İSLAM'IN İLK DÖNEMLERİNDE HÜR İRADE VE KADER
"Free will and
predestination in early İslam" (Luzac
& Company Ltd. Londra -1948) .
Tercüme. Dr.
Arif AYTEKİN
TAKDİM
Bir Batı'lı olarak W.Montgomey
Watt, İslam dinine ve İslam toplumuna ait çok özel bir konuyu tetkik etme
başarısını göstermiştir.
Hürriyetçi ve ferdiyetçi olduğu
kadar toplumcu değer kavramlarıyla insan hayatında bir denge kuran İslam'ın
inanç esasları, bu dengeyi hiç kuşkusuz en başarılı bir şekilde hür irade ve
kader konusunda da takdim etmiştir.
Söz konusu dengenin farkında
olan Watt, Batı'nın akılcı tenkit üslubundan da kurtulabilmiş değil. Vahiy
geleneği ve vahiy kültüründen hayli uzak olan yazar; sadece vahy-i gayri metlüv
olan hadislerin -değil, Kur'an’ın bile vahye dayandığını düşünmeksizin bu iki. kaynağa zaman zaman beşeri kaynak ölçüsünde bakar. Bu yüzden
olmalı ki, hür irade ve özellikle kader konusunda Kur'an ve Hadislerdeki
etkisinden veya çeşnisinden bahisle eski Arapların, teistik veya ateistik
anlamda kader anlayışlarına atıflarda bulunur.
İslami kaynaklara vukufunu
oldukça yeterli ve telif esnasındaki yorumlarını çok cüretkar
bulduğum müellifin İslam'ı bir bütün olarak ele alamadığı noktalarda birtakım
hatalara düşmüş olduğunu söylemek mümkündür.
Bu hususa, Kur'an ve Hadisler
arasındaki tezattan bahsetmesini, ferdi hürriyet ile kader veya cebir
kavramlarını öne çıkartmış görünen ayet ve hadisleri İslam bütünü açısından
aynı düzlem üzerinde mütalaa edemeyeşini örnek vermek mümkündür. Aynı tutumunu;
bizim, ehli sünnet inanç esaslarında, özellikle kader
ve insan filleri konusunda denge kavramını çok iyi yansıttığını
söyleyebildiğimiz Tahavi'yi, koyu bir fadalist olarak gösterebilmektedir.
Müellifin bu ve buna benzer
konularda özellikle de Müşkilu'l-Hadis konusunda en azından bu eseri kaleme
aldığı dönemde yeterli bilgi ve düşünce ufkuna sahip olmadığı söylenebilir.
Bütün bunlara rağmen bir
Hıristiyan olarak müellifin elinden geldiğince tarafsız görünmeye çalıştığını
söylemek mümkündür.
Bu kıymetli çalışmanın, konuya
ait kaynaklara kavuşmamız açısından ve daha çok bir tespit çalışması olarak da
kronolojik ve sistematik açıdan İslam düşüncesinin gelişmesini takip hususunda
okuyucuya, özellikle araştırmacılara çok şeyler verebileceğine inanmaktayım. Bu
kanaatla tercümesine karar verdiğim esrin kullandığı dilin çok özel ve ağır
olduğunu söylemek istiyorum. Meslekî dil kazanma açısından da istifade ettiğim
eserin tercümesinde zorlandığım açıktır. Müellifin cümleleri uzun ve konu ile
ilgili yorumları, çoğu kez, tespitleri ile birlikte verdiği için tercüme
zorluğu biraz daha artımış sayılır. Her şeye rağmen yazarın cümlelerini elimden
geldiği kadar hiç bozmadan vermeye çalıştım.
Tercümedeki muhtemel yanlışlar
ve başarısızlıklara rağmen bu eserin belli bir değer arzettiğini içtenlikle
ifade ederek tercümenin bu haliyle literatürümüze çok
şeyler kazandırmış olduğuna inanmaktayım.
Arif AYTEKİN
İstanbul-1996
ÖNSÖZ
Aslında bu eser 1943 yılının
sonbaharında tamamlandı ve 1944'de Edinburgh Üniversİtesi'nde doktora tezi
olarak kabul edildi. Geçen yıllar zarfında birtakım ihmalleri tesbit etmiş
oluyorum. Meselâ, el-Hasan el-Basri'ye ve İbn Kuteybe'nin Kaderiye listesine dahil edilmiş olan şahıslara ki bunlar hakkındaki faydalı
bilgiler muhtemelen rical kitaplarından sabırla çıkartılabilirdi, daha çok önem
verilmeliydi; Kur'an ve Hadisler arasında ortaya konan farklılıklar. Müslüman
kelâmcılar tarafından kaza ve kader arasında ortaya konan ihtilaflarla mukayese
edilebilirdi. (krş.. , A. de Vlieger, Kitabu'l-Kader,
Leyden 1902, 26-34 vs.); ve el-Taberi'nin tefsirine
tedbirli ve mantıklı bir şekilde dalmak, hiç kuşkusuz karşılıksız kalmış
olmazdı. Bu eksikliklerin’farkına varılmış olmasına rağmen, eserimin ilk
yazıldığı gibi çıkmasına müsaade etmeye karar verdim. Daha fazla materyal
toplanmasının, benim müzakere etmiş olduğum esas hususlarla ilgili olarak
önemli herhangi bir tadilat yapmaya sevkedeceği muhtemel görünmüyor.
Burada, yapmış olduğu çok büyük
ve sınırsız yardımından dolayı muhterem Dr. Richard Belle'e içten teşekkür
etmek ve Edinburgh Üniversitesi ile London School of Oriental and African
Studies kütüphanelerinden gördüğüm yardımı dile getirmek isterim.
WM.W.
Edinburgh, Easter, 1948
GİRİŞ
Bu çalışmanın gayesi, İslam’ın
ilk üç asırlık müd-detince Kader ve Hür irade meseleleri üzerindeki düşünce
dönemini anlatmak; insanların kalplerinde ve kafalarındaki önemli büyük
prensipler ve etkilerle bunların, Allah’a ait güçlü orijinal idrakten istihraç
tarzını açıklamaya çalışmaktır.
Bu gayenin temini için
kendimizi mümkün olduğu kadar 19. ve 20. asır Batı düşüncesinin ön bilgi ve
yargılarından kurtarmamız gerekmektedir. Meselâ, Mutezile ile bizim Liberal
düşünürler dediğimiz kimseler arasında muayyen benzerlikler vardır. Fakat
Hortenin yaptığı gibi bu iki grubu bir tutmak ve Mutezile'ye "İslâmın
Liberal Ke-lamcıları demek açıkça bir yanılgı olur.
Bu çalışmanın başlığı bile
İngiliz okuyucusuna müzakerelerin yapıldığı alanı anlatmak için hayli tatminkâr
olmasına rağmen, bir dereceye kadar da hatalıdır.
Hür İrade- kavramı, tam
anlamıyla İslâm düşüncesinde asla mevcut olmayıp, bilakis bu kavram insanın,
fiil için gerekli olan kısmen farklı kudret ve hadiselerin cereyanını tayin
etme kavramıyla yer değiştirmiştir. Kader kavramı geçmekte fakat tahmin
edildiği kadar sık değil; müslüman, Allah'ın geçmişte yapmış olduğu şeyden
ziyade şu anda ne yapmakta olduğu hususuna daha çok ilgi duymaktadır. Kader ve
irade-i cüziyye hakkındaki mübahese böylece, hadiselerin hali hazırdaki
cereyanını tayin etmede Allah ile kulun ayrı ayrı hisselerinin var oluşuna dair
bir münakaşa halini alır. Zamanı gelince bunun, hür iradenin ve İlmî determinizmin modern müzakeresinden hayli uzaklaştırıldığı
da görülmüş olacaktır.
Öyleyse, bütün bunların
üzerinde, bu konunun yaklaşımında da yeni ve açık bir fikir gereklidir. Tam bir
tarafsızlık mümkün olmadığına göre, benim yapabileceğim en güzel şey kabul
ettiğim pozisyonu bizzat açıklamaktır.
Öyleyse bana göre bu irade-i
cüziyye ve kader meselesi yahut beşeri ve İlahî kudretin (fiile) mukareneti
meselesi, iki zıt fakat tamamlayıcı istikametlerde bulunduğu yerde birdir. Bu
insanın mevcut akli gelişim merhalesinde birbirleriyle tam olarak tevil
olunamasa bile müttehid kabul edilmiş olmalıdır. Anglikan ilahiyatçısının
kaydettiği şu kaide gibi:
"Kitab-ı Mukaddes bizden
önce iki büyük zıt gerçeği kabul eder. Birincisi, Allah'ın mutlak hakimiyeti
(krş., Rom. 9, s. 20),
İkincisi de insanın sorumluluğu. Bizim aklımız bunları telif edemez. Madem ki bunları şu ana kadar hiç telif edememişiz o halde
bize düşen amel-i salih ve kuvvetli ahlâkî yaşantıdır.^
Çeşitli sentezlere teşebbüs
edilmiştir, fakat bunlar daima tarafgir olup kalıcı bir şey işbat edememiş
durumdadır. İslâm -yahut insan buna daha çok Doğu diyebilir- İlâhî hakimiyetin önemini korumuştur, halbuki Batı'da, özellikle
yakın dönemlerde, insan iradesine daha çok önem atfedilmiştir. Her iki taraf da
ayrı istikamette olmasına rağmen doğru yoldan sapmıştır. Batı'nın, Doğuda
açıkça idrak edilmiş olan gerçeğin ortaya çıkışı ve görünümü ile ilgili olarak
öğrenmesi muhtemel bazı şeyler vardır.
Bu çalışmanın kesin sahası
çeşitli şekillerde sınırlandırılmaktadır. Esas itibariyle araştırma sahası
Batılı görüş sahiplerine ait sahaya dahil olan, yani
hicrî 80-330 yılları arasında inkişaf eden, kelâmcılara tahsis edilir; fakat
ben, özel bir kişiye has olan veya pek fazla materyal bulunan döneme ait bir
mezhebe atfedilen görüşleri de dahil ettim.
İçine giremediğim husus Kur'an
ve Hadisin münakaşasıdır. Bu sahada oldukça ilginç ve değerli çok şey
mevcuttur, fakat layık-ı veçhile yapılacak bir müzakere ciltler gerektirir ve
muhtemelen mevcut konuya çok az katkıda bulunmuş olur. Kur’an’ın, son
pasajlarında fazla de-terministik olduğu isbat edilmiş olsa bile bu, benim
münazarama geniş çapta tesir etmiş olmayacaktı. Ve hatta ricale dair bilgilerin
materyalinden ve Hadislerin isnadından hareketle ikinci ve üçüncü asır mu-haddislerinden herbirinin tam eğilimini ortaya koyup
ehl-i sünnet içindeki çeşitli silsileyi ayırdedebiİsek bile, muhtemelen Kader
ve irade-i cüziyye hakkındaki bilgimize çok az şey ilâve etmiş olurduk. Bunun
için ben II. bölümde, Kur'ânı ve Hadisleri kısaca bir bütün olarak mütaala
ettim ve bunları esas itibariyle İslâm'daki iki büyük zıt eğilimin varlığına
delil olarak kullandım.
Yine, Müslüman ilâhiyatçılar
tarafından ortaya konan doktrinlerin haricî kaynaklarını araştırmaya teşebbüs
etmedim. harici tesirler kesinlikle mevcuttu, fakat
bunlar asla yegane sebep değildi. Bunlar daha çok İslâm'ın cevap olarak
karşılık verdiği esbab-ı saik idi ve en önemli olan da bu saiklerin karakteri
değil, bilakis verilen cevabın keyfiyetidir. Bu çalışmada ilgi duyulan ana konu
hususiyle İslâmî mihverdir. Bu tedkik insana şaşkınlık verecek kadar çok
çeşitli olaylar arasında ve bunların gerisinde İslâm'ın özü denebilecek olan
anlaşılması, zor gerçek uğruna yapılmıştır.
GİRİŞ 2. KAYNAKLAR
·
(a) Mezheplerle İlgili
Kitaplar
Bunlar çalışmanın esas kısmı
olan 3.4. ve 5. bölümlere ait ana kaynakları teşkil
ederler. Bu eserler İslâmî teoloji ile ilgili tayin ettikleri genel görünümünde
birbirlerine oldukça benzerlerse de bu hususi meselelerde çeşitli meziyetlere
sahiptirler.
Şüphesiz ki, el-Eş'arî'nin Makalatül-İslâmiyyîni
bu eserleri en dolgunu olduğu gibi "bunların en doğrusudur da. Onun
ifadesinde, gerçekten, bazı kere tamamen yanıltıcı boşluklar vardır.^ Maamafih,
tanıtmış olduğu görüşleri kendine göre oldukça genellikle tam bir tarafsızlıkla
tesbit etmiş görünür fakat kaynakları içinde yer almış olan her eğilimin çoğu
kez tekrarı edilir. Eb'ul-Huzeylin, Hişam b. el-Hakem'e ait teşbih görüşünü
temsil etmesi, ile ilgili tekrarı gibi...4
Makalâtı, baştan sona kadar
eserime esas itihaz edip diğerlerini sadece tamamlayıcı olarak aldım. Yeri
gelmişken Makalat'ta geçen "filan" ile "falan"
ashabı sözleri arasındaki farkı ihmal ettiğimi söylemeliyim. Çünkü el-Eşarî bir
görüşü bizzat, hem bir adama hem de onun ashabına nisbet eder.®
eş-Şehristânînin
Kitabül-Milel ven-Nihalı, bir çok hususça mükemmeldir. Onun mantıkî
mütalası, anlatmış olduğu sistemlerin yapısını ve derûnî fikir silsilelerini
anlamada kendisine yardım etmiştir, ve o bize,
el-Eşarî'nin dağınık teferruatını bir araya getirme imkanını verir. Ma-amafih
pek küçük fırkalar olması halinde, bunları sınıflandırmayı hararetle tercih
eder ve kendisini ilgilendiren meseleleri göz önüne alarak sınıflara ayırdığı
mezhep dallarını bir tarafa yahutta başka bir silsileye tahsis eder;
Şu-aybiyeyi anlatmasını bu açıdan mukayese ediniz:
Şuaybiye, Meymun ile birlikte
Ajaride grubuna dahil olan Şuayb İbn Muhammed’in
yolundan gidenlerdir, fakat daha sonra Meymûn kader doktrinini ileri sürünce
ondan ayrılmıştır. Şuayb, Allah’ın-kulların fiillerinin yaratıcısı olduğunu ve
insanların ise kudret ve iradesine göre bu fiillerin muktesibi (acquirer)
olduğunu beyan etmiştir. İnsan fiillerindeki iyilik ve kötülükte sorumludur ve
yaptığı iyilik ve kötülüklere göre mükâfat ve ceza görür. Mevcut olan her şey
ancak Allah'ın iradesiyledir. "O, Havaricin imamet ve vaid hakkındaki
sapıklığını ve Acârîde'nin, çocukların yargılanması evde oturup harbe çıkmayanların mu-ahazası, ve velayet ehli ile Berat ehli
hakkında sapık olduklarını kabul eder.®
Bunda, Makalat'ta geçen Şuayb
ve Meymun'un kıs-’ sasından çıkartılamamış bulunan çok az şey vardır? fakat gerçek şu ki, münakaşanın üzerinde dönüp dolandığı
inşallah sözü ihmal edilmiş olup bunun yerine daha sonraki münakaşalara ait
(beylik) basmakalıp terimler mevcuttur. Meselâ, V. bölümde görüleceği gibi
Müktesib, Şuaybden sonra aşağı yukarı yüz yıl boyunca görülmeyen bir kavramı
ifade eder.
el-Bağdâdî'nin
el-Fark beyne'l-Fırak'ı birçok hususlarda Milel'e benzer, fakat müellif,
eş-Şehristânî gibi aynı filozof varî görüşe sahip değil ve daha az objektiftir.
Bununla beraber bunlardan birinde yahut her ikisinde önemli ayrıntılar
bulunmaktadır. D.A.S. Halkın tarafından Moslem Schisms Sects Portl) başlığı altında motamot tercümesi yapılan ikinci yarı,
İlmî bir çalışma örneğidir ve birçok değerli kaynaklara sahiptir. Malatî'nin
pek yakında basılan Tenbih'i, Ebhu Asım Huşeyş b. Asram tarafından mezhepler
üzerine yazılan kitabın çoğunu ihtiva eder. Bunun öneminin büyüklüğü,
Makalat'tan yarım ila bir asır önce olması ve basılmış diğer herhangi bir
kaynkta bulunmayan ayrıntıları ihtiva etmesindedir. Tavsifî kısım gerçekten
oldukça kısadır, çünkü eserin büyük bölümü, Han-belî prensipleri üzerine
yapılan reddiyelerden ve izah edilen görüşlerden ibarettir. Tenbih de aynı
değerde olan diğer kaynaklardan mezheplerin bazı tavsiflerini ihtiva eder,
çünkü bu kaynaklar Mutezilî olmayan bir gelenekten etkilenmiş görünür.
Gerçekte İbn’ul-Murtazâ'nın (ö.
840/1437) Kitabu'l-Münye ve'l-Emel adlı eserinden bir bölüm olan ve umumiyetle
Münye diye bilinen Mutezile hakkındaki kitap, oldukça değerlidir. İbn
Murtazâ'nın bu kitabı Sir Thomas Ar-nold tarafından el-Mutezile adı altında
yayınlanmıştır, bu eser, ilahiyat ve felsefeye ait doktrinler hakkında pratik
hiçbir şeye haiz değil, fakat bir kısmı başka hiçbir yerde bulunmayan olay ve
tercüme-i hal ile doludur. Bu husus esas itibariyle, hiç kuşkusuz, dördüncü
bölümü ilgilendirir.
el-Hayyat'ın
Kitâbu'l-İntisar'ı akideye aykırı olarak yazılmış değil, bilakis mutezile'den
ayrılan İbnu'r-Ravendî'nin iddialarına bir cevap olarak mezhep kitaplarında işlenen
münakaşaların bizzat bir bölümdür.
Böylece bu kitap üçüncü asrın
ilâhiyatla ilgili münakaşaların bazı safhaları hakkında yegane
bilgi kaynağıdır. Dr. Nyberg'in (Arapça) girişi ve notları da faydalıdır.
Arasıra müracaat edilecek olan
bu türden diğer bazı kitaplar bibliyografyada bulunacaktır.
·
(b) El-Eşarî'ye ait
Kaynaklar
el-Eşarî’nin
kader hakkındaki görüşleriyle ilgili esas kaynaklar, Makalat ye İbane’deki
akidelerdir.^ ve sonuncu eserin tam adı el-ibâne an Uşûli'd-Diyâne'dir. (bu
kitaplardaki) akideler birbirlerine oldukça benzerler; bunlar, sırasıyla
Ehlu'l-Hadis ves'Sünne. ve "Ehlu'l-Hak
ves-Sünnef'e ait itikatlar olarak tanıtılır. Fakat bu, tahminen el-Eşarî’nin
mensub olduğu gruba verilen ad olmasından dolayı, bunlardaki fikirlerin bizzat
Eşarîye ait olması hususunda şüpheye hiçbir sebep yoktur. (Maamafih, bunlar ona
ait inançların tamamı değildir, çünkü, meselâ Allah'ın
sıfatlarına dair hiçbir şey yoktur.) İbane önemi ileri
.derecede güçlükle takdir edilebilen ve nazarımızda bizim, el-Eşarî'nin
pozisyonuna dair derinleşen takdirimiz olarak yükselecek kitaptır. Altıncı
bölümde bunun hakkında çok şey söylenecektir. Dr-Walter C. Klein tarafından
yapılan tercüme oldukça faydalıdır, fakat prof. W. Thomson tarafından The
Müslim Wörld9 mecmuasında işaret ettiği gibi, ufak tefek bazı
hâtalar var ve metne başvurmak da çoğu kere zaruridir.
el-Eşarî'nin
Kitabu’l-Luma’sından J. Held9 tarafından tercüme edilen kısım bu
çalışmayla ilgili olan mevzulardan bazısını ele alır; fakat burada İbane'den
esaslı ayrılıklar görülmez ve metin hali hazırda elde mevcut olmadığı için
bundan çok az faydalandım.
el-Bağdâdî,
el-Eşarî'nin görüşlerine dair, kendi zamanının ehl-i sünnet mensuplarınınkinden
ayrı olarak sadece çok cüzi referanslara sahiptir. eş-Şehristânî'nin
el-Eşarî hakkında, üstad ile muakkipleri arasndaki görüşleri ayıran ve daha
sağlam görünen bir bölümü vardır; fakat kader hususunda el-Eşarî'nin kendi
görüşü hakkında pratik olarak bize hiçbir şey söylemez.
·
(c) Hanelilere ait
Kaynaklar
Bizce bilinmeyen bazı
sebeplerden dolayı -bu da coğrafî dağılım ile ilgili olabilir,
yahut ta eş-Şafiî'nin taraftarlarının rekabeti ile ilgili olabilir- Ebû
Hanife'nin taraftarları mezhepler hakkında yazılan kitaplar tarafından çoğu kez
tamamen boykot edilmişler ve bundan dolayı biz diğer kaynaklara dönmek
zorundayız. Bereket versin ki, ilk Hanefî vesaikinin birçoğu muhafaza edilmiş
ve şu an kolayca temin edilebilmektedir. Önemli üç akide Wensinck tarafından
The muslim Creed'de tercüme edilmiş ve üzerine şerh yapılmış durumdadır,
ve benim, onun söylediklerine; bu akidelerin, bütün ehl-i sünnet görüşlerini
değil de sadece bir kesimin, görüşlerini temsil eden hususiyle Hanefi eserleri
olduğuna dikkat çekmekten başka ilâve edeceğim çok az şey vardır.
·
(I) Bunların ilki,
Fıkh-ı Ekber I, diğer yerlerde, el-Maturidiye nisbet edilen
Şerhu'l-Fıkhıl-Ekber'de, (müzakeresi yukarıda yapılmıştı) bulunur. Wensinck, bu
akidenin, Ebû Hanife tarafından kompoze edilmemiş olsa bile, imamın bizzat sahih
sözlerinden çıkartılmış olmasının isbat edildiğini müdellel bir şekilde ortaya
koymuştur?1 Bu akide, bir bütün olarak; Ebû Hanife'nin, Mür-cienin
daha çok mutedil gruplarına dahil olduğu şekilde
güvenilir çeşitli kaynaklarda gelen rivayetlere uyan bir Mürcii renk ihtiva
eder.12 Wensinck'in, Musa ve İsa13 hakkındaki maddenin
ehemmiyeti ile ilgili Gaysaniye tesiri hususundaki şüpheleri; Gaysan'ın, Ebû
Hanife'nin talebelerinden olduğu14 ortaya çıkarılınca, daha az ikna
edici olmaz, şöyle ki, onun görüşlerini imam reddetmiş olabilir. Yedinci madde
de, Ebû Hanife ile yakından arkadaşlık etmiş olan Ashabu'r-Reyin karakteristik
bir inancını ifade eder. Böylece Fıkh-ı Ekber I, Ebû Hanife ve onun bazı yakın
tabilerine ait temel inançların tam bir yekunu olarak rahatlıkla
kabul edilebilir ve 150'lerde yazılmış olduğu söylenebilir.
·
(2)
Vasiyyetu Ebî Hanife,1® Molla Hüseyin b. İskender tarafından yapılan
bir şerhle birlikte hicrî 1321 Haydarabad'da basılmıştır. Aynı ciltte
Şerhûl-Fıkhı’l-Ekber ve el-Eşarî'nin İbane'si de mevcuttur. Yazmış oldukları
bir çok eserleri, Hanefilerin bizzat Ebu Hanife'ye nisbet etmek suretiyle
isimlerini saklama daha sonraki alimleri yanıltma
gayretleri onların bir özelliğidir. Vasiyye, açık olarak, imamın eseri
değildir; Wensinck'e göre bu eserin, Ebu Hanife ve Ahmed b. Hanbel arasındaki
bir dönemde ve muhtemelen bu dönemin son zamanlarında ihdas edilmiş olduğu
görünür- yani, hicri 200. yıllarına doğru1® (Yazarın yahut
yazarların çeşitli mezheplere olan yakınlığı, ilerde 5. bölüm, 6. kısımda
müzakere edilecektir).
·
(3)
Fıkh-ı Ekber II, Ebu'l-Müntehâ tarafından yapılan bir şerhle yukarıdaki gibi
aynı ciltte basılmıştır. Wen-sinck'in tarih ve telif hakkındaki hükümleri
tamamen tatminkar değildir, çünkü ehl-i sünnet içinde,
el-Eşarî ile Ebû Hanife ekolü arasındaki muhalefete yer vermez. Böylece, o, bu
risaleyi bizzat, ona (el-Eşari'ye) nisbet edecek kadar kâfi derecede bilgiye , sahip olmadığımız görülmüş olacaktır17
diye işaret edihce, ortaya çıkan gerçek şudur: Bu eserin kesinlikle el-Eşarî'ye
ait olmadığına dair oldukça yeterli bilgiye sahibiz. Risalenin Ebu Hanife'ye
isnad edilmesi, bu risalenin, kendisini takip etmeye kararlı olan ekol ile
ilgili olması lehine verilen bizatihi bir tahminden ibarettir;
ve maddelerin ayrıntılarıyla yapılacak olan bir incelemesi bunların el-Eşarî ve
muakkiplerininkinden göze çarpan birçok noktalarda ayrıldığını gösterir.
Maamafih, bu nüshaya oldukça benzeyen diğer iki doküman ile olan ilgisi
açısından esas konular çok güzel münakaşa edilmiştir.
Bunların birincisi, Halep’te,
1344 tarihinde Beyanu’s-Sünne ve'l-Cemaa adı altında bastırılan, İngilizce ve
Al-manca'ya tercüme edilen, Tahâvî’nin akidesidir.1® Bu. eser; İmam Ebû Hanife, Ebû Yusuf ve Muhammed eş-Şeybânî'nin
fikirlerine göre ehi-i sünnet ve'l-cemaatin akidesi olduğunu iddia eder.1^
et-Tahâvî (Beyanaa ilave edilen tercüme-i hal notuna göre) 230'da doğup ve
321'de vefat etmiş olduğuna göre, akide muhtemelen. 300'den biraz önce yazılmış
olabilir. (Baş sayfada, Ahmed b. Cafer, denir fakat risalede ve diğer kaynaklarda
Tahavî'nin adının Ahmed b. Muhammed b. Selâme Ebû Cafer, olduğu görülür.)
Diğeri ise
Şerhu'l-Fıkhi'l-Ekber'dir. 1321 tarihli Hay-darabad baskısında el-Maturidi'ye
isnad edilir, fakat bu şerhin Kahire'deki bir elyazması müellif olarak
Ebu'l-Leys es-Semerkandî’yi muhtevidir.2^ Wensinck Maturidi'nin, bu
risalenin yazarı olduğunu reddetmekle birlikte bunun Ma-turidi ekolünün bir
mahsulü olduğunu da itiraf eder.2"1 Bu kararın haklı
olduğu görülür, her ne kadar onun ölçü olarak koyduğu prensiplerden biri,
eserde el-Maturidî'nin ismen zikredilmesi vakıası ise de, bu vakıa tamamen
iskat edici değildir, çünkü bu dönemin yazarları bazen eserlerinde kendilerine
ismen atıfta bulunurlar.22 Sayfa 22'deki "Semerkand alimleri’nin, "el-Matüridi'nin manevî nesli" olduğu
kati değildir. Fakat bir taife olarak Eşa-riyye'ye yapılan referanslar onlara
nisbeti vakıası, biz el-Eşarînin referanslarını geniş çapta başka şekilde
biliyorsak da ,kısmen bunların dışında gelişmiştir,
el-Eşari'nin ölümünden sonra yaklaşık bir neslin tarihini delillerle isbat
ediniz. Diğer taraftan, ben bu kitabın ondan çok daha sonra olamıyacağı
düşüncesini zahib oldum; eser, Adliye Mücbire ve daha sonraları yok olup
silinen Şakkakiye gibi ilk zamanlara ait mezheplerin isimlerini kullanır, ve Eşariyeyi Ehlus-Sunnet vel-Cemaatten tamamen
ayrı bir mezhep olarak kabul etmiş görünür. Hali hazırda elimizde mevcut
bulunmayan çeşitli yazmaların yazılış tarzın mütala etmeksizin herhangi bir
kati netice elde etmek mümkün değildir. Fakat ben bu müellifin, el-Maturidinin
birinci yahut ikinci kuşağa ait bir talebesinin olacağının ortaya
çıkartılacağını daha çok ummaktayım. 6. bölüm, 4. kısımda ona (tırnak içinde)
el-Maturiî diye işaret ettim.
Bu üç Hanefi vesikası,
et-Tahâvî'nin akidesi Fıkh-ı Ekber lı ve Şerhu'l-Fıkhî'l-Ekber, başlıcalarını
aşırı kader ile cebrin inkârının ve Allah'ın fiili sıfatlarının ezeli olduğunu
kabullenmenin teşkil ettiği bir çok tayin edici ana
noktalarda müttefiktirler. et-Tahavî, tahminen daha
er-kendir, çünkü o, Allah'ın fiili sıfatlarının anlatımında teknik terimleri
asla kullanmaz, fakat sadece, Allah yaratmadan önce Halik idi vb. der;22
insanın Kur'anı telâffuzu ve yazması meselesi hakkında O, Vasiyyeden bile daha
çok muhafazakârdır.24
Fıkh-ı Ekber II ve
Şe'hu'l-Fıkhi'l-Ekber arasında, bunların Hanefiye içindeki çeşitli gruplardan
gelmiş olduğuna azıcık olsun işaret eden ufak tefek bir çok
ihtilâflar vardır. Bunun için akide, peygamberlerin hem küçük ve hem de büyük
günahlardan masum olduğunu fakat hata işleyebileceğini söyler, halbuki şerh,
peygamberlerin küçük günahları işleyebileceğini caiz görür, bilakis, ilâveten
ashabımızdan bazıları peygamberin küçük günahları iş-lemiyeceğini fakat
Zelleler irtikap edebileceğini kabul etmişlerdir, der ve hatalar kelimesi için
(eror) akide tarafından zelle kullanılır.2^ Bu esasların insanın
Kur'an’ı telâffuzunun mahluk -olup olmadığı hakkındaki görüşleri ayrıdır, fakat
her ikisi de Makalat’taki akideye ait görüşlere, ve
el-Eşariye'nin görüşlerine zıddır.2® Yapılan tahmin şudur: Fıkh-ı
Ekber ll'nin, "ashabımızdan bazıları” olarak işaret edilen grup ile
birtakım ilgisi vardır ve bu risale diğer iki risaleden daha öncedir.
Yeni eserlerde, el-Maturidi'nin
görüşleri hakkında yapılan açıklamaların birçoğu, Ebu Uzbe tarafından 1125/
1713 tarihinde yazılıp, Ibane'yi içine alan ciltten bir sene önce basılmış
bulunan er-Ravdatu'l-Behiye’den istihraç edilir.27 Bu eser Eşariye
ve Maturidi'ye arasındaki farkların bir münakaşasından ibarettir, fakat hiçbir
şekilde imamların görüşlerine hasredilmez. Bu mezheplerin muakkiplerinden
birçokları, müteakip birçok asır boyunca anılmışlar ve bunlardan iktibaslar
yapılmıştır; maamafih Maturidiye'nin görüşlerinden birçoğu tamamen, kolayca Ebu
Hanife'ye yapılan mutad isnattır. Maturidiye, tam olarak, (kesb hakkında olan)
I. Bölümün 7. meselesinde ve (Allah'ın vahiy ile mi yoksa akıl ile mi
bilinebileceğine dair olan) II. Bölümün 2. meselesinde ele alınır; el-Maturidî
bizzat, sonuncu kısımda daha çok tesadüfi olarak zikredilir ve müteakip diğer
iki meselede, fiili sıfatlar ve duyulan kıraat telaffuzunun Allah'ın mahluk kelamı olup olmadığı hususunda, daha çok
zikredilmektedir.
Ebu Uzbe, oldukça salahiyetli
ve zeki bir alim fakat ekoller arasındaki
farklılıkları küçümsemeye oldukça isteklidir. Ne var ki, o,
bir dereceye kadar bu ihtilâfların farkındadır; böylece o, Allah'ın fiili
sıfatlarının, ezeli olduğu yolundaki görüşlerin, el-Maturidi'nin zamanından
önce Ha-nefiler tarafından da kabul edilmemiş olduğunu telkin eder (ki bu
yöneliş, doğru bir istikamete üzere, fakat tam olarak doğru değildir, çünkü bu
doktrini kabul etmemekle beraber zikretmiş olan et-Tahavi, teknik olmayan bir
dilde bile olsa, fiili sıfatların ezeli olduğunu kabul etmiştir); ve 67.
sayfada el-Eşarî ile muakkipleri arasında mevcut olan birtakım ihtilâfların bir
müzakeresi yer alır. Maamafih, Ebû Uzbenin hakkında yazmış olduğu
dönemlere bizim içinde bulunduğumuz dönemden çok daha yakın olmadığı ve
kullanmış olduğu kaynakların pek çoğunun bizim elimizdeki kaynakların teşkil
ettiği gerçeği ortadadır. O, Va-siyye ve Fıkh-ı Ekber (muhtemelen II olmalı)2®
den iktibas eder ve Şerhu'l-Fıkhi'l-Ekber'e yahut oldukça benzeri esere
dayandırılmış olan pasajları ihtiva eder.2^
Bu sebeple netice, bizi Ebû
Uzbe’den genelde ve özellikle ilk dönemler hakkında, öğrenilmesi gereken çok az
şeyin olduğu kanaatine varmaya mecbur etmektedir. Onun, şu an elimizde mevcut
olmayan bir kitaptan sık sık iktibas yapabileceği yolunda bir ihtimal vardır.
İçerisinde bu ihtimalin bulunduğu ve benim de arzetmiş olduğum bu örnek,
Allah'ın kelamı hakkında, el-Maturidî'nin Kitabu'l-Tevhid'inden 44. sayfada
yapmış olduğu iktibastan anlaşılır, fakat bu, elimizdeki çalışma ile ilgili
değildir. Bundan anlaşılmaktadır ki, yeni eserlerde el-Maturidî hak-kındaki
ifadelerin tamamı, Arapça kaynakların hiç iktibas edilmediği yerlerde, son
derece ihtiyatla alınmış olmalıdır.
NOTLAR
(Kısaltmalar için
Bibliyografyaya bakınız)
bölümı
·
1. Die
philosophischen Systeme, possim.
·
2.
Bicknell, Thirtynine Articles (1936), s. 286. Böylece, Standart Hristiyan
tutumu, irade-i cüziyye doktrinine destek olmaya müsait değildir. Genel kanaat
destek olduğu yolunda ise de bu böyledir.
·
3.
Strothmann, bkz. Bibliyografya.
·
4.
Makalât, 32. Bazen denildiği gibi el-Eşari'nin o kadar çok tarafsız ve adil
olmadığına işaret edilmelidir. O bazan kendi kaynaklarını tenkid eder; mesela,
404, I, 12 ff., 428, 3; 476, 13; 541, 5; 572, 14 pr;
586, 10. Aynı zamanda kendi görüşlerini de verir, 552, 8, de olduğu gibi, ve
hocası el-Cübbaî ile mühalif olduğunu zikreder, 419. 7.
·
5. Krş.
Mak, 37. parağrafı 493 ile ve 41 ile 515'i karşılaştır.
·
6.
Milel, 97.
·
7. Mak,
94, ücüncü bölüm, birinci kısım I a ‘da tercümesi verilmiştir.
'
·
8. Mak.
290-7; İbanev 7-13 trc. 49-55.
·
9.
Müslim World, XXXII (1942), 242-260, Özellikle, 257. Bu makale aynı zamanda
e-Eşari ve Cehmiyye hakkında kıymetli notlar ihtiva eder.
·
10. Van
Mohammed bis Ghazâlî, 49-60. Dr. Klein’in İbane tercümesinin girişinde 129 daha
çok ayrıntılı bilgiler var.
·
11.
Müslim Creed, 123; tercüme ve şerhde 102-124 arasındadır.
·
12.
Makalat, 138; Milel, 105; en-Nevbahti, Fikhu'ş-Şia, 7, 10, 13. 13.114.
·
14.
Mak. 138.
·
15.
Müslim Creed, 125-187.
·
16. a.e., 187.
·
17. a.e., 246; Tercüme ve Şerh, 188-247. Bkz. Bibliyografya 18.
·
19. Beyan, 2; Ebû
Abdullah b. Muhammed el-Hasan Şüphesiz Ebu Abdullah Muhammed b. el-Hasan
yazılacak yerde yanlış yazılmıştır.
·
20.
Muslim'Creed, 284.
·
21. a.e., 122.
·
22.
Mesela, el-Malati Tenbihte.
·
23.
Beyan, 2.
·
24. a.e., 3.
·
25.
Krş. md. 8. ve 9. Şerhu’l-Fikh. E. 26.
·
26.
Spitta tarafından kısaca fâkat tam doğru bir şekilde olmamak üzere
özetlenmişti, md. 112-4, ve maalesef bu, Dr. Klein
tarafından takip edilmiştir, Ibane Tercümesine giriş, 37. Horten'in Systeme,
53'e tam ve mümkün olduğu kadar güzel, özet mevcuttur. Goldziher mümkün olduğu
kadar güzel özet ’ mevcuttur. Goldziher . bunu Vor-iesungen'de, 106, kullanmış görünür, fakat ne
gariptir ki "herhangi bir kaynak vermez.
·
27.
Ravda, 19; Fıkh-ı Ekber'e atfedilen (bu, F. Ekber II, md. 18 olmalı). 21.
sayfadaki tarif, Vasiyye'nin (md. 1)’deki metnine yahut,
el-Tahavî’nirıkine oldukça uyar.
·
28. I.
Kısım, mesele I. (istisna hakkında) s. 6-8 ve Şerh, 14; mesele, (kederin
değişmesi hakkında) özellikle, s. 9 ve Şerh 12. vs.
II. TEMAYÜLLER
İSLÂMDA
MUHALİF TEMAYÜLLER
islamın başlıca temeli ve
dayanağı Allah'ın Hz. Mu-hammede (sav) baliğ olan
yüceliğinin ve kudretinin kuvvetli bir şekilde idrak edilmesidir. Bu manevi
hissiyat Kur'an'da billurlaştırılmıştır; ve Kur'anın
Tefsir tarihi ise İslâm düşüncesinin büyümesini ve gelişmesini yansıtmaktadır.1
Bu gelişme, başka herhangi bir dönemi olduğu kadar üzerinde çalıştığımız dönemi
de ilgilendirir, fakat çoğu bilgimiz delillerin bizzat kendileriyle değil de
bunların neticeleri ile ilgili olması yüzünden muğlak kalmaktadır.
Maamafih Kur'an, ilk zamanlarda
bizzat m.üs-lümanların da kabul ettikleri gibi İslâm'ın yegane
esası değildir. Hadis yahut Sünnet aynı cinsten başka bir esastır, Hadis, sözün
olduğu gibi tekrarlanmak suretiyle Peygambere vard iril mas ıdjr, fakat bunlar
ona doğrudan vah-yedilmeyip, kendine ilham olunmuş sözleridir. İslam bilginleri
bu iki esastan, oldukça ahenkli bir bütün teşkil etmişlerdir. Fakat islamın
görüş noktasını, Batınınkinden ayrı tutarak, elimizden geldiği kadar objektif
kalmak su-retyile bunlara bakacak ve kelimeleri itibari değerleri üzere alacak
olursak derin bir ihtilafın olduğu ortaya konacaktır,
ki bu incelemenin gayeleri yönünden bu ayrılıkları ortaya çıkarmak önemlidir.
I. KURAN
Bölünmez bir bütün olarak kabul
edilen Kur'an'da, ilahi hakimiyet fikirleri ile insan
sorumluluğu fikirleri birbirlerinin mütemmimi olarak bulunmaktadır. Nitekim
Wen-sinck, bunu iki yönlü mesele diye tarif ettikten sonra, irade-i cüziyye
savunucuları kadar kaderi savunanların da,
görüşleri
için kitabî bir esas iddia edebilmiş olacakları neticesini çıkartır.2
·
(a)
İnsan sorumluluğu: Özellikle ilk nazil olan surelerde, oldukça önemli yer tutan
mahşer kavramı baştan kabullenilmiş insan sorumluluğundan ayrı olarak
işlenseydi, anlamsız olurdu.
Kişi, yaptığından, en azından yaptığı
işe göre cezalandırılıp yahut mükâfatlandırılacağı anlamında mesul olmalıdır.
Peygamber tarafından yapılan ikazlar ve insanları tövbeye davet etmesi muhatabı
olan insanda sorumluluk kapasitesinin var olduğunu! fade eder.
De ki: O hak (Kur'an) Rabbinizdendir.
Artık dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin; Çünkü biz zalimler için öyle bir
Ateş hazırlamışadır ki... Fakat iman edip salih ameller işleyenlere gelince
şüphe yok ki biz gerçekten güzel amel
-
işleyenlerin
mükâfatını zayi etmeyiz... İşte onlara Adn
Cennetleri vardır... (el-Kehf,
18/29-31).
Biz kıyamet günü için adalet
terazileri koruz ve hiçbir nefse katiyyen zulmedilmez; yapılan amel bir hardal
tanesi ağırlığınca da olsa onu getirir tartıya koruz... (el-Enbiya 21/47).
iArtık bu gün (Kıyamet günü)
hiç bir kimseye katiyyen zulmedilmez, sadece yaptıklarınızın cezasını çe-;,x keceksiniz. (Ya Sin, 36/54).
Böylece Kur'anın
büyük bir kısmının esasını teşkil
eden,
sadece insan sorumluluğu değildir, bilakis, birinci pasajda olduğu gibi,
bu sorumluluk bazıkere açıkça ifade ediHr. BirTğmseriin yaptığı şey kendi
amelidir ve bu amel, terazilerin bir sevap kefesine veya günah kefesine yahut
diğer gözüne kendi hesabına konacaktır. Ei-Enbiya 21/45 de, daveti işitmeyecek
kadar sağır olarak tavsif olunan insanlar bile, daha sonra (sanki bu onların
kabahati değilmişçesine), fiillerinden dolayı sorumluluklarını itiraf ederler
Vah bizlere! Bizler cidden zalim idik.” Böylece insan, Kur'an'da açıkça mesul
bir fail olarak takdim edilir.
·
(b)
İlahî Hakimiyet. Allah gayet açık bir şekilde,
Alemlerin yüce Rabbı olarak takdim olunur.. O'nun hakimiyeti
yaratma
kudreti üzerine kurulmuştur. Muhtemelen en muhtasar ifade, eş-Şûra, 42/49-50 de
bulunmaktadır:
Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır.
Dilediğini yaratır. O, Dilediği kimseye kız evlat verir, dilediği kimseye de
erkek evlât verir. Yahut da onları erkekli dişili ikizler yapar ve dilediğini
de kısır yapar; çünkü O, çok iyi bilendir, her şeye kadirdir.
İnsanlar, Allah'ın bu müessir kudretine,
tamamen in-kıyad etmektedir. Allah dilemedikçe onlar hiç bir şey yapamazlar, en
azından yapılacak şeye izin verme anlamında böyledir.
İşte bu (yani Kuran) bir öğüttür, ve dileyen Rabbine bir yol tutar. Bununla beraber,
Allah dilemeyince siz dileyemezsiniz, çünkü alîm ve hakîm olan ancak Allahtır
(ed-Dehr, 76/29-30). "Eğer Rabbin dileseydi yeryüzünde kim varsa hepsi
toptan iman ederdi... Allah'ın izni ol-rnadıkç hiç bir nefsin iman etmesi
mümkün değildir." (Yunus, 10/99-100).
O (yani vahyedilen mesaj,
Kuran) alemler için ancak bir öğüttür, içinizden doğru
gitmek isteyenler için; fakat o alemlerin Rabbi Allah dilemeyince siz
dileyemezsiniz. (Tekvir, 81/27, 82, 29, krş, 76/29-30; 74/54-56).
Zaman zaman ilahi hakimiyete ait manzara, nihai bir şekilde verilir, öyle
ki‘insan sorumluluğu tamamen yok olmuş gibi görünür; mesela, Lut ile ilgili
ifadede olduğu gibi:
"Bunun üzerine onu ve
ailesini kurtardık. Ancak karısını geride kalanlardan takdir ettik (en-Neml,
27/57). (c) İnsan sorumluluğu ve ilahi kudrete ait ilk kavramlar dışında, daha
sonraki münakaşalarda ro! oynayan, Hidayet; Lütuf,
Yardım, Dalâlete düşürmek, Hızlan gibi başlıklar altında bir dizi tali
kavramlar vardır. Hz. Muhammed yaptığı inzarları duyup da bunlara kulak
asmayanlar ve Allah'a iman etmeyenlerle oldukça ilgilenmekte idi ve Kur'anın
büyük kısmı iman ve küfür problemiyle ilgilenir. Bazı pasajlar imanın Allaha
ait yönüne önem verirler.
"Allah her kimi hidayete
erdirmek isterse, onun sinesini İslam'a açar. Fakat her kimi de dalâlete
düşürmek isterse onun da kalbini daraltır ve öyle sıkıştırır ki, sanki o” göğe
tırmanıyormuş gibidir; Allah, inanmayanları hep böyle küfür ve sıkıntı içinde
bırakır (ricsi onların üzerine böyle bırakır)" (el-En'am, 6/125).
"Sonra vaktaki onlar (yani
Musa'nın kavmi) sapıttılar Allah da kalplerini sapıttı; Allah sapıklar güruhunu
hidayete erdirmez." (Sâf, 61/5).
"Allah dileseydi elbette
hepinizi bir tek ümmet yapardı; fakat o dilediğini sapıtır ve dilediğine de
hidayet verir, ve muhakkak surette hepiniz bütün
yaptıklarınızdan sorumlu tutulacaksınız. "(en-Nahl, 16/93).
Eğer Allah size yardım ederse,
artık sizi yenecek kuvvet yoktur; fakat sizi yardımsız bırakırsa, Ondan sonra
size yardım etmek kimin haddine düşmüştür?" (Al-i İmran, 3/160).
'...Allah'ın üzerinizdeki
rahmet ve lutfu olmasaydı pek azınız hariç, Şeytana uyup gitmiştiniz."
(en-Nisa, 4/83).
"...Allah kime hidayet
ederse o (doğru bir şekilde) hidayete erdirilmiştir, kimi de saptırırsa, artık
ona doğru yolu gösterecek bir dost bulamazsın, "(ehl-kehf, 18/17).
"...Eğer üzerinizde
Allah'ın lütuf ve ihsanı olmasaydı, içinizden hiç biri edebiyyen temize
çıkamazdı. Fakat Allah, dilediğini temize çıkarır...."
(en-Nûr, 24/21).
Diğer yandan, Allah'ın hidayet
ve dalaletinin, insanların iman ve amel-i salih fiilleri yahut küfür ve
azgınlıkları üzerinde etkili olduğunun ve Allah'ın hidayetinin ancak Allaha
iman edip hidayete kavuşmayı arzulayan insanlara tesir ettiği hususunun
açıklanmış olduğu birçok pasajlar vardır. Aşağıdaki ayetleri mukayese ediniz:
"...Sizi önce O yarattığı
gibi, yine O'na döneceksiniz. Allah bir kısmına hidayet buyurdu. Biz kısmı da
sapıklığı hak etti.... "(el-Arâf, 7/29-30).
"İman edip peygamberin hak
olduğuna şahitlik ettikten ve kendilerine açık deliller geldikten sonra inkâr
eden
bir kavmi Allah nasıl hidayete erdirir. Allah zalim • kavmi hidayete
erdirmez." (Al-i İmran, 3/86).
"...Onunla bir çoklarını şaşırtıyor birçoklarını da yola getiriyor. Halbuki onunla şaşırttıkları yalnız fasıkiardır.
"(el-Bakara, 2/26).
"Bundan böyle her kim
malını Allah yolunda verir ve ş j[ takva yolunu
tutarsa ve o tevhidi tasdik ederse, biz onu en ş kolay yola muvaffak kılacağız.
Fakat her kim cimrilik eder i ve kendini müstağni sayarsa ve tevhidi yalanlarsa
ona da i zor olana sürükleriz." (el-Leyl, 902/5-10).
!"Biz
onlara zulmetmedik (yani cezalandırılanlara), J fakat onlar kendilerine
zulmettiler. "(Hud, 11/101)
"Bununla beraber şüphe yok
ki ben, tövbe eden ve iman edip iyi ameller işleyen sonra da doğru yolda giden : kimseyi çok bağışlayıcıyım. "(Talha, 20/82)
"Allah'ın ayetlerine
inanmayanları Allah elbet hidayete erdirmez ve onlara acıklı bir azap
vardır." (en-Nuhl, 16/104).
·
(d) Mühürleme: Allah'ın
insanları saptırdığı zaman, kendilerini içinde bulundukları körlük durumu, yani
Allah'ın inzarlarını anlamaktan aciz olma hali, yahut Allah'ın bunları
terketmesi (hızlan) .Bü durum bazan Allah'ın, bu kişilerin kalplerine mühür
vurması yahut kilit vurması ifa-deleriyle yahut benzeri bazı mecazi
sözlerle anlatılır. / Bazan da bu durum sadece ilahi kudretin bir icrası olarak
dile getirilir, fakat başka‘zamanlarda bu, insanın küfrünün bir neticesi olarak
anlatılır.
Aşağıdaki ayet pasajları bu
anlayışı tasvir eder:
"Muhakkak ki kâfirleri
uyarsan da uyarmasan da aynıdır. Onlar inanmayacaklardır; Allah onların
kalplerine de kulaklarına da mühür basmıştır ve gözlerinin üzerinde de bir
perde vardır onlar için (hazırlanmış) büyük bir azap vardır." (el-Bakara,
2/6-7).
"Ve Cehennemi o gün kafirlere öyle bir göstereceğiz' ki, Onlar ki beni
hatırlatan ayetlerimden gözleri bir örtü içinde idi. İşitmeye de tahammül
edemiyorlardı. "(el-Kehf, 18/100-101).
Biz hangi memlekete bir
peygamber göndermişsek, ora halkını peygambere iman etmemeleri halinde
sıkıntıya sokmuşuzdur. Belki bu sıkıntı sebebiyle iman ederler diye. ...Eğer o
memleketlerin halkı iman edip, Allah'tan kork-salardı elbette üzerlerine yerden
ve gökten bereketler açardık, ne var ki onlar inkâr ettiler (peygamberin
mesajını). Bunun üzerine biz de onları kazandıkları günahlarıyla
yakalayıverdik... Eski sahiplerinden sonra bu yeryüzüne varis olanlar şu
hakikati hâlâ anlamadılar mı ki, eğer dilemiş olsaydık onların da günahlarının
cezasını verirdik. Fakat kalplerini mühürleriz de onlar doğruyu işitmezler. Ey
Rasulüm, işte o memleketlerin başlarına gelenlerden bazılarını sana
anlatıyoruz. Andolsun onlara peygamberleri isbat edici delillerle geldiler,
buna rağmen onlar iman etmediler. Çünkü daha önce inkar
etmeyi adet edinmişlerdi. Allah kafirlerin kalplerini
işte böyle mühürler (el-Araf, 7/94, 96, 100, 101)."
·
(e)
Ecel. Allah, hayat ve ölümün Rabbı olduğu için, özellikle, insanın ölüm tarihinin, yahut genellikle denildiği gibi, kişinin ecelinin
tesbit edicisi olarak düşünülmüştür.
"O sîzi bir çamurdan
yaratan sonra eceli takdir edendir. Bir ecel-i müsemma da O'nun katindadır.
Sonra da siz hâlâ şüphe ediyorsunuz. (el-Enam, 6/2)."
"Her ümmet için takdir
edilmiş bir ecel vardır. Ecelleri gelince ne bir an geri kalabilir, ne de bir
an ileri gidebilirler." (el-Araf, 7/34).
Halbuki
Allah bir nefsi, eceli geldiği zaman asla ertelemez ve her ne yaparsanız Allah
haberdardır, (el-Münafikun, 63/11).
·
(f)
Rızık. Rızık, Allah'ın yarattıklarını beslemesi, kaderle ilgili olarak Müslüman
ilahiyatçılar tarafından geniş çapta münakaşası yapılan mevzulardan biridir. Bu
kavram Kur'ana ait olduğu için esas olarak o nisbette ayete dayandırılmıştır:
"Yer
yüzünde ne kadar canlı varsa, hepsinin rızkı ancak Allaha aittir; O,
onların sabit kalacak yerlerini de bilir, emanet bulundukları yerlerini de
(rahimde, yumurtada oluş hallerini); hepsi apaçık bir kitaptadır. "(Hûd,
11/6).
işte
bunlar, çeşitli tali meseleleriyle birlikte, Kur'anın ilahi hakimiyet ve insan
sorumluluğu ile ilgili olan kavramlarıdır. Şüphesiz, meseleler, asla
teferruatlı değildir, fakat sanırım bunlar, Kur'anın ruhunu hakikaten temsil
etmektedirler.
·
2. HADİSLER
İlgili konuya ait küçük bir
bölümün tedkiki bile gösterir ki, hadisler Kur'ana hayli yabancı materyal ve
birçok kavramlar ihtiva eder. Bu bölüm teferruatlı bir tedkike girişmez, fakat
kaderle ilgili olarak, sadece Kur'ani unsurlara dayanmayan bazı izahlar verir.
·
(a)
İlahi Hükümler-Kalem: Dünyada vuku bulan her şeyin, ezelde yazılmış olduğu
hususu, oldukça yaygın bir fikirdir. Bu fikire bazan doğrudan doğruya Allah'ın,
fiili denir, bazı kereler de Levh-i Mahfuz (Preserved table) üzerine Kalem'in
yazdığı şey olarak yer alır.
Allah, semavat ve arzı
yaratmadan ellibin yıl önce, mahlukatın mekadirini-yazmıştır.^
"(Ubade b. Samitten
rivayet edilir) Ben Allah Ra-suiünün şöyle dediğni duydum: Allah'ın, en evvel
yarattığı şey Kalemdi. Ona: ya2, dedi. Kalem: Ey Rabbim, ne yazacağım, diye
sordu. Allah: Kıyamete kadar olacak şeylerin kaderlerini yaz, diye cevap verdi,
Oğlum, Allah Peygamberinin şöyle dediğini duydum: Bu itikattan ayrı olarak ölen
kimse benden değildir. "
·
(b)
Melek tarafından yazılan şeyler: Başka bir umumi telakki fakat yukardakinden
oldukça ayrı olarak ceninin daha ana rahminde iken cenin için muayyen şeylerin
takdir edilmiş olduğu ve bunların melek tarafından yazıldığı hususudur.
Muhtemelen ceninin kaderi
olarak ilk defa tesbit edilen hususlardan dört şey vardır: Cinsiyeti, rızkı,
eceli
(yahut ölüm zamanı) ve said
yahut şaki oluşu (yani,, genellikle anlaşıldığına göre
ezeli kaderdir ,cehenem yahut Cennet gibi)
s
Nutfe
rahimde kırk iki gün kaldıktan sonra Allah, bu
cenine
şekil veren, onun kulağına, gözüne derisine, etine ve kemiklerine şekil veren
bir melek gönderir. Bunlar yaratılırken melek: Ey Rabbim bu erkek mi yoksa
dişimi olacak? diye sorar, sonra Allah dilediğini
hükmeder, ve melek te bunu yazar. Daha sonra melek: Ey Rabbim, eceli ne olarak?
diye sorar. Rab dilediğini söyler ve melek te bunu
yazar. Sonra melek sahife elinde olduğu halde çıkar, emr olunduğu şey üzerinde
hiçbir ziyade ve eksiklik yapmaz.®
Şüphesiz ki sizden birinizin
teşekkülâtı annesinin karnında kırk günde toplanır. Sonra orada o kadar bir
müddette bir pıhtı olur. Sonra o kadar müddet te orada bir parça et haline
gelir. Sonra melek gönderilir ve meleğe dört kelime emrolunur: Rızkını,
ecelini, şakî yahut saîd olacağını (amelini) yazması...7
.
,
(c) Esas Olan Son
Amellerdir
\
Hz. Peygamber filan
kimsenin, Cehennem ehlinden
olduğunu
söyledi. Ashabından bazıları buna ina-»r namadılar,
çünkü o adam harbin en curcunalı yerinde sa-vaşıyor her tarafı yaralar
içindeydi. Fakat bu kişi nihayet acıya artık dayanamayıp mızrağını alır ve
kendisin öldürür. Peygamber: Herkes ancak mü'min olarak cennete girer demiştir®
(Hz. Peygamber buyurmuştur ki:)
Gerçekten bir kimse uzun zaman cennetliklerin amelini işler, sonra ameli
cehennemliklerin ameliyle hitama erdirilir. Bir kimse de , uzun
zaman cehennemliklerin amelini işler, sonra ameli
cennetliklerin
ameliyle hitama erdirilir. Ameller ancak sonuncusuna göre hükme bağlanır.9
;
Bu
düşüncelre uygun olarak melek tarafından yazılan
şeyler
rivayete genelikle ilâve edilen bir pasaj vardır.
(Hz.
Peygamber buyurur ki: "Sizden biriniz, cennet ehlinin amelini işler, öyle
ki cennetle arasında sadece bir zira mesafe kalır. Fakat kitabı önüne geçer,
bunun üzerine cehennem ehlinin amellerini işlemeye başlar, bu yüzden cehenneme
girer. Aynı şekilde sizden biriniz cehennemliklerin amelini işler durur, öyle
ki Cehennem ile arasında bir zira mesafe kalır ve sonra kitabı karşısına çıkar
ve Cennetliklerin amellerini yapmaya başlar ve bu yüzden cennete girer ?0"
·
(d)
Başına gelen şeylerin senden savuşması mümkün değil
(İbnu'd-Deylemi der ki:)
"Ubey b. Kabı ziyaret ettim ve ona şöyle dedim: Kalbimde, kader ile ilgili
şüpheler doğmakta. Bu konuda bana bir hadis zikrederseniz, Allah Teala muhtemelen bunları kalbimden siler. O ise şu cevabı
verdi: Allah, semavat ve arzında bulunanları cezalandıracak olsa yine de
adaletsizlik yapmış olmazdı. Ve sen, Allah yolunda, Uhud Dağından daha büyük
miktarda tasadduk etsen de; başına gelecek olan şeyin seni bulacağına ve sana
isabet etmeyecek olan şeyin de başına gelmiyeceğine bir kader olarak inanmayıp
ve böyle bilmedikçe Allah bu tasadduku senden kabul etmiyecektir. Ve bu
itikattan ayrı bir itikat üzere ölürsen Cehenneme girmiş olursun... Sonra
Abdullah b. Mesûd'a gittim, ondan da aynı şeyi -duydum Ve aynı şekilde Huzeyfe
b. el-Yemân'dan dinledim. Sonra, aynı hadisi Hz. Peygambere isnaden söyleyen
Zeyd b. Sâbit'e gittim?1
·
(e) Hz.
Adem ve Hz. Musa
Hz. Musa, Hz. Adem'i, babamız olması hasebiyle, bizim Cennetten
kavulmamıza sebep olmasından dolayı suçladı. Hz. Adem
ise, Hz. Musanın sahip olmuş olduğu nimetlere sahip olmadığı; şeklinde cevap
verdi; Hz. muşa, Hz. Adem daha yaratılmadan Allah'ın, onun hakkında takdir
etmiş olduğu şeyden dolayı kendisini ayıplamış mı olacaktı? Böylece Hz. Adem galip gelir?2
·
3. KUR'AN VE HADİS
ARASINDAKİ TEZAT
Yapılan bu iki takım iktibas,
hem Kur'an ve hem de Hadiste kadere ait görüş diye belirlenebilecek bazı
şeylerin var olduğunu göstermeye kâfidir. Ne var ki bunlar, biraz daha yakından
incelendiğinde İslam düşüncesinin bu iki esasına ait kaderle ilgili görüşlerin
esasında kayda değer bir ayrılığın olduğu açıktır.
Kısaca ifade edilecek olursa,
Fark Kur'andaki ilgi odağı Allah'ın yüceliği ve hakimiyeti
ile çok az miktarda da insanın bu yüce varlığa olan itaatidir. Halbuki Hadislerde göze çarpan insanın, öne çıkartılmış olan
önceden tekdir olunmuş hayatının karakteridir ve kaderin, tahakkuk etmiş olduğu
vasıtaya daha az dikkat çekilir. Kur'an baştan başa
Allah’a iman ile doludur; Dünya nizamının gidişi ve insan hayatının akışı adil
ve merhametli bir Rab tarafından kontrol edildiği itikat olarak hükme
bağlanmıştır. Onun idare tarzı bazen anlaşılmaz da olsa buna böyle inanılır.
Hadisler, Allahı zikretmelerine rağmen, bazen ateistik olmaya temayül gösterir.
Ortaya çıkan gerçek şudur ki, insan hayatı kontrol altında ve bağımlıdır;
insanı ve tabii olayları kontrol eden güçler, ekseriya, Kalem ve Kitap gibi \
mübhem, gizli ve gayr-i şahsî olarak düşünülür; ve
başına gelecek olanın senden def olması mümkün değildir13 cümlesinde
olduğu gibi zikredilmeyebilir de.
Bunun izahının şu şekilde
olmasını söylemek isterim:
(1) Bu gayr-i
muayyen ve daha çok inkâra (atheistic) kavramlar, Islâm gelmeden önce Araplar
ve o yörelerde r oturan halk arasında cereyan eden fikir sistemine dahildir.
(2) Kur'anda benzeri fikirlerin
haber verilmesine rağmen, | bu kavramlar Müslümanlarca kabule devam edildi ve
his-j sedilemez dahi olsa, onları ehl-i sünnet öğretisine şevketti.
Bu verilen telkinin birinci
bölümüne ait mükemmel delil bu çalışmanın sahası dışındadır; fakat belki de
böyle bir delil son derece gereklidir. Nitekim Wensinck bu delili ileri sürer:
Ehl-i Sünnetin ilahi
hükümleriyle ilgili doktrini Babil ve İsrail'e ait dini rivayetler tarafından
isbat edildiği gibi açık bir Sami temelle sahiptir. Sadece insanın gidişatı ile
değil aynı zamanda alemin seyri ile de, daha önceleri
ilahi kitaplar yahut levhlerde tesbit edilmiş olan şeyin bir kopyası olarak
ilgilenir.14
Özellikle şairlerin görüşlerine
dair ayrıntılı bir araştırma 1881 de genç bir Alman öğrenci tarafından
yapılmıştı.1 5 O, Arap fatalizmini, zaman kavramındaki temele irca
eder. "Zaman" için kullanılan birçok kelimeler ve özellikle dehr
kaderle ilgili mana ihtiva eder. O, Dehrin tam tamına zaman anlamına geldiğini,
söyler.
Fakat bu hemen hemen her zaman
muayyen bir kudretin tezahürü şeklinde düşünülür; nadiren bu sırf Zaman
anlamında ve bizzat zaman olarak düşünülür... Fakat çoğu zaman istisnasız
olarak, insanın varlığını kontrol eden ve daha önceden insanlar için takdir
edilenden, onların kaçmasının imkân dışı olacak bir şekilde icraatta bulunan bir
şey olarak hem iyi hem de kötü talihin müsebbi peklinde teşahhus ettirilir. Bu
kader değil midir?1 ®
Bundan daha fazlası; Teodor
Nöldeke'den başka hiçbir şahıs tarafından tekrar edilip inceden inceye
işlenmemiştir
"Zaman, mücerret olarak umumiyetle
dnya saadetinin tümünün, ve-özellikle dünyaya ait
şekavetin tamamının bir sebebi olarak tahayyül edilir. Şairler devamlı olarak
günler veya gecelere bedel olmak üzere Zamanın (dehr) kudret ve nüfuzuna imada
bulunmaktadırlar. Zaman, devamlı değişikliğin ve şansızlığın davetçisi acı ve
giderek yok olup bitmek anlamında yıpranmanın sebebi olarak, hedefini
şaşırmayan fırlatılmış bir ok, atılmış taş vs. gibi takdim olunur. bu gibi durumlarda biz çoğu kez zamanı kader olarak
manalandırmak zorunda bırakılırız? ki bu tamamen doğru
değildir. Çünkü zamanın kendisi burada başka bir kudret tarafından determine
edilmiş olarak değil de hadiseleri yapan fail (factor) olarak anlaşılmıştır.
Bunların tümü en
azından şuurlu bir fail
tarafından yapılmaktadır.. Fakat itiraf edilmelidir
ki, Araplar bizzat zamanın kudretini çoğu kere açık bir şekilde katıksız ve
halis Kaderden ayırdetmiyorlardı... Şairlerin kaderciliği, bizim tahmin
edebildiğimiz gibi, ne açıkça formüle edilmiş ve ne de insicamlı bir şekilde
ortaya konmuştur. Determinizm ve ' irade-i cüziyye konusu hakkındaki katı
dogmaların münakaşası son derece imkânsızdır."
Zaman veya Kaderin muğlak olan
bu kavramı, itiraf edilmelidir ki, tam olarak, Hadislerde bulduğumuz kader
değil, fakat bu kavram, Hadislere ait bir çok materyal
ile tamamen aynıdır. Hadislerdeki, olayların kaçınılmaz akışı ve önceden takdir
edilmiş olmasıyla ilgili fikir, İslâm-öncesi şairlerin kullanmış olduğu dehr'e
oldukça yakındır. Gerçek ^şu ki, Kur'an da açıkça belirtilen bu sonuncu kavram,
umumiyetle kabul edilmiş olan Hadislerde hemen hemen tamamen dehr terimi olarak
yok sayılabilir:
"Dediler ki: Dünya
hayatından başka hayatımız yoktur; ölürüz ve yaşarız ve bizi zamandan (dehr)
başkası helak etmiyor." (el-Çâsiye, 45/24).
Kur'anın İlahî kadere ait
görüşleri ile İslâm-öncesi mübhem zamana/Kadere ait kavram arasındaki tezad Hz.
Muhammed'in dini ile çağdaşlarının umûmi görüşleri arasındaki ihtilâfın bütün
sahalarının ışığı altında bakıldığında, daha açık olarak anlaşılır. Goldziher,
Mu-hammedanische Studien adlı eserinin giriş bölümünde Erkeklik (Mürevvet) ile
Din kelimeleriyle ilgili zıt davranışları gösterir. Doğruluk ve samimiyet gibi
bazı hususlarda mutabık olmalarına rağmen, fazilet kavramları ekseriyetle
birbirlerine zıt idi. Araplar ceza vermeye, kötülüğe kötülükle mukabele etmek
suretinde inanmaktaydılar fakat, Muhammed (sav)
affetmeyi tavsiye etmekteydi; onların şarap kullanmalarını yasakladı kadınlarla
olan münasebetleri hakkında bir takım sınırlamalar koydu; dua ve ibadetler
koydu ki Araplar bunları erkekliğe yakışmayan şeyler olarak telakki
ediyorlardı. Fakat Goldziher, Erkeklikle Mürüvvetle ilgili izahının baş
tarafında, erkekliğin üzerine oturtulduğu bir dünya görüşü tavsif eder:
Merkezi Arabistan savaşçısı,
yüksek cesareti ve arkadaşlarının kahramanlığı ile övünür. Hakimiyetlerinin
tanınmasını tamamen bertaraf etmese bile, başarısı için daha yüksek güçlere
minnettar kalmak onun aklından geçmez. Yalnız, kafasından atamadığı, gün begün
edindiği tecrübenin neticesi olarak ölümün kaçınılmazlığı düşüncesi onda,
Menâyâ yahut Menûna ile ilgili korkunç düşünceleri harekete geçirir. Yani,
gayesini körü körüne ve şuursuzca fakat kaçınılmaz bir şekilde icra eden Kader
güçleri bütün beşerî planlan boşa çıkartmaya muktedirdir; iyi şans, onun
benliğini artırır ve kendine güvenini yükseltir, fakat en azından onu dine
yöneltmek için işe ya-ramazJB
Şimdi Kur'an'dan iktibas
edilmiş olan pasajın siyak ve sibakı, açıkça ortaya kor ki, hücum edilen sadece
ölümün sebebi hakkındaki teori değil, fakat aynı zamanda hesap ve gelecek
hayatı inkâr üzerine kurulmuş olan bütün bir hayat tarzıdır.
"Yoksa kötülükleri işleyip
duranlar, kendilerini iyi ameller işleyenler gibi yapacağımızı mı sandılar?
Hayat ve ölümler; onlarla bir olacak öyle mi? Ne fena hüküm veriyorlar!"
"Allah, gökleri ve yeri
hak ile hem de herkesi kazandığı ile'hiç haksızlık etmeden cezalandırmak için
yarattı."
"Gördün mü o kimseyi ki,
heva ve hevesini ilahı edinmiş, Allah da bir ilim üzerine (ilmi olmakla
beraber) onu şaşırtmış, kulağını ve kalbini mühürleyip gözüne de bir perde
çekmiştir? Artık oha Allah'tan başka kim hidayet edebilir? Hâlâ düşünmeyecek
misiniz?"
"Dediler ki: Dünya
hayatından başka hayatımız yoktur. Ölürüz ve yaşarız. Bizi zamandan başkası
helâk etmez. Halbuki buna dair bir bilgileri yoktur.
Onlar sadece öyle sanıyorlar, (bu düşünceler sadece onların fikirleridir).
"Karşılarında açık açık
ayetlerimiz okunduğu vakit şöyle demekten başka bir delilleri yoktur: Doğru
söylemekte iseniz haydi atalarınızı getirin."
De ki: Size Allah hayat
veriyor, sonra sizi O öldürür, sonra da sizi hakkında hiç bir şüphe bulunmayan
kıyamet gününde toplayacaktır. Fakat insanların çoğu bilmezler."
"Göklerin ve yerin mülkü
Allah'ındır. O kıyamet koptuğu gün, işte o gün batıla sapanlar hep hüsrana
düşeceklerdir."
"Her ümmeti diz çökmüş
olarak görürsün. Her ümmet kitabına (amel defterine) davet olunuyordun Bu gün
yaptığınız amellerin cezası verilecektir." (el-Câsiye, 45/21-28).
Burada itham edilen, hiçbir şekilde
Arabistan'a mahsus olmayan "Yiyelim, içelim ve neşelenelim, çünkü yarın
öleceğiz" davranışıdır. Bu, sadece hadiselerin vukuunun Önceden planlanıp
takdir edilmiş olması fikrine karşı değil de, Fatalizm terimine mahsus kılınan
pratik ve dinî davranışın tamamına karşı olan bir ithamdır.19 Bir kimse,hayatında her şeyin en azından önemli şeylerin
halihazırda tesbit edilmiş olduğuna inanınca, artık herhangi bir şey için daha
fazla gayret sarfedemeyecek kadar az bir saiki kalmış demektir.
Kişi, o anda hadiselere en
yüksek derecede tesir eden şeyleri takip ederek, zevk yolunu tutup ve kederden
uzaklaşarak sürüklenip gidecektir; o en kolay yolu seçecek ve zor ve müşkil
şeylere teşebbüs dahi etmeyecektir, çünkü bunların mümkün olabileceğine dair
hiç bir inancı yoktur. Onun, kadere olan teslimiyeti, asla kaçınılmaz diye
inanılan şeylerin çoğuna ait olanlarını içine alacaktır.
Kur'an'ın kadere ait görüşleri
hakkında düşünülebilen her şey, hiç şüphe yok ki, İlahî kanun tarafından
yüklenen görevlerden yan çizmek için ileriye sürdüğü bütün bahaneleriyle
birlikte kesinlikle fatalizmin bu tutumuna karşı konmuştur.
"Onlara: Allah'ın size
rızık olarak verdiği şeyden harcayın dendiği zaman, o kâfirler mü'min'ler için:
Allah’ın, dileyince doyurabileceklerini biz mi doyuracağız? Siz ancak apaçık
bir sapıklık içindesiniz dediler. "(Ya Sin, 36/47).
Daha sonra bu tür mücrimlere
verilen hüküm beyan edilir. Yücelik, kudret ve Allah'ın idrak edilmezliği
hususundaki Kur'anî ısrar, gerçekten pratik bir davranışa sevkeder, fakat bu
ısrarlı anlatım bizatihi son derece aşkın olan Bir Varlık hakkındaki tam bir
bağımsızlıkla ileri bir beşerî anlayış olarak en güzel şekilde ifade edilmiş
olmalı. O, insanın kendisine sığınabileceği bir Allah'tır.2®
"Ve eğer Allah sana bir
keder dokunduracak olursa, onu kendisinden başka giderecek yoktur. Ve eğer sana
bir hayır (vermeyi) dilerse, o zaman da onun lütfunu geri çevirecek yoktur; O,
lütfunu kullarından dilediğine nasib eder. Allah çok yarlığayıcı, çok esirgeyicidir."
(Yunus, 10/ 107).
Fakat bu güven ve bağlılık
anlamı hiçbir şekilde atalete, amelsizliğe sevkedemez, çünkü Allah insanlara
görevler de yüklemiş ve bunları Peygamberler vasıtasıyla insanlara
bildirmiştir.
Bu telakkiler, Hadislerde,
bulunan, insan hayatının önceden takdir edilmiş olduğu keyfiyetine dair olan
gayr-ı müşahhas ve ateistik .kavramların İslâm'dan
önce Arabistan'da cari fikirler sistemine dahil olduğu yolunda yu-kardaki
tahmini makul kılar. Bu tahminin doğru olabilmesi için, Hadislerde geçen
malumatın, Hz. Muhammed'in zamanından önceki malumatın tamı tamına aynı şekilde
bulunmuş olması gerekli değildir. Zannederim bu, bazı durumlarda muhtemeldir ki
İslam! bir çevrede İslam-öncesi yahut fatalistik
davranış için tayin olunmuş ilk ifadedir. Bu yüzden Hadislerin, fatalizmi isbat
mı yahud red mi ettiğini görmek için bunları inncelememiz gerekmektedir.
Gerçekte bulduğumuz şeyin, son derece dikkate şayan bir ihtilâfın olması, belki
de bir sürpriz sayılmayacaktır.
Temayül ettikleri davalarında
gayet açık bir şekilde fatalistik olan birçok Hadis vardır. Adem
ve Musa (a.s.) arasındaki münakaşaya dair olan kıssa (yukarıda 2. bölüm (e) de
geçti) mahza kadere teslimiyete ve insan sorumluluklarının bütün bütün inkârına
hükmeder.
Takdir-i İlâhi kavramı (2 [a])
daha çok fatalizmi teşvike temayül eder. Gerçi bu eğilim, verilen hükümler,
gayr-i müşahhas ve muğlak olan Kalem'in değil de bizzat Allah'ın işi olarak
addedildiğinde, bir dereceye kadar hafifletilmiş olur. Muhtemelen bu tutum
İslâmî düşüncenin kabul ettiği ve tamamiyle kökünden sökülüp atılamayacak olan
bir şeyi başka bir şekle sokmaya gayret gösterme keyfiyetidir. "Başına
gelecek olanın sana isabet etmemesi mümkün değildir beyanı, muğlak anlatım
şekli karşısında (2 [d]) fikirlerin fatalistik sistemine dahil
olmak zorundadır ve Hadisin ayrı bazı rivayet şekilleri bizzat Hz. Peygambere
de isnad edilmez;2'1 Zira bu, kolayca İslami bir içerik
verilebilecek olan ifadedir ve gerçekten birçok ehl-i sünnet akidelerine
dercedilmişti.22 Kendi kitabı tarafından, kitabının, önüne geçmesi
suretiyle, ya-kalanıverilen kişi (2 [c]) hakkındaki hadisler için açıkça
fatalistik bir zemin mevcuttur. İyi bir müslüman savaşçı olarak görünüp te,
kendi hayatına kıymak suretiyle, Cennetten mahrum olan kişinin hali gibi. Fakat
bunların, birazdan münakaşası yapılacak olan, başka bir gayesi de muhtemelen
mevcuttur.
Bu, 2. Faslın dört bölümünü
kapsamaktadır. Aksine geriye kalan bir (2 [b]) daha hafifletilmiş bir fatalizm
takdim eder. Buna göre, insanın yaptığı her şey önceden belirlenmiş olmayıp
sadece öleceği vakti ve neticesi yahut hayatının genel neticesi belirlenmiştir.
Yani insanın mesut olması veya şakî olması belirlenmiştir. Böylece yumuşatılmış
bir fatalizm, orta Arabistan savaşçısının vasati görünümüne muhtemelen son derece
uygun gelmiştir. O, fiil yapacak olan kendi gücünden şüphe etmemiştir, fakat
kendi adına hiçbir başarısızlık veya kusur olmaksızın, planlarının
gerçekleşmediğinin sık sık farkına varıyordu; ve
ölümün, onun plân ve amellerine nasıl bir son verdiğini görmüştür. O, gerçekten
çok şeyler yapabilirdi, fakat oldukça önemli muayyen şeyler tesbit olunmuştu ve
onun hiçbir fiili bunları değiştiremeyecekti.
Çocuk, ana rahminde iken melek
tarafından yazılan şeyler hakkındaki Hadislerle ilgili güçlük şudur; Melekler
açıkça, gelecek hayatı zikrederler, halbuki bunun, bu
hayatın ötesinde artık hiçbir şeyin olmadığını kabul eden fa-talistlerin bir
özelliği olduğu, Kur'an'da ilân edilmişti. Kesinlikle anlaşılır ki, Said mi,
Şaki mi olacağı kelimesi, Cennet ve Cehenneme atfedilerek, esas itibariyle bir
müs-lümanın tabiatıyla tefsir etmesi gereken bir tarzda tefsir edilmişti. Bütün
hadislerin fatalistik olduğunu isbata çalışmak, benim verdiğim kısa malumatın
hiçbir parçası değildir. Fakat gelecek hayata (ahirete) inanmayan bir kimseyi,
bu (Said yahut Şakî) kelimelerini tamamen bu dünyaya hamletmek suretiyle tefsir
etmekten menedecek de hiç bir şey yoktur. Yani demek oluyor ki, bu Hadisler
büyük bir ihtimalle, İslâm fikriyatına adapte olunmuş İslam-öncesi materyali
ihtiva edebilir.23 Hadislerin bazı değişik şekillerinde geçen ve
onun fiili kelimeleri İslam'ın, bir insanın fiilleri ile ilgili Hesap kavramına
yapılmış bulunan bir adaptasyon olabilir.
"Esas Olan Son Amellerdir
başlığı" (2 [c]) altında toplanan Hadisler Hesap ve âhiret kavramlarının
kabulünü ima ederler ve belki de'bu kavramlar İslam ve İslâm-öncesi fikirlerin
bir birleşimi olarak telakki edilirler. Bu hadisler insanın ezelî kaderinin
değişmez bir şekilde tayin edilmiş olduğu fikrine bağlanır, fakat o kişinin
Cennete yahut Cehenneme gireceğinin tayini, hayatının sonlarına doğru bizzat
icra etmiş olduğu fiilleri tarafından açığa çıkartılır. Önceden takdir edilmiş
olanlar, esas itibariyle hayatının son fiilleridir; geri kalanı bundan neşet
eder. Kesin netice fatalistiktir fakat, insan
sorumluluğu ile ilgili İslami kavrama ise sözde ehemmiyet verilir (büyük
günahtan dolayı ebedî azap fikrinin, Havaricin doktrinlerine uygun olduğunu
belirtmek önemlidir).
Görünüşte bu hadisin aynı
düşünce şekline uygun olan başka bir Hadis vardır ki bunda, Allah'ın insanları
hi-
dayete erdirmesi ve saptırması
şeklindeki Kur'anî kavramlar fatatîstik görünüme adapte edilirler.
"Bir adam: Ya Rasulallah,
Cennet ehli Cehennemliklerden (Allah'ın kaza ve kaderiyle) bilinir (ayırd
edilir) mi? Diye sordu. Rasulullah: Evet ayırdedilir, buyurdu. Adam: Öyle ise
hayır işleyenler, ibadet edenler niçin işlemeli? Dedi. Hz. Peygamber: Herkes
niçin yaratıldı ise onu işler, yahut kendisi için ne
kolay kılındı ise onu yapar, buyurdu.26"
Bu da esas itibariyle fatalistiktir,
çünkü insan fiilleri üzerinde hiç bir tesirli kontrol sahibi olmayan bir kimse
olarak telakkî edilir; ancak Allah'ın koymuş olduğu görevlerin ifası için
deterministik plan içerisinde bir yer bulmak için bazı teşebbüs gösterilmiştir.
Bunun bir nevi benzeri olan
Hadis fatalizmin ter-kedilmesine daha çok yaklaşır.
Sonra Rasulullah (sav) şöyle
buyurdu: Sizden hiçbir kimse ve dünyaya gelen hiçbir nefis yoktur ki, Allah
onun, Cennetten veya Cehennemden yerini takdir etmemiş olsun. Ve Şakî yahud
Said yazılmış olmasın. O kişi: Ya Rasulallah: Biz ameli ve ibadeti bırakıp, her
şeyi kitabımıza, Allah'ın takdirine bırakmayacak mıyız? (kadere itimat edemez
miyiz?) dedi. Bunun üzerine Hz. Muhammed şu cevabı verdi: Her kim saadet
ehlinden ise, saadet ehlinin ameline varacak, ve her
kim şakavet ehlinden ise, şakavet ehlinin ameline varacaktır. Sonra şunu da
ilâve etti: Amel işleyin! Çünkü herkese imkân verilmiştir (ne için yaratıldı
ise o kendisine) kolaylaştırılmıştır. Saadet ehline saadet ehlinin ameli
müyesser olacaktır. Şakavet ehline ise şakavet ehlinin ameli müyesser
olacaktır. Sonra şu ayeti okudu: Her kim atıyye verir, korunur ve hüsnayı (en
güzel mükâfat) tasdik ederse, biz ona kolaylığı müyesser kılarız. Ama kim
cimrilik eder, istiğna gösterir ve hüsnayı yalanlarsa ona da güçlüğü müyesser
kılarız26"
Bu hadisin birinci kısmı,
fatalistiktir, fakat Amel işleyiniz emri insanları, deterministik teorinin
ahlâki sö-nuçlarından uzaklaştırma gayreti göstermektedir. Ma-amafih, fiiller
çok önceden insan için takdir edilmiş olan kaderin bir alâmetidir şeklinde yorumlanabilecek
olan imaen söylenmiş saik bile insan sorumluluğunu tam olarak kabul etmiş
değildir. Kur'anın, anti-fatalistik olan ayetleri, böylece ters mana verilip
yarı-fatalistik kavramlarıyla uygun duruma getirilmektedir. Bununla birlikte,
aynı cinsten başka bir Hadis, fatalizmle birleştirilmiş olan ataleti gayet
kesin bir şekilde reddeder ve böylece de daha az şüpheli alanlar temin eder.
Hz. Peygamber buyurdu ki:
Sizden hiçbir kimse yok ki onun yeri Cennette yahut Cehennemde yazılmamış
olsun. Dediler ki: Tevekkül mü edeceğiz (kaderimize güvenip ameli terk mi
edeceğiz?) (Peygamber (sav)): Böyle yapmayın çalışın, çünkü herkes müyesser
kılınmıştır ve: Bundan sonra kim verir ve sakınırsa ve o en güzeli de tasdik
ederse biz de onu en kolaya hazırlarız... ayetini
okudu.2^
"Tamamen tavsifi de olsa,
ilk cümlenin etrafından şüphesiz bir fatalistik çember mevcuttur. Fakat öyle
yapmayın, herkes müyesserdir emri, yine de istikbalin bir anlamda açık olduğunu
ve bunun için amelin manidar ol- \ duğunu ima eder." \
Wensinck'in, Sünnette,
içerisinde irade-i cüziyyenin müdafa olunduğu hiçbir hadis yoktur şeklindeki
iddiası29 esasen doğru ise de, bu kesinlikle haddinden ziyade
şümullü bir iddiadır. Hz. Peygamberin, el-Buharî tarafından rivayet edilen, şu
sözünü düşünün:
Hiçbir Padişah (Halife) padişah
olup erike-i saltanata oturmaz ancak onun iki (nevi) sırdaşı (ve havassı)
bulunur. Bunun biri padişaha hayır yolu gösterir ve hayra teşvik eder; öbürü
şer yolu gösterir ve şerre teşvik eder. Masum olan padişah da Allah'ın
(fenalıktan) koruduğu kimsedir.29"
Bu Hadisin gayesi; Kur'ana ait
olan, Allah'ın nimeti, koruması vs. kavramları gibi teorik değil, bilakis
insanların, daha önceden tesbit edilmiş bir kaderle, güzel ameller yapmaktan
alıkonmadıklarına, fakat tam aksine kainatta
kendilerine yardımcı olan mevcut güçlerin bulunduğuna ve bu yüzden de ahlâki
gayretlerinin semeresiz kalmayacağına inandırmak için (ortaya konan) dinî bir
gayedir.
el-Buhari'nin
kaderle ilgili bölümü; içinde, herşeyin Allah tarafından takdir edilmiş olması
gerçeğinden çıkartılan kadere karşı çıkma türünden bir teselli ve rahatlamanın
yer aldığı iki hadis ihtiva eder.
"Veba hakkında sorulması
üzerine, Hz. Peygamber şöyle buyurdu: ...Veba şüphesiz bir azaptır; Allah
dilediği kuluna gönderir. Yine muhakkak ki Allah vebayı
mü'minlere bir rahmet olarak kılmıştır; Onun için bir yerde veba zuhur eder de,
orada bulunan bir kul (Allah'ın mü'min kulu) sabrederek, sevap umarak, bu veba
yalnız Allah'ın takdir ettiği kimseye isabet eder, kanaatini besleyerek bulunduğu
şehirde eğlenirse, muhakkak Allah ona şehid ecrine benzer sevap takdir
buyurur.30 ■>
Özellikle bunlardan ikinci
hadiste Rahman ve Yüce bir.Rabba karşı ifade edilen
itimat, muğlak bir kadere inanmaya katılmak şeklindeki ümitsizlik
teslimiyetinden ayrı bir kutuptur.
Kadere teslimiyet eğilimini
tasvip veya redetmeleri hususunda, İslam'a ait olan Hadislerle ilgili bu
inceleme ortaya enteresan neticeler koyar. Kabul edilen hakim
eğilim, sadece insan hayatının önceden takdir edilmiş olması değil, bilakis cahiliye
Arapları arasında, hayatın akışı üzerindeki kadere teslimiyet görünüşlerinin
tümüdür, fakat Cahiliye Araplar'ının fatalistik görünüşü Hz. Muhammed
tarafından tatbik edilir. Zıt görünüşleri uzlaştırma gayretlerinin alâmetleri
mevcut, fakat kadere teslimiyet ruhu daha calib-i dikkat vaziyette yer alır.
Netice olarak, Kur'anî tutumu destekleyen ve az çok sabır ve metanetle, kaderin
önünde, rüzgâra kapılmış kuru yaprak gibi olmaya ve atıl kalmaya karşı çıkan bir çok hadis vardır.
Kur'an'da, oldukça karşı çıkılan
mutlak kadere, ha-dişin güçlü bir şekilde müdafaa ortaya koyduğunu görünce,
birçok müslümanın, Allah'tan başka tanrı yoktur ve Hz. Muhammed Onun kulu ve
Rasulüdür, diye tasdik ettikten sonra onların dinî düşüncelerinin kadere
teslimiyet kalıbı içinde devam etmekte olduğu neticesine karşı koymak oldukça
zordur. Maamafih meseleyi daha çok zorlaştıran şey, saf ehl-i sünnetten ileri
gelen müslümanların, kadere teslimiyeti ifade eden hadisleri sahih kabul
et-meleridr. Ne var ki onlar böyle kabul etseler de, netice bizi bizzat
zorlamaktadır.
Sanırım bu araştırma
ilerledikçe, mesele daha çok aydınlanacaktır. Her hülukârda şu durumda
meselenin ana yapısı kurulmuştur. İslami teoloji ölçüleri içerisinde kalarak
bir benzetme yapacak olursak, bizim her biri iki ayrı ipten müteşekkil
birbirine nescedilmiş iki grubu ortaya koyup takip etmemiz gerekir:
(I) Kur'an'a ait olan ilahi
hakimiyet ve insan sorumluluğu arasındaki tezad, ve
(2) İslâm-öncesi fatalizmin dinî ve ahlâkî davranışlarıyla (tutum), Kur'an'a
ait olan yaratıcılık yahut Allaha güvenme anlayışı arasındaki tezad.
(Not.
İtiraf edilmelidir ki; hadîslerin özelliği olarak kabul edilen kavramların
Kur'an'da oldukça benzerlerini ifade eden pasajlar mevcuttur. Bu ayetler Ecel
ve Rızık hakkındaki I (e) ve I (i) kısımlarında ihtimamla işlenmiştir. Fakat
bunlar, iddia edilmekte olan teze gerçekten tezat teşkil etmez.
Bu kavramlar, ilk olarak, insan
hayatının tümünün önceden takdir edilmiş olduğunu ifade etmez ve bunun için de
kadere teslimiyet (fatalistik) davranışını gerektirmez. Bazı hallerde
fatalizmin muayyen bir derecesine götürebilir, fakat zaruri bir şekilde
götüremezler; aksine Müslümanlığın, Allah'a hakiki bir güven O'nun iradesine
teslimiyet anlayışına (yahut gerçek Hristiyan anlayışına) oldukça uygun düşerler.
Sonra, ikinci olarak, dinî
inancın bir insana ancak bildiği dilde tam anlamıyla vasıl olabileceği gibi,
aynı şekilde, bu dinî inanç ona ancak aşina olduğu kavramların te-
Timleriyle baliğ olabilir. Bir
kimseye dini bir mesaj vermek için, asli ve temel mesaj olmayan herşey
hususunda bu kimseye halihazırda kabul ettiği dünya
görüşüne ait terimlerle hitap edilmelidir. Güneşin dünya etrafında döndüğüne
inanan insanlara kardeşlik hakkında bir mesaj vermek isterseniz, mesajınızı,
onların dünyanın güneş etrafında dönmesi hakkında küfür sayacakları şeyle
karıştırmamaya dikkat etmelisiniz. Kur'an'ın mesajı, bu dünyanın tek üstün
Kudret tarafından yaratılıp idare edildiği ve bu yüzden insanın iyi yahut kötü
muamelesinin ezeli anlam taşıdığı şeklindedir. Ecel ve Rızık kavramları, Hz.
Muhammed'in kendilerine tebliğde bulunduğu Araplar’ın dünya görüşünün
kısımlarından idi; bunlar, Kur'an’ın ana mesajı ile açık bir ayrılık içinde
değillerdi, hatta Kur'anın ana mesajını teyid edecek şekilde tefsir
edebilirlerdi de. Bir kimse bunları kısmen asılsız saymış olsa bile, bunların
iptali için manidar hiçbir sebep yoktur; ve bu
kavramların modern Batının, insanın Allaha güvenini unutturan hürriyet
kavramından biraz daha fazla yanıltıcı olduğu açık mıdır? Asırlar geçtikçe, bu
kavramların, İslâm öncesi fatalizm ile olan mücadelesinde gerçek İslâmî tutumu
zayıflatıp zayıflatmamış olacağı ayrı bir meseledir.)
DİPNOTLAR
(Kısaltmalar için
bibliyografyaya bakınız)
Bölüm
!l
·
1. Krş.
Goldziher, Vorlesungen2, 58: "Akide ve muamelâtın, belli
mukaddes metinlerden istihraç edilen dinlerde, hem hukuki hem de itikada ait
gelişme, mukaddes metinler üzerine yapılan tefsiri çalışmada ortaya çıkar. Bu
tür alanlarda dinler tarihi, mukaddes kitapların tefsir tarihi ile birlikte
gelişen ilim dalından biridir. Bu, dahili târihinin,
kutsal kitabelerinin tefsir metodlarında yansıyan İslâm için çok belirgin bir
gerçektir.
·
2.
Müslim Greed, 50; krş. Ahrens, Muhammed als Re-ligionsstifter, 80, vd.
·
3. Krş.
K. 45, 25-23, sayfanın alt tarafında iktibas edilmiştir.
·
4.
Müslim, Kader hd. 6 vd.; Müslim Creed s. 54' den
alınmıştır.
·
5. Ebû
Davud, Sünne, bab. 16 vd.; Müslim Creed s. 108den;
krş. aynı hadis Ahmed b. Hanbel'in Müsned’inde, V,
317. Müslim Creed s. 162' den alınmıştır. Hadis şu şekilde kısaltılmıştır:
"Sonra dedi ki: Yaz, ve o da o anda, kıyamete
kadar vuku bulacak olan her şeyi yazdı."
·
6.
Müslim, Kader, hd. 3; Müslim Creed s. 54'den.
·
7.
el-Buhari, Kader, bab 1, hd. 1; Krş. Kitap 97 bab 28=cilt IV, s. 469;
el-Eş’arî, İbane, s. 66; "ve onun amelini
" kelimeleri sadece son ikisinde geçer; el-Buhari'deki müteakip
hadis, dört hususun birincisi olarak erkek mi dişi mi ibaresini ihtiva eder ve
amelden herhangi bir şey zikretmez.
·
8.
el-Buhari, Kader, bab. 5, = IV. 253' de hülasatan verilmiştir.
·
9.
Müslim, Kader, hd. II; Müslim Creed s. 55den alınmıştır; Son cümle,
el-Buharideki Kader b, 5, hd. 2. benzer bir hadisten ilâve edilmiştir.
·
10.
Müslim, Kader hd. I, Müslim Creed s. 55; Krş. e!-Buharî
Kader, bab. I, hd. I ve diğerleri (b) başlığı altında zikredilmiştir.
·
11. Ebu
Davud, Sünne, bab 16; Müslim Creed s. 108'den alınmıştır.
·
12.
el-Buhari, Kader, b. 11, kısaltılmış; yine Kitap 97, bab 37a IV. s. 255, 485;
Aynı zamanda, el-Eş'arî, İbane, trc. si 125.
·
13.
Buna, Kur’an’da geçen muğlak kavramlar şeklindeiki kere yapılan açık istisnalar
için bölümün sonundaki nota bakınız.
·
14.
Müslim Creed, 54.
·
15.
W.L. Schrameier'in promotionsschrift'inde, Uberden Fa-talismus der
vorislumischeh Araber başlığı altında ele alınır.
·
16. s.
26; burada "personified" kelimesi, Dehr’in, gayr-i müşahhas olduğu
yolundaki fikre gerçekten tezad teşkil etmez.
·
17.
Araps, Ancient maddesi, Ensyclopedia of Religion and Ethics.
I. 661 b.
'
·
18. s.
3
·
19. Bu
çalışmanın başından sonuna kadar bu terimi muhafaza etmeye ve bir netice-i
lâzıme bulunmaksızın, kaynakların sırf teori için verildiği yerlerde determinizm demeye gayret gösterdim.
·
20.
Krş. Kur'an, 19. 18; 23, 99; 40. 28; 44. 19.
·
21.
Meselâ, bu yukarda Ebu Davud'dan iktibas edilmiştir.
·
22.
Fıkh-ı Ekber, el-Tahavî'nin, ve el-Eş'arî'nin
akideleri.
·
23. Bu
temsili eğilimin iyi bir örneği, Allah'ı açık bir şekilde Dehr olarak tanıtan
bir Hadistir (el-Buharî, Edeb, bab, 101; * el-Tefsîr' el-Casiye, 45/24; Müslim,
el-Elfâz 1) Allah Rasûlü dedi ki: Allah şöyle buyurmuştur. Ademoğlu, Dehre
sövmek suretiyle beni incitmektedir; Halbuki Dehr Ben'im; Hüküm benim ellerimdedir, ve gece ve gündüzü ben çevirir değiştiririm.
Bu tanıtmanın açıkça meşkuk ve müşkil olduğu
hissedilmektedir çünkü ed-Dehru yerine ed-Dehre okunan başka bir tevil mevcuttu
ve böyle nasb okumak suretiyle (Dehr zarf olunca) Ben ezeliyim diye tercüme
edilmiştir. Mesele Goldziher tarafından münakaşa edilmiştir. Zahirilen, 153.
Allahı Dehr ile tanıtan hadis için daha fazla kaynak için: Malik b. Enes,
Muvattâ, Kelâm, 3; Muşned, II. 237, 259, 272, 275, 318, 934; Ebû Davud, Edeb
169; el-Buharî, el-Tevhid, 35 (=IV. 478). Diğer varyantlar el-Buharide IV. 155
ve III. 330 da bulunur. (Wensinckin Concordancei, Khai bu ve adha maddeleri).
·
24. Bir
tek büyük günahtan dolayı ebedî azap verme fikrinin, Ha-varicin doktrinlerine
uyduğunu belirtmek önemlidir.
·
25.
el-Buharî, Kader, bab 2.
·
26.
Müslim, Kader hd. 6; Müslim Creed, s. 56'dan alınmıştır. Kur'an, 92, 5-10. Dr.
Bell tercümesi.
·
27.
el-Buhari, Kader bab. 5. hd. 5; Kur'an, 92, 5-10. Dr. Bell’den.
·
28.
Müslim Creed, 51.
·
29.
Kader, bab 8.
·
30.
Bab, 4. hd. 2. bab. 15'de kısaca verilmiştir.
III
KADER DOKTRİNİNİN BAŞLANGIÇ
Dönemleri
1. Hariciler
(a) Meymûn ve Şu'ayb
İlk münakaşalarla ilgili olan
en büyük ve enteresan pasajlardan biri, Meymûn ve Şu'ay'bin hikâyesidir:
Ajaridenin beşinci kolu,
Şu'ay'bin tilmizleri olan Şu-aybiyedir. Şu'ayb, Meymûn ve doktrininden bizzat
ayrılan bir kimse idi. O, Allah murad etmedikçe, hiçbir kimsenin hiçbir şey
yapmaya muktedir olamayacağını ve insanların fiillerinin Allah tarafından yaratıldığını
iddia etmişti.
Şu'ay'biye ve Meymûniye'nin
ayrılışlarının aslı şu idi: Şuayb'de, Meymûn'un bir miktar parası vardı. Bu
paranın ödenmesini istedi. Şuayb ona dedi ki: Allah dilerse bu parayı sana
vereceğim. Meymûn şu karşılığı verdi: Allah şu anda bu parayı bana vermeni
murad etmiştir. Şuayb: Eğer Allah, vermemi murad etmiş olsaydı, onu sana
vermekten başka hiç bir şey yapmaya güç yetiremezdim, dedi. Meymûn: Hiç
şüphesiz Allah, emrettiği şeyi dilemiştir; dilemediği şeyi ise emretmemiştir; ve murad etmediğini de emretmemiştir,-dedi.
Sonra bazı insanlar Meymûn'a,
bazıları ise Şuaybe tabi oldular. Bunu üzerine, Hâlid b. Abdillah el-Becelînin
hapsinde bulunan Abdulkerim b. Acerred’e (Acarîdenin reisi) mektup yazdılar.
Meymûn ve Şuayb’in anlaşmazlıkları ona bildirilince, Abdulkerim de şunları
yazdı: Bizim inancımız şudur: Allah'ın dilediği olmuş, dilemediği ise olmamıştır; ve biz Allah'a hiç bir şer isnad etmeyiz. Bu
mektup onlara, Abdulkerim öldüğü zaman ulaşmıştı. Meymûn, bu mektupta Biz
Allah’a asla şer isnad etmeyiz dediği için, kendi görüşünün desteklendiğini
idda etmiş, öte yandan Şuayb: Abdulkerim, Allah'ın muard ettiği olmuştur, ve murad etmediği olmamıştır şeklinde demek
suretiyle kendi görüşünü daha çok desteklediğini iddia etmişti. Böylece her ikisi
de Abdulkerim’e tutundular ve birbirlerinden ayrıldılar. Bununla, Meymun’un
görüşlerini belirleyen daha evvel geçmiş olan bir pasaj mukayese edilebilir:
Acaride'nin ikinci fırkası
Meymûniye'dir. Mutezilenin görüşüne uygun olankader iddiaları, onlara has bir
özelliktir. Onlar idda ederler ki, Allah fiileri insanlara bırakmış (fevvada)
ve onlara kendilerine yüklemiş olduğu bütün mükellef tutuldukları şeyleri
yerine getirmek için istitaat (capacity) vermiştir. Onlar da, hem küfre ve hem
imana güç yetirebilirler. Allah'ın, insanların amelleri hususunda hiç bir
meşieti yoktur ve insanların fiilleri Allah tarafından yaratılmış değildir.
Meymûn ve Şuaybin bu kıssası,
tarihî bir olayın rivayeti şeklinde görünmez, bilakis, birbirlerine tam zıd
görüşlerle her iki fırkanın da Abdulkerim b. Acerred’in nesilleri (devamı)
olduğunu nasıl iddia ettiklerini izah için yapılan, daha sonraki bir teşebbüs
olabilir. Yine de bu kıssa, kader üzerinde yapılan ilk münakaşalar hakkında
muhtemelen önemli bilgi ihtiva eder.
Şuayb’in görüşlerinin izahı
daha az tatminkâr olan kısımdır. Hakkında, yukardaki kıssadan onun görüşlerini
yansıtan malumattan başka bir şey bilinmez ve bu da kıssadan çıkartılamıyacak
olan hiçbir şey ihtiva etmez; farklı hiçbir ifade yoktur; onunla ilgili olan beyan,
umûmiyetle daha sonraki ehl-i sünneti tavsif etmek için kullanılan terimlerle
ifade edilir, ve sadece bir muahhar müellifin, onu
ehl-i sünnet görüşünün bir önderi olarak addettiğine işaret eder.2
Kıssada, Şuayb tarafından oynanan rol, esas itibariyle eski fatalizm çeşnisi
verir, çünkü ortaya konan ifade, kendi yükümlülüğünden kaçınmasını haklı
çıkartmak için Allah'ın hakimiyetine boyun eğmesi şeklindedir.
Abdulkerim
b. Acerredin mektubu, oldukça farklıdır ve Kur'arıa hem daha yakın hem de daha
muvazeneli bir görünüm verir. Allah elbette kâdirdir, fakat aynı zamanda Allah
adildir; bu gerçeklerin her ikisine de bağlı ka-lınmalıdır. Meymûn ve Şuaybin
her ikisinin de görüşleri böylece tek yanlıdır.
Meymûn esas itibariyle Allah'ın
adaleti yahut fazileti ile ilgilenenleri temsil eder. Kısa hikâyeden
anlaşıldığına göre onun esas iddiası, Allah'ın emri ile iradesinin bir olduğu
şeklindedir; Allah'ın emri, amel-i salihin ölçüsüdür,
ve şer olamaz; Allah borçların ödenmesini emrettiği için bunları ödememek
günahtır; böylece Şuayb’in, borcunu ödememesinin, Allah'ın iradesiyle olduğu
yolundaki münakaşası, Allah’a şer isnad eder. Çünkü şer, Allah'ın iradesinden
sadır olmaz, o insana mahsus olmalıdır; bunun için Allah, içerisinde şer
görünebilecek fiilleri insana bırakmış olmalı. Böylece Meymûn’a ait görüşlerin
izahı arkasında en azından münakaşa uslübu görünmektedir. Gerçek şu ki,
Meymûn’un görüşünün Mutezilenin izhar ettiği görüşe benzer bir şekilde ifade
edilmesi, bu konudaki malumatın Meymûn’dan çok sonraki bir kaynaktan geldiğini
gösterir, fakat bu bağlamda kullanımı yaygın olmayan, fevvada=bıraktı.. (entrusts) kelimesinin kullanılışı, ilk döneme ait
bilgilerin toplanıp bir araya getirildiğini kabullenme yolunda bir delil teşkil
eder.
Bunun dışında, Meymûn’un
durumuna ait sahip olduğumuz az miktardaki bilgi, buna oldukça muvafıktır.
Meymûn’un, bir kimsenin muhaliflerinden alınan kadın kölelerin satılması
üzerine İbrahim denen, biriyle yapmış olduğu münakaşalarla tanınan kimse olması
muhtemeldir.® Bu kölelerin satılmasının yasaklanması hususunda muhtemelen
Meymûn, çözühtü ve gevşemeye karşılık ahlaki muhafazakarlığı
savunuyor ve şahsiyete daha büyük önem veriyordu. Diğer yandan Meymûnun, haram
olan akrabalarla (within the forbidden degrees) evliliklere cevaz verdiği
rivayet olunur; ve el-Bağdâdî bu hususta o derece
aşırı nefret ettirilmiştir ki, Meymûn'u İslam Cemaatinden tard eder.4
Maamafih, mesele, muhtemelen çözüntüye işaret etmez, fakat problem, basit bir
deyişle, kadınlar hakkında saf doktrinle ilgili yapılan araştırmanın bir
neticesidir, çünkü bu kadınlar büyük ihtimalle bir kimsenin kendi ailesinde
bulunabilirler.6
Meymûn’un, kâfirlerin yahut
müşriklerin çocuklarının cennete gireceklerini kabul etmesi yolunda kendisine
izafe edilen rivayet6 başlı başına az şey ifade eder, fakat Harici
pozisyonunun tüm gelişimi ile ilgili olması halinde kader doktrinine götüren
başka bir düşünce sistemine işaret eder.
(b) Harici Düşüncenin Gelişmesi
Hariciler, esas itibariyle ilk
olarak, Irak’ta Emevîler zamanında yerleşmiş bulunan Dinî-Siyasî muhalefet
partilerinden biri idi. Bunlar Irak’ta olduğu gibi Suriye'de de serbestçe
yaşayan bir grup Kur'an okuyucusu cemaatle temasa getirildiler. Şüphesiz artık
Bedevî değillerdi fakat daha çok Kureyş dışında kalan çöl kabilelerinden
meydana gelmişlerdi/ Öyleyse, bunların son derece ferdiyetçi olmaları ve hemen
hemen hükümete ait her zaptı, engeli, sıkıcı bulmaları şaşırtıcı değildir.
Haricilerin ilki, genellikle
Siftin harbinden sonra Hz. Ali’den ayrılan muhakkime yahut muhakkimûn olarak
addedilirler. Onların, lâ hükme illa lillah (hüküm ancak Allaha aittir)
şeklindeki şiarları, bütün meseleler, Allah'ın hükmüne baş vurmak suretiyle
karara bağlanmalıydı, ki bu hususta hiç bir güçlünün
olmayacağını düşünmüş görünmektedirler.6 Bu İdealizm idi, fakat
kolaylıkla taassuba dönebilen ve ruhçuluk, kırıcılık eğilimlerine yol açan bir
idealizmdi. Çünkü Kur’anın nihai bir ölçü kı-lınmasınmpratik tesiri her bir
güçlüliderin kendi üzerinde birkanun kılınması idi.
Ne var ki Hariciler, bütün
gelişmelerde son derece önem arzediyordu. Çünkü onların İlâhî öğretilerinin
merkezinde, kullarından doğruluk isteyen adil bir Allah vardı. İmam bile İlahî
kanunu tabî idi ve eğer bu kanuna itaat etmezse azledilmeye mahkumdu
gerçekten bu durumda onu tard etmek bir vecibe idi.®
Muhakkimenin çıkışı h. 3.
yılında olmuştur. Çıkışından sonraki yirmi yahut bu kadar sene zarfında Basra
ve Kûfe'de Hariciler tarafından çok sayıda isyan çıkartıldığını anlıyoruz,
fakat bu kişilerin teolojiye ait ayrıntılı hiçbir görüşünü elde etmiş değiliz.
Hicrî 61'de, Yezidi'n idaresi döneminde Basra’nın güçlü valisi Ubeydullah'ın
hicretinden sonra, buraya, her biri bir fırkanın kurucusu durumuna gelen Nafi
b. Azrak, Abdullah b. Sâffâr, Abdullah b. ibad ve Hanzala b. Beyhesin dahil olduğu bir çok sürgün Başra’ya dönmüştü.1®
Nafi'b. Azrak, İlâhî kanunun
yüceliği ve üstünlüğü anlayışını, müfrit bir dereceye vardırmıştır.11
el-Eşarinin beyanı esas itibarıyla ilk olarak Basrada meydana gelen
münakaşalarla ilgilidir ve el-Eşarî, Nafi’nin bidat akidelerini çıkartan ilk
şahıs olduğunu söyler. Bu akideler özellikle şunlardı: Kaadeden (evde oturup
kalanlardan) ayrılmak, kendi karargahına (askerine)
katılmak isteyenleri imtihan etmek ve kendisine hicret etmeyenlerin küfrünü
ilan etmek.12 Diğer bir deyimle, Allah düşmanlarına karşı verilen
savaşa katılmak herkes için bir görevdir. Fakat onların gözünde, temiz olmayanın
meşum olduğuna kendileriyle görüş birliğine'varmayanın da masum olmadığına
göre, Allah düşmanlarına sadece putperestler, kâfirler değil, ehl-i kıblenin de
bir çok mensupları dahil oluyordu. O, pratikte
menfeatiyle ilgili sepeblerden dolayı bir kimsenin gerçek rengini saklama anlamına.gelen takiyyeye müsade etmemiş oluyordu. Kendisiyle
huruç etmeyen ve savaşın tehlikelerini paylaşmayan hiç bir kimse onun
takipçileri olamazdı.
Fakat taassubi katılığın bizde
azıcık olsun sempati uyandırmış olmasına rağmen yine de İlahi kanun kavramının
hala merkez olduğunu bilmek zorundayız. Günah-ı kebair işleyenler kâfir idiler,
cemiyetten (İslâm ümmetinden) tard edilmişler ve Cehennemde azab görmeyi
haketmişlerdir. Fakat cemiyet uğruna düşmanlarına karşı savaşma görevine verilen
aşırı derecedeki ehemmiyetin, mutad İçtimaî görevlerle ilgili bir kısım
gevşekliği de beraberinde getirdiği görülür; en azından, recim cezasının belli
durumlarda kaldırıldığını biliriz, bize söylenir.
Nafi b. Azrak’ın muakkipleri
gibi Beyhesiyenin bir kısmı görünüşte son derece azgın idi;13 ehl-i
kıbleyi öldürmeyi ve mallarını gasb etmeyi tasvip ettiler ve öldürmenin, esir
almanın her halükarda meşrû olduğunu ilân ettiler. İbrahim’e göre, müşrik
kadınların köle olarak satılmasının caiz oluşu ve Meymûn’un da buna karşı
çıkışı münakaşası ile ilgili olarak. Bey hesiyenin lideri (ki bu kişi Makalatta
Ebû Beyhes olarak geçer) şu esasları kabul etmiştir: (1) Meymun bir kâfirdi,
çünkü o, müşrik kadınların, köle olarak satılmasını gayr-ı meşru saymış ve bu hususu
caiz görenlerden ayrılmıştır. (2) Bu mesele hakkındaki hükmü vermeyip geriye
bırakanlar (ircâ edenler) kafir idiler, çünkü bunlar İbrahim’in doğru olduğunu
ve Meymûn’un kafir olduğunu itiraf etmediler, ve (3)
İbrahim de bir kafirdi, çünkü, o, hükmü sonraya irca etmelerine ve ona
katılmayı red etmelerine ve kendilerini Meymun’dan uzak tutmalarına bakarak
ehl-i vakıfeden ayrılmamış, berî olmamıştır.1^ Bu, Harici
düşüncesinin ehemmiyetsiz ve teferruatla ilgili karekterinin güzel bir
örneğidir, (bununla beraber, uygulamada, göze ilişenden daha fazla şey
olabilir); ne var ki, İlahî kanuna aynı temel saygı prensibi yine de mevcuttur.
Azaarikadan sonra şöhret bulan,
Necd b. Amr el-Hanefînin müntesipleri olan Necedât yahut Necdiye ile beraber
daha mutedil bir eğilim meydana gelir, fakat Azarika hicri 78lere kadar Doğuda
varlığını sürdürürken Ncdiye takriben hicri 73’lerde son atımını da kullanıp
silinmişti. Necdet, en azından sözde takiyyeyi (prudent fear) caiz saymış ve
kâfirlere karşı yaptığı savaşta herkesin kendisine iltihak etmesini ummamıştır;
bu savaşa katılma, fazladan yapılan değerli bir iş olup herkesin üzerine borç
değildi, öyle ki evde oturma bir günah değildi. Aynı zamanda o, zarar halinde
yapılan fiiller hususunda yumuşak görünür. Beyhesiyenin bir kolu olan Avfiyenin
bir kısmı da cihaddan kaade makamına geri dönenlerden teberri etmediler, çünkü
bunlar meşrû olan bir şeye dönmüşlerdir J 5
Biz, Abdulkerim b. Acerred ve
Acâride ile İlahî kanunun daha doğru bir yücelik kavramına kavuşuruz.
Abdulkerim, hem Necdet ve hem de Ebû Beyhas'dan etkilenmiş görünür.1®
Kişinin Cennet yahut
Cehennemdeki ezeli kaderinin, kendisine bağlı bulunması istidlali ile doğru
tavır üzerindeki ısrarı, şimdi netice vermeye başlamıştır. Siz Cennet ehli ile
bir oldunuz Cehennem ehlinden beri oldunuz, ve
muhtemelen onlara karşı da savaşmış oldunuz. Bu, kişinin yaptığından sorumlu
olduğuna delâlet etmektedir. Öyleyse, toyluklarından dolayı sorumlu bir şekilde
fiil yapmaya muktedir olamayan çocuklara nasıl muamele yapıyordunuz?
Muhtemelen, bir aile..ve kabile meselesi olarak eski din anlayışının tesirinde
kalmış olan Nafi b. Ezrak, Müminlerin çocuklarının Cennete ve kâfirlerin
çocuklarının ise Cehenneme gideceklerini kabul etmiştir. Bunun için de
kâfirlerin çocuklarını ve {kadınlarını) öldürmenin doğru olduğunu kabul
etmiştir.17 Bu tür görüşün üstün ahlak ve insan sorumluluğunun
gereği ile bağdaşmadığını açıklamaya başlayan Abdulkerim b. Accarradin zamanına
kadar diğer bir çok Hariciler tarafından kabul edildiği görülür bunlar,
çocuklarının ölümünden sonra bir gruptan diğer bir gruba geçen babaların
çocuklarının ne olacağını bile münakaşa etmişlerdi.18 O, çocukların,
İslâma davet edilip te bu davete icabet etmelerine kadar mü’min cemaata dahil olduklarının söylenemiyeceğini ve bu işin de
çocukların rüşdüne ermeden yapılamıyacağını kabul etmiştir.1®
Bu düşünce silsilesinin hikmeti
kaçınılmazdı, fakat kolayca kabul görmüş değildi. eş-Şehristânî'ye göre, yine
de Abdulkerim bizzat, müşrik anne ve babanın çocuklarının, onların kaderini
paylaştıklarını kabul ve isbat etmekteydi; bir kimsenin, mü'minlerin İslâmî
ikrar edecek çağda olmayan çocuklara karşı bile berâa tutumunu benimsemesi
gereklidir.20 Acaridenin ileri gelen üyelerinden biri olan Salebe, hem
mü'minlerin hem de kafirlerin çocuklarının, İslâm'a davet edildikten sonra,
kendileri hakkında bir karar verinceye kadar onlara karşı takınılacak en doğru
tavrın, ne velayet ne düşmanlık ve ne de beraa olmayıp tarafsız kalmak olduğunu
kabul etmiştir.2î Bu düşünce doğrultusunda daha çok ileri gidip,, kâfirlerin çocuklarının günah işlemedikleri ve hele
İslâm'a davet olunmadıkları ve red cevap vermedikleri müddetçe bunların Cennete
girmeleri gerektiğini savunan kimse Meymûn idi.^2
Çocukların meselesine benzer
bir şey de, İlahî kanunla ilgili cehaletti. Necdetin, ganimet malını çalan ve
bilmediklerini ileri sürmeleri üzerine affedilen oğlu da askerleri hakkındaki
bir kıssa, zarûrî olan dinî bilgi ile zaruri olmayan arasında bir ayırım ihdas
etmeye medar olur.23 Ebû Beyhes ve Beyhesiye de bu mesele ile meşgul
ediliyorlardı. Onlar, o âna kadar hiç bir müslümanın tecrübe
etmemiş olduğu meselelerin tasarrufunda tevakkufa cevaz verdiler; fakat bir
defasında hususî bir durum zuhur etmişti de, bu durum içine düşen herkes, durum
hakkında gerçeği ortaya koyup hakka yaklaşan ile batılı izhar edip ona
yaklaşanları bilmekte mükellef tutulmuştu.^4 Bazı durumlarda bir şeyin tefsiri
ve aynı bilinmeksizin o şeyin ismen bilinmesinin kâfi olduğunu, fakat o şeye
ait bir durum ortaya çıkınca kesin bilgi bulunmadığı takdirde kişinin tavakkuf
etmesi gerektiğini Ebû beyhesin kabul ettiği söylenir,25 fakat o, muhtemelen
bir kimsenin bilmeden birgünah işlediğinde kendine gelmek için, yeteri kadar
ız-dırap duymamasından dolayı, zemmedilmeye layık olduğunu kabuletmiş olmalı. Beyhesiye'nin
bir kulunun, görünüşte "Ashabu's-Suâl" yahut "Sual
Soranlar" lakabını almaları; İlâhî kanunla ilgili bütün detayların tamamen
bilinmesi, müslüman olmak için zarurî değilse de, bir kimse emin olmadığı bir
işle karşılaştığı zaman, bunu sormalıdır; bu sorma işinden sonra cehalete artık
müsade edilmediği hususunda ısrar etmelerinden dolayıdır.2®
Haricilerin, çocuklar ve
cehalet hakkındaki doktrininin gelişimi, yaratıklarından doğruluğu isteyen adil
Allah kavramının, kader doktrininin zarûrî neticesi sebebiyle karşı konulmaz
bir mantık ile insan sorumluluğu doktrinine nasıl yönelttiğini gösterir. Yani, insan, üzerine yüklenen görevleri. ifa edecek güce
sahiptir. Böylece kader doktrini, tabiî olarak Kur'an talimatının tek yönünden
neşet eder.2^
O halde, Meymüniye dışındaki
Haricî fırkalarının birçoğunun kader doktrinini kabul etmiş olduklarının
söylenmesi şaşırtıcı değildir; fakat Meymûniye'nin durumu hariç, bunların
görüşleriyle ilgili ayrıntılı bilgi edinmiş değiliz. el-Eşa'rî,
aşağıdaki kısa bilgilerle iktifa eder:
Hamziye
...Meymûniyenin kader hakkındaki
doktrinini tasvip eder."
"Ma'lûmiye... kullarrn
fiillerinin yaratılmamış olduğuna istitaatın fiille birlikte bulunduğuna ve
Allah'ın dilediğinden başka hiçbir şeyin olmadığına inanır.
"Hâris ehlbâdînin Şakirdleri...
kader meselesinde Mu'tezilenin doktrinini kabul
ederler, ve bu hususta İba-, diyenin geri kalanından ayrılırlar; bunlar,
istitaatın fiilden önce olduğuna itibar ederler."
Ashabus-Suâl... kader hakkıda Mutezilenin doktrinini kabul ederler.2^
Diğer taraftan, itiraf
edilmelidir ki, Haricîlerden bir çokları bu görüşlere
muhalefet etmişlerdir. el-Eş'ari, Şu'aybiye'den başka,
Halefiye, Hazimiye ve Meçhûliyeyi iradeye karşı görüş sahipleri olarak zikreder
(ki o bu görüşe isbat yahut tasdik doktrini der).29
Kader doktrinine karşı yapılan
bu muhalefet, Haricilerin temel görüşleriyle bu doktrin arasındaki mantıkî
ilgiyi iptal etmez.
Abdulkerim b. Acerre'din,
Allah'ın yüceliği hususundaki ısrarında muhalefet bulunması gerçek İslâmî
hareketten ortaya çıkan hiçbir muhalefet izi mevcut değildir. Şu'ayb'in
manzarası bir nevi fatalistik olarak görünüyordu. Diğer fırkalardan olarak
zikredilen Hazimiye (tam açıklaması yapılan bir fırka) İslâm-öncesi fikirlerden
etkilenmiş görünür.
Acaride'nin altıncı fırkası Nazimiye'dir.
Kader hususundaki isbat doktrini ile ilgili iddiaları kendilerine has bir iddiadır; ve dostluk (velayet) ve düşmanlığın Allah'ın zatı
hakkındaki sıfatları oluşu ve insanların çoğu durumlarında mü'min olsalar bile
Allah'ın insanları eriştikleri mertebeye göre kendi dostları sayması da, onlara
has bir özelliktir.
Son cümledeki birazcık mübhem
anlatımlar, bana göre, Hadislerde, insanlar son amellerine göre hüküm giyerler,
şeklinde bulunan, İslâm-öncesi Cebriyecilikle sıkı bir benzerliği olan doktrine,
gayet açık bir şekilde işaret eder.33
(d) Tarihler
Tarihlerin mümkün olan
tesbitine göre Meymûniye ve Ashabu's-Suâlin, kader doktrinini kabul eden
Haricîlerin ilk fırkaları olduğu görülecektir. Hamziye ise ikinci asrın
sonlarına doğrudur.3"! Malûmiye, muhtemelen aynı zamandadır, çünkü, eğer kaynak doğru ise, bunların muhalif görüşler
arasında bir uzlaşma bulmak için gayret sar-fettikleri görülecektir.32
Haris el-lbadî'nin önce olduğunu ima edecek hiçbir şey yoktur. Diğer taraftan,
Ashabu's-Suâl Şebîb en-Necrânî’nin tilmizleridir. Şebîb b. Yezîd eş-Şeybânî
diye bilinen şahıs, ayaklanmasının bastırılmasından sonra 77’de boğulmuştun33
Ve Meymûn’dan öncedir. Haiid b. Abdullah 105'teh 120'ye kadar Irak valisi idi
ve reyine müracaat edilen mektubu yazdığı zaman bu vali tarafından hapsedilmiş
olunca, Meymûn ile Şuayb arasındaki münakaşanın bu dönemde vukû bulmuş
olmasrgerekir. Fakat, bunun, İbrahim ile münakaşa eden
aynı şahıs olduğunu kabul edersek, bu takdirde onun görüşlerinin Ebû Beyhes
tarafından mahkûm edildiğini anlarız ve bu sonuncusu hicrî 61'den itibaren
Basra'da faaliyette bulunduktan sonra Velid'in zamanında, 86-96 ölüme mahkum
edimişti.^4 Böylece, muhtemelen Meymûn ile Ashabus-Suâl arasında
fazla bir tarih farkı yoktur.
·
2. GAYLAN VE MÜRCİE
Bu çalışma ilk olarak
Haricîleri tedkik etmiştir, çünkü onların nazariyesinde Kader doktrini ile
ilgili mantıkî bağlantıları anlamak daha kolaydır. Maamafih, geleneksel görüş,
kader hakkındaki münakaşaların Mabed el-Cühenî tarafından başlatılıp, onun muakkibi
olan Gaylan ed-Dımeşkî (Ebû Mervan) tarafından devam ettirildiği, şeklinde idi.
İlk önce Gaylan'ın ele alınması uygun olacaktır.
Belki de, bu bağlamda onun
hakkındaki en mühim olay, kaderî görüşleri-yahut en azından buna yakın iddialar
yüzünden Halîfe Hişam (105-125) tarafından ölüme mahkum
edilmesidir. et-Taberî'nin beyanı o kadar aydınlatıcı
değil, zira, Hişam tarafından, Gaylan'ı susturmak için görevlendirilmiş olan
Meymûn b. Mihran diye biriyle Gaylan arasında geçen münakaşadan bize
aktarılanların tümü, Gaylanın: Allah, günahların işlenmesini murad eder mi?
diye sorması ve Meymûn'un buna: Bu günahlar Allah’ın iradesine karşı mı
işlenir? Şeklinde cevap vermesi üzerine Gaylan'ın susturulmasından ibarettir.^5
Onun görüşleriyle ilgili en
dolgun beyan el-Eşa'rî'ninkidir:
İnsanların fiillerinden,
meydana gelmediği müddetçe Allah'ın, bu fiilleri murad etmiş olduğu söylenemez,
fakat bu fiilleri Onun murad etmediği de söylenemez; ama bu fiiller meydana
gelince Allah'ın bunları murad etmiş olduğunu söylemek caizdir. İtaat fiilinden
bir fiil olunca, insanın fiilini, vuku bulduğu anda Allah'ın murad ettiği
söylenir, bu fiil isyanla ilgili bir fiil olunca, Allah bu fiili murad etmedi
denir. O, meydana gelmeyen bir şeyi Allah murad etmiştir demenin ve O'nun
dilediği bazı şeyin vuku bulmadığını söylemenin caiz olduğunu kabul etmiştir.
Allah'ın, mahlukatının kendisine itaat etmeden önce itaat etmiş olacaklarını yahut, mahlukatı Ona isyan etmeden önce isyan edeceklerini
Allah'ın murad etmesini rededer. Allah'ın yaratmasına dahil
olan her şey, Onun tam murad ettiği anda vuku bulur; eğer O murad etmezse,
meydana gelmez. Gaylan, Allah'ın, eşyayı dilememiş olmasına rağmen yaratacağını
kabul eder.3®
Bunun ayırıcı özelliği,
Allah'ın iradesi ve fiilinin aynı anda olduğunu idda etmektir. Belki de Gaylan,
bu şekilde, önceden takdir edilmiş fiillerin yokluğu görüşü ile Allah'ın hakimiyeti görüşünü uzlaştırmayı ümid etmiştir. Gaylan açıkça, insanın taat fiillerinin önceden Allah tarafından
murad edilmediğini (böyle düşünmekle, insanın bu fiilleri yapmasını zarurî
kılar) bilakis insanların bu fiilleri yaptığı gibi Allah'ın takdir ettiğini
kabul etmiştir; günah fiillerden söz ederken ise sadece, Allah'ın bunları murad
etmediğini söylemiştir, galiba denmek istenen mana, bu fiiller hakkında kati
süratte hiç bir İlahî ihtiyarın olmayışıdır. Bu, et-Taberîde geçen
Gaylân'ın, günahın gerçekten İlahî ihtiyara zıt olduğunu itiraf etmeyi göze
alamadığı yolundaki rivayeti desteklemiş olacaktır. Diğer taraftan o, meydana
gelmemiş olan bir şeyi Allah'ın murad etmiş olduğu beyanını kabullenmiştir. Son
cümle, makul olarak, kulların şer fiillerini murad etmese bile Allah'ın bu
fiillerde hükmünü icra ettiği anlamını verebilir fakat bu büyük ihtimalle,
Allah'ın özellikle murad etmeksizin bir takım şeyleri yapabileceği anlamına
gelir.
Maamafih bu tür ayrıntılar
hakkında hiç bir kesinlik olmayabilir. Açık olan, Gaylân'ın, Allah'ın hakimiyeti ile kendisinin kötülükten azade oluşunu
uzlaştırmaya gayret etmesi ve böyle yaparak Allah'ın iradesinin, emrinden daha
çok, fiili ile aynı olduğunu anlatmaya teşebbüs etmiş olmasıdır. Fakat o, muhtemelen, Allah'ın kendi direkt idaresinden müstesna
tutup, insanlara bırakmış olduğu bir alanın mevcut olduğunu da kabul etmiştir
(onun fevvada kelimesini kullanmasına ait hiç bir alamet olmamasına rağmen
böyle denebilir): Bu türden bazı şeyler, onun var olan her şey, Allah'ın
fiilindendir (Kullu ma kane min fi-liltah) sözünde üstü kapalı ifade edilmiş
görünür.
Şu ana kadar insan fiilinin
analizi hakkında elde edilen çok az şeyin olduğunu hatırlamalıyız. Gaylana göre
insanın fiile güç yetirmesi fizikî sıhhatinden ibarettir;37 onun için insana
bırakılan şey, esas itibariyle insanı fiziki güçlerinin kontrolü idi. Gaylan
tarafından, birinci dereceden ve ikinci dereceden olan bilgi arasında yapılan
ayırımın gösterdiği gibi, o, kesinlikle, bir kısım ince şeylerin düşünürü
idi;38 eşyanın hadis olduğu ve kontrol edildiği yolundaki bilgi, zarureten
bütün insanlara aittir, ve ibtidaî bilgi denebilip
fakat bu eşyanın muhdisi ve müdebbirinin iki yahut daha fazla olmayıp tek
oluşunun bilinmesi bir iktisabdır. (acçusition); itikat, bu ikinci dereceden
olan bilgiye (ki biz buna keşfedilmiş bilgi diyebiliriz) taallûk eder.
Bu tür malûmat bize, ilk
bakışta önemli bir düşünce sistemini yansıtır, fakat bü-sistem, bize, kader
doktrininin kendi içindeki yerini açıkça göstermeye kâfi değildir. Bu vukufu
elde etmek için Mürcienin geneldeki görünümünü düşünmek zorundayız, çünkü
genellikle bu mezhebe yahut daha ziyade mezhepler grubuna ait say ılı r.39
Muhtemelen Mürcie, İslâm
mezheplerinin diğer herhangi birinden daha çok yanlış anlaşılagelmiştir.
Bunlar, geniş çapta ehl-i sünnetin öncüleriydiler, fakat müslüman müellifler
zamanla kelâm doktrini tarihinde ehemmiyet kazandıkça bunlar kayboldular yahut, daha ziyade ehl-i sünnet kelâmcılarıyla yer
değiştirdiler; ve bunlar, Seleflerinin görüşlerinden bazılarına sapıklık olarak
bakıldığını mülahaza ederek, bu görüşleri müdafa etmeye ihtimam göstermediler.40
Netice olarak, Mürcie ile ilgili elimizde olan İslâmî beyanların tümü bir
dereceye kadar onlara karşı önceden konan hükümlerdir (ön yargı). Son yüzyılın
Batılı bilginleri meseleleri, tam mutabık düşmese de çeşitli Hris-tiyan
mukayeselere girmek suretiyle isbat etmiş değillerdir. Mürcie, ne amelsiz
itikatla kurtuluşu temsil edenler ve ne de Haricilerinsoful.uğuna
karşı çıkan dünyaperest (Laxists) değildiler.
Toplumun düşüncesi, Arapların
dininde ve fertlerinde,ferdiyetçi Batı'nın kolayca
tasavvur edebileceğinden daha çok rol oynar. Haricilerle Mürcie arasında bahsi
geçen mesele şuydu: Bir kişiyi ümmetin bir üyesi yapan şey ve onun üyeliğini
sona erdiren şey nedir? Hristiyanlığa ait mukayeselerle kendimizin yanıltılmış
olmayacağını unutmayacak olursak, buna aforoz meselesi diyebiliriz. Haricilerin
beyanları teberrae ve tevellâ kelimeleriyle doludur,
ki ben bunları genellikle kendini uzak tutmuş ve birleşmiş yahut dost olarak
addedilmiş şeklinde tercüme ettim. Şüphesiz ki buna eski kabilevi anlayışlar
yardım etmiştir; Islâm öncesi Arabın gerçek dinî duyguları sadece kendi
kabilesiyle ilgili idi.41
Ferdin kurtuluşu hiç bir
şekilde ihmal edilmemiş, fakat cemiyetle sıkı bir şekilde birleştirilmişti. Bir
kimse, cennet ehli cemaatından bir üye olmak suretiyle Cennete girmeye hak
kazanmıştır, insanların geri kalanı ise cehennem ehlini teşkil etmiştir. Hz. Peygamberin Medine'deki ümmeti bu modeli oluşturmuş4^
ve teknik terimlerin birçoğu bu kaynaktan istihraç edilmekte idi. Kâfirlere
karşı harp etmek üzere çıkmak İçin hicret teriminin kullanılması gibi (hatta be
terim, mü'minlerin kumandanına yahut onun vekiline karşı ayaklanma anlamına
geldiğinde de aynı şekilde kullanılmakta idi!) Cennet ehli ile Cehennem ehli
arasında bir harp durumu mevcut olmuş ve aralarında fikren herhangi bir alış
veriş olamazdı. Bu fikirlerin tek yönlü işlenmesinin Harici taassubuna
kolayca nasıl şevketmiş olacağı açıktır.
Hariciler, ahlâki muameleye
olduğu kadar, imanın aklî muhtevasına da ehemmiyet veriyorlardı. Gerçek ümmet,
hakiki imana sahip olan mü'minlerin cemiyeti idi; küfrün bütün emareleri bu cemiyetten
kesinlikle çıkartılıp atılmalıdır. Böylece Necedât şunları kabul etmiştir:
Din iki şeyden ibarettir:
Bunlardan biri Allah’ı ve Peygamberini bilmek ve müslümanların kanını, malını
ve ırzını mahrem saymak ve genellikle Allah indinden gelen şeyi itiraf etmek;
bu zaruri olandır; bundan fazlasına gelince, halka, bilmediği şeylerin
tamamının meşru olduğuna dair bir delil verilinceye kadar cehaletlerinin
affedileceği şeylerdir...43
Bu pasajın baş tarafı Mürcie
tarafından kabul edilmiş olan itikatla ilgili çeşitli görüşlerin beyanlarını
hatırlatır mahiyettedir.
Aynı zamanda Hariciler, çoğu
kere adil muamelenin miyarı hakkında oldukça sınırlı görüşlere sahiptiler.
Onlar, günah-ı kebair hakkında elbette çok şeyler söylemişler, fakat onlar bu
söyledikleriyle,' bir hıristiyan kişinin cemiyetten tard edilmesini gerektiren
fiiller gibi (bugünün ciddî sosyal günahlarından daha küçük olmakla birlikte)
büyük günahlardan anladığı şeyden daha çok şey anlamamışlardır. (Necdet’in dışında) onların her büyük günahın küfür olduğu
yolundaki mutabakatlarının anlamı budur işte.44 Hurafî ve gayr-ı
dünyevî olan bu tür katılıkların neticesi, bazı kere mecburî tutulan ölçünün
düşürülmesinden başka bir şey değildir; böylece Beyhesiyeden bazılarının,
sarhoşluğun meşru olduğuna ve sarhoş olmanın neticesi olarak namazın terki gibi
cürümlerin herhangi bir cezası bulunmadığını kabul ettikleri bize bildirilir.4$
Çare, bir kimsenin ahlâkî ölçülerini muhafaza etmesi idi. Fakat bu çare,
afarozdan başka olarak 'ciddî ihlâllerle ilgili bir usulün keşfedilmesi çaresi
idi.
Zaniler hakkında Sufriyenin bir
kısmına ait olan görüşün şunları ihtiva etmekte olduğu rivayet olunur:
Biraz teveccüh bulan bir
anlayış, vakf (hüküm vermeyip beklemek) idi.
Onlar hakkında tavakkuf ederiz
ve ne mü’min, ne de kâfir olduklarını söylemeyiz.4®
Kadın kölelerin satın
alınmasının meşruluğu ile ilgili hüküm vermeyenlere (vakf edenlere) ait özel
bölümde bunun bahsi geçmişti (İbrahim ve Meymûn arasında da münakaşa
edilmişti). Bunlar, zahiren ayrı vasat bir cemaat teşekkül ettirmişler,
Ehlul-Vakf veya Vâkıfe diye tanınıyor ve Beyhesiyenin de muhalifleri idiler.4^
Vakfe prensibi bir kimseyi fazla uzaklaştırmaz, bilakis bu prensip, yüz yüze
bakamayan insanları birlikte yaşamak için muktedir kılmaya doğru atılmış ilk
merhaledir. Bu prensibi zikredilenden başka meselelere tatbik edilmişti.
Aşağıdaki iktibas, Mürcienin menşei ile ilgili bazı şeyler ihtiva etmiş
olabileceğini zımmen ifade eder:
Beyhesiyenin, Şebibiye denen
bir fırkası vardır. Şebib, Salih (yani Salih b. el-Musarrih) ve Raci’a
hususunda hüküm vermemiştir (vakfe yapmış). Beyhesiye şu açıklamayı yapmıştır:
Salih tarafından verilen hükümlerin doğru mu yanlış mı olduğunu ve Racianın
şe-hadetinin doğru mu yanlış mı olduğunu bilemeyiz. Hariciler onlardan teberri
etmiş ve onlara Haricîlerin Mürciesi adını vermişlerdir.48 (Kaderi
pozisyonun ilk mümessilleri olan Ashabu's-Suâlin, Şebîb'in şakirdleri olduğunu
belirtmek önemlidir).
Maamafih Mürcie, Vakftan öteye
bir adım atmıştır. Muhtemelen irca, esas itibariyle mürtekib-i kebirenin
kıyamete kadar irca edilmesi, şöyle ki, kabire sahibinin bu dünyada iken
Cennetliklere mi yoksa Cehennemliklere mi dahil
olduğuna dair herhangi bir karar verilmemesi, anlamına gelmektedir.4^
Başka deyişle bu kimse, beraber bulunduğu müstakim ümmetin bir üyesi, bir
mü’min olarak muamele görür. Bunun teknik ifadesi şudur: dâr, iman dârıdır ve
ehli hakkındaki hüküm açıkça ayrı itikat içinde olanlar hariç, bunların mü'min
oldukları şeklindedir.^0 Hariciler, dünyanın dar-ı küfür olduğunu düşünmeye
mütemayil olmuşlardır.^^ Bununla birlikte iman, bir kimsenin Cennet ehli
ümmetin üyeliğine hak kazanması için gerekli olan şeydir; Haricilerin dediği
gibi, imanın, “Allah'ın mahlûkatına vazife olarak yüklemiş olduğu her şeye “
şamil olmadığı iddiası yeni iddiadır .52
Böyle olunca bu, muhaliflere,
Murcienin büyük günah sahiplerini mü'min kabul etmiş olduklarını söylemelerine
açıkça imkan verir.53 bu, onların her hangi bir
şekilde günahı küçümsemiş olduklarına alâmet değildir.' Bir kimse, iman ettiği
müddetçe yaptığı önemli değildir küfürle birlikte ameller fayda vermediği gibi,
imanla da zarar vermez diyen bazı aşırılar olabilir, fakat ehl-i kıbleden
hiçbir kimse Cehenneme girmeyecek şeklindeki bir beyan bile, müs-lüman
günahkârların bütün azaptan kurtulacağını anlamına gelmez.54 Azabın
mahiyeti hakkında ihtilâf etmiş olmalarına rağmen, Mürcie umumiyetle müslüman
günahkârların azaba maruz kalacaklarına iyice kanaat getirmişlerdir; bu azab .Cehennemde de olabilir, yahut ol- j; mayabilir de;
eğer Cehennemde olursa, edebî olabilir; yahut (cumhurun düşündüğü gibi) sadece-
günah kadar azab olabilir.55 Mürcieyi, Haricilerden ayıran şey,
mağfiret * yahut bağışlama fikrinin daha çok sık geçmesidir, hatta bu af katî
bir şekilde cezanın geciktirilmesi olarak da düşünülmüş olabilir; Ebû Muâz
et-Tümânî, meselâ, kıyamet gününde bir kimsenin âmal-i salihası mizanda daha
ağır gelirse onun Cennete gideceğini; eğer şer fiilleri ağır basarsa
cezalandırılabileceğini de, yahut Allah'ın fazlı ile atfedilebileceğini de
ileri sürer.55 Gaylân, Allah'ın, müslüman günahkârları
affedebileceğini fakat herkese aynı şekilde muamele etmesi gerektiğini
düşünmüştür57 Diğerleri ise günahkâr müslümanların, Hz. Peygamberin
şefaati ile çıkartılacaklarını kabul etmektedir.58
Bu uzunca münakaşalardan
çıkartılacak olan netice şudur: Mürcie, Haricîlerden daha az olmamak üzere,
mahlûkatında adalet isteyen adil bir Allah düşüncesiyle meşbudur. Her türlü
suçtan dolayı insanlar aforoz edilmezlerse (ümmetten ihraç) adil idarenin çok
önemsenmiş, yüceltilmiş olmasını kabul etmede ayrılmışlardır. Ehl-i kıble,
Mekke'ye karşı namaz kılanlar, deyiminin nasıl olup ta Ehl-i Cennet,
Cennetlikler, deyimi ile yer değiştirdiğini belirtmek ilgi çekicidir. İslâm
ümmetinin kesin olarak cennete gireceklerden başkalarını içine almış olması bu
hususun daha az hayali ve hurafî fakat daha gerçekçi bir işaretidir. Bu
neticelerin teyidi, Mürcienin siyasi tutumunda bulunur. en-Nevbahtî'nin
beyanı, bu fırka ile ilgili geri kalan bilgilerimize muvafıktır ve bu yüzden
kabul edilebilir.
Hz. Ali öldürüldükten sonra,
Hz. Ali'nin Şiasından az sayıda kimselerle Hz. Peygamberden sonra onun imam
olmasını iddia eden kimseler hariç, Hz. Ali ile birlikte olanlar ile Talha ve
Zübeyr’le beraber olan grup, Muaviye b. Ebî Süfyan ile bir tek mezhep kurmak
için birleştiler... Muhaliflerle bir araya geldiklerinden dolayı (hem Hz.
Muaviye ve Hz. Ali ve hem de Hz. Alinin muhalifleri ile) bunları hepsine birden
Mürcie dendi. Bunlar, imanı alenen itiraf etmeleri ve hepsi için af
umulmasından dolayı, ehl-i kıbleyi mü'min sayarlar.^®
Bu demektir ki, herşeyden önce
Emevîler'in destekçileri Mürcie idi. Bunların dinî itikatları, siyasî tatbikatı
içerisinde, şu anlama gelmektedir: Bir idareci itiraz edilebilecek bazı şeyler
yapsa bile, önemli ve temel meselelerde emin ve sağlam ise kabul edilmelidir.
BÖylece onlar Arap saltanatının devamını sağlayabilen mazereti, bulmuş oldular.
Maamafih, sırf adalet
anlayışları yüzünden Emevî devrinin sonlarına doğru muhalefete kaydılar,
en-Nevbahtî, Gaylan ve diğerlerinin görüşünün şöyle olduğunu rivayet eder:
İmameti elinde tutan herkes,
Kitap ve Sünnet bilgisine sahip olmak şartıyla buna hak kazanır ve bu kimse
imameti bütün ümmetin icmaı ile elde eder.®®
Bu, iki yönü keskin bir
ifadedir ve sadece Muaviye'nin desteklenmesini haklı çıkartmaz, fakat aynı
zamanda onun haleflerinden bazılarına karşı isyanı da mazur gösterir. Gaylân'ın
ölümü ile ilgili bir beyan, onun sırf kader doktrininden dolayı öldürülmediğini
pekala açıklar; Halife Ömer ll'nin mali politikasının
tümünü; memleketin fakirleri adına toplamış olduğu serveti yerine harcamadığı
hususunda, onu adaletsiz olarak açıkça tenkit etmiştir.®1 Haris b.
Süreye ve katibi Çehm b. Safvan'ın söylediklerine göre Doğuda Mürcie, İran
müslümanlarının tam vatandaşlık haklarını elde etmek için çeşitli dinî
muhalefet eğilimlerini birleştirmeye yardım etmiştir.®2 Böylece,
halkı, mevcut düzene karşı daha az teslimiyete sevkettiğinden dolayı®2
son devir Emevîleri'nin kader doktrinini ortadan kaldırmaya çalıştıkları
(gerçekten de, yukarıda zikredilen Cehm, sonraları kaderin aşırı muhalifi
olarak mütaala edil-, miştir) şeklindeki düşünce hakkında söylenecek çok şeyler
olmakla birlikte, yine de büyük ihtimalle onların gerçekten itiraz etmiş
oldukları şeyin umumiyetle Kader doktrini ile birlikte bulunan ve Kader gibi
doğruluk kavramından istihraç edilmiş olan diğer birtakım görüşlerin olduğu
görülür.
Mürcie hakkında karanlık kalan
birçok şeyler vardır. İman ve İslâm arasında, Wensinck tarafından münakaşası
yapılan fark,®4 terimlerin ayrı olarak kullanılmasına rağmen, Mürcie tarafından
iman ve Cennet ehlinden olma hususu arasında yapılan farkla hemen hemen aynıdır; ve Emevî döneminin başından itibaren var olmaları
hasebiyle, Mürcienin, İman-İslam arasındaki farkın çıkarılmasıyla
münasebetlerinin olduğunu farzetmek makul olabilir. Yine, onlardan bazılarının
tarihi belli olmadığı ve Muhammed b. Şebib gibi bazılarının da Gaylan'dan çok
sonra
olduğu için muhtemelen münakaşaların maksadı her zaman aynı değildi, mesela,
ikinci asrın son kısmında Haricilerin ve cemiyetten ihraç edilme işinin
(aforoz) hayatî politik mesele olmadıkları zamanlarda, imanın ta-zammunu ve
delâleti muhtemelen değişmiştir.
Bereket versin ki, Mürcie
hakkında vazıh ve anlaşılır olan şey, bizim şu anki gayemiz için de oldukça
önemlidir. Bunlar Hariciler gibi, aynı fikir dairesine girmişlerdir. Gerçekten,
Mürcie ile Hariciler arasında kesin bir ayırım çizgisinin çekilmesi muhtemelen
son zamanlarda olmuştu. eş-Şehristânî, Gaylan'ı ve
onunla ilgisi olan bir çok düşünürü Mürcie arasına dahil ettiği gibi Hariciler
arasına da dahil edebilmektedir;®® Haricilerden olan Vâkıfe ve Şe-bibiyenin
Mürcieye pek yakın bulunduğu görülür, ve hatta zaman zaman bu isimle
adlandırılmaktadırlar.®® Bu iki mezhep birbirlerine birazcık muhalefet etmiş
olsalar bile, müşterek bir çok şeyleri de vardır.
Gaylanın İslam teolojisindeki
yerinin tedkiki bu suretle bu bölümün birinci kısmına ait neticeyi takviye
eder. Kader doktrini, önce insan sorumluluğu kavramıyla ve sonra İslam îvahyin
mahlukâtından doğruluğu isteyen adil bir Allah kavramı ile ilgilidir.
·
3. KADERİYE
Buraya kadar, isimlerinden,
tedkik edilmekte olan kader doktrinin aslı ile hayli ilgilerinin olduğu
umulabilen Kaderiye hakkında hiçbir şey söylenmiş değildir;
ve münakaşaların mucidi sayılan meşhur Ma'bed el-Cuhemî zikredilmiş fakat fazla
şey söylenmemiştir. Bunun sebebi, bu hususlardaki bilgimizin, esas itibariyle
tamamlanmamış dağınık malumattan ibaret olmasından, ki
tek başına bu malumat bizi pek ileri götüremez. Maamafih şu durumda biz, bu
doktrinin orijini ile ilgili bir tasvir geliştirdik ve bu doktrinin bir
parçasını teşkil ettiği bütüne şöyle bir göz attık. Bu ayrıntılar bizim
tasvirimizi genişletmeye yardım eder.
(a) Kaderiye isminin
kullanılışı
Nailine, bu mesele hakkındaki
kısa bir makalede İlahî Kaderi kabul eden biri anlamını vermesi gereken,
vakıada ise bunun tamamen aksini ifade eden Kaderî isminin nasıl olup ta ilk
devirlerden itibaren garip görünmesine işaret etmiştir. O, muasır alimler tarafından sunulan çeşitli açıklamaları zikreder ve
sonra kendisinin geniş çapta kabul gören fikrini takdim eder. Nallino bize,
İslâmın ilk asrındaki münakaşaların daima Kur'an üzerinde toplandığını,
hatırlatır; kaderi münakaşa ederek bir sürü zaman harcayan ve bunu önemli bir
mesele haline getiren insanlar vardı; bu sebepten, Kaderiye terimi onlara,
kader hakkında kabul etmiş oldukları sarih görüşe dayandırılmaksızın, isnad
ediliyordu.®7
Bu görüş ile,
el-Eşarî'nin İbanesinden bir pasajı mukayese etmek değer:
Kaderiler, Allah'ın, şerri ve
küfrü takdir ettiğini söylememizden dolayı bizim Kader ismini hak ettiğimizi ve
kaderi isbat eden herkesin bir kaderî olduğunu, kaderi isbat etmeyenin ise
kaderî olmadığını mülâhaza ederler. Onlara verilen cevap şudur: .Kaderî,
kaderin kendi elinde olduğunu, Rabbına ait'olmadığını isbat eden kimsedir ve
kaderî, kendi fiillerini bizzat kendisinin takdir ettiğini, kendi Malikinin
takdir etmediğini kabul eden kimsedir. Bu, dilin özel kullanımıdır,
istimalidir. Kuyumcu, kuyumcu işini yapan kimsedir, yoksa kendisi için kuyumcu
işi yapılan kimse değildir... Madem ki fiillerinizi
takdir ve icra edenin Rabbınız değil de kendinizin olduğunu düşünüyorsunuz, o
takdirde Kaderiye siz olmalısınız, biz değil; çünkü biz fiilleri, ne kendimize
ne de Rabbımıza isnad etmeyiz ve fiilleri biz takdir ediyoruz da demeyiz,
Rabbımızm takdir ettiğini de söylemeyiz, bilakis bunların bizim için takdir
olunduğunu söyleriz.
Cevap: Takdirin Allaha ait
olduğunu söyleyen herkes bir Kaderîdir, öyleyse madem ki
siz, semavatı ve yeri Allah'ın takdir ettiğini ve taat fiillerini O'nun takdir
ettiğini kabul ettiniz, Kaderiye olduğunuzu da ifade etmelisiniz. Bu netice
mevcut olmadıkça görüşünüz geçersiz ve deliliniz de mütenakızdır.6®
Bu pasaj, Nallino'yu hemencecik
inkâr etmez, çünkü el-Eşari bu terimin gerçek menşeini bilememiş olabilir;
fakat belli hususları ortaya kor: (1) Kaderiye, zahiren ilk önce bir lakap
olarak kullanılıyordu (kuşkusuz, birçok mezheplerin isimleri böyleydi).
Kendilerine verilen bu lakaba canları sıkıldı ve bunu, kendi muhaliflerine
atmaya gayret ettiler (belki de onlara bu lakabın verilişi, Allaha ait olan
kaderi, kendileri için kasden iddia etmekte oldukları şeklindeki telkini
muhtevî olmasından dolayıdır); fakat, bildiğimiz gibi,
bu hususta başarısız idiler. Bu terimin el-Hayyat ve İbnu'l-Murtazâ gibi
Mutezilî müellifler tarafından asla kullanılmaması mühimdir. (2) el-Eşarî'nin,
kaderi (pratik manada) takdir etme anlamına yahut hemen hemen takdir ile eş
anlamda olan takdir etme kudreti manasına aldığı görülür. Bu Makalat'ta, onun
bu kelimeyi nasıl kullandığını gösterir.®® O, bu kelimenin hocası el-Cubbâiye
ait olan benzer bir kullanımını tesbit eder:
Hâlik, fiillerin, kendisinden
önceden takdir edilmiş olarak sadır olan kimse demektir; fiili mukadderen (in
pre-determined fashion) meydana gelen herkes, ister kadim ister mahluk olsun, o bu fiilin halikidir.
Hâlik, kendi üzerine tayin
etmiş olduğu mikdara göre fiillerini takdir edilmiş şekliyle yapan kimsedir
(mu-kadderaten ala'l-mikdar mâ debbera hâ aleyhî). Bu, Allah'ın Halîk olduğunu
söylediğimiz zamanki manadır. Aynı şekilde, insandan takdir edilmiş şekliyle
fiiller sadır olduğu zaman onun halik olduğuna kail oluruz/®
Kaderiye isminin esas manası ve
tatbiki olabilecek herhangi bir şeyin, Haricîlerin bazı fırkalarında olduğu
gibi, hiçbir mütecanis insan cemaatine isim verilmiş olduğu görünmez. Kaderiye,
kendini, mezheplerden bir grubun adı olarak asla kabul ettirememiştir, çünkü
Kaderiye, çok önemli grupların içine girmiş, çıkmıştır. Kader doktrinini kabul
edenlerin keyfiyeti bir yana, netice olarak, kimlerin kaderiye ve kaderiyenin
ne olduğunu hakkında önemli derecede mübhemiyet mevcuttur.71 Yegâne
değerli hüccet Huşeyş ve el-Eş'arî gibi ilk dönem müelliflerinin hüccetleridir.
(b) İlk devir müelliflerine ait
deliller
Aşağıdakiler, Makalât'taki
referanslardır:
s.
126, 1, 8: (Çocukların geleceği hakkında; iki grup bildirilmekte fakat isimleri
verilmemektedir). Bunlardan üçüncüsü (yani Haricilerin üçüncü grubu) olan
Kaderiye, hem müşriklerin hem de mü'minlerin çocuklarının Cennette olduklarını
kabul ederler.
S. 430, 1, I: (İtaati
kasdetmeyen bir kimse tarafından Allaha itaat edilip edilemeyeceği meselesi
hakkında; bir kısım Mutezile, fatalist yahut materyalist olsun, Dehriyenin bile
Allaha itaat etmesinin mümkün olduğunu söyler.) Kaderiye, kader hakkında
kendisine muhalefet edenleri zemmeder ve Ehlu'l-Hak (yani Ehl-i Sünnet) bunlara
Kaderiye der ve bunlar da onlara Mücbire derler; bunlar, hallerine uygun bir
şekilde, ehlul-isbattan (yani Allah'ın kaderini isbat edenlerden) daha çok
Kaderiye diye isimlendirilirler. Adı geçen doktrini inkâr edenler şöyle derler;
Müşebbihe, (yani teşbih görüşüne sahip olan müslümanlar) ma-rifetullaha sahip
değiller ve bunun için de Ona itaat etmezler; fakat Kaderiye oldukları için
marifetullaha sahiptirler (yani tevhide kaildirler)72 ve böylece
onlarda Allaha itaat mevcuttur.
S. 477,1, 9: Ebû Şimr bir
Kaderî idi.
S. 549, I, 6; (Muammerin,
Allah'ın harekete muktedir fakat hareket etmeye kudretinin olmayışı görüşüyle,
ilgili olarak) Ehlu'l-Hakk, bu hususta Ehlu'l-Kadere ve Mu-ammer’e
muhalefet eder ve der ki....
S. 549,1, 9: eş-Şahhâm hariç,
Mutezile ile birlikte Kaderiye, ALlah’ın; bir şeye güç yetirmeleri için
insanlara vermiş olduğu kudrete sahip olmadığını kabul etmişlerdir.
İyi bildiğime göre, bütün
Makalat'taki referanslar ancak bunlardır. Birinci hüccet, yukarıda, Haricîlerin
kader doktrini ile olan ilgisi hakkında söylenenleri üçüncüsü ise Mürcienin
ilgisi hakkında söylenenleri tasdik eder. (Çünkü Ebû Şimr, Mürcie arasında
Gaylan'a yakın olan gruba dahil edilmiştir, ki bu grup
normal olarak Mürcie diye tasnif olunmasına rağmen, bazen Haricî olarak hatta
Mutezile olarak listeye geçirilmişlerdir).73 Muammerin görüşü ile
olan ilgi tuhaf ve enteresandır, fakat ne bunun hakkında ne de son pasaj
hakkında yapacak hiçbir faydalı izahım yoktur.
el-Eşarînin
İbanesinde Kaderiye dokuz defa, Ehlul-kader ise bir defa geçer.74
Bunların bir kısmında isim hemen Mutezile diye tırnak içine alınıp izah
edilmiştir; diğerlerinde ise bu isim kader doktrini ve onun atf-ı beyanı olarak
kullanılır. En ilgi çekici olanı, Kaderiyenin, bir şey
meydana gelmedikçe Allah'ın onu bilemiyeceğini kabul ettiği görüşünün
söylendiği pasajdır.78 Bu, diğerleri arasından Hişam b. el-Hakem ve
Sakkâkiyi içine alan Rafizîler'den çoğu tarafından kabul edilen bir görüş idi.73
Allah'ın hayrı, şeytanın da şerri yarattığı şeklindeki garip görüşün
Kaderiyeye isnad edilmesi, aklen bir çeşit iftira olabilirdi.77
Netice itibariyle, "münakaşa esnasında, el-Eş'arî'nin, Kaderiyeyi
Cehmiyeye karşı delil olarak kullanması şaşırtıcı, fakat manidardır; bahis
mevzu edilen doktrinler ise Allah'ın ezelden mürid ve kâdir olduğu şeklinde
ortaya çıkar.78
Böylece el-Eş'ari'ye göre,
Kaderiyenin belli bir insan cemaati olduğu açıktır. Sonraki Kaderiyelerden
bazıları en azından rnütekellimin yahut akılcı ilahiyatçı idiler, fakat
Mutezile değillerdi. Hariciler arasında zikrettiği kimselerin Emevîler
döneminde mi yoksa ikinci asrın sonlarında yahut üçüncü asır da mı yaşadıkları
açık değildir. Eğer Ebû Şimr’i, (125ten önce ölen), Gaylân'ın talebesi, yahut talebesinin talebesi olduğunu farzedecek
olursak, Kaderiye şöhretinin, Emevîle're pek yakın tarihten başlayıp
Abbasiler'in ilk elli yılı boyunca, Mutezilenin ihtişamlı zamanına kadar (belki
de 190 tarihine kadar) devam etmiş olması gerekir.
Huşeyş'in, Kaderiye hakkında
uzun bir bölümü var; fakat bu daha çok onlara karşı yapılan münakaşalardan
ibarettir/9 Tarife ait olan pasajlar tamı tamına iktibas edilmiş
olabilir.
‘
KADERİYE-Hususiyetleri,
öğreti ve itikatları.
Kaderiye, yedi fırka yahut
gruptan müteşekkildir.
Bir grup, Allah’a suflî işler
ve günah isnad etmemiş olmak için hasenatın ve hayrın Allahtan olduğunu fakat
kötülük ve suflî işlerin kendilerinden olduğunu kabul ederler. Onlar, ağza
alınmayacak meseleleri münakaşa ederler. Allah, onların söylediklerinden çok
yücedir!...80
Kaderiyenin bir kesimine
Mufavvida denir. Bunlar, kendilerinin öyle müvekkel kılındıklarına inanırlar
ki, kendilerine verilen bu salahiyetle sözünü ettikleri her türlü iyi şeye,
Allah'ın hidayeti ve yardımı olmaksızın güç yetirirler...
Onlardan bir kesim de,
Allah'ın, kendilerinde istitaatı (fiil için gerekli gücü)’ tam ve mükemmel
biçimde yarattığını düşünürler, öyle ki, bu güçte herhangi bir fazlalık talep
edemezler fakat inanmaya, inanmamaya, yemeye içmeye, oturmaya kalkmaya, uyumaya
ve uyanık durmaya kadirdirler, daha doğrusu istediklerini yaparlar. İnsanların
(yani kendilerinin) iman etmeye muktedir olduklarına kanidirler. Eğer bu böyle
olmamış olsaydı güç ye-tiremiyecekleri şeyden dolayı cezalandırılmış olurlardı...
Onların bir fırkası olan
Şebîbiye, insanların ne yapacaklarına ve ne olacaklarına dair (Allaha ait)
bilginin önceden var olduğunu inkâr ederler...-81
Bunlardan bir
,grup, Allah'ın, veled-i zinayı yarattığını, yahut onun kaderini tayin
ettiğini veya onu murad ettiğini ya da onu bildiğini inkâr eder. Allah onların
söylediklerinden münezzehtir. Bunlar, hayatı boyunca hır-
hemen
kesin bir şekilde bir Kaderî olduğunu iddia eder ve eğer böyleyse, kader
doktrininin kurucusu olarak Ma’bed gibi meçhul bir şahıstan çok el-Basrî,
üzerinde durulmaya daha layıktır. Tabiî olarak, onun, Kader doktrinini kabul
etmiş olduğu yolundaki görüş hakkında söylenecek çok şey vardır. İsmi, her ne
kadar İbn Kuteybe'nin Kaderiye listesinde (Maarif, 301) yoksa da, bu onun değer
yargısı dışında kalmış olmasından ileri gelmiş olabilir; talebesi Katade ise bu
listeye dahil edilir. İbn Asâkir'de, (Ritter
tarafından iktibas edilmiştir, s. 60) H. Basrî'nin Ma'bed'in tesirinde
kaldığını bildiren rivayet dışında Maarifin 225. say-; fasında aşağıdaki pasaj
mevcuttur.
O (el-Hasan) bir hususta Kader
doktrinini kabul et-miştir (tekelleme fi şeyin mine'l-Kader), fakat daha sonra ! bundan rucû etmiştir. Kıssacı olan, Kader doktrinini kabul eden ve söylediği sözde hata
yapan Atâ b. Yesâr, Ma’bed
el-Cühenî
ile el-Hasan'a sık sık gider ve şöyle derdi: Ey Ebû Saîd, bu melikler
müslümanların kanını akıtır, mallarını gasbeder ve birtakım işler yaparlar ve
derler ki: Bizim işlerimiz, icraatımız, Allah'ın kaderine göre cereyan eder.
el-Ha.san derdi ki: Allah'ın düşmanları yalan söyler.
Rücû
;şini zikretmek, esas itibariyle el-Hasan'ı temize
çıkartma
gayreti olabilir. Diğer taraftan, onun bu kıssada inkâr ettiği şeyler, insan
sorumluluğunu reddeden ileri bir.
** determinizmin
fasit sonuçlarıdır. Bu onun, şahsî takvası ve hayatının müstakim oluşuna göre
böyledir. Aynı şe-: kilde,
Kaderiyeye muhalefet ettiği yolunda Ritter ta
rafından
iktibas edilen bir rivayetin mevcudiyeti, bir insanın rızkının, Allah’tan
olduğunu kabul etmiş olması demektir. Muhtemeldir ki, O, insan ve Allah'ın
doğruluğu üzerine önem verilen, bizzat tamamen insicamlı olmayan vasat bir
tutumu kabul etmiştir.
Onun, tek başına kader
doktrinini ihdas eden kimse olabilmesi güç bir şeydir, zira,
bu doktrin, mantıken, bütün bir düşünce hareketinden neşet etmiştir. Bununla
birlikte, Ritter'in araşıtrmaları, Kader doktrininin Allah'ın adaleti kavramı
ile olan ilgisini teyid eder; bu, el-Hasan’ın in-
sanları
doğruluğu teşvik etmesi yüzündendir ki, onlara, bu ^doğruluğa kazanmak için
istitaatın verilmiş olduğunu isbat 'etme gereğini duymuştur.
Not B. KADER VE İSBAT
Ben, Batılılar'ın irade
hürriyeti doktrini demeyi tercih ettikleri şey için genellikle kader doktrini
terimini kullanmaktayım. Batılılar'ın kullanımı, Islâm ilm-i
kelamınında gayr-ı münasiptir, zira hürriyet fikri, İslâm düşüncesine
adamakıllı yabancı olduğu kadar, insanın fiillerini takdir etmesi için kudrete
sahip olup olmadığı sorusuna da yabancı idi. Arapçada, kader doktrini için
kullanılan beylik terim "el-Kavlu bil-Kader" (kader doktrini) yahut
(tayin etme kudreti doktrini) idi. Aşağıdaki misaller, el-Eş'arî'nin,
Mutezilenin görüşüne göre demek şartıyle bu terimi nasıl kullandığını
gösterecektir. Yine bu örnekler, kader doktrininin muhalifi olarak,
el-Eş'ari'ye ait olan İsbat doktrininin nasıl meydana geldiğini gösterecektir,
halbuki eş-Şehristânî, kendisini bu kelimenin teknik kullanımı ile
sınırlamaz; onun zamanında, Cebr (sheer deterministin) ve iktisab (acquisition
-yahut yumuşatılmış determinizm- Ehl-i sünnet görüşü)
arasında bir fark yapılmıştı); Krş. V. ve VI. bölümler.
el-Eşarî
Makalât
93, 7: Meymûniyenin'ayırıcı
özelliği, Mutezile mezhebine göre kader görüşü idi.
93. 13: Halafiye,
Kader doktrini hakkında
Meymûniyeden ayrıldılar ve
isbatı benimsediler.
93, 14: Hamziye, Meymûniyenin
Kader doktrinini kabul ettiler.
·
96, 4:
Hazimiyenin teferrüd ettiği görüş, Kader hususunda isbatı kabul etmiş
olmalarıdır.
·
97, 2:
Meçhûliye, Kaderin isbatınr benimsediler.
116, 2: Ashabu's-Suâl, Kader
hakkında Mutezilenin görüşünü kabul etmişlerdir.
124, 9: kadere gelince,
Haricilerden, Mutezilenin görüşünü benimseyenleri ve isbata meyledenleri
zikretmiş bulunuyoruz.
eş-Şehristânî-Milel
96 (a): Hamziye, kader hakkında
Meymuniye ile muvafakat etmiştir.
96 (b); Meymûniye, Acârideden,
Kaderin, hayır ve şerrin insandan olduğunu isbat etmek suretiyle
ayrılmışlardır.
·
96 (b):
Etrafiye, Hamza’nın kader doktrini hakkındaki görüşü üzere idiler.
·
97 (a):
Halefiye, Kader doktrini hakkında Hamziyeye muhalefet etmiş ve Kaderi, hayır ve
şerri Allah'a isnad etmiştir.
97 (a): Şu'aybiye, Meymûn'dan
Kader doktrinini izhar edince ayrılmıştır.
Not C SEKKÂKİYE VS.
Sekkâkiye, hemen hemen kesin
olarak Ebû Cafer Muhammed b. Halîl es-Sekkâk'ın muakkipleridirler (bu lakabın
çeşitli varyantları için bkz., İntişâr, 178 not).
Sekkâkiye, ilmin Allah’ın zatındaki bir sıfat olduğunu kabul etmiştir; O,
nefsinde âlimdir, fakat Allah'ın "şey" olmaması için âlim diye
vasfolunmaz. (mak. 219, 490).
Bu kısmen Hişam b. el-Hakem'in görüşüne müşabihtir (Mak.
37 vs.) Muhammed b. Halîl es-Sekkâk, bir Rafizî şeyhi
idi. (İntişâr, 6, krş. Mak. 63). Bu kişi, Ça'ferb. Harb ile Allah'ın ilmi
konusunda münakaşa etmiş (İntişâr, 110), ve İskâfî ile yaptığı bir münazarada
Hişam b. el-Hakem’i savunmuştur (a.e. 142). (Allah'ın fiili ile ilgili bir
görüşü zikredilir (Mak. 213).
Bu tanıtma böylece tamamlanmış
görünüyor. Bundan başka, çeşitli isim varyantlarının olması sebebiyle, İntişar
126da geçen Sekeniyenin aynı halk topluluğu olması gerekir. Bunlar, Hişam b.
el-Hakem’inkine benzer bir ma-rifetullah görüşünü kabul etmişlerdir.
Şerhu'l-Fıkhi'l-Ekber'de
zikredilen Sekkâkiye, muhtemelen başka bir fırkadır. Bunlar, amellerin imandan
bir cüz olduğunu (s. 10) ve yine, bir kimsenin, mü'min olduğunu söylediği zaman
inşaallah demesi gerektiğini açıkça kabul etmişlerdir (s. 14). Bu, üstelik
onların, Nevbahtiye göre Mürcienin dördüncü kolu olan Sekkak ile tanınmış
olmalarını (Butriye ve Haşviye diye de tanınırlar) (Fraku'f-Şia, 7) ve eş-Şafiî
ve Malik b. Enes gibi zevatı içine almış olduğunu desteklemiş olacaktır; krş. s. 9,12,14.
DİPNOTLAR
(Kısaltmalar için
Bibliyografyaya bakınız)
Bölüm III
·
1. Mak.
s. 94. Daha sonra gelen pasaj, s. 93’ten alınmıştır.
·
2.
eş-Şehristânî, 97, daha çok bu eğilimi taşır; krş. 1,2 el-Bağdâdî, el-Eş'arî'yi
küçük farkla tekrar eder; 84. Fark Muhtemelen bu kıssa, istisna
"reservation" hakkında, daha sonraları yapılan münakaşalarla
ilgilidir. Yani istisna deyiminin kullanılışı hakkında; İbane 75;
Şerhu'l-Fıkhı'l-Ekber, 14; Ebû Uzbe, er-Ravdatu’l-Behiye, 6, tasdikte yahut
mukaveleleri bozmada istisnaya hiçbir cevaz verilmediğini ifade eder.
·
3. Mak.
110; Haarbrücker, Milel, 93'teki eme'yi ümme şeklinde okuyarak yanlış tercüme
etmiştir; Makalat'ta çoğulu imâ şeklinde olması, bu kelimenin eme olması lazım
geldiğini gösterir.
·
4.
Fark, 264; Bunun, Mecûsilepn dininde istihraç olduğu tahmin edilir. .
·
5. Bu
günün küçük bir gruba, Ehlu's-Sünne yahut Subkiye evlilik için benzer şartları
ihtiva eder-Prof. Yeffrey, Moslem World, XXXIII (1943), s. 172.
·
6.
Milel, 96; Fark, 264.
·
7. Krş.
Wellhausen, Die religiös-politischen Oppositions particien im alten İslâm, 1.,bölüm, özellikle 3. kısım. Müteakip pasajlardaki tarihî
ayrıntıların bir çoğu bu kaynaktandır.
·
8.
Milel, 86-89; Krş. Kur’an, 12, 40. Bu isim, "lâ hükme illâ lillah diyenleri”
ifade eder. Tahkim ism-i masdarı, "Allahu ekber" için kullanılan
tekbir, gibi aynı şekilde kullanılır. Bazı kaynaklar, Allah'ın hükmünü savaş
olarak tefisir ederler, krş. G. Levi della Vida, md. Haricîler, El.'de.
·
9. Krş.
Milel, 87.
·
10.
VVelhausen op.cit. ? kısım 8;
O muhtemelen Azarika, Sufriye, İbadiye ve Beyhesiye'nin isimlerini
kurucularından aldığını demek istemesiyle birlikte son üçüne başka yerlerde
ayrı isimler verilir.
·
11.
Mak. 86-131; Muhakkimeyi sadece sonunda zikreder.
·
12.
Mak. 86.
·
13.
Mak. 116.
·
14.
Mak. 113.
·
15.
Mak. 115.
·
16.
Mak. 93; 95, I, II. Necdet'in tesiri, Atiye vasıtasıyla idi.
·
17.
Mak. 89.1.10.
·
18.
Mak. 126.
·
19.
Mak. 93; Milel. 95; krş. Aynı görüş, muakkibi Osman b. Ebi's-Salt tarafından
kabul edilir. Mak. 97; Milel, 96.
·
20.
Mak. 93.
-
.
·
21.
Mak. 97 vs.
·
22.
Milel, 96; Fark, 264.
·
23.
Mak, 90.
·
24.
Mak. 113.
·
25.
Mak. 114.
·
26.
Mak. 115.
·
27.
Eğer bu görüş doğruysa, o takdirde Becker'in, Kader doktrininin Hristiyan
tesirine bağlı olduğu iddiası maksadın dışında kalmıştır (Christliche Polemik,
bölüm 3). Bir kere, Şamlı John/eğer 133/ 749'da öldüyse münakaşaların (80
yıllarında) başlamasından sonra muhtemelen yirmi yahut otuz yıl yazmakta idi.
Yine, İslâmda, bu problemin tamamen formüle edilişi ayrı idi, zira Yunan
autoexousios'usunâ muadil hiçbir şey yoktur. Becker'in işbat ettiği şey, Şamlı
John ve Te-odore Ebû Kurra gibi Hristiyanların İslâm'ın geniş bir ufkuna sahip
olmaları hususudur ve bu, daha sonraki dönemlerde, karşılıklı bazı tesirleri
imkân dahiline sokar. Maamafih, ekseriyetle fikirlerin
tevalisi ve neticesi yabancı menşeli değil, bilakis yerlidir. (Wensinck, Müslim
Creed, 52'de Becker ve diğerlerinin görüşlerini münakaşa eder).
·
28.
Mak. 93; 96; 104; 116. eş-Şehristânî'nin beyanı, Hamziyeran bir kolu olan
Etrâfiyeyi ilâve etmesi ve Hâris'in muakkiplerini atlaması hariç, aynıdır.
·
29.
Mak. 93;. 96; 97. İsbat’ın kullanılışı için bölümün
sonundaki Not B'ye bakınız. İbadiyede bu tür bazı görüşlere temayül etmiş
görünür (Mak. 107), fakat bunlar hakkında ihtiyatla
söz etmek zorundayız, zira Yahya b. (Ebî) Kâmil gibi ismen zikredilenler üçüncü
asra dahildirler (krş. Munye, 41, 45).
·
30.
Krş. yukarıda geçen II 2 bl., s. 18.
·
31.
Bağdadîye göre, Hamza 179 da itizal etmiştir. Fark.
·
32.
İstitaatın yahut kudretin fiil ile birlikte bulunduğu yolundaki görüş, daha
sonraları, en-Necar gibi, Kader muhalifleri tarafından kabul edilmişti. (V. 4
aşağıda).
·
33.
Mak. 115; Welhausen, op. sit. bl. II; anlatım
Makalat'ın indeksinde yapılmıştır.
·
34.
Mak. 113; Milel, 93; Welhausen, bl. 8.
·
35.
et-Taberî, II, 1733 (İntişar s. 213 te iktibas edilmiştir); el-Bağdadî (Fark,
194) ve eş-Şehristânî (milel, s. 107) Gaylânın, sadece Kaderî doktrini kabul
ettiğine işaret eder ve sonra onun iman hak-kındaki görüşlerini vermeye
geçerler.
·
36.
Mak. 513; bu, gerçekte FazI er-Rikaşî'nin görüşü olarak ifade edilir, halbuki sonlarına doğru bir not Gaylân'ın görüşlerinin aynı
olduğunu zikreder; fakat bir Gaylân'ınkinden daha sonraki bir zamandan itibaren
bazı gelişmeleri ihtiva etmiş olabileceğine işaret ederek, bu gö- . rüşü kısmen
doğru telakki edebiliriz.
·
37.
Mak. 229.
·
38.
Mak. 136.
·
39.
Fark 190, 194; Milel, 105-8.
·
40. Ebû
Hanife gibi, herkesçe güvenilir kabul edilen insanların "teberri
edilmesi" zoruhludur.krş. Fark, 191 ve Dr.
Halkin’in notu, Schisms, s. 4.
·
41.
Goldziher, Muhammedanische Studien, I, s. 4.
·
42.
Krş. Mak, 88, 1, 15.
·
43.
Mak. 90; İkinci husus, muhtemelen vacib olmayandır.
·
44.
Mak. 86.
·
45.
Mak. 117.
·
46.
Mak. .116.
·
47.
Mak. 110-115.
·
48.
Mak. 122.
·
49.
Milel, 104.
·
50.
Mak. 144.
·
51.
Mak. III, 1,14, krş. 116 Dar Şirk.
·
52.
Krş. Mak. 110.
·
53.
Mak. 229,1. 14, krş. İntişar, s. 164.
·
54.
Mak. 147 vs.
·
55.
Mak. 149. -■
·
56.
Mak. 151 krş. 152. ‘
·
57.
Mak. 150. Gaylân'ın düşüncesi, muhtemelen Mürcie ismin istihraç edildiği
Kur'an, 9, 107'ye yakındır: ...diğer bir takımın affı da, Allah’ın emrini
(beklemek için) geri bırakılmıştır (murcûn). Ya Allah kendilerini cezalandırır
veya tövbelerini kabul eder. krş. Mürcie mad. Wen-sinck, İ.A. de.
·
58.
Mak. 150.
·
59.
Firakuş-Şia, 6.
·
60.
Firakuş-Şia, 9.
·
61.
İbnu'l-Murtada, Munye, vr. 15.
·
62. Welhausen,
Arab Kingdom, vr. 464.
·
63.
Goldziher, Vorlesungen2, vr. 91.
·
64.
Müslim Creed, 22-24, 34, 37 vs.
·
65.
Milel, 103.
·
66.
Yukarıya bkz.
·
67.
Rivİsti degli Studi Orientali, VII (1916-18). 461-6, "Sul Nomedi
Gadariti" Kaderin kullanılışı için bölümün sonundaki Not B'ye bakınız.
·
68. P.
vr. 73, trç. 113-Açıkça Milel'in aslı, 29.
·
69.
Krş. Yukarıdaki Not B.
·
70.
Mak. 228, 539; birincinin sıfatı ile krş. 195,1, 4-6.
·
71.
el-Bağdâdî (v. 429) ve eş-Şehristânî (v. 548) zamanında bunlar Mutezileye
benzetilmişlerdir. (Fark vr. 18, 93; Milel, 29; Krş.
Milel, 5) ki burada onların İslâm'ın başlıca dört
mezhebinden biri olduğu söylenir.
·
72.
Buradaki Muvahhide, matbu nüshada, mevcûde yerinde olduğu benim kendi
tahminimdir. Krş. İntişar, İndex, Muvahhid s.v. md. (kelimesi altında).
·
73.
Milel, 103-Havaric. Gaylân, İntişarda, 127, Munyed’e, 15 vs. bir Mutezilidir;
Ebû Şimr, Milel'de, 41, Nazzamın bir muakkibi gibidir. Aynı zamanda bkz. Dr.
Nyberg'in notu, intişar, 211-3.
·
74. S.
5 (Ehlu’l-Kader), 6, 7, 32, 56, 67, 72, 73, vr. 85, 87 = trc. 46,47,49,74,96,107,111,113,125,128.
·
75. 85,
trc. 125.
·
76.
Mak. 489, l.q; 37; 490, 1. 10 vs. Sekkâkiye için bkz. Not C. 56, s.
·
77.
ibane, 6. trch., 47. Bu, onların Hristiyan fikirleri
ile ilgili bir sıfatı olabilir; Şamlı, John (John of Damascus) "şerlerin
bizim za-afiyetimizden, hilelerin ise şeytandan iieri geldiğini" kabul
eder (krş. Becker, Christliche Polemik, s. 184). Yahut
ta bu Hariciler arasındâ, günah işlemek küfürdür ve küfür ise Şeytana
tapmaktır, şeklinde cari olan bir fikir üzerine kurulmuş olabilir; krş. Mak.
118.
·
78.
İbâne, 32, 56; trc. 74, 96.
·
79.
el-Malatî, Tenbih, 126-135'de.
·
80. s.
126.
·
81. s.
133.
·
82. S.
134.
·
83. Bu,
Şianın fırkaları arasındaki Mufavvida ile aynı olmayabilir, (Mak.
16; en-Nevbahtî, 71), Zira daha sonraki tefviz siyasî
olanla ilgili idi, krş. Fyzee, A. Shiicte Creed, s. 100.
·
84.
Mak. vr. 93; krş. Fyzee op.cit. a.g.e., s. 32.
·
85.
Kur'an, 40, 47.
·
86.
İbane, 85, trc. 125. Krş. bl. V. Kısım 5.
·
87. İbn
Kuteybe, Meârif, 301, Onu, Kaderiye listesinin başına yer-, leştirir. Sûzan
kıssası Wensinck'ten alınmıştır. O da İbn Hacer el-
Askalânî, Tehzibu't-Tehzib'den
iktibas ederek alır., X, 225 vr. H. Ritter (İslâm, XXI
(1933), s. 58), İbn Asakir, Tarihu Dimeşkîden şöyle diyerek iktibas eder:
Kaderi ilk olarak münakaşa eden, müslüman olup sonradan Hristiyanlığa geri
dönen ve Sûzan denilen Iraklı bir Hristiyan idi; Ma’bed el-Cüheni kader
görüşünü ondan almış, Ma’bed'den Gaylan almıştır.
·
88.
Mak. 98; Milelde, 98 Ma'bed b. Abdi'r-Rahman" denir; krş. Fark, 80.
Ritter, İbn Asâkirin a.g. eserinde, Ma'bed el-Cühenî hak-kındaki malumatın
"Ma'bed b. Abdillah b. Uveymir yahut Ma'bed b. Hâlid başlığı altında
bulunduğunu söyler. Bu maddelerle ilgili cilt, maalesef elime geçmedi.
·
1. TARİHİ KONUMLARI
Mutezile, Batılı bilginlerin
kabul ettikleri ondokuzuncu asır "liberal" düşüncesi ile ilgili
benzer birçok görüşleri taşıması sebebiyle, ilk olarak onların dikkatlerini
çekmiş oluyordu. Bu hususta o derece benzerlik vardı ki, tam bir benzerliği
kabul eden ve Mutezilenin temelde müslüman bulunduğunu unutan bir eğilim
mevcuttu. Şüphesiz, İslam sadece Mutezilenin açtığı yolu takip etseydi ve
doğruluğu kabul edilmiş bir reaksiyoner olan el-Eş'arî tarafından saptırılmamış
olsaydı, İslam ile Hristiyanlığın kardeş gibi bir arada yürüyüp gideceğini
hararetle arzulayan düşünceler vardı; Çok geçmeden Bâtının, liberal olan her
şeye bizzat geniş çapta nasıl sırt çevirmiş olduğu azıcık anlaşılmıştı.
Son yirmi sene zarfında
bilginlerin çalışması bilhassa Dr.H.S. Nybergin
çalışması, bizi bu vehimlerden kurtarmada büyük hizmet görmüştür. Benim,
Mutezilerin tarihî konumu hakkında söyleyeceklerim, onun İslam
Ansiklopedisindeki yazdığı maddeye dayanmaktadır.1
Mutezilenin durumunu anlamak
için, bu mezhebin dogmatik sisteminin gerçek müessisi olan Ebu'l-Huzeyl'den
başlamak daha doğru olur.2 O, 227’de yahut birazcık sonra ölmüştür.3 Fakat
öldüğünde çok yaşlı idi, umumi hesaplamalar onun yüz yaşında olduğunu gösterir,
ama 150 yaşında olduğu bile zikredilir.4 Bu durumda biz onun 140'a kadar
doğmadığını farzetsek bile, 193 tarihinde Harun er-Reşid'in ölümü zamanında
onun yine de 53 yaşında olması gerekir; ve bunun için,
onun, el-Me’mûn döneminin ilk zamanlarında, ki bu aşağı yukarı 210'dur, aktif
olarak çalışmasına devam etmiş olması ihtimali ile birlikte, en güzel eserini
Harun Reşit zamanında vermiş olduğunu farzetme'k zorundayız.5 Harun Reşid'in
halifeliği dönemindeki faaliyeti onun Bişr el-Mutemir ile olan, bildiğimiz
münasebetlerine uygun olmalıdır. Onların çağdaş oldukları görünmektedir.6 Şu
kadar var ki, Ebu'l-Huzeyl'in Bişr'i, onun kendisini tenkid etmesinden daha çok
eleştirmiş olduğu görünür. Bu da Bişr'in, birazcık daha erken olabileceği
fikrini verir. Bu durumda, Bişr b. el-Mutemir'in, Harun Reşid döneminde uzun
bir zamanı hapiste geçirdiği söylenebilir. Bu ise, onun, 180 gibi erken
tarihlerde yahut buna yakın bir zamanda, nüfuzlu bir kimse olduğunu gösterir;
böylece muhtemelen görülür ki, Ebul-Huzeyl, bu dönemin sona ermesinden önce
kısmen bir şöhret pozisyonu elde etmişti.7
Mutezile ile önceki mezhepler
arasındaki en büyük farklardan biri, bu mezheplerde siyasi entrikaların daha az
rol almış olmasıydı. Muhakkak ki Mutezile siyasi görüşlere sahipti ve 200 ile
235 yılları arasında, Bağdat Mutezilileri, iş başındaki kimselerle sıkı bir
münasebet içindeydiler. Ne var ki, görüşleri hakkında mütala yürüteceğimiz
kişiler, bizi son derece meşgul edecek kadar inkılapçı liderler olmayıp bilakis
daha ziyade bir nevi modern dünyanın ilahiyatçısına benzeyen kimselerdi. Mutezilenin!
siyasi propagandaya çok yakın olması, Maniheizm ve
Hint materyalizmine karşı' hilâfeti ve onun temel prensiplerini savunmak demek
olan İslamın savunması işi idi. O zamanın halkına çok kabarık sayıda görünen
kitaplar yazdılar 8 ve bu, onların görüşleriyle ilgili bu denli bol izahları
nasıl elde etmiş olmamızın izahına, yardım eder.
Çünkü Basra'da Ebui-Huzey'lin
birçok tesirler icra etmeye müsait olduğu bir üniversitenin başlangıçları
vardı. Büna meclis deniyordu. Onun zamanından önce .meclis
ve kelâm Dırar b. Amr’ın elinde idi; 9 ve hem Dırar’ın görüşlerinin gelişmesi
ye hem de bunlara karşı reaksiyonun gelişimi suretiyle bir ilgi ve fikir
silsilesi izlenebilir. Aynı zamanda, Ebui Huzeyle de özellikle tevhid görüşünde
tesir eden, Muvahhideden bir kısmını yahut tamamını teşkil etmekte olan ve pek anlaşılmayan,mübhem ve muğlak kalan Cehmiye vardı. 10
Şüphesiz İlmî Mürcie'de kurulmuştu.11 Hariciler, geniş çapta Emevilere karşı
idiler ve Abbâsilerin 132 de iş başına gelmeleri üzerine vuku bulan siyasi
düzenlemelerden sonra, zahiren mühim olmaktan çıktılar; 12 fakat Mutezile
adalet görüşü ile Havaricin düşüncesindeki en muteber olan hususun tamamını
deruhte etmiş oluyordu.
Gayr-i İslâmi tesirler de
hesaba katılmalıdır. Yunan felsefesinin tesiri, Ebu’l-Huzeyl’in Aristo’dan
istifade ettiği yolundaki rivayet hususunda misal verilir. 13 Son araştırmalar
Mutezili kavramların birçoğunun Maniheizm ile olan mücadeleler döneminde iyice
işlenmiş olduğunu göstermektedir. 14 Hristiyan tesiri ihtimalinin, Ebul-Huzey'lin
otuz yaşlarında olması gereken hicri 165 tarihinde el-Mehdi’nin sarayında
meydana gelen münakaşa metinleri ve bu gün halâ elimizde mevcut bulunan
Patriarch Timothy’nin müdafaası (Apology) yoluyla olduğuna işaret edilir. Ve
ilk İslam atom teorileri, Hintli teorilerle benzerlik ihtiva eder. 15
Bütün bu tesirlerin
Ebu'l-Huzeyl’i öyle ya da böyle etkilemiş olduğu görülür; bazı görüşleri
iktibas edip değiştirmiş ve hafifletmiş, bazılarına da karşı çıkmıştır. Bu,
netice olarak İslâm iskolastisizmini meydana getiren,
yahut bu düşüncenin doğmasında geniş ölçüde rol oynayan Mutezilenin şumullü
akli fikriyatında görülen zihni mayalanmanın dışında idi. Fakat şimdiye kadar
onun Mutezile içindeki selefleri Vasıl b. Ata ve Amr b. Ubeyd’i müslüman
yazarların nasıl mütalaa ettiklerinden hiç söz edilmemiştir.
Bu kişiler hakkındaki güvenilir
malumat oldukça azdır. Bunların bir manada Mutezilenin öncüleri olarak iddia
edilebilmekle beraber, öyle görülüyor ki, alimleri
ilgilendiren meşhur akılcı düşüncenin genişlemesi, Vasıl’ın ölümünden elli yıl
kadar sonra, Harun Reşid zamanına kadar başlamamıştır. Mutezilenin kuruluşunun
Vasıla isnad edilmesi Mutezile cemaatinin şerefini yükseltmek maksadıyla
yapıldığında şüphe yoktur, çünkü müslümanlar, görüşlerindeki sıhhati eski insanlarla
olan ilgileriyle eş değer görme eğilimine girmişlerdi; 16 kurucusu 128 de
öldürülen Cehmiye ile olan rakabetin de bunda bir payı olabilir. Maamafih,
Mutezilenin umumi siyasal ve dini gidişinin Vasıldan çıkartılmış olması
muhtemelen doğrudur. Vâsıl, onların alamet-i farikaları olarak saydıkları
el-Menziletu beynel-Menzileteyn (intermediate Condition) doktrinin yahut
mürtekib-i kebirenin (Haricilerin dediği gibi) kâfir olmayıp (Mürcienin dediği
gibi) de mü'min olmayıp bilakis iman ve küfür arasında orta bir mertebe
bulundukları, şeklinde kendilerine has bildikleri görüşün mu-cidi
olarak görülür. Bu doktrin esasen, Dr. Nybergin dediği gibi Emeviler’e karşı
Abbasiler'in dayanağı olan siyasi neticelerinden dolayı önemliydi. Fakat yine
de Mutezilenin usûl-i hamsesinden olan diğer ikisinin, el-Vad el-Veid ve
el-emru bi'l-marûf ven-Nehya anil-munke<pn, kelâm münakaşalarında her hangi
bir rol oynaması güç olmuştur.
Makalat'ta rivayet edildiği
gibi, Vâsıl ve Amr'ın görüşlerinden öğrendiklerimiz, onların Mutezileyi ilgilendiren
münakaşa türünden hayli uzaklaştırılmış olduklarını gösterir. Orada Vasıldan
zikredilen şey, onun sadece Kuranın mübhem ayetleriyle ilgilendiği hususudur.
17 Câhız’dan tahric edildiği muhtemel olan bir rivayet, 18 onun, ahbârın genel
veya özel kaynakları gibi konularla ilgilenmiş olduğunu ortaya kor. Öte yandan,
şüphesiz daha çok felsefi meselelere girdiği dönemde Vasıl'ın, Şiâ-i Gulat'ın
dualist ve gnostik kollarıyla münakaşalarının olduğunu ve böy-lece daha sonraki
gelişmelere yol açmış olabileceğini öğrenmiş oluyoruz; fakat bunlarla ilgili
ayrıntılardan hiçbir şeyin mevcut olmadığı görünür. 19 Böylece kendini aşağı
yukarı Harun er-Reşid zamanında ortaya koyan bu akılcı gelişmeler oldukça yeni
şeylerdi ki yukarıda zikredilmiş olan tesirlerin tümüne bunlar yardım etmişti.
Hatta bu yeni düşüncenin başta gelen temsilcileri Emeviler zamanına kadar inen
bir dinî-siyasi gruba dayanır. 20
Haklı sebeplerle,
Ebu'l-Huzeyl'e, Mutezile mezhebinin gerçek kurucusu olarak bakılırsa da, o asla
tek başına değildi. Kendisinden başka Basra'da, muhtemelen birkaç yaş büyük
olan ve bağımsız görüş sahibi Muammer vardı; 21 ve çok geçmeden kendisine karşı
sert bir şekilde mücadele veren tilmizleri en-Nazzam ve Hişam b. Amr el-Fuvâti
bulunuyordu. 22 Bağdat'ta da Bişr b. el-Mu'temir ve tilmizleri vardı. Bu
talebelerden en yaşlısı ve muhtemelen Ebû'l- Huzeyl’e muasır olanı Ebû Mûsâ
el-Murdâr idi, Bir arada sunulan şema önemli şahsiyetler arasındaki ilgiler
hakkında fikir verir. Bunlara ait bazı görüşlerin farklı hareket noktaları ve
özellikle Basra ve Bağdat ekolleri arasındaki ihtilâflar, giderek açıklanmış
olacak.
·
2. MUTEZİLENİN
AKILCILIĞI (Rationalism)
Ondokuzuncu asır alimlerinin aksine, Dr. Nyberg belki de Mutezilenin
rasyonalist olmadığı görüşüne daha çok önem vermiştir; ancak itiraf edilmelidir
ki gerçek Dr. Nyberg'in onlarla ilgili olarak savunduğu yeni fikirden pek uzak
değildir.
MU T EZİLE
Bir kimsenin önceleri sırf
gerçeğe ulaşma aşkından yola çıkıp kendi çelişkili görünen görüşlerini uzun
uzadıya anlatıp büyük sistemleri kuran aydın filozofları gördüğü yere biz şimdi
teoloji bilginlerini koymak zorundayız. Bu bilginler basit bir gerçek ile kendi
zamanının büyük manevi problemlerini zapturapt altına alma gereğini
duymuşlardır. Bu gerçek şu idi: Eğer onların müşlümanlığı çevrede tasdik
edilirse bir daha bu problemlerin yanından bile geçemezlerdi. Kısaca biz, tam
anlamıyla teoloji kafalı ve pratik olarak ta canlı olan kelamcılaria ve
misyonerlerle ilgilenmek zorundayız.23
Yine de Mutezilenin İslam
efkârı dairesinde yaşamakta olduğu gayet açık bir husustur. Bununla beraber
Eb'ûl-Huzey'lin yaratma ile ilgili anlayışı Allah'ın eşyaya Ol demesi ve
onların da olması, şeklindedir; ve hem Eb'ûl-Huzeyl
hem de en-Nazzâm Kuranın umumi ve hususi emirlerinin tatbikatı ile ilgili
münakaşalar yaparlar. 24 Üstelik müslüman olduklarını, genelde ittifak edilen
hususların sınırları dahilinde kalmayı muhafaza
ettiklerini ve bunlara saygılı olduklarını bile iddia etmektedirler. 25 Bunlar
özellikle ecel, rızık, hidayet ve mühürleme vs. kavramlarına en azından
sözde-bağlılık göstermektedirler. Hatta, kaderî
muhtevayı tamamen tevil ettikleri yahut kökünden inkâr ettikleri zaman bile, bu
kavramlar hakkında iddialar yapmaktadırlar.
İnsan ecelinin önceden takdir
edilmiş olması fikri, bazı Mutezililerce açıkça inkâr edilmiştir. Muhtemelen onların niyetindeki, haksız yere adam öldürerek katil
olup, "Allah'a şer isnadını" izale etmeyi istemiş olmaktı; fakat
onların, bir kimse öldürüldüğü takdirde onun ecelinin öldürülmemiş olsaydı
yaşaması gereken tarihe kadar olacağı şeklindeki iddiaları bir çeşit cahilâne
iddia idi. Ebû'l-Huzeyl, bu görüşü kabullenmesinde son derece mütecânis, fakat
ölüm şeklinin önceden tayin edilmiş olduğu kanaatinde görünmemesine rağmen
ecelin vaktinin şaşmazlığı ve kaçınılmazlığı sebebiyle şaşılacak derecede etkilenmiştir;
bu adam'ın öldürülmeseydi başka bir şekilde ölmüş olacağını söyler. 26
Daha sonraları el-Kabi ölüm ile katil arasında ayırım yapmak ve katli katile,
ölümü de Allah'a tahsis etmek suretiyle güçlükten kaçmaya çalışmıştır. 27
Allah’ın, insanın günlük
yiyeceğini, rızkını önceden tayin etmiş olduğu müşterek kavramı o kadar geniş
çapta kabul görmüşe benzemez. Allaha şer isnad etmeyi iptal ve izale etmek ilk
ve temel düşünce idi. Eğer bir ki'mse, çalıntı yiyeceklerle yaşarsa, adil bir
Allah'ın bu erzakı nasıl temin etmiş olduğunu anlamak zordur. Bundan dolayı
Mutezile, umumiyette Allah'ın bir insana, sadece meşru olarak elde ettiği rızkı
yarattığını, kişinin gayr-ı meşru (haram) yoldan elde ettiği şeyin Allah
tarafından rızık olarak tayin edilmediğini kabul etmiştir. 28 Bu iyice
düşünülüp ortaya konmamış ve sadece tanınmış bir itikat ile kolay olmayan bir
uyumu gösterir.
Mühürleme ve kâfirlerin
kalplerinin mühürlenmesi gibi kavramların mevcudiyeti durumunda düşüncelerdeki
kabil-i itiraz herhangi bir şey, birtakım hususi tevil ve tefsirlerle
giderilir, yani bir insanın küfrünü devamlı takip edip fakat hiçbir şekilde bu
küfrün sebebi olmayan bazı şeyler gibi. Bazıları kâfirlerin iman
edemeyişlerinin İlâhi hüküm ve kanunlar olduğunu ve iman 'edebilmek için bu
hükümlere mani olamayacaklarını kabul etmişler; halbuki
diğer bazıları, bu hükümlerin kâfirleri emredildikleri şeyi yapmaktan men
edemeyeceğinden mutabık kalmakla birlikte, kâfirlerin kalpleri üzerine vurulan
mührün, meleklerin Allah'ın dostlarını düşmanlarından kolayca ayırdetmeleri
maksadıyla onlara vurulan siyah işaretler olduğunu gayet açık bir şekilde ifade
etmişlerdir. 29
Aynı izah tarzı Hidayet,
yardım, saptırma ve hızlan kavramlarına da tatbik edilir. 30 Bunlardan
aşağıdaki düşünce silsileleri anlaşılabilir. (1) Allah'ın bu fiillerinden
bazısı O'nun tesmiyesi ve hüküm vermesi olarak tevil ve tefsir edilebilir. Bu
özellikle "saptırması ve terketmesi (Hızlan) gibi olumsuz fiilleri için
uygundur. Edalle (ismi idlâl ile birlikte) normal olarak saptırdı yahut
sapıtmayı yarattı anlamına gelir, fakat diğer kelimelere ait kıyas, bu
kelimenin sapıtma addetti yahut sapıtmış olmayı yazdı" anlamına geldiği
yolundaki iddiaya bir nevi sebep teşkil eder. Böylece, bu tefsire göre Allah
ancak insanların sapıttığını ve kendisinin bu hususta şer fiil yapmadığını
açıklar ve beyan eder. (2) Allah'ın Peygamberleri vasıtasıyle insanlara dinini
göndermek, onları İslama davet etmek, cenneti vadedip cehennem hakkında ikaz
etmek suretiyle insanları hidayete erdirdiği ve koruduğu söylenebilir. (3)
Allah'ın müminleri itaata yahut imana muvaffak kılmak suretiyle onlara vermiş
olduğu lutufları onların imanlarından dolayı bir mükâfattır. Aynı zamanda
Allah'ın, verdiği yardımla fayda göreceğini bildiği insana yardımım ve vikayesini
bahşedeceği görüşü de mevcuttur, bir çeşit fiilden önceki mükâfat. (4)
Allah'ın, herkesi aynı şekilde vikaye ettiği, fakat bunun 'ayrı şahıs üzerinde
ayrı tesire sahip olduğu söylenir; ihtiyariyle inanan kimse yardımgör-müş,
kâfir ise küfrünü artırmıştır.
Kuran ve Hadisten alınan
kavramların bu tefsirleri hakkında Mutezilenin Islâm'a bağlılığının sağlamlığı
dışında işaret edilecek iki hususvardır. Bunlardan birincisi, zemininin
fatalistik olduğu tahmin edilen mertebedir. Mutezilenin tamamen İslâm öncesi çağın
ruhuna uygun olarak rakib teviller yapma niyetinde olduğu görülür. Hatta
onların, iman etmeyeceğini Allah'ın bildiği kişi ile ilgili kendi
münakaşalarında bil^ bir kimsenin en son saadet yahut şefkavetinin anne
rahminde iken hatta daha önceden karara bağlanması şeklinde fatalistik bir
fikir çeşnisi verir. 31 Allah bilir ifadesi şeklen kesinlikle Allaha iman
kabilinden olup fakat gerçekte ise faili açıkça belli olmayan bir bilgiyi ve
üstelik hadiseleri tayin ve takdir eden bir bilgiyi değil de ancak bunları
tavsif eden bir bilgiyi ima eder. Müslümanların kalplerindeki fatalistik unsura
karşı bir çare olarak, Mutezilenin görüşleri gibi görüşlerin Ku-ranınkinden
daha az tesir icra etmiş olacağı görünmektedir. Onlar, insan kabiliyetinin
(kudretinin) kendi kaderini tayin edeceğini basit bir şekilde kabul etmişler,
fakat fatalizmin temeline dokunulmamıştı. Çünkü onlar insanın kaderi hususunda,
tesbit. ve gözlem rolü hariç, bütün aktiviteyi
Allahtan selbetmişlerdi. "Zamanın yıkıcı güçleriyle yüz yüze geldiğinde kendi
zaafiyetini müdrik bulunan insan, görüşleri hususunda kendisine azıcık olsun
ilham olunduğunu keşfetmiş oluyordu.
İşaret edilecek hususun diğeri
ise, cari kavramların bu tefsir ve tevillerinin adi prensibine göre -Allah'ın
adaleti yahut doğruluğu- yapılmakta olduğu hususudur. Bu konuda onlar
Haricilerin halefleri idiler. Onların akılcılıklarının, görünmeye başladığı,
işte tamamen bu noktadır. Sayılan misallerde onlar, dinî hakikatin bir kaynağı
olarak akla açıkça itibar etmiyorlar fakat beşeriyetlerinin her yönüyle
mükemmeliyetleri Allah'a tahsis edildiğinde adaletin rasyonel fikirlerini ve
ezeli varlığı idrak etmek için mahdut akıllarının tam kudretini kabullenirler.
Allah’a hiç bir şer yahut adaletsizliğin isnad edilemeyeceğini kabul
ettiklerinde O'nu yüce bir hakim yahut müdebbir olarak
düşünmüş oluyorlardı. Günahkârların cezalandırılması adil bir iştir, fakat bu
sadece günahın, insanın kendi işi olduğu yerde böyledir. Böyiece ' dünyevi
adalet onları Allah'ın insan fiillerinin üstün kontrolünü inkâra şevketti.
Akla olan bu inanç ve itimat
aynı zamanda bir dereceye kadar sarih bilgi, tarafından tayin edilmiştir. Büyük günahların cezalandırılacağını ve bu azabın ebedî olduğunu
Vahiyden ayrı olarak Akıl tarafından bilinebileceğini kabul eden bazı kimseler
vardı.32 Diğerleri ise çeşitli şartlar ileri sürmüşlerdir; bazılarına göre
Aklın tayin ettiği şey, Allah'ın emirleri olmayıp sadece ma-rifetullahtır ve
netice itibariyle Vahiyden ayrı olarak bilinebilecek olan şey sadece küfrün
cezalandırılacağı hususudur. en-Nazzam, bizzat hayır ve şer fiillerle,
sırf katî emrin bir neticesi olarak yapılan filler arasında bu tür bir ayırım
yapmıştır.33 Genelde, Mutezile sistemi için Akla verilen bu itimadın ve inancın
ne kadar önemli olduğunu tam tamına bilmek güçtür, çünkü bu sık sık zikredilmez
ve bir çok zıd mahiyet mevcuttur; fakat bu bazen oldukça açık ve kesin biçimde
itiraf edilmektedir.
·
3. EBU'L-HUZEYL VE YAKIN TALEBELERİ
Adalet prensibinin
neticelerinden birinin şu hususun olduğu görülmektedir: Mademki insan kendi
günahlarından dolayı cezalandırılır, öyleyse o sorumlu bir fail olmalıdır.
Böyle olmakla birlikte bütün bu hürriyet meselesi hakkında Müslümanların
düşündüğü terimler bizimkilerden ayrıdır, bu hususî konuda onlar kantin
"Teklif kudreti ifade eder", formülüne bizimkilerden ayrıdır, bu
hususi konudaonlar Kant’ın “Teklif Kudreti İfade eder” formülüne yaklaşırlar.
Bunların tümünün, Allah'ın, insana güç yetiremeyeceği şeyi teklif etmesini
inkâr ettikleri yolundaki ifade,34 hemen hemen teklif kudreti gerektirir
şekline tahvil edilebilmektedir. Hatta, Allah'ın, iman
et-miyeceğini bildiği insan iman etmekle emrolunur ve buna da muktedirdir;
halbuki felçlilere ve devamlı olarak kudretten yoksun olanlara herhangi bir şey
teklif edil-memiştir.35
Kudret terimleriyle insan
sorumluluğu doktrinine ait bu formül ediliş bizzat güçlüklere sevketmiştir.
Mutezilenin muhalifleri kudret kavramını almış ve kendi görüşlerini ifade etmek
için kullanmışlardır. Umumiyetle bir insana isnad edilen her
bir fiil için Allah'ın, insanda gerekli kudreti yarattığını farzetmişler, fakat
bu kudret sadece bu fiil için olup başka bir şey için değildi; insan başka bir
fiil yapmak yahut bu fiili terketmek için bile hiçbir kudrete sahip
de-ğildir.36 Netice olarak mutezili görüş daha dakik ve ölçülü olarak ortaya
konmalıdır. İnsan, hem fiil yapmaya hem de bunun zıddına muktedirdir ve
bu kudret onu bu fiili yapmaya mecbur kılmaz.37
Bu görüş, bütün mutezileye
şamildi ve özellikle Ebû'l-Huzeyl ile ilgili değildi, fakat bu görüşün onun
insanın gücü ve işi (activity) analizine ve özellikle onun bütün mutezilece
geniş çapta kabul edilmiş olan anlar ve zamanlar kavramına yabancı olmadığı görülür.
Bu kavram kısaca şöyle ifade edilir:
İnsan birinci anda fiil yapmaya
kadirdir ve insan birinci vakitte fiil yapar, fiil ise ikinci anda vakidir.
Çünkü birinci vakit "yefalu" vakti, ikinci vakit ise fe'ale vaktidir.
Vakit, yani an, fiiller
arasındaki farktır ve fasıla haliyle fiilden fiile .devam
eder ve bu fasılada her anda bir fiil ihdas olur.38
Bazı hususlarca bu muğlak ve
karışık görülebilir. Ma-amafih, maksat, Ebû'l-Huzeyl'in zamanı saat aleti ile
ölçülmüş gibi düşünmeyip fakat bir nevi Bergsoncu anlamda, daha çok tecrübe
edilmiş zaman olarak düşünmesidir. Birinci iktibastaki fa'l fiilinin iki şekli
(sigası) tercüme edilmemiş durumdadır, çünkü bu sigalarm hangi maksat için
olduğu hemen hemen tercümeye müsait olmayan müşterek ve mukarenetlerinde mevcuttur.
Bu sığaların normal tercümeleri fiil yapacak (yahut fiil yapar) ve fiil işledi
şeklinde olmalı, fakat meşhur olduğu gibi, bizjm zaman kiplerimize bu sığalar kaba taslak uygu'n düştüğü halde aralarındaki fark,
"Batılı kafanın çok güçlükle kavrayacağı bir fark olan daha ziyade
tamamlanmış fiil ile tamamlanmamış fiil arasındaki fark gibidir. Mtızari
sığasındaki yefalu hakkında (ve bununla birlikte metinde inşai sığasıyla
okünmaşı daha doğru olan yefale' hakkında) ister gelişme safhasında olsun ister
daha tamamlanmamış olsun, meydana gelmemiş bir fiil telkini vardır. Bu, Ebû'l
Huzeyl tarafından çıkartılmış olan bir ayırım noktası olarak görünür. Derûnî
yahut zihni fiilin yer aldığı safha olan birinci zaman Y'den ziyade X'in
yapılmasına karar verilmesi ve vücuda verilen emirlerin meydana çıkmasıdır;
ziyade X’ in yapılmasına karar verilmesi ve vücuda verilen emirlerin meydana
çık-masıdır.İkinci an yahut zaman ise fiilin, zahiri
yahut fiziksel sahada icra edildiği zamandır. eş-Şehristânî
bunu, kalbin fiilleri ile azaların fiilleri arasındaki bir fark olarak izah
eder.39
en-Nazzâm
buna birazcık daha incelik ilave etmiş ve bu da genellikle kabul görmüştü.
İnsan, birinci anda iş yapmaya
ikinci anda muktedirdir. ikinci anın mevcudiyetinden
önce, fiilin ikinci anda icra edileceği (yuf'alu) söylenir. İkinci zaman
meydana gelip mevcut olunca, fiilin ikinci zamanda icra edilmiş olduğu (fuile)
söylenir. İkinci an meydana gelmeden önce ikinci anda icra edilmiş olacağına
hükmedilen fiil ile, ikinci an meydana geldiğinde
ikinci anda yapılmış olduğuna hükmedilen fiil aynıdır.40
Ebû'l-Huzeyl, insan ilk anda
fiil işler derken (her ne kadar fiilin ikinci anda bulunduğu söylense bile)
muzari si-gası, yef'alu, fiilin hali hazırda başlamış olduğu izlenimini verir. en-Nazzâm, (meçhul) muzari sigarım tam olarak birinci andaki
fiile tahsis edilebileceğini kabul eder, fakat ikinci zamanda diye kesin
ifadeyi ilave etmek suretiyle fi-s ilin, zahirdeki fiil olduğunu
İyice açıklamak ister. Aynı za-r manda, Ebû'l-Huzeyl tarafından ortaya atılan
zihinsel ve fiziki safhalar arasındaki önemli farkı da muhafaza eder.
Bu iki safha arasındaki ilgi
zaruri olarak irade doktrinine ait meseledir, ki bu
mesele anları (birinci ve ikinci > zamanlar) kabul edenlerce kabul
edilmekte ve anları red-'< dedenler tarafından reddedilmekte idi. Bu
doktrin, murad edilen yerin, ihtiyardan hemen sonra olduğunu ihtiyarın (yahut
iradenin) murad edilen şeyi gerektirdiğini ifade eder. Başka deyişle zihnî ve
fiziki safhalar bir bütün halinde birbirinden ayrılmaz durumdadır.41
Bu meselelerle ilgili çoğu
münakaşaların, bu iki safhanın birbirine girift olmasından dolayı ortaya
çıktığı görünür. Mademki bir kimse kudreti, murad edilen şeyi icra eden fiziki
kudretten ziyade irade kudreti olarak düşünür, o halde kudretin takdirden sonra
var olduğunu farzetmek zaruri, değildir; bunun için de fiziki fiil meydana
geldiğinde, fail tamamen kudretsiz olabilir. Ebû'l-Huzey, fiilin mey-| dana
geldiği ikinci anda, insanın gerçekten güçsüz olabileceğini kabul
etmektedir" -azıcık bir konuşma dilsizlikle bulunabilir ve fiil' (hareket)
ölümle birleşebilir.42 Dil ile konuşma kudretiyle, ayakla yürüme kudretinin
aynı mı ayrı mı olduğu, ve bunların yerinin (mahal)
aynı mı ayrı mı/ olduğu yolundaki münakaşa aynı cinsten bir karışıklık gösterir.
Eğer kudret zihinsel (veya iradi) ise her iki kudret aynıdır; eğer fiziki ise
ayrıdırlar.43 Derûnî yahut zihni oisun, asıl kudret, bir fiil yapmakla yapmamak
arasındaki dileme, karar verme kudretidir; bu, birinci zamana (an) dahildir ve bunun için de ikinci zamana dahil olan fiilden
önce olmalıdır.
Anların yahut zamanların bu
semerli düşüncesinden başka, Ebû'l-Huzeyl'in mevcut araştırma dahilinde addedilen konular hakkında söyleyecek az şeyi
vardır. Onun merakı geniş çapta fizikle yahutta en azından metafiziğin fiziki
yönüyle ilgili olup pratik dinî hayatla ilgili değildi, ancak bizim
kaynaklarımız, gerçekten onun bu görüşünü gereksiz olarak haddinden fazla
genişletmiştir.
Mutezile genelde Allah'ın tam
kudret sahibi olduğuna ve bütün kudretin kaynağı olduğuna imanı itiraf
etmişler, fakat teferruatla ilgili meselelerde bir takım sınırlar kabul etmek
zorunda kalmışlardır. Mesalâ, şer meselesi vardır. Ebû'l-Huzeyl, diğer
birçoklarıyla beraber, Allah'ın şer işleyecek kudrete sahip-olduğunu, fakat
merhamet ve hikmetinden dolayı şer işlemediğini kabul etmiştir. Eb'ûl-Huzeyl,
çare olarak, şerrin nakıstan sadır olacağını, Allah’ta ise hiç bir noksanlık
olmadığından dolayı, Onun şer işleyeceğini farzetmenin imkânsız olduğunu isbat
eder. Ebu’l-Huzeyl, şerden başka, Allah’ın kudretinin sınırından sözeder. Yahut
en azından O’un kudretinin mü-teallakından (makdurat)
bahseder. 45 Bunların, bir nihayetinin ve yekununun
olduğunu yani sonsuz olmadıklarını kabul etmiştir.46 O, “O el-Evvel ve
el-Ahirdir,” (her şeyden önce vardır, her şey yok olduktan sonra o kalacaktır)
ayetini, mahlûkatın, Allah’ın ebediliğinde bir payının olduğunu red ve netice
itibariyle zail olan her şeyin Allah olmadığını telmih olarak tefsir etmiş
bulunan Cehmiyenin tesiri altında idi.47 Bu görüş, Eb'ûl-
i V .
Huzey'lin diğer kelâmcıların
teorilerine karşı yapmış olduğu tenkitlerin arkasında yatar.48
Eb'ûi-Huzey'lin yakın
tilmizlerinin bile, dinin pratiğini ilgilendiren meselelerde hocalarından daha
en ilgilenmiş oldukları görülür. Hişam b.Amr el-Fuvati, diğer sahalarda
hocasına sert bir şekilde karşı çıkmasına rağmen, burada mûtalası yapılan
konularda, anlar veya zamanlar kavramına karşı yaptığı itibarlardan başka,
hakkında hiçbir şey rivayet edilmez.
İbrahim b. Seyyar en-Nazzâm’ın,
kendisini yeni sahalara sürükleyen çeşitli özel metafizik merakları vardı.
Mamafih o, anlar kavramı gibi bazı meselelerde tenkid ve tashihlerle birlikte,
Eb'ûl-Huzey'lin görüşlerini kabul etmiştir. Başkaları, Allah'ın şer işlemek
için kudrete sahib olduğunu, fakat bu kudreti kullanamadığını kabul ederken,
onun, Allah'ın şer işlemek için kudrete sahip oluşunu reddetmesi, muhtemelen,
anlaşılamıyan bir keyfiyetin tasdik ve kabullenmesine karşı metafizik! bir itirazdan do-layıdır.49
Maamafih, en-Nazzam'ın,
mutezilenin ileri akılcılarından biri olduğu açıktır. O, akılcı düşüncelerine,
önünde bizzat Allah'ın eğilmesi gerekecek kadar mut-lakiyet değeri atfeder.
Allah, insanlar için aslah olanı yapmalıdır; Allah,,
insanların, Cennete yahut Cehenneme gireceklerini ancak adil prensiplere uygun
olarak tayin etmelidir.50 Böylece Akıl, kainatta gerçekten en yüksek mertebeyi
elde etmiş, fakat Akıl ve Allah'ın yakınlığı problemi halledilememiştir.
Yine de en-Nazzâm'ın gayeye
erişmek için ilk önce bir adım atmış olduğu görülür, şöyleki, doğru, bir seçim
yapması için insan, düşünce ve reyinden önce birinin ileri gitmesini
diğerkıinse geri durmasını söyleyen iki telkine sahip olmalıdır.51 Bu yabancı fikir
tohumunun, müslüman yurdunda gerçekten hiç bir ilerleme kaydetmemiş olması, ilk .İslâm ile modern Batı arasındaki farkın bir
ala-metidir.52
·
4. BİŞR B. el-MU'TEMİR
Basra'da Ebû'l-Huzeyl ve
en-Nazzam, kader, şer ve benzeri problemlerin bazı felsefi mukaddemeler! üzerinde böylece çalışırlarken, Bağdat ekolünün şöhretli
kurucusu Bişr b. el-Mu'temir etbaı ile birlikle bu problemlerin daha çok dini
ve ahlaki yönleriyle ilgileniyorlardı. Bişr daha tecrübesiz yahut en azından
daha ilkeldi. Onun adına, Akıla herhangi bir itimat ve inançtan (söylenmiş)
hiçbir söz yoktur.
Aksine onun; Allah'ın hayatın
ve ilimin sahibi olduğu yolundaki geleneksel inanca saplandığı açıktır. Öyleki, Allah'ın insana, eşya üzerine muktedir olabileceği kadar
çok kudret verebilmesine rağmen, O, bunu, daima esir-gemiştir.53 Ne varki,
maddi ve cismani öncelik ile akli öncelik arasındaki farkı kavramak için onun
düşüncesi oldukça ince ve anlaşılması güçtü hele, bunu hakkıyle ifade etmek
için (gerekli) ıstılahı ihmal etti ise iyice anlaşılmaz hal alır;54 Zatı ve
fiili yönü itibariyle, Allah'ın iradesinin iki safhasına dikkat çekerken, o,
daha sonraları (yer alan) Allah'ın fiiline zatî sıfatları arasındaki farka
muhtemelen (zemin) hazırlamakta idi.55
İnsan fiilin, analizi Bişr'i
meşgul etmiş ve onu, do-ğurulmuş yahut tali fiiller anlamına gelen meşhur
"te-vellud" yahut el-Fi’l-Muteveled doktrinine sevketmiştir ki, bu,
bir insanın fiilinden tevellüd eden şeyin de onun fiili olduğunuifade eder.56
Bunun, Bişri yetiştiren Muammerin görüşünün bir tashihi olabileceği muhtemel
görünür.57
"Muammer,yabancıf
ilozofların tesiri altında, ki bunlar muhtemelen Yunan filozoflarıdır, bir
cevhere intikal eden (arız olan) arazların, cevherin yapısı yahut tabiatı
sebebiyle bu cevherin fiilleri olduğunu kabul etmiştir. Bu, demek oluyordu ki,
A bir taş attığında ve B’ye çarpıp ve bu çarpan kısım çoğaldığında taşın
gitmesi taşın fiili olur ve acı ile çoğalma B'nin vücuduun fiilidir.58 Buna
muhalif olarak Bişr, bütün bu tali fiillerin A'nın fiili olduğunu kabul eder.
Bişr, bu kavramın
incelenmesinde belkide ileri boyutlara varmıştır. Onun
kullandığı örnekler listesi şu örneği ihtiva eder: (Un, su ve bal gibi) temel
maddelerin karışımından sonra, faluzecin (şekerlemenin) tadılması, bir şeyi
yemekten alınan zevk, gözlerin açılması üzerine algılama ve idrakin (meydana
gelmesi), bir düşme neticesinde el yahut ayağın kırılması ve kemiklerin uygun
biçimde yerli yerine konması üzerine sıhhata kavuşması durumu.
Üstelik,
A'nın kendisine çarpanı A'nın olduğunu idrak etmesi A'nın fiilidir. A'nın;
gözlerini açtıktan sonra B'nin eşyayı idraki, A'nın fiilidir, A tarafından kör
edildiği için B'nin körlüğü de A'nın fiilidir. Bu mütevelled fiiller mutezile
tarafından geniş çapta kabul edilmiş olmakla beraber, insanın renkler, zevkler
ve vücut sıhhati gibi şeyleri temin etmeye muktedir olduğunu kabul etmeyi yahut
bunu ima etmeyi reddetmeye gayret göstermiştir.59
Bu tenkitler, (yukarıda geçen)
bu görüşün, esas itibariyle insanın hadiseleri sadece kendi bünyesinde değil de
dış alemde dahi kontrol ve takdir etme gücünün bir
iddiası olduğu yolundaki gerçeğe karşı bizi aldatmamalıdır. Gerçekten yaratma
ve sebep (belki de ifade eksikliğinden başka hiçbir şey değildir) arasındaki
muhtemel bir karışıklıktan başka, bu, Batılı düşünceye göre açık ve oldukça
geniş ölçüde akla uygun.bir görüştür. İlginç olanı
isemüslümanlar arasında körüklenmiş olan ihtilaftır.
Maamafih, itiraf edilmelidir
ki, insan fiilinin bu teorinin temelini teşkil eden umumi kavramı, o kadar
tatminkâr değildir. Bişr, her ne kadar insanın cesed ve ruhtan ibaret olduğunu
kabul etmişse de 60 insanların fiilleriyle ilgili bir safha olan sadece fiziki
safha düşünülür. O'nun fikrine göre, insanın iş yapacak gücü, sıhhati,
organların sağlamlığı ve afattan salim olmaktan ibarettir.61 Bedensel (physical)
yahut maddi safha da aynı şekilde tevellüd eden fiil ile mütevelled olmayan
fiil arasındaki fark olarak görünür, çünkü dış görünüşü ile (physically)
mütevelled fiil failin vücudunun dışında cereyan eden bir fiildir.
Bu tutumu muhafaza etmek suretiyle
Bişr, Ebu'l-Huzey’lin, zamanlar kavramında ve iradenin gerekliliği doktrininde
ifade edildiği gibi (ortaya attığı) fiilin bedensel ve zihinsel safhaları
arasındaki farkı reddetmiştir.63
Allah'ın hakimiyeti,
Bişrtarafından, Mutezilenin birçoğundan daha çok ciddi olarak ele alınmıştır.
Hatta o, Allah'ın mutlak kadir olması sebebiyle Onun her zaman yapabileceği
daha iyi şeyin olması gerektiği şeklinde muhakeme yürüterek bu hakimiyet anlayışını, şer problemi ile ilgili olarak ince
bir tarzda işlemiş görünür. O'nun fazileti bitmez tükenmez ve nihayetsiz
olduğundan dolayı bu faziletin herhangi bir tezahürünün en güzeli olduğunu
ummak mümtenidir; bütün insanlar dinleri hususunda, kendileri için en hayırlı
olanı yapacağını Allah'tan haklı olarak isteyebilirler, meselâ, Allah'ın
emirlerini yerine getirmede kendilerine engel olan bütün zaaf ve
iktidarsızlıkları kaldıracağını ümit edebilirler. Umumiyetle, Allah, insanlar
için aslah olanı yapmaya mecbur de-ğildir.64 Bişr burada, hemen hemen kesin bir
şekilde kafir olarak ölüp ve ebediyyen Cehenneme
girecek kimselerle ilgili olan özel problemi düşünmekteydi. Allah'ın bu
insanlara aslah olanı yapması söylenemez, çünkü bunlardan bazıları daha çok
yaşamış olsalardı iman edebilirlerdi; ve daha fazla
yaşamış olsalardı İslâmî kabul etmiş olacak çocuklar vardır.65
Bu duruma göre onun
muhakemesinin oynadığı rol, Allah'ın lutuf hâzinesine sahip olduğunu iddia
etmektir, öy-leki, Allah, iman etmeyeceğini bildiği bir insana bu lutfunu ihsan
ederse, bu kişi iman edecek ve iman mükafatına da hak kazanacaktır.66 Burada,
lütuf terimi hakkında teknik mahiyette herhangi bir şeyin var olduğu görünmez
ve bu lütuf, Hristiyan lütuf kavramıyla kesinlikle bir tutulmamalıdır; şüphesiz
Bişr bu lutfu, Allah'ın yardım ve hidayetini muhafaza ve müdafaa için kullanmış
(ve muakkipleri lutfu, buna bağlamış olabilirler), fakat iman etmesi için bir
insanın ömrünün uzatılmasını da neden bir tip şans olarak lutufa dahil etmemesi lazım geldiğine dair her hangi bir sebebin
burada olmadığı görünür.67
·
5. SON BAĞDAT EKOLÜ
Bişr ve aynı görünüme sahip
olan yakın halefi Ebû Musa ei-Murdar, Kur'an kavramları arasında geniş çapta
hareket ederken, Bağdad mutezilesinin gelecek neslinde büyük bir değişiklik
oluyordu. el-Murdar’ın tilmizleri el-İskafi ve iki
Caferden, Cafer b. Mübeşşirçok az derecede Basra tesirlerinin izlerini
gösterir. Diğer ikisi hem Eb'ûl-Huzeyl, hem de en-Nazzam tarafından açıkça son
derece etkileniyorlar ve bunlara en-Nazzam'ın tilmizleri deniyordu.68
·
(a) Cafer b. Harb
Cafer b. Harb (v.236)
muhtemelen el-iskafiden (v.240 yahut 241) birazcık daha büyük ve Bişr’in umumi
görüş noktasına daha yakındır. Mutezileden sadece o, Bişr’in, Allah'ın insana
vermeye muktedir olduğu lutuflarla ilgili görüşlerini kabul etmiş ve ancak o
bunu önemli bir değişiklikle kabullenmiştir. Allah'ın lutfu ile kafir imana
gelir, fakat onun imanı, Allah'ın lutfu olmaksızın meydana gelen imanın sahip olduğu .faziletin aynına sahip olamaz ve bu kişi aynı
mükafata erişmez.69 Cafer'e göre lutuf, kişiye iman etmesi’için yapacak oldukça
az şey bırakan yardım yahut iane şeklini almış; ve o, değer ifade eden ve
muteber olan şeyin sadece insanın yaptığı şeyin olmadığını bilakis yaptığı
şeyin kendi gayretiyle olduğunu zımnen kabul etmiştir. İhtiyari fiil ile gayr-i
ihtiyari fiil (yahut cebir altında yapılan fiil) arasındaki fark, Bişr ile
Cafer arasında daha açık bir şekilde anlaşılır duruma gelmiş ve Cafer'in bu
değişikliği yapması bu mükemmel anlayışın ışığı altında olmuştur.70
Gerçekten bu, Bağdat ekolünün
romantik olarak sayılabilecek döneminin başlangıcıdır, bu dönem, onların,
olması lazım gelenin apriori düşünceleriyle hayatın gerçeklerini düzeltmeye
gayret göstermekte oldukları zamandır. Hakikatte Cafer, Bişr'in şer probleminin
çözümünü en-Nazzam'ın çözümünden dolayı yahut en azından onun rasyonalizmine
dayanan çözümden dolayı terketmişir; netice olarak o, Allah'ın lutfu
doktrininin, kendisinin diğer görüşleriyle zıt olduğunun farkına//varmış ve bu
lutuf doktrinini terketmiştir. Fazilet, artık sınırsız derecelere sahip olmak
suretinde kabul edilmiyordu, en-Nazzam, tamamen en iyisi diyebileceğiniz
muayyen bir şeyin fazileti hakkında her hangi bir sınırın mahiyeti ile ilgili
bir şeyin var olduğunu düşünmüş; Allah'ın zatında mevcut olan faziletinin
sonsuzluğu, aynı derecede güzel olan sonsuz sayıdaki şeyleri yapmaya
muktedirdir.71 Cafer de aynı şekilde, Allah'ın aslah olanı yaptığını kabul
etmiştir; o, insanı mükafat makamında en güzel ve en yüce menzile koyar, ki bu makamda o, mükellefiyetlerin hedefidir.72
İnsanın üzerine yüklenmiş görevlerinin olması ve bu görevleri yerine
getirebilmek için kendisine kudret verilmesi, ve daha sonra bu görevleri yerine
getirdiği takdirde cennetle mükafatlanması, Allah’ın, hak edilmemiş özel bir
lutfüyla derhal cennette yaratılmış olmaktan daha hayırlıdır. İnsanın,
kendisine tevdi edilen kudreti kötüye kullanmış olmasından naşi şer, muhtemelen
bu görüşe bağlı olarak izah edilir; ve HriStiyan
Batı'daki benzer görüşlerin durumunda olduğu gibi, kişinin kendi başına Cenneti
kazanacak olan kudretine daha çok önem verilir.
Cafer'in,
"anlar kavramı" ve bunun netice-i lâzımesi olan zaruri irade
doktrinini kabul etmesinde Eb'ûl-Huzey'lin tesiri görülür; fakat o, fiillerin
meydana gelmesi anında kudrete ihtiyacın olduğunu söylerken, o, fiil için değil
de fiilin aciz bir şahıs tarafından icra edilmesinin mümteni olduğunu menetmek
için (bu sözü söylemiştir), insan onun Bişr'in, fiil ile ilgili bedensel
kavramından kurtulamadığı için, fiziksel ve zihinsel safhalar arasındaki farkı
kavramamış olduğundan şüphe edebilir.73
en-Nazzam'ı
takip ettiği; telkinler ile ilgili küçük meseleler dışında,74 Cafer'in karşı
çıkmasına rağmen, anlaşılamayan keyfiyetler meselesinde en-Nazzamın tesiri
görülmektedir.75 Maamafih o, Allah'ın şer işlemeye muktedir olduğunu
söylemekten kaçınmış ve sadece (mutezilenin, insan kudreti ile ilgili beyanına
uygun bir tarzda) Allah'ın adalet ve doğruluk ile bunların zıddını yapmaya
kadir olduğunu ifade etmiştir. Allah’ın şer işlemediği isbat edilince, şerre
kadir olup olmadığı hakkındaki mantık oyunları (her ne kadar Cafer,
dualistlerle şahsi münakaşalar yapmışsa da) en-Nazzam'ın tenkitlerinin neticesi
olabilir;76 Her ne olursa olsun, Cafer, tatminkâr bir çözüm bulmuştur.
Menedilmiş kişi hakkındaki münakaşalar muhtemelen bu gaye ile ilgilidir; Cafer,
iktidar veya istidadın, görevini yapmaktan yahut kuvveden fiile çıkarak
tahakkut edilmekten alıkonsa bile, mevcut olduğunu muhafaza etmiş, bu iddiayı
sürdürmüştür, aynen gözü bağlandığı halde görme kudretine sahip olmaya devam
eden insan gibi.
Ebû Cafer Muhammed b. Abdullah
el-İskâfi muhtemelen Cafer b. Harb’den biraz küçük olup ve onunla birçok
meselelerde mutabık kalırken Bişr'den oldukça uzak ve daha çok en-Nazzam’ın
tesirinde idi.
O, mütevelled fiiller
doktrinini, görünüşte Eb'ûl-Huzeylln görüşlerine uygun olarak tefsir etmeye
gayret etmiştir. İskafi fiilin meydana geldiği anda herhangi
bir kudret yoksa bunun saçma olduğu hakkında Cafer'in karışık görüşünü
paylaşmakla birlikte, anlar mefhumunu kabul et-mektedir.78 Onun atmış olduğu
daha ileri adım, mütevelled fiilin tarifi idi. Mütevelled fiil, failin vücudu
haricinde olarak değil de niyeti dışında bulunan, yani insan fiilinin deruni
yahut zihinsel safhası ile ilgili olmayan fiile mütevelled fiil denir.79
Bu meseleler üzerindeki
düşünceleri, onu aynı zamanda zorunlu olarak irade doktrininde bir incelik ve
kemale sevketmiştir, çünkü o, insanın irade ettiği ve niyetlendiği bazı
fiillerin oun vücuduna hasredilmiş olduğunu, halbuki
diğerlerinin bunun dışında cereyan ettiğini ve sonuncu fiilin birincisi gibi
zorunlu olmadığını kabul etmiştir.80
Şer meselesi, belkide
dualistlerin hücumları sebebiyle, tabii olarak daha ısrarlı hal alıyordu. Mutezileye ait gayr-i muayyen tenkitler, Cafer b. Harb'in Allah'ın
küfürden ayrı, imanı ve habis şeyi murad etmiş olduğu yolundaki iddiasına karşı
çıkmıştır, çünkü bu, Allah'ın küfrü murad ettiğini telkin etmiş olur.81 Bu
itirazı ilk olarak el-İskâfi'nin yaptığı kuvvetle muhtemeldir, çünkü o,
Allah'ın eşyayı, iyi ve kötü, murad etmesinden dolayı değil de eşyanın bizzat
iyi ve kötü olduğunu kabul etmek suretiyle, bizzat Allah'ın şer ile
münasebetini iptal etmiştir.82 İnsanın, Allah'ın kendisine vermiş olduğu
kudreti kötüye kullanmasından dolayı el-İskâfi Cafer'in şer izahına muhtemelen
uymuş, fakat bu kabul edilmiş olsa da çocukların ve hayvanların hastalıkları ve
acı çekmesi hususu cevaba muhtaç olarak kalmaktadır. (Bu meseleler
hakkındaki görüşler imzasız olarak, nakledilmiş ama bu dönemlerde yahut bu
dönemden hemen sonra Bağdat ekolünde aşağı yukarı kesin bir şekilde tahsil
edilmiş oluyurdu.)
Çocukların azabı problemi, daha
önceden Haricileri meşgul ettiği için, muhtemelen ilk olarak ortaya çıkan
problemdi. Bişr,.yahut onun tutumunu kabul eden biri,
çocukların azap görüp sonradan (cennete girme müsaadesi gibi) affa mazhar
olmasının, azap görmeden sevinç ve lezzeti tatmak kadar hoş bir şey olmadığını
kabul etmiştir; fakat Allah, daha hayırlı (aslah) olanı yapmak için mecbur
tutulmamıştı.83
Maamafih, birinin çıkıp da,
Allah'ın en hayırlı olan şeyi (en güzel ve aslah olanı) yaptığını kabul edince,
mesele daha da zorlaşmış olur. Çocukların yaşamış olmaları durumunda işlemiş
olacakları günahların cezası gibi bir nevi daha sonra vuku bulacak olan hali
muhtevi bir cezalandırma şeklinde Bişr’e nisbet edilen, çocukların tazibi fikri
aynı şekilde meselenin çözümüne pek yardımcı ola-mamıştır.84
Son zamanlardaki genel görüş,
Allah’ın büyükleri ikaz maksadıyla, çocukların tazibine müsaade etmesi şeklinde
idi ve daha sonra onlara basit olarak bu şekilde azap vermesi adaletsizlik
olacağından, bu çocuklara bir zevku safa vermek suretiyle bunları rahmete layık
görmüştür. Maamafih bu daha çok problemler doğurmuştur, çünkü,
eğpr bu bir kerre azap görme zararının tazmini Cennete girmek ve orada ebedi
kalmak şeklinde olursa ve Cennet de mesul tutulan itaat fiilleri sebebiyle
kazanılmış olacak idiyse, o takdirde azap gören bu çocuklar Cennete hak
kazanmamış olmalıydılar. Bu nimet onlara sadece Allah’ın
lutfuyla verilmiş olmalıdır.85 Bu meseleler üzerindeki ihtilaflar beşer aklına
ait düşüncelerin kifayetsiz olduğunu göstermeye başladığını ortaya kor ve daha
derin meseleler kıyıda köşede kalır; çünkü İslâm tebliği kendilerine hiçbir şekilde
asla ulaşmayan çocuklarla (dinî yükümlülüklerini yerine getiren) zahir
müslümanlar en yüksek bir mevkide (aynı derecede) olurlarsa, Allah’ın, Cennet
ehlini bilfiil Cennete yaratmamış olmasının ve onları dünyevi hayatın
seyrettiği yola terketmemiş olmasının herhangi bir sebebi var mıdır?
Vahşi hayvanların tazibi
meselesi, akla gelen bazı noktaları izah etmiş olmasına rağmen, yine de bu
esasında jeolojiye ait bir meraktır. Genel görüş, hakkaniyetle
cezalandırılmalarına karşılık hayvanların bir nevi günahlarının affını elde
etmeleri gerektiği şeklinde idi; gerçekten de hayvanların her hangi bir
mükellefiyeti olmadığı için cehenneme gönderilmemen yahut ebedi azab
edilmemeliydiler. Bazı kelâmcılar, hayvanların sadece günahlarından arındığını
bilebileceğimizi, fakat bunun nasıl yapıldığını, burada mı yoksa başka bir
yerde mi yapılıp yapılmadığını bilemeyeceğimizi kabul etmiştir; bazıları ise
birtakım fikirler beyan etmeyi göze almışlardır. Otlayan hayvanlara, Cennette
en güzel otlaklarda ebedi bir zevkin verilmiş olmasını tahayyül etmek kolaydı;
fakat yırtıcı hayvanlar için (güzel avlar) düşünmek biraz daha zor bir şeydi.
Bu hususta mevkif’in (bekleme mahalli) zikri geçer ve bir görüş de, hayvanların
orada // birbirleriyle mu-hasama olacakları
yolundadır. Bu görüşlerin hepsinin en ince ve ustaca olan, Cafer b. Harb ve
el-İskâfi'nin görüşüdür: Vahşi hayvanlar, (ister bu dünyada ister mahşer
yerinde, yani mevkifte olsun) günahlarının affını elde ettikten sonra, kafirleri ve günahkârları, cezalandırmak, onlara azap olmak
için Cehenneme gönderilirler, fakat burada herhangi bir azaba uğramazlar;
şüphesiz ki bu, hayvanların Cehenneme girmeleri, (Cehennemde kalmaları) ile
ilgili sözün açıklanması içindi, öyleki, eğer cehenneme girmek cezalandırma
olarak kasdedilseydi, bir adaletsizlik olmuş olacaktı.86 Günah işleyen kimsenin
açısından, adalet prensiplerine göre kendisinin Cehennemde azap görmesinin
merama muvafık sayılabilmesine rağmen, Allah açısından güçlükler vardı. (İzah
edilmesi güçtü). Eğer, mutezilenin kabul ettiği gibi,87. Allah gerçekten
hiçbirine azap etmeyebilir ve eğer Cehennemdeki azap onlara elem verirse
(insanın tabiî, olarak tasavvur edeceği gibi) burada bir tezad vardır. el-İskâfi galiba bu güçlüğü hissetmiş ki, bu yüzden cehennem
azabının hakikatte güzel, kârlı, emniyetli ve merhametli olduğu şeklindeki
görüşü ileri sürmüştür; Cehennemde azap gördükleri müddetçe küfürden uzak
kalacaklarından, Allah, Cehennemdeki kullarına merhametlidir.88 Benzeri başka
bir pasaj, onun kafasında mevcut olan şeyin, ahirette bazı günahkarların
tazibinin dünyadaki kafirleri ikaz ve korkutmak (tan ibaret) olduğunu telkin
eder.89 Bu görüşe göre, ikaz olarak kullanılmakta olanların, ikaz edilenlere
kıyasla, merhametsizce muameleye tabi tutuldukları görünür ve netice şudur ki,
bütün dünya, akıbette cennete girecekler için yaratılmıştır. Bu tür bir görüş
asla müdafa edilemez değildir, ancak bu, rasyonel bir teodisinin (hayr-ı âlânın
hasıl olması için fenalığın zaruri olması görüşü) or-
taya
konması için (yapılacak) teşebbüsün başarısızlığını önceden ifade eder.
Bağdatlıla'rın yahut bazı
Bağdatlıların görüşlerine ait rivayetler dışında (bundan sonraki bölümde bu
rivayetlerin tedkik edileceği muhakkaktır) umumiyetle, Bağdat da, bu
araştırmayı ilgilendiren meselelerin münakaşasının yapıldığı çok az duyulur.
Üçüncü asra doğru, ekolün başkanı olan el-Hayyât, esas itibariyle çok değişik
meselelerde meşgul oluyordu. Onun, başlıca orjinal
özelliklerinden birinin ilahi sıfatların tümünü ilim ve kudret sıfatına irca
etme gayreti olan, el-Ka’bi diye bilinen halefi Ebû Kasım el-Belhi'nin, (v,317
yahut 319) insan kudretine ait atomcu anlayışına sahip olduğu rivayet olunur.90
// İnsan kudretinin hiçbiri iki zaman boyunca devam etmez (iki zamanda
bulunmaz), bilakis (bu kudretlerdin) herbiri ayrı ayrı kendi anında yaşatılır. Fiil
vukû bulduğunda ikinci anda yeni bir kudret yaratılmış olacağından el-Kabi, (aynen selefi el-İskâfi ve Cafer b. Harb’in yaptığı şekilde
mürekkep fiil ve iktidarsızlığı reddetmiştir.
Bu atomcu düşünceler yeni değildir,
fakat bu düşünce sahiplerinin tevellüd kalesinde bir tutamak elde etme gereği,
kayda değer bir şeydir. Mesela, el-Kâbi'den aşağı yukarı bir asır önce,
en-Nazzam, her maddenin, kendi varlığı ile ilgili herbir anda yaratıldığını
kabul et-mekteydi.91 Hemen sonraki bir tarihte (bir muhalifin rivayetine göre)
mutezileden bazıları, her fiil için gerekli kudretin fiilden önce yaratıldığını
ve daha sonra yok olduğunu söylemiştir; gerçekten de her bir fiilden önce bu
fiil için ve muhtemel her bir alternatif fiil için kudretler yaratılır ve sonra
bu an geçince kudretler, başka bir fiil ve bunun alternatifleri için
yaratıhr.92 Bu tür durumun en güzel ifadesi Salih Kubba'nın ifadesidir.92 O,
mütevelled fiiller kavramını tamamen reddetmiş; mesela atıldığı zaman taşın
gitmesi, katiyyen bunu atan şahsın fiili olmayıp, bilakis Allah'ın fiilidir, ve Allah'ın bunu, herhangi bir hususi du- ; rumda
yaratamaması kuvvetle muhtemeldir; yine, eğer Allah böyle olmasını (fiili
herhangi bir hususi zamanda yaratmayı) murad ederse, körlükle idraki yahut ölüm
ile bilgiyi birleştirebilir. el-Bağdadi'nin zamanında
(beşinci asrın ilk zamanları) ehl-i sünnetin görüşü, Allah'ın bütün arazları
yarattığı ve arazların da devam etmediği, şeklinde idi.94
Tabiattaki illiyetin bu inkarına ait sebepler, bizim İslam ile ilgili malumatımız
için önemli fakat bu çalışmanın ihtisas sahasına girmesi güç bir şeydir.
Burada, insan kudretine ait tesvibin tedricen nasıl zayıflatılıp yok edildiğine
işaret etmek kafidir.95
·
6. SON BASRA EKOLÜ
·
(a) Abbâd
Az önce mütalaa edilmiş olan
Bağdat'daki münakaşalar muhtemelen üçüncü asrın ortalarında ölen Abbâd b.
Süleyman tarafından Basra’da başlatılmıştı. Abbâd, Basra'da, hocası
.Eb'ûl-Huzeyl'e karşı muhalefeti başlatan Hişam b. Amr el-Fuvati’nin bir
tilmizi idi. O'nun temayülünün, kendisini problemlerin gerçek çözümüne ekseriya
yaklaştırmayan dakik mantıki lügazlar hakkında olduğu görülür. Burada bizi ilgilendiren hususlardan biri, daha önceki Bâsralı
Muammer'den zahiren istihraç olunan farkı kullanmak suretiyle, onun, Allah'ın
şerre karşı olan alakasını açıklama teşebbüsü idi.96 Her ne kadar hamile
kalmaya bizzat muktedir değilse de, hanımını çocuğa hamile bırakmaya muktedir
olan adamın durumu gibi, aynı şekilde (Muammer böyle düşünmüştür) Allah her ne
kadar kendisi bizzat hareket etmeye muktedir değilse de hareket ettirmeye kadir
olabilir (yani insana, hareket verebilir) ve yine Allah şerre kâdir olabilir
(insan şer iş yaptırma) fakat şer işlemeye muktedir değildir. Bu ayırım,
Eb'ûl-Huzeyl'den sonra Basra'da mutezilenin asıl gücünün lideri olan eş-Şahham
tarafından ve kesb doktrinini müzakere eden diğerleri tarafından da
kullanmıştı.97 Bu ayırımın
kullanılmasıyla,
Abba'da, üzerine oldukça ehemmiyet verdiği, Allah'ın yegane ve ekmel kudret
sahibi olduğu görüşüne sıkı sıkıya bağlı kalırken, hiçbir hususta şer
işlemediği şeklindeki doktrini muhafaza etmeye imkân verilmiş oluyordu.98
Maamafih o, yaratmanın herhangi
bir fiilinden ayrı çeşitte olduğu temel fikrini geliştirmiş görünmez. Onun,
Allah'ın katiyyen şer yapmadığı yolundaki ısrarı öyle boyutlara varmıştır ki, kafirleri Allah'ın yaratmış olduğunu inkâra gittiği iddia
edilir, çünkü kafir, insan ile küfrün birleşiminden ibarettir ve Allah ise
küfrü yaşatmamıştır.99 Yine o, imansızlığın esasını Allah'ın yarattığını inkâr
etmiştir. 1 00 Üstelik o, mutezilenin geri kalanlarına zıt olarak hastalık ve
musibetin, hatta Cehennemdeki azabın gerçekten şer olmadığını; bunu
söyleyenlerin Allah'ın bir şerir olduğunu söylemek zorunda kalan kimseler
olduğunu iddia etmiştir. 101
Bu nihai açıklamalar dışında
(yahut bunlara uygun olarak yapılan ifadeler dışında) Abbâd, Adetullah'ın
Bağdat cereyanına ait hissi ve tamamen beşeri olan kavramlara karşı çıkmış ve
daha gerçekçi bir görünümüne meyletmiştir. O, Allah'ın dünyayı yaşatmasında herhangi
bir illetin olmadığını kabul etmiştir (bununla birlikte, kainatın,
insanların menfaati için olduğu yahut anlaşılabilecek herhangi bir saikin asla
olmadığı anlamına gelip gelmediği açık değildir)102 Aynı şekilde, Allah'ın
çocuklara azap etmesinde herhangi bir gaye yoktur ve Allah onlara kefil olmaz
(verdiği azabın karşılığında onların suçsuzluğunu tekeffül etmez) 103
Hayvanlara gelince, günahlarından temizlenmiş olmaktan uzak bir şekilde, sadece
haşredilip imha olunurlar.104 Allah'ın, aslah olanı yapıp yapmayacağı, onun
karakterine tamamen uygundur; Onun yaptığı her şey caizdir ve yapamıyacağı
hiçbir güzel şey yoktur.105 Bu cümlenin ikinci yarısı hakkında yine de birazcık
hayalcilik mevcuttur; fakat bu aynı zamanda gerçekçi tefsiri vermiş olmalı: Allah
Kerem ve hayır sahibir, fakat Onun kerem usulleri bilinmez, (ne şe-.kilde hayır
ihsan ettiği).
eş-Şahhâm'ın
talebesi ve Eb'ûl-Huzeyl’in kürsüsündeki halefi ve el-Eş'arî'nin hocası olan
Muhammed b. Abdui-Vahhap el-Cubbâi (v.303) Basra Mutezilesini yeniden eski
mevkiine çıkartmıştır, ancak tabii olduğu üzere onun görüşleri tam olarak
makalat'ta verilir.
Beşerî ve İlahî fiillerin
sahalarını ayırmaya yeltenen bazı doktinlere karşı olan reaksiyonu oldukça
kayda değer bir şeydir. eş-Şahham, zahiren kesb doktrinini kabul etmiştir,
çünkü o, Dırar’ın iki fail, bir fiil formülünü daha çok teknik ifade tarzında
tekrar etmiştir; o, bir tek hareketin, hem Allah'ın hem de kulun kudretinin
muteallakı (mak-duru) olabileceğini söylemiştir, bu iki failden biri bu fiili
yaratan diğeri ise iktisab edendir.106 Şayet bu, bir mana ve aynı fiil olarak
tefsir edilirse o takdirde daha sonraki ehl-i sünnetin formülü oluverir ve
eş-Şahham’ın, bunu bu şekilde anlamış olması muhtemeldir.107 Maamafih bu,
mutezilenin prensiplerine.muhalif idi ve kesb
kavramını kabul etmiş olan Bağdat mutezilesi mensupları eş-Şahham’ın bu
formülünü aynı cinsten bir fiil için tatbik etmişlerdi. 108 Üstelik bunlar,
Allah, insanlara muayyen bir tür fiili yapmaya yetecek kudreti verince, bu türden
olan bütün fiilleri kendi kudretinden uzaklaştırmış olduğunu kabul
etmişlerdir.109 Bu, ihtiyari fiiller ile cebren yapılan (cebri) fiiller
arasındaki farka göre böyle idi, çünkü, insanın
ihtiyari bir fiili için Allah'ın fail olması muhaldir.
el-Cübbâi'nin
bütün bunlarla hiç bir münasebeti olmamalıdır. O, Allah'ın, insanları, kadir
kaldığı her hangi bir fiili sınıfına (cinsine) devamlı kadir olduğunu kabul
etmektedir/! 10 O, Abbada ait olan (Allah’ın şerre kadir olması ile şer yapmaya
kadir olması arasındaki ayırımı reddetmiştir ki bu ayırımla Allah bazı şeylerin
haliki olabilmekte ve yine de bu fiilin faili olarak fiil, Allah’a isnad
edilmemektedir; eğer Allah bir kadında hamilelik ihdas et-irişse // o takdirde
Allah'ın, hamileliğin müsebbibi (muhbil) olduğunu söylemiştir, halbuki, bu (muhbil) kelimesinin normal olarak hamile
kalan kadının kocasına verilmesi gerekirdi.1 11 Onun bu husustaki maksadı,
muhtemelen, Allah’ın ve insanın kudretlerinin tek ve aynı mahlukta müessir
olduğunu kabul ve teyid etmektedir, çünkü muhalif teorilerce farzedilen ayrı
safhalar, işin nihayetinde Allah’a inanmamaya denk düşer.
Aynı saik vegaye,ahiren
onun kesb kavramını inkâr etmesinin arkasında da mevcuttur,112 ve haliki şu şekilde
tarif eder: - (önceden mevcut olan) bir takdire göre, iş yapan yahut
kendisinden fiil sudur eden kimsedir- ki bu insan için kullanılabilir. 113 Bu
tarif, ruhsatın hatta sırf istihsal etme, ele geçirme anlamında insana ait
olarak kullanılan fiilin,insana ve yaratmayı Allah'a
hasretme yolunda o devirde yapılan çağdaş münakaşalara oldukça ters
düş-mektedir.114
Maamafih el-Cübbâi, Allah'ın
insanı genellikle ihtiyari fiiller cinsinden olan fiili yapmaya icbar
edebileceğini söylemesine rağmen, ihtiyari ve gayr-i ihtiyari fiiller
arasındaki farkı muhafaza ettiğini açıkça ortaya kor. Allah insanları, adil ve
gayr-i adil işleri, iman ve küfür fiillerini konuşma ve benzeri fiilleri
yapmaya zorlayabilir; fakat Allah böyle yaparsa, insanlar adil, mü'min, konuşan
olarak tavsif olunamaz, çünkü konuşma, söz yaratma .anlamına
gelir, diğer hususlarda ayen böyledir; ve eğer Allah fiili yaratırsa, o
takdirde insan bunu yapmamış demektir.115 el-Cübbâi, Allah'ın, insanlar
üzerine'bahşedebileceği ve insanların bu bahşedilen nimetler vasıtasıyla
(sayesinde) iman edip görevlerini yerine getirebileceği tevfik gibi birtakım
nimetlerinin (ihsanlarının) olduğunu kabul ve itiraf etmiştir; fakat bunlar,
fiilin ihtiyari karakterini zahiren iptal etmemektedir. 116
el-Cübbâi'de,
Abbâd ve diğerlerinin, Allah'ın şerle herhangi bir ilgisinin var olduğunu inkâr
etme hususundaki aşırı görüşlerine karşı bir reaksiyon da mevcuttur. Böylece
Abbâd'ın, hastalık ve musibetin şer olmadığı yolundaki görüşü haylice tebdile
uğratılır. el-Cübbâi bunların şer olduğunu, fakat ancak mecazi
olarak şer olduklarını kabul eder.117 Belki de o bununla, (bu hastalık ve
musibet) nahoş olmakla birlikte, bu nahoş olma durumunun bu hastalık ve
musibetleri hayrın gerçek manası olan faydalı olmaktan alıkoyamadığını kasdetmiştir
(bunlar, fiilî teslimiyet için bir vesile meydana koymak yahut sırf vücudun
yeniden sıhhate dönmesiyle ilgili olmak suretiyle hayırlı olabilirlerdi).118
Aynı şekilde o, insanlara eza vermekle birlikte Cehennemdeki azabının, Allah
cihetinden gerçek adalet ve hikmet olduğunu kabul etmiştir. 119 Böylece ilk
bakışta şer olan şey, Allah'a isnad edilebilmektedir.
Umumi görünüşe ait değişikliğin
çok daha mühim olanı, Allah'ın bütün eşyada insanlar için aslah olanı
yaratmasının vacib olmadığı görüşüdür. Allah'ın, din hususunda insanlar için
gerçekten en güzel olan şeyi vermesi gerekir, çünkü böyle olmazsa, insanlara
iman etmeleri emirini ve böylelikle, mükafat ve
cezaların bağlı bulunduğu mükellefiyetlerin bütün sistemini anlamsız kılmış
olurdu. Fakat, O'nun, insanlar üzerine vazifeler
yüklemesinden başka, onlara karşı her hangi bir yükümlülük taşımaması gerekir
ve hatta, eşyada olduğu gibi O'nun yükümlülük sahası sınırlandırılır; böylece,
Allah, insanlara daha büyük mükafat jhsan etmek için onları kendisine daha çok
itaat etmeye muktedir kılacak olan bazı şeyleri yapmaya kadir ise de bunu
yapmakla yükümlü de-ğildir.12O
O'nun, Allah'ın lutfu yahut
lutufları hakkında söylemesi gereken şey, (lutuf, eltaf) ile aynı cihete işaret
eder. O, Allah'ın, iman etmeyeceğini bildiği bir insana, bu insanı mü'min
kılacak olan bir lutuf ihsan etmeye muktedir olduğunu inkar
etmiştir; muhtemelen bu, bir insanın mümin olması için, ihtiyari olarak iman
etmesi lazım geldiğinden ve Allah'ın insanlara dinleri hususunda halihazırda aslah
olanı yapmış olmasından dolayı böyledir. Fakat bundan başka Allah'ın
bahşedeceği nimetleri mutlaka vardır. 121 Bir dereceye kadar muğlak olan pasaj
bu maksat ile ilgilidir. 122 Baştan, bir insanın, herhangi bir lutuf
olmadan iman etmeye muktedir olduğu durumu ve lütfün ihsan edilmesiyle birlikte
kendi payına düşen gayretin eksik kalmasından dolayı mükafatının
azaltılmış olması gereken kimsenin durumu düşünülür; bu durumda, sadece daha az
mükafata yol açacak olan şey Allah üzerine düşen bir yükümlülüktür, yani, lutuf
ihsanına uygun biçimde görevler yüklemesi Allah'ın görevidir. Öyleyse
el-Cübbâi, bununla Allah'ın kendisine lutuf olmadan katiyyen itaat etmeyeceğini
bildiği bir kimsenin durumuna karşı çıkar ve derki, eğer Allah bu kimseye lutfu
bulunmaksızın mükellefiyet yüklerse, o takdirde (muhtemelen Allah tarafından)
bir kısım avantajın çıkartılıp ihdas edilmiş olması kaçınılmazdır. Bu kişi, hiç
şüphesiz halihazırda din ve benzeri şey hususunda
herkesin sahip olduğu malumat cinsinden lutuflara mazhar olmakta ve mademki bu
lutuf başarılmaktadır, öyleyse Allah'ın muradı hakkında hiç bir tezat mevcut
değildir; bundan başka bu kişinin hemen cennete itiverileceği beklenmez. Başka
bir deyişle kainat, insanların en yüce saadetlerinden
dolayı değil de, Allah’ın hikmeti icabı murad etmiş olduğu şeylerin icrasından
dolayı icad olunur.
Mükafat
ve cezaların, şerî kaidelere uygun tam plan ve tedbiri, kendi kifayetsizliğini
ve itimatsızlığa düşüşünü > göstermekteydi. Bundan dolayı onun
seleflerine göre bütün hayatın en kıymetli tarafı bir kimsenin, Allah'ın
kanununa boyun eğerek kendi gayreti ile cenneti kazanmış olduğu yerde
el-Cübbâi'ye göre ise Allah'ın dilediği takdirde, insanları doğrudan doğruya
Cennette yaratması tamamen caiz görünmektedirler.123 Bunun da Allah tarafından
(yaratılan) bir tafaddul fiili olması gerekir. Ve bu mükafat
yurdunun en yüksek makamı olmasının artık açıkça kabul edilmediğini ifade
etmektedir. Hem tafaddul fikrinin (ki ilk olarak kendini burada ortaya koyduğu
görünür) ve hem de hak edilmemiş olan elem hakkındaki ivaz fikrinin el-Cübbâi
tarafından bir hayli münakaşası yapılmakla idi.124 O, Allah'ın efalinin, şeri
kavramlarca tam anlamıyla kavranıp cevaplanamayacağını açıkça tasavvur
etmekteydi. Hatta o, idrak olunmazlık esasını kabul etmekteydi. Allah'ın, tıpa
tıp aynı günahı irtikap eden insanlardan birini
affedebileceğini diğerini ise affetmeyebileceğim söylemektedir. 125
Bütün bu muhtelif doktrinlerden
giderek iki temel eğilim izlenebilir. Birisi, insan kudretine ve insanın kendi
kendine yeterliliği hakkında ortaya konan aşırı düşkünlüğün tashihine
yöneliktir. Artık bir kimsenin kendi gayreti ile vazifesini yapması ve Cennet mükafatını kazanması insan hayatının en yüce ideali
değildir. Aksine insan zaafiyetinin bir nevi idraki mevcuttur, o, Allah'ın
meünetini ve mağfiretini arzu eden bir yaratıktır, ikinci eğilim ise, ki bu tamamlayıcı bir eğilimdir, Allah'ın kudretinin
ilk idrakine ait bazı şeylerin keşfedilmesine yöneliktir. Bir dereceye kadar
Allah'ın adetleri insan idrakinin dışında olabilir. Allah, insan aklının, adil
veya 'gayr-i adil kavramlarınca bağlanmış olmayıp bilakis O, sadece kendi
hikmetinin ica-bettirdiği şeyle bağımlıdır, yani O'nun fiilleri kendi içinde
mütenakız olmamalıdır.
·
(c) el-Cübbâi'ye kadar
olan silsile
■Mutezile, el-Cübbâi- ile
yolların bir ayırım noktasına erişir. Onlar saf akılcı değildirler, çünkü
pratik dinî nüfuzları vardı; hatta bunlar, bir manada İslâm misyonerleri
idiler. Fakat, bunlar İslâm'ı akli düşüncelerine
uydurmak için kesin gayret sarfediyorlardı; az önce tevsif edilen eğilimlere
rağmen, el-Cübbâi, Aklın otoritesine hala kesin bir itikat beslemekte idi.126
Bu akılcı hareket, en-Nazzam’da ve Cafer b. Harb, el-İskâfi gibi en-Nazzam
tarafından tesir altında bırakılan kimselerde oldukça açıktı. Fakat bu insanların
basit akli planı, aktüel hayatın karmaşık durumu ile karşı karşıya geldikçe
bozulmaya ve çözölmeye başladı. Bunun alametleri zaten Abbâd'da açıktır. Bu
yüzden cemetme yahut değişiklik yapma suretiyle yeni fikirler üretilmeli,
değilse bütün sistem terkedilmeliydi. el-Cübbâi ile o
denli yaygın hal olmakta idi ki, ana sistem yok olma tehlikesi geçirir; kabul
eder göründüğü giriş yığınlarından (sadece ana meseleler hususunda bile)
ahenkli tek bir sistemin teşekkülü hemen hemen imkânsızdır.
Benim diyeceğim odur ki,
durumdan (kaynaklanan) muhtemel iki gelişme çığ ı rı-tasarruf ve terâkki çığırı
-mevcuttur ve el-Cübbâi’nin talebelerinden oğlu Ebû Haşim birinciyi seçmişler,
el-Eş’arî ise İkinciyi seçmiştir. Ebû Haşim'in, meseleler hakkındaki
görüşlerinden elde ettiğimiz azıcık malumat onun, insanın kurtuluşunu elde
etmesi için kabiliyeti üzerine ve aklın idelerine göre iş yapması için Allah'ın
yükümlülüğü üzerine (vermiş olduğu) son derece ısrarla birlikte, akli sistemin
çok daha sıkı bir tefsirine doğru geriye gitmekte olduğuna işaret eder;
muhtemelen bu, babasının cevaz vermek için gayret ettiği hadiseler üzerinde
ancak şerh mahiyetinde yapılmakta idi. VI. bölümde görüleceği gibi el-Eş'arî,
en mükemmel rehberi durumunda olan aklı terketmiş ve bunun yerine İlahi Vahyi
almış, böylece mantıki neticesini elde ederek insanın kendi-yeterliliğinden
uzak ve Allah'ın hakimiyetini tanımaya yönelik olan bu
hareket zaten el-Cübbâi'de kendini ortaya kor.
Not A. ATOMCU EĞİLİMLER
Tabiatın atomcu yahut
ittifakçı(occasionalist) görüşünün gelişme ve hakimiyetine
ait sebeplerin tam anlamıyla müzakeresini yapmak bu çalışmanın sahasına girmez,
fakat ilgili üç fikir silsilesi zikredilebilir. (Malebranche’ın ittifakçılığına
bazı benzerlikler mevcuttur, fakat onun teorisinden, ittifakı' sebepler ile
ilgili hiç bir şey mevcut değildir.)
·
(1) İlk asırların
müslüman müellifleri, mantık ve sarf ilmine tabiî ilimden daha fazla ilgi
duyuyorlardı, yani, eşyanın arasındaki sebep ilişkisinden daha çok, eşyanın
lafızlara göre olan münasebetlerine ilgi duyuyorlardı. Netice olarak onlar,
ayrı bir isim taşıyan veya ayrı bir ad verilebilen şeyin, ayrı bir şey olduğunu
kabüllenmeye temayül etmişlerdir-şöyie ki, tefekkürde tefrik edilebilen iki şey
gerçekte de ayrı olmalıdır. Bu, şöyle demek suretiyle anlatılabilirdi; onların
ayrılık anlayışları ilgi anlayışlarından daha çok geliştirilmiştir.
·
(2)
İlahi hükümranlık, hiç şüphesiz, beşeri kıyaslara ait terimler içerisinde ele
alınmalıdır. Maalesef Doğu'da hakim, fakat Batı'da da
yaygın olan şöyle bir görüş vardır: İnsan karakterinin en yüksek derecesine,
zamanın esintisine göre fikrini değiştiren bir kimsenin, arzularını başarmak
için gerekli olan tam kudrete sahip olduğu zaman erişilebilir. Bunun Allah'ın
karar verdiği şeyden geri dönmeye muktedir olup olmadığı şeklindeki mutezili
münakaşaların arkasında yattığı görünür. O, sabit bir plana göre değilde an be
an iş yapan (fail) olarak düşünülür. Onlar, en kuvvetli ve en güzel karakterin
en değişmez karakter olduğunu anlama hakkında başarısız kalmışlardır. Batı,
belki de haksız yere, bunun, rivayete göre Doğu'nun büyük sultanlarına isnad
edilen sorumsuz icraatlarla ilgili olduğunu ima eder.
·
(3)
Allah'ın kainatı tedbiri, vasıtasız olarak düşünülür.
Onun hiçbir vekili yoktur, hiç kimseye yetki vermez; hatta şahıslara bile kendi
fiillerini ihdas etme yetkisini vermez. Görülmektedir ki tefviz kavramı, yani
fiilleri ile ilgili güven hususunda bir insana verilen vekalet
salahiyeti, insan sorumluluğunun tasnif ve beyanı olarak o kadar çok teveccüh
bulamamıştır.' Şüphesiz ki, Allah'ın her olayı vasıtasız kontrol ve tedbir
etmesine dair olan bu kavramda önemli gerçek mevcuttur, Fakat bu, O'nun muhkem
isteklerinin tamamlayıcı gerçekleri ile ve ikinci dereceden faillere yahut
nisbi bağımsızlığı olan sebeplere otorite vermek suretiyle dengelenmelidir.
DİPNOTLAR
(Kısaltmalar için
bibliyografyaya bakınız)
BÖLÜM IV
·
1. III.
787 B-793A; girişi ve Kitabu'l-İntisara yaptığı notlarda kıymetlidir.
·
2. Krş.
İ.A, md._ Mutezile.
·
3.
Ölümü ile ilgili çeşitli rivayetler mevcuttur (krş.
Münye 28); esas itibariyle bu tercih 227 ve 235
seneleri arasındadır (mak, indeks) ve benim, bunlardan birinciyi tercih etmede
birazcık tereddüdüm vardır; üç halifenin, yani el-Melmûn el-Mutasım ve el-Vasık’ın
kendisini taltif ettikleri yolunda el-Malatinin (Tenbih, 31) muhtemelen
kendisine maaş vermeleri anlamına gelir ve el-Mütevekkilin, 232 ve 235 yılları
arasında oldukça yaşlı bir adama karşı tutumunu niçin değiştirmiş olacağına
dair her hangi bir sebep bulunmadığı için, onun 232 den önce ölmüş olması
gerekir.
·
4.
Münye, 28.
·
5.
el-Malati, Onun, Hişam el-Fuvatiye yaşlı ve aciz iken sözlü bir tekzib yapmış
olduğunu söyler (Tenbih, 31)..
·
6.
Bunlar, el-Malati'ye göre (Tenbih, 30) hem Bişr b. Saidin hem de
Ebû Osman ez-Zaferaninin tilmizleri idiler.
·
7.
Münye, 30; el-Malati, Tenbih, 30, Bişr, Muhtemelen siyasi sebeplerden
dolayı hapsedilmişti, çünkü o Aliye kuvvetli sempati besliyordu. Eb’ûl-Huzey'lin
hapsi için aynı sebep yoktu.
·
8. Krş.
Münye ve el-Malati'nin Tenbihinin çeşitli yerlerinde.
·
10.
Krş. Dr. Pines, Atomenlehere, 124-133; bundan sonra gelen V. bölümle de
karşılaştırınız.
·
11. Bu
sıfat onlara Münye, 30'da Bişr b. Mu'temir tarafından verilir. Gaylan ile
birleşen grubun var olmaya devam etmekte olduğu görünür ve Muhammed b. Şebib ve
Muveys müteakip kuşağa tahsis edilirlerken Ebû Şimr, ibnu’l -Murtaza tarafından
(Münye, 33) Eb'ûl-Huzey'lin bir çağdaşı olarak addedilir.
·
12.
Haricilerin, hem Harun zamanında hem de sonraları olan ayaklanmaları ile ilgili
bilvesile bir ifade mevcuttur (krş. Muir, Caliphate,
470, 515 vs.); Harici mütekellimleri (mak. 120) bu
devirde faaliyette idiler, fakat muhtemelen Kuzey Afrika İbadileri arasında
mutezile görüşlerinin yayılması haricinde pek fazla müessir görünmezler (krş.
Nal-lino, Rivista, VII, 455-460). Hariciler arasında
sayılmış olsa .bile, Burgus (krş. blm, V, not A) daha sonra idi.
·
13.
Mak. 485
·
14.
Prof. Guidi, La Lorta tra İslam el il Maniheizmo ve bunun Dr. Nyber tarafından
yapılan müzakeresi (OLZ,XXXII, 425-41) Zum Kompf
Zwischen İslam und Manichâismus adını taşır.
·
15. Bu,
Atomenlehere adlı eserinde, Dr. Pinnes'e ait münakaşadır.
·
16.
İbnu’l-Murtaza, Münye adlı eserinde bu gidişi ta Ashab devrine kadar götürür.
·
17. 222
V.
·
18.
Bakınız, Pinnes, Atomenlehere, 125 V. krş., 276 v.
Ebu'l-Huzeyl.
·
19.
Krş. Nyberg. İ.A. Mutezile md.; Münye vs'de de krş.
·
20.
Belki de (el-Eş'arî'nin bazan makalatta yaptığı gibi) mutezileden daha çok,
(mütefekkir ilahiyatçılar?) olan mütekeilimunden söz etmeliyiz, çünkü
mutezileye dahil olmayan meşhur düşünürler vardı.
·
21. O.
Bişr b. el-Mu'temir'i yetiştirmiştir. Münye 31.
·
22.
Dırarın da, en-Nazzamı tenkit edecek kadar uzun yaşamış olduğu
görünür-mak.328.
·
23. Zum
Kampf zvvishen İslâm und Manichaismus, OLZ. XXXII,s.427.
·
24.
Mak. 313; 277
·
25.
krş. mak. 266, el-Hayyat, mutezileden birçok üyelerin icmaın haddini tecavüz
etmekte oldukları yolundaki töhmetlere muhalefet eder, İntişar, 70.
·
26.
Mak. 256.
·
27.
el-Bağdadi Usulu'd-Din, 143.
·
28.
Mak. 257
·
29.
Mak. 259; krş. blm. il ı d (s.15 v) üstte.
·
30.
Bakınız, özellikle, Mak. 260-66; görüşlerin birçoğu imzasız (anonymously:
yazarı belli olmaksızın) verilir.
·
31.
Mak. 243; krş. 204.'
=
·
32.
mak. 274, Milele göre 36, Ebu'l-Huzeyl, buna benzer görüş kabul etmiştir.
·
33.
mak. 356; krş. mile, 37,40 (birinci ve on ikinci
mevzular).
·
34.
mak. 230, 1.13.
·
35.
243, 15; 267,7.
·
36.
krş. mak. 259, a; 262,6; 263,6; 265.6 da Ehlûl-lsbatın
görüşleriyle ilgili olarak Kuvvetu'l-İman ve Kuvvetu'l-Kufr terimlerinin
kullanımı.
·
37.
230, I. 12. Bu pasaj hakikatte istitaat ve kudret diye iki terim ihtiva eder ki
bunlar tercümede, "kapasite" ve güç olarak tefrik edilebilmektedir.
Maamafih anlayabildiğim kadarıyla bu kelimeler ve aynı şekilde kuvvet kelimesi
herhangi bir mana farklılığı olmaksızın kullanılırlar. Makalat'ın 230-33 (yahut
İbane'nin, 69) bir tedkiki buna şe-hadet edecektir; böyiece, sayfa 232, 1.14 de
hem kuvvet hem de kudret bir pasajda kullanılır ki bu pasajın başlığı ve önce
geçen pasajlar is-titaayı ihtiva ederler. Bunun için ben çoğu kez bunların
hepsini kudret, güç anlamına gelen "power" ile tercüme ettim. Yine de
kesin bir kullanım farkı vardır, bu hususta istitaanın kullanılması
el-Eş'arî'nin kendi kullandığı terimdir. Şüphesiz bu kullanım el-Eş'arî ve
ilahi kader taraftarlarınca, (itaat manaşına gelen “Tavaa” kelimesinin kökünden
geldiği için) itaat etmeyi iman etmesinden dolayı tercih edilmiştir, halbuki kuvvet ve kudret, Allah’ın hakimiyet ve kudretini
anlatmak için kullanılıyorlardı ve böylece insanın mahluk nevinden olan
fiillerine tam uygun biçimde verilemiyordu.
·
38.
Mak. 233; 443.
·
39.
Milel, 35. Bu tefsirin, makalat, 232-42'deki çeşitli kullanışlara uygun düştüğü
görünür. Muhtemelen daha sonraki düşünürler tarafından benzer görüşlerle ilgili
olarak "anların" oldukça ince bir şekilde işlenmiş fakat o kadar çok
önemli olmayan analizler hususunda bir hüccet bulunur. Bu dakik analiz
şekillerinden biri (s. 238) dört an ihtiva eder; birincisi, önce olması
suretiyle, kudretin bulunduğu andır (çünkü kudret muktedir olmaya, kadir olmaya
benzer); İkincisi ise, irade, murad etme zamanıdır, üçüncüsü, (bir suret verme anlamı.nda-temsil) tasavvur etme zamanıdır ve dördüncü
zaman, hareketin yahut zahiri fiilin meydana geldiği andır.
·
40.
mak, 234.
·
41.
415-8. el-İskâfi, ihtiyarın, nesneyi gerektirmediği yerde nesnenin (makdurun)
üçüncü anda meydana geldiğini ilave eder; vesait, ihtiyarın vasıtasız mefulu
(belki de failin vücuduna münhasır kılınmış) zarureten ikinci anda vuku bulur,
fakat netice tam bir zaruretle vasıtalara tabi olmayabilir, krş. s. 78.
·
42.
232. sayfa 230'da, kudretin muhtemelen sadece vasıtalara dayandığı yani
el-Kabi'nin ateizmini kabul etmediği yolundaki ifade (bkz. s. 81) krş. ilim ve iradenin ölümle bulunmayacağını kabul etmekte olduğu
söylenen 232. sayfa.
43.237.
·
44.
krş. 230.
·
45.
555; 200; krş. 557; aynı delil en-Nazzam tarafından (576) ve az bir
değişiklikle Muhammed b. Şebib tarafından (201) kullanılır.
·
46.
249, 576.
·
47.
Kur'an, 57,3; mak.542; krş.148 v, 163 v, 474 yine Pinnes, Atomenlehere, 124
·
48.
krş. mak. 576 v.
·
49.
Milel, 37; krş. mak. 555.
·
50.
Milel, 37; krş. mak. 555, 576.
·
51.
Havatır, hatır'ın çoğulu, düşünceye göre bir şey; 427 sayfanın dipnotu, 239 vs.
(Bu tefsir hakkında o kadar emin değilim, çünkü bundan bahseden görüşlerin bir
kıömında bu tefsirden daha fazlası mevcuttur.) krş. sayfa
31'de tahric edilen hadis: Hiçbir halife yoktur ki onun iki ayrı sırdaşı
bulunmasın (Buhari, Kader, 8).
·
52.
krş. mak. 428; el-Bağdâdi, Usûl, 26,154-buradaki mevzunun Hindistan
Brahmanlarından alındığı söylenir.
·
53.
Mak. 378.
·
54.
389; fasılasız olarak birbirini takip eden bir şeyin var olduğunu
söylemektedir.
·
55.
Mak. 190; milel, 45.
·
56.
Mak. 401.
·
57.
Münye, 31.
·
58.
Mak. 331,405; Milel, 46.
·
59.
Mak. 401-15. Dr. Nyberg, Bişr'in genellikle demek istediği söylendiği kadar
kasdetmemiş olduğunu imaen beyan eder, İntişâr, 194.
·
60.
Mak. 329.
·
61.229;
Zahiren Gaylan'dan tahric edilmiş.
·
63.
Mak. 233; 415.
·
64.
264.
·
65.
250. I. II.
·
66.
246; krş. 573-7; en-Neccar'ın görüşleriyle de krş. (v.4,6 s. 106) ki
en-Neccarın bu görüşleri Bişr’inkilere oldukça benzer.
·
67.
krş. Mak. 262, burada Cafer b. Harb, Allah'ın lutuflarından bir lutuf olarak
tevfik ve tesdidden bahseder.
·
68.
Milel, 41; Cafer b. Mübeşşir'in de tilmiz olduğu söylenir, fakat daha az
tesirini gösterir.
·
69.
246, 537.
·
70.
Ca'fer ihtiyar ve Izdırar (40, krş. 246, 262) farkını kullanır ki, bu ayırım, ilk pasajda görüşlünü
rivayet ettiği Hişam b. el-Hakem'den çıkartılmış olabilir. Benzer pasajlar 246
ve 573 ihtiyaren ve tav’an, Bur-gps tarafından kullanılmakta idi,7(krş. s. 111, 129).
·
71.
mak. 576, vs. hususen söylenen bir söz olmasından dolayı mazi sığa
kullariıldığı zaman, muhtemelen mevzu daha vazıhtır, bir şey kendi cinsinin
mükemmeli olduğu zaman, artık, bu ifadenin ona verebileceği daha mükemmel
hiçbir şey mevcut değildir; diğer taraftan, aynı şekilde mükemmel olan başka
şeyler de olabilir ve bunlar nihayetsiz olabilir.
·
72.
mak. 247; kimin görüşüne ait olduğu belli olmayan pasajlar 248, I. 11-15, aynı
görüşleri ifade eder ve bunlar gerçekte Ca'fer'in görüşleri olabilir, çünkü o,
alâl-menâzil ıstılahını kullanır.
·
73.
Mak. 232,415.
·
74.
Mak. 429.
·
75.201.
·
76.
Münye, 42.
·
77.
Mak. 240.
·
78.
232; krş. 231. sayfadaki bir görüş.
·
79.
409.
·
80.
415; krş. 419, ki burada başka bir incelik beyan eder.
·
81.
513, krş. 191, 227. sayfada, Ca'fer'in bu görüşünün, Abbad dışında, genellikle
mutezilenin görüşü olduğu söylenir; fakat 513. sayfada, bütün mutezilenin
Cafer'e muhalif olduğu söylenir.
·
82.356.
·
83. 253.1. II.
·
84.201.1.7.
·
85.
·
86.
·
87.
·
88.
·
89.
249, krş. önce geçen 41. not.
·
90.230,232.
·
91.404.
·
92.
238, Rivayet Burgûs'tandır (krş. v.
4.c.) ve 250 H. den sonra çok güç olabilir.
·
93.
406. O, bunlardan biriydi, Mürci'e ile Mutezilenin bazı görüşlerini birleştiren
Gaylân tarafından muhtemelen tesir altında bırakılmıştır.
·
94.
Usûl, 50 vs.
·
95. Not
A’da (s.87) bazı görüşler ileri sürülür.
·
96.
Mak. 545; krş. 548. Yine krş. gelecek sayfalarda.
·
97. Bu
Makalat’tan istidlâl edilmiş bir neticedir, s. 199, 540,
ki bu netice muhtemelen tam olarak doğru değildir. Ancak fark, eş-Şahham'ı
tenkid eden Bağdat Ekolü mensuplarınca kullanılmaktaydı. Krş. benim kesb hakkındaki makalem bl.3.
·
98.201.
·
99.
Milel, 51; fark. 147.
·
100.
Mak. 227; krş. not 82 geçen sayfalarda.
·
101.537. krş. 246.
·
102.253,1.5.
·
103.
253,1. 7- muhtemelen Abdad'ın ıstılahına göre lâ II illetin'dir.
·
104.255.
·
105.250,1.3.
·
106.
Mak. 199, 549; Dırar için bkz., gelecek V. bl. 4a.
·
107.
el-Bağdâdi, (fark, 163) bu fikir hakkında dehşete düşürülür ve bunu ikinci
anlamda izah eder. Fakat gerçek şuki o, eş-Şahham'ın muhalefet etmek istediği
fikrini vermek için son derece temayül gösterir.
·
108.
el-Ka'bi, fark'a göre, 163.
·
109.
Mak. 549.
·
110.199,551.
·
111.194,531.
·
112.
542- müktesibin teknik kullanımını tamamen red eder, vs.;
o, aynı zamanda kudretlerin kullanımını (işti'mal) teorisini aynı şekilde
reddeder. 235.
·
113.195,
539; krş. geçen sayfalar 49.
·
114.
539-41.- ekseriya Ehlu'l-lsbat arasında; krş. gelecek
olan sayfalarda, 110.
·
115.551.
·
116.263.
·
117.537.
·
118.
Krş. Milel, 55. foot.?
·
119.
Mak. 247, 575; Milel, 58 foot?
·
120.
Mak. 247, 575; eltâf, (lutuflar) kabul edilir, Mak. 261, 263; bir
liste verilir, Milel 55 ,dipnot
·
121.
Milel, 57 dignot
·
122.
Mak. 249.
·
123.
Milel, 58.
·
124.
Mak. 276.
·
125.
Mak. 480; Milel, 55; fakat o, vahyedilmiş olan dinin gücünü de itiraf
etmektedir, mak. 206, 245.
İLAHÎ KADER TARAFTARLARI
·
1. Umumî Mülahazalar
Mutezile hakkındaki
malumatımızdan başka, Harun er-Reşid zamanından başlayıp el-Eş'arî'nin zamanına
kadar gelen İslâm düşüncesi hareketlerine ait sadece bölük pörçük bilgiye
sahibiz. Bu düşünce hareketlerini şu şekilde tavsif etmek umûmî mülahazalara
nadiren gayr-ı muvafık olmuş olur: Mutezile bulunuyordu; sık sık Kur'an ve
Hadisten iktibaslar yapan ve aklî istidlâle çok az yer veren ehl-i Sünnet mevcuttu; ve irili ufaklı fakat pek istidatlı olmayan birçok
mezhepler mevcuttu.”
Sadece genel bir manzaranın
değil, önemli birçok ayrıntıların da dahil olduğu bu
bilgi eksikliğine, İslâm'ın tarihi olmayan zihniyetinin, birinci dereceden
sebep teşkil ettiği görünür. Müslüman ilahiyatçıların, bir doktrinin hak oluşu
hususundaki ihtimamı her ne kadar bu kendi içinde mükemmel bir şey de olsa,
insanların bu gerçeği elde etmiş oldukları gelişme safhalarındaki ilgi ve
rağbetlerini hariçte tutar. Onlar, değişiklik ve gelişmeyi zûr ve kizbin bir mü-telazımı olarak değerlendirmektedirler; Sırf ikinci
yahut üçüncü asırda formüle edilmiş olan görüşlerin, bizzat Hz. Peygamberin
zamanından bu yana kati bir şekilde kabul edilmekte olduğu ileri sürülüyordu.1
Geçmişin büyük ilahiyatçılarına ait en büyük itibar, şu an ehl-i sünnet diye
addedilen doktrinlere sağladıkları destek idi; bu büyük ilahiyatçılarda, makbul
olan doktrine aykırı bulunan her çeşit küçük ihtilaflar doktrin henüz büyük
çapta seyyal ve gelişmemişken (büyük kelâmcıların müsellem akideye muhalif
görüşlerinden ibaret olan) böyle bir hata nasıl mevcut olabilirdi? (yani bu
ihtilaflar hata değil, samimi görüş beyanı idi) ince bir ustalıkla
zikredilmeyip terkedilmişti^ zira bu inhiraflar, onların (sağlamış oldukları)
desteğin değerini düşürmüş olacaktı. Diğer taraftan mezhepçi görüşler, esas
itibariyle bir eğlence çeşidi, bir hobi (as a şort of Aunt Sally) olarak rağbet
görüyordu ki, daha sonraki mü-tekellimler bunları
devirmeyi denemiş olacaklardı. (Bunun neticesinin, bize sadece, mezheplerin
ehl-i sünnet dışı görüşleri ile ehli sünnetin
güvenilir insanlarına ait görüşlerin söylenmiş olduğu denirse durum abartılmış
olmaz.)
İkinci ve üçüncü asırlarda
ehl-i sünnet diye damgalanabilecek geniş çapta bir fikir birliğinin var
olduğunu düşünmenin doğru olmayacağı bunun netice-i la-zımelerinden biridir.
Şüphesiz geniş bir anlaşma zemini vardı ve Mutezile bile görüşlerinin icmâa
göre olduğunu iddia etmekteydi. Fakat bu, daha sonraları ehl-i sünnet olarak
kabul edilenler arasında hayli derin fikir ayrılıklarına meydan vermiştir.3
< Bu asırlar müddetince,
İslâm teolojisindeki ana hatları ayırma hususunda bir kimsenin kelâmı (aklî
burhanı) kullanıp kullanmadığı meselesi belki de daha az ehemmiyeti haizdir.
Kelâm, teolojinin konusundan daha çok bu metodunu kullanmak zorunda kalıyordu
ve nitekim İslâm bir asrını doldurduğunda bu metod çeşitli birçok müs-lüman
gruplar arasında ■yayılmıştı.4 Maamafih, eğer kelâm, genel olarak sadece aklî
delil anlamında ele alınmaz da, bilakis akîldân tahric edilmiş (vahiyden tahric
edilmemiş) kaziyelerden elde edilen bürhan olarak ele alınırsa, bu önemli bir
ayrılık olur; fakat (mevcut) delil, erken tarihlerde bu türden çok az bir
kelâmın olduğuna İşaret eder, ve Mutezilenin bile
Kur'anı delillerine esas almış olduğunu gösterir.5 Yine, muhtemelen kelâmın,
kelamdan uzak olan haddinden ziyade muhalifleri muayyen görüşlere sahip olup ve
bu görüşleri de şu veya bu şekilde mudafa etmekteydiler ve böylece (bunlara)
teolojiye ait bir pozisyona sahip oldukları söylenebilir.
Böylece, Islâm teolojisindeki
çeşitli eğilimlerin (cereyanların) uygun bir yekunü verilecek olursa, şebekenin
(mezhep ve bunlara ait fırkaların şebekesi) müslüman müelliflerin alışkanlık
halinde yaptıklarından daha geniş olması gerekir. Açıktır ki, ehl-i sünnet
doktrininin diğer mensupları arasında olduğu gibi, İlâhî kader taraftarları
içinde de hem (ayrı) mezhep mensuplarının hem de ayrı damgalar taşıyan ehl-i sünnet
mensuplarının bulunacağını umabiliriz.
·
2. EBÛ HANİFE VE FIKH-I EKBER I
Fıkh-ı Ekber I, hicri ikinci
asrın ortalarında birçok zahit ve sadık müslümanların inançlarnın kısaca ifade
edilmiş şekli olarak ele alınabilir.6 (Fıkh-ı Ekber l'in) on maddesinden,
mevcut araştırma ile başlıca ilgili olanı üçüncü maddedir:
"Sana isabet eden şey,
senin yakanı bırakacak değildi ve başına gelmeyen de sana isabet edecek
değildir.
Bu maddenin, Kur'an'dan çok
Hadisin fikir alemine ait olduğu açıktır. Tek başına
alındığında, mahza cebirci fatalizmi gösterir; bunun gayr-i İslâmî menşei, bu
düşünce tarzını ihtiva eden Hadislerin onu bizzat Hz. Muhammed’e isnad etmeyişi
gerçeği tarafından isbat edilmiş olduğu görünecektir.?
Diğer taraftan bu hüküm ilahi kadere teslim olmuş bir üslupla (kulun irade-i
cüziyyesine müteallik müdahalesini hesaba katmayacak bir tarzda) tefsir
edilmeye oldukça müsaittir, yani, hadiselerin seyrini takdir edici olarak Allah
kabul edilince; ve Ebû Hanife'nin İslâm'daki
pozisyonunu bildiğimizden dolayı, biz onun bu hükmü, mahza Allah'ın takdirine
teslimiyet tarzında tefsir etmiş olduğundan kolay kolay şüphe edemeyiz.
Meselenin gerçek yönü
muhtemelen şudur: Ebû Ha-nife ve devrinin kendisi gibi düşünen kişileri Kur'anî
tutumu cebriyeciliğe ve cesur kişileri ise muamelattaki doğruluğa adapte edince
(buna uygun olarak kabul edince)8 ateistik (cebri) ve ateistik (kaderî)
determinizmin arasındaki farkın ayırdedilmesinin gerekli,
yahut hoş görülür veya mümkün bile olacağı onların aklından geçmiş değil; yani,
onlar meçhul zaman yahut kader tarafından takdir ve tayin edilen hadiselerin
cereyanı kavramı ile Adil olan Allah tarafından, takdir edilen hadiselerin
vukuu anlayışı arasındaki farka dikkat çekmemişlerdir ve bu yüzden birinci
görüşün, insanları adilane iş yapmaktan alıkoyma hususunda muhtemel etkisini
hesaba katmış değillerdir. Müslüman ilahiyatçılar belki de bu
ayırıma asla bir açıklık getirmemişler; bazıları bu hükümden kesinlikle
kaçınmakta; buna mukabil diğerleri ise bu ayırımı göz önünde bulundurmaya razı
idiler.9 Enteresan olanı şudur ki, bu akide üzerine yapılan şerh, söz konusu
maddenin gerçek uslubunu ihmal eder ve katî surette Allah'ın takdirine ait iman
(theistic) meselelerini müzakere eder. 10
Dırarı’n, Allah'ın mahiyeti
yahut varlığı kavramının tümünü, Ebû Hanife'den istihraç ettiği yolunda bir
rivayet mevcuttur.11 Şimdi ise, insan idrakinin sınırlarını kesinlikle ifade
etmek suretiyle Allah'ın üstün kudret sahibi olduğu bu dünyadaki şerrin varlığı
probleminin çözümü için yapılan girişim ile bu mahiyet kavramı birleştirilir.
12 Onun için doktrinin bu şekilde bir şerhi doğru ise, Ebû Ha-nife'nin bizzat
şer problemini bu tarzda değerlendirmeye çalıştığı ortaya çıkmış olacaktır,
böylece, İslâm'a olan diğer birçok hizmetleri dışında o, kendisine yöneltilen
küfür iddialarına rağmen İslâm teolojisinin gelişiminde önemli bir rol oynamış
olacaktır.
Teoloji meselelerindeki
rasyonel spekülasyonların başlangıcını Ebû Hanife'de
bulmak sürpriz değildir, çünkü onun adı, meşru meselelerde aklın geniş çapta
kullanımı hareketine karışmıştır. 13 Maamafih, aynı zamanda o ve onun gibi
diğer birçoklarının, kader hususunda muhafazakâr biraz da karışık bir pozisyonu
kabul etmiş oldukları kaydedilmelidir.
·
3. CEHMİYE VE CEBİR DOKTRİNİ
(a) Cebriye ve Mücbire
eş-Şehristânî'ce
ifade edilen görüşün bukonuda standart bir görüş olduğu söylenebilir. 15
"Cebir (compulsion),
fiillerin gerçekten insandan sadır oluşunun inkarı ve
bu fiillerin Allah'a isnad edilmesidir. Cebriye, birçok gruplardan
müteşekkildir. Katıksız Cebriye, insanın asla herhangi bir fiilinin olmadığını
yahut fiil yapacak kudretinin bulunmadığını kabul edenlerdir. Mutedil cebriye,
insanın katiyyen herhangi bir tesiri bulunmayan bir kudretinin var olduğunu
kabul eder. Mutezilenin, cebir terimini, (muhdeş kudretin) istiklâlen (in
isolation) ihdas etmede ve icad etmede herhangi bir tesirinin olduğunu
kabullenmiyenlerö tahsis etmesine rağmen, muhdes kudretin fiil işlemede bir
tesire sahip olduğunu isbat edip buna da kesb "acqusition" diyenler,
Cebriyeciler değillerdir.
Ehl-i sünnet doktrininin, Cebir
ve Kader arasında vasat (bir yol) olduğu görüşü,. el-Bağdâdî'nin, hakikî doğruluğun Cebir ve Kaderin dışında
bulunduğu yolundaki meşhur mütalâsında ifade edilmiştir.16 Katıksız
ceb-riyeciye örnek, insanın gerçekten fiil işlemediği şeklindeki görüşünden
dolayı, Cehm ibn Safvan'dır; güneş parladı ve değirmen döndü denildiği gibi,
insanın da ancak mecazen fiil işlediği söylenir.
Diğer taraftan Kader, Kesb ve
Cebrin bu üçlü tasnifi, Fıkh-ı Ekber I, Fıkh-ı Ekber II, Ebû Hanife'nin Vasiyyesi,
el-Eş'arî'nin Makalat ve İbanesinde bulunmaz.17 Ma-kalat'ta kader hakkında
birçok şeyler mevcuttur ama Cebr hakkında hemen hemen hiçbir şey yoktur.
Kelimenin, benim anladığım sırf teknik anlamında kullanımı, Ra-fıza'nın ismi
meçhul bir fırkasına ait beyanında geçmektedir ki, bunlar, Cehmiyenin dediği
gibi bir Cebrin ve Mutezilenin dediği gibi de bir tefvizin olmadığını bilakis
otoritelerin, insanın fiillerinin mahluk olup
olmadığını muallakta bırakıp bîr karara bağlanmadıklarını kabul etmektedirler. Aynı şekilde Cebriye ismi, Makâlât, Kitabu'l-İntisar, el-Malatî'nin
Tenbih’indeîel-Maturîdîye nisbet edilen Fıkh-ı Ekber şerhinde ve benzeri
eserlerde mevcut de-ğildir.18 el-Bağdadî, Cebriyeci olarak bir şahıstan
bahsetmesine rağmen herhangi bir Cebriye mezhebine zikretmez.19 Maamafih, bu
terimin ilk üç eserindeki istimali eş-Şehristânînin Cebriye tarihine uymamakla
birlikte, adı geçen eserlerin herbirinde Mücbire mezhebi için en azından bir
şahid vardır. Böylece burada, problemlerin oldukça küçük bir yuvası
mevcuttur. Mücbire ve Cebriye kimlerdi, değişiklik nasıl meydana geldi, Cehmiye
nerelere kadar vasıl oldu vs.?
Makalatta Mücbireye
dayandırılan tek bir şahit tarafından bu hususlara daha çok ışık tutulur:
"Kaderiye, kader hakkında
kendilerine muhalif olanlara sebbeder; Ehl-i Hak onlara Kaderiye der ve onlar
da Ehl-i Hakka Mücbire derler, halbuki onlar
Kaderiye denmeye Ehl-i Haktan daha müsaittirler.20 "
Bununla sadece el-Malatî'nin
Tenbih'inde görülen (bilgi) mukayese edilebilir:
"Bir şahsa, mücbir
(cebirci) diyen, adi (justice) ve icbarı (compelling) münakaşa eden bir kimseyi
duyarsan, işte o kimse bir Kaderîdir.21
Bu ifadelerin her ikisindeki
temel hususun gerçek oluşundan şüphe etmeye hiçbir sebep görünmemektedir, yani
(compeller diye tercüme edilebilecek olan) mücbir, kader doktrinini kabul
edenlerce muhaliflerine ilk olarak verilen mezmum bir isimdir, hemen hemen
onlara daaynı şekilde Kaderiye tarafından bu mezmum isim verilmiştir.
Kitabu'l-İntsar'da,-mücbireye
ait kullanılan bir düzine kadar (kullanımın) var olması bu terimin muhafazası
ile ilgilidir. Onların doktrini de Cebr olarak anlatılır.22
Bu iddianın ima ettikleri
dikkate değer şeylerdir. Mücbire ünvanı, kadehler tarafından bütün muarızlarına
tahsis edilince o zaman Mücbire sadece .eş-Şehristânî’nin
tasnifindeki katıksız ve ılımlı cebriyeyi içine almakla kalmayıp bilakis kesb
doktrinini de kabul edenlere şamil olmalıdır, başka deyişle mücbire, daha
sonraları ehl-i sünnet olarak addedilen kimseleri de içine almış olmalıdır. eş-Şehristanî, Mutezilenin aynı şekilde Cebrî (sözünü)
kullandığını belirtir. Böylece Cebr doktrini esas itibariyle ehl-i sünnet
tarafından kabul edilmiş bir doktrindi (her ne kadar onlar kendilerine bu adı
vermemişlerse de bu böyledir) ve ancak daha sonraki bir tarihte cebir sapıklık
durumunu aldı.
Kitabu’l-İntisar’dan
öğrenilebilecek olan şeyin bir ted-kiki bu istidlâlleri takviye eğilimi
gösterir. Bununla birlikte hiçbir isim zikredilmez, öyle ki, bunların görüşleri
hakkında söylenene itimat etmek zorundayız. Ebu’l-Huzeyl'e muhalif olarak,
insanın sadece bir fiil işlemeye muktedir olduğunu ve zıt iki fiili işleyecek
kudrete sahip olmadığını söylerler. Meselâ, sadece küfrü
işlemeye muktedir olup, hem küfre hem de imana muktedir değildir.23 Üstelik
bunlar, Allah'ın şerre yahut habis şeye kadir olduğunu inkâr ederler,24 onlar,
Allah'ın dünyayı hayır için, dostlarının menfaatine ve düşmanlarının da
zararına (olsun diye) yarattığını dü-şünürler.25 ve bir fiilin iki ayrı failden
sudur edebileceği görüşü zahiren onlara isnad edilir.26 Şu halde bu görüşlerin
tamamı, Dırar, en-Neccar ve Burgus'un etrafındaki kişilerden müteşekkil
grupların tamamınca yahut bir kısınınca kabul edilir ki bu üç şahıs ta
el-Eş'arî tarafından ehlu'l-İsbat olarak verilir.27 Bu grup, kesb kavramını
keşfedip geliştiren ve mütekellimin arasında sayılacak olan gruptu. Fakat
mücbire, birbirlerinden ayrı birçok fırkaları içine aldığından dolayı28
müellifin, eski görüşleri benimseyip, spekülatif
teolojiden kaçınanları bu terimin altına sokmuş olduğunu farzetmek makul bir
şeydir.
Cebir doktrininin, ehl-i sünnet
olmaktan çıkıp bidat ve dalâlet olma durumuna geçişi safhalarına ait kesin bir
delil vermek imkânsızdır, yani bu doktrinin, kesb kavramını kabul edenlerin
vasfı olmaktan çıkıp en saf uçtaki (on the extreme right) kendilerine muhalif
olanların vasfı haline gelişine dair kesin delir vermek imkânsızdır. Maamafih,
az sonra bu bölümde ve bunu takip eden bölümde ayrıntılı bir delil elde edecek
olan bazı noktaları kullanmak suretiyle gerçek havayı veren bir tarif
verebileceğimi sanıyorum.
. İkinci asrın ikinci yarısına
kadar, birtakım kişilerin ayrı bir şekilde ifade etmiş olmalarına rağmen, kader
doktrininin muhalifleri arasında bu özel hususla ilgili önemli hiçbir ayrılık
mevcut değildi. Dırar ile kesb doktrinine giriş,
yeni
bir (gidiş) tarzı belirledi. Kendi muakkipleri ile Mutezile arasındaki
münakaşaların bir neticesi olarak tedricen yeni bir husus açıklığa kavuştu,
yani cebir altında yapılan fiil ile ihtiyarî olarak yapılan fiil arasında bir
fark vardı.29 Zahiren cebir altında yapılan fiil ile ihtiyarî olarak yapılan
fili arasındaki farkı yahut kesb kavramını kabul et-. meyen (Muhtemelen sadece
muhafazakârlar veya Hint mistisizmi tarafından etkilenmiş kişiler olarak) çok
az kimseler vardı; ve bu kimselere göre, söz konusu
kavramı ve ayırımı kabul edenler zamanla Cebir doktrinini bahsetmek suretiyle
meydana çıktılar yoksa aniden çıkmadılar, bunun da, aşağı yukarı yüz yıl
geçtikten sonra, yani hicri 300lerde ortaya çıktığı görülür. Yukarıda
zikredilen Ra-fıza'nın meçhul fırkası Kesbi kabul etmeksizin, zahiren Cebirden
uzak durmuştur. Ebû Hanifenin muakkiplerinden bazıları, dördüncü asırda kesb
doktrininin ilk müdafileri idiler, ve bunların o
durumda Şerhu'l-Fıkhil-Ekberde Müc-bireyi tenkit etmeleri (Cehmiyeye yahut
eş-Şehristani'nin anlattığı katıksız Cebriyeye isnad edilen görüşlerle ilgili)
ve kendilerini de Kaderiye yahut Mutezile ile onların arasında orta yolu tutan
kimseler olarak saymaları bir sürpriz değildir. Kesb kavramı
ile fazla bir şey vaz etmeyen ve cebre oldukça yaklaştığı söylenen
el-Eş'arî'nin, bu terimi, bizzat hiçbir kimse için ar ve hakaret olarak
kullanmayıp bilakis bunun yerine isbat sözü ile alakalı kalıp ve terimleri
kullanması ve Mücbireye (yahut onlardan bazılarına) Ehlu'l-isbat adını vermesi
manidar ve aynı şekilde söylenenleri teyid eder durumdadır.
(b) Cehmiye
el-Eş'arî'nin,
Cehm’in görüşleriyle ilgili genel izahatının yarısı yaklaşık olarak onun
efa'l-i ibad hususundaki açıklamasından ibaretin
Sadece Allah'tan başka hiçbir
kimse gerçekten fiil işlemez. Hakiki fâil ancak O'dur ve insanlar sadece
kendilerine mecaz yoluyla isnad edilen fiillere sahiptirler. Bu kabilden taş
yuvarlanır, atmosfer döner, güneş batar denir ve yine de bu işi taşa, atmosfere
ve güneşe yaptıran Allah'tır. Bununla tpirlikte Allah,
insana, fiilin kendisiyle meydana geldiği bir kudret ve fiil için gerekli irade
ve ihtiyarı yaratmaktadır, bu suretle insan fiili murad eder, aynı şekilde
insanın sahip olduğu boyu ve rengini Allah yaratmaktadır.30 Şimdi görüşlerinin
bunlardan ibaret olduğu sayılan Cehm b. Safvan umûmî tarih içerisinde bu
çalışmada müzakere edilen ilahiyatçıların çoğundan daha sağlam bir pozisyona
sahiptir. O, hanedanlığın sonlarına doğru, İran'da Emevîler'e karşı
yapılan ayaklanmaya önderlik eden Hâris b. Süreyc'in mümessili idi. Kıyam daha
gelişmekte iken Cehm, 128/746'da öldürüldü. Fakat Cehm'in ölümünü bu kadar
erken tesbit eden bu olay problemler doğurur.
Hakkında pek çok şey duyduğumuz
Cehemiyenin, ikinci asrın sonlarına, üçüncü asra ve hatta ölen el-Bağdadî,'
kendi zamanında, Cehmin muakkiplerinin Tir-miz’de olduğunu ve
bunlardan
bazılarının el-Eş'arî'nin görüşlerine döndüklerini söyler.31 O zamanlar bunlar,
oldukça muğlak ve mçhul, fakat el-Eş'arî'nin ibanasinin
(yazıldığı) zamana kadar zahiren oldukça müRım”İdiler, çünkü el-Eşarî, iba-nede
bunları kabaca Mutezileye yahut Harûrîyeye (Ha-vâric) eşit olan büyük bir
mezhep olarak ele alır, el-Malatînin Tenbihinde, Huşeyş'ten istinsah olunan 71
sayfadan 35’Fyâfüjt tam tamına yarısı Cehmiyeye ayrılmış olup (şüphesiz daha
çok onların reddiyelerine ayrımış) ve sekiz fırka oldukları söylenmektedir.32
Buna karşılık Mür-cie 7 sayfa, Rafıza 8, Kaderiye 9, Harûriye yahut Havaric 7
sayfa tutar. Cehmiyeye Reddiye yahut benzeri eser yazanların bir listesi İbn
Teymiye tarafından verilir.33 Gerçekten de biz, Ahmed b. Hanbelin, er-Reddu
alal-Cehmiyesine, İbn Kuteybenin İhtilâful-Lafzına ve Ahmed b. Hanbelin
arkadaşı olan Muhammed b. Eşlemin münakaşalarının bazılarına sahibiz.34
Bu mezhebin herhangi bir
mensubunun isminden ka-tiyyen söz edilmemkte fakat bize, Bişr b. Gıyas
el-Merisî ve neslinin bir Cehmiye görüşü yaymış oldukları söy-lenmektedir.35
Cehmiyeye reddiye yazanların çoğunluğu üçüncü asrın ilk yansına ait olunca, polemikler furyasının muhtemelen, Cehme nisbet edilen
görüşlerin Bişr gibi kimselerin propagandasından dolayı olduğu görünür. Fakat
bu dönemden önce Cehmiyenin önemli izleri de mevcuttur. Bunlar, hicrî 150'lerde
yazılmış olan Fıkh-ı Ekber l’de ismen zikredilen yegane mezheptir;
ve imamı olarak Cehmi kabul etmiş olduğu söylenen Dırar b. Âmrın hicrî
180'lerde rüşdüne ermiş olması gerekir.36 Hicrî 150 de ölen Mukatil b.
Süleymanın da Cehme muhalefet etmekte olduğu söylenir.37
Böylece Cehm’in ölümünden
itibaren başlayıp devam eden muakkiplerinden bir grubun var olduğu görünür.
Bunlar esas itibariyle ve genellikle hayli meçhu kalmışlar ve kim oldukarını
yahut nasıl önem kazanıp meşhur olduklarını ya da nerede yaşadıklarını
bilmiyoruz. Bunlar Cehm ve Dırara, özellikle, Allah'ı
bilmemiz aslında nefiy itibariyledir, (yani Allah'ın ne olmadığını biliriz)
şeklindeki görüşlerinde onlara tesir etmiş görünürler, fakat bu kişiler Cehmiye
arasında sayılamazlar; görüşleri en-Neccar'ın görüşlerinin aynı da olsa Bi_şr
el-Merisî dahi Cehmiye arasında sayılamaz.38 Hicrî 120 ile 220 olarak
belirtilen tarihler arasındaki görüşlerin birtakım gelişmeler kaydetmiş
olduğundan dolayı, biz, ona atfedilen görüşlerden hangisinin bizzat Cehm
tarafından açık bir şekilde kabul edildiğinden ve hangilerinin muakkipleri
tarafından ilk olarak formüle edilmiş olduğundan emin olamayız; böylece yukarda
tercüme edilen pasajda geçen ifadelerin, üçüncü asrın başlangıcında Mutezile
ile onların muhaliflerinin kudret, irade ve ihtiyar hakkındaki münakaşalarından
daha sonraya ait olduğu görülür. Onun için umûmiyetle Cehme atfedilen
görüşleri. Ebu'l-Huzeyl'in, çağdaşı ve en yakın muakkipleri olan Cehmiye
tarafından kabul edilen görüşler olarak itibar edilmesi gerekecektir ve 128'de
vefat eden
Cehm tarafından nasıl bu derece
kabul edilmiş olduğunu açık bir soru olarak bırakmak gerekmektedir.
İlk bakışta Mürcie arasında
sayılan Cehmiye (men-suplarının)nin cebir doktrinini kabul edebileceği garip
gelebilir, halbuki yine Mürcie arasında olan Gaylân ve arkadaşları kader
doktrininin baş rollerini elinde tutan kimselerdi, III. bölümde hem Kaderiye ve
hem de havarice gö.e Kader doktrininin Allah'ın
doğruluğu üzerine vermiş oldukları ısrarlarına bağlı olduğu isbat edilmişti. Havaric fırkalarından bazılarının Kader doktrinine karşı çıktığı ve
ehl-i sünnet görüşünü kabul ettiği belirtilmişti; fakat tam bir tarifi verilen
Hazimiyenin39 durumundan hüküm çıkartılacak olursa, onların Sünniliği, İslâm
öncesine ait fatalizmin tutucu bir müdafaasından birazcık daha fazla idi. O
halde Cehmin görüşleri basit olarak bir muhafazakârlık mıdır, yoksa bunun
arkasında İslâmî bir gaye izleyebilir miyiz?
el-Bağdâdî,
eş-Şehristânî ve Makalat'ta Cehmiye ile ilgili standart beyanlardan (hareketle)
bu soruya kesinlikle verilecek cevabın, İslâmî bir gaye (motive)
izleyebileceğimiz şeklinde olduğu görülecektir, bu hareket tarzı (motive)
Allah'ın mutlak ve yegane üstünlüğü yahut VVensinck’in ifade ettiği gibi,
Allah'ın erişilmez ve karşı konulmaz ferdaniyeti kavramında bulunmuş olmalı.40
Allah'ın birliği ve yüceliği (aşkın oluşu), O'na "şey" demlemeyeceği
şeklindeki doktrin de haklı olarak vurgulanmıştır, Çünkü şey yaratılmıştır ve
mahlukun nazirini haizdir, fakat bu, Allah için doğru değildir.41 el-Bağdâdî,
Cehmin, Allah'a yaşayan, bilen, dileyen, Hay, Alim ve Mürîd denmesinin caiz
oluşunu reddettiğini, çünkü bu sıfatların O'ndan başkasına ait olduğunu,
(Cehmin görüşü olarak) ilâve eder. Allah ise sadece kendine has olan sıfatlarıyla
tavsif olunabilir, Kâdir, Mubdi, Fâil, Hâlik, Muhyî ve Mumit sıfatları gibi.42
Böylece Allah ile insan arasında köprü kurulamaz bir geçit mevcuttur.
Cehennem azabının sona ereceği
şeklindeki biraz garip bir doktrinin de Allah'ın mutlak varlık fikrine bağlı
olup
ve geleneksel ahiret ilmine herhangi bir akılcı (19.
asır rasyonalizmine benzer bir
akılcı) itirazdan dolayı değildir. Bu, dinî duygulardan neşet
eder ve genellikle s Kur'an'ın şu ayetinin bir tefsiri olarak müdafaa görmüştü:
Ö, el-Evveldir ve el-Âhirdir43 Cehmiye'ye göre bu ayet, Allah'ın kâin mevcûd
(existent being) olarak devam etmesi anlamına gelir; Allah'ın hiçbir şey
yaratmadan önce, yalnız olduğu zaman bir an (time) var olduğu gibi, aynı
şekilde yalnız olacağı zaman da, yaratıklarını muhafaza için, işten fariğ
olduktan sonra da bir an (time) mevcut olacaktır; üstelik allah tek başına
kalırsa, o takdirde hem Cennet, hem Cehennem ve hem de içindekilerin bekası
sona ermek zorundadır. Bir cihetten dahi olsa, mahluk
herhangi bir varlığın zahiren Allah'ın ebediliğini paylaşmış olması, telkini,
Onun eşsiz celâline bir nakise olarak hissedilmekte idi. Zaman zaman ilk olarak
Cehmin ortaya attığı söylenen Kur'anın mahluk oluşu doktrini ve Allah'ın
ilminin muhdes oluşu doktrini,-44 Allah ile ilgili aynı kavramdan neşet etmiş
olabilir.
Bu tamamen Cehmiyenin görüşleri
ile ilgili rivayetlerdeki Cebr doktrini hakkında söylenenlere tıpa tıp uyar.
Bundan, onların da ifade ettikleri gibi Kader dokt- z rininin, -Hz.
Muhammed'den önceki Araplar'ın ateist, fatalizmi ile hiçbir ilgisi bulunmayıp
fakat tam aksine Allah'ın celâlinin hararetli bir tasavvurundan sudur eder.
Onların — determinizmi, kadere (Fate) iman ile
meczedilmiş olan Allah’a inançsızlıktan ileri gelmiş değil, bilakis Allah'a
olan aşırı ve ölçüsüz imandan gelmektedir.
Bu Cehm’in muvahhid olarak45
tavsifi ile teyid olunur. şu halde bir muvahhid,
(yahut tevhide inanan ehlu'l-isbat (people of unity) arasına dahil edilen bir
kimse idi ve üstelik böyle bir kimsenin ya bir mücbir yahut bir adlî
olabileceği bize tanıtılmaktadır.46 Son grubun, Ehlu'l-Adl ve't-Tevhidi (People
of Unity and Justice) teşkil ettiği ve bunun da Mutezile tarafından kendilerine
verildiği kesin görünür; Ebu'l-Huzeyl'in, Ehlü'l-Tevhide dahil olduğu söylenir^?
ve onun görüşleri ile Cehmiyenin görüşleri ara-
sında birçok benzerlikler
mevcuttur. Böylece Cehmiye, muvahhid (unitarians) İslâm cemaati arasında belli
bir yere sahip olmuş ve onların Cebr doktrini tamamen İslâmî olan, Allah'ın
birliği ve eşsizliği, kavramıyla birleştirilmiştir.
Sadece Cehmiyenin ustılah
haline konmuş standart ifadelerini mütaala ettiğimizde en azından varacağımız
netice böyle bir şeydir. Fakat, Malatî'nin Tenbih'inde, Hu-şeyş'ten iktibas
edilen uzun parçalarla bazı gerçeklerin aydınlığa kavuşmuş olması bizim Cehmiye
hakkındaki beyanımızın bir derece tadile uğramasını gerektirir.48 Aynı temalar,
daha ileri ve üstün bir şekilde, Allah'ın şey olmadığı yahut enazından
mahlukata benzemediği, oldukça panteistik bir anlamda Allah'ın mekândan münezzeh
oluşu (ki bu görüş Allah'ın semada oluşunun ve Arşı istiva etmesinin inkarına
bağlanmıştır), Allahı bilmenin yahut Onun hakkında herhangi bir müsbet iddiada
bulunmanın mümkün olmayışı ile ahiret ilmini ilgilendiren çeşitli kavramların
inkârını hatıra getirir, bu durumda açıkça bilinmektedir ki Cehmin zihni
teemmülatının (spe-culations) Hind mezhebi olan Semeniye yahut Sümeniye diye
bilinen mezhebe reddiye teşebbüsünden bağlamış olduğu söy!enir.49
Huşeyş'in rivayetine göre50 Cehm, (lâyıkıyle) bilemediği Bir olan Allah’a
ibadet edemiyeceğini söylemesi üzrine, kırk gün boyunca ibadet 'edemiyecek
kadar ciddi bir şekilde işkence görmüştü. Bu beyan tarafından verilen intiba
şudur ki, Cehmiye, yahut en azından bunlardan bir
kısmı, mücadele ettikleri dinlerce derin bir şekilde tesir altına
alınmışlardır. Sümeniye, ölümünden sonra tekrar dirilmeyi tamamen inkâr etmekte
ve ruhların tenasühünün bazı şekline inanmaktadır; ve
tenasühün bu tür bir esasının, en sonunda Allah’ta fena bulma inancıyla
birlikte, Cehmiye'nin birçok İnançlarına kaynaklık etmiş olacağı kolaylıkla
anlaşılabilir.
Cehmiye'nin bu doktrinlerinin
tam menşeini keşfetmek için gayret sarfetmek bu çalışmanın sahası dışında
kalmış olmalı. Fakat muhtemelen göründüğü gibi, gayr-i İslâmî tesir altında gelişmiş
olsalar bile, yine de Ceh-
miyenin çoğunluğunun esas
itibariyle İslam cemaati içinde oldukları, onun daha evvelki gücünden
beslendikleri, kendi usullerincee İslâm'ın bir yönünü geliştirmekte oldukları
gerçeği ortadadır. Allah’ın adaleti ile ilgili haddinden ziyade titizliğe
verilecek cevap, Onun yüce ve her şeye kadir olan vahdaniyetine verilen aşırı
önemden ibarettir. Cehmiyenin muhalifleri, onların, İslâm'a karşı olan birtakım
yabancı tedhişçilerle mücadele vermekte olduklarını düşünmüş olabilirler fakat, daha önceden Ceh-miyede var olan doğru İslam'î bilgi
sebebiyle bu müzakere, onların kendi esas inançlarını daha doğru bir şekilde
ifade etmek için Cehmiye taifesine yardım etmiştir.
·
4. DIRAR VE EHLU'L-IŞBAT
(a) Dırar
el-Malatî’nin,51
Ebul-huzeyl’den önce Basra'da meclis ve kelâm ehli olan kimsenin Dırâr b. Amr
olduğu yolundaki ifadesi, şimdiye kadar Dırârın etrafını saran muammaya ışık
tutar ve - O'nun bazı önemli tesirlerini anlamada bize yardım eder. O, nazarî
teoloji ve İslâm aleminin entellektüel merkezindeki sahada baş öğretmen yahut
müderris idi. İbnur-Râvendî, Dırar'ın Mutezileye ait olduğunu tesbit ederken,52
onun imamı Cehm idi,demek suretiyle de Bişr b.
el-Mutemire göre Dırar, Cehmiyeye kâfi derecede yakın bulunmaktadır, fakat
çeşitli mezhep kitaplarındaki görüşleriyle ilgili beyanları, onun,
davranışlarında dikkate değer bağımsızlığın var olduğunu gösterir.
Dırar, hemen hemen kesin bir
şekilde, neticede ehl-i sünnetin, insanın iradî fiilinin tarifi haline gelen
kesb yahut iktisab (aqusition or appropriation) kavramının ilk temsilcisidir. el-Eş'arî (bu hususta) şunları rivayet eder:
Dırâr'ın Mutezile'den ayrılma
sebebi, insanların fiillerinin mahluk oluşu fikri ile,
bir fiilin iki failden meydana gelişi fikri idi, ki iki fâilden meydana gelen
fiili faillerden biri, yani Allah, yaratır ve diğer fail ise, yani insan, bu
fiili kazanır (iktesebe); ve gerçekten Allah'ın insanların fiillerinin faili
olduğu, insanların da bu fiillerin gerçek faili oldukları fikri onu Mutezile’den
ayıran fikir idi.53
Bu düşüncenin maksadı,
muhtemelen, insanın iradî fiilleri ile. cansız
nesnelerin fiilleri arasındaki farkı açıklamaktı. İnsan fiilleri kesinlikle
failden neşet etmektedir ve düşmenin taşa, batmanın da güneşe isnad edilmesi şeklinde
insanın fiilleri de aynen ona isnad edilebilmektedir. Fakat insandan olan
faillerin durumunda fiil için biraz daha fazla saik yahut hakiki (position)
ilgi de mevcuttu; bunu izah için, insanın fiili kazandığı yahut iktisab ettiği
(kesebe, iktesebe) yahut bu fiili kendine mal ettiği söylenebilir. Allah'ın,
insanların fiillerini yaratmıştır şeklindeki mümasil ifade Onun hakimiyetini tam anlamıyla kabul ederken, aynı şekilde insan
sorumluluğunun da kâfi derecede muhafaza edildiği düşünülebilir.
İnsanın fiillerine olan bu özel
mukarenetini anlatmak için kesebe kelimesinin seçilmesi, muhtemelen bu
kelimenin Kur'an'daki kullanımının tesiri ile olmuştur. Özellikle şu ayette
olduğu gibi:
"Allah hiç bir nefse
gücünün yeteceğinden öte yük yüklemez (lâ yukellifu). Herkesin kazandığı hayır
kendi faydasına yaptığı kötülük de zararınadır.54 "
Kayıtlarımızın derli toplu
olmaması hususiyetine rağmen, cismin mahiyeti gibi meselelerin üzerinde
(yapılmış olan) düşünce ve spekülasyonlardan birçok
lemhaları elde edebiliriz. Bu hususta Dırar, cisimlerin dışında kalan
hadiselerin iki zamanda var olmayacaklarını kabul etmiştir:
Bu bağlamda muhtemelen bu,
atomculuğun bir başlangıcıdır, fakat, o, insan
kudretinin (istitâa) hem fiilinden önce ve hem de fiile beraber bulunduğunu kabul
edince, artık sebatkar ve insicamlı bir atomist olamamış oluyor.55 Onun, kesb
doktirinine muvafık olarak mütevelled fiiller hususundaki görüşü, bunların hem
Allah'ın hem de insanın fiilleri olduğu şeklinde idi. bir'kimsenin,
neticelerini istediği gibiengelleyebileceği fiil, ona ait fiildir.56 Başka bir
kaynak, Dırar'ın yahut en azından muakkiplerinin, Allah'ın küfrü kötü kıldığı
hakkındaki münakaşalara sokulduklarını gösterir; onlar aynı zamanda Allah'ın
küfrü yarattığını kabul etmişlerdir.57
Mevcut çalışma nokta-i
nazarından, öğretisinin en önemli özelliği onun Allah'ın mahiyeti (ile ilgili)
dokt-rinidir.58 Ebû Hanife'den nesilden nesile geldiği söy-Ienen59 bu doktrinin
gayesi, ki bu gayeye Mutezile itiraz etmiştir insanın,
Allah'ın mahiyetini yahut Onun ne olduğunu (mahuve) idrak etmeyeveya bizim
muhtemelen söyleyebildiğimiz gibi, insanın Onu olduğu gibi idrak etmeye
muktedir olmadığı idi.60 Allah, yüz yüze şehadette olduğu gibi kendisine
bakarak kendi zatını vasıtasız ve derhal bilir, halbuki biz Onun sadece
hakkındaki hüccet ve malumatile (haberle-vahiy yoluyla öğrendiklerimize bakmak
suretiyle) bilebiliriz.61 İnsanlar, Cennette altıncı bir his kazanacak ve
bununla Allah'ın zatını görmeye yani, Allah'ın, kendini bildiği gibi Onu
tatmaya muktedir olacaklardır.
Dırar'ın, Allah'ın isimleri,
O’nun hakkında bize sadece negatif bilgi verir şeklindeki fikri, Allah'ın
zatına ait olan bu doktrinle ilgilidir; Allah, kâdir demek, sadece O, cahil
değil manasınadır vb.62 bu önemlidir. Çünkü bu yaklaşım, Allah'ı bilmek-ve
anlamâk gayreti hususunda, insan idrakinin sınırlı oluşunun bir itirafıdır. Bu
hususta Dırar, (kendisinden sonra olan) Bağdat Mutezilesine karşı tamamen
muhalefet eder, fakat muhtemelen onun tesiri, Bağdatın kendine biraz fazla
güvenmesine karşı el-Cübbâî'nin reaksiyonunuzun meydana çıkmasına yardım
etmiştir.
(b) en-Neccâr
el-hüseyin
b. Muhammed en-Neccâr’ın görüşleri, Dırar’ın görüşlerine oldukça benzer. el-Bağdâdî ve eş-Şehristânî'nin tasnifne rağmen, en-Neccâr,
kesinlikle daha genç olup muhtemelen Dırarın öğrencilerinden biriydi.63
el-Eşarî tarafından verilen görüşlerinin genel beyanı, mevcut gayemiz için
kıymetli olan birçok şey ihtiva eder:
el-Huseyin
b. Muhammed en-Neccâr ve muakkipleri olan Hüseyniye şunları kabul etmiştir:
·
(1)
İnsanların fiilleri Allah tarafından yaratılmış; insanlar ise bu fiillerin
failleridir.
·
(2)
Allah'ın hakimiyet sahasında O'nun murad ettiğinden
başka hiçbir şey mevcut değildir; O, vaktinde olacağını bildiği şeyin vaktinde
olmasını ve olmayacağını bildiği şeyin olmamasını devamlı irade edendir.
·
(3)
İstitaanın fiile takaddüm etmesi caiz değildir; Allahtan (gelen) yardım fiilin
bulunduğu halde, fiile birlikte meydana getirilir ve bu ise istitaattır.
·
(4) Tek
bir istitaat iki fiilin yapılması için yeterli değildir (bir istitaatla iki
fiil işlenmez) bilakis, her bir fiil için, fiilin ihdasıyla birlikte bir
istitaat ihdas olunur; kudret devam etmez; filiin varlığı yahut yokluğu,
kudretin varlığı yahut yokluğuna dayanır.
·
(5)
İmanın istitaatı, tevfik, tesdid, fadl, nimet, İhsan ve hûdadır (succour,
right, direction, grace, kindness, benefit, guldence); küfrün istitaatı ise
dalâl, hızlân, belâ ve şerdir (confusion, abandonment, affliction, evil).
·
(6)
İtaatin terkinden doğan masiyetin zamanında bir itaat fiilinin olması caizdir.
Şu şartla ki, bu mesuliyet hususi zamanda itaat fiilinin terkinden ibaret olan
bir masiyet olmayacak ve yine bu an, itaat fiilini terkinden ibaret olan
masiyet için hususî bir vakit olmayacak.
·
(7)
Mü'min, Allah'ın kendisini muvaffak kıldığı hidayet verdiği bir mü'min (hak
dine tabi olan) ve doğruyu bulan (muhtedin)dir; kâfir ise terkedilmiştir
(mahzûl), öyle bir kimse ki Allah onu terketmiş, saptırmış, kalbine mühür
basmış (tab'a) onu hidayete erdirmez ve ona bakmaz; onun küfrünü Allah yaratır
(yaratmıştır), onun için sahih olanı yapmaz (onu ıslah etmemiştir= ve lem
yuslihhu); Eğer Allah ona baksa ve onun için salih olanı yapsa idi o da sâlih
bir kimse olurdu.
·
(8)
Allah'ın, ahirette çocuklara azap etmesi yahut onlara fazilet gösterip hiç
cezalandırmaması caizdir.
·
(9)
Eğer Allah Teâlâ bütün kâfirlerin iman etmelerini lutfetseydi (Jutfu ile murad
etseydi), ki Allah da onlara bu tür lutuflar işlemeye kadirdir, bu kâfirler
mutlaka iman ederlerdi.
·
(10)
Allah, kâfirlere, güç yetiremeyecekleri şeyi teklif etmiştir (bu güç yetirememeleri),
onların (fıtratına) koyduğu bir aczden ve onlara indirdiği bir afetten
dolayı olmayıp onların bu teklif olunan şeyi terketmelerinden dolayıdır.
·
(11)
İnsan başkasında fiil yapamaz, o, sadece kendinde fiil yapar, hareket, sükun, iradât, ulûm, küfr, iman gibi; insan ne elem, ne
idrak ve ne de ruyet yapamaz; te-vellüd yoluyla da hiçbir şey yapamaz...
(burada Burgûs zikredilir)... ,
·
(12)
Allah'ın zatının bahil olmadığını nefyetmek maksadıyla devamlı cömert olduğunu,
Söz söylemekten hiçbir zaman aciz olmadığı manasında devamlı mütekellim
olduğunu ve kelâmullahın muhdes, mahluk olduğunu iddia
etmektedir.
·
(13)
en-Neccar, Allah'ın birliği hususunda, irade ve cömertliği haricinde,
Mutezilenin doktrinini (kavi) kabul etmiştir; kader hususunda onlara muhalefet
etmiş ve (Mür-cienin alâmet-i farikası olan) ince görüşünü (doktrin) kabul
etmiştir.
·
(14)
Allah gözü kalbe çevirip kalbin kuvvetini göze verebilir, öyle ki insan,
Allah'ın gözüyle görür, yani O'nu bu gözle tanır. Allah gözlerle, bu tarzın
dışında görülemez.
·
(15)
Ölen insan (meyyit) eceliyle ölür ve yine öldürülen (mektul) eceliyle öldürülür.
·
(16)
Allah, insana hem helâl hem de haram rızık verir; rızık iki çeşittir, yiyecek
rızkı ve mülk rızkı.64
Bu sözlerin birçoğu bizzat ne
demek istediğini ifade eder
ve bunun hakkında kısa birkaç not kâfî gelecektir. Dırar'ın, Allah'ın
sıfatlarına ait bilgimizin selbî (negative) karakterli oluşuna ait görüşünü,
en-Neccâr devrâlmıştır.65 O, göze bilme kudretinin verilebileceğini farzetmek
suretiyle Dırâr'ın, altıncı duyu ihdasını iptal etmekte,66 fakat bu durumda
hâlâ mahiyet doktrinini muhafaza etmektedir^? O, dırarın kesb kavramını da
kabul etmiştir;68 en-Neccarın, Allah ile insana ait olan fiiller arasındaki
farka önem vermekte olduğu görünür.69
Maddelerin bir
çoğu, önceki bölümde mütalâsı yapılmış olan Mutezile doktrinlerine zıt
olarak temayüz ettirilir. Allah'ın hakimiyet ve
yüceliği, adaleti pahasına da olsa benimsenir. Hadiselerin
akışının bütün kontrolü Allah'ın elindedir, öyle ki, insan, Allah'ın murad
ettiği şeye muhalif hiçbir şey yapamaz.70 Bir insanın mümin yahut kâfir olması,
Allah'ın ona yardım etmesine yahut yardımını esirgemesine (hızlan) bağlıdır.71
Eğer Allah dileseydi, bütün kâfirlere, mümin olmalarına (vesile olan) bu tür
bir lutuf verebilirdi.72 Allah'ın meûneti ve hızlanı insanın kararına bağlı
olarak (ki bu Mutezilenin görüşü idi) değil de başlıbaşına bir müessir olarak
düşünülür; fakat onuncu madde, en-Neccarın görüşü hakkında basit düşünülmüş
hiçbir şeyin olmadığını gösterir. O, Mutezilenin, mükellefiyetlerin
teklifi, bu mükellefiyetleri irca edecek olan kudreti gerektirir, şeklindeki
iddiasını reddetmiştir; fakat böyle yapmakta o, iradî kudretle fizikî (bedenî)
kudretin arasındaki farkı (belki de Ebul-Huzeylin bizzat yaptığından daha açık
bir şekilde) ortaya koymuştur. İnsanın Allah'a itaat etmeye muktedir olamaması,
sırf Ona itaat
etmeme fiilinden dolayı olup ,iktidarsızlık ve sakatlık sebebiyle değildir. O,
zahiren, ilk Mutezile'den daha çok atomcu idi ve bir insanın fiilinin, başka
bir şahıs yahut bir şeyde bir takım mütevelled fiilleri yaptırabilmesini
red-detmiştir.73 en-Neccar, Ecel, Rızık, ile maûnet,
Hızlan ve benzeri İlahî fiillerin sıkı bir kaderci tefsirini kabul etmiş74 ve
çocuklarla ilgili olarak Allah'ın beşere ait adalet ve zulüm kavramlarınca
bağlanacağının söylenemeyeceğini düşünmüştür.75 Mutezile'nin, onun Allah'a şer
isnad ettiği yolundaki açık itirazına nasıl cevap vermiş olduğuna dair herhangi
bir kayıt mevcut değildir.
İnsan
kudreti hakkındaki pasajlar oldukça ilginçtir ve belki de bu hususlarda ehl-i
sünnet doktrininin başlangıcını gösterir.76 Dırarın, insan kudretinin hem
fiilinden önce ve hem de fiiliyle birlikte bulunduğunu kabul etmiş olduğu
söylenir; fakat muhtemelen bu, sadece, fiilden önceki ve sonraki kudret
hakkında onun aklına hiçbir şey gelmediği anlamına gelir. en-Neccar,
insan kudretinin yeni bir atomcu kavramını icad etmiştir. Bir fiil için ancak
bir kudret mevcuttur ve diğer her bir fiil yeni bir kudreti gerektirir; böylece
kudret, her fiile mukarin, fiil ile beraber ve fiilden önce kudret ihdas edilir
-Şüphesiz Allah tarafından yaratılır. İradî kudretin fizikî kudretten ayrı
olması gibi, onuncu maddede söylemiş'olduğu şeyden (her
fiil için... bir kudretin yaratıldığını) düşünmüş
olduğu anlaşılır. Ebu'l-Huzeyl'in, zaman itibariyle daha önce olan irade
kudreti ile daha sonra meydana gelen fizikî fiil arasındaki farkı eşitlemeye
çalışan vakitler yahut anlar kavramı, bir insanın bu kavramlar
.arasındaki alternatifleri ölçmeden önceki önemli bir dönemde bulunan
tecrübelere uygun düşer. Maamafih, insan faaliyetinin büyük bir bölümünde
alternatiflerin bu şekilde tartılıp düşünülmesi daha az mühim, en-Neccar'ın
ise, ihtiyarî ve fizikî fiilin aynı anda olduğu yolundaki teorisi, hadiselere
(gerçeklere) daha yakındır. Batılı gözlere, bu iki görüş
arasında nihai fark olarak görünen şeyin, kudretin bir durumda sadece bir fiili
intaç ettirdiği ve başka bir durumda bu fiili ve onun zıddı yahut zıdları olan
fiilleri intaç ettirmesi gerçeğinin daha az münakaşaya yol açtığı şeklindedir;
mesele üzerindeki bütün bakış tarzı ayrı idi. Şüphesiz, en-Neccârın, insanların
bu iki alternatif arasında nasıl seçim yaptıklarını beyan eden bir üsulu
mevcuttu, fakat bu bize anlatılmaz; maamafih burası, onun teorisinin zayıf
olduğu yerdir.
Burada, onun insan kudretine
ait yeni teorisinin cevher (body=substance) ve bu cevherin .
arazlarıyla (parts=accidents) ilgili olan
kavramlarına, ki bunun dışında kalan hususlarda O, Dırar’ı takip etmiştir,
nasıl tesir ettiğini araştırmak gerekmez.77 Açıkça biz, gelişme döneminde
Mutezilenin görüşlerine muhalefetiyle onlara tesir eden ve aklî burhan ile
ehl-i sünnet doktrinlerinin müdaafasında öncü olan çok önemli bir düşünürle
meşgulüz.
·
(c) Burgûs
Muhammed
b. İsa Burgûs'un, genellikle en-Neccâr'ın bir muakkibi olduğu söylenir78 ve
onun insan kudreti hakkında Mutezile ile olan münakaşalarının rivayetleri
sonraki, fakat çok az sonraki bir dönemden itibaren kendini ortaya kor.79
Burgus'un farklı görüşlerinden biri, atıldığı zaman taşın fırlayıp gitmesi
gibi, tabiatın gereği olması sebebiyle, mütevelled fiillerin Allah'ın fiilleri
olması görüşüdür. (krş. bahsi geçen mesele olan. tb’.). Taşa atıldığı zaman gitme
hususiyetini koyan (tabiat olarak veren) Allah'tır.80 en-Neccar sadece demiştir
ki, bir kimse başka bir şahıs yahut bir şeyde herhangi bir fiil yapamaz; Bur-gus,
bu hususu kabul etmiş, fakat daha da ileri gidip, fiilleri Allah'a isnad
etmiştir. Maamafih bu (isnat) doğrudan doğruya olmayıp, bilakis fiilin ihdas
olunduğu şeye ait olan hususiyetin yaratıcısının Allah olması gerçeği sebebiyle
dolaylı bir isnattır. Bir şeyin fiillerinin, o şeyin tabiatından neşet etmesi
kavramı şüphesiz ki Muammer'den istihraç edilmiş,81 fakat,
Muammer'e muhalif olarak fiillerin Allah'ın işi olup, söz konusu olan şeyin
fiilleri olmadığı söylenir. Maamafih bu görüş, o kadar hoş bir görüş değildi, ve çok az destek bulmuştur, bu, sureta, Allah'ın
hadiselerle ilgili en mükemmel kontrolünü, özellikle de insanla ilgili vuku
bulan hadiselerin (ki bu, muhtemelen en-Neccar'ın, bir insanın fiillerinin
diğerine tesir edebileceğini inkârının sebebidir) kontrolünü muhafaza etmiş,
fakat bu kontrol an be an bir kontrol değildi, zira Allah, eşyayı ilk olarak
yarattığında bunlara tabiatlarını vaazetmiştir; yani insanların ve camid
nesnelerin tabiatına bir dereceye kadar muhtariyet verilmişti.
Böylece Burgûs, açıkça,
Allah'ın hakimiyetine inanmanın önemli bir derecesine
(şüphesiz Mutezileden daha çok) sahipti, fakat bunu, kabul etmiş olduğu diğer
kavramlarla tamamen telif etmeye muktedir değildi. Hatta o, Allah ile insan
arasındaki farkı vurgulamada oldukça ileri gitmiş görünür. O, insanla ilgili
tahkir şeklinde kullanılabilen terimlerin Allah için kullanımını reddetmiştir,
meselâ fail (agent) terimi.82 Muhalifleri ise yaratma (cre-ate) Kur’an'da
insanı tahkir etmek suretinde kul-Ianıldığını83 ve şüphesiz bunu Allah ile
ilgili olarak kullanmaktan kimsenin men edilmemiş olduğunu söylemişlerdir.Neticede
onun, Allah ile kul arasındatam bir uçurum kurma teşebbüsü bu derece
bozulmuştur, el-Bağdadî’nin, Burgus’un aynı fikirler silsilesine dahil ve daha
önceki hususla ilgili olan fail (agent)teriminin insan içintahsis edilmesini
inkar yolundaki rivayeti, insanın ger-çektenfiil yapıp yapamadığı münakaşasının
erken bir merhalesini gösterir.84Bununlâ birlikte kelimelerin çeşitli
kullanımlarının hususiyetlerihakkında düşünülmesi muhtemel olanher şeyde
Burgus’un insanın iraoî fiilinin biricik sıfatını elden bırakmamış olduğu
görülür.O, Allah’ın, insanı imana, küfre vb benzeri şeylereicbar edemeyeceğini
kabullenmiştir.Çünkü insanın iradi olarak iman etmesive küfürden uzak durması
emredilir.İnsan iradesine karşı böyle (kahran) davranırsa, emri yerine
getirmemiş olur.85Başka bir deyişle böyle bir emir anlayışı, hitap olunan
kişide itaat etme kudretinin kendiliğindenvaroluşunu farzeder.Burada
tabiat(nature)kavramına göre az önce be-lirtilenmuhtariyetten azıcık bir şey
mevcuttur. Bir anlamda fiil, insandan neşet etmiş olmalı.Fakat
Burgus’un hocası enNeccar’a aitolan, Allah’ın, kafirlere iman etmek gibi
lü-tufları İhsan edebileceği yolundakigörüşlerini tenkit etmekte olanhiç bir
sözü mevcut değildir.Onun için lütfün bu tür takdiminin, icbardan tamamen ayrı
bir şe-kildedeğerlendirilmiş olduğu görülür. Burgus, Allah’ın hakimiyeti ile kainattaki şerrin telifi problemine cevap
verme girişimlerinde en-Neccar’dan da ileri gitmiştir. Onun, bir-kerre daha,
Muammer’den istihraç olunan fikirleri kullandığı görülür.86 O, “şerre kadir
olma” ile “şer işlemeye kadir olma.” arasında ayırım yapmıştır. Allah’ın, bilgi
(knovvledge) yahut istek (desire) yaratması arasında, bahse mevzu edilen bizzat
onun değil de bilgi ve isteğe konu olan ve “bilen" yahut “istenen” diye
vasfedilmeye layık olan insanın olduğunugöstermek kolaydı..87
Ma-amafih, şer durumunda Allah, (nasıl ki iman ve küfrü ya-ratmadıysa) bu şerri
de insan için yaratmamıştır, neticede; şerrin bu izahı, tevil edilmek
içinzîtların yeniden ifade edilmesinden daha ehvendir.
Bütün bunların ötesinde Burgus,
iki ayrı fikir standardını iç içe işlemeye çalışan, fakat fazla ilerleme
kaydedemeyen birinsan vasfı takdim eder. Muammer’den istihraç olunan metafizik?
kavramlar, İslâm'ın dinî fikirleriyle o kadar geniş
çapta ahenkdar değildi.
·
(d) Ehlül-İsbat'ın
Tanımı
Makaiâtta,
Ehlu'l-İsbat yahut Musbite denen meçhul bir insan gmbu hakkında yirmiden fazla
referans mev-cuttur.89 bu pasajlar üzerinde yapılan bir inceleme,
ehlu’l-İsbat'ın “affirmationists” gerçekten Allah'ın kaderini isbat edenlerin
olduğunu ortaya kor.90 İsimlerini istihraç ettikleri isbat görüşü dışında
bunların çeşitli başka görüşlere sahip oldukları ve bu görüşlerle ilgili olarak
bazen teferruatlı hususlarda ayrılığa düştükleri rivayet olunur.91 Bu yüzden
el-Eşarî, belli bir teolojik ekolün (yahut ekollerin) terimini kullanmış
olmalı.
el-Eş'arî'nin,
kendinden beklenen kadar yardımcı olmamasına rağmen, (verdiği) malumatın
dikkatli bir tedkiki, bize, bu grubun üyelerinden bazılarının isimlerini keş-
fetmeye imkân verir. Maamafih
o, Dırar'dan başka bütün Ehlil-İsbat demek sûretiyle Dırar'ı onların arasına
sokar.92 Onlara büradandahil.olduğu açıkça ifade
edilen diğer bir şahıs ise sade Kûşânî’dir.93 en-Neccâr'ın bu muakkibi olduğu
da söylenen Ahmed b. Selma el-Kûşânî gibi, en-Neccar'ın Ehlul-İsbata dahil
olduğu yolunda kuvvetli bir tahmin mevcuttur.94 Netice olarak; madem ki
Muhammed b. Harb ileen-Neccar arasında sıkı bir ilginin olduğu açıktır,
(öyleyse) ebEşarinin, belli bir görüş için Muhammed b. Harb ve Ehlu'l-İsbat'tan
birçoklarının görüşü idi şeklindeki ifadesi (her ne kadar bu ifadenin, bizzat
bu neticeyi gerekli kılacağı şöylenemeniiş olmasına rağmen) şüphesiz ki onun
Ehlul-işbat'tan olduğunu ima eder.95
Diğer malumatın hiçbiri özel
kişileri belirlemez, fakat görüşlerin bizzat incelenmesi hali hazırda elde
edilmiş bulunan neticeleri verir ve takviye eder. Mühür vurma. Hidayet
eerdirme, Saptırma vb. terimler hakkındaki görüşlerin bir
çoğu en-Neccann görüşlerine benzer ve kişinin iman yahut küfür durumunu
Allah'ın yaratmasına (initiative) isnad eder.96 Dırar hariç,'bütün
Ehlu’l-isbatın, insanın hiçbir filinin kendisinden başka hiçbir şahısta veya
hiçbir şeyde bulunmadığı görüşünü benimsemiş oldukları söylenir97 ve bu da
en-Neccar’ın görüşü idi. Aynı şekilde o, Musbite'nin Cumhur'u xjibi Allah'ın
sıfatlarının selbî (nefy) olarak izah edilmiş olacağını kabul etmiştir.98 (Yani
Allah'ın kadir olduğunu demek yerine aciz olmadığı söylenir ve kudret sıfatı
aczi nefyetmekle açıklanır). Bundan başka, Muhammed b. Harbin Burgus ile
birlikte tanıtımı kabul edilmemiş olsa bile, Burgus'un Ehlu'l-İsbat'tan olması
gerekir, şeklindeki, katî olmayan burhanlar üzerine kurulan faraziye ve
tahminlerden tamamen ayrı olarak, onun Ehlu'l-İsbat'tan birisi olduğu yolunda
alâmetler mevcuttur. Onun mütevelled fiiller görüşü Muhammed b. Harb ve
Ehlu'l-İsbat'tan bir çoğunun görüşlerine oldukça
ben-zer.99 O'nun özel görüşleri, Ehlul-lsbattan birçokları Allah'ın, insanları
mümin kişiler yapan imana icbar etmeye vs. muktedir olmadığı ve Allah'ın,
başkalarının şerrine
kadir
olmasına rağmen şer işlemeye kadir olmadığı, şek-ı ündeki ifadelerde de
yansıtılır.100
Ehlul-İsbat tazammunundan bazı
şeyler böylece açıklanır. Dırâr, bu grubun ilk mühim üyelerinden biriydi, fakat
kaideyi kuran daha ziyade en-Neccar'ın öğretisi idi. Onun Burgus ve el-Kuşânî
gibi muakkipleri bu gruba intisab ettiler ve yine (eğer Burgus'tan ayrı ise)
Muhammed b. Harb veYahya Kamil etrafındaki grupta bunlara dahil
olmuş görünür. Bu netice ile ortaya dökülen bilgiye rağmen hâlâ muğlak olan
birçok şey mevcuttur. Bu terim neden sadece el-Eşarî tarafından kullanılır?
Üçüncü asrın başlangıcında (gelen) en-Neccar ve Burgus'un zamanındaki grup ile
bu asrın sonlarında el-Eş'arî'nin gençliği arasındaki grup tarafından bu terim
neden kullanılmaz?
·
(e) Ehlul-îsbat'ın Reyi
Şu halde, Ehlu'l-lsbat'ın
görüşüne bir bütün olarak bir dereceye kadar şekil vermek mümkündür. Şüphesiz ki . bunlar, nisbeten erken bir
dönemde ikinci asrın sonunda ve üçüncü asrın başlarında Mutezile ile kendi
sahalarında karşılaşabilen muhalifler olarak epeyce önemli kim-ı selerdir.
Mutezile tarafından yönlendirilen mevzularla ilgili (yapılacak olan) bir
araştırma, bu mevzuların bir çoğunun ; Ehlu'l-lsbat tarafından
meşhur edildiğini gösterecektir; gerçekten bu bölümde ve önce geçen bölümde,
aynı münakaşanın iki yönünü ele almış olduğumuz söylenemez.
Ehlul-lsbatın arkasındaki itici
gücün İslam öncesine ait fatalizmden değil de, gerçek bir Kurânî manzaradan gelmiş
olduğu da önemlidir. Şüphesiz ki bunların, Allah’ın mutlak kudretine oldukça
kati bir inançları vardı, en-Neccâr, Allah'ın hakimiyeti
sahasındaki her şeyin, Onun iradesine göre olduğunu ısrarla söylemiş ve bu grup
ise, daha çok teknik dilde,'Allah'ın kadir olmadığı hiçbir makdûrun
bulunmadığını, genel olarak, kabul etmiştir.102 Halbuki Mutezile, insan
kudretini öyle kabul etmekteydi ki, insan, Allah’a bağımlı olmaksızın ve
gerçekten Onun ilmine zıt bir şekilde fiil ihdas, edebilir, Ehlul-lsbat ise insanın,
Allah'ın, olacağını bildiği ve olmasını murad ettiği şeyin haricinde herhangi
bir şey yapmaya muktedir olduğunu kesinlikle reddetmiştir. 103 Şüphesiz,
Allah'ın kudret ve hakimiyetini açıkça ihlâl etmesinden dolayı, en-Neccâr ve
Neccariyeden bazıları insanın başka bir şahıs veya bir şeyde fiil ihdas edecek
herhangi bir kudrete sahip olmasını reddetmişlerdir^ 04 Eğer insanların yaptığı
her şey en azından cevaz kabilinden bile olsa, Allah tarafından murad
edilmişse, artık onların başkalarında fiil yapmalarını inkâr etme zarureti,
oldukça güç görünür, fakat Allah'ın, mümin üzerinde devamlı olarak
mu-rakabada bulunduğu, şeklindeki dinî kanaat, açıkça bu inkârdan asla
daha az tatminkâr değildi.
Allah’ın kudret ve hakimiyetine olan inancın gelişmesi, iman ve küfrü, geniş
çapta Allah'ın yaratmasına (initiative=ibda, inşa) bağlanmaları yolundaki
tasdik ve-teslimiyet idi. Onların Hidayet ve benzeri konuları hak-kındaki
görüşlerinin çoğunun temelini teşkil eden düşünce budur;105 Mutezile'nin, Allah
insanların tümüne tamamen farksız muamele eder ve’ hepsine aynı dereceden şans
tanır, şeklindeki ısrarına zıt Olarak bunlar, Allah'ın bir kimseyi mümin, diğer
birini de kafir yapmaktan sorumlu olduğunu kabule hazır idiler ,(malum olduğu
üzere, bu hususta insanlar arasındaki farklılıklar için beşer idrakinin akli
sebepler keşfedemediği birçok durumlar mevcuttur). İnsanların mü'min yahut
kâfir, itaatkâr yahut isyankâr olmalarına sebep teşkil eden iman ve küfrü
Allah'ın yaratmaya muktedir olduğunu kabul etmişlerdir. 106
Ehlu'l-İsbat, aynı zamanda
insanın ihtiyarî hareketinin yegane karakteri hakkında
oldukça açık ve anlaşılır idiler. Allah insanları inanmaya yahut küfretmeye,
adil yahut gayr-j adil iş yapmaya zorlamamış veya icbar etmemiştir. 107 İmanı
Allah'ın yaratmış olmasına rağmen, insan bunu kendine maletmediği teknik ifade
ile kendisine tahsis etmediği yahut kesbetmediği müddetçe bu imandoğru ve sahih
olarak yapılmış bir iman değildir. (Allah insanın imanını yaratır demekten
ziyade) Allah'ın, mevcudiyeti halinde kişinin iman ettiği, lutuf ve
lâtifesinden bahsetmeyi tercih etmeleri belki de niyetlerindeki bu fikirden
dolayı idi.108 Çünkü, (Allah insanın imanını yaratır
derlerse) bu, Allah'ın insanları iman etmeye zorladığı anlamına gelebilirdi.
Her halükarda bunlar, ihtiyari ve icbarî fiiller arasındaki farkı tamamen
muhafaza etmişler ve insanın ihtayarî fiillerine olan mübaşeret ve mukarenetini
anlatmak için iktisâb (yahut, kesb) terimini
kullanmışlardır.
Bu hareketi bir bütün olarak
tedkik ettiğimizde şer probleminin çözümüne ait bazı emareleri görebiliriz. ,
Onlar, Allah'ın kötülüğün yahut fiziki şerrin ve Cehennem azabı gibi bir şerrin
yaratıcısı olduğunu yine Onun yaptığı herhangi bir şeyden çok daha iyi şeyleri
yapmaya yahut yaptığı iyi bir şeyden daha az iyi olanı yapmaya muktedir
olduğunu kabul etmişlerdir.109
/ Fakat, genellikle bunlar,
Allah'ın gayr-i adil yahut şerir olarak tesmiye edilebileceği bir tarzda,
adaletsizliğin yahut ( ahlaki şerrin yaratıcısı olduğunu reddetmiş görünürler.
Onların cemaatlarının, Allah'ın insanları ahlaki şerre icbar etmeye muktedir
olduğunu ve bu yüzden kainatta, Allah'ın faili
bulunduğu hiçbir ahlaki şerin mevcut olmadığını kabul ettikleri muhtemelen bu,
Dırarı’n, bir fiilin Allah ve insan diye iki failin olduğu şeklindeki
görüşünden çıkan bir neticedir yolundaki rivayet şifahen doğru olabilir ancak
bu, onların kanaatlerinin doğru bir ifadesi değildir. 110 Başka bir deyişle, kulluk
ettiklerini Rahman ve Rahim olan Allah'ın, gayr-i adil yahut şerir olmadığına
kesin kanaat getirmiş olmalarına rağmen, onların Allah'ın kudretine ve hakimiyetine olan inançları, kendilerini bu tür açıklamalara
sevketmiştir.
Zamanı gelince bu formül,
Burgus ve diğerleri tarafından, Allah şerre kadir fakat şer yapmaya kadir
değildir, yani bir fiilin bir faile isnâd edildiği ve faili karekterize ettiği
tarzda, Allah'ın yarattığı şey Ona isnad edilemez, şeklinde tatbik ediliyordu
(işlerlik veriliyordu). Fakat daha
ta
başlangıçtan itibaren, Allah’ın idrak olunanı yapacağının ve Onun sünneti ve
adetlerinin tamamen insan ihatasının dahilinde olmadığının bilinmesi çekinde
başka bir fikir silsilesi de vardı. Bu, Allah'ın kendisine malum fakat
insanlarca kıyamet gününe kadar anlaşılamıyacak olan zatının idrak olunamayışı
demek olan mahiyet doktrinin çok önemli sahası olarak görünür. Bu doktrinle
birlikte Allah’ın sıfatlarının menfî olarak tefsir edilişi gelişmiştir. Mesela,
O Alîmdir demek, sadece cehaletin Ondan nefyedilmesi anlamına gelir. İnsanın,
Allah’ın hayır (goodness) ve adaletiyle ilgili herhangi bir pozitif kavram
edinememiş olmasına rağmen bu konuda kaynaklarımızın susmuş olduğu görülmekle
birlikte Allah’ın şerir yahut adaletsiz olmadığını bilebilmesi, bu (sıfat
anlayışından) neşet etmiş olmalı. Şerrin varlığı tarafından sebebiyet verilen
zihinsel güçlükler, böylece geniş çapta insan aklının (düşüncesinin)
sınırlarından neşet etmektedir.
" Eğer Ehlul-lsbatın
düşüncesine ait bu rivayet sahih ise, o takdirde bunlar birçok hususlarda ehl-i
sünnet fikir ve iddiasının esaslarını daha önceden tatbik etmişlerdir;
maamafih, bundan sonraki bölümde görüleceği gibi Ebû Hanife ekolü onlara
el-Eşarî’den daha yakın bulunur.111
·
5. HİŞAM B. EL-HAKEM
Mutezile’ye karşı çıkıp, İlahî
kaderi benimseyen öemli mütekellimlerden bir başkası Hişam b. el-Hakem idi.
Mezhep kitaplarında, özellikle Makalatta, hakkında bulunan oldukça yeterli
malumattanfonun Mutezile tarafından münakaşası yapılan bütün konularda çok
bilgili ve hünerli olduğu açıktır. O, Şianın bir kolu olan Rafızaya (yahut
İmamiye) bağlı idi ve faaliyetinin bir çoğunun Küfede
olduğu görülür. Ebul-Huzeyl, Hişam ile mübahese etmiş ve Ebu’l-Huzeyl’in, onun
görüşleriyle ilgili rivayeti, Hişamrn biraz daha yaşlı olduğu fikrini verir.
112
Makalatta, özellikle bu konu
ile ilgili olan iki pasaj mevcuttur.
Hişam b. el-Hakem, insan
fiillerinin Allah tarafından yaratıldığını kabul etmektedir. Cafer b. Harb,
Hişam b. el-Hakemi, insan fiillerinin bir cihetle insanın ihtiyarı ile başka
bir cihetten ise ızdıranen olduğunu söylemiştir, diye rivayet eder; insanın bu
fiilleri dilemesi (erâde) ve kazanması (iktesebe) halinde bunlar insanın ihtiyarıdır, ve gerçek sebebin fiillerden kaldırılması
hariç, insanlardan sadır olmamaları halinde ızdırarîdirler.
Hişam
b. el-Hakem'in arkadaşları istitaatın beş çeşit olduğunu kabul etmişlerdir: (1)
sıhhat (soundness) (2) tah-liyetuş-şuûn (freedom of circumstances); (3)
vakitteki müddet=el-Mudde fil-vakt (space of time); (4) kendisi ile fiilin
meydana geldiği alet, fakat vuran el, ağaç yontulan balta, dikiş işini yapan
iğne vs.gibi aletler; (5) kendisiyle fiilin meydana geldiği varid olan muharrik
sebep. Bütün bu şeyler bir araya gelip
mevcut olduğunda fiil vaki olur. Bu kudretten bir kısmı fiilden önce bir kısmı
da fiilin sadece mevcut olduğu anda bulunur; işte bu sonuncusu asıl sebeptir.
O, fiilin ancak hâdis sebeple meydana geldğini kabul etmiş, fakat sebep bulunup
Allah tarafından ihdas olununca fiil mutlaka meydana gelir; fiili gerekli kılan
şey (el-mücib lil-fil) sebeptir; insan istitaatının diğer unsurları fiili
gerektirmez. 113
Bunlar, esas itibariyle
Dırar’ınkinden ayrı olan fakat iktisabın (acquire) kullanımı gibi teknik
anlamda bazı benzerlikleri ihtiva eden bir düşünce silsilesine ait beyanlardır.
Maamafih elimizdeki materyal ile, Hişam ve Dırârın
birbirlerine tesir derecesini ve hatta Hişamın bizzat iktesebe kelimesini
kullanıp kullanmadığını tayin etmek imkânsızdır. İhtiyar ve ızdırar, büyük
ihtimalle, görüşlerini ifade etmek için seçmiş olduğu kelimeler olmalı.
Onun genel fikri, insan
fiilinin bir sebep zincirinin neticesi, fakat insan ihtiyarının bu zincirin bir
halkası olduğu şeklinde kendini ortaya koyar.
Hişamın bu konulardaki
görüşleri q kadar çok taraftar bulmuş görünmez belki bu görüşler İslam'ın dini
man-talitesi cihetinden oldukça naturalistik idi fakat onun, insanfiilinin
analizi hususundaki ilgisi Mutezile arasında geçen münakaşaları dolayaı olarak
etkilemiş olabilir. 114 Bununla birlikte önemli olanı, onun, hem İlâhî hakimiyete hem de insan sorumluluğuna yer verecek olan bir
teori kurmaya çalışmış olması gerçeğidir, gerçeğidir.'
Hafızanın diğer bazı mensuplarına
ait görüşlerin ted-kik ve tezekkürü, muhtemelen Hişamın insan fiilleri Alah
tarafından yaratılır şeklinde bir kanaat verecek olan açık itiraftan daha çok
kaderî pozisyona yakın bulunduğunu telkin eder. Bunların ismen zikredilmeyen
bir grubu, aşağıdaki fikirleri kabul etmiştir:
Allah, insanların fiilleri
hariç, olacak şeyi olmadan önce bilir; O, bunları sadece var oldukları anda
bilir, çünkü, eğer Allah günah işleyecek olanı itaat
edecek olandan bilmiş (ayırdetmiş) olsaydı, günahkâr ile günahının arasına
girmiş (hâle) olacaktı.115
Şu halde, Bağdatlı ilk Mutezilî
Ebû muşa el-Murdarın beyanlarında buna benzer bir ifade şekli bulunur.116
Murdarın, Allah'ın insan ile günahı arasına hiçbir şey koymaması yahut serbest
bırakması durumunda günah murad edeceğinin denebileceğini kabul ettiği rivayet
olunur. Hallâ fiilinden tahliye ismi gelir ki, bununla Hişam b. ? eF-Hakem
insan fiilinin . şartlarından
İkincisini tavsif eder.117 Tahliye kelimesi A'rapçada, etimolojik olarak
hürriyet kelimesine muhtemelen en yakın olan bir kelimedir. Bu yüzden,
tahlliyetüş-şuunu insan fiilinin önceden var olması gereken bir şartı saymada
Hişamın, kabaca kader doktrinini benimseyenierce kabul edilmiş anlamında,
insanın Allaha karşı bağımsızlığı düşüncesine sahip olduğu akla uygundur.
Allah'ın ilmi hakkında Hişam’ın
görüşleri Kaderiye ile bir ilgiyi de gösterir. el-Eşari’ye
göre kaderiye, Allah'ın, bir şeyi var oluncaya kadar bilemiyeceğini kabuletmiş;
ve bunların bir kolu olan Şebîbiye, insan fiilleriyle ilgili özel bir
referanstan dolayı benzer bir görüşe sahiptir. 118 Hafızanın büyük çoğunluğu da
aynı şekilde bir şeyin fiilen ve gerçekten olmadan önce olacağını Allah'ın
bilmediğini kabul etmiştir;119 ve bu fikir, Hişamın, Allah'ın ilmine ait hayli
dakik olan doktrininin temelinde mevcuttu. O, bir kimsenin, bilinen mevcut
olduğu yerde ancak bir bilenden bahsedebilmiş olacağını,
ve netice olarak, eğer Allah insanların yapacakları şeyi bilen idiyse, o
takdirde haklı olarak her hangi bir imtihanın (mihne) ve ihtiyarın olmaması
gerektiğini kabul etmiştir.120
Onun için Rafıza, bu hususla
ilgili olarak, Mutezilenin muhalifleri olmaktan çok onların müttefikleri olarak
telakkî edilmekteydiler. Fakat, insanın bağımsızlığına
bu derece önem vermiş olmalarına rağmen, meselenin diğer bazı safhalarının
biraz olsun farkına varıp dengeli bir görüşe doğru da yol almışoldukları
görünür. Bunun başlangıçları sadece bizzat Hişam b. el-Hakem'de bulunursa da,
ancak el-Eş’arî'nin zamanından önce Rafıza'dan bir grubun, saf determinizm (cebr) ile hür irade (tefviz) arasında orta yol
doktrinini formüle etmeleri dikkate değer bir şeydir.121 Bu yüzden, bu
Mütekellimun, belli bir dereceye (point) kadar, ilahi Kader Müdafileri arasında
sayılabilirler.
·
6. EBÛ HANİFE'NİN VASIYYESİ
Ebû Hanife'nin bu Risalesini
yahut içinde görüşleri takdim edilen kimselerin bu risalesini tanzim eden
kimseyi yahut grubu tayin ve tesbit edebilseydik bu, İslam'ın ilk
zamanlarındaki birçok ehl-i sünnet teoloji alimleriyle ilgili bilgimizdeki
büyük bir,boşluğu doldurmuş olacaktı. 122 Wen-sinck’in
verdiğinden daha değerli bir takım deliller verdiğimi zannetmeme rağmen,
maalesef, materyal yokluğu sebebiyle bu hususta başarısız kaldığımı itiraf
etmek zorundayım. VVensinck, ehl-i sünnet olduklarını yahut daha sonraki
Sünniliğin öncüleri olduklarını iddia edebilen çeşitli gruplar arasında ayırım
yapmaya teşebbüs etmez ve birbirine benzeyen tutarlı (homogeneous) bir
cemiyetten söz etmeye meyieder.123 Bu ihtimal, onun burhanlarından bazılarını
tahrif ve ibtal eder; meselâ, o Va-siyyenin maddelerinin henüz daha kesb
terimini ihtiva etmediğini söylerken bu terimin teknik anlamda o zamanlar yeni
yeni kullanılmakta olabileceği, ve daha bu akideden
sorumlu olan grup tarafından terkedilmiş (kabul görmemiş) olabileceği
ihtimalini görmezlikten gelir. 124
Vasiyyenin, imanla ilgili olan
ilk beş maddesi, birçok hususlarda Mürcienin görüşlerine yakındır, imanı ilk ve
en eski olarak münakaşa mevzuu yapanın, Mürcie olduğu görünür. Hz. Muhammedin
ümmetinden olan günahkarların tamamının mümin olup kâfir olmadıkları mealindeki
dördüncü madde, Mürcienin husûsî bir inancı idi; imanın artıp eksilmesini
nefyeden ikinci madde, bir kimsenin aynı anda hem mümin ve hem de kâfir
olmasının imkânsızlığı üzerine kurulmuştur, ki bu,
Mürcienin tamamının, bir kâfirde imanın katiyyen bulunamıyacağı şeklindeki
fikrine olduka yakındır.125
Maamafih, aynı zamanda,
genellikle rivayet olunduğuna göre Vasiyyenin, Mürcienin görüşünden ayrıldığı
birkaç husus mevcuttur. Mürcienin pek çoğu, imanın artıp eksilebildiğini kabul
etmiştir. Yine Vasiyye, I, 10. ve 14. maddede, münafıklar (hypöcrites) hakkında
söz eder. Bundan başka bir terim, Havaricin, büyük günah işleyen bir kimse
kafirdir, şeklindeki görüşüne zıt olarak Haşan el-Basrî tarafından kullanılan tbir
terimdi, halbu ki Mürcie, büyük günah işleyen kimsenin tamamen mümin olduğunu söylemiştir; ve Mürcienin, Makalattaki beyanlarında, fasık'
yahut mücrimlerle ilgili epeyce münakaşa olmasına rağmen, Muhammed b. Kerram ve
muakkipleri hariç, münafıkla ilgili hiçbir kayıt yoktur. 127
Kudretin fiil ile birlikte
bulunduğunu kabul eden 15. madde, en-Neccar ile bir kısım ilginin delilidir.
Genellikle Vasiyye'nin yazarının, bu doktrini en-Neccar‘dan istihraç etmiş
olması pek kuvvetle muhtemeldir, yoksa en-Neccar, doktrinini ondan çıkarmış
değildir; sonuncu ihtimal de imkansız değildir fakat
bu, Vasiyye için yapılan genel mülâhazalarca farzedilenden daha erken bir
tarihi gerekli kılmış olacaktır. en-Neccarın, bazı
kere Mürcienin arasında sayılmış olması gerçeği, bu ilgiyi teyid edici
mahiyettedir, fakat kesb doktrini ile alakalı hiçbir kaydın olmaması ilginçtir.
128
Cehmiyeye karşı oldukça kesin
muhalefet alametleri mevcuttur; mesela Kur'anın gayr-ı mahluk
oluşunun iddiası, kabir azabının hak oluşuna dair kuvvetli görüş beyanı ve
Cennet ile Cehennemin fani olacağının inkarına dair muhalefetler yer alır.129
Sonuncu meselede Ebu'l-Huzeylin görüşü, Cehmiyeninkine benzemekte idi, fakat
bunun dışında, Vasiyye içerisinde, yazarın hususiyle Mutezile düşüncesine sahip
olduğunu gösterir hiçbir şey yoktur. Maamafih belki de bu husus, münakaşalar
zuhur etmeden önce akidenin kompoze edilmiş olmasından ziyade, onun, münakaşası
yapılan meseleler hakkındaki ilgisizliğinden dolayıdır; hatta bu ilgisizlik,
Mutezilenin önemli bir pozisyona sahip olmadığını ima etmiş olmalı.
Vasiyyenin yazarının, Kur'anın
gayr-ı mahluk oluşu doktrinine bağlılığı, Ahmed b.
Hanbele olan belli bir yakınlığını isbat eder. Yolculuk
esnasında orucu yeme meselesindeki tutumu, ne bu ne de diğer hukukî
meselelerde, teşekkül etmiş olan ekollerden herhangi birine tam anlamıyla
uymamakla birlikte Ahmed b. Hanbel ve Zahiriyenin tutumuna oldukça benzer.130
Fiillerin daha sonraları müsellem hale gelmiş olan beşli tasnifi yerine, her
şeyi vacib yahut haram kılmak için, Mubah ile mekruhun terki suretiyle (bu
fiillerin) üç sınıfa ayrılması da Zahiriye eğilimine benzer.T31 Allah'ın
keyfiyetsiz, teşbihsiz ve cihetsiz bir şekilde Cennet ehli ile likası
hakkındaki 24. madde Ahmed b. Hanbelden çok Malik b. Enesi hatırlatır. 132
Diğer taraftan o, Ahmed b.
Hanbelin ileri gelen muakkiplerinin yaptıkları gibi, kaynak olarak Kur'an ve
Sünnete kendini bağlamaz. Vasiyyede, maddelere atfedilen kısa delillerin
birçoğu gerçekten Kur'an ve Hadise dayandırılmış, fakat bunlardan bazılarının, aklî
burhanları kullanmak için görünür, böylece bir insanın aynı zamanda hem mümin
hem de kâfir olmasının imkansız oluşuyla
imanın
(ziyade ve noksanlık kabul etmeyişi şeklindeki) değişmez karekteri ve Allah'ın,
arşı istiva etmesi ise aksinin batıl olduğu ortaya konmak suretiyle
isbatedilmiştir.133
Bununla birlikte, aynı zamanda
eş-Şafiî ve muakkiplerinin öğretisinde önemli bir yere sahip olan icmaın her
hangi bir emaresinin olmayışına işaret edilmelidir. Böylece biz, Vasiyyenin
yazarının genel pozisyonuna ait birtakım alâmetleri elde etmiş oluyoruz.
(Vasiyyenin) başlığına göre bu müellif, muhtemelen Ebû Hanifenin bir muakkibi
idi. Müellifin, Ahmed b. Hanbel ile biraz benzerliği var fakat bu kişi kelama
daha müsait idi. Muhammed b. Haşan eş,Şeybânînin Ahmed
b. Hanbel (241/855) zamanındaki bir Hanefi şakirdi olduğu tahmin edilebilir.
134
Vasiyye'nin müellifi kim olursa
olsun, kesinlikle bir İlahî kader yanlısı idi. Bu zat, hayır ve şerrin tamamen
Allah'ın takdiri olduğunu ve hem insanın hem de bütün fiillerinin Allah
tarafından yaratılmış olduğu (fikrini) muhafaza etmiştir. 135 Allah'ın, Kaleme
olan yazma emrinin zikredilmesi, dünyanın başlangıcından önce kıyamete kadar
vukû bulacak olan her şeyin yazılıp bitmesi hak-kındaki hadisleri
hatırlatır,136 ve VVensinck bu maddeyi bu şekilde şerh etmiş-bulunmaktadır.
Fakat Kur'an'dan iktibas edilen ayet, insanların yapmakta olduğu şeye,
işledikten sonra yapılmış olan tescillere kesinlikle delâlet eder, ve daha
önceden insanların fiillerinin takdirine delâlet etmez; ve Wensinckin kıyamet
gününe kadar olacak şeyleri yaz diye tercüme etmekte olduğu (ma huve kâin)
şeklindeki Arapça ibareleri doğru olarak ...e kadar
vukua gelmekte olanları yaz (yani yazmaya devamet şeklinde tercüme edilmeliydi;
ve bu madde o zaman, bir tescil yapılmış, insanların yaptıkları her şey
muhafaza edilmiş, anlamına gelmiş olacaktır. Aksi takdirde biz, müellifin,
Kur’andan yaplan iktibası,önceden yapılan takdir ile
ilgili bu fikrin bir delili haline getirdiğini düşünmek zorunda kalırız. Onun
tutumunun, genellikle baştan başa Allaha imanla ilgili
(teistik)olması gerçeğinden dolayı kadere bağlılık (fatalistik) anlayışını
imanî (teistik) bir anlamda şer-hetmeye çalışmış olduğu görünür. Diğer taraftan
7. maddenin sonlarında Levh-i Mahfuzun zikredilmesi, onun, insan fiilinin bir
ön-yazgısının bulunduğunu kabul etmiş olduğunu telkin eder. 137
Yedinci maddenin başlıca önemi,
Allah'ın emrini muhabbetini, rızasını ve benzeri sıfatlarını bir tarafa, ve me-şietini, kazasını, takdirini, tahlikini ve
ilmini diğer bir tarafa ayırmış olmasıdır. Günah ve taat fiillerinin her ikisi
de sonuncu grupla ilgilidir; sadece itaat fiilleri birinci grupla ilgilidir. 1
38 Bunun, Meymûn ve Şu'ayb'ın arasında geçen münakaşanın vuku bulduğu zaman
kadar erken bir dönemde huzursuzluğa sebep olan karışıklığı ve fesadı izale
etmiş olduğu görülür,139 fakat bu da Allah'ın varlığı hususunda nazarî
güçlüklere yol açan bir taksimi icad eder. Bu madde, itaat fiilinin Allah'ın
yardımı (tevfîk) ile, günahların ise Onun yardımını
esirgemesi (hızlan)ile meydana geldiğini de anlatır ki Vasiyye'deki bu ve
benzeri sıfatların zikri ancak bu kadardır; böyle oluşu, bu hususların yazarın
dinî vukufunda geniş yer tutmadığı fikrini verir ki bu onun, en-Necar ve hatta
Bişr b. el-Mutemir gibi kişilerin fikir sahalarından uzak bulunduğunun alâmeti
sayılacak olan bir vakıadır.
Yine de bu ihmaller muhtemelen
o kadar çokça yapılmamalıydı,çünkü insan istitaatının,
fiil ile birlikte olduğunu göstermek için (kullanılan) burhan, Allah'a karşı
olan bağımlılığın gerçek bir dinî anlamı üzerine oturtulur.
Eğer insanın istitaati fiilden
önce olmuş olsaydı, o takdirde insanlar, ihtiyaç anında Allah’a muhtaç
olmazlardı ve bu da Kitabın açık hükmüne aykırıdır (47; 40):
Allah Ganîdir, sizler ise
muhtaçsınız.
Böylece Vasiyye'nin müellifinin
adamakıllı muhafazakâr bir düşünce ekolüne mensup olduğu görünür, ne var ki o,
ortaya çıkan farklılıklardan Ve bunlar hakkında hükümler koymaktan bigane değildir. Kendisini fatalizme ısındırabilecek olan
Hadise bağlılığına rağmen onun kaderciliği teistik olup fatalistik değildir.
İyi ve kötü bir şeyi takdir eden Allah'tır. Çünkü takdir edici başka herhangi
bir şey, Onun Vahdaniyetinin bir ihlâli olacaktır. Yaratan ve rızık veren,
zayıf ve aciz insana güç veren ancak Allah'tır. Karışıklıklar tamamen izale
edilmemiş ama hayli ilerleme kaydedilmiştir.
·
7, HUŞEYŞ
253'de ölen Ebû Âsim Huşeyş b.
Asram en-Nesefî, az tanınmış bir hadisçidir. Bizce onun önemi,
Kitabu'l-istikame fi's-Sünne ver-Reddu fî ehli'l-Bida’ vel-Ehvâ adlı eserinin
geniş bir bölümünün, Malatî'nin Tenbih'inde der-cedilmiş olmasıdır, öyle ki
Huşeyş, bize ilk elden ulaşan en erken müelliflerden biridir. 140
Massignon'un, Huşey'in Ahmed b.
Hanbeie yakın olduğu şeklindeki mülâhazasına bağlı kalarak, Huşey'in, eserinde
çeşitli mezhep mensuplarına karşı ortaya koymuş olduğu delillerin hemen hemen
tamamen Kur'an ve Hadisten alındığını anlarız. Onun, bazen, şöhreti malum olan
geçmiş büyük müslümanların sözlerini iktibas etmesi buna getirilecek olan
başlıca istisnadır; Meselâ, İbni Abbas'ın Acizlik de, Kudret te, Allah'ın
kaderi iledir dediği rivayet olunur.141 Tedkik, edebildiğim kadarıyla,
dogmalarda, kendisine müracaat edilebilecek olan dördüncü bir kaynak olarak
İctnaya herhangi bir atıf bulunmamaktadır. Böylece Huşeyş, Ehli
sünnet düşüncesinin bu yönünden oldukça ayrı durmaktadır. Buna en yakın
olanı, Ehli sünnet grubunun (salihun) gerçekte yapmış
olduğu şeyden başka şey yaptığını tahmin eden kişiyi yasaklamış oldukları
rivayet edilen bir pasajdır. 142
Huşeyş ile ilgili münakaşaların
doğruluğunu söylemek hiç de kolay değildir. Çünkü onun münakaşa metodu, sade
olarak, bir dizi Kur'an âyetlerini ve Peygamberin hadislerini sıralamak,
itibarlı kişilerden anekdotlarda bulunmak ve bütün
bunların sözü edilen konuya ne kadar uyduğunu keşfetmeyi okuyucuya bırakmaktı.
Bir kimsenin görüşünü desteklenmesine ait bu metodun ortaya çıkarılması,
Gaylan'ın dinleyicilerinin Halife ll-Ömer iie(H. 99-101) olan hikayelerinde iyice ifadesini bulmuştur. Halife, Gaylan'ın
bu fikirlerine meydan okumuş Gayian da durumunu ifade etmeye müsaade alınca
sadece şu, ayeti iktibas etmişti:
"insan yaratılıp, bahse
değer bir şey haline gelmeden evvel onun üzerinden uzun bir zaman geçmemiş
midir? Biz insanı, çeşitli unsurlar taşıyan bir damla sudan yarattık. Biz onu
işiten ve gören bir şekilde var ettik. Biz ona hidayet yolunu gösterdik. Ya
şükreder veya nankörlük" (İnsan, 76/1-3).
Halife'nin cevabı, Gaylan'ın
yanılmış olduğu iddiasından daha azdı ve şu ayetlerin iktibası şeklinde idi.
"Hani Rabbın bir zamanlar
Mekkelilere şöyle demişti: Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım, Melekler:
“Biz hamdederek seni teşbih ve takdis edip dururken orada fesat çıkaracak ve
kanlar dökecek bir mahluk mu yaratacaksın?” dediler.
Allah da, şüphesiz ki ben sizin bilmediklerinizi bilirim, dedi.. Allah Adem'e bütün isimleri
öğretti; sonra eşyayı meleklere gösterdi ve dedi ki: Eğer doğru söylüyorsanız,
şunların isimlerini Bana bildirin. Melekler: Seni teşbih ederiz! Bize
öğrettiklerinin dışında hiçbir bilgimiz yoktur; şüphesiz ki Sen Alîmsin, Hakimsin dediler. Allah buyurdu ki: Ey Adem,
eşyanın isimlerini onlara söyle. Sonra Adem de eşyanın
isimlerini onlara şöy-leyince, Allah: Ben size demedim mi ki, göklerin ve yerin
gaybını bilirim ve sizin açıkladıklarınızı da gizlediklerinizi de bilirim. Bu
cevap Gaylâna aşikâr bir surette adam akıllı tesir etmiş,
ve mesele hakkında susmaya söz vermişti. Diğerine karşı mukabilen müdafaa etmek
için yapılan bu tek iktibasın (ileri sürülen ayetin) nasıl tasavvur olunduğuna
dair asla herhangi bir alamet yoktur, ve bunun çözümü
okuyucunun kendisine bırakılır. Muhtemelen mesele şöy-ledir. İster şükreden
"ister nankör" kelimeleri, insan için ihtiyar yolunu açık bırakmayı
gösterir, halbuki ikinci pasajda (ayette). Allah'ın
gizli şeyleri bilmesi hakkında söylenen şey, insanın yapacağı şeyin bilgisini
de içine alır.143
Huşeyş'in durumuna bakılacak
olursa, O bundan daha fazlasını yaparken bazı sebeplerin var olduğuna işaret
edilmelidir.
Kaderiye hakkındaki bölümün son
kısmında, daha çok Hadise ait olma ihtimaline rağmen, Kur'an'a ait
iktibaslardan birtakım izahlar verilir. 144 es-Salihûn'un hali hazırda verilmiş
bulunan kıyas yapma hakkındaki görüşü, Huşeyş ve onun gibi düşünenlerin, kelâmı
reddetseler bile mütekellimler arasındaki münakaşalardan haberdar olduklarını
ima eder, çünkü bu, çokça münakaşa edilmiş husustu.145 Kaderiye hakkındaki
bölümün:
"Allah, İblise secde
etmesini emretti ve İblis ile onun secdesi arasına girdi (hale)"
şeklindeki muğlâk anlatım, Murdar ve diğerleri tarafından kullanılan
anlatımları andırır mahiyettedir. 146 Böylece, kitabının tertibinin bizi bu
şekilde düşündürebileceği gibi Huşeyş, zamanının "gelişmiş" teolojik
sahasından bu denli uzak kalmamış olabilir. Öğretisinin muhtevasına göre,
Allah'ın adaletine önemli bir yer verilir. Bu onun, tevhid ve vahdet-i vücud
görüşlerini istenmeyen ahlâk ilmi tayin eder. Cehmiyeye karşı olan delillerinde
daha iyi görülür; Huşeyş, onlara karşı geleneksel ahiret ilmini müdafaa etmede,
insan hareketinin ebedî mana ihtiva ettiği yolundaki doktrinini müdâfa
ediyordu. Diğer taraftan ise bu iş, Allah’ın hakimiyeti
meselesine gelince, o, Allaha olan iman ile benim ateistik yahut fatalistik
dediğim görüş arasında herhangi bir farka yahut tezada işaret etmez. Allah'ın
celâlini ve kudretini yücelten çok sayıdaki Kur'an ayetlerini iktibas ettikten
sonra Hadislere ve fatalizm ruhunu yansıtan menkıbelere geçer. Hiç şüphesiz
fatalizm, çoğu zaman açıkça bir inanç yaldızı ile kaplanır, çünkü insan
hayatının takdirinin nihaî bir kaynağı olarak bakılan, daima Allahtır; ve
Kur'ana olan isnatlarla ilgili görüşlerinde, İlahî inancın Huşeyş gibi
insanların düşüncesinde hakim faktör olduğu mümkün
görünür. Fakat bunlar hala hiçbir şüphe duymaksızın, insanın Cennette ya da
Cehennemde varacağı nihai yerinin takdir edildiği, insanın ise bunu değiştirebilecek
hiçbir
şey
yapamıyacağı düşüncesiyle, kabul etmemeye yatkındırlar. Böylece Allah'ın
hakimiyeti, insan kudretini haksız yere tahdit edecek
bir tarzda kabul edilir.
el-Huşeyş,
sadece şahsından dolayı değil, bilakis mutedil yahut muhafazakr görüşün büyük
bir kısmını bu hususta bize takdim eden kişi olmasından dolayı bizce ilginç bir
kimsedir. Şüphesiz kabul ettikleri icma prensibi hususunda ondan ayrılanların bir çoğu, İlahî kaderi savunma konusunda söylemesi gereken
şey hakkında onunla mutabık olmalılar ve aynı şekilde teistik ve deterministik
kadercilik arasındaki tenakuzu görmede başarısızlığa uğramış olmalılar. Büyük
muhaddislerden her biri muh-) temeien onun eğilimine
sahiptir,147 fakat el-Buhari (v. 256) ve Müslim (v. 261) aşağı yukarı Huşeyş'le
çağdaş olunca, insan, bunların bütün karışıklığı ile birlikte, kaderin bu
meselesi üzerinde, üçüncü asrın ortalarına ait mutedil düşünceyi tamamen
düşünmüş olacaklarını umabilir. Ol-ı dukça kısa bir araştırmadan müşahede
edebildiğim ka-ı darıyla durum gerçekten bundan ibarettir.
·
8. EL-HARRAZ
Muhtemelen 286'da ölmüş
olan Ebû Said Ahmed el-Harrâz dinin teorisinden çok pratiği ile ilgilenmiş
olması ve j; bir kelamcı olmaktan çok mutasavvıf olması hasebiyle konu ile ilgi
diğer şahsiyetlerden ayrılır. Onun Kitabus-Sıdkı, ki
bu esere sahibiz, özellikle tamamen tasavvuf? ahval
ile ilgili olduğu kadar fazailin tatbikini ele al-maktadır.148 Bu yüzden kader
hakkında söylemesi lâzım gelen şey, belki de zamanının birçok zahid
müs-lümanlarının kadere karşı olan davranışının bir hususiyetidir.
Tasavvuf ve gerçekte her din,
kendine has tehlikelerini havidir, ve bu tehlikelerden
biri, ruhun kendini aktif hayatın fırtınasına ve baskısına iten faziletlerin
tat-i bikine nazaran, dinî vecd ahvalinin bencil zevkini tercihedebileceği
hususudur. İslam’ın içindeki fatalistik akımın el-Harraz'ı zaman zaman son
derece pasiflik yahut sessizlik içinde kalan büyük halk kitlesi tarafına
çekmekte olduğu görünür. O, şu menkıbeyi tasvip ederek iktibas eder:
Bir adam şöyle dedi: “Ve hakkımdaki
kadere ait hadiselerden başka, vaki olabilecek şeylere karşı gördüğüm hiçbir
inayet yoktur" Aynı adam zehir içti. Ona, bir panzehir al dediklerinde, şu
cevabı verdi, tedavimin, burnuma yahut kulağıma dokunmakla olacağını bilsem,
bunu yine yapmam. 149
Allah’a tevekkülün, sadece tali
dereceden sebeplere yahut tabiî sebeplere uygun düşüp düşmeyeceğini tezekkür
ederken o, okuyucularını bu tür sebeplerin ekseriyeti ile ilgiyi kesmeye teşvik
eder. İlaçla tedavi gereğini tamamen inkâr etmez, çünkü Hz. Muhammed ilaçların
kullanılmasını emretmektedir; fakat o bunun sadece belli durumlarda geçerli
olduğunu ve bu tür tedavi yöntemleriyle yapacak hiçbir şeyi bulunmayan kimsenin
en yüksek mihnetin adamı olduğu fikrini telkin eder. Bazı misaller gösterir ki
Allah insanı birçok beladan koruyabilir, halbuki
ilaçlar derhal tesir etmez.150 Kitabının birçok yerinde; Kaderci görüşleri
ile'birleştiğini yahut bunlardan istihraç edildiğini söylemek güç olmakla
birlikte, hiç kuşkusuz bazı yönlerden Kaderci görüşleriyle bağlantılı olarak
dünyaya red ve ümitsizlik alameti vardır. "Allah bu mevcut olan alemi tahkir etmiştir" der ve şu ayeti iktibas eder:
"Biliniz ki dünya hayatı sadece bir oyun, bir eğlence ve bir süstür...
"ve az sonra Allah'ın bu dünyayı tahkir etmesinden, değerini nasıl
düşürdüğünden ve evliyasının kalacağı yer olarak tasvip etmeyişinden söz eder.
151 Diğer bir pasaj. St. Paulun maksut olan irtihal edip İsâ nile olmaktır
sözünü hatırlatır mahiyettedir; fakat bu, St. Paul'un, dünyada kalmak suretiyle
kazanılacak olan bir olumlu gaye anlayışını ihmal eder.
Allah'a iştiyak duyan kimse bu
dünyadan ve içinde kalmaktan nefret eder; o, ölümü, (geriye kalan) kısa
müddetinin ve nasibinin kesilmesini arzular. Mahluk
eşyadan ayrı olmayı gözetmesi, yalnızlık ve tecrit içinde kendini muhafaza
etmesi ona has özelliktir. 152
Maamafih el-Harraz'ın
öğretisine varan daha güzel bir yön mevcuttur. O, hayal aleminde
(in the vally of sha-dow) bile Allah'a yüksek seviyede bir tevekkül ve bir
kimsenin hayatının bütün ahvalindeki rızalık kavramına erişir. Bu, teorik
düzeyde çözümlenmemiş bulunan şer probleminin, pratikteki çözümüdür. Hatta o,
Allah'ın, zahid kulunun bile her zaman Allah tarafından felâketten
korunmadığını tasavvur eder, ne varki muhafaza ettiği tevekkülü hiçbir şekilde eksilmez.
Böyle bir kimse, "Benim ihtiyacım yerine getirilecektir de demiyecektir,
çünkü o, Allah'ın zatına ait hikmet ve gayesini icra ettiğini bilir. 153
Sadık insan, (Allah’ın ilm-i
ezelisinde) bilinen şeye doğru yol aldığını bilir ve o, Allah'ın tehir ettiğini
ileri almayı yahut acele ettiği şeyin tehirini tevekkül ile elde
ede-miyeceğinin farkına varmak suretiyle Allah’tan son derece razıdır.
Sabırsızlığı ve korkuyu defetmekte başarı sağlamış ve hasisliğin sıkıntısından
kurtulmuştur; ruhunu hem akli ve hem de nefsâni marifet ve bilgi ile terbiye
edip yetiştirmiş olarak Takdir edilen olacaktır ve olacak şey ise mutlaka
gelecektir (mâ kuddira seyekunu ve mâ yekûnu fe huve âti) der. Ashabdan biri
dedi ki: Hz-Peygamberin evine girdim ve evde kuru bir hurma vardı; Peygamber
bana, onu al, dedi; eğer sen bu hurmaya kadar gel-meseydin o sana gelecekti
buyurdu.
Bununla beraber Allah'tan razı
olmak, daha üstün bir mertebedir.
Ben: Kalpteki rıza alameti
nedir ve rızanın tezahürü nedir? dedim, Buyurdu ki:
Kaderin tahakkuku esnasında kalbin memnun olmasıdır Bir zat: Rıza, musibetlerin
ümit ve neşe ile buluşması (ve kaynaşmasıdır) demektedir. Enes b. Mâlikin şöyle
dediği rivayet olunur: Ben, Hz. Peygamberin hizmetçisi idim. O bana her hangi
bir iş ile ilgili olarak, bunu niçin yaptın? Yahut neden bunu yapmadın? demedi. Sadece, bu böyle takdir edilmiş ve böyle
hük-molunmuştur... derdi. Hz. Ömer'e ait olan şu sözü
rızanın bir alâmetidir, çünkü insan sadece nahoş olan şeylere karşı sabırlı ve
sadece hoş olan şeylere karşı da minnettardır; ve o
derdi ki: (iyi ve kötü) iki şeyden kaderime hangisinin düşeceğinden endişe
etmem? Bu her iki durumun da onun nazarında eşit olmasındandı.154 "
Yukarıdaki pasajın
başlangıcında değinilmiş olan memnuniyet alameti, Allah'ın nimetlerini ve O'na
olan şükranı bilmekteki sadakat" ile ilgili kısımda daha dolgun olarak
bulunmaktadır.
"O'nun daha önceki
nimetlerine gelince, bunlar şöy-ledir: Sen daha zikre değer hiçbir şey değilken
seni hatırladı ve sana kendi birliğine olan iman ve Onu bilip tanımakla bir
imtiyaz verdi; O yine, kaleme, senin ismini Levh-i Mahfuza bir müslüman olarak
yazdırdı."155
Batılı muasır okuyucu, derin
dinî vukufu ve kaba kaderci menkıbenin garip ittisali ile aniden karşı karşıya
bırakılır.
İslam'ın, olanca ruhi gücüne
rağmen, eski Araplar'ın şartlanmış dehr fikirlerinden kendini kurtaramadığı
görünür. Karışıklık, -buğday ile burçak otunun yanyana gelişmesi- gibi
kalmıştır. Ne varki - "Allah'ın önceliğini düşünmek (anlamında) -
el-Harraz bile, hadiselerin önceden takdir edilmesi düşüncesi dışında bir
kimseye Allah indinde, ezelde senin için halihazırda
nelerin iddihar edildiğini samimi bir imanla düşün- “Sen O'nu daha hiç murad
etmemişken hani O seni murad etmişti” şeklinde (insanın) mazhar olduğu şeyi
kaydederken ruhî bir gıda çı-karabilir.156
·
9. NETİCE
Belki bu bölümün asıl
neticelerinden biri; umumi efkarın pek çoğunu işgal
etmiş olan Mutezileden tamamen ayrı olarak, ikinci ve üçüncü asırlarda İslâm'ın
entellektüel hayatının çok yanlılığının gösterilmiş oluşudur. Maamafih, bütün
bunlarla birlikte birçok ilahiyatçıların teistik ve fa-talistik münazaadan bigane kalmış olduklarını söylemek garibtir. Belli yönler
-ki bunlar dikkate değer olarak daha çok ehl-i sünnet arasındaki ayrı ekoller
ve eğilimlerdir- çok sathi olarak ele alınmış bulunmaktadır. Çünkü bu hususlar
işlenen konu ile özellikle ilgili değildir. Maamafih ei-Eş’ari'nin eserine
bakılırsa, büyük bir tertip derecesinin var olduğunu göstermek için gereken şey
söylenmektedir. Bütün bunlar arasında Ehu'l-lsbata ait olan makalenin son
derece önemli olduğu görünür.
Not A. MUHAMMED B. HARB ES-SAYRAFİ
Bana öyle geliyor ki bu şahıs
Burgûs'tan başkası değildir, ki bu aynı zamanda (sin harfi ile okunan) Muhammed. b. isâ es-Seyrafidir. Bu kişi, çoğu kere Muhammed b. Harb
diye takdim edilir; (Sâd harfi ile okunan) es-Sayrâfi, makalâtta sadece sayfa
383'te (bu şahsa) izafe olunur. Eş-Şehristani (Milel, 103) ve el-Eş'ari (mak,
120) de onun ismini Havaric'e ait olan ilahiyatçıların listesine dahil ederler, idraki meydana getiren tabiatı, duyularda
Allah'ın yaratmış olmasından dolayı, Muhammed b. Harbin anlama kaabiliyetinin
Allah'a izafesini kabul etmekte olduğu (hususu) Ehlû'l-isbattan birçoklarıyla
birlikte rivayet olunmaktadır (Mak, 383); Bu hemen hemen Burgûsun mütevelled
fiiller hakkındaki görüşüyle birdir. Son olarak, ibadiyye'den (Havaricin bir
kolu) birçoklarının görüşlerini (Mak. 107, 1.14-108,
1.13) ve özellikle Yahya b. (Ebi) Kâmil, Muhammed b.
Harb ve Idris el-İbadi'yi anlatan uzun bir pasaj mevcuttur. Yapılan tedkik
üzerine bu görüşler, en-Naccar'ın 4. 10. 5. 9. 7. 1. 2. maddelerdeki
görüşleriyle 514. sayfada rivayet olunan görüşler hemen hemen birlik ve
benzerlik arzederler. Dikkate değer fevkalade hatalardan biri, 9. maddede
tav'an sözünün ilave edilişidir; ihtiyari olarak iman etmiş olmaları için
Allah'ın, kâfirlere ihsanda bulunabileceği söylenir; - Burgûs'un önem verdiği yegane husus ise budur. (İnsanın
fiil yapmaya yarayan kudretinin bir mana “form" yahut “kavram “olarak
tarif edilmesi, Muammerin tesirinin ayrıca bir ör-nfeğidir; bu terimin teknik
(olarak) kullanılışı en-Neccar ile ilgili bir rivayette (de-Mak.528)
bulunmaktadır.
Böylece Muhammed b. Harb,
en-Neccar ile genelde mutabık fakat mütevelled fiiller hakkında ondan ayrılmıştır; ve bu, Burgûs'un görüşlerinin tam tamına nasıl
beyan edilmiş olduğu anlamına gelir. Hatta o, Burgûs'un özelliği olarak görünen
tav'an kelimesini kullanır. Onun Burgûs'a benzemesine (karşı) yapılacak olan
itiraz için tek sebep Havaric ile ilgisinin var oluşu görülmelidir. Herkesin
kabul edeceği gibi bu hususta, hiçbir çözümü yok diyebileceğim bir anlaşılmaz
durum mevcuttur, fakat bu muamma bu iki şahsı belirlemek için (kimliklerinin
ortaya konması için) şaşırtıcı hiçbir sebebin ısbatına ihtiyaç göstermez.
Burgûs, Havâric ile de ilgili idi, çünkü ismi Milel 103'de aynı listeye dahil edilir - karışıklığın, eş-Şehristaninin zamanından
önce meydana gelmiş olduğu aşikârdır. Bu yüzden, Muhammed b. Harbin, Burgûs ile
aynı zat oluşuna büyük bir ihtimal ile bakılabilir; en azından bu iki kişiye
birbirine çok yakın insanlar olarak muamele etmeliyiz.
NOTLAR
(Kısaltmalar için
Bibliyografyaya bakınız)
bölüm 5 ’
·
1.
Mutezile bile görüşlerine Ashab zamanından mesned bulmuştur. Krş. Munye ilk
üçüncü tabakalar.
·
2.
Yahutta, el-Bağdadi'nin Ebû Hanife ile Gassân’ın fikirleri arasında (katiyyetle
mevcut olan) ilgiyi inkâr ettiği gibi Murcienin ehl-i bidat (heretic) oluşunu
inkâr dahi eder. (Fark. 191).
·
3.
Biyografiye ait malumatın mevcut tedkiki vs. ve fıkh üzerindeki görüşlerle olan
mukayeseler bu meseleler üzerinde daha fazla açıklığa sevkedebilir. Daha
sonrakileri güvenilir olmakla birlikte, muhtemelen kimi mezhebe ait olan
kelâmcıların tamamı gerçekten aşırı görüş sahibi mezheplerden kaçınmışlardır.
Şia nokta-i nazarından yazan en-Nevbahti (Firakuş-Şia, 7), Süfyan es-Sevri, İbn
Ebi Leylâ, Malik b. Enes ve eş-Şafiiyi, bütün bunlar ehl-i sünnetin
önderleridir. Bunların
hepsini
ve yine Haşviyyeden olarak bilinen Sukkâki, Mürcienin dördüncü kolu arasına
dahil eder.
·
4.
Mesela, esas elemanı Hişam b. el-Hakem olan Revafızın bir grubu (Mak. 30-64 vs); Zeydiye, (mak.
65-75); Havaricin kelamcıları (ma.120); Mutezileye çok
yakın olan Ebû Şimir ve Muhammed b. Şe-bibin maiyetinde olan mürcie grubu;
Cehmiye, (bkz. bl. 2); Dırar, en-Neccar, Burgûs ve ehlûl-lsbatın tamamı (bkz. bl.
3). eFBağdadi, ehl-i hadise ait olan mutekellimunun bir listesini verir. (Usul,
254) ki bu liste şu zevatı ihtiva eder. Abdullah b. Saîd (el-Kullabi mez.),
el-Hâris (b.Esed) el-Muhasibi, Abdulaziz el-Mekki, el-Huseyin b. el-Fadl
el-Beceli, Ebû Abdullah el-Kerabisi, Ebûl-Abbas el-Kalanisi; Bunlardan bazıları
Milelde dahi zikredilir, Milel, 65. Fıkıh sahasında aklı kullanan önemli
mümessiller Ashabu’r-Rey idi, ve esas itibariyle Ebû
Hanife ile birleşenlerdi.
Mutezilenin kaynaklarımızdaki
önemi muhtemelen bir takım şartların bir araya gelmesinden kaynaklanmaktadır.: (1) Ekollerinin devam eden varlığı halbuki diğerleri
kaybolmuş yahut ehl-i sünnet içinde eritilmiştir; (2) el-Eş'ari'nin onlarla
olan ilgisi Makalatta belirtilir ve gerçekten mezhepler hakkında yazan Zurkan
ve el-Kabi gibi ilk müellifler bunlara dahildir, krş. Ritterin Muhammedanische
Hâresiographen Listesi; (3) Yazmış oldukları kitapların sayıları.
\
·
5. Krş.
Kur'anın mahluk oluşu hakkında Taberi târihinden
alınan münakaşalar, Pattonun Ahmed b. Hanbel ve Mihnet’de S. 57 ve 65.
·
6. Bkz., b|. I.2.c. Hanefiyeye ait kaynaklar
·
7. krş.
Müslim Creed, 108; ki geçen sayfa 19,
·
8. krş.
Fıkh ekber I. md. 2.
·
9. Bu,
Ebû Hanifenin vasiyyesinde yahut Fıkh-ı ekber İlde bulunmaz; el-Tahavinin
akidesinde ve e!-Eşarinin Makalâtı ile İbane’sinde geçer.
·
10.
Şerhûl-Fıkhl-Ekber, s.4.
·
11.
Milel, 63.
·
12.
krş. bl. 4. e. aşağıda geçti.
·
13.
krş. Goldziher, Zahiriten, 5.17.
·
14.
(yok)
·
15.
Milel, 59.
·
16.
Fark. 328.
·
17. Tek
istisna el-Tahâvî’nin akidesidir (krş. bl. 4 aşağıda
geçti) ve ikinci cümlede zikredilen örnek, Mak. 41.
·
18.
el-Eş'arî'nin K. el-Lumasının tercümesinde (Hell: Von Mo-hammed zu Ghazâlî)
Dschabriten’in zikri açıkça hatadır, çünkü bu, ikinci baskıda değiştirilmişti.
Cebriye, et-Tahavînih akidesinin bitişik cümlesinde zikredilir; Cehmiye'yi
zikrettiği gibi o, muhtemelen Cebriyeyi daha çok Şerhu'l-Fıkhı'l-Ekberde
Mucbireyi zikrettiği tarzda kullanmaktadır.
·
19.
Fark, 328.
·
20.
430. 1.2.
·
21.
144. I. Iı indeksteki not; bu, Abdullah b. el-Mubareke isnad olunan akidede
mevcuttur.
·
22.67.
·
23.
·
24. 18;
26; 49.
·
25.
·
26.
·
27.
Bundan sonraki bölüme bkz.; ilk husus (s. H’den
itibaren) özellikle en-Neccar ile ilgilidir (nitekim intsarda zikredildiği
gibi, İndekste Mücbire maddesi altında ve sonuncu husus ise Dırar ile
ilgilidir.
28.69.
·
29. Bu
husus, özellikle Burgus tarafından formüle ediliyordu.
·
30.
Mak. 279, 8. silsilede Ritterin tahminini kabul eder.
·
31.
Fark, 200.
·
32.
Ancak bunlardan biri bir isim benzerliği ile verilir birincisinin, aynı zamanda
Zenadıkanın bir fırkası olan Muattılaya dahil olduğu
söylenir (s. 75.).
·
33.
Schreinerde AI-Akaidul-Hameviyye, Beitrage zur Ge schichte der theologischen
Bevvegungen im İslam, Separatdrcuk, 120.
·
34.
Pattonda Ebû Nuaymın bir eserinden yeniden basılmıştır. Ahmed b. Hanbel ve
Mihnet, s. 40. Ayrıca bkz. aşağıda gelen 49. not.
·
35. İbn
Teymiye, özellikle Schreiner, s. 121.
·
36.
İntişar, 134. Bişr ei-Merisî, genel görünümde en-Neccara benzer,
ki en-Neccarın, görüşlerini ondan çıkardığı dahi söylenir (İbn Ebil-Vefâ,
el-Cevâhirul-Mudie, I. 164. krş. intişardaki not.
180), ve en-Neccar dolaylı yahut dolaysız olarak Dırarın bir muakkibidir, bkz.
İslam Araştırmaları Enstitüsü kitap. ’
·
37. Massignon,
Recueil de Textes, s. 194.
·
38.
Milel, 63.
•
·
39.
Yukarda geçti, bl. III. ks. J.C.
·
40.
Müslim Creed, 120.
·
41.
Mak. 181,280.
·
42.
Fark, 199.
·
43.
Kur'an 57, 3; krş. Mak. 542.
·
44.
İntişar, 202 (Naşirin notu ile).
·
45.
İntişar, 126.
·
46.
İntişar, 24.
·
47.
Mak. 326, 1, 5; krş. 571, I. 8. Muvahhidûn, bazan Allah'ın birliğine
inananların hepsini içine alır, yani bütün müslümanları yahut en azından Allahı
birleyenlerin tamamını içine alır; krş. Mak. 151, 1.7.
(ve 146, I, 5); bazan bunlar, özel bir kelâmî ekol olarak görünürler;
yu-kardaki kaynaklara ilâveten krş. intişar, 75, 122.
Muvahhîdenin, Ma-kalatta ki 430, 1. 6 (yukarda bl. III not 72),
tahminini haklı çıkartan bu tür düşüncelerdir.
·
48.
75-110ÖZİ. 75-77.
·
49.
Ahmed b. Hanbel, Red ala’l-Cehmiyye, 314, Dr. Pines tarafından tahric
edilmiştir. Bu, aynı zamanda bu, Daru’l-Funûn İlahiyat Fakültesi Mecmuası V-VI
(1927) s. 314 de basılmıştır; fakat bir nüshasını mütala etme imkânını bulmuş
değilim.
·
50.
Tenbih, 77. İbnul-Murtazânın beyanında, Munye, 19-21, Ceh-min Mutezileden
yardım gördüğü tahmin edilir.
·
51.
Tenbih, 30.
·
52.
intişar, 133.
·
53.
Mak. 281. Bu bölümde ben bir faraziye yapmaktayım yahut sadece ilgili kısa bir
delil vermekteyim, münakaşasını yaptığım hususları, The Origion of the islamic
Doctrines of Acqusitions da daha dolgun ve mütekâmildir.
·
54.
Kur'an, 2, 286 VVensinck tarafından tercüme edildiği gibi. Müslim Creed, 213.
İktisab kelimesi, teolojide Gaylan ve muakkipleri tarafından, zarûrî olan bilgi
arasındaki farkı ayırmak için de kullanılmaktadır. Eşyanın yaratılıp kontrol
edilmesi ve kesb ilmi gibi, kainatın muhdisi ve
müdebbirinin iki yahut daha fazla olmayışı bilgisi gibi (Mak. 136).
·
55.
Mak. 359; 281 vs.
56.281,407.
·
57.
İntişar, 29.
·
58.
Mak. 216, 339; İntişar, 133.
■ 59. Milel, 63.
·
60.
Mak. 206.
·
61.
Milel 63/
·
62.
mak. 166, 281, 487; Sayfa 174'deki sahibi belli olmayan görüş muhtemelen
onundur.
·
63.
Birçok hususlarda onun görüşleri, Dırarınkileri dışında bir gelişme safhası gösterir; ve mak. 415'de Ebul-huzeyl, en-Nazzam ve daha
sonraki kelamcılar hakındâki rivayetlerin kaynağı olarak verilir. (Bu isimlerin
hepsi onun rivayetinde kesin ve zarurî bir şekilde zikredilmemiş olmasına
rağmen böyledir); en-Nazzam ile münakaşa ettiği ve hatta onun talebesi olduğu
söylenir. (Fihrist, 179; el-Makrizî, 350; Dr. Halkins’in el-Fark’a koyduğu
nottan istihraç olunmuştur).
·
64.
Mak. 283-5.
·
65.
Mad. 12; krş. Mak. 514 - murad eden; 182, 507 de tekrarlar.
·
66.
Mad. 14; krş. Mak. 216.
·
67.
İntişar, 1331 Birşeyi bilmenin değişik usulleri hakkında onun bazı tedkikleri, (mak. 392) bu mesele üzerinde bir münasebeti havidir ve
Havârici Malumiye ve Meçhuliye fırkalarıyla ilgisinin olduğu da görünür
(Mak.-96; krş. 391). Hayatın, (ömrüh) azaması el-Cubbâî tarafından zikredilir.
·
68.
Bunun 1. maddeden mülhem olduğu tahmin edilebilir; kesb kelimesi, onun sayfa
566'daki görüşleriyle ilgili olarak kullanılır.
·
69.
Krş. Mak. 353.
·
70.
Madde 2'de ifade edilmiştir.
71.5. 7. maddeler.
·
72.
Mad. 9; Bişr el-Mutemir’in fikrine paralel bir görüş.
·
73.
Mad. II.
74.15. 16. ve 6. maddeler.
·
75.
Mad. 8.
·
76. 3.
4. maddeler (istitaa); Mak. 330 (kuvve).
·
77.
Mak. 359, 330; 305, 317 vs.
·
78.
el-Bağdadî, Fark, 197; Milel, 63; krş. Mak. 284. Burada Bur-gus'un, (Muammerin bilgi ile ilgili görüşünü rivayet eden-Bak. 168,
488) Muhammed b. İsâ es-Sayrafî en-Nazzâmî diye
danıtılmakta olduğunu kararına varıyorum, (Ebul-Huzeyl hakkında bir menkıbe
rivayet eden Munye 27, I, 15) Muhammed b. İsâ en-Nazzâm ve (Allah'ın ilmi
hakkındaki bir görüşten dolayı hocası gibi zammedilen, Muammerin bir talebesi
olan İntişar, 53. I, 10) Abdullah es-Sayrafî; Burgus'un bir eşyanın tabiatı ile
ilgili kavrama ait kavramı Muammerle olan bir ilgiyi isbat eder. (Bölümün
sonunundaki) Muhammed b. Harb es-Sayrâfî hakkındaki nota da bakınız.
·
79.
Mak. 235, 238.
·
80. Mak
284. .
·
81. Mak.
405 vs. İfade şu anlama gelir: Allah, küfrün imandan ayrı olması gerektiğini ve
temel olması lâzım geldiğini murad etmiştir.
·
82.
Mak. 540.
·
83.
Kur'an, 29,16.
·
84.
Fark. 197, krş. s. 82 yukarda geçti.
·
85.
Mak. 552.
·
86.
Krş. s. 82. yukarda geçti-
·
87.
Mak. 553.
·
89.
Sonuncusu sadece 488, s. 1, 2, de.
·
90.
Krş. el-Eşarî Isbatı kullanır-bl. III. Not B sonda.
·
91.
Msl. İdlâl “leading astray" ile ilgili üç kısma ayrıldığı zikrolunur (Mak. 262). '
·
92.
408; krş. s. 488 ki burada o, Dırarın, İlahî sıfatlara
ait negatif manaya ait görüşünün, Müsbitenin genel görüşü olduğunu söyler.
·
93. 540; yahut el-Kusânî, 262.
94.541.
·
95.
383; sondaki not A’ya bakınız.
·
96.
259-265.
·
97.
·
98.
·
99.
·
100.552,554.
·
101. Bundan başka küçük
bir husus "Ehlu'l-Hak'ln (Hak ehli). Makalat'ta, verilen tek referanstan
başka, indeks, yani, s. 472, I. 9. bu terim sayfa 430, I, 2, s. 539, I, 3 ve 5.
549, I, 5'de geçer halbuki Ehlu'l-Hak vel-isbat tarafından
kabul edilen görüşlerin sözü edilir. Ehlul-hak, tamamen Ehlul-isbatın başka bir
ismidir; sayfa 930 da bunlar birbiri yerine değiştirilebilir görünür. Eğer bu
hangi bir değişiklik varsa, sayfa 539'aki hâlik ve muktesib arasındaki farktır,
her fark, Ehlul-Hakkın, Ehlu’l-lsbat'ın halefleri olduğunu ima eder.
·
102. Mad. I;i Mak. 550.
103.561.
·
104.
408 vs.
·
105.
259-265 vs.
·
106.551.
·
107.552.
·
108.
573 vs.
·
109.
537; 577.
·
110.554.
·
111.
Onlar esas itibariyle bizzat Hanefî olabilirlerdi; en-Neccar'ın hocası olduğu
söylenen Bişr el-Merisîye bir Hanefi biyografi sözlüğü olan İbn Ebi'l-Vefa'da
(el-Cevâhiru'l-Mudie, I, 164) dikkat çekilir, bilgi verilir.
·
112.
Mak. 32; Dırârın, Ebul-Huzeyl'den önce Basra'da meclise sahip olmasına nazaran,
o ve Hişam muhtemelen aynı çağda idiler. En azından (The origin of the İslamic
Doctrine of Acquisition ‘nda ileri sürdüğüm gibi) Dırâr'ın daha genç olması
ihtimal dışıdır.
·
113.
40. 42. Sebeb, muhtemelen daha çok saik motive yahut maksat purpose fiilin
yapılması maksadriledir.
·
114.
Hem Ebu'l-Huzeyl, hem de Cafer b. Harb onun hakkında yazmışlardır; Cafer
ihtiyar kelimesini kullanır (Mak. 246).
·
115. 38,1,15; 221,1, 8; 492, I, 8.
·
116.
Mak. 228, 512.
·
117.
Tahliyenin, Yahya b. Ebî Kâmil ve Muhammed b. Harb tarafından tenkidi yapılan
İbadiye'den bazılarınca insan kudretini yeniden inşa etmek için olduğu
söylenmekte idi. (Mak. 107).
·
118.
İbâne, 85; Malatî’de Huşeyş, Tenbih.
·
133. krş. b. III, 3, b.
·
119.
Mak. 489, I, 9.
·
120.
Mak. 494, I, 4.
·
121.
Mak. 41,1, 4.
·
122.
VVensinck'in Müslim Creed'indeki tercüme, 125-131.
·
123. s.
187.
·
124. s.
186.
·
125.
Mak. 140.
·
126.
İntişâr, 164.
127.141.
·
128. 13. maddenin
değişik varyantlarına ve insan fiili hakkındaki diğer maddelere yakınlığına
göre, teknik anlamda esas itibariyle (belki de bunu kabul etmeyen) tam
anlamıyla "kesb" hakkında olduğu makuldür. Çünkü (VVensinck'in
burada "garih" diye tercüme ettiği ve tamamen ayrı bir kelime olan
"acquairing” için kullandığı ilk kelime kesb-dir.
·
129. 9,
18, ve 20. maddeler, krş. 27.
·
130.
Müslim Creed, 161.
·
131.
Goldziher, Zâhiriten, s. 70.
·
132.
Milel, 65.
·
133. 2.
8. maddeler.
·
134.
Muhammed b. Haşan eş-Şeybânî, (V. 187 veya 189) hem Ebû Hanife'nin hem de Malik
b. Enes'in talebesi idi; Muvatta'nın son kısmını neşretmiştir. Hanefiler ona,
Ebû Hanife ye Ebû Yusuf'tan sonra. üçüncü büyük
imamları olarak bakarlar. Bkz. ibn Ebul-Vefa, I, s. 42 (no. 139) ve ibn.
Kutlubağa, s. 40. (no. 159).
·
135. 6.
II. maddeler.
·
136.
Krş. II. 2. a. yukarda geçti, Kur'an, 54, 52.
·
137.
Son kelimelerin tıercümesi şöyle okunmalı: "Emir kabilinden olan bilgisine
nazaran değil, Levh-i mahfuzdaki yazısına göredir.”
·
138. Bu
ayırımın, el-Eş'arî ve Hanefiye arasındaki ihtilafın bir noktası olduğu
söylenmekte idi.
·
139.
Krş. III, 117 yukarda geçti.
·
140.
Krş. Massignon, Recueil de Texts, 211; Sven Dedering, Tenbihe giriş, özellikle
s. X.
14.1 127. dipnot.
142.128.
143. Kur'an, 76, 1 -3; 2,
28-31; Tenbih, 128.
144.135.
' 145. Mak. 244.
r
'
·
146.
135; aynı zamanda krş. yukarıda geçen 134. sayfa.
·
147.
Goldziher, Zâhireten, 117 el-Buharî'nin, Rey ve Kıyası küçük düşürmeye
yeltenmiş olduğu başlık ve bablara girmek suretiyle sıkı bir objektiviteden
nasıl uzaklaştığına işaret eder.
·
148.
Prof. A.J. Arberry tarafından yayınlanmış tercüme edilmiştir.
·
149.42.
150.30.
151.22. ve Kur'an, 57, 19; 26.
·
152.
45. krş. Philippians, I, 23.
·
153.
31; sayfa 33'ten aşağıya alınan iktibaslar.
·
154.42.
155.37.
156.59.
EL-EŞ'ARİ ve TENKİTLERİ.
El-Eş'ari'nin kelâmına,
genellikle, İslâm tarihinde bir j dönüm noktasının yahut bir dönemin
tamamlanmasının alâmeti olarak bakılır ve bu bölüm, böyle bir görüşe varmak
için fevkalade sebeplerin mevcut olduğunu gösterecektir. Diğer taraftan, muasır
(modern) alimler el-Eş'ari'nin başarısının tam
mahiyetini anlamayı güç bulmakta ve eserlerinden birçoğu onların eline geçmiş
durumdadır. Bu eserlerin çok azı insanın yeni tarifini yapmıştır. Böylece
muasır alimler, insanın yeni tarifini, el-Eş'ari'nin
muakkiplerinden kazanmış oldukları ön fikirlere benzer şekilde elde
etmişlerdir. Batılı ilim adamının şaşkınlığı ve dehşete düşmesi, el-Eş'ari'nin,
Allah'ın cennette görülebileceğini isbat için öne sürdüğü delillerini özetleyip
ve Ahmed b. Hanbel'e bağlılık iddiasını ortaya koyduktan sonra, VVensinck'in şu
sözlerinde yansır: "Bu, manevi ahfadı Hanbelilsr tarafından gazaba
uğratılan ve İbn Hazm'ın nefret ettiği el-Eş'ari mi? Yoksa el-Eş'ari, iki yüzlü , bir insan mıdır?"1
İşin kötüsü son asrın Batılı
ilim adamı ta baştan beri el-Eş'ari'ye karşı sempati duymama eğilimine
sahiptir. : Hemen hemen devamlı olarak onun
aklını çelen Li
beralizm nokta-i nazarından
Mutezile ve bunların ehl-i sünnet muhalifleri arasındaki mücadele aşağı yukarı
ona daima katıksız dogmaların istibdadı ile düşünce hürriyeti arasındaki bir
mücadele olarak görünmekte idi, ve değil mi ki kendi serbest hareketi sahası
içinde aklın üstünlüğü, bizzat el-Eş'ârî’nin dogması idi (belki de böyle
bi-linmemiştir) o Mutezilenin (farz olunduğu gibi) saf akılcılığını yıkmaktan
birinci dereceden sorumla olan kişiye son derece nefretle bakmıştır.Bu
davranış en azından, Von Kremer'in Geschichte der herrschenden İdeen des
İslam'ı kadar erken dönemde bulunur. Bu eser 1868'de basılmıştır2 ve
Dr. Nyberg'in Mutezile hakkındaki eserinin bir değişikliğin başlangıcını
göstermesine rağmen, bu kanaat, birtakım farklı şekilleriyle günümüze kadar
devam edegelmiştir. Bu araştırma ise oldukça ayrı bir tutum (ati-tude) üzerine
bina edilir. Hiç kuşkusuz İslâm, hakkındaki nihâi yargı her neolursa olsun,
dünyanını büyük dinî güçlerinden biridir ve bu yüzden onu anlamak zorunda
kalacak olan kimse şayan-ı itibar bir huşu ve hürmetle yaklaşmalıdır. el-Eş'ârî'nin kelâmı ve ekolü, müslümanlar arasında,
dinlerinin kâfi derecede entelektüel bir ifadesi olarak geniş çapta kabul
edilmiş halbuki Mutezile reddedilmişti; bunun için -nihai karar baskıları
bizzat üzerimizde iken- İslâm'ın derûni mahiyetini ve güç kaynağım anlayacak
olursak, el-Eş'ârî ve onun gibilere dönmemiz gerekir. Onun, mutezile
doktrininden daha çok geleneksel görüşlere dönmesi hadisesi, muhtemelen bu
neticeye varmaya yardım eder.
I EL-EŞ'ARİ'NİN EHL-İ SÜNNETE
İHTİDASI
Ebu'l-Hasan Ali b. İsmâil
el-Eş'ârî, 260/873'de Basra'da doğdu. O, Basra'da, Mutüzelenin lideri olan
el-Cabbâi’nin; istikbali en parlak, hatta ara sıra hocanın yerini alabilecek
olan ve Cübbâ'nin halefi olabilecek kadar önemli talebelerinden biriydi, fakat
kırk yaşlarında iken Mutezile doktrininden döndü, Kitap ve Ehl-i Sünnet
cemaatine katıldı ve kendisini bu pozisyonun fikri mü-dafasaına
adadı. Hayatının sonlarına doğru Bağdat'a gitti ve orada 324/935 tarihinde
vefat etti. 3
Sembolik olmaya her ne kadar
müsait ve münasip iselerde, onun ihtidasına ait hikâyelerden, çoğu kere
far-zolunandan daha çok bilgi edinilmiş olur. Böylece onun, el-Cübbâî'nin
görüşleriyle mutmain olmayışı, çeşitli şekillerde vârid olan ihve-i selase
hikâyesinde tebellür eder. Mesele, içlerinden biri dindar-mümin, İkincisi asi
ve üçün-cüsü daha çocukken ölmüş olan üç kardeşin nihai kaderiyle ilgilidir.
Buna göre Cennet, salih ameli ile hak edenlere hazırlanır ise bu takdirde
çocuğun burada hiçbir rolü yoktur. (Salih ameller işlemek
için hiçbir fırsata sahip olmadığını gözeterek) çocuğun Cennetten mahrum
edilişinden dolayı ortaya çıkan adaletsizliğin iptali için biri, çocuk yaşamış
olsa idi Allah onun asi olacağını bilmiştir, derse o takdirde diğer birine şu
karşılığı verme yolu açılmış olur: Adaletli, olmada Allah ikinci çocuğun
hayatını daha günaha düşmeden önce inkitaa uğratıp onu öl-dürmeliydi.
Bu
hikâye el-Eş'ârî ve el-Cübbâi arasında genellikle diyalog şeklinde verilir4
fakat çıkmaza götüren bu görüşler Makalat'da anlatılanların dikkatlice mukayese
edildiğinde el-Cübbâi'nin tenkid ettiği kimselerin daha çok Bağdat Mutezilesi
olduğu açıktır® el-Cübbâi, Allah'ın insanlara olan bütün muamelelerinin,
faziletlerin mükâfatını verme, isyanı cezalandırma yahut hak edilmemiş azabın
verilmesi tekeffülü olarak izah edilebileceğini gösterme gayretinden vazgeçmiş
olup, insanların kaderlerinin hak ve adalet kavramlarına ait terimlerle tam
olarak izah olunamayacağını görmüş ve ter faddul fikrinin yahut hak edilmeden
verilen lutuf ve kerem fikrinin insanlara karşı Allah katından olduğunu itiraf
etmeye hazırdı.®
Her ne olursa olsun, hikâyenin
işaret ettiği netice şudur: Bu beşeri kavramlar insan hayatının olaylarını izah) için yetersizdir. Bir kimse, muhtelif insanların kaderleri
arasındaki farklılıkların aklî bir izahını yapamaz; kişi ancak tasdik
etmelidir. Büyük bir ihtimalle bana öyle geliyor ki, el-Cübbâi, aklın
hudutlarını idrak etmenin başlangıcı idi ve talebesi bu hususta kendi
fikirlerini sadece ileri bir safhada taşımakta idi. Şüphesiz ki el-Eş'ari'nin
pozisyonu, Mutezilenin topyekün hareketinin mantıki bir gelişmesi olarak mütala
edilmiş olmalı. Onlar, fikirlerin belli bir sistemine göre varlığının kompleks olaylarını açıklamak için gayret göstermişler,
fakat gayretlerine rağmen, bu hususta olaylar ve sistem arasında apaçık
tezatlar bulunmaktadır; öyleyse, başka bir sistemin daha tatmikâr olup
olamayacağını görmek için başka bir yana yönelmek tabii hale gelir. el-Eş’ârî'nin muhasımlarının, anlaşılması zor keyfiyet
üzerine dayanan a priori fikirlerinin münakaşasından ibaret olan münazara
metodu, el-Jbane'de sık sık bulunmuş olacaktır; o (hurafecilerle) münakaşa eden
bir realisttir. Böylece o, Allah'ın iradesi ile ilgili olan kısımda^ kâfirlerin
mü'minldrden çok oluşu Allah’ın yasaklamış olduğu şeylerin var olması ve
insanın, Allah’ın dilemediği fiilinin mevcudiyeti vakalarından giderek
muarızlarına karşı delil getirir.
İnsan aklının bu
yetersizliğinin onda mevcut olmasından dolayı el-Eş'ârî kararlar almaya
sevkedilmişti. O'nun yine çeşitli şekillerde varid olan rüyalarına ait hikâye,
şüphesiz gerçekte aldığı kararın esasını havidir ve tamamen doğru olabilir,
çünkü modern psikoloji, bizi hayatın buhranları hususunda rüyalara bakmaya
sevkeder. Hz. Peygamber Ramazan ayı boyunca el-Eş'ârî'ye (üç
defa görünür ki bunlar zahiren, el-Eş'ârî'de vuku bulan kalp ve düşünce
değişikliğindeki üç merhaleyi gösterir. Birinci merhalede açıkça, akılcı
(rationalistic) Kelam ile tatmin olunmamış ve Hadis.ile
Kur'an'a dönmeye karar vermiş; maamafih, bunlara-kendini tamamen teslim
etmeyip, bilakis Kelâm metodlarına göre kendini Hadis ve Kur'an'ın tefsiriyle
daha çok meşgul etmiştir. Hz. Peygamber birkaç gün sonraki ikinci görünüşünde
bizzat kendisinden (Peygamberden) ‘rivayet olunanları desteklemesi için
el-Eş'ârî'nin emre nasıl itaat etmiş olduğunu sordu ve ikaz olununca da, emri
olduğu gibi tekrar etti. Başka bir rivayete göre el-Eş'ârî, (görmüş
olduğu şeyin gerçek olmasından şüphe ettiği için ilk olarak Hz. Muhammed'in
rüyada görülmesi şefaat ve Allah'ın ruayeti (vision) hakkındaki Hadisleri
tedkik etti. Hz. Muhammed'in (rüyada) görünmesinden el-Eş'ârî'nin.aklın
verilerine zıt olduğundan ötürü Allah'ın göz ile görülmesi hususunda şüphe
ettiğini söylediği ve (bunun üzerine) şüpheli olan şeylerin Hadisler olmayıp,
bilakis aklın burhanlarının (ar-guments) olduğu yolunda cevap aldığı da söylenir.
Bütün rivayet çeşitleri bu rüyadan sonra onun Kelâmı tamamen
bıraktığında
ve kendisini hadislerin tedkiki ile Kur'an'ın tefsirine hasrettiği hususunda
ittifak ederler.
Son merhaleye, üçüncü rüyadan
sonra erişilmişti. Hz. Peygamber, tekrar el-Eş'ârî'den yaptığı şeyin hesabını
sordu, fakat cevaben söylenenden tamamen memnun katmadı: "Ben sana kelâmı
bırakmanı söylemedim, bilakis sahih hadisleri desteklemeni söyledim."
böylece bir saltanattan tardedilmiş olan akıl, vahyin himayesine alınmış olarak
eski mevkiine tekrar iade edildi.
Alki
fikirlerin yetersizliği, muhtemelen, Hadislerde ted-kik edilmiş bulunan
konuların seçimi ile kısmen ilgili idi çünkü Hz. Peygamberin günahkârlara olan
şefaati dakik adaletin bir doğrulaması idi. Allah'ın öbür dünyada gözlerle
görülmesi akli idrak ve kavramlarının bu dünyada O'nunla ilgili olan
yetersizliğine dair bir mütemmime (complementary) idi. Böylece, rüyaların
hikâyesi tamamen ihve-i selâse meselesinin neticesiyle ilgilidir. Belki
de bunların hepsi, eı'-Eş’ârî'nin pozisyonuna ait en güzel ifadenin ne olduğunu
gösterir: "Vahye göre Aklın ikinci derecede oluşu."
Bir nokta-i nazardan
Wensinck'in: "Onun İbanesi baştan sona kadar kendisinin Kur’an ye Hadisin
katı kesin bir bağlısı olduğunu gösterir ki bu kimsenin delilleri başlıca bu
iki kaynaktan yapılan iktibaslardan ibarettir."8 şeklindeki iddiası için
zikre değer haklılık mevcuttur, fakat bu mülahazanın son tarafı tek yönlüdür.
Halk arasında el-Eş'ârî'nin delilleri ile Huşeyş'inkiler arasında adamakıllı
fark mevcuttur ve biz el-Eş'ârî'nin zihinsel boyutu ve aklın kullanımını geri
itmesine dair bazı şeyler öğrenmek için sadece bu ikisini mukayese etmeye
ihtiyaç duymaktayız.
Gerçekten anlaşılacaktır ki,
el-Eş'ârî'nin delillerinin temeli dört başhk altında vakidir. Bunlardan ilk
ikisi Wen-sinckîn zikrettikleridir, yani Kur'an ve Hadislerdir. Fakat (ahirette
Allah'ın görülebileceği hususunda) analiz yaptığı bölümde bile bu kaynaklar
sadece sekiz de beşini sayar ve diğer bazı bölümlerde bu oran daha da azdır. 9
Üstelik vahyolunmuş hakikat (truth) delilin temeli iken, Huşeyş'ezıd olarak bu
hakikat üzerine kurulmuş çok önemli bir akli delil yapısı mevcuttur. O ayetleri
sadece iktibas etmez, dayandığı delillerin kendi doktrinini nasıl takviye
ettiğini ve muhalifleri tarafından iktibas edilenlerinin, isbat etmek
istedikleri şeyi nasıl isbat edemediklerini gösterir. Böylece, zikrolunan
maksada nazaran "Gözler O'nu idrak edemez" ayetinden dolayı yapılan
itiraz meşru değildir. Bu, şu anlama gelebilir: "Gözler O'nu idrak
edemez" yahut "kafirler O'nu
göremezler" ve bu tefsirlerden birini kabul etmek zorundayız. Çünkü, aksi takdirde Kur'an'ın, kendini nakzetmiş oludğunu
söylemiş oluruz ki, Kur'an'ın kendini nakzetmediğini biliyoruz^ Kur'anın, bu
kendi kendini nakzetmeyişi doktrini, rüya hikâyesindeki, sahih hadisleri
incelediğinde bunların akli bir sistem kurmuş olduklarını anladı, şeklindeki
ifadenin bir benzeridir.
el-Eş'ârî'nin
delilleriyle ilgili kaziyelerin mantıki mukaddimesi ile ilgili üçüncü kaynağı
icmadır, yahut müs-lümanların ittifakıdır. Allah'ın Cennette mümin kimseye
görünmesine dair son delil cennet hayatının, "Müslümanların üzerinde icma
ettikleri gibi" zevkin en mükemmeli ve bütün zevklerin en yüksek
noktasında oiması, hatta Peygamberin görülmesinden daha büyük olan zev- #lf
kin, Cemalullahın temaşa, edilmesi zevkidir. Aynı şekilde ' . Allah'ın
iradesine ait münakaşa hakkındaki görüşler; müs- '* lümanların, Allah'ın
olmasını-murad ettiği şey olur, murat etmediği ise olmaz şeklinde "icma ettikleri"
prensibe aykırı düşmesinden dolayı reddedilir. İcmaın, hukukun temellerinden
biri olarak tanınması ilk olarak eş-Şafii tarafından gerçekleştirilmiş olup,
çok geçmeden de Mutezile tarafından dogmatik teolojiye tatbik edilmekte oludğu
görünür.
Neticede, tamamen akli olan çok
sayıda deliller mevcuttur. VVensinck'in incelemesinde, Allah'ın görülebilirliği
hakkındaki delillerden altıncı ve yedincisi bu kategoriye dahildin
Bu akli delillerden birincisi, var olan herşeyin Allah tarafından insana
gösterilmiş olması kabildir ve hiç şüphe yok ki Allah vardır, şeklindeki
prensibe bina edilir.
Sonuncu delil ise kendi kendini
idrak, eşyanın (Things) idrakinin lüzumlu bir şartıdır, şeklindeki bir
kaziyeden hareket eder ve bu kaziye, kendi kendini bilme eşyayı (ob-jectj)
bilmenin lüzumlu bir şartıdır, şeklinde benzer bir kaziyye tarafından
desteklenir. Yine, o Allah'ın küfrü habis kıldığını inkâr eden Mutezileye karşı
verdiği münakaşada "failin, bir fiili üzerine bina edildiği gerçeğe
nazaran anladığı zaman ancak o fiilin gerçek bir fiil olduğunu"13
iddia etmiştir. Bu misaller ilanihaye (indefinitely) çoğaltılabilirdi. Maamafih
ilave edilmelidir ki, akli mukaddime ve kaziyelerle müslümanların icmaından
çıkartılmış olanları arasında kesin belirlenmiş hiç bir fark mevcut değildir. Müslümanların iman etmeye muktedir olup küfür işlemekten
sakınmaları için Allah'a dua etmeleri genel mutalaya ait bir husus olabilir,
fakat bu da müslümanların, üzerinde icma ettikleri söylenen bir meseledir.14
Gerçek şu ki el-Eş'ârî'nin münakaşalarının pratik olarak tamamen belli
insanlara yöneltilmiş olduğu görülür ve muarızları onun iddialarını kabul etmiş
olsaydı, bu kaynağa "akıl" yahut "icma" diye ad vermesi gerekmezdi.
Allah'ın şan ve şerefini ihlâl eden, ve zafiyet
atalet yahut ihmalkârlık ima eden herhangi bir şey kesinlikle batıldır ve bu
mesele ancak Mutezilenin söyleyebilmiş olacağı bir husustur. Çünkü onlar bizzat
aklı kaynak olarak kullanmış ve istifade etmişlerdir.
Böylece İbane'nin tedkiki
gösterir ki el-Eş'ârî Vahye kesinlikle birinci dereceden yer verirken, bununla
birlikte akla oldukça önemli bir pay ayırmıştır.
Buna nazaran, onun Ahmed b.
Hanbel'e ait olup bazı kereler terakkiye mani mübhemiyet alâmeti olarak bakılan
bi-lâ Keyf (lafzi anlamı itibariyle, "nasıl olduğu bilinmeksizin")
formülüne bağlılık arzetmesi garip görünebilir. 15 İnsan Allah'ın selbi
bilgiden (yahut O’nun ne olmadığını bilmekten) başka tam olarak tanıma imkânını
redetmek için teşebbüse geçmiş olan önemli bir şahsiyetin mevcudiyetini
hatırlayınca bu gerçekten garip değildir; Cehmiye bu tatil doktrininin önde
gelen bağlıları arasında bulunuyordu. Bu doktrin ılımlı bir ş ekilde bazı
Ehlu'l-İsbat tarafından devam ettirilmekteydi. 16 Böyle bir görüş el-Eş'ârî'nin
bakış açısından Aklın kendi başına Allah'ın mahiyetini anlamaya muktedir
olamaması anlamına gelecek dercede sahih ve muteberdir. Fakat o aklımızın
suretiyle men olunduğumuz bilgi bize vahiy yoluyla sunulur, demek suretiyle daha
ileri bir pozisyona varmıştır. Onun kanaati içerisinde vahyin ihtiva edildiği
terimler ve kavramlar üzerinde hüküm vermeye hazırlanmada bile akla ruhsat
verilemeyeceği tarzında sadır olur; kişi bunları tamamen kabul etmek
zorundadır. Allah'ın iki elinin "nimet" yahut "kudret"
anlamına geldiğini ima eden fikirler gibi mü-teşabih
ifadelerin mecazi tefsirleri ki el-Eş'ârî bunlara karşı olduğunu bildirmiştir17
vahiyden ayrı bir şekilde muhtemelen aklın iktidarı iddiası ile birleşir ve bu,
Allah'ın "eli"ni inkâr etmeyi gerekli kılmış olacaktır. Diğer
taraftan aklın vahiyle olan ilgisi açık bir şekilde anlaşılınca artık
muakkipleri için her türlü mecazi ifadeye karşı yüz
çevirmeleri gerekmemiştir.
Aynı şekilde el-Eş'ârî'nin
nakle dayanan mead ilmini açıkça akıl ile idrak olunamayacağım
kabullenişi, çağdaş alternatifin (buluşun)' ışığı altında anlaşılmış olmalıdır.
Cehmiye gibi, ceza gününün çeşitli tasviri olaylarını ileri derecede İnkar edenler adil muamelenin ebedi önemini inkâr etmek ve
gerçekte, insanın yapmış olduğu şeyin önemli olmadığını teyid etmek için
uğraşıyorlardı. Hatta bunun geleneksel kavramları reddedenlerin reddiyesine
sebep teşkil etmediği yerde -doğru ile yanlış arasındaki farkın izalesi olan-
amoralizm tehlikesi hâlâ mevcuttur.
2. EL EŞ'ARİ'NİN DÜŞÜNCESİNDE
ALLAH’IN HÜKÜMRANLIĞI
İbane ve Makalat'taki inanç
esaslarının yahut İba-nenin tannanının şöyle bir okunması el-Eş'ârî'nin
Allah'ın her şeye kadir oluşuna son derece önem verdiğini hatta Kur'ani
olmaktan daha çok İslam öncesine ait olduklarını iddia ettiğim kavramlardan
birçoğunu kabullendiğini göstermeye kafi gelir.
Bu akide risalesinin beşinci
maddesi şu şekilde yer alır: "Onlar yer yüzünde
ister iyi, ister kötü, her şeyin ancak Allah'ın dilediği şeyin var olduğunu ve
eşyanın ancak Allah'ın iradesiyle meydana geldiğini tasdik ederler. Bu akide
Kur'an'da da bu şekilde yazılıdır: "Fakat siz Allah'ın dilediğinden
başkasını dileyemezsiniz” ve müs-lümanlar da aynen böyle derler: Allah’ın
dilediği olur ve dilemediği ise olmaz’1® Söylenen son söz muhtemelen,
kader doktrininin, Kur'andan alınan delile paralel bir şekilde icmadan
çıkartılmış bir deli! anlamına gelir. Şüphesiz,
müslümanların "Allah'ın dilediği olur dilemediği olmaz" şeklindeki
genel itikadı İbaae'nin Allah'ın iradesi i hakkındaki bölümünde önemli
yer tutar. "Kişiye isabet et-' meyen şey ona erişecek
değildir ve aksi de böyledir" şeklindeki bu eski cebirci prensip ayrı
yerlerde de olsa aki-ı denin her iki şeklinde (Makalat ve İbane) birden
zikredilir?® Yine "Allah, insanın yapacağını bilir ve insanın yaptığı bu
şeylerin olacağını da yazmıştır"20 şeklindeki ifadede, Kalem hakkında
varid olan hadisin izleri mevcuttur.
İbanç'de, üzerinde hemen hemen
gına getirecek derecede ısrar edilen aynı cinsten bir husus şudur: Mü’minlerle kafirler arasındaki fark, Allah'ın onlara olan farklı
muamelesinin neticisidir yoksa onların kendi bağımsız fiillerinin neticesi
değildir. Bu düşünce el-Eş'ârî'nin Hidayet, Dalalet, Mühürleme ve benzeri
hususlar hakkında söylemek zorunda kaldığı şeylerin tümünün temelini teşkil
eder. Dünyada vuku bulan herşeyi Allah’ın murad etmesinin gereği O'nun her şeye
kadir olmasının bir netice-i lazımesidir. Bir insanın küfrü ve günahı kendi işi
olup Al-lahh'ın murad ettiği şeyler olmazsa bu Allah'ta zaaf yahut ihmalin
bulunduğuna delâlet eder; ve eşyanın böyle bir durumu
düşünülemez.
Bu surette el-Eş'ârî, Allah’ın,
küfrü ve insanların günahını yaratmış olduğu neticesine kaçınılmaz bir şekilde
itilir.
Onun verdiği insan filinin
tarifi, baştan sona bu, iktidar ve Allah'ın fiilinin her şeye şamil olması
keyfiyeti üzerinde gösterilen ısrara uygundur. O ve en-Neccar
va-siyyeti Ebu Hanife'nin yazarı ile diğerleri tarafındandan, insanın fiili
yapacak kudreti fiilden önce bulunmaz ve bu kudret sadece bir fiil için
geçerlidir ve başka alternatifler için geçerli değildir, şeklinde kabul
edilmekte olan görüşü doğru bulur.21 Başka deyişle, Allah bir insana
iman etmek için gerekli kudreti verince bu insan için müsait olan fiil sadece
iman etmektir, onun ne küfretmeye hatta ne de iman etmekten kaçınmaya dair
hiçbir kudreti yoktur. Böylece fiil, insanda yaratılan bir kudret
vasıtasıyla meydana geldiği için bir anlamda insanın fiilidir. Fakat bu fiil
hiçbir şekilde Allah'ın kontrolü dışında husule gelmez. Burada insanın
fiillerinden sorumluluğunun şekli kalmıştır.
Öyleyse el-Eş'ârî'nin,
Burgus'un, insan Allah tarafından fiil işlemeye icbar edilince bu fiilin iradi
fiil olmadığı iddiasını reddetmiş görünmesi ve Allah'ın insan için iktisab
yaratmaya muktedir olması dışında, insanı şer işlemek için icbar etmeye muktedir
olduğunu iddiada bulunması sürpriz değildir.22
el-Eş’ârî'nin
iktisap (acquisition) kavramını kabul edişi sözde kalan bağlılıktan biraz daha
ileridir. Belki de o bu fikirden dolayı el-Cübbâi’ye duyduğu nefreti unutmuş
değildi. Keşfedebildiğim kadarıyla işaret edilen pasajın dışında, Makalat ve
İbane'de el-Eş’ari kendi görüşüyle ilgili olarak bu kelimeyi kullandığı sadece
iki hususi hadise mevcuttur. Bunlardan birinde şunları anlatır: "İktisabın
manası, bir şeyin muhdes (orijinated) kudretle meydana gelmesi ve kudretiyle
meydana gelen kişi için bir kesb (ac-qusition) olmasıdır" yani kesbin mahluk karakterine işaret eder. Diğerinde ise, esas olarak
kişinin kesb yoluyla yaptığı herşeyin daima Allah'ın kontrolü dahilinde olduğunda ısrar etmektedir. "Bu noktada insanların
Allah'ın hakimiyeti sahası içinde irade buyurmadığı
şeylerden hiçbir iktisabı olamaz"23
insanın
fiillerine karşı olan sorumluluğunu küçümsemesinden dolayı el-Eş'ârî'yi hemen
reddetmeden önce son durumda karşı karşıya bırakılmış bulunduğu "şer probleminin
çözümü için gösterdiği gayretlerine bakmamız yerinde olur. Allah'ın
iradesinin mutlak üstünlüğünün dünyadaki her türlü şerri. O'nun murad
etmekte olduğuna İşaret etmesi hususunda el-Eş'ârî oldukça açıktır. Aksi
takdirde Allah’ın güçsüz yahut ihmalkâr olması gerekirdi. Fakat el-Eş'ârî
Allah'ın hayırlı (good) ve adil olduğunda da oldukça kesindir. Onun kullandığı
delillerden biri Allah ile İblis, ki el-Eş'ârî İblise
şerri murad eden kimse olarak bakar, arasındaki tezada dayanır. Çünkü dünyada
hayırdan daha çok şer vardır. Şer, Allah'ın iradesine zıd ise, o takdirde
İblis'in Allah'tan daha nüfuzlu olması ve aynı şekilde iktidar (omnipotence)
sulta (authority) ve uluhiyeti sıfatları itibariyle
daha faziletli olması gerekir. 24-j-g^ çözüm şekli doğruluğun yahut iyiliğin
zati hiçbir varlığa sahip olmayıp bir şariin emirlerinden istihraç edildiği
yolundaki doktrine dayanır. Allah'ın fevkinde O'nun için neyin do ğru neyin
yanlış olduğunu tayin etmek için hiçbir kanun koyucu olmadığından Allah'ın
ihlal edeceği hiç bir kanun yoktur. 25 Bu pek tatminkâr değil ve kısaca
zikredilmiş olmasına taaccüb etmemek ejden gelmez.
Maamafih el-Eş'ârî'nin
ibane'nin çeşitli yerlerinde vaki olan esas çözümü Burgus gibi kimselerin ilk
olarak yaptığı tedkike yakındır ve netice olarak Allah beşer olan bir faile
münasip düşen terimlerle gereği gibi tavsif olunamaz. Bir insan hareket yaparsa
o kişi "muharrik" olarak vasfolunur. Fakat Allah mahlukatından
birinde bir hareket yaratınca O, "muharrik" olarak vasfolunmaz
el-Eş'ârî, bu düşüncenin, Allah'ın şerri yaratmasını gerektireceğine inanır.
"Eğer hayır mı daha iyidir
yoksa kendisinden hayır sadır olan şahıs mı?" diye sorarlarsa, buna
verilecek olan cevap şudur:" (hak edilmemiş) fazilet yolu ile kendisinden
hayır sadır olan kimse, hayırdan daha iyidir". Eğer bu takdirde derlerse
ki: "Öyleyse şer mi yoksa kendisinden şer hasıl
olan kişi mi daha kötüdür?" Buna verilecek cevap ise şudur: "Zulüm
suretiyle kendisinden şer sadır olan şahıs, şerden daha kötüdür. Mşamafih,
yaratmak suretiyle Allah'tan şer sadır olur ve bu suretle de O, adil olarak
muamele yapıyordur..." 26
el-Eş'ârî’nin
delilinin en ilgi çekici yönlerinden biri sefih olmadan bir kimsenin sefihliği
murad etmesinin nasıl mümkün olduğunu göstermek için (Kur'an'dan alınan
pasajlara dayandırılmış olan) 27 beşeri mukayeseleri kullandığı yerde
mevcuttur. Bu, "Sefihliği (foliy) murad eden kimse der demez
sefihtir" 28 kanaatinden dolayı Mutezile ve benzeri grubun, Allah'ın bir
şerir (evli doer) olmaksızın şer yaratabileceğini iddia edenlere karşı itiraz
etmeleri şeklinde görülmelidir.
İlk örnek Hz. Adem'in oğullarının misalidir. Birinin adağı kabul edilip
diğerininki kabul edilmeyince adağı kabul edilmeyen kardeşini öldürmekle tehdit
etti. Bununla birlikte kardeşi mütecavize karşı savunmada yahut
mü-dafa hücumunda bulunmadı; hatta, "Eğer sen beni öldürmeye
yeltenirsen, Jjen seni öldürmeye kalkışmayacağım, çünkü beri Allah'tan
korkarım; senin (bu katil) günahını yüklenip Cehennem ehlinden olmanı
dilerim" dedi. Başka bir deyişle isteği kabul edilen kardeş, kardeşinin
kendisini öldürmesini ihtiva eden bir olayın meydana gelmesini (meğerki
Allah'ın zikredilmesi onu bu istekten menetmiş olsun) kasden istemiştir. Çünkü
o kendisinin günahkâr olma alternatifini hesap etmiştir. Kendi ölümünü bu suretle
istemiş olsa bile ona bir katil denemezdi. Onun ölümü istemesi olmadan
muhtemelen bu katil işi vuku bulmayacaktı. Öyle ki,‘onun iradesinin bu
hadisenin meydana gelmesinde müessir bir payı vardır ve yine de bu katlin faili
olarak ölüm, kendisine isnad edilememişti.
İkinci izah şekli de aynıdır.
Yusuf, efendisinin hanımının isteğini ısrarla reddetikten sonra "Rabbim,
onların beni davet ettikleri şeye karşılık hapsi tercih ederim" şeklindeki
sözleriyle o hanımın kendisini hapsetme tehditlerine muvafakat etti. Böylece
Yusuf, Allah'tan korkarak ve her şeyden evvel günahtan uzak durmayı arzu ederek
kendi hapsini murad etmiştir, ki onun hapsedilmesi
adaletsiz olması hasebiyle bir günahtı. Bu hususi durumda onun ihtiyarı
hapsedilmesinin tahakkukunda. etkili idi, Yusuf
kadının isteklerini kabul etmiş olsaydı hap-sedilmeyecekti. Fakat Yusuf, her ne
kadar bu anlamda günah murad etmişse de, bu isteğinden dolayı, en azından
günahkâr olduğu tarzında söz konusu günah ona isnad edilememişti. el-Eş'ârî bu yüzden Allah'ın sefehi murad etmesine rağmen
O'nun bizzarure sefih olmadığı neticesini çıkartır.
Bu, oldukça enteresan bir
delilidir ve bize, bu güçlüklerin çözümü cihetinde diğer herhangi bir delilden
daha çok umut verir. Beşeri iradenin, İlâhi iradeye olan yakınlığı, fiziki
güçlerin birbirlerine olan yakınlığı ile ilgili kıyasla (ki bu kıyas, beşeri ve
ilahi kudretlerin münakaşasına ehemmiyet vermeye vesile olur) anlaşılmış
olmaktan ziyade büyük bir ihtimalle beşeri iradelerin birbirlerine olan
yakınlığa ait kıyas yoluyla daha iyi anlaşılmış olur. Örnekler, bir hadisenin,
ayrı şahıslarca çeşitli şekillerde nasıl murad edilebileceğini ve gerçekte her
iki-since nasıl murad edilmiş olduğunu ve bu üsluplarla Allah'ın iradesinin alemde nasıl hakim olup ta yine de beşeri iradelerin asli
sorumluluğunu kaldırmadığını izah etmenin mümkün görülmüş olacağını açıklar.
Münakaşa şeklinin ve bunun özel
tatbikatının hiç şüphesiz bizzat el-Eş'ârî'ye ait olmakla birlikte Doğu Suriye
Kilisesi Patriği Timothy'nin (165/781 yılında vefat ettiği bilinir)
Müdafasından (Apolojy) bir fikir elde etmiş olabileceğinin ihtimal dışı
kalmadığı görülür.29 el-Eş'ârî'nin Hristiyanlığı. incelediği
bilinir, zira Hristiyanlık hakkında iki kitap yazmıştır.30 Timothy, halife
el-Mehdi'nin itirazına şu şekiide cevap vermektedir: Mesih, ister çarmıha
gerilmesine mani olmak için güç yetirememiş ve o derece zayıf olsun, ister
başka bir şey mani olsun, o çarmıha gerilmesini istemiş olup bu yüzden
Yahudiler suçlanacak değildir. O Şeytanın saadet yurdundan (heaven) tar-dedilmesi
ile Hz. Adem'in Cennetten (Paradise) çıkarılmasını ve
daha sonra Allah yolunda savaşanları öldüren kafirleri mukeyese eder ve şu
bahsi ileri sürer: "Allah'ın şeytanı saadet yurdundan (heaven) tardetmeyi
ve Hz. Adem'i Cennetten (Paradise) çıkartmayı murad etmiş olması gerçeği
şeytanı ve Hz. Adem' suçtan ve tev-bihten kurtaramaz. Allah yolunda savaşanları
öldürenler, sırf kurbanların (victım=fedai) isteğini (şehadeti) yerine getirmiş
olsalar bile, takbihe müstahaktırlar. Çünkü bunlar, onları Cennete girmelerini
kolaylaştırmak için öl-' dürmemişlerdir.
el-Eş'ârî'nin,
insan sorumluluğunu küçülten meselesine ve ihtiyari fiilin hususi karakterini
kale almayışına dair kullanılmış olan aktüel delillerin bu mülahazasından
sarf-ı nazar ettiğimizde, (varacağımız) hükmümüz bir dereceye kadar
değiştirilmiş olmalıdır. el-Eş’ârî bu pozisyonlara
herhangi bir mantıki zaruretle sürüklenmiş değildir. Onun kelâmının var olduğu
yerde insan sorumluluğu ve ihtiyari fiil kolaylıkla bulunmakta olup gerçekten
zaten buralarda insan sorumluluğunun istidlâl yoluyla var olduğu hemen hemen
söylenebilir. Anlatılmak istenen husus, biraz da onun bunlara tamamen ilgisinin
çekilmemiş olmasıdır. Onun zihnini meşgul eden şey, insanları Allah'ın
celâlinin yenilmezliğine ikna etmektir. O, Timothy'den hiçbir fikir almamış da
olsa bu iki kişinin aynı delilleri kullanmasındaki tezad eğitimden gelen bir
şeydir.
Öyleyse el-Eş'ârî'nin
geleneksel hal alan fatalistik kavramlara karşı herhangi bir itirazda
bulunmaması sürpriz değildir. Zaten onun "Başına gelmeyecek olan şey sana
isabet edecek değildir.." şeklindeki formülü
tekrar tekrar söylediğine ve levh-i mahfuzda yazılı bulunan şeylerle ilgili
bazı ihamlara sahip olduğuna işaret edilmişti. Ecel
(appointed term) -ve rızık (sustenance) hakkında onun görüşleri en-Neccar'ın ve
genellikle ehl-i sünnetin görüşleridir.31 Allah'ın helâl rızık verdiği gibi
haram rızık da vermesi ile ilgili hükmün müdafası hususunda Allah'ın bir şeyin
mülkiyetini vermeksizin o şeyi rızık olarak hazırlamasının mümkün olduğu delilini
ileri sürmüştür; çünkü küçük çocuklar için süt ve hayvanlar için verilen alaf
rızkı, mülkiyeti verilmeksizin rızık olarak hazırlanmıştır. 32
Ancak, fatalistik görüşlerin
bütün bu gayr-i münâsib şekilde araya girmelerine rağmen el-Eş'ârî'nin görünümü
daha çok merkezinde Allah olan bir görünümdür. O Kur'ani olmayan bu
rivayetlerden birçoğunu iktibas eder,33 fakat bunlardan neticeler çıkartırken,
bu rivayetler takdir edilmiş olduğundan dolayı insan hayatına taallûk etmeyip
bilakis insan hayatının takdir edicisi olarak Allah'a taalluk eder; "Allah
olacak şeyin olacağını bilmiş ve bunu zapteylemiş, Cennet ehlini ve......Cehennem..........ehlini.....yaz
mıştır'^ Adem
He Musa arasında geçen münakaşanın bir çeşit fatalistik hikayesinden Allah'ın
hadisata ait bir ön bilgiye sahip olduğu neticesini çıkartır.35 Onun
düşünceleri daima Allah'a doğru yol alır. Her şeyde hep Allah vardır; her şey
O'nun elindedir; ve O, Rahman ve Rahim olduğu için O'na karşı en uygun
davranış, hükümleri karşısında sabır (patience) ve emirlerine karşı gerçek
itaattir.36 el-Eş'ârî'nin determinist olduğu kesindir,
fakat onun determinizminin baştan sona Allah düşüncesiyle dolu olduğu da
açıktır.
3-EL-EŞ'ARİ'NİN BAŞARISI
Ondokuzuncu asır alimlerinin tümünden VVilliam Spit-ta el-Eş'ârî'ye karşı
daha çok adil davranır. Spitta, Mu-tezile'ye dair çağdaş hayranlığın izlerini
göstermesine rağmen yine de el-Eş'ârî kendi kahramanı olarak devam eder."
Bu kahraman, din anlayışı ile asırlar boyu milyonlarca insan üzerinde devamlı
bir tesire sahip bulunan bir insandır"37 Araştırmalarının, kendisini
götürdüğü netice şu idi: "dördüncü asrın reaksiyoner hareketinin
tümü", -şüphesiz bunun içinde el-Eş'ârî baş role
sahipti- inorganik yabancı unsurlar tarafından nüfuz altına alınmış bulunan
Arap dininin yeniden doğması idi.38 Bu yabancı unsurları Yunan tesirleri ve
Mutezilenin düşüncelerindeki diğer etkilerin olduğunu benimsemiştir ki Mutezile
asla popüler değildi ve gerçekten onların sadece sayılarınca kültürlü şahıslara
sahip olduklarını iddia ettikleri söylenir. 39 Spitta'nın görüşünün ifade
ediliş tarzı, Alman ırkçı fikirlerince etkilenmiş fakat bununla beraber onun
iddialarında epeyce haklılık payı mevcuttur ve bunlar el-Eş'ârî'nin başarısını
düşünmek için uygun bir başlangıç noktasıdır.
Mutezilenin ileri derecede asla
popüler olmadığı muhtemeldir. (218-31) yılları dolayındaki
Mihnet yahut sorguya çekme (İn qusitation) rivayetleri halkın teveccühünün
Mutezilenin resmi doktrinlerine karşı olan reddiyesi hususunda hemen hemen
tamamen Ahmed b. Hanbel'e çekilmiş olduğunu gösterir, fakat bu olay üzerine o
kadar çok ağırlık verilmemiş olmalı zira halifelerin tutumu, saf kelami
düşüncelerle olmaktan ziyade muhtemelen siyasi mülahazalarla tayin olunmakta
idi. Ma-amafih, Mutezilenin avamın_dikkatini çekmekte başarısız olduğunu kabul
etsek bile bunun onların karakterlerinin yabancı oluşundan ileri * gelmiş
olması neticesini çıkaramayız.
Şüphesiz Yunan filozoflarına
ait (eserlerin) tercümeleriyle karşılaşılması ve Hint düşüncesiyle olan
münasebetler, Âraplar'a ve diğer Ortadoğu Müslümanlarına yeni münazara
geçitleri açmış fakat kendi içlerinde bir cevap düzeni kararlaştırılmış olup
kendilerini samimi bir şekilde yeni araştırmalara vermişlerdir. Onların kendi
me-todları ile Kelamları gibi yeni materyal ve neticeler üzerinde çalışmaya
koyulmaları kendi alâmet-i farikalarını doğurdu. Mutezile, Maniheizm ve benzeri
akidelerin fikrî istilasına karşı İslam'ın savunma hattını tesis etmeye
muktedir olduğu için Müslümanın verdiği mücadele alanının bir yönünü takviye
etmiştir. Fakat bunlar hiçbir şekilde yabancı olmamalarına rağmen bu müdafa
faaliyeti döneminde halka ait düşüncenin bazı derin tabakalarıyla ilgi
kuramamışlar yahut bu ilgiyi yitirmişlerdir. Bir kimsenin hayatının yaratılmış
olma anlamından ziyade, hayat ahvalinin, o kimse için beşeri gücün ötesinde ve
üstündeki güçlerce tayin edilmiş olduğu şeklindeki anlayıştan uzak kalmışlardı.
Bu hayli derin ve muğlak anlayış hususunda Mutezile'nin görüşü yabancı
kalmıştı.
Spitta, kelâmcıların birçoğunun
Arap dininin mühim mevkiinden çok erken zamanlarda düştüğü kanaatine varır, Ebu
Musa el-Eş'ârî 36/657’de olan Sıffin Sa-vaşı'ndan sonraki iki hakemden
birisidir. el-Eş'ârî'nin meşhur ecdadına olan saygısı
kendisinin geleneksel akideye dönmesini gerçekten kolaylaştırmış olabilir,
fakat birinci dereceden önemin, onun sağlam dinî karakterine yerilmesi gerekir.
Yazıları onun, kendisini hayatın gizli tarafını iyice gören, bizzat yaşamış
olduğu inançlar hususunda son derece samimi konuşan ruhani bir insan olduğuna
şehadet eder, ihtida, teorilerini pratikte tahlil etmeksizin hayata uzaktan
bakıp işini ciddiye almayan akademik bir şahısta vuku bulmaz.
Hippolu St. Auguştine ile
(el-Eş'ârî arasında), ihtida, tahlillerinin bir neticesi olarak determinizme karşı meylin olması gibi cüzi husus değil,
birçok mukayese hususları mevcuttur. Kuvvetle muhtemel görünür ki, el-Eş'ârî
kalbinde meydana gelen değişikliğin (ve bizim kalbinde var olduğunu
farzedebildiğimiz zevkin) asla kendi gayreti ile meydana gelmediğine ikna
olunmuştur. Aİİah ona başka insanlara yapmadığı bir şey ihsan etmiştir. Böylece
el-Eş'ârî kendi şahsi tecrübesiyle iman ve küfrün insanların kalbinde Allah
tarafından yaratılması şeklindeki doktrinine geri dönmüş oluyordu. el-Eş’ârî'ye ait büyük tesirin esas temelinin, onun kendi
maneviyatı olması hususu benim kanaatimdir ve bu tür meselede kanaatten
(opinion) daha fazla şey vermek oldukça güçtür. O, İslam'ın ilk zamanlarına ait
hamiyet ve şevkle ilgili birtakım şeyler keşfetmişti, çünkü o, Allah'ın yücelik
ve kudretine ait ilk dö-nemdekinin aynı olan bazı malumata vasıl olmuştu.
Ma-amafih bu husus tek başına onu bulunduğu yüksek mev-kiye çıkarmış değildi.
Haris b. Esed el-Muhasibi gibi önceki asırda yaşayan zahid ve salih kişiler
el-Eş'ârî'nin üzerinde durduğu sıfatlara dalmaya istekli değillerdi. (Muhasibi
hakkında Dr. Margret Smith'in yaptığı çalışmalarla aydınlanmış bulunuyoruz).
Fakat zahiren zaman o kadar olgunlaşmış değildi. Mutezile oklarını fırlatmamış
vaziyette idi ve aklın kendi başına semeresiz oluşu henüz sarih değildi. Belki
de bu kişiler el-Eş'ârî gibi, gereği kadar ihsana mazhar olmuş değillerdi.
Zamanın müsait oluşundan başka kendisini sürekli olarak müessir kılacak olan
iki faktör, el-Eş'ârî'nin takvası ile birleşmişti.
İlk olarak, onun maneviyatı,
halk ruhunun derinliklerine oldukça yakın bulunan doğrultuda idi. Orta-Doğu'da
her yerde bir kimsenin hayatının üstün güçlerce tayin edildiği yolundaki bu
kuvvetli anlayışın mevcut olduğu görünür. Mutezile bu anlayışı yok etmek
istemiş fakat onlar da kâfi derecede derine inmeye muvaffak olamamışlardı,
el-Eş'ârî, gehiş. çapta kendi ihtidasına ait tecrübelerle şu veya bu tarafından
kontrol edilmiş olduğuna dair kesin ve aşikâr bilgiyi daima muhafaza edebiliyor
ve bunu yaratılmışlığın gerçek bir dinî anlamında yani adil ve merhametli olan Allah'a .tevekkül anlamında tefsir edebilmekte idi. Vukuu
mümkün olan ve çoğu kez de olan şey, korku ve ümitsizlik prensibi idi. Böylece
korku ve ümit, emniyet ve kudret kaynağı haline gelmiş ve alelade bir insanın
derin bir dinî ihtiyacı tatmin olunmuştu. Bu şekilde el-Eş'ârî'nin Arap dinini
yeniden ihya etmiş olduğu söylenebilir.
İkinci faktör olarak o
elverişli bir düşünce zemini ortaya koymaya muktedir idi. el-Eş'ârî,-
Mutezilenin her türlü inceliğinde tecrübe edilmiş bulunan geleneksel itikadın
müdafasına hazırlandı. O kendi tecrübelerinin ve bunların ötesinde insan
ruhunun tüm engin hareketinin ki biz bu engin hareketi "İslam" diye
tayin etmişizdir Hz. Mu-hammed'le ilgili tarihî
hadiseler tarafından istihraç olunup araya sokulmuş olduğunu görmüştür. O,
aklın gayr-i muayyen bir şekilde hüküm koyduğunu anlamıştı halbuki,
bir kimsenin emin olabileceği şey o konuda Allah'ın geçmişe ait haber verdiği
şeydir. Bu yüzden ona göre, Kur'an'da vaz olunduğu şekliyle Allah'ın kelimeleri
ve bunun dışında seçkin rasulün ilahi gerçeğe dair anlamış olduğu her şey, en
büyük yakîn ve gerçektir. Akla geniş çapta yer verilmiş olabilir fakat vahyin
ve aklın tearuz ettiği yerde Vahiy önde gelmelidir.
el-Eş'ârî'nin
yükselişi, Hz. Peygamberin getirdiği dinin yeniden canlanması hususundaki
liderliğinden ileri gelirken o aynı zamanda İslam'ın yeni bir şeviyeye
erişmesini de imkân dışı bırakmıştır. Çünkü İslam bu ana kadar ilk olarak
teolojiye ait katı temel unsurları ile ortaya çıkan bir dindi.
·
4. HANEFİYE TARAFINDAN EL-EŞ'ARİ'NİN
TENKİDİ.
Ebu Hanife ekolünün aşağı
yukarı çağdaş olan üç tane belgesine sahip olmakla şanslıyız, bunlar
Beyanus-sünneve'l-Cemaa diye anılan Akidetül-Tahavi, Fıkh-ı Ekber II. ve
el-Maturidi'ye nisbet olunan Şerhul-fıkhi-l-Ekber dir ,40
Bunlardan sonuncusu "Eş'ariyye"
ye ait bir kısım açık ve kati tenkitleri ihtiva eder. Ben burada bizzat
ei-Maturidi tarafından ortaya konmamış olsa bile, bu eserin, onun görüşlerini
en doğru biçimde, büyük bir ihtimam iie yansıtmış olacağı tahmini üzerinde
yürüyorum. Birçok asli doktrinlerde mutabık kaldığı bu iki akideyi önce
muhtasaran mütala edersek onun eşsiz pozisyonu çok daha iyi anlaşılmış
olacaktır.
(a)et-Tahavi
Ebû Câfer Ahmed b. Muhammed
et-Tahavi, el-Eş'ari'den sadece üç yıl önce 321 de vefat etmiş olup, fakat
230'da doğduğundan dolayı gerçekte mü-tekaddimun'a
(the previous generation) dahildir. Beyan'ında Ehl-i sünnet doktrinini Ebu
Hanife, Ebu Yusuf ve Muhammed b. Haşan eş-Şeybâni'ye göre izah ettiğini söyler.
et-Tahavi,
Kader meselesinde, geleneksel usûlleri benimser. Allah her şeye kadirdir ve her
şey O'na muhtaçtır; her şey O'nun kudreti ve iradesine göre meydana ' gelir.
İnsanlar, Allah'ın kendileri için dilediğinden başka hiçbir iradeye sahip
değildir; Allah'ın onlar için dilediği olur ve dilemediği ise olmaz.41 Allah
mahlûkatı ilmi ile yarattığında "Onlara kaderler takdir etti (gaddara.. aqdâr) ve ecellerini tesbit
etti."42
Daha sonra et-Tahavi, Akide'de,
Kalemi, Levh-i mahfuzu ve üzerinde yazılı olanları tasdik eder ve bütün
insanlar bir araya gelseler dahi onda yazılı olan hiçbir şeyi tersine çevirmeye
güç yetiremeyeceklerini söyler.42 Bu deterministik görüş, onun insan
fiillerine ait ifadesine hakim olur.
"Allah, Cennet ve
Cehennemi mahlukattan önce yarattı ve bunlara da bir
ehil (people) yarattı kendisinden bir fazilet olarak (out of His ğrâce)
dilediklerini cennete koyar ve kendisinden bir adalet olarak dilediklerini de
cehenneme sokar. Herkes, kendisi için kararlaştırılmış olan şeyi yapar ve ne
için yaratılmış idiyse ona vasıl olur. Hayır ve şer
insanlar için takdir edilir. Kendisiyle fiil meydana gelen ve herhangi bir mahlukun da tavsif olunamayacağı tevfik yönünden olan
istitaat fiil ile birlikte bulunur ve sıhhat fiziki kabiliyet, kuvvet,
sebeplerin ve aletlerin selâmeti cihetinden olan istiaat fiilden öncedir.
Kulların (men) fiileri,
Allah'ın yaratığı ve insanın kes-bidir. Allah, güç yetiremeyeceği hiçbir görevi
insana yüklemez ve insanlar teklif olunan görevleri yerine getirecek kabiliyete
sahiptirler. Bu, "Allah'ın verdiğinden başka hiçbir kudret ve kuvvet
yoktur" (lâ havle ve lâ kuvvete illa bil-lah...) sözünün tefsiridir. Biz
deriz ki: Hiçbir kimse günahtan kaçınmak için Allah'ın yardımından başka ne bir
hileye ne bir harekete ne de bir tahavvüle sahip değildir ve hiç kimse Allah'a
karşı olan itaati kazanmak ve bu itaati muhafaza etmek için Allah'ın
yardımından başka hiçbir güce sahip değildir.
Herşey Allah'ın iradesi ve
ilmi, O'nun kaza ve kaderi ile husule gelir. O'nun meşieti her türlü meşietin fev-kindedir.
O'nun ihtiyarı bütün ihtiyarların üzerindedir ve onlara galiptir; O'nun takdiri
her çeşit tedbire galip gelir. O’nun dilediğinden başka hiçbir şey olmaz.
Ahali dilediğini yapar ve o
asla zalim değildir. O her türlü şbr ve kötülükten münezzeh ve her türlü ayıp
ve çirkinlikten uzak ve beridir. O, yaptığından sorulmaz fakat onlar (yani mahlukatı) sorumludurlar."44
Burada üzerinde şerh yapılması
gereken yegane husus "Allah insana yerine
getiremeyeceği hiçbir mükellefiyet yüklemez" şeklindeki hükümdür, çünkü bu
el-Eş'ârî tarafından kabul edilen görüşe aykırıdır.44 et-Tahavi'nin Allah'ın
kâfirlere iman etmeyi emrettiğini ve ne varki gerçekte onların -Allah'ın
iradesine muvafık olarak küfretmiş oldukları şeklindeki itiraza nasıl cevap
vermiş olduğuna dair herhan gibir işaret mevcut değildir.
(b) Fıkh-ı Ekber II
Fıkh-ı Ekber II, et-Tahavi'nin
Akidesi gibi çok az sonraki bir tarihte ortaya çıkar ve netice itibariyle
tertibinin -yahut tertipsizliğinin- ayrı oluşuna rağmen oldukça benzerlik
arzeder. Allah'ın sıfatları ve O'nun değişmezliği doktrinindeki kısmi
gelişmeler dışında et-Tahavi'nin determinizminden
başka farklı bir hareket mevcuttur.
Kalem'den söz edilmez ve Levh-i
Mahfuz'a ima olunmasına rağmen "Onun yazması vasfiledir, hükmile
değildir" (bi'l-vasf lâ'bil-hukm) şeklinde açıkça ifade edilir.46 İnsandan
baştan sona kadar sorumlu bir varlık olarak söz edilir; bu kıyamet gününde
insanların iyi ve kötü fiillerinin tartılması için kurulacak olan mizan gibi
kavramların kabul edilmesinden öteye bir şeydir, çünkü bu geleneksel fikir aynı
zamanda et-Tahavi tarafından da kabul edilmekte idi.47 Fıkh-ı Ekber II,
Allah'ın "mahlukatı küfür ve imandan salim olarak
yarattığım" ve Onun, "Mahlukatından hiçbirinin kâfir olmalarım yahut
mü'min olmalarını icbar etmemiş olduğunu, bilakis bunları eşhas (individuals)
olarak yarattığını ve iman ile küfrün insanların fiili olduğunu iddia eder.48
Birkaç satır sonra kesb insan fiiline ait bu manzaranın tarifi için kullanılır.
Üstelik, insanın imanı yitirmesi hiçbir şer kuvvete isnad
olunamamaktadır; bunların belli bir rol oynadığına cevaz verilir, ancak insanın
imanını kaybetmesine birinci dereceden sebep bizzat kendi fiilidir. Bu şu
demektir: İnsan itikadını bizzat terk ettikten sonra şeytan kişinin imanını
ondan selbeder. 49
Diğer taraftan Allah'ın her
şeye kadir oluşu tam anlamıyla muhafaza edilir. Bir kimsenin, kendi
fiillerinden bu fiillerle ilgisi derecesinde sorumlu olmasına rağmen, yine de
"bu fiilleri Allah yaratır ve bu iş O'nun meşieti, ilmi, kazası ve
kaderiyle meydana gelir" yahut tekvini ile (wil!
knovvledge decision and determination) 50
Aynı şekilde Allah sonra
insanları yaratmıştır.
"...Onlara hitap etti ve
onlara emretti ve onları neh-yetti. Bunun üzerine kimileri küfre döndüler;
Bunların gerçeği inkâr ve tekziplerine,- Allah'ın onlardan yardımını esirgemesi
(hızlan) sebep olmuştu. Ve bunlardan kimileri de Allah'ın yardımı ve
hidayetiyle iman ettiler" 51.
Maamafih, insanın imanını
Allah'ın hidayetine ve küfrünü de Allah'ın hızlanma isnad etmek derhal şu
soruyu ortaya atar: Allah insanlara böyle farklı muamele etmekle adaletsizlik
yapmıyor mu? Sorulan bu soru el-Eş'ârî'nin el-Cübbai ile olan münasebetini
kesmeye sevketmiştir. et-Tahavi'de, Allah'ın fiilinin
kısmen fazilet kısmen de adalet olarak izah edilmesi doktrini ile ilgili olarak
bir buluş ve tarz mevcuttur; 52 ve şu halde bu doktrin alınır ve geliştirilir.
"Allah, insanlarla olan
muamelesinde fazilet ve adalet gösterir (Justice). O, insanın hak ettiğinin iki
katı kadar sevabı tafaddul yoluyla verir, ve günah sebebiyle
de kişiyi adaleti icabı cezalandırır. Allah, fazlı ile affeder" 53.
"Allah dilediğini fazilet
olarak hidayete erdirir ve di-hediğini de adalet olarak saptırır. O’nun
saptırması hız-lanıdır ve "hızlanının" (abandonmen) izahı Allah’ın
insana, kendisini razı edecek şeyi yapmak için yardım etmemesi şeklindedir. Bu
Allah katında adalettir ve günahtan dolayı terkedilmiş (hızlan) kimseleri
Allah'ın cezalandırması da böyledir." 54
Bu doktrinin, "Allah'a şer
isnadım" iptal eden büyük bir faydası vardır. O’nun fiillerinden tamamının
kesin adalete göre olmadığı itiraf edilir fakat bu adalete göre olmayanlar
adaletin gerektirdiği fiillerden daha hayırlıdır. Şu halde Allah'ın efalindeki
(operations) esrarengiz şey belli durumlarda O’nun hayır işlemekteki açık
ihmalkârlığıdır. Üstelik, Allah'ın kâfirlere olan
muamelesinin adil oluşunu kabul maksadıyla belki de İslam'a hiç davet edilmemiş
olanlar burada başlıca düşünülmüş olanlardır- eski bir mukavelenin teorisi
ileri sürülmüştü. Bu, Kur'an'ın bir ayetinden tevsik olunmuş ve et-Tahavi
tarafından zikredilmiş bulunmaktadır. 55.
"Allah, Adem'in
zürriyetini zahrinden aldı ve onlara akıl verdi. Bunun üzerine onlara hitap
etti ve iman etmelerini ve küfürden uzak durmalarını emretti. Böylace onlar
O’nun rab oluşunu kabul ettiler ve bu da onlar adına bir iman olmuştu. Ve bu
din (religion=fıtrat) üzere doğuyorlar. Ve sonradan kafir
olan herkes bu misakından dönmüş ve sözünü değiştirmiş; iman edip sözünü hak
sayan kimse imanını muhafaza etmiş ve ona bağlı kalmıştır." 56
Bu doktrinde tatminkâr olmayan
birçok şey mevcuttur. Söylenen şeyler, bize cevapsız bırakılan sorular telkin
eder. Fakat muhtemelen bu bir akidenin muhtasar oluşu özelliğinden ileri gelen
kaçınılmaz bir şeydi -el-Eş'ârî'nin akaidi onun pozisyonunu tam anlamıyla ifade
etmez. Akidenin bazı kısımlarının düzensizliği, bu akidenin tek elden çıkmış
mükemmel kompozisyon olmayıp bilakis çeşitli ellerde tebeddülat ve tagayyüre
uğramış olmasının bir işareti olarak görülmelidir. Belki de bu durum insan
kudretine (istita'a) ait her çeşit şevahidin ihmal edilip geçiştirilmesini
açıklığa kavuşturur. Bütün bu kabil tenkitlere rağmen, yine de Fıkh-ı Ekber
ll'nin Hanefi ekolü kelâmcılarına ait olan düşüncenin büyümesi ve gelişmesinin
açık bir delilidir ve böyle bir şeyin kayda değer önemi mevcuttur.
(C) Şerhul Fıkhi’l-Ekber
Muhtemelen Fıkh-ı Ekber ll'den
çok az bir zaman sonraya ait olup el-Maturidi'nin ekolünden gelen bu küçük
eserle biz, el-Eş'ârî'nin ekolünün sarih bir tenkidine vasıl oluruz. Genel
pozisyon, az önce zikredilmiş bulunan iki akideye oldukça benzerlik arzeder
fakat belli konularda onlardan ileri gider. Müellifin bizzat nasılsa
kendisinden ve arkadaşlarından ehl-i sünnet grubu - Ehl-i sünnet ve'l Cemaat-
olarak ve el-Eş'ârîyeden ise diğer birçok batıl mezhepler arasından biri
imişcesine bahsetmesi gariptir.
Eşariye'nin hatalarından biri,
bizzat el-Eş'ârî'de oldukça açık bir şekilde bulunmuş olan kadercilik
(de-terminism) idi. Prensip olarak yaptıkları insan kudreti tarifinden dolayı,
onların görüşlerinin "cebre yakın olduğu gerçekten de görüşlerinden cebrin
varlığı" söylenir. Eğer Eş'ariyyenin kabul ettiği gibi şer işlemeye müsait
olan kudret hayır yapmaya elverişli ve salih değilse o takdirde kişi şer
işlemek hususunda- mecburdur (determined). 57 Bunun netice-i lâzımesi, Allah’ın
insana yerine getiremeyeceği mükellefiyetleri yüklemesidir,
ki Eş'ariye bunu da aynı şekilde kabul etmiştir ve bu Hanefiyenin et-Tahavi
gibi kaderci bir zatı tarafından bile reddedilmişti.
İnsan fiilinin değişik tarifi
bir veya iki sayfa önce verilmiş durumdadır.
İnsanların fiillerinin Allah'ın
yaratığı olması takdirinde mükâfat ve ceza problemi ortaya mesele çıkartır ve
"el-Maturidi'nin" kendi doktrinini beyanına sevkeder yani "mükafat ve cezanın mahluk fiilin kullanımına göre olup
yaratma prensibine göre olmadığı düşüncesine yöneltir."5^ Bu
onun bizzat Ebu Hanife'ye nisbet etmiş olduğu "insanın günah fiili
işlediği kudretin esas itibariyle itaat fiilini yapmaya da salihtir"
şeklindeki doktrinle ilgilidir. Bu demektir ki, Allah insanda belli bir şekilde
kullanmak üzere insanın emredildiği fakat onun ister itaat ister isyanda
kullanabildiği bir kudreti yaratır. (Bu kudret zahiren fiziki yahut sırf fiziki
olmaktan ziyade zihni kudrettir.) Bu anlamdaki kudret fiil ile beraber olup ne
fiilden önce ne de sonradır, "çünkü kudretin her bir cüzü fiilin birer
cüzü ile birleştirilmiştir."66 Bu ekolün görüşü şöylece
özetlenir:
"Yaratma Allah'ın fiilidir
ve insanda kudret ihdas etmekten ibarettir, lâkin muhdes kudretin istimali
insanın mecazi değil, hakiki fiilidir." 60
İnsan sorumluluğunun bu isbatı
teorik olduğu kadar pratiktir de, çünkü "el-Maturidi", el-Eş'ârî’nin determinizminin hayat için fatalistik bir tutum ve ahlâk
için bir lâkaydilik tevlid etmedeki muhtemel tehlikesine kesinlikle muttaiidir.
O, insanın hakiki değil de mecazi olarak fiil
işlediğini söyleyen Mücbireye şöylece cevap verir:
"Sizin itikadınız
(doctrine) insanları ümit ve korkudan uzaklaşmaya sevkeder; böyle olunca onlar
ne fiillerindeki şerden dolayı korkacaklar ve ne de fiillerinde bulunan
hayırdan dolayı ümitleneceklerdir. Bu ise küfürdür, çünkü ümidin yitirilmesi
yeistir. Allah buyurmuştur ki: "Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyiniz,
başka bir ayette ise: "Allah'ın merhametinden kâfir kavimden başkası ümit
kesmez," buyurmuştur. Aynı şekilde korkunun yitirilmesi de Allah'a karşı
olan ubudiyet ruhunun imhası ve O'nun yüceliğine ihtimam gösterilmemesinin
kaynağıdır."61
"el-Maturidi" az
sonra, fert için kaçınılmaz ve tayin edilmiş tarzda herhangi bir kaderin
olmadığını teyid etmeye devam eder. Elimizde bulunan metinde
olduğu gibi her nasılsa düşmüş olan bazı beyan ve rivayetin şerhinde
el-Maturidi der ki, bunun manası "Levh-i Mahfuz'da yazılmış olan şekavet,
saadet ehlinin amelleri sebebiyle (muhtemelen salih ameller işlemek suretiyle)
saadete döndürülür ve orada yazılmış bulunan saadet, şekavet ehlinin amelleri
sebebiyle şakavete döndürülür."62 Bu görüşün tam zıddı Eş'ariye tarafından
muhafaza edilmekte ve bu yüzden görüşlerine uygun düşmesi maksadıyla, bir
zamanlar gayet aşikâr bir şekilde putperest olan fakat gerçek mümin oldukları
ve Cennetlik oldukları çok iyi bilinen Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer gibi kişilerin
putlara taptıkları zaman bile gerçekten mü'min olmaları gerektiğini itiraf
etmek zorunda kalmışlardı. el-Maturidi bunu Kur'an'dan:
"Küfredenlere de ki: "Eğer vazgeçerlerse geçmiş olan şeyleri
affolunacaktır"63 ayetini iktibas ederek onlar zaten mümin iseler
affetmenin anlamsız olacağını isbat etmek suretiyle reddeder; eğer kafirler
iman etmeden önce mümin idiyseler o takdirde affetmenin faydası ortaya
çıkmayacak, Rahman ismi anlamsız olacaktır.64
Eş'ariye (yahut kimi benzer
grup) açıkça şöyle bir itirazda bulundu: İnsan kaderinin muhafaza edilmesinin
mümkün olduğu yolundaki bu tür tasdikte Hanefi ekolü, (bu kaderin) Allah'a göre
değişeceğine teveccüh gösteriyordu, çünkü bu hüküm değişikliği, açıkça Allah'ın
insan hakkındaki hükmünde bir değişikliği gerektirmiştir. Bu ,muhatabın
delilini ileri sürerek karşı bir delil getirmekti, (argumentum ad hominem)
çünkü Allah'ın adem-i tegayyürü, Hanefilerin,.Allah'ın
fiili sıfatlarının ezeli olduğu şeklindeki doktrinlerinde, .ifadesini bulan
karakteristik bir akidesi idi. "el-Maturidi'nin" cevabı ise, bu hüküm
Allah'a ait olduğunda, karara bağlanan ve yazılan şey insanın bir sıfatı olur
Said yahut şaki olan insandır- ve bu yüzden değişiklik ancak insana nisbet
edilmektedir, Allah'a değil, şeklindeki izah ile başlar. Pozisyonunun daha
ileri derecedeki müdafasında dörtlü bir insan taksimatı ileri sürer. (1) Saadetleri
ta baştan sona kadar takdir olunan yahut hükme bağlananlar. (2) Şekavetleri
başlangıçtan sonuna kadar takdir olunanlar. (3) Nihai saadetleri takdir
olunanlar (tahminen böyledir çünkü bu zikredilmez, muhtemelen bir metin
hatasındandır (4) Nihai şekavetleri takdir olunanlar. Hz. Ebu Bekir ve Ömer
üçüncü sınıfa dahildirler.
er-Ravdatul-Behiyye'de
Eş'ariye ile Maturidiye arasındaki farkları münakaşa eden muahhar müellif EbuUzbe'nin
(1125/1713) bu hususta oldukça hassas mütalâları vardır. Zıd görüşlerin bir
izahından sonra (ki bu hemen hemen kesinlikle şerhuî-Fıkhi'l-Ekber'e
dayandırılır) ihtilafın temelde, saadetin tefsirine dayanan sırf lafzi bir
ihtilaf olduğu neticesini çıkartır. el-Eş’ârî'ye göre
bu Allah tarafından yazılan ve bilinen şeyin tamamen ezeli olduğu anlamına
gelir diğer bir ifade ile, bir inşanın nihai kaderi demektir; ve bu kesinlikle
değişmez. Öte yandan Ebu Hanife (gerçekte onun ekolü) saadet ve şekavet ile
insanın içinde bulunduğu arazî olan fiilî durumunu kasdeder;
ve şüphesiz bu insanın ölümünden önce değişebilir 65.
Maamafih, bir uzlaşma meydana
getirmek için Ebu Uzbe'nin iyi niyetli girişimine rağmen, iki pozisyon arasında
derin bir ayrılığın var olduğu görülecektir. Bu ayrılık şu soruyu sormak
suretiyle muhtemelen daha iyi anlaşılır: "İnsanın muayyen bir anda yaptığı
şey önemli midir?" el-Maturidi tereddüt etmeden "Evet" diye
cevap vermiştir el-Eş'ârî ise muhtemelen doğrudan doğruya "Hayır"
diye cevap vermemektedir. O çoğu durumlarda bu sorudan tamamen uzak durmuş
fakat aynı zamanda "Allah'ın dileğinden başka hiçbir şey yapamazsın"
sözünü tekrarlamak suretiyle insanları gayretlerinin önemli olduğunu düşünmekten
menetmiştir.
Diğer taraftan
"el-Maturidi" kendi pozisyonunu Mücbire ve Eş'ariyeden ne derece
kesin bir şekilde ayrı tutmuşsa, Mutezile ve Kaderiyeden de o derece
ayırmıştır. Az önce zikredilmiş bulunan özel sualde onun bir kimsenin yapmış
olduğu şeylerin tümünün Allah'a malum olduğunu ve ezelde yazılmış olduğunu
kabul ettiği de hatırlanmalıdır; belki de o Fıkh-ı Ekber II müellifinin kabul
ettiği gibi bu bilgi ve yazının hükmi olmayıp sadece vasfi olduğunu kabul
etmiştir.
Onun kader doktrinine olan
muhalefeti, Fıkh-ı Ekber l'in üçüncü maddesinin müzakeresinde "Sana isabet
edecek olan şey seni bırakacak değildir" şeklinde tekrar görünür. O der ki bu "bizimle kaderiye ve Mutezile arasındaki" bir
meseledir; onlar insanın faili günah olduğunda, bunu Allah’ın dileyeceğini inkâr
ederler, çünkü bunlar günahın günahkârdan, küfrün de kâfirden neşet
edeceğine kabul etmişler ve eğer Allah günahı ve küfrü murad etmiş ve sonra da
bunlardan dolayı insanları cezalandırmış olsaydı, adaletsizce iş yapmış olurdu,
şeklinde daha ileri bir kanaati muhafaza etmişlerdir. Böyle bir görüşün
saçma olduğunu düşünür, çünkü Allah'ın iradesi yücedir ve O'nun ihtiyarı da
nafizdir; lâkin günahkarın günahı Allah'ın müsade
ettiği yahut cevaz verdiği şeyde, Allah'ın iradesiyle meydana gelmez. O bunu
kesinlikle nehyeder ve bu O'nun rızasına aykırıdır.66
İtiraf edilmelidir ki,
"el-Maturidi"nin görüşlerinin bu kısmı, eğer bunları doğru olarak
tefsir etmiş isek, pek tatminkâr değildir. Şüphesiz tamamen tatminkâr hiçbir
çözüm verilmemiş bir konuda çözümle ilgili pek fazla bir şey yapılamaz. Şu ana
kadar bütün kitabın en zayıf kısımlarından biri, bu pasajın neticesidir. O, şerrin özellikle (yahut mücerred olarak) Allah'a isnad
olunamayacağını göstermek için yola çıkar ve (kullanılan) delil ise, ne
"iza-fet-i tahkik" ve ne de "izafet-i tekrim" olarak şerrin
Allah'a izafe edilemeyeceği hususudur; bir kimse şerri, Allah’a ancak
"genelde" izafe edebilir, yani "her şey Allah'tandır"
şeklinde söz söylerken, daha büyük bir bütünün parçaları olarak (şerri Allah'a)
izafe; edebilir; başka herhangi bir şey söylemek edebe mugayirdir, Allah her
şeyin yaratıcısı olmakla birlikte "Ey domuzların haliki" demenin edep
dışı olması gibi. 67
Kadir olan Allah’ın adaletini
(öncelikle Mutezilenin hücumlarına karşı) muhafaza etmek zorunda kalanlar için
Allah'ın iradesi ile rızası arasındaki fark, son derece önemi haiz (hayati) bir
farktır ve "el-Maturidi" daha sonra buna tekrar döner. 68 Allah'ın
iradesi ile emri arasındaki münasebete ait münakaşa ile ilgili olarak Allah'ın
iradesinin Allah tarafından (emrine mutabık olması için) tasvip edilip
edilmediğini sorarak hasmına bir öneride bulunur. O Allah'ın iradesinin emrine
her zaman mutabık olduğunu kabul eder, fakat bunun yanında günah ve küfrün
Allah'ın emrine mutabık olmadığını muhafaza eder. Bu faraziye
karşısında bırakılan muhasım "Siz, günah ve küfrün her ikisinin de
Allah'ın iradesi ile olduğunu ve Allah'ın iradesinin Allah tarafından daima
tasvip edildiğini kabullenmiyor musunuz?" diye sorunca şu cevabı verir:
"Allah'ın iradesi, kazası ve diğer (sıfatları) hepsi O'nun tarafından
tasvip edilirler, fakat insandan, Allah'ın iradesi ile meydana gelen fiil itaat
durumunda olunca (Allah'ın emrine) mutabık olabilir, günah durumunda ise mutabık
olmayabilir." .
Bu meselenin neticesi
"el-Maturidi"nin münakaşanın her iki yönünü de Allah'ın kudreti ve
adaleti yönlerini) görerek bu ikisine de sadık kaldığı
fakat bu ikisini gerçekten telif etmeye muktedir olamadığı şeklinde görülmüş
olmalıydı. Ebu Uzbe ve modern alimlerin hakkında
söylemek zorunda kaldıkları bir araştırmanın göstereceği gibi mevzu, incelik
isteyen bir konudur. Ebu .Uzbe tarafından 69 ortaya
konan husus şudur: el-Eş'ârî, irade (will) ve rızanın (approval) iki ayrı şey
olduklarının belirtirken, Ebu Hanife'nin ekolü bunları müttehid iki şey olarak
saymaktadır. Fakat söylenen şeylerin birçoğu, onların tedkik edilmekte olan
yazılarının hususi kısmına dayanır. el-Eş'ârî, ibane
ve Kitabu'l-Lum'a da Allah'ın dilemediği şeye razı olamayacağı prensibinden
hareketle münakaşa etmiş olmalı; 70 fakat Makalat'taki kavlinde, Allah'ın şerri
murad etse bile, ona. rıza göstermeyeceğini söyler.
71.
Tevhid üzerine verilen önem,
"el-Maturidi"nin Adliye (muhtemelen Mutezileye yakın olarak rivayet
olunanlardır) tarafından Allah'ın iradesinde istidlal edilen ayırım hakkında
söylemek zournda kaldığı şeylere mutabıktır. Bir yanda Allah'ın semavat ve arzı
yaratmış olduğu iradesi vardır, 72 diğer tarafta ise Allah'ın insanlara
(işleyecekleri) fiilleri emanet ettiği ve inşaları kendileriyle başbaşa
bıraktığı "tevkil edilmiş" bir'irade (tefviz meşieti) vardır,
"el-Maturidi" Allah'ın iradesinde bu şekilde bir ayırım yapmayı
çirkin zan addeder. Onun kendi görüşü, insan için ancak sırf minimum sorumluluğun
devam ettiğini görmek ister; kader doktrininin, insana nisbet ettiği kudret bu
minimumun çok üstündedir ve insanı düşünülemeyecek derecede Allah ile aynı
seviyeye yerleştirir.
"el-Maturidi"nin Ebu
Hanife'nin ekolünün kaderiye ve mücbire arasında orta bir yol tuttuğu ve kader
yahut cebir tarafından müteessir olmadığı şeklindeki iddiasının böy-lece önemli
haklılığı mevcuttur. 73 Bu katiyyen, el-Maturidi'nin bir yeniliği olmayıp
bilakis bu yeni görüş temellerini ekolün doktrinlerinden elde eder. et-Tahavi, tafsilata girmemekle birlikte İslam'ın kader ve
Cebr arasında olduğunu beyan eder. 74 ve cebere fiili, Fıkh-ı Ekber ll'de
"zorlama" (compel) için kullanılır. 75. Hafızanın da, Ma-kalat'ta
zikredilmiş olan, hem cebri ve hem de tefvizi reddeden bilinmeyen bir grubu
mevcuttu; terimlerin benzerliği, Ebu Hanife'nin ekolüyle olan ilgi cihetinden
kuvvetli bir delildir, fakat bunun ne olduğuna dair herhangi bir ipucu elde
etmiş değilim. Nitekim, bu asıllar geçmişte mevcut
iken el-Maturidi'nihki orta pozisyon kavramının ilk açık ifadesidir. Bu
iddianın, daha sonraları Eş'ariye tarafından ifrat-tefrit arası orta yol olarak
kabul, edilmesi karşısında, el-Maturidi'nin onları aşırı uçlardan birini kabul
etmelerinden dolayı doğrudan doğruya ithama yönelmiş olması kayda değer bir şeydir.
76.
Aynı zamanda işaret edilmelidir
ki, şerhül-Fıkhi'l Ekber'de, iktisab yahut kesbin teknik kullanımının hiç bir
örneği mevcut değildir. Bu terimin (herhangi bir önem verilmeksizin bile olsa)
zikredilmiş bulunan diğer iki Hanefi ekolü akidelerinde geçmiş olması gerçeği
karşısında, el-Maturidi'nin, kesbi tamamen reddetmiş olmasına delil
getirilemez; fakat bu onun "muhdes kudretlerin kullanımı"na tamamen
açık bir ş ekilde uymaz.
Muhafaza edilebilecek olan
kanaat, doğru olarak söylenebilecek olan şey şudur; kesb doktrininin ortay yol
olarak tanıtılması daha sonraki bir düşünür tarafından yapılmış olmalı
-muhtemelen bu düşünür el-Bakilâni'dir. 77
Maamafih, uzun vadede,
fikirlerin ve özelikle farklılıkların önemli olması kadar terminoloji önemli
değildir.
Bu çalışmanın ihtiva etiği
meseleler hakıknda Hanefiyenin İslâm düşüncesine olan en büyük yardımı, sorumlu
insan fiili ile cebir yahut ilahi cebir arasındaki fark üzerine verdikleri
devamlı ısrarları olmuştu. Bu hususta onlar daha erken dönemde Ehlu'l-isbat
arasında başlatılmış olan bir çalışmayı sürdürüyorlardı ve çalışmalarının nihai
semeresi, hakim olduktan sonra Eş'ariye tarafından bu
farkın anlaşılması ve kabul edilmesi şeklinde olmuştu. Yine de zahiren
el-Maturidi ekolüne ait görüşlerden ayrılmayan bir zaafiyet unsuru mevcuttur.
Onların pozisyonu, esas itibariyle orta yol olan bir denge pozisyonudur,
ve tabiatında bulunan eksikliklerden zarar görür. Onların insan sorumluluğu ve
fatalizme muhalefetleri üzerindeki ısrarlarının her ikisi de Allah'ın adaletine
ait gerçek İslam'ı kavramla ilgilidir. Fakat Onun adaleti ile hakimiyetinin dengelenmesinde dini iştiyakın bir nevi kaybı
söz konusudur. Bu en azından bir kimsenin el-Eşari’nin İba'resi'nden sonra
Şerhu'l-Fıkhi'l- Ekber'i okuması neticesinde ortaya çıkan intibadır. Ve netcie
şudur ki, el-Eş'ârî’nin Allah'ın yüceliği ve hakimiyetine
ait hararetli beyan ve iddiasına muhalif müfrit bir söz olarak Allah'ın adaleti
ile ilgili olmak üzere (Ş.F. Ekber'de) hiç bir ateşli iddia yer almaz.
İşte bu, bu çalışmanın varacağı
uygun bir noktadır. Şüphesiz bu iki büyük ekolün muaraza ve ihtilafı sebebiyle
daha ileri derecede münakaşalar silsilesi açılıyor. Fakat bu önemli fark
mevcuttur. Eski münakaşalar, esas olarak İslam cemaatinin dışında kalmış olarak
addedilen veya böyle görülen mezhep salikleri ile ilgili idi. Maamafih, bu
andan itibaren deliller geniş çapta itibar olunan müs-lümanlara karşı ve önemli
sayıda kabul görmüş dogmaların çerçevesi içinde kalır.
Not. A İBANE ŞERHİ S. 66
Sayfa 66'dan itibaren başlayan
1-4 paragraflar yaklaşık olarak şu şekilde devam eder:
"Onlara denebilecek olan
başka bir mesele şudur: Allah, "Eğer biz dilesiydik her nefse hidayetini
verirdik fakat "cehennemi tamamen cinlerle ve insanlarla
dolduracağım" diye benden söz hak olmuştur." (K. 32, 13) şu halde bu
söz hak olunca, O'nun her nefse hidayet vermeyi dilememiş olduğu ortaya çıkmış
olur. (Çünkü O'nun her nefse hidayetini vermeyişi, kafirlerin
cezalandırılması hak-kındaki sözün hak oluşuna dayandırılır) ve Allah onların
hidayetini dilemeyeceğinden dolayı onların dalalete düşmelerini, mutlaka murad
etmiştir.
Bu ayetin manası, "Biz
dileseydik, onlara hidayeti zorla verirdik ve bunu kabul etmeleri için de
onları icbar ederdik" şeklindedir, derlerse verilecek cevap şudur: Öyleyse
onlara hidayeti zorla verseydi ve bu hidayeti kabul etmeleri için de onları
icbar ’ etseydi gerçekten hidayete ermiş olurlar mıydı? Eğer "Evet"
diye cevap verirlerse, şöyle cevap verilir: O takdirde Allah onların
hidayetlerinin yaratıcısı olunca onlar, gerçekten hidayete erdirilmiş demektir.
Eğer O, kafirlerin küfrünün haliki idiyse kâfir olmak
durumunda kalmış olmalarını niçin inkâr edersiniz?
Bu onların delilini çürütür,
çünkü onlar, kâfirin kendi küfrünün yegane yaratıcısı
olduğunu kabul etmişlerdir.
Yine onlara şöyle denebilir:
Eğer Allah, hidayeti onlara verecek olsa ve bunu onlar için murad edecek
olsaydı, insanlara bu hidayet ne şekilde bir İhsan olurdu? Eğer, icbar yoluyla
ibsan olurdu, derlerse, cevap şudur: Allah onları hidayete ermiş olmaya
zorlayınca, onlar icbar altında yapmış oldukları şeyden dolayı (gelecek hayata
nazaran) İhsan edilmiş olurlar mıydı? Evet diyenlere karşı verilecek cevap
şudur: Öyleyse, mademki (Allah'ın Cehennemi dolduracağı sözü hak olmasaydı)
Allah dileseydi onlara hidayet vereceğini ve mademki (Firavun'un, boğulurken
zor altında söylediği sözünün kendisine fayda vermediği gibi) icbar etseydi
onlara ne ihsanda bulunmuş ve ne de onlardan azabı defetmiş olacağını
bildirmektedir, o halde sizin görüşünüzün anlamsız olduğu ortaya çıkar; çünkü
Allah'ın sözü hak olmasaydı (yani Cehennemin doldurulması hakkındaki sözü, her
nefse hidayeti verilmiş olacaktı, ve yine sizin tefsir
etmenize göre hidayet verilmesi azabı defetmez."
Bu pasaj, el-Eş'ârî'nin
Allah'ın bir insanın sefehini, isyanını ve küfrünü murad edeceğini, göstermekte
olduğu birçok yerlerin akebinde vaki olur. Münakaşanın aslı ayetin innema...
lemma ile ifade edilen iki kısmı arasındaki ilgidir ki ben bu lafızları
"dependent" sözü ile (esas cümleye zemin hazırlayan şart cümlesi)
tercüme ettim. (Bununla birlikte şart "condition" yahut sebep
"season" ile tercüme edilse daha iyi olurdu); bu tamamen, Allah'ın
cehennemi dolduracağı sözünün hak olması sebebiyledir yani o herkesi hidayete
erdirmeyip bilakis bazılarını gerçekten saptırmıştır.
İkinci ve üçüncü paragrafta
kendileriyle münakaşa ettiği muhalifleri, muhtemelen her bir nefsin hüküm ve
nasihat yoluyla hidayete erdirildiklerini kabul etmiş olup ve daha sonra her
nefse "icbari hidayet" olarak verilmemiş olan hidayeti tefsir etmek
suretiyle bu ayet tarafından sebebiyet verilen güçlüğü ber taraf etmek için
gayret sarf etmişlerdir. Böyle yapmakla onlar kurtuluş için kendi na-sihatçı
hidayet kavramlarını gerçekten terketmiş el-Eş’ârî'nin müessir hidayet
kavramını kabul etmişlerdir, el-Eş'ârî onların görüşündeki bu tezadı istismar
etme yolunu tutar. İkinci paragrafın maksadı şudur: Eğer insan Allah'ın hükmü
(operation) ile Cennete gidebilirse, aynı şekilde Cehenneme gitmemesine hiçbir
sebep olmamalıdır.
Üçüncü paragraf daha maharetli
(başarılı)dir. Mu-hasımlar icbari hidayetin ihsan kabilinden olduğunu itiraf
ederler. (Bunu kabul etmemiş olsalardı ayetin tüm tefsiri gayr-i tatminkâr
duruma gelirdi). Muhtemelen bunlar, ic-bari-nasihatçı hidayete ait birtakım
karma fikre sahiptirler. Fakat bunlar (ilk olarak Burgus tarafından ortaya
konan) bir kimsenin cebir altında yaptığı şeyin nafiz ve müessir olmadığını
(ister kurtuluş, için ister mahkumiyet için olsun)
kabul etmişlerdir. Böylece el-Eş'ârî'nin delili şu şekilde toparlanabilir:
Ayet, hidayetin müessir olduğunu gösterir;fakat icbarı
hidayet nafiz ve müessir değildir. Bu yüzden sizin tefsiriniz anlam ifade
etmez.
Bu esasen, muhatabın hislerini
okşayan bir delildir, fakat ei-Eş’ârî'nin ihtiyari fiil ile cebir altında
yapılan fiilin arasındaki farkı açıkça kabul etmesi ilgi çekicidir.
NOTLAR
(Kısaltmalar için
Bibliyografyaya bakınız)
Bölüm VI
1 Müslim Creed 91.
·
2. Krş.
XVI, 35 ve özellikle 249. sayfa. Bu sayfalarda o, müs-lümaniarın "Vahyin
Akıldan daha üstün olduğunun İslamın temeli olduğunu açıkça itiraf etmeleri
gereğine hemen hemen tamamen zihinsel seviye derinliği olarak bakar. Steiner'in
"Mutezililer" adlı kitabı daha er-kendir -1865- ama müellif von
Kremer'i ilmen anlamış değil, dinle iştigali az ve İslâmî ve Müslümanları
kötülemeye meyyaldir.
·
3. Bkz.
Spitta, Zur Geschichte Abü'l-Hasan al-As'ari's; von Meh-ren, Expost de la
Re'forme de Tlslamism; Klein, Introduction to the translation of the Ibana,
s.25-38.
·
4. Krş,
Klein tarafından tercüme edilen nüsha, 1. c. s. 27; en güzeli ibn Hallikâri'dan
(no. 618)’ alınan rivayettir, ki Spitta bununla
birlikte diğer birçok rivayetleri verir. (1 .c. s.42)
·
5. Krş.
bölüm IV, yukarda-geçen 4. ve 5. kısım.
·
6. Mak.
249 ve bölüm (V. 6. b yukarıda.
·
7. S.
60, trc. 100.
7a 3 nottaki kaynaklar
haricinde krş. Mcdonald, Religious At-tutude, 88-91
·
8.
Müslim Creed, 91.
·
9. a.e.
s. 88
·
10.
Kur'an 6.103; İbane trc. 60
·
11.
a.e. 61 trc. 109.
·
12. Mak
267 1.2 Ebu'l-Huzeyl; 277 1 en-Nazzam bunlar hâlâ
hukuk ve teolojinin hudutlanndadırlar (otorite sayılırlar).
·
13. 89.
trc. 30.
·
14. 69.
trc 109.
·
15.
Krş. 8 trc 50 ;aynı zamanda Makalat'ın ilgili pasajı
290 I. İL
·
16. Kş.
bölüm V. kısım 4. yukarda.
·
17.
47-54; trc. 88-94.
·
18. Mak
291 Bu kaviller, Mak. 290-7 ve İbane, 7-13 trc. 49-55'de bulunmaktadır.
Maddelerin numaralanmasını Dr. Klein'in ibane'nin tercümesine giriş de s. 31-35, ki münasip tercümesinden aldım. Bu, Ritter neşri Makalat'daki
fıkrayı takip eder. Bu iki akide arasındaki fark o kadar ufaktır ki
el-Eş’ârî'yi her ikisinin de müellifi olarak düşünmede hiçbir güçlük yoktur.
Muhtemelen Makalat'taki görüşler muahhar olanlardır. Görüş yönünden herhangi
bir fark varsa, Makalat daha çk de-terministiktir, sadece Makalat, insanların
fiillerinin daha öncedin (ezelden yazılmış olduğunu
zikreder (Md. XXIX) ve İbanen’in müşrik çocuklarının kaderinin kendi fiillerine
dayandıran maddesini zikretmeden geçer ve bunun yerine çocukların kaderini
tamamen Allah'a bırakan kimsenin görüşünü zikreder (XXVIII); VI.'da ufak bir
fark mevcuttur. Diğer taraftan Makalat XIV. maddeyi ilave eder, Allah'ın
iradesi ve rızası arasındaki ayırım farkları, muhtemelen manidar olamayacağı
kadar ufak tefektir. Maamafih, Makalatın madde XVI da icma'nın zikrini ihmal
etmesi ve Kur'an'ın, Sünneti neshetmeyeceğini beyan eden bir maddeyi ilave
etmesi (XXVII) önem arzeder ki, bu el-Eş'ârî üzerinde hadisin daha çok nüfuz
sahip olduğu anlamını verir,
·
19. Mak
X; İbane, Makalat'ın VII maddesine mutabık düşen maddesinde.
·
20. Mak
XXIX; ibane'de not.
·
21.
Mak. md. VI.
·
22.
Mak. 552.
......
23. Mak. 542; İbane, 63 trc. 103.
·
24.
İbane 61 trç. 101.
·
25.
A.e, 65 trc. 104
·
26.
A.e, 78 trc. 118.
·
27.
Kur'an, 5. 31; 12.33; krş. İbane, 64 trc. 104.
·
28.
Krş. K.el-Lum'a trc. Hell s. 57.
·
29.
VVoodbrooks Studies'de cilt İL Mingana tarafından tercüme edilmiştir. Bahse
konu olan esas pasaj 43-46. sayfalarda.
·
30.
Spitta el-Eş'ârî 64, 74.
·
31. Makalattaki görüşün
XXIV, XXV a maddeleri ve İbane'deki benzer pozisyon deliller ibane'de 76-8 trc.
115-8 desteklenen deliller
·
76. sayfanın metnine
dair tashih için bkz. Prof. Thomson’un The Müslim World XXXil s. 259'daki
tenkidi.
·
32.
İbane, 77 trc. 117.
·
33.
İbane 84, trc. 124.
·
34.
İbane 87, trc. 127.
·
35.
İbane 85, trc. 125.
·
36.
Mak. 296 md. XXIX.
·
37. Zur
Geschichte...............el-Eş'ârî's (187Ş) s. VI,
·
38.
A.e, s.7, "eine regeneration der von unorganischen auslândischen
elementen durchsetzten religion".
·
39.
A.e, s.8,
·
40.
Krş. bölüm I, kısım 29, s. 6-10.
·
41.
Beyan s. 3.
·
42.
A.y.
·
43. 5.6
44a. ibane 71 trc. III.
·
45.
Wensinck tarafından tercüme edilmiş, Müslim Creed 188-97; Ben onun
numaralamasına göre dipnot vermekteyim.
·
46. Md.
5.
·
47. Md.
21, krş. et-Tahavi, Beyan 9.
·
48. Md.
6.
·
49. Md.
22
·
50. Md.
6.
·
51. Md.
6.
·
52.
Beyan, s. 3. 1.9.
·
53. Md.
19.
·
54. Md.
22
·
55.
Kuran 7,171; Beyan, s. 5 1.10 krş Müslim Creed 215.
56b Md. 6.
·
57.
Şerhül-Fıkhi’l-Ekber 12
·
58.
A.y,10.
·
59.
A.y.
·
60.
a.y. dipnot II.
·
61.
A.e, II; Kur'an 39, 54; 12b87
·
62.
A.e.12.
·
63.
Kur'an 8, 39.
·
64. S.
12.
·
65.
Ravza s. 10.
·
66.
Şerhu'l-Fıkhi'l-Ekber'4;
·
67.
A.e. 5
68 A.e.24
·
69.
Ravza 17-9 ~
·
70.
İbane 62, trc. 102 (kelime kerehe'dir.) k. el-Lum'a trc. Hell,
·
56.
·
71. Mak
(md. XIV).
·
72.
Buna meşietu'l-haber denir (s.10) fakat ben bunu tercüme yahut izah edemedim ve
başka bir yerdeki tefviz ve cebir tezadı karşısında ve başka bir yerdeki tefviz
ve cebir tezadı karşısında meşietu’l-Cebr tahmin ve zannına mecbur kaldım.
·
73. II
dipnot -12-
·
74.
Beyan, s. 13. 1.7; daha aşağıda Cebriyeden de
bahseder.
·
75. Md.
6 (s. 20)
·
76. Bu
iddia el-Bağdadi'de bulunur,- Fark. 328 (krş. s. 96 yukar da) daha sonraki bir müellif (Spitta tarafından
105-110 metinle birlikte 140-3 iktibas edilmiştir) bu iddiayı el-Eş'ârî’nin
teolojisindeki on iki ayrı hususa teşmil eder.
·
77.
Krş. eş-Şehristâni, K. Nihâyetu'l-İkdâm 73.
VIII SONUÇ
Şimdi geriye, evvelce geçen
tedkikatın en önemli neticelerinden bir kısmını hülasa etmek ve bunlara dikkat
çekmek kalmaktadır.
(1)
Mütalâ edilen en erken örneklerin hepsinde kader doktrini, Allah'ın adaleti
kavramı ile birleştirilmiştir. Gerçeği bulmaya dair sıf akademik bir arayış
meselesi katiyyen mevcut değildi, çünkü bu doktrini kabul edenlerin çoğu
mutaassıp ve sofu görünümünde idiler. Kader doktrini Emevi zulmüne karşı çıkan
birçok kimselerce kabul edilmiş olmasına rağmen siyasi hürriyet hususunda
gerçek bir alaka da mevcut değildi. Bu doktrin, adalet fikri
yoluyla siyasileri ilgilendirmiş oluyordu, çünkü hücum edilen Emevi rejiminin
sultan karakteri değil, bir rejimin adaletsizliği idi; Genel düşünce sahası
insanın, fiil yapmak için kendine ait herhangi bir kudretinin olmadığı ve
fiilinden dolayı sorumlu tutulmadığı yerlerde Allah yahut insan tarafından cezalandırılmasının
adaletsizlik olacağı şeklinde idi. İstisnai olarak -insanlara, hayatın ahlâki
güzelliğini elde etmeyen kudretlerinin bulunduğunu göstermek için el-Hasan
el-Basri örneği belki daha çok ahlâki ve dini idi. Maamafih. her
halükârda Kur'ani öğretiye ait hususi bir yönün mantıki ve tabiî bir gelişimi
mevcuttur, yani Allah'ın adaleti ve doğruluğu olsa olsa bu gelişmenin bir saiki
olan mevzu dışı fikirler bunun güç belâ kaynağı olabilirdi ve bu münasebetle
müessir fikrin sadece insan hürriyetinden gelen bir fikir olmadığını bilakis
hür ve sorumlu olmayan bir kimsenin cezalandırılması adaletsizliğinden neş’et
eden fikir olduğunu belirtmek pek yerinde olur. (2) Daha sonraki bir devirde
kader doktrini Mutezile arasında bir çeşit hümanistik görünüm ile eş duruma
geldi. Bu insanın kendi kendine yeterliliği hususunda, hayatını kontrol etmede
ve kendisi için Cenneti kazanma gücünde olması hususunda iman olarak kendini
bizzat isbat etmiş ve beşer aklının tam salahiyeti hususundaki inanç ile
birleştirilmişti. Kur'an hadasatâ olduğu gibi kendini teslim edfen fatalizm
davranışına karşı çıkmış ve bunlara olduğundan fazla kıymet veren her tür
gayreti hakir görmüştür. Fakat Allah'ın emirlerini yerine getirilmesi ve
ahvalin tağyiri için insan kudretine aşırı derecede önem verilmesi başka şekillerde
Kur'an tekzibine özellikle Kur'an'ın insanın Allah'a ve ilahi inisiyatife bağlı olması yolundaki ısrarını tekzibe
sürüklemiştir. İnsan bu şekilde şer fillerin kaynağı ve muhdisi durumuna
getirilince "şer problemi" basitleştirilmiş olur. Fakat şerrin hiçbir
şekilde Allah'a isnad edilemeyeceğini gösterme uğruna Mutezilenin yaptığı bütün
gayretler sadece, Allah'ın adaleti ile ilgili icraatların her hususiyetini izah
etmek için insanın adalet kavramlarının yetirsizliğini ortaya koymaya hizmet
etmiştir. Aşırı hünamizmden uzak bir hareket daha sonra 3. asır sonundaki
Mutezile içinde keşfedilmiş olmalı, el-Eş'ârî'nin ihtidası ve özellikle
el-Cübbâi, yeni bir hareket olmaktan ziyade bu seyrin (eriştiği) en yüksek
noktadır.
·
(3) Kader doktrininin
muhalifleri arasında Allah'ın adil oluşunu isbat için Kadereyenin (gösterdiği)
gayret kadar gerçekten tam anlamıyla- Kur'ani örnekler bulunmuşo İmalıdır.
İtiraf edilmelidir ki, deterministik görüşler, geniş çapta mahza
muhafazakârlıktan ve Hadislere girmiş olduğu görülen İslâm öncesi materyalden
neşet etmiştir ve hatta zahit, müştekim müslümanlar çoğu kez adet olarak
Kur'ani kavramlar ile gayr-i Kur'ani kavramlar arasında herhangi bir tezat
hissetmiş görünmezler. Fakat diğer taraftan, mesela Cehemiye, bidayetinde
Allah’ın birliğini isbat hususunda ilgi duymakta idi.
Şüphesiz bunlar Allah'ın
adaletini inkâr etmemişlerdir; bunun üzerinden sadece ehemmiyet vermeksizin
geçmiş fakat diğer safhalara önem vermişlerdir. Yine el-Eş'ârî'nin durumunda
bizzat kendi için yapmayıp şahsında icra olunan ihtida hissiyatı onu, Allah'a
insan hayatının düzenleyicisi olarak bakmaya ve Mutezile tarafından İslam'ın
inkâr yahut ihmal edilmiş hususlarına bir din olarak önem vermeye sevketmiştir.
Bu hususlar şunlardı: Allah'ın bütün hadîsatı tam kontrolü, insanların bütün
işlerinde, O'nun yardımına muhtaç olmaları, böylece insanların Allah'a
bağlılığı; Adetullah'm anlaşılmazlığı. Son hususta beşer aklının sınırlı
oluşuna ve insanın Allah'ın neyi yapıp neyi yapamayacağını tayin etmek için
muktedir olamayışına dair bir itiraf mevcuttur; akıl daha çok Allah'ın gerçekte
yaratmış olduğu şeyi incelemelidir. Böylece el-Eş'ârî'nin kader doktrinine
karşı çıkışı esas itibariyle dinî ve Mutezilenin hümanizmine reaksiyon olmada
ise te-istiktir (vahiyden sarf-ı nazarla Allah'a olan itikat).
·
(4) Öyleyse, her iki
taraf lehinde de bir hakikat mevcuttur, fakat ikisi de iddialarının ilk
olduğunda mübalağa etmektedirler. Münakaşa esnasında her iki taraf ta diğerinin
görüşlerindeki hakikati itiraf etmişlerdir.
·
(a)
İhtiyari fiillerle cebir altında yapılan fiiller arasındaki fark, kader
muhalifleri tarafından bile kabul edilmek zorunda kalmıştır. İkinci asrın ilk
yıllarındaki Monizm mensubu (her şeyin bir tek kaynaktan yaratıldığına inanan
doktrin, vahdaniyetçi) Cehmiye bu ayırımı inkâra yeltenmişti, fakat bu döndörcü
asırda yaşayan el-Bakillâni'nin zamanına doğru ehl-i sünnetin hareket noktası
durumuna gelmiştir. İslam'ın Batı'daki yaygın olan tasavvuruna rağmen, ki bu
tasavvur ve anlayışın popüler İslam görüşlerince desteklenmiş olduğu görünür,
İslam'ın büyük ehl-i sünnet kelamcıları asla katıksız determinizm
mensubu değillerdi. Aksine bunlar, her iki taraf arasında dengeyi sağlamaya
gayret gösteriyorlardı, hatta hümanistik Batı'ya karşı teraziyi determinizm lehine ağır bastırmış görünüyorlardı bile.
·
(b)
Kesb yahut iktisab terimi, genellikle insanın ihtiyari fiillerine olan
mukarenetinî anlatmak için kullanılır olmuştur. Bu, hususi bir teknik anlamda
kullanılmış olan genel bir ibaredir ve bunu "kazanmak", "mal
etmek" yahut "bir kimsenin bir şeyi kendine ait kılması"
şeklinde karşılık verilebilir. İnsanın ister dünyevi mahkemeler önünde isterse
kıyamet gününde fiillerinden sorumlu olması hakkında herhangi bir mesele
yoktur. Maamafih bunların insanın Allah'a tam bağlılığına uygun olması lazım
geleni hariç, metafizik durumları açık bir şekilde belirlenmemişti. Kesb
kelimesi teknik anlamda muhtemelen ilk olarak Dırar tarafından kullanılmıştı.
Bu kelime gerçekte herhangi bir şey izah etmemekle birlikte bir mevki
kazanmıştır. Zira bu faydalı ve düşünceye yenilik veren kelime idi ve ihtiyar
ile cebir arasındaki farkı muhafaza etmiştir. Bir kimsenin düşüncesifiziki
kudretlerin terimlerinde (mecazi olarak) bulunduğu
müddetçe bu güçlüğün halli katiyyen mümkün değildir; el-Eş'ârî’nin beşeri
iradelerin mukarenetine dayanarak (elde ettiği) kıyasları oldukça ümit verici
fakat çok az iltifat görmüştü.
·
(c)
Allah'ın ve insanın, beşeri fiillere olan (taallükleri) mukarenetleri böylece
ayrı idi. Allah yaratmış ve insan "kazanmıştır". Maamafih (halik ve
kasib) isimlerinin verilmesi bu ayrılığın yahut ilginin herhangi bir kesin
beyanının var olduğuna delâlet etmemektedir. Bu iki gerçekten her ikisi de
tabiatıyla telif edilmeksizin derhal kabul edilmiş olmalıydı. Fakat el-Eş'ârî
Allah bir insanın fiilini yarattığında beşeri failin .durumunda olduğu gibi, bu
fiilin faili olması itibariyle Allah'a isnad olunmasının zaruri olmadığını
idrak etmişti..
·
(d)
Münaşakalar döneminde insanın fiil yapacak kudreti fevkalade analize
ediliyordu, fakat fiillerin haricî ve zihnî safhaları arasındaki farkın idrak
edilmesine doğru bir ilerlemenin olmasına rağmen el-Eş'ârî'nin zamanında açık
ve umumiyetle kabul edilmiş neticeler yoktu. Aynı zamanda insan fiilinin
atomistik tarifine yönelik bir hareket mevcuttu fakat bu şüpheci analizlerden
daha çok umumi mülahaza ve tedkikattan dolayı idi.
·
(5) el-Eş'ârî hakkında
bazı tuhaf yanlış düşüncelerin olduğu görülür. O'ndan çoğu kez kesb doktrininin
mucidi olarak bahsedilir ve onun pozisyonu bu ve diğer hususlarda orta yol (via
media) olarak beyan edilir, fakat gerçekte ise onun yazılarında bu görüşlerin
hiçbir delili yoktur, daha çok bu tür iddiaların aksi delilleri mevcuttur.
·
Kesbin teknik kavramı, el-Eş’ârî'den önceki
yüzyılda daha çok istimal olunmaktaydı. Bizzat kendisinin bu terimi çok az
kullandığı görülür ve bu mesele hakkındaki orta yolun (ki bu kesbin kader ve
cebir yahut katıksız determinizm arasında bir orta yol
olduğu iddiasından ibarettir) Ebu Ha-nife'nin muakkiplerince kendilerine ait
olduğu iddia edilmiştir. el-Eş'ârî'nin ölümünden
sonraki bir zamana kadar talebeleri tarafından yapılmış bu tür bir iddia mevcut
değildi.
Netice olarak bunlar
müzakereler esnasında münakaşa edilmiş olan esas ahval ve konumlardır; fakat
düşünmeyi gerektiren daha ileri bir mesele vardır.
İlk müslüman kelâmcıların
emekle meydana getirdikleri. eserlerin esasını teşkil
eden şey ittifak ve insicamın bütün çatısının üzerine dayanmış olduğu son
derece sabit bir karar gibi hemen hemen temel bir düşüncedir. Bu temel düşünce,
insanın hadisat ve ahval karşısında güçsüzlüğü hayatının kendisinden başka bir
şey tarafından, onun hakkında takdir olunması ve her ne olursa olsun, bir
başkasına bağımlı olması düşüncesidir. Zorunlu (primary) yahut icbari bilgi ile
arazî (secondery) yahut mükteseb bilginin arasını ayırırken Gaylan'ın hiç
kimsenin elde.etmekten kaçınamayacağı zorunlu bilginin
alemin ve beşer hayatının içinde bulunduğu bu bilgilerin muhdes olduğunu
insanların kendi mahsulü olmayıp başka dirilerinin mahsulü olduğunu beyan
etmesi rast-gele değildir.(l) Alemin "hadis" oluşuna dair aynı
düşüncenin daha sonraki müslüma.nların Allah'ın varlığını isbat için ileri
sürdükleri burhanların kaziyesi olması da tesadüfi değildir; bundan hareketle
onlar bir muhdisin var olduğunu ve bir tek olduğunu isbat etme gayesini
güderler. Öyleyse bu determine olma anlamı, bir başkasının
ellerinde pasif olma duygusu şuurlarda yerleşen ve dahası kendilerine İslâm
gelmiş olan Orta Doğu halkında gayri-şuûrhi bir şekilde bulunan bir düşünce
idi. İnsan bu modern endüstri çağında kendi güçsüzlüğünden dolayı büyük bir
makinenin çarkının bir dişi olma anlamında aynı şeye maruz kalmıştır; fakat
bunun Hz. Muhammed'in mensubu olduğu Arapiar'da ve komşularında olduğu gibi
insanın deruhi varlığına nüfuz etmiş bulunan mutlak cebircilik duygusunun
yerleşmesinden önce nice nesiller geçmiş olmalı, belki de bin yıl almış olmalı.
İslâm öncesi dönemlerde
bu derin temel duygu sanki Zaman ve Kader'in bir karışımı olan dehr tarafından
her şeyin kontrol edildiği şeklindeki görüşte ifadesini bulmuştur. Burada
insanın söyleyebileceği şey, genel tutumun katıksız bir fatalizm olmaktan
ziyade hafifletilmiş bir fatalizm olduğunun denebileceğidir. İnsan, hayatın
günden güne devam eden mutad işlerinde kendisi için hayırlı görünen tarzda
hareket edebilirdi, fakat yaptığı şey, kesin neticeye tesir etmekten uzaktı.
İnsanın ölüm zamanı saadeti yahut şekaveti artık yazılmış durumda idi ve
gücünün yettiği kadar gayret etse de kaçınılmaz olan kaderi, yolundan bir kıl
payı kadar dahi saptıramazdı.
Mübhem olarak belirlenen bu
fatalistik felsefe bizzat tamamen istilacı duygu değil, bilakis hususi bir
dönemde içerisinde ifadesini bulmuş olduğu akli bir usuldü. Fatalistik davranış
içerisine dehrin umumiyetle insanın ikbali yahut şanssızlığından tamamen sarf-ı
nazar ettiği ve deh-< rin işlevlerinin bazı şanslı-kimseler için avantaj
olabilirken diğer birçoklarının tanı aksine oldukları şeklinde ileri bir
düşünce dahil edilir. Öyleyse Hz. Muhammed'in başarısı,
tek nokta-i nazardan insan hayatını kontrol eden kuvve halindeki itikadın
(confidence) bir yenilenmesi olarak değerlendirilebilir. Kur'an insanın hayat
kavramlarını red-detmeyip bunu daha bir samimiyetle kabullenir, fakat yeni ve
devrimci bir anlayış ortaya koyar. İnsan hayatı gayr-i müşahhas şuursuz zaman
tarafından değil, bilakis Allah tarafından takdir olunur. Allah cebbardır; O,
kendisine isyan edenlere ve düşmanlarına karşı çetindir; fakat esas itibariyle
adil ve doğrudur. Enbiya ve rasullerini, bilhassa Hz. Muhammedi göndermek
suretiyle insana ebedi saadeti elde etme şansını vermiştir.
O, istikameti doğru olan
kimselere imdadı ve hidayeti ile yardım etmeye hazırdır. Allah esirgeyici ve
bağışlayıcıdır. Onun için kişi kendisini tamamen Allah'a teslime hazır olursa,
hayatının akıbetine emniyetle bakabilir.
Kur'ani tutumun hayata karşı
olan tesirinin neticeleri fatalistik-olan kimseye karışık gelir. Birincisi
İkincisini tamamen defetmez. Hz. Muhammed eski bağımlılık anlayışını
değiştirmede geniş çapta başarılı olmuştur. Değişiklik gerçekten zahiren tam
idi ve herkesin zahiri ifadesine göre Allah tanınmıştı. Fakat fatalizm oldukça
kökleştirilmişti (ve belki şöylece ilave edebiliriz: Fatalizm iklim tarafından
sebebiyet verilen ataletin adamakıllı meş-rulaştırılması, makui hale
getirilmesi idi) bu yüzden tamamen kökünden sökülmüş olmalıydı. Bu iş önceleri
gizli yürüdü daha sonraları ise Hadisler dahilinde yeni ve mü-rekkeb
neticeler ihdas etmek suretiyle devam etti. Az sayıda müslümanın birçok
hadislerin fatalistik öğretisi ile Kur'an'ın antifatalistik öğretisi arasındaki
tezadın nasıl olup da farkına varmış oldukları ilginçtir. İnsanları, uzun
müddet determinizmi müdafaya sevketmede önceden
bulunan şey İslâmi bir unsur olmaktan ziyade açıkça İslâm öncesi unsur idi ve
zamanla müslümanların görüşleri mantıken gerektiğinden daha çok deterministik
hal aldığı görünmektedir. Bazılarının ilaç almayı reddetmelerinde olduğu gibi
fatalizmin izleri müslümanların tatbikatında bile bulunmaktadır.
Bu noktada müslümanların
ittifakı yahut fikir birliği demek olan icma doktrininin fatalistik düşünce ve
uygulamalarda ısrar edilmesine yardım edip etmediğini sormak uygun görünür.
Muhtelif zamanlarda fikirlerine itibar edilen kimseler hakkında çeşitli
görüşlerinin olmasına rağmen kelâmcdârın meseleyi yeniden mütala etmeleri
durumunda icma bütün müslümanların ittifakı olarak alınıyordu. (2)
Şu halde bu icma anlayışının
İslam dünyasının bütün yeraltı fatalistik akımlarıyla kaynayan okyanusuna doğru
akması için (mevcut birikimin) savacaklarını derhal açtığı kabul edilebilir.
İslâm dünyasının bulunduğu yerde iyi öğrenim görmüş gerçek zahid müslümanların
sayısı az idi. Halbuki İslam öncesi eski batıl
itikatlara hâlâ bağlı kalan yarı muhtedi kimseler çoktu. İcmaın bu tür tasdiki
gerçek dine hıyanet etmek ve değerini evliya seviyesinden günahkâr vasatına
doğru düşürmek değil midir? Yahut bu tefessüh muhtemelen sözde 'sahih"
hadisle.ri.n kabulü ve bunların vahyediimiş hakikat mertebesine yükseltilmesi
ile mi girmiştir,? (3)
Şüphesiz bu tür fikri mütalalar
tarihî realiteyi daha iyi anlamamıza yardım etmediği müddetçe değersizdir. Bu
iki mesele benzerdir ve bu hususta birbirlerine bağlıdırlar sahih Hadis
genellikle kabul edildiğinden icma tarafından teyid olunur. Maamafih işin
hakikati, icma ve sahih hadisler alamet olarak bu ölçüde sebep değillerdir.
İcma doktrini, olup bitenlerden dolayı kesinlikle takbih olunamaz. İcmaın
ıstılahi olarak vazolunuşu (ve kullanılışı) daha çok mevcut realiteleri kati
leşti rmey e hizmet etmiştir, insanın güçsüzlüğü düşüncesiyle İslam
fikriyatının tahakküm altına alınması gibi ferdî olan gayri şuuri
durumdan ziyade ırka bağlı durumdan kaynaklanan bu tür derin ve muğlak
düşünceler tabiatın devamlılık arzeden azim bir kudretine sahiptir. Bunların
kökü kazınamaz; bunlar devamlıdırlar, çünkü? içlerinde
birçok gerçeği ihtiva ederler, bunlar ancak değiştirilebilir yahut yükseltilebilirler.
Uzun zaman dinî ilerleme bütün bir cemiyetin ilerlemesi şeklinde olmuştur;
fertler ister kendi ister sonra gelen nesillerde olsun ancak cemiyet üzerindeki
tesir ölçülerine göre kıymet kazanırlar.
Hz. Muhammed salla'llâhü aleyhi
ve sellem bu takdir edilmiş olma duygusunun gerçekten önemli bir değişimini
sağlamıştır. Zamanın birer oyuncağı olduklarına inanmış kimseler şimdi Rahman
ve Rahim olan Allah'ın kulları olduklarına inanmışlar (yahut en azından
inandıklarını iddia etmişlerdir). Hiç şüphesiz, Arap imparatorluğunun yayılma
saikleri, kökleşmiş olan uyuşukluğu yıkmaya yardım etmiştir. Fakat tedricen
bertaraf edilmiş bulunan birçok mütebaki faktörler mevcuttu. Hz. Muhammed yine
de bir dereceye kadar bizzat eski düşüncelerin tesiri altında idi; onun Rab ile
olan ünsiyet tecrübelerini elde etmemiş kimseler ne kadardır? Allah'ın adil
oluşu düşüncesi Kur’an’da şüphesiz vardır; fakat derin ve ebedî kudretin
kaynaklarına kâfi derecede değinmemiş ve kaderci duygunun gücünü değiştirmeye
müessir değildi. Şayet Eş'ari. veya diğer bir büyük
sima, adaleti öğütlemiş olsaydı herşey değişiKolacaktı,
Fakat bu, Allah'ın hikmetinde
böyle olmayacaktı. İslâm'ın hücceti Allah'ın yüceliği ve hakimiyeti
idi ve böy-ledir. Batının kendi kendine yeten medeniyetinin geniş çapta ihtiyaç
duyduğu ürünü yani insannın bir şehadetidir.
Bu çalışma zamanımızda mevzu
olan meşelerden uzak, baştan sona kadar İslâm'ın özüne yöneltilmiştir. Bununla
beraber bu ifade ile anlatılması gereken şeyde bir bakıma biraz mübhemiyet
vardır. İslam'ın esas olarak müslümanlar tarafından söylenen, düşünülen ve
yapılmakta olan ve özellikle şu anda söyledikleri bütün tarihî olayların bir
yekûnü olduğu söylenebilirdi,
Bu anlamda esas Islâm, siyasî,
dinî ve İdarî şahısların tatbik etmek zorunda kaldığı mevcut hayat ve
düşüncenin genel hususiyetlerinden ibarettir. Diğer taraftan Islâm'ın bu
şekilde anlaşılması belli hususlarda sathi kalmaktadır ve insanların
hayatındaki bütün hadiseleri meydana getiren itici güç yahut manevi enerji olan
keyfiyet ile bu manevi enerjiden etkilenen ırkların ahvali ve tabiatı demek
olan madde arasını ayırdetmede başarısız kalır. Hz. Muhammed'in Risalete ait
beyanının ve bundan neşet eden manevi kudretinin İslam'ın özü olarak alınması
oldukça semereli görünür.
Müslüman olanlar arasında daha
çok fatalizm vardır. Fakat fiili yapacak ve günahtan kaçınacak kudret için
gerçek dinî anlamda Allah'a olan bağımlılığa dair sık sık verilen beyana
rağmen, Kutanla dayalı olan esas İslâm'da fatalizm
büyük.^baJla-xeddediİİ£. Kesin bir şekilde ifade determinizm yahut insan hayatının
kişiye ta yok olduğu andan itibaren takdir olunduğu yolundaki inanç Hz. Mu-hammed'in "basiretinden" bir cüz değil
bilakis geçmişin kuvvetli ve müessir bir özelliği; Allah hakkındaki risaletine
ait isbatın bir cüzü olmayıp bilakis İslam'ın üzerinde yükseldiği kültür ve
medeniyetin temeli üzerine kurulan bir şeydir. Ne varki yeni dinî mesaj
tarafından istilzam edilmiş olduğu gibi içine katılan determinizm
yüzünden sıkı ilişkiden dolayı mukaddes duruma gelmiştir öyleki İslam ve
determinizm İkilisi artık muhtemelen gayr-ı munfasıldır. Maamafih İslâm ve
Hristiyanlık dinleri arasındaki farktan dolayı, İslâm aleminin
medeniyeti ile kısmen Hristiyan olan hümanistik Batı arasındaki farkı
karıştırmayalım.
NOTLAR
(Kısaltmalar İçin
Bibliyografyaya Bakınız)
BÖLÜM vıı
·
1. Mak
136.
·
2.
Yukarıda geçti s. 157; krş. Goldziher, Vorlesungen 2, 53.
·
3.
-Bazıları Sünneti Kur'an'ın üstünde bile tutmuştur. (Mak.
608. 1.12)
BİBLİYOGRAFYA
(Notlardaki
referanslar burada zikredilen baskılara aittir. Genel mahiyetteki eserler,
müracaat durumu hariç tasnif olunmazlar. Aşağıdaki eserler bazın müellifin adı
anılmaksızın kitabın ismi ile (yahut kısaltması ile) zikredilir;
Beyân.....bkz.
et-Tahavi
Fark....el-Bağdâdi,
Fıkh-ı Ekber (I ve II).........Ebu Hanife
İbane..
El-Eş'ari
İntişar... el-Hayyât.
Mak. Yahut Makâlât.... el-Eş'ari
Milel... eş-Şehristani
Münye... Ibnu'l-Murtaza
Şerh yahut Şerhu'l-Fıkhi’i
Ekber......el-Maturidi
Tenbih... el-Malati
K. Kur’an'ın kısaltması olarak
kullanılır.
ARAPÇA ESERLER
el-Eşari:
İbane= K.el-İbâne an Usûlî'd-Diyane, Haydarabad 1321 (el-Maturidi'ye nisbet
olunan eserlerle bir arada)
-İbane Tercümesi Dr. VValter
Klein, New Haven 1940.
K. Lum'a: Bir bölüm J.Hell
tarafından Almâncaya Von Mu-hammed bis Ghazhali isimli eserde Q.V. tercüme
olunmuştur.
Makâlât=: K.
MakalatiJ-İslamiyyin ve'htilâfi'l-Musallin Ritter tarafından neşredilmiştir.
İstanbul 1929. (sayfa takibi ile iki cilt halinde; 1933'te de bir indexi
basılmıştır)
el-Bağdâdi:
Fark=K.el-Fark Beyne'l-Fırak ve'l Beyani'l Fir-kat'un-Naciye min hum, Muhammed
Bedr neşr. Kahire 1328.
Frak'ın İslâm Mezhepleri ve
Fırkaları (Müslim Schismes and sects) adı.altında
ikinci yarısının tercümesi Dr. Abraham S. Halkin, Tel-Aviv 1935.
Muhtasaru K.el-Fark
beyne'l-Fırak, Abdurrezzak er-Res'aninin ihtisarı Dr. Philip K. Hitti neşri
Kahire, 1924.
Usûl= K. Uslüd-Din, İstanbul
1346/1928
el-Buhari
el-Câmiu's Sahih, Krehl ve Jujnboll nşr. Leyden, 1862-1908 ("Le Recueil
de-Traditions Mahometanes, el-Buhari tarafından yazılmış")
(Referanslar "Kitap"
ve "Bâb"a göredir; bazan cilt ve sayfaya göre de yapılmıştır)
ibn Hacer el-Askalâni:
Tehzibu't-Tehzib, Haydarabad 1325-7.
Ebu Hanif'e (ona nisbet edilen)
Fıkh-ı Ekber I; metin el-Maturidi'ye nisbet olunan şerhu'l-Fıkhi'l-Ekber'e
konulmuştur.
Fıkh-ı Ekber II, Metin 1321'de
Haydarabad'da basılan bir ciltte şerhle birlikte basılmıştır.
K.el-Vasiyye; metin adı geçen
ciltte şerhle birlikte de basılmıştır.
Bu üç eserin tercümesi
VVensinck tarafından "Müslim Creed" adlı eşerde mevcuttur.
ibn Hazm: Fisal = K. el-Fisal
fi'l-Milel ve'l-Ehvâ ve'n-Nihal, Kahire 1317-27 (beş cilt halinde)
el-Hayyat:
lntisar= K.el-İntisâr ve'r-Reddü ala-İbni'r-Ravendi el-Mulhid H.S. Nyberg
tarafından neşredilmiştir. Kahire 1344/1925 ("Le
Livre de Triophe..."
İbn Hallîkân: Vefeyatu'l-A'yan,De Slone nşr, Paris 1842.
el
Harraz: k - el-Sidh Prof A.J. Arberry nşrv etere.
Oxford, 1937 (The Book of
Truthfulness")
Huşeyş: el-Makalât’a bkz. ve
krş. geçen bölüm 1,2.a.
el-Malâti:
Tenbih= K.et-Tenbih ve'r-Redd alâ ehli'l-Ehvâ ve'l- ■ Bida, Sven Dedering nşr.
Leizig 1936.
el-Maturidi:
(Kendisine isnad edilen) Şerhu'l-Fıkhi'l-Ekber Hay- . darabad 1321
(el-Eş'ari'nin İbane’si ve diğer çeşitli eserlerle birlikte Ebû Hanife adı
altında geçen eserlere bkz.)
İbnu'l-Murtaza: Munye - K.
el-Munye ve'l-Emel fi şerhi K-el- ' Milel ve'n-Nihal 'den Mutezile hakkındaki
bölüm.
T .W.
Arnold nşr. Leipzig 1902 ("ei-Mutezile" adı ilp).
Müslim: el-Câmuu's -Sahih,
İstanbul 1329-1334 vs. en-Nevbahti: K.el-Firaku's-Şia, H.Ritternşr, Leipzig
1931.
Kur'an: Dr. Richard Bell tere.
Edinburgh 1937. (bütün iktibaslar muhalif ifade edilen yerler hariç arada
sırada ufak tefek değişikliklerle bu tercümeden alınmıştır).
İbn Kuteybe el-İhtilâf
fi'l-Lafz ve'r-Reddu alâl-Cehmiyye ve'l-Muşebbihe M.Zahid el-Kevseri nşr.
Kahire, 1349. K.el-Meârif. Wüs-tenfeld nşr.
İbn Kutluboğa: Tâc'ut-Terâcim
fi Tabakâtil-Hanefiyye, Gustav Flûgel nşr, Leipzig 1862 ("Die Krone der
Lebensbeschreibung") eş-Şehristâni: Milel=K-el-Milel ve'n-Nihal, Rer.
VVİlliam Cürettin nşr. Londra, 1846 ("Book of Religious'and Philosophical
sects")
Mile! tercümesi,
Theodor Haarbrücker, Halle 1850 ("Religionspartheien und
Philosophen-Schulen") K. . Nihâyetu'l- ‘ ikdam fi İlmî'l-Kelâm, Alfred
Guillaume tere, ve nşr. Londra 1934.
et-Taberi.
Târihû’r-Rusul ve'l-Mulûk de Geoje nşr. Leyden 1879-1901.
el-Tahavi:
Beyânüs-Sünne ve'l-Cemaa M. Râgıb et-Tabbah el-Halebi nşr. Hateb 1344.
İbn Teymiye:
el-Akidetu'l-Hameviye; bunun bir kısmı Schre-iner'in Beitrâge'sinde
basılmıştır, 120 s. Timothy I, Doğu Suriye Kilisesi Patriği Apology, Wood
brooke Studies c. li’de A.Mİngana tarafından naşir ve tercümesi yapılmıştır.
Ebû Uzbe: Ravza= K.er-RavzatuT
-Behiyye fimâ beyne'l-Eş’ariyye ve'l-Maturidiye Haydarabad 1322. ibn
Ebi’l-Vefa: (Ab- . dulkâdir):
K.el-Cevâhiru'l-Mudie fi tabakâti’l Hanefiye, Haydarabad 1332.
SEÇİLMİŞ YENİ ESERLER
Becker C.H.:
. Christliche Polemik und Islâmische Dog-menbildung, Zeitschrift tür
Assyriologis'de XXVI (1911). 175-195: yine aynı kişinin Islamstudieninde I,
432-49.
Galland Henri: Essai sur les
mo'tazelites (ler Rationalistics de 1 İslam) Paris (1906) (Tarihsiz)
Goldziher, ignaz:
Muhammedanische Studien, Hallge, 1889-90 Vorlesungen über den Islâm, ikinci
baskı Dr. Franz Babinger tarafından tahkik olunmuş, Heidelberg 1925.
Die Zâhiriten ihr Lehrsystem
und ihre Geschichte, Leipzig 1884.
Guidi Michelangelo: La lotta
tra ('İslam e il Manicheismo, Roma, 1927.
Keli, Josefh: Von Mohammed bis
Ghazâli, Jena, 1915 (birinci bsk. İkinci bir tahkikli
baskısı da vardır). Muhteviyatı: Kur'an-ı Kerim’den
tercümeler, Fıkh-ı Ekber ll'nin tamamı. Tahâvi'nin akidesi, el-Eş’ari'nin
K.el-Lum'asından kısımlar Ebu'l-Leys es-Semerkandi'nin Esrâr'ı me
el-Gazzâli'nin giriş ve notlarla birlikte Bidâyetu'l-Hidâyesi.
Korten, Max: Die
philoşöphischen Systems der spekulatisen Theologen im İslam, Bonn, -1912.
Macdonald, Duncan B.: Development of Müslim Theology Ju-risprudence and
Constitutional Theory, New York 1903.
ei-Maturidi Makale, İ.A..III, s. 414.
von Mehrefn A.F.: Expose de la Râforme de l'islamisme Com-meneee.. par
al-Ash'ari.... Leyden 1870; Travaux de la İlle Session
du Congres International deş Orientalisteş St. Petersburg 1876, c.2 s. 167-332
(metnin bir kısmı ibn Asâkir'in ihtisarı ve tercümesi ile)
Nallino, Carlo A.: Sull' Origine del Nome dei Mu'taziliti Rivista degli
Studi Orientali'de VII (1916-18) s. 429-54.
Rapporti fra la Dogmatica
Mu'tezilita a quella degli Obâditi deli’ Africa settenrionale; a.e. s. 455-60.
Sul Nome di
"Oadariti" a.e., s. 461-6.
Nöideke Theodor: Arabs
(Ancient) Encyelopedia of Religion and
Nyberg, H.S.:
Al-Mu'tazila and al-Nazzâm İ.A.de makale (önemli)
Zum Kampf zwischen İslam und
Manichâismus,
OLZ'de XXXII (1929) s. 425-41;
yukarıda adı geçen Prof, Guidi tarafından yazılan bir tenkid çalışması.
Patton VValtei M: Ahmad b.
Hanbal and the Mihna, Leyden
Pines Salamon: Beitröge zur
Islamischen Atomenlehre Berlin, 1936
Pretzl. O.:
Die 'frühislamische Atomenlehre İslam XI: (1931), 117-30 Ritter eHelmut:
Muhammedanische Hâresiographen (phi-lologika III) İslam, XVIII (1930) s. 34.
Haşan al-Basri (Studien zur
Geschichte der Islamischen Frömmigkeit I) İslam'da XXI. «(1933)
1.83.
Schacht Joseph: Zur Geschichte
der Islamischen Dogmas İslam XXI (1933) 286-91 VVensinck tahkiki The Müslim
Creed, Ta-havi'nin akidesi ile yapılan bir müzakere ile beraber.
Schrameier W.L.: Uber den Fatalismus der vorislamischen • Araber, I,
Einleitung, (Leipziger Promotionsschrift) Bonn, 1881.
Schreiner, Martin: Beitrâge zur
Geschichte der theologischen Bemegungen im İslam Leipzig 1899
("Separatdruck" ZDGM'den, 52 ve 53 ayrı sayfa halinde)
Zur Geschichte des
As'aritenthums, Actes du Vlll'e Congres International des Orientalistes (1889)
Bölüm II, kısım I, s. 77-117 Leyden, 1893.
Smith, Margaret: An Early My of
Bağhadad (Haris b. Esed el-Muhasibi'nin hayatı ve yetişmesi ile ilgili bir
çalışma) Londra, 1935.
Spitta, VVilhelm: Zur
Geschichte Abu'l Haşan al-As'ari's Leipzig 1876 (Güzel bir eser).
Steiner, Heinrich: Die
Mu'taziliten öder die Freidenker im İslam: ein Beitrag zur allgemeinen
Culturges chichte Leipzig 1865 (tarihsiz).
Strothmann R.:
Islamische Konfersion skunde und das Sek-tenbuch des As'ari İslam XIX. (1931),
193-242.
Subhan, Abdus: Al-Jahm b.
Safvvan and his Philosophy,
Islamic Culture XI (1937), 221
-227.
Thomson VVİlliam: Al-Ashari and
his al-lbânah, The Muşlim VVorld XXXII (1942) 242-260; Dr. Klein'ın tahkikinin
tercümesi ve bir müzakere.
Watt. W.M. The Origine of the
Islamic Doctorine of Ac-quisition, journal of the Royal Asisatic Society
(1943).
VVelIhausen ' Juiius: Die
religiös-Politischen Op-positionsparteism im alten İslam, Berlin, 1901.
VVensinck A.J: The Müslim Creed
Cambridge 1932.
Al-Murdji'a İ.A.de makale.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar