KUR'ÂN ve PEYGAMBER salla'llâhü aleyhi ve sellem ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
Yazan:
Dr. Abdülaziz HATİP
ÖNSÖZ
Kur'ân,
İslâm dininin temeli, güneşi ve planıdır. Ona gelecek en ufak bir şüphe ağacın
köküne musallat olmuş bir kurt gibi bu dini içten içe kemirir ve zamanla
yıkılışa sürükler. Geniş dairede ve dünya çapında bunu başarmak mümkün değilse
de, fertler ve topluluklar bazında bunun örneklerine nâdir de olsa şahit
olunmaktadır. Bu gerçeği çok iyi bilen İslâm düşmanları, bütün mesâilerini
Kur'ân'a karşı şüpheler uyandırma ve müntesiplerini ondan soğutma noktasında
yoğunlaştırmışlardır. Bin dört yüz küsur yıllık İslâm tarihinde bu durum
görülmektedir.
Ne
yazık ki, etrafındaki surlarda önce gediklerin meydana geldiği, arkasından
müntesiplerinin maddî ve siyasî güçlerini büyük çapta yitirmeleriyle de
maddeten savunmasız kalan Kur'ân, son bir iki asırdır sözkonusu hücumlara daha
fazla maruz kalmıştır. Ne var ki, bu son derece olumsuz durum bile o manevî
güneşin söndürülmesine yetmemiş, aksine i'câzınm daha belirgin bir biçimde
ortaya çıkmasına vesile olmuştur. Evet, Kur'ân'm beşer sözü olmadığına en açık
delil, onun bunca amansız hücumların, yıldızmisal âyetlerinde kusur bulabilmek
amacıyla yüzyıllar süren tarassutların ve öz bünyesinde bir eksiklik
yakalayabilmek ümidiyle onu âdeta büyüteç altında inceleme gayretlerinin hep
neticesiz kalmasıdır. Öyle görünüyor ki o, mu'cizeliğiyle düşmanlarına dün
olduğu gibi bugün de meydan okumuş ve onları ilmen ve fikren bozguna uğratmış
ve uğratmaktadır. Mevlâ'nın yaktığı güneş kandilini üfleyerek söndürmek, onu
balçıkla sıvamakla karartmak mümkün olmadığı gibi, manevî bir güneş olan
Kur’ân-ı Kerimi de bu tür saldırılarla gözden düşürmek ve şüphe çamurlarını
atmakla gölgelemek mümkün değildir.
Bunun
en açık delili, işaret ettiğimiz bunca olumsuz şartlar içerisinde bile bizzat
düşmanları tarafından ona sayısız övgülerin gönderilmesi ve insanlık için bir
cazibe merkezi olmaya devam ederek her gün yeni yeni pervâneleri ışığına
celbetmesidir. Bizce Kur an'ın bu kuvvet, salabet ve tesiri bile onun mu'cize
olduğunu ispatlamaya yeter. Özellikle günümüzde Kur'ân'm tadılıp zevkedilen,
fakat genellikle gerçek sebebi tam olarak tesbit edilemeyen bu yönü hamiyetli
İlâhiyatçıların önünde bâ-kir bir saha olarak durmaktadır. Bu konuda özellikle
yeni mühtediler üzerinde gerçekleştirilecek ciddi ve geniş anket ve
istatistikler, birer kıvılcımı andıran ferdî tecrübe ve görüşleri birleştirerek
güneş gibi bir gerçeği ortaya çıkaracaktır. O da Kur'ân'ın, peşin hükümsüz
okuyucusu üzerinde bıraktığı etkinin gerçek kaynağının İlâhî oluşudur.
Kur’ân'm
vahiy kaynağı ile ilgili iddialara, müsteşrikler tarafından kaleme alman
"Hz. Muhammed'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hayatı, İslâm dini, İslâm
tarihi" gibi konuları ele alan eserlerde, özellikle Batı dillerine yapılan
Kur'ân tercümelerinin giriş kısımlarında ve dinleri konu alan ansiklopedilerde
hemen istisnasız bir şekilde yer verilmiştir. Ayrıca bu konuda müstakil olarak,
bazıları ciltler tutan kitaplar ve yüzlerce makale bulunmaktadır. Biz, örnek
kabilinden bu tür eserlerin kısa bir listesine tezimizin Giriş bölümünün ilgili
kısmında yer verdik.
Özellikle
son asırda Kur'ân'm büyük çapta savunmasız ve hâmisiz kaldığını belirttik. Bu,
Kur'ân cephesinde hiçbir müdafaanın yapılmadığı anlamına gelmez. Nitekim,
Kur'ân'm İlâhî oluşu konusunda oldukça kifâyetli ve orijinal görüşlerle ortaya
çıkan ve ilk anda hatıra gelen bazı alimler vardır. Bunlardan Özellikle,
"en-Nebeü'l-Azîm" ve "Initia-tion au Coran" isimli iki
kıymetli eseriyle Muhammed Abdullah Draz, "el-Vahyu'l-Muhammedî"
eseriyle Reşîd Rıza, "Menâhilü'l-İrfân Fî Ulûmi'l-Kur’ân" hacimli
çalışmasıyla Muhammed Abdu'l-Azîm ez-Zer-kanî, büyük bir kısmı konumuzla ilgili
olan "Risâle-i Nûr Külliyatı"yla Bediüzzaman Said Nursî, "Le
Phenomene Coranique" kitabıyla Mâlik bin Nebî, "Hakikat
Nurları", "İzâle-i Şükûk" gibi kıymetli çalışma-larıya İsmail
Fennî Ertuğrul, "Müdafaa (Ehl-i İslâmî Nasraniyete davet edenlere karşı
kaleme alınmıştır)" ve "Beşâir (Sıdk-ı Nübuvvet-i Mu-hammediye)"
isimli iki risâlesiyle Ahmed Midhat Efendi, "Masdaru'l-Kur'ân" ve
"el-Musteşrikûn ve'l-Kur'ân" çalışmalarıyla İbrahim Avad, "La
Bible, le Coran et la Science" adlı çalışmasıyla Maurice Bucaille,
"Defense de la Vie du Prophete Muhammed contre ses detracteurs" ve
"Defense du Coran Contre ses Critiques" isimli çalışmalarıyla
Abdurrah-man Bedevî, “el-Kur'ân ve'l-Mubeşşirûn" isimli
çalışmasıyla Muhammed İzzet Derveze, "ez-Zahiretü'l-İstişrakıyye"
isimli hacimli eseriyle Sâ-lim el-Hâc Sâsî, “el-İslâm Fî
Kafesi'l-İttihâm" gibi eserleriyle Şevkî Ebu Halîl, "İftiraâtü'l-Musteşrıkîn
Ale'l-İslâm" adlı çalışmasıyla Ab-du'l-Azîm İbrahim Muhammed el-Mutıî,
"el-Musteşrikûn ve Şübehâtu-hum Havle'l-Kur'ân" adlı
risalesiyle Muhammed Bakır el-Hakîm... özellikle sayılması gereken
şahsiyetlerdir. Burada müsteşriklerin, Özellikle Kur'ân'm kaynağı, siyer ve
İslâm hukukunun yanısıra diğer değişik İslâmî konulara ilişkin şüphelerine
cevaplar vermeyi amaçlayan ve sahalarında salahiyetli bir heyet tarafından
hazırlanmış "Menâhicü'l-Musteşrikîn
Fi'd-Dirâseti’l-Arabiyyeti'l-İslâmiyye" isimli iki ciltlik değerli
çalışma ile Mustafa Asım Köksal'm, “Cartanı nin İslâm Tarihi'-ne
Reddiye" isimli değerli eseri de zikretmeden geçemeyeceğiz. Dr. İdris
Şengül tarafından doktora tezi olarak hazırlanan "Kur'ân Kıssaları
Üzerine" adlı çalışma da, konumuzla ilgili kıymetli bilgiler ihtiva
etmektedir.
Kur'ân
düşmanlarının asırlardır birbirine eklenerek yığılmış isnat ve şüphelerine
karşı bu çalışmalar, büyük bir boşluğu dolduruyorsa da, en azından kemmiyet
olarak bizce bu şanlı ümmetin hamiyet ve gayretlerini tam olarak
yansıtmamaktadır. Bunların pek çoğu da, düşmanlarına karşı yenik çıkmış ümmetin
gönül yaraları için birer ilk yardım niteliğindedir. Bu konuda çok daha derin,
kapsamlı ve nitelikli çalışmalar yapılmalı ve Kur'ân muhaliflerinin çoğu kez
yaptığı gibi öyle pervasızca söz söylemelerine fırsat verilmemeli, onları bin
düşünüp bir söylemeye mecbur bırakmalıdır. Bu iş sanıldığı kadar da zor olmasa
gerek. Nitekim, pek çok müsteşrikin, kendinden son derece emin bir edâ ile
ileri sürdüğü pek çok ithamın, iyice tetkik edildiğinde gerçekle hiçbir
ilgisinin bulunmadığı, bizzat kendi ölçüleri kullanılarak bile rahatlıkla
ortaya konulabilmektedir. Bu tür iddialarda çoğu kez, biri ötekinin görüşünü
nakzetmekte, öncekinin büyük bir iddiayla geliştirdiği bir hipotezi sonraki
temelinden çürütmektedir. Daha da ötesi, aynı müsteşrik bir tek eserinde bile
bazan defalarca tenakuza düşmekten kurtulamamaktadır.
Bizim
bu mütevazî çalışmamızın amacı konuya ilişkin söylenenleri toparlamak,
iddialara farklı bir bakış açısıyla yaklaşarak değişik bir üslupla
değerlendirmek ve cüz'î de olsa konuya katkıda bulunabilmektir. Bundan
fazlasını yapmaya ne yazık ki, ne süre, ne hacim bakımından çalışmamız
elvermez. Ancak bundan sonraki hedefimiz, burada belki de çoğu zaman isimlerine
ve bir iki görüşüne yer verilerek geçilen pek çok müsteşriki—bir ferdin imkânı
ölçüsünde—müstakil, hatta yerine göre bir tek eserini ele alarak mevziî
çalışmalar gerçekleştirmektir. İlâhiyat alanında ciddî akademik adımların
atılmaya başlandığı günümüzde bundan böyle bu yöndeki çalışmaların çoğalmasını
kuvvetle ümit ediyoruz.
Bizce
şu soruyu sorma zamanı gelmiş, hatta geçmektedir: Ümmet olarak daha ne zamana
kadar bizzat kendi Kitabımız, Peygamberimiz, inancımız ve kültürümüzle ilgili
alanlarda yapılanlara seyirci kalacağız? Bu sahnede sergilenen rolleri izlerken
hoşumuza giden tabloları görünce sevinecek, bizi rencide eden bir söz ve
davranış karşısında sadece burkulacak, yüzümüzü asacak, fakat eli kolu bağlı ve
daima seyirci koltuğunda oturmakla yetineceğiz? Bizce bazı müsteşriklerin
bizzat ruh kökümüze el atmaları, kendimiz olarak varlığımızı sürdürmemizi ciddî
biçimde tehdit etmeleri karşısında gerekli savunmayı yapmak bile yeterli
olmayıp, bir yandan onların cesaretlerini kıracak biçimde yanlışlarını bir bir
ortaya koyarken, diğer yandan karşı atağa geçerek bize karşı kullandıkları
silahlarını kendi kutsal kitaplarına, kültür ve medeniyetlerine çevirmeliyiz.
Unutulmamalıdır ki, onların kuvvetli görünmeleri bizim zayıf oluşumuzdandır.
Tezimiz,
bir Giriş ve üç ana bölümden oluşmaktadır. Giriş kısmında, oryantalizm ve
oryantalist kelimelerinin sözlük ve terim anlamları, oryantalizmin doğuşu,
tarihî gelişimi, İslâmî konularda yaptıkları çalışmalarından örnekler, Hz.
Muhammed'e ve Kur'ân'a bakışları, Kur'-ân ilimleri alanında yaptıkları
çalışmalar üzerinde durduk.
Birinci
bölümde, müsteşriklerin, Kur'ân'm tebliğcisi olarak Hz. Muhammed'in şahsıyla
ilgili iddialarını ele aldık. Kur'ân'm İlâhî kaynaklı oluşunu kabul etmeseler
de Hz. Muhammed'in baştan beri samimi olduğunu ve bu samimiyetini ömrünün
sonuna kadar sürdürdüğünü söyleyenler; bu konuda Mekke ve Medine dönemlerini
farklı değerlendirenler ve Hz. Muhammed'i baştan beri samimiyetsiz ve
artniyetli olduğunu söyleyenlerin görüşlerini ele aldık. Bu bölümde daha çok
son iki iddia üzerinde geniş değerlendirmelerde bulunduk.
Çalışmamızın
ikinci bölümünde, doğrudan doğruya Kur'ân'm kaynağı ile ilgili iddiaları ele
aldık. Müsteşriklerin öne sürdükleri bu kaynakları "İç Kaynaklar" ve
"Dış Kaynaklar" başlıkları altında inceledik. Dış Kaynaklardan
kastımız, Hz. Peygamberin ruhî ve aklî faktörünün dışında kalan yer ve
şahıslardır. Bunları Mekke Dönemindeki Kaynaklar ve Medine Dönemindeki
Kaynaklar olmak üzere ikiye ayırdık. İç Kaynaklardan amacımız da doğrudan
doğruya Hz. Muhammed'in ruhî ve aklî varlığıyla ilgili olarak hatıra
gelebilecek hususlardır. Bu başlık altında, Hz. Muhammed'in, bazı şahsî ve
toplumsal amaçlar gözeterek bile bile sözlerini Allah'a isnat etme ihtimalinin
bulunup bulunmadığı; farkında olmaksızın ve ihtiyarı dışında böyle bir yola
girmesinin mümkün olup olmadığı noktaları üzerinde durduk.
Tezimizin
üçüncü bölümünde ise, Kur'ân'ın, gerek üslup, gerekse muhteva bakımından beşer
kaynaklı olup olamayacağı noktaları üzerinde durduk.
Tezin
sonuç kısmında, araştırmamız sonunda ulaştığımız neticeleri belirttik.
Çalışmamın
başından beri yol gösterici himmetlerini benden esirgemeyen muhterem hocam
Prof. Dr, Suat Yıldırım Bey'e özellikle şükranlarımı sunarken, emeği geçen
diğer hoca ve arkadaşlarıma da teşekkür etmeyi görev sayıyorum.
Doktora
çalışmamızın basımını gerçekleştiren Nesil Basım-Yayın yetkililerine özellikle
kitap olarak yayına hazırlanmasında gayretlerini esirgemeyen muhterem Mehmed
Paksu ve Kenan Demirtaş'a şükranlarımı bildirmek istiyorum.
Abdulaziz
HATİP
İstanbul,
1997
L BOLUM
ORYANTALİZMİN, DÜNDEN BUGÜNE
KUR’ÂN’A VE HZ. MUHAMMED’E BAKIŞI
·
A. Müsteşrik Kavramının Tanımı ve
Kapsamı
Oryantalizm,
diğer deyimiyle müsteşriklik, Doğu bilimi veya Doğu Dünyası bilimi veya Şark
ilmi demektir.1
Oryantalist ise, genel anlamıyla ve bir bütün olarak Yakın, Orta ve Uzak Doğuyu
dili, edebiyatı, uygarlığı ve dinleriyle incelemeye çalışan Batılı bilim
adamları için kullanılan bir terimdir. Ancak biz burada bu geniş anlamı
üzerinde durmayacağız. Ayrıca "Doğu" kavramının değişik dönemlerde
kazandığı çeşitli coğrafî ve medenî değişikliklere değinmeyeceğiz. Burada bizi
asıl ilgilendiren husus, Müslüman Doğunun edebiyatıyla, tarihiyle,
inançlarıyla, hukuk yapısıyla ve genel olarak medeniyetiyle ilgilenen Batı
araştırmaları anlamındaki oryantalizmdir. Zaten İslâm dünyasında da
"oryantalizm" veya "oryantalist" denildiğinde ilk akla
gelen ve oryantalistlerin de kendi çalışmalarında yaygın olarak kastettikleri
anlam budur.2 Şunu
hemen belirtelim ki, son dönemlerde oryantalistler araştırma alanlarını daha da
genişletmiş olmakla birlikte, temel ve en önemli konusu hâlâ, İslâm dini ve
İslâm dünyası olmaya devam etmektedir.3 Müsteşriklik, diğer deyimiyle oryantalizm,
düşünce alanında, özellikle medeniyetler sözkonusu olduğu ve Batının, genel
olarak Doğu, özellikle de İslâm medeniyetiyle olan ilişkisi ele alındığı zaman
çok kullanılan bir terimdir. Daha önce pek çok araştırmacı oryantalizmi
incelemeyi konu almış, onu tanımlamış, ne zaman doğduğu, arkasındaki
faktörlerin neler olduğu, hangi yöntemleri kullandığı ve ne gibi amaçlar
güttüğü vb. hususlarda, çok fazla söz söylemeye ihtiyaç bırakmamışlardır.4 Bütün
araştırmacıların bu konudaki gayretlerini takdir etmekle birlikte, bu kısa
"Giriş" te oryantalizmin tarihçesini, perde arkasını, İslâm dinine
bakışını bir kez daha kısaca ele almakta fayda mülâhaza ediyoruz.
·
B. Tarihçesi
Araştırmacılar,
oryantalizmin kesin olarak ne zaman doğduğu konusunda birleşememektedir. Bu da
muhtemelen, şarkiyat araştırmalarının, oryantalizm (istişrak) teriminden—bin
yıla yakın—uzun bir zaman önce başlamasından kaynaklanmaktadır. Bazı
araştırmacılar, Batıda oryantalizmin resmen ortaya çıkışını 1312'de toplanan Viyana
Konsûlü'nün çeşitli Batı üniversitelerinde birkaç Arap Dili kürsüsünün
kurulmasına ilişkin karar çıkarmasıyla başlatıldığına işaret ediyorlarsa da bu
konuda kesin bir tarih vermek güçtür.5 Ancak burada "Kilise Oryantalizmi" -ne
işaret edilmesi, bu tarihten önce de gayr-ı resmî bir oryantalizmin bulunduğunu
göstermektedir. Bir kısım araştırmacılar, oryantalizmin ilk başlangıcının
Milâdî 11. yüzyılın başlarına kadar dayandığını söylerken; Rudi Paret, Avrupada
İslâm ve Arap araştırmalarının, Kur'ân'm ilk defa Latinceye çevrildiği ve ilk
defa Latince-Arapça sözlüğün çıkarıldığı 12. yüzyılda başladığı görüşündedir6. Oryantalizmin
başlangıcım bu tarihten iki asır öncesine kadar dayandıranlar da vardır7. Öyle görünüyor ki,
oryantalizmin kökleri yaklaşık olarak geçen bin yılın derinliklerine kadar
uzanmasına rağmen, bu kavram Avrupada ancak 18. yüzyılın sonlarında ortaya
çıkmıştır. İlk defa 1779'da İngiltere'de, daha sonra 1799'da ise Fransa'da
kullanılmaya başlanmıştır. "Oryantalizm" kelimesi Fransız Dil
Akademisinin sözlüğüne ise 1838'de kaydedilmiştir8. Görüldüğü gibi, oryantalizmin başlangıcı için
belirli bir dönem üzerinde görüş birliği edilememektedir. Fakat burada önemli
olan "oryantalizm" veya "oryantalist" terimlerinin ne zaman
ortaya çıktığı değil; asıl önemli olan İslâmî araştırmaların Avrupada ilk defa
ne zaman başladığıdır.
Buna
göre öncelikle şu noktalara dikkat çekmekte fayda görüyoruz:
·
1.
Şark araştırmaları Batıda bir anda ortaya çıkmamış, aksine bu, alandan alana,
ülkeden ülkeye göre değişiklik göstermiştir. Bu da o ülkenin İslâm dünyasıyla
temas edip etmemesi, ona olan uzaklık ve yakınlığı ile yakından ilgilidir. Bu
ölçü ışığında, İslâm araştırmalarının meselâ neden Endülüs gibi bir bölgede,
İngiltere ve Almanya gibi ülkelere nisbetle öncelik kazandığı daha iyi
anlaşılmaktadır.
·
2.
Oryantalizmin en birinci sâiki—bizzat müsteşriklerin de iti-riafıyla—dinîdir.
Yani, daha etkin bir biçimde mücadele etmek ve dindaşlarını onu benimsemekten
korumak için İslâm dinini ve İslâm dünyasını daha iyi tanıma arzusudur.9
·
3.
Avrupanm İslâm dini ve İslâm dünyası ile tanışması, Müslümanlarla Hıristiyanların
karşı cephelerde yer almaları dönemine rastlayınca, sözkonusu araştırmaların
hedefinin İslâm ile mücadele, onu mağlup etme ve yayılmasına engel olma
şeklinde kendisini göstereceği kaçınılmazdı. Bu konuda Alman müsteşrik Rudi
Paret, Hıristiyan Batının İslâma karşı tutumunun itici ve sürtüşmeci olduğunu,
Hıristiyan din ve bilim adamlarının İslâm ile tanışırken, Hıristiyanlığa düşman
olan bir dinde hayır bulunmasının mümkün olmadığı şeklinde peşin bir hüküm
taşıdıklarını itiraf etmektedir.10
Bu
noktalar ışığında denilebilir ki, Şarkiyat araştırmalarının tarihi, Avrupalınm
İslâm ve Müslümanlarla tanışmasıyla başlar. Bu tanışmanın ise, birçok kişinin
zannettiğinden çok daha erken bir döneme rastlar ve çok sonraları kullanılmaya
başlanan oryantalizm ve oryantalist kelimeleri, fiilen var olan bir olguya ve
yüzyıllar önceden mevcut bulunan faaliyetlere isim bulmaktan öte bir anlam
taşımaz. Öyle görünüyor ki, Avrupalınm İslâm ile tanışması, Hicretin 7. yılında11 Hz. Peygamberin (salla’llâhü
aleyhi ve sellem), diğer belli başlı devlet ve kabile reislerinin yanısıra,
zamanın Bizans Kralına da bir İslâma davet mektubunu göndermesiyle başlamıştır.
Nitekim Buharî'nin kaydettiği bir rivayette, Ebu Süfyân ve diğer bazı Kureyşli
tüccarlar, Hudeybiye Antlaşması sonrasında ticaret amacıyla Şam'da bulundukları
sırada, Hirakl onları çağırmış, Ebu Süfyân'a, Hz. Muhammed'in ahlâkını, halkı
arasındaki durumunu, onları neye davet ettiğini sormuş, Ebu Süfyân ise henüz
Müslüman olmadığı halde yalanının açığa çıkacağından korkarak bu sorulara doğru
cevap vermiştir. Hirakl, Ebu Süfyân'm cevaplarını duyunca, Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) hakkında güzel sözler sarfetmiş ve bu da Rum ileri
gelenlerini kızdırmış, homurdanmalarına ve seslerinin yükselmelerine sebep
olmuştur.12
Kanaatimize
göre, Avrupah olan BizanslIların İslâm ve Peygamberi ile ilk tanışması ve buna
karşı muhalif tutumları böyle olmuştur. Bilindiği gibi bu sırada henüz iki
taraf arasında bir savaş durumu sözko-nusu değildi. Bu da gösteriyor ki, hiçbir
siyâsî sebep ortada bulunmaksızın, sırf dinî mülâhazalarla Avrupah, İslâma
karşı bir tavır takınmıştır. Daha sonra İslâmî fetihler başlamış, Müslümanlarla
Avrupah Bizanshlar arasında savaşlar meydana gelmiş ve bu durum Hıristiyan
Avrupanm İslâma olan düşmanlığını bilemiştir. Bu kin ve düşmanlık, haçlı
seferleriyle doruğa ulaşmıştır.
Ortodoks
olan Bizanshlar, Katolik olan Batı AvrupalIlardan daha önce İslâm dünyasıyla
temas sağlamış, İslâmla tanışmış ise de, İslâm dünyası sınırlarının erken
sayılacak bir dönemde önce Endülüs, sonra da Sicilya'ya kadar uzanması, Katolik
Batı Avrupalmın da doğrudan doruya İslâm ile temas sağlayıp onunla tanışmasını
temin etmiştir. Maalesef bu tanışma da, problemsiz ve objektif bir biçimde
gerçekleşememiş, aksine "Bizanslı polemikçilerin hiçbir kaynağa inme
zahmetine katlanmadan İslâmî karalayıcı ve tahkir edici faaliyetlerinin ve bunu
kendilerine ekmek kapısı edinmiş yazar ve şairlerin Müslüman Arap-lara,
asılsız, hatta çelişkili ithamlarda bulunmalarının sonucunda"13 gerçekleşmiştir.
İslâmm
doğuşu ve daha sonra başlayan fetihleri Avrupahlar nezdinde "İslâm
Problemi" denebilecek bir gerçeği doğurmuştur. Bu da, gerek doğu ve
gerekse batı Avrupanm kapılarını zorlamaya başlayan İslâm tehlikesine
Hıristiyan Avrupalmın nasıl karşı koyacağıydı. Hıristiyan Batının İslâma karşı
mücadelesi yalnızca kılıçla ve savaş meydanlarında vuruşmakla kalmıyor, önem ve
tehlike bakımından birincisinden hiç de geri kalmayan başka bir alanda da devam
ediyordu. Bu da, İslâm ile fikren mücadele etme anlamına geliyordu. Bu
mücadelede ise Batının elindeki en önemli araç şarkiyat araştırmalarıydı. Şu
halde denilebilir ki, oryantalizm tarihi, Avrupah tarafındaki "İslâm
Problemiyle birlikte başlar. Bu da, daha önce de belirtildiği gibi, İslâm
cereyanına karşı koyma anlamına gelir.
Müslümanlarla
Hıristiyanlar arasındaki mücadelenin kısaca beş aşamaya ayrılması mümkündür:
Birincisi:
Müslümanların, Batıya
doğru fütuhata başlama aşaması. Bu aşama, Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi
ve sellem) vefatından az bir zaman öncesinden başlar, Doğu Roma
İmparatorluğunun büyük bir kısmı, Kuzey Afrika, İspanya ve Sicilya fethine
kadar sürer.
İkincisi:
İspanya savaşında
Hıristiyanların mukabil hücuma geçmesiyle başlar, Kuzey Afrika'daki savaşlar ve
Doğuya yapılan Haçlı Seferleriyle devam eder.
Üçüncüsü:
Türklerin önderliğinde,
Müslümanların yeniden fütuhata geçmeleriyle başlar. Bu aşamanın özelliği
İstanbul, Balkan ve Orta Avrupa'nın fethinin gerçekleşmesidir. Yine bu dönemde,
Kuzey Afrikada, Hıristiyanların ilerlemesi de durdurulmuştur.
Dördüncüsü:
Hıristiyanların yeniden
hücuma geçmesiyle başlar. Türkler, daha önce fethettikleri toprakların büyük
bir kısmından atılır. Orta Asya ve Rusya'da Müslümanların kuvveti yok edilir.
İslâm ülkelerinin büyük bir kısmı sömürgeleştirilir.
Beşincisi:
Çağdaş dönem sayılır ki,
bu dönemde sömürgeciliğe karşı savaş ve Müslümanların yeniden hürriyetlerine
kavuşmaları ile tanınır.14
Fakat
Batıda İslâm problemi iki ana döneme ayrılabilir. Bu iki dönemin sınırı ise
Miladî 15. yüzyıl olarak tesbit edilebilir.
Birinci
dönem, İslâm dininin yayılması dönemidir. Bu dönemde bir yandan Müslümanların
siyasî iktidarları bizzat Avrupanm bir kısım toprakları üzerinde yayılırken,
diğer yandan İslâm medeniyeti de yükseliştedir. Ortaçağın karanlıklarını
dağıtan tek ışık kaynağı bu medeniyettir. Bu dönemde gerek doğuda ve gerekse
Endülüs'te haçlı seferleri yapılmış ise de, İslâmm siyasî gücü ancak çok az
geriletilebilmiştir. Bu dönem, Osmanlılarm Doğu Avrupayı fethetmesi ve Viyana
kapılarına kadar dayanmasıyla son bulmuştur. Bundan sonra İslâmm yayılma süreci
duraklama dönemine girmiş, arkasından da gerilemeye başlamıştır. Bu dönemde
Gırnata'nm düşmesiyle Müslümanlar Endülüs'ü bütünüyle kaybetmişlerdir (897 H.
1492 M.). Yine bu dönemde, AvrupalIlar Ortaçağın karanlıklarından silkinmeye
başlamışlardır. Osmanlılarm zayıf düşmesiyle de İslâm dünyasını sömürgeleştirme
iştihaları kabarmıştır. Uyanışının sebepleri ne olursa olsun, İslâma olan
düşmanlığından hiçbir şey kaybetmemiş ve İslâm dünyasını sömürme arzusu bir an
bile din-memiştir.
Gerek
bu dönem, gerekse bundan sonraki dönemde oryantalizm büyük roller oynamıştır.
Meselâ birinci dönemde Şarkiyatçılık, Batılı Hıristiyanları İslâmdan korumaya,
Hıristiyanlık aleyhine yayılmakta olan İslâmm önüne set çekmeye çaba
göstermiştir. Çerek doğu ve gerekse batı Arupa kiliseleri birbiriyle çelişip
sürtüşen inançlarıyla İslâmm güçlü inanç sistemine karşı koyamayacağını ve
Avrupalı kendi halinde bırakıldığı takdirde Güney Akdeniz ve Endülüs'te olduğu
gibi İslâma büyük bir yönelişte bulunacağını anlamıştır. Bu yüzden Kilise,
Müslümanlığı karalama ve onu Avrupalı mensuplarına çirkin bir imaj ile sunma
konusunda elinden gelen çabayı göstermiştir. Bu görev için de Kiliseye mensup
veya taraftar müsteşrikler görevlendirilmiştir. Bu sebeple, terim olarak
"Oryantalist" ismini alanların temel öncülerinin bunlar olduğunu
söylemek yanlış olmaz. Bunlar, aynı zamanda Hıristiyan din adamlarıydı. Bir
rahip olan Gerard de Oraliac bunlara örnek olarak zikredilebilir. Bu zat,
Endülüs'e giderek Müslümanlardan ilim öğrenmiş, Avrupaya döndüğünde II.
Sylvester adıyla M. 10. yüzyıl sonlarında papalık makamına getirilmiştir.
Pierre le Venerable ve benzerleri de o dönemde şarkiyatla uğraşan Hıristiyan
din adam-larındandır.15
Bu
gibi Hıristiyan ve şarkiyatçı din adamları İslâm aleyhinde bir sürü uydurma ve
iftiralarda bulunup bunları kendi dindaşları arasında yaydılar. Müsteşrik Carra
de Vaux şu itirafta bulunmaktadır:
"Muhammed,
Batıda uzun zaman çok kötü olarak tanındı. Kendisine nisbet edilmedik hiçbir
hurafe ve hakaret bırakılmadı."
Bütün
bu iddialar Batıklar arasında büyük bir revaç buldu. Çünkü onlar, Hz. Muhammed'e
ve dinine zarar veren her sözü delilsiz kabul etmeye hazırdılar.16
Müslümanların
siyaset ve medeniyet alanında gerilemesine rastlayan ikinci dönemdeki
müsteşriklerin rolüne gelince, bu aşamada, müsteşriklerin İslâma ve
Müslümanlara olan saldırıları sömürgeci güçlerce de alabildiğine desteklendi.
Müsteşrikler, misyonerlerle de yardımlaşarak bizzat Müslümanları inançlarına
karşı şüpheye düşürmeye; maneviyatlarını zayıflatmaya ve böylece de
sömürgecilere kolayca teslim olmalarını sağlamaya çalıştılar. Çünkü,
sömürgeciliğin bir aleti durumundaki oryantalizm, İslâm dünyasında kendilerine
karşı mukavemetin temel unsurunun İslâm dini olduğunu çok iyi kavramışlardı. Bu
amaçla onlar, İslâma saldırmaya devam ederek bu mukavemeti yok etmeye, İslâmî
bizzat Müslümanların gözünden düşürmeye çalıştılar. Bununla da, emperyalizme
karşı en sağlam kalelerinin yıkılmasını amaçladılar.
Her
şeye rağmen, İslâm düşmanlığının, oryantalizmin temel sâiki olması, tarafsızlık
ve objektifliğe daha eğilimli ve İslâma insaf gözü ile bakan az bir kısım
müsteşrikin de ortaya çıkmasına engel olamadı. Ne varki, fikrî altyapıları ve
içinde yaşadıkları ortam onları da, Müslümanların anladığı mânada İslâmm
hakikatini algılamalarına perde oluyordu. Şarkiyat araştırmalarının geçirdiği
bu değişikliğe işaret eden bazı araştırmacılara göre: "19. yüzyıldan önce
Batıkların İslâm hakkında gerçekleştirdikleri araştırmalar ve az da olsa
yaptıkları Kur'ân tercümeleri gibi çalışmaların pek çoğu İslâm düşmanı Hıristiyan
din adamları kaynaklıydı. Bu çalışmaların asıl amacı da açıkça İslâmla
mücadele, kendilerince eksik ve gediklerini tesbit ve Müslümanlarla mücadele
ederken yararlanmak üzere misyonerlere malzeme hazırlamaktı. Bunun amacı da
sözkonusu araştırmaların, Hıristiyanlığı Müslümanlığa karşı galip kılmaktan
ibaretti. Bu sebeple de, çok fazla sağlıklı, iyi niyetli ve tarafsız
değildi."17
Onsekizinci
yüzyılda, bu saldırgan tutum nisbeten hafifleyip zayıflamaya başlamıştır. Fakat
bu sözkonusu dönemin düşünürlerinin İslâm hakkında insaf ve hakperestliğinden
değil, hürriyetçi olanından, dinsiz ve materyalist olanına kadar çeşitli
inançtaki bu düşünürlerin, Hıristiyanlığa olan düşmanlığından kaynaklanıyordu.
Bu düşmanlık kendilerini, İslâmî bir derece daha titiz ve daha nezih bir
biçimde araştırmaya ve saldırı yerine onu daha iyi anlamaya şevketti. Hatta
bunlardan, resmî Katolikliği çürütmek amacıyla Müslümanlığı savunanlar bile
oldu.18
·
C. Müsteşrikler Hakkında Detaylı Bir
Değerlendirme Yapmanın Güçlüğü
Müsteşriklerin
İslâmm değişik konuları ve özellikle İslâm tarihiyle ilgili çalışmalarını
detaylı bir biçimde ele almak mümkün değildir. Bunun birkaç sebebi vardır.
Bunlardan bazılarını zikretmek gerekirse şöyle denilebilir:
·
1.
Konunun tabiatı: Müsteşrikler, çok değişik hüviyet ve düşüncede oldukları için
bu özellikleri aynen çalışmalarına da yansımıştır. Meselâ, dindar bir
Hıristiyan müsteşrikin araştırmaları, laik bir müsteşrikin çalışmalarından;
onikinci yüzyılda yaşamış bir müsteşrikin eseri, onsekizinci yüzyılda yaşamış
bir müsteşrikin eserinden oldukça büyük farklılıklar arzetmektedir.
Müsteşriklik, her ne kadar genel bir cereyan ise de, bölge itibariyle, fikren,
amaç bakımından ve İslâm dünyasıyla temas halinde olup olmamasına göre çok
çeşitli ekollerden meydana gelmektedir. Bu nedenle, meselâ az da olsa bir
Fransız müsteşrik ile bir Alman veya bir Rus müsteşrikin konulara yaklaşımları
arasında farklılıklar bulunabilmektedir. Öte yandan İslâm dünyasının çok geniş
olması, tarihinin çok farklı dönemlere ayrılması ve müsteşriklerin bu farklı
dönemleri baz olarak alıp Müslümanları ve İslâmî konuları ele alması da
eserlerine çok büyük farklılıklar kazandırmıştır. Ayrıca müsteşriklerin kullandıkları
metodların da değişmesi ölçüsünde eserlerinde ve iddialarında farklılıklar
doğmuştur.
·
2.
Müsteşriklerin amaç ve yöntem bakımından birbirine benzer veya farklı olmaları:
Müsteşrikler gerek fert ve gerekse grup olarak bazan aynı amacı paylaştıkları
halde, farklı yöntemler uygulamakta, bazan da tersi olmaktadır. Bu yüzden
müsteşriklerin eserlerini aynı ölçüyle değerlendirmek oldukça güçtür19.
Meselâ,
müsteşrikleri zaman itibariyle "Eski" (Cerard de Oraiac gibi.) ve
"Yeni" (Carra de Vaux, Goldziher, Shaht.. vb.) veya İslâma ve
Müslümanlara karşı genel tutumlarına göre, İslâmî ve İslâm medeniyetini öven,
ılımlı; ona karşı karalayıcı ve düşmanca tutum takman katı... gibi gruplara
ayırmak mümkün olduğu gibi, başka tasnifler de yapılabilir. Nitekim
müsteşrikleri şu şekilde tasnif edenler de vardır:
·
1.
Arapçayı ve İslâm dininin ana kaynaklarının dilini bilmeyen, çalışmalarında
tamamen başkalarının eserlerine ve özellikle kendi dillerine yapılmış
tercümelere dayanan kimseler. Bu grubun eserleri dikkat ve gerçekçilikten
alabildiğine uzak olacağı tabiidir.
·
2.
Tarih, felsefe ve Arapçayı çok iyi bildikleri halde Siyeri ve İslâmî ilimleri
bilemeyen grup.
·
3.
Dili oldukça iyi bildiği, İslâmî ilimlere de vakıf bulunduğu halde ve kendilerinden
insaflı ve objektif olmaları beklenirken değişik amaçlarla İslâma olan
düşmanlığını eserlerine yansıtan grup. Margoliuth bunlara örnek olarak
verilebilir20.
Daha
başka tasnifler yapanlar da vardır. Meselâ, (1) Efsane ve hikayeleri malzeme
olarak kullanan grup. (2) Kendi araştırma ve incelemelerini sömürgeciliğin
hizmetine veren grup. (3) Kin ve kibirlerinin kendilerini İlmî nezaheti görüp
göstermeyecek kadar körelttiği grup. (4) Eserlerine İlmî araştırma süsü verdiği
halde, doğru yoldan saparak İslâmiyette zaaf noktalarını aramaya çalışan grup.
(5) İslâma ilişkin araştırmalarında objektifliğe ve İlmî nezahete sarılan,
İslâmiyet ve Müslümanlar hakkında insaf ve adaletten ayrılmayan ve bu
özellikleriyle bir kısmı Müslüman olmuş grup21. (6) çalışmalarını Arap Dili, dil felsefesi ve
Arap Edebiyatı üzerinde yoğunlaştırmış, ya da sözlük ve gramer kitapları
yazmakla faydalı eserler ortaya koymuş grup22.
Bu
gruplandırmaları kabul edip etmememiz bir yana, onları birtek açıdan
değerlendirmenin ne kadar güç olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
·
D. Müsteşriklerin Hz. Muhammed'in
Hayatına Bakış açıları
İslâmî
konularla ilgilenen müsteşriklerin ilk ilgi alanları hiç kuşkusuz Hz.
Muhammed'in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) hayatıdır. Hemen hepsi bu konuya
kendi eserlerinde kısa veya uzun bir biçimde yer vermiş ve bunu hüküm ve
teorilerine birer basamak yapmaya çalışmışlardır. Nitekim, müsteşrikler
tarafından gerçekleştirilen hemen bütün Kur'ân meâllerinin başında Hz.
Muhammed'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hayatı yer almaktadır. Kur’ân'm
dâhiliğini bir yana bırakacak olursak—ki müsteşrikler bunu kabul
etmiyorlar—İslâm dininin tek kaynağı Hz. Muhammed'dir (salla’llâhü aleyhi ve
sellem). Dolayısıyla onunla ilgili en ufak bir şüphe uyandırmaları İslâmî
temelden yıkmak için yeterli olacaktır. Bunu çok iyi bildikleri için de
çalışmalarını bu nokta üzerinde yoğunlaştırmışlardır. Bunlardan, özellikle
Hıristiyan veya Yahudi olup da dinî taassup taşıyanlar, Hz. Peygambere en ağza
alınmayacak isnat ve iftiralarda bulunmaktan çekinmemişlerdir. Bu taassuptan
nisbeten kurtulan laik bazı müsteşrikler ise, objektif olmayı teorik olarak
kendilerine prensip edindikleri halde pratikte çoğu zaman bu ölçülerine
bağlılık gösterememişlerdir. Çünkü, bir Batılının kolay kolay kendi fikrî
birikimini, şuurunu besleyen telkinleri bütünüyle bir yana bırakıp ezelî düşman
ve rakip olarak tanıdığı İslâm dini konusunda tarafsız davranması mümkün
olamayacak derecede güçtür.
Hiç
kuşkusuz, Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hayatını gerçek
anlamda anlayıp aktarabilmenin asgarî şartı, ona iman etmek, en azından onun
ri-saletinin İlâhî ve gaybî kaynağına saygı duymak; hiçbir peşin hüküm
taşımayan objektif bir yöntem uygulamak; Arap dilini iyi bilmek, bu konuda
gerekli İlmî malzemeyi titizlikle toplayıp bunlar arasında ciddi bir muvazene,
değerlendirme ve sentezde bulunabilmektir.23
Müsteşrikler,
siyerin pek çok temel prensiplerini inkâr konusunda birleşiyorlar. Meselâ, Hz.
Muhammed'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) peygamberliği, vahiy, Kur'ân'ın
İlâhî kaynaklı oluşu... bunlardan birkaçıdır. Hemen hemen bütün müsteşrikler,
Kur'ân'ın beşer kaynaklı olduğunda ısrar ediyorlar. Bunun en açık delili ona
iman etmemeleridir. Aynı zamanda bir AvrupalI aydın olan Müslüman Dr. Maurice
Bucaille, Batının bu saplantısını ve bunun doğurduğu bakış açısını şöyle dile
getirir:
"Nesiller
boyunca onların (Batıhların), insanlığın dinî meselelerini öğrenme tarzları ve
İslâma ait her hususta bilgisiz bırakıldıkları hatırlanırsa, buna şaşmamak
gerekir. "Muhammedî din" veya "Muhammedîler" şeklindeki
adlandırmaların—hem de günümüze varıncaya dek—kullanılışı, zihinlerde şu yanlış
kanaati yerleştirmek için değil midir: 'İslâm demek—Hıristiyanların kabul
ettiği Tanrı'nın kendisiyle hiçbir ilgisi olmadığı bir kimse tarafından
yayılmış olan bir takım inançlar demektir.' Kültürlü çağdaşlarımızın birçoğu,
kelimenin tam anlamıyla İslâm vahyi üzerinde tam olarak düşünmeksizin, İslâmın
felsefî, sosyal ve siyasî yönleriyle ilgilenmektedir. Bizatihî Kur'ân'ı
incelemeyi bir tarafa bıraktırmak gayesiyle, Hz. Muhammed'in (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) kendisinden önceki peygamberlerin kitaplarından faydalandığı
iddiası, kesin bir gerçekmişçesine kabul ettirilmek isteniyor."24
Rudi
Paret, başka bir müsteşrik olan Sprenger hakkında: "Kaleme aldığı siyer
kitabı birçok açıdan hayal kırıklığına uğratıcıdır. Bu eserinde, İlmî inceleme
ve takrîr şartlarını gözetmemiştir. İslâmm, asrının bir ürünü olduğu şeklindeki
kanaati kendisini yanıltmış ve Muhammed'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şahsiyet
ve tarihî gayretlerinin değerini düşürmüştür" demektedir.25
Müsteşriklerin
bir konudaki insaf ve itidali bizi aldatmamalıdır. Çünkü, çok geçmeden başka
bir konuda dengesizlik ve aşırılığı hemen kendisini gösterir. Bu yüzden de, bir
tek müsteşrik hakkında bazan Müs-lümanlar tarafından değişik değerlendirmeler
yapılıyor. Aynı müsteşriki bazılarımız, "İslâmî öven ve takdir eden
birisi" olarak görürken, başka birimiz, aynı şahsı "İslâm düşmanı ve
İsâm'ı karalayıcı" olarak görebilmekteyiz. Müsteşriklerin, Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) ve Kur'-ân-ı Kerim hakkmdaki değerlendirmeleri ne kadar
âdilâne ve insaflıca olursa olsun, eğrilik ve eksiklikle malul olmaya
mahkumdur. Bu da Müslümanlarmkinden çok farklı olan ve az önce işaret ettiğimiz
bakış açılarından ileri gelmektedir. Zira müsteşrik Müslüman olmayıp, ya gaybe
inanmayan materyalist ve laik veya Hz. Muhammed'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
peygamberliğine ve Islâmm orijinalliğine inanmayan Hıristiyan ve Ya-hudidir.
Müsteşriklerin,
İslâm tarihi ve medeniyetini ele alırken genel olarak içine düştükleri yöntem
hataları şu şekilde maddeleştirilebilir:
·
1.
Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hayatı hakkında laik bir tutum
takınmaları, şüphe uyandırmak için kasden dinî metin ve rivayetleri tahrif
etmeleri, bazı önemsiz noktalar üzerinde yoğun bir biçimde durmaları (Mesela,
Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Bahîra ile karşılaşması olayı)
ve sahih bir kaynağa dayanmayan noktalarda ısrar etmeleri. Bütün bu
tutumlardaki amaçları, Hz. Muhammed'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
peygamberliğini ve vahyi inkâr etmektir.
·
2.
Bilimsellik iddiasıyla İslâm tarihini beşeri ve maddi bir yaklaşımla
anlamaya çalışmaları. Meselâ bu bakış açılarından dolayıdır ki, İslâmî fetihler
gibi önemli olayları, İktisadî sosyal ve maddî sâiklerle izah etmeye çalışmakta
ve arkasındaki din ve inanç faktörünü görmezlikten gelmektedirler.
·
3.
Bazı asılsız iftiralarda bulunmaları ve yalanlar uydurmaları. Meselâ, İslâm
fütuhatının kılıç zoruyla gerçekleştiğini ve Müslümanların dinî müsamahaya
sahip bulunmadıklarını iddia etmeleri, yine bazılarının İslâmî, İlmî gelişmeye
ve Müslümanların ilerlemesine engel olduğunu ileri sürmeleri.
·
4.
İslâm tarihindeki ihtilaf noktaları üzerinde yoğun bir biçimde durmaları, İslâm
fırkalarını sürekli inceleme konusu yapıp eski kin, düşmanlık ve
tarafgirlikleri yeniden canlandırmaya gayret etmeleri, böylece İslâm dünyasını
parçalayıp yutulmasını kolaylaştırmaları.
·
5.
Kendilerine yarayan ve emellerine uygun düşen rivâyetleri ne kadar zayıf olursa
olsun arayıp bulmaları, buna karşı sahih, hatta mütevatir rivayetleri
görmezlikten gelmeleri. Bunu da, kötü düşüncelerini ve peşin hükümlere dayalı
hipotezlerini ispat etmek için yapmaları.
·
6.
İslâm medeniyetinin değerini düşürmeye çalışmaları, insanlık medeniyeti
içerisinde önemli bir yerinin bulunmadığını, özellikle modern Avrupa medeniyeti
üzerinde müsbet hiçbir tesirinin olmadığını ileri sürmeleri ve bu konuda İlmî
emanete, tarafsızlık ve objektifliğe ters düşme durumunda kalmalarıdır.
tıpkı
diğer semâvî kitaplar gibi beşerî unsurlar ihtiva ettiğini, onun İlâhî kaynaklı
oluşunun, Allah tarafından gönderilişinin metin tenkitleri ve modern
araştırmalar karşısında tutunacak bir görüş olmadığını ileri sürmekte ve onun
Ahd-i Atik'ten hikâyeler ihtiva ettiğini söyleyerek, bunları onlardan aldığını
ima etmektedir.26 27 Gold-ziher, vahyi
üstün nitelikli insanlara isabet eden bir hastalık olarak görür ve "Nebi
ve havarilerin gayretleri bu hastalıktan başka bir şey değildir" ifadesini
kullanır.28
Brockelmann ise, Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) için şunları
söylemektedir: "İlk defa Hira dağında (mağara-smda) şahsına has bir hads
şüphesini giderdi. Orada bir gün, kendisini sonradan melek Cebrâil olarak kabul
ettiği bir hayal göründü. İçindeki, kendisinin Tanrı elçisi olduğuna dâir
beliren sesi, buna isnad etti... Bu hallerde işittiğine inandığı şeyler,
kaybolur olmaz, vahiy olarak bildirmeyi adet edindi."29 Brockelman şu iddiada da bulunur: "Onun
ruh dünyasının ancak pek cüz'î bir kısmı kendi öz malı idi. O bilgiler
Peygambere (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ekseriya Yahudilikten ve
Hıristiyanlıktan gelmekte, fakat o bunları maharetle kavminin dinî ihtiyaçlarına
uydurmakta idi."30
San
Tritton da, İslâmm sağdan soldan devşirilmiş bir din olduğunu ileri sürer.31 H. Lammens ise,
Kur'ân'daki melek inancını biraz karışıkça bulur ve Hz. Muhammed'in (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) bu inancı ancak Medine'deki Yahudilerle olan münasebetiyle
tekemmül ettirdiğini ileri sürer32. R. Blachere bile, Hz. Muhammed'in, (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) "asıl öğrenimini sapık bir Hıristiyan keşişinden
aldığını" ileri sürmektedir33. Richard Bell de bu konuda şöyle demektedir:
"Muhammed, halkın maddi açıdan oldukça iyi olmalarına mukabil, manevî
açıdan hiç de iyi bir durumda ol-maçlıklarını görmüştü. Bunun üzerine daha
kültürlü bölgelerde yaşayanların sahip oldukları dinî bilgileri onlara
aktarmaya koyuldu.
Aslında,
onun bu düşünceler hakkmdaki bilgisi oldukça sınırlıydı. Mekkelilerin onun
ileri sürdüğü tevhid düşüncesine karşı çıkışları, anlattıklarının büyük bir
çoğunluğuna hücum edilmesi sonucunu ortaya çıkardı. Ancak öğretisinin belirli
kurallarını Medine'ye göç etmeden önce Kur'ân'a almış ve yürürlüğe koymuştu.
Bunun için kendisinden önceki muvahhidlere, yani Yahudi ve Hıristiyanlara
baktı. Onun daha çok Hıristiyan kaynaklarını mı, yoksa Yahudi kaynaklarını mı
kullandığını kestirebilmek güç. Ancak bu öyle büyük bir sorun da değildir.
Çünkü ilk dönemlerde onlardan tanınmamak için, onların arasında da görünmedi.
Ona göre bütün dinler vahyedilmişti ve tek bir ilâh tarafından bildirilen
dinler de bir olmalıydı. Behemehal bu bakış açısı içinde ilk monoteist dinleri
kendi öğretisinin temelleri olarak kabul etmişti. Doğal olarak da onların
kendisiyle birlikte olacaklarını düşünüyordu."34
Gibb
de şu iddiada bulunur: "Kur'ân, Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ve
muakkib-lerinin doğrudan doğruya ilham edilmiş olarak kabul ettikleri
nutuklarının ve şekli ifadelerinin tescil edilmiş şeklidir. Son zamanlardaki
araştırmalar kat'î olarak isbat etmiştir ki, ondaki haricî tesirler, Ahdi Atîk
malzemelerini ihtiva eden Hıristiyan Süryanî menşeine ulaşır."35
S.
Moscati de şöyle demektedir: "Muhammed'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
çocukluğunda Suriye'ye gidişi ve orada Hıristiyan keşişe rastlamasıyla ilk
monoteist anlayışın onda teşekkül etmeye başladığını, Arabistan'daki Yahudi ve
Hıristiyanlarla temas halinde olduğunu, vaazlarının esaslarını kolayca
Yahudilik ve Hıristiyanlıkta bulmanın mümkün bulunduğunu" söylemektedir36.
·
E.
Montet de, Kur'ân tercemesine yazdığı mukaddimede, Kur'ân'a kaynak olarak üç
şeyi ileri sürer: Yahudi ve Hıristiyan kaynaklar, Islâmdan önceki (cahilî)
kaynaklar ve Muhammed tarafından vazedilen yeni İslâmî elemanlar37 A. C. Bouquet de,
bu konuda şöyle demektedir: "Muhammed 12 yaşlarında ticaret kervanı ile
Suriye'ye gittiği, Yahudilik ve Hıristiyanlık hakkında bilgi edindiği ihtimal
haricinde değildir. O, daha çok şekli bozulmuş Hıristiyanlıktan bir şeyler
bilmekte idi. Mümkündür ki, bazı mezhepler arasında kullanılan apokrif İnciller
hakkında bilgisi vardı. O, Mekke'nin etrafındaki verimsiz çölü müteaddit
defalar dolaştıktan sonra, vücud hastalığı arttı ve sesler işitmeye
başladı"38. B.
Lewis de: "...açıktır ki, o, Yahudilik ve Hıristiyanlık tesiri
altındaydı... Onda pekçok eski mukaddes kitapların elamanlarının mevcud
olduğunu" söylemektedir39.
İslâm Ansiklopedisine "Allah" maddesini yazan Mc. Donald da, Kur'ân'ı
Peygamberin eseri kabul eder ve bütün hükümlerini bu noktaya dayandırarak
yürütmeye çalışır40.
Yine aynı anlayışın sonucudur ki, pek çok Avrupalı Kur'ân mütercimi,
tercümelerinin baş tarafına, Kur'ân sanki Hz. Mu-hammed'in (salla’llâhü aleyhi
ve sellem) eseri imiş gibi, "Muhammed" ismini yazmışlardır. Savary,
Kasimirski, E. Montet ve ilk devir Avrupa tercümelerinde olduğu gibi. Biz,
tezimizin akışı içerisinde bu iddiaların bellibaşlılarını ele alıp değerlendirdik.
·
F. Müsteşriklerin İlmî
Çalışmalarından Örnekler
Müsteşriklerin
büyük bir gayretle çalıştıklarını söylemiştik. Bu gayret çeşitli alanlarda
semeresini vermiş ve büyük İlmî ürünler ortaya ça-karmıştır. Bu çalışmalar,
başlıca, akademik araştırmalar41;
yazma eserlerin toplanması, fihristlendirilmesi42, tahkik ve neşredilmesi43; Arapçadan Batı dillerine tercemeler yapılma44; değişik İlmî
alanlarda telif eserlerin kaleme alınması45 şeklinde gruplaştırılabilir.
·
G. Müsteşriklerin Kur'ân Üzerinde
Yaptıkları Bazı Çalışmalar
Kur'ân-ı
Kerim, Batıkları rahatsız eden, onları hayrette bırakan ve akıllarını allak
bullak eden bir kitaptır. Blachere, şöyle der: "Biz, Şarkın dinî kitapları
arasında Kur'ân kadar, okunuşuyla fikrî düzenimizi dağıtan bir kitap
görmedik."46
Aslında bu, Kur'ân-ı Kerimin haşmet ve azametini hissetmeyi itiraftan başka bir
şey değildir. Kur'-ân-ı Kerim'in bu haşmet ve büyüklüğünü gözlerden uzak tutmak
konusunda müsteşriklerin büyük tesiri olmuştur. İlmî araştırmalarını, kişisel
heveslerinin veya siyasî ve dinî hedeflerinin emrine vermiş bir grup müsteşrik
her vesileyle Kur'ân'ı gölgelemeye çalışmıştır. Çünkü, onlar çok iyi biliyorlar
ki, Kur'ân o hayat dolu düsturlarıyla Müslümanların elinde kaldıkça, daima
muzaffer olacaklar ve Batının sömürgeciliğini kabul etmeyeceklerdir. Nitekim
Kur'ân, Allah'ın sağlam ipine sim sıkı sarılarak birlik olmayı47 iyilik ve takvada
yardımlaşmayı,48
ilim öğrenip cehaletten kurtulmayı49 emretmekte; kötülük50 ve zulümden51 başkalarıyla alay52 ve onların gizli yönlerini araştırmaktan,
gıybet yapmaktan53...
sakmdırmaktadır. Bunlar ise insanlığı ayağa kaldıracak esaslardır. İyi
anlaşılıp tatbik edildikleri takdirde riiensuplarmı bütün dünyaya egemen kılıp
insanlığın geleceğine hükmettirecektir.
Kur'ân,
İslâm dininin temeli, kökü ve güneşidir. Ona karşı uyandı-rılabilecek en ufak
bir şüphe, bu dini ve mensuplarını yok etmeye yeterli olacaktır. Bu yüzdendir
ki, İslâmın eski ve yeni düşmanları bütün mesâilerini Kur'ân üzerinde
yoğunlaştırmışlardır. Müsteşriklerin Kur'ân üzerinde çalışmalarının kökleri çok
eskilere kadar dayanır.
Müsteşriklerin
Kur'ân üzerinde yaptıkları en önemli çalışmalar, onu çeşitli Batı dillerine
tercüme etme alanında kendisini gösterir. Kur'ân-ı Kerim ilk defa 12. yüzyılda
bir Batı diline tercüme edilmiştir. Müsteşrikler o zamandan beri hatta bugün
bile Avrupa dillerine çok sayıda Kur'ân-ı Kerim tercümesi gerçekleştirmiş ve
gerçekleştirmektedirler. Onlar bu tercemelerin baş taraflarına İslâm hakkmdaki
düşüncelerini ihtiva eden uzun mukaddimeler koymuşlardır. Bununla, daha işin
başında okuyucuya çoğu zaman İslâmın gerçekleriyle bağdaşmayan düşüncelerini
sunmuşlardır. Bu düşünceler genellikle çok esaslı bir biçimde İslâmî
hakikatlerle çatışmaktadır. Bugüne kadar Batı dillerine yetmişi aşkın Kur'ân
meâli gerçekleştirilmiştir. Bunlardan Almanca 14, İngilizce, İtalyanca ve Rusça
10'ar, Fransızca ve İspanyolca 9'ar; Latince 7 ve Hollandaca (Felemenkçe) de 6
adet Kur'ân meâli mevcuttur.54
Bu sayı gün geçtikçe de artmaktadır.55
Müsteşriklerin,
Kur'ân üzerinde tercümeden başka çalışmaları da vardır. Bu çalışmaların büyük
bir kısmı Kur'ân tarihi üzerinde yoğunlaşmaktadır.56 Genellikle bundan amaçları da, Kur'ân metninin
sıhhati konusunda şüphe uyandırmak, en azından Kur'ân'ı kendi kutsal
kitaplarının seviyesine indirmektir. Ayrıca, Kur'ân'm dili, kıraat
farklılıkları üzerinde de oldukça yoğun bir biçimde durmuşlar ve
durmaktadırlar.57
Müsteşrikler
bir bakıma Kur'ân'la ilgili olarak ilk müfessirler ve tefsir tarihi üzerinde
büyük çalışmalar yapmışlardır58.
Bununla da yetinmeyerek, klasik tefsirlerimizi çeşitli yönlerden tanıtmaya da
büyük önem vermeye başlamışlardır59. Tefsir açısından dinler arası ilişkileri konu
alan çalışmalar da az değildir. Bu tür çalışmaların özellikle
"Islamo-Cristiana" adlı dergide yayınlanmış pekçok örnekleri vardır.
Günümüzde
İslâm dünyasında kaleme alman ve geçmiş tefsirlerdeki bilgileri aynen tekrar
etmekten ziyade yeni bakış açıları getirme çabasında olan yeni tefsirler de
yazılmış ve yazılmaktadır. Müsteşrikler bu tefsirleri de yakından takip etmekte
ve bunlara ilişkin değerlendirmelerde bulunmaktadırlar.60
Netice
olarak denilebilir ki, bu kısa Giriş çerçevesi içinde, ciltlerle anlatılamayan
"Oryantalizm" konusunu detaylı bir biçimde ele almak mümkün değildir.
Bu konuyu, olumlu ve olumsuz, faydalı ve zararlı yönleriyle ele alan çok sayıda
kitap ve makale bulunmaktadır. Biz konuya ilişkin geniş bigiyi onlara havale
ederek diyoruz ki: Oryantalizm çok çeşitli eğilim, ekol ve yöntemleri
barındıran son derece kompleks bir konudur. Bu akımın içinde yer alanlar,
nadiren ilmi ve İnsanî saiklerle, çoğu kez ise, siyâsî, dinî ve emperyalist
mülahazalarla çalışmalar yapan, amaçlarına hizmet ederken bazan son derece
yararlı eserler de ortaya koyan bir harekettir. Bu hareket, faaliyetleriyle
Müslümanların dinî hamiyetlerini uyandırıp kamçılamaya yaramışsa da, genellikle
İslâm akidesinin temellerini sarsmaya, imanın köklerini kurutmaya yönelmiştir.
Kısaca, oryantalizm, İlmî olmaktan ziyade sömürgecilik, misyonerlik, Siyonizm,
ticarî çıkar gerçeklerinin ilim kisvesi altında ortaya çıkmasından ibarettir.
Kendi
ülkelerinde gerekli İslâmî kültürü alamayan, İslâmî Batıkların eserlerinden
öğrenmeye kalkışan bazı Müslümanlar, ne yazık ki Batının bu gayelerini tahakkuk
ettirmeye hizmet etmektedirler. Batıklar, bu çalışmalarıyla, Müslümanlar
arasında, tarihlerini ve benliklerini inkâr eden nesiller yetiştirmeye ve
bunlar vasıtasıyla ellerini yakmaksızm emellerini gerçekleştirmeye
çalışmaktadırlar. Nitekim, XX. yüzyılda İslâm ülkelerinde görülen ilhad
hareketlerinin, büyük çapta bu çalışmaların yeşeren filizleri olduğu unutulmamalıdır.
Nitekim meşhur Fransız müsteşriklerden Louis Massignon
"Onlarmjrerşeylerini tahrip ettik. Felsefeleri, dinleri mahvoldu. Artık
hiçbir şeye inanmıyorlar. Defin bİD'bdşluğa düştüler. Anarşi veya intihar için
olgun hale geldiler"^ sözleriyle; İngiliz Başbakanlarından Lord Curzon
1909'da Öxford'da Kraliyet Basın Konferansı delegelerine karşı konuşurken:
"Sizin valilerinizi, yöneticilerinizi, yargıçlarınızı, profesörlerinizi,
papazlarınızı ve hukukçularınızı burada yetiştirerek gönderiyoruz..."61 62 sözleri bugünkü İslâm dünyasının karanlık
durumunu çok güzel aksettirmekte, oryantalizmin gayesini de çok açık bir
şekilde ortaya koymaktadır. Batı dünyası, Ortaçağdan beri açtığı kaba kuvvet mücadelesinde
mağlup edemediği İslâmî, bir iki asırdır açmış olduğu fikir savaşı ile mağlup
etme yolunu denemektedir. Bu hücumlar karşısında susuşumuz, varlığımızı
inkârdan başka ne işe yarar? İslâm dünyası olarak üzerimizdeki birkaç asırlık
gaflet uykusunu atmamızın zamanı gelmiş, hatta geçmek üzeredir. Bu uyanışın
gerçekleşmesi karşı tarafın hücumlarını bertaraf etmenin yanısıra fikren karşı
hücuma geçmekle mümkün olacaktır. Bu da İslâmî çok iyi öğrenip, gerçeklerini
asrın idrakine uygun bir üslupla sunacak olan genç ve hamiyetli ilim
adamlarının görevidir.
KUR’ÂN’IN TEBLİGCİSİ OLARAK
HZ. MUHAMMED’İN ZATIYLA İLGİLİ
İDDİALAR
A. Hz. Muhammed'in (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) Baştan Beri Samimi Olduğunu Kabul Edenler
Müsteşriklerin
hemen hepsi Hz. Muhammed'in peygamberliğine inanmadıkları gibi, büyük çoğunluğu
da, onun samimiyetine inanmamaktadır. Onlara göre, o, Kur'ân'ı bilerek değişik
kaynaklardan alıp Allah'a isnat etmek suretiyle insanlara sunmuştur. Fakat bu
genel hükmün istisnaları da yok değildir. Nitekim bazıları Hz. Peygamberi (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) bu iftiraya karşı savunmuştur. İngiliz yazar Tomas Cariyle
(1795-1881) bunlara örnek olarak gösterilebilir. Bu zat, Kur'ân hakkında,
"Bir Kitap ki, kalbten gelmiştir, başka kalblere gitmek yolunu mutlaka
bulacaktır. Denilebilir ki, Kur'an'm esas karakteri masum tabiîliğidir; bir
ihlas ve hüsniniyet kitabı olması hadisesidir"63 diye bu konudaki kanaatini açıkça dile
getirdikten sonra Prideaux ve daha başkalarının Kur'ân'ı— Haşa—Hz. Muhammed (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) tarafından "Günahlarını mazur göstermek ve örtmek,
yükselme hırslarına ve şarlatanlığına mesnet hazırlamak için fasıl fasıl
yazılmış bir hokkabazlık nümûnesi"64 olarak nitelemelerine karşı çıkmakta ve
haklılığını iki noktayla delillen-dirmektedir. O da Müslümanların tarih boyunca
bu dine çok büyük bir samimiyetle sarılıp onu tatbik etmeleri65 ve Hz. Muhammed'in
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) durmadan kaynayan, fokurdayan ateşten bir kalb
taşıması ve yaşayışında engin bir tabiiliğe sahip olmasıdır.66
Maxime
Rodinson, zaman zaman kendi kendisiyle ters düşüyor ve gerçek görüşünü
nakzedici iddialar ileri sürüyorsa da, Hz. Muhammed'in
çeşitli
amaçlarla Kur'ân'ı uydurarak Allah'a isnat ettiğini söyleyen Hıristiyan
yazarların bu yaklaşımına karşı en azından şüpheci kalınması gerektiğini
söylüyor ve şunları ekliyor: "...Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
krizlerini anlatan metinlerin gerçeği dile getirdiğine inanmaktayız. Çünkü
bizce Muhammed daima doğaüstü âlemde bir yer bulmak için çırpman bu metinler,
onu bu derece doğaiçi ve insânî gösteren çizgileri icat etmiş olamaz. Kısaca
bugün, samimi bir Muhammed'i açıklamak, sahtekâr bir Muhammed'i (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) açıklamaktan çok daha kolaydır."76 Rodinson,
Kur'ân'ı Hz. Muhammed'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bilinçaltının ürünü
olarak nitelendirmektedir.77 Yine Rodinson, Belçikalı Cizvit rahibi
olan Henri Lammens'in kindârlığından dolayı, Hz. Muhammed'in (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) samimiyetini inkâr edişini söyleyerek ona katılmadığını ima
etmektedir.67
Alfred Guillaume ise, Hz. Peygamber hakkmdaki yalancılık ve benzeri iddiaları
reddediyor. Bunun için de, İsrailoğulları nezdinde peygamberliğin doğruluk
ölçüsünün aynısını uyguluyor. Bu da şu noktalarda özetlenebilir: Gür ve ateşli
söz, şiir68
kendini tam olarak Allah'a adama, ahlâkî konulara özen, Allah'ın sözünü ilan
etmesine kendisini sevkeden bir itici gücün varlığını hissetme. Yazar, bütün bu
belirtilerin Hz. Muhammed'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hayatında açıkça
görüldüğünü söylüyor. Ayrıca, Hz. Peygamberin, (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
davetin başlangıcında vahyin kaynağı hakkmdaki kuşkularını ve hatta canına
kıymaya bile girişmesini onun samimiyet ve doğruluğuna kuvvetli bir delil
olarak görüyor. Bu noktadan onu Eremya69 Peygamberle karşılaştırıyor.70
Ancak
müsteşriklerin, Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) davasında samimi
olduğunu kabul etmelerinden, zorunlu olarak ona gelen vahyin de İlâhî olduğunu
kabul ettikleri anlaşılmamalıdır. Çünkü kendisine ilhâm gelen birinin, yepyeni
sandığı fikirlerin, zihninde aniden zuhur ettiğini gördüğü zaman gayr-ı şuûrî
illüzyona maruz kalması mümkündür; halbuki gerçekte o, ruhunun derinliklerinde
yatan ve unutulmuş olan eski şeyleri tekrar etmekten başka bir şey
yapmamaktadır. Hatta menşeine dikkat etmediği için, kendisinde şahsî
ilhamlarıyla aynı olduğu inancını uyandırmış olması dolayısıyla, edinilen yeni
bilgilerin ona vahyedilmiş şeyler gibi görünmesi bile mümkündür.71
Diğer
bir ifadeyle, bunlara göre, ekseriya Hz. Muhammed'in (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) iç dünyası, duyularının baskın çıkarak, kendisine hitap eden birisini
işittiğini zannettiği şey, hayallerinin ve iç dünyasının dışa yansımasından
ibaretti.72
Bu
görüş de yeni bir şey olmayıp cahiliye devri müşriklerinin "cinnet"
ve "karışık rüyalar" iddialarının tekrarından ibarettir.
Bu
konuyu ayrıca tezimizin "İç Kaynaklar" (Hz. Muhammed'in (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) Şahsıyla İlgili Kaynaklar) başlığı altında detaylı bir
biçimde ele alacağız.
B. Hz. Muhammed'in Baştan Beri
Yalancı ve Aldatıcı Olduğunu İddia Edenler
Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem), İslama insanları açıkça çağırmaya
başladığı ilk günden başlayarak günümüze kadar birçok kimselerin tekzibine
muhatap olmuştur. Kur'ân-ı Kerim, birçok yerinde, Arap müşriklerinin
yönelttikleri, tarih içerisinde Hıristiyan ve Yahudilerin ise tekrar ettikleri
bu ithamı kaydetmiştir. Arap Yarımadasının haricindeki çevrelerde ise, Charles
J. Ledit, Romalıların Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hakkındaki
hükümlerinin çok katı olduğunu belirtiyor. Nitekim, onu, Hz. Hatice'nin (r.a.)
mal ve hayvanlarına el koymakla, sara hastalığına yakalandığı etrafta duyulunca
da Hatice'yi teselli etmek için Cebrail'in (r.a.) gökten kendisine vahiy
getirdiğini iddia etmekle itham etmişlerdir.73 Sara ithamını şimdilik bir yana bırakacak
olursak (çünkü bunu Hz. Peygamberin bedenî, ruhî ve aklî sağlığı hakkında şüphe
meydana getiren benzer ithamlarla birlikte ileride ele alacağız) önümüzde
"yalancılık" kalmış olur. Bilindiği gibi, Batılılar arasında bu
iftirada bulunanlar sadece Romalı yazarlar da değildir. Kuşkusuz Hıristiyan
olanlarıyla, pozitivist olanlarıyla pek çok müsteşrik ta günümüze kadar
Kur’ân'm aslında Hz. Muhammed'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) uydurması olup
onu Allah'a nisbet ettiğini iddia ediyorlar.74
Hz.
Muhammed'in samimiyetsiz ve sahteci olduğu iddiası Kur'ân'm kaynağı olarak
gösterilen en önemli iddiadır. Bu, gayr-i müslimlerin Kur'ân'm vahiy gerçeğini
kendisiyle eskiden beri açıklamaya kalkıştıkları bir hipotezdir. Kur'ân Hz.
Peygambere yöneltilen bu ithamı bizzat reddederek şöyle buyuruyor:
"Aslında onlar seni yalanlamıyorlar, fakat o zalimler açıkça Allah'ın
âyetlerini inkâr ediyorlar."75 Fakat biz çalışmamızda bu gibi âyetlerin
arkasına sığınmayacağız. Öncelikle Kur'ân'm Hz. Muhammed'in—haşa—uydurması
olmadığını kesin delillerle ortaya koymak gerekir. Aksi halde—yalancılıkla
itham edilmesine rağmen—Hz. Muhammed'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) kendi
kendisine şahitlikte bulunması demek olur. Tabiatıyla böyle bir şahitlik de
kabul edilmez. Öyleyse bu hipotez tartışılırken Hz. Peygamber ile ilgili ilk
tarihî kaynaklara inme zorunluluğu vardır. Başta Kur'ân-ı Kerim olmak üzere o
belgelerde Hz. Muhammed'in kişiğini belirleyen işaretler tesbit edilmelidir. Bu
konuda son derece titiz davranılmak ve onun hayatını ve ahlâkını konu alan
rivâyetlerden sadece sâlim, hür ve tarafsız bir akim mantığına göre üzerinde
doğruluk mührü açıkça parlayanlar esas alınmalıdır. İşte ileriki
değerlendirmelerimizde bu ölçülere özenle uymaya çalışılacaktır.
Bu Görüşe .Karşı Hz, Muhammed'in
Doğru ve Samimî Olduğunu İspat Eden Deliller
·
1. Zatı ve Ahlâkıyla İlgili Deliller
·
a. Kavini Arasında Doğruluk ve
Güvenilirlikle Ün Salması
Doğruluğun
Arapça karşılığı sıdktır. Sıdk, sözü ve haberi doğru ve gerçek söylemek; söz, haber,
doğru, gerçek, vakıaya uygun olmak; doğru ve gerçek sözlü olmak demektir ki,
yalanın ve yalancılığın zıddıdır.76
Hz.
Muhammed'in tebliğ ettiği Kur'ân, onlarca âyetiyle doğruluğu ve doğru olanları
övmüştür77 ve
Allah adına yalan söyleyen, Allah'tan hak söz geldikten sonra da onu
yalanlayandan daha zalim kimsenin bulunmadığını,78 sözünü Allah'a isnât ederek Ona iftira
edenlerin Kıyâmet günü yüzlerinin kara olacağını79 belirtmiştir. Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) de,
Sahabilerini doğruluk konusunda özenle eğitir80, "Doğruluğa devam ediniz.81 Çünkü doğruluk
iyiliğe götürür, iyilik ise Cennete götürür. Doğruyu araştıra araştıra kişi, en
sonunda Allah katında Sıddîk (özü sözü doğru) olarak yazılır"82. "Yalandan
sakınınız.83 Çünkü
yalan fücûra (sapıklığa) götürür. Fücur da Cehenneme götürür. Kişi yalan
söyleye söyleye, yalanı araştıra araştıra en sonunda Allah katında kezzap
(yalancı) olarak yazılır"84,
"Mü'min yalancı olamaz"85 buyurmuş ve kendisi de peygamberliğinden önce
bile kâvmi arasında doğrulukta, doğru sözlülükte ve güvenilirlikte en başta
gelmiştir.86
Onun
ağzından hiçbir zaman hak ve gerçek sözden başkası çıkmazdı. Abdullah b. Amr
der ki: "Ben Resulullahtan duyduğum her şeyi ezberler 've'yâzardıın.
Kureyşlilerden olan Sahabiler, beni bundan nehyettiler ve 'Sen Resulullahtan
duyduğun her şeyi yazıp duruyorsun. Oysa Resuhıllah Keşerdir; gazap halinde de,
rıza halinde de söz söyler' dediler. Bunun üzerine ben bir müddet yazmaktan
vazgeçtim. Nihâyet durumu Resulullaha arzettim. Resulullah, ağzına parmağıyla
işaret ederek 'Yaz, varlığım kudreti elinde bulunan Allah'a yemin ederim ki,
buradan, hak sözden başkası çıkmaz' buyurdu."87
Hz.
Peygamber, şakayla söz söylerken bile, doğruluktan, doğru sözlülükten ayrılmaz,
"Ben şaka yaparım, ama gerçekten başkasını söylemem" buyururdu.88
Kureyş
müşriklerinin ileri gelenlerinden ve Hz. Peygamberin en azılı düşmanlarından
Ebû Cehil, kendisine: "Biz seni yalanlamıyoruz. Fakat senin getirdiğin
şeyleri yalanlıyoruz"89
demiştir.
Müşriklerden
Ahnes bin Şerîk'm, Bedir yolunda, Ebû Cehil'e: "Ey Ebu'l-Hakem, şurada
benden ve senden başka konuşmamızı işiten yok. Sen bana Muhammed hakkmdaki
kanaatini söyle; o doğru sözlü müdür, yoksa yalancı mıdır?" sorusuna da:
"Vallahi,
Muhammed, muhakkak doğru sözlüdür ve hiç yalan söylememiştir!" dediği
gibi, Hz. Peygambere dili ile en çok eziyet eden müşriklerden Nadr b. Haris de,
müşriklere "Muhammed, içinizde hoşunuza giden bir gençti. En doğru
sözlünüz ve en emininizdi!" demiştir.90
Bu
konuda en tipik ve en açık şehadet, bizzat düşmanı olan tarafın başkanı olan ve
bu şehadetinden ancak birkaç sonra İslâm dinini kabul eden biri, yani Ebu
Süfyân tarafından yapılmıştır. Bu şehadet üzerine İmparator Herakliyüs şu
neticeye varmıştır: "İnsanlara yalan söylemeyen, Allah hakkında da yalan
söylemez.91
Hatta
o, münafıklığın alametinin üç olduğunu söylemiş ve bunları şöyle sıralamıştır:
"(Münafık) konuştuğu zaman yalan söyler, söz verdiği zaman sözünde durmaz,
kendisine bir şey emanet edildiğinde hiyanet eder."92 Kendisi doğruluk ve samimiyete son derece
itina gösterdiği gibi, sahabilerini de, konuşurken veya söz verirken çok
dikkatli olmaya teşvik eder, hatta kendisini dinleyip itaat edeceklerine
ilişkin onlardan bey'at alırken—mutlak söz vererek ardından bir engelin
çıkmasıyla bu sözlerini yerine getirememe durumuna düşmemek için—sözlerine
"gücünüz yettiğince" ifadesini eklemeyi ihmal etmezdi.93 Aynı şekilde
sahabilerinin, birini överken, kesin ifadeler kullanmayıp "öyle olduğunu
sanıyorum" demelerini severdi.94 ibadetlerde zorlamaya kaçmaktan hoşlanmaması
da bu konuyla ilgilidir.95
Hz.
Peygamberin doğruluk, güvenilirlik ve samimiyetine ilişkin bu ahlâk ve tutumu,
peygamberlikten önce de kavmi arasında ün salmıştı. Öyle ki kendisine
"Emin" lakabını vermişlerdi96 Hatta Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) ilk defa, Mekkelileri açıkça Allah'ın dinine davet ettiği zaman, kendileri
arasındaki bu yaygın şöhretine dayanmak istediği görülüyor. Doğruluk ve
güvenilirliğini açıkça onlara itiraf ettirmeden, sürpriz bir biçimde yeni dine
onları çağırmak istememişti. Nitekim, Mekke civarındaki bir tepe üzerine
çıkarak onlara şöyle sordu: "Ben size, bu dağın arkasında bir süvari
birliğinin bulunduğunu—size hücum edeceğini—söylesem bana inanır mısınız?"
Hepsi tek bir sesle: "Evet!" diye cevap verdi. Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) tam o sırada kendilerini İslâma davet etti. Fakat, doğruluk
ve güvenilirliğine olan itiraflarının üzerinden birkaç saniye bile geçmemişken,
onlar tam bir dönüş yaparak kendisini akılsızlıkla itham ettiler ve etrafından
dağıldılar.97
Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) onların o derece güvenini kazanmıştı
ki, peygamberlik verilmesi üzerine kalblerde kendisine karşı kin ve düşmanlık
kök saldıktan sonra bile mal ve kıymetli eşyaları kendisine emanet ediyorlardı.98 Eğer kendisine
bunca kıymetli eşya emanet edilen kişi Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) değil de başka
biri olsaydı, hicret ettiği gece bütün o emanetleri alıp götürmesi işten bile
değildi. Hele kendisine olan düşmanlıkları onu öldürmek için komplolar
düzenlemeye sevkedecek bir dereceye vardıktan sonra... Fakat o gerçekten doğru
ve güvenilir zat, sözkonusu malların bir kuruşunu bile kendisine helâl
görmemiş, henüz çocuk yaşta olan ve terbiyesinde büyümüş amcasıoğlu Hz. Ali
onları yanıltmak için Resulullahm yatağında yatmış, sabah olunca erkenden Hz.
Peygambere (salla’llâhü aleyhi ve sellem) emanet bir şey bırakan herkesi
dolaşarak emanetlerini teslim etmiştir.99
Kur'ân'ın
Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) tarafından uydurulduğunu iddia etmek, onun en büyük sahtekâr olduğu
manasına gelir ki, yukarıdaki bütün delillerle taban tabana zıt olduğu gibi,
Mekke müşrikleri bile böyle bir iddiada bulunma cüretini gösterememişlerdir.100
İyi
düşünüldüğünde bu konuda mutlaka iki şıktan birisi olması gerektiği ve bunların
ortasının bulunmadığı görülür. Şöyle ki: Kur'ân Allah'ın kelâmı olmazsa,
hakikatlerin kaynağı değilse,-hâşa-if tir acı, haddini bilmez bir yalancının
düzdüğü iftiralardan ibaret olur. Onu tebliğ eden, Allah'ın gerçek elçisi değil
ise, yalancı, hem de Allah adına devamlı surette yalan uyduran biri durumuna
düşer. Doğruluk ve samimiyetiyle, Allah'a tevekkül etmesiyle, beşeriyete
öğrettiği hakikat prensibiyle, insanlara yol gösteren, aradan bin dörtyüz
seneden fazla bir zaman geçtiği halde bugün de milyarlarca insanın kalblerinin
mah-bubu, akıllarının mürşidi olan Hz. Muhammed'in sahtekâr, Allah'tan korkmaz,
Allah'ı tanımaz, en âdi bir insan olduğunu kabul etmek gerekir. Bunu yeryüzünde
iddia etmiş bir tek adam bile çıkabilmiş değildir. Öyleyse bu mesele iki şıkta
münhasırdır ve ikinci şık imkânsız olduğuna göre birinci şık, yani Kur'ân'ın
Yüce Allah'ın kelâmı olduğunu kabul etmek şarttır.101
·
b. Engin Tevazuu
Tevazu,
alçak gönüllü olmak102
hakka boyun eğmek103
hakkı kabul etmek demektir104.
Her huyun olduğu gibi tevazuun da ifrat (aşırılık) ve tefrit (kıtlık)
dereceleri vardır. Kıtlığına tekebbür, aşırılığına ise zillet denir. Tevazu bu
iki huyun ortasıdır.
Alçak
gönüllülük; eşitlik, başkasını kendisine tercih, hoşgörü, duygu ve düşünceyi paylaşma
ve adalete tutkunluk gibi iyi huyları gerçekleştirirken kibir, öç alma, kendini
başkalarına tercih etme, boş gurur, baskı gibi aşağılıkları doğurur. Bundan
dolayıdır ki aklı başında ve faziletli kişiler kibirden ve övünmekten uzak
durmuşlardır105.
Hz. Mu-hammed makam ve mertebesinin yücelik ve yüksekliğiyle birlikte
insanların en mütevazii106
ve en kibirsizi idi107.
Hz.
Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bu konuda öyle halleri var ki,
doğruluk ve samimiyetinin en açık göstergesi olarak ortada durmaktadır. Bir
defasında sahabilerine namaz kıldırırken yanılmış, bunu kendisine
hatırlattıklarında hiçbir tartışmaya girmemiş, yanılmayacağını, yanılgı
sandıkları şeyin, bu namaza mahsus olmak üzere (uydurabileceği) şu veya bu
sebepten dolayı Allah tarafından bir kolaylık olduğunu iddia etmemiştir. Aksine
yanıldığını itiraf etmiş ve dönüp namazını tamamlamıştır.108 Bir başka defa namazda yine yanılmış, kimse
tarafından uyarılmadan kendisi sehiv secdesi yapmıştır.109 Bu, asla yanılmayan ve unutmayan bir Rabbin
elçisi olmakla birlikte kendisinin ise yanılabileceğim itiraftan başka bir şey
değildir. Hatta daha ötesi, bir başka defasında namaz için kaamet getirilmiş,
saflar düzelmişti ki, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) dışarı
çıkmış. Çünkü tam namaza başlayacağı zaman cünup olduğunu hatırlamış ve
Sahabilerine: "Bekleyin" buyurmuş, sonra evine dönerek gusül abdesti
almış, saçlarından su damlaya damlaya yanlarına dönmüş ve namazı kıldırmıştır.110 Eğer iddia
edildiği gibi—haşa—sahte bir peygamber olsaydı, cünüp haliyle namaz
kıldırabilirdi. Namaz kılanlardan onun cünüp olduğunu kim biliyordu ki? Fakat,
namaz için evinden çıkmışken, kaamet getirilmiş, saflar dizilmişken ve
sahabileri için de bir bekleme güçlüğü sözkonusuyken, evine dönüp önce gusül
abdesti almadaki ısrarı, dinin direği olan namaz gibi bir ibadete hazırlık ve
temizlik konusunda bile unutabileceğini itiraftan başka bir şey değildir ve
onun doğru olduğuna en kesin delillerden biridir. Rabbinden kendisine doğru
söyleyen bir dil nasip etmesini dileyen111 böyle bir zatın yalancı olması mümkün mü?
Hz.
Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) kendisinde bulunabileceğini itiraf
ettiği tek beşeri noksanlık unutmak da değildir. Yine bir defa olsun gaybı
bildiğini iddia ettiği görülmemiştir. Bu konuda başka bir örnek de şudur: Bir
sene Şevval aymm hilâli buluttan dolayı görülmemiş, Resulullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) dahil bütün Müslümanlar oruç tutmuşlar, o gün birisi gelerek
başka bir yerde dün hilâl görüldüğünü bildirmiş, Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) orucunu bozmuş, Müslümanlar da bozmuşlardır.112 Eğer—haşa—yalancı
olup, semâdaki gaybı bildiğini iddia etseydi, bu gelen şahsın yanıldığını
söyler ve orucu tamamlamakta ısrar ederdi. Tâ ki, gaybı bilemediği söylenmesin.
Çünkü, o dönemde birçok Arap, peygamberliğin gaybı bilmeyi gerektirdiğini
sanıyordu113.
Aynı şekilde, iki kişi arasında hüküm verdiği zaman, taraflardan birisi
hasmından daha iyi kendini savunabildiği takdirde, isterse, haksız olarak
kendisini yanıltabileceğini sa-habilerine, üzerine basa basa belirtmiştir.114
Bu
sözler bir yandan Hz. Peygamberin tevazuuna ve tekellüften son derece uzak
bulunduğuna delil olduğu gibi, Kur'ân'daki gaybî haberlerin kaynağı olmadığına
da delildir. Çünkü kendi zamanında, kendi memleketinde, şahsen tanıdığı ve
sözlerini işittiği iki davacı arasında cereyan eden meselenin hakikatini idrâk
etmeye gücü yetmeyen bir şahsın, kendisinden uzakta veya istikbalde meydana
gelen hadiseleri bilmekte daha âciz olacağı açıktır.
Hz.
Peygamberin kendisi hakkında söylediği şu söz de konumuz açısından oldukça
anlamlıdır: "Ben sizin gibi insanım. İnsanın zannı isabet de edebilir,
hata da. Ama ne zaman size: 'Allah şöyle buyurdu' dersem bilin ki ben Allah'a
isnat ederek yalan söz söylemem."115
Aynı
şekilde Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ölen insanların başına
geleceklerini de bilemediğini söylerdi. Hatta bizzat kendisi hakkında bile
şöyle buyururdu: "Ben Allah'ın Resûlü olduğum halde bana nasıl
davranılacağını bilemiyorum."116
Öyle
konular var ki, onları insanlara tebliğle görevli olmadığı için gizli tutsaydı
hiçbir zararı olmazdı. Meselâ, bir defasında annesinin mezarını ziyaret etmiş,
hem ağlamış, hem de etrafındakiler! ağlatmıştı. Buraya kadar anormal bir durum
yok. Fakat işin garibi, Rabbinden, annesinin mezarını ziyaret etmek için izin
istediğini, Allah'ın buna izin verdiğini, fakat onun için bağışlama dilemek
için izin istediğini, buna ise izin vermediğini söyleyebilmesidir.117 Bu, yalancı bir
sahtekârın söz ve davranışı olabilir mi?
Resulullahın
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) doğruluğu konusunda hayran kalınacak bir durum
da şu ki, bir gün olsun bir tek mucizeyi getirebileceğini iddia etmemiştir.
Çünkü o, müşriklerden veya Yahudilerden kendisine karşı koyanlara her zaman
söylediği gibi, ancak insan olan bir peygamberdi.118
Şöyle
bir itirazda bulunulabilir: "Acaba, mucize getirmeye gücü yettiğini
söylerse, kendisinden bir mucize isteneceğini, yapamaymca da yalancılığının
ortaya çıkacağını düşündü de mi, böyle bir iddiada bulunmadı? Öyleyse, onu
bundan, doğruluğu ve samimiyeti değil de, dehâsı alıkoymuştur." Böyle bir
şüphenin de hiçbir dayanağı yoktur. Çünkü, Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) kendi lehine
istismar edebileceği olaylardan yararlanmayı hiçbir zaman düşünmemiştir.
Meselâ, biricik oğlu ve ciğerparesi olan İbrahim'in vefat ettiği gün, güneşin
tutulmasını bir fırsat olarak değerlendirip, üzüntüsüne bütün kâinatın iştirak
ettiğine ilişkin İlâhî bir delil olduğunu iddia edebilirken, böyle bir yola
tevessül etmemiştir.119
Yine, kendisinden önceki peygamberlerin de mucize göstermediklerini
söylemek suretiyle, onları da bu konuda kendisine benzetebilirdi. O zaman
kendisini tasdik etmeyenlerin aksini isbat etmeleri gerekirdi ki bu da
tabiatiyle imkânsızdı. Çünkü, sözkonusu peygamberlerin hepsi asırlar önce vefat
edip gitmişlerdi.
Bir
kimsenin kalkıp da Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) eski
peygamberlerin mucizelerini nefyetmemesini, bunun eskiden beri akıl ve ruhlarda
yer etmesinden dolayı olduğunu iddia edebileceğini sanmıyoruz. Çünkü akıl ve
ruhlarda bundan daha fazla yer etmiş bulunan başka şeyleri reddetmekte tereddüt
etmemiştir. Meselâ, Hz. Isa aleyhisselâmm ilâh olduğu, veya en azından Allah'ın
oğlu olup Hz. Adem'in işlediği günaha keffa-ret olsun diye çarmıha gerilerek
öldürüldüğü inancı, Hıristiyanların akıl ve ruhlarında ondan daha fazla yer
etmişti. Bunlar Hıristiyanlığın temelini oluşturuyor, yıkılmalarıyla
Hıristiyanlık temelinden yıkılıyordu.120 Akıl ve ruhlardaki bu yer ediş, Hz.
Peygamberi, bu inancı ve onu taşıyanları Kur'ân diliyle, akılsızlıkla
niteleyerek reddetmesine121
engel olmamıştır. Bunun benzerini hatta daha şiddetlisini Yahudilere ve
müşriklere karşı da yapmıştır. Öyleyse, düşmanlarının elinde bir koz olarak
duran, mücadele edip güçlük çıkarma vesilesi olarak kullanılan kapıyı bütünüyle
kapamak için neden, eski peygamberlerin mucizelerini tamamen inkâr etmedi?
Evet, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) kardeşleri olan geçmiş
peygamberlerin mucizelerini itiraf ve kabul etmiş122 aynı zamanda da, kendisinin insan olan bir
peygamberden başka bir şey olmadığını vurgulamıştır.123 Bu hiçbir şekilde, sahtekâr ve yalancı
birinin tutumu olabilir mi? Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
doğruluk ve samimiyeti öyle bir noktada idi ki, soru olarak kendisine
yöneltilen bir konuda özel bir görüşü olur, daha sonra vahiy bu görüşten farklı
bir çözümle gelirdi ve o bunu ilan eder, gizlemezdi.124 Bu da konumuz açısından üzerinde dikkatle
düşünülmesi gereken bir noktadır.
Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) kardeşleri olan diğer peygamberleri
ancak hayırla anardı. Nitekim Allah'a olan bir niyaz ve yakarışında Hz.
İbrahim'i Allah'ın kulu, dostu ve peygamberi olarak nitelerken kendisini sadece
kulluk ve peygamberlikle nitelemiştir.125 Öte yandan kendisini, herhangi bir kimsenin
Hz. Yunus bin Metta'dan üstün görmesini menetmiştir.126 Hz. Yusuf (a.s) için de şöyle buyururdu:
"Eğer Hz. Yusuf'un kaldığı kadar hapiste ben kalsaydım, hapisten çıkma
davetlerini kabul ederdim. (Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bu
sözleriyle, Hz. Yusuf'un tamamen suçsuz olduğu hiçbir şek ve şüphe götürmeyecek
derecede belli olmadıkça hapisten çıkma önerisini reddettiğine işaret
etmiştir.)127 O
Hz. Yusuf ki, Hz. Peygambere "İnsanların en asili ve değerlisi
kimdir?" diye sorulduğunda şöyle cevap vermiştir: "Allah'ın dostunun
(Hz. İbrahim'in) oğlu, Allah'ın peygamberinin (Hz. İshak'm) oğlu, Allah'ın
peygamberinin (Hz. Yakub'un) oğlu, Allah'ın peygamberi Hz. Yusuf'tur."128 Allah'ın en
sevdiği oruç ve namaz hakkında kendisine soru sorulmuş, o ise şöyle cevap
vermiştir: "Allah'ın en sevdiği oruç, Hz. Dâ-vûd'un orucu, Allah'ın en
sevdiği namaz da Hz. Dâvûd'un namazıdır."129 Hatta, Hz Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) kendilerinden pek çok kötülük, edepsizlik ve hiyanet gördüğü,
kendisiyle onlar arasında savaşlar cereyan etmiş olan Yahudiler'in peygamberi
Hz. Musa için de aynı tazim sözkonusudur. Nitekim sahabilerin, ondan üstün
tutmalarını reddetmiş ve şöyle buyurmuştur: "Beni Musa'dan üstün tutmayın.
Kıyamet günü insanlar ölecekler. İlk dirilen ben olacağım. Bir de bakarım ki,
Hz. Musa Arş'ın yanında bekliyor. Kendisi de ölüp de benden önce mi uyanmış, yoksa
Allah'ın ölümden müstesna tuttuğu kimselerden mi olduğunu bilemeyeceğim."
Bu şahitliğin önemini ve ne derece Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) doğruluğunu gösterdiğini daha iyi anlayabilmek için şunu belirtelim ki,
bu söz, bir Müslüman ile bir yahudi arasında geçen bir tartışma sonucunda
söylenmiştir. Tartışmada Müslüman şöyle yemin etmiş: "Hz. Muhammed'i
alemlerden üstün kılan Allah'a yemin ederim ki..." Buna karşılık Yahudi
de: "Hz. Musa'yı alemlerden üstün kılan Allah'a yemin ederim ki..."
diye yemin etmiş. Kendini tutamayan Müslüman elini kaldırarak Yahudiye bir
tokat atmış. Yahudi Hz. Peygambere (salla’llâhü aleyhi ve sellem) giderek
durumu haber vermiş.130
Bütün
bunlar, Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem), kardeşleri olan diğer
peygamberler karşısında kendisini küçük gördüğünü göstermez. Aksine, bu sözler
dahi, büyüklüğün, kendine güvenin ve tevazuun birer ifadesidir. Nitekim başka
bir yerde Resulullah-(salla’llâhü aleyhi ve sellem) Kıyamet günü bütün
peygamberlerden daha fazla tabilerinin bulunacağını umduğunu söylemiş131, Şefaat-ı Uzma
hakkının kendisi için saklı tutulduğunu132 belirtmiştir. Hz. Ali naklettiğine göre
Resulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Bana, başka
hiçbir peygambere verilmeyen şu dört şey verilmiştir: 1. Düşmanlarımın kalbine
korku salınmakla (Allah tarafından) bana yardım edilmiş, 2. Bana Ahmed ismi
verilmiş, 3. Yeryüzü benim için temiz kılınmış. 4. Ümmetim, ümmetlerin en
hayırlısı yapılmıştır.133
Acaba, kendinin ve kardeşleri olan diğer büyük peygamberlerin değerini bundan
daha güzel ve hassas bir ölçüyle ortaya koymak mümkün mü? Bu gerçek de onun ne
derece dengeli, hikmetli ve samimi olduğunu göstermektedir.
·
c. Kendisini Yakından Tanıyanların
Ona Olan Bağlılıkları
Hz.
Peygamberin yakınında bulunan insanların ona olan sevgi, ve bağlılıklarının
onun doğruluk ve samimiyetine işareti insaf sahibi Batılı bilim adamlarının
itiraf ettiği bir noktadır.134
Biz, kısaca işaret edilen bu önemli noktayı örnekleriyle açıklamaya
çalışacağız:
Hz.
Hatice, evlilik için, kendisine gelen Kureyş'in en namlı kabile reislerinin
isteklerini reddetti. Ama, Hz. Muhammed'in ahlâkına hayran olduğu için
kendisine bizzat evlilik teklifinde bulundu.135 On beş yıllık bir evlilik, bir kadının
kocasının günah ve sevaplarını öğrenebilmesi için yeterli bir müddettir. Hele
bu kadın hem yaşça büyük, hem akıllı ve hem de kocası onun malları ve
sermayesiyle ticaret yapıyorsa, bu iş daha da kolaylaşır. Fakat Hz. Hatice bu
uzun müddet sırasında Hz. muhammed'i yakından görüp takip ettikten sonra
büyüklüğüne o kadar inandı ki, kendisinin sadece büyük bir insan olduğunu
teslim etmedi, ayrıca kendisinin Allah'ın Resulü olduğunu kabul etti ve kendisine
iman etti. Halbuki sahtekâr bir insanın menfaatçi ve maddeci karısı, kurduğu
tezgâhında her ne kadar ortak olsa dahi kendisine kalben bağlanmaz ve
samimiyetle iman etmez.136
Bu
konunun başka bir örneği de Hz. Muhammed'in kölesi Zeyd b. Hari-se'dir. Bu
köle, efendisi tarafından âzad edilmesine rağmen, babası ve amcasının bütün
ısrarlarına rağmen yine onun hizmetinde kalmayı tercih etti. Bu köle 15 sene
Hz. Muhammed'e hizmet etti ve onun tarafından âzad edilerek evlatlık haline
getirilince o yüksek ahlâkından o kadar etkilendi ki, peygamberlik makamına
yükselince tıpkı Hz. Hatice gibi ona iman etmekte zerre kadar tereddüt etmedi.
Zeyd, aklı ermeyen bir çocuk değil, otuz yaşında yetişkin bir gençti ve
öylesine yiğit, akıllı ve zeki idi ki, Hicrî 8. yılında komutasına verilen
orduda Hz. Cafer b. Ebi Talib ve Hz. Halid b. Velîd gibi namlı ve şöhretli
komutanlar vardı. Bu bakımdan Zeyd b. Harise'nin İslâmiyet! kabulü, efendisine
son derece bağlı ve borçlu olan saf bir hizmetçinin iman etmesi olarak
değerlendi-rilmemelidir. Hakikatte, Zeyd b. Harise on beş yıllık yakın temastan
sonra Hz. Muhammed'in peygamber olduğuna kesin olarak inanmıştır ki, ilk
mü'minler arasında yerini almıştır.137
Aynı
durum Hz. Ebûbekir için de geçerlidir. Hz. Ebûbekir bir nesep bilginiydi. En
azından Kureyş kabilesindeki her insanın geçmişini, ailesini ve ahlâkını
bilirdi. Aynı zamanda yirmi yıldan beri Hz. Muhammed'in dostu, refiki, habîbi
ve sırdaşıydı.138
Eğer Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şahsiyetinde en ufak bir
leke’ olduğunu bilseydi, zerre kadar tereddüt göstermeden herkesten önce
koşması şöyle dursun, hiçbir zaman İslâma girmezdi. Hz. Ali'nin durumu da
aynıydı. Osman b. Affan, Hz. Muhammed'in teyzesinin torunuydu. Hz. Zübeyr de
teyzesinin oğlu ve Hz. Hatice'nin yeğeniydi. Hz. Ebu Seleme, Hz. Muhemmed'in
hem süt kardeşi, hem teyze oğluydu. Hz. Cafer b. Ebî Talib, Hz. Muhammed'in öz
amca oğluydu. Abdurrahman b. Avf ile Sa'd b. Ebî Vakkas, Hz. Muhammed'in annesinin
akrabalarıydılar. Bunlardan hiçbirinin Hz. Muhammed'i yakından tanımadığı,
karakterini bilmediği iddia edilemez. Bütün bu yakın akraba, eş ve dostlar, Hz.
Muhammed'in nübüvvetini ve davasını ilk tanıyıp kabul edenlerdir.139
·
d. Sahabi ve Yakınlarını İncitmemesi
Hz.
Muhammed'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) doğruluğu, güvenilirliği ve
samimiyetinin ölçülebileceği başka bir psikolojik ölçü daha vardır. O da şudur:
Kendisi hiçbir zaman bir sahabisini kırıp, kendisinden darılmasına sebep olmamıştır.
Aynı şekilde, dostlarından hiçbirisi de, ne hayatında, ne de vefatından onlarca
sene sonra onu tenkit etmemiş, yaptığı bir işi çirkin bulmamış ve kendisi
hakkmdaki müsbet kanaatini değiştirmemiştir. Bir yalancı veya aldatıcının,
böylesi nadir ve çok çeşitli dostluklar kurup sürdürebilmesi mümkün değildir.
Hz. Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali, Mu-aviye, Übeyy bin Ka'b, Halid b. Velid, Amr
b. As, Ebu Musa el-Eş'arî, Ebu Zerr, Ebu Hüreyre... ve daha binlerce ona yakın
yaşamış ve te-rimleşmiş manasıyla değil de—çünkü bu anlamda ashabı on binleri
bulmuştur—dostları anlamında ashabı diyebileceğimiz bütün bu ayrı fıtrat ve
mizaçtaki insanlar hep o eşsiz dostluğun meyveleridir. Gerek geçmişte ve
gerekse günümüzde birçok devlet başkanı veya lider görüyoruz ki, bazan gün
geçmez ki, yanında yer alan ve onu iktidara getiren şu veya bu yakınıyla arası
bozulmasın ve birbirlerinin aleyhine geçmesinler. Bu noktada Hz. Muhammed'in (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) durumu tamamen farklıdır. Böyle bir dostun, hilebaz ve
yalancı olması asla mümkün değildir.
Dostları
için söylediklerimiz, aynen hanımları için de geçerlidir. Re-sulullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) hepsine karşı son derece nazik ve merhametliydi. Onlar da
istisnasız, özellikle de yaşça en küçükleri ve aralarından tek bakire olan Hz.
Aişe de dahil onu çok sever ve onu herkesten kıskanırlardı. Yine bunlar, gerek
onun hayatında ve gerekse vefatından sonra dinlerine bağlılık, ibadetlerine
özen, ahlâk, kerem ve yetimlere merhamet bakımından Ashabın en önde gelenleri
arasında yer alıyorlardı. Bir ara sayıları dokuzu bulmasına ve yaşça, yetiştiği
çevrece, yapıca ve geldiği din itibariyle farklı farklı olmalarına rağmen
istisnasız hepsinin sevgisini kazanmak hayret edilecek bir durum değil mi? Eğer
Hz. Muhammed—haşa—yalancı ve hilebaz olsaydı, hepsi veya en azından birkaçı
bunu farketmez miydi? O takdirde, ona karşı gelmez veya vefatından sonra olsun
şurada burada kendisi hakkında kuşkularını ifade eden kelimeleri ağızlarından
kaçırmazlar mıydı? Üstelik bunlar kumaydılar. Hepsi de onu o kadar çok
seviyordu ki, hayatlarının biraz daha müreffeh olmasını istediklerinde,
isterlerse kendilerini boşayabileceğim önerdiğinde istisnasız ve kesin bir
biçimde bunu reddetmişlerdir.140
Hz. peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hayatının son derece zahitçe ve
yokluklarla dolu olduğu da bilinmektedir. Bu şartlarda bile meselâ bunlardan
Ümmü Habibe'nin (r.a.) (V. 44 H.) sevgisi o derecedeydi ki, Habeşistan'a hicret
etmesinden ve orada da ilk kocasını kaybetmesinden beri yıllarca görmediği
müşrik babası Ebû Süfyan'ın altından Resulullahın (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
minderini çekip almış ve sebebini sorduğunda gerçeği yüzüne karşı söylemiştir.141
İşin
daha da hayret edilecek yanı şudur: Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
genç değildi. Hayatı, müreffeh olmak şöyle dursun orta rahatlıkta bile değildi142. Üstelik vahiy
inmiş ve bütün bu hanımların sonsuza kadar bir daha evlenmeleri yasaklanmıştı.
Birçokları gençti. Bu durum karşısında hiçbirisi çıkıp da, birtek kelime
itirazda bulunmamıştır. Sonra çok geçmeden Resulullah (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) vefat etti. Ondan sonra da, bir tanesi bile çıkıp da, hayatlarının
sonuna kadar kendilerine getirilen bu yasaktan sıkıldığını ifade eden tek
kelimeyi yanlışlıkla olsun ağızından kaçırmamıştır. Eğer Resulullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) genç olarak vefat etseydi, onun gençlik hatırasına vefa
göstererek bu mahrumiyete katlandılar denilebilirdi. Eğer onunla birlikte
bolluk içinde müreffeh bir hayat geçirmiş olsalardı, ömürlerinin kalan
günlerini eski müreffeh günlerin hatırasıyla avunarak geçirdiler derdik. Eğer,
Resulullahtan (salla’llâhü aleyhi ve sellem) çocukları olsaydı, kalan
ömürlerini çocuklarının başında, onların terbiyesiyle ilgilenerek
geçirdiklerini ve kocalarının yokluğundan doğan boşluğu evlat sevgisiyle
doldurarak teselli bulduklarını söylerdik. Eğer miras olarak büyük bir servet
bıraksaydı, bu servetle avunduklarını belirtirdik. Fakat bunların hiçbiri
sözkonusu değildi. Yoksulların annesi Hz. Zeynep binti Huzeyme (r.a) dışında
hepsi de Resulullahtan (salla’llâhü aleyhi ve sellem) sonra da yaşadılar. Hz.
Aişe (V. 57 H.) gibi bir kısmının hayatları ondan sonra onlarca sene sürdü. Hz.
Muaviye'nin halifeliği döneminde vefat eden Hz. Safiyye (r.a) Resulullahtan (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) kırk sene sonra (V. 50
·
H.)
dünyaya veda etmiştir.143
Hz. Meymûne (r.a)—muhtemelen—Hicret'in 51. yılında Rabbinin rahmetine
kavuşmuştur.144
Buna rağmen hiçbirinin ağzından kuşku ifade eden bir tek kelime bile
duyulmamıştır. Acaba, Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hakkında
zerre kadar bir şüpheleri olsaydı, bütün Müslüman kadınlar arasından sadece
kendilerini muhatap alan bu hükümlere bağlı kalmaları aklen mümkün müdür? Böyle
bir kuşkuları bulunsaydı, bazıları için onlarca sene süren bu katı mahrumiyete
maruz bırakılmaya razı olurlar mıydı? Oysa dul kaldıklarında —daha önce de
belirttiğimiz gibi—büyük çoğunluklan henüz gençti. Acaba iddia edildiği
gibi—haşa—yalancı bir kocanın kendileri için vazettiği bir yasanın hatırı için
hayatlarının kalan kısmını mahrumiyet ve sıkıntılarla sürdürmeye boyun eğmeleri—haşa—bir
dost olsun tutmamaları145
veya en azından dış ülkelere kaçmamaları mümkün müydü? Böyle bir kaçma arzuları
alsaydı, bir meseleden dolayı ceza görmemek için Bizans'a kaçan ve orada
Hıristiyan olan Cebele bin el-Eyhem146 kendileri için iyi bir örnekti. Hiç şüphesiz,
bütün Arap Yarımadası çevresindeki ülkelerin kralları onları güzel bir şekilde
karşılamaya hazırdılar. Başka hiç bir gaye gütmeseler bile, tahtlarını tehdit
eden yeni dine karşı onları istismar etmek için olsun bunu can u gönülden
yapmaya hazırdılar.147
Bu
ve bundan önceki şıkların özü şudur: Hz. Peygambere tabi olmuş, onun bildirdiği
yolda her şeyi, hatta gerektiğinde canlarını vermiş binlerce zeki, uyanık,
dikkatli insanlar, onun bütün gidişatını yakından izledikten sonra, ondan
gördükleri mükemmel ahlâk, dürüstlük, akıl ve hikmete hayran kalmışlardır. O,
nübüvvetten sonra, ilk vahyi tebliğinden itibaren artık bütün harekâtı ve
sekenâtı tescil edilen, tarihe mal olmuş bir şahsiyet haline gelmesinden sonra
yirmi küsur sene gibi uzun bir hayat sürmüştü. Bu hayat da, öyle tek düzende
giden bir yaşama şekli olmayıp adetâ insanlık aleminde çekilmiş ve çekilecek
bütün meşakkatlerin, yirmi senelik bir zamanda yoğunlaştırılmış şeklidir.
Bunlar öyle hallerdir ki, insanın iç yüzünü çok kısa bir zamanda ayna gibi
gösterir.
Bir
misâl verelim: Senelerce önce tanışıp birbirine saygı besleyen çok arkadaş
vardır ki, bir ay süren bir yolculukta içli dışlı olduktan sonra, birbirinden
küsenler, gücenenler olur. Birbirine karşı eski duyguları kalmaz. Yakından iş
münasebetine girer, çalışma hayatı dolayısıyla bir görevde bulunurlarsa, iş
verme, iş isteme, yetki verme, adam tercih etme, görevden alma gibi haller ortaya
çıkınca durumlar değişir. Neden? Çünkü, bu ortamlar insanları hakiki
kimlikleriyle ortaya çıkarır. Feragat, kâr, zarar, menfaat, rahat ve rahatın
kaçması gibi durumlar kendini gösterir. Kısaca diyebiliriz ki, Resulullah ve
yakın ashabı bu tarzda ve bundan on misli daha çileli bir ortamda senelerce
birlikte bulunduktan sonra (sadece on yıllık Medine döneminde 68 kadar sefer
düzenlemek durumu olmuştur ki, ortalama iki aya bir sefer düşmektedir), o zeki
insanlar, onun ahlâkına, idareciliğine, akima hayranlıklarını dile getirmiş,
tam bir şekilde itaat etmişlerdir.—Haşa—az bir sahtelik dahi olsaydı bir müddet
sonra foyası mutlaka meydana çıkardı.148
·
e. Bilmediği Konularda Asla
Konuşmayarak Haddini Bilmesi
Hz.
Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem), tertemiz, dürüst, ağırbaşlı, bilmediği
hususlarda tek söz bile söylemeyen bir kişiliğe sahipti. Özellikle bu son
özelliğinin pek çok örnek ve delilleri bulunmaktadır.
Onun
başına öyle hadiseler geliyordu ki bunlar, onu bir şeyler söylemeye zorluyordu.
İş kendisinin elinde olsaydı, bir şeyler söylemeye olan şiddetli ihtiyacı
sebebiyle, söyleyecek söz bulabilirdi. Fakat günler geceleri kovalıyor, yine de
o konuda insanlara okuyacağı birkaç Kur'ân âyeti bulamıyordu.
İfk
hadisesini ele alalım. Münafıklar, onun hanımı Hz. Aişe'ye (r.a.) namus
iftirası attıklarında vahiy gecikmiş, iş uzadıkça uzamış, dedikodu sel gibi
yayılmıştı. Yürekler ağızlara gelmişti. Hz. Peygamber ise büyük bir ihtiyat ve
çekingenlikle: "Ben onun hakkında iyi halden başka bir duruma tanık
olmadım" demekten başka bir şey yapamıyordu. Derken, işi araştırıp tahkik
etmek konusunda hayli gayret gösterip ashabıyla istişare etti. Böylece bir ay
geçti. Hepsi de: "Onun şüphe uyandıracak hiçbir kötü durumunu bilmiyoruz"
dediler. İşin sonunda Hz. Aişe'ye şöyle dedi: "Bak Aişe, senin hakkında
şöyle şöyle bir söz işittim. Şâyet masum isen Allah seni temize çıkaracaktır.
Yok eğer günaha teşebbüs ettiysen, Allah'tan af dile."149
Bu
söz, görüldüğü gibi, gaybı bilemeyen beşere ait bir ifadedir. Zanna tabi
olmayan, bilgisi olmadığı müddetçe konuşmayan güvenilir bir dostun sözüdür.
Fakat bu kelimeleri söyledikten sonra henüz yerinden ayrılmadan, Nûr Sûresinin
baş tarafı nâzil olarak Hz. Aişe'nin masumluğunu ilan etti, meseledeki kesin
hükmü bildirdi.150
Şâyet iş kendi elinde olsaydı, bu kesin hükmü işin başında söyleyip semâvî
vahye izafe ederek şerefini korumasına ve namusunu müdafaa etmesine, böylece
rastgele atıp tutan ahalinin dedikodularını kesip atmasına hangi mani vardı ki?
Lâkin o, insanlar hakkında bile yalan söylemezken hiç Allah Tealâ hakkında
yalan uydurur muydu? Bakın Yüce Allah ne buyuruyor: "Eğer o (Hz. Muhammed)
bazı laflar uydurup Bize iftira etseydi, elbette ondan sağ elini (yani gücünü
kuvvetini) alırdık, sonra onun can damarını keserdik, sizden hiç kimse de buna
engel olamazdı."151
Hz.
Peygambere Ashab-ı Kehf, Zü'l-Karneyn ve rûh hakkında soru sorulmuş, o ise,
"Yarın gelin size cevap vereyim" demiş ama "İnşaallah"
dememişti. Bu konuları aydınlatıcı vahiy gelmedi. Cevap geciktikçe gecikti. Hz.
Peygamber son derece sıkılmaya başladı. Kureyş müşrikleri kendisini daha
şiddetli bir biçimde yalanlamaya başladılar ve Rabbi-nin kendisini terkedip
gazap ettiğini ileri sürdüler. Böylece aradan on beş gün kadar bir zaman geçti.
Derken: Duha Sûresi inerek Rabbinin kendisini terkedip gazap etmediğini
bildirdi. Kehf Sûresinin şu âyeti kendisini şöyle uyardı: "Allah'ın
dilemesine bağlamadıkça (inşaallah demedikçe) hiçbir şey için 'Bunu yarın
yapacağım' deme. Bunu unuttuğun takdirde Allah'ı an ve: 'Umarım Rabbim beni,
doğruya bundan daha yakın bir yola iletir' de."152
Hz.
Peygamber, kendisi bilmediği bir konuda, hele Allah adına konuşmaktan
titizlikle kaçındığı gibi, başkalarını da bu konuda uyarırdı, işte bir kaç
örnek:
Muavviz
kızı Rubeyyi'in düğününün sabahında küçük kızlar oturmuş, def çalıyorlardı.
Derken, Bedir şehidleri içinde yer alan babalarını da anmaya başladılar.
İçlerinden biri dedi ki: "Aramızda, yarın ne olacağını bilen Peygamber
var". Bunun üzerine Resulullah, derhal müdahale etti: "Böyle deme!
Daha önce söylediğin şeyleri söylemeye bak."153
Kur'ân'da
da bu gerçeği tasdik eden bir âyet bulunup meâli şudur: "De ki: 'Ben size
Allah'ın hâzineleri yanımdadır' demiyorum. Gaybı da bilmem; size, 'Ben meleğim'
de demiyorum. Ben sadece bana vahyolu-nana uyuyorum."154
Bir
defasında, Ensar'dan birinin çocuğu ölmüş, namazının kılınması için cenazeyi
getirmişlerdi. Hz. Aişe dedi ki: "Ne mutlu ona! Hiç günah işlemedi."
Bunun üzerine Resululah, "Ya başka türlü mü olacaktı. Aişe! Allah Cenneti
yarattığı gibi Cennetin ahalisini de yaratmıştır. Cennetlikler henüz
babalarının sulblerinde iken onlar için Cenneti yaratmıştır. Allah Cehennemi
yarattığı gibi Cehennemlikleri de yaratmıştır. Cehennemlikler henüz babalarının
sulblerinde iken Cehennemi onlar için yaratmıştır."155
Osman
b. Maz'un vefat edince, Ensar'dan bir hanım olan Ummü'l-Alâ'nm, merhuma hitap
ederek: "Yâ Ebâ Saib, ben Allah Tealâ'nm seni şerefli bir mevkiye
çıkardığına şahitlik ederim" demesi üzerine Hz. Peygamber şöyle dedi:
"Allah'ın onu şerefli bir mevkiye çıkardığını nereden biliyorsun?" O
cevap verdi: "Anam babam sana fedâ olsun, yâ Re-sulallah! (Allah ona ikram
etmese) kime ikrâm eder ki?" Hz. Peygamber de buyurdu ki: "Doğrusu
her fâni gibi o da vefat etti ve ben onun hakkında iyi bir akibet ümit ederim.
Ama ben Resulullah olduğum halde âkibetimin ne olacağını bilemem." Bundan
sonra kadın: "Vallahi bundan böyle hiç kimseyi temize çıkarmam!"
dedi.156 Şu
âyet-i kerime de bu gerçeği teyid etmektedir: "De ki 'Peygamber olan ilk
insan elbet ben değilim. İşin sonunda bana ve size ne yapılacağını da bilemem.157 Ben sadece bana
vahyedilene uyuyorum. Ben apaçık bir uyarıcıdan başka bir şey değilim."158
Aynı
şekilde Kur’ân, Resulullahm (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Kıyametin ne zaman
kopacağını bilmediğini ısrarla ifade ediyor.159
Eğer
Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Kur'ân'm sahibi olsaydı, onlara bu
konuda vefatından sonraya denk gelecek biçimde uzun bir vade verir; meselâ
Kıyametin yüz elli sene sonra kopacağını söylerdi. Böylece, gaybı bildiği
izlenimini verir, prestij ve etkisini arttırırdı. Fakat, onun dışı gibi içi de
ayna gibi açıktı. Böyle tekellüf ve sahtekârlıklara fıtratı asla müsaade
etmemiştir.
·
f.
Her Davranışı Mucize Olmasa Bile Hal ve Hareketlerinin
Hak
Olduğunu Göstermesi
Bazı
şairlerin şiirlerini incelemek sûretiyle onların hayatlarını ortaya koymak
isteyenler bulunur. Bu araştırıcılar, şairin kendi sözlerinden onun inançlarını,
adetlerini ahlâkını, düşünce çizgisini ve geçim tarzını yansıtan pasajlar,
tablolar bulup çıkarırlar. Şiirin yaldızı, onun iç yüzünü keşfetmelerine,
köpüğü özden ayırmalarına mani olmaz. Bu şundan ileri gelir ki: Hakikatin,
gizlilik perdelerini delip geçen etkin bir kuvveti vardır. Bu gerçek, satırlar
arasında, sözün edasında okunur. Bir insan ne kadar sun'î davranırsa davransın;
kızdırıldığı, zorlandığı, daraldığı, muhtaç olduğu, arzusuna nâil olduğu veya
güvendiği biriyle başbaşa kaldığı zaman, işlerinde ve sözlerinde, esas
fıtratını ortaya koyan birtakım davranışlardan hâli olmaz.
Hz.
Peygamberin hayat ve yaşayışı da onun iç dünyasının gerçek bir aynasıdır. Bu
öyle bir aynadır ki, dışından içini gösterir. Onun sözlerinden herbir sözde,
davranışlarından herbir davranışta, doğruluk ve samimiyetin tezahür ettiği
açıkça görülür. Hatta ona bakan zeki ve anlayışlı bir kimse, konuşmadığı ve bir
iş yapmadığı zaman bile, onun gidişatında kendini gösteren yüce ahlâkını temaşa
edebilir. İşte bundandır ki, yüce Allah'ın, kalblerini İslâma açtığı ashabın
çoğu, ondan söylediklerine delil istememişlerdi. Onların bir kısmı beraber
yaşayarak sîretini, gidişatının yüceliğinde, bir kısmı ise uzaktan gelip de
mübârek simasında onu tanımışlardı.
Abdullah
bin Selâm (r.a) anlatır: "Resulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
Medine'ye geldiği sıra, halk ona doğru koşuştu. 'Resulullah geldi, Resulullah
geldi!' diye bağrıştılar. Ben de gidenlere katıldım. Kalabalık arasında onun
simasını seçince anladım ki bu yüz, bir yalancının yüzü olamaz."160
Hz.
peygamber'in zatını hakkaniyetine delil olarak gören Bediüzza-man, onun her hal
ve bereketinin onun doğruluk ve samimiyetine olan delâletini değişik açılardan
isbat eder:
Birincisi:
Sonradan kazanılan ve yapmacık olan şey ne kadar mükemmel olursa olsun fıtrî ve
tabiî olanın yerini tutamaz. Bu yüzden zaman zaman ortaya çıkacak
tutarsızlıklar, o davranışın yapmacıklığını gösterecektir.
İkincisi:
Yüksek ahlakı hakikatle
bağlayan şey ciddiyet, güzel huyları canlı tutan, onları bir arada tutan ve
intizama sokan yalnızca doğruluktur. Doğruluk ve ciddiyet kesildiği anda, o
yüksek ahlak kurur ve boşa gider.
Üçüncüsü:
Birbirine uygun nesnelerde
bir karşılıklı meyil, yardımlaşma vardır. Birbirine zıt şeyler arasında da
nefret ve itişme bulunur. Maddi nesnelerde bu kaide geçerli olduğu gibi
maneviyat ve ahlakta da geçerlidir.
Dördüncüsü:
Fertlerden meydana gelen bir bütünün öyle bir hükmü var ki, onu meydana getiren
her fert için o hüküm yoktur.
İşte
hadis, siyer ve tarih-i hayatı—hatta düşmanlarının şehâdet-le-riyle—Hz.
Peygamberde (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bulunduğu kesin olan yüce huyların
çokluğunun sonucu olan izzet ve haysiyetten doğan şeref, vakar ve izzet-i nefis
vardır. Evet birbirine zıt oldukları için melekler arasına şeytanların
karışamaması gibi, Hz. Peygamberde bulunan o kadar çok yüksek ahlakın arasına
da kötü huylar, özellikle yalancılık ve samimiyetsizlik giremez. Bu yüksek
huylar, hayat ve mayaları makamında olan doğruluk ve gerçekliği tazammun
ettiklerinden parlak bir ışık gibi onun Peygamberliğini açıkça
göstermektedir."161
Bir
adam yalnız kahramanlıkla ün salarsa, o şöhretin ona verdiği haysiyeti bozmamak
için kolaylıkla yalana tenezzül etmez. Artık bir araya gelen bütün yüksek
huyların yalanı nasıl asla kabul etmeyeceği düşünülsün.162
Tarih
ve siyere bakılırsa açıkça görülür ki: Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) dört yaşından kırk yaşına kadar, özellikle şe'ni, ahlâk ve hileyi dışarıya
vurmak olan gençliğin en hararetli zamanında, tam bir istikamet, metânet, hal,
tavırlardaki muvazenet ve nihâyet iffet ile ve hiçbir hali gizliliği muhafaza
etmeyen (hele hele bunca inatçı düşmanlara karşı) gençlik yıllarının hiçbir
hileyi hissettirmediği düşünülüp gözö-nüne getirilirse, ahlakın artık karar
kılıp adeta kemikleşmesi zamanı olan kırk seneden sonra meydana getirdiği o
büyük inkılab nazara alınırsa haktan geldiğini ve hakîkat olduğunu tasdik
etmeyen kişi kendini kınasın. Hem de en tehlikeli durumlarda (Hicret esnasında
saklandıkları mağaradaki gibi) kurtuluş yolu kalmamış ve adeten ümit bağı
tamamen kesilmiş iken gayet metanet, tam bir güven ve nihâyet derecede huzur
dolu hareket, hal ve tavrı, peygamberlik ve ciddiyetine yeterli şahittir ve hak
üzere bulunduğuna kesin delildir."163
Hz.
Peygamberin doğruluk delili herbir hareketi herbir halidir. Evet, herbir
hareketinde göze çarpan tereddütsüzlüğü, itirazcıları önemse-meyişi,
düşmanlarından perva etmeyişi ve muhaliflerinden çekinmeyişi doğruluğunu
ciddiyetini ve işlerinde hakikatin ruhuna tam isabet ettiğini gösteriyor.
Özetlemek gerekirse, korkaklık, çekingenlik ve telaş gibi şeyler hileyi,
davasına güvensizliği ve kararsızlığı ima eder. Hz. Peygamber bu gibi şeylerden
uzak bulunduğu gibi pervasızca, kuvvet ve güvenle en tehlikeli makamlarda olan
hareketi ve sonuçta da hak ve gerçeğe isabet etmesi ve iki alemde semere
verecek olan hayat dolu kaideleri davranışlarıyla te'sis etmesine binâen,
herbir fiil ve herbir tavrının iki taraftan, yani gerek başlangıçları gerekse
sonuçları açısından ciddiyet ve doğruluğu dikkatli nazarlara açıkça gösteriyor.
Özellikle haraketlerinin bütünü gözönüne getirildiğinde ciddiyet ve hakikat
parıldayan nur gibi tezahür ve tecelli ediyor."164
Gerçekten
de Hz. Muhammed'in şahsiyeti, büyük ve namlı bir peygambere yakışır bir şekilde
idi. Onun vücudu, eşkâli, yüz hatları, genel görünüşü, oturuşu, kalkışı,
hareketi, konuşması ve alışkanlıkları çocukluğundan beri parlak geleceğinden
haber veriyorlardı. Fizyonomi uzmanları ve akıllı kimseler bu belirtileri
gördükten sonra Abdulmufta-lib'in ailesinden olağanüstü bir kişinin doğduğuna
inanmaya başlamışlardı. Bu hususta Hz. Muhammed'in annesi, büyük babası, amcası,
süt kardeşi, dadısı ve arkadaşlarının intibaları tarih sayfalarına geçmiştir.
Bunların hepsi, Hz. Muhammed'in küçük yaşta bile büyük bir şahsiyet olacağının
çeşitli örneklerini verdiğini beyan etmişlerdir. Ba-zan da Hz. Peygamberi hiç
tanımayan kişiler ilk bakışta, "Vallahi bu asla yalancı ve sahte bir
kişinin yüzü değildir" diyerek görüşlerini belirtmiş oluyorlardı. Hz.
Peygamber büluğ çağma erişince ailesi ve hemşehrileri, şahsiyetinin daha da
etkisinde kalmaya başladılar. Yoldan geçenler kendisini görünce gayr-i ihtiyarî
olarak sevgi ve saygı belirtmekten geri kalmazlardı. Çünkü kendisini toplumun
en iyi ferdi olarak görürlerdi.165
Resulullahm
yakışıklılığı, nezâketi, vakarı, ciddiyeti, doğruluğu, dürüstlüğü, yüksek
ahlâkı, temizliği ve alçak gönüllülüğü kendisini halkın sevgilisi yapmıştı.
Resulullah'm şahsiyetinin bu heybeti ve etkisi İslâmî davetini yapmaya
başlaması ve Kureyşliler kendisinin can düşmanı olmasından sonra da devam etti.
Kureyşliler öfke ve nefrete kapılarak ekseriya çok alçakça ve haince tezgâhlar
kuruyor ve oyunlar oynuyorlardı. Fakat Kureyşliler, bizzat kendi aile
mensupları, oğul, kardeş ve yeğenlerine reva gördükleri insanlık dışı ve dehşet
verici eziyet ve işkenceleri Hz. Muhammed'e hiçbir zaman uygulamadılar. Kendi
akraba ve yakınlarına karşı bu kadar gaddarca ve serbestçe hareket edebilen bu
insanlar Resulullah ile karşılaşınca sanki birden değişiveriyorlardı. Gerçek şu
ki, Kureyşliler bütün alçaklıklarına rağmen Hz. Peygambere kötü bir söz söylemek
veya el kaldırmak konusunda her zaman aralarında belli bir mesafeyi koymayı
unutmazlardı. Bu mesafenin doğmasının sebebi Resulullahm müthiş ikna ve nüfuz
edici şahsiyeti idi."166
Resulullahm,
hakikatten kuvvet alan mühim vasıflarından biri de söz ve fiillerindeki
ahenkti. Onun söz ve hareketlerinde en ufak bir tezat yoktu. Resulullah daima
söylediklerini yapardı ve yapamayacağı şeyi söylemezdi. O, yasakladığı
kötülüklerden hem kendisi hem de arkadaşları arınmış durumda idiler. Mekkeliler
Resulullahm sadece cemiyetteki yaşantısını değil, özel hayatını da çok iyi
biliyorlardı. Zira bunların bir çoğu annesi, babası veya zevcesinin
akrabalarıydılar. Fakat bunlardan hiç kimse, Resulullahm başkalarına
yasakladığı şeyleri kendisinin yaptığını iddia edemedi. Aynı şekilde
Resulullah, hangi iyi ve hayırlı işlere halkı davet ederse onları ilk önce
kendisi yapardı. Resulullahm hayatı davasının canlı bir örneğiydi. Kimse onun
hayır ve iyi. işte en ufak bir hata veya eksiklik gösterdiğini
söyleyemezdi."167
Böyle
bir hayat ve şahsiyete sahip olan bir zatın sağdan soldan topladığı veya kendi
düşünce ve muhayyilesinin eseri olan bir eseri Allah'ın Kelâmı diye insanlara
sunması mümkün olabilir mi?
·
g. Ummî Olup Okuma-Yazma Bilmemesi
Hz.
Muhammed, okuma yazma biliyor muydu? Kur'ân-ı Kerim, bu hususta bize menfi
cevap vermekte ve onun bu durumunu risaletinin İlâhîliğine delâlet eden bir
delil olarak göstermektedir. Kur'ân-ı Kerim, Hz. Muhammed'in sadece ümmî olan
bir kavmin ümmî (okuma yazma bilmeyen) peygamberi168—yahut Sprenger'in de ileri sürdüğü gibi—İlâhî
vahye mazhar olmamış müşrik bir kavmin ferdi169 olarak tavsif etmez, fakat aynı zamanda onun,
Kur'ân-ı Kerimden önce ne bir kitap okuduğunu ne de yazı yazdığını açık bir
şekilde teyid eder.170 Şüphesiz
bizzat muarızları da onun bu ümmî halini biliyorlardı ki, geçmişe dâir
anlattığı bir kıssanın kaynağını izah etmek istediklerinde, onun bu kıssayı
kendisinin yazmış olabileceğini (Ketebehâ) söylemeye cesaret edememiş, fakat
onu başkasına yazdırdığım (iktetebehâ) ifâde etmişlerdir171. Birbirinden farklı olmakla birlikte Leblois172 gibi bazı
müsteşrikler bu iki fiil kalıbını karıştırmışlardır. Diğer bazıları gibi bu
müellif de, Hz. Peygamberin ölüm döşeğinde iken, hilafet konusunda vasiyette
bulunmak üzere kâğıt kalem istediğini bildiren bir hadis-i şerifi delil
göstererek, onun okuma yazma bildiğini isbat etmek istemiştir. Fakat bu delil
kesin değildir; çünkü bu rivâyette Hz. Peygamberin yazı yazmış olduğu
zikredilmemiştir. Binâenaleyh, ölmek üzere olan bir kimsenin bu gerçekleşmemiş
arzusundan bu konuda bu dereceye varılamaz. Sonra ve özellikle, umumiyetle
devlet reislerine ve evlevi-yetle, müntesipleri arasında okuma yazma bilmeyen biri
olarak tanınmış olan devlet reisine izafe edilen "yazmak" fiilinin,
"imlâ etmek ve mührünü basmak"dan başka bir anlam ifade etmesi
düşünülemez. Nitekim, Hz. Peygamberin diplomatik mektuplarından söz edilirken
"Ketebe ilâ fülân" ifâdesi kullanılmaktadır ki, bununla onun
kâtiplerine yazdırmış olduğu mektuplar kast edilir.
Aynı
şekilde Hudeybiye müsalahasmda "beynemâ yektübü hüve ve Süheylü iz
talaa...ilh. Hz. Peygamber ve Süheyl anlaşmayı yazdıkları sırada..."
denilmiştir. Oysa anlaşmayı Hz. Peygamberin emriyle yazan Hz. Ali'nin bizzat
kendisidir. Bu anlaşmadan müsteşrikler, görüşlerini teyid edecek başka bir
delil çıkarmaya gayret etmişlerdir. Hz. Ali: "Bu Allah'ın elçisi
Muhammed'in sulh yaptığı..." ibareleriyle anlaşmayı yazmaya başlayınca,
Kureyş delegesi Süheyl buna itiraz ederek: "Biz senin gerçekten Allah'ın
elçisi olduğunu tanımış olsaydık seninle harb etmezdik" demiştir. Bunun
üzerine Hz. Peygamber, Hz. Ali'ye bu ünvanı silerek, sadece Muhammed bin
Abdullah ibaresini bırakmasını emretmiş, ancak bu emrin yerine getirilmesi,
sadık kâtibe son derece ağır geldiği için bunu yapma cesaretini kendinde
bulamamıştır. Durumu gören Hz. Peygamber, ona bu kelimenin nerede bulunduğunu
sormuş ve bizzat kendi eliyle silmiştir.
Buraya
kadar herhangi bir güçlük sözkonusu değildir. Ancak bu olayla ilgili olan son
derece veciz bir rivâyette de şu ibare yer almaktadır: "...ve yerine
Muhammed bin Abdillah yazdı." Görünüşe göre bu rivâyet, yazma fiilini Hz.
Peygambere isnat etmektedir. Pakat rivayetin böyle bir anlama gelebileceğini
kabul etsek bile, ibare herhangi bir güçlük çıkarmaz. Çünkü genel kaide, bir
yandan, böyle bir isnatın dolaylı bir anlamda anlaşılmasını gerektirirken,
diğer yandan, Hz. Peygamber tarafından silinen ünvanı, Hz. Ali'nin
değiştirdiğini tasrih eden diğer ri-vâyetler, bu görünüşteki kapalılığı
açıklığa kavuşturmuştur. Aslında Hz. Peygamberin yazı bildiğini savunmak için
böyle kapalı bir rivâyete istinad etmek; onun silinecek kelimeyi ancak kâtibin
delâletiyle görebildiğini çabucak unutup, hemen aynı yerde, kâtibe başvurma
işine Hz. Muhammed'in okuma yazma bilmemesini açıklayan bir notu görmemezlikten
gelmek demektir. Böylece bizzat Hz. Peygamberin itirafı, "Mâ ene bikariin,
nahnü ümmetün ümmiyetün lâ yuhsinü yektüb=Ben okuma bilmem, biz ümmi bir ümmetiz",
hayatı boyunca davranışı, ashabının şehadeti, muarızlarının itirazları ve
nihâyet Kur’ân-ı Kerimin sarih bir şekilde bildirmesiyle, Hz. muhammed'in okuma
yazma bilmediği hususu kesinlik kazanmış bulunmaktadır. Aksini isbata matuf
bütün gayretler, bu gerçeği sarsamayacak kadar çok zayıftırlar.173 Çünkü Hz.
Peygamber başka bir gezegende yaşamamıştır. Onun hayatı en ince teferruatına
kadar bilinmektedir. Kavminin de saflığı yüzünden yanılması mümkün değildir.
Şâyet gerçekten okuma yazma bilmiş olsaydı, hiç değilse ara sıra mektuplarına
veya Kur'ân nüshalarına bakıp onları tahkik etmiş olması gerekmez miydi? Bu
yüzden bazı rivâyetlerin kapalı olmasına rağmen, Nöldeke174 şu kesin sonuçlara ulaşmıştır:
·
1.
Bizzat Hz. Peygamber kendini ümmî olarak göstermiş ve bundan dolayı gerek
Kur'ân-ı Kerimi, gerekse mektuplarını başkalarına okutmuştur.
·
2.
O, her halükârda ne Kitab-ı Mukaddes'i, ne de başka büyük bir eseri okumuştur.175
Hz.
Peygamberin okuma yazma bilmediği başka bazı müsteşriklerce de itiraf
edilmektedir. Kazimirski,176
Montet177 ve
Amari178
bunlar-dandandır.179
Öte
yandan eğer Kur'ân-ı Kerimin, Hz. Muhammed'in okuma yazma bilmediğini bildiren
ifadeleri—haşa—doğru olmasaydı, kâfirler kesinlikle sükut etmezlerdi. Kur'ân da
adeti üzere itirazlarını kaydeder ve cevap verirdi.
Alfred
Guiilaume ise, Hz. Peygamberin ümmi oluşunda şüphe uyandırmaya
çalışanlardandır. Delili de, Hz. Muhammed'in ticaretle uğraştığı yıllarda
malların fiyatlarını ve peygamber olduktan sonra kendisine gelen mektupları
okumada başkasına itimad etmesinin akla uygun olmayacağıdır. Hudeybiye barış
antlaşması sırasında Hz. Mu-hammed'e yazmayı nisbet eden bir rivâyeti de buna
ekliyor. Guiilaume, "Sen bundan önce ne bir yazı okur, ne de elinle onu
yazardın"180
âyetinde kastedilenin, Yahudi ve Hıristiyan kitapları olduğunu ve bu âyetin
dediği doğruysa (!) ümmiliğinin sadece peygamberliğinin başlangıcına kadar
devam ettiğini ileri sürer.181
Gerçekte ise sözkonusu âyet, onun herhangi bir kitabı okuduğunu nefyediyor. O
halde bunu Yahudi ve Hıristiyan kitaplarına tahsis etmenin anlamı yoktur.
"Sen bundan önce ne bir yazı okurdun..." ifadesini "Sen ondan
önce her ne kadar okuma ve yazmayı bilmez idiysen de, şu anda artık buna gücün
yetiyor" şeklinde anlamak ise, garib bir anlayıştır. Çünkü bize göre o
takdirde Kur'ân'm getirdiği delil tutarsız ve manasızlaşır. Zira o zaman
kâfirlerin cevabı şu olurdu: "Mademki şu anda okuma ve yazmayı biliyorsun,
demek ki, eski kitaplara bakabiliyor ve onlardan nakilde bulunabiliyorsun."
Fakat kâfirler bu âyete verecek cevap bulamadıklarına göre, Guiilaume'un
sözkonusu âyete ilişkin anlayışı doğru ve sağlıklı değildir ve âyetin amacı
şudur: "Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) peygamberlikten önce
ümmi olduğu gibi peygamberlikten sonra da ümmî kalmaya devam etmiştir."
Aksi halde bu müsteşrikin yöntemine göre birisi kalkıp diyebilir ki,
"Kur'ân, Hz. Muhammed'in sağ eliyle bir şey yazamadığını ifade ediyor,
fakat sol eliyle yazabildiğin! nefyetmiyor. O halde Hz. Muhammed, yazı yazardı,
fakat sol eliyle!..." bu da görüldüğü gibi gülünç bir anlayıştır.
Guillaume'un
işaret ettiği rivâyet—ki hangi kaynaktan aldığını belirtmiyor—Hz. Peygamberin
bizzat ve fiilen adını yazdığını açıkça ifade ediyorsa, bu onun okuma ve yazma
bildiğini göstermez. Çünkü, belki de Hz. Peygamber sadece ismini okuyup
yazabiliyordun Nitekim tanıdığımız pek çok ümmînin de durumu budur. Bu konuda
bir tek rivâ-yete sarılıp da, Hz. Peygamberin ümmî olduğu konusunda birbirine
destek veren bunca rivâyeti bir yana bırakmak akla uygun değildir. Hz.
Peygamberin ticarî hayatında özel hesabını tutacak birisine itimat etmesi ve
Peygamber olduktan sonra da mektuplarını okumasını akıldan uzak görmesi ise,
ham hayalden başka hiçbir esası yoktur. Değilse, kültürel ve medenî seviyesi o
zamanki Mekke'ninkinden yüz defa daha yüksek olduğunda hiçbir şüphe bulunmayan
günümüz büyük şehirlerinde bile bugün pek çok tüccar ve esnaf vardır ki, okuma
yazma bilmezler ve bu onların ticarette başarılı olmalarına engel olmaz, öyle
ki bazıları zamanla milyarder bile olabilmiştir.182
Hayır,
Hz. Peygamberin altmış üç sene yaşayıp da, sözüedilen Hudey-biye antlaşmasında
Müslüman yazıcının yazmak istemediği birkaç kelime dışında, bir mektup
yazdığını veya bir kitap okuduğunu belirten bir tek rivâyetin bile duyulmaması
makul değildir. Hal böyleyken, sözko-nusu rivâyetin o müphem işaretini
alelacele doğru kabul edip de öteki durumu gözardı etmemiz nasıl doğru
olabilir?
İsmâil
Fennî Ertuğrul, Hudeybiye muahedesi esnasında Hz. Peygamberin, müşriklerin
elçisinin isteği üzerine, metinde geçen "Resulullah" kelimesini silip
yerine "Muhammed bin Abdillâh" ifadesini yazdığı şeklindeki rivâyete
işaret ederek şu değerlendirmeyi yapar: "Bu hâdise Hicretin altıncı
senesinde vuku bulduğundan Resul-i Ekrem'in o vakit elli bir yaşında183 olduğu
anlaşılıyor. Bu yaşta iken kendi adını güzelce yazamamaları yazı yazmaya ne
derecede az bir iktidar hâsıl edebildiğini göstermektedir. Hz. Peygamberin
Suriye cihetine ilk seyahati on bir ve ikinci seyahati yirmi dört veya yirmi
beş yaşlarında iken vuku bulmuştu. Halbuki kendisinin vahiyden önce okuma ve
yazma bilmediği ittifakla kabul edilmiştir. Çünkü Mekke'de nâzil olan Ankebût
Sûresinde "Sen ondan—Kur’ân'm inzâlinden—evvel bir kitap okumaz ve sağ
elinle onu yazmazdın. Eğer okuyup yazsaydın müşrikler şüphe ederlerdi"184 buyurulmuştur.
Binâenaleyh bu seyahat esnasında not almadığı, hatta bunun için lazım gelen
vasıtalara bile mâlik olmadığı bedihîdir. Yabancı müelliflerden bazıları bunu
bildiklerinden, Hz. Peygamberin Yahudilerden ve Hıristiyanlardan işittiği
şeyleri ağızdan belleyip Kur’ân'a dercettiğini iddia ederler. Lâkin bu kadar
çok ve mütenevvi şeyleri hatırda tutabildiğine halkı inandırmak pek güç
olacağından, velev pek iyi olmasın yazı yazmağı da bildiğini ilave ederler.
Yabancı müellifler ne derlerse desinler, Hz. Peygamberin okumayı, yazmayı
değil, farz-ı muhal olarak İbranî, Rûmî ve Farisî dillerini bildiği de
söylense, Kur'ân'ı şahsen telifi muhaldir. Çünkü Tevrat ve İncil'i mütalaa
etmiş ve fesahat ve belağatta şöhret kazanmış olanlar bile Kur'ân'm bir
sûresini tanzirden âciz kalmışlardır. Mekke gibi medeniyet vasıtalarından
mahrum küçük bir kasabada ümmî bir kavmin arasında büyümüş, dağlarda koyun
gütmüş, hiçbir tahsil görmemiş bir kimsenin ne kadar zeki olursa olsun, Kur’ân
gibi mu'ciz bir kitabı meydana getirmesi, beşer cemiyetinin idaresine esas
olacak kanunlar ve o kadar yüksek ahlâk kaideleri koyması en büyük filozofları
bile aciz bırakan ictimâî ve tabiat üstünde bazı meseleleri akla en uygun
sûrette halletmesi mümkün değildir. Bu bapta söylenen safsatalar, ne kadar
mahirane olursa olsun ancak muhakeme ve temyize muktedir olmayan bazı zayıf
akıllı kimseleri aldatabilir."185
·
h. Hayatı Boyunca Davasına İçtenlikle
Bağlılığı ve Tavizsizliği
"Resulullahm
karakterinin diğer mühim bir vasfı da büyük bir irade azim ve kararlılığıydı.
Resulullah, muhalefet, zorluk ve tehlikelerin en büyüğüyle karşılaşınca bile
azminden zerre kadarını kaybetmedi. Hiçbir endişe ,ve korku onu yolundan
caydırmadı, hiçbir tamah veya heves onu hak yolundan uzaklaştırmadı ve en zor
şartlar bile üzüntüye ve ümitsizliğe kapılmasına sebep olmadı. ResulullahTn
kaya gibi iradesi ve azmine çarpan bütün muhalefet kuvvetleri paramparça
oldular. Hiçbir güç gösterisi, baskı ve zulüm, hırs ve ihtirasa davet, iftira
ve itham, davasına zarar veremedi. Resulullahm yıllarca bu azim ve kararlılıkla
davasını savunmaya devam ettiğini gören bir kişi mutlaka şu neticeye
varacaktır: Resulullah, kendi davasının doğru ve haklı olduğuna inanmadığı ve
her türlü şahsî menfaat ve ikbale sünger çekmediği sürece böylesine azimli,
kararlı, dirâyetli, sebatlı davranamazdı.186
Gerçekten
de ilk vahyin inişi karşısında duyduğu telaş, kuşku ve tereddütler dönemi sona
erdiği andan itibaren Hz. Muhammedi (salla’llâhü aleyhi ve sellem), hayatı
boyunca Rabbine ve omuzuna yüklenmiş İlâhî misyonuna karşı sarsılmaz derecede
güçlü bir iman, hayret verici derecede derin bir ya-kîn ve itmi'nan taşıdığını
görüyoruz. Çünkü, öz vatanlarında garip ve azınlık durumundayken kendisine ve
tabilerine reva görülen türlü türlü eziyetlere,187 Medine'ye hicret ettikten sonra da, Arap
Yarımadasının dahilinde ve haricindeki bütün güçler tarafından kendisine
yöneltilen çeşit çeşit komplo ve ardı arkası kesilmeyen savaşlara rağmen,
inancından kıl kadar olsun uzaklaşmamış ve taviz vermemiştir.188 Eğer Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) iddia edildiği gibi—haşa—yalancı ve
aldatıcı biri olsaydı, hicret edecek tek bir fert kalmaymcaya kadar, yalnızca
Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ali'yle birlikte Mekke'de kalmaya kendisini zorlayan
neydi? Neden önce kendi canını kurtarıp, daha sonra "arkamdan gelmek
isteyen gelsin" demedi?189
Her ne kadar Irving, Mekke döneminde Hz. Muhammed'in samimiyet ve doğruluğuna
olan inancını oturttuğu temellerden biri olarak türlü türlü tazyiklere
katlanmasını kabul ediyorsa da190, diğer bazı müsteşrikler191 bu noktayı hafife alıyorlar. Bu konunun çok
abartıldığını söylüyorlar. Bu yazarlara göre, eğer ortada o derece bir işkence
olsaydı, eziyet gören Müslümanların kabileleri intikamlarını alırdı. Çünkü,
Arap geleneğine göre, her kabile kendi mensuplarını aşırı derecede savunurdu.
Ne
var ki sözü edilen müsteşrikler, bu kabile taassubunun Ebû Leheb ve karısını
Hz. Peygambere eziyet ve onu tehdit etmekten alıkoyamadığını; Müslüman olmadan
önceki Hz. Ömer’i, kız kardeşi ve eniştesi gibi en yakın iki akrabasını, hem de
kendi evlerinde dövmekten vazgeçiremediğini192 unutuyorlar. Yine bunların, abartarak,
yakınlara eziyet etmekten alıkoyması gerektiğini söyledikleri bu kabilecilik,
Beni Haşim kabilesini Şi'b-i Ebî Talib'te aylarca muhasaraya alıp, kendisine
şiddetli bir ambargo uygulamaktan193 Kureyş'i vazgeçirememiştir. Yoksa bütün bu
tarihi gerçekleri inkâr mı edelim? Haydi bunları inkâr ettik, Hz, Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) tebliğ için gittiği Taif'ten dönerken, bu beldenin çocuk,
köle ve serseriler takımı tarafından kovalandığı sırada üzerine fırlatılıp
mübarek vücudunu kanlar içinde bırakan taşları ve Ta-if'in ileri gelenlerinden
hiçbirinin samimiyetsizce ve göstermelik de olsa işe müdahele etmemesini de mi
inkâr edeceğiz?194
Peki, Hz. Peygamberi (salla’llâhü aleyhi ve sellem) öldürmeye yönelik, Kur'ân'm
da açıkça yer verdiği195
komplolarını da mı görmezlikten geleceğiz?
Bu
yazarlar, Arap kabilelerinin kendi gelenek ve göreneklerine karşı çıkanları
dışladıklarını unutuyorlar. Bu gelenek ve göreneklere karşı hangi başkaldırı
onların gözünde, kendilerini ve geçmiş atalarını beyinsizlikle itham eden,
hayat tarzlarını, putlarını ve nesiller boyu demirden kökleriyle ruhlarının
derinliklerine kadar inmiş inançlarını alay konusu yapan bir dinden daha kötü
(!) olabilirdi? Kureyş, İslâmla mücadelede öylesine ısrarlıydı ki,
hürriyetlerini, inançlarını, hayatlarını ve evlatlarını kurtarmak amacıyla,
bütün mal varlıklarından sadece bir deve yüküyle yetinip Habeşistan'a kaçan bir
avuç Müslümanı sığındıkları yere kadar takip etmiştir. Necaşî'ye elçiler
yollayıp değerli hediyeler sunarak, yaltaklanarak ve onunla bu güçsüz
muhacirlerin arasını açmaya gayret ederek bunları ülkelerine geri göndermek
konusunda onu ikna etmeye çalışmıştır.196 Biz, aklı başında hiçbir kimsenin bir an
olsun, Kureyş'in bunları sevgiyle bağrına basmak veya ayaklarına kapanıp
pişmanlık gözyaşları dökmek için geri getirmek istediğini sanacağına
inanmıyoruz. Eğer Necaşî, âdil bir hükümdar ve dinlerini kabul edecek kadar bu
güçsüz muhacirlere karşı sempati duyan bir kimse olmasaydı, bu Müslümanlar,
ülkelerine dönüp bir kez daha işkence ve azap ateşine düşeceklerdi. Acaba,
sÖzkonusu muhacirlerin korku ve endişelerinin derecesini göstermek bakımından,
yıllar sonra Müslümanlar Medine'ye göçüp orada bir devlet ve güç sahibi
oluncaya
kadar
kardeşlerinin yanma kesin dönüş yapmamaları gerçeği bile bir fikir vermiyor mu?
Medine'de
ise, hepimiz biliyoruz ki, Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
buradaki bütün hayatı, gerek Medine'nin dahilinde gerek haricinde, gerek Arap
Yarımadası sınırları içinde ve gerekse bu sınırlara yakın Bizans devletindeki
inkâr, tuğyan ve nifak güçlerine karşı sürekli bir mücadele ile geçmiştir.
Düşünelim
bir kere, eğer Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)—haşa—yalancı
olsaydı, bütün bu meşakkat ve tazyiklere neden katlansın, şer güçlerin
düşmanlık ve komplolarına kendisini neden hedef etsindi? Bunda ne zoru vardı?
Onun doğruluğunun en açık delili, gerek güçsüz ve türlü eziyetlere hedef
olduğu, gerekse güçlü ve saldırıları savabildiği zaman olsun bütün bu
ardı-arkası kesilmeyen mihnetlere rağmen inancına sadakatle bağlılığını
sürdürmesidir. Eğer—haşa—yalancı olsaydı, kısa zaman sonra pes eder, bu yoldan
geri dönerdi.197
Buna
rağmen müsteşrikler, peygamberliğine, bu peygamberliğin eksenini oluşturan
Rabbinin mutlak vahdaniyetine olan kuvvetli imanı konusunda kendisini itham
etmekte inat ediyorlar. Bu konuda, hiçbir tarihî ve mantıkî değerlendirme
karşısında önem ifade etmeyen zayıf bir rivâyete sarılıyorlar. Bu asılsız
rivâyete göre, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem), putlara ve
putperestliğe olan düşmanlığını sürdürdüğü sürece dinine uymalarından ümidini
kestikten sonra, onları kendi safına çekmek amacıyla, Tevhid inancıyla ilgili
olarak kavmine bazı tavizler sunmuş! Sözde, Lat, Uzza ve Menat putlarını
yücelten ve Kıyamet günü onları birer şefaat kaynağı olarak gösteren iki tane âyet
getirmiş! Alfred Guil-laume bu rivâyetin uydurma olmasını akıldan uzak görüyor.
Ona göre, bu, Müslümanların Hz. Peygambere ve İslâma kötülük etmek istemeleri
anlamına gelir. Bu da—yine onun bakış açısına—göre samimi Müslümanların
yapabileceğine akıl ihtimal vermez.198 Dolayısıyla bu rivâyet doğrudur. Maxime
Rodinson199 ise,
bu hikayeyi bazı İslâmî kaynaklarda geçtiğine binâen biraz detaylı olarak
kaydeder ve şu sözleriyle bitirir: "Kureyşliler bu âyeti (iki âyeti demek
istiyor) işitince büyük bir sevinç duydular ve Müslümanıyla, Müşrikiyle hepsi
birden secdeye kapandılar."200
Şimdi
biz önce bu olayı bazı İslâmî kaynaklarda geçtiği ve müsteşriklerin eline bir
delil verdiği şekliyle sunalım daha sonra bunun hakkında gereken
değerlendirmeyi yapalım. Sözkonusu müfessir ve mu-haddisler bu hikayeyi şu
şekilde naklediyorlar:
"Resulullah,
İslama karşı kâfirlerin nefretini kaldıracak ve onların İslama daha çok yaklaşmalarını
sağlayacak bir takım vahiylerin gelmesini arzu ediyordu. Resulullah bu
istikamette düşünürken ve kendisi Kureyşlilerin bir toplantısında iken Necm
Sûresi nazil oldu ve kendisi bunu okumaya başladı. Resulullah
"Eferaeytümü'l-Lâte ve'l-Uzzâ ve Menâte's-SâliseteTuhrâ"201 sözlerine
gelince ağzından şu kelimeler dökülüverdi: "TilkeTGarânîku'l-ulâ ve inne
şefaatehünne leturtecâ" (Bunlar yüksek rütbeli tanrıçalardır ve onların
şefaati muhakkak beklenmelidir). Bundan sonra Resulullah, sûrenin diğer
âyetlerini normal olarak okumaya devam etti, tâ ki sûrenin sonunda secde etti
ve diğer Müslümanlar ile müşrikler de secde ettiler. Mekke'li kâfirler dedi ki:
"Artık bizimle Muhammed arasında herhangi bir ihtilaf kalmamıştır. Biz de
zaten aynı şeyi diyoruz. Yani, Halik (yaratıcı) ve Razık (rızık veren)
Allah'tır. Ama mabudlarımız Allah katında bizim için şefaatte
bulunacaklardır." Akşam Hz. Cebrâil geldi ve Resulullaha dedi ki:
"Siz ne yaptınız? Ben bu sözleri getirmemiştim." Bunu duyunca
Resulullah çok üzüldü. Bunun üzerine Allah İsrâ Sûresinin şu âyetlerini
indirdi:
"Müşrikler,
sana vahyettiğimizden başka bir şeyi yalan yere bize isnat etmen için seni,
neredeyse, sana vahyettiğimizden saptıracaklar ve ancak o takdirde seni candan
dost kabul edeceklerdi. Eğer seni sebâtkâr kılmasaydık, gerçekten, neredeyse
onlara birazcık meyledecektin. O zaman, hiç şüphesiz sana hayatın ve ölümün
sıkıntılarını kat kat tattırırdık; sonra bize karşı kendin için bir yardımcı da
bulamazdın."202
Bu
olay Resulullahı sürekli olarak tedirgin etti ve üzüntülü olmasına sebep oldu.
Tâ ki, Hac Sûresinin 52. âyeti indi. Bu âyette Resulullah teselli edildi ve
kendisinden önceki peygamberlerin aynı hataya düştükleri, onların arzu
ettiklerine şeytanın karıştığı ve fakat Allah'ın daha sonra şeytanın bu
şerlerini ortadan kaldırdığı ve âyetlerini sağlamlaştırdığı kaydedildi.
Diğer
taraftan, Kur'ân-ı Kerimi dinledikten sonra Kureyşli kâfirlerin secde etmesi,
Habeşistan'daki Müslümanlara başka türlü ulaştı ve onlar zannetti ki Hz.
Peygamber ile Mekkeli kâfirler arasında mütareke ve sulh gerçekleşmiştir. Bu
sebeple, muhacirlerin çoğu Mekke'ye geri döndüler. Geri döndükten sonra İslâm
ile küfür arasında anlaşmaya varıldığı yolundaki haberlerin yanlış olduğunu,
ikisi arasındaki düşmanlığın aynen devam ettiğini gördüler."
Naklettiğimiz
bu hikaye İbn Cerîr ve diğer birçok müfessirin tefsirlerinde, İbn Sa'd'm
"Tabakat"mda, Vahidî'nin "Esbâbü'n-nüzûlü"nde, İbn İshâk'ın
"Siyer"inde, Mûsa bin Ukbe'nin "Megâzî"sinde, İbn Ebî
Hatim, İbnü'l-Münzir, Bezzâr, İbn Merdûye ve Taberanî'nin hadis kitaplarında
yer almıştır. Bu hikâye'nin ravileri ise şunlardır: Muhammed bin Kays, Muhammed
bin Ka'b Kurazî, Urve bin Zübeyr, Ebu Salih, Ebu'l-Aliye, Sa'îd bin Cübeyr,
Dahhak, Ebu Bekr bin Abdurahhman bin Haris, Ka-tade, Mücâhid, Süddî, İbn Şihab
Zührî ve İbn Abbas.203
Bazı
müfessir ve âlimler, meselâ İbn Kesir, Beyhakî, Kadı lyâz, İbn Huzeyme, Kadı
Ebu Bekr İbnü'l-Arabî, İmam Razî, Kurtubî, Bedruddîn Aynî, Şevkânî ve Alûsî vs.
bu hikâyenin tamamıyla uydurma ve asılsız olduğunu belirtmişlerdir. Özellikle
Razî, Kadı Ebu Bekr ve Alûsî bu konuyu enine boyuna tartışarak şiddetle
reddetmişlerdir. Fakat beri tarafta Hafız İbn Hacer gibi büyük bir muhaddis ve
Ebu Bekr Cassas gibi tanınmış fakihler ve Zemahşerî204 gibi akılcı müfessirler ile İbn Cerîr Taberî205 gibi müfessir,
tarihçi ve fıkıh alimi bu hikâyenin doğru olduğunda ısrar etmişlerdir. Bunlara
göre Hac Sûresinin 52. âyeti bu hikâyenin doğru oluşunun bir isbatıdır.206
Bu
görüşleri münakaşaya tabi tutmadan önce, şu gerçeğe işaret etmek isteriz:
İtalyan müsteşrik Leone Caetani207 gibi bazı müsteşrikler bu rivâyeti kabul
etmeyip reddetmişlerdir.208
Şimdi bu rivâyeti değerlendirmeye tabi tutalım:
Garanîk
olayının uydurma oluşuyla ilgili başlıca deliller özetle şunlardır:
·
1.
Hz. Peygamberin putları yüceltmek gibi küfür ve kendisine nâzil olmayan şeyi
Cenâb-ı Allah'a isnat gibi yalan ve iftiradan ko-runmuşluğu ve nezâheti birçok
âyet-i kerime ile sâbittir. "Velev Tekav-vele aleynâ... "209 "Vemâ
yantıku ani'l-hevâ../'210
"Levlâ en sebbetnâke le kad kidte tarkenü..."211, "Lâ ye'tîhi'l-batılu..."212 âyetleri buna
örnektir.
·
2.
İbn Kesir bu hususta şunları yazmıştır: "Bu hikaye hangi senetlerle
rivâyet olunmuşsa hepsi 'mürsel' ve 'münkatı"dırlar. Ben bu hususta hiçbir
sahih-i muttasıl senede rastlamadım." Muhammed bin İshâk bin Huzeyme,
"Bu kıssa zındıklar tarafından uydurulmuştur"; Beyhakî de "Nakil
cihetinden sâbit değildir ve ravileri mecruhtur" demiştir. Kadı lyaz diyor
ki: "Bu hikayenin zayıflığı, Sıhah-ı Sitte müelliflerinden hiçbirinin bunu
nakletmemiş olmalarından ve sahih-i muttasıl sağlam senetlerle güvenilir
raviler tarafından naklolunmamasından dolayı ortadadır." İmâm Buharî
Sahihinde, Hz. Peygamberin Ve'n-Necm Sûresini okuduğunu, Müslüman, ins ve
cinnin secde ettiklerini rivâyet etmiş ise de bunda Garanîk hikayesi yoktur. Bu
hadis değişik kanallarla rivâyet edilmiş ise de, büyük çoğunluğu zayıf ve
önemsizdir. Bunu hikâye eden müfessirler ve Tâbiînden hiçbiri makbul bir senedi
zikrederek ve onu Sahabeden birine kadar itimada değer bir rivâyetle
ulaştıra-mamıştır. Bu konuda Sahabeye kadar dayandırılan, yalnız Şu'be'nin Ebû
Bişr, Saîd bin Cübeyr ve ibn Abbas tarikiyle rivâyet ettiği hadis ise de bunda
dahi Saîd bin Cübeyr "Zannederim ki..." diyerek tereddüt etmiştir.
Şek ise, sağlamlığı zedeliyici ve sıhhate terstir. Bu hadisi Şu'be'den yalnız
Ümeyye b. Halid rivâyet etmiştir. Diğerleri onu İbn Cübeyr'den mürsel olarak,
yani haberin senedinden Sahabiyi hazf ve iskat ederek rivâyet etmişlerdir.
Kelbî'nin za'f ve kizbi cihetiyle hadisi zikre şâyan değildir. Sahih-i
Buharî'deki hadis, Resulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Necm Sûresini
Mekke'de iken okudu, onunla beraber Müslüman-lar, müşrikler ve hazır olan cin
ve ins secde etti" meâlindedir. Haber-i vâhid mütevatir naklî ve aklî
delillerle muaraza edemez.213
·
3.
Rivâyette ihtilaf vardır. Ravilerin bazıları, "Tilke'l-garânîku'l-ulâ ve
inne şefâatehünne leturtecâ", bazıları: "...ve inne şefâatehâ
tur-tecâ" veya "...turteda" diğer bazıları,
"tilke'l-garanîku minhâ'ş-şefâatü turtecâ" demişlerdir. Ayrıca
müfessirlerin beyanlarında da ihtilaf vardır.214
·
4.
Hikâyenin birçok çelişkili ve tutarsız tarafları olmakla birlikte, bunların en
dikkat çekeni, bu sözlerin Kur'ân-ı Kerimin âyetlerine giriş şekliyle
ilgilidir. Bazı rivâyetlere göre, bu kelimeler, vahiy sırasında şeytan
tarafından Resulullahm gönlüne indirilmiş ve Resulullah da bunların Cebrâil
tarafından geldiğini zannetmiş. Bazı rivâyetlere göre, bu sözler Resulullahm
öteden beri taşıdığı arzu üzerine mübarek ağzından yanlışlıkla dökülüvermiş.
Bazı rivâyetlere göre bu kelimeler Resulullah uyukladığı bir sırada gayr-ı
ihtiyarî olarak ağzından çıkmış. Bazıları diyor ki, Resulullah bunları kasten
söyledi; ama soru ve hayret belirtici bir şekilde. Yine bazıları diyor ki:
Şeytan, Resulullahm konuşmasına karışmış ve onun sesiyle birlikte bu kelimeleri
ortaya atıvermiş, orada bulunanlar da bu sesin Hz. Peygambere ait olduğunu
sanmış. Yine başka rivâyetlere göre bu sözleri söyleyen orada bulunan müşriklerden
biriymiş.215
·
5.
Hz. Peygamber için, başlangıçta Kabe'de namaz kılmak ve Kur'ân okumak
müşriklerin sıkıntı vermesinden dolayı mümkün olamazdı. Hatta bazı kere ona el
bile kaldırdılar. Hz. Peygamber, namazını müşrikler Kabe'de bulunmadıkları
vakitlerde ve geceleri kılmıştır. Öte yandan, Hz. Peygambere müşriklerin
adaveti, bu kadarcık bir söze aldanıp da işin hakikatini öğrenmeksizin hemen
secdeye varmalarına elverişli olamayacak derecede büyüktü. Şu halde Hz. Peygamberin
kendilerine muvafakati açık olmamakla beraber onların ilahlarını ta'zim ettiği
hakkında nasıl kanaat birliği ettiler ve hatta secdeye bile vardılar?216
·
6.
Bu hikâyenin
doğruluğu farzedilecek olursa ifadede tezat ve tenakuz olmak lazım gelir,
kelâmın nazmı bozulur. Zira: "Onlar yüce kuğulardır ve şefaatleri
umulur" sözünden sonra "Demek erkek size, dişi Ona öyle mi? O zaman
bu, insafsızca bir taksim! Bunlar (putlar) sizin ve atalarınızın taktığı isimlerden
başka bir şey değildir. Allah onlar hakkında hiçbir delil indirmemiştir. Onlar
ancak zanna ve nefislerinin arzusuna uyuyorlar. Halbuki kendilerine Rableri
tarafından yol gösterici gelmiştir" buyuruluyor. Bu ifadeler bütünüyle
putları yermekten ibarettir ve putların Allah katında değer ve makamlarının
olmadığına delâlet eder. Halbuki "Onlar yüce kuğulardır ve şefaatleri
umulur" onların yücelik ve makamlarını ve şefaatlerinin ümid edildiğini
bildiriyor. Bu faraziyeye göre bir yandan deniliyor ki: "Sizin
tanrıçalarınız çok değerli, tapılmaya layık yaratıklardır"; diğer yandan
da buyuruluyor ki: "Akılsızlar, siz ne yaptığınızı biliyor musunuz? Siz
bunların Allah'ın kızları olduğunu nereden çıkarıyorsunuz? Bu nasıl adalet ve
insaftır ki, siz kendinize erkekleri ayırıyorsunuz ve Allah'a kızları
bırakıyorsunuz? Gerçekten bunlar birer uydurma ve safsatadır. Bu gibi
ayırımların Allah ile hiçbir ilgisi yoktur." Bir kişi aynı konuşmasında
birbirine zıt iki şeyi söyleyebilir mi? Bir an için farzedelim—ki bu saçma
sapan sözler aklı başında olan bir kişinin ağzından çıkmaz—ve diyelim ki şeytan
Resulullaha gelip (!) ağzından bu birbirini tutmayan sözleri
döktürüvermiştir.(î) Fakat toplantıda bulunan Kureyşlilerin o koskoca
kalabalığı deli miydi? O kâfir ve müşrikler akıllarını mı kaybetmişlerdi ki,
önce kendi tanrıçalarının methini duyunca sevinçten uçar gibi oldular, ama
bundan sonra aynı tanrıçaların sürekli olarak kötülenmesi, eleştirilmesini
tamamıyla görmezlikten geldiler. Onlar sağır mıydı, yoksa dilsiz mi? Yoksa
onlar sadece tanrıçalarının övgüsünü duydular da, sonra onların lanetlenmesini
işitmediler ve tepki göstermediler mi ki toplantının sonunda hep beraber
secdeye gittiler! Sadece bu da değil, Necm Sûresinin bundan sonraki
bölümlerinde ve sonuna kadar putperestlik ağır bir dille yerilmiş ve tarihten
sapık ve putperest milletlerin örneği verilerek Kureyşli kâfirlerin doğru yola
gelmeleri istenmiştir.217
Kureyşliler bütün bunları sessizlik içinde dinledikten sonra, sûrenin başındaki
sadece bir cümle yüzünden "Bugün bizimle Muhammed arasında kavga
bitti" diyebilirler miydi?218
·
7. İlk
defa olarak işittikleri bir şeyden nefret etmek ve meydana gelen en küçük
fitneden yararlanarak mü'minleri şüpheye düşürmek için Hz. Peygamberin
sözlerine kendi sözlerini karıştırmak ve mü'minlerin nefis ve Revalarına tâbi
olduklarından ve Allah'tan başka putları da övdüklerinden sözederek ayıplamak
ve onların üzüntülerine sevinmek ve Müslüman göründüğü halde kalblerindeki
hastalık sebebiyle en küçük bir şüpheden dolayı dinden dönmek münâfıklarm ve
inatçı müşriklerin’ ve mü'minlerden de imanı henüz zayıf ve cahil olanların
adetleri olduğu halde böyle bir şeyin meydana geldiği asla nakledilmemiştir.
Eğer bu hikâye doğru olsaydı onun sebebiyle Kureyş'in mü'minler üzerinde baskı
kurmaları ve Yahudilerin de "Muhammed müşriklerin tanrılarını meth ve
onların Allah'a vesile olduklarını itiraf etti" diyerek mü'minlere karşı
delil açısından galip gelmeleri tabii idi.219
Kısaca,
Fahreddin Razî (V. 606), "Bu kıssa zahiriyyundan olan müfes-sirlerin
rivâyetidir. Ehl-i tahkik bunun uydurma ve batıl olduğuna hükmetmişler ve buna
karşı Kur'ân ve Sünnet ve makul sözlerle delil getirdiler" dediği gibi,
Kadî Beydâvî (V. 691) dahi bu rivâyetin muhakkikler nezdinde merdud olduğunu
beyan etmiştir. Kadı lyaz (V. 544) ise, "Buna ve buna benzer şeylere ancak
her garip olan şeye karşı aç gözlü olup kitaplarında sahih ve zayıf her şeyi
iktibas eden tarihçi müfes-sirler düşkünlük gösterdiler" demiştir.220
·
9.
İddialara göre, Resulullahı serzeniş etmek ve uyarmak üzere İsrâ Sûresinin
ilgili âyeti inmiştir. Ama İsrâ Sûresinin Mirac'tan sonra indiği bilinmektedir.
Muteber rivâyetlere göre Mi'rac, Nübüvvetten sonra 11. veya 12. yılda meydana
gelmiştir. Bundan çıkan sonuç şudur: Allah'ın tekzibi 5-6 yıl sonra
yapılmıştır! Teselli olarak indiği söylenen Hacc Sûresinin 52. âyetinin ise
bütün sûre ile birlikte Medine'ye hicretten sonra yani 1. Hicrî yılda indiği
bizzat sûrede işlenen konunun ifade tarzından anlaşılıyor. Demek ki, Allah'ın
tekzib ve uyarısından sonra da 2-2,5 yıl geçtikten sonra Cenâb-ı Allah'ın
Resulullahı affettiği ve olayın, şeytanın bir oyunuyla meydana geldiği beyân
olunmuştur! Aklı başında olan bir kişi, Allah'ın kelâmına şeytanın veya şahsî
sözlerinin karışmasından 6 yıl sonra tekzip ve uyarının yapıldığını ve bu
fiilin affının ya da sözü edilen karışık sözlerin iptalinin 9 yıl sonra
yapıldığını kabul edebilir mi?221
·
10.
Bir Müslüman bu hikayenin ravilerinin şeytan tarafından aldatıldığını daha
kolaylıkla kabul edebilir, ama Hz. Peygamberin kendi nefsinin isteğiyle
Kur'ân-ı Kerime birtek-kelime eklemiş olduğuna inanamaz. Bir Müslüman Hz.
Peygamberin bir an bile tevhid'e biraz şirk katarak kâfirleri memnun etmek
istediğini, ya Allah'ın, kâfirlerle barışması için bazı emir ve hükümler
gönderdiğini düşündüğünü, ya da vahyin kendisine şüpheli ve şâibeli bir şekilde
geldiğini ve Cebrâil'in sözlerine şeytanın karıştığını kendisinin
farketmediğini düşünemez. Bu gibi zan ve düşünceler Kur'ân-ı Kerimin her satır
ve kelimesine büs bütün aykırıdır. Bu tür ihtimal ve iddialar Müslümanların
Kur'ân-ı Kerim ve Hz. Peygambere olan iman ve bağlılıklarıyla da ters düşüyor.
Sadece senet ve kaynakların çokluğunu görerek Cenâb-ı Allah, Kur'ân-ı Kerim ve
Hz. Peygamber hakkında böylesine tehlikeli, zararlı ve yaralayıcı hikaye ve
olaylara inananlara pes doğrusu!222
·
11.
Aynı şekilde, âyet olduğu ileri sürülen o uydurma iki cümle, putlara Kıyamet
günü şefaat yetkisi tanıyor. Bu ise, Kur'ân'ın, Allah katındaki makamı ne
olursa olsun hiçbir varlığa atfetmediği bir yetkidir. Uzağa gitmeye hiç gerek
yok. Bizzat Necm Sûresinde yer alan ve sözde iki âyetin bulunduğu ileri sürülen
yerden sadece ve çok kısa beş âyet sonra gelen bir âyeti dinleyelim:
"Göklerde nice melek var ki onların şefaatleri, dilediği ve hoşnut olduğu
kimse için Allah'ın izin vermesi dışında, bir işe yaramaz"223. Melekler
hakkında bile böyle buyu-rulmuşken, nasıl olur da, âyet oldukları söylenen
uydurma iki cümleden biri, sözü edilen üç putun şefaatleri ümit edilmeye değer
olduğunu, hem de Allah'ın iznine bağlamaksızm, söyleyebilir?224
·
12.
Önemli bir nokta da şudur: Tereddüd ve kararsızlık hiçbir zaman Hz. Peygamberin
ahlâkı olmamıştır ki bu olayda da "yolun yarısında kararsızlığa düşmüş ve
az önce ortaya koyduğu prensiplerinden dönüş yapmıştır" denilebilsin.
Aksine onun dinine bağlılığındaki salabeti, kuvvetli bir iman ve ideali dillere
destan olmuştur. Hatta, insanın, daha önce aldığı kararları tekrar tekrar
gözden geçirme gereğini duyduğu savaşta dahi Hz. Peygamberin en ufak bir
tereddüt ve kararsızlık gösterdiği nakledilmemiştir. Nitekim, kendisi şehirde
durup müdafaa savaşı yapmayı daha uygun gördüğü halde, Ashabın büyük
çoğunluğunun Medine dışına çıkıp meydan savaşını istediği Uhud savaşı
öncesinde, çoğunluğun görüşüne uyarak zırhını giyip Kureyş Müşriklerini
dışarıda karşılamaya çıktığında, karşı görüş bildiren Sahabiler pişman olarak
kendisine müracaat etmişler, fakat o geri dönmeyi reddederek şu meşhur sözünü
söylemiştir: "Bir peygamber, zırhını giydikten sonra savaşmadıkça onu
çıkarması kendisine yakışmaz."225 Daha önce de Mekke döneminde amcası Ebû Talib
tekrar tekrar kendisine ricada bulunarak putlara ve putperestlere karşı
tutumunu biraz yumuşatmasını istediği ve bu isteğe karşı onun verdiği cevap
meşhurdur.226
Artık
adı geçen amcası bunca yıl kendisini destekledikten, (Ebu Le-hep müstesna)
Müslümanıyla, kâfiriyle Haşim oğulları onun yanında yer aldıktan, bu uğurda
Şi'b-i Ebî Talib'de aylarca kuşatma ve ambargoya katlandıktan sonra mı bu
çirkin geri dönüşü yapacak?! Hem de ne zaman? Islâm, Hattaboğlu Ömer227 ve
Abdulmuttaliboğlu Hamza gibi Mekke'nin iki kahramanıyla güçlendikten ve
Müslümanlık civar kabileler arasında yayılmaya başladıktan sonra! Öte yandan
onu bu tavize zorlayan neydi ki? Oysa o sıralarda Kureyş'in ileri gelenleri
tarafından elçi olarak gönderilen Utbe bin Rebi'a adeta altın bir tepsi
içerisinde kendisine servet ve reislik sunmuş, o ise, bunu reddetmiş ve
Utbe'nin yüreğini titreten Secde Sûresinin başındaki âyetleri okumakla
yetinmişti. Bunun üzerine son derece etkilenen Utbe, kendisini gönderen
arkadaşlarının yanına apayrı bir yüz ifadesiyle dönmüştü.228
·
13.
Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hiçbir zaman Tevhid konusunda
tavizkâr davranmamıştır. Hatta, Arap kabileleri peşpeşe İslâm çağrısı
karşısında safdışı kaldıkları ve Allah'ın dininin hiç kuşkusuz galip geleceği
açıkça görüldüğü zaman bile bu tutumu devam etmiştir. Hz. Peygamberin şirke ve
müşriklere taviz vermediğinin diğer bir delili de Sa-kif kabilesinin, putlarına
bir ay olsun müsaade edip ondan sonra dilediğini yapacaklarına ilişkin
müracaatlarını kabul etmemesidir.229 Çoğu zaman ve pek çok meselede tedriciliği
esas aldığı bilindiği halde bu konuda tedricilik yoluna gitmek istememiştir.
Kendisinin bizzat ve Kur'ân'mda (!) yer vermek suretiyle Lat, Uzza ve Menat'ı
tazim ve şefaatlerinin ümit edildiğini itiraf etmesinden bin kere daha hafif
olmasına rağmen böyle bir müracaatı kabul etmemiştir. Oysa bu müracaat, onun
hayatının son dönemlerine rastlamıştır. Güç ve kuvvetle dizginleri tamamen
eline almıştı ve bir daha putperestliğe dönüşün sözkonusu ola-mayacığım kesin
olarak biliyordu. Hal böyle iken, nasıl olur da daha yolun başındayken ve canla
başla, hiçbir taviz vermeden ve cesaretle davasını savunması gerektiği bir
dönemde müşriklere putperstliklerine devam izni verebilir? Sonra, Müslüman
oldukları için Kureyş'in eziyet ve işkencesinden kaçarak Habeşistan'a hicret
eden tabileri kendisinden daha mı cesurdular? Oysa onlar, bunca belalara karşı
sürekli olarak kendisinden güven, iman ve sabır bekliyorlardı. Fiilen de,
Necaşî'ye gönderilen iki Kureyş elçisinin bizzat Necaşî ve patriklerinin
huzurunda düzenledikleri komploya karşı sarsılmadan direnmişler. Nitekim,
Kral'm huzuruna, dinleri ve Hz. İsa hakkmdaki inançlarını anlatmak üzere
getirilmişler, garip, kimsesiz ve mihmandarlarının duygularını okşamaya son
derece muhtaç olmalarına rağmen, hile yollu ve vaziyeti idare etme kabilinden
olsun İslâmın Hz. İsa (a.s) hakkındaki görüşünden bir tek kelime olsun
gizlememişlerdir.230
·
14.
İbn Saib el-Kelbî (V. 146), el-Asnam adlı eserinde, Kureyş'in Kabe-yi
tavaf ederek şöyle dediğini belirtir: "Lat hakkı için! Uzza hakkı için!
Onlar yüksek turnalardır onların şefaatleri umulur. Üçüncüleri Me-nât hakkı
için!" Yine Kureyşliler şöyle diyorlardi: "Şüphesiz onlar,
—haşa-Allah'm kızlarıdır. Onun nezdinde şefaat edeceklerdir." Bunun üzerine
Allah, Elçisini gönderince ona şunu indirdi: "Gördünüz mü o Lat ve
Uzza'yı? Ve üçüncüleri olan ötekini, Menât'ı? Demek erkek size, dişi Ona öyle
mi? O zaman bu insanfsızca bir taksim! Bunlar (putlar) sizin ve atalarınızın
taktığı isimlerden başka bir şey değildir. Allah onlar hakkında hiçbir delil
indirmemiştir"231.
Öyle görünüyor ki, zındığın biri bu rivâyeti alıp tahrif etmiştir. Kureyş'in
putları hakkmdaki sözlerini Hz. Peygamber söylemiş gibi göstermiştir.232
·
15.
Rodinson'un bu konuda yazdıklarını okuduğumuzda bu iki âyeti duyar duymaz
Müslümanların ve müşriklerin sevinçlerinden hep birlikte secdeye kapandıklarını
görürüz.233 Biz
iki tarafın da bu iki âyet okunduğunda niçin ve nasıl secde ettiklerine bir
mana veremiyoruz. Arap müşriklerinin putlarına secde ettikleri kaynaklarda yer
almamaktadır. İşte Kur'ân-ı Kerim, işte Arap Yarımadasındaki putperestliği
detaylı olarak ele alan İbn Hişam, yine işte bu konuda
"Kitabül'-Asnam" adlı müstakil bir eser yazmış olan İbnu'l-Kelbî!
Bütün bu kaynaklar istenildiği gibi araştırılıp incelensin. Bir müşrikin, putu
için secde ettiği bulunamayacaktır. Müşrikler, kutsal bildikleri taşların,
putların ve Kabe-nin etrafında dolaşır tavaf ederlerdi. Putları için evler
yapar, bu evlerde "sedene" dedikleri kimseleri görevlendirirlerdi.
Putlarına hediyeler sunar, kurbanlar keserek onlara manen yaklaşmaya
çalışırlardı. Hayvan ve ekinlerinden bir kısmını onlara ayırır, uzak yerlerden
onları ziyarete gider, yanlarında saçlarını tıraş eder, onlara el ve yüz sürer,
çevrelerini koruma altına alırlardı. Yanlarında fal oklarıyla kur'a çeker,
onlara yemin eder, Lât, Menât... vs'nin kulu anlamında Abdullât, Abdulmenât...
gibi isimler alırlardı. Fakat sözü geçen kaynakların hiçbirinde müşriklerin
Kabe'dekiler dahil hiçbir put ve saneme secde ettikleri belirtilmemiştir.
Putların yanında ve bizzat onlara secde etmedikleri halde, nasıl olur da bir
Kur'ân âyetinde sadece Lât, Menât ve Uz-za'nın adını duymakla secdeye
kapanırlar!234
Peki
o iki sözde âyeti işittiklerinde Müslümanları secde etmeye iten neydi? Bu iki
sözde âyet, secde âyetleri değil ki? Kur'ân'daki secde âyetleri belli ve bu
âyetlerin bir özellik ve kuralı var. Sözü edilen ri-vâyete göre indiği söylenen
o iki âyet bu özellikleri taşımamakta ve bu kuralın altına girmemektedir.
Onlardan sonra gelen âyetlerin, bu sözde iki âyette yer alan secde emrini
neshettiği de söylenemez. Çünkü bunun için hiçbir gerekçe gösterilemez. Hayret
edilecek bir durum da şu ki, Müslümamyla müşrikiyle bütün Kureyş'in bu iki
âyeti işitir işitmez secde ettiğini belirten bu hikayeyi büyük bir özen ve
hararetle nakleden Rodinson, daha birkaç sayfa bile geçmeden dönüş yaparak Hz.
Muham-med'in bu tavizden vazgeçişini, Müslümanların buna karşı koymalarına ve
direnmelerine bağlıyor.235
Bu da asla olmayan bir şeydir. Acaba rivâyette bundan daha çirkin -bir çelişki
düşünülebilir mi?
İnsanın
akima şöyle bir soru gelebilir: Bu kadar büyük isimlerin hepsi bir konuda nasıl
yanılmış olabilirler? Bu hikâyenin hiçbir aslı astarı yoksa, bu kadar çok
mu'teber ravî ve bu kadar tanınmış tarihçiler, nasıl Hz. Peygambere ve Kur’ân-ı
Kerime böyle korkunç ve ciddi bir suçlama ve iftirada bulunabilirler?" Bu
sorunun cevabını biz yine hadis kaynaklarımızda bulabiliriz. Buharî, Müslim,
Ebu Dâvud, Nesâî ve Müsned-i Ahmed'te bu hikaye gerçek şekliyle anlatılmıştır.
Bütün hikâye, Hz. Peygamberin Necm Sûresini tilâvet etmesi ve bunun sonunda
secde edince toplantıda hazır bulunan bütün Müslüman ve müşriklerin secde
etmesinden ibarettir.236
Bunda aslında hayret edilecek bir şey yoktu ve pek garipsenmemeliydi. Zira
evvelâ Kur'ân-ı Kerimin bizatihi son derece tesirli ve büyüleyici bir üslubu
vardır. Üstelik, Hz. Peygamberin mübarek ağzıyla okunmasının bu etkiyi daha da
arttıracağı unutulmamalıdır. Bu iki faktörün birleşerek toplantıdakileri
büyülediği ve secdeye gitmelerine sebep olduğu pek uzak bir ihtimal değildir.
Zaten bundan dolayıdır ki Kureyşliler, Hz. Peygamber'e sihirbaz ve büyücü gibi
lakaplar takıyorlardı. Bundan sonra sanılıyor ki, Kureyşliler bir anlık
dalgınlıklarından dolayı pişmanlık duydular ve onlardan bazısı buna bir gerekçe
bulmaya çalıştılar ve dediler ki: "Vallahi biz bunu yapmak istemiyorduk,
ama biz Hz. Muhammed'in ağzından mabudlarımızı öven bazı sözler duyduktan sonra
secdeye gittik237
Diğer tarafta bu olay, Habeşistan'daki Müslüman muhacirlere, "İslâm ile
küfr arasında sulh temin edildi" diye ulaştı; zira görgü tanıkları, müşrik
ve Müslüman herkesin aynı anda secde ettiklerini görmüşlerdi. Bu söylenti
öylesine yoğunlaştı ki Habeşistan'daki muhacirlerin hepsi değilse de, çoğu
Mekke'ye dönmüş oldu. Bu olaydan sonra, aradan geçen yüz yılda, Ku-reyşlilerin
secde etmesi olayı bu secde ile ilgili Kureyşlilerin ileri sürdüğü gerekçe ve
Habeşistan'daki Müslümanların yurda dönüşü, hepsi bir araya gelip gerçek bir
olay şeklini aldı ve bazı çok mümtaz alim, tarihçi, ve müfessir bunu
kabullenmek zorunda kaldılar. İnsan insandır. En bilgili ve imanı en kuvvetli
kişi bile hataya düşebilir."238
·
2.
Kur'ân'a Karşı Tutumuna Dayalı Deliller
·
a.
İlk Vahiy Karşısındaki Tepkisi
Kendisine
ilk defa vahiy nâzil olduğu zamanki tutumu, onun doğruluğuna tartışma götürmez
bir delildir. Önce bu konudaki tarihî belgeyi kaydedelim ve üzerinde gerekli
değerlendirmeyi yapalım. Vahyin başlangıcının nasıl olduğunu bize en güzel bir
şekilde anlatan Hz. Aişe şöyle demektedir:
"Resulullaha
vahiy, ilkin uykuda gördüğü sâdık rüyalar ile vaki olmuştur; o sırada gördüğü
her rüya sabah aydınlığı gibi aynen çıkardı. Sonra uzlet ve yalnızlık kendisine
sevdirildi. Hira'da inzivaya çekilip birkaç gün boyunca ibadet ediyor, sonra
ailesine dönerek tekrar birkaç günlük azığını alıp gidiyor, böylece aynı işi
tekrarlıyordu. Nihayet hak, ona beklemediği bir anda geliverdi. Hira
mağarasında iken ansızın melek kendisine gelerek 'Oku!' dedi. O, 'Ben okumak
bilmem' diye cevap verdi. Resulullah diyor ki: 'Beni tutup canımı acıtacak
derecede sıktı, sonra serbest bırakıp 'Oku!' dedi. 'Okumak bilmem' dedim.
Tekrar tutup üçüncü defa sıktı ve bırakıp: 'Yaratan Rabbinin adıyla oku, insanı
bir alâk'tan yarattı.239
Oku, Rabbin o en büyük keremkârdır ki, insana kalemle (yazıyı) öğretti, insana
bilmediklerini öğretti.240
Resulullah, kalbi ürperti içinde döndü. Huveylid'in kızı Hatice'nin yanma
girip, 'Beni örtün, beni örtün' dedi.241 Örttüler, derken korkusu zâil oldu. Sonra
Hatice'ye: 'Kendimden endişe ediyorum' deyince o: 'Hayır, hayır. Endişe etme;
vallahi, Allah seni hiç utandırmaz, zira sen yakınlarını gözetir, darda
kalanlara yardımcı olursun, muhtacı giydirirsin, misafiri sevip ikram edersin
ve kötü gün dostu olarak musibetzedelere, düşkünlere yardım edersin' diye cevap
verip teselli etti. Bundan sonra Hatice, Hz. Peygamberi alıp amcazadesi Varaka
b. Nevfel'e götürdü. Bu zat câhiliyye çağında Hıristiyan olmuş, İbraniceyi
bilir ve Incil'den nasibi nisbetinde bir şeyler yazardı. O günlerde gözleri kör
idi. Hatice Varaka'ya, 'Amcam oğlu, dinle bak, kardeşinin oğlu ne söylüyor?'
dedi. Varaka, 'Kardeşimin oğlu, ne var?' deyince, Resulullah başından geçenleri
anlattı. Bunun üzerine Varaka, 'Bu gördüğün, Allah'ın Musâ'ya indirdiği Nâmûs-u
Ekber'dir. Keşki senin davet günlerinde genç olsaydım da kavminin seni
çıkaracakları zamanı görseydim' dedi. Allah'ın Resulü de, 'Onlar beni çıkaracaklar
mı?' diye sordu. O da, 'Evet, senin gibi bir şeyle gelen hiçbir kimse yoktur ki
düşmanlığa uğramasın, şâyet senin davet günlerine yetişirsem, sana yardım
ederim' diye cevap verdi..."242
Görüldüğü
gibi Hz. Peygamber, Hira mağarasında gördüğü manzara ve aldığı telkin konusunda
korku ve telaşa kapılmış, bu vahyin kaynağı hakkında tereddüt göstermiş ve
bundan dolayı büyük bir endişeye maruz kalmıştır. Telâş ve tedirginlik içinde
evine dönerek, eşi Hatice'ye, "Beni örtünüz, beni örtünüz" demiş.
Hatice ise onun güzel ahlakından bazı örnekler vererek, böyle bir insanı
Allah'ın mahcup ve perişan etmeyeceğini söyleyerek teselli etmiş, bununla da
yetinmeyerek, durumun gerçek mahiyetini tahkik etmek için amcasıoğlu Varaka bin
Nevfel'e götürmüştür. Varaka da olayı bizzat Hz. Peygamberin ağzından
dinledikten sonra, kendisine gelenin melek olduğunu ve durumunun Hz.
Mu-sâ'nmkiyle aynı bulunduğunu söyleyerek onu müjdelemiştir. Konumuzla ilgili
olarak bundan çıkarılacak ders ise şudur: Peygamber, kendi dışından bir kuvvet
tarafından, adeta yakalanıp, kendisinin rağmma, bir elçiliğe memur edilmiştir.
Bu durum birçok peygamberin bi'setinde de görülmüştür. Hz. Peygamberin, vahyi
getiren meleğe: "Ben okumak bilmem" demesinde, onun kaçma arzusu
görülebilir. Duyduğu sesin, gördüğü manzaranın ve gelen meleğin mahiyetinden
emin olmak için sarfettiği gayret de bunu gösterir.
Eğer
Resulullah, Hz. Cebrail ve vahiy konusunda —haşa— yalancı olsaydı, önünde büyük
bir yalan alanı vardı. Dilediği gibi bu meydanda dolaşır ve at koşturabilirdi.
Eğer—haşa—samimiyetsiz ve yalancı olsaydı, Cebrail'in üç kez kendisini sıkıp
neredeyse canının çıkacağını söylemek yerine, dostça yanma gelip şefkatle elini
tuttuğunu; mahiyetini ve amacını bilemediği "Oku!" şeklindeki kesin
ve beklenmedik emir yerine arkadaşça sohbet ettiğini söylemesi gerekirdi. Aynı
şekilde öyle bir durumda, mütebessim ve sevinçli bir biçimde evine dönmesi daha
uygun olurdu. Değil mi ki, Alemlerin Rabbinden kendisine vahiy geldiğini
söylüyordu? Öyleyse O Yüce Rab, kendisini dost ve elçi seçmişti. Öyleyse bu
geniş yalanın mantıkî sonucu da en az onun kadar büyük başka bir yalan olması
gerekirdi ki, Rabbinin nasıl da bizzat kendisine göründüğünü, yüzyüze
konuştuğunu, omuzlarını okşadığını... —ve daha bunlar gibi yalancı deccallara
daha çok yakışan, kaypak ruh ve akıl sahiplerinin ağzına daha layık
hezeyanlar—söylerdi.243
Yine
şâyet Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi
ve sellem) öteden beri kendisinin peygamber olacağını tasarlamış olsaydı,
kendisi gibi bir insanın nebi olması gerektiğine inansaydı ve kendisine bir
melek gelsin diye bir mağarada yalnız başına ibadet ve murakabede bulunmuş
olsaydı, gâyet tabii ki Hira mağarasındaki olay cereyan ettiği zaman büyük bir
sevinç içinde yerinden fırlar, sevinç çığlıkları atar, mağaradan kurşun gibi
çıkıp eve gelir ve herkese bağıra bağıra kendisinin peygamber olduğunu ilan
ederdi. Fakat, gördüğümüz gibi burada durum bambaşka idi ve kendisi hayli
heyecanlı, şaşkın ve sarsılmış bir durumda idi. Titreyerek eve geldi ve yorgana
sarılıp sessizce yattı. Biraz sonra kendine gelir gibi olunca hayat arkadaşına
sırrını açıkladı, kendisine bir şeyler olduğunu, hayatının tehlikede olduğunu
belirtti. Peygamberliği öteden beri bekleyen bir kişinin tepkisi böyle mi
olmalıydı? Tabii ki hayır."244
Öte
yandan Hz. Hatice'nin olayı duyunca gösterdiği tepki de Hz. Mu-hammed'in daha
önce bir peygamberlik beklentisi içinde olmadığını gösteriyor. Şöyle ki:
Bir
kadın kocasına en yakın kişidir. Kocasının hayat, yaşantı, huy, zevk, karakter
ve duygularını en iyi bilen odur. Eğer Hz. Hatice, kocasının peygamberliğe aday
olduğunu ve her zaman kendisinin bir meleği beklediğini bilmiş olsaydı, Hz.
Peygambere verdiği cevap herhalde çok farklı olacaktı. O gâyet doğal olarak
diyebilirdi ki: "Kocacığım, neden korkuyorsun? Korkulacak ne var?
İstediğin bu değil miydi? Sen peygamber olmak istemiyor muydun? İşte muradına
erdin. Sen bir yandan peygamberlik tezgâhını aç, ben de bir yandan adak, hediye
ve paraları toplayayım ve böylece ikimiz de zengin oluruz." Fakat biz ne
görüyoruz? Hz. Hatice, on beş yıllık evlilik hayatında Hz. Mu-hammed'in ne gibi
bir insan olduğunu çok iyi anlamıştı. Aralarındaki samimiyet ve sevgi Hz.
Muhammed'in doğru ve dürüst bir insan olduğunu ortaya koymuştu. Kendisinin
yalan söylemeyeceği ve herhangi bir sahtekârlıkta bulunmayacağı kesindi. Hz.
Hatice, kendisine bir şeytanın gelmeyeceğini de çok iyi biliyordu. Cenab-ı
Allah'ın kendisini bir azaba sokacak çetin bir sınavdan geçirmeyeceğini,
gördüklerinin doğru olduğunu pek iyi biliyordu.245
Aynı
durum Varaka bin Nevfel için. de geçerlidir. Varaka yabancı bir kişi değildi.
Aksine Resulullahm sülâlesinden bir kişi olup hanımının amcasıoğluydu. Ayrıca
ilim ve irfan sahibi bir Hıristiyan olarak da peygamberliğin, kitabın ve vahyin
ne olduğunu çok iyi biliyordu. Bu hususta yapılacak asılsız ve çürük bir
iddiayı reddedecek bir durumda idi. Yaşı hayli büyük olduğu için do tecrübe
sahibi biriydi ve Hz. Muham-med'in bütün ömrü gözünün önünde geçmişti. Varaka
bin Nevfel de Hira vakasını duyduktan sonra kendisine gelenin Hz. Musa'ya gelen
melekten başkası olmadığım tereddüt etmeden söyledi. Zira burada da durum Hz.
Musa'nmki gibiydi. Hz. Muhammed, tıpkı Hz. Musa gibi saf, temiz ve her şeyden
habersiz iken peygamberlik makamına getirilmişti. Peygamberliğe hevesli olmak
şöyle dursun, böyle bir şeyin vuku bulacağını aklının köşesinden bile
geçilmemişti. Bu apaçık durum, Varaka bin Nev-fel'in de, Hz. Muhammed'in
şeytanın bir oyununa gelmediğine, doğru ve temiz karakterinden dolayı herhangi
bir art niyeti ve ihtirası olmadan nihâî hakikati bulduğuna inanmasına sebep
olmuştu.
Gerçeği
ve doğruyu kabul eden bir kişi için Hz. Peygamberin bu durumu hiç de şaşırtıcı
olmasa gerektir. Zaten bu yüzden bu durum Kur'ân-ı Kerimde defalarca misal
olarak gösterilmiştir.246
Hz.
Muhammed'in bu olaydan önce hiçbir zaman peygamberlik hevesi taşımadığının
diğer bir delili de, peygamberliğini ilan ettiğinde müşriklerin tutumudur.
Gerçekten de müşriklerden hiç kimse çıkıp da: "Ben zaten tahmin etmiştim,
bu kimsenin peygamberlik iddiasında bulunacağı öteden beri belliydi"
demeye cesaret edemedi.247
Biz
bu delili, yalnızca Müslüman olduğumuz için ileri sürmüyoruz. İngiliz müsteşrik
Alfred Guillaume bile Hz. Muhammedin (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
peygamberliğine inanmadığı halde bu olayı onun samimiyetine ve Hira mağarasında
kendisine görünenlerin kuşku götürmez bir gerçek olduğundan emin olma isteğine
delil olarak değerlendiriyor248.
Was-hington Irving de, aynen bu ölçüyü Hz. Muhammed'in doğruluğuna, bir çeşit
vehim olabileceği düşüncesiyle olayı hemen kabul etmek istemediğine delil
olarak ileri sürüyor249.
Hatta hiçbir ruhî güce inanmayan, herşeyi maddî ortama ve bu ortamın insan
psikolojisi üzerindeki etkisine bağlayan Marksist Mazime Rodinson bile
yukarıdaki noktaya açıkça dikkat çekmekten kendini alamıyor. Nitekim Rodinson,
Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem), kendisine gelen şeyin Allah'ın
vahyi olduğuna kesin kanaat getirmeden önce uzun bir süre tereddüt geçirdiğini
kabul ediyor.250 Bu
tereddüt ve bu gerçeği öğrenmeye yönelik şiddetli arzu, Hz. Muhammed'in vahiy
gelmeden önce, peygamber olmaya yönelik bir beklenti içinde olmadığına
reddedilmesi imkansız kesin bir delildir. Bu da, bazı müsteşriklerin hiçbir
delile dayanmadan, Hacer-i Esved'i yerine yerleştirmesi olayının, Hz.
Muhammed'i, peygamberlikle görevlendirileceğine inanmaya sevkettiği şeklindeki
iddialarım çürütüyor.251
Çünkü, sözkonusu müsteşriklerden hiçbiri, Hz. Muhammed'in hayat ve icraatından
buna en ufak bir delil bile getiremediği gibi, Kureyş'in, Hacer-i Esved'i eski
yerine yerleştirmeye ilişkin anlaşmazlıklarını çözmek için, tamamen bir tesadüf
sonucunda Hz. Muhammed'ten yardım istemeleri,252 mantıkan kendisini, bunu ileride herhangi bir
İlâhî misyonla görevlendirileceğine bir işaret olarak görmeye sevketmesi mümkün
değildir. Hz. Muhammed'in aklı, sebepler ve neticeleri arasındaki ilişkiyi
görmek konusunda böylesi tutarsızlık ve zayıflıklardan münezzehtir.253
·
b.
İlk Dönemde, İnen Âyetleri Hızlı Hızlı Tekrarlayıp Ezberlemeye Çalışması ve
Vahiy Esnasındaki Hali
Vahyin
başlangıcında Resulullah, Kur'ân nâzil olduğunda, unutmak endişesiyle,
vahyedilen metni, kendi kendisine acele acele tekrarlar, dudaklarını depretirdi254. Halbuki sözü
hatırında tutma işinde, gerek nübüvvetini ilandan önce gerek sonra böyle bir
adeti yoktu. Keza Arap-lar arasında da bu adet mevcut değildi. Onlar, sözlerini
içlerinden geçirerek hazırlıyorlardı255. Kur'ân, onun kendi varlığından
kaynaklansaydı, onu söyleme tekniğinin de şahsî ve kavmî adete uyması, görüşünü
olgunlaştırmak ve fikrini açık seçik hale getirmek üzere uzun uzadıya
düşünmekle dolu sükût seansları geçirmesi gerekirdi. Ama iş böyle değildi. O,
ansızın kendisini bir öğretimle karşı karşıya buluyor, bu rehber birden gelip
sür'atle kayboluyordu. Öyle ki—peşine düşse bile—tefekkür, kaçırdığı bilgiyi
hatırlama konusunda işe yaramıyordu. Kendisine bildirilenleri harfiyyen tekrar
etmesi gerekiyordu. Karşı karşıya kaldığı bu yeni durumda, ister istemez,
alışmadığı bu işi yapması, bir harf dahi kaçırmamak için büyük bir hırs
göstermesi lazımdı. Nihâyet Allah Tealâ şu sözüyle vahyi koruma işini taahhüd
etti: "Onu tekrarlamak için (Henüz Cebrâil sana vahyi bitirmeden) dilini
depretme. Onu senin kalbinde toplamak ve (sana) okutmak Bize aittir"256, "Sana
vahyedilmesi henüz tamamlanmadan, Kur’ân'ı acele okumaya kalkma. 'Ya Rabbi
ilmimi artır' de."257
Yine
A'la Sûresinde de Hz. Muhammed'in vahiyleri ezberlemek için telaşlanmasına
gerek olmadığı ve icabında bunların kendisine tekrarlanacağı şöyle
bildiriliyor: "Sana (Kur’ân'ı) okutacağız; artık Allah'ın dilediği hariç,
sen hiç unutmayacaksın. Şüphesiz Allah, açığı ve gizleneni bilir."258
Ayrıca
kendisine ne zaman Kur’ân nâzil olursa, mübarek çehrelerinde değişik bir durum
meydana geldiğini çoğumuz biliriz. Bu esnata onun maruz kaldığı hal,
yanındakilerin meçhulü değildi. Etrafındakiler, birden bire onun yüzünün
kızardığını, onu şiddetli bir halin sardığını, derken inci taneleri gibi ter
döktüğünü, mübârek bedenlerinin son derece ağırlaştığını, hatta meselâ bu
sırada deve üzerinde bulunuyorsa devenin çöktüğünü, yüzünün yanında arı
uğultusuna benzer bir sesle daha değişik sesler işitildiğini259 sonra çok
geçmeden o şiddet halinin açılarak vahyedilen yeni bir Kur’ân parçası okuduğunu
bildirirler.260
Bu
hadisenin unsurlarına kısaca göz atacak olursak, sun'î olmasının mümkün
olmadığını kolaylıkla anlarız. Peygamber Efendimizin mübarek yüzünün etrafında
işitilen sesleri düşünürsek, o seslerin şahsı ile ilgili olmadığı iyice
anlaşılır. Kezâ sun'i olsaydı, istediği zaman, alışmış olduğu bu usulle yeni
bir vahiy getirebilmesi gerekirdi. Oysa daha önce de işaret edildiği üzere,
bazan en şiddetli ihtiyaç zamanlarında çok istediği halde vahye mazhar
olamamış,261
ancak Allah Tealâmn dilemesi halinde vahiy gelmişti. Demek bu ihtiyarî olmayan
bir haldi.262
Acaba
bu hal bir uyku hali miydi? Bu halin tezahürlerini bir kez daha tetkik
ettiğimizde bunun, uyku ihtiyacı sırasında, insana arız olan tabiî uyku sâiki
arasında uzak bir mesafe bulunduğunu görürüz. Zira vahiy hali bazan ayakta
dururken, bazan oturmuş vaziyette iken, gâh yürürken, gâh binek üzerinde iken,
bazan sabah, bazan akşam vakti, gâh ashabiyle sohbet ederken, gâh düşmanlarıyla
konuşurken ârız olabiliyordu. Ona birden gelip birden ayrılıyor, çok kısa bir
an içinde geçip gidiyordu.263
Yoksa uyuklayan kimseye arız olan uyku gibi, yavaş yavaş ilerlemiyordu. Keza
vahiy haline bir takım garip sesler refakat ediyordu264 ki uyku sırasında ne ondan, ne de diğer
insanlardan böyle sesler işitilmesi vaki değildir. Hülasa, ondaki vahiy hali
gerek konumunda, gerek vakitlerinde, gerek şekillerinde ve gerekse bütün
tezahürlerinde uyuyan kimsenin halinden tamamen başka bir hal idi."265
Ayrıca
bu halle marazî belirtiler ve asabî nöbetler arasında tam bir tenakuz olduğunu
görüyoruz.266 Marazî
ve asabî durumlarda yüz sararır, parmak uçları gibi vücudun uç tarafları soğur,
dişler birbirine çarpar, edep yerleri açılır, akıl nuru gizlenir, cehalet
karanlığı hakim olur, hasta ne yaptığını bilemez. Halbuki vahiy esnasında Hz.
Peygamber'in bedeninin kuvveti fazlalaşır, rengi açılır ve parlar, vücudunun
harareti artardı. Ayrıca bu hal, zulmetin değil nûrun, cehâletin değil ilmin
kaynağı olurdu. Daha doğrusu o durumda öyle bir ilim ve nûr gelirdi ki bütün
akıllar ondaki hikmete hayran olur, bütün nurlar yanında zayıf kalırdı.267
Demek
ki biz, ne zuhurunda ne de gizlenmesinde mazharmm hiç rolü olmayan bir ışıkla
karşı karşıyayız. Acaba bu ışığın gerçek kaynağı nedir? Bu kaynak Hz.
Muhammed'in benliği olabilir miydi? Ondan kaynaklansaydı, her zaman feyezan
etmesi, uyuklama veya baygınlığa benzeyen ve şeffaf bir bulut gibi onu saran
kısa lahzalarda olmaktan ziyade, normal uyanıklık ve tefekkür zamanlarında
olması gerekirdi. O halde, bu bulutun ötesinde, Hz. Muhammed'in ruhunu
(varlığını) zaman zaman gıdalandıran nurânî bir kaynak bulunması lazımdır. Bu
nûr menbamdan gelen feyiz onu, mahdut şiir ufkundan yüceltmekte, dilediği
ilimlere mazhar etmekte, sonra da müteakip buluşmaya kadar onu ilimle dolu
tekne halinde sahilde bekleyen bizlere göndermektedir. Aym ışığı, güneş
karşısındaki durumuna bağlı olarak değişir. Bundan dolayı insanlar Aym ışığının
kendinden olmayıp, onu güneşten aldığına inanırlar. İşte bu nübüvvet kamerinin
nûrunun da, görmedikleri fakat eserlerini ve nûrlarını müşahede edip durdukları
güneşin ışığının yansıması olduğuna inanmaları gerekir. Gerçi bu güneşi gündüz
ortasında görmediler; insanların anlayabileceği tarzda sözünü kulaklarıyla
işitmediler, ama onun azıcık ateşini, vahyin tecelligâhı olan zatın alnında
inci taneleri halinde görüp, mübarek yüzünün yanındaki uğultusunu işitmişlerdi.268
·
c. Vahyin Kesintiye Uğraması
Vahyin,
bir süre devam edip arkasından aniden kesilmesi meselesi de bu konuyla
ilgilidir. İlk vahyin gelişinden sonra uzun bir süre Hz. Cebrail ikinci bir
vahy getirmedi. Bu ara uzadıkça Hz. Peygamberin ıztırap ve üzüntüsü artmaya
başladı. Bu devre içinde Hz. Peygamber kendisinden öylesine geçiyordu ki, bazan
Sebîr (Mekke yakınındaki bir tepe) dağına ve bazan Hira tepesine giderek oradan
kendisini atmak istiyordu. Bu konuda İmam Zührî'nin (V. 124) rivâyeti şöyledir:
"Oldukça
uzun bir müddet269
Hz. Peygambere bir vahiy gelmedi. Bu müddet içinde Resulullah öylesine üzüntülü
ve ıstıraplıydı ki, bazan dağların tepesine çıkıp kendisini aşağıya atıp
intihar etmeyi aklına getirirdi270. Fakat Hz. Peygamber ne zaman bir dağın
tepesine çıksa, hemen Cebrâil ortaya çıkar, kendisinin Allah'ın Resulü olduğunu
hatırlatırdı ve böylece üzüntüsü ve elemi bir nebze de olsa dinmiş
olurdu."271
Cabir
b. Abdillah şu hadis-i şerifi naklediyor: Resulullah, vahiylerin arasının
kesildiği devreden bahsederken şunları buyurmuşlardı: "Bir gün yoldan
geçiyordum. Birden bire gökten bir ses geldiğini duydum. Başımı kaldırıp
yukarıya baktım. Hira mağarasında bana gelen meleğin gök ile yer arasındaki
boşlukta bir koltuğa oturduğunu gördüm. Bu vaziyeti görünce dehşet ve korkuya
kapıldım ve eve gelip 'Beni örtün, beni örtün!' dedim. Evdekiler dediğimi
yaptılar ve örtüye sardılar. O sırada, Cenâb-ı Allah, 'Yâ eyyühe'l-müddessir'
sözleriyle başlayan âyetleri bana inzal etti. Ve bundan sonra vahiyler devamlı
gelmeye başladı."272
Müslüman
ümmet hemen hemen ittifakla Alak sûresinin ilk beş âyetini, Hz. Muhammed'e inen
ilk vahiy olarak kabul etmiş durumdadır. Bundan sonra İbnu'l-Esîr, Müddessir
Sûresinin inişine kadar vahiylerin arasının kesildiğini beyân etmiştir. Daha
sonra vahiylerin muntazaman gelmeye devam ettiğini kaydetmiştir.273
Vahyin
bir kez daha, fakat kısa bir süre için kesildiği tefsir kitaplarından
anlaşılıyor. Bu süreyi fırsat bilen kavmi Hz. Peygambere eziyette bulunmuşlar
ve—haşa—şeytanının kendisini terkettiğini iddia etmişler.
Söz
konusu eserlerde Duha Sûresinin nüzûl sebebi anlatılırken bir süre vahyin
kesildiği, müşriklerin bunu bahane ederek Resulullaha dil uzattıkları
belirtilir ve bu konuda değişik rivâyetler kaydedilir. Meselâ, İbn Ebi Şeybe
(V. 234), Taberânî ve İbn Merdûye'den (V. 410) vahyin kesintiye uğraması dört
gün; İbn Cüreyc'den (V. 149) on iki gün; Kelbî'den (V. 146) on beş gün (on
küsur gün de denilmiş); ibn Abbas'tan (V. 68) yirmi beş gün; Süddî (V. 128) ve
Mukatil'den (V. 150) kırk gün diye rivâyetler vardır. Belli ki bu sûrelerle
ilgili bilgi, sûrenin ne zaman başladığını bilmey tam olarak bilmek Resulullahın
kendisinden olabilir. Bu ise Hz. Peygambere kadar varan bir yolla rivâyet
edilmemiştir. Sahih olarak bilinen şudur ki, bir müddet vahyin gecikmesi durumu
meydana gelmiştir. Resulullah da bundan üzüntü ve sıkıntı duymuş ve
davranışlarından bu hissedilmiştir. İki üç gece kalkmadığı görülünce onun her
halini izleyen müşriklerin böyle demelerine sebep doğmuştur.274
Arkasından
vahiy gelmiş ve Rabbinin kendisine olan sevgisinin asla değişmeyip devam ettiği
müjdesini vermiştir. Bu da gösteriyor ki, müşriklerin iddiaları Hz. Peygamberi
derinden üzmüştür. Şimdi düşünelim! Eğer—haşa—yalancı ve samimiyetsiz olsaydı,
neden kendisine geldiğini ileri sürdüğü vahyi kesintiye uğratsmdı? Şahsına
yönelik İlahî övgüler dizmese de bunca söylentileri kesecek kadar olsun vahiy
diye birkaç boş söz söyleyemez miydi? Haydi bunu beceremedi, haşa yalancı
olduğunu, bu işin bir düzmeler zinciri olduğunu bizzat kendisinin de bildiği
ileri sürülürse, Duha Sûresinin işaret ettiği gibi bu iddialardan neden o kadar
etkilensindi? Kureyş'in dedikodularına karşı kalbini saran derin üzüntü, hiç
şüphesiz doğru insanların üzüntüsüdür. Bu sûre, Hz. Muhammed'i savunmayı, ona
övgüler yağdırmayı veya düşmanlarını kötülemeyi konu almıyor. Aksine
"Rabbin seni ne bıraktı ve ne de sana darıldı"275 gibi kısa bir cümleyle onu teselli ediyor.
Arkasından Allah'ın kendisine olan nimetlerini hatırlatıyor; öksüzken Allah'ın
kendisini barındırdığını, şaşkınken doğru yola eriştirdiğini...276 söylüyor.
Buradaki hidâyet ve dalaletin anlamı ne olursa olsun, bu cümleler, bu
şartlardaki bir yalancı ve hilebazın ağızmdan en son çıkabilecek sözlerdir.
Sûrenin başındaki bu güven verme ve hatırlatmadan sonra İlâhî emirler yer
alıyor.277 Bu
emirlerde öylesine yüce vurgular hissediliyor ki, bunların, kendi kendisini
hedef alarak Hz. Peygamberden kaynaklanması mümkün görünmüyor.278
·
d. En Muhtaç Olduğu Anlarda Vahyin
Gelmemesi
Hz.
Peygamberin başına öyle hadiseler geliyordu ki, bunlar, onu bir şeyler
söylemeye zorluyordu. İş kendi elinde olsaydı, bir şeyler söylemeye olan
şiddetli ihtiyacı sebebiyle, söyleyecek söz bulabilirdi. Fakat günler geceleri
kovalıyor, yine de o konuda insanlara okuyacağı birkaç Kur'ân âyeti
bulamıyordu. Bunun bir çok örnekleri vardır. Bunlardan üç tanesine özetle yer
verelim:
·
1. İfk
hadisesidir. "Bununla ilgili açıklama, "Hz. Peygamber'in Bilmediği
Konularda Konuşmaması ve Haddini Bilmesi" başlığı altında daha önce ele
alındığı için burada tekrar etmeye ihtiyaç görmüyoruz.
·
2.
Bu örnek kıblenin değişmesi ile ilgilidir. Bilindiği gibi Müslüman-lar hicretin
birinci yılına kadar namazlarını Kudüs'teki Beytü'l-Makdis'e dönerek
kılarlardı. Hz. Peygamber ise, Kabe'nin kıble olmasını çok arzu ediyordu. Fakat
onun bu isteğine rağmen, birbuçuk sene kıblenin değişmesi için bekleme durumu
hasıl oldu. Nihâyet hicretin ikinci yılı Receb ayında Resulullah, ashabıyla
yine Beytü'l-Makdis'e yönelmiş olarak öğle namazını kılarlarken, ikinci rekatı
kıldıktan sonra kıblenin Kabe olduğu ve oraya yönelinmesi Allah tarafından âyet
ile açıklanınca, Hz. Peygamber cemaatiyle beraber Kabe'ye yöneldi ve öğle
namazının son iki rekatı böylece kılındı. Şimdi bu olayı konumuzla ilgisi
açısından değerlendirelim:
Kıblenin
değişmesiyle ilgili âyette şöyle buyurulmuştur:
"Şüphesiz
ki Biz, yüzünü (İlâhî buyruğu bekleyerek) göğe doğru çevirip durduğunu
görüyoruz. Artık seni, hoşnut olacağm bir kıbleye döndürüyoruz. (Bundan böyle
namazda) yüzünü Mescid-i Haram'a doğru çevir. Siz de (ey mü'minler) nerede
bulunursanız, (namazda) yüzünüzü oraya doğru çevirin."279
Âyetten
hemen anlaşılacağı üzere Hz. Muhammed, kıblenin Kabe'ye doğru çevrilmesini çok
arzuluyordu. Bundan dolayı mübarek yüzünü semâya çevirip Rabbine yalvarıyor ve
kıbleyi değiştirmesi hususunda bir vahiy indirmesini hararetle diliyordu.
Nihâyet aradan birbuçuk sene geçtikten sonra Allah onun bu arzusu paralelinde
bu âyeti indirmiştir.
Eğer
Kur'ân,—haşa—Hz. Muhammed'in kendisinin ortaya koyduğu, bir eser olsaydı,
nefsinin ve kavminin arzu ettiği bu işi hemen yapar, bu sıkıntıdan da
kurtulurdu. Ama durum böyle cereyân etmedi. Çünkü o da, Kur'ân'm inzâli
konusunda, emrolunduğunu yapma mecburiyetinde olan bir kimse idi.280
·
3.
Hz. Peygambere müşrikler tarafından, Ashab-ı Kehf, Zü'l-Karneyn ve rûh ile
ilgili soru sorulması, Hz. Peygamber'in, "inşaallah" demeden
"yarın gelin size cevap vereyim" demesi ve bu yüzden vahyin bir süre
gelmemesi olayı ki, bunu da "Hz. Peygamberin Bilmediği Konularda
Konuşmaması ve Haddini Bilmesi" başlığı altında daha önce açıkladık.281
·
e. Vahyin Bazan Arzusuna Muhalif
Olarak İnmesi
Kur'ân'm,
Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) tarafından olmadığının bir başka delili de, vahyin bazan arzu etmediği
tarzda gelmesidir. Kur'ân, bazan onun görüşünde hatalı olduğunu bildirir, bazan
meyletmediği bir şeye izin verirdi. Az bir miktar oyalanacak olsa, Kur'ân'dan
şiddetli bir itap, acı bir tenkit gelirdi. Bu en önemsiz sayılabilecek
şeylerden ötürü de olabilirdi.282
Eğer
Kur'ân, Hz. Muhammed'in vicdanından gelen telkinler olsaydı, bu kadar acı ve
dehşetli tenkidlerle dolu olamazdı. Hatalı bir şey yaptığını bilse bile, en
azından sükut ederek, sözlerine olan saygıyı zedeleyebilecek tenkitte
bulunmazdı. İhtiyaç halinde sözlerinden bir kısmını dışarıya vurmazdı. İşte
Kur'ân vahiy eseri olduğu içindir' ki, ondan hiçbir şeyi saklayamamıştır.283
Bu
âyetlerden özellikle Enfâl Sûresinin 67-68. âyetleri oldukça dikkat çekicidir.284 Bu âyetlerden
birincisi, Bedir gazvesinde alman esirlerin salıverilmesinden ve onlardan fidye
alınmasından sonra indi. Âyet-i kerime, yapılan işin hatalı olduğunu bildirerek
başlıyor. Hemen arkasından o tatbikatı kabul edip, ondan dolayı gönülleri
ferahlatıyor, şüpheye yer bırakmıyor. Hatta bundan böyle benzeri durumlarda
hatalı olduğu bildirilen bu uygulama, bir kaide haline getiriliyor. Kur'ân'm
kaynağı kendisi olsaydı, bu sözün başını söyleyen biri olarak sonunu da
söylemesi tasavvur edilebilir miydi? Kesinlikle hayır! Bu iki halet-i ruhiye
insanda peşpeşe sadır olduğu farzedildiği takdirde İkincisi birincisini silmiş olacağı
için, onu zikretmezdi. Ve nihâî hüküm hangisi olmuşsa, sonunda o hükümde karar
kılardı. Haksız yere şiddetli bir aleni tenkidi ve helâl hoş edilecek o
yiyeceği bulandıracak bir ifâdeyi ihtiva ettiği halde, artık vazgeçilmiş olan o
halet-i ruhiyeyi tasvir ve tescil etmeye hangi etken bulunabilirdi. Psikoloji
bilginleri bu âyet-i kerimeyi okuyunca, burada birbirinden ayrı iki şahsiyetin
bulunduğunu, bu sözün şöyle diyen bir hakime ait olduğunu kabul ederler:
"Yaptığın iş pek doğru değil, bununla beraber seni affettim ve bu hususta
sana izin verdim, artık böyle yapabilirsin."285 286 287 288
Hz.
Muhammed, bir konuda iki şey arasında tercihte serbest kalacak olsa, günah
olmadıkça mutlaka ümmeti için en kolay ve şüphe uyandırmaktan en uzak olanı
tercih ederdi.286 Âyetlerden de
içtihadına göre hükümler çıkarır ve bu konuda kendisinin muhayyer bırakıldığını
anladığı anda aynı ölçüyü uygulardı. Bu nedenle bazan içtihadında yanılır ve
hemen İlâhî ikaz yetişerek onu bir yanlışlık yapmaktan korurdu.287
Meselâ,
münafıkların başı Abdullah bin Übey ölmüştü. Hz. Peygamber onu kendi elbisesine
kefenledi, onun için af dileyip cenaze namazını kılmak istedi. Bunu gören Hz.
Ömer ise ona: "Rabbin seni nehyettiği halde namazım mı kılacaksın yâ
Resulallah?" deyince o şöyle cevap verdi: "Rabbim şöyle buyurarak beni
muhayyer bıraktı: "Onlar için ister af dile, ister dileme; yetmiş defa
bile af dilesen yine Allah onları affetmez..."288
Ben de yetmiş defadan fazla af dilerim." Böyle buyurarak namazını
kıldırdı. Bunun üzerine Allah Tealâ, sözkonusu âyeti anlamada yanıldığım ve
doğru davranışın ne olduğunu bildiren Tevbe Sûresinin 84. âyetini indirdi. Bu
emirden sonra Hz. Peygamber münafıkların namazını kılmaktan vazgeçmiştir.289 290 291 292 Bu örnek de,
biri amirinin talimatlarım harfiyyen anlayıp kulları hakkında en şefkatli
biçimde uygulamak isteyen memur; diğeri ise memurunu yanlışlıklardan ve hatalı
anlama ve uygulamalardan korumaya çalışan âmir olmak üzere iki ayrı şahsiyetin
sözkonusu olduğunu açıkça ortaya koyuyor.
Yine
Kur'ân Hz. Muhammed'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) sözü olsaydı, kendi
döneminde binler, müteakip yüzyıllarda ise milyarlarca insanın okuyarak tekrar
edip duracakları hatalarından Kur'ân'da söz eder miydi?
Meselâ,
Hz. Peygamber bir gün, Mekke müşriklerinin ileri gelenlerini İslâma davetle
meşgulken Abdullah İbni Ümmi Mektum adında daha önce Müslüman olmuş âma bir zat
gelmiş ve kendisinden bir şeyler sormak istemişti. Hz. Peygamber, Müslüman
olmalarına son derece istekli olduğu, İbni Ümmi Mektum'un ise, sorusunun
Müslüman olmak için değil, zaten mazhar olduğu hidâyetini biraz daha arttırmak
için soru sormak istediğinden, Hz. Peygamber yüzünü çevirmişti. Bunun üzerine Abese
Sûresinin şiddetli bir ikaz ve tenkid ihtiva eden ilk âyetleri inmiş-tir.293
Bu
âyetlerin indiği günden itibaren Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) hakkında bu âyetlerin indiği İbn Ummi Mektûm'u kendine yakın tutmaya
büyük bir özen göstermiş,294
hatta Sahabileriyle sefere çıktığı birkaç kez Medine'de kendisine vekil olarak
görevlendirmiştir.295
Yine,
eğer Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Kur’ân'm müellifi olsaydı,
neden kendi çok özel duygularını şu ve benzeri âyetlerle herkese ilan edecek
şekilde açığa vursundu:
"Bundan
sonra artık başka kadınlarla evlenmen, elinin altında bulunan cariyeler hariç,
güzellikleri hoşuna gitse bile, bunların yerine başka hanımlar alman sana helal
değildir..."296
Neden,
"güzellikleri hoşuna gitse de..." ifâdesini kullansmdı? Hz.
Muhammed'ten kaynaklanmasının imkânsızlığına inandığımız bu yeni hüküm,
Resulullahm bazı kadınların güzelliklerinden hoşlandığına işaret etmeyi
gerektirmezdi.
Faraza
bu hükmün Resulullah kaynaklı olduğu ileri sürülse bile, neden kendi özel
ailevî meselelerini ve eşlerinin bazı durumlarını âyetlere konu edip de tarih
boyunca herkesin ağzına sakız yapsın:
"Ey
Peygamber! Eşlerine şöyle söyle: 'Eğer dünya dirliğini ve ve süsünü (refahını)
istiyorsanız, gelin size boşanma bedellerinizi vereyim de, sizi güzellikle
salıvereyim. Eğer Allah'ın Peygamberini ve ahiret yurdunu diliyorsanız, bilin
ki Allah, içinizden güzel davrananlar için büyük bir mükâfat hazırlamıştır. Ey
Peygamber hanımları! Sizden kim açık bir hayasızlık yaparsa, onun azabı iki
katma çıkarılır. Bu Allah'a göre kolaydır."297
"Ey
Peygamber! Eşlerinin rızasını gözeterek Allah'ın sana helâl kıldığı şeyi niçin
kendine haram kılıyorsun? Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir. Allah
(gerektiğinde) yeminlerinizi bozmanızı size meşru kılmıştır. Sizin yardımcınız
Allah'tır. O, bilendir, hikmet sahibidir. Peygamber, eşlerinden birine gizlice
bir şey söylemişti. Fakat eşi o sözü başkalarına haber verip Allah da bunu
Peygambere açıklayınca, Peygamber, bir kısmını bildirmiş, bir kısmından da
vazgeçmişti. Peygamber, bunu ona haber verince eşi: 'Bunu sana kim bildirdi?'
dedi. Peygamber: 'Bilen ve herşeyden haberdar olan Allah bana haber verdi'
dedi. Eğer ikiniz de Allah'a tevbe ederseniz (yerinde olur). Çünkü kalbleriniz
sapmıştı. Ve eğer Peygamber'e karşı birbirinize arka verirseniz, bilesiniz ki
onun dostu ve yardımcısı Allah, Cebrail ve mü'minlerin iyileridir. Bunların
ardından melekler de (ona) yardımcıdır. Eğer o sizi boşarsa Rabbi ona, sizden
daha iyi, kendini Allah'a veren, inanan, sebatla itaat eden, tevbe eden, ibadet
eden, oruç tutan dul ve bâkire eşler verebilir."298
Bu
alıntıların açık ve doğru tek bir yorumu vardır, o da, Aziz ve Hakim olan Allah
katından gelmiş birer Kur'ân âyeti olmalarıdır.
Sonra,
şâyet Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)—haşa—Kur'ân'ı uydurmuş
olsaydı, kardeşleri olan geçmiş peygamberlerin mucizelerine uzaktan yakından
işaret etmezdi ve bu konuda kitaplarda yazılı veya dilden dile gelen şeylerin
eskilerin uydurması olduğu üzerinde ısrar ederdi. Çünkü, bunlara temas etmesi,
muarızlarının kendisinden de aynı veya benzer mucizeleri istemelerine sebep
olurdu. O mucizeleri inkâr etseydi, herhangi bir kimsenin çıkıp da bunun aksini
ispat etmesi de mümkün değildi. Fakat o, bu mucizeleri kabul ve itiraf ederken,
kendi peygamberliğinin doğruluğunu gösteren bir mucize isteyen herkese şu İlâhi
sözü tekrar edip duruyordu: "Rabbimi tenzih ederim! Ben insan olan bir
elçiden başka bir şey miyim?"299
İşte
bu, sıradan bir insanın yapamayacağı bir şeydir.
Şu
gerçeğe de işaret etmeden geçmek istemiyoruz: Kur'ân-ı Kerim, İsrailoğullarına,
inkârları, dikkafalılıkları, kalb katılıkları, Allah'ın sözlerini yerlerinden
saptırmaları, elleriyle kitap yazıp bunun Allah katından indiğini ileri
sürmeleri, Hz. Meryem'e büyük bir iftirada bulunmaları, Hz. İsa'yı
öldürdüklerini ileri sürmeleri...300 yüzünden oldukça yüklenirken, Allah'ın bir
zamanlar onları bütün insanlara üstün kıldığını301, kendilerinden peygamberler gönderdiğini,
onları sultan ve krallar yaptığını302 açıkça ifâde etmekten de geri kalmıyor. Eğer
Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ileri sürüldüğü gibi—haşa—Kur'ân'm
müellifi olsaydı, onlardan kendisine karşı inkârlarını,303 azılı düşmanlıklarını,304 kendisine hakarette bulunmalarını305 dini306 ve mensuplarıyla
alay etmelerini,307
kendisini öldürmek için komplo kurmalarını,308 aleyhinde ordular kışkırtıp kâfirlerin kinini
bilemelerini309
görünce, Allah'ın bir gün olsun onları üstün kıldığmı inkâr etmesi gerekirdi.
Fakat o bunu yapamazdı. Çünkü Rabbi tarafından görevlendirilmiş bir peygamberdi
ve bu İlâhî gerçeği en ufak bir değişikliğe tabi tutmayı aklından bile
geçirmedi. Evet, az önce de belirttiğimiz gibi Kur'ân onlara yüklenmiştir.
Fakat bu, onların doğru yoldan sapmalarından kaynaklanmıştır. Allah'ın fazlı,
belli insanlara özgü ve hiç değişmez bir yazgı değildir. Aksine, imân ve
hayırlı iş neredeyse oradadır. Hiç bir millet bu kuralın dışında değildir. İşte
Kur’ânı Kerimin, bizzat Müslümanlara şöyle buyurduğunu görüyoruz: "Siz
insanların iyiliği için ortaya çıkmış en hayırlı bir ümmetsiniz" sözünün
hemen devamında bu "hayırh"lığm şartlarına açıkça parmak basıyor:
"...İyiliği emreder, kötülükten meneder ve Allah'a inanırsınız..."310
·
f. Kur'ân'da, Daha Sonra
Açıklanmadıkça Kendisinin de Bilemediği Mücmel ve Müşkil İfadelerin bulunması
İlâhî
emirler bazan, Hz. Peygambere mücmel veya müşkil bir tarzda gelirdi ki, Allah
Tealâ bilahare bir açıklama bildirmeksizin, ne kendisi, ne de ashabı o
emirlerden kesin maksadı anlayamazlardı. Şimdi düşünelim: Hangi akıllı kimsenin
aklı, kendisinin bile anlayamadığı sözler telkin edebilir? Hikmetini
bilemeyeceği emirler verir? Bu durum da onun âmir değil memur, kâil (söyleyen)
değil nâkil (nakleden) olduğunun açık delillerinden biri değil midir?
Allah
Teâlâ'nm: "Göklerde ve yerde olanların hepsi Allah'ındır; içi-nizdekini
açıklasanız da gizleseniz de Allah sizi onunla hesaba çeker."311 buyruğu inince
ashab-ı kiram bu yük altında ezildi. Zira, bu âyetten, her şeyden, kalbin
hareketlerinden, hatta kalbden geçenlerden bile hesaba çekilecekleri manasını
anladılar ve sonunda dediler ki: "Yâ Resulallah, bu âyete nasıl
dayanacağız?" Hz. Peygamber dedi ki: "Ne o! Yoksa sizden önceki iki
Ehl-i Kitabın (Yahudi ve Hıristiyanların) dediği gibi 'işittik, ama isyan
ettik' demek mi istiyorsunuz? Siz asıl şöyle deyiniz: 'İşittik ve itaat ettik.
Ey Rabbimiz, bizleri bağışlamanı dileriz, dönüşümüz Sanadır." Onlar da bu
tarzda dua ve niyaz ettiler. Nihâyet Allah Teâlâ o âyeti açıklayan şu buyruğunu
indirdi:
"Allah
kimseye gücünün üstünde bir şey yüklemez. Herkesin kazandığı iyilik kendi
yararına, kötülük de kendi zararmadır. (Siz şöyle dua ediniz:) Rabbimiz! Unutur
ya da yanılırsak bizi sorumlu tutma! Rabbimiz, bize, bizden öncekilere
yüklediğin gibi ağır yük yükleme! Bizi affet, bizi bağışla, bize merhamet eyle!
Mevlâmız, Efendimiz Şensin! kâfirlere karşı da bize yardım eyle!"312
Böylece
kalbi hallerden sadece güçleri yeten şeylerden sorumlu tutulacaklarını
anladılar ki onlar da kesbedilen niyetler ve istikrar bulan azimlerdir;
ihtiyarî olmaksızın kalbden geçenler veya hayalî kuruntular mes'uliyete yol
açmazlar.313
Bu
hadis-i şerifte konumuza ışık tutan husus şudur: Şâyet Resulullah âyetin
yorumunu bu şekliyle daha işin başında bilmiş olsaydı, sahabenin hatasını
bildirir ve onların şüphesini derhal giderirdi. Çünkü onların bu derece muhtaç
oldukları bir bilgiyi onlardan saklaması düşünülemez. Onlara karşı pek müşfik
olduğu halde, kalblerini neredeyse kökünden söküp çıkaran o korku içinde onları
nasıl bırakabilirdi? Doğrusu bu konuda o da onlar gibiydi ve durumun
açıklanmasını bekliyordu. Allah Tealâ'nm bu beyanı geciktirmesi de elbette bir
hikmete mebnîdir. Ve kezâ "Sümme inne aleynâ beyâneh...Sonra da onu
açıklamak bize düşer"314
buyurduğunda terâhî (geriye bırakma) ifâde eden "Sümme" edâtının
kullanılması da elbette bir hikmete mebnîdir.315
·
g. Kur'ân'ın Kendi Eseri Olmadığını
Israrla Belirtmesi
Kur'ân-ı
Kerimi baştan sona kadar okuyan ve tetkik eden herkes görür ki, Cenâb-ı Hak,
birçok âyet-i kerimede, Kur'ân'ın hiçbir âyetinin veya kelimesinin, Hz. Muhammed'e
ait olmadığını bildirmiş, Kur'ân'ın inişinden önce onun, kitap nedir, iman
nedir bilmediğini haber vermiş316, kitap ve hikmetten uzak bir halde iken,
hatta böyle bir şeyi uzaktan yakından ümit etmezken ona bu iki nimeti
lütfettiğini nimetini hatırlatma babında ifâde etmiştir.317
Kur’ân'm
Hz. Muhammed'in eseri olmadığına, onun da bunun son derece farkında bulunduğuna
bir delil de, risalet vazifesini yürüttüğü esnafa kendisine feyiz veren btı
kuvvetin kesilmesinden son derece korkmasıdır. Nitekim, vahyin kesildiği
fetret-i vahiy zamanında son derece üzülmüş, hatta kendisini yüksek bir yerden
atmaya bile kalkışmıştı.318
Yine, kendisine vahyin gelmesi anında, ondan bir şey kaçırırım korkusu
ile titrerdi. Bu durum, Allah'tan kendisine gelen vahyin unuttu-rulmayacağına
dair garanti verilmesine kadar devam etmiştir.319Ote yandan Hz. Muhammed, Allah'ın kendisine
vahyetmiş olduğu ve ezberlediği vahiyleri geri almasından da korkuyordu.320
Hz.
Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bu
kitabı herhangi bir talebenin hocasından bir metni öğrenmesi tarzında öğrenmiş,
metnin hazırlanması konusunda en ufak bir hissesi olmamıştır. Onun ne
manalarını keşfetmekte, ne de bu manaları kalıba dökmekte en ufak bir rolü
olmamıştır.321
Kur’ân'm manasının Allah'tan geldiğini gösteren pek çok âyet bulunduğu gibi,
lafzının da Allah'tan olduğuna dâir pek çok âyet vardır.322
İlgili
âyet-i kerimelerde geçen "İkrâ (oku)", "Kıraat (okuma)",
"Tertîl (ağır ağır okuma)", "Tilâvet (dili depretme)",
"Kur’ân'm arapça olmasın gibi mefhumlar, hep lafızlarla ilgilidir ve
Kur’ân'm lafzının da Allah katından geldiğine delil teşkil eder. Demek Kur’ân,
ne Hz. Muhammed'in ne başka hiçbir kimsenin eseri olmayıp lafzı ve manasıyla
İlâhîdir.
O
sadece metni hazır olarak almış, aldıktan sonra da sırayla şu işleri yapmıştır.
1) Ezberlemek. 2) Onu anlatıp insanlara tebliğ etmek. 3) Açıklamak ve tefsir
etmek 4) Tatbik ve icra etmek.323
Bu
durumda hangi insaflı insan kalkıp da Kur’ân'm, Hz. Muhammed'in kendi sözü
olduğunu düşünebilir? Her şeyden önce, böyle mucizeler mucizesi, övünçler
övüncü bir kelâmı hangi deha gücü biraraya getirebilir? Sonra şöyle bir adam
düşünülebilir mi ki, eşi emsali bulunmayan böyle bir eseri ortaya koysun da,
açıkça insanlara: "Bu benim eserim değil, iftihar vesilem değil, ben ona
kendi istidadımdan bir şey eklemedim, siz beni ve daha önceki istidat ve
kabiliyetimi biliyorsunuz, şimdiye kadar böyle bir eser ortaya koydum mu?"
desin.324
Böyle
bir davada, Hz. Muhammed'in itirafının tek başına kesin bir kanaat vermesi
gerekir. Ortada kendisine isnâd edilen bir eser var. O da bu eseri bizzat kendi
malı kabul etmekle kıymetini kat kat arttıracak bir durumda bulunuyor. Bu
pozisyondaki bir insanın kendisine ait bir kıymetli eseri ısrarla başkasına mal
etmesi düşünülemez.
Çünkü,
edip, şair ve yazarlarda kuvvetli temâyül, başkalarının eserlerinden yararlanıp
onu kendisine nisbet etmek çoğunlukla yapılan bir durumdur. Hiçbir kimse çıkıp
da kendi kıymetli eserini bir başkasına mal etmez. Zira insan ruhu, ulu ve
yüksek şeylere rağbet etmeye tutkun; kendisini ebedileştirecek ve şanını
yüceltecek şeyleri sevmek de onun karakteri gereğidir. Özellikle bu
eser-görünüşte-o kimsenin kendi ruhundan fışkıran ve sâdır olan bir eser ve
bunun sahibi de hiçbir kimse tarafından tekzip olunmayan doğru bir kimse ve
sesi insanlığın şerefini yükseltip onları hakka davet eden bir ses ise!...
Hiçbir şey, Kur’ân'dan daha yüksek bir şana layık olmadığı gibi, ondan daha
devamlı bir şöhrete de erişmemiştir. Eğer Hz. Muhammed, Kur'ân'ı kendi eseri
kabul etseydi, onu kendisine nisbet etmekten daha büyük şeref olamazdı. Halbuki
o, insanları Kur'ân'a ve onunla getirdiklerine iman etmeye çağırmıştır.325
Yine
eğer Kur'ân, Hz. Peygamberin kendi telifi olmuş olsaydı, onunla peygamberliği
yerine—haşa—ulûhiyetini isbat ederdi. Zira Kur'ân'm Allah'tan başkasından sâdır
olması mümkün değildir. Bu takdirde ulû-hiyet, emeline ulaşmakta daha
elverişliydi. Böylece insanlara nüfuz edip galip gelmek hususunda nübüvvetten
daha münasip bir kuvvet elde ederdi. Çünkü bir ilâha tabi olmak, bir peygambere
tabi olmaktan daha şerefli telakki edilmekteydi.326
·
h. Kur'ân'a Olan Saygısı ve Bağlılığı
Hz.
Peygamberin, nâzil olan âyetler karşısında daima son derece hür-metkâr bir
tutum içerisinde bulunduğu ve onların Allah'ın sözü olduğu hususunda en ufak
bir şüpheye düşmediği bilinmektedir. O, İlâhî Kitapta en ufak bir rötuş dahi
yapamaz.327 Onu
tefsir ederken, kendisine ait olmayan bir metni tefsir eden bir müfessir gibi
hareket eder.328
Onun, çok basit de olsa, dememiş olduğu bir şeyi Allah'a dedirtmiş olmak
endişesiyle, korkudan titrediğini görürüz.329
Zira
o, vazifesini yerine getirme hususunda kendisini sıkı bir murakabe altında
bulunduran İlâhî muhafızlarla çevrilmiş olduğunu hissetmektedir.330
Elinde
vahye dayalı bir emir veya kesin bir bilgi bulunmadığı sürece, Hz. Peygamber,
bize, dâima çekingen,331
dedikodular karşısında hassas,332 mütereddit, işlerinde ashabına danışan,333 en ufak bir
şüphede tam manasıyla çekimser davranan334 ve başkalarınki kadar kendi akibetinin de ne
olacağını bilmediğini itiraf eden335 bir şahsiyet olarak görülür.
Fakat
vahyi alır almaz da, dünyada hiçbir kuvvetin etkileyeme-yeceği bir otoritenin
salahiyetiyle risaletini tebliğ eder. Kendini münevver kimseler için olduğu
kadar cahil kimseler için de evrensel bir mürebbi olarak tanıtır.336 O, Yahudi
kavmini ve umumî olarak da İlâhî kitaba mazhar olmuş milletleri doğru yola
iletmenin, risaletinin esasını teşkil ettiğini daha hicretten önce
bildirmiştir. Hz. Peygamber ihtilaf ettikleri konularda onlara hakikati
söylemekle görevlendirilmiştir337. İhtilafları çözerken hiçbir tarafa taviz
vermeden338 ve
hiç kimseden çekinmeden, korkusuzca ve adaletle meseleleri halledip karara
bağlamıştır.339
Kur'ân,
Hz. Muhammed'in gönlünün baharı ve çiçeğiydi. O Kur'ân'ı bazan gizli bazan
sesli olarak okur340
insanları İslâma davete çok kerre Kur'ân okuyarak başlardı ve İslâm'a çağırdığı
herkese Kur’ân-ı Kerimi okuma itiyadındaydı341. Geceleri kalkıp saatlerce Kur'ân okurdu.
Bazan
kendisine sorulan sorulara Kur'ân okuyarak cevap vermiştir.342 Gelen heyetlere Kur'ân okur, Müslüman
olmalarına çalışırdı.343
Onun Kur'ân'sız geçirdiği gün yoktu.344 O sadece Kur'ân'm lafızlarını okuyarak
kalmamış, onu harfiyyen yaşamıştır.345
Zaman
zaman Kur'ân'ı okuduğunda veya dinlediğinde kendini tutamayarak ağlardı.346 Acaba,
kendisinin uydurup Allah'a nisbet ettiğini çok iyi bildiği bir sözü okuyup
dinlerken bir sahtekârın etkilenerek ağladığı görülmüş müdür? Hz. Peygamberin (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)—haşa—büyük ve mahir bir aktör olduğu iddia edilirse ancak
böyle bir şey söylenebilir. Fakat, onun mübarek kişiliği tahlil, hayatı en ince
noktasına kadar tetkik edildiğinde, gerçekten etkilenmediği halde ağlar gibi
görünme şüphesini tamamen ortadan kaldırmaktadır. Kur'ân'a olan bağlılığı
bununla da bitmiyor. Hatta zaman zaman Kur'ân'ı şifa niyetiyle okuyup vücuduna
üflerdi.347
Yatağına girdiğinde Felak ve Nâs Sûrelerini okuyup elleriye vücudunu
sıvazlardı.348
Kur'ân,
kendisinin vahiy mahsulü bir eser olduğunu, onun tebliğci ve neşredicisi olan
Hz. Muhammed'in de vahye tabi bir peygamber olduğunu ısrarla belirtir.349
Bütün
bunlar, Kur'ân'm gerçekten Allah'ın kelâmı olduğunu kanıtlamaktadır. Çünkü
Allah'a iftira edecek kadar ruhî bir sapmaya düşmüş bir insanın—haşa—kendi
düzdüğü bir söze her ne pahasına olursa olsun, her hal ve durumda titizlikle
bağlılık göstermesi, ondan böylesine etkilenmesi mümkün değildir. Böyle bir
insan, asıl amacı yolunda gerekirse, Allah'a nisbet ettiği kendi sözünü askıya
almaktan zerre kadar çekinmez.
ı. Kur'ân'm Üstünlüğü Karşısındaki
Aczi
Hz.
Muhammed'in şahsiyeti Kur'ân gibi mucize bir esere kaynak olamaması, Hz.
Muhammed'in onu Allah'a nisbet etmesinde doğru olduğunu isbat eder. Bir ayna,
kendi zatında ışıksız ve karanlıktır. Ama yüzünü güneşe karşı çevirdiğinde, o
muhteşem güneşi bütün özellikleriyle yansıtarak, etrafını aydınlatır. Kışın,
kuru, çelimsiz ve meyvesiz olan bir asma çubuğu, Allah'ın izni ve kudretiyle
yazın ballı tulumbacıklarm dizildiği koca koca salkımlarla donanır. Bir tavus
kuşu yumurtası, sayısız renk ve desenlere bürünüp, gökyüzünde kanat çırpmadan
önce bütün kuşların en güzeli olduğunu iddia edemez. Ama Allah, ihsan ettiği o
yeteneklerini geliştirip, inkişaf ettirerek, hayat verip kabuğundan dışarı
çıkardığında bam başka bir görünüm ve üstünlük kazanır. İşte tabir caizse Hz.
Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) de,
vahiy güneşine bir aynadır. İlâhî, ilim ve hakikatlere, yine onun izni ile
donanmış bir dal hükmündedir. Beşerî şahsiyetiyle bir yumurtayı andırırken,
istidatları nübüvvetle sonsuz derecede gelişmiş bir şahsiyete bürünmüştür. Bu
ince sırdan habersiz olan, güneş ışığını aynadan, salkımları kuru çubuktan,
tavusu yumurtadan bilen müşrikler, Hz. Muhammedin, mazhar olduğu Kur'ân-ı
Kerimden başka bir Kur an getirmesini, hiç değilse Kur'ân'da bazı değişiklikler
yapmasını istemişlerdi. Hz. Muhammed
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) ise katiyyen buna yanaşmadı. Farz-ı muhal
olarak yanaşsa bile gücü yetmezdi.
Eğer
Kur'ân onun kendi sözü olmuş olsaydı, onların bu teklifi karşısında tavizkâr
bir tavır takınabilirdi. Buna şiddetle ihtiyacı vardı. Oysa, Kur'ân kendi
kelâmı olmadığı, aksine onun güç ve kuvvetinin haricinde bir eser olduğu ve
kendisinin fevkinde bir kudretten geldiği için onlara karşı kesin bir tavır
takınmıştır.
Diğer
bir ifâdeyle, Kur'ân, onun kendi te'Iif ettiği bir eser olsaydı, onların bu
arzuları karşısında, bu eserden başka bir kitap daha vücuda getirir veya
yaptığı ilk te'lifte bazı değişiklikler yapabilirdi, dolayısıyla buna gücü ve
kudreti yeterdi. Böyle bir işe teşebbüs edince kendisine yardımcılar bulabilir,
bu tür bir davranış da, başarısı hususunda hırslı bulunduğu daveti için daha
geçerli bir sebep sayılabilirdi. Oysa Hz. Muhammed, bu isteklere karşı vermiş
olduğu cevabında, kendisinden istenen bu şeylere gücünün yetmeyeceğini açıkça
ilan etmiş, bundan son derece korktuğunu belirtmiş, Kur'ân'm kendisine nispet
edilmesinden sıyrılıp çıkmış, getirdiği delillerle de onları susturmuştur.
İşte
konumuza ışık tutan Yûnus Sûresindeki iki âyet şöyledir:
"Onlara
açık açık âyetlerimiz okunduğu zaman, Bize kavuşmayı um-mayanlar. 'Bundan başka
bir Kur'ân getir veya bunu değiştir' dediler. De ki: 'Onu kendi tarafımdan
değiştirmem benim için imkânsızdır. Ben sadece bana vahyedilene uyarım. Şâyet
ben Rabbime karşı gelirsem, büyük bir günün azabından korkarım."
“De
ki: Eğer Allah dileseydi, onu size okumazdım ve onu size hiç bildirmezdi. Ben
ondan (Kur’ân'dan) önce aranızda bir ömür boyu kalmıştım (da böyle bir şey
yapamamıştım) hiç düşünmüyor musunuz?350
Bu
iki âyetin verdiği mesajın özeti şudur:
"Kur'ân
benim takatimin üstündedir. Yetki ve tasarrufumda değildir. Ben ancak nakledici
ve aracıyım. Sadece bana vahyedilene uyarım. Onun âyetleriyle oynayacak veya
bir değişiklik yapacak olsam, onun sahibinden korkarım. Çünkü Kur'ân, benim
değil Onun kelâmıdır. O, sizinle kendisi arasında bir elçi olmamı istemeseydi,
bu kitabı size okumak, sizin de onu benden dinlemeniz için hiçbir imkânım
olmazdı. Nitekim, bu kitabın inişinden önce aranızda kırk seneyi aşkın bir süre
yaşadım. Bu uzun sayılacak bir ömürdür. Benden böyle yüksek bir istidat
görmediniz. Böylesi eşsiz bir sözü benden asla duymadınız. Allah'ın kullarından
hiçbirine bir kerecik olsun ağzımdan bir yalan işitmediniz. Bu uzun yaşantıdan
sonra nasıl Allah'a karşı yalan söyleyebilirim? Hiç düşünmüyor musunuz?"351
Ayette
geçen, "Hiç düşünmüyor musunuz?" ifâdesi de, "Böylesi büyük ve
kıymetli bir kitabın, öğrenim görmemiş, talebe olmamış, hiçbir kitap okumamış
ve İlmî tartışmalarda bulunmamış bir kimsenin eliyle gelmesi, bunun ancak bir
vahiy ve inzâl yoluyla olacağını zarurî olarak bildirir, gösterir. Zarurî
olarak bilinen şeyleri kabul etmemek ise, aklın sağlığına zarar verir"
mesajını vermektedir.352
Hemen
arkadan gelen şu âyet de bu gerçeği biraz daha pekiştirir:
"Allah'a
karşı yalan uydurandan, yahut Onun âyetlerini yalan sayandan daha zâlim kimdir?
Şu muhakkak ki, mücrimler asla felaha ermezler."353
Bu
âyet, Peygamberin Allah'a iftira sayılacak böyle bir isteği yerine getirmesinin
mümkün olamayacağını bildirirken, bu Kur’ân'a inanmayıp Allah'ın âyetlerini
yalanlayan müşriklerden daha zalimin bulunmadığını tarizen ifâde ediyor.354
·
i. Kur'ân Üslûbuyla Hadis Üslûbu
Arasındaki Fark
Ağzından
Kur'ân-ı Kerimin söz ve vaazları çıkan bir lider ve önder olan Hz. Peygamber,
Mekkeliler arasından ansızın çıkmamıştı. O, bilinmeyen bir ülkeden gelip
hikmetli sözleri söyleyip sonra kayıplara karışmadı. Aksine bu zat, başlattığı
hareketten önce de insanlar arasında ve toplumda diğer insanlar gibi yaşamıştı.
Ve davasının dal ve budak salmasından sonra da yine insanlar arasında hayatını
sürdürmüştü. Onun sözleri, konuşma tarzı ve üslûbunu herkes bilirdi. Hadislerde
onun söz ve konuşmaları hemen hemen aynı şekilde muhafaza edilmişlerdir. Arapça
bilenler bugün de bu ibare ve ifâdeleri okuyup, Kur'ân-ı Kerim ile
karşılaştırabilirler. Gerek bu liderin yaşadığı çağda, gerekse günümüzde bu iki
eserin dil, ifâde ve üslûbunda büyük fark bulunduğunda şüphe yoktur. Merakı
olan herkes Kur'ân-ı Kerim ile hadisleri birbiriyle karşılaştırarak bu farkı
bulabilir?63 Bu fark bilhassa hadislerde iktibas edilen Kur'ân'm
âyet ve sûreleriyle daha da belirgin hal alır. Bir kişinin yıllarca iki ayrı
dil, ifâde ve üslûp kullandığına şahit olunmuş mudur? Bu kişinin yıllarca bu
işi kimsenin şüphesini çekmeden ve kimseye yakalanmadan becermesine imkân ve
ihtimal var mıdır? Böyle bir ikilik belki de geçici bir müddet için başarılı
olabilir, ama bir kişinin 23 yıl bunu becermesi mümkün müdür? Birisi çıkıp, bu
kişinin Allah'tan vahiy aldığını söylediği zaman başka türlü konuştuğunu ve
vahiy gelmediğini söylediği zaman, normal konuşurken ve sohbet ederken başka
türlü konuştuğunu söyleyebilir ve isbatlayabilir mi?355 356
Mekke
müşrikleri, hiçbir zaman Kur'ân'm Hz. Muhammed'in sözü olduğunu
söylememişlerdir. Bu da onun üslûbunu bilmeleri bu konuda sarraf olmalarından
ileri gelmiştir.
Öte
yandan, şâyet Kur'ân'm tebliğ edicisinin işi olsaydı, o insana mizaç ve tutum
itibariyle benzeyen, akrabalıkça yakın olan ve onu çokça dinleyen birinin,
onunkilere benzer bir şeyler söyleyebilmesi gerekirdi. Hatta Kur'ân'm inişine
şahit olan, onu okuyan, ezberleyen, manalarını zevkeden, işlerine yansıtan, onu
adım adım izleyen, onun pınarlarından kana kana içen ashab-ı kiramın örnek alma
ve benimseme fıtrî duygusunun gereği olarak, üsluplarını onun üslûbuna
yaklaştırmaları gerekirdi. Ama bütün bunlardan hiçbiri olmadı. Onların içindeki
beliğlerin yaptığı en fazla iş—şimdi bizim beliğlerimizin de yaptığı
gibi—sözleri arasında Kur'ân'dan bazı parçalar iktibas etmek sûretiyle şan ve
şerefini arttırmaktı.
Sonra
insanların üsluplarına baktığımızda, onların da arzın sathından yukarıya
yükselemediğini görürüz. Bu itibarla da, yani arzın sathından yükselememe
itibariyle de insanların üslûbu, bir üslup nevi teşkil eder. İnsanların
üsluplarının kimisi emekler, kimisi koşar. Ama en kuvvetlisinin (gezegen ve
yıldızlara) Kur'ân'a nisbeti, yerdeki seyyârelerin (arabaların) gökteki
seyyârelere nisbetinden farksızdır.
Hikmetli
bir söz okuduğunuzda, onun nübüvvet kelâmı mı, sahabe veya tabiine ait bir söz
mü olduğunda tereddüt edebilirsiniz? Hz. Peygamberin üslûbu fesahatta çok ileri
olmakla mümtaz bulunduğu halde bu tereddüdü geçirirsiniz. Çünkü bu belagat
ilminde en ileri dereceye varmamış olanlara, bazan gizli kalabilen bir
imtiyazdır; zevk bazan tek başına onu idrak etmekten geri kalır, nakle
başvurmak, böylece merfu' mevkuf, maktu' rivâyetleri ayırd etmeden ondan
faydalanmak zorunda kalır. Oysa Kur'ân üslûbu, başka sözlerle karıştırılmayacak
bir hususiyet taşır; hiç kimse onun derecesine yükselecek gücü bulamaz.357
Bu
noktada şöyle bir itirazda bulunulabilir: Bir edibin şöylece iki çeşit sözü
olması, büsbütün görülmeyen bir şey değildir: Birisi, düşünmeksizin içinden,
lisanına geldiği şekilde bıraktığı, özenip işlemediği; diğeri ise, tefekkür
neticesinde, yavaş yavaş, özene bezene söylediği söz olabilir. Bu nevi,
birincisinden o kadar farklıdır ki, aynı kişinin sözleri olduğu halde, işiten,
neredeyse öbürünü bir başka insanın sözü sanır. Aynı misal Hz. Muhammed'e de
tatbik edilip de onun hadislerinin birinci, Kur'ân'm ise ikinci neve uygun düştüğü
söylenemez mi?
Cevabımız
şudur: Bu iki nevi hadisle Kur'ân'a teşmil etmek, realiteye asla uymaz. Çünkü
Kur’ân vahyinin ekserisi, Hz. Peygambere, daha önce hiç düşünmediği ve bilgi
sahibi olmadığı hususlarda geliyor, hatta gâh bir soruya cevap olarak, gâh
ortaya çıkan bir hadiseye fetva olarak, gâh geçmiş bir ümmetten kıssa olarak
veya buna benzer bir durum olarak hiç ummadığı sırada ansızın kendisini
yakalayıveriyordu. Ifk hadisesi ve kıblenin değiştirilmesi meselelerinde olduğu
gibi, düşünme imkânı veren bir bekleme devresinden sonra vahyin geldiği pek az
durum vardır. Her iki haldeki üslûbu da görüyor ve vahyin diğer parçalarından
gerek üslup ve gerek nizam bakımından hiçbir suretle farklı olmadığını müşahede
ediyoruz.
Aynı
şekilde diyebiliriz ki, değişik şartlarda söylediği hadislerin üslûbu da
aynıdır. Şöyle ki, bazan uzun bir düşünmeden, tefekkürden veya ifk meselesinde
gördüğümüz 'üzere, yahut birtakım savaş ve barış meselelerinde gördüğümüz üzere
ashabıyla istişareden sonra, bazan da vahyi bekleyerek uzun bir duraklamadan
sonra konuşurdu.358
Bazan
ise, daha önce karşılaştığı ve müşkilat çekmediği aklî veya dinî mesele
karşısında derhal cevap verirdi. Gördüğünüz gibi, üslûbu aynı kalmakta, vahye
mi kendi görüşüne mi dayandığını ayırd etmeniz mümkün olmamaktadır. Keza aile
efradı veya ashabıyla yaptığı günlük konuşmalarla, muayyen günlerde muazzam
topluluklar karşısında yaptığı konuşmalar arasında da üslup farkı göremezsiniz.
Böylece Kur-'ân'la hadis arasında bu tarzda bir ayırım yapmakta sual sahibinin
sağlam bir esasa dayanmadığı meydana çıkmış oldu.
Hatta
daha ileri giderek, 'münazara icabı' ve 'faraza' kaydı ile bu taksimi kabul
etsek bile bu durum, üzerine bir şüphe bina edilecek bir temel teşkil edemez.
Çünkü kelâmın düşünmeksizin (mürsel) ve üzerinde düşünülerek (müzevver)
şeklinde ikiye ayrılması, fasîh Arapların, iki ayrı kimsenin sözleri
zannedilecek derecede farklı söz söylemelerine yol açmazdı. Aslında tasavvur
edilen bu farklılık, Arap selikasının (lisan zevkinin, tabiatının) inkırazından
ve dili, "analarından öğrenmeyen müvelledîn neslinin ot gibi
bitmesinden" ve konuştukları dilin, yazdıkları dilden farklı oluşundan
sonra ortaya çıkmıştır.
Böylece
müvelledlerin, biri: "tabiî avam ifâdesi", diğeri de: "tahsille
kazanılan yüksek Arapça" olmak üzere iki ayrı üslupları zuhur etti.359
Zaten,
tabiî olmayarak zorlamayla ortaya konulan edebî bir söz her-zaman kendisini
gösterir ve sun'îlik kokacağı için, söz sarraflarının gözünde değerini yitirir.
Bu
sebeptendir ki o devrin Arapları, tekellüfle hazırlanan sözlerle değil de,
tabiî olarak söylenen sözlerle övünürlerdi. Hz. Peygamber'in -mütekellifler,
yani yapmacık söz söyleyenlerle hiçbir ilgisi yoktu. Bilakis, konuşmada olsun,
diğer bütün hususlarda olsun, tekellüf göstermekten en çok nefret eden bir zat
idi. Şu söz onun değil midir: "İyi bilin ki konuşurken tekellüf gösteren,
ağdalı ağdalı konuşanlar helâk olmuştur."360
Kısaca,
Kur'ân, Hz. Muhammed'in sözü olsaydı, onun diğer sözlerine benzemesi gerekirdi.
Çünkü bir insanda iki ayrı tabiat ve fıtrat bulunamaz. Halbuki Kur'ân, hadîse
benzemediği gibi, diğer sözlerden hiçbirine de benzememektedir. Demek ki
Allah'ın kelâmıdır.
k. Kur'ân İle Meydan Okuması
Vahye
ilk muhatap olan Araplar, Hz. Muhammed'den, risaletinin doğruluğuna delil
istediler. Allah Teâlâ, en büyük delil ve mucizenin Kur'ân olduğuna dikkat
çekti361. Böylece
Allah, geçici bir zamanda, sınırlı kimseler tarafından görülen ve delâlet
yönünden de daha geri planda kalan mucizeleri onların nazarlarına vermek
yerine, devamlı ve meseleye delâleti kuvvetli, ileri seviyeye hitabeden bir
mucizeyi gözler önüne serdi. Kur'ân, nâzil olduğu muhitin en fazla ileri olduğu
belâğat sahasının bir mucizesi kılınmıştır. Bunu ispat için o, edîblere önce
benzeri bir kelâm ortaya koymak hususunda meydan okudu:
"(Kur'ân'm,
Allah kelâmı olmadığı iddialarında) doğru iseler, haydi onun gibi bir söz
getirsinler"362.
Onlara uzunca mühlet verdi, yapamadılar. Sonra, asılsız, uydurma şeyler dahi
olsa tesir ve belağat bakımından on sûrenin benzerini yapmaları ile iktifa
edeceğini bildirdi:
"Yoksa
'onu uydurdu' mu diyorlar? De ki: 'Öyle ise siz de onun benzeri, uydurulmuş on
sûre getirin. Eğer doğru iseniz Allah'tan başka çağırabildiklerinizi de
(yardıma) çağırın!"363
Bunu da yapamaymca, bu defa bir sûre getirmelerini istedi:
"Yoksa
'onu uydurdu' mu diyorlar? De ki: 'Eğer doğru iseniz haydi onun benzeri bir
sûre getirin ve Allah'tan başka çağırabildiklerinizi de çağırın!"364 Bunu daha sonra
Bakara Sûresi 23. âyetinde de tekrar etti. Aynı sûrenin 24. âyetinde bu işi yapmadıkları
takdirde, yakıtı kâfirler ve taşlar olan cehennem ateşiyle tehdit ederek tahrik
etti.365 Bundan
sonra da ortaya çıkan aczlerini şöyle ilân etti:366
"De
ki: İnsanlar ve cinler şu Kur'ân'm benzerini yapmak üzere toplansalar, yine
onun benzerini yapamazlar; birbirlerine arka olup yardımlaşsalar dahi bunu
yapamazlar.367
Bu
tekitli kesin nefye, daha doğrusu bu ebedî hükme bakınız. Hiç ne söylediğini
bilen bir Arap, böyle bir söz söyler mi? Arap edipleri arasında edebî yarışma
kapısının ardına kadar açık olduğunu ve fikrini işleten bir tenkitçinin, daha
önce söylenip yazılmış bir parçanın tenkidi sadedinde tamamlayacağı bir
eksiklik, dolduracağı bir boşluk veya daha mükemmel hale getireceği bir kemâl
bulmakta hiç de güçlük çekmediğini devamlı surette bilip gören aklı başında bir
Arap, hiç böyle bir söz sarfeder mi? Bu konuda tetikte bekleyen o zamanki Arap
ediplerinin edebî hamiyyet ve taassuplarının, kendisine rekabet için üzerine
sel gibi boşanacağından çekinmez miydi? O söz üstadlarından bir grup anlaşarak
—şiir tenkidinde yapageldikleri üzere— birisi rakip metnin taslağını ortaya
koysa, sonra diğerleri de düzeltme, daha muhkem' ve daha güzel hale getirme
işini yapsa, bir sonra gelen bir öncekinin eksiğini tamamlasa, derken, çeşitli
yönlerinden hiç değilse bir yönünde, onu geçmese bile ona ulaşmaya çalışan bir
kelâm, bir edebî metin ortaya çıkarsalardı onun hali nice olurdu? Haydi diyelim
ki muasırları için böyle bir hüküm çıkarmayı, nefsi kendisine hoş gösterdi,
peki, kıyamete kadar gelecek nesilleri, hatta bütün cin ve insi karşısına
alarak bu hükmü vermesine ne buyurulur? Bu, kendini bilen, kendine değer veren
bir insanın kesinlikle girmeyeceği bir maceradır. Bunu yapmak, ancak semâdan
gelen haberle, kudret-i İlâhiyyenin teyidi ile kucaklarını dolduran birinin işi
olabilir. İşte böylece dünyanın karşısına geçerek bu daveti ortaya attı,
akıllara meydan okudu. Daha muaraza etmeye kim teşebbüs ettiyse rüsvay oldu;
aciz kalıp bildiğini de şaşırdı ve asırlar boyunca bu hep böyle devam etti.368
Böylece
şu gerçek ortaya çıkmış oluyor: Bu meydan okuma işi, bizzat Hz. Muhammed'ten
sâdır olmuş olamaz. Bu işi yapan, olsa olsa, Hz. Peygamberin lisanı ile
konuşan, Kudret ve azameti sonsuz, ilmi, ezel ve ebedi kuşatan, Alîm ve Habîr
olan Cenâb-ı Hak'tır.369
·
I. Kur'ân'ın Hıfz ve Bekasına Olan
Gayreti
Kur'ân-ı
Kerim, ümmî bir kavme ve yine ümmî bir Peygamber'e indirilmiştir370. Bu da açıkça
Hz. Peygamberin Kur'ân'ı ezberlemesini gerektirmekteydi. O, ümmî bir insan
halet-i ruhiyesiyle vahyi telakki ederken, bir kelimesini dahi kaybetmeden
ezberlemek için acele ederdi. Yüce Allah, Kur'ân'ı göğsünde hıfzettireceğine,
lafzının kıraati ve manasının anlaşılması hususunda kendisine kolaylık ihsan
edeceğine ilişkin garanti verinceye kadar bu hali devam etti371.
Hz.
Muhammed, özellikle namaz ve benzeri ibadetler vesilesiyle olmak üzere bütün
hayatı boyunca Kur'ân-ı Kerimi gece gündüz okumuş372, ayrıca her sene, o zamana kadar gelen
âyetleri Cebrâil ile müzakere ve mukabelede bulunmuş, vefat edeceği sene ise bu
durum iki defa tekerrür etmiştir.373
Hz.
Peygamberin terbiye ve teşvikiyle374 Sahabilerînin Kur’ân'ı öğrenmek, öğretmek ve
ezberlemek hususundaki gayretleri bilinen bir gerçektir.
Hz.
Peygamber, Kur'ân'ın öğretim ve eğitim işini yürütmek, onun doğru bir şekilde
ezberlenmesini temin etmek gayesiyle daha hicretten önce Mus'ab b. Umeyr ve
İbn-ü Ümmi Mektum'u Medine'ye, Hicretten sonra da Muaz b. Cebel'i Mekke'ye
göndermiştir.375
Bütün
kaynakların ittifakla haber verdiklerine376 göre, Hz. Peygambere ne zaman Kur'ân'dan bir
vahiy gelse, hemen vahiy kâtiplerinden birini çağırır ve Cebrâil'in delâletiyle
"Bunu falan sûreye koyunuz" diye emreder ve yazdırırdı377. Vahiy
kâtiplerince yazılan âyetler Hz. Peygamber'e arzedilir, şâyet bir eksiklik
olursa tashih ederdi.378
Hz.
Peygamber, Kur'ân'ın hıfz ve kitabetine verdiği bu önemi, diğer sözlerine
vermemiş, hatta kendi sözlerinin, izahlarının Kur'ân-ı Kerimle
karıştırılmasından, hele ikisinin de ayni sahifede toplanmasından korkarak
hadislerin yazılmasını önceleri yasak etmiştir.379 Bu yasak Kur'ân âyetlerinin ekserisi nâzil
olup, birçok hafızlar tarafından ezberleninceye ve artık başka bir şeyle
karışması konusundaki endişe ortadan kalkıncaya kadar sürdü.380
Hz.
Peygamberin Kur'ân'm, hıfz ve bekasına verdiği bu önem, acaba onun ağzından
çıkan diğer sözlerden, sîret ve yaşantısından farklı bir özelliğe sahip
olduğunu açıkça ortaya koymaz mı? Dinî bağlayıcılık konusunda Kur'ân ile diğer
sözleri arasında hiçbir fark bulunmadığı halde Kur'ân'a gösterdiği bu itina,
hiç şüphesiz onun lafzı ve manasıyla İlâhî kaynaklı oluşuna olan kesin
imanından ileri gelmiştir. Bunun başka bir izahı bulunmamaktadır.
·
3.
Rabbiyle Olan Münâsebetine İlişkin Deliller
·
a.
Rabbine Olan Bağlılığı
Hz.
Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) davasında doğru ve samimi olmasının
bir delili de, kendisinin gerek inanç, gerek ibadet ve gerek yasalarıyla İslâm
prensiplerine sıkı sıkıya bağlılık açısından insanların başında gelmesidir.
Rabbine olan imanı, Onun kudretine, azametine, büyüklüğüne, rahmetine,
nimetine, kullarını hayır ve şer adına ne yapmışlarsa Kıyamet gününde hesaba
çekeceğine olan derin şuuru, aklını, kalbini ve vicdanını tamamen doldurmuştu
ve her an ve fırsatta dilinden dışarı taşıyordu. Her an ve her vesileyle
Rabbine dua ediyordu. Sabahleyin uykudan kalktığında yeni günde tadacağı hayat
nimetini takdir ettiğini gösteren dualarla Yüce Rabbine yalvarıyordu.
Akşamleyin yatağına girdiğinde Rabbine karşı güven dolu, Ona canını ve bütün
varlığını teslim etmiş bir kimsenin yakarışıyla niyazda bulunuyordu. Yağmur
yağdığında dua ediyor, güneş veya ay tutulduğunda namaz kılıp dua ediyor,
kuraklık olduğunda dua ediyor, yolculuğa çıktığında Rabbine yalvarıyor, dua
esnasında hamd ve şükür ifâdeleri mübarek ağızmdan duyuluyor, haccettiğinde
telbiye sesleriyle dağ, dere ve ovaları çınlatıyordu. Kısaca, Rabbini asla
unutmuyor, savaşta ve barışta lisanı Onun zikrinden hiç geri kalmıyordu.
Ölülere dua ediyor, dirilere dua ediyor, gündüzün aydınlığında, gecenin
karanlığında hep dua ediyordu.381
Hac
veya umreden döndüğünde, herbir tepeye çıktığında veya bir düzlüğe indiğinde üç
defa tekbir getirir, arkasından da şöyle derdi: "Allah'tan başka hiçbir
İlah yoktur, O tektir, hiçbir ortağı yoktur, mülk sadece Onundur, hamd de Ona
mahsustur. Onun her şeye gücü yeter. Rabbimize sığmırak, Ona tevbe ederek, Ona
ibadet, secde ve hamdede-rek geri dönüyoruz. Allah sözünü doğru çıkardı, kuluna
yardım etti ve tek başına orduları bozguna uğrattı"382. Bir topluluktan korktuğu zaman dua ederdi. 383 Yeni bir
elbise giydiğinde dua ederdi384.
Uyumak üzere yatağına uzandığında dua ederdi385. Uykudan uyandığında dua ederdi386. Hayır işlemeyi,
kötülüklerden sakınmayı ve miskinleri sevmeyi nasib etmesi, insanlar hakkında
bir fitne geleceği zaman, canını alması pahasına o fitneye maruz bırakmaması
için Rabbine yalvarırdı387.
Hatta tuvalete girerken ve çıkarken bile dua ederdi388. Bir meclisten kalktığında dua ederdi389. Güneş ve ay
tutulduğunda, yağmur yağmadığında, bir kişi öldüğünde yaptığı dualar ise gayet
maruf ve meşhur olup bütün fıkıh kitaplarında yer almaktadır. Hastalara da
şöyle dua ederdi: "Allahım! Ey insanların Rabbi! Hastalığı gider. Şifa
ver. Şifa veren ancak Şensin. Senin şifandan başka şifa yoktur. Öyle bir şifa
ver ki, hastalıktan eser kalmasın!"390
Eğer—haşa—Hz.
Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) yalancı olsaydı, bir taraftan Allah'ın
elçisi olduğunu ve kendisine gökten vahiy geldiğini söylerken diğer taraftan,
bu duaların muhtevalarında da görüldüğü gibi böylesine acizliğini, fakirliğini
ve hiçliğini, Cenneti kazanmak için vargücüyle çalışması gerektiğini itiraf ve
günah işlemekten bu kadar çok korktuğunu ilan eder miydi? Yalancı ve hilekâr
bir kişinin böylesine hayret edilecek derecede Rabbinin yolunda fani olması
mümkün mü?
Hayatının
son nefeslerinde ise duası şu olmuştu: "Allahım, ölümün sıkıntı ve
sekeratlarına karşı bana yardım eyle.391 Beni bağışla ve merhamet et ve beni en yüce
dosta kavuştur."392
Bunlar bir sahtekâr ve hilebazın sözleri olabilir mi? Veya sahtekâr ve hilebaz
bir kimse, iftira ettiği ve vahiy uydurup kendisine isnat ettiği Allah'a karşı
bu kadar büyük bir kalbî bağlılıkla ölümün yüzüne gülebilir mi?
Hz.
Peygamber her vesileyle bizzat dua etmekle yetinmemiş, bazı sa-habilerinden de
kendisi için dua etmelerini istemiştir. Mesela, Ömer b. el-Hattab'a şöyle
demiştir: "Kardeşim, duanda bizi unutma"393.
Bunun
diğer bir örneği de, Allah nasib eder ümidiyle kendisi için "vesile"
makamını dilemelerini mü'minlerden istemesidir.394
·
b. Son Derece Takvası ve Rabbinden
Korkması
Korku
gelecekte hoş olmayan bir şeyle karşılaşmak düşüncesinden dolayı kalbin
hararetlenip üzülmesidir.395
Gazâlî'ye göre korku: İlim, hal ve amel ile meydana gelir. İlim, hoş olmayan
şeylere götüren sebepleri bilmektir. Bu sebepleri bilmek kalbin üzülmesine ve
elem duymasına sebep olur. İşte korku da budur.396 İlâhî korku da böyledir. O, bazan Allah'ı ve
sıfatlarını bilmekle olur. Zira Yüce Allah kâinatı helak etse, Ona hiçbir şey
mani olamaz. Bazan da günahların çokluğu sebebiyle olur.397 Çünkü günahlar kişinin cehennemde yanmasına
sebep olacaktır. Korkunun sebeplerini en iyi bilen Hz. Peygamber, "Ben
aranızda Allah'tan en çok korkanım"398 demiştir.
Korkunun
tesiri insanın halinde ve azalarında da görülür. Azalar, birçok şeyleri
yapmaktan kaçınır. Kaçınılması gereken haramlardan sakınmaya "vera"',
bununla beraber şüpheli şeylerden kaçınmaya da "takva" denir.399 Bütün bunlar Hz.
Peygamberde kemâle ermişti. Bir defasında ona hurmalar getirilmiş; o,
"Eğer sadaka (zekât) olmasından korkmasaydım elbette yerdim"400 demişti. Bir
başka defa, geceleyin yanında bir hurma bularak yemişti. Ancak daha sonra da
şüphelenmiş ve uyuyamamıştı. Yanındaki hanımı niye uyuyamadığını sorunca o,
"Yanımda bir hurma buldum, yedim. Bizde sadaka olan hurmalar vardı. Bunun
onlardan olup olmadığından şüphelendim. Onun için rahatsız oldum" demişti.401
Hz.
Peygamber, her zaman Allah korkusu içerisinde yaşamıştır. Hz. Aişe, hava
bozduğu ve fırtınalı rüzgâr estiği zamanda onun rengi değişir, kalkar, odada
ileri geri yürür, sonra içeri girer ve çıkardı. Bütün bunları Allah'ın
azabından korktuğu için yapardı" der402. Diğer bir haberde ise, "Resulullah
namaza başladığı vakit ağlamasından dolayı göğsünden, kazanın kaynaması gibi
bir ses duyulurdu" denilmiştir.403
Bir
hutbesinde en yakınlarına, Allah'ın azabını ve herkesin kendisini bu azaptan
kurtarmaya bakmasını, hatta kızı Fatıma'yı bile kurtaramayacağını
hatırlatmıştır404.
Hz.
Peygamberin Allah korkusunun tesiriyle ağladığı da görülmüştür. Nitekim o,
bir defasında İbn Mes'ûd'dan Kur'ân dinlemiş ve ona "Yeter" dediği
zaman gözlerinden yaşlar akmıştı.405
Hz.
Peygamberin fiil ve davranışlarını tetkik edenler, onda vera ve takvanın
mükemmel derecesini görürler. Bilindiği üzere kendilerini cis-manî ibadetlerde
herkesten ziyade devam ederdi406.
Hatta herkesten fazla olarak gecenin son üçte birinde kalkıp teheccüd namazını
kılardı407.
Yemede ve giymede daima zarurî ihtiyacını gidermeye yetecek bir miktar ile
yetinip doyuncaya kadar yemek bile yemezdi408. Deriden yapılmış içi hurma lifi ile dolu bir
döşekte yatardı409.
Rabbinden
böylesine korkan, Onun en ufak bir emrini çiğnemekten şiddetle kaçman bir zat,
hiç Ona itaatsizliğin en büyüğünü yaparak, Ona iftirada bulunur mu? Haddini
sonsuz derecede aşıp, kendi sözünü Allah'a mal etmeye kalkışır mı? O'nun celal,
azamet ve azabı karşısında titreyen yüreği böyle bir cinâyete cüret eder mi?
Asla!
·
c. İbadete Düşkünlüğü
ibadetine
gelince, namazın gözünün nuru olduğunu söylemiştir410. Hatta bazan namaz kılarken ağlardı411. Farz namazlarla
da yetinmezdi. Soğuk kış gecelerinde sıcak yatağını terkeder, soğuk su ile
abdest alarak saatlerce namaz kılardı412. Bu şartlarda bir tek sabah namazını kılmanın
güçlüğü düşünülürse bunun ne demek olduğu daha iyi anlaşılır. Kellett onun
kişiliğindeki bu noktaya dikkat çeker ve Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve
sellem), hayatının son anma kadar namaz kılmaya devam ettiğini belirtir.413 Kuşluk ve
teheccüd namazları dışında, her farz namazla birlikte kıldığı bazı nafileleri
vardı414. Savaşta
veya hastayken, ya da yolculukta devesinin sırtında bulunurken bile bu
nafileleri terketmezdi. Düşünün bir kere, orduları, putperestliğin en büyük
karargâhı olan Mekkeyi, ahalisinin kendisini evinden, memleketinden çıkardığı,
öldürmek için komplolar kurduğu ve bunca yıldır kendisine karşı çetin bir
savaşı sürdürdüğü beldeyi fethederken bile, bu zaferi kendisini gaflete
sevketmiyor, Rabbini bir an olsun unutturmuyor, tam aksine hiç vakit
kaybetmeden sekiz rekattık kuşluk namazını kılmak için acele ediyor415. Ayrıca, teravih
namazı,416 bayram
namazları417,
evvâbîn namazı418,
ay ve güneş tutulması419,
istiska420,
teşbih namazı421,
istihare422...
gibi vesilelerle de namaz kılardı. Bu da onun ne kuvvetli ve asla kopmayacak
olan sıkı bir iman bağıyla kalben ve vicdanen Allah'a bağlı olduğunu
gösteriyor.
Hz.
Peygamber altın ve gümüş diye bir şey yığmamıştır. Ne varsa fakir fukaraya
dağıtmıştır. Bu sebeple kendine zekât farz olacak kadar mal yığmamıştır.423 Eline oldukça
çok dünyalık geçtiği halde, her ne geçerse muhtaçlara dağıtıyordu.424
Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) sık sık oruç tutardı. Bazan oruçlu
olduğu bu günler çok sıcak ve kavurucu zamanlara rastlardı. Bu durumda
serinlemek için mübarek başına su dökmekten çekinmezdi. Bu da haliyle onun
samimiyet ve tevazuuna delildir. Yoksa, münafıkların yaptığı gibi mensuplarının
gözünde büyümek için insanların arasında buna katlanır gibi görünüp, evine
girdiği ve yalnız kaldığı zaman kana kana su içebilirdi.425 Resulullahm (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
haccma ve hac yolculuğu sırasında çektiği sıkıntılar ve karşılaştığı güçlüklere
işaret etmeye lüzum görmüyoruz.426 Eğer—haşa—yalancı olsaydı bu sıkıntı ve
güçlükler karşısında evinde oturup Allah'ın kendisini bu ibadetten affettiğini
söyleyebilirdi. Bütün güçlüklerle dolu ibadetlerin temeli ve muharriki hiç
şüphesiz niyettir.427
Bu da onun bütün işlerinin ekseninin doğruluk, samimiyet ve apaçık iman
olduğunu, yoksa kuru bir rol ve şekilcilik olmadığını en güzel şekilde
ispatlıyor.
·
d. Davasına Olan Sonsuz Güveni ve
Engin Tevekkülü
Hz.
Muhammed'in hayatına baktığımız zaman, sonsuz derecede bir güven ve tevekkül
görmekteyiz. O, bir beşerden katiyyen beklenmeyecek bir emniyet ve iç huzuru
içindedir. Haklı olduğuna ve davasında muvaffak olacağına kesin imanı vardır.
İşte, Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bu kendine güvenidir ki,
asırlardan beri Arap liderlerinin, huzurlarına girdiklerinde yerlere kadar
eğildikleri etraftaki dünya devletlerinin krallarına elçiler ve mektuplar
göndermesine neden olmuştur.428
Bu Arap liderlerinin hayal edebilecekleri en büyük paye, kendisinin, Kisra'nm
kuzey doğudaki veya Hirakl'm Şam'daki imparatorluğuna bağlı küçücük bir
devletçiğin başı olmaktı. Fakat Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
sözko-nusu krallara gönderdiği mektuplarla bütün bu düşünceleri yıkıp yerle bir
etti. Çünkü bu mektupları, son derece özlü, kesin ve Allah'a, kendisine
vahyedilen dine ve peygamber oluşuna güvenle doluydu. Bu mektuplarıyla onları
İslâma girmeye çağırıyor, aksi halde hem kendilerinin, hem de emirleri altındaki
halk yığınlarının vebaline katlanacaklarını bildiriyordu.
Kisra,
Hz. Muhammed'in, mektubunun başında ismine onun isminden önce yer vermesini bir
cüretkârlık kabul etmiş, mektubu parçalamış ve kendisine bağlı Yemen valisi
Bâzân'a, Hz. Muhammed'in kafasını koparıp kendisine getirmesi emrini vermişti429. Bu hareket bile
Hz. Muhammed'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) attığı adımın ne kadar
tehlikelerle dolu olduğunu göstermeye yeter ve onun gökten kendisine vahiy
gelen Resulullah olmasından başka bir şeyle açıklanamaz. Aksi halde,
kendilerine olan bağlılığını veya ifa ettiği hizmetlerini arzetmek için bile
olsa Kisra, Hirakl ve Mısır Mukavkıs'ına böyle bir mektup göndermeyi büyük
ihtimalle aklından bile geçiremezdi.
O,
Kur'ân vahyinin sözkonusu olmadığı zamanlarda son derece çekingen, Allah'ın
iradesine ters bir şey yaparım endişesiyle ihtiyatlı davranan ve bir tek söz
bile söylemeye yanaşmayan bir kimseydi. Ama, Kur'ân'm emir ve irşadı sözkonusu
olduğu yerde öylesine özgür ve kararlı tutum takınırdı ki, onun bu kararlı
tutumunda, birkaç fikri bir araya getirip onunla yetinen bir kimsenin izini
görmediğimiz gibi, dün benimsediğini bugün reddedebilen, bugün kurduğunu yarın
yıkabilecek olan hesapçı bir zihniyetin umursamazlığını da görmüyoruz. Bu
sağlam atılımın arkasında, İnsanî kuvvetten farklı bambaşka bir kuvvet görmek
zor olmasa gerekir. Bu yüzden o, dünya güçleri karşısında ve hayatının en
kritik anlarında bile, İlâhî yardımdan mutlak surette emin bir şekilde, son
derece soğuk kanlı hareket etmiştir430. Yine bu yüzden tebliğinin İlâhî olduğu
hususunda en ufak bir şüpheye düşmediği için, kendilerinden emin olamayan
şüpheciler geri çekilirken431
o, yakınlarıyla birlikte mübaheleye girmekten çekinmemiştir432. Bugün müsteşrikler arasında tarafsızca
gerçeği arayan bazı kimseler433
bu kadar çok kesin deliller karşısında, Hz. Peygamberin davasında gâyet samimi
olduğu ve bu yüzden görüşlerini insanlara açıklayıp onları ikna ettiği
hususunda görüş birliğine varmışlardır434.
Hz.
Muhammed'in bu engin tevekkül ve kendine güvenine bir başka örnek de, getirdiği
dinin hiçbir zaman ortadan kaldırılmayacağını ve bütün dinlere galip
geleceğini, Allah'ın izni ve kesin ifâdelerle dile getirmesidir. O, getirdiği
Kur’ân’la bu dinin ortadan silinmeyeceğini, ebediyen baki kalacağını ve
Allah'ın, Kur'ân metnini tağyir ve tahripten korumayı taahhüt ettiğini, kat'î
bir tarzda bildirmiştir: "Allah, hak ve batıl için şöyle bir misal verir:
Köpük uçar gider, insanlara fayda veren ise yerde kalır"435 "Görmedin
mi Allah nasıl bir benzetme yaptı: Güzel söz, kökü yerde sâbit, dalları gökte
olan güzel bir ağaç gibidir ki, Rabbinin izniyle her zaman meyvesini verir.
Allah, ibret alsınlar diye insanlara böyle misaller verir.436 "Doğrusu Kur'ân'ı Biz indirdik, onun
koruyucusu da elbette Biziz."437
Bu
kesin müjdeler, daha doğrusu, bu sağlam ahitler Mekke döneminde inen
âyetlerdir. Hz. Muhammed'in dini yaymasının, Mekke dönemindeki durumunu
biliyoruz. Bütün on sene boyunca hemşehrileri, Kur'ân'ı dinlemekten yüz
çevirmiş, başkaları kulak vermesin diye iyice engellemişlerdi. İman eden pek az
sayıdaki cemaate de işkence etmişler, daha sonra hem onu, hem de aşiretini
boykot etmiş ve onları uzun müddet, bulundukları kuytu geçitte kuşatmışlar ve
nihâyet gizli açık entrikalarla onu öldürmeye veya sürmeye teşebbüs etmişlerdi.
On yıl süren bu uzun gecenin kat kat koyu karanlıkları arasından o mazlumlara
pek zayıf da olsa, bir ümit ışığı görebilecek, onların bu davetlerini ilan
edebileceklerini söyleyecek bir tek insan çıkabilir miydi? Bir reformcunun,
hadiselerin yön veremediği dünya ufkunda değil de, kendisini davasına
vermesinden ve ona güvenmesinden ötürü, sübjektif benliğinde zayıf bir ümit ışığı
sezdiğini düşünsek bile, o şartlarda kendi içinde zafere kesin bir tarzda
hükmetmesini tasavvur edebilir miyiz?
Farzedelim
ki hayatında, davasının muzaffer olacağı ümidiyle dolu olsun, peki ölümünden
sonra da bu davanın, istikbalin korkunç dalgaları arasında bekasını ve
himayesini kim ona tekeffül edebilirdi ki? Zamanın akışından aldığı ders, bu
husustaki yakmini zayıflatırken o nasıl böyle bir yakîne sahip olabilirdi?
Toplumları düzeltmek için ortaya çıkıp eserlerini yükseltmiş olan nice
reformcular vardır ki, çok geçmeden sesleri rüzgâra karışmış gitmiştir. Tarihte
bir varlık ortaya koyduğu halde silinmiş olan nice medeniyetler vardır. Ve
tarih, katledilmiş peygamberlerle, kaybolmuş, noksanlaştırılmış veya
değişikliğe, tahrife uğramış kutsal kitaplarla doludur.
Hz.
Peygamberin, arzuların kendisini havalandırıp da hayal peşinden gidecek biri
olması hiç mümkün müydü? Esasen nübüvvetinden önce kendisini vahye mazhar olup
nebî yapılacağı hatırından bile geçmemişti.438 Nübüvvetinden sonra da bu vahyin kendisine
payidar kalacağını taahhüt edememişti, edemiyordu.439
Şu
halde bu vahyi korumaya kefil olacak kendi dışında bir varlık bulunması
gerekir. Ama devamlı surette sürprizlerle alt üst olan zaman akışına karşı bunu
kim garanti edebilirdi ki? Bütün hadiselerin dizginini elinde tutan, olayların
başlangıcını da sonunu da takdir eden, akışını da demirleyeceği yeri de ilmiyle
kuşatan, zamanın Rabbinden başka hiç kimse!
Sorunuz
tarihe: Nice defalar, baht İslâm devletlerine sırtını dönmüş; kâfirler,
Müslümanların başına musallat olmuş, katliam etmiş, onlardan bazı milletleri
dininden dönmeye zorlamış; kitapları yakmış, camileri yıkmış... Ve hülasa, daha
önceki semâvî kitaplar için yapılmış olduğu gibi, pek azı bile, bu Kur'ân'm da
tamamen veya kısmen zayi olması sonucunu doğuracak olan nice işler
yapmışlardır. Bütün bu yangın çatırtıları ve savaş gürültüleri arasında Kur'ân,
sancaklarını yüceltebilmiş, âyet ve hükümlerini koruyabilmiş ise, bunun tek sebebi
İlâhî inâyet elinin onu hıfzetmesidir.
Hatta
günlük gazetelere sorunuz: Bu Kur'ân'ı imha etmek, insanları yanıltmak, iftira
etmek, aldatmak ve kışkırtmakla İslâmdan döndürmek veya uzak tutmak için ne
müthiş para sarfiyatı yapıldığını ve fakat bunu yapanların Yüce Allah'ın bir
âyetinde bildirdiğinden başka bir netice elde edemediklerini göreceksiniz.440
Bunun
sebebi şudur ki: Kur’ân'ı muhafaza eden, gökleri ve yeri ayakta tutan Zâttır:
"Müşrikler istemese de, dinini, bütün dinlerin üstüne çıkarmak için,
Resulünü hidâyet ve hak dinle gönderen Ödttr."441 ÂÎİah, istediği işi gerçekleştiren, nûrunu
tamamlayandır. Nitekim İslâm onca engele rağmen üstün çıkmış, ayakta durmuştur
ve "Allah, Kıyamet emrini verinceye kadar da muarızları ona zarar
vermeksizin ayakta durmaya devam edecektir."442
Eğer
denilse ki, "Muhammed, Saf Sûresinin 8, 9, ve 13. âyetlerinde İslâmm,
kâfirlerin itirazına rağmen, nihâyet muzaffer olacağı hakkında beyan ettiği
yakîn (yani şüphesizlik), bu âyetlerin Beni Nadir kabilesinin kovulmasından
sonra söylediğini gösteriyor. Muhammed o zaman, hiç değilse Medine'de kendi
hükümetine hiç kimsenin karşı koyamayacağını ümit etmekte haklı idi."
Buna
cevaben deriz ki: Benî Nadir hadisesi hicretin dördüncü senesinin Rebiulevvel
ayında vuku bulmuştu. Beni Kurayza ve Beni Mustalik Yahudileri henüz yerlerinde
duruyorlardı. Abdullah bin Übeyy gibi zahiren İslâmî kabul eden münafıklar
Medine'de fesat çıkarmaktan geri durmuyorlardı. Medine civarından sürülen
Yahudilerin çoğu Şam yolu üzerinde dört günlük mesafede bulunan Hayber
kalesinde toplanarak ticaret yolunu tehdit ediyorlardı. Hatta Medine'de Yahudi
ve münafıklar bir aralık Hayber Yahudilerinin kuvvet ve şevketinden bahisle
Müslümanları tehdit ettiler, alacaklarının vadeleri gelmeden istemeye başlayıp
onları tefrikaya düşürmeye çalıştılar. Bu hale rağmen Medine-de Hz. Peygamberin
hükümetine karşı koyacak kimse bulunmadığı far-zedilse bile bunun nihâyet İslâm
dininin, dinlerin hepsine galebe edeceğini ilân edecek derecede cesaret
vermemesi tabiî idi. Halbuki nihâî zafer gerçekleşinceye kadar daha yapılacak
pek büyük iş vardı. Hendek (Ahzab) savaşı henüz vukubulmamış, Mekke'nin fethi
şöyle dursun, Hudeybiye antlaşması bile yapılmamıştı. Binâenaleyh bu müjdenin
sadece İlâhî vahye dayandığından şüphe etmemek gerekir.443
Bu
konudaki başka bir örnek de, risâletini tebliği etmesi için, Yüce Allah'ın, Hz.
Peygamberin hayatını korumayı üzerine almasıdır: "Ey Peygamber! Rabbinden
sana indirileni tebliğ et; eğer bunu yapmazsan, Onun elçiliğini yapmamış
olursun. Allah seni insanlardan (insanların şerrinden) koruyacaktır."444
Bu
sözü söylemek, beşerin yapacağı iş değildir. Önünde ve ardında muhafızları,
koruma görevlileri eksilmeyen bir hükümdar dahi olsa, bunu garanti edemez.
Kendilerini askerlerin ve yardımcıların koruduğu nice hükümdârlar ve ileri
gelenler, hepimiz gördük ki suikastçıların ellerinden kurtulamadılar. Fakat bu
gerçek vade, Resulullahm gösterdiği itimada bakın: Hadis kitaplarının
naklettiklerine göre geceleri Resulul-lahın yanında mü'minler nöbet tutardı. Bu
âyet iner inmez korumayı terketti ve dedi ki: "Artık gidebilirsiniz. Çünkü
Allah beni korumayı deruhte etti."445
Gerçekten
Allah onu birçok yerde korudu. Öyle yerlerde korudu ki ölüm, ona ayakkabısının
bağından daha çok yaklaşmıştı, burnunun dibinde idi. Yüce Allah'tan başka hiç
kimsenin koruyamayacağı durumlarda korumuştu.
Birçoğu
arasından şu hadiseyi misal verelim: Câbir b. Abdillah nak-/ lediyor:
"Seferlerimiz esnasında gölgeli bir ağaca rastladığımızda, Re-sulullahm
istirahatı için ona tahsis ederdik. Zâtü'r-rikâ gazvesinde Re-sulullah bir
ağacın altında konakladı, kılıcını da üstüne astı. Müşriklerden biri kılıcı
alarak kınından çıkardı ve Resulullaha "Benden korkuyor musun?" dedi.
"Hayır!" diye cevap verdi. Müşrik: "Peki şimdi seni elimden kim
kurtaracak?" Hz. Peygamber: "Allah kurtaracak, bırak kılıcı!"
dedi. O da kılıcı bıraktı."446
Şunu
da bilmek önemlidir ki, Allah Teâlâ'nm ona sağladığı bu güvenlik, salat-ı havfm
meşru kılındığı gazvede vaki olmuştur. (Demek ki en korkulu bir vaziyette bile
o, böylesine emin ve mütevekkil bulunuyordu.)
Bu
gerçek haberi teyid eden büyük hadiselerden biri de, Hz. Peygamberin Huneyn
gazvesinde gösterdiği kararlı tavır ve kahramanlıktır. O savaşta Müslümanlar
dağılmış, Hz. Peygamber düşmanlar arasında tek başına kalmıştı. Müslümanlar
bozguna uğrayıp kaçınca o, kısrağını düşman cihetine doğru sürdü. Amcası Abbas
da kısrağın gemini tutarak sürat yapmasını engelliyordu. Derken, müşrikler,
Resulullahm bulunduğu tarafa doğru geldiler, etrafını sardılar. O ise dönüp
arkasına bakmadı bile. Aksine kısrağından indi. Hareketleriyle adetâ:
"İşte eli-nizdeyim, elinizden geleni yapın!" demek istiyordu. Sonra
şöyle dedi: "Ben gerçekten peygamberim, bunda yalan yok. Ben
Abdulmuttalib'in oğluyum." Onlara meydan okuyor, sanki bulunduğu yeri
bildiriyordu. Neticede ona en ufak bir zarar bile veremediler. Bilakis Allah
onu görünmez ordularıyla destekledi, Kendi eliyle düşmanlarını defetti.447
Başka
bir misâl: Mekke döneminde Kur'ân, mü'minlere, daha önceki peygamberlerin maruz
kaldıkları durumları anlatıyor, böylece onları teselli ve takviye ediyor,
neticede onların kavuştuğu güven ve zaferi, kendilerine de vadediyordu:
"Andolsun ki, peygamber kullarımıza söz vermişizdir ki, onlar muhakkak
yardım göreceklerdir.448
"Elbette Biz, peygamberlerimize ve iman edenlere, hem dünya hayatında hem
de şâhitlerin şâhitlik edecekleri günde (mahşerde) yardım ederiz."449
Dinlerini
fitne ve tehlikeden kurtarmak için Medine'ye hicret edince, o hicret diyarında
güvenlik bulduklarını zannetmişlerdi. Fakat çok geçmeden, savaş her taraftan
bütün şiddetiyle üzerlerine hücum etti. • Bir korkudan kurtuldukça daha
şiddetlisine düşüyorlardı. Artık öyle bir hal oldu ki, bekledikleri tek şey,
silahlarını bırakacakları günün gelmesi oldu. İşte onlar, o şiddetli sıkıntının
içinde kıvranırken Kur'ân onlara, güvenlik ve huzurlu günlerden de öte,
hâkimiyet ve devlet va-detti. O ne demekti? Bu olsa olsa rüya ve kuruntu
olabilirdi. Ama öyle değildi. Allah, yeminle tekid ederek buyuruyordu. Öyleyse
doğruydu: "Allah, sizden imân edip iyi işler yapanlara, onlardan
öncekileri nasıl hükümran kıldıysa, onları da hükümrân kılacağına ve kendileri
için seçip beğendiği dini temelli yerleştireceğine ve korkularının ardından
kendilerini tam güvene erdireceğine söz vermiştir."450
Hâkim
(V. 405), sahih bir senetle Übeyy b. Ka'b'dan (V. 30) naklediyor: Resulullah
ile ashabı Medine'ye hicret edip de Ensar onları bağrına basınca, diğer bütün
Araplar kendilerine karşı tek yumruk halinde birleştiler. Silahsız
uyuyamıyorlar, sabahleyin silahsız kal-kamıyorlardı. Onlar, "Acaba huzura
ereceğimiz, Allah'tan başka kimseden korkmayacağımız bir gün gelir mi?"
deyince, âyet bunun üzerine nâzil olmuştu. İbn Ebî Hatim (V. 320), Bera' bin
Azib'ten naklediyor: "Bu âyet, biz müthiş bir korku içinde bulunduğumuz
sırada inmişti."451
Bakınız
ve ümmet içinde bu vahye muhatap olan sahabe arasında bile, bu âyetin
hakikatinin en geniş bir tarzda nasıl tezahür ettiğini görünüz. "Sizden"
hitabına mazhar oldular, korkuları tam bir güvenliğe dönüştürüldü, yeryüzünün
doğusunda ve batısında hükümran kılındılar.452
Başka
bir örnek: Hudeybiye antlaşmasının yapıldığı sene Müslümanların Mekke'ye
girmeleri engellenmişti. Kureyşliler, şâyet ertesi yıl haccetmek için
gelirlerse, ancak—kınında olan kılıç dışında—hiçbir silah taşımamak şartıyla
girebileceklerine dair madde koydurtmuşlardı. Müşriklerin ahdi bozduklarına,
mü'minlerle akrabalık bağlarını kesip attıklarına ve onların Allah Tealâ
nazarındaki her türlü mukaddesleri çiğnediklerine şahit olmuş olan Müslümanlar,
müşriklerin bu ahde sadık kalacaklarına güvensinler miydi? Şu anda
kurbanlıklarıyla hac için gelmişken, onların yerine varmasını, bu ibadeti
engelleyen onlar değil miydi? Şimdi bunu yapanlar yarın kim bilir ne
yaparlardı? Diyelim ki, Müslümanların girmesine imkân vererek sözlerini
tuttular, peki silahsız ve kuvvetsiz olarak onların memleketlerine giren
mü'minler, onların yanında canlarından nasıl emin olabileceklerdi? Bu, onları
tuzağa yavaş yavaş çekme planı olamaz mıydı? Nitekim kındaki kılıç dışında
hiçbir silah taşımamayı şart koşmaları da, bunun delili sayılmaz mıydı? Kılıç
ise, sadece elleri ve mızraklarıyla savaşmaya karşı bir güvenlik tedbiri olabilirdi,
ama, mesela ok yağmuruna tutulmaları halinde ne yapabilirlerdi ki? İşte böyle
müthiş vaziyette oldukları bir sırada şu üç şeyi: Yani Mekke'ye girmeyi,
güvenliği ve hac ibadetini ifa etmeyi teminat altına alan kat'î vaat geldi:
"Elbette
Allah, Resulünün rüyasının453
gerçek olduğunu tasdik eder. Ey mü'minler, siz inşaallah, güven içinde, kiminiz
başlarını tıraş etmiş, kiminiz saçlarını kısaltmış olarak, korkmaksızm Mescid-i
Haram'a gireceksiniz. Allah, sizin bilmediğinizi bilir. Size bundan başka,
yakın zamanda bir zafer verecektir."454
Bilindiği
gibi, ertesi sene Müslümanlar kaza umresini güvenlik içinde yaptılar. Mekke'de
üç gün kalarak bütün menasikiyle ziyaretlerini ifa ettiler.455
·
e. Bine Ulaşan Mucizenin Kendisine
İhsan Edilmesi
Hz.
Peygamberin mucizeleri pek çoktur. Hatta sadece Kur'ân'da bine ulaşan nübüvvet
delilinin olduğu söylenir.456
Bunun dışındaki mucizelerinin de bin kadar olduğu ifâde edilir.457 Hatta günümüze
kadar bu konuda ciltler dolusu eserler kaleme alınmıştır.458 Fakat biz burada bu mucizeleri tek tek
sayacak değiliz. Bu, amacımızı aşar. Yalnızca bunlardan bazı örnekler vererek,
Hz. Peygamber'in ne derece İlâhî inâyet ve gözetim altında bulunduğu, böylesine
Allah ile irtibat halinde bulunan bir zatın Allah'a—haşa—iftira ederek, Onun
adına yalana, cüret, tevessül ve tenezzül edemeyeceğini belirtmektir. Çünkü,
mucize, Yüce Allah'ın, yürürlükte olan kevnî bir kanununu bir peygamberinin
tevessülü ile geçici bir süre için değiştirmesidir.459 Böyle bir değişiklik, peygamber
hakkında
"Evet, kulum doğru söylüyor, ben onu görevlendirdim, o benim elçimdir,
benden ne tebliğ ederse, iznimledir..." manasını taşır.460
Biz
burada, bazılarına Kur'ân'da da işaret edilmiş ve en sahih hadis kaynaklarında
yer alan birkaç mucizeye değinmekle yetineceğiz. Anlattıklarımız denizden bir
damla ve güneşten bir parıltı kabilindendir. Bunlar bazı müsteşriklerin ileri
sürdüğü gibi, Müslümanların, Peygamberlerini yüceltmek için uydurdukları birer
menkıbe değil, tarihi birer realitedirler. Hemen tamamına yakını Buharî ve
Müslim gibi Kur'ân'-dan sonra en güvenilir kaynaklardan alınmıştır. Bunlarla
ilgili hadislerin doğruluğu hakkında hadis alimleri ittifak etmektedirler. Hz.
Peygamberin, Kur'ân'dan başka mucize göstermediği hiç de doğru bir iddia
değildir.461
Bilakis o, pekçok mucize gösterdi ve bunların büyük tesirleri de oldu. Pek çok
kâfir bu sayede imana geldi, mü'minlerin de yakîni ziyadeleşti. Hz.
Muhammed'in, Kur'ân'daki mucize ve delillerinin diğer peygamberlerin mucize ve
delilleri kadar detaylı bir biçimde kaydo-lunmadığı da kesindir. Bu nedenle bir
taraftan İslâm düşmanları, Hz. Peygamberin bu İlâhî ihsandan yoksun olduğunu
ileri sürdükleri gibi, diğer taraftan aklı ön planda tutan bir takım İslâm
düşünürleri de, Hz. Muhammed'in hârikulade sayılacak hareketlerde bulunmadığını
iddia etmişlerdir.462
Bazı yabancı müellifler, Hz. Muhammed, kendisinden istenilen mucizeleri yapmaya
muktedir olmadığından, Kur'ân'da belirtildiği üzere "Ben diğer insanlar
gibi bir insanım. Mucize yapmak benim elimde değil, Allah'ın elindedir. Ben
gaybı da bilmem; ancak bana vahyolunan şeye uyarım"463 demekle yetindi, Müslümanlar evvelki
peygamberlerin ve bilhassa Hz. Isâ'nın mucizelerine özendiler ve
Peygamberlerinin bu aczini gizlemek için bir takım hadisler icad edip
kitaplarına yazdılar, diyorlar.464
Resulullahm
Kur'ân dışında mucizesinin bulunmadığını ileri sürenler tarafından delil olarak
gösterilen âyetlerde, kendilerini destekleyecek hiçbir şey yoktur. Evet,
Kur'ân'da "De ki: Ben ancak sizin gibi bir insanım, bana
vahyolunuyor"465
buyuruluyor. Hz. Muhammed'in bir insan olmasında şüphe yoktur. Ama İlâhî vahye
mazhar ve Allah'ın elçisi olan bir insan. Bu özelliğiyle diğer insanlardan
ayrılır. Pırlanta da taştır. Fakat diğer taşlar gibi olmayıp büyük bir değeri
vardır. Yine Kur'ân'da "Ben size Allah'ın hâzineleri benim yanımdadır,
demiyorum. Size Ben gaybı bilirim de demiyorum. Size Ben meleğim de demiyorum.
Ben ancak bana vahyolunan şeye uyarım, de"466 buyuruluyor. Kendisinin bizzat ve beşerî
şahsiyetiyle gaybı bilmemesi, Allah tarafından kendisine bazı gaybî şeylerin
bildirilmesine engel midir? Engel olmadığı, gerek Kur'ân'da ve gerekse hadis-i
şeriflerde görülen gaybî haberlerle ilgili pek çok örnekle sabittir. "Ona
Rabbinden bir mucize indi-rilseydi ya!' dediler. De ki: Şüphesiz Allah mucize
indirmeye kadirdir. Fakat onların çoğu bilmezler"467 buyuruluyor. Şüphesiz, onların "Ona
Rabbinden bir mucize indirilseydi ya!" demelerinden, kendisine Kur’ân'-dan
başka mucize verilmediği manası çıkmaz. Verilmeyen mucizeler, adât-ı İlâhiyyeye
ve hikmet-i Rabbaniyyeye büsbütün aykırı olarak istenilen mucizelerdir. Bunun
sebebi de bu gibi mucizeleri yalanladıkları takdirde, mahv ve helak olmalarını
gerektirmesi olduğu Kur'ân'da bildirilmiştir.468 Kaldı ki, Hz. Peygamberin göstermiş olduğu
mucizeler peygamberliğinin tasdikine fazlasıyla yeter.
Kur'ân'da
Hz. Peygambere kâfirlerin "sihirbaz"469, "kâhin"470 dedikleri belirtilir. Sihirbaz, acîb ve garib
işler yapan kimseye denir. Kâhin ise, Arabistan'da, gaybı haber veren kişiye
denirdi. Bunlar, bazı harikalar görmeiniş olsalardı, gayble ilgili bir takım
peygamberi ha-
herlere
şahit olmamış olsalardı böyle demeye hiç gerek duymazlardı. Bu nokta çok önemli
olup, Kur'ân'dan Hz. Peygamberin maddî mucizelerine delildir.471
Hz.
Muhammed'in Kur'ân dışındaki mucizelerinin, Kur'ân'da detaylı bir biçimde ele
alınmamasının bir takım sebebleri vardır. Bunlar, Kur'-ân'm, kendisi dışındaki
mucizeleri bir peygamberlik delili olarak çok fazla nazara vermek istemeyip,
insanları ruhanî delilleri ve derûnî hususiyetleri tefekkür ve teemmüle davet
etmesi; Hz. Muhammed'in maddî mucizelerinin tekrara ve beyana ihtiyaç
bırakmayacak kadar çeşitli ve çok olması; yer verdiği mucizeleri de Allah'ın
fiili olarak gösterip Hz. Muhammed'e nispet etmemesi ve bazılarının Hz.
Peygamberin mucizeleri yoktur gibi bir düşünceye kapılmaları; Müslümanların
birinci hüküm ve bilgi kaynağı olan Kur’ân'm, bu tür mucizeleri nakil görevini,
ikinci kaynak olan Sünnet'e havale etmesi olarak özetlenebilir.472 Ayrıca,
müşriklerin isteyip, Allah'ın yaratmayı reddettiği mucizelerin bir takım
özellikleri vardır. Her şeyden önce bunların ne kadar abes şeyler olduğu
Kur'ân'm şu ifâdelerinde açıkça görülmektedir:
"Onlar:
'Sen, dediler, bizim için yerden bir kaynak fışkırtmadıkça sana asla
inanmayacağız. Veya senin bir hurma bahçen ve üzüm bağın olmalı; öyle ki,
içlerinden gürül gürül ırmaklar akıtmalısın. Yâhut, iddia ettiğin gibi,
üzerimize gökten parçalar yağdırmaksın veya Allah ve melekleri gözümüzün önüne
getirmelisin. Yahut da altından bir evin olmalı, ya da göğe çıkmalısın. Bize
okuyacağımız bir kitap indirmediğin sürece (göğe) çıktığına da asla inanmayız.'
De ki: 'Rabbimi tenzih ederim. Ben sadece beşer bir elçiyim."473
Yine
bazı kaynaklarda belirtildiğine göre, müşrikler bir defasında, yine bu tür
garip isteklerde bulunmuşlar: "Ey Muhammed, Allah'a dua et ki, yerimizi
daraltan şu Mekke dağları gitsin, Şam ve Irak toprakları gibi ovalarımız,
bağlarımız, bahçelerimiz, akar sularımız olsun. Biz de ziraat ve istirahatla hayat
geçirelim. Dua et de, babalarımız, dedelerimiz Kusay b. Kilâb'a kadar dirilsin,
senin dinini onlardan soralım." İşte müşriklerin istenilip, meydana
gelmediği bildirilen mucizeler böylesine, İlâhî adetlere büsbütün ters ve
önceki peygamberler zamanında da benzeri görülmemiş, meydana gelse de
inanmayacakları, kendi sözlerinden açıkça belli olan hususlardı.474 Yoksa Hz.
Peygam-ber'in, mucize gösteremediği iddiası büsbütün gerçeğe aykırıdır.
Hz.
Muhammed'in mucizeleri, çeşitli kaynaklarda değişik açılardan tasnife tabi
tutulmuştur. Biz bu tasniflerden hiçbirine girmeyeceğiz. Yer verdiğimiz
örnekler genel olarak şu özellikleri taşırlar: (1) Münkirleri irşad ve
mü'minlerin imanını takviye için gösterilen mucizeler. (2) Mü'-minlerin felâket
ve musibetlere uğradıkları sırada mazhar oldukları İlâhî inâyetler. (3) Hz.
Peygamber tarafından haber verilerek harfiy-yen gerçekleşen gaybî haberler.
Şimdi
Hz. Peygamberin mucizelerinden bazı örnekleri en mu'teber kaynaklardan seçerek
kaydedelim:
Hz.
Peygamberin, en büyük ve dâimî mucizesi Kur’ân'dır. Kur’ân, fesahat ve
belagatiyle, ihtiva ettiği ilimleri, gayb haberleri, ilim, ahlak ve medeniyet
düsturlarıyla mucize bir kitaptır. Tezimizin değişik yerlerinde bazı
vesilelerle buna temas ettiğimiz için izahına girmiyoruz.
Biz
önce Kur’ân'da işaret veya tasrîh edilen mucizelere sadece ismen değinerek,
tafsilatını, ilgili âyetlerin tefsîr kitaplarındaki izahlarına havale edeceğiz:
Fîl olayı475;
gökteki haberleri dinlemek isteyen şeytanların Hz. Muhammed'in peygamberliğiyle
birlikte yasaklanması ve buna yeltenenlerin ateşli güllelerle taşlanması476; Hz. Muhammed'in
göğsünün yarılması477;
Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksa'ya seyr478; Kureyş'in uğradığı kıtlık479; hicret
esnasındaki İlâhî inâyetler480;
Bedir savaşındaki âyet ve deliller481; Ahzâb (Hendek) savaşındaki ihbârat482; Huneyn
Gazvesindeki İlâhî yardımlar483;
Benî Nadir'in su-i kastının haber verilmesi484; Habeşistan Muhacirlerine vuku' bulan
müjdeler485;
Hicretten sonra Kureyş'in uğradığı durum486; Medine'de karşılaşılacak zorlukların önceden
haber verilmesi487;
dinî ve dünyevî hakimiyetlere ilişkin müjdeler488; Mekke fethinin müjdelenmesi;489 Hayber ve
Huneyn'e ilişkin müjdeler490;
Yahudilerin akibetinin haber verilmesi491; Hz. Peygamber'in vefatına dair haber.492
Hz.
Peygamberin eski kitaplarda pek çok vasıfları bildirilmiş, geleceğinden haber
verilmiştir.493
Doğumuna
yakın, doğumu esnasında ve peygamberlikle görevlendirilmesine yakın pek çok
harikulâde olaylar meydana gelmiş ve bu olaylar, tarih ve siyer kitaplarına
geçmiştir.
Bir
gece içinde, Mescid-i Haram'dan, Mescid-i Aksa'ya götürülmüş, oradan da yedi
kat semaya çıkarılmış, ruhâni ve manevî alemlerde gezdirilmiş ve aynı gece yine
Mekke'de yattığı yere geri getirilmiştir.494
Mekke'de
Kureyş'in, kendisinden bir mucize istemesi üzerine Allah onun bir işaretiyle
ayı ikiye böldü.495
Hz. Câbir'in evinde, Ebu Talha'nm hanesinde ve Hendek günü az bir yiyecekle çok
sayıda insanı doyurdu; bir defasında seksen kişiyi dört müd arpa ve bir oğlak
etinden496; bir
defa çocuk yaşta olan Hz. Enes'in elinde taşıyabileceği birkaç adet arpa
ekmeğiyle seksen kişiden fazla kimseyi doyurdu497; bir keresinde de, yine az bir miktar
hurmadan ordusundakiler doyuncaya kadar yediler, fazla bile kaldı.498
Sahabiler,
Hz. Peygamberin sofrasında yemeklerin teşbih ettiğini duyarlardı.499 Bir defasında
ordunun yiyeceği azalmış, Hz. Peygamber emrederek kimde ne varsa bir yere
toplanmış, oldukça az bir miktar toplanabilmiş, Hz. peygamber bereketle dua
etmiş, sonra da ondan almalarını emretmiş, orduda kim varsa kabını onunla
doldurmuştur.500
Parmaklarından
çeşme gibi sû akmış, susuz olan bütün ordusu doyuncaya kadar içmiş.501 Yine abdest alıp
bu sudan, kuru olan Tebûk çeşmesine dökmüş, bir başka defa Hudeybiye kuyusuna
aynı şeyi yapmış ikisinden de su kaynamıştır. Tebûk çeşmesinden sayıları
binlere varan ordusu kana kana içmiş, Hudeybiye kuyusundan da sayıları bin
beşyüz olan askerler doyasıya içmiştir.502
Hz.
Ömer'e, bir devenin çömeldiği yer kadar mesafe tutan bir miktar hurmadan
dörtyüz atlının yol azığını doldurmasını emretmiş, Hz. Ömer hepsine verdiği
halde artmış ve muhafaza etmiştir.503
Yerden
aldığı bir avuç toprağı küffar ordusunun yüzüne karşı savurmuş, hepsinin gözü
görmez olmuştur.504
Daha
önce dayanıp hutbe okuduğu kuru hurma direği, minberin yapılmasıyla onun
ayrılığına dayanamayarak inlemiş, deve gibi ses çıkarmış, Hz. Peygamberin onu
bağrına basmasıyla susmuştur.505
Hz.
Muhammed, gaybtan haber vermiştir. Hz. Osman'a, sonunda Cennete girmeye sebep
olacak bir musibete uğrayacağını506; Hz. Ammar'ı bağî bir gürühun öldüreceğini507; Hz. Hasan'm
eliyle Allah'ın iki büyük Müslüman grubun arasını bulduracağını bildirmiştir508. Görünüşte Allah
yolunda savaşan bir kimsenin Cehennemlik olduğunu haber vermiş, daha sonra bu
adamın intihar ettiği ortaya çıkmıştır.509 Bütün bu örnekler, ne bir fal, ne
müneccimlik, ne keşifle bilinemeyecek, ancak Allah'ın vahyi ve bildirmesiyle
bilinecek hususlardır.510
Hicret
esnasında kendisini takip eden Suraka b. Mâlik'in atının ayakları yere batmış
kendisini bir duman kaplamış, nihâyet Hz. Peygamberden medet dileyerek Hz.
Peygamber de ona dua etmiş ve atı bile konuşmuştur. Yine Suraka'ya Kisra'nm
bileziklerinin giydiriliceğini haber vermiş ve öyle de olmuştur.511 Yemen'in San'a
şehrinde bulunan yalancı peygamber Esved el-Ansî'nin öldürüldüğünü ve bunun
kimin tarafından gerçekleştirildiğini bildirmiştir.512 Sahabilerinin huzurunda bir deve gelip halini
şikâyet yollu arzetmiş ve ona saygı göstermiştir.513 Bir grup sahabisine hitaben: "Sizden
biriniz Cehenneme gidecek ve dişi Uhud dağı kadar büyük olacak" demiş,
orada bulunanların hepsi mü'min olarak öldükleri halde, birisi dinden çıkmış ve
mürted olarak öldürülmüştür.514
İki
ağacı çağırmış, onlar da yanyana gelmişler, daha sonra yine onun emriyle
herbiri ayrılarak yerine gitmiştir.515 Necran Hıristiyanlarının heyetini mübaheleye
çağırmış, onlar, kendisinin doğru sözlü olduğunu anlayıp mübahele sonunda helak
olacaklarını bilerek buna yanaşmamışlar.516
Hz.
peygamber'e zehirli et yedirilmiş, onunla beraber sofrada bulun ve yemekten
yiyen birisi ölmüş, o ise bundan sonra dört sene yaşamıştır. Ağzına götürdüğü
zehirli kol konuşarak durumu haber vermiştir.517
Bedir
günü Hz. Peygamber, Kureyş reislerinin öldürülüp düşecekleri yerleri tek tek
söylemiş, haber verdiği kimselerden hiçbiri kurtulamayarak aynı yere
düşürülmüştür.518Hz.
Peygamber ümmetinden bazı grupların deniz üzerinde sefere çıkacaklarını
bildirmiş, aynen öyle olmuştur.519 Yer onun gözünde dürülmüş, yeryüzünün
doğusunu ve batısını görmüş ve ümmetinin toprak ve hakimiyetlerinin kendisine
gösterilen yerlere kadar ulaşacağını bildirmiş,520 aynen öyle olmuştur.
Kızı
Fatıma'ya, yakınlarından kendisine ilk kavuşacak olanın o olacağını bildirmiş,521 aynen öyle
olmuştur. Hanımlarına, elleri uzun olanın vefatla en önce kendisine
kavuşacağını söylemiş,522
sadaka vermek bakımından elleri en uzun (en cömert) olan Hz. Zeyneb en önce
vefat ederek ona kavuşmuştur.
Bir
keçinin kupkuru memelerine elini sürmüş, meme süt ile dolmuş, bu olay İbn
Mesud'un Müslüman olmasına vesile olmuştur.523
Bir
sahabisinin gözüne bir ok isabetiyle yerinden çıkarak yanakları üzerine düşmüş,
Hz. peygamber eliyle onu yerine yerleştirmiş, göz eskisinden daha güzel ve daha
sağlam olmuştur.524
Hayber'in fethi günü, Hz. Ali'nin ağrıyan gözlerine mübarek tükürüğünden
sürmüş, göz anında iyileşerek, Hz. Ali sancaktarlık yapmıştır.525
Kısaca,
Hz. Muhammed'in avucunda küçük taşların zikir ve teşbih etmesi, aynı avucunda,
küçücük taş ve toprak, düşmana top ve gülle hükmünde onları bozguna sevketmesi,
aynı avucunun parmağıyla, ayı iki parça etmesi; aynı el, çeşme gibi on
parmağından suyun akması ve bir orduya içirmesi; ve aynı el hastalara
yaralılara şifa olması, elbette o mübarek el, ne kadar harika bir İlâhî kudret
mucizesi olduğunu gösterir. Sanki dostlar içinde o elin avucu, büyük bir İlâhî
zikirhanedir ki, küçücük taşlar dahi içine girse, zikir ve teşbih ederler. Ve
düşmanlara karşı, küçücük bir cephane-i Rabbânîdir ki; içine taş ve toprak
girse, gülle ve bomba olur. Ve yaralılar ve hastalara karşı, küçücük bir
Rahmânî ec-zahânedir ki, hangi derde temas etse, derman olur. Ve celâl ile kalktığı
vakit, ayı parçalar, cemâl ile döndüğünde kevser suyu akıtan on musluklu bir
rahmet çeşmesi hükmüne geçer. Acaba böyle bir zâtın bir tek eli, böyle acîb
mucizelere mazhar ve medâr olsa; o zâtın, kâinatın Yaratıcısı yanında ne kadar
makbûl olduğu ve davasında ne kadar sadık bulunduğu ve o el ile bîat edenler,
ne kadar bahtiyar olacakları, apaçık derecede anlaşılmaz mı?526
Çok
sayıdaki mucizelerden burada ancak birkaç tanesini numune olarak kaydettik.
Biri çıkıp da, "Bu münferit olayların herbirisi mütevatir değil, tek
mütevatir mucize Kur'ân'dır" diyerek bu mucizeler hakkında kuşku duyarsa,
onun durumu aynen, Hz. Ali'nin cesareti veya Hatem-i Tâî'nin cömertliği
hakkında şüphe duyan kimseye benzer. Bilindiği gibi bunların cesaret ve
cömertliklerini gösteren herbir olay mütevatir değildir. Fakat bu olayların
hepsi gözönüne getirildiğinde zarurî ve kesin bilgi ifâde eder.527
·
4.
Muhaliflerinin Tutumuyla İlgili Deliller
·
a.
Muhaliflerinin Kararsızlık ve Tutarsızlıkları
Kur'ân-ı
Kerim incelendiğinde, birinci düşman ve muhaliflerinin kendisini kabul etmemek
için mübelliği hakkında bir takım bahane ve iddialar ileri sürdüklerini
görürüz. Bunlar özetle şöyle sıralanabilir: Hz. Peygamberin insan olması,528 peygamber olarak
başka birinin değil de Hz. Muhammed'in seçilmesi,529 davası haklı olsaydı önemli şahsiyetlerin
kendisine uyması gerektiği,530
Hz. Peygamber'in kâhin olduğu veya kendisine şeytanların geldiği531, Hz. Peygamberin
mecnun, çılgın ve divane olduğu,532 Hz. Peygamberin şâir olduğu533, Hz. Peygambere
birilerinin bazı şeyler öğrettiği534, getirdiğini söylediği Kur-’ân'm saçma sapan
rüyalar ve uydurma olduğu535,
geçmişlerin masal ve efsanelerinden ibaret bulunduğu536 gibi belli başlı iddia, itham ve bahaneler
ileri sürüyorlardı. Kur’ân bu iddiaların hepsine tek tek cevap vermiştir. Ancak
bizim burada dikkat çekmek istediğimiz nokta, bu iddia sahiplerinin iman
etmemek için bahane ileri sürerken belli bir iddiada durmamaları, çoğu zaman
birbirine ters düşen iddialar ileri sürmeleridir. Bizce bu halet-i ruhiyeleri
temelde bir gerçeğe dayanmamaların dan ileri geliyor. Aksi halde böylesine
birbirinden kopuk bahaneler ileri sürmezlerdi.
Kur'ân'm,
kendi tenkitçilerinin fikirlerinden yaptığı nakilleri araştıran kimse
görecektir ki, onların en az bahsettikleri şüphe, "insanların öğretmiş
olması" şüphesi olmaktadır. Buna karşılık, en çok bahsettikleri ise,
Kur'ân'ı, tebliğcisinin şahsına bağlamalarıdır537. Şahsına bağlayanlar da Kur'ân'm sâdır
olduğunu düşündükleri ruhî hal konusunda değişik düşüncelere sahiptirler. Şiir
mi, cinnet mi, karışık rüyalar mı?... Ne diyeceklerini şaşırmışlardır. Bu iddia
ve ithamlardan hiçbiri doğru, tutarlı ve ölçülü'değildir. Ayrıca az önce de
belirttiğimiz gibi bu suçlamalar kendi içinde de çelişkilidirler.
Pek
iyi biliyoruz ki, vicdanlarının derinliğinde, bu görüşlerden hiçbirisi
kendilerini tatmin etmiş değildir. Onlar, bu görüşlerden hangisinin üzerine
ellerini koyup Kur'ân için o tezgâhta bir elbise dokumak isterlerse, kendi
zevklerinin bile onu kabul etmediğini, bunun ona uymadığını görürler, can
havliyle ikinci bir görüşü denemeye koşarlar; bakarlar ki o da
reddettiklerinden daha uygun değil, bu sefer bir üçüncüye koşarlar, böylece
endişeden kurtulup istikrar kazanamazlar. Bu gülünç durumu öğrenmek isterseniz,
tavsifini Kur'ân'da okuyabilirsiniz: "Hayır" dediler (Muhammed'in
söyledikleri) karmakarışık rüyalar, hayaller!", "hayır, hayır onu
uydurmuş!", "yok, yok! doğrusu o bir şâir!"538 Bu kısacık cümle, ihtiva ettiği üç idrab539 edatiyle onların
görüşlerinde düştükleri şaşkınlığın ve kararsızlığın derecesini pek mükemmel
bir tarzda göstermektedir. Kezâ bu âyet, yalan şahitlik yapanın zor durumda
kaldığını hissettiği sıradaki durumunu tasvir eder: Nasıl gâh sağa gâh sola
dönüyor, söylemiş olduğu muhali düzeltmek isterken yolu nasıl şaşırıyor? Bütün
bunları canlı bir şekilde tasvir eder: "Bak seni nelere nelere
benzettiler! (Gâh şâire, gâh sihirbaza, gâh kâhine, gâh mecnûna benzettiler)
benzettiler de hakikatten ayrıldılar, artık bir daha yol bulamazlar."540
Kur'ân-ı
Kerim başka bir yerde de kâfirlerin bu zaafına parmak basmış ve yalanlarını
yüzlerine vurmuştur:
"O
halde (ey habibim) sen öğüt ve nasihata devam et. Sen Rabbinin nimeti sayesinde
ne kâhinsin, ne de mecnûn. Yoksa, 'O bir şâirdir, onun felâket zamanını
bekliyoruz' mu diyorlar? De ki, 'Bekleyin, ben de sizinle bekleyenlerdenim.'
Yoksa onların akılları kendilerine böyle mi emrediyor? Yahut onlar azgın bir
kavim midirler?"541
Görüldüğü
gibi, bu birkaç cümle ile muhaliflerinin bütün propagandaları boşa çıkarılmış
ve maskeleri düşürülmüştür. Burada denilmek isteniyor ki, Kureyşli kabile
reisleri kendilerinin çok akıllı ve zeki olduklarını sanıyorlar. Ama şair
olmayan bir kişiye şair demek, herkesin akıllı ve zeki olarak kabul ettiği
kişiye mecnûn lakabını takmak akıllıca bir davranış olabilir mi? Kâhinlikle
yakından uzaktan hiçbir alakası olmayan bir kişiye kâhin demek doğru bir
hareket sayılabilir mi? Meselâ diyelim ki—haşa—Hz. Peygamberin aklî dengesi
bozuktu. O zaman ancak delilik veya mecnun lakabı kendisine uygun olabilirdi.
Fakat bir kişi aynı zamanda nasıl kâhin, şair ve mecnûn olabilir? Çünkü eğer
mecnûn ise ne kâhin olabilir, ne de şair. Eğer kâhin ise ne mecnun olabilir ne
de şâir. Aynı şekilde biri şair ise, kendisine ne kâhin ne de mecnun denebilir.
Bir şairin ilgilendiği konular, ifâdesi ve üslûbu bir kâhinin faaliyet alanı ve
dilinden fersah fersah uzaktırlar. Aynı söz ve kelâma hem şiir, hem kehânet
diyen bir kişi herhalde şairlik ve kâhinlik arasındaki farkı bilmiyor demektir.
Bu açık tezat gösteriyor ki, kâfirler Hz. Peygambere körü körüne muhalefet etme
sevdasıyla kendisi hakkında tuhaf ve tutarsız iftira ve ithamlarda
bulunuyorlar.
Müşriklerin,
"Kendisine büyü yapılmış biri" ithamına karşı Kur'ân, Hz. Peygambere
hitaben şöyle buyurur: "Bak, sana nasıl misaller getirip dalalete
düştüler. Onlar doğru yolu bulmaya güç yetiremeyeceklerdir."542
Yani,
ey peygamber, senin hakkında kâfir ve müşrikler sabit fikirli ve sabit sözlü
değillerdir. Bunlar, bugün başka bir şey yarın başka bir şey söylerler. Bazan
darler ki, "Sen sihirbazsın", bazan da derler ki, "sana büyü
yapılmıştır." Bazan, "şair", bazan "mecnûn" ve bazan
"kâhin" derler. Bu çelişkili iftira ve iddialar gösteriyor ki,
kendileri hakikati bilmezler. Zira hakikati bilselerdi, hergün yeni bir iddia
ve yeni bir iftira ile ortaya çıkmazlardı. Bu tutum ve davranışları, aynı
zamanda kendi söylediklerine de inanmadıklarını ispatlıyor. Bazan bir ithamda
bulunurlar ve bir süre sonra bu ithamın yerini bulamadığını ve inandırıcı
olmadığını gördükten sonra ikinci bir ithamda bulunurlar. Bu da uymayınca bir
üçüncü ithamı ortaya atıverirler. Bu suretle onların her yeni ithamı eski
ithamlarını tekzip etmiş olur. Kısacası bu insanlar sadece kin, nefret ve
düşmanlık yüzünden sana olur olmaz ithamlarda bulunuyorlar, ki bunların
hakikatle hiçbir alakası yoktur. Yüce Allah onların, bu tutarsızlıklarının
gerçek nedeninin peşin hükümlü olmaları ve peşinen gerçeği yalanlamaları
olduğuna şu âyetiyle de işaret eder: "Doğrusu onlar, kendilerine hak
geldiği vakit, onu tekzib ettiler. Onlar bu hususta şaşırmış bir
haldedirler."543
Şu
âyet de bu tür tutarsızlıklarına parmak basıyor:
"Onlar,
seni gördükleri zaman istihza ederler. Ve, 'Allah'ın peygamber olarak
gönderdiği bu mudur? Eğer sebat etmeseydik, az kalsın bizi ilâhlarımızdan
saptıracaktı' derler."544
Görüldüğü
gibi kâfirler burada da aynı anda birbirine zıt iki şey söylüyorlar. Meselâ ilk
âyette onların Hz. Peygamber ile alay ettikleri ve hem kendisini hem davetini
küçük gördükleri belli oluyor. Hemen bunun ardından ikinci âyette onların Hz.
Peygamberden ve onun mesajından korktukları anlaşılıyor. Bu âyete göre,
kendileri Hz. Muhammed'in şahsiyeti ve mesajının gücü ve üstünlüğünden telaşa
kapılmışlardı. Kendi dediklerine göre, eğer inat ve taassupla kendi sahte tanrı
ve tanrıçalarına dört elle sarılmamış olsalardı, Hz. Peygamber onları mat
etmişti bile. Bu, birbirine zıt olan iki görüş, İslâm hareketinin kâfir ve
müşrikleri ne kadar telaşlandırdığını ve ne kadar acze düşürdüğünü açıkça
ortaya koyuyor.545
"Biz
onların; 'ona bir insan öğretiyor' dediklerini biliyoruz"546 âyeti de
müşriklerin bu tutarsız iddiaları arasındadır. Fakat onların bu sözde ciddi
olduklarını ve İlmî makamını bildiklerini ve gerçekten yaşayan bir insanı kast
ettiklerini hiç düşünebilir misiniz? Asla! Ama onların ciddî ve haklı olma gibi
bir dertleri yoktu; bütün gayeleri, susmak ve cevap verememek utancını doğru
veya yalan, ciddî veya gayr-i ciddî ayırd etmeksizin, rastgele bir sözle
kendilerinden uzaklaştırmaktı.
Zanneder
misiniz ki, bu öğretimi sadece bir kişiye mal ettiler? Kesinlikle hayır!
Kendilerinin de babalarının da bilmediği şeyleri bilen bir kişinin orada
bulunmadığını pekala biliyorlardı. Veya zanneder misiniz ki, bi'set senesinde
Mekke bölgesinin din ve tarih alimlerinden yoksun olduğunu görünce Medine'de,
Şam'da veya başka yerde bulabilecekleri bir âlim arayıp, bu öğretimi ona mal
ettiler? Hayır, onlar böyle bir iddiada da bulunmadılar. Şu halde kimdir bu
muallim? Belli biri değilse, yok demektir.547
Kur’ân'a
beşerî bir kaynak bulma sevdasında olan Batılı müsteşriklerin durumu da Mekke
müşriklerinkinden farklı değildir. Onlardan da birisi veya bir grup Kur’ân'ı ve
Kur'ân'ın mübelliği olan Hz. Muhammed'in hayatını adeta büyüteç altında inceden
inceye araştırıp bir hipotez geliştiriyor. Bu uğurda bunca emek ve enerji
sarfediyor. Kendince, Kur’ân'a beşerî bir kaynak bulduğuna kanaat getiriyor. Bu
hipotez bir süre gündemde kalıp, alkışlanıyor. Fakat çok geçmeden, bir başkası
aynı konuda araştırmalar yaparak onu tamamen veya kısmen çürüten başka bir
hipotez ortaya atıyor. Böylece birbirlerini nakzederek asırlardır didinip
duruyorlar. Onların kılı kırk yararcasına dikkatli mesaileri, asırlarca
fikirlerin telahukuyla birbirine destek olan Batının bu konudaki zengin İlmî
altyapısı ve Müslümanların her alandaki gerilemesinden dolayı etrafındaki
surlar yıkılıp müdafaasız kalmış Kur'-ân'ı gözlerden düşürüp yokluğa mahkum
etmeye olan aşırı hırslarına rağmen bu konuda hiçbir şey yapamıyorlar. Kur’ân
adeta mucizelik kılıcıyla bu ilim ve medeniyet meydanında kendi kendisini
müdafaa edip duruyor. Bize göre tek bu gerçek bile Kur’ân'ın Allah kelâmı
olduğunun yeterli delilidir.
Tezimizin
Giriş kısmında müsteşriklerin Kur’ân'ın kaynağıyla ilgili birbirine taban
tabana zıt ve yekdiğerini çürüten bazı iddialarını gördük. Çalışmamızın
başından sonuna kadar da bu iddiaları detaylı bir biçimde ele almaktayız. Bu
çelişkili iddialar, birbirlerini hükümden düşürmektedir. Kur’ân'ın on dört asır
önceki muhaliflerine verdiği cevaplar, onların halet-i ruhiyelerinin tasviri
günümüz müsteşrikleri için de aynen geçerlidir. Çünkü Kur'ân, bütün asırlara
hitap eden Ezelî bir İlâhî hutbedir.
·
b. Pek Çoğunun Daha Önce İleri
Sürdükleri İddialarını Bir Yana Bırakarak Ona İman Getirmeleri
Başta
Ebu Süfyân, Amr b. As , Halid b. Velid, Hz. Ömer, Ebu Cehl'in oğlu İkrime olmak
üzere daha sonra iman getiren bütün Mekke müşrikleri, tek tek bu konumuza birer
örnektir. Bunlardan Ebu Süfyân ve İkrime gibi, Mekke fethine, Amr b. As ve
Halid b. Velîd gibi bu tarihe çok yakın bir zamana kadar bütün gayretleriyle
Kur'ân'ı yalanlıyor, Hz. Muhammed'in peygamber olmadığını iddia ediyorlardı. Bu
uğurda defalarca ordular düzenleyerek Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ve
Sahabilerinin üzerine yürüdüler. Hz. Ömer, Hz. Muhammed'in vücudunu ortadan
kaldırmak için evinden çıktı.
Yukarıda
sözkonusu ettiğimiz ve Kur'ân'ın sık sık temas edip cevaplandırdığı iddiaların
sahibi bu insanlardı. Fakat çok geçmeden başta bunlar olmak üzere on binlerce
müşrik ve ehl-i kitap imana geldi. Kur'ân'a dört elle sarıldı, onun uğrunda
eski dininden, malından, canından ve her şeyinden geçti. Mekke'de on üç sene
boyunca her türlü hakaret, tekzib ve tazyike maruz kalan ve vatanını terketmek
zorunda bırakılan Hz. Muhammed (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) ve bir avuç ashabı, on sene sonra sayıları on binlere varmış
olarak muzaffer bir biçimde geri döndüler. Veda Haccmda, hacca gitme fırsatı
bulup Resulullahı dinleyen mü'minlerin sayısı on bindi. Aradan yirmi sene
geçmeden Müslümanlar, dünyanın ikinci süper gücü olan Sasanî İmparatorluğunu
tarih sayfasından sildiler. Doğu Roma İmparatorluğunu müteaddit defalar bozguna
uğrattılar. Kur'ân nûru doğuda Çin Şeddine, batıda Endülüs'e kadar dayandı.
Dönemindeki bütün büyük dinler, kavmi, kabilesi, hatta öz amcası bile can
düşmanı olan bir tek Zat, nübüvvet nuruyla adetâ dünyayı mayaladı ve kısa bir
zaman içinde kalblerin sevgilisi, gönüllerin sultanı ve akılların muallimi
oldu. Kur'ân'ın bir tek meselesi için ordular sevkedildi, muharebeler yapıldı.
Onun âyet, cümle ve hatta kelimelerini tefsir için binlerce cilt eser yazıldı.
Onun mübelliği olan Hz. Muhammed'in bir tek sözünü veya onunla ilgili en ufak
bir bilgiyi elde etmek için ömürler harcandı, ülkeler katedildi.
Kur'ân'ın
ve onun mübelliği olan Hz. Muhammed'in bu manevî saltanatı diğer zorba
müstebitler gibi kısa sürmedi, bin dört yüz sene gibi uzun bir süre devam etti.
Zaman ihtiyarladıkça Kur'ân gençleşti. İlmî keşifler, teknik ilerlemeler onun
yeni yeni sır ve meziyetlerini ortaya çıkardı. Acaba binlerce dikkatli
gözlerin, önünde yıllar yılı bir sineğin tavus diye görünmesi ve kendine o süsü
vererek o dikkatli gözleri yanıltması mümkün mü? İşte, Kur'ân ve onun mübelliği
olan Hz. Mu-hammed bin dörtyüz seneyi aşkındır insanlık semasında, arz-ı endâm
ediyor. Dost ve düşman milyarlarca insanın gözleri kendilerine çevrilmiş.
Mü'minlerin imanı zerre kadar sarsılmamış, bilakis daha da güçlenmiş.
Düşmanlarından da insaflı olanlar imana gelmiş, en azından onun üstünlük ve
meziyetini takdir ve tebcil etmiş. Geri kalanlar da, hasetlerinden, taassuplarından
veya tarihten kalma kin ve nefretlerinden dolayı inatla ve bin dereden su
getirerek onun ışığını perdelemek istiyorlar. Bir doktorun binlerce hastayı
iyileştirdiğini gözleriyle gördükten sonra ondan tabip sıfatını esirgemeye
kalkışmak ne kadar vicdanı rahatsız edici inat ise, Hz. Muhammed'in de diğer
dinlere üstün bir din tesisi ettiğini ve milyonlarca insanın bu din sayesinde
küfür ve şirkten kurtularak hidâyet yoluna girdiğini görüp dururken onu hala
sadece akıllı, ileri görüşlü ve işini bilir bir insan sayıp, peygamber ünvanma
layık görmemek ondan daha açık ve adalet ve insafa sığmaz bir inatçılıktır.
Tarih
bize göstermiştir ki, aklının sesine kulak vererek ve kesin delile dayanarak
İslâmî terkeden, din değiştiren hiçbir Müslüman yoktur. Ama, gerçekleri
araştırarak, bilimsel incelemeler sonucu, aklî bürhan-larla Müslüman olan, hem
de her dinden binlerce insan var. Öyle ki, pekçok din adamı, hatta materyalist
bile Müslümanlığı kabul etmiş ve Kur’ân'a hayatını vakfetmiştir. İslâmm en çok
garip ve maddeten himayesiz kaldığı asrımızda bile bunların adını kaydetmeye
kalkışsak, sayfalar dolar.
Meselâ,
Garaudy daha önce marksist bir insan olup yıllarca Komünist Partisinin genel
sekreterliğini yapmıştı, Müslüman oldu ve bu konuda kıymetli kitaplar kaleme
aldı. Konumuzun başka bir örneği de eski adı Peter Dawid Benjamin Keldani olan
Abdu'l-Ahâd Dâvûd'dur. Bu zat Uniate Keldani Kilisesine mensup bir rahipti.
Hatta bu alanda çıkılabilecek en üst makamlara kadar yükseldi. İstanbul'da 1904
yılında İslâmiyet! kabul etti.548 Bu konuda başka bir örnek de, ünlü Fransız
tabib Prof. Dr. Maurice Bucaille'dir. Bu zat, Batıda İslâmî tanıma önünde
dikilmiş aşılmaz nitelikteki engelleri549 aşarak Müslüman olmuş, bununla da kalmayarak
meslekî formasyonunu, özel bir ilgi duyduğu din alanına tatbik ederek semâvî
kitapları dikkatle inceleyip, Kur'ân'ı ve diğer iki kutsal kitabı bu ilimler
ışığında değerlendirmeye tabi tutmuş ve gerçekten enteresan tesbitlerde
bulunmuştur.550
Daha
önce Hıristiyan, Yahudi ve Budist olan birkaç ilim adamını örnek olarak sadece
isimlerini burada kaydedelim: İbrahim Halil Ah-med,551 D. (Dibora) Potter,552 'W. B. Beckard,553 Amir Ali David,554 Et. Dinet555, C. Stephens,556 Dr. Ahmed Nesîm Sousa,557 Basheer A. Shad,558 L. Weiss (Muhammed Esed),559 Lady E. Cobold,560 Kvvelem,561 F. Montague (el-Masûr Billâh eş-Şafi'î)562, Ayesha Bridget
Honey.563
·
c. Ona İman Getirmediği Halde İçten
ve Samimi Olduğuna İnanan Çok Sayıda İnsanın Bulunması
"Gerçek
faziletin odur ki, düşmanların bile onu inkâr edemesin, kabul etmek zorunda
kalsın" diye bir söz var. Bu sözün ışığında, Hz. Muham-med'in
düşmanlarına, muhalif ve münkirlerine baktığımızda onun doğruluk ve samimiyette
ne kadar eşsiz olduğunu görüyoruz. Önce Mekke müşriklerinin bu konudaki
itiraflarına göz atalım:
Mekke
müşrikleri, Hz. Muhammed'in, doğru bir insan olduğunu biliyorlardı. Çünkü onun
ağzından hiç yalan söz duymamışlardı. Fakat buna rağmen ona inanmamalarının
bazı nedenleri vardı. Bunların başında, cehalet, atalarını körü körüne taklit
etme, taassup, boş yere şan ve şereflerini koruma, menfaat ve makamlarını sürdürme
kaygısı geliyordu. Bu nedenlerle Hz. Muhammed'e muhalefet ediyorlardı. Kendi
içlerindeki zaaf ve suçluluk duygularını saklamak için Hz. Muhammed'i mutlaka
durdurmaları gerektiğine inanıyorlardı. Nitekim Resulullahm en büyük
düşmanlarından biri olan Ebu Cehil bile, bir defa değil, birkaç defa Hz.
Muhammed'in haklılığına inandığını itiraf etmişti. O, Hz. Muhammed'e muhalefet
etmek için de çok sudan bahaneler ve boş sebepler ileri sürüyordu.
İbn
Ebi Hatim (V. 320), Ebu Yezîd Menedî'ye dayanarak kaydetmiştir ki: Bir
defasında Ebu Cehil, Hz. Muhammed (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) ile karşı karşıya geldi ve kendisiyle el sıkıştı. Bir kişi
laf attı: "Bu da ne, gözlerim neler görüyor? Sen dininden dönen bu adamla
el mi sıkışıyorsun?" Ebû Cehil onu biraz uzağa götürüp kulağına fısıldadı:
"Vallahi onun peygamber olduğunu biliyorum. Ama bizim Abd-i Menaf'a tabi
olduğumuzu hiç gördün mü?564"
Süfyân-i
Sevrî (V. 161), Tirmizî (V. 279) ve Hakim (V. 405), Hz. Ali'den şunu
nakletmiştir: "Ebu Cehil, bir defasında Resulullaha şöyle dedi: "Biz
seni değil, senin getirdiğin şeyi yalanlıyoruz."565
Yine
Kureyş'ten Haris b. Amir: "Ey Muhammed, vallahi sen bize hiç yalan
söylemedin, fakat biz sana uyarsak, yerimizden olacağız, bundan dolayı iman
etmiyoruz" demiştir.566
Beyhakî
(V. 458) ve İbn Hişam (V. 213), İbn İshak'a (V. 151) dayanarak ve İbn İshak da
Zührî'ye (V. 124) dayanarak şu olayı nak-letmişlerdir: Bir gece Ebu Cehil, Ebu
Süfyân ve Ahnes bin Şerîk ayrı ayrı evlerinden çıkıp Resulullahm namazda
okuduğu Kur'ân'ı dinlemeye çalıştılar. Her üçü de birbirlerinden habersizdi.
Sabahleyin üçü de birbirini gördü ve utandılar ve bundan sonra bu gibi bir
harekette bulunmayacaklarına karar verdiler. Zira, onlara göre halk
kendilerinin böyle gizli gizli Hz. Muhammed'in okuduğu Kur’ân'ı dinlemeye
gittiklerini duyunca onlara karşı duydukları güveni kaybedecekti. Ama ikinci
gün yine aynı olay meydana geldi ve sabah yine birbirlerini görüp ilerisi için
sözleştiler. Tesadüf bu ya, üçüncü gece de aynı olay tekrarlandı. Bu sefer
Ahnes bin Şerîk dayanamadı ve Ebu Süfyan'a gidip sordu: "Ey Ebu Han-zala,
bana doğru söyle, Muhammed'in okuduğu şeyler hakkında ne düşünüyorsun?"
Ebu Süfyân dedi ki: "Ebu Sa'lebe, vallahi ben duyduklarımı anladım ve
bunların ne demek olduğunu da biliyorum. Fakat bazı şeyler var ki, onların
manasını ve gayesini bilmem." Ahnes, "Ben de aynı fikirdeyim"
dedi. Sonra Ahnes, Ebu Cehil'e gitti ve, "Ebu'l-Ha-kem, Muhammed'den
duydukların hakkında ne diyorsun?" diye sordu. Ebu Cehil dedi ki:
"Duymak ne demek? Bizim ile Abd-i Menâf arasında büyüklük kavgası var.
Onlar da (hacılara) yemek yedirdiler, biz de. Onlar da bazı mesuliyetler
taşıdılar, biz de. Onlar da mal ve mülk verdiler, biz de. Nihâyet biz şimdi aynı
hizaya gelince diyorlar ki, kendilerinde bir peygamber vardır. Bu peygambere
Allah'tan vahiy geliyormuş. Şimdi bana söyler misin, biz böyle bir peygamberi
nereden bulalım? Allah'a yemin ederim, biz onu kabul etmeyeceğiz ve onu tasdik
etmeyeceğiz." Hemen hemen aynı şeyleri Ebu Cehil, Ahnes bin Şerîk'e Bedir
savaşı sırasında da tenha bir yerde söylemişti. İbn Cerîr Taberî kendi
tefsirinde Süddî'ye dayanarak şu olayı anlatmıştır: "Ahnes, Ebu Cehil'e:
'Şu anda burada sen ve benden başka kimse yoktur. Bana doğruyu söyle, Muhammed
sadık (gerçek bir peygamber) midir, yoksa bir kâzib (yalancı, sahte bir
peygamber midir?)' Ebu Cehil dedi ki: 'Vallahi Muhammed, doğru sözlü bir
insandır. O hiçbir zaman yalan söylememiştir. Fakat Benî Kusayy, Kabe'nin
bayraktarlığı ile hacılara yemek yedirme ve su içirme vazifelerinin yanısıra
peygamberliği de alıp götürürlerse diğer Kureyşliler ne yapsın?"567
el-İsabe'de,
Hafız İbn Hacer (V. 852), İmam Zührî'ye dayanarak Hz. Saîd bin el-Müseyyeb'in (V.
91) hadisini nakletmiştir. Bu hadise göre Ebu Süfyan, Ahnes'e fikrini sorunca
kendisi, Hz. Muhammed'in hak yolunda olduğuna inandığını söyledi.568
Bunlar,
Hz. Muhammed'in hayatını çok iyi bilen Mekke müşriklerinin en ileri
gelenlerinin itiraflarından bir kaç örnektir. Şimdi Batılı müsteşriklerin
konumuza ışık tutması için Hz. Muhammed
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) ve onun tebliğ ettiği Kur'ân hakkında
söylediklerinden bazı örnekler kaydedelim:
"Kur'ân,
tabiatın ezelî inayet ile insana bahşettiği kütüb-i semâviye-nin en güzelidir.
Kur'ân'ın her kelimesi, her şeyi yaratan ve her şeyi haiz olduğu kabiliyete
göre sevk ve irşad eden Zat-ı Kibriya'nın azametinde mündemiçtir. Edebî
dehaların, yüksek şairlerin Kur'ân huzurunda eğildikleri bir gerçektir. Kur'ân'ın
hergün daha fazla anlaşılan, fakat bitmeyen esrarı, şiir ve nesirde üstad olan
Müslümanları, üslûbunun ne-zâhet ve ulviyeti huzurunda diz çökmeye mecbur
etmektedir."569
"Hz.
Muhammed'in doğruluğu, faaliyeti, hakikati taharride samimiyeti, sarsılmaz
azmi, hiçbir vakit sarsılmayan imanı, kendisini dinlemek istemeyenlere ezelî
hakikati dinletmek yolundaki sebatı, bana kalırsa bunlar, onun o cesûr ve
azimkâr Peygamberin Hatem-i Risâlet olduğuna en kat'î ve en emin delillerdir."570
"Kur'ân
bütün kâinatı yaratan, gizli ve aşikâr her şeyi bilen Kadir-i Mutlak sıfatıyla
Zat-ı Kibriyâyı takdis ve tebcîl ettiğinden her övgüye layıktır. Kur'ân'ın,
Vahid, Ehad olan Allah'a imanı, (yani iman delilleri) sarsılmazdır."571
"Hz.
Muhammed'in, şuur ve idrak timsali olduğu, dimağının iman ışığıyla ve kâmil
yakînle pürnûr olduğu muhakkaktır. Resul-i İslâm çağdaşlarını aynı heyecanla
alevlemiş, bu sıfatlarla donatmıştır. Bu vahy-i İlâhî bir nevi ilhamdır."572
"Gerçekten
Müslümanların yüksek ahlakı her takdîre layıktır. Bu ahlakın nâzımı*
Kitâbullah'm emirleridir. Allah'a teslimiyeti ta'lim eden Müslümanlığın
sâlikleri, doğru, dürüst, insaflı, sözüne bağlı, vaadine vefalı olmak gibi
sıfatlarla muttasıftırlar. Başka türlü söyleyecek olursak akıl ve mantık bizi
çerheder. Kur'ân'm Hz. Muhammed (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) tarafından meydana getirildiği genellikle iddia edilir. Bu
bakış açısına göre Hz. Muhammed, Kur'ân'ı, Tevrat ve İncil'den çalmıştır. Benim
kanaatim bunun tersinedir. İlham aleminde vahiy dediğimiz şey varsa ve (vahiy)
kâmil bir varlığı haizse, Kur'ân'm bir indirilmiş kitap olduğunda şüphe yoktur.
Hıristiyanlar, Hz. Muhammed'in hak bir peygamber olmadığını ve Kur'ân'm onun
eseri olduğunu söylüyorlar. Hakikat bu merkezde olsa Muhammed, nasıl olur da
kendisini muaheze eden âyetler söyler ve bunları niçin eserinde ibka
ederdi?"573
"Kur'ân'm
başlıca hususiyetlerinden biri, onun orijinalliğidir. Benim fikrim ve kanaatime
göre Kur'ân serapa samimiyet ve hakkaniyetle doludur. Kur'ân'm diğer
hususiyetleri bu iki sıfata dayanmaktadır. Hz. Muhammed'in cihana tebliğ ettiği
davet, hak ve hakkikattir. Bu davetin menşei Sonsuz Varlıktır. Sanki Hz.
Muhammed'in tebliğ ettiği söz, bir barut mahzenine atılan kıvılcımdı. Bu
kıvılcım, Gırnata'dan Delhi'ye kadar uzanan mesafeleri aydınlatmıştı."574
"Halık'ın
hukuku ile mahlukatın hukuku ancak ve ancak Müslümanlık tarafından mükemmel bir
surette tarif olunmuştur. Bunu yalnız Müslümanlar değil, Hıristiyanlar da,
Musevîler de itiraf ediyorlar. İ'câzı, Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) tarafından
beyan olunan Kur'ân gerçekten de bir mucizedir. Çünkü Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) medenî bir
insan olmakla beraber üm-mîydi. Dünyada Kur'ân'a benzer başka bir kitap yoktur
ve bu kitap gerçekten de akıllara hayret vericidir."575
"İnsanlığın
hidâyeti için Hz. Muhammed'e vahyolunan Kur'ân, hikmetle dolu parlak bir
eserdir. Hz. Muhammed'in hakiki bir peygamber ve mukadderat-ı aleme hâkim Zat-ı
Kibriya'nın gönderdiği hak bir peygamber olduğuna şek ve şüphe yoktur."576
"Kur'ân'm
âyetleri, zamanın ihtiyaçlarına ve devrin hadisatma göre Hz. Muhammed'e
vahyedilmişti."577
"Gerçi
Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) ümmi idi, fakat cihana her şey olan bir kitab-ı mukaddesi tebliğ etti.
Kitab, doğruluğu, nezaheti, belagati ve hikmeti dolayısıyla bütün Müslümanların
tazîm ve hürmetini kazanmaktadır. Hz. Muhammed, bu kitabın daimî ve sonsuza
kadar yaşayacak bir mucize olduğunu söylüyor ki, gerçek olan da budur.578
"Kur'ân,
en yüksek, en faydalı ve en samimi fikirleri ihtiva etmektedir."579
Müsteşriklerin
eserleri, satır aralarında bu tür itiraflarla doludur. Bu beyanatlar, bazı
Müslüman ilim adamları tarafından toplanmış ve ki-taplaştırılmışlardır.580 Onlara havale
ederek bu kadarla yetiniyoruz. Gerek Mekke müşriklerinin ve gerekse Batılı
müsteşriklerin bu itirafları, Hz. Muhammed'in ne kadar doğru ve samimi olduğunu
başka izaha ihtiyaç bırakmayacak kadar açık bir biçimde ortaya koymaktadır.
C. Hz. Muhammed'in Mekke Döneminde
Samimi Olduğu, Medine Döneminde İse Bu Samimiyetini Yitirdiği İddiası
Birbirine
zıt yukarıdaki iki görüşün yanısıra üçüncü bir görüş daha vardır ki, Mekke'deki
davet dönemiyle, Medine'deki davet dönemini birbirinden ayırıyor. Bu ayırıma
göre, ilk dönemde Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) samimi ve
doğrudur. Doğruluk ve samimiyeti davasını şiddetli bir şekilde savunmasından,
meşakkatlere katlanmasından, kendisine tabi olan zenginleri fakirlere karşı
mütevazi davranmaya, onlarla oturup kalkmaya ikna etmesinden...vs. açıkça belli
oluyor, ikinci dönemde ise, başarısı artık gözlerini öylesine karartmıştır ki,
kişisel arzularını tatmin etmek için peşpeşe vahiyler uydurmaya başlar! İşte
Kur’ân'm— bu görüşte olanlara göre—çelişkilerle ve yanlış iddialarla dolu
olmasının nedeni budur.581
Burada
sözü edilen "yanlış iddialar"dan maksat, Hz. Peygamberin dörtten
fazla hanımı nikahı altında tutma hakkının bulunması, Kâbe'yi bina edenin Hz.
İbrahim olduğu... vesâiredir. Bu görüşü destekleyenlerden biri de ünlü
Amerikalı yazar VVashington Irving'tir. Yazar, Hz. Peygamber'e sahtecilik
ithamında bulunanlara cevap veriyor ve hayatının birinci devresinin bu ithamı
çürüttüğünü söylüyor. Çünkü, o dönemde istediği ne olabilirdi ‘ki? Mal mı? Oysa
Hz. Hatice'nin malı eli altındaydı. Malı arttırmak bakımından çok hırslı da
değildi. Öyleyse elde etmek istediği şan-şeref miydi? Oysa, kavmi arasında asîl
biriydi. Zekâsı, güvenilirliği ve Kabe'nin anahtarlarını elinde tutan ailesinin
mevkisi itibariyle saygı görüyordu. Öyleyse, bütün bunları kaybetmek pahasına
neden sürtüşmeye girsindi? Halbuki, yeniden o serveti toplamak zordu. Allah
yoluna çağrı uğrunda gerek kendisi ve gerekse sahabi-leri mallarını
kaybettiler. Yazar sözlerini sürdürerek sonunda şöyle soruyor: "Samimi
olmasaydı neden her çeşit tazyike katlansmdı?582
Irving'e
göre Medine'de bütün bu şartlar değişti. Çünkü daha önce bütün düşüncesi
kendisini savunacak birilerini bulmak iken, birdenbire arkadaşlarının kendisini
kutsallaştırdıklarını, etrafını savaşmaya bile istekli bir topluluğun sardığını
gördü. O anda dünyalık arzuları uyandı. Kurân da her şeyi kendisine caiz
göstermeye başladı. Birçok çelişkilere düştü. Kısacası doğruluğu ve samimiyeti
kayboldu.583
Maxime
Rodinson da Hz. Peygamberin Mekke ve Medine'de samimiyet açısından farklılık
gösterip göstermediği konusunda şu değerlendirmeleri yapıyor. Önce, Hz.
Muhammed'in ilk zamanlar samimi olduğuna bir takım deliller getiriyor:
"Muhammed'in
ilk mesajlarını incelediğimiz, ve hele bu ilk mesajları inceleyen ya da eşleyen
şüphe ve umutsuzluk buhranlarıyla ilgili rivayetleri okuduğunuz vakit;
sözkonusu vahiylerde, soğukkanlılıkla hesaplanmış ve tutku ya da insan
sevgisinin etkisiyle amansızca uygulanmış bir planın belirimlerini gören
anlayışa karşı en azından şüpheci kalmamız gerekiyor. (Çoğu Hıristiyan
yazarlar, Muhammed'in din alanındaki sahtekârlığını! tutkusuna ya da insan sevgisine
bağlamak yolunu tutmuşlardı.) Hemen ekleyelim ki, Peygamberin krizlerini
anlatan metinlerin gerçeği dile getirdiğine inanmaktayız..."584
Rodinson,
daha sonra dönüp İlâhî vahyin gerçekliği konusunda kuşku duyduğunu söyleyerek
şunları ilâve ediyor: "Muhakkak ki daha sonraları, endişe verici çizgiler
belirmektedir: Muhammed artık, günü gününe kararlar almak zorunluluğuyla karşı
karşıyadır. Ve bunlar gereklerinin Tanrı tartından fısıldanmasını
bekleyemeyecek kadar âcil, siyasal, pratik veya idari kararlardır. Binlerce
soru karşısmdadır artık peygamber: İnananlar her şeyi ona danışmakta, her
konuda ondan öğüt beklemekte ve yol göstermesini istemektedir. Bütün bu
sorulara vereceği cevapların Tanrı tarafından ilham edilmiş bir karakter
taşıması, hiç şüphe yok ki, inandırıcılıklarını bir kat daha arttıracaktır.
Acaba peygamber zaman zaman da olsa, hakikati bir nebzecik zorlamak gereğini
duymuş mudur? Çünkü bazı vahylerin, Muhammed tarafından son derece İnsanî bir
itilişle arzu ve hesap edilebilecek çözüm şekillerine tıpatıp uygun düştüğünü
görmekteyiz. Yoksa burada işe gene Peygamberin bilinçaltı mı el atmıştır? Bunu
hiçbir zaman bilemeyeceğiz."585
Rodinson
daha sonra şunları söylüyor: "...Muhammed, duyduğu ve edindiği seslerin
Allah'tan geldiğine samimi olarak inanıyordu. Nasıl gelirse gelsin bu vahyi
karşılamaya alışkanlık kazanmıştı. Hz. Mu-hammed'in doğruluk ve samimiyeti
konusunda—özellikle Mekke'de bulunduğu dönemde—kuşku duymak mümkün
değildir..."586
Rodinson,
İslâm davetinin bu dönemine ilişkin önemli bir problemi ortaya atıyor. Yazar bu
problemi, Kur’ân'm Medine'deki özelliğinden söz ederken ortaya atar. Problem
şudur: "Acaba Peygamber, Allah'tan vahiy aldığına inanma konusunda hâlâ
doğru va samimi miydi?" Yukarıdaki ifâdelerinden de görüldüğü gibi
Rodinson, Mekke döneminde bu inanç ve samimiyetin kesinliğini vurgular. Ancak
Medine dönemi konusunda biraz kuşkulu davranır ve müsteşrik F. Buhl'un görüşlerini
aynen aktarır. Buhl, Muhammedi vahyin Medine döneminde Mekke döneminki gibi
kesin ve güven duyulan bir derecede olmadığı görüşündedir. Ona göre bu dönemde
vahiy, tereddütlü, çekingen ve ağırdan alan bir görüntü sergilemiştir. Bu da
Muhammed'in kendisine yöneltilen problemler üzerinde iyice düşünmesi,
karşılaştığı meseleleri etraflıca tetkik etmesi ve yerine göre en uygun çözümü
getirmeyi tercih etmesinden ileri gelmiştir. Bazan bu çözüm, yakınlarından,
danışmanlarından ve çevresindeki insanlardan da gelebiliyordu. Buna göre,
vahyin bu dönemde tıpkı önceki dönemdeki gibi olduğuna inanmak güçtür.587
Rodinson
şöyle soruyor: "Acaba, Muhammed karşılaştığı durum ve şartlara göre vahyi
araç olarak kullanacak derecede bir istismarcıya mı dönüştü? Birçok zor
durumlarda tereddütlü, sahabilerine danışan, semâdan vahiy gelip sahabilerinin
ortaya attığı görüşlere uygun olarak kesin çözüm getirmeden önce düşünen bir
halde görmüyor muyuz? Hat-taboğlu Ömer, üç yerde vahyin kendi bakış açısını
teyid ettiğini belirtmiyor mu? Yine Hz. Ömer, Peygamberin vefatından sonra
Müslümanlara teklif ettiği bir meseleyle ilgili olarak, "Şâyet vahiy
gelseydi, kendisini teyid edeceğini" söylememiş midir?" Rodinson, bu
soruların cevabının "Evet" olduğunu söylüyor, fakat Hz. Peygamberin
bildirdiği ve insanları davet ettiği konularda doğruluk ve samimiyetini kesin
olarak vurguluyor. O sözlerine şöyle devam ediyor: "Muhammed'in bu dönemde
aldatıcı olması gerekmez. Çünkü o, ortaya çıkan meselelerle ilgili olarak
kendisine gelen fikir ve çözümlerin sadece ve sadece Allah'tan geldiğine hâlâ
inanmaktadır. Eğer vahiy, sahâbileriyle istişare etmeyi uygun ve münasip
gördüğü konulara paralel olarak geliyorsa bu Allah'ın ona bir yardım ve
tevfikidir. O gibi meselelerde İlâhî çözümlerin, akıllı ve dirâyetli bir
kulunun düşüncesine uygun olarak gelmesinde ga-ripsenecek hiçbir şey yoktur.588
Leone
Caetani de İslâm Tarihi adıyla Türkçemize tercüme edilen eserinde Hz.
Peygamberin Medine'ye gitmesiyle değiştiğini, daha önce bir menfaat fikriyle
hareket etmediği halde Medine'de—haşa—Hz. Peygamberin aile kavgalarına son
vermek veya cinsel arzularını tatmin etmek için Allah'ı- konuşturduğunu iddia
ediyor: "Olayların hadislerdeki rivâyet tarzına bakılırsa, kendi
kendisinin Medine'de Mekke'dekinden pek farklı, yani o kadar yüksek ve menfaat
fikrinden ârî olmayan bir sûrette hareket ettiğine hükmolunur. Biz yirminci
asrın medenî Hıristiyanları, ulûhiyet hakkında o kadar yüksek bir fikre malikiz’
ki, Muhammed'in bir takım aile kavgalarına nihâyet vermek, hatta bir defasında
altmış yaşında iken gayr-ı meşru' aşıkâne bir keyfiyeti tatmin etmek için
Allah'a müracaat etmesini okuduğumuz zaman şaşırıp kalırız. Fakat Araplar gibi
âdeta barbar kavimlerde ulûhiyet mefhumunun ne kadar aşağı ve ne gibi adi işler
gördüğünü düşünecek olursak Muhammed'in hatt-ı hareketi hakkında makul bir izah
bulmak bizim için daha kolaydır."589
Oysa
insanlarla olan ilişkilerindeki güvenilirlik ve doğruluk hayatı boyunca ne
Mekke'de, ne de Medine'de bir an olsun kendisinden ayrılmayan bir niteliktir.
Bu durum, müsteşriklerin, "Hicretten sonra olaylar seli kendisini davetin
başlangıcında sımsıkı sarıldığı ideal şahsiyetten uzaklaştırmıştı!" şeklindeki
iddialarını çürütmektedir.
Adı
geçen müsteşrik bunları söylese de, Hz. Peygamber, bir şanlı peygambere yakışır
hareket tarzından hiçbir vakit ayrılmamıştır. Alicenaplığının en büyük ve
aşikar örneklerini asıl Medine'de gösterdi. Mekke'de gösterdiği faziletler
hemşehrilerini hidâyet yoluna ve insaniyete davet etmesine karşılık onlar
tarafından gördüğü tahammülün fevkinde eza, cefa ve istihzalara katlanarak
kutsal vazifesini ifa etmek uğrunda uykusunu ve rahatını feda ederek gece ve
gündüz çaba göstermekten ibaret iken, Medine'ye geldiklerinde bu vazifenin
ifası kat kat güçleşti. Bir taraftan memleketlerini ve ellerinde olan malları
ve eşyayı terkederek, oraya gelen mü'minlerin hayatlarını—mümkün olabildiği
kadar—temin etmek ve diğer taraftan Yahudilerin küstahçasına ve muannidane
muhalefet ve husumetleriyle uğraşmak icap etti; ve nihâyet hem haricen Mekke
müşrikleriyle, hem de dahilen—onlarla ittifak eden—Yahudilerle harb etmek
mecburiyetinde bulundu. Bu mücadeleler esnasında halin icabına göre, fakat daima
alicenâbane ve insaniyetkârane hareket ve sonunda muvaffakiyetini temine
yarayacak olan tedbirlere tevessül etti. Fakat bunlarda aradığı fayda, şahsî
menfaat değil, şirk ve zulmün izalesi ve yerine emniyet ve adaletin tesisi ile
insanların saadetini temin edecek olan İslâm dininin menfaat ve
muzafferiyetiydi. Kendisinin ve hatta evlat ve iyalinin istikbalini hiç
düşünmeyerek en sade ve kanaatkârane bir halde yaşadıktan sonra borçlu olarak
vefat etti ve terekesinin beytü'l-mala ait olduğunu söyledi. Artık Allah
yolunda kendisini bu derecede unutmuş ve en şiddetli düşmanları hakkında bile
merhamet ve şefkat ve ali cenaplığmı her vakitte ve bilhassa Mekke'nin
fethinde, genel af ilan ederek ispat etmiş olan Hz. Peygamber hakkında
"daha az ulvî", "Fikr-i menfaatten daha az ârî"
tabirlerinin kullanılması hiçbir şekilde adalet ve insafa uygun sayılamaz.590
Hz.
Zeyneb ile evlilik hadisesinin hakikat ve meşruluğu başka bir başlık altında
ele alınacaktır.
Dr.
Dozy de "Tarih-i İslâmiyet” adıyla Türkçeye tercüme edilen eserinin
39. sayfasında, kullandığı şu ifâde de, konumuzla ilgilidir: "...Bundan şu
netice çıkar ki, hayatının son devrinde (çünkü hayatının ilk döneminde
peygamberliğine iman ettiği şüphesizdir) murseliyetine, (peygamberliğine) hâla
inanıyor muydu yoksa inanmıyor muydu, bunu bilmek muhaldir. Bunu nefyeden
deliller bulunduğu gibi doğrulayan deliller de vardır."
Ismâil
Fennî (V. 1946 M.) merhum bu satırları da naklettikten sonra hakkında şu
değerlendirmeyi yapar:
Dozy
bu menfî delillerin ne gibi şeyler olduğunu açıkça beritmeliydi. Çünkü bunlar,
yazarın, Hz. Muhammed'in üzerine aldığı vazife için son derece gerekli olduğunu
49. sayfada itiraf ettiği kalbî inancın, sarsılmaz imanın ortadan kalkmasını
gerektirici olacağından bunların izahı pek ziyade önemliydi. Ve eğer kendisi
bunlarda biraz ikna gücü görmüş olsaydı, bu hususta müsamaha göstermesi mümkün
değildi. Biz kesin olarak eminiz ki böyle deliller yoktur ve Hz. Muhammed'in
kendi peygamberliğine inancına hiçbir vakit halel gelmemiştir. Eğer böyle bir
ihtimal bulunsaydı, o halde—haşa—yalandan peygamberlik iddiasına devam etmiş
olması lazım gelirdi. Bu ise mümkün ve mutasavver değildir. Zira onun
fıtratının gereği olan hulûs-i kalb ve doğru sözlülüğüyle bağdaştırılması mümkün
değildir. Bi'setinden evvel bile doğruluk ve güvenilirlikle ün kazanmış ve
ondan sonra dahi "Ene'n-ne-biyyü lâ kezib, Ene'bnü Abdilmuttalib (Ben
peygamberim, yalan değil. Ben Abdulmuttalib'in oğluyum)" demiş591 ve bize,
"Kendi elleriyle kitap yazıp da sonra bu Allah'ın indindendir diyenlere
veyl"592 ve
"Allah'a kizb iftira eden kimseden daha zalim kimdir"593 âyet-i
celileleriyle böyle bir iftiranın Allah katında ne büyük bir musibet olduğunu
bildirmiş ve hayatı boyunca latîfe olarak söylediği sözlerde bile bir kere
olsun yalan saylememiş olan ve vefatından bir ay evvel sahabilerinin ileri
gelenlerini Hz. Aişe'nin hanesine çağırıp: "Ey As-hab, Refîk-i A'Lâya
dönüş zamanı yaklaşmıştır, size takvayı ve Allah korkusunu vasiyet ederim. Sizi
Allah'a ısmarladım. Ben müjdeleyici olduğum gibi hem de apaçık uyarıcıyım.
Cenâb-ı Hakkın mülkünde kullarına tepeden bakıp büyüklük taslamayınız"594 demiş olan ve
kalb temizliği ve doğru sözlülüğüyle yukarıda ismi geçen Barthelemy-St-Hi-laire
gibi Müslüman olmayan bazı ehl-i insaf kimseler tarafından bile tasdik edilen
masumiyeti her halinden belli olan bir zata karşı böyle bir sû-i zan ve isnatta
bulunmak doğrusu ancak ar ve insaftan büsbütün yoksun bir inatçı münkire
yakışır. Yalan ve gösteriş takva gibi yüce bir hasletle bağdaşması imkansız bir
utançtır. Vera' ve takvanın en ayırıcı özelliği doğruluk ve ihlastır.
Takvalılar zümresince yalan ve riya kadar nefret edilen başka bir kötülük
olamaz."595
Görüldüğü
gibi davet tarihinin ilk yarısında Resulullah'm doğruluk ve güvenilirliğini
kabul eden bazı müsteşrikler, onu, bu ikinci dönemde, eski doğruluk ve güvenilirlik
özelliğini yitirmekle itham etmektedirler. Hz. Peygambere (salla’llâhü aleyhi
ve sellem) yönelttikleri en önemli itham, Tanrı telakkisinde değişiklik meydana
geldiği, Yahudilere karşı katı davrandığı, müşriklerle yaptığı antlaşmalara
saygı göstermediği, hac ibadetinde putperestlik dönemine ait bazı geleneklerin
devamına izin verdiği, gerekçesiyle tevhid meselesinde tavizkâr davrandığı,
cinsî arzularını tatmine aşırı eğilim gösterdiği ve Mekke ve Medine
dönemlerinde Kur'-ân'ın üslup ve muhtevasında değişiklik meydana getirdiğidir.
Bu bölümde sözkonusu iddialar teker teker ele alınıp değerlendirilecektir:
·
1. Mekke'deki "Allah"
Telakkisinde Değişiklik Meydana Geldiği iddiası
Bazı
Müsteşrikler "Müslümanların Medine'de savaşçı bir tutum içine girmeleri,
Tanrı anlayışında bile değişiklik meydana getirmiştir." Onun daha önce
merhamet sıfatına, katı kalbli kâfirlere karşı gösterdiği sertlik vasfı
eklenmiştir"596
demekte ve iddiasında bulunmaktadır.
Şimdi
de müsteşriklerin Kur'ân-ı Kerimdeki Tanrı telakkisiyle ilgili görüşlerini
gözden geçirelim. Mekkî ve Medenî sûrelerde İslâmın Tanrı anlayışında herhangi
bir değişiklik meydana gelip gelmediğini anlamak için Kur'ân-ı Kerime başvurmak
yeterlidir. Gerçekten Kur'ân-ı Kerim, Allah'tan daima hem iyinin hem de kötünün
karşılığını veren, adalet sahibi bir varlık olarak bahseder. Mekkî sûreler bu
iki tip mükâfatı aynı anda bize göstermektedirler.597 Buna karşılık gerek Mekke'de gerek Medine'de
nâzil olan sûrelerin herbiri besmeleyle başlamaktadır. İki devrede de, herhangi
bir ayırım yapılmaksızın, insanlar için Allah aşkının, iyiliksever, doğru,
sabırlı, muttakî kulların nasibi olduğunu; gazabının ise, zalimlere,
kibirlilere, kâfirlere tahsis edildiğini anlamak güç olmasa gerektir. Fakat
münekkitlerin görüşleri hilafına burada belirtilmesi gereken husus, savaş
isteyen İlâhî kudretin en sık Mekke'de nâzil olan sûrelerde geçmesidir: Doğru
yoldan ayrılmış ve bu yüzden korkunç İlâhî azaba duçar olmuş kavimlerin
kıssaları Mekkî sûrelerde, aynı yolda yürüyen şehirler için kapalı bir tehdit
olarak sık sık zikredilmiştir. Üstelik Kur'ân-ı Kerimi daha yakından tetkik
edecek olursak, saldırganlara karşı Medine'de farz kılınan harbin, daha
önceleri Mekke'de açık bir şekilde verilmiş olan ültimatomun ifasından başka
bir şey olmadığını görürüz.598
Gerek
bu itirazın, gerekse daha başka birçoğunun temelinde, bir yanlış anlama yatmaktadır;
bu, müsteşriklerin İslâmdaki "nesh" mefhumu hakkında yanlış bir fikir
edinmelerinden kaynaklanmaktadır.599
Gerek
Kur'ân ve gerekse Kur'ân'ın tebliğ edicisi Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hiçbir zaman,
insan nefsine saygıyı ihmal etmemişlerdir. Bunların, insan canına saygı duymak
için sunmuş olduğu etkin, sağlıklı ve doğru yolun bir benzerini herhangi bir
dinde görmemiz oldukça zordur. Kur'ân-ı Kerim, her yerde ve değişik üsluplarla
etkileyici ve kesin bir ifâdeyle bu direktiflerini sunmaktadır. O, haksız yere
bir cana kıyanı bütün insanların canına kıymış, bir kimseyi yaşatanı da bütün
insanları yaşatmış gibi kabul eder.600 Allah sevdiği kullarının niteliklerini
açıklarken, "Allah'ın haram kıldığı canı haksız yere öldürmeyin" der
ve bunu çiğneyenin "günahı ile karşılaşacağını" vadeder.601 Bir başka
âyette, doğrudan doğruya insana seslenerek, "Hak ile olması hali dışında;
Allah'ın haram kıldığı cana kıymayın" diye emreder.602
Hz.
Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) de,
cana kıymayı, Allah'a ortak koşmaktan sonra en büyük günah kabul etmiştir.603 Kişinin, -bir
cana kıymadığı sürece-bir genişlik içinde olmaya devam ettiğini belirtmiş,604 insanlar
arasında hakkında hüküm verilecek ilk şeyin kan dökmeler olduğunu ifâde
etmiştir.605
Medine
döneminde farz kılınan silahlı mücadele ne Hz. Muhammed'in Allah hakkmdaki
anlayışında bir değişikliğin meydana gelmesinden, ne de diğer herhangi bir
dünyevî amaçtan ileri gelmiştir. Aksine, zulüm ve haksızlıklara karşılık
vermek,606 Allah
yolundan alıkoyanlara engel olmak,607 hıyanet ve antlaşmayı bozanlara gereken
cezayı vermek,608
iç düşmanın kökünü kazımak,609
güvenliği korumak,610
mazlum Müslümanları desteklemek,611 fitne ve fesada engel olmak612 kısaca
kâfirlerin m'üminlere olan kötülük ve hücumlarını savmak, artık belli bir
toprak parçası üzerinde organize bir yapı halini almış İslâm toplumunun dinî,
vatanî ve sosyal haklarını korumak ve yeryüzünün her tarafında bulunan Allah
kullarına Allah'ın dini olan İslâmî barışçı yollarla tebliğ etmeye çalışırken,
ortaya çıkan ve maddî güçten başka bir şeyden anlamayan engelleri aşmak için
farz kılınmıştır.613
Cihad
görevi yarine getirilirken en hassas ölçüler ortaya konmuş, suiistimali
önleyecek her türlü tedbir alınmıştır. İslâm cihadı, maharet, hazakat ve
merhametli bir cerrah doktorun elindeki neştere benzetilebilir. Müzmin
hastalıklar, vücudu tahrip edici mikroplar var olduğu sürece bu neşterle
ameliyat kaçınılmazdır. Fakat bunun en İnsanî ve az zararla gerçekleşmesi için
gerekli tedbiri alınmıştır. Meselâ şu noktalara getirdiği yasaklar bunun
örnekleridir: Savaşçı olmayan sivillere dokunma yasağı,614 ânî hücuma kalkışma yasağı,615 ateşle yakma
yasağı,616 hedef
yaparak öldürme yasağı,617
yağma, talan yasağı,618
yıkım ve tahrip yasağı,619
müsle (organları kesme yasağı),620 esirin öldürülmesi yasağı,621 elçi ve
aracıların öldürülmesi yasağı,622 ahidlerin bozulması yasağı,623 fesât ve ifsat
yasağı...624
·
2. Yahudilere Kah Davrandığı İddiası
Şimdi
bir asılsız ithamı daha ele alalım. Hz. Muhammed'in, Medine döneminde
Yahudilere karşı katı davrandığı iddiasına bir göz atalım. Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) Medine'ye gelir gelmez, o andaki şehrin bütün sakinleriyle
yapmış olduğu antlaşmanın kapsamına Yahudileri de aldığını görüyoruz.625 Antlaşma herkesi
eşit tutmuş. Kendilerine kötülük yapmak isteyen dış düşmana karşı tek yumruk
olmalarını zorunlu kılmıştır.626
Bu antlaşma, sadece Yahudilerle diğer dinlerden olan vatandaşlarını eşit
tutmakla kalmıyor, aynı zamanda kendi aralarında Yahudileri de eşit ve aynı
haklara sahip görüyordu.627
Oysa ondan önce Yahudiler kendi aralarında bile bölük pörçük ve yekdiğerine
düşmandılar.628
Bazıları, kendilerini diğer dindaş ve vatandaşlarından daha faziletli ve üstün
sayıyordu. Bu eşitsizlik kan bedellerine bile yansıtılıyor olacak ki, sözkonusu
antlaşma bütün bu eşitsizlikleri iptal ettiğini belirtme gereğini duyuyordu.629 Bütün bunların
yanısıra, Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) kendilerini İslama
girmeye mecbur etmediğini de gözönüne getirdiğimizde,630 bu antlaşmanın temel şartı her ki tarafın
düşmanca herhangi bir yola başvurmamaları, herhangi birisinin ötekinin
düşmanına yardımcı olmaması şartı idi.631 Bu antlaşma ile Resûlullah ve bütün
Müslümanlar Yahudilerden yana kendilerini güvenlik içinde hissettiler.
Böylelikle Yahudilerle Müslümanlar arasındaki ilişkilere sevgi ve dostluk
egemen oldu. Fakat Yahudiler antlaşma şartlarına aykırı işler yapmaya
başladılar. Meselâ, Na-diroğulları, Kureyşlilere (Müslümanlara ait) gizli
haberler ulaştırmış ve onları Hz. Peygamber ile savaşmaya teşvik etmiş,
Müslümanların zayıf yerlerini onlara bildirmişlerdi.632 Hatta Nadîroğulları bununla da yetinmeyerek
birkaç kez Hz. Peygamberi öldürmeye teşebbüs etti.633 Bu yaptıkları affedilmez bir hiyanet olduğu
gibi, kendileri açısından büyük bir akılsızlık olduğu da görülüyor.
Bütün
bunlara karşılık, Hz. Peygamber onlara verdiği taahhütlerinde herhangi bir
eksiklik yapmamış ve güzel bir şekilde onlara muamele etmişti. Ansızın onlara
hücum etmek yerine, Muhammed bin Mesleme yoluyla onları sakındırmak üzere haber
göndermiş ve artık yaptıkları sözleşme şartlarını çiğnediklerini, bu yüzden on
gün zarfında Medine'yi terketmeleri veya savaşmayı kabul etmeleri gerektiğini
söyledi. Buna karşılık onlar, "Bizler topraklarımızı bırakıp bir yere
gitmeyiz. İşine geleni yap" dediler.634
Bunun
üzerine Hz. Peygamber, onları kuşatmak zorunda kaldı. Kuşatma uzadıkça güçleri
zayıfladı ve sonunda, kanlarının dökülmemesi, develerinin taşıyabileceği kadar
mal götürerek Şam'a göç etmeleri için izin verilmesini istediler. Hz. Peygamber
onlara bu izni verdi ve onlar da göç ettiler.635 Hz. Peygamber, onları öldürebilirdi.
Hiyanetleriyie bunu hak etmişlerdi. Fakat Hz. Peygamber onlara merhamet etti.
Sadece canlarını bağışlamakla kalmadı, götürebildikleri kadar mallarını da
götürmelerine müsaade etti. Fakat onlar gittikleri yerde rahat durmadılar,
bütün Arapları Müslümanlara karşı kışkırttılar. Aradan iki sene geçince 24 bin
savaşçısı bulunan bir ordu hazırlayarak Medine'ye saldırmaya kalkıştılar.
Görüldüğü gibi, Hz. Peygamber son derece merhametli davranmış ve ileride
kendisine zarar verir diye yılanın başını ezmemiş tir.
Benî
Kaynuka'da, kendi çarşılarında alışveriş yapmak üzere bulunan genç bir Müslüman
kadına bazı Yahudi delikanlıları tarafından laf atılıp, örtüsü kaldırılmak
istendi. Kadın kendilerine karşı koydu. Fakat onlardan biri durumdan habersiz
kadının elbisesini bir iple bir yere bağladı, kadın aniden yürüyünce elbisesi
açıldı ve vücudu göründü. Bunun üzerine hem utançtan, hem de öfkeden acı
çığlıklar atmaya başladı. O sırada oradan geçen Müslüman bir genç bunu yapan
Yahudiyi orada öldürdü. Maktûlün yakınları da toplanarak Müslüman genci şehit
ettiler. Bu bir savaş sebebi oldu. Yahudilerin oturdukları mahalle kuşatıldı.
15 gün süren kuşatmada, Hz. Peygamber onlara Müslüman olmayı teklif etti, onlar
ise bunu reddettiler.636
Fakat on beş gün sonunda teslim oldular.637 1500 kılıç, 300 zırh, 2000 mızrak ve 500
kalkandan ibaret638 olan
silahları alınarak, Medine'yi terketmelerine izin verildi. Görüldüğü gibi Hz.
Peygamber adı geçen iki kabileye karşı merhametli davranmıştır.
Benî
Kurayza'ya gelince, suçları en büyük hiyanetti. Çünkü, Hendek Savaşı sırasında,
kendilerinin ve dinlerinin kökünü kazımak amacıyla, vatandaşları olan
Müslümanlara, hem de daha önce akdedilmiş ve Müslümanların saflarında savaşmayı
gerekli kılan kuvvetli bir antlaşma ortada dururken639 sırt çevirmişler ve aleyhlerine dönmüşler.
Böylece Medine'yi kuşatmış olan Kureyş ve müttefiklerinin ordusuyla birlikte
fiilen savaşa katılmış oldular.640 Hz. Peygamber, onların antlaşmayı
bozduklarını haber alınca onlara Sa'd b. Muaz ile Sa'd b. Ubade'yi gönderdi.
Elçiler, antlaşmaya bağlı kalmaları konusunda onlara öğüt verdi. Fakat
Kurayzaoğulları, net bir şekilde "Bizimle senin aranda hiçbir antlaşma
yoktur" diye ilan etti. Müslümanlar iki ateş arasında kaldılar. Öyle ki
Hz. Peygamber, Medine mahsullerinin üçte birini hücum edenler ile bir barış
yapmak karşılığında vermeye hazırlanıyordu.641 Bu zor duruma bizzat Kur'ân-ı Kerimde de
işaret edilir.642
Bu şartlar altında antlaşma bozulduktan sonra, artık bu gibi insanlara güzel
davranmak intihar sayılırdı. Müslümanlar, Hendek savaşını bitirir bitirmez,
Kurayzaoğullarını kuşatma altına aldılar. 15 veya 25 gün boyunca kaleleri
yıkılmaya devam edildi. Kesin olarak yenileceklerini anlayınca, bir elçi göndererek
Sa'd b. Muaz'ın vereceği karara razı olarak teslim olacaklarını söylediler.643 Sa'd b. Muaz ise
onlar hakkında şu kararı verdi: "Ergenlik yaşma gelmiş erkekler
öldürülecek, kadın ve çocuklar esir alınacak, malları Müslümanlar arasında
paylaşılacak." Bu hüküm uygulamaya konuldu ve buna dayanılarak
öldürüldüler. Bu durumda hiç kimse Hz. Peygamberin hücum ettiğini ve antlaşmayı
bozduğunu söyleyemez.
Şu
hususlar düşünüldüğü takdirde haklarında verilen hükmün hiç de öyle adalete
ters bir şey olmadığı anlaşılır: (1) En zor şartlarda antlaşmalarını bozmuş,
müttefiklerini yok etme pahasına düşmanlarının tarafına geçmişlerdi. (2)
Kaleleri son derece stratejik bir noktada bulunuyordu. Burada kalmalarına izin
verilmesi Müslümanlar için her an büyük bir tehlikeydi. (3) Mal ve silahlarının
ellerinden alınıp sürgün edilmeleri de akıllıca bir iş olmazdı. Çünkü daha önce
sürülen ırkdaşları (Nadir oğulları) Müslümanların aleyhinde ordular toplamış ve
bütün Arabistanı hücuma geçirmişlerdi. (4) Bu cezayı Hz. Peygamber teklif
etmemiş, kendilerinin teklif ettiği bir hakem tarafından önerilmiştir. (5)
Dünyaca kabul edilen hüküm şudur: İki taraf birinin hakemliğini kabul ederse, o
kişinin verdiği hükmü yerine getirmekle yükümlüdürler. (6) Bizzat Tevrat böyle
bir suçu işleyene bu cezanın verilmesini emrediyor. (7) Sadece silah
taşıyabilen erkekler öldürülmüş, kadın ve çocuklara dokunulmamıştır.644
Bir
müsteşrik de, İlâhının Rahman ve Rahim olduğunu söyleyen bir dinin, Beni
Kurayza Yahudilerine nasıl öyle bir ceza verdiğine şaşıyor.645 Ama bu müsteşrik, sözkonusu Yahudilerin ahde
hiyanet ettiklerini, kurdukları planın amacı İslâmî ve Müslümanları yeryüzünden
silmek olduğunu bilmezlikten geliyor.
Eğer
zafer kazanıp Müslümanların ülkesini ele geçiren Yahudiler olsaydı, taptıkları
ve bir iddiaya göre646
Müslümanların Alemlerin Rabbini bir bildiğinden daha çok bir bildikleri ilahın,
peygamberlerine vahyettiği Tevrat'ın hükmü gereğince ne yapacaklarını adıgeçen
müsteşrik biliyor mu acaba? Evet Tevrat bu konuda şöyle diyor: "Savaşmak
üzere bir şehre yaklaştığında önce barışa çağır. Eğer seninle barış yapmayıp
savaşmaya karar verirse, onu kuşat. Eğer İlâhın olan Rabb, onu almayı sana
nasib ederse, bütün erkeklerin boynunu keskin kılınç ile vur. Kadınlara,
çocuklara, hayvanlara ve şehirde bulunan diğer her şeye gelince, hepsini
ganimet olarak al. Ganimet olarak kendin için sakla. İlahın olan Rabbin sana verdiği
düşmanının ganimetini yersin. Senden gerçekten uzakta olan ve bu civardaki
milletlerin olmayan bütün şehirlere karşı böyle davranırsın."
(Buraya
kadar olan hüküm Müslümanlarla ilgili değil. Çünkü onlar aynı şehirde yanyana
yaşadıkları Yahudilere göre uzak milletlerden sayılmazlardı. Onlarla ilgili
hüküm ise şuydu:) "Fakat İlahın olan Rabb'in sana nasib ettiği bu
milletlere gelince, onlardan tek bir ferdi bile geride bırakma (hepsini
öldür)!"647
Görülüyor ki, Müslümanların İlahı, hatta bizzat onların ölçülerine göre bile
Yahudilere karşı merhametli davranmıştır. Acaba İngiliz müsteşrik bunu neden
unutuyor? Beni Kurayza Yahudilerinden biri olan Amr bin Sa'dî bile bu alçakça
hiyanetlerine ortak olmayı reddetmiş ve şöyle demekten kendini alamamıştır:
"Ben Muhammed'e asla hiyanet etmem!"648
Hz.
Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem), onların malında gözü olsaydı onları
sürgün edip mallarına el koymak veya en azından Medine'de kalmalarına müsaade
edip mensupları hesabına mallarını ellerinden almakla yetinirdi. Hainlerin
bizzat kendileri bile, bir an olsun inkâr etmeyi düşünmemişlerdir. Öyleyse,
bunca asırlar sonra birinin çıkıp bunu inkâr etmesi gülünçtür.
·
3. Ekonomik Üstünlük Hırsına
Kapıldığı İddiası
Hz.
Peygamber hakkında Medine'de kendini kaptırdığı iddia edilen ekonomik üstünlük
hırsına gelince, bunun da hiçbir aslı esası yoktur. Çünkü, Medine'ye akan
ganimet mallarına sahip Müslümanlar ekonomik açıdan Yahudilerden daha aşağı
değillerdi. Üstelik, eğer bu İktisadî üstünlük iddiası doğru olsaydı,
Müslümanların servete kavuştuğu o son günlerden ziyade hicretin başlangıcında
daha açık olarak göze çarpmah ve daha etkili bir biçimde Müslümanların iştahını
kabartmalıydı. Bilindiği gibi Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) dünya
malına hiç önem vermezdi649.
Dolayısıyla, mallarına el koyup o sıralar fakir olmayan Müslümanlar arasında
bölüştürmek için Benû Kurayza Yahudilerini öldürme planlarını yapması ma'kul
değildir. Sonra eğer, Hz. Peygamberi, onları öldürmeye iten sebep mallarını ele
geçirmek olsaydı, neden daha önce Benû Kaynuka' ve Benu Nadîr kabilelerini
öldürmedi? Eğer, Hz. Peygamberin Yahudilere karşı kin ve nefret duyguları zaman
geçtikçe yükselip güçleniyordu denirse, o zaman, Benû Kurayza'dan sonra
kendileriyle savaştığı Hayber Yahudilerini öyle bir cezalandırmalıydı ki,
onlardan büyük-küçük, erkek-kadm .kılıçtan geçirmedik hiç kimse bırakmamalıydı.
Oysa bunlara verdiği ceza önceki üç kabileye verdiğinden ve hatta bizzat
kendilerinin tercih ettiğinden çok daha hafiftir.650
Hz.
Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Cabir bin Abdullah'tan alacağı olan
bir Yahudinin iradesine karşı adalet ve saygısına bakınız ki, Yahudi, onun,
Abdullah'ın borcu konusundaki şefaatini reddedince, Yahudiye razı oluncaya
kadar mal veriyor. Yine bakınız ki, kendisi vefat edinceye kadar zırhı,
veresiye olarak.yiyecek aldığı bir Yahudinin yanında rehin kalıyor.651 Eğer Hz.
Peygamberin, Yahudilerin servetlerinde gözü olsaydı, mallarına el koymak için
ortaya çıkan hiçbir fırsatı kaçırmazdı. Oysa örnek olarak, Hayber Kalesinin
kuşatılması sırasında Resulullahm yanma gelip Müslümanlığını ilan eden ve bir
Yahudinin koyunlarmı güden bir hizmetçiye Resulullah, efendisine hiyanet
etmemesini ve hayvan sürüsünü alıp ona götürmesini ve sonra tekrar ordugâha
dönmesini emretti.652
Resulullahm
Yahudilere karşı insaflılığına ve onlardan haksız yere hiçbir şey almak
istemeyişine bir örnek de, Hayberlilerin bir çeşmesinin başında öldürülmüş
olarak bulunan bir sahabisinin, katilin tam olarak tesbit edilmemesi üzerine
diyetini bizzat kendisinin ödemesidir.653 Hz. Peygamber'in maktulün yakınlarına,
katilin kimliği konusunda yemin edip etmeyeceklerini sormuş, onlar ise yüzde
yüz emin olmadıkları bir konuda yemin etmeyeceklerini belirtmişlerdi. İşte
Resulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) mensuplarını böylesine yüce bir
ahlakla terbiye etmişti: Bu terbiye sayesinde, suçlu olduğunu gözleriyle
görmedikleri birinin katil olduğuna yemin etmiyorlardı. Oysa, katilin mutlaka
bir Yahudi olduğunu da biliyorlardı. Yahudilerle Müslümanlar arasında böyle bir
suça itebilecek kadar bir düşmanlık mevcuttu. Müslümanların ne Yahudilere ve ne
de dinlerine asla güvenleri yoktu. Maktulun yakınları, birini katil diye ilan etmek
için şüphe ve ithamlarla yetinmiyor, kesin delillerin olmasını zorunlu
görüyorlardı. Resulullah isteseydi, onları şu veya bu gerekçeyle diyeti ödemeye
mecbur ederdi. Değil mi ki, maktul, onlara ait bir çeşmenin başında ölü
bulunmuştu. Üstelik onunla hiç kimse arasında bir düşmanlık da yoktu. Aksi
halde yakınları bunu söylerlerdi. Fakat Resûlullah bütün bu gerekçelere
bakmamış, maktulün diyetini kendi malından vermeyi tercih etmişti.
·
4. Antlaşmalarına Bağlılık
Göstermemeye Başladığı İddiası
Ahde
vefa ve bağlılık, Hz. Muhammed'in en önemli özelliklerinin başında gelir. Ona
inen Kur'ân'da defalarca ahde ve yapılan sözleşmelere bağlılıkla ilgili emir ve
tavsiyelerde bulunulmuştur654.
Hadis ve siyer kitapları, onun ahde vefa ve sözleşmelerine bağlılık
örnekleriyle doludur. O, sözden dönmeyi münafıklık alameti saymış, sözünden
dönenler için Kıyamet günü bir sancağın dikilerek herkesin içinde rezil
edileceğini söylemiş655,
bir borcunu ödemek için alacaklıyla sözleştiği yere üç gün boyunca gidip
beklemiş,656
Bedir Harbi gibi Müslümanların ölüm kalım savaşı olan bir zorlu anda yanma
gelen Hz. Hu-zeyfe ve babası, yolda müşriklere yakalanıp onların sıkıştırması
üzerine Hz. Muhammed'e yardım etmemeye söz verdikleri için, Hz. Peygamber
ikisinin sözlerine bağlı kalarak Medine'ye dönmelerini istemiş ve yardımı
Allah'tan isteyeceğini belirtmiştir.657
Bütün
bu örnekler ortada dururken ve ahde vefa Hz. Peygamber'in tabiat ve
karakteriyken bir itham ortaya atılıyor.658 Bu ithama göre Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) Mekke müşrikleriyle olan antlaşmalarına —haşa— bağlı
kalmamıştır! Hiç şüphesiz bu, söyleyecek söz bulamayan, sırf bir karalamada
bulunmak için konuşan bir kimsenin sözü olabilir. Yoksa bütün dünya da biliyor
ki, Hudeybiye barış antlaşmasını ihlal eden müşriklerdir. Oysa, şartlarını
bizzat kendileri tercih edip dikte ettirmişlerdi. Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) de, sırf bir barış gerçekleşsin ve geri dönüş yaptıklarında
kendi aleyhlerinde kendileri hakem olsun diye bu konuda müşriklere muvafakat
etmişti. Hatta bu tutumu, saçını tıraş etmek ve Mekke'de kesmek üzere
beraberinde getirdiği kurbanları kesmek istediğinde, Müslümanları, belki de ilk
defa, neredeyse karşı gelme gibi bir duruma itmişti. Nihâyet, Hz. Ummü Seleme
(r.a), Resu-lullahın gönlünü almış, kalkıp tıraş olarak kurbanlarını kesmesini
istemişti. Böylece Müslümanların, yaptıklarından utanarak Resulullah'm yaptığı
gibi davranmalarını sağlamıştı.659
Hz.
Ömer (r.a)'ın, sözkonusu antlaşma maddelerine itirazı ve şu meşhur sözü
bilinmektedir: "Dinimizden neden taviz veriyoruz?". Müşrikler, bu son
derece şirretçe şartları dikte ettirdiler. Hz. Peygamber ise, bir insanın
yapabileceğinden daha fazla bir gayretle bu maddelere sadakat gösterdi. Hatta,
henüz antlaşmanın mürekkebi bile kurumadan, müşriklerin safından biri Müslüman
olarak geldi, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) antlaşma gereği onu
saflarına kabul etmeyerek geri iade etti. Yine, daha sonraları da,
akrabalarının muvafakatim almadan Müslüman olarak gizli bile olsa Medine'ye
gelen hiç kimseyi kabul etmemiştir. Nihâyet öyle gelişmeler oldu ki,
Kureyşliler kendileri, Resu-lullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'a gelip,
Müslüman olarak yanma gelen herkesi kabul etmesi için ricada bulundular. Çünkü,
Mekke'de yakınları rağmına Müslüman olanlar, bir çete kurmuşlar ve Mekkelilerin
ticaret yolu üzerinde yerleşerek, kendilerine güçlükler çıkarmaya
başlamışlardı. Bütün bunlara rağmen, antlaşmayı bozanlar yine müşrikler oldu.
Öyle ki, o şan ve şöhretiyle (!) Ebu Süfyan, tedirginlik ve telaş içinde
Medine'ye gelerek Hz. Peygamberi razı edip yeniden barış antlaşmasını
tazelemesini istemeye mecbur kaldı. Medine'ye gelen Ebu Süfyan öz kızı ve Hz.
Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) eşi Ummü Habibe tarafından bile
soğuk karşılandı. Çaresiz, konuyla ilgili olarak Hz. Peygamberin (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) muhtereme kızı Hz. Fatıma'nm yanma gitti. O gün için henüz
çocuk olan oğlu Hz. Hasan'a başvurarak Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) nezdinde kendisine aracı olmasını rica etti. Bizzat kendi deyimiyle, bu
davranışıyla Hz. Haşan kıyamete kadar, Arapların efendisi olacaktı.660
Gerçekler
böylesine gün gibi açıkken nasıl olur birisi çıkıp da, Hz. Peygamberin (salla’llâhü
aleyhi ve sellem), başarısız kalan birkaç girişimden sonra antlaşmayı bozarak
Mekke'nin üzerine yürüdüğünü ileri sürebiliyor?!661 Burada, Tevbe Sûresinin başında işaret edilen
olaylar ima ediliyor. Oysa oradaki âyetler662 hiçbir yoruma ihtiyaç göstermeyecek kadar
açıktır. Sözkonusu âyetler, Müslümanlarla yaptıkları antlaşmaya bağlı kalan
müşrikleri ayırıp, Müslümanların bu antlaşmalara sonuna kadar bağlı kalmalarını
emrediyor. Antlaşmalafrım ihlal eden hainler için de ayrı bir hüküm getirerek,
bunlara da dört ay süre tanınmasını istiyor. Bu süre sonunda savaş halindeki
düşman gibi muamele göreceklerini ilan ediyor. Antlaşmaya hiyanet etmek bunun
neresinde? Asıl hiyanet edenler, yaptıklarına rağmen, kendile-rine, dört ay boyunca
tam bir hürriyet içinde yeryüzünde dolaşma izni verilen müşrikler değil midir?
·
5. Cinsel Arzularına Aşırı Düşkünlük
Göstermeye Başladığı İddiası
Pekçok
müsteşrik, Hz. Peygamberin—haşa—şehvetine düşkün olduğunu, bunun için Allah'a
iftira etmekte tereddüt etmediğini, şehvet-perestliğini meşru göstermek için
zaman zaman âyetler uydurmaktan çekinmediğini iddia etmektedir. Meselâ
Sprenger, "Das Leben und Lehre des Mohammad" isimli eserinin III.
cildinin 61-87 sayfalarını Hz. Muhammed’in hanımlarına ayırır. Burada özetle,
Hz. Peygamber'in 14 hanımından her birisi hakkında bilgi verir ve eserin özetle
şunları söyler: Çok evlilik Araplarda bulunmakla birlikte aşırısı ahlaksızlık
olarak telakki edilirdi. Bunun için Muhammed, kamuoyunun tepkisini özel bir
vahiyle teskin etme ihtiyacını duydu. Güya Allah, Ahzab Sûresinin 50. âyetinde,
diğer erkeklerden farklı olarak evlilik sayısında ve istediği kadını tercihte
kendisine büyük bir hürriyet bahşetmişti... Muhammed, bizzat, bu dünyadan
kadınlar, güzel koku ve namaz olmak üzere üç şeyin kendisine sevdirildiğini
ifâde etmiştir..."663
Frantz
Buhl de, "Hz. Muhammed'in vahyi onun şehvetperestliğinin hizmetinde
bulunmaktadır" iddiasında bulunmakta ve buna delil olarak da Hz.
Muhammed'in evlatlığının hanımı olan Zeyneb binti Cahş ile olan evliliğini
göstermektedir. Mekke'de yalnız Hz. Hatice ile evlendiğini, ancak Medine'ye
intikal ettiği andan itibaren hanımlarının sayısının durmadan arttığını,
nikahları altında bulundurabilecekleri hanım sayısını mensupları için dört hür
ve istedikleri kadar cariye (Sûre IV, âyet 3) ile sınırladığı halde bu
sınırlamanın kendisi için sıkıcı ve rahatsız edici olduğunu hissetmiş ve
şahsını bu sınırlamadan istisna etmiştir. (XXXIII, 49)664
Tor
Andrae de Hz. Peygamberin çok evliliğine temas eder, bunun Medine'deki
Yahudilerin de dikkatini çektiğini, "Bu ne biçim peygamber ki, evlenmekten
başka bir şey düşünmez" dediklerini belirtir ve bu kadar çok kadınla
evlenmenin ahlakî açıdan şüphe uyandırdığını iddia eder.665
Şimdi
müsteşriklerin Hz. Peygamberin—haşa—şehvetperestliği ve bu uğurda Allah'a
iftira ederek vahiy bile uydurmaktan çekinmediği konusundaki iddialarını ele
alalım.
Her
şeyden önce Hz. Peygamberin şehvetperest olmasının gerçekle ve tarihi
realiteyle hiçbir ilgisi yoktur. Çünkü, gençliğini mutlak bir iffet içinde
geçirmiş, evlendikten sonra henüz ömrünün baharındayken ve Allah yoluna davetin
ve bu uğurdaki savaşların ağır yükü omuzlarına yük-lenmemişken otuz sene
müddetle, hayatını sadece bir tek kadınla dürüst bir şekilde sürdürmüş666 Arkasından yine
elli yaşında yaşlı bir hanımla evlenmiş ve üç sene bu hanımla yetinmiştir. Elli
üç yaşında iken ilk defa üçüncü bir kadınla evlenmeyi düşünmüştür. Bu
teşebbüsü, Hz. Ebu Bekir'in kızı Hz. Aişe ile gerçekleşmiştir. Öte yandan Hz.
peygamber, çok kadınla evlenmeyi ne icat etmiş ne de dışarıdan kendi camiasına
sokmuştur. O sadece, daha önce gelmiş geçmiş Peygamberlerin yolunda
yürümekle
kalmamış, aynı zamanda hiçbir sınır tanımayan bir çokevlilik anlayış ve
uygulamasına da bir takım sınırlar çekmiştir.667
Böyle
bir şahsiyetin ahlâkî karakterini takdir etmek için pek öyle kuvvetli tarihçi
olmaya gerek yoktur. O zat ki, sabahın erken saatlerinden gecenin karanlığına
kadar günde beş vakit namaz kıldırır, Müs-lümanlara Kur'ân-ı Kerimi öğretir,
toplanan zekâtları dağıtır, Müslü-manlar arasında çıkan anlaşmazlıkları halleder,
yabancı heyetleri kabul eder, kral ve valilerle mektuplaşır, seferlere
kumandanlık eder, kanunlar koyar, İslâm devletinin temellerini atarak sağlıklı
bir biçimde işlemesi için gerekli esasları tesbit eder, tek kelimeyle herşey ve
herkesle meşgul olur ve bütün bunlardan sonra da, bütün geceyi ibadet içinde
geçirirdi. İşte Hz. Peygamberin saydığımız bu şahsî ve İçtimaî meşgalelerini,
düşüncelerini, vazifelerini, çeşitli sıkıntılarını gözönüne alacak olursak,
onun çok kadınla olan evliliklerinde sırf arzuların tatmin edilmesi dışında
diğer sebeplerin rol oynadığını kabul etmek zorunda kalırız. Gündüzünü bu
şekilde geçiren Hz. peygamber, geceleyin de-Hz. Aişe ve diğer
ümmehatü'l-mü'mininden naklonunan rivâyetler gözden gezçirilecek
olursa-uykusundan fedâkârlık ederek, bazan ayakları şişinceye kadar kıyamda
durarak668, bazan
da öldü sanılacak derecede secdeye kapanarak669 uzun müddet namaz kılar; zaman zaman, ölen
Müslümanların ruhlarına dua etmek için mezarlığa gittiği görülürdü.670
Bilindiği
gibi onun sünnetinin büyük bir kısmı insanlığın yarısını teşkil eden kadınlarla
ilgilidir. Bu bilgileri, diğer Müslüman kadınlara iletebilmek ancak, yaşları ve
hayat şartları itibariyle çok çeşitli kadınlar vasıtasıyla mümkündü. Hz.
Peygamberin hanımları, kendi dönemlerindeki Müslüman hanımların hukuk
danışmanları oldukları gibi, kendilerinden sonraki hanımlar için de önemli bir
bilgi kaynağını oluşturmuşlardır. Bu görevlerine Kur'ân-ı Kerimde de işaret
edilmiştir.671 Bu
ağır görev birkaç hanımla yerine getirilemezdi. Bu başlıbaşma yeterli bir
gerekçe olmakla birlikte, bir de Hz. Peygamberin hak oluşuna bakan hikmetleri
de vardır. Şöyle ki: însanın özel aile hayatında her türlü ikiyüzlülük Örtüleri
düşer. Kişinin ne olduğu tam olarak ortaya çıkar. Çünkü birisinin uzun süre ve
özel hayatına girmiş birçok zekî insanın dikkatli gözlemleri altında kendi
gerçek kişiliğini gizlemesi mümkün değildir. Eğer, Hz. Peygamberin—haşa—en ufak
bir iki yüzlülük ve samimiyetsizliği bulunsaydı, bu, mutlaka farkedilir ve
yayılırdı.
Oysa
bakıyoruz ki, bütün o muhtereme hanımlar, Hz. Peygamberin sağlam karakteri
üzerinde ittifak ediyorlar. Onun samimiyetinin şahitliği için olsun bu kadar
çok kadınla evlenmesi yine yeterli bir sebep sayılırdı.672
Hz.
Peygamber, bu önemli iki hikmetin yanında ictimâî bir takım hikmetleri de
gözetmiş olabilir. Bunlar, bazı fedâkar Müslüman hanımları mükâfatlandırmak673, Müslümanların
en ileri gelen şahsiyetleriyle bağları kuvvetlendirmek674, güçlü Arap kabile reisleriyle irtibat kurup
aradaki bağları güçlendirmek675,
esir alman bir kabilenin ileri gelen şahsiyetlerini hürriyete kavuşturmaya
önayak olmak676
veya kendisine uygun olmayan bir sosyal mevkiden birini kurtarmak.. .vs.'dir.677
Hemen
belirtmek isteriz ki, Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bu
dünyadan kendisine iki şeyin sevdirildiğini, bunlardan birinin saliha kadın,
diğerinin güzel koku olduğunu, bunların yanında namaz kılmanın da gönlünün
sevinci olduğunu bildirmiştir.678 Bu Hz. Peygamberin ruh ve beden ihtiyaçlarına
dengeli bir önem verdiğini gösterir. Erkeğin kadını, kadının da erkeği sevmesi
bir kusur değildir679.
Asıl problem, Hz.
Peygamberin—haşa—şehvetine
aşırı derecede düşkün olup olmadığıdır. Çok iyi biliniyor ki, Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) meselâ, kadınlarla tokalaşmazdı.680 Hatta eli hiçbir namahrem kadının eline
değmemiştir. Eğer müsteşriklerin iddia ettiği gibi, şehvet düşkünü olsaydı,
onlarla tokalaşmaya, vücutlarına dokunmaya, onları huzurunda daha uzun süre
tutmaya çalışması gerekmez miydi? Böyle bir durum sözkonusu olsaydı, neden
örtünmeyi kanun altına alarak, kadın ergenlik çağma ulaşınca eli yüzü hariç bütün
vücudunu örtmesini bir mecburiyet olarak getirdi?681 Bu müsteşriklerin belirttikleri doğru
olsaydı, acaba, yabancı kadınlara bakışı engelleyen böyle bir tesettür emrini
aklından bile geçirir miydi?
Oysa
Hz. Peygamberden (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hayatı boyunca, ne
peygamberlikten önce, ne de peygamber olduktan sonra, ne Mekke'de iken, ne de
Medine'de bu konuda şüphe uyandıracak bir tek davranış, üstü kapalı olsun bir
tek kelime nakledilmemiştir. Onun özel hayatı gün gibi ortada olup gizli
kapaklı hiçbir yönü yoktur.
Üstelik,
Hz. Peygamberin hayatı genel olarak zahidâne bir hayattı. Yeme ve içmesine özel
bir özen gösterdiği bilinmemektedir. Aksine, bulabildiği yemekle yetinirdi.
Bazan haftalar geçer mübarek hanesinde ateş bile yanmazdı.682 Bu esnada gıdası, hurma ve sudan ibaretti.683 Bu sabit bir
gerçek olup hemen herkes tarafından bilinmektedir. Aklı başında hiç kimse
bunun, şehvetine düşkün kimselerin tavrı olduğunu asla söyleyemez. Yine eğer
denildiği gibi Hz. Peygamber—haşa— şehvetine düşkün biri olsaydı, içinde
bulundukları hayattan daha müreffeh bir hayatı kendisinden istediklerinde
hanımlarından bir ay ayrı yaşayabilir miydi?684 Denebilir ki, bunu tek onları cezalandırmak
için yapmıştır. O zaman biz de sorarız: Neden onları bu şekilde cezalandırma
yoluna gitsin? Şehvetine düşkün bir kişi, hele elinde geniş imkânlar da varsa,
bütün gücünü kullanarak, gönlünü eğlendiren insanları memnun etmek ister. Sonra
farz-ı muhal olarak böyle bir şeyi düşünsek bile, acaba Hz. Peygamber o bir ay
zarfında başka bir kadınla evlene-mez miydi?
Yine,
bakıyoruz ki, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) yaptığı bütün
evliliklerde hiçbir zaman debdebeye kaçmamış, hep mütevazi düğün yemekleri
vermekle yetinmiştir. Oysa devletin bütün malları emrindeydi. Hanımlarını
memnun etmek için avuç avuç alıp dilediği gibi harcayabilirdi. Hanımları da,
kendilerine olan sevgisini isbat etmesi için düğünlerinde, yığın yığın etlerin
yendiği—haşa—içkilerin içilip eğlenildiği ziyafetler vermeye zorlamıyorlar.
Böyle bir zat, asla şehvetine düşkün biri olamaz. Evet, yeni Müslüman olmuş
biriyle evlenip, beraber olmak istediğinde, kadın beraber olmaktan Allah'a
sığındığında sadece şu sözlerle tepki gösteren bir zat asla şehvet düşkünü
olamaz: "Allah'a sığman birine dokunmam." Bundan sonra onu güzellikle
boşamış, izzet ve ikramla ailesinin yanma göndermiştir. Onu incitecek bir tek
kelime bile söylememiş ve yaptığından dolayı kendisini cezalandırmayı da asla
düşünmemiştir.685
Burada,
(gülüp geçilmesi için) VVashington Irving'in konuyla ilgili bir iddiasına da
değinmeden geçemeyeceğiz.686
Bu iddiaya göre, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)—haşa—güzel bir
kadını gördüğünde saçlarını tarıyor, elleriyle kaşlarını düzeltiyormuş!
Irving'in böyle son derece gülünç bir rivayeti nereden çıkardığını bilemiyoruz.
İşin garibi, Irving'in kendisi bu sözü söylemeden bir sayfa önce Hz. Peygamber
(salla’llâhü aleyhi ve sellem)'i oruç tutmayı seven, son derece sade giyinen,
tabiatı itibariyle yapmacık davranışlardan hoşlanmayan biri olduğunu söylüyor.
Yine kitabının başka bir yerinde, namazın Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi
ve sellem) ruh tesellisi olduğunu belirtiyor687. Başka bir yerde de, Hz. Peygamberin (salla’llâhü
aleyhi ve sellem), yanma elçi olarak gelen Adiy bin Hatem'in tasvir ettiği gibi
ev ve yaşayışının sadeliği üzerinde duruyor688. Bütün bunlar, şehvetperestliğe tamamen zıt
olan şeyler değil midir?
Ayet
inip de Müslümanların evli bulundukları kadın sayısını —cariyeleri hariç—dörtle
sınırladıktan sonra da Hz. Peygamberin dörtten fazla olan bütün hanımlarını
nikahında tutmasına itiraz edilebilir. Öncelikle şunu belirtelim ki, bu
sınırlandırma emri ancak hicretin sekizinci senesinde689, yani Hz. Peygamberin hayatının son
yıllarında inmiştir. O zarnan altmış yaşını geçmek üzereydi. O tarihten sonra
yeni bir kadın almamıştır. Bu durum karşısında kişi sormadan edemiyor:
"Eğer—haşa—Resulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) sanıldığı gibi
kadınlara düşkün biri olsaydı, kendisinin riâyet etmeyeceğini bile bile neden
nikah altında tutulabilecek kadın sayısını dörtle sınırladı? Acaba böyle bir
sınırlamadan amacı, bizzat bağlı kalmayacağı bir kanunu vazederek kendi
kendisini sıkıntıya sokmak mıydı? Eğer Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) —haşa—Kur'ân'ın müellifi olsaydı, böyle bir kanun koymaya asla tevessül
etmezdi. Veya en azından, önceden zannettiği gibi bağlı kalmayacağını bilir
bilmçz onu başka bir hükümle nesheder, yürürlükten kaldırırdı. Islâmda neshin,
sürekli olarak kolaydan zora doğru bir seyir takip ettiği de sanılmasın.690
Bunların
hiçbiri sözkonusu olmadığına, sınırsız bir şekilde evlenmek de geçerli bir örf
olduğuna göre, böyle bir kanunu neden koydu? Neden Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) diğer mü'minlere böyle bir sınırlama getirdiği halde, kendisi
de sadece bu dört hanımı alıkoyup diğer hanımlarını bırakmadı? Üstelik
istenildiği kadar cariye ile de beraber olunabilirdi? Hatta, böyle bir yasa
koymaya niyet ettiğine göre, şehevî arzusunu razı ederek de bunu kendisine
tatbik edebilirdi. Bunu da, kendisine hiç erkek evlat bırakmayan mevcut
hanımlarını bırakıp, onların yerine Arapların en güzel bakire dört kızını
alarak gerçekleştirebilirdi. Müsteşrikler tarafından Hz. Muhammed'in (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)—haşa—şehvet düşkünü olduğu tasvir edilip konunun bu derece
dile dolanmasına, diğer taraftan kendisini bu kadar sıkıntıya sokacak bir
vahyi—haşa—uydurduğu söylenmesine gerçekten hayret edilir. Oysa Resulullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) bu sınırladırmadan sadece bir sene önce Safiyye bin ti Huy ey
ile evlenmişti. Hz. Safiyye, Hayber Yahudilerinden birinin kızıydı. Esir olarak
alındığı için onunla hür bir kadın olarak evlenmek suretiyle değil de, cariye
olarak yanında tutabilirdi. Safiyye'den sadece bir sene önce de Cüveyriye
binti'l-Haris'-le evlenmiştir. Oysa Cüveyriye, Beni Mustalik ganimetleri
arasından bir Müslümanm hissesine düşmüştü. Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi
ve sellem) onu kendisine cariye olarak alması gerekirdi. Fakat, Safiyye'de
olduğu gibi bunda da böyle yapmadı. Acaba, iki sene sonra haklarında hüküm
inecek olan eşlerine ilave olarak bu iki hanımı nikahlanmakla kendine proplem
mi çıkarmak istiyordu? Böyle bir iddia tutarsızlığın işaretidir. Bu ise, Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'de asla rastlanmamıştır. Hz.
Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem), mü'minlere getirdiği dört kadınla
yetinme sınırlamasından kendisini istisna etmesini bir kusur olarak ileri
sürenler, kısa bir süre sonra vahiy inip Müslümanları değil de sadece Hz.
Peygamberi (salla’llâhü aleyhi ve sellem) muhatap alarak mevcut eşlerinden
birini başka biriyle değiştirmesini özel olarak yasaklamıştır.691 Bu da Hz..
Peygamberin bu konuda özel bir durumu bulunduğunu gösteriyor. Bazan yalnızca
onu bağlayan bir hüküm Müslümanları bağlamıyor, bazan da aksi vaki oluyordu.
Öte yandan Hz. Peygamberin hanımları âyet-i kerimenin açık ifâdesiyle
mü'minlerin anneleri sayılırlar692 ve onlarla hiçbir şekilde evlenemezlerdi.
Aynı anda nikah altında bulunabilecek hanım sayısını dörtle sınırlayan âyet
indiği zaman Hz. Peygamber fiilen dörtten fazla kadınla evli bulunuyordu. Eğer
sınırlama onu da kapsasaydı, nikâhı altından çıkaracağı kadınlar başka
mü'minlerle dinen evlenemez ve büyük bir haksızlığa uğrarlarladı.
Son
olarak, işaret etmek isteriz ki, hiçbir Müslüman, hatta hiçbir müşrik Hz.
Peygamberi (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bu noktadan yadırgamamıştır. Eğer
Müs-lümanlar, bu konuda şüpheyi gerektirecek bir nokta bulunduğunu
hisset-selerdi, asla susmazlardı. Kaldı ki, aralarından son derece tenkitçi Hz.
Ömer gibi zatlar bulunuyordu. Hz. Ömer (r.a) Resulullahın (salla’llâhü aleyhi
ve sellem) kayınpederiydi. Kızının bunca kumalarının bulunmaması kendisini
yakından ilgilendiriyordu. Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) mecbur
kalarak, kendisini bunca sıkıntıdan kurtarmak için diğer mü'minlerin de kendisi
gibi dörtten fazla kadınla aynı anda evlenmesine izin veren bir hüküm
çıkarabilirdi. Gerçekten, ne şekilde ifâde edilirse edilsin, bu konuda Hz.
Peygambere tenkit olarak yöneltilecek bir şeyi göremiyoruz. Çünkü, hüküm koyan
kendisi değil, Allah'tır. Kendiliğinden ne şahsı için, ne de Müslümanlar için
bir hüküm ortaya koymamıştır.
Söyleyip
naklettiklerindeki mesuliyeti takdir edemeyen bazı sözde Müslümanların uydurup,
bazılarının da rivâyet ettikleri zayıf bir rivâ-yeti dillerine dolayan
Müsteşriklerin ileri sürdükleri tutarsız itham da konumuzla yakından ilgilidir.
Bu da Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) kendi halasının kızı olan
Hz. Zeyneb binti Cahş ile evlenmesi hadisesidir. Bu uydurma rivâyet şöyle
özetlenebilir: Sözde, Hz. Peygamber bir gün herhangi bir iş için Zeyd'in evine
gitmiş. Onu evde bulamamış. Bunun üzerine, perdenin arkasında alelacele
elbisesini giyen Zeyneb Hz. Peygamber ile konuşmuş. Tam o sırada esen rüzgar
perdeyi kaldırmış ve Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) onu açık olarak
görmüş. Bu da Resulullah'm duygularını altüst etmiş. "Sübhane
Mukallibe'l-Kulûb Kalbleri döndüren Allah'ın şanı ne yücedir!" diyerek
geri dönmüş. Zeyd eve dönüp de, hanımından olup bitenleri öğrenince,
Resulullahm kendi karısına gönül verdiğini anlamış. Hemen Resulullahm huzuruna
vararak, Zeyneb'i boşayıp kendisinin evlenmesini önermiş. Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) hanımını tutmasını ve Allah'tan korkmasını emretmiş. Fakat
çok geçmeden vahiy inip Hz. Peygamberin boş yere gizlediği ve bastırmak
istediği duygularını ortaya çıkarmış ve açıkça Hz. Zeyneb'i eş olarak almasını
emretmiş. Uydurma rivâyet bundan ibarettir693. Washington Irving de kendi kafasından bu
rivâyete başka eklemelerde bulunuyor. Hz. Zeyneb evde ev kıyafetiyle otururken
Hz. Peygamber, kocasının babalığı olarak ansızın eve dalıyor. Zeyneb'in
güzelliğini ayan beyan görüyor.694
Hemen
şunu belirtmek isterim ki, birinci rivâyette geçen perde hadisesini, yani
kadınların perde arkasına çekildiklerini bu döneme ait hiçbir rivâyette
göremiyoruz. Aksine, Hz. Peygamberin evinde, Hz. Zeyneb'le evlendikten sonra
perde çekilmeye başlanmıştır695.
Irving'in, Hz. Peygamberin, yalnız başına evde bulunan Hz. Zeyneb'in yanma
ansızın girdiğini belirten iddiasına gelince, öncelikle böyle bir rivâyeti
nereden çıkardığını söylemeliydi. Böyle bir davranış, Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) ve sahabilerin ahlakıyla taban tabana zıt olması bir yana, şu
anda üzerinde durduğumuz tutarsız ve asılsız rivâyette bile yer almamıştır.
Hz.
Zeyneb'in bu kıssasında cidden önemli bir nokta vardır. O da şudur: Gerek
kendisi ve gerekse ailesi kesin olarak Hz. Zeyd'le evlenmesini reddetmişlerdi.696 Çünkü Zeyd (V. 8),
Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) kölesiydi. Hz. Hatice,
Resulullah ile evlendiğinde Zeyd'i kendisine hediye etmiş, Resulullah da onu
azad etmişti. Diğer taraftan Hz. Zeyneb ise, Müslümanların lideri ye reisi,
Allah'ın Peygamberi olan Hz. Muhammed'in halasının kızıydı. Ailesi, Kureyş'in
en asil ve sosyal mevkice en yüksek ailelerinden biriydi. Eğer, Zeyneb ve
ailesi hakkında vahiy inip gâyet sert bir dille onların bu evlilik teklifini
reddetmelerini kmamasaydı697,
böyle bir evliliğe ne Zeyneb, ne de ailesi asla razı olmazdı.
Neden
Hz. Zeyneb ve ailesi hakkında özel olarak vahiy inip Hz. Peygamberin (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) teklif ettiği azatlık bir köleyle evlenmesine kendilerini
mecbur etti? Demek ki işin içinde, kaderin başka bir sırrı saklıydı. Bu da,
ikinci bir vahiy inip698,
Hz. Peygamberi Hz. Zeyneb'le evlenmeye mecbur ettiği an ortaya çıkacaktı.
Sonra
eğer—haşa—Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şehvetini tatmin peşinde
olsaydı, Hz. Zeyneb'i iddia edilen vaziyette gördüğünde neden evine girmedi. Ne
de olsa dayısının oğluydu. Sevimli gözükerek Hz. Zeyd'le zorla evlendirme
kabahatini affettirmek istediğini bahane edebilirdi. Üstelik, Zeyneb'in, kocası
Zeyd ile olan ilişkisi istenildiği düzeyde iyi değildi. Çünkü bu evlilikte
haksızlığa uğradığı duygusunu taşıyordu.
Öte
yandan Hz. peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in bu evliliği
gerçekleştirmesinde büyük, ama çok büyük bir risk de vardı. Çünkü Araplar,
böyle bir evliliği asla akıllarına sığıştıramazlardı. Çünkü onlara göre,
evlatlık, insanın öz evladından farksızdı. Problemin odak noktası da burasıydı.
Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) tereddüdünü ve bu evliliğin
gerçekleşmesindeki isteksizliğini buradan anlıyoruz. Şu âyet-i kerime de bu
gerçeği açıkça ifâde ediyor: "İnsanlardan çekiniyordun; oysa Allah'tan
çekinmen daha uygundu."699
Rodinson, Hz. Muhammed'in, Zeyd'in kendi hesabına hanımını boşama teklifini
kabul etmediğini, evlatlığın hanımının öz evladın hanımı gibi kabul edildiği
için toplumda huzursuzluk çıkmasından çekindiğini, fakat ileri görüşlü bir
bireyci olduğu ve kav-minin sayısız yanlışlarına karşı çıktığı gibi, evlatlığın
öz evlat gibi kabul edilmesindeki garabeti sezdiğini, bu anlayışı ortadan
kaldırmak istediğini, bunun üzerine her zaman olduğu gibi bu defa da Allah'ın
kendi yardımına koştuğunu ve krize (!) yakalanmasının ardından gülümseyerek
Ahzâb Sûresinin ilgili âyetlerini bir solukta okuduğunu; evlilik törenini
çarçabuk yaptığını ve bu hususi evlilikten genel bir hukukî düzenleme
çıkardığını söyleyerek700,
Hz. Muhammed'in Zeyneb'e gönül kaptırdığını, fakat halktan çekindiği için
Zeyd'in teklifini kabul etmediğini ima ediyor. Oysa, âyetin, bizim mantığa daha
yakın bulduğumuz şöyle bir yorumu vardır: Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve
sellem), Hz. Zeyneb ile evlenmek zorunda olduğunu söyleyerek insanların karşısına
çıkmak istemiyordu. Fakat, ne kadar acı olursa olsun İlâhî vahiy insanlara
açıkça tebliğ edilmeliydi. Demir gibi sağlam bir biçimde kökleşmiş örf ve
adetlerle ne kadar çelişirse çelişsin İlâhî yasa tatbik edilmeliydi. İnsanlar
nezdinde meydana getireceği şiddetli sarsıntıya ve kafalarında doğuracağı büyük
karışıklığa rağmen Allah, bu yasayı şahsında ilk uygulayanın bizzat Hz.
Peygamber olmasını irade buyurmuştu.701
Henüz
elbiselerini tam olarak giyememiş Hz. Zeyneb'e anî bir tek bakışın, Hz.
Muhammed'i gönülden sarstığı iddiası, kabul edilmesi imkansız bir iddiadır.
Çünkü, Hz. Zeyneb'i Hz. Zeyd ile evliliğe mecbur eden bizzat Resulullahtır. Bu
da çok kısa bir süre önce olmuştu. Bu gerçekten çok kısa süre içinde ne değişmişti
ki, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bir tek bakışla derinden
sarsılsın? Şâyet Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) onu çocukluğundan
beri görmeyip daha sonra ergenlik çağında ansızın karşılaşsaydı belki şöyle
denebilirdi: "Bu ma'kuldur. Çünkü ergenlik, genç kızlarda bir takım çekici
değişiklikler meydana getirir." Fakat bu dönemi aşmış olgun bir hanımda,
hem de çok kısa bir süre içerisinde böyle bir değişikliğin meydana gelmesi
ma'kul değildir. Özellikle, Hz. Zeyneb gibi, eşinden memnun kalmayan ve sürekli
olarak daha asil olduğunu ileri sürerek onu küçümseyen702 bir hanım, aile hayatında dış görünüşüne,
elbisesine ve süsüne özen göstermeye fazla gerek duymaz. Oysa—güzel olmayan—bir
kadını güzel ve çekici gösteren—güzelse— güzelliğini arttıran bu gibi
şeylerdir.
Hikayede
devamla şöyle deniyor: Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Hz.
Zeyneb'i o halde görünce, hemen geri dönerek şu sözü tekrarladı: "Kalbleri
çeviren Allah'ın şanı ne yücedir!" Şimdi düşününüz ve lütfen söyleyiniz:
Bu söz neyi gösteriyor? Faraza bu rivâyet doğru kabul edildiği takdirde, acaba
bu söz, Allah'a imanın Hz. Muhammed'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bütün
gönlünü doldurduğunu ve Rabbini mutlak irade sahibi gördüğünü göstermez mi?
Acaba, bu—haşa, yüzbin defa haşa—gerçekte kendi nefsanî arzularını tatmin etmek
için vahiy uydurduğu halde Allah ile irtibat halinde olduğunu ve Ondan
kendisine vahiy geldiğini iddia eden bir yalancının duyguları olabilir mi?
Yine
bu rivâyete göre, Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hemen geri
dönüyor. Evde Hz. Zeyneb'ten başka hiç kimse bulunmamasına rağmen bir an olsun
yanma girmeyi asla düşünmüyor. Eğer müsteşriklerin tasvir ettikleri gibi Hz.
Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şehvetinin esiri olan biri olsaydı, o
andaki tabii tepki şöyle olması gerekirdi: Bunca şehveti taşıyan kişi içeri
girecek ve kendisini derinden sarsan kişiyle, zavallı kocası dışarıdan
dö-nünceye kadar başbaşa kalmayı deneyecekti. Hiç değilse, kısa bir süre lafa
dalacak ve bu kısa süre zarfında olsun güzelliğini doya doya seyredecekti!
Farz-ı
muhal olarak Hz. Muhammed'in—haşa—ömrünün en büyük hatasını işlediğini ve eline
geçen bu altın fırsatı değerlendirmeyerek içeri gireceği yerde geri döndüğünü
düşünelim. Acaba, daha sonra efendisinin sevgisiyle kendinden geçmiş-binlerce
defa estağfirullah-saf ve ahmak kocanın olayı öğrenir öğrenmez, altın tepsi
içinde getirip kendisine sunduğu teklifi reddederek ikinci bir kez fırsatı
neden kaçırdı? Oysa uydurma rivâyete göre, koca, ancak ahmak ve geri
zekâlılardan beklenebilecek bir tavırla efendisine gelip, gönül verdiği
karısından boşanarak ona devretmeyi önermiş! Sözkonusu uydurma rivâyete göre
Resulullahm (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bu öneriye cevabı şu olmuş:
"Eşini bırakma, Allah'tan kork!"703 Acaba, insanların dedikodularından korktuğu
için tereddüt etmiş, fakat bu konuda kamuouyunu hazır hale getirdikten sonra bu
teklifi kabul etmekte en ufak bir tereddüt göstermeyecek miydi? Fakat görüyoruz
ki, bu sır bir üçgen içinde kalmış, kamuoyunun kulağına varmamış, kamuouyunu bu
büyük meseleye hazırlamak için hiçbir çaba sar-fedilmemiştir.
Acaba,
bu kadar başını ağrıtacağına, insanların diline düşüreceğine ve dolambaçlı
yollar deneyeceğine, bütün bunlardan daha etkili, daha hızlı ve arzusuna daha
kestirmeden ulaştırıcı bir yol olarak, Hz. Muhammed—haşa—eski kölesinin
hanımıyla anlaşıp her fırsatta gizli gizli buluşmayı kararlaştıramaz mıydı?
Haydi diyelim ki, bu fırsatı, da kaçırdı, acaba Kitab-ı Mukaddes'in naklettiği
üzere, —haşa— Hz. Davud'un hilesine başvurmayı da mı beceremedi? O Kitab-ı
Mukaddes ki, bizzat sözkonusu müsteşrikler, Resulullah (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) Efendimizin Kur'ân'ı ondan çaldığını iddia ederler. Bu hileyi örnek
alarak, Zeyd'i tehlikeli bir savaşa gönderip, onu sevmeyen arkadaşlarından
birisiyle anlaşarak kendisini ön saflara sürüp düşmanın ok, mızrak ve
kılıçlarına kesin hedef yaptırabilirdi. Nitekim—Kitab-ı Mukaddes'in iddiasına
göre haşa— Hz. Davud, sözkonusu uydurma rivâyetin ileri sürdüğüne bakılırsa Hz.
Muhammed'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) taşıdığı aynı duyguyu yakın bir
komutanı olan Uriya'nm karısına karşı taşımış! Ama, Hz. Muhammed'in (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) aksine, savaşa gönderip ölümüne sebeb olmadan önce bu
komutanın karısıyla—haşa—beraber olmuş. Nihâyet kocasını, işaret edilen hileyle
ortadan kaldırdıktan sonra kadın artık kendisine kalmış! Hz. Dâvud, bunu yakın
bir komutanına yapabildiğine göre, Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
eski kölesine neden yapamasın? Çünkü, eski bir köleden kurtulmak, Uriya gibi704 yüksek bir
askerî, İçtimaî ve siyasî mevkii olan büyük bir komutandan kurtulmaktan bin
defa daha kolaydır. Yoksa, Hz. Muhammed—haşa—Yahudilerden sadece güzel
fikirleri çalmakla yetinip kötü fikirleri bir tarafa mı bırakmıştır?!705
Olayın
sözkonusu tutarsız rivâyetin iddia ettiği şekilde gerçekleştiğini halen
imkânsız olmanın yanında, Hz. Muhammad ile Hz. Zeyd arasındaki karşılıklı sevgi
öylesine derin, sağlam ve sarsılmazdır ki, Zeyd (r.a) henüz küçükken Hz.
Muhammed'i, anasına, babasına; kısacası, baskına uğrayıp alınarak, köle olarak
satılıp, durmadan el değiştirerek sonunda Hz. Muhammed'in eline geçinceye kadar
göremediği bütün yakınlarına tercih etmiş ve Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi
ve sellem) onu kendi yanında kalmakla yakınlarıyla birlikte vatanına dönmek
arasında serbest bıraktığında onlarla birlikte geri dönmeyi reddetmiştir706. Bundan sonra
bir kere olsun bu kararından pişmanlık duyduğu ve Hz. Muhammed'i bırakıp
yakınlarına dönmek istediği nak-ledilmemiştir. Eğer, Hz. Muhammed'den (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) en ufak bir kuşku sez-seydi, bunca uzun yıllar boyu aynı
erişilmez sevgiyi ona karşı sürekli besleyebilir miydi? Yine eğer, en gizli bir
vesvese bile hatırına gelseydi bu olaydan sonra Resulullah ile birlikte kalır
mıydı? Acaba, Hz. Zey-d'e küçüklüğünden o ana kadar gerçek bir baba gibi
davranan, onu elleriyle büyütüp terbiye eden, duru şefkat pınarından kendisine
kana kana içiren, bir lider, mutlak bir hakim ve idareci olarak halasının
kızını bu eski kölesiyle evlendiren Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
gibi bir zat, kendi evlatlığının karısını görür görmez ona—yüzbin defa haşa-
aşık olması asla düşünülebilir mi? Haydi farz-ı muhal olarak, bir tek bakışla
böyle bir sevgiye kapıldığı düşünülsün—evlatlığı tamamen öz evlat gibi kabul
eden cahiliyet geleneğini yıkmayı hedefleyen İlâhî emir olmasaydı ve Allah bu
yeni yasanın ilk olarak bizzat Nebîsi tarafından tatbik edilmesini irade
etmeseydi—onunla evlenmeye razı olması mümkün müydü?
Hz.
Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şanına kendilerince leke
getirebilecek her şeyi hemencecik tasdik edip savunmaya başlayan bu adamların
gözünden kaçan bir başka gerçek vardır. O da şudur: Sözkonusu tutarsız rivâ-yet
diyor ki: Hz. Muhammed'in, kocasından boşandıktan sonra Hz. Zey-neb'le
evlenmesi, büyük bir gürültü meydana getirdi. Çünkü insanlar, bir adamın kendi
evlatlığının boşadığı kadınla evlenmesini kolay kolay içlerine sindiremediler.
Çünkü evlatlığı öz evlat gibi görüyorlardı. İnsanlar bu derece şiddetle böyle
bir evliliği yadırgadıklarına göre acaba, mantıkî olan, Zeyd'in evlatlık
yoluyla babasının evlenmesi hesabına karısını boşamayı teklif etmeyi aklından
bile geçirmemesi lâzım değil midir? Yine, bizim de böyle bir olayın
imkânsızlığını söylememiz en mantıkî yol değil mi?
Sonra,
Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Aişe gibi oldukça gayyûr bir
hanımı var. Eğer Hz. Aişe, en ufak şüpheli bir durum sezseydi, asla susmazdı.
Fakat, Hz. Peygambere karşı oldukça nazlı ve serbest olan Hz. Aişe (r.a) bu
konuda tamamen başka bir görüşte olup şöyle demektedir: "Eğer Resûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) (vahiyden) bir şeyi gizlemiş olsaydı, bunu gizlerdi"707. Çünkü o—daha
önce de belirttiğimiz gibi—Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Hz.
Zeyneb ile evlenmesinin doğuracağı sarsıntının şiddetini çok iyi biliyordu.
Sonra,
haydi bu rivâyette yer verilen olayların tamamını doğru kabul edelim. Hz.
Peygamberin yadırganabileceği hangi noktası var ki? Tesadüfen Hz. Zeyneb'i
görüp, bunun gönlünde bir etki meydana getirmesi mi? İçeri gireceğine,
"Kalbleri halden hale çeviren Allah'ın şanı ne yücedir!" diyerek geri
dönmesi mi? Hz. Zeyd'e "Hanımını yanında tut ve Allah'tan kork"
diyerek karısını kendisi için boşamasına engel olmaya çalışması mı? Kocası
tarafından tamamen kendi iradesi ve tercihi ile boşandıktan sonra Hz. Zeyneb
ile, herhangi bir adamın herhangi bir kadınla meşru bir biçimde evlenmesi gibi
evlenmesi mi? Bunlardan hangisi Hz. Peygambere (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
karşı bir kusur olarak ileri sürülebilir? Görüldüğü gibi aslında konuda
tartışılabilecek hiçbir nokta yok. Mesele bazı kesimlerce boşuna dile
dolanıyor. Müsteşriklerin kopardıkları gürültü tamamen anlamsızdır. Değil mi ki
mesele, İlahî bir vahiy olarak, yeni yasanın ilk defa Hz. Peygamberin (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) şahsında uygulanmasını emreden âyetle hiçbir biçimde çelişmemektedir.708
·
6. Hz. İbrahim ile Kabe'nin İnşası
Arasında Bağ Kurmaya Başladığı İddiası
Bazı
müsteşrikler, "Hz. Peygamberin Medine'de Yahudilerle temasa geçmesi, onun,
Hz. İbrahim tarihine ve Hz. İsmâil'in Arap kavmi ile olan nesebi bağlarına
aşina olmasını sağlamıştır" demektedirler709.
Müsteşrik
Caetani ise daha da ileri giderek, Mekkî sûrelerden hiçbirinde İbrahim ve
İsmâil'in isminin bir defa bile geçmediği, hiçbir âyette İsmâil'in ne
Arapların, ne de Hz. Muhammed'in ceddi olmak üzere zik-redilmediği iddiasında
bulunmaktadır."710
Önce
Caetani'nin bu iddiası üzerinde durup, arkasından önceki iddiayı
değerlendirelim: Caetani'nin de eserinde esas alıp dercettiği711 Nöl-deke'nin
zaman tertibine göre hazırladığı cetveline göre tamamı Mekkî olan 18 sûrenin
değişik âyetlerinde712
Hz. İbrahim'in; yine tamamı Mekki olan 5 sûrenin 5 âyetinde713 Hz. İsmail'in adı geçer. Gerçek bu kadar gün
gibi açıkken Caetani'nin bu konudaki inkârı, koyu bir cehaletten değilse tam
bir inattan kaynaklanmış olabilir.
Hz.
İsmail'in Kur'ân-ı Kerimde, Arapların ve dolayısıyla Hz. Peygamberin ceddi
olarak gösterilmediği iddiasına gelince, bunun da gerçekle hiçbir alakası
yoktur. Çünkü, Hacc Sûresinin 78. âyetinde Hz. İbrahim'in, gerek Hz.
Peygamberin, gerekse Arapların babası olduğu açıkça belirtilir. Hal böyle
olunca Hz. İsmail de, onların ceddi olmuş olmaz mı?
Bakara
Sûresinin 127-129. âyetlerinde açıklandığına göre, Hz. İbrahim, Kabe'nin
temellerini Hz. İsmail'le birlikte yükseltirken zürri-yetlerinden Müslüman bir
ümmet zuhur etmesini ve onların içinden de onlara İlâhî âyetleri okuyacak,
kitabı, hikmeti öğretecek, onları kötülüklerden temizleyecek bir peygamber
gelmesini Allah'tan dilemişlerdi.
Bakara
Sûresinin 151. âyetinde ise, bu ümmetin Araplar, onlar içinde gönderilen
Peygamberin Hz. Muhammed olduğuna açıkça ışık tutuluyor. Al-i İmran Sûresinin
67-68. âyetleri de bu gerçeği teyid ediyor.
Müslümanların
beş vakit namazda okudukları Salavatta Hz. İbrahim'i ve onun ehl-i beytini
anmaları bu yakınlığın fiilî bir delili ve tezahürü değil midir?
Bazı
müsteşrikler de, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'i, Hz. İbrahim'in
Mekke-yi ziyaretine ve Kabe'yi bina edişine ilişkin kıssasını -haşa- uydurmakla
itham ediyorlar. Bunu yaparken şu üç önemli noktayı unutuyorlar:
Birincisi:
Araplar nesiller boyu buna inanıyorlardı. Bu kıssayı Hz. Peygamber —haşa—
uydurmamıştı. Bunun en açık delili de Haniflerin birbirlerine şöyle
demeleridir: "Şunu iyice bilin: Vallahi kavminiz hiçbir hak din üzere değildir.
Babaları İbrahim'in dininden sapmışlar. Şu etrafında dönüp durduğumuz, ne duyan
ne de gören, ne zarar ve ne de fayda veren taşlar nedir ki? Ey millet!
Kendinize hak dini arayın. Siz —Allah'a yemin ederim ki—hak din adına hiçbir
şey üzerinde değilsiniz." İbn Hişam bunu naklettikten sonra şunları da
ekliyor: "Bunun üzerine ülkelere dağılarak Hz. İbrahim'in dini olan
Hanifliği aramaya koyuldular."714 Hanifliği benimseyen bu zatlardan biri olan
Amr bin Nüfeyl zaman zaman şöyle derdi: "Ben Hz. İbrahim'in Rabbine kulluk
yapıyorum"715.
Bir gün de sırtını Kabe'ye yaslamış ve şöyle demiştir: "Ey Kureyşliler!
Zeyd bin Amr'm canı kudreti elinde olana yemin ederim ki, içinizde benden başka
Hz. İbrahim'in dini üzerinde kalan yoktur."716
İkincisi:
Müşrikler, meleklerin heykellerini yaptığı gibi Hz. İbrahim ve İsmail'in
(ikisine de selam olsun) de heykellerini yapmış ve Kabe'nin içine
yerleştirmişlerdi. Hatta bu heykeller ellerinde fal oklarını tutuyorlardı.717 Bunun ifâde
ettiği mana gâyet açıktır: Kabe ile Hz. İbrahim arasındaki ilişkiyi—haşa—Hz.
Peygamber uydurmamıştır. Aksine ondan önce de Araplar buna kesin olarak
inanıyorlardı.
Üçüncüsü:
Eğer böylesi bir ilişkiyi—haşa—Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
uydurmuş olsaydı veya Araplar bu konudaki inançlarında az da olsa bir tereddüt
içinde- bulunsalardı—fitneleri uyandırmada gâyet mahir olan— Yahudiler
susmazlar, çığırtkanlıklarıyla dünyayı velveleye verirlerdi. Fakat buna rağmen
Alfred Guillaume soruyor: "Eğer Hz. İbrahim ve İsmail Mekke'yi ziyaret
etmişlerse neden İslâm öncesi Araplardan bir tanesinin bile İsmail ismini
kullandığını göremiyoruz?"718 Gerçek şu ki, Araplar çok önceden Hz. İbrahim
ve oğlu İsmail'in dininden sapmışlar. O kadar ki, Hz. İbrahim'i bile—haşa—bir
put haline getirmişler. Heykelini yaparak, tıpkı kendileri gibi fal oklarını
çektiği şeklinde tasvir etmişler. Yine, Haniflerin, kendilerinden başka bir tek
Arabm bile, Hz. İbrahim'in dini üzerinde kalmadığını belirten sözlerini daha
önce gördük. Demek ki, putperestlik kendilerini Hz. İbrahim ve İsmail'den
öylesine uzaklaştırmış ki, bunların adını almak yerine, Ab-du'l-Uzza,
Abdu'l-Lât ve Abdu Menât... gibi adlar almaya başlamışlar. Hatta Abdullah adını
alanları bile çok nadirdi. Eğer, isim alma meselesi bu kadar önemli bir
ölçüyse, acaba müsteşrikler, hiçbir Arabm, Hûd, Salih ve Şuayb... gibi Arap
asıllı herhangi bir peygamberin adını almamasını nasıl izah edecekler? Oysa
bunların Arap asıllı olduklarında şüphe yoktur. Arapların da bu peygamberleri
ve kavimleriyle olan maceralarını bildikleri de kuşku götürmez. Acaba bu
peygamberlerin tarihî varlıklarını veya en azından Arap olmadıklarını iddia
etmek mümkün mü? Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Hz. İbrahim ve
İsmail'in Kabe'yi inşa ediş kıssalarını—haşa—uydurmuşsa, neden acaba bu inşa
işini Arap asıllı olan mesela Hz. Hûd ve Hz. Salih... gibi başka bir peygambere
isnat etmedi? Oysa böylece Kabe'yi de, inşasını da Araplara mal etmiş olurdu.
Amaç, Mekke müşriklerinin gönlünü almak için arapçılık damarını okşamak
olsaydı, böyle yapılması daha uygun olacaktı.719
Kısaca,
Hz. İbrahim meselesiyle ilgili olarak, Arap milleti gibi, fertleri çok defa
yirminci kuşağa varıncaya kadar atalarının isimlerini hafızalarında tutmaya
özen gösteren ve nesep ilmine böylesine önem veren başka bir milletin
bulunmasının imkansızlığını özellikle belirtmek isteriz. Böyle bir milletin,
son ana kadar menşei hakkında cahil kalmış olması tasavvur edilebilir mi? Şayet
belli kısımları Hz. İbrahim ve Hz. İsmail'e izafe olunan Kabe-i Muazzamanm
mevcudiyeti, bu şerefli isimlerle olan alakaları hususunda onlar için canlı ve
devamlı bir şehadet teşkil etmemiş ise, hicretten asırlarca evvel, uzun müddet
komşuları olan Yahudilerden bu konuda malumat edinmiş olmaları gerekmez miydi?
Her hal ü kârda bu münasebetin tesisi için Kur’ân-ı Kerimin Medine'ye
intikaline ihtiyaç yoktur. Çünkü Mekkî sûreler bu hususa yeterince işaret
etmekle kalmamış720,
aynı zamanda Hz. Peygambere de, Hz. İbrahim'in dinine tabi olmasını
emretmiştir.721
Hemen
her konuda olduğu gibi bu konuda da, müsteşriklerin ifâdelerindeki tutarsızlıklar,
birbirlerini çürütmekte ve hükümden düşürmektedir. Nitekim, Caetani, Mekkî
sûrelerde İbrahim ve İsmail'in adından söz edilmediğini iddia ederken,
Blachere, "İslâm çağrısının bu aşamasında, direkt ataları olması
itibariyle Hz. İsmail'in babası olması açısından Hz. İbrâhim'in Arapların
babası olması da (Mekke Döneminin Üçüncü Devresinde) kesinlik kazandı. Ayrıca
Hz. İbrahim'in Hanifliği tesis edişi de vurgulandı. (...) Bu gerçek İbrahim
Sûresinde açıkça kendisini gösteriyor. (...) Bu Hz. İbrahim'in Arapların atası
olduğu anlayışı, Medine-i Münevvere'd e de kuvvet bulmuştur"722 demektedir.
·
7. Yahudilerden Ümidini Kestiği İçin
Kıbleyi Değiştirdiği
Caetani,
"Muhammed, Medine'ye ulaşmasından on yedi on sekiz ay sonra Yahudilerin
gayet şiddetli muhalefetinden nefret ederek Kudüs'ün artık kıble olmamasını
ondan sonra Mekke istikametinde namaz kılınmasını emretti" demekte723, böylece kıble
değişikliği ile ilgili emrin Allah'tan değil de, Hz. Peygamberden geldiğini ima
ederken, diğer taraftan bunu beşeri arzuya bağlamaktadır. Hicretin başında,
Müslümanların namazlarını kılmak üzere bir müddet Kudüs'e doğru döndükleri
doğrudur.724
Ancak, sonraları kıblenin Kudüs'ten Kabe'ye doğru değiştirilmesine (ki bu
değişikliğin gerekçesi Kur'ân-ı Kerimde yeterince açıklanmıştır.)725 Yahudilerin
İslâma olan düşmanlıklarının sebebiyet verdiğini ileri sürmek, tarihi
gerçeklerle bağdaşmaz. Çünkü, bu düşmanlık ancak 624 senesinin Şevval ayında
(Beni Kaynuka Gazasıyla) başlamıştır; oysa Kıblenin Kabe istikametine
döndürülmesi Hicretin ikinci yılının (M. 623) Şaban ayında vuku bulmuştur.726
Müsteşriklerden
Gibb de Hz. Peygamberin Yesrib'e hicret ettikten sonra Yahudilerden aldığı
şeyleri (!) sayıyor. Bunların Aşure orucu, öğle namazı ve kıble olarak
Beytü'l-Makdis'e yönelme olduğunu söylüyor727. Biz burada kıble konusu üzerinde durup
diyoruz ki: Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hicretten önce de bu
kıbleye (Beytü'l-Makdis'e) yönelerek namaz kılardı. Fakat Kabe'yi kendisiyle
onun arasına alırdı.728
Yani aynı anda iki kıbleye birden yönelirdi. Medine'ye hicret edince,
ikisine birden yönelmek imkânsızlaştı729. Belli bir süre Beytü'l-Makdis'e yöneldi.
Sonra kıblenin Kabe'ye çevrildiğine ilişkin İlâhî vahiy indi.730 Bunun üzerine
Yahudiler, kıblelerine yeniden dönmesini, bunun karşılığında ise, onun dinine
tabi olacaklarını önerdiler731.
Bu da onların kaypaklık ve kötü niyetlerini açıkça ortaya koyuyor. Kendi dinine
samimi olarak bağlı bir insan böyle bir teklifte bulunamaz. Fakat Hz. Peygamber
bu öneriyi reddetti.732
"Hz.
Muhammed, Yahudilerin gâyet şiddetli muhalefetinden nefret ederek Kudüs'ün
artık kıble olmamasını, ondan sonra Mekke istikametinde namaz kılınmasını
emretti"733
şeklindeki iddia doğru olmadığı gibi, Hz. Peygamberin, Yahudilerin Müslümanlığı
kabul etmesinden ümidini kestiği için kıbleyi değiştirdiği734 şeklindeki iddia da doğru değildir.
Çünkü
Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bir gün olsun ümitsizliğe
düştüğü görülmemiştir735.
Üstelik, Mekke müşriklerinin tutumu o sırada yakında iman edeceklerini
gösterecek bir belirti arzetmiyordu ki, Arapların kabul edecekleri bir dini
yerleştirmeyi hedeflediğini söylemek doğru olsun.
Sonra
eğer bu gerekçe doğruysa, Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) halkını
Allah'ın dinine davet etmekle geçirdiği uzun yıllara rağmen çok az bir kısmı
dışında iman getirmedikleri halde bir gün gelip de kendisine tabi olacaklarına
ilişkin büyük bir ümit taşıdığı halde, Yahudilerin iman getirmesinden böyle
çabucak ümidini kestiği nasıl söylenebilir?736 Yoksa Yahudilerin Mekke kâfirlerinden daha
güçlü olduğunu mu gördü? Halbuki durum bunun tam tersidir. Yesrib'te Yahudiler
o zaman sözü edilen müşriklerden çok daha zayıf ve güçsüzdü. Şehirde Müslümanlar
çoğunluk durumundaydı. Hakimiyet ellerindeydi. Orduları vardı, zafer
kazanmışlardı ve güçlüydüler. Mekke'deyken ellerinde bunların hiçbiri yoktu.
Sonra, nisbeten azımsanmayacak sayıda Yahudi Islâma girmişti. Daha önce de
belirttiğimiz gibi bunların arasında bir kısım din bilgini de vardı.
Hz.
Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) kıble olarak Beytü'l-Makdis'ten
Kabe'ye dönüşünü tartışma konusu yapmanın faydasızlığma inanıyoruz. Çünkü,
Müslümanm bu veya şu tarafa yönelerek namaz kılması arasında ne fark vardır ki?
Bütün mesele, Allah'a kulluk ve Müslümanların birliği için bir simge belirlemek
değil midir? Beytü'l-Makdis'e yönelmek tevhidin, Kabe'ye yönelmek ise
putperestliğin delili sayılabilir mi? Böyleyse, neden? Oysa, Allah, Müslümanm
yüzünü çevirdiği her tarafta mevcuttur737. Asıl önemli olan bir yön üzere karar kılmak
ve ittifak etmektir. Bir kere bu yön belli olunca artık bütün mü'minlerin
yüreği orada çarpar. Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hicretten
sonra bir süre Beytü'l-Makdis'e doğru namaz kılmışsa ve hatta ileri sürüldüğü
gibi bunu Yahudilerin gönlünü alıp onları yeni dine çekmek için yapmışsa bunda
ne kusur olabilir ki? Üstelik, Hz. peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'în
hicretten önce Mekke'de iki kıbleye birden yönelerek namaz kıldığını da unutmamalıyız.
Eğer mesele, Yahudilere karşı beslenen kişisel bir ilgiden ibaret olsaydı,
acaba, Resulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) o sırada Kureyş'e karşı sevgi
ve sempati mi besliyordu ki kıble olarak Beytü'l-Makdis'i bırakıp, müşriklerin
elinde bulunan Kabe'ye dönsün? Yine acaba, o erken dönemde (hicretten sadece 17
ay sonra) Mekke müşriklerinin Hz. Peygamber ve Müslümanlara karşı tutumu,
Müslüman olmalarını ümit ettirecek bir durumda mıydı ki, anahtarlarını
ellerinde bulundurdukları Beytü'l-Harama dönülsün? Oysa o sıralar, Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ile Yahudiler arasındaki ilişki,
olumsuz yönden gelişerek daha sonraları vardığı şiddetli düşmanlık noktasına
henüz ulaşmış değildi. Öyleyse, Yahudilerden ümidini kestiği için —haşa— kendi
kafasına göre Kabe'ye yöneldiğini söylemenin anlamı yoktur. Bu da bir tarafa,
eğer gerçekten Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Beytü'l-Makdis'e
yönelerek namaz kılmayı Yahudilerin gönlünü Islâma ısındırmak için kasden
yapmış olsaydı neden Müslümanları namaza çağırmak için tıpkı Yahudiler gibi bir
boru edinilmesini kabul etmedi? Oysa Yahudiler ibadete çağırma aracı olarak
bunu kullanıyorlardı738.
Yine, Yahudi eşrafından bir grup kendisine iman etme şartı olarak
Beytü'l-Makdis'e yeniden dönmesini istedikleri zaman739 arzularını neden yerine getirmedi?
·
8. Bir Putperestlik Kültürü Olan
Hacer-i Esved'i Ibka Ettiği İddiası
Kabe'yi
kıble edinme konusunda yapılan ithamın benzeri Hacer-i Es-ved konusunda da
yapılıyor. Meselâ Brockelmann, Hacer-i Eseved'in, Mekke'de tapınılan en eski
put olduğunu iddia eder ve şunları ekler: "Muhammed, Kabe'ye varınca,
binitinin üzerinde Kabe'yi tavaf etmeye başladı ve her defasında Hacer-i
Esved'e asa'sıyla dokundu. Böylece bu putperstlik ayinini dinine katmış oldu"740. Bu şüpheyi
ortaya atan Brockelmann, "Zira Sâmilerde ekseriya başka birçok mukaddes
taşlara rastlıyoruz"741
diyerek çevrenin bu konuda etkili olduğunu öne sürer. Fakat, bizzat kendisi, Hz.
Muhammed'in gerek Kabe'nin içinde gerek çevresinde ve gerekse Mekkelilerin
evlerinde bulunan bütün sûretlerin ortadan kaldırılmasını emrettiğini söyler742. Brokcelmann
dahil bütün müsteşrikler de biliyorlar ki, Hz. Peygamber ta başından beri şirk
ve putlar konusunda tavizsiz davranmış, bu yüzden mensuplarıyla birlikte birçok
eziyetlere maruz kalmıştır. Brockelmann, Hacer-i Esved'in muhtemelen ilk put
olabileceğini ileri sürerken hiçbir kaynak göstermez. Sadece "Belki ve muhtemelen"
ifâdesiyle yetinir743.
Hatta, Araplardan da, puta taptıkları gibi bu taşa taptıkları konusunda hiç bir
tarihi rivâyet nakledilmemiştir.
Müslümanlar
da hac için Mekke'ye gidip Hacer-i Esved'i istilam ettiklerinde, bunu,
kendilerini Allah'a daha iyi yaklaştırsın diye ona tapmak için yapmıyorlar.
Aksine bu, tavafın sünnetlerinden biridir. Hz. Ömer bir defasında Hacer-i
Esved'i öperken,: "Ben senin, ne fayda ne de zarar veremeyen bir taş
olduğunu biliyorum..."744
diyerek Brockelmann'ın bu iddiasına asırlar öncesinden cevap vermiştir.
Hacıların da yaptığı, onu eliyle okşamaktır. Eğer izdiham gibi bir nedenle bu
mümkün değilse, uzaktan işaret etmekle yetinir. Nitekim ResuIIulah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) Hz. Ömer'e (r.a) şöyle buyurmuştur: "Ey Ebu Hafs, sen
güçlü kuvvetli bir adamsın. Hacer-i Esved'e ulaşmak için kalabalığın arasına
dalma. Çünkü muhtemelen güçsüzlere sıkıntı verirsin. Dolayısıyla, tenha
bulduğunda gidip elini sürebelirsin. Aksi halde tekbir getir ve geç."745 İbn Ömer'in
(r.a) bildirdiğine göre, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bir
defasında mübarek dudaklarını Hacer-i Esved'in üzerine koyup uzun uzun ağladı.
Bunu gören Hz. Ömer de uzun süre ağlamaya başladı. Bunun üzerine Resûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Ey Ömer, burası ibretlerle
doludur."746
Hacca
giden kimsenin, Hacer-i Esved'i istilamı (selamlama) sırasında şöyle demesinin
sünnet olduğu rivâyet edilmiştir: "Ya Rabbi! Bunu Sana iman ederek,
Kitabını tasdik, Sana verdiğim ahde tabi olarak ve Peygamberin Hz. Muhammed'in
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) sünnetine uyarak yapıyorum"747. Bakınız, nasıl
da her kelime, her hareket ve hatta her duygu yalnızca Allah Tealâ'ya olan
derin ve mükemmel bir imanı gösteriyor? Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) hatta cahiliyet döneminde bile, Hac esnasında put tapıcılık
adetlerinden şiddetle kaçınırdı. Hicretin dokuzuncu yılı bu çirkin adetlerin
tamamen ortadan kaldırılmasına sahne oldu748. Haccm bütün şeairleri, tıpkı namaz, .oruç ve
zekâtın rükün ve adapları gibi Allah'a itaatin, rızasına koşmanın birer
simgesinden ibarettir. Sonra, acaba Hacer-i Esved, Mekke'nin fethi sabahında
ebediyyen ortadan kaldırılan başta Hubel olmak üzere diğer üç yüz altmış
puttan— müşriklerin gözünde—daha mı önemliydi? Elbette değil. Bütün o putları
ortadan kaldıran Hz. peygamber, Hacer-i Esved'in zerre kadar puta tapıcılıkla
alakası olsaydı o haliyle devam etmesine müsaade eder miydi?
Hz.
Peygamberin, Hacer-i Esved'e Islâmda yer vermesiyle putperestlere yaranmak,
onların gönlünü almak istediği de söylenemez. Çünkü, tâ başından beri ve en
güçsüz olduğu bir dönerlide, müşriklere taviz vermeyeceğini, onların putlarına
asla tapmayacağını kesin ifâdelerle ilan etmiş749 diğer taraftan şirk kokan her türlü yanlış
uluhiyet anlayışlarını reddetmiş, sahiplerini şiddetle yermiştir.750
Allah'tan
emirler alarak böylesine kesin ifâdelerle konuşan bir Zatın, Allah'ın izin
verdiği ölçünün dışında, müşriklere yaranmaya çalışması, onların gönlünü hoş
tutması mümkün mü?
·
9. Öğle Namazını ve Aşure Orucunu
Yahudilerden Öğrendiği İddiası
Müsteşrikler,
Müslümanların namazı hakkında da çok değişik iddialar ileri sürmüşlerdir.
Meselâ Brockelmann, aynen şöyle demektedir: "Mekke'deki mü'minler günde
yalnız iki defa namaz kılarlarken, burada (Medine'de) Yahudilere uyarak öğleyin
bir üçüncü namaz ihdas ettiler"751. Caetani de, İslâm namazının ne Mekke ne de
Medine döneminde, şu anda kılman muayyen vakitlerde ve düzenli bir biçimde
hiçbir zaman kılınmadığını, bugünkü düzenine göre Hz. Muhammed'in vefatından
çok sonra tesbit edildiğini iddia ederken752; kimisi de Hz. Muhammed'in, Mekke'de
Hıristiyanları takliden sabah akşam olmak üzere iki kez namaz kıldığını,
Medine'ye geldiğinde ise günlük namazın sayısını —öğle veya ikindi namazını da
ekleyerek— üç vakit kılmayı Yahudilerden öğrendiğini iddia eder; bu yalana bir
kılıf bulmak için de, beş vakit namazın Hz. Muhammed'in vefatından sonra
teessüs ettiğini ileri sürer753.
Bazı müsteşrikler, Aşure orucunun da Hz. Muhammed tarafından Medine'de ve
Yahudileri takliden vazedildiğini ileri sürerler.754 Onlara göre daha sonra kıble ile birlikte bu
uygulama da Ya-hudilere düşmanlıktan dolayı neshedilmiştir.755 Böylece, ibadetle ilgili ahkâm da, siyasî değişikliğin
tesirinde kalmıştır.756
Bu
konularda, İslâm bilginleri çok değerli açıklamalarda bulunmuşlar ve
müsteşriklere gerekli cevapları detaylı bir biçimde vermişlerdir.757 Onun için tafsilata
girişmeyecek, sadece şu kadarını söylemekle yetineceğiz:
Öğle
namazı meselesine gelince, müsteşriklerin öğle namazı dahil beş vakit namazın
Mekke döneminde İsra ve Miraç gecesinde farz kılındığını758 nasıl bilmezlikten geldiğini anlayamıyoruz.
Namazların
sayısı hakkında, müracaat edebileceğimiz İslâmî kaynakların hiçbirinde böyle
bir gelişmeye dâir herhangi bir malumat bulamadığımızı ifâde edelim. Batılı
münekkitlerin, bu görüşü hangi eserden aldıklarını bildirmemeleri gerçekten
esef vericidir. Zira elimizdeki bütün kaynaklar, Mekke'de farz kılınmasından
itibaren, bu namazların günde beş kere kılındığını bildirmektedir.759 Ayrıca Hz.
Peygamber, gerekli açıklamalarla birlikte bu namazları böylece tespit etmiş,
Kur'-ân-ı Kerim de birçok yerde bunlardan kısaca bahsetmiştir.760
Kur'ân-ı
Kerimin herhangi bir îmâda bulunmadığı Aşure günü meselesine gelince;
Kureyşlilerin Islâmdan önce bu günde oruç tuttuklarını ve Hicretten evvel
bizzat Hz. Peygamber'in de bu adete uyduğunu hadisçi-lerden öğreniyoruz761. Yine bu Aşure
orucunun, (Ramazan orucunun farz kılınmasından sonra da) Hz. Peygamber
tarafından mü'minlere tavsiye edildiğini762 biliyoruz. O halde, Hz. peygamber'in,
hidâyette Yahudi-leri taklid için böyle bir karar aldığını, ancak siyasî
ortamın değişmesi yüzünden bu kararından döndüğünü iddia etmek, gerçekleri
saptırmaktan başka bir şey değildir.
Ayrıca
Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Medine'ye gelip Yahudilerin o gün
oruç tuttuğunu gördüğünde, Sahabilerine o gün oruç tutmalarını emretmesinin ve
Yahudilere: "Ben Hz. Musa'ya sizden daha yakınım"763 demesinin verdiği mesaj şudur:
Hz.
Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hiçbir zaman onlara yaranma yoluna
gitmediği gibi, onlara tâbi olma gibi bir düşüncesi de olmamıştır. Aksine ta
başından beri, kendileri hakkındaki görüşü neyse onunla, karşılarına çıkmış,
onları ve peygamberleri olan Hz. Mûsa'yı birbirinden ayırmış ve Hz. Musa'yı
tıpkı kendisi gibi Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber olarak kabul
etmiştir.
Bunun
yanısıra Aşure orucu nafiledir, yani İslâmın temel prensiplerinden uzaktan
yakından bir alakası yoktur.
·
10. Kur’ân'ın Üslup ve Muhtevasında
Değişiklik Meydana Getirdiği İddiası
Biz
bu konuyu ele alırken amacımız, müsteşriklerin, Mekke'de inen âyet ve sûrelerle
Medine'de inen âyet ve sûrelerin üslup ve muhtevasına ilişkin görüşlerini
sunmak ve bunun üzerinde Kur'ân'm kaynağını ilgilendirdiği ölçüde gerekli
değerlendirmeleri yapmaktır. Zira, biraz sonra yapacağımız alıntılardan da
görüleceği üzere müsteşrikler Kur’ân'ın indiği zaman ve mekânların etkisini
ileri sürerek onun İlâhîliği konusunda şüphe uyandırmak istemişlerdir. İslâm
bilginleriyle müsteşriklerin bu konuda gösterdikleri çaba arasında, yöntettı ve
amaç farklılığı vardır. İki tarafın da yöntemleri üzerinde durmayacağız.
Amaçlarına gelince, İslâm alimleri, bir âyetin tarihini, ne zardan ve ne
hakkında nâzil olduğunu incelerken, ilgili rivâyetleri araştırıp tespit etme
konusunda çaba harcarken amaçları, İslâm davetinin gelişmesini en ince detaylarına
kadar tesbit etmek, her aşamasına ışık tutmak ve o dönemlerde inen hüküm ve
yasaları belirlemek olmuştur. Müsteşriklerin amacı ise, netice itibariyle
Kur'ân'm beşeriliğini kanıtlamaktır.
Müsteşrikler,
Kur'ân-ı Kerimi zaman bakımından tertip etmek istemişler ve Müslüman alimleri
kullandıkları sahih rivayetlerin zayıflığını iddia ederek bu tertip konusunda
karalama eğilimini göstermişlerdir764. Nöldeke, Schwally ve diğer Alman
müsteşriklerin kabul ettikleri bu tertip, Batılı bilginlerin zihinlerini meşgul
etmiştir. Bu nedenle, Kur'ân araştırmaları alanında en tehlikeli sonuçları buna
dayandırmışlardır. Kur'ân'm sıhhatini cerhetmek, öğretilerini birbiriyle
çelişkili gibi göstermek; problemlerini, ümitlerini ve acılarını ele aldığı
zaman ve mekân şartlarından etkilendiğini isbat etmek için bu tertibi, en büyük
kapı edinmişler. Öte yandan bu tasnif, Kur'ân'm birçok cüz'iyatım—kendi bakış
açılarına göre—kapalı, müphem, tartışma ve izaha muhtaç halde göstermişlerdir.
Ancak bu Kur'ânî tasnifi yapan Alman Ekolü, Kur'ân tertibinin, Müslüman
alimlerin bin sene hatta daha fazla bir zaman önce kullandıkları yöntemden
başka bir yolla tasnif etmenin imkânsızlığını da kuşkuya yer bırakmayacak
biçimde kanıtlamıştır. İslâm bilginlerinin yönteminin, çerçevesi—ictihad ve
istidlale de büyük yer vermekle birlikte—sahih rivâyetlerle çizilmiştir.
Sözkonusu rivâyetleri gözönünde bulundurmak, Kur'ân'ı doğruya en yakın bir
nüzul sırasına göre tertip etmeye götüren biricik yoldur. Bu metod,
Alman Ekolünün gerçekleştirdiği bilimsel (!) tertipten çok daha üstündür765.
Alman
ekolünün Kur'ân-ı Kerimi bu şekilde tertip etmesinin sonucu olarak Kur'ân
metninin sıhhati ve âyetlerin Hz. Peygamberin karşılaştığı şahsî ve mahallî
şartlardan etkilendiği konusunda birçok şüphe ortaya atıldı. Öyle ki bu ekol,
Kur'ân'm, Hz. Peygamber, kavmi arasında davasını yaymaya; karşılaştığı
problemlere karşı çözümler bulmaya; şirk ve geçmiş semâvî kitaplar karşısında
yeni stratejiler belirlemeye çalışırken duyduğu ümit ve acıların fiilî bir
yankısından başka bir şey olmadığını kabul etti.
Belçikalı
müsteşrik Lammens, Mekkî ve Medenî sûreleri birbirinden ayırmış. Bunu yaparken,
İslâm davetinin geçirdiği aşamalara göre meydana gelen olay ve oluşan şartlara
uygun olarak değişen üslup ve ele alman konuları incelemeye dayanmıştır. Yazar
araştırmasında, Mekke dönemine ait iki tür sûreyi tesbit ettiğini
söylemektedir. Ona göre, Kur-'ân'm, Hz. Peygamberin görevlendirilişine yakın
ilk sûreleri, üslûbundaki vecizlik, sûrelerindeki kısalık, âyetlerde duraklarla
sık sık nefes kesilmesi, hatta bazan bunun bir tek cümlede mana tamamlanmadan
bile olması; Arap kâhinlerininkine benzer seci'li üslûbun tercihi; Kıyamet
gününü dramatik ve korkutucu bir üslupla anlatılması ile farklılık arze-derler.
Yine yazara göre, Kur'ân'm ilk inen âyetlerine "hatabî" bir üslup
egemendir. Bunların yanısıra birçok sûrede sık sık yemine başvurulur.
Müellif—bu kelime ile Hz. Muhammed'i kastediyor—bu tür kasemleri, göğe, yıldızlara,
dağlara, ağaçlara, güneşe, aya, yere, fecre ve "leyâl-i aşre"...
yapıyor. Ancak, bu gibi doğal nesnelere bu şekilde yemin edilmesi yavaş yavaş
azalmakta, sonunda Medenî âyetlerde bütünüyle kaybolmaktadır.766
İkinci
Mekke dönemi ve nisbeten peygamberliğin başlangıcından uzaklaşıldığı zaman
Kur'ân sûreleri, İncil kıssalarına yer vermekle te-mâyüz eder. Bu kıssalar, Hz.
Muhammed'in Mekke'deki çağrısında muhaliflerine karşı gösterdiği değişikliği ve
yeni mücadele yöntemini yansıtmaktadır. Yine bu dönemin ayırıcı bir özelliği
de, geçmiş peygamberleri ve sözkonusu peygamberlere karşı gelen kavimlerinin
acıklı sonlarını anlatan kıssalarına yer vermesidir. Aynı bu dönemde, ilk defa
Rahmân kelimesi Allah anlamında kullanılmaya başlanmıştır/ Daha sonra Medine
döneminde "Yâ eyyühe'l-lezîne âmenû" olarak değişecek "Yâ
eyyühennâsü" ifadesi de bu dönemde kullanılmıştır. Yine daha önce
genellikle kısa olan sûreler bu dönemde yavaş yavaş uzamaya başlamış, bizzat
üslupta da bir değişiklik meydana gelmiştir. Üslup daha önce kâhinlerin seci'li
sözlerini andırırken, yavaş yavaş açıklık kazanmaya ve Arap nesrine benzemeye
başlamıştır. Hz. Muhammed, peygamberliğinin başlangıcından itibaren ilk on sene
zarfında^ her üç_semâvL _ dinin inandığı tevhid esasında birbirine olan
yakınlığını gözönünde bulundurarak kendileriyle iyi ilişkiler içinde
bulunacağını düşünerek hiçbir şekilde Yahudî ve Hıristiyanlara hücum
etmemiştir. Ayrıca Hz. Muhammed, peygamberliğinin diğer semâvî dinlerin bir
tamamlayıcısı olduğuna, ancak o güne kadar kendilerine peygamber gönderilmemiş
Arapların ihtiyaçlarına göre bir keyfiyete büründüğüne inanıyordu767.
Medenî
sûrelerle ilgili olarak da Lammens, şunları söylüyor: Medine'de inen sûreleri,
gerek şekil ve gerekse konu bakımından her iki dönemiyle Mekkî sûrelerden
ayırıp tanımak kolaydır. Şekil bakımından bu sûrelerin üslûbu, özellikle teşri'
konularını düzenleyen âyetler normal nesre yaklaşmıştır. Kur’ân'm cümleleri
gelişme kaydetmiş, öyleki bazen tam ve belirli bir dönemi yansıtacak biçimde
mütekâmil bir bütünlük göstermektedir. Aynı şekilde nağme de Mekke'dekine göre
değişikliğe uğramış ve daha çok sağlamlık ve ahenk kazanmıştır. Bu dönemde,
dinî, medenî ve cinâî hükümleri detaylı bir biçimde ortaya koyan yönetici ve
kanun koyucu bir sesi hissediyoruz. Şöyle ki: Hicret, Hz. Mu-hammed için,
ahiret işlerine daha fazla özen gösterdiği Mekke döneminde yaptığından daha
fazla olarak dünyevî işleri elinde tutup düzenleme kapısını geniş bir biçimde
açmıştır. Şu tür emirler peşpeşe gelmeye başlar: "Peygambere itaat
ediniz!", "Mallarınızın zekâtını veriniz!"...vs. Aynı şekilde,
Kıyametin yaklaştığını bildiren Mekkî sûreler de geride kalmıştır. Yine
müşriklerle tartışma ancak nâdir rastlanır olmuş, ancak bu dönemde Yahudiler ve
kalblerinde hastalık bulunan münafıklara hücum edilmiştir. Bunlar, Medine
halkından iki gruptur. Bu dönemde nazil olan Kur'ân'da askerî emir ve
yükümlülükler büyük bir yer tutmaktadır.
Yine
bu dönemde ahlakî kurallar üzerinde de açıkça durulur. Peygambere saygı
göstermeye, onun huzurunda seslerini yükseltmemeye ve bir-birleriyle konuşur
gibi ona yüksek sesle hitap etmemeye, hareminin hücreleri gerisinden kendisine
çağırmamaya, iyice araştırıp emin olmadıkça bir haberi doğru kabul etmemeye,
Müslümanlar birbirleriyle savaştıklarında onları barıştırmaya gayret etmeye,
bir taraf barışa yanaşmadığı takdirde Allah'ın emrine dönünceye kadar o tarafla
savaşmaya çağrı; insanların birbirleriyle alay etmemesi, birbirlerine kötü
lakaplar takmaması, zannın bir kısmının günah olduğu için zandan uzak durmanın
zarureti, tecessüs, gıybet ve nemimeden kaçınılması, Müslüman millet ve
kabilelerin birbiriyle eşit oldukları... gibi Müslümanların ahlak ve yaşayışını
düzenleyen kurallar hep bu dönemde inen âyetlerde yer alan konulardır. Medenî
sûreler, Peygamberin ailevî meseleleri, eşleriyle olan problemleri ile dolu
bulunmaktadır. Bu dönemde inen sûrelerde, evlatlığının boşadığı bir kadınla
evlendirilir. Hz. Aişe'ye yöneltilen ifk hadisesi sözkonusu edilir, vefatından
sonra hanımlarının durum ve konumlarına açıklık getirilir...vs. Bu dönemde Hz.
İbrahim (a.s) Arap kavmiyle irtibatlandırılır, Araplara Kabe'nin kurucusu
olarak takdim edilir, İslâma Hz. İbrahim'in dininin adı verilir. Ne Yahudi, ne
Hıristiyan ne de müşrik olmadığı aksine Hanif ve Müslüman olduğu belirtilir768. Lammens,
sözlerini şöyle sürdürüyor: Hz. Muhammed bütün bu icraatlarıyla İslâm dininin,
Yahudilik ve Hıristiyanlık gibi diğer semavî dinlerden bağımsız olduğunu ilan
etmeyi amaçlamıştır. Sonra Hz. Muhammed Yahudilerden alakasını kesince,
Hıristiyanlarla da ilişkisini kesmekte tereddüt etmemiştir..."769.
Müsteşrik
Blachere de, bu konuyu eserlerinde ele almış, özellikle Alman müsteşrik
Nöldeke'nin konuyla ilgili görüşlerine yer vermiştir. Blachere'in eserlerini
inceleyerek Nöldeke ve Schevvally'nin görüşlerini de tesbit edebiliyoruz.
Blachere, Nöldeke ve Schevvally'nin görüşlerini öz bir biçimde naklederek
şunları söylüyor: Kur’ân'm ilk inen âyetlerini ele alıp incelediğimiz zaman,
Hz. Muhammed'in mütereddit, tedirgin, üzerine yüklenen görevin ağırlığı
karşısında ümitsiz olduğunu görüyoruz. İlk inen 23 sûre, yeni Peygamberin
başlangıçtaki alışma dönemini bize açıkça gösteriyor. O bu dönemde henüz
"İlâhî nidâ"nın ağır tesiri altındadır. Hayali, yakında aleme isabet
edecek büyük felâket ve musibetlerin ve de kıyamet gününün yaklaştığının
endişesiyle tedirgindir. Ona göre, Kıyamet —zamanını tam olarak belirleyemezse
de— yavaş yavaş yaklaşmaktadır. Kıyamet koptuğunda insanlar kendilerini
kaybedeceklerdir. O bu anları dramatik bir biçimde canlandırmaktadır; kişi
eşini, çocuklarını ve aşiretini unutur. Çünkü herkesin, başından aşkın bir
meşgalesi vardır. Yeryüzü bambaşka bir şekle dönüşecek. Ölüler dirilip
mezarlarından kalkacaklar ve hesap anı gelip çatacak. Herkesin cezası yaptığı
işe göre olacak; kim zerre ağırlığınca hayır işlemişse karşılığını görecek, kim
de zerre ağırlığınca kötülük yapmışsa cezasını çekecektir.
Yine
naklettiğine göre bu dönemin bir başka ayırıcı özelliği de, Hz. Muhammed'in
peygamberliğinin İlâhî kaynaklı olduğu ve Allah'ın birliğine çağrı üzerinde
şiddetle durulmasıdır. Kur’ân değişik yerlerde yeni Peygamberin ve görevinin
rolünü açık ve net bir biçimde belirler. Bu rol, mütevazi bir görev olup onun
bir müjdeleyici ve uyarıcı olması çerçevesini aşmaz. Her şeyin yaratıcısı
Allah'tır. Her şeyi görüp gözeten Odur. Hiçbir yaratık Onu göremez. Elçilik
görevi, Melek Cebrail aracılığıyla Peygambere nakledilir. İşte bu dönemden ve
Mekke müşrikleri Kur'ân'm Allah'tan gelen vahiy olmadığına, aksine eskilerin
efsaneleri olduğuna inanmaya başladığı andan itibaren Kur’ân âyetleri Hz.
Muhammed ile müşrikler arasında patlak veren mücadeleye, Hz. Muhammed'in
onların sözü edilen iddialarına karşılık kendilerini beyinsizlikle
nitelediğine, putlarıyla alay ettiğine ve bilgisizliklerini ortaya koyduğuna
işaret ediyor.
Blachere,
İslâm davetinin bu ilk aşamasında, İslâmm temel inancı olan vahdaniyet
konusunda Kur'ân ifadelerinin kapalı olduğuna, hatta Kureyş ilahlarını karalama
(tesfîh) ile ilgili bir şey ihtiva etmediğine, bu mesele hakkında kesin hükmün
daha sonra geldiğine, bunun da Allah'ın birliğini, Samed oluşunu, ne doğurup ne
de doğduğunu ve dengi hiçbir varlığın bulunmadığını belirten âyetlerin
gelişiyle gerçekleştiğine inanıyor.770
Blacere,
Kureyş'in Hz. Muhammed'e olan muarazasmın başlangıçta şiddetli olmadığı
kanaatindedir. Ancak, Hz. Peygamber, Kureyş'i putlarını bırakmaya ve yalnızca
bir olan Allah'a inanmaya çağırdıktan; zenginlerin tutumlarını, fakir ve
köleleri sömürmelerini tenkit ettikten sonra iki taraf arasındaki bağ tamamen
kopmuştur. Çünkü bu durum karşısında Kureyş, kendi sınıfsal imtiyazını
yitirmekten korktu ve İslâm çağrısına, dinî bir inanç sistemi olmaktan çok
sosyal bir reform niteliğinde görerek karşı çıktı.771
Bu
aşamadaki Kur'ân pasajları üslup bütünlüğüyle temayüz eder. Meselâ, âyetler
genellikle altı ile on duraktan oluşur. Ayrıca âyetler, yoğun manalar yüklü
olup tek bir kafiye halinde aynı tarzda birbirini izler gider. Büyük
çoğunlukla, bu âyetler düzenli bir şarkı biçimindedir. Yine genellikle bu
mukaddes parçalar yıldızlara, gezegenlere, dağlara yeminle başlar. Bu parçalar,
poetik ve müzikal üslûbu ve cezbedi-ciliğiyle temâyüz eder.772
Hz.
Muhammed'in Mekke'deki çağrısının ikinci aşamasına gelince bu da, Kehf
Sûresinden başlayarak Necm Sûresinin sonuna kadar toplam yirmi iki hizbde
kendisini göstermektedir. Necm Sûresi, mürekkep ve uzun bir sûredir. Bu terkîbî
yapı, içinde Allah'ın birliğini gösteren diğer isimlerinin yanısıra Rahmân
ismine de yer verilen Kehf Sûresinde açıkça görülmektedir. Bu ve benzeri
kelimelerin, Kur’ân'm bu dönemde ortaya çıkardığı kavramlarla çok sıkı bir
ilişkileri vardır. Nitekim bu dönemde, göklerin ve yerin Yaratıcısı olan, yeri
döşek yapan, onda insanlar için yollar meydana getiren, gökten su indiren ve onunla
ölü bir ülkeyi dirilten, bütün çiftleri yaratan, insanlar için gemi ve
hayvanlardan binekler var eden Allah'tan bahsedilir773. Bu dönemde küçük İslâm cemaatiyle düşmanları
arasında kesin kopuş meydana geldi. Mü'minûn Sûresinden birkaç pasaj774 bu kesin
ayrılışı gösteriyor. Vahdâniyet akidesi bu aşamada kesinleşti. Hz. Muhammed'in
rolü, mübeşşir ve nezir olmaktan öteye giderek başka amaçlara yöneldi.
Cehennem, Peygamberin çağrısını inkâr eden Mekke müşrikleri için bir tehdit
unsuru haline geldi.775
Blachere
devamla şöyle diyor: Bu dönemde, "çölde vaaz eden peygamber"
meselesinin gelişme kaydetmesini ancak belli belirsiz bir biçimde
görebiliyoruz. Çünkü bu dönemde müşriklerin Peygambere olan düşmanlıkları
artmış ve bu dava yeni bir yöne yönelmiştir. Şöyle ki: Hz. Muhammed amacına
ulaşmak için, çağrısı, Arap Yarımadasında, bilinen kıssa ve efsânelere
işaretler yapmaya başlamıştır. Ayetler, imândan ve Allah'ın birliğinden söz
ettikten hemen sonra, peygamberlerini yalanlayıp inkâr eden, bu yüzden de
Allah'ın üzerlerine felâket ve azap gönderip onları yakıp yıktığı kavim, kabile
ve milletlerin kıssalarına yer veriyor. Ad Kavmi, Salih Kavmi, Lût Kavmi,
Firavun Kavmi ve Nuh Kavmi bunlara birkaç örnektir. Kur’ân âyetleri, sözü
edilen peygamberlerin elçilikleriyle, Hz. Muhammed'in peygamberliği arasında
bir karşılaştırma yapıyor ve kavmine, sapıklıklarına devam ettikleri takdirde
geçmiş kavimlerin başına gelen musibetlerin kendilerinin de başına geleceğini
haber vermekle tehdit ediyor. İşte, Hz. Muhammed'in, "çölde vaz eden"
konumundan İncil'de yer alan kıssalarla tanışmasına doğru gelişme kaydettiğini
belirten sözün anlamı budur. Kur’ân bu aşamada, eski mukaddes semâvî
kitaplardan etkilenmiş-tir.776
Kur’ân'm
üslûbuna gelince, o da, Mekke döneminin birinci aşama-smdakinden kesin bir
biçimde farklılaşmıştır. Ayetlerin sayısı artmış, öyle ki bir sûre on iki ilâ
yirmi âyeti ihtiva etmeye başlamıştır. Dahilî keskinliği dinmiş, öyle ki,
nefesleri sık sık kesen duraklarından, ateşîn ve helvese ve‘ zühûl ile karışık
âyetlerden pek fazla eser kalmamıştır. Peygamber, eskiye nazaran daha fazla
kendisine güvenmeye, kavmine yeni üslûp ve delillerle meydan okumaya
başlamıştır. Eski poetik ve müzikal üslûbun yerini cerh ve kötüleme üslûbu
almıştır.777
Mekke'nin
üçüncü dönemine gelince, müsteşrik Nöldeke, bu dönemle bir önceki arasında
köklü farkların bulunmadığı kanaatindedir. Çünkü bu dönem gerek şekil, gerekse
mevzu bakımından öncekinin bir uzantısı sayılır. Fakat bu uyum, bütün alanlarda
ve mutlak değildir. Çünkü, meselâ Peygamber'in Beytü'l-Makdis'e olan yolculuğu
anlamında Isra ve göğe yükselişi anlamında Mi'rac gibi yeni konulara bakarak
iki dönemi birbirinden ayırmak mümkündür. Bu iki olay, daveti etkilemiş,
Ku-reyş'in yalanlamasıyla karşılanmış, bazı Müslümanların da dinden dönmelerine
neden olmuştur. Bu dönemin başka bir farklı özelliği de, vaaz ve irşad şeklinin
değişmesidir. Nitekim Peygamber, kavmini sadece ahirette değil dünyada bile
azap ve helâk ile tehdit etmeye başlamıştır. Öte yandan Kur'ân âyetleri,
"eşyanın yeni tabiatına" mukabele etmeye başlamış, Peygamber'in,
koruyucu ve destekçisi olan amcasının vefatından sonra takınması gereken tutumu
konu almıştır. Bu dönemde, kavmi kendisine düşmanlık ve alay ile karşı koymuş,
zayıf mensupları Habeşistan'a hicret etmek zorunda kalmış, bir sığmak bulma
ümidiyle kendisi bizzat Taif'e tebliğ için gitmiştir. Ne var ki Taif halkı
kendisini inkâr ve kaba kuvvetle karşılamıştır. Kur'ân âyetlerinin bu yeni
konulara değinmesi tabiidir. Kur'ân'm hitap üslûbu da değişmiş ve "Ey
insanlar" ifadesini kullanmaya başlamıştır. Çünkü artık vahiy sadece Mekke
halkına hitap etmemekte, aksine bütün insanlara seslenmektedir.778
Şekil
ve mevzu bakımından bu sürekliliği, bu dönemde İslâm çağrısını saran ve üç ana
faktöre ayrılabilen ortam ve şartların gerektirdiği ufak değişiklik meydana
getirmiştir: Eski peygamberlerin başarısızlığına işaret; İslâmm, Allah'ın dört
bir tarafa yayacağı ve bütün dinlere galip getireceği bir din olduğunu
vurgulama ve mensuplarını sabra, tahammüle, yakın bir gelecekte galip
geleceklerine tam bir iman ve güven duygusuyla dolu bir kalble güçlüklere göğüs
germeye teşvik; Mekke müşriklerini, Hz. Peygamber ve çağrısına karşı düşmanca
tutumlarında ısrar etmeleri halinde geçmiş ümmetlerin başına gelenlerin
aynısının kendilerinin de başına geleceğini belirterek tehdit etmek.
İslâm
çağrısının bu aşamasında, direkt ataları olması itibariyle Hz. İsmail'in babası
olması açısından Hz. İbrahim'in Arapların babası olması da kesinlik kazandı.
Ayrıca Hz. İbrahim'in Hanifliği tesis edişi de vurgulandı. Haniflik, bütün
peygamberlerin tebliğ ettiği, mülhid milletlerin ise bilmezlikten geldiği temel
dindir. Bu gerçek İbrahim Sûresinde açıkça kendisini gösteriyor. Hz. İbrahim'in
Arapların atası olduğu şeklindeki bu anlayış, Medine'de de kuvvet bulmuştur.779
Blachere,
Kur’ân'm Medenî sûre ve âyetlerini ele alırken, araştırmasının girişinde, İlâhî
vahiy ile bağlantılı yeni kanunlara dayanan bu siyâsî ve ictimâî değişikliğe
işaret etmektedir. Bu dönemde Hz. Muhammed'in rolü değişmiştir. O artık
Allah'ın kendisini, çölde dinini yaymak için seçip görevlendirdiği bir kişi
değildir. Fakat, aynı zamanda, içinde bulunduğu şart ve ortamın da etkisiyle
görünüş, yaşayış ve ibadetleriyle başkalarından ayrılan dinî bir cemaatin de
lideri olmuştur. Bu cemaatin karşısında sadece müşrikler değil, aynı zamanda
Medine'deki, son derece teşkilatlı üç Yahûdî kabilesi de yer almaktadır.
Bunlar, İslâm Cemaatinin peygamberine hem dinî hem de dünyevî pek çok zorluk
çıkarmaktadır. Bu cemaatin, Mekke müşrikleriyle olan ilişkisi de, çok geçmeden
silahlı mücadele biçimine dönüştü. Bu mücadelede sözkonusu cemaat önce bir zafer
kazandı. Arkasından Uhud Savaşında bozguna uğradı. Daha sonra, zafer ve
hezimetler zaman zaman el değiştirdi. Bu durum, Hz. Muhammed'in muzaffer bir
fatih olarak ana yurduna dönmesine kadar devam etti.
İnen
vahyin bu dönemlerle olan ilişkisine gelince, gelen Kur'ân âyetleri acısıyla
tatlısıyla bu cemaatin yaşayışını konu alıyordu. Kur'ân, o günkü İslâm
cemaatinin başından geçen önemli olayları bize aktarmaktadır. Medine'de inen
sûrelerin adedi, yirmi dördü bulmaktadır. Bunlar, zaman, mekân ve konu sıralaması
gözetmeksizin Mushaf'ta serpiştirilmiş biçimde yer almaktadır. Ancak
Müslümanlar, uzun sûreleri Mushaf'ın başına yerleştirmişler. Orta uzunluktaki
sûreler ise, Mushaf'ın ortasında yer aldıkları gibi son kısmında da yer
almışlardır. Bu döneme ait sûrelerin bir özelliği de, kanunî hükümleri,
özellikle ceza kanunlarını ihtiva etmesidir. Belli başlı had cezalarıyla ilgili
âyetler buna örnektir. Öte yandan bu âyetlerde kullanılan ifadeler, Allah'a ve
Resulüne itaate teşvik etmekte, Müslümanların hiçbir itiraz ve tartışmaya
girmeden Allah ve Resulünün emirlerine itaat etmeyi öngörmektedir. Sözkonusu
emir ve yasaklamalar, her türlü kapalılık ve belirsizlikten uzak net ve açık
bir ifadeyle sunulmaktadır. Bu dönemde Kur'ân âyetleri de belli bir uzunluk
kesbetmiştir. Eski kesik kesik, heyecanlı ve nefes kesen üslûbu ihtiva
etmemektedir. Bununla birlikte Medine döneminde Kur'ân üslûbu zaman zaman
açıkça birbirinden farklılık arzetmektedir. Meselâ, ateşli ve tehdit dolu kısa
âyetlerin yanında uzun, rahat ve sakin âyetler yer alabilmektedir. Bunun
yanısıra, Medenî sûre ve âyetler, bu dönemdeki Muhammedi çağrının karşısındaki
yeni olgular karşısında bir ahenk ve açıklıkla farklılık arzeder.
Kuşkusuz,
Medenî âyetler, Mekkî âyetlerin ele aldığı pek çok meseleyi de ihtiva etmektedir.
Meselâ, eski peygamberlere ve kavimlerinin akibetlerine yer vermek, müşrik ve
münafıkları helak ve azap ile tehdit etmek... gibi. Fakat, İslâm davetinin
siyâsî gelişiminin gerektirdiği ve Medenî vahiylerin ele aldığı yeni konular da
yok değildir. Meselâ, Müslümanların gayr-i müslim komşularıyla olan diplomatik
ilişkileri, barış, savaş, sulh ve ateşkes gibi meseleler... buna örnektir. Ne
var ki Kur'ân, diğer semâvî kitaplardan farklı olarak sözkonusu olayları tarihî
tertip itibariyle açıklayıp sıralamıyor. Aksine, emir ve yasaklamalarda
bulunurken, öğüt verip ibret almaya çağırırken, dinî ve dünyevî muameleleri
tanzim ederken bunlara değiniyor. Bundan dolayı diyoruz ki: Kur'ân bir tarih
kitabı değildir.
Medine'de
inen âyetlerin bir özelliği de, Yahudilerle hoş geçinme ve Hıristiyanlarla en
güzel bir metodla mücadele yöntemini kullanmasıdır. Ancak, her bir taraf
diğerini kendi dinine çekmekten ümidini kesince Müslümanlar ile Yahûdiler
arasında mücadele kızıştı. Dinî, itikâdî ve kültürel mücadele son derece
şiddetli bir savaşlı mücadeleye dönüştü. Bu da, Müslümanların Yahûdilere galip
gelmesi ve onları Arap Yarımadasından kovmasıyla sonuçlandı. Kur'ân birçok sûre
ve âyetlerinde, bu fikrî ve askerî mücadeleyi çok güzel bir biçimde gözlerimiz
önüne sermektedir.
Başlangıçta,
İslâm cemaatiyle Arap Yarımadasındaki Hıristiyanlar arasındaki münasebetler
iyiydi. Bu dönemin ilk aşamasında, Kur'ân Hz. İsâ'nm uluhiyyetini ve teslis
inancını inkâr etmesine rağmen iki taraf arasında hiçbir düşmanlık
kaydedilmemektedir. Fakat ne zaman ki bu cemaat, Bizans mukavemetini hissetti,
özellikle Mûte savaşından sonra, Kur'ân âyetleri, (şâyet kendilerine uyacak
olsa Allah'ın gazab ve azabına çarpılacak) Peygamberden kendi dinlerine tabi
olmadıkça razı olmayacak olan Hıristiyanları da Yahûdilerle aynı kefeye koymaya
başladı.780
Medine'de
inen Kur'ân pasajları, gerek şahsî, gerek medenî ve gerekse cinâî konulardaki
yasaları ortaya koymakla farklılık arzeder. Bu pasajlar, İslâm toplumunun
günlük hayatını tanzim etmekte, Hz. Peygamberin aile hayatına ait düzenlemeler
getirmekte, eşleri arasındaki tartışmalara çözümler sunmakta, bir hanımına
yöneltilen bir iftirayı çürütmekte, evlatlık kurumunu ortadan kaldırmak için
Peygamberin, evlatlığının boşadığı Zeyneb ile evlenmesini sağlamaktadır. Öte
yandan bu pasajlar, "Münâfıklar" adını verdiği, dilleriyle
inandıklarını ileri süren, gerçekte ise gönülden inanmayan ve ilk defa
Medine'de ortaya çıkan yeni bir grubu ele almaktadır. Kur'ân sûreleri,
özellikle savaşla ilgili konularda bu grubun Peygamber'i ne derece rahatsız
ettiklerini bize açıkça göstermektedir.781
Blachere'in
Mekkî ve Medenî âyet ve sûrelere ilişkin görüşlerini bu şekilde kısaca
arzettik. Gelecek sayfalarımızda tahlil ve tenkide tabi tutacağımız bu
görüşleriyle onun neyi gerçekleştirmeyi amaçladığı bu kısa açıklamalarımızdan
açıkça belli olmaktadır.
Maxime
Rodinson ise, bu gibi zaman, mekân ve konulara göre bir taksime kalkışmamıştır.
Ancak, sözünün akışı içerisinde Mekkî Kur’ân'm —kendi görüşüne göre—İslâm
öncesi Araplarca bilinmeyen bir nesir üslûbundan farklılık arzeden
özelliklerine işaret etmiştir. Ona göre, cahi-liye Arapları nesir ile değil
şiirle ün salmışlar. Müslüman alimler, bu özelliği, Kur'ân'ın hak ve İlâhî
kaynaklı oluşu konusunda çürütülmez bir delil olarak kullanmışlardır. Çünkü,
Arapların daha önce hiç bilmedikleri bu yeni edebî üslup ancak, Hz. Peygamberin
söyledikleri konusunda doğruluğunu gösteren bir İlâhî mucizeyle açıklanabilir.
Özellikle, Hz. Muhammed, belagat ve fesahatta son derece ileri olan Araplara
bir benzerini getirmeleri konusunda bu üslup ile meydan okumuştur. Rodinson,
Kur'ân üslûbunun taklidi mümkün olmayan hâsiyetini itiraf ediyor. Fakat,
İslâmdan önce Kur'ân üslûbuna benzer bir üslûbun bulunduğu konusunda ısrar
ediyor. Ona göre böyle bir üslup var, fakat yazılı metinler elde bulunmadığı
için bunu isbat etmek mümkün olamamaktadır. Dolayısıyla bir karşılaştırma
yapmak imkânsızlaşıyor.782
Görüldüğü
gibi, Mekke döneminde Kur'ân üslûbu şiir olmadığı gibi tam anlamıyla bir edebî
üslûp da değildi. Ancak Kur'ân üslûbu, başlangıcında kâhinlerin seci'li
sözlerine yaklaşıyordu. Özellikle yıldızlara, gezegenlere ve diğer tabiat
faktörlerine yemin ederken bu daha çok göze çarpıyordu. Cümleler, kesik kesik
olarak birbirini izliyordu. Ayetler hararetli ve kısaydı ve tek nağme biçiminde
son buluyordu.783
Konu
bakımından ise, Rodinson şu görüşü taşıyor: İlk Mekkî sûrelerde Peygamberin
yeni bir din getirdiğine işaret eden herhangi bir şey yoktur. Bu sûreler,
başkaldırıcı veya rahatsız edici ve huzuru kaçırıcı fikirler içermiyor. Sonra,
Muhammed'in İlâhı, başka ilahların varlığını veya kudretini- yok
saymıyor. Başlangıçta bunları bilmezlikten gelme veya kendilerinden söz
etmemeyle yetiniyor. İlk âyetler Allah'ın mutlak vahdaniyetini vurgulamıyor.
Muhtemelen Hz. Muhammed, bu dönemde aynı zamanda Yahudi ve Hıristiyanların da
İlâhı olan kendi İlâhının sonsuz kudretine tam olarak inanıyor. Belki de ikinci
derecede önemli olan ve asıl tanrının etrafında bulunan, fakat yüce Allah'ın
kudretine dayandıkları için bağımsız gerçek kudretleri bulunmayan, fakat
Allah'ın bazı yaratıkları olarak varlıklarına inandığı cin ve şeytanlardan
birazcık daha güçlü olan bir grup tanrıya da inanıyordu.
Diğer
bazı tanrıların varlığını da inkâr etmeden onların üzerinde bir ilâhın tazim
edilmesi müşriklerin inanç ve dinlerinde bilinen bir gerçektir. Bu tür ilah
türüne "Henoteisme" adı verilir ve bu, Arap Yarımadası sakinleri olan
Araplar nezdinde bilinmektedir. Büyük ihtimalle Mu-hammed bu tür ilahlarla
Yahudî ve Hıristiyanların inandığı gerçek tevhid inancı arasında tereddüt
ediyordu.
Böylece
Muhammed'in, Allah'ın kudreti üzerindeki ısrarı Mekke'de kimseye dokunmadı.
Özellikle Kureyş zenginleri başlangıçta İslâm çağrısından etkilenmediler. Çünkü
servetleri sayesinde başka herhangi bir kudrete ihtiyaçları olmadığını
sanıyorlardı. Hatta zekat vermeye ilişkin ısrar bile onlar açısından garip bir
şey değildi. Çünkü bu, Arapların bütün canlılığıyla yaşayan kabilevî
geleneklerine de uygundu ve bir özellik olarak sahip olmakla övünülen
"kerem" erdemiyle de paralellik gösteriyordu. Aynı zamanda,
tanrıların gazabını teskin edip kullara zarar vermelerini önlemek için kurban
sunma biçimindeki egemen ve yaygın dinî düşünceye de uygun düşüyordu.
Bütün
bunlar Kureyş nezdinde makbul şeylerdi. Değil mi ki, Muhammed'in çağrısı,
Araplarca maruf dinî ve ahlakî eğilimi temsil ediyordu. Fakat bu yeni fikirler
çok geçmeden şiddetli çekişmelerin patlak vermesine katkı yaptı. Bunun birçok
ve değişik sebebleri var. Birincisi: Hz. Muhammed'in peygamberliğine ilk inanan
insanlar, eşi Hatice, amcasının oğlu Ali ve evlatlığı Zeyd bin Harise gibi aile
fertleriydi. Bunları, Ebu Bekir es-Sıddîk ve Osman bin Affan gibi bazı zengin
tüccarlar takip etti. İlk mü'minler arasında, aristokrat Kureyş ailelerine
mensup olan Halid bin Saîd bin el-Âs gibi bir grup genç de vardı. Yine, Talha
bin Ubeydillah ve Abdurrahman bin Avf gibi orta halli Kureyş ailelerine mensup
başka gençler de bulunmaktaydı. Bir grup da vardı ki, kendilerine "Zuafa
Güçsüzler" adı verilirdi. Bunlar, soy itibariyle Kureyş ailelerine mensup
değillerdi. Bunların sözkonusu ailelere mensubiyeti "Velâ" yoluyla
idi. Habbab bin Eret, Suhayb bin Sinan, Ammar bin Yâ-sir gibi kimseler bunlara
örnek olarak verilebilir. Bu gruptan sonra, Hz. Muhammed'in peygamberliğine ilk
günden itibaret inanan Bilal, Amir bin Fuheyre gibi kimselerden oluşan bir köle
grubu gelir. Gerek efendi ve gerekse köleleri barındıran böyle bir cemaatin
geniş bir ufku, hür bir fikri vardı. Bunlar yeni dini benimseyince Kureyş
toplumunu birbirinden ayıran sınıf farklılıklarını tartışmaya başladılar.
Tartışma, sınıflar arası çatışmayı kızıştıran başka bir şekil aldı. Kureyş,
kendi imtiyazlarını ve ticaretini yitirmekten korktu. Büyük emelleri bulunan bu
küçük cemaati tehlikeli görmeye başladı. Sınıflar arası çatışma sonucunda,
Islâm çağrısıyla muhalifleri arasındaki mücadele hesapta olmayan yeni bir
mecraya yöneldi.
İkincisi:
Yeni dinde Kureyş tanrılarının rol ve yerini açıklama; sonra Peygamberin yeni
dindeki yer ve rolünü belirleme de peygamber ile kavmi arasındaki ilişkiyi daha
da zor duruma soktu.784
Çok
geçmeden Peygamberden net cevap geldi: Buna göre, Bir ve Samed olan Allah'tan
başka ilahlar yoktu. Kendisi için biçilmiş rolü, "Beşîr ve Nezîr"
olmaktan öteye geçemiyordu. Ancak, ilk bakışta mütevazi gibi görünen bu rol çok
geçmeden, İslâm cemaatinin itikadı ve amelî hayatının diğer yönlerine egemen
olmaya başladı. Çünkü bu meselelerin tanzimi yukarıdan geliyordu. Peygamberin
görevi sadece apaçık bir tebliğden ibaretti. İşte bu noktada hasım iki taraf
arasındaki çekişme daha şiddetli bir şekle girdi. Ayetler peşpeşe gelerek,
müşrikleri, putlarını, tanrılarını ve inançlarını tehdit etmeye ve Allah'ın
birliği fikrini güçlendirmeye başladı. Yeni din bütün inançları, fikirleri,
geleceği, emelleri ve elemleriyle başkalarından ayrıldı. Bu noktada Kureyş,
maddî ve manevî bütün imkânlarıyla bu yeni dine karşı koydu. Peygamberin
mensuplarına baskı yaptı. Çekişme had safhaya vardı. Hasımları tarafından
başvurulan bütün barış girişimlerine rağmen Peygamber emrettiği veya nehyettiği
en ufak bir şeyden taviz vermedi.
Bu
hadiseler cereyan ederken vahyin inişi de devam etti. Gelen vahiy, büyük bir
dikkat, kararlılık ve teenniyle yeni dinin esaslarını açıklıyor, Allah'ın
birliğini kökleştiriyor ve başka tanrılarla olan nihaî bağları koparıyordu.
Böylece Muhammedî risaletin kesin bir biçimde çerçevesi çiziliyordu. Buna göre,
Allah'tan başka ilah yoktu. Ulûhiyet ve mülkünde hiçbir ortağı mevcut değildi.
Mü'minler yalnızca ona yöneliyorlardı.
İslâm
çağrısının bu aşamasında Kur'ân üslûbu değişti. Daha az asabî, daha az
heyecanlı ve hararetli, fakat daha çok vurgulu ve kendinden emin olmaya
başladı. Ayetler uzadı. Nağme daha bir ahenk kazandı. Kasemler ve kâhinlerin
seci'li sözleri biçimindeki üslûp kayboldu. Bununla birlikte dil özlü
(Elliptique), okuyuşlar dramatik bir biçimde münazaralardan oluşmaya devam
etti. Ayetler, sahabilerine ve muhaliflerine hitap eden Peygambere "Kul de
ki" şeklinde hitap ediyordu. Söz-konusu âyetler, mü'minler açısından
parlak, gönül alıcı ve ümit verici; kafirler için ise karanlık, tehditkâr ve
korkutucu tablolar ihtava ediyordu.785
Rodinson,
Hz. Peygamberin Medine'ye hicretinden sonraki hayatını ele alırken, bu aşamada
inen Kur'ân'ın özelliklerine de işaret eder ve kısaca onun, Hz. Peygamberin
yeni vatanındaki hayatının açık bir yansıması, inanç ve yasa bakımından yeni
toplumu tanzim eden talimat, emir ve nehiyler bütünü olarak nitelendirir. Bu dönemde,
Peygamber'in nisbeten mütevazi olan rolü sınırlıdır. Şu kadar var ki,
mü'minler, aralarında bir anlaşmazlık çıkması durumunda ona başvurmak
zorundaydılar. O, Allah'ın yücelerden gelen talimatlarına uygun olarak hakem ve
ka'dî konumundadır. Nitekim, Kur’ân, anlaşmazlıkları gidermek için, cahiliye
özelliği olan kuvvete veya intikam yöntemine başvurmaktan sakınmayı açıkça
emretmektedir. Kısasa başvurmak kesin bir emir olarak kendisini gösterir. Kısas
durumunda sadece ve sadece katil öldürülür. Katilin ailesinden hiçbir şekilde
intikam alınamaz. Maktulün yakınları diyete razı oldukları veya karşılıksız
olarak katili affettikleri takdirde katile kısas uygulanmaktan vazgeçilir.
Bu
döneme ait Kur’ân âyetleri, Peygamber ile Medine'de oturan Yahu-diler arasında
patlak veren fikrî ve ideolojik mücadeleden söz eder. Özellikle herbirisi,
ötekini kendi dinine çekmeye çalışıp başarısız kalınca bu sürtüşme daha da
şiddetlenir. Aralarındaki uçurum gittikçe derinleşir. Özellikle âyetlerin
açıkça ifade ettikleri gibi iki taraf arasında fikrî ve kültürel mücadele
başgösterir. Öte yandan bu döneme ait Kur’ân âyetleri İslâmî anlamda cihadı,
şartlarını, nasıl yapılacağını ve mü'minlerin buna nasıl önem vermeleri
gerektiğini tanzim eder. Sözkonusu askerî emir ve talimatlar, mü'minlerin Mekke
müşriklerine, Medine Yahudilerine ve bunların işbirlikçilerine karşı
giriştikleri savaşlarda geniş bir yankı bulur. Yine bu döneme ait kutsal
pasajlar, Peygamberin ailevî problemlerini, eşleri arasında ortaya çıkan
anlaşmazlıkları, onlardan birinin iftiraya maruz kalışını, evlatlığının
boşadığı bir hanımla evlenmesini konu alır.
Bu
dönem, savaş ve barış meselelerinin tanzimi, beytü'l-mâlın düzenlenmesi, İslâm
cemaatinin gelir ve giderlerinin izahı, harcamalarının nerelere yapılması ve
hak sahiplerinin kimler olduğunun beyanı, savaş ganimetlerinin taksimi, medenî,
cezâî ve ahval-i şahsiye ile ilgili yasaların çıkarılması ve kölelerle nasıl
muamele edilmesi gerektiğiyle ilgili konuların ele alınmasıyla temayüz eder.
Bütün bu konuları Medenî âyetler açıklıyor.786
Goldziher
de, Le Dogm et La Loi de L'Islam isimli kitabında Mekkî âyetler ile
Medenî âyetler arasındaki farklılıktan söz eder. Bu konuda Kur’ân'm tenkidi ve
belağî tetkikine dayanır. Buna göre, Mekke döneminde, Muhammed'in ateşli
kararlılığının kendisine telkin ettiği imajları sunduğu vaazlar gelmiştir. Bu
vaazlar, vehmî, hayalî, keskin, direkt ve zâtîdir. Bu dönemde onun kılıcının
şakırtısı duyulmaz, Müslüman savaşçılara veya vatandaşlarına hitap etmez.
Aksine, muarız ve muhaliflerinin tümüne, alemin Yaratıcısı, Rabbi ve Sultanı
olan Allah'ın kudretine ilişkin ruhunu dolduran inançtan; vahiy şeklindeki
görüp müşahede ettiği ve gerçekten kendisinin de rahatını kaçıran hesap gününün
yaklaştığından söz ediyordu. Yine o, geçmiş çağlardaki azgın insanların ve
peygamberleri aracılığıyla kendilerine gelen İlâhî uyarılara karşı koyan
milletlerin başına gelen cezaları haykırıyordu.
Fakat
paygamberliğin hamaset ve şiddeti—Medine vaazlarında ve orada gelen vahiylerde—yavaş
yavaş dinmeye ve sakinleşmeye başladı. Öyle ki, bu vahiyde belagat zayıf ve
sönük hale gelmeye başlamıştır. Aynı şekilde vahyin kendisi de daha önce ele
alıp çözüme kavuşturduğu konu ve meselelere nisbetle daha az bir seviyeye
inmiştir. Öyle ki, bazan sakin bir nesir haline gelir. Bu dönemde, Peygamberin,
gerek vatanının dahilinde, gerekse haricinde gaye ve amaçlarını
gerçekleştirmeye karşı koyan basımlarına karşı tecrübesini, tanzim edici
karihasını, ince görüşünü ve cihanşümul basiretini kullandığını görüyoruz. Aynı
şekilde o, mensuplarını, sancağının altına girenleri bir nizam altında
toplamaya, yavaş yavaş ayaklarını sağlamlaştırmaya başlayan bu yeni oluşum için
dinî ve medenî bir yasa vazetmiş ve pratik hayatın bütün şartlarına ilişkin
kurallar ortaya koymuştur. Onun özel hayatı da önemli ve önemsiz bütün
yönleriyle kenidisine gelen İlâhî vahyin çerçevesi içinde yer almaktadır.787
Goldziher,
sözünü ettiğimiz kitabında şunları da söylemektedir: "İlk inen sûreler,
eski kâhinlerin gaybdan verdiği haberleri dile getirdikleri sözler
biçimindeydi. Şâyet başka bir biçimde gelseydi, hiçbir Arap bunun Allah
tarafından vahyedilen bir Kur'ân olduğunu kabul etmeyecekti. Zaten Muhammed de,
getirdiği her şeyin İlâhî vahyin eseri olduğunu üzerine basa basa belirtiyordu.
Ancak, Mekkî sûrelerin secileriyle Medenî sûrelerin seci'leri arasındaki fark
çok büyüktür! Muham-med'in, ilk dönemde, kendi keşfî ve ilhâmî görüşlerini (Ses
visions) kendi yanık yüreğinin vuruşlarına uygun olarak seci'li ve kesik kesik
pasajlarla dile getirdiğini görürken, ikinci dönemde vahyin, yine aynı seci'li
şekliyle geldiğini ancak, Mekkî sûrelerde ele aldığı aynı konulara göre hamle
ve kuvvetten soyutlandığını müşahede ediyoruz788.
•
Biz, bu mesele hakkında müsteşriklerin görüşlerini detaylı bir biçimde
belirttik. Ayrıca Kur’ân vahyinin doğruluğuna ilişkin en önemli şüphelerini de
özetledik. Şimdi bu iddiaları değerlendirmeye çalışalım:
Birincisi
Müsteşriklere
göre, Mekkî sûreler, kısa olmaları, nefesin sık sık kesilmesine sebep olan kısa
âyetler ihtiva etmeleri, üslupta bir uyumun bulunmayışı, nağmede intizamın
olmayışı; Medenî sûreler ise, uzunlukları, nağmelerinin ahenkli oluşu, nefes
kesen kısa âyetlerin yer almayışı ve sunuluşundaki akıcılıkla dikkat çekiyor.
Bu farklılığın kaynağı, Peygamberin aklî ve psikolojik durumuna dayanmaktadır.
Çünkü o, Mekke'de iken henüz tecrübesizdi. Davet işinde yeniydi. Ortamın
şartlarını yansıtan kitabını telif etmeye çalışırken bir derece zorluk çekmiş,
tereddüt ve kararsızlık göstermiştir. Medine'de ise, problemler ve çözümleri
karşısında artık kendine güveni artmış ve tecrübe kazanmıştır. Bu nedenle de
telif ölçülü, açık ve net gelmiştir. Ayrıca bu rahatlık, Hz. Muhammed'in
düşünmesinden, araştırmasından ve gerek sahabilerine, gerekse etrafındaki diğer
insanlara danışmasından da kaynaklanmıştır. Müsteşrikler bunları açıkça
söylemiyorlarsa da ifadelerinden anlaşılan budur.
Bu
şüphenin ne realite ne de üslup bakımından hiçbir aslı esası yoktur. Şöyle ki,
genel olarak Kur'ân üslûbunun dil ve belağat açısından mu'ciz bir özelliği
vardır. İslâm alimleri bunu çok ciddi bir biçimde tetkik ve tahkik etmişler,
onu diğer beşer üsluplarından ayıran belli hususiyetlerini tespitte
bulunmuşlardır. Bu üslup gerek Mekke'de, gerekse Medine'de hareket ve
duraklarında emsalsiz bir biçimde ahenk ve uyüm-luluğuyla kendisini gösterir.
Bu konuda ne manzum ne de mensur hiçbir söz ona ulaşamıyor. Bu savtî alan,
etkili nizam, ahenkli nağmedir ki Arapları Kur’ân'm, içinde nesir veya şiir
özelliği göremedikleri, sihir diye nitelendirmeleri için de daha önce benzerini
bulamadıkları hasiyetine dikkatlerini çekmiştir.
Kur'ân
üslûbunun özelliklerinden biri de, havas avam herkesin aynı şekilde ondan
etkilenmesidir. Herkes onun azametini hissediyor, beyanının halâvet ve
zenginliğini tadıyor. Bu onun İlâhî kaynaklı oluşunun en büyük delilidir. Çünkü
eğer beşer kaynaklı olsaydı, geniş halk kitleleri onun üslûbundan etkilenmez,
sadece kültürlü elit tabaka onun tadına varabilirdi.
Kur'ân
üslûbunun özelliklerinden biri de, müsteşriklerin iddialarının tersine
ifadelerinin orijinalliği, üslûbunun sağlamlığı, eczaları arasındaki irtibat,
kelime, cümle, âyet ve sûreleri arasındaki uyumdur. Bu konuda farklı düşünen
müsteşriklerin şüphelerini özellikle zikrettik. Biz, iddialarının doğruluğunu
kanıtlayan canlı misaller getirmelerini ısrarla istiyoruz. İddia ediyoruz,
Kur'ân'da soluk ve nefesi bölen kesintiler yoktur. Belirsizlik ve kapalılık
bulunmaz. Onda, kural bozan nağmeler mevcut değildir. Tamam olmayan cümleler
yoktur. Aksine Kur'ân, lafız ve mana bakımından ahenkliliği, cümle ve
duraklarında tekamülü, muhtelif parçalarının birbiriyle irtibatı, durumlara
göre âyetlerinin uzunluk ve kısalığı ile başka eserlerden ayrılır.
İkincisi
Müsteşriklerin
hepsi, Hz. Peygamberin davetinin başlangıcında inkılapçı, yeni ve cihanşümûl
bir dine çağırmadığını, diğer Arap tanrılarına ses çıkarmadığını ve ancak İslâm
davetinin aşamalarının gerektirdiği kişisel ve mevziî şartların
gerçekleşmesinden sonra mutlak vahdaniyeti talep ettiğini ve şartların lehine
dönüşmesiyle dininin cihanşümûl olduğunu söylediğini iddia etmektedirler. Bu
sebepledir ki, Mekkî Kur'ân başlangıçta, Allah'ın birliğine ve Ona şirk
koşmamaya çağırmamakla dikkat çeker. Bu çağrı, Mekke döneminin son yıllarında
kendisini göstermiş ve Medine döneminde kuvvet kazanmıştır...
Bu
şüphe muhteva ve mana bakımından gerçekten çok tehlikelidir. Biz,
müsteşriklerin bunu kanıtlamak için dayandıkları delil ve bürhan-lara
rastlayamıyoruz.
Bu
tür iddiaların tam tersine, İslâm davetine tâ başlangıcından itibaren egemen
fikir yalnızca tevhiddir. Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) baştan
beri Allah'a başka herhangi bir tanrı ortak tutmamıştır. Ne ibadet, ne’ de
muâmelat alanında Ona hiçbir şeyi eş görmemiştir. Aksine, bizzat Blachere, Nöldeke
ve bütün alimlerin ittifakıyla, ilk indiği kabul edilen şu âyetler mutlak
vahdaniyete işaret etmektedir: "Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı bir
aşılanmış yumurtadan yarattı. Oku! İnsana bilmediklerini belleten, kalemle
(yazmayı) öğreten Rabbin, en büyük kerem sahibidir"789. Blachere ve Nöldeke'ye inişi itibariyle
ikinci sırada yer alan Müddessîr Sûresinin üçüncü âyeti olan, "Sadece
Rabbini büyük tanı" ifadesi, Allah'tan başka tanrıları büyük tanımamasını
açıkça emretmektedir. Aynı sûrenin, 7. âyetinde "Li Rabbike"
ifadesinin öne alınmasıyla yine tevhide açıkça işaret eder. Aynı sûrenin 5.
Ayetinde geçen ve Hz. Peygamber'den terkedilmesi istenen "Ricz"
kelimesine hangi lügatten bakarsanız bakınız, manaları içinde "Puta
tapma"nm da yer aldığını görürsünüz. Tefsirlerde de böyle açıklanmıştır.
Blachere'e göre 3., Nöldeke'ye göre 4. sırada inen Kureyş Sûresinin son âyeti
de, "Kureyş'i açlık ve korkudan emin kılan, Kâbe'nin Rabbine" ibadet
etmelerini istiyor. Blachere'e göre, 9, Nöldeke'ye göre, 15. sırada inen Târik
Sûresinin, insanın yaratılışına dikkat çekmekte, insanı bu şekilde yaratanın
insanı yeniden diriltmeye kâdir olduğunu ifade etmekte ve müşriklerin tuzaklar
kurduğunu, buna karşılık Allah'ın da onların tuzaklarını boşa çıkarıcı
hesaplarının bulunduğunu, ifade ediyor. Leyi Sûresi 13. âyetinde, dünya ve
ahiretin Allah'a ait olduğu tekitle belirtiliyor. Ayrıca sûre baştan başa
tevhid havasını yansıtıyor. Bunlar, Blachere ve Nöldeke'ye göre, ilk inen
sûrelerde yer alan delillerden sadece birkaç tanesidir. Bu sûreler taranacak
olsa buna benzer yüzlerce delil bulunabilir. Hele, bu konuda en yetkili ve en
sağlam ri-vâyetlere dayanan İslâm bilginlerinin, nüzûl tertibine göre sadece
şöyle bir göz atmakla yüzlerce delil bulunabilir. Meselâ, Mekke'de 5. sırada
inen Fatiha790
bütünüyle tevhid havasını yansıtmakla birlikte, "Biz ancak Sana kulluk
eder, ancak Senden yardım dileriz"791 ifadesi açıkça tevhidi ifade ve şirki
reddetmektedir. Aynı şekilde Mekke'de inen sûrelerin ilklerinden olan792 Müzzemmil Sûresinde
de bu tevhide çağrı yer almaktadır: "Rabbinin adını an. Bütün varlığınla
Ona yönel. O, doğunun da batının da Rabbidir. Ondan başka ilâh yoktur. Öyleyse
yalnız Onun himâyesine sığın."793
Yine
başlangıçta, putlarına dokunmadığı, hatta onları daha düşük seviyede de olsa
tanrı kabul ettiği için müşriklerin Hz. Muhammed'e ses çıkarmadıkları, asıl
zıtlaşma ve sürtüşmenin, İhlâs Sûresinin inmesiyle başladığı iddia ediliyor.
Oysa bunun gerçekle hiçbir alakası olmadığı Tevhid'e dâir verdiğimiz
örneklerden anlaşıldığı gibi, İslâm alimlerine göre 6., Nöldeke'ye göre 3.
sırada yer alan Tebbet Sûresi, Ebu Leheb ve karısının Hz. Peygambere eziyetine
binaen indiği bütün tefsirlerde belirtilir. Acaba, öz amcası olan Ebu Leheb ve
karısı, durup dururken mi Hz. Peygambere eziyet ettiler? İnanç veya sosyal
yaşantı bakımından aralarında bir sürtüşme başlamasaydı, daha önce iki kızını
gelin olarak aldıkları Hz. Muhammed'e neden eziyet etmeye başlasmlardı? Yine,
Blachere'e göre 4., Nöldeke'ye göre 13., İslâm alimlerine göre 11. sırada inen
Duha Sûresinin nüzul sebebine baktığımızda, müşriklerin, "Muhammed'in
Rabbi kendisini terketti" diye ileri geri konuşmalarına binaen bir teselli
olarak indiği belirtilir. Eğer, arada bir mücadele olmasaydı, neden böyle
kendisine dil uzatsınlar ve Hz. Peygamber buna karşı neden bu kadar müteessir
olsun?
Bir
de, yukarıda da görüldüğü gibi müsteşrikler arasında bu noktalarda bir ittifak
sözkonusu değildir. Kimisi, Hz. Muhammed, başlangıçta, Tevhid'e çağırmadığı ve
putlara ses çıkarmadığı için müşriklerin, bu noktadan değil de sosyal
mevkilerine zarar geleceği için karşı koyduklarını söylerken, kimisi de,
fakire, yoksula akrabaya yardım etmek zaten Kureyş'in kerem ve mürüvvet gibi
vasfılarının gereğiydi, başlangıçta aralarında hiçbir sürtüşme yaşanmamış,
sürtüşme, İhlâs Sûresinin inip, kesin tevhidi ifade ettikten sonra başladı
diyor. Bu da her iki iddianın gerçekle alakası olmadığının açık bir
göstergesidir. Müsteşrikler, önce minareyi çalıp arkasından ona kılıf hazırlıyorlar.
Peşin bir hükümle ortaya attıkları büyük ölçüde dinî, siyasî ve ideolojik bir
hipotez için bütün Kur'ân'ı kendilerine pürüz oluşturacak herşeyden
yontuyorlar. İslâm bilginlerinin en kesin rivâyet-lerin desteğinde derin bir
tetkik ve ictihadla, dolayısıyla gerçeğe en yakın olarak tesbit ettikleri Mekkî
ve Medenî sûre ve âyet sıralanışını kabul etmeyerek kendilerince bir sıralamada
bulunuyorlar. Bu sıralamanın da ne kadar sağlıklı (!) olduğu ve iddialarını
doğruladığı yukarıda verdiğimiz birkaç örnekten bile anlaşılmıştır.
Öte
yandan Hz. Muhammed tamamen vahye tabidir. Davet işini ve yeni dinin seyir ve
geleceğini kendisi planlayıp belirlemekten kesin olarak uzaktır. O, kendi
başına hiçbir zaman hiçbir şeyi kurma peşinde ve iddiasında olmamıştır. Allah,
zamana, zemine ve şartlara göre en güzel plan ve stratejileri önüne koymuş, o
da bunları harfiyen uygulamıştır.
Üçüncüsü
Şimdi
de Mekke'nin birinci dönemine ait sûre ve âyetlerin "hatabî" olduğu
iddiasına gelelim. Hatabî kelimesi, tesir gücü muhatabın hüsn-ü zan ve kabulüne
dayanan, aklî delil ihtiva etmeyen söz demektir. Müsteşrikler, bu iddialarıyla,
Mekke'nin ilk döneminde inen âyetlerin delil ve bürhandan uzak, tamamen karşı
tarafın hissiyatına hitab eden, onu bu şekilde etkilemeye çalışan sözlerden
ibaret olduğunu söylemek istiyorlar. Bu iddiayla aslında, Kur'ân'm bulunduğu
ortamdan etkilendiğini, Hz.- Muhammed'in kendi eseri olan Kur'ân'a, müşriklerin
karşı koyduğunu, itiraz ettiğini görünce deliller bularak söylediği âyetlere
yerleştirdiğini, mensup ve tabileri çoğaldıkça, özellikle Medine döneminde ise,
sahabilerine ve etrafındaki insanlara danışarak iddialarını destekleyecek
delilleri çoğalttığı şeklindeki iddialarını kanıtlamak istiyorlar.
Bu
şüphenin de tıpkı diğerleri gibi hiçbir aslı esası yoktur. Çünkü ilk inen
sûrelere şöyle bir göz attığımızda iddianın hemen yanında delilin de yer
aldığını açıkça görüyoruz. Meselâ ilk nazil olan Alak Sûresinde, "Rabbinin
adıyla oku" diye emir verilirken, Allah'ın rubûbiyetine delil olan bir
takım fiil ve sıfatlarına dikkat çekilmiştir. O da, "Yaratıcı
olması", "insanı döllenmiş bir yumurtadan yaratması",
"İnsana kalemle öğretmesi" dir. Hatta bu ilk inen sûrelerde sık sık,
İlâhî birer sanat eseri olan maddî olay ve varlıklara794 yemin edilmesi de dolaylı bir çeşit delildir.
Ayrıca, bu sûrelerde genellikle müşriklerle tartışmaya girilir, onların iddia
ve kötü davranışlarına karşı çürütücü deliller ve caydırıcı cezalar ileri
sürülür. Yine Alak Sûresi buna açık bir örnektir. Meselâ- ilk inen Sûrelerden
olan Kureyş Sûresinde, Kabe'nin Rabbi olan Allah'a ibadet etmeleri lüzumunun
gerekçesine dikkat çekilir. O da, kendilerini beslemesi ve korkudan emin
kılmasıdır. Meselâ, Nöldeke'ye göre, 11. sırada inen Beled Sûresinin 7. âyetinde
"hiç kimse onu görmediğini mi sanıyor" dedikten sonra gelen üç âyette
bu zannı çürütücü mukabil deliller ortaya koyuyor. İslâm alimlerine göre 8.,
Nöldeke'ye göre 19., Blac-here'e göre 16. sırada inen A'lâ sûresinin ilk
âyetleri çok çarpıcı deliller ihtiva etmektedir. Daha buna benzer pek çok örnek
gösterilebilir.795
Daha
sonraki dönemlere ait olan Mekkî sûreler de incelendiğinde bu iddianın gerçekle
hiçbir alakası olmadığı açıkça görülür. Bu sûreler de, İslâmm inanç esaslarına,
Allah'ın birliğinin isbatma ilişkin delil ve bürhanlarla doludur. Bunlar,
Kureyş'i, Allah'ın varlık, birlik ve kudretini belgeleyen kevnî ve tabiî
olaylar üzerinde tedebbür ve tefekküre davet eder. Ayetlerinde, öldükten sonra
diriliş ve amellerin karşılığını görmeye dâir kevnî796 ve aklî deliller sunar.797 Hz. Muhammed'in peygamberliğini isbata
çalışır.798 Müşriklerle,
putları ve bozuk inançları üzerinde tartışır. Onların sözde delillerini aklî ve
mantıkî hüccetlerle çürütür799.
Bu tür aklî delil ve mantıkî hüccetler ihtiva etmeyen hemen hiçbir Mekkî sûre
yoktur.800
Kaldı
ki, iddia edildiği gibi bu anlamda ortamdan etkilenme durumu sözkonusu olsaydı,
herkesten önce ilk muhataplarının dikkatini çeker ve buna ilk itiraz da
onlardan gelirdi. Fakat böyle bir şey nakledilmiyor. Oysa onların ekserisi,
Resulullahm en azılı düşmanlarıydılar. Yine, eğer böyle bir etkilenme olsaydı,
Kur’ân gibi harika bir eserin, Hz. Muhammed'in—haşa—kendilerine danışarak veya
kendilerinden etkilenerek Kur’ân'mı yazdığı kimselerin eseri olurdu. Onlar
öncelikle bunu ortaya koyarlardı. Veya Hz. Muhammed'in bu durumunu açığa
vururlardı. Böyle bir şeyin olmadığına göre, iddianın da bir aslı yoktur. Demek
ki, İlmî, kevnî ve gaybî haberlerin insanüstü bir fesahat ve belagatle dile
getirilişi olan Kur’ân gibi bir eserin öyle, birkaç insandan veya beşerî
ortamlardan kaynaklanması mümkün değildir.
İlk
Mekkî sûre ve âyetler, bunun yanısıra, eğer onları Kıyamet gününün
yaklaşmasıyla korkutuyorsa, bu, dünya ve ahirette kurtuluş ve saadete ermeleri
için onları Allah'a imana, Allah'ın birliğini kabule, kötü davranışlardan
sakınmaya ve doğru yolda yürümeye teşvik etmek içindir. Medenî âyetlere
gelince, bunlar da her ne kadar kesin delil ve bürhan-larla dolu iseler de,
aynı zamanda onlar da Kıyamet gününü tasvir etmekte, müşrikleri bekleyen-kötü
akibete, gerçek mü'minlerin elde edecekleri güzel mükâfatlara ışık
tutmaktadırlar. Böylece hem şekil, hem de konu bakımından asılsız bir iftiradan
öteye gitmeyen bu şüphe de çürümüş olmaktadır.
Dördüncüsü
Mekke'de
ilk inen sûrelerde âyetlerin, kâhinlerin seci'li sözlerine benzediği iddiasına
gelince, bunun da amacı, Hz. Muhammed'in aslında, peygamber olmadığını,
Allah'tan emir alarak bir din tesis etmek istemediğini veya kendi başına böyle
bir amacı varsa, bunu, müşrikleri etkilemek için alışkın oldukları kâhinlerin,
kehanette bulunurken yaptıkları konuşma biçimleriyle ifade ettiğini söylemek
isterler.
Bu
iddianın da gerçekle hiçbir alakası yoktur. Hz. Muhammed'in kâhin olduğu
iddiası ileride daha detaylı bir biçimde ele alınacaktır. Ancak burada şu kadarını
belirtmek gerekir ki: Her kâhinin bir cinni olduğuna inanılır, kâhin o cinden
haber aldığını iddia eder, seci'li ve her zaman hemen hemen aynı cümlelerden
meydana gelen bir nesir ile konuşurlardı. Gerçekte kâhinlerin büyük çoğunluğu
hilekâr olup, gâyet karışık ve karanlık bir dil kullanırdı ve gaybdan haber
verdiklerini iddia eder, bunu meslek ve geçim kaynağı edinirlerdi. Bütün
kahinler bedeviydi. Çocukluklarından itibaren bu işle uğraşırlardı.801
Şunu
belirtmek gerekir ki: Kur'ân âyetlerinin sonunda yer alan ses uyumlarının seci
olmadığını bütün erbab-ı ihtisas söylemiş ve bunu ispat etmiştir802. Hz. Peygamber
ise, hiçbir zaman gaybtan haber verme iddiasında bulunmamış, hatta gaybı
bilmediğini ısrarla belirtmiştir803. Hz. Peygamber kâhinlere özenmek şöyle
dursun, onların dillerini şiddetle yermiştir.804 Kâhinlerin cinlerle irtibatlı olmasına
karşılık, Hz. Peygamberin kâhin ve mecnun olmadığını bizzat Kur'ân
söylemektedir.805
Kâhinlerin sözleri, hemen her zaman aynı ve kapalı şeylerden meydana gelirken,
Kur'ân âyetleri, sonsuz denecek derecede renkli, farklı konuları ele alan,
hadsiz ilimleri ihtiva eden, fasih, beliğ, açık ve net bir üslupla gelmiştir.
Kehânetin çocukluktan başlayan bir meslek olmasına karşılık, Hz. Peygamber,
kırk yaşında bu işe başladığı iddia edilmiş oluyor. Bunun da ne gerçekle ne
teamülle hiçbir alakası yoktur. Her şeyden önemlisi, eğer Hz. Peygamberin
Kur'ân diye getirdiği sözler, kahinlerin sözleri gibi sıradan bir şey olsaydı,
içinde kâhinlerin de bulunduğu en fasih ve beliğ olan Kureyş edîbleri, bunca
meydan okuma karşısında bir sûresinin benzerini ortaya koymaları gerekmez
miydi?
Beşincisi
Bu
şüphenin özeti şudur: İlk Mekkî sûreler, kuşluk, gece, incir, zeytin, Tûr-u
Sînâ ve daha başka kâinattaki birçok maddî varlıklara yeminler içermektedir. Bu
tür yeminler zamanla azalmış ve Medenî sûrelerde artık tamamen kaybolmuştur.
İddia sahipleri sözü şuraya getirmek istiyorlar: Bu durum, Kur'ân'm her iki
ortamdan etkilendiğinin delilidir. Çünkü, Mekke'nin sosyal ortamı, maddî
şeylerden, Medine'nin sosyal ortamı ise, daha kültürlü ve aydın olduğu için
aklî ve manevî şeylerden etkilenirdi.
Bu
şüphe temelden çürüktür. Çünkü Mekke ortamı, müsteşriklerin niteledikleri kadar
kaba ve geri değildi. Hatta, denebilir ki, Mekkeliler, Medine halkından edebî
zevk bakımından daha ince, belağat bakımından daha ileri ve zekâ bıkımmdan daha
üstündüler. Kur'ân'm inişi sırasında Mekkelilerin diğer bütün Arap
kabilelerinin merkezi ve hepsinden üstün görülmeleri bunun en güzel delilidir.
Dolayısıyla onlara hitap, ancak zekî, kültürlü ve beyan sanatında mahir
kimselerin anlayabileceği özellikler ihtiva etmelidir. Bu da gösteriyor ki,
sözkonusu yeminlerde bir takım ince mesajlar ve yüksek beyânlar vardır. Medine
ortamı da, müsteşriklerin yakıştırdıkları biçimde ileri ve medenî değildi.
Mekke döneminde bazı varlıklara yemin edilmesi, müşriklerin haline uygun
düşmektedir. Onların, maddî şeyleri Allah'a ortak koşmak gibi sapık inançlarını
kırar. Çünkü, maddî nesnelere yeminle omlardaki İlâhî sanata dikkat çeker ve
arkasında Allah'ın ilim, hikmet ve kudretini görmeye sevkeder. Öte yandan bu
olay ve nesnelere işaret, Allah'ın kudretini, saltanatının genişliğini
açıklama, varlık ve azametine delildir. Aynı şakilde, bu gibi varlıklara yemin,
Allah'ın onlara yerleştirdiği ve ancak zeki ve akıllı kimselerin anlayabileceği
ve insanlığın, gelecek uzun asırlar boyunca keşfetmeye devam edeceği bazı
sırlara işarettir. Aynı zamanda bu tür yeminler, onların kainat olaylarına
yemin konusundaki üsluplarına uygundu. Çünkü onlar da, bir meselenin doğruluğu
veya yanlışlığına inandıkları zaman bu gibi olay ve nesnelere yemin ederlerdi.806
Medenî
sûrelerde yeminlerin kaybolması ise, bu da şirkin gerilemesinden, maddî ve
hissî şeylerin tahakkümünden fazla, akıl ve mantığın hayata egemen olmasından
ileri gelmiştir. Hitap dili, artık iknayı, yumuşaklığı ve karşılıklı konuşur
gibi rahat bir üslûbu esas almaya başlamıştır. Bu dönemde Kıyamet günü ve
ahiret tablolarını sert ve şiddetli bir üslupla tasvir etmek çok fazla yoktur.
Çetin lafzî dokundurmalar o kadar göze çarpmaz. Kur'ân bu dönemde, İslâm
ümmetini değişik hayat alanlarında eğitmeye yönelmiştir. Müşriklerin hallerini,
inatlarını ve putlara tapma konusundaki ısrarlarını yansıtan karanlık tablolar
gizlenmiştir. Bu tabloların yerini parlak, net ve aydınlık tablolar almıştır.
Bu tablolar, İslâm toplumunda meydana gelen inkılabı canlandırmaktadır. Çünkü
artık vahdâniyet fikri yayılmış, şirkin yerini imân almış, kuşku yerini yakîne
terketmiş, dalâlet yerini hidâyete bırakmıştır. Kur'ân tabloları da, bu
durumlara uygun olarak değişmiştir. Bu da tabiî bir durumdur ve garipsenecek
hiçbir tarafı yoktur. Bu, Hz. Peygamberin yeni ortamdan etkilenmesinin sonucu
değildir. Aynı şakilde, Mekke'li muhatapların saflık ve düşüklüklerini
göstermez. Yine, Medinelilerin aydın, ileri, kültürlü, anlayış ve zekâda,
fesahat ve beyanda üstün olduklarına delil teşkil etmez.807
Alhncısı
Mekke
döneminin ikinci devresinde ilk defa İncil kıssalarına yer verilmeye
başlandığı, geçmiş peygamberlere ve inanmayan kavimlerinin acıklı akıbetine yer
verildiği, "Yâ eyyühellezîne âmenû" yerine "Yâ eyyünnâsü"
ifadesinin kullanılmaya başlandığı söyleniyor, bundan' da amaç Kur'ân'm beşer
kaynaklı olduğunu isbat etmektir.
Kur'ân'ın
kaynağının, birbiriyle çelişen muharref İnciller olmadığını ileride başka bir
başlık altında ele alacağımız için burada bu konuya girmiyoruz. Bu iddiaları
ise şöyle değerlendiriyoruz: Nedense, sema ve vahiy kapılarını, kendi kutsal
kitaplarının önünde ardına kadar açık tutan müsteşrikler, Kur'ân'a sıra gelince
aynı kapıyı sıkı sıkıya kapama zorunluluğunu duyuyorlar. Allah'ın rahmet, nimet
ve risaleti ellerinde olsa neyse de, Allah böyle bir hakkı kendilerine1
vermediğine göre, daha önce birçok semâvî kitap ve suhuf gönderen Yüce Allah'ı,
Kur'ân'ı indiremeyecek acizlikle itham etmiş olmuyorlar mı? Kur'ân'm İncil
kıssalarını ihtiva ettiği tariziyle, ondan alındığı ithamına karşı şimdilik
Fransız Doktor Maurice Bucaille'in şu değerlendirmesine yer vermekle yetinelim:
"Kur'ân/İnciller
paralelliği ile ilgili hususta, her şeyden önce şunu hatırlatmak gerekir ki,
İncillerde bulunup, bilimsel yönden çeşitli tenkitlere sebep olan—ve bu kitabın
ikinci kısmında bildirilen—konuların hiçbirisi Kur'ân'da mevcut değildir.
Kur'ân'da
birçok yerde Hz. İsa'ya atıfta bulunulur. Meselâ, Hz. Meryem'in babasına,
kendisinin doğumunun haber verilmesi, Hz. İsa'nın mucizevî doğumunun Hz.
Meryem'e bildirilmesi, Hz. İsa'nın mahiyeti, peygamberlerin ilk safında yer
aldığı Mesih vasfı, Tevrat'ı hem doğrulayıp, hem de bazı hükümlerini
değiştirerek insanlara tebliğ ettiği vahiy, insanları irşad ve daveti,
kendisine inanan havariler, mucizeler, neticede Allah katma yükselişi, kıyamet
gününde rolü...vs.
Kur'ân'm
üçüncü sûresi ile, Meryem adını taşıyan 19. sûresi, Hz. İsa'nın ailesine uzun
pasajlar ayırırlar. Bu parçalar, Hz. İsa'nın annesi Meryem-in doğumunu, onun
gençliğini, mucizevî analığının Meryem'e bildirilişini anlatır. Hz. İsa her
defasında "Meryem'in Oğlu" diye nitelendirilir. Esas itibariyle onun
soyu, ana tarafından zikrolunur. Hz. İsa'nın biyolojik yönden babası olmadığına
göre, bu da tamamen makuldür. Kur'ân bu konuda Matta ve Luka İncillerinden
ayrılır. Zira daha önce açıklandığı üzere, onlar Hz. İsa'ya baba tarafından soy
kütüğü izafe ederler. Üstelik bu hususta birbirlerine aykırı bilgiler verirler.
(....)
Tekrar
edelim ki, tarafsızlık, bu gerçeğe parmak basmayı gerektirir. Yine tekrar
edelim ki bu tarafsızlık "Kur'ân'm yazarı Muhammed'in büyük ölçüde Kitab-ı
Mukaddes'i kopya ettiğini" iddia edenlerin esastan mahrum sözleri
karşısında, olanca önem kazanır. Bunlara karşı haklı olarak şu soru
yöneltilebilir: Hz. İsa'nın soyu konusunda, onu kopya etmekten kim veya hangi
delil alıkoymuştu? Çağdaş bilgilerin ortaya koyduğu tenkitlere hedef teşkil
etmeyecek şekilde bir düzeltmeyi Kur'ân metnine koyduran sebep nedir? Oysa bu
bakımdan hem İncil metinleri, hem de Eski Ahid metinleri, kesinlikle kabul
edilemeyecek durumdadır."808
Kur'ân'm
bu dönemde, "Ya Eyyühellezîne âmenû" ibaresi yerine, "Yâ
Eyyühe'n-nâsü" tabirini kullanmaya başladığını söylemenin manası, ise
şudur: Hz. Muhammed ayağının önünü görmeye başlayınca, yani inananları çoğalınca,
artık işi büyüttü ve sadece inananlara hitap etmekle yetinmedi, çağrısının
alanını genişletti. Demek ki, bu işi baştan beri bizzat planlı bir şekilde
yürütüyor. O halde Kur'ân onun sözüdür...
Bu
iddiaya karşı da deriz ki: "Yâ EyyüheTLezîne âmenû" ifadesi, değil
ikinci dönem Mekkî sûrelerde, medenî sûrelerde bile sıklıkla geçer. Meselâ
Bakara sûresinde 11, Al-i İmrân Sûresinde 7, Nisâ Sûresinde 9, Mâide Sûresinde
8 defa geçmektedir. Bunlar örnek kabilindendir, diğer medenî sûreleri saymadık.
Aynı şekilde bu medenî sûrelerde "Yâ eyyü-he'n-nâsu" ifadesi de çok
kere geçmektedir.809
Kur'ân'ın,
Mekke devrini ilk döneminde bile cihanşümûl bir davet olduğuna en açık bir
örnek, İslâm alimlerine göre, 7, Nöldeke'ye göre 27, Blachere'e göre 18. iniş
sırasında olan Tekvîr Sûresindeki şu ifadelerdir: "O (Kur'ân) âlemler
için, sizden doğru yolda gitmek isteyenler için bir öğüttür. Alemlerin Rabbi
Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz."810 Allah bu ifadelerle Kureyş'e, bu vahyin
sadece kendilerine yöneltil-mediğini, sadece kendilerine hitap etmenin
sözkonusu olmadığını, aksine cihanşümûl bir davet olduğunu, şu anda ona iman
edenler ne kadar zulme ve zorbalığa maruz kalırlarsa kalsınlar, nihaî zaferin
bu vahye ait olacağını, bu davet kapısının hak ve hidâyet yolunda doğru yürümek
isteyen herkesin önünde ardına kadar açık bulunduğunu belirtmek istiyordu.811
Müsteşrikler
bile bu sûrenin ilk Mekke döneminde indiğini itiraf ettikleri için, içinde
geçen şu "alemîn" kelimesine bir kulp bulamayarak, birçok sonuçsuz
çabalardan sonra, bu ifadenin, İslâm davetinin ufuklarının genişliği konusunda
büyük bir önemi bulunduğunu itiraf etmek zorunda kalmışlardır.812
Yedincisi
Bu
iddia Kur'an'm Mekke dönemindeki üslubuna yöneliktir. Buna göre Kur’ân'ın Mekkî
üslûbu, şiddet, sertlik, kötüleme ve karalama, tehdit ve tahkir gibi bir
özellik taşımaktadır813.
Böylece, Mekke şartlarının İnsanî açıdan bütün olumsuz durumlarını yansıttığı
kastedilmiştir. Onlara göre bu üslup Medine'de değişerek, yumuşak, merhametli,
muhaliflerle en güzel usulle mücadele etme gibi özellikler göstermiştir. Bu da,
Medine ortamının bir yansımasıdır.
■
Bu şüphenin de hiçbir aslı esası yoktur. Sağlam hiçbir İlmî temele dayanmaz.
Şöyle ki: Kur'ân, edeb, nezâket ve nezâhet sınırlarını aşan hiçbir sövgü ve
hakaret içermemektedir. Buna örnek olabilecek bir tek âyet gösterilemez.
Kur'ân, açıkça şu ve benzeri âyetleriyle bu tür sövgü ve dil uzatmalardan uzak
durmayı emretmiştir: "Allah'tan başkasına tapanlara (ve putlarına)
sövmeyin; sonra onlar da bilmeyerek Allah'a söverler..."814 Ancak Kur’ân,
müşrikleri cerh ve zemmetmiş, beyinsizlikle nitelemiş, put ve sahte
tanrılarıyla alay etmiş, çirkin işlerini kötülemiş, Ebu Leheb ve Velîd b.
Muğîre gibi zorba ve mütekebbirleri korkutup tehdit etmiştir. Fakat, bazı
Medenî âyetler de aynı özellikleri taşımakta ve aynı noktaları ihtiva etmektedir.815 Hele hele
münafıklar816 ve
Yahûdiler817
sözkonusu olduğu zaman... Kur'ân onlara karşı kesin delil ve belgeler
getirmekte, yaydıkları zehirli fikirlerden dolayı onları azarlamakta,
tutuşturmak istedikleri fitne ateşinden İslâm toplumunu korumaya çalışmaktadır.
Hatta denebilir ki Kur'ân, baştan başa vaad ve tehdit, müsamaha ve teşdit,
kabul ve red gibi unsurlarla dolu bulunmaktadır. Bu, yeni yeni oluşturulmakta
olan İslâm topulumunu istikamet üzere eğitmenin ve onu iyiliklere teşvik edip
kötülüklerden sakındırmanın gereğiydi. Öte yandan Mekkî âyetlerde de yerine
göre yumuşaklık, müsamaha, af ve hoşgörü örnekleri az değildir.818 Mekkî Kur'ân,
biraz daha şiddet ve sertlikle temâyüz ediyorsa bunun sebebi, bu dönemde Hz.
Peygamber ve sahabilerine yapılan eziyetler, onlara karşı kurulan tuzaklar,
hatta onları vatanlarından bile sürmeleri ve bununla da yetinmeyerek göçtükleri
yerlerde bile onlara eza ve cefa vermeleridir.
Bu
iddianın asılsızlığının başka bir delili de, Mekke döneminde maddî cihadı
emreden âyetlerin bulunmaması ve genellikle eziyetlere karşı sabır tavsiye
edilmesidir.
Müsteşriklerin,
iki dönemde Kur'ân üslûbunun farklılık sebebinin, Ku-reyş'in aşağılık muhiti,
Medine'nin ise ileri ortamı olduğu şeklindeki iddialarına gelince, bu da
delilden yoksun bir iddiadır. Çünkü Kureyş, Araplar arasında liderlik ve
reislik merkeziydi. Bütün Arabistan'da, siyâsî, iktisâdî ve kültürel konularda
temâyüz etmişlerdi. Mekke halkı ve dili, Araplar arasında fesahat ve belagatla
tanınırdı. Öte yandan Medine halkı ise, iddia edildiği kadar kültürlü ve
ilerlemiş değillerdi. Sakinlerinin büyük çoğunluğu Arap kabilelerinden meydana
geliyordu. Onlar arasında da çoğu zaman kabilevî kavgalar patlak veriyordu. Bu
açıdan diğer Arap kabilelerinden farksızdılar. Siyaset ve iktisatta hiçbir
üstünlükleri yoktu. Hemşehrileri olan Yahudiler onların kültürel ve İktisadî
güçlerine egemen bulunuyorlardı. Bu nedenle de, Mekke'de geri ve aşağılık bir
ortamın, Medine'de ise ileri ve gelişmiş bir muhitin bulunduğu söylenemez.
Müsteşriklerin bu gibi iddiaları ve Kur'ân'm indiği ortamın özelliklerinden
etkilendiğine ilişkin sözleri, onun Allah'ın değil Muhammed'in kelâmı olduğunu
isbata yöneliktir.819
Bununla
birlikte, Mekkî ve Medenî sûrelerin üslup bakımından farklı olmasını inkar
etmek mümkün değildir. Kur'ân, üslûbunun Mekke'de, Medine'dekinden farklı
olması tabii bir durum olup bunda garipsenecek hiçbir şey yoktur. Çünkü,
Mekkelilere yöneltilen hitap, Medinelilere yöneltilen hitaba üslup ve konu
bakımından tıpatıp uygun olamaz. Mekke'de hitap, Muhammedî daveti reddeden,
ihtiva ettiği hükümlere karşı inat gösteren, İlâhî vahyin doğruluğunu çürütmeye
çalışan, Hz. Muhammed'in peygamberliğini inkâr eden, Allah'ın birliği fikrine
karşı koyan, putlarına, sahte tanrılarına ve hayat tarzlarına sıkı sıkıya
yapışan, bu noktalarda daha da ileri giderek Peygamber ve mensuplarına işkence
etmeye, onlarla gerek kalem, gerekse kılıç ile savaşmaya kadar varan kimselere
yöneltilmiştir. Bunlara yöneltilen hitabın, sertlik, şiddet, kararlılık ve
karşı tarafın delillerini çürütücü, inançlarını iptal edici bir özellik
taşıması tabiidir. Ama Peygamberi bağırlarına basıp destekleyen, İslâm dinini
benimseyen, onu kılıç ve kalemleriyle müdafaa eden Medine ehline yöneltilen
hitap böyle değildir. Bunlara yöneltilen hitap, yumuşak, latîf, tolerans dolu
olacaktır. Hitap, her toplumun, her olayın ve her ortamın yapısına uygun
olmalıdır. Bu nedenledir ki, Mekke'de inen âyetlerin, müşriklerin başına
vurduğunu, akıllarını şiddetli tahkir, Peygamber ve mü'minleri ise teselli
ettiğini, onlara hoşgörü, ve müsamaha öğrettiğini görmekteyiz.820
Sekizincisi
Hz.
Muhammed'in ilk Mekke döneminde, tereddütlü, tedirgin ve ümitsiz olduğu ve
bunun alışma dönemini teşkil ettiği iddiasını değerlendirelim: Hz. Peygamber
bir beşer olarak, ağır vahiy yükünün altına ansızın girmiş olmaktan büyük bir
tedirginlik ve endişe duymuş olabilir. Fakat bu şahsî halet-i ruhiyesi
kesinlikle o dönemlerde inen âyetlere yansımamıştır. Hatta bu nokta bile,
Kur'ân'm onun değil, Allah'ın sözü olduğuna kesin delildir. Çünkü, onun
acısından, sevincinden, korkusundan, endişesinden hiçbir iz taşımıyor. Meselâ
oryantalistlerin de ittifakıyla ilk nazil olan sûrelerden istediğinizi okuyun,
meselâ, Alak, Tîn, Zilzâl, Karia, Tekâsür, Hümeze, Mesed, Kâfirûn, Ihlas...
sûrelerini inceleyin, acaba bunlarda zerre kadar bir endişe, bir tereddüt, bir
tedirginlik görebiliyor musunuz? Asla, hepsi de ele aldıkları konuları,
kendinden son derece emin, hatta üst üste tekitler ve yeminlerle üzerine basa
basa dile getiriyorlar. Nerede müsteşriklerin bu iddiası? Böyle yuvarlak
laflarla iddialarda bulunmak kendilerine objektiflik süsünü veren ilim
adamlarına yakışmaz. Delillerini getirsinler de görelim. Yoksa, nasılsa
muhataplarımız araştırma imkanına sahip değildir, ne dersek kendilerince
makbuldür, en azından söylediklerimiz tutmasa bile iz bırakır düşüncesi,
tarafsız ilim adamlarına asla yakışmaz.
Yine
Mekke devrinin başlarında Hz. Muhammed'in, âleme isabet edecek bir felaketin,
yani kıyametin yaklaştığını sık sık dile getirdiğini, canlı kıyamet sahnelerini
sergilediğini söylemenin de bir anlamı vardır. Bunun anlamı, "Muhammed,
önceleri, gerçekten dediklerine inanıyordu. Çünkü gelecekten kendisi de
endişeliydi. Fakat zamanla güç ve kuvveti artmaya başladı, ahireti yavaş yavaş
unuttu, eski samimiyetini yitirdi ve siyasî bir lider konumuna girdi...
Dolayısıyla onun dediklerinin vahiyle ilgisi yoktur..."
Bu
iddianın da gerçekle bir alakası yok. Hz. Muhammed'in samimiyetinin daha sonra
değişip değişmediğini ayrı bir yerde ele aldık. Burada sadece şu kadarla
yetiniyoruz: (19. âyetten itibaren 6 âyet hariç) Medenî bir sûre olan Hac
Sûresinin ilk iki âyeti, belki de Kur'ân'da az rastlanır canlı bir kıyamet
sahnesini gözler önüne seriyor. Bunun gibi, kıyametin kopmasından tutun,
mahşer, Cennet ve Cehenneme kadar birçok canlı ahiret sahnesi Medenî sûrede de
canlı birer tablo halinde insanlara sunuluyor. Bu sahnelerden herbirini
okuduğunuzda bazan korku ve endişe, bazan da sevinç ve neşeden bizzat o tabloyu
yaşıyor gibi oluyorsunuz821
.
Kaldı
ki, bu tür ahiretle ilgili konular zamanla azalmış olması, yine hikmet ve
tebliğde tedriç gereğidir. Çünkü, bunlar bir kere indikten, Kur'ân'da yer
aldıktan ve tekrar tekrar okunarak zihinlere yerleştikten sonra artık bu şuura
bina edilecek ahkâmın gelmesi lazımdır. Aksi halde hep bu tür sahneler gelmiş
olsaydı, Kur'ân'da öteki önemli konulara yer kalmazdı.
Kıyametin
yakında geleceği haber verildiği halde, aradan 1400 küsur sene geçmesine rağmen
hala gelmemesi bir şüphe olarak ileri sürülebilir. Oysa, dünya ömrüyle
kıyaslandığı zaman bu süre kısa bile kalır. Çünkü, Peygamberimizin asrı, bir
güne benzeteceğimiz dünya ömrüyle kıyaslandığında, ikindi zamanından sonraki
saatleri andırır. Bu da bir günün son anları demektir.
Müsteşriklerin
bir iddası da şudur: Başlangıçta müşriklerle Hz. Mu-hammed arasında mücadelenin
bulunmadığı, ne zaman ki, müşrikler Kur'ân'ı efsane olmakla itham ettiler, Hz.
Muhammed de putlarına hakaret etti ve aralarındaki bağ koptu...
Kur'ân'da
müşriklerin, "efsane" anlamında Kur'ân için kullandıkları kelime
"Esâtîr"dir. Bu kelime, Kur’ân'da on yerde geçmektedir822. Enfâl hâriç,
geçtiği sûrelelerin tamamı Mekkî olmakla beraber, nüzûl sırasına göre, en önde
olan Kalem Sûresi, İslâm alimlerine göre 2., Blachere'e göre 51., Nöldeke'ye
göre 18. sıradadır. Diğerleri bundan daha sonradırlar. Bundan önce, hatta ilk
inen âyetlerden itibaren tevhid üzerinde hassasiyetle durulduğunu daha önce
örneklerle açıkladık. Allah'tan başka ilahın bulunmadığı baştan beri
belirtilmiştir. Kur'ân'da, batıl inançları çürütme sözkonusudur, onlara hakaret
değil. Hatta, putlara sövmek yasaklanmıştır. Meselâ, İslâm alimlerine göre 6.,
Blachere'e göre 37., Nöldeke'ye göre 3. sırada inen Mesed Sûresi, müşriklerle
Hz. Muhammed arasında ciddi bir sürtüşmenin varlığına açık delildir. Nöldeke'ye
göre 5. sırada olan Kevser Sûresi de bu sürtüşmenin açık belgesidir.
Aralarındaki anlaşmazlık herhalde inanç meselesinden ileri gelmiştir. Aksi
halde neden öz amcası ve yengesi kendisine eziyet etsinler ve Mesed sûresinin
inmesine sebep olsunlar? Neden kavmi kendisine "Ebter" diyerek
hakaret etsin ve Kevser Sûresi buna cevap olarak insin. Demek bu iddia da
böylece suya düşmektedir.
Dokuzuncusu
Kur'ân
sûrelerinin indikleri zaman ve mekâna uygun olarak kısa veya uzun oluşları,
Kur'ân'm bu iki ortamdan etkilendiğinin en büyük delilidir ve sözkonusu
ortamların tabiî bir yansıması sayılır. Eğer Mekke'de sûre ve âyetler kısa ise,
halkının büyük çoğunluğunun kaba, ümmî ve cahil olmasından; Medine'de sûre ve
âyetler uzun ve açık ise bu, Medine'nin sakinleri olan Yahudilerden etkilenmiş
kültürlü ve anlayışlı ortamından ileri gelmiştir ve bunların bir yansımasıdır.
Mekke'de hem kendisi, hem de içinde bulunduğu toplum ümmî olduğundan sûre ve
âyetler de böyle kısa gelmiş; Medine'de ise kültürlü ve aydın kimseler arasında
bulunup onlardan etkilendiği için ilerleme kaydederek, sûre ve âyetler
uzamıştır.
Her
şeyden önce, Mekkî sûrelerin hepsi kısa olmadığı gibi823 Medenî sûrelerin de hepsi uzun değildir.824 Üstelik, Mekkî
sûreler içinde yer alan Medenî âyetler bulunduğu gibi, tersi de sözkonusudur.
Yani âyetler, bütün Kur'ân'a serpiştirilmiş durumda olduğu halde, Kur'ân'm konu
bütünlüğü, üslûbunun ahenk ve akışı bozulmamaktadır. Öyle ki aynı anda nâzil
olmuş gibi bir belagat göstermektedir.
Mekkî
sûre ve âyetlerin nisbeten daha kısa olması, ortamın geriliğinden değil, tam
tersine, Kureyş'in diğer Araplara göre, zekâ, anlayış, edebî zevk ve belagatta
ileri oluşlarından olabilir. Bu yüzden onlara gelen hitaplar daha vecîz
olmuştur. Aydın, okumuş ve kültürlü olmak, her zaman zekî, ince anlayışlı
olmayı ve vecîz sözleri anlamayı gerektirmez.
Öte
yandan, Kur’ân, herkese, en kısa bir sûresinin benzerini getirme konusunda
meydan okumuştur. Eğer, kısalık geriliğin ve kolay söylenebi-lirliğin
işaretiyse, o zaman o kolay denilen sûrelerin benzerini ortaya koysalardı.825
Onuncusu
Müsteşriklerin
diğer bir şüphesi de, Hz. Muhammed'in Mekke'de iken Yahudi ve Hıristiyanlara
dokunmadığı, onları hoş tuttuğu, hatta getirdiği dini müstakil bir din olarak
kabul etmesinin ancak Medine döneminde başladığıdır...
Kur’ân-ı
Kerime başvurduğumuzda bu iddianın da asılsız olduğunu görüyoruz. Kur’ân bu
konuda bize şu malumatı vermektedir: Mekkî sûrelerde Kur'ân'm, bir yandan Kitab
hakkında bilgi sahibi olanların şehadetine devamlı bir şekilde müracaat
ettiğini,826
diğer yandan da şeytanın yoluna tabi olmuş ve onunla birleşmiş bulunan kitab
ehline karşı cephe aldığını görüyoruz.827 Buna mukabil, Kur’ân dâima, şahit olarak
kabul ettiği alimler karşısındaki tutumunu Medine'de de aynen muhafaza etmekte,
ancak aralarından bir kısmının bu şehadeti yerine getirmek istemediklerini
bildirmektedir.828
Böylece iki durumda da Kur’ân-ı Kerim, bizzat Mukaddes Kitablar ve onlara
ihlaslı bir şekilde tabi olan alimlerle, kendilerinin Yahudi veya Hıristiyan
olduklarını söyleyen fakat sadece hevalanna uyan kimseler arasında açıkça bir
ayırım yapmaktadır.829
Onbirincisi
Bu
şüpheyi ortaya atanlara göre Mekkî Kur'ân'da teşri' ve ahkâm bulunmamaktadır.
Medine'de nâzil olan âyetler ise, ibadet ve muamelelerin detaylarını
içermektedir. Bu da, Kur'ân'ın beşer kelâmı olduğunu, Muhammed ve sahabileri
tarafından yazıldığını gösteriyor. İki dönemde inen âyetlerin farklılığı,
ortamın etkisinin eseridir. Bu şüphe özetle şöyle çürütülebilir: Öncelikle
kabul edelim ki, Medenî âyetler teşri' ve ahkâmın tafsil ve detaylarıyla
doludur. Fakat bu, İslâm davetinin Medine'de karar kılmasının tabiî bir
neticesidir. İslâm, bu dönemde yeni oluşturduğu toplumun İçtimaî tanzimine önem
vermiştir. Bu toplum, siyasetiyle, iktisadıyla ve teşriatiyle eski toplumdan
farklı bir özellik arzedecektir. Bu dönemde, ibadet ve muamelat konusunda dinî
hakikatlerin kökleşmesi, helal ile haram arasında kesin sınırların çizilmesi,
şahsî ve medenî ahval, uluslararası hukuk, devletler arası ilişkilerin tanzimi,
savaş ve barış hallerinin açıklanması, gerekli maddî ve manevî donanımıyla
askerî konuların düzenlenmesiyle alakalı yasaların detaylı bir biçimde ortaya
konulması zorunluydu. Belli sınırları bulunan bir toprak parçası üzerinde
kurulan bir devlet olmadan sözkonusu düzenlemelerin yapılması mümkün değildi.
Bu nedenledir ki, Medenî sûreler şer'î meselelerin tanzimiyle dolu
bulunmaktadır. Çünkü bunlar, hayatın bütün alanlarında kendine özgü değerleri
bulunan yeni bir devletin bir organizasyonudur.
Biz,
ibadet ve muamelelerin detaylarının Medenî sûre ve âyetlerde yer aldığını kabul
etmekle beraber, Mekkî pasajların da yer yer bu tafsilatı ihtiva ettiğine
işaret etmeden geçemeyeceğiz. Fakat Mekkî Kur'-ân sözkonusu tafsilatın
nüvelerine icmalî bir biçimde temas etmiştir. Dinin beş ana maksadını Kur'ân bu
dönemde açıklamıştır. İman esaslarını izah etmiş; canı, aklı, nesli ve malı
korumayı garanti altına alıcı açıklamalarda bulunmuştur. Biz biliyoruz ki,
bütün İslâmî hükümlerin en önemli maksadı, bu beş değeri korumaktır. İçki ve
içki hükmündeki sarhoş edici ve uyuşturucu maddeler aklı korumak için, zina,
nesli korumak için, hırsızlık, malı korumak için, namus iftirası şerefi korumak
için, katil canı korumak için yasaklanmıştır. Mekkî Kur'ân, bu beş amacı
gözetme konusunda son derece açık hükümler getirmiştir.830
Bu
yasakların cezasıyla ilgili tafsilat ise Medenî surelerde yer almaktadır. Bu
da, daha önce belirttiğimiz gibi tabiî bir durumdur. Çünkü toplumun sosyal
açıdan tam olarak karar kılması, onun medenî ihtiyaçlarını kanun ve kaide
ihtiyaçlarının sağlanması bakımından bu gereklidir. Bu tafsilatın, bazı
müsteşriklerin iddia ettikleri gibi Hz. Muham-med'in kültürlü Medine halkıyla;
ihtilafının bir sonucu olduğu asla zannedilmesin. Yine, Medine'de, kutsal bir
kitapları olan Yahudilerin bulunduğunu, Hz. Muhammed'in ibadet ve muamelatla
ilgili bütün tafsilî öğretilerini bu kitaptan aldığı sanılmasın. Biz, böyle bir
düşüncenin asılsız olduğunu başka bir bölümde açıkladık. Buna göre Hz.
Peygamberin böyle bir kitaptan yararlanmış olması mümkün değildir. Çünkü Hz.
Peygamber, Yahudilerin inançlarına karşı çıkmış, onları temelden çürütmüş,
kutsal kitaplarını tahrif ve tezvire uğramakla itham etmiş, hem lafız hem de öz
bakımından onların tafsilî yasa ve ibadetlerine muhalif kanunî ve teşri'î
kurallar getirmiştir. Doğrunun yanlıştan iktibas edilmiş olması mümkün mü?831
Mekkî
âyetlerin, kanun ve ahkamı detaylı bir biçimde ihtiva etmemesinin bir hikmeti
de, insanları terbiyedeki hikmetli ölçüye riâyet etmesindendir. Çünkü, iman ve
ahlak, diğer hukukî ve ictimâî yasalardan önce gelir ve onların temelini teşkil
eder. Bu temeller iyice zihinlere nakşedilmeden, diğer hukukî konulara girmesi,
hem zamansız, hem de etkisiz olurdu.
Yine
eğer, Kur’ân, bu konularda iddiacının çok yüksek ve medenî gördüğü Medine'deki
Yahudilerden etkilenmiş olsaydı, Kur'ân'm ihtiva ettiği bu gerçekleri önce
onlar ve onların etkilediği çevrelerindeki insanlar dile getirirler ve
peygamberlik şerefini kimseye kaptırmazlardı. Oysa, kendileriyle haşirneşir
olan, gerek diğer Medine halkı, gerekse onlara gidip gelen öteki Araplarda
böylesi ictimâî ve medenî düsturlar ya bilinmemekte veya bilinse de
uygulanmamaktadır.
Yine
Kur’ân, içinde kaynak olarak gösterilen o kimselerin de bulunduğu, herkese,
hatta bütün cin ve insanlara en küçük bir sûresinin benzerini getirme konusunda
meydan okumuş, hepsi de bundan aciz kalmışlardır. Bu da Allah'tan başka hiç
kimsenin Kur’ân'daki yüksek hakikatlere kaynak olamayacağını kanıtlamaktadır.832
Onikincisi
Müsteşrikler,
daha çok Mekkî sûrelerin başlarında yer alan Mukattaa harfler olgusu üzerinde
yoğun bir biçimde durmuşlar ve bunlara bir açıklama ve gerekçe bulmak için her
yola sapmışlardır. Bazıları bunu, Peygamberin bu harfleri mırıldandığı, fakat
hemen arkasındaki âyetleri getirmede güçlük çektiği şeklinde izah ediyorlar.
Oysa—onlara göre—bu gibi harflerin kullanımı Medine döneminde kaybolmuştur.
Çünkü, Peygamber Kur'ân âyetlerini sakin ve rahat bir ortamda telif etmeye
başlamış, ortaya çıkan yeni yeni meselelerin çözümü üzerinde düşünme ve sahabileriyle
istişare etme imkânını bulmuştur. Bu gibi harflerin Medine döneminde
görünmemesinin sırrı işte budur.833
Öncelikle
belirtelim ki, bu harflerle başlayan sûrelerin hepsi Mekkî değil, 27 tanesi
Mekkî, 2'si Medenî'dir.
Müfessirler,
bu harfler, önemleri, sûre başlarında yer almalarının hikmetleriyle ilgili çok
değişik yorumlar yapmışlardır. Sözkonusu mü-fessirlerin büyük çoğunluğu, bu
harflerin, Kur'ân'da bulunan beyân konusunda bir benzerini getirmeleri için
Araplara bir meydan okuma olduğu noktasında birleşiyorlar.834 Diğer bazıları ise, bu harfleri tefsir
etmenin mümkün olmadığına, çünkü, bunların, Allah'tan başka te'vilini kimsenin
bilemediği müteşâbihattan olduklarına kâil olmuşlardır. Onlara göre bu harfler,
Şa'bî'nin (V. 104) de dediği gibi, "Kur'ân'm sırlarıdır."835
Zerkânî,
"Menâhilü'l-İrfân" isimli eserinde, Müslüman âlimlerin
açıklamalarına dayanarak bu harflerin işaret ettikleri hususları üç noktada
özetlemiştir.
Birincisi:
İbn Abbas'm rivâyetine bakarak bu harflerin, Allah'ın isimlerinden birer harf
olması.
İkincisi:
Bu harflerin, Hz. Peygamberin hak peygamber olduğuna dâir en acîb mucize ve
işaret olmaları.
Üçüncüsü:
Allah, âlemi muhkem, ahenkli ve uyumlu yaratmıştır. Se-mâvî kitap olan Kur'ân
da âlemin bu nizamına uygun, bedî yaratılışına muvafık ve onda cereyan eden
kanunları gözetir bir biçimde gelmiştir. Zerkânî bu ifadelerini detaylı bir
biçimde izah etmektedir836.
Müsteşrikler
de, bu harflerin izahı konusunda değişik görüşler ileri sürmüşlerdir. Bunlardan
Sprenger, "Tâ Sîn Mîm" harflerinin, "Lâ yemes-sühû
ille'l-mutahharûn" âyetinde açıkça ve galip olarak göze çarpan harfler
olduğunu söylemekle izah etmeye çalışmıştır. Ona göre, "Tâ"
"el-Mutahharûn" kelimesinde en belirgin harf, "Sîn" ve
"Mîm" de, "Lâ yemessühû"de en güçlü harflerdir. Blachere'in
belirttiğine göre müsteşrik Loth, titizliğine rağmen, Sprenger'in bozuk
görüşünü aynen kabul etmiştir837.
Müsteşrik
Nöldeke de, daha sonra vazgeçtiği ilk görüşünde, sûrelerin başlarında bulunan
harflerin, Kur'ân metnine sonradan eklendiğini söylemiştir. Ona göre, bu
harfler, kendilerinde Kur'ân sûrelerinden belli nüshalar bulunan bazı
sahabilerin isimlerinin, baş veya son harflerinden alınmıştır. Meselâ,
"sîn" Sa'd bin Ebî Vakkas'tan, "mîm" el-Muğîre'den,
"nûn" Osman bin Affan'dan, "hâ" "Ebû Hureyre'den
alınmıştır...vs.838
Blahcere,
Loth ve Power bu görüşü kesin olarak reddetmekte ve sahabilerin sahip oldukları
zühd ve takvaya rağmen isimlerinin birer aslî unsur olarak Kur'ân metnine
sokulmasına razı olacaklarını kesinlikle kabul etmemektedirler. Özellikle
Blachere, bu görüşü şu sözleriyle tam olarak çürütmektedir: "Muhtelif mushaf
sahiplerinin, başka hiçbir anlamı olmadığını bildikleri takdirde, bizzat kendi
nüshalarında çağdaşlarının isimlerinin ilk harflerini bulundurmaları makul
değildir. Aynı şekilde, Übey, Ali veya İbn Mes'ûd'un, kendi özel mushaflarında,
Kur'ân'm cem ve istinsahında kendilerine rakip olarak gördükleri bazı
şahısların isimlerinin baş harflerini muhafaza etmeye aşırı istek
göstermelerinin hiçbir gerekçesini göremiyoruz.839
Blachere'in
kendisi, bu konuda İslâm alimlerinin ortaya attıkları na-zariyelere dönmenin en
sağlıklı yol olduğunu belirtmiş ve "Bu harflerin sırlarını açmaya ilişkin
her çabanın abes olduğu görüşünde olan takva sahibi Müslümanlar, tek akıllı ve
hikmetli olduklarını kuşkuya yer bırakmayacak derece isbat etmişlerdir."840
Rodinson
da, "Öyle anlaşılıyor ki, ilk zamanlarda Muhammed, kekeleyerek ya da
gelişigüzel sesler çıkararak, aldığı şeyin dile gelmesini hızlandırmak
istemiştir. Kur'ân'm bazı sûrelerinin başında yer alan ve birçok varsayıma yol
açan sessiz harfler, belki de bu kekeleme çabasını karşılamaktadır"
diyerek841 bu
konudaki görüşünü dile getirmektedir.
Burada,
sözkonusu harflerin neden sûre başlarında yer aldığı meselesi burada bizi fazla
ilgilendirmiyor. Asıl bizi ilgilendiren, bu konuda müsteşrikler tarafından
yöneltilen şüphelerdir. Bu şüphelerden birincisi:
Bu
harfler, Muhammed'in, Yahudi olan kâtipleri tarafından konulmuşlardır. Amaçları
bir sözün bittiğine, diğer bir sözün ise başladığına işaret etmektir.
İkincisi:
Bu harflerden amaç, Kur'ân'ı esrarengiz göstermek, insanların gözlerini
korkutmak ve Kur'ân'ı derin ve heybetli bir görünüşe bürün-dürmektir...vs. Daha
bunlar gibi, hepsi de Kur'ân'm beşer kaynaklı olduğu ve İlâhî olmadığı
konusunda kuşku uyandırmaya yönelik başka şüpheler...
Biz,
bu harflerin, yanlarında, bilinen Kur’ân nüshaları bulunan bazı sahabilerin
isimlerinden harfler olduğunu söylemekle açıklamaya çalışan kimselerin
görüşlerini çürüten bazı müsteşriklerin izahlarını kaydettik. Kaldı ki, Nöldeke
“Gescihişte des Qorans" isimli kitabının ikinci baskısında bu
konudaki görüşünden dönmüştür.
Bu
harflerin, Hz. Muhammed'in Yahudi olan kâtipleri tarafından, kendilerine
yazılması emredilen kitaba inanmadıklarını belirtmek için konulduğuna ilişkin
görüş ise, hiçbir sağlam esasa dayanmamaktadır. Çünkü, Hz. Peygamber'in Yahudi
kâtibi asla olmamıştır. Yahudilerin bu harfler konusunda Hz. Peygamberle
tartıştıkları da tarihen bilinmemektedir.842 Hz. Ubeyy gibi Yahudi asıllı vahiy kâtibine
gelince, o da İslâmî kabul etmiştir.
Nöldeke
önceki görüşünü terkederek şu görüşü benimsemiştir: "Peygamber bu harflere
hususi bir mana vermemiş, fakat yalnız esrarlı bir tarzda, semâvî metni, Levh-i
Mahfuzu hatırlatmak istemiştir. "843Bu nazariye de doğru değildir. Eğer böyle bir
şey olsaydı, bunların sadece bazı surelerin başında bulunması değil, vahiy
sonucu olan bütün sûrelerin başında bulunması gerekirdi.844
Yine
bu harfler, Hz. Peygamberin kekeleme, tereddüt ve güzel konuşmak için
çabalamasmm sonucu da değildir. Çünkü o, tarihin şehadetiyle fesahat, belağat
ve üslûbunun akıcılığıyla ün salması bir yana, Kur’ân kendisine vahyedilmiş
Allah Kelâmıdır. Rodinson'un az önce kaydettiğimiz iddiası onun ne kadar
objektiflik, akıl ve insaftan uzak iddialarda bulunduğuna güzel bir örnektir.
Çünkü, onun ileri sürdüğü gibi, bu mukattaa harfler, ilk inen sûrelerden çok,
daha sonra inen sûrelerden çok, daha sonra inen sûrelerin başında yer
almaktadır. Nitekim sayıları 29 olan sözkonusu sûrelerin iki tanesi Medine'de
nâzil olmuştur. Geri kalan 27 tanesinden de Kalem Sûresi hariç (o da Nöldeke'ye
göre 18, Blachere'e göre 51) hatta Nöldeke ve Blachere'in tertibine göre dahi
nüzul sırası itibariyle 54. sıradan aşağı olan yoktur. Pek çoğu 70. sıranın
üzerindedir. Görüldüğü gibi bu sûrelerin hiç biri ilk döneme ait değildir.
Artık Rodinson'un iddiasının doğruluğu nerede kaldı?
Onüçüncüsü
Medenî
sûreler, Peygamberin aile hayatıyla ilgili problemlerle doludur. Birçok âyetler
bu problemlerin çözümünü konu alır. Eğer Kur'ân Allah tarafından indirilmiş
olsaydı, Peygamberin özel aile hayatıyla ilgili meselelerle ilgilenmezdi. Çünkü
bu, toplum hayatının tanzimini pek fazla ilgilendirmemektedir. Öte yandan,
diğer pek çok âyet de, Müslümanların Peygambere karşı ve kendi aralarında nasıl
davranacaklarıyla ilgili düzenlemelerle doludur. Bu durum, Peygamberin rolünün,
bir müjdeleyici ve uyarıcı olmaktan, şahsına kulluk ve kendini takdis ettirmeye
dönüştürüyor. Müsteşrikler, bundan Kur'ân'm beşer kaynaklı olduğu ve Allah
tarafından olmadığı neticesini çıkarmışlardır. Çünkü, eğer Allah'tan gelseydi,
bu gibi özel meselelerle ilgilenmezdi.
Bu
şüpheye cevap kolay ve basittir. Şöyle ki: Kur’ân, Hz. Peygamberin ailevî
meşelerini düzenliyorsa, bu onun, Müslümanların rehber ve önderi olması
itibariyledir. Kur'ân, Hz. Peygambere her hitap ettiğinde veya bir talimat,
emir ve nehiy yönelttiğinde, ona özel olduğunu ifade etmesi durumu dışında845, gerçekte bunu
bütün Müslümanlara yöneltmiş olmaktadır. Resulullaha her hitap edildiğinde,
aynı hitap diğer bütün İslâm ümmetine de yönelmiş bulunmaktadır. Hz.
Peygamberin hanımlarına bir şeyi emrettiğinde vaya onları bir kötülükten
sakındırdığında, aynı talimat diğer Müslüman hanımlara da verilmiş olmaktadır.
Meselâ Kur'ân, Hz. Peygambere, evlatlığının boşanmış hanımıyla evlenmesini
emretmişse, bu cahiliyet döneminde Araplarca bir örf olarak uygulanan evlatlık
düzenini ortadan kaldıran açık bir yasa olmaktadır. Bundan anlıyoruz ki,
Kur'ân'm bu gibi yasaları ihtiva etmesi, bütün ümmete bilaistisnâ şamil olması
içindir. Yine, Ifk olayında mü'minlerin annesi ve muhtereme eşine iftira
edilmesi üzerine âyetler inmişse, bu âyetler hem bir masumeyi itham ve
iftiradan temizlemiş, hem de o ve benzeri durumlarda müfterilere uygulanacak
cezanın ne olacağını ebedî bir hüküm olarak ortaya koymuş, konuyla ilgili olan
zinâ suçunun cezası ve zinayla şu veya bu şekilde alakalı hususlarda da aynı
sûrede detaylı bir biçimde açıklanmıştır.846
Eğer
Kur'ân, Müslümanların birbirlerine ve Hz. Peygamber'e karşı gözetmelerini
istediği bir takım ahlakî kaideleri ortaya koymuşsa, bundan amaç, Hz.
Peygamberin şahsına kulluk ve onu takdis etmek değildir. Çünkü o, sürekli
olarak kendini kul kabul etmiş847 gerek hayatında ve gerekse vefatından sonra
şahsını takdis edici şeylerin kendisine yapılmasını reddetmiştir.848 Aksine
Kur'ân'daki bu düzenlemenin amacı, ahlakî kaideleri toplumda yerleştirmek ve
fertlerin birbirlerine karşılıklı saygı ve samimi bir sevgiyle muamele etmesini
sağlamaktır. Gıybetin, tecessüsün yapılmaması, sahiplerinden izinsiz başkasına
ait evlere girilmemesi... gibi aynı zamanda mutlu bir medenî toplumun da
özellikleri olan güzel ahlakî kaideler Kur'ân'da bunun için yer almıştır.
Ondördüncüsü
Müsteşrikler,
Kur'ân-ı Kerimin, nüzulü sırasındaki Arapların durumlarını yansıttığı noktası
üzerinde çok duruyorlar. Buna göre, cahiliyet döneminin en gerçekçi bir
aynasıdır. Carra de Vaux, Kur'ân'ı, çölü ve kumsalıyla Arap Yarımadasının bir
aynası olarak nitelemekte, muhitten ilham aldığını belirtmekte, durum ve
geleneklerini yansıttığını ifade etmektedir. Ona göre, Kur'ân, Arapların bozuk
adetlerini ve batıl inançlarını değiştirmek üzere vahyedilmiş bir kitap
değildir. Sözü edilen müsteşrik şöyle demektedir: "Kur'ân, bir bedevîlik
görüntüsünü yansıtan müphem ve zayıf bir metindir. Fıkıh ise, kültürlü bir
düşüncenin eseri olan İlmî ve ince bir tahlildir. Kur'ân, çölde çürümüş ve
rengi solmuş bir müsveddeyi andırır."849
Bu
noktada asıl konumuz, Kur'ân'm, sûrelerinde Arap muhitini yansıttığı iddiasına
cevap vermektir. Görüyoruz ki, bu gibi şüpheler Kur'ân'm doğruluğunu ve
kaynağının sıhhatini etkilememektedir. Şöyle ki: Kur'ân, coğrafî, beşerî ve
iklimsel özellikleri bulunan belli bir ortamda inmiştir ve kültürel, dinî ve
İçtimaî hususiyetleri bulunan bazı topluluklara hitap etmektedir. İşin tabiatı,
Kur'ân'ın, sözkonusu topluluklara, kâinat ve hayat hakkında benimseyegeldikleri
telakkilerine uygun bir üslupla hitap etmesini gerektiriyordu. Kur'ân'ın,
kendilerinin haberdar olmadıkları şeylerle hitap etmesi; cahili bulundukları
bazı fikrî ve aklî meselelerle karşılarına çıkması mümkün değildi. Zira eğer böyle
yapsaydı, Araplar onu hakkıyla anlayamazdı. Dolayısıyla bazıları onunla
tartışmaya giremez, bazıları onu inkâr edemez, diğer bazıları ise ona
inanamazdı. Araplar Kur'ân'ı gerek şekil ve gerekse muhteva bakımından güzelce
anladılar. Çünkü Kur'ân, gerçekten de durumlarını, ortamlarını, problemlerini,
sevinçlerini ve tasalarını yansıtıyordu. Kur'ân'ı çok iyi anladıkları için de,
onunla mücadeleye giriştiler; bazıları inat ve kibrinden dolayı düşmanlık ve
mücadelede aşırı gitti, bazıları ise üzerinde düşünüp ikna olması sonucunda ona
iman ettiler.
Kur'ân,
Arapların şartlarını hakkıyla yansıtmaktadır. Mesela, Allah'ın vahdaniyetine
delil olan misallerden Arapların kolaylıkla algılayabilecek olanlarını tercih
etmiştir. Onları kâinat ve hayat konularında tefekküre çağırmış, Allah'ın
kudretini göstermeleri itibariyle maddî mahlukatın yaratılışları üzerinde
düşünmeye davet etmiş, geçmiş peygamberlerin kıssalarından, yolculukları
sırasında harabe ülkelerinin yanından geçtikleri kavimlerinin başına gelen
felaketlerden ibret almalarını istemiş, âşinâ oldukları eşyanın tabiatına
münasip bir mantalite ile hitap etmiştir. Onlara, başka ortamları ve başka
dünyaları tasvir etmemiştir. Eğer böyle yapsaydı, onu inkâr eder ve daha fazla
ce-delleşirlerdi. Kur'ân, gerçekten de olumlu ve olumsuz yönleriyle o çevrenin
bir aynası olmuştur. Meselâ, müşriklerin kendisiyle olan mücadelelerini,
kendisinin de bunlara cevabını anlatmakla o günkü Arapların dinî yaşantılarını
çok güzel ortaya koymuştur. Aynı şekilde, cedel, tartışma ve mübahaseye olan
kudretlerine yer vererek Arapların güçlü olan aklî hayatını gözler önüne
sermiştir. Kur'ân, Arapların içtimâi ve İktisadî durumlarını en güzel biçimde
göstermiştir. O, zengin, aydın ve servet, makam, zekâ ve ilmiyle imtiyazlı
tabakayla, zayıf, cehalet ve fakirliğiyle tanınan tabakadan söz etmekte, bize
Arapların komşu milletlerle olan siyasî ve İktisadî ilişkilerini göstermekte,
Mekke'de zenginlerle fakirler arasında patlak veren ve tabiatıyla fakirlerin
tarafında yer alıp, faizi yasaklayarak, zekâtı farz kılıp, zenginlere
fakirlerin haklarını korumalarını tavsiye etmiş ve hedeflediği adaleti
sağlamıştır. j
Kur'ân'ın
Arap muhiti için yaptığı bu ayinedarlık, onun ne sıhhatini, ne de kuvvetini
cerhetmez ve müsteşriklerin büyük çoğunluğunun zannettikleri gibi onun İlâhî
kaynaklı olduğu konusunda kuşku meydana getirmez. Aksine o, sözkonusu toplumun
lehinde ve aleyhindeki her şeye tam bir aynadarlık yaparak ıslahına çalışmış,
kendisi hakkındaki duygularını yansıtmış ve onları aklî seviyelerine göre Tevhid'e,
siyâsî, içtimâi ve iktisâdî ıslaha davet etmiştir. O bütün bunları, güçlük ve
meşakkat çıkarmayacak bir biçimde gerçekleştirmiştir. Sonuç olarak da, bu
toplulukları insanca bir hayata yeniden kavuşturmuş, kökü Kur'ân'a dayanan yüce
bir medeniyete ulaştırmıştır.850
II. BÖLÜM
KUR'ÂN'IN
KAYNAĞIYLA İLGİLİ İDDİALAR
A. DIŞ KAYNAKLAR
·
1. Mekke Dönemindeki Kaynaklar
Bugün
ele alacağımız görüşlerin en basiti, Kur'ânî doktrini teşkil eden gerekli bütün
unsurları, Hz. Peygamberin doğum yeri olan Mekke'de olmasa bile, Hicaz
çevresinde bulmak isteyen görüştür. Meseleye bu zaviyeden bakanlardan biri olan
Fransız âlim Ernest Renan "Mahomet et Les Origines de L'Islamisme"851 adlı makalesinde
VI. yüzyıl Arabistamna dair çekici bir tablo sunarak bize bu konuda tipik bir
örnek verir. Müellif bu makalesinde herkesin yakından tanıdığı bu putperest
kavmi, Allah'ta hiçbir surette çeşitlilik tanımayan ve Onu daima doğurmamış ve
doğurulmamış tek bir varlık olarak düşünen bir kavim olarak tanıtır.852 Bu ırkın ince
edebiyat zevkine ve canlı gerçek anlayışına da haklı olarak işarette bulunursa
da, onun saygınlığını gideren diğer vasıflarına hiç temas etmez. Yüce hakikat
hakkmdaki düşünceye hemen hiç ilgi duymayan, sefih ve kendini beğenmiş bir
kavmin yerine, sadece bütün din ve medeniyetleri kendi içinde biraraya getiren
değil, fakat aynı zamanda dinî konuları tartışan ve bu yüzden dinî kargaşa
içinde bulunan bir cemiyet takdim eder853. Ernest Renan'ın bu görüşleri kabul edilecek
olursa, Hz. Muhammed'in, zamanındaki dinî hareketi geride bırakmış değil,
aksine onun peşinden gitmiş olduğu neticesine varılır.854
Aslında,
o devirdeki Arap hayatının hakiki imajını Kur'ân-ı Kerimde buluruz. Zira onun
karşımıza çıkardığı tablo, yukarıda çizilen tablodan tamamıyla farklıdır.
Bir
kısım insanlar tamamen inkârcı idiler.855 Bir kısmı Allah'a ve ahiret gününe inanıyor,
ancak insanlardan bir peygamberin olacağını kabul etmiyorlardı.856 Diğer bir kısmı
ise, Allah'ın varlığını kabul edip inanıyor, ancak ahiret hayatını, öldükten
sonra dirilme gerçeğini, oradaki ceza ve mükâfatı kabul etmiyordu.857
Allah'ın
varlığına inananlar da çeşitli hurafelere dalarak bu inançlarını tanınmaz hale
getirmişlerdi. Meselâ bunlar tektanrı inancını tamamen ortadan kaldırmışlardı.
Aslında tektanrı inancı, sadece ataları Hz. İbrahim'in dininin bir kalıntısı
değil, aynı zamanda bir tohum olarak her insanın ruhunda mevcuttur. Çünkü
cesetlerle birleşmeden çok önce ruhlar Allah'ın birliğini ikrar etmişlerdir.858 Kur'ân-ı Kerimin
tabiî bir din olarak adlandırdığı bu tektanrı inancı859 müşrik Araplar nezdinde nazarî bir görüş
haline gelmişti. Çünkü sayısız küçük ilahlara yaptıkları ibadetlerle, bu tek
Allah inancı zayıflamış ve pratik olarak da ortadan kalkmıştı.860 Sadece büyük bir
tehlikeyle karşılaştıklarında Allah'ı hatırlıyorlar861 ve kestikleri kurbanların da ancak cüz'î bir
kısmını Ona ithaf ediyorlardı.862 Karşı karşıya bulundukları güneş ve
yıldızlara da birtakım güçler atfetmekten kendilerini alamıyorlardı.863 Allah ile
insanlar arasına, onu yaratıcısına yaklaştırabilecek864 veya Allah katında lehinde şefaatte
bulunabilecek865
bazı aracı güçler ihdas etmişlerdi. Allah'ın kızları telakki ettikleri
meleklere de bundan dolayı ibadette bulunuyorlardı.866 Bazı gizli güçleri barındırdığını veya
görünmeyen birkaç ilahı sembolize ettiğini kabul ettikleri putlar zamanla
nazarlarında sembolize ettikleri şeyle aynileşmişti.867 Tek bir ilahın mevcudiyeti onların
akıllarının alamayacağı bir şeydi artık.868
Böyle
bir görüşün kendilerine garip gelmesi gayet normaldi. Çünkü ne içlerinden
birinden ne de Kuzey ve Güney Arabistan'a sığınmış olan bazı Hıristiyan
mezheplerinden daha önce tek tanrı inancının tebliğ edildiğini asla
duymamışlardı. Şurada veya burada ilahlaştırılan şahsiyetler arasındaki
ayrılığa rağmen, yine de onlar kendi bayağı politeist inançları lehine delil
çıkarabilecek kadar bunlarda benzerlik buluyorlardı.869 Zira Kitab Ehli de yaratıcı Tek Allah
inancını tapılan ilahlarla uzlaştırmayı başarmışlardı.870
Yine
Mekkelilerin içtimâi ve ahlakî vaziyetleri de acınacak bir haldeydi. Çünkü
onlar, kız çocuklarını diri diri gömüyor871 fuhuşta bulunuyor,872 nikahı haram olan kimselerle zina ediyor,873 kadınlara vermiş
oldukları mihri zorla geri alıyor, onlara kerhen varis oluyor874, yetimlere
zulmediyor,875 açgözlülük
gösteriyor, fakirleri ihmal ediyor, zayıf kimseleri de hakîr görüyorlardı.876 Amacı israf ve
gösterişten başka bir şey olmayan meşhur Arap cömertlik ve misafirperverliği
(mürüvvet) dahi Kur'ân-ı Kerim tarafından bizzat kötülüğün kendisi olmasa bile,
içinde kötülük bulunan yersiz bir iyilik olarak sunulur.877 Kısacası, müşrik Arap topluluğu apaçık bir
dalâlet içinde bulunmakta878
ve cahi-liyye devrini yaşamakta idi879. Bununla beraber onlar, hac gibi
ibadetlerinde ataları Hz. İbrâhim dininden kalma bazı kalıntıları yine de
muhafaza etmişlerdir. Ancak bu kalıntılar hata ve hurafelerle karma karışık bir
vaziyetteydi.880
Aralarında,
Hz. İbrahim'in, dininin iyice silikleşmiş izlerini arayanlar ve putlardan
nefret edenler de yok değildi. Kendilerine Hanîf adını veren bu bir avuç insan
da mevcut dinî kargaşanın farkında, fakat yolları tam da net olmadığı için
şaşkın durumdaydılar. Bu nedenle bunlar, Hıristiyan ve Yahudi olmadıkları
halde, herbiri bu iki dinden birine meyil gösteriyordu. Bunları ve Kur'ân'a
kaynak olup olamayacaklarını ileride detaylı bir biçimde ele alacağız.
İşte
İslâmm gelişi sırasında Mekke'nin durumu bundan ibaretti.
·
a. Mekke'de Oturan Yahudî ve
Hıristiyanlardan Alındığı İddiası
Müsteşrikler,
İslâm öncesi Arabistan ve özellikle de Mekke'deki dini durum üzerinde detaylı
bir biçimde durmuşlardır. Onların asıl gayesi, kendilerince Kur'ân'ın
kaynaklarını bulmaktır. Ne var ki, bu uğraşları, İslâmm doğuşu konusunda
bekledikleri sonucu verememiştir. Fakat, Mekke'de veya civarında Yahudi veya
Hıristiyanların bulunup bulunmadığı konusunda aralarında büyük görüş
ayrılıkları vardır. Ayrıca eğer böyle dinî topluluklar var idiyse, etkileyici
bir çoğunlukta olup olmadıkları konusunda da fikir ayrılığına düşmüşlerdir.881
Bell
ve Watt, Mekke'de öyle önemli ölçüde bir Ehl-i Kitab topluluğunun olmadığını kabul
etmektedir. Ancak buna rağmen, Watt,-hiçbir delil göstermeksizin-Yahudi ve
Hıristiyan fikirlerinin Arabistan toplumunda özellikle Mekke'de yaygın olduğunu
iddia etmektedir.882
Richard
Bell'in de içinde bulunduğu bir grup, İslâmın temel tarihî kaynağının
Hıristiyanlık olduğunu ileri sürerken,883 C. C. Torrey'nin temsil ettiği grup ise,
Musevîliğin İslâmm ana kaynağını oluşturduğunu ileri sürmektedir.884
Torrey'nin
görüşü diğerlerine göre daha az makul olup, -hiçbir delile istinad
etmeden-Mekke'de büyük bir Yahudi toplumunun bulunduğunu ileri sürmektedir.
Oysa bu tez için şu çok önemli engel bulunmaktadır: Medine ve civarındaki
Yahudilerin daha sonraki durumları bütün detaylarıyla bilindiği halde, daha
sonraki dönemlerde, Mekke'de bulundukları iddia edilen Yahudi toplulukları
hakkında hiçbir haber bulunmamakta ve tarih kitaplarında akibetlerinden hiç söz
edilmemektedir. Bunların, Müslüman mı oldukları veya Medine ve Hayber'deki
diğer Yahudiler gibi İslâma şiddetle karşı mı çıktıkları konusunda bir haber
bize kadar ulaşmalıydı.885
Fazlurrahman,
bütün bu görüşlerden farklı olarak, fakat o da ikna edici bir delil
göstermeksizin, Mekke'de muhtemelen çok az sayıda birkaç Yahudi ailesinin
bulunduğunu, bunların, Medine'den gelen yakınları tarafından sık sık ziyaret
edildiğini akla daha yatkın bulur.886
Yine
Fazlurrahman, "Diğer taraftan, Mesihlik887 fikrini (Messanic expectations) benimseyen
bazı Yahudi ve hatta Hıristiyanların da Mekke'de olabilecekleri
muhakkaktır" sözü de bir delile dayanmadığı için bizce gerçeği
yansıtmamaktadır. Özellikle "bunların, Hz. Peygamber çıkınca derhal İslâmî
kabul edip yayılmasına yardımcı ve destek oldukları"888 ifadesiyle eğer Hanifleri kast ediyorsa, bu
hükmün bütün hanifler için geçerli olmadığı-biraz sonra hayatlarını ele
aldığımızda da görüleceği üzere-bir gerçektir. Yazar, Mekke'de Müslümanlığı
hemen kabul eden bu Yahudi ve Hıristiyanların kim olduklarını belirtmeliydi.
Şimdi
de, Hz. Peygamberin bilgilerini Mekke'de oturan bazı Yahudi ve Hıristiyanlardan
edindiğine ilişkin müsteşriklerin tekrar edip durdukları iddialara geçelim:
Mekke'de
Yahudilerin bulunduğuna ilişkin hiçbir delilin gösterilememesi, aksine
bulunmadıklarına ilişkin işaretlerin var olması, bu dinî grubu burada sözkonusu
etmemize ihtiyaç bırakmıyor. Hıristiyanlara gelince, Mekke'de bunların
varlığından söz edilebilir. Fakat bunlar, yerli olmayıp, kölelik, ticaret,
demircilik sanatı gibi vesilelerle gelmiş birtakım yabancı ve büyük bir kısmı
maceracı kimseler olduğu anlaşılıyor.
Nitekim,
Nahl Sûresi 103.889
ve Furkan Sûresi 4. âyetinin tefsiri münasebetiyle müfessirlerin verdikleri
bilgiler, bu görüşü destekliyor.
Nahl
Sûresi, 103. âyet şu mealdedir: "Şüphesiz Biz onların: 'Kur’ân'ı ona ancak
bir insan öğretiyor' dediklerini biliyoruz. Kendisine nisbet ettikleri şahsın
dili yabancıdır. Halbuki bu (Kur’ân) apaçık bir Arapça'dır."
Müfessirler
bu âyette işaret edilen şahsın kim olduğu konusunda çok değişik görüşler ileri
sürmüşlerdir. Ancak hepsi de, Hıristiyanlık dinine mensup bir Rum köle olduğu
noktasında ittifak ediyorlar. Bu da müşriklerin, iddialarında samimi ve kararlı
olmadıkları, herbirinin bir başka kişiyi veya her defasında başka kişileri
ileri sürdüklerini gösterir. Kur’ân, gerek müşriklerin bu iddialarının ve
gerekse müsteşriklerin Kur’ân'ı Mekke'deki yabancı Hıristiyanlara nisbet eden
iddialarını birleştirip ortak niteliğini yakalayarak hepsine birden cevap
veriyor ve Kur’ân'ın edib ve şairleri hayran ve hayrette bırakan belîğ bir
Arapça olmasına karşılık, ileri sürülen şahsın ise, bu dille meramını bile
ifade eimokten aciz ve adeta dilsiz bir yabancı olduğunu belirtiyor.
Kur'ân,
müşriklerin, bu konuda bir kararda durmadıklarını ve bu sefer de bir kişiyi
değil de bir grubu merci gösterdiklerini belirtiyor:
"İnkâr
edenler: zBu (Kur'ân), olsa olsa onun (Muhammed'in) uydurduğu bir
yalandır. Başka bir zümre de bu konuda kendisine yardım etmiştir' dediler.
Böylece onlar hiç şüphesiz haksızlığa ve iftiraya başvurmuşlardır."890
Âyette
işaret edilen zümre de, Nahl Sûresi 103. âyetinde ileri sürülen tek tek
şahısların tamamıdır. Belli ki Kur'ân başlangıçta bu ithama cevap vermeyi
önemsememiş, ne zaman ki kâfirler bu nokta üzerinde ısrar etmişler, Kur’ân da
Furkan Sûresinden sonra inen Nahl Suresindeki âyetle onu çürütmüş ve
asılsızlığını ortaya koymuştur.
Bazı
müsteşrikler tarafından da-tıpkı Mekke müşrikleri gibi-Mekke'-nin kenar
mahallerinde ikamet edip Arap satıcılığı ve hamallıkla geçimlerini temin eden
Romalı veya Habeşistanlı, maceracı bazı kimselerin varlığına işaret edilmekte891 ve Incil'in
cahil kimselere meyhanede duyurulmuş olduğuna dikkat çekilmektedir.892 "Acaba Hz.
Muhammed ilk defa burada mı dini fikirlerle karşı karşıya gelmiştir?"
diyerek ve hiçbir belge göstermeden muhataplarını tereddüde düşürmek
istemektedirler. Halbuki şu gerekçelerden dolayı böyle bir iddiayı kabul
etmemiz kesinlikle mümkün görülmemektedir. Şöyle ki:
Önce
müstakbel Peygamberin bi'setten önceki meşgaleleri iyice bilinmektedir.
Güvenilir tarihî kaynaklar onu bize tek başına çobanlık yapan; ticaret amacıyla
kafileyle birlikte sefere çıkan; ve cemiyet içinde kabile şefleriyle birarada
bulunan bir insan olarak gösterir.893 Ne ahlakı, ne yaradılışı ve ne de meşgaleleri
itibariyle onu daha önce adı geçen çevrelerde tasavvur etmek mümkün değildir.
Sonra
böyle bir münasebet, bu kimselerin sadece dinlerini iyi tanımamaları değil,
fakat aynı zamanda bilhassa Kur'ân-ı Kerimin de açıkça ifade ettiği gibi894 yabancı
dillerinin de Hz. Peygamber için bir engel teşkil etmesi sebebiyle,
faydasızdır.895 Kur'ân'ı
öğrettiği iddia edilen kişi, Arapçayı güzel konuşamıyor. Günlükle ufak tefek
ihtiyaçlarını karşılamaya yarayacak kadarından fazla Arapça bilmez. Bu nedenle,
Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) için, onunla meseleleri tartışmak,
bilgi alışverişinde bulunmak imkansızdı.896
Nihâyet
ortada istifade edilebilecek bir kaynak bulunsaydı, muarızlarının Hz.
Peygamberin arzusunu kırmak için İlmî silahlar aramak üzere Medine'ye
gidecekleri yerde, diledikleri bütün malumatı o kaynaktan elde etmeleri daha
tabiî ve daha kolay olmaz mıydı?897
Eğer,
Kur'ân-ı Kerimin bu-ithama cevabı doğru olmasaydı, kâfirler susmazlar, onu
çürütmeye çalışırlardı. O zaman Kur'ân, vahyin adeti üzere bu çürütme
çabalarını kaydedecek ve mukabil cevapta bulunacaktı. Gerek müşriklerin ve
gerekse diğer İslâm düşmanlarının Hz. Peygamberi hedef alarak ortaya attıkları
hiçbir şey yoktur ki, Kur'ân onları kaydetmesin. Bunun tek bir istisnası bile
yoktur.
Yine
görüldüğü gibi müşrikler, Hz. Peygambere Kur'ân'm hangi yerinin öğretildiği
konusunda bir tahditte bulunmuyorlar. Tam aksine, yeni din ve peygamberi
hakkında kafaları karıştırmayı amaçlayan genel ve yuvarlak bir söz
sarfediyorlar. Elinde bir delil bulunan kimse, böyle belirsiz ve mübhem bir
ithamla yetinmez. Bilakis hücum ettiği noktayı açıkça belirtir. Bu konuda
şahitler getirir. Gerçeğin anlaşılmasına yardımcı olacak zaman, mekan ve
ortamların adlarını verir. Oysa görüyoruz ki, kâfirlerin sözlerinde bu
noktalardan hiçbiri yoktur.
Hz.
Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Kur'ân'ı kendilerinden öğrendiği
iddia edilen kimseler ya Müslüman olmuşlar veya olmamışlar. Müslüman
olmuşlarsa, Müslüman oluşları bu ithamın yalan olduğuna delildir. Çünkü,
üstadın, öğrettiği meselede talebesine talebe olması ve ma'kul veya gayr-ı
makul hiçbir gerekçe yokken gerçeği gizlemesi aklen mümkün değildir. O
sıralarda henüz Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hiç kimseyi ne
korkutacak, ne de ümitlendirecek hiçbir maddi güce sahip değildi. Hz.
Muhammed'e Kur’ân'ı öğrettiği ileri sürülen kimseler Müslüman değillerse,
dinini kendilerinden öğrenip de sonra dönerek peygamber olduğunu iddia eden ve
üztadlarının dinini yanlış olmakla itham eden Hz. Muhammed'i neden ele güne
rezil etmediler? Bütün bu varsayımlar, iddia edilen bu talim ve teallüm için
diyalogu sağlayacak yeterli lisan bilgisinin bulunması şartıyla sözkonusu
olabilir. Böyle bir faraziyenin imkânsız olduğuna ise bizzat Kur'ân parmak
basıyor.
Her
ne olursa olsun, eğer böyle bir itham doğru olsaydı, (daha önce Müslümanlığı
kabul etmişken, Habeşistan'da Hıristiyan olan) Ubeydul-lah b. Cahş898 ve muhacir
Müslümanlara karşı Necaşi'yi kışkırtmak için huzuruna giden Kureyş elçileri899 orada da bu
ithamı tekrar ederlerdi. Veya Hirakl, kendilerine Hz. Muhammed'i ve
niteliklerini sorduğunda Ebu Süfyan ve beraberindekiler900 böyle bir ithamı dile getirirlerdi. Oysa bu
iki yer de, Hz. Muhammed ve dini aleyhinde propaganda için altın birer
fırsattı. Üstelik Kureyşliler, İslâmm çağrısına karşı zihinleri bulandırmak
amacıyla söylediklerinde yalancı ve uydurmacı olduklarını kendileri de
biliyordu.
Öte
yandan, eğer karalamalarında samimi olsalardı, daha sonra neden Hz. Muhammed'e
iman ettiler ve dininin düşmanlarına karşı savaştılar? Nitekim, ondan sonra
eski hatıraları yad etmek şeklinde de olsa bir tanesinin çıkıp sözkonusu eski
ithamı tekrar ettiğini asla duymadık.901
Hepsinden
önemlisi Kur'ân'm ihtiva ettiği ilim ve hikmetin öyle şunun bunun öğretmesiyle
öteden beriden iktibas yoluyla vücuda gelemeyeceği açıktır.902
Furkan
Sûresi 5. âyetin ifade ettiği ithama gelince, Kur'ân, üzerinde fazla durmuyor.
Sadece vahyin Allah katından geldiğini vurgulayarak bunu zulüm ve iftira diye
nitelemekle yetiniyor.
·
b. Rahip Bahîra'dan Alındığı İddiası
Müsteşriklerin,
İslâm Peygamberini itham ettikleri diğer bir nokta da, Bahîra'dan bazı şeyleri
öğrendiğidir. Hatta bazıları daha da ileri giderek Hz. Peygamberin (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) Şam'a yaptığı bir yolculuğunda sözkonusu rahibin yanında
kaldığını da yalan yere iddia etmekte903, hatta Kur'ân'ın bizzat Bahîra tarafından
yazıldığını ileri sürüyorlar904.
Bu da, müsteşriklerin İslâmî konu alırken ne gibi noktaları bile istismar
konusu yapabileceklerini gösteriyor. Şüphesiz siyer yazarları ve İslâm
tarihçileri olmasaydı, sözkonusu rahibin tarihte iz ve eserine bile
rast-lanamazdı. Bu nedenle önce bu rivâyetin İslâm tarihçileri tarafından
üzerinde ittifak edilen noktalarına yer verelim ve hakkında gerekli
değerlendirmeyi yapalım:
Bahîra
denilen şahıs, tıpkı aynı yolu tutan diğer arkadaşları gibi, Arap Yarımadasının
sınırında bulunan kilisesine çekilip kendini ibadete vermiş bir rahiptir.
Kilisesi, Kureyş ticaretinin Şam yolu üzerine düşer. Çok kere ticarî kervanlar
yolun yorgunluğunu atmak ve biraz dinlenmek için onun kilisesine sığınırlar. O
da onları misafir eder ve onlara soğuk su ikram ederdi. Hz. Peygamber on iki
veya dokuz905 yaşındayken,
amcası Ebu Talib ile bir ticaret kervanıyla birlikte Şam'a gitmek istedi. Buna
hazırlanınca Hz. Muhammed [salla’llâhü
aleyhi ve sellem]de kendisiyle gitmek için ısrar etti. Ebu Talib ona acıdı ve
çocuk yaşta olduğu halde onu da beraberinde götürdü. Kervan, Şam bölgesinde bulunan
Busra'ya vardı. Orada Bahîra adında bir rahip vardı. Bu zat ileri gelen
Hıristiyan din bilginlerinden olup bir manastırda yaşıyordu. Kureyş kafilesi
kendisine misafir olunca, onlara bol miktarda yemek yaptı. Kervanı yemeğe
çağırdı. Yaşı küçük olduğu için amcası tarafından kafilenin yüklerini beklemek
üzere bırakılan Hz. Muhammed [salla’llâhü
aleyhi ve sellem]dışında hepsi geldi. Bahîra, onun da gelmesi konusunda ısrar
etti. Çünkü onda peygamberlik belirtileri görmüştü. Yemek yendikten sonra
Bahîra Hz. Muhammed'e, durumu, uykusu ve birtakım işleriyle ilgili bazı sorular
sordu. Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi
ve sellem]de sorduklarına cevap verdi. Bunun üzerine Bahîra gelecekte bu
çocuğun çok önemli bir şahsiyet olacağını kesin olarak anladı ve amcasına
Yahudi-lerin tuzaklarina karşı dikkatli olması konusunda uyardı ve Şam'daki
ticaretini bitirir bitirmez Mekke'ye geri götürmesini tenbihledi.906
İşte
tarihçilerin bütün söyledikleri bundan ibaret. Fakat gel gör ki, müsteşrikler
bu rivâyetleri dallandırıp çok değişik yönlere çektiler. Meselâ, bundan
çıkardıkları iddialardan bir tanesi şöyledir. Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]gençliğinde
ticarî yolculuklarında bu rahibe gidip gelirdi. Ondan birçok bilgileri ve dinî
malumatları edindi. Kur'ân'ı-haşa-telif ederken sözkonusu rahip onun
kaynaklarından biri oldu..." Bu görüşün esassızlığı birçok yönden göze
çarpmaktadır.
Evvelâ:
Hz. Peygamber bir defadan başka Bahîra'yı görmemiştir. O defada da, kendisi
çocuk yaşta olup görüşme çok kısa sürmüştür. Bu küçük yaşta bu kadar kısa bir
görüşme sırasında ondan önemli sayılabilecek bir bilgi ve kültür edinmesi,
Kur’ân'm kâinatı kuşatan, dünya ve ahiretin en ince ayrıntılarını ihtiva eden
hakikatlerini alması düşünülemez.
Hz.
Peygamberin daha sonra gençliğinde bir defadan fazla ticaret için sefere
çıkmadığı sabittir. Bu da Hz. Hatice kendisini, malını satmakla görevlendirdiği
zaman gerçekleşmiştir. Bütün rivâyetler bu sefer esnasında Bahîra ile
karşılaşmadığında ittifak ediyorlar.907 Ne tarihçiler, ne de siyerciler Hz.
Peygamberin o ilk karşılaşmadan sonra bir daha Bahîra'nm yanına gittiğine
ilişkin en ufak bir işarette bulunmuyorlar. Çünkü ilk görüşmeden sonra geçen
zaman zarfında Bahîra ölmüştü. Zaten bu ilk karşılaşma sırasında yaşı bir hayli
geçkindi. On iki yaşlarında bir çocukken Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]bu rahipten
nasıl etkilenmiş olabilirdi? Haydi muhal farz olarak Hz. Muhammed'in ikinci bir
defa da görüştüğünü varsayalım sözkonusu rahibin yanına birkaç saatlığma
uğramakla Kur’ân'da yer alan bunca bilgi, kültür, kıssa, ahkâm, öğüt, emir ve
nehyi almak nasıl mümkün olabilir? Bu karşılaşma uzun olmuş ve bilgi alışverişi
gerçekleşmiş olsaydı, bu yolculuklar sırasında Hz. Peygambere arkadaşlık eden
Kureyş'li tüccarlar onun sözkonusu rahibe uğramasını, yanında günlerce
kalmasını ve bilgi pınarından kana kana içmesini nasıl görmediler? Okuma yazma
bilmez ümmî bir zat olup bu bilgi ve kültürü kaydederek daha sonra kitabını (!)
yazarken yararlanması mümkün değilken Hz. Peygamber için böyle bir istifade
nasıl iddia edilebilir?
Hz.
Peygamberin hayatım konu alan siyer kitapları bütün açıklığıyla ortadadır.
Kureyş'in bu karşılaşma konusundaki tutumu da bellidir. Eğer rivâyet temelde
doğruysa, Kureyş'ten bazıları çocuk yaştaki Hz. Muhammed'in Bahira ile
karşılaşmasında hazır bulunmuştur. Buna rağmen Kureyş Hz. Muhammed'e böyle bir
ithamı yöneltemiyorlar. Nasıl oluyor da, Avrupalı müsteşrikler on dört asır
sonra gelip hayal ve kurgularla böyle bir ithamda bulunabiliyorlar? W. Irving,
Bahîra'nm küçük Muhammed'e gösterdiği önemin sebebini, onu Hıristiyanlaştırmak
ve kavminin yanına döndüğünde de aynı görevi onlar arasında üstlenmesi
arzusuyla açıklıyor.908
Acaba manastırın yakınında konaklandığı rivâ-yetler tarafından belirtilen Arap
kafilesinin arasında, Hz. Muhammed
[salla’llâhü aleyhi ve sellem] dışında Bahîra'mn, sözkonusu davetini
yöneltebileceği başka adamlar yok muydu ki, on iki yaşında bir çocuğu tercih
etti? Bunda ya Bahî-ra'nm, ya Irving'in veya her ikisinin bir hikmetsiz
davranışı sözkonusu-dur. Carlayl, bu yaştaki bir çocuğun yabancı bir dili konuşan
bir rahipten önemli bir şey öğrendiği iddiasını mantıksız buluyor ve hayretle
karşılıyor.909
Sözkonusu
Bahîra hikayesinden şüphe eden bazı müsteşrikler de vardır. Edmond Power
bunlardan biridir.910
Yazar, bir makalesinde şu sonuca varır: "O zamandan beri bulunmuş,
neşredilmiş ve incelenmiş olan Arapça kaynaklar, Suriyeli Rahibe atfedilen
rolün hayal mahsulünden başka bir şey olmadığını göstermiştir."911
Bu
olay ister bir efsane olarak kabul edilsin, ister gerçek kabul edilsin,
Bahîra'mn, Kur'ân'ın kaynağı olduğu görüşüne hiçbir suretle dayanak teşkil
edemez.
Bunların
yanısıra, siyer kitapları, Bahîra ile Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] arasında
herhangi bir öğretim ve öğrenimden söz etmiyor. Sonra haydi (hangi dille
olduğunu da bilemiyoruz) Bahîra'mn Hz. Muhammed'e Hıristiyanlıktan bazı şeyleri
telkin ettiğini varsayalım. Peki, Hz. Muhammed'in, kendisinin dininin en önemli
noktalarını yanlış sayan yeni bir din getirdiği gün Bahîra neredeydi? Veya bu
yeni peygamberin küçüklüğünde Bahîra'dan ders aldığım bizzat Bahîra'dan veya
herhangi birinden duyan veya gören hiç kimse var mıdır? Neden Bahîra veya bir
başkası ortaya çıkıp da, bu peygamberin-haşa-sahtekârlığım ortaya çıkarmadı ve
Allah'tan geldiğini ileri sürdüğü şeylerin gerçek kaynağını açıklamadı. Acaba
böyle bir şey olsaydı, Bizans devleti veya Arap Yarımadasının civarındaki
devletçikler, Hz. Muhammed'in iddiaları karşısında susarlar mıydı? Hele hele
çevre devletlerin krallarına gönderip kendilerini İslâma davet ettiği
mektupları yerlerine ulaşınca bu iddiayı belgelendirip kendisine karşı mücadele
etmekten geri kalırlar mıydı? Öte yandan, Hz. Muhammed'in kendi
hemşehrilerinden .azılı hasımları, aleyhinde en ufak bir şüpheyi habbeyi kubbe
edecek derecede büyütmekten çekinmedikleri halde neden bu nokta üzerinde hiç
durmadılar? Oysa Bahîra ile gerçekleştirdiği iddia edilen bu öğrenimi
isbatlamaları onun davasını temelden çürütmek için yeterli olacak ve bu uğurda
bunca can, mal ve emek sarfına ihtiyaç bırakmayacaktı. Böyle bir öğretim ve
öğrenim sözkonusuysa böyle bir fırsatı kaçırmaları, hatta bir kelimeyle olsun
temas etmemeleri gerçekten garip değil midir?912
Bütün
bu hususlarda tarihin sükut etmesi, onların olmadığına yeterli delildir. Zira
herkesin gözleyip durduğu böyle bir konuda, bu hususlar, öyle gözden kaçan
olaylardan değildir.
Hz.
Peygamber Bahîra ile karşılaşırken, yalnız başına değildi. Her iki seferde de
yanında şahitler vardı. Zaten karşılaştığına dair bilginin kaynağı da o
şahitlerdir. Meselâ, Bahîra ile ilk karşılaşmasında yanında amcası Ebu Talip
bulunuyordu. Peki, Ebu Talip Bahîra'dan ne işitmiş? Durumu bize tarih
bildiriyor mu? Birçok şeyi söyleyen bu tarih, kısa bir anda Kur'ân'daki bütün
bilgileri, alemin başlangıcı ile sonu arasındaki çok çeşitli olayları öğrenme
harikasından niye bahsetmiyor acaba?
Kaldı
ki tarih suskun da değildir; bilakis mezkur şahsın durumuyla ilgili bilgi
vermektedir. Diyor ki: Şam'h Rahip bu çocuğu görür görmez, eski semâvî
kitapların bildirdiği vasıflara dayanarak onda, son nübüvvetin alametlerini
farketmiş ve amcasına şöyle demekten kendini alamamıştı: "Bu çocuk ileride
büyük bir adam olacak!"
Tarihe
inanan ve tarihe saygısı olan bir kimse için bu olay, Hz. Mu-hammed'in
hakkaniyetine delil teşkil ediyor. Tarihe kendi fikrini katmaktan utanmayan
kimse, "Muhammed, karşılaştıktan ayrı olarak, bir de ondan İlmî meseleler
tahsil etti" diyecekse, varsın dilediğini söylesin ve bilsin ki yapılan bu
küçük ilave ile, karşımıza çelişkili bir tarih, başı sonunu, sonu başını
yalanlayan bir tarih çıkaracaktır. Zira öyle bir zat düşünün ki, bir şahısta nübüvvet
alametlerini görsün, zuhurundan çok önce nübüvvetini müjdelesin, sonra da bu
nübüvvetin sahibine karşı muallim ve mürşid kesilsin.913
Eğer
Bahîra, İslâm mu'cizesinin feyiz menbaı olsaydı, bu büyük iş için nübüvvet ve
risalete daha layık ve uygun olan kimse kendisi olurdu. Halbuki durum böyle
cereyan etmemiştir.
Bu
itiraz normal örf ve adet kurallarına da ters düşmektedir. Yeryüzünde şöyle bir
insan düşünebilir misiniz ki, bu adam eğitim ve kültürünü tamamlıyor, sonra bu
ilim ve kültürde bütün alemin üstadı olabilecek en ulvî bir dereceye
yükseliyor, hatta bu mertebeye hayatında iki defa tesadüf ettiği bir rahipten
kazandığı marifetle ulaşıyor. Okuma yazma bilmeyen bu adam, her iki seyahatte
de ticaretle meşguldür. Birinci defasında küçük bir çocuk olarak amcasına tabi,
İkincisinde ise sırtında ağır bir emanet yükü taşımakta, onu dikkat ve itina
ile mal sahibine ulaştırmak durumundadır. Şimdi sormak gerekir: Hangi insaf
sahibi bu akıl almazlığa düşebilir?
Rahip
Bahîra'nm mensup bulunduğu dinin tabiatı da, Kur'ân'm bir doğruluk ve hidâyet
menbaı olduğu gerçeğiyle çelişir. Çünkü bu zatın bağlı bulunduğu Hıristiyanlık,
tağyir ve tahrife maruz kalmış bir dindir. Diğer yönden, ileride detaylı bir
biçimde arzedeceğimiz üzere Kur'-ân-ı Kerim, Kitap Ehlinin dinlerindeki pek çok
hatalı hususlarında düzeltmeler ve tashihler yapmış; inançlarındaki sapıklık ve
dalaleti düzeltmiştir.914
İsmail
Fennî merhum, müsteşrik Hirschfeld'in, bu hikayeden Hz. Mu-hammed'in,
Bahîra'dan bir şey öğrendiği sonucunun çıkarılamayacağını, ancak rahip Nastura915 ile Suriye'de
bir mecliste görüştüğünün gerçek bir vakıa olduğunu, Hıristiyan Mukaddes Kitabı
hakkmdaki malumatının bir kısmını ondan aldığını ileri sürdüğünü ve bu konuda
şu gerekçeleri gösterdiğini söylüyor: (Hz. Muhammed) "Eutyches"916 mezhebini
kayıtsız ve şartsız olarak reddettiği halde 'Nastûri Mezhebi'ne o kadar hasım
değildi. Bu mezhebin fikirlerini, vicdanının müsaade ettiği derecede,
İslâmiyete soktu." Hirschfeld ayrıca, "Nastura'nm, Hz. Peygamberin
arkasında nübüvvet alameti olan mührü görüp öptüğüne dair olan rivâyetin
Haggai'deki917
'Ben seni bir mühür yapacağım, çünkü ben seni intihap ettim' sözünden
çıkarılmış olduğunu" söylüyor.918
Biz,
Hirschfeld'in hiçbir tarihi belge gösteremeyerek ileri sürdüğü bu iddiası için,
Bahîra hikayesine verdiğimiz cevabın birçok noktasının aynen geçerli olduğunu
söylüyor ve İsmail Fennî merhumun şu değerlendirmesini yeterli buluyoruz:
"...Oysa,
Nastura'nm Hz. Peygamberde gördüğü alametlerden kendisinin hatem-i enbiya (son
peygamber) olduğunu tasdik ettiğini Hz. Hatice'nin, onunla birlikte bulunan
kölesi Meysere rivâyet etti. Peygamber Efendimizin arkasında, yarım elma kadar
bir et beni vardı. Bunun, Mukaddes kitapta geleceği haber verilen, son
peygambere mahsus alametlerden olduğu Yahudi ve Hıristiyanlardan İslâm dinini
kabul eden müteaddit kimseler tarafından tasdik edilip öpüldüğü malumdur.
Resûl-i Ekrem'in Nastura'dan malumat almış olduğunun asıl ve esası yoktur.
Çünkü o, Hz. İsâ'da İlâhî tabiat ile beşerî tabiatın birlikte mevcut olduğunu,
lâkin bunların birleşmediklerini iddia ederdi ve Hz. Meryem'e Allah'ın anası
ünvamnm verilmesine müsaade etmezdi. Hasılı, Nastura'ya göre Hz. İsa'da bir
uluhiyyet sıfatı ve bir de kulluk sıfatı olduğunu kabul ettiği anlaşılıyor.
Halbuki Kur’ân-ı Kerimde, Hz. İsa'nın Allah'ın kulu ve resûlü olduğu ve Allah'a
kul olmaktan asla çekinmeyeceği beyan buyurulmuştur."919
·
c. Yaptığı Seyahatlerde Ehl-i
Kitaptan Alındığı İddiası
Hz.
Muhammed, peygamberlikten önce, gerek yakın gerekse uzak bazı seyahatlerde
bulunmuştur. Bunlar, (1) çocukluğunda sütanneye verilmesi esnasında Havazin
oymağından Benî Sa'd kabilesinde 5 yıl kadar bulunması920 ve bu kabile göçebe olması itibariyle zaman
zaman yer değiştirmesi, bu vesileyle de bir defa büyük Ukaz panayırında
görülmesi;921 (2)
Medine'ye annesi ile birlikte babasının mezarını ziyaret maksadıyla gitmesi ve
burada birkaç ay bulunması922;
(3) annesinin vefatından sonra dedesinin himayesinde bulunurken bir göz
rahatsızlığı nedeniyle Taif'te bulunan bir hekime gösterilmek amacıyla buraya
götürülmesi;923 (4,
5) Suriye'ye yaptığı ve birincisi 9 veya 12 yaşlarında, diğeri ise 25
yaşlarında iken iki seyahat;924
(6) Yemen'de bulunan Hubaşa'da bir veya iki defa görüldüğüne işaretlerin
bulunması;925
(7) yine Doğu Arabistan'a seyahatlerinin bulunduğunu gösteren bazı belgelerin
tesbit edilmesi.926
Hz.
Muhammed'in ziyaret ettiği bu yerler, dinî ve fikrî açıdan daha zengin
muhitlerdi. Acaba bu muhitlerin, İslâmî doktrinin teşekkülüne katkısı
bulunabilmiş midir? Böyle olumlu bir etki sözkonusu olmuş olabilir mi? Burada
şunu da belirtelim ki, bu değerlendirmemiz, bu seyahatler esnasında Hz.
Muhammed'in çeşitli dinî çevrelerle, özellikle Hıristiyan çevrelerle temas ve
etkilenişini ileri sürenlerin iddialarını gözönünde bulundurmaktadır. Bazı
müsteşrikler ise, böyle çevrelerle temasını temelden kabul etmemektedir.927 Bu nokta bile
onların kendi aralarında ne kadar çelişki ve tutarsızlıklar içinde bulunduğunu
göstermeye yeter.
Biz,
Hz. Peygamberin ancak hicretten sonra temasa geçeceği Medine ve Hayber'de
yerleşmiş bulunan Yahudi kabilelerinden burada bahsetmeyeceğiz. Müsteşrikler,
Hz. Muhammed'in, az önce işaret ettiğimiz seyahatleri esnasında çok zeki bir
gözlemci ve seyyah rolünde olduğu ve girdiği bu kültürel açıdan zengin
muhitlerden çok şeyler aldığı kana-atindedirler. Meselâ, Goldziher'in ve diğer
bazı müsteşriklerin düşündükleri gibi, zeki gözlemci, yaradılışı icabı ahlakî
değerlere önem veren Arap yolcu, bu cemiyetlerde, hoşlanmadığı
hemşehrilerinkinden daha kibar adetlerle ve daha sağlam fikirlerle
karşılaşarak, onların tesirinde kalmış olamaz mı? Macar müellif, Hz.
Muhammed'in kendi kavminin yaşayış tarzını örf ve adetlerini, adıgeçen
seyahatleri sırasında edindiği canlı intibalarla karşılaştırmış olmasının,
ileride yapacağı ıslahat hususunda onu harekete geçirmiş olabileceğini ileri
sürmüştür.928
Böyle
bir yaklaşım Kur'ân'm kaynağını tesbit açısından bize ne ölçüde yardımcı
olacaktır? Ama herşeyden önce şu soruyu sormak gerekir: Gerçekten de Hz.
Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] bu
Hıristiyan topraklarına ayak basmış mıdır? Hıristiyan ibadetlerin haricî
hususiyetlerine dair Kur'ân-ı Kerimde herhangi bir işaret bulunmadığından, bazı
müellifler bu konuda hayli mütereddittirler. Halbuki Kur'ân-ı Kerim, Doğu
Hıristiyanlığının ruhî derinliğinden daha geniş bir şekilde bahseder: Bu ise
sözkonusu ülkeleri ziyaret etmiş olan aynı devir Arap şairlerinin
anlayışlarıyla bariz bir çelişki arzeder.929 Diğer bazı müellifler ise bu konuda oldukça
kesin kanaate sahiptirler: Onlar, kervanlarla yapmış olduğu seyahatlerin
müstakbel Peygamberi, Tihame'deki Hubaşa, Yemen'deki Guraş panayırlarının
ötesine götürmediğini kesin bir şekilde ifade etmektedirler.930
Ancak
bir an için onun, o zamanki Hıristiyanlıkla temas halinde bulunmuş olduğunu
kabul edelim; acaba o, bu temastan memnun mu kalırdı? Önce bu konuda Hıristiyan
müelliflerin şu görüşlerine bir göz atalım. G. Sale görüşlerini şöyle ifade
etmektedir: Eğer kilise tarihini dikkatle okuyacak olursak, ruhban sınıfının
arzuları, parçalanmalar, derin bölünmelere yol açan sürekli çekişmeler yüzünden
daha üçüncü asırdan itibaren Hıristiyan dünyasının bozulmuş olduğunu görürüz.
Hıristiyanlar nefsânî arzularını tatmin etme ve her türlü kötülük, kindarlık ve
adiliklere başvurma yolunda sanki birbirleriyle yarış ediyorlardı. Böylece
Hıristiyanlığı anlama hususundaki devamlı tartışmalarından dolayı onu bu
dünyadan adeta söküp atmışlar. İşte bu karanlık devirlerde birçok hurafe ve
fesat zuhur etmekle kalmamış, aynı zamanda iyice kökleşmiştir. İznik
konsülünden sonra Aryüsçüler, Sebelliyenler, Nastûri-ler ve Ötükiyenler
(Eutichiens)... arasında çıkan çatışmalar dolayısıyla, Doğu Kilisesi parçalanmıştır.
Ruhban sınıfı, ordunun subaylarına birtakım imtiyazlar tanımak istemiş, bu
bahaneyle adalet alenen satılmış ve her türlü ahlaksızlık teşvik edilmiştir.
Batı Kilisesinde de durum hiç iyi değildi; Damase ve Ursicien, Roma
piskoposluğunu elde etmek için birbirleriyle kıyasıya mücadeleye girişmiş,
gayelerine varmak amacıyla, her türlü şiddet hareketlerine başvurmaktan ve
hatta cana bile kıymaktan çekinmemişlerdir. Bu bölünmeler, imparatorların,
özellikle Konstans'm hatası neticesinde giderek artmıştır. Jüstinyen zamanında
durum daha da kötüleşmiştir. Jüstinyen kendisinden farklı düşünen birini idama
mahkum etmenin bir cinâyet olamayacağı inanandaydı. Yöneticiler arasında olduğu
kadar ruhban sınıf arasında da ahlak ve akidenin bozulması, zarurî olarak bütün
halkın da ahlakının bozulmasına yol açmıştı. Her smftan bütün insanların
başlıca işi, hangi yoldan olursa olsun, para kazanmak ve bu parayı lüks ve kötü
yollarda harcamaktan ibaret idi."931
"Ancient
Critianity"932
adlı eserinde Taylor şu itiraflarda bulunmuştur: "Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] ve
Halifelerinin her tarafta karşılaştıkları tek şey: Öyle iğrenç hurafeler, öyle
basit ve utanç verici putperestlik, öyle küstah kilise akaidi ve öyle bozuk ve
çocuksu ibadet şekilleriydi ki, Arap dâhileri, dünyayı içinde bulunduğu bu
rezaletten kurtarmak için, kendilerini yeniden vahye mazhar olmuş Allah
elçileri olarak hissetmişlerdir.933 Tarihçi bir rahip, Hz. Peygamber zamanında
Persler tarafından Filistin halkına yapılan mezalimi hatırlatarak, bu Zerdüşt
zulmünü, yeryüzündeki kötülükleri sebebiyle Hıristiyanların üzerine Allah'ın
musallat ettiğini söylemekte herhangi bir tereddüt göstermemiştir. Aynı
devirden bahseden ve ilk Hıristiyanlarla sonraki Hıristiyanlar arasında
mukayeseli bir tablo çizerek aralarındaki tezadı belirten Mosheim de, sonuç
olarak şu görüşe varmıştır: VII. asırda gerçek din, manası olmayan birtakım
hurafeler yığını altında kalmış ve başını kaldırmaktan aciz duruma düşmüştür.934
Yukarıda
nakledilen pasajlar sanki Maide Sûresinin son derece veciz olan 14. âyetini
tefsir etmek935
için yazılmıştır. Filhakika bu âyet gerçek Hıristiyanlıkla zamanın
Hıristiyanları arasındaki ayrılığa işaret etmekte ve bu ayrılıktan neşet eden
bölünmenin de kıyamete kadar devam edeceğini bildirmektedir.
Acaba
Hıristiyan dinine sonradan girmiş Araplar diğer Hıristiyanlar-dan daha iyi
davranışa mı sahiptiler? Gâyet tabii ki hayır! Suriye'deki Arap kabileleri
Hıristiyan olmalarına rağmen hâlâ putperestliğin kalıntılarını muhafaza
ediyorladı.936
Hz. Ali (V. 41), Tağlibîler hakkında, onların Hıristiyanlıktan Arap içme
alışkanlığımdan başka hiçbir şey almadıklarını söylemiştir.937 Huart ise, bu konuda şu netice-ye varmıştır:
Suriye'de Hıristiyan dininin tatbikatını görmüş olmasının, genç ıslahatçının
düşüncesi üzerinde kuvvetli bir tesir icra etmiş olduğu görüşü ne kadar câzip
olursa olsun, bu konudaki tarihî kaynakların kesin olmaması sebebiyle
terkedilmeye mahkum olmuştur:938
Demek
ki, gözlemcimizin karşısında sergilenen böylesine canlı bir manzaradır. O,
yöneldiği her yerde ıslah edilmesi ve doğru yola iletilmesi gereken birçok
sapıklıklarla karşılaşmıştır. O halde o, eserine. (!) asıl teşkil edebilecek
ahlakî ve dinî bir modeli hiçbir yerde görmemiştir. Üstelik, o zamana kadar
karşılaşmış olduğu fikirlerin tesirinde kalmak şöyle dursun o, bunları yıkmak
için karşılarına dikilecektir.939
Hz.
Muhammed'in bu seyahatleri esnasında Hıristiyan fikirlerinden etkilendiği
iddiasında bulunan müsteşrikler, adetleri üzere güvenilir, hatta güvenilmez
rivâyetlerde yer alan belli bir şey de gösteremiyorlar. Aksine, yuvarlak ve
mutlak sözlerle meseleyi geçiştiriyorlar. Bu iddialarda bulunurken gerçekleri
gözden kaçırıyorlar: Bu yolculuklarda Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] yalnız başına
değildi. Yanında Mekke'li hemşehrileri bulunmaktaydı. O zaman neden böyle bir
şeyden hiç söz etmediler? Daha sonra kendilerine yönelttikleri tek itham,
Mekke'de oturan ve Arapçayı çok sınırlı bir biçimde konuşabilen yabancı bir
köleden öğrendiği iddiası olmuştur. Bütün bu durumlar karşısında, bazı
yolculukları boyunca yanından ayrılmayan Meysere neredeydi? Öte yandan, bu
yolculuklar sırasında Bizans'ta veya Yemen'de onu gören, onunla oturup kalkan
ve fikir alışverişinde bulunan hiç mi kimse çıkıp da,-haşa-kendisine peygamber
diyen bu zatın ülkelerine gelen, kendilerinden ticaret malları satın alan,
bunun yanında da Yahudî ve Hıristiyan fikirlerini de öğrenen kimse olduğunu
hatırlamadı? Yoksa-haşa-böyle bir şey vardı da Allah mı hafızalarını sildi?
Biraz dikkat eden herkes görür ki, müsteşrikler bir tek çözüm üzerinde sebat
etmiyorlar. Önceleri, İslâmm Yahudilikten, kısmen de Hıristiyanlıktan
alındığını söylüyorlardı. Sonra dönüp, esasen Süryanî Hıristiyanlığından
alındığını söylediler. Fakat, bununla birlikte, bu iddialarına hiçbir kuvvetli
delil getiremiyor, bu fikirlerin hangi yolları izleyerek Hz. Muhammed'e
ulaştığını açıklayamıyorlar. Söyledikleri sadece soyut tahminlerden ibarettir.940 Bu da
gösteriyor ki, tıpkı Mekke müşrikleri ve Arap kâfirleri gibi ta baştan itibaren
Hz. Muhammed'i yalanlamaya peşin kararlılar.
Meselâ,
Resulullaha Necran Hıristiyanlarmdan bir heyet geldi. Resu-lullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) onlarla tartıştı ve onlarla bir kerede işi kesin bir neticeye
bağlamak istedi. Bu amaçla, doğruysalar, "mübahele"ye, yani, her iki
taraf çoluk çocuklarını da yanlarına alarak Allah'a yalvarıp zalime lanet
okumaya gelmelerini söyledi. Onlar korkarak buna yanaşmadılar, Resulullahın
şartlarını kabul ettiler. Onunla böyle bir müba-heleye giremediler. Bu da onların
gerçek niyet ve duygularım bütün açıklığıyla ortaya koyuyor. Hal beyleyken,
neden Necran Hıristiyanları ta baştan Hz. Peygambere, memleketlerine gelen,
kiliselerini, rahiplerini ziyaret edip onlardan bir şeyler öğrenen tüccar
olduğunu hatırlatarak onu cerhedip, mübahele kapısını ve cizye verme yolunu
kapatamadılar. Eğer böyle bir şey olsaydı neden bu kestirme yola başvurmadılar?941
Öte
yandan, Hz. Peygambere büyük düşmanlık besleyen, Medine'deki münafıkların
gizlice kendisiyle toplantılar düzenledikleri ve Mescid-i Dırar âyetlerinin942 kendisi
hakkında indiği fasık Rahip Ebu Amir neden böyle büyük bir fırsatı kaçırsmdı?
Oysa, düşmanlıkta o kadar ileriydi ki, Hirakl'e gidip Hz. Muhammed'e karşı
kendisinden yardım bile istemişti. Eğer, yalan yanlış da olsa, Hz. Muhammed'in
yolculukları esnasında bir Yahudi veya Hıristiyandan bir şeyler öğrendiği
kulağına gelmiş olsaydı hiç bunu istismar etme fırsatını kaçırır mıydı?943 Özellikle
Yahudiler, kitaplarından veya kendilerinden bir kimseden herhangi bir yolla bir
şey çaldığının kokusunu almış olsalardı, onu rahat bırakırlar mıydı? Sözkonusu
Yahudiler, Mekke kâfirlerine, Hz. Muhammed'e yöneltip mağlup etmek üzere Ruh,
Ashab-ı Kehf ve Zülkarneyn hakkında sorular empoze ediyorlardı.944 Bu da kesin
olarak gösteriyor ki, onlar Hz. Muhammed'in kendi kitapları hakkında bilgisi
olmadığına ilişkin hiçbir kuşkuları yoktu. Mantıklı olan budur. Çünkü Yahudiler
ellerindeki ilme karşı son derece kıskanç ve cimri olmakla ünlüydüler. Bundan
dolayı da, kendilerinden zina eden iki kimse hakkında hakem olarak Hz.
Muhammed'e başvurmuşlardı. Amaçları da bu çiftin recmedilmemesiydi. Eğer, Hz.
Muhammed'in Tevrat hakkında bilgisinin bulunmasında en ufak bir kuşkuları
olsaydı, hakem olarak ona başvurmazlardı. Çünkü, o takdirde Tevrat'ta yer alan
recimle hükmedeceğini tahmin ederlerdi. Hatta, Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] kendilerine bu
konunun Tevrat'taki hükmünü sorunca onlar bunu gizlediler. Resulullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) Tevrat'ı getirmelerini emretti. Tevrat getirildiğinde onların
bilgini Tevrat'taki recim hükmü üzerine elini koydu. Kendince, recim hükmünü Hz.
Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] ve
etrafındaki Müslümanların gözünden kaçırabileceğini zannetti.945
Bütün
bu gerçekler gösteriyor ki, Hz. Muhammed, sözkonusu seyahatlerinde Ehl-i
Kitab'm dinî kültüründen yararlanarak, Kur'ân'ı meydana getirdiğine ilişkin
iddialar asılsızdır.
·
d. Haniflerden Alındığı İddiası
Hz.
Muhammed'den önce Hicâz bölgesinde Hanîfler denen ve Allah'ın birliğine inanan
bazı kimseler ortaya çıkmıştır ki, bunlar Yahudi ve Hıristiyan dinlerini red
ile İbrâhim Peygamberin dinini ararlar ve bunu yeniden diriltecek bir
peygamberin gönderilmesini beklerlerdi. Fakat bir peygamber ortaya
çıkmadığından, hiç olmazsa bazı bakımlardan İbrahim Peygamberin şeriatına
yakındır diye bazısı İsa dinine, bazısı da Yahudiliğe meylederlerdi. Bununla
beraber bu inanç çok yaygın değildi. Böyle düşünen çok az, hatta sayılabilecek
derecede idi.96
Bunların
fikirleri çok müphem ve dağınık vaziyetteydi. Tamamen bir gayr-ı memnunlar
grubunu oluşturuyorladı. Nitekim, gerek eski ve gerekse çağdaş hiçbir
araştırmacı bunların özel kanunlarını gerçek anlamda açıklayabilmiş ve
inançlarını tanımlayabilmiş değildir. Hiç kimse bunların, kâinatın Yaratıcısına
ve öldükten sonra dirilişe ilişkin tasavvurlarını bilemiyor. Müfessirler
bunların menşelerini tesbit ve inançlarını açıklamak için değişik görüşler
ileri sürmüşler ve belli bir kanaat üzerinde birleşememişlerdir. Bu da
sözkonusu grubun durumunu daha bir kapalılık ve belirsizliğe bürümüştür.97
Öyle
anlaşılıyor ki, Renan'm devrin anlayışını temsil ettiğini sandığı kişiler98
çok az sayıda olan bu Hanîflerdir. Ancak Haniflerin parmakla sayılacak kadar
küçük bir grup teşkil etmeleri, buna mukabil halkın tamamının onların
duydukları endişelerden uzak olmaları bu görüşü te'yid etmemektedir. Bunu
anlamak için İslâm öncesi Arap edebiyatına başvurmak yeterlidir. Yıllık Ukaz
panayırında, topluluk umumiyetle dinî konuları değil, dünyevî şerefleri
tartışırdı. Her kabile, kendi edebî dehasını ortaya koyar, kendilerinin ve
atalarının çarpışmalarda
·
96
Neşet Çağatay, İslam Öncesi Arap tarihi ve Cahiliye Çağı, s. 145.
·
97
Bununla birlikte müfessirlerin bunlar hakkındaki görüşleri, İmam Razî’nin
“Tefsir-i Kebirinde, Tabresî'nin “Beyân”ında işaret ettikleri şu dört ana
noktanın dışına çıkmıyor: 1. Haniflik Beytullah'ı ziyaret etmek demektir. Bu
görüş, İbn Abbas, Hasan-ı Basrî ve Mücâhid’ten nakledilmiştir. 2. Haniflik,
hakka uymaktır. Bu görüş Mücâhid’ten nakledilmiştir. 3. Haniflik, Hac yapmak,
sünnet olmak... gibi kendisinden sonra insanlara önder olmasını sağlayan ve
aynı zamanda tarih boyunca öz olarak hiç değişmeyen Allah’ın gerçek dini olan
İslâmî prensipler olan düsturlarda Hz. İbrahim'e uymak demektir. 4. Haniflik,
yalnızca Allah’a halisâne ibadet, Onun rububiyetini ikrar etmek ve kulluğuna
boyun eğmektir. (et-Tabresî, Mecmaü’l-Beyân, I, 215 vs.; Fahreddin Razî, Tefsîr-i
Kebîr, IV, 89 vd.)
·
99
Ernest Renan, “Mahomet et Les Origines de L’lslamisme” adlı makalesi (Revue des
Deux Mondes, 15 Aralık 1851) S. 1070-1701, 1089.
x. göstermiş oldukları yiğitlikleri
anlatırdı. Nitekim "Altın Yaldızlı Mısralar (Muallakat-ı Seb'a)" denilen
meşhur şiirlerinde bile bir tek dinî düşünceye rastlamak mümkün değildir.
Bütün
bunlar bir yana, Hanîf denilen ve Hz. Muhammed'in öncüleri olan bu
ıslahatçıların doktrini de kesin olarak hiçbir şeyi ihtiva etmiyordu.
Müsteşrikler,
Hz. Muhammed'in peygamber olarak görevlendirilmesinden hemen önce ortaya çıkan
ve hemşehrilerinin içinde bulundukları putatapıcılık, zulüm, haksızlık...vs.
gibi ruhî çözülme ve İçtimaî bozulmayı görüp derin ıztırap duyan bu kimselerin
halini, gerek Arap yarımadasında ve gerekse kötülükte buradan pek geri kalmayan
bütün dünyada946
bu olumsuz durumu ıslah edecek bir peygamberin ortaya çıkışını ğerektiren bir
atmosferin varlığına delil olarak göreceklerine, İslâm ve Hz. Muhammed'e
ilişkin her konuda yaptıkları gibi Resulul-lahı, Hanif denilen bu
şahsiyetlerden dinini almakla itham ediyorlar.
Haniflerin,
Kur’ân'm kaynağı olduğu iddiasını münakaşaya tabi tutarken öncelikle şu
gerçekleri belirtmek istiyoruz:
Daha
önce işaret ettiğimiz gibi, hemşehrilerinin putperestliği, acımasız ve bozulmuş
olan adetleri bunların ruhlarını tatmin etmediği için, bulundukları muhit
dışında aradıkları gerçek ve mukaddes bir dinin özlemini duyuyorlardı; ancak bu
din hakkında, uzaktan da olsa Kur'ân-ı Kerim doktrinini müjdeleyebilecek hiçbir
mefhuma sahip değillerdi. Bunlar arasında azmi ve bağımsızlığı ile tanınan Zeyd
b. Amr b. Nufeyl bile, Allah'a ne şekilde ibadet edileceği hususunda hiçbir
bilgisi olmadığını itiraf etmekteydi.947
Haniflerin
inançları, özellikle de Allah'ın varlığı ve birliğiyle ilgili olanları oldukça
kapalı ve belirsizdir. Hükümlerine tabi oldukları bir kitapları yoktu.948 Bunlar, toplu
bir birlik halinde olmadıkları, davranışlarında da, dinî bir özellikten ziyade
ahlakî bir hava ağır basmaktaydı. İnançları böylesine kararsız ve müphem olan
bir topluluğun, hüküm ve icraatlarının açık, net, karışıklık ve kapalılıktan
uzak, ibadet ve muamelelerinde bütün insanlık için tanzim ve teşri' edilen
öğreti ve hükümleri içeren Kur'ân-ı Kerimin kaynaklarından olması mümkün
değildir.
Bu
nedenle, Renan'm, Hz. Peygamber gönderilmeden önce de Arap Yarımadasında tevhid
inancının kamilen mevcut olduğu, Hz. Muham-med'in getirdiği dinin ise, kendi
döneminde yaygın olan dinî bir hareketin uzantısından ibaret bulunduğu,
sözkonusu hareketin Hanifler hareketi olduğu şeklindeki görüşünü doğru kabul
etmek imkânsızdır.
Hanîfler
arasında yer alan, "er-Rahib" ünvanıyla tanınan Ebû Amir bin Sayfî ve
Ümeyye bin Ebi's-Salt, İslâm davetine kılıç ve sözle karşı koymuşlardır. Şâyet
bunların inançları Kur'ân'm getirdiğiyle aynı olsaydı, ona karşı koymazlardı.
Hiçbir
Hanîf, müsteşriklerin iddiasına benzer bir iddiada bulunmamıştır. Eğer Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) İslâmî onlardan birinden öğrenmiş
olsaydı, en azından kendilerinden birisi çıkıp şöyle derdi: "Muhaıhmed'e
inanmayın. Çünkü o, bilgilerini bizden öğrenmiştir. Bizim kendisine
öğrettiğimizi almış ve bir din haline getirmiştir." (Özellikle Ümeyye bin
Ebi Salt susmaz, gerçeği ortaya çıkarırdı. Çünkü kendisi bizzat peygamber olmak
istediği için Hz. Peygambere iman etmek istememiştir.) Fakat böyle bir şey kendilerinden
duyulmamıştır. Durum böyle iken, bindörtyüz sene sonra gelen bir müsteşrikin,
elinde hiçbir delil bulunmadığı halde böyle bir ithama kalkışmaya nasıl hakkı
olabilir? Bu mudur dillerinden düşürmedikleri objektiflik?
Eğer
Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Haniflerden dinini öğrenmiş
olsaydı, peygamberlik iddiası hangisine daha çok yakışırdı? Gerçek hocalardan
birine mi, yoksa bu büyük üstadlardan ders alan (!) Hz. Muhammed'e mi? Bu
kişilerin sadece özel istikballerini temin etmekle meşgul oldukları, toplumun
problemlerine ilgi duymadıkları sanılmasın. Çünkü, sürekli olarak toplumlarını,
inandıklarının ve yaptıklarının çirkinliğinden dolayı kınıyorlar, bazıları da
çarşı, pazar ve toplantı yerlerinde öğüt dolu hitabelerde bulunuyorlardı. Fakat
bunlardan hiçbiri çıkıp da peygamberlik iddiasında bulunmadı. Bunun sebebi
nedir acaba? Madem ki bu konu, bir talebeleri (!) bile ortaya çıkıp peygamber
olduğunu ve gökten kendisine vahiy geldiğini ileri sürecek derecede kolay bir
iddiaydı, neden bizzat kendilerinden birisi böyle bir işe girişmedi?
Kısaca,
bu adamlar her ne kadar aradıkları malumatı elde etmeye muvaffak olamamışlarsa
da mukaddes kitapların muhtevasını, okumak yazmak bilmeyen Hz. Muhammed'ten
elbette çok daha fazla iyi bildikleri halde, aradıkları dinin hiç olmazsa esas
ahkâm ve itikadlarını acaba niçin biraraya getirerek, dinî bir sistem şekline
koymaya muvaffak olmayıp, kimi Hıristiyanlığa meyil ve kimi-en büyükleri olan
Zeyd gibi-tutacağı yolu bilmediğini itiraf etmiştir? Bu işi niçin hiçbiri
yapmayarak, Hz. Muhammed (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) gibi ümmî bir zata bırakmışlardır? Bu zatın kendilerinden
öğrendiği iddia edilen ve doğal olarak onların bilgilerinden noksan olması
gereken malumat ile bunu vücûda getirmesi mümkün olamayacağından vahye ve İlâhî
teyide mazhariyeti hiç şüphe götürmeyecek ve münekkit ve mu'terizler tarafından
vukubulan isnatların bir kuruntudan ibaret olduğu açıktır.949
Kaldı
ki, tarihten ve tarafsız, doğru ve aklî bir muhakemeden çıkan netice şudur ki:
Hakiki bir din tesis etmek, yalnız ilim ve zeka ve maharetle yapılacak bir iş
değildir. Bunu yapacak olan adam, dünyaya peygamber olarak gelir. Bu mukaddes
vazifeyi yerine getirmek için gerekli fevkalade bazı özellik ve meziyetler ona
Allah tarafından fıtrî olarak verilir. Onun muallime hiç ihtiyacı yoktur;
bilmesi icab eden şeyler vahiy yoluyla bildirilir. Bu fıtrî istidatlar
cümlesinden olarak, onlarda yorulmak ve usanmak bilmeyen ve başka hiçbir
kimsede olmayan bir azm, gayret, metanet ve cesaret vardır. Bundan başka
Allah'ın emrine uymaktan ve diğer insanların saadetini temin etmekten başka
hiçbir emel ve arzuları yoktur. Bu fedâkârlıkları o derecededir ki Yüce
Allah'tan başka hiçbir şeyden korkmazlar ve dünyevî hiçbir mükâfat istemezler:
"Ben sizden onun için bir ücret istemiyorum; benim ücretimi verecek olan
ancak âlemlerin Rabbidir"950 diyerek kendi geleceklerini temin etmeyi
hatırlarına bile getirmezler. İşte peygamberleri başka insanlardan ayıran
yüksek hasletler bunlardır. Bunların hepsi Hz. Mu-hammed'de mükemmel derecede
bulunmaktadır.951
Hanifler
hakkında bu ortak ve genel değerlendirmeden sonra şimdi de en meşhurlarını tek
tek ele alıp, Kur'ân'a kaynak olup olfnayacaklannı değerlendirelim:
dİ. Varaka b. Nevfel
Hz.
Muhammed'in bilgilerini Varaka bin Nevfel'den öğrendiğine ilişkin iddiaları
üzerinde duralım.952
Lübnanlı
bir Hıristiyan olan "Üstâz el-Haddad",953 Hz. Muhammed'in kitâbî ve İncili kültürünün
büyük bir kısmını büyük Hıristiyan bilgini olan Varaka'dan aldığını ileri
sürüyor. Ona göre Varaka, Hz. Hatice'nin amcası olup, onu Hz. Muhammed'le
evlendiren kendisidir. Bütün rivâyetler bu zatın Hıristiyanlığı kabul ettiğinde
birleşiyorlar. Tevrat ve İncil'den Arapça'ya tercümelerde bulunmuş Hz.
Muhammed, peygamberlikten önce on beş sene bu zatın yakınında ikamet etmiş ve
birçok malumat ve bilgilerini onun vasıtasıyla elde etmiştir.954
Irving
de, Hz. Muhammed'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Varaka bin Nevfel'in Eski ve
Yeni Ahid'ten, Müşnâ ve Talmud'dan tercüme ettiklerinden çok şey alıp Kur'ân'ma
yerleştirdiğini (!) iddia ediyor.955 Bu çok büyük bir itham olmasına rağmen,
Irving bir tek delil bile göstermemiştir. Aksine tek söyleyebildiği, böyle bir
şeyin olabilmesinin varsayılabilirliğidir.
Kellett
de, şöyle diyor: "Varaka'nm Hz. Muhammed'e bazı Hıristiyan rivâyetlerini
anlatmış olması mümkündür.956
Sûrelerden birinde (Meryem Sûresini kast ediyor) Hz. İsa'nın hayatının ilk
yıllarıyla ilgili olarak yer alan bilgileri muhtemelen Varaka'dan
almıştır."957
Görüldüğü gibi, iddiaları, "mümkündür", "muhtemelen"...
vs'den öteye geçemiyor.
Varaka'yı
Hz. Peygamberin hayatında ancak vahiy geldikten sonra görebiliyoruz. Bundan
önce Hz. Peygamber'in hayatında hiç adı geçmiyor. Müslüman tarihçi, hadisçi ve
siyercilerin, Varak'nm hayatı ve Hz. Peygamber ile olan ilişkilerinden,
Kur'ân'ın kaynağı hakkından şüphe uyandırabilecek noktaları hazfetmeleri de
ileri sürülemez. Çünkü bu hiç bir zaman adetleri değildir. Onlar, Hz. Peygamber
(salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in hayatıyla ilgili hiçbir şeyi kaydetmekten
çekinmemişlerdir.958
İşte, Hz. Hatice yanına gelip de Hz. Muhammed'in Hira mağarasında görüp
işittikleri hakkında görüşünü sorduğunda Varaka bin Nevfel'in söyledikleri:
"Kuddûs
Kuddûs! Varaka'nm canı kudretinin elinde bulunan Allah'a yemin ederim ki ey
Hatice, eğer bana anlattıkların doğruysa, ona, Hz. Musa'ya gelen Namûs-u Ekber
(Cebrail) gelmiştir ve o bu ümmetin peygamberidir. Ona de ki: Sebat
etsin."959
Gerek
bu rivâyet ve gerekse tarihçi Mesûdî'nin (V. 346), Varaka'mn Müslüman olarak
öldüğü ve Hz. Peygamberi övdüğü şeklindeki ifadesi960, onun, Hz. Muhammed'in peygamberliğini kabul
edip Islâma girdiğini gösteriyor. Bunun bir hoş görünme veya geçici bir
taraftarlık olmadığını gösteren bir nokta, da şudur ki, Varaka (r.a) daha
sonraları müşriklerin zulmü altında işkence gören ve "Ehad! Ehad!"
diye bağıran Hz. Bilal'in (V. 20) yanından geçerken, Bilal'in (r.a) bu
sözlerini tasdik eder ve "Ehad Ehad vallahi yâ Bilâl! (Birdir, gerçekten
Allah birdir, ey Bilâl!)" der, sonra da bu işkenceyi yapan Ümeyye bin
Halefe ve Cumahoğulları adamlarına dönerek şunları söylerdi: "Allah'a
yemin ederim ki, eğer onu öldürürseniz, ben onun kabrini teberrüken ziyaretgâh
edineceğim."961
Varaka'mn
din ve kültürüne gelince, İbn İshak (V. 151) bu konuda şöyle diyor:
"Varaka daha önce Hıristiyan olmuştu. Kitap okumuş ve Tevrat ve İncil
ehlini dinlemişti"962.
Fakat bunlar hangi kitaplardı ve hangi dille yazılmıştı? İbn İshak bunlara bir
açıklık getirmiyor. Buharî (V. 256) ise, bu konuda bir rivâyete yer veriyor. Bu
rivâyetten anlaşıldığına göre, Varaka, Arapça yazı yazardı. İncil'den Arapça
bazı iktibaslarda bulunurdu.963
Bir rivâyette de, İncil'den aldığı bu notlarını İbranice tuttuğu belirtiliyor.964 Görüldüğü gibi,
iki rivâyet yazdığı dil dışındaki noktalarda birbiriyle uygunluk arzediyor. Bu
iki rivâyetten hangisi doğru? Bir tercihte bulunmak gerçekten zor.965
Her
ne olursa olsun, rivâyetlerden anlaşılan şu ki: Varaka bin Nevfel, Hz. Muhammed
(salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğini kabul etmiştir. O sırada yaşı
oldukça ilerlemiş bir ihtiyar olduğuna bakılırsa, onun bu tasdik ve şehadetinin
önemi daha iyi anlaşılır. Çünkü, o yaştaki bir Mekke'li ihtiyarın yeni bir
fikir ve inancı benimsemesi oldukça zordur. Aynı şekilde gözden uzak tutmamamız
gerekir ki, Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Varaka'-dan yaşça çok
küçüktü, henüz elinde herhangi bir güç ve hakimiyet de yoktu. Bunun anlamı ise
şudur: Varaka'nın itirafları samimiydi ve art-niyetten uzaktı. Öyleyse, bütün
bu gerçeklerden sonra Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in ondan ders
aldığını, buna karşılık onun iman edip tabi olmak ve sahabilerine işkence
çektiren muhaliflerinin karşısında yer almak şöyle dursun, bu sözde istifadeyi
açığa vurmayarak sükut ettiğini zannetmek bile gülünçtür.
Ayrıca,
İlk vahiy akabinde, Hz. Hatice'nin Resulullahı Varaka'ya götürmesi ve
Varaka'nın bu sırada söyledikleri-Haddad'm iddia ettiği gibi-hiçbir zaman, Hz.
Peygamberin peygamberlikten önce onbeş sene Varaka'dan ders aldığını, bilgi ve
kürtürünü ondan edindiğini ifade etmez. Böyle bir iddiayı rivâyetten çıkarmak
mantıksızlıktır ve hiçbir doğru delile dayanmaz.
d2.Ümeyye b. Ebi's-Salt
Fransız
müsteşrik Cl. Huart da şu kanaattedir: Kur'ân'm en önemli kaynağı Ümeyye bin
Ebi's-Salt'm şiiridir. Çünkü, tevhid, ahiretin anlatımı ve eski Arap
peygamberlerin kıssaları konusunda aralarında büyük bir benzerlik vardır.
Sözkonusu müsteşrik, Müslümanların, Kur'ân'm orijinalliğini sağlamak ve Hz.
Muhammed'i İlâhî vahyi almada yalnız göstermek için Ümeyye'nin şiirlerini imha
ettiklerini, okunuşlarını yasakladıklarını iddia eder.966
Müsteşrik
Power de, Huart'm görüşünü benimser ve şu iddiada bulunur: "Ümeyye'nin
şiirleriyle Kur'ân arasında benzerlik bulunmasının, Hz. Muhammed'in Ümeyye'den
aldığını gösterir. Çünkü Ümeyye daha öncedir."967
Bu
iddiaları değerlendirmeden önce, Ümeyye'nin hayatına ana batlarıyla bir göz
atalım:
Ümeyye
bin Ebi's-Salt, cahiliye döneminin Taifli bir hakîm ve şairiydi. Eski kitapları
okur, rahip elbisesi giyer, içki ve putlardan sakınırdı. Şam'a ve Bahreyn'e
gider gelirdi. İslâm dini ortaya çıkıp Hz. Muhammed'in peygamberliği haberi
kendisine ulaşıncaya kadar orada kalmıştır. Yeni dini hab.er alır almaz
Mekke'ye dönmüş, Resulul-lahtan Kur'ân âyetleri dinlemiştir. Mekke halkı Hz.
Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hakkında
görüşünü sorduğunda "Kuşkusuz o hak üzeredir" cevabını vermiştir. Fakat
bununla birlikte o-bizzat kendi ifadesiyle-meseleyi iyice düşününceye kadar
Müslüman olmayı ertelemiştir. Ondan sonra Şam'a gitmiş, bu arada Hz. peygamber
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) de Medine'ye hicret etmiştir. Umeyye
Müslümanlığını ilan etmek üzere Şam'dan geri dönmüş. Fakat dayısının iki
oğlunun Bedir'de Müslümanlara karşı savaşırken kâfir olarak öldürülmeleri onu
bu düşüncesinden vazgeçirmiş ve ölümüne kadar Taif'e yerleşmiştir.968
Ümeyye'nin
şiirlerinin, Kur'ân'm kaynağı sayılmasın diye Müslüman-larca ortadan
kaldırıldığı iddiasının gerçekle hiçbir ilgisi yoktur. Çünkü-eğer gerçekten
kendisine aitse-bir divanı oluşturacak kadar çok şiirleri969 ancak Müslümanlar sayesinde günümüze kadar
gelebilmiş ve bu iddia sahiplerinin eline kadar ulaşmıştır. Kaldı ki, bu tür
endişelerle Müslüman tarihçiler, hiçbir zaman bir eseri yok etme yoluna
gitmemişlerdir. Bunun en güzel örneği, Kur'ân'a muaraza amacıyla söylenmiş
ifadelerin tarih ve siyer kitaplarında yer almasıdır.
Ümeyye'nin,
ölüp gidinceye kadar süren bu uzun tereddüdü, Müslüman tarihçilerin kendisi
hakkında söylediklerini teyid ediyor. O da, hasedi ve kendisinin peygamber olma
arzusu Hz. Muhammed'in peygamberliğine iman getirmeyişinin gerçek veya en azından
önemli sebebidir970.
Tabiîdir ki, Hz. Muhammed (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) hakkında herhangi bir biçimde şüphe uyandırıcı bir şey
Ümeyye'ye ulaşmış olsaydı, sükut etmez hemen söylerdi. Kaldı ki o bir şairdi.
Aynı şekilde, eğer Hz. Muhammed'in-haşa-sahte bir peygamber olduğunu
hissetseydi, kendisi de peygamberlik iddia ederdi. Böyle bir şeye kalkışsaydı,
cahiliye döneminde ibadete düşkünlüğü ve eski kitaplara vukufiyeti konusundaki
şöhreti işini oldukça kolaylaştırır ve kendisine yardımcı olurdu.
Ümeyye
bin Ebi's-Salt'm şiirleri gerçekten de hikmetler ve dinî öğütlerle doludur.
Bunlar, gerçekten İslâma çok yakın görüşlerdir971. Yine, sözkonusu şiirler peygamber
kıssaları, cennet ve cehennemin tavsifiyle doludur972. Fakat bu şiirlerle Kur'ân-ı Kerim
arasındaki bu benzerlik nasıl meydana gelmiştir? Acaba, Ümeyye mi Kur'ân'dan
etkilenip iktibasta bulunmuş, yoksa-haşa-Kur'ân mı Ümeyye'den almış, yahut
gerek Ümeyye, gerekse Kur'ân üçüncü bir kaynaktan, yani eski' ve yeni ahdiyle
Kitab-ı Mukaddesten mi almış? İşte görüldüğü gibi biz burada üç hipotezle karşı
karşıya bulunuyoruz. Biz bu benzerliğe kesin bir çözüm getirmek için bu
hipotezleri tahlil etmek durumundayız.
Ümeyye'nin
Kur'ân'dan yararlandığı şeklindeki birinci hipotezi ele alalım. Bunu isbat
etmek için, başlangıcı Hz. Muhammed'in peygamberliğinin başlangıcından daha
eski, sonu da Hicretin dokuzuncu senesini geçmeyecek şekilde-çünkü Ümeyye o
sene ölmüştür-bu zatın şiirlerinin tarihini bilmek, ne zaman nazmettiğini
belirlemek gerekir. Ümeyye'nin, Kur’ân'm inişinden önce, onun inişinden sonra
hicretin dokuzuncu senesine kadar söylediği şiirlerini seçip diğerlerinden
ayırmak mümkün olmadığına göre bunu Ümeyye'nin bütün şiirleri için iddia etmek
imkânsızdır.973
Hem
Ümeyye hem de Kur'ân'ın üçüncü bir kaynaktan, yani Yahudi ve Hıristiyan
kitapları ve bunların tefsirlerinden aldığı şeklindeki üçüncü faraziyeye
gelelim. Eğer böyle bir şey sözkonusu olsaydı, Kureyş buna karşı sükut etmez ve
Hz. Muhammed'in davasını hemen çürütürlerdi. Çünkü Kureyş, Hz. Peygamberin,
Mekke'de yaşayan Hıristiyanlar arasında bulunduğunu sandıkları bilgi kaynağını
çok araştırdılar. Öte yandan ikisi arasındaki bu benzerlik, iki ayrı şahsın bir
tek kaynaktan yararlanması özelliğini taşımıyor. Aksine, iki şahıstan birinin
diğerinden almış gibi bir karakter taşır. Bunun delili de, Kur'ân'da yer alan
bazı hususların Tevrat ve İncil'de yer almamasına karşın, Ümeyye'nin
şiirlerinde de yer almasıdır. Buna, bizzat Ümeyye'nin şiirlerinin kendisine ait
olup olmamasına ilişkin kuşkuları da eklemek gerekir.974
Şimdi
üçüncü ihtimale gelmiş bulunuyoruz. O da, Kur’ân'm-haşa-Ümeyye'nin şiirlerinden
istifade ettiğidir. Şâyet, böyle bir münasebeti kurabilmek için gerekli şartlar
ortaya konabilecek olursa, böyle bir başarı, Kur'ân-ı Kerimin bir kısmı için de
olsa, bizi insanüstü yollarla izah etme zahmetinden kurtaracak gerçekten büyük
bir keşif sayılacaktır. Böylece Ümeyye'nin mısralarını, Kur'ân-ı Kerimle
Kitab-ı Mukaddes arasında bir bağ olarak kabul eden müelliflerin görüşlerindeki
isabet de ortaya çıkmış olacaktır.975
Şüphesiz
böyle bir tezi savunabilmek için ilk şart, sözkonusu şiirlerin gerçekten
Umeyye'ye ait olduğunu ispat veya prensip olarak öyle olması gerektiğini kabul
etmektir.976'
Oysa şiir münekkidleri, bu şiirlerin Ümeyye'ye ait olmadığını, aksine İslâmî
dönemde uydurulup ona isnat edildiklerini iddia ediyorlar.977 Meselâ, Hammad (V. 165) gibi bazı şiir
toplayıcıları, şiirler uydurmak ve bunları eski şairlerin şiirleriyle
karıştırarak onlara isnat etmekle itham olunmuşlardır.978 Ancak böyle bir şüphenin bütün Arap şiirine
teşmil edilerek genişletilmesi doğru değildir. Haydi, Ümeyye'nin şiirlerini
orijinal kabul edelim. O zaman da şu durum ortaya çıkar:
Bir
metnin, kendisine benzeyen bir başkasına asıl kabul edilebilmesi için, onun
sadece mevsûk olması yeterli değildir; ayrıca kendine benzeyen metinden önce
mevcut olması da lazımdır. Ne var ki, Ümeyye'nin şiirlerinin Kur'ân-ı Kerime
nisbetle önceliği meselesi, tarihî bakımdan çözülmesi imkânsız bir meseledir.
Zira, gerek Hz. Muhammed, gerekse Umeyye birbirinin muasırlan olup hemen hemen
aynı yaşta idiler. Ayrıca, Umeyye, şiirleriyle bazı benzerliklerin görüldüğü
Mekkî sûrelere ait son âyetin nüzulündan sonra sekiz sene daha yaşamış ve şiir
yazmaya devam etmiştir. O derece ki, bu şiirlerin tarih bakımından önce
olduklarını savunmak en azından cüretkârlıktır.
Şu
hususu da belirtmek gerekir ki, Umeyye kesinlikle hiçbir zaman, orijinallik ve
peygamberlik iddiasında bulunmuş değildir, aksine zaman zaman bu konudaki hayal
kırıklığını ve esefini ifade eden beyanlarda bulunmuştur. Bu da bizi, onun
rekabet ruhuyla, Kur'ân-ı Kerimi taklit etmeye kalkışmış olabileceği inancına
sevketmektedir. Halbuki Hz. Muhammed
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) talimini hiç kimseden almadığını en açık
bir şekilde ilan etmiştir. Bilhassa Hz. Peygamber'in düşmanlarının durumunu
gözden uzak tutmamak gerekir: Hücumlarına müsait en ufak bir hata bulup istihza
edebilmek için devamlı pusuda beklemekteydiler. O halde, düşmanlarının, onun
eserini Umeyye gibi muasırı olan bir şairin şiirlerini kopya ederek meydana
getirmiş olduğunu söylemeleri, Kur’ân fenomenini açıklamak üzere çeşitli
deliller araştırmalarından ve hatta deliliğe varıncaya kadar her türlü
faraziyeye başvurmalarından daha kolay olmaz mıydı?
Burada,
kesin olmasa da en azından büyük bir ihtimalle şu sonuca varılır: Sonraki devir
edebiyatına olduğu kadar kendi devrinin edebiyatına da esas teşkil eden, daha
çok Kur'ân-ı Kerim olmuştur. Dinî eserin aksine, kaynaklarının münhasıran
kendine aidiyetini garanti etmediğini söylemek, şiir sanatına zarar vermez;
zira şairin endişesi sadece ileri sürdüğü fikrin doğruluğu değil, fakat aynı
zamanda, onu sunduğu şeklin az çok güzel olmasıdır. Bu sebeple, onun
malzemesini eskilerin veya yenilerin hikmetinde, günlük tecrübelerde veya
efkâr-ı umumiyede, hislerde yahut en garip tahayyüllerde aramasında herhangi
bir sakınca yoktur. Nitekim, bizzat Huart'm işaret ettiği gibi, dahilî bir
tenkit, Umeyye'nin şiirlerinde bir dizi farklı kaynağın mevcudiyetini açıkça
göstermiştir. Filhakika şair, cehennemden bahsederken, Kitab-ı Mukaddes'in
üslûbunu taklid etmiş; cenneti tavsifte bulunurken, Kur’ân-ı Kerimin
ifadelerine başvurmuş; mukaddes tarihi anlatırken de, zaman zaman halk
efsanelerine ve, aynı şahsın bazan insan, bazen hayvan veya bitki olarak sunulduğu
mitolojik mahiyette bazı kaynaklara müracaat etmiştir.979
Bu
değerlendirmeler ışığında, Ümeyye'nin şiirlerini Kur’ân'ın kaynağı olarak kabul
etmenin ne kadar bilim ve gerçekten uzak olduğu açıkça ortaya çıkıyor.
d3. Ubeydullah bin Cahş
Ubeydullah,
Hz. Muhammed'in halası Umeyme'nin oğludur. Diğer üç arkadaşıyla980 birlikte Hz.
İbrahim'in eskiden tebliğ ettiği gerçek dini bulmaya karar verdikten sonra
birçok memleket ve şehirleri gezmiş, oralarda din adamlarıyla konuşmuş ise de
bu konuda sağlam bir sonuca varamamış, tereddütler içinde kalmıştı. Bir ara
Hıristiyanlığa girmiş, daha sonra Hz. Muhammed'in peygamberliğini tebliğ
etmesiyle o da bazı Mekkeliler gibi yeni dine girdi. Ebu Süfyân'ın kızı Ummü
Habîbe ile evli bulunuyordu. Mekkeli müşriklerin tazyikine dayanamayarak,
Habeşistan'a M. 616 yılında hicret etmiş, orada halkın Hıristiyan olması
itibariyle kendisi de Hıristiyanlığa geri döndü. Şaraba çok düşkündü.
Hıristiyanlığa döndükten sonra çok şArap içmeye başladı ve Habeşistan'da öldü.
Habeş
ülkesinde, Islâmdan çıkıp Hıristiyanlığa geri döndükten sonra, Müslümanların
garipliğine saygı göstermediği göze çarpıyor. Nitekim şu sözleriyle zaman zaman
onları kızdırırdı: "Fakkahnâ ve sa'sa'tüm! (biz gözümüzü açtık, siz hâlâ
gözlerinizi kırpıştırıyorsunuz.)"134
Görüldüğü
gibi, Ubeydullah, davetin bu birinci yarısında Allah'ın Müslümanları tabi
tuttuğu imtihan ve tecrübeye sabredememiş ve ilk fırsatta dönüp misafir olarak
bulunduğu devletin dinine girmiştir. Bu davranışıyla o, diğer bütün
muhacirlerin temsil ettikleri kaidenin istisnasını oluşturmuştur. Öyle
görünüyor ki, eğer ömrü vefa edip diğer muhacirlerle birlikte Medine'ye
dönebilseydi, bir kez daha Islâma dönerdi. Biyografisinden anlaşılan o ki,
kendisi tutarlı bir psikolojik yapıya sahip değildi ve cahiliyet döneminde
içinde bulunduğu şüphe ve tereddütlerden kurtulamamıştı.
Eğer
Hz. Muhammed'in, fikirlerini herhangi bir kimseden çaldığını duymuş veya görmüş
olsaydı daha başlangıçta ona iman getirmezdi veya Necaşî ve papazları huzurunda
onu teşhir ederdi. Özellikle, ülkenin büyük din bilginlerinin de hazır
bulunduğu ve imparatorun sarayında, muhacir Müslümanlarla Kureyş müşriklerinin
temsilcileri arasında cereyan eden münazara esnasında böyle bir fırsatı
kaçırmazdı. Fakat, o sıralar küfrün ileri gelen liderlerinden birisi olan Ebu
Süfyan'm kızı olan hanımının bile, bu dinden dönüşte kendisine uymadığını,
aksine mensubu bulunduğu İslâm dinine bağlılığını sürdürdüğünü görmezlikten
gelemeyiz.
Bu
dinden dönüşün önemsizliğine daha güzel ışık tutması açısından şunu da
belirtmek isteriz: Bu kişinin bütün kardeşleri Müslümanlığı kabul etmişlerdir.
Bunlar, Abdullah (Uhud'ta şehid düşmüştür), Abd (Künyesi Ebu Ahmed'dir), Ummü
Habîb (Abdurrahman bin Avf'm hanımı), Zeyneb'tir (Zeyd bin Harise'nin hanımı,
daha sonra Resulul-lahm eşi).135 981 982
Eğer,
Hıristiyanlığa geri dönmesi haklı bir sebebe dayansaydı veya Hz. Muhammed'in
peygamberliği konusunda ciddi ve makul bir itirazı olsaydı, diğer
kardeşlerinden birini olsun etkileyebilirdi. Fakat görüldüğü gibi bunların
hiçbiri sözkonusu değildir.
Yine
biyografisinden anlaşıldığı üzere, şaraba düşkünlüğü onun Hıristiyanlığa
dönmesinde etkili olabilir.
d4. Osman bin Huveyris
Sözkonusu
Haniflerden biri de Osman bin Huveyris'tir. Osman, Hz. Hatice ile Varaka'nın
amcaları oğludur.983
Bu kişi, Rum Kayserinin yanma gitmiş, Hıristiyan olmuş (aşağı yukarı M. 605
yılında) ve Kayser nezdinde iyi bir makam elde etmiştir,984 (Hıristiyanlığı kabul edenlerin hep gurbette
bunu yaptıklarına dikkat edilsin.) Denildiğine göre Kayser, ona taç giydirmiş
ve Mekke'nin yönetimini kendisine vermiş, fakat Mekke halkı onu kabul
etmemiştir. Bu kişi, Şam'da, Kral Amr bin Hafne el-Ananî eliyle zehirlenerek
ölmüştür.985
Görüldüğü
gibi onun Hıristiyanlığa girişi, mevki hırsından, yani parlak bir mevki elde
etmek içindi; buna da muvaffak oldu.986 Hz. Muhammed'in kendisinden herhangi bir
bilgi aldığına ilişkin hiçbir iddia görülmemektedir.
d5. Zeyd bin Amr bin Nüfeyl
Claire
Tisdall tarafından kaleme alman "The Original Sources of the Coran
(Kur'ân'ın Kaynakları)" isimli eserin altıncı ve son bölümünde
Hanifler'in ileri gelenleri sayıldıktan sonra şöyle denilmektedir:
"Putları terk ve Rahmân'a ibadet ettiğine dair bir şiir söylemiş olan Zeyd
bin Amr bin Nüfeyl, Peygamberin hayatı ve ahlakı üzerinde büyük tesir icra
etti. "Ağanî"de, onun bu Zeyd'e tesadüf ettiği ve onunla görüştüğü
rivâyet ediliyor. Zeyd, Hira Dağı'nda otururdu. Peygamberin bi'setinden beş
sene önce orada öldü. Muhammed de, Ramazanı Hira Dağında geçirirdi. Cebrail
kendisine ilk vahyi orada getirdi. Bu, kendisi için Zeyd ile görüşmeyi temin
edecek bir fırsattı. Zeyd'in ölümünden sonra da onun için dua edilebileceğini
söyledi. Bu, pek mühimdir. Çünkü Beydavî (V. 691), Tevbe Sûresinin 114.
âyetinde kendisine çocukluğunda ölen anası için dua etmekten menolunduğunu
beyan ediyor. Vakıdî (V. 207) dahi Muhammed'in ona dua ettiğini ve onu cennette
gördüğünü söylediğini rivâyet etmiştir. Sprenger, bu hususta şu mütalaayı beyan
ediyor: Muhammed, yukarıda zikri geçen Zeyd b. Amr'm, kendisinin geleceğini
haber verdiğini tasdik etmiştir. Zeyd'in söylediğini bildiğimiz her kelimeyi
Kur'ân'da buluyoruz. Muhammed'e, Al-i İmrân Sûresinin 19. âyetinde, kavmine
"Müslüman oldunuz mu? Yahut Allah'a teslim oldunuz mu?" diye sorması
emrediliyor. İbn İshak'm rivâyetine göre, bu sözü kavmine—ilk defa olarak—Zeyd
söylemiştir. Zeyd tarafından telkin olunan başlıca prensiplerin herbirini biz
Kur'ân'da buluyoruz.
Bunların
birincisi, kız çocuklarının diri diri gömülmesinin men'i,
İkincisi,
vahdaniyyet-i İlâhiyyenin tasdiki,
üçüncüsü,
putperestliğin, Lat ve Uzza ve saireye ibadetin reddi, dördüncüsü, Cennette
ebedî saadet va'di,
beşincisi,
cehennemde kötülere saklanan cezanın haber verilmesi,
altmcısı,
Allah'ın kâfirlere karşı olan gazabının ihbarı,
yedincisi,
Allah'a Rahmân, Rab, Gafûr isimlerinin verilmesidir. Bundan fazla olarak Zeyd
ve diğer mücedditlerin (yani Hanif ve muvah-hidlerin) cümlesi İbrâhim'in dinini
aradıklarını iddia etmişlerdir. Kur-'ân her ne kadar doğrudan doğruya değilse
de, defalarla İbrahim'e Zeyd ve dostları tarafından seçilen "Hanîf"
ünvanmı verir. Muhammed, Han-îfliği İbrahim'in dini ile aynı şey sayar, Hanîflerin
öğretisini kabul ve Kur'ân'a dercettiğini gördüğümüzden hanîflerin itikadının
İslâmın başlıca kaynaklarından birini teşkil ettiğinde tereddüt edemeyiz.
Hanîflerin yeni İslâm üzerinde böyle bir tesir yapması, aile münasebetlerinden
dolayı da tabiîdir. Çünkü Mekke'de bulunan dört müceddidin dördü de, müşterek
bir ced olan Lüey'in soyundan olmaları hasebiyle Muham-med'le bağlantısı ve
münasebeti vardı. Bundan başka Ubeydullah, onun halasının oğlu idi ve o, bu
müceddidin dul zevcesini almıştı. Diğer bir müceddid Varaka ve Osman, ilk
zevcesi Hatice'nin amcaoğulları idi."987
Haniflerin
en önemlisi olan Zeyd bin Amr, ömrünü hanîf olarak geçirdi. "Ya Rab! Ne
yolda ibadet Senin rızana muvafık olduğunu bilseydim Sana o yolda ibadet
ederdim; lâkin bilmiyorum" der ve sadece Hz. İbrahim'in Rabbine ibadet
ederdi. Kendisi şair olduğundan, şiirlerinde de yüksek bazı fikirler beyan
ederdi. Hz. İbrâhim'in dinini aramak üzere seyahate çıktı. Şam'a gitti. Lâkin
aradığını bir yerde bulamadı. Hicaz'a döndüğü esnada, bir bedevî tarafından
öldürüldü. Diğer bir ri-
vâyete
göre, Mekke'ye dönmüş ve Hira Dağında bir mağaraya kapanmıştır.988
Evet,
Sprenger'in söylediği Zeyd'in prensipleri Kur'ân'da görülür. Fakat bunlar, onun
zannettiği gibi, Zeyd'ten öğrenilip de Kur’ân'a derce-dilmiş değil, önceden
beri mevcut birer hakikat ve fazilet oldukları ve Resûl-i Ekreme Allah
tarafından öğretilecek olan hakikatler ve faziletler arasında bulundukları için
Kur’ân'a dahil olmuşlardır. Eğer Hz. Peygamberin ilmi böyle başkalarından
öğrendiği birkaç hakikatten ibaret olsaydı Kur’ân-ı Kerimin içerdiği hüküm ve
hikmetlerin son derece sınırlı ve bir milletin idaresine hiçbir şekilde yeterli
gelmemesi gerekirdi. Oysa bu adamların Hz. İbrahim dininin yeniden ihyasını
oldukça arzu etmekle beraber, bu dini inanç ve ahkamının nelerden meydana
geldiğini bilmedikleri kendi itiraflarıyla ve bu konuda bilgi kazanmak için
seyahate çıkmış olmalarıyla sabittir.989
Bu
zat ne Yahudiliğe ne de Hıristiyanlığa girmemiştir. Bu zatın oğlu Said bin
Zeyd, amcasının oğlu ve amcasının kızı—ki bunlar Hattab oğlu Ömer ve kızkardeşi
yani Hanif olan bu zatın oğlu Said bin Zeyd'in hanımı, hep Müslüman
olmuşlardır. Sözü edilen Said'e ve hanımına Müslüman olmadan önce Hz. Ömer'in
yaptığı işkence bilinmektedir. Sonunda bu eza ve cefa hayırlı bir şekilde son
buldu ve Hz. Ömer'in Müslümanlığına vesile oldu. İşte eğer bu Said, Hz.
Muhammed'in kendi babasından dinini öğrendiğini hissetseydi veya babası bu
konuda bir şeyi kulağına fısıldasaydı, hiç bir zaman Müslüman olmazdı. Hele
hele İslâm çağrısının o çok erken döneminde... Veya eğer o zeka fışkıran
gözler, parlak akıl ve cesur lisan sahibi Ömer'in kalbine, Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hakkında,
özellikle de iddia edildiği gibi sözkonusu Haniflerden ve hasseten amcasından
bir şeyler aldığı şüphesi zerre kadar yer bulsaydı İslâma asla girmez, bütün
kâfirlere açıktan açığa meydan okumaz ve Müslüman oluşu İslâm için bir fetih
olmazdı.990
d6. Ebu Kays Sırma bin Ebi Enes
Haniflerden
biri de, Ebu Kays Sırma bin Ebi Enes'tir. Bu kişi, cahiliye döneminde kendini
ibadete vermiş, rahip elbisesine bürünmüş, putlardan uzaklaşmış, önce
Hıristiyan olmak istemiş, fakat Hıristiyan olmayarak Hz. İbrahim'in dini üzere
Allah'a ibadet etmeye başlamıştır. Bu durumu Hz. Peygamberin (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) Medine'ye hicretine kadar devam etmiş, Resu-lullahm
hicretiyle birlikte o da Müslüman olmuştur. Oldukça yaşlı olmasına rağmen güzel
şiirleriyle İslâmî ve Hz. Peygamberi övmüştür.991
Bu
izahımızdan şu sonuca varıyoruz: Bu Haniflerden bir kısmı Müslüman olmuş.
Müslüman olmayanlar da kendi çıkarlarına daha uygun gördükleri bir tarafa
sığınmışlar, en yakınları bile kendilerine tabi olmamış, Müslüman olarak Hz.
Muhammed'e (salla’llâhü aleyhi ve sellem) tabi olmuşlardır. Meselâ, Zeyd bin
Amr bin Nüfeyl'in durumunu gördük; oğlu ve akrabaları Müslüman olarak Hz.
Peygamberi ve çağrısını tasdik ettiler, canlarını ve mallarını bu uğurda feda
ettiler. Umeyye bin Ebi Sait'in durumunu da öğrendik. Acaba bütün bunlar ne
ifade eder? Bunu insaf ehline bırakıyoruz. Düşmanlıkta son derece ileri giden
çağdaşlarından hiçbirinin Hz. Muhammed'e yöneltmeyi aklından bile geçirmediği
bu müsteşrik iddiaları konusunda kararı onlar versin.
Eğer
bu Haniflerden biri, Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) gerçek
peygamber değil de—haşa—sahte peygamber olduğunu hissetseydi, mutlaka kendisi
de peygamberlik iddiasmda bulunurdu.992
·
e. Şairlerden Alındığı İddiası
Bütün
muhtemel kaynakları gözden geçirirken şöyle bir soru da hatıra gelebilir: Acaba
Hz. Muhammed, Kur'ânî bilgilerini Yahudi, Hıristiyan veya benzeri Arap
şairlerinden almış olması mümkün değil midir?
Öncelikle
şunu belirtelim ki, Kur'ân-ı Kerim, Hz. Peygamber'i bize, genellikle şiirle pek
ilgisi olmayan bir kimse olarak takdim etmekte ve şiiri de, ona yaraşmayan bir
oyun olarak kabul etmektedir.993 Ancak şimdilik bu hususu bir kenara bırakıp,
böyle bir edebiyattan ne gibi bir talimin çıkabileceğini araştırmak gerekir.
Cahiliyet döneminde, iki tarz edebiyatla karşı karşıya bulunmaktayız.
Gerçekten, A'şa (V. 629 M.) gibi bazı şairler, daha çok kilisenin örf ve
ibadetlerini tavsif etmişlerdir ki, bunlarla ilgili olarak Kur'ân-ı Kerimde en
ufak bir ize bile rastlanmaz. Bu şairler dikkatlerini özellikle şarap üzerine
teksif etmişlerdir; oysa Kur'ân-ı Kerim bu adeti benimsemek şöyle dursun, onu
kesin olarak yasaklayacaktır.994 O halde, Kur'ân-ı Kerim böyle bir edebiyat
türüne bağlanamaz. Bununla beraber, tamamen dinî konulara tahsis edilmiş başka
bir şiir türü de mevcuttur. Bu bakımdan Ümeyye b. Ebi Sait'in mısraları bu
konuda en dikkat çekici örnek teşkil eder.995 Ümeyye'nin şiirleriyle ilgili değerlendirmeyi
daha önce yaptık.
Tisdall,
bu konuya değinerek şöyle demektedir:
"Bugün
Şark'tâ bazı kere: 'Muhammed, yalnız putperestlerin birçok eski adetlerini ve
dinî ayinlerini kabul ve İslâma mezcetti. Bir Arap şairi olan İmr'ül-Kays'm
şiirlerinden bazılarını da çaldı ve bunlar şimdi de Kur'ân'da bulunabilir'
denilmektedir. Ben bile bir gün, Muhammed'in kızı 54. Sûrede
"Ikferabeti's-sâatü ve'n-şekka'l-kamer" âyetini okurken şâirin
(İmrü'l-Kays'm) orada hazır bulunan kızı ona: 'Bu benim babamın şiirlerinden
birisidir, baban onu çalmış' dediğini rivâyet ederlerken işittim. İhtimal ki
bu, yalandır. Çünkü İmrü'l-Kays Milâdî 540 senesinde öldü. Halbuki Muhammed Fil
senesi denilen 570 tarihine kadar henüz doğmamıştı" Tisdall, bundan sonra
on bir beyitten ibaret bir şiire yer veriyor ve bundan birkaç cümlenin
üzerlerine birer çizgi çizerek, bunların Kur’ân'm değişik sûrelerinde mevcut
olduğunu gösteriyor. Bu beyitleri 'Muallekat-ı seb'a'nm İran'da eline geçen bir
nüshasının sonunda gördüğünü; fakat bu şiirlerde bazı hatalar olduğundan ve
bunlar başka nüshalarda mevcut olmadığından bu beyitleri İmrü'l-Kays'ın yazmış
bulunmasının şüpheli olduğunu belirtiyor. Ona göre bu işaretli ibareler,
cahiliye şairlerinden alınıp Kur’ân'a yerleştirilecek yerde Kur'ân'dan alınıp
bu şiire yerleştirilmiş olabilir. Fakat bir taraftan bu şiiri ilgili bulunduğu
konulara uygulayarak, Kur'ân'ı latife yollu taklide cesaret edecek bir kimse
bulunduğunu farzetmek güçtür; diğer taraftan nisbeten yeni bir zamanda bile
Kur'ân'dan âyetler alıp, bunları dinî veya felsefî mahiyette olan kitaplara
dercetmek çok fazla yaygınlaşmış bir adettir. Muhammed, her ne kadar pek meşhur
olmayan kaynaklardan—haşa— çalmışsa da onun İmrü'l-Kays gibi meşhur bir şairden
çaldığını farzetmek güçtür. Herhalde ihtimal kefesi, Muhammed'in çalma
cüretiyle suçlu olmadığını farzetmek tarafına meyleder."996 Nihâyet eski
Arap şiirleri hususunda görüş bildirmeye kendisinden daha salahiyetli bir adam
bulmak güç olan Lyull'un de fikri bu olup, İmrülkays'a atfedilen mezkur
satırların üslûp, ifade ve vezne dayanan sebepler dolayısıyla İmrü'l-Kays'm
olmadığına kanaat getirdiği kendisine bildirdiğini belirtiyor.997
Bu
açıklamayı nakleden İsmail Fennî merhum, kütüphanesinde bulunan İmrü'l-Kays'm
divanından birkaç nüshayı incelediğini, fakat sözko-nusu on bir beyitten hiçbir
tanesini bulamadığını söylüyor ve şu bilgiyi veriyor: "Bu nüshaların biri
Cizvitler tarafından Hıristiyan Şairler adıyla Beyrut'da basılan mecmuadadır. Eğer
beyitleri yazan gerçekten İmrü'l-Kays olsaydı, papazlar, Kur'ân'm bazı
cümlelerinin bunlardan alındığını isbat için, onları bu mecmuaya dercetmeleri
ve müellifin de, Kur'ân'm me'hazlanndan (kaynaklarından) olmak üzere, kabul
etmesi tabii idi. Şu halde, bu konuda en salahiyetli bir kimse sayılan Lyull'un
reyine göre bu beyitlerin, Müslümanları şüpheye düşürmek gibi meluncasına bir
maksatla, bazı zındıklar tarafından uydurulduğuna şüphe yoktur.
Aşağıdaki
iki beyit de İmrü'l-Kays'm divanında bulunmamakla beraber kendisine isnat
edilmektedir:
"Yetemenne'l-mer'u
fi's-sayfi ve'ş-şitâ
Ve
İzâ câe'ş-şitâ enkerehu
Fehüve
lâ yardâ bihalin vâhidin
Kutile'l-insânü
mâ ekferahü"
Buradaki
"Kutile'l-insânü mâ ekferahü" cümlesi "Abese" sûresinde
görülür. Hatta Resûl-i Ekrem'in, "Şairlerin en mahiri ve onların Cehenneme
saiki olan İmrü'l-Kays'a lanet olsun. O vahiy nâzil olmadan evvel söyledi"
buyurduğu da rivâyet edilir. Bu rivâyetin menşeini haylice aradımsa da
bulamadım. Nihâyet Beyazıt kütüphanesi müdürü muhle-rem üstâd Hafız İsmâil
Efendi "RûhuTMeânî" tefsirinde buna dair bir fıkra buldu. Bunda,
mezkur iki beyit aynen zikredildikten sonra "İmrü'l-Kays'a isnat edilen
söze gelince, bunun aslı yoktur. Kelâm-ı Araba en az aşina olan bir 'kimse,
bunu söyleyenin Cahiliye şairlerinden olmayıp, Müvelledin998 şairlerinden olduğunu ve iktibas yapmak
istediğini bilir"999
İsmail
Fennî, İmrü'l-Kays'a atfedilen ve Kur'ân'da da bazı ifadeleri yer alan
beyitlerin hiçbirinin İmrü'l-Kays'ın divanında yer almadığını söylemektedir.1000 Bu birkaç
ifadenin orada da bulunduğu farzedilse bile Kur'ân'daki böyle birkaç tabirin
bir şair tarafından evvelce kullanılmış olması, Arap fesih ve beliğlerini kısa
bir sûresinin benzerini getirmekten bile aciz bırakmış ve bunlardan bazısına:
"Bu insan sözü değildir!" dedirtmiş ve bazısına fesahat ve belagatına
secde ettirmiş ve İmrü'l-Kays'ın kasidesi başta olmak üzere, Ka'be'nin
duvarında asılı olan yedi kasideyi, artık lüzumsuz addettirerek, indirtmiş olan
Kur'ân-ı Azîmin mucize olduğunda hiçbir şüphe yoktur.1001
Kur'ân'm
âyetlerine böyle kaynak bulmaya çalışanları mağlup edip susturmak için, onda
yer alan bazı gaybe dair haberlerin ve hiçbir alim ve filozofun hakkıyla
keşfine güç yetiremediği birtakım yüksek hakikatlerin nereden alındığını sormak
yeterlidir. Bunlara İlahî vahyden başka bir şeyin kaynak gösterilmesi mümkün
değildir. Asıl önemli olan şey, lafızlar ve tabirler değil, bunların ifade
ettiği yüksek hakikatlerdir. Sahabiler içinde İmr'ul-Kays'm, Ümeyye bin Ebi's-Salt'm
ve sair şairlerin şiirlerini bilenler çoktu. Bunlar, böyle bazı kelime ve tabir
benzeyişinden dolayı hiçbir şüpheye düşmediler. Çünkü Kur'ân'm ihtiva ettiği
yüksek hikmetler ve hükümler ile bu şiirlerin muhteviyatı olan sıradan,
değersiz şeyler arasında hiçbir münasebet görmediler.
Kur'ân-ı
Kerimin içeriğinden birkaç kelime ve tabirin Cahiliye şiirlerinde veyahut
Yahudi kitaplarında görülmesinden, altıbin altı yüz bu kadar âyeti ihtiva eden
Kur'ân-ı Kerim aleyhinde hiçbir sonuç çıkarılamaz. Bu boşuna bir teşebbüstür.
Çünkü en fesih ve beliğ sayılan hangi kitap vardır ki; onda, başka kitaplarda
geçen birkaç değil, birçok kelimeler ve tabirler bulunmasın? "Yok olası
insan ne kadar da nankördür" sözü gibi hangi doğru söz vardır ki, onu önceden
hiçbir kimse söylememiş olsun? Binlerce peygamber gelmiş, geçmiş; mümkün müdür
ki, bunlar Allah'ın bir olduğunu ve doğurmadığı gibi doğmuş da olmadığını
insanlara bildirmemiş olsun? Hangi tarihçi veya yazar vardır ki, geçmiş zamana
ait olayları hiç kimsenin kullanmadığı kelime ve ifadelerle anlatmış olmasın?
Kur'ân-ı
Kerîm, birçok yüksek hüküm ve hakikatleri ihtiva etmektedir. Bunların, öteden
beriden alınmış birkaç kelime ve tabirden meydana geldiğini iddia edecek olan
bir kimsenin aklından şüphe edilir. Hz. peygamber kendi kast ve iradesi
olmaksızın gelmekte olan vahiyleri kabulde mecburdu. Mecbur olmasa, onun,
önceden işitip bellediği lafızlarla tabirlerin şüpheli görüleceğini düşünerek,
bunları kullanması imkansızdı.1002
·
f. Sahillerden Alındığı İddiası
Claire
Tisdall, Sabiîlerle ilgili şu iddiada bulunur:
"Hz.
Muhammed, peygamber sıfatıyla zuhur ettiği vakit, Arapların her ne kadar dinî
fikirleri var idiyse de onları atalarının saf dinine döndürecek vahye dayalı
bir kitapları yoktu. Bununla beraber, bazı cemaatlerin ilham edilmiş gözüyle
baktıkları kitapları vardı. Bu cemaatler de Yahudiler, Hıristiyanlar,
Mecûsiler, yahut Zerdüştîler ve Sahillerdi. Lâkin Sabiîlerin İslâma tesiri
fazla oldu. Bunlar, beş yıldız, şeref menzillerine geldikleri vakit bayram
yaparlar ve otuz gün oruç’ tutarlardı. Namaz, oruç ve fıtır bayramı bunlardan
ve orucun başlanılacağı ve bozulacağı vakitler Yahudilerden alınmış.
Müslümanların namazları beş vakit ise de iki rekat nafile namazları da vardı.
Benû Hüzeyme kabilesinin İslâmî kabul ettiklerini Halid bin Velid'e
bildirdikleri vakit 'Biz Sabiî olduk' diye bağırmaları namaz ve oruçla fıtır
bayramının bunlardan alındığını teyit eder. Hz. İbrâhim'den kalma ruhun bekası
ve kıyamet günü itikadları da vardı. Lâkin bunlara garip birtakım hayalî
fikirler karıştırılmış."1003
Sabiîlerle
Kur'ân-ı Kerimin talimatları arasında bir benzerlik kurulmaya çok
çalışılmıştır. Sabiîler Mekke'de yaşadıkları bilinen putperestlerdendi.
Yıldızlara ve meleklere tapıyorlardı. Dinî törenleri putperestlik,
Hıristiyanlık ve diğer birtakım mezhepler karışımı bir şey idi. Kabe'ye değil
Harran'a haccediyorlardı.1004
İbadetleri, yıldızla-ra, güneş batarken, zeval vakti ve güneş doğarken idi.1005
Kur'ân-ı
Kerimde üç yerde geçmekte olan "Sabim" kelimesi1006 oldukça gelişmiş bir müşrik fırkasına mı
(bunlar Harran Sabiîleridir ki, asıllarmın Şis'in oğlu Sabî'ye vardığını,
babasının dinine tabi olduklarını ve ondan Süryânî dilinde yazılmış bir kitaba
sahip bulunduklarını iddia etmişlerdir) yoksa "Sabîa" denilen bir
Yâhûdi-Hıristiyan fırkasına mı, (Subbeler veya Mandehiler, Vaftizci Yahya
Hıristiyan-ları) yahut da Hıristiyan ismi altında müşrik olan bir fırkaya mı
delâlet eder? Mesele ihtilaflıdır; ve el-Feyyûmî, "el-Misbâhu'l-Mîinîr"
adlı lügatında bu son tarifi verir.1007
Sab'
ile Sebh köklerinin farklı olması ve hadis-i şeriflerde de "sudûr ve
hulûl" gibi Sabîa akaidinden hiç söz edilmemesi, ikinci görüşün de
terkedilmesini gerektirir. Zira Sabiîlere atfedilen belli başlı ameller iyice
bilinmektedir ve bunlar hem Kur'ân-ı Kerim ve hem hadis-i şerifler tarafından
reddedilmiştir. Bu fikir ve amellerden bazıları Ku-reyşlilerce de benimsenmiş
ve aralarında o derece yayılmıştır ki, bunları, hâkim olan müşriklikten
ayırdetmek güçleşmiştir. Meselâ:
"1.
Meleklerin ve yıldızların ilâhlaştırılması ve tabiat olayları üzerindeki
tesirleri,1008
·
2.
Kurbanlardan büyük payın, Allah'a değil, küçük ilahlara sunulmak üzere
ayrılması,
·
3.
Hac esnasında yaptıkları dualarda Allah'a şirk koşmaları...vs1009 müşriklerce
benimsenen Sabiî inanç ve amellerdendi. Ayrıca ibadetle ilgili bazı örf ve
adetleri müşrik ve İslâmî ibadetlerden de ayrılıyordu. Meselâ Sabiîlere göre
haccm Kabe'de değil Irak'daki Harran'da icra edilmesi gerekiyordu. Yine onlara
göre kurbanların yenmeden tamamen yakılması1010 ve iki kadınla evlilikten sakınılması
icabediyordu. Keza Sabiîler sünnet de olmazlardı.1011 Hatta ibadetleri yıldızlara yapılan bir
ibadet şeklindeydi. Bu ibadetler günde üç defa yapılıyordu ve bunların İslâmî
ibadetlerin tamamen aksine1012
güneşin doğduğu, zevalde bulunduğu ve battığı zamanlara rastlaması gerekiyordu.1013
Sabiîler,
oruç tutarlardı. Oruç bittiği vakit bayram yaparlardı. Sabiîler kızlarını
putlara kurban olarak takdim etme adetine de sahiptiler. Meme emen çocukları en
makbul kurban addederlerdi. Hatta Hz. Peygamberin dedesi Abdulmuttalib,
oğullarından birini kurban etmek ahdinde bulundu. Sonra büyük kâhinin reyiyle,
diyet olmak üzere yüz deve kurban ederek, oğlu ve Fahr-i Kâinat Efendimizin
babası Abdullah'ı ölümden kurtardı.1014
Sabiîler
gecenin altıncı saatinde namaz kılarlardı. Bununla beraber, namaz nasıl
kılmıyordu, bunda rüku ve sücûd var mıydı? Kitaplarda buna dair malumata
tesadüf edemedik. Hele abdestten hiç bahsedilmemiştir. Oruca gecenin son üçte
birinden başlayıp yıldızlar doğuncaya kadar devam ederlerdi.1015
Burada
belirtilen hususların hemen hiçbirisinin İslâmm inanç ve ibadetleriyle bir
alakası yoktur. Puta tapmak sözkonusu olmadığı gibi, çocukları kurban etmek de
yoktur. İslâmm beş vakit namazının onların tam olarak ne zaman ve nasıl
kılındığı, abdest alıp almadıkları belli olmayan namazlarıyla bir ilgisi
yoktur. İslâmî oruç da, gecenin son üçte birinden değil, fecr-i sadıktan
itibaren başlar; yine yıldızların doğmasına kadar değil, güneşin tam olarak
batmasına kadar devam eder.
Kaldı
ki, İslâm bazı noktalarda bunların dini inanç ve yaşayışlarına uygun gelse bile
yine de onlardan alınmış diye iddia edilemez. Çünkü, bunların da aslında hak ve
semavî bir dine mensup oldukları ve zamanla bu dinlerini tahrif edip doğru
yoldan saptıkları söylenir. Hal böyle olunca bunların da hak dinlerinden kalma
birtakım inanç ve ibadetleri1016 bulunabilir ve bunların İslâm ile
bağdaşması kaynaklarının bir olmasından ileri gelmiştir. İslâmm hak ve orijinal
bir din olması için, hiçbir noktadan önceki dinlere benzememesi ve onlardan en
faydalı ve makul noktalardan bile ayrılması gerekmez.
·
g. Hz. Ömer'den Alındığı İddiası
Dozy,
Tarih-i İslâmiyet isimli kitabında şunları söylüyor: "Hatta
vahiyler üzerinde bile Ömer'in tesiri oldu. Bazı emirlerin Ömer tarafından
lüzum gösterildikten sonra semâdan nâzil olduğunu Muhammed itiraf ederdi. Eğer
bir mü'min rûh böyle hususlarda bir anlık tefekkür ve muhakeme edebilseydi bu
durum (yani Ömer tarafından gösterilen lüzum üzerine o emrin semâdan inmesi
durumu) Peygamber'in mü'min ruhunda ve bütün Müslümanların ruhlarında,
Muhammed'in vahiylerinin İlâhî kaynaklı olması hakkında şüphe doğurmak
gerekirdi."1017
Maxime
Rodinson da: "Hz. Ömer safça (naivement)1018, vahyin üç defa mucize biçiminde kendisine
muvafakat etmesiyle öğünmemiş midir"1019 diyerek bu konuda bir şüphe meydana
getirmek ister.
Hz.
Peygamber, gerek kendisine sorulan ve gerek olayların akışı içerisinde meydana
gelen bazı durumlarda İlâhî vahyi bekler ve Allah tarafından aldığı emirlere
uyardı. Bedir savaşında esir alınan yetmiş kişinin öldürülmesi1020, içkinin
haram kılınması1021,
Hz. Peygamberin münafıkların cenaze namazlarını kılmaması1022, Hz. İbrahim'in makamının namazgâh
edinilmesi, Hz. Peygamberin evine yemek için izinsiz girilmemesi, Tahrim
olayında, içinde kızının da bulunduğu, Hz. Peygamberin hanımlarını ikazı, Hz.
Peygamberin hanımlarının tesettürü...1023 gibi hususlarla ilgili bazı âyet-i
kerimeler, Hz. Ömer'in arzularına uygun olarak inmiştir.
Bazı
âyetlerin kendi arzusuna uygun olarak inmesinin sebebi, Hz. Peygamberin onu
memnun etme gereğinde değil, kendisinin en ayırıcı özelliği olan ve ona
"Farûk" lakabını kazandıran kendi akl-ı selim ve isabetli görüşünde
aramak gerekir. Bu yüksek meziyetin gereğinden olarak Hz. Peygamber veya
mü'minler hakkında hikmete ve maslahata uygun düşündüğü bazı şeylerin İlâhî
iradeye de tevafuk ederek o yolda âyet nazil olması bu vahiylerin Allah
tarafından geldiğini neden şüpheye düşürsün?
Hz.
Ömer çok yüksek meziyetleri bulunan nadir rastlanılır bir yüce zattı. Hz.
Peygamber bu meziyetleri takdirden uzak durmadı. Daha o Müslüman olmadan önce
hakkında: "Ya Rab, Sen İslâmî Hattab oğlu Ömer ile muazzez eyle1024" diye
dua ettiği gibi onun ihtidasından sonra da: "Ey Hattaboğlu, nefsim
Kudretinin elinde bulunan Allah'a yemin ederim ki, sen bir yolda yürürken
şeytan asla senin karşına çıkamaz ve o mutlaka kendine başka bir yol tutar1025",
"Muhakkak ki Allah, hakkı Ömer'in kalbi ve lisanı üzerine koymuştur",
"Eğer benden sonra peygamber gelseydi, Hattaboğlu Ömer olurdu"1026 gibi mübarek
sözleriyle onu daima taltif ederdi.
Öte
yandan insan, her hal ve durumda şeytan değil ki! Aksine Kur-’ân'ın da
belirttiği gibi İlâhî bir ruh taşıyor. Bazı sahabilerin düşünceleri vahiy ile
tevafuk etmişse, bunda garipsenecek ne var? Bizzat Rodinson'un kendisi, vahyin
Hz. Ömer'in düşüncesine tevafukunu üç defadan ibaret kabul ediyor. Acaba,
takvasıyla, kalb gözünün açıklığıyla, dinine karşı ince anlayışıyla, hak
bildiğini açıkça söylemesindeki cesaretiyle ünlü Müslüman bir zat için bu
tevafuk çok mu? Yoksa— haşa—Allah bu üç meselede Hz. Ömer'i kızdırmak ve sırf
onun görüşüne tevafuk etmesin diye hükmünü değiştirmek mecburiyetinde mi?
Kaldı
ki, bunların bazısı ile ilgili âyet Hz. Ömer Resulullaha fikrini açıklamasından
önce inmiştir.
Birçok
hususlar ise Hz. Ömer'in görüş ve kanaatinin tamamen tersine nazil olmuştur.
Meselâ, Ömer kâfir iken vahiy hem ona, hem de bütün bir dünyaya muhalefet
ediyordu. Hz. Ömer, inançlarını, yaşayış biçimini değiştirmek ve bütünüyle
kendini yeni dinin vahyine uydurmak durumundaydı. Müslüman olduktan sonra bile,
Hz. Peygamber pek çok kez Hz. Ömer'e ters görüş belirtmiştir. Meselâ, Hz. Ömer
babasına yemin ederdi. Resulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) onu bundan
menetti. O da vazgeçti.1027
Yine bir başka defa Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Hz. Ömer'in
görüşüne karşı bir kadının görüşünü desteklemiştir.1028
Yine,
"Sabah akşam Rablerine dua edenleri kovma"1029 âyet-i kerimesi ise, Hz. Ömer tarafından
belirtilen görüşe tamamen ters olarak nazil olmuştur. Kureyş kâfirlerinden bir
grup Hz. Peygamberin amcası Ebu Talib'e gelip, "Yeğenin azatlılarımızı ve
yardımcılarımızı, yani Am-mar, Suhayb, Bilal, Habbab, Selmân...gibi fakir ve
güçsüz Müslümanları yanından kovsa iyi olur. Çünkü bunlar bizim kölelerimiz ve
ecirlerimizden başka bir şey değildirler. O vakit ona daha ziyade hürmet ve
itaat ederdik ve bu kendisine ittiba ve onu tesdik etmemize daha faydalı
olurdu" dediler. Ebu Talib, Hz. Peygambere gelip bunu söyledi. Hz. Ömer
dahi, "Böyle yapsanız, ta ki amaçlarının ne olduğunu ve sözlerini ne
dereceye kadar yerine getireceklerini görelim" demişti. Daha sonra nazil
olan ve az önce kaydettiğimiz âyet-i kerimeyi işittiğinde Resulul-lahın huzuruna
gelip özür diledi ve söylediği sözden dolayı pişmanlığını dile getirdi.1030
Hz.
Ömer'in görüşünün tersine âyetler indiği gibi, yerine göre Hz. Peygamber de Hz.
Ömer'e muhalefetten çekinmezdi. Bilindiği gibi, Hz. Peygamberin Medine'de
gördüğü rüya üzerine Sahabe-i kiram, hemen Kabe'ye gidip tavaf edeceklerine hiç
şüphe etmiyorlardı. Halbuki Hu-deybiye'ye gelince orada Kureyş ile on senelik
barış antlaşması yapmaya ve Kureyş tarafına iltica edeceklerin Müslümanlara
geri verilmeyip, fakat velisinin izni olmaksızın Müslümanlara iltica edecek
olan kimsenin mü'min dahi olsa Kureyş'e iade edilmesi gibi bazı ağır şartları
kabul ile Medine'ye geri dönmeye mecbur kalmaları üzerine, Resulullah ile Hz.
Ömer arasında şöyle bir konuşma geçti:
Hz.
Ömer: "Sen Allah'ın elçisi değil misin? Bizim dinimiz hak değil mi? Niçin
bu zillet ve hakareti kabul ediyoruz?"
Hz.
Peygamber: "Ben Allah'ın kulu ve Resûlüyüm, fakat ona karşı gelemem, O da
beni yalnız bırakıp perişan etmez."
Hz.
Ömer: "Sen bize Beytullah'a varıp tavaf edeceksiniz' demedin mi?"
Hz.
Peygamber: "Evet, ama bu sene demedim. Yine tekrar ediyorum ki, Mekke'ye
girip sa'y ve tavaf edeceksiniz."
Hz.
Ömer: Hz. Peygamberin huzurundan çıkıp, Hz. Ebu Bekir'in yanma vardı ve aynı
soruları ona da yöneltti. Ondan da aynı şekilde cevap aldı.
Sonra
Hz. Ömer'in: "Müslüman olduğum günden beri kalbime hiç şüphe gelmemişti.
Yalnız o gün elimde olmayarak Resulullahm huzuruna varıp öyle bir küstahça
harekette bulundum, sonra pişman olup İlâhî affa mazhar olmak için çok hasenat
işledim" dediği kendisinden rivâ-yet edilmiştir.1031
Gerçekten
de, sonra sahabiler, bu barışın ne kadar büyük faydalara vesile olduğunu
görmüşler ve ertesi sene Hz. Peygamber ile beraber silahsız olarak Kabe'yi de
tavaf etmişlerdir.
Hatta
Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) eşlerinin tesettürü konusunda
bile vahiy Hz. Ömer'e bütünüyle tevafuk etmemiştir. Nitekim Hz. Peygamberin
zevcelerinin tesettürünü emreden âyet inmiş ve onları Resulullahı ziyaret edenlerin
ve sefih kimselerin nazarlarından korumuştur. Bu Hz. Ömer'in görüşü ve
arzusuydu. Fakat bir keresinde gece vakti Hz. Ömer mü'minlerin annesi Şevde
binti Zem'a'ya rastlamış, onu tanımış ve "Allah'a yemin ederim ki ey Şevde
biz seni tanıdık" demişti. Hemen Hz. Peygambere gelerek bu durumu
anlatmış. Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) o sırada Hz. Aişe'nin
odasında akşam yemeği yiyordu ve elinde bir damar vardı. Hemen kendisine vahiy
geldi. Bunun üzerine Resulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:
"Allah zaruri ihtiyaçlarınız için dışarı çıkmanıza izin verdi."1032
Hz.
Ömer genellikle şiddet taraftarıydı. Değişik vesilelerle birçok kez Hz.
Peygamberden (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şu veya bu adamı öldürmesini, çünkü
kendince bunların Allah'a, Resûlüne ve mü'minlere hiyanet eden birer münafık
olduğunu söylemiştir. Her defasında Hz. Peygamber isteğini reddediyor, ona
doğruyu gösterip irşad ediyordu.1033
Hatta
Hz. Ömer (r.a) Hz. Peygambere karşı öylesine heybet duyuyordu ki, bir defasında
Hz. Peygamber unutarak dört rekatlık namazı iki rekat olarak kıldığında bile ne
kendisi ne de Hz. Ebu Bekir durumu Hz. Peygambere bildirmemiştir.1034 Yine bir
defasında Hz. Ömer ile Hz. Ebu Bekir bir meselede ihtilaf etmiş ve konuyu
tartışırken sesleri yükselmişti. Bunun üzerine şu âyet-i kerime inerek onları
ikaz etmişti: "Ey iman edenler! Seslerinizi Peygamber'in sesinin üstüne
yükseltmeyin. Birbirinize bağırdığınız gibi, Peygambere yüksek sesle
bağırmayın; yoksa siz farkına varmadan ameliniz boşa gidiverir."1035 Ondan sonra
Hz. Ömer Resulullah ile konuştuğunda öylesine alçak sesle konuşurdu ki, ona
gizli bir şey söylediği sanılırdı.1036
Hal
böyle iken, gerek açık, gerekse üstü kapalı bir biçimde Hz. Ömer'in bazı
âyetlerin kaynağı olduğu iddia edilebilir mi?
Neden
Resulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Hz. Ömer'e uysundu ki?—Haşa—ondan
korkuyor muydu? Asla! Aksine, Hz. Ömer, Resulullaha karşı büyük bir saygı ve
heybet duyardı. Hz. Ömer ona uymuş, peygamberi ve dini için bütün dünyaya
meydan okumuştu. Yoksa, içinden çıkılması zor işlerde vahyin Hz. Ömer'in
görüşüne tevafuk etmesi, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'i hayrete
düşürüp uykularını mı kaçırdı? Böyle bir şey de sözkonusu değil.
Görüldüğü
gibi vahiy meselesi öyle başkasının arzusuna bağlı bir şey olmayıp ancak İlâhî
hikmet ve meşîete dayanmaktadır. Hz. Peygamber, böyle vahye dayanan hususlarda
gerektiğinde yalnız Hz. Ömer'e değil, bütün Ashab-ı Kirama muhalefette tereddüt
etmezdi.1037
Eğer,
âyet indirmek öyle Dozy'nin yanlış yere iddia ettiği gibi, Hz. Peygamberin
elinde olsaydı, Hz. Ömer'i taltif için onun arzusuna uygun âyet tebliğ
etmektense, tam tersine, onu da şüpheye düşürmemek için bundan bütünüyle
sakınmanın, tedbir ve ihtiyatın gereği olacağı kendisince elbette
bilinmekteydi. Öyle şüphe meydana getirecek bir durum olsaydı en evvel Hz.
Ömer'in şüphelenmesi gerekmez miydi? Halbuki onun, Yahudilerle olan tartışması
ve onlara, Hz. Cebrail'e düşman olan kimse Allah'ın da düşmanı olur dediğini
gelip Hz. Peygambere arzettiği vakit Efendimiz: "Ya Ömer, Rabbin senin
sözüne muvafık âyet indirdi" buyurup evvelce nâzil olan "Kul men kâne
aduvven li Cibrîle..." âyet-i kerimesini okuduğu zaman Hz. Ömer, bundan
şüphelenmek şöyle dursun tam tersine pek ziyade memnun olarak şükretti ve,
"Bundan sonra kendimi İslâm dini üzere taştan daha sert ve sağlam
buldum" dedi.1038
Dozy,
şunları da söylüyor: "Ömer'in İslâmiyet! kabul etmesinin pek büyük bir
önemi vardı. Ömer ve Ebu Bekir olmasaydı, İslâmiyet asla muzaffer olamazdı.
Muhammed, ilhama mazhar idi, fakat icra konusunda pratiklik ve azim yönünden
eksik idi. Buna karşılık Ebû Bekir bu hasletlerin birincisine yani pratikliğe
sahipti; Ömer'de de İkincisi yani azim vardı. Onlar Peygamberi
tamamlıyorlardı."1039
Gerçekten
de, Hz. Ebû Bekir ve Ömer'in İslâm dinine hizmetleri çok büyüktür. Fakat Hz.
Muhammed'e maharetsizlik ve azimsizlik gibi eksikliklerin isnat edilmesi asla,
doğru değildir. Aksine o, mükemmel bir fıtrat üzere yaratılmış bir kudret harikasıydı.
Akılları hayrette bırakan büyük icraatları bu konuda uzun uzadıya söz söylemeye
ihtiyaç bırakmıyor. Bütün ashab-ı kiram onun emriyle hareket etmişlerdir.
Pratiklik ve azim, yalnız bazı memurlarda olup da âmirde bulunmadığı
durumlarda, bunun bütün işlere olumsuz biçimde yansıyacağı tabiidir.
İlâhî
vahiy ile hareket eden bir zatın aslında tecrübe ile maharet kazanmaya asla
ihtiyacı da yoktur. Bizzat bazı müsteşriklerin Hz. Peygamberin pratiklik ve
azmi konusunda dediklerine bakalım. Bunlardan Barthelemy-St-Hilaire, şöyle
diyor: "Kendisine harp sanatını öğretmek için üstadı yoktu. Askerî
muzafferiyetleri ancak dehasının neticesi oldu.", "Kahramanlar,
fatihler ve bilhassa din kurucuları için mektep yoktur. Onları yapan Allah ve
inkişaf ettiren ahvaldir." İşte sözün doğrusu budur. Çünkü meselâ Hz.
Peygamber Uhud Savaşında sol tarafta bulunan bir vadiden düşmanın hücum etmesi
muhtemel olduğunu gözönünde bulundurarak elli kadar okçuyu o vadinin ağızmı
muhafaza için görevlendirmiş ve düşmanın mağlubiyeti halinde bile oradan
ayrılmamaları için kendilerine emir vermişti.
Bunların,
düşmanın mağlup olduğunu görerek ganimet toplamak hırsıyla komutanlarının
engellemesine rağmen oradan dağılmaları İslâm ordusunun galibiyetini
mağlubiyete çeviriverdi ve büyük bir felakete sebep oldu.1040 Evvela bu ihtimali önceden keşfederek
meydana gelmemesi için gereken tedbiri almak pratikliğin en açık bir göstergesi
değil midir? O kadar halimce ve barışsever bir biçimde hayatını geçirmiş olan
Hz. Peygambere, bu harp sanatını öğreten Rabbi değil de nedir? Bu üzerinde
düşünülmeye değer bir noktadır.
Azme
gelince, onda olan azim hiçbir kimsede görülmemiştir.1041 Bilindiği gibi Kureyşin ileri gelenleri Hz.
Peygamber'in amcası Ebû Talib'-e gelip: "Artık biz bu hale sabır ve
tahammül edemeyiz. Ne olacaksa olsun, bari iki taraftan biri yok olsun da
diğeri rahat kalsın" diyerek onu harp ile tehdit etmeleri üzerine Ebu
Talib Hz. Peygambere nasi-hatta ve artık onu himaye edemeyeceğini imâ etmişti.
Hz. Peygamber buna cevaben: "Ey amca, Allah'a yemin ederim ki, onlar
güneşi sağ elime ve ayı sol elime koysalar, yine tebliğ görevinden
vazgeçemem" demiş ve mübarek gözlerinden yaş gelerek hemen kalkıp
gitmişti.1042 Yalnız
bu olay üzerinde düşünmek bile, kendisinde olan azmin derecesini anlamaya
yeter. Öyle bütün Arap kavmine karşı meydan okumak hiç kimsenin kârı olmadığı
meydandadır.1043
İşte
müsteşriklerin bomboş konularda nasıl da manasız yaygaralar kopardıklarını bu
örneklerden de görebiliyoruz!
·
h. Halk Fikirlerinden Alındığı
İddiası
Bazı
müsteşrikler Kur'ân-ı Kerimin kaynağı olarak Hz. Muhammed'in çevresindeki halk
fikirlerini de ileri sürmüşlerdir. Bu fikirler, eski dinlerle ilgili olabilir,
cahiliye dönemine ait örf ve adetler olabilir veya halk arasında yaygın çeşitli
inanışlar olabilir. Meselâ, İngiliz müsteşrik H. Gibb şunları söylüyor: "Hz.
Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) diğer
bütün reformist şahsiyetler gibi, bir yandan kendisini kuşatan haricî
ortamların gereklerinden etkilenmiş, diğer taraftan da kendi zamanında egemen
olan, doğup büyüdüğü muhitte dolaşan düşünce ve inançlar arasından yeni bir yol
açmıştır... Mekke'nin bu seçkin rolünün karakterinin izleri Hz. Muhammed'in
hayatının bütün dönemlerinde açıkça görülebilir. Beşerî bir ifadeyle, 'Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) başarılı
olmuştur, çünkü o bir Mek-kelidir."1044
Hz.
Muhammed'in içinde bulunduğu beşerî çevreden yararlanarak dinini tesis etmesi
iki şekilde düşünülebilir. Birincisi, kavminin, kendisi ile diğer semâvî dinler
arasında bir köprü görevini yapması1045; İkincisi ise, yaşadığı toplumun örf, adet
ve kurallarını bir tenkit ve elemeye tabi tutup o malzemeden yeni bir itikadî,
hukukî ve ahlakî yapı meydana getirmesi.
Biz
öncelikle, kavminin Hz. Muhammed (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) ile diğer semavî dinler arasında bir köprü vazifesi yapıp
yapmadığına bakalım:
Hz.
Muhammed'in gençliğinde, eski dinlere dâir halk arasında dolaşan söylentilerden
habersiz olduğunu söylemek mümkün değildir. Çünkü, onun tam bir uzlet içinde
yaşadığını ve bu yüzden de bu konuda kavminden daha cahil kaldığını ileri
sürmek makul görünmemektedir. Zira Kur'ân-ı Kerim bize, bu kavmi, eski dinler
hakkında birtakım malumata sahip bir kavim olarak tanıtmaktadır. Nitekim o
kavim, kendisinden önceki peygamberlerin gösterdiklerine benzer mucizeler göstermesini
Hz. Peygamberden talep etmiş1046; tevhid inancı karşısına Hıristiyanlığı
çıkarmış1047;
bu dinde Hz. İsa'ya yapılan ibadeti kendi putlarına yapılan ibadetle bir
tutmuştur.1048
Arap Yarımadasında muhtelif dinlerin biraraya gelmesi neticesi, Kitab-ı
Mukaddes ile ilgili diğer bazı malumatın da halk arasında yayılmış olduğunu
tasavvur etmek güç olmasa gerektir.
Ancak,
herhangi bir dinî propogandanm yapılmaması ve dinî rehberlerin genellikle
münzevî bir hayat yaşamaları; din değiştirme olaylarının çok nadir görülmesi ve
böyle yapanların sağa sola dağılarak izlerinin kaybolması; eski Arapların ırk
konusunda peşin hükümleri ve kendi öz tarihlerini ilgilendirmeyen meselelere
pek fazla ilgi duymamaları ve bir örnek dışında edebiyatlarında dinî konulara
yer verilmemesi...1049
gibi birçok sebep, bu konuda çok fazla iyimser olmamızı engellemektedir.
Araplar
arasında gezmiş, bilgi sahibi olmuş kimselerin bile dikkatlerinin nasıl dinden
başka sahaya cezbedildiğini görmek, son derece ibret verici bir husustur.
Gerçekten Kur'ân-ı Kerimde geçen kıssalara nazîre yapmak isteyen Nadr b. Hâris,
dinleyicilerine peygamberlerin tarihini değil de eski Pers krallarının
efsanelerini, Rüstem ve İsfendiyar'm kahramanlıklarını anlatmıştır.1050 Şair Nabiğa
ez-Zübyânî'nin şiirlerinde işlediği konular dikkat çekicidir. Huart bile, onun
Süleymân Peygamberle ilgili terennümlerine işaret etmiştir.1051 Görüldüğü
gibi onları cezbeden dâima bu dünya hayatının ihtişamı olmuştur.
Okuma
yazma bilmeyen ve son derece tasasız olan bu kavmin elindeki kitabî malumat
hakkında tarih fazla bir şey söylememektedir. Bu da oldukça basit ve müphem
birkaç mefhum dışında, fazla bir şeyi ona izafe etmemize mantıken imkân
bırakmamaktadır. Bu birkaç mefhum, son derece şümullü, dakik ve derin olan
Kur'ân-ı Kerim âyetlerinin menşei hususunda bize en ufak bir ip ucu bile
vermekten uzaktır. Öyle ise Cahiliye devrinde çok ender rastlanan birkaç alime
mahsus ilmin, bu kavim tarafından paylaşıldığını tasavvur etmek doğrusu çok
gariptir. Nitekim o, getirdiği sistemin Hz. Peygamber de dahil olmak üzere
bütün Araplar için yepyeni bir sistem olduğunu açıkça vurgular. Geçmiş
milletlerin tarihlerinden bölümler zikrederken, peygamber olmadan evvel Hz.
Muhammed'in de kavmi gibi bu tarihe âşinâ olmadığını, çok defa tekid etmekten
geri kalmaz.1052
Eğer durum böyle olmasaydı, onun düşmanları sükut etmez ve en yüksek dozda
itirazlarını ifade ederlerdi.
Bununla
beraber, halk inancına diğer semâvî dinlerden bazı teferruatın sızdığını
farzetsek bile, alimlerle olan münasebetlerinde dahi daima kuşkulu tavır takman
Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) gibi birinin, halkın otoritesine
safça inanmış olması düşünülemez. Çeşitli dinlerin bi-raraya geldiği bu
bölgede, fikirlerin tek bir akım meydana getirmesi mümkün değildi. Çünkü
müşrikler, Sabiîler, Mecûsîler,1053 Yahudiler, Hıristiyanlar herbiri hakikati
kendilerine göre savunuyorlardı.1054 O halde Hz. Peygamber bu birbirine zıt
inanç sistemlerinden hangisini tercih edip onda karar kılmalıydı? Şâyet o,
bütün bu inanç sistemlerini anlatmaya kalkmış olsaydı, Kur’ân-ı Kerimde ne
korkunç bir kargaşaya şahit olurduk!1055
Hz.
Muhammed'in, kimisi temelden batıl, kimisi de muharref olan bu din ve
inançların malzemesinden Kur’ân'ı vücuda getirdiğini iddia etmek, korkunç bir
depremden sonra enkazları birbirine karışmış çok sayıda köhne yapının çürük ve
yıpranmış enkazından, daha önce hiçbir mimarlık tecrübesi olmayan ve hatta
okuma yazması bile bulunmayan bir kimsenin başı göklere değen muhteşem bir
sarayı inşa ettiğini söylemek kadar gülünçtür.
En
bariz vasfı ümmilik ve bilgisizlik olan cahiliye insanının inanç, fikir ve
uygulamalarıyla Hz. Muhammed'e muallim olduğunu iddia etmek kadar mantıksız bir
iddia olamaz.
Şunu
da belirtelim ki, Hz. Peygamber hiçbir zaman yeni bir din getirmiş olmak iddiasında
bulunmadı. Aksine, İslâm dininin Hz. İbrahim'in dini olduğu ve evvelki
peygamberlere nâzil olan kitapları tasdik ettiği Kur'ân'm birçok âyetlerinde
açıkça belirtilmiştir.1056
Kur'ân-ı Kerim ancak bunları, karıştırılmış olan yanlışlıklardan ve
yolsuzluklardan ayıkladıktan1057 sonra, zamanın icabına daha uygun birtakım
hükümler ve kaideler koymuş tevhid ve marifetin zirvesini ortaya koymuştur.1058
Ancak
Hz. Peygamberin dine ait olan bütün icraatı İlâhî vahye dayanır. Bunların kendi
şahsî iradesine atfedilmesi vahiy keyfiyetinin yanlış olarak anlaşılmasmdandır.1059
Müşriklerin
Allah hakkındaki inançlarıya ilgili olarak daha önce değişik vesilelerle bilgi
verdik ve yer yer Kur’ân'm getirdikleriyle mukayesede bulunduk. Yahudi ve
Hıristiyanlarda durumun nasıl olduğunu ise, ileriki konularımızda detaylı
olarak açıklayacağız.
Onun
için burada sadece adetler ve ibadetlerle ilgili müşriklerin yaşantılarına bir
göz atacak ve bunlardan Hz. Peygamberin kabul veya reddettiği hususlara dikkat
çekeceğiz.
Konuyla
ilgili olarak Goldziher, Hz. Muhammed'in, İslâmî tesis ederken cahiliye
toplumunun inanç, sosyal yaşantı, kabile hayatı ve âlem anlayışını
"Cahiliye" adı verilen Arap putperestliğinin bütün vahşî
unsurlarından ayıklama yoluna gittiğini, doktrin ve kurallarının seçici bir
karakter arzettiğini, Yahudilik ve Hıristiyanlığın da bunlarda bir payının
bulunduğunu belirterek İslâmm orijinalliğinin bundan ibaret bulunduğunu ileri
ürüyor.1060
Biz
önce Cahiliye hukukuna bir göz atacak ve sözkonusu hukukla, bazı İslâmî
öğretiler arasında bir karşılaştırmada bulunacağız. Bu ikisinin birbiriyle ne
kadar bağdaşıp ne kadar bağdaşmadığını göreceğiz. Bundan da hareketle
müsteşriklerin iddialarının doğru olup olmadığını değerlendireceğiz. Biz
peşinen şunu belirtmekte tereddüt etmeyiz: İslâm bünyesinde Cahiliye döneminin
yararlı birçok örf ve düzenlemelerine yer vermiş, bunların kötü olanlarını ise
iptal edip ortadan kaldırmıştır. Ama bu, hiçbir şekilde Kur'ân'ın beşer
kaynaklı olduğunu göstermez. Şöyle ki: örf diye ifade ettiğimiz Cahiliye fıkhı
kaynaklarından, Cahiliye devri insanlarının üzerinde anlaştıkları, gönüllerinde
yer eden ve kabul ile karşıladıkları, böylece uyulması ve hükümlerine
bağlanması kendileri için zorunlu hale gelmiş her türlü tasarrufatı
kastediyoruz. Hiçbir toplum bütün örf ve uygulamalarıyla kötü olamaz. En
zararlı ekol ve akımlar bile birtakım hak ve faydalı prensiplere sahip
olabilir. Cahiliye toplumu ve müşrik Arap halkı da bu kuralın dışında değildir.
Kaldı ki, Hicaz bölgesi, özellikle Mekke, pekçok peygamberin merkez ve uğrak
yeri olmuştur. Özellikle Hz. İbrahim ve İsmail'in dini asırlar boyu buralarda
yaşanıp uygulanmıştır. Hz. Peygamberin devrine kadar bu hak dinlerden iz ve
kalıntıların bulunmaması mümkün değildir. İşte Kur'ân, inanç, ibadet ve
uygulamalarla ilgili bu kalıntıları şirk ve cahiliyet enkazı altından çıkararak
ihya etmiş, şekil değiştirenleri aslî haline döndürmüş, bunun dışındaki inanç
ve örfleri de iptal etmiştir.
Örfün
bu şekilde Cahiliye fıkhının birinci kaynağını oluşturduğunu belirttikten
sonra, inandıkları dinî öğretilerin de fıkıhlarının ikinci kaynağını meydana
getirdiğini ifade edelim. Bu öğretilerden kastımız, çoğu Cahiliye insanının,
putlara tapınmak, onlarla manevî yakınlık kurmak gibi din olarak benimsedikleri
kural ve kaidelerdir. Bu cümleden olarak tapınak görevlileri ve din adamları,
kendi mensupları için birtakım hükümler vazederlerdi. Bu hükümler, bağlayıcı
kurallar olup, muhalefet edenler, örfe de muhalefet etmiş sayılırlardı.214
Örf
ve dinî emirlerin yanısıra, yöneticilerin, düşünce ve içtimâî mevki
sahiplerinin görüşleri de Cahiliye fıkhının diğer bir kaynağını oluşturuyordu.
Bunlar, Arap kabilelerinin kral, efendi ve reislerinin emir ve talimatlarıydı.
Sözkonusu kimseler, yasama ve yürütme vasfını üzerlerinde taşıyorlardı. Doğru
düşünce ve sosyal mevki sahiplerinin hükümlerinin de, Cahiliye insanının işlerini
tanzimde önemli bir yeri vardı. Çünkü sözkonusu kişiler, doğru görüşleri,
meselelere çözüm getirmedeki yüksek yetenekleri, çekişme ve sürtüşmeleri
ortadan kaldırmadaki maharetleri ile tanınan kimselerdi.215
Biz,
bu kaynakların ortaya koyduğu hükümleri bütünüyle ele alıp inceleyerek,
aralarındaki benzer ve farklı noktaları tesbit etmek için
·
214
Cevâd Ali, Tarîhu’l-Arab Kable’l-islâm, V, 479.
·
215
Bk. ez-Zahiretii’l-istişrakıyye, I, 323.
1.
İslâmî
hükümlerle tek tek karşılaştırmaya gücümüz yetmez. Çünkü bu, uzun bir konu olup
bizi asıl hedefimizden uzaklaştırır. Fakat bu, sözko-nusu örfün bazı
örneklerini zikrederek, İslâmm sözkonusu hükümlerden etkilenip etkilenmediğini
göstermeye çalışacağız. İşte biz örnek olarak, ibadetle ilgili bazı hükümleri
ve ahval-i şahsiyeyle ilgili bir kısım muameleleri ele alacağız.
Tarihçiler,
Kureyş'in Aşure orucunu tuttuğunu; Hz. Peygamber'in de İslâm öncesinde o gün
oruç tüttüğünü; Medine'ye hicret edince bu orucu tutmaya devam ettiğini;
sahabilerine de bunu emrettiğini; bu durumun hicretin ikinci senesine kadar
devam ettiğini, Ramazan orucu farz kılınınca da Aşure orucunun tercihe bağlı
bırakıldığını kaydederler.
Bu
örnek, Hz. Peygamberin önce bir Cahiliye prensibine uyduğunu, orucun hüküm,
süre ve şartlarının değişmesinden sonra da onu ibtal ettiğini veya tercihe
bıraktığını gösteriyor.
İslâmm
onayladığı Cahiliye adetlerinden biri de sünnet olma, cenabetten yıkanma ve
cenazenin yıkanıp kefenlenmesidir. Ancak, hac ve umreyi incelediğimizde, İslâmm
bazı uygulamalarını olduğu gibi bıraktığını, diğer bir kısmını ise, kendi
hükümleriyle çeliştiği için ibtal ettiğini görüyoruz.
Meselâ
tavaf, Cahiliye döneminde bir örftü ve Cahiliye insanına göre haccm
rükünlerinden ve menasikinden biriydi. Tavaf sayısı da yedi turdu. Tavaf
yapanlar iki kısımdı. Bir kısmı, çıplak olarak, bir kısmı ise, elbiseleriyle
tavaf yapardı. Kabe'yi çıplak olarak tavaf edenler, "el-Hulle",
elbiseleriyle tavaf yapanlar ise "el-Hums"1061 diye bilinirlerdi. İslâm gelince, Ka'be'nin
yedi turla tavaf edilmesini onayladı, çıplak olarak tavafı yasakladı ve
herkesin ihram giymesini emretti.
"Telbiye"ye
gelince, Cahiliye halkı hac esnasında telbiye getirirlerdi. Ya'kubî, Arapların
Kabe'yi ziyaret etmek istediklerinde, her kabilenin kendi putu yanında
durduğunu, orada dua ettiğini, sonra da Mekke'ye gelinceye kadar telbiye
getirdiklerini, telbiyelerinin ise farklı farklı olduğunu belirtir.1062 İslâm,
telbiyeyi onayladı,, yalnızca içeriğini değiştirip, sadece Allah'a tahsis
ederek diğer putları bundan çıkararak şu anda bildiğimiz şekline getirdi.
Cahiliye
insanı, Safa ile Merve'yi tavaf ederlerdi. Bu iki tepe üzerinde Esaf ve Naile
adında iki put dikilmiş bulunmaktaydı. İnsanlar, sözkonusu putların etrafında
yedi defa tavaf ederlerdi. İslâm, putları ortadan kaldırdı, fakat hacıların
Safa ile Merve arasında yürümesine "Say" adını vererek1063 bu uygulamayı
yeni şekliyle onayladı.
Cahiliye
döneminin hac menasikinden birisi de, Zilhicce'nin onuncu gününde Arefe'de
vakfe yapmaktı. Hacılar, Arefe'den Müzdelife'ye, Müzdelife'den de Mina'ya akın
ederlerdi. İslâm bu menasiki olduğu gibi bıraktı.
Cahiliye
döneminde haccın menasik ve şeairinden biri de "RemyüT Cemerât (Şeytan
taşlamadır.)" Bunlar, Birinci Cemre, Orta Cemre ve Akabe Cemresi'dir.
İslâm bu uygulamayı da onayladı.
Öte
yandan, Müslümanların hep birlikte aynı yerden Arafat'tan inmesini vacip kıldı.
Bu konudaki ayırımcılığı ve de bir kabilenin özel bir yerden inme adetini kabul
etmedi.1064
İslâm,
Ensarın hacdan döndüğünde tatbik edegeldikleri kötü bir adeti de ortadan
kaldırmıştır. Bu adete göre, hacdan döndükleri zaman bir eve veya bir çadıra
asıl kapısından girmezler, aksine arkasından, bir delik veya gedikten girerler,
bunu da iyilik sayarlardı. İslâm şu âyetle bu geleneği de yıkmıştır:
"Evlere arkalarından girmek iyilik değildir. İyilik Allah'tan korkanın
iyiliğidir. Evlere kapılarından girin..."1065.
Aynı
şekilde İslâm, Cahiliye Araplarının savaş halindeyken sik sık başvurdukları
"Nesî"e de son vermiştir. Bunu da şöyle yaparlardı: Savaş halindeyken
haram aylardan biri gelip çatarsa, savaşa devam ederler ve bu ayı haram ayı
olmayan başka bir ay ile değiştirirlerdi. Böylece de bu aylardaki İlâhî hikmeti
bozmuş oluyorlardı.1066
İbadetlerden
muamelâta geçtiğimizde görüyoruz ki, bunların pek çoğu Cahiliye döneminde de
örf olarak bulunmakta olup İslâm onları olduğu gibi bırakmıştır. Bozuk ve
zararlı olanları ise, ya ta'dil veya ibtal etmiştir. Buna örnek olarak ahvâl-i
şahsiyeye göz atalım:
Cahiliye
toplumu, asim fer'e olan yakınlığından dolayı babanın kızıyla, dedenin
torunuyla, annenin oğluyla, ninenin torunuyla ve kardeşin kızkardeşiyle
evlenmesini yasaklamıştı. Aynı yasaklama kuralı, amca ve dayının, kendi erkek
ve kızkardeşin çocukları için de ge-çerliydi. Fakat sözkonusu toplum, iki kız
kardeşi aynı anda nikahı altında bulundurabiliyordu. Erkek evladı, ölen
babasının karısına —üvey annesine—"Nikahu'l-makt" uygulamasıyla koca
olmasına izin veriyordu. İslâm, belirtilen yakın akrabalarla evlenme yasağını
onayladı, iki kız kardeşi aynı anda nikah altında bulundurmayı ve erkek evladın
ölen babasının karısıyla—üvey annesi—evlenmesini ise yasakladı.1067
Cahiliye
döneminde, evlilik akdinin geçerli olması için mehir verme bir zorunluluktu.
Çünkü mehir, nikahın meşruluğunun delili sayılıyordu. Aksi halde evlilik,
fuhuş, zina ve tecavüz kabul ediliyordu. Mehrin de bir hak olarak kadına
verilmesi öngörülüyordu. Ne var ki kadının velisi genellikle buna elkoyuyordu.
İslâm, mehri onayladı, ama bu el koymayı yasakladı.1068
Cahiliye
döneminde mevcut olup İslâmm yasakladığı nikah türlerinden biri de
"nikahu'ş-şiğâr" (mübadeleyle mehirsiz evlenme)1069 dir.
Nikahtan
boşanmaya geçecek olursak görüyoruz ki, bu geçici veya sürekli ayrılma Cahiliye
insanmca uygulanan bir örftü. Meselâ, kişi, karısını üç talakla boşadığında
yeniden onunla evlenmek kendisine helal değildi. Karısı kendisinden bâin
talakla boş olmuş olurdu. Bu durum karşısında Cahiliye insanı, karısını üç defa
boşadığında yeniden onu alabilmek için kendisine yasal bir hile bulmuştu. O da,
karıyı yabancı bir erkekle evlendirmek, onun boşamasından sonra da ilk kocasına
geri dönmek. İslâm, bu hileyi çok çirkin karşılamış, buna "hülle"
adını vermiş, bunu yapanı çok ağır nitelemelerle nitelendirmiş, böyle bir
uygulamayı yasaklamıştır. Nitekim Resulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem):
"Hülleyi yapana da, kendisi için hülle yapılana da Allah1070 lanet
etsin" buyurmuştur.
Nikah
ve talaktan sonra miras konusuna baktığımızda görüyoruz ki, tarihçiler,
Cahiliye döneminde ilk defa kızlara miras hakkını verenin
"ZuTmecâsid" denilen Amir bin Cuşm bin Ğanem bin Habîm bin Ka'b bin
Yeşkur olduğunu iddia ederler. Belirtildiğine göre bu zat, Cahiliye döneminde
malını miras olarak evlatlarına bırakmış, erkeğe kızın iki katı bir hisse
takdir etmiştir. Böylece bu hükmü, İslâmm aynı konudaki hükmüyle tevafuk
etmiştir.1071
Günlük
yaşayışa gelince, Kur'ân'm, İslâmm zuhuru sırasında insanlığın vardığı noktada
beşerin hayrına olanı bıraktığını, işe yaramayanları ise lağvettiğini
görüyoruz. Mesela, Cahiliye Arapları putlarına kurbanlar takdim ederlerdi.
Hatta erkek çocukları da bu kurban kapsamına girebiliyordu. Bazı hayvanları ve
ekinleri sadece belli bir kısım insanlara caiz görürken, bazı hayvanlara
binmeyi diğer bazı insanlara yasakladıkları gibi, bazı hayvanları keserken
Allah'ın adını anmayı yasaklıyorlardı. İslâm geldi ve bütün bu uygulamaları
ortadan kaldırdı.1072
İslâm,
Cahiliye döneminde, hatta geçmiş dinlerde hiç bilinmeyen bir biçimde miras
taksimatını yaptı1073
Öte yandan İslâm, kız çocuklarını diri diri toprağa gömme adetine son verdi ve
bunu en çirkin bir günah kabul etti.1074
Kumar
ve içki eski Arapların övünç vesileleriydi. Bu konuda harcanan servetleri övgü
konusu yapan nice kasideler söylenmiştir. İslâm geldi her ikisini de kesinlikle
yasakladı.1075 İnsanlar
arasında tek üstünlük ölçüsü zenginlikti. Akrabacılık, ırkçılık ve
kabileciliğin de toplumda çok ezici bir ağırlığı vardı. İslâm geldi, bu
aşağılık anlayışlara son verdi.1076 Yine katilin kabilesi de onun suçundan
sorumlu tutuluyordu. Kur'ân bu prensibi de yıktı, yerine ferdî mesuliyeti
getirdi.1077
Cahiliye
döneminde Araplar, birbirlerine faizle borç alıp verirlerdi. Hatta borcu ödeme
zamanı gelip de, borçlu borcunu ödeyemezse, alacaklı süreyi uzatır, faizini de
arttırırdı. Kur'ân inerek bütün bu uygulamalara son verdi. Bundan
vazgeçmeyenleri ise en ağır biçimde tehditte bulundu.1078
İslâmm
yasakladığı konulardan biri de uğursuz sayma inancı (teşe'üm) dır. Bu inanca
konu olan, baykuş ötmesinin uğursuzluğu, gül inancı1079, kadın, ev ve atın uğursuzluğu, karga,
yılan, fare, akrep gibi hayvanların uğursuzluğu gibi inançlar tamamen
reddedilmiştir1080.
Çünkü, tevhid anlayışına zıttır. Her şeyin yaratanı Allah'tır1081. Her şey, iyi
kötü, ancak Allah'ın takdiriyle olur. Bu sebepten Hz. Peygamber, "Eşyada
uğursuzluk yoktur1082"
buyurarak bu gerçeği anlatmıştır.
Kâhin
ve arraflara başvurarak gayb hakkında bilgi edinmek de reddedilmiştir1083. "Gaybm
anahtarının ancak ve sadece Allah'ın elinde olduğu1084" bildirilmiştir. Allah'tan başka hiç
kimse gayba dair bilgi veremez1085. Hz. Peygamber dahi ancak kendisine
bildirileni söylemiştir.1086
Şirk
koşulan nesne, ister gök cisimlerinden olsun, ister tabiat varlıklarından olsun1087, isterse
melek, cin ve ruhânî varlıklardan olsun şirkin her türlüsü reddedilmiştir.1088
Fal
okları (ezlam) çekerek gelecek veya gayb hakkında bilgi edinmek ve işlerini ona
göre düzenlemek kaldırılmıştır.1089
Büyü,
sihir1090 gibi
insanları gerek manen, gerekse biyolojik olarak etkileyen ve zarar veren bu
işle meşgul olmak da reddedilmiştir.1091
Melekler1092, cin1093 ve şeytan1094 hakkmdaki
yanlış inançlar1095 reddedilmiştir.
Meleklerin, Allah'ın kızları olduğu şeklindeki inanç ilga edilmiş, onların da
Allah'ın yaratıkları olduğu anlatılmıştır.1096
Dehr
inancı1097
kaldırılmıştır. Dehrin, cahiliyenin sahip olduğu kuru Arap kaderciliği ve nihaî
kontrolün elinde olduğu bir gayr-ı şahsî varlık olarak anlaşılması ve öyle
inanılması reddedilmiş, her şeyin Allah'a dayandığı şekliyle değiştirilmiştir.1098
Bunlar,
Cahiliye döneminde bulunup da İslâmm bir kısmını reddettiği, bir kısmını ıslah
ettiği ve bir kısmını onayladığı pek çok örf, adet ve inanıştan sadece
birkaçıdır.1099
İslâmm, bunların bir kısmını onayladığına bakarak Kur'ân'm kaynağının bunlar
olduğunu savunmak mümkün değildir.
Biz
zaten, Cahiliye örfünden alman bir kısım hüküm ve kanunların İslâm Şeriatında
bulunduğunu inkâr etmiyoruz. İster ibadetler, isterse muamelelerle ilgili olsun
faydalı kanunları onaylayıp ibka etmesi de Hz. Peygamber için bir kusur teşkil
etmez. Yeter ki, sözkonusu hükümler, İslâmm, amaçlarını gerçekleştirmek için
gözettiği teşri' felsefesiyle uygunluk arzetsin. Bu hükümlerin onaylanmasından,
Hz. Peygamberin çevresinde görerek etkilendiği, Allah'ın kitabında
vahyedilmeyen hususlar olduğu sonucunu çıkarmak mümkün değildir. Eğer böyle
olsaydı, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) diğer Cahiliye kanun ve
örflerini de onaylayıp ibka ederdi; bir kısmını yasaklayıp bir kısmını serbest
kılmazdı.
Kısaca,
Hz. Peygamberin içinden çıkarılıp gönderildiği cahiliye devri Mekke'sinin inanç
ve adetlerinin, Kur'ân-ı Kerimin talimatlarına kaynak teşkil ettiğini iddia
etmek gülünçtür. Zira İslâmm mukaddes kitabı olan Kur'ân-ı Kerimin mutlak
tevhid nizamı ile cehalet, putperestlik, falcılık, materyalistlik, kız
çocuklarının diri diri gömülmesi ve kadınların mallarının elde edilmesi için
evlenmeye zorlanması, yetimlerin haklarının çiğnenmesi, fakirlerin
gözetilmemesi, güçsüzlerin horlanması gibi insanlık dışı esaslar üzerine kurulu
cahiliye düzeni arasında bu anlamda hiçbir bağlantı kurulamaz.
·
2. Medine Dönemindeki Kaynaklar
Biz
Hz. Muhammed'in Mekke dönemindeki hayatını dikkatli bir biçimde ve her türlü
ihtimali gözönünde bulundurarak inceleyip Kur'ân'a beşerî bir kaynak tespit
etmeye çalıştık. Ancak bütün çabalara rağmen makul beşerî bir kaynağa
rastlayamadık. Bilindiği gibi Hz. Muhammed
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) hicret ile birlikte eski putperest
çevresinden ayrılarak yeni bir muhite girmiştir. Bu, Ehl-i Kitab denilen
Yahudilerin ağırlıkta bulunduğu bir muhittir. Mekke döneminde Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) için az da
olsa bazı bilgi kaynaklarının bulunabilirliği iddia edilebiliyordu. Fakat 13
senelik Mekke dönemini binbir türlü mücadele ve sıkıntıyla dolu bir biçimde
geride bırakıp Medine'ye intikal ettiği andan itibaren, artık tarihe mal olmuş
bir şahsiyet haline gelmiştir. Bütün hareketleri kontrol edilir, adım adım
takip edilir ve diğer insanlarla olan münasebetleri en ince detayına varıncaya
kadar dikkatle gözlenir olmuştur.
Böylesine
tarihe mal olmuş ve her hareketi gözlenir bir insanın serbest davranarak
başkalarından bazı bilgiler alıp da Allah'a isnat etmesi imkânsız denecek
derecede zordur. Kaldı ki davasının özü, ruhu ve temeli bu iddiasıydı.
Allah'tan vahiy alması anlamındaki bu iddiaya gelebilecek en ufak bir sarsıntı
ve uyanabilecek en ufak bir şüphe onun davayı kaybetmesine yeterdi.
Biz,
Kur'ân'a beşerî bir kaynağın bulunması açısından son derece fakir olan bu dönem
incelenmesin demiyoruz. Hakikatin bütün yönleriyle ortaya çıkması ve şeytanın
dahi kuşku uyandırabileceği bir ihtimalin kalmaması için bu dönemi de elbette
inceleyeceğiz.
Bu
dönemin en belirgin özelliklerinden biri de, Hz. Muhammed'in düşman ve hasım
bir muhitten kısmen de olsa kendisine sâdık, misafirperver ve hatta uğrunda
canını bile vermeye hazır insanların arasına intikal etmesidir. Burada ayrıca,
muhitin yerlisi olan Yahudi ve Hıristiyanlarla da doğrudan doğruya temasa
geçilmiştir.
Eğer,
bu dönemde Hz. Muhammed'in hayatında herhangi bir değişiklik meydana gelmemiş
olsaydı, önceki açıklamalarımızı yeterli görür, ayrıca bir araştırmaya girme
ihtiyacını hissetmezdik. Fakat, Hz. Muhammed'in hayatını samimiyet bakımından
Mekke ve Medine dönemlerine göre iki kısma ayıran müsteşriklerin iddia edip
bizim de bundan önceki bölümde üzerinde durduğumuz gibi bazı değişiklikler
meydana geldiğini görüyoruz. Bu değişiklikler ve bunların Kur'ân'm kaynağına
tesir edip etmediği önceki açıklamalarımızda geçti. Biz bu bölümde ise Hz.
Muhammed'in istifade edebileceği muhtemel kaynakları inceleyecek ve bu açıdan
Kur'ân'm beşerîliği iddiasına açıklık getireceğiz.
Şüphesiz
bu iddiaların kaynak ve dayanaklarını, kesin ve net çizgilerle birbirinden
ayırmak mümkün değildir. Büyük ölçüde girift ve birbiri içine uzanmış
niteliktedirler. Meselâ, bu bölümde ele alacağımız, gerek doğrudan doğruya,
gerekse dolaylı olarak Ehl-i Kitab ve Kitab-ı Mukaddesin Kur'ânî bilgilere
kaynak olup olamayacağı konusu aynen Mekke dönemi için de geçerliydi ve kısmen
orada da ele alınıp değerlendirilmiştir. Biz burada tekrardan mümkün mertebe
sakınarak hakikatin bütün cepheleriyle ortaya çıkması için gayret edeceğiz.
Şimdi
konumuza dönüyor ve soruyoruz: Acaba bu yeni dönem ve değişik muhitte Hz.
Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bilgilerini
derinleştirip pekiştirmek için tarihî bir araştırma ve köklü bir
karşılaştırmaya müsait bir zemin mi bulmuştur? Yoksa, daha önce az da olsa
mevcut olan böyle bir imkânı bütün bütün yitirmiş midir?
Bu
sorunun cevabını verebilmek için, başka değerlendirmelerin yanısıra öncelikle
Hz. Muhammed'in, bu yeni muhite intikal etmeden önce burası ve yerlileri
hakkmdaki kanaatini öğrenmek gerekir. Acaba, elindeki Kur'ân, burasını sema
kaynaklı faziletin gerçek temsilcileri olarak görüyor ve dolayısıyla uyulmaya
layık bir model niteliğinde kabul ediyor muydu?
Bu
soruya olumlu bir cevap veremiyoruz. Çünkü, Mekke döneminde Hıristiyan ve
Yahudilerle ilgili, diğer bir ifadeyle Kitab-ı Mukaddes kıssalarının hemen
hemen tamamlandığını1100
ve Medine'ye araları dolduracak ufak tefek ayrıntılar kaldığını
görüyoruz. Bu ikinci dönemde çok defa kısa işaretlerle, önce anlatılanlardan
ders çıkarma yoluna gidilmiştir. Dolayısıyla, Kur’ân'm, yeni muhitin
sakinlerinden alacağı bir şey kalmamış olmanın yanısıra onlar hakkmdaki
düşüncesi de daha önceden net bir biçimde ortaya çıkmış bulunuyordu. Buna göre,
Kur'ân, Hıristiyanların yanlış inanışlarına parmak basmakla beraber1101, onlara karşı
yumuşak bir üslup kullanıyordu.1102 Ancak Yahudiler ve genel olarak Ehl-i Kitab
sözkonusu olduğunda durum aynı değildir. Kur'ân'a göre bunlar, kendilerine inen
vahiyden yüz çevirmiş, şeytanın yoluna uymuş kimselerdir.1103 Bunların gerçek inananlara ateş
çukurlarında yaptığı zulümlere işaret etmiş ve bu hareketlerinin hakiki imanı
yok etmeye yönelik kasıtlı bir hareket olarak ilan etmiştir.1104
Daha
sonra intikal ettiği yeni muhitte bu tavrını devam ettirmiş, hatta sitemlerinin
doz ve adedini arttırmıştır. Yine Kur'ân-ı Kerimin bildirdiğine göre
kendilerine Tevrat verilen Yahudiler, onu ezberlemekle yetinmiş ve onu
sadakatle uygulanmamışlardır.1105 Faizle iş yapmış, her türlü haram yoldan
kazanç sağlamışlardır.1106
Dinî bir kuruntuya dayanarak her türlü rüşvet ve yalanı kendilerine mübah
görmüşlerdir.1107
Yine kendileri dışındaki diğer milletlere karşı yerine getirecek hiçbir
yükümlülükleri bulunmadığı zehabına kapılmışlardır.1108
Kur'ân-ı
Kerimin böylesine şiddetle tenkit ettiği bir topluluğun ona model ve malumat
kaynağı olacağını düşünmek son derece hayret uyandırıcı bir husustur. Bununla
beraber, mantıksız da olsa böyle bir görüşün dayandığı gerekçeleri inceden
inceye değerlendirmek bizim bundan sonraki izahlarımızın konusu olacaktır.
·
a.
Medine ve Civarındaki Yahudi ve Hıristiyanlardan Alındığı İddiası
al.
Yahudil er
Islâmm
zuhuru ve Hz. Peygamberin Medine'ye hicreti sırasında Medine halkı Evs, Hazrec
ve Yahudi kabilelerinden meydana geliyordu. Resulullah tarafından teşri' edilen
Medine şehir devleti anayasasında, adı sanı belli olmayan dokuz Yahudi kabilesi
zikredilirse de bunlar, müttefiki bulundukları yahut mevlası durumunda
oldukları Arap kabileleri arasında dağılıp parçalanmışlardır. Fakat tarihçiler
bunları üç ayrı kabile halinde toplamışlardır: Benû Kaynuka', Benû Nadir ve
Benû Kurayza. Bu üçe ayırmada sadece büyüklük ve kudret gözönünde
bulundurulmuştur. Zira aynı şekilde Yahudi menşeli olan ve şehrin
ku-zey-doğusunda yaşayan Benû Ureyd kabilesi de vardı.1109 Bunlardan Benu Kaynuka' kuyumculukla meşgul
olmakta ve diğer umumi ticaret işlerini ellerinde bulundurmaktaydı. Benû Nadir,
büyük hurma bahçelerinin sahibi olarak bilinir. Benû Kurayza ise, büyük
ihtimalle, derici, çizmeci ve debbağlıkla meşguldüler.1110 Bu üç kabile de zamanla oldukça
zenginleşmiş ve şehrin İktisadî gücünü ellerine geçirmişlerdi. İslâmın ortaya
çıkışından az önce Medine'de Arapların 13 hisar-kalelerinin bulunmasına
karşılık, Yahudilerin 59 adet vardı.1111 Hz. Peygamberin, Medine'de meskun bu üç
kabile ile münasebetlerine ve bunların akibetine daha önce, "Yahudilere
katı Davrandığı İddiası" başlığı altında kısaca da olsa temas etmiştik.
Burada tekrara gerek görmüyoruz. Bu üç kabilenin dışında Medine'de, Müslümanlara
karşı girişilen bütün siyasî faaliyet ve eylemlerden vazgeçmiş ve sadece
ticaretle meşgul olmakla yetinmiş başka Yahudilerin de bulunduğu anlaşılıyor.
Bu tutumlarından dolayı, Müslümanlardan hiçbir eziyet ve rahatsızlık
görmedikleri gibi, kendilerine karşı müşfik davranılmıştır. Benû .Ureyd
Yahudileri bunlardandır.1112
Bunun
dışında kuzeyde Medine'ye 184 km uzaklıkta bulunan Hayber bölgesinde de
Yahudiler yaşamaktaydı. Hayber, suları ve verimli geniş toprakları bol olduğu
için ziraatle meşgul oluyorlardı. Burada yedi sekiz tane müstahkem hisar
bulunuyordu. Hz. Peygamberin burayı kuşatması sırasında elleri altında
mancınıklar da bulunan 20 bin silahlı muharip çıkarabildiği1113 nazara
alınırsa buranın nüfusu hakkında bir fikir sahibi olunabilir. Bu kadar muharip,
1500 kişilik İslâm ordusunun karşısında tutunamamış ve müstahkem kaleler
peşpeşe teslim olmuştur.1114
Hayber
bölgesinin tamamen İslâm idaresi altına sokulmasını müteakip, bu vahanın
bakımsızlıktan bir çöl haline gelmemesi için, bir nizamnameyle, buranın ahalisi
yeni ve kesin bir karar alınıncaya kadar yıllık ziraî gelirlerinin yarısını her
yıl İslâm hükümetine teslim etmeleri şartıyla yerlerinde bırakıldı.1115
Bunların
dışında Vadi'l-Kura, Fedek1116,
Teymâ, Maknâ, Cerbâ ve Azruh, Tâif1117, ayrıca, Güney ve Doğu Arabistan'da da
Yahudiler bulunmaktaydı. Bu bölgelerin İslâmlaşmasından sonra onlar, zimmilerin
tabi oldukları statüye girmişlerdir.1118
Yesrib
(Medine)'de oturan Yahudiler, Uzeyr'in Allah'ın oğlu olduğunu söylüyorlardı.1119 Kur'ân bu
inancı reddetmiş ve bunun eski bir şirk inancı olduğunu açıklamıştır.1120
Müsteşriklerin,
Hz. Muhammed'in malumatlarının büyük bir kısmını kendilerinden aldığını iddia
ettikleri bu Yahudilerin yanlış inançlarının diğer bir örneği de izzet ve
cömertlik sahibi Allah'ı cimrilikle ve eli bağlı olmakla itham etmeleridir1120 1121.
Acaba böylesi küfür dolu sözleri savuranlardan Hz. Muhammed'in, Ulûhiyet veya
başka bir konuda fikirlerini çalmakla itham edilebilmesi mümkün müdür? Acaba
böyle bir şey olsaydı, bu davranışını yüzüne karşı veya en azından gizli bir
şekilde söylemeleri gerekmez miydi? Böyle bir şey olmadığına göre, iddia da asılsızdır.
Onlar
kendilerinin Allah'ın çocukları ve sevgilileri olduğunu ileri sürüyorlar,1122 Cehenneme
girdiklerinde orada ancak sayılı birkaç gün kalacaklarını iddia ediyorlardı.1123 Oysa bu,
İlahî hüküm hakkında sakat bir anlayıştır. Allah'ın taraf tuttuğu anlamına
gelen bu anlayışın, İslâmm mutlak İlahî adalet hakkmdaki prensibine1124 kaynak olması
mümkün mü? Kur'ân'm, Allah'ın afv ve rahmetinden sık sık söz ettiği doğrudur.
Fakat bu afv ve rahmet bazı milletleri dışarıda bırakıp da, ötekilerine tahsis
edilmiş değildir. Aksine, kapıları sadece Yahudilere değil, iman ve salih
amelle liyakat kazanan herkese açıktır.1125
Öte
yandan Kur'ân-ı Kerim, Hz. Muhammed'e (salla’llâhü aleyhi ve sellem) karşı
Yahudi alimlerinin tutumlarına ilişkin bize ışık tutar. O, onları iki gruba
ayırır. Daha ülkelerine varmasından evvel, Hz. peygambere düşmanlık besleyen
Yahudilerin büyük ekseriyeti, sadece ilimlerini ondan saklamakla kalmıyor, aynı
zamanda birçok vesilelerle onu boş yere aldatmaya ve hayatına karşı suikastlar
tertip etmeye çalışıyorlardı. Bazan hemşehrileri aracılığıyla, rûh1126 ve Ashab-ı
Kehf kıssası hakkında1127
onu müşkil durumda bırakacak sorular soruyorlar, bazan da, ondan semâdan
kendilerine bir kitap indirmesini talep ediyorlar1128, arasıra da, Hz. Peygamberin (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) kendi kitaplarında mevcudiyetinden haber verdiği bazı
hususları inkâr ediyorlar, bunların varlığını sadece, bir meydan okuma veya
sahtekârlıklarının anlaşılması sözkonusu olduğu hallerde kabul ediyorlardı.1129 Görüldüğü
gibi Yahudiler, Hz. Peygambere karşı hüsn-ü teveccüh göstermekten son derece
uzak bulunuyorlardı.
Buna
mukabil, manasız ırkçılıklardan ve şahsî menfaatlerinden kurtulmuş olan bazı
Yahudi alimleri, Hz. Peygamber'in tebliğine kulak vermek ve onun özelliklerini
yakından incelemek için yanma varmışlar, onu, kitaplarında mevcut olan açık
alametlerle derhal tanıyarak tebliğinin İlâhî olduğunu ikrar etmişlerdir.1130 Bu alimler
içinde en meşhur olanı Abdullah b. Selâm'dır. İbn Selâm'm müslüman oluşu son
derece ibret vericidir. Müslümanlığını ilan etmesinden hemen önce,
Ya-hudilerin, aralarındaki en alim ve faziletli biri olarak kabul ettikleri bu
zat, İslâmiyet! kabul eder etmez onlar tarafından terkedilmiştir.1131
Bu
düşmanca duygulara sahip kimselerle, vicdanlarının sesine kulak vererek İslâmî
hakikatlere boyun eğmiş olanlar arasında tarih, "dost ilim
adamlarına" yer bırakmamaktadır.
Bununla
beraber, Hz. Muhammed'in bu ilmi, İbn Selâm gibi kimselerden almış olabileceği
iddia edilecek olursa, bu, hoca ile talebenin rollerini değiştirerek, sadece
tarihî bilgileri tahrif etmek değil, aynı zamanda açık bir tarihî çelişkiye
düşmek olur.1132
Çünkü Tevrat'la ilgili bütün hususlar, bu şahısların, Hz. Peygamberin simasını
görme fırsatını bulmalarından çok önce, en ince teferruatına varıncaya kadar,
Mekke'de nâzil olmuştur.1133
Şurası dikkate değer ki, Medine'de nâzil olan tamamlayıcı mahiyetteki birkaç
âyet, umumiyetle, Yahudilerin kabul etmeye yanaşmadıkları, Hıristiyan dinine
ait gerçeklerle ilgilidir.
Binaenaleyh,
Kur’ân-ı Kerimle Yahudi ve Hıristiyan dinlerinin verileri arasında benzerlikler
aramanın hiçbir yararı olmayacaktır.1134 Biz bu amaca matuf çalışmaların gereksiz
olduğunu söyleyecek değiliz. Ne var ki bu çalışmalar, Kur'ân-ı Kerimin ortaya
koyduğu tezi, yani, Kur'ân-ı Kerimin bildirdiği temel prensiplerin
"Evvelkilerin kitaplarında da mevcut olduğu" ve "Yahudi alimlerinin
bundan haberdar olmasının, bu gerçek için yeterli bir delil teşkil ettiği"1135 yolundaki
görüşü teyid etmekten başka bir işe yaramayacaktır. Ancak, mutabakat ayrı,
iktibas ise çok daha ayrıdır. İkisi arasında asla doldurulmayacak bir uçurum
vardır.1136
Burada
sadece Medine'deki Yahudi nüfusunun durumuna ve Kur'ân'a kaynak olup
olamayacaklarına değindik. Kitab-ı Mukaddes ve Kur'ân arasında bir mukayeseyi
biraz sonraki açıklamalarımızda yapacağız.
a2. Hıristiyanlar
Medine'de
azınlık da olsa Hıristiyanlar bulunduğu anlaşılıyor. Hz. Peygamberin
"Fasık" diye isimlendirdiği Ebu Amir adında bir papazları da vardı
ki, bu papaz, Hz. Muhammed'in peygamber olarak gönderilmesini çekemedi ve
Resulullahın Medine'ye hicret etmesi üzerine şehri terkederek Mekke'ye
yerleşti. Uhud savaşında onbeş veya elli kadar dostuyla faal bir rol oynadı;
belki bu dostları da Hıristiyan idiler.1137
Acaba
bu papaz Hz. Muhammed'in bilgi kaynağı olabilir mi? Bu sorunun cevabını
verebilmek için, bu kişinin mahiyetini iyi tanımaya ihtiyaç vardır. Şöyle ki:
Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Medine'ye muhacir olarak
geldiğinde, bu kişi Medine'yi terketmekle kalmamış kâfirleri de Resu-lullahm
aleyhine kışkırtmaya başlamış, Rum Kayserine giderek bu konuda yardım istemiş,
Müslümanlara karşı yapılan Uhud Savaşma katılmış, Medineli münafıklara teklifte
bulunarak kendi mahallelerinde Resulullahın ve samimi Müslümanların gözünden
uzak bir mescid inşa etmelerini ve burada toplanıp Müslümanların birliğini
bozmalarını talep etmiştir. Fakat bütün bu plan ve çabaları kendisine hiçbir
yarar sağlamamış ve bizzat kendisinin yaptığı bedduaya hedef olmuştur. Bu
adamın neden, Müslüman olmadığının yanısıra hayatı boyunca İslâma ve Hz.
Muhammed'e düşman olmaya devam etmesi konusuna ışık tutacak şöyle bir rivâyet
kaydedilmiştir: "Ebu Amir kendini peygamber olarak taslama niyetindeydi,
ama Hz. Muhammed, tebliğ görevine başlayıp başarıya ulaştığı zaman, Ebu Amir
kıskançlık duydu."1138
Nitekim, Medine'ye teşrif buyurduğu ilk günlerde Hz. Peygambere şöyle
demişti:
"Allah yalancıyı, kovulmuş, garîb ve yalnızlık içinde kahretsin!"1139 Bu sözüyle o,
Hz. Peygamberi üstü kapalı bir biçimde kast etmişti. Kendisi, bütün çabaları
sonuçsuz kaldıktan ve deyim yerindeyse elindeki son okunu da attıktan sonra
Şam'da garip, kovulmuş ve yalnızbaşma ölüp gitti. Son işi olarak Taife giderek
halkını Hz. Peygambere karşı savaşmaya teşvik etmiş onları psikolojik açıdan
takviyeye çalışmış, fakat onlar kendisini dinlemeyerek Müslüman olmuşlardı. Bunun
üzerine Şam'a sığınmış ve orada ölmüştür.
Bizzat
kendi ifadesiyle hiçbir Medineli kendisine tabi olmamış ve Uhud savaşında
Müşriklerin saflarında savaşırken nerede bulunduğunu kendilerine bildirip
onları kendi safına çekmek amacıyla Medinelilere seslenerek "Ben Ebu
Amir'im!" demiş. Medineliler ise, "Allah suratım bize göstermesin ey
Fasık!" diye kendisine cevap vermişler. Hatta öz oğlu bile kendisini
yalanlayarak Hz. Muhammed'e (salla’llâhü aleyhi ve sellem) tabi olmuş ve
sözkonusu savaşta Müslümanların saflarında bir nefer olarak savaşıp şehid
düşmüştür. Oğlu, "Gasîlü'l-melâike (Meleklerin cenazesini yıkadığı)"
ünvanıyla tanınan Hanzala Hazretleridir1140. Hz. Hanza-la'nm imanında samimi olduğu
kesindir. Çünkü, o sırada İslâm henüz maddeten güçlenmediğinden, dünyevî bir
çıkar düşüncesiyle bu fedâkârlığı göstermesi çok uzak bir ihtimaldir.
Görüldüğü
gibi, Ebû Amir baştan beri Hz. Muhammed'e karşı cephe almış ve onun Medine'deki
varlığına bile tahammül edememiştir. Öte yandan onun oğlu bile Hz. Muhammed'in
peygamberliğine inanmış ve bu uğurda canını seve seve vermiştir. Bu durumdaki
bir insanın Kur’ân bilgisinin kaynaklarından olduğunu söylemek akıldan son
derece uzak bir ihtimaldir.
Medine
içinde bu son derece azınlık olan Hıristiyan fertlerinden başka, bu dönemde
Medine dışında Hz. Peygamber'in münasebette bulunduğu bir Hıristiyan yöresi
daha vardır: Necran. Hz. Peygamber muhtemelen H. 8-9. yılında Necran
papazlarına da bir davet mektubu göndermiştir.1141
Necran
Hıristiyanları, Midras (okul ve mahkeme)'larınm başkanı ve en büyük din
adamları olan Ebû Hariset'ibni Alkarna, onun nâibi Ab-dulmesîh ve Kervân
başkanı el-Eylem'in idaresi altında altmış kişilik bir heyeti Medine'ye
gönderdiler.1142
Gelen
bu heyet ile Hz. Muhâmmed arasında uzun münakaşalar cereyan etti. Bu münakaşaya
daha sonra Yahudilerin de katıldığı ve tartışma akışının bir ara Yahudiler ile,
gelen heyet arasında cereyan etmeye başladığı anlaşılıyor. Al-i İmran Sûresinin
başından itibaren 89 âyet bu olay üzerine inmiştir. Hıristiyanlık hakkında
İslâm dininin taşıdığı hemen hemen bütün delil ve cevaplar bu âyetlerde
bulunmaktadır.1143 Daha
önce bir vesileyle temas ettiğimiz meşhur "Mübahele (yalancıya Allah'ın
lanetini dileme)" olayı bu heyete karşı gerçekleşmiştir. Bu meydan okuma
karşısında heyet geri adım atma zorunda kalmış ve bir sulh antlaşması
imzalayarak Hz. Peygambere cizye vermeyi kabul etmiştir. Hatta heyet, bundan sonra
kendi aralarında çıkan para ve maliye ile ilgili ihtilafları hakim sıfatıyla
çözmek üzere Hz. Peygamberden bir Müslüman tayin etmesini istedi. Bu görev için
Hz. Ebû Ubeyde tayin edildi.1144
Heyet
ülkesine döner dönmez, başkanı ve papazı (Akıb), her ikisi de geri dönerek
Müslüman oldular.1145
Yukarıda,
Yahudiler için söylediğimiz hususlar, birçok yönden aynen Hıristiyanlar için de
geçerli olmakla birlikte ayrıca şunu da ifade edelim:
Hz.
Peygamberin huzuruna gelip onunla kıyasıya tartışan, fikirleri, inen Kur’ân
ayetleriyle çürütülen, Hz. Peygamber'in üstünlüğünü ve İslâmın hakimiyetini
cizye vererek kabul eden, daha sonra heyetin başında bulunan kişi ile önderleri
olan Papaz Medine'ye geri dönüp Müslüman olan bir heyet ve o heyetin
temsilciliğini yaptığı Necran halkı, hiçbir suretle Kur'ân'daki bilgilerin
kaynağı olabilir mi?
Acaba
Hz. Muhammed'in Kur'ân'ı kendilerinden aldığı iddia edilen Hıristiyanlar, ne
diyorlardı? Buna karşılık Kur’ân onların sözlerini nasıl değerlendiriyordu?
Mesela, Hıristiyanlar, "Allah, üçün üçüncüsü-dür", "Hz. İsa
Allah'ın oğludur,"1146
"Üçüncü Uknum Rûhu'l-Kudüs'tür (Bazıları Hz. Meryem'i Rûhu'l-Kudüs'ün
yerine ikame ediyorlar)", "İsa'yı (a.s) Yahûdiler çarmıha
gerdiler", "Çarmıha gerilmesi aslî günaha (Hz. Adem'in Cennetten
çıkarılmasına sebeb olan günaha) keffaret olmuştur" derken, Kur’ân'm bütün
bu inançları reddettiğini ve hiçbirini tanımadığını, Hz. Adem'in İlahî yasağı
çiğnemesi konusunda bambaşka bir yaklaşım sergilediğini görüyoruz.
İslâma
göre Allah, bir ve tektir. İlah olması itibariyle iki, üç veya daha fazla
olması imkânsızdır. Göklerde ve yerde ne varsa—istisnasız—hepsi Allah'ın
kullarıdır. Onun kudreti tarafından yaratılmışlardır. Gerek İsa (a.s), gerek
Ruhu'l-Kudüs ve gerekse önemli önemsiz diğer herhangi bir varlık bu genel
hükmün dışında değildir: "De ki: 'O Allah birdir. Allah Samed'tir (her şey
varlığını ve bekasını Ona borçludur. Her şey Ona muhtaçtır. O hiçbir şeye
muhtaç değildir. Her şeyin başvuracağı, yardım dileyeceği tek varlık Odur.)
Kendisi doğurmamıştır ve başkası tarafından doğurulmamıştır. Hiçbir şey Onun
dengi olmamıştır"1147,
"Allah: 'İki tanrı edinmeyin. O ancak tek tanrıdır. Yalnız benden korkun!'
dedi"1148,
"Rahman Çocuk edindi' dediler. Andolsun ki siz pek kötü bir cürette
bulundunuz. Neredeyse o sözün dehşetinden gökler çatlayacak, yer yarılacak ve
dağlar yıkılıp dağılacaktır! Rahman için çocuk iddia ettiklerinden ötürü. Çocuk
edinmek Rahman'a yakışmaz. Göklerde ve yerde bulunan herkes Rahman'a kul olarak
gelecektir,"1149
"O (yani Hz. İsa) sadece kendisine nimet verdiğimiz ve İsrailoğullarına
örnek kıldığımız bir kuldur."1150 Bu noktadan hareketle Kur’ân, "Allah
üçün üçüncüsüdür" diyenleri kâfir kabul etmektedir.1151 Teslise inananları, bu putperestçe inançtan
vazgeçmeye çağırıyor.1152
Ne Hz. İsa'nın ne de mukarreb meleklerin Allah'a kul olmaktan çekinmediklerini
vurguluyor.1153
Yüce Allah bu ifadeyle, Hıristiyanların inandıkları tanrıyı oluşturduğunu kabul
ettikleri üçlüdeki üçün üçüncüsü vasfıyla Ruhu'l-Kudüs hakkmdaki inançlarına
işaret ediyor. Buna göre, gerek Hz. İsa ve gerekse Ruhu'l-Kudüs, Allah'ın
kullarından iki kul olmaktan öte bir şey değildir. Bu noktadan Hz. Meryem'in de
onlardan farkı yoktur.1154
Hz. İsa, sadece bir elçidir. Annesi de dosdoğru biridir. Şu âyet-i kerimede
Allah Tealâ onlardan ne güzel, ne derin, ne özlü ve kapsamlı bir biçimde söz
etmektedir "Meryemoğlu Mesih, bir elçiden başka bir şey değildir.
Ondan önce de elçiler gelip geçmiştir. Annesi de dosdoğruydu. İkisi de yemek
yerlerdi (yaşamak için yemeğe muhtaç olan nasıl tanrı olabilir?) Bak, onlara
nasıl âyetleri açıklıyoruz, sonra bak, nasıl haktan çevriliyorlar?!"1155 âsyet şu
mesajı vermektedir: "Anlamıyor musunuz? İkisi de yemek yerlerdi. Bu eylemin
bütün boyutları kendileri için sözkonusuydu; yaşamak için yemeğe, yeyip
sindirdikten sonra da onu dışarıya atmaya muhtaçtılar." İlâh olmadıklarını
kanıtlamak bakımından bu kadarı yetmez mi?
Hıristiyanlar,
Hz. İsa'nın mucizevî doğumunu, onu—haşa—Allah'ın oğlu oluşuna delil olarak
ileri sürünce Kur'ân kendilerine şöyle cevap verdi: Hz. İsa (a.s) babasız
olarak doğmuşsa, Hz. Adem (a.s) hem annesiz, hem de babasız olarak
yaratılmıştır.1156
Kur'ân'ın nasıl da meseleleri hassas bir teraziyle tarttığına bakın ki, Hz.
İsa'nın mucizevî doğumunu inkâr etmiyor. Fakat, bu şekilde dünyaya gelişini,
Tanrı veya Tanrı'nın oğlu oluşuna bir delil gösterilmesini de kabul etmiyor.
Çünkü, bu şekildeki mucizevî doğumla, tanrı veya tanrının oğlu olmak arasında
hiçbir ilişki yoktur. Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)—haşa—Kur’ân'ın
yazarı olsaydı, Hz. İsa'nın tanrılığını inkâr ederken, mucizevî doğumunu da
inkâr edebilir, bu problemden de böylece kurtulabilirdi. Fakat böyle yapmaması
bir yana, Yahûdiler tarafından Hz. Meryem'e yöneltilen iftirayı da reddetti,
onun müberek şerefi hakkında söylediklerini büyük bir küfür ve iftira saydı ve
Allah'ın kendilerine daha önce helal kıldığı bazı temiz şeyleri haram
kılmasının sebepleri arasında yer verdi.1157
Kur'ân
Hz. İsa için sadece mucizevî doğumu kabul etmekle kalmaz, aksine beşikte iken
konuştuğunu da1158,
peygamber olduktan sonra çamurdan kuş şeklinde bir şey yaptığını ve ona
üflediğinde Allah'ın izniyle gerçek kuş haline geldiğini1159, Allah'ın izniyle körü ve alacalıyı
iyileştirdiğini ve ölüyü dirilttiğini1160, kavminin evlerinde ne yiyip ne
biriktirdiklerini kendilerine haber verdiğini1161 de kabul eder. Fakat bütün bunlardan, Hz.
İsa'nın, âlemlerin Rabbi olan Allah'ın elçisi olmaktan öte bir şey olduğu
sonucu çıkmaz. Çünkü, Hz. İsa, Allah'ın mucizelerle desteklediği tek peygamber
değildir ki! Hz. Muhammed'i ve peygamberliğini inkâr edenler, onun bir defa
olsun kendisinden önceki peygamberlerin mucizeler gösterdiklerini inkâr
etmediğini düşünseler, onun hak peygamber olduğunu kabul etmek zorunda
kalırlar. Oysa, gerek müşrikler ve gerekse Yahudiler tekrar tekrar ona meydan
okumuşlar ve kendisinden bir mucize getirmesini istemişlerdir. O ise her
defasında sadece elçi olan bir insan olduğunu belirterek cevap vermiştir. Oysa,
kendisinden önceki peygamberlerin mucize getirdiklerini inkâr edebilirdi. O
zaman da, aksini isbat etmek kendisiyle mücadele edenlere düşerdi. Bu da mümkün
değildi. Fakat o bunu yapmaya kalkışmadı. Bu tutumu bile onun samimiyet ve
haklılığını göstermez mi?
Kur'ân,
Hz. İsa'nın bir tanrı veya Allah'ın oğlu olduğunu reddettiği gibi, çarmıha
gerildiğini veya diğer herhangi bir yolla öldürüldüğünü de kabul etmemekte,
aksine "öldürdükleri onlara İsa gibi gösterildiğini" bildirmektedir.1162
Kur'ân,
Hz. İsa'nın (a.s) ne öldürüldüğünü, ne de asıldığını söylerken, bunun sebebi,
Hz. Muhammed'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) böyle bir sonu çirkin bulması ve
Allah'ın elçilerinden birisine yakıştıramaması değildir. Çünkü, Kur'ân,
Yahudilerin haksız yere peygamberleri öldürdüğünü açıkça kaydetmektedir.1163 Eğer bu iddia
doğru olsaydı, neden Kur'ân diğer bazı peygamberlerin de öldürülmesini
nefyetmedi? O halde Hz. İsa ne öldürülmüş, ne asılmış, ne de asılmasıyla
insanlığın aslî günahının fidyesini ödemiştir. Çünkü Kur'ân temelden, günahın
verasetini kabul etmemektedir. Çünkü: "İnsana, çalıştığının karşılığından
başkası yoktur."1164
Üstelik Kur'ân'da, Hz. Adem, günahından dolayı bağışlanmasını diledikten1165 sonra
Allah'ın onu affettiği anlaşılıyor. Sonra, kendisi ve eşi Havva cennetten
çıkarılmakla cezalandırma zaten gerçekleşmiştir.1166 Bütün bunlardan çıkan netice şu ki,
"aslî günah"m ve —bu inanç sahiplerine göre— Allah'ın oğlu Hz.
Mesih'in çarmıh üzerinde ölmekle insanlığın bu günahını affettirdiği inancının
hiçbir anlamı yoktur. Çünkü böyle bir asılma olayı olmamıştır. İşin diğer garip
bir yönü de şudur: Hıristiyanların Hz. İsa hakkmdaki inançları ve onun Tanrı ve
Tanrının oğlu olduğunu, babaları Adem'in günahından dolayı insanları affettirmek
için ölümüyle kendisini feda etmek üzere geldiğini kabul etmelerine rağmen,
İncil'in Hz. İsa'nın o sözde asılmasıyla ilgili olarak şunları söylediğini
görüyoruz: "Ve gençler: 'Sen ki mabedi yıkar ve üç günde yaparsın, kendini
kurtar. Eğer Allah'ın oğlu isen, haçtan in' diye başlarını sallayıp ona
sövüyorlardı. Başkâhinler de, yazıcılar ve ihtiyarlarla beraber, onunla öylece
eğlenerek dediler: 'Başkalarını kurtardı, kendisini kurtaramıyor. İsrail'in
kralıdır. Şimdi haçtan insin, ona iman ederiz. Allah'a güveniyor; eğer Allah
onu istiyorsa şimdi kurtarsın; çünkü o: 'Ben Allah'ın oğluyum' dedi. Ve onunla
beraber haça gerilmiş olan haydutlar da ona aynı sitemi ettiler.1167" Eğer
Hz. İsa, insanlığın günahını affettirmek amacıyla haç üzerinde ölmek için
gelmiş olsaydı bu alay karşısında cevabı, Allah'ın kendisini kurtarmayacağını
aksi halde aleme gelmesinin anlamını yitireceği şeklinde olurdu. Fakat
—incil'in naklettiğine göre— onun cevabı, en son hatıra gelebilecek bir şeydir.
Okumaya devam edelim: "Ve altıncı saatten dokuzuncu saate kadar, bütün
yeryüzüne karanlık çöktü. Ve dokuzuncu saate doğru, İsa: 'Eli Eli, Lama
sabaktani?' yani: 'Allahım, Allahım, beni niçin bıraktın?' diye yüksek sesle
bağırdı."1168
Bu da kesin olarak gösteriyor ki, Hz. İsa (a.s), Allah'ın, bu şekilde feci bir
biçimde ölmesine müsaade edeceğini beklemiyordu. Luka ve Yuhanna İncillerinin
bu konudaki rivâ-yetleri ise Matta'nmkinden farklıdır. Bu da sözkonusu
İncillerin tarihi gerçeklere harfi harfine bağlı kalmadıklarını gösteriyor.
Bilindiği gibi bu İnciller, Hz. İsa'dan (a.s) onlarca yıl sonra kaleme
alınmışlar ve içindeki bilgiler de ayıklanmamıştır. Bu noktada Resulullahm (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) hadislerinin seviyesine bile çıkamazlar. Çünkü, bu hadisleri
toplayanlar onları sıhhat derecesine göre tasnif ve tertip etmişlerdir. Bununla
beraber bu hadisler dikkat ve güvenilirlik bakımından hiçbir zaman Kur'ân
derecesine çıkamazlar.
Bu
tarihi bilgi ve değerlendirmelerden sonra şimdi de, hem Mekke dönemi, hem de
Medine dönemi için geçerli olan ve Kur'ân-ı Kerim ile Ki-tab-ı Mukaddesi
mukayeseyi esas alan şu değerlendirmemize geçiyoruz. Kuşkusuz müsteşrikler, şu
veya bu âyetin, şu veya bu kıssanın... Kitab-ı Mukaddesten alındığını iddia
etmişlerdir. Biz bu dağınık ve gerçekten ihatası son derece güç iddiaları bir
tarafa bırakarak hepsi için geçerli genel ölçüler ortaya koyacak ve ortak bir
değerlendirmede bulanacağız.
·
b. Kitab-ı Mukaddesken Alındığı
İddiası
Kitab-ı
Mukaddes denince, Ahd-i Kadîm ve Ahd-i Cedîd'ten meydana gelen, Yahudilerin
sadece Ahd-i Kadîmi, Hıristiyanların da her ikisini kutsal saydığı eser
anlaşılır. Müslümanlar ise, Kitab-ı Mukaddes'in tahrif ve ilavelerden önceki
gerçek aslına, yani Hz. Mûsa'ya inen Tevrat'a, Hz. İsa'ya gönderilen İncil'e
iman ederler.
Şimdi
Kitab-ı Mukaddes'i oluşturan Ahd-i Kadîm ve Ahd-i Cedîd bölümleri üzerinde
durup, bunların Kur'ân'a kaynak olup olamayacak-larını inceleyelim:
Ahd-i
Kadîm
Ahd-i^adî^'i
meydana getiren Tevrat, İbranî lisanında Tora kelimesinin karşılığı olup
"şeriat", "hak kelâm" ve "şeriatın talimi"
anlamındadır. İslâma göre Tevrat, aslı itibariyle Hz. Mûsa'ya indirilen hak
kitaptır. Kitap ehline göre ise, Mûsa peygambere atfedilen Eski Ahid'in ilk beş
kitabıdır.1169
Aslında
Tevrat, Eski Ahid kitapları arasında yer alan ve Hz. Mûsa'ya nispet olunan beş
kitaptan üçüncüsünün adıdır. Yahudilerin, Tevrat'ın beş kitaptan üçüncüsünün
adı olduğunu bildikleri halde bu beş kitaba birden bu ismi vermeleri, cüz ile
küllü isimlendirme yöntemiyledir1170. Bu beş kitab sırasıyla şunlardır: Tekvîn
(Yaratılıştan, Nûh Tufanından, Hz. İbrahim ve oğullarından, Hz. Yusuf'un
Mısır'daki ikametine kadar olaylardan bahseder.), Huruç (Hz. Mûsa'nın Mısır'dan
çıkışından, Tur Dağında kanunları Allah'tan alması ve Mısır'a kadarki olayları
konu alır), Tevrat (Kurban, kâhinler ve temizlik konularını, ayinleri ve
merasimleri anlatır. Bir adı da Leviller'dir), Sayılar (Tur dağından ayrılarak
Erden ülkesine girmesini işler), Tesniye (M.Ö. 622 yılında Yahuda Kralı Yoşiya
zamanında kâhinler tarafından neşredilmiştir. Mûsa'nın ölümünden bahsettiği ve
onun zamanında henüz mevcut olmayan birçok adetlere işarette bulunduğu için, o
zamanki ihtiyaçlara göre, bozulmuş dini ıslah etmek amacıyla yazıldığını
gösterir.)1171 Tevrat,
39 faslı içine almaktadır. Bunlar çok farklı büyüklükte, değişik türde
kitaplarda toplanıp dokuz asrı aşkın bir müddet içerisinde, sözlü rivâyetlere
dayanılarak ayrı ayrı dillerle yazılmışlardır. Kitapların çoğu, bazan
birbirinden çok uzakta farklı devirlerdeki olaylara ve özel ihtiyaçlara bağlı
olarak düzeltmeler görmüş bir şekilde tamamlanmıştır.1172
Tevrat'ın
39 faslından ilk beş kitaba "Esfâr-ı Hamse (beş büyük kitap)" denir.1173 Bu beş sifrin
Hz. Musa'ya isnatı düşüncesi, M.Ö. V. asırda başlamış, zamanımıza kadar bütün
sinagoglarca desteklenmiştir. Hıristiyanlık kurulduktan sonra kilise de bu
isnatı kabul etmiştir. Yahudi sinagoglarıyla Hıristiyan kiliselerinin birçoğu,
başta Tevrat olmak üzere, Eski Ahid'i vahiyler mecmuası olarak kabul
etmişlerdir. 1546'da toplanan "Merano" ruhanî meclisi de, kutsal
kitabın, Allah kelamı olduğunda şüphe edilmesini yasaklamıştır.
Fakat
XVII, yüzyıldan itibaren mukaddes kitaplar hakkında başlayan tenkid ve inceleme
bu kanaati yavaş yavaş çürütmüştür. Çünkü, bu kitaplar Hz. Mûsa'ya isnatmı
imkânsız hale sokan garabetlerle doludur. İncelemeler, bu kitapların, Hz. Mûsa
zamanından çok sonraki devirlerin mahsulü olduklarını meydana koymuştur. Gerek
sinagoglar- tarafından muhafaza edilen en eski İbranice nüshalar arasında ve
gerek bunların başka lisanlara çevrilmiş olan nüshalarında birçok farklar,
ihtilaflar ve tezatlar bulunduğu ortaya konulmuştur.
Tevrat'ın
İbranice nüshası yoktur. En eski İbranice metin M.S. IX. asra aittir. Bugünkü
Tevrat, orijinal nüsha kabul edilen Aremice metne dayanmaktadır. Oysa Aramice,
Babil dönüşü, resmi dil olarak kabul edilmiştir. Daha önce Yahudilerin resmî
dili İbranice idi.1174
Tevrat'ın
meşhur üç nüshası vardır: (1) Yahudiler ve Protestan bilginlerince makbul olan
ibranice nüsha. (2) Roma ve Şark kiliselerince muteber sayılan Yunanca nüsha.
(3) Samirilerce muteber olan ve Bamirhi dilinde yazılmış olan nüsha.
Bu
nüshalar arasında büyük çelişki ve tutarsızlıklar vardır.1175 Haliyle bu Tevrat'ın tahrif edildiğinin
açık bir delilidir. Zaten Kur'ân-ı Kerim, birçok âyetiyle Tevrat'ın tahrif
edildiğini açıkça belirtmiştir.1176
Bu
tahrifi gösteren tenakuz ve uyuşmazlıklar, gayr-i İnsanî talim ve telkinler,
tutarsız öğretiler ve iftira ettiği peygamberlerle ilgili örnekler konuya dair
kaynaklarda çok geniş bir biçimde ele alınmıştır.1177 Çalışmamızın hacmini aştığı için bu konuyu
ilgili yerlere havale ediyoruz.
Ahd-i Cedîd
Ahd-i
Cedîd'in diğer bir adı da İncillerdir. İncil kelimesi, Yunanca
"Evangeliyon" kökünden gelir. İnciller, İsâ peygamberin yaptığı
işleri ve sözlerini içine alan bir mecmuadır. İncil, müjde ve müjdeci
anlamındadır.1178
Bugün
özellikle Hıristiyanlar bile kutsal saydıkları resmî İncilleri belli kişilerin
yazdığı Hz. İsa'ya ait hususi bir hayat hikayesi mecmuası olarak
görmektedirler.1179
Günümüzde
Hıristiyanlarca muteber olan resmî İncillerin bilinen dört nüshası (Matta,
Markos, Luka ve Yuhanna) farklı rivâyetlere göre Hz. İsa'dan sonra, yaklaşık 37
ilâ 98 sene arasında kaleme alınmışlardır.1180 Bu nüshaları yazan kişiler, kendilerinde
mevcut Hz. İsa ile ilgili bilgileri, vasiyetleri, tarihî malumatı da ilave
etmişlerdir. Bu sebeple her İncil nüshası sadece yazarına nisbet edilerek
anılmıştır.1181
Günümüzde
tedavülde olan resmî İncil nüshaları Hz. İsa'dan sonra yazılmış olmakla beraber
mezkûr nüshaların ilk asıllarma, ilk yazarlarına nisbeti meselesinde de sened
yönünden tam bir ittisal yoktur. İnkıta' (kopukluk) vardır. Çünkü Hz. İsa'dan
sonra meydana gelen harpler, Rum patriklerinin zaman zaman Hıristiyanlığa, bu
dinin alimlerine karşı giriştikleri şiddetli tutum ve tavırları, amansız kıyım
ve yok etme siyasetleri neticesinde ilk defa kaleme alınmış mezkur İncil
nüshalarının asılları zayi olmuştur. Bu nüshalardaki bilgiler, M. IV. asrın
başlarına kadar rivâyet zincirindeki ittisal muhafaza edilmeden sened yönünden
kopuk olarak rivâyet edilmiştir.1182
Kısaca
özetlenecek olursa bugünkü İnciller, metin ve senet yönünden sıhhati iddia
edilemeyen, tahrif edilmiş, bazı ilave ve noksanlıklarla birlikte, asıldan
kalan rivâyetlere dayanılarak yazılmışlardır. Ancak bu dört nüsha zamanla
aşıtlarını tekrar yitirerek, rivâyet zincirindeki sıhhatleri de bozularak
yaklaşık 300 sene sonra M. IV. asrın başlarında yaklaşık 500 adet olarak tarih
sahnesine çıkmışlardır. İncil nüshalarının adedinin bu derece çoğalması gerçeği
karşısında Hıristiyan aleminde ihtilaflar patlak vermiştir. Bunun üzerine
Hıristiyanlık tarihinde önemli yeri olan çok sayıda "Konsil"lere
(Hıristiyanlıkta istişare toplantıları) ihtiyaç duyulmuştur. Bu konsiller gerek
günümüzdeki resmî İncillerin belirlenmesinde gerekse buna paralel ihtilaf ve
çelişkilere çare bulmak için önemli kararlar almıştır.1183
Kitab-ı
Mukaddes'in Kur'ân üzerinde hakem olamamasının bir diğer nedeni de içlerindeki
çelişkidir. Bu da önceki nedenin tabiî ve kaçınılmaz bir sonucudur.
İncil
nüshaları arasında sayısız tenakuzlar, ilimle bağdaşmayan sayısız
örnekler vardır. Yapılan çeşitli inceleme ve araştırmalarla bunlar tespit
edilmiştir. Bu tenakuz keyfiyeti Incil'in farklı nüshalarında olduğu gibi tek
nüsha içinde de aynı keyfiyet sözkonusudur. Bu böyle olunca Kitab-ı Mukaddes'e
dahil bütün metinler arasındaki ihtilaf ve tenakuzun ne derecede olacağını
anlamamak mümkün değildir. Açıktır ki, İlâhîlik vasfı taşıyan bir kitaba vahim
hallerin mevcudiyeti, tarih boyunca mahza İlâhî olma hususiyetlerini kaybetmiş
olmalarından ileri gelmektedir.1184
Çünkü
Kur'ân'da beyan edildiği gibi İlâhî vahye dayalı hak bir kitapta ihtilafın,
tenakuzun yeri yoktur.1185
İhtilaf ve tenakuz ancak insan eliyle yazılan kitaplar için sözkonusudur.
O
halde çelişki ve ihtilaftan uzak hak kitap Kur'ân'a1186; muharref ve çelişkilerle dolu İnciller
hiçbir şekilde kaynak olamaz. Böyle bir iddiayı Asr-ı Saadet'teki münkirler,
müşrikler bile ileri sürememişlerdir.
Şu
anda yeryüzünde Kur'ân'dan başka doğrudan doğruya Allah Teala'-ya nispet edilen
ve bu nispeti her yönü ile sabit olan ikinci İlâhî bir kitap yoktur.
Binaenaleyh Kur'ân-ı Kerim, din sahasına giren her meselede yegane ölçüdür.
Başka bir kitap Kur'ân'a ölçü olamaz.1187 Aralarında bir karşılaştırma da sözkonusu
olamaz. Çünkü biri Allah'ın kitabı olduğu her yönü ile sapit iken, diğerleri,
birtakım asıldan kalma bilgileri muhafaza etse bile insan eli ve iradesi
karışmış ve karıştırılmıştır. Şâyet mevcut olsalardı, bir karşılaştırma ancak
Hz. Mûsa ve Hz. İsa'ya nazil olan asıl kitaplarla mümkün olurdu. Bu durumda da
yine teferruata dair meselelerde, zamanın değişmesiyle farklı olması gereken
hükümlerde söz Kur'ân'm olurdu. Nasıl ki İncil, Tevrat'ın bazı hükümlerini
kaldırmış, bir takım yeni hükümler getirmiştir, Kur'ân için de bundan başkası
olamazdı ve olmamıştır.
Şâyet
günümüzdeki hali ile Kitab-ı Mukaddes'in Allah'ın kitabı olduğu iddia edilerek
ve Kur’ân'ın da kaynağı kabul edilirse, o takdirde en azından temel dinî
meselelerde ihtilaf etmemeleri gerekmektedir. İlâhî olduğu iddia edilen bir
kitapta, Allah'ın birliği, sıfatları konusunda, peygamberlerin ismeti
meselesinde, dinî gerçeklere ters düşen bilgilerin kesin olarak yer almaması
gerekmektedir. Buna rağmen gerçeğe baktığımızda Kur ân için herhangi bir
şekilde kusur bulmak mümkün değilken, Kitab-ı Mukaddes'te tenzih akidesi ve
ismet prensibine ters düşen sayısız örnekler bulmak mümkündür. Bu açık keyfiyet
de Kitab-ı Mukaddes'in tahrif edildiğine dair pekçok delillerden birisidir.1188
bl. Kur'ân İle Kitab-ı Mukaddes
Arasındaki İlişki
Aslında
Kur'ân-ı Kerim ile diğer semâvî dinler arasında özde tam bir paralellik vardır.
Allah Müslümanları kendilerinden evvel geçenlerin yollarına hidâyet etmeyi
ister.1189 Hz.
Muhammed'e eski peygamberlerin yollarına tabi olmayı emreder.1190 Zaten
Kur'ân-ı Kerim, hiçbir zaman kendisini önceki semâvî kitaplardan kopuk ve
ilgisiz göstermemiştir. Aksine onl ardaki zamanla solmaya yüz tutmuş nurlarını
canlandırmaya, onlar üzerinde murakebe rolünü oynayarak1191 tahrif ve tenakuzdan kurtarmaya büyük önem
verir. Tıpkı iman ve hakikat ilmi gibi, temel vecîbeler de eski milletlere
tebliğ edilmiş olarak gösterilmektedir. Meselâ Allah'ın önceki elçileri adalet
terazisini beraberlerinde getirmişler1192, helal kazanmak, Allah'a kulluk ve iyi
işler yapmakla emrolunmuşlar1193, namaz ve zekâtla yükümlü tutulmuşlar1194, oruç da
önceki ümmetlere farz kılınmış1195, hac ibadeti Hz. İbrâhim ile başlamış1196, her ümmetin
kendine özgü mukaddes menasiki bulunmuş,1197 maddecilik, aşırı dünya sevgisi, düşmanlık
ve ahlaksızlık evvelki peygamberler tarafından da kınanmıştır.1198
Yine
Kitab-ı Mukaddes'te Hz. Mûsa ve Hz. İsa tarafından tebliğ edilmiş ahlakî
kaidelerin hepsi üslup farkı dışında Kur’ân'da da aynen zikredildiği görülür.
Meselâ, Hz. Mûsa'ya verilen on emir ve Hz. İsâ'nm dağdaki vaazı sözü edilen
kitaplarda toplu halde bir arada bulunmasına karşılık, Kur’ân'da bu kaideler
serpiştirilmiş bulunmaktadır.1199
Bunun
dışında Tevrat'ta yer alan pek çok ahlakî prensip Kur'ân tarafından da
onaylanmıştır.1200
Yine meselâ Matta İncilinde yer alıp da Kur’ân'da da mevcut olan pek. çok güzel
ahlak ölçüleri de bulunmaktadır1201. Bunun dışında Eski ve Yeni Ahid'in ihtilaf
edip de Kur'ân'ın, bu birbirinin alternatifi olan ikisini uzlaştırıp birbirini
tamamlayıcı hale getirip orta yolu bulduğu hükümler de vardır. Boşama, kötülüğe
karşılık verip vermeme, sevgi ve himmetini öz cemaatine yöneltme1202 veya bunu
bütün insanlığa teşmil etme...1203 gibi hususlar buna örnektir.1204 Kur’ân-ı
Kerim, bir taraftan Hz. Adem'den gelen kardeşliğin varlığına dikkat çeker1205, din
farklılığının iyilik yapmaya engel teşkil etmeyeceğini,1206 kâfirlere karşı bile adaletten ay-rılmamak
gerektiğini,1207
hiç kimseye faizle borç para verilmemesini emreder,1208 genel olarak köle azadına çalışılmasını ya
bir vecibe1209
veya en faziletli işlerden biri1210 olarak gösterir; diğer taraftan da iç
bünyeyi zayıflatmamak için organik cemaate karşı görevini Müslümana kuvvetle
hatırlatmaktadır.1211
Bunu teyid için mesela, cemaat içinde kötülüğün engellenmesini her Müslümana
bir görev olarak yükler1212
ve bu hayırhahlığı ümmetin ayırıcı özelliği olarak sayar.1213
Ayrıca,
ne Hz. Mûsa, ne de Hz. İsâ'nm kendi sağlıklarında düşman ülkelerle münasebet
tesis etme imkânı bulamamışlardır. Hz. Mûsa tarafından komşu kavimlere karşı
açılan ve onların çabucak yok edilmesiyle sonuçlanan savaşlar, Hz. İsa'nın son
derece barışçı ve mahalli olan tebliğine bir antitez teşkil etmektedir. Fakat
Hz. Muhammed, on sene müddetle devamlı olarak yabancı millet ve dinlerle bazan
hasmane ba-zan da barışçı münasebetlerde bulunmuştur. Kur'ân-ı Kerim de,
insanlık hayatının iki realitesi olan savaş ve barış ile ilgili pekçok hüküm
yer almış bulunmakta ve insanlığa bu yönden de yol göstermektedir.
Kısaca
Kur'ân-ı Kerim, bir yandan, gerçekten eski şeriatlerden kalmış mirası koruyup
emniyet altına alırken, diğer yandan kendinden öncekilerin tedrici olarak
geliştirdikleri ahlakı tamamlamış1214 ve insanlara en doğru hareket tarzını
göstermiştir1215.
Ayrıca,
Hz. Mûsa, kavmini harekete geçirmek için sürekli olarak dünyevî hakimiyet ve
zafer vaadinde bulunmasına karşılık, Hz. İsa'nın gelişiyle insanların yüzleri
dünyadan daha çok semaya çevrilmiştir. Kur'ân-ı Kerim ise, bu iki vaadi
muhafaza etmekle beraber onu ferdin amelinin asıl amacı olmaktan çıkarmış,
Allah'ın rızasını asıl amaç haline getirmiştir1216.
Görüldüğü
gibi, Kur'ân-ı Kerim ile Kitab-ı Mukaddes arasında, hakemlik1217, tashih1218 ve ikmal gibi
çok ciddi bir münasebet var. Bize göre bu münasebeti Hz. Muhammed'in
ümmiliğiyle birlikte kulaktan dolma ve hatta farz-ı muhal olarak yaptığı
farzedilecek kişisel tetebbuatiyle sağlaması mümkün değildir. Zira, Kitab-ı
Mukaddes, sanki devamlı surette, Hz. Peygamberin gözünün önündeymiş veya
tamamen ezberindeymiş gibidir. Ayrıca ileride daha detaylı temas edileceği
üzere gerek üslûbunda ve gerekse ibret verici dersleri takdim ediş tarzında
Kur'ân-ı Kerim kendine has farklı bir özellik arzetmektedir.
b2 Kitab-ı Mukaddes Kur'ân Üzerinde
Hakem Olabilir mi?
Gibb'in
bir iddiasının özeti şudur: Yahudiler, kitaplarında yer alan bilgilere ters
düşecek biçimde peygamber kıssalarına ilişkin nakillerdeki hatalarını (!)
tenkid edince Hz. Muhammed, sürekli olarak onlara şöyle cevap verirdi:
"Siz mi daha iyi bilirsiniz, yoksa Allah mı?"1219 Margoliouth'un, Kur'ân'da yer alan bazı
peygamber isimlerinin Eski Ahid'tekilerden çok farklı olduğuna ilişkin sözü de
bu konuyla ilgilidir.1220
Adı
geçen iki müsteşrik, bu sözleriyle Kitab-ı Mukaddes'in son derece güvenilir ve
hakem kabul edilmeye değer bir intiba vermektedir. Halbuki, Eski ve Yeni Ahid,
çağdaş Batılı araştırmacılar gözünde bunların sözünün hatıra getirdiği güvenin
yüzde birisine bile sahip değildir1221^. O halde müsteşrikler tarafından Kur'ân'm
değerlendirilmesine merci kılınması, bir esas olarak ona referansta bulunulması
bir demogojidir. Margoliouth'un kendisi bile, Hıristiyan din adamlarının kendi
kutsal kitaplarını dolduran çelişkilere haklı bir gerekçe olması açısından
benimsemeleri gereken bir hipoteze işaret ediyor ve "Colouring by the
me-dium" adını veriyor1222.
Bunun anlamı şudur: Vahiy genel bir düşünce olarak iner. Kendisine vahiy gelen
peygamber, kendi özel akıl ve üslûbuyla belli bir şekle sokar. Bu nedenle,
Kitab-ı Mukaddes'teki yanlışlıklar semavî değil, bu sözkonusu aracılardan
kaynaklanmıştır.
Kitab-ı
Mukaddes'i dikkatle okuyan herkes, akılla çelişen noktalara sık sık
rastlayacaktır. Maalesef orada, Yüce Allah'ı, putperestçe tasvir etmekten tutun
da, tüyler ürpertici biçimde peygamberlerine fuhuş yaptıran hikayelere ve
hiçbir suretle uzlaştırılması mümkün olmayan tarihî çelişkilere varıncaya kadar
pek çok yanlışlık yer almaktadır.
Hz.
Muhammed, Kitab-ı Mukaddes'teki hikayeleri yanlış olarak iktibas edip, bu
farkedildiğinde de, "Siz Allah'tan daha mı iyi biliyorsunuz?"
diyeceğine, acaba daha baştan işi sağlama bağlayamaz mıydı? Yani, kendi
mensupları arasında Kitab-ı Mukaddesi çok iyi bilen Yahudi ve Hıristiyan asıllı
çok sayıda mühtediden yararlanarak neden bu yanlışlık ve çelişkinin önüne
geçmedi? Öyle bir şey sözkonusu olsaydı, acaba, İslâmî candan benimsemiş, ona
yardım edip destek vermiş ve hatta bu uğurda eski dindaşlarıyla savaşmış bu
dikkatli ve samimi insanların gözünden kaçar mıydı? Farketselerdi, bu samimiyet
ve bağlılıklarını sürdürebilirler miydi?
Demek
ki, bu tür iddiaların aslı esası yoktur ve Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) de kesin olarak biliyordu ki kendisine gelen Kur'ân Allah nez-dinden
vahyedilmektedir. Incil ve Tevrat ise tahrife uğramıştır.
Gibb,
"Kur'ân, Hz. İsa'nın Allah'ın oğlu olduğunu kesin olarak reddederken ve
aynı kesinlik ve şiddette onun çarmıha gerildiğini kabul etmezken, bizzat
Hıristiyanlardan defalarca dostane ifadelerle söz ediyor" diyerek bunu,
Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Hıristiyanlık hakkmdaki
bilgilerinin direk olmamasına bağlıyor.1223
Kur'ân'm,
Hz. İsa'nın, Allah'ın oğlu olduğunu kesin bir biçimde reddettiği1224 ve çarmıha
gerildiğini kabul etmediği1225
doğrudur. Hıristiyanlardan dostça ifadelerle söz ettiği yerlerin bulunduğu da
bir gerçektir1226.
Ancak bu, hiçbir zaman, Gibb'in iddia ettiği sonucu doğurmaz. Tam tersine,
özellikle etrafta birbirini temelden nakz ve hatta tekfir eden çok sayıda
Hıristiyan ekolün varlığı karşısında beşerin tereddütlerle karışık bilgisinden
münezzeh olan Allah'ın kelâmı olduğuna, insanları değerlendirmesindeki hassas
ölçüsüne, en ufak bir güzel meziyeti bile gözden uzak bulundurmamasına
delildir. Gerçekten de—her kesimde bulunması muhtemel fertler istisna
edilerek—cins cinse kıyas edildiğinde, Islâma yakınlık, gerçek imana kabiliyet
bakımından Hıristiyanlar, Yahudilerden ve putperestlerden önce gelir.
Kitab-ı
Mukaddes'in Kur'ân üzerinde hakem olamamasının en ciddi sebeplerinden biri de,
Kur'ân'm indiği günden itibaren binlerce kişinin hafızasında yer almasının
yanısıra, hemen yazıya geçilerek ve kısa bir süre sonra da mushaf haline
getirilip çoğaltılarak zamanla milyonlara varan nüshalarıyla ve hiçbirisinin
diğerinden en ufak bir farklılık ar-zetmeksizin günümüze kadar gelmesi; buna
karşılık aynı güvenilirliğin Kitab-ı Mukaddes için sözkonusu olmamasıdır.
Bu
tahrif gerçeği bize açıkça göstermektedir ki, her ne surette olursa olsun her
türlü tenakuz ve ihtilaftan uzak, kesinleşmiş İlmî verilerin tasdik ettiği,
metin ve sened yönünden de tam güvenilirliğe sahip Kur'-ân'a Kitab-ı
Mukaddes'in kaynak olduğu iddiası, İlmî ve mantıkî olmaktan uzak kuru bir
iftiradır.
Bu
gerçeği biraz daha açık yansıtabilmek için, Kitab-ı Mukaddes ve Kur'ân'da geçen
müşterek kıssaların, hem metod ve üslup açısından, hem de muhteva yönünden
aralarında tevili imkansız farklar bulunduğunu misaller vererek ortaya
koyarsak, Kur'ân ve Kitab-ı Mukaddes arasında—asılları itibariyle—vahiy
kaynaklı oluşları dışında başka bir kaynak ilişkisinin imkânsızlığını ortaya
koymuş olacağız.
bbl. Metod ve Üslup Yönünden
Farklılık Sebebiyle Kitab-ı Mukaddesin Kur'ân'a Kaynak Olmasının İmkânsızlığı
Kur'ân-ı
Kerim ve Kitab-ı Mukaddes'i inceleyecek olursak aralarında kıssaları anlatma
metod ve üsluplarında açık bir farklılık görürüz. Kur-’ân'm Kitab-ı Mukaddes'ten
farklı olarak, kıssaların ders ve ibret olacak can alıcı noktalarını
anlattığını, kıssaların teferruatla ilgili kısmını almadığını müşahede ederiz.
Olayların tarihini, hadisenin geçtiği yerlerin isimlerini ise ancak ders ve
ibretle alakalı veçhesini olayın özüne ışık tutacak miktarda zikretmektedir1227.
Kur'ân,
peygamberlerin daveti ile ilgili haberleri, bugün elde mevcut semâvî kitap
nüshaları ve tarih kitapları gibi anlatmamaktadır. Kur'-ân'ın geçmiş haberleri
ele alışı İslâmî davet gereği ibret öğüt ve tefekkür içindir.1228 Resulullahm
nübüvvetini tasdik, onu teselli ve aynı zamanda Kur'ân muhataplarına din ve
dünya işlerini aydınlatmak gibi ulvî gayeler hedef alınmaktadır. Üslup itibariyle
de çarpıcı tabloları en canlı bir tarzda sunarken tafsilat ve teferruat
kısımlarını geçmektedir. Ancak kıssanın anlatma biçimi siyak sibak, arada
geçilen teferruat kısımlarını hayale getirip seyrettirmektedir. Bu ve benzeri
gaye, muhteva ve üslup özellikleriyle Kur'ân kıssaları Kitab-ı Mukaddes
kıssalarından tamamen ayrılmaktadır.
Kitab-ı
Mukaddes'in Eski Ahit bölümünü teşkil eden Tevrat, daha ilk bölümünden da
anlaşılacağı gibi tamamen tarihin tedvinine ayrılmıştır. Tevrat'ın ilk kitabı
olan Tekvin bölümünde yaratılışın başlangıcından Yusuf'un (a.s) vefatına kadar
tamamen İsrailoğullarınm tarihine hasredilmiştir.1229
Aynı
şekilde resmî dört Incil'in giriş kısımlarına dikkat edildiğinde de gayenin
İsa'nın hayat hikayesinin tedvini olduğu görülür. Hepsi Hz. İsa'nın yaptığı
fiiller, söylediği sözler ve onun hayatı ile ilgili birtakım bilgilerden
ibarettir.1230
Bu görünümleriyle genelde Tevrat belli bir kavmin, İncil de bir ferdin tarihiyle
ilgili birer tarih kitabı görünü-mündedirler.
Fakat
Kur'ân'a gelince, daha ilk sûresi olan Fatiha'da gayenin insanlığı dosdoğru bir
dine, sırat-ı müstakime çağıran bir davet olarak karşımıza çıkmaktadır.
Tarih
felsefesi açısında Kitab-ı Mukaddes ve Kur'ân kıssalarına baktığımızda yine
aralarında metod farkı yönünden de büyük bir uçurumun bulunduğunu görürüz.
Yahudilerin
bugün kutsal saydıkları muharref Tevrat, herkesi ilgilendiren genel tarihini
değil de, belli bir kavmin, milletin (Yahudi) tarihini ele alır. Bu sebeple
Tevrat'ın sadece Israiloğullarınm kaderi ve tarihi ile ilgilenmesi sebebiyle
tarihe egemen olan yasalar, genel prensipler bütününü çıkarmak mümkün değildir.
Çünkü bir tarih felsefesi yapmak, tarihin akışına hükmeden Sünnetullah
prensiplerini çıkarmak için sadece bir ırk ve milletin kaderini tayin eden
faktörler değil, birçok milletin kaderini etkileyen genel faktörler olması
gereklidir. Ta ki, çıkarılan bir prensip, genel bir kaide olarak kabul
edilebilsin. Bu açıdan Tevrat, tarih felsefesi için evrensel esasların
çıkarılmasına müsait değildir.1231
Halbuki
herhangi bir tahrif ve değişmeye maruz kalmayan evrensel bir özelliği haiz
Kur'ân böyle değildir. Birçok milletlerin, kavimlerin çeşitli zaman ve
devirlerde düşüş ve çöküşünü, yükselişini ele alması herbirini ayrı ayrı arz
etmesi sebebiyle, insanlığın tümü için geçerli olabilecek genel kaide ve
prensipleri çıkarmak mümkündür. Gerçekten Kur-'ân'm bu mahiyeti onun evrensel
oluşunun tabiî bir gereğidir.
Tarih
felsefesi açısından Incil'e bakacak olursak, semâvî kitaplar arasında onun en
az tarihi özelliğe sahip olduğu açıktır. Çünkü İnciller tek ferdin, Hz. İsa'nın
hayat hikayesini konu almaktadır.1232 Binaenaleyh böyle bir kitap tarih felsefesi
niteliğinde genel kaidelerin çıkarılmasına imkân vermez.
Ahd-i
Atik ve Ahdi Cedid'in tam aksine Kur'ân, insanlık tarihini bütün olarak ele
almaktadır. Kıssalar diliyle Kur'ân, fert ve toplumlarm hayatına hükmeden,
sebep-sonuç ilişkilerinde değişmez bir çizgide seyreden, ana çizgileriyle
insanlık durdukça da değişmez karakterde olan bir çok kanunları muhatapların
dikkatine sunmaktadır. Çünkü Kur'ân, alemşümul mahiyette İlâhî bir kitaptır.
O
halda, muhteva ve anlatım metodu itibariyle Kur'ân kıssalarıyla bu derece
farklılık arzeden ve—evrensel özelliğe sahip olmaması bir yana—tahrif edilmiş
keyfiyeti tartışmasız olan Kitab-ı Mukaddes kıssalarının Kur'ân'dakilere kaynak
teşkil ettiğini söylemek bir hezeyandır.
Bütün
bunlarla birlikte Kur’ân-ı Kerimde, Tevrat ve Incil'de mevcut kıssaların çokça
işlenmesinin, konu itibariyle aralarındaki açık benzerliğin önemli hikmetleri
elbette vardır. Bunlara Kur'ân açıkça işaret etmektedir.
Meselâ
bunlardan birisi,- Kur'ânTn o kitapları tashih etmesi, karışıklık ve
tahriflerden kurtarmasıdır. Muharref kitaplara tabi olan semavî din
mensuplarının ihtilafa düştükleri meselelere çözüm getirip ihtilaflarını
kaldırmaktır.1233
O
kitaplarda haber verilenlerin güzel ve doğru taraflarını ortaya çıkarmak,
onların da tahrif gerçeğiyle beraber semâvî kitaplar olduklarını isbat etmek,
özlerindeki yüksek hakikatler ihtiva ettiklerini göstermektir.
Ayrıca
Kur'ân, bu mezkur özelliğiyle bütün semâvî dinlerin ortak yanları olduğunu,
temelde ittifak ettiklerini de isbat eder.
Yoksa
bu makul ve İlmî gerçekleri saptırarak asılsız iddiaları ileri sürmek ve bu
iddialardan vazgeçmemek küfrün değişmeyen özelliği olan inattan başka bir şey
ifade etmez.1234
Özetle
ifade edecek olursak, nakıs ve kusurlu olanın mükemmele kaynak olması hiçbir
şekilde makul sayılmaz.1235
bb2. Muhtevadaki Ciddi Farklılıklar
Sebebiyle Kitab-ı Mukad-des'in Kur'ân'a Kaynak Olmasının İmkânsızlığı
İnkârları
ve dünyevî çıkarları sebebiyle Kur'ân'a iman etmeyenlerin ileri sürdükleri
Kitab-ı Mukaddes'in Kur'ân için ilhâm kaynağı olduğu görüşünü çürütmek çeşitli
yönlerden mümkündür. Fakat bunun en kolay yollarından birisi de Kitab-ı
Mukaddes ve Kur’ân arasındaki öze ait ihtilafın ortaya konulmasıdır.
Dikkatli
bir tetkik sonucu Kur'ân ve Kitab-ı Mukaddesi karşılaştırıp, dinin temel
konularına giren meseleler arasındaki tenakuzlar görülürse, bu husustaki batıl
iddiaların hakikat dışı olduklarını görmek kolay olacaktır. Şimdi bu gerçeğe
bizi götürecek birkaç misal üzerinde durmak istiyoruz.1236
·
1. Allah'ın Şanına ve Tevhid
İnancına Yakışmayan İfadelerin Bulunması:
Kitab-ı
Mukaddes ve Kur'ân'da müşterek olan Nûh kıssasını ele alalım. Kur'ân-ı Kerimin
birçok sûrelerinde genişçe yer verildiği gibi,1237 Tevrat'ta da geçmektedir.1238
Kur’ân'ı
baştan sona tetkik edecek olursak, bütün âyetlerde her vesile ile Allah'ın
bütün noksan sıfatlardan, şirkten, ehl-i dalaletin her türlü isnat ve
tavsiflerinden tenzih edildiğini görürüz.1239 Fakat bugün elde mevcut muharref Tevrat,
Hz. Nûh'un (a.s) kıssasını anlatırken Allah Teala'ya beşerî sıfatlar isnat
etmektedir. Tevrat'a göre Cenab-ı Hak Tufan hadisesinden sonra—haşa—pişmanlık
duymuş, bir daha meydana getirmeyeceğini vaad etmiştir. Bu vaadini hatırlamak
için de işaret olsun ve böylece Tufan olayı meydana gelmesin diye buluta yayını
koymuştur1240.
Yine Tevrat'ta aynı kıssa siyakında Allah'a karşı uygunsuz isnat ve
yakıştırmaları görmekteyiz. Tevrat'a göre Nûh Tufanından sonra Hz. Nûh bir
kurban keser, kurban üzerine yakılan takdi-melerden çıkan et
kokusunu—haşa—Allah Tealâ koklayınca hemen gadabı sükunet bulmaktadır. Burada
da yine Tufan'dan dolayı Allah'ın pişmanlık duyduğunu ifade eden tabirler
kullanılmaktadır.1241
Tevrat'ın I. Samuel kitabındaki "Talut (Şaul)" kıssasında da yine
Allah Teala'nm Şaul'u (Talut) kral yaptığına pişman olduğu kaydedilmektedir1242.
Halbuki
Kur'ân müteaddit defalar Allah Teala'nm pişmanlığa yer olmayacak şekilde her
şeyi hikmetli yaratıp mükemmel yaptığını açıklamaktadır.1243 Aynı zamanda Allah rızası için kesilen
kurbanların etleri, kanları veya kokuları değil de kulların takvasının Allah
katına ulaşacağı Kur'ân'da sarahaten zikredilmektedir.1244
Ahd-i
Kadim, Allah'ın gökleri ve yeri altı günde yarattığını yedinci gün ise,
yorgunluğunu gidermek için istirahat ettiğini iddia eder.1245 Kur'ân ise, göklerin ve yerin altı günde
yaratıldığını teyid etmekle beraber bundan Allah'a hiçbir yorgunluk arız olmadığını
kesin ifadeyle belirtir.1246
Allah—haşa—gündüzün
serin vaktinde cennette gezerken Adem ve Havva Onun sesini işitip bahçenin
ağaçları arasına gizlenmiş olduklarını, Adem'e: "Sen nerdesin?" diye
seslenmesi üzerine, onun da: "Sesini işittiğim vakit çıplak olduğum için
korktum ve gizlendim" diye cevap verdiğini ifade ediyor.1247
Oysa
Kur'ân, Yüce Allah'ı, Cennet ağaçlarının arasına saklanmış Hz. Âdem'i ve eşini
bulamayarak çağırmaya mecbur kalmak şöyle dursun, mutlak ilim sahibi, kalblerin
en gizli köşesinde bulunan duyguları bile kuşatan görme ve işitmeye kadir
olarak niteliyor.1248
Yine
Tekvin Kitabında, Ahd-i Kadim'in iftira olarak kendisine birçok yalan, hile ve
aldatmayı nispet ettiği Hz. Yakub ile Yüce Allah arasında bir kavga geçtiği, bu
kavgada, bütün kullarına galib olan Allah Tealâ'nm külü Yakub'a galib
gelemediği, sonunda uyluğuna dokunduğu, ve uyluk başı incinmedikçe Yakub'un
yenilmediği, bundan sonra da Allah gitmek istediğinde Yakub'un "Beni
mübarek kılmadıkça seni bırakmam" dediği anlatılıyor.1249
Acaba,
bu sapık inançlarla, Kur'ân'ın Allah hakkmdaki inancı ve Onu bütün kullarına
galip1250,
karşı konulmaz kudret sahibi1251 ve yakalaması şiddetli1252 oluşu arasında bir mukayese yapmaya gerek
var mı?
Yine
Tevrat’ın belirttiğine göre, Allah Hz. Mûsa'ya bir handa rastlamış.
Oğullarından birini sünnet ettirmediğinden dolayı onu öldürmek istemiş. Hz.
Mûsa'nm hanımı keskin bir taşla oğlunun sünnet derisini kesip Hz. Mûsa'nın
ayaklarına atması üzerine Allah Hz. Mûsa'yı serbest bırakmış.1253
Kur'ân,
Allah'ı—haşa—bu şekilde bir insan gibi tasvir etmekten münezzehtir.
Yine
Tevrat'a göre, Yahudiler Mısır'dan çıkacakları vakit Allah Hz. Musa'ya onların
komşularından gümüş ve altın süs eşyaları ile elbise istemelerini kendilerine
söylemesini emretmiş. Bu emir üzerine Yahudiler bunları isteyip almışlar ve
böylece Mısırlıları soymuşlar.1254
Kur'ân'ın
büyük bir hiyanet olan böyle bir davranışı onaylaması mümkün değildir.
·
2. Allah'ın adaletine ve alda ters
olan bazı hükümlerin yer alması:
Tevrat
şunları söyler: "Allah, babaların günahını oğullarında üçüncü ve dördüncü
nesle kadar arayacak"1255.
"Anasına
veya babasına söğen mutlaka katlolunacak"1256.
"Bir
öküz, boynuzuyla bir kimseyi öldürürse, öküz mutlaka recmedile-cek (yani taşla
öldürülecek) ve eti yenmeyecek."1257
Allah,
Yahudilere, Mısır'dan çıktıkları zaman, karşı durduklarından dolayı, Amalika
kavminin her neleri varsa telef edilmesini, erkeklerinin, kadınlarının, süt
emen çocuklarının, sığırdan koyuna ve deveden merkebe varıncaya kadar bütün
hayvanlarının öldürülmesini emretmiş.1258
Allah,
bazı adamların Tabut-u Sekinenin içine baktıklarından dolayı, gazaba gelerek
elli bin yetmiş adamı telef etmiş.1259
Hz.
Davud, nüfus sayımına kalkışmış. Allah bundan gazaba gelerek, ceza olmak üzere,
yedi sene kıtlık, yahut kendisini kovalayan düşmanlarının önünden üç ay kaçması
veya üç gün veba cezalarından birini tercih etmesini teklif etmiş. Hz. Dâvud
vebayı tercih ettiğinden, üç günde yetmiş bin Yahudi ölmüş.1260
·
3. Büyük Peygamberlerin Bazısı
Hakkında Büyük İftiraların Bulunması
Tevrat'ın
kıssalarla ilgili rivâyetlerinde de aynı şekilde peygamberlere, onların şanına,
ismet sıfatına yakışmayan fiillerin, günahların açıkça isnat edildiğini
görmekteyiz. Meselâ Nuh'la (a.s) ilgili olarak, oğlu Hâm'm babasını sarhoşken
avret mahalli açık olduğu halde gördüğünü, kardeşlerine durumu haber verip
onların bir elbise ile babalarını örttükleri anlatılmaktadır1261. Lût'un (a.s)
da, kavminin İlâhî azapla helakinden sonra çekildiği mağarada iki kızıyla zina
ettiği ve onları hamile bıraktığı1262 şeklinde çirkin bir iftira mevcuttur.
İbrâhim (a.s) için de, hanımı Sâre validemizi, kuraklık yüzünden gittiği Mısır
yolculuğunda Firavun'un adamlarına teslim ettiği şeklinde iftiralar yer
almaktadır.1263
Hz.
Davud'un kendi ordu komutanı Uryan'm karısını beğenip sarhoş ettiği1264 ve onunla
yattığı ve kocasını özel bir emirle harp meydanına gönderip öldürttüğü ifade
ediliyor.
Hz.
Süleyman'ın yediyüz hanımı ve üçyüz cariyesi bulunduğu anlatıldıktan sonra1265 karıları onun
kalbini Allah yolundan saptırdıkları ve ihtiyarlığında başka ilahlara uymaya
sevkettikleri ve Süleyman'ın bir puthane yaptırdığı belirtiliyor.1266
Bu
isnat ve iftiralar karşısında Kur'ân-ı Kerim ise, Süleyman (a.s)'in,
Yahudilerin asılsız ve yakışıksız iftiralarından, şirkten, küfürden, her türlü
cürümden, sihir yapmaktan uzak, mü'min kullarının birçoğundan üstün kılman bir
peygamber olduğunu açıklamaktadır.1267
Bunların
haricinde birçok peygamber; Hz. İbrahim,1268 Musa ve Harun1269 ve Yusuf (a.s)1270 hakkında Kur'ân'la tamamen ters düşen
iftira ve isnatlar mevcuttur.1271
Peygamberler
bu gibi iftiralardan münezzehtirler. Çünkü kendilerine uymak farz olduğundan,
bu gibi çirkinlikleri işledikleri takdirde, Allah tarafından hem kötülükleri
menetmekle görevli, hem de bunları yapma iznine sahip olarak gönderilmeleri
anlamına gelir. Bu ise, peygamber olarak gönderilme hikmetine terstir. Bazı
kimselerin çıkıp da, "bakın, bizim yaptığımız şeyleri peygamberler de
yapmışlar" demeye kapı açar.
Oysa
Kur'ân'da bu zikredilen peygamberler ve diğerleri en güzel sıfatlarla ve
özelliklerle tanıtılmaktadır. Kur'ân'a göre bütün peygamberler Allah'ın fazlına
mazhar olmuş seçkin ve salih kullarıdır. Peygamberler yüksek ahlak sahibi örnek
insanlar olarak insanları hidâyete davet eden elçilerdir. Peygamberler, daha
birçok üstün vasıflarla Kur’ân muhataplarına tanıtılmaktadır.1272
·
4. Çok Basit ve Önemsiz İşlerle İlgili
Olarak, Allah'ın Müdahalede Bulunduğunun Belirtilmesi
Meselâ,
Hz. Musa ve Harun'a, İsrailoğullarmm yiyecekleri koyunlar, kuzular ve keçiler
hakkında verilen emirlerde bunların sayıları, yaşları, kanlarının kapı süvesi
üzerine sürüleceği, bunların suda haşlanmış olarak değil, kebap olarak başı,
paçası ve içleriyle beraber yenileceği detaylı olarak açıklanıyor.1273
Daha
bunlar gibi başka önemsiz pek çok teferruat yer alıyor.1274
·
5. Tevrat'ın Birtakım Hurafeleri ve
Akla Ters Fikirleri İhtiva Etmesi
Meselâ,
Tekvin Kitabında, Allah, "Ben göğün altında bulunan her canlı varlığı
helak etmek için yeryüzü üzerine su tufanı getireceğim; yerde bulunanların
tamamı helak olacaktır1275"
diyor. Sonra Tesniye Kitabında cebbarlar bakiyesinden yalnız Başan kralı Avc
kalmıştı. Onun kereveti demir kerevet olup, uzunluğu adım zirai ile dokuz ve
genişliği dört zira olarak Benî Ammun'un Rabbat şehrindedir" deniliyor1276. Bunda bir
çelişki var ve İlâhî vaadin tamamıyla gerçekleşmediğini gösteriyor.
Gökkuşağı,
Tufan'dan sonra Allah ile Yahudiler arasında ahdin alameti olarak göğe
konulmuş, Allah, "o bulutta göründüğü vakit bu ahdi hatırlayacağım"
demiş1277.
Altı
yüz bin Yahudi yolda giderlerken Mısır'da yedikleri et, balık, hıyar, kavun,
pırasa, soğan, sarmısak vesaireden mahrum kaldıklarından dolayı şikâyet etmişler,
bunun üzerine denizden bir rüzgâr çıkıp ordugâhın etrafına o kadar güvercin
şevketmiş ki bir günlük yol kadar mesafe üzerine iki arşın yüksekliğinde
güvercin yığılmış. Bunların etleri daha Yahudilerin dişleri arasında iken
Allah'ın gazabı alevlenmiş ve onları gâyet şiddetli bir belaya çarptırmış,
helak olanları orada defnetmişler.1278
Tevrat'ta
buna benzer şeyler pek çoktur.1279
Misal
olarak .verdiğimiz, işaret etmeye çalıştığımız gerçekler veya yapılması mümkün
benzeri karşılaştırmalar sonucu görülecek öze ait farklı muhteva, Tevrat
rivâyetlerinin Kur’ân kıssalarına kaynak olamayacağının açık ve kesin
delillerini teşkil etmektedirler. Ancak aralarında konu itibariyle görülen
benzerlik ve müştereklikler, Kitab-ı Mu-kaddes'in de tahriften önce Allah'ın
indirdiği semâvî kitaplardan olduğunun delilidir. Fakat sonradan tahrife maruz
kalmış, tarihi özelliği olan birer belge olmanın haricinde dinî sahada rehber
olmaktan çıkmıştır.
Kur'ân'la
karşılaştırma sonucu—Tevrat rivâyetleriyle olduğu gibi— İncillerle de hem genel
muhtevada, hem de İsa ve ailesiyle ilgili meselelerde esasa ait bazı
farklılıkların bulunduğunu görmemek mümkün değildir. Böyle bir karşılaştırma
sonucu aralarında iddia edilen veya vehmedilen bir kaynaklık bağının
doğruluğunu gösterecek paralelliğin kesinlikle mevcut olmadığı görülecektir.
Çünkü
semâvî olan İncil de tahrif edilmiştir. Bugün İncil'in tahrif edilmiş olduğu
gerçeğini en cahil bir insan dahi anlamakta güçlük çekmez. Zira her şeyden önce
Hz. İsa'ya inen İncil tektir. Bugün resmî İnciller olan dört adet veya tarihte
Hıristiyan konsillerince ayıklanmış yüzlerce İncil nazil olmamıştır.1280
Muharref
İncil nüshalarının Kur'ân'a kaynak olması bir yana, bizzat Kur'ân, muharref
İncil nüshalarına göre Hıristiyanlığın temel inançlarını1281 reddederek, küfür ve şirklerine
hükmetmektedir. Hz. İsa'nın İsrailoğulları'na sadece bir olan Allah'a ibadetle
emrettiğini, Ona şirk koşmamalarını tebliğ ettiğini açıklamaktadır. Hz. İsa'nın
sadece diğer elçiler gibi bir elçi ve yemek yiyen bir insan olduğunu beyan
etmektedir. İsa'nın (a.s) Teslis inancı (Baba, Oğul, Ruhu'l-Kudüs) ile ilgili
herhangi bir şey söyleyip emretmediğini açıklamaktadır.1282
Burada
Kur'ân ve İncil arasında taban tabana zıt olan bütün görüşleri, Hıristiyanlığın
inanç ve öğretilerini tek tek sıralamak istemiyoruz. Daha önce bu temel
farklılıkların önemli bir kısmına işaret ettik. Hepsini zaten burada detaylı
bir biçimde ele almak mümkün değildir. Bu esaslı farklılıklardan birisi de
şudur:
Hz.
Meryem hakkında da İncillerde, Kur'ân kıssalarında yer almayan bilgiler
mevcuttur. Luka İncil'ine göre Hz. Meryem'in Yusuf adında birisiyle nişanlı
olduğu zikredilmektedir.1283
İncillerde
Kur'ân'la uyuşmayan pek çok bilgiler mevcut olduğu gibi, kendi farklı nüshaları
arasında da pek çok tenakuzlar vardır. Aynı zamanda gerek Tevrat metinlerinde
gerekse İncillerde bilimle, bilinen tarihî gerçeklerle uyuşmayan birçok
meseleler de yer almaktadır.1284 Halbuki Kur’ân-ı Kerimde ne kendi içinde
çelişkili bilgiler, ne de bilimle bağdaşmayan ve kesin tarihî verilerin
nakzettiği malumat mevcuttur.1285
Gerçekler
işaret edilen paralelde olunca, Tevrat veya İncil'in Kur'ân'a kaynak olması
hiçbir zaman kabul edilebilecek bir husus değildir. Bozulmamış hiçbir vicdan,
akl-ı selime sahip olan herkes bu iddiayı red-decek, asıl gerçek ne ise ona
teslim olacak ve kabul edecektir.
·
6. İbadet ve Muamelelerde Durum
İslâmm
inanç dışındaki konulurda da köklü değişiklikler getirdiğini görüyoruz. Mesela,
Islâm daha önce Allah'a adanan pek çok kurban çeşidini ortadan kaldırdı.
Kâhinlerin ve papazların aracılığına son verdi. Müslüman'ın, gerek
ibadetlerinde, gerekse günahlarını affettirmede doğrudan doğruya Rabbiyle
irtibatını sağladı. Bundan dolayı da Islâmda, günah kurbanı, selamet kurbanı,
suç kurbanı...vs. adıyla bir kurban türüne rastlanmaz.1286
Aynı
şekilde Islâmda necasetlerin hükmü de, Yahudilikteki boğucu ve bunaltıcı güçlük
ve sıkıntılardan kurtarılmıştır. Şu tek örnek bile-ki necasetlerle ilgili en
hafif hükümlerden biri sayılır-Yahudiliğin mensupları için öngördüğü güçlüğün
derecesini göstermeye yeter. Kolaylık dini olan İslâm ise bu güçlüğü
mensuplarından kaldırmıştır: "Ve eğer adet zamanında değilken bir kadının
çok günler kan akıntısı olursa, yahut adet zamanından fazla olarak akıntısı
olursa; murdarlığı akıntısının bütün günleri adet günleri gibi olacaktır;
murdardır. Akıntısının bütün günlerinde üzerinde yattığı her yatak kendisi için
adet yatağı gibi olacak; ve üzerine oturduğu her şey adet murdarlığı gibi
murdar olacaktır. Ve bu şeylere her dokunan murdar olacak ve esvabını yıkayacak
ve suda yıkanacak ve akşama kadar murdar olacaktır. Fakat sıkıntısından ta-hir
olursa, o zaman kendisine yedi gün sayacak, ve ondan sonra tahir olacaktır. Ve
sekizinci gün kendisi için iki kumru, yahut iki güvercin yavrusu alacak ve
onları kâhine, toplanma çadırının kapısına getirecek. Ve kâhin birini suç takdimesi
ve o birini yakılan takdime olarak arze-decek ve kâhin onun için murdarlığının
akıntısından dolayı Rabbin önünde kefaret edecektir. Böylece Israiloğullarını
kendi murdarlıklarından ayıracaksınız, ta ki aralarında olan meskenimi murdar
ettikleri zaman kendi murdarlıklarında ölmesinler."1287
Diğer
necasetlerin hükmünü öğrenmek isteyen, aynı kitabın Sekizinci Babının on
birinci âyetinden onsekizinci âyetine kadar okuyabilir.
İslâmda
ise, istihazalı bir kadının yapması gereken tek şey, bir pamuk parçası gibi bir
şeyle kanın akıntısını durdurmak, her namaz vakti geldiğinde yeni bir abdest
almaktır. Bu durumdayken kocası kendisiyle ailevi ilişkide bulunabilir. Bu
tolerans ve kolaylık nerede, şu güçlük ve sıkıntı nerede?1288
Kur'ân'da,
mü'minlerin Rablerine olan şu dualarında diğer dinlerdeki bu güçlüğe kısa bir
işaret vardır: "Rabbimiz! Bize, bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük
yükleme!"1289
İslâmda,
çeşitli ibadetlerle ilgili uygulamalar Yahudilik ve Hıristiyanlıktakinden çok
farklıdır. Bunları tek tek ele alarak örneklendirmek bile başlı başına bir
çalışma konusudur. Nitekim, bu alanda mukayeseli bir biçimde çok değerli
çalışmalar yapılmıştır.1290
Bu hususla ilgili geniş bilgi için sözkonusu eserlere başvurmakta büyük yarar
vardır.
Yiyecekler
konusuna gelince, İslâm yasak olanlarını şunlarla sınırlandırmıştır: "Leş,
kan, domuz eti, Allah'tan başkası için boğazlanan, boğulmuş, (tahta veya taşla)
vurularak öldürülmüş, yukarıdan düşmüş, boynuzlanmış ve canavar parçalayarak
ölmüş olan hayvanlar —henüz canları çıkmadan kestikleriniz hariç,— dikili
taşlar (putlar) üzerinde boğazlanan hayvanlar."1291 İslâm bunları yasaklarken, zor durumda
kalan kimseye, zaruretini giderecek kadar ve daha ileri gitmeden bunlardan
yiyebileceğine izin vermişti.1292 Yüce Allah Yahudilere ise şunları yemeyi
haram kılmıştı: "Yahudilere bütün tırnaklı hayvanları haram ettik. Sığır
ve koyunun da, yağlarını onlara haram kıldık. Yalnız hayvanlarının sırtlarının,
yahut bağırsaklarının taşıdığı, ya da kemiğe karışan yağlarını haram etmedik."1293 Bu da onların
haddi aşmaları yüzünden olmuştur.1294 Zulümleri de bunda rol oynamıştır.1295 Yahudiler,
Müslümanların da mensup bulundukları Hz. İbrahim'in şeriatında haram
olduklarını ileri sürerek bu yiyecekleri helal saydığı için İslâma itiraz
ettiler. Kur’ân onlara şöyle cevap verdi: "Tevrat indirilmeden önce
İsrail'in (Hz. Yakub'un) kendisine haram kıldığı şeyler dışında,
İsrailoğullarına bütün yiyecekler helâldi. De ki: 'Doğru iseniz Tevrat'ı
getirip okuyun.' Artık bundan sonra da kim Allah'a yalan uydurursa, işte onlar
zalimlerdir. De ki: 'Allah doğru söyledi, öyleyse dosdoğru, Allah'ı birleyici
olarak İbrahim'in dinine uyun. O, ortak koşanlardan değildi."1296
İslâmm
Yahudilikten farklı olduğu noktalardan biri de, faiz meselesidir. Yahudilik de
faizi haram- görüyor. Şu var ki bu haramlık, sadece Yahudilerin kendi
aralarındaki faiz alışverişini içine alıyor, yabancılara faizle borç vermeyi
kapsamıyor.1297
Bu da kendilerindeki çirkin ırkçılığı yansıtıyor. İslâm ise, merhameti
cihanşümuldür. Bunun için Kur'ân, faizi mutlak olarak haram kılmıştır.1298 Yahudilerin
bu tutumu, kendileri dışındaki milletlere karşı bir sorumluluk duymamalarından
ileri geliyor.1299
Yine
Medine'deki Yahudiler Müslümanlara diyorlardı ki, "Bir adam hanımıyla
normal yoldan, fakat arkadan birleştiği zaman doğan çocuk şaşı gelir."
Müslümanlar bunu Hz. Peygambere (salla’llâhü aleyhi ve sellem) anlattılar.
Bunun üzerine, Yahudilerin bu saçma sözlerini çürüten bir âyet-i kerime
indirdi.1300
Hıristiyanlara
gelince onlar da, ruhbanlığı icad ettiler. Bunda işi ileri götürdüler.
Yaptıklarıyla Allah'ın rızasını aradıklarını sandılar. Kur'ân Kerim inerek bu
yaptıklarını ayıpladı.1301
Çünkü bu ruhbanlık insanın fıtrî ihtiyaçlarına sırt çeviriyor ve makul
hiçbir gerekçesi olmadan, Allah'ın kullarına ihsan ettiği nimetlerini
yasaklıyor.
Sadece
Kur'ân-ı Kerimle yetinerek getirdiğimiz bu bir kaç örnek bile —ki bunlar sadece
örnek kabilinden olup, İslâm ile Yahudilik ve Hıristiyanlık arasındaki bütün
ihtilaf noktalarını kapsamamaktadır— gözü gören herkese İslâm'ın müstakil bir
kişiliğinin bulunduğu gösteriyor. Bu da dosdoğru bir şahsiyet olup,
putperestlik ve hurafelerin zincirlerinden kurtulmuş insan aklıyla, kısaca, temiz
ve tabii hayatla tıpa tıp uygunluk arzeder. İşte buradan şu âyet-i kerimenin
manasını daha iyi anlıyoruz: "Sana da kendinden önceki Kitabı doğrulayıcı
ve onu kollayıp koruyucu olarak bu Kitab'ı gerçekle indirdik..."1302 Bir kez daha
belirtelim ki Kur'ân, tahrif elinin değmediği inanç esaslarında ve insanlık
için hala yararlı bulunan amelî hükümlerde Tevrat ve İncil'le uygunluk
arzetmektedir. Fakat ortada bir tahrif söz konusuysa veya insanlığın hayat
şartarı şu veya bu hükümde değişikliği gerektirmişse o noktada Kur'ân apaçık
gerçek neyse onu dile getirmiştir.
Biz
bir kez daha şu gerçekleri ifade ederek bu konuyu noktalıyoruz: Kendisinin
sağdan soldan derlediği sözlerini Allah'a nispet etmek gibi bir töhmet, Hz.
Muhammed'in herkesçe kabul edilen fıtrî doğruluk ve istikametine tamamen
zıttır. Cahiliye insanlarının, Yahudilerin, Hıristiyanların ve Mecusilerin
ağızlarından işitip bellediği şeylerle peygamberlik davasına ve bunları biraz
değiştirerek yine kendilerine satmaya kalkışması akim kabul edemeyeceği bir
düşüncedir. Kur'ân'm mucize oluşu, Arap edip ve beliğlerini bir sûresinin bile
benzerini getirmekten aciz bırakmasıyla kesinlik kazanmıştır. En medenî bir
ortam içinde büyümüş ve en mükemmel bir biçimde tahsil görmüş bir alimin bile
yapamayacağı bir işi Mekke'nin taşlık dağları içinde yetişmiş ve hiç tahsil
görmemiş ümmî bir zatın yapması mümkün değildir. Kur'ân'm ifade tarzı kendi
kişisel ifade ve üslûbundan tamamen farklı ve Allah'ın kelamına özgü bir
yücelik ve tesiri bulunmaktadır. Eğer yaptığı işte bir hile bulunsa bunun
sahabileri içinde bulunan akıllı, zeki ve hatta dâhî adamlar tarafından mutlaka
keşfedilecek ve bundan dolayı itikat ve imanlarına halel gelecekti. Halbuki
kendisine iman getirenler, bir gün bile şüpheye düşmeyip onun vefatına kadar
peygamberliğine iman ve emirlerine itaatta sabit kalmışlardır. İslâm dini pek
yüksek birtakım hikmet, marifet, fazilet ve adalet prensiplerini ihtiva eden ve
bütün insanlığın en temel ve önemli ihtiyaçlarını sağlamaya yeterli bir dindir.
Yahudi ve Hıristiyanlara ait olarak Kur'ân'da görülen As-hab-ı Kehf ve Hz.
Süleymân kıssaları gibi üç dört kıssanın İslâm dininin temel itikad ve
hükümleriyle ilgili olmayıp, Hz. Peygamberin ümmî olmasından dolayı, bunları
ancak vahiy ile bildiğini isbat amacına yöneliktir. Bazı âyet-i kerimelerin
Kitab-ı Mukaddes ile uygunluk arzedip etmemesi İslâm dini aleyhinde bir delil
teşkil etmez. Çünkü eğer uygun iseler, Kur'ân'm önceki semâvî kitapları tasdik
ettiğini gösterir; değil iseler bu, Kitab-ı Mukaddes'in tahrif edilmesinden
ileri gelmiştir.
B.
İç Kaynaklar (Hz. Muhammed'in Şahsıyla İlgili Kaynaklar)
·
1. Bile Bile Kendi Sözlerini Allah'a
Nisbet Ettiği İddiası
Burada
bu iddia sahiplerini tek tek sıralamak gerekmez. Çünkü, çok az bir kısmı hariç
Hz. Muhammed'in peygamberliğini kabul etmeyen bütün gayr-ı müslimlerin iddiası
budur. Onlara göre Kur'ân, Hz. Muhammed'in sözüdür. İhtilaf sadece, Kur'ân'ı
ortaya koyarken başka hangi kaynaklardan yararlandığı konusundadır. Bu
faraziye, tabiatiyle, Hz. Muhammed'in kişisel veya toplumsal birtakım amaçlar
gütmesi ihtimaline dayanmaktadır. Burada bu ihtimallerin olabilirliği üzerinde
duracak ve bu amaçlarla Kur'ân'm Hz. Muhammed'in eseri olabileceği
fara-ziyesini değerlendireceğiz. Konuyla sıkı münaebeti dolayısıyla ayrıca
onun—haşa—şair veya kâhin olduğu iddiasına da yer vereceğiz.
·
a.
Şahsî Emellerini Gerçekleştirmek İçin Sözlerini İlâhî Bir Kaynağa Dayandırdığı
İddiası
al.
Dünya Malına Olan Düşkünlüğünün Vahiy Uydurmaya Sev-kettiği İddiası
Dünya
malına düşkünlük gibi bir zaaf, Hz. Muhammed'i bir din tesis etmeye, kendi
sözlerini Allah'a isnat etmeye, diğer bir ifadeyle— haşa—Allah'ı kendi arzusuna
göre konuşturmaya şevketmiş olabilir mi? Öncelikle onun dünya malına karşı olan
tutumuna bakıldığında şu realite ile karşılaşılır: Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem), Müslümanların sefer ve savaşlarında elde ettikleri
ganimetlerin beşte birinden hisse alma hakkına sahipti1303. Buna rağmen onun, bir gün olsun zengin
olduğu görülmemiştir. Çünkü, sefere veya savaşa çıkacak olan gazileri bununla
teçhiz eder, etraftan gelen heyet ve elçileri bununla ağırlar1304,
hürriyetlerine yeni kavuşan kölelerin ihtiyaçlarını bundan karşılar1305, gerektiğinde
Müslüman köleleri bununla satın alıp hürriyetlerine kavuştururdu.1306 Kesinlikle
zekât almaz, toplanan zekâtları ilgili ayette belirtilen sınıflara dağıtırdı.1307 Hac edecek
serveti bulunmayanların hacca gitmelerini sağlamak için masraflarına bundan
katkıda bulunur1308,
keffaret vermek zorunda kalıp da parası olmayanların kef-faretini bundan
öderdi.1309
Hatta, yanma bir muhtaç gelip bir şey istediğinde, elinde yoksa onu bekletir,
kendisine bir şey geldiğinde ise o muhtaca verirdi.1310 Kısaca, Allah yolunda ve İslama hizmet
uğrunda yardımları pek çoktu. Hatta öyle gün olurdu ki, yanma misafir gelir,
fakat onu ağırlayacağı bir şey bulamazdı1311. Bu da bir yana, yiyecek bir şey
bulamadığından dolayı bazan öylesine acıkırdı ki, bu, sahabilerinin şefkatini
celbederdi.1312
İmkân bulduğunda kendi kendisini temiz ve helâl hiçbir yemekten menetmemekle
birlikte, hayat ve yaşayışı genel olarak zahidçeydi. Meselâ üzerinde yattığı
yatağı sertti.1313 Hanımlarına
verdiği mehirler azdı1314.
Süs olarak altın kullanmaz, ipek elbise giymezdi1315.
İşte
gelirleri ve işte gelirini harcadığı yerler! Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi
ve sellem) asla zekât almadığı gibi, bunun, akrabaları olan bütün Haşimoğulları
ailesi için helal olmadığını da açıkça ve kesin bir ifadeyle ilan etmiştir1316. Bir gün,
henüz küçük olan torunu Hz. Hasan'm zekât malından bir hurmaya el uzattığını
görmüş, "Kıh, kıh!" diyerek, onu menetmiştir1317. Hatta Bütün Haşimoğullannın, zekât işinde
memur olarak çalışmalarını yasaklamıştır1318. Bunu azatlı kölesi Ebu Rafi'a bile teşmil
etmiştir. Çünkü bizzat Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) buyurduğu
gibi bir kavmin azatlı kölesi, o kavimden bir fert sayılırdı1319.
Keza,
Hz. Ali fakir bir insandı. Öyle ki bir defasında bir kadının veya Yahûdînin
yanında sucu olarak çalışmış, kuyudan su çekmekten elleri patlamış1320, buna rağmen
Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) damadı oluşundan yararlanmak
istememiş, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) de özel olarak ona
herhangi bir servet vermeye kalkışmamıştır. Şu olay da meşhurdur: Bir defasında
Hz. Fatıma, savaşlardan birinde elde edilen esirlerin Medine'ye getirildiğini
öğrenmiş ve ev işlerinden kendisine yardımcı olacak bir hizmetçi istemek üzere
babası Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) huzuruna varmış. Ne var
ki, eli boş dönmüştür. Resulullah, sevgili kızının, Allah'ın rızasını kazanmaya
ve Onu bol bol anmaya teşvik ederek gönlünü yapmak istemiş ve bunun Allah
katında bir hizmetçiye sahip olmaktan daha üstün olduğunu belirtmiştir476.
Bu şu demektir: Resulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) kendisi için dünya malı
istememiş, onu çoluk çocuğu için de toplamamış, hatta ölümünden sonra geride
bırakacağı her şeyin—hanımlarının nafakası ve işçilerinin ücreti çıkarıldıktan
sonra— Müslümanlara sadaka olduğunu ilan etmiştir477.
Hz.
Peygamber dünyalık adına eline ne geçerse, ancak pek az bir miktarını bırakarak
büyük kısmını ise muhtaçlara sadaka olarak verirdi. Bundan dolayı bazan borç
almaya bile mecbur olurdu. Hatta bir defa, çoluk çocuğunun geçimi için ödünç
aldığı otuz sa' yani bin kırk dirhem arpaya karşılık zırhını rehin olarak
vermişti. Ve bu zırh ancak vefatından sonra kurtarılabilmiştir1321. Hz. Aişe'nin
ve sahabilerinden bazılarının bildirdiklerine göre, Hz. Peygamber vefât ettiği
zaman, miras olarak ne bir dinâr, ne bir dirhem1322, ne bir davar, ne bir deve1323, ne bir erkek
köle, ne bir kadın köle bırakmış1324, ne de (vasiyet edilecek malı bulunmadığı
için) bir şey vasiyet etmiştir1325. Ondan sadece, bindiği beyaz bir katır,
Allah yolunda vakfetmiş olduğu bir arazi parçası1326 ile kullandığı silahı kalmıştır.1327 Hatta, bizzat
kendisi bu fiilî uygulamasının, "Biz (peygamberler)e mirasçı olunmaz. Biz
geriye ne bırakırsak sadakadır"1328, "Hanımlarımın nafakasından ve
mütevellimin masrafından sonra, ne bırakırsam sadakadır"1329 buyurmuştur.
Ölüm döşeğinde iken Hz. Aişe'nin nezdinde muhafaza edilen sekiz-dokuz altını
Hz. Ali vasıtasıyla fakirlere verdirip: "Eğer Muhammed, bu altınlar
yanında iken Allah'ın huzuruna çıksaydı, acaba hali ne olurdu?" buyurarak1330 dünya malına
karşı istiğnasını dile getirmiştir.
İşte
bütün bu haller Hz. Muhammed'in vera' ve takvanın ancak peygamberlere mahsus
olan bir kemâl derecesini haiz olduğunu ve kendisinden kizb ve riya sadır
olmasına imkân bulunmadığını şüpheye asla yer bırakmayacak surette isbat eden
açık delillerdir.
Bu
da demektir ki, dünya malı asla onun düşüncesi olmamıştır. Sanki Resulullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) bu tutumuyla, kendisinden asırlar sonra gelip, onu, gûya
fakirliğin ruhunda bıraktığı yara ve hasreti gidermek için servetler yığmak
istemekle itham edip dil uzatanlara cevap vermiş gibidir.
a2. Cinsel Arzularını
Gerçekleştirmek İçin Vahiy Uydurduğu İddiası
Hz.
Peygamberin —haşa— cinsel arzularını tatmin için ve daha fazla kadınla evlenmek
amacıyla vahiyler uydurduğu şeklindeki iddianın detaylı bir biçimde
değerlendirilmesi, özellikle Hz. Zeyneb ile evlenmesine olan itirazlar ve
cevapları daha önce geçti. Burada tekrara ihtiyaç görmüyoruz. Ancak, konu,
özellik bakımından bir yönüyle burayla da ilgili olduğundan sadece işaret
etmekle yetiniyoruz.
·
b. Liderlik Tutkusunun Vahiy
Uydurmaya Sevkettiği İddiası
Hz.
Peygamberin—haşa—liderlik tutkusu ve saltanat kaygısıyla vahiy uydurarak bu
gücü, dini bir görünüm altında gerçekleştirme arzusunda olduğu iddiası,
müsteşriklerin yaygın iddialarından biridir. Meselenin böyle olmadığı tarihî
bir realite ise de konunun bir kere daha aydınlatılmasında fayda mülahaza
edilmiştir. Buna göre benzer su-i zan bizzat dönemin Mekke'li müşriklerinde de
görülmüştür. Nitekim, Mekkeli müşrikler, Hz. Peygamberin Hak dini vaz ve tebliğ
etmesinde, bazı menfaat ve maddi kazançlar aramaya çalışıyorlardı. Kur'ân-ı
Kerimde bu iddiaya doğrudan doğruya cevap verilmeden eski çağlarda da Allah'ın
hangi kulu ve resûlü insanları doğruya ve iyiliğe davet etmişse aynı ithamla
karşılaştığı kaydedilmiştir. Meselâ, Firavun'un sa-raymdakiler Hz. Mûsa ile
Harun'un hakka davetine şu karşılığı vermişlerdir:
"Onlar:
'Siz ikiniz bizi atalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol)dan çevirmek ve
yeryüzünde büyüklük sizin olsun diye mi bize geldiniz? Biz, sizin ikinize
inanacaklar değiliz,' dediler."1331
"Bu,
ancak sizin gibi bir insandır. Sizin üzerinize üstünlük kurmak istiyor."489
Demek
ki, hak ve adalet düşmanlarının çok eskilere dayanan bir taktiği vardır:
Bunlar, Allah'ın hangi kulu insanları, cemiyeti ve milleti ıslaha çalışmışsa,
ona darhal "iktidar hırsıyla gözü dönmüşlük" damgasını vurmuşlardır.
Bu düşünceye aynı suçlamaya Hz. Mûsa ve Hz. Harun maruz kalmışlardı. Firavun ve
yandaşları, Hz. Mûsa ile Harun'un iktidara hevesli olduğunu, şan ve şöhret
sahibi olmak istediklerini iddia etmişlerdi. Aynı iftira Hz. İsa'ya da
atılmıştı ve kendisinin Ya-hudilerin lideri ve kralı olmak istediği
söylenmişti. İşte Kureyşli kabile reisleri de Hz. Peygamberin iktidara talip
olduğunu düşünmüşlerdi.
Gerçek
şu ki, ömürleri boyunca dünyanın maddi imkanlarından faydalanıp para, pul, şan
ve şevket sahibi olmak isteyenler, bu dünyada bir insanın hiçbir şahsî iktidar
ve ikbal beklemeden, hiçbir çıkar gütmeden, karşılıksız, samimiyetle ve iyi
niyetle insanların iyiliği ve felahı için sabahtan akşama kadar çalışacağına
bir türlü inanamazlar...1332
Şimdi
de, Resulullahm (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hükümranlığının zirvesinde iken
taşıdığı duyguları ve yaptığı icraatları konusunda şu önemli gerçekleri
kaydedebiliriz: Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) tertip ettiği
askerî seferlerin büyük çoğunluğuna bizzat katılmıştır. Oysa devlet başkanı
olarak, askerî görevleri ordusuna ve komutanlarına havale edip sadece siyâsî
işleri yürütmekle yetinerek devamlı olarak Medine'de kalıp canını tehlikeye
atmayabilirdi. Fakat o, mümkün olduğunca rahat ve güvenli bir hayat sürmeye
vesile edilecek bir saltanatın peşinde değildi. Aksine, Allah'ın dininin
yeryüzüne sağlam bir şekilde yerleşmesi ve hak, adalet ve eşitlik
prensiplerinin yayılması uğrunda elinden gelen çabayı sar-fediyordu. Meselâ,
Uhud Savaşında, yayı kırılmcaya kadar ok attıktan sonra uğradıklarını hepimiz
biliyoruz. Yine, Ahzab Savaşında, hendek kazımma nasıl bilfiil iştirak ettiği,
Müslümanların azmini bileyip, onlar da büyük bir gayretle kazı işine
koyuldukları ve Resulullahm (salla’llâhü aleyhi ve sellem) kendileriyle omuz
omuza çalışmasını şiirlerle dile getirdikleri meşhurdur1333. Aynı şekilde, o güne kadar yapılan bütün
askerî seferlerden daha çetin, daha zor ve daha uzun olan Tebuk Seferinde nasıl
ordusunun başında en önde yürüdüğü bilinmektedir1334. Huneyn Savaşında da en ön safta savaşmış
ve başlangıçta İslâm ordusu geri çekilmişken o bir avuç fedâkâr ile sebat
ederek ilerlemeye çalışmıştır.1335
Resulullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) sosyal mevkii ne olursa olsun hiçbir gün hiçbir
kimseye karşı büyüklendiği ona tepeden baktığı vaki olmamıştır. Bir Müslümanm
duygularını incittiği görülmemiş ve nakledilmemiştir1336. Hatta ölen birinin mezarına inip yerini
düzlemekten, sonra da ölüyü mübarek eliyle alıp defnetmekten bile çekinmezdi1337. Bir
defasında, hayattayken kendisini mescidi temizleme hizmetine vakfetmiş kendi
halinde zenci bir kadın ölmüştü. Sahabiler, bu kadının durumu Hz. Peygamberi
pek fazla ilgilendirmez düşüncesiyle ona haber vermek istemediler ve kadını
defnettiler. Resulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) daha sonra bunu
öğrenince onları yadırgadı ve gidip kadının mezarı başında cenaze namazını
kıldı1338.
Mübarek eliyle zekat develerini damgalardı1339. Gençliğinde koyun güttüğünden çoğu kez söz
eder1340 ve
bunda hiçbir sakınca ve eksiklik görmezdi. İşte Allah Tealâ'nın kusurdan ve
aşağılık kompleksinden temiz kıldığı büyük ruhlar böyledir. Her ne konuda
olursa olsun kendisiyle konuşan herkesi dikkatle dinlerdi. Hatta bir defasında
saf bir kadın onu durdurmuş, kadın sözünü bitirinceye kadar yanında ayakta beklemişti.
Ne onun gönlünü kırmış, ne de onu kovmuştu1341. Yine Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) sultanlar için yapıldığı gibi askerlerin insanları döverek ona yol
açmalarını sevmezdi1342.
Sahabilerine, Yabancı milletlerin birbirlerini aşırı derecede yücelttikleri
gibi kendisini yüceltmemelerini söylerdi1343. Tevazuunun diğer bir ifadesi olarak
sahabilerinin arkasında namaz kılmış ve bunda hiçbir burukluk hissetmemiştir1344. Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) zorba ve zalim değildi. Hatta, bir
kerecik olsun bir hizmetçiyi bile dövmemiştir1345. Hz. Enes (V. 93) onun vefatından uzun bir
zaman sonra bile, kendisine olan sonsuz şefkat ve yumuşaklığını, yaptığı bir
işi neden yaptığını, yapmadığı bir işi de neden yapmadığını tenkid yollu
söylemediğini yadediyordu1346.
Kötü bir münafık olan Abdullah bin Ubeyy ölüp gidinceye kadar Resulullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) onun kabalık ve saygısızılığına katlanmıştır1347. Bunu da
ondaki beşerî zaafa şefkaten yapmıştır. Çünkü, Medine'li Müslüman-lardan, onu
kendilerine reis yapmak için taç bile hazırladıklarını öğrenmişti1348. Mekke'de Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ile karşılaşıp memleketlerine gelmek
üzere anlaşmasalardı İbn Übeyy'in bu reisliği gerçekleşecekti1349. Bedevi bir
Arap, bir keresinde gömleğinden çekerek mübarek vücudunu incitmiş ve
beraberinde getirdiği iki deve yükü kadar mal istemiştir. Bu kabalık karşısında
bile onu cezalandırmamış ve bedevinin istediğini vermiştir.1350 Hz.
Peygamber'in bu engin hilminin çok sayıda örnekleri bulunmaktadır.1351
Eğer
istibdad ve baskı Hz.' Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) karakteri
olsaydı, savaş veya barışla ilgili hiçbir konuda sahabileriyle meşveret etmez
ve hiçbirisinin kendi görüşüne ters bir görüş belirtmesini istemezdi. Oysa
onlarla çeşitli vesilelerle sık sık istişarelerde bulunmuştur1352. Yine eğer
Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) dünya saltanatı peşinde olsaydı,
devlet başkanlığını kendi ailesinden birini veliaht tayin ederdi. Bundan da
ötesi, Müslümanların kendisini, Hıristiyanların Hz. İsa'yı aşırı derecede
yücelttikleri gibi yüceltmelerini menetmiş ve kendisinin sadece Allah'ın kulu
ve elçisi olduğunu belirtmiştir1353. Bütün bunlar—ki çok sayıda delillerin
sadece bir kaçıdır—kanıtlıyor ki, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
saltanat peşinde koşmamış, saltanatın zirvesine ulaştığı zaman da bu kendisini
hiçbir şekilde değiştirmemiştir.
Cariyle,
dünya saltanatının Hz. Muhammed'in hedefi olamayacağını kendine özgü üslubuyla
şöyle dile getirmektedir;
"İkbal
hırsı mı? Bütün Arabistan bu insana ne verebilir? Rum Herak-liyüs'ün, İran
hükümdarı Kisra'nm tacı, bütün dünyanın taçları bu insan için ne ifade eder?
Onun işitmek istediği şey, yeryüzünde değil, yukarıdaki göklerin sesidir. Bütün
dünya taçları, saltanatları, şanları, şerefleri kısa bir zaman sonra ne
olacaktır? Hiç!"1354
·
c. Kavmini Sosyal ve Ahlakî Açıdan
Islah Amacıyla Sözlerine Tesir Kazandırmak İçin Allah'a İsnat Ettiği İddiası
Denebilir
ki, Hz Muhammed'in, —haşa— kendi eseri olan Kur'ân'ı Allah'a mal etmekle kendi
sözüne bir kudsiyet, kuvvet ve tesir kazandırmak istemiştir1355. Kur'ân'ı
Allah'a isnat etmesi bundan olamaz mı?
Buna
karşı deriz ki: Bu mümkün değildir. Çünkü dinî bağlayıcılık bakımından Hz.
Muhammed'in kendisine nispet ettiği sözler ile Allah'ın sözü kabul ettikleri
arasında hiçbir fark yoktur. Her ikisi de İslâm dininin kaynağı niteliğindedir.
İnsanlar her ikisine de eşit seviyede itaat etmekle yükümlüdürler. Eğer, Hz.
Muhammed'in kendisine ait sözleri, kuvvet ve tesir kazandırmak amacıyla Allah'a
isnat etmek gibi bir niyeti olsaydı, bütün sözlerini Allah'a izafe ederdi. Bu konuda
bir ayırım gözetmezdi. Hz. Peygamber'in Kur'ân'a gösterdiği tazimi kendi
sözlerine karşı asla göstermemesi gerçeğine daha önce temas edilmişti.
Ayrıca
Hz. Muhammed'in kendi sözlerine bir tesir, bir azamet ve kudsiyet kazandırmak
amacıyla Allah'a nisbet ettiği şeklinde bir iddiada bulunmak, bu rehberin
insanları ıslah ve gayesine giderken, yalan ve gözboyama köprüsünden geçmekte
mahzur görmeyen bir kişi olmasını caiz ve meşru saymayı gerektirir. Halbuki bu
öyle bir meseledir ki her şeyden önce tarihî realite bunun karşısına çıkar:
Çünkü onun mübarek si-retini dikkatle inceleyen herkes, harekat ve sekenatmda
olsun, ibare ve işaretlerinde olsun, kızgınlığında olsun, hoşnutluğunda olsun
aldatıcılıktan en uzak bir insan olduğunda; büyük olduğu kadar küçük sayılan
işlerde de, gizlide ve âşikârede doğruluğa son derece dikkat ettiğinde, gerek
nübüvvetten önce ve gerekse sonra, doğruluğun, onun en bâriz vasfı olduğundan
kesinlikle şüphe etmez. İşin başından günümüze kadar dostları gibi düşmanları
da1356 buna
şahitlik etmektedirler. "De ki: Eğer Allah dileseydi Kur'ân'ı size
okumazdım ve onu size hiç bildirmezdi. Ben ondan önce aranızda bir ömür boyu
kalmıştım (böyle bir şey yapmamıştım), hiç düşünmüyor musunuz?"1357
·
d. Kâhin Olduğu İddiası
Müsteşrik
Rodinson'un "Mahome" isimli kitabı, neredeyse Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ve Kur'ân
aleyhinde ortaya atılmış iddia ve iftiraların bir fihristi niteliğindedir.
Sözkonusu yazar, zihin bulandırmak için bu tür fikirlerin hemen hepsine sırası
geldikçe yer verir, arkasından ustaca zannettiği bir manevrayla aslında o
görüşü benimsemediği izlenimini vermeye çalışır. Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hakkında
kâhinlik iddiası da bunlardan biridir. Rodinson, Kur'ân'ı, Hz. Muhammed'in
işittiği, tekrarladığı ve tanrısına yorduğu vahiyler olarak nitelendirmekte ve
şekil bakımından, cinlerin çöl kâhinlerine ilham ettikleriyle tamamıyla özdeş
olduğunu iddia etmektedir1358.
Ayrıca Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi
ve sellem) ile kahinler arasında bir çok ortak çizgi bulunduğunu, fizyolojik ve
psikolojik yapısının kâhinlerinkiyle aynı tipte bulunduğunu iddia etmektedir1359. Ne var ki
hemen sonraki paragrafta, kendisiyle büyük bir çelişkiye düşerek "Bir
kâhin değildir Muhammed" ifadesini kullanmaktadır1360.
Hz.
Peygamberin bi'seti esnasında kehânet Arabistan'a yayılmış, memleketin her
tarafını sarmış bir bela idi. Kâhin, bir nevi zan ile gayb haberi verene ve
falcıya denir. Verdiği haber geçmişe müteallik olursa kâhin, geleceğe müteallik
olursa arraf denildiği de söylenir. Kehânette meşhur olan cinlerden yardım
taleb etmektir1361.
Kahin geleceğe dair haber verirken cin tarafından yönetilen, cinnin verdiği
ilhamın etkisiyle olağanüstü sözler söyleyen kimse olduğu görüşü o günkü
Araplar arasında yaygındı1362.
Bu kâhinler, aynı zamanda bütün davaları, ihtilafları da hail u fasl ederlerdi.
Rüyaların tabircisi onlar idi. Kabile mensupları için yalnız doktor değil, aynı
zamanda toplumda işlenmiş cinayetlerin de dedektifi idiler. Bu sebeple
memleketin her tarafında nüfuz ve itibarları vardı.
Kâhinler
puthanelerde otururlardı. Herbirinin hususi bir putu vardı ve bu puta hizmet
ederdi. Kehânet ücreti olarak büyük meblağlar alır, ayrıca adak da kabul
ederlerdi. Aldıkları ücrete hulvân denirdi. Bunlar verecekleri haberi veya
yapacakları telkini seci' denen uyumlu bir form içinde söylerlerdi.
Hulasa
kâhinlerin adam aldatmaları çok mühim bir işti. Bunun tesiri ile memleketin her
tarafına hurafeler yayılmış, evham ve putperestliğin binbir çeşidi ortalığı
kaplamıştı. Müslüman olduktan sonra bunların birçoğu hile ve dalaverelerini
bizzat itiraf etmişlerdi.1363
Bazı
müsteşrikler, ilk inen sûrelerden olan "el-Müddessir" de geçen
"müddessir (bürünüp sarman)"1364 ve yine ilk inen sûreler arasında yer alan
"el-Müzzemmil" sûresinde geçen "müzzemmil (örtünüp
bürünen)"1365 ifadelerine
büyük bir hipotez bina etmeye yeltenmişlerdir. Sözkonusu müsteşriklerden Tor
Andrae bu konuda şöyle diyor: "Hiç şüphesiz Mu-hammed putperest
kâhinlerden bazı ifadeler almıştır. Pekçok kâhin ilham almak istediklerinde
başlarını örterlerdi. Muhammed de aynı şeyi yapmıştır (Kur'ân, 73 / 1; 74 / 1).
Bu davranış, aslında ilhamı tahrik etmek için klasik bir yöntemdi. Gol papazı
kurban edilmiş öküz derisine sarınır, İzlandah kâhin gri bir koyunun derisine
sarınır."1366
Gaudefroy-Demombynes de şöyle diyor: "(Bir örtüye sarınıp bürünme)
kendisini kutsal bir güç ile irtibat halinde hisseden herkesin bir adetidir.
Eski Arabistan kâhinleri de böyle yaparlardı. Dolayısıyla Kureyşliler,
Mu-hammed'in de cinlerin esrarını vahiy yoluyla ilham almak için onları
(kâhinleri) taklit ettiğini düşünmekte haklıydılar. Bu davranış, daha sonra
yalancı peygamber Tulayha ve Esved'in adeti de olmuştur."1367
Şimdi
bu iddiayı değerlendirelim: Öncelikle belirtelim ki, ne Kur'ân'-da ne sünnette,
ne de başka hiçbir kaynakta Hz. Peygamberin her vahiy geldiğinde özel bir
kıyafete büründüğüne ilişkin hiçbir bilgi gelmemiştir.
Şu
halde Hz. Peygamberin bir paltoya sarınması bir vahiy almak için değil, bilakis
bazı defalar vahiy aldığında duyduğu heybet, hissettiği manevî ağırlık ve belki
de bunun etkisiyle içinden duyduğu bir üşüme sebebiyle böyle bir şeye sarınma ihtiyacını
duyardı ve ısınmak amacıyla kendisine bir şey örtülmesini isterdi. Öyleyse,
böyle bir şey örtünmeyle, bir kâhinin büründüğü deri arasında hiçbir ilişki
yoktur. Ayrıca, vahyin gelişini tahrik etmek için daha önce değil, bilakis
vahiy hali başladıktan sonra bazı defalar üstünün örtülmesini istemiştir.
Bu
gerçek böyle bilindikten sonra, iddiada, Kureyş'in bu tutuma bakıp ve haklı
olarak (!) Muhammed'in kâhin olduğunu düşündüğü ifadesine gelelim. Bu iddianın
gerçekle alakası yoktur. Çünkü Kureyş aslında Hz. Muhammed'in kâhin olmadığını
çok iyi biliyordu. Nitekim, Kur'ân âyetlerindeki ahenk ve sonlarındaki ses
uyumlarına bakarak kâhinlerin seci'li ve tumturaklı ifadelerine kıyas etmeye
kalkıp Hz. Muhammed'i, kâhin diye tavsif etmek isteyenlere müşriklerin
reislerinden Velîd b. el-Muğîre:
"Hayır,
vallahi o kâhin değildir. Biz kâhinleri görmüşüzdür. Onun okuduğu ne kâhinlerin
gizli' fısıltılarıdır, ne de seci'leri" cevabını vermişti.1368
Kur'ân-ı
Kerim de bütün müşriklere karşı kendisinin bir kâhin sözü olmadığını, mübelliği
olan Hz. Muhammed'in de kâhinlikle alakası bulunmadığını söylüyordu. Onların
buna bir itirazları olmamış olacak ki, sesleri yankısız kalmış, onlar da artık
seslerini kesmişlerdir. Eğer sözlerinde samimi olsalardı bu cevabı aldıktan
sonra da, asla sükut etmez, iddialarını ısrarla ispat etmeye çalışır ve bunu
kolaylıkla isbat ederlerdi. Böyle bir şey olsaydı, tarihe geçer ve hiçbir şeyi
saklamayan tarih bunu da günümüze kadar taşırdı.
Belki
de bu kanaatteki müşrikleri yanıltan husus, Hz. Peygamberin gaybdan haber
vermesinden ileri gelmişti. Kur'ân'a göre de Peygamber tarafından getirilen
haberler gayb haberleridir. Peygamberin faaliyeti, Allah'ın arzusunu insanlara
duyurma düşüncesi etrafında geçer. Gerçi ileride insanların gözü önüne
serilecek olan Cennet ve Cehennem tasvirleri de istikbale matuf haberlerdir ama
bu, İbranî kehanetlerindeki gibi belirli bir şahsın veya belirli bir milletin
hayatında vukubulacak olan bir olayın ne zaman vukubulacağmı önceden görüp
söylemekten çok farklıdır. Hz. Peygamberin vazifesi bu değildir. Fakat bu husus
bazı müşrik Araplar tarafından pek anlaşılmışa benzemez1369. Değil mi ki o, bazı gaybî haberleri bildiriyordu?
Bazı müşrikler için mesele tamamdı ve bu onu kâhin telakki etmek için
yeterliydi.
O
günkü Arap düşüncesinde gaybe muttali' olmanın tek şekli cinlerin (şeytanların)
getirip ilka edeceği ilhâm idi. Gayba dair haber veren herkes kâhin adını
alıyordu.
Hadiste
haber verildiği gibi İsiâmın zuhurundan evvel kâhinler istikbale ait bazı
şeyler haber verirler ve kâinatın esrarına vakıf olduklarını iddia ederlerledi.
Hz. Peygamber'in "Nübüvvetten sonra artık kehânet yoktur" buyurduğu
veçhile Resûlulah'm bi'seti üzerine gökyüzü meleklerin muhafazası altına
alınmış ve şeytanların istihbarat kapıları kapanmıştır.1370 Bu gerçeğe Kur'ân-ı Kerim de açıkça işaret
etmektedir.1371
Bazı
müşrikler de, Resulullahm yanında daima birkaç cin, yahut birkaç şeytan
bulunduğu ve Kur'ân'ı onların ilka ettiği vehminde idiler.1372
Halbuki
bunun iki açıdan hak ve hakikatle alakası yoktu. Bir kere Kur'ân'm muhtevası,
şeytanla hiçbir ilgisinin bulunmadığının en açık bir kanıtıydı. Bu Kur'ân'la
şeytanların işi neydi. Kur'ân hidayete, iyiliğe ve imana davet etmekte,
şeytanlar ise dalalete, bozgunculuğa ve küfre çağırmaktaydı. Hem onlar böyle
bir şeye kalkışamazlar. Zira Allah'tan gelen vahyi dinlemekten uzak
tutulmuşlardır. Kur'ân'ı Hz. Mu-hammed'e Alemlerin Rabbi izniyle Cibrîl-i Emin
indirmiş, bu hususta şeytanlara açık kapı bırakılmamıştır.1373
Ayrıca
Kur'ân'm mübelliği olan Hz. Muhammed'in durumu da, getirdiklerinin şeytanla
alakası olmadığının kesin deliliydi. Çünkü şeytanlar günahkâr yalancıların
tepesine inerler. Kendilerine kulak veren sahtekârlara yaklaşırlar.1374 Hz.
Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ise—haşa—ne
günahkâr, ne de yalancıydı. Onun ahlak ve karakteri böyle olmaktan son derece
uzaktı. O halde şeytan ona yaklaşmaya cesaret edemezdi ve onun getirdiklerinin
asla şeytanla alakası yoktu.
Öte
yandan, Hz. Muhammed'in getirdikleri, kâhinlerinki gibi, sıradan, dünyalık ve
adî işlerle ilgi sözler değildi. O Allah adına konuştuğunu söylüyordu.
Dolayısıyla en ufak bir yanlışlığı Alemlerin Rabbi olan Allah'a iftira anlamına
gelirdi. Allah ise, kendisine iftira eden, demediğini Zatına nisbete kalkışan
kimseyi en şiddetli biçimde cezalandıracaktı. Onu kuvvetle yakalar, şah
damarını koparır, hiç kimse de buna engel olamazdı.1375
Bu
kadar hak, adalet, insanlık, medeniyet ve rahmet düsturlarıyla dolu olan Kur'ân
gibi bir eser, Allah'ın dergâhından kovulmuş, rahmetten yoksun bırakılmış ve
lanete uğramış olan şeytanın sözü olamaz.1376 Bu nokta üzerinde düşünmek bile Kur'ân'm
gerçek kaynağını bulmaya yeter.
Müşriklerin
Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) ve Kur'ân-ı Kerime karşı ileri sürdükleri ne kadar iddia varsa hemen
hepsini tekrarlayan müsteşrik Brockelmann da şunları söylüyor:
"Peygamberin
ilk senelerini dolduran yüksek heyecan, cüretkârane hayaller, belagatli
ifadeler şeklinde inkişaf eden seci'li ve tamamıyla şairane bir renge boyanmış
nutuklar halinde tezahür ediyor. Cahiliye devri kâhinlerinin vecizeleri gibi,
bunlar da çok kısa ve ekseriya dinî takdisata ait garip formüllerle
müterafıktır."1377
"Peygamberin,
sonradan bütün İslâmî Edebiyatın şairane efsanesi içinde o kadar çok işlenmiş
olan mîracı, ibtidâî kavimlerde kâhinliğe başlayanlarda bu nevi hayallere
rastlandığına göre ihtimal daha nübüvvetinin ilk zamanlarına aittir."1378
Hz.
Peygamberin, nübüvvetin ilk yıllarında gördükleri hayal değildi. Bir insan,
bütün emel, arzu, hayal ve ideallerinin baharında bulunduğu gençlik yıllarında
gayet sıradan bir hayat yaşayıp da, genellikle hayallerinin sükunet bulduğu,
çok ileri emellerinin kalmadığı kırk yaşından sonra, bütün dünyayı, hatta
kabilesini, amcası gibi en yakın akrabalarını karşısına alıp da sonu görünmeyen
bir maceraya atılmaz. Hz. Peygamberin hayal, emel ve idealleri herşeyin dizgini
elinde, her şeyin anahtarı yanında, şimdiki zaman gibi geçmişe ve geleceğe de
hükmeden Allah'ın emir ve iradesine dayandığı için Brockelman gibi aciz bir
beşere cüretkârane görünebilir. Fakat davasında güç ve kuvvetini kâinatın
yaratıcısından alan Hz. Muhammed'e, "güneşi sağ elime, ayı da sol elime
verseniz davamdan yine vaz geçmem" sözünü dedirten imanın Brockelmann
tarafından idrak edilip takdir edilmesi elbette beklenemez.
Hz.
Muhammed'in sözlerinin belagatli olduğunu söylemesi bir gerçeğin itirafıdır.
Ancak, bütün beliğleri aciz bırakan, belağatli sözlerin parlaklığını bastıran
söz, Hz. Muhammed'in değildir. Hz. Muhammed'in sözleri ortadadır. Kur'ân'm
sözleri ise Allah'ındır. Brockelmann'm far-kedemediği gerçek budur. Bu
belagatli sözün seci' kalıbı içinde ifade edildiği ise, bu işin erbabı nezdinde
zerre kadar değeri olmayan bir iftiradır. Zira Kur'ân'm seci' olmadığını bizzat
Mekke müşrikleri bile itiraf etmiştir. Yoksa Brockelmann bu konuda onlardan
daha mı ileridir?!
Kur'ân'm
hadsiz derece renkli, vecîz ve yoğun manalar yüklü açık ve beliğ ifadeleri,
kâhinlerin formüllerini andıran, çoğu zaman aynı, son derece muğlak ve müphem
tekerlemelerinden hadsiz derece münezzehtir. Rodinson bile, Muhteva bakımından
Kur'ân'm alabildiğine yeni olduğunu itiraf etmektedir. Ona göre sözkonusu
muhteva, o mizaçtaki insanlara verilmiş geleneksel rolü oynayan zavallı
kâhinlerin getirdiği muhtevadan kat kat üstündür1379. Kur'ân'm şiir olmadığını ayrıca
açıklayacağımız için burada temas etmiyoruz.
Hz.
Muhammed'in miracını hayal telakki eden Brockelmann gibilere Kur'ân ondört asır
önceden şöyle buyurarak cevap ermiştir: "Onun (gözleriyle) gördüğünü kalbi
yalana çıkarmadı"1380.
Bu bile Kur'ân'm Allah kelâmı olduğunu isbat etmez mi?
Kâhinlik
konusunda bu ve daha önce yaptığımız açıklamalarla yetinerek geçiyoruz.
·
e. Şair Olduğu İddiası
Hz.
Peygambere yapılan bir başka iftira da şairliktir. Brockel-mann'm, Hz.
Peygamberin Kur'ânî beyanlarını beliğ ve şairane hitabeler olarak nitelemesi
daha önce geçti. Rodinson da, "Muhammed'in aldığı mesaj, geleneksel Arap
şiirinden uzaklaştığı oranda saf şiire yaklaşıyordu. (....) Mesaj, kaynak
aldığı saf şiir içine işlemiş olarak daha uzun süre şaaşasını koruyacaktı ama
gittikçe biraz daha kesinleşmekten de geri kalmayacaktı"1381,
"...Burada, aradan on üç yüzyıl geçmesine rağmen büyüleyici etkisi hâlâ
işlek kalan ilkel bir şiirle karşı karşıyayız"1382 diyerek Kur'ân'm aslanda Arap şiirinin bir
uzantısı olduğunu iddia ediyor. Neredeyse, Hz. Muhammed'in çağdaşları olan
müşriklerin ileri sürdüğü hususların tamamı, çağımızda yaşamış müsteşrikler
tarafından da aynen tekrar edilmiştir. Değişen tek şey, farklı bir üslup ve
biraz değişik gerekçeler. Kur'ân'm, bütün asırlara hitap edişinin bir delili
olarak şu ayeti üzerinde düşünülmeye değer: "Onlar, evvelkilerin dediği
gibi dediler"1383,
"Onlardan evvelkiler de tıpkı onların dediklerini demişlerdi. Kalbleri
nasıl da birbirine benziyor"1384.
Nitekim
Mekke müşrikleri Resulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hakkında:
"Biz
mecnûn bir şair için mabudlanmızdan vaz mı geçeceğiz? derlerdi"1385 Peygamberi
şairlikle, Kur'ân-ı Kerimi de şiirle vasfeden müşrikler aslında Peygamberin
şair, Kur'ân'm da şiir olmadığını bilmiyor değillerdi. Muhammed'in (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) kendilerine getirdiği kelâmın kendi dillerinde kullanılandan
başka bir hususiyeti haiz olduğu belli idi. Kur'ân'la şiir arasını tefrik
edemeyecek kadar meseleye yabancı değillerdi. Mesele şuydu: Ortada yeni bir din
ve bu dini tebliğe memur bir peygamber vardı. Putçuluklarıyla bağdaşmayan bu
din ve bu Peygamberi halk arasında gözden düşürmek için mücadele etmeleri
lazımdı. İşte bu sebeple Peygamber ve onun tebliğ ettiği Kur'ân hakkında her
türlü yalan ve iftira mekanizmasını işletiyorlardı. Kur'ân'da fevkalade bir
belagat bulunması sebebiyle ona şiir isnatı, olabilir ki halk tarafından kabul
edilirdi. İhtimal ki Kur'ân'la şiiri birbirine karıştırır, şüpheye düşebilirdi.1386
Rivayet
olunur ki Kureyş, Dâru'n-Nedve'de toplanmış, Resulullah hakkında ne
söyleyeceklerini görüşüyorladı. Birçok görüş ortaya atıldıktan sonra nihayet
Abduddâr oğulları: "Onun, zamanın felaketli hadiselerine çarpılmasını
gözetin. Çünkü o bir şairdir. Züheyr'in (V. 13 H. Ö.), Nabiğa'nm (V. 18 H. Ö.),
A'şâ'nın (V. ?) helak olduğu gibi o da helak olur" demişlerdi ve bunun
üzerine dağılmışlardı1387.
Onların bir görüş etrafında toplanmadıklarını Kur'ân-ı Kerim açıkça beyan eder.1388
Nitekim,
Ömer b. Hattab şöyle der:
"Müslüman
olmadan önce Resulullah ile muaraza için bir gün evden çıktım. Onu Mescid-i
Haram'da buldum. Benden evvel oraya varmıştı. Arkasında durdum. Resulullah,
el-Hakka Sûresini okumaya başladı. Ben Kur'ân'm belağatma, düzgünlüğüne,
derlitopluluğuna hayran kaldım ve ben: 'Vallahi, Kureyş'in dediği gibi bu bir
şairdir' diye düşünüyordum ki, Resulullah hemen:
"Muhakkak
o (Kur'ân) Allah indinde çok şerefli bir peygamberin Allah'tan getirdiği kat'î
sözdür. O bir şair sözü değildir. Ne az inanır (adamlar)sımz siz?"1389 ayetlerini
okudu. O zaman ben, 'Bu bir kâhindir' diye düşündüm ki, Resulullah:
"O
bir kâhin sözü de değildir. Siz ne az düşünür (adamlar)smız? O Alemlerin
Rabbinden indirilmedir. Eğer (Peygamber söylemediğimiz) bazı sözleri bize karşı
kendiliğinden uydurmuş olsaydı, elbette onun sağ elini (kuvvet ve kudretini)
alıverirdik. Sonra da hiç şüphesiz onun kalb damarını koparırdık. O vakit
sizden hiçbiriniz buna mani de olamazdınız"1390 ayetlerini okudu. İşte o gün kalbim İslâma
karşı iyice yumuşamıştı."1391
Resulullahın
tabiatında şairlik yoktu ve şiirle temsil getirmeyi sevmezdi. Said b. Urve'nin
katade'den rivayet ettiği bir haberde Hz. Aişe validemize: "Resulullah şiirle
temsil getirir miydi?" diye soruldu. O da: "Resulullahın en çok buğz
ettiği şiirle misal vermek idi. O bir defasında Beni Kays'm bir şiiriyle temsil
getirmişti de şiirin sonunu başına almış, başını da sonuna te'hir etmişti. Ebû
Bekir, "Yâ Resulal-lah, şiir böyle değildi" deyince Resulullah,
"Vallahi ben şair değilim ve bana yaraşmaz da" diye mukabelede
bulunmuştu" cevabını verdi1392.
Resulullaha
şâir diyebilmek için Kur'ân'la şiirin ve Hz. Peygamberle şairin bir mukayesesini
yapmak gerekir. Başta, Kur'ân'm ne lafız ne de mana bakımından şiir olmadığı
açıktır. Kur'ân ayetlerinde şiir nazmının vezin ve kafiyeleri yoktur. Mana
bakımından ise şiir, hakikat olup olmadığı aranmaksızın hoşlandırmak veya
tiksindirmek, coşturmak veya küstürmek gibi hisleri gıcıklayan muhayyel
kuruntulara, vehmi kıyaslara, hissiyat oyunlarına racidir. Kur'ân ise, Yüce
Allah'ın hidayetine götüren bir irfan nuru, bir ikan rehberidir.1393
İkinci
noktada da, yani Peygamberle şair arasında da büyük bir fark vardır. Şair
tabiatıyla bir effâktır. Onun söylediği halis ifktir. İfk, mutlaka
"yalan" demek değil, fakat gerçek bir temeli olmayan, hak üzerine
kurulmayan şey demektir. Effâk, söylediklerinin doğru olup olmayacağını
düşünmeden, sorumsuzca ağzına geleni, hoşuna gideni söyleyen kimsedir.1394
Hz.
Peygamber ile şairler arasında tabilerinin durumunda da farklılık vardır. Bu
husus Kur'ân'da açıkça dile getirilmiştir.
"Şairlere
sapık ve azgınlar tabi olurlar."1395
Yani,
şairlerin peşine takılan kişilerin ahlak, huy, alışkanlık ve temayülleri,
Resulullaha tabi olan imanlı, inançlı ve güzel ahlaklı kişilerden çok farklı
olurlar. Her iki grup arasındaki fark o kadar bariz ve açıktır ki, bunlar ilk
bakışta ortaya çıkarılabilir.1396
"Onların
her vadide hakîkaten ifrata (mübalağaya) düşegeldiklerini ve hakîkaten
yapmayacakları şeyleri söyler (insanlar) olduklarını görmedin mi?"1397
Yani,
şairlerin muayyen veya istikrarlı bir çizgisi yoktur. Şairler, her zaman
tedirgin, her zaman arayış içinde olan bir zümredir. Düşünceleri ve ifadeleri
sabit değildir. Aksine, düşünceleri kör ve topal bir at gibidir ki, her vadide
ve merada dolaşıp durur. Zevk, duygu ve ihtiraslar onları her an yeni bir
dünyaya götürür. Her zaman hayal aleminde dolaşırlar, gerçeklerden bucak bucak
kaçarlar. Sözlerine ve ifadelerine dikkat edemezler. Fevri ve duygusal
davranırlar ve nasıl düşünüyorlarsa öyle yazar ve söylerler. Böylece söylediklerinin
hak ve hakikatle olan ilgisini unuturlar. Yalan yanlış, saçma sapan ifadelerde
bulunurlar. Keyifleri yerinde -olduğu zaman akıllıca ve zekice şeyler
söylerler. Ama karamsar ve ümitsiz oldukları zamanlarda son derece adi ve ağza
alınmayacak sözler söylerler. Akı kara karayı ak göstermekte ustadırlar. Bir
zalimi mazlum, bir alçağı dünyanın en efendi kişisi olarak ilan etmekten
çekinmezler. Bir cimriyi dünyanın en cömert insanı, bir korkağı da dünyanın en
cesur kişisi ilan ederler. Bir şairin kelamında aynı zamanda Allah'ın
büyüklüğü, dinsizlik, maddecilik, maneviyatçılık, iyilik, güzellik,
ahlaksızlık, pislik ve temizlik, ciddiyet, maskaralık, kaside, hiciv ve hezeyan
gibi mevzular bulabilirsiniz. Şairlerin bu kaypaklık, istikrarsızlık ve
kararsızlığını bilenler, Kur'ân-ı Kerim gibi bir İlâhî kitabı getirenin bir
şair olduğuna inanabilirler miydi?
Arap
şiirinde genellikle aşk, şehvet, seks, içki, sarhoşluk, kabileler arasındaki
nefret ve düşmanlık, savaş, kan dökme ve ırkçılık gibi konular işlenirdi.
İyilik ve güzellik gibi temalar çok azdı. Ayrıca şairler, mübalağa, yalan ve
iftira, hiciv, övünme, alay, istihza ve boş yere meydan okumaya çok
meraklıydılar. Bu sebeple, Resulullah, Arap şiirine hiç önem vermezdi. Fakat
Hz. Peygamber, iyi ve manalı bir şiiri övmekten de geri kalmazdı.1398
Şairlerin,
Hz.‘ Peygamberin tabiat ve karakterine zıt olan başka bir özelliği de
yapamayacakları şeyleri söylemeleriydi.1399 Resulullahı tanıyan herkes, söylediklerini
aynen yaptığını biliyordu. Resulullahm söz ve fiilindeki ahengi,
çevresindekilerden kimse inkâr edemezdi. Buna mukabil, şairin, bir dediğinin
diğerini tutmadığını, söylediklerini yapmadığını, başkalarına nasihat
ettiklerini kendilerinin uygulamadığını herkes biliyordu. Kur'ân-ı Kerimin
işareti işte bu tezadadır.1400
Kur'ân'm
şiir olmadığını sarîh olarak belirten ayetlere ve şiir sanatıyla uğraşanların
ifadelerine rağmen bazı müsteşriklerin hâlâ Kur'â-n'a, Resulullahm devrindeki
müşrikler gibi şiir demeleri garazkârlıktan başka bir şey olmasa gerek.
·
2. Hz. Muhammed'in Farkında
Olmaksızın Kendi Kendisini Aldattığı ve Gördüklerinin Hayal Olduğu İddiası
İnsanlara
asla yalan söylemeyen, hiyanet ve aldatma nedir bilmeyen Hz. Muhammed'in Allah
adına bilerek ve isteyerek yalan söyleyemeyeceği önceki açıklamalarımızdan
kesin olarak ortaya çıktı. Öte yandan, onu böyle bir iftiraya sevkedecek hiçbir
sebebin bulunmadığı da anlaşıldı. Nitekim, mala, makama, mevkiye asla düşkün
olmadığı— haşa—cinsel arzularını tatmine düşkünlük göstermediği delilleriyle
açıklandı. Fakat önümüzde bir Kur'ân gerçeği var ve bu gerçek görünüşte Hz.
Muhammed'in ağzından insanlığa tebliğ edilmiş. Hz. Muhammed'in, her ne kadar
bilerek insanları aldatmasına, sözlerini Allah'a isnat etmesine asil karakteri
ve son derece yüksek ahlakı engel ise de, acaba, farkında olmayarak yanılmış
olamaz mı? O, gerçekten bu sözlerin Allah'a ait olduğuna inanıyor, ama aslında
Kur'ân olarak ortaya konulan bu sözler, onun birtakım ruhî tezahürlerinin1401, mizaç
bozukluklarının eseri olamaz mı? Meselâ, eski ve yeni muhaliflerinin iddia
ettikleri gibi o bir mecnun olabilir mi? Vahiy esnasında kendisinde görülen
haller bir sara hastalığı işareti olduğu söylenebilir mi? Vahiy meleği diye
gördüğü şahıs, gaybdan kendisine gelen sesler olarak algıladığı sözler bir
hallüsinasyon olarak nitelendirilebilir mi? Allah'tan kendisine geldiğini
samimi olarak ileri sürdüğü sözler aslında bilinç altına itilmiş birtakım
arzuların dışa yansıması olabilir mi? Hira Mağarasında melek diye gördüğü
şahıs, bir takım, acı, sıkıntı ve mutsuzluklar sonucu gördüğü bir hayal
olabilir mi? İşte biz bundan sonra bu noktalar üzerinde duracağız. Hakikatin
bütün cepheleriyle tam olarak ortaya çıkması için her ihtimali irdeleyecek ve
her iddiayı—sahibinin amacına bakmaksızın—değerlendirmeye tabi tutacağız.
Aslında
bu itham yeni değildir. Bütün bunların ortak notası bir bakıma "cünûn
(delilik)" Belki Hz. Muhammed'in çağdaşları olan müşrikler ona
"Mecnûn" derken bütün bu iddiaların ortak yanını kastediyorlardı. Biz
de yukarıda işaret ettiğimiz ve konumuzun akışı içerisinde detaylı bir biçimde
ele alacağımız bütün o iddiaların ortak noktası ve tarihi kökeni olan delilik
ithamı üzerinde durarak konuya giriş yapmak istiyoruz:
Kur'ân-ı
Kerime göz attığımızda onun bu ithamı birden fazla yerde kaydettiğini
görüyoruz. Müşriklerin, alaylı bir ifadeyle Hz. Muhammed'in yüzüne
karşı—haşa—delirdiğini ileri sürdüklerini1402; cinlerle irtibatı olan bir şairin hatırına
tanrılarını terk edemeyeceklerini ifade ettiklerini1403 ve kendi aralarında onun deli olduğunu
söylediklerini1404 naklediyor.1405
Yine,
Utbe bin Rabî'a, eğer kendisine görünen bir cin ise dûçar olduğu bu durumdan
kurtulmak için doktor çağırma teklifinde bulunduğu zaman büyük ihtimalle bunu
düşünmüştür.1406
Resulullahm (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Utbe'ye cevabı sadece, Fussilet
Sûresinin başından birkaç ayet okumak şeklinde oldu. Bu ayetlerde Kureyş, imana
davet ediliyor, inatları gözler önüne seriliyor ve akibetlerinin, peygamberleri
inkâr eden geçmiş ümmetlerin-kiyle aynı olacağı belirtilerek tehdit ediliyordu.
Bu
ağırbaşlı ve asil davranışta ve bu sakin cevapta bile Hz. Muhâm-med'in aklî
kemaline açık bir delil göze çarpmakta, iddia ve tahminlerinin asılsızlığının
fiilî bir ispatı yapılmaktadır. Zira mecnun olan biri, böylesine hikmetli
davranamaz, ruhunu derinden derine inciten yarasına gözünün içine baka baka
parmak basan bir kimse karşısında böylesine sükûnet içinde bulunamaz.
Öte
yandan Hz. Muhammed, daha önce son derece itimat ettikleri, Kabe'nin tamiri
sırasında Hacer-i Esved'in yerine konulmasında hakemliğine başvurup sonucundan
da son derece memnun kaldıkları ve en önemli meclislerinde kendisine yer
verdikleri zattan başkası değildi. Kendisine Allah'tan vahiy geldiğini
söylemek, atalarının kötü inanç ve yaşayışlarını körü körüne teklid etmekten
kendilerini alıkoymak, fazilet ve insanlığa çağırmaktan başka onun cephesinde
hiçbir şey değişmemişti. Doğruluğu, güvenilirliği, akıl ve hikmeti müsellem
olan bir zatın, son derece akıl ve hikmete uygun bu yeni tekliflerde bulunmasıyla
acaba sahip olduğu meziyetleri nasıl yitirmiş olabilirdi ki?
Aslında
müşrikler bu konuda tutarlı bir çizgi de takip etmiyorlardı. Onun bu yeni hal
ve tutumuna bir türlü bir mana veremiyorlardı. Daha doğrusu gerçeği kabul etmek
işlerine gelmiyordu. Bunun için çelişkilere düşerek aynı anda birbirine zıt
ithamlarda bulunuyorlardı. Bu da onların iddialarında haklı olmadığının
deliliydi. Meselâ, ona "kâhin" ve "mecnûn" diyorlardı.1407 Oysa kâhin
keskin akıllı, zeki olur. Mecnûn ise, aklen ve fikren hasta bulunur. O halde
nasıl olur da kâhin dediklerine mecnûn, mecnûn dediklerine kâhin
diyebilirlerdi? Demek, ne dediklerini bilmeyecek, nasıl tenakuza düştüklerini
farkedemeyecek derecede akılsızlıklarını gösteriyorlardı.1408 Daha önce bu nokta üzerinde durduğumuzdan
yalnızca bu örneğe işaret etmekle yetiniyoruz.
Müşriklerin
bu iftira ve itirazı peygamberler tarihinde yeni değildi. Allah elçilerine daha
önceleri de delilik isnat ve iftirasında bulunulmuştu.1409 Meselâ Kur'ân'da ilk olarak Hz. Nuh'a
düşmanları tarafından yöneltildiğini1410 gördüğümüz bu iddia, Hz. Musa'ya da Firavun
tarafından yöneltilmiştir.1411
Görüldüğü
gibi, insanoğlu hiçbir zaman değişmemektedir. Sahne ve oyuncular değişse bile,
oyun ve roller hep aynı kalmaya devam etmektedir. Geçmişte eski peygamberlere
yöneltilen bu itham, Asr-ı Saadette Hz. Muhammed'e de yöneltilmiş, günümüz
müsteşrikleri de aynı mana, fakat farklı ifadelerle aynı itham ve iddiayı ileri
sürmektedirler.
·
a. Ruh Hastası Olduğu İddiası
Bu
iddiayı detaylı bir biçimde sunup sonra da kritiğini yapmadan önce, vahyin
inişi esnasında Hz. Peygamberde görülen birtakım tezahürleri belirtmemiz
gerekir. Zaten kendisine inanmayanlar de bu tezahürlere bakarak onu sara ve
benzeri asabî hastalıklara maruz bulunduğunu ileri sürüyorlar.
Vahyin
geliş şekilleri ve vahiy sırasında görülen tezahürler siyer ve hadis
kitaplarında belirtilmiştir.
Öncelikle
şunu ifade edelim ki, Hz. Muhammed'e gelen vahiy şekilleri çok değişikti. Vahiy
ilk defa, sadık rüyalar biçiminde başlamış; bazan kendisi uyanık iken melek
görünmeden kalbine İlâhî vahyi ilka etmiş; bazan Cebrail bir genç sûretinde
kendisine gelerek vahye konu olan hususları bildirmiş1412; bazan çıngırak sesi biçiminde ve vahyin en
ağır şekli olarak kendisine İlâhi emirler ilka edilmiş1413; bazan Cebrail aslî şekliyle görünüp İlâhî
emri kendisine duyurmuş1414;
bazan doğrudan doğruya Allah ile konuşarak ve uyanık iken kendisine vahiy
bildirilmiş1415;
bazan Hz. Peygamber uykuda iken Cebrail kendisine gelerek vahiy ilka etmiştir1416.
Bazan
vahiy esnasında birtakım tezahürler görülürdü: Meselâ, saha-biler, yüzü
etrafında arı vızıltısını andıran bir ses işitmeleridir1417. Vahiy geldiği zaman çok soğuk günlerde
bile terler ve ter tanecikler^ mübarek alnında inci taneleri gibi parıldardı1418. Yüzünün
rengi değişirdi. Nefes alırken horultuya benzer bir ses çıkarırdı1419. Bir
defasında tesadüfen Zeyd bin Sâbit'in dizi Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi
ve sellem) dizinin altında bulunuyordu. O sırada vahiy gelince Zeyd, Hz.
Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) dizinin ağırlığını öylesine şiddetli
hissetti ki, neredeyse dizleri kırılacak gibi oldu. Vahiy hali geçince Hz.
Zeyd'den, kendisine gelen vahyi yazmasını istedi1420. Mâide Sûresi indiğinde, Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) devesine binmiş bulunuyordu. Vahiy inmeye başlar başlamaz
deve Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'i çekemeyerek bacakları
kırılacak gibi oldu. Bunun üzerine Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
deveden indi.1421
Bu
rivayetlerden anlaşıldığına göre vahiy ağır bir iştir. Hz. peygamber vahiy
alırken sıkıntı ve güçlük çekmiştir.
Bu
konudaki rivayetlerin asılsız olması ihtimalden çok çok uzaktır. Hz. Peygamberi
övücü ve yüceltici bir tarafı bulunmadığı gibi,1422 bu kadar çok rivayetlerin asılsız olduğunu
kabul etmek de zordur.
Aynı
şekilde Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bu tezahürleri
kendisinin meydana getirmesi de mümkün değildir. Mesela, şiddetli soğuk bir
günde alnını nasıl boncuk boncuk ter içinde bırakabilir? Vücudunun ağırlığı
altında devenin bile çökmesini nasıl temin edebilir? Zeyd b. Sâbit'in dizine
dayalı olan dizini nasıl öylesine ağırlaştırabilir? Vücudunun bütün ağırlığını
bir noktaya teksif etmek gibi kasdî bir biçimde bunu yapsaydı, Zeyd bunun
farkına varmaz mıydı? Böyle bir kasdî durum karşısında Zeyd'in tepkisi ne
olurdu? Her şeyden önemlisi böylesi yapmacık hareket ve tutumlar Hz.
Peygamberin hadsiz derecede ciddi ve samimî karakteriyle nasıl
bağdaştırılabilir? Yüzü etrafında arı vızıltısı gibi seslerin duyulması da,
kapalı ağızıyla meydana getirebileceği bir şey değildir. Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) sun'î olarak böyle bir şey yapsaydı, sahabiler derhal
farkederlerdi. Öte yandan şiddetle nefesini alıp vermesi arı vızıltısı gibi
olan bu sesin kesilmesine sebeb olurdu. Bu ise olmamıştır. Çünkü rivayetler
böyle bir şeye işaret etmemektedir. Sonra, bu ağırlık ve bu sesler, önceden Hz.
Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bedeninden bulunmayıp sonradan
meydana gelen bir şeyi gösteriyor. Yani, Hz. peygamber (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)'in varlığı yanında görünmeyen başka bir varlık vardı.—Haşa—bütün
bunları kendiliğinden kastî olarak yaptığı farze-dilirse bundan amacı ne
olabilirdi? Oysa, yapmacıklığm ve rol yapmanın alanı çok geniştir. O halde onu
bu türlü sıkıntılara girmeye sev-keden neydi? Üstelik bu tür şeyleri kendisinin
rol gereği yaptığı varsayımıyla anî vahiy arasını nasıl uzlaştırabiliriz? Yani,
bir sahabisi-nin Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'e bir soru
yöneltmesinin hemen ardından gelen anî vahiyle bu tepkileri nasıl
bağdaştırabiliriz? Evet, aynı anda nasıl hem ağzıyla arı vızıltısı gibi sesler
çıkarsın, hem muhatap olduğu sorunun cevabını düşünsün, hem de vereceği cevabı
Kur'ân'm her ifadesinde açıkça görülen o parlak edebî kalıba dökebilsin?
Paris
Üniversitesiyle bir akıl hastanesinin tabibi ve çok sayıda cemiyet ve
akademilerin azasından olan Mösyö A. Baire de Boismont'un "Des
Hallucinations" adıyla yazdığı 700 sayfayı geçkin eserin 551. sayfasındaki
şu ifadeleri buraya kaydediyoruz:
"Tıp
Fakültesi öğretim üyelerinden Dr. Renaulen, mecnun gözüyle bakılan Muhammed
hakkında pek iyi yapılmış bir raporunda şu sözlerle amacını ifade etmektedir:
'Kendi şahsî çıkarını terk ile tercih ettiği o kadar fedâkârlıklarıyla bütün
bir kavmin usul-i dîniye ve ahlakında o kadar hayret verici bir inkılap meydana
getirmiş olan zat, asla mecnûn değildir. Batıl fikirler ve putperestliği
devirip yerine biricik ve ruhanî bir Allah dinini ikame etmiş ve bu vasıta ile
memleketini barbarlık karanlığından çıkarmış, bu kadar uzun müddet Arap adına
hürmet ettirmiş ve ondan korkutmuş ve haleflerine o kadar şan ve şerefli
fütûhatm yolunu açmış olan zât mecnûn değildir. Milleti onda büsbütün yok olan
ve Islâmiyete tabi' ülkelerde bin iki yüz seneden fazla bir müddet geçtikten
sonra hâla yürürlükte bulunan bir kanunlar mecmuası ile donatmış bulunan zât
mecnun değildir."1423
·
b. Sara Hastası Olduğu İddiası
Böylece,
Hz. Peygamberi (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bazı sinirsel hastalıklara maruz
olmakla itham edenlerin iddialarına gelmiş bulunuyoruz. Sara hastalığından
başlayalım. Gerçek şu ki, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
çağdaşları olan Araplardan hiçbir kimse tarafından bu hastalıkla itham
edilmemiştir. Bununla birlikte bu itham oldukça eskidir. Bu ithamı ilk önce
BizanslI yazarlar ortaya atmıştır1424. Sonra Avrupalılar arasında bu iddia ta
günümüze varıncaya kadar sürüp geldi.1425
Meselâ
Fransız müsteşrik G. Le Bon, vahiy esnasında Hz. Peygamberde görülen
davranışlar, onun bir sara nöbetinden başka bir şey olmadığı görüşündedir. Ona
göre, sara tutuklukla başlar, hırıltı ve kendini kaybetmekle devam eder. Le
Bon, bilimsel olarak Hz. Muhammed'-in, tıpkı diğer büyük din kurucuları gibi
"mütehevvis" biri olarak kabul etmek gerektiği kanaatinde olup bu
konuda şöyle der: "Bunun önemi yok. Din kurucuları ve insanları sevk ve
idare edenler arasında soğuk mizaçlı düşünür olmamıştır. Bu rolü temsil edenler
dâima bir nevi deliliği bülu-nanlar olmuştur. Dinleri kuranlar, devletleri
yıkanlar, kitleleri ayaklandıranlar ve insanları sevk ve idare edenler
onlardır. Eğer aleme delilik değil de akıl egemen olsaydı, tarihin akışı daha
başka olurdu."1426
"DairetU'l-Mearifi'l-İslâmiy-ye
el-Muhtasara" "Muhammed" maddesinde şunları okuyoruz: Modern ruh
doktorları vahiy esnasında göze çarpan tezahürlerin sara arazları olduğunu
kabul etmektedirler?" Yazar bu ifadelerinden sonra süratle şunu deme
zorunluluğunu hisseder: "Durumunun özelliğini titizlikle ortaya koyup
ifade etmeyi kendilerine bırakmalıyız."1427 Bunu söylerken kendisine tarafsızlık ve
başkalarının işine burnunu sokmama süsünü veriyor. Oysa eğer tarafsızlık
iddiasında samimi olsaydı, modern ruh doktorlarının sözkonusu teşhisin
doğruluğunu belirttiklerini ileri sürmezdi veya en azından bu doktorların
adlarını, hangi temele dayanarak bu neticeye vardıklarını, vahiy tezahürlerinin
kendilerine doğru ve güvenilir bir biçimde sunulup sunulma-dığını açıkça belirtirdi.
"Durumunun özelliğini titizlikle ortaya koyup ifade etmeyi kendilerine
bırakmalıyız" şeklindeki sözüne gelince, bize göre bunun anlamı, sözkonusu
doktorların hiçbir şey söylemedikleridir.
Rodinson,
hiçbir delil ve kaynak göstermeden, Hz. Muhammed'in olgunluk çağında zaman
zaman kriz geçirdiğinin muhakkak olduğunu, onun Hıristiyan düşmanlarının bu
krizlerde bir sara işareti görmekte olduklarını, bu doğruysa bile, zararsız bir
sara olayı sözkonusu bulunduğunu söyledikten sonra asıl kanaatini şu sözleriyle
dile getiriyor: "Ama Muhammed'in psiko-fizyolojik bakımdan birçok mistikle
aynı yapıda olması çok daha akla yakındır."1428
Alfrede
Guillaume bu ithamı şiddetle reddeder. Bunu yaparken, Hz. Peygamberin (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) sahip olduğu üstün akıl, aklî ve ruhî dengelilik, siyasî ufuk
genişliği ve davasındaki kararlılığı temeline dayanır. Bu müsteşrik, dinî
tecrübenin psikolojik tezahürleri üzerinde yapılan araştırmaların bu ithamı
kesinlikle çürüttüğünü söyler.1429
R.
V. C. Bodley de, bu iddiayı şöyle değerlendirir: Kur'ân'm her kelimesi vahiyler
nâzil olduktan sonra tamamiyle berrak, zihin ve düşünceyle dikte ettirilmiştir.
Bir saralının sara nöbetinden zihni açık ve berrak düşüncelerle dolu olarak
katiyen çıkmadığını her tıp mensubu teyid edecektir. Bu, tâ vefatından bir
hafta evveline kadar rahatlıkla geçirilmiş mükemmel bir bedenî sıhhat sahibi
olan Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) için de böyledir... Sara bugüne kadar hiç kimseyi bir peygamber veya
bir kanun koyucu yapmadığı gibi, kimseyi de iktidara yükseltip mevki sahibi
yapmamıştır. Bilhassa o zamanlarda, böyle bir hal ona sahip olanı yarı çılgın
veya düpedüz çılgın olarak gösterirdi. Eğer hakikaten aklı başında ve salim
düşünce sahibi bir tek insan varsa, o da Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) idi.1430
Bu
ifadeler, Le Bon'un iddiaları için en güzel cevaptır. Biz aslında, Le Bon'un
buradaki sözlerini ciddeye almaya bile değer bulmuyoruz. Zira, eğer büyük
dinleri, devletleri ve medeniyetleri hep bir nevi deliler kurmuşsa, bunun iki
anlamı vardır. Ya dünyada hiç akıllı yoktur veya akıllılar hiçbir şey
yapmamışlar, bütün önemli işleri hep deliler başarmışlardır. O zaman tarih
boyunca akıllıların ne iş yaptıklarını kendisine sormak gerekir. Yine, insanlık
tarihinde hiçbir zaman akıl, hikmet ve soğukkanlılık egemen olmamışsa böyle bir
hayalin gerçekleşmesi için kıyameti mi beklemek lazım?
Biz,
Le Bon'un bu ifadelerinin değerlendirmesi din ve medeniyet tarihçilerine
bırakıp asıl konumuza dönelim.
Şimdi
önce, Orhan Hançerlioğlunun "Ruhbilim Sözlüğü'nden saranın nasıl bir
hastalık olduğunu anahatlarıyla kaydedelim. Daha sonra bu bilgiler ışığında Hz.
Peygamber'in durumunu değerlendirelim.
"Sara,
yere düşme, çırpmma ve ağız köpürmesiyle beliren bir sinir hastalığıdır. Başka
hiçbir hastalığa bağlı olmaksızın bağımsız bir hastalık (idiopatik) soydan
geldiği varsayılmıştır. Ne varki bağımsız saranın nedeni bilinmemektedir.
Belirti (symptöme) olarak meydana gelen sara beyinde bir zedelenme ya da ur
sonucudur. Sara nöbeti üç biçimde gerçekleşir: Büyük nöbet (grand mal), küçük
nöbet (petit mal), psikomotor nöbet (Epilepsie equivalente). Büyük nöbet 1,5
dakika kadar süren kasılmayla olur. Genellikle esinti (Aura) denen kişiye özgü
bir duyguyla başlar. Bu duygu vücudun belli bir yerinde bir ağrı, kulak
çınlaması, titreme, garip bir koku duyma, hayal görme, panik duygusu gibi bir
habercidir. Bu esintiden sonra hasta yere düşer, bilincini yitirmiştir.
Vücudundaki tüm kaslar kasılır, solunum durur. Soluk alamadığından ötürü
hastanın yüzü morarır. Yarım dakika süren bu devreyi dilin ısırılması, kol ve
bacakların ritmik bir biçimde kasılıp gevşemesi izler (Bu arada mesane ve kalın
bağırsak da boşalabilir). Yarım, ya' da bir dakika süren bu ikinci devreden sonra
derin derin soluyarak açılmaya başlar. Açılma ve kendine gelme dönemi kişiden
kişiye değişir. Kimi hastalar hemen kendilerine gelip nöbetten önce yapmakta
oldukları işe devam ederler, kimi hastalarda bunalım (Confusion) durumu
saatlerce sürebilir. Kimi hastalar epileptik sayha adı verilen bir bağırmayla
ve oldukları yere yıkılan bir kalas gibi düşerler. Bu nöbetlerde ölüm olayı pek
enderdir. Ama nöbetler sıklaşır ve status epilepti-cus (hiç bilinçlenmeden gene
kendini kaybetme) durumunu alırsa ölüm tehlikesi belirir.
"Küçük
nöbetlere en çok çocuklarda rastlanır, 20-60 saniyelik bilinç yitirilmesi
nöbetleridir, yirmi yaşından sonra çok enderdir. Günde 200 kadar küçük nöbetin
geldiği görülmüştür. Küçük nöbetler üç biçimde olur: Ya hasta olduğu yere
yıkılır, bir iki saniye sürer; ya hastanın bilinci yüz kaslarının gerilmesiyle
yitirilir; ya da hasta çok kısa bir süre gözlerini bir noktaya dikerek öyle
kalır (Bunu ancak hastanın çok yakınları far-kedebilir.)
Sara
nöbetleri günün herhangi bir saatinde olabilir. Her gün, her hafta, yılda
birkaç kez, ya da bir yaşam süresinde bir iki kez gerçekleşen sara nöbetleri
vardır. Sara hastalığında nöbetler dışında kişinin sağlığı yerindedir. Hekimlik
dilinde, saralı kişilik adı verilen çekingen, ürkek ve insanlardan kaçan ruhsal
yapı toplumsal nedenlerden ötürüdür. Saralı kendinden korkulduğunu,
istenmediğini ve sevilmediğini sezer. Bilinç değişikliği sırasında
saldırganlaşan saralıların bu nöbetleri psikomotor nöbetleridir. Bu durumda
hasta nedenini ve ne yaptığını bilmeden adam bile öldürebilir. Bununla birlikte
saranın bu biçimine pek az rastlanır.
"Davranış
bozuklukları, yanılsamalar ve sanrılar başgösterdiği durumlarda hastaların bir
hastaneye (tımarhaneye) yerleştirilmeleri gerekir.
"Saralılar
için en büyük tehlike düşme sırasında yaralanmalarıdır."1431
Bu
bilgiler ışığında Hz. Peygamberin durumu değerlendirildiğinde, bu konudaki
isnatların düpedüz bir iftira ve ilme bir hakaret olduğu açıkça görülür.
Hz.
Peygamber, vahiy aldığı sıralarda hiçbir zaman kendisinde, tahta gibi yere
düşme, çırpınma ve ağız köpürmesi görülmemiştir. Tarih, soyundan saralı birini
kaydetmemektedir. Vahiy hali, ani olarak ve hiçbir belirti ortaya çıkmadan
başlar, vücudunda ne bir ağrı, ne bir titreme, ne kulak çınlaması, ne de bir
korku görülürdü. Bu sırada hayal gördüğü veya paniğe kapıldığı da vaki
olmamıştır. Hz. Peygamber, vahiy esnasında hiçbir zaman şuurunu yitirmez,
aksine en yüksek şuur düzeyine yükselir ve kendisine vahyedilenleri tam bir
şuur ve kavrayışla algılardı. Bütün vücudunun kasları gerilmez, soluğu kesilmez
ve yüzü morarmazdı. Uyuyan bir kimsenin horlaması gibi horlar ve rahat nefes
alır, yüzü hafif pembeleşirdi. Hiçbir zaman bu esnada dilini ısırdığı, kol ve
bacaklarının ritmik bir biçimde kasılıp gevşediği görülmemiştir. Hz.
Peygamberin küçük veya büyük abdestini—haşa—kaçırdığının vaki olmadığım
söylemeye bile gerek yoktur. Hz. Peygamberin vahiy sırasında çığlık atarak yere
yığıldığı görülmemiştir.
insanlar
tarafından sevilmeme, korkulma, dışlanma ve dolayısıyla ürkek ve çekingen bir
kişilik sergileme gibi bir durum Hz. Peygamber için asla ileri sürülemez.
Çünkü, Allah tarafından peygamberlikle görevlendirilip halkının batıl
inançlarını, kötü örf ve adetlerini, zulüm ve haksızlıklarını değiştirmeye
kalkana kadar herkes tarafından sevilen, sayılan, güvenilen olgun bir kişilik
sergilemiştir. Ondan sonra da kendisini tanıyan davasını anlayan kimseler
tarafından canlarını, mallarını ve her şeylerini uğrunda feda edecek derecede
yine sevilmeye devam etmiştir. Kendisine önceleri cephe alanların hemen hepsi
bir süre sonra davasını tasdik etmiş, davası uğrunda canlarını siper etmeye
başlamışlardır.
Hz.
Peygamber, ürkek ve çekingen bir kişiliğe sahip olmak şöyle dursun, tam
tersine, kavmine, kabilesine, dönemindeki büyük din ve devletlere karşı koyacak
sarsılmaz bir azim ve kararlılık göstermiştir. O engin bir medenî cesarete
sahipti. Gerek çocukluğunda çobanlık yaparken, gerek gençliğinde ticaretinin
başında bulunurken, gerek bir peygamber, bir aile reisi, devlet kurucusu,
kumandan ve hâkimken hep hayatın içinde bulunmuş, insanların içinde yaşamış,
onların maddî ve manevi gelişmelerinde hep önder ve rehber olmuştur.
Hz.
Peygamber vahiy alma esnasında —haşa—, hiçbir zaman saldırgan olmamış, elinden
asla kötü bir şey çıkmamış, ne kendisine, ne de hiç kimseye en ufak bir zararı
dokunmamıştır. Yine mesela dilini ısırmamış, çenesi ve adeleleri titrememiş,
gerilip gevşememiştir...
Vahyin
daha önce işaret ettiğimiz tezahürlerine gelince, mesela, çıngırak sesi gibi
bir sesi duyması, mübarek yüzü etrafında arı vızıltısı gibi bir sesin
işitilmesi, vücudunun aniden şiddetle ağırlaşması... Sara ve nöbetleriyle
hiçbir alakası olmayan hallerdir. Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
vahiy hali geldiğinde durgunlaşması ayrı, saralının şuur kaybı ise ayrı bir
şeydir.
Üstelik
Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) vahiy hali geçer geçmez, vahyin
inişine sebeb olan problem sahibini sorar ve anında kendisine inen vahiyle ve
Arap edebiyatının görebildiği en üstün bir edebî ifadeyle ona cevap verirdi. Bu
ise, asla saralının işi olamaz. Mesela, ifk olayında mü'minlerin annesi Hz.
Aişe'nin suçsuzluğuyla ilgili olarak gelen vahiy hali geçince Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) sevinçten gülümseyerek kalkmıştır.590 Bunun ise
sara nöbetinden ayılan bir kimsenin hali olması mümkün değildir.
Gerçekten,
Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) siyer ve kişiliğini bilen
herhangi bir insan onda sara hastalığından eser bulunmadığını doğru ve kesin
olarak anlayabilir. Çünkü eğer vahyin tezahürleri sara hastalığının arazları
olsaydı, bizzat sahabilerinin fiilî tepkisi, hemen kendisine koşmak, onu
kurtarmak ve hastalık nöbeti sırasında kendisine bir zarar vermesine engel
olmak şeklinde olacaktı. Fakat, böyle olmuyordu. Aksine onu kendi halinde
bırakıyor, dokunmuyor ve vahiy halinin geçmesini, yüzünde hiçbir korku
belirtisi, hiçbir göz dönmesi, hiçbir sıkıntı, kısaca ayıldığında saralıda göze
çarpan hiçbir tezahür bulunmaksızın kendiliğinden o halden çıkmasını
bekliyorlardı. Nasıl böyle bir has-
·
590
Buharı, Tefsîru Sûre (24) 11.
A... talıkla itham edilebilir ki? Eğer
böyle bir hastalığı bulunsaydı, ayakta dikilirken, bir değneğe dayanırken,
otururken veya bir hayvana binitiyken ansızın vahiy geliyor, bir defa olsun
saralılar gibi yere düşmüyordu. Sonra, eğer böyle bir şey olsaydı, sara
nöbetlerinin her an gelebileceğini ve düşüp bir tarafının kırıtabileceğim bile
bile nasıl Hira Mağarasına çıkıp orada tek başına gecelerce kalabiliyordu? Ya,
kendisini çok seven ve her şeyini yolunda feda eden Hz. Hatice, Hira dağına
gitmesine ve orada öldürücü tehlikeye maruz kalmasına nasıl müsaade ediyordu?
Yine
tarih onu, akıllı, doğru ve güvenilir olarak nitelendirir. Peygamberlikten önce
de vesveselere maruz, anormal yaşayış, garip tasarruf gösteren biri olmadığını
belirtir. Onu her türlü kötülükle karalamaya, ona sihirbaz, kâhin, bilgilerini
başkalarından alan bir kişi olarak suçladıkları halde çağdaşları kendisini
sarahlıkla niteleyememişlerdir.
Bizzat
Hz. Peygamber, kendisine inen vahiy gerçeğini güzelce anlatmıştır. Onun bazen
çan sesine benzediğini, bunun kendisine en ağır gelen şekli olduğunu, bu hal
geçtiğinde söylenen şeyleri tam olarak kavradığını belirtiyor. Bazan da meleğin
bir insan suretinde kendisine görünüp konuştuğunu, söylediklerini tam olarak
anlayıp kavradığını ifade ediyor. Her iki durumda da Hz. Peygamber kendisine
vahyedilenleri eksiksiz olarak anlayıp kavrıyor. Bu çok defalar tekerrür etmiş
olup gerek vahiyden önce gerek vahiyden sonra ve gerekse vahiy esnasında tam
olarak şuurunu muhafaza ettiği bittecrübe görülmüştür. Hz. Peygamber her an
şuurunu tam olarak koruduğu içindir ki, bir defa olsun kendi memur ve alıcı
durumdaki İnsanî kişiliği ile vahyin amir ve yüce otan kişiliğini
karıştırmamıştır.
Özet
olarak diyoruz ki, vahyin nüzulü anında Hz. Peygamber'in gösterdiği vecd ve
istiğrak halini şuur kaybı sanmak, her dış benzerlikte mahiyet ayniliğini
düşünmek, ilmin değil safsatanın metodudur.
Resulullahm
vahyi alışı, maddî alemle ilgisini kestiği, dikkat ve şuuru ile İlâhî
haberciye, yani meleğe yöneldiği; sonunda idrak ve şuurunun en uyanık ve en
dinamik bir merhalede olduğu, ortaya çıkan muazzam eser Kur'ân-ı Kerimin
şehadetiyle apaçıktır.
İlâhî
vahyi alır almaz, hemen bu belîğ ve eşsiz İlâhî kelâm, şuur ve hafızasından
berrak bir şekil atarak, ahenkli bir tilavetle dudaklarından dökülmüştür.
Sara
krizi geçirenlerin uyandıklarında konuşamadıkları, ancak birkaç ketime
kekeledikleri tıbbî bir gerçek iken, hangi saralı, nöbetlerinden uyandığı anda
tam bir şuur ve idrakle Kur'ân gibi devirlere hükmeden böyle İlâhî bir kelâmı
söyleyebilmiştir?
Hz.
Peygamberin hayatı en ince detaylarına kadar bilinmektedir. O, vahye kırk
yaşında mazhar olmuştur. Bütün ömrü tam bir sıhhat ve rormal bir hayat içinde
geçmiştir.
Üstün
bir akıl, zekâ ve hafızaya, eşsiz bir ahlak ve sıhhate sahip, tam bir i'tidal
ve muhteşem bir nezaket örneği, gözlerinden zekâ ve hayat fışkıran, sözlerinden
ilim, hilim, şefkat ve muhabbet akan, en mükemmel bir insanlık nümunesi olan
Hz. Muhammed'i bir saralı karakteriyle kıyaslamak ilim adına ileri sürülmüş bir
safsata, hatta bir heze-yândır!
·
c. Histeri ve Nevrasteniye
Yakalandığı İddiası
Menzis,
Hz. Peygamberi (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bu hastalıkla itham etmiştir.1432
Biz
bu ithamı değerlendirmeye tabi tutmadan önce, ve "nevrasteni" ve
"histeri"nin ne olduğunu yine Orhan Hançerlioğlu'nun Ruhbilim
Sözlüğü adlı eserinden anahatlarıyla tanımaya çalışalım:
"Nevrasteni,
sinir sisteminin güçsüzleşmesinden kaynaklanan ruhsal ve bedensel güçsüzlük
hastalığıdır. Gittikçe artan bir yorgunluk duygusuyla beliren bu hastalık,
kadınlardan çok erkeklerde tesbit edilmiştir. Gençlik ve olgunluk çağlarına
özgüdür. Zihnî faaliyetler de güçsüzleşir, unutkanlıklar başlar, inatçı
başağrıları görülür. Sıkıntı, keyifsizlik, cinsel hayatta başarısızlık, ya da
tam durgunluk, sindirim bozuklukları, sebepsiz bel ağrıları, nabız atışında
bozukluk, hastalık hastalığı eğilimi ve özellikle kendisinde kalb hastalığı
bulunduğu yolunda aşırı bir kuruntu bu hastalığın başlıca belirtileridir. Eller
ve göz kapaklarında titremeler, çırpmtısız bayılma, kan basıncı düşmesi de
görülebilir. Sıkıntı genellikle akşam üzeri gelir. Nevrastenikler, genellikle
hekime bütün sıkıntılarını yazdıkları kâğıt parçalarıyla gelirler ve bunları
çıkarıp birçok kez okurlar (Malades aux petits papiers). Hasta, hastalığına
dört elle sarılır, ona sığınır ve onu bütün başarısızlıklarının bir mazereti
olarak kullanırlar. Bunu bilerek ve kasden yapmazlar, bu yola bilmeden ve
düşünmeden saparlar..."1433
"Histeri
ise, bir zamanlar sadece kadınlara özgü bir hastalık sanılırdı. Bugün bu
anlayış bırakılmıştır. Daha çok kadınlarda görülmekle birlikte erkeklerde de
görülmektedir. Belirtileri arasında başta histeri nöbetleri gelir; hasta birden
bire çığlık atarak ya da ağlayarak kendisini yerlere atar. Başparmakları
genellikle içeriye kıvrılmış ve elleri yumruk biçiminde kasılmıştır. Bedende
düzensiz çırpınmalar başgösterir. Bu nöbetler sırasında hastanın bilinci yerindedir
ve başkaca bir bozukluğu da yoktur. Nöbetler, 5-10 dakika sürdüğü gibi birkaç
saat da sürebilir. Hasta nöbetten, ağlama veya gülme kriziyle açılır. Hastalık,
saraya benzerse de, 1-2 dakikada son bulmaması, dilin ısırılmaması ve bilinç
kaybı olmamasıyla ondan ayrılır. Histeri, felç biçiminde belirtiler de
verebilir, fakat histerik inmeler organik değildir. Marazî refleksler
bulunmadığı gibi, bütün refleksler normaldir. Kıpırdanınca vücutlarının
her-yanında ağrılar duyduklarını söylerler, yatakta yatar ve kıpırdadıkça
bağırırlar. Ne varki gizlice gözetlendiklerinde yalnızken rahatça hareket
ettikleri görülür. Bazıları başlarının tepesine çivi batar gibi ağrılar da
hissederler, fakat bunların hiçbiri uzvî bir bozukluğu ortaya koyacak bir bulgu
vermez. Kimileri de duygusuzluğa (anesteziye) tutulurlar. Histerik körlük,
histerik sessizlik de sık sık rastalanan belirtilerdir. Görme ve ses
organlarında hiçbir bozukluk bulunmadığı halde göremez ve ses çıkaramazlar.
Yemek yememe durumu da görülebilir. Bununla birlikte bulantı ve kusmalar da
olur. Hiçbir uzvî bozukluk bulunmadığı halde, midelerinden boğazlarına bir
şeyin yükselip boğazlarını tıkadığını boğulacak gibi olduklarını söylerler.
Genellikle bu durumda ağlayarak açılırlar.
"Histerikler,
gösterişçidirler. Göseriş olarak sonuçsuz intiharlara da kalkışabilirler.
"Histeri
belirtilerinin en önemlisi, histeri alacakaranlığı (Eta crepus-culaire
hysterique) adını taşır. Nöbetler biçiminde gelen bu durumda hasta başka bir
dünyaya dalar, başka bir kişiliğe bürünür, ama çevresine hiçbir şey belli etmez
ve normal görünür. Bu nöbetler sırasında birçok suçlar da işleyebilir (Meselâ,
hırsızlık yapar, yangın çıkabilir...) Halüsinasyonlar da görürler. Bu nöbetler
saatlerce sürebildiği gibi günler ve aylarca da sürebilir.
Histerikler,
büyük çapta yalana eğilimlidirler, çok yalan söylerler ve öyküler uydururlar.
Histerik kasıtsız bir hastadır. Çoğu yaptıklarında bilinçli de olsa kasıtlı
değildir..."1434
Sebebi
ise, mütehassıslarının belirttikleri gibi, kişinin cinsî arzularını bilinç
altına itmesidir. Ket vurulup bilinç altına itilen bu arzular dinmek şöyle
dursun, daha da azar. Nihayet dışa yansıması için kendisine başka bir yol
bulur. Akli arazları, öncelikle hafıza zayıflığı, uyurgezerlik, bu dolaşma
sırasında başkalarına saldırmadır. Hastalık nöbetinden ayılan hasta, o sırada
yaptığı şeylerden hiçbirini hatırlamaz. Hastada şahsiyet ikileşmesi de
görülebilir. Histeri şiddetliyse genellikle delilikle sonuçlanır. Bazen histeri
sara ile birlikte olabilir."1435
Görüldüğü
gibi, bu arazların değil hepsinin birarada, bir tanesi bile Hz. Peygamberin (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) hayatında bulunmamaktadır.
Yine
aynı madde (Yani, Neurasthania) altında Dâiretü'l-Mearifi'l-Biritaniyye,
bu hastalık için sekiz tezahür kaydetmektedir: Genel olarak kendini yorgun
hissetme ki, bunun yanısıra bitkinlik, şiddetli başağrısı, sağırlık ve şuur
kaybı da görülür. Rahat olmayan, dinlendirmeyen, korkunç rüyalarla bulanık bir
uyku, özellikle yakın hadiselere karşı hafıza zaafı, bulanık ve sisli görme,
çeşitli kâbuslar ve kulak çınlamaları, duyulara isabet eden çeşitli ıztıraplar,
mesela acı hissetmeme (bu ıztıraplar ellerin arkasına ve kadınlarda göğüslere
tesir eder) bunun yanında görülen değişik ıztıraplar, değişik yerlerde,
özellikle de el ve ayaklarda görülen soğukluk, hastalık düzeyinde hararet
derecesinin yükselmesi, yanakların kızarması, terleme, daha bunlar gibi,
organların görevleriyle ilgili ıztıraplarla birlikte görülen değişik
bitkinlikler...
Hastalıkta
birçok korku hissedilebilir. Mesela, kalabalıktan korkmak, yalnızlıktan
korkmak, kapalı yerlerden korkmak, insanlara katılmaktan korkmak, düşen
nesnelerden korkmak veya demiryoluyla yolculuk yapmaktan korkmak... gibi. Bir
şey daha var ki, o da hastanın birbiriyle bağlantılı bir seri düşünceye esir
olup sürekli onları hatırına getirmesi ve onlardan bir türlü kurtulamaması,
özellikle geceleyin daha inatçı bir biçimde bunlara kendini kaptırmasıdır.
Bazan, sayı sayma isteği kendisine musallat olur. Bu gibi hastalar, aşırı ve
hızlı reaksiyonlardan, meselâ şiddetli sevinç ve üzüntüden dolayı sıkıntı
çekerler. Hastalar bazen, alaycı, şüpheci veya bedbin olurlar, ya da içlerine
kapanık olup, bütün düşüncelerin kendi kendileri üzerinde yoğunlaştırırlar, kendilerinden
veya sadece kendilerini ilgilendiren hususlardan başka bir şey hakkında
konuşamazlar.
Bu
tıbbî niteliklerle, vahyin tezahürlerini karşılaştırdığımızda, bu çok sayıdaki
arazlar arasından yalnızca bir tek tezahürde birleştiklerini görürüz. O da,
terleme, yanakların kızarması ve bedenin bazı uzuvlarında üşüme hissetmesidir. Dairetü'l-Mearifi'l-Biritaniyye
bu üşüme hissinin genellikle el ve ayaklarda belirdiğini belirtiyor. Oysa
Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bazı durumlarda içinde bir üşüme
hissederdi1436.
Bunlar da birçok hastalıklarda müşterek olan hususlardır. Kulak çınlaması ise,
Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) her zaman değil de, aksine çok
etkili ve ağır vahiy haletlerinde duyduğu çan sesi değildir. Şu kadar var ki,
az önce de belirttiğimiz gibi sadece bu bir iki nokta, hastalığın çok sayıdaki
arazları arasından vahyin tezahürleriyle birleşmektedir. Şunu da unutmamak
gerekir ki, arı vızıltısına benzeyen ve bazı sahabilerin de Hz. Peygamberin (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) mübarek yüzü etrafında duydukları bu ses, sadece Resulullahm
hissettiği özel bir duygu değildir. Aksine, başkaları tarafından da işitilen ve
bütün netliğiyle ayırdedilen objektif bir sestir. Daha önce de geçtiği gibi, bu
sesi meydana getirenin Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) olması
mümkün değildir. Çünkü, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) böyle
yapmakla neyi hedefleyebilirdi ki? Sonra, Zeyd b. Sabit'in, Hz. Peygamberin (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) dizi altındaki dizinde hissettiği ve hatta dizlerinin
kırılacağını zannettiği ağırlık şeklindeki veya Resulullah (salla’llâhü aleyhi
ve sellem) sırtından inmeseydi vahyin ağırlığı altında yere çökecek kadar
zorlanan devenin durumundaki tezahüre ne denilecek? Vahiy esnasında Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem), kendisine çok belîğ bir söz tebliğ
eden bir adam veya bir genç görürdü. Bu söz çok açık ve belirli fikirler
içeriyordu. Bu da, ya o anda kendisine yöneltilen bir soruya cevap veya ortaya
çıkan bir probleme çözüm olarak geliyordu. Vahiy hali sözü edilen hastalık
türündense bu belîğ ve net sözlerin yeri neresi olacak? Hz. Peygamberin (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) peygamberliğini inkâr eden biri çıkıp da şöyle bir iddiada
bulunabilir: "Muhammed, daha önce o sözleri kendisi hazırlıyor, o hastalık
hali yakalayınca da, daha önce hazırladığı bu sözleri açığa vuruyordu. Fakat bu
iddianın sahibine şunu hatırlatırız: Vahyin büyük çoğunluğu beklenmedik bir
soruya cevap veya ansızın ortaya çıkan bir probleme çözüm olarak iniyordu ve ne
düşünmeye ve ne de cevap hazırlamaya vakit kalmıyordu."
Bu
asabî ıztirabm diğer arazları nerede? Aklî ıstırap, tedirginlik, sağlığın
zayıflaması, adalelerin kötü bir hal alması, sindirim sistemine arız olan
sapmalar, baş dönmesi, bitkinlik, hastalık denilebilecek düzeyde ateş
yükselmesi, görmedeki bulanıklık, sağırlık, korkunç rüyaların bulandırdığı
huzursuz uyku, organların görevlerini yerine getirmelerini engelleyen
ıztıraplar, ağrı hissetmeme, kalbin bazen duracak gibi olması, boğulduğunu
hissetme, özellikle yakın olaylara karşı hafıza kaybı, görme kaybı, ağız
kuruması, karıncalanma, el ve ayakların titremesi... gibi arazlar nerede? Çok
iyi bilindiği gibi, bunların, Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
hayatıyla yakmdan-uzaktan alakası yoktur. Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) ruhî ve psikolojik açıdan son derece dengeli bir zattı. Hayatı boyunca
sağlığı tam olarak yerindeydi. Girdiği bunca savaşlara ve karşılaştığı türlü
türlü sıkıntılara rağmen vefat ettiği son hastalığı dışında herhangi bir
hastalık çektiğini göremiyoruz. Aynı şekilde hafızası da dillere destandı.
Görme bozukluğundan şikayetini de tarih kaydetmemektedir. Resulullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) prensip olarak geceleyin erken uyurdu. Gecenin ilerleyen
saatlerinde kalkar, Rabbi için namaz kılar ve tefekkür ederdi. Her zaman tam
bir ruhî huzur içindeydi. Hayatı boyunca bu ruhî huzur ve itmi'nanı kaybetmemiş
ve ruhunun Rabbine yükseleceği anda doruğa yükselen bu huzur mübarek dilinden dökülmüştür.
Nitekim ölüm döşeğinde tam bir güven ve sükûnet içinde gökyüzüne eliyle işaret
ederek şöyle buyurmuştur: "En yüce dosta gidiyorum!"1437 Kendisinde
hiçbir huzursuzluk, stres ve bitkinlik görülmemiştir. Yine bir gün olsun
istifra ettiğini görmüyoruz. Eğer böyle bir şey olmuşsa, mutlaka, sindirim
sisteminden hiçbir şikayeti olmayan çoğumuzun da zaman zaman karşılaştığı
normal bir durumdur... Marazî korkulara (phobias) gelince, Hz. Peygamberin (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) hayatı ortada. Hiçbir kimsenin hayatı onunki gibi ince
detaylarına kadar kaydedilmemiştir. Öyle ki, siyer ve tarih kitapları onu adım
adım izlemiş, hatta bazan yatak odasına kadar girmişlerdir. Haydi, onun
şahsiyetinde bir tek fobi gösterilsin gösderilebilirse! Veya sürekli olarak
kendisine musallat olan ve hayatını normal seyri içerisinde yaşamasına ve diğer
insanlarla sağlıklı ilişkiler kurmasına engel olan bir tek fikir veya fikirlere
işaret edilsin edilebilirse! Sonra Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem),
beşerî karakteri itibariyle ne alay edici, ne de şüpheci değildi.
Son
olarak şunu diyoruz ki: Eğer şu veya bu asabî hastalığa maruz olsaydı, hayatı
boyunca bunca sıkıntıyı çekeceğine, doğal tepkisi, hastalığına bir çare arama
şeklinde olurdu ve o dönemde Arap Yarımadasının dolup taştığı kâhinler,
sihirbazlar ve hekimlerden birine gidip derdine çare arardı. Daha önce
gördüğümüz gibi o öylesine doğru bir zâttır ki, yalan yere Hz. Cebrail'i
gördüğü şeklindeki bir.ihtimali bütünüyle akıldan uzak görmeye bizi mecbur
kılıyoruz. Böyle bir görmeyi, yukarıdaki arazlardan hiçbirisi de açıklayamaz.
Aynı şekilde, bu arazlar, kendisine inanmayanların ona atfettikleri bu sözde
kuruntuyu da açıklayamaz. Üstelik daha önce de işaret ettiğimiz gibi, Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'de bu hastalığın sebeplerinden hiçbiri
mevcut değildir. Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem)—haşa—sinirlerinin
bozuk olduğu iddiasını da reddetmeliyiz. Çünkü, sinir bozukluğu, Hz.
Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem), vahiy ve peygamberlik müddeti olan
yirmi üç sene gibi uzun bir süre boyunca taşıdığı kesin bir kanaat ve inancı
doğuramaz. Bu yirmi üç senede, Resulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
sayısız eziyetlere, komplolara ve değişik inanç sahiplerinin savaş ve
mücadelelerine hedef olmuştur. Kendisiyle mücadele edenler arasında, Kitab-ı
Mukaddesi didik didik inceleyip araştırmış haham ve keşişler de
bulunmaktaydı. Hem de Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) taşıdığı
bu iman ve yakin öylesine kuvvetli idi ki, yanında Kisra, Hirakl, Mukavkıs,
Necaşî ve gerek Yemen, gerekse kuzeydeki Arap liderlerinin makamı çok küçük ve
önemsiz görünüyordu. Çünkü, mektuplar göndererek onları İslama davet etmiştir.
Yine bu öyle bir kuvvetli yakindi ki, karşısında Halid b. Velid ve Amr b. As
gibi komutanlar, Hz. Ebû Bekir, Hz. Osman ve Ebu Süfyan gibi servet sahibi
tüccarlar, Adî b. Hatem et-Taî ve Bâzân gibi kabile reisleri ve hükümdarlar
kısa zamanda ona iman getirmek zorunluluğunu hissetmişlerdir.
Sonra,
sinirleri bozuk veya Neurasthanias'ya yakalanmış bir kişinin, insanlık
tarihinde böylesine nadir görülmüş dostlukları kurup sürdürmesi mümkün müdür? O
dostluklar ki, ne hayatında ve ne de Rabbine kavuştuktan sonra, bir gün olsun
gevşememiş ve sarsılmamıştır. Hayatta olup kendileriyle birlikte olduğu zaman,
kendisinden korktukları farze-dilse hemen şöyle bir soru hatıra gelir: Kendisi
yalnız başına, toplumdan tecrid edilmiş olduğu halde, ona uyan ve arkasından
giden, ona güç ve destek veren bu kişiler neden korksunlardı ki? Acaba, Hz. Ebû
Bekir, Ömer, Osman, Halid bin Velid, Abdurrahman b. Avf, Talha, Ali, Ab-bas,
Ebu Hureyre, Ebu Zerr, Ubeyy b. Ka'b, Zeyd b. Harise, Zeyd b. Sabit, Aişe,
Zeynep, Safiyye, Reyhane (son ikisi Yahudi asıllıdır), Kıbtî Mariye, Hafsa ve
daha bunlar gibi onlarca en yakın arkadaşları, dostları, yakınları ve her hal
ve durumda kendisini gören, hiçbir sırrı kendilerine gizli kalmayan bütün bu
insanlar—haşa—kör müydüler ki, onun hasta olduğunu farkedemediler?
Yoksa—estağfirullah—onun hile ve asılsız iddialarını bilemeyecek kadar cahil ve
gafil miydiler? Oysa bunların arasında çok keskin akıllı, hak bildiklerini
söylemekten çekinmeyen, bir şeyi benimseyip savunmadan önce onu inceden inceye
muhakeme eden kimseler vardı.
Sinir
hastası olan kimseler, akıl sahibi başkaları tarafından tasdik edilebilecek
gaybdan doğru haberleri alıp aktaramazlar, toplumu sarmış hurafelerin üzerine
yürüyüp onları ortadan kaldıramazlar, geçmiş din mensuplarının içine düştükleri
inhirafları düzeltip onları doğru yola getiremezler, onlara, "Allah
birdir, iki veya üç değildir, O alemlerin Rabbidir, sadece şu veya bu milletin
Rabbi değil, O, mutlak hükümranlık ve nihayetsiz kudret sahibidir, kudretine
hiçbir şey güç gelmez, sınırsız adaleti karşısında bütün insanlar eşittir,
hayat boş ve anlamsız değildir, aksine ölümden sonra da devam edecektir, öbür
dünyada ince bir hesap vardır, Allah'ın, şahsın niyet, gayret ve gücünü kapsayan
ferdî mesuliyet esasına göre mü'minlere yönelik rahmeti, zalimlere karşı ise
cezası sözkonusudur" diyemezler. Acaba bu ve bunlar gibi pek çok
hakikatin, hasta bir sinir, muzdarip bir akıl ve çökmüş bir ruhun neticesi
olması mümkün müdür?
Şimdi
Barthelemy-St-Hilaire'in bu konuda söylediklerini dinleyelim: Bu zat "Muhammed
ve Kur'ân" isimli eserinde şu sözlere yer vermiştir:
"Muhammed'in
bu garîb hali sırf fizyolojik ve marazî sebepler ile izah edilmek istenildi.
Güya çocukluktan beri maruz bulunduğu sara nöbetlerinden bahsedildi. Hem
edebiyat muallimi hem de tabîb olan Sprenger, Muhammed'in 'İsteriya' illetine
hemen tam bir bölüm ayırdı.
"Bu
bölüm, Muhammed'in Hayat ve Ta’limi (Das leben und die Lehre des Mohammed)
isimli kitabının birinci cildinin onuncu babıdır. 267. sayfa ile sonrasını
oluşturur. Dr. Sprenger, bunda isteriklikten bilimsel biçimde söz etmiş, fakat
bu hastalığı, bu nazariyelerin bütününü doğrudan doğruya Muhammed'e tatbik
etmeksizin çok genel bir biçimde göz önünde bulundurarak değerlendirme yoluna
gitmiştir. Peygamberin zaaf ve bayılmalarıyla ilgili olan asıl metinlerin
tamamını bu bölümün zeyillerinde 269. sayfada birleştirmiştir. Bunlara müracaat
edildiği takdirde bunun gerçekten özel nitelikleri belirlenmiş bir hastalık
olduğu görülmemektedir. Ve bunlar müzmin bir hastalıktan ziyade birtakım
arazlardır."1438
"Muhammed'in
isterik olduğuna inanan Sprenger, onu Sudenberg'e kıyas eder. Fakat Sudenberg
ancak hiçbir şey tesis etmemiş ve muhayyilesinin garaibinin müphem ve hemen
meçhul hatırasından başka bir şey bırakmamış bir mülhem adam idi. Bunda dine
benzeyen bir şey yoktur."1439
"Ben,
bu nevi değerlendirmelerin (Sprenger'in Hz. Muhammed'in halini sara
nöbetleriyle izah yolundaki değerlendirmeleri) bana pek az taalluk ettiğini ve
Muhammed'in isterya veya sarası bana hiçbir şeyi tahlil ve teşrih ediyor gibi
görünmediğini itiraf ederim. Şüphesiz onda başka şey vardı. Zira isteriklerin
cümlesi peygamber değildirler. İşte bilinmesi önemli şey de bu başka şey, yani
manevî haldir. Benim fikrime göre ona hakim olan fikirlere ve bunların
kendisinde husule getirmekte olduğu gayet büyük tesire, aylarca kendisini
mahkum ettiği zühde hülasa biraz yukarıda beyan ettiğim ahvalin heyet-i
mecmuasına müracaatle Muhammed daha iyi anlaşılır. Bu şiddetli ve uzun
tehey-yücde aleme getirdiği itikadların büyüklüğüne kanaat hasıl etti. İmanın
safvetini putperestliğin kabalığıyla mukayese ederek kendisini samimi surette
Allah'ın Resulü zannetti. Kur'ân'da yirmi defa tekrar ettiği ve-cihle o, ne bir
yalancı ne de bir muhtellu'ş-şuûr (Bilinç bozukluğu) olmadı."1440
Kısaca,
Barthelemy-St-Hilaire, Sprenger'in isteriya hakkında sözko-nusu ettiği
nazariyelerin tatbik edilmeksizin genel anlamda mütalaaya alınmış şeyler
olduğunu ve topladığı metinlerde yer alan vasıfların iste-riyayı temyiz edecek
türden olmayıp birtakım avarızdan ibaret oluğunu ve zaten isterya ve sara gibi
şeylerin hiç bir şeyi izah etmeyip Cenâb-ı Fahru'l-Murselîn Efendimizde
bunlardan büsbütün başka ve bilinmesi önem taşıyan bir manevî hal bulunduğunu
itiraf ediyor. Bu manevî halin yüce peygamberlik vasfı öldüğü fiilî eserleriyle
sabittir"1441.
·
d. Hallucination İddiası
Biz,
bu iddianın kritiğini yaparken "Hallucination" teriminin ilgili
kaynaklardaki tanım ve özelliklerini gözönünde bulunduracağız. Şimdi hastalığın
belli başlı özelliklerine bakalım:
Hallucination,
gerçekte bulunmayanı algılama hastalığıdır. Ruhsal kaynaklı üç türlü algı
bozukluğu vardır. Bunlar, illusion, hallucinose ve hallucinationdur. Bunlardan
birincisi, var olan bir şeyi yanlış algılamadır. Meselâ bir tavuğu canavar
görme gibi. İkincisi, duysal, duyumsal ve devimsel olabilir. Daha çok
paranoyaklarda ve alkol çıldırılarında görülür. Sokaktan gelen sesler, hastaya
küfür gibi gelir. Çevresindeki nesneler, kendisine akrep ve yılan görünür.
Bunun halluci-nationdan farkı hastanın gördüklerine inanmaması ve onların
hastalık eseri olduğunu bilmesidir. Çok yorgun kimselerde de görülebilir.
Bunda, yanılgıya sebep olan bir uyarıcı vardır.
Hallucinationda
ise ortada hiçbir şey yoktur. Bu aslı esası olmayan şeyleri görme, duyma ve
hissetmeler tamamen hasta insanlarda görülür. Bunlardan en sık rastlanan görsel
hallucination, özellikle alkol çıldırılarında, çırpınmak sabuklamalarda
(deliriutremens) baş gösterir. Pek çok korkunç şeylerin yanında küçücük cüceler
de görülebilir. Şizofreninin paranoid biçiminde, parafrenide ve afyon ve esrar
gibi maddeler kullanımında görme hallucinationlarına rastlanır. İşitme ile
ilgili hallucinationlarda, hasta mevcut olmayan sesleri duymak içinde belirir.
Bazen bir, bazen iki kulakla algılanır. Şizofrenik hastalar, işittikleri
seslere cevap da verirler. Bazı sesler kulakla işitilmez, hasta kafasının
içinde duyar. Bazı sesler de hastanın içinde ve vücudunun çeşitli yerlerinden
gelir. Bazı hastalar, düşüncelerinin çalındığını ve kulaklarına sürekli olarak
tekrarlandığını sanır.
Tat
almayla ilgili hallucinationlar da vardır. Şizofreninin paranoid biçiminde,
parafrenide, melankolide görülen tat hallucunationlar hasta, bazan çok güzel,
bazan da zehir gibi tatlar aldığını sanır. Koku ile ilgili hallicinasyonlar da
vardır. Bunda hasta sabuklamalarla birlikte kimi kez güzel, kimi kez de pis
kokular aldığım sanır. Uzun süre esrar ve eroin kullananlarda koku azahmı veya
koku alma kaybı da görülebilir.
Özellikle
alkoliklerde ve kokainmanlarda dokunma hallucination-lara rastlanır. Deri
üstünde yanma, batma karıncalanma gibi öznel duyumlarla belirir. Hasta,
derilerinin altında karınca ve böceklerin dolaştığını sanırlar ve onları
çıkarmak için derilerini parçalayabilirler.
Hasta
bazan içine şeytan girdiğini de sanabilir. Bütün bu hallucinati-onlar, yalın
olabileceği gibi, karmaşık da olabilirler.
Bir
de "hallucination motrice" diye bir çeşidi de vardır ki, bunda hasta
vücudunun bir kısmının veya tamamının hareket ettiğini sanır. Kaslardan ve
eklemlerden tuhaf duygular algılar ve vücudun durumu her an değişiyormuş gibi
olur. Kimi parafreni hastaları göklere uçtuklarını söylerler.
"Hallucination
cenesthesique", özellikle paranoya, parafreni ve şizofrenide sıklıkla
rastlanır. Hasta, iç organlarında ağrılar, yanmalar, sıkılmalar... duyarlar,
kendilerini sevmeyenlerin, ya da düşmanlarının, iç organlarını bozduklarından
yakınırlar. Kimi şizofrenik hastalar, kendi içlerini gördüklerini sanırlar, ya
da kendilerini karşılarında görürler.
Kimi
hastalar, düşüncelerini kendilerine anlatırlar. Bazıları dudakları
kıpırdamadığı halde iç seslerini konuşuyormuş gibi algıladıklarını iddia
ederler.1442
Bu
konu tamamen, tabiblerin ve ruh bilimcilerinin ihtisas alanına girer ve bizim
ihtisas alanımızın dışındadır. Konudan anladıklarımız ışığında Hz. Peygamber
hakkındaki iddiaları değerlendirmeye çalışacağız. Bu konuda asıl sözü
söyleyecek ihtisas erbabı, özellikle inançlı doktorlardır. Bize göre bu konuyu
değerlendirirken şu noktaların gözönünde bulundurulması gerekir:
Birincisi:
Bir hastalığın teşhisi, o
hastalığa düçar olan kişinin bizzat muayene edilmesine bağlıdır. Hatta muayene
neticesinde bile hastalığın teşhis edilememesi çokça görülür. Bunun için
onlarca tahlil yaptırılır ve röntgenler çekilir. Ruhî bir hastalıksa hasta en
azından bizzat ve hatta defalarca dinlenir. Kulaktan dolma bilgilerle hastaya
teşhis konmaya kalkışılmaz. Şimdi, bundan on dört asır öncesinde yaşamış bir
zatı, çoğu zaman kaynakları anlamadan, anlasa bile anlamazlıktan gelip
belgeleri tahrif ederek bir müsteşriğin çıkıp da şu veya bu hastalığa maruz
kalmakla nitelemesi ve kendince bir teşhiste bulunması, her şeyden önce ilmin
ve tababetin âdabına aykırıdır.
İkincisi:
Değişik kabileleri
birbirleriyle sürekli harbeden Arap kavmini, karşılaştığı bütün güçlük ve
tehlikelere göğüs gererek tek kelime üzere birleştirip onları birbirine kardeş
yapmak1443;
putperestliği, nice nice batıl fikirleri ve çirkin adetleri kaldırmak; çok
sayıda muharebelerde kumandanlık etmek, ümmetinin din ve dünya işlerini yoluna
koymak, okuma ve yazma bilmediği halde kavmi arasında hem ifta, hem kazâ gibi
iki büyük vazifeyi ifâ etmek, kısaca vahşet ve barbarlığı, nisbeten çok kısa
bir zaman zarfında insanlık ve medeniyete döndürmek ve insanlara Kıyamet gününe
kadar bir dosdoğru dini ve sapmaz bir yol göstermek öyle hasta ve vehimli bir
adamın kârı dağildir. Bu, ancak yaratılış ve ahlak bakımından mükemmel olan,
İlâhî tevfike mazhar bir yüce zatın vücuda getireceği bir büyük görevdir.1444
Üçüncüsü:
Vahiy hali, "Eğer biz
bu Kur'ân'ı bir dağ üzerine indir-seydik, o dağı alçalmış ve parça parça olmuş
görürdün. Biz bu meselleri, belki tefekkür ederler diye insanlara
getiririz"1445
ve "Biz senin üzerine ağır olan sözü (Kur'ân'ı) ilka edeceğiz"1446 âyet-i
kerimelerinde işaret buyurulan kudsî ve lâhutî haller cümlesinden olmakla
sıradan insanların bunu idrak edememeleri, özellikle iddia sahipleri gibi
in-kârcılarm akla bile sığdıramamaları tabiîdir. Vahiy gerçeğini anlamak için
biraz maneviyat, tam bir tarafsızlık ve asgarî bir insaf lazımdır. Hz.
Muhammed'e gelen ve Kur'ân gibi bir şaheseri netice veren vahyi hallucinationa bağlayan
iddia sahiplerinde bu özelliklerin bulunmadığı açıktır.
Dördüncüsü:
Hallucination başlı başına
bir hastalık değil, değişik hastalıklarla birlikte görülen bir arazdır. Hz.
Peygamberin bedenen ve ruhen son derece sağlıklı olduğu herkesin malumudur. Nitekim,
vefat hastalığından başka ciddi bir hastalık geçirdiğini tarih ve siyer
kitapları kaydetmemektedir. Hz. Peygamberin alkollü veya uyuşturucu herhangi
bir madde kullanması şöyle dursun, bunları yasakladığı herkesçe bilinmektedir.
Renan'ın vardığı neticeya katılmadan, onun şu itirafını burada aktarmakta yarar
görüyoruz: "Hiç kimse onun kadar sağlam bir kafa ve düşünce yapısına sahip
olmamıştır."1447
Beşincisi:
Hallucination gerçekte
bulunmayanı görme hastalığıdır. Hz. peygamber —haşa— gerçek olmayanı değil,
tarih boyunca bütün peygamberlerin ve semâvî dinlere, ruhanî varlıklara inanan
bütün insanların kabul ettiği melekleri, özellikle bu meleklerin en büyüğü olan
Hz. Cebrail'i, hem de şüpheye yer bırakmayacak derecede 23 sene boyunca ve
defalarca görmüştür. Tarihte melekleri gördüğünü, kendisine Allah'tan vahiy
geldiğini söyleyen sadece Hz. Muhammed
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) değil, bütün peygamberler de aynı gerçeği
dile getirmiş ve bugün o peygamberlerden bir kısmının milyarlara varan mensupları
bulunmaktadır. Böyle bir hastalık iddiası o insanların peygamberi için
sözkonusu olmuyor da neden, dost ve düşmanının ittifakıyla son derece zeki,
dürüst ve sağlıklı olan Hz. Muhammed
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) için sözkonusu ediliyor? Bu çelişkiyi,
dinî taassuptan ve delilsiz peşin hükümlülükten başka bir şeyle izah etmek
mümkün değildir.
Altıncısı:
Hz. Peygamber ruhen ve
bedenen son derece sağlıklı olduğu kabul edildiği halde, bir defa
hallucination'a maruz kaldığını farzetsek, hiç şüphesiz, görüp işittiğinin
doğru olmadığını derhal farke-decek ve bu yanılgı yirmi üç sene gibi uzun bir
süre devam etmeyecekti. Çünkü, sağlıklı kimselerde görülebilen bu tür duyu
yanılgıları derhal fark edilir ve gerçekliğine inanılmaz. Nitekim, Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem), kendisine ilk vahiy geldiğinde, görüp
duyduğunu hemen doğrulamadı. Aksine, gördüğünün vehim olabileceğini düşündü. Bu
yüzden kendisine bir zarar gelebileceğinden korktu. Bu hali bir süre devam
etti. Nihayet Hz. Cebrail'in görünmesi ve vahyin inişi tekerrür etti de,
kendisi bu konuda kesin kanaate vardı.
Yedincisi:
Bazı durumlarda, kişinin
dikkatini bir nokta üzerinde yoğunlaştırması sonucu veya belli özellikleri
taşıyan bir zemine uzun süre bakması neticesi hallucination görebilir. Bu bir
bakıma ihtiyarî ve kasdî olan bir hallucinationdur. Bu durum da Hz. Peygamber
için sözkonusu olamaz. Çünkü, Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
hayatında isteyerek vahiy getirdiğini gösteren bir tek rivayet bile yoktur.
Oysa özellikle peygamber olduktan sonra çok detay sayılabilecek hususlar bile
rivayetlere konu olup nakledilmiştir. Hatta istediği halde vahyin gelmediği
durumlar pek çoktur. Nitekim, Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
birçok kez kendi özel ictihadiyle fetva verip daha sonra söylediğinden farklı
bir çözümle vahiy geldiğini görüyoruz. Bu da kesin olarak ifade ediyor ki, Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bu ameliyeye farkında olmaksızın da
olsa bir katkıda bulunmamıştır. Kur'ân, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) herhangi bir konu üzerinde dikkatini keskin bir biçimde yoğunlaştırdığı
sırada inmiyordu. Aksine Kur'ân ayetleri, çoğu zaman beklenmedik bir biçimde
Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) karşısına çıkan değişik
problemleri ele almak, çözüme kavuşturmak ve belli konularla ilgili
istifhamlara cevap olmak... üzere iniyordu.
Sekizincisi:
Vahiy tek bir biçimde
inmemiştir. Aksine daha önce açıklandığı gibi değişik biçimlerde inmiştir.
Muhteva itibariyle de, her defasında yeni bir şey getirmiştir. Böylece
muhtevaca son derece zengin, kapsamlı, renkli ve edebî olan Kur'ân-ı Kerim
ortaya çıkmıştır. Bu özelliklere sahip Kur'ân gibi bir eserin kaynağının
hallucinationla açıklanması mümkün değildir.
Dokuzuncusu:
İddia edilen bu
hallucination, tesadüfen bir tarafı Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) bedeninin bir parçasının altında kalan varlıkların hissettikleri
ağırlık gerçeğini açıklayamaz. Meselâ, dizi Hz. Peygamberin dizi altında
bulunan Zeyd bin Sâbit, vahiy indiğinde dizlerinin ezileceğini sanmış. Vahiy
hali geçtiğinde ise, Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
dizlerindeki ağırlığı, dolayısıyla şiddetli ağrıyı hissetmesi geçmiş. Aynı
şekilde Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'i taşıyan deve de, vahiy
hali vaki olduğunda, inmediği takdirde Resulullahm ağırlığından ayaklarının
neredeyse kırılacağını hissetmiş. Yine bu iddia, vahiy esnasında arı
vızıltısına benzeyen ve sahabenin Hz. Peygamberin yüzü etrafında duyduğu sesin
sırrını açıklayamıyor. Bu vehmedilen bir duyma değildir. Aksine bir realite
olup, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'i de aşan ve harici bir
varlığı bulunan gerçek bir sestir. Böyle olmasaydı, sahabe onu duymazdı.
Onunucusu:
Gerek daha önce çok sayıda
örneklerine yer verdiğimiz ve düşmanları olan Mekke müşrikleri tarafından bile
bir kısmı inkâr edilemeyip sihir ile nitelenmiş, bir kısmı binlerce insanın
gözü önünde gerçekleşmiş mucizeleri ve ileride örneklerini kaydedeceğimiz,
Kur'ân'-daki gaybî haberleri ve pozitif bilimlerle ilgili kesin tespitleri
hallucinationla izah etmek mümkün değildir.
On
birincisi: Aynı şekilde,
hallucination Kur'ân'da yer alan ve Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
döneminin ve hatta o dönemden asırlar sonrasının bile maarifinin çerçevesini
aşan İlmî işaretleri nasıl açıklayacaktır? Hallucinationun, temeli Yaratıcının
tenzihi ve celal ve kudsiyetine yakışan bütün sıfatlarla tavsifi oluşturan,
hayatın boş ve manasız olduğu fikrini reddeden, her şahsın ferdî mes'uliyetini
bir prensip olarak kabul eden İslâm gibi bir dini izah etmesi mümkün mü?
On
İkincisi: Acaba bütün
Arap Yarımadasında hallucinationa bir tek Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) mi yakalandı
ki, bu Araplara çok yeni ve orijinal olarak geldi de, ona aldanıp iman ettiler?
Hallucination gören sayısız hasta veya yarı hasta kimselerden hiçbiri neden
İslâm gibi, dünya ve ahiretle ilgili bütün işleri mükemmel bir biçimde
düzenleyen bir sistemi kuramadı, bunu yalnızca Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) başardı?
On
üçüncüsü: Tezimizin
başından beri müsteşriklerin pek çok iddialarını görüp değerlendirdik.
Bilindiği gibi bunlar tamamen biribirini nakzeden, yekdiğerini çürüten çok
farklı iddialardır. İşte, Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in
peygamberliğine inanmayanların, kendisine yönelttikleri ithamlardaki
kararsızlıkları ve bu konuda daldan dala atlamalarının anlamı şudur: Onlar,
hakikate karşı kulaklarını, akıllarını ve kalble-rini tıkamışlar. Ta
başlangıcından beri sırf saldırı ve çürütme amacıyla İslâma el atıyorlar.
Bunların sözleri bize, Mekke'de müşriklerin, Medine'de ise Yahûdilerin aynı
amaçlı sözlerini çağrıştırıyor. Onlar da Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)'i bazen kendisine sihir yapılmış, bazen sihirbaz, bazen şair, bazen
mecnun, bazen yalancı olmakla itham ediyorlardı. Ne bir ithamda karar
kılabiliyor, ne de dediklerinden hiçbirini ispat edebiliyorlardı. Bütün bu
karalamalarından sonra, nihayet tüm bu ithamlardan döndüler ve bu sözde —haşa—
sihirbaz, şair, mecnun... vs'nin getirdiği dine girdiler. Böylece kendi
kendilerini yalanlamış oldular.
·
e. Bilinçaltındaki Arzularının Dışa
Yansıdığı İddiası
Bazı
müsteşrikler, vahiy kaynağı olarak gizli arzulardan ve şuuraltındaki
isteklerden söz ediyorlar.1448
Onlara göre Kur'ân, bu gizli arzularını tatmin ve ruhen büyük sıkıntı çektiği
bu ağırlıkları hafifletmek üzere kasıtsız ve şuursuz bir biçimde Hz.
Muhammed'ten kaynaklanmıştır.
Önce
bilinç altını tanımlayıp, böyle bir şeyin varlığını temelden kabul etmeyen
psikologların varlığını belirtelim:
Bilinçaltı,
bilinçte olmayıp da bilinçsel faaliyetleri etkileyen yan ruhsal süreçlere
denir. Bunlar insanın daha önceden bildiği ve doğrudan doğruya belli bir
alandaki bilinçsel faaliyetinin konusu olmadıkları halde, o faaliyetle ilgili
bulunan ruhsal süreçlerdir. Bunlar gerektiğinde bilince çağrılabilirler. Bir de
insanın örneğin korunma tepkisi ya da uy-küda gezinme gibi bilinçli
olmadıklarından dolayı bilinç dışı davranışları vardır.1449
Bakınız
bilinç altının bu anlamda varlığını kabul etmeyenler tezlerini nasıl dile
getiriyorlar:
"Bu
kavramlar (bilinç altı, bilinç dışı kavramları) idealist kurum-larda, özellikle
Freudeülükte çarpıtılmış, insanların ve hatta toplumun bütün bilinçli
faaliyetlerini belirleyen esrarlı bölgeler olarak ileri sürülmüştür. Oysa, ne
bilinç altında ne de bilinç dışında esrarlı, diğer deyimiyle bilmediğimiz
hiçbir şey bulunmadığı gibi, ne bilinçaltı ne de bilinç dışının en küçük bir
belirleme gücü yoktur. Bunları belirleyici saymak, insanın bilinçli
etkinliklerini yadsımak demektir. (...) Dr. Freud, toplumu bilinçdışı
içgüdülerin yönettiğini savlamakla bilinçdışılığı oranında ünlenmiş profesör
tiplerinin en belli örneklerinden biridir. Ne var ki, bilimdışılığı oranında
ünlenen profesör olmakta Dr. Freud yalnız değildir, bilim tarihi bu konuda
onunla yarış eden ünlü profesörlerle doludur..."1450
Biz
bu konuda tek hipotezin Freud'unkı olmadığını, hatta onun görüşünü çürütmeye
çalışan kimselerin de bulunduğunu böylece belirttikten sonra, Kur'ân vahyinin
"bilinçaltı" faktörüyle açıklanıp açıklanamayacağını izah etmeye
çalışalım:
Bu
ithamı enine boyuna münakaşaya başlamadan önce, şunu belirtelim: Bilinçaltı
nazariyesinin temeli, çeşitli baskılar sonucu bilinç altına itilmiş birtakım
arzuların zamanla bilinç üstüne çıkmasıdır. Şimdi bu tanım ışığında Hz.
Peygamberin durumunu değerlendirelim:
Vahiy
çoğu zaman, Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) derin arzularına
hiçbir te'vil ve kuşku götürmeyecek derecede açık, hiçbir taviz ve tahfif
kaldırmayacak kadar güçlü bir şekilde karşı koyuyordu. Meselâ, Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem), dedesinin vefatından sonra yetim iken kendisini gözetip
büyüten, peygamber olduğundan itibaren Kureyş'in kendisine yönelttikleri
kötülüklere engel olan amcası Ebû Talib'i seviyordu. Bu amcasının Müslüman
olmasını ruh u canıyla temenni ediyordu. Böyle olduğu halde mesela, neden
sekerat anında amcasının Kelime-i Şehadet getirdiğini belirten bir vahiy
vehmetmedi? Böyle bir şey olmadığı gibi bundan çok daha önemsiz olanı bile
gerçekleşmedi. Nitekim, amcası için •istiğfar edip, günahlarının bağışlanmasını
Allah'tan dileyeceğine söz verdiği halde, vahiy inip onu bundan kesinlikle
menetmiş, amcası için Allah'tan bağışlama bile dilemesine izin vermemiş ve
arkasından da böyle bir istiğfarın fayda sağlamayacağını açıklamıştır1451. Başka bir
ayetle1452 de
teşebbüsünü daha bir arzu halindeyken kökünden kesmiştir.1453
Daha
önce de belirtildiği gibi, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Zeynep
binti Cahş'm eş olarak kendisine helâl olduğunu söyleyerek insanların karşısına
çıkmaktan son derece çekiniyordu. Bunun üzerine vahiy inip kendisini şöyle
kınamaya başladı: “Sen insanlardan korkuyorsun, oysa Allah kendisinden
korkulmaya daha layıktır"1454. Nitekim, Hz. Aişe'nin (r.a) şöyle dediğini
görmekteyiz: "Eğer Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) vahiyden
bir şeyi gizlemiş olsaydı bunu gizlerdi."1455 Hz. Aişe de, böyle bir evliliğin toplumda
nasıl da şiddetli bir şok etkisi yapacağını biliyordu. Çünkü insanlar,
evlatlığı tamamen gerçek evlat gibi görmeye alışıktı. Denilebilir ki: Vahiy bu
şekilde inip Hz. Muhammed'in arzusunu gerçekleştirmiştir. Çünkü
Zeyneb'e—haşa—aşıktı." Biz de bu sözün sahibine daha önce belirttiğimiz şu
noktayı tekrar hatırlatarak cevap vermek isteriz: Böyle bir arzu sözkonusu
olsaydı, bundan başka birçok yollarla gerçekleşme imkânı vardı. Mesela—haşa—Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) onu gizli gizli dost edinebilirdi.
Fakat vahiy, ısrarla Hz. Muhammed'in bu evliliği topluma ilan etmesini istedi.
Bu ise Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şiddetle çekindiği bir
husustu.
Aynı
şekilde Kureyş, şehit ettiği amcası Hz. Hamza'nın vücudunu müsle yapmıştı. Nitekim,
Ebû Süfya'nm karısı Hind Hz. Hamza'nın (r.a) karnını yarmış, ciğerlerini
çıkararak dişlemişti. Burnunu ve kulaklarını kopararak boynuna gerdanlık gibi
takmıştı. Böylece kana susamış ruhunun öfkesini dindirmek istemişti. Ebu Süfyân
bununla da yetinmemişti; Hz. Hamza'nın, cansız yerde yatan vücuduna mızrağıyla
vurmaya başlamış ve şöyle demişti: "Tat bakalım akrabalarına isyan etmenin
cezasını!" Öfke, üzüntü ve hasreti doruğa yükselen Hz. Peygamber, Allah
Kureyşe karşı kendisine bir yerde zafer nasip ederse, onlardan otuz adamı aynı
şekilde müsle yapacağına yemin etmişti. Müslü-manlar da, Kureyşi Arap tarihinde
görülmemiş bir tarzda müsle yapacaklarına ant içmişlerdi. Bununla ilgili nasıl
bir vahiy indi dersiniz? Acaba gelen vahiy, onların bu yeminlerini alkışlıyor,
Hz. Peygamber ve Müslümanları bu arzularını gerçekleştirmeye teşvik ediyor,
böylece sevgili amcası ve süt kardeşi olan Hz. Hamza'ya karşı duyduğu üzüntü ve
hasreti dindiriyor muydu? Asla! Aksine, ceza verilecekse yapılanın misliyle
ceza verilmesini, bununla birlikte sabrettikleri takdirde bunun kendileri için
daha hayırlı olacağını belirtiyordu1456. Arzusuna muhalif olarak inen bu hitap
karşısında Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) de İlâhî tevcih
karşısında sabrı tercih ederek savaşta öldürülenlerin organlarının kesilmesini
yasaklamıştır.1457
-
Mesele
bundan da ibaret değil. Aksine Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bir
fatih olarak Mekke'ye girdiğinde, Allah, bu çirkin işin failleri olan Hind ve Ebu
Süfyân'ı ele geçirme imkânını vermişken bunların öldürülmesini emreden bir
vahiy göremiyoruz. Oysa Hz. Hamza'ya yaptıklarından dolayı olmasa bile, sözü
edilen bu şahıslar, —Kureyş bütün gücünü kaybedip nihaî bir yenilgiye
uğrayıncaya kadar— ellerinden geldiğince Hz. Peygamberle (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) mücadele ettikleri ve başkalarını da buna kışkırttıkları için ölümü hak
etmişlerdi.
Amcası
Hz. Hamza'nın bizzat katili Vahşî'nin durumuna gelince, Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) hayatının sonlarına doğru Müslüman olarak yanma geldiğinde
onun Müslümanlığını kabul etmiştir. Sadece, fazlaca gözüne görünmemesini
istemekle yetinmiştir.1458
Görüldüğü gibi, bunca yıl geçmesine rağmen Hz. Hamza'nın hatırası ve ölüm acısı
Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in ruhunda bütün tazeliğiyle durup
onu acıya boğarken, ne intikam almasına ne de almamasına ilişkin hiçbir vahiy
gelmiyor. Bu mu, bilinçaltmdaki arzuların tesiri?
Şimdi
de daha önemli bir olaya bakalım: Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
ashabıyla birlikte annesinin mezarı yanından geçerken, kabrin başında bir süre
bekleyip duygulanmış, sonra da yaşlı gözlerle sahabilerinin yanma dönmüştü.
Bunun sırrını kendisine sorduklarında, Allah'ın, annesinin mezarını ziyaret
etmesine izin verdiğini, fakat onun için bağışlama dilemesine müsaade
etmediğini belirtmiştir1459.
O anda neden bilinç altındaki arzular su yüzüne çıkmadı? Evet, böyle diyeceğine
neden hemen bir vahiyle—eğer müsteşriklerin iddia ettiği gibi vahiy Hz.
Mu-hammed'in gizli arzularının bir yansıması ise— annesinin ahiret hayatındaki
güllük gülistanlık akibetini canlandıran bir tablo ortaya koymadı? Oysa
sözkonusu olan, kendisini hayatının en erken baharında yetim bırakıp en tatlı
sevgi hatıralarını hafızasına nakşederek ahirete göçen annesiydi.
Yine
Mekke fethinden sonra neden bir vahiy inip de Resulullahtan (salla’llâhü aleyhi
ve sellem) hükümetini Mekke'ye taşımasını istemedi? Oysa Mekke, Hz. Peygamberin
yeryüzünde en çok sevdiği şehirdi. Nitekim bu sevgisini, oradan ayrılıp muhacir
olarak Yesrib'e doğru yola çıktığında bizzat itiraf etmişti1460. Aynı
şekilde, sırf "Rabbimiz Allah'tır" dedikleri için haksız yere
yurtlarından çıkarıldıkları gün el konulan ev ve barklarını müşriklerden geri
almalarına ilişkin bir vahiy neden inmedi?
Yine,
ömrünün son yıllarında kendisine ihsan edilen ve doğumuyla evini sevinç ve
saadete garkeden oğlu İbrahim'in vefat gününde duyduğu ağır üzüntüye bütün
kâinatın iştirak ettiğini yansıtan bir vahiy neden inmedi? Oysa o gün güneş
tutulmuş, Müslümanlar da Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) oğlu
İbrahim'in ölümünden dolayı tutulduğunu zannetmişlerdi. Bu durum karşısında Hz.
Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) cevabı ne oldu dersiniz? Evet,
başkalarını rahatlıkla yanıltabilecek şiddetli üzüntüsü içerisinde onları
uyardı ve güneş ile aym Allah'ın kudret delillerinden iki delil olduğunu, hiç
kimsenin ne doğumu, ne de ölümünden dolayı tutulmayacaklarını söyledi.1461
Bununla
da bitmiyor. Aksine birçok ayet inip Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)'in yaptığı bazı davranışların yanlış olduğunu ifade etmiştir. Huzuruna
gelen İbn Ümmi Mektûm'dan yüzünü çevirip Kureyş ileri gelenleriyle meşgul
olması olayı üzerine gelen ayetler1462, hanımını başka biriyle yatakta zina
ederken gören kişinin şahit getirmesi, aksi halde iftira cezasına çarptırılması
gerektiği görüşüne karşı başka çözüm getiren ayetler1463, hanımına zıhar yapan bir kimsenin yaptığı
bu zıharı talak olarak kabul etmesinden farklı bir hüküm getiren âyetler1464, Bedir
savaşında ele geçirilen esirleri öldüreceğine onlardan fidye almasını kınayan
ayetler1465,
Medine'deki münafıkların elebaşısı olan Abdullah bin Übeyy öldüğünde cenaze
namazını kıldırmak istemesine karşılık onu şiddetle bundan menetmek için inen
âyetler1466
buna örnektir.
Yine,
Allah'a atfen bazı sözler uydurucak olursa başına geleceklerini tehdit dolu bir
ifadeyle dile getiren1467,
kâfirlere birazcık olsun meylettiği takdirde kendisini bekleyen korkunç akibeti
imâ eden1468
ayetlerin Hz. Peygamber'in bilinç altının eseri olduğunu kim iddia edebilir?
Freud'un
"Bilinçaltı" nazariyesi bu geçen noktaları açıklamaktan aciz olduğu
gibi, Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şu veya bu şeyi istediğini
bildiğini, bu nedenle de onu gerçekleştirdiğini açıkça belirten ayetlerin
vahyedilişini de açıklayamaz. Çünkü bu istekler bilinç altı değil, bilincin ta
kendisidir. Kıble yönünün Kabe'ye doğru olması arzusu1469 buna örnektir.
Aynı
şekilde vahyi, haricî kaynaklardan edinilip şuur altında gizlenen
(Subconscious) ve zamanı gelince de vahiy olarak dışarıya taşan düşüncelerin
yansıması olarak yorumlamak da1470, son derece gayr-ı makul bir yaklaşımdır.
Çünkü bu yaklaşım, şuurun derinliklerinde bulunan düşüncelerle bu düşünce
sahibinin, bir melek gördüğünü veya bir ses işittiğini tevehhüm etmesi arasında
ne gibi bir ilişki bulunduğunu bize açıklayamıyor. Hepimiz, sınırsız
düşünceleri şuurumuzun derinliklerinde toplayıp saklıyoruz. Buna rağmen bu
fikirler, vahiy ameliyesine refakat eden tezahürler şöyle dursun, gözümüzde semâvi
bir melek veya yücelerden gelen sesler olarak canlanmıyor.
Farzedin
ki, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)—haşa—bu müsteşriklerin iddia
ettiği gibi olsun, acaba bundan, kendisine vahiy indiğini ve peygamber olduğunu
vehmetmesi neticesi çıkar mı? Acaba Mekke'de ve Arap Yarımadasında, yetim
kalma, erkek evladını kaybetme ve hanımının yaşlı olması... gibi özelliklerle
kendisine benzeyen en az yüzlerce insan yok muydu? Neden bu adamlar da,
kendilerine vahiy indiği vehmine kapılmadılar? Şöyle denilebilir: "Fakat Müseylime,
Tuleyha, Secah ve Esved el-Ansî peygamberlik iddia etmişlerdir." Bunların
herbirisinin şart ve özellikleri Hz. Peygamberinkinden (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) çok farklı olmak bir yana, bunların herbirisinin yalancılığı sabit
olmuştur. Çünkü, her biri ya önce Müslüman olmuş, sonra da peygamberlik iddia
etmiş; ya önce Müslüman olmuş, sonra da dinden çıkıp peygamberlik iddia etmiş
arkasından da tevbe edip İslama geri dönmüştür. Üstelik bunların ahlakları ve
davet ettikleri prensipler kendilerinin yalancı ve sahtekâr olduklarının en
açık işaretiydi. İş bununla da bitmiyor. Biz bunlarda, Hz. Muhammed'in zatında
çoklukla yer alan haricî doğruluk ölçülerini göremiyoruz.
Biz,
Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) peygamberlikten önceki hayat
gerçeğinden ve şahsiyetinin belli başlı özelliklerinden hareketle, bilinç altı
yorumlarının—düşmanlarının iddia ettiği gibi—kendisine vahiy geldiğini ve
peygamber olduğunu vehmetmesinde—bazı müsteşriklerin iddiasına göre—kendisini
hor gören ve onunla alay eden kavmi arasında kendini kanıtlamak için zengin olma
isteğinin1471
veya hükümdar olma arzusunun rol oynamadığını gördük. Şimdi de, peygamber
olduğu itiraf edildikten ve bir devletin başına geçip nüfuzu gittikçe yayılıp
ölümünden çok kısa bir zaman sonra bütün Arap Yarımadasını kapladıktan sonraki
hayat gerçeği ve şahsiyetinin belli başlı özellikleri üzerinde düşünmek
istiyoruz. Böylece, bu özelliklerinin ve bu hayat gerçeğinin ne dereceye kadar
sözkonusu müsteşriklerin iddialarını doğru-layıp doğrulamadığını göreceğiz.
Muhammedi
vahiy gerçeğini, "bilinç altı"ya bağlayan yaklaşımı tamamen
çürüttükten sonra şimdi de şunu vurgulamalıyız: Bilinç altında bastırılan
dürtüler—Freud'un teorisi doğruysa—kişinin, kendisine bir meleğin semavî vahiy
getirdiğini görmeye sevketmez. Çünkü bu dürtülerin dışarıya çıkmasının tabiî
yolu, sahibinin iradesi dışında ve onun şuuru taalluk etmeksizin kendilerini
açığa vurması, onun düşünce ve davranışlarına yansımasıdır. Varlığı bulunmayan
şeyleri görmeyi teveh-hüm etmek ise, marazî bir durumdur ki, Hz. Muhammed'in
böylesi hastalıklardan son derece uzak olduğunu daha önce delilleriyle
açıkladık. Nitekim, iman edip kendisine tabi olmadan önce ona düşman olanlar
bile, onun aklî ve ruhî dengeliliğine tanıklık etmişlerdir. Hatta bizzat
Rodinson bile onun huzurlu, dengeli, güvenli ve çevresindeki insanların
takdirini kazanmış olduğunu itiraf etmekte ve onu rûhî ve asabî hastalıklarla
itham edenlerin görüşünü reddetmektedir1472. Bu tespit doğrudur. Aksi halde, davasını
yayarken ve devletini kurarken nasıl bu emsalsiz başarıyı elde edebilirdi?
Yine, Fars ve Rum yiğitlerini yere seren ve yırtıcı arslanm avını parçaladığı
gibi devletlerini paramparça eden—sahabî denilen—o eşsiz kahramanları nasıl
yetiştirebilirdi? Bununla birlikte aynı Rodinson, dönüp Hz. Peygamberin (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) mazhar olduğu vahiy gerçeğini, Therese d'Avilla'nın1473 durumuyla
karşılaştırıyor.1474
Biz şahsen, Hz. peygamber ile bu azize arasında hiçbir benzerliğin bulunmadığı,
böyle bir karşılaştırmanın zorlamalar ve tutarsızlıklarla dolu bulunduğu açık
olduğundan burada buna yer verme gereğini bile duymuyoruz.1475
Bu
bölümde söylediklerimizi burada kısaca özetliyor ve diyoruz ki: Muhammedi
vahiy, Hz. Peygamberdeki (salla’llâhü aleyhi ve sellem) birtakım bilinçaltı
arzuların bir ifadesi olması mümkün değildir. Çünkü, ne peygamber olmadan
önceki geçmişi ve ne de peygamber olduktan sonraki hayatı bu hipotezle asla
uygunluk arzetmez. Aksine, hayatının her iki dönemi de en şiddetli şekilde bu
faraziye ile çelişiyor. Bilinç altındaki arzuların vahiy şeklini alamaması bir
yana—ancak vahiy aldığını iddia eden kişinin yalancı olması durumu hariç ki Hz.
Muhammed'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) gerek peygamberlikten önce ve
gerekse peygamber olduktan sonra yalan söylediği asla görülmemiştir—vahiyle
birlikte birtakım dış tezahürler kendini gösteriyordu. Sahabe bu tezahürleri
görüyordu. Bunlar gösteriyor ki, "Bilinçaltı" teorisi, bu gerçeği
açıklamaya elverişli değildir.
·
f. Kollektif Bilinçaltının Eseri
Olduğu İddiası
Watt,
vahiy kaynağının, "yaratıcı hayal" veya "Kollektif bilinçaltı
(Collective unconscious)" olduğuna inanıyor. Ona göre bu, ister İslam,
ister Hıristiyanlık ve isterse Yahudilik olsun bütün dinî vahiylerin
kaynağıdır.
Watt,
"Collective unconscious"u Jung'un konuyla ilgili görüşüne paralel
olarak açıklıyor. Bu görüş şöyle özetlenebilir: Kişilerin uyurken veya
uyanıkken gördükleri rüyalarda, yine bütün bir toplumun efsanelerinde bilinç
altından bilinç üstüne çıkan hususlar, hep "libido" veya "hayat
enerjisinden" ileri gelir. Bu, her insanda bir faaliyet kaynağıdır. Bir
tek şahısta "libido" vücudunun bir cüzünde özel, diğer cüzünde ise
kendisi ile önce mensup olduğu cemaatin fertleri, sonra da kendisiyle bütün bir
insanlık cinsi arasında müşterek olarak yer alır. İşte kendisiyle başkaları
arasında ortak olan bu şeye Jung, "Collective unconscious" adını
verir. Sözkonusu "Collective unconscious"a pek çok efsane ve dinî
inanış, özellikle "kahraman", "lider", "İlâhî
çocuk" ve "Bâkire" gibi birçok dinde bulunan öğeler
dayandırılır.1476
Watt,
bu teoriyi Muhammedi vahye tatbik ederken, vahiy kelimelerinin Hz.
Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) henüz
bilinçli bir biçimde algılamadan önce kendisiyle bir ilişkisinin bulunduğuna
inanıyor. Sonra da, bu yaklaşımla klasik İslâmî vahiy anlayışlarının
uzlaştırılabileceği sonucunu çıkarıyor. Öyle ki—yazara göre—şöyle denilebilir:
Melek, kelimeleri Muhammedi vücudun, bilinçaltı adı verilen bir köşesine
bırakmış, daha sonra da buradan bilinç üstüne çıkmıştır.1477
İşte
Watt'm İlâhî vahiy konusunda görüşleri bu şekilde özetlenebilir. Ona göre,
Kur'ân'm kaynağı, Hz. Muhammed'in tıpkı diğer mümtaz insanlar gibi yararlandığı
yaratıcı hayaldir.
M.
Watt'm, Hz. Peygamberin durumunun, "yaratıcı hayal"den yararlanan
diğer büyükler gibi olduğu, Muhammedi vahyin kaynağının bu yaratıcı hayal ve
collective unconscious olduğu şeklindeki görüşünü araştırdığımızda, bu
iddiaların kabul edilebilir bilimsel delillerden uzak olduğunu görüyoruz. Çünkü
Watt'ın sözünü ettiği yaratıcı hayal, kendisinin de dediği gibi din adamları
tarafından Allah'a isnat edilen bir şeydir. Bu yoruma göre sözkonusu yaratıcı
hayalin kaynağı yalnızca Allah'tır. Hele hele bu yaratıcı hayal, bizzat insanın
kendisinden daha yüksek ve bilinç engelinden daha aşkın ise... Sonra VVatt'm
Muhammedi vahyi dayandırmak istediği "collective unconscious",
sağlıklı bir biçimde değerlendirilebilmesi için aslında net bir biçimde ortaya
konulması gereken muğlak hususlardandır.
Şöyle
ki: gerek "bilinçaltı" gerekse "collective unconscious",
"keşif", "ilham", "batmî hads" veya "dahilî
şuur" adı verilen terimlere dayanır. Bunlar, isimleri ne kadar farklı da
olsa genellikle gayretli çalışmanın ürünü veya ruhî riyazetin meyvesi ya da
uzun tefekkürün ne-ticesidirler. Dolayısıyla insana mükemmel veya yarı mükemmel
bir kanaat vermezler. Aksine daha yüksek ve yüce bir kaynaktan alınmayan
kişisel ve özel bir mesele olarak kalırlar.1478
Malik
bin Nebî bu konuda özetle şunları söylüyor: Keşif, ilham gibi modern psikoloji
ilminin terimlerindendir. Bu terimler, varlığım kabul edenler nezdinde bile
hâlâ kapalılık ve belirsizliğini korumaktadır. Çünkü bunlar bilinçaltının
derûnunda yer almaktadır. Bu, isminden de anlaşıldığı gibi öylesine derindedir
ki, canlı ve şuur hallerinden çok daha ötelerdedir. Dolayısıyla bir insan için:
"O keşif ve ilham ehlin-dendir" denildiği zaman, bu onu peygamberlik
ve vahiy derecesine çıkarmaz. Çünkü, her vahiyde bir kavrama vardır, her
peygamberlikte de manasını anlama ve özünü idrak etme bulunmaktadır.1479
İşte
buradan özellikle Watt'm konuyla ilgili izahlarının yetersizliği ortaya
çıkıyor. Hele hele vahyin haber verdiği dinî gerçeklerin ve gaybî işlerin ne
yaratıcı hayalin ne de ferdî ve kollektif altşuurun etkisi altına
giremeyeceğini bildikten sonra bu daha da netlik kazanmaktadır. Bunlar, meçhûlü
feraset ve batınî hads yoluyla keşfetmeye çalışırlar. Yine bunlar, insanların alıştıkları
zahirî hissin ölçüleri altına da girmezler. Vahiy gerçeği ise, vahye mazhar
olanın, beşerî varlığından soyutlanması ve manevî zat ile irtibata geçmesidir.
Bu da sözkonusu konuşan, emreden ve veren zat ile muhatap, memur ve alan zat
olmak üzere iki varlık arasındaki ulvî diyaloğu sağlamak içindir.
Tarihen
sabittir ki, Hz. Peygamber Kur'ân'm inmeye başladığı ta ilk andan itibaren
kendisine vahyedileni tam olarak ve bilinçli bir şekilde kavrıyordu. Bunun için
de Rabbinin elçilik ve talimatlarını dikkatle tebliğ ediyordu ve kendisine
indirilenlerden tek bir harfin bile zayi olmamasına ileri derecede itina
gösteriyordu. Allah kendisine, rahat olup acele etmemesini emredinceye kadar
vahyedilenleri ezberlemek için kendini yoruyordu. Vahiy ona her zaman ve her
yerde iniyor, her seferinde de şuuru tamamen yerinde ve kendinde bulunuyordu.
Mesela karanlık gecede ve gündüzün ortasında, dondurucu bir soğukta ve kavurucu
bir sıcakta; evinde dinlenirken ve yolculuk esnasında; çarşı-pazar sükûnetinde
ve harbin en kızgın anında; hatta Mescid-i Aksa'ya olan İsra esnasında ve
yüksek semalara miracı sırasında inebiliyordu.1480 Bütün bu durumlarda Hz. Peygamberin şuuru
tam olarak yerindeydi ve kendisine vahyedilenleri sağlıklı, eksiksiz ve itinalı
bir biçimde naklediyordu.
Son
olarak Watt'ın şu sözünü ele alalım: "...Collective unconcious ile,
vahiyle ilgili, meleğin, Hz. Muhammed'in varlığının bir tarafına kelimeleri
bıraktığı şeklindeki klasik İslâmî görüşleri birleştirmek mümkündür. Kelimelerin
bırakıldığı yer bilinç altıdır. Bunlar buradan da onun bilinç üstüne
çıkmışlardır..." Bu söz de kabul edilemez. Şöyle ki: Watt, meleğin
kelimeleri Muhammedî varlığın bir tarafına bıraktığını kabul ediyorsa, o zaman
"Collective unconscious"un faydası nedir? Sonra neden melek bu
kelimeleri önce Hz. Muhammed'in bilinç altına yerleştirsin de daha sonra bilinç
üstüne çıksın ve böylece Hz. Muham-med daha önce kendisiyle alakası olmayan bir
kelamı kendisine aktaran bir melek gördüğünü zannetsin? Bu sözlerin melekten
olup Hz. Mu-hammed'in bilinç altına yerleştirdiği mümkün olduğuna göre,
doğrudan doğruya bu sözleri kendisine aktarmasında ne gibi bir engel olabilir?
Vahyin
sözlerinin melek vasıtasıyla gelmesi netice itibariyle şu anlama gelir: Bunlar
yeni bir şeydir ve daha önce ne Hz. Muhammed, ne de onun toplumu bunları
bilmiyor. Fakat, Collective unconcious teorisi, —asıl sahibi Jung'un
açıkladığı, VVatt'm da kabul ettiği gibi—bu görüşlerin herhangi bir biçimde
toplum tarafından ifade edildiği, onun his ve çıkarlarıyla uyum sağladığı, söz
kalıplarına döküldüğü ve yine toplumca kabul edilen usullerle açıklanmayı
gerektirir.1481
·
g. Eksik Bir Mistik Makamın Ürünü
Olduğu İddiası
Maxime
Rodinson'a göre, Hz. Muhammed, zahidane birtakım eğilimlere sahipti. Bu
eğilimleri, çocukken, gençken ve olgun bir insan-kenki özel hayat şartları
meydana getirmişti. Ve hayatının çok erken bir döneminden itibaren—tasavvufun
derecelerinden biri olan—bu zühdü tatbik etmeye başlamıştır. Her türlü zevkleri
reddeden ve uzun uzun namaz ve ibadet yolunu tutan bu zahidâne hayat sebebiyle,
duyulan sesler eşliğinde kendisine "keşif" görünmeye başladı. Bu
sesli ve görüntülü tezahürlerin, histeriya ve şahsiyet çözülmesi gibi aklî
hastalıklara dûçar olanlarda da görüyoruz. Ancak büyük mutasavvıflar bu olağan
olmayan tezahürlere mazhar olup buna alışkanlık peyda ediyorlar. Fakat, zahidin
kendi kendisine uyguladığı haricî tatbikatlar bu gibi aklî ve ruhî hastalıklara
götürür mü? Rodinson sorduğu bu soruya şöyle cevap verir: "Bu sorunun
cevabını psikoloji ilminin mütehassıslarına bırakıyorum."1482
Rodinson
da, kendince İlâhî vahyi izah için şöyle bir görüş ileri sürer:
"Muhammed
başlangıçta gerekli şartlar sunulduğu takdirde bir mistiğin oluşmasına tam
elverişli bir mizaca sahipti. Bu durumda birçok başka mistik gibi
"hayalî" ya da "zihni" iç veya dış görme ve işitme haline
gelmiştir. Hıristiyan olsun, Müslüman olsun, büyük mistiklerin bu aşamada
takılıp kalmadığını biliyoruz. Bunlar daha sonra Tanrı'nın ortadan çekildiği ve
vecdlerle birlikte duyumsal gösterilerin de kaybolduğu uzun bir çoraklık ve
kuraklık devresine geçer genellikle. Ve bu terkedilmişlik karşısında dehşete
kapılan ruhları, bir yandan yoksun kaldığı dile gelmez mutluluğu ararken, bir
yandan da o mutlu yaşantının hakikiliğinden şüphe etmeye koyulur. Bazan uzun
yıllar devam eden bu zor sınavdan sonra yeniden ve bu sefer sükûnet ve kesinlik
dolu olarak, vecd dönemi başlar. H. Delacroix'nın deyimiyle "teopatik
hal" diye adlandırılan, işte bu son dönemdir.
Muhammed'in
de, bütün öteki mistiklerin pek iyi tanıdığı kuraklık dönemini yaşadığını
görmüştük. Ama "teopatik hal"e hiçbir zaman gelmemiş; yani kendisini
hiçbir zaman Tanrıyla bir hissetmemiştir. Tam tersine: Muhammed kendisini; ona
konuşan, haberciler yollayan, emirler veren, onu azarlayan ya da
cesaretlendiren Tanrı'dan daima ayrı, hatta alabildiğine uzak görecektir.
Öylesine farklı ve öylesine derin bir uçurumla ayrılmış iki dünyadadırlar ki,
ulaşmaları için birbirlerine aracılar şarttır.1483"
Kendisi
marksist olup hiçbir ruhî ve manevî güce inanmayan Ronidson-un tamamen manevî,
ruhî ve İlâhî hakikatler üzerine bina edilebilecek böyle bir tesbite nasıl
vardığını öncelikle soruyoruz.
Hz.
Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bir
peygamberdir ve peygamberlik Allah'ın lütfudur. Allah'ın özel lütfü ve ihsanı
için özel şartlar ve kabiliyet gerekmez. Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) gibi öksüz ve
yetim olarak büyümüş, koyu bir cahiliyet döneminde ümmi olarak yetişmiş bir
zatın şahsında Kur'ân gibi bir ilim ve irfan hâzinesini aramak ve bizzat ondan
beklemek, güneşin aslını aynada aramaktan farksızdır. Eğer mesele şart ve
ortamın oluşmasına bağlı olsaydı, Hz. Muhammed
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) ile aynı şartlara sahip yüzbinlerce insan
hayat sahnesine ayak basmış ve ömür müddetini tamamladıktan sonra bu sahneden
çekilmişlerdir. Acaba neden onlardan biri Kur'ân gibi bir eser ortaya koymamış,
İslam gibi bir dini tesis etmemiş ve insanlık medeniyetine en büyük damgayı
vuramamıştır. Rodinson'un iddia ettiği o eksik tasavvufî mertebeye ulaşan ve
onu geçemeyen bir tek Hz. Muhammed
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) mi vardır?.
Bu
ihtisas asrında Rodinson gibi marksist birinin kalkıp böyle mücer-red manevî ve
ruhanî konularda ahkâm kesmesi ne derece yakışık alır. Oysa bin dörtyüz yıldır,
gelmiş geçmiş bütün İslam mutasavvıfları, hep o maneviyat kutbu olan Hz.
Muhammed'den feyiz aldıklarını söylemişler, kendilerini buna sonsuz derecede
muhtaç görmüşler, onun manevî yükselişinin gölgesinde seyr u sülüklerini
sürdürmüşlerdir. Bu konuda onlardan bir tekinin sözü binlerce Rodinson
gibilerininkine tercih edilir.
Rodinson'un,
Tanrı ile ittihat ve indimac gibi makamlar kabul edip bu makamları en üstün
mertebe olarak görmesi haddini aşmışlığın yanısıra ilmen de yanlıştır. Rodinson
bu konuda Hallac-ı Mansur'u örnek olarak zikretmesi1484 bundan vahdet-i vücûdu kastettiği
anlaşılıyor. Oysa vahdet-i vücûd tasavvufta en yüksek mertebe değildir. Akine
nakıs bir mertebedir. Tevhidde istiğrak halinin sonucudur.1485
Rodinson'nun
kastettiği mistikler istikamet dairesindeki İslâm mutasavvıfları ise, onlar her
zaman Hz. Muhammed'i rehber ve önder görmüşlerdir. Yok eğer, aşırı zühd ve
ruhbanlığa dayalı Hıristiyanlık ve diğer bazı din ve mezheplerdeki mistisizm
ise, Hz. Muhammed'in getirdiği din bunu reddetmektedir. Dolayısıyla böyle bir
yaşayış onun için özlenen ve nihâî amaca ulaştırıcı olarak görülen bir yol
olması düşünülemez.
Bir
kararda durmayan, Kur'ân vahyini izah için Doğuda ve Batı'da söylenmiş en ipe
sapa gelmez iddialara yer veren Rodinson'un hangi görüşüne itimad edeceğiz?
Yeri geldikçe kaydedip değerlendirmeye tabi tuttuğumuz sözkonusu iddiaları
aslında birbirlerini çürütüp hükümden iskat etmekte ve fazla izaha ihtiyaç
bırakmamaktadır.
·
h.
Hira Mağarasında Gördüklerinin Bazı Olaylar Karşısında Duyduğu Şiddetli Üzüntü
Korku Sonucu Meydana Geldiği İddiası
Müsteşrik
Boukuet, Hz. Muhammed'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Hira Mağarasında
gördüğünün hayalden ibaret olduğunu belirtir. Bunu da, iki erkek çocuğunun
ölümünden dolayı duyduğu şiddetli üzüntüye bağlar1486. Ledit ise, bunu oğlunun ölümüne, hanımının
yaşlılığına, dağbaşmda içinde bulunduğu yalnızlığa ve cinlerden olan korkusuna
dayandırır. Ledit'e göre, Hz. Muhammed'e, bir meleği gördüğü, meleğin kendisini
kucaklayıp üç defa sıktığı vehmini veren bunlardır.1487 Yazar sözünün burasında Blachere'in, vahyin
kendisine, krizin doruğa ulaştığı anlar olan geceleyin geldiği şeklindeki
mülahazasına yer verir.1488
Rodinson'a gelince, Hz. Muhammed (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) ve Hz. Hatice'nin evliliğinin mutlu bir evlilik olduğunu
itiraf etse de, Hz. Muhammed'in bu saadetle tatmin olmadığı, aksine imkânsızı
arzuladığı kanaatini ileri sürüyor. Ona göre bunun sırrı, Hz. Muhammed'in
yetimliği, fakirliği ve ezikliğinde saklıdır. Nitekim, Hz. Hatice, ona erkek
bir çocuk bırakamamıştır. Bu da kendisiyle insan-larm alay etmesine sebep olmuş
ve kendisini hor görüp alay eden bu kimselere karşı önemini ortaya koyacak bir
yol aramasına sevketmiştir. Aynı zamanda kendisi zenginlerden intikam da almak
istiyordu.1489
Gerçekte
bütün bunlar körcesine bir bocalamadan başka bir şey değildir. Bu
psikanalizcilere, Hz. Muhammed'in, Hz. Hatice ile evliliğinden dolayı mutsuz
olduğunu kim söyledi? Gördüğümüz gibi, Rodin-son, bunun mutlu bir evlilik
olduğunu itiraf ediyor. Alfred Guillaume ve diğer bazı müsteşrikler de bunun
benzerini söylüyorlar.1490
Bu
iddiayı ortaya atanların ne derece akıl ve insaftan uzak bulunduklarını şundan
anlıyoruz:
Hz.
Hatice, Resulullahm gönlünde ömrünün sonuna kadar yer almaya devam etmiştir. En
değerli arkadaşının kızı genç Aişe, Hz. Hatice'yi kendisine unutturmak şöyle
dursun, ona karşı duyduğu bu sevginin aynısına mazhar olmayı bile
başaramamıştır. Hz. Aişe'nin, kumaların adeti gereği —özellikle koma, Hz. Aişe
gibi genç ve nazlı biri ise— vefat etmiş komasının değerini düşürme,
güzelliğine dil uzatma çabalarını anlatan meşhur bir hadis vardır. Yine aynı
hadiste belirtildiğine göre bu durum karşısında Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem), Allah'ın kendisine Hz. Hatice'den daha hayırlı bir eş
vermediğine yemin etmiş ve hiç bir hanımın kendisiyle yanşamayacağı
faziletlerini saymıştır.1491
Yine,
Resulullahm (salla’llâhü aleyhi ve sellem) kızı Zeyneb'in, Müslümanların eline
geçen esirler arasında bulunan kocası As bin er-Rebi'i kurtarmak için
gönderdiği gerdanlığın hikayesini de biliyoruz. Sözkonusu gerdanlık Hz.
Hatice'ye aitti. Kızı evlendiğinde düğün hediyesi olarak ona vermişti.
Resulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bu gerdanlığı gördüğünde mübarek ve
vefalı yüreği heyecanla çarpmaya başlamıştı. Çünkü gerdanlık, Hz. Hatice'ye
beslediği sevgi ve şefkat hatırasını tazelemişti.1492 Farzet ki, Hz. Mu-hammed (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) Hz. Hatice'yi sevmiyor olsun, öyleyse neden üzerine
evlenmedi? Bazı müsteşrikler Hz. Muhammed'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
Mekke'de inen Kur'ân ayetlerinde yer alan huriler hakkmdaki sözlerinin bu
mahrumiyetle ilgili olduğunu iddia ediyorlar. Onlara göre, Hicretten sonra
birden fazla kadınla evlenip bu konudaki susuzluğunu giderince hurilerden söz
etmekten vazgeçmiş!1493
Böyle diyenler, hurilerin Kur'ân ve hadiste yer alan vasıflarının şehvet uyandırıcı
nitelikte olmadığını, bunların hem az, hem de genel nitelikler olduğunu,
Kur'ân'm sözkonusu hurileri, kocalarından başkasına bakmayan, çadırlarına
kapanmış, her türlü kötülükten uzak olarak tavsif ettiğini bilmezlikten
geliyorlar.1494 Resulullahm
peygamberliğini, kavminin zenginlerine karşı olan kinini tatmin ile yorumlamaya
kalkmak da, bir kez daha tarihî gerçekleri saptırmayı gerektirir. Ancak bu
şekilde, Hz. Muhammed'in mal ve servet peşinde olmadığı, aksine buna karşı tok
gözlü ve soğuk durduğu unutulabilir. Onun—haşa—servet peşinde olduğunu
farzetsek bile, Hz. Hatice'nin kavminin en zenginlerinden biri olmadığını da mı
farzedeceğiz? Oysa, son derece zengin olan Hz. Hatice, bütün servetini ve hatta
hayatını onun emrine vermiş ve o, Hz. Hatice'nin malı ile Mekke'nin zenginleri
arasında yer almıştı.
Rodinson'un,
Hz. Muhammed'in zenginlerden intikam almak istediği şeklindeki iddiası ise,
tamamen asılsızdır. Çünkü, güçlenip düşmanlarına boyun eğdirdiğinde, aşağılık
kompleksi taşıyan küçük ruhlu aşağılıkların, yüce davaları vesile ederek bu
duygularını tatmine kalkıştıkları gibi zenginlerin mallarını ellerinden almadı.
Aksine sevgisi, dostluğu ve kendisine Allah'tan inen davetiyle zengin ile
fakiri eşit tuttu. Onlar arasında hiçbir fark gözetmedi. Yeter ki, ikisi de
mü'-min olsun, Allah'tan korksun, Allah'ın dinine yardım etsin ve bu yolda
fedakârlıklara katlansın.1495
Irving, şu sözleri de bu iddiayı çürütüyor: "...Hz. Hatice ile evlenmesi,
onu zenginlerin arasına kattı. Aynı şekilde vahyin inişinden sonra geçen yıllar
içerisinde servetini artırmak yolunda hiçbir istek göstermedi. Sonra ne gibi
bir şerefin arkasından koşabilirdi ki? Üstün aklı ve nezihliğiyle kavmi
arasındaki sosyal mevkii zaten yüksekti. Üstelik, ünlü Kureyş kabilesinin en
asil bir koluna mensuptu. Mekke'de Ka'be hizmetçiliği ve reislik ailesinin
elinde bulunuyordu."1496
Aynı şekilde Resulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) kızlarını kavmi arasında
önemli mevkilerdeki kimselerle evlendirmiştir. Nitekim, Hz. Zeyneb Ebu'l-As
isimli zengin ve asil bir gençle evlenmiştir. Rukıyye ve Ümmü Gülsûm'u, amcası
Ebu Leheb'in iki oğluna vermiştir. Ebû Leheb de yine, kavminin zenginlerinden
ve yüksek İçtimaî mevki sahiplerinden biriydi. Hicretten sonra Rukiyye ve Ümmü
Gülsüm, kocaları tarafından boşanmış, Resulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
önce birisini, ölümünden sonra da diğerini Hz. Osman ile evlendirmiştir. Bu da,
onun kavmi arasındaki şeref ve yüceliğine ve kavmi arasında zenginlere veya
güçlülere karşı hiçbir zaman aşağılık hissi duymadığına delil teşkil eder.
Hz.
Muhammed'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) peygamberliğini, erkek zürriyetinin
(bir, iki veya üç oğlunun) ölümü etkisine bağlamak isteyenler de büyük bir hata
işlemektedirler. Çünkü, onun kız çocuklarından dolayı üzüntü ve eziklik
duyduğunu gösteren tek bir kelime bile kendisinden duyulmamıştır. Aksine kız
çocuklarını ve onların da kız ve erkek çocuklarını oldukça çok severdi. Bu
konuda erkekler ile kızlar arasında hiç fark gözetmezdi. Onun gözünde Hz. Haşan
ve Hüseyin ile Hz. Zeyneb'in kızı Umâme arasında fark yoktu. Öte yandan ona
inen vahiy, kız çocuklarını diri diri gömen kimseleri şiddetle kınıyor ve
Kıyametin acıklı azabıyla tehdit ediyordu.1497
Bu
müsteşrikler içerisinde en fahiş hatayı işleyenler ise, Kureyş'in Hz.
Muhammed'in erkek çocuğunun ölümüyle alay etmesini vahiyden önce ve onun
kendini peygamber sanmasının bir sebebi olarak gösterenlerdir. Kur'ân
bilginleri ve yorumcuları, Kevser Sûresinin iniş sebebinin kavminin ettiği
sözkonusu aşağılık alay olduğu konusunda ittifak ediyorlar. Bunun anlamı, bu
alayın ancak peygamberlikten sonra yapıldığıdır. Bu tamamen mantıkîdir. Çünkü
müşrikler, cahiliyet döneminde Hz. Muhammed'e saygı gösterir ve onu severlerdi.
Bu dönemde hiç bir şekilde kendisine eziyet ettikleri de sabit olmamıştır.
Eziyet ancak, Hz. Peygamber, inançlarını, putlarını, sosyal düzenlerini ve
atalarını sefihlik ve akılsızlıkla itham eden yeni bir din getirdiğinde
başlamıştır. Aynı şekilde, Hz. Muhammed'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) anne
ve babasının ölümünden sonra horlanıp sıkıntı çektiği de doğru değildir. Çünkü,
dedesinin ve onun vefatından sonra da—fakir olmasına rağmen—amcasının sıcak
şefkati, kaybettiği anne ve babasının şefkatinden çok da geri değildi. Bunun
kanıtı, çocukluğu, gençliği, koyun gütmesi ve benzeri meşgaleleri hakkında son
derece açık konuşmasına rağmen, iddia edilen bu sıkıntı ve ezilmişlik hakkında
bir tek kelime bile kendisinden duymuyoruz. Aynı şekilde hayatının bu dönemini
en ufak bir buruklukla andığını göremiyoruz. Bizzat Kur'ân, yetimken kendisini
barındırdığını bir nimet olarak belirtiyor.1498 Az çok Arapça bilen bir kimsenin, ayette
yer alan "îvâ (barındırma)"yı, yetimken çok sıkıntı çektiği şeklinde
anlaması mümkün değildir.
Bir
de, Hira mağarasında Hz. Cebrail'i görmesini yalnızlık ve ifritlerden duyduğu
korkunun tesirine verenler vardır. Bu gerçekten, gülünç bir yorumdur. Hiçbir
aslı esası yoktur. Çünkü, eğer Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
uzletten böylesine korksa ve içinden bunca ürpertiyi hissetseydi, neden her
sene peşpeşe hem de gecelerce bu yalnızlığı tercih etsindi? Buna zorlayan bir
mecburiyeti mi vardı? Farzedin ki, ilk defa mağaraya sığınmakta ve yalnızlığa
çekilmekte hata etti, bunun sakıncasını gördükten ve ifritleri gözleriyle
müşahede ettikten sonra da onu tekrar tekrar bu davranışa iten neydi? Ayrıca,
yirmi üç sene boyunca kendisine vahyin gelmeye devam edişini nasıl
açıklayabiliriz? Oysa bu zaman zarfında büyük çoğunlukla arkadaşlarının arasında
ve gündüzün ortasında bu vahiy olayı cereyan etmiştir. Ortada, ne ifritlerin
korkusu ve ne de gecenin uykusuzluk krizleri sözkonusuydu.
III. BÖLÜM
KUR'ÂN
MUHTEVASININ KAYNAĞINA DELALETİ
KUR’ÂN MUHTEVASININ KAYNAĞINA
DELALETİ
Biz
çalışmamızın başından buraya kadar hep müsteşriklerce Kur'ân'm kaynağı olarak
ileri sürülen faktörler üzerinde durduk ve onları tek tek irdeleyerek gerçekten
Kur'an'a kaynak olup olamayacaklarını araştırdık.
İhmal
edilmemesi gereken çok önemli bir nokta daha vardır. O da bizzat Kur'ân'm
muhtevasına bakarak kaynağına işaret ve delaletler tesbit etmektir. Hiç
kuşkusuz bu başlıbaşma incelenmesi gereken bir konudur. Biz sadece
anahatlarıyla ve meseleleri beTli başlıklar altında toplayarak ele alacağız. Mesela,
Kur'ân'm herhangi bir sayfasını açıp okuduğunuzda ilk anda farkedeceğiniz açık
bir İlâhî heybet ve azamettir. O sayfalarda konuşan, emreden, yasaklayan,
teşvik eden, tesellide bulunan ve yol gösteren Yüce bir Zât var. Bu, Kur'ân'm
kaynağına bir işarettir. Ayrıca onda gerek geçmiş, gerek indiği dönem ve
gerekse gelecekle ilgili birtakım gaybî haberlere yer verilir ve realite de bu
bildirdiklerini doğruluyor. Öte yandan Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) gibi okuma
yazma bile bilmeyen ve koyu bir cahiliyet ortamında büyümüş bir insanın
bilmesine imkan olmayan, hatta çok asırlar sonra keşfedilen birtakım bilimsel
gerçekler Kur'ân'da yer almaktadır. Bunlar da Kur'ân'm kaynağı konusunda bize
bir ip ucu verici niteliktedir. Bunun yanısıra, Kur'ân'm gerek düşmanlarına,
gerekse dostlarına olan eşsiz tesiri, sergilediği edebî üstünlük de hep onun
kaynağına işaretler taşımaktadır.
İşte
biz bu bölümde kısaca belirttiğimiz bu noktalar üzerinde duracak ve bu yolla
Kur'ân'm kaynağını tesbite çalışacağız.
A.
Kur'ân'da İlâhî Bir Otorite ve Azametin Açıkça Göze
Çarpması
Söz,
söyleyenin aynasıdır. Kişinin söz ve yazılarında onun tabiatı açıkça görünür.
Daha fazla söz söyledikçe ve değişik konulara girdikçe bu tecelli daha da
netleşir. Bir kişi, ilim, kültür ve mevkice kendisine yakın birisini geçici bir
süre için taklid ederek, bu konuda muhataplarını kandırabilir. Fakat sözkonusu
alanlarda aralarında büyük uçurumlar bulunan iki kimseden birinin diğerini, hem
de yıllarca taklid etmesi, onun adına konuşması ve dikkatli dinleyici ve
okuyucuları aldatması imkansız denecek kadar güçtür. Okuma yazması olmayan bir
çobanın yıllarca bir profesör gibi konuşup onun ilgi alanına giren konularda
ahkâm kesmesi ve dikkatli muhataplarına karşı hiçbir açık vermemesi mümkün mü?
Yine, sokakta oynayan arkadaşları arasında komutanlık rolünü üstlenen bir
çocuğun, bir cihan savaşında emir ve komutasındaki orduları son derece itaat ve
disiplin içerisinde sevk ve komuta eden büyük bir ülkenin genelkurmay başkanını
taklid etmesi ve bu rolüne yıllarca devam edip buna herkesi inandırması
düşünülebilir mi?
Uluhiyetten
uzaklık noktasında eşit oldukları gibi mahlukiyette de bir olan ve tabiatları
nisbeten birbirine yakın insanlar arasında bile böyle bir rol değişimini
sağlıklı ve hissettirmeden gerçekleştirmek mümkün değilken, bir insanın-haşa-23
sene gibi uzun bir zaman, hatta aradan geçen bin dört yüz küsur sene boyunca
Allah adına konuşması, buna aralarında binlerce edip, belîğ, filozof ve
dahilerin de bulunduğu milyarlarca insanı inandırması mümkün müdür? Elbette
mümkün değildir. Çünkü bir beşer kendi malum ve mahdut tabiatiyle, uluhiyetin
mutlak hususiyetleri birbirinden sonsuz derece uzaktır. Bir sahtekar-ne kadar
zeki olursa olsun-haddini hadsiz derecede aşıp böyle bir rolü oynamaya
kalkışarak kâinatın Yaratıcısı, Sultanı ve Mutasarrıfı olan Allah'ı taklit etse
hemen bu çifte kişiliği kendisini ele verecek ve bir gün bile kimseyi
kandıramayacaktır.
Allah'ın
sanatı ne kadar insanların sanatından daha mükemmel, daha güzel ve daha üstünse
Allah'ın kelamı da insanların kelamından o derece daha üstün ve harikadır.
Çünkü kelâm kuvvet ve üstünlüğünü mütekelliminden alır.
İşte
bu ölçüyle Kur'ân'ın herhangi bir sayfasını açıp okuduğumuzda, satırları
arasından, cümle kelime ve hatta kayıtlarının aynasından Uluhiyetin ceberût,
kibriya ve azametinin güneş gibi parıldadığını görürüz.
Kur'ân
ayetleri, beşerin zaaf, sevinç ve üzüntülerini değil, İlâhî nefesten esintiler
yansıtıyor. Bu parıltılar, her ne kadar Kur'ân-ı Kerimin her tarafında
serpiştirilmiş durumda ise de, bazı ayetlerde diğerlerinden daha fazla net göze
çarpmaktadır.
Meselâ,
Nûh tufanının bitirilişini anlatan ayet-i kerimede, Yüce Allah, yere suyunu
yutmasını, göğe suyunu tutmasını emretmesi, bu emre muhatap olan yer ve göğün
itaat ederek suyun çekilmesi, geminin Cûdi'-ye oturması ve zalim kâfirlerin
işlerinin bitirilmesi1499,
yere ve göğe hitap edip, isteyerek veya istemeyerek emrine itaat etmelerini,
buna karşı ikisinin de isteyerek emrini yerine getirmeye koştuklarını1500, bir şey
yapmayı dilediği zaman emrinin "ol" demekten ibaret bulunduğunu,
emredilen şeyin de derhal oluverdiğini1501, meleklere Hz. Adem'e secde etmelerini
emrederek emre muhatap olan bütün meleklerin bunu yerine getirdiklerini1502, hep Yüce
Allah adına aktaran ayet-i kerimeler buna örnektir.
Bu
konuya biraz daha ışık tutması için birkaç âyet-i kerimeye meâlen yer vermekte
fayda mülahaza ediyoruz:
"Üstlerindeki
göğe bakmazlar mı, onu nasıl bina edip süsledik ki, hiçbir gediği yoktur.
Yeryüzünü döşedik, onda sabit dağlar yarattık, onda her güzel çiftten bitkiler
yeşerttik. Hakka yönelen herbir kul için bunlar görüp ibret alınacak
delillerdir. Gökten bereketli bir su indirdik ve kullar için rızık olsun diye
onunla bağları, daneleri ekinleri, salkımları üst üste binmiş yüksek hurma
ağaçlarını bitirdik. O suyla ölü beldeye can verdik. İşte kabrinizden çıkışınız
da böyle olacaktır1503.
Bu
ayetleri okuyan kişi, bu ifadelerin bir beşerin sözü olamayacağını hemen
farkedecektir.
Şu
ayetlerden de apaçık bir İlâhî azamet hissediliyor:
"Öyle
ise, Rabbine andolsun ki, muhakkak surette onları şeytanlarla birlikte mahşerde
toplayacağız; sonra onları dizüstü çökmüş vaziyette Cehennemin çevresinde hazır
bulunduracağız. Sonra her milletten, Rahman olan Allah'a en çok asi olanlar
hangileri ise çekip ayıracağız. Sonra, orayı boylamaya daha çok müstahak
olanları elbette biz daha iyi biliriz. İçinizden oraya uğramayacak hiç kimse
yoktur. Bu, Rabbin için kesinleşmiş bir hükümdür. Sonra biz, Allah'a karşı
gelmekten sakınanları kurtarırız; zalimleri de dizüstü çökmüş olarak orada
bırakırız."1504
Acaba
şu ifadeleri hangi insan haddinden hadsiz derecede tecavüz ederek söyleyebilir:
"Seni
Ben peygamber seçtim; şimdi vahyolunanı dinle. 'Muhakkak ki Allah Benim. Benden
başka ilah yoktur. Bana kulluk et ve beni anmak için namaz kıl. Kıyamet mutlaka
gelecektir. Onun vaktini gizliyorum ki, herkes neye çalışıyorsa onun
karşılığını görsün. Kıyamete inanmayıp kendi hevesine uyan kimse, sakın seni
ona inanmaktan alıkoymasın; yoksa helâk olursun."1505
"Nihayet
Biz onların refah içinde yüzenlerini azapla yakaladığımızda, feryada
başlayıverirler. Bugün boşuna feryat etmeyin; Bizden hiçbir yardım
göremezsiniz. Size âyetlerimiz okunuyordu da siz sırt çeviriyordunuz. Ona karşı
büyüklük taslayarak, geceleri toplanıp Kur'ân aleyhinde hezeyanlarda
bulunuyordunuz."1506
Allah'ın
Hz. Muhammed'e yönelttiği şu ifadelere de bakınız. Mesajlarının nasıl da büyük
ve yüce bir makamdan iletildiğine dikkat ediniz. İnsan bu ayetleri okuduğunda
hadsiz bir kuvvet ve sınırsız bir heybet kaynağıyla karşı karşıya bulunduğunu
hisseder:
"O
gün bütün insanları, peşinden gittikleri rehberleriyle birlikte çağırırız.
Artık kimin kitabı sağından verilmişse, işte onlar sevinçle kitaplarını okurlar
ve en küçük bir haksızlığa uğratılmazlar. Kim bu dünyada hakka karşı körlük
ederse, işte o ahirette de kördür ve yolca daha şaşkındır. Onlar sana
vahyettiğimizden başkasını Bize yakıştırman için akıllarınca seni fitneye
düşürecekler ve ancak o zaman seni dost edineceklerdi. Eğer Biz sana sebat
vermemiş olsaydık, neredeyse bir parça onlara meyledecektin. O zaman hayatın
azabını da, ölümün azabını da sana kat kat tattırırdık; sen ise Bize karşı
kendine bir yardımcı bulamazdın"1507
Acaba
böylesi bir sözün-haşa-İlâh kılığına girerek, Onun otorite ve azametini
giyinerek bir insan tarafından uydurulması mümkün mü?
Bilindiği
gibi, tabiatler dâima baskındır. Mizaç ve karakter en olmadık bir anda, en
büyük bir maharetle rol yapan sahibinin gerçek yüzünü ele verir. Haydi,
uluhiyet taslayan, kendini heybet ve celâl tahtında gösteren en büyük bir
Firavun veya zorba kalksın da Rububiyet arşından nüzul eden buna benzer bir
sözü kendine nisbet ederek söylemeye cüret etsin. Hiç şüphe yok ki, farkında
olmaksızın dili dolaşacak, sözünün arasından sun'îlik ve sahtekârlığı
sırıtacaktır.
Allah'ın
dünyada kendilerine uzun süre mühlet tanıdığı zalim kullarına Kıyamet gününde
yönelttiği hitabı içeren şu ayetleri de aynı tarz, dikkat ve tahlille lütfen
okuyunuz: "Bugün bize, ilk defa yarattığımız zamanki gibi teker teker
geldiniz ve size vermiş olduğumuz nimetleri arkanızda bıraktınız; Allah'ın
ortakları olduğunu yanlış yere sandığınız şefaatçilerinizi yanınızda
görmüyoruz; artık aranızdaki bağlar büsbütün kesilmiş, güvendiklerinizin hepsi
kaybolup gitmiştir."1508
Cebbar
olan Yüce Allah ile şer güçlerinin başı olan İblis arasında geçen bir konuşmayı
konu alan A'raf Sûresi 11-18. âyetleri de aynı atmosferi taşıyan
pasajlardandır.
Allah'ın
zalimlerden korkunç biçimde intikam almaya ilişkin kudretini ve engin hükümranlığını
kotıu alan şu ayet-i kerimeler de bu hususta dikkat çekicidir:
"Kötülük
tuzakları kuranlar, Allah'ın kendilerini yere geçireme-yeceğinden veya
kendilerine bilemeyecekleri bir yerden azabın gelmeyeceğinden veya onlar dönüp
dolaşırlarken Allah'ın kendilerini yakalamayacağından emin mi oldular? Onlar
(Allah'ı) aciz bırakacak değillerdir.
"Yoksa
Allah'ın kendilerini yavaş yavaş tüketerek cezalandırmayacağından emin mi
oldular? Kuşkusuz Rabbin çok şefkatli, pek merhametlidir. Allah'ın yarattığı
herhangi bir şeyi görmediler mi? Onun gölgeleri, küçülerek ve Allah'a secde
ederek sağa sola döner. Göklerde bulunanlar, yerdeki canlılar ve bütün
melekler, büyüklük taslamadan Allah'a secde ederler. Onlar, üstlerindeki
Rablerinden korkarlar ve kendilerine ne emrolunursa onu yaparlar."1509
Genel
olarak bütün Kur'ân ayetleri özel olarak da bu ve benzeri ayetler, bir İlâhî
azameti yansıtıyorlar. Gerçekten Hz. Muhammed'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
bunları kendisinin uydurabileceğini söylemek nihayetsiz derecede zor, hatta
imkânsızdır. Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) nerede, bu mutlak
saltanatı, nihayetsiz kudreti, elinden hiçbir şey kurtulamayan sınırsız iradeyi
ifadelerine yansıtmak nerede?! Mesele, müsteşriklerin ileri sürdükleri gibi,
Hz. Muhammed'in, kendisine hitap edenin Allah olduğunu insanlara vehmettirmek
için kendi sözünün başına bir "kul (de!)" emir fiilini ekleme
meselesi değildir. Mesele, ayetlerde açıkça hissedilen İlâhî soluk meselesidir.
Hz. Muhammed'in bu İlâhî ruh ve soluğa sahip olması mümkün mü?
Yine
Hz. Muhammed'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Allah'ın elçisi olduğu ve kendisine
semâdan vahiy geldiği halde Rabbinin emir ve yasaklarına karşı gelmekten ne
kadar şiddetle korktuğunu, İlâhî azaptan kurtulmak için dua ettiğini gösteren
âyetlerde bu heybet daha da belirgindir.
Şu
âyet-i kerimeye bakalım: "İnkâr edenler: 'Kur'ân ona bir defada topluca
indirilmeli değil miydi?' dediler. Biz onu senin kalbine iyice yerleştirmek
için böyle yaptık (parça parça indirdik) ve onu tane tane (ayırarak)
okuduk."1510
Yüce
Allah'ın bu şekilde kâfirlerin itirazlarına cevaplar vermesi de gösteriyor ki,
bu sözler Hz. Muhammed'e ait değildir. Çünkü yalancı sahtekârların, hasımları
karşısında, gönüllerini tespit ve teselli edecek birisine ihtiyaçları olduğunu
itiraf etmeleri mümkün değildir. Zira bu bir zaaftır. Her insan, özellikle de
boylarını aşan işleri iddia eden sahtekâr, içindeki zaaf noktalarını gizlemeye
aşırı derecede özen gösterir ve bu konuda elinden geleni yapar. Aynı şekilde
eğer Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)-haşa-Kur'ân'm yazarı olup,
kavmi de onu bu tür itirazlarla çürütmeye çalışsaydı, onun tepkisi büyük bir
ihtimalle şu olurdu: Kendi içine çekilir, günler ve haftalarca evine kapanır,
bu zaman zarfında tam bir kitap yazar, sonra da basımlarının karşısına çıkarak
şöyle derdi: "İşte arzu ettiğinizi getirdim! Daha önce parça parça bana
inen Kur'ân ise, yağacak olan bir sağnağm ve akacak olan sellerin ilk
damlalarıydı. Haydi şimdi ne diyeceksiniz?"
Öte
yandan Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) çok önceden tedbirini alıp
Kur'-ân'ma (!) bir ayet yerleştirerek, her ne yaparsa yapsın Allah'ın makbulü
olduğunu, çünkü Allah'ın kendisini hesapsız ve sorumsuz kıldığını, sınırsız bir
hürriyet tanıdığını, dilediğini yapmada serbest bıraktığını ileri sürebilirdi.
Böylece, yapacak veya terkedecek bütün davranışından dolayı her türlü itirazı
baştan kesebilirdi.
Bazı
müsteşrikler, Hz. Muhammed'in-haşa-Kur'ân'ı kasten parça parça getirdiğini,
bununla ortaya çıkan hadise ve problemleri daha kolay cevaplandırmayı ve
bunları arzu istek ve şartlarına göre yönlendirmeyi amaçladığını ileri sürüyorlar.
Biz
Kur'ân'm necim necim inişinin İlâhîliğine delaletini geçen izahlarımızda
çeşitli münasebetle değindik. Ayrıca, ileride bu noktayi önemine binaen yeniden
ele alacağız.
Kur'ân,
Hz. Muhammed'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) üzüntülerini hafifletmek ve
kav-minin durumuna karşı duyduğu kederin kendisini yeyip bitirmesine izin
vermemesi konusunda öğüt vermekle yetinmemiş, aynı zamanda kendisine inen
vahiyden en ufak bir kuşku duymasından da sakmdırmıştır: "Hak, Rabbinden
gelendir. Sakın şüphe edenlerden olma!"1511
Hz.
Muhammed'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem), kendisine inen vahiyden
şüphelenmekten kendi kendisini sakmdırmayı düşünmesi mümkün mü? Kuşkusuz bu,
her insanm-hele hele iddiacı ve yalancıysa-gizlemeye özen gösterdiği bir
zaafını açığa çıkarması anlamına gelir ki, sahtekâr bir insanın en son
başvurabileceği bir itiraftır.
B. İnsanların Sevinç ve Üzüntüsünden
Hiçbir İz Taşımaması
Hiç
şüphesiz insanların yazdıkları onların elinden çıkmakta ve beşerî bir karakter
taşımaktadır. Böylesi bir eserde, insanın sevinç ve üzüntüleri, memnuniyet ve
acıları, hoşnutluk ve sıkıntıları, çaba ve bıkkınlıkları, taşkınlık, iddia ve
yanlışlıkları bulunur. Acaba Kur'ân'-da bunlardan hiçbirisi bulunabiliyor mu?
Hz.
Peygamber gibi, bir lider ve önder, hareketinin başında bulunduğu yaklaşık
çeyrek yüzyıl çeşitli meseleler ve durumlarla karşı karşıya bulunmuştu. Bazan
yıllarca kendi hemşehrileri ve kabile üyelerinin baskı, zulüm, eziyet, işkence
ve alaylarına hedef oldu. Bazan onun arkadaşlarına ve ona tabi olanlara o kadar
zulüm yapıldı ki, onlar yurtlarını terkedip muhacerete zorlandılar. Bazan
düşmanları onu öldürmeyi planladılar. Bazan doğduğu memleketten hicret etmeye
mecbur oldu. Bazan büyük yalnızlık, yoksulluk ve sefalet içinde yaşamak zorunda
kaldı. Bazan üst üste savaşlara katıldı-ki bu savaşlardan bazısını kazandı ve
bazısını kaybetti-Bazan düşmanlarına karşı büyük bir zafer kazandı; kendisine
teslim olan düşmanları affetti ve en nihayet, öyle bir maddi ve manevi kuvvet
ve iktidara erişti ki bunun başka bir örneğine rastlanmaz. Gayet tabiî ki bütün
bu şartlarda ve durumlarda bir insanın duyguları aynı kalamaz ve kalamadı da.
Nitekim bu lider, bu şartlarda ne zaman kişisel düşünce ve görüşlerini
açıklamışsa, bu söz ve konuşmalarda bu duygular ortaya çakmıştır. Fakat ne zaman
ki, kendisine Allah tarafından vahiy gelmiştir, o zaman bunlardan hiçbir eser
görülmemiştir. Vahiyler her zaman, her türlü İnsanî ve şahsî hislerden arınmış
olarak kalmıştır. Nitekim, bugün dahi bir kişi kalkıp Kur'ân-ı Kerimin filan
filan yerinde İnsanî hislere yer verildiğini iddia edemez. Şimdi kısaca
belirttiğimiz bu önemli noktayı örnekler üzerinde açıklayalım:
Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) babasını kaybetmiş bir yetim olarak
doğmuştur. Arkasından daha çocukluğunun baharındayken annesini de yitirmiştir.
Başkaları tarafından ne kadar şefkat ve özenle karşılanırsa karşılansın ve
anne-babanın yokluğu ne kadar kapatılmaya çalışılırsa çalışılsın yetimliğin ne
üzüntülü bir durum olduğunu hepimiz biliriz. İşte Kur'ân elimizde! İnişi yirmi
üç sene gibi uzunca bir zamana yayılmış. Acaba onda, düşmanları tarafından bu
Kur'ân'm sahibi olmakla itham edilen Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) yetimliğinden veya böyle bir musibetin, kişi ruhunda bıraktığı
duygulardan onun ruhunda en ufak bir iz olsun bu-
Ilınabiliyor
mu? Üstelik daha önce de kaydettiğimiz gibi, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi
ve sellem), annesinin kabrini ziyaret etmek için Rabbinden izin istemiş,
kendisine izin verilmiş, arkasından onun için bağışlanma dileğinde bulunma
müsaadesini istemiş, bu isteği ise reddedilmiştir. Bunun üzerine annesinin
kabri yanından dönerken göz yaşlarını tutamayarak ağlamıştır. Bu da Kur'ânî
olmayan bir vahiyle gerçekleşmiştir. Konuyla ilgili Kur'ânî vahye gelince, bazı
rivayetler şu ayet-i kerimeyi bu olayla ilgili göstermektedir: "(Kafir
olarak ölüp) Cehennem ehli oldukları açıkça belli olduktan sonra, akraba dahi
olsalar, (Allah'a) ortak koşanlar için af dilemek ne peygambere yaraşır, ne de
inananlara."1512
Bu
ayetin nüzul sebebiyle ilgili başka bir rivayet daha vardır. Şöyle ki: Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) amcası ölüm döşeğinde iken kendisi
için bağışlanma dileyeceğini vaadetmiş. Bir ümit, belki de Allah, Müslüman
olduğu takdirde halkı tarafından ayıplanacağından korktuğu için utancından
Kelime-i Şehadeti getirmeyerek ölen amcasını affeder! Her ne ise, önceki
rivayette olanın aynısı gerçekleşiyor. Oysa sözkonusu olan sevgili amcasıydı.
Şu dünyada onun en büyük destek ve yardımcısıydı. Uzun süre ona dayanmış ve
ondan himaye ve özen görmüştü. Kendisini düşmanlarına asla teslim etmemişti.
İşte böylesi bir yakını ölmüştü. Hz. Pegamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem),
Allah'ın böyle bir insanı affedeceğine ilişkin ümitle doluydu. O amcası ki,
kendisini büyütmüş, koruyup gözetmiş, ticarî seyahatlerinde yanma almıştı.
Gerek kendisi, gerekse çocuklarıyla güzel hatıraları olmuştu. Acaba Kur'ân'da
bununla ilgili olarak ne bulabiliyoruz? Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)'in böylesi bir amca için bir bağışlama olsun dilemesinden kesin olarak
menedilmesinden başka hiçbir şeyi! Acaba, Hz. Pegamber (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) Kur'ân'm sahibi olsaydı, amcası Ebu Talib'in hesapsız olarak Cennete
girdiğini bildiren bir vahiy-haşa-uydurarak herkese ilan etmesinden onu ne
alıkoyabilirdi? Başkalarını teşvik ve inanmasalar da Ebu Talib'in yerini
almalarına özendirmek için olsun siyaset ve kurnazlık böyle bir şey yapmayı
gerektiriyordu. Fakat, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) kişisel
arzu ve duyguları başka, Kur'ân ise başkaydı.
Haydi,
Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem)-bilemediğimiz garip bir sebepten
do-layı-Kur'ân'mda (!), yitirdiği annesi ve amcasına karşı duygularından söz etmediğini
farzedelim.
Haydi
bu duygularını herhangi bir nedenle gizlemiş ve Kur'ân'a yansıtmamış olsun!
Peki, Kur'ân'm, bütün insanlar Hz. Peygamberi inkâr ederken ona ilk iman
getiren, insanlar ona bir şey vermezken ona malıyla destek olan, Allah'ın kendisi
vasıtasiyle evlat nasip ettiği hayat arkadaşı ve sevgili eşi Hz. Hatice'nin
(r.a) vefatından dolayı duyduğu derin üzüntüleri tasvir etmemesindeki sır
nedir? Oysa Ebû Talib ve Hz. Hatice'nin dünyadan göçtüğü yıl "üzüntü
yılı" diye isimlendirilmiştir. İşte Kur'ân elinizde, onu sayfa sayfa
çevirin, onda bu "Üzüntü yılı"yla ilgili uzaktan veya yakından bir
işaret, evet bir tek işaret bile bulumazsınız. Sanki Hz. Hatice ölmemiş ve
sanki onun ölümü, küfür ve zulme karşı mukavemet surunda onarılmaz bir gedik meydana
getirmemiş gibi! Oysa Hz. Pegamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem), onun
vefatından sonra sürekli olarak onu hayırla anmıştır. Öyle ki, en yakın
arkadaşının kızı olan eşi genç ve güzel Aişe (r.a), onun anılmasından şiddetle
kıskançlık duyardı. O halde, müellifi olmakla itham edildiği Kur'ân'da bu
sevginin akisleri nerede? Hz. Meryem, Kur'ân'm birçok yerinde anılıyor.
Kavminden tek bir ferdin bile belki de hakkında hiçbir şey bilmediği,
Firavun'un karısından söz ediliyor. Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)-haşa
binler defa haşa-Kur'ân'm sahibi ise, neden Hz. Hatice hakkında birkaç ayet
olsun kaleme almadı?
Yine
neden Hz. Aişe, Hz. Safiye, Hz. Zeyneb veya Hz. Hafsa... hakkmda-haşa yüzbin
defa haşa-birkaç ayet uydurmadı? Değil mi ki, bunlar da kadındı ve Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) düşmanları tarafmdan-haşa-şehvetine
düşkün olmakla ve kadın sevgisi kendi ruh, kalb ve duygularım istila etmekle
itham ediliyor? Evet, eğer-haşa-yalancı ve sahte peygamber olsaydı, neden
onlara gönül alıcı gazeller dizmeye veya gururlarını okşayacı ayetler indirmeye
(!) teşebbüs etmedi?
En
şiddetli şekilde sevdiği annesi, amcası Ebû Talib ve eşi Hz. Hatice, onun
hayatında ölen ve ölümleri, düşmanları tarafından, kendi kendine uydurup
Allah'a isnat etmekle itham edildiği Kur'ân'a yansımayan tek insan da
değillerdir. Amcası, süt kardeşi, Allah'ın ve Resûlullah'm ars-lanı Hz. Hamza-
da trajedik bir biçimde öldürülmüştür. Bu sevgili amcanın katili Habeşli
Vahşî'nin Müslüman oluşu anlatılırken belirtildiği gibi, onun hatırası Hz.
Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) akıl ve kalbinde sürekli tazeliğini
korumuş ve gönlünü kanatmıştır. O Uhud muharebesinde şehit düşmüştü. O Uhud ki,
ilkin Müslümanların galibiyetiyle başlamış ve okçuların, Hz. Peygamberin (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) emrine muhalefeti olmasaydı yine Müslümanların zaferiyle
sonuçlanacak olan bir savaş olmuş ve bu durum acılarını bir kat daha
artırmıştır. Bütün bunlara rağmen, bu cesur ve kahraman zatın vefatını konu
alan bir tek ayet olsun inmemiştir. Sadece Nahl Sûresinin sonundaki birkaç ayet
inerek, Hz. Peygambere (salla’llâhü aleyhi ve sellem) sabretmek daha hayırlı
olmakla beraber, ceza verecekse kendisine yapılan kötülük kadar ceza vermesini
emretmiştir.
Hz.
Hamza (r.a) için söylenenler, Hz. Peygamberin amcası oğlu Şehidi Tayyar Cafer
bin Ebi Talib için de söylenebilir. O da, Mu'te savaşında İslâmın sancağını iki
kolu da kesilinceye kadar müdafaa etmiş, buna rağmen sancağın yere düşmesine
gönlü razı olmamış ve şehid edilinceye kadar düşmana karşı koymuştur.1513 Bununla
birlikte, sayıları yüz on dördü bulan Kur'ân sûrelerinin hiçbirinde Hz.
Cafer'in adı bile geçmemekte, Cafer'e karşı duyulan üzüntüden söz edilmemekte,
geride bıraktığı yetimlerine en ufak bir ağıt yer almamaktadır. Acaba bütün
bunlardan sonra hala, Kur'ân'ın, Hz. Muhammed'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
sözü olup, Allah'a isnat ettiği veya bilmeyerek böyle zannettiği
söylenebilir mi?
Daha
da ötesi, Hz. Peygamberin Hz. Hatice'den dünyaya gelen üç tane (diğer
rivayetlere göre bir veya iki) erkek evladı ölmüş. Buna rağmen başından sonuna
kadar bütün Kur'ân'da, gece şebneminde açılan ve günün ilk güneşinin vurmasıyla
solan bu taze çiçeklere karşı gönül dolusu duyulması kaçınılmaz olan üzüntüden
en ufak bir yankı bulunmamaktadır. Eğer, yaşayan erkek evladı bulunmadığı için
kendisini soyu kesik olmakla ayıplayan kavminin beyinsizliğine cevap olarak
"Asıl sonu kesik olan, sana hınç besleyendir"1514 ayeti de olmasaydı, muhtemelen bu mesele de
böylece geçip gidecekti ve biz onun mübarek hayatını okurken bu mesele
dikkatimizi bile çekmeyecekti. Sonra, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) hicret ettiğinde, Medine'de Ümmü Külsûm ve Rukiyye adında iki kızı
vefat etmiştir. Önce biri, onun vefatından sonra da diğeri Hz. Osman'ın nikahı
altındayken dünyaya veda etmiştir. Hz. Osman (r.a) onlarla evlendiği için
"iki nûrlu" anlamında "Zunnûreyn" lakabını almıştır.
Bunların vefatı üzerine, bir tek ayet, hatta bir tek kelime bile inmemiştir.
Yine
bazı torunları da vefat etmiştir. O sırada Kur'ân henüz tamamlanmamış, inmeye
devam ediyordu. Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in çocuklara karşı
ne kadar derin sevgi beslediğini biliyoruz. Artık, en az kızları olan anneleri
kadar sevdiği öz torunlarına olan sevgi, şefkat ve muhabbetini varın siz
düşünün! Sanki bu ölüm, Hz. Muhammed'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) adını
bile duymadığı, aralarında aşılmaz dağlar ve sahralar bulunan yabancı bir
ailede meydana gelmiş gibi bu konuda da bir tek ayetin indiğini göremiyoruz.
Hayretten
donup kalınacak bir husus da, Kur'ân'ın, Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) ciğerparesi Hz. İbrahim'in vefatından hiç mi hiç söz etmemesidir. Oysa
Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) arkasından bir erkek evlat
bırakmaktan ümidini kesmişken, peygamberliğinin ilk yıllarında kavminin
kendisini "soyu kesik" olmakla ayıplamasına muhatap olmuşken ve
ömrünün son günlerinde Allah kendisine bu evladı lütfetmişti. Hz. İbrahim onun
için, gün boyu çölde yol alıp hararet dalgalarının yüzünü kavurduğu bir kimsenin
üzerine okşayıcı serin bir meltemin esmesi gibi olmuştu. Siyer ve hadis
kitapları bu ölüm hadisesinin Hz. Peygamberi (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ne
derece etkilediğini bize nakletmektedir. Vargücüyle metanetini muhafaza etmeye
çalıştığı halde musibetin ağırlığından yürümekten bile kesilmiş, iki sahabisi
koltukları altına girerek yürümesine yardımcı olma gereğini duymuşlardır.
Mübarek gözlerinden boşalan göz yaşları yanakları üzerine süzülüyordu...1515 Fakat,
Kur'ân-ı Kerime bakın, bağrı yanık bir babanın içini dökebileceği bir tek
kelime olsun, konuya dair birşey göremezsiniz. Demek ki Kur'ân, gerçekten
Allah'ın kelamıdır. Yoksa-haşa-bir liderin hüzünlerinin sicili ve ailesinin
musibetlerinin kayıt defteri değil!
Bu
işin bir cephesi ve üzüntülerle ilgili yönüydü. Hiç şüphesiz Hz. Peygamberin (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) hayatı kişisel planda, sevinç ve neşeden de bütünüyle uzak
değildir. İşte Kur'ân elinizde! Onu ayet ayet okuyun! Onun bu sevinçlerinin
hiçbirinin izine rastlayamazsınız. Mesela, bir tek ayetle olsun onun
hanımlarıyla olan evliliklerinden; özellikle en yakın iki arkadaşının kızları
olan Hz. Aişe ve Hz. Hafsa'dan, babalarının İslama olan büyük hizmetlerine
karşı bir mücamele amacıyla veya getirdiği dine olan desteklerini bundan sonra
da sürdürmelerini sağlama arzusuyla olsun söz edilmez.
Ümmet
planında da durum aynıdır. Nitekim, Müslümanlar birçok savaşta galip gelmişler,
Uhud'da yenilmişler. Bedir, Uhud, Ahzab (Hendek), Tebûk...vb. savaşlara
Kur'ân-ı Kerimde yer verilmiştir. Fakat, onda ne zafer karşısında beşeri
coşkudan, ne de yenilgi karşısında İnsanî üzüntüden asla eser göremezsiniz.
Aksine, sürekli olarak ve yalnızca duyulan İlâhî şadadır ki, yönlendirir,
yanlışlıklara dikkat çeker, sabır tavsiye eder, Müslümanların bu gibi zafer ve
hezimetlerden çıkarması gereken ders ve ibretlere işarette bulunur... Mesela,
Bedir savaşıyla ilgili olarak inen, Al-i İmran Sûresi, 123-127. âyetlerini
okuyunuz. Acaba burada zafer sevincinden hiçbir şey görebiliyor muzunuz? Bu
ayetlerde, Allah'ın Müslümanlara olan nimetini ve onlar güçsüzken yardım
ettiğini hatırlatmaktan başka bir şey yoktur.
Yine
konuyla ilgili olan Enfâl sûresinin 7-19. âyetlerini de dikkatle inceleyin. Bu
ayetlerde göze çarpan tek şey, zaferin Müslümanları baştan çıkarıp gurura
sevketmemesi için İlâhî yönlendirmede bulunmadır: "(Savaşta) onları siz
öldürmediniz, fakat Allah öldürdü onları; attığın zaman da sen atmadın, fakat
Allah attı (onu)." Kâfirlere gelince, onlarla ilgili bir tek ayet vardır
ki, onları son derece sakin bir üslupla uyarmakta, boşa giden komplolarına,
tuzaklarına ve mallarına dikkatlerini çekmekte, İslam dinine girip düşmanlıktan
vazgeçmenin kendileri için daha hayırlı olacağını hatırlatmaktadır. Acaba bütün
bu gerçeklerden sonra hala Kur'ân'm, Hz. Muhammed'in (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) icadı olduğu ileri sürülebilir mi?
Bu
ayetler, Müslümanların kazandığı ilk ve en büyük zaferle ilgiliydi. Şimdi de,
uğradıkları en ağır bozgunla, Uhud yenilgisiyle ilgili Al-i İmran Sûresi
139-160. âyetlerini okuyun. Acaba bu ayetlerde de, kadınların çığlıklarını,
çocuk ağlamalarını, yaralı iniltilerini duyabiliyor musunuz? Yine, bozgunun
sorumluluğundan sıyrılmak için herhangi bir tartışma ve çekişme görebiliyor
musunuz? Hayır bunların hiçbirini göremiyorsunuz. Görülüp duyulan tek şey, o
mübarek İlâhî şadadır ki, mü'minleri teselli ediyor, acılarını dindiriyor,
sükûnet ve güven içinde onlara serzenişte bulunuyor. Evet bu, Allah'ın sesidir.
Sondan bir önceki ayeti bir kez daha okuyun. Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi
ve sellem) Müslümanların Medine'de bekleyerek, kafirler şehre hücum ettiğinde orada
onlara karşı koyma görüşünü belirtmiş, çoğunluk ise ille de şehirden dışarı
çıkmakta diretmişken; yine Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) okçulara
netice ne olursa olsun yerlerinden ayrılmamaları emrini verdiği halde onlar bu
emri dinlemeyip yerlerini terketmişken ve bütün bunların sonucunda da o acı
bozgun meydana gelmişken, evet, bütün bunlardan sonra Kur'ân Hz. Peygambere (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) şöyle sesleniyor: "Şu halde onları affet; bağışlanmaları
için dua et; iş hakkında onlara danış." Eğer bu Kur'ân Hz. Muhammed'den (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) olsaydı, bu durumu fırsat bilir, muhaliflerine çok acımasız
bir biçimde yüklenir ve meşveretçiliği istibdada dönüştürürdü. Fakat Kur'ân
Alemlerin Rabbinden geldiği için, ona daha fazla meşveretçiliği emrediyor.
C. Gaybtan Haber Veren Ayetler
İhtiva Etmesi
Kur'ân-ı
Kerimin Allah kelâmı oluşunun delillerinden birisi de, onun ihtiva ettiği gaybe
ait haberlerdir1516.
Kur'ân,
pek çok gayb haberini içine almaktadır ki, Hz. Peygamberin bunlara vâkıf
olabilecek bir bilgisi olmadığı gibi, bu gayb haberlerini öğrenmeye onu
götürecek açık bir delil ve yol da yoktu1517. Bu tür haberlerin, ne Hz. Peygamber'den,
ne de bir başkasından sâdır olması düşünülemez. Olsa olsa bunlar, gaybı tam
olarak bilen, kendi kendine yeten, alemlerin idareci ve müdebbiri olan Allah'ın
kelâmı olabilir. Çünkü gaybm anahtarları Onun (Allah'ın) katindadır, onları Ondan
başkası bilmez. O, denizdeki ve karadaki şeyleri bilir...1518
Kur'ân'daki
geçmişe ait gayb haberlerinden bir kısmı, mazinin derin sessizlikleri ve
karanlıkları arkasında kalan meçhulleri aydınlatmaktadır. Hale ait olanlar,
Resûlullah'ın haberdâr olması şöyle dursun, görmesi ve bilmesi kabil olmayan
konulardır. Geleceğe ve istikbale ait olanlar ise, her türlü imkânın kesildiği,
akıl, feraset, deha ve zekânın idrakten aciz kaldığı gayb heberleridir.
Kur'ân'm
geçmişten haber verdiği şeylerin doğruluğunu tarih tespit etmiş; haldeki gayb
haberlerini, bir kısmını müteakip günler, diğerlerini ise daha önceki
peygamberlerin getirdiği kitaplar tasdik-lemiş; geleceğe ait olanları ise her
geçen gün teyit edilegelmiş ve gelmektedir.
Şimdi
Kur'ân'daki geçmiş (maziy)e, hale ve istikbale ait gaby haberlerinden örnekler
sunuyoruz:
·
1. Geçmişle İlgili Gaybî Haberler
Kur'ân'da
geçmişe dâir, Resûlullah'ın bilmesine imkân olmayan birçok kıssa, parlak bir
şekilde anlatılmıştır:
Meselâ,
Nûh Peygambere ait haberde şöyle duyurulmuştur: "İşte bunlar, sana vahiy
ile bildirdiğimiz gayba ait haberlerdir. Daha önce ne sen bunu biliyordun ne de
kavmin."1519
Mûsa
Peygambere dair de şöyle duyurulmuştur: "(Ey Muhammed) Biz, Mûsa'ya emri
vahyedip yerine getirdiğimizde sen (Mukaddes Vadinin) batı tarafında dağildin,
(o hadiseyi) görenlerden de değildin. Fakat Biz (Mûsa'dan sonra) birçok
nesiller yarattık da onların üzerinden uzun zamanlar geçti. Ve sen onlara
(Mekkelilere) ayetlerimizi okurken Medyen halkı arasında da oturmuş değildin;
ama (bu kıssaları anlatman için sana bilgileri) gönderen elbette Biziz. Ve Biz,
(Mûsa'ya) seslendiğimiz vakit sen Tûr'un yanında da bulunmuyordun. Senden önce
kendilerine bir uyarıcı gelmeden bir milleti uyarman için Rabbinden bir rahmet
olarak gönderildin. Ola ki düşünüp öğüt alırlar."1520
Hz.
Meryem kıssası hakkında da şöyle buyurulur: "(Ey Habîbim!) Bunlar sana
vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Meryem'e hangisi kefil olacak diye
kalemlerini atarlarken sen onların yanında değildin; çekiştikleri zaman da sen
onların yanında değildin."1521
Hz.
Peygamber, bilhassa Medine'ye hicretinden sonra ehl-i kitap olan Yahudi ve
Hıristiyanlarla karşı karşıya geldi. Onlar ellerinde bulunan Tevrat, İncil,
Zebûr, İbrâhim ve Mûsa sahifelerine göre Resûlullaha, Peygamberlerin kıssaları,
yaradılışın başlangıcı (Bed'ü'l-halk)... gibi konularda sorular sordular.
Aldıkları cevaplar karşısında iz'an ve insaf sahibi olan bazıları İslâm
dairesine girdi ve Peygamberimizin sıdkmı, doğruluğunu tasdik ederek
söylediklerini kabul etti. Yalnız Necrân Ahalisi ve Suriyelilerle diğer bazı
Araplar, inat ve hasetleri sebebiyle, hakikatleri görmelerine rağmen, küfürde
direndiler. Şu kadar var ki, Suyûtî'nin de dediği gibi, ne Yahudilerden, ne de
Hıristiyanlardan, olanca düşmanlık va davetlerine, Resûlullah'ı tekzib etmedeki
olanca hırslarına, ardı arası kesilmeyen suallerine rağmen, Allah'ın vah-yettiği
Kur'ân'ı tekzib ettikleri bir husus rivayet edilmemiştir.1522
Onların
sordukları sorulardan birkaç örnek istenirse şunları sayabiliriz:
Peygamberlerinden, kitaplarının muhtevasından, onların ilimlerinin sırlarından,
resûllerin hayatlarından, dinlerinin gizli yönlerinden, rûh, Zü'l-Karneyn,
Ashab-ı Kehf, özellikle Hz. İsa, recmin hükmü, Benî İsrail'in kendilerine helal
kıldığı halde nefislerine haram kıldıkları hayvanlar...
Kur'ân-ı
Kerim, bunlara gereken cevabı vermiş ve Resûl-i Ekrem de, kendine vahyolunduğu
şekliyle bunları tarif etmiştir.
Hatta
bazılarının, Kur'ân'dan gelen bu cevapları kendi kitaplarına uymadığını
söyleyerek onu yalanlamaya kalkışmaları karşısında Kur'-ân, onları delil ve
hüccet getirmek suretiyle davalarını ispata çağırmıştır. "Eğer doğru
söylüyorsanız, Tevrat'ı getirip okuyun"1523 1524 ayeti
bunun açık delilidir.1523
Kur'ân-ı
Kerim ümmî bir peygambere indirilmekle beraber, onun lisanından tâ Hz.
Adem'den, Asr-ı Saadete kadar gelmiş geçmiş birçok peygamberin ve çeşitli
kavimlerin durumlarını ve onların önemli olaylarını, Tevrat ve İncil gibi
tarihe mal olmuş kitapların da tasdiki altında, kuvvet ve ciddiyetle haber
vermiştir. Adı geçen mukaddes kitapların ittifak ettikleri noktalarda onları
tasdik, ihtilaf ettikleri bahislerde de tashih etmiş ve gerçeği ortaya
çıkarmıştır. Böylece Kur'ân, aynı zamanda, mukaddes kitaplarda zikredilen
birtakım meselelerde hakemlik görevini de üstlenmiştir.
Konuyu
derinliğine ele aldığımız zaman görürüz ki, Kur'ân'm çok eski milletlerin
kıssalarına (kısasu'l-evvelîn) ait verdiği maziye dair haberler aklî bir iş de
değildir ki, bunları Resûlullah aklı ile istidlâl ederek haber vermiş olsun.
Bunlar, semaa, (duymaya) dayanan nakillerdir. Tam ve ağırlıklı nakil ise,
okumuş ve yazmış kimselere mahsustur. Bilindiği üzere bunlar, dost ve düşmanın
ittifaklarıyla okuma, yazma bilmeyen, emîn ve ümmî olduğu kabul edilen bir zata
inmiştir1525.
Hem de Kur'ân, geçmişe ait bu haberleri görürcesine, canlı bir şekilde tasvir
eder, çok uzun bir hadisenin yalnız can alıcı noktasını ve ruhunu yakalar,
maksat ve gayesine mukaddime yapar. Böylece Kur'ân'ı inceleyen insan, onda
zikredilen bu vukuatın, bir beşerin ilmine, fennine ve kudretine sığmayan
beşerüstü (fevka'l-beşer) bir varlık tarafından haber verildiğini anlayıverir.
Demek Kur'ân'daki bu fezlekeler gösteriyor ki, o hadiseyi böylesine özetleyen,
bütün maziyi bütün taraflarıyla görüyor. Zira bir zatın, herhangi bir sahada
mütehassıs olduğunu, özetleyici bazı hüküm ve değerlendirmeleriyle anlaşılır.
Gayr-ı
müslimlerin, İncillerin, özellikle Tevrat'ın zaman bakımından önce olmaları
sebebiyle, bu bilgilerin onlardan alındığı iddialarının tutar tarafı yoktur.
Zira birçok durumda, Kur'ân'm anlatışı, mevcut fakat tahrife maruz kalmış
Tevrat'ın anlatışından, bazan az, bazan çok farklılık göstermektedir. Ve farklı
hususlarda tarih, Kur'ân'daki bilgilerin doğruluğuna şahitlik etmektedir.
Meselâ Dr. Maurice Bucaille Ki-tab-ı Mukaddes, Kur'ân ve Bilim adı ile dilimize
tercüme edilmiş olan kitabının 315-354. sayfaları arasında bu meseleyi
misallerle inceleyip göstermiştir. Kâinatın yaratılışı, Nûh Tûfanı, Hz. Mûsa'nın
Israiloğul-larıyla beraber Mısır'dan çıkışı, Mısır Firavun'unun akibeti
konularında teferruatlı bir incilemeden sonra, o, mezkûr iddianın tutunacak
tarafı bulunmadığını gözler önüne sermiştir. Zira müteaddit bilgiler, Tevrat
veya İncillerde yer aldığı halde Kur'ân'da bulunmamaktadır. Aksine onlarda
bulunmayan bazı bilgiler, Kur'ân'da bildirilmektedir. Kıssaların o kitaplardaki
anlatımına ciddî itirazlar yöneltildiği halde, Kur'ândaki naklini reddedecek
hiçbir itiraz vaki olamamaktadır. Bu da onun, Allah tarafından vahyedildiğini
ortaya koymaktadır.1526
·
2. Hal İle İlgili Gaybî Haberler
Hale
dair gayb haberlerinden maksadımız, Allah Tealâ, melekler, cinler, Cennet,
Cehennem... ve benzeri hususlarla ilgili haberlerdir. Takdir edilmelidir ki,
Resûlullah'm bunları görmesine imkân bulunmadığı gibi, kendi başına bilmesi de
kabil değildi. Böyle olmakla beraber kendisinden önce geçmiş olan
peygamberlerin ve onlara ait kitapların da tasdik ettiği bu hususlarda Kur'ân-ı
Kerim insanları yeterince aydınlatmış bulunmaktadır. Bu ayetler sayesindedir
ki, Cenâb-ı Hakk'm zatı, sıfatları ve ef'ali; meleklerin, cinlerin, Cennet ve
Cehennemin halleri... hakkında bilgi sahibi oluyoruz. Normal bilgi edinme
vasıtaları aracılığıyla öğrenemediğimiz bu konularda, ancak vahiy sayesinde
aydınlanabiliyoruz.
Bu
çeşit gayb haberlerinin Kur'ân'da pek çok misalleri vardır. Şimdi biz bunlardan
yalnız münafıkların hallerini ortaya çıkaran birkaç ayeti örnek vermekle
yetineceğiz:
Birinci
örnekte sunacağımız ayetler Bakara sûresinin 204-205. ayetleridir. Mealleri
şöyledir:
"İnsanlardan
öylesi vardır ki, (onun) dünya hayatına dair olan sözü senin hoşuna gider. (O)
kalbinde olana (samimiyetine) Allah'ı şahit tutar. Oysa o, hasımlarm en
yamanıdır. Dönüp gitti mi (veya bir iş başına geçti mi) yeryüzünde bozgunculuk
çıkarmaya, ekini ve nesli yok etmeye çalışır. Allah bozgunculuğu hiç
sevmez."
Bu
âyetler, Müslüman geçinen, gerçekte ise münafık olan Ahnes b. Şerîk'in durumunu
anlatmaktadır. Çünkü o, Bedir savaşında Müslüman ordusuna hem kendi katılmamış,
hem de adamlarının katılmasına mani olmuştur. Ve fakat yaptığı bu işte
kendisini mazur göstermek için, sözde, samimiyetine Allah'ı şahit göstermiş ve
hayli de sözler söylemişti. Allah Tealâ ise bu ayetlerinde, münafıkların bu tür
davranışlarına dikkati çekmiş, söz değil, kalbe ve fiile değer vermenin
gereğine işaret buyurmuştur.
ikinci
âyet, münafıkların kurduğu "Mescid-i Dırar" ile ilgilidir. Söz-konusu
mescidle ilgili olarak daha önce -Fâsık Ebû Amir hakkında bilgi verirken
açıklamalarda bulunmuştuk.
Peygamber
Efendimiz Tebuk seferine hareket ederken (9/630) münafıklar, bu mescide gelip
namaz kılması için davette bulundularsa da, melek Cebrail gelip Resûhıllah'a bu
mescidin yapılış gayesini haber vermiştir.1527
·
3. Gelecekle İlgili Gaybî Haberler
Kur'ân'm
indiği zamana göre müstakbelde (gelecekte) gerçekleşecek gaybî haberlerden,
herkes tarafından anlaşılabilecek olanları bile büyük bir yekûn tutar. Haber
verilen durumların aynen gerçekleşmesi Kur'ân'm, alemi idare eden Zâtın buyruğu
olduğunu gösterir. Çünkü beşerin nazarı istikbale nüfuz edemez. Pek şiddetli
muhalefet ve itirazlara hedef bulunan, en küçük bir hatası sebebiyle davasını
kaybedecek olan Hz. Peygamberin lisanından, en ufak bir tereddüt duyulmaksızm
tam bir güvenle, birtakım hadiselerin olacağının bildirilmesi, onun Allah'tan
öğrenip tebliğ ettiğini ispat eder.1528
Meselâ
Kur'ân-ı Kerim, düşmanlarının kendisine karşı takınacağı üç farklı tavrı (önce
muhalefet, sonra uzlaşıcı ve nihayet düşmanca) ve bu tavırlarına uygun olarak
sırayla başlarına gelecek akibetleri (açlık, bolluk, mağlubiyet) önceden
bildirmiştir.1529
Müşriklerin hicretin ikinci yılında uğrayacakları mağlubiyetle; Iranlıların
Bizans karşısında maruz kalacakları yenilginin aynı zamana rastlayacağını
Kur'ân-ı Kerim hicretten yıllarca önce haber vermiştir1530. Vukubulacağı Islâmiyetin ilk yıllarında
bildirilen bu savaşın çok ilginç bir yönü de, Velid b. Muğîre'nin,
hemşehrilerinin alaylarına hedef olacak şekilde burnundan bir kılıç darbesiyle
yaralanmasıdır.1531
Kur'ân-ı Kerim, sadece yakın bir gelecekte muzaffer olup davasını devam
ettireceğini değil1532,
aynı zamanda yeni İslâmî düşüncenin dünyaya hakim olmakta gecikmeyeceğini1533 ve yeryüzünde
hiçbir kuvvetin onu ortadan kaldıramayacağını1534 ne kadar elverişsiz şartlarda ilân ettiğini
söylemeye hacet yoktur. Ayrıca o, kendinden önceki iki dinî cemaatten
herbirinin geleceğinden ve bunların istikbalde birbirleriyle olacak olan
münasebetlerinden bahsetmeyi de ihmal etmemiştir: Hıristiyanlar kıyamete kadar
dâima bölünmüş olarak kalacak1535; Yahudiler ise yeryüzünde daima dağılmış
bir şekilde bulunacak, Kıyamete kadar orada burada zulümlere maruz kalacak ve
sürekli olarak bir müttefike ihtiyaç duyacaklardır1536; fakat her halükârda Hıristiyanlar dünyanın
sonuna kadar Yahu-dilerden üstün olacaklardır.1537
Yine,
Ebu Leheb hakkında müstakil bir sûre inip, şiddetli bir üslupla hem kendisinin
hem de karısının Cehennemlik olacağını bildirerek bunların imansız (veya en
azından günahkâr) olarak gideceklerini haber vermiş1538 aynen haber verdiği gibi çıkmıştır.
Mekke
döneminin başında ve normal şartlar altında hiçbir galibiyet ümidi yokken,
"O topluluk yakında bozulacak ve onlar arkalarını dönüp
kaçacaklardır"1539
buyurarak, kureyş'in mağlup olacağına işaret etmiştir.1540
Allah
peygamberini insanlardan koruyacağını bildirmiş1541, o İlâhî va'd aynen gerçekleşmiş ve en
büyük tehlikeler içinde geçen hayatına en ufak bir zarar dokundurulamamıştır.1542
Kur'ân,
metninin eksiksiz muhafaza ve intikal edeceğini haber vermiştir1543. Ummî bir
kavimde 600 sahifelik bu uzun metinde 1400 küsur yıl önce, bir kelimesi bile
eksilmeksizin ve bir tek kelime eklenmek-sizin, halk içinde hakkın hücceti
olarak kalmıştır. Halbuki üç yüz sene önceki metinlere bile nice şüpheler
girebilmektedir.
Müslümanlar
arasında tefrika ve ve savaş olacağını bildirmiş1544 ve bu, sahabe zamanında bile, maalesef
gerçekleşmiştir.
Hz.
Mûsa'yı takip ederken boğulan Firavun'un cesedinin muhafaza edileceğini
bildirmiş Tevrat'ta bulunmayıp Kur'ân'a mahsus olan bu haber, Kur'ân'm
inişinden ondört asır sonra gerçekleşmiştir.1545
Böylece,
geçmişte, halihazırda ve gelecekteki her olay, fikirler dünyasına adapte
olmakta ve Kur'ân-ı Kerimi tasdik etmeye katkıda bulunmaktadır. Bütün bunlardan
nasıl bir netice çıkarmamız gerekir? Şu iki neticeden birini: Ya Hz.
Peygamberle Allah arasında bir anlaşmanın mevcut olduğunu ve bu anlaşma
gereğince de Allah'ın Peygamberine, indirmiş olduğu kitabı her türlü hatadan korumuş
bulunduğunu veya sahtekârlığını ortaya çıkarmamız hususunda bize gerekli
ipuçları vermeden, yalancı birine, doğruluğunu ispatlayacak her türlü
mucizesini bahşetmek suretiyle Allah'ın bizi aldattığını kabul etmemiz
gerekecektir.1546
Eğer
Kur'ân vahyi, zamanı ve mekanı bütün boyutlarıyla ihata eden yüce Allah'dan
değil de, bir beşerin coşkun hayal gücünün mahsulü olsaydı, en azından o
ayetlerle gerçek arasında bir uyumsuzluğun tezahür ettiğine dair bir örnek
olsun bulunması gerekirdi.
Burada
denebilir ki: "Kur'ân'daki gaybî haberler, onun Allah kelamı olduğunu
göstermez. Bunları Hz. Muhammed, Şam ve benzeri yerlerdeki Ehbi Kitaptan da
öğrenmiş olabilir. Ya da bu sözleri rastgele söylemiş daha sonra bunlar
tesadüfen tutmuştur. Veya bunları kendi ileri görüşlülüğü sayesinde ve özel bir
çaba sarfederek anladıktan sonra Allah'a isnad etmiştir."
Böyle
bir şüphenin birkaç açıdan çürütülmesi mümkündür:
Her
şeyden önce, Kur'ân'da indirilen pek çok gaybî haberden o dönemdeki Ehl-i
Kitabın hiçbir bilgisi yoktu. Öte yandan bu haberlerin bir kısmıyla ilgili
olarak Hz. Peygamber, onların yanlışlarını düzeltmiştir. Yanlışlarını
düzelttiği insanlardan bunları öğrenmesi makul değildir. Yine, o zamanki Ehl-i
Kitap, elleri altındaki dinî bilgileri canları gibi korur ve o konuda son
derece cimri davranıyorlardı. Eğer, Hz. Peygamberin kendilerinden böyle bir şey
öğrenmesi sözkonusu olsaydı, gerek onlar ve gerekse müşrikler bunu tesbit eder
etmez sevinçten adeta uçacak ve Hz. Muhammed'in davasını çürütmek için bulunmaz
bir fırsat bileceklerdi. Halbuki böyle bir şey olmamış, aksine ehl-i kitabtan
pek çok alim Müslüman olmuş, müşrikler de çok geçmeden Islâma canla başla
teslim olmuşlardır. Yine, bu şüpheyi ortaya atanlar tarafından bile Hz.
Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) büyük
bir adam olarak kabul ediliyor. Böylesi bir İnsanî yüceliğe sahip bir zatın,
böyle gelişigüzel ve "ya tutarsa" kabilinden söz söylemesi mümkün
müdür? Hele hele son derece şiddetli düşmanlar karşısında ve bütün gözler
üzerinde bulunup en ufak bir yanlışını bulmak için fırsat kullanılırken...
Böyle bir zatın, gelecek günlerin ne getireceğini hesaba katmadan karanlığa taş
atması, kendisi ve davasıyla adeta kumar oynaması mümkün müdür?
Onun,
karanlığa taş attığı ve delilsiz olarak rastgele söz söylediği farzedildiği
takdirde, söylediği bunca gaybî haberlerin tamamının tutması adeten mümkün
olmayacaktı. Herhalde, geçmiş, hal ve gelecekle ilgi söylediği o kadar gaybî
haberlerde bir defacık olsun yanlış yapması ve söylediğinin tutmaması
gerekirdi. Oysa bakıyoruz ki, bu kadar çok ve çeşitli konuların hiçbirinde
yanılmamıştır.
Bu
gaybî haberlerin, büyük çoğunluğu özel bir gayretle fikir yürütme, ictihad ve
istinbatta bulunma alanına girmiyor. Girenler de, ilk bakışta rey ve içtihadın
gerektirdiğinin tersine ihbarda bulunulduğunu görüyoruz. Meselâ, Müslümanların
Mekke'de iken müşriklere galip gelecekleri, İslâm dininin diğer bütün dinlere
galebe çalacağı bildirilmiş; Sasaniler karşısında yıllar yılı belini
doğrultamayacak kadar büyük bir bozguna uğramış bir Bizans'ın birkaç sene
içinde yeniden zafer kazanacağı haber verilmiş ve haber verildiği şekliyle
aynen çıkmıştır.1547
·
D. İlimlere Dair Hakikatlerle Dolu
Olması
Kur'ân-ı
Kerim, ilim ve hikmetlerin pek feyizli bir kaynağıdır. Her bir ayeti düşünen
insanları başka bir yükseklik ilham eder. Herkes kendi kabiliyeti ölçüsünde
ondan yararlanır. İnsan onun mübarek ayetlerini okudukça, ilimlerin, tenlerin
temel esasları olan prensip ve ölçülere muttali olur. Bu özelliği sayesindedir
ki, İslâm alimleri pek çok ilimlerin esaslarını ondan istinbat etmişlerdir.
·
1. İslâmî İlimler
Kur'ân,
İslâmiyet ağacının suyu, güneşi mesabesindedir. O, İslâmiyet binasının temeli
ve hendesesidir. Bütün İslâmî ilimlerin birinci kaynağı Kur'ân-ı Kerîmdir. Tefsîr,
Hadîs, Fıkıh, Kelâm, Tasavvuf, Hitâbet ve İrşâd, Siyer ve İslâm Tarihi... gibi
pekçok İslâmî ilimler için vazgeçilmez bir kaynaktır. Meselâ o, tefsir ilminin
kaynağıdır. Bazı ayetleri izah ve tefsir eder. Onun için, Kur'ân-ı Kerimin
tefsirini yapmak isteyen, evvelâ Kur'ân'a müracaat etmelidir. Çünkü, Kur'ân'm
bir yerinde icmal ve ihtisar edilen bir şey, diğer bir yerinde bast ve tefsîr
edilmiştir. Bunun, erbabınca malum o kadar çok örnekleri var ki, bunlardan
nümuneler zikretmeye bile gerek görmüyoruz.
Hz.
Peygamberin hadislerinin kaynağı da Kur'ân-ı Kerim ayetleridir. O, Kur'ân'dan
ilham alır, sözlerini, işlerini tamamıyla Kur'ân'm beyanlarına uygun
bulundururdu. Bizzat Hz. Peygamber, sözlerinin Allah'ın kitabına vurulmasını,
uygunsa kendisine ait olduğunu, değilse böyle bir sözü söylemediğini
belirtmiştir.1548
Zâten,
mübarek hadisler ile amelin gereğini emreden de yine Kur'ân-ı Kerimdir.1549 Yine, gelen
bir haberin gerçekliğini araştırma emri bizzat, Kur'ân-ı Kerim tarafından
verilmekte, bu da özellikle Hz. Peygamberin hadislerinin kaynaklarını ve sıhhat
derecesini araştırmada çok önemli bir direktif oluşturmaktadır. Bu iki nokta
bile, Kur'ân'm hadis ilmi için ne kadar önemli olduğunu ortaya koymaktadır.
Islamda
itikadla ilgili meselelerin birinci kaynağı da Kur'ân-ı Kerimdir. Uluhiyyete,
meleklere, nübüvvete, semâvî kitaplara, kaza ve kadere, ahiret gününe... kısaca
bütün iman esaslarıyla ilgili konuları Kur'ân-ı Mübîn, pek açık, ikna edici bir
biçimde ihtiva etmektedir. Gerçekten de Kur'ân-ı Kerim, itikadla ilgili
herhangi bir meseleyi beyan ve ispat hususunda fevkalade bir orijinallik
gösterir. Değişik kabiliyette bulunan insanlardan herbirini ikna ve irşad
edecek tarzda deliller getirir, meselenin esaslarını anlatıp ispat eder. Akaid
ve Kelâm ilminin temel konu ve malzemeleri de bunlardan başkası değildir.
İbadetlere,
hukuka, ceza işlerine, İslâm siyasetine ait meselelerin, düsturların en birinci
kaynağı Kur'ân-ı Mübîndir.1550
Bu alanda bütün müctehidlerin feyiz aldıkları en büyük hikmet mecellesi, adalet
mecmuası Kur'ân-ı Kerimdir. Allah Tealâ'ya yapacağımız kudsî ibadetleri tayin
eden, insanların karşılıklı vazifelerini, haklarını her selim akıllı kimsenin
takdir ve tebcil edeceği bir tarzda bildiren Kur'ân-ı Azimdir. Sosyal hayatın
fevkalade bir intizam dairesinde devam edebilmesi için uygulanması gereken ceza
esaslarını, derin hikmetleri ihtiva eder bir tarzda beyan eden Kur'ân-ı
Mübîndir.1551
Mükellef
olduğumuz herhangi dinî bir vazifemizi incelersek, bunların hiçbirini boş,
gayesiz göremeyiz. Aksine herbirinin dünyevî, uhrevî birçok faydaları,
maslahatları bulunmaktadır. İşte bu fayda ve maslahatlar, o vazifelerin teşri'
duyurulmasındaki yüksek hikmetler cümlesin-dendir. Kur'ân-ı Mübîn, bu
hikmetlerin bir kısmını açıkça bildiriyor, bir kısmına da delâleten işaret
buyuruyor.1552
Kur'ân-ı Kerimin bu husustaki kudsî beyanlarından ilham alan bir kısım İslâm
alimleri ise "Hikmetü't-Teşri" adıyla bir ilim tedvîn etmişlerdir.
Dolayısıyla bu ilmin de birinci kaynağı yine Kur'ân-ı Azîmdir.1553
Şüphe
yok ki hitabet de, mevizeler de bir kısım usul, kaide ve esaslara dayanır.
Bunlar başlıbaşma bir ilim konusunu teşkil etmektedir. İşte bu ilmin de en
feyizli dayanağı Kur'ân-ı Mübîndir. Herhangi beliğ bir hitabe, tesirli bir vaaz
arasında bir münasebetle irad edilen Kur'ân-ı Kerim ayetleri, altın levhaları
bezeyen pırlanta elmaslar gibi, veya gök kubbesini aydınlatan mehtaplar gibi
derhal kendisini gösterir, çevresinde bulunanlara başka bir letafet, başka bir
parlaklık vererek kendi lahutî üstünlüğünü gösterir durur.1554
Kur'ân-ı
Kerimin bir kısım ayetleri, hitabelerin en yüksek nümunele-rini teşkil eder.
Bir kısım hitabeleri, o kadar latîf, ruh okşayıcı ve coşkuludur ki, bunların
güzellikleri yanında en nuranî sabahların letafeti, en rengîn şafakların
gözalıcı manzaraları, en sevimli çiçeklerin cazip taravetleri pek sönük, pek
renksiz, pek solgun bir halde kalır.
Yine
onun bir nice hitabeleri, o kadar heybetli, o kadar dehşetli, o kadar
korkunçtur ki, bunların azametleri yanında denizlerin müthiş dalgaları,
kasırgaların garip gürültüleri, toprağın şiddetli tarrakaları pek sessiz,
tesirsiz ve ehemmiyetsiz bir halde bulunur.1555
Kur'ân
ahlak ilminin de birinci temeli ve dayanağıdır. Nitekim birçok ayetleri ahlakî
esasların, düsturların en mükemmelini ihtiva ■ etmektedir.1556 insanlara vazifelerinin kudsiyetini, hakkın
korunması lüzumunu, hayatın gayesini, en yüce hayrın neden ibaret olduğunu en
güzel biçimde gösteren Kur'ân-ı Kerîmdir. Bu kudsî Kitabın gösterdiği ahlak
yollarından daha mükemmel hiçbir ahlakî meslek ve müessese bulunamaz.1557 Bu gerçeğin
en güzel örneği Bizzat Hz. Peygamberin ahlak ve yaşayışıdır. Onun ahlakını
tarafsız bir biçimde konu alan bir eseri okuyan bir kimsenin onun bu yönüne
hayranlık duymaması mümkün değildir.1558
İnsanların
asıl saadetleri nefislerini tezkiye ile manevî kurbiyete na-iliyetten
ibarettir. İslamiyetin birinci gayesi de beşeriyyet için bu saadeti temin
etmektir. Bu husus ile uğraşan ilim ise tasavvuftur. İhlas, riya, havf, reca,
fena, beka, takva, muhabbet, istikamet ve sadakat, sabır... gibi Tasavvuf ilmi
ıstılahlarını teşkil eden kelimeleri, tabirleri, Kur'ân-ı Mübînin pek kudsî bir
surette ihtiva ettiği görülmektedir. Bu cihetle Kur'ân-ı Azîm, tasavvuf ilminin
de en birinci kaynağıdır.
Kur'ân-ı
Kerim, daha bunlar gibi birçok faydalı ilimlerin kaynağı, dayanağı ve
teşvikçisidir. Bu saydıklarımız sadece örnek kabilindendir.
Bu
özelliğiyle Kur'ân, bir tek kitap olduğu halde, bütün faydalı ilimlerin ana
umdelerini, bütün hak meslek, meşreb ve mezheplerin temel esaslarını ihtiva
eden kitapçıklarla dolu mukaddes bir kütüphane hükmündedir.1559 Kur'ân'm bu
İlmî câmiiyeti bile onun beşer kaynaklı olamayacağını, bir insanın şahsî
bilgisinin bütün bu engin ilimlerin menbamı oluşturan Kur'ân gibi bir şaheseri
ortaya koymaya yetmeyeceğini açıkça göstermektedir.
·
2. Kevnî (Tabiî) İlimler
Kur'ân'da
oldukça yaygın olarak bulunan gaybî haberlere yakın başka bir husus daha
vardır. Bunların ancak bir kısmına işaret edeceğiz. Bunlar, bilimsel
gerçeklerle ilgili ayetlerdir. Bu gerçekler, tarih, coğrafya, biyoloji, tıb,
fizyoloji, kimya, fizik, astronomi... ile ilgilidir ki, İlahî vahiy ile
desteklenmiş peygamber olmasaydı Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
tarafından bilinmesi mümkün değildi. Evet onun asrında, o uzun yüzyıllar sonra
dünyanın doğusunda veya batısında, kuzeyinde veya güneyinde yaşayan bir
kimsenin bu gerçekleri bilmesi şöyle dursun onları hayal bile etmesine imkân
yoktur. Bu noktayla ilgili Fransız Müslüman Doktor Maurice Bucaille'in "La
Bible, le Coran et la Science" isimli kitabında tespit ettiği
gerçekleri bile örnek vermek yeterli olacaktır. Üç semavî kitabı inceleyen ve
muhtevalarını modern ilmin verileriyle karşılaştıran Maurice Bucaille kitabında
şunları söylemektedir: "Kur'ân metninin çağdaş bilimin verileriyle
uygunluk derecesini araştırırken, hiçbir peşin hükme sahip olmaksızın tam bir
tarafsızlıkla, önce Kur'ân vahyinin üzerine eğildim. Bazı tercümeleri sayesinde
Kur'ân'm, tabii olaylardan çokça bahsettiğini biliyordum. Fakat Kur'ân'm bu
yönü hakkında bildiklerim, son derece yetersiz ve az idi. Ancak Kur'ân'm Arapça
metnini çok dikkatli bir biçimde incelemek suretiyledir ki, bu konuların
dökümünü çıkarabildim. Bunun sonucu olarak Kur'ân'm modern dönemde İlmî
bakımdan tenkid edilebilecek bir taraf ihtiva etmediğini kesin olarak kabule
mecbur kaldım."1560
Kur'ân'm
kevnî ayetlerini açıklamayı konu alan müstakil tefsirler bulunduğu gibi, bu
ayetlerin bir kısmını veya birkaç tanesini konu alan eserler ve makaleler de
bulunmaktadır. Kur'ân'm ana amacı, Allah'ın varlığını ve birliğini ispat edip
zihinlere yerleştirmek, genel olarak peygamberlik müessesesini, özel olarak da
Hz. Muhammed'in peygamberliğini kanıtlamak, ahiret inancını en doğru ve
zihinlere en yakın biçimde sunmak ve bu dünyada insanların kendi aralarında ve
diğer varlıklarla olan münasebetlerini adil bir biçimde düzenlemektir. Kur'ân'm
bütün ayetleri ya doğrudan doğruya veya dolaylı olarak bu dört amaca parmak
basar. Başka konulara temas etmesi, özellikle kevnî birtakım varlıklara
değinmesi bu ana konulara delil getirmek ve destek sunmak içindir. Hal böyle
olunca, Kur'ân'da bu türden pekçok ayetin bulunacağı tabiidir. Kur'ân bu
konularda öyle bir üslup kullanır ki, esas maksatlarına delalet ve insanı
hidayet etme yönünden açık olduğu halde, o şeyin gerçek mahiyeti bakımından
mücmel ve müteşabih bakılmakta, gerçek mahiyetini bildirmek teferruat
kabilinden sayıldığından, insanların kendi bulundukları seviyelere göre
anlamalarına imkân verilmektedir.1561 Kur'ân'm bu ayetlerine örnekler verirken,
Kur'ân'ı, tabiat ilimlerinin hakemliği önüne çıkarmamaya, kesinleşmemiş
nazariyeleri ölçü alarak tutarsız duruma düşmemeye, Müslümanları, Kur'ân'm
değişmez gerçekler ihtiva ettiği inancında şüpheye düşürmemeye ve lügavî
delaletlerin sınırında kalıp soğuk tekellüflere, zorlamalara düşmemeye dikkat
etmek durumundayız.1562
Şimdi
bu ölçüler ışığında-Kur'ân-ı Kerime baktığımızda onun kevnî ilimlere dair
birçok gerçekleri ihtiva ettiğini görüyoruz. Meselâ, varlığımızın cinsî
unsurunun fışkırdığı en gizli kaynağı1563 ve yaratılış esnasında insanın ana rahminde
geçirdiği muhtelif safhaları1564; bu yaratılışın içinde gerçekleştiği
karanlık boşlukların adedini1565; bütün canlı varlıkların menşeinin su
olduğunu1566
yağmurun teşekkülünü1567;
yeryüzünün küre şeklinde olup döndüğünü1568 ve göğün de küre şeklinde bulunduğunu1569; güneşin
sabit bir noktaya doğru seyrettiğini1569 1570; güneşin ışığının
kendinden olmasına karşılık ayın ışığının başka kaynaktan geldiğini1571; hayvan
topluluklarının da tıpkı insan cemaatleri gibi birbirine bağlı bir şekilde
yaşadıklarını1572;
özellikle arıların yaşadıkları hayatın tasvirini1573; sütün1574 ve balın1575 nasıl oluştuğunu; bitkilerde ve Kur'ân-ı
Kerimin nâzil olduğu sırada tanınmayan diğer yaratıklarda iki cinsin mevcut
bulunduğunu1576;
döllenmenin rüzgârlarla gerçekleştiğini1577; yer küresinin diğer gök cisimleriyle
bitişik iken onlardan koparıldığını1578; göklerin önceden duman gibi bir gaz bulutu
halinde bulunduğunu1579;
atmosferde yukarı doğru çıkıldıkça (oksijen miktarının azalması nedeniyle)
nefes darlığının meydana geldiğini1580; dağları kazıklara benzeterek yere çakılı
bulunduklarını ifade edip büyük bir kısmının yerin altına doğru da uzandığını1581 ayrıca
dağların uzay denizinde yüzen yerküresinin dengesini sağlamada rol oynadığını1582; her insanın
bütün hususiyetlerinin bir cüz'ünde (gen) saklı bulunduğunu1583 insanların
parmak uçlarının, kendisini tanıtıp belirlemede özel bir öneminin bulunduğunu1584; içki1585 fuhuş1586 kumar1587 pis
yiyecekleri (leş, kan, domuz eti)1588 yasaklayarak1589 ve her konuda, özellikle yeme içmede1590 aşırılığı
menedip orta yolu tavsiye ederek1591, temizliği emrederek...1592 koruyucu
hekimliğin en önemli esaslarını ortaya koyduğunu açıkça görmekteyiz.
Bütün
bu gerçekleri, Hz. Muhammed (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) gibi ümmî bir zatın, hatta asrındaki en bilgili ve aydın bir
insanın, hatta hatta bütün insanlığın bilmesine imkân yoktur. Nitekim, bu kevnî
gerçeklerin bir kısmı Kur'-ân'm nüzulünden asırlar sonra keşfedilebilmiş, o
zamana kadar sözko-nusu ayetlerin bazılarını yorumlamada ilmen çok çok ileride
olan bazı müfessirler bile hataya düşmüşlerdir. Acaba bu nokta bile tek başına
Kur'ân'ın gerçek kaynağına açıkça işaret etmez, hatta bunu gün gibi ortaya
çıkarmaz mı?
Kur'ân'ın
ihtiva ettiği dinî ve kevnî gerçekler bunlardan da ibaret değildir. Onun İlmî
camiiyeti, ezelden ebede kadar bütün varlıkları, dünya ve ahireti, mülk ve
melekûtü... kapsamaktadır. İslâm bilginlerinin açıklamalarına göre Kur'ân'ın
muhtevası özetle şöyle belirtilebilir:
Kur'ân-ı
Kerim, kâinatın hakikati, doğuşu, sonu ve kaide, kanun ve nizamından bahseder.
Bu kitap, kâinatın Yaratıcısı ve yöneticisinin kim olduğunu, hangi sıfatları ve
selahiyetleri olduğunu, bu dünyayı ve kâinatı ne için yarattığını, bu kâinatta
insanın durumunun ve yerinin ne olduğunu anlatır. İnsanın nasıl bir yaratık
olduğunu, nelere gücü yettiğini, nelere yetmediğini, meziyetlerinin ve
zaaflarının ne olduğunu ve nasıl bir hayat sürmesi gerektiğini bildirir.
İnsanlar için doğru yolun ne olduğunu, yanlış yoldan neden kaçınmaları
gerektiğini ifade eder.
Kur'ân-ı
Kerim bu hususta yer ve gökteki sayısız işaret ve yaratıkları insanlara birer
delil olarak gösterir; insanlık tarihinden ibret verici dersler sunar; yanlış
yola düşenlerin ne gibi felaketlere sürüklendiğini anlatır; doğru yolun her
zaman aynı olduğunu, gelecekte de aynı olacağını ve hiç değişmeyeceğini
kaydeder.
Kur'ân-ı
Kerim, insanlara sadece doğru yolu göstermekle yetinmez, ayrıca bu hususta
çeşitli kaide, kural ve yöntemler de öğretir. Kısaca, akaid, ahlak nefsin
tezkiyesi, ibadet, cemiyet, medeniyet, kültür, ekonomi, siyaset, hukuk, adalet
vs. gibi insan hayatını ilgilendiren hemen hemen bütün bir nizamı önümüze
serer. Kur'ân-ı Kerim bizi, yanlış yolda bulunmanın cezasının öbür dünyada çok
ağır olacağı konusunda da uyarır. Bu İlâhî kitap, dünyamızın birgün yok
olacağı, yeni bir dünyanın kurulacağı konusunda bize ayrıntılı bilgiler verir.
Bu dünya ve öbür dünya arasındaki farkı dile getirir ve bu dünyadan öbür
dünyaya geçişin bütün ayrıntılarını anlatır. Ayrıca öbür dünyayı canlı olarak
gözümüzün önüne getirir. Öbür dünyada insanın nasıl diriltileceğim, dünyadaki
amellerinin nasıl Allah'ın terazisinde tartılacağını, insanların hangi konuda
Allah'a hesap vereceklerini, onların hangi konuda özellikle sorguya
çekileceklerini, İlâhî mahkemede nasıl karar verileceğini, kimlerin ceza
göreceklerini kimlerin ödül alacaklarını uzun uzun ifade eder. Bu kitabın
sahibinin, herhangi bir şeyi tahmin ve kıyasla değil, herşeyden emin ve her
konuda bilgili olarak sözler söylediği açıkça ortaya çıkıyor. Kur'ân-ı Kerimde
şüphe, şaibe ve kıyasa yer yoktur. Her şey olduğu gibi ve gerçekler bütün
çıplaklıklarıyla dile getirilmiştir.
Kur'ân-ı
Kerimi okuyan, onun sahibinin nazarının ezelden ebede kadar uzanmış olduğunu
görür. Herşeyi doğrudan bildiğini anlar. Kâinatın tümünün onun için bir kitap
gibi açık olduğunu fark eder. İnsan soyunun başlamasından bugüne kadar olup
biten herşeyi gördüğünü ve bildiğini anlar. Ayrıca bu kitap sahibinin bütün bu
konularda yaptığı açıklama ve verdiği bilgiler öylesine birbirine bağlantılı ve
dengelidir ki, bunlar üzerinde hayat nizamı ve insan medeniyetinin koskoca
binaları inşa edilebilir. Dünyada bunca özellikleri ve öğretileri olan
böylesine çok yönlü başka bir eser var mıdır?1593
·
E. Kur'ân-ı Kerimin Te'siri
Dünyada
insan soyunun fikir, ideoloji, ahlak, medeniyet, kültür ve hayat tarzını
Kur'ân-ı Kerim kadar derin ve müessir bir biçimde etkileyen başka bir eser
yoktur. Kur'ân-ı Kerîmin tesiriyle, ilk önce bir milletin görüşü ve hayatı
değişti, daha sonra, bu millet dünyanın tarihini, medeniyetini ve hatta seyrini
değiştiriverdi. Dünyada böylesine inkılapçı, böylesine ıslahatçı başka bir
kitap var mıdır? Bu kitap sadece kâğıt üzerinde yazılan kitaplardan değildir.
Aksine, bu kitabın her kelimesi düşünce ve görüşün teşekkülünde ve daimî bir
medeniyetin meydana gelmesinde kullanılmış ve tatbik edilmiştir. Bu kitap geçen
1400 küsur yıldan beri şu veya bu şekilde tatbik edilmektedir ve gün geçtikçe
bunun etkinliği ve etki alanı genişlemektedir.1594
Kur'ân'm
sahip olduğu harikulade tesiri ve başdöndürücü başarısını, onu düşünerek,
derinliğine anlayarak ve insaf ederek okuyan, Arapça üsluplarında hazık olan,
mahiyetini ve nüzul bebeplerini bilen herkes açıkça idrak eder. Fakat Arap
dilinde mahir olmayan, bu hususları ve ona ait özellikleri kavrayamayan kimseye
gelince, onu, bu kitabın âlemin gidişatını değiştiren, daha ilk bakışta
muhatabın kalbini fethederek ve onu teshîr eyleyerek üstün gelme yollarıyla
memleketlerin hudutlarını değiştiren inkılapçı kuvvetini tarihe sorması yeterli
olacaktır. Bu konuda onun dostları ile düşmanları, muhalifleri ile mutabıkları
aynı çizgidedir. Onlar, Arap fıtratları ile onun belagatını muhakkak tadar;
sağlam duygularıyla onun erişilmezliğine vakıf olur; nefislerinde onun nurunun
kıvılcımlarını tutuşturan elektrik akımını veya bereketli yağmurunun tanelerini
ve nurlarının aydınlığını bulurlar.1595
İşin
hayret verici tarafı şu ki, Kur'ân'ı getiren zat, ne devlet ve saltanatı, ne
hükümet ve askeri, ne de zorbalığı ve icbarı bulunan; fakat buna karşılık
kanaati, sadakati, ehliyeti, katıksız ihlası, samimiyet ve iz'-anı olan ümmî
bir zat-ı muhteremdi.
Kur'ân,
kendisindeki bu özelliğe, yine kendisinin i'caz vecihlerinden birisi olarak
işaret etmiştir. Allah, kitabına, "Kendi emrinden bir rûh"1596 ve "nûr"1597 isimlerini
vermiştir. Diğer taraftan da, kendine iman edenlere, hayatı, nûr olarak tavsif
etmiştir.1598
Kur'ân'm
bu tesiri hem dostlarında, hem de düşmanlarında görülmektedir. Şöyleki:
1. Düşmanlarına Tesiri
Kur'ân,
düşmanlarını kuvvetli bir şekilde kendisine cezbetmiştir. Şimdi bunlardan
bazılarını, örnek kabilinden belirtelim:
·
a.
Kur'ân'm ilk düşmanı Mekke müşrikleri idi. Kur'ân ile -adeta-harp halinde
oldukları ve muhtevasından da nefret ettikleri halde, gecenin karanlığında
sokağa çıkar, evlerinde Kur'ân tilavet eden Müslümanları dinlerlerdi. Bu olay
Kur'ân'm, onların şuurlarını tatmin ettiğini ve onlara galip geldiğini, fakat
inatları, kibirleri ve doğruya inanmada isteksizlikleri sebebiyle ondan yüz
çevirdiklerini ortaya koymaktadır. "Hayır, o (Peygamber) hakkı getirdi,
fakat onların çoğu haktan hoşlanmaz"1599 âyeti onların tutumlarını açık bir şekilde
göstermektedir.
·
b.
Müşriklerin ileri gelenleri, Mescid-i Haram'da ve Arapların toplu bulundukları
yerlerde Kur'ân okumasını yasaklamaya çalışırlar; böylece Müslümanların onu
açıkça tilavet etmesini önlemiş olurlardı. Hatta, zaman zaman Hz. Ebu Bekir
evinin avlusunda cehren Kur'ân okuyarak namaz kılıyor, çoluk çocuk da onu büyük
bir zevkle dinliyor ve bundan hissedar oluyorlardı. Fakat öbür tarafta bu
manzarayı seyreden müşrikler korkuya ve telaşa kapılıyorlardı.1600
·
c.
Yine müşrikler, Kur'ân'm bu müthiş kuvvetinden ve insanlara nüfuz edici
tesirinden dehşetli şekilde korktukları gibi, onu dinlememeyi tavsiye ediyorlar
ve duydukları zaman da gürültü edilmesini istiyorlardı.1601
·
d.
Zaman zaman bazı azılı müşrikler, Kur'ân'ı susturmak ve nurunu söndürmek için
kılıçları çekip sokağa fırlamış, Kur'ân sesinin duyulduğu yere doğru yönelmiş,
fakat sonuç hiç de niyet ettikleri şekilde olmamıştır. Çünkü, Allah'ın hidayeti
yetişmiş, bir sûre veya birkaç ayet duyar duymaz iman edip itaatkâr birer insan
olmuşlardır. Hz. Ömer'in, Sa'd b. Muaz'm ve Useyd b. Hudayr'm Müslüman oluşları
bunun tipik örnekleridir.1602
2} Kur'ân'm Dostlarına Tesiri
Tarih
şu gerçeği tespit etmiştir: Kur'ân'a yaklaşan, ona inanan ve ih-lasla ona gönül
veren herkes, bir daha ona dostluktan ve ona uymaktan hiçbir zaman
ayrılmamıştır. Tarih boyunca nice zatlar, bütün ömürlerini İslâma ve Kur'ân'a
hizmete vakfetmişlerdir.
Şimdi
Kur'ân'm dostlarına olan tesirini de örneklerle gösterelim:
·
a.
Resulullahm ashabı, Kur'ân'ı ezberlemede, onu devamlı surette
okumada-adeta-yarış eder durumda idiler. Onlar, tatlı uykularını ter-keder,
teheccüd namazı kılmak ve Allah'a niyazda bulunmak suretiyle o kıymetli
vakitlerini değerlendirirlerdi. Geceleyin ashabın evlerinin önünden geçenler,
onların evlerinden devamlı bir şekilde Kur'ân okuduğunu duyardı. Onların
aralarındaki birbirlerine üstünlük ve faziletleri, Kur'ân'dan hıfzettikleri ve
belledikleri miktar ile ölçülürdü.
·
b.
Onlar, bütün himmet ve gayretlerini, Kur'ân'ı öğrenmeye, öğretmeye ve onun
inceliklerine nüfuz etmeye sarfederler; her hallerini ona uydurur ve ona
muhalif olan şeylerden de uzak kalmaya çalışırlardı. Ruhlarını onunla
güzelleştirir, bedenlerini ona itaate alıştırır; güç ve kuvvetlerini ona tahsis
ederlerdi. Hatta denilebilir ki, Kur'ân onları potasında eritmiş, onları aleme
akidesi doğru, ibadeti tam, adeti temiz, ahlakı güzel, şeref ve haysiyeti
yüksek birer insan tipi olarak çıkarmıştır.
·
c.
Yine onlar, Kur'ân'm neşri, müdafaası ve hidayeti hususunda ölümü hiçe sayan
bir fedakarlık ve şecaat örneği vermişlerdir. İhlas ile ona sarılmışlar, onunla
ilgili Allah'a verdikleri sözde durmuşlar ve ahde vefanın timsali olmuşlardır.
Bir kısmı Kur'ân'm neşri ve müdafaası yolunda kendisini ölümün kucağında
bulmuştur. Hatta, ömrünün ilk baharındaki birçok genç, Kur'ân yolunda mücahede
etmek için ortaya atılmış, özürlü olanlara veya savaşa gidecek maddî imkânı
bulunmayanlara bile savaştan geri kalmak en büyük azap olmuş, hatta Hz.
Peygamberin, onların hatırlarını yerine getirmek için harbe gitmekten
vazgeçtiği, onlarla beraber kaldığı ve bütün ihtiyaçlarını temin ettikten sonra
orduyu savaşa göndermek zorunda kaldığı olmuştur.1603
·
d.
Âlemin hidayeti hususunda Kur'ân'm ihraz ettiği bu şaşırtıcı başarı, eşi ve
benzeri bulunmayan bir seviyededir. Hz. Peygamberden önce pek çok peygamber,
ıslahatçı, âlim, hukukçu, felsefeci, ahlakçı, hukemâ ve hatta zorba gelip
geçmişse de, bunların hiçbirisi, beşer ufkunda Hz. Muhammed'in itikad ve
ahlakta, ibadet ve muamelatta, siyaset ve idarede, kısaca insanlığın ıslahını
hedef alan her hususta elde ettiği bu göz kamaştırıcı başarı kadar
parlayamamıştır. Yirmi sene gibi kısa bir zaman içerisinde, Resûlullah'tan
başka hiç kimse ölmüş Arap toplumuna hayat veren böyle sağlam düsturların
benzerini getirmiş değildir. Resûlullah, onlara ruhundan öyle bir üflemiştir
ki, onun vefatından sonra onlar, alemi, küfür ve şirkin zulmünden kurtarmış;
Kisra ve Kayserlerin mülklerini fethetmiş, şarkta ve garpta birer ordu kurmuş,
yarım asırdan kısa bir zaman içerisinde bayraklarını tam bir adalet üzere
dalgalandırmışlardır.
Bu
bir sihir midir? Yoka insaf sahibi müelliflerin kaydettiği ve.bu parlak
başarıyı Hz. Muhammed'in hak peygamber oluşunun bir delili saymakla iktifa
ettikleri aklî bir bürhan mıdır?
Bir
Fransız Filozofu Kur'ân'm bu tesirini şöyle dile getirmiştir: "Muhakkak ki
Muhammed, Kur'ân'ı öyle içten, huşu ve hudu içerisinde okurdu ki, onları imana
cezbetmede onun kıraatinin icra ettiğini, önce geçen peygamberlerin bütün
mu'cizeleri yapamamıştır."1604
Acaba
dostu, düşmanı, zengini, fakiri, âlimi, cahili, Peygamber'i ve ona tabi
olanları tesiri altına alan bu kuvvet bir mucize değil midir? Hakîmler,
filozoflar, edipler, lisancılar, müfessirler, muhaddisler, fıkıhçılar,
mutasavvıflar, şairler, kelâmcılar, hasılı her mesleğe mensup çeşitli gruptan
insanlar, Hz. Peygamber tarafından teblîğ olunan bu kitap için hayatlarını
vakfetmemişler midir? Evet bütün bu insanlar, en büyük zevk ve muhabbeti, en
kıymetli hayat sermayesini bu İlâhî kelimeleri teşrih ve tafsil yahut tefsir ve
vuzuha kavuşturmada bulmamış mıdır? Ve bunu yapmakta dünyada en büyük nimete,
en büyük saadete erdiklerine kani olmamış mıdır? Bu da hadd-i zatında, Kur'ân
için ayrıca bir mucize değil midir?
Birazcık
düşünelim, ümmîLer içinde, kapkaranlık bir çevrede büyüyen bir insanı gözümüzün
önüne getirelim. Bu insan ilim ve fenden, kültür ve medeniyetten tamamıyla
mahrum bir memleket ve şehirde büyümüştü. Ahalinin hepsi basit ve alelade
insanlardı. Bu insan, eski İlâhî kitaplardan herhangi birini okumamış,
alimlerle düşüp kalkmamış, hukuktan, ahlak düsturlarından, bilimin ve amelin
güzelliklerinden, hasılı ilim ve irfanın hiçbir şubesinde bilgi sahibi
olmamıştır. İşte bu insan, bu karanlık şartlar altında kırk yaşma varıyor,
birden bire Hira mağarasında kendisine bir nur parlıyor. Bu nurun
aydınlatmasıyla o insanın içinde, ilim, medeniyet ve ahlak menbaları çağlamaya
başlıyor. Bu insan, eski mukaddes kitapların hiçbirinde görülmeyen teşri'î
usuller, ahlakî prensipler, ilim ve amel güzellikleri, her tarafa feyiz veren,
her köşeye aydınlık saçan bir meş'ale gönderiyor. Onun okuduğu kelâm, Rabbani
ilim ve hikmetin örtülü olan sırlarını açıklıyor. Onun irşad ettiği milletler,
her vadide beşerin rehberi oluyor, bütün insanlığı irfanın her sahasında sevk
ve idare ediyor. Acaba Kur'ân'm mucize olduğunu ispat için bundan başka bir
delile ihtiyaç var mıdır?1605
·
F. Kur'ân'm Bir Lisan Harikası Oluşu
1.
Kur'ân-ı Kerimin yalnız belagatini nazar-ı itibare alırsak, daha ilk nüzulü
sırasında kuvvetli hatipleri, en beliğ şairleri sükûta mecbur ettiğini görürüz.
Müşrikler bütün kuvvetleriyle, silahlarıyla, askerleriyle, şairleriyle,
hatipleriyle onun sesini boğmak istemişler, fakat hepsi bu tutumlarından çok
geçmeden mahcup olmuşlar, onun ebedî sesi herkese ve her şeye rağmen
yükselmiştir.
O
zaman Araplar arasında Hassan b. Sâbit, Amir b. Akva', Tufeyl b. Amr, Esved b.
Serî, Ka'b b. Züheyr, Abdullah b. Ravaha... gibi birçok şair ve hatip vardı.
Bunların hepsi de Kur'ân'm yüksek huzurunda boyun eğmişlerdir. Arapların en
meşhur şairlerinden Lebîd, aynı zamanda Muallakat'tan birinin de sahibidir. Bir
gün Hz. Ömer ona bir şiir inşad etmesini söylemiş, Lebîd ise şu cevabı
vermiştir: "Cenâb-ı Hakkın Bakara ve Al-i İmran sûrelerini göndermesinden
sonra bana şiir yazmak düşmez."1606
Gıfar
kabilesinin şairi Üneys, Resûl-i Ekrem'in risaletinden haberdâr olarak Mekke'ye
gelmiş, Peygamberimizi dinlemiş, sonra yurduna dönmüştü. Döndükten sonra ona ne
gördüğü sorulmuş, o da şu cevabı vermişti: "Bu adam bir şair veya bir
sihirbaz mı? Şimdiye kadar birçok kâhin dinledim. Fakat Muhammed'in lisânı,
bunların lisanı gibi değil. Biz şiirin her veznini biliriz. Fakat o, bu
vezinlerin hiçbirisini de kullanmıyor. Bana kalırsa Muhammed hak yol üzeredir,
Kureyş ise batıl yoldadır" demişti.1607
Ashabdan
Hz. Cafer, Meryem sûresini Necâşî'nin huzurunda okuduğu zaman, Necâşî'nin
gözlerinden yaşlar gelmiş ve: "Yemin ederim ki, bu söz, İncil ile aynı
meş'alenin ışığıdır" demişti.1608
Bedir
harbinden sonra Kureyş'li esirleri kurtarmaya gelen Cübeyr b. Mut'im,
Resûlullahı Tûr Sûresini okurken dinlemiş ve kalbi titremişti.1609
Osman
b. Maz'ûn, Kur'ân-ı Kerimin birkaç ayetini dinledikten sonra Müslümanlığı kabul
etmişti. Halid el-Advanî de, Peygamberimizin Tâ-if'i ziyareti esnasında Târik
Sûresini okurken dinlemiş, hemen İslâm'a girmekle kalmamış, aynı zamanda bu
sûrenin tesiri altında kalarak onu ezberlemişti.1610
Hz.
Ömer, cemaate sabah namazını kıldırıyordu. Yûsuf Sûresini okurken gözyaşları
köprücük kemiklerini ıslatıncaya kadar ağlamıştı.1611
Resûl-i
Ekrem (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bizzat Kur'ân-ı Kerimin tebliğcisi olduğu
halde, Kur'ân okundukça, ağladığını daha önce gördük.1612
·
2. En
kuvvetli edipler, şairler, maksatlarını tasvir hususunda muhtelif beyan
üsluplarının nihayet bir ikisinde muvaffakiyet gösterebilir. Her üslupta aynı
kudreti gösteremezler; kendi yazıları buna şahittir. Hele İlmî, ahlakî, hukukî,
tekvini mevzularda aynı fesahat ve bela-gati göstermek her kalem sahibine nasip
olacak şey değildir. Kur'ân-ı Kerim ise, ihtiva ettiği bütün beyan
üsluplarında, telkin buyurduğu bütün mevzularda aynı kudreti, aynı fesahati ve
belağati muhafaza etmiş, harikulada bir mükemmeliyet göstermiştir. İşte bu
bakımdan da Kur'ân pek parlak bir mucizedir.
·
3.
En câzip mevzulara dâir en güzel bir tarzda yazılmış eserler, birkaç kere
okundukça halavetini, ruh üzerindeki tesirini kaybeder. Kur'ân-ı Kerim ise
böyle değildir. İnsan çok kere bir ayet-i celileyi yüzlerce defa okumuş,
dinlemiş olduğu halde yeniden okuyunca, ilk defa olarak okuyormuş, dinliyormuş
gibi ulvî bir heyecana kapılır, yeni yeni halavetler duyar, evvelce
düşünememiş, anlayamamış olduğu nice mazmunlara, işaretlere muttali' olur. Bu
semâvî hitabelerin pek latîf tesirlerini derin bir hayretle hisseder durur.
İşte Kur'ân-ı Kerîm, bu mazhariyeti itibariyle de manevî bir mu'cizedir.
·
4.
Kur'ân-ı Kerimin nüzulü zamanında Arabistan ahalisi, Arap lisanının bütün
inceliklerine vakıf, kendilerine has, fıtrî bir meziyet olmak üzere pek fasîh
ve belîğ bir halde bulunuyorlardı. Söyledikleri nutuklar, manzumeler lisan
bakımından pek parlak şeylerdi. Bunlar birtakım edebî bedialar vücuda
getiriyor, bu bedialar birer fesahat ve belagat abidesi sayılıyordu.
İşte
Kur'ân-ı Kerim böyle bir cemiyette nüzule başladı. Bütün fasihlere ve beliğlere
meydan okudu: "Eğer Kur'ân'm İlâhî bir kitap olduğunda şüphe ediyor iseniz
onun bir mislini siz de getiriniz! Hayır... Onun tamamına değil on suresine
olsun bir nazîre yazınız! Onun mevzuundaki hakikatten, ulviyetten kat'-ı nazar,
yalnız üslubundaki mükemmeliyeti, nazmındaki fesahat ve belağati, asılsız
sözler ile olsun taklide çalışınız. Hadi on sûre de dursun, yalnız bir
sûresinin mislini meydana getiriniz! Bakınız muvaffak olabilecek misiniz? Ne
gezer, siz buna ebediyen muvaffak olamayacaksınız" mealinde hitap etti.
Gerçekten
de hiçbirisi buna muvaffak olamadı. Kılıçlarıyla çarpışmayı göze aldılar da,
kalemleriyle Kur'ân'm en kısa bir sûresine olsun nazîre yazmak sûretiyle
mücadeleyi göze alamadılar. Çünkü bu husustaki aczlerini pek güzel anlamış
bulunuyorlardı. Aradan ondört küsur asır geçmiş olduğu halde hiçbir kimse
tarafından böyle bir nazire vücuda getirilememiştir. İşte bu bakımdan da
Kur'ân-ı Kerim pek muazzam bir kelâm mucizesidir.
•5.
Bu kitabın tümü aynı zamanda yazılıp dünyaya sunulmamıştır. Aksine parça parça
ve yıllarca devam eden bir işlemin sonucudur. Evvela birtakım emir ve
direktifler verildi ve bunlarla beraber bir ıslah içinde, hareketin her
safhasında ve karşılaşılan her güçlük ve engellerde günün şartlarına göre
Kur'ân-ı Kerimin çeşitli cüzleri, bu hareketin liderinin ağzıyla, bazan birkaç
söz, bazan da uzun hutbe ve konuşmalar şeklinde çıktı. Daha sonra bu hareketin
tamamlanması ve Hz. Muhammed'in peygamberlik vazifesinin sona ermesinden sonra
bu cüzler bir araya getirilip "Kur'ân" ismiyle dünyaya sunuldu.
Hareketin liderinin ifadesine göre, Kur'ân-ı Kerimde yer alan kelime, cümle,
emir, talimat, vaaz ve konuşmalar kendisine ait olmayıp Alemlerin Rabbinden
kendisine indirilen kelamdır. Eğer bir kişi, bu kelamın Allah'a değil,
hareketin liderine ait olduğunu iddia ediyorsa o zaman bunun için inandırıcı
deliller de sunmalıdır. Bu kişi görüşünü savunurken, dünyada bir hareket
liderinin yıllarca bir hareketi yürüttüğünü, bunu muazzam bir devlet ve toplum
düzenine dönüştürdüğünü, bazan bir vaiz ve ahlak hocası, bazan mazlum bir
cemaatin lideri, bazan bir devletin başı, bazan savaş meydanında bir ordunun
kumandanı, bazan bir fatih, bazan bir avukat, hakim, hukukçu, bazan idareci ve
iktisatçı olarak kısacası, çeşitli mevkilerde ve şartlarda söylediği her söz,
verdiği her emir ve yaptığı her konuşmanın birleşerek bir kitap haline geldiğini
ve bunun bir nizamın temelini oluşturduğunu ispatlamak zorundadır. Bu kişi
bütün bu söz ve konuşmalar arasında herhangi bir tezat veya tenakuz
bulunmadığını, her yerde merkezî fikri muhafaza ettiğini, hepsinde bir
bağlantı, ifade, üslup birliği bulunduğunu da ispatlamalıdır. Bu kişi, bu
kitabın bir insan akimın ürünü olduğunu düşünüyorsa, o insanın hareketinin
başlangıcında savunduğu fikir ve inançları, hayatının sonuna kadar
sürdürdüğünü, hareketin başlangıcında bunun hangi safhalardan geçeceğini ve bu
safhalarda ne gibi tavırlar alınacağım sezecek kadar basiretli olduğunu ortaya
koymak zorundadır. Eğer böyle bir kişinin, böyle bir eser meydana getirmesine
imkân varsa, o kişiye ve onun eserine işaret edilmelidir. Bunun başka bir eşi
olduğu ispatlanmahdır.1613
6.
Bugün aradan 1400 küsur yıl geçmiş olmasına rağmen Kur'ân-ı Kerim, Arap
edebiyatının bir şaheseri ve emsaline hiç rastlanmayan bir eseridir. Arapçada
Kur'ân-ı Kerimin seviyesine yükselmek şöyle dursun, yanma yaklaşabilen bir eser
bile yoktur. Sadece bu değil, Kur'ân-ı Kerim, Arapçada öyle bir standart
meydana getirmiştir ki, on dört asır geçmesine rağmen dilbilimi, gramer,
kompozisyon ve fesahati ile belagat için getirdiği kurallar ve boyutlar bugün
de aynen muhafaza ediliyor. Halbuki dünyanın hiçbir yerinde hiçbir dil, bu
kadar uzun süre böylesine sıkı kurallar içinde ve aynı şekilde muhafaza
edilmemiştir. Aradan geçen yüzyıllarda hemen hemen diğer bütün dillerde imlâ,
yazı, deyim, gramer, kompozisyon değişiklikleri meydana gelmiş ve bazı diller
tanınmaz hale gelmişlerdir. Fakat Kur'ân-ı Kerimin mucizevî tesirine bakın ki,
aynı süre içinde Arapça'da gözle görülür herhangi bir değişiklik olmamıştır.
Kur'ân-ı Kerimin bir tek kelimesi bile terk edilmemiş ve günlük konuşmalardan
kalkmamıştır. Kur'ân'm her deyimi ve her darb-ı meseli bugün de geçerlidir.
Kur'ân-ı Kerimin kendisi Arap edebiyatının erişilmez bir örneğidir. Dünyada
insanın yazdığı veya ortaya koyduğu herhangi bir eser ve kitap bu özelliklere
sahip sayılabilir mi?1614
SONUÇ
Sosyal
ilimler, pozitif ilimler gibi kesin, objektif ve somut sonuçlar ortaya koymaya
elverişli değildir. Bu ilim dallarında araştırma yapanlar, birtakım ferdî ve
sosyal etkiler altında kalmaktan çoğu kez kendilerini kurtaramazlar. Özellikle
din ve inanç faktörü işin içine girdiğinde bu objektiflik daha da güçleşmekte
ve araştırmacı, elinde olmayarak zaman zaman sübjektif ve yanlı
değerlendirmelere sapabil-mektedir. Kısaca ilmi ideolojiden kesin olarak uzak
tutmak bugüne kadar mümkün olmadığı gibi bundan sonra da mümkün
görünmemektedir.
Bir
araştırmacı olarak biz de bu genel hükmün dışında kalamayız. Ancak bu
çalışmamızı mümkün olduğunca objektif ve konuya ilişkin olarak dile getirilen
en ufak bir detay ve ihtimali gözönünde bulundurarak sürdürmeye çaba gösterdik.
Genellikle konuya ilişkin iddialara, sahiplerine nisbet ederek ve toplu halde
işaret etmekle birlikte zaman zaman amaçlarının tam olarak anlaşılması ve
sözleri üzerinde objektifliğe en yakın bir değerlendirmenin yapılması için
müsteşriklerin görüşlerini uzunca iktibasta bulunduktan sonra değerlendirmeye
tabi tuttuk.
Araştırmamız
sonucunda vardığımız sonuçları anahatlarıyla ve birer paragrafla şu şekilde
özetleyebiliriz:
Oryantalizmin
anavatanı olan Batı dünyasının İslama olan ilgisi, bu dinin ortaya çıktığı ilk
yıllardan itibaren başlamıştır. Daha sonraki yıl ve asırlarda bu temasın sıcak
mücadeleye dönüşmesiyle bu konudaki eser ve İlmî çalışmalar da hasmâne bir
atmosfer içinde kaleme alınmış ve gerçekçilikten alabildiğine uzak bir özellik
arzetmiştir. Bu hasmâne
tavır
ve çoğu zaman iftiraya kadar varan iddialar, günümüze kadar da büyük çapta
sürüp gelmiştir. Bunun yamsıra oryantalistler tarafından çok faydalı İlmî
çalışmalar da ortaya konulmuştur.
Azımsanmayacak
sayıdaki müsteşrik Hz. Muhammed'in hayatı boyunca samimi ve vahiy diye
algıladığı Kur'ân'daki bilgilere inanan bir kimse olduğunu kabul etmektedir. Bu
samimiyeti gerçek bir peygamber oluşuna bağlayanlar—ister Müslüman olsun
isterse Basetti Sani gibi kendi dininde kalmaya ve konuyu başka şekilde
değerlendirmeye devam etsin- konumuzun dışında kalmaktadır. Bu samimiyeti
gerçek bir peygamber oluşuna değil de değişik faktörlere bağlayanların
iddialarını çalışmamızın ilgili bölümlerinde ele alarak tutarlılık derecesini
ortaya koymaya çalıştık. Araştırmamız sonucu vardığımız kanaat ise, bu
samimiyet itirafları gerçeğin ifadesi, bunu izah için ileri sürülen iddialar
ise birtakım dinî, siyasî, ideolojik ve sosyal kaygıların ürünüdür.
Hz.
Muhammed'in baştan beri artniyetli, sahtekâr ve aldatıcı olduğunu söyleyenlerin
iddiaları ise az önce işaret ettiğimiz görüş tarafından büyük ölçüde hükümden
düşmekle beraber Hz. Muhammed'in, halkı arasında doğruluk ve güvenilirlikle ün
salması, tekellüf ve sun'-iliğe tamamen zıt olan engin tevazu' ve fıtrîliği,
başta hanımları, hizmetçileri, yakın akrabaları, sahabileri ve kendisini
tanıyan hemen herkesin büyük bir içtenlikle kendisine olan bağlılıkları, onun
getirdiği din uğrunda varlarını yoklarını feda etmekten çekinmemeleri, bu
durumun gerek zayıfken gerek güçlü, gerek hayatında gerekse vefatından sonra
hiç değişmemesi; basit günlük meselelerde bile bilmediği konularda konuşmayarak
son derece ihtiyatlı olmasına karşılık Allah'tan emir aldığını anlar anlamaz
her türlü tehlikeyi, hatta ölümü göze alarak ne pahasına olursa olsun hak
bildiğini haykırması; tabiî fakat asîl, sade fakat lahûtî, fıtrî fakat yüce
alemlerle bağlantılı olduğu ilk bakışta farkedilen ve birçok kimsenin iman
etmesine tek başına sebeb olan hal ve tavırları; ümmî, eğitim ve öğretimden
uzak, en bariz vasfı "cehâlet" olan bir toplumda büyümüş olmasına
rağmen insanlığa sunduğu Kitabın ve "Sünnet" adı altında ortaya
koyduğu hikmetin on dört asır boyunca büyük medeniyetlere kaynaklık etmesi ve
bugün bile Kur'ân'm en çok okunan, saygı duyulan, inceleme ve araştırmaya tabi
tutulan bir kitap olması; hakikatle bağlı ve gerçeğe dayandığını gösterir
derecede davasına hayatı boyunca içtenlikle bağlılığı, kararlılık ve
taviz-sizliği... gibi onun şahsıyla ilgili işaret ve deliller böyle bir iddiayı
kabul ihtimalini son derece zayıf kılmaktadır.
Öte
yandan, ilk vahiy karşısındaki tepkisi, diğer bir ifadeyle Hira Mağarasında ilk
defa Hz. Cebrail'i gördüğünde gösterdiği telaş, "acaba başıma kötü bir şey
mi geldi" endişesiyle bu konuda bilgisinin olduğunu ümit ettiği mercilere
başvurması, onun peygamber olma, bir kitap ortaya koyma konusunda önceden bir
düşüncesinin bulunmadığını gösterirken aynı zamanda son derece içten ve samimi
olduğunu ortaya koyuyor. İlk dönemde inen ayetleri hızlı hızlı tekrar ederek
ezberlemeye çalışması ve vahiy esnasındaki hali de sun'ilikle tamamen zıt
faktörler olduğunu konuyla ilgili tarihî belgeler göstermektedir. Çünkü bir
insanın düşünüp tasarlayarak söylediği bir sözü söylerken unutmamasına gayret
etmesi normal bir durum değildir. En çok ihtiyaç duyduğu ve şahsıyla ilgili
hayatî mevzuların sözkonusu olduğu anlarda uzun süre vahyin gelmemesi; bir ara
vahyin kesintiye uğraması ve pek çok kez vahyin kendi arzusuna muhalif olarak
inmesi veya onun bazı icraatlarını çok acı bir biçimde tenkid etmesi, ister
"hilâf-ı evlâ", isterse başka bir şekilde isimlendirilsin bazı
hatalarını tarihe mal ederek gerek kendi hayatı boyunca gerekse ondan sonra
yüzyıllarca dillerde tekrar ettirmesi de onun bu konudaki samimiyetini ve kendi
sözlerine vahiy görüntüsü verme gibi bir tutumunun sözkonusu olmadığını açıkça
ortaya koymaktadır.
Yine
her insanın kendisinin de manasını bilemediği bir sözü sarfetmesi ve bunu
yazdığı bir kitaba kaydetmesi mümkün olmaması cihetiyle, zaman zaman Hz.
Muhammed'in amacını tam olarak bilemediği ve ancak daha sonra gelecek bir
ayetle açıklanan bazı ifadelerin Kur'ân'da bulunması; Kur'ân gibi bir şaheserin
kendi eseri olmadığını ısrarla belirtmesi de gerçekten onun bu konudaki
doğruluk ve samimiyetini açıkça gösteriyor. Çünkü, tarihte zıddı sıkça vaki ise
de, kendisine ait çok kıymetli bir eseri başkalarına maleden kimse belki de hiç
yoktur. Yine, zahiren tıpkı diğer sözleri gibi ağzından dökülen Kur'ân'a olan saygı
ve bağlılığı, onun hıfz ve bekasına gösterdiği titizlik ve bunu diğer sözlerine
asla göstermemesi ve Kur'ân'm bu üstünlüğü karşısındaki aczi, onun ifadelerine
en ufak bir değişiklik ve müdahaleye cesaret edememesi de Kur'ân'm, başka,
fakat yüksek ve kutsî bir kaynaktan geldiğini gösteriyor. Hayatı boyunca
Allah'ın sözü olarak ortaya koyduklarıyla kendi sözü olduğunu söylediklerinin
üslup bakımından birbirinden farklı olması iki sözün gerçekten farklı ve
Kur'ân'mkinin yüce ve üstün olduğunu ispatlamaktadır.
Yine
Hz. Muhammed'in Rabbiyle olan münasebetine baktığımızda onun, Allah'a isnad ve
iftirada bulunmasının imkânsız derecede güç bir ihtimal olduğu ortaya çıkıyor.
Meselâ, Allah'a son derece bağlı, Ondan son derece korkan, emirlerine karşı
gelmekten nihayet derecede çekmen, Onu razı etmek için ibadete son derece
düşkün ve Ona sonsuz bir güven ve tevekkül ile bağlıdır. Buna karşılık Allah da
inkârı mümkün olmayan, pekçoğu Kur'ân ayetleriyle te'yid ve tescil edilmiş
yüzlerce mucizeyi onun eliyle göstermiş ve hayatının her anında onu himaye ve
gözetiminde bulundurmuştur. Söyleşine Allah'a bağlı, Allah'ın da böylesine
kuvvet, muvaffakiyet ve teyit bahşettiği bir zatın kalkıp da kendi sözlerini
Allah'a isnat etmesi, Onun adına konuşması, Onun rolüne girmesi mümkün müdür?
Hz.
Muhammed'in, gerek kendi dönemindeki, gerekse asrımızdaki muhaliflerinin
kararsızlık ve tutarsızlıkları, pek çoğunun önceden ileri sürdüğü iddialardan
vazgeçerek ona iman getirmeleri, iman getirmeyenlerin bir kısmının onun içten,
samimi ve dürüst bir insan olduğunu itiraf etmeleri bize göre onun
peygamberliğinin açık bir delilidir.
Hz.
Muhammed'i, samimiyet ve doğruluk açısından Mekke ve Medine dönemlerine göre
farklı değerlendirenlerin bu yaklaşımları da yerinde değildir. Zira gerekçe
olarak ileri sürdükleri "Tanrı telakkisinde değişiklik",
"Yahudilere karşı haksızlık edip katı davrandığı", "Ekonomik
üstünlük hırsına kapıldığı", "Antlaşmalarına bağlılık göstermemeye
başladığı", "Cinsî arzularına aşırı düşkünlük göstermeye
yöneldiği", "Hz. İbrahim ile Kâ'be inşası arasında bağ kurmaya
başladığı" "Yahudilerden ümidini kestiği için Kıbleyi
değiştirdiği", "Öğle namazı ve Aşure orucunu Yahudilerden
öğrendiği" ve "Kur'ân'm üslup ve muhtevasında değişiklik meydana getirdiği"
iddialarının gerçekle bir ilgisinin bulunmadığı çalışmamızda delilleriyle
ortaya konulmuştur.
Çalışmamız
sonunda ortaya çıkan diğer bir gerçek de şudur: Ne Medine ne de Mekke dönemiyle
ilgili olarak ileri sürülen hiçbir merci Kur'ân-ı Kerime kaynak olacak
nitelikte değildir. Gerek Hz. Muhammed'in çağdaşları, gerekse günümüze dek Şark
ve Garbtaki muhalifleri, bazan genel ve müphem bir ifadeyle ona Kur'ân'ı
birilerinin öğrettiği, bir yerlerden alıp yazdığı; yaptığı ticarî yolculuklar
sırasında Ehl-i Kitaptan, özellikle Rahib Bahîra'dan öğrendiği; Hanîf diye
isimlendirilen ve Allah'ın birliğini ve Hz. İbrahim'den kalma birtakım inanç ve
yaşayışları benimseyen şu veya bu şahıstan aldığı; şairlerden ve halk
fikirlerinden edindiği; Sabiîlerden öğrendiği; Hz. Ömer ve benzeri bazı sahabilerden
birtakım görüşleri alıp Kur'ân'ma yerleştirdiği iddialarının tek tek ele alınıp
hatıra gelebilecek bütün ihtimaller gözö-nünde bulundurularak değerlendirilmiş
ve bu sayılan iddialardan hiçbirinin Kur'ân gibi muazzam bir kitaba kaynak
olamayacağı ortaya konulmuştur.
Meselâ,
Mekke'de Yahudi nüfusun bulunmadığı ihtimali son derece kuvvetli olup,
varlıklarını gösteren bir delil ve işaret gösterilememek-tedir. Mekke'de
yaşadığı söylenen Hıristiyanlar ise, genellikle dışarıdan gelmiş, Arapça'yı iyi
konuşamayan, köle, içki tüccarı, demircilik gibi zanaatlarla geçimlerini
sağlayan kimseler olup, Hz. Muham-med'in bunlarla haşirneşir olmaması bir yana,
Kur'ân gibi, geçmiş ve gelecekle ilgili gaybî haberler, İlâhiyat ve ahiretin
yüksek hakikatleri, en yüksek İnsanî ve medenî düsturları eşi ve benzeri
getirilemeyecek yüksek fesahat ve belagatla Arapça olarak sunan bir Kitaba
kaynak olmaları mümkün değildir.
Hz.
Muhammed'in yaptığı ticarî yolculuklar da iki seferi geçmemekte, bunlardan
birinde dokuz veya on iki yaşında bir çocuk, İkincisinde ise yirmi beş yaşında,
başkasının sermayesiyle ticaret yapan ve ağır bir emanet yükünü sırtında
taşıyan, geçimini sağlamak ve sermaye sahibi ortağını memnun etmekten başka pek
bir şey düşünmeye fırsatı olmayan bir kimsedir. Her iki yolculukta da yanında
başkaları bulunup, böyle bir öğretimin cereyan etmesinden bir tek kelimeyle
söz. etmemişlerdir. Öte yandan Hz. Muhammed'in yolculukları esnasında temas
ettiği farzedilen Ehl-i Kitaptan alacağı bir şey de yoktu. Çünkü, bu çevreler genellikle
ya dinlerini bilmeyecek kadar cahil veya gerçeğin nerede olduğunu
kestiremeyecek kadar ihtilaf ve tartışma içinde bulunuyorlardı. Kısaca Hz.
Muhammed, her gittiği yerde mutlaka düzeltilmesi gereken inanç sistemleri,
doğru yola iadesi gereken hurafelerden başka bir şeyle karşılaşmamıştır.
Hz.
Muhammed'in Kur'ân'ı, sayıları bir elin parmaklarını geçmeyen, müphem bir
tevhid inancından başka sistemli bir akideleri bulunmayan, hatta en bilginleri
bile Allah'a nasıl kulluk edeceğini bilemediğini itiraf eden, bazılarının
Müslüman olduğu, değişik gerekçelerle Müslüman olmayanların ise, en
yakınlarının İslâmî kabul ettiği Hanîflerden de alması mümkün değildir.
Kur'ân'm
şairlerden veya halk fikirlerinden alınmış olması da düşünülemez. ‘Her şeyden
önce, Kur'ân'm ne üslup, ne muhteva ve ne de amaç olarak şiirle hiçbir ilgisi
yoktur. Kur'ân, özellikle cahiliye şiir ve şairlerine sıcak bakmamakta ve
onları şiddetle tenkit etmektedir. Kur'ân'm bu şekilde değerlendirdiği
şairlerin ona kaynak olmaları düşünülebilir mi?
Hz.
Muhammed'in içinden çıkarılıp gönderildiği Cahiliyye Mekke'sinin inanç ve
adetleri ile Kur'ân'm öğretileri arasında da bir paralellik bulunmamaktadır.
Her şeyden önce Kur'ân, ilk günden beri mutlak tevhid inancını savunmuş,
putperestliği reddetmiş, geçerli sosyal değerleri temelden değiştirmiş, son
derece yaygın olan her türlü hurafeyi reddetmiş, materyalizmi, kabile
asabiyetini, gaddarlığı, ahlaksızlığı ve zulmü ortadan kaldırmıştır. Öte yandan
kaynak bakımından semavi olan bazı güzel inanç ve hasletleri bulaştırıldıkları
cahiliye telakkilerinden temizleyerek ta'dil ve ibka etmiştir. Kısaca Kur'ân,
onlardan alınmamış, onlar üzerinde ciddi bir murakıp, hakem ve ayıklayım rolünü
oynamıştır.
Tezimizde,
Kur'ân'm Mekke'de yaşadıkları bilinen, putperest, yıldızlara ve meleklere
tapan, dinî törenleri putperestlik, Hıristiyanlık ve diğer birtakım mezheplerin
karışımı olan Sabitlerden de alınmış olamayacağı ortaya konulmuştur. Nitekim,
Sabiîler, Kabe'ye değil, Harran'a haccederken, Kur'ân, Kabe'ye hac yapılmasını
emretmiş, onlar, güneş doğarken, batarken ve tepede iken ibadet ederken, Hz.
peygamber bu üç vakitte namaz kılınmasını yasaklamıştır.
Hz.
Peygamberin, bizzat Kur'ân'm emriyle, kesin vahyin bulunmadığı durumlarda zaman
zaman sahabileriyle istişarelerde bulunduğu doğrudur. Yine, Hz. Ömer'in birkaç
noktada, daha sonra gelecek olan vahiy ile aynı paralelde düşündüğü ve bu
konuda bir vahyin gelmesini arzu ettiği de gerçektir. Ancak, gerek Hz. Ömer ve
gerekse bütün sahabiler, koyu bir cehalet içerisinde bulunurken Kur'ân gibi
semâvî bir kitap inmeye başlamış, Hz. Muhammed, onun talimatlarına dayanarak
her türlü inanç ve telakkileriyle bütün bir Arabistana meydan okumuş, peyderpey
imana gelen bütün sahabiler inen ayetlere kayıtsız şartsız inkıyad göstermiştir.
Kur'ân, sayılı birkaç noktada Hz. Ömer'in görüşüyle paralellik göstermişse
sayısız noktalarda da onun inanç, ahlak ve yaşayışını düzeltmiştir. Allah'ın
yeryüzündeki halifesi olan, hele Hz. Ömer gibi meselelere imanın feraseti ve
selîm fıtratının perspektifi ile bakan bir insanın, hiçbir zaman doğruyu
yakalayamayacağını, mutlaka yanlış düşünüp, gelen âyetler tarafından
düzeltilmesi gerektiğini söylemek ne derece doğru bir yaklaşım olur? Kaldı ki,
Kur'ân, Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi
ve sellem) dahil, en belirgin vasfı cehalet olan bir asır insanının kendi
başına bilmesi mümkün olmayan, İlâhî hakikatler, gaybî haberler, kevnî
gerçekler, fıtratı derinden derine ihtizaza getiren son derece hassas, dengeli
ve adil düsturlarla doludur. Bunların şu veya bu şahsın düşüncesinin ürünü
olduğunu söylemek mümkün görünmemektedir.
Müsteşriklerin
Medine döneminde sözkonusu olabileceğini söyledikleri dış kaynaklara göz
attığımızda bunların da Kur'ân'a menba ve merci olamayacaklarını görmekteyiz.
Bu dönemde Hz. Muhammed (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) artık tarihe mal olmuş bir şahsiyet haline gelmiştir. Her
hareketi gözlenmekte, her sözü hafızalara ve bazan da satırlara
kaydedilmektedir. Böyle bir şahsiyetin hatıra gelebilecek istifade kaynakları
böylece son derece kısıtlanmış olmaktadır. Bu dönemde ileri sürülen bellibaşlı
iki kaynak vardır: Medine Yahudileri ve Medine civarındaki Hıristiyanlar.
Medine'de Hıristiyan yok denecek kadar azdır. Necran gibi çok da yakın olmayan
civar bölgelerde yaşamaktaydılar.
Hz.
Muhammed'in Kur'ân'ı ortaya koyarken Medineli yahudilerden yararlandığı iddiası
yanlıştır. Çünkü, bir kere o zamana kadar Kitab-ı Mukaddes kıssalarını konu
alan ayetlerin hemen tamamı öz olarak inmiştir. Ondan sonra detay sayılabilecek
birtakım bilgilerle boşluklar doldurulmuştur. Bunun dışındaki Kur'ân
ayetlerinin büyük çoğunluğu tamamlanmış bulunmaktadır. İslamm ana çerçevesi
iyice oluşmuş, temelleri sağlam bir biçimde atılmış, hatta denebilir ki, İslam
binasının çatısına ve birtakım dış tezyinatına sıra gelmiştir. Bu aşamadan
sonra Yahudilerden alınabilecek fazla bir şey kalmamıştır. Öte yandan Medine
döneminde Yahudi din bilginlerinin bir kısmı Müslüman oldu. Geri kalanlar da
ona karşı cephe aldılar ve bir rakabet içine girdiler. Tarih, ortada kalan din
bilginlerinin varlığını kaydetmemektedir. Hz. Muhammed'in mühtedi hahamlardan
Kur'ân ayetlerini alması en azından hoca ile talebe arasındaki rolü tersyüz
edeceği, hocayı talebe, metbuu tabi haline getireceği için mümkün değildir.
Kur'ân'ı düşman ve rakip hahamlardan alması da düşünülemez.
Medine
merkezinde yaşadığı düşünülen tek tük Hıristiyanların başı Ebû Amir er-Râhib de
Kur'ân'a kaynak olamaz. Çünkü ilk günden itibaren Hz. Muhammed'e cephe almış ve
şiddetli düşmanlığından Medine'nin dışına çıkmıştır. Öz oğlu bile Müslüman
olmuş ve İslam yolunda canını vererek şehid düşmüştür.
Necran
Hıristiyanlarına gelince, Yahudiler için sözkonusu olan birçok nokta onlar için
de sözkonusu olduğu gibi, bunlar istifadeyi güçleştirecek derece Medine'den
uzakta bulunmakta, ayrıca en önemli din biginlerini ve ileri gelenlerini
Medine'ye elçi olarak göndererek, Hz. Muhammed
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) ile tartışmışlar, pek çok soruları bizzat
Kur'ân ayetleri tarafından cevaplandırılmış, daha sonra bu heyet fikren
mağlubiyetlerini itiraf ederek Müslümanların himayesine girmeyi ve cizye
vermeyi kabul etmiştir. İş bununla da bitmemiş, delegasyonunun en önemli
üyeleri ülkelerinden geri dönerek Müslüman olmuştur.
Acaba
Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) doğrudan doğruya Kitab-ı Mukaddesten yararlanmış olabilir mi?
Araştırmamızın bu soruya verdiği cevap da "Hayır!"dır. Çünkü, Hz.
Muhammed'in ümmî olması bir yana, Kitab-ı Mukaddesin Arapça bir tercümesi o gün
için henüz mevcut değildi. İlim belli bir grup din bilgininin tekelinde olup
umumi istifadeye açık değildi. Öte yandan gerek üslup ve gerekse muteva
bakımından Kur'ân ile Kitab-ı Mukaddes arasında çok büyük farklılıklar vardır.
Kur'ân, sözkonusu kitaplar üzerinde hakem, murakıp ve doğrultucu rolünü oynayıp
bazı noktalarını onaylamış, bazılarını tadil etmiş, bazılarını ise insanların
ilavesi olduğunu belirtip reddetmiştir.
Dış
kaynaklar diye ifade edebileceğimiz bu hususları böylece değerlendirdikten
sonra, "İç Kaynaklar" diye adlandırdığımız Hz. Mu-hammed'in şahsıyla
ilgili olanları ele aldık. Kur'ân'm, Hz. Muhammed'in şahsî tefekkür, mantık,
dehâ ve çabasının ürünü olamayacağı sonucuna vardık. Her ne kadar mantık,
putperestliğin geçersizliğini ortaya koymak için yeterli ise de bu inancın
yerine getirilecek yol ve sistemi bütün levazımatıyla tespit edip insanların
hayatına mâl etmek bir inasmın işi değildir. Öte yandan, şahsî tefekkür, geçmiş
ve geleceğin gaybî dehlizlerine nüfuz edemez, kâinatın Yaratıcısı olan Allah'ı
bütün isim ve sıfatlarıyla tanıtamaz, geçmiş semavî kitapların ruhunu
özümseyip, onları hurafelerden arındırarak üzerlerinde murakıp rolünü ifa edemez.
Oysa bakıyoruz ki, Hz. Muhammed, Kur'ân inmeden önce kitap nedir, iman esasları
nedir bilmiyordu. Değil kıyamete kadar gelecek bütün bir insanlığa, kendi
kendisine bile yol göstermekten uzaktı. Kur'ân'ı lebaleb dolduran, kevnî
gerçekler, İlâhî hakikatler, İçtimaî ve ahlakî düsturlar, görünen ve görünmeyen
alemler arasındaki ince münasebetler... Hz. muhammed'in şahsî tefekkürünün
ürünü olamaz.
Tezimizde,
Hz. Muhammed'in, şahsî veya İçtimaî emellerini gerçekleştirmek için Kur'ân'ı
ortaya koyup Allah'a isnat ettiğine ilişkin iddiayı da ele aldık. Bunu, dünya
malına düşkünlük, liderlik tutkusu, cinsel arzularını tatmin, konfor ve rahata
meyil veya iyi niyetle halkını ahlakî ve sosyal açıdan ıslah için sözlerine bir
tesir kazandırma... gibi ihtimaller üzerinde detaylı bir biçimde durduk.
Bunların hiçbirinin Hz. Muhammed (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) için sözkonusu olmadığı sonucuna vardık. Bir kere o, hiçbir
zaman dünya malına düşkünlük göstermemiş, dünya hâzineleri eline aktığı zaman
bile zahidâne yaşantısını değiştirmemiş, zaruri ihtiyaçlarının dışında eline
geçen ne varsa muhtaçlara dağıtmıştır. Bazan haftalarca evinde yemek pişirmek
için ateş yanmamış, günlerce süren açlığını bastırmak için bağrına taş
bağlamış, sofrasında bir çeşitten fazla yemek bulundurduğu çok nadir görülmüş,
üç gün üst üste arpa ekmeğiyle olsun karnını doyurmamıştır. Böyle bir zatın
konfora düşkünlüğünden söz edilebilir mi?
Hayatının
en hararetli ilk yirmi beş yılını iffetle ve bekâr olarak geçiren, elli
yaşlarına kadar, kırk yaşında evlendiği bir tek hanımla yine son derece iffetle
ve hiçbir dedikoduya meydan vermeden geçiren bir zatın cinsel arzusunu tatmin
için ayetler indirdiği iddiasının da son derece çirkin bir iftira olduğu, böyle
bir zatın elli yaşından sonra çok evliliklerinin yüksek birtakım hikmetlere dayandığı
da tezimizde delilleriyle izah edilmiştir.
Kavmini,
dinî, ahlakî ve İçtimaî açıdan ıslah için, dürüst ve dindar bir insan bazı
sözler uydurup Allah'a isnad edemez. Çünkü bu son derece yüksek gaye ile bu
hadsiz derece çirkin tutum birbirine aydınlık ve karanlık gibi zıttır; aynı
şahısta toplanamazlar. Hz. Muhammed, düşmanlarının itirafıyla dahi, her türlü
güzel ahlakı şahsında bulunduran nezih ve müstesna bir zattır. Böyle bir zatın,
haddinden hadsiz derecede tecavüz edip, Allah'a iftira gibi en çirkin
sahtekârlığa düşmesi mümkün değildir. Bu nokta da tezimizde detaylı bir biçimde
ortaya konulmuştur.
Acaba
Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) farkında olmaksızın, yanılarak kendi sözlerini Allah'a isnat etmiş
olabilir mi? Bu da mecnun olduğu, bilinç altındaki arzularının Kur'ân âyetleri
olarak dışa yansıdığı, sara hastası olduğu, histeri ve nevrasteniye
yakalandığı, gördüklerinin halüsinasyon olduğu... ithamları altında ileri
sürülmüştür.
Hz.
Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) gibi,
ruhen ve bedenen son derece sağlıklı, dengeli, itidalli, deha derecesinde
akıllı, bütün bir insanlığa meydan okuyacak ve Allah'tan aldığına inandığı
prensiplerini insanlığın can ve damarlarına zerkedecek derecede kararlı bir
insanın bu tür ruhî ve bedenî hastalıklara maruz kaldığını ileri sürmek, büyük
bir cehalet eseri değilse, korkunç bir kin ve peşin hükümlülüğün ürünüdür.
Burada işaret ettiğimiz bütün iddiaları tezimizde detaylı bir biçimde ele alıp,
gerçekle bir alakasının bulunmadığını ortaya koyduk.
Tezimizin
Üçüncü Bölümünde, Kur'ân'ın üslup ve muhtevasının, kendi kaynağına delaleti
üzerinde durduk. Bu bölümde de ulaştığımız sonuçlar şöylece özetlenebilir:
Kur'ân âyetleri, öyle bir insanın çıkıp da bazı sözlerinin başına
"Oku!", "De ki", "Emret!", "Ey Nebî",
"Ey Resûl", "Biz sana vahyettik"... gibi eklemelerde
bulunarak Allah'a isnad edeceği cinsten ifadeler değildir. Kur'ân baştan başa
bir İlâhî ruh ve hava aksettiriyor. Meselâ, Kur'ân, mübelliği olan Hz.
Muhammed'in hiçbir üzüntü ve sevincinden bir iz taşımıyor. Yirmi üç sene
boyunca pekçok acı, ıstırap, musibet ve sıkıntıya maruz kaldığı gibi, en büyük
sevinç, başarı ve zaferlere de mazhar olan bu zatın, bu en önemli hallerinden
hiçbirini bir beşer bedbinliği veya taşkınlığıyla konu almamaktadır. Aksine ya
bunlardan hiç söz etmemekte veya yüksek bir tevcih, irşad, ders ve ibret
işaretlerinde bulunmaktadır.
Öte
yandan Kur'ân, gerek muhteva ve gerekse üslup bakımından beşerî teamül,
telakki, ölçü ve değerlerden son derece uzak ve münezzehtir. Diğer bir ifadeyle
Kur'ân, bir ferdin ruh halini, ahlak, yaşayış ve telakkilerini yansıtmadığı
gibi, belli bir toplumun da zaaf, meziyet, ölçü ve değerlerini
yansıtmamaktadır. O gerçekten, alemlerin Rabbi olan bir Zâtın, semâvî,
cihanşümul ve zaman üstü ölçü ve değerlerini aksettirmektedir. O, İlâhi ilmin
projektörüyle geçmiş ve geleceğe nüfuz ettiğini gösteren mutlak bir güvenle söz
söyler. En olumsuz ve zahirî esbab dairesinde muvaffakiyetten en uzak bir
durumdaki mübelliğinin mutlak zafere ereceğini kesin bir ifadeyle dile getirir.
Benzerinin getirilmesinin, zaman, mekân ve muhatap tahdidi yapmadan mümkün
olamayacağını, yine ancak Allah'ın garantisini gösteren bir edayla ilan eder.
Kur'ân,
değil yalnız Hz. Muhammed (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) gibi ümmi bir zatın, onun dönemindeki bütün insanlığın
habersiz olduğu, hatta çok asırlar sonra geliştirilmiş teknik imkanlarla
keşfedilebilecek pekçok İlmî ve kevnî gerçekleri ihtiva etmektedir. Yine
herbirisi başlı başına bir ihtisas alanı olan İslâmî ilimlerin ana umdeleri,
tabir caizse formül ve fezlekeleri Kur'ân'da bulunmaktadır. Böylesine hadsiz
genişlikteki ilimlerin ruhunu özümseyip, bunca dikkatli tetkik ve tarassutlar
altında en ufak bir yanlışlığa düşmeden, hatta çoğu zaman asırlar sonra
haklılığı ortaya çıkacak bir kitabın ümmî bir zatın akimın ürünü olması mümkün
değildir.
Öte
yandan Kur'ân'm gerek dostlarına, gerekse düşmanlarına olan inkâr edilmez
tesiri de onun gerçek kaynağına işaret etmektedir. Onun kadar, cazibe merkezi
haline gelmiş, uğrunda ömürler feda ettirmiş, canlar verdirmiş, ordular
sevkettirip hakikatlerini dünyanın en ücra köşesine kadar ulaştırmaya aşk ve
şevkle koşturmuş başka bir kitap gösterilemez. Bugün bile Kur'ân, en çok
okunan, en çok basılan, bol miktarda ellerde dolaşan, buna rağmen değerinden
hiçbir şey kaybetmeyen tek kitaptır.
İnsanın
his, beden ve akıl dengesini sonsuz denecek derecede bir hassasiyetle koruyarak
hükümlerini vazetmiş, emirlerini tevcihte bulunmuş ve hükümlerini tatbik
ettirmiştir.
Yirmi
üç sene gibi uzun bir zaman zarfında çok değişik vesilelerle zaman ve ortam
bakımından birbirinden çok uzak şekilde indiği halde ayetler yan yana konulduğu
halde akıcılığından, konu bütünlüğünden ve insicamından hiçbir şey
yitirmemektedir. Aynı anda hem komutan, hem hakim, hem din adamı, hem yönetici,
hem aile reisi... olan bir şahsın bütün bu vesilelerle, yirmi üç sene gibi uzun
bir zamanda çok değişik ha-let-i ruhiyelerde sarfettiği sözlerinin bir kitap
bütünlüğü içinde bir araya getirildiğinde meydana gelecek karışıklığı gözönünde
bulundurduğumuzda, Kur'ân'm beşer sözü olamayacağı gerçeği bir kez daha açıkça
ortaya çıkacaktır.
BİBLİYOGRAFYA
Abdulbakî,
Muhammed. Fuad, el-Mu'cemil'l-Müfehres Li Elfazi'l-Kur'-ân'i'l-Kerim,
İstanbul 1990.
Abbott
Nabia,"Studies in Arabic Leterary Papyri II: Cor'anic Commen-tary and
Tradition" (1967).
Abel,
Armand, Le Coran, Bruxelles 1951.
Ahmed
Mithat (Efendi), Müdafaa (Ehl-i İslâm'ı Nasraniyete Davet Edenlere Karşı
Kaleme Alınmıştır), İstanbul, 1300.
Beşâir
(Sıdk-ı Nübuvvet-i Muhammediye), Dersaadet 1317.
Ahrens,
Kari, Christliches im Qoran, ZDMG. 84 (1930)
el-Akîkî,
Necîb, el-Musteşrikûn, Dâru'l-Maarif, 3. Baskı, I-III, Mısır 1965.
Ali,
Cevad, el-Mufassal Tarihu'l-Arab Kable'l-lslâm, I-IX, Beyrut 1968-1972
Andrae,
Tor, Mahomet, Sa Vie et Sa Doctrine.Paris 1945.
Les
Origines de L'Islam et la Cristianisme (Traduit de L'Allemend par Jules Roche)
Paris 1555.
el-Askalânî,
İbn Hacer Ebu'l-Fazl Ahmed b. Ali, Fethu'l-Barî bi .Şerhi'l-Buharî,
I-XVII, Mısır, 1959.
Ateş,
Ali Osman, Sünnetin Kabul veya Reddettiği Cahiliye ve Ehl-i Kitap Örf ve
Adetleri (Doktora Tezi, 1989, basılmamış)
Atiyyetullah,
Ahmed, el-Kamûsu'l-İslâmî, Mektebetü'n-Nehda'l-Mısriyye
Avad,
İbrahim, Masdaru'l-Kur'ân, (Dirâse Fi'l-İ'chazi'n-Nefsî), Kahire 1986.
el-Musteşrikûn
ve'l-Kur'ân DâruT-Hukûk,
Kahire 1985.
Bayraktar,
İbrâhim, Hz. Peygamberin Şemaili (Doktora Tezi), Sehâ Neşriyat, İstanbul
1990.
Bedevi,
Abdurranmân Defense de la vie du Prophete Contre ses Ded-racteurs.Edition
Afkar, Paris 1990.
Defence
du Coran Contre es Critiques, Paris 1989.
Belâzûrî,
Ahmed b. Yahya, Ensâbii'l-Eşraf, Matbaatu Dâri'l-Maarif, Mısır 1959.
Futûhu'l-Büldân,
Dâru'l-Maarif, Mısır 1959.
Bell,
Richard, Who Were the Hanifs? (The Moslem World) v. XX 1930.
The
Qur'ân, (Translated, with a critical re-arrangement of the Su-rahs), I-II,
Edinburghe 1937, 1939.
The
Origin of İslam in its Cristian Enviroment,London 1926.
Introduction
to the Qur'ân, Edinburgh 1953.
Beltâcî,
Muhammed, Medhal İle'd-Dirâsâti'l-Kur'âniyye, Mektebe-tü'ş-Şebâb, Kahire
1987.
Bertuel,
Joseph, L'Islam Ses veritables Origines, I-III, Paris 1981.
BirkeIand,"OId
Müslim Oppositon Against Interpretation of the Koran" (1955)
Bilmen,
Ömer Nasuhi, Tabakatü'l-Miifessirîn, I-II, Bilmen Basımevi, İstanbul
1973.
Blachere,
Regis, Le Coran, (Traduction Nouvelle) I-II, Paris 1949.
Le
Problem de Mahomat, Paris 1952.
Le
Coran, (Que Sais-je) Paris 1966.
Introduction
au Coran, Maisonneve et Larose, Paris 1991.
Histoir
de La Litterature Arabe, Paris 1990.
Bouquet,
A. C., Comparative Religion (Penguin Books) Great Britain
·
1956.
Brockelmann,
C. İslâm Milletleri ve Devletleri Tarihi (Tere. Neşet Çağatay) Ankara
1964.
Bucaille,
Maurice, la Bible, le Coran et la Science, International Isla-mic Federation of
Student Organizations, Kuwait, ts.
Buharî,
Ebu Abdillah Muhammed b. Ebi'l-Hasen, es-Sahîhu'l-Buharî, Çağrı
Yayınları, İstanbul 1981.
Buhl,
Frantz, Das Leben Muhammads, Leipzig 1930.
el-Bûtî,
M. Said Ramazan, Min Revaii'l-Kur'ân, MektebetüTFarabî, Dimaşk 1970.
Caetani,
Leone, İslâm Tarihi (Tere. Hüseyin Cahid) İst. 1924.
Çağatay,
Neşet, İslam
Öncesi Arap Tarihi ve Cahiliye Çağı, Ankara
·
1957.
Chouraqui,
Anre, Le Coran (L'Appel) Paris 1990.
Carra
de Vaux, La Leğende de Bahîra, ou Un moine chretien auteur du Coran, Paris
1898.
Çelik,
Ali, İslâmın Kabul veya Reddettiği Halk inançları (Hicaz Bölgesi)
Doktora Tezi, İstanbul.
Cerrahoğlu,
İsmail, “Batıda Kur'ân Üzerine Araştırmalar”, Ankara Üniversitesi, İ. F.
Dergisi, c. XXXI.
Tefsir
Usûlü, A. Ü.
İlâhiyat Fakültesi Yayınlar, Ankara 1976.
Tefsir
Tarihi, Diyânet işleri
Başkanlığı Yayınları, Ankara 1988.
Crapon,
Pierre (de Caprona), Le Coran: Aux Sources de la Parole Ora-culaire,
Publication Oriantalistes de France, 1981.
Daniel,
Norman, İslam and the West: the Making of an Image, Edin-burgh, 1960.
Danişmend,
İsmail Hami, Garb İlminin Kur'ân-ı Kerim Hayranlığı, İstanbul, 1978
Dârimî,
Ebu Muhammed Abdullah, Sünenü'd-Dârimî, Çağrı yayınları, İstanbul 1981.
Davenport,
Jaun, Hz. Muhammed (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) ve Kur’ân-ı Kerim (Tere: Ömer Rıza Doğrul) İstanbul 1926
Dâvud,
Abdulahad, Tevrat ve İncil'e Göre Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) (Tere. Y.
Doç. Dr. Nusret Çam) Nil Yayınları, İzmir 1988
Derveze,
Muhammed İzzet, Asru'n-Nebî, Daru'l-Yakaza, Dimaşk, 1946
Doğrul,
Ömer Rıza, Kur'ân Nedir? Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, (İkinci
Baskı) Ankara, 1967
Draz,
Muhammed Abdullah, Initiation au Coran, Presse Universita-ires de France
(Paris) 1951.
en-Nebeü'l-Azîm,
Matbaatu's-Saade, 1969.
İslâmın
İnsana Verdiği Değer,
(Tere. Nureddin Demir) Kayıhan Yayınları, İstanbul 1983.
Ebu
Dâvud, Süleyman b. Eş'as es-Sicistanî, Sünemi Ebî Dâvûd, Çağrı
Yayınları, İstanbul 1981.
Ebu
Zehre, Muhammed, İslâm'da Cihad Kavramı, (Çev: Kemal Ka-raağaçlı ) Fikir
yayınları İstanbul 1985.
Muhadarat
Fi'n-Nasraniyye, Dâru'l-İftâ,
Rıyad 1404.
Ertuğrul,
İsmail Fennî, Hakikat Nurları, Sebil Yayınevi, İstanbul 1975.
îzâle-i
Şükûk, Orhaniye
Matbaası, İstanbul 1928,Orhaniye Matbaası, İstanbul 1928,
Edib,
Eşref, Kur'ân Garb Mütefekkirlerine Göre, İstanbul 1957
Edouard
Montet, Le Coran, Payot, Paris 1944.
Emin,
Ahmed, Fecrü'l-İslâm, Beyrut, ts.
Fazlurrahman,
Ana Konularıyla Kur'ân, (trc. Alpaslan Açıkgenç) Ankara 1993.
Gallâb,
Muhammed, Nazarâtün İstişrakıyye Fi'l-İslâm, (Mecelletü'l-Ezher, Nisan
1970 tarihli sayının eki) Kahire.
Gaudefroy-Demombynes,
Mahomet, Paris 1969.
Gazali,
Ebu Hamid Muhammed, İhyan Ulûmi'd-Dîn, I-IV, Mısır, Tarihsiz.
el-Gazâlî,
Muhammed, Nazarat Fi'l-Kur'ân, Kahire 1962
Gibb,
H. A. R., Mohammedanism An Hibtorical Survay, Oxford Uni-versity Presse 1953.
Goeje,
M. De, Quotantion frome the Bible in the Qoran and the Tradi-tion (Semitic
Sttudies in Memory of Alexander Kohut, 1897)
Goldziher,
L, Le Dogme et La Loi de L'Islam, (Traduction de Pelix Arin) Paris 1958.
"Die
Richtungen der Islamischen Koranauslegung" (1920).
Gölcük,
Şerafeddin ve Toprak, Süleyman, Kelâm, Konya 1988.
Grimme,
H., Mahommed, I-II, Münster 1892, 1895.
Guillaume,
Alfred, İslam (a Pelican Books) 1964.
el-Hakîm,
Muhammed Bakır, el-Musteşrikûn ve Şübehâtühüm Hav-le'l-Kur'ân, Beyrut
1985.
Halebî,
İnsânu'l-Uyûn, Mısır 1964
Halîl,
İmaduddîn, el-Musteşrikûn ve's-Siretü'n-Nebeviyye
("Menâhi-cü'l-Musteşrikîn Fî'd-DirâsâtiTArabiyye el-İslâmiyye")
isimli kitaptaki makalesi.
Kalû
Ani'l-Kur'ân, (B. S.
Nursî'nin, İşâratü'l-Î'câz tefsirinin zeylindeki neşri, Sözler Yayınevi,
İstanbul 1994.)
Hamidullah,
Muhammed, Le Prophete de L'Islam, Sa Vie, Son Oe-uvre, Association des
Etudiants Islamiques en Francc, I-II, 5. Baskı, Paris 1989.
Kur'ân-ı
Kerim Tarih, (Tere. M.
Said Mutlu), İst. 1965.
el-Vesâiku's-Siyâsiyye,
Dâru'n-Nefâis, 5. Baskı, Beyrût, 1405.
"Hz.
Peygamberin İslâm Öncesi Seyahatleri"
(Tere. Abdullah Aydınlı) A. Ü. İslâmî İlimler Fakültesi Dergisi, sy. 4; s.
327-342.
Hançerlioğlu,
Orhan, Ruhbilim Sözlüğü, Remzi Kutabevi, 2. Basılış.
Hatip,
Abdulazîz, Gönüllerin Fethinde Cihad, Gençlik Yayınları, İstanbul, 1994.
el-Hazrecî,
Ebu Ubeyde, (V. 582 H.), Beyne'l-İslâm ve'n-Nasraniyye (Kitâbıı Ebu Ubeyde
el-Hazrecî) Tahkîk: Dr. Muhammed Şâme, Mekte-betü Vehbe, 1979 Misi
Heyet,
İslâm Ansiklopedisi, Milli Eğitim Bakanlığı, İstanbul 1941.
Heyet,
Menâhicü'l-Musteşrikîn Fî'd-Dirâsâti'l-Arabiyye el-İslâmiyye,
Mektebü't-Terbiyyeti'l-Arabi Li Düveli'l-Halîc, Riyad, 1405-1985 I-II
Heykel,
Muhammed Huseyn, Hayâtu Muhammed, Matbaatu's-Sünne-ti'l-Muhammediyye,
Kahire 1968
Heysemî,
Mecmau'z-Zevâid ve Menbau'l-Fevâid, I-X, Beyrut, ts.
Hirschfeld,
Hartwig, Judiche Element im Koran, Berlin 1878.
Huart,
Cl. Une Nouvelle Source du Coran, Jour. as. Juillet-août 1904
Hubby,
Jozeph, Manuel d'Histoire des Religions, Paris 1946
el-Hûfî,
Ahmed Muhammed, Min Ahlâkı'n-Nebî, Matabiu'-Ehrâm et-Ticâriyye, 1970.
lyaz,
el-Kadî, eş-Şifâ bi Ta'rîfi Hukûki'l-Mustafa (Tahkîk: Muhammed Karaalı
vd.) I-II, Dımaşk, tarihsiz.
İbnü'l-Cevzî,
el-Vefâ Bi Ahvâli'l-Mustafa, I-II, Mısır 1975
İbn
Esîr, Üsdü'l-Gabe, I-VII, 1970.
el-Kâmil,
I-XIII, Beyrut, 1965.
•
İbn Hanbel, Ahmed, Müsned, Çağrı Yayınları, İstanbul 1982.
İbn
Hişâm, es-Sîretü'n-Nabeviyye (Tahkîk: Mustafa es-Seka vd.) Mek-tebetü ve
Matbaatü Mustafa el-Babî el-Halebî (II. Baskı), 1955.
İbn
İshâk, Sîretü' İbni İshak, (Tahkîk ve ta'lîk, Muhammed Hamidullah) Hayra
Hizmet Vakfı Neşriyatı, Konya, 1981.
İbn
Kayyim, Zâdü'l-Mead, Fî Hedyi HayriTİbâd, I-IV, Mısır 1970.
İbnu'l-Kelbî,
Kitâbii'l-Asnâm, el-Ustaz Ahmed Zekî Paşa, Neşriyâtu
Kulliyâti'l-İlâhiyyât
bi Câmiati Ankara, 1969
İbn
Kesîr, Şemâilü'r-Resûl, Beyrût, tarihsiz, s. 108
İbn
Kuteybe, Te'vîlü Muhtelefi'l-Hadîs, Mısır 1326.
İbn
Mace, Muhammed b. Yezîd, Siinenü İbn Mace, Çağrı Yayınları, İstanbul
1982.
İbn
Miskevyh, Tehzîbü'l-Ahlâk ve Tathîru'l-A'rak, el-Matbaatu'l-Hu-seyniyye,
Mısır 1329 H.
İbn
Sa'd, et-Tabakât'ül-Kübra, I-VIII, 1957
İbn
Teymiyye, el-Cevabu’s-Sahîh Limen Beddele Dîne'l-Mesîh,
Mat-baatü'l-Medenî, 1964, Kahire
Irving,
W., Mahomet and His Successors, edited by Rochmann, The University of
VVisconsin Press, Madison, London, 1970.
İzutsu,
Toshihiko, Kur'ân'da Allah ve İnsan, (Çev. Süleyman Ateş), A. Ü.
İlâhiyat Fak. Yayınları Ankara 1975.
Jomier,
Jacques, Bible et Coran, Paris 1958.
Kahraman,
Ahmet, Dinler Tarihi, İstanbul 1965.
Karaçam,
İsmail, Sonsuz Mu'cize Kur'ân, Çağ Yayınları, 2. baskı, İstanbul 1990
Kasimirski,
Le Coran, Parisl983.
Kastallânî,
Şihâbu'd-Dîn Ahmed, el-Mevâhibü'l-Ledünniyye, bi'l-Mi-nehi'l-Muhammediyye,
I-II, Beyrut ts.
Kellet,
E. E., A Short History of Relijions, London 1933.
Keskioğlu,
Osman, Kur'ân Tarihi, İstanbul 1953.
el-Kettânî,
Muhammed Abdulhay, et-TerâtibüT-İdâriye (Tere. Ahmed Özel), İz
Yayıncılık, İstanbul 1990
Khawam,
R. Rene, Le Qoran, Paris 1990.
Khoury,
Adel-Teodore, Polemique byzantine contre L'Islam, (VIIIe-XI-Ile s.), Leiden,
1972.
Kitâb-ı
Mukaddes, Kitâb-ı
Mukaddes Şirketi, İstanbul 1976.
Koksal,
M. Asım, Hz. Muhammed (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) ve İslâmiyet, (Medine Devri) Şamil Yayınevi, İstanbul,
tarihsiz, I-XI.
Kutub,
Seyyid, Fî Zılâli'l-Kur'ân, Beyrut 3. basım ts.
Kuşeyrî,
er-Risâletü'l-Kuşeyriyye, I-II, Mısır, ts.
Künslinger,
D., Christliche Herkunft der Kuranischen Lot-Legende, Lwow 1930.
Jomier,
Jacque, The Bible and the Koran, New York, 1964.
el-Lebbân,
el-Musteşrikûn ve'l-Islam, Mecelletü'l-Ezher, Nisan 1980 sayısının eki.
Lammens
(Pers), L'Islam Croyances et Institutions, Beyrouth, 1943.
Leblois,
Louis, Le Koran et La Bible Hebraique, Strasbourg, 1887.
Ledit,
Charles J., Mahomet, İsrael et le Christ, La/Colombe 1956
Lewis,
Bernard,The Arabs in History, London 1956.
Malik
b. Nebî, Kur'ân Mucizesi, (tere. Ergun Göze) Türkiye Diyanet Vakfı
Yayınları, Ankara 1991.
Margoliouth,
Mohammedanism, VVilliams- Norgate, London, 1921.
Massignon,
La Mubahala, Paris, Imr. Adminidrative, 1944.
Preface
de Louis Massignon, (Muhammed HamidullahTn Fransızca Kur'ân Meâlinin Girişinde)
Paris, E. D. D. I. F. Paris.
Masson,
Denişe, Le Coran et Revelation Judeo-Cretienne, I-II, Paris
·
1958.
Mevdûdî,
Ebu'L-Ala, Tarih Boyunca Tevhid Mücadelesi ve Hz. Peygamber,
(derleyenler: Nâim Sıddîkî-Abdulvekîl Alvî, Tere. Dr. N. Ah-med Asrar) Pınar
Yayınları, İstanbul, I-II.
Cihad
(Tere. M. Beşir Eryarsoy, Şafak Yayınları, İtanbul, 1992
Mirza
Beşîr'ü-Dîn Mahmud Ahmed, Kur'ân-ı Kerim Tetkikine Giriş (Trc. Şinasi
Siber) Ankara 1960.
Moubarac.
Y.,- Le Coran et la Critique Occidentale, Beyrouth 1972.
Abraham
Dans Le Coran, Paris 1958.
Montet,
Edward, Le Coran, Paris 1949.
Moscati,
Sabatino, Histoire et Civilisation des Peuples Semitique, Paris 1955.
Mukallid,
Taha Abdulfettah, el-Kasasu'l-Kur'ânî Beyne'l-Müfessirîn. ve'l-Kussas
Kadîmen ve HadîsenDâru't-Te'avun.
el-Mutı'î,
Abdu'l-Azîm İbrahim b. Muhammed, Îftiraâtü'l-Müsteşrikîn Ale’l-İslâm,
Kahire 1992.
Münâvî,
Abdurraûf, Peyzul-Kadîr Şerhu'l-Câmi'i's-Sağîr, Mısır 1356.
Müslim,
Ebu'l-Huseyn, es-Sahîh, Çağrı Yayınları İstanbul 1981.
Nebhânî,Yûsuf
b. İsmail, el-Envâru'l-Muhammediyye, Beyrut 1312.
Nevevî,
Ebu Zekeriya, Riyadu's-Sâlihîn, (Tah. Şuayb el-Arnavût),
Muessesetü'r-Risâle, 17. baskı, Beyrut, 1409.
Nicholson,
Reynold A., A Literary Histoy of Arabs, Cambridge 1956.
Noeldeke,
Theodor, Geschichte des Corans, Leipzig, 2. Baskı 1938
Nursî,
Bediüzzaman Said, Asâr-ı Bedîiyye, (Neşreden: Abdulkadir Badıllı)ts.
Mektûbat,
Envar Neşriyat İstanbul 1979.
İşârâtü'l-İ'câz
Fî Mazânni'l-İcâz, (Tah.
İhsan Kasım Salihî), Sözler Yayınevi, İstanbul 1994).
Nwiya,
Paul, Exegese Coranique et Language Mystique (1970).
Ömer
Lutfi el-Alim, el-Musteşrikûn ve’l-Kur'ân, Malta 1991.
Önkal,
Ahmet, Resûlullahın İslama Davet Metodu, Konya 1981.
Paret,
Rudi ed-Dirâsâtü'l-İslâmiyye ve'l-Arabiyye Fi'l-CâmiatiT-Al-mâniyye (Tere.
Mustafa Mâhir, Kahire 1967).
Pazarlı,
Osman, Din Psikolojisi, İstanbul 1967.
Peşle
O et Ahmed Tidjani, Le Coran, Paris 1980.
er-Râzı,
Fahreddin, et-Tefsîru'l-Kebîr, Dâru'l-KutubiT-İlmiyye, Tahran ts.
Renan,
Ernest, "Mahomet et Les Origines de LTslamisme" adlı makalesi (Revue
des Deux Mondes, 15 Aralık 1851
Rippin
Andrevv Bulletin of the School of Oriantal and African Stu-dies" (1981,
1983)
Rodinson,
Maxime, Mahomet, Edition du Seuil, Paris 1961.
Roux,
Jean Paul, el-İslâm Fi'l-Garb, (Tere. Necde Hacer ve Said el-İzz), Beyrût,
1960.
Rudolphe,
VVilhelm, Die Abhangigkeit de Qorans von Judentum und Chirsitentum, Stuttegard,
1922.
Sabık,
Seyyid, Fıkhu's-Sünne, Dâru'l-KitâbiT-Arabî, Beyrut 1971.
Said,
Edward, Oryantalizm (Tere. Nezih Uzel, İstanbul 1982.
Sale,
Goerges, Observations Historique et cretique sur le Mahomet-tisme(Du Ryer'in
Al-Coran isimli eserinin baş tarafında yer almaktadır) Amsterdam, 1775.
Salih,
Subhi, Mebâhis Fî Ulûmi'l-Kur'ân, Dersaadet, İstanbul, ts.
es-Sâsî,
Sâlim el-Hac, ez-Zahiretü'l-İstişrakıyye ve Eseruhâ
Ale'd-Di-râsâti'l-İslâmiyye, Malta 1991.
es-Satlî,
Abdu'l-Hafîz, "Divânu Ümeyye b. Ebi's-Salt, Cetn' ve Tahkik ve
Dirâse" Dimaşk ts.
Schuon,
Frithjof, Christianisme / İslam, Milano 1981.
Savary,
M., Le Coran, Paris ts.
Schaht
ve Bosvvorth, Silsiletü Alemi' 1-Ma'rife (Tere. Muhammed Zü-heyr es-Sanhûrî)
Kuveyt 1978.
Schapiro,
Die Haggadischen Elemente im Erzahlenden Teiel des Ko-rans, Leipzig, 1907.
Schimmel,
Annemarie, Dinler Tarihine Giriş, Ankara 1955.
Sibâî,
Mustafa, el-İstişrak ve'l-Musteşrikûn, Beyrût 1979.
Sidersky,
D., Les Origines de Legendes Musulmanes dans le Coran, Paris 1933.
Simg,
Jaspis, Joh., Koran und Bible, Leibzig, 1905.
Snouck-Hurgronje,
Chiristian, La Leğende Qoranique d'Abraham et la Politique Religieuse du
Prophete Mohammed, 1880.
Speyer,
Heinriche, Die Biblichen Erzahlungen im Qoran, 1931, 1961.
Suruç,
Salih, Kâinatın Efendisi Hz. Muhammed'in Hayatı, I-II, Yeni Asya
Yayınları, İstanbul 1984.
es-Suyûtî,
Celâluddîn, el-İtkan, Mustafa el-Bâbî el-Halebî, Kahire 1979
Şengül,
İdris, Kur'ân Kıssaları Üzerine, Işık Yayınları, İzmir 1994, eş-Şerkavî,
Mahmûd, "el-Kur'ânü'l-Mecîd", Dâru'ş-Şa'b, Kahire 1971.
eş-Şevkânî, Neylu'l-Evtar, Dâru't-Turâs, Kahire, I-VIII
Şevki
Ebu Halil, G. Le Bon Fi'l-Mîzân, Dâru'l-Fikr, Dimeşk 1990.
el-İslâm
Fî Kafesi'l-îttihâm,
Dâru'l-Fikr, Dimeşk 1982.
Şiblî,
Mevlânâ, Peygamberimizin Ruhânî Hayatı, (Tere. Ömer Rıza), ts.
Taberî,
Ebu Cafer Muhammed b. Cerîr, Tarih, I-XIII, Mısır 1326.
et-Tabersî,
Ebu Ali, Mecma'uT-Beyân.fî Tefsîri'l-Kur'ân,
el-Mektebe-tu'l-İlmiyyetüT-İslâmiyye, Tahran ts.
Tiritton,
A. S., İslam Belief and Practices, London 1951.
et-Tirmizî,
ebu İsâ Muhammed, es-Sünen, Çağrı Yayınları İstanbul 1982.
Tisdall,
St. Clair,W. The Original Sources of the Qur'ân, London 1905.
Torrey,
C. C., The Jewish Foundation of İslam, New York, 1933.
Tümer,
Günay ve Küçük, Abdurrahman, Dinler Tarihi, Ocak Yayınları, Ankara 1988.
Umeyye
b. Ebi's-Salt, Dîvânü Ümeyye el-Mukaddeme, Tahkîk-. Müz-deriş Şultis.
Vezzân,
Adnân el-İstişrak ve'l-Musteşrikûn, Mekketü'l-Mükerreme, 1984.
Wansbrough,
Qoranic Studies: Sources and Methods of Scriptural In-terpretation" 1977.
Wencinck,
A. ]., el-Mu'cemü'l-Müfehres Li Elfazı'l-Hadhisi'n-Nebe-viyyi, Leidin
1962.
VVatt,
Montgomery, Günümüzde İslâm ve Hıristiyanlık (Tere. Dr. Turan Koç) İz
Yayıncılık, İstanbul 1991.
The
Infuence of İslam on Medieval Europe, Edinburgh, 1972.
Muhammed
at Mecca, Oxford, 1953
Yazır,
Elmalılı Muhammed Hamdi, Hak Dini Kur’ân Dili, Matbaai Ebüzziyâ,
İstanbul 1935, I-IX.
Yıldırım,
Suat,"Hadisleri Kur'ân'la Karşılaştırma Meselesinin Kaynakları"
(A.Ü.İ. İ. Dergisi, Ankara, 1978. Tayyib Okiç Armağanı) s. 106-114.
Kur'ân
Beşer Sözü Olamaz"
isimli tebliği, (Kur'ân Sempozyumu, Zaman Gazetesi Yayınları, İstanbul, 1989).
Kur'ân-ı
Kerim ve Kur'ân İlimlerine Giriş.
Ensar Neşriyat 1989.
Zakzuk
M. Hamdi, el-İstişrak ve'l-Halfiyyetü'l-Fikriyye Li's-Sara'ı'l-Hadarî"
Kuvveit 1404.
ez-Zerkanî,
Muhammed Abdulazîm, MenâhilüT-İrfân Fî UIûmiT-Kur'-ân, Matbaatu İsâ el-Bâbî
el-Halebî, ts
Zerkeşî,
Bedruddîn Muhammed b. Abdillâh, el-Bürhân fî Ulûmi'l-Kur'ân (Tahkik: Muhammed
b. EbiT-Fadl İbrahim), Mısır 1957.
ez-Ziriklî,
Hayruddîn, el-A'lâm Kamûsu Terâcim, Beyrut 1969.
Bu
kitap; vesvesenin mahiyeti ve bunun tedavi yollarını irdeliyor.
faişllldiiri:
'“niii
x‘l)('[)l(Ti ı e çmclcri
•
<'lıcnınıi\('t verdikçe şi^er.
\
ermezseniz söner.
;
■'■»;'7.' m.s-ma v erilıııoinin lüknıel Icri c (' en çok kimlerde görülür?
veseden
korumanın volimi verese
verme \olları
>
irdik konuşa cevaplar bu kitapla...
Bu
kitapta sevgiyi konu aldık.
Türkiye’de
insanlar “EIıl-i Beyti sevenler ve sevmeyenler” diye ikiye ayrılmaya
çalışılıyor. Öyleyse gerçekten EIıl-i Beyt İslâma göre nasıl sevilmeli? Onlara
ne tür bir sevgi ve saygı beslenmeli?
Problemi
kökünden ele alan, çözüm getiren, birlik ve beraberliğe güçlü bir harç koyacak
özelliğe sahip olan bu çalışma, ana kaynaklara dayanarak okuyucuyu işin özüne
götürecektir.
,
BASIM
VAYIN
^0212)
55132 25 Pbx -
■ ;
Peygamber
çizgisi:
Kur’ân’ın
hayata geçirilmesidir.
Kâinatın
temel karakteridir.
Allah’ı
bilme sanatıdır.
Model
Müslümanm hayat felsefesidir.
Ve
kitapta işlenen konular:
·
•
Efendimize benzemenin tarzı
·
•
Peygamber ahlâkının güzellikleri
·
•
Peygamber ahlâkını taklit reçetesi
·
•
Ahlâk-ı Muhammedînin yorumu
·
•
İmanlı nesil müjdesi
·
•
Nefsi sıfırlama sanatı • Efendimizin gönlündeki sırlar
NASIL
AMAİ MALI?
Bu
kitap İslâmî anlamayı ve anlatmayı işlerken, bu konuda önemli bazı meselelere
parmak basıyor. Kitaptan bazı konu başlıkları:
·
•
Üzerimize düşen görevi tam yapıyor muyuz?
·
•
Yapmadığımızı mı söylüyoruz?
·
•
İnsan kendini nasıl tehlikeye atar?
·
•
Sözün tesiri ve dilin zararları
·
•
Manevi tahribata karşı manevi cihad
·
•
Allah’ın yardımına lâyık olabilmek
·
•
İslâm kardeşliğinin getirdikleri
·
•
Mü’minin mü’mine en güzel yardımı
·
•
Azrail kapıyı çalmadan...
nesil
BASIM
YAYIN
(0212)
551 32 25 Pbx
Rudi
Paret, ed-Dirâsâtü’l-islâmiyye ve’l-Arabiyye Fi’l-Câmiati'l-Almâniyye (tro.
Mustafa Mâhir, Kahire 1967, s. 11.
Bk.
Mahmud Hamdî Zakzûk, el-istişrak Ve’l-Halfiyyetü’l-Fikriyye
Li’s-Sıra’t'l-Hadarî, Kuveyt 1404, s. 18.
Adnân
Vezzân, el-istişrak ve’l-Musteşrikûn, Mekketü’l-Mükerreme, 1984, s. 15.
Msl.,
bk. Mustafa Sibâî, el-istişrak ve'l-Musteşrikûn, Beyrût 1979, s. 13 vd.
Edward
Said, Oryantalizm, (trc. Nezihi Uzel) İstanbul 1982, s. 91.
Rudi
Paret, a.g.e., s. 9.
Nitekim,
Necîb el-Akîkî, el-Musteşrikûn isimli üç ciltlik ünlü esirine, Fıransız Rahip
Gerard de Oraliac (M. 940-1003)'ın hayatına yer vererek başlamak suretiyle
böyle bir kanaatte olduğu izlenimini vermektedir.
Schaht
ve Bosworth’tun tasnif edip, Muhammed Züheyr es-Sanhûrî’nin tercüme ettiği
Silsiletü Alemi'l-Ma’rife (Kuveyt 1978) isimli eserde, Maxime Rodinson’un
“İslâm Kültürü” hakkında yazdığı bölüme, I, 78.
ed-Dirâsâtü’l-Arabiyye
Fi'l-Câmiati’l-Biritaniyye’den nakleden “ed-Dirâsâtü'ül-Arabiyye ve'l-islâmiyye
Fî Ba’di’l-Bilâdi’l-Avrûbiyye, Beyrût, 1973, s. 10 vd.
Rudi
Paret, a.g.e., s. 9.
ibn
Sa’d, Tabakat, I, 258; M. Asım Koksal, a.g.e, VII, 37. Bunun, 6. yıl Zilhicce
ayında olduğu da rivayet edilir. Taberî, Tarih, III, 84; M. Asım Koksal, a.g.e,
VII, 37.
Buharî,
Cihad 101; Ahmed, Müsned, I, 263; M. Asım Koksal, Islâm Tarihi, VII, 48.
Muhammed
Gallâb, Nazarâtün istişrakıyye Fi’l-İslâm, (Mecelletü’l-Ezher, Nisan 1970
tarihli sayısının eki) Kahire, s. 9.
Jean
Paul Roux, el-islâm Fi’l-Garb, (trc. Necde Hacer ve Said el-izz), Beyrût, 1960,
s. 69.
Daha
geniş bilgi için bk. Necîb el-Akîkî, el-Musteşrikûn, el-Kahire, 4. Baskı, I,
110-124.
Paret,
a.g.e, s. 10.
Gallâb,
a.g.e., s. 8.
Gallâb,
a.g.e., s. 12.
Muhammed
b. Abûd,
Menhecü’l-İstişrâk Fî Dirâseti't-Tarîhi’l-islâmî “Menâhicü’l-Müsteşrikîn
Fî’d-Dirâsâti’l-Arabiyye el-islâmiyye”, Mektebü’t-Terbiyyeti’l-Arabi Li
Düveli’l-Halîc, Riyad, 1405-1985- l-ll) kitabından, I, 344... vd.
Sabahuddîn
Abdurrahman, el-Üsûsu’l-Edebiyye Li Dirâsâti’l-Müsteşrıkîn (“el-islâm
ve’l-Müsteşrikûn” isimli kitaptan) Cidde, 1985, s. 145.
el-Akîkî,
a.g.e., III, 619...vd.; es-Sibâî, a.g.e., s. 22..vd.
Zakzuk,
a.g.e., s. 75-76.
Imaduddîn
Halîl, el-Müsteşrikûn ve’s-Siretü’n-Nebeviyye (“Menâhicü'l-Musteşrikîn
Fî’d-Dirâsâti’l-Arabiyye el-lslâmiyye") adlı kitaptan. I, 116.
Maurice
Bucaille, la Bible, le Coran et la science, International Islamic Federation of
Student Organizations, Kuwait, ts. s. 6.
R.
Paret, a.g.e. s. 22.
Louis
Leblois, Le Koran et La Bible Hebraique, Strasbourg, 1887.
St.
Clair-Tisdall, W. The Original Sources of the Our’ân, London 1905.
D.
Sidersky, Les Origines de Legendes Musulmanes dans le Coran, Paris 1933.
D.
Masson, Le Coran et Revelation Judeo-Creetienne, Paris 1958.
D.
Künslinger, Christliche Herkunft der Kuranischen Lot-Legende, Lwow 1930.
Jacque
Jomier, The Bible and the Koran. New York, 1964.
Joseph
Bertuel, L’lslam Ses veritables Origines, Paris 1981. (1-3).
(Bunlar
sözkonusu eserlerden sadece birkaçıdır. Bu hususta daha fazla bigi için bk.
Index Islamicus;
Bibliographie
des ouvrages Arabes; Handbuche der Islam-Literatur; Bell’s Introduction to the
Oor’an).
Alfred
Guillaume, İslam (a Pelican Books) 1964, s. 55-58.
I.
Goldziher, el-Akîde ve’ş-Şerîa Fi’l-islâm (Mısır, et-Tab’atü’s-Sâniye) s. 12.
C.
Brockelmann, İslâm Milletleri ve Devletleri Tarihi (trc. Neşet Çağatay) Ankara
1964, s. 14.
Brockelmann,
a.g.e., s. 33.
A.
S. Tritton, İslam Belief and Practices, London 1951, s. 15-20.
Lammens,
L’lslam Croyances et Institutions, Beyrouth, 1943, s. 49.
Blachere,
Le Coran, (Que Sais-je) Presse Universitaire de Franc, Paris 1966, s. 7.
R.
Bell, Who Were the Hanifs? (The Moslem World), XX (1930), s. 122-123.
H.
A. R. Gibb, Mohammedanism An Historical Survay, Oxford Uniyersity Presse 1953
(Second edition) s. 35-45.
S.
Moscati, Histoire et Civilisation des Peuples Semitiques, s. 203.
43
E. Montet, Le Coran, Paris 1949, s. 29-31.
A.
C. Bouquet, Comparative RĞligion (Penguin Books) Great Britain 1956 (Fifth
edition), s. 266.
Bernard
Lewis, The Arabs in History, London 1956, s. 38.
İslâm
Ansiklopedisi, İstanbul 1941,1, 360-375.
Hemen
her Avrupa ve Amerika üniversitesinde İslâmî araştırmalar yapmak amacıyla
çeşitli enstitülerin bulunması, bu enstitülerde güçlü akademisyenlerden meydana
gelen ekiplerin son derece organizeli bir biçimde çalışması; Doğu dillerini
öğretmekten tutun da lisansüstü akademik çalışmaların yaptırılması, o alanlarla
ilgili değişik müesseselerde çalışmak üzere elemanların yetiştirilmesi, bu
öğrencilerden bir kısmının kendi memleketlerine dönerek, oralarda sözkonusu
müessese veya ekollerin birer temsilcisi gibi faaliyet göstermesi... hep bunun
delilleridir. Sözü edilen müesseseler, İslâm dünyasında yapılan hemen bütün
İlmî ve akademik araştırmalardan haberdırlar. Çalışanları, sonsuz bir
fedakarlık, samimiyet, ciddiyet ve gayretle çalışmaktadırlar, (bk. Zakzuk, a.g.e.,
s. 59-60.)
Müsteşrikler,
ta asırlardan beri, Müslüman Şark memleketlerinin hemen her köşesinden el
yazması eserleri toplamaya büyük bir özen göstermişlerdir. Hatta bunu kendi
özel çabalarıyla yapmakla yetinmemiş, kral ve yöneticilerinin de emir ve
teşvikinden yararlanmışlar. Şarka seyahata giden ticaret gemilerine bu tür
esirleri getirmeyi zorunlu kılmasını sağlamışlardır. Yine Napoleon’un Mısır’ı
işgalinden sonra, İslâm dünyasında Avrupanın nüfuzu artması sonucu birçok yazma
eserin toplanıp Batıya taşınması sağlanmıştır. Hatta, zaman zaman sırf el
yazması eserleri satın almak amacıyla Doğuya heyetler gönderilmiştir.
Toplanan,
bu el yazmalara büyük itina gösterilmiş, onları tanıtıcı fihristler yapılmış,
müellifleri hakkında bilgiler verilmiş, kısaca kendilerinden istifadeyi
kolaylaştıracak her türlü çalışma yapılmıştır. Avrupa kütüphanelerinde Arap ve
İslâm yazma eserlerinin on binlerce olduğu tahmin ediliyor. (Bu konuda daha
geniş bilgi için bk. Zakzuk, a.g.e., s. 61 -62.)
Müsteşrikler,
topladıkları el yazma eserleri, fihrislendirmekle kalmamışlar, birçoğunun
tahkik ve neşrini de gerçekleştirmişlerdir. Tahkik yaparken, muhtelif
nüshalarını karşılaştırarak, varsa aralarındaki farklara dikkat çekmiş, en
doğru olduğuna İnandıklarını tercih etmişler, kitabı çeşitli yönlerden
indekslendirmişler, hatta bazan neşrettikleri kitabın çok faydalı şerhlerini de
yapmışlardır, (bk. el-Lebbân, el-Müsteşrikûn ve’l-islam, Mecelletü’l-Ezher,
Nisan 1980 sayısının ek, 20).
Müsfeşriklerin
yaptıkları, tahkik çalışmalarının uzun bir listesi için bk. Zakzuk, a.g.e., s.
63-64).
Müsteşrikler
sadece Arapça metinlerin neşriyle kalmamışlar, aynı zamanda yüzlerce İslâmî ve
ilmi eser değişik Avrupa dillerine tercüme edilmiştir. Msl., birçok şiir
divanını, “Muallaklar”ı, Ebu’l-Fidâ'nın Tarihini, Taberi Tarihini, Mes'ûdî'nin Murûcu’z-Zeheb’ini,
Makrizî'nin Tarihu'l-Memâliki’ni, Suyûtî'nin Tarihu’l-Hulefâ'sım;
Gazâlî'nin ihyâ’sın\...vs. gibi çok sayıda İslâmî, lügavî, edebî, tarihî
ve İlmî eseri kendi dillerine çevirmişlerdir. Ayrıca Orta Çağda Müslümanların
felsefe, tıp, astronomi ve diğer ilimler alanında yazdıkları eserler bazı Batı
dillerine çevrilmiştir. (Bu konu için bk. Zakzûk, a.g.e., s. 64).
Müsteşrikler,
İslâm araştırmaları konusunda çok değişik konularda telifatta bulunmuşlardır.
19. asrın başlarından 20. asrın ortalarına kadar geçen birbuçuk asırlık zaman
içinde Doğu ile ilgili olarak yazdıkları eserlerin sayısı altmış bindir.
(Edward Said, a.g.e., s. 316).
İslam
Tarihi, Kelâm, Fıkıh, İslâm Felsefesi, Tasavvuf, Arap Dili ve Edebiyatı, Kur'ân
ve Hadis vs. gibi bütün sahalarda eserler telif etmişlerdir. Bu eserlerin bir
kısmı son derece faydalı olduğu halde, İslâm'a karşı ağır sözler ihtiva eden,
hemen hemen hiçbir İlmî değeri olmayan yalan ve iftiralarla dolu kitaplar da
vardır.
Müsteşriklerin
yazdığı önemli telif eserlerden bazıları şunlardır: Brockelmann (Ö. 1956)
tarafından .hazırlanmış Geschichte de Arabichen Litterature (G.A.L.), İslâm
Ansiklopedisi (Heyet); çeşitli Arapça sözlükler; el-Mu'cemü’l-Müfehres Li
Elfazı’l-Hadîsi’n-Nebevî (Concordance)...
Blachere,
Le Coran (Que Sais-je), s. 29.
Aı-i
imrân, 103.
Mâide,
2.
Zümer,
9.
En'am,
151.
Şura,
40.
Hucurat,
11.
Hucurat,
12.
Bu
sayılar, H. 1404’de yayınlanmış, “el-istişrak ve'l-Halfiyyetü’l-Fikriyye
Lİ’s-SaraTI-Hadarî” isimli eserden alınmıştır, bk. s. 65.
Müsteşriklerin
Kur’ân tercümeleri hakkında geniş bilgi için bk. T. D. V. İslâm
Ansiklopedisi’nin Suat Yıldırım tarafından kaleme alınan ilgili maddesine.
Nöldeke’nin
Geschihte des Corans; Blachâre'in Introduction au Coran; Arthur Jeffry’nin ibn
Ebi Dâvûd’un Kitâbu'l-Masâhif adlı eserin tahkikine yazdığı mukaddime bu tür
çalışmalara sadece birkaç örnektir.
Bu
tür çalışmalara örnek olarak, Andrew Rippin’in Bulletin of the School of
Oriantal and African Studies" (1981, 1983)’de Kur’an’daki Dialect
üzerindeki çalışmaları; Wansbrough’un Ooranic Studies; Sources and Methods of
Scriptural Interpretation” (1977) adlı çalışması; Paul Nwiya’nın Exegese
Coranique et Language Mystigue (1970)... gibi çalışmalar gösterilebilir.
Buna
örnek olarak şu çalışmalar verilebilir: Goldziher'in “Die Richtungen der
Islamischen Koranauslegung” (1920); Birkeland’ın “Old Müslim Oppositon Against
Interpretation of the Koran” (1955); Nabia Abbott “Studies in Arabic Leterary
Papyri II: Cor'anio Commentary and Tradition” (1967). Müsteşriklerin ilk
müfessirler hakkında yaptıkları çalışmaların başka örnekleri için bk. İsmail
Cerrahoğlu, Batıda Kur’ân Üzerine Araştırmalar (A.Ü. ilâhiyât Fakültesi
Dergisi, e. XXXI) s. 131.
R.
Arnaldez ve Jomier’in Fahruddîn er-Razî hakkında yaptıkları genel ve ayrıntılı
çalışmaları; Gotz’un Maturidî üzerindeki çalışması buna örnek olarak
verilebilir.
Msl.,
J. M. S. Baljon (1960)’un 1880-1960 yıllarını, J. j. G. Jansen’in (1974)
Mısır’daki tefsir çalışmalarını konu alan araştırmaları ile, Abbott’un
Mevdûdî’yi; De Jong’un Cevherî’yi; Boullata’nın, Bintu’ş-Şatî'yi; Chartier'in,
Mustafa Mahmud’u ve Ahmed Halefullah'ı konu alan çalışmaları buna örnektir.
Edward
Said, Oryantalizm (trc. Nezih Uzel), İstanbul 1982, s. 8.
A.g.e.,
s. 360.
Tomas
Cariyle, Peygamber Kahraman Muhammed, Serdengeçti Neşriyat, Ayyıldız Matbaası,
Ankara 1958. S. 34.
Cariyle,
a.g.e., s. 34.
A.g.e.,
s. 34.
A.g.e.,
s. 36, 42.
Maxime
Ronison, Mahomet, Editions du Seuil, 1961 .s. 104.
·
77
Rodinson, a.g.e., s. 102-103, 338.
·
78
A.g.e., s. 351.
Yazar’ın
bu noktada yanıldığını ve Kur’ân’ın şiir olmadığını söylemeye bile ihtiyaç
yoktur. Bununla birlikte Kur’ân’ın şiir olmadığı gerçeğine ileride temas
edeceğiz.
Eremya'nın
hayatı hakkında bilgi için bk.Şemseddin Samî, Kamus'l-A’lâm, II, 840-841. 04
Alfred
Guillaume, İslam, Pelican Books, 1964, s. 28-30; aynı şekilde bu ölçünün
birinci ve ikinci unsurları için bk. Malik b. Nebî, Kur’ân Mu’cizesi(trc. Ergun
Göze) Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 1991, s. 35-40.
182
Oysa bu illüzyonlar ve hafıza zayıflığı az çok anormal bir zihnin arazlarıdır
ve bunun gerek fail ve gerekse konu yönünden, bizim vak'amızla uzaktan yakından
herhangi bir ilgisi yoktur. (Muhammed Abdullah Draz, Initiation au Coran, s.
155).
Suat
Yıldırım, “Kur’ân Beşer Sözü Olamaz” isimli tebliği, (Kur’ân Sempozyumu, Zaman
Gazetesi Yayınları, İstanbul, 1989) s. 141.
Charles
J. Ledit, Mahomet, israel et le Christ, La Colombe 1956, s. 43.
Kendisi
de Kur’ân'm, Hz. Muhammed’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bilinç altının
ürünü olduğunu iddia eden Maxime Rodinson, bu konuda şöyle demektedir:
“...Özellikle Hıristiyanların gözünde Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem),
bir numaralı düşman haline gelmekte gecikmeyecekti. Saralı bir sahtekâr, iğrenç
bir yaratık gözüyle bakılacaktır
kendisine.
Müritlerinin Peygamber hakkında anlattıkları tahrif edilerek ortaya şehvet
düşkünü (Ne yazık ki bu tahrifi yapan ve böyle bir iddiada bulunan birisi de
bizzat Rodinson’un kendisidir. A. H.) ve zalim, boğazına kadar cinayete ve
fenalığa gömülmüş, tek tük fikirleri yolunu şaşırmış Hıristiyanlardan çalmış ve
saf insanları türlü hokkabazlıklarla kendine çelmiş bir adam portrasi ortaya
sürülecektir.”
“...dine
inanmayan bir takım başka adamlar, onda kendileri gibi düşünen ve eyleyen bir
insan bulmaya çalışacaklardır. XIII. yy. başlarında Boulainvilliers, akla uygun
bir din kurmuş olan bir doğa filozofu olarak selamlamaktadır Muhammedi (salla’llâhü
aleyhi ve sellem).”
“Voltaire
ise, onu, hurafelerden yararlanarak halkını zafere eriştiren kinik bir sahtekâr
olarak tanımlamaktadır.”
“Bütün
ışıklar yüzyılının gözünde Muhammed doğa ve akıl dininin peygamberidir."
“Hubert
Grimme, onu, zenginleri korkutarak onaylarını almak için gelişigüzel uydurduğu
bir “mitoloji’’nin yardımıyla malî ve sosyal bir reformu gerçekleştirmiş olan
bir sosyalist olarak görmektedir. Çoğu şarkiyatçılar yargılarında dikkatli
davranarak, Muhammed’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) dinsel şevkini ön plana
çıkarırken; tarihsel kaynakların büyük bilgini Belçikalı Cizvit rahibi Henri
Lemmens, kindarlığı, peygamberin samimiyetini inkâra kadar götürmektedir.”
(Rodinson, a.,g.e., s. 351-352.).
·
86
En’am, 33.
Fîruzâbâdî,
el-KamusuTMuhît, III, 262.
Bakara,
177; Mâide, 119; Ankebût 3; Muhammed, 21; Zümer, 33; Meryem, 50; Şuarâ, 84...
Zümer,
32-33.
Zümer,
60.
Ebu
Dâvûd, Edeb 80; Ahmed, Müsned, III, 447, 452.
Buharî,
Edeb 69; Müslim, Birr 103, 104, 105; Ebu Dâvûd, Edeb 80; Tirmizî, Birr 46; ibn
Mace, Mukaddime 7, Dua 5; Dârimî, Rikak 7; Muvatta, Kelâm 16; Ahmed, Müsned,
c.1, s.3, 5, 7, 8, 9, 11, 384, 405, 432.
Müslim,
Birr, 104; Ahmed, Müsned, I, 393, 432, 440; Taberânî, el-Mu’cemu’l-Kebîr, IX,
100.
Müslim,
Birr, 103-105; Ebu Dâvûd, Edeb 80; Tirmizî, Birr 46; ibn Mace, Mukaddime 4, 5,
7; Muvatta’, Kelâm 16; Ahmed, Müsned, I, 1,3, 5, 7, 8, 384, 332.
Buharî,
Edeb 69; Müslim, Birr 102-105; Ebu Dâvûd, Edeb 80; İbn Mâce, Mukaddime 7,
Dârimî, Rikak 7; Tirmizî, Birr 46; Ahmed, Müsned, I, 384, 410, 424, 430, 432.
98
Muvatta', Kelâm 19.
ibn
Ishâk, Sîretü ibni ishak, (Tahkîk ve ta’lîk, Muhammed Hamidullah) Hayra hizmet
Vakfı Neşriyatı, Konya, 1981, s. 57; ibn Hişâm, es-Sîretü’n-Nabeviyye (Tahkik;
Mustafa es-Seka vd.) Mektebetü ve Matbaatü Mustafa el-Babî el-Halebî (II.
Baskı), 1955, I, 197-198.
Ebû
Dâvud, ilim 3; Ahmed, MüsnedJI, 162, 192; Dârimî, Mukaddeme 43.
Buharî,
Edebü’l-Müfred, s. 77; Tirmizî, eş-Şemâilü'n-Nebeviyye, Hımış 1968, s. 120;
Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid ve Menbau’l-Fevâid, l-X, Beyrut, ts., IX, 17.
Tirmizî,
Tefsîru Sûre 6.
M.
Asım Koksal, Hz. Muhammed (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) ve İslâmiyet, (Medine Devri) Şamil Yayınevi, İstanbul, ts.,
I-XI, XI, s. 437.
Buharî,
Cihad 102.
Buhârî,
Şehâdât 28; Müslim, İmân 107, 109; Tirmizî, İmân 14.
Buhârî,
Ahkâm 43; Müslim, İmân 99, imâre 9, Bey’a 24; ibn Mâce, Cihad 41, 43; Nesâî,
Bey’a 16, 18, 24; Muvatta’, Bey’a 1,3; Ahmed, Müsned, II, 9, 62, 81, 101, 139.
Buhârî,
Şehâdat 16, 87, Edeb 54, 95; ibn Mâce, Edeb 36; Ahmed, Müsned, V, 41,45, 47.
Buharı,
Savm 55; Ahmed, Müsned, V, s. 266.
el-Kadî
lyaz, eş-Şifâ bi Ta’rîfi Hukûki’l-Mustafa (Tahkik: Muhammed Karaali vd.) I-II,
Dımeşk, ts., I, 270.
Bk.
Buhârî, Tefsir (24., 111. Sûreler); Beydavî, Tefsir, Şuara, 214. âyefin izahı;
Belli ki, Yahudi bilginlerinin büyüklerinden olan Abdullah bin Selam da buna
benzer bir yönteme başvurmuştur. Nitekim, Hz. Peygamberin kendi kavmi olan
Yahudilere onun hakkındaki düşüncelerini sormadan Müslümanlığını ilan etmek
istememiştir. Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) kanaatlerini
sorması üzerine, Yahudiler Abdullah bin Seîam’ı, onun ilmini ve değerini güzel
bir şekilde övmüşler. Bunun üzerine Abdullah bin Selam da hemen ayağa kalkarak
Kelime-i Şehadet getirmiş. Fakat az önce kendisine övgü yağdıran Yahudiler bu
kez her türlü karalamada bulunmuşlar, bk. ibn Hişam, a.g.e., II, 517).
İbn
Hişâm, a.g.e., II, 485.
ibn
Hişâm, a.g.e., II, 493.
En’am,
33. « « o
Suat
Yıldırım, Kur’ân Beşer Sözü Olamaz, Kur’ân Sempozyumu, Zaman Gazetesi
Yayınları, s. 127-128.
Firuzabâdi,
Kamusu’l-Muhît, III, 98.
imam
Kuşeyrî, er-Risâletü’l-Kuşeyriyye, l-ll, Mısır, ts., I, 427.
Kuşeyrî,
a.g.e. I, 434.
ibn
Miskeveyh, Tehzîbü’l-Ahlâk ve Tathîru’l-A’rak, el-Matbaatu’l-Huseyniyye, Mısır
1329 H. s. 164;
Ahmed
Muhammed el-Hûfî, Min Ahlâkı’n-Nebî, Matabiu’-Ehrâm et-Ticâriyye, 1970, s. 282.
İmam
Gazali, ihyâu Ulûmi’d-Dîn, el-MatbaatuTOsmaniyye el-Mısriyye, 1933, II, 483; K.
lyaz, a.g.e.,, I, 97.
Kadı
lyaz, a.g.e., II, 97.
115
ibn Mâce, ikâme 134.
Tirmizî,
Salât 173; Nesâî, Sehv 23; Ahmed, Müsned, II, 447.
Buhârî,
Vudu' 34, Gusl 17, Mevâkît 24, Ezân 25; Müslim, Mesâcid 225; Ebu Dâvud, Taharet
93; Nesâî, Mevâkît 20; İbn Mâce, Taharet 83, 110, ikâme 132; Ahmed, Müsned, I,
88, 99, 366...; eş-Şevkânî, Neylu’l-Evtar, Dâru't-Turâs, Kahire, l-VIII, III,
190.
Tirmizî,
Daavât 23; eş-Şevkânî, a.g.e., II, 289.
ibn
Mace, Sıyâm 6.
1
Müşriklerin,
Hz. Peygamber'e yönelttikleri bazı isteklerine karşılık onlara, "Ben gaybı
bilmem” (En’am, 50; Hûd, 31); “Eğer gaybı bilseydim pek çok menfaatim olurdu;
hiçbir kötülük de bana dokunmazdı" (A’raf, 188) gibi ayetlerle cevap
vermesi onların böyle bir anlayışa sahip olduklarını gösteriyor.
Buharî,
Şehâdat 27, Hiyel 10, Ahkâm 20; Müslim, Akdiye 4; Ebu Dâvud, Akdiye 7; TirmiZÎ,
Ahkâm 11; Nesâî, Kudat 13, 33; ibn Mace, Ahkâm 5; Muvatta’, Akdiye 1; Ahmed,
Müsned, II, 332, VI, 203, 307, 320.
Müslim,
Fedâil 139; ibn Mâce, Ruhun 15; Ahmed, Müsned, I, 162,163.
Buharî,
Cenâiz 3: Belirtilen yerde Osman bin Maz’un’un şehid edilişinden, kadınlardan
birinin, Allah'ın kendisine ikram ettiği konusunda şahadette bulunmasından söz
edilmekte ve kadının bu sözünün Hz. Peygamberi, kaydedilen sözü söylemesine
sevkettiği ifade edilmektedir.
Müslim,
Cenâiz 105; Tirmizî, Cenâiz 60; Nesâî, Cenâiz 101; ibn Mace, Cenâiz 49.
.
118 Bu husus için örnek olarak bk.
En’am, 37,109; Yunus, 20; Ankebût, 50.
W.
Irving, Mahomet and His Successors, edited by Rochmann, The University of
VVisconsin Press, Madison, London, 1970, s. 176.
Mensuplarınca
belirtildiği üzere Hıristiyanlık, tanrılığına inanılan İsa üzerinde temerküz
eden, odaklaşan bir dindir. Kredo (amentü)lerinden de anlaşıldığı gibi Tanrı
hakkındaki bu inançları, tanrısal mahiyetin bedenleşmesi (tecessüd,
incarnation), üç şahısta tezahürü (teslis, tirinite), insanlığı günahtan
kurtarması (fidâ, redemption) ve Onun insanları hesaba çekmesi (ahiret,
jugement demler) hususlarını ihtiva eder. (Suat Yıldırım, Mevcut Kaynaklara
Göre Hıristiyanlık, Diyânet işleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 1988, s. 113.
Teslîs’in
reddi için Bk. Nisa, 171; Mâide, 73; En’am, 151; Hz. Isa’nın öldürülmediğine
delil için bk. Nisa, 157-159; Hz. İsa’nın Allah’ın kulundan başka bir şey
olmadığına delil için bk. Nisâ 172; Hz. isây’ı tanrılaştırdıkları için
Hıristiyanları, Hz. Üzeyr’i tanrılaştırdıkları için de Yahudileri şiddetle
tenkid ve tekfir eden ifadeler için de bk. Rûm, 30-31.
Kur'ân'da
yer verilen Peygamber mucizerine misal için bk. Bakara, 60;'AI-i imran, 49;
Nemi, 16, Enbiyâ, 69;40;Sebe', 1, 10, 12
Bk.
isrâ, 93.
Hz.
Peygamberin vahiy ile düzeltilen bu tür ictihadlarına örnekler ileride
gelecektir.
İmâm
Mâlik, el-Muvatta’ III, 83.
K.
lyad, a.g.e., I, 265.
132.
Buhârî, Ta’bîr, 9; Enbiyâ 11, 19; Müslim, imân 238, Fadâilus'-Sahâbe 152;
Tirmizî, Tefsir 13; Ahmed, Müsned, II, 326.
Buhârî,
Enbiya 14,19.
Buharî,
Teheccüd 7, Enbiya 37, 38; Müslim, Sıyâm 189, 190; Ebû Dâvûd, Savm 66; Nesâî,
Sıyâm 14, 68, 69, 76, 77, 78, 890.
Buharî,
Husûmat 1, Diyât 32, Ebiyâ 25, 31, Tevhîd 22; Müslim, Fedâil 160; Ebu Dâvud,
Sünnet 13; Ahmed, Müsned, II, 264, III, 41.
Buhârî,
Fedailü’l-Kur’ân 1.
Buharî,
Rikâk 51, Enbiya 3, 17, Tevhîd 19, 24, 36; Müslim, İmân 322, 326, 327; Tirmizî,
Cuma 63, Kıyâme 10; ibn Mâce, zühd 37; Ahmed, Müsned, V, s. 145, 147.
Ahmed,
Müsned, V, 256.
Bunlardan
Cariyle şöyle demektedir: “Onda her nevi iştahtan çok daha yüksek bir şey
vardı. Yoksa yirmi üç yıl omuz omuza döğüşen, onunla dirsek dirseğe yaşayan bu
çöl bedevileri ona bu kadar uyarlar mıydı? Onlar zaman zaman vahşi bir
samimiyetle köpüren ve birbirlerini boğazlayan bir nevi yabanilerdi. Gerçekten
değerli ve mert olmayan bir insanın onlara emretmesi mümkün olmazdı.” (Cariyle,
a.g.e., s. 40).
Bk.
Ibn Hişâm, I, 188-189.
Mevdûdî,
Tarih Boyunca Tevhid Mücadelesi ve Hz. Peygamber, (derleyenler: Nâim
Sıddîkî-Abdulvekîl Alvî, trc. Dr. N. Ahmed Asrar) Pınar Yayınları, İstanbul,
l-ll, II, 644.
Mevdûdî,
a.g.e., II, 645.
Mevdûdî,
a.g.e., II, 645.
Mevdûdî,
a.g.e., II, 645. Leone Caetani’nin şu itirafları da aynı gerçeği teyid
etmektedir: “Yahudilerden başka Muhammed'in muhaliflerinden ve düşmanlarından
hiçbiri onun hakikaten mülhem (ilhama mazhar) olmasından hiçbir zaman şüpheye
düşmedi; bu baptaki iddiasının yalan olduğuna ihtimal vermedi. Buna kat’î
sûrette hükmedebiliriz. Ebu Bekir, Ömer, Abdurrahman b. Avf, Ebu Ubeyde b.
Cerrah, Sa’d ibn Ebi Vakkas ve şâire gibi en zeki ve seciye itibariyle en
yüksek adamlar Hz. Muhammed’in etrafında toplandılar. Devirlerinin hiç şüphesiz
en büyükleri olan bu zatlar, onun yalanlarını anlamayacak kadar kör ve idraksiz
olduklarına ihtimal verilebilir mi? “Bunlar, işin içinde bir yalancılık
olduğunu farkettiler, fakat sustular” denilemez. Bu adamların bu kadar sahte ve
hilekâr olmaları nasıl kabul edilir? Muhammed yalancı olsaydı bu, herhalde
meydana çıkardı, itirazlar, ayrılıklar olurdu. Halbuki hayatının son gününe
kadar etrafındakilerin ona muhabbet ve sadakatleri arttı. Muhammed’in dinini
kabul edenlerin tabiatına ve kendisinin gösterdiği misalden doğan ahlâkî
hadiselerin yüksek mahiyetine bakarak şu hükmü veriyoruz ki evvelâ, Muhammed,
nihayet meydana çıkacak olan bir yalancılıkla devam edemezdi; sâniyen, böyle
bir yalancılık olsaydı bunun hatırası elbette bize bir sûretle intikal ederdi.
Muir bile Muhammed’in samimi, belki de aldanmış bir adam olmasını kabul
ıztırarında kalmış ve yalancı olmadığını teslim etmiştir. Cariyle de
Muhammed'in samimiyet-i tammesi itirafında bulunmuştur." (İslâm Tarihi,
(trc. Hüseyin Câhid), İstanbul 1924. I-X, VII, 370-373).
Bk.
Buharî, Tefsîru Sûre (33) 4-5; Tirmizî, Tefsîru Sûre (33) 6.
ibn
Hişâm, a.g.e., II, 396.
Resulullahın
hanımlarının bu durumunu, Safiyye binti Huyey’inkiyle karşılaştırınız. Bu
hanım, Hz. Peygamberin, katlini emrettiği kocası için üzüntü ifade eden bir tek
kelime bile etmemiştir. Sanki hiç kocası değilmiş gibi... Oysa kocası kavminin
ileri geleniydi. Zengindi. Lüks bir hayatı vardı ve gençti. (Ebu Dâvud, imâre
24; eş-Şevkânî, a.g.e., VIII, 51); Yine bu durumu Ebû Süfyan’ın karısı
Hind’inkiyle karşılaştırınız. Mekke’nin fethi günü Ebû Süfyân, Hz. Peygamberin
ordusunun yanından dönüp Mekkelilere İslam ordusuna karşı koymamalarını
söylerken Hind, onu çok kötü karşılamış, hakaretler yağdırmış ve çok acı sözler
söylemiştir, (ibn Hişâm, a.g.e., II, 405); Aynı şekilde Esved el-Ansî’nin
karısı da, onun aleyhine dönmüş ve ondan kurtulmak için Müslümanlara yardım etmiştir.
(Irving, a.g.e.,s. 182).
Muhammed
Huseyn Heykel, Hayâtu Muhammed, Matbaatu’s-Sünneti’l-Muhammediyye, Kahire 1968,
s. 392; Irving, a.g.e., s. 131; Bakınız ki, o Müslüman olmadan önce bir
Yahudiydi. Aynı zamanda halkının reisi olan Huyey bin Ahtab’ın da kızıydı.
Şayet Hz. Peygamber -haşa- yalancı olsaydı, konum itibariyle bunu ortaya
çıkarmaya en elverişli biriydi. Özellikle kocası Kinâne b. er-Rebi’ savaşta
müslümanlar tarafından öldürüldükten sonra, kendisi ganimet olarak bir
Müslümanın hissesine düşmüş, Resulullah onu âzat ederek kendisiyle evlenmişti.
(İbn Hişâm, a.g.e., II, 646; M. H. Heykel, a.g.e., s. 391-392.)
Muhammed
Hamidullah, Le Prophete de L’lslam, Sa Vie, Son Oeuvre, Association des
Etudiants Islamigues en Francc, 5. Baskı, Paris 1989, l-ll, 2, s. 629.
Msl.,
Hz. Aişe, babasının halife vasfıyla İslam Devletinin zirvesinde bulunduğunu
fırsat bilerek istediği şeyi yapabilirdi. Hz. Peygamberin vefatından iki sene
sonra halifeliği devralan ve on sene boyunca müslümanları yöneten Hz. Ömer’in
kızı olan Hz. Hafsa da babasının halifeliği döneminde aynı fırsatı
değerlendirebilirdi.
Bu
şahıs ve nasıl Hirakl’e sığınıp Hıristiyan olduğu hakkında bilgi için bk. Ş.
Sâmî, Kâmusu’l-A’lâm, III, 1770-1771
Msl.
bk. nasıl Gassa Meliki, Ka’b bin Mâlikin Tebuk Seferinden geri kalması üzerine
Hz. Peygamber’n kendisine kızması ve Müslümanların da kendisiyle ilişkilerini
koparmasını fırsat bilerek ona ipekten bir mektup göndererek kendisine
sığınmasını, böyle yaptığı takdirde büyük izzet ve ikram göreceğini
bildirmiştir (Riyâdu’s-Salihîn, s. 49). Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)’eşlerinin bu tutumları bile münafıkların ve birçok müsteşrikin Hz. Aişe
hakkında gevelediklerinin yalan olduğuna en büyük delildir. Nitekim Hz. Aişe,
gencecikken kaybettiği Resulullahtan sonra tam kırk dokuz sene yaşamış. Bu uzun
zaman zarfında hakkında en ufak bir olumsuzluk duyulmamış ve görülmemiştir.
Aynı
şekilde bu Hz. Zeyneb binti Cahş hakkında söylenenlerin de çirkin bir yalan
olduğuna kesin delildir. Gûya Hz. Zeyneb, evinin kapısından dönen Hz.
Peygamberin hayranlık ifade eden sözlerini duyduktan sonra, kocasının aleyhine
dönmüş, hayatını acılaştırmış ve bununla kendisine hayran kalan Hz.
Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ile
evlenmeyi amaçlamıştır! Böyle davranan birisi, Hz. Peygamberin (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) vefatından sonra yaşadığı süre olan on yıl boyunca kocasız ve
çocuksuz sabredemez. Mü’minlerin annesi Hz. Zeyneb, hanımlarından, vefat edip
Resulullaha ilk kavuşandır, işte iki kumasının kendisi hakkında şehadetleri:
Hz. Aişe şöyle diyor:" Din ve diyanet bakımından ondan daha hayırlı,
Allah’tan daha çok korkan, daha doğru sözlü, akrabalarına daha fazla iyilik
eden ve daha bol sadaka veren bir kadın olmamıştır." Hz. Ûmmü Seleme şöyle
diyor: “O, saliha, çok oruç tutan, çok namaz kılan, elinin emeğiyle kazanıp
hepsini Müslümanlara sadaka olarak dağıtan biriydi.” (bk. Ahmed Atiyyetullah, el-Kamûsu’l-İslâmî,
Mektebetü’n-Nehda’l-Mısriyye, “Zeyneb binti Cahş” maddesi.)
Suat
Yıldırım, a.g.teblîğ, s. 122-123.
Buharî,
Tefsir (24.) 11.
Buharî,
Tefsir (24.) 11; Müslim, Tevbe 56-58.
Hakka,
44-47; bk. Muhammed Abdullah Draz, en-Nebeü’l-Azim, Matbaatu’s-Saadeh, 1969, s.
16-17.
Kehf,
23-24; Bu konudaki geniş bilgi için bk. Muhammed Abdulazîm ez-Zerkanî,
Menâhilü’l-irfân Fi Ulûmi'l-Kur’ân, Matbaatu isâ el-Bâbî el-Halebî, ts., I-II,
II, 397; Elmalık Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, Matbaai Ebüzziyâ,
İstanbul 1935, l-IX, IV, 3218.
Buharî,
Megazî 12, Nikâh 48; Ibn Mâce, Nikah 21.
En’am,
50.
Müslim,
Kader 31; Ebu Dâvud, Sünne 17. Alimler der ki: “Resulullahm bu ifadede kesin
olmayışı, müslümanların çocuklarının cennete gireceğini bilmesinden önceki
zamanda vaki olmasından ileri gelmiş olabilir. (Draz, en-Nebeü’l-Azîm, s. 26).
Buharî,
Cenâiz 3.
Bu,
Fetih Sûresinin baş tarafının vahyedilmesinden önceki durumu gösterir. Orada
kesinlikle bağışlandığı bildirilmektedir. (Draz, en-Nebeü’l-Azîm, s. 27).
Ahkaf,
9.
Fussilet,
47; Nâziat, 42-45.
Tirmizî,
Kıyame 42; ibn Mâce, ikame 174; Dârimî, Salât 156 Draz, en-Nebeü’l-Azîm, s. 28
1
79
Bediüzzaman
Said Nursî, Asâr-i Bedîiyye, (Neşreden: Abdulkadir Badıllı), s. 273-274.
A.g.e„
s. 274.
A.g.e.,
s. 275.
A.g.e„
s. 272-273.
17®
Hz. Muhammed’in peygamberliğine, hatta Allah’a ve maneviyata inanmayan Marksist
Maxim Rodinson bile, “Muhammed, genellikle, bilge, ölçülü, dengeli bir adam
izlenimini uyandırmaktadır. Bütün hayatı boyunca bir karara varmadan enine
boyuna düşündüğünü, kurumsal ve özel işlerini ustaca yürüttüğünü, gerektiğinde
beklemesini, yeri geldiğinde geri çekilmesini bildiğini ve tasarılarının
başarıya ulaşması için zorunlu tedbirleri zamanında almasını becerdiğini
görüyoruz.”, “...Muhammed 35 yaşındadır. el-Emîn lakabını vermişlerdir
kendisine. Yani kentin güvenilir adamıdır. Herkes tarafından
değerlendirilmekte, küçük yurdunda pekala bir rol oynamaktadır. (...) Bir sevgi
halesiyle çevrilidir etrafı.” demekten kendisini alamıyor, (bk. Maxsime
Rodinson, a.g.e., s. 77-78).
Mevdûdî,
a.g.e. II, 642-643.
A.g.e.,.
II, 649.
A’raf,
157; Al-i imrân, 164; Cum’a, 2.
Bu
yorum, her ne kadar bazı ayetler için tutarlı ise de, “ümmî" kelimesinin
câhil Yahudilere ıtlak olunduğu diğer bazı ayetlerle (Bakara,Al-i imrân, 78)
çelişkiye düşer. Diğer taraftan, kendi ve kavmi hakkında: “Biz ümmî bir
ümmetiz” diyen Hz. Peygamber bu sözünü şöyle açıklamıştır: “Biz ne yazmasını ne
de hesap yapmasını biliriz" (Buharî, Savm 13).
Ankebût,
48.
Furkân,
5.
Le
Koran et La Bible Hebraîque. Paris, Fishbacher, 1887, s. 34.
Bazı
alimler, Buhari’de geçen bu rivayete,(Fethu’l-Bârî, c. 16, s. 88) “Isra’ya
götürüldüğüm gece, Cennetin kapısında ‘Sadaka on kat sevabıyla, borç vermek ise
on sekiz kat sevabıyla yazılır’ ibaresini gördüm”(ibn Mâce, Sadakat 19),
“Kalemi kulağının üzerine koy, bu imla ettirenin hatırlaması için daha iyidir”
(bk. Feyzu’l-Kadîr, IV, s. 255) gibi rivayetlere dayanarak Hz. Peygamberin,
Kur'ân’ın kendisi tarafından yazılmadığı gerçeği ortaya çıktıktan sonra artık
okuma yazma bildiğini ileri sürüyorlarsa da, bize pek ikna edici gelmemektedir.
Bir kere, Hudeybiye antlaşmasında adını bizzat yazdığı kabul edilse bile,
sadece adını yazabilen bir kimsenin okuma yazma bildiği söylenemez. Cennetin
kapısında, sözkonusu ifadeyi görmesi de, □ alemin şartlarına göre
değerlendirilebilir ve bu görmenin mutlaka bizim bildiğimiz bir yazı ile oraya
yazılmış olduğu kabul edilmeyebilir. Kısacası, Hz. peygamberin okuma yazma
bilmediğini gösteren deliller, yakîn ifade ederlerken, bunun zıddını ifade eden
deliller ise zan ifade ederler, ikisini telif etmek mümkünse telif edilir, aksi
halde yakîn karşısında zannın hükmü ve değeri yoktur. Ancak özellikle şu
gerçeği bir kez daha vurgulayalım ki, okuma yazma bildiğini söyleyenler de,
Kur'ân inmeye başlayıp, Peygamberin hücceti kesinleşinceye kadar okuma yazma
bilmediğini kabul ediyorlar. Bu konuda ittifak vardır, ihtilaf bundan sonraki
devre için sözkonusudur.(Bu konudaki geniş bilgi için bk. Muhammed Abdulhay
el-Kettânî, et-Terâtibül-idâriye (trc. Ahmed Özel), iz Yayıncılık, İstanbul
1990, I, 249-253; ez-Zerkânî, Menâhil, I, 364-367).
Theodor
Nöldeke, 1836-1930 yılları arasında yaşamıştır. Hamborg’ta doğdu. Honkong
Üniversitesinde Arap dilini öğrendi. Daha sonra Lebziç, Viyana, Leydin ve
Berlin’de öğrenimine devam etti. 1861'de Honkong Üniversitesinde Sâmî Dilleri
ve İslam Tarihi Hocası oldu. Sonra Strasburg Üniversitesine geçti ve 1872-1920
yılları arasında burada ders verdi. Nöldeke 94 yıllık uzun hayatında pekçok
Alman ve AvrupalI müsteşrik kendisinden okudu. 25 kadar önemli eser verdi. 700
kadar da makale yazdı. Önemli eserleri şunlardır: 1. De Origine et Compositione
Surarum Oorancarum lpsiusque Qorani=Kur’ân Sûrelerinin Oluşum ve Terkibi; 2.
Geschichte des Qorans=Kur'ân Tarihi; 3. Beitrage zur Kenntnis der Poesie der
Alten Araber.
Geschichte
des Corans, Leipzig, 2. Baskı 1938, s. 16; Draz, Initiation au Coran, s.
173-175.
1807-1887
yılları arasında yaşamıştır. Berlin’de tahsilini tamamlamış, 1839-40 yıllarında
Doğuyu dolaşmış, daha sonra da Fransa'ya yerleşmiştir. Eserleri: Fransızca
Kur’ân Tercümesi; 2. Arapça-Fransızca Lugât (iki büyük cilt); 3. Sa’dî’nin
Gülistan’nının Polonyaca tercümesi.)
Edward
Montet, 1856-1927 yılları arasında yaşamıştır. Lyon'da İsviçre asıllı bir
aileden doğdu. 1874’e kadar burada tahsilini sürdürdü. Paris Üniversitesinde
Protestanlık ilahiyatında doktor ünvanını kazandı (1883). 1885’te Cenevre
Üniversitesinde ibranice, Aramca ve Eski Ahid hocası olarak atandı. Daha sonra
bu ihtisas sahasına Arapça ve Kur’ân Tarihi de eklendi (1894). Bu 1910-12
tarihlerinde adı geçen üniversiteye rektör oldu. Fransız Hükümeti kendisini
1901-10 yıllarında Mağrib’e gönderdi. 1910'da ders vermek üzere Fransa’ya
yeniden çağrıldı. Dimaşk'taki el-Mecma’u'l-ilmî el-Arabî’nin kuruluşundan
itibaren üye olarak görev yaptı. Arapça ve İslâmî araştırmalarıyla ün kazandı.
Eserleri: 1. İslam'ın Bugünü ve Geleceği (Paris, 1910); 2. İslam (Paris, 1921);
3. Fransızca Kur’ân Tercümesi (Paris, 1929); 4. İsrail Milletinin Tarihi.
Michele
Amari, 1806-1889 yılları arasında yaşamıştır. Alman oryantalizminin canlı bir
örneği kabul edilirdi. Oryantalizminin zirveye ulaştığı kendi döneminde
eserlerinde tam bir ciddiyet ve derinlik sezilir. Babası yetişmesi için iki
özel hoca tuttu. Daha sonra üniversiteye kaydolup cebir, Latince ve italyancayı
tahsil etti. Sonra tabiat, hukuk ve siyasî iktisat konularına çalıştı.
1820’deki ihtilalden sonra (1822) babası idam edildi. Bu arada İngilizceden çeşitli
şiirler tercüme etti. Bilim ve Edebiyat Kurulu üyeliğine seçildi. 1842
senesinde Paris’e geri döndüğünde Şark ve İslâm araştırmaları oldukça parlak
çağını yaşıyordu. Amari bu arada Arapçayı öğrendi. Arapçadan Fransızca ve
İtalyanca'ya bazı eserler tercüme etti ve bunlardan bir kısmını yayınladı. Bir
ara Balramo’da maliye ve maarif bakanlığı (1862) yaptı. 1879’da Floransa’da
öldü. Bazı eserleri: 1. Hakbe Min Târihi Sakaliyye Fi’l-Karni’s-Sâlise
Aşer=Onüçüncü Asırda Sicilya Tarihinden Bir Dilim; 2. Dirâsât Ani’ş-Şark; 3.
Mebâhis Li Muerrihî’l-Arab An Sakaliyye Fî Ahdi’l-Müslimîn; 4. Tarihu Müslimî
Sakaliyye (Üç cilt, yazarın en önemli eseri) (Necîb el-Akîkî, el-Musteşrikûn,
Dâru’l-Maarif, 3. Baskı, Mısır 1965, I, 419-421).
Regis
Blacere, Introduction au Coran, Maisonneve et Larose, Paris 1991, s. 7.
Ankebût,
48.
Alfred
Guiilaume, İslam, Pelican Books, 1964, s. 56-57.
Hz.
Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hayatını konu afan siyer kitapları,
belirtiyorlar ki: Hz. Hatice’nin kölesi Meysere, ticarî seferlerinde Hz.
Peygamber’e arkadaşlık ediyordu (Msl., bk. ibn Hişâm, I, 187-188) Hz.
Peygamber, müstakbel eşi Hz. Hatice’nin sermayesiyle ticaret yaptığı süre
boyunca bu böyle devam etmiştir. (Meslâ bk. ibn Hişâm, a.g.e., I, 188-189).
Muhtemelen Hz. Peygamber alım satım işlerine bakarken Meysere hesap tutma ve
yazma işlemlerine bakıyordu.
İsmail
Fennî merhum, “elli bir yaşında” ifadesini kullanıyorsa da bu bir sehiv olsa
gerektir. Doğrusu “elli altı yaşında" olmalıdır.
Ankebût,
47; âyet-i kerimenin vermek istediği mesaj kısaca şudur: “Ümmî Peygamber’in
ağzından Semavî kitapların talimatı, geçmiş peygamberlerin hikayesi, din ve
mezheplerin akideleri, eski milletlerin tarihi, medeniyet, ahlak ve iktisadın
mühim meseleleri hakkında çıkan hikmet dolu sözler ve İlmî değerlendirmelerin
kaynağı vahiyden başka bir şey olamaz. Eğer bu Peygamber okuma yazmayı bilseydi
ve çevresindekiler onun kitap okuduğunu ve araştırmalar ile incelemeler
yaptığını görmüş olsaydılar, onun bu ilim ve kültürü, vahiyden değil, başka
kaynaklardan elde ettiğine inanabilirlerdi. Fakat ümmiliği bu tür bütün
imkânları ortadan kaldırmıştır. Bundan sonra ancak beyinsizler ve inatçılar
onun peygamberliğini inkâr edebilirler." (Mevdûdî, a.g.e. II, 240).
i.
F. Ertuğrul, Hakikat Nurları, Sebil Yayınevi, İstanbul 1975, s. 52-53.
Mevdûdî,
a.g.e., II, 647.
Msl.,
Yâsir Ailesinin uğradığı işkenceler için bk. ibni Hişâm, a.g.e., I, 319-320;
İbn Sa’d, et-Tabakât’ül-Kübra, l-VIII, 1957, III, 246-264; Belâzûrî,
Ensâbü’l-Eşraf, Matbaatu Dâri’l-Maarif, Mısır 1959, I, 156-168; Halebî,
İnsânu’l-Uyûn, Mısır 1964, l-IV, I, 280, 282, 300, 301, II, 79; M. Asım Koksal,
a.g.e.,s. 215-218.
Kureyş
müşriklerinin Ebu Talib’e müracaatı üzerine, Hz. Peygamberden taviz istemesine
karşılık Hz. Muhammed’in verdiği cevap şudur: “Bunu bilesin ki, ey amca! Güneşi
sağ elime, ayı da sol elime verseler, ben yine bu dinden, bu tebliğden
vazgeçmem. Ya Allah, bu dini hâkim kılar, yahut ben bu uğurda canımı veririm.”
bk. ibni Hişâm, a.g.e., I, 266; Taberî, Tarih, l-XIII, Mısır 1326, II, 220).
Resulullah
, bi’setin 13. yılının 12 Zilhicce’sinde yapılan son Akabe Biatından
başlayarak, bi’setin 14. yılının 14 saferine kadar, yani yaklaşık 2,5 ay
Mekke’de beklemeyi tercih etti. Halbuki bu arada Medine’ye akın akın hicret ediliyordu.
Son günlerde ise uzaktan yakından bütün arkadaşları Mekke'yi terketmişti.
Resulullah , “gemisini en son terkeden bir kaptan olarak" Allah’ın izni
gelmediğinden sadece iki arkadaşı ve can yoldaşıyla birlikte Mekke’de kâfirler
ve düşmanlar arasında beklemeyi uygun gördü. Bu olaya biraz dikkatle
baktığımızda Resulullahın ne kadar vazifesine sadık, fedâkâr ve cesur olduğunu
görüyoruz.(Mevdûdî, a.g.e., II, 611).
Irving,
a.g.e, s. 35,196.
Jozeph
Hubby, Manuel d’Histoire des Religions, Paris 1946, s. 783; Guillaum, a.g.e.,s.
34-35.
İbn
Hişâm, a.g.e., c. 1, 344; ibn Sa’d, a.g.e., III, 267-269; M. Asım Koksal, Hz.
Muhammed ve İslâmiyet (Mekke Devri) s. 278-279.
Müslümanların,
Şi’b-i Ebi Talib’de muhasara altına alınması ve ambargo uygulanmasıyla ilgi
olarak bk. ibn Hişam, a.g.e., I, 350-382; ibn Sa’d, a.g.e., I, 208-210,
188-189; Belâzurî, a.g.e., I, 229, 230, 234-237; Taberî, a.g.e., II, 225,
228-229; Halebî, a.g.e., I, 336-345; M. Asım Koksal, a.g.e. (Mekke Dönemi), s.
310-317.
Taife
giden Hz. Peygamber’e, Taifliler tarafından yapılan eziyet ve işkenceler için
bk. ibn Hişam, a.g.e., c. 1,419-422; ibn Sa’d, a.g.e., I, 211-212;
Belâzurî,a.g.e., I, 237; Taberî, a.g.e., II, 229-231; Halebî, a.g.e., I,
353-364; M. Asım Koksal, a.g.e., (Mekke Dönemi) s. 343-349
Enfâl,
30.
Kureyş'in
Habeşistan'a kadar elçi gönderip, Müslümanmuhacirlerini geri getirme
teşebbüsleri için bk. ibn Hişam, a.g.e., I, 333-338; Belâzurî, a.g.e., I, 232;
Taberî, a.g.e., II, 225; M. Asım Koksal, a.g.e., (Mekke Dönemi), s. 295-301.
İbrahim
Avad, Masdaru’l-Kur’ân, Dirâse Fi’l-İ’chazi’n-Nefsî, 1986, a.g.e. s. 20-22.
Guillaume,
a.g.e., s. 35.
1915’de
Paris’te doğdu. Edebiyat alanında doktorasını yaptıktan sonra, Yaşayan Doğu
Dilleri’nde diploma aldı. 1941-1946 yıllarında Beyrut’ta el-Ma’hedü'l-islâmî”de
hoca olarak çalıştı. 1946-47 tarihinde Dımaşk’taki el-Ma’hedü’l-Fransî'de
bulundu. Çeşitli İlmî teşkilat üyeliği, kütüphane müdürlüğü yaptı. En önemli
eserleri: 1. Mahomet (Paris, 1961); 2. el-islâm ve'r-Re’sümâliyye (Paris,
1966); 3. el-Marksiyye ve’l-Âlemü’l-Arabî (Paris, 1972).
Rodinson,
a.g.e., s. 135.
Necm,
19.
isrâ,
73-75.
Mevdûdî,
a.g.e., II, 480-481.
·
218
Bk. Zemahşerî, Keşşaf, III, 19.
Bk.
Taberî, Tefsir, XVII, 131-132.
Mevdûdî,
a.g.e, II, 481.
p
4 Q
1869-1962
yılları arasında yaşamıştır. Roma’da doğdu ve Roma Üniversitesini bitirdi.
Arapça ve Farsça dahil yedi dil öğrendi. VVashington’da İtalya büyükelçiliği
yaptı. I. Dünya Savaşından önce (1914-19) serveti beş milyon altın lira
civarındaydı. Servetinden her sene on bin altın lirayı ilim yolunda harcardı.
Hindistan, İran, Mısır, Suriye ve Lübnan’a seyahatler yaptı. Şark yazma
eserlerinden nefis bir kütüphane meydana getirdi. Arap Tarihi konusunda en
büyük müsteşriklerden sayılır. Eserleri: 1. Annali dell’lslam; 2. Studdi Storia
Orientale (Şark Tarihi Araştırmaları) İki cilt.; 3. Onomasticon Arabicum (Arap
Müellifleri Sözlüğü) (Giuseppe Gabrieli ile birlikte) tamamlanamamıştır.
Jozeph
Hubby, a.g.e., s. 785; Avad, a.g.e., s. 23.
Hâkka,
44-47. Meâl: “Eğer (Peygamber) bize atfen bazı sözler uydurmuş olsaydı,
elbette onu kıskıvrak yakalardık. Sonra da onun can damarını koparırdık.
Hiçbiriniz buna mani de olamazdınız.”
Necm,
3-4. Meâli: “O? arzusuna göre konuşmaz. O (bildirdikleri) vahyedilenden başkası
değildir."
isra,
74-75. Meâl: “Eğer seni sebatkar kılmasaydık, gerçekten, neredeyse onlara
birazcık meyledecektin. O zaman, hiç şüphesiz sana hayatın ve ölümün
sıkıntılarını kat kat tattırırdık; sonra Bize karşı kendin için bir yardımcı da
bulamazdın."
Fussilet,
42. Meâli: “Ona önünden de ardından da bâtıl gelemez. O, hikmet sahibi, çok
övülen Allah’tan indirilmiştir.”
i.
F. Ertuğrul, İzâle-i Şükûk, Orhaniye Matbaası, İstanbul 1928, s. 36-38.
;
214 i. F. Ertuğrul, a.g.e., s.
36-38.
Mevdûdî,
a.g.e., II, 481.
i.
F. Ertuğrul, izâle-i Şükûk, s. 38.
Onun
için biz, Lat, Uzza ve Menafi açıkça yeren bu üç ayetle,
onları öven iki sözde ayetin çelişkisinden hareket etmekten ziyade,
başlangıcından sonuna kadar bütün sûrenin tahlilinden ve sûreye egemen olan
psikolojik havadan yola çıkmak istiyoruz. Bu da Hz. Peygamber ile kavmi
arasındaki esaslı düşmanlık havasıdır. Necm, ilk ayetinden tutun tâ son ayetine
kadar, tıpkı bir organik bünyenin kendisine yabancı bir dokuyu reddetmesi gibi,
o iki sözde ayeti şiddetle reddetmekte ve onlarla bağdaşmamaktadır. Msl. 1-18.
ayetler, Kureyş’in Hz. Peygamberi (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’yalanlamalarına
ve onu sapıklık, azgınlık ve nefsinin kötü arzularına uymakla itham etmelerine
cevap veriyor. Zevk-i selim sahibi bir okuyucu Yüce Allah’ın “Düştüğü (battığı)
zaman yıldıza and olsun” şeklindeki yeminin ifade ettiği cevabın şiddetini
açıkça görür. Kanaatime göre bu ayet, Mekke müşriklerini tehdit ediyor. Uzun
asırlar boyu üzerinde dönüp durdukları yörüngelerinden koparılıp fırlatılan ve
uçsuz bucaksız uzayda darmadağın olan yıldızların akibetine uğrayacaklarına
işaret ediyor. Aynı şekilde, Hz. Peygamber’e vahyin gelişinden, Hz. Cebrail’in
nitelendirildiği çeşitli sıfatlardan, bir kere daha dönüp vahiy sırasında Hz.
Muhammed’in gördüğünün hiç kuşku götürmeyen bir gerçek olduğundan detaylı bir
biçimde söz eden ayetlerde de sözkonusu cevabın şiddeti açıkça göze çarpıyor.
Bu ayet grubunun son cümlelerinin (13-18. ayetler) Mi’rac olayına yaptığı
işaretler de okuyucunun dikkatinden kaçmıyor. O Mi’rac ki, Mekke müşriklerinin
şiddetli inkârına hedef olmuştur. Daha önce sözünü ettiğimiz üç puttan bahseden
ayetleri geçtiğimiz zaman Yüce Allah’ın, meleklerden herhangi bir meleğin bile
Kendi izni ve rızası dışında bir şefaat hakkının bulunmasını reddettiğini
görüyoruz. Sonra ayetlerin akışı, bilgisizce ve hiçbir kesin delile dayanmadan
melekleri dişilikle nitelendiren kimseleri alaylı bir üslupla kınamaya
başlıyor. Arkasından Hz. Peygamber’e, Allah’ı anmamaları ve dünya hayatının
arkasından doludizgin koşmaları yüzünden müşriklerden yüz çevirmesini
emrediyor. (32. ayetten burada ayrıca söz etmiyorum. Çünkü bu ayet Medine'de
nazil olmuştur. Bu ayet bir önceki ayete biraz daha açıklık getiren önemli bir
noktayı konu alıyor. Bizim bu sûrenin terkibi ve psikolojik havası konusunda
anlattıklarımızla
uzaktan veya yakından bir çelişkisi yoktur. (Bu ayetin Medine'de nâzil olduğuna
ilişkin bk. Mahmûd eş-Şerkavî, “el-Kur’ânü’l-Meoîd”, Dâru’ş-Şa’b, Kahire 1971.
s. 50).
33-38.
ayetlere gelince, bunlar da servetleriyle mağrur olan, bununla birlikte son
derece cimri davranan Kureyşlilerden birini konu alıyor. Onu şiddetli bir
şekilde kınıyor. Amellerin karşılığını görme ve ahlakî sorumluluk konusundaki
inancını çürüklükle niteliyor. Kendisini, Ad, Semûd ve Hz. Nuh’un kavminin
başına gelenler gibi bir akibetin beklediğini belirterek tehdit ediyor. Bunun
eskidenberi yapılması İlâhî adet olan uyarılardan biri olduğunu, İlâhî kapışın
ve titretici azabın yaklaştığını gür bir sesle ilan ediyor. Sûre, Kureyş’in Hz.
Peygamber ve Kur’ân’ı yalanlamalarının, acıklı hallerine ağlayacaklarına
gülecek kadar kalblerinin katılaşmasının şaşılacak bir şey olduğunu belirterek
son buluyor. En sonunda da azar ve tehdit dolu bir emirle onlara şöyle
sesleniyor: “Haydi Allah’a secde edip ona kulluk edin!” (Necm, 62).
Acaba
böyle bir fikrî ve psikolojik akış ve atmosferde Kureyş'in bazı putlarını
yücelten ayetler yer alabilir mi? Bu bizatihi imkânsız değil midir? Haydi
farz-ı muhal olarak bunun mümkün olduğunu kabul edelim, acaba nasıl olup da
Kureyş, baştan sona kadar bütün sûrenin kendilerine ve yeni dinin çağrısına
karşı takındıkları tavırlarına şiddetle yüklendiğini, fikirlerini asılsızlıkla
nitelediğini, kendilerini açıkça tehdit ettiğini gözden kaçırıp, putları
hakkında birkaç kelimelik tatlı söze kanarak Müslümanlarla birlikte secdeye
kapandılar?!
·
229
Mevdûdî, a.g.e., II, 484.
·
230
i. F. Ertuğrul, izâle-i Şükuk, s. 39-40.
·
231
i. F. Ertuğrul, a.g.e., s. 40.
Mevdûdî,
a.g.e., II,. 483.
Mevdûdî
a.g.e., II, 485-486.
Necm,
36.
Avad,
a.g.e., s. 28.
İbn
Hişâm, a.g.e., II, 63.
Bk.
ibn Hişâm, a.g.e.,1, 266.
Charles
Ledit bu noktada büyük bir tarihi hata işlemektedir. Çünkü, Hz. Ömer’in Müslümanoluşunun,
uydurma Garanik hadisesinden sonra olduğunu iddia etmektedir. Bu yeni dine
girişinin, Hz. Peygamber’in şahsında büyük bir tesir meydana getirdiğini
söylemektedir. Kendi rivayetine göre, Hz. Peygamber güya ondan sonra putlarla
kesin olarak ilişkisini kesmiş ve davasını yalın tevhid inancına
dayandırmıştır, (a.g.e., s. 96-97). Yine Ledit, Kâfirûn Sûresini de, Necm
Sûresinde yapılan düzeltmenin bir tekidi olarak kabul etmektedir. Oysa doğrusu,
Kâfirûn Sûresinin Necm Sûresinden önce nazil olduğudur. Arthur Jeffery
tarafından neşredilen (s. 8-11) “Mukaddimetân Fî Ulûmi’l-Kur'ân” adlı eserin
birinci kitabında bulunan ve özellikle de Kur’ân Sûrelerinin iniş sırasını konu
alan hiçbir rivayet bunun tersini söylememektedir. Düşünün! Ledit’in ortaya
attığı bu çirkin iddianın asılsızlığından emin olmak için, ayrıca bk. Suyûtî,
el-itkan, Mustafa el-Bâbî el-Halebî, Kahire 1979, I, 13-14; Mahmûd Şarkavî,
el-Kur’ânü’l-Mecîd, Dâru’ş-Şa’b, Kahire 1971, s. 50, 55, 56; Bu belirttiğimiz
yerlere göz atıldığında Kâfirûn Sûresinin değil de Necm Sûresinin sonra nazil
olduğu görülecektir.
İbn
Hişam, a.g.e.,1, 293-294; İbrâhim Avad, a.g.e. s. 28-30.
ibn
Hişam, a.g.e.,II, 540.
Bk.
ibn Hişâm, I, s. 334-338; Avad, a.g.e. s. 30.
Necm,
19-23; Kitâbü'l-Asnâm, el-Ustaz Ahmed Zekî Paşa, Neşriyâtu
Kulliyâti’l-İlâhiyyât bi Câmiati Ankara, 1969, s. 13.
Avad,
a.g.e., s. 31.
Rodinson,
a.g.e., s. 135.
Avad,
a.g.e., s. 24.
Rodinson,
a.g.e., s.136,147-148.
Buharî,
Süoûd 1, 4-5, Menâkıbu’l-ensâr 29; Megâzî 8, Tefsîru Sûre (53) 4; Tirmizî,
Cum’a 51; Nesâî, iftitah 49, 51; Muvatta', Kur’ân 15; Dârimî,
Salat 160; Ahmed, Müsned, I, 388...
Yakut,
“Mu'cemü'l-Büldân"da “Uzza” kelimesini tarif ederken, Kureyşlilerin
Kabe'yi tavaf ederken “Ve'l-Lât ve’l-Uzza ve Menâtü’s-Sâlisetü’l-Uhra...”
dediklerini belirtmiştir. Bununla şu ihtimal ortaya çıkıyor: Resulullahın
ağzından Lât ve Uzzâ’nın ismini duyan kişi bu sözleri yüksek sesle söylemiş ve
toplantıda hazır bulunanlar bunların Hz. Peygamberin sözleri olduğunu
sanmışlardır.
Mevdûdî,
a.g.e., II, 486-487; Garanîk Olayı ile ilgili müstakil eserler kaleme alınmıştır.
Bunların en kapsamlı ve ikna edicilerinden biri de, Prof. Dr. Hüseyin
Hatemî’nin 159 sayfalık “Şeytan Rivayetleri” adlı çalışmasıdır, (işaret
Yayınları, İstanbul, 1989.)
Kan
pıhtısı görünümünde, taalluk eden, asılıp tutunan bir şey.
Alâk,
1-5.
Örtü
istemesi, üşüdüğünden değil, müthiş bir manzaranını verdiği yorgunluktan dolayı
istirahat ihtiyacından ileri gelmiş olmalıdır.
Buharî,
Bed’ül-Vahy, 7.
Avad,
a.g.e., s. 17.
Mevdûdî,
a.g.e., II, 113.
Mevdûdî,
a.g.e., II, 114.
Yûnus,
6; Şûra, 52; Mevdûdî, a.g.e., II, 114.
Mevdûdî,
a.g.e., II, 111.
258
Guillaume, a.g.e., s. 28-30.
·
280
Irving, a.g.e., s. 32. Burada bir kez daha belirtelim ki, bu müsteşrik Hz.
Muhammed'in peygamberliğine inanmıyor. Fakat burada konumuz, bilerek yalan
söyleyip sahtekârlık yapmak meselesi olduğundan; bu, onun bu noktayla ilgili
itirafıdır.
M.
Rodinson, a.g.e., s. 99-100; Rodinson Hz. Muhammed’i samimiyetsiz görenlerle
ilgili olarak şöyle demektedir: “Dinsel bir mesaja karşı takınılan şüpheci ve
inanmaz tavrın, insanları, bu mesajı getirenleri birer yalancı ve sahtekâr gibi
görmeye sürüklediği çağda değiliz artık. Yani Muhammed’i tam bir sahtekâr
şeklinde gören Hıristiyan ilâhiyatçıları kadar XVIII. yüzyılın akılcı
(rasyonalist) filozofları da geride kalmıştır.” (a.g.e., s. 102.), Rodinson,
Hz. Muhammed’in bu samimiyetini bilinç altına ve gördüğü halüsinasyonlara
bağlamaktadır, (a.g.e., s. 103).
E.
E. Kellet, A Short History of Relijions, London 1933, s. 335.
ibn
ishâk, a.g.e., s. 87; ibn Hişâm, a.g.e., I,.197; ibn Sa’d, a.g.e., I, 146;
Taberî, a.g.e., II, 201; Belâzûrî, a.g.e., 1,99.
Avad,
a.g.e., s. 18.
ibn
Abbas, Tâhâ Sûresinin 114. âyetiyle ilgili olarak şöyle demiştir: Resulullah ,
kendisine indirilen ayetleri ezberlemekte zorluk çektiğinden, bellemek için çok
defa dudaklarını kımıldatırdı. Bu âyetin inmesinden itibaren, Cibrîl gelince,
onu dinler, ayrılır ayrılmaz gelen vahyi, Cibril’in okuduğu gibi okurdu."
(Buharı, Bed’ul-Vahy, 1).
Zerkanî,
Menâhil, II, 399-400.
Kıyâme,
16-17.
Tâhâ,
114; Draz, en-Nebeü’l-Azîm, s. 24-25.
A’la,
6-7.
Bütün
bu durumlar için bk. Buharî, Bed’ü’l-vahy 2; Hac 17; Umre 10; Bed’ü’l-Halk 6;
Nür ve Feth Sûreleri tefsiri; Fazâilü’l-Kur’ân 2; Müslim, Hac 6, 8; Hudûd 13;
Fedail 86-88; Ebû Dâvud, Cihad 19.
Draz,
en-Nebeü’l-Azîm, s. 62-63.
Şiddetle
muhtaç olduğu halde vahyin gelmemesiyle ilgili örnek için, bk. aynı başlığı
taşıyan ve az sonra gelecek olan konuya.
Draz,
en-Nebeü’l-Azîm, s. 63.
Geniş
bilgi ve örnekler için bk. Suyutî, el-itkan Fî Ulûmi’l-Kur’ân, l-ll, Matbaatu
Hicâzî, Kahire 1941, I, 19-23; Subhi Salih, Mebâhis Fî Ulûmi’l-Kur’ân,
Dersaadet, İstanbul, ts., s. 170-174.
Ahmed,
Müsned, I, 34.
Draz,
etı-Nebeü’l-Azîm, s. 64.
Bazı
AvrupalI müsteşrikler onda görülen bu halleri sara illeti zannetmişler. Bu tür
iddialar Hz. Peygamberin manevî cephesini anlayamamaktan ileri gelmektedir. Bu
konuyu, tezimizin ikinci Bölümünde yer alan “İç Kaynaklar” başlığı altında ele
alacağız.
Draz,
en-Nebeü’l-Azîm, s. 64.
Draz,
en-Nebeü’l-Azım, s. 64-65; Bu konu için ayrıca bk. Zerkanî, Menâhil, II,
295-296; İsmail Karaçam, Sonsuz Mu’cize Kur’ân, Çağ Yayınları, 2. baskı,
İstanbul 1990, s. 407-408.
nOA
Kaynaklarda
bu sürenin ne kadar olduğu konusunda çok değişik görüşler vardır. Hatta, belki
de Islâm tarihinde bu kesinti müddeti kadar farklı görüşler ileri sürülmüş
başka bir konu yoktur, (bk. Muhammed Beitâcî, Medhal
ile’d-dirâsâti’l-Kur’âniyye, s. 133). Bu süre, kaynaklarda üç seneden üç güne
kadar değişebilmiştir. (bk. es-Sîretü’l-Halebiyye, I, 285-286; ibn Kesir,
Fadâilü’l-Kur’ân, s. 12-13; Bütün bu görüşlerin değerlendirmesi için bk.
Muhammed Beitâcî, Medhal İle’d-dirâsâti’l-Kur’âniyye, s. 133). Bu süre ne kadar
olursa olsun bizim izahımızı fazla etkilemez. Önemli olan, bir süre vahyin
kesilmesi ve Hz. Peygamberin çok arzu ettiği halde kendi kendine vahiy
getirememesidir.
Buharı,
91/1; Hamidullah, a.g.e., I,.89.
Mevdûdî,
II, 123.
Buharî,
Tefsîru Sûre 74 (1,3,4) 96 (1); Müslim, imân, 255, 257; Tirmizî, Tefsîru Sûre
47 (1); Ahmed, Müsned, IH, 306.
Mevdûdî,
a.g.e., II, 124; Ayrıca bk. Zerkanî, Menâhil, I, 92-96. Vahyin bir süre
kesilmiş olması şüphesiz birçok hikmete binaen gerçekleşmiştir. Bizim bütün bu
hikmetleri bilmemize imkân yoktur. Bununla birlikte meseleye çeşitli izah
tarzlarını getirenler de vardır. Bu görüşleri şöylece özetlemek mümkündür: a)
Allah Resûlü ilk vahiy karşısında fazla telaş duymuş ve ruhu adeta vahyin
ağırlığıyla sarsılmıştı. Bu durumda ruhunun ve sair latifelerinin biraz sükûn
bulması ve daha sonra gelecek vahye hazırlanması için bu hadise vuku
bulmuştur, b) Hz. Peygamber’in ruhunun ızdırap ve elemlere şimdiden alıştırılması...
c) Vahye daha fazla iştiyak duymasını temin. (Abdullatîf es-Sübkî, el-Vahyu
İle’r-Rasûl Muhammed, s. 89; Salih Suruç, Kâinatın Efendisi Hz. Muhammed’in
Hayatı, I, 200-201)
Elmalılı,
Hak Dini, IX, 266-267.
Duhâ,
3.
Duhâ,
6-8.
Duhâ
,9-11.
288
Avad, a.g.e., s. 19-20.
Bakara,
114.
Zerkânî,
a.g.e., II, 395-396; İsmail. Karaçam, a.g.e., s. 400-401.
Bunula
ilgili başka örnekler için bk. Zerkanî, a.g.e., II, 397-399.
Ahzâb,
37; Tevbe, 43. 113.
Tekvîr,
24.
Ayet-i
kerimelerin meali, "Yeryüzünde ağır basıncaya (küfrün belini kırıncaya)
kadar, hiçbir peygambere
esirleri
bulunması yaraşmaz. Siz geçici dünya malını istiyorsunuz, halbuki Allah (sizin
için) ahireti istiyor.
Allah
güçlüdür, hikmet sahibidir. Allah tarafından önceden verilmiş bir hüküm
olmasaydı, aldığınız fidyeden
ötürü
size mutlaka büyük bir azap dokunurdu.”
Draz,
en-Nebeü'l-Azîm, s. 19.
Buhar!,
Menâkıb 23, Edeb 80, Hudûd 10; Müslim, Fedâil 77, 78; Ebû Dâvud, Edeb 4;
Tirmizî, Menâkıb 34; Muvatta’, Husnü’J-Huluk 2; Ahmed, Müsned, VI, 85, 113,
114, 116, 130, 162, 182, 189, 191, 209, 223, 232, 262.
Zerkanî.a.g.e.,
II, 390.
Tevbe,
80.
Buharî,
Tefsir (Tevbe) 12-13; Müslim, Münâfıkîn 4.
“(peygamber)
âmânın kendisine gelmesinden ötürü yüzünü ekşitip döndü. Nereden bileceksin,
belki de günahlarından arınacaktı. Yahut öğüt alacak ve o öğüt kendisine fayda
verecekti. Öğüte ihtiyaç duymayan kimseye gelince, sen ona yöneliyorsun. Onun
inkâr ve isyan pisliği içinde kalmasından sen mes'ul değilsin. Sana koşarak
gelen ve Allah'tan korkan kimseyi ise ihmal ediyorsun. Sakın! O Kur’ân bir
öğüttür. Dileyen ondan öğüt alır. O Allah katında pek şerefli, kadri yüce,
tertemiz sayfalardadır. Şeref ve kıymetleri pek yüksek ve Allah’a itaatli
meleklerin eliyle peygambere ulaştırılmıştır.”Abese, 1-16)
Bk.
ibn Kesîr, Tefsir, (Abese Sûresi), VIII, 342-344.
ibn
Hacer, el-isâbe, II, 523; Muhammed Abdu’l-Hayy el-Kettânî,
et-Teratibü’l-idâriyye l-ll (.Tere. Ahmet Özel) iz Yayıncılık, İstanbul 1990,
II, 74-75.
Ahzâb,
52.
Ahzâb,
28-30; Not: Ayetin nazil olduğu sıralarda, artık Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) aşağı yukarı bütün Arabistan’a hakim durumda idi. içtimâi
hayatta büyük değişiklikler meydana gelmişti. Artık fakirlik yerine refah
ortalığı kaplamaktaydı. Bu şartlar altında Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi
ve sellem) hanımları da, umumî refahtan pay almayı arzulayarak, Resulullahtan
bazı zînet eşyaları ve daha iyi bir geçim istemişlerdi. İşte bu sırada gelen
vahiy, Hz. Peygamber’e yine eskisi gibi, sadelikten ayrılmamasını emretti.
Böyle bir emir, dünya hayatına düşkün, her geçen gün gücüne güç, servetine
servet katmak için çırpınan maddeperest bir insan tarafından tebliğ edilmiş
olamazdı. Şayet Resulullah (s.a) zevcelerine de bu umûmî refahı sağlamış
olsaydı, en küçük bir itirazla karşılaşmazdı. Ne var ki Resûl-i Ekrem,
yaşantısını ve sadeliğini asla değiştirmeyecekti. Cemiyetin yaşantısında ne
kadar değişiklik olursa olsun, dünyanın geçici ziynetleri Resulullahın evinde
yer almayacak, nübüvvet harîmi, dünya alayişinden uzak kalacak, iktidar
sahiplerine örnek olacaktı. Hz. Peygamberin hanımlarından gelen istekler
üzerine nazil olan bu âyete “tahyîr” (serbest bırakma) ayeti denir. Neticede,
hanımları refah ve ziynet yerine Hz. Peygamberi tercih etmişlerdir.
Tahrîm,
1-5.
İsrâ,
93.
Nisa,
155-157; Mâide, 13, 41, 78, 79, 80.
Bakara,
122.
Câsiye,
16.
Bakara,
41-42; Al-i imran, 98.
Mâide,
82.
Bakara,
104; Nisâ, 46.
Mâide,
57.
M.
Hamidullah, a.g.e., I, 539.
313
ibn Hişâm, Siyer, II, 190; Taberî, Tarih, 1,1448-52; Hamidullah, a.g.e.,
I, 536-539.
Yahudilerin,
müşrikleri kışkırtmaları ve bu konuda inen âyet-i kerimeler için bk. ibn Hişâm,
II, 214-215.
Al-i
imran, 110.
Bakara,
284.
Bakara,
286.
Bu
konuyu açıklayan hadis için bk. Müslim, imân 199.
Kıyâme,
19.
Draz,
en-Nebü’!-Azîm, s. 21-22.
’316 Şûrâ, 52.
Nisa,
113; Kasas, 86.
323
Hamidullah, a.g.e.,1, 88-89.
Kıyâme,
16-17.
isrâ,
86-87 ayetleri bu gerçeği ima etmektedir.
Necm
4; A'râf, 203; Yûnus, 15.
Yûsuf,
2; Kıyâme , 16-19; Alak ,1-5; Kehf, 27; Müzzemmil, 4.
Draz,
en-Nebü’l-Azîm, s. 13.
Zerkanî,
a.g.e., II, 403-404.
A.g.e.,
II,. 404.
A.g.e.,
II, 404.
Yûnus,
15.
Msl.,
Tevbe, 80. ayetini, Munâfikûn Sûresinin 6. âyetiyle mukayese ediniz.
Hâkka,
44-47.
Cin,
27-28; Draz, Initiation au Coran, s. 152.
Ahzâb,
53.
Ahzâb,
37.
Al-i
imran, 159.
Enbiyâ,
109; Cin, 25.
Ahkaf,
9.
Al-i
İmran, 20.
Nahl,
64; Nemi, 76.
Mâide,
4, 8-9; Şuarâ, 15.
Draz,
Initiation au Coran, 153-154.
Tirmizl,
eş-Şemâil, s. 163.
Ahmet
Önkal, Resulullahın İslâm'a Davet Metodu, Konya 1981, s. 87.
ibn
Hişam, a.g.e., (I-IV, Mısır, 1972), II, 35.
ibn
Sa’d, Tabakâtü’l-Kübra, l-Vllt, Beyrut, ts., I s. 357.
ibn
Kayyım, Zâdü’l-Mead, Fî Hedyi Hayri’l-ibâd, l-IV, Mısır 1970, I, 164.
Müslim,
Musâfirîn 139; Ebû Dâvud, Tatavvu’ 26; Ahmed, Müsned, VI, 54, 91, 163, 216.
Buharî,
Fadâilü'l-Bakara, 23.
Buhârî,
Fadâilü’l-Kur'ân, 14, Megâzî 83; Ebû Dâvud, Tıb 19; ibn Mâca, Tıb 38; Muvatta’,
Ayn 10; Ahmed, Müsned, VI, 114, 263.
Buharî,
Deavat 11, Fadâilü’l-Kur’ân 14; Ebû Dâvud, Edeb 98; Tirmizî, Dua 21, ibn Mâce,
Dua 15; Ahmed, Müsned, VI, 116, 154; Avad, a.g.e., s. 66.
En'âm,
50, 106; Ahzâb, 2; A'râf, 207; Zuhruf, 43.
Yûnus,
15-16.
Bu
konu için bk. Bakıllânî, İ’câzü’l-Kur'ân, s. 441-450; Zerkânî, a.g.e., II,
297-298; Elmalıh, Hak Dini, IV, 2688-2691; i. Karaçam, Sonsuz Mu’cize Kur’ân,s.
432-434.
380
Fahreddin Razi, Mefâtih, ilgili ayet-i kerimenin tefsiri.
Yûnus,
17.
Fahreddin
Râzî, a.g.e., ilgili âyet-i kerimenin tefsiri.
353
Msl., Sahabe’den Ubey bin Ka'b’ın hususi mushafında yer alan iki kunut duasının
bazılarınca iki sûre zannedilmesi karşısında Nöldeke isimli müsteşriğin bile
üslûp mukayesesi ve tahlili yaparak nasıl cevap verdiğine bakalım: Özetle diyor
ki: Bu metinlerin muhtevaları ve biçimleri Kur’ân’ı değil, duayı andırmaktadır.
Başlarında “Kul(De ki)” yoktur. Gerçi “Kul" olmayışı başlı başına bir
sebep sayılmaz. Zira Fatiha'nın başında da yoktur. Kunut dualarında, Kur’ân’da
alışık olmadığımız tabirler vardır. Gramer yönünden de ufak bir fark bulunur.
Sena etmek (esna) fiili, Kur’ân’da hiç geçmez; bu manada başka kelimeler
kullanılır (hamide, sebbeha, kebbere gibi). Se’a (Nes'a) fiili, Kur’ân’da
Allah'a ulaşma yolunda çabalamak manasında kullanılmaz. Fecara (yefcuruk) Kur’ân’da
mef’ul almadığı halde, bu duada aküzatif şahıs zamiriyle karşımıza çıkmaktadır.
Hala’a (nahla'u) fiili ise, Kur’ân’da yalnız bir defa, o da yalnız ayakkabıyı
çıkarmak hakkında (Tâhâ, 12) geçer; halbuki burada çok daha başka bir manada,
yani Allah yolunda olmayanları terketmek manasında kullanılmıştır. Keza kefere
(ve lâ nekfuruk) kâfir olmak manasına geldiğinde Kur’ân’da bâ (be) harf-i cerri
ile müteaddi olur; ancak küfrân (nankörlük) manasına geldiği takdirde burada
olduğu gibi mef’ulun bih alır. Halbuki burada kâfirlik manasına geldiği halde
(be) kullanılmıştır. (Nöldeke, Kur’ân Tarihi, s. 46-48; Suat Yıldırım, Kur'ân-ı
Kerim ve Kur’ân İlimlerine Giriş, s. 162-163)
·
364
Mevdûdî, a.g.e., II, 258-259.
Draz,
en-Nebü'l-Azîm, s. 90-92.
Hicretin
sekizinci yılında Ci’rân’da adamın biri, üzerinde cübbe ve vücuduna çokça koku
sürmüş oiarak gelip umre hakkında sual sordu. Peygamberimiz bir süre ona bakıp
sükut etti. Derken kendisini vahiy hali tuttu. O hal geçince: “Demin umre
hakkında soran şahıs nerede?” dedi. Adam bulunup huzuruna getirilince buyurdu
ki: "Üzerindeki kokuyu üç defa yıka, cübbeyi de çıkar, hac sırasında ne
yapıyorsan umrede de onu yap." (Buharî, Hac 17; Müslim, Hac 8).
Draz,
en-Nebe’l-Azîm, s. 90-92. (Dipnot).
Müslim,
ilim 7; Ebû Dâvud, Sürme 5; Ahmed, Müsned, I, 386; Bunun başka bir örneği de şu
olaydır: Ana karnında öldürülen ceninin diyeti konusunda mesele çıkarıp
tartışan adamı kınamasına da dikkat ediniz; hadise kısaca şudur: Huzeyl
kabilesinden iki kadın birbiriyle döğüşüp, bunlardan biri diğerine taş atmış ve
onu karnındaki çocuğuyla birlikte öldürmüştü. Bunun üzerine Resulullahın
huzurunda davalaştılar. Ceninin diyetinin “ğurre" (kıymeti tam diyetin
onda birine ulaşan bir erkek veya kadın köle) olduğuna hükmedince, Hamelu'bnu
Nâbiğa el-Hüzelî, secili ve kafiyeli bir eda ile:
“Yâ
Resulallah, keyfe eğrim diyete men lâ şeribe velâ ekel vela nataka vele’stehell
fe mislü zâlike yutall” Yani: “Yâ Resulallah, henüz içmeyen, yemeyen, söz
söylemeyen ve bağırıp ağlamayan ceninin diyetini ödemekle mükellef tutuluruz?
Böyle birinin kanı heder olur” dedi. Resulullah , böyle secili konuşmasından
ötürü: “Bu adam ancak kâhinlerin kardeşlerindendir" buyurdu. Başka bir
rivayette “Bedevilerin secileri gibi seci mi yapıyorsun!” buyurmuştu. Böylece
bu tarz seciyi Hz. Peygamber’in kınadığı anlaşılıyor. Kınadığı seci, kâhinlerinki
gibi sun’î olup da tabiî olmayan secidir. Zira bu tip secide mana lafza
tabidir, yoksa lafız manaya tabi olmaz. (Müslim, Kasâme 37-38; Ebû Dâvud, Diyât
19; Tirmizî, Diyât 15).
Ankebût,
50-51.
Tür,
34.
Hûd,
13.
Yûnus,
38.
Kur’ân-ı
Kerim’in, birkaç cümlelik bir tek sûresinin bile benzerinin getirilemeyeceği
hususu -haşa-mübalağa gibi gözükebilir. Bu tür cümlelere benzeyen çok
cümlelerin insanların söz ve yazılarında bulunabildiği ileri sürülerek böyle
bir düşünceye kapılanlar olabilir. Oysa bunda hiç bir mübalağa sözkonusu
değildir. Hatta diyebiliriz ki Kur’ân’m bir tek cümlesinin, hatta bir tek
kelimesinin bile benzeri yapılamaz. Şöyle ki: Kur’ân’ın cümleleri ve kelimeleri
birbirine bakar. Bazan bir kelime on yere bakar, onda da on belagat nüktesi
bulunur. MsL, çeşitli tezyinat ve nakışlarla süslenmiş bir sarayda, birçok ve
çeşitli nakışların düğümü yerindeki bir taşı, bütün nakışlara bakacak bir
şekilde bir yere yerleştirmek için, bütün o duvarı nakışlarıyla bilmek gerekir.
Aynen bunun gibi, insanın başındaki gözbebeğini yerine yerleştirmek için, bütün
bedenin ve organların birbiriyle alakasını ve harika vazifelerini, gözün o
vazifelere karşı durumunu bilmek lazımdır, işi derinlemesine ele alıp inceleyen
muhakkik alimler, Kur’ân’ın kelimelerinde pek çok münasebetleri ve diğer
ayetlere, cümlelere bakan vecihleri, alakaları göstermişlerdir.
Madem
Kur’ân her şeyi yaratan Allah’ın kelâmıdır, o halde herbir kelimesi bir kalb
durumuna geçerek sırlı bir manevî vücudun merkezini teşkil edebilir. Veya
gövdesi, dalları, yaprakları, çiçekleri ile bu ağacın çekirdeği olabilir. İşte
insanların sözlerinde Kur’ân’ın kelimeleri gibi kelimeler, belki cümleler,
âyetler bulunabilir. Fakat Kur’ân’da, çok münasebetler gözetilmiş bir metod ve
tarz ile yerleştirildiği yerde, tamamını ihata eden ve bilen bir ilim lâzım ki,
öyle yerli yerine yerleşsin. (Nursî, Mektûbat, s. 170-171).
37*
Suyûtî, itkan, II, 117; Suat Yıldırım, a.g.e., s. 172-173.
isrâ,
88.
Draz,
en-Nebeü’l-Azîm, s. 36-37.
Nursî,
işâratü’l-i’câz, s. 129-143.
Cum'a,
2.
Kıyâme
, 16-17; Tâhâ, 114.
Hz.
Peygamberin Kur’ân’ı okuması ile ilgi bk. “Hz. Muhammed'in Kur'ân'a Saygı ve
Bağlılığı” başlığına.
Buharî,
Fadâilü’l-Kur'ân 7; ibn Mâce, Sıyâm 58; Ahmed, Müsned, I, 276, 326, II, 399.
“Ümmetimin
en şereflileri Kur’ân’ı ezberleyenlerdir" (Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, I, 129;
Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, I, 522) “En hayırlınız Kur’ân'ı öğrenen ve öğretendir”
Buharî, Fadâilü’l-Kur’ân, 21; Ebû Dâvud, Vitr, 14, 15, 19; Tirmizî,
Sevabü’l-Kur’ân 15; ibn Mâce, Mukaddime 16; Dârimî, Fadâilü’l-Kur’ân 2; Ahmed,
Müsned, I, 57, 58, 69,153.
Zerkânî,
a.g.e., I, 234.
islâmın
ilk günlerinden itibaren Hz. Peygamber vahiy kâtipleri edinmiştir. Bunların
adedi kırka kadar varır, (bk. ibn Hacer, Fethu’l-Bârî, Bulak 1300, IX, 18)
Müsteşriklerin eserlerinde de vahiy kâtiplerinin isimlerine
rastlanır.(Blâchere, Introduction au Coran, s. 12).
Zerkeşî,
el-Bürhân, I, 232, 256.
·
388
M. Hamidullah, Kur’ân-ı Kerim Tarih, (Tere. M. Said Mutlu), İst. 1965, s. 43.
"Benden,
Kur'ân dışında bir şey yazmayınız, Kur’ân’dan başka benden bir şey yazmış olan
varsa onu derhal imha etsin. Benden hadis rivayet ediniz...” (Müslim, Zühd 72;
Dârimî, Mukaddime 42; Ahmed, Müsned, III, 12, 21, 39, 56.
ibn
Kuteybe, Te’vîlü Muhtelefi’l-Hadls, Mısır 1326, s. 365.
Resulullahın
Duaları için bk. İbn Kayyim, Zâdü’l-Meâd, II, 17...; Nevevî, Riyadu’s-Sâlihîn,
(Tah. Şuayb el-Arnavût), Muessesetü’r-Risâle, 17. baskı, Beyrut, 1409, s.
532-561.
Buharî,
Umre 12, Daavât 52; Müslim, Hac 428; Ebû Dâvud, Menâsik 34, 56; Tirmizî, Hac
104; ibn Mâce, Menâsik 84; Muvatta’, Hac, 243; Ahmed, Müsned, I, 444, II, 5,
10...).
“Allahım,
onları sana havale ediyoruz ve şerlerinden sana sığınıyoruz.” (Ebû Dâvud, Vitr
30; Ahmed, Müsned, IV, 414-415.
“Allahım,
Sana hamdolsun. Onu bana Sen giydirdin. Onun hayrını ve yapıldığı amacın en
hayırlısını Senden diliyorum.” (Ebû Dâvud, Libâs 1; Tirmizî, Libâs 29;
Ahmed, Müsned, III, 30, 50.
“Allahım,
canımı Sana teslim ettim, yüzümü Sana çevirdim, işimi Sana havale ettim,
sırtımı Sana dayadım. Bunu Sana ümit bağladığım ve Senden korktuğum için
yaptım. Senin azabından kurtulmak için Senden başka sığınılabilecek hiçbir
sığınak ve kurtuluş yeri yok. indirdiğin kitabına ve gönderdiğin peygamberine
iman ettim.” (Buharî, Tevhîd 34, Daavât 5, 6, 8; Müslim, Zikir 56,-57, 68; Ebû
Dâvud, Edeb 8; Nesâî, Zekât 1, 73; ibn Mâce, Dua 15). Hz. Peygamberin (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) bu dua sonunda vahyi ve kendisinin de bir ferdi bulunduğu
bütün peygamberleri nasıl gönülden kabul ettiğini iyice bir düşünün. Acaba
böyle bir zatın -haşa- yalancı olması mümkün mü? Böyle içten bir duada bulunan
bir insanın kendi kendisini aldatmasının imkânı var mı?
“Bizi,
öldürdükten sonra dirilten Allah’a hamdolsun. Dirilerek dönüş sadece
Onadır." (Buharî, Daavât 7, 8, 16; Müslim, Zikir 59; Ebû Dâvud, Edeb 98;
Tirmizî, Edeb 28; ibn Mâce, Dua 16; Dârimî, İsti’zân 53; Ahmed, Müsned, IV,
291, 302...).
Bakınız
nasıl uyku ile ölüm, uyanma ile diriliş arasında bir bağlantı kuruyor? Bu, onun
akıl ve kalbinin Ulûhiyet ve diriliş inancıyla dopdolu bulunduğunu gösteriyor.
-Allahım!
Hayır işlemeyi, kötülüklerden ise sakınmayı ve miskinleri sevmeyi nasib etmeni
Senden diliyorum, insanlar hakkında bir fitne irade buyurduğun zaman fitneye
maruz bırakmadan canımı alarak beni yanına al.” (Tirmizî, Tefsîru Sûre 38 (2,
4); Muvatta’, Kur’ân 40; Ahmed, Müsned, I, 368...)
Rabbinden
nasıl korktuğuna, gönlünün nasıl Rabbine bağlı olduğuna ve fitneden nasıl
çekindiğine bakınız!
·
398
Ebû Dâvud, Tahâret 17; Tirmizî, Taharet 5, ibn Mâce, Tahâret 10, 40.
“Allahım,
bizimle Sana isyan sayılan şeyler arasında engel olacak korkunu, bizi cennetine
ulaştıracak taatini, dünya musibetlerini gözümüzde hafifletecek kuvvetli imanı
bize nasib eyle. Allahım, hayatta kaldığımız sürece bizi kulaklarımızdan ve
gözlerimizden faydalandır ve biz ölünceye kadar onları bizden alma. Bize
zulmedenlerden öcümüzü al. Bize düşmanlık edenlere karşı bize yardım eyle. Bize
dini musibet verme. Dünyayı bizim en büyük kaygımız ve ilmimizin hedefi yapma.
Bize merhamet etmeyenleri başımıza musallat etme.” Tirmizî, Daavât 116, 79).
Buharî,
Marda 20, Tıb 38, 40, Ebû Dâvud, Tıb 17, 19; Tirmizî, Cenâiz4, Daavât 111; ibn
Mâce, Tıb 36, 39, Cenâiz 64; Ahmed, Müsned, I, 76...).
Tirmizî,
Cenâiz 8.
Buharî,
Marda 19, Fadâilu’s-Sahâbe 5, Daavât 28; Müslim, Selâm 46, Fadâilu’s-Sahâbe 85,
86;
Tirmizî,
Daavât 76; ibn Mâce, Cenâiz 64; Muvatta’, Cenâiz 46, 47; Ahmed, Müsned, VI, 45,
48...
Ebû
Dâvud, Vitr, 23; Tirmizî, Daavât 109; ibn Mâce, Menâsik 5.
Bakınız,
nasıl müjdeleyici ve uyarıcı bir peygamber iken, dualarına muhtaç olduğunu,
hesap, sevap, ceza, cenneti ve Allah’ın rızasını isteme, Allah’ın azap ve
ateşinden korkma konusunda herhangi bir insandan farksız olduğunu gösterir
biçimde mesuplarına ilan ediyorl
eş-Şevkânî,
a.g.e., II, s. 55.
Gazâlî,
ihyâu Ulûmi’d-Dîn, l-IV, Mısır, ts., IV,152.
Gazali,
a.g.e., IV, 152.
Gazâlî,
aynı yer.
Gazâlî,
aynı yer.
Gazâlî,
a.g.e. IV, 153, Bunun yanında şüpheli şeylerden, hatta bir kısım mubahlardan
kaçınmaya “vera”’ diyenler de vardır, (isfehânî, ez-Zerî’a, s. 167).
İbnü’l-Cevzî,
a.g.e., II,. 542.
ibn
Kesir, Şemâilü’r-Resûl, Beyrût, ts., s. 108.
Gazâlî,
a.g.e. IV, 177.
Tirmizî,
eş-Şemâil, s. 165.
ibn
Kesir, Tefsir, III, s. 349.
Tirmizî,
eş-Şemâil, s. 166.
Buharı,
Teheccüd 6, Tefsîru Sûre 48 (2), Münâfıkîn, 79-81; Tirmizî, Salât 187; Nesâî,
Kıyâmu’l-Leyl 17; ibn Mâce, ikâme 200; Ahmed, Müsned, IV, 251...).
isrâ,
79.
418
Bunun örnekleri için bk. Tirmizî, eş-Şemâil, s. 67, 68, 75; Müslim, Zühd 22,
34; Tirmizî, Zühd 39; ibnü’l-Cevzî, el-Vefâ Bi Ahvâli’l-Mustafa, l-ll, Mısır
1975, II, 482.
Buharî,
Rikak 17; Müslim, Libâs 38; Tirmizî, Libâs 27.
Nesâî,
Salât 1; Ahmed, Müsned, III, 127, 199, 285.
418
Ebû Dâvud, Salât 157; Nesâî, Sehv 18; Ahmed, Müsned, IV, 25, 26.
Buharî,
Teheccüd, 6, Tefsîru Sûre 48 (2), Münâfıkîn, 79-81, Küsûf, 50, 53, 59; Müslim,
Salâtu’l-Müsâfirîn 140; Tirmizî, Salât 187; Nesâî, Kıyâmu’l-Leyl 17; ibn Mâce,
ikâme 200; Ahmed, Müsned, IV, 251...
Kellett,
a.g.e., s. 342. Aynı şekilde, Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
halkı arasında doğruluk ve güvenilirlikle ün saldığını belirtmeden edememiştir.
Hz.
Peygamberin 24 saatlik gün içindeki namazlarını şöyle özetleyebiliriz: Birinci
derecedeki namazlar: Farzlar: 17; Vitir: 3, yekûn: 20 rekat. Nâfileler: Sabah:
2; öğle: 6; akşam: 2; yatsı 2; vitir hariç gece 8, yekhun 20 rekat. Gece ve
gündüz kıldığı nafilelerinde bazan değişiklik göze çarpardı. Ancak devamlı
kıldığı rekat sayısı yekûn 40’tır. Gayr-ı müekked sünnetlerde daha fazla
kıldığı da rivayet edilmiştir, (ibn Kayyim, a.g.e., II, 109).
Tirmizî,
eş-Şemâil, s. 151.
Buharî,
Küsûf, 55, 60.
Ebû
Dâvud, Salât 239; Nesâî, Ideyn 9, 10; Dârimî, Salât 218; Ahmed, Müsned, I, 243.
Müslim,
Müsâfirîn 143, 144; Dârimî, Salât 153; Ahmed, Müsned, II, 265...
Buharî,
Küsûf 15, 19; Müslim, Küsûf 5; ibn Mâce, Fiten 29; Ahmed, Müsned, I, 293
Ebû
Dâvud, İstiska 3; ibn Mâce, ikâmet 154; Ahmed, Müsned, IV, 235, 236.
Ebû
Dâvud, Salât 303.
Buharî,
Teheccüd 25, Daavât 49, Tevhîd 10; Tirmizî, Vitir 18; ibn Mâce, İkâme 188;
Ahmed, Müsned, III, 344.
ibrâhim
Bayraktar, Hz. Peygamberin Şemaili (Doktora Tezi), Sehâ Neşriyat, İstanbul
1990, s. 192.
Resulullahm
cömertliği ve nafile sadakaları için bk. ibn Kayyim, a.g.e., II, 22-23.
Muvatta,
(Kitâbu’ş-Şa’b, tah. M. Fuad Abdulbakî) ts., I, s. 275.
Hz.
Peygamber, hicretten sonra hepsi de Zilkade ayında olmak üzere dört defa umre
(ibn Kayyim, a.g.e., II, 90), hicretin onuncu yılında olmak üzere bir kere de
hac yapmışlardır.(ibn Kayyim, a.g.e, II, 101).
Buharî,
Bed’ü’-Vahy 1, İmân 41, Nikâh 5, Talak 11, Menâkıbu’l-Ansar 45, Itk 6, Eymân
23, Hiy.el 1; Müslim, İmâre 155; Ebu Dâvud, Talak 11; Tirmizî, Fedâilü’l-Cihâd
17; Nesâî, Taharet 59, Talak 24, Eymân 19.
Hz. Peygamberin bu mektupları için bk. M. Hamidullah,
el-Vesâiku’s-Siyâsiyye, Dâru’n-Nefâis, 5. Baskı, Beyrût, 1405, s. 99-155) Hz.
Peygamber (s.a), sahabilerine yabancıların kendi krallarını ta’zim ettikleri
gibi kendisini tazim etmekten meneder ve sürekli olarak onlar gibi Allah’ın bir
kulu olduğunu hatırlatırdı.
Heykel,
Hayâtu Muhammed, 12. baskı, Kahire, 1968, s. 395-396; Irving, a.g.e.,s. 132.
Tevbe,
40.
Al-i
İmran, 61; bk. Massignon, La Mubahala, Paris, Imr. Adminidrative, 1944, s. 11.
Al-i
imran, 61; Bu âyete mübâhele âyeti denir ki, bir meselede haklı olanın ortaya
çıkması için karşılıklı lanetleşmek demektir. Müfessirlerin belirttiğine göre
Necrân Hıristiyanlarından bir heyet, Hz. Peygamberin huzuruna gelerek, Kur’ân,
Hz. isâ’nın babasız doğduğunu kabul ettiğine göre onun Allah olması lazım
geleceğini iddia ettiler. Hz. peygamber onları, bir araya gelerek kim yalancı
ise Allah’ın ona lanet etmesi için dua etmeye çağırdı. Fakat Necrân heyeti buna
cesaret etmeyerek Müslümanların himayesine girmeyi kabul eden bir antlaşma
imzalayıp gittiler.
Bilhassa
bk. Andrae, B. St. Hilaire, Cariyle, Goldziher, Massignon, Noeldeke, Turpin...
Draz,
Initiation au Coran, s. 154-155; Ancak müsteşriklerin, Hz. Peygamberin
davasında samimi olduğunu kabul etmelerinden, daha önce de belirttiğimiz gibi,
zorunlu olarak, ona gelen vahyin de İlâhî olduğunu kabul ettikleri
anlaşılmamalıdır.
Ra’d,
17.
İbrahim,
24-25.
Hicr,
9.
“Sen,
sana kitabın verileceğini ummazdın. O, ancak Rabbinin bir rahmetidir.” (Kasas,
89).
“Yemin
ederim ki, Biz dilesek, sana vahyettiğimizi tamamen gideririz; sonra onun geri
alınması için Bize karşı sana yardım eden bir vekil de bulamazsın. Ancak
Rabbinin sana rahmeti (onu sana bırakmaktadır). Çünkü, Onun sana olan lütfü
cidden büyüktür." (İsrâ, 86).
“inkârcılar,
insanları Allah’ın yolundan uzaklaştırmak için, mallarını harcarlar ve
harcayacaklar da. Sonra bu, kendilerine yürek acısı olacak, nihâyet
yenilecekler ve inkâr edenler Cehenneme tıkılacaklardır.” (Enfâl, 36.)
Şaft,
9; Tevbe, 33.
Draz,
en-Nebü’l-Azîm, s. 34-37.
Ertuğrul,
Hakikat Nurları, s. 127-128.
Mâide,
68.
Tirmizî,
Tefsir (Mâide Sûresi); bk. Tuhfetü’l-Ahvezi, III, 410); el-Müstedrek, II, 313;
Taberî, Tefsir, ilgili âyet.
Buharî,
Megazî 31.
Buharî,
Cihâd 52, 61,97, 167; Müslim, Cihad 78-81.
Saffât,
171-173.
Mü'min,
51.
Nûr,
55.
ibn
Kesîr, Tefsir, Nûr Sûresi 55. âyetinin tefsiri.
·
480
Draz, en-Nebü’l-Azîm, s. 37-39.
Hz.
Peygamber bu sırada rüyasında, ashabıyla beraber Mekke'ye girdiklerini,
Ka’be’yi tavaf ederek bazılarını saçlarını tamamen tıraş edip, bazılarının da
kısalttıklarını görmüştü. Ayetin sonunda müyesser olacağı tebşir buyurulan
yakın fetih ise, Hayber'in fethi olarak gerçekleşecektir.
Feth,
27.
Buharî,
Megazî 35, 43; Ebû Dâvud, Menâsik 79; Tirmizî, Hac 92.
Nursî,
Mektûbat (Envâr Neşriyat), s. 118-119.
A.g.e.
s. 119.
Bu
eserler içinde en kıymetli olanlardan bir tanesi, Hindistanlı Alim Mevlâna
Şiblî tarafından kaleme alınan ve Türkçeye Ömer Rıza tarafından
“Peygamberimizin Ruhanî Hayatı” ismiyle tercüme edilmiş ölmez eserdir.
Hatta
tasavvuf! bir yaklaşımla, evliyaların kerametlerini de mensubu bulundukları Hz.
Peygamber’e ait sayabiliriz. Çünkü, başta sahabiler olmak üzere, onun manevi
terbiyesiyle ümmetinden sayısız evliya yetişmiş ve bunlar çeşitli kerametlere
mazhar olmuşlardır. Bu harika hadiseler de yine onun terbiyesiyle oldukları
için, büyük çapta ona ait sayılabilir.(bk. İsmail Karaçam, a.g.e., s. 42).
Bazı
tabiat bilimciler, kâinattaki kanunları değişmez olarak görüp mucizeyi inkar
etmişlerdir. Bunlar, “Tabiattaki kanunlar bozulmaz. Bozulacak olsa artık ilim
yok demektir" diyorlar. Evet, Cenâb-ı Hak, bu kanunları hikmet ve
maslahata en uygun biçimde koymuş olduğundan bunları bozması hikmete ters bir
hareket olur. Ancak, Kendi eksiksiz kudretini ve gönderdiği peygamberlerin
iddialarında haklılıklarını ispat hikmetine binaen, istisnaî ve geçici olarak
bu kanunları değiştirmesinden bu kanunların değiştiği anlamı çıkmaz. Mucize anı
geçtikten sonra İlâhî kevnî hükümlerin aynen cereyan etmesine hiçbir engel
yoktur. Kısacası, mucizeye inanmamak, Yüce Allah’ın mutlak kudretini inkâr
etmek veya sınırlamak olacağından iman ile bağdaştırılması mümkün değildir.
Mü'min, tabiat olaylarını, tecrübî usule göre incelerken, fiilen
tecrübeye
elverişli olmayan şeyleri doğal olarak inceleme alanının dışında bırakırsa da,
Cenâb-ı Hakk’ın irade ettiği her şeyi yaratmaya kadir olduğunda şüphe etmez.
(İ. F. Ertuğrul, Izâle-i Şükûk, s. 439).
408
Zerkânî, a.g.e., II, 335; Nursî, Mektubat, s. 118.
Mısır
alimlerinden Abdulaziz Çaviş’in, “Anglikan kilisesine Cevap (Çev. Mehmed Akif.
Sadeleştiren, Süleyman Ateş). Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 1979.
s. 25-28)’’ adlı eserinde, islâmın, mucizelerle ne peygamberin vazifeleri, ne
de kulların salah ve saadeti adına gerçekleşen bi’setinin sübutu arasında
hiçbir münasebetin olmadığını bildiren yegane din olduğunu ve Hz. Peygamber’in
Arap müşriklerinin, mucize hakkındaki isteklerini yerine getirmeye hiçbir zaman
yanaşmadığını belirtiyor. Böyle seçkin bir alimin, Hz. Isâ’nın mucizeleriyle
övünen ve mucizesiz peygamberliği kabul etmeyen papazlara karşı bu sözleri
söylemesi ve hiç olmazsa Buharî ve Müslim’de yer alan bazı mucizelerden
hiç söz etmeyerek Hz. Muhammedi mu’cizesiz bir peygamber gibi göstermesi hayret
uyandırıcıdır.
Mevlânâ
Şiblî, Peygamberimizin Ruhanî Hayatı, Tere. Ömer Rıza, ts., s. 1556.
Kehf,
11.
i.
F. Ertuğrul, Hakîkat Nurları, s. 435-436.
Kehf,
110; Fussilet, 6.
En'âm,
50.
En'âm,
37.
isrâ,
59; Bu ayet-i kerimede geçen “âyet'ten maksat, kâfirlerin keyiflerine göre
gösterilmesini istedikleri mucizelerdir. Nitekim Abdullah b. Abbas’ın
rivayetine göre Mekke müşrikleri, Resulullahtan Safa tepesini altın ve gümüş
yapmasını istemişlerdi. Ayet-i kerimeden anlaşıldığına göre, daha önceki
kavimler de bu tür mucizeleri istemişlerdi ki, onların asıl maksadı inanmak
değildi. Allah, onların peygamberlerinden istedikleri mucizeleri tahakkuk
ettirmiş, fakat iman etmedikleri için de onları helâk etmişti. Bu Allah’ın bir
kanunudur. Eğer Hz. Peygamber de, müşriklerin istedikleri bu nevi mucizeleri
göstermiş olsaydı, -ki onlar yine de inanmayacaklardı- o takdirde geçmiş
kavimler gibi onlar da helâk olacaklardı.-Nitekim bu ayette Salih Peygamberin
kavmi Semûd'un isyankâr tutumuna değinilmekte ve mucizeden maksadın korkutmak
olduğu tasrih edilmektedir, ancak bu takdirde mucize imana vesile olabilir ve
beklenen faydayı sağlayabilir. Belki de “Kur’ân-ı Kerimin fesahat ve belagati
ve ihtiva ettiği yüce hükümleri ortada iken başka mucize aramaya
|
ihtiyaç
mı vardır?” demek istemiştir.
Saffât,
15; ez-Zuhruf, 30; Ahkaf, 7; Kamer, 2; Saf, 6...
Tür,
29; Hâkka, 42.
Mevlânâ
Şiblî, a.g.e., s. 1558-1560.
Mevlânâ
Şiblî, a.g.e, s. 1557-1558.
isrâ,
90-94.
Daha
geniş bilgi için bk. İ. F. Ertuğrul, Hakikat Nurları, s. 435-445; izâle-i
Şükûk, s. 115-124; Maddiyyûn Mezhebinin İzmihlali, s. 346...vd.; Nursî,
Mektubât, 19. Mektub; Mevlâna Şiblî, Peygamberimizin Ruhanî Hayatı, (Müt. Ömer
Rıza).
Fîl,
1-5.
Cin,
8.
İnşirah,
1.
İsrâ,
1.
Duhân,
10-16.
Enfâl,
30; Tevbe, 40.
Enfâl,
9,11,12,17,43-44.
Ahzâb,
9, 22.
Tevbe,
25, 64.
Mâide,
11.
Nahl,
41.
İsrâ,
76.
Bakara,
155.
Nûr,
55; Zuhruf, 41; Yûnus, 46.
Saf,
13.
Feth,
18-20, 27.
Bakara,
94; Cum'a, 6.
Nasr,
1-3.
Bu
konu için bk. Prof. Dr. Abdulahad Dâvud, Tevrat ve Incil'e Göre Hz.
Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) (Tere.
Y. Doç. Dr. Nusret Çam) Nil Yayınları, İzmir 1988; Nursî, Mektûbat, (Envâr
Neşriyat), s. 193-203; Hüseyin Cisr, Risâle-i Hamîdiyye.
Mi’rac
Olayı için bk. Buhar), Menâkıbu'l-Ensâr, 42.
Buhar),
Menâkıb 27, Menâkıbu'l-Ensâr 36, Tefsiri Sûre 54 (1); Müslim, Münâfıkîn 43, 47,
48; Ahmed, Müsned, I, 377, 413, 447, III, 275, 277, IV, 82; Kamer Sûresi 1. âyeti
bu mucizeyi açıkça ifade eder: “Kıyamet yaklaştı, ay ikiye bölündü.” Müşrikler,
Kur’ân'ı kabul etmedikleri halde, bu âyete karşı seslerini çıkaramamışlardır.
Bu ayetin, ayın bir mucize eseri olarak asr-ı saadette değil de, ileride
Kıyametin kopmasıyla yarılacağım söylemek de doğru bir yaklaşım değildir.
Yukarıdaki bunca kaynakların bunun böyle olmadığını teyit etmesi bir yana,
aklen de bu mümkün değil. Çünkü hemen arkasındaki iki ayette şöyle denir:
"Onlar bir mu’cize görürlerse, hemen yüz çevirirler ve eskiden beri devam
edegelen bir büyüdür derler. Yalanladılar ve kendi heveslerine uydular. Halbuki
her işin ulaşacağı yeri vardır." (Kamer, 2-3). Görüldüğü gibi müşriklerin
bu olay karşısında, “Sihirdir” diyerek işin içinden çıkmak istedikleri ve mucizelik
yönünü inkâr ettikleri belirtilir. Kıyamet manzarı karşısında böyle bir ifade
kullanmaları mümkün değildir.
Buhar),
Megâzî 29; Müslim, Eşribe 141.
Buhar),
Menâkıb 25, Et’ime 6; Müslim, Eşribe 142; Tirmizî, Menâkıb 6; Muvatta’,
Sıfatü’n-Nebî 19.
Beyhakî,
Delâilü’n-Nübüvve’de ibn ishak tankıyla rivayet etmiştir. Zeynu’d-Dîn
el-lrakî.ihyâ’nın dipnotundan II, 415.
Buharî,
Menâkıb 25.
Buharî,
Cihad 123; Müslim, Lukata 19.
500
Buharî, Menâkıb 25; Müslim, Fedâil 6; Tirmizî, Menâkıb 6; Ahmed, Müsned, III,
147, 170, 215, 289.
Buharî,
Şurût 15; Müslim, Cihâd 132; Ahmed, Müsned, IV, 48.
Ahmed,
Müsned, V, 445.
’504 Müslim, Cihâd 81.
Buharî,
Menâkıb 25; Tirmizî, Cum’a 10, Menâkıb 6; Nesâî, Cum’a 17; ibn Mâce, İkâme 199;
Dârimî, Mukaddeme 6, Salât 202; Ahmed, Müsned, I, 249, 267, 315, 363.
Buharî,
Fadâilü’s-Sahâbe 5-7, Edeb 19.
Buharî,
Salat 63; Müslim, Fiten 70, 72, 73; Tirmizî, Menâkıb 34; Ahmed, Müsned, II,
161, 164, 206, III, 5, 22, 28, 91, IV, 197, 199...
Buharî,
Sulh 9, Fedâilü Ashâbi’n-Nebî 2, Menâkıb 25; Ebû Dâvud, Sünnet 12; Tirmizî,
Menâkıb 30; Nesâî, Cum’a 27; Ahmed, Müsned, V, 38, 44, 49, 51.
Buharî,
Megâzî 38; Müslim, imân 178, 179.
Gazâlî,
ihya, II, 416.
Beyhakî
rivayet etmiştir, Aliyyü’l-Karî, I, 703; Şifâ, I,. 344.
Buharî,
Ta’bîr 38, 40, Menâkıb 25, Megâzî 70, 71; Müslim, Rü’yâ 21, 22; Tirmizî, Rü’yâ
10; İbn Mâce, Rü’yâ 10; Ahmed, Müsned, I,. 263, II, 219...
Ebû
Dâvud, Cihâd 44; Ahmed, Müsned, I, 204, 205.
K.
lyaz, Şifâ, I, 342-343.
Müslim,
Zühd 74.
Ahmed,
Müsned, I, 248.
Buharî,
Megâzî 41, Hibe 28; Ebû Dâvud, Diyât 6; Müslim, selâm 43; ibn Mâce, Tıb 45.
Müslim,
Cihâd 83, Cennet 76; Ebû Dâvud, Cihad 115; Nesâî, Cenâiz 117; Ahmed, Müsned, I,
26.
Müslim,
imâre 161; Ebû Dâvud, Cihad 9; Dârimî, Cihad 28.
Müslim,
Fiten 19; Ebû Dâvud, Fiten 1; Tirmizî, Fiten 14; ibn Mâce, Fiten 9; Ahmed,
Müsned, V, 278.
Buharî,
Menâkıb 25; Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe 99; ibn Mâce, Cenâiz 64; Ahmed, Müsned,
VI, 240, 282, 283.
Buharî,
Zekât 11; Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe 102; Nesâî, Zekât 55; Ahmed, Müsned, VI,
125.
ibn
Mâce, Zühd 8; Ahmed, Müsned, I, 101, V, 77.
K.
lyaz, Şifâ, I, 322.
ibn
Mâce, Mukaddeme 11; Ahmed, Müsned, V, 354, 358.
Nursî,
Mektûbât (Envâr Neşriyat), s. 171.
Gazâlî,
a.g.e., II, 418.
Enbiyâ.
3; Furkân, 7-8; Allah bu itirazlarını şu ayetlerle çürütmüştür: Ra‘d Sûresi 38;
Enbiyâ, 7-8; Teğâbun, 5-6; isrâ, 94-95; Yûsuf, 109; Ahkaf, 9.
Sâd,
8; Zuhruf, 31-32.
Ahkaf,
11.
Tûr,
29; Tekvîr, 25-26; Şuarâ, 210-212.
Saffât,
36; Mü'minûn, 70; Sebe, 46; Kalem, 2-4; A'râf, 184.
Enbiyâ,
5;Yâsîn, 64; Saffât, 36; Tûr, 30; Hakka, 41.
Duhân,
14; Nahl, 103.
Enbiyâ,
5.
En'âm,
25; Enfâl, 31; Nahl, 24; Mü'minûn, 83; Furkân, 5; Nemi, 68; Ahkaf 17; Kalem
Sûresi 15; Mutaffifîn , 15.
Günümüzdeki
dinsizlerin “kendi kendine telkin (ruhun ilhamı)” tabirini kullanarak geçer
akçe haline getirmeye çalıştıkları iddia da, “şahsa bağlama” içinde mütalaa
edilmelidir. Halbuki onlar, bu tabirle yeni bir yorum getirdiklerini
zannetmektedirler. Aslında bu yeni bir şey değil, bilakis eski cahilî bir
görüştür; o cahiliye görüşünden gerek prensipte gerek teferruatta farklı
değildir. Onlar, Hz. Peygamber’i, hayal-ufku oldukça geniş, duyguları derin ve
kuvvetli, dolayısıyla da şair tasavvur ediyorlar, sonra ilave ediyorlar ki:
“Ekseriya onun iç dünyası duygularına baskın çıkarak kendisine hitap eden
birini işittiğini zannettiği şey, hayallerinin ve iç düıjyasının dışa
yansımasından ibarettir. Şu halde bu “cinnet” veya “karışık rüyalar”
iddiasından başka bir şey değildir. Kaldı ki bu tadilatlarda da uzun zaman
sebat etmediler. Kur’ân'da maziye ve istikbale ait bilgileri ve haberleri
görünce “kendi kendine telkin” tabirini bıraktılar, “bunları seyahatleri
esnasında alimlerin ağızlarından toplamış olabilir” dediler. Şu halde iş yine
insanların öğretmesine varıyor, iyice dikkat ediniz: Bütün bunlarda yeni bir
taraf görüyor musunuz? Kureyş cahillerinin sözlerine benzeyen, onlarınkinin
tekrarı olan sözlerden başka bir şey midir? Böylece dinsizlik modern elbisesi
içinde, en eski elbisesindeki şeklinin mensuh, daha doğrusu memsuh (yani onun
kopyası, kopyası bile değil bozulmuş) şeklinden başka bir şey değildir. Modern
çağda medenî fikirlerin gıdası, ilk cahiliye asrında taşlaşmış kalblerin geriye
bıraktıkları sofra artıklarından ibaret! “Onlardan öncekiler de onlar gibi
demişlerdi. Kalbleri nasıl da birbirine benzedi!” (Bakara, 118).
Şaşılacak
bir taraf varsa o da şöyle demeleridir: “Bütün bunlarla beraber o, doğru, emin
bir zattır. Rüyalarını İlâhî vahye maletmesinde mazurdur. Zira onun pek
kuvvetli olan rüyaları, bunları kendisine, İlâhî vahiy suretinde tasvir etti.
Sadece gördüğünü söyledi.” Allah Tealâ onların seleflerinden de aynı iddiayı
şöyle naklediyor: “Ey Resûlüm, onlar aslında seni yalanlamıyor, yalancı
olduğunu söylemiyorlar, lâkin o zalimler, Allah’ın ayetlerini bile bile inkâr
ediyorlar.” (En'âm, 33). Haydi diyelim ki görme ve işitmesindeki özrü bu olsun,
hadiseleri daha önce ne kendisinin ne de kavminin bilmediğini iddia etmesine ne
denilecek! Bu da onların tenakuz (çelişki) içinde olduğunu göstermez mi?
Sözlerinin hepsinin birbirine benzemesini temin için “uyduruyordu” deyip de işi
bilirseler ya! Fakat onlar insaf (objektiflik) ve aklî muhakeme iddiasında
olduklarından, böyle demezler. Ama görüyorsunuz ki, farkında olmadan yine bunu
söylemiş oluyorlar. Draz, en-Nebü’l-Azîm, s. 59-60.
Enbiyâ,
5.
idrab,
daha önceki fikirden vazgeçip bir diğerine atlamak demek olup, bu ayette üç
defa geçen idrab edatı, “bel”dir.
isrâ,
48; Furkân, 9; Draz, en-Nebeu’l-Azîm, s. 59-60.
Tür,
29-32.
isrâ,
48.
Kaf,
5.
Furkân,
41-42.
Mevdûdî,
a.g.e., II, 232-234.
Nahl,
103.
Draz,
en-Nebü’l-Azîm, s. 55-56.
Bu
zatın hayatı ile ilgili geniş bilgi için bk. kendi telifi olan ve Nusret Çam
tarafından Türkçeye çevrilen “Tevrat ve incil’e Göre Hz. Muhammed” s. 1-5.
Tarihten
gelen, Hıristiyanlığın aleyhteki propagandalarından, sömürgecilik gibi siyasi
ve İktisadî sebeplerden, genel olarak Müslümanların İslama ters
yaşayışlarından, Müslümanların çağdaş dünyadaki etkinliklerinini azlığından,
Batıkların teknik üstünlüklerinden ve İlmî gururlarından,
müsteşriklerin-İslam’ı tanıtıyor görünürken- anlayamayıp tahrif etmelerinden
gelen...vb. engeller.
Bu
eser dilimize, Prof Dr. Suat Yıldırım tarafından Kitab-ı Mukaddes Kur’ân ve
Bilim adıyla Türkçeye çevrilmiştir.
1919
İskenderiye doğumlu bir papaz ve misyonerdi. Mısır Papalık Fakültesinden, din
adamlığı diplomasını aldı. Daha sonra Amerikan Brenston Üniversitesinden de
aynı alanda mezun oldu. Esyot'taki Papalık Fakültesinde 1955 yılında hoca
olarak çalıştı. 1954 yılında Alman-isviçre irsaliyesinde genel sekreter olarak
çalıştı. Gerçek görevi ise, misyonerlik ve İslâm aleyhtarı faaliyetlerdi. Ne
var ki, İslâmî araştırmalarda derinleşmesi, bu dini kabul etmeye şevketti ve
1959'da Müslümanlığını ilan etti. Pekçok eseri vardır. En önemli üç tanesi
şunlardır: "Muhammed Fi’t-Tevrât ve’l-lncîl ve ve’l-Kur’ân",
“el-Musteşrikûn ve'l-Mubeşşirûn Fi'l-Alemi'l-Arebî el-islâmî" ve “Tarîhu
Benî İsrail" .(bk. imaduddîn Halîl, Kalû Ani’l-Kur’ân, B. S.
Nursî'nin, İşâratüî-İ’câz tefsirinin, zeylindeki neşri, s. 249)
589
1954 yılında Amerika'da doğdu. Basın yayın Fakültesinden mezun oldu. 1980
yılında Müslüman oldu. Bu kararını yaptığı derin araştırmalar sonucu, islâmdan
başka hiçbir dinin gerek erkek ve gerekse kadın olarak insanlığın ihtiyaçlarına
tam olarak cevap veremediğini anladıktan sonra verdi, (imâdüddîn Halil, a.g.e,
s. 255.)
İngiliz
olup, ünlü bir yazardır. İngilizce olarak meşhur eserlerinden ikisi şudur:
“Muğameratü’l-Kasım" ve “Alemün Cedîd". Bu zat Birinci Dünya Savaşına
katılmış ve esir düşmüştür. Bir süre Uganda’da çalışmıştır. 1922 yılında
Müslüman olmuştur. (İmâdü'd-Dîn Halîl, a.g.e., s. 257.)
·
582
Brehmân olan Hind kökenli bir ailede doğdu. Sömürgecilikle faaliyete başlayan
bazı misyonerlerin etkisiyle Hıristiyan oldu. Dini kitapları mütalaaya çok
meraklıydı. Kur’ân-ı kerim'i okuyup inceleme fırsatı bulunca hemen Müslüman
oldu. (İmhadü'd-Dîn Halîl, a.g.e. s. 259.)
·
583
1929-1961 yılları arasında yaşamıştır. Fransa'da öğrenimini tamamladı. Daha
sonra Cezâyir’e gitti. Orada Müslüman oldu. Nasiruddin ismini aldı (1927).
Ertesi sene Mekke’ye giderek hac görevini yerine getirdi. (.İmâdü’d-Dîn Halîl,
a.g.e. s. 263); Bazı eserleri şunlardır: “Muhammed Fi's-Siyeri’n-Nebeviyye”,
“Hayâtü’l-Arab”, “Hayatu's-Sahrâ”, “Eşi'atün Hassatün Bi Nûri’l-islâm”,
“eş-Şark Fi Nazari’l-Garb", “el-Hac ilâ Beyti’l-Lâhi’l-Haram”
·
584
Ünlü İngiliz şarkıcısıydı. Altmışlı yılların sonlarıyla yetmişli yılların
başında müzik kasetleri milyonlar satıyordu. 1976 yılında, kardeşi vasıtasıyla
Kur’ân’ı tanıma ve inceleme fırsatı bulduktan sonra Müslümanoldu. Şimdi
vaktinin tamamını İslâmî hizmetlerle geçirmektedir. İngiltere'de bu alanda
büyük bir hizmet ve faaliyeti bulunmaktadır. (İmâdü'd-Dîn Halîl, a.g.e. s. 268)
·
585
Iraklı araştırmacı ve mühendistir. el-Mecme'u’l-ilmî el-lrakî’nin üyesidir.
Yahudi asıllıdır. Daha sonra Kur'ân’dan etkilenerek Müslümanoldu.
Değişik alanlarda birçok eser vermiştir. Birçok eserinde, Beynelmilel
Siyonizmin iddialarını çürütmeye çalışmıştır. Ünlü iki eseri şudur:
“Mafsalu’l-Arab ve’l-Yehûd Fi’t-Tarîh", “Fî Tarikî İle'l-İslâm”. (İmâdü’d-Dîn
Halîl, a.g.e, s. 270.)
588
1928 yılında Hindistan’da Hıristiyan bir aileden dünyaya geldi. Babası
misyonerdi. Bu nedenle oğlunu da kendisi gibi yetiştirmek istedi. 1947 yılında
öğrenimini tamamlayarak Lahor'da misyoner olarak göreve başladı. Fakat çok
geçmeden, diğer birçokları gibi Hıristiyanlık hakkındaki kanaati tamamen
değişti. Yirmi sene süren araştırma ve incelemeden sonra Müslümanoldu (1968).
(İmâdü’d-Dîn Halîl, a.g.e. s. 273.) •
Nemçe’li
mütefekkir ve gazetecidir. Müslüman oluş hikayesini “Et-Tarîk ilâ Mekke” alı
eserinde anlatmıştır. Kendisi gibi Müslümanolmuş bir arkadaşıyla beraber
“es-Sekâfeti’l-islâmiyye” adlı bir dergi çıkararak(1927), pek çok İlmî
araştırmalar neşretmiştir. Bu araştırmaların büyük bir kısmı, müsteşriklerin
İslâm hakkındaki yanlış düşüncelerini çürütmeyle ilgilidir. Bazı eserleri
şunlardır: “Ta’likli ve Fihristi! Buharî Tercemesi",
“Usûlu'l-Fıkhi'l-islâmî", “et-Tarîk ilâ Mekke”, “Minhâcü’l-islâm
Fi’l-Hukm" ve “el-islâm Alâ Mufterekı’t-Tarîk”. (İmâdü'd-Dîn Halîl, a.g.e.
s. 276.)
·
888
İngiliz asilzade bir hanımdır. Müslüman olmuş, hacca gitmiş ve hac hatıralarını
“el-Hac ilâ Mekke” adlı eserinde kaleme almıştır (1934).
·
889
İngiliz mütefekkiridir. 1856’da doğdu, 1887’de Müslümanolup eş-Şeyh Abdullah
Kvvelem adını aldı. En önemli iki eseri, “el-Akîdetü’l-fslâmiyye” (1889) ve
“Ahsenü'l-Ecvibe”. (İmâdü’d-Dîn Halîl, a.g.e. s. 282).
Fransız
bir araştırmacı ve seyyahtır. Arab ve İslâm memleketlerinin problemleriyle
yakından alakadar olur. İslâm Dünyasının doğusunda ve batısında yıllarca
yaşamış, İslâm ve İslâm Medeniyetiyle ilgili onlarca eser neşretmiş ve son
olarak 1977 yılında Müslümanolmuştur. (İmâdü’d-Dîn Halîl, a.g.e. s. 287).
Hıristiyan
bir İngiliz ailesinde doğup büyümüştür. Felsefeye merak büyük ilgi duymaya
başlamış, daha sonra Kanada’ya gidip öğrenimini tamamlamıştır. Bu sırada
İslâm'la tanışmış ve Müslümanolmuştur. Nijerya’da bir üniversitede hoca olarak
çalışmıştır. (İmâdü’d-Dîn Halîl, a.g.e. s. 287.)
ibn
Kesîr, Tefsîr, III, 246.
Bk.
Taberî, Tefsîr, VII, 116 ( En’âm, 33. ayet).
Bk.
Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini, (el-En’âm (6), 33 ayet) III, 1912-1913.
Bk.
ibn ishak, Sîre, s. 169-170.
el-İsabe,
I,. 39; Asım Koksal, Hz. Muhammed (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) ve İslâmiyet, (Mekke Devri) s. 270-271.
Morrice,
Le Parle Frençaise Roman adlı gazetede kendisi gibi Kur’ân’ın mütercimi olan
Salmen Ronah’ın tenkitlerine verdiği cevaptan. Ömer Rıza Doğrul, Kur’ân Nedir?
s. 95-98.
İngilizce-Arapça,
Arapça-ingilizce lügatların yazarı Dr. Steingas’dan nakleden Ömer Rıza Doğrul,
a.g.e. s. 998-99.
Kur’ân
ayetlerini, nüzûl sırasına göre tercüme ve tertib eden İngiltere’nin mütaassıp
papazlarından G. M. Rodvvel’den Ömer Rıza Doğrul, a.g.e. s. 100-101.
Edvvard
Montet, Hıristiyanlığın intişarı ve Hasmı Olan Müslümanlar” adlı eserinden nakleden,
Ömer Rıza Doğrul, a.g.e. s. 101.
Mauell
King, Prespiteryenler’in Theo Theoavnard kilisesinde 1915 senesinde 17 Ooak’ta
Müslümanlık hakkında verdiği bir koferanstan alınmıştır. Ömer Rıza Doğrul,
a.g.e. s. 102-103.
Joseph
Dacr Cariyle (bu zat meşhur İngiliz düşünür Thomas Carlyle’den başkadır. Bu zat
bir oryantalisttir. Arapça’yı bir Bağdatlıdan öğrenmiş, 1795’te Cambridge’de
Arapça müderrisliğine tayin edilmiş, 1795’te İstanbul’a gelmiş, Anadolu,
Filistin, Yunanistan İtalya’da seyahatlerde bulunmuş ve 1811’de ölmüştür.) Ömer
Rıza Doğrul, a.g.e. s. 104-105.
Mr.
Marmaduc Bicthall, Londra’da “Müslümanlık ve Çağdaşlık" isimli bir
konuşmasından, Ömer Rıza Doğrul, a.g.e. s. 107-108.
Fransız
Filozofu Alexis Loison, Ömer Rıza Doğrul, a.g.e. s. 108-109.
Fransız
müsteşrik Sedillot (Ö. 1832), Ömer Rıza Doğrul, a.g.e. s. 109-110.
·
588
Boswert Shimith, “Hz. Muhammed’in Hayatı” adlı eserinden, Ömer Rıza Doğrul,
a.g.e. s. 122.
VVashington
lrwing Hz. Muhammed’in Hayatı ve Hz. Muhammed’in Halifeleri isimli iki eserin
sahibi, Amerika’lı bir müsteşriktir. Ömer Rıza Doğrul, a.g.e. s. 134.
Bk.
Ömer Rıza Doğrul, “Kur’ân Nedir?” Diyanet işleri Başkanlığı Yayınları, (ikinci
Baskı) Ankara, 1967; Prof. Dr. İmâdü’d-Dîn Halil, Kalû Ani’l-İslâm; İsmail Hami
Danişmend, Garb İlminin Kur’ân-ı Kerim Hayranlığı, İstanbul, 1978; Eşref Edib,
Kur'ân Garb Mütefekkirlerine Göre, İstanbul 1957; Osman Keskioğlu, Kur'ân
Tarihi; Jaun Davenport, Hz. Muhammed
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) ve Kur’ân-ı Kerim (Tere: Ömer Rıza
Doğrul) İstanbul 1926.
Edmond
Power, Joseph Hubby Christus, Manuel d’Histoire des Religions, s. 795-797, 800.
VVashington
Irving, Mohamet and his Successors, s. 195-196; Şu önemli noktaya dikkat çekmek
isteriz: Irving ve benzerleri -bu olumlu gibi görünen yaklaşımlarına rağmen-
Hz. Muhammed’in peygamberliğine inanmıyorlar. Açıkça görüldüğü gibi, Hz.
Muhammed'in doğruluğunu savundukları halde, onun peygamber olduğuna olan
inancını, şiddetli hamasetine, arzu ettiği birliğe ve bedenî hastalığı ile
gördüğünü zannettiği imajlara bağlıyorlar. Bütün bunlar -Irving'e göre-
kendisini, özellikle de eşi Hz. Hatice onu destekleyip Varaka bin Nevfel de
teşvik ettikten sonra, gerçek peygamber olarak görmesine sebep olmuştur.
A.g.e,
s. 197; Şaşılacak durum şu ki: Irving çok değil, sadece iki sayfa sonra dönüş
yapıp Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) karşı konulmaz başarı ve
zaferinin kendisinde bir gurur ve şımarıklık meydana getirmediğini, çünkü
kişisel heves ve çıkarlar peşinde olmadığını, aksine bir dini yaymak hedefinde
olduğunu söylüyor. Bu büyük bir çelişkidirl
M.
Rodinson, a.g.e., s. 104.
A.g.e,
s. 104.
Rodinson,
a.g.e, s. 252.
A.g.e,
s. 253.
A.g.e,
s. 254.
Özetleyerek
nakleden, i. F. Ertuğrul, Hakikat Nurları, s. 385.
i.
F. Ertuğrul, a.g.e., s. 385-386.
Buharî,
Cihad 52, 61,97, 167, Megazî 54; Müslim, Cihad 78-80; Tirmizî, Cihad 15.
Bakara,
79.
En’âm,
21, 93, 144; A'râf, 37; Yûnus, 17 vd.
Ahmed,
Müsned, III, 272; Salih Suruç, Kâinatın Efendisi Peygamberimiz’in Hayatı, II,
699-700.
İ.
F. Ertuğrul, izâle-i Şükûk, s. 22-23.
Goldziher,
Le Dogm et Le Loi de L’lslam, s. 21-22.
En'âm,
165; Ra'd, 6; Mü'minûn, 43.
Yûnus,
102; Hûd, 121, 122; isrâ, 58.
Draz,
Initiation au Coran, s. 143-144. Müsteşriklerden, R. Brunchsving, bu nesih
meselesine kısaca temas ederek, İslam Şeriatında, tabiî kanunların bulunmaması,
tek kanun koyucu olan Allah’ın iradesi gözönünde bulundurulduğu için, diğer
tabiî kanunlar gibi, aklın tasarrufuna verilemez. Ne var ki, bu vahyedilen
kanunlar akılla ters de düşemezler. Bu, İslamın ilk döneminden itibaren,
müslümanların kabul ettikleri bir görüştür. Onlar buna, teşri’ hikmetleri ve
maksatları adını verirler. Böylece, Şeriatın hükümlerinin tutarsızlık ve
çelişki ile nitelenmemesini amaçlarlar. Fakat, vahiy eseri olmakla birlikte
bazan bu kanunlar, akla uymayabiliyor. Bazı Kur’ân ayetlerinde çelişki göze
çarpıyor. Bu nedenle, bu çelişkiyi ortadan kaldırmak için yasal bir takım
ölçüler bulunması gerekir. Bunun için Kur’ân, “nesih” mefhumunu getirmiştir.
Yani, önceki bir hükmü, delili sonra gelen başka bir hükümle değiştirmek.
Beşerî kanunlarda nesih ve tadil mümkün ise de, ismet, kemâl ve ebedîlikle
mevsuf olan Allah’tan gelen İlâhî kanunlarda bunu kabul etmek çok güçtür. Bu
probleme, objektif ve tarihî bir bakış atfedilmesi, İslam bilginlerinin, Kur’ân
ayetleri arasındaki çelişkileri gidermek ve Kur’ân ile Hadisi uzlaştırmak için
bu yola sığınmalarındaki demogojiyi ortaya koyar, (bk. Etüde d’lslamologie T.
2. Maisonneuve et La rose, 1979, p p 347-348; ez-Zahiretü’i-lstişrakıyye, s.
448-449).
Montgomery
Watt da özetle şunları söylüyor: “Hz. Muhammed’in vahyin İlâhîliğine inanması,
onu, eklemek ve çıkarmak suretiyle vahyi tanzim etmesine engel olmamıştır.
Kur’ân’da, vahyin Peygambere bazı ayetleri unutturduğuna ilişkin bir işaret
görüyoruz. Kur’ân metnini derin bir biçimde incelemek, bazı kelime, cümle ve
parçaların Kur’ân’a eklendiğine inanma konusunda şüphe bırakmaz. Bu
fazlalıkların, Muhammed’in işi olmadığı tabiidir. Muhammed’in, düşündüğü konuda
kendisine ışık tutan vahyi dinlemede belli bir metodunun bulunduğu kesindir. O,
kendisini doğruya ileten vahyi almadan metni tashih etmezdi. Müslümanlar,
baştan beri, Kur’ân’da neshedilmiş ve hükümleri kaldırılmış birçok ayeti ihtiva
ettiği noktasında birleşmişlerdir. Daha önce yer verdiğimiz “Şeytan
Ayetleri" hikayesi buna en büyük delildir. (Watt, Mahomet, s. 18;
ez-Zahiretü’l-istişrakıyye, s. 449).
Maxime
Rodinson da “Mahomet" adlı eserinde, R. Bell’in bu konudaki görüşünü
kendine delil olarak kaydeder: “Elimizdeki Kur’ân, birçok düzeltmelere
(müracaat) tabi tutulmuştur. Bu işlem, bizzat Muhammed tarafından
gerçekleştirilmemişse, onun gözetimi altında gerçekleştirilmiştir. Sözkonusu
elden geçirmeler, hatalardan ve kötü sonuçlardan uzak kalamamıştır. Allah da, vahyini
tazeler, tekmil ve ta’dil eder. Muhalifleri, bu gerçeği görmüş olacaklar ki,
tenkid ettiler. Fakat Allah, onlara cevap vererek, dilediğini yapmada ve
risaletini ta’dil etmede mutlak serbestliğe sahip olduğunu belirtti. Değil mi
ki Allah’ın hikmeti, kulların karşılaştıkları zaafları gözönünde bulundurmayı
gerektirir ve kendilerine yüklenen yükümlülükleri hafifletir. Bunu da kendi
maslahatlarına binaen, önceki hükümleri nesh ve yerlerine başka hükümleri ikame
etmekle yapar." (Rodinson, Mahomet, s. 161).
Herşeyden
önce şunu belirtelim ki, Kur’ân’da neshin varlığı, bazı müsteşriklerin iddia
ettiği gibi, İslam alimlerinin üzerinde ittifak ettikleri bir konu değildir.
Ayrıca, neshi kabul edenler arasında da mensuh ayetlerin sayısı konusunda bir
ittifak yoktur. Bu konudaki ihtilaf nesih kelimesinden ne anlamaya bağlı bir
husustur. Muhakkiklerin belirttiğine göre, birçok alimin nesh zannettiği şey,
ya nesî’ ve erteleme, ya ihtiyaç anında beyan edilmiş bir mücmel, ya bir başka
hitabın araya girdiği bir hitap, ya âmmı tahsis eden bir hüküm, ya da has bir
hükmün ta’mimidir. (bk. Zerkeşî, Bürhân, II, 44; S. Salih, Mebâhis, s. 273
(dipnot).) Ayrıca, neshin sözkonusu olması, için, “Falan ayet, filan ayetle
neshedildi” şeklinde Hz. Peygamber veya Sahabeden gelen açık bir nakil olması
şarttır. Ayrıca, ayetlerin gerçekten birbirine zıt bir mana ifade etmeleri ve
bu konuda kesin bir tarihî naklin alması şarttır, (bk. es-Suyutî, el-itkan, II,
40.)
Müsteşriklerin
bu iddiaları, Kur’ân, bir taraftan kendinden önceki şeriatleri neshederken ve
diğer taraftan bir takım hükümlerini neshe tabi tutarken Müslümanlar gibi,
teşride gelişme ve tedriciliğe inanmamalarından ileri gelmektedir. Oysa toplum,
durmadan gelişme kaydeder ve halden hale intikal eder, işte böyle durumlarda,
ansızın nihaî hükümle karşılaşıp o anki yapısına son derece ters geldiği için
reddetmemesi ve uyumda güçlük çekmemesi için geçişin adım adım ve tedrici
olarak sağlanması gerekir. Bu geçiş, dönemlerine mahsus ara hükümlerle
mümkündür. Müsteşriklerin şöyle düşündüğü anlaşılıyor: Değil mi ki bu
hükümlerin Allah’dan geldiği söyleniyor, o halde Allah, kullarının onu kabul
edip etmeyeceklerini önceden bilir. Dolayısıyla Allah’ın böyle bir tedriciliğe
ihtiyacı yoktur.” Allah’ın böyle bir tedriciliğe ihtiyacı olmadığı kesin. Buna
ihtiyacı olan Allah değil insanlardır. Bu nesih, Allah’ın önceden bilmeyip
sonradan farkına vardığı bir hikmetten dolayı olduğunu düşünmek de yanlıştır.
Çünkü Allah, geçmişi, hali geleceği ve bu üç zamanda olup biten her şeyi ve
kullarının tabiat ve maslahatlarını çok iyi bilir. Hükümlerin, muhataplara göre
değiştiği, hal ve şartlarını farklılık göstermesiyle farklılaştığı bir
gerçektir.
Müsteşriklerin
bu görüşleri, Mutezilenin “Aklî Hüsün ve Kubuh” nazariyesini de çağrıştırıyor.
Buna göre, nesih, iki zıttın birleşmesini gerektiriyor. Çünkü, bir şeyi
emretmek, onun güzel olduğunu, nehyetmek ise çirkin olduğunu gösterir. Bir
şeyin hem güzel hem de çinkin olması ise imkansızdır...
Oysa,
bir şey Allah emrettiği için güzel, nehyettiği için çirkindir. Bir de, fiilin
güzel veya çirkin sayıldığı zaman değişmiştir. Bir vakitte güzel veya çirkin
addedilen şey, yine aynı vakitte bu hükümlerin zıddıyla nitelendirilmemiştir.
Dolayısıyla hüsün ve kubuh, aynı anda aynı fiil üzerinde bir araya gelmemiştir.
Bu farklı zamanlarda, muhatapların durumlarının değişebildiği ise inkâr
edilemez.
Mâide,
32.
Furkân,
68.
En’âm,
151.
Buharî,
Eymân 16; Nesâî, Tahrîm 3
Buharî,
Diyât 1; Ahmed, Müsned, II, 94.
Nesâî,
Tahrimü’d-Dem 2.
Hac,
39-40; Bakara, 190-191.
Enfâl,
36, 47; Tevbe, 29, 34...
Enfâl,
55-58; Tevbe, 1-2, 4- 5, 7-8, 10-14.
Nisâ,
81,89, 91; Tevbe, 73; Ahzâb, 60-65.
Mâide,
33-34.
Nisâ,
75; Enfâl, 72-73.
Bakara,
193; Enfâl, 73.
İslâmî
cihadın, gaye ve usulleri hakkında geniş bilgi için, bk. Mevdûdî,
Şerîatü’l-islâm Fi’l-Cihâd ve’l-Alakati’d-Devliyye; Muhammed Ebu Zehre, islâmda
Cihad Kavramı; Abdulazîz Hatip, Gönüllerin Fethinde Cihad.
Ebû
Dâvud, Cihad, 82, 111; ibn Mâce, Cihad 30; Dârimî, Siyer 25; Muvatta’, Cihâd 9;
Ahmed, Müsned, I, 300.
Buhari,
Cihad 102, Megâzî 38; Ebû Dâvud, Cihad 91; Tirmizî, siyer 3, 48.
Ebû
Dâvud, Cihad 149, 112, Edeb 164; Tirmizî, Siyer 20; Dârimî, Siyer 23.
Ebû
Dâvud, Cihad 119.
Buharî,
Mezalim 30; Zebaih 25, Megâzî 36; Ebû Dâvud, Sünne 5, Cihad 110, 128, imare 33,
Hudûd 3; Tirmizî, ilim 10.
827
Bakara, 205.
Buharî,
Mezâlim 30, Zebâih 25, Megâzî 36; Müslim, Cihad 2; Ebû Dâvud, Cihad 82, 110;
Tirmizî, Diyât
14,
Siyer 47; ibn Mâce, Cihad 38.
Muhammet!,
4.
Ebû
Dâvud, Cihad 154; Dârimî, Siyer 59; Ahmed, Müsned, III, 487; Ebu Yusuf,
Kitabu’l-Harac, s. 116.
Buharî,
İmân 24, Mezâlim 17, Cizye 5, 22, Diyât 30; Tirmizî, Siyer 26-27, Diyât 11; Ebû
Dâvud, Cihad 152; İbn Mâce, Diyât 32; Dârimî, Siyer 61; Ahmed, Müsned, IV, 193.
Ebû
Dâvud, Cihad 88; Ahmed, Müsned, III, 441, IV, 193.
Bu
antlaşmanın mukayeseli metni ve kaynakları için bk. Muhammed Hamidullah,
el-Vesâiku’s-Siyâsiyye, s. 57-64; Le Prophet de L’lslam, I, 193-197.
Madde
1-2.
Madde
26-33.
Hamidullah,
a.g.e., 1,178.
Madde
26-33.
Madde
25.
Madde
16, 37, 37/B, 43, 44.
Fethu’l-Barî,
VII, 332.
Ebû
Dâvud, imâre, 22, 23; ibn Hacer el-Askalânî, Fethu'l-Barî bi Şerhi’l-Buharî,
l-XVII, Mısır, 1959., VII, 332; Taberî, Tarih, l-XIII, Mısır 1326, III, 37; ibn
Esîr, Üsdü’l-Gabe, l-VII, 1970. III, 57 (Talha b. Bera'nın biyografisi).
Taberî,
Tarih III, 38; Askalânî, a,g.e., VII 233; Belâzûrî, Futûhu’l-Büldân,
Dâru’l-Maarif, Mısır 1959, s. 24; Mevdûdî, Cihad (Tere. M. Beşir Eryarsoy,
Şafak Yayınları, İtanbul, 1992, s. 359.
Taberî,
Tarih, III, 38; Askalânî, a.g.e., VII, 232.
844
Buharî, Sahîh, 58/6; Hamidullah, a.g.e. I, 533.
M.
Hamidullah, a.g.e., I, 532-533.
·
848
İbnü’l-Cevzî, el-Vefâ bi Ahvâli’l-Mustafa, l-ll, Mısır 1966, s. 695;
Hamidullah, a.g.e., I, 533-534.
847
Antlaşmanın metni için bk. Ibn Hişam, I,. 501-504.
848lbnü’l-Esîr,
el-Kâmil, l-XIII, Beyrut, 1965; Askalânî, a.g.e., VII, 280.
·
849
İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, II, 68; Askalânî, a.g.e., VII, 281.
Ahzâb,
10.
Buharî,
Cihad 168; Menakıbu’l-Ensar 12; Megazî 30; Müslim, Cihad 29, 64; Tirmizî, Siyer
28; Dârimî, Siyer 65.
Mevdûdî,
Cihad, s. 366-367.
Alfred
Gııillaume, İslam , Pelican Books, 1964,s. 48.
Msl.
bk. Josephe Hubby, Christus: Manuel d’Histioire des Religions, Beauchenese et
ses Fils, Paris, 1964, s. 787.
Kitâb-ı
Mukaddes, Tesniye,
20/10-16.
İbn
Hişam, a.g.e., II, 238; Yine Hz. Peygamberin bu olaydaki haklılığını gösteren
başka bir delil de, Huyey b. Ahtab en-Nadrî’nin, Ka’b b. Esed el-Kurazî’ye
mevcut antlaşmayı bozma konusunda ikna etmek için geldiğinde, gösterdiği çaba
ve Kabin ona verdiği cevaplardır. Huyey, Ka’b’ı çok zor ikna edebilmiştir.
Detaylı bilgi için bk. ibn Hişâm, a.g.e., II, 220-221.
Hz.
Peygamberin dünya malını önemsemeyişiyle ilgili söz ve davranışları için bk.
Nevevî, Riyâdu's-Salihîn, s. 236-280.
Hz.
Peygamber, Hayberlileri yenip, onlarla kendi önerdikleri bir şart üzere
antlaştı. Bu şart, mahsullerinin yarısını Müslümanlara vermek karşılığında
toprakları üzerinde kalmalarına izin verilmesiydi. Hz. Peygamber, bunu kabul
etti, ancak şartlar gerektirdiğinde Müslümanların kendilerini oradan
sürebilmeleri kaydını da koydu, bk. Ebû Dâvud, imare 23, 24; Mevdûdî, Cihad, s.
371-372.
Buharî,
Cihad 89, Megazî 86; Tirmizî, Buyu’ 7; Nesâî, Buyu’ 58, 83; ibn Mâce, Ruhûn 1;
Dârimî, Buyu’ 44; Ahmed, Müsned, I, 236, 300.
ibn
Hişam, a.g.e., II, 344-345; Serahsî, Şerhu Siyeri’l-Kebîr, IV, 381. Makrizî’nin
yazdığına göre geri döndüğünde, Yanudilere karşı başlatılmış bu savaşa katıldı
ve ve burada şehid düştü, (bk. imtâ, I, 312-313; M. Hamidullah, İslâm
Peygamberi, a.g.e., 1,549.
Abdullah
bin Sehl, bir miktar hurma toplamak için bazı arkadaşlarıyla birlikte gittiği
Hayber’de öldürülmüştü. Bir çeşme başında boynu kırılmış olarak bulunmuştu.
Yahudiler ise, onu oradan alıp izini kaybettirmişlerdi. Sonra da Hz.
Peygamber’e gelerek durumu kendisine bildirdiler. Maktulun kardeşi Abdurrahman
bin Sehl, amcasının iki oğlu Huveyyısa ve Muhayyısa ibnâ Mes’ud ile birlikte
Resulullahm huzurune geldiler. Abdurrahman yaşça en küçükleriydi. Maktulün en
yakını olduğu için kanın sahibi oydu. Toplumda da biraz daha saygın bir yeri
vardı, iki amcası oğlundan önce söze başlayınca, Hz. Peygamber (s.a):” Yaşça senden
daha büyük olana sözü bırak!” diye ikaz etti. Kendisi de daha sonra konuştu.
Akrabalarının öldürülüşünü Hz. Peygamber’e anlattılar. Resulullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) “Siz katilin adını verip, sonra adını verdiğiniz bu kişinin
gerçek katil olduğuna elli defa yemin edebilir misiniz? Eğer böyle yaparsanız,
katili size teslim ederiz" buyurdu. Onlar: “Biz kesin olarak bilmediğimiz
bir konuda yemin etmeyiz” dediler. Bunun üzerine Resulullah (s.a): “Peki
onların, katili bilmediklerine dair elli defa yemin edip öldürme suçundan
beraat etmelerine ne dersiniz?" diye sordu. Onlar: “Biz yahudilerin
yeminini kabul etmiyoruz. Çünkü içlerinden inkar, yalan yere yemin etmelerinden
daha büyüktür. (Yani, kâfir oldukları için yalan yere yemin etmekte tereddüt
etmezler) ey Allah’ın Resûlü” dediler. Bunun üzerine Resulullah (s.a) kendi
malından, maktulün, yüz deve olan kan bedelini ödedi, (ibn Hişam, a.g.e., II,
354-356).
Örnek
olarak bk. Al-i imran, 76; Mâide, 1; En'âm, 152; Nahl, 91; İsrâ, 34; Ra'd, 20...
Buharî,
Cizye 22, Edeb 99, Fiten 21; Müslim, Cihad 8, 10-17; Ebû Dâvud, Cihad 150;
Tirmizî, Siyer 28, Fiten 26; ibn Mâce, Cihad 42; Dârimî, Buyu’ 11; Ahmed,
Müsned, I, 411.
Ebû
Dâvud, Edeb 90; ibn Sa’d, Tabakat, VII, 59; Asım Köksal, a.g.e. XI, 439.
Bk.
Ahmed, Müsned, V, 395; Asım Köksal, Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ve İslamiyet,
(Medine devri) Şâmil yayınları, İstanbul, ts. I-XI, XI, 439-440.
Msl.
Frantz Buhl şöyle diyor: "Muhammed'in, ahid ve sözleşmelerine karşı
tutumunu bilen, tâ işin başından itibaren, ortaya çıkan en ufak bir fırsatta bu
gibi yükümlülüklerden kurtulmak niyetinde olduğundan şüphe edemez.” (Buhl, Das
Leben Muhammadd, s. 304)
Hudeybiye
Antlaşması hakkında bilgi için bk. Buharî, Sulh 6, 7; Müslim, Cihad 90-94; Ebû
Dâvud, Cihad 156.
Bu
antlaşma ve bozulması ile ilgili olarak bk. ibn Hişam, a.g.e., II, 316-325,
389-396.
E.
E. Kellett, A Short Histoir of Religion, Gollancz, London, 1921, s. 341.
Tevbe.
1-13.
Bk.
III, 86-87.
Frantz
Buhl, Das Leben Muhammad, s. 360-361.
Tor
Andrae, Mahomet, sa vie et sa doctrine, s. 187-190; Müsteşrikler Hz.
Peygamberin evliliği konusunu ele alırken, bize göre doğru sonuçlar
çıkarmamanın yanısıra, her zaman tarihî gerçeklere de bağlı kalmıyorlar.
Aksine, bazıları kafalarından aslı esası olmayan şeyler uyduruyorlar. Msl.
bunlardan Edmond Povver Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
mahremlerle evlenme yasağına bağlı kalmaktan kendisini istisna ettiğini iddia
ediyor. (Bkz, Jozeph Hubby, a.g.e., s. 815) Vashington Irving de, “Zina eden
kadın ile zina eden erkeğe, her birisine yüz değnek vurunuz..." (Nûr, 2.)
ayetinin -haşa- Hz. Peygamberi, Mariye ile birleşmekten mennettiğini,
dolayısıyla bununla ilgili özel bir ayet uydurduğunu ileri sürüyor (bk. Irving,
a.g.e., s. 133). Oysa Hz. Mariye cariyeydi. İslam’a göre cariyesiyle birleşmek
her Müslüman için caizdir. Dolayısıyla Hz. Mariye'nin durumu hiçbir şekilde
problem doğurmazdı. Üstelik, Hz. Peygamber (s.a) Hassan bin Sâbit’e Mariye’nin
kız kardeşi Sîrin’i vermiştir. Acaba bu iddiaya göre, Hz. Peygamber (s.a) onun
için de —haşa— bir vahiy uydurmuş mudur? Bu hangi ayettir?
Müsteşrikler
bunu kendilerince şöyle bir gerekçeye dayandırırlar: Güya Hz. Hatice, İçtimaî
mevkii ve malıyla Hz. Peygamber üzerinde hakimiyet kurmuş, evde kendisini söz
sahibi kılmıştı!.. Halbuki Hz. Peygamber de kavmi arasındaki mevkii itibariyle
Hz. Hatice’ninkinden geri değildi. Hz. Hatice, kendisine talip çıkan bunca
Kureyş eşrafının bu isteğini reddetmişken ona bir elçi göndererek kendisiyle
evlenmek istediğini bizzat iletmişti. Bu evliliğe engel, Hz. Hatice’nin malı
olsaydı, Hz. Ebu Bekir, bütün malını Allah yolunda harcadı, Hz. Peygamber’e
verdiği maddî destek İslam’ın muzaffer olmasında büyük etkisi oldu. Buna rağmen
bu durum Resulullahın, onun kızı Hz Aişe üzerine evlenmesine engel olmadı. Hz.
Aişe, Hz. Hatice'nin aksine gençti, bakireydi ve güzeldi. Hz. Aişe üzerinde bir
değil, iki değil tam sekiz kadınla evlendi. Son olarak, Resulullahın Hz.
Hatice’nin vefatından sonra bile onun hatırasına büyük ve samimi bir bağlılık
göstermesini, Hz. Aişe de dahil olmak üzere bütün hanımlarından onu üstün
görmesini nasıl izah edeceğiz? Ki bu tercih ve hatıraya sadakat, Hz. Aişe’yi
oldukça kıskandırırdı.
Bu
sınırlamalar için bk. Nisa, 3,129.
Buharî,
Teheccüd 6.
Bayhakî,
zikreden: Nebhânî, el-Envâru’l-Muhammediyye, Beyrut 1312, s. 522
Müslim,
Cenâiz 35; Bütün bunlar, Hz. Peygamberin Medine’de, takvasının azalmak şöyle
dursun, daha da artarak sağlamlaştığım isbat etmektedir.
Ahzâb
, 28-34.
Bu
manalar için bk. Draz, Initiation au Coran, s. 138-139.
Önce
kendisi Müslüman olup, Müslüman olmasına yardımcı olduğu kocası Sekran bin Amr
ile birlikte Habeşisten’a hicret eden, orada kocası önce Hıristiyan olup daha
sonra da ölen, Şevde binti Zem'a buna örnektir. Hz. Peygamber, Mekke'ye dönmek
zorunda kalan ve beş çocuğu bulunan bu fedakâr himayesiz hanımla evlenmiş ve
onu böylece teselli etmiştir.
O
devirde hangi Müslüman kadın, inandığı Resulullahın zevcesi olmayı hatta
kendisiyle birlikte aile içinde daha başka zevceler dahi bulunsa, en büyük
saadet kabul etmezdi. Nitekim, Ahzâb Sûresinin 50. ayetinde bu gerçeğe işaret
edildiğini görmekteyiz.
Hz.
Ebu Bekir’in kızı, Hz. Aişe ve Hz. Ömer’in kızı Hz. Hafsa ile evlenmesi buna
örnektir.
·
883
Benu Mustalik kabilesi reisinin kızı Hz. Cüveyriye binti Haris ve Ebu Süfyân'ın
kızı Ümmü Habîbe ile evlenmesi buna örnektir.
·
884
Rayhâne binti Zeyd ile evliliği buna örnektir.
·
885
Msl., Azatlı bir köle ile evli bulunan Hz. Zeyneb'le, boşandıktan sonra
Allah'ın emriyle evlenmesi buna örnektir.
888 Nesâî,
İşretü’n-Nisâ 1; Ahmed, Müsned, III, 128, 199, 285.
887
Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) cinsel gücü ve bir tek gecede
bütün hanımlarını dolaştığına ilişkin olarak bazı sahabilere nisbet edilerek
nakledilen rivayetleri ise (Bu rivayet için bk. eş-Şevkânî, I, 230) bazı
alimler hangi kaynakta yer alırsa alsın kabul etmemektedir. Bu konuda Dr.
İbrahim Avad şöyle demektedir: “Aynı gecede eşlerinden herbirisiyle yattığını
nereden bilsinler? Bu konuda ne Hz. Peygamber’den ne de mü’minlerin anneleri
olan hanımlarından naklen hiçbir rivayet gelmemiştir. Hal böyle iken, acaba bu
iddiada bulunan kişi, Hz. Peygamberi takip edip herbir eşiyle ne yaptığını mı
araştırdı? Sonra, cinsel gücü ne olursa olsun herhangi bir erkek, bir gecede
dokuz kadınla birleşmeye nasıl vakit bulabilir? Özellikle, sözkonusu olan,
geceleyin kalkıp Rabbine ibadette bulunan; uykuya ayırdığı saatlerde bile,
yatağında her hareket ettiğinde, fecrin geldiğini zannedince kalkıp dişlerini
yıkayan, Rabbine dua eden, henüz sabah olmadığını anlayınca da, yeniden uykuya
dalıp, sabah olduğunda ise Hz. Bilal’in ezan sesiyle uyanan Hz. Peygamer ise bu
nasıl mümkün olur? (Bu konuda bk. eş-Şevkânî, Neylu’l-Evtar, III, 37)
Nitekim sözü edilen kaynakta ise bu nasıl mümkün olur? (Bu konuda bk.
eş-Şevkânî, Neylu’l-Evtar, III, 37) Nitekim sözü edilen kaynakta Hz.
Aişe, Resuluilahın vitir namazı ile ilgili olarak sorulan bir soruya cevaben
şöyle demektedir: ‘Biz Hz. Peygamberin misvakını ve abdest suyunu hazırlardık.
Allah, geceleyin uyanmasını takdir buyurduğu saat gelince kalkar, dişlerini
misvaklar, abdestini alır ve dokuz rekat namaz kılardı...’ Yine, Hz.
Peygamberin geceyi nasıl geçirdiğiyle ilgili oiarak bk. el-Buhârî, Sahih, I,
46, 117, 198; III, 116; IV, 74; el-Muvatta’, III, 103. Sonra eğer durum
böyleyse, -haşa- o şehvetine düşkün zat (i), bir ay boyunca hanımlarına karşı
kendisini nasıl zabt edebildi? Aynı şekilde, Hz. Peygamberin yaptığı bilinen şu
uygulamayla bu iddia nasıl bağdaştırılacak? Uygulama şudur: Hz. Peygamber
hanımlarından her birine bir gece tahsis etmiş, o geceye sırası olan eşinden
başkası iştirak etmezdi. İşte bütün bu gerekçelerden dolayı, kaynak olarak
hangi kitapta yer alırsa alsın ben bu hadisi kabul etmiyorum." (bk. Avad,
a.g.e., s. 120-121)
Hz.
Peygamberin, “akşamları bütün hanımlarını dolaştığı” (bk. Buharî, Gusl 24,
Nikâh 4; Müslim, Hayz 28; Tirmizî, Tahare 106...) şeklindeki rivayetin sıhhati
bize göre inkâr edilemese de, bu, cinsel ilişki olarak anlaşılmamalıdır. Hz.
Peygamber, hal ve hatırlarını sormak ve bir ihtiyaçlarının bulunup
bulunmadığını öğrenmek için dolaşması da muhtemeldir.
Nesâî,
Bey’a 18; ibn Mâce, Cihad 43; Muvatta’, Bey’a 2; Ahmed, Müsned, II, 213, VI,
357.
Nûr,
31.
890
Ahmed, Müsned, II. 405, VI, 71,86.
Muvatta’,
Sıfatü’n-Nebî 31; Ahmed, Müsned, II, 298.
Bk.
Muhammed Huseyn Heykel, a.g.e., s. 448.
Bk.
Buharî, Talak 3; ibn Mâca, Talak 11; İbn Hişam, a.g.e., II, 647.
Irving,
a.g.e.,s. 193.
A.g.e.,s.
199.
A.g.e.,s.
132.
Bk.
M. H. Heykel, a.g.e., s. 321.
898
Müslümanların kâfirlerle olan ilk çarpışmalarında, onlardan birinin
düşmanlarından on tanesini mağlup etmesi kendilerinden istenmiş, sonra bu hüküm
hafifletilerek on sayısı ikiye indirilmiştir. (Enfâl, 65-66) Yine, bir dönem,
Kur'ân-ı Kerim, Hz. Peygamber (s.a) ile konuşmak isteyen herkesten, konuşmadan
önce durumuna göre bir sadaka vermesini istemiş, daha sonra ise bunu
neshetmiştir (Mücâdele, 12-13).
Ahzâb,
52.
Ahzâb,
6.
Bu
rivayet için bk. Keşşâf ve Kadı Beydavî tefsirleri Ahzâb, 37. âyetinin tefsiri.
Irving,
a.g.e.,s. 112; Muhammed Hüseyn Heykel bu hikayeyi buna yakın bir ifadeyle ve
müsteşriklerin bu konudaki iddialarını çürütmek üzere Hayattı Muhammed
adlı eserinde kaydeder, s. 322-323. Maxime Rodinson da bu hikayeyi
nakletmiştir. Rodinson, “Muhammed’in, Zeyd evde değilken Zeyneb'in kapısını
vurduğunu, Zeyneb yarı çıplak olarak onu içeriye buyur etmek istediğini, Hz.
Muhammedi hem anası hem babası olarak gördüğünü, Muhammed’in eve girmediğini,
fakat o sırada rüzgârın Zeyneb’in üstündekini havalandırdığını, Hz.
Muhammed’in, onun anlayamadığı bazı sözler mırıldanarak uzaklaştığını; Zeyd eve
geldiğinde Zeyneb'in ona olup bitenleri anlattığını, Zeyd'in hemen
Muhammed’in huzuruna çıkarak neden eve girmediğini sorduğunu ve Zeyneb’den
hoşlanmışsa onu derhal boşayacağını söylediğini ve fiilen de Zeyneb’le önce
ilişkisini kestiğini ardından da onu boşadığını, Muhammed’in Zeyd'e “karın
senin olsun” dediğini...” söylüyor, (bk. Rodinson, a.g.e., s. 238-241). Ayrıca,
konuya alaylı ve kısa bir işaretle yer veren
;
şu kitaba da bkz: A. C. Bouquet: J. Comparative Religion. Kitabın yazarı
İngiliz Hıristiyan bir din adamıdır.
Buharî,
III, 177.
Huseyn
Heykel, a.g.e., s. 323-324.
Ahzâb,
36.
Ahzâb,
37.
Ahzâb,
37
Rodinson,
a.g.e., s. 239-240; Rodinson, Hıristiyan Batılılar ve Volter’oilerin daha çok
Peygamberin yıldırım aşkına tutulduğu şeklinde düşündüklerini ve bu konuda
biraz da alaycı bir tavır takındıklarını söylüyor, (a.g.e., s. 240).
İslâm
bilginlerinden bu kanaatte olanların görüşleri için bk. i. Fennî Ertuğrul,
izâle-i Şükûk, s. 54-57.
M.
H. Heykel, a.g.e., s. 324
Hucurât,
37.
71
9
Hz.
Davut ve Uriya’nın hikayesi için bk. Kitab-ı Mukaddes, II. Samuel,
11/2-27.
Avad,
a.g.e., s. 54-62.
ibn
Hişâm, a.g.e., 1,248-249.
Buharî,
Tevhid 22; Müslim, imân 288; Tirmizî, Tefsiru Sure (33) 9, 10, 11; Ahmed,
Müsned, VI, 241.
Hz.
Peygamberin çok evliliğine ve özellikle Hz. Zeyneb ile evlenmesine olan
itirazlarına ilişkin cevap ve değerlendirmeler için bk. Muhammed Huseyn Heykel,
Hayâtu Muhammed, s. 315-326; Abdurrahmân Bedevi, Delense de La Vie du
Prophete Muhammede contre ses detracteurs, s. 83-100; İsmail Fennî Ertuğrul,
izâle-i Şükûk, s. 51-72; Bedîüzzaman Said Nursî Hakikat Nurları, s. 132-135;
Bedîüzzaman Said Nursî, Mektûbât (Envâr Neşriyât), s. 38-40.
Lammens,
L’lslam, Croyance et Institutions, Beyrut, ed. Catholique, 1926, s. 33.
Caetani,
a.g.e., 1,133.
İslam
Tarihi, II, 103.
En'âm,
74-86, 163; Hûd, 70-77; Yûsuf, 7, 39; İbrahim, 34; Hicr, 51; Nahl, 120-123;
Meryem, 41-49; Enbiyâ, 51-72; Şuarâ, 70-77 Ankebût, 16, 17, 31, 32; Saffât,
83-113; Sâd, 45; Şûrâ, 13; Zuhruf, 26; Zâriyât , 24; Necm, 37; A'lâ , 19.
En'âm,
87; ibrâhim, 39; Meryem, 54; Enbiyâ, 85; Sâd, 48.
ibn
Hişâm, a.g.e.,1, 223.
ibn
Hişâm, a.g.e., I, 225.
ibn
Hişâm, a.g.e., I, 225.
ibn
Hişâm, a.g.e., II, 413; ibn Kesir, Mâide, 3. âyetinin tefsin.
725
Avad, a.g.e., s. 44.
Avad,
a.g.e. s. 44-45.
İbrahim
37
Nahl,
123; Draz, Initiation au Coran, s. 140-141
Blaohere,
Le Coran, s. 46.
Caetani,
İslam Tarihi, İli, 287.
ibn
Sa'd, Tabakat, I, 243; Ahmed, Müsned, I, 325.
-Bakara,
142-150.
ibn
Hişâm, a.g.e., I, 606; Taberî, Tarih, II, 265; M. Asım Köksal, İslam Tarihi,
II, 38.
Gibb,
Mohammedanism, Oxford University Press, 1949, s. 44; Aşure orucu ve
kıble değişikliği ile ilgili iddia için bk. Andrea, Mahomet, s. 137.
ibn
Sa’d, Tabakat, I, 243; Ahmed, Müsned, I, 325; Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, II, 12;
Kastalanî, Mevâhib, I, 100; M. Asım Koksal, İslam Tarihi, II, 38.
ibn
Esîr, Kâmil, II, 115.
ibn
Sa'd, Tabakat, I, 241-242; Belâzûrî, Ensâb, I, 246; Ya'kubî, Tarih, II, 42; M.
Asım Köksal, İslam Tarihi, II, 39.
İbn
Hişâm, a.g.e., II, 550.
Bakara,
142-147. âyetleri, bu ısrarlarına açıkça işaret etmektedir. Bu âyetlerin irşadı
ortada dururken, Hz. Peygamberin onlara itaat etmesi mümkün değildi.
Caetani,
İslâm Tarihi, III, 287.
T.
Andrae, Mahomet, Sa Vie et Sa Doctrine, s. 138-139.
Daha
önce geçen “Hz. Peygamberin Rabbine Olan Güveni ve Engin Tevekkülü"
başlığı altında bu sonsuz ümidin örneklerini gördük.
Hz.
Peygamberin Medine'ye gelişinden birbuçuk sene sonra kıble yönünün Kâbe’ye
çevrildiğini belirttik, ibn Hişam, a.g.e., II, 181.
Bakara,
115.
Bk.
ibn Hişâm, a.g.e., I, 508.
Bk.
ibn Hişâm, a.g.e., II, 198-200; M. Asım Köksal, a.g. e., II, 41-42,
Brockelmann,
İslam Milletleri ve Devletleri Tarihi, I, 31; Bu iddianın cevabı için ayrıca
bk. el-Menhel dergisi, “el-istişrak vel-Musteşrikûn" ile ilgili özel
sayısı. (Yıl, 55, sayı, 471) Ramazan ve Şevvâi, 1409. sayfa. 40-41.
Brockelmann,
A.g.e. I, 31.
A.g.e.
I, 31.
A.g.e.,
I, 42.
Buharı,
Hac, 50, 57; Müslim, Hac 248; Ebû Dâvud, Menâsik 46; Nesâî, Hac 147-178; İbn
Mâce, Menâsik 27; Dârimî, Menâsik 42; Muvatta’, Hac 115; Ahmed, Müsned, I, 21
Ahmed,
Müsned, I, 28.
ibn
Mâce, Menâsik 27.
Seyyid
Sabık, Fıkhu’s-Sünneh, I, 207-208; Ahmed Atiyyetullah, el-Kamûsu’l-islâmî, c.
I, “İstilâmü’l-Hacer” maddesi.
ibn
Hişam, a.g.e., I, 184-188, II, 543-546.
Kâfirûn
, 1-6; Yûnus, 104-106.
Nisâ,
171; Tevbe, 30-31.
758
Brockelmann, a.g.e., I, 22.
L.
Caetani, a.g.e., III, 246-257.
Bk.
Frantz Buhl, Das Leben Muhammads, s. 215; Gaudefroy-Demombynes, Mahomet, s.
464, Institutions Musul, s. 66; Andrae, Mahomet. s. 81.
Andrae,
a.g.e., s. 137.
A.g.e.
s. 138.
G.
Demombynes, a.g.e., s. 68.
Caetani’nin
bu iddialarına ikna edici cevaplar için bk. M. Asım Koksal, Müsteşrik
Caetani'nin Yazdığı 'Islâm Tarihine Reddiye", s. 325-338; Dr. Abdurranmân
Bedevi, Defense de la vie du Prophete Contre ses Dedracteurs, s. 189-192.
733
ibn Hişâm, a.g.e., I, 407-408; Buharî, Sahih, II, 328; Müslim, Sahih, I, 101;
Salih Suruç, Peygamberimizin Hayatı, 1,375-376.
·
737
Bk. Buharî, Salat 1; Müslim, iman 263; ibn Mâce, İkâme 194; Tirmizt,
Salat 45; Nesâî, Salat 1; Ahmed, Müsned, III, 161...
·
738
Rûm, 17-18; Tâhâ, 130; Hûd, 114; İsrâ, 78.
Buharî,
Savm 1; Müslim, Savm 19.
Müslim,
Savm 36.
Seyyid
Sabık, Fıkhu’s-Sünne, I,. 451.
Müsteşrikler,
bu rivayetler konusunda, tamamen reddedici değil de müteşeddit ve titiz
davransalardı söyleyeceğimiz bir şey olmazdı. Çünkü, İslam bilginleri de aynı
titizliği göstermişlerdir. Müsteşriklerden H. Grimme, bu konuda Müslüman
bilginlerin metodunu uygulamıştır. Ancak iki noktada tenkid edilmektedir: (1)
Sahih ve zayıf rivayetleri bibirinden ayıramaması, (2) Nöldeke ile ters düşmemek
için, çalışmasının başında belirlediği metoda, yani rivayetlere bağlı
kalmaya dikkat etmemesi. (Bk. Subhî Salih, Mebâhis, s. 175). .
Bu
konuda geniş bilgi için bk. Subhî Salih, a.g.e, s. 175-178. * Müsteşriklerin,
Rahmân ismiyle ilgi olarak ileri sürdükleri iddialar ve bu iddialara cevaplar
için bk. Suat yıldırım, “er-Rahmân isminin Kur'ân-ı Kerimde kullanılışı” adlı
makalesine, A. Ü. İslâmî ilimler Fakültesi Dergisi, sy. 4’den ayrı basım,
Sevinç Matbaası Ankara 1980; Yine aynı yazara ait, “Ayetlerin Kronolojik
Sıralanması" Yeni Ümit Dergisi Nisan, Mayıs, Haziran, 1996, s. 5-7
H.
Lammens, a.g.e., s. 60.
A.g.
e, s. 61.
A.
g. eserden mana olarak naklen.
A.
g. e., s. 62; Blachere, Le Coran, s. 36.
Blacere,
a.g.e, s. 37.
A.g.e,
s. 38.
A.g.e,
s. 39.
Zuhruf,
9-13.
81,83,
90, 92. âyetler.
A.g.e,
s. 40.
A.g.e,
s. 40.
,A.g.e,
s. 42.
A.g.e,
s. 42.
A.g.e.,
s. 46.
A.g.e,
s. 56.
A.g.e,
s. 60.
Rodinson
bu ifadeleriyle, taklidi mümkün olmayan Kur’ân üslubunun belağatı konusunda
kuşku uyandırıyor ve kitabında hür fikirli İslam düşünürleri diye nitelediği ve
“Kur’ân’a muaraza" adı verilen eserler kaleme almış bazı kimselerin adını
veriyor. Ancak -ona göre- bu eserler yok edilmiştir. Rodinson, kitabında ayrıca
Nöldeke’nin “Kur'ân üslubunun kusurlarıyla ilgili neşrettiği bir makalesine
işaret ediyor. (Rodinson, a.g.e, s. 120).j
A.g.e,
s. 123.
A.g.e,
s. 125.
A.g.e,
s. 162.
A.g.e.,
s. 249-275 (özetle).
I.
Goldziher, Le Dogm et La Loi de L’lslam, s. 9-10.
a.g.e.,
s. 10.
Alak,
1 -5.
Zerkânî,
Menâhil, I, 95-96.
Fatiha,
5.
İslâm
alimlerine göre, 3., Blachere'e göre 34, Nöldeke’ye göre, 23.
Müzzemmil,
8-9.
Msl.,
bk. Tîn, 1; Duhâ, 1-2; Leyi, 1-3; Şems, 1-7...
Msl.
Bk. Gaşiye, 17-20; Abese, 17-32; Tarık, 4-8.
Kaf,
6-11, 15.
Mu’minûn,
115; Secde, 18-22; Câsiye, 21-35;
·
808
Ankebût, 48-51.
799 En’am,
148-149.
Zerkanî,
Menâhil, I, 237-239.
Bk.
Kasım Küfrevî, Hz. Peygamber’e Dil Uzatanlar, (“Oryantalizm Soruları"
isimli kitabın ekinde) s. 171-172.
Msl.
bk. Bakıllânî, İ’câzu'l-Kur'ân, s. 57; M. Said Ramazan el-Bûtî, Min
Revaii’l-Kur'ân, s. 111-112.
Bk.
En'âm, 50, 59; A’raf, 188; Yunus, 20; Hud, 31; Nemi, 65.. •
Müslim,
Kasame 36-38; Ebu Dâvud, Diyât 19; Tirmizî, Diyât 15.
Tur,
29; Hakka, 42.
Bu
konuda daha geniş bilgi için Bk. Zerkânî, Menâhil, I, 220-225.
es-Sâsî,
ez-Zahiretü’l-istişrakıyye, I, 435-436.
Bucaille,
a.g.e., s. 213-214.
Bk.
M. F. Abdulbakî, el-Mu’cemü'l-Müfehres, “en-Nâs” maddesi.
Tekvîr,
27-29.
818
Subhî Salih, Mebâhis, s. 189.
Bk.
Biachere, Le Coran, Tradduction Nouvelle. I, 39; Subhî Salih, a.g.e., s. 189.
Bu
iddiayı ortaya atarken, Tebbet, Asr, Tekâsür... gibi sûreleri kastediyorlar.
En'am,
108.
Msl.
bk. Bakara, 24, 275, 278; Al-i imrân, 10-12...
Bakara,
8-20.
Bakara,
90; Al-i imrân, 112.
Msl.
bk. Fussilet, 33-35; Şura, 36-43; Hicr, 87-99; Zümer, 53.
Bk.
Zerkânî, Menâhil, I, 206-213.
Subhî
Salih, a.g.e s. 184
Örnek
olarak Bk. (Bu sûrelerin hepsi Medenîdir) Bakara, 48, 165-167, 254, 281; Al-i
imran, 9-10, 25, 30, 106-107, 185, 194; Nisa, 87; Ra’d, 2, 5; Hac, 5-7, 55-56;
Mumtehine, 3; Teğâbun, 9.
Bk.
M. F. Abdulbakî, el-Mu’cemü’l-Müfehres, “Esâtîr" maddesi.
Msl.
şu sûreler gibi: En’am, A’raf, Yunus, Hûd, Yusuf, İbrahim...
Msl.
hem kendisi hem de ayetleri, kısa olan, Nasr, Beyyine, Zilzâl Sûresi... gibi;
ayrıca ayetleri kısa olan Rahmân Sûresi gibi.
Bk.
Zerkanî, Menâhi, I, 216-218.
Ra’d,
43; Nahl, 43.
Nahl,
63.
Bakara,
121,144,146.
Draz,
Initiation au Coran, s. 141-142.
Bunun
için Bk. Msl. Mekke'de inen En'am, 151-153.
oqq
Kur’an’ın,
Yahudileri nasıl tenkit ettiği, onların yanlışlarını düzelttiği ve hak yola
sevketmeye gayret ettiği konusunda bk. Al-i imrân, 64-81,93-99; Mâide, 45-50.
Bu
konuda daha geniş bilgi için bk. Zerkanî, Menâhil I, 218-220;
ez-Zahiretü’l-istişrakıyye, I, 434-436.
es-Sâsî,
ez-Zahiretü’l-istişrakıyye, I, 427-428. o/o
ez-Zemahşerî,
Keşşaf, I, 16.
es-Suyûtî,
el-itkân, I, 15.
Zerkânî
Menâhil, I, 232-236.
Blachere,
Introduction, s. 148.
Subhî
Salih, a.g.e, s. 242; Muhammed Gallâb, Nazratün İstişrakiyye Fî'l-islâm,
el-Kahire, Dâru’l-Kutubi’l-Arabî, s. 42, ts.
Blachere,
Introduction, s. 148.
A.g.e,
s. 149.
Rodinson,
a.g.e., s. 101.
Zerkanî,
Menâhil, I, 225-226.
Ancyclopedie
de L’lslam, II, 1134.
İsmail
Cerrahoğlu, Tefsîr Usulü, s. 145.
Ancak
şunu da belirtelim ki, Hz. Peygamberin ailevî meseleleriyle ilgili âyetlerin
amacı aynı zamanda ümmeti için de yasalar ortaya koymak olduğu halde, sadece
onun şahsını ilgilendiren, ümmetinin diğer fertleri için geçerli olmayan bazı
özel kanunî düzenlemeler de vardır. Meselâ, kendisine dörtten fazla kadınla
evlenme izninin verilmesi, hanımlarının mü’minlerin annesi kabul edilerek vefatından
sonra diğer mü’minlerle evlenmelerinin yasaklanması... bunlara örnek olarak
verilebilir. Bu gibi istisnaî hükümler, bir açıdan Hz. Peygamberin şahsına
gösterilmesi gereken ziyade saygı ve takdirin, diğer açıdan Müslümanların
yüksek maslahatlarının gözetilmesinin bir ifadesi olarak, ümmetin diğer
fertleri için değil de sadece onun zatı için geçerli bulunmaktadır.
Nûr,
1-34.
Kur'ân’da
Hz. Peygamber defalarca, “Allah’ın kulu” anlamına gelen ifadelerle tavsif
edilmiştir. Msl. Bk. isra, 1; Kehf, 1; Furkan, 1; Necm, 10; Hadîd, 9; Kelime-i
Şehaddet, Hz. Muhammed’in, “Allah’ın kulu ve elçisi” olarak nitelenmesi, hatta
kulluk vasfına öncelik verilmesi de anlamlıdır.
858
Ebu Dâvud, Edeb 165; ibn Kesir, Şemail, s. 77; Buharî, Bed’ü'l-Halk, 61;
İbnü’l-Cevzî, el-Vefâ bi Ahvali'l-Mustafa.ll, 438; Ahmed, MüsnedJI, 231;
İbnü'd-Deybâ eş-Şeybânî, Teysîru'l-Vusûl, IV, 229.
Sözkonusu
müsteşrikten nakleden Salim Hâc es-Sâsî, ez-Zahiretü’l-istişrakıyye, I, 440.
A.g.e.,
1,440-441.
Revue
de Deux Mondes, Aralık 1851.
s.
1070-1071.
s.
1089.
s.
1089.
Casiye,
24
·
8
jsra, 94.
Yâsin,
78.
A’raf,
172.
Rûm,
30.
Yusuf,
106.
Yunus,
22.
En’am,
136.
Necm,
49; Fussilet, 37
Zümer,
3
Yunus,
18.
Zuhruf,
19, 20.
Hacc,
30; Mâide, 90
Sad,
5, 6.
Zuhruf,
57, 58.
Bu
konularda daha geniş bilgi için bk. Draz.lnitiation au Coran, s. 61-75.
En’am,
140.
Nûr,
33.
”873 Nisa, 22-23.
Nisâ,
19-20
Nisâ,
127.
Fecr,
17-20.
Nisâ,
38.
Al-i
imrân, 164; Cum’a, 2
Ahzâb,
33; Fetih, 26.
Bakara,
189-200; Draz, Initiation au Coran, s. 113-114.
Bk.
Fazlurrahman, Kur’an’da Ana Konular, s. 291.
Watt,
Muhammed at Mecca, Oxford, 1953,1. Bölüm; Fazlurrahman, a.g.e. s. 292.
Msl.
bk. The Origin of İslam in its Cristiyan Environment, Londra, 1926.
C.
C. Torrey, The Jewish Foundation of İslam, New York, 1933.
Bk.
Fazlurrahman, a.g.e. s. 292
A.g.e.,
s. 295
Yahudi'lere
göre mesih, onları kurtarıp yeryüzünde adaleti temin edecek bir “kurtarıcı"dır.
Hıristiyanlara göre ise Mesih, Hz. İsa’dır ve dolayısıyla “kurtarıcı” olarak
tekrar yeryüzüne gelip tüm insanlığı adalete kavuşturan da Hz. İsa olacaktır.
Bu görüşlerin tümünü kapsayan ekol anlamında “Mesihlik" kelimesi
kullanılmıştır. (Fazlurrahman, a.g.e, s. 296)
A.g.e.
s. 296-297
et-Taberî,
Tefsîr (ilgili âyetin tefsiri) XIV, 119 vd.
Furkan,
4.
Masse,
H, L’lslam, Paris, Collin, 1936, s. 21
40
Huart,
Une Nouvelle Source du Coran, Jour. as. Juillet-août 1904, s. 131.
Bu
konuda, güvenilir siyer ve tarih kitapları ittifak halindedirler.
Nahl,
103.
Lammens,
a.g.e., s. 28.
İbn
Kesir’de, Hz. Peygamberin kendilerinden bilgi almakla itham edildiği bu
kimselerden ikisinin kendi dilleriyle yazılmış birer kitabı bulunduğu ve bu
kitabı zaman zaman okudukları belirtiliyor. Fakat ne bu kitapların ne de
yazıldıkları dillerinde olduğu açıklanmıyor, (bk. ibn Kesir, Tefsîr, Nahl
Sûresi 103. ayet-i kerimesinin tefsiri.)
Draz,
Initiation au Coran, s. 117-118.
Ubeydullah
hakkında bk. Balâzûrî, I. Ha. No. 529, 903, 904; ibn S’ad, 1/2, s. 15; M.
Hamidullah, Le Prophete de L’lslam, I, 278.
48
Bu heyet ve girişimleri için bk. ibn Hişâm, a.g.e., I, 333; M. Huseyn Heykel,
Hayâtu Muhammed, s. 154-158.
Buharî,
Cihad, 102.
Avad,
a.g.e., s. 79-80.
i.
F. Ertuğrul, izâle-i Şukûk, s. 150-151.
Appeleton,
a.g.e., s. 519.
Carra
de Vaux, “Kur’ân Müellifi Bahîra” (La Leğende de Bahîra, ou Un moine chretien
auteur du Coran, Paris 1898) adlı eserini baştanbaşa bu konuya tahsis etmiştir.
Bir Hıristiyan papazına ait olduğu aynı yazarca farzedilen bu Kur’ân, nasıl
olur da Hıristiyan dininden vazgeçilmesi ve İslâm’a girilmesini ister?! (bk. M.
Hamidullah, Le Prophete de L’lslam, I, s. 55). Bu da müsteşriklerin ne akıl
almaz hayallere sapabileceğini gösteriyor.
M.
Hamidullah, Hz. Muhammed’in bu yolculluk esnasında sadece 9 yaşında olduğunu
belirtir, (bk. Le Prophete de L’lslam, I, 54.)
Bu
hikaye için bk. ibn Hişâm, a.g.e., I, 191-194; ibn Sa’d, Tabakât, I, 153-155;
Belâzûrî, Ensâb, I, 96-97; Taberî, Tarih, I, 194-195; en-Nevevî,
Nihâyetü’l-Erib, XVI, 91 vd.
Bazı
kaynaklarda, bu ikinci yolculuk esnasında, Bahîra’nm öldüğü, yerine Nastura
adında başka bir rahibin geçtiği kaydediliyor ve şunlar belirtiliyor: Hz.
Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) manastıra
yakın zeytin ağacının altına oturdu. Bu, pencereden seyreden Nastura’nın
dikkatini çekti ve Meysere’yi yanına çağırarak ağacın altında konaklayanın kim
olduğunu sordu. Meysere, onun Kureyş ve Mekke halkından bir zat olduğunu
söyleyince, Meysere’ye: “O ağacın altına şimdiye kadar (bu vakitte)
Peygamber’den başka kimse inmemiştir” dedi. Daha sonra Meysere’ye şu soruyu
yöneltti: “Onun gözünde biraz kırmızılık var mıdır?" Meysere’den “Evet"
cevabını alınca, “O, peygamberdir, hem de peygamberlerin sonuncusudur"
dedi. (Bu bilgiler için bk. ibn ishak, a.g.e., ibn Hişâm, Sîre, I, 188
(Dipnot); İbn Sa’d, Tabakat, I, 130; Taberî, Tarih, II, 196; Süheylî,
Ravdu’l-Ünf, I, 122; Salih Suruç, Peygamberimizin Hayatı, I, 136).
Irving,
a.g.e.s. 22-25.
Cariyle,
a.g.e., s. 19-20.
Bk.
Joseph Hubby, a.g.e.s. 780; yine bk. Huart, Une Nouvelle.Source du Koran (Jour.
Asiat. Temmuz-Agustos 1904.)
A.s.
127.
Avad.
a.g.ş., s.83-85.
Draz,
en-Nebü’l-Azîm, s. 49-50.
·
84
Bu Konu için bk. Tecrid-i Sarih Tercemesi, VI, 525-526; i. F. Ertuğrul, izale-i
Şukûk, s. 148-150.
Bazı
müelliflere göre bu Nastura Bahîra'dan başka bir şahıs değildir. Nasturî
mezhebinden olmasından dolayı yanlış olarak Nastûra denilmiştir, (i. F.
Ertuğrul, izâle-i Şükûk, s. 149).
Eutyches,
Beşinci Asırda bir rum rafizisi idi. “Nasturi Mezhebini" cerhettikten
sonra bunun muhalifi olan mezhebi kabul etti. Hz. İsa’da ancak bir tabiat
olduğunu ve bunun da İlâhî bir tabiat olduğunu ve bu İlâhî tabiatın beşeriyet
tabiatını, denizin bir damlayı massettiği gibi massettiğini iddia ederdi.
Nastoriyus ise Hz. İsa’da İlâhî tabiatla beşeri tabiatın birlikte mevcut
olduğunu, fakat bunların birleşmediğini iddia ederdi. Hasılı, ona göre, Hz.
İsa’da iki tabiat değil, iki şahıs vardır.
87
Yahudilerin bir kitabıdır.
i.
F. Ertuğrul, Hakikat Nurları, s. 57.
Nisâ,
168-170; I. F. Ertuğrul, Hakikat Nurları, s. 57-58.
Belâzûrî,
Ensâb, I, paragraf: 163.
ibn
Sa’d, Tabakat, 1/1, s. 98.
İbn
Sa’d, a.g.e., 1/1, s. 73.
Halebî,
insan, I, 49.
Bu
iki seyahatle ilgili bilgi daha önce geçti.
Taberî,
Tarih, 1,1129.
Ahmed,
Müsned, IV, 206-207; Bu seyahatler için bk. M. Hamidullah “Hz. Peygamberin
İslâm Öncesi Seyahatleri” (Tere. Abdullah Aydınlı) (A. Ü. İslâmî ilimler
Fakültesi Dergisi, sy. 4; s. 327-342.
Tor
Andrae, ise Hz. Peygamberin herhangi bir Hıristiyan ülkeyi ziyaret etmiş
olmasını kabul etmiyor. Buna delil olarak da, Hz. Muhammed'in Hıristiyanlık
hakkındaki bilgisinin zayıflığını gösteriyor, bk. Charles Ledit, s. 107.
Charles Ledit, görüşüne yer verdiği meslekdaşının iddiasına şöyle cevap
veriyor: “Kendi dinlerini veya karşı tarafın dinini az bilen ne kadar çok
Müslüman ve Hıristiyan vardır!" Sonra da tahmini olarak Hz. Muhammed’in de
içinde bulunduğu kafilelerin gezdiği yerleri ve uğradığı Hıristiyan grup ve
kiliseleri takip ediyor. Bunu yaparken Hz. Peygamberin belli bir şahıstan belli
bir konuyu öğrendiğine ilişkin kesin bir olaya işaret edemiyor. Bu konuda ne
sağlam ne de zayıf hiçbir delil getiremiyor. Yaptığı, sayfaları karalamaktan
başka hiçbir şey değildir.
Goldziher,
Le Dogme et Le Loi de L’lslam, s. 4.
T.
Andrae, Mahomet, Sa Vie et Sa Doctrine, s. 37-38.
Sprenger,
zikreden Huart, üne Nouvelle Source..., s. 128.
Bk.
G. Sale, Observations Sur le Mahometisme, s. 68-71; Cariyle da bu önemli
noktaya dikkat çekmekte ve aynen şöyle demektedir: “İslâmiyet bütün kavgacı ve
boş tarikatlara öylesine bir tırpan atmıştır ki bunda çok haklı idi. O doğrudan
doğruya tabiatın büyük kalbinden çıkmış bir hakikatti. Arap putperestliği,
Suriye tarikatları, hasılı gerçek olmayan bütün bu şeyler, bu ateş karşısında
yanmaya, kuru odun yığınları gibi tutuşturulmaya mahkumdular." (Cariyle,
a.g.e., s. 33.) Cariyle, eserinin başka bir yerinde de şunları kaydetmektedir:
“Çölün bu bakir çocuğu, Arap putperestliğinin artıklarını, Iran ve Yahudi
ilahiyatının
an’anelerini,
bütün bu haddi aşmış faraziyeleri, bütün bu faydasız ve lüzumsuz fikirleri bir
yana atmış, hayat ve ölüm kadar ciddi temiz kalbi, şimşek gibi parlak kara
gözleriyle hakikatin ruhuna girmişti" (a.g.e., s. 32). ?2 I,
266.
isaac
Taylor, zikreden: St. Claire Tisdall, The Sources of the Koran, s. 136-137
Bk.
Tisdalle, a.y.
Bu
âyetin tefsiri münasebetiyle Merhum Seyyid Kutub, o zamanki Hıristiyan
dünyasını içinde bulunduğu fikir kargaşasına detaylı bir biçimde yer
vermektedir, bk. Fî Zılâli’l-Kur’ân, IV, 117-120; aynı husus için bk. M. Ebu
Zehra, el-Muhadarât Fi’n-Nasraniyye, s. 150-177.
Bk.
Masse, a.g.e., s. 17.
Nöldeke,
Geschichte des Korans, s. 10; yine bk. Zemahşerî, Keşşâf, Maide Sûresinin 5.
ayetinin tefsiri.
Huart,
a.g.e., s. 129.
Draz,
Initiation au Coran, s. 119-123.
Bk.
msl. Gibb, a.g.e.,s. 37-39.
Bu
mübahele olayı için bk. ibn Hişam, a.g.e., I, 573-584.
Tevbe,
107-110.
Bu
kişinin hikayesi için bk. ibn Hişam, a.g.e., I, 584-586.
ibn
Hişâm, a.g.e., I, 300-301.
Bk.
a.g.e, I, 566.
Bu
konu için bk. Msl., el-Akkad'ın, “Matlau’n-Nûr” isimli kitabının
“el-Ahvâlu’l-Alemiyye Kable’d-Da’veti’l-Muhammediyye” ve
“el-Cezîretü'l-Arabiyye Kable’l-Bİ’seti’l-Muhammediyye” başlığını taşıyan 2. ve
3. bölümlerine. Ayrıca bk. Dr. Muhammed Hüseyn Heykel’in “Hayâtü Muhammed” adlı
eserinin “Bilâdü’l-Arab Kable’l-islam” başlığını taşıyan birinci bölümüne.
ibn
Hişam, a.g.e., I, 225.
Aralarında,
İbrahim Peygamber’e Allah’ın yolladığı hükümleri ihtiva eden bazı sahifelerin
saklı kaldığına ilişkin söylentiler varsa da bu, çok şüpheli bir iddiadır, (bk.
Neşet Çağatay, İslâm Öncesi Arap tarihi ve Cahiliye Çağı, s. 145.)
i.
F. Ertuğrul, Hakikat Nurları, s. 269-270.
Şûra,
127.
i.
F. Ertuğrul, Hakikat Nurları, s. 270.
Biz,
“Hz. Muhammed’in ilk Vahiy Karşısındaki Tepkisi” başlığı altında, bu durumun
Kur’an’ın kaynağına işaretini işlerken, Varaka’dan da söz etmiştik. Oraya da
bakılabilir.
Bu
zat, “Dirâsât Kur’âniyye” genel ismi altında bir kaç kitap yamıştır. Msl.,
“el-Kur'ân ve’l-Kitâb”, “el-İncîl Fi'l-Kur’ân”, “el-Mesîh Fi’l-Kur’ân”
bunlardandır, ismini , “el-Üstâz el-Haddâd” olarak yazmaktadır. Ayrıca
kitaplarının üzerinde ne matbaa adı, ne baskı tarihi bulunmamaktadır. Büyük bir
ihtimalle gerçek ismi, Yusuf el-Haddâd olup, Lübnanlı bir Hıristiyandır.
Tehâmî
Nakre, Menâhicü’l-Müsteşrikîn, I,. 37.
Irving,
a.g.e. s. 30.
Kellett,
s. 336.
A.g.e,
s. 351.
Hatta,
meşhur Garanîk olayı gibi müsteşriklerin eline islâmin alayhinde koz veren ve
saldırılarına vesile olan uydurma bir rivayeti bile kaydetmekten
çekinmemişlerdir.
4
4 p .
İbn
Hişam, a.g.e.,-I, 238; Buharî ve Müslim’de de böyle bir rivayet vardır. Ancak
şu fazlalık yer almaktadır: “...Varaka kendisine dedi ki: ’Kavmin seni
şehrinden çıkardıkları zaman keşke hayatta olsaydım!’ Resûlullah (s.a): ‘Beni
çıkaracaklar mı onlar?’ diye sordu. Bunun üzerine Varaka şöyle dedi: ‘Evet,
senin getirdiğini getiren hiçbir kimse gelmemiştir ki, düşmanlıkla
karşılaşmasın. Eğer o güne ulaşabilirsem sana büyük bir destek vereceğim.’
Buharî, Bed’ü’l-Vahy, 3; Tefsîru Sûre (96) 1; Müslim, imân 252.
el-Mes’ûdî,
Mürûcü’z-Zeheb, II, 52 vs.
ibn
Hişam, a.g.e. I, 318. Bütün bunlara rağmen Edmond Power (Josephe Hubby, s.
782). Varaka'mn, Hıristiyanlığı bırakıp Müslüman olması için bir sebep
bulamadığını iddia ediyor. Yazar bu görüşü en ufak bit delile dayandırma
ihtiyacını da duymuyor!
ibn
ishak, a.g.e,, s. 94.
Buharî,
Tefsîru Sûre (96) 1, Ta’bîr 1, Enbiya 21.
Buharî,
Bed’ü’l-Vahy 3; Müslim, imân 252.
Acaba,
o dönemde Arapça’ya tercüme edilmiş bir Kitab-ı Mukaddes mevcut muydu? Malik
bin Nebi: “Yahudi ve Hıristiyan fikirleri cahiliyet kültür ve muhitine
gerçekten yayılmışsa, Arapça bir Kitab-ı Mukaddes tercümesinin bulunmaması
düşünülemez.” dedikten sonra şu tespitini dile getiriyor: “Hicrî dördüncü
yüzyıla kadar incil’in Arapça tercümesi yapılmamıştır.” (Malik bin Nebi,
ez-Zahiretü’l-Kur’âniye, s. 254). ibrâhim Avad ise bu görüşlerin hepsine yer
verdikten sonra kanaatini şöyle ifade ediyor: “Her ne kadar bu konuda kesin bir
şey söyleyemiyorsam da, gönlüm, Varaka bin Nevfel’in incil’den alıp yazdığı
hususların ibranice olduğuna yatmaktadır. Böyle olmasaydı, bu yazılanlar Mekke
ve çevresindeki Hanifler ve dinî konulara ilgi duyup okuma yazma bilenler arasında
yayılacaktı. Belki de yine, Varaka’mn vefatından sonra bu parçaların akıbetinin
ne olduğunu bilemememizin nedeni de budur. Eski Ahid’e gelince, Yesrib
Yahudilerinin onu, Hz. Peygamberin oraya hicret etmesinden sonra da ibranice
olarak okuduklarını gördük. Yine gördük ki, Mekke’de bulunan ve Kureyşlilerin,
Hz. Peygamberi kendilerinden bilgi almakla itham ettiği yabancılar sınırlı
kelimeler dışında Arapça bilmiyorlardı.” (Avad, a.g.e. s. 134-135.)
CL.
Huart, Journal Asiatique, X, vol, IV, 1940, s. 125.
Dîvânü
Ümeyye el-Mukaddeme, Tahkik: Müzderiş Şultis.
Bk.
Ziriklî, A'lâm, Ümeyye bin Ebi’s-Salt” maddesi. I, 363-364.
Ümeyye
bin Ebi's-Salt'ın şiirlerinin, cem', tahkik ve tenkidi için bk. Dr.
Abdu’l-Hafîz es-Satlî, “Divânu Ümeyye b. Ebi’s-Salt, Cem’ ve Tahkik ve Dirâse”.
Bk.
H. Heykel, a.g.e., s. 175.
Cevâd
Ali, el-Mutavvel Fî Tarîhi'l-Arab Kable'l-İslâm, VI, 489.
4
pE Hatta şair el-Asmaî, Ümeyye'nin şiirlerinin ahiretle ilgili söylenebilecek
her şeyi söylediğini belirtir.
(Ziriklî,
A’lâm, Ümeyye bin Ebi's-Salt” maddesi. I, 364.)
Cevâd
Ali, a.g.e., VI, 419, bu iktibası aynen değil sadece mefhum olarak yaptık.
es-Sâsî,
ez-Zahiretü'l-istişrakıyye, I, 329-330.
Sprenger,
Das Leben und die Lehre des Moh. I, 78, zikreden a.g.m. s. 133. Huart bu görüşü
geliştirmiştir.
Müsteşrikler,
her konuda olduğu gibi bunda da, tarih ve siyere karşı tutumlarında çifte
standartlarını ortaya koyuyorlar. Dr. Tâhâ Hüseyn bu konuda şöyle diyor: “Bu
müsteşrik (Huart) ve benzerleri, bizzat siyerin doğruluğundan kuşku duyuyorlar.
Hatta bazılarının bu kuşkusu inkâra kadar varıyor. Bunlar, siyeri sağlıkiı bir
tarihî kaynak olarak görmüyorlar. Onlara göre siyer, tahkike, ince bir İlmî
araştırmaya muhtaç bir takım rivayet ve sözlerden ibarettir. Böyle olduğu
halde, Ümeyye’nin şiirlerine karşı nasıl kesin ve sağlıklıymış gibi bir tutum
takınıyorlar?! (Dr. Tâhâ Hüseyn, Fi’l-Edebi’l-Câhilî, c. 1, Dâruî-İlm
Li’l-Melâyîn, 3. Baskı, 1978, s. 154).
Cevâd
Ali, a.g.e.,VI, 495.
Bk.
Ziriklî, A’lâm, “Hammâd er-Râviye” maddesi (dipnot). II, 302.
Draz,
Initiation au Coran, s. 126-127.
İbn
ishak, Varaka bin Nevfel, Zeyd bin Amr ve Osman bin Huveyristir. Bunlar,
Kureyş’in her sene kutladığı bir bayramda, gizli olarak bir araya gelip şöyle
demişler: “Bilmeliyiz ki, kavmimizin benimsediği din doğru bir din değildir.
Onlar, dedeleri Hz. İbrahim’in dininden ayrıldılar. Çevresinde dönüp
dolaştığımız bu taş parçası nedir? O, ne duyar ne görür ve ne de bir kimseye
bir zararı veya faydası dokunabilir. Bakın arkadaşlar! Kendimize bir din
arayalım; yoksa Allah’a andolsun ki şu din doğru ve gerçek bir din
değildir." (bk. ibn Hişâm, a.g.e., I, 222-223.)
·
134
Bk. Neşet Çağatay, a.g.e., s. 147-148.
ibn
Hişâm, a.g.e., I, 257, 472
Neşet
Çağatay, a.g.e., s. 148.
ibn
Hişâm, a.g.e., I, s. 224.
ibn
Hişâm, a.g.e., I, 224 (Dipnot).
Bk.
Neşet Çağatay, a.g.e., s. 148.
Zikreden,
i. F. Ertuğrul, Hakikat Nurları, s. 265-267.
i.
F. Ertuğrul, Hakikat Nurları, s. 268.
i.
F. Ertuğrul, Hakikat Nurları, s. 269.
ibn
Hişâm, a.g.e., I, 342.
ibn
Hişâm, a.g.e.,1, 510-513.
insanın
hatırına şöyle bir soru gelebilir: Müseylime ve Tuleyha fiilen peygamberlik
iddiasında bulundular. Bu yetmez mi? Böyle bir itiraz doğru değil. Çünkü, bu
sahte peygamberlerin hayat çizgileri, herkese hatta İslâm düşmanlarına bile
bunları ve iddialarını reddetme konusunda yeterli bir delildir. MsL Esved
el-Ansî zalim ve gaddar biriydi. Yemen halkı Müslüman olunca o da Müslüman
olmuş, daha sonra ilk fırsatta dinden dönmüş ve peygamberlik iddiasından
yalnızca dört ay sonra öldürülmüştür. Öldürülmesi olayında karısının oynadığı
rol malumdur. Kişiliği, yaşayışı ve karısının bile kendisine karşı tutumunda
hiçbir aklı başında olanı onu tasdik etmeye sevkedecek bir ipucu bulunduğunu zannetmiyoruz.
Kaldı ki, önce Müslüman olmuş, sonra da dinden dönerek peygamberliğini ilan
etmiştir. Bu, değil bir peygamberin, samimi hiçbir insanın bile işi olamaz,
(bk. ez-Ziriklî, el-A’lâm, “el-Esvedü’l-Ansî" maddesi.
Müseyiime’ye
gelince o da Müslüman olmuştu. Yemâme’ye dönünce dinden çıkıp “Ben peygamberlik
konusunda Muhammed’e ortak kılındım" diyerek peygamberliğini ilan etti.
Bu, iddiasını temelden çürüten bir sözdü. Çünkü bu, Hz. Muhammed’in
peygamberliğini itiraf ettiğinin ifadesiydi. Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ise, onu kesin
bir biçimde yalanlıyordu. O bununla da kalmadı; kendisine tabi olanlara içki ve
zinayı serbest etti ve namaz kılma yükümlülüğünü kaldırdı (ibn Hişâm, a.g.e.,
II,. 577) Müseylime irtidat savaşlarında öldürüldü. (İbn Hişâm, a.g.e., II,
72-73.) Müseylime, kendisi gibi peygamberliğini ilan eden Secah ile evlendi.
Secah onun yanında kısa bir süre kaldı. Büyük bir orduyla Yemâme’ye gelmişti.
Fakat Müslümanlarla savaşmanın güçlüğünü görünce (Irak bölgesinde bulunan)
Cezire’ye döndü. Sonra da Müseylime’nin öldürüldüğünü duyunca Müslüman oldu.
Vefatında Muaviye’nin Basra valisi cenaze namazını kıldırdı. Gerek Müseylime,
gerekse Secah’ın gerçek mahiyetlerini öğrenmek isteyenler için bu kadar izah
yeterlidir sanırız, (bk. ez-Ziriklî, el-A’lâm, “Secah" ve “Müeylimetü’l-Kezzab”
maddeleri.)
Gelelim
Tulayha el-Ezdî’nin durumuna. Bu kişi, tıpkı yalancı peygamberlikte iki diğer
refiki gibi, peygamberliğini ilan etmeden önce Müslüman olmuştu. Kabilesi olan
Beni Esed’in elçilik heyetiyle birlikte ülkesine dönünce irtidat etti ve
peygamberlik iddasında bulundu. Hz. Ebu Bekir döneminde Hz. Halid bin Velid onu
bozguna uğrattı. O da Şam’a kaçtı. Sonra Hz. Ömer (r.a) döneminde yeniden
Müslüman oldu ve bir heyetle birlikte Hz. Ömer'e gelerek bey’at etti. Daha
sonra İslâmî fetihlerde büyük imtihanları başarıyla verdi. Nihayet Nehavend’te
şehid edildi (bk. ez-Ziriklî, el-A’lâm, “Tulayhatü’l-Ezdî"; Atiyatullah,
el-Kamûs’l-islâmî, “Tulayha bin Huveylid" maddesi.)
Görüldüğü
gibi bu yalancı peygamberlerden ikisi yollarını tamamlayamayarak geri Müslüman
olmuştur. Kâfir olarak ölen diğer ikisi ise, daha önce Müslüman olmuşlar, sonra
da dinden dönüp peygamberlik iddiasında bulunmuşlar. Bu, gerçek peygamberlerin
işi olamaz.
·
148
Yasin, 69.
Mâide,
90-91.
Draz,
Initiation au Coran, s. 125.
Tisdall,
a.g.e. s. 47.
Tisdall,
a.g.e. s. 48; İ. F. Ertuğrul, Hakikat Nurları, s. 161-162.
Câhiliye,
imrulkays ve Antere gibi Islâm’dan önce gelen şairlerdir. Müvelledin ise,
İslâmın ilk asrında gelen şairlerden sonraki şairlerdir, iktibas, Kur'ân’dan
veya hadislerden veyahut büyük adamların sözlerinden bazı şeyler alıp söz
arasında söylemek veya yazmaktır.
İ.
F. Ertuğrul, Hakikat Nurları, s. 162-163.
i.
F. Ertuğrul, a.g.e. s. 163.
i.
F. Ertuğrul, a.ğ.e., s. 164.
i.
F. Ertuğrul, a.g.e., s. 355-357.
Nakleden
i. F. Ertuğrul, a.g.e., s. 165-166.
Harran,
Suriye’nin kuzeyinde, Türkiye Hududları dahilinde bir şehirdir. Burasının M.Ö.
üç bin yılından
beri
önemli bir dinî yeri vardı. Aya tapanların merkezi olmuştu. İslâm’ın Irak’ı
fethi esnasında Sabiîler oraya toplaştılar. Halife Me’mun’un onları
sıkıştırması sonucu orayı terkettiler.Yakut el-Hamevî “Mu’cemü’l-Biildân”da
şunları yazıyor: “O, Rumeli Yarımadasında önemli ve büyük bir şehirdir. Musul,
Şam ve Rumeli yolları üzerinde önemli bir kavşak üzerindedir. Ahalîsi Sabiînden
müteşekkildir. Şehirler ve mezhepler ile ilgili kitaplarda Horanîler olarak
geçerler. (Mu’cemü’l-Büldân, III,. 241-242) Ahmed Emin de bu konuda
Fecrü’l-islâm adlı eserinde şunları yazıyor: Süryanîler en meşhur putperestlik
merkezlerinden idi. İslâm’ın gelmesinden sonra bile bir müddet putperestliğin
ve Yunan Medeniyetinin merkezi olarak devam etti. (Ahmed Emin, Fecrü’l-islâm:
T. 7, s. 13) 153 Draz. İslâm’ın insana Verdiği Değer, s. 13.
Bakara,
62; Maide, 69; Hacc, 17.
Gerek
Kur’ân-ı Kerimde ve gerekse hadis-i şeriflerde bu ihtilafları kesecek bir bilgi
mevcut değildir. Bir kısım alimler, Sabitleri “Müşrikler" ve “Hanifler”
diye iki gruba ayırmışlardır. Yıldızlara tapanların, onların bu müşrik grubu
olduğunu kabul etmişlerdir. Yine Müslümanların Kâbe’ye tazimleri gibi
yıldızlara ta’zim edenlerin Nasarâ’dan bir fırka olduğunu söyleyenler de
vardır. (Cevad Ali, Tarîhu’l-Arab Kable’i-islâm, VI, 310 vd.; ayrıca bk. işaret
edilen âyetlerin tefsirlerine.)
Buharî,
Megâzî 37 “mutırnâ binecmi kezâ".
Müşriklerin
bu inançları için bk. Draz, initiation au Coran s. 63-66.
Bk.
G. Sale, Observations Hist. et Crit. sur le Mahometisme, s. 30-31.
İslâm
Ansiklopedisi “Sabia" maddesi.
ibn
Ömer’den rivayet edildiğine göre: Peygamberimiz şöyle buyurdu: “Namazınızı
güneşin doğması ve batması anına ayarlamayın.” ibn Ömer dedi ki. Peygamberimiz:
“Eğer güneşin hacibi (örtüsü) battıysa namazınızı onun tam batmasına kadar
erteleyin, eğer güneşin çevresi görünmeye başlamışsa namazınızı onun
yükselmesine kadar erteleyin” buyurdu. (et-Teoridü’s-Sarîh Licâmii’s-Sahîh, I,
53) (Draz, islâmm İnsana Verdiği Değer, s. 13).
Draz,
Initiation au Coran, s. 116-117.
Bk.
ibn Hişâm, a.g.e., I, 152-154.
i.
F. Ertuğrul, Hakikat Nurları, s. 167-168.
Msl.,
Kur’ân-ı Kerim, orucun eski ümmetlere de farz kılındığını açıkça ifade ediyor,
bk. Bakara, 183.
Dozy,
Tarih-i İslâmiyet, s. 59-60.
“Safça”
ve “Mucize suretinde" ifadeleri, bu müsteşrikin gayr-i müslim olduğunu ve
vahyi beşerî bir kaynağa dayandırmak istediği bilinmese bile ne demek istediği
açıkça anlaşılıyor. Rodinson’un “safça” ifadesini kullanırken Hz. Ömer’e üstü
kapalı bir biçimde dil uzatması, onun insanları tanımada ve kişiliklerini
değerlendirmede ne kadar da beceriksiz olduğuna delildir. Hz. Ömer, Rodinson’un
demek istediği gibi “saf” bir kimse değildi. Aksine nafiz basiret sahibi, insan
sarrafı, derin düşünceli ve son derece akıllıydı. İslâm imparatorluğunu, Fars
ve Rum ülkelerinde dünyanın en büyük ordularıyla mücadelenin zirvesindeyken tam
on sene idare etmiş ve zafer üstüne zafer kazanmıştır.
4
70
Rodinson,
a.g.e., s. 253..
Bk.
Razî, Mefâtih, Enfâl Sûresi 67. âyetinin tefsiri.
Bk.
Elmalıh, Hak Dini, Bakara, 219. âyetinin tefsiri.
Buharî,
Tefsîru Sûre (9) 12, 13; Müslim, Sıfati’l-Munafikîn 4.
Hz.
Ömer bu hususta şunları söylemektedir: “Ben üç konuda Allah’a muvafık görüş
bildirdim: ‘Ey Allah’ın Resûlü! Hz. İbrahim’in makamını namazgâh edinseniz
nasıl olur?’ dedim. Yine: ‘Ey Allah’ın Resûlü! Senin yanına iyi insanlar da
geliyor, kötüleri de. Mü’minlerin annelerine (kendi hanımlarına) örtünmelerini
emretsen nasıl olur?’ dedim. Hz. Peygamber (s.a)'ın bazı hanımlarıyla hafit
münakaşa ettiğini duydum. Hemen yanlarına vararak dedim ki: 'Ya bu tutumunuzdan
vazgeçersiniz veya sizin yerinize Allah Peygamberine sizden daha hayırlısını
verecektir’ derken Allah şu âyet-i kerimeyi indirdi: ‘Eğer o sizi boşarsa Rabbi
ona, sizden daha iyi (....) eşler verebilir."(Tahrim, 5; bk. el-Buharî,
III,. 99).
Tirmizî,
Menâkıb 17; ibn Mâce, Mukaddime 11.
Buharî,
Fedailü’l-Ashab 6; Bedü’l-Halk 4.
Buharî,
Edeb 109; Tirmizî, Menâkıb 17.
eş-Şevkânî,
a.g.e., I, s. 296.
bk.
Buharı, III, s. 45.
En’am,
52.
Bk.
Alûsî, Tefsir, IV, 158-159; Kurtubî, Tefsir, VI, 432-433.
.1031 Mahmud Es’ad, Tarih-i Din-i İslâm, IV, 323.
Buharî,
Nikâh 115.
Msl.
bk. Buharî, Megazî 9, 46; Edeb 74, istitâbe 9, Cihâd 141; Müslim,
Fedailü’s-Sahâbe 161. Buralarda geçen rivayete göre, Hz. Ömer, Mekke halkına
mektup gönderip Hz. Peygamberin fetih için şehirlerine yürüyebileceğini
bildirmesinden dolayı Hatıb bin Beltaa’nın boynunu vurmak istemiş, Hz.
Peygamber (s.a) ise, şöyle buyurarak buna engel olmuştur: “O, Bedir’e iştirak
edenlerden değil mi? Nereden bilirsin, belki de Allah kendilerine rahmetiyle
tecelli ederek şöyle buyurmuştur: “Ne yaparsanız yapın, Ben size Cenneti vacip
kıldım.” Bu açıklama karşısında Hz. Ömer’in gözleri yaşla doldu ve şöyle dedi:
“Allah ve Resûlü daha iyi bilir.”
Bk.
Buharî, Salat 88, Sehiv 5, Edeb 45; Müslim, Mesâcid 97; Ebu Dâvud, Salat 189;
Nesâî, Sehv 22.
Hucurât,
2.
Buharî,
Tefsîru Sûre (49) 1.
i.
F. Ertuğrul, izâle-i Şukûk, s. 26-30.
bk.
Razî, Mefatih, Bakara Sûresi 98. ayetin tefsiri.
Dozy,
a.g.e, s. 57-58.
Hz.
Peygamber'in Uhud Savaşının başlangıcında izlediği taktik ve bazı kimselerin bu
taktiği ihlal ederek galibiyeti mağlubiyete çevirmeleriyle ilgili geniş bilgi
için bk. ibn Hişâm, a.g.e. II, 65-66, 77-78.
Hz.
Peygamberin azmi için bk. daha önce geçen “Hz. Peygamberin Rabbine olan sonsuz
Güveni ve Engin Tevekkülü” ve “Hayatı boyunca Davasına içtenlikle Bağlılığı ve
Tavizsizliği” başlıklarına.
Bk.
ibn Hişâm, a.g.e., I, 266; Taberî, Tarih, II, 220.
i.
F. Ertuğrul, izale-i Şükûk, s. 30-32.
Gibb,
Mohamedanisme, s. 27.
Montgomery
Watt, buna çok yakın bir görüş belirtmektedir. Watt, bu konuda aynen şöyle
demektedir: “Kur’ân sadece dil bakımından Arapça değil, aksine çağdaşı olan
Arab ve Mekke toplumunun anlayışları ve fikrî eşkaliyle kalıba dökülmüştür. Bu
nedenledir ki o, Mekke döneminde faiz alış verişine itiraz etmemiştir. Faizin
yasaklanması aslında Yahudilere yöneltilmiştir, içkinin haram kılınması ve
evliliğe bir takım kayıtlar getirilmesi, muhtemelen İslâmî meseleler değildir.
Bunları gerektiren bedevi ve yerleşik hayat arasındaki farktır. Kur’ân’ın Allah
ve kulları hesaba çekmesi hakkındaki tasavvuru genel olarak Yahudi ve Nasranî
tasavvura uygundur. Kur’ân, kendisinden önce aydın Mekkelilerce bilinen bu
Arabi şekle bürünmüş Yahudi ve Nasranî fikirlerden yararlanmıştır. Kur’ân’ın
orijinalliği, bu mefhumları tahdid ve tafsil etmesindedir.” (Watt,
el-Vahyu’l-islâmî fi'l-Asri'l-Hadîs, s. 83). “Kur’ân’da yer alan temel
fikirlerden hiçbiri yoktur ki Muhammed ve aydın çağdaşlarının da aklında
bulunmuş olmasın.” (Watt, a.g.e, s. 84).
Enbiyâ,
5.
Sad,
7.
Zuhruf,
57-58.
Bk.
Draz, Initiation au Coran, s. 128.
Bk.
ibn ishak, a.g.e., s. 181-182..
Huart,
a.g.e. s. 131.
Al-i
imrân, 44; Hud, 49; Yusuf, 3, 104; Kasas, 4-6.
205
Tevhid inancıyla ilgili ayetler arasında özellikle dikkati çeken şu iki tanesi
vardır: “Allah: ‘iki tanrı tutmayın. O ancak tek Tanrıdır. Yalnız Ben’den
korkun!’ dedi." (Nahl, 51). “Hamdolsun o Allah’a ki, gökleri ve yeri
yarattı, karanlıkları ve aydınlığı var etti. Yine de inkarcılar, Rablerine
(başkalarını) denk tutuyorlar.” (En’am, 1). Açıkça görüldüğü gibi bu iki ayet
düalizm inancını (Zerdüştlük ve Mânilik) hedef alıyor. Yine bu iki ayet
gösteriyor ki, Kur’ân, Ulûhiyyet hakkındaki fikirlerini bir Arap kaynağından
almadığı gibi, Nur ve Zulmet olmak üzere iki ilahın varlığını kabul eden Fars
dinlerinden de almamıştır.
Msl.,
Hac Sûresi 17. âyet Mecûsiler dışındaki grupların isimleri zikredilmekte ve
Allah’ın kıyamet günü bunlar hakkında hüküm vereceğini belirtmektedir. Bu da
aralarında sürtüşme ve anlaşmazlık bulunduğunu gösteriyor. Ayrıca Yahudi ve
Hıristiyanların birbirlerini inanç konusunda çok şiddetli bir biçimde itham
ettiğini yine Kur’ân-ı Kerimde öğreniyoruz, bk. Bakara Sûresi, 113.
Nisâ,
82; Initiation au Coran, s. 128-130.
Msl.
bk. Bakara, 41. 91, 97; Nisâ, 47; Fatır, 31; Saf, 6.
Bk.
Maide, 48.
Msl.
bk. Nûr, 35, Bakara, 115, Yunus Sûresi 61.
i.
F. Ertuğrul, Hakikat Nurları, s. 157-158.
Bk.
Goldziher, Le Dogme et La Loi de di L’lslam, s. 11.
Taberî,
Tefsir, II, 70.
el-Ya’kûbî,
Edyânu’l-Arab, I, 225...vd.
et-Tabresî,
Mecma’u’l-Beyân, II, 45.
Bakara,
199.
Bakara,
189.
Tevbe,
27.
Tabert,
Tefsir, IV, 217 vd.
Nisâ,
4.
Buharî,
Nikâh 28, Hiyel 4; Müslim, Nikâh 57, 59, 61; Ebu Dâvud, Nikâh 14.
Ebu
Dâvûd, Nikâh 15; Tirmizî, Nikâh 28; ibn Mâce, Nikâh 33.
Bk.
Cevad Ali, a.g.e., V, 565.
En’am,
136-140; Maide, 103; Nisa, 117-119.
Bk.
Bakara, 180-182, 233, 240; Nisa, 7-12, 19, 33, 176; Mâide, 106-108; Enfâl, 72,
75.
Tekvîr,
8-9.
·
239
Maide, 90.
Sebe',
37; Hucûrat, 13.
isra,
15; Ayrıca bk. Necm, 36-40.
Bakara,
278-280; Al-i imran, 130-131.
Müslim,
Selâm, 107-108.
Bu
konularla ilgili lehte ve aleyhteki hadis-i şerifler, Ali Çelik’in “islâmm
kabul veya Reddettiği Halk inançları” adlı doktora tezinde ele alınmış ve
İslâm’da bu tür inançların yeri olmadığı sonucuna varılmıştır, s. 136-169.
Müslim,
Selâm 101.
Müslim,
Selâm, 102-103.
Bk.
Derveze, Asru’n-Nebî, s. 294. Ahmed Naim, Tecrid Tercemesi, III, 308.
En’am,
59.
Bk.
Buharî, Tevhid 4; Müslim, imân 7.
Kâhinlik
ve Arraflık adeti ve reddiyle ilgili geniş bilgi için bk. Ali Çelik, a.g.e., s.
211 -217.
Fussilet,
37. Ayrıca, güneşin de ayın da yıldızların da Allah'ın yaratıkları olduğu
birçok ayette ifade edilerek bu inanç çürütülmüştür. En’am, 96; A’raf, 54;
Yunus, 5; Ra'd, 2 vd.
Bu
tür inanışlar ve reddi için bk. Ali çelik, a.g.e., s. 71-75.
Mâide,
3, 90.
Bu
inanışlar için, bk.Derveze, Asru’n-Nebî, s. 271.
Sihir,
değişik münasebetlerle Kur’ân’da iştikaklarıyla birlikte 80’den fazla yerde
geçmektedir. Hz. Peygamberin hadislerinde sihir, hüküm itibariyle reddedilmiş,
“Sihir yapmak şirktir" (Nesâî, Tahrim 19), “Sihire inanan Cennete
giremez" (Ahmed, Müsned, IV, 339) duyurulmuştur. Sihir inancı ve ilgili
hükümler için bk. Ali Çelik, a.g.e., s. 201-211.
Al-i
imran, 80; Zümer, 3.
Saffat,
158; En’am, 100.
İbn
ishak, Slre, s. 13; Mes’ûdî, Murûcu’z-Zeheb, II, 173; Alûsî, Bulûğu’l-Erab, II,
197. içinde şeytanları şirk koşmak da olmak üzere, her türlü şirk en büyük
günah kabul edilmiştir. Nisâ, 48.
izutsu,
Kur’ân’da Allah ve insan, s. 19; M. H. Yazır, Hak Dini, VIII, 5381.
Bu
hususlarla ilgili inannışlar ve reddi için bk. Ali Çelik, a.g.e., s. 75-77,
81-90.
Câsiye,
24; Alûsî, a.g. e. II, 220; izutsu, Kur’ân’da Allah ve insan, s. 118.
Buharî,
Tevhid 35, Edeb 101; Müslim, Elfaz 1-2, 5-6; Hakim, Müstedrek, II, 453. Bu
inanç ve reddi hakkında bk. Ali Çelik, a.g.e., s. 105-106.
Bu
konular üzerinde geniş bir biçimde çalışılmış ve doktora tezleri yapılmıştır.
Dünden bugüne konuyla ilgili yapılmış çalışmalardan bir kaç tanesi şunlardır:
İslâm'ın ortaya çıktığı dönemde Hicaz bölgesinde yaygın olan halk inançları
değişik eserlerde muhtelif açılardan efe alınmıştır. Msl., bk. Neşet Çağatay,
İslâm Önecesi Arap Tarihi ve Cahiliye Çağı, Ankara 1982; Cevad Ali, el-Mufassai
Tarihu'l-Arab Kable’l-İslâm, I-IX, Beyrut 1968-1972; Derveze, Asru’n-Nebî,
Daru’l-Yakaza, Dimaşk, 1946; Ali Osman Ateş, Sünnetin Kabul veya Reddettiği
Cahiliye ve Ehl-i Kitap Örf ve Adetleri (Doktora Tezi, 1989, basılmamış); Yrd.
Doç Dr. Ali Çelik, İslâm’ın Kabul veya Reddettiği Halk inançları (Hicaz
Bölgesi) Doktora Tezi, Beyân Yayınları, İst. 1995
Bu
kıssaların anlatıldığı Mekkî ayetlerin yerleri şunlardır: A’raf, 11-25,102-176;
Yûnus, 75-92; Hud, 25-49, 69-82; Yûsuf, 1-111; Hicr, 26-77; İsrâ, 4-8; Kehf,
9-25, 60-82; Meryem, 1-33; Tâhâ, 9-98; Enbiyâ, 51-70, 78-82; Şuara, 10-189; Nemi,
7-44; Kasas, 3-43, 76-82; Ankebût, 14-35; Sebe’, 10-14; Sad, 17-44; Zâriyet,
24-37.
Msl.
Meryem Sûresinin başından 34. âyete kadar Hz. Zekeriya, Hz. Meryem ve Hz. İsa
kıssası anlatıldıktan sonra 35. âyette “Allah’ın bir evlat edinmesi olur şey
değildir. O, bundan münezzehtir. Bir işe hükmettiği zaman ona sadace ‘Ol!’
der ve hemen olur” buyurarak, Hz. İsâ’yı Allah’ın oğlu görenlere tarizde
bulunmaktadır.
Mâide,
14.
Nahl,
63.
Burûo,
1-10.
Cum’a,
5.
Nisâ,
161.
Bakara,
79-80.
Al-i
imrân, 75.
M.
Hamidullah, a.g.e., I, 526.
A.g.e.,
I, 529.
A.g.e.,
1,529.
A.
g.e„ I, 543.
288
Kürd Ali, idare islâmiyye (Ebu Yusuf'un Kitâbü'l-Harac’ından naklen), s. 12;
Ya’kûbî, II, 56; Makrizî ise, (imtâ, I, 310) on bin savaşçıdan bahseder. M. Hamidullah,
a.g.e., I, 548.
M.
Hamidullah, Hz. Peygamberin Savaşları, İstanbul 1972 (ikinci baskı) 209-210.
paragraflar; M. Hamidullah, İslâm Peygamberi (tere. Salih Tuğ), I, 593.
ibn
Hişâm, a.g.e, II, 353.
Hayber’e
uzak olmayan bu iki Yahudi grubu, aynen Hayber'in teslim şartlarıyla Islâm
idaresine alınmıştır, (bk. M. Hamidullah, Le Prophete de L'lslam, I, 551.)
Bu
üç bölge de-Medine’den oldukça uzakta bulunup, Hepsi de Hz. Peygamber döneminde
islâmın idaresi altına girmişlerdir. (Bunlar hakkında geniş bilgi için bk. M.
Hamidullah, a.g.e., I, 552-565.
Bk.
M. Hamidullah, a.g.e., I, 565-566.
Bazı
müsteşrikler, Kur’ân’ın, Yahudileri: “Uzeyr Allah’ın oğludur" demekle
itham etmesini, çözülmesi zor bir muamma olarak görüyorlar. Çünkü -onlara göre-
Ahd-i Kadimin kitapları arasında buna işaret eden bir şey bulunmamaktadır. Oysa
bunu söylerken iki önemli noktayı görmezlikten geliyorlar. Birincisi; Hz.
Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) asla
yalan söylemez. Biz daha önce bu noktayı ele almış ve görmüştük ki: Bizzat
müsteşriklerin kendileri, Hz. Muhammed’i yalancılık ve aldatıcılıkla itham eden
eski hipotezi reddetmişler. Üstelik, asılsız yere Yahudileri bu şekilde itham
etmeye Hz. Muhammedi sevkeden hiçbir sebep yoktur, ikinci nokta: Eğer Hz.
Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) (s.a)
bunu onlara karşı uydurmuş olsaydı, kendisine cevap verip reddedecekler,
Kur’ân'da onların red cevaplarını kaydedecekti. Veya en azından Sünnette buna
rastlayacaktık. Böyle bir şey ise olmamıştır. Bu da gösteriyor ki, Kur’ân’ın
Yahurileri bu konudaki ithamı doğrudur. (Msl., bk. Beydavî, Tefsir, Tevbe
Sûresi 30. ayetin açıklaması)
Tevbe,
30.
·
278
Maide, 64.
Maide,
18.
Bakara,
80; Al-i imran, 24
Fatır,
18;Zilzal, 7-8.
Bk.
Msl., Bakara, 62.
isrâ,
17.
Kehf,
9-25.
Nisâ,
153.
Al-i
imrân, 93-95; Mâide, 43.
Bakara,
121, 146; A’raf, 157; Saff, 6.
288
ibn Hişam, a.g.e, I, 516-517; Buharî, Hicret 1.
Hz.
Muhammedi Zerdüştlük ve Hıristiyanlık dinleri hususunda malumat sahibi kıldığı
iddia edilen Selmân-i Farisî ile Kıptî Mariye hakkında, bir çelişkiye burada
işaret etmek yerinde olacaktır. Her ne kadar, Hicretten hemen sonra Müslüman
olmuşsa da, dört sene müddetle zalim bir Yahudinin elinde köle olarak kalan
Selmân, ancak Hendek Savaşında (H. 5) Hz. Peygamberin ashabı arasına
girebilmiştir (ibn Hişâm, a.g.e., I, 220-221). Mısırlı Mâriye ise, daha
sonraları gelmiştir (H. 7).
Tirmizî,
Sıfâtıl-Kıyâme, 40.
288
Sources of the Koran adlı eserinde Dr. S. Tisdall’ın gayreti özellikle bu
noktada toplanmaktadır. Kur’ân-ı Kerimin tarihî olmaktan çok efsanevî bir
mahiyet taşıdığını göstermek niyetinde olduğunu açıkça itiraf eden bu müellif
(s. 61-62) dünyanın yaratılışından Kıyamete kadar, Kur’ân-ı Kerimde anlatılan
olayların Eski ve Yeni Ahit’le olan benzerliklerini kasden meskût geçmekte ve
Kitab-ı Mukaddes dışında, sadece Talmud ve Yahudi-Hıristiyan ananeleriyle
Kur’ân-ı Kerim arasında bazı fer’î hususlarda yakınlık bulmaya son derece özen
göstermektedir.
Şuara,
196-197; A’lâ, 18-19.
Draz,
İnitiation au Coran, s. 146-148.
Bk.
M. Hamidullah, a.g.e., I, s. 569-570.
Balâzûrî,
el-Ensâb, I, 282.
ibn
Hişam da aynı hadise gibi gözüken bu meselede başka detaylar da veriyor. Diyor
ki: Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) Medine'ye hicret ettiğinde, Ebû Amr onun yanına gelmiş ve aralarında
şöyle bir konuşma geçmiştir:
Ebu
Amir: “Getirdiğin bu din nedir?”
Hz.
Muhammed: Hz. İbrahim'in dini Tevhid (Hanîfiyye)
Ebu
Amir: “Ama bu bana ait bir din.”
Hz.
Muhammed: “Hayır hiç de değil.”
Ebu
Amir: “Bilakis Hz. İbrahim'e ait olmayanı onun dinine ilave eden sensin ey
Muhammed!”
Hz.
Muhammed: “Hayır, tam tersine ben bu dini katıksız ve mutlak bir sadelikle
getirdim."
Ebu
Amir: “Yalancıya, Hz. İbrahim ve onun dininden sapmış biganeyi Allah ölümle
cezalandırsın.”
Hz.
Muhammed: “Çok güzel, kim yalan söylüyorsa Allah ona bunu versin. ” (Sîre, s.
411 -412.)
Sonunda
bu talihe sahip olun Ebu Amir oldu, (ibn Hişâm, a.g.e., II, 585-586).
Bk.
ibn Hişâm, a.g.e., II, 75.
Bkz
M. Hamidullah, el-Vesâku’s-Siyâsiyye, No: 93.
ibn
Hişâm, a.g.e., I, 573-574.
Bk.
M. Hamidullah, a.g.e., 1,571-572.
A.g.e,
I, s. 573-574. 2
97.
bk. İbn Sâ’d, 1/2, s. 85; M. Hamidullah, a.g.e., I, 576.
Tevbe,
30.
ihlas,
1-4.
Nahl,
51.
Meryem,
88-93.
Zuhruf,
59.
Mâide,
73.
Nisa,
171.
Nisa,
172.
Mâide,
116-117.
Mâide,
75.
Al-i
imran, 59.
Bk.
Nisa, 155-160.
Al-i
imran, 46; Mâide, 110; Meryem, 29.
Al-i
imran, 49; Mâide, 110.
Al-i
imran, 49; Mâide, 110.
Al-i
imran, 49.
Nisa,
157-158.
Bk.
Bakara, 61; Al-i imran Sûresi 112.
Necm,
39;
A’raf,
23.
Bakara,
35-37.
Kitâb-ı
Mukaddes, Matta, Bap 27/ 39-44.
Kitâb-ı
Mukaddes, Matta, Bap 27/ 45-46.
Heyet,
Mu’cemü’l-Vasît, I, 90; Osman Pazarlı, Din Psikolojisi, s. 111; Annemarie
Schimmel, Dinler Tarihine Giriş, s. 214.
Şerafeddin
Gölcük, Süleyman Toprak, Kelâm, s. 296.
Annemarie
Schimmel, Dinler Tarihine Giriş, s. 100-101; Ş. Gölcük, S. Toprak, a.g.e., s.
296-297.
007
Maurice
Bucaille, a.g.e., s. 21.
Bk.
Levis Me’lûf, el-Müncid, 337.
Ahmet
Kahraman, a.g.e., s. 123-124; Ayrıca bk. Maurice Bucaille, a.g.e., s. 21-26.
Bu
nüshalar arasındaki farklar ve bu konuda eser verenler hakkında bk. A.
Kahraman, a.g.e., s. 124-125.
Msl.,
bk. Bakara, 75, 79, En’am, 91; Fussilet, 45.
Bk.
Mirza Beşîr’ü-Dîn Mahmud Ahmed, Kur’ân-ı Kerim Tetkikine Giriş (Trc. Şinasi
Siber), s. 31-35; Bucaille, a.g.e., s. 34-37.
Bk.
Felicien Challaye, Dinler Tarihi (Tere. Semih Tiryakioğlu), s. 81.
Muhammed
el-Gazâlî, Nazaratün Fi'l-Kur'ân, s. 50; M. Ebû Zehra, Muhadarat
Fi'n-Nasraniyye, s. 66.
Kitâb-u
Mukaddesin tedvini, tarihi serüveni ile ilgili geniş bilgi için bk. Ebû Zehra,
Muhadarat, s. 48-66; Bucaille, a.g.e, s. 44-72.
Daha
geniş bilgi için bk. el-Hazrecî, Ebû Ubeyde, (V. 582 H.), Beyne’l-lslâm
ve’n-Nasraniyye (Kitâbu Ebu Ubeyde el-Hazrecî) Tahkik: Dr. Muhammed Şâme,
Mektebetü Vehbe, 1979 Mısır, s. 65-68; Ebû Zehra, a.g.e. s. 66.
Ebû
Zehra, a.g.e. s. 109-110.
Bk.
Ebû Zehra, a.g.e., s. 146-181.
Daha
geniş bilgi için bk. Ebû Zehra, a.g.e., s. 93-110; M. el-Gazâlî, Nazarat, s.
51; Bucaille, a.g.e., s. 44-
72,
128-164.
Nisa,
82.
34^
Fussilet, 42.
Bk.
Taha Abdulfettah, el-Kasasu’l-Kur'ânî Beyne’l-Müfessirîn s. 44-45.
Bk.
ibn Teymiyye (H. 661-728), el-Cevabu’s-Sahîh Liman Beddele Dîne’l-Mesîh,
Matbaatü’l-Medenî, 1964, Kahire, I, 37, II, 49; Nakre, s. 228.
Nisa,
26.
En’am,
90.
Bk.
Mâide, 48.
Hadîd,
25.
Mu’minûn,
51-52.
Enbiyâ,
73; Meryem, 31,55;Tâhâ, 14.
Bakara,
183.
Hac,
27.
Hac,
34, 67.
Şuara,
128, 151-152, 165, 181-183.
Msl.,
On Emrin ihtiva ettiği prensipler şu ayetlere dağılmış olarak bulunmaktadır:
Isrâ, 23; Hac, 30; Bakara, 224; Mâide, 32, 38, 89; Nisâ, 29; Nûr, 30-31;
Mümtehine, 12.
Bu
ahlakî prensipler ve gerek Tevrat'ta gerekse Kur’ân-ı Kerim’de geçtikleri
yerler için bk. Draz, Initiation au Coran, s. 82-83.
Bu
ölçüler ve her iki kutsal kitapta geçtiği yerler için bk. Draz, a.g.e., s.
84-86.
Msl.,
bk. Kitab-ı Mukaddes, Tesniye, XXIII, 20; XV, 3; Levililer XXV, 39, 43-45.
Kitab-ı
Mukaddes, Matta, V, 46-47.
Bu
hususları ve Kur’ân bunlar arasında nasıl orta bir yol tuttuğu ile ilgili geniş
bilgi için bk. Draz, a.g.e., s. 87-91
Hucûrat,
10,13.
351
Mümtehine, 8.
Mâide,
2,8.
Bakara,
275.
Mâide,
89.
Bakara,
177; Beled, 13.
Al-i
imrân, 103; Nisâ, 59; Enfâl, 46.
Enfâl,
25; Asr, 3; Beled, 17.
388
Al-i imrân, 110.
“Ben
ancak güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim." Bu hadisin kaynaklan ve
sıhhati için bk. el-Makasidu’l-Hasene, s. 105 (Hadis No. 204); Hz. Muhammed’in,
önceki peygamberlerin eksik bıraktıklarını tamamlamak için gönderildiğini ifade
eden başka bir hadis için bk. Buharî, Menâkıb 18.
isrâ,
9.
Bakara.
272; Leyi, 20.
Her
ikisi de Mekke döneminde nazil olan Nahl Sûresinin 63-64 ve Nemi Sûresinin 76.
ayetleri Kur’ân’ın esas maksatları arasında “Ehl-i Kitabın ayrılığa düştükleri
meseleleri beyan etme”yi sayıyor, hatta ilkin bunu zikretmekle bu işi, birinci
maksat addedip mü’minler için doğru yol rehberi ve rahmet oluşunu ikinci planda
bildiriyor.
Buna
dair Kur'ân'da pek çok misaller vardır. Misal için bk. Nisâ, 171.
Gibb,
a.g.e.,s. 44.
Margoliouth,
Mohammedanism, VVİlliams- Norgate, London, 1921, s. 73.
373
Bk. Mâlik bin Nebî, a.g.e.,s. 64; Malik bin Nebi’nin dipnotta yer verdiği ve
“Histoir De La Bible” isimli kitabını kaynak verdiği Montet ise, isviçreli bir
müsteşriktir. Kur’ân’ı Fransızca'ya çevirmiş ve bu çevirisine bir önsöz
yazmıştır. Önsözde, Kur'ân tarihini ve Kur'ân’m kaynaklarını (!) kendi hayal
ettiği biçimde ele almıştır. Dr. İbrahim Avad, sözkonusu önsöz hakkında uzun
bir araştırma kaleme almış, araştırmada mütercimin, Kur’ân metnini anlamaktaki
güçsüzlüğünü hatta bundan acizliğini, düştüğü pek çok hatayı ortaya koymuştur.
Yine, sözkonusu önsözün büyük bir kısmını Arapçaya tercüme edip hakkında bir
değerlendirme yazısı yazarak “el-Musteşrikûn ve’l-Kur'ân” isimli eserine
dercetmiştir.
377
[viargOiiOLıth, a.g.e., s. 63.
Gibb,
a.g.e., s. 45-46.
Tevbe,
30.
Nisâ,
175.
Msl.,
bk. Mâide Sûresi 82.
Bk.
ez-Zehebî, et-Tefsîr ve’l-Mufessirûn, 1,167; Mukallid, a.g.e., s. 37-38; Nakre,
a.g.e., s. 85-99.
Yusuf,
111; A’raf, 176.
Bk.
Kitab-ı Mukaddes, Tekvin 1-50.
Bk.
Kitab-ı Mukaddes, (Matta, Markos, Luka ve Yuhanna) s. 1-188.
Bk.
Mazharuddin Sıddîkî, Kur'ân'da Tarih Kavramı, (tere. Süleyman Kalkan, İstanbul
1982, s. 62-66.
A.g.e.,
s. 66.
Mâide,
48; Nemi, 76; Nahl, 64.
Enfâl,
22-23; En’am, 28; Sad, 2.
Bu
konu için bk. Dr. Idris Şengül, Kur’ân Kıssaları Üzerine, s. 176-180.
Bu
hususta geniş bilgi için bk. Tabbara, el-Yehûd Fi’l-Kur’ân, s. 257-263; Nakre,
a.g.e., 99-110, 227-243; Bucaille, a.g.e., s. 144-241.
Bk.
A’raf, 59-64; Yûnus, 71-73; Hûd, 25-49; Mu’minûn, 23-30; Şuara, 105-122; Saffat,
75-82; Kamer, 9-17; Nûh Sûresinin tamamı ve diğerleri.
Kitab-ı
Mukaddes, Tekvîn, 5-9.
Bk.
Enbiyâ, 22, 26; Saffât, 159-180; Bakara, 116; Nisâ, 171; isrâ, 43; Rûm, 40 ve
diğerleri.
Kitab-ı
Mukaddes, Tekvîn,
9/11-17.
Kitab-ı
Mukaddes, 8/20-22.
Kitab-ı
Mukaddes, I. Samuel,
15/10-11: Kur’ân'da Talut kıssası için bk. Bakara, 147-151.
Bakara,
32; Al-i imrân, 6, 62; En’am, 18, 73; Enfâl, 63; Fetih, 4, 7.
Hacc,
37.
Kitab-ı
Mukaddes,Tekvin, 2/1-3.
Kat,
38. Öyle görünüyor ki, Tevrat’ın, Allah’ı gökleri ve yeri altı günde
yarattığını belirttiği günler, bizim normal günlerimizdir. Kur’ân ise, açıkça
şunu belirtmiştir: “Rabbin katında bir gün sizin saydıklarınızdan bin yıl
gibidir." Hac, 48; Başka bir ayette yine meleklerin ve Cebrail'in Allah'a
doğru yükseldikleri günden bahsediliyor ve bu günün süresinin elli bin sene
olduğu belirtiliyor. Mearic, 4; İşte hurafe ile akıl arasındaki fark budur!
Çünkü, Allah gökleri ve yeri yaratmaya başladığında güneş ve ay henüz
yaratılmamıştı. Dolayısıyla o zaman ne gece, ne de gündüz vardı. O zaman
Allah'ın sözünü ettiği gün, nasıl bizim şimdiki günümüz olur? Sonra Allah neden
bizim günümüzü ölçü olarak alsın? Oysa henüz biz yaratılmamıştık. Günler,
yıldızların, onlar etrafında dönen gezegen ve peyklerin durumuna göre uzunluk
ve kısalık bakımından değişiklik gösterir.
Kitab-ı
Mukaddes,Tekvin, 3/8-10.
Allah’ın
sınırsız ilmi için bk. Bakara, 33,235, 255; Maide, 116; En’am, 3; İbrahim, 38
vd.
Kitab-ı
Mukaddes, Tekvin, 32/25-31; 35/9-10
MsL.
bk. Yusuf, 21.
Kur’ân-ı
Kerimde 50’den fazla yerde açıkça Allah’ın her şeye kadir olduğu belirtiliyor.
(MsL bk. el-Mu’cemü’l-Müfehres Li Elfazı’l-Kur’ân..., ‘‘Kadir’’ maddesi.
MsL
bk. Hud, 102; Ra’d, 13; Ğafir, 22
Kitab-ı
Mukaddes, Huruç, 4/ 24,
25.
Kitab-ı
Mukaddes, Huruç, 11/2;
12/ 35, 36.
Kitab-ı
Mukaddes, Huruç, 20/ 5.
Kitab-ı
Mukaddes, Huruç, 21/17.
Kitab-ı
Mukaddes, Huruç, 21/28.
Kitab-ı
Mukaddes, Birinci
Samuel, 15/2-3.
Kitab-ı
Mukaddes, Birinci
Samuel, 6/19
Kitab-ı
Mukaddes, İkinci
Samuel, 24/13.
Kitab-ı
Mukaddes, Tekvîn,
9/20-24.
Kitab-ı
Mukaddes, Tekvîn,
19/20-24.
413 Kitab-ı Mukaddes,
Tekvîn, .12/10-20.
413 Kitab-ı Mukaddes,
Tekvîn, 19/ 33.
Kitab-ı
Mukaddes, I. Kırallar,
11.
Kitab-ı
Mukaddes, I. Krallar,
11.
Bk.
Bakara, 102; Nisa, 163; En’am, 84; Enbiya, 78-82; Nemi, 15-44; Sebe’, 12-14;
Sâd, 30-40.
Bk.
Kitab-ı Mukaddes, Tekvin, 12/10-20, 20/1-18; bk. Kur’ân-ı Kerim, Meryem,
41-48; Saffat, 99; Ankebût, 26; Enbiyâ, 68-71; En’am, 84-87; Nisa, 125;
Mümtehine, 4; Nahl, 120-121, 123; Bakara, 126, 129-130; Hac, 27-28; Al-i İmran,
96.
Bk.
Kitab-ı Mukaddes,Tesniye, 32/48-52; Kitab-ı Mukaddes, Meryem,
51-52; Saffât, 114-115, 118-121; A’raf, 144), ( Kitab-ı Mukaddes, I.
Samuel, 12, 16-18, 28-29; II. Samuel, 3-4, 11, 16; Kur’ân-ı Kerim, Sâd,
20, 25, 30; Bakara, 251; Nisa, 163; Nemi, 15; Sebe’, 10-11.
Bk.
Kitab-ı Mukaddes, Tekvin, 37-50; Kur’ân-ı Kerim, Yusuf Sûresinin tamamı.
Geniş
bilgi için bk. M. Beyûmî Mehran, Dirâsat Tarihiyye, s. 58-87; Nakre, a.g.e., s.
229-231; Bucaille, a.g.e., s. 217-241.
Misal
için bk. Bakara, 130; Al-i imran, 39, 46; En’am, 85, 87-90; Enbiya, 72-86;
Saffât Sûrsi, 112; Kalem, 50.
Kitab-ı
Mukaddes, Huruç,
12/1-13.
Kitab-ı
Mukaddes, Huruç,
25/1-40; 29/ 1-46.
Kitab-ı
Mukaddes, Tekvin, 6/17.
Kitab-ı
Mukaddes, Tesniye,
3/11.
Kitab-ı
Mukaddes, Tekvin, 9/13,
15.
Kitab-ı
Mukaddes, Idad, 11/31.
Msl.
bk. Kitab-ı Mukaddes, Tekvin, 11; Tesniye, 8/ 4.
Mevcut
resmî veya gayr-i resmî İnciller hakkında geniş bilgi için bk. Abdulvahab,
en-Neccâr, Kısasu’l-Enbiyâ, s. 464-484; Münazarat Beyne’l-islâm
ve’n-Nasraniyye, s. 35-70; M. Ebû Zehra, Muhadarat, s. 48-81; Tümer, (Prof.
Dr.) Günay, Küçük (Doç. Dr.) Abdurrahman, Dinler Tarihi, Ocak Yayınları,
1988-Ankara, s. 152-154.
Hıristiyan
inanç ve öğütleri hakkında toplu bilgi için bk. M. Ebû Zehra, Muhadarat, s.
120-142; Münazarat, s. 416-548; Nakre, a.g.e., s. 233-244; Bucaille, a.g.e., s.
99-112, 313; Tümer ve Küçük, Dinler Tarihi, s. 137-139, 142-152.
Bk.
Maide, 72-75; 116-117.
Kitab-ı
Mukaddes, Luka, 1/26-28.
Bk.
Bucaille, a.g.e., s. 33-53, 89-111.
Daha
geniş bilgi için bk. a.g.e., s. 115-210, 211-250.
Bu
ve benzeri noktalar hakkında detaylı bilgi için bk. Kitab-ı Mukaddes,
Leviller, Bab: 1-10.
Kitab-ı
Mukaddes, Levililer,
Bap 15/25-31.
Bu
konuda misal olarak bk. Seyyid Sabık, Fıkhu’s-Sünne, Dâru’l-Kütübi’l-Arabî,
Beyrût 1971, I, 86-89.
Bakara,
286.
Bunun
güzel bir örneği, Dr. Ali Osman Ateş tarafından, “Sünnetin Kabul veya
Reddettiği Cahiliye ve Ehl-i Kitab Örf ve Adetleri" adıyla hazırladığı
basılmamış doktora tezidir.
Maide,
3.
Maide,
3.
En’am,
146.
En’am,
146.
Nisa,
160-161.
Al-i
imran, 93-95.
Kitab-ı
Mukaddes, Tesniye, Bab:
23/19-20.
Bakara,
278-279.
Al-i
imran, 75.
Bakara,
223.
Hadîd,
27.
Maide,
48.
Enfâl,
41 Bu konuda şu hadis-i şerif de zikre değer: “Allah’ın size ganimet olarak
verdiği şeylerden benim hakkım ancak beşte birdir; bu beşte bir de yine size
iade edilmektedir." (Nesâî, Fey’ 6; ibn Hişâm, a.g.e., II, 492) .Bu konuda
geniş bilgi ve farklı ictihadlar için bk. Fahreddin Razî, Mefatih,
ilgili ayetin tefsiri.
Bk.
msl., ibn Hişam, a.g.e., II, 137.
Bk.
msl., Ebu Dâvud, imâre 14.
ibn
Hişam, a.g.e., I, 203.
Tevbe,
60.
·
483
eş-Şevkânî, a.g.e., IV, 170.
Bk.
ei-Muvatta’, I, 278; Nitekim burada, Hz. Peygamber (s.a)’in Yahudilerin meskun
bulundukları yerde öldürülmüş bulunan, fakat katilin kim olduğu konusunda
hiçbir delil olmayan bir Müslümanın kan bedelini kendi malından, yani hâzinenin
malından vermiştir, bk. İbn Hişâm, a.g.e., II, 356
Buharî,
Rikak 17; Tirmizî, Kıyame 36.
Nevevî,
Riyazu’s-Salihîn, s. 181.
487
Msl., bk. Nevevî, a.g.e., s. 171.
Bk.
Gazâlî, ihya, II,. 321.
Müslim,
Nikâh 78; ibn Mâce, Nikâh 17; Dârimî, Nikâh 18.
Buharî,
Cihâd 177, ideyn 1; Ebû Dâvud, Salat 2, 3, Libâs 7; Nesâî, İdeyn 5.
Ebû
Dâvud, Zekât 5; Nesâî, Zekât 4, 7; Dârimî, Zekât 36.
Buharî,
Zekât 60, Cihâd 188; Dârimî, Zekât 16, Ahmed, Müsned, II, 409.
Müslim,
Zekât 167; Ahmed, Müsned, IV, 166.
Bk.
Buharî, Menâkıb 14; Faraiz 24; Ebû Dâvud, Zekât 29; Tirmizî, Zekât 25;
Nesâî, Zekât 97.
Ahmed,
Müsned, I, 135.
Buharî,
Nefekat 7, Daavât 10; Müslim, Zikir 63, 81; ibn Mâce, Dua 2.
·
477
Buharî, Vasayâ, 32, Farâiz 13; Müslim, Cihâd 55; Muvatta’, Kelâm 28.
·
478
Buharî, Cihad 89, Magâzî 86; Tirmizî, Buyu’ 7; Nesâî, Buyu’ 58, 83; ibn Mâce,
Ruhûn 1; Dârimî, Buyu’ 44; Ahmed, Müsned, I, 236, 300, 301...
Buharî,
Vasâyâ 1, Megâzî83; Müslim, Vasiyyet 18; ibn Mace, Vasâyâ 1; Nesâî, ihbâs 1,
Vasâyâ 2;
Ahmed,
Müsned, I, 300...
Ahmed,
Müsned, VI, 136-137; ibn Sa’d, Tabakât, II, 260.
Ahmed,
Müsned, I, 300-301; ibn Sa’d, Tabakât, II, 316-317.
Ahmed,
Müsned, VI, 44; ibn Sa’d, Tabakât, II, 260.
Buhârî,
Vasâyâ 1, Cihâd 61,86, Humus 3, Megâzî 83; Nesâî, ihbâs 1; Ahmed, Müsned, IV,
279.
Buhârî,
Cihâd 5, Humus 1, Nefekât 3,, 86, Vasâyâ 15, Humus 3, Megâzî 83; Nesâî, ihbâs
1; Ahmed, Müsned, IV. 279
Buhârî,
i’tisâm 5, Humus 1, Nefekât 3, Fadâilü’s-.Sahhabe 12, Ferâiz 3; Müslim, Cihâd
51, 52, 54, 56; Dârimî, Kelâm 27; Ahmed, Müsned, I,- 4, 6.
488
Buharî, Vasayâ 32, Ferâiz 3; Müslim, Cihâd 55; Muvatta’, Kelâm 28.
Ahmed,
Müsned, VI, 104; ibn Sa’d, Tabakat, II, 237-238.
488
Yunus, 78.
Mu’minûn,
24.
Mevdûdî,
a.g.e.l I, 217-218.
Bu
konuda geniş bilgi için bk. ibn Hişâm, a.g.e., II, 216, 217.
Tebuk
Seferi hakkında bilgi için bkz. ibn Hişâm, a.g.e., II, 515-529.
Bk.
ibn Hişâm, a.g.e., II, 442-443.
Hz.
Peygamber (s.a)’in elde ettiği zaferler ve ulaştığı tartışmasız başarıya rağmen
son derece mütevazı olduğuna ilişkin bk. Irving, s. 199.
Bk.
eş-Şevkânî a.g.e., IV, 51.
Bk.
Buharî, Cenâiz 5; ibn Mâce, Cenâiz 32.
Müslim,
Libâs 112.
Bu
konu ve ilgili rivayetler için bk. M. Hamidullah, a.g.e., I, 54.
Hz.
Peygamber (s.a)'in alçak gönüllü oluşunun başka örnekleri için bk. Nevevî,
Riyazu's-Salihîn, s. 192...
eş-Şevkânî
a.g.e., V, 48.
Ebû
Dâvud, Edeb 152; Ahmed, Müsned, V, 253, 256.
Bk.
msl. ibn Hişam, a.g.e., II, 653.
Ebû
Dâvud, Edeb 4; ibn Mâce, Nikâh 51; Dârimî, Nikah 34.
Ahmed,
Müsned, III, 197.
Bk.
msl. ibn Hişâm, a.g.e. I, 526; II, 48, 64, 118, 191,290-292, 300.
505
ibn Hişam, a. g. e, I, 584-585.
ibn
Hişâm, a, g.e., II, 292.
Bk.
Ahmed, Müsned, III,. 210; Kadı lyaz, Şifa, I, 80; M. Asım Koksal, a.g.e., XI,
450-450.
Bk.
M. Asım Koksal, a.g.e., XI, 444-452.
Msl.,
Bedir Savaşı öncesinde İslâm ordusunun konaklayacağı yerin tesbiti olayında bir
sahabisinin kendi fikrini dile getirmesi (bk. ibn Hişâm, I, 620) ve Uhud Savaşı
öncesinde düşmanı şehrin dışında mı yoksa şehirde kalarak mı karşılayacakları
konusunda sahabilerine danışması (ibn Hişâm, a.g.e., II, 63-64) ve her iki
olayda da kendi fikrini değil de sahabilerinin fikrini uygulama alanına koyması
bunun en güzel iki örneğidir.
·
511
Bk. Kastalânî, el-Mevâhibü’l-Ledünniyye, Mısır 1281, s. 189..
·
512
Cariyle, a.g.e., s. 23.
Nitekim,
Hubert Grimme, onu, zenginleri korkutarak onaylarını almak için gelişigüzel
uydurduğu bir "mitoloji”nin yardımıyla malî ve sosyal bir reformu
gerçekleştirmiş olan bir sosyalist olarak görmektedir.” (Rodinson, a.g.e., s.
351-352).
Çeşitli
misaller arasında Msl. Thomas Carlyle’in “Kahramanlar” adlı kitabında ve Kont
Henri Di Kastri adlı Fransız yazarın İslâm hakkındaki “Hatıralarında
yazdıklarını okuyunuz. Sonra da cahiliye döneminde Bizans imparatoru
Herakliyus’un huzurunda, Kureyş adına Ebû Süfyân’ın sözcülüğü ile tescil
edilmiş olan Kureyş kabilesinin şahitliğini okuyunuz. Herakliyus: “Bu
iddiasından önce siz onu yalancılıkla itham eder miydiniz?" diye sorunca:
“Hayır!” diye cevap vermişti. Kezâ, “Aldatır mı?” diye sorunca, “Hayır
aldatmaz” diye karşılık vermişti. (Bu karşılaşmada geçen uzun muhavere için Bk.
Buharı, Bed’ul-Vahy 6; Müslim, Cihad 74).
Yunus,
16; Draz, en-Nebeü'l-Azîm, s. 15-16.
Rodinson,
a.g.e., s. 109.
Rodinson,
a.g.e., s. 82.
A.g.e.,s.
83.
Elmalılı,
Hak Dini, VII, 4559; Kâmil Miras, Sahîh-i Buhari Tecrid-i Sarîh Terceme ve
Şerhi, IX, 23.
T.
izutsu, Kur’ân’da Allah ve insan, s. 162.
S.
Sülaymân Nedvî, Asr-ı Saadet, c. 1, s. 306-309; T. izutsu, a.g.e. s. 162.
Müddessir,
1.
Müzzemmil,
1.
Tor
Andrae, Mahomet, s. 28.
Maurice
Gaudefroy-Demombynes, Mahomet, Paris 1969, s. 72-73.
·
526
ibn Hişâm, a.g.e., I, 270.
T.
izutsu, a.g.e. s. 172.
Kâmil
Miras, a.g.e. IX, 23.
Saffât,
6-10.
Elmalılı,
Hak Dini, VIII, 5884.
Şuara,
210-212.
Şuara
, 221-223.
Bk.
Hakka, 42-47.
Tekvîr,
25-26.
C.
Brockelmann, a.g.e., s. 16.
C.
Brockelmann, a.g.e., s. 21.
Rodinson,
a.g.e., s. 109.
Necm,
11.
Rodinson,
a.g.e., s. 119.
Rodinson,
a.g.e., s. 108.
Mu’minûn,
81.
Bakara,
118.
Saafat,
36.
S.
Kutub, FÎZılâl, XII,. 282.
Elmahlı,
Hak Dini, VI, 4559.
Enbiya,
5.
Hakka,
40-41.
Hakka,
42-47.
Bk.
ibn Kesîr, Tefsîr, ilgili âyetlsrin tefsiri.
ibn
Kesir, Tesîr, III, 578-579.
Nesefî,
Medârik, III, 148; Elmalıh, Hak Dini, VI, 4040.
T,
izutsu, a.g.e. s. 162.
Şuara,
224.
Mevdûdî,
a.g.e. II, 229.
Şuara,
225-226.
Mevdûdî,
a.g.e. II, 231.
Şuara,
226.
Mevdûdî,
a.g.e. II, 232.
Goldziher
de, bu konuyu ele alırken Kur’ân-ı Kerimi —daha önce de değindiğimiz gibi—
dahilî ve haricî bir takım kaynaklara irca etmektedir. Böylece o, İslâmî bakış
açısıyla İlâhî vahyi inkâr etmektedir. Arap Peygamberin anlattıklarının,
Yahudî, Mesîhî...vs. çevrelerle irtibatı sayesinde öğrenip kazandığı dinî
kültür ve görüşlerden seçilmiş bilgiler karışımıdır. O bu fikirlerden öylesine
etkilenmiş ki, bunlar onun ruhunun derinliklerine inmiş ve kalbinin kendisine
mal ettiği bir inanç halini almıştır. Öyle ki bu öğretileri İlâhî birer görev
kabul etmeye başlamıştır. Böylece kendisinin de bu vahye bir vasıta olduğuna
-samimi olarak- inanır hale gelmiştir. ( Goldziher, Le Dogme et La Loi de
L’lslam, (Fransızcaya tere. Felix Arın) Paris, 1958. s. 3.) Goldziher, İlâhî
vahyi açıklamada diğer bazı müsteşriklerin yolunu izler. Nitekim, Hz.
Peygamberin, hayatının birinci yarısında meşgalelerinin kendisini bir takım
çevrelerle ilişkiye zorladığı, sözkonusu çevrelerden bazı fikirler edindiği, bu
fikirleri ruhunun derinliklerine doğru çekmeye başladığı, uzlete çekildiği
sırada bunların, tefekkürüne bir çekirdek oluşturduğu görüşünde olup şöyle
demektedir: Marazî haletinin izleri görülen mücerret teemmüllerini his ve idrak
etmeye olan meyli sebebiylle kendisini, yakın ve uzak kavminin ahlakî ve dinî
düşüncesine zıt bir yol tuttuğunu görüyoruz, (a.g.e, s. 4)
Goldziher
araştırmalarında, Hz. Peygamberin vahyi hissedişinin doğup ruhunda yer ettiğine
inandığı “patalojik” aşamalarını takip etmiyor. Fakat, anlamını ünlü bir yazar
olan Harnack’tan aldığı bir sözü iktibas ediyor. Sözü edilen yazar, yalnızca
insanüstü insanlara isabet eden hastalıklardan söz ederken bu ifadeyi
kullanıyor. Sözkonusu olağanüstü insanlar bu hastalıklardan, daha önce meçhul
olan yeni bir hayatı edinirler. Ayrıca sözkonusu hastalıklardan, bütün
engelleri yıkan bir güç elde ederler. İşte peygamberin veya havarilerin
cesareti bundan ileri geliyor. (A.g.e, s. 3)
Goldziher,
az önce kaydettiğimiz iktibasa yer vermekle, vahyin imkansızlığına,
peygamberlerin sözünü ettikleri vahyin kişinin bir psikolojik halete aşırı
derecede dalması sonucu doğan bu durumdan ileri gelen psikolojik bir meseleden
ibaret olduğuna işaret ediyor. Fakat Goldziher, insanlara isabet edince büyük,
kimseler haline geldikleri, her türlü engeli yıkan bir güç elde ettikleri
hastalıkları bize açıklamıyor. Oysa, aklen ve adeten bilinmektedir ki, ister
bedenî ister ruhî olsun hastalıkların aklî ve bedenî çöküşe götürdükleri,
bunlara maruz kalan hastanın zaaf ve güçsüzlüğünü artırdığı, sonunda da aklî ve
bedenî yıkılışa sürüklediği bilinmektedir.
Goldziher
ve benzerlerinin, Hz. Peygamberin bilgilerini dahilî ve haricî kaynaklardan
aldığına, Yahudî ve Hıristiyanlardan alınan dinî fikirlerle ilişkisi olduğuna,
bu fikirlerden etkilenip ruhunun derinliklerine doğru özümsediğine ve uzleti
esnasındaki tefekkürünün çekirdeğini bunlar oluşurduğuna dâir görüşü hiçbir
İlmî delile dayanmayan bir iddiadır. Hz. Peygamberin dava ve inançlarında
dahilî ve haricî kaynaklardan yararlandığına ilişkin iddianın asılsızlığını biz
daha önce izah ettik.
Goldziher,
az önce kaydettiğimiz iktibasa yer vermekle, vahyin imkansızlığına,
peygamberlerin sözünü ettikleri vahyin kişinin bir psikolojik halete aşırı
derecede dalması sonucu doğan bu durumdan ileri gelen psikolojik bir meseleden
ibaret olduğuna işaret ediyor. Fakat Goldziher, insanlara isabet edince büyük
kimseler haline geldikleri, her türlü engeli yıkan bir güç elde ettikleri
hastalıkları bize açıklamıyor. Oysa, aklen ve adeten bilinmektedir ki, ister
bedeni ister ruhî olsun hastalıkların aklî ve bedenî çöküşe götürdükleri,
bunlara maruz kalan hastanın zaaf ve güçsüzlüğünü artırdığı, sonunda da aklî ve
bedenî yıkılışa sürüklediği bilinmektedir.
Goldziher
ve benzerlerinin, Hz. Peygamber’in bilgilerini dahilî ve haricî kaynaklardan
aldığına, Yahudî ve Hıristiyanlardan alınan dinî fikirlerle ilişkisi olduğuna,
bu fikirlerden etkilenip ruhunun derinliklerine doğru özümsediğine ve uzleti
esnasındaki tefekkürünün çekirdeğini bunlar oluşurduğuna dâir görüşü hiçbir
İlmî delile dayanmayan bir iddiadır. Hz. Peygamber’in dava ve inançlarında
dahilî ve haricî kaynaklardan yararlandığına ilişkin iddianın asılsızlığını biz
daha önce izah ettik.
Bu
hipotezin başka bir sakat tarafı da -tıpkı benzerleri gibi- Kur’ân vahyini
psikoloji ilmi vasıtasıyla açıklamaya çalışmasıdır. Bu da yanlış bir
yaklaşımdır. Çünkü, psikoloji henüz öyle bir gelişme sağlamamış ki, yöntemleri
kendi alanını aşıp başka İlmî alanlara uygulansın ve modern tahlil yoluyla peygamberlik
gerçeğini açıklayabilsin. Sonra eğer Kur’ânîn kaynağı Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) olsaydı, bunu
iftiharla kendisine nispet eder, nefsine kudsiyet, hatta isterse ulûhiyet bile
isnad ederdi. Buna hiçbir engel de yoktu. Değil mi ki, kavmi Kur’ânîn azamet ve
eşsiz gücünü itiraf ettiği halde İlâhî kaynaklı oluşunu inkâr ediyordu?
·
560
Hicr, 6.
Saffat,
36. Toshihiko izutsu, bu âyette geçen “mecnûn” kelimesine, “cinn” ile aynı
kökten gelmesi sesebiyle “cinlenmiş” manasını vermiş ve müşriklerin Hz.
Peygamber’e neden “cinlenmiş şair” dedikleri hakkında bir mütalaa serdetmiştir.
O, bu mütalaasında, Arabistan’da şairin ve şairliğin tarihçesi hakkında bilgi
vermekte, müşrik Arapların, “Ancak cinlerin sahip olduğu kişiler görünmeyen
alemden haber verebilir" düşüncesinde oldukları tezini ileri sürmektedir,
(bk. T. izutsu, Kur’ân’da Allah ve insan, s. 158-162) Müşrikler, ister bu
şekilde düşünsün isterse “delirmiş" desinler, bu iddialarını yüce Allah
defalarca reddetmiştir. Onların böyle konuşmaları Resûlullah’ı üzdüğü için
Allah Tealâ, Resûlünü teselli etmiştir. (En’am, 36).
5(32
Kalem, 51.
Müşriklerin
Hz. Peygamber’e bu ithamda bulunduklarına ilişkin diğer örnekler çin bk. A’raf,
184; Mu’minûn, 25, 70; Sebe’, 8, 46; Hicr, 6; Duhân, 14; Tür, 29; Kalem, 2;
Tekvîr, 22; Kamer, 9; Şuara, 70; Zâriyât, 39, 52.
Bk.
İbn Hişam, a.g.e., I, 293-294; Utbe aynı zamanda kendisine mal ve hükümdarlık
da önermişti. Fakat Resûlullah (s.a) ona Fussilet Sûresinin baş tarafını
okumakla yetindi. Bu da önerdiklerini pervasızca reddettiğini gösteriyordu.
Okuduğu ayetlerde, imana çağrı, müşriklerin inadını kırmak, onları geçmiş
ümmetlerden hakkı yalanlayanların aynı akibetiyle korkutma sözkonusu ediliyor.
Bunlar Utbe’yi korkutmuş ve bir kelime bile söylemeden orayı terkederek,
kenidisini Hz. Peygamber’e şimdiye kadarkinden farklı bir öneriyle gönderen
kavminin yanına eli boş dönmesine sebep olmuştu.
Tür,
29.
Elmahlı,
Hak Dini, VII, 4560.
Zariyat,
52.
Mu'minûn,
25.
Şuarâ,
27.
Nesâî,
iftitah 37.
Bk.
Buharî, Bedü’l-Vahy 2; Bedü’l-Halk 6; Fadâil 87; Tirmizî, Menâkıb 7; Nesâî,
iftitah 37; Muvatta’, Kur’ân 7.
Vahyin
bir ara kesilmesinden sonra yeniden başladığı sırada Cebrail bu şekilde Hz.
Peygamber’e görünmüştür, (bk. Cerrahoğlu, a.g.e, s. 49).
Bu
durum da Mi’rac’da meydana gelmiştir, (bk. Cerrahoğlu, a.g.e, s. 49)
Bu
vahiy şekilleri için bk. Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, s. 49-50.
Tirmizî,
Tefsîr Sûre (23) 1; Ahmed, Müsned, I, 34.
Buharî,
Bed’ü’l-Vahy 2; Tirmizî, Menâkıb 7; Nesâî, İftitah 37; Muvatta, Kur’ân
7; Ahmed, Müsned, I, 151.
Vahyin
çeşitli halleri ve kaynakları için bk. Cerrahoğlu, a.g.e., s. 50.
Buharî,
Salât 12, Cihâd 31, Tefsîru Sûre (4) 18; Tirmizî, Tefsir Sûre (4) 19; Nesâî,
Cihad 4..
Ahmed,
Müsned, II, 176.
Hz.
Peygamber (s.a)’in uyuyan bir kişinin horultusu gibi horladığını ya da devenin
kendisini veya arkadaşının dizinin kendi dizini çekemeyeceği kadar bedeninin
ağırlaştığını söylemede hangi övgü sözkonusu olabilir ki? Eğer raviler bir övgü
düşüncesinde olsalardı, meleklerin semâvî güzellikleriyle Hz. Peygamber’e
indiğini, nefes alıp verir gibi kolaylıkla vahyi aldığını ve vahiy sırasında
yüzünün parlak bir nurla parıldadığını iddia ederlerdi.
Nakleden,
i. F. Ertuğrul, izâle-i Şükûk, s. 7-8
Bk.
Dairetü'l-Meariti'l-islâmiyye el-Muhtasara, “Muhammad" maddesi. Yine bk.
Guillaume tarafından konuya yapılan işaretler. İslam Pelican Books, s. 25.
i
1425 Bk. Menzis, s. 227; Gibb, s.
23; Heykel, a.g.e. s. 27.
Hadaratu’l-Arab,
(tere. Zaîter) Beyrût 1399, s. 141..
s.
393.
588
Rodinson. a.g.e., s. 81.
Guillaume,
a.g.e.,s. 25
Bk.
R. V. C. Bodley, The Messenger, The Life Of Muhammed, s. 64.
559
Orhan Hançerlioğlu, Ruhbilim Sözlüğü, Remzi Kutabevi, 2. Basılış, s. 323-324.
Menzis,
a.g.e.,s. 227.
Orhan
Hançerlioğlu, a.g.e., s. 258-259.
Orhan
Hançerlioğlu, a.g.e., s. 259-260.
Bk.
Dairetü’l-Mearifi’l-Biritaniyye, “Hysteria” maddesi; yine New Medical
Dictionary, aynı madde.
Sııyûtî,
itkan, I, 60, ibn Mes'ud'dan naklen.
Bk.
Ahmed, Müsned, I,. 78.
537
s. 99.
s.
101 (Haşiye)
s.
99.
i.
F. Ertuğrul, izâle-i Şükûk, s. 10-21.
Bütün
bu bilgiler için bk. Orhan Hançerlioğlu, a.g.e., s. 322-323.
Bk.
Al-i imran, 103; Enfâl, 63.
Bk.
I. F. Ertuğrul, izâle-i Şükûk, s. 11-13.
Haşir,
21-22.
Müzzemmil,
5.
Renan,
a.g.e., s. 1080.
Afi7
Müsteşriklerden
Rodinson, Ledit...vs. bu iddiayı ileri sürmüştür. Az sonra bunların iddialarını
tahlil ve tartışmaya tabi tutacağız.
Bk.
Orhan Hançerlioğlu, a.g.e., s. 64-65.
Orhan
Hançerlioğlu, a.g.e., s. 65.
010
Şöyle buyuruyordu inen âyet-i kerime: “(Kâfir olarak ölüp) cehennem ehli
oldukları açıkça belli olduktan sonra, akraba dahi olsalar, (Allah’a) ortak
koşanlar için af dilemek ne peygambere yakışır, ne de inananlara.” (Tevbe,
113).
Kasas,
56.
012
Buharî, Menakıbu’l-Ensâr 40, Tehîd 31; Müslim, imân 39, 41, 42; Tirmizî,
Tefsîru Sûre (28) 1; Nesâî, Cenâiz102.
013
Ahzab, 37.
014
Buharî, Tevhîd 22; Müslim, imân 288, Tefsîru Sûre (33) 9, 10, 11.
Nahl,
126-127.
.
1457 Bk.lbn Hişam, a.g.e., II,
95-96.
ibn
Hişam, a.g.e., II, 72. ilk defa huzura geldiğinde Hz. Peygamber (s.a) ile Vahşî
arasında geçenleri ve o anda Resûlullah (s.a)’in ona söylediklerini dinlemek
için ibn Hişam’daki şu ifadeleri okuyalım: “Resûlullah (s.a): ‘Sen Vahşî
misin!' Vahşî: ‘Evet, ey Allah’ın Resulü!’ Resûlullah (s.a): 'Otur ve Hamza’yı
nasıl öldürdüğünü bana anlat!’ Vahşî, olayı kendisine anlattı. Sözünü bitirince
Resûlullah (s.a): 'Yazıklar olsun sana! Fazla bana görünme, gözüm seni
görmesin!’.
Bk.
eş-Şevkânî a.g.e., IV, 109; Daha önce bu olayı, doğruluğun Hz. Peygamber’in
ayrılmaz vasfı olduğuna delil olarak getirdik. Öyle ki, en azından konuşmayıp
gizlemesinde bile hiçbir sakınca olmayan özel işlerinde bile doğru söylerdi,
bk. Irving, a.g.e., s. 157.
Bk.
Fahreddin Razî, Mefâtih, Kasas, 85. Ayetinin izahı; M. Asım Köksal, a.g.e,
(Mekke Dönemi), s. 412-413.
Bk.
Buharî, Küsûf 1, 13, Bed’ü’l-Halk 4; Müslim, Küsûf 6, 9, 22, 28; Ebû Dâvûd,
istiska 3; Nesâî, Küsûf 16; İbn Mace, ikame 152.
Herhangi
bir tefsirden Abese Sûresinin ilk ayetlerinin açıklamasına ve iniş sebeplerine
bakınız.
022
Bk. Nur, 6-9. ayetleri ve nüzul sebepleri.
923
Bk. Mücâdele Sûresinin ilk ayetlerine ve nüzul sebeplerine.
Enfâl,
67-68.
Tevbe,
80; Hiç kimse, Hz. Peygamber (s.a)’in -haşa- yalancıktan ve rol icabı olarak
Abudullah b. Übeyy'in cenaze namazını kıldırmak ister göründüğünü sanmasın.
Kime karşı rol yapacaktı ki? Bu adamın öz oğlu bile Hz. Peygamber (s.a)’e
babasını bizzat öldürmeyi teklif etmiş, fakat Hz. Peygamber (s.a) bu teklifini
kabul etmemiştir, (ibn Hişâm, a.g.e., II, 292-293.).
Hakka,
44-46
isra,
74-75.
828
Bakara, 144
Bu
yaklaşım için bk. Shorter Encyclopaedia of İslam’ın “Muhammad” maddesi. Ayrıca
Goldziher’in konuyla ilgili görüşlerine biraz önce dipnotta yer verdik.
330
Bkz. Rodinson, a.g.e., s. 78-80.
s.
49-53.
Bu
şahıs, AvrupalI Hıristiyanlar, özellikle de ispanyalılar nezdinde azîzelerden
biridir. Therese d’Avilla, 1515-1582 yılları arasında Ispanya’da yaşamıştır.
Bk.
Rodinson, a.g.e., s. 95-98.
Bu
rahibenin hayatı, kişiliği, dengesizliği, hayatındaki zikzaklar ve Hz.
Peygamberin o pürüzsüz, istikametli, doğruluk ve samimiyet örneği hayatıyla
mukayesesi için bkz Avad, Masdaru’l-Kur’ân, s. 163-168.
Watt,
el-Vahyu’l-islâmî fi’l-Asri’l-Hadîs, s. 109; Ca’fer Şeyhu’l-ard, Menhecü Watt
Fi Dirhareseti Nübüvveti Muhammed, Menâhicü’l-Müsteşrikîn, I, 234.
Watt,
a.g.e., s. 109.
Bkz.
Subhî Salih, Mebâhis, s. 26.
838
Malik Bin Nebi, Le Phenomene Coranique, Edition A. E. I, s. 84-89.
ez-Zerkeşî,
el-Burhân, (Tahkîk: Muhammed Ebû’l-Fadl İbrahim), Kahire, 1957, I, 198.
Ca’fer
Şeyhu’l-ard, a.g. makale Menâhicü’l-Mıisteşrikîn, I, 234-235
Rodinson,
Mahomet, s. 106.
Rodinson,
a.g.e., s. 105-107.
a.g.e.,
s. 106-107.
Bedlüzzaman
bu gerçeği şu sözleriyle özetlemiştir: “Ehl-i vahdetü'ş-şühûdun meşrebi fark ve
sahvdır. Ehl-i vahdetü'l-vücûdun meşribi mahv ve sekrdir. Safî meşreb ise, meşreb-i
ehl-i fark ve sahvdır." (bk. Asâr-ı Bedîiyye, s. 20.)
345
Boukuet, a.g.e., s. 266.
Ledit,
a.g.e., s. 110.
Ledit,
a.g.e., s. 47.
Rodinson,
a.g.e.,s. 78-81; 109-111.
bk.
Guillaume, a.g.e.,s. 28.
Bu
manadaki hadisler için bk. Buharî, Nikâh 108, Menâkıbu’l-Ensar 20, Edeb 23,
Tevhîd 32; Müslim, Fedailü’s-Sahâbe 74, 75, 76; Tirmizî, Birr 70; Menâmık 61;
ibn Mâce, Nekâh 56; Ahmed, Müsned, VI, 115, 117.
ibn
Hişam, a.g.e., I, 652-653.
Ledit,
a.g.e.,s. 114, 117-118.
Birçok
rivayete göre Rahman Sûresi Medenîdir. Bu sûrede sözkonusu hûrilerin ekser
niteliklerinin zikredildiğini görürsünüz. Bu demektir ki, gerçek hiç de
müsteşriklerin iddia ettiği gibi değil. O halde kendilerine başka yorum ve
gerekçeler arasınlar.
354
Bu nokta için bk. Irving, a.g.e., s. 193.
A.g.e,
s. 195.
1497 Tekvîr,
8.
Duha,
6.
Hûd,
44.
Fussilet,
11.
Yâsîn,
82.
Bakara,
34.
Kaf,
6-11.
Meryem,
68-72
Tâhâ,
13-16
Mü’minûn,
64-67
isra,
71-75
En’am,
94
Nahl,
45-50
Furkan,
32.
Bakara,
147.
Tevbe,
113.
İbn
Hişâm, a.g.e., II, 378.
Kevser,
3.
Hz.
İbrahim’in vefâtı ve Hz. Peygamberin bundan duyduğu üzüntü hakkındaki bilgi ve
kaynaklar için bk. M. Asım Koksal, İslâm Tarihi, X, 16-19.
Kur’ân’daki
gaybî haberler hakkında geniş bilgi için bkz. Şadi Eren (Yrd. Doç. Dr. )
Kur’ân’da Gayb Bilgisi, (Doktora tezi) Işık Yay. İzmir 1995, s. 159-245.
Bu
konuda bk. Zerkânî, Menâhil, II, 234-236.
En’am,
59.
Hûd,
49.
Kasas,
44-46.
Al-i
imrân, 44.
Suyûtî,
İ’câzü’l-Kur’ân, I, 241.
Al-i
imrân. 93.
Bk.
Suyûtî, İ’câzü’l-Kur’ân, I, 241.
Bakıllânî,
et-Temhîd isimli eserinde, Kur’ân’da geçmekte olan “evvelkilerin
kıssaları", “mazinin gidişatı", “eskilerin hadiseleri ve o asırlarda
cereyan etmiş olayları” ancak siyer kitaplarını okuyan veya bu işlerle uğraşan
kimselerle sohbet eden, kitap okuyup yazan kimseler tarafından haber
verilebileceğini, Resûl-i Ekrem efendimizin ise bu tür şeylerle meşgul
olmadığını zikrederek, ona bütün bunların, onun dışında biri tarafından
verilmiş olması lazım geldiği ve bunun da Allah Tealâ olduğu anlatılmıştır.
(Bk. Bakıllânî, i’câzü’l-Kur’ân, 74’te 1 numaralı dipnot. Aynı husus için bk.
Suyutî, İ’cazü’l-Kur’ân, I, 240-242.
Suat
Yıldırım, Kur’ân-ı Kerim ve Kur’ân ilimlerine Giriş, s. 196.
20
Tevbe, 107-108; Bu konuda geniş bilgi için bk. Seyyid Kutub, Fî
Zılâli’l-Kur’ân, o. VII, s. 399-405.
Suat
Yıldırım, Kur'ân-ı Kerim ve Kur’ân ilimlerine giriş, s. 197.
Duhân,
10-16.
Rûm,
3-5; Ne şaşılacak durumdur ki, müsteşrik Savari, yaptığı Kur’ân tercümesinde bu
ayeti meallendirirken, bu âyetlerin inişinden sonra Hz. Ebu Bekir ile Umeyy b.
Halef arasında geçen ve yüz deve üzerinde gerçekleştirilen mübaheseyi konu alan
rivayeti kaydeder ve şöyle bir yorum yapar: “Önceden haber verilen bu durum
gerçekleşince, Müslümanlar, bunu Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in
peygamberliğine kesin bir delil olarak kabul ettiler. Oysa, böylesi müphem bir
peygamberlik için getirilen bu tür delillerin tutarsızlığını anlamak
gayet kolaydır. Rum ve İran imparatorluklarının durumunu iyi bilen herhangi bir
insan, dikkat ettiği takdirde böyle bir tahminde bulunabilir.” (Savary, Le
Coran, s. 365, ikinci dipnot.) Oysa, gerçekte mesele hiç de Savary’nin
zannettiği kadar basit değildir. Aksi halde, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi
ve sellem)’in, sözkonusu iki imparatorluğun durumunu, Şam’a, Irak’a ve Yemen’e
ticaret için giden, bazıları, Bizans Kralının sarayında Hirakl ile görüşen Ebu
Süfyan gibi oralardaki hükümdar ve yöneticilerle görüşen Kureyş’in ileri gelen
Ubeyy b. Halef ve Ebû Süfyan...vb kimselerden daha mı iyi biliyordu? Hal böyle
iken, neden Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bunu bildi de, Hz. Ebû
Bekir ile yüz deve üzerinde bahse giren kavmi bilemedi. Oysa bundan amaçları,
Rumların İranlIlara galip geleceğine ilişkin Kur’ân'ın haberini yalanlamaktı.
Hz. Ebu Bekir de bahsi kazandı. Meselâ, tecrübeli bir insanın, birbirine düşman
iki ülke arasında bir savaşın patlak vereceğini genel olarak hissetmesi
kolaydır. Fakat, böyle bir savaşın dokuz seneyi geçmeyecek bir süre içerisinde
meydana geleceğini, henüz yeni savaştan yenik çıkmış bir tarafın zaferiyle
sonuçlanacağını, buna itiraz eden kimselerin bahse girip bahsi kaybetmeleri,
bütün olayların tıpatıp onun dediği biçimde gerçekleşmesi ise, bir mucizedir.
Hele hele, biliyoruz ki, bu önceden haber verme durumu gerçek olarak ortaya çıkmasaydı,
islamın geleceği üzerinde en büyük tahribatı oluştururdu. Çağımızın istihbarat
organları bunca mütehassıs beyinleri ve kompleks elektronik cihazlarıyla bile,
bu gibi konularda çoğu kez yanılabilmektedir.
Kalem,
16.
Ra’d,
17; İbrahim, 24.
Nûr,
55.
Enfâl,
36.
Mâide,
14.
A’raf,
167-168; Al-iimran, 112.
Al-i
imran, 55.
Bk.
Tebbet, 1-5.
Kamer,
45.
Kendisinden
gelen bir rivayete göre Hz. Ömer (r.a) bu ayet indiğinde manası kendisine
kapalı gelmiş, fakat Bedir günü Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in
bu ayeti tekrar ettiğini görünce manasını anladığını söylemiştir. Beydavî, bu
ayeti tefsir ederken aynen şunları söylemektedir: “Bu Bedir Savaşı günü
gerçekleşti. Bu Peygamberlik delillerindendir. Hz. Ömer'in şöyle dediği
nakledilmiştir: “Bu ayet indiği zaman manasının ne olduğunu bilmiyordum. Bedir
günü olduğunda, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in bir yandan
zırhını giyerken bir yandan da “O topluluk yakında bozulacak..." dediğini
duydum. Manasını o zaman öğrendim."
Maide,
67.
Hz.
Enes (r.a)’dan şöyle rivayet edilmiştir: “Allah seni insanlardan koruyacaktır.”
(Maide, 67) ayeti ininceye kadar Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
nöbetçiler tarafından korunuyordu. Bu ayet inince, başını deri bir çadırdan
dışarı uzattı ve şöyle buyurdu: “Ey insanlar gidin. Allah beni insanlardan
korudu." (bk. Beydavî, Tefsir, bu ayetin nüzul sebebi.)
Hicr
Sûresi. 10.
En’am,
65.
Yunus,
92.
Bucaille,
a.g.e., s. 238-241.
Draz,
Initiation au Coran, s. 159-160.
Zerkanî,
Menâhil, II, 432-433.
İbn
Abdi’l-Berr, Câmi’u Beyâni’l-îlm, Medine, 1388/1968, II,. 233; Bu hadîsin
sıhhat derecesi ne olursa olsun pek çok alim, bunu tasrih etmeksizin aynı
ölçüyü kullanmıştır. Bunun örnekleri için bk. Suat Yıldırım, “Hadisleri
Kur’ân’la Karşılaştırma Meselesinin Kaynakları” (A.Ü.İ. i. Dergisi, Ankara,
1978. Tayyib Okiç Armağanı) s. 106-114.
MsL,
bk. Haşir, 7.
Kur’ân
Hukukunun genel prensipleri şu ve benzeri ayet-i kerimelerdir: Mâide, 1, 2, 8,
59; Nisa, 58, 29; isrâ, 34; Bakara, 173, 280, 283; Talak, 2; Şûra, 38; Al-i
imrân, 159. vd..
Ö.
N. Bilmen, Tabakatü’l-Müfessirîn, I, 48-49.
Bu
konuda bk. msl. Nisâ, 165; Enfâl, 39, 46; Ankebût, 45; Bakara, 153; Hac Sûresi
27; Tevbe, 103.
Ö.
N. Bilmen, a.g.e. I, 50.
Bu
konudaki sayısız örneklerden sadece iki tanesi için bk. A’raf, 85-87; Enfâl,
24-26.1555
Ö.
N. Bilmen, a.g.e., I,. 53-54.
58
Sayısız örneklerden bk. Nahl Süresi 90; A’raf, 199; Kıyâme, 36; Saf, 3.
·
80
Ö. N. Bilmen, a.g.e., I, 56.
Bk.
Bediüzzaman, Said Nursî, Sözler, s. 382-383.
Bucaille,
a.g.e., s. 13.
Bk.
S. Yıldırım, Kur’ân ve Kur’ân ilimlerine Giriş, s. 203.
A.g.e.
s. 204.
Tarık,
6-7.
Hacc,
5; Mu'minûn, 11-14; insanın üremesi konusunda Kur’ân’da geçen müteaddit
ayetlerden özellikle Hacc Sûresi 5, Mü’minûn Sûresi 11-13 âyetlerini ele alıp,
modern biyolojinin bu konudaki tespitleri ile karşılaştıran bir tıp profesörü,
sonunda ikisi arasında tam bir mütabakat bulunduğunu, Kur’ân’da bildirilenlerin
19. asırdan önce yeryüzünün hiçbir yerinde malum olmadığını ifade edip
sözlerini şöyle bitirir: “Kur’ân, insanların keşfetmek için yüzyıllarını
harcayacakları, insanın üremesi konusundaki temel gerçekleri, sade bir
anlatımla insanlığa açıklıyordu.” (Bucaille, s. 293-306 ve bilhassa 306).
Zümer,
6.
Enbiya,
30; imam el-Bakıllânî bu âyeti tefsir ederken yanlışa düşmektedir. Çünkü,
“Allah her canlıyı sudan yarattı...” (Nûr , 45) ayet-i kerimesini bir nevi
ifadenin ta'mimi kabul etmiş ve sanmıştır ki, Kur’ân, bütün canlıyı sudan
yarattığını söylerken, bütün canlıları değil de sadece bir kısmını
kastettiğini, fakat genel bir ifade kullandığını söylüyor. Acaba konuyu detaylı
bir biçimde inceleyen günümüz bilginleri ne diyorlar? Şimdi onları dinleyelim:
"Kesin olarak sabit olmuştur ki, hayatın aslı sudur ve her canlı hücreyi
oluşturan ilk unsur sudan başkası değildir. Susuz hayat mümkün değildir.
Herhangi bir gezegende hayatın bulunup bulunmadığı tartışıldığı anda ilk ortaya
atılan soru şudur; “Acaba o gezegen üzerinde hayata zemin olabilmek için
gerekli ve yeter miktarda su ihtiva ediyor mu?” (Bucaille, a.g.e., s. 212;
ayrıca bk. “el-Müntehab Fî Tefsîri’l-Kur'ân’dan bu ayetin tefsirine ve sayfa
altındaki İlmî yoruma.” Enteresandır ki, Bakıllanî, bu sözünü, kendi
dönemindeki din düşmanlarının Kur'ân’ı cerhetmek için ileri sürdükleri
görüşlere karşı Kur’ân’ı müdafaa etmek amacıyla söylemiştir. Bakıllanî tam
olarak şöyle diyor; “Yüce Allah’ın ‘Allah her canlıyı sudan yarattı...’ sözüne
gelince, din düşmanları bununla ilgili olarak diyorlar ki: ‘Bu ayette birkaç
yönden imkânsızlık vardır. Birincisi: Bütün canlıların sudan yaratıldığını
söylüyor. Oysa gerçek öyle değildir. Çünkü, canlılardan, yumurtadan, topraktan,
nutfelerden... yaratılanlar da vardır.’ Bunun cevabı şudur: “Küll” kelimesi
bütün cinsi kapsamak için değildir. Aksine, ta’mim va tahsise de elverişlidir.
Şayet umum ifade ediyorsa, tahsisi de caiz olur. Çünkü, sudan yaratılmayan
canlıların da bulunduğunu biliyoruz. Üstelik, şöyle diyen kimseler de vardır:
'Her şeyin aslı şu dört şeydir: Su, hava, ateş ve toprak. Her canlı bir nevi
ıslaklık ve rutubetten meydana gelmektedir." (el-Bakıllânî, NüketüTİntisar
Li Nakli'l-Kur’ân, s. 202).
Rum,
48.
Dünyanın
yuvarlak olduğuna müteaddit ayetlerde işaretler vardır. Ezcümle:
Allah
geceyi gündüze, gündüzü de geceye doluyor" (Zümer, 5) âyetinde geçen
tekvîr (yukevviru), baş gibi kürevi bir cismin etrafında, bir şeyi msl. sarığı
döndürerek sarmak; tam türkçe tabiriyle “dolamak” demektir (Aynı eser, s. 138
ve Tefsîru’l-Menâr, I, 211). İlmî nazariyelere göre Kur’ân’ı tefsir etmekten
çekinen Seyyid Kutub bile bu ayetin tefsirinde şöyle diyor:
"Bu
tekvîr tabiri, yeryüzünde görülen müşahhas bir hakikati tasvir etmektedir. Yer
küresi kendi mihveri etrafında güneşe karşı dönmektedir. Arzın müdevver
(yuvarlak) olan sathından, güneşe karşı olan kısmını aydınlık kaplar ve gündüz
olur. Fakat bu aydınlık kısım devam etmez; çünkü arz dönmektedir. Yeryüzü
hareket ettikçe gece başlar ve üzerinde gündüz bulunmayan kısım, karanlığa
bürünür. Arzın sathı yuvarlak olduğu için üstündeki gündüzler de müdevverdir.
Tabiatıyla onu takip eden geceler de müdevver olacaktır. Bir süre sonra öbür
taraftan gündüz başlar ve gecenin üzerine dolanır. Ve bu hareket böylece devam
eder: “Geceyi gündüze, gündüzü de geceye dolar.” Kullanılan kelime, şekli
çizmekte, durumu belirtmekte, arzın mahiyetini ve hareketini açıklamaktadır.
Arzın küre şeklinde oluşu ve dönmesi, bu tabiri (tekvîr tabirini) son derece
dakîk bir tarzda tefsir etmektedir.” (Bk. Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l-Kur’ân,
Zümer, 5. âyetin tefsirine.
Mahmud
es-Savvaf’a göre, dünyanın döndüğüne veya dönmediğine dâir Kitab veya Sünnette
kat’î delil yoktur. Ancak dünyanın döndüğüne işaret eden âyetler vardır. O,
“Sen dağları görür, onları hareketsiz, sabit sanırsın. Halbuki onlar,
bulutların geçişi gibi geçerler” (Nemi, 88) ayetini, birçok âyet meyanında,
dünyanın döndüğüne işaret eden ayetlerden sayar. (C. Kırca, s. 141-142, n.
42’den)
Zümer,
5; Ra'd, 41; Enbiyâ, 44.
Yâsin,
38.
Nuh,
16; Furkan, 61.
En’am,
83.
Nahl,
69.
Nahl,
66. Bu noktanın izahı için bk. Bucaille, a.g.e., s. 196-198.
Nahl,
69. Meselâ, eş-Şerif er-Radî şöyle diyor: Bal, muhakkik alimlere göre arının
karnından çıkmaz. Aksine, arı onu düşme ve bulunma yerleri olan ağaç yaprakları
ve bitki çiçeklerinden alır. Çünkü o (bal) tıpkı şebnem gibi belli yerlere ve
belli özelliklerde düşer. Arı ise bu yerleri takip eder ve bu mevkileri bilir.
Balı ağızıyla kovanına ve kendisi için hazırlanmış yuvalara taşır. Yüce Allah:
“Karınlarınlarından çıkar...” buyuruyor. Bundan maksat, “Karınları cihetinden
çıkar” demektir. Karınlarının ciheti ise, ağızlarıdır. Bu, sözkonusu beyanın
gizli manalarından ve kelamın yüksek ifadelerindendir." (Telhîsu’l-Beyân
Fî Mecâzâti’l-Kur’ân, s. 193).
Bakınız
nasıl, eş-Şerif er-Radî’nin dönemindeki (beşinci Hicrî asır) muhakkik alimler,
balın, arının karnından çıkmadığını iddia ediyorlar. Bu nedenle de er-Radî,
ayetin “Karınları cihetinden çıkar..." kaydını Kur'ân'ın mecazlarından
saymış ve geçen metni iktibas ettiğimiz, konuyla ilgili kitabına almıştır. Oysa
doğrusu, Kur'ân’ın dediği, yani balın, gerçekten de rahîki toplayıp midesinde
bala dönüştüren ve daha sonra da onu dışarıya salgılayan arının karnından
çıktığıdır (bk. el-Mecmûatüs-Sekafiyye “Arı Balı" maddesi. eş-Şerif
er-Radî'den üç asır kadar sonra olan el-Beydavî ise, ayetin gerçek anlamını
yakalıyor. Ne var ki, ikinci görüşü de kaydederek hakkında bir değerlendirme
yapmıyor.)
Yâsin,.36;
Zâriyat, 49; Ra’d, 3; Ağaçların aşılanması öteden beri bilinmekte ise de, yakın
bir zamana gelinceye kadar, rüzgarların aşılama ile herhangi bir ilgisi
bilinmemekte idi. “Allah, her meyveden yine kendilerinin içinden ikişer çift
yaratmıştır" (Ra'd, 3) âyetinin bildirdiği hakikat keşfedilip bütün
bitkilerin çiçeklerinde erkek ve dişi çifti bulunduğu ve erkeğin dişiyi
aşılamasıyla meyvelerin meydana geldiği anlaşıldıktan sonra, döllenmenin ve
aşılanmanın rüzgârlar vasıtasıyla olduğu tespit edilmiştir. (Tefsîrü’l-Menâr,
c. 1, s. 210; Elmalılı, Hak Dini, IV, 3053; Bucaille, a.g.e., s. 280-281; C.
Kırca, a.g.e., s. 166)
Hicr,
22..
Enbiyâ,
30.
Fussilet,
11.
En’am,
125.
Nebe’,
6-7; Naziat, 32.
Lukman,
10.
A’raf,
172. Bu âyet şu mealdedir: “Rabbin, Adem oğullarından, onların sulblerinden
(bellerinden) zürriyetlerini almış ve onları kendilerine şâhit tutarak:
"Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ (demişti). ‘Evet, (buna) şahidiz’
dediler. Kıyâmet günü ‘Biz bundan habersizdik demeyesiniz.”
Seyyid
Kutub, bu âyeti açıklarken şu izaha da yer veriyor: “Gerçekten Kur’ân-ı Kerim,
varlığın en derin noktalarından, insan fıtratının derinliklerinde gizlenmiş
olan bu son derecede derin müthiş hakikati, bu derecede parlak, eşsiz ve hayret
verici bir sahne içinde sergiliyor. Hem de bunu, içinde yaşadığımız zamandan
ondört asır kadar önce insanların menşei ve tabiatlarının gerçek mahiyeti
hakkında vehimlerden başka bir şey bilinmediği bir ortamda bildiriyor. Bunca
asırlar geçtikten sonra bir kısım şeyleri öğrenme imkânı buluyor. Bir de
görüyoruz ki ilim, genlerin (insanın bütün hayatını içerisine alan bir kataloğu
durumunda olan irsiyeti nakleden hücrelerin) bir sicil (kayıt) defteri olduğunu
ve insanlar, daha sulblerde hücreler halinde iken onların bütün
hususiyetlerinin o genlerde saklı olduğunu öğretiyor. Ve üç milyar insanın
kaydını muhafaza eden genlerin hacim itibariyle 1 cm3 (bir santimetre küp)’ü
geçmediğini, yani bir dikiş yüksüğü kadar bir yere sığdığını ifade ediyor. Bu
öyle bir iddiadır ki, eskiden bunu söyleyen kimsenin hemen deli olduğu
söylenirdi. ‘Biz, onlara hem dış dünyada hem de kendi nefislerinde,
Kudretimizin işaretlerini göstereceğiz, tâ ki kendileri de onun gerçek olduğunu
iyice bilecekler’ (Fussilet, 53) buyuran Yüce Allah, elbette doğru
söyler." (S. Kutub, Fİ Zılâl, A’raf, 172. âyetin tefsiri).
.Kıyâme,
3-4; Parmak izleri, ömür boyunca aynı kalmakta, hiç değişmemektedir. insanların
diğer uzuvlarında benzerlik olabilirse de, parmak uçlarındaki izlerde iki
insanının benzer olduğu vaki değildir. Bundandır ki en emin hüviyet tesbiti,
gerçek imza olarak emniyet ve hukuk makamlarınca kullanılmaktadır. 19. asrın
son çeyreğinde İngiltere’de kullanılmaya başlamış ve sonra her tarafa
yayılmıştır.
Kur’ân,
belirttiğimiz âyet-i kerimede öldükten sonra insanın bütün teferruatıyla
diriltileceğini bildirirken, insanın bu en ince özelliğine şöylece işaret eder:
"insan, Bizim, kendisinin kemiklerini bir araya toplayamayacağımızı mı
sanır? Evet, toplarız; onun parmak uçlarını bile düzgünce, yerli yerinde
yapmaya gücümüz yeter."
Mâide,
90-91.
isrâ,
32; Furkan, 68; Mumtehine, 12; Nûr, 2.
Bakara,
222; Mâide, 6; Tevbe, 108...
Mâide,
90-91.
Bakara,
173; Mâide, 3; En’am, 145.
Bakara,
190; Mâide, 87; A’raf, 55; Yunus, 74...vd.
A’raf,
31.
Msl.,
bk. Mâide, 66; Nahl sûresi, 9; Fatır, 32; Lukman, 32.
Mevdûdî,
a.g.e., II, 256-257..
Mevdûdî,
a.g.e., II, 256.
Zerkânî,
Menâhil, II, 303.
Ayetin
meali: “Ve böylece kendi emrimizden sana (kalblere canlılık veren) bir ruh
vahyettik" (Şûra, 52).
Ayet
meali: “Şüphesiz ki size Allah’tan bir nûr ve açık bir kitap geldi.” Mâide, 15.
"
En’am, 122; Nahl, 97; Enfâl, 24.
Mü’minûn,
70.
ibn
Hişâm, a.g.e., I, 373-374.
Secde,
26.
Hz.
Ömer’in Müslüman oluşu ile ilgili olarak bk. ibn Hişâm, a.g.e., I, 342-348.
Sa’d ve Useyd’in Müslümanlığıyla ilgili olarak da bk. ibn Sa’d, Tabakat, III,
420-436, 603-607.
Bk.
Buhan, imân, 26; Müslim, imâre 103; Nesâl, Cihad 18, 30; ibn Mace, Cihad 1.
Zerkânî,
Menâhil, II, 411.
100
Konu ile ilgili daha geniş bilgi için Bk. Ömer Rıza Doğrul. Asr-ı Saadet, IV,
1570-1577; İsmail Karaçam, Sonsuz Mu'cize Kur'ân. s. 490-493.
Ibn
Abdi’l-Berr, el-istiâb Fî Ma’rifeti’l-Ashâb, III, 309; Bir diğer rivayete göre
Lebîd, Alak Sûresi nâzil olduğu zaman arkadaşları ile birlikte bu sûreyi
görmüş, bunun bir kul kelâmı olamayacağını hemen anlayarak Resûlullah’ın yanına
gidip Müslüman olmuş ve Kur’ân-ı Kerime hayranlığı sebebiyle de bir daha şiir
söylememiştir. Bk. Şemseddin Samî, Kâmûs’l-A’lâm, V, 3986; İslâm Ansiklopedisi,
VII, 28-29; Ziriklî, el-A’lâm, VI, 104.
Müslim,
Fedâilü’s-Sahâbe, 28; İbn Sa’d, et-Tabkât, IV, 219-237.
Ahmed,
Müsned, I, 461.
Ahmed,
Müsned, I, 117.
Ahmed,
Müsned, I, 318.
Ahmed,
Müsned, III, 335.
Nevevî,
et-Tibyân fî Adâbi Hameleti’l-Kur’ân, s. 47 vd.
Buharî,
Fedâilü’l-Kur’ân, 35.
Mevdûdî,
a.g.e.JI, 257-258.
Mevdûdî,
a.g.e.JI, 255.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar