer de, Hz. Muhammed ve dini aleyhinde propaganda için altın birer fırsattı. Üstelik Kureyşliler, İslâmm çağrısına karşı zihinleri bulandırmak amacıyla söylediklerinde yalancı ve uydurmacı olduklarını kendileri de biliyordu.

Öte yandan, eğer karalamalarında samimi olsalardı, daha sonra neden Hz. Muhammed'e iman ettiler ve dininin düşmanlarına karşı savaştılar? Nitekim, ondan sonra eski hatıraları yad etmek şeklinde de olsa bir tanesinin çıkıp sözkonusu eski ithamı tekrar ettiğini asla duymadık.901

Hepsinden önemlisi Kur'ân'm ihtiva ettiği ilim ve hikmetin öyle şunun bunun öğretmesiyle öteden beriden iktibas yoluyla vücuda gelemeyeceği açıktır.902

Furkan Sûresi 5. âyetin ifade ettiği ithama gelince, Kur'ân, üzerinde fazla durmuyor. Sadece vahyin Allah katından geldiğini vurgulayarak bunu zulüm ve iftira diye nitelemekle yetiniyor.

·        b. Rahip Bahîra'dan Alındığı İddiası

Müsteşriklerin, İslâm Peygamberini itham ettikleri diğer bir nokta da, Bahîra'dan bazı şeyleri öğrendiğidir. Hatta bazıları daha da ileri giderek Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Şam'a yaptığı bir yolculuğunda sözkonusu rahibin yanında kaldığını da yalan yere iddia etmekte903, hatta Kur'ân'ın bizzat Bahîra tarafından yazıldığını ileri sürüyorlar904. Bu da, müsteşriklerin İslâmî konu alırken ne gibi noktaları bile istismar konusu yapabileceklerini gösteriyor. Şüphesiz siyer yazarları ve İslâm tarihçileri olmasaydı, sözkonusu rahibin tarihte iz ve eserine bile rast-lanamazdı. Bu nedenle önce bu rivâyetin İslâm tarihçileri tarafından üzerinde ittifak edilen noktalarına yer verelim ve hakkında gerekli değerlendirmeyi yapalım:

Bahîra denilen şahıs, tıpkı aynı yolu tutan diğer arkadaşları gibi, Arap Yarımadasının sınırında bulunan kilisesine çekilip kendini ibadete vermiş bir rahiptir. Kilisesi, Kureyş ticaretinin Şam yolu üzerine düşer. Çok kere ticarî kervanlar yolun yorgunluğunu atmak ve biraz dinlenmek için onun kilisesine sığınırlar. O da onları misafir eder ve onlara soğuk su ikram ederdi. Hz. Peygamber on iki veya dokuz905 yaşındayken, amcası Ebu Talib ile bir ticaret kervanıyla birlikte Şam'a gitmek istedi. Buna hazırlanınca Hz. Muhammed  [salla’llâhü aleyhi ve sellem]de kendisiyle gitmek için ısrar etti. Ebu Talib ona acıdı ve çocuk yaşta olduğu halde onu da beraberinde götürdü. Kervan, Şam bölgesinde bulunan Busra'ya vardı. Orada Bahîra adında bir rahip vardı. Bu zat ileri gelen Hıristiyan din bilginlerinden olup bir manastırda yaşıyordu. Kureyş kafilesi kendisine misafir olunca, onlara bol miktarda yemek yaptı. Kervanı yemeğe çağırdı. Yaşı küçük olduğu için amcası tarafından kafilenin yüklerini beklemek üzere bırakılan Hz. Muhammed  [salla’llâhü aleyhi ve sellem]dışında hepsi geldi. Bahîra, onun da gelmesi konusunda ısrar etti. Çünkü onda peygamberlik belirtileri görmüştü. Yemek yendikten sonra Bahîra Hz. Muhammed'e, durumu, uykusu ve birtakım işleriyle ilgili bazı sorular sordu. Hz. Muhammed  [salla’llâhü aleyhi ve sellem]de sorduklarına cevap verdi. Bunun üzerine Bahîra gelecekte bu çocuğun çok önemli bir şahsiyet olacağını kesin olarak anladı ve amcasına Yahudi-lerin tuzaklarina karşı dikkatli olması konusunda uyardı ve Şam'daki ticaretini bitirir bitirmez Mekke'ye geri götürmesini tenbihledi.906

İşte tarihçilerin bütün söyledikleri bundan ibaret. Fakat gel gör ki, müsteşrikler bu rivâyetleri dallandırıp çok değişik yönlere çektiler. Meselâ, bundan çıkardıkları iddialardan bir tanesi şöyledir. Hz. Muhammed  [salla’llâhü aleyhi ve sellem]gençliğinde ticarî yolculuklarında bu rahibe gidip gelirdi. Ondan birçok bilgileri ve dinî malumatları edindi. Kur'ân'ı-haşa-telif ederken sözkonusu rahip onun kaynaklarından biri oldu..." Bu görüşün esassızlığı birçok yönden göze çarpmaktadır.

Evvelâ: Hz. Peygamber bir defadan başka Bahîra'yı görmemiştir. O defada da, kendisi çocuk yaşta olup görüşme çok kısa sürmüştür. Bu küçük yaşta bu kadar kısa bir görüşme sırasında ondan önemli sayılabilecek bir bilgi ve kültür edinmesi, Kur’ân'm kâinatı kuşatan, dünya ve ahiretin en ince ayrıntılarını ihtiva eden hakikatlerini alması düşünülemez.

Hz. Peygamberin daha sonra gençliğinde bir defadan fazla ticaret için sefere çıkmadığı sabittir. Bu da Hz. Hatice kendisini, malını satmakla görevlendirdiği zaman gerçekleşmiştir. Bütün rivâyetler bu sefer esnasında Bahîra ile karşılaşmadığında ittifak ediyorlar.907 Ne tarihçiler, ne de siyerciler Hz. Peygamberin o ilk karşılaşmadan sonra bir daha Bahîra'nm yanına gittiğine ilişkin en ufak bir işarette bulunmuyorlar. Çünkü ilk görüşmeden sonra geçen zaman zarfında Bahîra ölmüştü. Zaten bu ilk karşılaşma sırasında yaşı bir hayli geçkindi. On iki yaşlarında bir çocukken Hz. Muhammed  [salla’llâhü aleyhi ve sellem]bu rahipten nasıl etkilenmiş olabilirdi? Haydi muhal farz olarak Hz. Muhammed'in ikinci bir defa da görüştüğünü varsayalım sözkonusu rahibin yanına birkaç saatlığma uğramakla Kur’ân'da yer alan bunca bilgi, kültür, kıssa, ahkâm, öğüt, emir ve nehyi almak nasıl mümkün olabilir? Bu karşılaşma uzun olmuş ve bilgi alışverişi gerçekleşmiş olsaydı, bu yolculuklar sırasında Hz. Peygambere arkadaşlık eden Kureyş'li tüccarlar onun sözkonusu rahibe uğramasını, yanında günlerce kalmasını ve bilgi pınarından kana kana içmesini nasıl görmediler? Okuma yazma bilmez ümmî bir zat olup bu bilgi ve kültürü kaydederek daha sonra kitabını (!) yazarken yararlanması mümkün değilken Hz. Peygamber için böyle bir istifade nasıl iddia edilebilir?

Hz. Peygamberin hayatım konu alan siyer kitapları bütün açıklığıyla ortadadır. Kureyş'in bu karşılaşma konusundaki tutumu da bellidir. Eğer rivâyet temelde doğruysa, Kureyş'ten bazıları çocuk yaştaki Hz. Muhammed'in Bahira ile karşılaşmasında hazır bulunmuştur. Buna rağmen Kureyş Hz. Muhammed'e böyle bir ithamı yöneltemiyorlar. Nasıl oluyor da, Avrupalı müsteşrikler on dört asır sonra gelip hayal ve kurgularla böyle bir ithamda bulunabiliyorlar? W. Irving, Bahîra'nm küçük Muhammed'e gösterdiği önemin sebebini, onu Hıristiyanlaştırmak ve kavminin yanına döndüğünde de aynı görevi onlar arasında üstlenmesi arzusuyla açıklıyor.908 Acaba manastırın yakınında konaklandığı rivâ-yetler tarafından belirtilen Arap kafilesinin arasında, Hz. Muhammed  [salla’llâhü aleyhi ve sellem] dışında Bahîra'mn, sözkonusu davetini yöneltebileceği başka adamlar yok muydu ki, on iki yaşında bir çocuğu tercih etti? Bunda ya Bahî-ra'nm, ya Irving'in veya her ikisinin bir hikmetsiz davranışı sözkonusu-dur. Carlayl, bu yaştaki bir çocuğun yabancı bir dili konuşan bir rahipten önemli bir şey öğrendiği iddiasını mantıksız buluyor ve hayretle karşılıyor.909

Sözkonusu Bahîra hikayesinden şüphe eden bazı müsteşrikler de vardır. Edmond Power bunlardan biridir.910 Yazar, bir makalesinde şu sonuca varır: "O zamandan beri bulunmuş, neşredilmiş ve incelenmiş olan Arapça kaynaklar, Suriyeli Rahibe atfedilen rolün hayal mahsulünden başka bir şey olmadığını göstermiştir."911

Bu olay ister bir efsane olarak kabul edilsin, ister gerçek kabul edilsin, Bahîra'mn, Kur'ân'ın kaynağı olduğu görüşüne hiçbir suretle dayanak teşkil edemez.

Bunların yanısıra, siyer kitapları, Bahîra ile Hz. Muhammed  [salla’llâhü aleyhi ve sellem] arasında herhangi bir öğretim ve öğrenimden söz etmiyor. Sonra haydi (hangi dille olduğunu da bilemiyoruz) Bahîra'mn Hz. Muhammed'e Hıristiyanlıktan bazı şeyleri telkin ettiğini varsayalım. Peki, Hz. Muhammed'in, kendisinin dininin en önemli noktalarını yanlış sayan yeni bir din getirdiği gün Bahîra neredeydi? Veya bu yeni peygamberin küçüklüğünde Bahîra'dan ders aldığım bizzat Bahîra'dan veya herhangi birinden duyan veya gören hiç kimse var mıdır? Neden Bahîra veya bir başkası ortaya çıkıp da, bu peygamberin-haşa-sahtekârlığım ortaya çıkarmadı ve Allah'tan geldiğini ileri sürdüğü şeylerin gerçek kaynağını açıklamadı. Acaba böyle bir şey olsaydı, Bizans devleti veya Arap Yarımadasının civarındaki devletçikler, Hz. Muhammed'in iddiaları karşısında susarlar mıydı? Hele hele çevre devletlerin krallarına gönderip kendilerini İslâma davet ettiği mektupları yerlerine ulaşınca bu iddiayı belgelendirip kendisine karşı mücadele etmekten geri kalırlar mıydı? Öte yandan, Hz. Muhammed'in kendi hemşehrilerinden .azılı hasımları, aleyhinde en ufak bir şüpheyi habbeyi kubbe edecek derecede büyütmekten çekinmedikleri halde neden bu nokta üzerinde hiç durmadılar? Oysa Bahîra ile gerçekleştirdiği iddia edilen bu öğrenimi isbatlamaları onun davasını temelden çürütmek için yeterli olacak ve bu uğurda bunca can, mal ve emek sarfına ihtiyaç bırakmayacaktı. Böyle bir öğretim ve öğrenim sözkonusuysa böyle bir fırsatı kaçırmaları, hatta bir kelimeyle olsun temas etmemeleri gerçekten garip değil midir?912

Bütün bu hususlarda tarihin sükut etmesi, onların olmadığına yeterli delildir. Zira herkesin gözleyip durduğu böyle bir konuda, bu hususlar, öyle gözden kaçan olaylardan değildir.

Hz. Peygamber Bahîra ile karşılaşırken, yalnız başına değildi. Her iki seferde de yanında şahitler vardı. Zaten karşılaştığına dair bilginin kaynağı da o şahitlerdir. Meselâ, Bahîra ile ilk karşılaşmasında yanında amcası Ebu Talip bulunuyordu. Peki, Ebu Talip Bahîra'dan ne işitmiş? Durumu bize tarih bildiriyor mu? Birçok şeyi söyleyen bu tarih, kısa bir anda Kur'ân'daki bütün bilgileri, alemin başlangıcı ile sonu arasındaki çok çeşitli olayları öğrenme harikasından niye bahsetmiyor acaba?

Kaldı ki tarih suskun da değildir; bilakis mezkur şahsın durumuyla ilgili bilgi vermektedir. Diyor ki: Şam'h Rahip bu çocuğu görür görmez, eski semâvî kitapların bildirdiği vasıflara dayanarak onda, son nübüvvetin alametlerini farketmiş ve amcasına şöyle demekten kendini alamamıştı: "Bu çocuk ileride büyük bir adam olacak!"

Tarihe inanan ve tarihe saygısı olan bir kimse için bu olay, Hz. Mu-hammed'in hakkaniyetine delil teşkil ediyor. Tarihe kendi fikrini katmaktan utanmayan kimse, "Muhammed, karşılaştıktan ayrı olarak, bir de ondan İlmî meseleler tahsil etti" diyecekse, varsın dilediğini söylesin ve bilsin ki yapılan bu küçük ilave ile, karşımıza çelişkili bir tarih, başı sonunu, sonu başını yalanlayan bir tarih çıkaracaktır. Zira öyle bir zat düşünün ki, bir şahısta nübüvvet alametlerini görsün, zuhurundan çok önce nübüvvetini müjdelesin, sonra da bu nübüvvetin sahibine karşı muallim ve mürşid kesilsin.913

Eğer Bahîra, İslâm mu'cizesinin feyiz menbaı olsaydı, bu büyük iş için nübüvvet ve risalete daha layık ve uygun olan kimse kendisi olurdu. Halbuki durum böyle cereyan etmemiştir.

Bu itiraz normal örf ve adet kurallarına da ters düşmektedir. Yeryüzünde şöyle bir insan düşünebilir misiniz ki, bu adam eğitim ve kültürünü tamamlıyor, sonra bu ilim ve kültürde bütün alemin üstadı olabilecek en ulvî bir dereceye yükseliyor, hatta bu mertebeye hayatında iki defa tesadüf ettiği bir rahipten kazandığı marifetle ulaşıyor. Okuma yazma bilmeyen bu adam, her iki seyahatte de ticaretle meşguldür. Birinci defasında küçük bir çocuk olarak amcasına tabi, İkincisinde ise sırtında ağır bir emanet yükü taşımakta, onu dikkat ve itina ile mal sahibine ulaştırmak durumundadır. Şimdi sormak gerekir: Hangi insaf sahibi bu akıl almazlığa düşebilir?

Rahip Bahîra'nm mensup bulunduğu dinin tabiatı da, Kur'ân'm bir doğruluk ve hidâyet menbaı olduğu gerçeğiyle çelişir. Çünkü bu zatın bağlı bulunduğu Hıristiyanlık, tağyir ve tahrife maruz kalmış bir dindir. Diğer yönden, ileride detaylı bir biçimde arzedeceğimiz üzere Kur'-ân-ı Kerim, Kitap Ehlinin dinlerindeki pek çok hatalı hususlarında düzeltmeler ve tashihler yapmış; inançlarındaki sapıklık ve dalaleti düzeltmiştir.914

İsmail Fennî merhum, müsteşrik Hirschfeld'in, bu hikayeden Hz. Mu-hammed'in, Bahîra'dan bir şey öğrendiği sonucunun çıkarılamayacağını, ancak rahip Nastura915 ile Suriye'de bir mecliste görüştüğünün gerçek bir vakıa olduğunu, Hıristiyan Mukaddes Kitabı hakkmdaki malumatının bir kısmını ondan aldığını ileri sürdüğünü ve bu konuda şu gerekçeleri gösterdiğini söylüyor: (Hz. Muhammed) "Eutyches"916 mezhebini kayıtsız ve şartsız olarak reddettiği halde 'Nastûri Mezhebi'ne o kadar hasım değildi. Bu mezhebin fikirlerini, vicdanının müsaade ettiği derecede, İslâmiyete soktu." Hirschfeld ayrıca, "Nastura'nm, Hz. Peygamberin arkasında nübüvvet alameti olan mührü görüp öptüğüne dair olan rivâyetin Haggai'deki917 'Ben seni bir mühür yapacağım, çünkü ben seni intihap ettim' sözünden çıkarılmış olduğunu" söylüyor.918

Biz, Hirschfeld'in hiçbir tarihi belge gösteremeyerek ileri sürdüğü bu iddiası için, Bahîra hikayesine verdiğimiz cevabın birçok noktasının aynen geçerli olduğunu söylüyor ve İsmail Fennî merhumun şu değerlendirmesini yeterli buluyoruz:

"...Oysa, Nastura'nm Hz. Peygamberde gördüğü alametlerden kendisinin hatem-i enbiya (son peygamber) olduğunu tasdik ettiğini Hz. Hatice'nin, onunla birlikte bulunan kölesi Meysere rivâyet etti. Peygamber Efendimizin arkasında, yarım elma kadar bir et beni vardı. Bunun, Mukaddes kitapta geleceği haber verilen, son peygambere mahsus alametlerden olduğu Yahudi ve Hıristiyanlardan İslâm dinini kabul eden müteaddit kimseler tarafından tasdik edilip öpüldüğü malumdur. Resûl-i Ekrem'in Nastura'dan malumat almış olduğunun asıl ve esası yoktur. Çünkü o, Hz. İsâ'da İlâhî tabiat ile beşerî tabiatın birlikte mevcut olduğunu, lâkin bunların birleşmediklerini iddia ederdi ve Hz. Meryem'e Allah'ın anası ünvamnm verilmesine müsaade etmezdi. Hasılı, Nastura'ya göre Hz. İsa'da bir uluhiyyet sıfatı ve bir de kulluk sıfatı olduğunu kabul ettiği anlaşılıyor. Halbuki Kur’ân-ı Kerimde, Hz. İsa'nın Allah'ın kulu ve resûlü olduğu ve Allah'a kul olmaktan asla çekinmeyeceği beyan buyurulmuştur."919

·        c. Yaptığı Seyahatlerde Ehl-i Kitaptan Alındığı İddiası

Hz. Muhammed, peygamberlikten önce, gerek yakın gerekse uzak bazı seyahatlerde bulunmuştur. Bunlar, (1) çocukluğunda sütanneye verilmesi esnasında Havazin oymağından Benî Sa'd kabilesinde 5 yıl kadar bulunması920 ve bu kabile göçebe olması itibariyle zaman zaman yer değiştirmesi, bu vesileyle de bir defa büyük Ukaz panayırında görülmesi;921 (2) Medine'ye annesi ile birlikte babasının mezarını ziyaret maksadıyla gitmesi ve burada birkaç ay bulunması922; (3) annesinin vefatından sonra dedesinin himayesinde bulunurken bir göz rahatsızlığı nedeniyle Taif'te bulunan bir hekime gösterilmek amacıyla buraya götürülmesi;923 (4, 5) Suriye'ye yaptığı ve birincisi 9 veya 12 yaşlarında, diğeri ise 25 yaşlarında iken iki seyahat;924 (6) Yemen'de bulunan Hubaşa'da bir veya iki defa görüldüğüne işaretlerin bulunması;925 (7) yine Doğu Arabistan'a seyahatlerinin bulunduğunu gösteren bazı belgelerin tesbit edilmesi.926

Hz. Muhammed'in ziyaret ettiği bu yerler, dinî ve fikrî açıdan daha zengin muhitlerdi. Acaba bu muhitlerin, İslâmî doktrinin teşekkülüne katkısı bulunabilmiş midir? Böyle olumlu bir etki sözkonusu olmuş olabilir mi? Burada şunu da belirtelim ki, bu değerlendirmemiz, bu seyahatler esnasında Hz. Muhammed'in çeşitli dinî çevrelerle, özellikle Hıristiyan çevrelerle temas ve etkilenişini ileri sürenlerin iddialarını gözönünde bulundurmaktadır. Bazı müsteşrikler ise, böyle çevrelerle temasını temelden kabul etmemektedir.927 Bu nokta bile onların kendi aralarında ne kadar çelişki ve tutarsızlıklar içinde bulunduğunu göstermeye yeter.

Biz, Hz. Peygamberin ancak hicretten sonra temasa geçeceği Medine ve Hayber'de yerleşmiş bulunan Yahudi kabilelerinden burada bahsetmeyeceğiz. Müsteşrikler, Hz. Muhammed'in, az önce işaret ettiğimiz seyahatleri esnasında çok zeki bir gözlemci ve seyyah rolünde olduğu ve girdiği bu kültürel açıdan zengin muhitlerden çok şeyler aldığı kana-atindedirler. Meselâ, Goldziher'in ve diğer bazı müsteşriklerin düşündükleri gibi, zeki gözlemci, yaradılışı icabı ahlakî değerlere önem veren Arap yolcu, bu cemiyetlerde, hoşlanmadığı hemşehrilerinkinden daha kibar adetlerle ve daha sağlam fikirlerle karşılaşarak, onların tesirinde kalmış olamaz mı? Macar müellif, Hz. Muhammed'in kendi kavminin yaşayış tarzını örf ve adetlerini, adıgeçen seyahatleri sırasında edindiği canlı intibalarla karşılaştırmış olmasının, ileride yapacağı ıslahat hususunda onu harekete geçirmiş olabileceğini ileri sürmüştür.928

Böyle bir yaklaşım Kur'ân'm kaynağını tesbit açısından bize ne ölçüde yardımcı olacaktır? Ama herşeyden önce şu soruyu sormak gerekir: Gerçekten de Hz. Muhammed  [salla’llâhü aleyhi ve sellem] bu Hıristiyan topraklarına ayak basmış mıdır? Hıristiyan ibadetlerin haricî hususiyetlerine dair Kur'ân-ı Kerimde herhangi bir işaret bulunmadığından, bazı müellifler bu konuda hayli mütereddittirler. Halbuki Kur'ân-ı Kerim, Doğu Hıristiyanlığının ruhî derinliğinden daha geniş bir şekilde bahseder: Bu ise sözkonusu ülkeleri ziyaret etmiş olan aynı devir Arap şairlerinin anlayışlarıyla bariz bir çelişki arzeder.929 Diğer bazı müellifler ise bu konuda oldukça kesin kanaate sahiptirler: Onlar, kervanlarla yapmış olduğu seyahatlerin müstakbel Peygamberi, Tihame'deki Hubaşa, Yemen'deki Guraş panayırlarının ötesine götürmediğini kesin bir şekilde ifade etmektedirler.930

Ancak bir an için onun, o zamanki Hıristiyanlıkla temas halinde bulunmuş olduğunu kabul edelim; acaba o, bu temastan memnun mu kalırdı? Önce bu konuda Hıristiyan müelliflerin şu görüşlerine bir göz atalım. G. Sale görüşlerini şöyle ifade etmektedir: Eğer kilise tarihini dikkatle okuyacak olursak, ruhban sınıfının arzuları, parçalanmalar, derin bölünmelere yol açan sürekli çekişmeler yüzünden daha üçüncü asırdan itibaren Hıristiyan dünyasının bozulmuş olduğunu görürüz. Hıristiyanlar nefsânî arzularını tatmin etme ve her türlü kötülük, kindarlık ve adiliklere başvurma yolunda sanki birbirleriyle yarış ediyorlardı. Böylece Hıristiyanlığı anlama hususundaki devamlı tartışmalarından dolayı onu bu dünyadan adeta söküp atmışlar. İşte bu karanlık devirlerde birçok hurafe ve fesat zuhur etmekle kalmamış, aynı zamanda iyice kökleşmiştir. İznik konsülünden sonra Aryüsçüler, Sebelliyenler, Nastûri-ler ve Ötükiyenler (Eutichiens)... arasında çıkan çatışmalar dolayısıyla, Doğu Kilisesi parçalanmıştır. Ruhban sınıfı, ordunun subaylarına birtakım imtiyazlar tanımak istemiş, bu bahaneyle adalet alenen satılmış ve her türlü ahlaksızlık teşvik edilmiştir. Batı Kilisesinde de durum hiç iyi değildi; Damase ve Ursicien, Roma piskoposluğunu elde etmek için birbirleriyle kıyasıya mücadeleye girişmiş, gayelerine varmak amacıyla, her türlü şiddet hareketlerine başvurmaktan ve hatta cana bile kıymaktan çekinmemişlerdir. Bu bölünmeler, imparatorların, özellikle Konstans'm hatası neticesinde giderek artmıştır. Jüstinyen zamanında durum daha da kötüleşmiştir. Jüstinyen kendisinden farklı düşünen birini idama mahkum etmenin bir cinâyet olamayacağı inanandaydı. Yöneticiler arasında olduğu kadar ruhban sınıf arasında da ahlak ve akidenin bozulması, zarurî olarak bütün halkın da ahlakının bozulmasına yol açmıştı. Her smftan bütün insanların başlıca işi, hangi yoldan olursa olsun, para kazanmak ve bu parayı lüks ve kötü yollarda harcamaktan ibaret idi."931

"Ancient Critianity"932 adlı eserinde Taylor şu itiraflarda bulunmuştur: "Hz. Muhammed  [salla’llâhü aleyhi ve sellem] ve Halifelerinin her tarafta karşılaştıkları tek şey: Öyle iğrenç hurafeler, öyle basit ve utanç verici putperestlik, öyle küstah kilise akaidi ve öyle bozuk ve çocuksu ibadet şekilleriydi ki, Arap dâhileri, dünyayı içinde bulunduğu bu rezaletten kurtarmak için, kendilerini yeniden vahye mazhar olmuş Allah elçileri olarak hissetmişlerdir.933 Tarihçi bir rahip, Hz. Peygamber zamanında Persler tarafından Filistin halkına yapılan mezalimi hatırlatarak, bu Zerdüşt zulmünü, yeryüzündeki kötülükleri sebebiyle Hıristiyanların üzerine Allah'ın musallat ettiğini söylemekte herhangi bir tereddüt göstermemiştir. Aynı devirden bahseden ve ilk Hıristiyanlarla sonraki Hıristiyanlar arasında mukayeseli bir tablo çizerek aralarındaki tezadı belirten Mosheim de, sonuç olarak şu görüşe varmıştır: VII. asırda gerçek din, manası olmayan birtakım hurafeler yığını altında kalmış ve başını kaldırmaktan aciz duruma düşmüştür.934

Yukarıda nakledilen pasajlar sanki Maide Sûresinin son derece veciz olan 14. âyetini tefsir etmek935 için yazılmıştır. Filhakika bu âyet gerçek Hıristiyanlıkla zamanın Hıristiyanları arasındaki ayrılığa işaret etmekte ve bu ayrılıktan neşet eden bölünmenin de kıyamete kadar devam edeceğini bildirmektedir.

Acaba Hıristiyan dinine sonradan girmiş Araplar diğer Hıristiyanlar-dan daha iyi davranışa mı sahiptiler? Gâyet tabii ki hayır! Suriye'deki Arap kabileleri Hıristiyan olmalarına rağmen hâlâ putperestliğin kalıntılarını muhafaza ediyorladı.936 Hz. Ali (V. 41), Tağlibîler hakkında, onların Hıristiyanlıktan Arap içme alışkanlığımdan başka hiçbir şey almadıklarını söylemiştir.937 Huart ise, bu konuda şu netice-ye varmıştır: Suriye'de Hıristiyan dininin tatbikatını görmüş olmasının, genç ıslahatçının düşüncesi üzerinde kuvvetli bir tesir icra etmiş olduğu görüşü ne kadar câzip olursa olsun, bu konudaki tarihî kaynakların kesin olmaması sebebiyle terkedilmeye mahkum olmuştur:938

Demek ki, gözlemcimizin karşısında sergilenen böylesine canlı bir manzaradır. O, yöneldiği her yerde ıslah edilmesi ve doğru yola iletilmesi gereken birçok sapıklıklarla karşılaşmıştır. O halde o, eserine. (!) asıl teşkil edebilecek ahlakî ve dinî bir modeli hiçbir yerde görmemiştir. Üstelik, o zamana kadar karşılaşmış olduğu fikirlerin tesirinde kalmak şöyle dursun o, bunları yıkmak için karşılarına dikilecektir.939

Hz. Muhammed'in bu seyahatleri esnasında Hıristiyan fikirlerinden etkilendiği iddiasında bulunan müsteşrikler, adetleri üzere güvenilir, hatta güvenilmez rivâyetlerde yer alan belli bir şey de gösteremiyorlar. Aksine, yuvarlak ve mutlak sözlerle meseleyi geçiştiriyorlar. Bu iddialarda bulunurken gerçekleri gözden kaçırıyorlar: Bu yolculuklarda Hz. Muhammed  [salla’llâhü aleyhi ve sellem] yalnız başına değildi. Yanında Mekke'li hemşehrileri bulunmaktaydı. O zaman neden böyle bir şeyden hiç söz etmediler? Daha sonra kendilerine yönelttikleri tek itham, Mekke'de oturan ve Arapçayı çok sınırlı bir biçimde konuşabilen yabancı bir köleden öğrendiği iddiası olmuştur. Bütün bu durumlar karşısında, bazı yolculukları boyunca yanından ayrılmayan Meysere neredeydi? Öte yandan, bu yolculuklar sırasında Bizans'ta veya Yemen'de onu gören, onunla oturup kalkan ve fikir alışverişinde bulunan hiç mi kimse çıkıp da,-haşa-kendisine peygamber diyen bu zatın ülkelerine gelen, kendilerinden ticaret malları satın alan, bunun yanında da Yahudî ve Hıristiyan fikirlerini de öğrenen kimse olduğunu hatırlamadı? Yoksa-haşa-böyle bir şey vardı da Allah mı hafızalarını sildi? Biraz dikkat eden herkes görür ki, müsteşrikler bir tek çözüm üzerinde sebat etmiyorlar. Önceleri, İslâmm Yahudilikten, kısmen de Hıristiyanlıktan alındığını söylüyorlardı. Sonra dönüp, esasen Süryanî Hıristiyanlığından alındığını söylediler. Fakat, bununla birlikte, bu iddialarına hiçbir kuvvetli delil getiremiyor, bu fikirlerin hangi yolları izleyerek Hz. Muhammed'e ulaştığını açıklayamıyorlar. Söyledikleri sadece soyut tahminlerden ibarettir.940 Bu da gösteriyor ki, tıpkı Mekke müşrikleri ve Arap kâfirleri gibi ta baştan itibaren Hz. Muhammed'i yalanlamaya peşin kararlılar.

Meselâ, Resulullaha Necran Hıristiyanlarmdan bir heyet geldi. Resu-lullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) onlarla tartıştı ve onlarla bir kerede işi kesin bir neticeye bağlamak istedi. Bu amaçla, doğruysalar, "mübahele"ye, yani, her iki taraf çoluk çocuklarını da yanlarına alarak Allah'a yalvarıp zalime lanet okumaya gelmelerini söyledi. Onlar korkarak buna yanaşmadılar, Resulullahın şartlarını kabul ettiler. Onunla böyle bir müba-heleye giremediler. Bu da onların gerçek niyet ve duygularım bütün açıklığıyla ortaya koyuyor. Hal beyleyken, neden Necran Hıristiyanları ta baştan Hz. Peygambere, memleketlerine gelen, kiliselerini, rahiplerini ziyaret edip onlardan bir şeyler öğrenen tüccar olduğunu hatırlatarak onu cerhedip, mübahele kapısını ve cizye verme yolunu kapatamadılar. Eğer böyle bir şey olsaydı neden bu kestirme yola başvurmadılar?941

Öte yandan, Hz. Peygambere büyük düşmanlık besleyen, Medine'deki münafıkların gizlice kendisiyle toplantılar düzenledikleri ve Mescid-i Dırar âyetlerinin942 kendisi hakkında indiği fasık Rahip Ebu Amir neden böyle büyük bir fırsatı kaçırsmdı? Oysa, düşmanlıkta o kadar ileriydi ki, Hirakl'e gidip Hz. Muhammed'e karşı kendisinden yardım bile istemişti. Eğer, yalan yanlış da olsa, Hz. Muhammed'in yolculukları esnasında bir Yahudi veya Hıristiyandan bir şeyler öğrendiği kulağına gelmiş olsaydı hiç bunu istismar etme fırsatını kaçırır mıydı?943 Özellikle Yahudiler, kitaplarından veya kendilerinden bir kimseden herhangi bir yolla bir şey çaldığının kokusunu almış olsalardı, onu rahat bırakırlar mıydı? Sözkonusu Yahudiler, Mekke kâfirlerine, Hz. Muhammed'e yöneltip mağlup etmek üzere Ruh, Ashab-ı Kehf ve Zülkarneyn hakkında sorular empoze ediyorlardı.944 Bu da kesin olarak gösteriyor ki, onlar Hz. Muhammed'in kendi kitapları hakkında bilgisi olmadığına ilişkin hiçbir kuşkuları yoktu. Mantıklı olan budur. Çünkü Yahudiler ellerindeki ilme karşı son derece kıskanç ve cimri olmakla ünlüydüler. Bundan dolayı da, kendilerinden zina eden iki kimse hakkında hakem olarak Hz. Muhammed'e başvurmuşlardı. Amaçları da bu çiftin recmedilmemesiydi. Eğer, Hz. Muhammed'in Tevrat hakkında bilgisinin bulunmasında en ufak bir kuşkuları olsaydı, hakem olarak ona başvurmazlardı. Çünkü, o takdirde Tevrat'ta yer alan recimle hükmedeceğini tahmin ederlerdi. Hatta, Hz. Muhammed  [salla’llâhü aleyhi ve sellem] kendilerine bu konunun Tevrat'taki hükmünü sorunca onlar bunu gizlediler. Resulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Tevrat'ı getirmelerini emretti. Tevrat getirildiğinde onların bilgini Tevrat'taki recim hükmü üzerine elini koydu. Kendince, recim hükmünü Hz. Muhammed  [salla’llâhü aleyhi ve sellem] ve etrafındaki Müslümanların gözünden kaçırabileceğini zannetti.945

Bütün bu gerçekler gösteriyor ki, Hz. Muhammed, sözkonusu seyahatlerinde Ehl-i Kitab'm dinî kültüründen yararlanarak, Kur'ân'ı meydana getirdiğine ilişkin iddialar asılsızdır.

·        d. Haniflerden Alındığı İddiası

Hz. Muhammed'den önce Hicâz bölgesinde Hanîfler denen ve Allah'ın birliğine inanan bazı kimseler ortaya çıkmıştır ki, bunlar Yahudi ve Hıristiyan dinlerini red ile İbrâhim Peygamberin dinini ararlar ve bunu yeniden diriltecek bir peygamberin gönderilmesini beklerlerdi. Fakat bir peygamber ortaya çıkmadığından, hiç olmazsa bazı bakımlardan İbrahim Peygamberin şeriatına yakındır diye bazısı İsa dinine, bazısı da Yahudiliğe meylederlerdi. Bununla beraber bu inanç çok yaygın değildi. Böyle düşünen çok az, hatta sayılabilecek derecede idi.96

Bunların fikirleri çok müphem ve dağınık vaziyetteydi. Tamamen bir gayr-ı memnunlar grubunu oluşturuyorladı. Nitekim, gerek eski ve gerekse çağdaş hiçbir araştırmacı bunların özel kanunlarını gerçek anlamda açıklayabilmiş ve inançlarını tanımlayabilmiş değildir. Hiç kimse bunların, kâinatın Yaratıcısına ve öldükten sonra dirilişe ilişkin tasavvurlarını bilemiyor. Müfessirler bunların menşelerini tesbit ve inançlarını açıklamak için değişik görüşler ileri sürmüşler ve belli bir kanaat üzerinde birleşememişlerdir. Bu da sözkonusu grubun durumunu daha bir kapalılık ve belirsizliğe bürümüştür.97

Öyle anlaşılıyor ki, Renan'm devrin anlayışını temsil ettiğini sandığı kişiler98 çok az sayıda olan bu Hanîflerdir. Ancak Haniflerin parmakla sayılacak kadar küçük bir grup teşkil etmeleri, buna mukabil halkın tamamının onların duydukları endişelerden uzak olmaları bu görüşü te'yid etmemektedir. Bunu anlamak için İslâm öncesi Arap edebiyatına başvurmak yeterlidir. Yıllık Ukaz panayırında, topluluk umumiyetle dinî konuları değil, dünyevî şerefleri tartışırdı. Her kabile, kendi edebî dehasını ortaya koyar, kendilerinin ve atalarının çarpışmalarda

·        96 Neşet Çağatay, İslam Öncesi Arap tarihi ve Cahiliye Çağı, s. 145.

·        97 Bununla birlikte müfessirlerin bunlar hakkındaki görüşleri, İmam Razî’nin “Tefsir-i Kebirinde, Tabresî'nin “Beyân”ında işaret ettikleri şu dört ana noktanın dışına çıkmıyor: 1. Haniflik Beytullah'ı ziyaret etmek demektir. Bu görüş, İbn Abbas, Hasan-ı Basrî ve Mücâhid’ten nakledilmiştir. 2. Haniflik, hakka uymaktır. Bu görüş Mücâhid’ten nakledilmiştir. 3. Haniflik, Hac yapmak, sünnet olmak... gibi kendisinden sonra insanlara önder olmasını sağlayan ve aynı zamanda tarih boyunca öz olarak hiç değişmeyen Allah’ın gerçek dini olan İslâmî prensipler olan düsturlarda Hz. İbrahim'e uymak demektir. 4. Haniflik, yalnızca Allah’a halisâne ibadet, Onun rububiyetini ikrar etmek ve kulluğuna boyun eğmektir. (et-Tabresî, Mecmaü’l-Beyân, I, 215 vs.; Fahreddin Razî, Tefsîr-i Kebîr, IV, 89 vd.)

·        99 Ernest Renan, “Mahomet et Les Origines de L’lslamisme” adlı makalesi (Revue des Deux Mondes, 15 Aralık 1851) S. 1070-1701, 1089.

x. göstermiş oldukları yiğitlikleri anlatırdı. Nitekim "Altın Yaldızlı Mısralar (Muallakat-ı Seb'a)" denilen meşhur şiirlerinde bile bir tek dinî düşünceye rastlamak mümkün değildir.

Bütün bunlar bir yana, Hanîf denilen ve Hz. Muhammed'in öncüleri olan bu ıslahatçıların doktrini de kesin olarak hiçbir şeyi ihtiva etmiyordu.

Müsteşrikler, Hz. Muhammed'in peygamber olarak görevlendirilmesinden hemen önce ortaya çıkan ve hemşehrilerinin içinde bulundukları putatapıcılık, zulüm, haksızlık...vs. gibi ruhî çözülme ve İçtimaî bozulmayı görüp derin ıztırap duyan bu kimselerin halini, gerek Arap yarımadasında ve gerekse kötülükte buradan pek geri kalmayan bütün dünyada946 bu olumsuz durumu ıslah edecek bir peygamberin ortaya çıkışını ğerektiren bir atmosferin varlığına delil olarak göreceklerine, İslâm ve Hz. Muhammed'e ilişkin her konuda yaptıkları gibi Resulul-lahı, Hanif denilen bu şahsiyetlerden dinini almakla itham ediyorlar.

Haniflerin, Kur’ân'm kaynağı olduğu iddiasını münakaşaya tabi tutarken öncelikle şu gerçekleri belirtmek istiyoruz:

Daha önce işaret ettiğimiz gibi, hemşehrilerinin putperestliği, acımasız ve bozulmuş olan adetleri bunların ruhlarını tatmin etmediği için, bulundukları muhit dışında aradıkları gerçek ve mukaddes bir dinin özlemini duyuyorlardı; ancak bu din hakkında, uzaktan da olsa Kur'ân-ı Kerim doktrinini müjdeleyebilecek hiçbir mefhuma sahip değillerdi. Bunlar arasında azmi ve bağımsızlığı ile tanınan Zeyd b. Amr b. Nufeyl bile, Allah'a ne şekilde ibadet edileceği hususunda hiçbir bilgisi olmadığını itiraf etmekteydi.947

Haniflerin inançları, özellikle de Allah'ın varlığı ve birliğiyle ilgili olanları oldukça kapalı ve belirsizdir. Hükümlerine tabi oldukları bir kitapları yoktu.948 Bunlar, toplu bir birlik halinde olmadıkları, davranışlarında da, dinî bir özellikten ziyade ahlakî bir hava ağır basmaktaydı. İnançları böylesine kararsız ve müphem olan bir topluluğun, hüküm ve icraatlarının açık, net, karışıklık ve kapalılıktan uzak, ibadet ve muamelelerinde bütün insanlık için tanzim ve teşri' edilen öğreti ve hükümleri içeren Kur'ân-ı Kerimin kaynaklarından olması mümkün değildir.

Bu nedenle, Renan'm, Hz. Peygamber gönderilmeden önce de Arap Yarımadasında tevhid inancının kamilen mevcut olduğu, Hz. Muham-med'in getirdiği dinin ise, kendi döneminde yaygın olan dinî bir hareketin uzantısından ibaret bulunduğu, sözkonusu hareketin Hanifler hareketi olduğu şeklindeki görüşünü doğru kabul etmek imkânsızdır.

Hanîfler arasında yer alan, "er-Rahib" ünvanıyla tanınan Ebû Amir bin Sayfî ve Ümeyye bin Ebi's-Salt, İslâm davetine kılıç ve sözle karşı koymuşlardır. Şâyet bunların inançları Kur'ân'm getirdiğiyle aynı olsaydı, ona karşı koymazlardı.

Hiçbir Hanîf, müsteşriklerin iddiasına benzer bir iddiada bulunmamıştır. Eğer Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) İslâmî onlardan birinden öğrenmiş olsaydı, en azından kendilerinden birisi çıkıp şöyle derdi: "Muhaıhmed'e inanmayın. Çünkü o, bilgilerini bizden öğrenmiştir. Bizim kendisine öğrettiğimizi almış ve bir din haline getirmiştir." (Özellikle Ümeyye bin Ebi Salt susmaz, gerçeği ortaya çıkarırdı. Çünkü kendisi bizzat peygamber olmak istediği için Hz. Peygambere iman etmek istememiştir.) Fakat böyle bir şey kendilerinden duyulmamıştır. Durum böyle iken, bindörtyüz sene sonra gelen bir müsteşrikin, elinde hiçbir delil bulunmadığı halde böyle bir ithama kalkışmaya nasıl hakkı olabilir? Bu mudur dillerinden düşürmedikleri objektiflik?

Eğer Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Haniflerden dinini öğrenmiş olsaydı, peygamberlik iddiası hangisine daha çok yakışırdı? Gerçek hocalardan birine mi, yoksa bu büyük üstadlardan ders alan (!) Hz. Muhammed'e mi? Bu kişilerin sadece özel istikballerini temin etmekle meşgul oldukları, toplumun problemlerine ilgi duymadıkları sanılmasın. Çünkü, sürekli olarak toplumlarını, inandıklarının ve yaptıklarının çirkinliğinden dolayı kınıyorlar, bazıları da çarşı, pazar ve toplantı yerlerinde öğüt dolu hitabelerde bulunuyorlardı. Fakat bunlardan hiçbiri çıkıp da peygamberlik iddiasında bulunmadı. Bunun sebebi nedir acaba? Madem ki bu konu, bir talebeleri (!) bile ortaya çıkıp peygamber olduğunu ve gökten kendisine vahiy geldiğini ileri sürecek derecede kolay bir iddiaydı, neden bizzat kendilerinden birisi böyle bir işe girişmedi?

Kısaca, bu adamlar her ne kadar aradıkları malumatı elde etmeye muvaffak olamamışlarsa da mukaddes kitapların muhtevasını, okumak yazmak bilmeyen Hz. Muhammed'ten elbette çok daha fazla iyi bildikleri halde, aradıkları dinin hiç olmazsa esas ahkâm ve itikadlarını acaba niçin biraraya getirerek, dinî bir sistem şekline koymaya muvaffak olmayıp, kimi Hıristiyanlığa meyil ve kimi-en büyükleri olan Zeyd gibi-tutacağı yolu bilmediğini itiraf etmiştir? Bu işi niçin hiçbiri yapmayarak, Hz. Muhammed  (salla’llâhü aleyhi ve sellem) gibi ümmî bir zata bırakmışlardır? Bu zatın kendilerinden öğrendiği iddia edilen ve doğal olarak onların bilgilerinden noksan olması gereken malumat ile bunu vücûda getirmesi mümkün olamayacağından vahye ve İlâhî teyide mazhariyeti hiç şüphe götürmeyecek ve münekkit ve mu'terizler tarafından vukubulan isnatların bir kuruntudan ibaret olduğu açıktır.949

Kaldı ki, tarihten ve tarafsız, doğru ve aklî bir muhakemeden çıkan netice şudur ki: Hakiki bir din tesis etmek, yalnız ilim ve zeka ve maharetle yapılacak bir iş değildir. Bunu yapacak olan adam, dünyaya peygamber olarak gelir. Bu mukaddes vazifeyi yerine getirmek için gerekli fevkalade bazı özellik ve meziyetler ona Allah tarafından fıtrî olarak verilir. Onun muallime hiç ihtiyacı yoktur; bilmesi icab eden şeyler vahiy yoluyla bildirilir. Bu fıtrî istidatlar cümlesinden olarak, onlarda yorulmak ve usanmak bilmeyen ve başka hiçbir kimsede olmayan bir azm, gayret, metanet ve cesaret vardır. Bundan başka Allah'ın emrine uymaktan ve diğer insanların saadetini temin etmekten başka hiçbir emel ve arzuları yoktur. Bu fedâkârlıkları o derecededir ki Yüce Allah'tan başka hiçbir şeyden korkmazlar ve dünyevî hiçbir mükâfat istemezler: "Ben sizden onun için bir ücret istemiyorum; benim ücretimi verecek olan ancak âlemlerin Rabbidir"950 diyerek kendi geleceklerini temin etmeyi hatırlarına bile getirmezler. İşte peygamberleri başka insanlardan ayıran yüksek hasletler bunlardır. Bunların hepsi Hz. Mu-hammed'de mükemmel derecede bulunmaktadır.951

Hanifler hakkında bu ortak ve genel değerlendirmeden sonra şimdi de en meşhurlarını tek tek ele alıp, Kur'ân'a kaynak olup olfnayacaklannı değerlendirelim:

dİ. Varaka b. Nevfel

Hz. Muhammed'in bilgilerini Varaka bin Nevfel'den öğrendiğine ilişkin iddiaları üzerinde duralım.952

Lübnanlı bir Hıristiyan olan "Üstâz el-Haddad",953 Hz. Muhammed'in kitâbî ve İncili kültürünün büyük bir kısmını büyük Hıristiyan bilgini olan Varaka'dan aldığını ileri sürüyor. Ona göre Varaka, Hz. Hatice'nin amcası olup, onu Hz. Muhammed'le evlendiren kendisidir. Bütün rivâyetler bu zatın Hıristiyanlığı kabul ettiğinde birleşiyorlar. Tevrat ve İncil'den Arapça'ya tercümelerde bulunmuş Hz. Muhammed, peygamberlikten önce on beş sene bu zatın yakınında ikamet etmiş ve birçok malumat ve bilgilerini onun vasıtasıyla elde etmiştir.954

Irving de, Hz. Muhammed'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Varaka bin Nevfel'in Eski ve Yeni Ahid'ten, Müşnâ ve Talmud'dan tercüme ettiklerinden çok şey alıp Kur'ân'ma yerleştirdiğini (!) iddia ediyor.955 Bu çok büyük bir itham olmasına rağmen, Irving bir tek delil bile göstermemiştir. Aksine tek söyleyebildiği, böyle bir şeyin olabilmesinin varsayılabilirliğidir.

Kellett de, şöyle diyor: "Varaka'nm Hz. Muhammed'e bazı Hıristiyan rivâyetlerini anlatmış olması mümkündür.956 Sûrelerden birinde (Meryem Sûresini kast ediyor) Hz. İsa'nın hayatının ilk yıllarıyla ilgili olarak yer alan bilgileri muhtemelen Varaka'dan almıştır."957 Görüldüğü gibi, iddiaları, "mümkündür", "muhtemelen"... vs'den öteye geçemiyor.

Varaka'yı Hz. Peygamberin hayatında ancak vahiy geldikten sonra görebiliyoruz. Bundan önce Hz. Peygamber'in hayatında hiç adı geçmiyor. Müslüman tarihçi, hadisçi ve siyercilerin, Varak'nm hayatı ve Hz. Peygamber ile olan ilişkilerinden, Kur'ân'ın kaynağı hakkından şüphe uyandırabilecek noktaları hazfetmeleri de ileri sürülemez. Çünkü bu hiç bir zaman adetleri değildir. Onlar, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in hayatıyla ilgili hiçbir şeyi kaydetmekten çekinmemişlerdir.958 İşte, Hz. Hatice yanına gelip de Hz. Muhammed'in Hira mağarasında görüp işittikleri hakkında görüşünü sorduğunda Varaka bin Nevfel'in söyledikleri:

"Kuddûs Kuddûs! Varaka'nm canı kudretinin elinde bulunan Allah'a yemin ederim ki ey Hatice, eğer bana anlattıkların doğruysa, ona, Hz. Musa'ya gelen Namûs-u Ekber (Cebrail) gelmiştir ve o bu ümmetin peygamberidir. Ona de ki: Sebat etsin."959

Gerek bu rivâyet ve gerekse tarihçi Mesûdî'nin (V. 346), Varaka'mn Müslüman olarak öldüğü ve Hz. Peygamberi övdüğü şeklindeki ifadesi960, onun, Hz. Muhammed'in peygamberliğini kabul edip Islâma girdiğini gösteriyor. Bunun bir hoş görünme veya geçici bir taraftarlık olmadığını gösteren bir nokta, da şudur ki, Varaka (r.a) daha sonraları müşriklerin zulmü altında işkence gören ve "Ehad! Ehad!" diye bağıran Hz. Bilal'in (V. 20) yanından geçerken, Bilal'in (r.a) bu sözlerini tasdik eder ve "Ehad Ehad vallahi yâ Bilâl! (Birdir, gerçekten Allah birdir, ey Bilâl!)" der, sonra da bu işkenceyi yapan Ümeyye bin Halefe ve Cumahoğulları adamlarına dönerek şunları söylerdi: "Allah'a yemin ederim ki, eğer onu öldürürseniz, ben onun kabrini teberrüken ziyaretgâh edineceğim."961

Varaka'mn din ve kültürüne gelince, İbn İshak (V. 151) bu konuda şöyle diyor: "Varaka daha önce Hıristiyan olmuştu. Kitap okumuş ve Tevrat ve İncil ehlini dinlemişti"962. Fakat bunlar hangi kitaplardı ve hangi dille yazılmıştı? İbn İshak bunlara bir açıklık getirmiyor. Buharî (V. 256) ise, bu konuda bir rivâyete yer veriyor. Bu rivâyetten anlaşıldığına göre, Varaka, Arapça yazı yazardı. İncil'den Arapça bazı iktibaslarda bulunurdu.963 Bir rivâyette de, İncil'den aldığı bu notlarını İbranice tuttuğu belirtiliyor.964 Görüldüğü gibi, iki rivâyet yazdığı dil dışındaki noktalarda birbiriyle uygunluk arzediyor. Bu iki rivâyetten hangisi doğru? Bir tercihte bulunmak gerçekten zor.965

Her ne olursa olsun, rivâyetlerden anlaşılan şu ki: Varaka bin Nevfel, Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğini kabul etmiştir. O sırada yaşı oldukça ilerlemiş bir ihtiyar olduğuna bakılırsa, onun bu tasdik ve şehadetinin önemi daha iyi anlaşılır. Çünkü, o yaştaki bir Mekke'li ihtiyarın yeni bir fikir ve inancı benimsemesi oldukça zordur. Aynı şekilde gözden uzak tutmamamız gerekir ki, Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Varaka'-dan yaşça çok küçüktü, henüz elinde herhangi bir güç ve hakimiyet de yoktu. Bunun anlamı ise şudur: Varaka'nın itirafları samimiydi ve art-niyetten uzaktı. Öyleyse, bütün bu gerçeklerden sonra Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in ondan ders aldığını, buna karşılık onun iman edip tabi olmak ve sahabilerine işkence çektiren muhaliflerinin karşısında yer almak şöyle dursun, bu sözde istifadeyi açığa vurmayarak sükut ettiğini zannetmek bile gülünçtür.

Ayrıca, İlk vahiy akabinde, Hz. Hatice'nin Resulullahı Varaka'ya götürmesi ve Varaka'nın bu sırada söyledikleri-Haddad'm iddia ettiği gibi-hiçbir zaman, Hz. Peygamberin peygamberlikten önce onbeş sene Varaka'dan ders aldığını, bilgi ve kürtürünü ondan edindiğini ifade etmez. Böyle bir iddiayı rivâyetten çıkarmak mantıksızlıktır ve hiçbir doğru delile dayanmaz.

d2.Ümeyye b. Ebi's-Salt

Fransız müsteşrik Cl. Huart da şu kanaattedir: Kur'ân'm en önemli kaynağı Ümeyye bin Ebi's-Salt'm şiiridir. Çünkü, tevhid, ahiretin anlatımı ve eski Arap peygamberlerin kıssaları konusunda aralarında büyük bir benzerlik vardır. Sözkonusu müsteşrik, Müslümanların, Kur'ân'm orijinalliğini sağlamak ve Hz. Muhammed'i İlâhî vahyi almada yalnız göstermek için Ümeyye'nin şiirlerini imha ettiklerini, okunuşlarını yasakladıklarını iddia eder.966

Müsteşrik Power de, Huart'm görüşünü benimser ve şu iddiada bulunur: "Ümeyye'nin şiirleriyle Kur'ân arasında benzerlik bulunmasının, Hz. Muhammed'in Ümeyye'den aldığını gösterir. Çünkü Ümeyye daha öncedir."967

Bu iddiaları değerlendirmeden önce, Ümeyye'nin hayatına ana batlarıyla bir göz atalım:

Ümeyye bin Ebi's-Salt, cahiliye döneminin Taifli bir hakîm ve şairiydi. Eski kitapları okur, rahip elbisesi giyer, içki ve putlardan sakınırdı. Şam'a ve Bahreyn'e gider gelirdi. İslâm dini ortaya çıkıp Hz. Muhammed'in peygamberliği haberi kendisine ulaşıncaya kadar orada kalmıştır. Yeni dini hab.er alır almaz Mekke'ye dönmüş, Resulul-lahtan Kur'ân âyetleri dinlemiştir. Mekke halkı Hz. Muhammed  (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hakkında görüşünü sorduğunda "Kuşkusuz o hak üzeredir" cevabını vermiştir. Fakat bununla birlikte o-bizzat kendi ifadesiyle-meseleyi iyice düşününceye kadar Müslüman olmayı ertelemiştir. Ondan sonra Şam'a gitmiş, bu arada Hz. peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) de Medine'ye hicret etmiştir. Umeyye Müslümanlığını ilan etmek üzere Şam'dan geri dönmüş. Fakat dayısının iki oğlunun Bedir'de Müslümanlara karşı savaşırken kâfir olarak öldürülmeleri onu bu düşüncesinden vazgeçirmiş ve ölümüne kadar Taif'e yerleşmiştir.968

Ümeyye'nin şiirlerinin, Kur'ân'm kaynağı sayılmasın diye Müslüman-larca ortadan kaldırıldığı iddiasının gerçekle hiçbir ilgisi yoktur. Çünkü-eğer gerçekten kendisine aitse-bir divanı oluşturacak kadar çok şiirleri969 ancak Müslümanlar sayesinde günümüze kadar gelebilmiş ve bu iddia sahiplerinin eline kadar ulaşmıştır. Kaldı ki, bu tür endişelerle Müslüman tarihçiler, hiçbir zaman bir eseri yok etme yoluna gitmemişlerdir. Bunun en güzel örneği, Kur'ân'a muaraza amacıyla söylenmiş ifadelerin tarih ve siyer kitaplarında yer almasıdır.

Ümeyye'nin, ölüp gidinceye kadar süren bu uzun tereddüdü, Müslüman tarihçilerin kendisi hakkında söylediklerini teyid ediyor. O da, hasedi ve kendisinin peygamber olma arzusu Hz. Muhammed'in peygamberliğine iman getirmeyişinin gerçek veya en azından önemli sebebidir970. Tabiîdir ki, Hz. Muhammed  (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hakkında herhangi bir biçimde şüphe uyandırıcı bir şey Ümeyye'ye ulaşmış olsaydı, sükut etmez hemen söylerdi. Kaldı ki o bir şairdi. Aynı şekilde, eğer Hz. Muhammed'in-haşa-sahte bir peygamber olduğunu hissetseydi, kendisi de peygamberlik iddia ederdi. Böyle bir şeye kalkışsaydı, cahiliye döneminde ibadete düşkünlüğü ve eski kitaplara vukufiyeti konusundaki şöhreti işini oldukça kolaylaştırır ve kendisine yardımcı olurdu.

Ümeyye bin Ebi's-Salt'm şiirleri gerçekten de hikmetler ve dinî öğütlerle doludur. Bunlar, gerçekten İslâma çok yakın görüşlerdir971. Yine, sözkonusu şiirler peygamber kıssaları, cennet ve cehennemin tavsifiyle doludur972. Fakat bu şiirlerle Kur'ân-ı Kerim arasındaki bu benzerlik nasıl meydana gelmiştir? Acaba, Ümeyye mi Kur'ân'dan etkilenip iktibasta bulunmuş, yoksa-haşa-Kur'ân mı Ümeyye'den almış, yahut gerek Ümeyye, gerekse Kur'ân üçüncü bir kaynaktan, yani eski' ve yeni ahdiyle Kitab-ı Mukaddesten mi almış? İşte görüldüğü gibi biz burada üç hipotezle karşı karşıya bulunuyoruz. Biz bu benzerliğe kesin bir çözüm getirmek için bu hipotezleri tahlil etmek durumundayız.

Ümeyye'nin Kur'ân'dan yararlandığı şeklindeki birinci hipotezi ele alalım. Bunu isbat etmek için, başlangıcı Hz. Muhammed'in peygamberliğinin başlangıcından daha eski, sonu da Hicretin dokuzuncu senesini geçmeyecek şekilde-çünkü Ümeyye o sene ölmüştür-bu zatın şiirlerinin tarihini bilmek, ne zaman nazmettiğini belirlemek gerekir. Ümeyye'nin, Kur’ân'm inişinden önce, onun inişinden sonra hicretin dokuzuncu senesine kadar söylediği şiirlerini seçip diğerlerinden ayırmak mümkün olmadığına göre bunu Ümeyye'nin bütün şiirleri için iddia etmek imkânsızdır.973

Hem Ümeyye hem de Kur'ân'ın üçüncü bir kaynaktan, yani Yahudi ve Hıristiyan kitapları ve bunların tefsirlerinden aldığı şeklindeki üçüncü faraziyeye gelelim. Eğer böyle bir şey sözkonusu olsaydı, Kureyş buna karşı sükut etmez ve Hz. Muhammed'in davasını hemen çürütürlerdi. Çünkü Kureyş, Hz. Peygamberin, Mekke'de yaşayan Hıristiyanlar arasında bulunduğunu sandıkları bilgi kaynağını çok araştırdılar. Öte yandan ikisi arasındaki bu benzerlik, iki ayrı şahsın bir tek kaynaktan yararlanması özelliğini taşımıyor. Aksine, iki şahıstan birinin diğerinden almış gibi bir karakter taşır. Bunun delili de, Kur'ân'da yer alan bazı hususların Tevrat ve İncil'de yer almamasına karşın, Ümeyye'nin şiirlerinde de yer almasıdır. Buna, bizzat Ümeyye'nin şiirlerinin kendisine ait olup olmamasına ilişkin kuşkuları da eklemek gerekir.974

Şimdi üçüncü ihtimale gelmiş bulunuyoruz. O da, Kur’ân'm-haşa-Ümeyye'nin şiirlerinden istifade ettiğidir. Şâyet, böyle bir münasebeti kurabilmek için gerekli şartlar ortaya konabilecek olursa, böyle bir başarı, Kur'ân-ı Kerimin bir kısmı için de olsa, bizi insanüstü yollarla izah etme zahmetinden kurtaracak gerçekten büyük bir keşif sayılacaktır. Böylece Ümeyye'nin mısralarını, Kur'ân-ı Kerimle Kitab-ı Mukaddes arasında bir bağ olarak kabul eden müelliflerin görüşlerindeki isabet de ortaya çıkmış olacaktır.975

Şüphesiz böyle bir tezi savunabilmek için ilk şart, sözkonusu şiirlerin gerçekten Umeyye'ye ait olduğunu ispat veya prensip olarak öyle olması gerektiğini kabul etmektir.976' Oysa şiir münekkidleri, bu şiirlerin Ümeyye'ye ait olmadığını, aksine İslâmî dönemde uydurulup ona isnat edildiklerini iddia ediyorlar.977 Meselâ, Hammad (V. 165) gibi bazı şiir toplayıcıları, şiirler uydurmak ve bunları eski şairlerin şiirleriyle karıştırarak onlara isnat etmekle itham olunmuşlardır.978 Ancak böyle bir şüphenin bütün Arap şiirine teşmil edilerek genişletilmesi doğru değildir. Haydi, Ümeyye'nin şiirlerini orijinal kabul edelim. O zaman da şu durum ortaya çıkar:

Bir metnin, kendisine benzeyen bir başkasına asıl kabul edilebilmesi için, onun sadece mevsûk olması yeterli değildir; ayrıca kendine benzeyen metinden önce mevcut olması da lazımdır. Ne var ki, Ümeyye'nin şiirlerinin Kur'ân-ı Kerime nisbetle önceliği meselesi, tarihî bakımdan çözülmesi imkânsız bir meseledir. Zira, gerek Hz. Muhammed, gerekse Umeyye birbirinin muasırlan olup hemen hemen aynı yaşta idiler. Ayrıca, Umeyye, şiirleriyle bazı benzerliklerin görüldüğü Mekkî sûrelere ait son âyetin nüzulündan sonra sekiz sene daha yaşamış ve şiir yazmaya devam etmiştir. O derece ki, bu şiirlerin tarih bakımından önce olduklarını savunmak en azından cüretkârlıktır.

Şu hususu da belirtmek gerekir ki, Umeyye kesinlikle hiçbir zaman, orijinallik ve peygamberlik iddiasında bulunmuş değildir, aksine zaman zaman bu konudaki hayal kırıklığını ve esefini ifade eden beyanlarda bulunmuştur. Bu da bizi, onun rekabet ruhuyla, Kur'ân-ı Kerimi taklit etmeye kalkışmış olabileceği inancına sevketmektedir. Halbuki Hz. Muhammed  (salla’llâhü aleyhi ve sellem) talimini hiç kimseden almadığını en açık bir şekilde ilan etmiştir. Bilhassa Hz. Peygamber'in düşmanlarının durumunu gözden uzak tutmamak gerekir: Hücumlarına müsait en ufak bir hata bulup istihza edebilmek için devamlı pusuda beklemekteydiler. O halde, düşmanlarının, onun eserini Umeyye gibi muasırı olan bir şairin şiirlerini kopya ederek meydana getirmiş olduğunu söylemeleri, Kur’ân fenomenini açıklamak üzere çeşitli deliller araştırmalarından ve hatta deliliğe varıncaya kadar her türlü faraziyeye başvurmalarından daha kolay olmaz mıydı?

Burada, kesin olmasa da en azından büyük bir ihtimalle şu sonuca varılır: Sonraki devir edebiyatına olduğu kadar kendi devrinin edebiyatına da esas teşkil eden, daha çok Kur'ân-ı Kerim olmuştur. Dinî eserin aksine, kaynaklarının münhasıran kendine aidiyetini garanti etmediğini söylemek, şiir sanatına zarar vermez; zira şairin endişesi sadece ileri sürdüğü fikrin doğruluğu değil, fakat aynı zamanda, onu sunduğu şeklin az çok güzel olmasıdır. Bu sebeple, onun malzemesini eskilerin veya yenilerin hikmetinde, günlük tecrübelerde veya efkâr-ı umumiyede, hislerde yahut en garip tahayyüllerde aramasında herhangi bir sakınca yoktur. Nitekim, bizzat Huart'm işaret ettiği gibi, dahilî bir tenkit, Umeyye'nin şiirlerinde bir dizi farklı kaynağın mevcudiyetini açıkça göstermiştir. Filhakika şair, cehennemden bahsederken, Kitab-ı Mukaddes'in üslûbunu taklid etmiş; cenneti tavsifte bulunurken, Kur’ân-ı Kerimin ifadelerine başvurmuş; mukaddes tarihi anlatırken de, zaman zaman halk efsanelerine ve, aynı şahsın bazan insan, bazen hayvan veya bitki olarak sunulduğu mitolojik mahiyette bazı kaynaklara müracaat etmiştir.979

Bu değerlendirmeler ışığında, Ümeyye'nin şiirlerini Kur’ân'ın kaynağı olarak kabul etmenin ne kadar bilim ve gerçekten uzak olduğu açıkça ortaya çıkıyor.

d3. Ubeydullah bin Cahş

Ubeydullah, Hz. Muhammed'in halası Umeyme'nin oğludur. Diğer üç arkadaşıyla980 birlikte Hz. İbrahim'in eskiden tebliğ ettiği gerçek dini bulmaya karar verdikten sonra birçok memleket ve şehirleri gezmiş, oralarda din adamlarıyla konuşmuş ise de bu konuda sağlam bir sonuca varamamış, tereddütler içinde kalmıştı. Bir ara Hıristiyanlığa girmiş, daha sonra Hz. Muhammed'in peygamberliğini tebliğ etmesiyle o da bazı Mekkeliler gibi yeni dine girdi. Ebu Süfyân'ın kızı Ummü Habîbe ile evli bulunuyordu. Mekkeli müşriklerin tazyikine dayanamayarak, Habeşistan'a M. 616 yılında hicret etmiş, orada halkın Hıristiyan olması itibariyle kendisi de Hıristiyanlığa geri döndü. Şaraba çok düşkündü. Hıristiyanlığa döndükten sonra çok şArap içmeye başladı ve Habeşistan'da öldü.

Habeş ülkesinde, Islâmdan çıkıp Hıristiyanlığa geri döndükten sonra, Müslümanların garipliğine saygı göstermediği göze çarpıyor. Nitekim şu sözleriyle zaman zaman onları kızdırırdı: "Fakkahnâ ve sa'sa'tüm! (biz gözümüzü açtık, siz hâlâ gözlerinizi kırpıştırıyorsunuz.)"134

Görüldüğü gibi, Ubeydullah, davetin bu birinci yarısında Allah'ın Müslümanları tabi tuttuğu imtihan ve tecrübeye sabredememiş ve ilk fırsatta dönüp misafir olarak bulunduğu devletin dinine girmiştir. Bu davranışıyla o, diğer bütün muhacirlerin temsil ettikleri kaidenin istisnasını oluşturmuştur. Öyle görünüyor ki, eğer ömrü vefa edip diğer muhacirlerle birlikte Medine'ye dönebilseydi, bir kez daha Islâma dönerdi. Biyografisinden anlaşılan o ki, kendisi tutarlı bir psikolojik yapıya sahip değildi ve cahiliyet döneminde içinde bulunduğu şüphe ve tereddütlerden kurtulamamıştı.

Eğer Hz. Muhammed'in, fikirlerini herhangi bir kimseden çaldığını duymuş veya görmüş olsaydı daha başlangıçta ona iman getirmezdi veya Necaşî ve papazları huzurunda onu teşhir ederdi. Özellikle, ülkenin büyük din bilginlerinin de hazır bulunduğu ve imparatorun sarayında, muhacir Müslümanlarla Kureyş müşriklerinin temsilcileri arasında cereyan eden münazara esnasında böyle bir fırsatı kaçırmazdı. Fakat, o sıralar küfrün ileri gelen liderlerinden birisi olan Ebu Süfyan'm kızı olan hanımının bile, bu dinden dönüşte kendisine uymadığını, aksine mensubu bulunduğu İslâm dinine bağlılığını sürdürdüğünü görmezlikten gelemeyiz.

Bu dinden dönüşün önemsizliğine daha güzel ışık tutması açısından şunu da belirtmek isteriz: Bu kişinin bütün kardeşleri Müslümanlığı kabul etmişlerdir. Bunlar, Abdullah (Uhud'ta şehid düşmüştür), Abd (Künyesi Ebu Ahmed'dir), Ummü Habîb (Abdurrahman bin Avf'm hanımı), Zeyneb'tir (Zeyd bin Harise'nin hanımı, daha sonra Resulul-lahm eşi).135 981 982

Eğer, Hıristiyanlığa geri dönmesi haklı bir sebebe dayansaydı veya Hz. Muhammed'in peygamberliği konusunda ciddi ve makul bir itirazı olsaydı, diğer kardeşlerinden birini olsun etkileyebilirdi. Fakat görüldüğü gibi bunların hiçbiri sözkonusu değildir.

Yine biyografisinden anlaşıldığı üzere, şaraba düşkünlüğü onun Hıristiyanlığa dönmesinde etkili olabilir.

d4. Osman bin Huveyris

Sözkonusu Haniflerden biri de Osman bin Huveyris'tir. Osman, Hz. Hatice ile Varaka'nın amcaları oğludur.983 Bu kişi, Rum Kayserinin yanma gitmiş, Hıristiyan olmuş (aşağı yukarı M. 605 yılında) ve Kayser nezdinde iyi bir makam elde etmiştir,984 (Hıristiyanlığı kabul edenlerin hep gurbette bunu yaptıklarına dikkat edilsin.) Denildiğine göre Kayser, ona taç giydirmiş ve Mekke'nin yönetimini kendisine vermiş, fakat Mekke halkı onu kabul etmemiştir. Bu kişi, Şam'da, Kral Amr bin Hafne el-Ananî eliyle zehirlenerek ölmüştür.985

Görüldüğü gibi onun Hıristiyanlığa girişi, mevki hırsından, yani parlak bir mevki elde etmek içindi; buna da muvaffak oldu.986 Hz. Muhammed'in kendisinden herhangi bir bilgi aldığına ilişkin hiçbir iddia görülmemektedir.

d5. Zeyd bin Amr bin Nüfeyl

Claire Tisdall tarafından kaleme alman "The Original Sources of the Coran (Kur'ân'ın Kaynakları)" isimli eserin altıncı ve son bölümünde Hanifler'in ileri gelenleri sayıldıktan sonra şöyle denilmektedir: "Putları terk ve Rahmân'a ibadet ettiğine dair bir şiir söylemiş olan Zeyd bin Amr bin Nüfeyl, Peygamberin hayatı ve ahlakı üzerinde büyük tesir icra etti. "Ağanî"de, onun bu Zeyd'e tesadüf ettiği ve onunla görüştüğü rivâyet ediliyor. Zeyd, Hira Dağı'nda otururdu. Peygamberin bi'setinden beş sene önce orada öldü. Muhammed de, Ramazanı Hira Dağında geçirirdi. Cebrail kendisine ilk vahyi orada getirdi. Bu, kendisi için Zeyd ile görüşmeyi temin edecek bir fırsattı. Zeyd'in ölümünden sonra da onun için dua edilebileceğini söyledi. Bu, pek mühimdir. Çünkü Beydavî (V. 691), Tevbe Sûresinin 114. âyetinde kendisine çocukluğunda ölen anası için dua etmekten menolunduğunu beyan ediyor. Vakıdî (V. 207) dahi Muhammed'in ona dua ettiğini ve onu cennette gördüğünü söylediğini rivâyet etmiştir. Sprenger, bu hususta şu mütalaayı beyan ediyor: Muhammed, yukarıda zikri geçen Zeyd b. Amr'm, kendisinin geleceğini haber verdiğini tasdik etmiştir. Zeyd'in söylediğini bildiğimiz her kelimeyi Kur'ân'da buluyoruz. Muhammed'e, Al-i İmrân Sûresinin 19. âyetinde, kavmine "Müslüman oldunuz mu? Yahut Allah'a teslim oldunuz mu?" diye sorması emrediliyor. İbn İshak'm rivâyetine göre, bu sözü kavmine—ilk defa olarak—Zeyd söylemiştir. Zeyd tarafından telkin olunan başlıca prensiplerin herbirini biz Kur'ân'da buluyoruz.

Bunların birincisi, kız çocuklarının diri diri gömülmesinin men'i,

İkincisi, vahdaniyyet-i İlâhiyyenin tasdiki,

üçüncüsü, putperestliğin, Lat ve Uzza ve saireye ibadetin reddi, dördüncüsü, Cennette ebedî saadet va'di,

beşincisi, cehennemde kötülere saklanan cezanın haber verilmesi,

altmcısı, Allah'ın kâfirlere karşı olan gazabının ihbarı,

yedincisi, Allah'a Rahmân, Rab, Gafûr isimlerinin verilmesidir. Bundan fazla olarak Zeyd ve diğer mücedditlerin (yani Hanif ve muvah-hidlerin) cümlesi İbrâhim'in dinini aradıklarını iddia etmişlerdir. Kur-'ân her ne kadar doğrudan doğruya değilse de, defalarla İbrahim'e Zeyd ve dostları tarafından seçilen "Hanîf" ünvanmı verir. Muhammed, Han-îfliği İbrahim'in dini ile aynı şey sayar, Hanîflerin öğretisini kabul ve Kur'ân'a dercettiğini gördüğümüzden hanîflerin itikadının İslâmın başlıca kaynaklarından birini teşkil ettiğinde tereddüt edemeyiz. Hanîflerin yeni İslâm üzerinde böyle bir tesir yapması, aile münasebetlerinden dolayı da tabiîdir. Çünkü Mekke'de bulunan dört müceddidin dördü de, müşterek bir ced olan Lüey'in soyundan olmaları hasebiyle Muham-med'le bağlantısı ve münasebeti vardı. Bundan başka Ubeydullah, onun halasının oğlu idi ve o, bu müceddidin dul zevcesini almıştı. Diğer bir müceddid Varaka ve Osman, ilk zevcesi Hatice'nin amcaoğulları idi."987

Haniflerin en önemlisi olan Zeyd bin Amr, ömrünü hanîf olarak geçirdi. "Ya Rab! Ne yolda ibadet Senin rızana muvafık olduğunu bilseydim Sana o yolda ibadet ederdim; lâkin bilmiyorum" der ve sadece Hz. İbrahim'in Rabbine ibadet ederdi. Kendisi şair olduğundan, şiirlerinde de yüksek bazı fikirler beyan ederdi. Hz. İbrâhim'in dinini aramak üzere seyahate çıktı. Şam'a gitti. Lâkin aradığını bir yerde bulamadı. Hicaz'a döndüğü esnada, bir bedevî tarafından öldürüldü. Diğer bir ri-

vâyete göre, Mekke'ye dönmüş ve Hira Dağında bir mağaraya kapanmıştır.988

Evet, Sprenger'in söylediği Zeyd'in prensipleri Kur'ân'da görülür. Fakat bunlar, onun zannettiği gibi, Zeyd'ten öğrenilip de Kur’ân'a derce-dilmiş değil, önceden beri mevcut birer hakikat ve fazilet oldukları ve Resûl-i Ekreme Allah tarafından öğretilecek olan hakikatler ve faziletler arasında bulundukları için Kur’ân'a dahil olmuşlardır. Eğer Hz. Peygamberin ilmi böyle başkalarından öğrendiği birkaç hakikatten ibaret olsaydı Kur’ân-ı Kerimin içerdiği hüküm ve hikmetlerin son derece sınırlı ve bir milletin idaresine hiçbir şekilde yeterli gelmemesi gerekirdi. Oysa bu adamların Hz. İbrahim dininin yeniden ihyasını oldukça arzu etmekle beraber, bu dini inanç ve ahkamının nelerden meydana geldiğini bilmedikleri kendi itiraflarıyla ve bu konuda bilgi kazanmak için seyahate çıkmış olmalarıyla sabittir.989

Bu zat ne Yahudiliğe ne de Hıristiyanlığa girmemiştir. Bu zatın oğlu Said bin Zeyd, amcasının oğlu ve amcasının kızı—ki bunlar Hattab oğlu Ömer ve kızkardeşi yani Hanif olan bu zatın oğlu Said bin Zeyd'in hanımı, hep Müslüman olmuşlardır. Sözü edilen Said'e ve hanımına Müslüman olmadan önce Hz. Ömer'in yaptığı işkence bilinmektedir. Sonunda bu eza ve cefa hayırlı bir şekilde son buldu ve Hz. Ömer'in Müslümanlığına vesile oldu. İşte eğer bu Said, Hz. Muhammed'in kendi babasından dinini öğrendiğini hissetseydi veya babası bu konuda bir şeyi kulağına fısıldasaydı, hiç bir zaman Müslüman olmazdı. Hele hele İslâm çağrısının o çok erken döneminde... Veya eğer o zeka fışkıran gözler, parlak akıl ve cesur lisan sahibi Ömer'in kalbine, Hz. Muhammed  (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hakkında, özellikle de iddia edildiği gibi sözkonusu Haniflerden ve hasseten amcasından bir şeyler aldığı şüphesi zerre kadar yer bulsaydı İslâma asla girmez, bütün kâfirlere açıktan açığa meydan okumaz ve Müslüman oluşu İslâm için bir fetih olmazdı.990

d6. Ebu Kays Sırma bin Ebi Enes

Haniflerden biri de, Ebu Kays Sırma bin Ebi Enes'tir. Bu kişi, cahiliye döneminde kendini ibadete vermiş, rahip elbisesine bürünmüş, putlardan uzaklaşmış, önce Hıristiyan olmak istemiş, fakat Hıristiyan olmayarak Hz. İbrahim'in dini üzere Allah'a ibadet etmeye başlamıştır. Bu durumu Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Medine'ye hicretine kadar devam etmiş, Resu-lullahm hicretiyle birlikte o da Müslüman olmuştur. Oldukça yaşlı olmasına rağmen güzel şiirleriyle İslâmî ve Hz. Peygamberi övmüştür.991

Bu izahımızdan şu sonuca varıyoruz: Bu Haniflerden bir kısmı Müslüman olmuş. Müslüman olmayanlar da kendi çıkarlarına daha uygun gördükleri bir tarafa sığınmışlar, en yakınları bile kendilerine tabi olmamış, Müslüman olarak Hz. Muhammed'e (salla’llâhü aleyhi ve sellem) tabi olmuşlardır. Meselâ, Zeyd bin Amr bin Nüfeyl'in durumunu gördük; oğlu ve akrabaları Müslüman olarak Hz. Peygamberi ve çağrısını tasdik ettiler, canlarını ve mallarını bu uğurda feda ettiler. Umeyye bin Ebi Sait'in durumunu da öğrendik. Acaba bütün bunlar ne ifade eder? Bunu insaf ehline bırakıyoruz. Düşmanlıkta son derece ileri giden çağdaşlarından hiçbirinin Hz. Muhammed'e yöneltmeyi aklından bile geçirmediği bu müsteşrik iddiaları konusunda kararı onlar versin.

Eğer bu Haniflerden biri, Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) gerçek peygamber değil de—haşa—sahte peygamber olduğunu hissetseydi, mutlaka kendisi de peygamberlik iddiasmda bulunurdu.992

·        e. Şairlerden Alındığı İddiası

Bütün muhtemel kaynakları gözden geçirirken şöyle bir soru da hatıra gelebilir: Acaba Hz. Muhammed, Kur'ânî bilgilerini Yahudi, Hıristiyan veya benzeri Arap şairlerinden almış olması mümkün değil midir?

Öncelikle şunu belirtelim ki, Kur'ân-ı Kerim, Hz. Peygamber'i bize, genellikle şiirle pek ilgisi olmayan bir kimse olarak takdim etmekte ve şiiri de, ona yaraşmayan bir oyun olarak kabul etmektedir.993 Ancak şimdilik bu hususu bir kenara bırakıp, böyle bir edebiyattan ne gibi bir talimin çıkabileceğini araştırmak gerekir. Cahiliyet döneminde, iki tarz edebiyatla karşı karşıya bulunmaktayız. Gerçekten, A'şa (V. 629 M.) gibi bazı şairler, daha çok kilisenin örf ve ibadetlerini tavsif etmişlerdir ki, bunlarla ilgili olarak Kur'ân-ı Kerimde en ufak bir ize bile rastlanmaz. Bu şairler dikkatlerini özellikle şarap üzerine teksif etmişlerdir; oysa Kur'ân-ı Kerim bu adeti benimsemek şöyle dursun, onu kesin olarak yasaklayacaktır.994 O halde, Kur'ân-ı Kerim böyle bir edebiyat türüne bağlanamaz. Bununla beraber, tamamen dinî konulara tahsis edilmiş başka bir şiir türü de mevcuttur. Bu bakımdan Ümeyye b. Ebi Sait'in mısraları bu konuda en dikkat çekici örnek teşkil eder.995 Ümeyye'nin şiirleriyle ilgili değerlendirmeyi daha önce yaptık.

Tisdall, bu konuya değinerek şöyle demektedir:

"Bugün Şark'tâ bazı kere: 'Muhammed, yalnız putperestlerin birçok eski adetlerini ve dinî ayinlerini kabul ve İslâma mezcetti. Bir Arap şairi olan İmr'ül-Kays'm şiirlerinden bazılarını da çaldı ve bunlar şimdi de Kur'ân'da bulunabilir' denilmektedir. Ben bile bir gün, Muhammed'in kızı 54. Sûrede "Ikferabeti's-sâatü ve'n-şekka'l-kamer" âyetini okurken şâirin (İmrü'l-Kays'm) orada hazır bulunan kızı ona: 'Bu benim babamın şiirlerinden birisidir, baban onu çalmış' dediğini rivâyet ederlerken işittim. İhtimal ki bu, yalandır. Çünkü İmrü'l-Kays Milâdî 540 senesinde öldü. Halbuki Muhammed Fil senesi denilen 570 tarihine kadar henüz doğmamıştı" Tisdall, bundan sonra on bir beyitten ibaret bir şiire yer veriyor ve bundan birkaç cümlenin üzerlerine birer çizgi çizerek, bunların Kur’ân'm değişik sûrelerinde mevcut olduğunu gösteriyor. Bu beyitleri 'Muallekat-ı seb'a'nm İran'da eline geçen bir nüshasının sonunda gördüğünü; fakat bu şiirlerde bazı hatalar olduğundan ve bunlar başka nüshalarda mevcut olmadığından bu beyitleri İmrü'l-Kays'ın yazmış bulunmasının şüpheli olduğunu belirtiyor. Ona göre bu işaretli ibareler, cahiliye şairlerinden alınıp Kur’ân'a yerleştirilecek yerde Kur'ân'dan alınıp bu şiire yerleştirilmiş olabilir. Fakat bir taraftan bu şiiri ilgili bulunduğu konulara uygulayarak, Kur'ân'ı latife yollu taklide cesaret edecek bir kimse bulunduğunu farzetmek güçtür; diğer taraftan nisbeten yeni bir zamanda bile Kur'ân'dan âyetler alıp, bunları dinî veya felsefî mahiyette olan kitaplara dercetmek çok fazla yaygınlaşmış bir adettir. Muhammed, her ne kadar pek meşhur olmayan kaynaklardan—haşa— çalmışsa da onun İmrü'l-Kays gibi meşhur bir şairden çaldığını farzetmek güçtür. Herhalde ihtimal kefesi, Muhammed'in çalma cüretiyle suçlu olmadığını farzetmek tarafına meyleder."996 Nihâyet eski Arap şiirleri hususunda görüş bildirmeye kendisinden daha salahiyetli bir adam bulmak güç olan Lyull'un de fikri bu olup, İmrülkays'a atfedilen mezkur satırların üslûp, ifade ve vezne dayanan sebepler dolayısıyla İmrü'l-Kays'm olmadığına kanaat getirdiği kendisine bildirdiğini belirtiyor.997

Bu açıklamayı nakleden İsmail Fennî merhum, kütüphanesinde bulunan İmrü'l-Kays'm divanından birkaç nüshayı incelediğini, fakat sözko-nusu on bir beyitten hiçbir tanesini bulamadığını söylüyor ve şu bilgiyi veriyor: "Bu nüshaların biri Cizvitler tarafından Hıristiyan Şairler adıyla Beyrut'da basılan mecmuadadır. Eğer beyitleri yazan gerçekten İmrü'l-Kays olsaydı, papazlar, Kur'ân'm bazı cümlelerinin bunlardan alındığını isbat için, onları bu mecmuaya dercetmeleri ve müellifin de, Kur'ân'm me'hazlanndan (kaynaklarından) olmak üzere, kabul etmesi tabii idi. Şu halde, bu konuda en salahiyetli bir kimse sayılan Lyull'un reyine göre bu beyitlerin, Müslümanları şüpheye düşürmek gibi meluncasına bir maksatla, bazı zındıklar tarafından uydurulduğuna şüphe yoktur.

Aşağıdaki iki beyit de İmrü'l-Kays'm divanında bulunmamakla beraber kendisine isnat edilmektedir:

"Yetemenne'l-mer'u fi's-sayfi ve'ş-şitâ

Ve İzâ câe'ş-şitâ enkerehu

Fehüve lâ yardâ bihalin vâhidin

Kutile'l-insânü mâ ekferahü"

Buradaki "Kutile'l-insânü mâ ekferahü" cümlesi "Abese" sûresinde görülür. Hatta Resûl-i Ekrem'in, "Şairlerin en mahiri ve onların Cehenneme saiki olan İmrü'l-Kays'a lanet olsun. O vahiy nâzil olmadan evvel söyledi" buyurduğu da rivâyet edilir. Bu rivâyetin menşeini haylice aradımsa da bulamadım. Nihâyet Beyazıt kütüphanesi müdürü muhle-rem üstâd Hafız İsmâil Efendi "RûhuTMeânî" tefsirinde buna dair bir fıkra buldu. Bunda, mezkur iki beyit aynen zikredildikten sonra "İmrü'l-Kays'a isnat edilen söze gelince, bunun aslı yoktur. Kelâm-ı Araba en az aşina olan bir 'kimse, bunu söyleyenin Cahiliye şairlerinden olmayıp, Müvelledin998 şairlerinden olduğunu ve iktibas yapmak istediğini bilir"999

İsmail Fennî, İmrü'l-Kays'a atfedilen ve Kur'ân'da da bazı ifadeleri yer alan beyitlerin hiçbirinin İmrü'l-Kays'ın divanında yer almadığını söylemektedir.1000 Bu birkaç ifadenin orada da bulunduğu farzedilse bile Kur'ân'daki böyle birkaç tabirin bir şair tarafından evvelce kullanılmış olması, Arap fesih ve beliğlerini kısa bir sûresinin benzerini getirmekten bile aciz bırakmış ve bunlardan bazısına: "Bu insan sözü değildir!" dedirtmiş ve bazısına fesahat ve belagatına secde ettirmiş ve İmrü'l-Kays'ın kasidesi başta olmak üzere, Ka'be'nin duvarında asılı olan yedi kasideyi, artık lüzumsuz addettirerek, indirtmiş olan Kur'ân-ı Azîmin mucize olduğunda hiçbir şüphe yoktur.1001

Kur'ân'm âyetlerine böyle kaynak bulmaya çalışanları mağlup edip susturmak için, onda yer alan bazı gaybe dair haberlerin ve hiçbir alim ve filozofun hakkıyla keşfine güç yetiremediği birtakım yüksek hakikatlerin nereden alındığını sormak yeterlidir. Bunlara İlahî vahyden başka bir şeyin kaynak gösterilmesi mümkün değildir. Asıl önemli olan şey, lafızlar ve tabirler değil, bunların ifade ettiği yüksek hakikatlerdir. Sahabiler içinde İmr'ul-Kays'm, Ümeyye bin Ebi's-Salt'm ve sair şairlerin şiirlerini bilenler çoktu. Bunlar, böyle bazı kelime ve tabir benzeyişinden dolayı hiçbir şüpheye düşmediler. Çünkü Kur'ân'm ihtiva ettiği yüksek hikmetler ve hükümler ile bu şiirlerin muhteviyatı olan sıradan, değersiz şeyler arasında hiçbir münasebet görmediler.

Kur'ân-ı Kerimin içeriğinden birkaç kelime ve tabirin Cahiliye şiirlerinde veyahut Yahudi kitaplarında görülmesinden, altıbin altı yüz bu kadar âyeti ihtiva eden Kur'ân-ı Kerim aleyhinde hiçbir sonuç çıkarılamaz. Bu boşuna bir teşebbüstür. Çünkü en fesih ve beliğ sayılan hangi kitap vardır ki; onda, başka kitaplarda geçen birkaç değil, birçok kelimeler ve tabirler bulunmasın? "Yok olası insan ne kadar da nankördür" sözü gibi hangi doğru söz vardır ki, onu önceden hiçbir kimse söylememiş olsun? Binlerce peygamber gelmiş, geçmiş; mümkün müdür ki, bunlar Allah'ın bir olduğunu ve doğurmadığı gibi doğmuş da olmadığını insanlara bildirmemiş olsun? Hangi tarihçi veya yazar vardır ki, geçmiş zamana ait olayları hiç kimsenin kullanmadığı kelime ve ifadelerle anlatmış olmasın?

Kur'ân-ı Kerîm, birçok yüksek hüküm ve hakikatleri ihtiva etmektedir. Bunların, öteden beriden alınmış birkaç kelime ve tabirden meydana geldiğini iddia edecek olan bir kimsenin aklından şüphe edilir. Hz. peygamber kendi kast ve iradesi olmaksızın gelmekte olan vahiyleri kabulde mecburdu. Mecbur olmasa, onun, önceden işitip bellediği lafızlarla tabirlerin şüpheli görüleceğini düşünerek, bunları kullanması imkansızdı.1002

·        f. Sahillerden Alındığı İddiası

Claire Tisdall, Sabiîlerle ilgili şu iddiada bulunur:

"Hz. Muhammed, peygamber sıfatıyla zuhur ettiği vakit, Arapların her ne kadar dinî fikirleri var idiyse de onları atalarının saf dinine döndürecek vahye dayalı bir kitapları yoktu. Bununla beraber, bazı cemaatlerin ilham edilmiş gözüyle baktıkları kitapları vardı. Bu cemaatler de Yahudiler, Hıristiyanlar, Mecûsiler, yahut Zerdüştîler ve Sahillerdi. Lâkin Sabiîlerin İslâma tesiri fazla oldu. Bunlar, beş yıldız, şeref menzillerine geldikleri vakit bayram yaparlar ve otuz gün oruç’ tutarlardı. Namaz, oruç ve fıtır bayramı bunlardan ve orucun başlanılacağı ve bozulacağı vakitler Yahudilerden alınmış. Müslümanların namazları beş vakit ise de iki rekat nafile namazları da vardı. Benû Hüzeyme kabilesinin İslâmî kabul ettiklerini Halid bin Velid'e bildirdikleri vakit 'Biz Sabiî olduk' diye bağırmaları namaz ve oruçla fıtır bayramının bunlardan alındığını teyit eder. Hz. İbrâhim'den kalma ruhun bekası ve kıyamet günü itikadları da vardı. Lâkin bunlara garip birtakım hayalî fikirler karıştırılmış."1003

Sabiîlerle Kur'ân-ı Kerimin talimatları arasında bir benzerlik kurulmaya çok çalışılmıştır. Sabiîler Mekke'de yaşadıkları bilinen putperestlerdendi. Yıldızlara ve meleklere tapıyorlardı. Dinî törenleri putperestlik, Hıristiyanlık ve diğer birtakım mezhepler karışımı bir şey idi. Kabe'ye değil Harran'a haccediyorlardı.1004 İbadetleri, yıldızla-ra, güneş batarken, zeval vakti ve güneş doğarken idi.1005

Kur'ân-ı Kerimde üç yerde geçmekte olan "Sabim" kelimesi1006 oldukça gelişmiş bir müşrik fırkasına mı (bunlar Harran Sabiîleridir ki, asıllarmın Şis'in oğlu Sabî'ye vardığını, babasının dinine tabi olduklarını ve ondan Süryânî dilinde yazılmış bir kitaba sahip bulunduklarını iddia etmişlerdir) yoksa "Sabîa" denilen bir Yâhûdi-Hıristiyan fırkasına mı, (Subbeler veya Mandehiler, Vaftizci Yahya Hıristiyan-ları) yahut da Hıristiyan ismi altında müşrik olan bir fırkaya mı delâlet eder? Mesele ihtilaflıdır; ve el-Feyyûmî, "el-Misbâhu'l-Mîinîr" adlı lügatında bu son tarifi verir.1007

Sab' ile Sebh köklerinin farklı olması ve hadis-i şeriflerde de "sudûr ve hulûl" gibi Sabîa akaidinden hiç söz edilmemesi, ikinci görüşün de terkedilmesini gerektirir. Zira Sabiîlere atfedilen belli başlı ameller iyice bilinmektedir ve bunlar hem Kur'ân-ı Kerim ve hem hadis-i şerifler tarafından reddedilmiştir. Bu fikir ve amellerden bazıları Ku-reyşlilerce de benimsenmiş ve aralarında o derece yayılmıştır ki, bunları, hâkim olan müşriklikten ayırdetmek güçleşmiştir. Meselâ:

"1. Meleklerin ve yıldızların ilâhlaştırılması ve tabiat olayları üzerindeki tesirleri,1008

·        2. Kurbanlardan büyük payın, Allah'a değil, küçük ilahlara sunulmak üzere ayrılması,

·        3. Hac esnasında yaptıkları dualarda Allah'a şirk koşmaları...vs1009 müşriklerce benimsenen Sabiî inanç ve amellerdendi. Ayrıca ibadetle ilgili bazı örf ve adetleri müşrik ve İslâmî ibadetlerden de ayrılıyordu. Meselâ Sabiîlere göre haccm Kabe'de değil Irak'daki Harran'da icra edilmesi gerekiyordu. Yine onlara göre kurbanların yenmeden tamamen yakılması1010 ve iki kadınla evlilikten sakınılması icabediyordu. Keza Sabiîler sünnet de olmazlardı.1011 Hatta ibadetleri yıldızlara yapılan bir ibadet şeklindeydi. Bu ibadetler günde üç defa yapılıyordu ve bunların İslâmî ibadetlerin tamamen aksine1012 güneşin doğduğu, zevalde bulunduğu ve battığı zamanlara rastlaması gerekiyordu.1013

Sabiîler, oruç tutarlardı. Oruç bittiği vakit bayram yaparlardı. Sabiîler kızlarını putlara kurban olarak takdim etme adetine de sahiptiler. Meme emen çocukları en makbul kurban addederlerdi. Hatta Hz. Peygamberin dedesi Abdulmuttalib, oğullarından birini kurban etmek ahdinde bulundu. Sonra büyük kâhinin reyiyle, diyet olmak üzere yüz deve kurban ederek, oğlu ve Fahr-i Kâinat Efendimizin babası Abdullah'ı ölümden kurtardı.1014

Sabiîler gecenin altıncı saatinde namaz kılarlardı. Bununla beraber, namaz nasıl kılmıyordu, bunda rüku ve sücûd var mıydı? Kitaplarda buna dair malumata tesadüf edemedik. Hele abdestten hiç bahsedilmemiştir. Oruca gecenin son üçte birinden başlayıp yıldızlar doğuncaya kadar devam ederlerdi.1015

Burada belirtilen hususların hemen hiçbirisinin İslâmm inanç ve ibadetleriyle bir alakası yoktur. Puta tapmak sözkonusu olmadığı gibi, çocukları kurban etmek de yoktur. İslâmm beş vakit namazının onların tam olarak ne zaman ve nasıl kılındığı, abdest alıp almadıkları belli olmayan namazlarıyla bir ilgisi yoktur. İslâmî oruç da, gecenin son üçte birinden değil, fecr-i sadıktan itibaren başlar; yine yıldızların doğmasına kadar değil, güneşin tam olarak batmasına kadar devam eder.

Kaldı ki, İslâm bazı noktalarda bunların dini inanç ve yaşayışlarına uygun gelse bile yine de onlardan alınmış diye iddia edilemez. Çünkü, bunların da aslında hak ve semavî bir dine mensup oldukları ve zamanla bu dinlerini tahrif edip doğru yoldan saptıkları söylenir. Hal böyle olunca bunların da hak dinlerinden kalma birtakım inanç ve ibadetleri1016 bulunabilir ve bunların İslâm ile bağdaşması kaynaklarının bir olmasından ileri gelmiştir. İslâmm hak ve orijinal bir din olması için, hiçbir noktadan önceki dinlere benzememesi ve onlardan en faydalı ve makul noktalardan bile ayrılması gerekmez.

·        g. Hz. Ömer'den Alındığı İddiası

Dozy, Tarih-i İslâmiyet isimli kitabında şunları söylüyor: "Hatta vahiyler üzerinde bile Ömer'in tesiri oldu. Bazı emirlerin Ömer tarafından lüzum gösterildikten sonra semâdan nâzil olduğunu Muhammed itiraf ederdi. Eğer bir mü'min rûh böyle hususlarda bir anlık tefekkür ve muhakeme edebilseydi bu durum (yani Ömer tarafından gösterilen lüzum üzerine o emrin semâdan inmesi durumu) Peygamber'in mü'min ruhunda ve bütün Müslümanların ruhlarında, Muhammed'in vahiylerinin İlâhî kaynaklı olması hakkında şüphe doğurmak gerekirdi."1017

Maxime Rodinson da: "Hz. Ömer safça (naivement)1018, vahyin üç defa mucize biçiminde kendisine muvafakat etmesiyle öğünmemiş midir"1019 diyerek bu konuda bir şüphe meydana getirmek ister.

Hz. Peygamber, gerek kendisine sorulan ve gerek olayların akışı içerisinde meydana gelen bazı durumlarda İlâhî vahyi bekler ve Allah tarafından aldığı emirlere uyardı. Bedir savaşında esir alınan yetmiş kişinin öldürülmesi1020, içkinin haram kılınması1021, Hz. Peygamberin münafıkların cenaze namazlarını kılmaması1022, Hz. İbrahim'in makamının namazgâh edinilmesi, Hz. Peygamberin evine yemek için izinsiz girilmemesi, Tahrim olayında, içinde kızının da bulunduğu, Hz. Peygamberin hanımlarını ikazı, Hz. Peygamberin hanımlarının tesettürü...1023 gibi hususlarla ilgili bazı âyet-i kerimeler, Hz. Ömer'in arzularına uygun olarak inmiştir.

Bazı âyetlerin kendi arzusuna uygun olarak inmesinin sebebi, Hz. Peygamberin onu memnun etme gereğinde değil, kendisinin en ayırıcı özelliği olan ve ona "Farûk" lakabını kazandıran kendi akl-ı selim ve isabetli görüşünde aramak gerekir. Bu yüksek meziyetin gereğinden olarak Hz. Peygamber veya mü'minler hakkında hikmete ve maslahata uygun düşündüğü bazı şeylerin İlâhî iradeye de tevafuk ederek o yolda âyet nazil olması bu vahiylerin Allah tarafından geldiğini neden şüpheye düşürsün?

Hz. Ömer çok yüksek meziyetleri bulunan nadir rastlanılır bir yüce zattı. Hz. Peygamber bu meziyetleri takdirden uzak durmadı. Daha o Müslüman olmadan önce hakkında: "Ya Rab, Sen İslâmî Hattab oğlu Ömer ile muazzez eyle1024" diye dua ettiği gibi onun ihtidasından sonra da: "Ey Hattaboğlu, nefsim Kudretinin elinde bulunan Allah'a yemin ederim ki, sen bir yolda yürürken şeytan asla senin karşına çıkamaz ve o mutlaka kendine başka bir yol tutar1025", "Muhakkak ki Allah, hakkı Ömer'in kalbi ve lisanı üzerine koymuştur", "Eğer benden sonra peygamber gelseydi, Hattaboğlu Ömer olurdu"1026 gibi mübarek sözleriyle onu daima taltif ederdi.

Öte yandan insan, her hal ve durumda şeytan değil ki! Aksine Kur-’ân'ın da belirttiği gibi İlâhî bir ruh taşıyor. Bazı sahabilerin düşünceleri vahiy ile tevafuk etmişse, bunda garipsenecek ne var? Bizzat Rodinson'un kendisi, vahyin Hz. Ömer'in düşüncesine tevafukunu üç defadan ibaret kabul ediyor. Acaba, takvasıyla, kalb gözünün açıklığıyla, dinine karşı ince anlayışıyla, hak bildiğini açıkça söylemesindeki cesaretiyle ünlü Müslüman bir zat için bu tevafuk çok mu? Yoksa— haşa—Allah bu üç meselede Hz. Ömer'i kızdırmak ve sırf onun görüşüne tevafuk etmesin diye hükmünü değiştirmek mecburiyetinde mi?

Kaldı ki, bunların bazısı ile ilgili âyet Hz. Ömer Resulullaha fikrini açıklamasından önce inmiştir.

Birçok hususlar ise Hz. Ömer'in görüş ve kanaatinin tamamen tersine nazil olmuştur. Meselâ, Ömer kâfir iken vahiy hem ona, hem de bütün bir dünyaya muhalefet ediyordu. Hz. Ömer, inançlarını, yaşayış biçimini değiştirmek ve bütünüyle kendini yeni dinin vahyine uydurmak durumundaydı. Müslüman olduktan sonra bile, Hz. Peygamber pek çok kez Hz. Ömer'e ters görüş belirtmiştir. Meselâ, Hz. Ömer babasına yemin ederdi. Resulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) onu bundan menetti. O da vazgeçti.1027 Yine bir başka defa Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Hz. Ömer'in görüşüne karşı bir kadının görüşünü desteklemiştir.1028

Yine, "Sabah akşam Rablerine dua edenleri kovma"1029 âyet-i kerimesi ise, Hz. Ömer tarafından belirtilen görüşe tamamen ters olarak nazil olmuştur. Kureyş kâfirlerinden bir grup Hz. Peygamberin amcası Ebu Talib'e gelip, "Yeğenin azatlılarımızı ve yardımcılarımızı, yani Am-mar, Suhayb, Bilal, Habbab, Selmân...gibi fakir ve güçsüz Müslümanları yanından kovsa iyi olur. Çünkü bunlar bizim kölelerimiz ve ecirlerimizden başka bir şey değildirler. O vakit ona daha ziyade hürmet ve itaat ederdik ve bu kendisine ittiba ve onu tesdik etmemize daha faydalı olurdu" dediler. Ebu Talib, Hz. Peygambere gelip bunu söyledi. Hz. Ömer dahi, "Böyle yapsanız, ta ki amaçlarının ne olduğunu ve sözlerini ne dereceye kadar yerine getireceklerini görelim" demişti. Daha sonra nazil olan ve az önce kaydettiğimiz âyet-i kerimeyi işittiğinde Resulul-lahın huzuruna gelip özür diledi ve söylediği sözden dolayı pişmanlığını dile getirdi.1030

Hz. Ömer'in görüşünün tersine âyetler indiği gibi, yerine göre Hz. Peygamber de Hz. Ömer'e muhalefetten çekinmezdi. Bilindiği gibi, Hz. Peygamberin Medine'de gördüğü rüya üzerine Sahabe-i kiram, hemen Kabe'ye gidip tavaf edeceklerine hiç şüphe etmiyorlardı. Halbuki Hu-deybiye'ye gelince orada Kureyş ile on senelik barış antlaşması yapmaya ve Kureyş tarafına iltica edeceklerin Müslümanlara geri verilmeyip, fakat velisinin izni olmaksızın Müslümanlara iltica edecek olan kimsenin mü'min dahi olsa Kureyş'e iade edilmesi gibi bazı ağır şartları kabul ile Medine'ye geri dönmeye mecbur kalmaları üzerine, Resulullah ile Hz. Ömer arasında şöyle bir konuşma geçti:

Hz. Ömer: "Sen Allah'ın elçisi değil misin? Bizim dinimiz hak değil mi? Niçin bu zillet ve hakareti kabul ediyoruz?"

Hz. Peygamber: "Ben Allah'ın kulu ve Resûlüyüm, fakat ona karşı gelemem, O da beni yalnız bırakıp perişan etmez."

Hz. Ömer: "Sen bize Beytullah'a varıp tavaf edeceksiniz' demedin mi?"

Hz. Peygamber: "Evet, ama bu sene demedim. Yine tekrar ediyorum ki, Mekke'ye girip sa'y ve tavaf edeceksiniz."

Hz. Ömer: Hz. Peygamberin huzurundan çıkıp, Hz. Ebu Bekir'in yanma vardı ve aynı soruları ona da yöneltti. Ondan da aynı şekilde cevap aldı.

Sonra Hz. Ömer'in: "Müslüman olduğum günden beri kalbime hiç şüphe gelmemişti. Yalnız o gün elimde olmayarak Resulullahm huzuruna varıp öyle bir küstahça harekette bulundum, sonra pişman olup İlâhî affa mazhar olmak için çok hasenat işledim" dediği kendisinden rivâ-yet edilmiştir.1031

Gerçekten de, sonra sahabiler, bu barışın ne kadar büyük faydalara vesile olduğunu görmüşler ve ertesi sene Hz. Peygamber ile beraber silahsız olarak Kabe'yi de tavaf etmişlerdir.

Hatta Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) eşlerinin tesettürü konusunda bile vahiy Hz. Ömer'e bütünüyle tevafuk etmemiştir. Nitekim Hz. Peygamberin zevcelerinin tesettürünü emreden âyet inmiş ve onları Resulullahı ziyaret edenlerin ve sefih kimselerin nazarlarından korumuştur. Bu Hz. Ömer'in görüşü ve arzusuydu. Fakat bir keresinde gece vakti Hz. Ömer mü'minlerin annesi Şevde binti Zem'a'ya rastlamış, onu tanımış ve "Allah'a yemin ederim ki ey Şevde biz seni tanıdık" demişti. Hemen Hz. Peygambere gelerek bu durumu anlatmış. Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) o sırada Hz. Aişe'nin odasında akşam yemeği yiyordu ve elinde bir damar vardı. Hemen kendisine vahiy geldi. Bunun üzerine Resulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Allah zaruri ihtiyaçlarınız için dışarı çıkmanıza izin verdi."1032

Hz. Ömer genellikle şiddet taraftarıydı. Değişik vesilelerle birçok kez Hz. Peygamberden (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şu veya bu adamı öldürmesini, çünkü kendince bunların Allah'a, Resûlüne ve mü'minlere hiyanet eden birer münafık olduğunu söylemiştir. Her defasında Hz. Peygamber isteğini reddediyor, ona doğruyu gösterip irşad ediyordu.1033

Hatta Hz. Ömer (r.a) Hz. Peygambere karşı öylesine heybet duyuyordu ki, bir defasında Hz. Peygamber unutarak dört rekatlık namazı iki rekat olarak kıldığında bile ne kendisi ne de Hz. Ebu Bekir durumu Hz. Peygambere bildirmemiştir.1034 Yine bir defasında Hz. Ömer ile Hz. Ebu Bekir bir meselede ihtilaf etmiş ve konuyu tartışırken sesleri yükselmişti. Bunun üzerine şu âyet-i kerime inerek onları ikaz etmişti: "Ey iman edenler! Seslerinizi Peygamber'in sesinin üstüne yükseltmeyin. Birbirinize bağırdığınız gibi, Peygambere yüksek sesle bağırmayın; yoksa siz farkına varmadan ameliniz boşa gidiverir."1035 Ondan sonra Hz. Ömer Resulullah ile konuştuğunda öylesine alçak sesle konuşurdu ki, ona gizli bir şey söylediği sanılırdı.1036

Hal böyle iken, gerek açık, gerekse üstü kapalı bir biçimde Hz. Ömer'in bazı âyetlerin kaynağı olduğu iddia edilebilir mi?

Neden Resulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Hz. Ömer'e uysundu ki?—Haşa—ondan korkuyor muydu? Asla! Aksine, Hz. Ömer, Resulullaha karşı büyük bir saygı ve heybet duyardı. Hz. Ömer ona uymuş, peygamberi ve dini için bütün dünyaya meydan okumuştu. Yoksa, içinden çıkılması zor işlerde vahyin Hz. Ömer'in görüşüne tevafuk etmesi, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'i hayrete düşürüp uykularını mı kaçırdı? Böyle bir şey de sözkonusu değil.

Görüldüğü gibi vahiy meselesi öyle başkasının arzusuna bağlı bir şey olmayıp ancak İlâhî hikmet ve meşîete dayanmaktadır. Hz. Peygamber, böyle vahye dayanan hususlarda gerektiğinde yalnız Hz. Ömer'e değil, bütün Ashab-ı Kirama muhalefette tereddüt etmezdi.1037

Eğer, âyet indirmek öyle Dozy'nin yanlış yere iddia ettiği gibi, Hz. Peygamberin elinde olsaydı, Hz. Ömer'i taltif için onun arzusuna uygun âyet tebliğ etmektense, tam tersine, onu da şüpheye düşürmemek için bundan bütünüyle sakınmanın, tedbir ve ihtiyatın gereği olacağı kendisince elbette bilinmekteydi. Öyle şüphe meydana getirecek bir durum olsaydı en evvel Hz. Ömer'in şüphelenmesi gerekmez miydi? Halbuki onun, Yahudilerle olan tartışması ve onlara, Hz. Cebrail'e düşman olan kimse Allah'ın da düşmanı olur dediğini gelip Hz. Peygambere arzettiği vakit Efendimiz: "Ya Ömer, Rabbin senin sözüne muvafık âyet indirdi" buyurup evvelce nâzil olan "Kul men kâne aduvven li Cibrîle..." âyet-i kerimesini okuduğu zaman Hz. Ömer, bundan şüphelenmek şöyle dursun tam tersine pek ziyade memnun olarak şükretti ve, "Bundan sonra kendimi İslâm dini üzere taştan daha sert ve sağlam buldum" dedi.1038

Dozy, şunları da söylüyor: "Ömer'in İslâmiyet! kabul etmesinin pek büyük bir önemi vardı. Ömer ve Ebu Bekir olmasaydı, İslâmiyet asla muzaffer olamazdı. Muhammed, ilhama mazhar idi, fakat icra konusunda pratiklik ve azim yönünden eksik idi. Buna karşılık Ebû Bekir bu hasletlerin birincisine yani pratikliğe sahipti; Ömer'de de İkincisi yani azim vardı. Onlar Peygamberi tamamlıyorlardı."1039

Gerçekten de, Hz. Ebû Bekir ve Ömer'in İslâm dinine hizmetleri çok büyüktür. Fakat Hz. Muhammed'e maharetsizlik ve azimsizlik gibi eksikliklerin isnat edilmesi asla, doğru değildir. Aksine o, mükemmel bir fıtrat üzere yaratılmış bir kudret harikasıydı. Akılları hayrette bırakan büyük icraatları bu konuda uzun uzadıya söz söylemeye ihtiyaç bırakmıyor. Bütün ashab-ı kiram onun emriyle hareket etmişlerdir. Pratiklik ve azim, yalnız bazı memurlarda olup da âmirde bulunmadığı durumlarda, bunun bütün işlere olumsuz biçimde yansıyacağı tabiidir.

İlâhî vahiy ile hareket eden bir zatın aslında tecrübe ile maharet kazanmaya asla ihtiyacı da yoktur. Bizzat bazı müsteşriklerin Hz. Peygamberin pratiklik ve azmi konusunda dediklerine bakalım. Bunlardan Barthelemy-St-Hilaire, şöyle diyor: "Kendisine harp sanatını öğretmek için üstadı yoktu. Askerî muzafferiyetleri ancak dehasının neticesi oldu.", "Kahramanlar, fatihler ve bilhassa din kurucuları için mektep yoktur. Onları yapan Allah ve inkişaf ettiren ahvaldir." İşte sözün doğrusu budur. Çünkü meselâ Hz. Peygamber Uhud Savaşında sol tarafta bulunan bir vadiden düşmanın hücum etmesi muhtemel olduğunu gözönünde bulundurarak elli kadar okçuyu o vadinin ağızmı muhafaza için görevlendirmiş ve düşmanın mağlubiyeti halinde bile oradan ayrılmamaları için kendilerine emir vermişti.

Bunların, düşmanın mağlup olduğunu görerek ganimet toplamak hırsıyla komutanlarının engellemesine rağmen oradan dağılmaları İslâm ordusunun galibiyetini mağlubiyete çeviriverdi ve büyük bir felakete sebep oldu.1040 Evvela bu ihtimali önceden keşfederek meydana gelmemesi için gereken tedbiri almak pratikliğin en açık bir göstergesi değil midir? O kadar halimce ve barışsever bir biçimde hayatını geçirmiş olan Hz. Peygambere, bu harp sanatını öğreten Rabbi değil de nedir? Bu üzerinde düşünülmeye değer bir noktadır.

Azme gelince, onda olan azim hiçbir kimsede görülmemiştir.1041 Bilindiği gibi Kureyşin ileri gelenleri Hz. Peygamber'in amcası Ebû Talib'-e gelip: "Artık biz bu hale sabır ve tahammül edemeyiz. Ne olacaksa olsun, bari iki taraftan biri yok olsun da diğeri rahat kalsın" diyerek onu harp ile tehdit etmeleri üzerine Ebu Talib Hz. Peygambere nasi-hatta ve artık onu himaye edemeyeceğini imâ etmişti. Hz. Peygamber buna cevaben: "Ey amca, Allah'a yemin ederim ki, onlar güneşi sağ elime ve ayı sol elime koysalar, yine tebliğ görevinden vazgeçemem" demiş ve mübarek gözlerinden yaş gelerek hemen kalkıp gitmişti.1042 Yalnız bu olay üzerinde düşünmek bile, kendisinde olan azmin derecesini anlamaya yeter. Öyle bütün Arap kavmine karşı meydan okumak hiç kimsenin kârı olmadığı meydandadır.1043

İşte müsteşriklerin bomboş konularda nasıl da manasız yaygaralar kopardıklarını bu örneklerden de görebiliyoruz!

·        h. Halk Fikirlerinden Alındığı İddiası

Bazı müsteşrikler Kur'ân-ı Kerimin kaynağı olarak Hz. Muhammed'in çevresindeki halk fikirlerini de ileri sürmüşlerdir. Bu fikirler, eski dinlerle ilgili olabilir, cahiliye dönemine ait örf ve adetler olabilir veya halk arasında yaygın çeşitli inanışlar olabilir. Meselâ, İngiliz müsteşrik H. Gibb şunları söylüyor: "Hz. Muhammed  (salla’llâhü aleyhi ve sellem) diğer bütün reformist şahsiyetler gibi, bir yandan kendisini kuşatan haricî ortamların gereklerinden etkilenmiş, diğer taraftan da kendi zamanında egemen olan, doğup büyüdüğü muhitte dolaşan düşünce ve inançlar arasından yeni bir yol açmıştır... Mekke'nin bu seçkin rolünün karakterinin izleri Hz. Muhammed'in hayatının bütün dönemlerinde açıkça görülebilir. Beşerî bir ifadeyle, 'Hz. Muhammed  (salla’llâhü aleyhi ve sellem) başarılı olmuştur, çünkü o bir Mek-kelidir."1044

Hz. Muhammed'in içinde bulunduğu beşerî çevreden yararlanarak dinini tesis etmesi iki şekilde düşünülebilir. Birincisi, kavminin, kendisi ile diğer semâvî dinler arasında bir köprü görevini yapması1045; İkincisi ise, yaşadığı toplumun örf, adet ve kurallarını bir tenkit ve elemeye tabi tutup o malzemeden yeni bir itikadî, hukukî ve ahlakî yapı meydana getirmesi.

Biz öncelikle, kavminin Hz. Muhammed  (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ile diğer semavî dinler arasında bir köprü vazifesi yapıp yapmadığına bakalım:

Hz. Muhammed'in gençliğinde, eski dinlere dâir halk arasında dolaşan söylentilerden habersiz olduğunu söylemek mümkün değildir. Çünkü, onun tam bir uzlet içinde yaşadığını ve bu yüzden de bu konuda kavminden daha cahil kaldığını ileri sürmek makul görünmemektedir. Zira Kur'ân-ı Kerim bize, bu kavmi, eski dinler hakkında birtakım malumata sahip bir kavim olarak tanıtmaktadır. Nitekim o kavim, kendisinden önceki peygamberlerin gösterdiklerine benzer mucizeler göstermesini Hz. Peygamberden talep etmiş1046; tevhid inancı karşısına Hıristiyanlığı çıkarmış1047; bu dinde Hz. İsa'ya yapılan ibadeti kendi putlarına yapılan ibadetle bir tutmuştur.1048 Arap Yarımadasında muhtelif dinlerin biraraya gelmesi neticesi, Kitab-ı Mukaddes ile ilgili diğer bazı malumatın da halk arasında yayılmış olduğunu tasavvur etmek güç olmasa gerektir.

Ancak, herhangi bir dinî propogandanm yapılmaması ve dinî rehberlerin genellikle münzevî bir hayat yaşamaları; din değiştirme olaylarının çok nadir görülmesi ve böyle yapanların sağa sola dağılarak izlerinin kaybolması; eski Arapların ırk konusunda peşin hükümleri ve kendi öz tarihlerini ilgilendirmeyen meselelere pek fazla ilgi duymamaları ve bir örnek dışında edebiyatlarında dinî konulara yer verilmemesi...1049 gibi birçok sebep, bu konuda çok fazla iyimser olmamızı engellemektedir.

Araplar arasında gezmiş, bilgi sahibi olmuş kimselerin bile dikkatlerinin nasıl dinden başka sahaya cezbedildiğini görmek, son derece ibret verici bir husustur. Gerçekten Kur'ân-ı Kerimde geçen kıssalara nazîre yapmak isteyen Nadr b. Hâris, dinleyicilerine peygamberlerin tarihini değil de eski Pers krallarının efsanelerini, Rüstem ve İsfendiyar'm kahramanlıklarını anlatmıştır.1050 Şair Nabiğa ez-Zübyânî'nin şiirlerinde işlediği konular dikkat çekicidir. Huart bile, onun Süleymân Peygamberle ilgili terennümlerine işaret etmiştir.1051 Görüldüğü gibi onları cezbeden dâima bu dünya hayatının ihtişamı olmuştur.

Okuma yazma bilmeyen ve son derece tasasız olan bu kavmin elindeki kitabî malumat hakkında tarih fazla bir şey söylememektedir. Bu da oldukça basit ve müphem birkaç mefhum dışında, fazla bir şeyi ona izafe etmemize mantıken imkân bırakmamaktadır. Bu birkaç mefhum, son derece şümullü, dakik ve derin olan Kur'ân-ı Kerim âyetlerinin menşei hususunda bize en ufak bir ip ucu bile vermekten uzaktır. Öyle ise Cahiliye devrinde çok ender rastlanan birkaç alime mahsus ilmin, bu kavim tarafından paylaşıldığını tasavvur etmek doğrusu çok gariptir. Nitekim o, getirdiği sistemin Hz. Peygamber de dahil olmak üzere bütün Araplar için yepyeni bir sistem olduğunu açıkça vurgular. Geçmiş milletlerin tarihlerinden bölümler zikrederken, peygamber olmadan evvel Hz. Muhammed'in de kavmi gibi bu tarihe âşinâ olmadığını, çok defa tekid etmekten geri kalmaz.1052 Eğer durum böyle olmasaydı, onun düşmanları sükut etmez ve en yüksek dozda itirazlarını ifade ederlerdi.

Bununla beraber, halk inancına diğer semâvî dinlerden bazı teferruatın sızdığını farzetsek bile, alimlerle olan münasebetlerinde dahi daima kuşkulu tavır takman Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) gibi birinin, halkın otoritesine safça inanmış olması düşünülemez. Çeşitli dinlerin bi-raraya geldiği bu bölgede, fikirlerin tek bir akım meydana getirmesi mümkün değildi. Çünkü müşrikler, Sabiîler, Mecûsîler,1053 Yahudiler, Hıristiyanlar herbiri hakikati kendilerine göre savunuyorlardı.1054 O halde Hz. Peygamber bu birbirine zıt inanç sistemlerinden hangisini tercih edip onda karar kılmalıydı? Şâyet o, bütün bu inanç sistemlerini anlatmaya kalkmış olsaydı, Kur’ân-ı Kerimde ne korkunç bir kargaşaya şahit olurduk!1055

Hz. Muhammed'in, kimisi temelden batıl, kimisi de muharref olan bu din ve inançların malzemesinden Kur’ân'ı vücuda getirdiğini iddia etmek, korkunç bir depremden sonra enkazları birbirine karışmış çok sayıda köhne yapının çürük ve yıpranmış enkazından, daha önce hiçbir mimarlık tecrübesi olmayan ve hatta okuma yazması bile bulunmayan bir kimsenin başı göklere değen muhteşem bir sarayı inşa ettiğini söylemek kadar gülünçtür.

En bariz vasfı ümmilik ve bilgisizlik olan cahiliye insanının inanç, fikir ve uygulamalarıyla Hz. Muhammed'e muallim olduğunu iddia etmek kadar mantıksız bir iddia olamaz.

Şunu da belirtelim ki, Hz. Peygamber hiçbir zaman yeni bir din getirmiş olmak iddiasında bulunmadı. Aksine, İslâm dininin Hz. İbrahim'in dini olduğu ve evvelki peygamberlere nâzil olan kitapları tasdik ettiği Kur'ân'm birçok âyetlerinde açıkça belirtilmiştir.1056 Kur'ân-ı Kerim ancak bunları, karıştırılmış olan yanlışlıklardan ve yolsuzluklardan ayıkladıktan1057 sonra, zamanın icabına daha uygun birtakım hükümler ve kaideler koymuş tevhid ve marifetin zirvesini ortaya koymuştur.1058

Ancak Hz. Peygamberin dine ait olan bütün icraatı İlâhî vahye dayanır. Bunların kendi şahsî iradesine atfedilmesi vahiy keyfiyetinin yanlış olarak anlaşılmasmdandır.1059

Müşriklerin Allah hakkındaki inançlarıya ilgili olarak daha önce değişik vesilelerle bilgi verdik ve yer yer Kur’ân'm getirdikleriyle mukayesede bulunduk. Yahudi ve Hıristiyanlarda durumun nasıl olduğunu ise, ileriki konularımızda detaylı olarak açıklayacağız.

Onun için burada sadece adetler ve ibadetlerle ilgili müşriklerin yaşantılarına bir göz atacak ve bunlardan Hz. Peygamberin kabul veya reddettiği hususlara dikkat çekeceğiz.

Konuyla ilgili olarak Goldziher, Hz. Muhammed'in, İslâmî tesis ederken cahiliye toplumunun inanç, sosyal yaşantı, kabile hayatı ve âlem anlayışını "Cahiliye" adı verilen Arap putperestliğinin bütün vahşî unsurlarından ayıklama yoluna gittiğini, doktrin ve kurallarının seçici bir karakter arzettiğini, Yahudilik ve Hıristiyanlığın da bunlarda bir payının bulunduğunu belirterek İslâmm orijinalliğinin bundan ibaret bulunduğunu ileri ürüyor.1060

Biz önce Cahiliye hukukuna bir göz atacak ve sözkonusu hukukla, bazı İslâmî öğretiler arasında bir karşılaştırmada bulunacağız. Bu ikisinin birbiriyle ne kadar bağdaşıp ne kadar bağdaşmadığını göreceğiz. Bundan da hareketle müsteşriklerin iddialarının doğru olup olmadığını değerlendireceğiz. Biz peşinen şunu belirtmekte tereddüt etmeyiz: İslâm bünyesinde Cahiliye döneminin yararlı birçok örf ve düzenlemelerine yer vermiş, bunların kötü olanlarını ise iptal edip ortadan kaldırmıştır. Ama bu, hiçbir şekilde Kur'ân'ın beşer kaynaklı olduğunu göstermez. Şöyle ki: örf diye ifade ettiğimiz Cahiliye fıkhı kaynaklarından, Cahiliye devri insanlarının üzerinde anlaştıkları, gönüllerinde yer eden ve kabul ile karşıladıkları, böylece uyulması ve hükümlerine bağlanması kendileri için zorunlu hale gelmiş her türlü tasarrufatı kastediyoruz. Hiçbir toplum bütün örf ve uygulamalarıyla kötü olamaz. En zararlı ekol ve akımlar bile birtakım hak ve faydalı prensiplere sahip olabilir. Cahiliye toplumu ve müşrik Arap halkı da bu kuralın dışında değildir. Kaldı ki, Hicaz bölgesi, özellikle Mekke, pekçok peygamberin merkez ve uğrak yeri olmuştur. Özellikle Hz. İbrahim ve İsmail'in dini asırlar boyu buralarda yaşanıp uygulanmıştır. Hz. Peygamberin devrine kadar bu hak dinlerden iz ve kalıntıların bulunmaması mümkün değildir. İşte Kur'ân, inanç, ibadet ve uygulamalarla ilgili bu kalıntıları şirk ve cahiliyet enkazı altından çıkararak ihya etmiş, şekil değiştirenleri aslî haline döndürmüş, bunun dışındaki inanç ve örfleri de iptal etmiştir.

Örfün bu şekilde Cahiliye fıkhının birinci kaynağını oluşturduğunu belirttikten sonra, inandıkları dinî öğretilerin de fıkıhlarının ikinci kaynağını meydana getirdiğini ifade edelim. Bu öğretilerden kastımız, çoğu Cahiliye insanının, putlara tapınmak, onlarla manevî yakınlık kurmak gibi din olarak benimsedikleri kural ve kaidelerdir. Bu cümleden olarak tapınak görevlileri ve din adamları, kendi mensupları için birtakım hükümler vazederlerdi. Bu hükümler, bağlayıcı kurallar olup, muhalefet edenler, örfe de muhalefet etmiş sayılırlardı.214

Örf ve dinî emirlerin yanısıra, yöneticilerin, düşünce ve içtimâî mevki sahiplerinin görüşleri de Cahiliye fıkhının diğer bir kaynağını oluşturuyordu. Bunlar, Arap kabilelerinin kral, efendi ve reislerinin emir ve talimatlarıydı. Sözkonusu kimseler, yasama ve yürütme vasfını üzerlerinde taşıyorlardı. Doğru düşünce ve sosyal mevki sahiplerinin hükümlerinin de, Cahiliye insanının işlerini tanzimde önemli bir yeri vardı. Çünkü sözkonusu kişiler, doğru görüşleri, meselelere çözüm getirmedeki yüksek yetenekleri, çekişme ve sürtüşmeleri ortadan kaldırmadaki maharetleri ile tanınan kimselerdi.215

Biz, bu kaynakların ortaya koyduğu hükümleri bütünüyle ele alıp inceleyerek, aralarındaki benzer ve farklı noktaları tesbit etmek için

·        214 Cevâd Ali, Tarîhu’l-Arab Kable’l-islâm, V, 479.

·        215 Bk. ez-Zahiretii’l-istişrakıyye, I, 323.

1.

İslâmî hükümlerle tek tek karşılaştırmaya gücümüz yetmez. Çünkü bu, uzun bir konu olup bizi asıl hedefimizden uzaklaştırır. Fakat bu, sözko-nusu örfün bazı örneklerini zikrederek, İslâmm sözkonusu hükümlerden etkilenip etkilenmediğini göstermeye çalışacağız. İşte biz örnek olarak, ibadetle ilgili bazı hükümleri ve ahval-i şahsiyeyle ilgili bir kısım muameleleri ele alacağız.

Tarihçiler, Kureyş'in Aşure orucunu tuttuğunu; Hz. Peygamber'in de İslâm öncesinde o gün oruç tüttüğünü; Medine'ye hicret edince bu orucu tutmaya devam ettiğini; sahabilerine de bunu emrettiğini; bu durumun hicretin ikinci senesine kadar devam ettiğini, Ramazan orucu farz kılınınca da Aşure orucunun tercihe bağlı bırakıldığını kaydederler.

Bu örnek, Hz. Peygamberin önce bir Cahiliye prensibine uyduğunu, orucun hüküm, süre ve şartlarının değişmesinden sonra da onu ibtal ettiğini veya tercihe bıraktığını gösteriyor.

İslâmm onayladığı Cahiliye adetlerinden biri de sünnet olma, cenabetten yıkanma ve cenazenin yıkanıp kefenlenmesidir. Ancak, hac ve umreyi incelediğimizde, İslâmm bazı uygulamalarını olduğu gibi bıraktığını, diğer bir kısmını ise, kendi hükümleriyle çeliştiği için ibtal ettiğini görüyoruz.

Meselâ tavaf, Cahiliye döneminde bir örftü ve Cahiliye insanına göre haccm rükünlerinden ve menasikinden biriydi. Tavaf sayısı da yedi turdu. Tavaf yapanlar iki kısımdı. Bir kısmı, çıplak olarak, bir kısmı ise, elbiseleriyle tavaf yapardı. Kabe'yi çıplak olarak tavaf edenler, "el-Hulle", elbiseleriyle tavaf yapanlar ise "el-Hums"1061 diye bilinirlerdi. İslâm gelince, Ka'be'nin yedi turla tavaf edilmesini onayladı, çıplak olarak tavafı yasakladı ve herkesin ihram giymesini emretti.

"Telbiye"ye gelince, Cahiliye halkı hac esnasında telbiye getirirlerdi. Ya'kubî, Arapların Kabe'yi ziyaret etmek istediklerinde, her kabilenin kendi putu yanında durduğunu, orada dua ettiğini, sonra da Mekke'ye gelinceye kadar telbiye getirdiklerini, telbiyelerinin ise farklı farklı olduğunu belirtir.1062 İslâm, telbiyeyi onayladı,, yalnızca içeriğini değiştirip, sadece Allah'a tahsis ederek diğer putları bundan çıkararak şu anda bildiğimiz şekline getirdi.

Cahiliye insanı, Safa ile Merve'yi tavaf ederlerdi. Bu iki tepe üzerinde Esaf ve Naile adında iki put dikilmiş bulunmaktaydı. İnsanlar, sözkonusu putların etrafında yedi defa tavaf ederlerdi. İslâm, putları ortadan kaldırdı, fakat hacıların Safa ile Merve arasında yürümesine "Say" adını vererek1063 bu uygulamayı yeni şekliyle onayladı.

Cahiliye döneminin hac menasikinden birisi de, Zilhicce'nin onuncu gününde Arefe'de vakfe yapmaktı. Hacılar, Arefe'den Müzdelife'ye, Müzdelife'den de Mina'ya akın ederlerdi. İslâm bu menasiki olduğu gibi bıraktı.

Cahiliye döneminde haccın menasik ve şeairinden biri de "RemyüT Cemerât (Şeytan taşlamadır.)" Bunlar, Birinci Cemre, Orta Cemre ve Akabe Cemresi'dir. İslâm bu uygulamayı da onayladı.

Öte yandan, Müslümanların hep birlikte aynı yerden Arafat'tan inmesini vacip kıldı. Bu konudaki ayırımcılığı ve de bir kabilenin özel bir yerden inme adetini kabul etmedi.1064

İslâm, Ensarın hacdan döndüğünde tatbik edegeldikleri kötü bir adeti de ortadan kaldırmıştır. Bu adete göre, hacdan döndükleri zaman bir eve veya bir çadıra asıl kapısından girmezler, aksine arkasından, bir delik veya gedikten girerler, bunu da iyilik sayarlardı. İslâm şu âyetle bu geleneği de yıkmıştır: "Evlere arkalarından girmek iyilik değildir. İyilik Allah'tan korkanın iyiliğidir. Evlere kapılarından girin..."1065.

Aynı şekilde İslâm, Cahiliye Araplarının savaş halindeyken sik sık başvurdukları "Nesî"e de son vermiştir. Bunu da şöyle yaparlardı: Savaş halindeyken haram aylardan biri gelip çatarsa, savaşa devam ederler ve bu ayı haram ayı olmayan başka bir ay ile değiştirirlerdi. Böylece de bu aylardaki İlâhî hikmeti bozmuş oluyorlardı.1066

İbadetlerden muamelâta geçtiğimizde görüyoruz ki, bunların pek çoğu Cahiliye döneminde de örf olarak bulunmakta olup İslâm onları olduğu gibi bırakmıştır. Bozuk ve zararlı olanları ise, ya ta'dil veya ibtal etmiştir. Buna örnek olarak ahvâl-i şahsiyeye göz atalım:

Cahiliye toplumu, asim fer'e olan yakınlığından dolayı babanın kızıyla, dedenin torunuyla, annenin oğluyla, ninenin torunuyla ve kardeşin kızkardeşiyle evlenmesini yasaklamıştı. Aynı yasaklama kuralı, amca ve dayının, kendi erkek ve kızkardeşin çocukları için de ge-çerliydi. Fakat sözkonusu toplum, iki kız kardeşi aynı anda nikahı altında bulundurabiliyordu. Erkek evladı, ölen babasının karısına —üvey annesine—"Nikahu'l-makt" uygulamasıyla koca olmasına izin veriyordu. İslâm, belirtilen yakın akrabalarla evlenme yasağını onayladı, iki kız kardeşi aynı anda nikah altında bulundurmayı ve erkek evladın ölen babasının karısıyla—üvey annesi—evlenmesini ise yasakladı.1067

Cahiliye döneminde, evlilik akdinin geçerli olması için mehir verme bir zorunluluktu. Çünkü mehir, nikahın meşruluğunun delili sayılıyordu. Aksi halde evlilik, fuhuş, zina ve tecavüz kabul ediliyordu. Mehrin de bir hak olarak kadına verilmesi öngörülüyordu. Ne var ki kadının velisi genellikle buna elkoyuyordu. İslâm, mehri onayladı, ama bu el koymayı yasakladı.1068

Cahiliye döneminde mevcut olup İslâmm yasakladığı nikah türlerinden biri de "nikahu'ş-şiğâr" (mübadeleyle mehirsiz evlenme)1069 dir.

Nikahtan boşanmaya geçecek olursak görüyoruz ki, bu geçici veya sürekli ayrılma Cahiliye insanmca uygulanan bir örftü. Meselâ, kişi, karısını üç talakla boşadığında yeniden onunla evlenmek kendisine helal değildi. Karısı kendisinden bâin talakla boş olmuş olurdu. Bu durum karşısında Cahiliye insanı, karısını üç defa boşadığında yeniden onu alabilmek için kendisine yasal bir hile bulmuştu. O da, karıyı yabancı bir erkekle evlendirmek, onun boşamasından sonra da ilk kocasına geri dönmek. İslâm, bu hileyi çok çirkin karşılamış, buna "hülle" adını vermiş, bunu yapanı çok ağır nitelemelerle nitelendirmiş, böyle bir uygulamayı yasaklamıştır. Nitekim Resulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem): "Hülleyi yapana da, kendisi için hülle yapılana da Allah1070 lanet etsin" buyurmuştur.

Nikah ve talaktan sonra miras konusuna baktığımızda görüyoruz ki, tarihçiler, Cahiliye döneminde ilk defa kızlara miras hakkını verenin "ZuTmecâsid" denilen Amir bin Cuşm bin Ğanem bin Habîm bin Ka'b bin Yeşkur olduğunu iddia ederler. Belirtildiğine göre bu zat, Cahiliye döneminde malını miras olarak evlatlarına bırakmış, erkeğe kızın iki katı bir hisse takdir etmiştir. Böylece bu hükmü, İslâmm aynı konudaki hükmüyle tevafuk etmiştir.1071

Günlük yaşayışa gelince, Kur'ân'm, İslâmm zuhuru sırasında insanlığın vardığı noktada beşerin hayrına olanı bıraktığını, işe yaramayanları ise lağvettiğini görüyoruz. Mesela, Cahiliye Arapları putlarına kurbanlar takdim ederlerdi. Hatta erkek çocukları da bu kurban kapsamına girebiliyordu. Bazı hayvanları ve ekinleri sadece belli bir kısım insanlara caiz görürken, bazı hayvanlara binmeyi diğer bazı insanlara yasakladıkları gibi, bazı hayvanları keserken Allah'ın adını anmayı yasaklıyorlardı. İslâm geldi ve bütün bu uygulamaları ortadan kaldırdı.1072

İslâm, Cahiliye döneminde, hatta geçmiş dinlerde hiç bilinmeyen bir biçimde miras taksimatını yaptı1073 Öte yandan İslâm, kız çocuklarını diri diri toprağa gömme adetine son verdi ve bunu en çirkin bir günah kabul etti.1074

Kumar ve içki eski Arapların övünç vesileleriydi. Bu konuda harcanan servetleri övgü konusu yapan nice kasideler söylenmiştir. İslâm geldi her ikisini de kesinlikle yasakladı.1075 İnsanlar arasında tek üstünlük ölçüsü zenginlikti. Akrabacılık, ırkçılık ve kabileciliğin de toplumda çok ezici bir ağırlığı vardı. İslâm geldi, bu aşağılık anlayışlara son verdi.1076 Yine katilin kabilesi de onun suçundan sorumlu tutuluyordu. Kur'ân bu prensibi de yıktı, yerine ferdî mesuliyeti getirdi.1077

Cahiliye döneminde Araplar, birbirlerine faizle borç alıp verirlerdi. Hatta borcu ödeme zamanı gelip de, borçlu borcunu ödeyemezse, alacaklı süreyi uzatır, faizini de arttırırdı. Kur'ân inerek bütün bu uygulamalara son verdi. Bundan vazgeçmeyenleri ise en ağır biçimde tehditte bulundu.1078

İslâmm yasakladığı konulardan biri de uğursuz sayma inancı (teşe'üm) dır. Bu inanca konu olan, baykuş ötmesinin uğursuzluğu, gül inancı1079, kadın, ev ve atın uğursuzluğu, karga, yılan, fare, akrep gibi hayvanların uğursuzluğu gibi inançlar tamamen reddedilmiştir1080. Çünkü, tevhid anlayışına zıttır. Her şeyin yaratanı Allah'tır1081. Her şey, iyi kötü, ancak Allah'ın takdiriyle olur. Bu sebepten Hz. Peygamber, "Eşyada uğursuzluk yoktur1082" buyurarak bu gerçeği anlatmıştır.

Kâhin ve arraflara başvurarak gayb hakkında bilgi edinmek de reddedilmiştir1083. "Gaybm anahtarının ancak ve sadece Allah'ın elinde olduğu1084" bildirilmiştir. Allah'tan başka hiç kimse gayba dair bilgi veremez1085. Hz. Peygamber dahi ancak kendisine bildirileni söylemiştir.1086

Şirk koşulan nesne, ister gök cisimlerinden olsun, ister tabiat varlıklarından olsun1087, isterse melek, cin ve ruhânî varlıklardan olsun şirkin her türlüsü reddedilmiştir.1088

Fal okları (ezlam) çekerek gelecek veya gayb hakkında bilgi edinmek ve işlerini ona göre düzenlemek kaldırılmıştır.1089

Büyü, sihir1090 gibi insanları gerek manen, gerekse biyolojik olarak etkileyen ve zarar veren bu işle meşgul olmak da reddedilmiştir.1091

Melekler1092, cin1093 ve şeytan1094 hakkmdaki yanlış inançlar1095 reddedilmiştir. Meleklerin, Allah'ın kızları olduğu şeklindeki inanç ilga edilmiş, onların da Allah'ın yaratıkları olduğu anlatılmıştır.1096

Dehr inancı1097 kaldırılmıştır. Dehrin, cahiliyenin sahip olduğu kuru Arap kaderciliği ve nihaî kontrolün elinde olduğu bir gayr-ı şahsî varlık olarak anlaşılması ve öyle inanılması reddedilmiş, her şeyin Allah'a dayandığı şekliyle değiştirilmiştir.1098

Bunlar, Cahiliye döneminde bulunup da İslâmm bir kısmını reddettiği, bir kısmını ıslah ettiği ve bir kısmını onayladığı pek çok örf, adet ve inanıştan sadece birkaçıdır.1099 İslâmm, bunların bir kısmını onayladığına bakarak Kur'ân'm kaynağının bunlar olduğunu savunmak mümkün değildir.

Biz zaten, Cahiliye örfünden alman bir kısım hüküm ve kanunların İslâm Şeriatında bulunduğunu inkâr etmiyoruz. İster ibadetler, isterse muamelelerle ilgili olsun faydalı kanunları onaylayıp ibka etmesi de Hz. Peygamber için bir kusur teşkil etmez. Yeter ki, sözkonusu hükümler, İslâmm, amaçlarını gerçekleştirmek için gözettiği teşri' felsefesiyle uygunluk arzetsin. Bu hükümlerin onaylanmasından, Hz. Peygamberin çevresinde görerek etkilendiği, Allah'ın kitabında vahyedilmeyen hususlar olduğu sonucunu çıkarmak mümkün değildir. Eğer böyle olsaydı, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) diğer Cahiliye kanun ve örflerini de onaylayıp ibka ederdi; bir kısmını yasaklayıp bir kısmını serbest kılmazdı.

Kısaca, Hz. Peygamberin içinden çıkarılıp gönderildiği cahiliye devri Mekke'sinin inanç ve adetlerinin, Kur'ân-ı Kerimin talimatlarına kaynak teşkil ettiğini iddia etmek gülünçtür. Zira İslâmm mukaddes kitabı olan Kur'ân-ı Kerimin mutlak tevhid nizamı ile cehalet, putperestlik, falcılık, materyalistlik, kız çocuklarının diri diri gömülmesi ve kadınların mallarının elde edilmesi için evlenmeye zorlanması, yetimlerin haklarının çiğnenmesi, fakirlerin gözetilmemesi, güçsüzlerin horlanması gibi insanlık dışı esaslar üzerine kurulu cahiliye düzeni arasında bu anlamda hiçbir bağlantı kurulamaz.

·        2. Medine Dönemindeki Kaynaklar

Biz Hz. Muhammed'in Mekke dönemindeki hayatını dikkatli bir biçimde ve her türlü ihtimali gözönünde bulundurarak inceleyip Kur'ân'a beşerî bir kaynak tespit etmeye çalıştık. Ancak bütün çabalara rağmen makul beşerî bir kaynağa rastlayamadık. Bilindiği gibi Hz. Muhammed  (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hicret ile birlikte eski putperest çevresinden ayrılarak yeni bir muhite girmiştir. Bu, Ehl-i Kitab denilen Yahudilerin ağırlıkta bulunduğu bir muhittir. Mekke döneminde Hz. Muhammed  (salla’llâhü aleyhi ve sellem) için az da olsa bazı bilgi kaynaklarının bulunabilirliği iddia edilebiliyordu. Fakat 13 senelik Mekke dönemini binbir türlü mücadele ve sıkıntıyla dolu bir biçimde geride bırakıp Medine'ye intikal ettiği andan itibaren, artık tarihe mal olmuş bir şahsiyet haline gelmiştir. Bütün hareketleri kontrol edilir, adım adım takip edilir ve diğer insanlarla olan münasebetleri en ince detayına varıncaya kadar dikkatle gözlenir olmuştur.

Böylesine tarihe mal olmuş ve her hareketi gözlenir bir insanın serbest davranarak başkalarından bazı bilgiler alıp da Allah'a isnat etmesi imkânsız denecek derecede zordur. Kaldı ki davasının özü, ruhu ve temeli bu iddiasıydı. Allah'tan vahiy alması anlamındaki bu iddiaya gelebilecek en ufak bir sarsıntı ve uyanabilecek en ufak bir şüphe onun davayı kaybetmesine yeterdi.

Biz, Kur'ân'a beşerî bir kaynağın bulunması açısından son derece fakir olan bu dönem incelenmesin demiyoruz. Hakikatin bütün yönleriyle ortaya çıkması ve şeytanın dahi kuşku uyandırabileceği bir ihtimalin kalmaması için bu dönemi de elbette inceleyeceğiz.

Bu dönemin en belirgin özelliklerinden biri de, Hz. Muhammed'in düşman ve hasım bir muhitten kısmen de olsa kendisine sâdık, misafirperver ve hatta uğrunda canını bile vermeye hazır insanların arasına intikal etmesidir. Burada ayrıca, muhitin yerlisi olan Yahudi ve Hıristiyanlarla da doğrudan doğruya temasa geçilmiştir.

Eğer, bu dönemde Hz. Muhammed'in hayatında herhangi bir değişiklik meydana gelmemiş olsaydı, önceki açıklamalarımızı yeterli görür, ayrıca bir araştırmaya girme ihtiyacını hissetmezdik. Fakat, Hz. Muhammed'in hayatını samimiyet bakımından Mekke ve Medine dönemlerine göre iki kısma ayıran müsteşriklerin iddia edip bizim de bundan önceki bölümde üzerinde durduğumuz gibi bazı değişiklikler meydana geldiğini görüyoruz. Bu değişiklikler ve bunların Kur'ân'm kaynağına tesir edip etmediği önceki açıklamalarımızda geçti. Biz bu bölümde ise Hz. Muhammed'in istifade edebileceği muhtemel kaynakları inceleyecek ve bu açıdan Kur'ân'm beşerîliği iddiasına açıklık getireceğiz.

Şüphesiz bu iddiaların kaynak ve dayanaklarını, kesin ve net çizgilerle birbirinden ayırmak mümkün değildir. Büyük ölçüde girift ve birbiri içine uzanmış niteliktedirler. Meselâ, bu bölümde ele alacağımız, gerek doğrudan doğruya, gerekse dolaylı olarak Ehl-i Kitab ve Kitab-ı Mukaddesin Kur'ânî bilgilere kaynak olup olamayacağı konusu aynen Mekke dönemi için de geçerliydi ve kısmen orada da ele alınıp değerlendirilmiştir. Biz burada tekrardan mümkün mertebe sakınarak hakikatin bütün cepheleriyle ortaya çıkması için gayret edeceğiz.

Şimdi konumuza dönüyor ve soruyoruz: Acaba bu yeni dönem ve değişik muhitte Hz. Muhammed  (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bilgilerini derinleştirip pekiştirmek için tarihî bir araştırma ve köklü bir karşılaştırmaya müsait bir zemin mi bulmuştur? Yoksa, daha önce az da olsa mevcut olan böyle bir imkânı bütün bütün yitirmiş midir?

Bu sorunun cevabını verebilmek için, başka değerlendirmelerin yanısıra öncelikle Hz. Muhammed'in, bu yeni muhite intikal etmeden önce burası ve yerlileri hakkmdaki kanaatini öğrenmek gerekir. Acaba, elindeki Kur'ân, burasını sema kaynaklı faziletin gerçek temsilcileri olarak görüyor ve dolayısıyla uyulmaya layık bir model niteliğinde kabul ediyor muydu?

Bu soruya olumlu bir cevap veremiyoruz. Çünkü, Mekke döneminde Hıristiyan ve Yahudilerle ilgili, diğer bir ifadeyle Kitab-ı Mukaddes kıssalarının hemen hemen tamamlandığını1100 ve Medine'ye araları dolduracak ufak tefek ayrıntılar kaldığını görüyoruz. Bu ikinci dönemde çok defa kısa işaretlerle, önce anlatılanlardan ders çıkarma yoluna gidilmiştir. Dolayısıyla, Kur’ân'm, yeni muhitin sakinlerinden alacağı bir şey kalmamış olmanın yanısıra onlar hakkmdaki düşüncesi de daha önceden net bir biçimde ortaya çıkmış bulunuyordu. Buna göre, Kur'ân, Hıristiyanların yanlış inanışlarına parmak basmakla beraber1101, onlara karşı yumuşak bir üslup kullanıyordu.1102 Ancak Yahudiler ve genel olarak Ehl-i Kitab sözkonusu olduğunda durum aynı değildir. Kur'ân'a göre bunlar, kendilerine inen vahiyden yüz çevirmiş, şeytanın yoluna uymuş kimselerdir.1103 Bunların gerçek inananlara ateş çukurlarında yaptığı zulümlere işaret etmiş ve bu hareketlerinin hakiki imanı yok etmeye yönelik kasıtlı bir hareket olarak ilan etmiştir.1104

Daha sonra intikal ettiği yeni muhitte bu tavrını devam ettirmiş, hatta sitemlerinin doz ve adedini arttırmıştır. Yine Kur'ân-ı Kerimin bildirdiğine göre kendilerine Tevrat verilen Yahudiler, onu ezberlemekle yetinmiş ve onu sadakatle uygulanmamışlardır.1105 Faizle iş yapmış, her türlü haram yoldan kazanç sağlamışlardır.1106 Dinî bir kuruntuya dayanarak her türlü rüşvet ve yalanı kendilerine mübah görmüşlerdir.1107 Yine kendileri dışındaki diğer milletlere karşı yerine getirecek hiçbir yükümlülükleri bulunmadığı zehabına kapılmışlardır.1108

Kur'ân-ı Kerimin böylesine şiddetle tenkit ettiği bir topluluğun ona model ve malumat kaynağı olacağını düşünmek son derece hayret uyandırıcı bir husustur. Bununla beraber, mantıksız da olsa böyle bir görüşün dayandığı gerekçeleri inceden inceye değerlendirmek bizim bundan sonraki izahlarımızın konusu olacaktır.

·        a. Medine ve Civarındaki Yahudi ve Hıristiyanlardan Alındığı İddiası

al. Yahudil er

Islâmm zuhuru ve Hz. Peygamberin Medine'ye hicreti sırasında Medine halkı Evs, Hazrec ve Yahudi kabilelerinden meydana geliyordu. Resulullah tarafından teşri' edilen Medine şehir devleti anayasasında, adı sanı belli olmayan dokuz Yahudi kabilesi zikredilirse de bunlar, müttefiki bulundukları yahut mevlası durumunda oldukları Arap kabileleri arasında dağılıp parçalanmışlardır. Fakat tarihçiler bunları üç ayrı kabile halinde toplamışlardır: Benû Kaynuka', Benû Nadir ve Benû Kurayza. Bu üçe ayırmada sadece büyüklük ve kudret gözönünde bulundurulmuştur. Zira aynı şekilde Yahudi menşeli olan ve şehrin ku-zey-doğusunda yaşayan Benû Ureyd kabilesi de vardı.1109 Bunlardan Benu Kaynuka' kuyumculukla meşgul olmakta ve diğer umumi ticaret işlerini ellerinde bulundurmaktaydı. Benû Nadir, büyük hurma bahçelerinin sahibi olarak bilinir. Benû Kurayza ise, büyük ihtimalle, derici, çizmeci ve debbağlıkla meşguldüler.1110 Bu üç kabile de zamanla oldukça zenginleşmiş ve şehrin İktisadî gücünü ellerine geçirmişlerdi. İslâmın ortaya çıkışından az önce Medine'de Arapların 13 hisar-kalelerinin bulunmasına karşılık, Yahudilerin 59 adet vardı.1111 Hz. Peygamberin, Medine'de meskun bu üç kabile ile münasebetlerine ve bunların akibetine daha önce, "Yahudilere katı Davrandığı İddiası" başlığı altında kısaca da olsa temas etmiştik. Burada tekrara gerek görmüyoruz. Bu üç kabilenin dışında Medine'de, Müslümanlara karşı girişilen bütün siyasî faaliyet ve eylemlerden vazgeçmiş ve sadece ticaretle meşgul olmakla yetinmiş başka Yahudilerin de bulunduğu anlaşılıyor. Bu tutumlarından dolayı, Müslümanlardan hiçbir eziyet ve rahatsızlık görmedikleri gibi, kendilerine karşı müşfik davranılmıştır. Benû .Ureyd Yahudileri bunlardandır.1112

Bunun dışında kuzeyde Medine'ye 184 km uzaklıkta bulunan Hayber bölgesinde de Yahudiler yaşamaktaydı. Hayber, suları ve verimli geniş toprakları bol olduğu için ziraatle meşgul oluyorlardı. Burada yedi sekiz tane müstahkem hisar bulunuyordu. Hz. Peygamberin burayı kuşatması sırasında elleri altında mancınıklar da bulunan 20 bin silahlı muharip çıkarabildiği1113 nazara alınırsa buranın nüfusu hakkında bir fikir sahibi olunabilir. Bu kadar muharip, 1500 kişilik İslâm ordusunun karşısında tutunamamış ve müstahkem kaleler peşpeşe teslim olmuştur.1114

Hayber bölgesinin tamamen İslâm idaresi altına sokulmasını müteakip, bu vahanın bakımsızlıktan bir çöl haline gelmemesi için, bir nizamnameyle, buranın ahalisi yeni ve kesin bir karar alınıncaya kadar yıllık ziraî gelirlerinin yarısını her yıl İslâm hükümetine teslim etmeleri şartıyla yerlerinde bırakıldı.1115

Bunların dışında Vadi'l-Kura, Fedek1116, Teymâ, Maknâ, Cerbâ ve Azruh, Tâif1117, ayrıca, Güney ve Doğu Arabistan'da da Yahudiler bulunmaktaydı. Bu bölgelerin İslâmlaşmasından sonra onlar, zimmilerin tabi oldukları statüye girmişlerdir.1118

Yesrib (Medine)'de oturan Yahudiler, Uzeyr'in Allah'ın oğlu olduğunu söylüyorlardı.1119 Kur'ân bu inancı reddetmiş ve bunun eski bir şirk inancı olduğunu açıklamıştır.1120

Müsteşriklerin, Hz. Muhammed'in malumatlarının büyük bir kısmını kendilerinden aldığını iddia ettikleri bu Yahudilerin yanlış inançlarının diğer bir örneği de izzet ve cömertlik sahibi Allah'ı cimrilikle ve eli bağlı olmakla itham etmeleridir1120 1121. Acaba böylesi küfür dolu sözleri savuranlardan Hz. Muhammed'in, Ulûhiyet veya başka bir konuda fikirlerini çalmakla itham edilebilmesi mümkün müdür? Acaba böyle bir şey olsaydı, bu davranışını yüzüne karşı veya en azından gizli bir şekilde söylemeleri gerekmez miydi? Böyle bir şey olmadığına göre, iddia da asılsızdır.

Onlar kendilerinin Allah'ın çocukları ve sevgilileri olduğunu ileri sürüyorlar,1122 Cehenneme girdiklerinde orada ancak sayılı birkaç gün kalacaklarını iddia ediyorlardı.1123 Oysa bu, İlahî hüküm hakkında sakat bir anlayıştır. Allah'ın taraf tuttuğu anlamına gelen bu anlayışın, İslâmm mutlak İlahî adalet hakkmdaki prensibine1124 kaynak olması mümkün mü? Kur'ân'm, Allah'ın afv ve rahmetinden sık sık söz ettiği doğrudur. Fakat bu afv ve rahmet bazı milletleri dışarıda bırakıp da, ötekilerine tahsis edilmiş değildir. Aksine, kapıları sadece Yahudilere değil, iman ve salih amelle liyakat kazanan herkese açıktır.1125

Öte yandan Kur'ân-ı Kerim, Hz. Muhammed'e (salla’llâhü aleyhi ve sellem) karşı Yahudi alimlerinin tutumlarına ilişkin bize ışık tutar. O, onları iki gruba ayırır. Daha ülkelerine varmasından evvel, Hz. peygambere düşmanlık besleyen Yahudilerin büyük ekseriyeti, sadece ilimlerini ondan saklamakla kalmıyor, aynı zamanda birçok vesilelerle onu boş yere aldatmaya ve hayatına karşı suikastlar tertip etmeye çalışıyorlardı. Bazan hemşehrileri aracılığıyla, rûh1126 ve Ashab-ı Kehf kıssası hakkında1127 onu müşkil durumda bırakacak sorular soruyorlar, bazan da, ondan semâdan kendilerine bir kitap indirmesini talep ediyorlar1128, arasıra da, Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) kendi kitaplarında mevcudiyetinden haber verdiği bazı hususları inkâr ediyorlar, bunların varlığını sadece, bir meydan okuma veya sahtekârlıklarının anlaşılması sözkonusu olduğu hallerde kabul ediyorlardı.1129 Görüldüğü gibi Yahudiler, Hz. Peygambere karşı hüsn-ü teveccüh göstermekten son derece uzak bulunuyorlardı.

Buna mukabil, manasız ırkçılıklardan ve şahsî menfaatlerinden kurtulmuş olan bazı Yahudi alimleri, Hz. Peygamber'in tebliğine kulak vermek ve onun özelliklerini yakından incelemek için yanma varmışlar, onu, kitaplarında mevcut olan açık alametlerle derhal tanıyarak tebliğinin İlâhî olduğunu ikrar etmişlerdir.1130 Bu alimler içinde en meşhur olanı Abdullah b. Selâm'dır. İbn Selâm'm müslüman oluşu son derece ibret vericidir. Müslümanlığını ilan etmesinden hemen önce, Ya-hudilerin, aralarındaki en alim ve faziletli biri olarak kabul ettikleri bu zat, İslâmiyet! kabul eder etmez onlar tarafından terkedilmiştir.1131

Bu düşmanca duygulara sahip kimselerle, vicdanlarının sesine kulak vererek İslâmî hakikatlere boyun eğmiş olanlar arasında tarih, "dost ilim adamlarına" yer bırakmamaktadır.

Bununla beraber, Hz. Muhammed'in bu ilmi, İbn Selâm gibi kimselerden almış olabileceği iddia edilecek olursa, bu, hoca ile talebenin rollerini değiştirerek, sadece tarihî bilgileri tahrif etmek değil, aynı zamanda açık bir tarihî çelişkiye düşmek olur.1132 Çünkü Tevrat'la ilgili bütün hususlar, bu şahısların, Hz. Peygamberin simasını görme fırsatını bulmalarından çok önce, en ince teferruatına varıncaya kadar, Mekke'de nâzil olmuştur.1133 Şurası dikkate değer ki, Medine'de nâzil olan tamamlayıcı mahiyetteki birkaç âyet, umumiyetle, Yahudilerin kabul etmeye yanaşmadıkları, Hıristiyan dinine ait gerçeklerle ilgilidir.

Binaenaleyh, Kur’ân-ı Kerimle Yahudi ve Hıristiyan dinlerinin verileri arasında benzerlikler aramanın hiçbir yararı olmayacaktır.1134 Biz bu amaca matuf çalışmaların gereksiz olduğunu söyleyecek değiliz. Ne var ki bu çalışmalar, Kur'ân-ı Kerimin ortaya koyduğu tezi, yani, Kur'ân-ı Kerimin bildirdiği temel prensiplerin "Evvelkilerin kitaplarında da mevcut olduğu" ve "Yahudi alimlerinin bundan haberdar olmasının, bu gerçek için yeterli bir delil teşkil ettiği"1135 yolundaki görüşü teyid etmekten başka bir işe yaramayacaktır. Ancak, mutabakat ayrı, iktibas ise çok daha ayrıdır. İkisi arasında asla doldurulmayacak bir uçurum vardır.1136

Burada sadece Medine'deki Yahudi nüfusunun durumuna ve Kur'ân'a kaynak olup olamayacaklarına değindik. Kitab-ı Mukaddes ve Kur'ân arasında bir mukayeseyi biraz sonraki açıklamalarımızda yapacağız.

a2. Hıristiyanlar

Medine'de azınlık da olsa Hıristiyanlar bulunduğu anlaşılıyor. Hz. Peygamberin "Fasık" diye isimlendirdiği Ebu Amir adında bir papazları da vardı ki, bu papaz, Hz. Muhammed'in peygamber olarak gönderilmesini çekemedi ve Resulullahın Medine'ye hicret etmesi üzerine şehri terkederek Mekke'ye yerleşti. Uhud savaşında onbeş veya elli kadar dostuyla faal bir rol oynadı; belki bu dostları da Hıristiyan idiler.1137

Acaba bu papaz Hz. Muhammed'in bilgi kaynağı olabilir mi? Bu sorunun cevabını verebilmek için, bu kişinin mahiyetini iyi tanımaya ihtiyaç vardır. Şöyle ki: Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Medine'ye muhacir olarak geldiğinde, bu kişi Medine'yi terketmekle kalmamış kâfirleri de Resu-lullahm aleyhine kışkırtmaya başlamış, Rum Kayserine giderek bu konuda yardım istemiş, Müslümanlara karşı yapılan Uhud Savaşma katılmış, Medineli münafıklara teklifte bulunarak kendi mahallelerinde Resulullahın ve samimi Müslümanların gözünden uzak bir mescid inşa etmelerini ve burada toplanıp Müslümanların birliğini bozmalarını talep etmiştir. Fakat bütün bu plan ve çabaları kendisine hiçbir yarar sağlamamış ve bizzat kendisinin yaptığı bedduaya hedef olmuştur. Bu adamın neden, Müslüman olmadığının yanısıra hayatı boyunca İslâma ve Hz. Muhammed'e düşman olmaya devam etmesi konusuna ışık tutacak şöyle bir rivâyet kaydedilmiştir: "Ebu Amir kendini peygamber olarak taslama niyetindeydi, ama Hz. Muhammed, tebliğ görevine başlayıp başarıya ulaştığı zaman, Ebu Amir kıskançlık duydu."1138 Nitekim, Medine'ye teşrif buyurduğu ilk günlerde Hz. Peygambere şöyle

demişti: "Allah yalancıyı, kovulmuş, garîb ve yalnızlık içinde kahretsin!"1139 Bu sözüyle o, Hz. Peygamberi üstü kapalı bir biçimde kast etmişti. Kendisi, bütün çabaları sonuçsuz kaldıktan ve deyim yerindeyse elindeki son okunu da attıktan sonra Şam'da garip, kovulmuş ve yalnızbaşma ölüp gitti. Son işi olarak Taife giderek halkını Hz. Peygambere karşı savaşmaya teşvik etmiş onları psikolojik açıdan takviyeye çalışmış, fakat onlar kendisini dinlemeyerek Müslüman olmuşlardı. Bunun üzerine Şam'a sığınmış ve orada ölmüştür.

Bizzat kendi ifadesiyle hiçbir Medineli kendisine tabi olmamış ve Uhud savaşında Müşriklerin saflarında savaşırken nerede bulunduğunu kendilerine bildirip onları kendi safına çekmek amacıyla Medinelilere seslenerek "Ben Ebu Amir'im!" demiş. Medineliler ise, "Allah suratım bize göstermesin ey Fasık!" diye kendisine cevap vermişler. Hatta öz oğlu bile kendisini yalanlayarak Hz. Muhammed'e (salla’llâhü aleyhi ve sellem) tabi olmuş ve sözkonusu savaşta Müslümanların saflarında bir nefer olarak savaşıp şehid düşmüştür. Oğlu, "Gasîlü'l-melâike (Meleklerin cenazesini yıkadığı)" ünvanıyla tanınan Hanzala Hazretleridir1140. Hz. Hanza-la'nm imanında samimi olduğu kesindir. Çünkü, o sırada İslâm henüz maddeten güçlenmediğinden, dünyevî bir çıkar düşüncesiyle bu fedâkârlığı göstermesi çok uzak bir ihtimaldir.

Görüldüğü gibi, Ebû Amir baştan beri Hz. Muhammed'e karşı cephe almış ve onun Medine'deki varlığına bile tahammül edememiştir. Öte yandan onun oğlu bile Hz. Muhammed'in peygamberliğine inanmış ve bu uğurda canını seve seve vermiştir. Bu durumdaki bir insanın Kur’ân bilgisinin kaynaklarından olduğunu söylemek akıldan son derece uzak bir ihtimaldir.

Medine içinde bu son derece azınlık olan Hıristiyan fertlerinden başka, bu dönemde Medine dışında Hz. Peygamber'in münasebette bulunduğu bir Hıristiyan yöresi daha vardır: Necran. Hz. Peygamber muhtemelen H. 8-9. yılında Necran papazlarına da bir davet mektubu göndermiştir.1141

Necran Hıristiyanları, Midras (okul ve mahkeme)'larınm başkanı ve en büyük din adamları olan Ebû Hariset'ibni Alkarna, onun nâibi Ab-dulmesîh ve Kervân başkanı el-Eylem'in idaresi altında altmış kişilik bir heyeti Medine'ye gönderdiler.1142

Gelen bu heyet ile Hz. Muhâmmed arasında uzun münakaşalar cereyan etti. Bu münakaşaya daha sonra Yahudilerin de katıldığı ve tartışma akışının bir ara Yahudiler ile, gelen heyet arasında cereyan etmeye başladığı anlaşılıyor. Al-i İmran Sûresinin başından itibaren 89 âyet bu olay üzerine inmiştir. Hıristiyanlık hakkında İslâm dininin taşıdığı hemen hemen bütün delil ve cevaplar bu âyetlerde bulunmaktadır.1143 Daha önce bir vesileyle temas ettiğimiz meşhur "Mübahele (yalancıya Allah'ın lanetini dileme)" olayı bu heyete karşı gerçekleşmiştir. Bu meydan okuma karşısında heyet geri adım atma zorunda kalmış ve bir sulh antlaşması imzalayarak Hz. Peygambere cizye vermeyi kabul etmiştir. Hatta heyet, bundan sonra kendi aralarında çıkan para ve maliye ile ilgili ihtilafları hakim sıfatıyla çözmek üzere Hz. Peygamberden bir Müslüman tayin etmesini istedi. Bu görev için Hz. Ebû Ubeyde tayin edildi.1144

Heyet ülkesine döner dönmez, başkanı ve papazı (Akıb), her ikisi de geri dönerek Müslüman oldular.1145

Yukarıda, Yahudiler için söylediğimiz hususlar, birçok yönden aynen Hıristiyanlar için de geçerli olmakla birlikte ayrıca şunu da ifade edelim:

Hz. Peygamberin huzuruna gelip onunla kıyasıya tartışan, fikirleri, inen Kur’ân ayetleriyle çürütülen, Hz. Peygamber'in üstünlüğünü ve İslâmın hakimiyetini cizye vererek kabul eden, daha sonra heyetin başında bulunan kişi ile önderleri olan Papaz Medine'ye geri dönüp Müslüman olan bir heyet ve o heyetin temsilciliğini yaptığı Necran halkı, hiçbir suretle Kur'ân'daki bilgilerin kaynağı olabilir mi?

Acaba Hz. Muhammed'in Kur'ân'ı kendilerinden aldığı iddia edilen Hıristiyanlar, ne diyorlardı? Buna karşılık Kur’ân onların sözlerini nasıl değerlendiriyordu? Mesela, Hıristiyanlar, "Allah, üçün üçüncüsü-dür", "Hz. İsa Allah'ın oğludur,"1146 "Üçüncü Uknum Rûhu'l-Kudüs'tür (Bazıları Hz. Meryem'i Rûhu'l-Kudüs'ün yerine ikame ediyorlar)", "İsa'yı (a.s) Yahûdiler çarmıha gerdiler", "Çarmıha gerilmesi aslî günaha (Hz. Adem'in Cennetten çıkarılmasına sebeb olan günaha) keffaret olmuştur" derken, Kur’ân'm bütün bu inançları reddettiğini ve hiçbirini tanımadığını, Hz. Adem'in İlahî yasağı çiğnemesi konusunda bambaşka bir yaklaşım sergilediğini görüyoruz.

İslâma göre Allah, bir ve tektir. İlah olması itibariyle iki, üç veya daha fazla olması imkânsızdır. Göklerde ve yerde ne varsa—istisnasız—hepsi Allah'ın kullarıdır. Onun kudreti tarafından yaratılmışlardır. Gerek İsa (a.s), gerek Ruhu'l-Kudüs ve gerekse önemli önemsiz diğer herhangi bir varlık bu genel hükmün dışında değildir: "De ki: 'O Allah birdir. Allah Samed'tir (her şey varlığını ve bekasını Ona borçludur. Her şey Ona muhtaçtır. O hiçbir şeye muhtaç değildir. Her şeyin başvuracağı, yardım dileyeceği tek varlık Odur.) Kendisi doğurmamıştır ve başkası tarafından doğurulmamıştır. Hiçbir şey Onun dengi olmamıştır"1147, "Allah: 'İki tanrı edinmeyin. O ancak tek tanrıdır. Yalnız benden korkun!' dedi"1148, "Rahman Çocuk edindi' dediler. Andolsun ki siz pek kötü bir cürette bulundunuz. Neredeyse o sözün dehşetinden gökler çatlayacak, yer yarılacak ve dağlar yıkılıp dağılacaktır! Rahman için çocuk iddia ettiklerinden ötürü. Çocuk edinmek Rahman'a yakışmaz. Göklerde ve yerde bulunan herkes Rahman'a kul olarak gelecektir,"1149 "O (yani Hz. İsa) sadece kendisine nimet verdiğimiz ve İsrailoğullarına örnek kıldığımız bir kuldur."1150 Bu noktadan hareketle Kur’ân, "Allah üçün üçüncüsüdür" diyenleri kâfir kabul etmektedir.1151 Teslise inananları, bu putperestçe inançtan vazgeçmeye çağırıyor.1152 Ne Hz. İsa'nın ne de mukarreb meleklerin Allah'a kul olmaktan çekinmediklerini vurguluyor.1153 Yüce Allah bu ifadeyle, Hıristiyanların inandıkları tanrıyı oluşturduğunu kabul ettikleri üçlüdeki üçün üçüncüsü vasfıyla Ruhu'l-Kudüs hakkmdaki inançlarına işaret ediyor. Buna göre, gerek Hz. İsa ve gerekse Ruhu'l-Kudüs, Allah'ın kullarından iki kul olmaktan öte bir şey değildir. Bu noktadan Hz. Meryem'in de onlardan farkı yoktur.1154 Hz. İsa, sadece bir elçidir. Annesi de dosdoğru biridir. Şu âyet-i kerimede Allah Tealâ onlardan ne güzel, ne derin, ne özlü ve kapsamlı bir biçimde söz etmektedir "Meryemoğlu Mesih, bir elçiden başka bir şey değildir. Ondan önce de elçiler gelip geçmiştir. Annesi de dosdoğruydu. İkisi de yemek yerlerdi (yaşamak için yemeğe muhtaç olan nasıl tanrı olabilir?) Bak, onlara nasıl âyetleri açıklıyoruz, sonra bak, nasıl haktan çevriliyorlar?!"1155 âsyet şu mesajı vermektedir: "Anlamıyor musunuz? İkisi de yemek yerlerdi. Bu eylemin bütün boyutları kendileri için sözkonusuydu; yaşamak için yemeğe, yeyip sindirdikten sonra da onu dışarıya atmaya muhtaçtılar." İlâh olmadıklarını kanıtlamak bakımından bu kadarı yetmez mi?

Hıristiyanlar, Hz. İsa'nın mucizevî doğumunu, onu—haşa—Allah'ın oğlu oluşuna delil olarak ileri sürünce Kur'ân kendilerine şöyle cevap verdi: Hz. İsa (a.s) babasız olarak doğmuşsa, Hz. Adem (a.s) hem annesiz, hem de babasız olarak yaratılmıştır.1156 Kur'ân'ın nasıl da meseleleri hassas bir teraziyle tarttığına bakın ki, Hz. İsa'nın mucizevî doğumunu inkâr etmiyor. Fakat, bu şekilde dünyaya gelişini, Tanrı veya Tanrı'nın oğlu oluşuna bir delil gösterilmesini de kabul etmiyor. Çünkü, bu şekildeki mucizevî doğumla, tanrı veya tanrının oğlu olmak arasında hiçbir ilişki yoktur. Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)—haşa—Kur’ân'ın yazarı olsaydı, Hz. İsa'nın tanrılığını inkâr ederken, mucizevî doğumunu da inkâr edebilir, bu problemden de böylece kurtulabilirdi. Fakat böyle yapmaması bir yana, Yahûdiler tarafından Hz. Meryem'e yöneltilen iftirayı da reddetti, onun müberek şerefi hakkında söylediklerini büyük bir küfür ve iftira saydı ve Allah'ın kendilerine daha önce helal kıldığı bazı temiz şeyleri haram kılmasının sebepleri arasında yer verdi.1157

Kur'ân Hz. İsa için sadece mucizevî doğumu kabul etmekle kalmaz, aksine beşikte iken konuştuğunu da1158, peygamber olduktan sonra çamurdan kuş şeklinde bir şey yaptığını ve ona üflediğinde Allah'ın izniyle gerçek kuş haline geldiğini1159, Allah'ın izniyle körü ve alacalıyı iyileştirdiğini ve ölüyü dirilttiğini1160, kavminin evlerinde ne yiyip ne biriktirdiklerini kendilerine haber verdiğini1161 de kabul eder. Fakat bütün bunlardan, Hz. İsa'nın, âlemlerin Rabbi olan Allah'ın elçisi olmaktan öte bir şey olduğu sonucu çıkmaz. Çünkü, Hz. İsa, Allah'ın mucizelerle desteklediği tek peygamber değildir ki! Hz. Muhammed'i ve peygamberliğini inkâr edenler, onun bir defa olsun kendisinden önceki peygamberlerin mucizeler gösterdiklerini inkâr etmediğini düşünseler, onun hak peygamber olduğunu kabul etmek zorunda kalırlar. Oysa, gerek müşrikler ve gerekse Yahudiler tekrar tekrar ona meydan okumuşlar ve kendisinden bir mucize getirmesini istemişlerdir. O ise her defasında sadece elçi olan bir insan olduğunu belirterek cevap vermiştir. Oysa, kendisinden önceki peygamberlerin mucize getirdiklerini inkâr edebilirdi. O zaman da, aksini isbat etmek kendisiyle mücadele edenlere düşerdi. Bu da mümkün değildi. Fakat o bunu yapmaya kalkışmadı. Bu tutumu bile onun samimiyet ve haklılığını göstermez mi?

Kur'ân, Hz. İsa'nın bir tanrı veya Allah'ın oğlu olduğunu reddettiği gibi, çarmıha gerildiğini veya diğer herhangi bir yolla öldürüldüğünü de kabul etmemekte, aksine "öldürdükleri onlara İsa gibi gösterildiğini" bildirmektedir.1162

Kur'ân, Hz. İsa'nın (a.s) ne öldürüldüğünü, ne de asıldığını söylerken, bunun sebebi, Hz. Muhammed'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) böyle bir sonu çirkin bulması ve Allah'ın elçilerinden birisine yakıştıramaması değildir. Çünkü, Kur'ân, Yahudilerin haksız yere peygamberleri öldürdüğünü açıkça kaydetmektedir.1163 Eğer bu iddia doğru olsaydı, neden Kur'ân diğer bazı peygamberlerin de öldürülmesini nefyetmedi? O halde Hz. İsa ne öldürülmüş, ne asılmış, ne de asılmasıyla insanlığın aslî günahının fidyesini ödemiştir. Çünkü Kur'ân temelden, günahın verasetini kabul etmemektedir. Çünkü: "İnsana, çalıştığının karşılığından başkası yoktur."1164 Üstelik Kur'ân'da, Hz. Adem, günahından dolayı bağışlanmasını diledikten1165 sonra Allah'ın onu affettiği anlaşılıyor. Sonra, kendisi ve eşi Havva cennetten çıkarılmakla cezalandırma zaten gerçekleşmiştir.1166 Bütün bunlardan çıkan netice şu ki, "aslî günah"m ve —bu inanç sahiplerine göre— Allah'ın oğlu Hz. Mesih'in çarmıh üzerinde ölmekle insanlığın bu günahını affettirdiği inancının hiçbir anlamı yoktur. Çünkü böyle bir asılma olayı olmamıştır. İşin diğer garip bir yönü de şudur: Hıristiyanların Hz. İsa hakkmdaki inançları ve onun Tanrı ve Tanrının oğlu olduğunu, babaları Adem'in günahından dolayı insanları affettirmek için ölümüyle kendisini feda etmek üzere geldiğini kabul etmelerine rağmen, İncil'in Hz. İsa'nın o sözde asılmasıyla ilgili olarak şunları söylediğini görüyoruz: "Ve gençler: 'Sen ki mabedi yıkar ve üç günde yaparsın, kendini kurtar. Eğer Allah'ın oğlu isen, haçtan in' diye başlarını sallayıp ona sövüyorlardı. Başkâhinler de, yazıcılar ve ihtiyarlarla beraber, onunla öylece eğlenerek dediler: 'Başkalarını kurtardı, kendisini kurtaramıyor. İsrail'in kralıdır. Şimdi haçtan insin, ona iman ederiz. Allah'a güveniyor; eğer Allah onu istiyorsa şimdi kurtarsın; çünkü o: 'Ben Allah'ın oğluyum' dedi. Ve onunla beraber haça gerilmiş olan haydutlar da ona aynı sitemi ettiler.1167" Eğer Hz. İsa, insanlığın günahını affettirmek amacıyla haç üzerinde ölmek için gelmiş olsaydı bu alay karşısında cevabı, Allah'ın kendisini kurtarmayacağını aksi halde aleme gelmesinin anlamını yitireceği şeklinde olurdu. Fakat —incil'in naklettiğine göre— onun cevabı, en son hatıra gelebilecek bir şeydir. Okumaya devam edelim: "Ve altıncı saatten dokuzuncu saate kadar, bütün yeryüzüne karanlık çöktü. Ve dokuzuncu saate doğru, İsa: 'Eli Eli, Lama sabaktani?' yani: 'Allahım, Allahım, beni niçin bıraktın?' diye yüksek sesle bağırdı."1168 Bu da kesin olarak gösteriyor ki, Hz. İsa (a.s), Allah'ın, bu şekilde feci bir biçimde ölmesine müsaade edeceğini beklemiyordu. Luka ve Yuhanna İncillerinin bu konudaki rivâ-yetleri ise Matta'nmkinden farklıdır. Bu da sözkonusu İncillerin tarihi gerçeklere harfi harfine bağlı kalmadıklarını gösteriyor. Bilindiği gibi bu İnciller, Hz. İsa'dan (a.s) onlarca yıl sonra kaleme alınmışlar ve içindeki bilgiler de ayıklanmamıştır. Bu noktada Resulullahm (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hadislerinin seviyesine bile çıkamazlar. Çünkü, bu hadisleri toplayanlar onları sıhhat derecesine göre tasnif ve tertip etmişlerdir. Bununla beraber bu hadisler dikkat ve güvenilirlik bakımından hiçbir zaman Kur'ân derecesine çıkamazlar.

Bu tarihi bilgi ve değerlendirmelerden sonra şimdi de, hem Mekke dönemi, hem de Medine dönemi için geçerli olan ve Kur'ân-ı Kerim ile Ki-tab-ı Mukaddesi mukayeseyi esas alan şu değerlendirmemize geçiyoruz. Kuşkusuz müsteşrikler, şu veya bu âyetin, şu veya bu kıssanın... Kitab-ı Mukaddesten alındığını iddia etmişlerdir. Biz bu dağınık ve gerçekten ihatası son derece güç iddiaları bir tarafa bırakarak hepsi için geçerli genel ölçüler ortaya koyacak ve ortak bir değerlendirmede bulanacağız.

·        b. Kitab-ı Mukaddesken Alındığı İddiası

Kitab-ı Mukaddes denince, Ahd-i Kadîm ve Ahd-i Cedîd'ten meydana gelen, Yahudilerin sadece Ahd-i Kadîmi, Hıristiyanların da her ikisini kutsal saydığı eser anlaşılır. Müslümanlar ise, Kitab-ı Mukaddes'in tahrif ve ilavelerden önceki gerçek aslına, yani Hz. Mûsa'ya inen Tevrat'a, Hz. İsa'ya gönderilen İncil'e iman ederler.

Şimdi Kitab-ı Mukaddes'i oluşturan Ahd-i Kadîm ve Ahd-i Cedîd bölümleri üzerinde durup, bunların Kur'ân'a kaynak olup olamayacak-larını inceleyelim:

Ahd-i Kadîm

Ahd-i^adî^'i meydana getiren Tevrat, İbranî lisanında Tora kelimesinin karşılığı olup "şeriat", "hak kelâm" ve "şeriatın talimi" anlamındadır. İslâma göre Tevrat, aslı itibariyle Hz. Mûsa'ya indirilen hak kitaptır. Kitap ehline göre ise, Mûsa peygambere atfedilen Eski Ahid'in ilk beş kitabıdır.1169

Aslında Tevrat, Eski Ahid kitapları arasında yer alan ve Hz. Mûsa'ya nispet olunan beş kitaptan üçüncüsünün adıdır. Yahudilerin, Tevrat'ın beş kitaptan üçüncüsünün adı olduğunu bildikleri halde bu beş kitaba birden bu ismi vermeleri, cüz ile küllü isimlendirme yöntemiyledir1170. Bu beş kitab sırasıyla şunlardır: Tekvîn (Yaratılıştan, Nûh Tufanından, Hz. İbrahim ve oğullarından, Hz. Yusuf'un Mısır'daki ikametine kadar olaylardan bahseder.), Huruç (Hz. Mûsa'nın Mısır'dan çıkışından, Tur Dağında kanunları Allah'tan alması ve Mısır'a kadarki olayları konu alır), Tevrat (Kurban, kâhinler ve temizlik konularını, ayinleri ve merasimleri anlatır. Bir adı da Leviller'dir), Sayılar (Tur dağından ayrılarak Erden ülkesine girmesini işler), Tesniye (M.Ö. 622 yılında Yahuda Kralı Yoşiya zamanında kâhinler tarafından neşredilmiştir. Mûsa'nın ölümünden bahsettiği ve onun zamanında henüz mevcut olmayan birçok adetlere işarette bulunduğu için, o zamanki ihtiyaçlara göre, bozulmuş dini ıslah etmek amacıyla yazıldığını gösterir.)1171 Tevrat, 39 faslı içine almaktadır. Bunlar çok farklı büyüklükte, değişik türde kitaplarda toplanıp dokuz asrı aşkın bir müddet içerisinde, sözlü rivâyetlere dayanılarak ayrı ayrı dillerle yazılmışlardır. Kitapların çoğu, bazan birbirinden çok uzakta farklı devirlerdeki olaylara ve özel ihtiyaçlara bağlı olarak düzeltmeler görmüş bir şekilde tamamlanmıştır.1172

Tevrat'ın 39 faslından ilk beş kitaba "Esfâr-ı Hamse (beş büyük kitap)" denir.1173 Bu beş sifrin Hz. Musa'ya isnatı düşüncesi, M.Ö. V. asırda başlamış, zamanımıza kadar bütün sinagoglarca desteklenmiştir. Hıristiyanlık kurulduktan sonra kilise de bu isnatı kabul etmiştir. Yahudi sinagoglarıyla Hıristiyan kiliselerinin birçoğu, başta Tevrat olmak üzere, Eski Ahid'i vahiyler mecmuası olarak kabul etmişlerdir. 1546'da toplanan "Merano" ruhanî meclisi de, kutsal kitabın, Allah kelamı olduğunda şüphe edilmesini yasaklamıştır.

Fakat XVII, yüzyıldan itibaren mukaddes kitaplar hakkında başlayan tenkid ve inceleme bu kanaati yavaş yavaş çürütmüştür. Çünkü, bu kitaplar Hz. Mûsa'ya isnatmı imkânsız hale sokan garabetlerle doludur. İncelemeler, bu kitapların, Hz. Mûsa zamanından çok sonraki devirlerin mahsulü olduklarını meydana koymuştur. Gerek sinagoglar- tarafından muhafaza edilen en eski İbranice nüshalar arasında ve gerek bunların başka lisanlara çevrilmiş olan nüshalarında birçok farklar, ihtilaflar ve tezatlar bulunduğu ortaya konulmuştur.

Tevrat'ın İbranice nüshası yoktur. En eski İbranice metin M.S. IX. asra aittir. Bugünkü Tevrat, orijinal nüsha kabul edilen Aremice metne dayanmaktadır. Oysa Aramice, Babil dönüşü, resmi dil olarak kabul edilmiştir. Daha önce Yahudilerin resmî dili İbranice idi.1174

Tevrat'ın meşhur üç nüshası vardır: (1) Yahudiler ve Protestan bilginlerince makbul olan ibranice nüsha. (2) Roma ve Şark kiliselerince muteber sayılan Yunanca nüsha. (3) Samirilerce muteber olan ve Bamirhi dilinde yazılmış olan nüsha.

Bu nüshalar arasında büyük çelişki ve tutarsızlıklar vardır.1175 Haliyle bu Tevrat'ın tahrif edildiğinin açık bir delilidir. Zaten Kur'ân-ı Kerim, birçok âyetiyle Tevrat'ın tahrif edildiğini açıkça belirtmiştir.1176

Bu tahrifi gösteren tenakuz ve uyuşmazlıklar, gayr-i İnsanî talim ve telkinler, tutarsız öğretiler ve iftira ettiği peygamberlerle ilgili örnekler konuya dair kaynaklarda çok geniş bir biçimde ele alınmıştır.1177 Çalışmamızın hacmini aştığı için bu konuyu ilgili yerlere havale ediyoruz.

Ahd-i Cedîd

Ahd-i Cedîd'in diğer bir adı da İncillerdir. İncil kelimesi, Yunanca "Evangeliyon" kökünden gelir. İnciller, İsâ peygamberin yaptığı işleri ve sözlerini içine alan bir mecmuadır. İncil, müjde ve müjdeci anlamındadır.1178

Bugün özellikle Hıristiyanlar bile kutsal saydıkları resmî İncilleri belli kişilerin yazdığı Hz. İsa'ya ait hususi bir hayat hikayesi mecmuası olarak görmektedirler.1179

Günümüzde Hıristiyanlarca muteber olan resmî İncillerin bilinen dört nüshası (Matta, Markos, Luka ve Yuhanna) farklı rivâyetlere göre Hz. İsa'dan sonra, yaklaşık 37 ilâ 98 sene arasında kaleme alınmışlardır.1180 Bu nüshaları yazan kişiler, kendilerinde mevcut Hz. İsa ile ilgili bilgileri, vasiyetleri, tarihî malumatı da ilave etmişlerdir. Bu sebeple her İncil nüshası sadece yazarına nisbet edilerek anılmıştır.1181

Günümüzde tedavülde olan resmî İncil nüshaları Hz. İsa'dan sonra yazılmış olmakla beraber mezkûr nüshaların ilk asıllarma, ilk yazarlarına nisbeti meselesinde de sened yönünden tam bir ittisal yoktur. İnkıta' (kopukluk) vardır. Çünkü Hz. İsa'dan sonra meydana gelen harpler, Rum patriklerinin zaman zaman Hıristiyanlığa, bu dinin alimlerine karşı giriştikleri şiddetli tutum ve tavırları, amansız kıyım ve yok etme siyasetleri neticesinde ilk defa kaleme alınmış mezkur İncil nüshalarının asılları zayi olmuştur. Bu nüshalardaki bilgiler, M. IV. asrın başlarına kadar rivâyet zincirindeki ittisal muhafaza edilmeden sened yönünden kopuk olarak rivâyet edilmiştir.1182

Kısaca özetlenecek olursa bugünkü İnciller, metin ve senet yönünden sıhhati iddia edilemeyen, tahrif edilmiş, bazı ilave ve noksanlıklarla birlikte, asıldan kalan rivâyetlere dayanılarak yazılmışlardır. Ancak bu dört nüsha zamanla aşıtlarını tekrar yitirerek, rivâyet zincirindeki sıhhatleri de bozularak yaklaşık 300 sene sonra M. IV. asrın başlarında yaklaşık 500 adet olarak tarih sahnesine çıkmışlardır. İncil nüshalarının adedinin bu derece çoğalması gerçeği karşısında Hıristiyan aleminde ihtilaflar patlak vermiştir. Bunun üzerine Hıristiyanlık tarihinde önemli yeri olan çok sayıda "Konsil"lere (Hıristiyanlıkta istişare toplantıları) ihtiyaç duyulmuştur. Bu konsiller gerek günümüzdeki resmî İncillerin belirlenmesinde gerekse buna paralel ihtilaf ve çelişkilere çare bulmak için önemli kararlar almıştır.1183

Kitab-ı Mukaddes'in Kur'ân üzerinde hakem olamamasının bir diğer nedeni de içlerindeki çelişkidir. Bu da önceki nedenin tabiî ve kaçınılmaz bir sonucudur.

İncil nüshaları arasında sayısız tenakuzlar, ilimle bağdaşmayan sayısız örnekler vardır. Yapılan çeşitli inceleme ve araştırmalarla bunlar tespit edilmiştir. Bu tenakuz keyfiyeti Incil'in farklı nüshalarında olduğu gibi tek nüsha içinde de aynı keyfiyet sözkonusudur. Bu böyle olunca Kitab-ı Mukaddes'e dahil bütün metinler arasındaki ihtilaf ve tenakuzun ne derecede olacağını anlamamak mümkün değildir. Açıktır ki, İlâhîlik vasfı taşıyan bir kitaba vahim hallerin mevcudiyeti, tarih boyunca mahza İlâhî olma hususiyetlerini kaybetmiş olmalarından ileri gelmektedir.1184

Çünkü Kur'ân'da beyan edildiği gibi İlâhî vahye dayalı hak bir kitapta ihtilafın, tenakuzun yeri yoktur.1185 İhtilaf ve tenakuz ancak insan eliyle yazılan kitaplar için sözkonusudur.

O halde çelişki ve ihtilaftan uzak hak kitap Kur'ân'a1186; muharref ve çelişkilerle dolu İnciller hiçbir şekilde kaynak olamaz. Böyle bir iddiayı Asr-ı Saadet'teki münkirler, müşrikler bile ileri sürememişlerdir.

Şu anda yeryüzünde Kur'ân'dan başka doğrudan doğruya Allah Teala'-ya nispet edilen ve bu nispeti her yönü ile sabit olan ikinci İlâhî bir kitap yoktur. Binaenaleyh Kur'ân-ı Kerim, din sahasına giren her meselede yegane ölçüdür. Başka bir kitap Kur'ân'a ölçü olamaz.1187 Aralarında bir karşılaştırma da sözkonusu olamaz. Çünkü biri Allah'ın kitabı olduğu her yönü ile sapit iken, diğerleri, birtakım asıldan kalma bilgileri muhafaza etse bile insan eli ve iradesi karışmış ve karıştırılmıştır. Şâyet mevcut olsalardı, bir karşılaştırma ancak Hz. Mûsa ve Hz. İsa'ya nazil olan asıl kitaplarla mümkün olurdu. Bu durumda da yine teferruata dair meselelerde, zamanın değişmesiyle farklı olması gereken hükümlerde söz Kur'ân'm olurdu. Nasıl ki İncil, Tevrat'ın bazı hükümlerini kaldırmış, bir takım yeni hükümler getirmiştir, Kur'ân için de bundan başkası olamazdı ve olmamıştır.

Şâyet günümüzdeki hali ile Kitab-ı Mukaddes'in Allah'ın kitabı olduğu iddia edilerek ve Kur’ân'ın da kaynağı kabul edilirse, o takdirde en azından temel dinî meselelerde ihtilaf etmemeleri gerekmektedir. İlâhî olduğu iddia edilen bir kitapta, Allah'ın birliği, sıfatları konusunda, peygamberlerin ismeti meselesinde, dinî gerçeklere ters düşen bilgilerin kesin olarak yer almaması gerekmektedir. Buna rağmen gerçeğe baktığımızda Kur ân için herhangi bir şekilde kusur bulmak mümkün değilken, Kitab-ı Mukaddes'te tenzih akidesi ve ismet prensibine ters düşen sayısız örnekler bulmak mümkündür. Bu açık keyfiyet de Kitab-ı Mukaddes'in tahrif edildiğine dair pekçok delillerden birisidir.1188

bl. Kur'ân İle Kitab-ı Mukaddes Arasındaki İlişki

Aslında Kur'ân-ı Kerim ile diğer semâvî dinler arasında özde tam bir paralellik vardır. Allah Müslümanları kendilerinden evvel geçenlerin yollarına hidâyet etmeyi ister.1189 Hz. Muhammed'e eski peygamberlerin yollarına tabi olmayı emreder.1190 Zaten Kur'ân-ı Kerim, hiçbir zaman kendisini önceki semâvî kitaplardan kopuk ve ilgisiz göstermemiştir. Aksine onl ardaki zamanla solmaya yüz tutmuş nurlarını canlandırmaya, onlar üzerinde murakebe rolünü oynayarak1191 tahrif ve tenakuzdan kurtarmaya büyük önem verir. Tıpkı iman ve hakikat ilmi gibi, temel vecîbeler de eski milletlere tebliğ edilmiş olarak gösterilmektedir. Meselâ Allah'ın önceki elçileri adalet terazisini beraberlerinde getirmişler1192, helal kazanmak, Allah'a kulluk ve iyi işler yapmakla emrolunmuşlar1193, namaz ve zekâtla yükümlü tutulmuşlar1194, oruç da önceki ümmetlere farz kılınmış1195, hac ibadeti Hz. İbrâhim ile başlamış1196, her ümmetin kendine özgü mukaddes menasiki bulunmuş,1197 maddecilik, aşırı dünya sevgisi, düşmanlık ve ahlaksızlık evvelki peygamberler tarafından da kınanmıştır.1198

Yine Kitab-ı Mukaddes'te Hz. Mûsa ve Hz. İsa tarafından tebliğ edilmiş ahlakî kaidelerin hepsi üslup farkı dışında Kur’ân'da da aynen zikredildiği görülür. Meselâ, Hz. Mûsa'ya verilen on emir ve Hz. İsâ'nm dağdaki vaazı sözü edilen kitaplarda toplu halde bir arada bulunmasına karşılık, Kur’ân'da bu kaideler serpiştirilmiş bulunmaktadır.1199

Bunun dışında Tevrat'ta yer alan pek çok ahlakî prensip Kur'ân tarafından da onaylanmıştır.1200 Yine meselâ Matta İncilinde yer alıp da Kur’ân'da da mevcut olan pek. çok güzel ahlak ölçüleri de bulunmaktadır1201. Bunun dışında Eski ve Yeni Ahid'in ihtilaf edip de Kur'ân'ın, bu birbirinin alternatifi olan ikisini uzlaştırıp birbirini tamamlayıcı hale getirip orta yolu bulduğu hükümler de vardır. Boşama, kötülüğe karşılık verip vermeme, sevgi ve himmetini öz cemaatine yöneltme1202 veya bunu bütün insanlığa teşmil etme...1203 gibi hususlar buna örnektir.1204 Kur’ân-ı Kerim, bir taraftan Hz. Adem'den gelen kardeşliğin varlığına dikkat çeker1205, din farklılığının iyilik yapmaya engel teşkil etmeyeceğini,1206 kâfirlere karşı bile adaletten ay-rılmamak gerektiğini,1207 hiç kimseye faizle borç para verilmemesini emreder,1208 genel olarak köle azadına çalışılmasını ya bir vecibe1209 veya en faziletli işlerden biri1210 olarak gösterir; diğer taraftan da iç bünyeyi zayıflatmamak için organik cemaate karşı görevini Müslümana kuvvetle hatırlatmaktadır.1211 Bunu teyid için mesela, cemaat içinde kötülüğün engellenmesini her Müslümana bir görev olarak yükler1212 ve bu hayırhahlığı ümmetin ayırıcı özelliği olarak sayar.1213

Ayrıca, ne Hz. Mûsa, ne de Hz. İsâ'nm kendi sağlıklarında düşman ülkelerle münasebet tesis etme imkânı bulamamışlardır. Hz. Mûsa tarafından komşu kavimlere karşı açılan ve onların çabucak yok edilmesiyle sonuçlanan savaşlar, Hz. İsa'nın son derece barışçı ve mahalli olan tebliğine bir antitez teşkil etmektedir. Fakat Hz. Muhammed, on sene müddetle devamlı olarak yabancı millet ve dinlerle bazan hasmane ba-zan da barışçı münasebetlerde bulunmuştur. Kur'ân-ı Kerim de, insanlık hayatının iki realitesi olan savaş ve barış ile ilgili pekçok hüküm yer almış bulunmakta ve insanlığa bu yönden de yol göstermektedir.

Kısaca Kur'ân-ı Kerim, bir yandan, gerçekten eski şeriatlerden kalmış mirası koruyup emniyet altına alırken, diğer yandan kendinden öncekilerin tedrici olarak geliştirdikleri ahlakı tamamlamış1214 ve insanlara en doğru hareket tarzını göstermiştir1215.

Ayrıca, Hz. Mûsa, kavmini harekete geçirmek için sürekli olarak dünyevî hakimiyet ve zafer vaadinde bulunmasına karşılık, Hz. İsa'nın gelişiyle insanların yüzleri dünyadan daha çok semaya çevrilmiştir. Kur'ân-ı Kerim ise, bu iki vaadi muhafaza etmekle beraber onu ferdin amelinin asıl amacı olmaktan çıkarmış, Allah'ın rızasını asıl amaç haline getirmiştir1216.

Görüldüğü gibi, Kur'ân-ı Kerim ile Kitab-ı Mukaddes arasında, hakemlik1217, tashih1218 ve ikmal gibi çok ciddi bir münasebet var. Bize göre bu münasebeti Hz. Muhammed'in ümmiliğiyle birlikte kulaktan dolma ve hatta farz-ı muhal olarak yaptığı farzedilecek kişisel tetebbuatiyle sağlaması mümkün değildir. Zira, Kitab-ı Mukaddes, sanki devamlı surette, Hz. Peygamberin gözünün önündeymiş veya tamamen ezberindeymiş gibidir. Ayrıca ileride daha detaylı temas edileceği üzere gerek üslûbunda ve gerekse ibret verici dersleri takdim ediş tarzında Kur'ân-ı Kerim kendine has farklı bir özellik arzetmektedir.

b2 Kitab-ı Mukaddes Kur'ân Üzerinde Hakem Olabilir mi?

Gibb'in bir iddiasının özeti şudur: Yahudiler, kitaplarında yer alan bilgilere ters düşecek biçimde peygamber kıssalarına ilişkin nakillerdeki hatalarını (!) tenkid edince Hz. Muhammed, sürekli olarak onlara şöyle cevap verirdi: "Siz mi daha iyi bilirsiniz, yoksa Allah mı?"1219 Margoliouth'un, Kur'ân'da yer alan bazı peygamber isimlerinin Eski Ahid'tekilerden çok farklı olduğuna ilişkin sözü de bu konuyla ilgilidir.1220

Adı geçen iki müsteşrik, bu sözleriyle Kitab-ı Mukaddes'in son derece güvenilir ve hakem kabul edilmeye değer bir intiba vermektedir. Halbuki, Eski ve Yeni Ahid, çağdaş Batılı araştırmacılar gözünde bunların sözünün hatıra getirdiği güvenin yüzde birisine bile sahip değildir1221^. O halde müsteşrikler tarafından Kur'ân'm değerlendirilmesine merci kılınması, bir esas olarak ona referansta bulunulması bir demogojidir. Margoliouth'un kendisi bile, Hıristiyan din adamlarının kendi kutsal kitaplarını dolduran çelişkilere haklı bir gerekçe olması açısından benimsemeleri gereken bir hipoteze işaret ediyor ve "Colouring by the me-dium" adını veriyor1222. Bunun anlamı şudur: Vahiy genel bir düşünce olarak iner. Kendisine vahiy gelen peygamber, kendi özel akıl ve üslûbuyla belli bir şekle sokar. Bu nedenle, Kitab-ı Mukaddes'teki yanlışlıklar semavî değil, bu sözkonusu aracılardan kaynaklanmıştır.

Kitab-ı Mukaddes'i dikkatle okuyan herkes, akılla çelişen noktalara sık sık rastlayacaktır. Maalesef orada, Yüce Allah'ı, putperestçe tasvir etmekten tutun da, tüyler ürpertici biçimde peygamberlerine fuhuş yaptıran hikayelere ve hiçbir suretle uzlaştırılması mümkün olmayan tarihî çelişkilere varıncaya kadar pek çok yanlışlık yer almaktadır.

Hz. Muhammed, Kitab-ı Mukaddes'teki hikayeleri yanlış olarak iktibas edip, bu farkedildiğinde de, "Siz Allah'tan daha mı iyi biliyorsunuz?" diyeceğine, acaba daha baştan işi sağlama bağlayamaz mıydı? Yani, kendi mensupları arasında Kitab-ı Mukaddesi çok iyi bilen Yahudi ve Hıristiyan asıllı çok sayıda mühtediden yararlanarak neden bu yanlışlık ve çelişkinin önüne geçmedi? Öyle bir şey sözkonusu olsaydı, acaba, İslâmî candan benimsemiş, ona yardım edip destek vermiş ve hatta bu uğurda eski dindaşlarıyla savaşmış bu dikkatli ve samimi insanların gözünden kaçar mıydı? Farketselerdi, bu samimiyet ve bağlılıklarını sürdürebilirler miydi?

Demek ki, bu tür iddiaların aslı esası yoktur ve Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) de kesin olarak biliyordu ki kendisine gelen Kur'ân Allah nez-dinden vahyedilmektedir. Incil ve Tevrat ise tahrife uğramıştır.

Gibb, "Kur'ân, Hz. İsa'nın Allah'ın oğlu olduğunu kesin olarak reddederken ve aynı kesinlik ve şiddette onun çarmıha gerildiğini kabul etmezken, bizzat Hıristiyanlardan defalarca dostane ifadelerle söz ediyor" diyerek bunu, Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Hıristiyanlık hakkmdaki bilgilerinin direk olmamasına bağlıyor.1223

Kur'ân'm, Hz. İsa'nın, Allah'ın oğlu olduğunu kesin bir biçimde reddettiği1224 ve çarmıha gerildiğini kabul etmediği1225 doğrudur. Hıristiyanlardan dostça ifadelerle söz ettiği yerlerin bulunduğu da bir gerçektir1226. Ancak bu, hiçbir zaman, Gibb'in iddia ettiği sonucu doğurmaz. Tam tersine, özellikle etrafta birbirini temelden nakz ve hatta tekfir eden çok sayıda Hıristiyan ekolün varlığı karşısında beşerin tereddütlerle karışık bilgisinden münezzeh olan Allah'ın kelâmı olduğuna, insanları değerlendirmesindeki hassas ölçüsüne, en ufak bir güzel meziyeti bile gözden uzak bulundurmamasına delildir. Gerçekten de—her kesimde bulunması muhtemel fertler istisna edilerek—cins cinse kıyas edildiğinde, Islâma yakınlık, gerçek imana kabiliyet bakımından Hıristiyanlar, Yahudilerden ve putperestlerden önce gelir.

Kitab-ı Mukaddes'in Kur'ân üzerinde hakem olamamasının en ciddi sebeplerinden biri de, Kur'ân'm indiği günden itibaren binlerce kişinin hafızasında yer almasının yanısıra, hemen yazıya geçilerek ve kısa bir süre sonra da mushaf haline getirilip çoğaltılarak zamanla milyonlara varan nüshalarıyla ve hiçbirisinin diğerinden en ufak bir farklılık ar-zetmeksizin günümüze kadar gelmesi; buna karşılık aynı güvenilirliğin Kitab-ı Mukaddes için sözkonusu olmamasıdır.

Bu tahrif gerçeği bize açıkça göstermektedir ki, her ne surette olursa olsun her türlü tenakuz ve ihtilaftan uzak, kesinleşmiş İlmî verilerin tasdik ettiği, metin ve sened yönünden de tam güvenilirliğe sahip Kur'-ân'a Kitab-ı Mukaddes'in kaynak olduğu iddiası, İlmî ve mantıkî olmaktan uzak kuru bir iftiradır.

Bu gerçeği biraz daha açık yansıtabilmek için, Kitab-ı Mukaddes ve Kur'ân'da geçen müşterek kıssaların, hem metod ve üslup açısından, hem de muhteva yönünden aralarında tevili imkansız farklar bulunduğunu misaller vererek ortaya koyarsak, Kur'ân ve Kitab-ı Mukaddes arasında—asılları itibariyle—vahiy kaynaklı oluşları dışında başka bir kaynak ilişkisinin imkânsızlığını ortaya koymuş olacağız.

bbl. Metod ve Üslup Yönünden Farklılık Sebebiyle Kitab-ı Mukaddesin Kur'ân'a Kaynak Olmasının İmkânsızlığı

Kur'ân-ı Kerim ve Kitab-ı Mukaddes'i inceleyecek olursak aralarında kıssaları anlatma metod ve üsluplarında açık bir farklılık görürüz. Kur-’ân'm Kitab-ı Mukaddes'ten farklı olarak, kıssaların ders ve ibret olacak can alıcı noktalarını anlattığını, kıssaların teferruatla ilgili kısmını almadığını müşahede ederiz. Olayların tarihini, hadisenin geçtiği yerlerin isimlerini ise ancak ders ve ibretle alakalı veçhesini olayın özüne ışık tutacak miktarda zikretmektedir1227.

Kur'ân, peygamberlerin daveti ile ilgili haberleri, bugün elde mevcut semâvî kitap nüshaları ve tarih kitapları gibi anlatmamaktadır. Kur'-ân'ın geçmiş haberleri ele alışı İslâmî davet gereği ibret öğüt ve tefekkür içindir.1228 Resulullahm nübüvvetini tasdik, onu teselli ve aynı zamanda Kur'ân muhataplarına din ve dünya işlerini aydınlatmak gibi ulvî gayeler hedef alınmaktadır. Üslup itibariyle de çarpıcı tabloları en canlı bir tarzda sunarken tafsilat ve teferruat kısımlarını geçmektedir. Ancak kıssanın anlatma biçimi siyak sibak, arada geçilen teferruat kısımlarını hayale getirip seyrettirmektedir. Bu ve benzeri gaye, muhteva ve üslup özellikleriyle Kur'ân kıssaları Kitab-ı Mukaddes kıssalarından tamamen ayrılmaktadır.

Kitab-ı Mukaddes'in Eski Ahit bölümünü teşkil eden Tevrat, daha ilk bölümünden da anlaşılacağı gibi tamamen tarihin tedvinine ayrılmıştır. Tevrat'ın ilk kitabı olan Tekvin bölümünde yaratılışın başlangıcından Yusuf'un (a.s) vefatına kadar tamamen İsrailoğullarınm tarihine hasredilmiştir.1229

Aynı şekilde resmî dört Incil'in giriş kısımlarına dikkat edildiğinde de gayenin İsa'nın hayat hikayesinin tedvini olduğu görülür. Hepsi Hz. İsa'nın yaptığı fiiller, söylediği sözler ve onun hayatı ile ilgili birtakım bilgilerden ibarettir.1230 Bu görünümleriyle genelde Tevrat belli bir kavmin, İncil de bir ferdin tarihiyle ilgili birer tarih kitabı görünü-mündedirler.

Fakat Kur'ân'a gelince, daha ilk sûresi olan Fatiha'da gayenin insanlığı dosdoğru bir dine, sırat-ı müstakime çağıran bir davet olarak karşımıza çıkmaktadır.

Tarih felsefesi açısında Kitab-ı Mukaddes ve Kur'ân kıssalarına baktığımızda yine aralarında metod farkı yönünden de büyük bir uçurumun bulunduğunu görürüz.

Yahudilerin bugün kutsal saydıkları muharref Tevrat, herkesi ilgilendiren genel tarihini değil de, belli bir kavmin, milletin (Yahudi) tarihini ele alır. Bu sebeple Tevrat'ın sadece Israiloğullarınm kaderi ve tarihi ile ilgilenmesi sebebiyle tarihe egemen olan yasalar, genel prensipler bütününü çıkarmak mümkün değildir. Çünkü bir tarih felsefesi yapmak, tarihin akışına hükmeden Sünnetullah prensiplerini çıkarmak için sadece bir ırk ve milletin kaderini tayin eden faktörler değil, birçok milletin kaderini etkileyen genel faktörler olması gereklidir. Ta ki, çıkarılan bir prensip, genel bir kaide olarak kabul edilebilsin. Bu açıdan Tevrat, tarih felsefesi için evrensel esasların çıkarılmasına müsait değildir.1231

Halbuki herhangi bir tahrif ve değişmeye maruz kalmayan evrensel bir özelliği haiz Kur'ân böyle değildir. Birçok milletlerin, kavimlerin çeşitli zaman ve devirlerde düşüş ve çöküşünü, yükselişini ele alması herbirini ayrı ayrı arz etmesi sebebiyle, insanlığın tümü için geçerli olabilecek genel kaide ve prensipleri çıkarmak mümkündür. Gerçekten Kur-'ân'm bu mahiyeti onun evrensel oluşunun tabiî bir gereğidir.

Tarih felsefesi açısından Incil'e bakacak olursak, semâvî kitaplar arasında onun en az tarihi özelliğe sahip olduğu açıktır. Çünkü İnciller tek ferdin, Hz. İsa'nın hayat hikayesini konu almaktadır.1232 Binaenaleyh böyle bir kitap tarih felsefesi niteliğinde genel kaidelerin çıkarılmasına imkân vermez.

Ahd-i Atik ve Ahdi Cedid'in tam aksine Kur'ân, insanlık tarihini bütün olarak ele almaktadır. Kıssalar diliyle Kur'ân, fert ve toplumlarm hayatına hükmeden, sebep-sonuç ilişkilerinde değişmez bir çizgide seyreden, ana çizgileriyle insanlık durdukça da değişmez karakterde olan bir çok kanunları muhatapların dikkatine sunmaktadır. Çünkü Kur'ân, alemşümul mahiyette İlâhî bir kitaptır.

O halda, muhteva ve anlatım metodu itibariyle Kur'ân kıssalarıyla bu derece farklılık arzeden ve—evrensel özelliğe sahip olmaması bir yana—tahrif edilmiş keyfiyeti tartışmasız olan Kitab-ı Mukaddes kıssalarının Kur'ân'dakilere kaynak teşkil ettiğini söylemek bir hezeyandır.

Bütün bunlarla birlikte Kur’ân-ı Kerimde, Tevrat ve Incil'de mevcut kıssaların çokça işlenmesinin, konu itibariyle aralarındaki açık benzerliğin önemli hikmetleri elbette vardır. Bunlara Kur'ân açıkça işaret etmektedir.

Meselâ bunlardan birisi,- Kur'ânTn o kitapları tashih etmesi, karışıklık ve tahriflerden kurtarmasıdır. Muharref kitaplara tabi olan semavî din mensuplarının ihtilafa düştükleri meselelere çözüm getirip ihtilaflarını kaldırmaktır.1233

O kitaplarda haber verilenlerin güzel ve doğru taraflarını ortaya çıkarmak, onların da tahrif gerçeğiyle beraber semâvî kitaplar olduklarını isbat etmek, özlerindeki yüksek hakikatler ihtiva ettiklerini göstermektir.

Ayrıca Kur'ân, bu mezkur özelliğiyle bütün semâvî dinlerin ortak yanları olduğunu, temelde ittifak ettiklerini de isbat eder.

Yoksa bu makul ve İlmî gerçekleri saptırarak asılsız iddiaları ileri sürmek ve bu iddialardan vazgeçmemek küfrün değişmeyen özelliği olan inattan başka bir şey ifade etmez.1234

Özetle ifade edecek olursak, nakıs ve kusurlu olanın mükemmele kaynak olması hiçbir şekilde makul sayılmaz.1235

bb2. Muhtevadaki Ciddi Farklılıklar Sebebiyle Kitab-ı Mukad-des'in Kur'ân'a Kaynak Olmasının İmkânsızlığı

İnkârları ve dünyevî çıkarları sebebiyle Kur'ân'a iman etmeyenlerin ileri sürdükleri Kitab-ı Mukaddes'in Kur'ân için ilhâm kaynağı olduğu görüşünü çürütmek çeşitli yönlerden mümkündür. Fakat bunun en kolay yollarından birisi de Kitab-ı Mukaddes ve Kur’ân arasındaki öze ait ihtilafın ortaya konulmasıdır.

Dikkatli bir tetkik sonucu Kur'ân ve Kitab-ı Mukaddesi karşılaştırıp, dinin temel konularına giren meseleler arasındaki tenakuzlar görülürse, bu husustaki batıl iddiaların hakikat dışı olduklarını görmek kolay olacaktır. Şimdi bu gerçeğe bizi götürecek birkaç misal üzerinde durmak istiyoruz.1236

·        1. Allah'ın Şanına ve Tevhid İnancına Yakışmayan İfadelerin Bulunması:

Kitab-ı Mukaddes ve Kur'ân'da müşterek olan Nûh kıssasını ele alalım. Kur'ân-ı Kerimin birçok sûrelerinde genişçe yer verildiği gibi,1237 Tevrat'ta da geçmektedir.1238

Kur’ân'ı baştan sona tetkik edecek olursak, bütün âyetlerde her vesile ile Allah'ın bütün noksan sıfatlardan, şirkten, ehl-i dalaletin her türlü isnat ve tavsiflerinden tenzih edildiğini görürüz.1239 Fakat bugün elde mevcut muharref Tevrat, Hz. Nûh'un (a.s) kıssasını anlatırken Allah Teala'ya beşerî sıfatlar isnat etmektedir. Tevrat'a göre Cenab-ı Hak Tufan hadisesinden sonra—haşa—pişmanlık duymuş, bir daha meydana getirmeyeceğini vaad etmiştir. Bu vaadini hatırlamak için de işaret olsun ve böylece Tufan olayı meydana gelmesin diye buluta yayını koymuştur1240. Yine Tevrat'ta aynı kıssa siyakında Allah'a karşı uygunsuz isnat ve yakıştırmaları görmekteyiz. Tevrat'a göre Nûh Tufanından sonra Hz. Nûh bir kurban keser, kurban üzerine yakılan takdi-melerden çıkan et kokusunu—haşa—Allah Tealâ koklayınca hemen gadabı sükunet bulmaktadır. Burada da yine Tufan'dan dolayı Allah'ın pişmanlık duyduğunu ifade eden tabirler kullanılmaktadır.1241 Tevrat'ın I. Samuel kitabındaki "Talut (Şaul)" kıssasında da yine Allah Teala'nm Şaul'u (Talut) kral yaptığına pişman olduğu kaydedilmektedir1242.

Halbuki Kur'ân müteaddit defalar Allah Teala'nm pişmanlığa yer olmayacak şekilde her şeyi hikmetli yaratıp mükemmel yaptığını açıklamaktadır.1243 Aynı zamanda Allah rızası için kesilen kurbanların etleri, kanları veya kokuları değil de kulların takvasının Allah katına ulaşacağı Kur'ân'da sarahaten zikredilmektedir.1244

Ahd-i Kadim, Allah'ın gökleri ve yeri altı günde yarattığını yedinci gün ise, yorgunluğunu gidermek için istirahat ettiğini iddia eder.1245 Kur'ân ise, göklerin ve yerin altı günde yaratıldığını teyid etmekle beraber bundan Allah'a hiçbir yorgunluk arız olmadığını kesin ifadeyle belirtir.1246

Allah—haşa—gündüzün serin vaktinde cennette gezerken Adem ve Havva Onun sesini işitip bahçenin ağaçları arasına gizlenmiş olduklarını, Adem'e: "Sen nerdesin?" diye seslenmesi üzerine, onun da: "Sesini işittiğim vakit çıplak olduğum için korktum ve gizlendim" diye cevap verdiğini ifade ediyor.1247

Oysa Kur'ân, Yüce Allah'ı, Cennet ağaçlarının arasına saklanmış Hz. Âdem'i ve eşini bulamayarak çağırmaya mecbur kalmak şöyle dursun, mutlak ilim sahibi, kalblerin en gizli köşesinde bulunan duyguları bile kuşatan görme ve işitmeye kadir olarak niteliyor.1248

Yine Tekvin Kitabında, Ahd-i Kadim'in iftira olarak kendisine birçok yalan, hile ve aldatmayı nispet ettiği Hz. Yakub ile Yüce Allah arasında bir kavga geçtiği, bu kavgada, bütün kullarına galib olan Allah Tealâ'nm külü Yakub'a galib gelemediği, sonunda uyluğuna dokunduğu, ve uyluk başı incinmedikçe Yakub'un yenilmediği, bundan sonra da Allah gitmek istediğinde Yakub'un "Beni mübarek kılmadıkça seni bırakmam" dediği anlatılıyor.1249

Acaba, bu sapık inançlarla, Kur'ân'ın Allah hakkmdaki inancı ve Onu bütün kullarına galip1250, karşı konulmaz kudret sahibi1251 ve yakalaması şiddetli1252 oluşu arasında bir mukayese yapmaya gerek var mı?

Yine Tevrat’ın belirttiğine göre, Allah Hz. Mûsa'ya bir handa rastlamış. Oğullarından birini sünnet ettirmediğinden dolayı onu öldürmek istemiş. Hz. Mûsa'nm hanımı keskin bir taşla oğlunun sünnet derisini kesip Hz. Mûsa'nın ayaklarına atması üzerine Allah Hz. Mûsa'yı serbest bırakmış.1253

Kur'ân, Allah'ı—haşa—bu şekilde bir insan gibi tasvir etmekten münezzehtir.

Yine Tevrat'a göre, Yahudiler Mısır'dan çıkacakları vakit Allah Hz. Musa'ya onların komşularından gümüş ve altın süs eşyaları ile elbise istemelerini kendilerine söylemesini emretmiş. Bu emir üzerine Yahudiler bunları isteyip almışlar ve böylece Mısırlıları soymuşlar.1254

Kur'ân'ın büyük bir hiyanet olan böyle bir davranışı onaylaması mümkün değildir.

·        2. Allah'ın adaletine ve alda ters olan bazı hükümlerin yer alması:

Tevrat şunları söyler: "Allah, babaların günahını oğullarında üçüncü ve dördüncü nesle kadar arayacak"1255.

"Anasına veya babasına söğen mutlaka katlolunacak"1256.

"Bir öküz, boynuzuyla bir kimseyi öldürürse, öküz mutlaka recmedile-cek (yani taşla öldürülecek) ve eti yenmeyecek."1257

Allah, Yahudilere, Mısır'dan çıktıkları zaman, karşı durduklarından dolayı, Amalika kavminin her neleri varsa telef edilmesini, erkeklerinin, kadınlarının, süt emen çocuklarının, sığırdan koyuna ve deveden merkebe varıncaya kadar bütün hayvanlarının öldürülmesini emretmiş.1258

Allah, bazı adamların Tabut-u Sekinenin içine baktıklarından dolayı, gazaba gelerek elli bin yetmiş adamı telef etmiş.1259

Hz. Davud, nüfus sayımına kalkışmış. Allah bundan gazaba gelerek, ceza olmak üzere, yedi sene kıtlık, yahut kendisini kovalayan düşmanlarının önünden üç ay kaçması veya üç gün veba cezalarından birini tercih etmesini teklif etmiş. Hz. Dâvud vebayı tercih ettiğinden, üç günde yetmiş bin Yahudi ölmüş.1260

·        3. Büyük Peygamberlerin Bazısı Hakkında Büyük İftiraların Bulunması

Tevrat'ın kıssalarla ilgili rivâyetlerinde de aynı şekilde peygamberlere, onların şanına, ismet sıfatına yakışmayan fiillerin, günahların açıkça isnat edildiğini görmekteyiz. Meselâ Nuh'la (a.s) ilgili olarak, oğlu Hâm'm babasını sarhoşken avret mahalli açık olduğu halde gördüğünü, kardeşlerine durumu haber verip onların bir elbise ile babalarını örttükleri anlatılmaktadır1261. Lût'un (a.s) da, kavminin İlâhî azapla helakinden sonra çekildiği mağarada iki kızıyla zina ettiği ve onları hamile bıraktığı1262 şeklinde çirkin bir iftira mevcuttur. İbrâhim (a.s) için de, hanımı Sâre validemizi, kuraklık yüzünden gittiği Mısır yolculuğunda Firavun'un adamlarına teslim ettiği şeklinde iftiralar yer almaktadır.1263

Hz. Davud'un kendi ordu komutanı Uryan'm karısını beğenip sarhoş ettiği1264 ve onunla yattığı ve kocasını özel bir emirle harp meydanına gönderip öldürttüğü ifade ediliyor.

Hz. Süleyman'ın yediyüz hanımı ve üçyüz cariyesi bulunduğu anlatıldıktan sonra1265 karıları onun kalbini Allah yolundan saptırdıkları ve ihtiyarlığında başka ilahlara uymaya sevkettikleri ve Süleyman'ın bir puthane yaptırdığı belirtiliyor.1266

Bu isnat ve iftiralar karşısında Kur'ân-ı Kerim ise, Süleyman (a.s)'in, Yahudilerin asılsız ve yakışıksız iftiralarından, şirkten, küfürden, her türlü cürümden, sihir yapmaktan uzak, mü'min kullarının birçoğundan üstün kılman bir peygamber olduğunu açıklamaktadır.1267

Bunların haricinde birçok peygamber; Hz. İbrahim,1268 Musa ve Harun1269 ve Yusuf (a.s)1270 hakkında Kur'ân'la tamamen ters düşen iftira ve isnatlar mevcuttur.1271

Peygamberler bu gibi iftiralardan münezzehtirler. Çünkü kendilerine uymak farz olduğundan, bu gibi çirkinlikleri işledikleri takdirde, Allah tarafından hem kötülükleri menetmekle görevli, hem de bunları yapma iznine sahip olarak gönderilmeleri anlamına gelir. Bu ise, peygamber olarak gönderilme hikmetine terstir. Bazı kimselerin çıkıp da, "bakın, bizim yaptığımız şeyleri peygamberler de yapmışlar" demeye kapı açar.

Oysa Kur'ân'da bu zikredilen peygamberler ve diğerleri en güzel sıfatlarla ve özelliklerle tanıtılmaktadır. Kur'ân'a göre bütün peygamberler Allah'ın fazlına mazhar olmuş seçkin ve salih kullarıdır. Peygamberler yüksek ahlak sahibi örnek insanlar olarak insanları hidâyete davet eden elçilerdir. Peygamberler, daha birçok üstün vasıflarla Kur’ân muhataplarına tanıtılmaktadır.1272

·        4. Çok Basit ve Önemsiz İşlerle İlgili Olarak, Allah'ın Müdahalede Bulunduğunun Belirtilmesi

Meselâ, Hz. Musa ve Harun'a, İsrailoğullarmm yiyecekleri koyunlar, kuzular ve keçiler hakkında verilen emirlerde bunların sayıları, yaşları, kanlarının kapı süvesi üzerine sürüleceği, bunların suda haşlanmış olarak değil, kebap olarak başı, paçası ve içleriyle beraber yenileceği detaylı olarak açıklanıyor.1273

Daha bunlar gibi başka önemsiz pek çok teferruat yer alıyor.1274

·        5. Tevrat'ın Birtakım Hurafeleri ve Akla Ters Fikirleri İhtiva Etmesi

Meselâ, Tekvin Kitabında, Allah, "Ben göğün altında bulunan her canlı varlığı helak etmek için yeryüzü üzerine su tufanı getireceğim; yerde bulunanların tamamı helak olacaktır1275" diyor. Sonra Tesniye Kitabında cebbarlar bakiyesinden yalnız Başan kralı Avc kalmıştı. Onun kereveti demir kerevet olup, uzunluğu adım zirai ile dokuz ve genişliği dört zira olarak Benî Ammun'un Rabbat şehrindedir" deniliyor1276. Bunda bir çelişki var ve İlâhî vaadin tamamıyla gerçekleşmediğini gösteriyor.

Gökkuşağı, Tufan'dan sonra Allah ile Yahudiler arasında ahdin alameti olarak göğe konulmuş, Allah, "o bulutta göründüğü vakit bu ahdi hatırlayacağım" demiş1277.

Altı yüz bin Yahudi yolda giderlerken Mısır'da yedikleri et, balık, hıyar, kavun, pırasa, soğan, sarmısak vesaireden mahrum kaldıklarından dolayı şikâyet etmişler, bunun üzerine denizden bir rüzgâr çıkıp ordugâhın etrafına o kadar güvercin şevketmiş ki bir günlük yol kadar mesafe üzerine iki arşın yüksekliğinde güvercin yığılmış. Bunların etleri daha Yahudilerin dişleri arasında iken Allah'ın gazabı alevlenmiş ve onları gâyet şiddetli bir belaya çarptırmış, helak olanları orada defnetmişler.1278

Tevrat'ta buna benzer şeyler pek çoktur.1279

Misal olarak .verdiğimiz, işaret etmeye çalıştığımız gerçekler veya yapılması mümkün benzeri karşılaştırmalar sonucu görülecek öze ait farklı muhteva, Tevrat rivâyetlerinin Kur’ân kıssalarına kaynak olamayacağının açık ve kesin delillerini teşkil etmektedirler. Ancak aralarında konu itibariyle görülen benzerlik ve müştereklikler, Kitab-ı Mu-kaddes'in de tahriften önce Allah'ın indirdiği semâvî kitaplardan olduğunun delilidir. Fakat sonradan tahrife maruz kalmış, tarihi özelliği olan birer belge olmanın haricinde dinî sahada rehber olmaktan çıkmıştır.

Kur'ân'la karşılaştırma sonucu—Tevrat rivâyetleriyle olduğu gibi— İncillerle de hem genel muhtevada, hem de İsa ve ailesiyle ilgili meselelerde esasa ait bazı farklılıkların bulunduğunu görmemek mümkün değildir. Böyle bir karşılaştırma sonucu aralarında iddia edilen veya vehmedilen bir kaynaklık bağının doğruluğunu gösterecek paralelliğin kesinlikle mevcut olmadığı görülecektir.

Çünkü semâvî olan İncil de tahrif edilmiştir. Bugün İncil'in tahrif edilmiş olduğu gerçeğini en cahil bir insan dahi anlamakta güçlük çekmez. Zira her şeyden önce Hz. İsa'ya inen İncil tektir. Bugün resmî İnciller olan dört adet veya tarihte Hıristiyan konsillerince ayıklanmış yüzlerce İncil nazil olmamıştır.1280

Muharref İncil nüshalarının Kur'ân'a kaynak olması bir yana, bizzat Kur'ân, muharref İncil nüshalarına göre Hıristiyanlığın temel inançlarını1281 reddederek, küfür ve şirklerine hükmetmektedir. Hz. İsa'nın İsrailoğulları'na sadece bir olan Allah'a ibadetle emrettiğini, Ona şirk koşmamalarını tebliğ ettiğini açıklamaktadır. Hz. İsa'nın sadece diğer elçiler gibi bir elçi ve yemek yiyen bir insan olduğunu beyan etmektedir. İsa'nın (a.s) Teslis inancı (Baba, Oğul, Ruhu'l-Kudüs) ile ilgili herhangi bir şey söyleyip emretmediğini açıklamaktadır.1282

Burada Kur'ân ve İncil arasında taban tabana zıt olan bütün görüşleri, Hıristiyanlığın inanç ve öğretilerini tek tek sıralamak istemiyoruz. Daha önce bu temel farklılıkların önemli bir kısmına işaret ettik. Hepsini zaten burada detaylı bir biçimde ele almak mümkün değildir. Bu esaslı farklılıklardan birisi de şudur:

Hz. Meryem hakkında da İncillerde, Kur'ân kıssalarında yer almayan bilgiler mevcuttur. Luka İncil'ine göre Hz. Meryem'in Yusuf adında birisiyle nişanlı olduğu zikredilmektedir.1283

İncillerde Kur'ân'la uyuşmayan pek çok bilgiler mevcut olduğu gibi, kendi farklı nüshaları arasında da pek çok tenakuzlar vardır. Aynı zamanda gerek Tevrat metinlerinde gerekse İncillerde bilimle, bilinen tarihî gerçeklerle uyuşmayan birçok meseleler de yer almaktadır.1284 Halbuki Kur’ân-ı Kerimde ne kendi içinde çelişkili bilgiler, ne de bilimle bağdaşmayan ve kesin tarihî verilerin nakzettiği malumat mevcuttur.1285

Gerçekler işaret edilen paralelde olunca, Tevrat veya İncil'in Kur'ân'a kaynak olması hiçbir zaman kabul edilebilecek bir husus değildir. Bozulmamış hiçbir vicdan, akl-ı selime sahip olan herkes bu iddiayı red-decek, asıl gerçek ne ise ona teslim olacak ve kabul edecektir.

·        6. İbadet ve Muamelelerde Durum

İslâmm inanç dışındaki konulurda da köklü değişiklikler getirdiğini görüyoruz. Mesela, Islâm daha önce Allah'a adanan pek çok kurban çeşidini ortadan kaldırdı. Kâhinlerin ve papazların aracılığına son verdi. Müslüman'ın, gerek ibadetlerinde, gerekse günahlarını affettirmede doğrudan doğruya Rabbiyle irtibatını sağladı. Bundan dolayı da Islâmda, günah kurbanı, selamet kurbanı, suç kurbanı...vs. adıyla bir kurban türüne rastlanmaz.1286

Aynı şekilde Islâmda necasetlerin hükmü de, Yahudilikteki boğucu ve bunaltıcı güçlük ve sıkıntılardan kurtarılmıştır. Şu tek örnek bile-ki necasetlerle ilgili en hafif hükümlerden biri sayılır-Yahudiliğin mensupları için öngördüğü güçlüğün derecesini göstermeye yeter. Kolaylık dini olan İslâm ise bu güçlüğü mensuplarından kaldırmıştır: "Ve eğer adet zamanında değilken bir kadının çok günler kan akıntısı olursa, yahut adet zamanından fazla olarak akıntısı olursa; murdarlığı akıntısının bütün günleri adet günleri gibi olacaktır; murdardır. Akıntısının bütün günlerinde üzerinde yattığı her yatak kendisi için adet yatağı gibi olacak; ve üzerine oturduğu her şey adet murdarlığı gibi murdar olacaktır. Ve bu şeylere her dokunan murdar olacak ve esvabını yıkayacak ve suda yıkanacak ve akşama kadar murdar olacaktır. Fakat sıkıntısından ta-hir olursa, o zaman kendisine yedi gün sayacak, ve ondan sonra tahir olacaktır. Ve sekizinci gün kendisi için iki kumru, yahut iki güvercin yavrusu alacak ve onları kâhine, toplanma çadırının kapısına getirecek. Ve kâhin birini suç takdimesi ve o birini yakılan takdime olarak arze-decek ve kâhin onun için murdarlığının akıntısından dolayı Rabbin önünde kefaret edecektir. Böylece Israiloğullarını kendi murdarlıklarından ayıracaksınız, ta ki aralarında olan meskenimi murdar ettikleri zaman kendi murdarlıklarında ölmesinler."1287

Diğer necasetlerin hükmünü öğrenmek isteyen, aynı kitabın Sekizinci Babının on birinci âyetinden onsekizinci âyetine kadar okuyabilir.

İslâmda ise, istihazalı bir kadının yapması gereken tek şey, bir pamuk parçası gibi bir şeyle kanın akıntısını durdurmak, her namaz vakti geldiğinde yeni bir abdest almaktır. Bu durumdayken kocası kendisiyle ailevi ilişkide bulunabilir. Bu tolerans ve kolaylık nerede, şu güçlük ve sıkıntı nerede?1288

Kur'ân'da, mü'minlerin Rablerine olan şu dualarında diğer dinlerdeki bu güçlüğe kısa bir işaret vardır: "Rabbimiz! Bize, bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme!"1289

İslâmda, çeşitli ibadetlerle ilgili uygulamalar Yahudilik ve Hıristiyanlıktakinden çok farklıdır. Bunları tek tek ele alarak örneklendirmek bile başlı başına bir çalışma konusudur. Nitekim, bu alanda mukayeseli bir biçimde çok değerli çalışmalar yapılmıştır.1290 Bu hususla ilgili geniş bilgi için sözkonusu eserlere başvurmakta büyük yarar vardır.

Yiyecekler konusuna gelince, İslâm yasak olanlarını şunlarla sınırlandırmıştır: "Leş, kan, domuz eti, Allah'tan başkası için boğazlanan, boğulmuş, (tahta veya taşla) vurularak öldürülmüş, yukarıdan düşmüş, boynuzlanmış ve canavar parçalayarak ölmüş olan hayvanlar —henüz canları çıkmadan kestikleriniz hariç,— dikili taşlar (putlar) üzerinde boğazlanan hayvanlar."1291 İslâm bunları yasaklarken, zor durumda kalan kimseye, zaruretini giderecek kadar ve daha ileri gitmeden bunlardan yiyebileceğine izin vermişti.1292 Yüce Allah Yahudilere ise şunları yemeyi haram kılmıştı: "Yahudilere bütün tırnaklı hayvanları haram ettik. Sığır ve koyunun da, yağlarını onlara haram kıldık. Yalnız hayvanlarının sırtlarının, yahut bağırsaklarının taşıdığı, ya da kemiğe karışan yağlarını haram etmedik."1293 Bu da onların haddi aşmaları yüzünden olmuştur.1294 Zulümleri de bunda rol oynamıştır.1295 Yahudiler, Müslümanların da mensup bulundukları Hz. İbrahim'in şeriatında haram olduklarını ileri sürerek bu yiyecekleri helal saydığı için İslâma itiraz ettiler. Kur’ân onlara şöyle cevap verdi: "Tevrat indirilmeden önce İsrail'in (Hz. Yakub'un) kendisine haram kıldığı şeyler dışında, İsrailoğullarına bütün yiyecekler helâldi. De ki: 'Doğru iseniz Tevrat'ı getirip okuyun.' Artık bundan sonra da kim Allah'a yalan uydurursa, işte onlar zalimlerdir. De ki: 'Allah doğru söyledi, öyleyse dosdoğru, Allah'ı birleyici olarak İbrahim'in dinine uyun. O, ortak koşanlardan değildi."1296

İslâmm Yahudilikten farklı olduğu noktalardan biri de, faiz meselesidir. Yahudilik de faizi haram- görüyor. Şu var ki bu haramlık, sadece Yahudilerin kendi aralarındaki faiz alışverişini içine alıyor, yabancılara faizle borç vermeyi kapsamıyor.1297 Bu da kendilerindeki çirkin ırkçılığı yansıtıyor. İslâm ise, merhameti cihanşümuldür. Bunun için Kur'ân, faizi mutlak olarak haram kılmıştır.1298 Yahudilerin bu tutumu, kendileri dışındaki milletlere karşı bir sorumluluk duymamalarından ileri geliyor.1299

Yine Medine'deki Yahudiler Müslümanlara diyorlardı ki, "Bir adam hanımıyla normal yoldan, fakat arkadan birleştiği zaman doğan çocuk şaşı gelir." Müslümanlar bunu Hz. Peygambere (salla’llâhü aleyhi ve sellem) anlattılar. Bunun üzerine, Yahudilerin bu saçma sözlerini çürüten bir âyet-i kerime indirdi.1300

Hıristiyanlara gelince onlar da, ruhbanlığı icad ettiler. Bunda işi ileri götürdüler. Yaptıklarıyla Allah'ın rızasını aradıklarını sandılar. Kur'ân Kerim inerek bu yaptıklarını ayıpladı.1301 Çünkü bu ruhbanlık insanın fıtrî ihtiyaçlarına sırt çeviriyor ve makul hiçbir gerekçesi olmadan, Allah'ın kullarına ihsan ettiği nimetlerini yasaklıyor.

Sadece Kur'ân-ı Kerimle yetinerek getirdiğimiz bu bir kaç örnek bile —ki bunlar sadece örnek kabilinden olup, İslâm ile Yahudilik ve Hıristiyanlık arasındaki bütün ihtilaf noktalarını kapsamamaktadır— gözü gören herkese İslâm'ın müstakil bir kişiliğinin bulunduğu gösteriyor. Bu da dosdoğru bir şahsiyet olup, putperestlik ve hurafelerin zincirlerinden kurtulmuş insan aklıyla, kısaca, temiz ve tabii hayatla tıpa tıp uygunluk arzeder. İşte buradan şu âyet-i kerimenin manasını daha iyi anlıyoruz: "Sana da kendinden önceki Kitabı doğrulayıcı ve onu kollayıp koruyucu olarak bu Kitab'ı gerçekle indirdik..."1302 Bir kez daha belirtelim ki Kur'ân, tahrif elinin değmediği inanç esaslarında ve insanlık için hala yararlı bulunan amelî hükümlerde Tevrat ve İncil'le uygunluk arzetmektedir. Fakat ortada bir tahrif söz konusuysa veya insanlığın hayat şartarı şu veya bu hükümde değişikliği gerektirmişse o noktada Kur'ân apaçık gerçek neyse onu dile getirmiştir.

Biz bir kez daha şu gerçekleri ifade ederek bu konuyu noktalıyoruz: Kendisinin sağdan soldan derlediği sözlerini Allah'a nispet etmek gibi bir töhmet, Hz. Muhammed'in herkesçe kabul edilen fıtrî doğruluk ve istikametine tamamen zıttır. Cahiliye insanlarının, Yahudilerin, Hıristiyanların ve Mecusilerin ağızlarından işitip bellediği şeylerle peygamberlik davasına ve bunları biraz değiştirerek yine kendilerine satmaya kalkışması akim kabul edemeyeceği bir düşüncedir. Kur'ân'm mucize oluşu, Arap edip ve beliğlerini bir sûresinin bile benzerini getirmekten aciz bırakmasıyla kesinlik kazanmıştır. En medenî bir ortam içinde büyümüş ve en mükemmel bir biçimde tahsil görmüş bir alimin bile yapamayacağı bir işi Mekke'nin taşlık dağları içinde yetişmiş ve hiç tahsil görmemiş ümmî bir zatın yapması mümkün değildir. Kur'ân'm ifade tarzı kendi kişisel ifade ve üslûbundan tamamen farklı ve Allah'ın kelamına özgü bir yücelik ve tesiri bulunmaktadır. Eğer yaptığı işte bir hile bulunsa bunun sahabileri içinde bulunan akıllı, zeki ve hatta dâhî adamlar tarafından mutlaka keşfedilecek ve bundan dolayı itikat ve imanlarına halel gelecekti. Halbuki kendisine iman getirenler, bir gün bile şüpheye düşmeyip onun vefatına kadar peygamberliğine iman ve emirlerine itaatta sabit kalmışlardır. İslâm dini pek yüksek birtakım hikmet, marifet, fazilet ve adalet prensiplerini ihtiva eden ve bütün insanlığın en temel ve önemli ihtiyaçlarını sağlamaya yeterli bir dindir. Yahudi ve Hıristiyanlara ait olarak Kur'ân'da görülen As-hab-ı Kehf ve Hz. Süleymân kıssaları gibi üç dört kıssanın İslâm dininin temel itikad ve hükümleriyle ilgili olmayıp, Hz. Peygamberin ümmî olmasından dolayı, bunları ancak vahiy ile bildiğini isbat amacına yöneliktir. Bazı âyet-i kerimelerin Kitab-ı Mukaddes ile uygunluk arzedip etmemesi İslâm dini aleyhinde bir delil teşkil etmez. Çünkü eğer uygun iseler, Kur'ân'm önceki semâvî kitapları tasdik ettiğini gösterir; değil iseler bu, Kitab-ı Mukaddes'in tahrif edilmesinden ileri gelmiştir.

B. İç Kaynaklar (Hz. Muhammed'in Şahsıyla İlgili Kaynaklar)

·        1. Bile Bile Kendi Sözlerini Allah'a Nisbet Ettiği İddiası

Burada bu iddia sahiplerini tek tek sıralamak gerekmez. Çünkü, çok az bir kısmı hariç Hz. Muhammed'in peygamberliğini kabul etmeyen bütün gayr-ı müslimlerin iddiası budur. Onlara göre Kur'ân, Hz. Muhammed'in sözüdür. İhtilaf sadece, Kur'ân'ı ortaya koyarken başka hangi kaynaklardan yararlandığı konusundadır. Bu faraziye, tabiatiyle, Hz. Muhammed'in kişisel veya toplumsal birtakım amaçlar gütmesi ihtimaline dayanmaktadır. Burada bu ihtimallerin olabilirliği üzerinde duracak ve bu amaçlarla Kur'ân'm Hz. Muhammed'in eseri olabileceği fara-ziyesini değerlendireceğiz. Konuyla sıkı münaebeti dolayısıyla ayrıca onun—haşa—şair veya kâhin olduğu iddiasına da yer vereceğiz.

·        a. Şahsî Emellerini Gerçekleştirmek İçin Sözlerini İlâhî Bir Kaynağa Dayandırdığı İddiası

al. Dünya Malına Olan Düşkünlüğünün Vahiy Uydurmaya Sev-kettiği İddiası

Dünya malına düşkünlük gibi bir zaaf, Hz. Muhammed'i bir din tesis etmeye, kendi sözlerini Allah'a isnat etmeye, diğer bir ifadeyle— haşa—Allah'ı kendi arzusuna göre konuşturmaya şevketmiş olabilir mi? Öncelikle onun dünya malına karşı olan tutumuna bakıldığında şu realite ile karşılaşılır: Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Müslümanların sefer ve savaşlarında elde ettikleri ganimetlerin beşte birinden hisse alma hakkına sahipti1303. Buna rağmen onun, bir gün olsun zengin olduğu görülmemiştir. Çünkü, sefere veya savaşa çıkacak olan gazileri bununla teçhiz eder, etraftan gelen heyet ve elçileri bununla ağırlar1304, hürriyetlerine yeni kavuşan kölelerin ihtiyaçlarını bundan karşılar1305, gerektiğinde Müslüman köleleri bununla satın alıp hürriyetlerine kavuştururdu.1306 Kesinlikle zekât almaz, toplanan zekâtları ilgili ayette belirtilen sınıflara dağıtırdı.1307 Hac edecek serveti bulunmayanların hacca gitmelerini sağlamak için masraflarına bundan katkıda bulunur1308, keffaret vermek zorunda kalıp da parası olmayanların kef-faretini bundan öderdi.1309 Hatta, yanma bir muhtaç gelip bir şey istediğinde, elinde yoksa onu bekletir, kendisine bir şey geldiğinde ise o muhtaca verirdi.1310 Kısaca, Allah yolunda ve İslama hizmet uğrunda yardımları pek çoktu. Hatta öyle gün olurdu ki, yanma misafir gelir, fakat onu ağırlayacağı bir şey bulamazdı1311. Bu da bir yana, yiyecek bir şey bulamadığından dolayı bazan öylesine acıkırdı ki, bu, sahabilerinin şefkatini celbederdi.1312 İmkân bulduğunda kendi kendisini temiz ve helâl hiçbir yemekten menetmemekle birlikte, hayat ve yaşayışı genel olarak zahidçeydi. Meselâ üzerinde yattığı yatağı sertti.1313 Hanımlarına verdiği mehirler azdı1314. Süs olarak altın kullanmaz, ipek elbise giymezdi1315.

İşte gelirleri ve işte gelirini harcadığı yerler! Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) asla zekât almadığı gibi, bunun, akrabaları olan bütün Haşimoğulları ailesi için helal olmadığını da açıkça ve kesin bir ifadeyle ilan etmiştir1316. Bir gün, henüz küçük olan torunu Hz. Hasan'm zekât malından bir hurmaya el uzattığını görmüş, "Kıh, kıh!" diyerek, onu menetmiştir1317. Hatta Bütün Haşimoğullannın, zekât işinde memur olarak çalışmalarını yasaklamıştır1318. Bunu azatlı kölesi Ebu Rafi'a bile teşmil etmiştir. Çünkü bizzat Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) buyurduğu gibi bir kavmin azatlı kölesi, o kavimden bir fert sayılırdı1319.

Keza, Hz. Ali fakir bir insandı. Öyle ki bir defasında bir kadının veya Yahûdînin yanında sucu olarak çalışmış, kuyudan su çekmekten elleri patlamış1320, buna rağmen Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) damadı oluşundan yararlanmak istememiş, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) de özel olarak ona herhangi bir servet vermeye kalkışmamıştır. Şu olay da meşhurdur: Bir defasında Hz. Fatıma, savaşlardan birinde elde edilen esirlerin Medine'ye getirildiğini öğrenmiş ve ev işlerinden kendisine yardımcı olacak bir hizmetçi istemek üzere babası Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) huzuruna varmış. Ne var ki, eli boş dönmüştür. Resulullah, sevgili kızının, Allah'ın rızasını kazanmaya ve Onu bol bol anmaya teşvik ederek gönlünü yapmak istemiş ve bunun Allah katında bir hizmetçiye sahip olmaktan daha üstün olduğunu belirtmiştir476. Bu şu demektir: Resulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) kendisi için dünya malı istememiş, onu çoluk çocuğu için de toplamamış, hatta ölümünden sonra geride bırakacağı her şeyin—hanımlarının nafakası ve işçilerinin ücreti çıkarıldıktan sonra— Müslümanlara sadaka olduğunu ilan etmiştir477.

Hz. Peygamber dünyalık adına eline ne geçerse, ancak pek az bir miktarını bırakarak büyük kısmını ise muhtaçlara sadaka olarak verirdi. Bundan dolayı bazan borç almaya bile mecbur olurdu. Hatta bir defa, çoluk çocuğunun geçimi için ödünç aldığı otuz sa' yani bin kırk dirhem arpaya karşılık zırhını rehin olarak vermişti. Ve bu zırh ancak vefatından sonra kurtarılabilmiştir1321. Hz. Aişe'nin ve sahabilerinden bazılarının bildirdiklerine göre, Hz. Peygamber vefât ettiği zaman, miras olarak ne bir dinâr, ne bir dirhem1322, ne bir davar, ne bir deve1323, ne bir erkek köle, ne bir kadın köle bırakmış1324, ne de (vasiyet edilecek malı bulunmadığı için) bir şey vasiyet etmiştir1325. Ondan sadece, bindiği beyaz bir katır, Allah yolunda vakfetmiş olduğu bir arazi parçası1326 ile kullandığı silahı kalmıştır.1327 Hatta, bizzat kendisi bu fiilî uygulamasının, "Biz (peygamberler)e mirasçı olunmaz. Biz geriye ne bırakırsak sadakadır"1328, "Hanımlarımın nafakasından ve mütevellimin masrafından sonra, ne bırakırsam sadakadır"1329 buyurmuştur. Ölüm döşeğinde iken Hz. Aişe'nin nezdinde muhafaza edilen sekiz-dokuz altını Hz. Ali vasıtasıyla fakirlere verdirip: "Eğer Muhammed, bu altınlar yanında iken Allah'ın huzuruna çıksaydı, acaba hali ne olurdu?" buyurarak1330 dünya malına karşı istiğnasını dile getirmiştir.

İşte bütün bu haller Hz. Muhammed'in vera' ve takvanın ancak peygamberlere mahsus olan bir kemâl derecesini haiz olduğunu ve kendisinden kizb ve riya sadır olmasına imkân bulunmadığını şüpheye asla yer bırakmayacak surette isbat eden açık delillerdir.

Bu da demektir ki, dünya malı asla onun düşüncesi olmamıştır. Sanki Resulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bu tutumuyla, kendisinden asırlar sonra gelip, onu, gûya fakirliğin ruhunda bıraktığı yara ve hasreti gidermek için servetler yığmak istemekle itham edip dil uzatanlara cevap vermiş gibidir.

a2. Cinsel Arzularını Gerçekleştirmek İçin Vahiy Uydurduğu İddiası

Hz. Peygamberin —haşa— cinsel arzularını tatmin için ve daha fazla kadınla evlenmek amacıyla vahiyler uydurduğu şeklindeki iddianın detaylı bir biçimde değerlendirilmesi, özellikle Hz. Zeyneb ile evlenmesine olan itirazlar ve cevapları daha önce geçti. Burada tekrara ihtiyaç görmüyoruz. Ancak, konu, özellik bakımından bir yönüyle burayla da ilgili olduğundan sadece işaret etmekle yetiniyoruz.

·        b. Liderlik Tutkusunun Vahiy Uydurmaya Sevkettiği İddiası

Hz. Peygamberin—haşa—liderlik tutkusu ve saltanat kaygısıyla vahiy uydurarak bu gücü, dini bir görünüm altında gerçekleştirme arzusunda olduğu iddiası, müsteşriklerin yaygın iddialarından biridir. Meselenin böyle olmadığı tarihî bir realite ise de konunun bir kere daha aydınlatılmasında fayda mülahaza edilmiştir. Buna göre benzer su-i zan bizzat dönemin Mekke'li müşriklerinde de görülmüştür. Nitekim, Mekkeli müşrikler, Hz. Peygamberin Hak dini vaz ve tebliğ etmesinde, bazı menfaat ve maddi kazançlar aramaya çalışıyorlardı. Kur'ân-ı Kerimde bu iddiaya doğrudan doğruya cevap verilmeden eski çağlarda da Allah'ın hangi kulu ve resûlü insanları doğruya ve iyiliğe davet etmişse aynı ithamla karşılaştığı kaydedilmiştir. Meselâ, Firavun'un sa-raymdakiler Hz. Mûsa ile Harun'un hakka davetine şu karşılığı vermişlerdir:

"Onlar: 'Siz ikiniz bizi atalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol)dan çevirmek ve yeryüzünde büyüklük sizin olsun diye mi bize geldiniz? Biz, sizin ikinize inanacaklar değiliz,' dediler."1331

"Bu, ancak sizin gibi bir insandır. Sizin üzerinize üstünlük kurmak istiyor."489

Demek ki, hak ve adalet düşmanlarının çok eskilere dayanan bir taktiği vardır: Bunlar, Allah'ın hangi kulu insanları, cemiyeti ve milleti ıslaha çalışmışsa, ona darhal "iktidar hırsıyla gözü dönmüşlük" damgasını vurmuşlardır. Bu düşünceye aynı suçlamaya Hz. Mûsa ve Hz. Harun maruz kalmışlardı. Firavun ve yandaşları, Hz. Mûsa ile Harun'un iktidara hevesli olduğunu, şan ve şöhret sahibi olmak istediklerini iddia etmişlerdi. Aynı iftira Hz. İsa'ya da atılmıştı ve kendisinin Ya-hudilerin lideri ve kralı olmak istediği söylenmişti. İşte Kureyşli kabile reisleri de Hz. Peygamberin iktidara talip olduğunu düşünmüşlerdi.

Gerçek şu ki, ömürleri boyunca dünyanın maddi imkanlarından faydalanıp para, pul, şan ve şevket sahibi olmak isteyenler, bu dünyada bir insanın hiçbir şahsî iktidar ve ikbal beklemeden, hiçbir çıkar gütmeden, karşılıksız, samimiyetle ve iyi niyetle insanların iyiliği ve felahı için sabahtan akşama kadar çalışacağına bir türlü inanamazlar...1332

Şimdi de, Resulullahm (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hükümranlığının zirvesinde iken taşıdığı duyguları ve yaptığı icraatları konusunda şu önemli gerçekleri kaydedebiliriz: Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) tertip ettiği askerî seferlerin büyük çoğunluğuna bizzat katılmıştır. Oysa devlet başkanı olarak, askerî görevleri ordusuna ve komutanlarına havale edip sadece siyâsî işleri yürütmekle yetinerek devamlı olarak Medine'de kalıp canını tehlikeye atmayabilirdi. Fakat o, mümkün olduğunca rahat ve güvenli bir hayat sürmeye vesile edilecek bir saltanatın peşinde değildi. Aksine, Allah'ın dininin yeryüzüne sağlam bir şekilde yerleşmesi ve hak, adalet ve eşitlik prensiplerinin yayılması uğrunda elinden gelen çabayı sar-fediyordu. Meselâ, Uhud Savaşında, yayı kırılmcaya kadar ok attıktan sonra uğradıklarını hepimiz biliyoruz. Yine, Ahzab Savaşında, hendek kazımma nasıl bilfiil iştirak ettiği, Müslümanların azmini bileyip, onlar da büyük bir gayretle kazı işine koyuldukları ve Resulullahm (salla’llâhü aleyhi ve sellem) kendileriyle omuz omuza çalışmasını şiirlerle dile getirdikleri meşhurdur1333. Aynı şekilde, o güne kadar yapılan bütün askerî seferlerden daha çetin, daha zor ve daha uzun olan Tebuk Seferinde nasıl ordusunun başında en önde yürüdüğü bilinmektedir1334. Huneyn Savaşında da en ön safta savaşmış ve başlangıçta İslâm ordusu geri çekilmişken o bir avuç fedâkâr ile sebat ederek ilerlemeye çalışmıştır.1335

Resulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) sosyal mevkii ne olursa olsun hiçbir gün hiçbir kimseye karşı büyüklendiği ona tepeden baktığı vaki olmamıştır. Bir Müslümanm duygularını incittiği görülmemiş ve nakledilmemiştir1336. Hatta ölen birinin mezarına inip yerini düzlemekten, sonra da ölüyü mübarek eliyle alıp defnetmekten bile çekinmezdi1337. Bir defasında, hayattayken kendisini mescidi temizleme hizmetine vakfetmiş kendi halinde zenci bir kadın ölmüştü. Sahabiler, bu kadının durumu Hz. Peygamberi pek fazla ilgilendirmez düşüncesiyle ona haber vermek istemediler ve kadını defnettiler. Resulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) daha sonra bunu öğrenince onları yadırgadı ve gidip kadının mezarı başında cenaze namazını kıldı1338. Mübarek eliyle zekat develerini damgalardı1339. Gençliğinde koyun güttüğünden çoğu kez söz eder1340 ve bunda hiçbir sakınca ve eksiklik görmezdi. İşte Allah Tealâ'nın kusurdan ve aşağılık kompleksinden temiz kıldığı büyük ruhlar böyledir. Her ne konuda olursa olsun kendisiyle konuşan herkesi dikkatle dinlerdi. Hatta bir defasında saf bir kadın onu durdurmuş, kadın sözünü bitirinceye kadar yanında ayakta beklemişti. Ne onun gönlünü kırmış, ne de onu kovmuştu1341. Yine Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) sultanlar için yapıldığı gibi askerlerin insanları döverek ona yol açmalarını sevmezdi1342. Sahabilerine, Yabancı milletlerin birbirlerini aşırı derecede yücelttikleri gibi kendisini yüceltmemelerini söylerdi1343. Tevazuunun diğer bir ifadesi olarak sahabilerinin arkasında namaz kılmış ve bunda hiçbir burukluk hissetmemiştir1344. Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) zorba ve zalim değildi. Hatta, bir kerecik olsun bir hizmetçiyi bile dövmemiştir1345. Hz. Enes (V. 93) onun vefatından uzun bir zaman sonra bile, kendisine olan sonsuz şefkat ve yumuşaklığını, yaptığı bir işi neden yaptığını, yapmadığı bir işi de neden yapmadığını tenkid yollu söylemediğini yadediyordu1346. Kötü bir münafık olan Abdullah bin Ubeyy ölüp gidinceye kadar Resulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) onun kabalık ve saygısızılığına katlanmıştır1347. Bunu da ondaki beşerî zaafa şefkaten yapmıştır. Çünkü, Medine'li Müslüman-lardan, onu kendilerine reis yapmak için taç bile hazırladıklarını öğrenmişti1348. Mekke'de Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ile karşılaşıp memleketlerine gelmek üzere anlaşmasalardı İbn Übeyy'in bu reisliği gerçekleşecekti1349. Bedevi bir Arap, bir keresinde gömleğinden çekerek mübarek vücudunu incitmiş ve beraberinde getirdiği iki deve yükü kadar mal istemiştir. Bu kabalık karşısında bile onu cezalandırmamış ve bedevinin istediğini vermiştir.1350 Hz. Peygamber'in bu engin hilminin çok sayıda örnekleri bulunmaktadır.1351

Eğer istibdad ve baskı Hz.' Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) karakteri olsaydı, savaş veya barışla ilgili hiçbir konuda sahabileriyle meşveret etmez ve hiçbirisinin kendi görüşüne ters bir görüş belirtmesini istemezdi. Oysa onlarla çeşitli vesilelerle sık sık istişarelerde bulunmuştur1352. Yine eğer Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) dünya saltanatı peşinde olsaydı, devlet başkanlığını kendi ailesinden birini veliaht tayin ederdi. Bundan da ötesi, Müslümanların kendisini, Hıristiyanların Hz. İsa'yı aşırı derecede yücelttikleri gibi yüceltmelerini menetmiş ve kendisinin sadece Allah'ın kulu ve elçisi olduğunu belirtmiştir1353. Bütün bunlar—ki çok sayıda delillerin sadece bir kaçıdır—kanıtlıyor ki, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) saltanat peşinde koşmamış, saltanatın zirvesine ulaştığı zaman da bu kendisini hiçbir şekilde değiştirmemiştir.

Cariyle, dünya saltanatının Hz. Muhammed'in hedefi olamayacağını kendine özgü üslubuyla şöyle dile getirmektedir;

"İkbal hırsı mı? Bütün Arabistan bu insana ne verebilir? Rum Herak-liyüs'ün, İran hükümdarı Kisra'nm tacı, bütün dünyanın taçları bu insan için ne ifade eder? Onun işitmek istediği şey, yeryüzünde değil, yukarıdaki göklerin sesidir. Bütün dünya taçları, saltanatları, şanları, şerefleri kısa bir zaman sonra ne olacaktır? Hiç!"1354

·        c. Kavmini Sosyal ve Ahlakî Açıdan Islah Amacıyla Sözlerine Tesir Kazandırmak İçin Allah'a İsnat Ettiği İddiası

Denebilir ki, Hz Muhammed'in, —haşa— kendi eseri olan Kur'ân'ı Allah'a mal etmekle kendi sözüne bir kudsiyet, kuvvet ve tesir kazandırmak istemiştir1355. Kur'ân'ı Allah'a isnat etmesi bundan olamaz mı?

Buna karşı deriz ki: Bu mümkün değildir. Çünkü dinî bağlayıcılık bakımından Hz. Muhammed'in kendisine nispet ettiği sözler ile Allah'ın sözü kabul ettikleri arasında hiçbir fark yoktur. Her ikisi de İslâm dininin kaynağı niteliğindedir. İnsanlar her ikisine de eşit seviyede itaat etmekle yükümlüdürler. Eğer, Hz. Muhammed'in kendisine ait sözleri, kuvvet ve tesir kazandırmak amacıyla Allah'a isnat etmek gibi bir niyeti olsaydı, bütün sözlerini Allah'a izafe ederdi. Bu konuda bir ayırım gözetmezdi. Hz. Peygamber'in Kur'ân'a gösterdiği tazimi kendi sözlerine karşı asla göstermemesi gerçeğine daha önce temas edilmişti.

Ayrıca Hz. Muhammed'in kendi sözlerine bir tesir, bir azamet ve kudsiyet kazandırmak amacıyla Allah'a nisbet ettiği şeklinde bir iddiada bulunmak, bu rehberin insanları ıslah ve gayesine giderken, yalan ve gözboyama köprüsünden geçmekte mahzur görmeyen bir kişi olmasını caiz ve meşru saymayı gerektirir. Halbuki bu öyle bir meseledir ki her şeyden önce tarihî realite bunun karşısına çıkar: Çünkü onun mübarek si-retini dikkatle inceleyen herkes, harekat ve sekenatmda olsun, ibare ve işaretlerinde olsun, kızgınlığında olsun, hoşnutluğunda olsun aldatıcılıktan en uzak bir insan olduğunda; büyük olduğu kadar küçük sayılan işlerde de, gizlide ve âşikârede doğruluğa son derece dikkat ettiğinde, gerek nübüvvetten önce ve gerekse sonra, doğruluğun, onun en bâriz vasfı olduğundan kesinlikle şüphe etmez. İşin başından günümüze kadar dostları gibi düşmanları da1356 buna şahitlik etmektedirler. "De ki: Eğer Allah dileseydi Kur'ân'ı size okumazdım ve onu size hiç bildirmezdi. Ben ondan önce aranızda bir ömür boyu kalmıştım (böyle bir şey yapmamıştım), hiç düşünmüyor musunuz?"1357

·        d. Kâhin Olduğu İddiası

Müsteşrik Rodinson'un "Mahome" isimli kitabı, neredeyse Hz. Muhammed  (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ve Kur'ân aleyhinde ortaya atılmış iddia ve iftiraların bir fihristi niteliğindedir. Sözkonusu yazar, zihin bulandırmak için bu tür fikirlerin hemen hepsine sırası geldikçe yer verir, arkasından ustaca zannettiği bir manevrayla aslında o görüşü benimsemediği izlenimini vermeye çalışır. Hz. Muhammed  (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hakkında kâhinlik iddiası da bunlardan biridir. Rodinson, Kur'ân'ı, Hz. Muhammed'in işittiği, tekrarladığı ve tanrısına yorduğu vahiyler olarak nitelendirmekte ve şekil bakımından, cinlerin çöl kâhinlerine ilham ettikleriyle tamamıyla özdeş olduğunu iddia etmektedir1358. Ayrıca Hz. Muhammed  (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ile kahinler arasında bir çok ortak çizgi bulunduğunu, fizyolojik ve psikolojik yapısının kâhinlerinkiyle aynı tipte bulunduğunu iddia etmektedir1359. Ne var ki hemen sonraki paragrafta, kendisiyle büyük bir çelişkiye düşerek "Bir kâhin değildir Muhammed" ifadesini kullanmaktadır1360.

Hz. Peygamberin bi'seti esnasında kehânet Arabistan'a yayılmış, memleketin her tarafını sarmış bir bela idi. Kâhin, bir nevi zan ile gayb haberi verene ve falcıya denir. Verdiği haber geçmişe müteallik olursa kâhin, geleceğe müteallik olursa arraf denildiği de söylenir. Kehânette meşhur olan cinlerden yardım taleb etmektir1361. Kahin geleceğe dair haber verirken cin tarafından yönetilen, cinnin verdiği ilhamın etkisiyle olağanüstü sözler söyleyen kimse olduğu görüşü o günkü Araplar arasında yaygındı1362. Bu kâhinler, aynı zamanda bütün davaları, ihtilafları da hail u fasl ederlerdi. Rüyaların tabircisi onlar idi. Kabile mensupları için yalnız doktor değil, aynı zamanda toplumda işlenmiş cinayetlerin de dedektifi idiler. Bu sebeple memleketin her tarafında nüfuz ve itibarları vardı.

Kâhinler puthanelerde otururlardı. Herbirinin hususi bir putu vardı ve bu puta hizmet ederdi. Kehânet ücreti olarak büyük meblağlar alır, ayrıca adak da kabul ederlerdi. Aldıkları ücrete hulvân denirdi. Bunlar verecekleri haberi veya yapacakları telkini seci' denen uyumlu bir form içinde söylerlerdi.

Hulasa kâhinlerin adam aldatmaları çok mühim bir işti. Bunun tesiri ile memleketin her tarafına hurafeler yayılmış, evham ve putperestliğin binbir çeşidi ortalığı kaplamıştı. Müslüman olduktan sonra bunların birçoğu hile ve dalaverelerini bizzat itiraf etmişlerdi.1363

Bazı müsteşrikler, ilk inen sûrelerden olan "el-Müddessir" de geçen "müddessir (bürünüp sarman)"1364 ve yine ilk inen sûreler arasında yer alan "el-Müzzemmil" sûresinde geçen "müzzemmil (örtünüp bürünen)"1365 ifadelerine büyük bir hipotez bina etmeye yeltenmişlerdir. Sözkonusu müsteşriklerden Tor Andrae bu konuda şöyle diyor: "Hiç şüphesiz Mu-hammed putperest kâhinlerden bazı ifadeler almıştır. Pekçok kâhin ilham almak istediklerinde başlarını örterlerdi. Muhammed de aynı şeyi yapmıştır (Kur'ân, 73 / 1; 74 / 1). Bu davranış, aslında ilhamı tahrik etmek için klasik bir yöntemdi. Gol papazı kurban edilmiş öküz derisine sarınır, İzlandah kâhin gri bir koyunun derisine sarınır."1366 Gaudefroy-Demombynes de şöyle diyor: "(Bir örtüye sarınıp bürünme) kendisini kutsal bir güç ile irtibat halinde hisseden herkesin bir adetidir. Eski Arabistan kâhinleri de böyle yaparlardı. Dolayısıyla Kureyşliler, Mu-hammed'in de cinlerin esrarını vahiy yoluyla ilham almak için onları (kâhinleri) taklit ettiğini düşünmekte haklıydılar. Bu davranış, daha sonra yalancı peygamber Tulayha ve Esved'in adeti de olmuştur."1367

Şimdi bu iddiayı değerlendirelim: Öncelikle belirtelim ki, ne Kur'ân'-da ne sünnette, ne de başka hiçbir kaynakta Hz. Peygamberin her vahiy geldiğinde özel bir kıyafete büründüğüne ilişkin hiçbir bilgi gelmemiştir.

Şu halde Hz. Peygamberin bir paltoya sarınması bir vahiy almak için değil, bilakis bazı defalar vahiy aldığında duyduğu heybet, hissettiği manevî ağırlık ve belki de bunun etkisiyle içinden duyduğu bir üşüme sebebiyle böyle bir şeye sarınma ihtiyacını duyardı ve ısınmak amacıyla kendisine bir şey örtülmesini isterdi. Öyleyse, böyle bir şey örtünmeyle, bir kâhinin büründüğü deri arasında hiçbir ilişki yoktur. Ayrıca, vahyin gelişini tahrik etmek için daha önce değil, bilakis vahiy hali başladıktan sonra bazı defalar üstünün örtülmesini istemiştir.

Bu gerçek böyle bilindikten sonra, iddiada, Kureyş'in bu tutuma bakıp ve haklı olarak (!) Muhammed'in kâhin olduğunu düşündüğü ifadesine gelelim. Bu iddianın gerçekle alakası yoktur. Çünkü Kureyş aslında Hz. Muhammed'in kâhin olmadığını çok iyi biliyordu. Nitekim, Kur'ân âyetlerindeki ahenk ve sonlarındaki ses uyumlarına bakarak kâhinlerin seci'li ve tumturaklı ifadelerine kıyas etmeye kalkıp Hz. Muhammed'i, kâhin diye tavsif etmek isteyenlere müşriklerin reislerinden Velîd b. el-Muğîre:

"Hayır, vallahi o kâhin değildir. Biz kâhinleri görmüşüzdür. Onun okuduğu ne kâhinlerin gizli' fısıltılarıdır, ne de seci'leri" cevabını vermişti.1368

Kur'ân-ı Kerim de bütün müşriklere karşı kendisinin bir kâhin sözü olmadığını, mübelliği olan Hz. Muhammed'in de kâhinlikle alakası bulunmadığını söylüyordu. Onların buna bir itirazları olmamış olacak ki, sesleri yankısız kalmış, onlar da artık seslerini kesmişlerdir. Eğer sözlerinde samimi olsalardı bu cevabı aldıktan sonra da, asla sükut etmez, iddialarını ısrarla ispat etmeye çalışır ve bunu kolaylıkla isbat ederlerdi. Böyle bir şey olsaydı, tarihe geçer ve hiçbir şeyi saklamayan tarih bunu da günümüze kadar taşırdı.

Belki de bu kanaatteki müşrikleri yanıltan husus, Hz. Peygamberin gaybdan haber vermesinden ileri gelmişti. Kur'ân'a göre de Peygamber tarafından getirilen haberler gayb haberleridir. Peygamberin faaliyeti, Allah'ın arzusunu insanlara duyurma düşüncesi etrafında geçer. Gerçi ileride insanların gözü önüne serilecek olan Cennet ve Cehennem tasvirleri de istikbale matuf haberlerdir ama bu, İbranî kehanetlerindeki gibi belirli bir şahsın veya belirli bir milletin hayatında vukubulacak olan bir olayın ne zaman vukubulacağmı önceden görüp söylemekten çok farklıdır. Hz. Peygamberin vazifesi bu değildir. Fakat bu husus bazı müşrik Araplar tarafından pek anlaşılmışa benzemez1369. Değil mi ki o, bazı gaybî haberleri bildiriyordu? Bazı müşrikler için mesele tamamdı ve bu onu kâhin telakki etmek için yeterliydi.

O günkü Arap düşüncesinde gaybe muttali' olmanın tek şekli cinlerin (şeytanların) getirip ilka edeceği ilhâm idi. Gayba dair haber veren herkes kâhin adını alıyordu.

Hadiste haber verildiği gibi İsiâmın zuhurundan evvel kâhinler istikbale ait bazı şeyler haber verirler ve kâinatın esrarına vakıf olduklarını iddia ederlerledi. Hz. Peygamber'in "Nübüvvetten sonra artık kehânet yoktur" buyurduğu veçhile Resûlulah'm bi'seti üzerine gökyüzü meleklerin muhafazası altına alınmış ve şeytanların istihbarat kapıları kapanmıştır.1370 Bu gerçeğe Kur'ân-ı Kerim de açıkça işaret etmektedir.1371

Bazı müşrikler de, Resulullahm yanında daima birkaç cin, yahut birkaç şeytan bulunduğu ve Kur'ân'ı onların ilka ettiği vehminde idiler.1372

Halbuki bunun iki açıdan hak ve hakikatle alakası yoktu. Bir kere Kur'ân'm muhtevası, şeytanla hiçbir ilgisinin bulunmadığının en açık bir kanıtıydı. Bu Kur'ân'la şeytanların işi neydi. Kur'ân hidayete, iyiliğe ve imana davet etmekte, şeytanlar ise dalalete, bozgunculuğa ve küfre çağırmaktaydı. Hem onlar böyle bir şeye kalkışamazlar. Zira Allah'tan gelen vahyi dinlemekten uzak tutulmuşlardır. Kur'ân'ı Hz. Mu-hammed'e Alemlerin Rabbi izniyle Cibrîl-i Emin indirmiş, bu hususta şeytanlara açık kapı bırakılmamıştır.1373

Ayrıca Kur'ân'm mübelliği olan Hz. Muhammed'in durumu da, getirdiklerinin şeytanla alakası olmadığının kesin deliliydi. Çünkü şeytanlar günahkâr yalancıların tepesine inerler. Kendilerine kulak veren sahtekârlara yaklaşırlar.1374 Hz. Muhammed  (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ise—haşa—ne günahkâr, ne de yalancıydı. Onun ahlak ve karakteri böyle olmaktan son derece uzaktı. O halde şeytan ona yaklaşmaya cesaret edemezdi ve onun getirdiklerinin asla şeytanla alakası yoktu.

Öte yandan, Hz. Muhammed'in getirdikleri, kâhinlerinki gibi, sıradan, dünyalık ve adî işlerle ilgi sözler değildi. O Allah adına konuştuğunu söylüyordu. Dolayısıyla en ufak bir yanlışlığı Alemlerin Rabbi olan Allah'a iftira anlamına gelirdi. Allah ise, kendisine iftira eden, demediğini Zatına nisbete kalkışan kimseyi en şiddetli biçimde cezalandıracaktı. Onu kuvvetle yakalar, şah damarını koparır, hiç kimse de buna engel olamazdı.1375

Bu kadar hak, adalet, insanlık, medeniyet ve rahmet düsturlarıyla dolu olan Kur'ân gibi bir eser, Allah'ın dergâhından kovulmuş, rahmetten yoksun bırakılmış ve lanete uğramış olan şeytanın sözü olamaz.1376 Bu nokta üzerinde düşünmek bile Kur'ân'm gerçek kaynağını bulmaya yeter.

Müşriklerin Hz. Muhammed  (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ve Kur'ân-ı Kerime karşı ileri sürdükleri ne kadar iddia varsa hemen hepsini tekrarlayan müsteşrik Brockelmann da şunları söylüyor:

"Peygamberin ilk senelerini dolduran yüksek heyecan, cüretkârane hayaller, belagatli ifadeler şeklinde inkişaf eden seci'li ve tamamıyla şairane bir renge boyanmış nutuklar halinde tezahür ediyor. Cahiliye devri kâhinlerinin vecizeleri gibi, bunlar da çok kısa ve ekseriya dinî takdisata ait garip formüllerle müterafıktır."1377

"Peygamberin, sonradan bütün İslâmî Edebiyatın şairane efsanesi içinde o kadar çok işlenmiş olan mîracı, ibtidâî kavimlerde kâhinliğe başlayanlarda bu nevi hayallere rastlandığına göre ihtimal daha nübüvvetinin ilk zamanlarına aittir."1378

Hz. Peygamberin, nübüvvetin ilk yıllarında gördükleri hayal değildi. Bir insan, bütün emel, arzu, hayal ve ideallerinin baharında bulunduğu gençlik yıllarında gayet sıradan bir hayat yaşayıp da, genellikle hayallerinin sükunet bulduğu, çok ileri emellerinin kalmadığı kırk yaşından sonra, bütün dünyayı, hatta kabilesini, amcası gibi en yakın akrabalarını karşısına alıp da sonu görünmeyen bir maceraya atılmaz. Hz. Peygamberin hayal, emel ve idealleri herşeyin dizgini elinde, her şeyin anahtarı yanında, şimdiki zaman gibi geçmişe ve geleceğe de hükmeden Allah'ın emir ve iradesine dayandığı için Brockelman gibi aciz bir beşere cüretkârane görünebilir. Fakat davasında güç ve kuvvetini kâinatın yaratıcısından alan Hz. Muhammed'e, "güneşi sağ elime, ayı da sol elime verseniz davamdan yine vaz geçmem" sözünü dedirten imanın Brockelmann tarafından idrak edilip takdir edilmesi elbette beklenemez.

Hz. Muhammed'in sözlerinin belagatli olduğunu söylemesi bir gerçeğin itirafıdır. Ancak, bütün beliğleri aciz bırakan, belağatli sözlerin parlaklığını bastıran söz, Hz. Muhammed'in değildir. Hz. Muhammed'in sözleri ortadadır. Kur'ân'm sözleri ise Allah'ındır. Brockelmann'm far-kedemediği gerçek budur. Bu belagatli sözün seci' kalıbı içinde ifade edildiği ise, bu işin erbabı nezdinde zerre kadar değeri olmayan bir iftiradır. Zira Kur'ân'm seci' olmadığını bizzat Mekke müşrikleri bile itiraf etmiştir. Yoksa Brockelmann bu konuda onlardan daha mı ileridir?!

Kur'ân'm hadsiz derece renkli, vecîz ve yoğun manalar yüklü açık ve beliğ ifadeleri, kâhinlerin formüllerini andıran, çoğu zaman aynı, son derece muğlak ve müphem tekerlemelerinden hadsiz derece münezzehtir. Rodinson bile, Muhteva bakımından Kur'ân'm alabildiğine yeni olduğunu itiraf etmektedir. Ona göre sözkonusu muhteva, o mizaçtaki insanlara verilmiş geleneksel rolü oynayan zavallı kâhinlerin getirdiği muhtevadan kat kat üstündür1379. Kur'ân'm şiir olmadığını ayrıca açıklayacağımız için burada temas etmiyoruz.

Hz. Muhammed'in miracını hayal telakki eden Brockelmann gibilere Kur'ân ondört asır önceden şöyle buyurarak cevap ermiştir: "Onun (gözleriyle) gördüğünü kalbi yalana çıkarmadı"1380. Bu bile Kur'ân'm Allah kelâmı olduğunu isbat etmez mi?

Kâhinlik konusunda bu ve daha önce yaptığımız açıklamalarla yetinerek geçiyoruz.

·        e. Şair Olduğu İddiası

Hz. Peygambere yapılan bir başka iftira da şairliktir. Brockel-mann'm, Hz. Peygamberin Kur'ânî beyanlarını beliğ ve şairane hitabeler olarak nitelemesi daha önce geçti. Rodinson da, "Muhammed'in aldığı mesaj, geleneksel Arap şiirinden uzaklaştığı oranda saf şiire yaklaşıyordu. (....) Mesaj, kaynak aldığı saf şiir içine işlemiş olarak daha uzun süre şaaşasını koruyacaktı ama gittikçe biraz daha kesinleşmekten de geri kalmayacaktı"1381, "...Burada, aradan on üç yüzyıl geçmesine rağmen büyüleyici etkisi hâlâ işlek kalan ilkel bir şiirle karşı karşıyayız"1382 diyerek Kur'ân'm aslanda Arap şiirinin bir uzantısı olduğunu iddia ediyor. Neredeyse, Hz. Muhammed'in çağdaşları olan müşriklerin ileri sürdüğü hususların tamamı, çağımızda yaşamış müsteşrikler tarafından da aynen tekrar edilmiştir. Değişen tek şey, farklı bir üslup ve biraz değişik gerekçeler. Kur'ân'm, bütün asırlara hitap edişinin bir delili olarak şu ayeti üzerinde düşünülmeye değer: "Onlar, evvelkilerin dediği gibi dediler"1383, "Onlardan evvelkiler de tıpkı onların dediklerini demişlerdi. Kalbleri nasıl da birbirine benziyor"1384.

Nitekim Mekke müşrikleri Resulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hakkında:

"Biz mecnûn bir şair için mabudlanmızdan vaz mı geçeceğiz? derlerdi"1385 Peygamberi şairlikle, Kur'ân-ı Kerimi de şiirle vasfeden müşrikler aslında Peygamberin şair, Kur'ân'm da şiir olmadığını bilmiyor değillerdi. Muhammed'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) kendilerine getirdiği kelâmın kendi dillerinde kullanılandan başka bir hususiyeti haiz olduğu belli idi. Kur'ân'la şiir arasını tefrik edemeyecek kadar meseleye yabancı değillerdi. Mesele şuydu: Ortada yeni bir din ve bu dini tebliğe memur bir peygamber vardı. Putçuluklarıyla bağdaşmayan bu din ve bu Peygamberi halk arasında gözden düşürmek için mücadele etmeleri lazımdı. İşte bu sebeple Peygamber ve onun tebliğ ettiği Kur'ân hakkında her türlü yalan ve iftira mekanizmasını işletiyorlardı. Kur'ân'da fevkalade bir belagat bulunması sebebiyle ona şiir isnatı, olabilir ki halk tarafından kabul edilirdi. İhtimal ki Kur'ân'la şiiri birbirine karıştırır, şüpheye düşebilirdi.1386

Rivayet olunur ki Kureyş, Dâru'n-Nedve'de toplanmış, Resulullah hakkında ne söyleyeceklerini görüşüyorladı. Birçok görüş ortaya atıldıktan sonra nihayet Abduddâr oğulları: "Onun, zamanın felaketli hadiselerine çarpılmasını gözetin. Çünkü o bir şairdir. Züheyr'in (V. 13 H. Ö.), Nabiğa'nm (V. 18 H. Ö.), A'şâ'nın (V. ?) helak olduğu gibi o da helak olur" demişlerdi ve bunun üzerine dağılmışlardı1387. Onların bir görüş etrafında toplanmadıklarını Kur'ân-ı Kerim açıkça beyan eder.1388

Nitekim, Ömer b. Hattab şöyle der:

"Müslüman olmadan önce Resulullah ile muaraza için bir gün evden çıktım. Onu Mescid-i Haram'da buldum. Benden evvel oraya varmıştı. Arkasında durdum. Resulullah, el-Hakka Sûresini okumaya başladı. Ben Kur'ân'm belağatma, düzgünlüğüne, derlitopluluğuna hayran kaldım ve ben: 'Vallahi, Kureyş'in dediği gibi bu bir şairdir' diye düşünüyordum ki, Resulullah hemen:

"Muhakkak o (Kur'ân) Allah indinde çok şerefli bir peygamberin Allah'tan getirdiği kat'î sözdür. O bir şair sözü değildir. Ne az inanır (adamlar)sımz siz?"1389 ayetlerini okudu. O zaman ben, 'Bu bir kâhindir' diye düşündüm ki, Resulullah:

"O bir kâhin sözü de değildir. Siz ne az düşünür (adamlar)smız? O Alemlerin Rabbinden indirilmedir. Eğer (Peygamber söylemediğimiz) bazı sözleri bize karşı kendiliğinden uydurmuş olsaydı, elbette onun sağ elini (kuvvet ve kudretini) alıverirdik. Sonra da hiç şüphesiz onun kalb damarını koparırdık. O vakit sizden hiçbiriniz buna mani de olamazdınız"1390 ayetlerini okudu. İşte o gün kalbim İslâma karşı iyice yumuşamıştı."1391

Resulullahın tabiatında şairlik yoktu ve şiirle temsil getirmeyi sevmezdi. Said b. Urve'nin katade'den rivayet ettiği bir haberde Hz. Aişe validemize: "Resulullah şiirle temsil getirir miydi?" diye soruldu. O da: "Resulullahın en çok buğz ettiği şiirle misal vermek idi. O bir defasında Beni Kays'm bir şiiriyle temsil getirmişti de şiirin sonunu başına almış, başını da sonuna te'hir etmişti. Ebû Bekir, "Yâ Resulal-lah, şiir böyle değildi" deyince Resulullah, "Vallahi ben şair değilim ve bana yaraşmaz da" diye mukabelede bulunmuştu" cevabını verdi1392.

Resulullaha şâir diyebilmek için Kur'ân'la şiirin ve Hz. Peygamberle şairin bir mukayesesini yapmak gerekir. Başta, Kur'ân'm ne lafız ne de mana bakımından şiir olmadığı açıktır. Kur'ân ayetlerinde şiir nazmının vezin ve kafiyeleri yoktur. Mana bakımından ise şiir, hakikat olup olmadığı aranmaksızın hoşlandırmak veya tiksindirmek, coşturmak veya küstürmek gibi hisleri gıcıklayan muhayyel kuruntulara, vehmi kıyaslara, hissiyat oyunlarına racidir. Kur'ân ise, Yüce Allah'ın hidayetine götüren bir irfan nuru, bir ikan rehberidir.1393

İkinci noktada da, yani Peygamberle şair arasında da büyük bir fark vardır. Şair tabiatıyla bir effâktır. Onun söylediği halis ifktir. İfk, mutlaka "yalan" demek değil, fakat gerçek bir temeli olmayan, hak üzerine kurulmayan şey demektir. Effâk, söylediklerinin doğru olup olmayacağını düşünmeden, sorumsuzca ağzına geleni, hoşuna gideni söyleyen kimsedir.1394

Hz. Peygamber ile şairler arasında tabilerinin durumunda da farklılık vardır. Bu husus Kur'ân'da açıkça dile getirilmiştir.

"Şairlere sapık ve azgınlar tabi olurlar."1395

Yani, şairlerin peşine takılan kişilerin ahlak, huy, alışkanlık ve temayülleri, Resulullaha tabi olan imanlı, inançlı ve güzel ahlaklı kişilerden çok farklı olurlar. Her iki grup arasındaki fark o kadar bariz ve açıktır ki, bunlar ilk bakışta ortaya çıkarılabilir.1396

"Onların her vadide hakîkaten ifrata (mübalağaya) düşegeldiklerini ve hakîkaten yapmayacakları şeyleri söyler (insanlar) olduklarını görmedin mi?"1397

Yani, şairlerin muayyen veya istikrarlı bir çizgisi yoktur. Şairler, her zaman tedirgin, her zaman arayış içinde olan bir zümredir. Düşünceleri ve ifadeleri sabit değildir. Aksine, düşünceleri kör ve topal bir at gibidir ki, her vadide ve merada dolaşıp durur. Zevk, duygu ve ihtiraslar onları her an yeni bir dünyaya götürür. Her zaman hayal aleminde dolaşırlar, gerçeklerden bucak bucak kaçarlar. Sözlerine ve ifadelerine dikkat edemezler. Fevri ve duygusal davranırlar ve nasıl düşünüyorlarsa öyle yazar ve söylerler. Böylece söylediklerinin hak ve hakikatle olan ilgisini unuturlar. Yalan yanlış, saçma sapan ifadelerde bulunurlar. Keyifleri yerinde -olduğu zaman akıllıca ve zekice şeyler söylerler. Ama karamsar ve ümitsiz oldukları zamanlarda son derece adi ve ağza alınmayacak sözler söylerler. Akı kara karayı ak göstermekte ustadırlar. Bir zalimi mazlum, bir alçağı dünyanın en efendi kişisi olarak ilan etmekten çekinmezler. Bir cimriyi dünyanın en cömert insanı, bir korkağı da dünyanın en cesur kişisi ilan ederler. Bir şairin kelamında aynı zamanda Allah'ın büyüklüğü, dinsizlik, maddecilik, maneviyatçılık, iyilik, güzellik, ahlaksızlık, pislik ve temizlik, ciddiyet, maskaralık, kaside, hiciv ve hezeyan gibi mevzular bulabilirsiniz. Şairlerin bu kaypaklık, istikrarsızlık ve kararsızlığını bilenler, Kur'ân-ı Kerim gibi bir İlâhî kitabı getirenin bir şair olduğuna inanabilirler miydi?

Arap şiirinde genellikle aşk, şehvet, seks, içki, sarhoşluk, kabileler arasındaki nefret ve düşmanlık, savaş, kan dökme ve ırkçılık gibi konular işlenirdi. İyilik ve güzellik gibi temalar çok azdı. Ayrıca şairler, mübalağa, yalan ve iftira, hiciv, övünme, alay, istihza ve boş yere meydan okumaya çok meraklıydılar. Bu sebeple, Resulullah, Arap şiirine hiç önem vermezdi. Fakat Hz. Peygamber, iyi ve manalı bir şiiri övmekten de geri kalmazdı.1398

Şairlerin, Hz.‘ Peygamberin tabiat ve karakterine zıt olan başka bir özelliği de yapamayacakları şeyleri söylemeleriydi.1399 Resulullahı tanıyan herkes, söylediklerini aynen yaptığını biliyordu. Resulullahm söz ve fiilindeki ahengi, çevresindekilerden kimse inkâr edemezdi. Buna mukabil, şairin, bir dediğinin diğerini tutmadığını, söylediklerini yapmadığını, başkalarına nasihat ettiklerini kendilerinin uygulamadığını herkes biliyordu. Kur'ân-ı Kerimin işareti işte bu tezadadır.1400

Kur'ân'm şiir olmadığını sarîh olarak belirten ayetlere ve şiir sanatıyla uğraşanların ifadelerine rağmen bazı müsteşriklerin hâlâ Kur'â-n'a, Resulullahm devrindeki müşrikler gibi şiir demeleri garazkârlıktan başka bir şey olmasa gerek.

·        2. Hz. Muhammed'in Farkında Olmaksızın Kendi Kendisini Aldattığı ve Gördüklerinin Hayal Olduğu İddiası

İnsanlara asla yalan söylemeyen, hiyanet ve aldatma nedir bilmeyen Hz. Muhammed'in Allah adına bilerek ve isteyerek yalan söyleyemeyeceği önceki açıklamalarımızdan kesin olarak ortaya çıktı. Öte yandan, onu böyle bir iftiraya sevkedecek hiçbir sebebin bulunmadığı da anlaşıldı. Nitekim, mala, makama, mevkiye asla düşkün olmadığı— haşa—cinsel arzularını tatmine düşkünlük göstermediği delilleriyle açıklandı. Fakat önümüzde bir Kur'ân gerçeği var ve bu gerçek görünüşte Hz. Muhammed'in ağzından insanlığa tebliğ edilmiş. Hz. Muhammed'in, her ne kadar bilerek insanları aldatmasına, sözlerini Allah'a isnat etmesine asil karakteri ve son derece yüksek ahlakı engel ise de, acaba, farkında olmayarak yanılmış olamaz mı? O, gerçekten bu sözlerin Allah'a ait olduğuna inanıyor, ama aslında Kur'ân olarak ortaya konulan bu sözler, onun birtakım ruhî tezahürlerinin1401, mizaç bozukluklarının eseri olamaz mı? Meselâ, eski ve yeni muhaliflerinin iddia ettikleri gibi o bir mecnun olabilir mi? Vahiy esnasında kendisinde görülen haller bir sara hastalığı işareti olduğu söylenebilir mi? Vahiy meleği diye gördüğü şahıs, gaybdan kendisine gelen sesler olarak algıladığı sözler bir hallüsinasyon olarak nitelendirilebilir mi? Allah'tan kendisine geldiğini samimi olarak ileri sürdüğü sözler aslında bilinç altına itilmiş birtakım arzuların dışa yansıması olabilir mi? Hira Mağarasında melek diye gördüğü şahıs, bir takım, acı, sıkıntı ve mutsuzluklar sonucu gördüğü bir hayal olabilir mi? İşte biz bundan sonra bu noktalar üzerinde duracağız. Hakikatin bütün cepheleriyle tam olarak ortaya çıkması için her ihtimali irdeleyecek ve her iddiayı—sahibinin amacına bakmaksızın—değerlendirmeye tabi tutacağız.

Aslında bu itham yeni değildir. Bütün bunların ortak notası bir bakıma "cünûn (delilik)" Belki Hz. Muhammed'in çağdaşları olan müşrikler ona "Mecnûn" derken bütün bu iddiaların ortak yanını kastediyorlardı. Biz de yukarıda işaret ettiğimiz ve konumuzun akışı içerisinde detaylı bir biçimde ele alacağımız bütün o iddiaların ortak noktası ve tarihi kökeni olan delilik ithamı üzerinde durarak konuya giriş yapmak istiyoruz:

Kur'ân-ı Kerime göz attığımızda onun bu ithamı birden fazla yerde kaydettiğini görüyoruz. Müşriklerin, alaylı bir ifadeyle Hz. Muhammed'in yüzüne karşı—haşa—delirdiğini ileri sürdüklerini1402; cinlerle irtibatı olan bir şairin hatırına tanrılarını terk edemeyeceklerini ifade ettiklerini1403 ve kendi aralarında onun deli olduğunu söylediklerini1404 naklediyor.1405

Yine, Utbe bin Rabî'a, eğer kendisine görünen bir cin ise dûçar olduğu bu durumdan kurtulmak için doktor çağırma teklifinde bulunduğu zaman büyük ihtimalle bunu düşünmüştür.1406 Resulullahm (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Utbe'ye cevabı sadece, Fussilet Sûresinin başından birkaç ayet okumak şeklinde oldu. Bu ayetlerde Kureyş, imana davet ediliyor, inatları gözler önüne seriliyor ve akibetlerinin, peygamberleri inkâr eden geçmiş ümmetlerin-kiyle aynı olacağı belirtilerek tehdit ediliyordu.

Bu ağırbaşlı ve asil davranışta ve bu sakin cevapta bile Hz. Muhâm-med'in aklî kemaline açık bir delil göze çarpmakta, iddia ve tahminlerinin asılsızlığının fiilî bir ispatı yapılmaktadır. Zira mecnun olan biri, böylesine hikmetli davranamaz, ruhunu derinden derine inciten yarasına gözünün içine baka baka parmak basan bir kimse karşısında böylesine sükûnet içinde bulunamaz.

Öte yandan Hz. Muhammed, daha önce son derece itimat ettikleri, Kabe'nin tamiri sırasında Hacer-i Esved'in yerine konulmasında hakemliğine başvurup sonucundan da son derece memnun kaldıkları ve en önemli meclislerinde kendisine yer verdikleri zattan başkası değildi. Kendisine Allah'tan vahiy geldiğini söylemek, atalarının kötü inanç ve yaşayışlarını körü körüne teklid etmekten kendilerini alıkoymak, fazilet ve insanlığa çağırmaktan başka onun cephesinde hiçbir şey değişmemişti. Doğruluğu, güvenilirliği, akıl ve hikmeti müsellem olan bir zatın, son derece akıl ve hikmete uygun bu yeni tekliflerde bulunmasıyla acaba sahip olduğu meziyetleri nasıl yitirmiş olabilirdi ki?

Aslında müşrikler bu konuda tutarlı bir çizgi de takip etmiyorlardı. Onun bu yeni hal ve tutumuna bir türlü bir mana veremiyorlardı. Daha doğrusu gerçeği kabul etmek işlerine gelmiyordu. Bunun için çelişkilere düşerek aynı anda birbirine zıt ithamlarda bulunuyorlardı. Bu da onların iddialarında haklı olmadığının deliliydi. Meselâ, ona "kâhin" ve "mecnûn" diyorlardı.1407 Oysa kâhin keskin akıllı, zeki olur. Mecnûn ise, aklen ve fikren hasta bulunur. O halde nasıl olur da kâhin dediklerine mecnûn, mecnûn dediklerine kâhin diyebilirlerdi? Demek, ne dediklerini bilmeyecek, nasıl tenakuza düştüklerini farkedemeyecek derecede akılsızlıklarını gösteriyorlardı.1408 Daha önce bu nokta üzerinde durduğumuzdan yalnızca bu örneğe işaret etmekle yetiniyoruz.

Müşriklerin bu iftira ve itirazı peygamberler tarihinde yeni değildi. Allah elçilerine daha önceleri de delilik isnat ve iftirasında bulunulmuştu.1409 Meselâ Kur'ân'da ilk olarak Hz. Nuh'a düşmanları tarafından yöneltildiğini1410 gördüğümüz bu iddia, Hz. Musa'ya da Firavun tarafından yöneltilmiştir.1411

Görüldüğü gibi, insanoğlu hiçbir zaman değişmemektedir. Sahne ve oyuncular değişse bile, oyun ve roller hep aynı kalmaya devam etmektedir. Geçmişte eski peygamberlere yöneltilen bu itham, Asr-ı Saadette Hz. Muhammed'e de yöneltilmiş, günümüz müsteşrikleri de aynı mana, fakat farklı ifadelerle aynı itham ve iddiayı ileri sürmektedirler.

·        a. Ruh Hastası Olduğu İddiası

Bu iddiayı detaylı bir biçimde sunup sonra da kritiğini yapmadan önce, vahyin inişi esnasında Hz. Peygamberde görülen birtakım tezahürleri belirtmemiz gerekir. Zaten kendisine inanmayanlar de bu tezahürlere bakarak onu sara ve benzeri asabî hastalıklara maruz bulunduğunu ileri sürüyorlar.

Vahyin geliş şekilleri ve vahiy sırasında görülen tezahürler siyer ve hadis kitaplarında belirtilmiştir.

Öncelikle şunu ifade edelim ki, Hz. Muhammed'e gelen vahiy şekilleri çok değişikti. Vahiy ilk defa, sadık rüyalar biçiminde başlamış; bazan kendisi uyanık iken melek görünmeden kalbine İlâhî vahyi ilka etmiş; bazan Cebrail bir genç sûretinde kendisine gelerek vahye konu olan hususları bildirmiş1412; bazan çıngırak sesi biçiminde ve vahyin en ağır şekli olarak kendisine İlâhi emirler ilka edilmiş1413; bazan Cebrail aslî şekliyle görünüp İlâhî emri kendisine duyurmuş1414; bazan doğrudan doğruya Allah ile konuşarak ve uyanık iken kendisine vahiy bildirilmiş1415; bazan Hz. Peygamber uykuda iken Cebrail kendisine gelerek vahiy ilka etmiştir1416.

Bazan vahiy esnasında birtakım tezahürler görülürdü: Meselâ, saha-biler, yüzü etrafında arı vızıltısını andıran bir ses işitmeleridir1417. Vahiy geldiği zaman çok soğuk günlerde bile terler ve ter tanecikler^ mübarek alnında inci taneleri gibi parıldardı1418. Yüzünün rengi değişirdi. Nefes alırken horultuya benzer bir ses çıkarırdı1419. Bir defasında tesadüfen Zeyd bin Sâbit'in dizi Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) dizinin altında bulunuyordu. O sırada vahiy gelince Zeyd, Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) dizinin ağırlığını öylesine şiddetli hissetti ki, neredeyse dizleri kırılacak gibi oldu. Vahiy hali geçince Hz. Zeyd'den, kendisine gelen vahyi yazmasını istedi1420. Mâide Sûresi indiğinde, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) devesine binmiş bulunuyordu. Vahiy inmeye başlar başlamaz deve Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'i çekemeyerek bacakları kırılacak gibi oldu. Bunun üzerine Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) deveden indi.1421

Bu rivayetlerden anlaşıldığına göre vahiy ağır bir iştir. Hz. peygamber vahiy alırken sıkıntı ve güçlük çekmiştir.

Bu konudaki rivayetlerin asılsız olması ihtimalden çok çok uzaktır. Hz. Peygamberi övücü ve yüceltici bir tarafı bulunmadığı gibi,1422 bu kadar çok rivayetlerin asılsız olduğunu kabul etmek de zordur.

Aynı şekilde Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bu tezahürleri kendisinin meydana getirmesi de mümkün değildir. Mesela, şiddetli soğuk bir günde alnını nasıl boncuk boncuk ter içinde bırakabilir? Vücudunun ağırlığı altında devenin bile çökmesini nasıl temin edebilir? Zeyd b. Sâbit'in dizine dayalı olan dizini nasıl öylesine ağırlaştırabilir? Vücudunun bütün ağırlığını bir noktaya teksif etmek gibi kasdî bir biçimde bunu yapsaydı, Zeyd bunun farkına varmaz mıydı? Böyle bir kasdî durum karşısında Zeyd'in tepkisi ne olurdu? Her şeyden önemlisi böylesi yapmacık hareket ve tutumlar Hz. Peygamberin hadsiz derecede ciddi ve samimî karakteriyle nasıl bağdaştırılabilir? Yüzü etrafında arı vızıltısı gibi seslerin duyulması da, kapalı ağızıyla meydana getirebileceği bir şey değildir. Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) sun'î olarak böyle bir şey yapsaydı, sahabiler derhal farkederlerdi. Öte yandan şiddetle nefesini alıp vermesi arı vızıltısı gibi olan bu sesin kesilmesine sebeb olurdu. Bu ise olmamıştır. Çünkü rivayetler böyle bir şeye işaret etmemektedir. Sonra, bu ağırlık ve bu sesler, önceden Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bedeninden bulunmayıp sonradan meydana gelen bir şeyi gösteriyor. Yani, Hz. peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in varlığı yanında görünmeyen başka bir varlık vardı.—Haşa—bütün bunları kendiliğinden kastî olarak yaptığı farze-dilirse bundan amacı ne olabilirdi? Oysa, yapmacıklığm ve rol yapmanın alanı çok geniştir. O halde onu bu türlü sıkıntılara girmeye sev-keden neydi? Üstelik bu tür şeyleri kendisinin rol gereği yaptığı varsayımıyla anî vahiy arasını nasıl uzlaştırabiliriz? Yani, bir sahabisi-nin Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'e bir soru yöneltmesinin hemen ardından gelen anî vahiyle bu tepkileri nasıl bağdaştırabiliriz? Evet, aynı anda nasıl hem ağzıyla arı vızıltısı gibi sesler çıkarsın, hem muhatap olduğu sorunun cevabını düşünsün, hem de vereceği cevabı Kur'ân'm her ifadesinde açıkça görülen o parlak edebî kalıba dökebilsin?

Paris Üniversitesiyle bir akıl hastanesinin tabibi ve çok sayıda cemiyet ve akademilerin azasından olan Mösyö A. Baire de Boismont'un "Des Hallucinations" adıyla yazdığı 700 sayfayı geçkin eserin 551. sayfasındaki şu ifadeleri buraya kaydediyoruz:

"Tıp Fakültesi öğretim üyelerinden Dr. Renaulen, mecnun gözüyle bakılan Muhammed hakkında pek iyi yapılmış bir raporunda şu sözlerle amacını ifade etmektedir: 'Kendi şahsî çıkarını terk ile tercih ettiği o kadar fedâkârlıklarıyla bütün bir kavmin usul-i dîniye ve ahlakında o kadar hayret verici bir inkılap meydana getirmiş olan zat, asla mecnûn değildir. Batıl fikirler ve putperestliği devirip yerine biricik ve ruhanî bir Allah dinini ikame etmiş ve bu vasıta ile memleketini barbarlık karanlığından çıkarmış, bu kadar uzun müddet Arap adına hürmet ettirmiş ve ondan korkutmuş ve haleflerine o kadar şan ve şerefli fütûhatm yolunu açmış olan zât mecnûn değildir. Milleti onda büsbütün yok olan ve Islâmiyete tabi' ülkelerde bin iki yüz seneden fazla bir müddet geçtikten sonra hâla yürürlükte bulunan bir kanunlar mecmuası ile donatmış bulunan zât mecnun değildir."1423

·        b. Sara Hastası Olduğu İddiası

Böylece, Hz. Peygamberi (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bazı sinirsel hastalıklara maruz olmakla itham edenlerin iddialarına gelmiş bulunuyoruz. Sara hastalığından başlayalım. Gerçek şu ki, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) çağdaşları olan Araplardan hiçbir kimse tarafından bu hastalıkla itham edilmemiştir. Bununla birlikte bu itham oldukça eskidir. Bu ithamı ilk önce BizanslI yazarlar ortaya atmıştır1424. Sonra Avrupalılar arasında bu iddia ta günümüze varıncaya kadar sürüp geldi.1425

Meselâ Fransız müsteşrik G. Le Bon, vahiy esnasında Hz. Peygamberde görülen davranışlar, onun bir sara nöbetinden başka bir şey olmadığı görüşündedir. Ona göre, sara tutuklukla başlar, hırıltı ve kendini kaybetmekle devam eder. Le Bon, bilimsel olarak Hz. Muhammed'-in, tıpkı diğer büyük din kurucuları gibi "mütehevvis" biri olarak kabul etmek gerektiği kanaatinde olup bu konuda şöyle der: "Bunun önemi yok. Din kurucuları ve insanları sevk ve idare edenler arasında soğuk mizaçlı düşünür olmamıştır. Bu rolü temsil edenler dâima bir nevi deliliği bülu-nanlar olmuştur. Dinleri kuranlar, devletleri yıkanlar, kitleleri ayaklandıranlar ve insanları sevk ve idare edenler onlardır. Eğer aleme delilik değil de akıl egemen olsaydı, tarihin akışı daha başka olurdu."1426

"DairetU'l-Mearifi'l-İslâmiy-ye el-Muhtasara" "Muhammed" maddesinde şunları okuyoruz: Modern ruh doktorları vahiy esnasında göze çarpan tezahürlerin sara arazları olduğunu kabul etmektedirler?" Yazar bu ifadelerinden sonra süratle şunu deme zorunluluğunu hisseder: "Durumunun özelliğini titizlikle ortaya koyup ifade etmeyi kendilerine bırakmalıyız."1427 Bunu söylerken kendisine tarafsızlık ve başkalarının işine burnunu sokmama süsünü veriyor. Oysa eğer tarafsızlık iddiasında samimi olsaydı, modern ruh doktorlarının sözkonusu teşhisin doğruluğunu belirttiklerini ileri sürmezdi veya en azından bu doktorların adlarını, hangi temele dayanarak bu neticeye vardıklarını, vahiy tezahürlerinin kendilerine doğru ve güvenilir bir biçimde sunulup sunulma-dığını açıkça belirtirdi. "Durumunun özelliğini titizlikle ortaya koyup ifade etmeyi kendilerine bırakmalıyız" şeklindeki sözüne gelince, bize göre bunun anlamı, sözkonusu doktorların hiçbir şey söylemedikleridir.

Rodinson, hiçbir delil ve kaynak göstermeden, Hz. Muhammed'in olgunluk çağında zaman zaman kriz geçirdiğinin muhakkak olduğunu, onun Hıristiyan düşmanlarının bu krizlerde bir sara işareti görmekte olduklarını, bu doğruysa bile, zararsız bir sara olayı sözkonusu bulunduğunu söyledikten sonra asıl kanaatini şu sözleriyle dile getiriyor: "Ama Muhammed'in psiko-fizyolojik bakımdan birçok mistikle aynı yapıda olması çok daha akla yakındır."1428

Alfrede Guillaume bu ithamı şiddetle reddeder. Bunu yaparken, Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) sahip olduğu üstün akıl, aklî ve ruhî dengelilik, siyasî ufuk genişliği ve davasındaki kararlılığı temeline dayanır. Bu müsteşrik, dinî tecrübenin psikolojik tezahürleri üzerinde yapılan araştırmaların bu ithamı kesinlikle çürüttüğünü söyler.1429

R. V. C. Bodley de, bu iddiayı şöyle değerlendirir: Kur'ân'm her kelimesi vahiyler nâzil olduktan sonra tamamiyle berrak, zihin ve düşünceyle dikte ettirilmiştir. Bir saralının sara nöbetinden zihni açık ve berrak düşüncelerle dolu olarak katiyen çıkmadığını her tıp mensubu teyid edecektir. Bu, tâ vefatından bir hafta evveline kadar rahatlıkla geçirilmiş mükemmel bir bedenî sıhhat sahibi olan Hz. Muhammed  (salla’llâhü aleyhi ve sellem) için de böyledir... Sara bugüne kadar hiç kimseyi bir peygamber veya bir kanun koyucu yapmadığı gibi, kimseyi de iktidara yükseltip mevki sahibi yapmamıştır. Bilhassa o zamanlarda, böyle bir hal ona sahip olanı yarı çılgın veya düpedüz çılgın olarak gösterirdi. Eğer hakikaten aklı başında ve salim düşünce sahibi bir tek insan varsa, o da Hz. Muhammed  (salla’llâhü aleyhi ve sellem) idi.1430

Bu ifadeler, Le Bon'un iddiaları için en güzel cevaptır. Biz aslında, Le Bon'un buradaki sözlerini ciddeye almaya bile değer bulmuyoruz. Zira, eğer büyük dinleri, devletleri ve medeniyetleri hep bir nevi deliler kurmuşsa, bunun iki anlamı vardır. Ya dünyada hiç akıllı yoktur veya akıllılar hiçbir şey yapmamışlar, bütün önemli işleri hep deliler başarmışlardır. O zaman tarih boyunca akıllıların ne iş yaptıklarını kendisine sormak gerekir. Yine, insanlık tarihinde hiçbir zaman akıl, hikmet ve soğukkanlılık egemen olmamışsa böyle bir hayalin gerçekleşmesi için kıyameti mi beklemek lazım?

Biz, Le Bon'un bu ifadelerinin değerlendirmesi din ve medeniyet tarihçilerine bırakıp asıl konumuza dönelim.

Şimdi önce, Orhan Hançerlioğlunun "Ruhbilim Sözlüğü'nden saranın nasıl bir hastalık olduğunu anahatlarıyla kaydedelim. Daha sonra bu bilgiler ışığında Hz. Peygamber'in durumunu değerlendirelim.

"Sara, yere düşme, çırpmma ve ağız köpürmesiyle beliren bir sinir hastalığıdır. Başka hiçbir hastalığa bağlı olmaksızın bağımsız bir hastalık (idiopatik) soydan geldiği varsayılmıştır. Ne varki bağımsız saranın nedeni bilinmemektedir. Belirti (symptöme) olarak meydana gelen sara beyinde bir zedelenme ya da ur sonucudur. Sara nöbeti üç biçimde gerçekleşir: Büyük nöbet (grand mal), küçük nöbet (petit mal), psikomotor nöbet (Epilepsie equivalente). Büyük nöbet 1,5 dakika kadar süren kasılmayla olur. Genellikle esinti (Aura) denen kişiye özgü bir duyguyla başlar. Bu duygu vücudun belli bir yerinde bir ağrı, kulak çınlaması, titreme, garip bir koku duyma, hayal görme, panik duygusu gibi bir habercidir. Bu esintiden sonra hasta yere düşer, bilincini yitirmiştir. Vücudundaki tüm kaslar kasılır, solunum durur. Soluk alamadığından ötürü hastanın yüzü morarır. Yarım dakika süren bu devreyi dilin ısırılması, kol ve bacakların ritmik bir biçimde kasılıp gevşemesi izler (Bu arada mesane ve kalın bağırsak da boşalabilir). Yarım, ya' da bir dakika süren bu ikinci devreden sonra derin derin soluyarak açılmaya başlar. Açılma ve kendine gelme dönemi kişiden kişiye değişir. Kimi hastalar hemen kendilerine gelip nöbetten önce yapmakta oldukları işe devam ederler, kimi hastalarda bunalım (Confusion) durumu saatlerce sürebilir. Kimi hastalar epileptik sayha adı verilen bir bağırmayla ve oldukları yere yıkılan bir kalas gibi düşerler. Bu nöbetlerde ölüm olayı pek enderdir. Ama nöbetler sıklaşır ve status epilepti-cus (hiç bilinçlenmeden gene kendini kaybetme) durumunu alırsa ölüm tehlikesi belirir.

"Küçük nöbetlere en çok çocuklarda rastlanır, 20-60 saniyelik bilinç yitirilmesi nöbetleridir, yirmi yaşından sonra çok enderdir. Günde 200 kadar küçük nöbetin geldiği görülmüştür. Küçük nöbetler üç biçimde olur: Ya hasta olduğu yere yıkılır, bir iki saniye sürer; ya hastanın bilinci yüz kaslarının gerilmesiyle yitirilir; ya da hasta çok kısa bir süre gözlerini bir noktaya dikerek öyle kalır (Bunu ancak hastanın çok yakınları far-kedebilir.)

Sara nöbetleri günün herhangi bir saatinde olabilir. Her gün, her hafta, yılda birkaç kez, ya da bir yaşam süresinde bir iki kez gerçekleşen sara nöbetleri vardır. Sara hastalığında nöbetler dışında kişinin sağlığı yerindedir. Hekimlik dilinde, saralı kişilik adı verilen çekingen, ürkek ve insanlardan kaçan ruhsal yapı toplumsal nedenlerden ötürüdür. Saralı kendinden korkulduğunu, istenmediğini ve sevilmediğini sezer. Bilinç değişikliği sırasında saldırganlaşan saralıların bu nöbetleri psikomotor nöbetleridir. Bu durumda hasta nedenini ve ne yaptığını bilmeden adam bile öldürebilir. Bununla birlikte saranın bu biçimine pek az rastlanır.

"Davranış bozuklukları, yanılsamalar ve sanrılar başgösterdiği durumlarda hastaların bir hastaneye (tımarhaneye) yerleştirilmeleri gerekir.

"Saralılar için en büyük tehlike düşme sırasında yaralanmalarıdır."1431

Bu bilgiler ışığında Hz. Peygamberin durumu değerlendirildiğinde, bu konudaki isnatların düpedüz bir iftira ve ilme bir hakaret olduğu açıkça görülür.

Hz. Peygamber, vahiy aldığı sıralarda hiçbir zaman kendisinde, tahta gibi yere düşme, çırpınma ve ağız köpürmesi görülmemiştir. Tarih, soyundan saralı birini kaydetmemektedir. Vahiy hali, ani olarak ve hiçbir belirti ortaya çıkmadan başlar, vücudunda ne bir ağrı, ne bir titreme, ne kulak çınlaması, ne de bir korku görülürdü. Bu sırada hayal gördüğü veya paniğe kapıldığı da vaki olmamıştır. Hz. Peygamber, vahiy esnasında hiçbir zaman şuurunu yitirmez, aksine en yüksek şuur düzeyine yükselir ve kendisine vahyedilenleri tam bir şuur ve kavrayışla algılardı. Bütün vücudunun kasları gerilmez, soluğu kesilmez ve yüzü morarmazdı. Uyuyan bir kimsenin horlaması gibi horlar ve rahat nefes alır, yüzü hafif pembeleşirdi. Hiçbir zaman bu esnada dilini ısırdığı, kol ve bacaklarının ritmik bir biçimde kasılıp gevşediği görülmemiştir. Hz. Peygamberin küçük veya büyük abdestini—haşa—kaçırdığının vaki olmadığım söylemeye bile gerek yoktur. Hz. Peygamberin vahiy sırasında çığlık atarak yere yığıldığı görülmemiştir.

insanlar tarafından sevilmeme, korkulma, dışlanma ve dolayısıyla ürkek ve çekingen bir kişilik sergileme gibi bir durum Hz. Peygamber için asla ileri sürülemez. Çünkü, Allah tarafından peygamberlikle görevlendirilip halkının batıl inançlarını, kötü örf ve adetlerini, zulüm ve haksızlıklarını değiştirmeye kalkana kadar herkes tarafından sevilen, sayılan, güvenilen olgun bir kişilik sergilemiştir. Ondan sonra da kendisini tanıyan davasını anlayan kimseler tarafından canlarını, mallarını ve her şeylerini uğrunda feda edecek derecede yine sevilmeye devam etmiştir. Kendisine önceleri cephe alanların hemen hepsi bir süre sonra davasını tasdik etmiş, davası uğrunda canlarını siper etmeye başlamışlardır.

Hz. Peygamber, ürkek ve çekingen bir kişiliğe sahip olmak şöyle dursun, tam tersine, kavmine, kabilesine, dönemindeki büyük din ve devletlere karşı koyacak sarsılmaz bir azim ve kararlılık göstermiştir. O engin bir medenî cesarete sahipti. Gerek çocukluğunda çobanlık yaparken, gerek gençliğinde ticaretinin başında bulunurken, gerek bir peygamber, bir aile reisi, devlet kurucusu, kumandan ve hâkimken hep hayatın içinde bulunmuş, insanların içinde yaşamış, onların maddî ve manevi gelişmelerinde hep önder ve rehber olmuştur.

Hz. Peygamber vahiy alma esnasında —haşa—, hiçbir zaman saldırgan olmamış, elinden asla kötü bir şey çıkmamış, ne kendisine, ne de hiç kimseye en ufak bir zararı dokunmamıştır. Yine mesela dilini ısırmamış, çenesi ve adeleleri titrememiş, gerilip gevşememiştir...

Vahyin daha önce işaret ettiğimiz tezahürlerine gelince, mesela, çıngırak sesi gibi bir sesi duyması, mübarek yüzü etrafında arı vızıltısı gibi bir sesin işitilmesi, vücudunun aniden şiddetle ağırlaşması... Sara ve nöbetleriyle hiçbir alakası olmayan hallerdir. Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) vahiy hali geldiğinde durgunlaşması ayrı, saralının şuur kaybı ise ayrı bir şeydir.

Üstelik Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) vahiy hali geçer geçmez, vahyin inişine sebeb olan problem sahibini sorar ve anında kendisine inen vahiyle ve Arap edebiyatının görebildiği en üstün bir edebî ifadeyle ona cevap verirdi. Bu ise, asla saralının işi olamaz. Mesela, ifk olayında mü'minlerin annesi Hz. Aişe'nin suçsuzluğuyla ilgili olarak gelen vahiy hali geçince Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) sevinçten gülümseyerek kalkmıştır.590 Bunun ise sara nöbetinden ayılan bir kimsenin hali olması mümkün değildir.

Gerçekten, Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) siyer ve kişiliğini bilen herhangi bir insan onda sara hastalığından eser bulunmadığını doğru ve kesin olarak anlayabilir. Çünkü eğer vahyin tezahürleri sara hastalığının arazları olsaydı, bizzat sahabilerinin fiilî tepkisi, hemen kendisine koşmak, onu kurtarmak ve hastalık nöbeti sırasında kendisine bir zarar vermesine engel olmak şeklinde olacaktı. Fakat, böyle olmuyordu. Aksine onu kendi halinde bırakıyor, dokunmuyor ve vahiy halinin geçmesini, yüzünde hiçbir korku belirtisi, hiçbir göz dönmesi, hiçbir sıkıntı, kısaca ayıldığında saralıda göze çarpan hiçbir tezahür bulunmaksızın kendiliğinden o halden çıkmasını bekliyorlardı. Nasıl böyle bir has-

·        590 Buharı, Tefsîru Sûre (24) 11.

A... talıkla itham edilebilir ki? Eğer böyle bir hastalığı bulunsaydı, ayakta dikilirken, bir değneğe dayanırken, otururken veya bir hayvana binitiyken ansızın vahiy geliyor, bir defa olsun saralılar gibi yere düşmüyordu. Sonra, eğer böyle bir şey olsaydı, sara nöbetlerinin her an gelebileceğini ve düşüp bir tarafının kırıtabileceğim bile bile nasıl Hira Mağarasına çıkıp orada tek başına gecelerce kalabiliyordu? Ya, kendisini çok seven ve her şeyini yolunda feda eden Hz. Hatice, Hira dağına gitmesine ve orada öldürücü tehlikeye maruz kalmasına nasıl müsaade ediyordu?

Yine tarih onu, akıllı, doğru ve güvenilir olarak nitelendirir. Peygamberlikten önce de vesveselere maruz, anormal yaşayış, garip tasarruf gösteren biri olmadığını belirtir. Onu her türlü kötülükle karalamaya, ona sihirbaz, kâhin, bilgilerini başkalarından alan bir kişi olarak suçladıkları halde çağdaşları kendisini sarahlıkla niteleyememişlerdir.

Bizzat Hz. Peygamber, kendisine inen vahiy gerçeğini güzelce anlatmıştır. Onun bazen çan sesine benzediğini, bunun kendisine en ağır gelen şekli olduğunu, bu hal geçtiğinde söylenen şeyleri tam olarak kavradığını belirtiyor. Bazan da meleğin bir insan suretinde kendisine görünüp konuştuğunu, söylediklerini tam olarak anlayıp kavradığını ifade ediyor. Her iki durumda da Hz. Peygamber kendisine vahyedilenleri eksiksiz olarak anlayıp kavrıyor. Bu çok defalar tekerrür etmiş olup gerek vahiyden önce gerek vahiyden sonra ve gerekse vahiy esnasında tam olarak şuurunu muhafaza ettiği bittecrübe görülmüştür. Hz. Peygamber her an şuurunu tam olarak koruduğu içindir ki, bir defa olsun kendi memur ve alıcı durumdaki İnsanî kişiliği ile vahyin amir ve yüce otan kişiliğini karıştırmamıştır.

Özet olarak diyoruz ki, vahyin nüzulü anında Hz. Peygamber'in gösterdiği vecd ve istiğrak halini şuur kaybı sanmak, her dış benzerlikte mahiyet ayniliğini düşünmek, ilmin değil safsatanın metodudur.

Resulullahm vahyi alışı, maddî alemle ilgisini kestiği, dikkat ve şuuru ile İlâhî haberciye, yani meleğe yöneldiği; sonunda idrak ve şuurunun en uyanık ve en dinamik bir merhalede olduğu, ortaya çıkan muazzam eser Kur'ân-ı Kerimin şehadetiyle apaçıktır.

İlâhî vahyi alır almaz, hemen bu belîğ ve eşsiz İlâhî kelâm, şuur ve hafızasından berrak bir şekil atarak, ahenkli bir tilavetle dudaklarından dökülmüştür.

Sara krizi geçirenlerin uyandıklarında konuşamadıkları, ancak birkaç ketime kekeledikleri tıbbî bir gerçek iken, hangi saralı, nöbetlerinden uyandığı anda tam bir şuur ve idrakle Kur'ân gibi devirlere hükmeden böyle İlâhî bir kelâmı söyleyebilmiştir?

Hz. Peygamberin hayatı en ince detaylarına kadar bilinmektedir. O, vahye kırk yaşında mazhar olmuştur. Bütün ömrü tam bir sıhhat ve rormal bir hayat içinde geçmiştir.

Üstün bir akıl, zekâ ve hafızaya, eşsiz bir ahlak ve sıhhate sahip, tam bir i'tidal ve muhteşem bir nezaket örneği, gözlerinden zekâ ve hayat fışkıran, sözlerinden ilim, hilim, şefkat ve muhabbet akan, en mükemmel bir insanlık nümunesi olan Hz. Muhammed'i bir saralı karakteriyle kıyaslamak ilim adına ileri sürülmüş bir safsata, hatta bir heze-yândır!

·        c. Histeri ve Nevrasteniye Yakalandığı İddiası

Menzis, Hz. Peygamberi (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bu hastalıkla itham etmiştir.1432

Biz bu ithamı değerlendirmeye tabi tutmadan önce, ve "nevrasteni" ve "histeri"nin ne olduğunu yine Orhan Hançerlioğlu'nun Ruhbilim Sözlüğü adlı eserinden anahatlarıyla tanımaya çalışalım:

"Nevrasteni, sinir sisteminin güçsüzleşmesinden kaynaklanan ruhsal ve bedensel güçsüzlük hastalığıdır. Gittikçe artan bir yorgunluk duygusuyla beliren bu hastalık, kadınlardan çok erkeklerde tesbit edilmiştir. Gençlik ve olgunluk çağlarına özgüdür. Zihnî faaliyetler de güçsüzleşir, unutkanlıklar başlar, inatçı başağrıları görülür. Sıkıntı, keyifsizlik, cinsel hayatta başarısızlık, ya da tam durgunluk, sindirim bozuklukları, sebepsiz bel ağrıları, nabız atışında bozukluk, hastalık hastalığı eğilimi ve özellikle kendisinde kalb hastalığı bulunduğu yolunda aşırı bir kuruntu bu hastalığın başlıca belirtileridir. Eller ve göz kapaklarında titremeler, çırpmtısız bayılma, kan basıncı düşmesi de görülebilir. Sıkıntı genellikle akşam üzeri gelir. Nevrastenikler, genellikle hekime bütün sıkıntılarını yazdıkları kâğıt parçalarıyla gelirler ve bunları çıkarıp birçok kez okurlar (Malades aux petits papiers). Hasta, hastalığına dört elle sarılır, ona sığınır ve onu bütün başarısızlıklarının bir mazereti olarak kullanırlar. Bunu bilerek ve kasden yapmazlar, bu yola bilmeden ve düşünmeden saparlar..."1433

"Histeri ise, bir zamanlar sadece kadınlara özgü bir hastalık sanılırdı. Bugün bu anlayış bırakılmıştır. Daha çok kadınlarda görülmekle birlikte erkeklerde de görülmektedir. Belirtileri arasında başta histeri nöbetleri gelir; hasta birden bire çığlık atarak ya da ağlayarak kendisini yerlere atar. Başparmakları genellikle içeriye kıvrılmış ve elleri yumruk biçiminde kasılmıştır. Bedende düzensiz çırpınmalar başgösterir. Bu nöbetler sırasında hastanın bilinci yerindedir ve başkaca bir bozukluğu da yoktur. Nöbetler, 5-10 dakika sürdüğü gibi birkaç saat da sürebilir. Hasta nöbetten, ağlama veya gülme kriziyle açılır. Hastalık, saraya benzerse de, 1-2 dakikada son bulmaması, dilin ısırılmaması ve bilinç kaybı olmamasıyla ondan ayrılır. Histeri, felç biçiminde belirtiler de verebilir, fakat histerik inmeler organik değildir. Marazî refleksler bulunmadığı gibi, bütün refleksler normaldir. Kıpırdanınca vücutlarının her-yanında ağrılar duyduklarını söylerler, yatakta yatar ve kıpırdadıkça bağırırlar. Ne varki gizlice gözetlendiklerinde yalnızken rahatça hareket ettikleri görülür. Bazıları başlarının tepesine çivi batar gibi ağrılar da hissederler, fakat bunların hiçbiri uzvî bir bozukluğu ortaya koyacak bir bulgu vermez. Kimileri de duygusuzluğa (anesteziye) tutulurlar. Histerik körlük, histerik sessizlik de sık sık rastalanan belirtilerdir. Görme ve ses organlarında hiçbir bozukluk bulunmadığı halde göremez ve ses çıkaramazlar. Yemek yememe durumu da görülebilir. Bununla birlikte bulantı ve kusmalar da olur. Hiçbir uzvî bozukluk bulunmadığı halde, midelerinden boğazlarına bir şeyin yükselip boğazlarını tıkadığını boğulacak gibi olduklarını söylerler. Genellikle bu durumda ağlayarak açılırlar.

"Histerikler, gösterişçidirler. Göseriş olarak sonuçsuz intiharlara da kalkışabilirler.

"Histeri belirtilerinin en önemlisi, histeri alacakaranlığı (Eta crepus-culaire hysterique) adını taşır. Nöbetler biçiminde gelen bu durumda hasta başka bir dünyaya dalar, başka bir kişiliğe bürünür, ama çevresine hiçbir şey belli etmez ve normal görünür. Bu nöbetler sırasında birçok suçlar da işleyebilir (Meselâ, hırsızlık yapar, yangın çıkabilir...) Halüsinasyonlar da görürler. Bu nöbetler saatlerce sürebildiği gibi günler ve aylarca da sürebilir.

Histerikler, büyük çapta yalana eğilimlidirler, çok yalan söylerler ve öyküler uydururlar. Histerik kasıtsız bir hastadır. Çoğu yaptıklarında bilinçli de olsa kasıtlı değildir..."1434

Sebebi ise, mütehassıslarının belirttikleri gibi, kişinin cinsî arzularını bilinç altına itmesidir. Ket vurulup bilinç altına itilen bu arzular dinmek şöyle dursun, daha da azar. Nihayet dışa yansıması için kendisine başka bir yol bulur. Akli arazları, öncelikle hafıza zayıflığı, uyurgezerlik, bu dolaşma sırasında başkalarına saldırmadır. Hastalık nöbetinden ayılan hasta, o sırada yaptığı şeylerden hiçbirini hatırlamaz. Hastada şahsiyet ikileşmesi de görülebilir. Histeri şiddetliyse genellikle delilikle sonuçlanır. Bazen histeri sara ile birlikte olabilir."1435

Görüldüğü gibi, bu arazların değil hepsinin birarada, bir tanesi bile Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hayatında bulunmamaktadır.

Yine aynı madde (Yani, Neurasthania) altında Dâiretü'l-Mearifi'l-Biritaniyye, bu hastalık için sekiz tezahür kaydetmektedir: Genel olarak kendini yorgun hissetme ki, bunun yanısıra bitkinlik, şiddetli başağrısı, sağırlık ve şuur kaybı da görülür. Rahat olmayan, dinlendirmeyen, korkunç rüyalarla bulanık bir uyku, özellikle yakın hadiselere karşı hafıza zaafı, bulanık ve sisli görme, çeşitli kâbuslar ve kulak çınlamaları, duyulara isabet eden çeşitli ıztıraplar, mesela acı hissetmeme (bu ıztıraplar ellerin arkasına ve kadınlarda göğüslere tesir eder) bunun yanında görülen değişik ıztıraplar, değişik yerlerde, özellikle de el ve ayaklarda görülen soğukluk, hastalık düzeyinde hararet derecesinin yükselmesi, yanakların kızarması, terleme, daha bunlar gibi, organların görevleriyle ilgili ıztıraplarla birlikte görülen değişik bitkinlikler...

Hastalıkta birçok korku hissedilebilir. Mesela, kalabalıktan korkmak, yalnızlıktan korkmak, kapalı yerlerden korkmak, insanlara katılmaktan korkmak, düşen nesnelerden korkmak veya demiryoluyla yolculuk yapmaktan korkmak... gibi. Bir şey daha var ki, o da hastanın birbiriyle bağlantılı bir seri düşünceye esir olup sürekli onları hatırına getirmesi ve onlardan bir türlü kurtulamaması, özellikle geceleyin daha inatçı bir biçimde bunlara kendini kaptırmasıdır. Bazan, sayı sayma isteği kendisine musallat olur. Bu gibi hastalar, aşırı ve hızlı reaksiyonlardan, meselâ şiddetli sevinç ve üzüntüden dolayı sıkıntı çekerler. Hastalar bazen, alaycı, şüpheci veya bedbin olurlar, ya da içlerine kapanık olup, bütün düşüncelerin kendi kendileri üzerinde yoğunlaştırırlar, kendilerinden veya sadece kendilerini ilgilendiren hususlardan başka bir şey hakkında konuşamazlar.

Bu tıbbî niteliklerle, vahyin tezahürlerini karşılaştırdığımızda, bu çok sayıdaki arazlar arasından yalnızca bir tek tezahürde birleştiklerini görürüz. O da, terleme, yanakların kızarması ve bedenin bazı uzuvlarında üşüme hissetmesidir. Dairetü'l-Mearifi'l-Biritaniyye bu üşüme hissinin genellikle el ve ayaklarda belirdiğini belirtiyor. Oysa Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bazı durumlarda içinde bir üşüme hissederdi1436. Bunlar da birçok hastalıklarda müşterek olan hususlardır. Kulak çınlaması ise, Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) her zaman değil de, aksine çok etkili ve ağır vahiy haletlerinde duyduğu çan sesi değildir. Şu kadar var ki, az önce de belirttiğimiz gibi sadece bu bir iki nokta, hastalığın çok sayıdaki arazları arasından vahyin tezahürleriyle birleşmektedir. Şunu da unutmamak gerekir ki, arı vızıltısına benzeyen ve bazı sahabilerin de Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) mübarek yüzü etrafında duydukları bu ses, sadece Resulullahm hissettiği özel bir duygu değildir. Aksine, başkaları tarafından da işitilen ve bütün netliğiyle ayırdedilen objektif bir sestir. Daha önce de geçtiği gibi, bu sesi meydana getirenin Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) olması mümkün değildir. Çünkü, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) böyle yapmakla neyi hedefleyebilirdi ki? Sonra, Zeyd b. Sabit'in, Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) dizi altındaki dizinde hissettiği ve hatta dizlerinin kırılacağını zannettiği ağırlık şeklindeki veya Resulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) sırtından inmeseydi vahyin ağırlığı altında yere çökecek kadar zorlanan devenin durumundaki tezahüre ne denilecek? Vahiy esnasında Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem), kendisine çok belîğ bir söz tebliğ eden bir adam veya bir genç görürdü. Bu söz çok açık ve belirli fikirler içeriyordu. Bu da, ya o anda kendisine yöneltilen bir soruya cevap veya ortaya çıkan bir probleme çözüm olarak geliyordu. Vahiy hali sözü edilen hastalık türündense bu belîğ ve net sözlerin yeri neresi olacak? Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) peygamberliğini inkâr eden biri çıkıp da şöyle bir iddiada bulunabilir: "Muhammed, daha önce o sözleri kendisi hazırlıyor, o hastalık hali yakalayınca da, daha önce hazırladığı bu sözleri açığa vuruyordu. Fakat bu iddianın sahibine şunu hatırlatırız: Vahyin büyük çoğunluğu beklenmedik bir soruya cevap veya ansızın ortaya çıkan bir probleme çözüm olarak iniyordu ve ne düşünmeye ve ne de cevap hazırlamaya vakit kalmıyordu."

Bu asabî ıztirabm diğer arazları nerede? Aklî ıstırap, tedirginlik, sağlığın zayıflaması, adalelerin kötü bir hal alması, sindirim sistemine arız olan sapmalar, baş dönmesi, bitkinlik, hastalık denilebilecek düzeyde ateş yükselmesi, görmedeki bulanıklık, sağırlık, korkunç rüyaların bulandırdığı huzursuz uyku, organların görevlerini yerine getirmelerini engelleyen ıztıraplar, ağrı hissetmeme, kalbin bazen duracak gibi olması, boğulduğunu hissetme, özellikle yakın olaylara karşı hafıza kaybı, görme kaybı, ağız kuruması, karıncalanma, el ve ayakların titremesi... gibi arazlar nerede? Çok iyi bilindiği gibi, bunların, Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hayatıyla yakmdan-uzaktan alakası yoktur. Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ruhî ve psikolojik açıdan son derece dengeli bir zattı. Hayatı boyunca sağlığı tam olarak yerindeydi. Girdiği bunca savaşlara ve karşılaştığı türlü türlü sıkıntılara rağmen vefat ettiği son hastalığı dışında herhangi bir hastalık çektiğini göremiyoruz. Aynı şekilde hafızası da dillere destandı. Görme bozukluğundan şikayetini de tarih kaydetmemektedir. Resulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) prensip olarak geceleyin erken uyurdu. Gecenin ilerleyen saatlerinde kalkar, Rabbi için namaz kılar ve tefekkür ederdi. Her zaman tam bir ruhî huzur içindeydi. Hayatı boyunca bu ruhî huzur ve itmi'nanı kaybetmemiş ve ruhunun Rabbine yükseleceği anda doruğa yükselen bu huzur mübarek dilinden dökülmüştür. Nitekim ölüm döşeğinde tam bir güven ve sükûnet içinde gökyüzüne eliyle işaret ederek şöyle buyurmuştur: "En yüce dosta gidiyorum!"1437 Kendisinde hiçbir huzursuzluk, stres ve bitkinlik görülmemiştir. Yine bir gün olsun istifra ettiğini görmüyoruz. Eğer böyle bir şey olmuşsa, mutlaka, sindirim sisteminden hiçbir şikayeti olmayan çoğumuzun da zaman zaman karşılaştığı normal bir durumdur... Marazî korkulara (phobias) gelince, Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hayatı ortada. Hiçbir kimsenin hayatı onunki gibi ince detaylarına kadar kaydedilmemiştir. Öyle ki, siyer ve tarih kitapları onu adım adım izlemiş, hatta bazan yatak odasına kadar girmişlerdir. Haydi, onun şahsiyetinde bir tek fobi gösterilsin gösderilebilirse! Veya sürekli olarak kendisine musallat olan ve hayatını normal seyri içerisinde yaşamasına ve diğer insanlarla sağlıklı ilişkiler kurmasına engel olan bir tek fikir veya fikirlere işaret edilsin edilebilirse! Sonra Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem), beşerî karakteri itibariyle ne alay edici, ne de şüpheci değildi.

Son olarak şunu diyoruz ki: Eğer şu veya bu asabî hastalığa maruz olsaydı, hayatı boyunca bunca sıkıntıyı çekeceğine, doğal tepkisi, hastalığına bir çare arama şeklinde olurdu ve o dönemde Arap Yarımadasının dolup taştığı kâhinler, sihirbazlar ve hekimlerden birine gidip derdine çare arardı. Daha önce gördüğümüz gibi o öylesine doğru bir zâttır ki, yalan yere Hz. Cebrail'i gördüğü şeklindeki bir.ihtimali bütünüyle akıldan uzak görmeye bizi mecbur kılıyoruz. Böyle bir görmeyi, yukarıdaki arazlardan hiçbirisi de açıklayamaz. Aynı şekilde, bu arazlar, kendisine inanmayanların ona atfettikleri bu sözde kuruntuyu da açıklayamaz. Üstelik daha önce de işaret ettiğimiz gibi, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'de bu hastalığın sebeplerinden hiçbiri mevcut değildir. Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem)—haşa—sinirlerinin bozuk olduğu iddiasını da reddetmeliyiz. Çünkü, sinir bozukluğu, Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem), vahiy ve peygamberlik müddeti olan yirmi üç sene gibi uzun bir süre boyunca taşıdığı kesin bir kanaat ve inancı doğuramaz. Bu yirmi üç senede, Resulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) sayısız eziyetlere, komplolara ve değişik inanç sahiplerinin savaş ve mücadelelerine hedef olmuştur. Kendisiyle mücadele edenler arasında, Kitab-ı Mukaddesi didik didik inceleyip araştırmış haham ve keşişler de bulunmaktaydı. Hem de Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) taşıdığı bu iman ve yakin öylesine kuvvetli idi ki, yanında Kisra, Hirakl, Mukavkıs, Necaşî ve gerek Yemen, gerekse kuzeydeki Arap liderlerinin makamı çok küçük ve önemsiz görünüyordu. Çünkü, mektuplar göndererek onları İslama davet etmiştir. Yine bu öyle bir kuvvetli yakindi ki, karşısında Halid b. Velid ve Amr b. As gibi komutanlar, Hz. Ebû Bekir, Hz. Osman ve Ebu Süfyan gibi servet sahibi tüccarlar, Adî b. Hatem et-Taî ve Bâzân gibi kabile reisleri ve hükümdarlar kısa zamanda ona iman getirmek zorunluluğunu hissetmişlerdir.

Sonra, sinirleri bozuk veya Neurasthanias'ya yakalanmış bir kişinin, insanlık tarihinde böylesine nadir görülmüş dostlukları kurup sürdürmesi mümkün müdür? O dostluklar ki, ne hayatında ve ne de Rabbine kavuştuktan sonra, bir gün olsun gevşememiş ve sarsılmamıştır. Hayatta olup kendileriyle birlikte olduğu zaman, kendisinden korktukları farze-dilse hemen şöyle bir soru hatıra gelir: Kendisi yalnız başına, toplumdan tecrid edilmiş olduğu halde, ona uyan ve arkasından giden, ona güç ve destek veren bu kişiler neden korksunlardı ki? Acaba, Hz. Ebû Bekir, Ömer, Osman, Halid bin Velid, Abdurrahman b. Avf, Talha, Ali, Ab-bas, Ebu Hureyre, Ebu Zerr, Ubeyy b. Ka'b, Zeyd b. Harise, Zeyd b. Sabit, Aişe, Zeynep, Safiyye, Reyhane (son ikisi Yahudi asıllıdır), Kıbtî Mariye, Hafsa ve daha bunlar gibi onlarca en yakın arkadaşları, dostları, yakınları ve her hal ve durumda kendisini gören, hiçbir sırrı kendilerine gizli kalmayan bütün bu insanlar—haşa—kör müydüler ki, onun hasta olduğunu farkedemediler? Yoksa—estağfirullah—onun hile ve asılsız iddialarını bilemeyecek kadar cahil ve gafil miydiler? Oysa bunların arasında çok keskin akıllı, hak bildiklerini söylemekten çekinmeyen, bir şeyi benimseyip savunmadan önce onu inceden inceye muhakeme eden kimseler vardı.

Sinir hastası olan kimseler, akıl sahibi başkaları tarafından tasdik edilebilecek gaybdan doğru haberleri alıp aktaramazlar, toplumu sarmış hurafelerin üzerine yürüyüp onları ortadan kaldıramazlar, geçmiş din mensuplarının içine düştükleri inhirafları düzeltip onları doğru yola getiremezler, onlara, "Allah birdir, iki veya üç değildir, O alemlerin Rabbidir, sadece şu veya bu milletin Rabbi değil, O, mutlak hükümranlık ve nihayetsiz kudret sahibidir, kudretine hiçbir şey güç gelmez, sınırsız adaleti karşısında bütün insanlar eşittir, hayat boş ve anlamsız değildir, aksine ölümden sonra da devam edecektir, öbür dünyada ince bir hesap vardır, Allah'ın, şahsın niyet, gayret ve gücünü kapsayan ferdî mesuliyet esasına göre mü'minlere yönelik rahmeti, zalimlere karşı ise cezası sözkonusudur" diyemezler. Acaba bu ve bunlar gibi pek çok hakikatin, hasta bir sinir, muzdarip bir akıl ve çökmüş bir ruhun neticesi olması mümkün müdür?

Şimdi Barthelemy-St-Hilaire'in bu konuda söylediklerini dinleyelim: Bu zat "Muhammed ve Kur'ân" isimli eserinde şu sözlere yer vermiştir:

"Muhammed'in bu garîb hali sırf fizyolojik ve marazî sebepler ile izah edilmek istenildi. Güya çocukluktan beri maruz bulunduğu sara nöbetlerinden bahsedildi. Hem edebiyat muallimi hem de tabîb olan Sprenger, Muhammed'in 'İsteriya' illetine hemen tam bir bölüm ayırdı.

"Bu bölüm, Muhammed'in Hayat ve Ta’limi (Das leben und die Lehre des Mohammed) isimli kitabının birinci cildinin onuncu babıdır. 267. sayfa ile sonrasını oluşturur. Dr. Sprenger, bunda isteriklikten bilimsel biçimde söz etmiş, fakat bu hastalığı, bu nazariyelerin bütününü doğrudan doğruya Muhammed'e tatbik etmeksizin çok genel bir biçimde göz önünde bulundurarak değerlendirme yoluna gitmiştir. Peygamberin zaaf ve bayılmalarıyla ilgili olan asıl metinlerin tamamını bu bölümün zeyillerinde 269. sayfada birleştirmiştir. Bunlara müracaat edildiği takdirde bunun gerçekten özel nitelikleri belirlenmiş bir hastalık olduğu görülmemektedir. Ve bunlar müzmin bir hastalıktan ziyade birtakım arazlardır."1438

"Muhammed'in isterik olduğuna inanan Sprenger, onu Sudenberg'e kıyas eder. Fakat Sudenberg ancak hiçbir şey tesis etmemiş ve muhayyilesinin garaibinin müphem ve hemen meçhul hatırasından başka bir şey bırakmamış bir mülhem adam idi. Bunda dine benzeyen bir şey yoktur."1439

"Ben, bu nevi değerlendirmelerin (Sprenger'in Hz. Muhammed'in halini sara nöbetleriyle izah yolundaki değerlendirmeleri) bana pek az taalluk ettiğini ve Muhammed'in isterya veya sarası bana hiçbir şeyi tahlil ve teşrih ediyor gibi görünmediğini itiraf ederim. Şüphesiz onda başka şey vardı. Zira isteriklerin cümlesi peygamber değildirler. İşte bilinmesi önemli şey de bu başka şey, yani manevî haldir. Benim fikrime göre ona hakim olan fikirlere ve bunların kendisinde husule getirmekte olduğu gayet büyük tesire, aylarca kendisini mahkum ettiği zühde hülasa biraz yukarıda beyan ettiğim ahvalin heyet-i mecmuasına müracaatle Muhammed daha iyi anlaşılır. Bu şiddetli ve uzun tehey-yücde aleme getirdiği itikadların büyüklüğüne kanaat hasıl etti. İmanın safvetini putperestliğin kabalığıyla mukayese ederek kendisini samimi surette Allah'ın Resulü zannetti. Kur'ân'da yirmi defa tekrar ettiği ve-cihle o, ne bir yalancı ne de bir muhtellu'ş-şuûr (Bilinç bozukluğu) olmadı."1440

Kısaca, Barthelemy-St-Hilaire, Sprenger'in isteriya hakkında sözko-nusu ettiği nazariyelerin tatbik edilmeksizin genel anlamda mütalaaya alınmış şeyler olduğunu ve topladığı metinlerde yer alan vasıfların iste-riyayı temyiz edecek türden olmayıp birtakım avarızdan ibaret oluğunu ve zaten isterya ve sara gibi şeylerin hiç bir şeyi izah etmeyip Cenâb-ı Fahru'l-Murselîn Efendimizde bunlardan büsbütün başka ve bilinmesi önem taşıyan bir manevî hal bulunduğunu itiraf ediyor. Bu manevî halin yüce peygamberlik vasfı öldüğü fiilî eserleriyle sabittir"1441.

·        d. Hallucination İddiası

Biz, bu iddianın kritiğini yaparken "Hallucination" teriminin ilgili kaynaklardaki tanım ve özelliklerini gözönünde bulunduracağız. Şimdi hastalığın belli başlı özelliklerine bakalım:

Hallucination, gerçekte bulunmayanı algılama hastalığıdır. Ruhsal kaynaklı üç türlü algı bozukluğu vardır. Bunlar, illusion, hallucinose ve hallucinationdur. Bunlardan birincisi, var olan bir şeyi yanlış algılamadır. Meselâ bir tavuğu canavar görme gibi. İkincisi, duysal, duyumsal ve devimsel olabilir. Daha çok paranoyaklarda ve alkol çıldırılarında görülür. Sokaktan gelen sesler, hastaya küfür gibi gelir. Çevresindeki nesneler, kendisine akrep ve yılan görünür. Bunun halluci-nationdan farkı hastanın gördüklerine inanmaması ve onların hastalık eseri olduğunu bilmesidir. Çok yorgun kimselerde de görülebilir. Bunda, yanılgıya sebep olan bir uyarıcı vardır.

Hallucinationda ise ortada hiçbir şey yoktur. Bu aslı esası olmayan şeyleri görme, duyma ve hissetmeler tamamen hasta insanlarda görülür. Bunlardan en sık rastlanan görsel hallucination, özellikle alkol çıldırılarında, çırpınmak sabuklamalarda (deliriutremens) baş gösterir. Pek çok korkunç şeylerin yanında küçücük cüceler de görülebilir. Şizofreninin paranoid biçiminde, parafrenide ve afyon ve esrar gibi maddeler kullanımında görme hallucinationlarına rastlanır. İşitme ile ilgili hallucinationlarda, hasta mevcut olmayan sesleri duymak içinde belirir. Bazen bir, bazen iki kulakla algılanır. Şizofrenik hastalar, işittikleri seslere cevap da verirler. Bazı sesler kulakla işitilmez, hasta kafasının içinde duyar. Bazı sesler de hastanın içinde ve vücudunun çeşitli yerlerinden gelir. Bazı hastalar, düşüncelerinin çalındığını ve kulaklarına sürekli olarak tekrarlandığını sanır.

Tat almayla ilgili hallucinationlar da vardır. Şizofreninin paranoid biçiminde, parafrenide, melankolide görülen tat hallucunationlar hasta, bazan çok güzel, bazan da zehir gibi tatlar aldığını sanır. Koku ile ilgili hallicinasyonlar da vardır. Bunda hasta sabuklamalarla birlikte kimi kez güzel, kimi kez de pis kokular aldığım sanır. Uzun süre esrar ve eroin kullananlarda koku azahmı veya koku alma kaybı da görülebilir.

Özellikle alkoliklerde ve kokainmanlarda dokunma hallucination-lara rastlanır. Deri üstünde yanma, batma karıncalanma gibi öznel duyumlarla belirir. Hasta, derilerinin altında karınca ve böceklerin dolaştığını sanırlar ve onları çıkarmak için derilerini parçalayabilirler.

Hasta bazan içine şeytan girdiğini de sanabilir. Bütün bu hallucinati-onlar, yalın olabileceği gibi, karmaşık da olabilirler.

Bir de "hallucination motrice" diye bir çeşidi de vardır ki, bunda hasta vücudunun bir kısmının veya tamamının hareket ettiğini sanır. Kaslardan ve eklemlerden tuhaf duygular algılar ve vücudun durumu her an değişiyormuş gibi olur. Kimi parafreni hastaları göklere uçtuklarını söylerler.

"Hallucination cenesthesique", özellikle paranoya, parafreni ve şizofrenide sıklıkla rastlanır. Hasta, iç organlarında ağrılar, yanmalar, sıkılmalar... duyarlar, kendilerini sevmeyenlerin, ya da düşmanlarının, iç organlarını bozduklarından yakınırlar. Kimi şizofrenik hastalar, kendi içlerini gördüklerini sanırlar, ya da kendilerini karşılarında görürler.

Kimi hastalar, düşüncelerini kendilerine anlatırlar. Bazıları dudakları kıpırdamadığı halde iç seslerini konuşuyormuş gibi algıladıklarını iddia ederler.1442

Bu konu tamamen, tabiblerin ve ruh bilimcilerinin ihtisas alanına girer ve bizim ihtisas alanımızın dışındadır. Konudan anladıklarımız ışığında Hz. Peygamber hakkındaki iddiaları değerlendirmeye çalışacağız. Bu konuda asıl sözü söyleyecek ihtisas erbabı, özellikle inançlı doktorlardır. Bize göre bu konuyu değerlendirirken şu noktaların gözönünde bulundurulması gerekir:

Birincisi: Bir hastalığın teşhisi, o hastalığa düçar olan kişinin bizzat muayene edilmesine bağlıdır. Hatta muayene neticesinde bile hastalığın teşhis edilememesi çokça görülür. Bunun için onlarca tahlil yaptırılır ve röntgenler çekilir. Ruhî bir hastalıksa hasta en azından bizzat ve hatta defalarca dinlenir. Kulaktan dolma bilgilerle hastaya teşhis konmaya kalkışılmaz. Şimdi, bundan on dört asır öncesinde yaşamış bir zatı, çoğu zaman kaynakları anlamadan, anlasa bile anlamazlıktan gelip belgeleri tahrif ederek bir müsteşriğin çıkıp da şu veya bu hastalığa maruz kalmakla nitelemesi ve kendince bir teşhiste bulunması, her şeyden önce ilmin ve tababetin âdabına aykırıdır.

İkincisi: Değişik kabileleri birbirleriyle sürekli harbeden Arap kavmini, karşılaştığı bütün güçlük ve tehlikelere göğüs gererek tek kelime üzere birleştirip onları birbirine kardeş yapmak1443; putperestliği, nice nice batıl fikirleri ve çirkin adetleri kaldırmak; çok sayıda muharebelerde kumandanlık etmek, ümmetinin din ve dünya işlerini yoluna koymak, okuma ve yazma bilmediği halde kavmi arasında hem ifta, hem kazâ gibi iki büyük vazifeyi ifâ etmek, kısaca vahşet ve barbarlığı, nisbeten çok kısa bir zaman zarfında insanlık ve medeniyete döndürmek ve insanlara Kıyamet gününe kadar bir dosdoğru dini ve sapmaz bir yol göstermek öyle hasta ve vehimli bir adamın kârı dağildir. Bu, ancak yaratılış ve ahlak bakımından mükemmel olan, İlâhî tevfike mazhar bir yüce zatın vücuda getireceği bir büyük görevdir.1444

Üçüncüsü: Vahiy hali, "Eğer biz bu Kur'ân'ı bir dağ üzerine indir-seydik, o dağı alçalmış ve parça parça olmuş görürdün. Biz bu meselleri, belki tefekkür ederler diye insanlara getiririz"1445 ve "Biz senin üzerine ağır olan sözü (Kur'ân'ı) ilka edeceğiz"1446 âyet-i kerimelerinde işaret buyurulan kudsî ve lâhutî haller cümlesinden olmakla sıradan insanların bunu idrak edememeleri, özellikle iddia sahipleri gibi in-kârcılarm akla bile sığdıramamaları tabiîdir. Vahiy gerçeğini anlamak için biraz maneviyat, tam bir tarafsızlık ve asgarî bir insaf lazımdır. Hz. Muhammed'e gelen ve Kur'ân gibi bir şaheseri netice veren vahyi hallucinationa bağlayan iddia sahiplerinde bu özelliklerin bulunmadığı açıktır.

Dördüncüsü: Hallucination başlı başına bir hastalık değil, değişik hastalıklarla birlikte görülen bir arazdır. Hz. Peygamberin bedenen ve ruhen son derece sağlıklı olduğu herkesin malumudur. Nitekim, vefat hastalığından başka ciddi bir hastalık geçirdiğini tarih ve siyer kitapları kaydetmemektedir. Hz. Peygamberin alkollü veya uyuşturucu herhangi bir madde kullanması şöyle dursun, bunları yasakladığı herkesçe bilinmektedir. Renan'ın vardığı neticeya katılmadan, onun şu itirafını burada aktarmakta yarar görüyoruz: "Hiç kimse onun kadar sağlam bir kafa ve düşünce yapısına sahip olmamıştır."1447

Beşincisi: Hallucination gerçekte bulunmayanı görme hastalığıdır. Hz. peygamber —haşa— gerçek olmayanı değil, tarih boyunca bütün peygamberlerin ve semâvî dinlere, ruhanî varlıklara inanan bütün insanların kabul ettiği melekleri, özellikle bu meleklerin en büyüğü olan Hz. Cebrail'i, hem de şüpheye yer bırakmayacak derecede 23 sene boyunca ve defalarca görmüştür. Tarihte melekleri gördüğünü, kendisine Allah'tan vahiy geldiğini söyleyen sadece Hz. Muhammed  (salla’llâhü aleyhi ve sellem) değil, bütün peygamberler de aynı gerçeği dile getirmiş ve bugün o peygamberlerden bir kısmının milyarlara varan mensupları bulunmaktadır. Böyle bir hastalık iddiası o insanların peygamberi için sözkonusu olmuyor da neden, dost ve düşmanının ittifakıyla son derece zeki, dürüst ve sağlıklı olan Hz. Muhammed  (salla’llâhü aleyhi ve sellem) için sözkonusu ediliyor? Bu çelişkiyi, dinî taassuptan ve delilsiz peşin hükümlülükten başka bir şeyle izah etmek mümkün değildir.

Altıncısı: Hz. Peygamber ruhen ve bedenen son derece sağlıklı olduğu kabul edildiği halde, bir defa hallucination'a maruz kaldığını farzetsek, hiç şüphesiz, görüp işittiğinin doğru olmadığını derhal farke-decek ve bu yanılgı yirmi üç sene gibi uzun bir süre devam etmeyecekti. Çünkü, sağlıklı kimselerde görülebilen bu tür duyu yanılgıları derhal fark edilir ve gerçekliğine inanılmaz. Nitekim, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem), kendisine ilk vahiy geldiğinde, görüp duyduğunu hemen doğrulamadı. Aksine, gördüğünün vehim olabileceğini düşündü. Bu yüzden kendisine bir zarar gelebileceğinden korktu. Bu hali bir süre devam etti. Nihayet Hz. Cebrail'in görünmesi ve vahyin inişi tekerrür etti de, kendisi bu konuda kesin kanaate vardı.

Yedincisi: Bazı durumlarda, kişinin dikkatini bir nokta üzerinde yoğunlaştırması sonucu veya belli özellikleri taşıyan bir zemine uzun süre bakması neticesi hallucination görebilir. Bu bir bakıma ihtiyarî ve kasdî olan bir hallucinationdur. Bu durum da Hz. Peygamber için sözkonusu olamaz. Çünkü, Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hayatında isteyerek vahiy getirdiğini gösteren bir tek rivayet bile yoktur. Oysa özellikle peygamber olduktan sonra çok detay sayılabilecek hususlar bile rivayetlere konu olup nakledilmiştir. Hatta istediği halde vahyin gelmediği durumlar pek çoktur. Nitekim, Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) birçok kez kendi özel ictihadiyle fetva verip daha sonra söylediğinden farklı bir çözümle vahiy geldiğini görüyoruz. Bu da kesin olarak ifade ediyor ki, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bu ameliyeye farkında olmaksızın da olsa bir katkıda bulunmamıştır. Kur'ân, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) herhangi bir konu üzerinde dikkatini keskin bir biçimde yoğunlaştırdığı sırada inmiyordu. Aksine Kur'ân ayetleri, çoğu zaman beklenmedik bir biçimde Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) karşısına çıkan değişik problemleri ele almak, çözüme kavuşturmak ve belli konularla ilgili istifhamlara cevap olmak... üzere iniyordu.

Sekizincisi: Vahiy tek bir biçimde inmemiştir. Aksine daha önce açıklandığı gibi değişik biçimlerde inmiştir. Muhteva itibariyle de, her defasında yeni bir şey getirmiştir. Böylece muhtevaca son derece zengin, kapsamlı, renkli ve edebî olan Kur'ân-ı Kerim ortaya çıkmıştır. Bu özelliklere sahip Kur'ân gibi bir eserin kaynağının hallucinationla açıklanması mümkün değildir.

Dokuzuncusu: İddia edilen bu hallucination, tesadüfen bir tarafı Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bedeninin bir parçasının altında kalan varlıkların hissettikleri ağırlık gerçeğini açıklayamaz. Meselâ, dizi Hz. Peygamberin dizi altında bulunan Zeyd bin Sâbit, vahiy indiğinde dizlerinin ezileceğini sanmış. Vahiy hali geçtiğinde ise, Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) dizlerindeki ağırlığı, dolayısıyla şiddetli ağrıyı hissetmesi geçmiş. Aynı şekilde Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'i taşıyan deve de, vahiy hali vaki olduğunda, inmediği takdirde Resulullahm ağırlığından ayaklarının neredeyse kırılacağını hissetmiş. Yine bu iddia, vahiy esnasında arı vızıltısına benzeyen ve sahabenin Hz. Peygamberin yüzü etrafında duyduğu sesin sırrını açıklayamıyor. Bu vehmedilen bir duyma değildir. Aksine bir realite olup, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'i de aşan ve harici bir varlığı bulunan gerçek bir sestir. Böyle olmasaydı, sahabe onu duymazdı.

Onunucusu: Gerek daha önce çok sayıda örneklerine yer verdiğimiz ve düşmanları olan Mekke müşrikleri tarafından bile bir kısmı inkâr edilemeyip sihir ile nitelenmiş, bir kısmı binlerce insanın gözü önünde gerçekleşmiş mucizeleri ve ileride örneklerini kaydedeceğimiz, Kur'ân'-daki gaybî haberleri ve pozitif bilimlerle ilgili kesin tespitleri hallucinationla izah etmek mümkün değildir.

On birincisi: Aynı şekilde, hallucination Kur'ân'da yer alan ve Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) döneminin ve hatta o dönemden asırlar sonrasının bile maarifinin çerçevesini aşan İlmî işaretleri nasıl açıklayacaktır? Hallucinationun, temeli Yaratıcının tenzihi ve celal ve kudsiyetine yakışan bütün sıfatlarla tavsifi oluşturan, hayatın boş ve manasız olduğu fikrini reddeden, her şahsın ferdî mes'uliyetini bir prensip olarak kabul eden İslâm gibi bir dini izah etmesi mümkün mü?

On İkincisi: Acaba bütün Arap Yarımadasında hallucinationa bir tek Hz. Muhammed  (salla’llâhü aleyhi ve sellem) mi yakalandı ki, bu Araplara çok yeni ve orijinal olarak geldi de, ona aldanıp iman ettiler? Hallucination gören sayısız hasta veya yarı hasta kimselerden hiçbiri neden İslâm gibi, dünya ve ahiretle ilgili bütün işleri mükemmel bir biçimde düzenleyen bir sistemi kuramadı, bunu yalnızca Hz. Muhammed  (salla’llâhü aleyhi ve sellem) başardı?

On üçüncüsü: Tezimizin başından beri müsteşriklerin pek çok iddialarını görüp değerlendirdik. Bilindiği gibi bunlar tamamen biribirini nakzeden, yekdiğerini çürüten çok farklı iddialardır. İşte, Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğine inanmayanların, kendisine yönelttikleri ithamlardaki kararsızlıkları ve bu konuda daldan dala atlamalarının anlamı şudur: Onlar, hakikate karşı kulaklarını, akıllarını ve kalble-rini tıkamışlar. Ta başlangıcından beri sırf saldırı ve çürütme amacıyla İslâma el atıyorlar. Bunların sözleri bize, Mekke'de müşriklerin, Medine'de ise Yahûdilerin aynı amaçlı sözlerini çağrıştırıyor. Onlar da Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'i bazen kendisine sihir yapılmış, bazen sihirbaz, bazen şair, bazen mecnun, bazen yalancı olmakla itham ediyorlardı. Ne bir ithamda karar kılabiliyor, ne de dediklerinden hiçbirini ispat edebiliyorlardı. Bütün bu karalamalarından sonra, nihayet tüm bu ithamlardan döndüler ve bu sözde —haşa— sihirbaz, şair, mecnun... vs'nin getirdiği dine girdiler. Böylece kendi kendilerini yalanlamış oldular.

·        e. Bilinçaltındaki Arzularının Dışa Yansıdığı İddiası

Bazı müsteşrikler, vahiy kaynağı olarak gizli arzulardan ve şuuraltındaki isteklerden söz ediyorlar.1448 Onlara göre Kur'ân, bu gizli arzularını tatmin ve ruhen büyük sıkıntı çektiği bu ağırlıkları hafifletmek üzere kasıtsız ve şuursuz bir biçimde Hz. Muhammed'ten kaynaklanmıştır.

Önce bilinç altını tanımlayıp, böyle bir şeyin varlığını temelden kabul etmeyen psikologların varlığını belirtelim:

Bilinçaltı, bilinçte olmayıp da bilinçsel faaliyetleri etkileyen yan ruhsal süreçlere denir. Bunlar insanın daha önceden bildiği ve doğrudan doğruya belli bir alandaki bilinçsel faaliyetinin konusu olmadıkları halde, o faaliyetle ilgili bulunan ruhsal süreçlerdir. Bunlar gerektiğinde bilince çağrılabilirler. Bir de insanın örneğin korunma tepkisi ya da uy-küda gezinme gibi bilinçli olmadıklarından dolayı bilinç dışı davranışları vardır.1449

Bakınız bilinç altının bu anlamda varlığını kabul etmeyenler tezlerini nasıl dile getiriyorlar:

"Bu kavramlar (bilinç altı, bilinç dışı kavramları) idealist kurum-larda, özellikle Freudeülükte çarpıtılmış, insanların ve hatta toplumun bütün bilinçli faaliyetlerini belirleyen esrarlı bölgeler olarak ileri sürülmüştür. Oysa, ne bilinç altında ne de bilinç dışında esrarlı, diğer deyimiyle bilmediğimiz hiçbir şey bulunmadığı gibi, ne bilinçaltı ne de bilinç dışının en küçük bir belirleme gücü yoktur. Bunları belirleyici saymak, insanın bilinçli etkinliklerini yadsımak demektir. (...) Dr. Freud, toplumu bilinçdışı içgüdülerin yönettiğini savlamakla bilinçdışılığı oranında ünlenmiş profesör tiplerinin en belli örneklerinden biridir. Ne var ki, bilimdışılığı oranında ünlenen profesör olmakta Dr. Freud yalnız değildir, bilim tarihi bu konuda onunla yarış eden ünlü profesörlerle doludur..."1450

Biz bu konuda tek hipotezin Freud'unkı olmadığını, hatta onun görüşünü çürütmeye çalışan kimselerin de bulunduğunu böylece belirttikten sonra, Kur'ân vahyinin "bilinçaltı" faktörüyle açıklanıp açıklanamayacağını izah etmeye çalışalım:

Bu ithamı enine boyuna münakaşaya başlamadan önce, şunu belirtelim: Bilinçaltı nazariyesinin temeli, çeşitli baskılar sonucu bilinç altına itilmiş birtakım arzuların zamanla bilinç üstüne çıkmasıdır. Şimdi bu tanım ışığında Hz. Peygamberin durumunu değerlendirelim:

Vahiy çoğu zaman, Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) derin arzularına hiçbir te'vil ve kuşku götürmeyecek derecede açık, hiçbir taviz ve tahfif kaldırmayacak kadar güçlü bir şekilde karşı koyuyordu. Meselâ, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem), dedesinin vefatından sonra yetim iken kendisini gözetip büyüten, peygamber olduğundan itibaren Kureyş'in kendisine yönelttikleri kötülüklere engel olan amcası Ebû Talib'i seviyordu. Bu amcasının Müslüman olmasını ruh u canıyla temenni ediyordu. Böyle olduğu halde mesela, neden sekerat anında amcasının Kelime-i Şehadet getirdiğini belirten bir vahiy vehmetmedi? Böyle bir şey olmadığı gibi bundan çok daha önemsiz olanı bile gerçekleşmedi. Nitekim, amcası için •istiğfar edip, günahlarının bağışlanmasını Allah'tan dileyeceğine söz verdiği halde, vahiy inip onu bundan kesinlikle menetmiş, amcası için Allah'tan bağışlama bile dilemesine izin vermemiş ve arkasından da böyle bir istiğfarın fayda sağlamayacağını açıklamıştır1451. Başka bir ayetle1452 de teşebbüsünü daha bir arzu halindeyken kökünden kesmiştir.1453

Daha önce de belirtildiği gibi, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Zeynep binti Cahş'm eş olarak kendisine helâl olduğunu söyleyerek insanların karşısına çıkmaktan son derece çekiniyordu. Bunun üzerine vahiy inip kendisini şöyle kınamaya başladı: “Sen insanlardan korkuyorsun, oysa Allah kendisinden korkulmaya daha layıktır"1454. Nitekim, Hz. Aişe'nin (r.a) şöyle dediğini görmekteyiz: "Eğer Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) vahiyden bir şeyi gizlemiş olsaydı bunu gizlerdi."1455 Hz. Aişe de, böyle bir evliliğin toplumda nasıl da şiddetli bir şok etkisi yapacağını biliyordu. Çünkü insanlar, evlatlığı tamamen gerçek evlat gibi görmeye alışıktı. Denilebilir ki: Vahiy bu şekilde inip Hz. Muhammed'in arzusunu gerçekleştirmiştir. Çünkü Zeyneb'e—haşa—aşıktı." Biz de bu sözün sahibine daha önce belirttiğimiz şu noktayı tekrar hatırlatarak cevap vermek isteriz: Böyle bir arzu sözkonusu olsaydı, bundan başka birçok yollarla gerçekleşme imkânı vardı. Mesela—haşa—Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) onu gizli gizli dost edinebilirdi. Fakat vahiy, ısrarla Hz. Muhammed'in bu evliliği topluma ilan etmesini istedi. Bu ise Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şiddetle çekindiği bir husustu.

Aynı şekilde Kureyş, şehit ettiği amcası Hz. Hamza'nın vücudunu müsle yapmıştı. Nitekim, Ebû Süfya'nm karısı Hind Hz. Hamza'nın (r.a) karnını yarmış, ciğerlerini çıkararak dişlemişti. Burnunu ve kulaklarını kopararak boynuna gerdanlık gibi takmıştı. Böylece kana susamış ruhunun öfkesini dindirmek istemişti. Ebu Süfyân bununla da yetinmemişti; Hz. Hamza'nın, cansız yerde yatan vücuduna mızrağıyla vurmaya başlamış ve şöyle demişti: "Tat bakalım akrabalarına isyan etmenin cezasını!" Öfke, üzüntü ve hasreti doruğa yükselen Hz. Peygamber, Allah Kureyşe karşı kendisine bir yerde zafer nasip ederse, onlardan otuz adamı aynı şekilde müsle yapacağına yemin etmişti. Müslü-manlar da, Kureyşi Arap tarihinde görülmemiş bir tarzda müsle yapacaklarına ant içmişlerdi. Bununla ilgili nasıl bir vahiy indi dersiniz? Acaba gelen vahiy, onların bu yeminlerini alkışlıyor, Hz. Peygamber ve Müslümanları bu arzularını gerçekleştirmeye teşvik ediyor, böylece sevgili amcası ve süt kardeşi olan Hz. Hamza'ya karşı duyduğu üzüntü ve hasreti dindiriyor muydu? Asla! Aksine, ceza verilecekse yapılanın misliyle ceza verilmesini, bununla birlikte sabrettikleri takdirde bunun kendileri için daha hayırlı olacağını belirtiyordu1456. Arzusuna muhalif olarak inen bu hitap karşısında Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) de İlâhî tevcih karşısında sabrı tercih ederek savaşta öldürülenlerin organlarının kesilmesini yasaklamıştır.1457 -

Mesele bundan da ibaret değil. Aksine Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bir fatih olarak Mekke'ye girdiğinde, Allah, bu çirkin işin failleri olan Hind ve Ebu Süfyân'ı ele geçirme imkânını vermişken bunların öldürülmesini emreden bir vahiy göremiyoruz. Oysa Hz. Hamza'ya yaptıklarından dolayı olmasa bile, sözü edilen bu şahıslar, —Kureyş bütün gücünü kaybedip nihaî bir yenilgiye uğrayıncaya kadar— ellerinden geldiğince Hz. Peygamberle (salla’llâhü aleyhi ve sellem) mücadele ettikleri ve başkalarını da buna kışkırttıkları için ölümü hak etmişlerdi.

Amcası Hz. Hamza'nın bizzat katili Vahşî'nin durumuna gelince, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hayatının sonlarına doğru Müslüman olarak yanma geldiğinde onun Müslümanlığını kabul etmiştir. Sadece, fazlaca gözüne görünmemesini istemekle yetinmiştir.1458 Görüldüğü gibi, bunca yıl geçmesine rağmen Hz. Hamza'nın hatırası ve ölüm acısı Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in ruhunda bütün tazeliğiyle durup onu acıya boğarken, ne intikam almasına ne de almamasına ilişkin hiçbir vahiy gelmiyor. Bu mu, bilinçaltmdaki arzuların tesiri?

Şimdi de daha önemli bir olaya bakalım: Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ashabıyla birlikte annesinin mezarı yanından geçerken, kabrin başında bir süre bekleyip duygulanmış, sonra da yaşlı gözlerle sahabilerinin yanma dönmüştü. Bunun sırrını kendisine sorduklarında, Allah'ın, annesinin mezarını ziyaret etmesine izin verdiğini, fakat onun için bağışlama dilemesine müsaade etmediğini belirtmiştir1459. O anda neden bilinç altındaki arzular su yüzüne çıkmadı? Evet, böyle diyeceğine neden hemen bir vahiyle—eğer müsteşriklerin iddia ettiği gibi vahiy Hz. Mu-hammed'in gizli arzularının bir yansıması ise— annesinin ahiret hayatındaki güllük gülistanlık akibetini canlandıran bir tablo ortaya koymadı? Oysa sözkonusu olan, kendisini hayatının en erken baharında yetim bırakıp en tatlı sevgi hatıralarını hafızasına nakşederek ahirete göçen annesiydi.

Yine Mekke fethinden sonra neden bir vahiy inip de Resulullahtan (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hükümetini Mekke'ye taşımasını istemedi? Oysa Mekke, Hz. Peygamberin yeryüzünde en çok sevdiği şehirdi. Nitekim bu sevgisini, oradan ayrılıp muhacir olarak Yesrib'e doğru yola çıktığında bizzat itiraf etmişti1460. Aynı şekilde, sırf "Rabbimiz Allah'tır" dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarıldıkları gün el konulan ev ve barklarını müşriklerden geri almalarına ilişkin bir vahiy neden inmedi?

Yine, ömrünün son yıllarında kendisine ihsan edilen ve doğumuyla evini sevinç ve saadete garkeden oğlu İbrahim'in vefat gününde duyduğu ağır üzüntüye bütün kâinatın iştirak ettiğini yansıtan bir vahiy neden inmedi? Oysa o gün güneş tutulmuş, Müslümanlar da Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) oğlu İbrahim'in ölümünden dolayı tutulduğunu zannetmişlerdi. Bu durum karşısında Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) cevabı ne oldu dersiniz? Evet, başkalarını rahatlıkla yanıltabilecek şiddetli üzüntüsü içerisinde onları uyardı ve güneş ile aym Allah'ın kudret delillerinden iki delil olduğunu, hiç kimsenin ne doğumu, ne de ölümünden dolayı tutulmayacaklarını söyledi.1461

Bununla da bitmiyor. Aksine birçok ayet inip Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in yaptığı bazı davranışların yanlış olduğunu ifade etmiştir. Huzuruna gelen İbn Ümmi Mektûm'dan yüzünü çevirip Kureyş ileri gelenleriyle meşgul olması olayı üzerine gelen ayetler1462, hanımını başka biriyle yatakta zina ederken gören kişinin şahit getirmesi, aksi halde iftira cezasına çarptırılması gerektiği görüşüne karşı başka çözüm getiren ayetler1463, hanımına zıhar yapan bir kimsenin yaptığı bu zıharı talak olarak kabul etmesinden farklı bir hüküm getiren âyetler1464, Bedir savaşında ele geçirilen esirleri öldüreceğine onlardan fidye almasını kınayan ayetler1465, Medine'deki münafıkların elebaşısı olan Abdullah bin Übeyy öldüğünde cenaze namazını kıldırmak istemesine karşılık onu şiddetle bundan menetmek için inen âyetler1466 buna örnektir.

Yine, Allah'a atfen bazı sözler uydurucak olursa başına geleceklerini tehdit dolu bir ifadeyle dile getiren1467, kâfirlere birazcık olsun meylettiği takdirde kendisini bekleyen korkunç akibeti imâ eden1468 ayetlerin Hz. Peygamber'in bilinç altının eseri olduğunu kim iddia edebilir?

Freud'un "Bilinçaltı" nazariyesi bu geçen noktaları açıklamaktan aciz olduğu gibi, Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şu veya bu şeyi istediğini bildiğini, bu nedenle de onu gerçekleştirdiğini açıkça belirten ayetlerin vahyedilişini de açıklayamaz. Çünkü bu istekler bilinç altı değil, bilincin ta kendisidir. Kıble yönünün Kabe'ye doğru olması arzusu1469 buna örnektir.

Aynı şekilde vahyi, haricî kaynaklardan edinilip şuur altında gizlenen (Subconscious) ve zamanı gelince de vahiy olarak dışarıya taşan düşüncelerin yansıması olarak yorumlamak da1470, son derece gayr-ı makul bir yaklaşımdır. Çünkü bu yaklaşım, şuurun derinliklerinde bulunan düşüncelerle bu düşünce sahibinin, bir melek gördüğünü veya bir ses işittiğini tevehhüm etmesi arasında ne gibi bir ilişki bulunduğunu bize açıklayamıyor. Hepimiz, sınırsız düşünceleri şuurumuzun derinliklerinde toplayıp saklıyoruz. Buna rağmen bu fikirler, vahiy ameliyesine refakat eden tezahürler şöyle dursun, gözümüzde semâvi bir melek veya yücelerden gelen sesler olarak canlanmıyor.

Farzedin ki, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)—haşa—bu müsteşriklerin iddia ettiği gibi olsun, acaba bundan, kendisine vahiy indiğini ve peygamber olduğunu vehmetmesi neticesi çıkar mı? Acaba Mekke'de ve Arap Yarımadasında, yetim kalma, erkek evladını kaybetme ve hanımının yaşlı olması... gibi özelliklerle kendisine benzeyen en az yüzlerce insan yok muydu? Neden bu adamlar da, kendilerine vahiy indiği vehmine kapılmadılar? Şöyle denilebilir: "Fakat Müseylime, Tuleyha, Secah ve Esved el-Ansî peygamberlik iddia etmişlerdir." Bunların herbirisinin şart ve özellikleri Hz. Peygamberinkinden (salla’llâhü aleyhi ve sellem) çok farklı olmak bir yana, bunların herbirisinin yalancılığı sabit olmuştur. Çünkü, her biri ya önce Müslüman olmuş, sonra da peygamberlik iddia etmiş; ya önce Müslüman olmuş, sonra da dinden çıkıp peygamberlik iddia etmiş arkasından da tevbe edip İslama geri dönmüştür. Üstelik bunların ahlakları ve davet ettikleri prensipler kendilerinin yalancı ve sahtekâr olduklarının en açık işaretiydi. İş bununla da bitmiyor. Biz bunlarda, Hz. Muhammed'in zatında çoklukla yer alan haricî doğruluk ölçülerini göremiyoruz.

Biz, Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) peygamberlikten önceki hayat gerçeğinden ve şahsiyetinin belli başlı özelliklerinden hareketle, bilinç altı yorumlarının—düşmanlarının iddia ettiği gibi—kendisine vahiy geldiğini ve peygamber olduğunu vehmetmesinde—bazı müsteşriklerin iddiasına göre—kendisini hor gören ve onunla alay eden kavmi arasında kendini kanıtlamak için zengin olma isteğinin1471 veya hükümdar olma arzusunun rol oynamadığını gördük. Şimdi de, peygamber olduğu itiraf edildikten ve bir devletin başına geçip nüfuzu gittikçe yayılıp ölümünden çok kısa bir zaman sonra bütün Arap Yarımadasını kapladıktan sonraki hayat gerçeği ve şahsiyetinin belli başlı özellikleri üzerinde düşünmek istiyoruz. Böylece, bu özelliklerinin ve bu hayat gerçeğinin ne dereceye kadar sözkonusu müsteşriklerin iddialarını doğru-layıp doğrulamadığını göreceğiz.

Muhammedi vahiy gerçeğini, "bilinç altı"ya bağlayan yaklaşımı tamamen çürüttükten sonra şimdi de şunu vurgulamalıyız: Bilinç altında bastırılan dürtüler—Freud'un teorisi doğruysa—kişinin, kendisine bir meleğin semavî vahiy getirdiğini görmeye sevketmez. Çünkü bu dürtülerin dışarıya çıkmasının tabiî yolu, sahibinin iradesi dışında ve onun şuuru taalluk etmeksizin kendilerini açığa vurması, onun düşünce ve davranışlarına yansımasıdır. Varlığı bulunmayan şeyleri görmeyi teveh-hüm etmek ise, marazî bir durumdur ki, Hz. Muhammed'in böylesi hastalıklardan son derece uzak olduğunu daha önce delilleriyle açıkladık. Nitekim, iman edip kendisine tabi olmadan önce ona düşman olanlar bile, onun aklî ve ruhî dengeliliğine tanıklık etmişlerdir. Hatta bizzat Rodinson bile onun huzurlu, dengeli, güvenli ve çevresindeki insanların takdirini kazanmış olduğunu itiraf etmekte ve onu rûhî ve asabî hastalıklarla itham edenlerin görüşünü reddetmektedir1472. Bu tespit doğrudur. Aksi halde, davasını yayarken ve devletini kurarken nasıl bu emsalsiz başarıyı elde edebilirdi? Yine, Fars ve Rum yiğitlerini yere seren ve yırtıcı arslanm avını parçaladığı gibi devletlerini paramparça eden—sahabî denilen—o eşsiz kahramanları nasıl yetiştirebilirdi? Bununla birlikte aynı Rodinson, dönüp Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) mazhar olduğu vahiy gerçeğini, Therese d'Avilla'nın1473 durumuyla karşılaştırıyor.1474 Biz şahsen, Hz. peygamber ile bu azize arasında hiçbir benzerliğin bulunmadığı, böyle bir karşılaştırmanın zorlamalar ve tutarsızlıklarla dolu bulunduğu açık olduğundan burada buna yer verme gereğini bile duymuyoruz.1475

Bu bölümde söylediklerimizi burada kısaca özetliyor ve diyoruz ki: Muhammedi vahiy, Hz. Peygamberdeki (salla’llâhü aleyhi ve sellem) birtakım bilinçaltı arzuların bir ifadesi olması mümkün değildir. Çünkü, ne peygamber olmadan önceki geçmişi ve ne de peygamber olduktan sonraki hayatı bu hipotezle asla uygunluk arzetmez. Aksine, hayatının her iki dönemi de en şiddetli şekilde bu faraziye ile çelişiyor. Bilinç altındaki arzuların vahiy şeklini alamaması bir yana—ancak vahiy aldığını iddia eden kişinin yalancı olması durumu hariç ki Hz. Muhammed'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) gerek peygamberlikten önce ve gerekse peygamber olduktan sonra yalan söylediği asla görülmemiştir—vahiyle birlikte birtakım dış tezahürler kendini gösteriyordu. Sahabe bu tezahürleri görüyordu. Bunlar gösteriyor ki, "Bilinçaltı" teorisi, bu gerçeği açıklamaya elverişli değildir.

·        f. Kollektif Bilinçaltının Eseri Olduğu İddiası

Watt, vahiy kaynağının, "yaratıcı hayal" veya "Kollektif bilinçaltı (Collective unconscious)" olduğuna inanıyor. Ona göre bu, ister İslam, ister Hıristiyanlık ve isterse Yahudilik olsun bütün dinî vahiylerin kaynağıdır.

Watt, "Collective unconscious"u Jung'un konuyla ilgili görüşüne paralel olarak açıklıyor. Bu görüş şöyle özetlenebilir: Kişilerin uyurken veya uyanıkken gördükleri rüyalarda, yine bütün bir toplumun efsanelerinde bilinç altından bilinç üstüne çıkan hususlar, hep "libido" veya "hayat enerjisinden" ileri gelir. Bu, her insanda bir faaliyet kaynağıdır. Bir tek şahısta "libido" vücudunun bir cüzünde özel, diğer cüzünde ise kendisi ile önce mensup olduğu cemaatin fertleri, sonra da kendisiyle bütün bir insanlık cinsi arasında müşterek olarak yer alır. İşte kendisiyle başkaları arasında ortak olan bu şeye Jung, "Collective unconscious" adını verir. Sözkonusu "Collective unconscious"a pek çok efsane ve dinî inanış, özellikle "kahraman", "lider", "İlâhî çocuk" ve "Bâkire" gibi birçok dinde bulunan öğeler dayandırılır.1476

Watt, bu teoriyi Muhammedi vahye tatbik ederken, vahiy kelimelerinin Hz. Muhammed  (salla’llâhü aleyhi ve sellem) henüz bilinçli bir biçimde algılamadan önce kendisiyle bir ilişkisinin bulunduğuna inanıyor. Sonra da, bu yaklaşımla klasik İslâmî vahiy anlayışlarının uzlaştırılabileceği sonucunu çıkarıyor. Öyle ki—yazara göre—şöyle denilebilir: Melek, kelimeleri Muhammedi vücudun, bilinçaltı adı verilen bir köşesine bırakmış, daha sonra da buradan bilinç üstüne çıkmıştır.1477

İşte Watt'm İlâhî vahiy konusunda görüşleri bu şekilde özetlenebilir. Ona göre, Kur'ân'm kaynağı, Hz. Muhammed'in tıpkı diğer mümtaz insanlar gibi yararlandığı yaratıcı hayaldir.

M. Watt'm, Hz. Peygamberin durumunun, "yaratıcı hayal"den yararlanan diğer büyükler gibi olduğu, Muhammedi vahyin kaynağının bu yaratıcı hayal ve collective unconscious olduğu şeklindeki görüşünü araştırdığımızda, bu iddiaların kabul edilebilir bilimsel delillerden uzak olduğunu görüyoruz. Çünkü Watt'ın sözünü ettiği yaratıcı hayal, kendisinin de dediği gibi din adamları tarafından Allah'a isnat edilen bir şeydir. Bu yoruma göre sözkonusu yaratıcı hayalin kaynağı yalnızca Allah'tır. Hele hele bu yaratıcı hayal, bizzat insanın kendisinden daha yüksek ve bilinç engelinden daha aşkın ise... Sonra VVatt'm Muhammedi vahyi dayandırmak istediği "collective unconscious", sağlıklı bir biçimde değerlendirilebilmesi için aslında net bir biçimde ortaya konulması gereken muğlak hususlardandır.

Şöyle ki: gerek "bilinçaltı" gerekse "collective unconscious", "keşif", "ilham", "batmî hads" veya "dahilî şuur" adı verilen terimlere dayanır. Bunlar, isimleri ne kadar farklı da olsa genellikle gayretli çalışmanın ürünü veya ruhî riyazetin meyvesi ya da uzun tefekkürün ne-ticesidirler. Dolayısıyla insana mükemmel veya yarı mükemmel bir kanaat vermezler. Aksine daha yüksek ve yüce bir kaynaktan alınmayan kişisel ve özel bir mesele olarak kalırlar.1478

Malik bin Nebî bu konuda özetle şunları söylüyor: Keşif, ilham gibi modern psikoloji ilminin terimlerindendir. Bu terimler, varlığım kabul edenler nezdinde bile hâlâ kapalılık ve belirsizliğini korumaktadır. Çünkü bunlar bilinçaltının derûnunda yer almaktadır. Bu, isminden de anlaşıldığı gibi öylesine derindedir ki, canlı ve şuur hallerinden çok daha ötelerdedir. Dolayısıyla bir insan için: "O keşif ve ilham ehlin-dendir" denildiği zaman, bu onu peygamberlik ve vahiy derecesine çıkarmaz. Çünkü, her vahiyde bir kavrama vardır, her peygamberlikte de manasını anlama ve özünü idrak etme bulunmaktadır.1479

İşte buradan özellikle Watt'm konuyla ilgili izahlarının yetersizliği ortaya çıkıyor. Hele hele vahyin haber verdiği dinî gerçeklerin ve gaybî işlerin ne yaratıcı hayalin ne de ferdî ve kollektif altşuurun etkisi altına giremeyeceğini bildikten sonra bu daha da netlik kazanmaktadır. Bunlar, meçhûlü feraset ve batınî hads yoluyla keşfetmeye çalışırlar. Yine bunlar, insanların alıştıkları zahirî hissin ölçüleri altına da girmezler. Vahiy gerçeği ise, vahye mazhar olanın, beşerî varlığından soyutlanması ve manevî zat ile irtibata geçmesidir. Bu da sözkonusu konuşan, emreden ve veren zat ile muhatap, memur ve alan zat olmak üzere iki varlık arasındaki ulvî diyaloğu sağlamak içindir.

Tarihen sabittir ki, Hz. Peygamber Kur'ân'm inmeye başladığı ta ilk andan itibaren kendisine vahyedileni tam olarak ve bilinçli bir şekilde kavrıyordu. Bunun için de Rabbinin elçilik ve talimatlarını dikkatle tebliğ ediyordu ve kendisine indirilenlerden tek bir harfin bile zayi olmamasına ileri derecede itina gösteriyordu. Allah kendisine, rahat olup acele etmemesini emredinceye kadar vahyedilenleri ezberlemek için kendini yoruyordu. Vahiy ona her zaman ve her yerde iniyor, her seferinde de şuuru tamamen yerinde ve kendinde bulunuyordu. Mesela karanlık gecede ve gündüzün ortasında, dondurucu bir soğukta ve kavurucu bir sıcakta; evinde dinlenirken ve yolculuk esnasında; çarşı-pazar sükûnetinde ve harbin en kızgın anında; hatta Mescid-i Aksa'ya olan İsra esnasında ve yüksek semalara miracı sırasında inebiliyordu.1480 Bütün bu durumlarda Hz. Peygamberin şuuru tam olarak yerindeydi ve kendisine vahyedilenleri sağlıklı, eksiksiz ve itinalı bir biçimde naklediyordu.

Son olarak Watt'ın şu sözünü ele alalım: "...Collective unconcious ile, vahiyle ilgili, meleğin, Hz. Muhammed'in varlığının bir tarafına kelimeleri bıraktığı şeklindeki klasik İslâmî görüşleri birleştirmek mümkündür. Kelimelerin bırakıldığı yer bilinç altıdır. Bunlar buradan da onun bilinç üstüne çıkmışlardır..." Bu söz de kabul edilemez. Şöyle ki: Watt, meleğin kelimeleri Muhammedî varlığın bir tarafına bıraktığını kabul ediyorsa, o zaman "Collective unconscious"un faydası nedir? Sonra neden melek bu kelimeleri önce Hz. Muhammed'in bilinç altına yerleştirsin de daha sonra bilinç üstüne çıksın ve böylece Hz. Muham-med daha önce kendisiyle alakası olmayan bir kelamı kendisine aktaran bir melek gördüğünü zannetsin? Bu sözlerin melekten olup Hz. Mu-hammed'in bilinç altına yerleştirdiği mümkün olduğuna göre, doğrudan doğruya bu sözleri kendisine aktarmasında ne gibi bir engel olabilir?

Vahyin sözlerinin melek vasıtasıyla gelmesi netice itibariyle şu anlama gelir: Bunlar yeni bir şeydir ve daha önce ne Hz. Muhammed, ne de onun toplumu bunları bilmiyor. Fakat, Collective unconcious teorisi, —asıl sahibi Jung'un açıkladığı, VVatt'm da kabul ettiği gibi—bu görüşlerin herhangi bir biçimde toplum tarafından ifade edildiği, onun his ve çıkarlarıyla uyum sağladığı, söz kalıplarına döküldüğü ve yine toplumca kabul edilen usullerle açıklanmayı gerektirir.1481

·        g. Eksik Bir Mistik Makamın Ürünü Olduğu İddiası

Maxime Rodinson'a göre, Hz. Muhammed, zahidane birtakım eğilimlere sahipti. Bu eğilimleri, çocukken, gençken ve olgun bir insan-kenki özel hayat şartları meydana getirmişti. Ve hayatının çok erken bir döneminden itibaren—tasavvufun derecelerinden biri olan—bu zühdü tatbik etmeye başlamıştır. Her türlü zevkleri reddeden ve uzun uzun namaz ve ibadet yolunu tutan bu zahidâne hayat sebebiyle, duyulan sesler eşliğinde kendisine "keşif" görünmeye başladı. Bu sesli ve görüntülü tezahürlerin, histeriya ve şahsiyet çözülmesi gibi aklî hastalıklara dûçar olanlarda da görüyoruz. Ancak büyük mutasavvıflar bu olağan olmayan tezahürlere mazhar olup buna alışkanlık peyda ediyorlar. Fakat, zahidin kendi kendisine uyguladığı haricî tatbikatlar bu gibi aklî ve ruhî hastalıklara götürür mü? Rodinson sorduğu bu soruya şöyle cevap verir: "Bu sorunun cevabını psikoloji ilminin mütehassıslarına bırakıyorum."1482

Rodinson da, kendince İlâhî vahyi izah için şöyle bir görüş ileri sürer:

"Muhammed başlangıçta gerekli şartlar sunulduğu takdirde bir mistiğin oluşmasına tam elverişli bir mizaca sahipti. Bu durumda birçok başka mistik gibi "hayalî" ya da "zihni" iç veya dış görme ve işitme haline gelmiştir. Hıristiyan olsun, Müslüman olsun, büyük mistiklerin bu aşamada takılıp kalmadığını biliyoruz. Bunlar daha sonra Tanrı'nın ortadan çekildiği ve vecdlerle birlikte duyumsal gösterilerin de kaybolduğu uzun bir çoraklık ve kuraklık devresine geçer genellikle. Ve bu terkedilmişlik karşısında dehşete kapılan ruhları, bir yandan yoksun kaldığı dile gelmez mutluluğu ararken, bir yandan da o mutlu yaşantının hakikiliğinden şüphe etmeye koyulur. Bazan uzun yıllar devam eden bu zor sınavdan sonra yeniden ve bu sefer sükûnet ve kesinlik dolu olarak, vecd dönemi başlar. H. Delacroix'nın deyimiyle "teopatik hal" diye adlandırılan, işte bu son dönemdir.

Muhammed'in de, bütün öteki mistiklerin pek iyi tanıdığı kuraklık dönemini yaşadığını görmüştük. Ama "teopatik hal"e hiçbir zaman gelmemiş; yani kendisini hiçbir zaman Tanrıyla bir hissetmemiştir. Tam tersine: Muhammed kendisini; ona konuşan, haberciler yollayan, emirler veren, onu azarlayan ya da cesaretlendiren Tanrı'dan daima ayrı, hatta alabildiğine uzak görecektir. Öylesine farklı ve öylesine derin bir uçurumla ayrılmış iki dünyadadırlar ki, ulaşmaları için birbirlerine aracılar şarttır.1483"

Kendisi marksist olup hiçbir ruhî ve manevî güce inanmayan Ronidson-un tamamen manevî, ruhî ve İlâhî hakikatler üzerine bina edilebilecek böyle bir tesbite nasıl vardığını öncelikle soruyoruz.

Hz. Muhammed  (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bir peygamberdir ve peygamberlik Allah'ın lütfudur. Allah'ın özel lütfü ve ihsanı için özel şartlar ve kabiliyet gerekmez. Hz. Muhammed  (salla’llâhü aleyhi ve sellem) gibi öksüz ve yetim olarak büyümüş, koyu bir cahiliyet döneminde ümmi olarak yetişmiş bir zatın şahsında Kur'ân gibi bir ilim ve irfan hâzinesini aramak ve bizzat ondan beklemek, güneşin aslını aynada aramaktan farksızdır. Eğer mesele şart ve ortamın oluşmasına bağlı olsaydı, Hz. Muhammed  (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ile aynı şartlara sahip yüzbinlerce insan hayat sahnesine ayak basmış ve ömür müddetini tamamladıktan sonra bu sahneden çekilmişlerdir. Acaba neden onlardan biri Kur'ân gibi bir eser ortaya koymamış, İslam gibi bir dini tesis etmemiş ve insanlık medeniyetine en büyük damgayı vuramamıştır. Rodinson'un iddia ettiği o eksik tasavvufî mertebeye ulaşan ve onu geçemeyen bir tek Hz. Muhammed  (salla’llâhü aleyhi ve sellem) mi vardır?.

Bu ihtisas asrında Rodinson gibi marksist birinin kalkıp böyle mücer-red manevî ve ruhanî konularda ahkâm kesmesi ne derece yakışık alır. Oysa bin dörtyüz yıldır, gelmiş geçmiş bütün İslam mutasavvıfları, hep o maneviyat kutbu olan Hz. Muhammed'den feyiz aldıklarını söylemişler, kendilerini buna sonsuz derecede muhtaç görmüşler, onun manevî yükselişinin gölgesinde seyr u sülüklerini sürdürmüşlerdir. Bu konuda onlardan bir tekinin sözü binlerce Rodinson gibilerininkine tercih edilir.

Rodinson'un, Tanrı ile ittihat ve indimac gibi makamlar kabul edip bu makamları en üstün mertebe olarak görmesi haddini aşmışlığın yanısıra ilmen de yanlıştır. Rodinson bu konuda Hallac-ı Mansur'u örnek olarak zikretmesi1484 bundan vahdet-i vücûdu kastettiği anlaşılıyor. Oysa vahdet-i vücûd tasavvufta en yüksek mertebe değildir. Akine nakıs bir mertebedir. Tevhidde istiğrak halinin sonucudur.1485

Rodinson'nun kastettiği mistikler istikamet dairesindeki İslâm mutasavvıfları ise, onlar her zaman Hz. Muhammed'i rehber ve önder görmüşlerdir. Yok eğer, aşırı zühd ve ruhbanlığa dayalı Hıristiyanlık ve diğer bazı din ve mezheplerdeki mistisizm ise, Hz. Muhammed'in getirdiği din bunu reddetmektedir. Dolayısıyla böyle bir yaşayış onun için özlenen ve nihâî amaca ulaştırıcı olarak görülen bir yol olması düşünülemez.

Bir kararda durmayan, Kur'ân vahyini izah için Doğuda ve Batı'da söylenmiş en ipe sapa gelmez iddialara yer veren Rodinson'un hangi görüşüne itimad edeceğiz? Yeri geldikçe kaydedip değerlendirmeye tabi tuttuğumuz sözkonusu iddiaları aslında birbirlerini çürütüp hükümden iskat etmekte ve fazla izaha ihtiyaç bırakmamaktadır.

·        h. Hira Mağarasında Gördüklerinin Bazı Olaylar Karşısında Duyduğu Şiddetli Üzüntü Korku Sonucu Meydana Geldiği İddiası

Müsteşrik Boukuet, Hz. Muhammed'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Hira Mağarasında gördüğünün hayalden ibaret olduğunu belirtir. Bunu da, iki erkek çocuğunun ölümünden dolayı duyduğu şiddetli üzüntüye bağlar1486. Ledit ise, bunu oğlunun ölümüne, hanımının yaşlılığına, dağbaşmda içinde bulunduğu yalnızlığa ve cinlerden olan korkusuna dayandırır. Ledit'e göre, Hz. Muhammed'e, bir meleği gördüğü, meleğin kendisini kucaklayıp üç defa sıktığı vehmini veren bunlardır.1487 Yazar sözünün burasında Blachere'in, vahyin kendisine, krizin doruğa ulaştığı anlar olan geceleyin geldiği şeklindeki mülahazasına yer verir.1488 Rodinson'a gelince, Hz. Muhammed  (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ve Hz. Hatice'nin evliliğinin mutlu bir evlilik olduğunu itiraf etse de, Hz. Muhammed'in bu saadetle tatmin olmadığı, aksine imkânsızı arzuladığı kanaatini ileri sürüyor. Ona göre bunun sırrı, Hz. Muhammed'in yetimliği, fakirliği ve ezikliğinde saklıdır. Nitekim, Hz. Hatice, ona erkek bir çocuk bırakamamıştır. Bu da kendisiyle insan-larm alay etmesine sebep olmuş ve kendisini hor görüp alay eden bu kimselere karşı önemini ortaya koyacak bir yol aramasına sevketmiştir. Aynı zamanda kendisi zenginlerden intikam da almak istiyordu.1489

Gerçekte bütün bunlar körcesine bir bocalamadan başka bir şey değildir. Bu psikanalizcilere, Hz. Muhammed'in, Hz. Hatice ile evliliğinden dolayı mutsuz olduğunu kim söyledi? Gördüğümüz gibi, Rodin-son, bunun mutlu bir evlilik olduğunu itiraf ediyor. Alfred Guillaume ve diğer bazı müsteşrikler de bunun benzerini söylüyorlar.1490

Bu iddiayı ortaya atanların ne derece akıl ve insaftan uzak bulunduklarını şundan anlıyoruz:

Hz. Hatice, Resulullahm gönlünde ömrünün sonuna kadar yer almaya devam etmiştir. En değerli arkadaşının kızı genç Aişe, Hz. Hatice'yi kendisine unutturmak şöyle dursun, ona karşı duyduğu bu sevginin aynısına mazhar olmayı bile başaramamıştır. Hz. Aişe'nin, kumaların adeti gereği —özellikle koma, Hz. Aişe gibi genç ve nazlı biri ise— vefat etmiş komasının değerini düşürme, güzelliğine dil uzatma çabalarını anlatan meşhur bir hadis vardır. Yine aynı hadiste belirtildiğine göre bu durum karşısında Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Allah'ın kendisine Hz. Hatice'den daha hayırlı bir eş vermediğine yemin etmiş ve hiç bir hanımın kendisiyle yanşamayacağı faziletlerini saymıştır.1491

Yine, Resulullahm (salla’llâhü aleyhi ve sellem) kızı Zeyneb'in, Müslümanların eline geçen esirler arasında bulunan kocası As bin er-Rebi'i kurtarmak için gönderdiği gerdanlığın hikayesini de biliyoruz. Sözkonusu gerdanlık Hz. Hatice'ye aitti. Kızı evlendiğinde düğün hediyesi olarak ona vermişti. Resulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bu gerdanlığı gördüğünde mübarek ve vefalı yüreği heyecanla çarpmaya başlamıştı. Çünkü gerdanlık, Hz. Hatice'ye beslediği sevgi ve şefkat hatırasını tazelemişti.1492 Farzet ki, Hz. Mu-hammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Hz. Hatice'yi sevmiyor olsun, öyleyse neden üzerine evlenmedi? Bazı müsteşrikler Hz. Muhammed'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Mekke'de inen Kur'ân ayetlerinde yer alan huriler hakkmdaki sözlerinin bu mahrumiyetle ilgili olduğunu iddia ediyorlar. Onlara göre, Hicretten sonra birden fazla kadınla evlenip bu konudaki susuzluğunu giderince hurilerden söz etmekten vazgeçmiş!1493 Böyle diyenler, hurilerin Kur'ân ve hadiste yer alan vasıflarının şehvet uyandırıcı nitelikte olmadığını, bunların hem az, hem de genel nitelikler olduğunu, Kur'ân'm sözkonusu hurileri, kocalarından başkasına bakmayan, çadırlarına kapanmış, her türlü kötülükten uzak olarak tavsif ettiğini bilmezlikten geliyorlar.1494 Resulullahm peygamberliğini, kavminin zenginlerine karşı olan kinini tatmin ile yorumlamaya kalkmak da, bir kez daha tarihî gerçekleri saptırmayı gerektirir. Ancak bu şekilde, Hz. Muhammed'in mal ve servet peşinde olmadığı, aksine buna karşı tok gözlü ve soğuk durduğu unutulabilir. Onun—haşa—servet peşinde olduğunu farzetsek bile, Hz. Hatice'nin kavminin en zenginlerinden biri olmadığını da mı farzedeceğiz? Oysa, son derece zengin olan Hz. Hatice, bütün servetini ve hatta hayatını onun emrine vermiş ve o, Hz. Hatice'nin malı ile Mekke'nin zenginleri arasında yer almıştı.

Rodinson'un, Hz. Muhammed'in zenginlerden intikam almak istediği şeklindeki iddiası ise, tamamen asılsızdır. Çünkü, güçlenip düşmanlarına boyun eğdirdiğinde, aşağılık kompleksi taşıyan küçük ruhlu aşağılıkların, yüce davaları vesile ederek bu duygularını tatmine kalkıştıkları gibi zenginlerin mallarını ellerinden almadı. Aksine sevgisi, dostluğu ve kendisine Allah'tan inen davetiyle zengin ile fakiri eşit tuttu. Onlar arasında hiçbir fark gözetmedi. Yeter ki, ikisi de mü'-min olsun, Allah'tan korksun, Allah'ın dinine yardım etsin ve bu yolda fedakârlıklara katlansın.1495 Irving, şu sözleri de bu iddiayı çürütüyor: "...Hz. Hatice ile evlenmesi, onu zenginlerin arasına kattı. Aynı şekilde vahyin inişinden sonra geçen yıllar içerisinde servetini artırmak yolunda hiçbir istek göstermedi. Sonra ne gibi bir şerefin arkasından koşabilirdi ki? Üstün aklı ve nezihliğiyle kavmi arasındaki sosyal mevkii zaten yüksekti. Üstelik, ünlü Kureyş kabilesinin en asil bir koluna mensuptu. Mekke'de Ka'be hizmetçiliği ve reislik ailesinin elinde bulunuyordu."1496 Aynı şekilde Resulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) kızlarını kavmi arasında önemli mevkilerdeki kimselerle evlendirmiştir. Nitekim, Hz. Zeyneb Ebu'l-As isimli zengin ve asil bir gençle evlenmiştir. Rukıyye ve Ümmü Gülsûm'u, amcası Ebu Leheb'in iki oğluna vermiştir. Ebû Leheb de yine, kavminin zenginlerinden ve yüksek İçtimaî mevki sahiplerinden biriydi. Hicretten sonra Rukiyye ve Ümmü Gülsüm, kocaları tarafından boşanmış, Resulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) önce birisini, ölümünden sonra da diğerini Hz. Osman ile evlendirmiştir. Bu da, onun kavmi arasındaki şeref ve yüceliğine ve kavmi arasında zenginlere veya güçlülere karşı hiçbir zaman aşağılık hissi duymadığına delil teşkil eder.

Hz. Muhammed'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) peygamberliğini, erkek zürriyetinin (bir, iki veya üç oğlunun) ölümü etkisine bağlamak isteyenler de büyük bir hata işlemektedirler. Çünkü, onun kız çocuklarından dolayı üzüntü ve eziklik duyduğunu gösteren tek bir kelime bile kendisinden duyulmamıştır. Aksine kız çocuklarını ve onların da kız ve erkek çocuklarını oldukça çok severdi. Bu konuda erkekler ile kızlar arasında hiç fark gözetmezdi. Onun gözünde Hz. Haşan ve Hüseyin ile Hz. Zeyneb'in kızı Umâme arasında fark yoktu. Öte yandan ona inen vahiy, kız çocuklarını diri diri gömen kimseleri şiddetle kınıyor ve Kıyametin acıklı azabıyla tehdit ediyordu.1497

Bu müsteşrikler içerisinde en fahiş hatayı işleyenler ise, Kureyş'in Hz. Muhammed'in erkek çocuğunun ölümüyle alay etmesini vahiyden önce ve onun kendini peygamber sanmasının bir sebebi olarak gösterenlerdir. Kur'ân bilginleri ve yorumcuları, Kevser Sûresinin iniş sebebinin kavminin ettiği sözkonusu aşağılık alay olduğu konusunda ittifak ediyorlar. Bunun anlamı, bu alayın ancak peygamberlikten sonra yapıldığıdır. Bu tamamen mantıkîdir. Çünkü müşrikler, cahiliyet döneminde Hz. Muhammed'e saygı gösterir ve onu severlerdi. Bu dönemde hiç bir şekilde kendisine eziyet ettikleri de sabit olmamıştır. Eziyet ancak, Hz. Peygamber, inançlarını, putlarını, sosyal düzenlerini ve atalarını sefihlik ve akılsızlıkla itham eden yeni bir din getirdiğinde başlamıştır. Aynı şekilde, Hz. Muhammed'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) anne ve babasının ölümünden sonra horlanıp sıkıntı çektiği de doğru değildir. Çünkü, dedesinin ve onun vefatından sonra da—fakir olmasına rağmen—amcasının sıcak şefkati, kaybettiği anne ve babasının şefkatinden çok da geri değildi. Bunun kanıtı, çocukluğu, gençliği, koyun gütmesi ve benzeri meşgaleleri hakkında son derece açık konuşmasına rağmen, iddia edilen bu sıkıntı ve ezilmişlik hakkında bir tek kelime bile kendisinden duymuyoruz. Aynı şekilde hayatının bu dönemini en ufak bir buruklukla andığını göremiyoruz. Bizzat Kur'ân, yetimken kendisini barındırdığını bir nimet olarak belirtiyor.1498 Az çok Arapça bilen bir kimsenin, ayette yer alan "îvâ (barındırma)"yı, yetimken çok sıkıntı çektiği şeklinde anlaması mümkün değildir.

Bir de, Hira mağarasında Hz. Cebrail'i görmesini yalnızlık ve ifritlerden duyduğu korkunun tesirine verenler vardır. Bu gerçekten, gülünç bir yorumdur. Hiçbir aslı esası yoktur. Çünkü, eğer Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) uzletten böylesine korksa ve içinden bunca ürpertiyi hissetseydi, neden her sene peşpeşe hem de gecelerce bu yalnızlığı tercih etsindi? Buna zorlayan bir mecburiyeti mi vardı? Farzedin ki, ilk defa mağaraya sığınmakta ve yalnızlığa çekilmekte hata etti, bunun sakıncasını gördükten ve ifritleri gözleriyle müşahede ettikten sonra da onu tekrar tekrar bu davranışa iten neydi? Ayrıca, yirmi üç sene boyunca kendisine vahyin gelmeye devam edişini nasıl açıklayabiliriz? Oysa bu zaman zarfında büyük çoğunlukla arkadaşlarının arasında ve gündüzün ortasında bu vahiy olayı cereyan etmiştir. Ortada, ne ifritlerin korkusu ve ne de gecenin uykusuzluk krizleri sözkonusuydu.

III. BÖLÜM

KUR'ÂN MUHTEVASININ KAYNAĞINA DELALETİ

KUR’ÂN MUHTEVASININ KAYNAĞINA DELALETİ

Biz çalışmamızın başından buraya kadar hep müsteşriklerce Kur'ân'm kaynağı olarak ileri sürülen faktörler üzerinde durduk ve onları tek tek irdeleyerek gerçekten Kur'an'a kaynak olup olamayacaklarını araştırdık.

İhmal edilmemesi gereken çok önemli bir nokta daha vardır. O da bizzat Kur'ân'm muhtevasına bakarak kaynağına işaret ve delaletler tesbit etmektir. Hiç kuşkusuz bu başlıbaşma incelenmesi gereken bir konudur. Biz sadece anahatlarıyla ve meseleleri beTli başlıklar altında toplayarak ele alacağız. Mesela, Kur'ân'm herhangi bir sayfasını açıp okuduğunuzda ilk anda farkedeceğiniz açık bir İlâhî heybet ve azamettir. O sayfalarda konuşan, emreden, yasaklayan, teşvik eden, tesellide bulunan ve yol gösteren Yüce bir Zât var. Bu, Kur'ân'm kaynağına bir işarettir. Ayrıca onda gerek geçmiş, gerek indiği dönem ve gerekse gelecekle ilgili birtakım gaybî haberlere yer verilir ve realite de bu bildirdiklerini doğruluyor. Öte yandan Hz. Muhammed  (salla’llâhü aleyhi ve sellem) gibi okuma yazma bile bilmeyen ve koyu bir cahiliyet ortamında büyümüş bir insanın bilmesine imkan olmayan, hatta çok asırlar sonra keşfedilen birtakım bilimsel gerçekler Kur'ân'da yer almaktadır. Bunlar da Kur'ân'm kaynağı konusunda bize bir ip ucu verici niteliktedir. Bunun yanısıra, Kur'ân'm gerek düşmanlarına, gerekse dostlarına olan eşsiz tesiri, sergilediği edebî üstünlük de hep onun kaynağına işaretler taşımaktadır.

İşte biz bu bölümde kısaca belirttiğimiz bu noktalar üzerinde duracak ve bu yolla Kur'ân'm kaynağını tesbite çalışacağız.

A. Kur'ân'da İlâhî Bir Otorite ve Azametin Açıkça Göze

Çarpması

Söz, söyleyenin aynasıdır. Kişinin söz ve yazılarında onun tabiatı açıkça görünür. Daha fazla söz söyledikçe ve değişik konulara girdikçe bu tecelli daha da netleşir. Bir kişi, ilim, kültür ve mevkice kendisine yakın birisini geçici bir süre için taklid ederek, bu konuda muhataplarını kandırabilir. Fakat sözkonusu alanlarda aralarında büyük uçurumlar bulunan iki kimseden birinin diğerini, hem de yıllarca taklid etmesi, onun adına konuşması ve dikkatli dinleyici ve okuyucuları aldatması imkansız denecek kadar güçtür. Okuma yazması olmayan bir çobanın yıllarca bir profesör gibi konuşup onun ilgi alanına giren konularda ahkâm kesmesi ve dikkatli muhataplarına karşı hiçbir açık vermemesi mümkün mü? Yine, sokakta oynayan arkadaşları arasında komutanlık rolünü üstlenen bir çocuğun, bir cihan savaşında emir ve komutasındaki orduları son derece itaat ve disiplin içerisinde sevk ve komuta eden büyük bir ülkenin genelkurmay başkanını taklid etmesi ve bu rolüne yıllarca devam edip buna herkesi inandırması düşünülebilir mi?

Uluhiyetten uzaklık noktasında eşit oldukları gibi mahlukiyette de bir olan ve tabiatları nisbeten birbirine yakın insanlar arasında bile böyle bir rol değişimini sağlıklı ve hissettirmeden gerçekleştirmek mümkün değilken, bir insanın-haşa-23 sene gibi uzun bir zaman, hatta aradan geçen bin dört yüz küsur sene boyunca Allah adına konuşması, buna aralarında binlerce edip, belîğ, filozof ve dahilerin de bulunduğu milyarlarca insanı inandırması mümkün müdür? Elbette mümkün değildir. Çünkü bir beşer kendi malum ve mahdut tabiatiyle, uluhiyetin mutlak hususiyetleri birbirinden sonsuz derece uzaktır. Bir sahtekar-ne kadar zeki olursa olsun-haddini hadsiz derecede aşıp böyle bir rolü oynamaya kalkışarak kâinatın Yaratıcısı, Sultanı ve Mutasarrıfı olan Allah'ı taklit etse hemen bu çifte kişiliği kendisini ele verecek ve bir gün bile kimseyi kandıramayacaktır.

Allah'ın sanatı ne kadar insanların sanatından daha mükemmel, daha güzel ve daha üstünse Allah'ın kelamı da insanların kelamından o derece daha üstün ve harikadır. Çünkü kelâm kuvvet ve üstünlüğünü mütekelliminden alır.

İşte bu ölçüyle Kur'ân'ın herhangi bir sayfasını açıp okuduğumuzda, satırları arasından, cümle kelime ve hatta kayıtlarının aynasından Uluhiyetin ceberût, kibriya ve azametinin güneş gibi parıldadığını görürüz.

Kur'ân ayetleri, beşerin zaaf, sevinç ve üzüntülerini değil, İlâhî nefesten esintiler yansıtıyor. Bu parıltılar, her ne kadar Kur'ân-ı Kerimin her tarafında serpiştirilmiş durumda ise de, bazı ayetlerde diğerlerinden daha fazla net göze çarpmaktadır.

Meselâ, Nûh tufanının bitirilişini anlatan ayet-i kerimede, Yüce Allah, yere suyunu yutmasını, göğe suyunu tutmasını emretmesi, bu emre muhatap olan yer ve göğün itaat ederek suyun çekilmesi, geminin Cûdi'-ye oturması ve zalim kâfirlerin işlerinin bitirilmesi1499, yere ve göğe hitap edip, isteyerek veya istemeyerek emrine itaat etmelerini, buna karşı ikisinin de isteyerek emrini yerine getirmeye koştuklarını1500, bir şey yapmayı dilediği zaman emrinin "ol" demekten ibaret bulunduğunu, emredilen şeyin de derhal oluverdiğini1501, meleklere Hz. Adem'e secde etmelerini emrederek emre muhatap olan bütün meleklerin bunu yerine getirdiklerini1502, hep Yüce Allah adına aktaran ayet-i kerimeler buna örnektir.

Bu konuya biraz daha ışık tutması için birkaç âyet-i kerimeye meâlen yer vermekte fayda mülahaza ediyoruz:

"Üstlerindeki göğe bakmazlar mı, onu nasıl bina edip süsledik ki, hiçbir gediği yoktur. Yeryüzünü döşedik, onda sabit dağlar yarattık, onda her güzel çiftten bitkiler yeşerttik. Hakka yönelen herbir kul için bunlar görüp ibret alınacak delillerdir. Gökten bereketli bir su indirdik ve kullar için rızık olsun diye onunla bağları, daneleri ekinleri, salkımları üst üste binmiş yüksek hurma ağaçlarını bitirdik. O suyla ölü beldeye can verdik. İşte kabrinizden çıkışınız da böyle olacaktır1503.

Bu ayetleri okuyan kişi, bu ifadelerin bir beşerin sözü olamayacağını hemen farkedecektir.

Şu ayetlerden de apaçık bir İlâhî azamet hissediliyor:

"Öyle ise, Rabbine andolsun ki, muhakkak surette onları şeytanlarla birlikte mahşerde toplayacağız; sonra onları dizüstü çökmüş vaziyette Cehennemin çevresinde hazır bulunduracağız. Sonra her milletten, Rahman olan Allah'a en çok asi olanlar hangileri ise çekip ayıracağız. Sonra, orayı boylamaya daha çok müstahak olanları elbette biz daha iyi biliriz. İçinizden oraya uğramayacak hiç kimse yoktur. Bu, Rabbin için kesinleşmiş bir hükümdür. Sonra biz, Allah'a karşı gelmekten sakınanları kurtarırız; zalimleri de dizüstü çökmüş olarak orada bırakırız."1504

Acaba şu ifadeleri hangi insan haddinden hadsiz derecede tecavüz ederek söyleyebilir:

"Seni Ben peygamber seçtim; şimdi vahyolunanı dinle. 'Muhakkak ki Allah Benim. Benden başka ilah yoktur. Bana kulluk et ve beni anmak için namaz kıl. Kıyamet mutlaka gelecektir. Onun vaktini gizliyorum ki, herkes neye çalışıyorsa onun karşılığını görsün. Kıyamete inanmayıp kendi hevesine uyan kimse, sakın seni ona inanmaktan alıkoymasın; yoksa helâk olursun."1505

"Nihayet Biz onların refah içinde yüzenlerini azapla yakaladığımızda, feryada başlayıverirler. Bugün boşuna feryat etmeyin; Bizden hiçbir yardım göremezsiniz. Size âyetlerimiz okunuyordu da siz sırt çeviriyordunuz. Ona karşı büyüklük taslayarak, geceleri toplanıp Kur'ân aleyhinde hezeyanlarda bulunuyordunuz."1506

Allah'ın Hz. Muhammed'e yönelttiği şu ifadelere de bakınız. Mesajlarının nasıl da büyük ve yüce bir makamdan iletildiğine dikkat ediniz. İnsan bu ayetleri okuduğunda hadsiz bir kuvvet ve sınırsız bir heybet kaynağıyla karşı karşıya bulunduğunu hisseder:

"O gün bütün insanları, peşinden gittikleri rehberleriyle birlikte çağırırız. Artık kimin kitabı sağından verilmişse, işte onlar sevinçle kitaplarını okurlar ve en küçük bir haksızlığa uğratılmazlar. Kim bu dünyada hakka karşı körlük ederse, işte o ahirette de kördür ve yolca daha şaşkındır. Onlar sana vahyettiğimizden başkasını Bize yakıştırman için akıllarınca seni fitneye düşürecekler ve ancak o zaman seni dost edineceklerdi. Eğer Biz sana sebat vermemiş olsaydık, neredeyse bir parça onlara meyledecektin. O zaman hayatın azabını da, ölümün azabını da sana kat kat tattırırdık; sen ise Bize karşı kendine bir yardımcı bulamazdın"1507

Acaba böylesi bir sözün-haşa-İlâh kılığına girerek, Onun otorite ve azametini giyinerek bir insan tarafından uydurulması mümkün mü?

Bilindiği gibi, tabiatler dâima baskındır. Mizaç ve karakter en olmadık bir anda, en büyük bir maharetle rol yapan sahibinin gerçek yüzünü ele verir. Haydi, uluhiyet taslayan, kendini heybet ve celâl tahtında gösteren en büyük bir Firavun veya zorba kalksın da Rububiyet arşından nüzul eden buna benzer bir sözü kendine nisbet ederek söylemeye cüret etsin. Hiç şüphe yok ki, farkında olmaksızın dili dolaşacak, sözünün arasından sun'îlik ve sahtekârlığı sırıtacaktır.

Allah'ın dünyada kendilerine uzun süre mühlet tanıdığı zalim kullarına Kıyamet gününde yönelttiği hitabı içeren şu ayetleri de aynı tarz, dikkat ve tahlille lütfen okuyunuz: "Bugün bize, ilk defa yarattığımız zamanki gibi teker teker geldiniz ve size vermiş olduğumuz nimetleri arkanızda bıraktınız; Allah'ın ortakları olduğunu yanlış yere sandığınız şefaatçilerinizi yanınızda görmüyoruz; artık aranızdaki bağlar büsbütün kesilmiş, güvendiklerinizin hepsi kaybolup gitmiştir."1508

Cebbar olan Yüce Allah ile şer güçlerinin başı olan İblis arasında geçen bir konuşmayı konu alan A'raf Sûresi 11-18. âyetleri de aynı atmosferi taşıyan pasajlardandır.

Allah'ın zalimlerden korkunç biçimde intikam almaya ilişkin kudretini ve engin hükümranlığını kotıu alan şu ayet-i kerimeler de bu hususta dikkat çekicidir:

"Kötülük tuzakları kuranlar, Allah'ın kendilerini yere geçireme-yeceğinden veya kendilerine bilemeyecekleri bir yerden azabın gelmeyeceğinden veya onlar dönüp dolaşırlarken Allah'ın kendilerini yakalamayacağından emin mi oldular? Onlar (Allah'ı) aciz bırakacak değillerdir.

"Yoksa Allah'ın kendilerini yavaş yavaş tüketerek cezalandırmayacağından emin mi oldular? Kuşkusuz Rabbin çok şefkatli, pek merhametlidir. Allah'ın yarattığı herhangi bir şeyi görmediler mi? Onun gölgeleri, küçülerek ve Allah'a secde ederek sağa sola döner. Göklerde bulunanlar, yerdeki canlılar ve bütün melekler, büyüklük taslamadan Allah'a secde ederler. Onlar, üstlerindeki Rablerinden korkarlar ve kendilerine ne emrolunursa onu yaparlar."1509

Genel olarak bütün Kur'ân ayetleri özel olarak da bu ve benzeri ayetler, bir İlâhî azameti yansıtıyorlar. Gerçekten Hz. Muhammed'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bunları kendisinin uydurabileceğini söylemek nihayetsiz derecede zor, hatta imkânsızdır. Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) nerede, bu mutlak saltanatı, nihayetsiz kudreti, elinden hiçbir şey kurtulamayan sınırsız iradeyi ifadelerine yansıtmak nerede?! Mesele, müsteşriklerin ileri sürdükleri gibi, Hz. Muhammed'in, kendisine hitap edenin Allah olduğunu insanlara vehmettirmek için kendi sözünün başına bir "kul (de!)" emir fiilini ekleme meselesi değildir. Mesele, ayetlerde açıkça hissedilen İlâhî soluk meselesidir. Hz. Muhammed'in bu İlâhî ruh ve soluğa sahip olması mümkün mü?

Yine Hz. Muhammed'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Allah'ın elçisi olduğu ve kendisine semâdan vahiy geldiği halde Rabbinin emir ve yasaklarına karşı gelmekten ne kadar şiddetle korktuğunu, İlâhî azaptan kurtulmak için dua ettiğini gösteren âyetlerde bu heybet daha da belirgindir.

Şu âyet-i kerimeye bakalım: "İnkâr edenler: 'Kur'ân ona bir defada topluca indirilmeli değil miydi?' dediler. Biz onu senin kalbine iyice yerleştirmek için böyle yaptık (parça parça indirdik) ve onu tane tane (ayırarak) okuduk."1510

Yüce Allah'ın bu şekilde kâfirlerin itirazlarına cevaplar vermesi de gösteriyor ki, bu sözler Hz. Muhammed'e ait değildir. Çünkü yalancı sahtekârların, hasımları karşısında, gönüllerini tespit ve teselli edecek birisine ihtiyaçları olduğunu itiraf etmeleri mümkün değildir. Zira bu bir zaaftır. Her insan, özellikle de boylarını aşan işleri iddia eden sahtekâr, içindeki zaaf noktalarını gizlemeye aşırı derecede özen gösterir ve bu konuda elinden geleni yapar. Aynı şekilde eğer Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)-haşa-Kur'ân'm yazarı olup, kavmi de onu bu tür itirazlarla çürütmeye çalışsaydı, onun tepkisi büyük bir ihtimalle şu olurdu: Kendi içine çekilir, günler ve haftalarca evine kapanır, bu zaman zarfında tam bir kitap yazar, sonra da basımlarının karşısına çıkarak şöyle derdi: "İşte arzu ettiğinizi getirdim! Daha önce parça parça bana inen Kur'ân ise, yağacak olan bir sağnağm ve akacak olan sellerin ilk damlalarıydı. Haydi şimdi ne diyeceksiniz?"

Öte yandan Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) çok önceden tedbirini alıp Kur'-ân'ma (!) bir ayet yerleştirerek, her ne yaparsa yapsın Allah'ın makbulü olduğunu, çünkü Allah'ın kendisini hesapsız ve sorumsuz kıldığını, sınırsız bir hürriyet tanıdığını, dilediğini yapmada serbest bıraktığını ileri sürebilirdi. Böylece, yapacak veya terkedecek bütün davranışından dolayı her türlü itirazı baştan kesebilirdi.

Bazı müsteşrikler, Hz. Muhammed'in-haşa-Kur'ân'ı kasten parça parça getirdiğini, bununla ortaya çıkan hadise ve problemleri daha kolay cevaplandırmayı ve bunları arzu istek ve şartlarına göre yönlendirmeyi amaçladığını ileri sürüyorlar.

Biz Kur'ân'm necim necim inişinin İlâhîliğine delaletini geçen izahlarımızda çeşitli münasebetle değindik. Ayrıca, ileride bu noktayi önemine binaen yeniden ele alacağız.

Kur'ân, Hz. Muhammed'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) üzüntülerini hafifletmek ve kav-minin durumuna karşı duyduğu kederin kendisini yeyip bitirmesine izin vermemesi konusunda öğüt vermekle yetinmemiş, aynı zamanda kendisine inen vahiyden en ufak bir kuşku duymasından da sakmdırmıştır: "Hak, Rabbinden gelendir. Sakın şüphe edenlerden olma!"1511

Hz. Muhammed'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem), kendisine inen vahiyden şüphelenmekten kendi kendisini sakmdırmayı düşünmesi mümkün mü? Kuşkusuz bu, her insanm-hele hele iddiacı ve yalancıysa-gizlemeye özen gösterdiği bir zaafını açığa çıkarması anlamına gelir ki, sahtekâr bir insanın en son başvurabileceği bir itiraftır.

B. İnsanların Sevinç ve Üzüntüsünden Hiçbir İz Taşımaması

Hiç şüphesiz insanların yazdıkları onların elinden çıkmakta ve beşerî bir karakter taşımaktadır. Böylesi bir eserde, insanın sevinç ve üzüntüleri, memnuniyet ve acıları, hoşnutluk ve sıkıntıları, çaba ve bıkkınlıkları, taşkınlık, iddia ve yanlışlıkları bulunur. Acaba Kur'ân'-da bunlardan hiçbirisi bulunabiliyor mu?

Hz. Peygamber gibi, bir lider ve önder, hareketinin başında bulunduğu yaklaşık çeyrek yüzyıl çeşitli meseleler ve durumlarla karşı karşıya bulunmuştu. Bazan yıllarca kendi hemşehrileri ve kabile üyelerinin baskı, zulüm, eziyet, işkence ve alaylarına hedef oldu. Bazan onun arkadaşlarına ve ona tabi olanlara o kadar zulüm yapıldı ki, onlar yurtlarını terkedip muhacerete zorlandılar. Bazan düşmanları onu öldürmeyi planladılar. Bazan doğduğu memleketten hicret etmeye mecbur oldu. Bazan büyük yalnızlık, yoksulluk ve sefalet içinde yaşamak zorunda kaldı. Bazan üst üste savaşlara katıldı-ki bu savaşlardan bazısını kazandı ve bazısını kaybetti-Bazan düşmanlarına karşı büyük bir zafer kazandı; kendisine teslim olan düşmanları affetti ve en nihayet, öyle bir maddi ve manevi kuvvet ve iktidara erişti ki bunun başka bir örneğine rastlanmaz. Gayet tabiî ki bütün bu şartlarda ve durumlarda bir insanın duyguları aynı kalamaz ve kalamadı da. Nitekim bu lider, bu şartlarda ne zaman kişisel düşünce ve görüşlerini açıklamışsa, bu söz ve konuşmalarda bu duygular ortaya çakmıştır. Fakat ne zaman ki, kendisine Allah tarafından vahiy gelmiştir, o zaman bunlardan hiçbir eser görülmemiştir. Vahiyler her zaman, her türlü İnsanî ve şahsî hislerden arınmış olarak kalmıştır. Nitekim, bugün dahi bir kişi kalkıp Kur'ân-ı Kerimin filan filan yerinde İnsanî hislere yer verildiğini iddia edemez. Şimdi kısaca belirttiğimiz bu önemli noktayı örnekler üzerinde açıklayalım:

Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) babasını kaybetmiş bir yetim olarak doğmuştur. Arkasından daha çocukluğunun baharındayken annesini de yitirmiştir. Başkaları tarafından ne kadar şefkat ve özenle karşılanırsa karşılansın ve anne-babanın yokluğu ne kadar kapatılmaya çalışılırsa çalışılsın yetimliğin ne üzüntülü bir durum olduğunu hepimiz biliriz. İşte Kur'ân elimizde! İnişi yirmi üç sene gibi uzunca bir zamana yayılmış. Acaba onda, düşmanları tarafından bu Kur'ân'm sahibi olmakla itham edilen Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) yetimliğinden veya böyle bir musibetin, kişi ruhunda bıraktığı duygulardan onun ruhunda en ufak bir iz olsun bu-

Ilınabiliyor mu? Üstelik daha önce de kaydettiğimiz gibi, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem), annesinin kabrini ziyaret etmek için Rabbinden izin istemiş, kendisine izin verilmiş, arkasından onun için bağışlanma dileğinde bulunma müsaadesini istemiş, bu isteği ise reddedilmiştir. Bunun üzerine annesinin kabri yanından dönerken göz yaşlarını tutamayarak ağlamıştır. Bu da Kur'ânî olmayan bir vahiyle gerçekleşmiştir. Konuyla ilgili Kur'ânî vahye gelince, bazı rivayetler şu ayet-i kerimeyi bu olayla ilgili göstermektedir: "(Kafir olarak ölüp) Cehennem ehli oldukları açıkça belli olduktan sonra, akraba dahi olsalar, (Allah'a) ortak koşanlar için af dilemek ne peygambere yaraşır, ne de inananlara."1512

Bu ayetin nüzul sebebiyle ilgili başka bir rivayet daha vardır. Şöyle ki: Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) amcası ölüm döşeğinde iken kendisi için bağışlanma dileyeceğini vaadetmiş. Bir ümit, belki de Allah, Müslüman olduğu takdirde halkı tarafından ayıplanacağından korktuğu için utancından Kelime-i Şehadeti getirmeyerek ölen amcasını affeder! Her ne ise, önceki rivayette olanın aynısı gerçekleşiyor. Oysa sözkonusu olan sevgili amcasıydı. Şu dünyada onun en büyük destek ve yardımcısıydı. Uzun süre ona dayanmış ve ondan himaye ve özen görmüştü. Kendisini düşmanlarına asla teslim etmemişti. İşte böylesi bir yakını ölmüştü. Hz. Pegamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Allah'ın böyle bir insanı affedeceğine ilişkin ümitle doluydu. O amcası ki, kendisini büyütmüş, koruyup gözetmiş, ticarî seyahatlerinde yanma almıştı. Gerek kendisi, gerekse çocuklarıyla güzel hatıraları olmuştu. Acaba Kur'ân'da bununla ilgili olarak ne bulabiliyoruz? Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in böylesi bir amca için bir bağışlama olsun dilemesinden kesin olarak menedilmesinden başka hiçbir şeyi! Acaba, Hz. Pegamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Kur'ân'm sahibi olsaydı, amcası Ebu Talib'in hesapsız olarak Cennete girdiğini bildiren bir vahiy-haşa-uydurarak herkese ilan etmesinden onu ne alıkoyabilirdi? Başkalarını teşvik ve inanmasalar da Ebu Talib'in yerini almalarına özendirmek için olsun siyaset ve kurnazlık böyle bir şey yapmayı gerektiriyordu. Fakat, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) kişisel arzu ve duyguları başka, Kur'ân ise başkaydı.

Haydi, Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem)-bilemediğimiz garip bir sebepten do-layı-Kur'ân'mda (!), yitirdiği annesi ve amcasına karşı duygularından söz etmediğini farzedelim.

Haydi bu duygularını herhangi bir nedenle gizlemiş ve Kur'ân'a yansıtmamış olsun! Peki, Kur'ân'm, bütün insanlar Hz. Peygamberi inkâr ederken ona ilk iman getiren, insanlar ona bir şey vermezken ona malıyla destek olan, Allah'ın kendisi vasıtasiyle evlat nasip ettiği hayat arkadaşı ve sevgili eşi Hz. Hatice'nin (r.a) vefatından dolayı duyduğu derin üzüntüleri tasvir etmemesindeki sır nedir? Oysa Ebû Talib ve Hz. Hatice'nin dünyadan göçtüğü yıl "üzüntü yılı" diye isimlendirilmiştir. İşte Kur'ân elinizde, onu sayfa sayfa çevirin, onda bu "Üzüntü yılı"yla ilgili uzaktan veya yakından bir işaret, evet bir tek işaret bile bulumazsınız. Sanki Hz. Hatice ölmemiş ve sanki onun ölümü, küfür ve zulme karşı mukavemet surunda onarılmaz bir gedik meydana getirmemiş gibi! Oysa Hz. Pegamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem), onun vefatından sonra sürekli olarak onu hayırla anmıştır. Öyle ki, en yakın arkadaşının kızı olan eşi genç ve güzel Aişe (r.a), onun anılmasından şiddetle kıskançlık duyardı. O halde, müellifi olmakla itham edildiği Kur'ân'da bu sevginin akisleri nerede? Hz. Meryem, Kur'ân'm birçok yerinde anılıyor. Kavminden tek bir ferdin bile belki de hakkında hiçbir şey bilmediği, Firavun'un karısından söz ediliyor. Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)-haşa binler defa haşa-Kur'ân'm sahibi ise, neden Hz. Hatice hakkında birkaç ayet olsun kaleme almadı?

Yine neden Hz. Aişe, Hz. Safiye, Hz. Zeyneb veya Hz. Hafsa... hakkmda-haşa yüzbin defa haşa-birkaç ayet uydurmadı? Değil mi ki, bunlar da kadındı ve Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) düşmanları tarafmdan-haşa-şehvetine düşkün olmakla ve kadın sevgisi kendi ruh, kalb ve duygularım istila etmekle itham ediliyor? Evet, eğer-haşa-yalancı ve sahte peygamber olsaydı, neden onlara gönül alıcı gazeller dizmeye veya gururlarını okşayacı ayetler indirmeye (!) teşebbüs etmedi?

En şiddetli şekilde sevdiği annesi, amcası Ebû Talib ve eşi Hz. Hatice, onun hayatında ölen ve ölümleri, düşmanları tarafından, kendi kendine uydurup Allah'a isnat etmekle itham edildiği Kur'ân'a yansımayan tek insan da değillerdir. Amcası, süt kardeşi, Allah'ın ve Resûlullah'm ars-lanı Hz. Hamza- da trajedik bir biçimde öldürülmüştür. Bu sevgili amcanın katili Habeşli Vahşî'nin Müslüman oluşu anlatılırken belirtildiği gibi, onun hatırası Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) akıl ve kalbinde sürekli tazeliğini korumuş ve gönlünü kanatmıştır. O Uhud muharebesinde şehit düşmüştü. O Uhud ki, ilkin Müslümanların galibiyetiyle başlamış ve okçuların, Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) emrine muhalefeti olmasaydı yine Müslümanların zaferiyle sonuçlanacak olan bir savaş olmuş ve bu durum acılarını bir kat daha artırmıştır. Bütün bunlara rağmen, bu cesur ve kahraman zatın vefatını konu alan bir tek ayet olsun inmemiştir. Sadece Nahl Sûresinin sonundaki birkaç ayet inerek, Hz. Peygambere (salla’llâhü aleyhi ve sellem) sabretmek daha hayırlı olmakla beraber, ceza verecekse kendisine yapılan kötülük kadar ceza vermesini emretmiştir.

Hz. Hamza (r.a) için söylenenler, Hz. Peygamberin amcası oğlu Şehidi Tayyar Cafer bin Ebi Talib için de söylenebilir. O da, Mu'te savaşında İslâmın sancağını iki kolu da kesilinceye kadar müdafaa etmiş, buna rağmen sancağın yere düşmesine gönlü razı olmamış ve şehid edilinceye kadar düşmana karşı koymuştur.1513 Bununla birlikte, sayıları yüz on dördü bulan Kur'ân sûrelerinin hiçbirinde Hz. Cafer'in adı bile geçmemekte, Cafer'e karşı duyulan üzüntüden söz edilmemekte, geride bıraktığı yetimlerine en ufak bir ağıt yer almamaktadır. Acaba bütün bunlardan sonra hala, Kur'ân'ın, Hz. Muhammed'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) sözü olup, Allah'a isnat ettiği veya bilmeyerek böyle zannettiği söylenebilir mi?

Daha da ötesi, Hz. Peygamberin Hz. Hatice'den dünyaya gelen üç tane (diğer rivayetlere göre bir veya iki) erkek evladı ölmüş. Buna rağmen başından sonuna kadar bütün Kur'ân'da, gece şebneminde açılan ve günün ilk güneşinin vurmasıyla solan bu taze çiçeklere karşı gönül dolusu duyulması kaçınılmaz olan üzüntüden en ufak bir yankı bulunmamaktadır. Eğer, yaşayan erkek evladı bulunmadığı için kendisini soyu kesik olmakla ayıplayan kavminin beyinsizliğine cevap olarak "Asıl sonu kesik olan, sana hınç besleyendir"1514 ayeti de olmasaydı, muhtemelen bu mesele de böylece geçip gidecekti ve biz onun mübarek hayatını okurken bu mesele dikkatimizi bile çekmeyecekti. Sonra, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hicret ettiğinde, Medine'de Ümmü Külsûm ve Rukiyye adında iki kızı vefat etmiştir. Önce biri, onun vefatından sonra da diğeri Hz. Osman'ın nikahı altındayken dünyaya veda etmiştir. Hz. Osman (r.a) onlarla evlendiği için "iki nûrlu" anlamında "Zunnûreyn" lakabını almıştır. Bunların vefatı üzerine, bir tek ayet, hatta bir tek kelime bile inmemiştir.

Yine bazı torunları da vefat etmiştir. O sırada Kur'ân henüz tamamlanmamış, inmeye devam ediyordu. Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in çocuklara karşı ne kadar derin sevgi beslediğini biliyoruz. Artık, en az kızları olan anneleri kadar sevdiği öz torunlarına olan sevgi, şefkat ve muhabbetini varın siz düşünün! Sanki bu ölüm, Hz. Muhammed'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) adını bile duymadığı, aralarında aşılmaz dağlar ve sahralar bulunan yabancı bir ailede meydana gelmiş gibi bu konuda da bir tek ayetin indiğini göremiyoruz.

Hayretten donup kalınacak bir husus da, Kur'ân'ın, Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ciğerparesi Hz. İbrahim'in vefatından hiç mi hiç söz etmemesidir. Oysa Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) arkasından bir erkek evlat bırakmaktan ümidini kesmişken, peygamberliğinin ilk yıllarında kavminin kendisini "soyu kesik" olmakla ayıplamasına muhatap olmuşken ve ömrünün son günlerinde Allah kendisine bu evladı lütfetmişti. Hz. İbrahim onun için, gün boyu çölde yol alıp hararet dalgalarının yüzünü kavurduğu bir kimsenin üzerine okşayıcı serin bir meltemin esmesi gibi olmuştu. Siyer ve hadis kitapları bu ölüm hadisesinin Hz. Peygamberi (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ne derece etkilediğini bize nakletmektedir. Vargücüyle metanetini muhafaza etmeye çalıştığı halde musibetin ağırlığından yürümekten bile kesilmiş, iki sahabisi koltukları altına girerek yürümesine yardımcı olma gereğini duymuşlardır. Mübarek gözlerinden boşalan göz yaşları yanakları üzerine süzülüyordu...1515 Fakat, Kur'ân-ı Kerime bakın, bağrı yanık bir babanın içini dökebileceği bir tek kelime olsun, konuya dair birşey göremezsiniz. Demek ki Kur'ân, gerçekten Allah'ın kelamıdır. Yoksa-haşa-bir liderin hüzünlerinin sicili ve ailesinin musibetlerinin kayıt defteri değil!

Bu işin bir cephesi ve üzüntülerle ilgili yönüydü. Hiç şüphesiz Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hayatı kişisel planda, sevinç ve neşeden de bütünüyle uzak değildir. İşte Kur'ân elinizde! Onu ayet ayet okuyun! Onun bu sevinçlerinin hiçbirinin izine rastlayamazsınız. Mesela, bir tek ayetle olsun onun hanımlarıyla olan evliliklerinden; özellikle en yakın iki arkadaşının kızları olan Hz. Aişe ve Hz. Hafsa'dan, babalarının İslama olan büyük hizmetlerine karşı bir mücamele amacıyla veya getirdiği dine olan desteklerini bundan sonra da sürdürmelerini sağlama arzusuyla olsun söz edilmez.

Ümmet planında da durum aynıdır. Nitekim, Müslümanlar birçok savaşta galip gelmişler, Uhud'da yenilmişler. Bedir, Uhud, Ahzab (Hendek), Tebûk...vb. savaşlara Kur'ân-ı Kerimde yer verilmiştir. Fakat, onda ne zafer karşısında beşeri coşkudan, ne de yenilgi karşısında İnsanî üzüntüden asla eser göremezsiniz. Aksine, sürekli olarak ve yalnızca duyulan İlâhî şadadır ki, yönlendirir, yanlışlıklara dikkat çeker, sabır tavsiye eder, Müslümanların bu gibi zafer ve hezimetlerden çıkarması gereken ders ve ibretlere işarette bulunur... Mesela, Bedir savaşıyla ilgili olarak inen, Al-i İmran Sûresi, 123-127. âyetlerini okuyunuz. Acaba burada zafer sevincinden hiçbir şey görebiliyor muzunuz? Bu ayetlerde, Allah'ın Müslümanlara olan nimetini ve onlar güçsüzken yardım ettiğini hatırlatmaktan başka bir şey yoktur.

Yine konuyla ilgili olan Enfâl sûresinin 7-19. âyetlerini de dikkatle inceleyin. Bu ayetlerde göze çarpan tek şey, zaferin Müslümanları baştan çıkarıp gurura sevketmemesi için İlâhî yönlendirmede bulunmadır: "(Savaşta) onları siz öldürmediniz, fakat Allah öldürdü onları; attığın zaman da sen atmadın, fakat Allah attı (onu)." Kâfirlere gelince, onlarla ilgili bir tek ayet vardır ki, onları son derece sakin bir üslupla uyarmakta, boşa giden komplolarına, tuzaklarına ve mallarına dikkatlerini çekmekte, İslam dinine girip düşmanlıktan vazgeçmenin kendileri için daha hayırlı olacağını hatırlatmaktadır. Acaba bütün bu gerçeklerden sonra hala Kur'ân'm, Hz. Muhammed'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) icadı olduğu ileri sürülebilir mi?

Bu ayetler, Müslümanların kazandığı ilk ve en büyük zaferle ilgiliydi. Şimdi de, uğradıkları en ağır bozgunla, Uhud yenilgisiyle ilgili Al-i İmran Sûresi 139-160. âyetlerini okuyun. Acaba bu ayetlerde de, kadınların çığlıklarını, çocuk ağlamalarını, yaralı iniltilerini duyabiliyor musunuz? Yine, bozgunun sorumluluğundan sıyrılmak için herhangi bir tartışma ve çekişme görebiliyor musunuz? Hayır bunların hiçbirini göremiyorsunuz. Görülüp duyulan tek şey, o mübarek İlâhî şadadır ki, mü'minleri teselli ediyor, acılarını dindiriyor, sükûnet ve güven içinde onlara serzenişte bulunuyor. Evet bu, Allah'ın sesidir. Sondan bir önceki ayeti bir kez daha okuyun. Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Müslümanların Medine'de bekleyerek, kafirler şehre hücum ettiğinde orada onlara karşı koyma görüşünü belirtmiş, çoğunluk ise ille de şehirden dışarı çıkmakta diretmişken; yine Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) okçulara netice ne olursa olsun yerlerinden ayrılmamaları emrini verdiği halde onlar bu emri dinlemeyip yerlerini terketmişken ve bütün bunların sonucunda da o acı bozgun meydana gelmişken, evet, bütün bunlardan sonra Kur'ân Hz. Peygambere (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle sesleniyor: "Şu halde onları affet; bağışlanmaları için dua et; iş hakkında onlara danış." Eğer bu Kur'ân Hz. Muhammed'den (salla’llâhü aleyhi ve sellem) olsaydı, bu durumu fırsat bilir, muhaliflerine çok acımasız bir biçimde yüklenir ve meşveretçiliği istibdada dönüştürürdü. Fakat Kur'ân Alemlerin Rabbinden geldiği için, ona daha fazla meşveretçiliği emrediyor.

C. Gaybtan Haber Veren Ayetler İhtiva Etmesi

Kur'ân-ı Kerimin Allah kelâmı oluşunun delillerinden birisi de, onun ihtiva ettiği gaybe ait haberlerdir1516.

Kur'ân, pek çok gayb haberini içine almaktadır ki, Hz. Peygamberin bunlara vâkıf olabilecek bir bilgisi olmadığı gibi, bu gayb haberlerini öğrenmeye onu götürecek açık bir delil ve yol da yoktu1517. Bu tür haberlerin, ne Hz. Peygamber'den, ne de bir başkasından sâdır olması düşünülemez. Olsa olsa bunlar, gaybı tam olarak bilen, kendi kendine yeten, alemlerin idareci ve müdebbiri olan Allah'ın kelâmı olabilir. Çünkü gaybm anahtarları Onun (Allah'ın) katindadır, onları Ondan başkası bilmez. O, denizdeki ve karadaki şeyleri bilir...1518

Kur'ân'daki geçmişe ait gayb haberlerinden bir kısmı, mazinin derin sessizlikleri ve karanlıkları arkasında kalan meçhulleri aydınlatmaktadır. Hale ait olanlar, Resûlullah'ın haberdâr olması şöyle dursun, görmesi ve bilmesi kabil olmayan konulardır. Geleceğe ve istikbale ait olanlar ise, her türlü imkânın kesildiği, akıl, feraset, deha ve zekânın idrakten aciz kaldığı gayb heberleridir.

Kur'ân'm geçmişten haber verdiği şeylerin doğruluğunu tarih tespit etmiş; haldeki gayb haberlerini, bir kısmını müteakip günler, diğerlerini ise daha önceki peygamberlerin getirdiği kitaplar tasdik-lemiş; geleceğe ait olanları ise her geçen gün teyit edilegelmiş ve gelmektedir.

Şimdi Kur'ân'daki geçmiş (maziy)e, hale ve istikbale ait gaby haberlerinden örnekler sunuyoruz:

·        1. Geçmişle İlgili Gaybî Haberler

Kur'ân'da geçmişe dâir, Resûlullah'ın bilmesine imkân olmayan birçok kıssa, parlak bir şekilde anlatılmıştır:

Meselâ, Nûh Peygambere ait haberde şöyle duyurulmuştur: "İşte bunlar, sana vahiy ile bildirdiğimiz gayba ait haberlerdir. Daha önce ne sen bunu biliyordun ne de kavmin."1519

Mûsa Peygambere dair de şöyle duyurulmuştur: "(Ey Muhammed) Biz, Mûsa'ya emri vahyedip yerine getirdiğimizde sen (Mukaddes Vadinin) batı tarafında dağildin, (o hadiseyi) görenlerden de değildin. Fakat Biz (Mûsa'dan sonra) birçok nesiller yarattık da onların üzerinden uzun zamanlar geçti. Ve sen onlara (Mekkelilere) ayetlerimizi okurken Medyen halkı arasında da oturmuş değildin; ama (bu kıssaları anlatman için sana bilgileri) gönderen elbette Biziz. Ve Biz, (Mûsa'ya) seslendiğimiz vakit sen Tûr'un yanında da bulunmuyordun. Senden önce kendilerine bir uyarıcı gelmeden bir milleti uyarman için Rabbinden bir rahmet olarak gönderildin. Ola ki düşünüp öğüt alırlar."1520

Hz. Meryem kıssası hakkında da şöyle buyurulur: "(Ey Habîbim!) Bunlar sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Meryem'e hangisi kefil olacak diye kalemlerini atarlarken sen onların yanında değildin; çekiştikleri zaman da sen onların yanında değildin."1521

Hz. Peygamber, bilhassa Medine'ye hicretinden sonra ehl-i kitap olan Yahudi ve Hıristiyanlarla karşı karşıya geldi. Onlar ellerinde bulunan Tevrat, İncil, Zebûr, İbrâhim ve Mûsa sahifelerine göre Resûlullaha, Peygamberlerin kıssaları, yaradılışın başlangıcı (Bed'ü'l-halk)... gibi konularda sorular sordular. Aldıkları cevaplar karşısında iz'an ve insaf sahibi olan bazıları İslâm dairesine girdi ve Peygamberimizin sıdkmı, doğruluğunu tasdik ederek söylediklerini kabul etti. Yalnız Necrân Ahalisi ve Suriyelilerle diğer bazı Araplar, inat ve hasetleri sebebiyle, hakikatleri görmelerine rağmen, küfürde direndiler. Şu kadar var ki, Suyûtî'nin de dediği gibi, ne Yahudilerden, ne de Hıristiyanlardan, olanca düşmanlık va davetlerine, Resûlullah'ı tekzib etmedeki olanca hırslarına, ardı arası kesilmeyen suallerine rağmen, Allah'ın vah-yettiği Kur'ân'ı tekzib ettikleri bir husus rivayet edilmemiştir.1522

Onların sordukları sorulardan birkaç örnek istenirse şunları sayabiliriz: Peygamberlerinden, kitaplarının muhtevasından, onların ilimlerinin sırlarından, resûllerin hayatlarından, dinlerinin gizli yönlerinden, rûh, Zü'l-Karneyn, Ashab-ı Kehf, özellikle Hz. İsa, recmin hükmü, Benî İsrail'in kendilerine helal kıldığı halde nefislerine haram kıldıkları hayvanlar...

Kur'ân-ı Kerim, bunlara gereken cevabı vermiş ve Resûl-i Ekrem de, kendine vahyolunduğu şekliyle bunları tarif etmiştir.

Hatta bazılarının, Kur'ân'dan gelen bu cevapları kendi kitaplarına uymadığını söyleyerek onu yalanlamaya kalkışmaları karşısında Kur'-ân, onları delil ve hüccet getirmek suretiyle davalarını ispata çağırmıştır. "Eğer doğru söylüyorsanız, Tevrat'ı getirip okuyun"1523 1524 ayeti bunun açık delilidir.1523

Kur'ân-ı Kerim ümmî bir peygambere indirilmekle beraber, onun lisanından tâ Hz. Adem'den, Asr-ı Saadete kadar gelmiş geçmiş birçok peygamberin ve çeşitli kavimlerin durumlarını ve onların önemli olaylarını, Tevrat ve İncil gibi tarihe mal olmuş kitapların da tasdiki altında, kuvvet ve ciddiyetle haber vermiştir. Adı geçen mukaddes kitapların ittifak ettikleri noktalarda onları tasdik, ihtilaf ettikleri bahislerde de tashih etmiş ve gerçeği ortaya çıkarmıştır. Böylece Kur'ân, aynı zamanda, mukaddes kitaplarda zikredilen birtakım meselelerde hakemlik görevini de üstlenmiştir.

Konuyu derinliğine ele aldığımız zaman görürüz ki, Kur'ân'm çok eski milletlerin kıssalarına (kısasu'l-evvelîn) ait verdiği maziye dair haberler aklî bir iş de değildir ki, bunları Resûlullah aklı ile istidlâl ederek haber vermiş olsun. Bunlar, semaa, (duymaya) dayanan nakillerdir. Tam ve ağırlıklı nakil ise, okumuş ve yazmış kimselere mahsustur. Bilindiği üzere bunlar, dost ve düşmanın ittifaklarıyla okuma, yazma bilmeyen, emîn ve ümmî olduğu kabul edilen bir zata inmiştir1525. Hem de Kur'ân, geçmişe ait bu haberleri görürcesine, canlı bir şekilde tasvir eder, çok uzun bir hadisenin yalnız can alıcı noktasını ve ruhunu yakalar, maksat ve gayesine mukaddime yapar. Böylece Kur'ân'ı inceleyen insan, onda zikredilen bu vukuatın, bir beşerin ilmine, fennine ve kudretine sığmayan beşerüstü (fevka'l-beşer) bir varlık tarafından haber verildiğini anlayıverir. Demek Kur'ân'daki bu fezlekeler gösteriyor ki, o hadiseyi böylesine özetleyen, bütün maziyi bütün taraflarıyla görüyor. Zira bir zatın, herhangi bir sahada mütehassıs olduğunu, özetleyici bazı hüküm ve değerlendirmeleriyle anlaşılır.

Gayr-ı müslimlerin, İncillerin, özellikle Tevrat'ın zaman bakımından önce olmaları sebebiyle, bu bilgilerin onlardan alındığı iddialarının tutar tarafı yoktur. Zira birçok durumda, Kur'ân'm anlatışı, mevcut fakat tahrife maruz kalmış Tevrat'ın anlatışından, bazan az, bazan çok farklılık göstermektedir. Ve farklı hususlarda tarih, Kur'ân'daki bilgilerin doğruluğuna şahitlik etmektedir. Meselâ Dr. Maurice Bucaille Ki-tab-ı Mukaddes, Kur'ân ve Bilim adı ile dilimize tercüme edilmiş olan kitabının 315-354. sayfaları arasında bu meseleyi misallerle inceleyip göstermiştir. Kâinatın yaratılışı, Nûh Tûfanı, Hz. Mûsa'nın Israiloğul-larıyla beraber Mısır'dan çıkışı, Mısır Firavun'unun akibeti konularında teferruatlı bir incilemeden sonra, o, mezkûr iddianın tutunacak tarafı bulunmadığını gözler önüne sermiştir. Zira müteaddit bilgiler, Tevrat veya İncillerde yer aldığı halde Kur'ân'da bulunmamaktadır. Aksine onlarda bulunmayan bazı bilgiler, Kur'ân'da bildirilmektedir. Kıssaların o kitaplardaki anlatımına ciddî itirazlar yöneltildiği halde, Kur'ândaki naklini reddedecek hiçbir itiraz vaki olamamaktadır. Bu da onun, Allah tarafından vahyedildiğini ortaya koymaktadır.1526

·        2. Hal İle İlgili Gaybî Haberler

Hale dair gayb haberlerinden maksadımız, Allah Tealâ, melekler, cinler, Cennet, Cehennem... ve benzeri hususlarla ilgili haberlerdir. Takdir edilmelidir ki, Resûlullah'm bunları görmesine imkân bulunmadığı gibi, kendi başına bilmesi de kabil değildi. Böyle olmakla beraber kendisinden önce geçmiş olan peygamberlerin ve onlara ait kitapların da tasdik ettiği bu hususlarda Kur'ân-ı Kerim insanları yeterince aydınlatmış bulunmaktadır. Bu ayetler sayesindedir ki, Cenâb-ı Hakk'm zatı, sıfatları ve ef'ali; meleklerin, cinlerin, Cennet ve Cehennemin halleri... hakkında bilgi sahibi oluyoruz. Normal bilgi edinme vasıtaları aracılığıyla öğrenemediğimiz bu konularda, ancak vahiy sayesinde aydınlanabiliyoruz.

Bu çeşit gayb haberlerinin Kur'ân'da pek çok misalleri vardır. Şimdi biz bunlardan yalnız münafıkların hallerini ortaya çıkaran birkaç ayeti örnek vermekle yetineceğiz:

Birinci örnekte sunacağımız ayetler Bakara sûresinin 204-205. ayetleridir. Mealleri şöyledir:

"İnsanlardan öylesi vardır ki, (onun) dünya hayatına dair olan sözü senin hoşuna gider. (O) kalbinde olana (samimiyetine) Allah'ı şahit tutar. Oysa o, hasımlarm en yamanıdır. Dönüp gitti mi (veya bir iş başına geçti mi) yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya, ekini ve nesli yok etmeye çalışır. Allah bozgunculuğu hiç sevmez."

Bu âyetler, Müslüman geçinen, gerçekte ise münafık olan Ahnes b. Şerîk'in durumunu anlatmaktadır. Çünkü o, Bedir savaşında Müslüman ordusuna hem kendi katılmamış, hem de adamlarının katılmasına mani olmuştur. Ve fakat yaptığı bu işte kendisini mazur göstermek için, sözde, samimiyetine Allah'ı şahit göstermiş ve hayli de sözler söylemişti. Allah Tealâ ise bu ayetlerinde, münafıkların bu tür davranışlarına dikkati çekmiş, söz değil, kalbe ve fiile değer vermenin gereğine işaret buyurmuştur.

ikinci âyet, münafıkların kurduğu "Mescid-i Dırar" ile ilgilidir. Söz-konusu mescidle ilgili olarak daha önce -Fâsık Ebû Amir hakkında bilgi verirken açıklamalarda bulunmuştuk.

Peygamber Efendimiz Tebuk seferine hareket ederken (9/630) münafıklar, bu mescide gelip namaz kılması için davette bulundularsa da, melek Cebrail gelip Resûhıllah'a bu mescidin yapılış gayesini haber vermiştir.1527

·        3. Gelecekle İlgili Gaybî Haberler

Kur'ân'm indiği zamana göre müstakbelde (gelecekte) gerçekleşecek gaybî haberlerden, herkes tarafından anlaşılabilecek olanları bile büyük bir yekûn tutar. Haber verilen durumların aynen gerçekleşmesi Kur'ân'm, alemi idare eden Zâtın buyruğu olduğunu gösterir. Çünkü beşerin nazarı istikbale nüfuz edemez. Pek şiddetli muhalefet ve itirazlara hedef bulunan, en küçük bir hatası sebebiyle davasını kaybedecek olan Hz. Peygamberin lisanından, en ufak bir tereddüt duyulmaksızm tam bir güvenle, birtakım hadiselerin olacağının bildirilmesi, onun Allah'tan öğrenip tebliğ ettiğini ispat eder.1528

Meselâ Kur'ân-ı Kerim, düşmanlarının kendisine karşı takınacağı üç farklı tavrı (önce muhalefet, sonra uzlaşıcı ve nihayet düşmanca) ve bu tavırlarına uygun olarak sırayla başlarına gelecek akibetleri (açlık, bolluk, mağlubiyet) önceden bildirmiştir.1529 Müşriklerin hicretin ikinci yılında uğrayacakları mağlubiyetle; Iranlıların Bizans karşısında maruz kalacakları yenilginin aynı zamana rastlayacağını Kur'ân-ı Kerim hicretten yıllarca önce haber vermiştir1530. Vukubulacağı Islâmiyetin ilk yıllarında bildirilen bu savaşın çok ilginç bir yönü de, Velid b. Muğîre'nin, hemşehrilerinin alaylarına hedef olacak şekilde burnundan bir kılıç darbesiyle yaralanmasıdır.1531 Kur'ân-ı Kerim, sadece yakın bir gelecekte muzaffer olup davasını devam ettireceğini değil1532, aynı zamanda yeni İslâmî düşüncenin dünyaya hakim olmakta gecikmeyeceğini1533 ve yeryüzünde hiçbir kuvvetin onu ortadan kaldıramayacağını1534 ne kadar elverişsiz şartlarda ilân ettiğini söylemeye hacet yoktur. Ayrıca o, kendinden önceki iki dinî cemaatten herbirinin geleceğinden ve bunların istikbalde birbirleriyle olacak olan münasebetlerinden bahsetmeyi de ihmal etmemiştir: Hıristiyanlar kıyamete kadar dâima bölünmüş olarak kalacak1535; Yahudiler ise yeryüzünde daima dağılmış bir şekilde bulunacak, Kıyamete kadar orada burada zulümlere maruz kalacak ve sürekli olarak bir müttefike ihtiyaç duyacaklardır1536; fakat her halükârda Hıristiyanlar dünyanın sonuna kadar Yahu-dilerden üstün olacaklardır.1537

Yine, Ebu Leheb hakkında müstakil bir sûre inip, şiddetli bir üslupla hem kendisinin hem de karısının Cehennemlik olacağını bildirerek bunların imansız (veya en azından günahkâr) olarak gideceklerini haber vermiş1538 aynen haber verdiği gibi çıkmıştır.

Mekke döneminin başında ve normal şartlar altında hiçbir galibiyet ümidi yokken, "O topluluk yakında bozulacak ve onlar arkalarını dönüp kaçacaklardır"1539 buyurarak, kureyş'in mağlup olacağına işaret etmiştir.1540

Allah peygamberini insanlardan koruyacağını bildirmiş1541, o İlâhî va'd aynen gerçekleşmiş ve en büyük tehlikeler içinde geçen hayatına en ufak bir zarar dokundurulamamıştır.1542

Kur'ân, metninin eksiksiz muhafaza ve intikal edeceğini haber vermiştir1543. Ummî bir kavimde 600 sahifelik bu uzun metinde 1400 küsur yıl önce, bir kelimesi bile eksilmeksizin ve bir tek kelime eklenmek-sizin, halk içinde hakkın hücceti olarak kalmıştır. Halbuki üç yüz sene önceki metinlere bile nice şüpheler girebilmektedir.

Müslümanlar arasında tefrika ve ve savaş olacağını bildirmiş1544 ve bu, sahabe zamanında bile, maalesef gerçekleşmiştir.

Hz. Mûsa'yı takip ederken boğulan Firavun'un cesedinin muhafaza edileceğini bildirmiş Tevrat'ta bulunmayıp Kur'ân'a mahsus olan bu haber, Kur'ân'm inişinden ondört asır sonra gerçekleşmiştir.1545

Böylece, geçmişte, halihazırda ve gelecekteki her olay, fikirler dünyasına adapte olmakta ve Kur'ân-ı Kerimi tasdik etmeye katkıda bulunmaktadır. Bütün bunlardan nasıl bir netice çıkarmamız gerekir? Şu iki neticeden birini: Ya Hz. Peygamberle Allah arasında bir anlaşmanın mevcut olduğunu ve bu anlaşma gereğince de Allah'ın Peygamberine, indirmiş olduğu kitabı her türlü hatadan korumuş bulunduğunu veya sahtekârlığını ortaya çıkarmamız hususunda bize gerekli ipuçları vermeden, yalancı birine, doğruluğunu ispatlayacak her türlü mucizesini bahşetmek suretiyle Allah'ın bizi aldattığını kabul etmemiz gerekecektir.1546

Eğer Kur'ân vahyi, zamanı ve mekanı bütün boyutlarıyla ihata eden yüce Allah'dan değil de, bir beşerin coşkun hayal gücünün mahsulü olsaydı, en azından o ayetlerle gerçek arasında bir uyumsuzluğun tezahür ettiğine dair bir örnek olsun bulunması gerekirdi.

Burada denebilir ki: "Kur'ân'daki gaybî haberler, onun Allah kelamı olduğunu göstermez. Bunları Hz. Muhammed, Şam ve benzeri yerlerdeki Ehbi Kitaptan da öğrenmiş olabilir. Ya da bu sözleri rastgele söylemiş daha sonra bunlar tesadüfen tutmuştur. Veya bunları kendi ileri görüşlülüğü sayesinde ve özel bir çaba sarfederek anladıktan sonra Allah'a isnad etmiştir."

Böyle bir şüphenin birkaç açıdan çürütülmesi mümkündür:

Her şeyden önce, Kur'ân'da indirilen pek çok gaybî haberden o dönemdeki Ehl-i Kitabın hiçbir bilgisi yoktu. Öte yandan bu haberlerin bir kısmıyla ilgili olarak Hz. Peygamber, onların yanlışlarını düzeltmiştir. Yanlışlarını düzelttiği insanlardan bunları öğrenmesi makul değildir. Yine, o zamanki Ehl-i Kitap, elleri altındaki dinî bilgileri canları gibi korur ve o konuda son derece cimri davranıyorlardı. Eğer, Hz. Peygamberin kendilerinden böyle bir şey öğrenmesi sözkonusu olsaydı, gerek onlar ve gerekse müşrikler bunu tesbit eder etmez sevinçten adeta uçacak ve Hz. Muhammed'in davasını çürütmek için bulunmaz bir fırsat bileceklerdi. Halbuki böyle bir şey olmamış, aksine ehl-i kitabtan pek çok alim Müslüman olmuş, müşrikler de çok geçmeden Islâma canla başla teslim olmuşlardır. Yine, bu şüpheyi ortaya atanlar tarafından bile Hz. Muhammed  (salla’llâhü aleyhi ve sellem) büyük bir adam olarak kabul ediliyor. Böylesi bir İnsanî yüceliğe sahip bir zatın, böyle gelişigüzel ve "ya tutarsa" kabilinden söz söylemesi mümkün müdür? Hele hele son derece şiddetli düşmanlar karşısında ve bütün gözler üzerinde bulunup en ufak bir yanlışını bulmak için fırsat kullanılırken... Böyle bir zatın, gelecek günlerin ne getireceğini hesaba katmadan karanlığa taş atması, kendisi ve davasıyla adeta kumar oynaması mümkün müdür?

Onun, karanlığa taş attığı ve delilsiz olarak rastgele söz söylediği farzedildiği takdirde, söylediği bunca gaybî haberlerin tamamının tutması adeten mümkün olmayacaktı. Herhalde, geçmiş, hal ve gelecekle ilgi söylediği o kadar gaybî haberlerde bir defacık olsun yanlış yapması ve söylediğinin tutmaması gerekirdi. Oysa bakıyoruz ki, bu kadar çok ve çeşitli konuların hiçbirinde yanılmamıştır.

Bu gaybî haberlerin, büyük çoğunluğu özel bir gayretle fikir yürütme, ictihad ve istinbatta bulunma alanına girmiyor. Girenler de, ilk bakışta rey ve içtihadın gerektirdiğinin tersine ihbarda bulunulduğunu görüyoruz. Meselâ, Müslümanların Mekke'de iken müşriklere galip gelecekleri, İslâm dininin diğer bütün dinlere galebe çalacağı bildirilmiş; Sasaniler karşısında yıllar yılı belini doğrultamayacak kadar büyük bir bozguna uğramış bir Bizans'ın birkaç sene içinde yeniden zafer kazanacağı haber verilmiş ve haber verildiği şekliyle aynen çıkmıştır.1547

·        D. İlimlere Dair Hakikatlerle Dolu Olması

Kur'ân-ı Kerim, ilim ve hikmetlerin pek feyizli bir kaynağıdır. Her bir ayeti düşünen insanları başka bir yükseklik ilham eder. Herkes kendi kabiliyeti ölçüsünde ondan yararlanır. İnsan onun mübarek ayetlerini okudukça, ilimlerin, tenlerin temel esasları olan prensip ve ölçülere muttali olur. Bu özelliği sayesindedir ki, İslâm alimleri pek çok ilimlerin esaslarını ondan istinbat etmişlerdir.

·        1. İslâmî İlimler

Kur'ân, İslâmiyet ağacının suyu, güneşi mesabesindedir. O, İslâmiyet binasının temeli ve hendesesidir. Bütün İslâmî ilimlerin birinci kaynağı Kur'ân-ı Kerîmdir. Tefsîr, Hadîs, Fıkıh, Kelâm, Tasavvuf, Hitâbet ve İrşâd, Siyer ve İslâm Tarihi... gibi pekçok İslâmî ilimler için vazgeçilmez bir kaynaktır. Meselâ o, tefsir ilminin kaynağıdır. Bazı ayetleri izah ve tefsir eder. Onun için, Kur'ân-ı Kerimin tefsirini yapmak isteyen, evvelâ Kur'ân'a müracaat etmelidir. Çünkü, Kur'ân'm bir yerinde icmal ve ihtisar edilen bir şey, diğer bir yerinde bast ve tefsîr edilmiştir. Bunun, erbabınca malum o kadar çok örnekleri var ki, bunlardan nümuneler zikretmeye bile gerek görmüyoruz.

Hz. Peygamberin hadislerinin kaynağı da Kur'ân-ı Kerim ayetleridir. O, Kur'ân'dan ilham alır, sözlerini, işlerini tamamıyla Kur'ân'm beyanlarına uygun bulundururdu. Bizzat Hz. Peygamber, sözlerinin Allah'ın kitabına vurulmasını, uygunsa kendisine ait olduğunu, değilse böyle bir sözü söylemediğini belirtmiştir.1548

Zâten, mübarek hadisler ile amelin gereğini emreden de yine Kur'ân-ı Kerimdir.1549 Yine, gelen bir haberin gerçekliğini araştırma emri bizzat, Kur'ân-ı Kerim tarafından verilmekte, bu da özellikle Hz. Peygamberin hadislerinin kaynaklarını ve sıhhat derecesini araştırmada çok önemli bir direktif oluşturmaktadır. Bu iki nokta bile, Kur'ân'm hadis ilmi için ne kadar önemli olduğunu ortaya koymaktadır.

Islamda itikadla ilgili meselelerin birinci kaynağı da Kur'ân-ı Kerimdir. Uluhiyyete, meleklere, nübüvvete, semâvî kitaplara, kaza ve kadere, ahiret gününe... kısaca bütün iman esaslarıyla ilgili konuları Kur'ân-ı Mübîn, pek açık, ikna edici bir biçimde ihtiva etmektedir. Gerçekten de Kur'ân-ı Kerim, itikadla ilgili herhangi bir meseleyi beyan ve ispat hususunda fevkalade bir orijinallik gösterir. Değişik kabiliyette bulunan insanlardan herbirini ikna ve irşad edecek tarzda deliller getirir, meselenin esaslarını anlatıp ispat eder. Akaid ve Kelâm ilminin temel konu ve malzemeleri de bunlardan başkası değildir.

İbadetlere, hukuka, ceza işlerine, İslâm siyasetine ait meselelerin, düsturların en birinci kaynağı Kur'ân-ı Mübîndir.1550 Bu alanda bütün müctehidlerin feyiz aldıkları en büyük hikmet mecellesi, adalet mecmuası Kur'ân-ı Kerimdir. Allah Tealâ'ya yapacağımız kudsî ibadetleri tayin eden, insanların karşılıklı vazifelerini, haklarını her selim akıllı kimsenin takdir ve tebcil edeceği bir tarzda bildiren Kur'ân-ı Azimdir. Sosyal hayatın fevkalade bir intizam dairesinde devam edebilmesi için uygulanması gereken ceza esaslarını, derin hikmetleri ihtiva eder bir tarzda beyan eden Kur'ân-ı Mübîndir.1551

Mükellef olduğumuz herhangi dinî bir vazifemizi incelersek, bunların hiçbirini boş, gayesiz göremeyiz. Aksine herbirinin dünyevî, uhrevî birçok faydaları, maslahatları bulunmaktadır. İşte bu fayda ve maslahatlar, o vazifelerin teşri' duyurulmasındaki yüksek hikmetler cümlesin-dendir. Kur'ân-ı Mübîn, bu hikmetlerin bir kısmını açıkça bildiriyor, bir kısmına da delâleten işaret buyuruyor.1552 Kur'ân-ı Kerimin bu husustaki kudsî beyanlarından ilham alan bir kısım İslâm alimleri ise "Hikmetü't-Teşri" adıyla bir ilim tedvîn etmişlerdir. Dolayısıyla bu ilmin de birinci kaynağı yine Kur'ân-ı Azîmdir.1553

Şüphe yok ki hitabet de, mevizeler de bir kısım usul, kaide ve esaslara dayanır. Bunlar başlıbaşma bir ilim konusunu teşkil etmektedir. İşte bu ilmin de en feyizli dayanağı Kur'ân-ı Mübîndir. Herhangi beliğ bir hitabe, tesirli bir vaaz arasında bir münasebetle irad edilen Kur'ân-ı Kerim ayetleri, altın levhaları bezeyen pırlanta elmaslar gibi, veya gök kubbesini aydınlatan mehtaplar gibi derhal kendisini gösterir, çevresinde bulunanlara başka bir letafet, başka bir parlaklık vererek kendi lahutî üstünlüğünü gösterir durur.1554

Kur'ân-ı Kerimin bir kısım ayetleri, hitabelerin en yüksek nümunele-rini teşkil eder. Bir kısım hitabeleri, o kadar latîf, ruh okşayıcı ve coşkuludur ki, bunların güzellikleri yanında en nuranî sabahların letafeti, en rengîn şafakların gözalıcı manzaraları, en sevimli çiçeklerin cazip taravetleri pek sönük, pek renksiz, pek solgun bir halde kalır.

Yine onun bir nice hitabeleri, o kadar heybetli, o kadar dehşetli, o kadar korkunçtur ki, bunların azametleri yanında denizlerin müthiş dalgaları, kasırgaların garip gürültüleri, toprağın şiddetli tarrakaları pek sessiz, tesirsiz ve ehemmiyetsiz bir halde bulunur.1555

Kur'ân ahlak ilminin de birinci temeli ve dayanağıdır. Nitekim birçok ayetleri ahlakî esasların, düsturların en mükemmelini ihtiva ■ etmektedir.1556 insanlara vazifelerinin kudsiyetini, hakkın korunması lüzumunu, hayatın gayesini, en yüce hayrın neden ibaret olduğunu en güzel biçimde gösteren Kur'ân-ı Kerîmdir. Bu kudsî Kitabın gösterdiği ahlak yollarından daha mükemmel hiçbir ahlakî meslek ve müessese bulunamaz.1557 Bu gerçeğin en güzel örneği Bizzat Hz. Peygamberin ahlak ve yaşayışıdır. Onun ahlakını tarafsız bir biçimde konu alan bir eseri okuyan bir kimsenin onun bu yönüne hayranlık duymaması mümkün değildir.1558

İnsanların asıl saadetleri nefislerini tezkiye ile manevî kurbiyete na-iliyetten ibarettir. İslamiyetin birinci gayesi de beşeriyyet için bu saadeti temin etmektir. Bu husus ile uğraşan ilim ise tasavvuftur. İhlas, riya, havf, reca, fena, beka, takva, muhabbet, istikamet ve sadakat, sabır... gibi Tasavvuf ilmi ıstılahlarını teşkil eden kelimeleri, tabirleri, Kur'ân-ı Mübînin pek kudsî bir surette ihtiva ettiği görülmektedir. Bu cihetle Kur'ân-ı Azîm, tasavvuf ilminin de en birinci kaynağıdır.

Kur'ân-ı Kerim, daha bunlar gibi birçok faydalı ilimlerin kaynağı, dayanağı ve teşvikçisidir. Bu saydıklarımız sadece örnek kabilindendir.

Bu özelliğiyle Kur'ân, bir tek kitap olduğu halde, bütün faydalı ilimlerin ana umdelerini, bütün hak meslek, meşreb ve mezheplerin temel esaslarını ihtiva eden kitapçıklarla dolu mukaddes bir kütüphane hükmündedir.1559 Kur'ân'm bu İlmî câmiiyeti bile onun beşer kaynaklı olamayacağını, bir insanın şahsî bilgisinin bütün bu engin ilimlerin menbamı oluşturan Kur'ân gibi bir şaheseri ortaya koymaya yetmeyeceğini açıkça göstermektedir.

·        2. Kevnî (Tabiî) İlimler

Kur'ân'da oldukça yaygın olarak bulunan gaybî haberlere yakın başka bir husus daha vardır. Bunların ancak bir kısmına işaret edeceğiz. Bunlar, bilimsel gerçeklerle ilgili ayetlerdir. Bu gerçekler, tarih, coğrafya, biyoloji, tıb, fizyoloji, kimya, fizik, astronomi... ile ilgilidir ki, İlahî vahiy ile desteklenmiş peygamber olmasaydı Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) tarafından bilinmesi mümkün değildi. Evet onun asrında, o uzun yüzyıllar sonra dünyanın doğusunda veya batısında, kuzeyinde veya güneyinde yaşayan bir kimsenin bu gerçekleri bilmesi şöyle dursun onları hayal bile etmesine imkân yoktur. Bu noktayla ilgili Fransız Müslüman Doktor Maurice Bucaille'in "La Bible, le Coran et la Science" isimli kitabında tespit ettiği gerçekleri bile örnek vermek yeterli olacaktır. Üç semavî kitabı inceleyen ve muhtevalarını modern ilmin verileriyle karşılaştıran Maurice Bucaille kitabında şunları söylemektedir: "Kur'ân metninin çağdaş bilimin verileriyle uygunluk derecesini araştırırken, hiçbir peşin hükme sahip olmaksızın tam bir tarafsızlıkla, önce Kur'ân vahyinin üzerine eğildim. Bazı tercümeleri sayesinde Kur'ân'm, tabii olaylardan çokça bahsettiğini biliyordum. Fakat Kur'ân'm bu yönü hakkında bildiklerim, son derece yetersiz ve az idi. Ancak Kur'ân'm Arapça metnini çok dikkatli bir biçimde incelemek suretiyledir ki, bu konuların dökümünü çıkarabildim. Bunun sonucu olarak Kur'ân'm modern dönemde İlmî bakımdan tenkid edilebilecek bir taraf ihtiva etmediğini kesin olarak kabule mecbur kaldım."1560

Kur'ân'm kevnî ayetlerini açıklamayı konu alan müstakil tefsirler bulunduğu gibi, bu ayetlerin bir kısmını veya birkaç tanesini konu alan eserler ve makaleler de bulunmaktadır. Kur'ân'm ana amacı, Allah'ın varlığını ve birliğini ispat edip zihinlere yerleştirmek, genel olarak peygamberlik müessesesini, özel olarak da Hz. Muhammed'in peygamberliğini kanıtlamak, ahiret inancını en doğru ve zihinlere en yakın biçimde sunmak ve bu dünyada insanların kendi aralarında ve diğer varlıklarla olan münasebetlerini adil bir biçimde düzenlemektir. Kur'ân'm bütün ayetleri ya doğrudan doğruya veya dolaylı olarak bu dört amaca parmak basar. Başka konulara temas etmesi, özellikle kevnî birtakım varlıklara değinmesi bu ana konulara delil getirmek ve destek sunmak içindir. Hal böyle olunca, Kur'ân'da bu türden pekçok ayetin bulunacağı tabiidir. Kur'ân bu konularda öyle bir üslup kullanır ki, esas maksatlarına delalet ve insanı hidayet etme yönünden açık olduğu halde, o şeyin gerçek mahiyeti bakımından mücmel ve müteşabih bakılmakta, gerçek mahiyetini bildirmek teferruat kabilinden sayıldığından, insanların kendi bulundukları seviyelere göre anlamalarına imkân verilmektedir.1561 Kur'ân'm bu ayetlerine örnekler verirken, Kur'ân'ı, tabiat ilimlerinin hakemliği önüne çıkarmamaya, kesinleşmemiş nazariyeleri ölçü alarak tutarsız duruma düşmemeye, Müslümanları, Kur'ân'm değişmez gerçekler ihtiva ettiği inancında şüpheye düşürmemeye ve lügavî delaletlerin sınırında kalıp soğuk tekellüflere, zorlamalara düşmemeye dikkat etmek durumundayız.1562

Şimdi bu ölçüler ışığında-Kur'ân-ı Kerime baktığımızda onun kevnî ilimlere dair birçok gerçekleri ihtiva ettiğini görüyoruz. Meselâ, varlığımızın cinsî unsurunun fışkırdığı en gizli kaynağı1563 ve yaratılış esnasında insanın ana rahminde geçirdiği muhtelif safhaları1564; bu yaratılışın içinde gerçekleştiği karanlık boşlukların adedini1565; bütün canlı varlıkların menşeinin su olduğunu1566 yağmurun teşekkülünü1567; yeryüzünün küre şeklinde olup döndüğünü1568 ve göğün de küre şeklinde bulunduğunu1569; güneşin sabit bir noktaya doğru seyrettiğini1569 1570; güneşin ışığının kendinden olmasına karşılık ayın ışığının başka kaynaktan geldiğini1571; hayvan topluluklarının da tıpkı insan cemaatleri gibi birbirine bağlı bir şekilde yaşadıklarını1572; özellikle arıların yaşadıkları hayatın tasvirini1573; sütün1574 ve balın1575 nasıl oluştuğunu; bitkilerde ve Kur'ân-ı Kerimin nâzil olduğu sırada tanınmayan diğer yaratıklarda iki cinsin mevcut bulunduğunu1576; döllenmenin rüzgârlarla gerçekleştiğini1577; yer küresinin diğer gök cisimleriyle bitişik iken onlardan koparıldığını1578; göklerin önceden duman gibi bir gaz bulutu halinde bulunduğunu1579; atmosferde yukarı doğru çıkıldıkça (oksijen miktarının azalması nedeniyle) nefes darlığının meydana geldiğini1580; dağları kazıklara benzeterek yere çakılı bulunduklarını ifade edip büyük bir kısmının yerin altına doğru da uzandığını1581 ayrıca dağların uzay denizinde yüzen yerküresinin dengesini sağlamada rol oynadığını1582; her insanın bütün hususiyetlerinin bir cüz'ünde (gen) saklı bulunduğunu1583 insanların parmak uçlarının, kendisini tanıtıp belirlemede özel bir öneminin bulunduğunu1584; içki1585 fuhuş1586 kumar1587 pis yiyecekleri (leş, kan, domuz eti)1588 yasaklayarak1589 ve her konuda, özellikle yeme içmede1590 aşırılığı menedip orta yolu tavsiye ederek1591, temizliği emrederek...1592 koruyucu hekimliğin en önemli esaslarını ortaya koyduğunu açıkça görmekteyiz.

Bütün bu gerçekleri, Hz. Muhammed  (salla’llâhü aleyhi ve sellem) gibi ümmî bir zatın, hatta asrındaki en bilgili ve aydın bir insanın, hatta hatta bütün insanlığın bilmesine imkân yoktur. Nitekim, bu kevnî gerçeklerin bir kısmı Kur'-ân'm nüzulünden asırlar sonra keşfedilebilmiş, o zamana kadar sözko-nusu ayetlerin bazılarını yorumlamada ilmen çok çok ileride olan bazı müfessirler bile hataya düşmüşlerdir. Acaba bu nokta bile tek başına Kur'ân'ın gerçek kaynağına açıkça işaret etmez, hatta bunu gün gibi ortaya çıkarmaz mı?

Kur'ân'ın ihtiva ettiği dinî ve kevnî gerçekler bunlardan da ibaret değildir. Onun İlmî camiiyeti, ezelden ebede kadar bütün varlıkları, dünya ve ahireti, mülk ve melekûtü... kapsamaktadır. İslâm bilginlerinin açıklamalarına göre Kur'ân'ın muhtevası özetle şöyle belirtilebilir:

Kur'ân-ı Kerim, kâinatın hakikati, doğuşu, sonu ve kaide, kanun ve nizamından bahseder. Bu kitap, kâinatın Yaratıcısı ve yöneticisinin kim olduğunu, hangi sıfatları ve selahiyetleri olduğunu, bu dünyayı ve kâinatı ne için yarattığını, bu kâinatta insanın durumunun ve yerinin ne olduğunu anlatır. İnsanın nasıl bir yaratık olduğunu, nelere gücü yettiğini, nelere yetmediğini, meziyetlerinin ve zaaflarının ne olduğunu ve nasıl bir hayat sürmesi gerektiğini bildirir. İnsanlar için doğru yolun ne olduğunu, yanlış yoldan neden kaçınmaları gerektiğini ifade eder.

Kur'ân-ı Kerim bu hususta yer ve gökteki sayısız işaret ve yaratıkları insanlara birer delil olarak gösterir; insanlık tarihinden ibret verici dersler sunar; yanlış yola düşenlerin ne gibi felaketlere sürüklendiğini anlatır; doğru yolun her zaman aynı olduğunu, gelecekte de aynı olacağını ve hiç değişmeyeceğini kaydeder.

Kur'ân-ı Kerim, insanlara sadece doğru yolu göstermekle yetinmez, ayrıca bu hususta çeşitli kaide, kural ve yöntemler de öğretir. Kısaca, akaid, ahlak nefsin tezkiyesi, ibadet, cemiyet, medeniyet, kültür, ekonomi, siyaset, hukuk, adalet vs. gibi insan hayatını ilgilendiren hemen hemen bütün bir nizamı önümüze serer. Kur'ân-ı Kerim bizi, yanlış yolda bulunmanın cezasının öbür dünyada çok ağır olacağı konusunda da uyarır. Bu İlâhî kitap, dünyamızın birgün yok olacağı, yeni bir dünyanın kurulacağı konusunda bize ayrıntılı bilgiler verir. Bu dünya ve öbür dünya arasındaki farkı dile getirir ve bu dünyadan öbür dünyaya geçişin bütün ayrıntılarını anlatır. Ayrıca öbür dünyayı canlı olarak gözümüzün önüne getirir. Öbür dünyada insanın nasıl diriltileceğim, dünyadaki amellerinin nasıl Allah'ın terazisinde tartılacağını, insanların hangi konuda Allah'a hesap vereceklerini, onların hangi konuda özellikle sorguya çekileceklerini, İlâhî mahkemede nasıl karar verileceğini, kimlerin ceza göreceklerini kimlerin ödül alacaklarını uzun uzun ifade eder. Bu kitabın sahibinin, herhangi bir şeyi tahmin ve kıyasla değil, herşeyden emin ve her konuda bilgili olarak sözler söylediği açıkça ortaya çıkıyor. Kur'ân-ı Kerimde şüphe, şaibe ve kıyasa yer yoktur. Her şey olduğu gibi ve gerçekler bütün çıplaklıklarıyla dile getirilmiştir.

Kur'ân-ı Kerimi okuyan, onun sahibinin nazarının ezelden ebede kadar uzanmış olduğunu görür. Herşeyi doğrudan bildiğini anlar. Kâinatın tümünün onun için bir kitap gibi açık olduğunu fark eder. İnsan soyunun başlamasından bugüne kadar olup biten herşeyi gördüğünü ve bildiğini anlar. Ayrıca bu kitap sahibinin bütün bu konularda yaptığı açıklama ve verdiği bilgiler öylesine birbirine bağlantılı ve dengelidir ki, bunlar üzerinde hayat nizamı ve insan medeniyetinin koskoca binaları inşa edilebilir. Dünyada bunca özellikleri ve öğretileri olan böylesine çok yönlü başka bir eser var mıdır?1593

·        E. Kur'ân-ı Kerimin Te'siri

Dünyada insan soyunun fikir, ideoloji, ahlak, medeniyet, kültür ve hayat tarzını Kur'ân-ı Kerim kadar derin ve müessir bir biçimde etkileyen başka bir eser yoktur. Kur'ân-ı Kerîmin tesiriyle, ilk önce bir milletin görüşü ve hayatı değişti, daha sonra, bu millet dünyanın tarihini, medeniyetini ve hatta seyrini değiştiriverdi. Dünyada böylesine inkılapçı, böylesine ıslahatçı başka bir kitap var mıdır? Bu kitap sadece kâğıt üzerinde yazılan kitaplardan değildir. Aksine, bu kitabın her kelimesi düşünce ve görüşün teşekkülünde ve daimî bir medeniyetin meydana gelmesinde kullanılmış ve tatbik edilmiştir. Bu kitap geçen 1400 küsur yıldan beri şu veya bu şekilde tatbik edilmektedir ve gün geçtikçe bunun etkinliği ve etki alanı genişlemektedir.1594

Kur'ân'm sahip olduğu harikulade tesiri ve başdöndürücü başarısını, onu düşünerek, derinliğine anlayarak ve insaf ederek okuyan, Arapça üsluplarında hazık olan, mahiyetini ve nüzul bebeplerini bilen herkes açıkça idrak eder. Fakat Arap dilinde mahir olmayan, bu hususları ve ona ait özellikleri kavrayamayan kimseye gelince, onu, bu kitabın âlemin gidişatını değiştiren, daha ilk bakışta muhatabın kalbini fethederek ve onu teshîr eyleyerek üstün gelme yollarıyla memleketlerin hudutlarını değiştiren inkılapçı kuvvetini tarihe sorması yeterli olacaktır. Bu konuda onun dostları ile düşmanları, muhalifleri ile mutabıkları aynı çizgidedir. Onlar, Arap fıtratları ile onun belagatını muhakkak tadar; sağlam duygularıyla onun erişilmezliğine vakıf olur; nefislerinde onun nurunun kıvılcımlarını tutuşturan elektrik akımını veya bereketli yağmurunun tanelerini ve nurlarının aydınlığını bulurlar.1595

İşin hayret verici tarafı şu ki, Kur'ân'ı getiren zat, ne devlet ve saltanatı, ne hükümet ve askeri, ne de zorbalığı ve icbarı bulunan; fakat buna karşılık kanaati, sadakati, ehliyeti, katıksız ihlası, samimiyet ve iz'-anı olan ümmî bir zat-ı muhteremdi.

Kur'ân, kendisindeki bu özelliğe, yine kendisinin i'caz vecihlerinden birisi olarak işaret etmiştir. Allah, kitabına, "Kendi emrinden bir rûh"1596 ve "nûr"1597 isimlerini vermiştir. Diğer taraftan da, kendine iman edenlere, hayatı, nûr olarak tavsif etmiştir.1598

Kur'ân'm bu tesiri hem dostlarında, hem de düşmanlarında görülmektedir. Şöyleki:

1. Düşmanlarına Tesiri

Kur'ân, düşmanlarını kuvvetli bir şekilde kendisine cezbetmiştir. Şimdi bunlardan bazılarını, örnek kabilinden belirtelim:

·        a. Kur'ân'm ilk düşmanı Mekke müşrikleri idi. Kur'ân ile -adeta-harp halinde oldukları ve muhtevasından da nefret ettikleri halde, gecenin karanlığında sokağa çıkar, evlerinde Kur'ân tilavet eden Müslümanları dinlerlerdi. Bu olay Kur'ân'm, onların şuurlarını tatmin ettiğini ve onlara galip geldiğini, fakat inatları, kibirleri ve doğruya inanmada isteksizlikleri sebebiyle ondan yüz çevirdiklerini ortaya koymaktadır. "Hayır, o (Peygamber) hakkı getirdi, fakat onların çoğu haktan hoşlanmaz"1599 âyeti onların tutumlarını açık bir şekilde göstermektedir.

·        b. Müşriklerin ileri gelenleri, Mescid-i Haram'da ve Arapların toplu bulundukları yerlerde Kur'ân okumasını yasaklamaya çalışırlar; böylece Müslümanların onu açıkça tilavet etmesini önlemiş olurlardı. Hatta, zaman zaman Hz. Ebu Bekir evinin avlusunda cehren Kur'ân okuyarak namaz kılıyor, çoluk çocuk da onu büyük bir zevkle dinliyor ve bundan hissedar oluyorlardı. Fakat öbür tarafta bu manzarayı seyreden müşrikler korkuya ve telaşa kapılıyorlardı.1600

·        c. Yine müşrikler, Kur'ân'm bu müthiş kuvvetinden ve insanlara nüfuz edici tesirinden dehşetli şekilde korktukları gibi, onu dinlememeyi tavsiye ediyorlar ve duydukları zaman da gürültü edilmesini istiyorlardı.1601

·        d. Zaman zaman bazı azılı müşrikler, Kur'ân'ı susturmak ve nurunu söndürmek için kılıçları çekip sokağa fırlamış, Kur'ân sesinin duyulduğu yere doğru yönelmiş, fakat sonuç hiç de niyet ettikleri şekilde olmamıştır. Çünkü, Allah'ın hidayeti yetişmiş, bir sûre veya birkaç ayet duyar duymaz iman edip itaatkâr birer insan olmuşlardır. Hz. Ömer'in, Sa'd b. Muaz'm ve Useyd b. Hudayr'm Müslüman oluşları bunun tipik örnekleridir.1602

2} Kur'ân'm Dostlarına Tesiri

Tarih şu gerçeği tespit etmiştir: Kur'ân'a yaklaşan, ona inanan ve ih-lasla ona gönül veren herkes, bir daha ona dostluktan ve ona uymaktan hiçbir zaman ayrılmamıştır. Tarih boyunca nice zatlar, bütün ömürlerini İslâma ve Kur'ân'a hizmete vakfetmişlerdir.

Şimdi Kur'ân'm dostlarına olan tesirini de örneklerle gösterelim:

·        a. Resulullahm ashabı, Kur'ân'ı ezberlemede, onu devamlı surette okumada-adeta-yarış eder durumda idiler. Onlar, tatlı uykularını ter-keder, teheccüd namazı kılmak ve Allah'a niyazda bulunmak suretiyle o kıymetli vakitlerini değerlendirirlerdi. Geceleyin ashabın evlerinin önünden geçenler, onların evlerinden devamlı bir şekilde Kur'ân okuduğunu duyardı. Onların aralarındaki birbirlerine üstünlük ve faziletleri, Kur'ân'dan hıfzettikleri ve belledikleri miktar ile ölçülürdü.

·        b. Onlar, bütün himmet ve gayretlerini, Kur'ân'ı öğrenmeye, öğretmeye ve onun inceliklerine nüfuz etmeye sarfederler; her hallerini ona uydurur ve ona muhalif olan şeylerden de uzak kalmaya çalışırlardı. Ruhlarını onunla güzelleştirir, bedenlerini ona itaate alıştırır; güç ve kuvvetlerini ona tahsis ederlerdi. Hatta denilebilir ki, Kur'ân onları potasında eritmiş, onları aleme akidesi doğru, ibadeti tam, adeti temiz, ahlakı güzel, şeref ve haysiyeti yüksek birer insan tipi olarak çıkarmıştır.

·        c. Yine onlar, Kur'ân'm neşri, müdafaası ve hidayeti hususunda ölümü hiçe sayan bir fedakarlık ve şecaat örneği vermişlerdir. İhlas ile ona sarılmışlar, onunla ilgili Allah'a verdikleri sözde durmuşlar ve ahde vefanın timsali olmuşlardır. Bir kısmı Kur'ân'm neşri ve müdafaası yolunda kendisini ölümün kucağında bulmuştur. Hatta, ömrünün ilk baharındaki birçok genç, Kur'ân yolunda mücahede etmek için ortaya atılmış, özürlü olanlara veya savaşa gidecek maddî imkânı bulunmayanlara bile savaştan geri kalmak en büyük azap olmuş, hatta Hz. Peygamberin, onların hatırlarını yerine getirmek için harbe gitmekten vazgeçtiği, onlarla beraber kaldığı ve bütün ihtiyaçlarını temin ettikten sonra orduyu savaşa göndermek zorunda kaldığı olmuştur.1603

·        d. Âlemin hidayeti hususunda Kur'ân'm ihraz ettiği bu şaşırtıcı başarı, eşi ve benzeri bulunmayan bir seviyededir. Hz. Peygamberden önce pek çok peygamber, ıslahatçı, âlim, hukukçu, felsefeci, ahlakçı, hukemâ ve hatta zorba gelip geçmişse de, bunların hiçbirisi, beşer ufkunda Hz. Muhammed'in itikad ve ahlakta, ibadet ve muamelatta, siyaset ve idarede, kısaca insanlığın ıslahını hedef alan her hususta elde ettiği bu göz kamaştırıcı başarı kadar parlayamamıştır. Yirmi sene gibi kısa bir zaman içerisinde, Resûlullah'tan başka hiç kimse ölmüş Arap toplumuna hayat veren böyle sağlam düsturların benzerini getirmiş değildir. Resûlullah, onlara ruhundan öyle bir üflemiştir ki, onun vefatından sonra onlar, alemi, küfür ve şirkin zulmünden kurtarmış; Kisra ve Kayserlerin mülklerini fethetmiş, şarkta ve garpta birer ordu kurmuş, yarım asırdan kısa bir zaman içerisinde bayraklarını tam bir adalet üzere dalgalandırmışlardır.

Bu bir sihir midir? Yoka insaf sahibi müelliflerin kaydettiği ve.bu parlak başarıyı Hz. Muhammed'in hak peygamber oluşunun bir delili saymakla iktifa ettikleri aklî bir bürhan mıdır?

Bir Fransız Filozofu Kur'ân'm bu tesirini şöyle dile getirmiştir: "Muhakkak ki Muhammed, Kur'ân'ı öyle içten, huşu ve hudu içerisinde okurdu ki, onları imana cezbetmede onun kıraatinin icra ettiğini, önce geçen peygamberlerin bütün mu'cizeleri yapamamıştır."1604

Acaba dostu, düşmanı, zengini, fakiri, âlimi, cahili, Peygamber'i ve ona tabi olanları tesiri altına alan bu kuvvet bir mucize değil midir? Hakîmler, filozoflar, edipler, lisancılar, müfessirler, muhaddisler, fıkıhçılar, mutasavvıflar, şairler, kelâmcılar, hasılı her mesleğe mensup çeşitli gruptan insanlar, Hz. Peygamber tarafından teblîğ olunan bu kitap için hayatlarını vakfetmemişler midir? Evet bütün bu insanlar, en büyük zevk ve muhabbeti, en kıymetli hayat sermayesini bu İlâhî kelimeleri teşrih ve tafsil yahut tefsir ve vuzuha kavuşturmada bulmamış mıdır? Ve bunu yapmakta dünyada en büyük nimete, en büyük saadete erdiklerine kani olmamış mıdır? Bu da hadd-i zatında, Kur'ân için ayrıca bir mucize değil midir?

Birazcık düşünelim, ümmîLer içinde, kapkaranlık bir çevrede büyüyen bir insanı gözümüzün önüne getirelim. Bu insan ilim ve fenden, kültür ve medeniyetten tamamıyla mahrum bir memleket ve şehirde büyümüştü. Ahalinin hepsi basit ve alelade insanlardı. Bu insan, eski İlâhî kitaplardan herhangi birini okumamış, alimlerle düşüp kalkmamış, hukuktan, ahlak düsturlarından, bilimin ve amelin güzelliklerinden, hasılı ilim ve irfanın hiçbir şubesinde bilgi sahibi olmamıştır. İşte bu insan, bu karanlık şartlar altında kırk yaşma varıyor, birden bire Hira mağarasında kendisine bir nur parlıyor. Bu nurun aydınlatmasıyla o insanın içinde, ilim, medeniyet ve ahlak menbaları çağlamaya başlıyor. Bu insan, eski mukaddes kitapların hiçbirinde görülmeyen teşri'î usuller, ahlakî prensipler, ilim ve amel güzellikleri, her tarafa feyiz veren, her köşeye aydınlık saçan bir meş'ale gönderiyor. Onun okuduğu kelâm, Rabbani ilim ve hikmetin örtülü olan sırlarını açıklıyor. Onun irşad ettiği milletler, her vadide beşerin rehberi oluyor, bütün insanlığı irfanın her sahasında sevk ve idare ediyor. Acaba Kur'ân'm mucize olduğunu ispat için bundan başka bir delile ihtiyaç var mıdır?1605

·        F. Kur'ân'm Bir Lisan Harikası Oluşu

1. Kur'ân-ı Kerimin yalnız belagatini nazar-ı itibare alırsak, daha ilk nüzulü sırasında kuvvetli hatipleri, en beliğ şairleri sükûta mecbur ettiğini görürüz. Müşrikler bütün kuvvetleriyle, silahlarıyla, askerleriyle, şairleriyle, hatipleriyle onun sesini boğmak istemişler, fakat hepsi bu tutumlarından çok geçmeden mahcup olmuşlar, onun ebedî sesi herkese ve her şeye rağmen yükselmiştir.

O zaman Araplar arasında Hassan b. Sâbit, Amir b. Akva', Tufeyl b. Amr, Esved b. Serî, Ka'b b. Züheyr, Abdullah b. Ravaha... gibi birçok şair ve hatip vardı. Bunların hepsi de Kur'ân'm yüksek huzurunda boyun eğmişlerdir. Arapların en meşhur şairlerinden Lebîd, aynı zamanda Muallakat'tan birinin de sahibidir. Bir gün Hz. Ömer ona bir şiir inşad etmesini söylemiş, Lebîd ise şu cevabı vermiştir: "Cenâb-ı Hakkın Bakara ve Al-i İmran sûrelerini göndermesinden sonra bana şiir yazmak düşmez."1606

Gıfar kabilesinin şairi Üneys, Resûl-i Ekrem'in risaletinden haberdâr olarak Mekke'ye gelmiş, Peygamberimizi dinlemiş, sonra yurduna dönmüştü. Döndükten sonra ona ne gördüğü sorulmuş, o da şu cevabı vermişti: "Bu adam bir şair veya bir sihirbaz mı? Şimdiye kadar birçok kâhin dinledim. Fakat Muhammed'in lisânı, bunların lisanı gibi değil. Biz şiirin her veznini biliriz. Fakat o, bu vezinlerin hiçbirisini de kullanmıyor. Bana kalırsa Muhammed hak yol üzeredir, Kureyş ise batıl yoldadır" demişti.1607

Ashabdan Hz. Cafer, Meryem sûresini Necâşî'nin huzurunda okuduğu zaman, Necâşî'nin gözlerinden yaşlar gelmiş ve: "Yemin ederim ki, bu söz, İncil ile aynı meş'alenin ışığıdır" demişti.1608

Bedir harbinden sonra Kureyş'li esirleri kurtarmaya gelen Cübeyr b. Mut'im, Resûlullahı Tûr Sûresini okurken dinlemiş ve kalbi titremişti.1609

Osman b. Maz'ûn, Kur'ân-ı Kerimin birkaç ayetini dinledikten sonra Müslümanlığı kabul etmişti. Halid el-Advanî de, Peygamberimizin Tâ-if'i ziyareti esnasında Târik Sûresini okurken dinlemiş, hemen İslâm'a girmekle kalmamış, aynı zamanda bu sûrenin tesiri altında kalarak onu ezberlemişti.1610

Hz. Ömer, cemaate sabah namazını kıldırıyordu. Yûsuf Sûresini okurken gözyaşları köprücük kemiklerini ıslatıncaya kadar ağlamıştı.1611

Resûl-i Ekrem (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bizzat Kur'ân-ı Kerimin tebliğcisi olduğu halde, Kur'ân okundukça, ağladığını daha önce gördük.1612

·        2. En kuvvetli edipler, şairler, maksatlarını tasvir hususunda muhtelif beyan üsluplarının nihayet bir ikisinde muvaffakiyet gösterebilir. Her üslupta aynı kudreti gösteremezler; kendi yazıları buna şahittir. Hele İlmî, ahlakî, hukukî, tekvini mevzularda aynı fesahat ve bela-gati göstermek her kalem sahibine nasip olacak şey değildir. Kur'ân-ı Kerim ise, ihtiva ettiği bütün beyan üsluplarında, telkin buyurduğu bütün mevzularda aynı kudreti, aynı fesahati ve belağati muhafaza etmiş, harikulada bir mükemmeliyet göstermiştir. İşte bu bakımdan da Kur'ân pek parlak bir mucizedir.

·        3. En câzip mevzulara dâir en güzel bir tarzda yazılmış eserler, birkaç kere okundukça halavetini, ruh üzerindeki tesirini kaybeder. Kur'ân-ı Kerim ise böyle değildir. İnsan çok kere bir ayet-i celileyi yüzlerce defa okumuş, dinlemiş olduğu halde yeniden okuyunca, ilk defa olarak okuyormuş, dinliyormuş gibi ulvî bir heyecana kapılır, yeni yeni halavetler duyar, evvelce düşünememiş, anlayamamış olduğu nice mazmunlara, işaretlere muttali' olur. Bu semâvî hitabelerin pek latîf tesirlerini derin bir hayretle hisseder durur. İşte Kur'ân-ı Kerîm, bu mazhariyeti itibariyle de manevî bir mu'cizedir.

·        4. Kur'ân-ı Kerimin nüzulü zamanında Arabistan ahalisi, Arap lisanının bütün inceliklerine vakıf, kendilerine has, fıtrî bir meziyet olmak üzere pek fasîh ve belîğ bir halde bulunuyorlardı. Söyledikleri nutuklar, manzumeler lisan bakımından pek parlak şeylerdi. Bunlar birtakım edebî bedialar vücuda getiriyor, bu bedialar birer fesahat ve belagat abidesi sayılıyordu.

İşte Kur'ân-ı Kerim böyle bir cemiyette nüzule başladı. Bütün fasihlere ve beliğlere meydan okudu: "Eğer Kur'ân'm İlâhî bir kitap olduğunda şüphe ediyor iseniz onun bir mislini siz de getiriniz! Hayır... Onun tamamına değil on suresine olsun bir nazîre yazınız! Onun mevzuundaki hakikatten, ulviyetten kat'-ı nazar, yalnız üslubundaki mükemmeliyeti, nazmındaki fesahat ve belağati, asılsız sözler ile olsun taklide çalışınız. Hadi on sûre de dursun, yalnız bir sûresinin mislini meydana getiriniz! Bakınız muvaffak olabilecek misiniz? Ne gezer, siz buna ebediyen muvaffak olamayacaksınız" mealinde hitap etti.

Gerçekten de hiçbirisi buna muvaffak olamadı. Kılıçlarıyla çarpışmayı göze aldılar da, kalemleriyle Kur'ân'm en kısa bir sûresine olsun nazîre yazmak sûretiyle mücadeleyi göze alamadılar. Çünkü bu husustaki aczlerini pek güzel anlamış bulunuyorlardı. Aradan ondört küsur asır geçmiş olduğu halde hiçbir kimse tarafından böyle bir nazire vücuda getirilememiştir. İşte bu bakımdan da Kur'ân-ı Kerim pek muazzam bir kelâm mucizesidir.

•5. Bu kitabın tümü aynı zamanda yazılıp dünyaya sunulmamıştır. Aksine parça parça ve yıllarca devam eden bir işlemin sonucudur. Evvela birtakım emir ve direktifler verildi ve bunlarla beraber bir ıslah içinde, hareketin her safhasında ve karşılaşılan her güçlük ve engellerde günün şartlarına göre Kur'ân-ı Kerimin çeşitli cüzleri, bu hareketin liderinin ağzıyla, bazan birkaç söz, bazan da uzun hutbe ve konuşmalar şeklinde çıktı. Daha sonra bu hareketin tamamlanması ve Hz. Muhammed'in peygamberlik vazifesinin sona ermesinden sonra bu cüzler bir araya getirilip "Kur'ân" ismiyle dünyaya sunuldu. Hareketin liderinin ifadesine göre, Kur'ân-ı Kerimde yer alan kelime, cümle, emir, talimat, vaaz ve konuşmalar kendisine ait olmayıp Alemlerin Rabbinden kendisine indirilen kelamdır. Eğer bir kişi, bu kelamın Allah'a değil, hareketin liderine ait olduğunu iddia ediyorsa o zaman bunun için inandırıcı deliller de sunmalıdır. Bu kişi görüşünü savunurken, dünyada bir hareket liderinin yıllarca bir hareketi yürüttüğünü, bunu muazzam bir devlet ve toplum düzenine dönüştürdüğünü, bazan bir vaiz ve ahlak hocası, bazan mazlum bir cemaatin lideri, bazan bir devletin başı, bazan savaş meydanında bir ordunun kumandanı, bazan bir fatih, bazan bir avukat, hakim, hukukçu, bazan idareci ve iktisatçı olarak kısacası, çeşitli mevkilerde ve şartlarda söylediği her söz, verdiği her emir ve yaptığı her konuşmanın birleşerek bir kitap haline geldiğini ve bunun bir nizamın temelini oluşturduğunu ispatlamak zorundadır. Bu kişi bütün bu söz ve konuşmalar arasında herhangi bir tezat veya tenakuz bulunmadığını, her yerde merkezî fikri muhafaza ettiğini, hepsinde bir bağlantı, ifade, üslup birliği bulunduğunu da ispatlamalıdır. Bu kişi, bu kitabın bir insan akimın ürünü olduğunu düşünüyorsa, o insanın hareketinin başlangıcında savunduğu fikir ve inançları, hayatının sonuna kadar sürdürdüğünü, hareketin başlangıcında bunun hangi safhalardan geçeceğini ve bu safhalarda ne gibi tavırlar alınacağım sezecek kadar basiretli olduğunu ortaya koymak zorundadır. Eğer böyle bir kişinin, böyle bir eser meydana getirmesine imkân varsa, o kişiye ve onun eserine işaret edilmelidir. Bunun başka bir eşi olduğu ispatlanmahdır.1613

6. Bugün aradan 1400 küsur yıl geçmiş olmasına rağmen Kur'ân-ı Kerim, Arap edebiyatının bir şaheseri ve emsaline hiç rastlanmayan bir eseridir. Arapçada Kur'ân-ı Kerimin seviyesine yükselmek şöyle dursun, yanma yaklaşabilen bir eser bile yoktur. Sadece bu değil, Kur'ân-ı Kerim, Arapçada öyle bir standart meydana getirmiştir ki, on dört asır geçmesine rağmen dilbilimi, gramer, kompozisyon ve fesahati ile belagat için getirdiği kurallar ve boyutlar bugün de aynen muhafaza ediliyor. Halbuki dünyanın hiçbir yerinde hiçbir dil, bu kadar uzun süre böylesine sıkı kurallar içinde ve aynı şekilde muhafaza edilmemiştir. Aradan geçen yüzyıllarda hemen hemen diğer bütün dillerde imlâ, yazı, deyim, gramer, kompozisyon değişiklikleri meydana gelmiş ve bazı diller tanınmaz hale gelmişlerdir. Fakat Kur'ân-ı Kerimin mucizevî tesirine bakın ki, aynı süre içinde Arapça'da gözle görülür herhangi bir değişiklik olmamıştır. Kur'ân-ı Kerimin bir tek kelimesi bile terk edilmemiş ve günlük konuşmalardan kalkmamıştır. Kur'ân'm her deyimi ve her darb-ı meseli bugün de geçerlidir. Kur'ân-ı Kerimin kendisi Arap edebiyatının erişilmez bir örneğidir. Dünyada insanın yazdığı veya ortaya koyduğu herhangi bir eser ve kitap bu özelliklere sahip sayılabilir mi?1614

SONUÇ

Sosyal ilimler, pozitif ilimler gibi kesin, objektif ve somut sonuçlar ortaya koymaya elverişli değildir. Bu ilim dallarında araştırma yapanlar, birtakım ferdî ve sosyal etkiler altında kalmaktan çoğu kez kendilerini kurtaramazlar. Özellikle din ve inanç faktörü işin içine girdiğinde bu objektiflik daha da güçleşmekte ve araştırmacı, elinde olmayarak zaman zaman sübjektif ve yanlı değerlendirmelere sapabil-mektedir. Kısaca ilmi ideolojiden kesin olarak uzak tutmak bugüne kadar mümkün olmadığı gibi bundan sonra da mümkün görünmemektedir.

Bir araştırmacı olarak biz de bu genel hükmün dışında kalamayız. Ancak bu çalışmamızı mümkün olduğunca objektif ve konuya ilişkin olarak dile getirilen en ufak bir detay ve ihtimali gözönünde bulundurarak sürdürmeye çaba gösterdik. Genellikle konuya ilişkin iddialara, sahiplerine nisbet ederek ve toplu halde işaret etmekle birlikte zaman zaman amaçlarının tam olarak anlaşılması ve sözleri üzerinde objektifliğe en yakın bir değerlendirmenin yapılması için müsteşriklerin görüşlerini uzunca iktibasta bulunduktan sonra değerlendirmeye tabi tuttuk.

Araştırmamız sonucunda vardığımız sonuçları anahatlarıyla ve birer paragrafla şu şekilde özetleyebiliriz:

Oryantalizmin anavatanı olan Batı dünyasının İslama olan ilgisi, bu dinin ortaya çıktığı ilk yıllardan itibaren başlamıştır. Daha sonraki yıl ve asırlarda bu temasın sıcak mücadeleye dönüşmesiyle bu konudaki eser ve İlmî çalışmalar da hasmâne bir atmosfer içinde kaleme alınmış ve gerçekçilikten alabildiğine uzak bir özellik arzetmiştir. Bu hasmâne

tavır ve çoğu zaman iftiraya kadar varan iddialar, günümüze kadar da büyük çapta sürüp gelmiştir. Bunun yamsıra oryantalistler tarafından çok faydalı İlmî çalışmalar da ortaya konulmuştur.

Azımsanmayacak sayıdaki müsteşrik Hz. Muhammed'in hayatı boyunca samimi ve vahiy diye algıladığı Kur'ân'daki bilgilere inanan bir kimse olduğunu kabul etmektedir. Bu samimiyeti gerçek bir peygamber oluşuna bağlayanlar—ister Müslüman olsun isterse Basetti Sani gibi kendi dininde kalmaya ve konuyu başka şekilde değerlendirmeye devam etsin- konumuzun dışında kalmaktadır. Bu samimiyeti gerçek bir peygamber oluşuna değil de değişik faktörlere bağlayanların iddialarını çalışmamızın ilgili bölümlerinde ele alarak tutarlılık derecesini ortaya koymaya çalıştık. Araştırmamız sonucu vardığımız kanaat ise, bu samimiyet itirafları gerçeğin ifadesi, bunu izah için ileri sürülen iddialar ise birtakım dinî, siyasî, ideolojik ve sosyal kaygıların ürünüdür.

Hz. Muhammed'in baştan beri artniyetli, sahtekâr ve aldatıcı olduğunu söyleyenlerin iddiaları ise az önce işaret ettiğimiz görüş tarafından büyük ölçüde hükümden düşmekle beraber Hz. Muhammed'in, halkı arasında doğruluk ve güvenilirlikle ün salması, tekellüf ve sun'-iliğe tamamen zıt olan engin tevazu' ve fıtrîliği, başta hanımları, hizmetçileri, yakın akrabaları, sahabileri ve kendisini tanıyan hemen herkesin büyük bir içtenlikle kendisine olan bağlılıkları, onun getirdiği din uğrunda varlarını yoklarını feda etmekten çekinmemeleri, bu durumun gerek zayıfken gerek güçlü, gerek hayatında gerekse vefatından sonra hiç değişmemesi; basit günlük meselelerde bile bilmediği konularda konuşmayarak son derece ihtiyatlı olmasına karşılık Allah'tan emir aldığını anlar anlamaz her türlü tehlikeyi, hatta ölümü göze alarak ne pahasına olursa olsun hak bildiğini haykırması; tabiî fakat asîl, sade fakat lahûtî, fıtrî fakat yüce alemlerle bağlantılı olduğu ilk bakışta farkedilen ve birçok kimsenin iman etmesine tek başına sebeb olan hal ve tavırları; ümmî, eğitim ve öğretimden uzak, en bariz vasfı "cehâlet" olan bir toplumda büyümüş olmasına rağmen insanlığa sunduğu Kitabın ve "Sünnet" adı altında ortaya koyduğu hikmetin on dört asır boyunca büyük medeniyetlere kaynaklık etmesi ve bugün bile Kur'ân'm en çok okunan, saygı duyulan, inceleme ve araştırmaya tabi tutulan bir kitap olması; hakikatle bağlı ve gerçeğe dayandığını gösterir derecede davasına hayatı boyunca içtenlikle bağlılığı, kararlılık ve taviz-sizliği... gibi onun şahsıyla ilgili işaret ve deliller böyle bir iddiayı kabul ihtimalini son derece zayıf kılmaktadır.

Öte yandan, ilk vahiy karşısındaki tepkisi, diğer bir ifadeyle Hira Mağarasında ilk defa Hz. Cebrail'i gördüğünde gösterdiği telaş, "acaba başıma kötü bir şey mi geldi" endişesiyle bu konuda bilgisinin olduğunu ümit ettiği mercilere başvurması, onun peygamber olma, bir kitap ortaya koyma konusunda önceden bir düşüncesinin bulunmadığını gösterirken aynı zamanda son derece içten ve samimi olduğunu ortaya koyuyor. İlk dönemde inen ayetleri hızlı hızlı tekrar ederek ezberlemeye çalışması ve vahiy esnasındaki hali de sun'ilikle tamamen zıt faktörler olduğunu konuyla ilgili tarihî belgeler göstermektedir. Çünkü bir insanın düşünüp tasarlayarak söylediği bir sözü söylerken unutmamasına gayret etmesi normal bir durum değildir. En çok ihtiyaç duyduğu ve şahsıyla ilgili hayatî mevzuların sözkonusu olduğu anlarda uzun süre vahyin gelmemesi; bir ara vahyin kesintiye uğraması ve pek çok kez vahyin kendi arzusuna muhalif olarak inmesi veya onun bazı icraatlarını çok acı bir biçimde tenkid etmesi, ister "hilâf-ı evlâ", isterse başka bir şekilde isimlendirilsin bazı hatalarını tarihe mal ederek gerek kendi hayatı boyunca gerekse ondan sonra yüzyıllarca dillerde tekrar ettirmesi de onun bu konudaki samimiyetini ve kendi sözlerine vahiy görüntüsü verme gibi bir tutumunun sözkonusu olmadığını açıkça ortaya koymaktadır.

Yine her insanın kendisinin de manasını bilemediği bir sözü sarfetmesi ve bunu yazdığı bir kitaba kaydetmesi mümkün olmaması cihetiyle, zaman zaman Hz. Muhammed'in amacını tam olarak bilemediği ve ancak daha sonra gelecek bir ayetle açıklanan bazı ifadelerin Kur'ân'da bulunması; Kur'ân gibi bir şaheserin kendi eseri olmadığını ısrarla belirtmesi de gerçekten onun bu konudaki doğruluk ve samimiyetini açıkça gösteriyor. Çünkü, tarihte zıddı sıkça vaki ise de, kendisine ait çok kıymetli bir eseri başkalarına maleden kimse belki de hiç yoktur. Yine, zahiren tıpkı diğer sözleri gibi ağzından dökülen Kur'ân'a olan saygı ve bağlılığı, onun hıfz ve bekasına gösterdiği titizlik ve bunu diğer sözlerine asla göstermemesi ve Kur'ân'm bu üstünlüğü karşısındaki aczi, onun ifadelerine en ufak bir değişiklik ve müdahaleye cesaret edememesi de Kur'ân'm, başka, fakat yüksek ve kutsî bir kaynaktan geldiğini gösteriyor. Hayatı boyunca Allah'ın sözü olarak ortaya koyduklarıyla kendi sözü olduğunu söylediklerinin üslup bakımından birbirinden farklı olması iki sözün gerçekten farklı ve Kur'ân'mkinin yüce ve üstün olduğunu ispatlamaktadır.

Yine Hz. Muhammed'in Rabbiyle olan münasebetine baktığımızda onun, Allah'a isnad ve iftirada bulunmasının imkânsız derecede güç bir ihtimal olduğu ortaya çıkıyor. Meselâ, Allah'a son derece bağlı, Ondan son derece korkan, emirlerine karşı gelmekten nihayet derecede çekmen, Onu razı etmek için ibadete son derece düşkün ve Ona sonsuz bir güven ve tevekkül ile bağlıdır. Buna karşılık Allah da inkârı mümkün olmayan, pekçoğu Kur'ân ayetleriyle te'yid ve tescil edilmiş yüzlerce mucizeyi onun eliyle göstermiş ve hayatının her anında onu himaye ve gözetiminde bulundurmuştur. Söyleşine Allah'a bağlı, Allah'ın da böylesine kuvvet, muvaffakiyet ve teyit bahşettiği bir zatın kalkıp da kendi sözlerini Allah'a isnat etmesi, Onun adına konuşması, Onun rolüne girmesi mümkün müdür?

Hz. Muhammed'in, gerek kendi dönemindeki, gerekse asrımızdaki muhaliflerinin kararsızlık ve tutarsızlıkları, pek çoğunun önceden ileri sürdüğü iddialardan vazgeçerek ona iman getirmeleri, iman getirmeyenlerin bir kısmının onun içten, samimi ve dürüst bir insan olduğunu itiraf etmeleri bize göre onun peygamberliğinin açık bir delilidir.

Hz. Muhammed'i, samimiyet ve doğruluk açısından Mekke ve Medine dönemlerine göre farklı değerlendirenlerin bu yaklaşımları da yerinde değildir. Zira gerekçe olarak ileri sürdükleri "Tanrı telakkisinde değişiklik", "Yahudilere karşı haksızlık edip katı davrandığı", "Ekonomik üstünlük hırsına kapıldığı", "Antlaşmalarına bağlılık göstermemeye başladığı", "Cinsî arzularına aşırı düşkünlük göstermeye yöneldiği", "Hz. İbrahim ile Kâ'be inşası arasında bağ kurmaya başladığı" "Yahudilerden ümidini kestiği için Kıbleyi değiştirdiği", "Öğle namazı ve Aşure orucunu Yahudilerden öğrendiği" ve "Kur'ân'm üslup ve muhtevasında değişiklik meydana getirdiği" iddialarının gerçekle bir ilgisinin bulunmadığı çalışmamızda delilleriyle ortaya konulmuştur.

Çalışmamız sonunda ortaya çıkan diğer bir gerçek de şudur: Ne Medine ne de Mekke dönemiyle ilgili olarak ileri sürülen hiçbir merci Kur'ân-ı Kerime kaynak olacak nitelikte değildir. Gerek Hz. Muhammed'in çağdaşları, gerekse günümüze dek Şark ve Garbtaki muhalifleri, bazan genel ve müphem bir ifadeyle ona Kur'ân'ı birilerinin öğrettiği, bir yerlerden alıp yazdığı; yaptığı ticarî yolculuklar sırasında Ehl-i Kitaptan, özellikle Rahib Bahîra'dan öğrendiği; Hanîf diye isimlendirilen ve Allah'ın birliğini ve Hz. İbrahim'den kalma birtakım inanç ve yaşayışları benimseyen şu veya bu şahıstan aldığı; şairlerden ve halk fikirlerinden edindiği; Sabiîlerden öğrendiği; Hz. Ömer ve benzeri bazı sahabilerden birtakım görüşleri alıp Kur'ân'ma yerleştirdiği iddialarının tek tek ele alınıp hatıra gelebilecek bütün ihtimaller gözö-nünde bulundurularak değerlendirilmiş ve bu sayılan iddialardan hiçbirinin Kur'ân gibi muazzam bir kitaba kaynak olamayacağı ortaya konulmuştur.

Meselâ, Mekke'de Yahudi nüfusun bulunmadığı ihtimali son derece kuvvetli olup, varlıklarını gösteren bir delil ve işaret gösterilememek-tedir. Mekke'de yaşadığı söylenen Hıristiyanlar ise, genellikle dışarıdan gelmiş, Arapça'yı iyi konuşamayan, köle, içki tüccarı, demircilik gibi zanaatlarla geçimlerini sağlayan kimseler olup, Hz. Muham-med'in bunlarla haşirneşir olmaması bir yana, Kur'ân gibi, geçmiş ve gelecekle ilgili gaybî haberler, İlâhiyat ve ahiretin yüksek hakikatleri, en yüksek İnsanî ve medenî düsturları eşi ve benzeri getirilemeyecek yüksek fesahat ve belagatla Arapça olarak sunan bir Kitaba kaynak olmaları mümkün değildir.

Hz. Muhammed'in yaptığı ticarî yolculuklar da iki seferi geçmemekte, bunlardan birinde dokuz veya on iki yaşında bir çocuk, İkincisinde ise yirmi beş yaşında, başkasının sermayesiyle ticaret yapan ve ağır bir emanet yükünü sırtında taşıyan, geçimini sağlamak ve sermaye sahibi ortağını memnun etmekten başka pek bir şey düşünmeye fırsatı olmayan bir kimsedir. Her iki yolculukta da yanında başkaları bulunup, böyle bir öğretimin cereyan etmesinden bir tek kelimeyle söz. etmemişlerdir. Öte yandan Hz. Muhammed'in yolculukları esnasında temas ettiği farzedilen Ehl-i Kitaptan alacağı bir şey de yoktu. Çünkü, bu çevreler genellikle ya dinlerini bilmeyecek kadar cahil veya gerçeğin nerede olduğunu kestiremeyecek kadar ihtilaf ve tartışma içinde bulunuyorlardı. Kısaca Hz. Muhammed, her gittiği yerde mutlaka düzeltilmesi gereken inanç sistemleri, doğru yola iadesi gereken hurafelerden başka bir şeyle karşılaşmamıştır.

Hz. Muhammed'in Kur'ân'ı, sayıları bir elin parmaklarını geçmeyen, müphem bir tevhid inancından başka sistemli bir akideleri bulunmayan, hatta en bilginleri bile Allah'a nasıl kulluk edeceğini bilemediğini itiraf eden, bazılarının Müslüman olduğu, değişik gerekçelerle Müslüman olmayanların ise, en yakınlarının İslâmî kabul ettiği Hanîflerden de alması mümkün değildir.

Kur'ân'm şairlerden veya halk fikirlerinden alınmış olması da düşünülemez. ‘Her şeyden önce, Kur'ân'm ne üslup, ne muhteva ve ne de amaç olarak şiirle hiçbir ilgisi yoktur. Kur'ân, özellikle cahiliye şiir ve şairlerine sıcak bakmamakta ve onları şiddetle tenkit etmektedir. Kur'ân'm bu şekilde değerlendirdiği şairlerin ona kaynak olmaları düşünülebilir mi?

Hz. Muhammed'in içinden çıkarılıp gönderildiği Cahiliyye Mekke'sinin inanç ve adetleri ile Kur'ân'm öğretileri arasında da bir paralellik bulunmamaktadır. Her şeyden önce Kur'ân, ilk günden beri mutlak tevhid inancını savunmuş, putperestliği reddetmiş, geçerli sosyal değerleri temelden değiştirmiş, son derece yaygın olan her türlü hurafeyi reddetmiş, materyalizmi, kabile asabiyetini, gaddarlığı, ahlaksızlığı ve zulmü ortadan kaldırmıştır. Öte yandan kaynak bakımından semavi olan bazı güzel inanç ve hasletleri bulaştırıldıkları cahiliye telakkilerinden temizleyerek ta'dil ve ibka etmiştir. Kısaca Kur'ân, onlardan alınmamış, onlar üzerinde ciddi bir murakıp, hakem ve ayıklayım rolünü oynamıştır.

Tezimizde, Kur'ân'm Mekke'de yaşadıkları bilinen, putperest, yıldızlara ve meleklere tapan, dinî törenleri putperestlik, Hıristiyanlık ve diğer birtakım mezheplerin karışımı olan Sabitlerden de alınmış olamayacağı ortaya konulmuştur. Nitekim, Sabiîler, Kabe'ye değil, Harran'a haccederken, Kur'ân, Kabe'ye hac yapılmasını emretmiş, onlar, güneş doğarken, batarken ve tepede iken ibadet ederken, Hz. peygamber bu üç vakitte namaz kılınmasını yasaklamıştır.

Hz. Peygamberin, bizzat Kur'ân'm emriyle, kesin vahyin bulunmadığı durumlarda zaman zaman sahabileriyle istişarelerde bulunduğu doğrudur. Yine, Hz. Ömer'in birkaç noktada, daha sonra gelecek olan vahiy ile aynı paralelde düşündüğü ve bu konuda bir vahyin gelmesini arzu ettiği de gerçektir. Ancak, gerek Hz. Ömer ve gerekse bütün sahabiler, koyu bir cehalet içerisinde bulunurken Kur'ân gibi semâvî bir kitap inmeye başlamış, Hz. Muhammed, onun talimatlarına dayanarak her türlü inanç ve telakkileriyle bütün bir Arabistana meydan okumuş, peyderpey imana gelen bütün sahabiler inen ayetlere kayıtsız şartsız inkıyad göstermiştir. Kur'ân, sayılı birkaç noktada Hz. Ömer'in görüşüyle paralellik göstermişse sayısız noktalarda da onun inanç, ahlak ve yaşayışını düzeltmiştir. Allah'ın yeryüzündeki halifesi olan, hele Hz. Ömer gibi meselelere imanın feraseti ve selîm fıtratının perspektifi ile bakan bir insanın, hiçbir zaman doğruyu yakalayamayacağını, mutlaka yanlış düşünüp, gelen âyetler tarafından düzeltilmesi gerektiğini söylemek ne derece doğru bir yaklaşım olur? Kaldı ki, Kur'ân, Hz. Muhammed  (salla’llâhü aleyhi ve sellem) dahil, en belirgin vasfı cehalet olan bir asır insanının kendi başına bilmesi mümkün olmayan, İlâhî hakikatler, gaybî haberler, kevnî gerçekler, fıtratı derinden derine ihtizaza getiren son derece hassas, dengeli ve adil düsturlarla doludur. Bunların şu veya bu şahsın düşüncesinin ürünü olduğunu söylemek mümkün görünmemektedir.

Müsteşriklerin Medine döneminde sözkonusu olabileceğini söyledikleri dış kaynaklara göz attığımızda bunların da Kur'ân'a menba ve merci olamayacaklarını görmekteyiz. Bu dönemde Hz. Muhammed  (salla’llâhü aleyhi ve sellem) artık tarihe mal olmuş bir şahsiyet haline gelmiştir. Her hareketi gözlenmekte, her sözü hafızalara ve bazan da satırlara kaydedilmektedir. Böyle bir şahsiyetin hatıra gelebilecek istifade kaynakları böylece son derece kısıtlanmış olmaktadır. Bu dönemde ileri sürülen bellibaşlı iki kaynak vardır: Medine Yahudileri ve Medine civarındaki Hıristiyanlar. Medine'de Hıristiyan yok denecek kadar azdır. Necran gibi çok da yakın olmayan civar bölgelerde yaşamaktaydılar.

Hz. Muhammed'in Kur'ân'ı ortaya koyarken Medineli yahudilerden yararlandığı iddiası yanlıştır. Çünkü, bir kere o zamana kadar Kitab-ı Mukaddes kıssalarını konu alan ayetlerin hemen tamamı öz olarak inmiştir. Ondan sonra detay sayılabilecek birtakım bilgilerle boşluklar doldurulmuştur. Bunun dışındaki Kur'ân ayetlerinin büyük çoğunluğu tamamlanmış bulunmaktadır. İslamm ana çerçevesi iyice oluşmuş, temelleri sağlam bir biçimde atılmış, hatta denebilir ki, İslam binasının çatısına ve birtakım dış tezyinatına sıra gelmiştir. Bu aşamadan sonra Yahudilerden alınabilecek fazla bir şey kalmamıştır. Öte yandan Medine döneminde Yahudi din bilginlerinin bir kısmı Müslüman oldu. Geri kalanlar da ona karşı cephe aldılar ve bir rakabet içine girdiler. Tarih, ortada kalan din bilginlerinin varlığını kaydetmemektedir. Hz. Muhammed'in mühtedi hahamlardan Kur'ân ayetlerini alması en azından hoca ile talebe arasındaki rolü tersyüz edeceği, hocayı talebe, metbuu tabi haline getireceği için mümkün değildir. Kur'ân'ı düşman ve rakip hahamlardan alması da düşünülemez.

Medine merkezinde yaşadığı düşünülen tek tük Hıristiyanların başı Ebû Amir er-Râhib de Kur'ân'a kaynak olamaz. Çünkü ilk günden itibaren Hz. Muhammed'e cephe almış ve şiddetli düşmanlığından Medine'nin dışına çıkmıştır. Öz oğlu bile Müslüman olmuş ve İslam yolunda canını vererek şehid düşmüştür.

Necran Hıristiyanlarına gelince, Yahudiler için sözkonusu olan birçok nokta onlar için de sözkonusu olduğu gibi, bunlar istifadeyi güçleştirecek derece Medine'den uzakta bulunmakta, ayrıca en önemli din biginlerini ve ileri gelenlerini Medine'ye elçi olarak göndererek, Hz. Muhammed  (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ile tartışmışlar, pek çok soruları bizzat Kur'ân ayetleri tarafından cevaplandırılmış, daha sonra bu heyet fikren mağlubiyetlerini itiraf ederek Müslümanların himayesine girmeyi ve cizye vermeyi kabul etmiştir. İş bununla da bitmemiş, delegasyonunun en önemli üyeleri ülkelerinden geri dönerek Müslüman olmuştur.

Acaba Hz. Muhammed  (salla’llâhü aleyhi ve sellem) doğrudan doğruya Kitab-ı Mukaddesten yararlanmış olabilir mi? Araştırmamızın bu soruya verdiği cevap da "Hayır!"dır. Çünkü, Hz. Muhammed'in ümmî olması bir yana, Kitab-ı Mukaddesin Arapça bir tercümesi o gün için henüz mevcut değildi. İlim belli bir grup din bilgininin tekelinde olup umumi istifadeye açık değildi. Öte yandan gerek üslup ve gerekse muteva bakımından Kur'ân ile Kitab-ı Mukaddes arasında çok büyük farklılıklar vardır. Kur'ân, sözkonusu kitaplar üzerinde hakem, murakıp ve doğrultucu rolünü oynayıp bazı noktalarını onaylamış, bazılarını tadil etmiş, bazılarını ise insanların ilavesi olduğunu belirtip reddetmiştir.

Dış kaynaklar diye ifade edebileceğimiz bu hususları böylece değerlendirdikten sonra, "İç Kaynaklar" diye adlandırdığımız Hz. Mu-hammed'in şahsıyla ilgili olanları ele aldık. Kur'ân'm, Hz. Muhammed'in şahsî tefekkür, mantık, dehâ ve çabasının ürünü olamayacağı sonucuna vardık. Her ne kadar mantık, putperestliğin geçersizliğini ortaya koymak için yeterli ise de bu inancın yerine getirilecek yol ve sistemi bütün levazımatıyla tespit edip insanların hayatına mâl etmek bir inasmın işi değildir. Öte yandan, şahsî tefekkür, geçmiş ve geleceğin gaybî dehlizlerine nüfuz edemez, kâinatın Yaratıcısı olan Allah'ı bütün isim ve sıfatlarıyla tanıtamaz, geçmiş semavî kitapların ruhunu özümseyip, onları hurafelerden arındırarak üzerlerinde murakıp rolünü ifa edemez. Oysa bakıyoruz ki, Hz. Muhammed, Kur'ân inmeden önce kitap nedir, iman esasları nedir bilmiyordu. Değil kıyamete kadar gelecek bütün bir insanlığa, kendi kendisine bile yol göstermekten uzaktı. Kur'ân'ı lebaleb dolduran, kevnî gerçekler, İlâhî hakikatler, İçtimaî ve ahlakî düsturlar, görünen ve görünmeyen alemler arasındaki ince münasebetler... Hz. muhammed'in şahsî tefekkürünün ürünü olamaz.

Tezimizde, Hz. Muhammed'in, şahsî veya İçtimaî emellerini gerçekleştirmek için Kur'ân'ı ortaya koyup Allah'a isnat ettiğine ilişkin iddiayı da ele aldık. Bunu, dünya malına düşkünlük, liderlik tutkusu, cinsel arzularını tatmin, konfor ve rahata meyil veya iyi niyetle halkını ahlakî ve sosyal açıdan ıslah için sözlerine bir tesir kazandırma... gibi ihtimaller üzerinde detaylı bir biçimde durduk. Bunların hiçbirinin Hz. Muhammed  (salla’llâhü aleyhi ve sellem) için sözkonusu olmadığı sonucuna vardık. Bir kere o, hiçbir zaman dünya malına düşkünlük göstermemiş, dünya hâzineleri eline aktığı zaman bile zahidâne yaşantısını değiştirmemiş, zaruri ihtiyaçlarının dışında eline geçen ne varsa muhtaçlara dağıtmıştır. Bazan haftalarca evinde yemek pişirmek için ateş yanmamış, günlerce süren açlığını bastırmak için bağrına taş bağlamış, sofrasında bir çeşitten fazla yemek bulundurduğu çok nadir görülmüş, üç gün üst üste arpa ekmeğiyle olsun karnını doyurmamıştır. Böyle bir zatın konfora düşkünlüğünden söz edilebilir mi?

Hayatının en hararetli ilk yirmi beş yılını iffetle ve bekâr olarak geçiren, elli yaşlarına kadar, kırk yaşında evlendiği bir tek hanımla yine son derece iffetle ve hiçbir dedikoduya meydan vermeden geçiren bir zatın cinsel arzusunu tatmin için ayetler indirdiği iddiasının da son derece çirkin bir iftira olduğu, böyle bir zatın elli yaşından sonra çok evliliklerinin yüksek birtakım hikmetlere dayandığı da tezimizde delilleriyle izah edilmiştir.

Kavmini, dinî, ahlakî ve İçtimaî açıdan ıslah için, dürüst ve dindar bir insan bazı sözler uydurup Allah'a isnad edemez. Çünkü bu son derece yüksek gaye ile bu hadsiz derece çirkin tutum birbirine aydınlık ve karanlık gibi zıttır; aynı şahısta toplanamazlar. Hz. Muhammed, düşmanlarının itirafıyla dahi, her türlü güzel ahlakı şahsında bulunduran nezih ve müstesna bir zattır. Böyle bir zatın, haddinden hadsiz derecede tecavüz edip, Allah'a iftira gibi en çirkin sahtekârlığa düşmesi mümkün değildir. Bu nokta da tezimizde detaylı bir biçimde ortaya konulmuştur.

Acaba Hz. Muhammed  (salla’llâhü aleyhi ve sellem) farkında olmaksızın, yanılarak kendi sözlerini Allah'a isnat etmiş olabilir mi? Bu da mecnun olduğu, bilinç altındaki arzularının Kur'ân âyetleri olarak dışa yansıdığı, sara hastası olduğu, histeri ve nevrasteniye yakalandığı, gördüklerinin halüsinasyon olduğu... ithamları altında ileri sürülmüştür.

Hz. Muhammed  (salla’llâhü aleyhi ve sellem) gibi, ruhen ve bedenen son derece sağlıklı, dengeli, itidalli, deha derecesinde akıllı, bütün bir insanlığa meydan okuyacak ve Allah'tan aldığına inandığı prensiplerini insanlığın can ve damarlarına zerkedecek derecede kararlı bir insanın bu tür ruhî ve bedenî hastalıklara maruz kaldığını ileri sürmek, büyük bir cehalet eseri değilse, korkunç bir kin ve peşin hükümlülüğün ürünüdür. Burada işaret ettiğimiz bütün iddiaları tezimizde detaylı bir biçimde ele alıp, gerçekle bir alakasının bulunmadığını ortaya koyduk.

Tezimizin Üçüncü Bölümünde, Kur'ân'ın üslup ve muhtevasının, kendi kaynağına delaleti üzerinde durduk. Bu bölümde de ulaştığımız sonuçlar şöylece özetlenebilir: Kur'ân âyetleri, öyle bir insanın çıkıp da bazı sözlerinin başına "Oku!", "De ki", "Emret!", "Ey Nebî", "Ey Resûl", "Biz sana vahyettik"... gibi eklemelerde bulunarak Allah'a isnad edeceği cinsten ifadeler değildir. Kur'ân baştan başa bir İlâhî ruh ve hava aksettiriyor. Meselâ, Kur'ân, mübelliği olan Hz. Muhammed'in hiçbir üzüntü ve sevincinden bir iz taşımıyor. Yirmi üç sene boyunca pekçok acı, ıstırap, musibet ve sıkıntıya maruz kaldığı gibi, en büyük sevinç, başarı ve zaferlere de mazhar olan bu zatın, bu en önemli hallerinden hiçbirini bir beşer bedbinliği veya taşkınlığıyla konu almamaktadır. Aksine ya bunlardan hiç söz etmemekte veya yüksek bir tevcih, irşad, ders ve ibret işaretlerinde bulunmaktadır.

Öte yandan Kur'ân, gerek muhteva ve gerekse üslup bakımından beşerî teamül, telakki, ölçü ve değerlerden son derece uzak ve münezzehtir. Diğer bir ifadeyle Kur'ân, bir ferdin ruh halini, ahlak, yaşayış ve telakkilerini yansıtmadığı gibi, belli bir toplumun da zaaf, meziyet, ölçü ve değerlerini yansıtmamaktadır. O gerçekten, alemlerin Rabbi olan bir Zâtın, semâvî, cihanşümul ve zaman üstü ölçü ve değerlerini aksettirmektedir. O, İlâhi ilmin projektörüyle geçmiş ve geleceğe nüfuz ettiğini gösteren mutlak bir güvenle söz söyler. En olumsuz ve zahirî esbab dairesinde muvaffakiyetten en uzak bir durumdaki mübelliğinin mutlak zafere ereceğini kesin bir ifadeyle dile getirir. Benzerinin getirilmesinin, zaman, mekân ve muhatap tahdidi yapmadan mümkün olamayacağını, yine ancak Allah'ın garantisini gösteren bir edayla ilan eder.

Kur'ân, değil yalnız Hz. Muhammed  (salla’llâhü aleyhi ve sellem) gibi ümmi bir zatın, onun dönemindeki bütün insanlığın habersiz olduğu, hatta çok asırlar sonra geliştirilmiş teknik imkanlarla keşfedilebilecek pekçok İlmî ve kevnî gerçekleri ihtiva etmektedir. Yine herbirisi başlı başına bir ihtisas alanı olan İslâmî ilimlerin ana umdeleri, tabir caizse formül ve fezlekeleri Kur'ân'da bulunmaktadır. Böylesine hadsiz genişlikteki ilimlerin ruhunu özümseyip, bunca dikkatli tetkik ve tarassutlar altında en ufak bir yanlışlığa düşmeden, hatta çoğu zaman asırlar sonra haklılığı ortaya çıkacak bir kitabın ümmî bir zatın akimın ürünü olması mümkün değildir.

Öte yandan Kur'ân'm gerek dostlarına, gerekse düşmanlarına olan inkâr edilmez tesiri de onun gerçek kaynağına işaret etmektedir. Onun kadar, cazibe merkezi haline gelmiş, uğrunda ömürler feda ettirmiş, canlar verdirmiş, ordular sevkettirip hakikatlerini dünyanın en ücra köşesine kadar ulaştırmaya aşk ve şevkle koşturmuş başka bir kitap gösterilemez. Bugün bile Kur'ân, en çok okunan, en çok basılan, bol miktarda ellerde dolaşan, buna rağmen değerinden hiçbir şey kaybetmeyen tek kitaptır.

İnsanın his, beden ve akıl dengesini sonsuz denecek derecede bir hassasiyetle koruyarak hükümlerini vazetmiş, emirlerini tevcihte bulunmuş ve hükümlerini tatbik ettirmiştir.

Yirmi üç sene gibi uzun bir zaman zarfında çok değişik vesilelerle zaman ve ortam bakımından birbirinden çok uzak şekilde indiği halde ayetler yan yana konulduğu halde akıcılığından, konu bütünlüğünden ve insicamından hiçbir şey yitirmemektedir. Aynı anda hem komutan, hem hakim, hem din adamı, hem yönetici, hem aile reisi... olan bir şahsın bütün bu vesilelerle, yirmi üç sene gibi uzun bir zamanda çok değişik ha-let-i ruhiyelerde sarfettiği sözlerinin bir kitap bütünlüğü içinde bir araya getirildiğinde meydana gelecek karışıklığı gözönünde bulundurduğumuzda, Kur'ân'm beşer sözü olamayacağı gerçeği bir kez daha açıkça ortaya çıkacaktır.

BİBLİYOGRAFYA

Abdulbakî, Muhammed. Fuad, el-Mu'cemil'l-Müfehres Li Elfazi'l-Kur'-ân'i'l-Kerim, İstanbul 1990.

Abbott Nabia,"Studies in Arabic Leterary Papyri II: Cor'anic Commen-tary and Tradition" (1967).

Abel, Armand, Le Coran, Bruxelles 1951.

Ahmed Mithat (Efendi), Müdafaa (Ehl-i İslâm'ı Nasraniyete Davet Edenlere Karşı Kaleme Alınmıştır), İstanbul, 1300.

Beşâir (Sıdk-ı Nübuvvet-i Muhammediye), Dersaadet 1317.

Ahrens, Kari, Christliches im Qoran, ZDMG. 84 (1930)

el-Akîkî, Necîb, el-Musteşrikûn, Dâru'l-Maarif, 3. Baskı, I-III, Mısır 1965.

Ali, Cevad, el-Mufassal Tarihu'l-Arab Kable'l-lslâm, I-IX, Beyrut 1968-1972

Andrae, Tor, Mahomet, Sa Vie et Sa Doctrine.Paris 1945.

Les Origines de L'Islam et la Cristianisme (Traduit de L'Allemend par Jules Roche) Paris 1555.

el-Askalânî, İbn Hacer Ebu'l-Fazl Ahmed b. Ali, Fethu'l-Barî bi .Şerhi'l-Buharî, I-XVII, Mısır, 1959.

Ateş, Ali Osman, Sünnetin Kabul veya Reddettiği Cahiliye ve Ehl-i Kitap Örf ve Adetleri (Doktora Tezi, 1989, basılmamış)

Atiyyetullah, Ahmed, el-Kamûsu'l-İslâmî, Mektebetü'n-Nehda'l-Mısriyye

Avad, İbrahim, Masdaru'l-Kur'ân, (Dirâse Fi'l-İ'chazi'n-Nefsî), Kahire 1986.

el-Musteşrikûn ve'l-Kur'ân DâruT-Hukûk, Kahire 1985.

Bayraktar, İbrâhim, Hz. Peygamberin Şemaili (Doktora Tezi), Sehâ Neşriyat, İstanbul 1990.

Bedevi, Abdurranmân Defense de la vie du Prophete Contre ses Ded-racteurs.Edition Afkar, Paris 1990.

Defence du Coran Contre es Critiques, Paris 1989.

Belâzûrî, Ahmed b. Yahya, Ensâbii'l-Eşraf, Matbaatu Dâri'l-Maarif, Mısır 1959.

Futûhu'l-Büldân, Dâru'l-Maarif, Mısır 1959.

Bell, Richard, Who Were the Hanifs? (The Moslem World) v. XX 1930.

The Qur'ân, (Translated, with a critical re-arrangement of the Su-rahs), I-II, Edinburghe 1937, 1939.

The Origin of İslam in its Cristian Enviroment,London 1926.

Introduction to the Qur'ân, Edinburgh 1953.

Beltâcî, Muhammed, Medhal İle'd-Dirâsâti'l-Kur'âniyye, Mektebe-tü'ş-Şebâb, Kahire 1987.

Bertuel, Joseph, L'Islam Ses veritables Origines, I-III, Paris 1981.

BirkeIand,"OId Müslim Oppositon Against Interpretation of the Koran" (1955)

Bilmen, Ömer Nasuhi, Tabakatü'l-Miifessirîn, I-II, Bilmen Basımevi, İstanbul 1973.

Blachere, Regis, Le Coran, (Traduction Nouvelle) I-II, Paris 1949.

Le Problem de Mahomat, Paris 1952.

Le Coran, (Que Sais-je) Paris 1966.

Introduction au Coran, Maisonneve et Larose, Paris 1991.

Histoir de La Litterature Arabe, Paris 1990.

Bouquet, A. C., Comparative Religion (Penguin Books) Great Britain

·        1956.

Brockelmann, C. İslâm Milletleri ve Devletleri Tarihi (Tere. Neşet Çağatay) Ankara 1964.

Bucaille, Maurice, la Bible, le Coran et la Science, International Isla-mic Federation of Student Organizations, Kuwait, ts.

Buharî, Ebu Abdillah Muhammed b. Ebi'l-Hasen, es-Sahîhu'l-Buharî, Çağrı Yayınları, İstanbul 1981.

Buhl, Frantz, Das Leben Muhammads, Leipzig 1930.

el-Bûtî, M. Said Ramazan, Min Revaii'l-Kur'ân, MektebetüTFarabî, Dimaşk 1970.

Caetani, Leone, İslâm Tarihi (Tere. Hüseyin Cahid) İst. 1924.

Çağatay, Neşet, İslam Öncesi Arap Tarihi ve Cahiliye Çağı, Ankara

·        1957.

Chouraqui, Anre, Le Coran (L'Appel) Paris 1990.

Carra de Vaux, La Leğende de Bahîra, ou Un moine chretien auteur du Coran, Paris 1898.

Çelik, Ali, İslâmın Kabul veya Reddettiği Halk inançları (Hicaz Bölgesi) Doktora Tezi, İstanbul.

Cerrahoğlu, İsmail, “Batıda Kur'ân Üzerine Araştırmalar”, Ankara Üniversitesi, İ. F. Dergisi, c. XXXI.

Tefsir Usûlü, A. Ü. İlâhiyat Fakültesi Yayınlar, Ankara 1976.

Tefsir Tarihi, Diyânet işleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 1988.

Crapon, Pierre (de Caprona), Le Coran: Aux Sources de la Parole Ora-culaire, Publication Oriantalistes de France, 1981.

Daniel, Norman, İslam and the West: the Making of an Image, Edin-burgh, 1960.

Danişmend, İsmail Hami, Garb İlminin Kur'ân-ı Kerim Hayranlığı, İstanbul, 1978

Dârimî, Ebu Muhammed Abdullah, Sünenü'd-Dârimî, Çağrı yayınları, İstanbul 1981.

Davenport, Jaun, Hz. Muhammed  (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ve Kur’ân-ı Kerim (Tere: Ömer Rıza Doğrul) İstanbul 1926

Dâvud, Abdulahad, Tevrat ve İncil'e Göre Hz. Muhammed  (salla’llâhü aleyhi ve sellem) (Tere. Y. Doç. Dr. Nusret Çam) Nil Yayınları, İzmir 1988

Derveze, Muhammed İzzet, Asru'n-Nebî, Daru'l-Yakaza, Dimaşk, 1946

Doğrul, Ömer Rıza, Kur'ân Nedir? Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, (İkinci Baskı) Ankara, 1967

Draz, Muhammed Abdullah, Initiation au Coran, Presse Universita-ires de France (Paris) 1951.

en-Nebeü'l-Azîm, Matbaatu's-Saade, 1969.

İslâmın İnsana Verdiği Değer, (Tere. Nureddin Demir) Kayıhan Yayınları, İstanbul 1983.

Ebu Dâvud, Süleyman b. Eş'as es-Sicistanî, Sünemi Ebî Dâvûd, Çağrı Yayınları, İstanbul 1981.

Ebu Zehre, Muhammed, İslâm'da Cihad Kavramı, (Çev: Kemal Ka-raağaçlı ) Fikir yayınları İstanbul 1985.

Muhadarat Fi'n-Nasraniyye, Dâru'l-İftâ, Rıyad 1404.

Ertuğrul, İsmail Fennî, Hakikat Nurları, Sebil Yayınevi, İstanbul 1975.

îzâle-i Şükûk, Orhaniye Matbaası, İstanbul 1928,Orhaniye Matbaası, İstanbul 1928,

Edib, Eşref, Kur'ân Garb Mütefekkirlerine Göre, İstanbul 1957

Edouard Montet, Le Coran, Payot, Paris 1944.

Emin, Ahmed, Fecrü'l-İslâm, Beyrut, ts.

Fazlurrahman, Ana Konularıyla Kur'ân, (trc. Alpaslan Açıkgenç) Ankara 1993.

Gallâb, Muhammed, Nazarâtün İstişrakıyye Fi'l-İslâm, (Mecelletü'l-Ezher, Nisan 1970 tarihli sayının eki) Kahire.

Gaudefroy-Demombynes, Mahomet, Paris 1969.

Gazali, Ebu Hamid Muhammed, İhyan Ulûmi'd-Dîn, I-IV, Mısır, Tarihsiz.

el-Gazâlî, Muhammed, Nazarat Fi'l-Kur'ân, Kahire 1962

Gibb, H. A. R., Mohammedanism An Hibtorical Survay, Oxford Uni-versity Presse 1953.

Goeje, M. De, Quotantion frome the Bible in the Qoran and the Tradi-tion (Semitic Sttudies in Memory of Alexander Kohut, 1897)

Goldziher, L, Le Dogme et La Loi de L'Islam, (Traduction de Pelix Arin) Paris 1958.

"Die Richtungen der Islamischen Koranauslegung" (1920).

Gölcük, Şerafeddin ve Toprak, Süleyman, Kelâm, Konya 1988.

Grimme, H., Mahommed, I-II, Münster 1892, 1895.

Guillaume, Alfred, İslam (a Pelican Books) 1964.

el-Hakîm, Muhammed Bakır, el-Musteşrikûn ve Şübehâtühüm Hav-le'l-Kur'ân, Beyrut 1985.

Halebî, İnsânu'l-Uyûn, Mısır 1964

Halîl, İmaduddîn, el-Musteşrikûn ve's-Siretü'n-Nebeviyye ("Menâhi-cü'l-Musteşrikîn Fî'd-DirâsâtiTArabiyye el-İslâmiyye") isimli kitaptaki makalesi.

Kalû Ani'l-Kur'ân, (B. S. Nursî'nin, İşâratü'l-Î'câz tefsirinin zeylindeki neşri, Sözler Yayınevi, İstanbul 1994.)

Hamidullah, Muhammed, Le Prophete de L'Islam, Sa Vie, Son Oe-uvre, Association des Etudiants Islamiques en Francc, I-II, 5. Baskı, Paris 1989.

Kur'ân-ı Kerim Tarih, (Tere. M. Said Mutlu), İst. 1965.

el-Vesâiku's-Siyâsiyye, Dâru'n-Nefâis, 5. Baskı, Beyrût, 1405.

"Hz. Peygamberin İslâm Öncesi Seyahatleri" (Tere. Abdullah Aydınlı) A. Ü. İslâmî İlimler Fakültesi Dergisi, sy. 4; s. 327-342.

Hançerlioğlu, Orhan, Ruhbilim Sözlüğü, Remzi Kutabevi, 2. Basılış.

Hatip, Abdulazîz, Gönüllerin Fethinde Cihad, Gençlik Yayınları, İstanbul, 1994.

el-Hazrecî, Ebu Ubeyde, (V. 582 H.), Beyne'l-İslâm ve'n-Nasraniyye (Kitâbıı Ebu Ubeyde el-Hazrecî) Tahkîk: Dr. Muhammed Şâme, Mekte-betü Vehbe, 1979 Misi

Heyet, İslâm Ansiklopedisi, Milli Eğitim Bakanlığı, İstanbul 1941.

Heyet, Menâhicü'l-Musteşrikîn Fî'd-Dirâsâti'l-Arabiyye el-İslâmiyye, Mektebü't-Terbiyyeti'l-Arabi Li Düveli'l-Halîc, Riyad, 1405-1985 I-II

Heykel, Muhammed Huseyn, Hayâtu Muhammed, Matbaatu's-Sünne-ti'l-Muhammediyye, Kahire 1968

Heysemî, Mecmau'z-Zevâid ve Menbau'l-Fevâid, I-X, Beyrut, ts.

Hirschfeld, Hartwig, Judiche Element im Koran, Berlin 1878.

Huart, Cl. Une Nouvelle Source du Coran, Jour. as. Juillet-août 1904

Hubby, Jozeph, Manuel d'Histoire des Religions, Paris 1946

el-Hûfî, Ahmed Muhammed, Min Ahlâkı'n-Nebî, Matabiu'-Ehrâm et-Ticâriyye, 1970.

lyaz, el-Kadî, eş-Şifâ bi Ta'rîfi Hukûki'l-Mustafa (Tahkîk: Muhammed Karaalı vd.) I-II, Dımaşk, tarihsiz.

İbnü'l-Cevzî, el-Vefâ Bi Ahvâli'l-Mustafa, I-II, Mısır 1975

İbn Esîr, Üsdü'l-Gabe, I-VII, 1970.

el-Kâmil, I-XIII, Beyrut, 1965.

• İbn Hanbel, Ahmed, Müsned, Çağrı Yayınları, İstanbul 1982.

İbn Hişâm, es-Sîretü'n-Nabeviyye (Tahkîk: Mustafa es-Seka vd.) Mek-tebetü ve Matbaatü Mustafa el-Babî el-Halebî (II. Baskı), 1955.

İbn İshâk, Sîretü' İbni İshak, (Tahkîk ve ta'lîk, Muhammed Hamidullah) Hayra Hizmet Vakfı Neşriyatı, Konya, 1981.

İbn Kayyim, Zâdü'l-Mead, Fî Hedyi HayriTİbâd, I-IV, Mısır 1970.

İbnu'l-Kelbî, Kitâbii'l-Asnâm, el-Ustaz Ahmed Zekî Paşa, Neşriyâtu

Kulliyâti'l-İlâhiyyât bi Câmiati Ankara, 1969

İbn Kesîr, Şemâilü'r-Resûl, Beyrût, tarihsiz, s. 108

İbn Kuteybe, Te'vîlü Muhtelefi'l-Hadîs, Mısır 1326.

İbn Mace, Muhammed b. Yezîd, Siinenü İbn Mace, Çağrı Yayınları, İstanbul 1982.

İbn Miskevyh, Tehzîbü'l-Ahlâk ve Tathîru'l-A'rak, el-Matbaatu'l-Hu-seyniyye, Mısır 1329 H.

İbn Sa'd, et-Tabakât'ül-Kübra, I-VIII, 1957

İbn Teymiyye, el-Cevabu’s-Sahîh Limen Beddele Dîne'l-Mesîh, Mat-baatü'l-Medenî, 1964, Kahire

Irving, W., Mahomet and His Successors, edited by Rochmann, The University of VVisconsin Press, Madison, London, 1970.

İzutsu, Toshihiko, Kur'ân'da Allah ve İnsan, (Çev. Süleyman Ateş), A. Ü. İlâhiyat Fak. Yayınları Ankara 1975.

Jomier, Jacques, Bible et Coran, Paris 1958.

Kahraman, Ahmet, Dinler Tarihi, İstanbul 1965.

Karaçam, İsmail, Sonsuz Mu'cize Kur'ân, Çağ Yayınları, 2. baskı, İstanbul 1990

Kasimirski, Le Coran, Parisl983.

Kastallânî, Şihâbu'd-Dîn Ahmed, el-Mevâhibü'l-Ledünniyye, bi'l-Mi-nehi'l-Muhammediyye, I-II, Beyrut ts.

Kellet, E. E., A Short History of Relijions, London 1933.

Keskioğlu, Osman, Kur'ân Tarihi, İstanbul 1953.

el-Kettânî, Muhammed Abdulhay, et-TerâtibüT-İdâriye (Tere. Ahmed Özel), İz Yayıncılık, İstanbul 1990

Khawam, R. Rene, Le Qoran, Paris 1990.

Khoury, Adel-Teodore, Polemique byzantine contre L'Islam, (VIIIe-XI-Ile s.), Leiden, 1972.

Kitâb-ı Mukaddes, Kitâb-ı Mukaddes Şirketi, İstanbul 1976.

Koksal, M. Asım, Hz. Muhammed  (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ve İslâmiyet, (Medine Devri) Şamil Yayınevi, İstanbul, tarihsiz, I-XI.

Kutub, Seyyid, Fî Zılâli'l-Kur'ân, Beyrut 3. basım ts.

Kuşeyrî, er-Risâletü'l-Kuşeyriyye, I-II, Mısır, ts.

Künslinger, D., Christliche Herkunft der Kuranischen Lot-Legende, Lwow 1930.

Jomier, Jacque, The Bible and the Koran, New York, 1964.

el-Lebbân, el-Musteşrikûn ve'l-Islam, Mecelletü'l-Ezher, Nisan 1980 sayısının eki.

Lammens (Pers), L'Islam Croyances et Institutions, Beyrouth, 1943.

Leblois, Louis, Le Koran et La Bible Hebraique, Strasbourg, 1887.

Ledit, Charles J., Mahomet, İsrael et le Christ, La/Colombe 1956

Lewis, Bernard,The Arabs in History, London 1956.

Malik b. Nebî, Kur'ân Mucizesi, (tere. Ergun Göze) Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 1991.

Margoliouth, Mohammedanism, VVilliams- Norgate, London, 1921.

Massignon, La Mubahala, Paris, Imr. Adminidrative, 1944.

Preface de Louis Massignon, (Muhammed HamidullahTn Fransızca Kur'ân Meâlinin Girişinde) Paris, E. D. D. I. F. Paris.

Masson, Denişe, Le Coran et Revelation Judeo-Cretienne, I-II, Paris

·        1958.

Mevdûdî, Ebu'L-Ala, Tarih Boyunca Tevhid Mücadelesi ve Hz. Peygamber, (derleyenler: Nâim Sıddîkî-Abdulvekîl Alvî, Tere. Dr. N. Ah-med Asrar) Pınar Yayınları, İstanbul, I-II.

Cihad (Tere. M. Beşir Eryarsoy, Şafak Yayınları, İtanbul, 1992

Mirza Beşîr'ü-Dîn Mahmud Ahmed, Kur'ân-ı Kerim Tetkikine Giriş (Trc. Şinasi Siber) Ankara 1960.

Moubarac. Y.,- Le Coran et la Critique Occidentale, Beyrouth 1972.

Abraham Dans Le Coran, Paris 1958.

Montet, Edward, Le Coran, Paris 1949.

Moscati, Sabatino, Histoire et Civilisation des Peuples Semitique, Paris 1955.

Mukallid, Taha Abdulfettah, el-Kasasu'l-Kur'ânî Beyne'l-Müfessirîn. ve'l-Kussas Kadîmen ve HadîsenDâru't-Te'avun.

el-Mutı'î, Abdu'l-Azîm İbrahim b. Muhammed, Îftiraâtü'l-Müsteşrikîn Ale’l-İslâm, Kahire 1992.

Münâvî, Abdurraûf, Peyzul-Kadîr Şerhu'l-Câmi'i's-Sağîr, Mısır 1356.

Müslim, Ebu'l-Huseyn, es-Sahîh, Çağrı Yayınları İstanbul 1981.

Nebhânî,Yûsuf b. İsmail, el-Envâru'l-Muhammediyye, Beyrut 1312.

Nevevî, Ebu Zekeriya, Riyadu's-Sâlihîn, (Tah. Şuayb el-Arnavût), Muessesetü'r-Risâle, 17. baskı, Beyrut, 1409.

Nicholson, Reynold A., A Literary Histoy of Arabs, Cambridge 1956.

Noeldeke, Theodor, Geschichte des Corans, Leipzig, 2. Baskı 1938

Nursî, Bediüzzaman Said, Asâr-ı Bedîiyye, (Neşreden: Abdulkadir Badıllı)ts.

Mektûbat, Envar Neşriyat İstanbul 1979.

İşârâtü'l-İ'câz Fî Mazânni'l-İcâz, (Tah. İhsan Kasım Salihî), Sözler Yayınevi, İstanbul 1994).

Nwiya, Paul, Exegese Coranique et Language Mystique (1970).

Ömer Lutfi el-Alim, el-Musteşrikûn ve’l-Kur'ân, Malta 1991.

Önkal, Ahmet, Resûlullahın İslama Davet Metodu, Konya 1981.

Paret, Rudi ed-Dirâsâtü'l-İslâmiyye ve'l-Arabiyye Fi'l-CâmiatiT-Al-mâniyye (Tere. Mustafa Mâhir, Kahire 1967).

Pazarlı, Osman, Din Psikolojisi, İstanbul 1967.

Peşle O et Ahmed Tidjani, Le Coran, Paris 1980.

er-Râzı, Fahreddin, et-Tefsîru'l-Kebîr, Dâru'l-KutubiT-İlmiyye, Tahran ts.

Renan, Ernest, "Mahomet et Les Origines de LTslamisme" adlı makalesi (Revue des Deux Mondes, 15 Aralık 1851

Rippin Andrevv Bulletin of the School of Oriantal and African Stu-dies" (1981, 1983)

Rodinson, Maxime, Mahomet, Edition du Seuil, Paris 1961.

Roux, Jean Paul, el-İslâm Fi'l-Garb, (Tere. Necde Hacer ve Said el-İzz), Beyrût, 1960.

Rudolphe, VVilhelm, Die Abhangigkeit de Qorans von Judentum und Chirsitentum, Stuttegard, 1922.

Sabık, Seyyid, Fıkhu's-Sünne, Dâru'l-KitâbiT-Arabî, Beyrut 1971.

Said, Edward, Oryantalizm (Tere. Nezih Uzel, İstanbul 1982.

Sale, Goerges, Observations Historique et cretique sur le Mahomet-tisme(Du Ryer'in Al-Coran isimli eserinin baş tarafında yer almaktadır) Amsterdam, 1775.

Salih, Subhi, Mebâhis Fî Ulûmi'l-Kur'ân, Dersaadet, İstanbul, ts.

es-Sâsî, Sâlim el-Hac, ez-Zahiretü'l-İstişrakıyye ve Eseruhâ Ale'd-Di-râsâti'l-İslâmiyye, Malta 1991.

es-Satlî, Abdu'l-Hafîz, "Divânu Ümeyye b. Ebi's-Salt, Cetn' ve Tahkik ve Dirâse" Dimaşk ts.

Schuon, Frithjof, Christianisme / İslam, Milano 1981.

Savary, M., Le Coran, Paris ts.

Schaht ve Bosvvorth, Silsiletü Alemi' 1-Ma'rife (Tere. Muhammed Zü-heyr es-Sanhûrî) Kuveyt 1978.

Schapiro, Die Haggadischen Elemente im Erzahlenden Teiel des Ko-rans, Leipzig, 1907.

Schimmel, Annemarie, Dinler Tarihine Giriş, Ankara 1955.

Sibâî, Mustafa, el-İstişrak ve'l-Musteşrikûn, Beyrût 1979.

Sidersky, D., Les Origines de Legendes Musulmanes dans le Coran, Paris 1933.

Simg, Jaspis, Joh., Koran und Bible, Leibzig, 1905.

Snouck-Hurgronje, Chiristian, La Leğende Qoranique d'Abraham et la Politique Religieuse du Prophete Mohammed, 1880.

Speyer, Heinriche, Die Biblichen Erzahlungen im Qoran, 1931, 1961.

Suruç, Salih, Kâinatın Efendisi Hz. Muhammed'in Hayatı, I-II, Yeni Asya Yayınları, İstanbul 1984.

es-Suyûtî, Celâluddîn, el-İtkan, Mustafa el-Bâbî el-Halebî, Kahire 1979

Şengül, İdris, Kur'ân Kıssaları Üzerine, Işık Yayınları, İzmir 1994, eş-Şerkavî, Mahmûd, "el-Kur'ânü'l-Mecîd", Dâru'ş-Şa'b, Kahire 1971. eş-Şevkânî, Neylu'l-Evtar, Dâru't-Turâs, Kahire, I-VIII

Şevki Ebu Halil, G. Le Bon Fi'l-Mîzân, Dâru'l-Fikr, Dimeşk 1990.

el-İslâm Fî Kafesi'l-îttihâm, Dâru'l-Fikr, Dimeşk 1982.

Şiblî, Mevlânâ, Peygamberimizin Ruhânî Hayatı, (Tere. Ömer Rıza), ts.

Taberî, Ebu Cafer Muhammed b. Cerîr, Tarih, I-XIII, Mısır 1326.

et-Tabersî, Ebu Ali, Mecma'uT-Beyân.fî Tefsîri'l-Kur'ân, el-Mektebe-tu'l-İlmiyyetüT-İslâmiyye, Tahran ts.

Tiritton, A. S., İslam Belief and Practices, London 1951.

et-Tirmizî, ebu İsâ Muhammed, es-Sünen, Çağrı Yayınları İstanbul 1982.

Tisdall, St. Clair,W. The Original Sources of the Qur'ân, London 1905.

Torrey, C. C., The Jewish Foundation of İslam, New York, 1933.

Tümer, Günay ve Küçük, Abdurrahman, Dinler Tarihi, Ocak Yayınları, Ankara 1988.

Umeyye b. Ebi's-Salt, Dîvânü Ümeyye el-Mukaddeme, Tahkîk-. Müz-deriş Şultis.

Vezzân, Adnân el-İstişrak ve'l-Musteşrikûn, Mekketü'l-Mükerreme, 1984.

Wansbrough, Qoranic Studies: Sources and Methods of Scriptural In-terpretation" 1977.

Wencinck, A. ]., el-Mu'cemü'l-Müfehres Li Elfazı'l-Hadhisi'n-Nebe-viyyi, Leidin 1962.

VVatt, Montgomery, Günümüzde İslâm ve Hıristiyanlık (Tere. Dr. Turan Koç) İz Yayıncılık, İstanbul 1991.

The Infuence of İslam on Medieval Europe, Edinburgh, 1972.

Muhammed at Mecca, Oxford, 1953

Yazır, Elmalılı Muhammed Hamdi, Hak Dini Kur’ân Dili, Matbaai Ebüzziyâ, İstanbul 1935, I-IX.

Yıldırım, Suat,"Hadisleri Kur'ân'la Karşılaştırma Meselesinin Kaynakları" (A.Ü.İ. İ. Dergisi, Ankara, 1978. Tayyib Okiç Armağanı) s. 106-114.

Kur'ân Beşer Sözü Olamaz" isimli tebliği, (Kur'ân Sempozyumu, Zaman Gazetesi Yayınları, İstanbul, 1989).

Kur'ân-ı Kerim ve Kur'ân İlimlerine Giriş. Ensar Neşriyat 1989.

Zakzuk M. Hamdi, el-İstişrak ve'l-Halfiyyetü'l-Fikriyye Li's-Sara'ı'l-Hadarî" Kuvveit 1404.

ez-Zerkanî, Muhammed Abdulazîm, MenâhilüT-İrfân Fî UIûmiT-Kur'-ân, Matbaatu İsâ el-Bâbî el-Halebî, ts

Zerkeşî, Bedruddîn Muhammed b. Abdillâh, el-Bürhân fî Ulûmi'l-Kur'ân (Tahkik: Muhammed b. EbiT-Fadl İbrahim), Mısır 1957.

ez-Ziriklî, Hayruddîn, el-A'lâm Kamûsu Terâcim, Beyrut 1969.


Bu kitap; vesvesenin mahiyeti ve bunun tedavi yollarını irdeliyor.


faişllldiiri:

'“niii x‘l)('[)l(Ti ı e çmclcri

• <'lıcnınıi\('t verdikçe şi^er.

\ ermezseniz söner.

; ■'■»;'7.' m.s-ma v erilıııoinin lüknıel Icri c (' en çok kimlerde görülür?

veseden korumanın volimi verese verme \olları

> irdik konuşa cevaplar bu kitapla...



Bu kitapta sevgiyi konu aldık.

Türkiye’de insanlar “EIıl-i Beyti sevenler ve sevmeyenler” diye ikiye ayrılmaya çalışılıyor. Öyleyse gerçekten EIıl-i Beyt İslâma göre nasıl sevilmeli? Onlara ne tür bir sevgi ve saygı beslenmeli?

Problemi kökünden ele alan, çözüm getiren, birlik ve beraberliğe güçlü bir harç koyacak özelliğe sahip olan bu çalışma, ana kaynaklara dayanarak okuyucuyu işin özüne götürecektir.

,                           BASIM VAYIN

^0212) 55132 25 Pbx              -           ■ ;



Peygamber çizgisi:

Kur’ân’ın hayata geçirilmesidir.

Kâinatın temel karakteridir.


Allah’ı bilme sanatıdır.

Model Müslümanm hayat felsefesidir.

Ve kitapta işlenen konular:

·        • Efendimize benzemenin tarzı

·        • Peygamber ahlâkının güzellikleri

·        • Peygamber ahlâkını taklit reçetesi

·        • Ahlâk-ı Muhammedînin yorumu

·        • İmanlı nesil müjdesi

·        • Nefsi sıfırlama sanatı • Efendimizin gönlündeki sırlar

NASIL AMAİ MALI?

Bu kitap İslâmî anlamayı ve anlatmayı işlerken, bu konuda önemli bazı meselelere parmak basıyor. Kitaptan bazı konu başlıkları:

·        • Üzerimize düşen görevi tam yapıyor muyuz?

·        • Yapmadığımızı mı söylüyoruz?

·        • İnsan kendini nasıl tehlikeye atar?

·        • Sözün tesiri ve dilin zararları

·        • Manevi tahribata karşı manevi cihad

·        • Allah’ın yardımına lâyık olabilmek

·        • İslâm kardeşliğinin getirdikleri

·        • Mü’minin mü’mine en güzel yardımı

·        • Azrail kapıyı çalmadan...

nesil

BASIM YAYIN

(0212) 551 32 25 Pbx

1

Rudi Paret, ed-Dirâsâtü’l-islâmiyye ve’l-Arabiyye Fi’l-Câmiati'l-Almâniyye (tro. Mustafa Mâhir, Kahire 1967, s. 11.

2

Bk. Mahmud Hamdî Zakzûk, el-istişrak Ve’l-Halfiyyetü’l-Fikriyye Li’s-Sıra’t'l-Hadarî, Kuveyt 1404, s. 18.

3

Adnân Vezzân, el-istişrak ve’l-Musteşrikûn, Mekketü’l-Mükerreme, 1984, s. 15.

4

Msl., bk. Mustafa Sibâî, el-istişrak ve'l-Musteşrikûn, Beyrût 1979, s. 13 vd.

5

Edward Said, Oryantalizm, (trc. Nezihi Uzel) İstanbul 1982, s. 91.

6

Rudi Paret, a.g.e., s. 9.

7

Nitekim, Necîb el-Akîkî, el-Musteşrikûn isimli üç ciltlik ünlü esirine, Fıransız Rahip Gerard de Oraliac (M. 940-1003)'ın hayatına yer vererek başlamak suretiyle böyle bir kanaatte olduğu izlenimini vermektedir.

8

Schaht ve Bosworth’tun tasnif edip, Muhammed Züheyr es-Sanhûrî’nin tercüme ettiği Silsiletü Alemi'l-Ma’rife (Kuveyt 1978) isimli eserde, Maxime Rodinson’un “İslâm Kültürü” hakkında yazdığı bölüme, I, 78.

9

ed-Dirâsâtü’l-Arabiyye Fi'l-Câmiati’l-Biritaniyye’den nakleden “ed-Dirâsâtü'ül-Arabiyye ve'l-islâmiyye Fî Ba’di’l-Bilâdi’l-Avrûbiyye, Beyrût, 1973, s. 10 vd.

10

Rudi Paret, a.g.e., s. 9.

11

ibn Sa’d, Tabakat, I, 258; M. Asım Koksal, a.g.e, VII, 37. Bunun, 6. yıl Zilhicce ayında olduğu da rivayet edilir. Taberî, Tarih, III, 84; M. Asım Koksal, a.g.e, VII, 37.

12

Buharî, Cihad 101; Ahmed, Müsned, I, 263; M. Asım Koksal, Islâm Tarihi, VII, 48.

13

Muhammed Gallâb, Nazarâtün istişrakıyye Fi’l-İslâm, (Mecelletü’l-Ezher, Nisan 1970 tarihli sayısının eki) Kahire, s. 9.

14

Jean Paul Roux, el-islâm Fi’l-Garb, (trc. Necde Hacer ve Said el-izz), Beyrût, 1960, s. 69.

15

Daha geniş bilgi için bk. Necîb el-Akîkî, el-Musteşrikûn, el-Kahire, 4. Baskı, I, 110-124.

16

Paret, a.g.e, s. 10.

17

Gallâb, a.g.e., s. 8.

18

Gallâb, a.g.e., s. 12.

19

Muhammed b. Abûd, Menhecü’l-İstişrâk Fî Dirâseti't-Tarîhi’l-islâmî “Menâhicü’l-Müsteşrikîn Fî’d-Dirâsâti’l-Arabiyye el-islâmiyye”, Mektebü’t-Terbiyyeti’l-Arabi Li Düveli’l-Halîc, Riyad, 1405-1985- l-ll) kitabından, I, 344... vd.

20

Sabahuddîn Abdurrahman, el-Üsûsu’l-Edebiyye Li Dirâsâti’l-Müsteşrıkîn (“el-islâm ve’l-Müsteşrikûn” isimli kitaptan) Cidde, 1985, s. 145.

21

el-Akîkî, a.g.e., III, 619...vd.; es-Sibâî, a.g.e., s. 22..vd.

22

Zakzuk, a.g.e., s. 75-76.

23

Imaduddîn Halîl, el-Müsteşrikûn ve’s-Siretü’n-Nebeviyye (“Menâhicü'l-Musteşrikîn Fî’d-Dirâsâti’l-Arabiyye el-lslâmiyye") adlı kitaptan. I, 116.

24

Maurice Bucaille, la Bible, le Coran et la science, International Islamic Federation of Student Organizations, Kuwait, ts. s. 6.

25

R. Paret, a.g.e. s. 22.

26

Louis Leblois, Le Koran et La Bible Hebraique, Strasbourg, 1887.

St. Clair-Tisdall, W. The Original Sources of the Our’ân, London 1905.

D. Sidersky, Les Origines de Legendes Musulmanes dans le Coran, Paris 1933.

D. Masson, Le Coran et Revelation Judeo-Creetienne, Paris 1958.

D. Künslinger, Christliche Herkunft der Kuranischen Lot-Legende, Lwow 1930.

Jacque Jomier, The Bible and the Koran. New York, 1964.

Joseph Bertuel, L’lslam Ses veritables Origines, Paris 1981. (1-3).

(Bunlar sözkonusu eserlerden sadece birkaçıdır. Bu hususta daha fazla bigi için bk. Index Islamicus;

Bibliographie des ouvrages Arabes; Handbuche der Islam-Literatur; Bell’s Introduction to the Oor’an).

27

Alfred Guillaume, İslam (a Pelican Books) 1964, s. 55-58.

28

I. Goldziher, el-Akîde ve’ş-Şerîa Fi’l-islâm (Mısır, et-Tab’atü’s-Sâniye) s. 12.

29

C. Brockelmann, İslâm Milletleri ve Devletleri Tarihi (trc. Neşet Çağatay) Ankara 1964, s. 14.

30

Brockelmann, a.g.e., s. 33.

31

A. S. Tritton, İslam Belief and Practices, London 1951, s. 15-20.

32

Lammens, L’lslam Croyances et Institutions, Beyrouth, 1943, s. 49.

33

Blachere, Le Coran, (Que Sais-je) Presse Universitaire de Franc, Paris 1966, s. 7.

34

R. Bell, Who Were the Hanifs? (The Moslem World), XX (1930), s. 122-123.

35

H. A. R. Gibb, Mohammedanism An Historical Survay, Oxford Uniyersity Presse 1953 (Second edition) s. 35-45.

36

S. Moscati, Histoire et Civilisation des Peuples Semitiques, s. 203.

37

43 E. Montet, Le Coran, Paris 1949, s. 29-31.

38

A. C. Bouquet, Comparative RĞligion (Penguin Books) Great Britain 1956 (Fifth edition), s. 266.

39

Bernard Lewis, The Arabs in History, London 1956, s. 38.

40

İslâm Ansiklopedisi, İstanbul 1941,1, 360-375.

41

Hemen her Avrupa ve Amerika üniversitesinde İslâmî araştırmalar yapmak amacıyla çeşitli enstitülerin bulunması, bu enstitülerde güçlü akademisyenlerden meydana gelen ekiplerin son derece organizeli bir biçimde çalışması; Doğu dillerini öğretmekten tutun da lisansüstü akademik çalışmaların yaptırılması, o alanlarla ilgili değişik müesseselerde çalışmak üzere elemanların yetiştirilmesi, bu öğrencilerden bir kısmının kendi memleketlerine dönerek, oralarda sözkonusu müessese veya ekollerin birer temsilcisi gibi faaliyet göstermesi... hep bunun delilleridir. Sözü edilen müesseseler, İslâm dünyasında yapılan hemen bütün İlmî ve akademik araştırmalardan haberdırlar. Çalışanları, sonsuz bir fedakarlık, samimiyet, ciddiyet ve gayretle çalışmaktadırlar, (bk. Zakzuk, a.g.e., s. 59-60.)

42

Müsteşrikler, ta asırlardan beri, Müslüman Şark memleketlerinin hemen her köşesinden el yazması eserleri toplamaya büyük bir özen göstermişlerdir. Hatta bunu kendi özel çabalarıyla yapmakla yetinmemiş, kral ve yöneticilerinin de emir ve teşvikinden yararlanmışlar. Şarka seyahata giden ticaret gemilerine bu tür esirleri getirmeyi zorunlu kılmasını sağlamışlardır. Yine Napoleon’un Mısır’ı işgalinden sonra, İslâm dünyasında Avrupanın nüfuzu artması sonucu birçok yazma eserin toplanıp Batıya taşınması sağlanmıştır. Hatta, zaman zaman sırf el yazması eserleri satın almak amacıyla Doğuya heyetler gönderilmiştir.

Toplanan, bu el yazmalara büyük itina gösterilmiş, onları tanıtıcı fihristler yapılmış, müellifleri hakkında bilgiler verilmiş, kısaca kendilerinden istifadeyi kolaylaştıracak her türlü çalışma yapılmıştır. Avrupa kütüphanelerinde Arap ve İslâm yazma eserlerinin on binlerce olduğu tahmin ediliyor. (Bu konuda daha geniş bilgi için bk. Zakzuk, a.g.e., s. 61 -62.)

43

Müsteşrikler, topladıkları el yazma eserleri, fihrislendirmekle kalmamışlar, birçoğunun tahkik ve neşrini de gerçekleştirmişlerdir. Tahkik yaparken, muhtelif nüshalarını karşılaştırarak, varsa aralarındaki farklara dikkat çekmiş, en doğru olduğuna İnandıklarını tercih etmişler, kitabı çeşitli yönlerden indekslendirmişler, hatta bazan neşrettikleri kitabın çok faydalı şerhlerini de yapmışlardır, (bk. el-Lebbân, el-Müsteşrikûn ve’l-islam, Mecelletü’l-Ezher, Nisan 1980 sayısının ek, 20).

Müsfeşriklerin yaptıkları, tahkik çalışmalarının uzun bir listesi için bk. Zakzuk, a.g.e., s. 63-64).

44

Müsteşrikler sadece Arapça metinlerin neşriyle kalmamışlar, aynı zamanda yüzlerce İslâmî ve ilmi eser değişik Avrupa dillerine tercüme edilmiştir. Msl., birçok şiir divanını, “Muallaklar”ı, Ebu’l-Fidâ'nın Tarihini, Taberi Tarihini, Mes'ûdî'nin Murûcu’z-Zeheb’ini, Makrizî'nin Tarihu'l-Memâliki’ni, Suyûtî'nin Tarihu’l-Hulefâ'sım; Gazâlî'nin ihyâ’sın\...vs. gibi çok sayıda İslâmî, lügavî, edebî, tarihî ve İlmî eseri kendi dillerine çevirmişlerdir. Ayrıca Orta Çağda Müslümanların felsefe, tıp, astronomi ve diğer ilimler alanında yazdıkları eserler bazı Batı dillerine çevrilmiştir. (Bu konu için bk. Zakzûk, a.g.e., s. 64).

45

Müsteşrikler, İslâm araştırmaları konusunda çok değişik konularda telifatta bulunmuşlardır. 19. asrın başlarından 20. asrın ortalarına kadar geçen birbuçuk asırlık zaman içinde Doğu ile ilgili olarak yazdıkları eserlerin sayısı altmış bindir. (Edward Said, a.g.e., s. 316).

İslam Tarihi, Kelâm, Fıkıh, İslâm Felsefesi, Tasavvuf, Arap Dili ve Edebiyatı, Kur'ân ve Hadis vs. gibi bütün sahalarda eserler telif etmişlerdir. Bu eserlerin bir kısmı son derece faydalı olduğu halde, İslâm'a karşı ağır sözler ihtiva eden, hemen hemen hiçbir İlmî değeri olmayan yalan ve iftiralarla dolu kitaplar da vardır.

Müsteşriklerin yazdığı önemli telif eserlerden bazıları şunlardır: Brockelmann (Ö. 1956) tarafından .hazırlanmış Geschichte de Arabichen Litterature (G.A.L.), İslâm Ansiklopedisi (Heyet); çeşitli Arapça sözlükler; el-Mu'cemü’l-Müfehres Li Elfazı’l-Hadîsi’n-Nebevî (Concordance)...

46

Blachere, Le Coran (Que Sais-je), s. 29.

47

Aı-i imrân, 103.

48

Mâide, 2.

49

Zümer, 9.

50

En'am, 151.

51

Şura, 40.

52

Hucurat, 11.

53

Hucurat, 12.

54

Bu sayılar, H. 1404’de yayınlanmış, “el-istişrak ve'l-Halfiyyetü’l-Fikriyye Lİ’s-SaraTI-Hadarî” isimli eserden alınmıştır, bk. s. 65.

55

Müsteşriklerin Kur’ân tercümeleri hakkında geniş bilgi için bk. T. D. V. İslâm Ansiklopedisi’nin Suat Yıldırım tarafından kaleme alınan ilgili maddesine.

56

Nöldeke’nin Geschihte des Corans; Blachâre'in Introduction au Coran; Arthur Jeffry’nin ibn Ebi Dâvûd’un Kitâbu'l-Masâhif adlı eserin tahkikine yazdığı mukaddime bu tür çalışmalara sadece birkaç örnektir.

57

Bu tür çalışmalara örnek olarak, Andrew Rippin’in Bulletin of the School of Oriantal and African Studies" (1981, 1983)’de Kur’an’daki Dialect üzerindeki çalışmaları; Wansbrough’un Ooranic Studies; Sources and Methods of Scriptural Interpretation” (1977) adlı çalışması; Paul Nwiya’nın Exegese Coranique et Language Mystigue (1970)... gibi çalışmalar gösterilebilir.

58

Buna örnek olarak şu çalışmalar verilebilir: Goldziher'in “Die Richtungen der Islamischen Koranauslegung” (1920); Birkeland’ın “Old Müslim Oppositon Against Interpretation of the Koran” (1955); Nabia Abbott “Studies in Arabic Leterary Papyri II: Cor'anio Commentary and Tradition” (1967). Müsteşriklerin ilk müfessirler hakkında yaptıkları çalışmaların başka örnekleri için bk. İsmail Cerrahoğlu, Batıda Kur’ân Üzerine Araştırmalar (A.Ü. ilâhiyât Fakültesi Dergisi, e. XXXI) s. 131.

59

R. Arnaldez ve Jomier’in Fahruddîn er-Razî hakkında yaptıkları genel ve ayrıntılı çalışmaları; Gotz’un Maturidî üzerindeki çalışması buna örnek olarak verilebilir.

60

Msl., J. M. S. Baljon (1960)’un 1880-1960 yıllarını, J. j. G. Jansen’in (1974) Mısır’daki tefsir çalışmalarını konu alan araştırmaları ile, Abbott’un Mevdûdî’yi; De Jong’un Cevherî’yi; Boullata’nın, Bintu’ş-Şatî'yi; Chartier'in, Mustafa Mahmud’u ve Ahmed Halefullah'ı konu alan çalışmaları buna örnektir.

61

Edward Said, Oryantalizm (trc. Nezih Uzel), İstanbul 1982, s. 8.

62

A.g.e., s. 360.

63

Tomas Cariyle, Peygamber Kahraman Muhammed, Serdengeçti Neşriyat, Ayyıldız Matbaası, Ankara 1958. S. 34.

64

Cariyle, a.g.e., s. 34.

65

A.g.e., s. 34.

66

A.g.e., s. 36, 42.

67

Maxime Ronison, Mahomet, Editions du Seuil, 1961 .s. 104.

·        77 Rodinson, a.g.e., s. 102-103, 338.

·        78 A.g.e., s. 351.

68

Yazar’ın bu noktada yanıldığını ve Kur’ân’ın şiir olmadığını söylemeye bile ihtiyaç yoktur. Bununla birlikte Kur’ân’ın şiir olmadığı gerçeğine ileride temas edeceğiz.

69

Eremya'nın hayatı hakkında bilgi için bk.Şemseddin Samî, Kamus'l-A’lâm, II, 840-841. 04

70

Alfred Guillaume, İslam, Pelican Books, 1964, s. 28-30; aynı şekilde bu ölçünün birinci ve ikinci unsurları için bk. Malik b. Nebî, Kur’ân Mu’cizesi(trc. Ergun Göze) Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 1991, s. 35-40.

71

182 Oysa bu illüzyonlar ve hafıza zayıflığı az çok anormal bir zihnin arazlarıdır ve bunun gerek fail ve gerekse konu yönünden, bizim vak'amızla uzaktan yakından herhangi bir ilgisi yoktur. (Muhammed Abdullah Draz, Initiation au Coran, s. 155).

72

Suat Yıldırım, “Kur’ân Beşer Sözü Olamaz” isimli tebliği, (Kur’ân Sempozyumu, Zaman Gazetesi Yayınları, İstanbul, 1989) s. 141.

73

Charles J. Ledit, Mahomet, israel et le Christ, La Colombe 1956, s. 43.

74

Kendisi de Kur’ân'm, Hz. Muhammed’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bilinç altının ürünü olduğunu iddia eden Maxime Rodinson, bu konuda şöyle demektedir: “...Özellikle Hıristiyanların gözünde Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem), bir numaralı düşman haline gelmekte gecikmeyecekti. Saralı bir sahtekâr, iğrenç bir yaratık gözüyle bakılacaktır

75

kendisine. Müritlerinin Peygamber hakkında anlattıkları tahrif edilerek ortaya şehvet düşkünü (Ne yazık ki bu tahrifi yapan ve böyle bir iddiada bulunan birisi de bizzat Rodinson’un kendisidir. A. H.) ve zalim, boğazına kadar cinayete ve fenalığa gömülmüş, tek tük fikirleri yolunu şaşırmış Hıristiyanlardan çalmış ve saf insanları türlü hokkabazlıklarla kendine çelmiş bir adam portrasi ortaya sürülecektir.”

“...dine inanmayan bir takım başka adamlar, onda kendileri gibi düşünen ve eyleyen bir insan bulmaya çalışacaklardır. XIII. yy. başlarında Boulainvilliers, akla uygun bir din kurmuş olan bir doğa filozofu olarak selamlamaktadır Muhammedi (salla’llâhü aleyhi ve sellem).”

“Voltaire ise, onu, hurafelerden yararlanarak halkını zafere eriştiren kinik bir sahtekâr olarak tanımlamaktadır.”

“Bütün ışıklar yüzyılının gözünde Muhammed doğa ve akıl dininin peygamberidir."

“Hubert Grimme, onu, zenginleri korkutarak onaylarını almak için gelişigüzel uydurduğu bir “mitoloji’’nin yardımıyla malî ve sosyal bir reformu gerçekleştirmiş olan bir sosyalist olarak görmektedir. Çoğu şarkiyatçılar yargılarında dikkatli davranarak, Muhammed’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) dinsel şevkini ön plana çıkarırken; tarihsel kaynakların büyük bilgini Belçikalı Cizvit rahibi Henri Lemmens, kindarlığı, peygamberin samimiyetini inkâra kadar götürmektedir.” (Rodinson, a.,g.e., s. 351-352.).

·        86 En’am, 33.

76

Fîruzâbâdî, el-KamusuTMuhît, III, 262.

77

Bakara, 177; Mâide, 119; Ankebût 3; Muhammed, 21; Zümer, 33; Meryem, 50; Şuarâ, 84...

78

Zümer, 32-33.

79

Zümer, 60.

80

Ebu Dâvûd, Edeb 80; Ahmed, Müsned, III, 447, 452.

81

Buharî, Edeb 69; Müslim, Birr 103, 104, 105; Ebu Dâvûd, Edeb 80; Tirmizî, Birr 46; ibn Mace, Mukaddime 7, Dua 5; Dârimî, Rikak 7; Muvatta, Kelâm 16; Ahmed, Müsned, c.1, s.3, 5, 7, 8, 9, 11, 384, 405, 432.

82

Müslim, Birr, 104; Ahmed, Müsned, I, 393, 432, 440; Taberânî, el-Mu’cemu’l-Kebîr, IX, 100.

83

Müslim, Birr, 103-105; Ebu Dâvûd, Edeb 80; Tirmizî, Birr 46; ibn Mace, Mukaddime 4, 5, 7; Muvatta’, Kelâm 16; Ahmed, Müsned, I, 1,3, 5, 7, 8, 384, 332.

84

Buharî, Edeb 69; Müslim, Birr 102-105; Ebu Dâvûd, Edeb 80; İbn Mâce, Mukaddime 7, Dârimî, Rikak 7; Tirmizî, Birr 46; Ahmed, Müsned, I, 384, 410, 424, 430, 432.

85

98 Muvatta', Kelâm 19.

86

ibn Ishâk, Sîretü ibni ishak, (Tahkîk ve ta’lîk, Muhammed Hamidullah) Hayra hizmet Vakfı Neşriyatı, Konya, 1981, s. 57; ibn Hişâm, es-Sîretü’n-Nabeviyye (Tahkik; Mustafa es-Seka vd.) Mektebetü ve Matbaatü Mustafa el-Babî el-Halebî (II. Baskı), 1955, I, 197-198.

87

Ebû Dâvud, ilim 3; Ahmed, MüsnedJI, 162, 192; Dârimî, Mukaddeme 43.

88

Buharî, Edebü’l-Müfred, s. 77; Tirmizî, eş-Şemâilü'n-Nebeviyye, Hımış 1968, s. 120; Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid ve Menbau’l-Fevâid, l-X, Beyrut, ts., IX, 17.

89

Tirmizî, Tefsîru Sûre 6.

90

M. Asım Koksal, Hz. Muhammed  (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ve İslâmiyet, (Medine Devri) Şamil Yayınevi, İstanbul, ts., I-XI, XI, s. 437.

91

Buharî, Cihad 102.

92

Buhârî, Şehâdât 28; Müslim, İmân 107, 109; Tirmizî, İmân 14.

93

Buhârî, Ahkâm 43; Müslim, İmân 99, imâre 9, Bey’a 24; ibn Mâce, Cihad 41, 43; Nesâî, Bey’a 16, 18, 24; Muvatta’, Bey’a 1,3; Ahmed, Müsned, II, 9, 62, 81, 101, 139.

94

Buhârî, Şehâdat 16, 87, Edeb 54, 95; ibn Mâce, Edeb 36; Ahmed, Müsned, V, 41,45, 47.

95

Buharı, Savm 55; Ahmed, Müsned, V, s. 266.

96

el-Kadî lyaz, eş-Şifâ bi Ta’rîfi Hukûki’l-Mustafa (Tahkik: Muhammed Karaali vd.) I-II, Dımeşk, ts., I, 270.

97

Bk. Buhârî, Tefsir (24., 111. Sûreler); Beydavî, Tefsir, Şuara, 214. âyefin izahı; Belli ki, Yahudi bilginlerinin büyüklerinden olan Abdullah bin Selam da buna benzer bir yönteme başvurmuştur. Nitekim, Hz. Peygamberin kendi kavmi olan Yahudilere onun hakkındaki düşüncelerini sormadan Müslümanlığını ilan etmek istememiştir. Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) kanaatlerini sorması üzerine, Yahudiler Abdullah bin Seîam’ı, onun ilmini ve değerini güzel bir şekilde övmüşler. Bunun üzerine Abdullah bin Selam da hemen ayağa kalkarak Kelime-i Şehadet getirmiş. Fakat az önce kendisine övgü yağdıran Yahudiler bu kez her türlü karalamada bulunmuşlar, bk. ibn Hişam, a.g.e., II, 517).

98

İbn Hişâm, a.g.e., II, 485.

99

ibn Hişâm, a.g.e., II, 493.

100

En’am, 33. « « o

101

Suat Yıldırım, Kur’ân Beşer Sözü Olamaz, Kur’ân Sempozyumu, Zaman Gazetesi Yayınları, s. 127-128.

102

Firuzabâdi, Kamusu’l-Muhît, III, 98.

103

imam Kuşeyrî, er-Risâletü’l-Kuşeyriyye, l-ll, Mısır, ts., I, 427.

104

Kuşeyrî, a.g.e. I, 434.

105

ibn Miskeveyh, Tehzîbü’l-Ahlâk ve Tathîru’l-A’rak, el-Matbaatu’l-Huseyniyye, Mısır 1329 H. s. 164;

Ahmed Muhammed el-Hûfî, Min Ahlâkı’n-Nebî, Matabiu’-Ehrâm et-Ticâriyye, 1970, s. 282.

106

İmam Gazali, ihyâu Ulûmi’d-Dîn, el-MatbaatuTOsmaniyye el-Mısriyye, 1933, II, 483; K. lyaz, a.g.e.,, I, 97.

107

Kadı lyaz, a.g.e., II, 97.

108

115 ibn Mâce, ikâme 134.

109

Tirmizî, Salât 173; Nesâî, Sehv 23; Ahmed, Müsned, II, 447.

110

Buhârî, Vudu' 34, Gusl 17, Mevâkît 24, Ezân 25; Müslim, Mesâcid 225; Ebu Dâvud, Taharet 93; Nesâî, Mevâkît 20; İbn Mâce, Taharet 83, 110, ikâme 132; Ahmed, Müsned, I, 88, 99, 366...; eş-Şevkânî, Neylu’l-Evtar, Dâru't-Turâs, Kahire, l-VIII, III, 190.

111

Tirmizî, Daavât 23; eş-Şevkânî, a.g.e., II, 289.

112

ibn Mace, Sıyâm 6.

113

1

Müşriklerin, Hz. Peygamber'e yönelttikleri bazı isteklerine karşılık onlara, "Ben gaybı bilmem” (En’am, 50; Hûd, 31); “Eğer gaybı bilseydim pek çok menfaatim olurdu; hiçbir kötülük de bana dokunmazdı" (A’raf, 188) gibi ayetlerle cevap vermesi onların böyle bir anlayışa sahip olduklarını gösteriyor.

114

Buharî, Şehâdat 27, Hiyel 10, Ahkâm 20; Müslim, Akdiye 4; Ebu Dâvud, Akdiye 7; TirmiZÎ, Ahkâm 11; Nesâî, Kudat 13, 33; ibn Mace, Ahkâm 5; Muvatta’, Akdiye 1; Ahmed, Müsned, II, 332, VI, 203, 307, 320.

115

Müslim, Fedâil 139; ibn Mâce, Ruhun 15; Ahmed, Müsned, I, 162,163.

116

Buharî, Cenâiz 3: Belirtilen yerde Osman bin Maz’un’un şehid edilişinden, kadınlardan birinin, Allah'ın kendisine ikram ettiği konusunda şahadette bulunmasından söz edilmekte ve kadının bu sözünün Hz. Peygamberi, kaydedilen sözü söylemesine sevkettiği ifade edilmektedir.

117

Müslim, Cenâiz 105; Tirmizî, Cenâiz 60; Nesâî, Cenâiz 101; ibn Mace, Cenâiz 49.

118

. 118 Bu husus için örnek olarak bk. En’am, 37,109; Yunus, 20; Ankebût, 50.

119

W. Irving, Mahomet and His Successors, edited by Rochmann, The University of VVisconsin Press, Madison, London, 1970, s. 176.

120

Mensuplarınca belirtildiği üzere Hıristiyanlık, tanrılığına inanılan İsa üzerinde temerküz eden, odaklaşan bir dindir. Kredo (amentü)lerinden de anlaşıldığı gibi Tanrı hakkındaki bu inançları, tanrısal mahiyetin bedenleşmesi (tecessüd, incarnation), üç şahısta tezahürü (teslis, tirinite), insanlığı günahtan kurtarması (fidâ, redemption) ve Onun insanları hesaba çekmesi (ahiret, jugement demler) hususlarını ihtiva eder. (Suat Yıldırım, Mevcut Kaynaklara Göre Hıristiyanlık, Diyânet işleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 1988, s. 113.

121

Teslîs’in reddi için Bk. Nisa, 171; Mâide, 73; En’am, 151; Hz. Isa’nın öldürülmediğine delil için bk. Nisa, 157-159; Hz. İsa’nın Allah’ın kulundan başka bir şey olmadığına delil için bk. Nisâ 172; Hz. isây’ı tanrılaştırdıkları için Hıristiyanları, Hz. Üzeyr’i tanrılaştırdıkları için de Yahudileri şiddetle tenkid ve tekfir eden ifadeler için de bk. Rûm, 30-31.

122

Kur'ân'da yer verilen Peygamber mucizerine misal için bk. Bakara, 60;'AI-i imran, 49; Nemi, 16, Enbiyâ, 69;40;Sebe', 1, 10, 12

123

Bk. isrâ, 93.

124

Hz. Peygamberin vahiy ile düzeltilen bu tür ictihadlarına örnekler ileride gelecektir.

125

İmâm Mâlik, el-Muvatta’ III, 83.

126

K. lyad, a.g.e., I, 265.

127

132. Buhârî, Ta’bîr, 9; Enbiyâ 11, 19; Müslim, imân 238, Fadâilus'-Sahâbe 152; Tirmizî, Tefsir 13; Ahmed, Müsned, II, 326.

128

Buhârî, Enbiya 14,19.

129

Buharî, Teheccüd 7, Enbiya 37, 38; Müslim, Sıyâm 189, 190; Ebû Dâvûd, Savm 66; Nesâî, Sıyâm 14, 68, 69, 76, 77, 78, 890.

130

Buharî, Husûmat 1, Diyât 32, Ebiyâ 25, 31, Tevhîd 22; Müslim, Fedâil 160; Ebu Dâvud, Sünnet 13; Ahmed, Müsned, II, 264, III, 41.

131

Buhârî, Fedailü’l-Kur’ân 1.

132

Buharî, Rikâk 51, Enbiya 3, 17, Tevhîd 19, 24, 36; Müslim, İmân 322, 326, 327; Tirmizî, Cuma 63, Kıyâme 10; ibn Mâce, zühd 37; Ahmed, Müsned, V, s. 145, 147.

133

Ahmed, Müsned, V, 256.

134

Bunlardan Cariyle şöyle demektedir: “Onda her nevi iştahtan çok daha yüksek bir şey vardı. Yoksa yirmi üç yıl omuz omuza döğüşen, onunla dirsek dirseğe yaşayan bu çöl bedevileri ona bu kadar uyarlar mıydı? Onlar zaman zaman vahşi bir samimiyetle köpüren ve birbirlerini boğazlayan bir nevi yabanilerdi. Gerçekten değerli ve mert olmayan bir insanın onlara emretmesi mümkün olmazdı.” (Cariyle, a.g.e., s. 40).

135

Bk. Ibn Hişâm, I, 188-189.

136

Mevdûdî, Tarih Boyunca Tevhid Mücadelesi ve Hz. Peygamber, (derleyenler: Nâim Sıddîkî-Abdulvekîl Alvî, trc. Dr. N. Ahmed Asrar) Pınar Yayınları, İstanbul, l-ll, II, 644.

137

Mevdûdî, a.g.e., II, 645.

138

Mevdûdî, a.g.e., II, 645.

139

Mevdûdî, a.g.e., II, 645. Leone Caetani’nin şu itirafları da aynı gerçeği teyid etmektedir: “Yahudilerden başka Muhammed'in muhaliflerinden ve düşmanlarından hiçbiri onun hakikaten mülhem (ilhama mazhar) olmasından hiçbir zaman şüpheye düşmedi; bu baptaki iddiasının yalan olduğuna ihtimal vermedi. Buna kat’î sûrette hükmedebiliriz. Ebu Bekir, Ömer, Abdurrahman b. Avf, Ebu Ubeyde b. Cerrah, Sa’d ibn Ebi Vakkas ve şâire gibi en zeki ve seciye itibariyle en yüksek adamlar Hz. Muhammed’in etrafında toplandılar. Devirlerinin hiç şüphesiz en büyükleri olan bu zatlar, onun yalanlarını anlamayacak kadar kör ve idraksiz olduklarına ihtimal verilebilir mi? “Bunlar, işin içinde bir yalancılık olduğunu farkettiler, fakat sustular” denilemez. Bu adamların bu kadar sahte ve hilekâr olmaları nasıl kabul edilir? Muhammed yalancı olsaydı bu, herhalde meydana çıkardı, itirazlar, ayrılıklar olurdu. Halbuki hayatının son gününe kadar etrafındakilerin ona muhabbet ve sadakatleri arttı. Muhammed’in dinini kabul edenlerin tabiatına ve kendisinin gösterdiği misalden doğan ahlâkî hadiselerin yüksek mahiyetine bakarak şu hükmü veriyoruz ki evvelâ, Muhammed, nihayet meydana çıkacak olan bir yalancılıkla devam edemezdi; sâniyen, böyle bir yalancılık olsaydı bunun hatırası elbette bize bir sûretle intikal ederdi. Muir bile Muhammed’in samimi, belki de aldanmış bir adam olmasını kabul ıztırarında kalmış ve yalancı olmadığını teslim etmiştir. Cariyle de Muhammed'in samimiyet-i tammesi itirafında bulunmuştur." (İslâm Tarihi, (trc. Hüseyin Câhid), İstanbul 1924. I-X, VII, 370-373).

140

Bk. Buharî, Tefsîru Sûre (33) 4-5; Tirmizî, Tefsîru Sûre (33) 6.

141

ibn Hişâm, a.g.e., II, 396.

142

Resulullahın hanımlarının bu durumunu, Safiyye binti Huyey’inkiyle karşılaştırınız. Bu hanım, Hz. Peygamberin, katlini emrettiği kocası için üzüntü ifade eden bir tek kelime bile etmemiştir. Sanki hiç kocası değilmiş gibi... Oysa kocası kavminin ileri geleniydi. Zengindi. Lüks bir hayatı vardı ve gençti. (Ebu Dâvud, imâre 24; eş-Şevkânî, a.g.e., VIII, 51); Yine bu durumu Ebû Süfyan’ın karısı Hind’inkiyle karşılaştırınız. Mekke’nin fethi günü Ebû Süfyân, Hz. Peygamberin ordusunun yanından dönüp Mekkelilere İslam ordusuna karşı koymamalarını söylerken Hind, onu çok kötü karşılamış, hakaretler yağdırmış ve çok acı sözler söylemiştir, (ibn Hişâm, a.g.e., II, 405); Aynı şekilde Esved el-Ansî’nin karısı da, onun aleyhine dönmüş ve ondan kurtulmak için Müslümanlara yardım etmiştir. (Irving, a.g.e.,s. 182).

143

Muhammed Huseyn Heykel, Hayâtu Muhammed, Matbaatu’s-Sünneti’l-Muhammediyye, Kahire 1968, s. 392; Irving, a.g.e., s. 131; Bakınız ki, o Müslüman olmadan önce bir Yahudiydi. Aynı zamanda halkının reisi olan Huyey bin Ahtab’ın da kızıydı. Şayet Hz. Peygamber -haşa- yalancı olsaydı, konum itibariyle bunu ortaya çıkarmaya en elverişli biriydi. Özellikle kocası Kinâne b. er-Rebi’ savaşta müslümanlar tarafından öldürüldükten sonra, kendisi ganimet olarak bir Müslümanın hissesine düşmüş, Resulullah onu âzat ederek kendisiyle evlenmişti. (İbn Hişâm, a.g.e., II, 646; M. H. Heykel, a.g.e., s. 391-392.)

144

Muhammed Hamidullah, Le Prophete de L’lslam, Sa Vie, Son Oeuvre, Association des Etudiants Islamigues en Francc, 5. Baskı, Paris 1989, l-ll, 2, s. 629.

145

Msl., Hz. Aişe, babasının halife vasfıyla İslam Devletinin zirvesinde bulunduğunu fırsat bilerek istediği şeyi yapabilirdi. Hz. Peygamberin vefatından iki sene sonra halifeliği devralan ve on sene boyunca müslümanları yöneten Hz. Ömer’in kızı olan Hz. Hafsa da babasının halifeliği döneminde aynı fırsatı değerlendirebilirdi.

146

Bu şahıs ve nasıl Hirakl’e sığınıp Hıristiyan olduğu hakkında bilgi için bk. Ş. Sâmî, Kâmusu’l-A’lâm, III, 1770-1771

147

Msl. bk. nasıl Gassa Meliki, Ka’b bin Mâlikin Tebuk Seferinden geri kalması üzerine Hz. Peygamber’n kendisine kızması ve Müslümanların da kendisiyle ilişkilerini koparmasını fırsat bilerek ona ipekten bir mektup göndererek kendisine sığınmasını, böyle yaptığı takdirde büyük izzet ve ikram göreceğini bildirmiştir (Riyâdu’s-Salihîn, s. 49). Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’eşlerinin bu tutumları bile münafıkların ve birçok müsteşrikin Hz. Aişe hakkında gevelediklerinin yalan olduğuna en büyük delildir. Nitekim Hz. Aişe, gencecikken kaybettiği Resulullahtan sonra tam kırk dokuz sene yaşamış. Bu uzun zaman zarfında hakkında en ufak bir olumsuzluk duyulmamış ve görülmemiştir.

Aynı şekilde bu Hz. Zeyneb binti Cahş hakkında söylenenlerin de çirkin bir yalan olduğuna kesin delildir. Gûya Hz. Zeyneb, evinin kapısından dönen Hz. Peygamberin hayranlık ifade eden sözlerini duyduktan sonra, kocasının aleyhine dönmüş, hayatını acılaştırmış ve bununla kendisine hayran kalan Hz. Muhammed  (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ile evlenmeyi amaçlamıştır! Böyle davranan birisi, Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) vefatından sonra yaşadığı süre olan on yıl boyunca kocasız ve çocuksuz sabredemez. Mü’minlerin annesi Hz. Zeyneb, hanımlarından, vefat edip Resulullaha ilk kavuşandır, işte iki kumasının kendisi hakkında şehadetleri: Hz. Aişe şöyle diyor:" Din ve diyanet bakımından ondan daha hayırlı, Allah’tan daha çok korkan, daha doğru sözlü, akrabalarına daha fazla iyilik eden ve daha bol sadaka veren bir kadın olmamıştır." Hz. Ûmmü Seleme şöyle diyor: “O, saliha, çok oruç tutan, çok namaz kılan, elinin emeğiyle kazanıp hepsini Müslümanlara sadaka olarak dağıtan biriydi.” (bk. Ahmed Atiyyetullah, el-Kamûsu’l-İslâmî, Mektebetü’n-Nehda’l-Mısriyye, “Zeyneb binti Cahş” maddesi.)

148

Suat Yıldırım, a.g.teblîğ, s. 122-123.

149

Buharî, Tefsir (24.) 11.

150

Buharî, Tefsir (24.) 11; Müslim, Tevbe 56-58.

151

Hakka, 44-47; bk. Muhammed Abdullah Draz, en-Nebeü’l-Azim, Matbaatu’s-Saadeh, 1969, s. 16-17.

152

Kehf, 23-24; Bu konudaki geniş bilgi için bk. Muhammed Abdulazîm ez-Zerkanî, Menâhilü’l-irfân Fi Ulûmi'l-Kur’ân, Matbaatu isâ el-Bâbî el-Halebî, ts., I-II, II, 397; Elmalık Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, Matbaai Ebüzziyâ, İstanbul 1935, l-IX, IV, 3218.

153

Buharî, Megazî 12, Nikâh 48; Ibn Mâce, Nikah 21.

154

En’am, 50.

155

Müslim, Kader 31; Ebu Dâvud, Sünne 17. Alimler der ki: “Resulullahm bu ifadede kesin olmayışı, müslümanların çocuklarının cennete gireceğini bilmesinden önceki zamanda vaki olmasından ileri gelmiş olabilir. (Draz, en-Nebeü’l-Azîm, s. 26).

156

Buharî, Cenâiz 3.

157

Bu, Fetih Sûresinin baş tarafının vahyedilmesinden önceki durumu gösterir. Orada kesinlikle bağışlandığı bildirilmektedir. (Draz, en-Nebeü’l-Azîm, s. 27).

158

Ahkaf, 9.

159

Fussilet, 47; Nâziat, 42-45.

160

Tirmizî, Kıyame 42; ibn Mâce, ikame 174; Dârimî, Salât 156 Draz, en-Nebeü’l-Azîm, s. 28

161

1 79

Bediüzzaman Said Nursî, Asâr-i Bedîiyye, (Neşreden: Abdulkadir Badıllı), s. 273-274.

162

A.g.e„ s. 274.

163

A.g.e., s. 275.

164

A.g.e„ s. 272-273.

165

17® Hz. Muhammed’in peygamberliğine, hatta Allah’a ve maneviyata inanmayan Marksist Maxim Rodinson bile, “Muhammed, genellikle, bilge, ölçülü, dengeli bir adam izlenimini uyandırmaktadır. Bütün hayatı boyunca bir karara varmadan enine boyuna düşündüğünü, kurumsal ve özel işlerini ustaca yürüttüğünü, gerektiğinde beklemesini, yeri geldiğinde geri çekilmesini bildiğini ve tasarılarının başarıya ulaşması için zorunlu tedbirleri zamanında almasını becerdiğini görüyoruz.”, “...Muhammed 35 yaşındadır. el-Emîn lakabını vermişlerdir kendisine. Yani kentin güvenilir adamıdır. Herkes tarafından değerlendirilmekte, küçük yurdunda pekala bir rol oynamaktadır. (...) Bir sevgi halesiyle çevrilidir etrafı.” demekten kendisini alamıyor, (bk. Maxsime Rodinson, a.g.e., s. 77-78).

166

Mevdûdî, a.g.e. II, 642-643.

167

A.g.e.,. II, 649.

168

A’raf, 157; Al-i imrân, 164; Cum’a, 2.

169

Bu yorum, her ne kadar bazı ayetler için tutarlı ise de, “ümmî" kelimesinin câhil Yahudilere ıtlak olunduğu diğer bazı ayetlerle (Bakara,Al-i imrân, 78) çelişkiye düşer. Diğer taraftan, kendi ve kavmi hakkında: “Biz ümmî bir ümmetiz” diyen Hz. Peygamber bu sözünü şöyle açıklamıştır: “Biz ne yazmasını ne de hesap yapmasını biliriz" (Buharî, Savm 13).

170

Ankebût, 48.

171

Furkân, 5.

172

Le Koran et La Bible Hebraîque. Paris, Fishbacher, 1887, s. 34.

173

Bazı alimler, Buhari’de geçen bu rivayete,(Fethu’l-Bârî, c. 16, s. 88) “Isra’ya götürüldüğüm gece, Cennetin kapısında ‘Sadaka on kat sevabıyla, borç vermek ise on sekiz kat sevabıyla yazılır’ ibaresini gördüm”(ibn Mâce, Sadakat 19), “Kalemi kulağının üzerine koy, bu imla ettirenin hatırlaması için daha iyidir” (bk. Feyzu’l-Kadîr, IV, s. 255) gibi rivayetlere dayanarak Hz. Peygamberin, Kur'ân’ın kendisi tarafından yazılmadığı gerçeği ortaya çıktıktan sonra artık okuma yazma bildiğini ileri sürüyorlarsa da, bize pek ikna edici gelmemektedir. Bir kere, Hudeybiye antlaşmasında adını bizzat yazdığı kabul edilse bile, sadece adını yazabilen bir kimsenin okuma yazma bildiği söylenemez. Cennetin kapısında, sözkonusu ifadeyi görmesi de, □ alemin şartlarına göre değerlendirilebilir ve bu görmenin mutlaka bizim bildiğimiz bir yazı ile oraya yazılmış olduğu kabul edilmeyebilir. Kısacası, Hz. peygamberin okuma yazma bilmediğini gösteren deliller, yakîn ifade ederlerken, bunun zıddını ifade eden deliller ise zan ifade ederler, ikisini telif etmek mümkünse telif edilir, aksi halde yakîn karşısında zannın hükmü ve değeri yoktur. Ancak özellikle şu gerçeği bir kez daha vurgulayalım ki, okuma yazma bildiğini söyleyenler de, Kur'ân inmeye başlayıp, Peygamberin hücceti kesinleşinceye kadar okuma yazma bilmediğini kabul ediyorlar. Bu konuda ittifak vardır, ihtilaf bundan sonraki devre için sözkonusudur.(Bu konudaki geniş bilgi için bk. Muhammed Abdulhay el-Kettânî, et-Terâtibül-idâriye (trc. Ahmed Özel), iz Yayıncılık, İstanbul 1990, I, 249-253; ez-Zerkânî, Menâhil, I, 364-367).

174

Theodor Nöldeke, 1836-1930 yılları arasında yaşamıştır. Hamborg’ta doğdu. Honkong Üniversitesinde Arap dilini öğrendi. Daha sonra Lebziç, Viyana, Leydin ve Berlin’de öğrenimine devam etti. 1861'de Honkong Üniversitesinde Sâmî Dilleri ve İslam Tarihi Hocası oldu. Sonra Strasburg Üniversitesine geçti ve 1872-1920 yılları arasında burada ders verdi. Nöldeke 94 yıllık uzun hayatında pekçok Alman ve AvrupalI müsteşrik kendisinden okudu. 25 kadar önemli eser verdi. 700 kadar da makale yazdı. Önemli eserleri şunlardır: 1. De Origine et Compositione Surarum Oorancarum lpsiusque Qorani=Kur’ân Sûrelerinin Oluşum ve Terkibi; 2. Geschichte des Qorans=Kur'ân Tarihi; 3. Beitrage zur Kenntnis der Poesie der Alten Araber.

175

Geschichte des Corans, Leipzig, 2. Baskı 1938, s. 16; Draz, Initiation au Coran, s. 173-175.

176

1807-1887 yılları arasında yaşamıştır. Berlin’de tahsilini tamamlamış, 1839-40 yıllarında Doğuyu dolaşmış, daha sonra da Fransa'ya yerleşmiştir. Eserleri: Fransızca Kur’ân Tercümesi; 2. Arapça-Fransızca Lugât (iki büyük cilt); 3. Sa’dî’nin Gülistan’nının Polonyaca tercümesi.)

177

Edward Montet, 1856-1927 yılları arasında yaşamıştır. Lyon'da İsviçre asıllı bir aileden doğdu. 1874’e kadar burada tahsilini sürdürdü. Paris Üniversitesinde Protestanlık ilahiyatında doktor ünvanını kazandı (1883). 1885’te Cenevre Üniversitesinde ibranice, Aramca ve Eski Ahid hocası olarak atandı. Daha sonra bu ihtisas sahasına Arapça ve Kur’ân Tarihi de eklendi (1894). Bu 1910-12 tarihlerinde adı geçen üniversiteye rektör oldu. Fransız Hükümeti kendisini 1901-10 yıllarında Mağrib’e gönderdi. 1910'da ders vermek üzere Fransa’ya yeniden çağrıldı. Dimaşk'taki el-Mecma’u'l-ilmî el-Arabî’nin kuruluşundan itibaren üye olarak görev yaptı. Arapça ve İslâmî araştırmalarıyla ün kazandı. Eserleri: 1. İslam'ın Bugünü ve Geleceği (Paris, 1910); 2. İslam (Paris, 1921); 3. Fransızca Kur’ân Tercümesi (Paris, 1929); 4. İsrail Milletinin Tarihi.

178

Michele Amari, 1806-1889 yılları arasında yaşamıştır. Alman oryantalizminin canlı bir örneği kabul edilirdi. Oryantalizminin zirveye ulaştığı kendi döneminde eserlerinde tam bir ciddiyet ve derinlik sezilir. Babası yetişmesi için iki özel hoca tuttu. Daha sonra üniversiteye kaydolup cebir, Latince ve italyancayı tahsil etti. Sonra tabiat, hukuk ve siyasî iktisat konularına çalıştı. 1820’deki ihtilalden sonra (1822) babası idam edildi. Bu arada İngilizceden çeşitli şiirler tercüme etti. Bilim ve Edebiyat Kurulu üyeliğine seçildi. 1842 senesinde Paris’e geri döndüğünde Şark ve İslâm araştırmaları oldukça parlak çağını yaşıyordu. Amari bu arada Arapçayı öğrendi. Arapçadan Fransızca ve İtalyanca'ya bazı eserler tercüme etti ve bunlardan bir kısmını yayınladı. Bir ara Balramo’da maliye ve maarif bakanlığı (1862) yaptı. 1879’da Floransa’da öldü. Bazı eserleri: 1. Hakbe Min Târihi Sakaliyye Fi’l-Karni’s-Sâlise Aşer=Onüçüncü Asırda Sicilya Tarihinden Bir Dilim; 2. Dirâsât Ani’ş-Şark; 3. Mebâhis Li Muerrihî’l-Arab An Sakaliyye Fî Ahdi’l-Müslimîn; 4. Tarihu Müslimî Sakaliyye (Üç cilt, yazarın en önemli eseri) (Necîb el-Akîkî, el-Musteşrikûn, Dâru’l-Maarif, 3. Baskı, Mısır 1965, I, 419-421).

179

Regis Blacere, Introduction au Coran, Maisonneve et Larose, Paris 1991, s. 7.

180

Ankebût, 48.

181

Alfred Guiilaume, İslam, Pelican Books, 1964, s. 56-57.

182

Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hayatını konu afan siyer kitapları, belirtiyorlar ki: Hz. Hatice’nin kölesi Meysere, ticarî seferlerinde Hz. Peygamber’e arkadaşlık ediyordu (Msl., bk. ibn Hişâm, I, 187-188) Hz. Peygamber, müstakbel eşi Hz. Hatice’nin sermayesiyle ticaret yaptığı süre boyunca bu böyle devam etmiştir. (Meslâ bk. ibn Hişâm, a.g.e., I, 188-189). Muhtemelen Hz. Peygamber alım satım işlerine bakarken Meysere hesap tutma ve yazma işlemlerine bakıyordu.

183

İsmail Fennî merhum, “elli bir yaşında” ifadesini kullanıyorsa da bu bir sehiv olsa gerektir. Doğrusu “elli altı yaşında" olmalıdır.

184

Ankebût, 47; âyet-i kerimenin vermek istediği mesaj kısaca şudur: “Ümmî Peygamber’in ağzından Semavî kitapların talimatı, geçmiş peygamberlerin hikayesi, din ve mezheplerin akideleri, eski milletlerin tarihi, medeniyet, ahlak ve iktisadın mühim meseleleri hakkında çıkan hikmet dolu sözler ve İlmî değerlendirmelerin kaynağı vahiyden başka bir şey olamaz. Eğer bu Peygamber okuma yazmayı bilseydi ve çevresindekiler onun kitap okuduğunu ve araştırmalar ile incelemeler yaptığını görmüş olsaydılar, onun bu ilim ve kültürü, vahiyden değil, başka kaynaklardan elde ettiğine inanabilirlerdi. Fakat ümmiliği bu tür bütün imkânları ortadan kaldırmıştır. Bundan sonra ancak beyinsizler ve inatçılar onun peygamberliğini inkâr edebilirler." (Mevdûdî, a.g.e. II, 240).

185

i. F. Ertuğrul, Hakikat Nurları, Sebil Yayınevi, İstanbul 1975, s. 52-53.

186

Mevdûdî, a.g.e., II, 647.

187

Msl., Yâsir Ailesinin uğradığı işkenceler için bk. ibni Hişâm, a.g.e., I, 319-320; İbn Sa’d, et-Tabakât’ül-Kübra, l-VIII, 1957, III, 246-264; Belâzûrî, Ensâbü’l-Eşraf, Matbaatu Dâri’l-Maarif, Mısır 1959, I, 156-168; Halebî, İnsânu’l-Uyûn, Mısır 1964, l-IV, I, 280, 282, 300, 301, II, 79; M. Asım Koksal, a.g.e.,s. 215-218.

188

Kureyş müşriklerinin Ebu Talib’e müracaatı üzerine, Hz. Peygamberden taviz istemesine karşılık Hz. Muhammed’in verdiği cevap şudur: “Bunu bilesin ki, ey amca! Güneşi sağ elime, ayı da sol elime verseler, ben yine bu dinden, bu tebliğden vazgeçmem. Ya Allah, bu dini hâkim kılar, yahut ben bu uğurda canımı veririm.” bk. ibni Hişâm, a.g.e., I, 266; Taberî, Tarih, l-XIII, Mısır 1326, II, 220).

189

Resulullah , bi’setin 13. yılının 12 Zilhicce’sinde yapılan son Akabe Biatından başlayarak, bi’setin 14. yılının 14 saferine kadar, yani yaklaşık 2,5 ay Mekke’de beklemeyi tercih etti. Halbuki bu arada Medine’ye akın akın hicret ediliyordu. Son günlerde ise uzaktan yakından bütün arkadaşları Mekke'yi terketmişti. Resulullah , “gemisini en son terkeden bir kaptan olarak" Allah’ın izni gelmediğinden sadece iki arkadaşı ve can yoldaşıyla birlikte Mekke’de kâfirler ve düşmanlar arasında beklemeyi uygun gördü. Bu olaya biraz dikkatle baktığımızda Resulullahın ne kadar vazifesine sadık, fedâkâr ve cesur olduğunu görüyoruz.(Mevdûdî, a.g.e., II, 611).

190

Irving, a.g.e, s. 35,196.

191

Jozeph Hubby, Manuel d’Histoire des Religions, Paris 1946, s. 783; Guillaum, a.g.e.,s. 34-35.

192

İbn Hişâm, a.g.e., c. 1, 344; ibn Sa’d, a.g.e., III, 267-269; M. Asım Koksal, Hz. Muhammed ve İslâmiyet (Mekke Devri) s. 278-279.

193

Müslümanların, Şi’b-i Ebi Talib’de muhasara altına alınması ve ambargo uygulanmasıyla ilgi olarak bk. ibn Hişam, a.g.e., I, 350-382; ibn Sa’d, a.g.e., I, 208-210, 188-189; Belâzurî, a.g.e., I, 229, 230, 234-237; Taberî, a.g.e., II, 225, 228-229; Halebî, a.g.e., I, 336-345; M. Asım Koksal, a.g.e. (Mekke Dönemi), s. 310-317.

194

Taife giden Hz. Peygamber’e, Taifliler tarafından yapılan eziyet ve işkenceler için bk. ibn Hişam, a.g.e., c. 1,419-422; ibn Sa’d, a.g.e., I, 211-212; Belâzurî,a.g.e., I, 237; Taberî, a.g.e., II, 229-231; Halebî, a.g.e., I, 353-364; M. Asım Koksal, a.g.e., (Mekke Dönemi) s. 343-349

195

Enfâl, 30.

196

Kureyş'in Habeşistan'a kadar elçi gönderip, Müslümanmuhacirlerini geri getirme teşebbüsleri için bk. ibn Hişam, a.g.e., I, 333-338; Belâzurî, a.g.e., I, 232; Taberî, a.g.e., II, 225; M. Asım Koksal, a.g.e., (Mekke Dönemi), s. 295-301.

197

İbrahim Avad, Masdaru’l-Kur’ân, Dirâse Fi’l-İ’chazi’n-Nefsî, 1986, a.g.e. s. 20-22.

198

Guillaume, a.g.e., s. 35.

199

1915’de Paris’te doğdu. Edebiyat alanında doktorasını yaptıktan sonra, Yaşayan Doğu Dilleri’nde diploma aldı. 1941-1946 yıllarında Beyrut’ta el-Ma’hedü'l-islâmî”de hoca olarak çalıştı. 1946-47 tarihinde Dımaşk’taki el-Ma’hedü’l-Fransî'de bulundu. Çeşitli İlmî teşkilat üyeliği, kütüphane müdürlüğü yaptı. En önemli eserleri: 1. Mahomet (Paris, 1961); 2. el-islâm ve'r-Re’sümâliyye (Paris, 1966); 3. el-Marksiyye ve’l-Âlemü’l-Arabî (Paris, 1972).

200

Rodinson, a.g.e., s. 135.

201

Necm, 19.

202

isrâ, 73-75.

203

Mevdûdî, a.g.e., II, 480-481.

204

·        218 Bk. Zemahşerî, Keşşaf, III, 19.

205

Bk. Taberî, Tefsir, XVII, 131-132.

206

Mevdûdî, a.g.e, II, 481.

207

p 4 Q

1869-1962 yılları arasında yaşamıştır. Roma’da doğdu ve Roma Üniversitesini bitirdi. Arapça ve Farsça dahil yedi dil öğrendi. VVashington’da İtalya büyükelçiliği yaptı. I. Dünya Savaşından önce (1914-19) serveti beş milyon altın lira civarındaydı. Servetinden her sene on bin altın lirayı ilim yolunda harcardı. Hindistan, İran, Mısır, Suriye ve Lübnan’a seyahatler yaptı. Şark yazma eserlerinden nefis bir kütüphane meydana getirdi. Arap Tarihi konusunda en büyük müsteşriklerden sayılır. Eserleri: 1. Annali dell’lslam; 2. Studdi Storia Orientale (Şark Tarihi Araştırmaları) İki cilt.; 3. Onomasticon Arabicum (Arap Müellifleri Sözlüğü) (Giuseppe Gabrieli ile birlikte) tamamlanamamıştır.

208

Jozeph Hubby, a.g.e., s. 785; Avad, a.g.e., s. 23.

209

Hâkka, 44-47. Meâl: “Eğer (Peygamber) bize atfen bazı sözler uydurmuş olsaydı, elbette onu kıskıvrak yakalardık. Sonra da onun can damarını koparırdık. Hiçbiriniz buna mani de olamazdınız.”

210

Necm, 3-4. Meâli: “O? arzusuna göre konuşmaz. O (bildirdikleri) vahyedilenden başkası değildir."

211

isra, 74-75. Meâl: “Eğer seni sebatkar kılmasaydık, gerçekten, neredeyse onlara birazcık meyledecektin. O zaman, hiç şüphesiz sana hayatın ve ölümün sıkıntılarını kat kat tattırırdık; sonra Bize karşı kendin için bir yardımcı da bulamazdın."

212

Fussilet, 42. Meâli: “Ona önünden de ardından da bâtıl gelemez. O, hikmet sahibi, çok övülen Allah’tan indirilmiştir.”

213

i. F. Ertuğrul, İzâle-i Şükûk, Orhaniye Matbaası, İstanbul 1928, s. 36-38.

214

; 214 i. F. Ertuğrul, a.g.e., s. 36-38.

215

Mevdûdî, a.g.e., II, 481.

216

i. F. Ertuğrul, izâle-i Şükûk, s. 38.

217

Onun için biz, Lat, Uzza ve Menafi açıkça yeren bu üç ayetle, onları öven iki sözde ayetin çelişkisinden hareket etmekten ziyade, başlangıcından sonuna kadar bütün sûrenin tahlilinden ve sûreye egemen olan psikolojik havadan yola çıkmak istiyoruz. Bu da Hz. Peygamber ile kavmi arasındaki esaslı düşmanlık havasıdır. Necm, ilk ayetinden tutun tâ son ayetine kadar, tıpkı bir organik bünyenin kendisine yabancı bir dokuyu reddetmesi gibi, o iki sözde ayeti şiddetle reddetmekte ve onlarla bağdaşmamaktadır. Msl. 1-18. ayetler, Kureyş’in Hz. Peygamberi (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’yalanlamalarına ve onu sapıklık, azgınlık ve nefsinin kötü arzularına uymakla itham etmelerine cevap veriyor. Zevk-i selim sahibi bir okuyucu Yüce Allah’ın “Düştüğü (battığı) zaman yıldıza and olsun” şeklindeki yeminin ifade ettiği cevabın şiddetini açıkça görür. Kanaatime göre bu ayet, Mekke müşriklerini tehdit ediyor. Uzun asırlar boyu üzerinde dönüp durdukları yörüngelerinden koparılıp fırlatılan ve uçsuz bucaksız uzayda darmadağın olan yıldızların akibetine uğrayacaklarına işaret ediyor. Aynı şekilde, Hz. Peygamber’e vahyin gelişinden, Hz. Cebrail’in nitelendirildiği çeşitli sıfatlardan, bir kere daha dönüp vahiy sırasında Hz. Muhammed’in gördüğünün hiç kuşku götürmeyen bir gerçek olduğundan detaylı bir biçimde söz eden ayetlerde de sözkonusu cevabın şiddeti açıkça göze çarpıyor. Bu ayet grubunun son cümlelerinin (13-18. ayetler) Mi’rac olayına yaptığı işaretler de okuyucunun dikkatinden kaçmıyor. O Mi’rac ki, Mekke müşriklerinin şiddetli inkârına hedef olmuştur. Daha önce sözünü ettiğimiz üç puttan bahseden ayetleri geçtiğimiz zaman Yüce Allah’ın, meleklerden herhangi bir meleğin bile Kendi izni ve rızası dışında bir şefaat hakkının bulunmasını reddettiğini görüyoruz. Sonra ayetlerin akışı, bilgisizce ve hiçbir kesin delile dayanmadan melekleri dişilikle nitelendiren kimseleri alaylı bir üslupla kınamaya başlıyor. Arkasından Hz. Peygamber’e, Allah’ı anmamaları ve dünya hayatının arkasından doludizgin koşmaları yüzünden müşriklerden yüz çevirmesini emrediyor. (32. ayetten burada ayrıca söz etmiyorum. Çünkü bu ayet Medine'de nazil olmuştur. Bu ayet bir önceki ayete biraz daha açıklık getiren önemli bir noktayı konu alıyor. Bizim bu sûrenin terkibi ve psikolojik havası konusunda

218

anlattıklarımızla uzaktan veya yakından bir çelişkisi yoktur. (Bu ayetin Medine'de nâzil olduğuna ilişkin bk. Mahmûd eş-Şerkavî, “el-Kur’ânü’l-Meoîd”, Dâru’ş-Şa’b, Kahire 1971. s. 50).

219

33-38. ayetlere gelince, bunlar da servetleriyle mağrur olan, bununla birlikte son derece cimri davranan Kureyşlilerden birini konu alıyor. Onu şiddetli bir şekilde kınıyor. Amellerin karşılığını görme ve ahlakî sorumluluk konusundaki inancını çürüklükle niteliyor. Kendisini, Ad, Semûd ve Hz. Nuh’un kavminin başına gelenler gibi bir akibetin beklediğini belirterek tehdit ediyor. Bunun eskidenberi yapılması İlâhî adet olan uyarılardan biri olduğunu, İlâhî kapışın ve titretici azabın yaklaştığını gür bir sesle ilan ediyor. Sûre, Kureyş’in Hz. Peygamber ve Kur’ân’ı yalanlamalarının, acıklı hallerine ağlayacaklarına gülecek kadar kalblerinin katılaşmasının şaşılacak bir şey olduğunu belirterek son buluyor. En sonunda da azar ve tehdit dolu bir emirle onlara şöyle sesleniyor: “Haydi Allah’a secde edip ona kulluk edin!” (Necm, 62).

220

Acaba böyle bir fikrî ve psikolojik akış ve atmosferde Kureyş'in bazı putlarını yücelten ayetler yer alabilir mi? Bu bizatihi imkânsız değil midir? Haydi farz-ı muhal olarak bunun mümkün olduğunu kabul edelim, acaba nasıl olup da Kureyş, baştan sona kadar bütün sûrenin kendilerine ve yeni dinin çağrısına karşı takındıkları tavırlarına şiddetle yüklendiğini, fikirlerini asılsızlıkla nitelediğini, kendilerini açıkça tehdit ettiğini gözden kaçırıp, putları hakkında birkaç kelimelik tatlı söze kanarak Müslümanlarla birlikte secdeye kapandılar?!

·        229 Mevdûdî, a.g.e., II, 484.

·        230 i. F. Ertuğrul, izâle-i Şükuk, s. 39-40.

·        231 i. F. Ertuğrul, a.g.e., s. 40.

221

Mevdûdî, a.g.e., II,. 483.

222

Mevdûdî a.g.e., II, 485-486.

223

Necm, 36.

224

Avad, a.g.e., s. 28.

225

İbn Hişâm, a.g.e., II, 63.

226

Bk. ibn Hişâm, a.g.e.,1, 266.

227

Charles Ledit bu noktada büyük bir tarihi hata işlemektedir. Çünkü, Hz. Ömer’in Müslümanoluşunun, uydurma Garanik hadisesinden sonra olduğunu iddia etmektedir. Bu yeni dine girişinin, Hz. Peygamber’in şahsında büyük bir tesir meydana getirdiğini söylemektedir. Kendi rivayetine göre, Hz. Peygamber güya ondan sonra putlarla kesin olarak ilişkisini kesmiş ve davasını yalın tevhid inancına dayandırmıştır, (a.g.e., s. 96-97). Yine Ledit, Kâfirûn Sûresini de, Necm Sûresinde yapılan düzeltmenin bir tekidi olarak kabul etmektedir. Oysa doğrusu, Kâfirûn Sûresinin Necm Sûresinden önce nazil olduğudur. Arthur Jeffery tarafından neşredilen (s. 8-11) “Mukaddimetân Fî Ulûmi’l-Kur'ân” adlı eserin birinci kitabında bulunan ve özellikle de Kur’ân Sûrelerinin iniş sırasını konu alan hiçbir rivayet bunun tersini söylememektedir. Düşünün! Ledit’in ortaya attığı bu çirkin iddianın asılsızlığından emin olmak için, ayrıca bk. Suyûtî, el-itkan, Mustafa el-Bâbî el-Halebî, Kahire 1979, I, 13-14; Mahmûd Şarkavî, el-Kur’ânü’l-Mecîd, Dâru’ş-Şa’b, Kahire 1971, s. 50, 55, 56; Bu belirttiğimiz yerlere göz atıldığında Kâfirûn Sûresinin değil de Necm Sûresinin sonra nazil olduğu görülecektir.

228

İbn Hişam, a.g.e.,1, 293-294; İbrâhim Avad, a.g.e. s. 28-30.

229

ibn Hişam, a.g.e.,II, 540.

230

Bk. ibn Hişâm, I, s. 334-338; Avad, a.g.e. s. 30.

231

Necm, 19-23; Kitâbü'l-Asnâm, el-Ustaz Ahmed Zekî Paşa, Neşriyâtu Kulliyâti’l-İlâhiyyât bi Câmiati Ankara, 1969, s. 13.

232

Avad, a.g.e., s. 31.

233

Rodinson, a.g.e., s. 135.

234

Avad, a.g.e., s. 24.

235

Rodinson, a.g.e., s.136,147-148.

236

Buharî, Süoûd 1, 4-5, Menâkıbu’l-ensâr 29; Megâzî 8, Tefsîru Sûre (53) 4; Tirmizî, Cum’a 51; Nesâî, iftitah 49, 51; Muvatta', Kur’ân 15; Dârimî, Salat 160; Ahmed, Müsned, I, 388...

237

Yakut, “Mu'cemü'l-Büldân"da “Uzza” kelimesini tarif ederken, Kureyşlilerin Kabe'yi tavaf ederken “Ve'l-Lât ve’l-Uzza ve Menâtü’s-Sâlisetü’l-Uhra...” dediklerini belirtmiştir. Bununla şu ihtimal ortaya çıkıyor: Resulullahın ağzından Lât ve Uzzâ’nın ismini duyan kişi bu sözleri yüksek sesle söylemiş ve toplantıda hazır bulunanlar bunların Hz. Peygamberin sözleri olduğunu sanmışlardır.

238

Mevdûdî, a.g.e., II, 486-487; Garanîk Olayı ile ilgili müstakil eserler kaleme alınmıştır. Bunların en kapsamlı ve ikna edicilerinden biri de, Prof. Dr. Hüseyin Hatemî’nin 159 sayfalık “Şeytan Rivayetleri” adlı çalışmasıdır, (işaret Yayınları, İstanbul, 1989.)

239

Kan pıhtısı görünümünde, taalluk eden, asılıp tutunan bir şey.

240

Alâk, 1-5.

241

Örtü istemesi, üşüdüğünden değil, müthiş bir manzaranını verdiği yorgunluktan dolayı istirahat ihtiyacından ileri gelmiş olmalıdır.

242

Buharî, Bed’ül-Vahy, 7.

243

Avad, a.g.e., s. 17.

244

Mevdûdî, a.g.e., II, 113.

245

Mevdûdî, a.g.e., II, 114.

246

Yûnus, 6; Şûra, 52; Mevdûdî, a.g.e., II, 114.

247

Mevdûdî, a.g.e., II, 111.

248

258 Guillaume, a.g.e., s. 28-30.

249

·        280 Irving, a.g.e., s. 32. Burada bir kez daha belirtelim ki, bu müsteşrik Hz. Muhammed'in peygamberliğine inanmıyor. Fakat burada konumuz, bilerek yalan söyleyip sahtekârlık yapmak meselesi olduğundan; bu, onun bu noktayla ilgili itirafıdır.

250

M. Rodinson, a.g.e., s. 99-100; Rodinson Hz. Muhammed’i samimiyetsiz görenlerle ilgili olarak şöyle demektedir: “Dinsel bir mesaja karşı takınılan şüpheci ve inanmaz tavrın, insanları, bu mesajı getirenleri birer yalancı ve sahtekâr gibi görmeye sürüklediği çağda değiliz artık. Yani Muhammed’i tam bir sahtekâr şeklinde gören Hıristiyan ilâhiyatçıları kadar XVIII. yüzyılın akılcı (rasyonalist) filozofları da geride kalmıştır.” (a.g.e., s. 102.), Rodinson, Hz. Muhammed’in bu samimiyetini bilinç altına ve gördüğü halüsinasyonlara bağlamaktadır, (a.g.e., s. 103).

251

E. E. Kellet, A Short History of Relijions, London 1933, s. 335.

252

ibn ishâk, a.g.e., s. 87; ibn Hişâm, a.g.e., I,.197; ibn Sa’d, a.g.e., I, 146; Taberî, a.g.e., II, 201; Belâzûrî, a.g.e., 1,99.

253

Avad, a.g.e., s. 18.

254

ibn Abbas, Tâhâ Sûresinin 114. âyetiyle ilgili olarak şöyle demiştir: Resulullah , kendisine indirilen ayetleri ezberlemekte zorluk çektiğinden, bellemek için çok defa dudaklarını kımıldatırdı. Bu âyetin inmesinden itibaren, Cibrîl gelince, onu dinler, ayrılır ayrılmaz gelen vahyi, Cibril’in okuduğu gibi okurdu." (Buharı, Bed’ul-Vahy, 1).

255

Zerkanî, Menâhil, II, 399-400.

256

Kıyâme, 16-17.

257

Tâhâ, 114; Draz, en-Nebeü’l-Azîm, s. 24-25.

258

A’la, 6-7.

259

Bütün bu durumlar için bk. Buharî, Bed’ü’l-vahy 2; Hac 17; Umre 10; Bed’ü’l-Halk 6; Nür ve Feth Sûreleri tefsiri; Fazâilü’l-Kur’ân 2; Müslim, Hac 6, 8; Hudûd 13; Fedail 86-88; Ebû Dâvud, Cihad 19.

260

Draz, en-Nebeü’l-Azîm, s. 62-63.

261

Şiddetle muhtaç olduğu halde vahyin gelmemesiyle ilgili örnek için, bk. aynı başlığı taşıyan ve az sonra gelecek olan konuya.

262

Draz, en-Nebeü’l-Azîm, s. 63.

263

Geniş bilgi ve örnekler için bk. Suyutî, el-itkan Fî Ulûmi’l-Kur’ân, l-ll, Matbaatu Hicâzî, Kahire 1941, I, 19-23; Subhi Salih, Mebâhis Fî Ulûmi’l-Kur’ân, Dersaadet, İstanbul, ts., s. 170-174.

264

Ahmed, Müsned, I, 34.

265

Draz, etı-Nebeü’l-Azîm, s. 64.

266

Bazı AvrupalI müsteşrikler onda görülen bu halleri sara illeti zannetmişler. Bu tür iddialar Hz. Peygamberin manevî cephesini anlayamamaktan ileri gelmektedir. Bu konuyu, tezimizin ikinci Bölümünde yer alan “İç Kaynaklar” başlığı altında ele alacağız.

267

Draz, en-Nebeü’l-Azîm, s. 64.

268

Draz, en-Nebeü’l-Azım, s. 64-65; Bu konu için ayrıca bk. Zerkanî, Menâhil, II, 295-296; İsmail Karaçam, Sonsuz Mu’cize Kur’ân, Çağ Yayınları, 2. baskı, İstanbul 1990, s. 407-408.

269

nOA

Kaynaklarda bu sürenin ne kadar olduğu konusunda çok değişik görüşler vardır. Hatta, belki de Islâm tarihinde bu kesinti müddeti kadar farklı görüşler ileri sürülmüş başka bir konu yoktur, (bk. Muhammed Beitâcî, Medhal ile’d-dirâsâti’l-Kur’âniyye, s. 133). Bu süre, kaynaklarda üç seneden üç güne kadar değişebilmiştir. (bk. es-Sîretü’l-Halebiyye, I, 285-286; ibn Kesir, Fadâilü’l-Kur’ân, s. 12-13; Bütün bu görüşlerin değerlendirmesi için bk. Muhammed Beitâcî, Medhal İle’d-dirâsâti’l-Kur’âniyye, s. 133). Bu süre ne kadar olursa olsun bizim izahımızı fazla etkilemez. Önemli olan, bir süre vahyin kesilmesi ve Hz. Peygamberin çok arzu ettiği halde kendi kendine vahiy getirememesidir.

270

Buharı, 91/1; Hamidullah, a.g.e., I,.89.

271

Mevdûdî, II, 123.

272

Buharî, Tefsîru Sûre 74 (1,3,4) 96 (1); Müslim, imân, 255, 257; Tirmizî, Tefsîru Sûre 47 (1); Ahmed, Müsned, IH, 306.

273

Mevdûdî, a.g.e., II, 124; Ayrıca bk. Zerkanî, Menâhil, I, 92-96. Vahyin bir süre kesilmiş olması şüphesiz birçok hikmete binaen gerçekleşmiştir. Bizim bütün bu hikmetleri bilmemize imkân yoktur. Bununla birlikte meseleye çeşitli izah tarzlarını getirenler de vardır. Bu görüşleri şöylece özetlemek mümkündür: a) Allah Resûlü ilk vahiy karşısında fazla telaş duymuş ve ruhu adeta vahyin ağırlığıyla sarsılmıştı. Bu durumda ruhunun ve sair latifelerinin biraz sükûn bulması ve daha sonra gelecek vahye hazırlanması için bu hadise vuku bulmuştur, b) Hz. Peygamber’in ruhunun ızdırap ve elemlere şimdiden alıştırılması... c) Vahye daha fazla iştiyak duymasını temin. (Abdullatîf es-Sübkî, el-Vahyu İle’r-Rasûl Muhammed, s. 89; Salih Suruç, Kâinatın Efendisi Hz. Muhammed’in Hayatı, I, 200-201)

274

Elmalılı, Hak Dini, IX, 266-267.

275

Duhâ, 3.

276

Duhâ, 6-8.

277

Duhâ ,9-11.

278

288 Avad, a.g.e., s. 19-20.

279

Bakara, 114.

280

Zerkânî, a.g.e., II, 395-396; İsmail. Karaçam, a.g.e., s. 400-401.

281

Bunula ilgili başka örnekler için bk. Zerkanî, a.g.e., II, 397-399.

282

Ahzâb, 37; Tevbe, 43. 113.

283

Tekvîr, 24.

284

Ayet-i kerimelerin meali, "Yeryüzünde ağır basıncaya (küfrün belini kırıncaya) kadar, hiçbir peygambere

285

esirleri bulunması yaraşmaz. Siz geçici dünya malını istiyorsunuz, halbuki Allah (sizin için) ahireti istiyor.

286

Allah güçlüdür, hikmet sahibidir. Allah tarafından önceden verilmiş bir hüküm olmasaydı, aldığınız fidyeden

287

ötürü size mutlaka büyük bir azap dokunurdu.”

288

Draz, en-Nebeü'l-Azîm, s. 19.

289

Buhar!, Menâkıb 23, Edeb 80, Hudûd 10; Müslim, Fedâil 77, 78; Ebû Dâvud, Edeb 4; Tirmizî, Menâkıb 34; Muvatta’, Husnü’J-Huluk 2; Ahmed, Müsned, VI, 85, 113, 114, 116, 130, 162, 182, 189, 191, 209, 223, 232, 262.

290

Zerkanî.a.g.e., II, 390.

291

Tevbe, 80.

292

Buharî, Tefsir (Tevbe) 12-13; Müslim, Münâfıkîn 4.

293

“(peygamber) âmânın kendisine gelmesinden ötürü yüzünü ekşitip döndü. Nereden bileceksin, belki de günahlarından arınacaktı. Yahut öğüt alacak ve o öğüt kendisine fayda verecekti. Öğüte ihtiyaç duymayan kimseye gelince, sen ona yöneliyorsun. Onun inkâr ve isyan pisliği içinde kalmasından sen mes'ul değilsin. Sana koşarak gelen ve Allah'tan korkan kimseyi ise ihmal ediyorsun. Sakın! O Kur’ân bir öğüttür. Dileyen ondan öğüt alır. O Allah katında pek şerefli, kadri yüce, tertemiz sayfalardadır. Şeref ve kıymetleri pek yüksek ve Allah’a itaatli meleklerin eliyle peygambere ulaştırılmıştır.”Abese, 1-16)

294

Bk. ibn Kesîr, Tefsir, (Abese Sûresi), VIII, 342-344.

295

ibn Hacer, el-isâbe, II, 523; Muhammed Abdu’l-Hayy el-Kettânî, et-Teratibü’l-idâriyye l-ll (.Tere. Ahmet Özel) iz Yayıncılık, İstanbul 1990, II, 74-75.

296

Ahzâb, 52.

297

Ahzâb, 28-30; Not: Ayetin nazil olduğu sıralarda, artık Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) aşağı yukarı bütün Arabistan’a hakim durumda idi. içtimâi hayatta büyük değişiklikler meydana gelmişti. Artık fakirlik yerine refah ortalığı kaplamaktaydı. Bu şartlar altında Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hanımları da, umumî refahtan pay almayı arzulayarak, Resulullahtan bazı zînet eşyaları ve daha iyi bir geçim istemişlerdi. İşte bu sırada gelen vahiy, Hz. Peygamber’e yine eskisi gibi, sadelikten ayrılmamasını emretti. Böyle bir emir, dünya hayatına düşkün, her geçen gün gücüne güç, servetine servet katmak için çırpınan maddeperest bir insan tarafından tebliğ edilmiş olamazdı. Şayet Resulullah (s.a) zevcelerine de bu umûmî refahı sağlamış olsaydı, en küçük bir itirazla karşılaşmazdı. Ne var ki Resûl-i Ekrem, yaşantısını ve sadeliğini asla değiştirmeyecekti. Cemiyetin yaşantısında ne kadar değişiklik olursa olsun, dünyanın geçici ziynetleri Resulullahın evinde yer almayacak, nübüvvet harîmi, dünya alayişinden uzak kalacak, iktidar sahiplerine örnek olacaktı. Hz. Peygamberin hanımlarından gelen istekler üzerine nazil olan bu âyete “tahyîr” (serbest bırakma) ayeti denir. Neticede, hanımları refah ve ziynet yerine Hz. Peygamberi tercih etmişlerdir.

298

Tahrîm, 1-5.

299

İsrâ, 93.

300

Nisa, 155-157; Mâide, 13, 41, 78, 79, 80.

301

Bakara, 122.

302

Câsiye, 16.

303

Bakara, 41-42; Al-i imran, 98.

304

Mâide, 82.

305

Bakara, 104; Nisâ, 46.

306

Mâide, 57.

307

M. Hamidullah, a.g.e., I, 539.

308

313 ibn Hişâm, Siyer, II, 190; Taberî, Tarih, 1,1448-52; Hamidullah, a.g.e., I, 536-539.

309

Yahudilerin, müşrikleri kışkırtmaları ve bu konuda inen âyet-i kerimeler için bk. ibn Hişâm, II, 214-215.

310

Al-i imran, 110.

311

Bakara, 284.

312

Bakara, 286.

313

Bu konuyu açıklayan hadis için bk. Müslim, imân 199.

314

Kıyâme, 19.

315

Draz, en-Nebü’!-Azîm, s. 21-22.

316

316 Şûrâ, 52.

317

Nisa, 113; Kasas, 86.

318

323 Hamidullah, a.g.e.,1, 88-89.

319

Kıyâme, 16-17.

320

isrâ, 86-87 ayetleri bu gerçeği ima etmektedir.

321

Necm 4; A'râf, 203; Yûnus, 15.

322

Yûsuf, 2; Kıyâme , 16-19; Alak ,1-5; Kehf, 27; Müzzemmil, 4.

323

Draz, en-Nebü’l-Azîm, s. 13.

324

Zerkanî, a.g.e., II, 403-404.

325

A.g.e., II,. 404.

326

A.g.e., II, 404.

327

Yûnus, 15.

328

Msl., Tevbe, 80. ayetini, Munâfikûn Sûresinin 6. âyetiyle mukayese ediniz.

329

Hâkka, 44-47.

330

Cin, 27-28; Draz, Initiation au Coran, s. 152.

331

Ahzâb, 53.

332

Ahzâb, 37.

333

Al-i imran, 159.

334

Enbiyâ, 109; Cin, 25.

335

Ahkaf, 9.

336

Al-i İmran, 20.

337

Nahl, 64; Nemi, 76.

338

Mâide, 4, 8-9; Şuarâ, 15.

339

Draz, Initiation au Coran, 153-154.

340

Tirmizl, eş-Şemâil, s. 163.

341

Ahmet Önkal, Resulullahın İslâm'a Davet Metodu, Konya 1981, s. 87.

342

ibn Hişam, a.g.e., (I-IV, Mısır, 1972), II, 35.

343

ibn Sa’d, Tabakâtü’l-Kübra, l-Vllt, Beyrut, ts., I s. 357.

344

ibn Kayyım, Zâdü’l-Mead, Fî Hedyi Hayri’l-ibâd, l-IV, Mısır 1970, I, 164.

345

Müslim, Musâfirîn 139; Ebû Dâvud, Tatavvu’ 26; Ahmed, Müsned, VI, 54, 91, 163, 216.

346

Buharî, Fadâilü'l-Bakara, 23.

347

Buhârî, Fadâilü’l-Kur'ân, 14, Megâzî 83; Ebû Dâvud, Tıb 19; ibn Mâca, Tıb 38; Muvatta’, Ayn 10; Ahmed, Müsned, VI, 114, 263.

348

Buharî, Deavat 11, Fadâilü’l-Kur’ân 14; Ebû Dâvud, Edeb 98; Tirmizî, Dua 21, ibn Mâce, Dua 15; Ahmed, Müsned, VI, 116, 154; Avad, a.g.e., s. 66.

349

En'âm, 50, 106; Ahzâb, 2; A'râf, 207; Zuhruf, 43.

350

Yûnus, 15-16.

351

Bu konu için bk. Bakıllânî, İ’câzü’l-Kur'ân, s. 441-450; Zerkânî, a.g.e., II, 297-298; Elmalıh, Hak Dini, IV, 2688-2691; i. Karaçam, Sonsuz Mu’cize Kur’ân,s. 432-434.

352

380 Fahreddin Razi, Mefâtih, ilgili ayet-i kerimenin tefsiri.

353

Yûnus, 17.

354

Fahreddin Râzî, a.g.e., ilgili âyet-i kerimenin tefsiri.

355

353 Msl., Sahabe’den Ubey bin Ka'b’ın hususi mushafında yer alan iki kunut duasının bazılarınca iki sûre zannedilmesi karşısında Nöldeke isimli müsteşriğin bile üslûp mukayesesi ve tahlili yaparak nasıl cevap verdiğine bakalım: Özetle diyor ki: Bu metinlerin muhtevaları ve biçimleri Kur’ân’ı değil, duayı andırmaktadır. Başlarında “Kul(De ki)” yoktur. Gerçi “Kul" olmayışı başlı başına bir sebep sayılmaz. Zira Fatiha'nın başında da yoktur. Kunut dualarında, Kur’ân’da alışık olmadığımız tabirler vardır. Gramer yönünden de ufak bir fark bulunur. Sena etmek (esna) fiili, Kur’ân’da hiç geçmez; bu manada başka kelimeler kullanılır (hamide, sebbeha, kebbere gibi). Se’a (Nes'a) fiili, Kur’ân’da Allah'a ulaşma yolunda çabalamak manasında kullanılmaz. Fecara (yefcuruk) Kur’ân’da mef’ul almadığı halde, bu duada aküzatif şahıs zamiriyle karşımıza çıkmaktadır. Hala’a (nahla'u) fiili ise, Kur’ân’da yalnız bir defa, o da yalnız ayakkabıyı çıkarmak hakkında (Tâhâ, 12) geçer; halbuki burada çok daha başka bir manada, yani Allah yolunda olmayanları terketmek manasında kullanılmıştır. Keza kefere (ve lâ nekfuruk) kâfir olmak manasına geldiğinde Kur’ân’da bâ (be) harf-i cerri ile müteaddi olur; ancak küfrân (nankörlük) manasına geldiği takdirde burada olduğu gibi mef’ulun bih alır. Halbuki burada kâfirlik manasına geldiği halde (be) kullanılmıştır. (Nöldeke, Kur’ân Tarihi, s. 46-48; Suat Yıldırım, Kur'ân-ı Kerim ve Kur’ân İlimlerine Giriş, s. 162-163)

356

·        364 Mevdûdî, a.g.e., II, 258-259.

357

Draz, en-Nebü'l-Azîm, s. 90-92.

358

Hicretin sekizinci yılında Ci’rân’da adamın biri, üzerinde cübbe ve vücuduna çokça koku sürmüş oiarak gelip umre hakkında sual sordu. Peygamberimiz bir süre ona bakıp sükut etti. Derken kendisini vahiy hali tuttu. O hal geçince: “Demin umre hakkında soran şahıs nerede?” dedi. Adam bulunup huzuruna getirilince buyurdu ki: "Üzerindeki kokuyu üç defa yıka, cübbeyi de çıkar, hac sırasında ne yapıyorsan umrede de onu yap." (Buharî, Hac 17; Müslim, Hac 8).

359

Draz, en-Nebe’l-Azîm, s. 90-92. (Dipnot).

360

Müslim, ilim 7; Ebû Dâvud, Sürme 5; Ahmed, Müsned, I, 386; Bunun başka bir örneği de şu olaydır: Ana karnında öldürülen ceninin diyeti konusunda mesele çıkarıp tartışan adamı kınamasına da dikkat ediniz; hadise kısaca şudur: Huzeyl kabilesinden iki kadın birbiriyle döğüşüp, bunlardan biri diğerine taş atmış ve onu karnındaki çocuğuyla birlikte öldürmüştü. Bunun üzerine Resulullahın huzurunda davalaştılar. Ceninin diyetinin “ğurre" (kıymeti tam diyetin onda birine ulaşan bir erkek veya kadın köle) olduğuna hükmedince, Hamelu'bnu Nâbiğa el-Hüzelî, secili ve kafiyeli bir eda ile:

“Yâ Resulallah, keyfe eğrim diyete men lâ şeribe velâ ekel vela nataka vele’stehell fe mislü zâlike yutall” Yani: “Yâ Resulallah, henüz içmeyen, yemeyen, söz söylemeyen ve bağırıp ağlamayan ceninin diyetini ödemekle mükellef tutuluruz? Böyle birinin kanı heder olur” dedi. Resulullah , böyle secili konuşmasından ötürü: “Bu adam ancak kâhinlerin kardeşlerindendir" buyurdu. Başka bir rivayette “Bedevilerin secileri gibi seci mi yapıyorsun!” buyurmuştu. Böylece bu tarz seciyi Hz. Peygamber’in kınadığı anlaşılıyor. Kınadığı seci, kâhinlerinki gibi sun’î olup da tabiî olmayan secidir. Zira bu tip secide mana lafza tabidir, yoksa lafız manaya tabi olmaz. (Müslim, Kasâme 37-38; Ebû Dâvud, Diyât 19; Tirmizî, Diyât 15).

361

Ankebût, 50-51.

362

Tür, 34.

363

Hûd, 13.

364

Yûnus, 38.

365

Kur’ân-ı Kerim’in, birkaç cümlelik bir tek sûresinin bile benzerinin getirilemeyeceği hususu -haşa-mübalağa gibi gözükebilir. Bu tür cümlelere benzeyen çok cümlelerin insanların söz ve yazılarında bulunabildiği ileri sürülerek böyle bir düşünceye kapılanlar olabilir. Oysa bunda hiç bir mübalağa sözkonusu değildir. Hatta diyebiliriz ki Kur’ân’m bir tek cümlesinin, hatta bir tek kelimesinin bile benzeri yapılamaz. Şöyle ki: Kur’ân’ın cümleleri ve kelimeleri birbirine bakar. Bazan bir kelime on yere bakar, onda da on belagat nüktesi bulunur. MsL, çeşitli tezyinat ve nakışlarla süslenmiş bir sarayda, birçok ve çeşitli nakışların düğümü yerindeki bir taşı, bütün nakışlara bakacak bir şekilde bir yere yerleştirmek için, bütün o duvarı nakışlarıyla bilmek gerekir. Aynen bunun gibi, insanın başındaki gözbebeğini yerine yerleştirmek için, bütün bedenin ve organların birbiriyle alakasını ve harika vazifelerini, gözün o vazifelere karşı durumunu bilmek lazımdır, işi derinlemesine ele alıp inceleyen muhakkik alimler, Kur’ân’ın kelimelerinde pek çok münasebetleri ve diğer ayetlere, cümlelere bakan vecihleri, alakaları göstermişlerdir.

366

Madem Kur’ân her şeyi yaratan Allah’ın kelâmıdır, o halde herbir kelimesi bir kalb durumuna geçerek sırlı bir manevî vücudun merkezini teşkil edebilir. Veya gövdesi, dalları, yaprakları, çiçekleri ile bu ağacın çekirdeği olabilir. İşte insanların sözlerinde Kur’ân’ın kelimeleri gibi kelimeler, belki cümleler, âyetler bulunabilir. Fakat Kur’ân’da, çok münasebetler gözetilmiş bir metod ve tarz ile yerleştirildiği yerde, tamamını ihata eden ve bilen bir ilim lâzım ki, öyle yerli yerine yerleşsin. (Nursî, Mektûbat, s. 170-171).

37* Suyûtî, itkan, II, 117; Suat Yıldırım, a.g.e., s. 172-173.

367

isrâ, 88.

368

Draz, en-Nebeü’l-Azîm, s. 36-37.

369

Nursî, işâratü’l-i’câz, s. 129-143.

370

Cum'a, 2.

371

Kıyâme , 16-17; Tâhâ, 114.

372

Hz. Peygamberin Kur’ân’ı okuması ile ilgi bk. “Hz. Muhammed'in Kur'ân'a Saygı ve Bağlılığı” başlığına.

373

Buharî, Fadâilü’l-Kur'ân 7; ibn Mâce, Sıyâm 58; Ahmed, Müsned, I, 276, 326, II, 399.

374

“Ümmetimin en şereflileri Kur’ân’ı ezberleyenlerdir" (Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, I, 129; Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, I, 522) “En hayırlınız Kur’ân'ı öğrenen ve öğretendir” Buharî, Fadâilü’l-Kur’ân, 21; Ebû Dâvud, Vitr, 14, 15, 19; Tirmizî, Sevabü’l-Kur’ân 15; ibn Mâce, Mukaddime 16; Dârimî, Fadâilü’l-Kur’ân 2; Ahmed, Müsned, I, 57, 58, 69,153.

375

Zerkânî, a.g.e., I, 234.

376

islâmın ilk günlerinden itibaren Hz. Peygamber vahiy kâtipleri edinmiştir. Bunların adedi kırka kadar varır, (bk. ibn Hacer, Fethu’l-Bârî, Bulak 1300, IX, 18) Müsteşriklerin eserlerinde de vahiy kâtiplerinin isimlerine rastlanır.(Blâchere, Introduction au Coran, s. 12).

377

Zerkeşî, el-Bürhân, I, 232, 256.

378

·        388 M. Hamidullah, Kur’ân-ı Kerim Tarih, (Tere. M. Said Mutlu), İst. 1965, s. 43.

379

"Benden, Kur'ân dışında bir şey yazmayınız, Kur’ân’dan başka benden bir şey yazmış olan varsa onu derhal imha etsin. Benden hadis rivayet ediniz...” (Müslim, Zühd 72; Dârimî, Mukaddime 42; Ahmed, Müsned, III, 12, 21, 39, 56.

380

ibn Kuteybe, Te’vîlü Muhtelefi’l-Hadls, Mısır 1326, s. 365.

381

Resulullahın Duaları için bk. İbn Kayyim, Zâdü’l-Meâd, II, 17...; Nevevî, Riyadu’s-Sâlihîn, (Tah. Şuayb el-Arnavût), Muessesetü’r-Risâle, 17. baskı, Beyrut, 1409, s. 532-561.

382

Buharî, Umre 12, Daavât 52; Müslim, Hac 428; Ebû Dâvud, Menâsik 34, 56; Tirmizî, Hac 104; ibn Mâce, Menâsik 84; Muvatta’, Hac, 243; Ahmed, Müsned, I, 444, II, 5, 10...).

383

“Allahım, onları sana havale ediyoruz ve şerlerinden sana sığınıyoruz.” (Ebû Dâvud, Vitr 30; Ahmed, Müsned, IV, 414-415.

384

“Allahım, Sana hamdolsun. Onu bana Sen giydirdin. Onun hayrını ve yapıldığı amacın en hayırlısını Senden diliyorum.” (Ebû Dâvud, Libâs 1; Tirmizî, Libâs 29; Ahmed, Müsned, III, 30, 50.

385

“Allahım, canımı Sana teslim ettim, yüzümü Sana çevirdim, işimi Sana havale ettim, sırtımı Sana dayadım. Bunu Sana ümit bağladığım ve Senden korktuğum için yaptım. Senin azabından kurtulmak için Senden başka sığınılabilecek hiçbir sığınak ve kurtuluş yeri yok. indirdiğin kitabına ve gönderdiğin peygamberine iman ettim.” (Buharî, Tevhîd 34, Daavât 5, 6, 8; Müslim, Zikir 56,-57, 68; Ebû Dâvud, Edeb 8; Nesâî, Zekât 1, 73; ibn Mâce, Dua 15). Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bu dua sonunda vahyi ve kendisinin de bir ferdi bulunduğu bütün peygamberleri nasıl gönülden kabul ettiğini iyice bir düşünün. Acaba böyle bir zatın -haşa- yalancı olması mümkün mü? Böyle içten bir duada bulunan bir insanın kendi kendisini aldatmasının imkânı var mı?

386

“Bizi, öldürdükten sonra dirilten Allah’a hamdolsun. Dirilerek dönüş sadece Onadır." (Buharî, Daavât 7, 8, 16; Müslim, Zikir 59; Ebû Dâvud, Edeb 98; Tirmizî, Edeb 28; ibn Mâce, Dua 16; Dârimî, İsti’zân 53; Ahmed, Müsned, IV, 291, 302...).

Bakınız nasıl uyku ile ölüm, uyanma ile diriliş arasında bir bağlantı kuruyor? Bu, onun akıl ve kalbinin Ulûhiyet ve diriliş inancıyla dopdolu bulunduğunu gösteriyor.

387

-Allahım! Hayır işlemeyi, kötülüklerden ise sakınmayı ve miskinleri sevmeyi nasib etmeni Senden diliyorum, insanlar hakkında bir fitne irade buyurduğun zaman fitneye maruz bırakmadan canımı alarak beni yanına al.” (Tirmizî, Tefsîru Sûre 38 (2, 4); Muvatta’, Kur’ân 40; Ahmed, Müsned, I, 368...)

Rabbinden nasıl korktuğuna, gönlünün nasıl Rabbine bağlı olduğuna ve fitneden nasıl çekindiğine bakınız!

388

·        398 Ebû Dâvud, Tahâret 17; Tirmizî, Taharet 5, ibn Mâce, Tahâret 10, 40.

389

“Allahım, bizimle Sana isyan sayılan şeyler arasında engel olacak korkunu, bizi cennetine ulaştıracak taatini, dünya musibetlerini gözümüzde hafifletecek kuvvetli imanı bize nasib eyle. Allahım, hayatta kaldığımız sürece bizi kulaklarımızdan ve gözlerimizden faydalandır ve biz ölünceye kadar onları bizden alma. Bize zulmedenlerden öcümüzü al. Bize düşmanlık edenlere karşı bize yardım eyle. Bize dini musibet verme. Dünyayı bizim en büyük kaygımız ve ilmimizin hedefi yapma. Bize merhamet etmeyenleri başımıza musallat etme.” Tirmizî, Daavât 116, 79).

390

Buharî, Marda 20, Tıb 38, 40, Ebû Dâvud, Tıb 17, 19; Tirmizî, Cenâiz4, Daavât 111; ibn Mâce, Tıb 36, 39, Cenâiz 64; Ahmed, Müsned, I, 76...).

391

Tirmizî, Cenâiz 8.

392

Buharî, Marda 19, Fadâilu’s-Sahâbe 5, Daavât 28; Müslim, Selâm 46, Fadâilu’s-Sahâbe 85, 86;

Tirmizî, Daavât 76; ibn Mâce, Cenâiz 64; Muvatta’, Cenâiz 46, 47; Ahmed, Müsned, VI, 45, 48...

393

Ebû Dâvud, Vitr, 23; Tirmizî, Daavât 109; ibn Mâce, Menâsik 5.

Bakınız, nasıl müjdeleyici ve uyarıcı bir peygamber iken, dualarına muhtaç olduğunu, hesap, sevap, ceza, cenneti ve Allah’ın rızasını isteme, Allah’ın azap ve ateşinden korkma konusunda herhangi bir insandan farksız olduğunu gösterir biçimde mesuplarına ilan ediyorl

394

eş-Şevkânî, a.g.e., II, s. 55.

395

Gazâlî, ihyâu Ulûmi’d-Dîn, l-IV, Mısır, ts., IV,152.

396

Gazali, a.g.e., IV, 152.

397

Gazâlî, aynı yer.

398

Gazâlî, aynı yer.

399

Gazâlî, a.g.e. IV, 153, Bunun yanında şüpheli şeylerden, hatta bir kısım mubahlardan kaçınmaya “vera”’ diyenler de vardır, (isfehânî, ez-Zerî’a, s. 167).

400

İbnü’l-Cevzî, a.g.e., II,. 542.

401

ibn Kesir, Şemâilü’r-Resûl, Beyrût, ts., s. 108.

402

Gazâlî, a.g.e. IV, 177.

403

Tirmizî, eş-Şemâil, s. 165.

404

ibn Kesir, Tefsir, III, s. 349.

405

Tirmizî, eş-Şemâil, s. 166.

406

Buharı, Teheccüd 6, Tefsîru Sûre 48 (2), Münâfıkîn, 79-81; Tirmizî, Salât 187; Nesâî, Kıyâmu’l-Leyl 17; ibn Mâce, ikâme 200; Ahmed, Müsned, IV, 251...).

407

isrâ, 79.

408

418 Bunun örnekleri için bk. Tirmizî, eş-Şemâil, s. 67, 68, 75; Müslim, Zühd 22, 34; Tirmizî, Zühd 39; ibnü’l-Cevzî, el-Vefâ Bi Ahvâli’l-Mustafa, l-ll, Mısır 1975, II, 482.

409

Buharî, Rikak 17; Müslim, Libâs 38; Tirmizî, Libâs 27.

410

Nesâî, Salât 1; Ahmed, Müsned, III, 127, 199, 285.

411

418 Ebû Dâvud, Salât 157; Nesâî, Sehv 18; Ahmed, Müsned, IV, 25, 26.

412

Buharî, Teheccüd, 6, Tefsîru Sûre 48 (2), Münâfıkîn, 79-81, Küsûf, 50, 53, 59; Müslim, Salâtu’l-Müsâfirîn 140; Tirmizî, Salât 187; Nesâî, Kıyâmu’l-Leyl 17; ibn Mâce, ikâme 200; Ahmed, Müsned, IV, 251...

413

Kellett, a.g.e., s. 342. Aynı şekilde, Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) halkı arasında doğruluk ve güvenilirlikle ün saldığını belirtmeden edememiştir.

414

Hz. Peygamberin 24 saatlik gün içindeki namazlarını şöyle özetleyebiliriz: Birinci derecedeki namazlar: Farzlar: 17; Vitir: 3, yekûn: 20 rekat. Nâfileler: Sabah: 2; öğle: 6; akşam: 2; yatsı 2; vitir hariç gece 8, yekhun 20 rekat. Gece ve gündüz kıldığı nafilelerinde bazan değişiklik göze çarpardı. Ancak devamlı kıldığı rekat sayısı yekûn 40’tır. Gayr-ı müekked sünnetlerde daha fazla kıldığı da rivayet edilmiştir, (ibn Kayyim, a.g.e., II, 109).

415

Tirmizî, eş-Şemâil, s. 151.

416

Buharî, Küsûf, 55, 60.

417

Ebû Dâvud, Salât 239; Nesâî, Ideyn 9, 10; Dârimî, Salât 218; Ahmed, Müsned, I, 243.

418

Müslim, Müsâfirîn 143, 144; Dârimî, Salât 153; Ahmed, Müsned, II, 265...

419

Buharî, Küsûf 15, 19; Müslim, Küsûf 5; ibn Mâce, Fiten 29; Ahmed, Müsned, I, 293

420

Ebû Dâvud, İstiska 3; ibn Mâce, ikâmet 154; Ahmed, Müsned, IV, 235, 236.

421

Ebû Dâvud, Salât 303.

422

Buharî, Teheccüd 25, Daavât 49, Tevhîd 10; Tirmizî, Vitir 18; ibn Mâce, İkâme 188; Ahmed, Müsned, III, 344.

423

ibrâhim Bayraktar, Hz. Peygamberin Şemaili (Doktora Tezi), Sehâ Neşriyat, İstanbul 1990, s. 192.

424

Resulullahm cömertliği ve nafile sadakaları için bk. ibn Kayyim, a.g.e., II, 22-23.

425

Muvatta, (Kitâbu’ş-Şa’b, tah. M. Fuad Abdulbakî) ts., I, s. 275.

426

Hz. Peygamber, hicretten sonra hepsi de Zilkade ayında olmak üzere dört defa umre (ibn Kayyim, a.g.e., II, 90), hicretin onuncu yılında olmak üzere bir kere de hac yapmışlardır.(ibn Kayyim, a.g.e, II, 101).

427

Buharî, Bed’ü’-Vahy 1, İmân 41, Nikâh 5, Talak 11, Menâkıbu’l-Ansar 45, Itk 6, Eymân 23, Hiy.el 1; Müslim, İmâre 155; Ebu Dâvud, Talak 11; Tirmizî, Fedâilü’l-Cihâd 17; Nesâî, Taharet 59, Talak 24, Eymân 19.

428

Hz. Peygamberin bu mektupları için bk. M. Hamidullah, el-Vesâiku’s-Siyâsiyye, Dâru’n-Nefâis, 5. Baskı, Beyrût, 1405, s. 99-155) Hz. Peygamber (s.a), sahabilerine yabancıların kendi krallarını ta’zim ettikleri gibi kendisini tazim etmekten meneder ve sürekli olarak onlar gibi Allah’ın bir kulu olduğunu hatırlatırdı.

429

Heykel, Hayâtu Muhammed, 12. baskı, Kahire, 1968, s. 395-396; Irving, a.g.e.,s. 132.

430

Tevbe, 40.

431

Al-i İmran, 61; bk. Massignon, La Mubahala, Paris, Imr. Adminidrative, 1944, s. 11.

432

Al-i imran, 61; Bu âyete mübâhele âyeti denir ki, bir meselede haklı olanın ortaya çıkması için karşılıklı lanetleşmek demektir. Müfessirlerin belirttiğine göre Necrân Hıristiyanlarından bir heyet, Hz. Peygamberin huzuruna gelerek, Kur’ân, Hz. isâ’nın babasız doğduğunu kabul ettiğine göre onun Allah olması lazım geleceğini iddia ettiler. Hz. peygamber onları, bir araya gelerek kim yalancı ise Allah’ın ona lanet etmesi için dua etmeye çağırdı. Fakat Necrân heyeti buna cesaret etmeyerek Müslümanların himayesine girmeyi kabul eden bir antlaşma imzalayıp gittiler.

433

Bilhassa bk. Andrae, B. St. Hilaire, Cariyle, Goldziher, Massignon, Noeldeke, Turpin...

434

Draz, Initiation au Coran, s. 154-155; Ancak müsteşriklerin, Hz. Peygamberin davasında samimi olduğunu kabul etmelerinden, daha önce de belirttiğimiz gibi, zorunlu olarak, ona gelen vahyin de İlâhî olduğunu kabul ettikleri anlaşılmamalıdır.

435

Ra’d, 17.

436

İbrahim, 24-25.

437

Hicr, 9.

438

“Sen, sana kitabın verileceğini ummazdın. O, ancak Rabbinin bir rahmetidir.” (Kasas, 89).

439

“Yemin ederim ki, Biz dilesek, sana vahyettiğimizi tamamen gideririz; sonra onun geri alınması için Bize karşı sana yardım eden bir vekil de bulamazsın. Ancak Rabbinin sana rahmeti (onu sana bırakmaktadır). Çünkü, Onun sana olan lütfü cidden büyüktür." (İsrâ, 86).

440

“inkârcılar, insanları Allah’ın yolundan uzaklaştırmak için, mallarını harcarlar ve harcayacaklar da. Sonra bu, kendilerine yürek acısı olacak, nihâyet yenilecekler ve inkâr edenler Cehenneme tıkılacaklardır.” (Enfâl, 36.)

441

Şaft, 9; Tevbe, 33.

442

Draz, en-Nebü’l-Azîm, s. 34-37.

443

Ertuğrul, Hakikat Nurları, s. 127-128.

444

Mâide, 68.

445

Tirmizî, Tefsir (Mâide Sûresi); bk. Tuhfetü’l-Ahvezi, III, 410); el-Müstedrek, II, 313; Taberî, Tefsir, ilgili âyet.

446

Buharî, Megazî 31.

447

Buharî, Cihâd 52, 61,97, 167; Müslim, Cihad 78-81.

448

Saffât, 171-173.

449

Mü'min, 51.

450

Nûr, 55.

451

ibn Kesîr, Tefsir, Nûr Sûresi 55. âyetinin tefsiri.

452

·        480 Draz, en-Nebü’l-Azîm, s. 37-39.

453

Hz. Peygamber bu sırada rüyasında, ashabıyla beraber Mekke'ye girdiklerini, Ka’be’yi tavaf ederek bazılarını saçlarını tamamen tıraş edip, bazılarının da kısalttıklarını görmüştü. Ayetin sonunda müyesser olacağı tebşir buyurulan yakın fetih ise, Hayber'in fethi olarak gerçekleşecektir.

454

Feth, 27.

455

Buharî, Megazî 35, 43; Ebû Dâvud, Menâsik 79; Tirmizî, Hac 92.

456

Nursî, Mektûbat (Envâr Neşriyat), s. 118-119.

457

A.g.e. s. 119.

458

Bu eserler içinde en kıymetli olanlardan bir tanesi, Hindistanlı Alim Mevlâna Şiblî tarafından kaleme alınan ve Türkçeye Ömer Rıza tarafından “Peygamberimizin Ruhanî Hayatı” ismiyle tercüme edilmiş ölmez eserdir.

Hatta tasavvuf! bir yaklaşımla, evliyaların kerametlerini de mensubu bulundukları Hz. Peygamber’e ait sayabiliriz. Çünkü, başta sahabiler olmak üzere, onun manevi terbiyesiyle ümmetinden sayısız evliya yetişmiş ve bunlar çeşitli kerametlere mazhar olmuşlardır. Bu harika hadiseler de yine onun terbiyesiyle oldukları için, büyük çapta ona ait sayılabilir.(bk. İsmail Karaçam, a.g.e., s. 42).

459

Bazı tabiat bilimciler, kâinattaki kanunları değişmez olarak görüp mucizeyi inkar etmişlerdir. Bunlar, “Tabiattaki kanunlar bozulmaz. Bozulacak olsa artık ilim yok demektir" diyorlar. Evet, Cenâb-ı Hak, bu kanunları hikmet ve maslahata en uygun biçimde koymuş olduğundan bunları bozması hikmete ters bir hareket olur. Ancak, Kendi eksiksiz kudretini ve gönderdiği peygamberlerin iddialarında haklılıklarını ispat hikmetine binaen, istisnaî ve geçici olarak bu kanunları değiştirmesinden bu kanunların değiştiği anlamı çıkmaz. Mucize anı geçtikten sonra İlâhî kevnî hükümlerin aynen cereyan etmesine hiçbir engel yoktur. Kısacası, mucizeye inanmamak, Yüce Allah’ın mutlak kudretini inkâr etmek veya sınırlamak olacağından iman ile bağdaştırılması mümkün değildir. Mü'min, tabiat olaylarını, tecrübî usule göre incelerken, fiilen

460

tecrübeye elverişli olmayan şeyleri doğal olarak inceleme alanının dışında bırakırsa da, Cenâb-ı Hakk’ın irade ettiği her şeyi yaratmaya kadir olduğunda şüphe etmez. (İ. F. Ertuğrul, Izâle-i Şükûk, s. 439).

408 Zerkânî, a.g.e., II, 335; Nursî, Mektubat, s. 118.

461

Mısır alimlerinden Abdulaziz Çaviş’in, “Anglikan kilisesine Cevap (Çev. Mehmed Akif. Sadeleştiren, Süleyman Ateş). Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 1979. s. 25-28)’’ adlı eserinde, islâmın, mucizelerle ne peygamberin vazifeleri, ne de kulların salah ve saadeti adına gerçekleşen bi’setinin sübutu arasında hiçbir münasebetin olmadığını bildiren yegane din olduğunu ve Hz. Peygamber’in Arap müşriklerinin, mucize hakkındaki isteklerini yerine getirmeye hiçbir zaman yanaşmadığını belirtiyor. Böyle seçkin bir alimin, Hz. Isâ’nın mucizeleriyle övünen ve mucizesiz peygamberliği kabul etmeyen papazlara karşı bu sözleri söylemesi ve hiç olmazsa Buharî ve Müslim’de yer alan bazı mucizelerden hiç söz etmeyerek Hz. Muhammedi mu’cizesiz bir peygamber gibi göstermesi hayret uyandırıcıdır.

462

Mevlânâ Şiblî, Peygamberimizin Ruhanî Hayatı, Tere. Ömer Rıza, ts., s. 1556.

463

Kehf, 11.

464

i. F. Ertuğrul, Hakîkat Nurları, s. 435-436.

465

Kehf, 110; Fussilet, 6.

466

En'âm, 50.

467

En'âm, 37.

468

isrâ, 59; Bu ayet-i kerimede geçen “âyet'ten maksat, kâfirlerin keyiflerine göre gösterilmesini istedikleri mucizelerdir. Nitekim Abdullah b. Abbas’ın rivayetine göre Mekke müşrikleri, Resulullahtan Safa tepesini altın ve gümüş yapmasını istemişlerdi. Ayet-i kerimeden anlaşıldığına göre, daha önceki kavimler de bu tür mucizeleri istemişlerdi ki, onların asıl maksadı inanmak değildi. Allah, onların peygamberlerinden istedikleri mucizeleri tahakkuk ettirmiş, fakat iman etmedikleri için de onları helâk etmişti. Bu Allah’ın bir kanunudur. Eğer Hz. Peygamber de, müşriklerin istedikleri bu nevi mucizeleri göstermiş olsaydı, -ki onlar yine de inanmayacaklardı- o takdirde geçmiş kavimler gibi onlar da helâk olacaklardı.-Nitekim bu ayette Salih Peygamberin kavmi Semûd'un isyankâr tutumuna değinilmekte ve mucizeden maksadın korkutmak olduğu tasrih edilmektedir, ancak bu takdirde mucize imana vesile olabilir ve beklenen faydayı sağlayabilir. Belki de “Kur’ân-ı Kerimin fesahat ve belagati ve ihtiva ettiği yüce hükümleri ortada iken başka mucize aramaya

|                ihtiyaç mı vardır?” demek istemiştir.

469

Saffât, 15; ez-Zuhruf, 30; Ahkaf, 7; Kamer, 2; Saf, 6...

470

Tür, 29; Hâkka, 42.

471

Mevlânâ Şiblî, a.g.e., s. 1558-1560.

472

Mevlânâ Şiblî, a.g.e, s. 1557-1558.

473

isrâ, 90-94.

474

Daha geniş bilgi için bk. İ. F. Ertuğrul, Hakikat Nurları, s. 435-445; izâle-i Şükûk, s. 115-124; Maddiyyûn Mezhebinin İzmihlali, s. 346...vd.; Nursî, Mektubât, 19. Mektub; Mevlâna Şiblî, Peygamberimizin Ruhanî Hayatı, (Müt. Ömer Rıza).

475

Fîl, 1-5.

476

Cin, 8.

477

İnşirah, 1.

478

İsrâ, 1.

479

Duhân, 10-16.

480

Enfâl, 30; Tevbe, 40.

481

Enfâl, 9,11,12,17,43-44.

482

Ahzâb, 9, 22.

483

Tevbe, 25, 64.

484

Mâide, 11.

485

Nahl, 41.

486

İsrâ, 76.

487

Bakara, 155.

488

Nûr, 55; Zuhruf, 41; Yûnus, 46.

489

Saf, 13.

490

Feth, 18-20, 27.

491

Bakara, 94; Cum'a, 6.

492

Nasr, 1-3.

493

Bu konu için bk. Prof. Dr. Abdulahad Dâvud, Tevrat ve Incil'e Göre Hz. Muhammed  (salla’llâhü aleyhi ve sellem) (Tere. Y. Doç. Dr. Nusret Çam) Nil Yayınları, İzmir 1988; Nursî, Mektûbat, (Envâr Neşriyat), s. 193-203; Hüseyin Cisr, Risâle-i Hamîdiyye.

494

Mi’rac Olayı için bk. Buhar), Menâkıbu'l-Ensâr, 42.

495

Buhar), Menâkıb 27, Menâkıbu'l-Ensâr 36, Tefsiri Sûre 54 (1); Müslim, Münâfıkîn 43, 47, 48; Ahmed, Müsned, I, 377, 413, 447, III, 275, 277, IV, 82; Kamer Sûresi 1. âyeti bu mucizeyi açıkça ifade eder: “Kıyamet yaklaştı, ay ikiye bölündü.” Müşrikler, Kur’ân'ı kabul etmedikleri halde, bu âyete karşı seslerini çıkaramamışlardır. Bu ayetin, ayın bir mucize eseri olarak asr-ı saadette değil de, ileride Kıyametin kopmasıyla yarılacağım söylemek de doğru bir yaklaşım değildir. Yukarıdaki bunca kaynakların bunun böyle olmadığını teyit etmesi bir yana, aklen de bu mümkün değil. Çünkü hemen arkasındaki iki ayette şöyle denir: "Onlar bir mu’cize görürlerse, hemen yüz çevirirler ve eskiden beri devam edegelen bir büyüdür derler. Yalanladılar ve kendi heveslerine uydular. Halbuki her işin ulaşacağı yeri vardır." (Kamer, 2-3). Görüldüğü gibi müşriklerin bu olay karşısında, “Sihirdir” diyerek işin içinden çıkmak istedikleri ve mucizelik yönünü inkâr ettikleri belirtilir. Kıyamet manzarı karşısında böyle bir ifade kullanmaları mümkün değildir.

496

Buhar), Megâzî 29; Müslim, Eşribe 141.

497

Buhar), Menâkıb 25, Et’ime 6; Müslim, Eşribe 142; Tirmizî, Menâkıb 6; Muvatta’, Sıfatü’n-Nebî 19.

498

Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve’de ibn ishak tankıyla rivayet etmiştir. Zeynu’d-Dîn el-lrakî.ihyâ’nın dipnotundan II, 415.

499

Buharî, Menâkıb 25.

500

Buharî, Cihad 123; Müslim, Lukata 19.

501

500 Buharî, Menâkıb 25; Müslim, Fedâil 6; Tirmizî, Menâkıb 6; Ahmed, Müsned, III, 147, 170, 215, 289.

502

Buharî, Şurût 15; Müslim, Cihâd 132; Ahmed, Müsned, IV, 48.

503

Ahmed, Müsned, V, 445.

504

504 Müslim, Cihâd 81.

505

Buharî, Menâkıb 25; Tirmizî, Cum’a 10, Menâkıb 6; Nesâî, Cum’a 17; ibn Mâce, İkâme 199; Dârimî, Mukaddeme 6, Salât 202; Ahmed, Müsned, I, 249, 267, 315, 363.

506

Buharî, Fadâilü’s-Sahâbe 5-7, Edeb 19.

507

Buharî, Salat 63; Müslim, Fiten 70, 72, 73; Tirmizî, Menâkıb 34; Ahmed, Müsned, II, 161, 164, 206, III, 5, 22, 28, 91, IV, 197, 199...

508

Buharî, Sulh 9, Fedâilü Ashâbi’n-Nebî 2, Menâkıb 25; Ebû Dâvud, Sünnet 12; Tirmizî, Menâkıb 30; Nesâî, Cum’a 27; Ahmed, Müsned, V, 38, 44, 49, 51.

509

Buharî, Megâzî 38; Müslim, imân 178, 179.

510

Gazâlî, ihya, II, 416.

511

Beyhakî rivayet etmiştir, Aliyyü’l-Karî, I, 703; Şifâ, I,. 344.

512

Buharî, Ta’bîr 38, 40, Menâkıb 25, Megâzî 70, 71; Müslim, Rü’yâ 21, 22; Tirmizî, Rü’yâ 10; İbn Mâce, Rü’yâ 10; Ahmed, Müsned, I,. 263, II, 219...

513

Ebû Dâvud, Cihâd 44; Ahmed, Müsned, I, 204, 205.

514

K. lyaz, Şifâ, I, 342-343.

515

Müslim, Zühd 74.

516

Ahmed, Müsned, I, 248.

517

Buharî, Megâzî 41, Hibe 28; Ebû Dâvud, Diyât 6; Müslim, selâm 43; ibn Mâce, Tıb 45.

518

Müslim, Cihâd 83, Cennet 76; Ebû Dâvud, Cihad 115; Nesâî, Cenâiz 117; Ahmed, Müsned, I, 26.

519

Müslim, imâre 161; Ebû Dâvud, Cihad 9; Dârimî, Cihad 28.

520

Müslim, Fiten 19; Ebû Dâvud, Fiten 1; Tirmizî, Fiten 14; ibn Mâce, Fiten 9; Ahmed, Müsned, V, 278.

521

Buharî, Menâkıb 25; Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe 99; ibn Mâce, Cenâiz 64; Ahmed, Müsned, VI, 240, 282, 283.

522

Buharî, Zekât 11; Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe 102; Nesâî, Zekât 55; Ahmed, Müsned, VI, 125.

523

ibn Mâce, Zühd 8; Ahmed, Müsned, I, 101, V, 77.

524

K. lyaz, Şifâ, I, 322.

525

ibn Mâce, Mukaddeme 11; Ahmed, Müsned, V, 354, 358.

526

Nursî, Mektûbât (Envâr Neşriyat), s. 171.

527

Gazâlî, a.g.e., II, 418.

528

Enbiyâ. 3; Furkân, 7-8; Allah bu itirazlarını şu ayetlerle çürütmüştür: Ra‘d Sûresi 38; Enbiyâ, 7-8; Teğâbun, 5-6; isrâ, 94-95; Yûsuf, 109; Ahkaf, 9.

529

Sâd, 8; Zuhruf, 31-32.

530

Ahkaf, 11.

531

Tûr, 29; Tekvîr, 25-26; Şuarâ, 210-212.

532

Saffât, 36; Mü'minûn, 70; Sebe, 46; Kalem, 2-4; A'râf, 184.

533

Enbiyâ, 5;Yâsîn, 64; Saffât, 36; Tûr, 30; Hakka, 41.

534

Duhân, 14; Nahl, 103.

535

Enbiyâ, 5.

536

En'âm, 25; Enfâl, 31; Nahl, 24; Mü'minûn, 83; Furkân, 5; Nemi, 68; Ahkaf 17; Kalem Sûresi 15; Mutaffifîn , 15.

537

Günümüzdeki dinsizlerin “kendi kendine telkin (ruhun ilhamı)” tabirini kullanarak geçer akçe haline getirmeye çalıştıkları iddia da, “şahsa bağlama” içinde mütalaa edilmelidir. Halbuki onlar, bu tabirle yeni bir yorum getirdiklerini zannetmektedirler. Aslında bu yeni bir şey değil, bilakis eski cahilî bir görüştür; o cahiliye görüşünden gerek prensipte gerek teferruatta farklı değildir. Onlar, Hz. Peygamber’i, hayal-ufku oldukça geniş, duyguları derin ve kuvvetli, dolayısıyla da şair tasavvur ediyorlar, sonra ilave ediyorlar ki: “Ekseriya onun iç dünyası duygularına baskın çıkarak kendisine hitap eden birini işittiğini zannettiği şey, hayallerinin ve iç düıjyasının dışa yansımasından ibarettir. Şu halde bu “cinnet” veya “karışık rüyalar” iddiasından başka bir şey değildir. Kaldı ki bu tadilatlarda da uzun zaman sebat etmediler. Kur’ân'da maziye ve istikbale ait bilgileri ve haberleri görünce “kendi kendine telkin” tabirini bıraktılar, “bunları seyahatleri esnasında alimlerin ağızlarından toplamış olabilir” dediler. Şu halde iş yine insanların öğretmesine varıyor, iyice dikkat ediniz: Bütün bunlarda yeni bir taraf görüyor musunuz? Kureyş cahillerinin sözlerine benzeyen, onlarınkinin tekrarı olan sözlerden başka bir şey midir? Böylece dinsizlik modern elbisesi içinde, en eski elbisesindeki şeklinin mensuh, daha doğrusu memsuh (yani onun kopyası, kopyası bile değil bozulmuş) şeklinden başka bir şey değildir. Modern çağda medenî fikirlerin gıdası, ilk cahiliye asrında taşlaşmış kalblerin geriye bıraktıkları sofra artıklarından ibaret! “Onlardan öncekiler de onlar gibi demişlerdi. Kalbleri nasıl da birbirine benzedi!” (Bakara, 118).

Şaşılacak bir taraf varsa o da şöyle demeleridir: “Bütün bunlarla beraber o, doğru, emin bir zattır. Rüyalarını İlâhî vahye maletmesinde mazurdur. Zira onun pek kuvvetli olan rüyaları, bunları kendisine, İlâhî vahiy suretinde tasvir etti. Sadece gördüğünü söyledi.” Allah Tealâ onların seleflerinden de aynı iddiayı şöyle naklediyor: “Ey Resûlüm, onlar aslında seni yalanlamıyor, yalancı olduğunu söylemiyorlar, lâkin o zalimler, Allah’ın ayetlerini bile bile inkâr ediyorlar.” (En'âm, 33). Haydi diyelim ki görme ve işitmesindeki özrü bu olsun, hadiseleri daha önce ne kendisinin ne de kavminin bilmediğini iddia etmesine ne denilecek! Bu da onların tenakuz (çelişki) içinde olduğunu göstermez mi? Sözlerinin hepsinin birbirine benzemesini temin için “uyduruyordu” deyip de işi bilirseler ya! Fakat onlar insaf (objektiflik) ve aklî muhakeme iddiasında olduklarından, böyle demezler. Ama görüyorsunuz ki, farkında olmadan yine bunu söylemiş oluyorlar. Draz, en-Nebü’l-Azîm, s. 59-60.

538

Enbiyâ, 5.

539

idrab, daha önceki fikirden vazgeçip bir diğerine atlamak demek olup, bu ayette üç defa geçen idrab edatı, “bel”dir.

540

isrâ, 48; Furkân, 9; Draz, en-Nebeu’l-Azîm, s. 59-60.

541

Tür, 29-32.

542

isrâ, 48.

543

Kaf, 5.

544

Furkân, 41-42.

545

Mevdûdî, a.g.e., II, 232-234.

546

Nahl, 103.

547

Draz, en-Nebü’l-Azîm, s. 55-56.

548

Bu zatın hayatı ile ilgili geniş bilgi için bk. kendi telifi olan ve Nusret Çam tarafından Türkçeye çevrilen “Tevrat ve incil’e Göre Hz. Muhammed” s. 1-5.

549

Tarihten gelen, Hıristiyanlığın aleyhteki propagandalarından, sömürgecilik gibi siyasi ve İktisadî sebeplerden, genel olarak Müslümanların İslama ters yaşayışlarından, Müslümanların çağdaş dünyadaki etkinliklerinini azlığından, Batıkların teknik üstünlüklerinden ve İlmî gururlarından, müsteşriklerin-İslam’ı tanıtıyor görünürken- anlayamayıp tahrif etmelerinden gelen...vb. engeller.

550

Bu eser dilimize, Prof Dr. Suat Yıldırım tarafından Kitab-ı Mukaddes Kur’ân ve Bilim adıyla Türkçeye çevrilmiştir.

551

1919 İskenderiye doğumlu bir papaz ve misyonerdi. Mısır Papalık Fakültesinden, din adamlığı diplomasını aldı. Daha sonra Amerikan Brenston Üniversitesinden de aynı alanda mezun oldu. Esyot'taki Papalık Fakültesinde 1955 yılında hoca olarak çalıştı. 1954 yılında Alman-isviçre irsaliyesinde genel sekreter olarak çalıştı. Gerçek görevi ise, misyonerlik ve İslâm aleyhtarı faaliyetlerdi. Ne var ki, İslâmî araştırmalarda derinleşmesi, bu dini kabul etmeye şevketti ve 1959'da Müslümanlığını ilan etti. Pekçok eseri vardır. En önemli üç tanesi şunlardır: "Muhammed Fi’t-Tevrât ve’l-lncîl ve ve’l-Kur’ân", “el-Musteşrikûn ve'l-Mubeşşirûn Fi'l-Alemi'l-Arebî el-islâmî" ve “Tarîhu Benî İsrail" .(bk. imaduddîn Halîl, Kalû Ani’l-Kur’ân, B. S. Nursî'nin, İşâratüî-İ’câz tefsirinin, zeylindeki neşri, s. 249)

552

589 1954 yılında Amerika'da doğdu. Basın yayın Fakültesinden mezun oldu. 1980 yılında Müslüman oldu. Bu kararını yaptığı derin araştırmalar sonucu, islâmdan başka hiçbir dinin gerek erkek ve gerekse kadın olarak insanlığın ihtiyaçlarına tam olarak cevap veremediğini anladıktan sonra verdi, (imâdüddîn Halil, a.g.e, s. 255.)

553

İngiliz olup, ünlü bir yazardır. İngilizce olarak meşhur eserlerinden ikisi şudur: “Muğameratü’l-Kasım" ve “Alemün Cedîd". Bu zat Birinci Dünya Savaşına katılmış ve esir düşmüştür. Bir süre Uganda’da çalışmıştır. 1922 yılında Müslüman olmuştur. (İmâdü'd-Dîn Halîl, a.g.e., s. 257.)

554

·        582 Brehmân olan Hind kökenli bir ailede doğdu. Sömürgecilikle faaliyete başlayan bazı misyonerlerin etkisiyle Hıristiyan oldu. Dini kitapları mütalaaya çok meraklıydı. Kur’ân-ı kerim'i okuyup inceleme fırsatı bulunca hemen Müslüman oldu. (İmhadü'd-Dîn Halîl, a.g.e. s. 259.)

555

·        583 1929-1961 yılları arasında yaşamıştır. Fransa'da öğrenimini tamamladı. Daha sonra Cezâyir’e gitti. Orada Müslüman oldu. Nasiruddin ismini aldı (1927). Ertesi sene Mekke’ye giderek hac görevini yerine getirdi. (.İmâdü’d-Dîn Halîl, a.g.e. s. 263); Bazı eserleri şunlardır: “Muhammed Fi's-Siyeri’n-Nebeviyye”, “Hayâtü’l-Arab”, “Hayatu's-Sahrâ”, “Eşi'atün Hassatün Bi Nûri’l-islâm”, “eş-Şark Fi Nazari’l-Garb", “el-Hac ilâ Beyti’l-Lâhi’l-Haram”

556

·        584 Ünlü İngiliz şarkıcısıydı. Altmışlı yılların sonlarıyla yetmişli yılların başında müzik kasetleri milyonlar satıyordu. 1976 yılında, kardeşi vasıtasıyla Kur’ân’ı tanıma ve inceleme fırsatı bulduktan sonra Müslümanoldu. Şimdi vaktinin tamamını İslâmî hizmetlerle geçirmektedir. İngiltere'de bu alanda büyük bir hizmet ve faaliyeti bulunmaktadır. (İmâdü'd-Dîn Halîl, a.g.e. s. 268)

557

·        585 Iraklı araştırmacı ve mühendistir. el-Mecme'u’l-ilmî el-lrakî’nin üyesidir. Yahudi asıllıdır. Daha sonra Kur'ân’dan etkilenerek Müslümanoldu. Değişik alanlarda birçok eser vermiştir. Birçok eserinde, Beynelmilel Siyonizmin iddialarını çürütmeye çalışmıştır. Ünlü iki eseri şudur: “Mafsalu’l-Arab ve’l-Yehûd Fi’t-Tarîh", “Fî Tarikî İle'l-İslâm”. (İmâdü’d-Dîn Halîl, a.g.e, s. 270.)

558

588 1928 yılında Hindistan’da Hıristiyan bir aileden dünyaya geldi. Babası misyonerdi. Bu nedenle oğlunu da kendisi gibi yetiştirmek istedi. 1947 yılında öğrenimini tamamlayarak Lahor'da misyoner olarak göreve başladı. Fakat çok geçmeden, diğer birçokları gibi Hıristiyanlık hakkındaki kanaati tamamen değişti. Yirmi sene süren araştırma ve incelemeden sonra Müslümanoldu (1968). (İmâdü’d-Dîn Halîl, a.g.e. s. 273.) •

559

Nemçe’li mütefekkir ve gazetecidir. Müslüman oluş hikayesini “Et-Tarîk ilâ Mekke” alı eserinde anlatmıştır. Kendisi gibi Müslümanolmuş bir arkadaşıyla beraber “es-Sekâfeti’l-islâmiyye” adlı bir dergi çıkararak(1927), pek çok İlmî araştırmalar neşretmiştir. Bu araştırmaların büyük bir kısmı, müsteşriklerin İslâm hakkındaki yanlış düşüncelerini çürütmeyle ilgilidir. Bazı eserleri şunlardır: “Ta’likli ve Fihristi! Buharî Tercemesi", “Usûlu'l-Fıkhi'l-islâmî", “et-Tarîk ilâ Mekke”, “Minhâcü’l-islâm Fi’l-Hukm" ve “el-islâm Alâ Mufterekı’t-Tarîk”. (İmâdü'd-Dîn Halîl, a.g.e. s. 276.)

560

·        888 İngiliz asilzade bir hanımdır. Müslüman olmuş, hacca gitmiş ve hac hatıralarını “el-Hac ilâ Mekke” adlı eserinde kaleme almıştır (1934).

561

·        889 İngiliz mütefekkiridir. 1856’da doğdu, 1887’de Müslümanolup eş-Şeyh Abdullah Kvvelem adını aldı. En önemli iki eseri, “el-Akîdetü’l-fslâmiyye” (1889) ve “Ahsenü'l-Ecvibe”. (İmâdü’d-Dîn Halîl, a.g.e. s. 282).

562

Fransız bir araştırmacı ve seyyahtır. Arab ve İslâm memleketlerinin problemleriyle yakından alakadar olur. İslâm Dünyasının doğusunda ve batısında yıllarca yaşamış, İslâm ve İslâm Medeniyetiyle ilgili onlarca eser neşretmiş ve son olarak 1977 yılında Müslümanolmuştur. (İmâdü’d-Dîn Halîl, a.g.e. s. 287).

563

Hıristiyan bir İngiliz ailesinde doğup büyümüştür. Felsefeye merak büyük ilgi duymaya başlamış, daha sonra Kanada’ya gidip öğrenimini tamamlamıştır. Bu sırada İslâm'la tanışmış ve Müslümanolmuştur. Nijerya’da bir üniversitede hoca olarak çalışmıştır. (İmâdü’d-Dîn Halîl, a.g.e. s. 287.)

564

ibn Kesîr, Tefsîr, III, 246.

565

Bk. Taberî, Tefsîr, VII, 116 ( En’âm, 33. ayet).

566

Bk. Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini, (el-En’âm (6), 33 ayet) III, 1912-1913.

567

Bk. ibn ishak, Sîre, s. 169-170.

568

el-İsabe, I,. 39; Asım Koksal, Hz. Muhammed  (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ve İslâmiyet, (Mekke Devri) s. 270-271.

569

Morrice, Le Parle Frençaise Roman adlı gazetede kendisi gibi Kur’ân’ın mütercimi olan Salmen Ronah’ın tenkitlerine verdiği cevaptan. Ömer Rıza Doğrul, Kur’ân Nedir? s. 95-98.

570

İngilizce-Arapça, Arapça-ingilizce lügatların yazarı Dr. Steingas’dan nakleden Ömer Rıza Doğrul, a.g.e. s. 998-99.

571

Kur’ân ayetlerini, nüzûl sırasına göre tercüme ve tertib eden İngiltere’nin mütaassıp papazlarından G. M. Rodvvel’den Ömer Rıza Doğrul, a.g.e. s. 100-101.

572

Edvvard Montet, Hıristiyanlığın intişarı ve Hasmı Olan Müslümanlar” adlı eserinden nakleden, Ömer Rıza Doğrul, a.g.e. s. 101.

573

Mauell King, Prespiteryenler’in Theo Theoavnard kilisesinde 1915 senesinde 17 Ooak’ta Müslümanlık hakkında verdiği bir koferanstan alınmıştır. Ömer Rıza Doğrul, a.g.e. s. 102-103.

574

Joseph Dacr Cariyle (bu zat meşhur İngiliz düşünür Thomas Carlyle’den başkadır. Bu zat bir oryantalisttir. Arapça’yı bir Bağdatlıdan öğrenmiş, 1795’te Cambridge’de Arapça müderrisliğine tayin edilmiş, 1795’te İstanbul’a gelmiş, Anadolu, Filistin, Yunanistan İtalya’da seyahatlerde bulunmuş ve 1811’de ölmüştür.) Ömer Rıza Doğrul, a.g.e. s. 104-105.

575

Mr. Marmaduc Bicthall, Londra’da “Müslümanlık ve Çağdaşlık" isimli bir konuşmasından, Ömer Rıza Doğrul, a.g.e. s. 107-108.

576

Fransız Filozofu Alexis Loison, Ömer Rıza Doğrul, a.g.e. s. 108-109.

577

Fransız müsteşrik Sedillot (Ö. 1832), Ömer Rıza Doğrul, a.g.e. s. 109-110.

578

·        588 Boswert Shimith, “Hz. Muhammed’in Hayatı” adlı eserinden, Ömer Rıza Doğrul, a.g.e. s. 122.

579

VVashington lrwing Hz. Muhammed’in Hayatı ve Hz. Muhammed’in Halifeleri isimli iki eserin sahibi, Amerika’lı bir müsteşriktir. Ömer Rıza Doğrul, a.g.e. s. 134.

580

Bk. Ömer Rıza Doğrul, “Kur’ân Nedir?” Diyanet işleri Başkanlığı Yayınları, (ikinci Baskı) Ankara, 1967; Prof. Dr. İmâdü’d-Dîn Halil, Kalû Ani’l-İslâm; İsmail Hami Danişmend, Garb İlminin Kur’ân-ı Kerim Hayranlığı, İstanbul, 1978; Eşref Edib, Kur'ân Garb Mütefekkirlerine Göre, İstanbul 1957; Osman Keskioğlu, Kur'ân Tarihi; Jaun Davenport, Hz. Muhammed  (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ve Kur’ân-ı Kerim (Tere: Ömer Rıza Doğrul) İstanbul 1926.

581

Edmond Power, Joseph Hubby Christus, Manuel d’Histoire des Religions, s. 795-797, 800.

582

VVashington Irving, Mohamet and his Successors, s. 195-196; Şu önemli noktaya dikkat çekmek isteriz: Irving ve benzerleri -bu olumlu gibi görünen yaklaşımlarına rağmen- Hz. Muhammed’in peygamberliğine inanmıyorlar. Açıkça görüldüğü gibi, Hz. Muhammed'in doğruluğunu savundukları halde, onun peygamber olduğuna olan inancını, şiddetli hamasetine, arzu ettiği birliğe ve bedenî hastalığı ile gördüğünü zannettiği imajlara bağlıyorlar. Bütün bunlar -Irving'e göre- kendisini, özellikle de eşi Hz. Hatice onu destekleyip Varaka bin Nevfel de teşvik ettikten sonra, gerçek peygamber olarak görmesine sebep olmuştur.

583

A.g.e, s. 197; Şaşılacak durum şu ki: Irving çok değil, sadece iki sayfa sonra dönüş yapıp Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) karşı konulmaz başarı ve zaferinin kendisinde bir gurur ve şımarıklık meydana getirmediğini, çünkü kişisel heves ve çıkarlar peşinde olmadığını, aksine bir dini yaymak hedefinde olduğunu söylüyor. Bu büyük bir çelişkidirl

584

M. Rodinson, a.g.e., s. 104.

585

A.g.e, s. 104.

586

Rodinson, a.g.e, s. 252.

587

A.g.e, s. 253.

588

A.g.e, s. 254.

589

Özetleyerek nakleden, i. F. Ertuğrul, Hakikat Nurları, s. 385.

590

i. F. Ertuğrul, a.g.e., s. 385-386.

591

Buharî, Cihad 52, 61,97, 167, Megazî 54; Müslim, Cihad 78-80; Tirmizî, Cihad 15.

592

Bakara, 79.

593

En’âm, 21, 93, 144; A'râf, 37; Yûnus, 17 vd.

594

Ahmed, Müsned, III, 272; Salih Suruç, Kâinatın Efendisi Peygamberimiz’in Hayatı, II, 699-700.

595

İ. F. Ertuğrul, izâle-i Şükûk, s. 22-23.

596

Goldziher, Le Dogm et Le Loi de L’lslam, s. 21-22.

597

En'âm, 165; Ra'd, 6; Mü'minûn, 43.

598

Yûnus, 102; Hûd, 121, 122; isrâ, 58.

599

Draz, Initiation au Coran, s. 143-144. Müsteşriklerden, R. Brunchsving, bu nesih meselesine kısaca temas ederek, İslam Şeriatında, tabiî kanunların bulunmaması, tek kanun koyucu olan Allah’ın iradesi gözönünde bulundurulduğu için, diğer tabiî kanunlar gibi, aklın tasarrufuna verilemez. Ne var ki, bu vahyedilen kanunlar akılla ters de düşemezler. Bu, İslamın ilk döneminden itibaren, müslümanların kabul ettikleri bir görüştür. Onlar buna, teşri’ hikmetleri ve maksatları adını verirler. Böylece, Şeriatın hükümlerinin tutarsızlık ve çelişki ile nitelenmemesini amaçlarlar. Fakat, vahiy eseri olmakla birlikte bazan bu kanunlar, akla uymayabiliyor. Bazı Kur’ân ayetlerinde çelişki göze çarpıyor. Bu nedenle, bu çelişkiyi ortadan kaldırmak için yasal bir takım ölçüler bulunması gerekir. Bunun için Kur’ân, “nesih” mefhumunu getirmiştir. Yani, önceki bir hükmü, delili sonra gelen başka bir hükümle değiştirmek. Beşerî kanunlarda nesih ve tadil mümkün ise de, ismet, kemâl ve ebedîlikle mevsuf olan Allah’tan gelen İlâhî kanunlarda bunu kabul etmek çok güçtür. Bu probleme, objektif ve tarihî bir bakış atfedilmesi, İslam bilginlerinin, Kur’ân ayetleri arasındaki çelişkileri gidermek ve Kur’ân ile Hadisi uzlaştırmak için bu yola sığınmalarındaki demogojiyi ortaya koyar, (bk. Etüde d’lslamologie T. 2. Maisonneuve et La rose, 1979, p p 347-348; ez-Zahiretü’i-lstişrakıyye, s. 448-449).

Montgomery Watt da özetle şunları söylüyor: “Hz. Muhammed’in vahyin İlâhîliğine inanması, onu, eklemek ve çıkarmak suretiyle vahyi tanzim etmesine engel olmamıştır. Kur’ân’da, vahyin Peygambere bazı ayetleri unutturduğuna ilişkin bir işaret görüyoruz. Kur’ân metnini derin bir biçimde incelemek, bazı kelime, cümle ve parçaların Kur’ân’a eklendiğine inanma konusunda şüphe bırakmaz. Bu fazlalıkların, Muhammed’in işi olmadığı tabiidir. Muhammed’in, düşündüğü konuda kendisine ışık tutan vahyi dinlemede belli bir metodunun bulunduğu kesindir. O, kendisini doğruya ileten vahyi almadan metni tashih etmezdi. Müslümanlar, baştan beri, Kur’ân’da neshedilmiş ve hükümleri kaldırılmış birçok ayeti ihtiva ettiği noktasında birleşmişlerdir. Daha önce yer verdiğimiz “Şeytan Ayetleri" hikayesi buna en büyük delildir. (Watt, Mahomet, s. 18; ez-Zahiretü’l-istişrakıyye, s. 449).

Maxime Rodinson da “Mahomet" adlı eserinde, R. Bell’in bu konudaki görüşünü kendine delil olarak kaydeder: “Elimizdeki Kur’ân, birçok düzeltmelere (müracaat) tabi tutulmuştur. Bu işlem, bizzat Muhammed tarafından gerçekleştirilmemişse, onun gözetimi altında gerçekleştirilmiştir. Sözkonusu elden geçirmeler, hatalardan ve kötü sonuçlardan uzak kalamamıştır. Allah da, vahyini tazeler, tekmil ve ta’dil eder. Muhalifleri, bu gerçeği görmüş olacaklar ki, tenkid ettiler. Fakat Allah, onlara cevap vererek, dilediğini yapmada ve risaletini ta’dil etmede mutlak serbestliğe sahip olduğunu belirtti. Değil mi ki Allah’ın hikmeti, kulların karşılaştıkları zaafları gözönünde bulundurmayı gerektirir ve kendilerine yüklenen yükümlülükleri hafifletir. Bunu da kendi maslahatlarına binaen, önceki hükümleri nesh ve yerlerine başka hükümleri ikame etmekle yapar." (Rodinson, Mahomet, s. 161).

Herşeyden önce şunu belirtelim ki, Kur’ân’da neshin varlığı, bazı müsteşriklerin iddia ettiği gibi, İslam alimlerinin üzerinde ittifak ettikleri bir konu değildir. Ayrıca, neshi kabul edenler arasında da mensuh ayetlerin sayısı konusunda bir ittifak yoktur. Bu konudaki ihtilaf nesih kelimesinden ne anlamaya bağlı bir husustur. Muhakkiklerin belirttiğine göre, birçok alimin nesh zannettiği şey, ya nesî’ ve erteleme, ya ihtiyaç anında beyan edilmiş bir mücmel, ya bir başka hitabın araya girdiği bir hitap, ya âmmı tahsis eden bir hüküm, ya da has bir hükmün ta’mimidir. (bk. Zerkeşî, Bürhân, II, 44; S. Salih, Mebâhis, s. 273 (dipnot).) Ayrıca, neshin sözkonusu olması, için, “Falan ayet, filan ayetle neshedildi” şeklinde Hz. Peygamber veya Sahabeden gelen açık bir nakil olması şarttır. Ayrıca, ayetlerin gerçekten birbirine zıt bir mana ifade etmeleri ve bu konuda kesin bir tarihî naklin alması şarttır, (bk. es-Suyutî, el-itkan, II, 40.)

Müsteşriklerin bu iddiaları, Kur’ân, bir taraftan kendinden önceki şeriatleri neshederken ve diğer taraftan bir takım hükümlerini neshe tabi tutarken Müslümanlar gibi, teşride gelişme ve tedriciliğe inanmamalarından ileri gelmektedir. Oysa toplum, durmadan gelişme kaydeder ve halden hale intikal eder, işte böyle durumlarda, ansızın nihaî hükümle karşılaşıp o anki yapısına son derece ters geldiği için reddetmemesi ve uyumda güçlük çekmemesi için geçişin adım adım ve tedrici olarak sağlanması gerekir. Bu geçiş, dönemlerine mahsus ara hükümlerle mümkündür. Müsteşriklerin şöyle düşündüğü anlaşılıyor: Değil mi ki bu hükümlerin Allah’dan geldiği söyleniyor, o halde Allah, kullarının onu kabul edip etmeyeceklerini önceden bilir. Dolayısıyla Allah’ın böyle bir tedriciliğe ihtiyacı yoktur.” Allah’ın böyle bir tedriciliğe ihtiyacı olmadığı kesin. Buna ihtiyacı olan Allah değil insanlardır. Bu nesih, Allah’ın önceden bilmeyip sonradan farkına vardığı bir hikmetten dolayı olduğunu düşünmek de yanlıştır. Çünkü Allah, geçmişi, hali geleceği ve bu üç zamanda olup biten her şeyi ve kullarının tabiat ve maslahatlarını çok iyi bilir. Hükümlerin, muhataplara göre değiştiği, hal ve şartlarını farklılık göstermesiyle farklılaştığı bir gerçektir.

Müsteşriklerin bu görüşleri, Mutezilenin “Aklî Hüsün ve Kubuh” nazariyesini de çağrıştırıyor. Buna göre, nesih, iki zıttın birleşmesini gerektiriyor. Çünkü, bir şeyi emretmek, onun güzel olduğunu, nehyetmek ise çirkin olduğunu gösterir. Bir şeyin hem güzel hem de çinkin olması ise imkansızdır...

Oysa, bir şey Allah emrettiği için güzel, nehyettiği için çirkindir. Bir de, fiilin güzel veya çirkin sayıldığı zaman değişmiştir. Bir vakitte güzel veya çirkin addedilen şey, yine aynı vakitte bu hükümlerin zıddıyla nitelendirilmemiştir. Dolayısıyla hüsün ve kubuh, aynı anda aynı fiil üzerinde bir araya gelmemiştir. Bu farklı zamanlarda, muhatapların durumlarının değişebildiği ise inkâr edilemez.

600

Mâide, 32.

601

Furkân, 68.

602

En’âm, 151.

603

Buharî, Eymân 16; Nesâî, Tahrîm 3

604

Buharî, Diyât 1; Ahmed, Müsned, II, 94.

605

Nesâî, Tahrimü’d-Dem 2.

606

Hac, 39-40; Bakara, 190-191.

607

Enfâl, 36, 47; Tevbe, 29, 34...

608

Enfâl, 55-58; Tevbe, 1-2, 4- 5, 7-8, 10-14.

609

Nisâ, 81,89, 91; Tevbe, 73; Ahzâb, 60-65.

610

Mâide, 33-34.

611

Nisâ, 75; Enfâl, 72-73.

612

Bakara, 193; Enfâl, 73.

613

İslâmî cihadın, gaye ve usulleri hakkında geniş bilgi için, bk. Mevdûdî, Şerîatü’l-islâm Fi’l-Cihâd ve’l-Alakati’d-Devliyye; Muhammed Ebu Zehre, islâmda Cihad Kavramı; Abdulazîz Hatip, Gönüllerin Fethinde Cihad.

614

Ebû Dâvud, Cihad, 82, 111; ibn Mâce, Cihad 30; Dârimî, Siyer 25; Muvatta’, Cihâd 9; Ahmed, Müsned, I, 300.

615

Buhari, Cihad 102, Megâzî 38; Ebû Dâvud, Cihad 91; Tirmizî, siyer 3, 48.

616

Ebû Dâvud, Cihad 149, 112, Edeb 164; Tirmizî, Siyer 20; Dârimî, Siyer 23.

617

Ebû Dâvud, Cihad 119.

618

Buharî, Mezalim 30; Zebaih 25, Megâzî 36; Ebû Dâvud, Sünne 5, Cihad 110, 128, imare 33, Hudûd 3; Tirmizî, ilim 10.

619

827 Bakara, 205.

620

Buharî, Mezâlim 30, Zebâih 25, Megâzî 36; Müslim, Cihad 2; Ebû Dâvud, Cihad 82, 110; Tirmizî, Diyât

14, Siyer 47; ibn Mâce, Cihad 38.

621

Muhammet!, 4.

622

Ebû Dâvud, Cihad 154; Dârimî, Siyer 59; Ahmed, Müsned, III, 487; Ebu Yusuf, Kitabu’l-Harac, s. 116.

623

Buharî, İmân 24, Mezâlim 17, Cizye 5, 22, Diyât 30; Tirmizî, Siyer 26-27, Diyât 11; Ebû Dâvud, Cihad 152; İbn Mâce, Diyât 32; Dârimî, Siyer 61; Ahmed, Müsned, IV, 193.

624

Ebû Dâvud, Cihad 88; Ahmed, Müsned, III, 441, IV, 193.

625

Bu antlaşmanın mukayeseli metni ve kaynakları için bk. Muhammed Hamidullah, el-Vesâiku’s-Siyâsiyye, s. 57-64; Le Prophet de L’lslam, I, 193-197.

626

Madde 1-2.

627

Madde 26-33.

628

Hamidullah, a.g.e., 1,178.

629

Madde 26-33.

630

Madde 25.

631

Madde 16, 37, 37/B, 43, 44.

632

Fethu’l-Barî, VII, 332.

633

Ebû Dâvud, imâre, 22, 23; ibn Hacer el-Askalânî, Fethu'l-Barî bi Şerhi’l-Buharî, l-XVII, Mısır, 1959., VII, 332; Taberî, Tarih, l-XIII, Mısır 1326, III, 37; ibn Esîr, Üsdü’l-Gabe, l-VII, 1970. III, 57 (Talha b. Bera'nın biyografisi).

634

Taberî, Tarih III, 38; Askalânî, a,g.e., VII 233; Belâzûrî, Futûhu’l-Büldân, Dâru’l-Maarif, Mısır 1959, s. 24; Mevdûdî, Cihad (Tere. M. Beşir Eryarsoy, Şafak Yayınları, İtanbul, 1992, s. 359.

635

Taberî, Tarih, III, 38; Askalânî, a.g.e., VII, 232.

636

844 Buharî, Sahîh, 58/6; Hamidullah, a.g.e. I, 533.

637

M. Hamidullah, a.g.e., I, 532-533.

638

·        848 İbnü’l-Cevzî, el-Vefâ bi Ahvâli’l-Mustafa, l-ll, Mısır 1966, s. 695; Hamidullah, a.g.e., I, 533-534.

639

847 Antlaşmanın metni için bk. Ibn Hişam, I,. 501-504.

640

848lbnü’l-Esîr, el-Kâmil, l-XIII, Beyrut, 1965; Askalânî, a.g.e., VII, 280.

641

·        849 İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, II, 68; Askalânî, a.g.e., VII, 281.

642

Ahzâb, 10.

643

Buharî, Cihad 168; Menakıbu’l-Ensar 12; Megazî 30; Müslim, Cihad 29, 64; Tirmizî, Siyer 28; Dârimî, Siyer 65.

644

Mevdûdî, Cihad, s. 366-367.

645

Alfred Gııillaume, İslam , Pelican Books, 1964,s. 48.

646

Msl. bk. Josephe Hubby, Christus: Manuel d’Histioire des Religions, Beauchenese et ses Fils, Paris, 1964, s. 787.

647

Kitâb-ı Mukaddes, Tesniye, 20/10-16.

648

İbn Hişam, a.g.e., II, 238; Yine Hz. Peygamberin bu olaydaki haklılığını gösteren başka bir delil de, Huyey b. Ahtab en-Nadrî’nin, Ka’b b. Esed el-Kurazî’ye mevcut antlaşmayı bozma konusunda ikna etmek için geldiğinde, gösterdiği çaba ve Kabin ona verdiği cevaplardır. Huyey, Ka’b’ı çok zor ikna edebilmiştir. Detaylı bilgi için bk. ibn Hişâm, a.g.e., II, 220-221.

649

Hz. Peygamberin dünya malını önemsemeyişiyle ilgili söz ve davranışları için bk. Nevevî, Riyâdu's-Salihîn, s. 236-280.

650

Hz. Peygamber, Hayberlileri yenip, onlarla kendi önerdikleri bir şart üzere antlaştı. Bu şart, mahsullerinin yarısını Müslümanlara vermek karşılığında toprakları üzerinde kalmalarına izin verilmesiydi. Hz. Peygamber, bunu kabul etti, ancak şartlar gerektirdiğinde Müslümanların kendilerini oradan sürebilmeleri kaydını da koydu, bk. Ebû Dâvud, imare 23, 24; Mevdûdî, Cihad, s. 371-372.

651

Buharî, Cihad 89, Megazî 86; Tirmizî, Buyu’ 7; Nesâî, Buyu’ 58, 83; ibn Mâce, Ruhûn 1; Dârimî, Buyu’ 44; Ahmed, Müsned, I, 236, 300.

652

ibn Hişam, a.g.e., II, 344-345; Serahsî, Şerhu Siyeri’l-Kebîr, IV, 381. Makrizî’nin yazdığına göre geri döndüğünde, Yanudilere karşı başlatılmış bu savaşa katıldı ve ve burada şehid düştü, (bk. imtâ, I, 312-313; M. Hamidullah, İslâm Peygamberi, a.g.e., 1,549.

653

Abdullah bin Sehl, bir miktar hurma toplamak için bazı arkadaşlarıyla birlikte gittiği Hayber’de öldürülmüştü. Bir çeşme başında boynu kırılmış olarak bulunmuştu. Yahudiler ise, onu oradan alıp izini kaybettirmişlerdi. Sonra da Hz. Peygamber’e gelerek durumu kendisine bildirdiler. Maktulun kardeşi Abdurrahman bin Sehl, amcasının iki oğlu Huveyyısa ve Muhayyısa ibnâ Mes’ud ile birlikte Resulullahm huzurune geldiler. Abdurrahman yaşça en küçükleriydi. Maktulün en yakını olduğu için kanın sahibi oydu. Toplumda da biraz daha saygın bir yeri vardı, iki amcası oğlundan önce söze başlayınca, Hz. Peygamber (s.a):” Yaşça senden daha büyük olana sözü bırak!” diye ikaz etti. Kendisi de daha sonra konuştu. Akrabalarının öldürülüşünü Hz. Peygamber’e anlattılar. Resulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) “Siz katilin adını verip, sonra adını verdiğiniz bu kişinin gerçek katil olduğuna elli defa yemin edebilir misiniz? Eğer böyle yaparsanız, katili size teslim ederiz" buyurdu. Onlar: “Biz kesin olarak bilmediğimiz bir konuda yemin etmeyiz” dediler. Bunun üzerine Resulullah (s.a): “Peki onların, katili bilmediklerine dair elli defa yemin edip öldürme suçundan beraat etmelerine ne dersiniz?" diye sordu. Onlar: “Biz yahudilerin yeminini kabul etmiyoruz. Çünkü içlerinden inkar, yalan yere yemin etmelerinden daha büyüktür. (Yani, kâfir oldukları için yalan yere yemin etmekte tereddüt etmezler) ey Allah’ın Resûlü” dediler. Bunun üzerine Resulullah (s.a) kendi malından, maktulün, yüz deve olan kan bedelini ödedi, (ibn Hişam, a.g.e., II, 354-356).

654

Örnek olarak bk. Al-i imran, 76; Mâide, 1; En'âm, 152; Nahl, 91; İsrâ, 34; Ra'd, 20...

655

Buharî, Cizye 22, Edeb 99, Fiten 21; Müslim, Cihad 8, 10-17; Ebû Dâvud, Cihad 150; Tirmizî, Siyer 28, Fiten 26; ibn Mâce, Cihad 42; Dârimî, Buyu’ 11; Ahmed, Müsned, I, 411.

656

Ebû Dâvud, Edeb 90; ibn Sa’d, Tabakat, VII, 59; Asım Köksal, a.g.e. XI, 439.

657

Bk. Ahmed, Müsned, V, 395; Asım Köksal, Hz. Muhammed  (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ve İslamiyet, (Medine devri) Şâmil yayınları, İstanbul, ts. I-XI, XI, 439-440.

658

Msl. Frantz Buhl şöyle diyor: "Muhammed'in, ahid ve sözleşmelerine karşı tutumunu bilen, tâ işin başından itibaren, ortaya çıkan en ufak bir fırsatta bu gibi yükümlülüklerden kurtulmak niyetinde olduğundan şüphe edemez.” (Buhl, Das Leben Muhammadd, s. 304)

659

Hudeybiye Antlaşması hakkında bilgi için bk. Buharî, Sulh 6, 7; Müslim, Cihad 90-94; Ebû Dâvud, Cihad 156.

660

Bu antlaşma ve bozulması ile ilgili olarak bk. ibn Hişam, a.g.e., II, 316-325, 389-396.

661

E. E. Kellett, A Short Histoir of Religion, Gollancz, London, 1921, s. 341.

662

Tevbe. 1-13.

663

Bk. III, 86-87.

664

Frantz Buhl, Das Leben Muhammad, s. 360-361.

665

Tor Andrae, Mahomet, sa vie et sa doctrine, s. 187-190; Müsteşrikler Hz. Peygamberin evliliği konusunu ele alırken, bize göre doğru sonuçlar çıkarmamanın yanısıra, her zaman tarihî gerçeklere de bağlı kalmıyorlar. Aksine, bazıları kafalarından aslı esası olmayan şeyler uyduruyorlar. Msl. bunlardan Edmond Povver Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) mahremlerle evlenme yasağına bağlı kalmaktan kendisini istisna ettiğini iddia ediyor. (Bkz, Jozeph Hubby, a.g.e., s. 815) Vashington Irving de, “Zina eden kadın ile zina eden erkeğe, her birisine yüz değnek vurunuz..." (Nûr, 2.) ayetinin -haşa- Hz. Peygamberi, Mariye ile birleşmekten mennettiğini, dolayısıyla bununla ilgili özel bir ayet uydurduğunu ileri sürüyor (bk. Irving, a.g.e., s. 133). Oysa Hz. Mariye cariyeydi. İslam’a göre cariyesiyle birleşmek her Müslüman için caizdir. Dolayısıyla Hz. Mariye'nin durumu hiçbir şekilde problem doğurmazdı. Üstelik, Hz. Peygamber (s.a) Hassan bin Sâbit’e Mariye’nin kız kardeşi Sîrin’i vermiştir. Acaba bu iddiaya göre, Hz. Peygamber (s.a) onun için de —haşa— bir vahiy uydurmuş mudur? Bu hangi ayettir?

666

Müsteşrikler bunu kendilerince şöyle bir gerekçeye dayandırırlar: Güya Hz. Hatice, İçtimaî mevkii ve malıyla Hz. Peygamber üzerinde hakimiyet kurmuş, evde kendisini söz sahibi kılmıştı!.. Halbuki Hz. Peygamber de kavmi arasındaki mevkii itibariyle Hz. Hatice’ninkinden geri değildi. Hz. Hatice, kendisine talip çıkan bunca Kureyş eşrafının bu isteğini reddetmişken ona bir elçi göndererek kendisiyle evlenmek istediğini bizzat iletmişti. Bu evliliğe engel, Hz. Hatice’nin malı olsaydı, Hz. Ebu Bekir, bütün malını Allah yolunda harcadı, Hz. Peygamber’e verdiği maddî destek İslam’ın muzaffer olmasında büyük etkisi oldu. Buna rağmen bu durum Resulullahın, onun kızı Hz Aişe üzerine evlenmesine engel olmadı. Hz. Aişe, Hz. Hatice'nin aksine gençti, bakireydi ve güzeldi. Hz. Aişe üzerinde bir değil, iki değil tam sekiz kadınla evlendi. Son olarak, Resulullahın Hz. Hatice’nin vefatından sonra bile onun hatırasına büyük ve samimi bir bağlılık göstermesini, Hz. Aişe de dahil olmak üzere bütün hanımlarından onu üstün görmesini nasıl izah edeceğiz? Ki bu tercih ve hatıraya sadakat, Hz. Aişe’yi oldukça kıskandırırdı.

667

Bu sınırlamalar için bk. Nisa, 3,129.

668

Buharî, Teheccüd 6.

669

Bayhakî, zikreden: Nebhânî, el-Envâru’l-Muhammediyye, Beyrut 1312, s. 522

670

Müslim, Cenâiz 35; Bütün bunlar, Hz. Peygamberin Medine’de, takvasının azalmak şöyle dursun, daha da artarak sağlamlaştığım isbat etmektedir.

671

Ahzâb , 28-34.

672

Bu manalar için bk. Draz, Initiation au Coran, s. 138-139.

673

Önce kendisi Müslüman olup, Müslüman olmasına yardımcı olduğu kocası Sekran bin Amr ile birlikte Habeşisten’a hicret eden, orada kocası önce Hıristiyan olup daha sonra da ölen, Şevde binti Zem'a buna örnektir. Hz. Peygamber, Mekke'ye dönmek zorunda kalan ve beş çocuğu bulunan bu fedakâr himayesiz hanımla evlenmiş ve onu böylece teselli etmiştir.

O devirde hangi Müslüman kadın, inandığı Resulullahın zevcesi olmayı hatta kendisiyle birlikte aile içinde daha başka zevceler dahi bulunsa, en büyük saadet kabul etmezdi. Nitekim, Ahzâb Sûresinin 50. ayetinde bu gerçeğe işaret edildiğini görmekteyiz.

674

Hz. Ebu Bekir’in kızı, Hz. Aişe ve Hz. Ömer’in kızı Hz. Hafsa ile evlenmesi buna örnektir.

675

·        883 Benu Mustalik kabilesi reisinin kızı Hz. Cüveyriye binti Haris ve Ebu Süfyân'ın kızı Ümmü Habîbe ile evlenmesi buna örnektir.

676

·        884 Rayhâne binti Zeyd ile evliliği buna örnektir.

677

·        885 Msl., Azatlı bir köle ile evli bulunan Hz. Zeyneb'le, boşandıktan sonra Allah'ın emriyle evlenmesi buna örnektir.

678

888 Nesâî, İşretü’n-Nisâ 1; Ahmed, Müsned, III, 128, 199, 285.

679

887 Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) cinsel gücü ve bir tek gecede bütün hanımlarını dolaştığına ilişkin olarak bazı sahabilere nisbet edilerek nakledilen rivayetleri ise (Bu rivayet için bk. eş-Şevkânî, I, 230) bazı alimler hangi kaynakta yer alırsa alsın kabul etmemektedir. Bu konuda Dr. İbrahim Avad şöyle demektedir: “Aynı gecede eşlerinden herbirisiyle yattığını nereden bilsinler? Bu konuda ne Hz. Peygamber’den ne de mü’minlerin anneleri olan hanımlarından naklen hiçbir rivayet gelmemiştir. Hal böyle iken, acaba bu iddiada bulunan kişi, Hz. Peygamberi takip edip herbir eşiyle ne yaptığını mı araştırdı? Sonra, cinsel gücü ne olursa olsun herhangi bir erkek, bir gecede dokuz kadınla birleşmeye nasıl vakit bulabilir? Özellikle, sözkonusu olan, geceleyin kalkıp Rabbine ibadette bulunan; uykuya ayırdığı saatlerde bile, yatağında her hareket ettiğinde, fecrin geldiğini zannedince kalkıp dişlerini yıkayan, Rabbine dua eden, henüz sabah olmadığını anlayınca da, yeniden uykuya dalıp, sabah olduğunda ise Hz. Bilal’in ezan sesiyle uyanan Hz. Peygamer ise bu nasıl mümkün olur? (Bu konuda bk. eş-Şevkânî, Neylu’l-Evtar, III, 37) Nitekim sözü edilen kaynakta ise bu nasıl mümkün olur? (Bu konuda bk. eş-Şevkânî, Neylu’l-Evtar, III, 37) Nitekim sözü edilen kaynakta Hz. Aişe, Resuluilahın vitir namazı ile ilgili olarak sorulan bir soruya cevaben şöyle demektedir: ‘Biz Hz. Peygamberin misvakını ve abdest suyunu hazırlardık. Allah, geceleyin uyanmasını takdir buyurduğu saat gelince kalkar, dişlerini misvaklar, abdestini alır ve dokuz rekat namaz kılardı...’ Yine, Hz. Peygamberin geceyi nasıl geçirdiğiyle ilgili oiarak bk. el-Buhârî, Sahih, I, 46, 117, 198; III, 116; IV, 74; el-Muvatta’, III, 103. Sonra eğer durum böyleyse, -haşa- o şehvetine düşkün zat (i), bir ay boyunca hanımlarına karşı kendisini nasıl zabt edebildi? Aynı şekilde, Hz. Peygamberin yaptığı bilinen şu uygulamayla bu iddia nasıl bağdaştırılacak? Uygulama şudur: Hz. Peygamber hanımlarından her birine bir gece tahsis etmiş, o geceye sırası olan eşinden başkası iştirak etmezdi. İşte bütün bu gerekçelerden dolayı, kaynak olarak hangi kitapta yer alırsa alsın ben bu hadisi kabul etmiyorum." (bk. Avad, a.g.e., s. 120-121)

Hz. Peygamberin, “akşamları bütün hanımlarını dolaştığı” (bk. Buharî, Gusl 24, Nikâh 4; Müslim, Hayz 28; Tirmizî, Tahare 106...) şeklindeki rivayetin sıhhati bize göre inkâr edilemese de, bu, cinsel ilişki olarak anlaşılmamalıdır. Hz. Peygamber, hal ve hatırlarını sormak ve bir ihtiyaçlarının bulunup bulunmadığını öğrenmek için dolaşması da muhtemeldir.

680

Nesâî, Bey’a 18; ibn Mâce, Cihad 43; Muvatta’, Bey’a 2; Ahmed, Müsned, II, 213, VI, 357.

681

Nûr, 31.

682

890 Ahmed, Müsned, II. 405, VI, 71,86.

683

Muvatta’, Sıfatü’n-Nebî 31; Ahmed, Müsned, II, 298.

684

Bk. Muhammed Huseyn Heykel, a.g.e., s. 448.

685

Bk. Buharî, Talak 3; ibn Mâca, Talak 11; İbn Hişam, a.g.e., II, 647.

686

Irving, a.g.e.,s. 193.

687

A.g.e.,s. 199.

688

A.g.e.,s. 132.

689

Bk. M. H. Heykel, a.g.e., s. 321.

690

898 Müslümanların kâfirlerle olan ilk çarpışmalarında, onlardan birinin düşmanlarından on tanesini mağlup etmesi kendilerinden istenmiş, sonra bu hüküm hafifletilerek on sayısı ikiye indirilmiştir. (Enfâl, 65-66) Yine, bir dönem, Kur'ân-ı Kerim, Hz. Peygamber (s.a) ile konuşmak isteyen herkesten, konuşmadan önce durumuna göre bir sadaka vermesini istemiş, daha sonra ise bunu neshetmiştir (Mücâdele, 12-13).

691

Ahzâb, 52.

692

Ahzâb, 6.

693

Bu rivayet için bk. Keşşâf ve Kadı Beydavî tefsirleri Ahzâb, 37. âyetinin tefsiri.

694

Irving, a.g.e.,s. 112; Muhammed Hüseyn Heykel bu hikayeyi buna yakın bir ifadeyle ve müsteşriklerin bu konudaki iddialarını çürütmek üzere Hayattı Muhammed adlı eserinde kaydeder, s. 322-323. Maxime Rodinson da bu hikayeyi nakletmiştir. Rodinson, “Muhammed’in, Zeyd evde değilken Zeyneb'in kapısını vurduğunu, Zeyneb yarı çıplak olarak onu içeriye buyur etmek istediğini, Hz. Muhammedi hem anası hem babası olarak gördüğünü, Muhammed’in eve girmediğini, fakat o sırada rüzgârın Zeyneb’in üstündekini havalandırdığını, Hz. Muhammed’in, onun anlayamadığı bazı sözler mırıldanarak uzaklaştığını; Zeyd eve geldiğinde Zeyneb'in ona olup bitenleri anlattığını, Zeyd'in hemen Muhammed’in huzuruna çıkarak neden eve girmediğini sorduğunu ve Zeyneb’den hoşlanmışsa onu derhal boşayacağını söylediğini ve fiilen de Zeyneb’le önce ilişkisini kestiğini ardından da onu boşadığını, Muhammed’in Zeyd'e “karın senin olsun” dediğini...” söylüyor, (bk. Rodinson, a.g.e., s. 238-241). Ayrıca, konuya alaylı ve kısa bir işaretle yer veren

; şu kitaba da bkz: A. C. Bouquet: J. Comparative Religion. Kitabın yazarı İngiliz Hıristiyan bir din adamıdır.

695

Buharî, III, 177.

696

Huseyn Heykel, a.g.e., s. 323-324.

697

Ahzâb, 36.

698

Ahzâb, 37.

699

Ahzâb, 37

700

Rodinson, a.g.e., s. 239-240; Rodinson, Hıristiyan Batılılar ve Volter’oilerin daha çok Peygamberin yıldırım aşkına tutulduğu şeklinde düşündüklerini ve bu konuda biraz da alaycı bir tavır takındıklarını söylüyor, (a.g.e., s. 240).

701

İslâm bilginlerinden bu kanaatte olanların görüşleri için bk. i. Fennî Ertuğrul, izâle-i Şükûk, s. 54-57.

702

M. H. Heykel, a.g.e., s. 324

703

Hucurât, 37.

704

71 9

Hz. Davut ve Uriya’nın hikayesi için bk. Kitab-ı Mukaddes, II. Samuel, 11/2-27.

705

Avad, a.g.e., s. 54-62.

706

ibn Hişâm, a.g.e., 1,248-249.

707

Buharî, Tevhid 22; Müslim, imân 288; Tirmizî, Tefsiru Sure (33) 9, 10, 11; Ahmed, Müsned, VI, 241.

708

Hz. Peygamberin çok evliliğine ve özellikle Hz. Zeyneb ile evlenmesine olan itirazlarına ilişkin cevap ve değerlendirmeler için bk. Muhammed Huseyn Heykel, Hayâtu Muhammed, s. 315-326; Abdurrahmân Bedevi, Delense de La Vie du Prophete Muhammede contre ses detracteurs, s. 83-100; İsmail Fennî Ertuğrul, izâle-i Şükûk, s. 51-72; Bedîüzzaman Said Nursî Hakikat Nurları, s. 132-135; Bedîüzzaman Said Nursî, Mektûbât (Envâr Neşriyât), s. 38-40.

709

Lammens, L’lslam, Croyance et Institutions, Beyrut, ed. Catholique, 1926, s. 33.

710

Caetani, a.g.e., 1,133.

711

İslam Tarihi, II, 103.

712

En'âm, 74-86, 163; Hûd, 70-77; Yûsuf, 7, 39; İbrahim, 34; Hicr, 51; Nahl, 120-123; Meryem, 41-49; Enbiyâ, 51-72; Şuarâ, 70-77 Ankebût, 16, 17, 31, 32; Saffât, 83-113; Sâd, 45; Şûrâ, 13; Zuhruf, 26; Zâriyât , 24; Necm, 37; A'lâ , 19.

713

En'âm, 87; ibrâhim, 39; Meryem, 54; Enbiyâ, 85; Sâd, 48.

714

ibn Hişâm, a.g.e.,1, 223.

715

ibn Hişâm, a.g.e., I, 225.

716

ibn Hişâm, a.g.e., I, 225.

717

ibn Hişâm, a.g.e., II, 413; ibn Kesir, Mâide, 3. âyetinin tefsin.

718

725 Avad, a.g.e., s. 44.

719

Avad, a.g.e. s. 44-45.

720

İbrahim 37

721

Nahl, 123; Draz, Initiation au Coran, s. 140-141

722

Blaohere, Le Coran, s. 46.

723

Caetani, İslam Tarihi, İli, 287.

724

ibn Sa'd, Tabakat, I, 243; Ahmed, Müsned, I, 325.

725

-Bakara, 142-150.

726

ibn Hişâm, a.g.e., I, 606; Taberî, Tarih, II, 265; M. Asım Köksal, İslam Tarihi, II, 38.

727

Gibb, Mohammedanism, Oxford University Press, 1949, s. 44; Aşure orucu ve kıble değişikliği ile ilgili iddia için bk. Andrea, Mahomet, s. 137.

728

ibn Sa’d, Tabakat, I, 243; Ahmed, Müsned, I, 325; Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, II, 12; Kastalanî, Mevâhib, I, 100; M. Asım Koksal, İslam Tarihi, II, 38.

729

ibn Esîr, Kâmil, II, 115.

730

ibn Sa'd, Tabakat, I, 241-242; Belâzûrî, Ensâb, I, 246; Ya'kubî, Tarih, II, 42; M. Asım Köksal, İslam Tarihi, II, 39.

731

İbn Hişâm, a.g.e., II, 550.

732

Bakara, 142-147. âyetleri, bu ısrarlarına açıkça işaret etmektedir. Bu âyetlerin irşadı ortada dururken, Hz. Peygamberin onlara itaat etmesi mümkün değildi.

733

Caetani, İslâm Tarihi, III, 287.

734

T. Andrae, Mahomet, Sa Vie et Sa Doctrine, s. 138-139.

735

Daha önce geçen “Hz. Peygamberin Rabbine Olan Güveni ve Engin Tevekkülü" başlığı altında bu sonsuz ümidin örneklerini gördük.

736

Hz. Peygamberin Medine'ye gelişinden birbuçuk sene sonra kıble yönünün Kâbe’ye çevrildiğini belirttik, ibn Hişam, a.g.e., II, 181.

737

Bakara, 115.

738

Bk. ibn Hişâm, a.g.e., I, 508.

739

Bk. ibn Hişâm, a.g.e., II, 198-200; M. Asım Köksal, a.g. e., II, 41-42,

740

Brockelmann, İslam Milletleri ve Devletleri Tarihi, I, 31; Bu iddianın cevabı için ayrıca bk. el-Menhel dergisi, “el-istişrak vel-Musteşrikûn" ile ilgili özel sayısı. (Yıl, 55, sayı, 471) Ramazan ve Şevvâi, 1409. sayfa. 40-41.

741

Brockelmann, A.g.e. I, 31.

742

A.g.e. I, 31.

743

A.g.e., I, 42.

744

Buharı, Hac, 50, 57; Müslim, Hac 248; Ebû Dâvud, Menâsik 46; Nesâî, Hac 147-178; İbn Mâce, Menâsik 27; Dârimî, Menâsik 42; Muvatta’, Hac 115; Ahmed, Müsned, I, 21

745

Ahmed, Müsned, I, 28.

746

ibn Mâce, Menâsik 27.

747

Seyyid Sabık, Fıkhu’s-Sünneh, I, 207-208; Ahmed Atiyyetullah, el-Kamûsu’l-islâmî, c. I, “İstilâmü’l-Hacer” maddesi.

748

ibn Hişam, a.g.e., I, 184-188, II, 543-546.

749

Kâfirûn , 1-6; Yûnus, 104-106.

750

Nisâ, 171; Tevbe, 30-31.

751

758 Brockelmann, a.g.e., I, 22.

752

L. Caetani, a.g.e., III, 246-257.

753

Bk. Frantz Buhl, Das Leben Muhammads, s. 215; Gaudefroy-Demombynes, Mahomet, s. 464, Institutions Musul, s. 66; Andrae, Mahomet. s. 81.

754

Andrae, a.g.e., s. 137.

755

A.g.e. s. 138.

756

G. Demombynes, a.g.e., s. 68.

757

Caetani’nin bu iddialarına ikna edici cevaplar için bk. M. Asım Koksal, Müsteşrik Caetani'nin Yazdığı 'Islâm Tarihine Reddiye", s. 325-338; Dr. Abdurranmân Bedevi, Defense de la vie du Prophete Contre ses Dedracteurs, s. 189-192.

758

733 ibn Hişâm, a.g.e., I, 407-408; Buharî, Sahih, II, 328; Müslim, Sahih, I, 101; Salih Suruç, Peygamberimizin Hayatı, 1,375-376.

759

·        737 Bk. Buharî, Salat 1; Müslim, iman 263; ibn Mâce, İkâme 194; Tirmizt, Salat 45; Nesâî, Salat 1; Ahmed, Müsned, III, 161...

760

·        738 Rûm, 17-18; Tâhâ, 130; Hûd, 114; İsrâ, 78.

761

Buharî, Savm 1; Müslim, Savm 19.

762

Müslim, Savm 36.

763

Seyyid Sabık, Fıkhu’s-Sünne, I,. 451.

764

Müsteşrikler, bu rivayetler konusunda, tamamen reddedici değil de müteşeddit ve titiz davransalardı söyleyeceğimiz bir şey olmazdı. Çünkü, İslam bilginleri de aynı titizliği göstermişlerdir. Müsteşriklerden H. Grimme, bu konuda Müslüman bilginlerin metodunu uygulamıştır. Ancak iki noktada tenkid edilmektedir: (1) Sahih ve zayıf rivayetleri bibirinden ayıramaması, (2) Nöldeke ile ters düşmemek için, çalışmasının başında belirlediği metoda, yani rivayetlere bağlı kalmaya dikkat etmemesi. (Bk. Subhî Salih, Mebâhis, s. 175). .

765

Bu konuda geniş bilgi için bk. Subhî Salih, a.g.e, s. 175-178. * Müsteşriklerin, Rahmân ismiyle ilgi olarak ileri sürdükleri iddialar ve bu iddialara cevaplar için bk. Suat yıldırım, “er-Rahmân isminin Kur'ân-ı Kerimde kullanılışı” adlı makalesine, A. Ü. İslâmî ilimler Fakültesi Dergisi, sy. 4’den ayrı basım, Sevinç Matbaası Ankara 1980; Yine aynı yazara ait, “Ayetlerin Kronolojik Sıralanması" Yeni Ümit Dergisi Nisan, Mayıs, Haziran, 1996, s. 5-7

766

H. Lammens, a.g.e., s. 60.

767

A.g. e, s. 61.

768

A. g. eserden mana olarak naklen.

769

A. g. e., s. 62; Blachere, Le Coran, s. 36.

770

Blacere, a.g.e, s. 37.

771

A.g.e, s. 38.

772

A.g.e, s. 39.

773

Zuhruf, 9-13.

774

81,83, 90, 92. âyetler.

775

A.g.e, s. 40.

776

A.g.e, s. 40.

777

,A.g.e, s. 42.

778

A.g.e, s. 42.

779

A.g.e., s. 46.

780

A.g.e, s. 56.

781

A.g.e, s. 60.

782

Rodinson bu ifadeleriyle, taklidi mümkün olmayan Kur’ân üslubunun belağatı konusunda kuşku uyandırıyor ve kitabında hür fikirli İslam düşünürleri diye nitelediği ve “Kur’ân’a muaraza" adı verilen eserler kaleme almış bazı kimselerin adını veriyor. Ancak -ona göre- bu eserler yok edilmiştir. Rodinson, kitabında ayrıca Nöldeke’nin “Kur'ân üslubunun kusurlarıyla ilgili neşrettiği bir makalesine işaret ediyor. (Rodinson, a.g.e, s. 120).j

783

A.g.e, s. 123.

784

A.g.e, s. 125.

785

A.g.e, s. 162.

786

A.g.e., s. 249-275 (özetle).

787

I. Goldziher, Le Dogm et La Loi de L’lslam, s. 9-10.

788

a.g.e., s. 10.

789

Alak, 1 -5.

790

Zerkânî, Menâhil, I, 95-96.

791

Fatiha, 5.

792

İslâm alimlerine göre, 3., Blachere'e göre 34, Nöldeke’ye göre, 23.

793

Müzzemmil, 8-9.

794

Msl., bk. Tîn, 1; Duhâ, 1-2; Leyi, 1-3; Şems, 1-7...

795

Msl. Bk. Gaşiye, 17-20; Abese, 17-32; Tarık, 4-8.

796

Kaf, 6-11, 15.

797

Mu’minûn, 115; Secde, 18-22; Câsiye, 21-35;

798

·        808 Ankebût, 48-51.

799

799 En’am, 148-149.

800

Zerkanî, Menâhil, I, 237-239.

801

Bk. Kasım Küfrevî, Hz. Peygamber’e Dil Uzatanlar, (“Oryantalizm Soruları" isimli kitabın ekinde) s. 171-172.

802

Msl. bk. Bakıllânî, İ’câzu'l-Kur'ân, s. 57; M. Said Ramazan el-Bûtî, Min Revaii’l-Kur'ân, s. 111-112.

803

Bk. En'âm, 50, 59; A’raf, 188; Yunus, 20; Hud, 31; Nemi, 65.. •

804

Müslim, Kasame 36-38; Ebu Dâvud, Diyât 19; Tirmizî, Diyât 15.

805

Tur, 29; Hakka, 42.

806

Bu konuda daha geniş bilgi için Bk. Zerkânî, Menâhil, I, 220-225.

807

es-Sâsî, ez-Zahiretü’l-istişrakıyye, I, 435-436.

808

Bucaille, a.g.e., s. 213-214.

809

Bk. M. F. Abdulbakî, el-Mu’cemü'l-Müfehres, “en-Nâs” maddesi.

810

Tekvîr, 27-29.

811

818 Subhî Salih, Mebâhis, s. 189.

812

Bk. Biachere, Le Coran, Tradduction Nouvelle. I, 39; Subhî Salih, a.g.e., s. 189.

813

Bu iddiayı ortaya atarken, Tebbet, Asr, Tekâsür... gibi sûreleri kastediyorlar.

814

En'am, 108.

815

Msl. bk. Bakara, 24, 275, 278; Al-i imrân, 10-12...

816

Bakara, 8-20.

817

Bakara, 90; Al-i imrân, 112.

818

Msl. bk. Fussilet, 33-35; Şura, 36-43; Hicr, 87-99; Zümer, 53.

819

Bk. Zerkânî, Menâhil, I, 206-213.

820

Subhî Salih, a.g.e s. 184

821

Örnek olarak Bk. (Bu sûrelerin hepsi Medenîdir) Bakara, 48, 165-167, 254, 281; Al-i imran, 9-10, 25, 30, 106-107, 185, 194; Nisa, 87; Ra’d, 2, 5; Hac, 5-7, 55-56; Mumtehine, 3; Teğâbun, 9.

822

Bk. M. F. Abdulbakî, el-Mu’cemü’l-Müfehres, “Esâtîr" maddesi.

823

Msl. şu sûreler gibi: En’am, A’raf, Yunus, Hûd, Yusuf, İbrahim...

824

Msl. hem kendisi hem de ayetleri, kısa olan, Nasr, Beyyine, Zilzâl Sûresi... gibi; ayrıca ayetleri kısa olan Rahmân Sûresi gibi.

825

Bk. Zerkanî, Menâhi, I, 216-218.

826

Ra’d, 43; Nahl, 43.

827

Nahl, 63.

828

Bakara, 121,144,146.

829

Draz, Initiation au Coran, s. 141-142.

830

Bunun için Bk. Msl. Mekke'de inen En'am, 151-153.

831

oqq

Kur’an’ın, Yahudileri nasıl tenkit ettiği, onların yanlışlarını düzelttiği ve hak yola sevketmeye gayret ettiği konusunda bk. Al-i imrân, 64-81,93-99; Mâide, 45-50.

832

Bu konuda daha geniş bilgi için bk. Zerkanî, Menâhil I, 218-220; ez-Zahiretü’l-istişrakıyye, I, 434-436.

833

es-Sâsî, ez-Zahiretü’l-istişrakıyye, I, 427-428. o/o

834

ez-Zemahşerî, Keşşaf, I, 16.

835

es-Suyûtî, el-itkân, I, 15.

836

Zerkânî Menâhil, I, 232-236.

837

Blachere, Introduction, s. 148.

838

Subhî Salih, a.g.e, s. 242; Muhammed Gallâb, Nazratün İstişrakiyye Fî'l-islâm, el-Kahire, Dâru’l-Kutubi’l-Arabî, s. 42, ts.

839

Blachere, Introduction, s. 148.

840

A.g.e, s. 149.

841

Rodinson, a.g.e., s. 101.

842

Zerkanî, Menâhil, I, 225-226.

843

Ancyclopedie de L’lslam, II, 1134.

844

İsmail Cerrahoğlu, Tefsîr Usulü, s. 145.

845

Ancak şunu da belirtelim ki, Hz. Peygamberin ailevî meseleleriyle ilgili âyetlerin amacı aynı zamanda ümmeti için de yasalar ortaya koymak olduğu halde, sadece onun şahsını ilgilendiren, ümmetinin diğer fertleri için geçerli olmayan bazı özel kanunî düzenlemeler de vardır. Meselâ, kendisine dörtten fazla kadınla evlenme izninin verilmesi, hanımlarının mü’minlerin annesi kabul edilerek vefatından sonra diğer mü’minlerle evlenmelerinin yasaklanması... bunlara örnek olarak verilebilir. Bu gibi istisnaî hükümler, bir açıdan Hz. Peygamberin şahsına gösterilmesi gereken ziyade saygı ve takdirin, diğer açıdan Müslümanların yüksek maslahatlarının gözetilmesinin bir ifadesi olarak, ümmetin diğer fertleri için değil de sadece onun zatı için geçerli bulunmaktadır.

846

Nûr, 1-34.

847

Kur'ân’da Hz. Peygamber defalarca, “Allah’ın kulu” anlamına gelen ifadelerle tavsif edilmiştir. Msl. Bk. isra, 1; Kehf, 1; Furkan, 1; Necm, 10; Hadîd, 9; Kelime-i Şehaddet, Hz. Muhammed’in, “Allah’ın kulu ve elçisi” olarak nitelenmesi, hatta kulluk vasfına öncelik verilmesi de anlamlıdır.

848

858 Ebu Dâvud, Edeb 165; ibn Kesir, Şemail, s. 77; Buharî, Bed’ü'l-Halk, 61; İbnü’l-Cevzî, el-Vefâ bi Ahvali'l-Mustafa.ll, 438; Ahmed, MüsnedJI, 231; İbnü'd-Deybâ eş-Şeybânî, Teysîru'l-Vusûl, IV, 229.

849

Sözkonusu müsteşrikten nakleden Salim Hâc es-Sâsî, ez-Zahiretü’l-istişrakıyye, I, 440.

850

A.g.e., 1,440-441.

851

Revue de Deux Mondes, Aralık 1851.

852

s. 1070-1071.

853

s. 1089.

854

s. 1089.

855

Casiye, 24

856

·        8 jsra, 94.

857

Yâsin, 78.

858

A’raf, 172.

859

Rûm, 30.

860

Yusuf, 106.

861

Yunus, 22.

862

En’am, 136.

863

Necm, 49; Fussilet, 37

864

Zümer, 3

865

Yunus, 18.

866

Zuhruf, 19, 20.

867

Hacc, 30; Mâide, 90

868

Sad, 5, 6.

869

Zuhruf, 57, 58.

870

Bu konularda daha geniş bilgi için bk. Draz.lnitiation au Coran, s. 61-75.

871

En’am, 140.

872

Nûr, 33.

873

873 Nisa, 22-23.

874

Nisâ, 19-20

875

Nisâ, 127.

876

Fecr, 17-20.

877

Nisâ, 38.

878

Al-i imrân, 164; Cum’a, 2

879

Ahzâb, 33; Fetih, 26.

880

Bakara, 189-200; Draz, Initiation au Coran, s. 113-114.

881

Bk. Fazlurrahman, Kur’an’da Ana Konular, s. 291.

882

Watt, Muhammed at Mecca, Oxford, 1953,1. Bölüm; Fazlurrahman, a.g.e. s. 292.

883

Msl. bk. The Origin of İslam in its Cristiyan Environment, Londra, 1926.

884

C. C. Torrey, The Jewish Foundation of İslam, New York, 1933.

885

Bk. Fazlurrahman, a.g.e. s. 292

886

A.g.e., s. 295

887

Yahudi'lere göre mesih, onları kurtarıp yeryüzünde adaleti temin edecek bir “kurtarıcı"dır. Hıristiyanlara göre ise Mesih, Hz. İsa’dır ve dolayısıyla “kurtarıcı” olarak tekrar yeryüzüne gelip tüm insanlığı adalete kavuşturan da Hz. İsa olacaktır. Bu görüşlerin tümünü kapsayan ekol anlamında “Mesihlik" kelimesi kullanılmıştır. (Fazlurrahman, a.g.e, s. 296)

888

A.g.e. s. 296-297

889

et-Taberî, Tefsîr (ilgili âyetin tefsiri) XIV, 119 vd.

890

Furkan, 4.

891

Masse, H, L’lslam, Paris, Collin, 1936, s. 21

892

40

Huart, Une Nouvelle Source du Coran, Jour. as. Juillet-août 1904, s. 131.

893

Bu konuda, güvenilir siyer ve tarih kitapları ittifak halindedirler.

894

Nahl, 103.

895

Lammens, a.g.e., s. 28.

896

İbn Kesir’de, Hz. Peygamberin kendilerinden bilgi almakla itham edildiği bu kimselerden ikisinin kendi dilleriyle yazılmış birer kitabı bulunduğu ve bu kitabı zaman zaman okudukları belirtiliyor. Fakat ne bu kitapların ne de yazıldıkları dillerinde olduğu açıklanmıyor, (bk. ibn Kesir, Tefsîr, Nahl Sûresi 103. ayet-i kerimesinin tefsiri.)

897

Draz, Initiation au Coran, s. 117-118.

898

Ubeydullah hakkında bk. Balâzûrî, I. Ha. No. 529, 903, 904; ibn S’ad, 1/2, s. 15; M. Hamidullah, Le Prophete de L’lslam, I, 278.

899

48 Bu heyet ve girişimleri için bk. ibn Hişâm, a.g.e., I, 333; M. Huseyn Heykel, Hayâtu Muhammed, s. 154-158.

900

Buharî, Cihad, 102.

901

Avad, a.g.e., s. 79-80.

902

i. F. Ertuğrul, izâle-i Şukûk, s. 150-151.

903

Appeleton, a.g.e., s. 519.

904

Carra de Vaux, “Kur’ân Müellifi Bahîra” (La Leğende de Bahîra, ou Un moine chretien auteur du Coran, Paris 1898) adlı eserini baştanbaşa bu konuya tahsis etmiştir. Bir Hıristiyan papazına ait olduğu aynı yazarca farzedilen bu Kur’ân, nasıl olur da Hıristiyan dininden vazgeçilmesi ve İslâm’a girilmesini ister?! (bk. M. Hamidullah, Le Prophete de L’lslam, I, s. 55). Bu da müsteşriklerin ne akıl almaz hayallere sapabileceğini gösteriyor.

905

M. Hamidullah, Hz. Muhammed’in bu yolculluk esnasında sadece 9 yaşında olduğunu belirtir, (bk. Le Prophete de L’lslam, I, 54.)

906

Bu hikaye için bk. ibn Hişâm, a.g.e., I, 191-194; ibn Sa’d, Tabakât, I, 153-155; Belâzûrî, Ensâb, I, 96-97; Taberî, Tarih, I, 194-195; en-Nevevî, Nihâyetü’l-Erib, XVI, 91 vd.

907

Bazı kaynaklarda, bu ikinci yolculuk esnasında, Bahîra’nm öldüğü, yerine Nastura adında başka bir rahibin geçtiği kaydediliyor ve şunlar belirtiliyor: Hz. Muhammed  (salla’llâhü aleyhi ve sellem) manastıra yakın zeytin ağacının altına oturdu. Bu, pencereden seyreden Nastura’nın dikkatini çekti ve Meysere’yi yanına çağırarak ağacın altında konaklayanın kim olduğunu sordu. Meysere, onun Kureyş ve Mekke halkından bir zat olduğunu söyleyince, Meysere’ye: “O ağacın altına şimdiye kadar (bu vakitte) Peygamber’den başka kimse inmemiştir” dedi. Daha sonra Meysere’ye şu soruyu yöneltti: “Onun gözünde biraz kırmızılık var mıdır?" Meysere’den “Evet" cevabını alınca, “O, peygamberdir, hem de peygamberlerin sonuncusudur" dedi. (Bu bilgiler için bk. ibn ishak, a.g.e., ibn Hişâm, Sîre, I, 188 (Dipnot); İbn Sa’d, Tabakat, I, 130; Taberî, Tarih, II, 196; Süheylî, Ravdu’l-Ünf, I, 122; Salih Suruç, Peygamberimizin Hayatı, I, 136).

908

Irving, a.g.e.s. 22-25.

909

Cariyle, a.g.e., s. 19-20.

910

Bk. Joseph Hubby, a.g.e.s. 780; yine bk. Huart, Une Nouvelle.Source du Koran (Jour. Asiat. Temmuz-Agustos 1904.)

911

A.s. 127.

912

Avad. a.g.ş., s.83-85.

913

Draz, en-Nebü’l-Azîm, s. 49-50.

914

·        84 Bu Konu için bk. Tecrid-i Sarih Tercemesi, VI, 525-526; i. F. Ertuğrul, izale-i Şukûk, s. 148-150.

915

Bazı müelliflere göre bu Nastura Bahîra'dan başka bir şahıs değildir. Nasturî mezhebinden olmasından dolayı yanlış olarak Nastûra denilmiştir, (i. F. Ertuğrul, izâle-i Şükûk, s. 149).

916

Eutyches, Beşinci Asırda bir rum rafizisi idi. “Nasturi Mezhebini" cerhettikten sonra bunun muhalifi olan mezhebi kabul etti. Hz. İsa’da ancak bir tabiat olduğunu ve bunun da İlâhî bir tabiat olduğunu ve bu İlâhî tabiatın beşeriyet tabiatını, denizin bir damlayı massettiği gibi massettiğini iddia ederdi. Nastoriyus ise Hz. İsa’da İlâhî tabiatla beşeri tabiatın birlikte mevcut olduğunu, fakat bunların birleşmediğini iddia ederdi. Hasılı, ona göre, Hz. İsa’da iki tabiat değil, iki şahıs vardır.

917

87 Yahudilerin bir kitabıdır.

918

i. F. Ertuğrul, Hakikat Nurları, s. 57.

919

Nisâ, 168-170; I. F. Ertuğrul, Hakikat Nurları, s. 57-58.

920

Belâzûrî, Ensâb, I, paragraf: 163.

921

ibn Sa’d, Tabakat, 1/1, s. 98.

922

İbn Sa’d, a.g.e., 1/1, s. 73.

923

Halebî, insan, I, 49.

924

Bu iki seyahatle ilgili bilgi daha önce geçti.

925

Taberî, Tarih, 1,1129.

926

Ahmed, Müsned, IV, 206-207; Bu seyahatler için bk. M. Hamidullah “Hz. Peygamberin İslâm Öncesi Seyahatleri” (Tere. Abdullah Aydınlı) (A. Ü. İslâmî ilimler Fakültesi Dergisi, sy. 4; s. 327-342.

927

Tor Andrae, ise Hz. Peygamberin herhangi bir Hıristiyan ülkeyi ziyaret etmiş olmasını kabul etmiyor. Buna delil olarak da, Hz. Muhammed'in Hıristiyanlık hakkındaki bilgisinin zayıflığını gösteriyor, bk. Charles Ledit, s. 107. Charles Ledit, görüşüne yer verdiği meslekdaşının iddiasına şöyle cevap veriyor: “Kendi dinlerini veya karşı tarafın dinini az bilen ne kadar çok Müslüman ve Hıristiyan vardır!" Sonra da tahmini olarak Hz. Muhammed’in de içinde bulunduğu kafilelerin gezdiği yerleri ve uğradığı Hıristiyan grup ve kiliseleri takip ediyor. Bunu yaparken Hz. Peygamberin belli bir şahıstan belli bir konuyu öğrendiğine ilişkin kesin bir olaya işaret edemiyor. Bu konuda ne sağlam ne de zayıf hiçbir delil getiremiyor. Yaptığı, sayfaları karalamaktan başka hiçbir şey değildir.

928

Goldziher, Le Dogme et Le Loi de L’lslam, s. 4.

929

T. Andrae, Mahomet, Sa Vie et Sa Doctrine, s. 37-38.

930

Sprenger, zikreden Huart, üne Nouvelle Source..., s. 128.

931

Bk. G. Sale, Observations Sur le Mahometisme, s. 68-71; Cariyle da bu önemli noktaya dikkat çekmekte ve aynen şöyle demektedir: “İslâmiyet bütün kavgacı ve boş tarikatlara öylesine bir tırpan atmıştır ki bunda çok haklı idi. O doğrudan doğruya tabiatın büyük kalbinden çıkmış bir hakikatti. Arap putperestliği, Suriye tarikatları, hasılı gerçek olmayan bütün bu şeyler, bu ateş karşısında yanmaya, kuru odun yığınları gibi tutuşturulmaya mahkumdular." (Cariyle, a.g.e., s. 33.) Cariyle, eserinin başka bir yerinde de şunları kaydetmektedir: “Çölün bu bakir çocuğu, Arap putperestliğinin artıklarını, Iran ve Yahudi ilahiyatının

932

an’anelerini, bütün bu haddi aşmış faraziyeleri, bütün bu faydasız ve lüzumsuz fikirleri bir yana atmış, hayat ve ölüm kadar ciddi temiz kalbi, şimşek gibi parlak kara gözleriyle hakikatin ruhuna girmişti" (a.g.e., s. 32). ?2 I, 266.

933

isaac Taylor, zikreden: St. Claire Tisdall, The Sources of the Koran, s. 136-137

934

Bk. Tisdalle, a.y.

935

Bu âyetin tefsiri münasebetiyle Merhum Seyyid Kutub, o zamanki Hıristiyan dünyasını içinde bulunduğu fikir kargaşasına detaylı bir biçimde yer vermektedir, bk. Fî Zılâli’l-Kur’ân, IV, 117-120; aynı husus için bk. M. Ebu Zehra, el-Muhadarât Fi’n-Nasraniyye, s. 150-177.

936

Bk. Masse, a.g.e., s. 17.

937

Nöldeke, Geschichte des Korans, s. 10; yine bk. Zemahşerî, Keşşâf, Maide Sûresinin 5. ayetinin tefsiri.

938

Huart, a.g.e., s. 129.

939

Draz, Initiation au Coran, s. 119-123.

940

Bk. msl. Gibb, a.g.e.,s. 37-39.

941

Bu mübahele olayı için bk. ibn Hişam, a.g.e., I, 573-584.

942

Tevbe, 107-110.

943

Bu kişinin hikayesi için bk. ibn Hişam, a.g.e., I, 584-586.

944

ibn Hişâm, a.g.e., I, 300-301.

945

Bk. a.g.e, I, 566.

946

Bu konu için bk. Msl., el-Akkad'ın, “Matlau’n-Nûr” isimli kitabının “el-Ahvâlu’l-Alemiyye Kable’d-Da’veti’l-Muhammediyye” ve “el-Cezîretü'l-Arabiyye Kable’l-Bİ’seti’l-Muhammediyye” başlığını taşıyan 2. ve 3. bölümlerine. Ayrıca bk. Dr. Muhammed Hüseyn Heykel’in “Hayâtü Muhammed” adlı eserinin “Bilâdü’l-Arab Kable’l-islam” başlığını taşıyan birinci bölümüne.

947

ibn Hişam, a.g.e., I, 225.

948

Aralarında, İbrahim Peygamber’e Allah’ın yolladığı hükümleri ihtiva eden bazı sahifelerin saklı kaldığına ilişkin söylentiler varsa da bu, çok şüpheli bir iddiadır, (bk. Neşet Çağatay, İslâm Öncesi Arap tarihi ve Cahiliye Çağı, s. 145.)

949

i. F. Ertuğrul, Hakikat Nurları, s. 269-270.

950

Şûra, 127.

951

i. F. Ertuğrul, Hakikat Nurları, s. 270.

952

Biz, “Hz. Muhammed’in ilk Vahiy Karşısındaki Tepkisi” başlığı altında, bu durumun Kur’an’ın kaynağına işaretini işlerken, Varaka’dan da söz etmiştik. Oraya da bakılabilir.

953

Bu zat, “Dirâsât Kur’âniyye” genel ismi altında bir kaç kitap yamıştır. Msl., “el-Kur'ân ve’l-Kitâb”, “el-İncîl Fi'l-Kur’ân”, “el-Mesîh Fi’l-Kur’ân” bunlardandır, ismini , “el-Üstâz el-Haddâd” olarak yazmaktadır. Ayrıca kitaplarının üzerinde ne matbaa adı, ne baskı tarihi bulunmamaktadır. Büyük bir ihtimalle gerçek ismi, Yusuf el-Haddâd olup, Lübnanlı bir Hıristiyandır.

954

Tehâmî Nakre, Menâhicü’l-Müsteşrikîn, I,. 37.

955

Irving, a.g.e. s. 30.

956

Kellett, s. 336.

957

A.g.e, s. 351.

958

Hatta, meşhur Garanîk olayı gibi müsteşriklerin eline islâmin alayhinde koz veren ve saldırılarına vesile olan uydurma bir rivayeti bile kaydetmekten çekinmemişlerdir.

959

4 4 p .

İbn Hişam, a.g.e.,-I, 238; Buharî ve Müslim’de de böyle bir rivayet vardır. Ancak şu fazlalık yer almaktadır: “...Varaka kendisine dedi ki: ’Kavmin seni şehrinden çıkardıkları zaman keşke hayatta olsaydım!’ Resûlullah (s.a): ‘Beni çıkaracaklar mı onlar?’ diye sordu. Bunun üzerine Varaka şöyle dedi: ‘Evet, senin getirdiğini getiren hiçbir kimse gelmemiştir ki, düşmanlıkla karşılaşmasın. Eğer o güne ulaşabilirsem sana büyük bir destek vereceğim.’ Buharî, Bed’ü’l-Vahy, 3; Tefsîru Sûre (96) 1; Müslim, imân 252.

960

el-Mes’ûdî, Mürûcü’z-Zeheb, II, 52 vs.

961

ibn Hişam, a.g.e. I, 318. Bütün bunlara rağmen Edmond Power (Josephe Hubby, s. 782). Varaka'mn, Hıristiyanlığı bırakıp Müslüman olması için bir sebep bulamadığını iddia ediyor. Yazar bu görüşü en ufak bit delile dayandırma ihtiyacını da duymuyor!

962

ibn ishak, a.g.e,, s. 94.

963

Buharî, Tefsîru Sûre (96) 1, Ta’bîr 1, Enbiya 21.

964

Buharî, Bed’ü’l-Vahy 3; Müslim, imân 252.

965

Acaba, o dönemde Arapça’ya tercüme edilmiş bir Kitab-ı Mukaddes mevcut muydu? Malik bin Nebi: “Yahudi ve Hıristiyan fikirleri cahiliyet kültür ve muhitine gerçekten yayılmışsa, Arapça bir Kitab-ı Mukaddes tercümesinin bulunmaması düşünülemez.” dedikten sonra şu tespitini dile getiriyor: “Hicrî dördüncü yüzyıla kadar incil’in Arapça tercümesi yapılmamıştır.” (Malik bin Nebi, ez-Zahiretü’l-Kur’âniye, s. 254). ibrâhim Avad ise bu görüşlerin hepsine yer verdikten sonra kanaatini şöyle ifade ediyor: “Her ne kadar bu konuda kesin bir şey söyleyemiyorsam da, gönlüm, Varaka bin Nevfel’in incil’den alıp yazdığı hususların ibranice olduğuna yatmaktadır. Böyle olmasaydı, bu yazılanlar Mekke ve çevresindeki Hanifler ve dinî konulara ilgi duyup okuma yazma bilenler arasında yayılacaktı. Belki de yine, Varaka’mn vefatından sonra bu parçaların akıbetinin ne olduğunu bilemememizin nedeni de budur. Eski Ahid’e gelince, Yesrib Yahudilerinin onu, Hz. Peygamberin oraya hicret etmesinden sonra da ibranice olarak okuduklarını gördük. Yine gördük ki, Mekke’de bulunan ve Kureyşlilerin, Hz. Peygamberi kendilerinden bilgi almakla itham ettiği yabancılar sınırlı kelimeler dışında Arapça bilmiyorlardı.” (Avad, a.g.e. s. 134-135.)

966

CL. Huart, Journal Asiatique, X, vol, IV, 1940, s. 125.

967

Dîvânü Ümeyye el-Mukaddeme, Tahkik: Müzderiş Şultis.

968

Bk. Ziriklî, A'lâm, Ümeyye bin Ebi’s-Salt” maddesi. I, 363-364.

969

Ümeyye bin Ebi's-Salt'ın şiirlerinin, cem', tahkik ve tenkidi için bk. Dr. Abdu’l-Hafîz es-Satlî, “Divânu Ümeyye b. Ebi’s-Salt, Cem’ ve Tahkik ve Dirâse”.

970

Bk. H. Heykel, a.g.e., s. 175.

971

Cevâd Ali, el-Mutavvel Fî Tarîhi'l-Arab Kable'l-İslâm, VI, 489.

972

4 pE Hatta şair el-Asmaî, Ümeyye'nin şiirlerinin ahiretle ilgili söylenebilecek her şeyi söylediğini belirtir.

973

(Ziriklî, A’lâm, Ümeyye bin Ebi's-Salt” maddesi. I, 364.)

Cevâd Ali, a.g.e., VI, 419, bu iktibası aynen değil sadece mefhum olarak yaptık.

974

es-Sâsî, ez-Zahiretü'l-istişrakıyye, I, 329-330.

975

Sprenger, Das Leben und die Lehre des Moh. I, 78, zikreden a.g.m. s. 133. Huart bu görüşü geliştirmiştir.

976

Müsteşrikler, her konuda olduğu gibi bunda da, tarih ve siyere karşı tutumlarında çifte standartlarını ortaya koyuyorlar. Dr. Tâhâ Hüseyn bu konuda şöyle diyor: “Bu müsteşrik (Huart) ve benzerleri, bizzat siyerin doğruluğundan kuşku duyuyorlar. Hatta bazılarının bu kuşkusu inkâra kadar varıyor. Bunlar, siyeri sağlıkiı bir tarihî kaynak olarak görmüyorlar. Onlara göre siyer, tahkike, ince bir İlmî araştırmaya muhtaç bir takım rivayet ve sözlerden ibarettir. Böyle olduğu halde, Ümeyye’nin şiirlerine karşı nasıl kesin ve sağlıklıymış gibi bir tutum takınıyorlar?! (Dr. Tâhâ Hüseyn, Fi’l-Edebi’l-Câhilî, c. 1, Dâruî-İlm Li’l-Melâyîn, 3. Baskı, 1978, s. 154).

977

Cevâd Ali, a.g.e.,VI, 495.

978

Bk. Ziriklî, A’lâm, “Hammâd er-Râviye” maddesi (dipnot). II, 302.

979

Draz, Initiation au Coran, s. 126-127.

980

İbn ishak, Varaka bin Nevfel, Zeyd bin Amr ve Osman bin Huveyristir. Bunlar, Kureyş’in her sene kutladığı bir bayramda, gizli olarak bir araya gelip şöyle demişler: “Bilmeliyiz ki, kavmimizin benimsediği din doğru bir din değildir. Onlar, dedeleri Hz. İbrahim’in dininden ayrıldılar. Çevresinde dönüp dolaştığımız bu taş parçası nedir? O, ne duyar ne görür ve ne de bir kimseye bir zararı veya faydası dokunabilir. Bakın arkadaşlar! Kendimize bir din arayalım; yoksa Allah’a andolsun ki şu din doğru ve gerçek bir din değildir." (bk. ibn Hişâm, a.g.e., I, 222-223.)

981

·        134 Bk. Neşet Çağatay, a.g.e., s. 147-148.

982

ibn Hişâm, a.g.e., I, 257, 472

983

Neşet Çağatay, a.g.e., s. 148.

984

ibn Hişâm, a.g.e., I, s. 224.

985

ibn Hişâm, a.g.e., I, 224 (Dipnot).

986

Bk. Neşet Çağatay, a.g.e., s. 148.

987

Zikreden, i. F. Ertuğrul, Hakikat Nurları, s. 265-267.

988

i. F. Ertuğrul, Hakikat Nurları, s. 268.

989

i. F. Ertuğrul, Hakikat Nurları, s. 269.

990

ibn Hişâm, a.g.e., I, 342.

991

ibn Hişâm, a.g.e.,1, 510-513.

992

insanın hatırına şöyle bir soru gelebilir: Müseylime ve Tuleyha fiilen peygamberlik iddiasında bulundular. Bu yetmez mi? Böyle bir itiraz doğru değil. Çünkü, bu sahte peygamberlerin hayat çizgileri, herkese hatta İslâm düşmanlarına bile bunları ve iddialarını reddetme konusunda yeterli bir delildir. MsL Esved el-Ansî zalim ve gaddar biriydi. Yemen halkı Müslüman olunca o da Müslüman olmuş, daha sonra ilk fırsatta dinden dönmüş ve peygamberlik iddiasından yalnızca dört ay sonra öldürülmüştür. Öldürülmesi olayında karısının oynadığı rol malumdur. Kişiliği, yaşayışı ve karısının bile kendisine karşı tutumunda hiçbir aklı başında olanı onu tasdik etmeye sevkedecek bir ipucu bulunduğunu zannetmiyoruz. Kaldı ki, önce Müslüman olmuş, sonra da dinden dönerek peygamberliğini ilan etmiştir. Bu, değil bir peygamberin, samimi hiçbir insanın bile işi olamaz, (bk. ez-Ziriklî, el-A’lâm, “el-Esvedü’l-Ansî" maddesi.

Müseyiime’ye gelince o da Müslüman olmuştu. Yemâme’ye dönünce dinden çıkıp “Ben peygamberlik konusunda Muhammed’e ortak kılındım" diyerek peygamberliğini ilan etti. Bu, iddiasını temelden çürüten bir sözdü. Çünkü bu, Hz. Muhammed’in peygamberliğini itiraf ettiğinin ifadesiydi. Hz. Muhammed  (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ise, onu kesin bir biçimde yalanlıyordu. O bununla da kalmadı; kendisine tabi olanlara içki ve zinayı serbest etti ve namaz kılma yükümlülüğünü kaldırdı (ibn Hişâm, a.g.e., II,. 577) Müseylime irtidat savaşlarında öldürüldü. (İbn Hişâm, a.g.e., II, 72-73.) Müseylime, kendisi gibi peygamberliğini ilan eden Secah ile evlendi. Secah onun yanında kısa bir süre kaldı. Büyük bir orduyla Yemâme’ye gelmişti. Fakat Müslümanlarla savaşmanın güçlüğünü görünce (Irak bölgesinde bulunan) Cezire’ye döndü. Sonra da Müseylime’nin öldürüldüğünü duyunca Müslüman oldu. Vefatında Muaviye’nin Basra valisi cenaze namazını kıldırdı. Gerek Müseylime, gerekse Secah’ın gerçek mahiyetlerini öğrenmek isteyenler için bu kadar izah yeterlidir sanırız, (bk. ez-Ziriklî, el-A’lâm, “Secah" ve “Müeylimetü’l-Kezzab” maddeleri.)

Gelelim Tulayha el-Ezdî’nin durumuna. Bu kişi, tıpkı yalancı peygamberlikte iki diğer refiki gibi, peygamberliğini ilan etmeden önce Müslüman olmuştu. Kabilesi olan Beni Esed’in elçilik heyetiyle birlikte ülkesine dönünce irtidat etti ve peygamberlik iddasında bulundu. Hz. Ebu Bekir döneminde Hz. Halid bin Velid onu bozguna uğrattı. O da Şam’a kaçtı. Sonra Hz. Ömer (r.a) döneminde yeniden Müslüman oldu ve bir heyetle birlikte Hz. Ömer'e gelerek bey’at etti. Daha sonra İslâmî fetihlerde büyük imtihanları başarıyla verdi. Nihayet Nehavend’te şehid edildi (bk. ez-Ziriklî, el-A’lâm, “Tulayhatü’l-Ezdî"; Atiyatullah, el-Kamûs’l-islâmî, “Tulayha bin Huveylid" maddesi.)

Görüldüğü gibi bu yalancı peygamberlerden ikisi yollarını tamamlayamayarak geri Müslüman olmuştur. Kâfir olarak ölen diğer ikisi ise, daha önce Müslüman olmuşlar, sonra da dinden dönüp peygamberlik iddiasında bulunmuşlar. Bu, gerçek peygamberlerin işi olamaz.

993

·        148 Yasin, 69.

994

Mâide, 90-91.

995

Draz, Initiation au Coran, s. 125.

996

Tisdall, a.g.e. s. 47.

997

Tisdall, a.g.e. s. 48; İ. F. Ertuğrul, Hakikat Nurları, s. 161-162.

998

Câhiliye, imrulkays ve Antere gibi Islâm’dan önce gelen şairlerdir. Müvelledin ise, İslâmın ilk asrında gelen şairlerden sonraki şairlerdir, iktibas, Kur'ân’dan veya hadislerden veyahut büyük adamların sözlerinden bazı şeyler alıp söz arasında söylemek veya yazmaktır.

999

İ. F. Ertuğrul, Hakikat Nurları, s. 162-163.

1000

i. F. Ertuğrul, a.g.e. s. 163.

1001

i. F. Ertuğrul, a.ğ.e., s. 164.

1002

i. F. Ertuğrul, a.g.e., s. 355-357.

1003

Nakleden i. F. Ertuğrul, a.g.e., s. 165-166.

1004

Harran, Suriye’nin kuzeyinde, Türkiye Hududları dahilinde bir şehirdir. Burasının M.Ö. üç bin yılından

1005

beri önemli bir dinî yeri vardı. Aya tapanların merkezi olmuştu. İslâm’ın Irak’ı fethi esnasında Sabiîler oraya toplaştılar. Halife Me’mun’un onları sıkıştırması sonucu orayı terkettiler.Yakut el-Hamevî “Mu’cemü’l-Biildân”da şunları yazıyor: “O, Rumeli Yarımadasında önemli ve büyük bir şehirdir. Musul, Şam ve Rumeli yolları üzerinde önemli bir kavşak üzerindedir. Ahalîsi Sabiînden müteşekkildir. Şehirler ve mezhepler ile ilgili kitaplarda Horanîler olarak geçerler. (Mu’cemü’l-Büldân, III,. 241-242) Ahmed Emin de bu konuda Fecrü’l-islâm adlı eserinde şunları yazıyor: Süryanîler en meşhur putperestlik merkezlerinden idi. İslâm’ın gelmesinden sonra bile bir müddet putperestliğin ve Yunan Medeniyetinin merkezi olarak devam etti. (Ahmed Emin, Fecrü’l-islâm: T. 7, s. 13) 153 Draz. İslâm’ın insana Verdiği Değer, s. 13.

1006

Bakara, 62; Maide, 69; Hacc, 17.

1007

Gerek Kur’ân-ı Kerimde ve gerekse hadis-i şeriflerde bu ihtilafları kesecek bir bilgi mevcut değildir. Bir kısım alimler, Sabitleri “Müşrikler" ve “Hanifler” diye iki gruba ayırmışlardır. Yıldızlara tapanların, onların bu müşrik grubu olduğunu kabul etmişlerdir. Yine Müslümanların Kâbe’ye tazimleri gibi yıldızlara ta’zim edenlerin Nasarâ’dan bir fırka olduğunu söyleyenler de vardır. (Cevad Ali, Tarîhu’l-Arab Kable’i-islâm, VI, 310 vd.; ayrıca bk. işaret edilen âyetlerin tefsirlerine.)

1008

Buharî, Megâzî 37 “mutırnâ binecmi kezâ".

1009

Müşriklerin bu inançları için bk. Draz, initiation au Coran s. 63-66.

1010

Bk. G. Sale, Observations Hist. et Crit. sur le Mahometisme, s. 30-31.

1011

İslâm Ansiklopedisi “Sabia" maddesi.

1012

ibn Ömer’den rivayet edildiğine göre: Peygamberimiz şöyle buyurdu: “Namazınızı güneşin doğması ve batması anına ayarlamayın.” ibn Ömer dedi ki. Peygamberimiz: “Eğer güneşin hacibi (örtüsü) battıysa namazınızı onun tam batmasına kadar erteleyin, eğer güneşin çevresi görünmeye başlamışsa namazınızı onun yükselmesine kadar erteleyin” buyurdu. (et-Teoridü’s-Sarîh Licâmii’s-Sahîh, I, 53) (Draz, islâmm İnsana Verdiği Değer, s. 13).

1013

Draz, Initiation au Coran, s. 116-117.

1014

Bk. ibn Hişâm, a.g.e., I, 152-154.

1015

i. F. Ertuğrul, Hakikat Nurları, s. 167-168.

1016

Msl., Kur’ân-ı Kerim, orucun eski ümmetlere de farz kılındığını açıkça ifade ediyor, bk. Bakara, 183.

1017

Dozy, Tarih-i İslâmiyet, s. 59-60.

1018

“Safça” ve “Mucize suretinde" ifadeleri, bu müsteşrikin gayr-i müslim olduğunu ve vahyi beşerî bir kaynağa dayandırmak istediği bilinmese bile ne demek istediği açıkça anlaşılıyor. Rodinson’un “safça” ifadesini kullanırken Hz. Ömer’e üstü kapalı bir biçimde dil uzatması, onun insanları tanımada ve kişiliklerini değerlendirmede ne kadar da beceriksiz olduğuna delildir. Hz. Ömer, Rodinson’un demek istediği gibi “saf” bir kimse değildi. Aksine nafiz basiret sahibi, insan sarrafı, derin düşünceli ve son derece akıllıydı. İslâm imparatorluğunu, Fars ve Rum ülkelerinde dünyanın en büyük ordularıyla mücadelenin zirvesindeyken tam on sene idare etmiş ve zafer üstüne zafer kazanmıştır.

1019

4 70

Rodinson, a.g.e., s. 253..

1020

Bk. Razî, Mefâtih, Enfâl Sûresi 67. âyetinin tefsiri.

1021

Bk. Elmalıh, Hak Dini, Bakara, 219. âyetinin tefsiri.

1022

Buharî, Tefsîru Sûre (9) 12, 13; Müslim, Sıfati’l-Munafikîn 4.

1023

Hz. Ömer bu hususta şunları söylemektedir: “Ben üç konuda Allah’a muvafık görüş bildirdim: ‘Ey Allah’ın Resûlü! Hz. İbrahim’in makamını namazgâh edinseniz nasıl olur?’ dedim. Yine: ‘Ey Allah’ın Resûlü! Senin yanına iyi insanlar da geliyor, kötüleri de. Mü’minlerin annelerine (kendi hanımlarına) örtünmelerini emretsen nasıl olur?’ dedim. Hz. Peygamber (s.a)'ın bazı hanımlarıyla hafit münakaşa ettiğini duydum. Hemen yanlarına vararak dedim ki: 'Ya bu tutumunuzdan vazgeçersiniz veya sizin yerinize Allah Peygamberine sizden daha hayırlısını verecektir’ derken Allah şu âyet-i kerimeyi indirdi: ‘Eğer o sizi boşarsa Rabbi ona, sizden daha iyi (....) eşler verebilir."(Tahrim, 5; bk. el-Buharî, III,. 99).

1024

Tirmizî, Menâkıb 17; ibn Mâce, Mukaddime 11.

1025

Buharî, Fedailü’l-Ashab 6; Bedü’l-Halk 4.

1026

Buharî, Edeb 109; Tirmizî, Menâkıb 17.

1027

eş-Şevkânî, a.g.e., I, s. 296.

1028

bk. Buharı, III, s. 45.

1029

En’am, 52.

1030

Bk. Alûsî, Tefsir, IV, 158-159; Kurtubî, Tefsir, VI, 432-433.

1031

.1031 Mahmud Es’ad, Tarih-i Din-i İslâm, IV, 323.

1032

Buharî, Nikâh 115.

1033

Msl. bk. Buharî, Megazî 9, 46; Edeb 74, istitâbe 9, Cihâd 141; Müslim, Fedailü’s-Sahâbe 161. Buralarda geçen rivayete göre, Hz. Ömer, Mekke halkına mektup gönderip Hz. Peygamberin fetih için şehirlerine yürüyebileceğini bildirmesinden dolayı Hatıb bin Beltaa’nın boynunu vurmak istemiş, Hz. Peygamber (s.a) ise, şöyle buyurarak buna engel olmuştur: “O, Bedir’e iştirak edenlerden değil mi? Nereden bilirsin, belki de Allah kendilerine rahmetiyle tecelli ederek şöyle buyurmuştur: “Ne yaparsanız yapın, Ben size Cenneti vacip kıldım.” Bu açıklama karşısında Hz. Ömer’in gözleri yaşla doldu ve şöyle dedi: “Allah ve Resûlü daha iyi bilir.”

1034

Bk. Buharî, Salat 88, Sehiv 5, Edeb 45; Müslim, Mesâcid 97; Ebu Dâvud, Salat 189; Nesâî, Sehv 22.

1035

Hucurât, 2.

1036

Buharî, Tefsîru Sûre (49) 1.

1037

i. F. Ertuğrul, izâle-i Şukûk, s. 26-30.

1038

bk. Razî, Mefatih, Bakara Sûresi 98. ayetin tefsiri.

1039

Dozy, a.g.e, s. 57-58.

1040

Hz. Peygamber'in Uhud Savaşının başlangıcında izlediği taktik ve bazı kimselerin bu taktiği ihlal ederek galibiyeti mağlubiyete çevirmeleriyle ilgili geniş bilgi için bk. ibn Hişâm, a.g.e. II, 65-66, 77-78.

1041

Hz. Peygamberin azmi için bk. daha önce geçen “Hz. Peygamberin Rabbine olan sonsuz Güveni ve Engin Tevekkülü” ve “Hayatı boyunca Davasına içtenlikle Bağlılığı ve Tavizsizliği” başlıklarına.

1042

Bk. ibn Hişâm, a.g.e., I, 266; Taberî, Tarih, II, 220.

1043

i. F. Ertuğrul, izale-i Şükûk, s. 30-32.

1044

Gibb, Mohamedanisme, s. 27.

1045

Montgomery Watt, buna çok yakın bir görüş belirtmektedir. Watt, bu konuda aynen şöyle demektedir: “Kur’ân sadece dil bakımından Arapça değil, aksine çağdaşı olan Arab ve Mekke toplumunun anlayışları ve fikrî eşkaliyle kalıba dökülmüştür. Bu nedenledir ki o, Mekke döneminde faiz alış verişine itiraz etmemiştir. Faizin yasaklanması aslında Yahudilere yöneltilmiştir, içkinin haram kılınması ve evliliğe bir takım kayıtlar getirilmesi, muhtemelen İslâmî meseleler değildir. Bunları gerektiren bedevi ve yerleşik hayat arasındaki farktır. Kur’ân’ın Allah ve kulları hesaba çekmesi hakkındaki tasavvuru genel olarak Yahudi ve Nasranî tasavvura uygundur. Kur’ân, kendisinden önce aydın Mekkelilerce bilinen bu Arabi şekle bürünmüş Yahudi ve Nasranî fikirlerden yararlanmıştır. Kur’ân’ın orijinalliği, bu mefhumları tahdid ve tafsil etmesindedir.” (Watt, el-Vahyu’l-islâmî fi'l-Asri'l-Hadîs, s. 83). “Kur’ân’da yer alan temel fikirlerden hiçbiri yoktur ki Muhammed ve aydın çağdaşlarının da aklında bulunmuş olmasın.” (Watt, a.g.e, s. 84).

1046

Enbiyâ, 5.

1047

Sad, 7.

1048

Zuhruf, 57-58.

1049

Bk. Draz, Initiation au Coran, s. 128.

1050

Bk. ibn ishak, a.g.e., s. 181-182..

1051

Huart, a.g.e. s. 131.

1052

Al-i imrân, 44; Hud, 49; Yusuf, 3, 104; Kasas, 4-6.

1053

205 Tevhid inancıyla ilgili ayetler arasında özellikle dikkati çeken şu iki tanesi vardır: “Allah: ‘iki tanrı tutmayın. O ancak tek Tanrıdır. Yalnız Ben’den korkun!’ dedi." (Nahl, 51). “Hamdolsun o Allah’a ki, gökleri ve yeri yarattı, karanlıkları ve aydınlığı var etti. Yine de inkarcılar, Rablerine (başkalarını) denk tutuyorlar.” (En’am, 1). Açıkça görüldüğü gibi bu iki ayet düalizm inancını (Zerdüştlük ve Mânilik) hedef alıyor. Yine bu iki ayet gösteriyor ki, Kur’ân, Ulûhiyyet hakkındaki fikirlerini bir Arap kaynağından almadığı gibi, Nur ve Zulmet olmak üzere iki ilahın varlığını kabul eden Fars dinlerinden de almamıştır.

1054

Msl., Hac Sûresi 17. âyet Mecûsiler dışındaki grupların isimleri zikredilmekte ve Allah’ın kıyamet günü bunlar hakkında hüküm vereceğini belirtmektedir. Bu da aralarında sürtüşme ve anlaşmazlık bulunduğunu gösteriyor. Ayrıca Yahudi ve Hıristiyanların birbirlerini inanç konusunda çok şiddetli bir biçimde itham ettiğini yine Kur’ân-ı Kerimde öğreniyoruz, bk. Bakara Sûresi, 113.

1055

Nisâ, 82; Initiation au Coran, s. 128-130.

1056

Msl. bk. Bakara, 41. 91, 97; Nisâ, 47; Fatır, 31; Saf, 6.

1057

Bk. Maide, 48.

1058

Msl. bk. Nûr, 35, Bakara, 115, Yunus Sûresi 61.

1059

i. F. Ertuğrul, Hakikat Nurları, s. 157-158.

1060

Bk. Goldziher, Le Dogme et La Loi de di L’lslam, s. 11.

1061

Taberî, Tefsir, II, 70.

1062

el-Ya’kûbî, Edyânu’l-Arab, I, 225...vd.

1063

et-Tabresî, Mecma’u’l-Beyân, II, 45.

1064

Bakara, 199.

1065

Bakara, 189.

1066

Tevbe, 27.

1067

Tabert, Tefsir, IV, 217 vd.

1068

Nisâ, 4.

1069

Buharî, Nikâh 28, Hiyel 4; Müslim, Nikâh 57, 59, 61; Ebu Dâvud, Nikâh 14.

1070

Ebu Dâvûd, Nikâh 15; Tirmizî, Nikâh 28; ibn Mâce, Nikâh 33.

1071

Bk. Cevad Ali, a.g.e., V, 565.

1072

En’am, 136-140; Maide, 103; Nisa, 117-119.

1073

Bk. Bakara, 180-182, 233, 240; Nisa, 7-12, 19, 33, 176; Mâide, 106-108; Enfâl, 72, 75.

1074

Tekvîr, 8-9.

1075

·        239 Maide, 90.

1076

Sebe', 37; Hucûrat, 13.

1077

isra, 15; Ayrıca bk. Necm, 36-40.

1078

Bakara, 278-280; Al-i imran, 130-131.

1079

Müslim, Selâm, 107-108.

1080

Bu konularla ilgili lehte ve aleyhteki hadis-i şerifler, Ali Çelik’in “islâmm kabul veya Reddettiği Halk inançları” adlı doktora tezinde ele alınmış ve İslâm’da bu tür inançların yeri olmadığı sonucuna varılmıştır, s. 136-169.

1081

Müslim, Selâm 101.

1082

Müslim, Selâm, 102-103.

1083

Bk. Derveze, Asru’n-Nebî, s. 294. Ahmed Naim, Tecrid Tercemesi, III, 308.

1084

En’am, 59.

1085

Bk. Buharî, Tevhid 4; Müslim, imân 7.

1086

Kâhinlik ve Arraflık adeti ve reddiyle ilgili geniş bilgi için bk. Ali Çelik, a.g.e., s. 211 -217.

1087

Fussilet, 37. Ayrıca, güneşin de ayın da yıldızların da Allah'ın yaratıkları olduğu birçok ayette ifade edilerek bu inanç çürütülmüştür. En’am, 96; A’raf, 54; Yunus, 5; Ra'd, 2 vd.

1088

Bu tür inanışlar ve reddi için bk. Ali çelik, a.g.e., s. 71-75.

1089

Mâide, 3, 90.

1090

Bu inanışlar için, bk.Derveze, Asru’n-Nebî, s. 271.

1091

Sihir, değişik münasebetlerle Kur’ân’da iştikaklarıyla birlikte 80’den fazla yerde geçmektedir. Hz. Peygamberin hadislerinde sihir, hüküm itibariyle reddedilmiş, “Sihir yapmak şirktir" (Nesâî, Tahrim 19), “Sihire inanan Cennete giremez" (Ahmed, Müsned, IV, 339) duyurulmuştur. Sihir inancı ve ilgili hükümler için bk. Ali Çelik, a.g.e., s. 201-211.

1092

Al-i imran, 80; Zümer, 3.

1093

Saffat, 158; En’am, 100.

1094

İbn ishak, Slre, s. 13; Mes’ûdî, Murûcu’z-Zeheb, II, 173; Alûsî, Bulûğu’l-Erab, II, 197. içinde şeytanları şirk koşmak da olmak üzere, her türlü şirk en büyük günah kabul edilmiştir. Nisâ, 48.

1095

izutsu, Kur’ân’da Allah ve insan, s. 19; M. H. Yazır, Hak Dini, VIII, 5381.

1096

Bu hususlarla ilgili inannışlar ve reddi için bk. Ali Çelik, a.g.e., s. 75-77, 81-90.

1097

Câsiye, 24; Alûsî, a.g. e. II, 220; izutsu, Kur’ân’da Allah ve insan, s. 118.

1098

Buharî, Tevhid 35, Edeb 101; Müslim, Elfaz 1-2, 5-6; Hakim, Müstedrek, II, 453. Bu inanç ve reddi hakkında bk. Ali Çelik, a.g.e., s. 105-106.

1099

Bu konular üzerinde geniş bir biçimde çalışılmış ve doktora tezleri yapılmıştır. Dünden bugüne konuyla ilgili yapılmış çalışmalardan bir kaç tanesi şunlardır: İslâm'ın ortaya çıktığı dönemde Hicaz bölgesinde yaygın olan halk inançları değişik eserlerde muhtelif açılardan efe alınmıştır. Msl., bk. Neşet Çağatay, İslâm Önecesi Arap Tarihi ve Cahiliye Çağı, Ankara 1982; Cevad Ali, el-Mufassai Tarihu'l-Arab Kable’l-İslâm, I-IX, Beyrut 1968-1972; Derveze, Asru’n-Nebî, Daru’l-Yakaza, Dimaşk, 1946; Ali Osman Ateş, Sünnetin Kabul veya Reddettiği Cahiliye ve Ehl-i Kitap Örf ve Adetleri (Doktora Tezi, 1989, basılmamış); Yrd. Doç Dr. Ali Çelik, İslâm’ın Kabul veya Reddettiği Halk inançları (Hicaz Bölgesi) Doktora Tezi, Beyân Yayınları, İst. 1995

1100

Bu kıssaların anlatıldığı Mekkî ayetlerin yerleri şunlardır: A’raf, 11-25,102-176; Yûnus, 75-92; Hud, 25-49, 69-82; Yûsuf, 1-111; Hicr, 26-77; İsrâ, 4-8; Kehf, 9-25, 60-82; Meryem, 1-33; Tâhâ, 9-98; Enbiyâ, 51-70, 78-82; Şuara, 10-189; Nemi, 7-44; Kasas, 3-43, 76-82; Ankebût, 14-35; Sebe’, 10-14; Sad, 17-44; Zâriyet, 24-37.

1101

Msl. Meryem Sûresinin başından 34. âyete kadar Hz. Zekeriya, Hz. Meryem ve Hz. İsa kıssası anlatıldıktan sonra 35. âyette “Allah’ın bir evlat edinmesi olur şey değildir. O, bundan münezzehtir. Bir işe hükmettiği zaman ona sadace ‘Ol!’ der ve hemen olur” buyurarak, Hz. İsâ’yı Allah’ın oğlu görenlere tarizde bulunmaktadır.

1102

Mâide, 14.

1103

Nahl, 63.

1104

Burûo, 1-10.

1105

Cum’a, 5.

1106

Nisâ, 161.

1107

Bakara, 79-80.

1108

Al-i imrân, 75.

1109

M. Hamidullah, a.g.e., I, 526.

1110

A.g.e., I, 529.

1111

A.g.e., 1,529.

1112

A. g.e„ I, 543.

1113

288 Kürd Ali, idare islâmiyye (Ebu Yusuf'un Kitâbü'l-Harac’ından naklen), s. 12; Ya’kûbî, II, 56; Makrizî ise, (imtâ, I, 310) on bin savaşçıdan bahseder. M. Hamidullah, a.g.e., I, 548.

1114

M. Hamidullah, Hz. Peygamberin Savaşları, İstanbul 1972 (ikinci baskı) 209-210. paragraflar; M. Hamidullah, İslâm Peygamberi (tere. Salih Tuğ), I, 593.

1115

ibn Hişâm, a.g.e, II, 353.

1116

Hayber’e uzak olmayan bu iki Yahudi grubu, aynen Hayber'in teslim şartlarıyla Islâm idaresine alınmıştır, (bk. M. Hamidullah, Le Prophete de L'lslam, I, 551.)

1117

Bu üç bölge de-Medine’den oldukça uzakta bulunup, Hepsi de Hz. Peygamber döneminde islâmın idaresi altına girmişlerdir. (Bunlar hakkında geniş bilgi için bk. M. Hamidullah, a.g.e., I, 552-565.

1118

Bk. M. Hamidullah, a.g.e., I, 565-566.

1119

Bazı müsteşrikler, Kur’ân’ın, Yahudileri: “Uzeyr Allah’ın oğludur" demekle itham etmesini, çözülmesi zor bir muamma olarak görüyorlar. Çünkü -onlara göre- Ahd-i Kadimin kitapları arasında buna işaret eden bir şey bulunmamaktadır. Oysa bunu söylerken iki önemli noktayı görmezlikten geliyorlar. Birincisi; Hz. Muhammed  (salla’llâhü aleyhi ve sellem) asla yalan söylemez. Biz daha önce bu noktayı ele almış ve görmüştük ki: Bizzat müsteşriklerin kendileri, Hz. Muhammed’i yalancılık ve aldatıcılıkla itham eden eski hipotezi reddetmişler. Üstelik, asılsız yere Yahudileri bu şekilde itham etmeye Hz. Muhammedi sevkeden hiçbir sebep yoktur, ikinci nokta: Eğer Hz. Muhammed  (salla’llâhü aleyhi ve sellem) (s.a) bunu onlara karşı uydurmuş olsaydı, kendisine cevap verip reddedecekler, Kur’ân'da onların red cevaplarını kaydedecekti. Veya en azından Sünnette buna rastlayacaktık. Böyle bir şey ise olmamıştır. Bu da gösteriyor ki, Kur’ân’ın Yahurileri bu konudaki ithamı doğrudur. (Msl., bk. Beydavî, Tefsir, Tevbe Sûresi 30. ayetin açıklaması)

1120

Tevbe, 30.

1121

·        278 Maide, 64.

1122

Maide, 18.

1123

Bakara, 80; Al-i imran, 24

1124

Fatır, 18;Zilzal, 7-8.

1125

Bk. Msl., Bakara, 62.

1126

isrâ, 17.

1127

Kehf, 9-25.

1128

Nisâ, 153.

1129

Al-i imrân, 93-95; Mâide, 43.

1130

Bakara, 121, 146; A’raf, 157; Saff, 6.

1131

288 ibn Hişam, a.g.e, I, 516-517; Buharî, Hicret 1.

1132

Hz. Muhammedi Zerdüştlük ve Hıristiyanlık dinleri hususunda malumat sahibi kıldığı iddia edilen Selmân-i Farisî ile Kıptî Mariye hakkında, bir çelişkiye burada işaret etmek yerinde olacaktır. Her ne kadar, Hicretten hemen sonra Müslüman olmuşsa da, dört sene müddetle zalim bir Yahudinin elinde köle olarak kalan Selmân, ancak Hendek Savaşında (H. 5) Hz. Peygamberin ashabı arasına girebilmiştir (ibn Hişâm, a.g.e., I, 220-221). Mısırlı Mâriye ise, daha sonraları gelmiştir (H. 7).

1133

Tirmizî, Sıfâtıl-Kıyâme, 40.

1134

288 Sources of the Koran adlı eserinde Dr. S. Tisdall’ın gayreti özellikle bu noktada toplanmaktadır. Kur’ân-ı Kerimin tarihî olmaktan çok efsanevî bir mahiyet taşıdığını göstermek niyetinde olduğunu açıkça itiraf eden bu müellif (s. 61-62) dünyanın yaratılışından Kıyamete kadar, Kur’ân-ı Kerimde anlatılan olayların Eski ve Yeni Ahit’le olan benzerliklerini kasden meskût geçmekte ve Kitab-ı Mukaddes dışında, sadece Talmud ve Yahudi-Hıristiyan ananeleriyle Kur’ân-ı Kerim arasında bazı fer’î hususlarda yakınlık bulmaya son derece özen göstermektedir.

1135

Şuara, 196-197; A’lâ, 18-19.

1136

Draz, İnitiation au Coran, s. 146-148.

1137

Bk. M. Hamidullah, a.g.e., I, s. 569-570.

1138

Balâzûrî, el-Ensâb, I, 282.

1139

ibn Hişam da aynı hadise gibi gözüken bu meselede başka detaylar da veriyor. Diyor ki: Hz. Muhammed  (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Medine'ye hicret ettiğinde, Ebû Amr onun yanına gelmiş ve aralarında şöyle bir konuşma geçmiştir:

Ebu Amir: “Getirdiğin bu din nedir?”

Hz. Muhammed: Hz. İbrahim'in dini Tevhid (Hanîfiyye)

Ebu Amir: “Ama bu bana ait bir din.”

Hz. Muhammed: “Hayır hiç de değil.”

Ebu Amir: “Bilakis Hz. İbrahim'e ait olmayanı onun dinine ilave eden sensin ey Muhammed!”

Hz. Muhammed: “Hayır, tam tersine ben bu dini katıksız ve mutlak bir sadelikle getirdim."

Ebu Amir: “Yalancıya, Hz. İbrahim ve onun dininden sapmış biganeyi Allah ölümle cezalandırsın.”

Hz. Muhammed: “Çok güzel, kim yalan söylüyorsa Allah ona bunu versin. ” (Sîre, s. 411 -412.)

Sonunda bu talihe sahip olun Ebu Amir oldu, (ibn Hişâm, a.g.e., II, 585-586).

1140

Bk. ibn Hişâm, a.g.e., II, 75.

1141

Bkz M. Hamidullah, el-Vesâku’s-Siyâsiyye, No: 93.

1142

ibn Hişâm, a.g.e., I, 573-574.

1143

Bk. M. Hamidullah, a.g.e., 1,571-572.

1144

A.g.e, I, s. 573-574. 2

1145

97. bk. İbn Sâ’d, 1/2, s. 85; M. Hamidullah, a.g.e., I, 576.

1146

Tevbe, 30.

1147

ihlas, 1-4.

1148

Nahl, 51.

1149

Meryem, 88-93.

1150

Zuhruf, 59.

1151

Mâide, 73.

1152

Nisa, 171.

1153

Nisa, 172.

1154

Mâide, 116-117.

1155

Mâide, 75.

1156

Al-i imran, 59.

1157

Bk. Nisa, 155-160.

1158

Al-i imran, 46; Mâide, 110; Meryem, 29.

1159

Al-i imran, 49; Mâide, 110.

1160

Al-i imran, 49; Mâide, 110.

1161

Al-i imran, 49.

1162

Nisa, 157-158.

1163

Bk. Bakara, 61; Al-i imran Sûresi 112.

1164

Necm, 39;

1165

A’raf, 23.

1166

Bakara, 35-37.

1167

Kitâb-ı Mukaddes, Matta, Bap 27/ 39-44.

1168

Kitâb-ı Mukaddes, Matta, Bap 27/ 45-46.

1169

Heyet, Mu’cemü’l-Vasît, I, 90; Osman Pazarlı, Din Psikolojisi, s. 111; Annemarie Schimmel, Dinler Tarihine Giriş, s. 214.

1170

Şerafeddin Gölcük, Süleyman Toprak, Kelâm, s. 296.

1171

Annemarie Schimmel, Dinler Tarihine Giriş, s. 100-101; Ş. Gölcük, S. Toprak, a.g.e., s. 296-297.

1172

007

Maurice Bucaille, a.g.e., s. 21.

1173

Bk. Levis Me’lûf, el-Müncid, 337.

1174

Ahmet Kahraman, a.g.e., s. 123-124; Ayrıca bk. Maurice Bucaille, a.g.e., s. 21-26.

1175

Bu nüshalar arasındaki farklar ve bu konuda eser verenler hakkında bk. A. Kahraman, a.g.e., s. 124-125.

1176

Msl., bk. Bakara, 75, 79, En’am, 91; Fussilet, 45.

1177

Bk. Mirza Beşîr’ü-Dîn Mahmud Ahmed, Kur’ân-ı Kerim Tetkikine Giriş (Trc. Şinasi Siber), s. 31-35; Bucaille, a.g.e., s. 34-37.

1178

Bk. Felicien Challaye, Dinler Tarihi (Tere. Semih Tiryakioğlu), s. 81.

1179

Muhammed el-Gazâlî, Nazaratün Fi'l-Kur'ân, s. 50; M. Ebû Zehra, Muhadarat Fi'n-Nasraniyye, s. 66.

1180

Kitâb-u Mukaddesin tedvini, tarihi serüveni ile ilgili geniş bilgi için bk. Ebû Zehra, Muhadarat, s. 48-66; Bucaille, a.g.e, s. 44-72.

1181

Daha geniş bilgi için bk. el-Hazrecî, Ebû Ubeyde, (V. 582 H.), Beyne’l-lslâm ve’n-Nasraniyye (Kitâbu Ebu Ubeyde el-Hazrecî) Tahkik: Dr. Muhammed Şâme, Mektebetü Vehbe, 1979 Mısır, s. 65-68; Ebû Zehra, a.g.e. s. 66.

1182

Ebû Zehra, a.g.e. s. 109-110.

1183

Bk. Ebû Zehra, a.g.e., s. 146-181.

1184

Daha geniş bilgi için bk. Ebû Zehra, a.g.e., s. 93-110; M. el-Gazâlî, Nazarat, s. 51; Bucaille, a.g.e., s. 44-

72, 128-164.

1185

Nisa, 82.

1186

34^ Fussilet, 42.

1187

Bk. Taha Abdulfettah, el-Kasasu’l-Kur'ânî Beyne’l-Müfessirîn s. 44-45.

1188

Bk. ibn Teymiyye (H. 661-728), el-Cevabu’s-Sahîh Liman Beddele Dîne’l-Mesîh, Matbaatü’l-Medenî, 1964, Kahire, I, 37, II, 49; Nakre, s. 228.

1189

Nisa, 26.

1190

En’am, 90.

1191

Bk. Mâide, 48.

1192

Hadîd, 25.

1193

Mu’minûn, 51-52.

1194

Enbiyâ, 73; Meryem, 31,55;Tâhâ, 14.

1195

Bakara, 183.

1196

Hac, 27.

1197

Hac, 34, 67.

1198

Şuara, 128, 151-152, 165, 181-183.

1199

Msl., On Emrin ihtiva ettiği prensipler şu ayetlere dağılmış olarak bulunmaktadır: Isrâ, 23; Hac, 30; Bakara, 224; Mâide, 32, 38, 89; Nisâ, 29; Nûr, 30-31; Mümtehine, 12.

1200

Bu ahlakî prensipler ve gerek Tevrat'ta gerekse Kur’ân-ı Kerim’de geçtikleri yerler için bk. Draz, Initiation au Coran, s. 82-83.

1201

Bu ölçüler ve her iki kutsal kitapta geçtiği yerler için bk. Draz, a.g.e., s. 84-86.

1202

Msl., bk. Kitab-ı Mukaddes, Tesniye, XXIII, 20; XV, 3; Levililer XXV, 39, 43-45.

1203

Kitab-ı Mukaddes, Matta, V, 46-47.

1204

Bu hususları ve Kur’ân bunlar arasında nasıl orta bir yol tuttuğu ile ilgili geniş bilgi için bk. Draz, a.g.e., s. 87-91

1205

Hucûrat, 10,13.

1206

351 Mümtehine, 8.

1207

Mâide, 2,8.

1208

Bakara, 275.

1209

Mâide, 89.

1210

Bakara, 177; Beled, 13.

1211

Al-i imrân, 103; Nisâ, 59; Enfâl, 46.

1212

Enfâl, 25; Asr, 3; Beled, 17.

1213

388 Al-i imrân, 110.

1214

“Ben ancak güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim." Bu hadisin kaynaklan ve sıhhati için bk. el-Makasidu’l-Hasene, s. 105 (Hadis No. 204); Hz. Muhammed’in, önceki peygamberlerin eksik bıraktıklarını tamamlamak için gönderildiğini ifade eden başka bir hadis için bk. Buharî, Menâkıb 18.

1215

isrâ, 9.

1216

Bakara. 272; Leyi, 20.

1217

Her ikisi de Mekke döneminde nazil olan Nahl Sûresinin 63-64 ve Nemi Sûresinin 76. ayetleri Kur’ân’ın esas maksatları arasında “Ehl-i Kitabın ayrılığa düştükleri meseleleri beyan etme”yi sayıyor, hatta ilkin bunu zikretmekle bu işi, birinci maksat addedip mü’minler için doğru yol rehberi ve rahmet oluşunu ikinci planda bildiriyor.

1218

Buna dair Kur'ân'da pek çok misaller vardır. Misal için bk. Nisâ, 171.

1219

Gibb, a.g.e.,s. 44.

1220

Margoliouth, Mohammedanism, VVİlliams- Norgate, London, 1921, s. 73.

1221

373 Bk. Mâlik bin Nebî, a.g.e.,s. 64; Malik bin Nebi’nin dipnotta yer verdiği ve “Histoir De La Bible” isimli kitabını kaynak verdiği Montet ise, isviçreli bir müsteşriktir. Kur’ân’ı Fransızca'ya çevirmiş ve bu çevirisine bir önsöz yazmıştır. Önsözde, Kur'ân tarihini ve Kur'ân’m kaynaklarını (!) kendi hayal ettiği biçimde ele almıştır. Dr. İbrahim Avad, sözkonusu önsöz hakkında uzun bir araştırma kaleme almış, araştırmada mütercimin, Kur’ân metnini anlamaktaki güçsüzlüğünü hatta bundan acizliğini, düştüğü pek çok hatayı ortaya koymuştur. Yine, sözkonusu önsözün büyük bir kısmını Arapçaya tercüme edip hakkında bir değerlendirme yazısı yazarak “el-Musteşrikûn ve’l-Kur'ân” isimli eserine dercetmiştir.

1222

377 [viargOiiOLıth, a.g.e., s. 63.

1223

Gibb, a.g.e., s. 45-46.

1224

Tevbe, 30.

1225

Nisâ, 175.

1226

Msl., bk. Mâide Sûresi 82.

1227

Bk. ez-Zehebî, et-Tefsîr ve’l-Mufessirûn, 1,167; Mukallid, a.g.e., s. 37-38; Nakre, a.g.e., s. 85-99.

1228

Yusuf, 111; A’raf, 176.

1229

Bk. Kitab-ı Mukaddes, Tekvin 1-50.

1230

Bk. Kitab-ı Mukaddes, (Matta, Markos, Luka ve Yuhanna) s. 1-188.

1231

Bk. Mazharuddin Sıddîkî, Kur'ân'da Tarih Kavramı, (tere. Süleyman Kalkan, İstanbul 1982, s. 62-66.

1232

A.g.e., s. 66.

1233

Mâide, 48; Nemi, 76; Nahl, 64.

1234

Enfâl, 22-23; En’am, 28; Sad, 2.

1235

Bu konu için bk. Dr. Idris Şengül, Kur’ân Kıssaları Üzerine, s. 176-180.

1236

Bu hususta geniş bilgi için bk. Tabbara, el-Yehûd Fi’l-Kur’ân, s. 257-263; Nakre, a.g.e., 99-110, 227-243; Bucaille, a.g.e., s. 144-241.

1237

Bk. A’raf, 59-64; Yûnus, 71-73; Hûd, 25-49; Mu’minûn, 23-30; Şuara, 105-122; Saffat, 75-82; Kamer, 9-17; Nûh Sûresinin tamamı ve diğerleri.

1238

Kitab-ı Mukaddes, Tekvîn, 5-9.

1239

Bk. Enbiyâ, 22, 26; Saffât, 159-180; Bakara, 116; Nisâ, 171; isrâ, 43; Rûm, 40 ve diğerleri.

1240

Kitab-ı Mukaddes, Tekvîn, 9/11-17.

1241

Kitab-ı Mukaddes, 8/20-22.

1242

Kitab-ı Mukaddes, I. Samuel, 15/10-11: Kur’ân'da Talut kıssası için bk. Bakara, 147-151.

1243

Bakara, 32; Al-i imrân, 6, 62; En’am, 18, 73; Enfâl, 63; Fetih, 4, 7.

1244

Hacc, 37.

1245

Kitab-ı Mukaddes,Tekvin, 2/1-3.

1246

Kat, 38. Öyle görünüyor ki, Tevrat’ın, Allah’ı gökleri ve yeri altı günde yarattığını belirttiği günler, bizim normal günlerimizdir. Kur’ân ise, açıkça şunu belirtmiştir: “Rabbin katında bir gün sizin saydıklarınızdan bin yıl gibidir." Hac, 48; Başka bir ayette yine meleklerin ve Cebrail'in Allah'a doğru yükseldikleri günden bahsediliyor ve bu günün süresinin elli bin sene olduğu belirtiliyor. Mearic, 4; İşte hurafe ile akıl arasındaki fark budur! Çünkü, Allah gökleri ve yeri yaratmaya başladığında güneş ve ay henüz yaratılmamıştı. Dolayısıyla o zaman ne gece, ne de gündüz vardı. O zaman Allah'ın sözünü ettiği gün, nasıl bizim şimdiki günümüz olur? Sonra Allah neden bizim günümüzü ölçü olarak alsın? Oysa henüz biz yaratılmamıştık. Günler, yıldızların, onlar etrafında dönen gezegen ve peyklerin durumuna göre uzunluk ve kısalık bakımından değişiklik gösterir.

1247

Kitab-ı Mukaddes,Tekvin, 3/8-10.

1248

Allah’ın sınırsız ilmi için bk. Bakara, 33,235, 255; Maide, 116; En’am, 3; İbrahim, 38 vd.

1249

Kitab-ı Mukaddes, Tekvin, 32/25-31; 35/9-10

1250

MsL. bk. Yusuf, 21.

1251

Kur’ân-ı Kerimde 50’den fazla yerde açıkça Allah’ın her şeye kadir olduğu belirtiliyor. (MsL bk. el-Mu’cemü’l-Müfehres Li Elfazı’l-Kur’ân..., ‘‘Kadir’’ maddesi.

1252

MsL bk. Hud, 102; Ra’d, 13; Ğafir, 22

1253

Kitab-ı Mukaddes, Huruç, 4/ 24, 25.

1254

Kitab-ı Mukaddes, Huruç, 11/2; 12/ 35, 36.

1255

Kitab-ı Mukaddes, Huruç, 20/ 5.

1256

Kitab-ı Mukaddes, Huruç, 21/17.

1257

Kitab-ı Mukaddes, Huruç, 21/28.

1258

Kitab-ı Mukaddes, Birinci Samuel, 15/2-3.

1259

Kitab-ı Mukaddes, Birinci Samuel, 6/19

1260

Kitab-ı Mukaddes, İkinci Samuel, 24/13.

1261

Kitab-ı Mukaddes, Tekvîn, 9/20-24.

1262

Kitab-ı Mukaddes, Tekvîn, 19/20-24.

1263

413 Kitab-ı Mukaddes, Tekvîn, .12/10-20.

1264

413 Kitab-ı Mukaddes, Tekvîn, 19/ 33.

1265

Kitab-ı Mukaddes, I. Kırallar, 11.

1266

Kitab-ı Mukaddes, I. Krallar, 11.

1267

Bk. Bakara, 102; Nisa, 163; En’am, 84; Enbiya, 78-82; Nemi, 15-44; Sebe’, 12-14; Sâd, 30-40.

1268

Bk. Kitab-ı Mukaddes, Tekvin, 12/10-20, 20/1-18; bk. Kur’ân-ı Kerim, Meryem, 41-48; Saffat, 99; Ankebût, 26; Enbiyâ, 68-71; En’am, 84-87; Nisa, 125; Mümtehine, 4; Nahl, 120-121, 123; Bakara, 126, 129-130; Hac, 27-28; Al-i İmran, 96.

1269

Bk. Kitab-ı Mukaddes,Tesniye, 32/48-52; Kitab-ı Mukaddes, Meryem, 51-52; Saffât, 114-115, 118-121; A’raf, 144), ( Kitab-ı Mukaddes, I. Samuel, 12, 16-18, 28-29; II. Samuel, 3-4, 11, 16; Kur’ân-ı Kerim, Sâd, 20, 25, 30; Bakara, 251; Nisa, 163; Nemi, 15; Sebe’, 10-11.

1270

Bk. Kitab-ı Mukaddes, Tekvin, 37-50; Kur’ân-ı Kerim, Yusuf Sûresinin tamamı.

1271

Geniş bilgi için bk. M. Beyûmî Mehran, Dirâsat Tarihiyye, s. 58-87; Nakre, a.g.e., s. 229-231; Bucaille, a.g.e., s. 217-241.

1272

Misal için bk. Bakara, 130; Al-i imran, 39, 46; En’am, 85, 87-90; Enbiya, 72-86; Saffât Sûrsi, 112; Kalem, 50.

1273

Kitab-ı Mukaddes, Huruç, 12/1-13.

1274

Kitab-ı Mukaddes, Huruç, 25/1-40; 29/ 1-46.

1275

Kitab-ı Mukaddes, Tekvin, 6/17.

1276

Kitab-ı Mukaddes, Tesniye, 3/11.

1277

Kitab-ı Mukaddes, Tekvin, 9/13, 15.

1278

Kitab-ı Mukaddes, Idad, 11/31.

1279

Msl. bk. Kitab-ı Mukaddes, Tekvin, 11; Tesniye, 8/ 4.

1280

Mevcut resmî veya gayr-i resmî İnciller hakkında geniş bilgi için bk. Abdulvahab, en-Neccâr, Kısasu’l-Enbiyâ, s. 464-484; Münazarat Beyne’l-islâm ve’n-Nasraniyye, s. 35-70; M. Ebû Zehra, Muhadarat, s. 48-81; Tümer, (Prof. Dr.) Günay, Küçük (Doç. Dr.) Abdurrahman, Dinler Tarihi, Ocak Yayınları, 1988-Ankara, s. 152-154.

1281

Hıristiyan inanç ve öğütleri hakkında toplu bilgi için bk. M. Ebû Zehra, Muhadarat, s. 120-142; Münazarat, s. 416-548; Nakre, a.g.e., s. 233-244; Bucaille, a.g.e., s. 99-112, 313; Tümer ve Küçük, Dinler Tarihi, s. 137-139, 142-152.

1282

Bk. Maide, 72-75; 116-117.

1283

Kitab-ı Mukaddes, Luka, 1/26-28.

1284

Bk. Bucaille, a.g.e., s. 33-53, 89-111.

1285

Daha geniş bilgi için bk. a.g.e., s. 115-210, 211-250.

1286

Bu ve benzeri noktalar hakkında detaylı bilgi için bk. Kitab-ı Mukaddes, Leviller, Bab: 1-10.

1287

Kitab-ı Mukaddes, Levililer, Bap 15/25-31.

1288

Bu konuda misal olarak bk. Seyyid Sabık, Fıkhu’s-Sünne, Dâru’l-Kütübi’l-Arabî, Beyrût 1971, I, 86-89.

1289

Bakara, 286.

1290

Bunun güzel bir örneği, Dr. Ali Osman Ateş tarafından, “Sünnetin Kabul veya Reddettiği Cahiliye ve Ehl-i Kitab Örf ve Adetleri" adıyla hazırladığı basılmamış doktora tezidir.

1291

Maide, 3.

1292

Maide, 3.

1293

En’am, 146.

1294

En’am, 146.

1295

Nisa, 160-161.

1296

Al-i imran, 93-95.

1297

Kitab-ı Mukaddes, Tesniye, Bab: 23/19-20.

1298

Bakara, 278-279.

1299

Al-i imran, 75.

1300

Bakara, 223.

1301

Hadîd, 27.

1302

Maide, 48.

1303

Enfâl, 41 Bu konuda şu hadis-i şerif de zikre değer: “Allah’ın size ganimet olarak verdiği şeylerden benim hakkım ancak beşte birdir; bu beşte bir de yine size iade edilmektedir." (Nesâî, Fey’ 6; ibn Hişâm, a.g.e., II, 492) .Bu konuda geniş bilgi ve farklı ictihadlar için bk. Fahreddin Razî, Mefatih, ilgili ayetin tefsiri.

1304

Bk. msl., ibn Hişam, a.g.e., II, 137.

1305

Bk. msl., Ebu Dâvud, imâre 14.

1306

ibn Hişam, a.g.e., I, 203.

1307

Tevbe, 60.

1308

·        483 eş-Şevkânî, a.g.e., IV, 170.

1309

Bk. ei-Muvatta’, I, 278; Nitekim burada, Hz. Peygamber (s.a)’in Yahudilerin meskun bulundukları yerde öldürülmüş bulunan, fakat katilin kim olduğu konusunda hiçbir delil olmayan bir Müslümanın kan bedelini kendi malından, yani hâzinenin malından vermiştir, bk. İbn Hişâm, a.g.e., II, 356

1310

Buharî, Rikak 17; Tirmizî, Kıyame 36.

1311

Nevevî, Riyazu’s-Salihîn, s. 181.

1312

487 Msl., bk. Nevevî, a.g.e., s. 171.

1313

Bk. Gazâlî, ihya, II,. 321.

1314

Müslim, Nikâh 78; ibn Mâce, Nikâh 17; Dârimî, Nikâh 18.

1315

Buharî, Cihâd 177, ideyn 1; Ebû Dâvud, Salat 2, 3, Libâs 7; Nesâî, İdeyn 5.

1316

Ebû Dâvud, Zekât 5; Nesâî, Zekât 4, 7; Dârimî, Zekât 36.

1317

Buharî, Zekât 60, Cihâd 188; Dârimî, Zekât 16, Ahmed, Müsned, II, 409.

1318

Müslim, Zekât 167; Ahmed, Müsned, IV, 166.

1319

Bk. Buharî, Menâkıb 14; Faraiz 24; Ebû Dâvud, Zekât 29; Tirmizî, Zekât 25; Nesâî, Zekât 97.

1320

Ahmed, Müsned, I, 135.

1321

Buharî, Nefekat 7, Daavât 10; Müslim, Zikir 63, 81; ibn Mâce, Dua 2.

·        477 Buharî, Vasayâ, 32, Farâiz 13; Müslim, Cihâd 55; Muvatta’, Kelâm 28.

·        478 Buharî, Cihad 89, Magâzî 86; Tirmizî, Buyu’ 7; Nesâî, Buyu’ 58, 83; ibn Mâce, Ruhûn 1; Dârimî, Buyu’ 44; Ahmed, Müsned, I, 236, 300, 301...

1322

Buharî, Vasâyâ 1, Megâzî83; Müslim, Vasiyyet 18; ibn Mace, Vasâyâ 1; Nesâî, ihbâs 1, Vasâyâ 2;

Ahmed, Müsned, I, 300...

1323

Ahmed, Müsned, VI, 136-137; ibn Sa’d, Tabakât, II, 260.

1324

Ahmed, Müsned, I, 300-301; ibn Sa’d, Tabakât, II, 316-317.

1325

Ahmed, Müsned, VI, 44; ibn Sa’d, Tabakât, II, 260.

1326

Buhârî, Vasâyâ 1, Cihâd 61,86, Humus 3, Megâzî 83; Nesâî, ihbâs 1; Ahmed, Müsned, IV, 279.

1327

Buhârî, Cihâd 5, Humus 1, Nefekât 3,, 86, Vasâyâ 15, Humus 3, Megâzî 83; Nesâî, ihbâs 1; Ahmed, Müsned, IV. 279

1328

Buhârî, i’tisâm 5, Humus 1, Nefekât 3, Fadâilü’s-.Sahhabe 12, Ferâiz 3; Müslim, Cihâd 51, 52, 54, 56; Dârimî, Kelâm 27; Ahmed, Müsned, I,- 4, 6.

1329

488 Buharî, Vasayâ 32, Ferâiz 3; Müslim, Cihâd 55; Muvatta’, Kelâm 28.

1330

Ahmed, Müsned, VI, 104; ibn Sa’d, Tabakat, II, 237-238.

488 Yunus, 78.

1331

Mu’minûn, 24.

1332

Mevdûdî, a.g.e.l I, 217-218.

1333

Bu konuda geniş bilgi için bk. ibn Hişâm, a.g.e., II, 216, 217.

1334

Tebuk Seferi hakkında bilgi için bkz. ibn Hişâm, a.g.e., II, 515-529.

1335

Bk. ibn Hişâm, a.g.e., II, 442-443.

1336

Hz. Peygamber (s.a)’in elde ettiği zaferler ve ulaştığı tartışmasız başarıya rağmen son derece mütevazı olduğuna ilişkin bk. Irving, s. 199.

1337

Bk. eş-Şevkânî a.g.e., IV, 51.

1338

Bk. Buharî, Cenâiz 5; ibn Mâce, Cenâiz 32.

1339

Müslim, Libâs 112.

1340

Bu konu ve ilgili rivayetler için bk. M. Hamidullah, a.g.e., I, 54.

1341

Hz. Peygamber (s.a)'in alçak gönüllü oluşunun başka örnekleri için bk. Nevevî, Riyazu's-Salihîn, s. 192...

1342

eş-Şevkânî a.g.e., V, 48.

1343

Ebû Dâvud, Edeb 152; Ahmed, Müsned, V, 253, 256.

1344

Bk. msl. ibn Hişam, a.g.e., II, 653.

1345

Ebû Dâvud, Edeb 4; ibn Mâce, Nikâh 51; Dârimî, Nikah 34.

1346

Ahmed, Müsned, III, 197.

1347

Bk. msl. ibn Hişâm, a.g.e. I, 526; II, 48, 64, 118, 191,290-292, 300.

1348

505 ibn Hişam, a. g. e, I, 584-585.

1349

ibn Hişâm, a, g.e., II, 292.

1350

Bk. Ahmed, Müsned, III,. 210; Kadı lyaz, Şifa, I, 80; M. Asım Koksal, a.g.e., XI, 450-450.

1351

Bk. M. Asım Koksal, a.g.e., XI, 444-452.

1352

Msl., Bedir Savaşı öncesinde İslâm ordusunun konaklayacağı yerin tesbiti olayında bir sahabisinin kendi fikrini dile getirmesi (bk. ibn Hişâm, I, 620) ve Uhud Savaşı öncesinde düşmanı şehrin dışında mı yoksa şehirde kalarak mı karşılayacakları konusunda sahabilerine danışması (ibn Hişâm, a.g.e., II, 63-64) ve her iki olayda da kendi fikrini değil de sahabilerinin fikrini uygulama alanına koyması bunun en güzel iki örneğidir.

1353

·        511 Bk. Kastalânî, el-Mevâhibü’l-Ledünniyye, Mısır 1281, s. 189..

1354

·        512 Cariyle, a.g.e., s. 23.

1355

Nitekim, Hubert Grimme, onu, zenginleri korkutarak onaylarını almak için gelişigüzel uydurduğu bir "mitoloji”nin yardımıyla malî ve sosyal bir reformu gerçekleştirmiş olan bir sosyalist olarak görmektedir.” (Rodinson, a.g.e., s. 351-352).

1356

Çeşitli misaller arasında Msl. Thomas Carlyle’in “Kahramanlar” adlı kitabında ve Kont Henri Di Kastri adlı Fransız yazarın İslâm hakkındaki “Hatıralarında yazdıklarını okuyunuz. Sonra da cahiliye döneminde Bizans imparatoru Herakliyus’un huzurunda, Kureyş adına Ebû Süfyân’ın sözcülüğü ile tescil edilmiş olan Kureyş kabilesinin şahitliğini okuyunuz. Herakliyus: “Bu iddiasından önce siz onu yalancılıkla itham eder miydiniz?" diye sorunca: “Hayır!” diye cevap vermişti. Kezâ, “Aldatır mı?” diye sorunca, “Hayır aldatmaz” diye karşılık vermişti. (Bu karşılaşmada geçen uzun muhavere için Bk. Buharı, Bed’ul-Vahy 6; Müslim, Cihad 74).

1357

Yunus, 16; Draz, en-Nebeü'l-Azîm, s. 15-16.

1358

Rodinson, a.g.e., s. 109.

1359

Rodinson, a.g.e., s. 82.

1360

A.g.e.,s. 83.

1361

Elmalılı, Hak Dini, VII, 4559; Kâmil Miras, Sahîh-i Buhari Tecrid-i Sarîh Terceme ve Şerhi, IX, 23.

1362

T. izutsu, Kur’ân’da Allah ve insan, s. 162.

1363

S. Sülaymân Nedvî, Asr-ı Saadet, c. 1, s. 306-309; T. izutsu, a.g.e. s. 162.

1364

Müddessir, 1.

1365

Müzzemmil, 1.

1366

Tor Andrae, Mahomet, s. 28.

1367

Maurice Gaudefroy-Demombynes, Mahomet, Paris 1969, s. 72-73.

1368

·        526 ibn Hişâm, a.g.e., I, 270.

1369

T. izutsu, a.g.e. s. 172.

1370

Kâmil Miras, a.g.e. IX, 23.

1371

Saffât, 6-10.

1372

Elmalılı, Hak Dini, VIII, 5884.

1373

Şuara, 210-212.

1374

Şuara , 221-223.

1375

Bk. Hakka, 42-47.

1376

Tekvîr, 25-26.

1377

C. Brockelmann, a.g.e., s. 16.

1378

C. Brockelmann, a.g.e., s. 21.

1379

Rodinson, a.g.e., s. 109.

1380

Necm, 11.

1381

Rodinson, a.g.e., s. 119.

1382

Rodinson, a.g.e., s. 108.

1383

Mu’minûn, 81.

1384

Bakara, 118.

1385

Saafat, 36.

1386

S. Kutub, FÎZılâl, XII,. 282.

1387

Elmahlı, Hak Dini, VI, 4559.

1388

Enbiya, 5.

1389

Hakka, 40-41.

1390

Hakka, 42-47.

1391

Bk. ibn Kesîr, Tefsîr, ilgili âyetlsrin tefsiri.

1392

ibn Kesir, Tesîr, III, 578-579.

1393

Nesefî, Medârik, III, 148; Elmalıh, Hak Dini, VI, 4040.

1394

T, izutsu, a.g.e. s. 162.

1395

Şuara, 224.

1396

Mevdûdî, a.g.e. II, 229.

1397

Şuara, 225-226.

1398

Mevdûdî, a.g.e. II, 231.

1399

Şuara, 226.

1400

Mevdûdî, a.g.e. II, 232.

1401

Goldziher de, bu konuyu ele alırken Kur’ân-ı Kerimi —daha önce de değindiğimiz gibi— dahilî ve haricî bir takım kaynaklara irca etmektedir. Böylece o, İslâmî bakış açısıyla İlâhî vahyi inkâr etmektedir. Arap Peygamberin anlattıklarının, Yahudî, Mesîhî...vs. çevrelerle irtibatı sayesinde öğrenip kazandığı dinî kültür ve görüşlerden seçilmiş bilgiler karışımıdır. O bu fikirlerden öylesine etkilenmiş ki, bunlar onun ruhunun derinliklerine inmiş ve kalbinin kendisine mal ettiği bir inanç halini almıştır. Öyle ki bu öğretileri İlâhî birer görev kabul etmeye başlamıştır. Böylece kendisinin de bu vahye bir vasıta olduğuna -samimi olarak- inanır hale gelmiştir. ( Goldziher, Le Dogme et La Loi de L’lslam, (Fransızcaya tere. Felix Arın) Paris, 1958. s. 3.) Goldziher, İlâhî vahyi açıklamada diğer bazı müsteşriklerin yolunu izler. Nitekim, Hz. Peygamberin, hayatının birinci yarısında meşgalelerinin kendisini bir takım çevrelerle ilişkiye zorladığı, sözkonusu çevrelerden bazı fikirler edindiği, bu fikirleri ruhunun derinliklerine doğru çekmeye başladığı, uzlete çekildiği sırada bunların, tefekkürüne bir çekirdek oluşturduğu görüşünde olup şöyle demektedir: Marazî haletinin izleri görülen mücerret teemmüllerini his ve idrak etmeye olan meyli sebebiylle kendisini, yakın ve uzak kavminin ahlakî ve dinî düşüncesine zıt bir yol tuttuğunu görüyoruz, (a.g.e, s. 4)

Goldziher araştırmalarında, Hz. Peygamberin vahyi hissedişinin doğup ruhunda yer ettiğine inandığı “patalojik” aşamalarını takip etmiyor. Fakat, anlamını ünlü bir yazar olan Harnack’tan aldığı bir sözü iktibas ediyor. Sözü edilen yazar, yalnızca insanüstü insanlara isabet eden hastalıklardan söz ederken bu ifadeyi kullanıyor. Sözkonusu olağanüstü insanlar bu hastalıklardan, daha önce meçhul olan yeni bir hayatı edinirler. Ayrıca sözkonusu hastalıklardan, bütün engelleri yıkan bir güç elde ederler. İşte peygamberin veya havarilerin cesareti bundan ileri geliyor. (A.g.e, s. 3)

Goldziher, az önce kaydettiğimiz iktibasa yer vermekle, vahyin imkansızlığına, peygamberlerin sözünü ettikleri vahyin kişinin bir psikolojik halete aşırı derecede dalması sonucu doğan bu durumdan ileri gelen psikolojik bir meseleden ibaret olduğuna işaret ediyor. Fakat Goldziher, insanlara isabet edince büyük, kimseler haline geldikleri, her türlü engeli yıkan bir güç elde ettikleri hastalıkları bize açıklamıyor. Oysa, aklen ve adeten bilinmektedir ki, ister bedenî ister ruhî olsun hastalıkların aklî ve bedenî çöküşe götürdükleri, bunlara maruz kalan hastanın zaaf ve güçsüzlüğünü artırdığı, sonunda da aklî ve bedenî yıkılışa sürüklediği bilinmektedir.

Goldziher ve benzerlerinin, Hz. Peygamberin bilgilerini dahilî ve haricî kaynaklardan aldığına, Yahudî ve Hıristiyanlardan alınan dinî fikirlerle ilişkisi olduğuna, bu fikirlerden etkilenip ruhunun derinliklerine doğru özümsediğine ve uzleti esnasındaki tefekkürünün çekirdeğini bunlar oluşurduğuna dâir görüşü hiçbir İlmî delile dayanmayan bir iddiadır. Hz. Peygamberin dava ve inançlarında dahilî ve haricî kaynaklardan yararlandığına ilişkin iddianın asılsızlığını biz daha önce izah ettik.

1402

Goldziher, az önce kaydettiğimiz iktibasa yer vermekle, vahyin imkansızlığına, peygamberlerin sözünü ettikleri vahyin kişinin bir psikolojik halete aşırı derecede dalması sonucu doğan bu durumdan ileri gelen psikolojik bir meseleden ibaret olduğuna işaret ediyor. Fakat Goldziher, insanlara isabet edince büyük kimseler haline geldikleri, her türlü engeli yıkan bir güç elde ettikleri hastalıkları bize açıklamıyor. Oysa, aklen ve adeten bilinmektedir ki, ister bedeni ister ruhî olsun hastalıkların aklî ve bedenî çöküşe götürdükleri, bunlara maruz kalan hastanın zaaf ve güçsüzlüğünü artırdığı, sonunda da aklî ve bedenî yıkılışa sürüklediği bilinmektedir.

Goldziher ve benzerlerinin, Hz. Peygamber’in bilgilerini dahilî ve haricî kaynaklardan aldığına, Yahudî ve Hıristiyanlardan alınan dinî fikirlerle ilişkisi olduğuna, bu fikirlerden etkilenip ruhunun derinliklerine doğru özümsediğine ve uzleti esnasındaki tefekkürünün çekirdeğini bunlar oluşurduğuna dâir görüşü hiçbir İlmî delile dayanmayan bir iddiadır. Hz. Peygamber’in dava ve inançlarında dahilî ve haricî kaynaklardan yararlandığına ilişkin iddianın asılsızlığını biz daha önce izah ettik.

Bu hipotezin başka bir sakat tarafı da -tıpkı benzerleri gibi- Kur’ân vahyini psikoloji ilmi vasıtasıyla açıklamaya çalışmasıdır. Bu da yanlış bir yaklaşımdır. Çünkü, psikoloji henüz öyle bir gelişme sağlamamış ki, yöntemleri kendi alanını aşıp başka İlmî alanlara uygulansın ve modern tahlil yoluyla peygamberlik gerçeğini açıklayabilsin. Sonra eğer Kur’ânîn kaynağı Hz. Muhammed  (salla’llâhü aleyhi ve sellem) olsaydı, bunu iftiharla kendisine nispet eder, nefsine kudsiyet, hatta isterse ulûhiyet bile isnad ederdi. Buna hiçbir engel de yoktu. Değil mi ki, kavmi Kur’ânîn azamet ve eşsiz gücünü itiraf ettiği halde İlâhî kaynaklı oluşunu inkâr ediyordu?

·        560 Hicr, 6.

1403

Saffat, 36. Toshihiko izutsu, bu âyette geçen “mecnûn” kelimesine, “cinn” ile aynı kökten gelmesi sesebiyle “cinlenmiş” manasını vermiş ve müşriklerin Hz. Peygamber’e neden “cinlenmiş şair” dedikleri hakkında bir mütalaa serdetmiştir. O, bu mütalaasında, Arabistan’da şairin ve şairliğin tarihçesi hakkında bilgi vermekte, müşrik Arapların, “Ancak cinlerin sahip olduğu kişiler görünmeyen alemden haber verebilir" düşüncesinde oldukları tezini ileri sürmektedir, (bk. T. izutsu, Kur’ân’da Allah ve insan, s. 158-162) Müşrikler, ister bu şekilde düşünsün isterse “delirmiş" desinler, bu iddialarını yüce Allah defalarca reddetmiştir. Onların böyle konuşmaları Resûlullah’ı üzdüğü için Allah Tealâ, Resûlünü teselli etmiştir. (En’am, 36).

1404

5(32 Kalem, 51.

1405

Müşriklerin Hz. Peygamber’e bu ithamda bulunduklarına ilişkin diğer örnekler çin bk. A’raf, 184; Mu’minûn, 25, 70; Sebe’, 8, 46; Hicr, 6; Duhân, 14; Tür, 29; Kalem, 2; Tekvîr, 22; Kamer, 9; Şuara, 70; Zâriyât, 39, 52.

1406

Bk. İbn Hişam, a.g.e., I, 293-294; Utbe aynı zamanda kendisine mal ve hükümdarlık da önermişti. Fakat Resûlullah (s.a) ona Fussilet Sûresinin baş tarafını okumakla yetindi. Bu da önerdiklerini pervasızca reddettiğini gösteriyordu. Okuduğu ayetlerde, imana çağrı, müşriklerin inadını kırmak, onları geçmiş ümmetlerden hakkı yalanlayanların aynı akibetiyle korkutma sözkonusu ediliyor. Bunlar Utbe’yi korkutmuş ve bir kelime bile söylemeden orayı terkederek, kenidisini Hz. Peygamber’e şimdiye kadarkinden farklı bir öneriyle gönderen kavminin yanına eli boş dönmesine sebep olmuştu.

1407

Tür, 29.

1408

Elmahlı, Hak Dini, VII, 4560.

1409

Zariyat, 52.

1410

Mu'minûn, 25.

1411

Şuarâ, 27.

1412

Nesâî, iftitah 37.

1413

Bk. Buharî, Bedü’l-Vahy 2; Bedü’l-Halk 6; Fadâil 87; Tirmizî, Menâkıb 7; Nesâî, iftitah 37; Muvatta’, Kur’ân 7.

1414

Vahyin bir ara kesilmesinden sonra yeniden başladığı sırada Cebrail bu şekilde Hz. Peygamber’e görünmüştür, (bk. Cerrahoğlu, a.g.e, s. 49).

1415

Bu durum da Mi’rac’da meydana gelmiştir, (bk. Cerrahoğlu, a.g.e, s. 49)

1416

Bu vahiy şekilleri için bk. Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, s. 49-50.

1417

Tirmizî, Tefsîr Sûre (23) 1; Ahmed, Müsned, I, 34.

1418

Buharî, Bed’ü’l-Vahy 2; Tirmizî, Menâkıb 7; Nesâî, İftitah 37; Muvatta, Kur’ân 7; Ahmed, Müsned, I, 151.

1419

Vahyin çeşitli halleri ve kaynakları için bk. Cerrahoğlu, a.g.e., s. 50.

1420

Buharî, Salât 12, Cihâd 31, Tefsîru Sûre (4) 18; Tirmizî, Tefsir Sûre (4) 19; Nesâî, Cihad 4..

1421

Ahmed, Müsned, II, 176.

1422

Hz. Peygamber (s.a)’in uyuyan bir kişinin horultusu gibi horladığını ya da devenin kendisini veya arkadaşının dizinin kendi dizini çekemeyeceği kadar bedeninin ağırlaştığını söylemede hangi övgü sözkonusu olabilir ki? Eğer raviler bir övgü düşüncesinde olsalardı, meleklerin semâvî güzellikleriyle Hz. Peygamber’e indiğini, nefes alıp verir gibi kolaylıkla vahyi aldığını ve vahiy sırasında yüzünün parlak bir nurla parıldadığını iddia ederlerdi.

1423

Nakleden, i. F. Ertuğrul, izâle-i Şükûk, s. 7-8

1424

Bk. Dairetü'l-Meariti'l-islâmiyye el-Muhtasara, “Muhammad" maddesi. Yine bk. Guillaume tarafından konuya yapılan işaretler. İslam Pelican Books, s. 25.

1425

i 1425 Bk. Menzis, s. 227; Gibb, s. 23; Heykel, a.g.e. s. 27.

1426

Hadaratu’l-Arab, (tere. Zaîter) Beyrût 1399, s. 141..

1427

s. 393.

1428

588 Rodinson. a.g.e., s. 81.

1429

Guillaume, a.g.e.,s. 25

1430

Bk. R. V. C. Bodley, The Messenger, The Life Of Muhammed, s. 64.

1431

559 Orhan Hançerlioğlu, Ruhbilim Sözlüğü, Remzi Kutabevi, 2. Basılış, s. 323-324.

1432

Menzis, a.g.e.,s. 227.

1433

Orhan Hançerlioğlu, a.g.e., s. 258-259.

1434

Orhan Hançerlioğlu, a.g.e., s. 259-260.

1435

Bk. Dairetü’l-Mearifi’l-Biritaniyye, “Hysteria” maddesi; yine New Medical Dictionary, aynı madde.

1436

Sııyûtî, itkan, I, 60, ibn Mes'ud'dan naklen.

1437

Bk. Ahmed, Müsned, I,. 78.

1438

537 s. 99.

1439

s. 101 (Haşiye)

1440

s. 99.

1441

i. F. Ertuğrul, izâle-i Şükûk, s. 10-21.

1442

Bütün bu bilgiler için bk. Orhan Hançerlioğlu, a.g.e., s. 322-323.

1443

Bk. Al-i imran, 103; Enfâl, 63.

1444

Bk. I. F. Ertuğrul, izâle-i Şükûk, s. 11-13.

1445

Haşir, 21-22.

1446

Müzzemmil, 5.

1447

Renan, a.g.e., s. 1080.

1448

Afi7

Müsteşriklerden Rodinson, Ledit...vs. bu iddiayı ileri sürmüştür. Az sonra bunların iddialarını tahlil ve tartışmaya tabi tutacağız.

1449

Bk. Orhan Hançerlioğlu, a.g.e., s. 64-65.

1450

Orhan Hançerlioğlu, a.g.e., s. 65.

1451

010 Şöyle buyuruyordu inen âyet-i kerime: “(Kâfir olarak ölüp) cehennem ehli oldukları açıkça belli olduktan sonra, akraba dahi olsalar, (Allah’a) ortak koşanlar için af dilemek ne peygambere yakışır, ne de inananlara.” (Tevbe, 113).

1452

Kasas, 56.

1453

012 Buharî, Menakıbu’l-Ensâr 40, Tehîd 31; Müslim, imân 39, 41, 42; Tirmizî, Tefsîru Sûre (28) 1; Nesâî, Cenâiz102.

1454

013 Ahzab, 37.

1455

014 Buharî, Tevhîd 22; Müslim, imân 288, Tefsîru Sûre (33) 9, 10, 11.

1456

Nahl, 126-127.

1457

. 1457 Bk.lbn Hişam, a.g.e., II, 95-96.

1458

ibn Hişam, a.g.e., II, 72. ilk defa huzura geldiğinde Hz. Peygamber (s.a) ile Vahşî arasında geçenleri ve o anda Resûlullah (s.a)’in ona söylediklerini dinlemek için ibn Hişam’daki şu ifadeleri okuyalım: “Resûlullah (s.a): ‘Sen Vahşî misin!' Vahşî: ‘Evet, ey Allah’ın Resulü!’ Resûlullah (s.a): 'Otur ve Hamza’yı nasıl öldürdüğünü bana anlat!’ Vahşî, olayı kendisine anlattı. Sözünü bitirince Resûlullah (s.a): 'Yazıklar olsun sana! Fazla bana görünme, gözüm seni görmesin!’.

1459

Bk. eş-Şevkânî a.g.e., IV, 109; Daha önce bu olayı, doğruluğun Hz. Peygamber’in ayrılmaz vasfı olduğuna delil olarak getirdik. Öyle ki, en azından konuşmayıp gizlemesinde bile hiçbir sakınca olmayan özel işlerinde bile doğru söylerdi, bk. Irving, a.g.e., s. 157.

1460

Bk. Fahreddin Razî, Mefâtih, Kasas, 85. Ayetinin izahı; M. Asım Köksal, a.g.e, (Mekke Dönemi), s. 412-413.

1461

Bk. Buharî, Küsûf 1, 13, Bed’ü’l-Halk 4; Müslim, Küsûf 6, 9, 22, 28; Ebû Dâvûd, istiska 3; Nesâî, Küsûf 16; İbn Mace, ikame 152.

1462

Herhangi bir tefsirden Abese Sûresinin ilk ayetlerinin açıklamasına ve iniş sebeplerine bakınız.

1463

022 Bk. Nur, 6-9. ayetleri ve nüzul sebepleri.

1464

923 Bk. Mücâdele Sûresinin ilk ayetlerine ve nüzul sebeplerine.

1465

Enfâl, 67-68.

1466

Tevbe, 80; Hiç kimse, Hz. Peygamber (s.a)’in -haşa- yalancıktan ve rol icabı olarak Abudullah b. Übeyy'in cenaze namazını kıldırmak ister göründüğünü sanmasın. Kime karşı rol yapacaktı ki? Bu adamın öz oğlu bile Hz. Peygamber (s.a)’e babasını bizzat öldürmeyi teklif etmiş, fakat Hz. Peygamber (s.a) bu teklifini kabul etmemiştir, (ibn Hişâm, a.g.e., II, 292-293.).

1467

Hakka, 44-46

1468

isra, 74-75.

1469

828 Bakara, 144

1470

Bu yaklaşım için bk. Shorter Encyclopaedia of İslam’ın “Muhammad” maddesi. Ayrıca Goldziher’in konuyla ilgili görüşlerine biraz önce dipnotta yer verdik.

1471

330 Bkz. Rodinson, a.g.e., s. 78-80.

1472

s. 49-53.

1473

Bu şahıs, AvrupalI Hıristiyanlar, özellikle de ispanyalılar nezdinde azîzelerden biridir. Therese d’Avilla, 1515-1582 yılları arasında Ispanya’da yaşamıştır.

1474

Bk. Rodinson, a.g.e., s. 95-98.

1475

Bu rahibenin hayatı, kişiliği, dengesizliği, hayatındaki zikzaklar ve Hz. Peygamberin o pürüzsüz, istikametli, doğruluk ve samimiyet örneği hayatıyla mukayesesi için bkz Avad, Masdaru’l-Kur’ân, s. 163-168.

1476

Watt, el-Vahyu’l-islâmî fi’l-Asri’l-Hadîs, s. 109; Ca’fer Şeyhu’l-ard, Menhecü Watt Fi Dirhareseti Nübüvveti Muhammed, Menâhicü’l-Müsteşrikîn, I, 234.

1477

Watt, a.g.e., s. 109.

1478

Bkz. Subhî Salih, Mebâhis, s. 26.

1479

838 Malik Bin Nebi, Le Phenomene Coranique, Edition A. E. I, s. 84-89.

1480

ez-Zerkeşî, el-Burhân, (Tahkîk: Muhammed Ebû’l-Fadl İbrahim), Kahire, 1957, I, 198.

1481

Ca’fer Şeyhu’l-ard, a.g. makale Menâhicü’l-Mıisteşrikîn, I, 234-235

1482

Rodinson, Mahomet, s. 106.

1483

Rodinson, a.g.e., s. 105-107.

1484

a.g.e., s. 106-107.

1485

Bedlüzzaman bu gerçeği şu sözleriyle özetlemiştir: “Ehl-i vahdetü'ş-şühûdun meşrebi fark ve sahvdır. Ehl-i vahdetü'l-vücûdun meşribi mahv ve sekrdir. Safî meşreb ise, meşreb-i ehl-i fark ve sahvdır." (bk. Asâr-ı Bedîiyye, s. 20.)

1486

345 Boukuet, a.g.e., s. 266.

1487

Ledit, a.g.e., s. 110.

1488

Ledit, a.g.e., s. 47.

1489

Rodinson, a.g.e.,s. 78-81; 109-111.

1490

bk. Guillaume, a.g.e.,s. 28.

1491

Bu manadaki hadisler için bk. Buharî, Nikâh 108, Menâkıbu’l-Ensar 20, Edeb 23, Tevhîd 32; Müslim, Fedailü’s-Sahâbe 74, 75, 76; Tirmizî, Birr 70; Menâmık 61; ibn Mâce, Nekâh 56; Ahmed, Müsned, VI, 115, 117.

1492

ibn Hişam, a.g.e., I, 652-653.

1493

Ledit, a.g.e.,s. 114, 117-118.

1494

Birçok rivayete göre Rahman Sûresi Medenîdir. Bu sûrede sözkonusu hûrilerin ekser niteliklerinin zikredildiğini görürsünüz. Bu demektir ki, gerçek hiç de müsteşriklerin iddia ettiği gibi değil. O halde kendilerine başka yorum ve gerekçeler arasınlar.

1495

354 Bu nokta için bk. Irving, a.g.e., s. 193.

1496

A.g.e, s. 195.

1497

1497 Tekvîr, 8.

1498

Duha, 6.

1499

Hûd, 44.

1500

Fussilet, 11.

1501

Yâsîn, 82.

1502

Bakara, 34.

1503

Kaf, 6-11.

1504

Meryem, 68-72

1505

Tâhâ, 13-16

1506

Mü’minûn, 64-67

1507

isra, 71-75

1508

En’am, 94

1509

Nahl, 45-50

1510

Furkan, 32.

1511

Bakara, 147.

1512

Tevbe, 113.

1513

İbn Hişâm, a.g.e., II, 378.

1514

Kevser, 3.

1515

Hz. İbrahim’in vefâtı ve Hz. Peygamberin bundan duyduğu üzüntü hakkındaki bilgi ve kaynaklar için bk. M. Asım Koksal, İslâm Tarihi, X, 16-19.

1516

Kur’ân’daki gaybî haberler hakkında geniş bilgi için bkz. Şadi Eren (Yrd. Doç. Dr. ) Kur’ân’da Gayb Bilgisi, (Doktora tezi) Işık Yay. İzmir 1995, s. 159-245.

1517

Bu konuda bk. Zerkânî, Menâhil, II, 234-236.

1518

En’am, 59.

1519

Hûd, 49.

1520

Kasas, 44-46.

1521

Al-i imrân, 44.

1522

Suyûtî, İ’câzü’l-Kur’ân, I, 241.

1523

Al-i imrân. 93.

1524

Bk. Suyûtî, İ’câzü’l-Kur’ân, I, 241.

1525

Bakıllânî, et-Temhîd isimli eserinde, Kur’ân’da geçmekte olan “evvelkilerin kıssaları", “mazinin gidişatı", “eskilerin hadiseleri ve o asırlarda cereyan etmiş olayları” ancak siyer kitaplarını okuyan veya bu işlerle uğraşan kimselerle sohbet eden, kitap okuyup yazan kimseler tarafından haber verilebileceğini, Resûl-i Ekrem efendimizin ise bu tür şeylerle meşgul olmadığını zikrederek, ona bütün bunların, onun dışında biri tarafından verilmiş olması lazım geldiği ve bunun da Allah Tealâ olduğu anlatılmıştır. (Bk. Bakıllânî, i’câzü’l-Kur’ân, 74’te 1 numaralı dipnot. Aynı husus için bk. Suyutî, İ’cazü’l-Kur’ân, I, 240-242.

1526

Suat Yıldırım, Kur’ân-ı Kerim ve Kur’ân ilimlerine Giriş, s. 196.

1527

20 Tevbe, 107-108; Bu konuda geniş bilgi için bk. Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l-Kur’ân, o. VII, s. 399-405.

1528

Suat Yıldırım, Kur'ân-ı Kerim ve Kur’ân ilimlerine giriş, s. 197.

1529

Duhân, 10-16.

1530

Rûm, 3-5; Ne şaşılacak durumdur ki, müsteşrik Savari, yaptığı Kur’ân tercümesinde bu ayeti meallendirirken, bu âyetlerin inişinden sonra Hz. Ebu Bekir ile Umeyy b. Halef arasında geçen ve yüz deve üzerinde gerçekleştirilen mübaheseyi konu alan rivayeti kaydeder ve şöyle bir yorum yapar: “Önceden haber verilen bu durum gerçekleşince, Müslümanlar, bunu Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in peygamberliğine kesin bir delil olarak kabul ettiler. Oysa, böylesi müphem bir peygamberlik için getirilen bu tür delillerin tutarsızlığını anlamak gayet kolaydır. Rum ve İran imparatorluklarının durumunu iyi bilen herhangi bir insan, dikkat ettiği takdirde böyle bir tahminde bulunabilir.” (Savary, Le Coran, s. 365, ikinci dipnot.) Oysa, gerçekte mesele hiç de Savary’nin zannettiği kadar basit değildir. Aksi halde, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in, sözkonusu iki imparatorluğun durumunu, Şam’a, Irak’a ve Yemen’e ticaret için giden, bazıları, Bizans Kralının sarayında Hirakl ile görüşen Ebu Süfyan gibi oralardaki hükümdar ve yöneticilerle görüşen Kureyş’in ileri gelen Ubeyy b. Halef ve Ebû Süfyan...vb kimselerden daha mı iyi biliyordu? Hal böyle iken, neden Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bunu bildi de, Hz. Ebû Bekir ile yüz deve üzerinde bahse giren kavmi bilemedi. Oysa bundan amaçları, Rumların İranlIlara galip geleceğine ilişkin Kur’ân'ın haberini yalanlamaktı. Hz. Ebu Bekir de bahsi kazandı. Meselâ, tecrübeli bir insanın, birbirine düşman iki ülke arasında bir savaşın patlak vereceğini genel olarak hissetmesi kolaydır. Fakat, böyle bir savaşın dokuz seneyi geçmeyecek bir süre içerisinde meydana geleceğini, henüz yeni savaştan yenik çıkmış bir tarafın zaferiyle sonuçlanacağını, buna itiraz eden kimselerin bahse girip bahsi kaybetmeleri, bütün olayların tıpatıp onun dediği biçimde gerçekleşmesi ise, bir mucizedir. Hele hele, biliyoruz ki, bu önceden haber verme durumu gerçek olarak ortaya çıkmasaydı, islamın geleceği üzerinde en büyük tahribatı oluştururdu. Çağımızın istihbarat organları bunca mütehassıs beyinleri ve kompleks elektronik cihazlarıyla bile, bu gibi konularda çoğu kez yanılabilmektedir.

1531

Kalem, 16.

1532

Ra’d, 17; İbrahim, 24.

1533

Nûr, 55.

1534

Enfâl, 36.

1535

Mâide, 14.

1536

A’raf, 167-168; Al-iimran, 112.

1537

Al-i imran, 55.

1538

Bk. Tebbet, 1-5.

1539

Kamer, 45.

1540

Kendisinden gelen bir rivayete göre Hz. Ömer (r.a) bu ayet indiğinde manası kendisine kapalı gelmiş, fakat Bedir günü Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in bu ayeti tekrar ettiğini görünce manasını anladığını söylemiştir. Beydavî, bu ayeti tefsir ederken aynen şunları söylemektedir: “Bu Bedir Savaşı günü gerçekleşti. Bu Peygamberlik delillerindendir. Hz. Ömer'in şöyle dediği nakledilmiştir: “Bu ayet indiği zaman manasının ne olduğunu bilmiyordum. Bedir günü olduğunda, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in bir yandan zırhını giyerken bir yandan da “O topluluk yakında bozulacak..." dediğini duydum. Manasını o zaman öğrendim."

1541

Maide, 67.

1542

Hz. Enes (r.a)’dan şöyle rivayet edilmiştir: “Allah seni insanlardan koruyacaktır.” (Maide, 67) ayeti ininceye kadar Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) nöbetçiler tarafından korunuyordu. Bu ayet inince, başını deri bir çadırdan dışarı uzattı ve şöyle buyurdu: “Ey insanlar gidin. Allah beni insanlardan korudu." (bk. Beydavî, Tefsir, bu ayetin nüzul sebebi.)

1543

Hicr Sûresi. 10.

1544

En’am, 65.

1545

Yunus, 92.

1546

Bucaille, a.g.e., s. 238-241.

1547

Draz, Initiation au Coran, s. 159-160.

1548

Zerkanî, Menâhil, II, 432-433.

1549

İbn Abdi’l-Berr, Câmi’u Beyâni’l-îlm, Medine, 1388/1968, II,. 233; Bu hadîsin sıhhat derecesi ne olursa olsun pek çok alim, bunu tasrih etmeksizin aynı ölçüyü kullanmıştır. Bunun örnekleri için bk. Suat Yıldırım, “Hadisleri Kur’ân’la Karşılaştırma Meselesinin Kaynakları” (A.Ü.İ. i. Dergisi, Ankara, 1978. Tayyib Okiç Armağanı) s. 106-114.

1550

MsL, bk. Haşir, 7.

1551

Kur’ân Hukukunun genel prensipleri şu ve benzeri ayet-i kerimelerdir: Mâide, 1, 2, 8, 59; Nisa, 58, 29; isrâ, 34; Bakara, 173, 280, 283; Talak, 2; Şûra, 38; Al-i imrân, 159. vd..

1552

Ö. N. Bilmen, Tabakatü’l-Müfessirîn, I, 48-49.

1553

Bu konuda bk. msl. Nisâ, 165; Enfâl, 39, 46; Ankebût, 45; Bakara, 153; Hac Sûresi 27; Tevbe, 103.

1554

Ö. N. Bilmen, a.g.e. I, 50.

1555

Bu konudaki sayısız örneklerden sadece iki tanesi için bk. A’raf, 85-87; Enfâl, 24-26.1555

1556

Ö. N. Bilmen, a.g.e., I,. 53-54.

1557

58 Sayısız örneklerden bk. Nahl Süresi 90; A’raf, 199; Kıyâme, 36; Saf, 3.

1558

·        80 Ö. N. Bilmen, a.g.e., I, 56.

1559

Bk. Bediüzzaman, Said Nursî, Sözler, s. 382-383.

1560

Bucaille, a.g.e., s. 13.

1561

Bk. S. Yıldırım, Kur’ân ve Kur’ân ilimlerine Giriş, s. 203.

1562

A.g.e. s. 204.

1563

Tarık, 6-7.

1564

Hacc, 5; Mu'minûn, 11-14; insanın üremesi konusunda Kur’ân’da geçen müteaddit ayetlerden özellikle Hacc Sûresi 5, Mü’minûn Sûresi 11-13 âyetlerini ele alıp, modern biyolojinin bu konudaki tespitleri ile karşılaştıran bir tıp profesörü, sonunda ikisi arasında tam bir mütabakat bulunduğunu, Kur’ân’da bildirilenlerin 19. asırdan önce yeryüzünün hiçbir yerinde malum olmadığını ifade edip sözlerini şöyle bitirir: “Kur’ân, insanların keşfetmek için yüzyıllarını harcayacakları, insanın üremesi konusundaki temel gerçekleri, sade bir anlatımla insanlığa açıklıyordu.” (Bucaille, s. 293-306 ve bilhassa 306).

1565

Zümer, 6.

1566

Enbiya, 30; imam el-Bakıllânî bu âyeti tefsir ederken yanlışa düşmektedir. Çünkü, “Allah her canlıyı sudan yarattı...” (Nûr , 45) ayet-i kerimesini bir nevi ifadenin ta'mimi kabul etmiş ve sanmıştır ki, Kur’ân, bütün canlıyı sudan yarattığını söylerken, bütün canlıları değil de sadece bir kısmını kastettiğini, fakat genel bir ifade kullandığını söylüyor. Acaba konuyu detaylı bir biçimde inceleyen günümüz bilginleri ne diyorlar? Şimdi onları dinleyelim: "Kesin olarak sabit olmuştur ki, hayatın aslı sudur ve her canlı hücreyi oluşturan ilk unsur sudan başkası değildir. Susuz hayat mümkün değildir. Herhangi bir gezegende hayatın bulunup bulunmadığı tartışıldığı anda ilk ortaya atılan soru şudur; “Acaba o gezegen üzerinde hayata zemin olabilmek için gerekli ve yeter miktarda su ihtiva ediyor mu?” (Bucaille, a.g.e., s. 212; ayrıca bk. “el-Müntehab Fî Tefsîri’l-Kur'ân’dan bu ayetin tefsirine ve sayfa altındaki İlmî yoruma.” Enteresandır ki, Bakıllanî, bu sözünü, kendi dönemindeki din düşmanlarının Kur'ân’ı cerhetmek için ileri sürdükleri görüşlere karşı Kur’ân’ı müdafaa etmek amacıyla söylemiştir. Bakıllanî tam olarak şöyle diyor; “Yüce Allah’ın ‘Allah her canlıyı sudan yarattı...’ sözüne gelince, din düşmanları bununla ilgili olarak diyorlar ki: ‘Bu ayette birkaç yönden imkânsızlık vardır. Birincisi: Bütün canlıların sudan yaratıldığını söylüyor. Oysa gerçek öyle değildir. Çünkü, canlılardan, yumurtadan, topraktan, nutfelerden... yaratılanlar da vardır.’ Bunun cevabı şudur: “Küll” kelimesi bütün cinsi kapsamak için değildir. Aksine, ta’mim va tahsise de elverişlidir. Şayet umum ifade ediyorsa, tahsisi de caiz olur. Çünkü, sudan yaratılmayan canlıların da bulunduğunu biliyoruz. Üstelik, şöyle diyen kimseler de vardır: 'Her şeyin aslı şu dört şeydir: Su, hava, ateş ve toprak. Her canlı bir nevi ıslaklık ve rutubetten meydana gelmektedir." (el-Bakıllânî, NüketüTİntisar Li Nakli'l-Kur’ân, s. 202).

1567

Rum, 48.

1568

Dünyanın yuvarlak olduğuna müteaddit ayetlerde işaretler vardır. Ezcümle:

Allah geceyi gündüze, gündüzü de geceye doluyor" (Zümer, 5) âyetinde geçen tekvîr (yukevviru), baş gibi kürevi bir cismin etrafında, bir şeyi msl. sarığı döndürerek sarmak; tam türkçe tabiriyle “dolamak” demektir (Aynı eser, s. 138 ve Tefsîru’l-Menâr, I, 211). İlmî nazariyelere göre Kur’ân’ı tefsir etmekten çekinen Seyyid Kutub bile bu ayetin tefsirinde şöyle diyor:

"Bu tekvîr tabiri, yeryüzünde görülen müşahhas bir hakikati tasvir etmektedir. Yer küresi kendi mihveri etrafında güneşe karşı dönmektedir. Arzın müdevver (yuvarlak) olan sathından, güneşe karşı olan kısmını aydınlık kaplar ve gündüz olur. Fakat bu aydınlık kısım devam etmez; çünkü arz dönmektedir. Yeryüzü hareket ettikçe gece başlar ve üzerinde gündüz bulunmayan kısım, karanlığa bürünür. Arzın sathı yuvarlak olduğu için üstündeki gündüzler de müdevverdir. Tabiatıyla onu takip eden geceler de müdevver olacaktır. Bir süre sonra öbür taraftan gündüz başlar ve gecenin üzerine dolanır. Ve bu hareket böylece devam eder: “Geceyi gündüze, gündüzü de geceye dolar.” Kullanılan kelime, şekli çizmekte, durumu belirtmekte, arzın mahiyetini ve hareketini açıklamaktadır. Arzın küre şeklinde oluşu ve dönmesi, bu tabiri (tekvîr tabirini) son derece dakîk bir tarzda tefsir etmektedir.” (Bk. Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l-Kur’ân, Zümer, 5. âyetin tefsirine.

Mahmud es-Savvaf’a göre, dünyanın döndüğüne veya dönmediğine dâir Kitab veya Sünnette kat’î delil yoktur. Ancak dünyanın döndüğüne işaret eden âyetler vardır. O, “Sen dağları görür, onları hareketsiz, sabit sanırsın. Halbuki onlar, bulutların geçişi gibi geçerler” (Nemi, 88) ayetini, birçok âyet meyanında, dünyanın döndüğüne işaret eden ayetlerden sayar. (C. Kırca, s. 141-142, n. 42’den)

1569

Zümer, 5; Ra'd, 41; Enbiyâ, 44.

1570

Yâsin, 38.

1571

Nuh, 16; Furkan, 61.

1572

En’am, 83.

1573

Nahl, 69.

1574

Nahl, 66. Bu noktanın izahı için bk. Bucaille, a.g.e., s. 196-198.

1575

Nahl, 69. Meselâ, eş-Şerif er-Radî şöyle diyor: Bal, muhakkik alimlere göre arının karnından çıkmaz. Aksine, arı onu düşme ve bulunma yerleri olan ağaç yaprakları ve bitki çiçeklerinden alır. Çünkü o (bal) tıpkı şebnem gibi belli yerlere ve belli özelliklerde düşer. Arı ise bu yerleri takip eder ve bu mevkileri bilir. Balı ağızıyla kovanına ve kendisi için hazırlanmış yuvalara taşır. Yüce Allah: “Karınlarınlarından çıkar...” buyuruyor. Bundan maksat, “Karınları cihetinden çıkar” demektir. Karınlarının ciheti ise, ağızlarıdır. Bu, sözkonusu beyanın gizli manalarından ve kelamın yüksek ifadelerindendir." (Telhîsu’l-Beyân Fî Mecâzâti’l-Kur’ân, s. 193).

Bakınız nasıl, eş-Şerif er-Radî’nin dönemindeki (beşinci Hicrî asır) muhakkik alimler, balın, arının karnından çıkmadığını iddia ediyorlar. Bu nedenle de er-Radî, ayetin “Karınları cihetinden çıkar..." kaydını Kur'ân'ın mecazlarından saymış ve geçen metni iktibas ettiğimiz, konuyla ilgili kitabına almıştır. Oysa doğrusu, Kur'ân’ın dediği, yani balın, gerçekten de rahîki toplayıp midesinde bala dönüştüren ve daha sonra da onu dışarıya salgılayan arının karnından çıktığıdır (bk. el-Mecmûatüs-Sekafiyye “Arı Balı" maddesi. eş-Şerif er-Radî'den üç asır kadar sonra olan el-Beydavî ise, ayetin gerçek anlamını yakalıyor. Ne var ki, ikinci görüşü de kaydederek hakkında bir değerlendirme yapmıyor.)

1576

Yâsin,.36; Zâriyat, 49; Ra’d, 3; Ağaçların aşılanması öteden beri bilinmekte ise de, yakın bir zamana gelinceye kadar, rüzgarların aşılama ile herhangi bir ilgisi bilinmemekte idi. “Allah, her meyveden yine kendilerinin içinden ikişer çift yaratmıştır" (Ra'd, 3) âyetinin bildirdiği hakikat keşfedilip bütün bitkilerin çiçeklerinde erkek ve dişi çifti bulunduğu ve erkeğin dişiyi aşılamasıyla meyvelerin meydana geldiği anlaşıldıktan sonra, döllenmenin ve aşılanmanın rüzgârlar vasıtasıyla olduğu tespit edilmiştir. (Tefsîrü’l-Menâr, c. 1, s. 210; Elmalılı, Hak Dini, IV, 3053; Bucaille, a.g.e., s. 280-281; C. Kırca, a.g.e., s. 166)

1577

Hicr, 22..

1578

Enbiyâ, 30.

1579

Fussilet, 11.

1580

En’am, 125.

1581

Nebe’, 6-7; Naziat, 32.

1582

Lukman, 10.

1583

A’raf, 172. Bu âyet şu mealdedir: “Rabbin, Adem oğullarından, onların sulblerinden (bellerinden) zürriyetlerini almış ve onları kendilerine şâhit tutarak: "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ (demişti). ‘Evet, (buna) şahidiz’ dediler. Kıyâmet günü ‘Biz bundan habersizdik demeyesiniz.”

Seyyid Kutub, bu âyeti açıklarken şu izaha da yer veriyor: “Gerçekten Kur’ân-ı Kerim, varlığın en derin noktalarından, insan fıtratının derinliklerinde gizlenmiş olan bu son derecede derin müthiş hakikati, bu derecede parlak, eşsiz ve hayret verici bir sahne içinde sergiliyor. Hem de bunu, içinde yaşadığımız zamandan ondört asır kadar önce insanların menşei ve tabiatlarının gerçek mahiyeti hakkında vehimlerden başka bir şey bilinmediği bir ortamda bildiriyor. Bunca asırlar geçtikten sonra bir kısım şeyleri öğrenme imkânı buluyor. Bir de görüyoruz ki ilim, genlerin (insanın bütün hayatını içerisine alan bir kataloğu durumunda olan irsiyeti nakleden hücrelerin) bir sicil (kayıt) defteri olduğunu ve insanlar, daha sulblerde hücreler halinde iken onların bütün hususiyetlerinin o genlerde saklı olduğunu öğretiyor. Ve üç milyar insanın kaydını muhafaza eden genlerin hacim itibariyle 1 cm3 (bir santimetre küp)’ü geçmediğini, yani bir dikiş yüksüğü kadar bir yere sığdığını ifade ediyor. Bu öyle bir iddiadır ki, eskiden bunu söyleyen kimsenin hemen deli olduğu söylenirdi. ‘Biz, onlara hem dış dünyada hem de kendi nefislerinde, Kudretimizin işaretlerini göstereceğiz, tâ ki kendileri de onun gerçek olduğunu iyice bilecekler’ (Fussilet, 53) buyuran Yüce Allah, elbette doğru söyler." (S. Kutub, Fİ Zılâl, A’raf, 172. âyetin tefsiri).

.Kıyâme, 3-4; Parmak izleri, ömür boyunca aynı kalmakta, hiç değişmemektedir. insanların diğer uzuvlarında benzerlik olabilirse de, parmak uçlarındaki izlerde iki insanının benzer olduğu vaki değildir. Bundandır ki en emin hüviyet tesbiti, gerçek imza olarak emniyet ve hukuk makamlarınca kullanılmaktadır. 19. asrın son çeyreğinde İngiltere’de kullanılmaya başlamış ve sonra her tarafa yayılmıştır.

Kur’ân, belirttiğimiz âyet-i kerimede öldükten sonra insanın bütün teferruatıyla diriltileceğini bildirirken, insanın bu en ince özelliğine şöylece işaret eder: "insan, Bizim, kendisinin kemiklerini bir araya toplayamayacağımızı mı sanır? Evet, toplarız; onun parmak uçlarını bile düzgünce, yerli yerinde yapmaya gücümüz yeter."

1584

Mâide, 90-91.

1585

isrâ, 32; Furkan, 68; Mumtehine, 12; Nûr, 2.

1586

Bakara, 222; Mâide, 6; Tevbe, 108...

1587

Mâide, 90-91.

1588

Bakara, 173; Mâide, 3; En’am, 145.

1589

Bakara, 190; Mâide, 87; A’raf, 55; Yunus, 74...vd.

1590

A’raf, 31.

1591

Msl., bk. Mâide, 66; Nahl sûresi, 9; Fatır, 32; Lukman, 32.

1592

Mevdûdî, a.g.e., II, 256-257..

1593

Mevdûdî, a.g.e., II, 256.

1594

Zerkânî, Menâhil, II, 303.

1595

Ayetin meali: “Ve böylece kendi emrimizden sana (kalblere canlılık veren) bir ruh vahyettik" (Şûra, 52).

1596

Ayet meali: “Şüphesiz ki size Allah’tan bir nûr ve açık bir kitap geldi.” Mâide, 15.

1597

" En’am, 122; Nahl, 97; Enfâl, 24.

1598

Mü’minûn, 70.

1599

ibn Hişâm, a.g.e., I, 373-374.

1600

Secde, 26.

1601

Hz. Ömer’in Müslüman oluşu ile ilgili olarak bk. ibn Hişâm, a.g.e., I, 342-348. Sa’d ve Useyd’in Müslümanlığıyla ilgili olarak da bk. ibn Sa’d, Tabakat, III, 420-436, 603-607.

1602

Bk. Buhan, imân, 26; Müslim, imâre 103; Nesâl, Cihad 18, 30; ibn Mace, Cihad 1.

1603

Zerkânî, Menâhil, II, 411.

1604

100 Konu ile ilgili daha geniş bilgi için Bk. Ömer Rıza Doğrul. Asr-ı Saadet, IV, 1570-1577; İsmail Karaçam, Sonsuz Mu'cize Kur'ân. s. 490-493.

1605

Ibn Abdi’l-Berr, el-istiâb Fî Ma’rifeti’l-Ashâb, III, 309; Bir diğer rivayete göre Lebîd, Alak Sûresi nâzil olduğu zaman arkadaşları ile birlikte bu sûreyi görmüş, bunun bir kul kelâmı olamayacağını hemen anlayarak Resûlullah’ın yanına gidip Müslüman olmuş ve Kur’ân-ı Kerime hayranlığı sebebiyle de bir daha şiir söylememiştir. Bk. Şemseddin Samî, Kâmûs’l-A’lâm, V, 3986; İslâm Ansiklopedisi, VII, 28-29; Ziriklî, el-A’lâm, VI, 104.

1606

Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 28; İbn Sa’d, et-Tabkât, IV, 219-237.

1607

Ahmed, Müsned, I, 461.

1608

Ahmed, Müsned, I, 117.

1609

Ahmed, Müsned, I, 318.

1610

Ahmed, Müsned, III, 335.

1611

Nevevî, et-Tibyân fî Adâbi Hameleti’l-Kur’ân, s. 47 vd.

1612

Buharî, Fedâilü’l-Kur’ân, 35.

1613

Mevdûdî, a.g.e.JI, 257-258.

1614

Mevdûdî, a.g.e.JI, 255.

 


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar