OSMANLILAR'DA TASAVVUF
Anadolu'da Sûfîler, Devlet ve Ulemâ (XVI. Yüzyıl)
Dr. REŞAT ÖNGÖREN
Önsöz
Anadolu'nun İslâmlaşmasında önemli etkileri olan tasavvuf ehlinin, toplumun içinde bulunduğu durum ve şartlara göre hareket ettiği bilinmektedir. Bu çerçevede, Osmanlı'nm kuruluşu sırasında mutasavvıfların önemli roller üstlendikleri; fetihler sırasında orduların öncü birlikleri gibi çalışıp, askerin maneviyatını yükseltmek için gayret gösterirlerken, fetih sonrasında kazanılan toprakların imarı ve halkının müslümanlaşması için çaba sarfettikleri, nizam ve otoritenin tam tesis edildiği zamanlarda ise, tekkelerinde yetiştirdikleri kâmil insanlar vasıtasıyla, Hz. Peygamber döneminin iman tazeliğini yeniden yaşatma gayreti içerisine girdikleri görülür. Sûfîlerce benimsenen bu prensibin, XVI. yüzyıl gibi Osmanlı'nın maddî güç ve imkân bakımından ihtişam devrini yaşadığı dönemde de geçerliliğini muhâfaza ettiği, yapılan araştırmalarla ortaya çıkmış bulunmaktadır.
Bu çalışmada zaman olarak, XVI. yüzyılın başından Kanûnî Sultan Süleyman devrinin sonuna kadarki altmış altı yıllık (15001566) dönem, coğrafî sınır olarak da bugün sınırları belli olan Anadolu'nun, mezkûr asırda Osmanlı Devleti idaresine giren bölgeleri esas alınmış, bunlara pâyitaht İstanbul'un Rumeli yakası da ilâve edilmiştir. Muhteva olarak ise
sadece Sünnî kimliği ile tanınan tarikatların faaliyetleri üzerinde durulmuştur. Bu sebeple Kalenderîler'e, Şiî Safevî Devleti adına çalışan Kızılbaşlar'a, HurûfîŞiî tesirler altında bulunan Bektaşîler'e yer verilmemiştir. Meslekîtasavvufî bir grup olan Ahîler de, klasik mânada tarikat tasniflerine uymadığı için söz konusu edilmemiştir.
XVI. yüzyıl, ilk bakışta tasavvuf tarihi açısından çelişkilerle dolu bir zaman dilimi olarak karşımıza çıkar. Zira bu dönemi anlatan kaynaklarda, bir taraftan Osmanlı padişahlarının sûfî dostu oldukları vurgulanırken, diğer taraftan da üç tarikat şeyhinin devlet tarafından idam edildiği kaydedilir. Yine, devrin ileri gelen simalarından Ibn Kemal, Ebüssuûd Efendi gibi şeyhülislâmlık makamına kadar yükselmiş şahsiyetleri bazı kaynaklarda sûfî düşmanı oldukları belirtilirken, bazılarında da tarikat müntesibi olduklarından sözedilir. Çelişkili gibi görünen bu bilgiler sebebiyle pek çok araştırmacının bu dönemi tahlilde zorlandıkları, hatta çoğu zaman yanıldıkları görülmektedir. Bu araştırmayla, yeni bilgi ve belgelerin de ışığında çelişkiler önemli ölçüde bertaraf edilmeye çalışılmıştır. Ancak şu hususu da özellikle belirtmek gerekir ki, bazı konularla ilgili bilgiler yalnız mutasavvıfların kaleme aldığı eserlerde bulunup, diğer kaynaklarda olmadığı için bunları değişik kaynaklardaki biligilerle test etmek mümkün olmamıştır.
Bu araştırma 19911995 yılları arasında Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tasavvuf Bilim Dalı'na bağlı olarak, hazırlanan "XVI. Asırda Anadolu'da Tasavvuf' konulu doktora tezinin kısmen geliştirilmiş şeklinden ibarettir. Giriş bölümünde, XVI. yüzyıl öncesi Anadolu'nun tasavvufî durumu özetlenerek, XVI. asırda faaliyet gösteren tarikatların Anadolu'ya hangi dönemde geldikleri ya da bu topraklarda ne zaman vücut buldukları gösterilmeye çalışılmıştır. Birinci bölümde Anadolu'da tasavvuf kültürünü yayan tarikat mensuplarının faaliyetlerine yer verilmiş; özellikle şahıslar, kurumlar ve eserlerin teshiline çalışılmıştır. Bu arada yeri geldikçe mutasavvıfların tasavvuf kültürünü yayma metotlarına da işaret edilmiştir. İkinci bölümde devlet ricaliyle mutasavvıfların münasebetleri anlatılmış, özellikle, devlet büyüklerinin sûfîlere sağladığı imkânlar ve bu imkânlara karşılık sûfîlerin icrâ ettiği fonksiyonlar kaydedilmiştir. Ayrıca o dönemde meydana gelen bazı şeyhlerin idam edilme hadisesi, yeni bilgiler ve belgeler ışığında değerlendirilmiştir. Üçüncü bölümde ise tarikat şeyhleriyle ilmiye mensuplarının ilişkileri kaydedilmiştir. O dönem şeyhlerinin tasavvuf! muhitlerde oluşturdukları zâhirbâtm dengesine temas edildikten sonra, ulemânın tasavvufa rağbetinin sebepleri araştırılmıştır. Daha sonra ise mutasavvıflarla âlimler arasında ihtilâf konusu olan meseleler tartışılmış, bu hususta karşılıklı yazılmış risâlelerin yanı sıra, yeni bulunan bazı yazma eserlerin de desteğiyle, ihtilâfa sebep olan konuların ne şekilde neticelendiği gösterilmeye çalışılmıştır.
Burada şunu da belirtmek gerekir ki, bu çalışmada kaydedilen tekke ve zâviyelerden başka, neşredilmiş tahrir defterleri vb. kaynaklarda ve bu kaynaklar kullanılarak hazırlanan çalışmalarda, XVI. yüzyıl Anadolusu'nun muhtelif bölgelerinde onlarca zâviyenin daha olduğu görülmektedir. Bunların önemli bir kısmının Ahî zâviyeleri ve imaretlerden ibaret olduğu düşünülse bile, diğer bir kısmının tarikat zâviyeleri olduğu muhakkaktır. Ancak ait oldukları tarikatları, ya da içinde faaliyet gösteren şeyhleri tesbit edilemeyenler hakkında herhangi bir şey söylenememektedir.
Bu çalışmamın başından beri yakın alâkalarını esirgemeyen ve görüşmelerimiz sırasında ufuk açıcı muhtevalı konuşmalarıyla meselelere değişik perspektiften bakabilme kabiliyetini bana kazandırmaya çalışan hocam Prof. Dr. Mustafa Tahralı'ya teşekkürü bir borç bilirim. Ayrıca Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk, Prof. Dr. Mehmet îpşirli, Prof. Dr. H. Kâmil Yılmaz ve Prof. Dr. irfan Gündüz beylere, önemli tavsiyelerinin yanı sıra özel kütüphanesindeki bazı yazmaları istifademize sunma lutfunda bulunan Prof. Dr. İsmail E. Erünsal'a, yayından önce metni büyük bir titizlikle okuyup gerekli tavsiyelerde bulunan Prof. Dr. Mustafa Kara, Doç. Dr. Ş. Tufan Buzpınar ve Dr. Tahsin Özcan beylere, çalışmanın hazırlanmasında maddî imkânlar sunan TDV İslâm Araştırmaları Merkezi (ÎSAM) idaresine, çeşitli kaynaklardan yararlanmamı sağlayan İSAM kütüphane, dokümantasyon, satmalına ve fotokopi servisi elemanlarına, kitabın yayınını gerçekleştiren İz Yayıncılık idareci ve çalışanlarına, başta Himmet Taşkömür olmak üzere yardımlarını gördüğüm araştırmacı arkadaşlarıma teşekkür ederim. Bu çalışmamı hazırlarken fikirlerinden istifade ettiğim merhum hocam Yrd. Doç. Dr. Selçuk Eraydın'ı da rahmetle anıyorum.
Dr. Reşat ÖNGÖREN
Üsküdar, Temmuz 2000
GÎRÎŞ
Osmanlı Anadolusu'nda Tasavvuf (XVI. Yüzyıl Öncesi)
Selçuklular devrinde başladın Anadolu'nun Türkleşme ve İslâmlaşma sürecinin, Osmanlılar döneminde de hızlanarak devam ettiği bilinmektedir. Türkler'in Anadolu'ya yoğun bir şekilde yerleşmeye başlaması 1071 Malazgirt Savaşı'ndan sonra meydana gelmiştir. Bu tarihten XIV. yüzyıla kadar devam eden Türk göçleri, büyük çoğunlukla Mâverâünnehir, Hârizm, Horasan, Azerbaycan ve Arrân dolaylarından olmuş ve başlıca iki safhada gerçekleşmiştir. Birincisi, XIII. asrın başlarında Karahıtaylar'la Hârizmliler arasındaki mücadeleler sebebiyle Fergana'daki şehirlerin yaşanır olmaktan çıkması ve hemen hemen aynı dönemde Büyük Selçuklu Devleti'nin Hârizmliler tarafından yıkılması üzerine, bu bölgedeki halkın büyük çoğunluğunun Anadolu'ya gelmesi, İkincisi de Moğol istilâsı sebebiyle Cengiz'in orduları önünden kaçan Türkler'in Anadolu'ya sığınması. Özellikle bu iki safhada pek çok şeyh ve dervişin göç ettiği Anadolu'da tasavvufî faaliyetlerin temeli atılmıştır?
Anadolu'ya gelen bu dervişlere sahip çıkan Selçuklu hükümdarları, onların rahatça faaliyetlerine imkân tanıdılar. XIII. yüzyılda Anodolu'da faaliyet gösteren mutasavvıflar ara
1. Ahmet Yaşar Ocak, Babaîler îsyanı, İstanbul 1980, s. 3537.
smda, Konya'da, "vahdeti vücûd" düşüncesini sistemleştiren Muhyiddin İbnü'lArabî (ö. 638/1241), onun görüşlerini geniş çevreye yayan talebesi Sadreddin Konevî (ö. 673/1274), Fusûsü'lhikem'in ilk şârihi1 Müeyyidüddin Cendî (ö. 691 /1292[?]) ve Ekberiyye mektebinin önemli temsilcisi Saîdüddin Ferganî (ö. 699/1300), Mevleviyye'nin pîri Mevlânâ Celâleddîni Rûmî (ö. 672/1273), Sühreverdiyye'den Evhadüddin Kirmânî (ö. 634/1237), Kayseri ve Sivas'ta Kübreviyye ricâlinden Mirsâdü'libâd sahibi Şeyh Necmeddin Dâye (ö. 654/1256), Tokat'ta Leme'ât sahibi Fahreddîn Irâkı (ö. 688 [veya 709/130910]), Kırşehir ve dolaylarında Hacı Bektâşı Velî ve Yûnus Emre gibi şahsiyetler bulunmaktadır.2
Bu dönemde tasavvuf tarihi açısından önemli bir gelişme, Anadolu'da tasavvufî düşüncenin sistemleşip tarikatlaşmaya başlamasıdır.3 Anadolu'ya Mâverâünnehr'in, Hârizm'in Horasan ve diğer bölgelerin gelişmiş kültür çevrelerinden gelen şeyh ve dervişler içinde Yeseviyye mensubu kimseler olmakla birlikte,4 çoğunluğu vahdeti vücûd mektebi ile Sühreverdiyye ve Kübreviyye'ye mensup sûfîlerden oluşuyordu.5 Gerçi Kübreviyye ve Sühreverdiyye mensupları o zaman tarikatlarını Anadolu'da müesseseleştirip yaygınlaştıramamışlardı;6 ancak Sühreverdiyye, daha sonra XV. asrın ilk yarısında kurulan bir kolu; Zeyniyye7 vasıtasıyla, Kübreviyye de Yıldırım Bayezid'in damadı Buharalı Emir Sultan (Şemseddin Muhammed, ö. 833/1429) ve halifeleri yoluyla Anadolu'da XVI. yüzyıla kadar yaşayabilmiştir. Yeseviyye'nin ise XVI. asır Sünnî tarikatlar içerisinde izine rastlanmamaktadır.
Osmanlı Devleti'nin kuruluşu sırasında Anadolu şehirlerinde en etkili tarikatlar Mevleviyye ve Rifâiyye idi.8 Mevlânâ Celâleddîni Rûmî'ye (ö. 672/1273) nisbet edilen Mevlevîlik, Anadolu'da geniş muhite yayılmış ve günümüze kadar gelebilmiş tarikatlardandır. Rifâîlik de XIV. asrın ilk yıllarında Anadolu'da; İzmir, Bergama, Amasya dolaylarında ve diğer bölgelerde yayılmış9 ve Mevlevîlik gibi günümüze kadar gelmiştir. Ancak görebildiğimiz kaynaklarda, XVI. asrın 15001566 yılları arasında Anadolu'da faaliyet gösteren herhangi bir Rifâî şeyhi ve tekkesinden söz edildiğine rastlanmamıştır.
M. Fuad Köprülü, Osmanlı Devleti'nin kuruluş yıllarında Halvetiyye'nin de Anadolu'da önemli bir yere sahip olduğunu belirtiyor.10 Ancak bu tarikatın esas Anadolu'da geniş kitlelerce benimsenmesi, XV. asrın sonlarından itibaren Yahyâyı Şirvânî'nin halifeleri vasıtasıyla olmuştur.
XIII. asrın başlarında Anadolu'da Kâzerûniyye mensuplarına da rastlanmaktadır.11 Meşhur îranlı mutasavvıf Ebû îshak Kâzerûnî'ye (ö. 426/1034) nisbetle Kâzerûniyye veya îshâkıyye gibi isimlerle anıldığı gibi, Mürşidiyye diye de bilinen bu tarikatın,12 XIV ve XV. asırlarda da devam ettiği anlaşılmakla birlikte, XVI. yüzyılda Anadolu'da etkisini yitirdiği gözlenmektedir.
XVI. asır öncesi Anadolu'ya giren tarikatlardan Nakşibendiyye, ilk olarak XV. asrın başlarında Amasya'da kurulan bir tekke ile faaliyetine başlamışsa da,13 bu tarikatın Anadolu'ya yayılması, XV. asrın ikinci yarısında Kütahya'ya gelen Molla İlâhî (ö. 896/1491) ve halifesi Emîr Ahmed Buhârî'den (ö. 922/1516) sonra gerçekleşmiştir. Anadolu'ya dışarıdan gelen bir diğer tarikat Kadiriyye ise, ilk olarak XV. asrın ortalarında Eşrefoğlu Rûmî (ö. 874/146970) vasıtasıyla Osmanlı Anadolusu'na girmiş ve İznik'teki tekkede vefatından sonra makamına geçen halifesi Abdürrahim Tirsî (ö. 926/1520) eliyle XVI. asra ulaşmıştır.
Anadolu'da XV. yüzyılın ilk yarısında vücut bulan Bayramiyye ise, "Somuncu Baba" diye bilinen Hamîdüddin Aksarâyî'nin (ö. 815/1412) halifesi Hacı Bayrâmı Velî (ö. 8331430) ve müridleri vasıtasıyla Anadolu'ya yayılmıştır. Tarikatın pîri Hacı Bayram'dan sonra Şemsiyye, Melâmiyye ve Celvetiyye gibi üç büyük kola ayrılan bu tarikatın yanı sıra, Anadolu'da, XV. asrın ilk yarısında Lârende'ye (Karaman) gelip yerleşen Alâeddin Ali Semerkandî (ö. 860 veya 862/1458) tarafından Semerkandiyye tarikatının da kurulduğu görülmektedir.
Yukarıda zikredilen tarikatların yanı sıra Anadolu'da, Muhyiddin İbnü'lArabî'nin sistemleştirip geliştirdiği vahdeti vücûd anlayışı veya Ekberiyye mektebi de, önemli şahsiyetler vasıtasıyla devam edip günümüze kadar ulaşmıştır. Kili. asrın ikinci yarısında Dânişmend ülkesinin hâkimi Pervane Muînüçldin Süleyman (ö. 676/1278) uzun süre İbnü'lArabî'nin halifesi Sadreddin Konevî'ye talebe olmuş ve böylece fikirlerinden etkilendiği Ekberiyye mektebini himaye etmiştir. Sadreddin Konevî'nin talebelerinden yukarıda isimleri kaydedilen Müeyyidüddin Cendî, Saîdüddin Ferganî ve Fahreddin Irâkı, Pervâne Süleyman'ın Tokat'ta adlarına yaptırdığı medrese ve tekke vesilesiyle bu şehre yerleşmişlerdir.14
Ekberiyye mektebinin fikir hareketi daha sonra Fusûsü'lhikem şârihlerinden Dâvûdi Kayserî (ö. 751/1350) vasıtasıyla Osmanlı Devleti'nde de sürmüştür. İlk Osmanlı medresesine müderris olduğu bilinen Dâvûdi Kayseri, bu mektebe mensup mühim şahsiyetlerden biridir. Sadreddin Konevî'nin talebesi Abdurrezzâk Kâşânî'nin (ö. 729/1329) yanında yetişmiştir.15 Dâvûdi Kayseri'den sonra Osmanlı'da bu ekol ilk Osmanlı şeyhülislâmı olarak bilinen Molla Fenârî (ö. 834/1430), onun talebesi Kutbüddin İznikî (ö. 855/1451), Muhammediyye isimli meşhur eserin müellifi Yazıcızâde Mehmed Efendi (ö. 855/1451), Çelebi Halife diye bilinen Cemâl Halveti (ö. 899/149394) gibi ileri gelen âlimler eliyle XVI. asra ulaşmıştır.16
Anadolu'nun XVI. yüzyıl öncesi tasavvuf! durumunun özetlendiği bu bölümde, dinîtasavvufî cemaatlere de yer vermek gerekir, ilk olarak tarihçi Aşıkpaşazâde'nin dört ana grupta toplayarak kaydettiği bu cemaatler; "ahîyânı Rûm, gaziyânı Rûm, bâciyânı Rûm ve abdalânı Rûm" diye isimlendirilmektedir.17
"Anadolu ahîleri" anlamına gelen ahîyânı Rûm, meslekîtasavvufî bir zümreyi ifade etmektedir. XIII. asrın ikinci yarısından XIV. asra kadar Anadolu'da birtakım büyük devlet erkânının, kadıların, müderrislerin, büyük tâcirlerin, muhtelif tarikatlara mensup şeyhlerin bir ahî kuruluşu olan "fütüvvet teşkilâtı"na girdikleri görülmektedir.18 Ahilerin ileri gelenleri arasında Osman Gâzî'nin kayınpederi Şeyh Edebâlî'nin de olduğu bildirilmektedir.19 O dönemde bu teşkilâtın ne derece yaygın olduğu, îbn Battûta'nm "Ahiler bilâdı Rûm'da sakin Türkmen akvâmmm her vilâyet, belde ve karyesinde mevcuttur"20 ifadesinden açıkça anlaşılmaktadır.
Fütüvvet kurallarının birçok bakımdan, Sühreverdî'nin Avârifii'lmaârif indeki tasavvufî prensip ve kurallarla hemen hemen aynı olduğu görülen Ahilik,21 usul, âdâb ve erkânlarında dış görünüş itibariyle Rifâîler'den pek çok iktibasta bulunduğu gibi, muhtelif noktalardan Mevlevîlik,22 Bektaşîlik, Halvetîlik gibi tarikatlarla da ilgili olduğu anlaşılmaktadır.23
"Anadolu gazileri" demek olan gaziyânı Rûm'un bazı kaynaklarda "alpler" ve "alperenler" diye de anıldığı belirtilmektedir.24 Gölpmarlı'mn tesbitlerine göre bu teşkilât, fütüvvetin seyfî kolunu temsil etmektedir.25 Bu teşkilâta mensup Turgut Alp, Akça Koca, Konur Alp gibi mücahidler, etraflarmdaki pek çok müridle birlikte, bir yandan orduların savaş ruhunu hızlandırırken, bir yandan da mânevi yönleri sayesinde içtimai nizamı düzenlemeye çalışmışlardır.26
Bir diğer cemaat bâciyânı Rûm'un (Anadolu bacıları) ise, fütüvvet teşkilâtının kadınlar kolunu temsil ettiği belirtilmektedir. Nitekim Anadolu Ahiliğinin kurucusu olarak bilinen Ahi Evran Şeyh Nâsırüddin Mahmud'un zevcesi Fatma Bacı,27 bâciyânı Rûm'un lideri ve mürşidesi durumunda bulunuyordu.28 Bu teşkilâta bağlı bacılar, dinî ve kültürel faaliyetlerini bir tarikat disiplini ve metodu içinde sürdürmekteydiler.29
Dînîtasavvufî cemaatlerin dördüncüsü olan abdalânı Rûm ise, Türkmen kabileleri arasında faaliyet gösteren dervişlerin oluşturduğu bir teşkilâttır. Baba îlyas'a nisbetle Babaîler adı ile meşhur olmuştur. Abdal ve Baba ismini taşıyan bu dervişlere Horasan erenleri de denilmektedir.30 Bu zümre daha sonra, XIII. asrın ikinci yarısında vefat etmiş olan Hacı Bektâşı Velî'ye nisbet edilir olmuştur.31 Orhan Bey Bursa fethine katılan Abdal Mûsâ, Geyikli Baba ve Abdal Murad gibi sûfîlere Uludağ yamaçlarmda birer zâviye yaptırmış ve vakıflarını da tayin etmiştir ki, bunların hepsi XVII. yüzyılda bile faal durumdaydılar.32
BİRİNCİ BÖLÜM
Osmanlı Anadolusu'nda Tasavvuf Kültürünü Yayan Tarikatlar (XVI. Yüzyıl)
I
Halvetiyye
XVI. yüzyılda Anadolu'da faaliyet gösteren Sünnî tarikatların en etkilisi Halvetiyye tarikatıdır. Ebû Abdullah Sirâceddin Ömer b. Ekmeleddin Lahcî Halvetî (ö. 750/1349)33 tarafından İran'da kurulan bu tarikat, değişik bölgelere dağılan halifeleri vasıtasıyla pek geniş bir muhite yayılmış ve zamanla tarikatlar içinde en fazla kola sahip bulunan bir tarikat hüviyetini kazanmıştır. Halvetîliğin Anadolu'ya yayılışı ise, daha ziyade Seyyid Yahyâyı Şirvânî'nin (ö. 869/146465)34 halifeleri tarafından gerçekleştirilmiştir. Bu
nun yanı sıra özellikle Amasya ve civarındaki bir kısım Halvetîler'in de, Pîr İlyas Amâsî (ö. 837/143334) silsilesinden geldikleri görülmektedir. Pîr İlyas, Yahyâyı Şirvânî'nin de mürşidi olan Şeyh Sadreddîn'in yanında yetişmiştir. Bu sebeple tarikatın Anadolu'daki faaliyetleri anlatılırken, Yahyâyı Şirvânî koluna mensup sûfîlerin faaliyetine geçilmeden önce, Pîr İlyas koluna bağlı olanlar kaydedilecek, daha sonra Yahyâyı Şirvânî koluna geçilecektir. Bunlardan başka bir de, Anadolu'da faaliyet gösterdikleri anlaşılan ve kaynaklarda herhangi bir kola nisbet edilmeksizin yalnızca Halvetî oldukları belirtilen bir grup daha bulunmaktadır. Bunlardan bir bölümünün şeyhleri dahi belirtilmiyor. Bir kısmının da, her ne kadar tarihî açıdan çok zor gözükse de, Yahyâyı Şirvânî'nin önemli halifelerinden Alâeddin Rûmî'ye (Ali Halvetî, ö. 867/146263) nisbet edildiği görülmektedir. Bu grup da bölümün sonunda "Diğer Halvetîler" adı altında zikrolunacaktır.
· A) Pîr İlyas Kolu
Halvetîler'in daha çok Amasya ve civarında yayılmış olan bu kolu Anadolu'ya, yukarıda da kaydedildiği gibi Sadreddin Şirvânî'nin35 halifesi Gümüşlüoğlu (Gümüşlüzâde) sülâlesinden36 Pîr İlyas (ö. 837/143334)37 yoluyla gelmiştir. F. de Jong, Halvetiyye'nin Anadolu'ya ilk olarak II. Bayezid'in (ö. 1512) Amasya valiliği döneminde girdiğini ileri sürmekteyse de38
Halvetiyye
bu doğru değildir.39 Zira Halvetiyye, Köprülü'nün tesbitine göre XIII. asrın sonunda Niğde'de Ahi Yûsuf Halveti tarafından açılan bir zâviye ile Anadolu'ya girmiş olmasının yanı sıra,40 yukarıda adı geçen Pir îlyas vasıtasıyla da XV. asrın ilk yarısında Amasya'da yayılmıştır.41
Pir îlyas irşad faaliyetini Gümüşlüoğlu Tekkesi'nde sürdürmüştür. Halvetîler'e mahsus olarak Amasya'da yaptırılan ilk tekke burasıdır.42 Vefatına kadar burada irşad ile meşgul olan Pir îlyas'dan sonra makamına geçen halifesi, Nefehât Tercümesi ve Şekâik'te kaydedildiğine göre Zekeriyyâ Halvetî'dir. Şeyh Zekeriyyâ'dan sonra ise Pir İlyâs'm kızından torunu olan Abdurrahman Çelebi posta oturmuştur.43 Amasya Tarihi'nde ise Abdurrahman Çelebi'nin, Pir İlyas'm damadı ve halifesi olarak kendisinden sonra posta oturduğu ifade edilmektedir.44 Abdurrahman Çelebi'den sonra şeyhlik babadan oğula geçerek şu şekilde devam etmiştir: Abdurrahman Çelebi > oğlu Celâl Çelebi > oğlu Pir Hayreddin Hızır Çelebi > 890 (1485) senesinde Hızır Çelebi'nin torunlarından Sofu Üveys Çelebi > Şeyh Muhyiddin Mehmed Halveti > 993 (1585) yılma kadar Pir Üveys'in oğlu Abdurrahman Çelebi.45
Amasya'da Pir îlyas kolundan gelen Halvetîler'e mahsus bir başka tekke Çilehâne Tekkesi'dir. Bu tekkeyi 815 (1412) senesinde Osmanlı emirlerinden Yâkub Paşa, müftü Gümüşlüoğlu Abdurrahman Çelebi için yaptırıp vakfetmiştir. Abdurrahman Çelebi'den sonra devam eden silsile, aradaki yedi şeyhten sonra Kubah Çelebizâde Pir Muhyiddin Mehmed
Çelebi'ye ulaşmış, onun 921 (1515) yılma kadar hizmetinden sonra, makamına Buhârîzâde Pîr Mehmed Halveti geçmiştir. Bu zattan sonra ise silsile şöyle devam etmektedir: Şeyh Yâkub Halveti > Şeyh Abdurrahman Halveti > oğlu Şeyh İzzeddin Haşan Halveti > diğer oğlu meşhur âlimlerden Şeyh Hüsâmeddin Hüseyin Halveti. Bu silsile, Amasya'daki Halvetiyye tarikatı mensupları arasında "silsiletü'zzeheb" (altın silsile) olarak nitelendirilmiştir.46
Pîr îlyas kolunun Amasya ile sınırlı kalmadığı, çevresine de yayıldığı anlaşılmaktadır. Nitekim Halvetiyye'nin Cemâliyye kolunu kurmuş bulunan Çelebi Halife'nin mürşidlerinden ümmî şeyh Tâhiroğlu'nun, bir görüşe göre Pîr İlyas Halvetî'den hilâfet alıp Tokat'ta faaliyet gösterdiği kaydedilmektedir.47
Burada tamamlayıcı bilgi olarak, Amasya'da faaliyeti tesbit edildiği halde Halvetiyye'nin hangi koluna ait olduğu tesbit olunamayan tekkeleri de kaydetmek yararlı olur kanaatindeyim.
Amasya'da yukarıda kaydedilenlerden başka dört Halveti tekkesinin daha XVI. yüzyılda kurulduğu görülmektedir. Bunlar Şamlar Tekkesi, Şehre Küstü Tekkesi, Kuşbaz Tekkesi ve Hızır Paşa Tekkesi'dir. Şamlar Tekkesi, âyandan Hoca elHâc Sâlih Çelebi tarafından 951 (1544) yılında yaptırılmış ve vakıfları tanzim edilmiştir. Pek çok Halveti şeyhi burada hizmet etmiştir.48 Şehre Küstü Tekkesi, Pîr Sinan Halveti'nin (ö. 957/1550 civarı) müridleri tarafından yaptırılmıştır. Tekkenin ilk şeyhi Pîr Sinan olduğuna göre,49 burası şeyhin vefat tarihi olan 1550'lerden önce yapılmış olmalıdır. Pîr Sinan, vaazları esnasında Amasya Valisi Şehzade Sultan Mustafa hakkında bazı tenkidlere cesaret ettiğinden, şehzade tarafından vaaz ve nasihatten menedilmiş, vaaz meclislerine halkın gitmesi de yasaklanmıştı. Şeyh buna küsüp, yapmakta olduğu bütün vazifeleri bırakarak inzivaya çekilmiştir. Türbesi ikamet ettiği Şehre Küstü mahallesindedir.50 Şeyhin vefatından sonra makamına halifesi Derviş Ali Halveti geçmiş, bundan sonra ise Şeyh Ahmed Efendi posta oturmuştur.51 Kuşbaz Tekkesi de 961 (1554) yılında, Amasya'daki Halvetiyye şeyhlerinden Yâkub Efendi tarafından kurulmuş ve vakıfları tanzim olunmuştur. Vefat tarihini tesbit edemediğimiz Yâkub Efendi, ömrünün sonuna kadar bu tekkede irşad postuna oturmuş, ondan sonra ise Şeyh Abdurrahman Efendi> ikinci Yâkub Efendi > Şeyh Haşan Efendi faaliyet göstermişlerdir.52 Hızır Paşa Tekkesi ise beylerbeyilerden Hızır Paşa tarafından 971 (1564) senesinde, Kanûnî devrinin sonlarına doğru kurulmuş ve vakıfları da tanzim olunmuştur. Bu tekkenin ilk şeyhi "Molla Şeyh" diye meşhur olan îlyas Efendi'dir.53
Amasya'da XVI. asırdan önce kurulmuş olan Halveti tekkelerinden Çevikçe Tekkesi'nde, XVII. yüzyılın sonlarına kadar kimlerin şeyhlik yaptıkları bilinmiyor. Şeyh Şemseddin Mehmed Kırtâsî tarafından 831 (1428) yılında yaptırılan bu tekke, birçok defa harap olup tamir görmüştür. 1088 (1677) tarihinde yine harap bir vaziyette iken, Şeyh Süleyman Efendi burayı tamir ettirerek şeyhliğini de üzerine almıştır.54 871 (1467) senesinde kurulan diğer iki tekkeden birisi, Meydan Tekkesi'nde XVIII. yüzyılın başında şeyhlik makamında bulunan zatın Halvetiyye'den Seyyid Şeyh Ali Efendi (ö. 1113/1701) olduğu bilinmektedir. Ancak bu tekkede de daha önce kimlerin ve hangi tarikat mensuplarının hizmet ettiği kaydedilmemiştir.55 Aynı tarihte kurulmuş olan diğer tekke Sâdeddin Tekkesi'nde ise, en son 1260 (1844) yılında yıkılmadan önce şeyhlik yapan zat, Halvetîler'den Şeyh elHâc Müştâk Efendi idi. Buranın da daha önce hangi tarikat mensupları elinde bulunduğu belirtilmemektedir.56
· B) Yahyâyı Şirvânî Kolu
Tarikatta "ikinci pir" olarak kabul edilen Yahyâyı Şirvânî'den sonra Halvetiyye, klasik tasnife göre dört ana şubeye ayrılır. Bunlar kuruluş tarihlerine göre şu şekilde sıralanmaktadır: Dede Ömer Rûşenî (ö. 892/148687) tarafından kurulan Rûşeniyye, "Çelebi Halife" diye bilinen Cemal Halvetî'nin (ö. 899/149394) kurduğu Cemâliyye, "Yiğitbaşı" diye bilinen Ahmed Şemseddin b. îsâ Marmaravî (ö. 910/150405) tarafından kurulan Ahmediyye ve XVI. yüzyılın sonlarında vefat etmiş olan Şemseddin Ahmed Sivâsî'nin (ö. 1006/159798) kurduğu Şemsiyye.57 Ancak bunların Anadolu'daki faaliyetleri dikkate alındığında, sıralamada değişiklik yapmak gerekecektir. Bu dört şubeden başka bir de Yahyâyı Şirvânî'nin önemli halifelerinden Habib Karamânî yoluyla gelen Halvetîler'in olduğu görülmektedir. Bunların Anadolu'daki faaliyetleri Habib Karamânî Şubesi adı altında öncelikle anlatıldıktan sonra öteki şubelere geçilecektir. Buna göre Halvetiyye tarikatı şu şekilde tasnif olunacaktır:
· 1. Habib Karamânî Şubesi
· 2. Cemâliyye Şubesi
· a) Sünbüliyye
· b) Şâbâniyye
· 3. Ahmediyye Şubesi
Sinâniyye
· 4. Rûşeniyye Şubesi Gülşeniyye
· 5. Şemsiyye Şubesi
1. Habib Karamânî Şubesi: Halvetiyye'nin bu şubesi, Anadolu'ya Yahyâyı Şirvânî'nin ileri gelen halifelerinden Molla Habib Karamânî (ö. 902/149697) vasıtasıyla yayılmıştır. Önceleri ilim mesleğinde ilerleyen Habib Karamânî, Şerhti'lAkâid okumakta iken, şöhreti her tarafa yayılmış bulunan Yahyâyı Şirvânî'nin ziyaretine gitmiş ve bu ziyaret sırasında kendisine intisap ederek tam on iki sene hizmetinde bulunmuştur. Sülûkünü ikmalden sonra aldığı icâzetle memleketine dönen Molla Habib, Karaman'dan Aydm'a, Aydın'dan Rûm vilâyetine (Amasya, Sivas havalisi), oradan Ankara'ya Anadolu'nun birçok muhitini dolaşmış, bu arada Bayramî, Nakşî ve Zeynî şeyhleriyle sohbetler etmiştir.58 İskilip'te görüştüğü Bayramiyye şeyhi Yavsî Efendi'nin kızı Rukiyye Hatun ile evlendiği ve orada bir müddet kaldıktan sonra Amasya'ya gittiği kaydedilmektedir. İskilip'te kaldığı sırada cami, medrese, kütüphane gibi pek çok vakıf eserinin yanı sıra bir de zâviye kurduğu bilinmektedir;59 ancak kendisinden sonra bu zâviyede kimin faaliyet gösterdiği tesbit olunamamıştır.
a) Şeyh Dâvud (ö. 913/150708)
Habib Karamânî Anadolu'daki tarikat faaliyetlerini, irşadla görevlendirdiği halifeler vasıtasıyla daha da yaygınlaştırmıştı!. Bu halifelerden birisi Dâvud Halvetî'dir (ö. 913/150708). Mudurnulu olan Şeyh Dâvud, Bağdat'ta tahsil gördükten sonra Amasya'ya giderek Habib Karamânî'ye intisap etmiş, bir müddet sonra hilâfetle memleketi Mudurnu'ya gönderilmiştir.60 Tarikat ehli tarafından çok büyük rağbet gören Arapça ve Türkçe karışık manzum Gülşeni Tevhîd isimli bir eser kaleme alan şeyh, bu eserinde sülük dairelerinden "devâiri seb'a"yı açıklamıştır.61 Atâî'nin kaydından Şeyh Dâvud'un Beypazarı'nda da faaliyet gösterdiği anlaşılmaktadır. Daha sonra burada makamına oğlu Mehmed Efendi geçmiştir. Anadolu eyaletine62 bağlı Taraklı Yenicesi kasabasından Şeyh Sinan Efendi (ö. 977/156970) ise, Mehmed Efendi'nin yanında yetişerek Taraklı Yenicesi'ne bağlı Kara Burcuk köyündeki tekkede babasından sonra postnişin olmuştur. Bu tekkede daha önce Sinan Efendi'nin dedesi Bayram Dede, sonra da babası Şeyh Ahmed Efendi'nin faaliyet gösterdiği rivayet edilmektedir.63
·
b) Şeyh Seyyidüddin Ali (ö.
?)
Habib Karamânî'nin Amasya'da başlattığı irşad faaliyeti ise daha sonra buradaki halifeleri tarafından devam ettirilmiştir. Şeyh Karamânî, adı geçen şehirde Mehmed Paşa Tekkesi'nde faaliyet göstermişti. Şehzade Sultan Ahmed'in lalalığını yapmış olan, vezirlerden Hızırpaşazâde Mehmed Paşa'nm 890 (1485) yılında yaptırdığı bu tekkede Karamânî'nin vefatından sonra makamına halifesi "İmamzâde Seyfî" diye tanınan Şeyh Seyyidüddin Ali Halvetî64 geçmiştir. îmamzâde Seyfî'den sonra Habib Karamânî'nin oğlu Şeyh Haşan Efendi, ondan sonra da "Yamak Şeyh" diye meşhur olan Şeyh Mehmed Efendi irşad faaliyetlerini sürdürmüşlerdir. Mehmed Efendi 961 (1554) senesinde İstanbul'a gidince, yerine kardeşi Şeyh Ömer Efendi geçmiştir.65 Ayrıca Şeyh Karamânî'nin Amasya'da bir başka halifesi Hızır Amâsî vasıtasıyla yürüyen bir silsile, XVI. asrın ikinci yarısında Halvetiyye'nin ana kollarından olan Şemsiyye'ye vücut vermiştir.66 Bu kol üzerinde ileride ayrıca durulacaktır.
·
c) Cemal Halife
(Cemâleddin İshak Karamânî, ö. 933/152627)
Habib Karamânî'nin Karaman'da başlattığı irşad faaliyeti de, kendisinden sonra halifesi Cemâleddin İshak Karamânî tarafından devam ettirilmiştir. Halvetiyye'nin bu kolunu daha sonra İstanbul'a da yaymış bulunan Cemâleddin Efendi, kısaca "Cemal Halife" diye anılmaktadır. Tasavvuf yoluna girmeden önce zâhirî ilimleri tahsil etmiş olan Cemal Halife, bu sahada akranları arasında parmakla gösterilecek kadar ilerlemişti. Aynı zamanda hat sanatına da vâkıftı. Fâtih Sultan Mehmed'in kendisinden Kâfiye kitabını,67 II. Bayezid'in de sarf ve nahve dair kitapları istinsah etmesini istemiş olması,68 onun bu sahada da çok iyi olduğunu göstermektedir.69 Tefsir, hadis, edebiyat, gramer gibi muhtelif sahalarda eserler meydana getirmiş olan Cemal Halife'nin, diğer eserlerinin yanı sıra, tasavvufla ilgili de dört eseri tesbit edilmiştir. Bunlar Kırk Hadis Şerhi,70 Risale fîetvâri'ssülûk, vâiz Molla Arab'ın devrânı sûfiyye aleyhine yazdığı risâlesine reddiyye ve Vahdeti Vücûd Risalesi'dir.71 Bu sonuncusu Şeyhülislâm Mûsâ Kâzım Efendi tarafından tercüme edilmiştir.72
Zâhirî ilimleri ikmal edip sahasında belli bir yere geldikten sonra ilmiyye mesleğini terkettiği bildirilen Cemal Halife, memleketi Karaman'a giderek Habib Karamânî'ye intisap etmiş ve böylece tasavvuf yoluna girmiştir. Onun yanında kuvvetli riyâzet ve mücâhededen sonra irşad için icâzet aldı. Bir müddet Karaman'da kaldıktan sonra İstanbul'a geldi ve Vezîriâzam Pîrî Mehmed Paşa'nm (ö. 939/1532)73 kendisi için yaptırdığı zâviyeye yerleşti.74 Zeyrek'te bulunan bu zâviye kaynaklarda Cemâli Halife Tekkesi75 ya da Piri Paşa Zâviyesi diye geçtiği gibi,76 Soğukkuyu Camii şeklinde de geçmektedir.77 Daha doğrusu Ayvansarâyî'nin kaydettiği şekliyle burası zâviye olarak kullanılmak üzere yaptırılmış bir camidir.78 Daha sonra Cemal Halife'nin vefatını müteakip medreseye çevrilmiştir.79
Pîrî Mehmed Paşa, Cemal Halife için Zeyrek'teki zaviyeden başka bir de, sonradan Koruk Tekkesi80 diye anılacak olan Fâtih'deki dergâhı yaptırmıştır.81 Yapım tarihi 927 (1520) olan bu tekkede Cemal Halife'den sonra irşad postuna oğlu Şeyh Mehmed Emin Efendi (ö. 993/1585) oturmuştur.82 Aynı zamanda Nakşibendiyye'den de icâzeti bulunan Mehmed Emin Efendi,83 971 (156364) yılma kadar bu tekkede kalmış, daha sonra Nakşibendî dergâhı Emîr Buhârî Tekkesi'ne geçmiştir.84 Ondan boşalan şeyhlik makamına ise Şeyh Ali Kemâlî (ö. 1012/160304) oturmuştur.85
Bu iki tekkeden başka Cemal Halife'nin bir de Sütlüce'de tekkesi bulunduğu belirtilmektedir.86 Şeyh îshak Cemâleddin Karamânî Tekyesi adıyla kaydolunan bu tekke de87 bazı araştırmacılara göre, diğerleri gibi Sadrazam Pîrî Paşa tarafından yaptırılmıştır.88 Ayvansarâyî ise buranın Bâbüssaâde ağası89 Mahmud Ağa (ö. 957/1550) tarafından yaptırıldığını belirtmektedir.90 Adı geçen bu tekkede Cemal Halife'den sonra vasiyeti üzerine, halifetü'lhulefâsı "Şeyh Icâdî" diye meşhur olan Hayreddin Hızır Amâsî (ö. 976/156869) posta geçmiştir. Bir müddet burada faaliyet gösteren Şeyh Icâdî, sonra İstanbul'dan Amasya'ya giderek irşad faaliyetini orada sürdürmüştür.91 Şeyhin İstanbul'dan ne zaman ayrıldığı ve yerine kimi bıraktığı bilinmemektedir. Ancak Müstakimzâde'nin Ayasofya Camii'nde Hicrî 1000 senesinden sonra cuma vaizi olan meşâyihi kaydettiği eserinin derkenarından,92 Şeyh Îcâdî'den sonra silsilenin Şeyh Mehmed Hamîdî diye bir zâtla devam ettiği anlaşılmaktadır.
Cemal Halife, tekkede müridlerini eğitmenin yanı sıra, aynı zamanda tedris faaliyetinde de bulunuyordu.93 Halka vaaz etmesi ise irşad faaliyetinin bir parçasını oluşturmaktaydı. Çok defa ağlayarak nasihat ederdi. Şekâik müellifi Taşköprizâde onun hakkında şöyle diyor: "Cemâl Halife'nin vaaz esnasında hâlini gören pek çok fâsık tövbe etmiştir. Bir defasında gözlerimle gördüm, bir kâfir uzaktan onun sesini duydu ve mescide gelerek huzurunda müslüman oldu."94 Hicrî 933 yılında vefat eden Cemâl Halife, Sütlüce'deki tekkede yer alan türbesine defnedilmiştir.95 Vefatına "mâte zübdetü'levliya" cümlesi tarih düşürülen Cemal Halife'nin kabri, daha sonra II. Abdülhamid devrinde merasim ile Koruk Tekkesi'ne naklolunmuş ve üzerine türbe yapılmıştır.96
Cemal Halife'nin Konya'da faaliyet gösteren halifesi ise, Ezelîzâde Abdurrahman b. Ibrâhim Efendi'dir (ö. Zilhicce 972/Temmuz 1565). Konyah olan Ezelîzâde, önceleri edebî ilimlerle meşgul olup bu sahada belli bir mesafe katettikten sonra tasavvuf yolunu tercih ederek Şeyh Cemâl Efendi'nin hizmetine girmişti. Onun yanında sülûkünü tamamlayarak icâzet aldı ve uzun seneler Konya'da Sâhib Ata Zâviyesi'nde97 irşad ile meşgul oldu. Halk kendisinden, hem zâhirî, hem de mânevi ilimler bakımandan istifade etmekteydi. Bahrü'lulûm isminde bir de tefsiri bulunan Ezelîzâde, vaaz meclislerinde pek çok şüphe ve müşkili hallederdi. Cömertliği ile tanınan şeyh, ömrü boyunca hiç maaş ve sadaka kabul etmemiştir.98
Ezelîzâde'den sonra posta Vişne Efendi, ondan sonra da Yayabaşızâde Hızır Efendi oturmuştur.99
Cemal Halife'nin Şeyh Abdülkerim (ö. ?) isimli Tire'de de faaliyet gösteren bir halifesinin olduğu görülmektedir.100 Tireli olan bu zat memleketinde açtığı dergâhında (Abdülkerim Efendi Âsitânesi) müridlerini yetiştirmiştir. Bunlardan birisi Tireli Haydar b. Sâdullah Efendi'dir (ö. 974/156667). Haydar Efendi İlmiyeden olduğu halde tasavvuf mesleğini seçenlerdendir. Gölhisar'da yirmi akçe ile müderrislik yapmakta iken tedrisi bırakarak Abdülkerim Efendi'ye intisap etmiş ve sülûkünü tamamlamıştır. Buradan aldığı icâzetle yine memleketi Tire'de kurduğu tekkesinde uzun yıllar irşad faaliyetini sürdürdüğü rivayet edilmektedir. Ancak hangi tarihte icâzet alıp faaliyete başladığı bilinmemektedir.101
Abdülkerim Efendi'den sonra makamına "Kara Çelebi" diye bilinen Tireli Mehmed Efendi (ö. 965/155758) oturmuştur.102 Tasavvuf, kelâm ve fıkıh konularım ele aldığı Metâliu'lenvâr isimli hacimli eserinde Mehmed Efendi kendi tarikat silsilesini de kaydetmiştir.103 Onun aynı zamanda Yahyâyı Şirvânî'nin Virdü'ssettâr'im şerhettiği de belirtilmektedir.104 Bursalı Mehmed Tâhir'in ifadesine göre, Mehmed Efendi ömrünün sonlarını Aydın'da geçirmiştir.105
Atâî'nin Zeyli Şekâik'teki kaydına göre, Şeyh Ahmed b. Mahmûd Esam da (ö. 971/156364) sülûkünü Cemal Halife'nin yanında tamamlamıştır. Karaman'da (Lârende) dünyaya geldiği bildirilen Şeyh Ahmed Efendi, tasavvuf yoluna girmeden önce memleketinin âlimlerinden ilim tahsil etmiş, sonra ilmini ikmal etmek üzere İstanbul'a gelip Pîrî Paşazâde'nin dânişmendliğine kadar yükselmişti. Ancak bu sırada kendisine ârız olan sağırlık sebebiyle tedrisi yarıda bırakmak zorunda kalarak on beş akçe ile emekliye ayrılmıştır.106 Bununla birlikte irşad faaliyetlerinden geri kalmadığı; Cuma günleri Ahaveyn Mescidi'nde vaaz ve nasihat ettiği, çoğu günler de Fâtih Camii'nde hadis ve tefsir dersleri verdiği rivayet edilmektedir. Daha sonra vatanına geri dönen Ahmed Efendi, burada uzlete çekilerek ilim ve ibadetle meşgul olmuştur. İleride devlet ricâlimeşâyih ilişkileri anlatılırken de temas edileceği gibi, Kanûnî Sultan Süleyman'ın oğullarından Şehzade Bayezid büyük biraderi Selim ile 966 (1559) yılında Konya ovasında harbe tutuştuğunda, Şeyh Ahmed'e bin altın göndererek dua etmesini istemiş, ancak şeyh parayı ve talebi nazik bir şekilde reddetmiştir.107 Bu durumda onun İstanbul'dan memleketine 1559 senesinden önce gittiği anlaşılmaktadır.
Şeyh Ahmed'in Cemal Halife'ye ne zaman intisap ettiği bilinmemektedir. Ancak, hastalığı sebebiyle ilim yolunu bırakmak zorunda kaldığına göre, muhtemelen bundan sonra tasavvuf yoluna girmiş ve sülûkünü ikmal etmiş olmalıdır. Şeyh Ahmed, öyle anlaşılıyor ki sağırlığının da etkisiyle kendi başına yaşamayı seviyor, Halveti âyinlerine iştirak etmiyordu. Nitekim ona tarikatı sorulduğunda "Halvetiyiz, rakkas değiliz" diye cevap vermesi,108 bu duruma işaret etmektedir.
d) Nakkaş
Baba (ö. ?)
Habib Karamânî'nin İstanbul'da Cemal Halife'den başka faaliyet gösteren bir diğer halifesi Nakkaş Baha'dır. Üsküdar Tarihi'nde kaydedildiğine göre, Habib Karamânî'den irşad için icâzet almış olan Nakkaş Baba, Yavuz Sultan Selim'in Çaldıran zaferinde Tebriz'i aldıktan sonra getirdiği sanatkârlar arasında İstanbul'a gelmiştir.109 Şeyh Karamânî ile hangi tarihte ve nerede buluştuğu kaydedilmemektedir. Ancak Karamânî'nin 902 (149697) senesinde Amasya'da vefat ettiği dikkate alınırsa, onunla Anadolu'ya gelmeden önce buluştuğuna hükmedilebilir. Nakkaş Baba İstanbul'a geldikten sonra Üsküdar Kuzguncuk'ta boğaza ve İstanbul'a hâkim Nakkaştfepe'ye dergâhını kurarak irşad faaliyetine başlamıştır. Bununla birlikte, muhtemelen geçimini ve zâviye giderlerini temin için, ziraatle de meşgul oluyordu. Kabri Kuzguncuk'ta kendi adıyla anılan mezarlıktadır. Vefatından sonra zâviyesinde makamına oğlu Derviş Çelebi (ö. 968/1560) oturmuştur.110
Gelibolulu Mustafa Âlî'nin kaydından Derviş Çclebi'nin ziraatla meşgul olduğu anlaşılmaktaysa da, babasından sonra bir şeyh olarak faaliyet gösterdiğine dair işaret bulunmamaktadır.111 Daha sonra gelişen olaylar da onun bir tarikat şeyhi olarak faaliyet göstermediğine işaret etmektedir. Nitekim Kanûnî Sultan Süleyman ava çıktığı sırada bir ara kendisini ziyaret ettiğinde, padişaha arzettiği memûriyet talebi kabul edilince muhtelif memuriyetlerde bulunmuştur.112 968 senesinin sonlarında vefat ettiği belirtilen113 Derviş Çelebi'nin kabri, babası ve kardeşi Haydar Çelebi'nin yanındadır. Binası günümüze kadar gelemeyen zâviyede114 Derviş Çelebi ayrıldıktan sonra faaliyet gösterilip gösterilmediği tesbit olunamamıştır. Ancak Lemezât müellifi Hulvî'nin kaydına göre, 959 (155152) senesinden önce bir ara Merkez Efendi'nin emriyle, oğlu Ahmed Çelebi'nin bu tekkede faaliyet gösterdiği anlaşılmaktadır.115
2. Cemâliyye Şubesi (Çelebi Halife, ö. 8 9 9 / 1 4 9 3 9 4 ) Halvetiyye'nin ana şubelerinden olan Cemâliyye, adını kurucusu Cemâl Halvetî'den almaktadır. Cemâli Halveti, kazasker oğlu olması hasebiyle Çelebi Halife diye meşhur olmuştur.116 Âdâb ve erkânı bağlı bulunduğu Halvetiyye ile aynı olan bu şube,117 Cemâl Halvetî'den sonra birtakım kollara ayrılır. Bu kollardan ilk vücûda geleni, Şeyh Sünbül Sinan tarafından kurulmuş olan Sünbüliyye'dir. Daha sonra ise Şâbâniyye, Assâliyye, Bahşiyye ve Şernûbiyye kurulmuştur.118 Bunlardan Sünbüliyye ve Şâbâniyye'nin Anadolu'da tasavvuf kültürünü yayma faaliyetleri üzerinde ileride durulacaktır. Şernûbiyye XVI. asrın son çeyreğinde, Assâliyye ve Bahşiyye de XVI. asırdan sonra kurulduğu için üzerlerinde durulmayacaktır.
Cemâliyye'nin kurucusu Çelebi Halife, Aksaray'da dünyaya gelmiştir. Nesli Cemâleddin Aksarâyî'ye dayanır. Tam adı Ebü'lfüyûzât Muhammed b. Hamîdüddin b. Mahmûd b. Muhammed b. Cemâleddin Aksarâyî'dir. Tasavvuf yoluna girmeden önce ilmiye mesleğinde ilerlemeye çalışan Çelebi Halife, İstanbul'da devrin ileri gelen âlimlerinden okumaya başlamıştı. Muhtasarü'lMe'ânî kitâbını okumakta iken gönlüne tasavvuf aşkı düşmüş ve ilk olarak İstanbul'da Zeyniyye şeyhlerinden Hacı Halife Kastamonî'ye (ö. 894/1489) biat ederek sülûkünü tamamlamışta.119 Bununla tatmin olamayan Çelebi Halife, daha sonra Karaman'a giderek Şeyh Alâeddin Rûmî'nin (Ali Halvetî, ö. 867/146263) halifelerinden Abdullah Karamânî'ye intisap etti.120 Abdullah Karamânî'nin vefatının ardından Tokat'a giderek Halvetiyye şeyhlerinden Tâhiroğlu'nun121 hizmetine girdi. Bir müddet sonra onun da vefatı üzerine, Şirvan'da bulunan Seyyid Yahyâyı Şirvânî'nin hizmetine girmek için yola çıktı. Erzincan'da Yahyâyı Şirvânî'nin önemli halifelerinden Pîr Muhammed Erzincânî ile görüştü. Onun yanından ayrılıp yola koyulduktan iki gün sonra Yahyâyı Şirvânî'nin vefat haberi kendisine ulaşınca, Erzincan'a geri dönerek Pîr Muhammed'in hizmetine girdi. Erzincânî'den aldığı icâzetle Rûm'a (merkezi Amasya ve Sivas olan vilâyet) giderek irşad faaliyetlerine başladı.122
Son şeyhi Pîr Muhammed Erzincânî'den icazet aldıktan sonra Amasya'ya gidip hizmete başlayan Çelebi Halife, o zaman Amasya valisi olan Şehzade Bayezid'in yakın alâkasını gördü. Hatta Şehzade Bayezid, çok sevdiği Çelebi Halife'ye intisap bile etmişti.123 Şehzadenin Amasya'da hocalığını yapmakta olan Şemseddin Ahmed Çelebi tarafından 880 (1475) yılında yaptırılan Hoca Sultan Tekkesi'nin şeyhliği de Çelebi Halife'ye verilmişti.124
Fâtih'in vefatı üzerine İstanbul'a giden Bayezid, tahta oturduktan sonra şeyhini de İstanbul'a davet etti.125 Bu davete icâbet eden Çelebi Halife, İstanbul'da ilk zamanlar Fâtih'in Balat semtinde bulunan Gül Camii yanındaki Kapıcıbaşı Mustafa Ağa'nm sarayına misafir olmuş ve bir müddet buradaki Gül Camii'nde irşad ile meşgul olmuştur.126 Daha sonra, müridleri arasına katılmış olan127 Sadrazam Koca Mustafa Paşa'nm harap bir kiliseyi tamir ettirip zâviye haline dönüştürmesi üzerine, buraya taşınmıştır.128
Kurucusuna nisbetle Koca Mustafa Paşa Dergâhı diye anılan bu tekkede faaliyete başlayan Çelebi Halife, bir müddet sonra İstanbul'da görülen veba illetinin def'i için, padişahın ricasıyla Beytullah'ta dua etmek üzere kırk müridiyle yola çıkmış, ancak Beytullah'a varamadan yolda vefat etmiştir.129
Amasya'daki tekkede Çelebi Halife'den sonra makamına, oğlu Şeyh Bedreddin Mahmud Çelebi geçmiştir. Burada Mahmud Çelebi'den sonra şeyh olanlar ise şunlardır: Mahmud Çelebi'nin oğlu Şeyh Hayreddin Hızır Çelebi > Hızır Çelebi'nin oğlu Şeyh Muhyiddin Mehmed Çelebi > Alâeddin Çelebi.130
Çelebi Halife'nin daha hayatta iken İstanbul ve bazı Anadolu şehirlerinde irşad için vazifelendirdiği halifelerinin olduğu bilinmektedir. Meselâ bunlardan şeyhin yetiştirip icazet verdiği Kasım Çelebi (ö. 924/1518) İstanbul'da faaliyet göstermekteydi.131 Fâtih devrinin ileri gelen âlimlerinden olduğu bildirilen Kasım Çelebi, Necmeddin Dâye'nin Mirsâdii'libâd'mı tercüme edip Fâtih'e sunmuş ve padişahın iltifatına mazhar olmuştu. Daha sonra tasavvuf yoluna girerek Çelebi Halife'nin yanında sülûkünü tamamladı.132 İcâzet aldıktan sonra, Lemezât müellifinin, saray ağalarından birinin Galata haricinde yaptırdığı zâviye diye kaydettiği, Karabaş Tekkesi'ne Çelebi Halife tarafından şeyh tayin olunmuştur.133 Bâbüssaâde ağalarından Karabaş Mustafa Ağa (ö. 937/ 153031) tarafından Tophane semtinde kurulan bu tekkede,134 Kasım Çelebi'nin ne kadar kaldığı bilinmemektedir. Ancak Kasım Çelebi'den sonra burasının uzun süre boş kaldığı anlaşılmaktadır.135 Şeyh Kasım daha sonra İstanbul Çemberlitaş'ta Vezîriâzam Atik Ali Paşa'nın (Hadım Ali Paşa) yaptırdığı zâviyede faaliyetini sürdürmüştür.136
Kasım Çelebi'nin vefatından sonra Ali Paşa Zâviyesi'nde makamına, iki önemli halifesinden biri olan Karabaş Ramazan Efendi (ö. 952/1545 veya 963/1556) oturmuştur.137 Rüya tabirinde mâhir olduğu bildirilen138 Ramazan Efendi'den sonra ise irşad postuna halifesi Sarhoş Bâlî Efendi (ö. 980/157273) geçmiştir.139 Bâlî Efendi'nin burada ne kadar kaldığı bilinmiyor. Ancak onun daha sonra, Atâî'nin Kurşunlu Türbe Zâviyesi diye kaydettiği, İstanbul Şehzadebaşı'ndaki Altuncu Tekkesi'nde faaliyet gösterdiği anlaşılmaktadır.140 Ayvansarâyî'nin kaydına göre o, Şeyhülislâm îbn Kemal'in babası tarafından yaptırılan Kemal Paşa Mescidi'nde imamlık yapmakta iken, mescidin bitişiğinde adı geçen zâviyeyi yaptırmış ve şeyhliğini üzerine almıştır. Daha sonra burada Altuncuzâde isminde bir zat şeyhlik yaptığı için, adı Altuncu (Altuncuzâde) Zâviyesi diye kalmıştır.141
Tire'de dünyaya gelen Sarhoş Bâlî Efendi, tasavvuf yoluna girmeden önce zâhirî ilimleri ikmal ederek Kanûnî'nin hocası Hayreddin Efendi'ye mülâzim (asistan) olmuştu. Bu arada Kepenekci Medresesi'nde de ders veriyordu. Daha sonra tasavvuf yoluna girdi. Ancak şeyhinden el aldıktan sonra da tedrisi bırakmadığı, şeyhinin arzusu üzerine tasavvufla tedrisi birlikte yürüttüğü kaydedilmektedir.142 Aynı zamanda şairliği de bulunan Bâlî Efendi, şiirlerinde "Cevheri" mahlasını kullanıyordu.143 Îbnü'lArabî'nin fusûs'una bir şerh yazdığı bildirilen Bâlî Efendi'ye "Sarhoş" lakabının verilmesi, içki içtiği için değil, aşk ve tevhid şarabıyla mest olduğu içindir.144 Hiç evlenmeden bu dünyadan göçtüğü145 ve şeyhi gibi rüya tabirinde "İkinci Yûsuf" denilecek kadar mahir olduğu belirtilmektedir. Erbâbı dünya ile beraber olmak istemez, yapılan davetleri hoş bir lisanla geri çevirirdi. Emîr ve vezirlerden uzak durur, asla hediye ve sadaka kabul etmezdi. "Fenâ câmı ile Bâlî Efendi mest idi, göçtü" terkibi vefatına tarih düşürülmüştür. Kabri, adı geçen zâviyesinin hazîresindedir.146
Ramazan Efendi'nin İstanbul'da faaliyet gösteren bir başka halifesi de "Ferhat Paşa şeyhi" diye şöhret bulan Şeyh Mehmed Efendi'dir (ö. 975/156768). Ümmî olmakla birlikte keşfi açık bir zat olarak tanınan Mehmed Efendi'ye, ileri gelen devlet ricâlinin kendi âkıbetlerini sordukları rivayet edilmektedir. Faaliyetlerini, müridleri arasına katılan yeniçeri ağası Ferhat Ağa'nın kendisi adına Yedikule'de yaptırdığı zaviyede sürdürmüştür.147
Kasım Çelebi'nin iki önemli halifesinden diğeri Sofyah Bâlî Efendi (ö. 960/1553) ise bir müddet İstanbul'da Zeyrek Camii bitişiğindeki Semerci İbrâhim Efendi Tekkesi'nde148 (Akşemseddin Tekkesi) faaliyet gösterdikten sonra Sofya'ya giderek oraya yerleşmiş ve vefatına kadar halkı irşad ile meşgul olmuştur.149 Sofyalı Bâlî Efendi'nin eserlerinden biri îbnü'lArabî'nin Fusûsü'lhikem'me yazdığı şerhtir.150 Dört yüz kadar halifesi olduğu rivayet edilen151 Bâlî Efendi'nin makamına, vasiyeti üzerine Kurt Mehmed Efendi diye bilinen152 halifesi Şeyh Mehmed b. Ömer Efendi (ö. 996 veya 997/1589) geçmiştir. Bâlî Efendi'nin bir başka halifesi Nûreddinzâde ise İstanbul'da faaliyet göstermiş, onun vefatından sonra (ö. Zilkade 981/Mart 1574) Kurt Mehmed Efendi İstanbul'a gelerek Kadırga'da bulunan Sokullu Mehmed Paşa Dergâhı'nda makamına geçmiştir.153
Sofyalı Bâlî Efendi'nin Nûreddinzâde diye bilinen mezkûr halifesinin asıl adı Mustafa Muslihuddin'dir. 908 (150203) tarihinde Filibe'de dünyaya gelmiştir. Tasavvuf yoluna girmeden önce zâhirî ilimleri ikmal etmiş, en son Kanûnî devri âlimlerinden "Mîrim Kösesi" diye bilinen Mehmed Efendi'den okumuştur. Bu sırada tasavvufa karşı gönlünde artan meyil sebebiyle Sofyalı Bâlî Efendi'ye intisap ederek sülûkünü tamamlamıştır. Şeyhinden hilâfet aldıktan sonra Tatarpazarcığı'nda (Tatarpazarcık, bugün Bulgaristan sınırları içindedir) faaliyete başlayan Nûreddinzâde'ye halkın büyük rağbet göstermesi ve şöhretinin geniş bir çevreye yayılması nedeniyle, bazı çekemeyenler tarafından, "Şeyh'in siyasî emelleri var" diye İstanbul'a şikâyetler gitmiş, teftiş edilerek yakalanıp habsedilmesine dair ferman çıkartılmak istenmişti. Ancak şeyh İstanbul'a gidip Sadrazam Sokullu Mehmed Paşa ile görüşerek bu ithamların birer iftirâdan ibaret olduğunu anlatıp onu iknâ etmiştir. Nûreddinzâde bu görüşmeden sonra memleketinden ailesini alıp İstanbul'a geldi ve burada, muhtemelen o tarihlerde boş olan Küçük Ayasofya Zâviyesi'ne yerleşerek irşad faaliyetine başladı. Sadrazamın şeyhle görüşmesi sırasında kendisinden çok etkilendiği belirtiliyor.154 Öyle anlaşılıyor ki, şeyhin İstanbul'a gelip faaliyet göstermesine, sadrazamla yaptığı bu görüşme vesile olmuştur. Sokullu Mehmed Paşa'nm, 1565 (972) tarihinde sadrazam olduğu155 dikkate alınırsa, Nûreddinzâde'nin bu tarihten sonra İstanbul'a geldiğine hükmetmek gerekir.156
Şeyh Efendi tekkesinde müridlerinin terbiyesi ile meşgul olurken, aynı zamanda vaaz ederek, tefsir ve hadis meclisleri oluşturarak her sınıftan halkı irşada çalışıyordu. Ehli hâl olmasıyla birlikte zâhirî ilimlere de vâkıf olması ve çok etkili sohbet etmesi sebebiyle, meclislerine devlet erkânının yanı sıra ulemâ da devam etmekteydi. O, Kanûnî ile de çok yakın münasebetler kurmuştu.157 İleride devletmeşâyih ilişkileri anlatılırken bu münasebetler üzerinde ayrıca durulacaktır. Şeyh Nûreddinzâde'nin İstanbul'daki faaliyetini Küçük Ayasofya Zâviyesi'nde sürdürdüğü az önce kaydedilmişti. Bununla birlikte Sadrazam Sokullu Mehmed Paşa'nm Mimar Sinan'a Kadırga'da 1571 yılında inşa ettirdiği külliyede şeyh adına bir de zâviye yaptırdığı, ancak zâviyenin inşâsı bitmeden Şeyhin vefat ettiği kaydedilmektedir. Nûreddinzâde'nin vefatı üzerine burada, pîrdaşı olan Kurt Mehmed Efendi postnişin olmuştur.158
Bursalı Mehmed Tâhir'in kaydettiğine göre, "Küçük Nûreddin" diye bilinen Aydınlı Nûreddin Hamza Efendi (ö. 979/1571) Şeyh Nûreddinzâde'nin yanında yetişenlerdendir. Nûreddin Hamza tasavvuf yoluna girmeden önce ilmi zâhiri Kadızâde'den ikmal edip müderris olmuştu. En son Çorlu müderrisliğine tayin edilmişken, burada hanımının hilesiyle şehid olmuştur.159 Nûreddinzâde'ye ne zaman intisap ettiği hususunda bir bilgiye rastlanmamıştır.
Şeyh Nûreddinzâde tekkede müridlerini terbiye edip, vaaz ve sohbetler ile halkı irşad etme gayretlerinin yanı sıra telife de önem vermiştir. Pek çok sahada eser kaleme aldığı belirtilen şeyhin, tasavvufa dair telif ettikleri şunlardır: Sadreddin Konevî'nin Nusûs'una şerh, Bedreddin Simâvî'nin Vâridât'ma şerh160 ki, Atâî'nin beyanına göre burada eserin bazı yanlışlarına işaret ve müellifine târizler vardır, Menâzilü'ssâirîn Tercümesi161 ve Risâlei Vahdeti Vücûd.162
Şeyh Nûreddinzâde 981 senesinin Zilkade ayında (Mart 1574) yetmiş üç yaşlarında iken vefat etmiştir. "Vâ şeyhi dîn"163 ve "hayrü'1amel" terkipleri vefatına tarih düşürülmüştür.164 Kabri, Hüseyin Vassâf'm kaydettiğine göre, Edirnekapı haricinde Seyrantepe denilen mahalde idi. Ancak burası Şehidler Mezarlığı yapıldıktan sonra kabir kaybolmuş ve nerede olduğu bulunamamıştır.165
Çelebi Halife'nin yetiştirip icazet verdiği bir başka halifesi de Şeyh Üveys'tir (ö. 930/1524'den sonra). Veys Dede diye de bilinen Şeyh Üveys, Çelebi Halife'den icâzet aldıktan sonra Şam'a yerleşmiştir.166 Evliya Çelebi'nin kaydına göre, Şam'a gitmeden önce ilk olarak İstanbul'un en eski tekkelerinden Ebülfeth Gazi Tekkesi'nde faaliyet göstermiş ve burada yetmiş müride hırka giydirmiştir.167 Oradan Karaman'a şeyh olarak gönderilmiş, burada yaptığı vaazlarında ümmî olduğu halde bazı müderrisleri bile etkileyebilmişti. Karaman müftüsü Mevlânâ Dâvûd'un, onu mahcup etmek kastıyla bir gün vaazını dinlemeye gittiği, ancak şeyh müftünün kafasındaki bazı müşkillerin cevabını daha sormadan anlatmaya başlayınca, etkilenerek ona biat ettiği nakledilir. Yanında sülûkünü tamamladıktan sonra ise, birlikte Şam'a gitmişler, Şeyh Üveys burada vefatından önce makamına Şeyh Dâvûd'u geçirmiştir.168 Şeyh Üveys'in çok fazla müride sahip olduğu kaydedilmektedir. Atâî bunu "Şeyh Üveys yetmiş bin kişiye tarikat elbisesi giydirmiştir" şeklinde ifade etmektedir.169 Sefîne'de de yukarıdaki sayı aynen tekrarlanıyor. Ayrıca Sefîne'de, Şeyh Üveys'in Sütlüce'de Câfer Ağa Tekkesi'inde posta oturduğu ve bu tekkenin Habib Karamânî tarafından yaptırıldığı kaydedilmektedir.170 Ancak diğer eserler Sütlüce'de böyle bir tekkenin varlığından söz etmezler. Gerçi İstanbul'da Câfer Ağa Tekkesi diye bir tekke vardır, fakat bu Sütlüce'de değil Fâtih semtindedir ve Câfer Ağa tarafından kurulmuştur.171 Bir de, Eyüp'te kurulmuş olan Câfer Paşa Tekkesi vardır ki, burası da XVI. asrın sonlarına doğru vefat etmiş olan Vezir Câfer Paşa (ö. 995/158687) tarafından yaptırılmıştır.172
Şeyh Üveys'in İstanbul'da faaliyeti tesbit olunan halifesi Şeyh Fethullah'tır (ö. 969/156162). Atâî'nin "pîri azîz" diye bahsettiği Fethullah Efendi, Şeyh Üveys'ten icâzet aldıktan sonra, Kanûnî devrinde İstanbul'a gelmiş ve burada Sadrazam Damad Rüstem Paşa (ö. 968/1561) tarafından karşılanmıştır.173 Ancak şeyhin İstanbul'a hangi tarihlerde geldiği ve sadrazam tarafından hangi tekkeye yerleştirildiği tesbit olunamamıştır.
Çelebi Halife'nin yetiştirdiği bir başka önemli halifesi Şeyh Sinâneddin Yûsuf Erdebîlî'dir (ö. 951/1544). İstanbul'da Ayasofya Camii yakınında tekkesini kurup, vefatına kadar burada halkı irşad ile meşgul olmuştur. Vefat ettiğinde yüz yaşını aşmış olduğu rivayet edilmektedir.174 Rüya tabirinde de mâhir olan Şeyh Sinâneddin175 Erdebil'in Râmiyye köyündendir. Çelebi Halife'ye intisap etmeden önce, Tebriz'e giderek Yahyâyı Şirvânî'nin ileri gelen halifelerinden Dede Ömer Rûşenî'nin sohbetinde bulunmuştur. Rûşenî'nin dergâhına hayli zaman devam ettikten sonra, şeyhin işaretiyle İstanbul'a gelmiş ve Çelebi Halife'nin yanında sülûkünü tamamlayarak icâzet almıştır.176 Daha sonra Ayasofya Camii yakınında, Erdebil Tekkesi veya Sinan Erdebîlî Tekkesi diye bilinen tekkesini bizzat kendi imkânları ile kurmuş ve vakıflarını da tanzim etmiştir.177
Şeyh Sinâneddin icâzet aldıktan sonra adı geçen tekkeyi kurmuş ve irşad faaliyetine başlamıştır. Ancak icâzet aldığı şeyhi Çelebi Halife'nin vefat tarihi 899 (149394) olarak bilinmektedir. Tekke'nin inşa tarihi ise Ayvansarâyî'nin kaydına göre 934 (152728),178 Zâkir Şükrü Efendi'nin kaydına göre de 924'tür (1518).179 Sinan Erdebîlî'nin, en geç şeyhinin vefatından sonra irşad faaliyetine başladığı düşünülecek olsa, bu durumda adı geçen tekke kuruluncaya kadar Şeyh Sinan faaliyetini hangi tekkede sürdürmüştür? Kaynaklar bu hususta açık bir şey söylemiyor. Ancak Atâî, eserinin bir yerinde, şeyhin Ayasofya yakınında zâviye yaptırdığını ifade ederken,180 bir başka yerinde onun, Küçük Ayasofya şeyhi iken 951 senesinde vefat ettiğini kaydediyor.181 Acaba Şeyh Sinan, Ayasofya yakınındaki tekkesini kuruncaya kadar, Küçük Ayasofya Zâviyesi'nde kalmış olamaz mı? Kanaatimce o, kendi tekkesini kuruncaya kadar burada kalmıştır. Nitekim, XVI. asrın başlarında kiliseden çevrilerek kurulduğu bildirilen Küçük Ayasofya Tekkesi'nde,182 ilk olarak kimin postnişin olduğu kaynaklarda belirtilmiyor. Yalnız, XVI. asrın ilk yarısında burada bir müddet Müftî Şeyh'in (ö. 951/1544) faaliyet gösterdiği bilinmektedir.183
Sinan Erdebîlî'nin vefatından sonra Erdebil Tekkesi'nde makamına, "Erdebîlîzâde" diye bilinen oğlu Şeyh Mehmed Efendi (ö. Muharrem 974/Temmuz 1566) oturmuştur. Mehmed Efendi önce ilmini ikmal edip mülâzemet almış, sonra tasavvuf yoluna girerek Merkez Efendi'nin yanında tarikatını ikmal etmiştir. îlmi zâhir ve bâtını cemetmiş olması hasebiyle, zâviyesinde müridlerini terbiye ederken, aynı zamanda cuma günleri vaaz ederek, tefsir ve hadis dersleri vererek halkı irşada çalışmıştır. Kabri Yenikapı haricindedir.184
Osmanlı Müellifleri'nde kaydedildiğine göre, Çelebi Halife'nin Muhyiddin b. Muhammed (ö. ?) isminde de bir halifesi vardı.185 Hakkında pek fazla bilgiye sahip olmadığımız Muhyiddin Efendi, ileri gelen âlimlerden Amasyah Akbilek Bahşî Halife'yi (ö. 930/1524) yetiştirmiştir. Mazmneden186 olduğu rivayet edilen Bahşî Halife, ilk tahsilini memleketi olan Amasya'nın Sonsa köyünde ikmal ettikten sonra Arabistan'a gidip İmam Süyûtî, Şeyhülislâm Zekeriyyâ Ensârî, Şemseddin Muhammed Sehâvî gibi devrin ileri gelen âlimlerinden ders okumuştur. Sonra Amasya'ya dönerek burada kırk sene tedris ile meşgul olmuş ve 930 senesinde vefat etmiştir. İbn Kemal'in bu zattan tefsir ve hadis okuduğu rivayet edilmektedir. Mi'râcü'Talâ fî tefsiri sûreti'llsrâ ve Tenbîhü'lgabî fî rü'yeti'nNebî isimli eserleri vardır ki, bu sonuncusu oğlu Şeyh Yâkub Efendi tarafından tezyîl edilmiştir. Sünbüliyye şeyhlerinden Yûsuf Sinan b. Yâkub Efendi'nin de (ö. 987/ 1579) bu isimle matbu bir risâlesi vardır.187
Yukarıda kaydolunanlardan başka Çelebi Halife'nin Bursa ve Bolu'da da faaliyet gösteren halifelerine rastlanmaktadır. Ömer Lütfi Barkan'm 735 numaralı Tapu Tahrir Defteri'ne dayanarak verdiği bilgiye göre, Bursa'da faaliyet gösteren halifesi Selman Halife (ö. ?) diye bir zat idi.188 Bolu'da ise Şeyh Hayreddin Tokadî (ö. 931/1525) faaliyet göstermiştir.189
· a) Sünbüliyye
aa) Sünbül Sinan
(Sinâneddin Yûsuf, ö. Muharrem 936/Eylül 1529)
Cemâliyye'nin Sünbüliyye kolu, Çelebi Halife'nin "halîfetüThulefâ"sı olarak kabul edilen Sünbül Sinan tarafından kurulmuştur. Cemâliyye şubesi gibi Sünbüliyye kolu da, tarikat âdâbı ve esasları bakımından Halvetiyye'nin hemen hemen aynıdır.190
Sünbül Sinan'ın tam adı Yûsuf b. Ali b. Kaya Bey'dir. Kendisine Şeyh Sinâneddin Yûsuf da denilmektedir. Merzifon'da dünyaya gelen Sünbül Sinan, tarikat yoluna girmeden önce ilim tahsili ile meşgul oluyordu. Bu yolda devrin ileri gelen âlimlerinden Efdalzâde'nin talebeliğine kadar yükselmişti.191 Hatta Lemezât müellifinin beyanına göre medresede ders vermeye bile başlamıştı.192 Daha sonra tasavvufa meyli arttı ve ilim yolunu bırakarak Çelebi Halife'ye intisap etti. Sülûkünü tamamladıktan sonra icâzet alıp Mısır'a gitti ve orada bir müddet irşad ile meşgul oldu.193 Şeyhi Çelebi Halife İstanbul'dan hacca gitmeye niyet ettiğinde, Mısır'da bulunan Sünbül Sinan'a da haber yollayıp hacca gelmesini istedi. Ancak şeyhin Beytullah'a varmaya ömrü vefa etmemiş, vefatından önce de müridlerine son vasiyetini yapmıştı. Buna göre, Sünbül Sinan şeyhin İstanbul'daki makamına oturacak ve kızı Safiye'yi de kendisine eş olarak alacaktı.194 Sünbül Sinan Haremi şerif'e ulaştığında, şeyhin vasiyeti kendisine bildirildi. Buna uyarak İstanbul'a gelen Sünbül Sinan, üç yüz derviş tarafından karşılanmıştır. Bu karşılamada halktan ve devlet ricâlinden de pek çok kimsenin bulunduğu rivayet edilmektedir.195 Sonra şeyhin kızı Safiye ile evlenip Koca Mustafa Paşa Dergâhı'nda posta oturmuştur.196
Adı geçen zâviyede irşad faaliyetine başlayan Sünbül Sinan, müridlerinin terbiyesi ile meşgul olduğu gibi, vaaz etmek suretiyle halkı da irşada çalışıyordu. Tefsir ilmine vâkıf olduğu için vaazlarında Kur'ânı Kerîm'i tefsir eden Sünbül Sinan,197 her cumâ günü Fâtih Camii'nde, bazı cuma günleri de Ayasofya Camii'nde vaaz etmekteydi. Vaazdan sonra dervişlerine "devrân" ile zikir yaptırıyordu.198 Sünbül Efendi'nin bu uygulaması ulemâ ile meşâyih arasında devrân ve semâ' münakaşasının tâzelenmesine sebep oldu. Bu hususta ulemânın iki gruba ayrıldığı, ancak çoğunluğun Sünbül Sinan'ı desteklediği belirtilmektedir.199 İleride ulemâmeşâyih münasebetleri anlatılırken bu mesele üzerinde ayrıca durulacaktır.
Vefatına kadar uzun bir müddet Kocamustafapaşa'daki dergâhta faaliyet gösteren Sünbül Sinan, buradaki hücresinde taze yüzülmüş bir deri içerisine girerek durmayı âdet edinmişti. Neden böyle yaptığı sorulduğunda, "Enbiya ve evliya ruhları hücre içine doluyorlar. Onların arasına oturmaktan utandığım için böyle yapıyorum" diye cevap verdiği nakledilir.200
Kanûnî devrinde Muharrem 936 (Eylül 1529) senesinde vefat eden Sünbül Sinan'ın cenaze namazı Fâtih Camii'nde kılınıp, Koca Mustafa Paşa Camii hazîresine defnohınmuştur.201
Vefatına "Eyledi bostânı zühdün sünbülü me'vâya azm", "Cennete azmeyledi pîri aziz"202 "Cânma Sünbül Sinan'ın Fâtiha"203 gibi mısralarm yanı sıra, "feyzi İlâhî" ve "üstâdı aşk"204 gibi terkiplerle tarih düşürülmüştür. Ayrıca Şeyhülislâm İbn Kemal'in de şeyhin ardından bir mersiye yazdığı nakledilmektedir.205
Sünbül Efendi'nin Arapça olarak kaleme aldığı tesbit olunabilen eserleri şunlardır: Risâlei Tahkikıyye}206 Risale fî hakkı'ttevhîd207 ve seyrü sülük merhalelerinden bahseden Etvâru'sseb'a.208 Bunların yanı sıra biri devranla alâkalı209 210 diğeri tarikat âdâb ve erkânına dair (Tarikatnâme)r7S Türkçe iki risâlesi daha bulunmaktadır. Bursalı Mehmet Tâhir birkaç tane de ârifâne İlâhileri bulunduğunu bildiriyor.211
Sünbül Sinan pek çok halife yetiştirmiştir. Ancak kendisinden sonra Koca Mustafa Paşa'daki dergâhta posta oturan halifesi Şeyh Merkez Efendi'dir. Diğer halifeleri ise Anadolu ve Rumeli'de faaliyet göstermişlerdir. Bunlardan meşhur olanları şunlardır:
Cem Şah Efendi (ö. 943/1536)
Karaman'da faaliyet göstermiş ve kerametleriyle şöhret bulmuştur.212 Çelebi Halife'nin oğludur. Sünbül Efendi zamanında Koca Mustafa Paşa Dergâhı'nda pîşkademlik yapardı, yani Sünbül Efendi'nin naibi durumunda idi.213
Akşehirli Cemal Efendi (ö. 943/1536)
Karaman Ereğlisi'nde doğmuştur. Pederi Çelebi Halife soyundandır. Cemal Efendi önce ilim yolunda ilerlemiş, Zenbilli Ali Efendi'nin asistanı olmuştu. Bu arada sıkça Sünbül Efendi'nin meclislerine devam ediyordu. Sonunda Şeyh Sünbül'e intisap etti ve sülûkünü tamamladıktan sonra icâzetle Akşehir'e gönderildi. Orada bir zâviye kurarak faaliyetini sürdürdü. Zâviyenin yapımı esnasında meydana geldiği belirtilen bir kerameti sebebiyle ustalar ve işçiler kendisine intisap ettiler. Hatta içlerinde hıristiyan olan bazı usta başları bile müslüman olarak şeyhin müridi olmuşlardı.214 Bununla birlikte onun pek fazla müride sahip olmadığı, daha ziyade halktan uzak durup te'lif ve tasnifle meşgul olduğu rivayet edilmektedir.215 Karaman Ereğlisi'nde doğduğu halde Akşehirli diye şöhret bulması, öyle anlaşılıyor ki faaliyetini bu muhitte sürdürmüş olması sebebiyledir. Lemezât müellifi Koca Mustafa Paşa Dergâhı'nda Sünbül Efendi'nin naibi olarak, Akşehirli Cemâleddin Efendi'yi gösteriyor. Ayrıca yukarıda şeyhin nâibi olduğu belirtilen Cem Şâh'ı da Sünbül Sinan'ın halifeleri arasında bile zikretmiyor.216 Bu durumda mezkûr iki zattan biri bir dönem nâiblik yaptıktan sonra icazet verilerek irşad için görevlendirilmiş, daha sonra da diğeri nâibliğe yükselmiş olabilir.
Şeyh Maksud Dede (ö. 970/156263)
Sünbül Sinan'dan hilâfet almış olan Maksud Dede Tokatlıdır. Şeyh Sünbül'e intisap etmeden önce Tokat'ta Yahyâyı Şirvânî'nin ileri gelen halifelerinden Molla Habib Karamânî'nin bir vaazını dinleyerek etkilenmiş ve ona intisap etmek istemişti. Ancak Şeyh Karamâhî, onu irşad edecek zatın kendisi değil başka bir şeyh olduğunu işaret etmesi üzerine intisap gerçekleşmemişti. Bu hadiseden on beş yıl sonra İstanbul'a giden Maksud Dede, burada da on beş yıl geçirmiş ve bir gün Büyük Ayasofya Camii'nde Cuma namazını müteakip verilen vaazdan çok etkilenerek vâizin kim olduğunu ve nerede bulunduğunu öğrenip Sünbül Efendi'nin huzuruna çıkmıştı. Şeyh Sünbül'ün otuz sene önce Tokat'ta meydana gelen hadiseye işaret ederek söze başladığı, buna çok şaşıran Maksud Dede'nin ise hemen şeyhe biat ettiği belirtilmektedir. Maksud Dede sülûkünü tamamladıktan sonra hilâfetle Rumeli'ye gönderildi. Bir müddet Tekirdağ Hayrabolu'da kaldıktan sonra Siroz'a giderek oraya yerleşti ve vefat edinceye kadar irşad ile meşgul oldu.217
Şeyh
Alâeddin b. Şeyh Muslihuddin Mustafa
(ö. 970/156263)
Kırım'ın Kefe şehrinde dünyaya gelmiştir. Babası Şeyh Muslihuddin Mustafa Efendi, daha önce kaydedilen bazı zevat gibi "gılmânı hâssa"dan218 imiş. Daha sonra Yeniçeri zümresine katılıp orada belli bir rütbeye eriştiği halde makamını terketmiş ve tasavvuf yoluna girerek Alâeddin Rûmî'nin (Ali Halveti) halifelerinden Molla Aliyyü'lArabî'nin219 yanında tarikatını ikmal etmiştir.220 Alâeddin Efendi, memleketinde ilmini ikmal ettikten sonra İstanbul'a gelerek Sünbül Sinan Efendi'nin hizmetine girmiş ve yanında sülûkünü tamamlamıştır.221 Onun, her ne kadar şeyhinden icâzet aldıktan sonra vatanına döndüğü ifade ediliyorsa da,222 Zâkir Şükrü Efendi'nin kaydına göre, İstanbul Etmeydanı civarında Sofular Hamamı yakınında bir tekke kurararak (Şeyh Alâeddin Tekkesi),223 burada bir müddet faaliyet gösterdiği anlaşılmaktadır.224 Daha sonra Kefe'ye gitmiş ve burada bulunan Kasımpaşa Zâviyesi'nde posta oturarak vefatına kadar irşadla meşgul olmuştur.225 İstanbul'daki tekkede ise kendisinden sonra makamına oğlu Şeyh Abdî Çelebi (ö. ?) geçmiştir.226
Şeyh
Çavdarlu Ahmed Dede (ö. 979/157172)
Şeyh Ahmed Dede Yörük asıllıdır. Gönlünde tasavvuf yoluna girme arzusu doğunca İstanbul'a giderek Sünbül Efendi'ye biat etmiştir. Sülûkünü tamamladıktan sonra kendisine hilâfet verilerek Anadolu'ya irşad maksadıyla gönderilen Ahmed Dede, hizmetini Kütahya'da sürdürmüştür. Yolda giderken Çavdarlu Köyü'nde bir eve misafir olmuş, hâne sahibinin o gece gördüğü bir rüya üzerine kızını ona vermesiyle buraya yerleşmiştir. Daha sonra köylüler kerâmet ehli olarak gördükleri Ahmed Dede'ye sadakatle bağlanmış ve köy içinde bir mescid, yanma da bir zâviye kurmuşlardır.227
ab) Merkez Efendi (ö. 959/155152)
Şeyh Sünbül Sinan'dan sonra makamına geçen halifesi Merkez Efendi'dir.228 İsmi Mûsâ, lakabı ise Merkez Muslihuddin'dir.229 Kısaca "Merkez Halife"230 veya "Merkez Efendi"231 diye anılmaktadır. Doğum yeri hakkında kaynaklarda geçen bilgiler biribirini tutmamaktadır. Meselâ Sünbüliyye meşâyihinden Yûsuf b. Ya'kub Efendi, Germiyan iline bağlı Uşak'ta doğduğunu kaydederken,232 Atâî Denizlili olduğunu zikrediyor ki, Osmanlı Müellifleri'nde de bu şekilde kaydedilmiştir.233 Lemezât müellifi ise "Germiyân iline bağlı Kütahya sancağının Sarı Mahmudlu köyünde vucuda gelmiştir" diyor.234 Dördüncü olarak, bu muhtelif bilgileri bir araya getirerek kaydeden Sefine müellifi Hüseyin Vassâf, "şeyhin ManisalI olduğunu rivayet edenler de vardır" demektedir.235
Merkez Efendi tasavvuf yoluna girmeden önce medresede ilim tahsil ediyordu. Şerhü'lAkâid okumakta iken gönlüne tasavvuf aşkı düşmüş ve Lemezât müellifine göre Karaman'a,236 Yûsuf Efendi'ye göre ise Amasya'ya giderek, Molla Habib Karamânî ile buluşmuştu.237 Habib Karamânî'ye derviş olma arzusunu izhar edince Karamânî, "Senin şeyhin henüz posta oturmadı" demiş ve irşadının başkası elinden olacağına işaret etmiştir.238 Bununla birlikte kendisine vaaz için icâzet vermiş ve bundan böyle adın "Muslihuddin" olsun demiştir. Daha sonra İstanbul'a dönen Merkez Efendi, Ahmed Paşa b. Veliyyüddin'in dânişmendi olmuş ve uzun yıllar ondan ders okumuştur.239 Tahsilini sürdürürken, aynı zamanda dânişmend olarak Ayasofya'da vaaz ediyordu. Bu esnada meşâyih meclislerine de devam etmekteydi.240 Sonra İstanbul'da bulunan Etyemez Tekkesi241 şeyhinin kızıyla evlenerek aynı tekkede riyâzetle meşgul olmaya başladı.242 Bu esnada adı geçen tekkede, Sefine'nin kaydına göre, şeyh olarak Mirza Baba bulunuyordu.243 Bu tekkenin tarihi hakkında bilgi veren Baha Tanman, tekkenin kurucusu olan Mirza Baha'nın tarikatı hakkında kaynaklarda bir bilgi bulunmadığını kaydetmektedir.244 Merkez Efendi'nin İstanbul'da faaliyet gösteren büyük şeyhlerden herbirinin meclisine gittiği halde, devrân ile zikir yaptırdığı ve vahdeti vücûd anlayışına sahip olduğu gerekçesiyle ilk zamanlar Sünbül Efendi'nin meclisine gitmediği,245 ancak daha sonra keramet ehli olduğuna inanarak ona biat ettiği belirtilmektedir.246
Merkez Efendi evli olduğu için zâviyede kalmaz, mücâhedeye kendi evinde devam ederdi. Bir müşkilâtı olduğunda bunu Şeyh Sünbül'e gelerek arzeder, o da hallederdi. Bu şekilde sülûkünü tamamlayarak hilâfet aldı ve İstanbul'da Halveti tekkelerinden Koğacı Dede Zâviyesi'nde (Abdüsselâm Tekkesi) irşad faaliyetine başladı.247 Bir süre burada faaliyette bulunduktan sonra, Kanûnî Sultan Süleyman'ın annesi Hafsa Sultan Manisa'da bir cami ve zâviye yaptırıp Sünbül Efendi'den bir şeyh göndermesini rica edince, Merkez Efendi buraya gönderilmiştir.248
Sicilli Osmânî'de, Kanûnî'nin annesi yerine Yavuz Sultan Selim'in annesi Bezmi Alem Vâlide Sultan tarafından Manisa'da bir cami ile bîmarhâne yaptırıldığı ve tabip olması dolayısıyla Merkez Efendi'nin buraya tayin edildiği kaydedilmektedir. Merkez Efendi burada kırk bir çeşit bitkiden meydana getirdiği "mesir macunu"nu icat ederek halka dağıtmış ve bu suretle boş bir araziye kurulmuş olan bîmarhânenin etrafına halkın yerleşmesini temine çalışmıştır.249
Türk Tababeti Tarihi'nde de aynı bilgiler tekrar ediliyor. Ancak bu bilgilerin yeri belirtilmeksizin Evliya Çelebi Seyâhatnâmesi’nden alındığı kaydedilmiştir.250 Bununla birlikte, Osman Şevki'nin adı geçen Türk Tababet Tarihi'ni sadeleştirip, inceleme ve dipnotlarla yayma hazırlayan Ilter Uzel, "Manisa Dârüşşifâsı'nm Kanûnî'nin annesi Hafsa Sultan namına yaptırıldığı ve Merkez Efendi'nin de bu hastahanede görev yapmadığı son araştırmalarla anlaşılmıştır" demektedir.251 Ayrıca Tahsin Yazıcı ve Emel Esin de aynı kanaati izhar ederek, Merkez Efendi'nin adı geçen hastahanede tabiplik yapmış olmasının tarihen mümkün olamayacağını belirtmektedirler.252
Hüseyin Vassâf ise, Merkez Efendi'nin tabipliği ve icadı olan mesir macunu ile alâkalı özetle şöyle demektedir: "Merkez Efendi'nin Manisa'da iken tabiplik yaptığını ve burada bir hastanın tedavisi ile meşgul olduğunu bazı meşâyihten duymuştum. Bunu, Sünbüliyye şeyhlerinden Şeyh Zekâî Efendi'ye sordum, mâlumatım yok dedi. Manisah bir zat bana, mart ayında Nevruzda tertîb olunan Nevrûziye'yi (mesir mâcunu) Merkez Efendi'nin icat ettiğini ve Manisa'da halka dağıttığını söyledi. Bunun elbette bir aslı var ki, 350 seneden beri intikal ede ede bu zamana kadar gelmiştir".253
Görüldüğü gibi muahhar bazı kaynaklarda bu tür bilgiler kaydedilirken, Merkez Efendi'ye ait en geniş mâlumatı veren Meşâyihi Halvetiyye ve Lemezât gibi eserlerde bu meseleye dair herhangi bir bilgi geçmemektedir. Sadece onun, Kanûnî'nin annesi tarafından yaptırılan zâviyeye gönderildiği ifade edilmektedir. Oysa Merkez Efendi'nin hastahane tabibi olarak vazifelendirilip burada mesir macununu icat ettiğini yazan kaynaklar, adı geçen şehirde bir şeyh olarak faaliyette bulunduğuna temas etmiyorlar. Ancak bütün kaynaklar onun, farklı vasıflarla da olsa Manisa'da faaliyet gösterdiğinde birleşmektedirler. Peki şeyhin adı geçen şehirdeki durumu ile ilgili farklı bilgiler nereden kaynaklanmaktadır? Evvelâ şunu belirtmek gerekir ki, şeyhin mesir macununu icat edip halka dağıttığına dair rivayetler, öyle anlaşılıyor ki, halk ağzından nakledilerek günümüze dek gelmiş, pek kuvvetli dayanağı bulunmayan bilgilerdir. Merkez Efendi'nin neslinden geldiğini ifade eden Emel Esin, şeyh hakkında yazdığı makalesinde, mesir reçetesinin İlyas Horasânî'nin halvetle
alâkalı Risale'sinde açıkladığı "üçünçü halvet" esnasında iftar için yenmesi gereken lokmanın reçetesine çok benzediğini söylüyor.254 Belki de Merkez Efendi şeyhliği esnasında halvete soktuğu müridlerine bu reçeteyi uyguladı, daha sonra ise halk arasına yayılınca, onlara da aynı reçeteyi hazırlayıp şifa niyeti ile dağıttı. Ve muhtemelen bu hadiseden sonra halk nezdinde tabip olarak anılır oldu. Öte yandan o devirde Manisa'da yine Kanûnî'nin annesi tarafından bir de bîmarhâne yaptırıldığı bilindiği için sonraki kaynaklarda şeyh buranın tabibi olarak kaydedildi.
Merkez Efendi, Sünbül Efendi'nin vefatından sonra İstanbul'a gelerek Koca Mustafa Paşa Dergâhı'nda postnişin olmuştur. Meşâyihi Halvetiyye müellifi Yûsuf Efendi'nin babasından naklen kaydettiği mâlumata göre Sünbül Efendi, vefatına yakın müridleri tarafından sorulan, "makamınıza kimi tayin ediyorsunuz?" sualine, "Onu Hz. Allah tayin eder. Başınıza bir köle (abdi habeşî) bile gelse ona uyun, asla hafif görmeyin" demiştir.255 Lemezât müellifinin kaydına göre ise "Taşradan hangi halifemiz daha önce gelirse, seccademiz onundur" diye cevap vermiştir.256 Sünbül Efendi'nin vefatından on gün geçtikten sonra Merkez Efendi İstanbul'daki zâviyeye geldiğinde kendisiyle kimse ilgilenmemişti. Yûsuf Efendi'nin babası Yâkub Efendi ise Şeyh Sünbül'ün vasiyetini hatırlamış ve hemen Merkez Efendi'yi hücresine davet etmişti. Rivayete göre o gece Yâkub Efendi istihâreye yatar. Rüyasında yüksek bir yere kürsü konduğunu ve herkesin burada konuşacak zatı beklediğini görür. Derken Merkez Efendi'nin yeşil bir sarıkla kürsüye çımakta olduğunu müşâhede eder. Şeyh kürsüye oturduğunda başındaki yeşil sarık siyaha dönüşür. Bu esnada birisinin yüksek sesle: "Yeşil şeriat, siyah tarikat sûretidir. Bu zatın şeriatı ve tarikati mâmurdur" diye bağırdığını duyar. Sabah olduğunda anlar ki, Sünbül Efendi'nin "abdi habeşî" diye işaret ettiği zat budur. Hemen kendisine biat eder. Bunu gören diğer dervişlerden bir kısmı da biat ederler.257
Bu rüyayı bazı farklılıklarla Atâî de nakletmektedir. Ancak o ilâve olarak Merkez Efendi'nin kür siye çıktığı zaman "Tâhâ" sûresini tefsir ettiğini, bunun da Hz. Peygamber'in isimlerinden olması hasebiyle, şeyhin Muhammedi yolda irşad için selâhiyetli olduğu anlamını taşıdığını ifade etmektedir.258
Merkez Efendi İstanbul'da faaliyet gösterdiği sırada, oğlu Ahmed Çelebi'nin annesi eski eşi Şah Sultan'dan, tarikat faaliyetlerinin yayılmasında büyük destek gördüğü anlaşılmaktadır. İleride de anlatılacağı gibi,259 Merkez Efendi bir ara Kanûnî'nin hemşiresi Şah Sultan'la evlenmiş, ancak bu evlilik çok uzun sürmemiştir. Merkez Efendi'den ayrıldıktan sonra Lutfi Paşa ile evlenen Şah Sultan, kocasının Yanya beyi olması üzerine buraya gitmişti. Yanya'da o zamanlar Sünbüliyye'den Yâkub Efendi faaliyet göstermekteydi. Önce Şeyh Sünbül'ün yanında yetişip, onun vefatından sonra Merkez Efendi'ye biat ederek bir müddet hizmetinde bulunmuş olan Yâkub Efendi, Merkez Efendi tarafından irşad için adı geçen şehre gönderilmişti.260 Lutfi Paşa ve eşi Şah Sultan'la burada . iyi münasebetler kurduğu anlaşılan Yâkub Efendi'nin müridleri halkasına pek çok kimse gibi Şah Sultan da katılmıştı. Daha sonra Lütfi Paşa'mn 940'ta (1533) Karaman beylerbeyi olarak tayin olunması üzerine,261 Şah Sultan Yâkub Efendi'den İstanbul meşâyihini sorar. Yâkub Efendi, "Merkez Efendi'ye varasın" diye tenbih edince,262 Şah Sultan ile Merkez Efendi arasında böylece 940 tarihlerinde ikinci olarak yeni bir münasebet başlamış olur. Lemezât'm kaydına göre ise, Şah Sultan ile eşi Lutfi Paşa Yanya'dan gelirken yollarını kesen eşkıyadan Merkez Efendi'nin manevî yardımıyla kurtulup sâlimen İstanbul'a ulaştıklarında Şah Sultan şeyhin huzuruna çıkarak kendisine biat etmiştir.263
Her ne şekilde olursa olsun, Sünbüliyye şeyhine biat eden Şah Sultan, müntesip olduğu tarikata destek sağlamış ve bu çerçevede İstanbul'da tarikatı adına tekkeler kurmuştur. Onun, ileride devletmeşâyih münasebetleri işlenirken kaydedilecek olan hayır eserlerinden birisi de, eşi Lütfi Paşa Safer 946'da (Temmuz 1539) sadrazamlığa yükseldikten sonra264 Davutpaşa'da kendi sarayı yanında inşa ettirdiği cami ve zaviyedir. Kaydedildiğine göre buraya, Yanya'da bulunan Şeyh Yâkub Efendi'nin (ö. 979/1571) gelmesini rica etmiştir.265 Yâkûb Efendi'nin Yanya'da dünyaya gelmiş olan oğlu Yûsuf Efendi, babasının Yanya'dan adı geçen zâviyeye gelmesini şöyle anlatmaktadır: "Şah Sultan Dâvudpaşa'da bir câmi ve zâviye yaptırıp, merhum babama bir hüküm göndererek Yanya'dan getirdiler. Ben o zaman dört yaşımda idim. Dâvutpaşa'ya gelip, burada on sekiz sene kaldık. Sultanın çok büyük ihsanlarını gördük. Babam, Dâvudpaşa'daki dergâhta bulunurken Merkez Efendi de Mustafapaşa'daki dergâhta bulunuyordu. Aralarında o kadar sevgi, muhabbet, bağlılık ve teslimiyet vardı ki, her birinin derv;şleri karşılıklı olarak diğer şeyhi ziyaret eder birlikte tarikatn ihyasına çalışırlardı."266
Merkez Efendi, Davutpaşa'daki zâviyeye Yâkub Efendi'yi tevcih ettiği gibi, Şah Sultan'm Eyüp'te yaptırdığı zâviyeye Gömleksiz Mehmed Efendi'yi (ö. 951/1544), Yenikapı haricinde kendisinin yaptırdığı zâviyeye ise damadı Seyyid Muslihuddin'i (ö. 984/157677) tayin etti.267 Kendisi de çoğu vakitlerini Koca Mustafa Paşa Dergâhı'nda geçirmekle birlikte, arada bir diğer zâviyeleri de ziyaret ederdi.268
Eyüp'deki dergâhda faaliyet gösteren Gömleksiz Mehmed Efendi'nin Merkez Efendi'den sekiz sene önce vefat etmesi üzerine makamına Seyyid Abdülhâlik Efendi (ö. ?), ondan sonra da Abdülhâlik Efendi'nin oğlu Şeyh Bostan Efendi (ö. 1040/163031) geçmiştir.269 Şu anda Merkez Efendi'nin türbesinin bulunduğu dergâhda ise, uzun müddet şeyhlik yapan damadı Seyyid Muslihuddin'den sonra makamına, 110 yaşlarında vefat ettiği rivayet edilen Şeyh Abdullah (Abdi Efendi, ö. 1000/159192) geçmiştir.270 Teke vilâyetinin Fenike kasabasından olduğu bildirilen Abdi Efendi daha önce Merkez Efendi hayatta iken onun halifesi olarak İstanbul încekeze'de bulunan Sultan Bayezid Camii'nde vâiz ve yanındaki zâviyede şeyh olarak irşad faaliyetinde bulunmuştur.271 Sonra yine İstanbul'da bulunan Mimar Acem Camii'ne geçerek, burada otuz üç sene vâizlik ve tekkesinde (Mimar Acem Tekkesi) şeyhlik yaparak irşad faaliyetini sürdürmüştür.272 Ayvansarâyî'nin kaydına göre şeyhin, Merkez Efendi'nin vefatından sonra Yâkub Efendi'den de hilâfet aldığı anlaşılmaktadır.273
Davutpaşa'daki dergâh ise, Yâkub Efendi'nin buradan Kocamustafapaşa'daki dergâha geçmesi üzerine, Şah Sultan tarafından medreseye çevrilmiştir.274
Merkez Efendi'nin İstanbul'da faaliyet gösterdiği tesbit olunan başka halifeleri de vardır. Bunlardan birisi "Köse Şeyh" diye bilinen Muhyiddin Efendi'dir (ö. 990/1582). Lemezât müellifinin kaydına göre, Merkez Efendi'nin ileri gelen dört halifesinden biri olan bu zat,275 Rumeli'nde, Manastır'da dünyaya gelmiştir. Memleketinde bir müddet ilim tahsil ettikten sonra İstanbul'a giderek Ebüssuûd Efendi'ye asistan olmuştu. Daha sonra tasavvuf yoluna girip Merkez Efendi'nin yanında sülûkünü tamamladı. Şeyhinden hilâfet aldıktan sonra îstinye'ye yerleşti. Evinin yanında bulunan Odabaşı Camii'nde vaaz ve nasihat ediyor, ayrıca tefsir okutuyordu. Buraya bir de zâviye kurarak zikrullah icrasına başladı.276 Merkez Efendi onun kemalâtı ile ilgili olarak "Köse Muhyiddin Efendi gibi kâmil olanını görmedim" dermiş. 990 senesinde vefat edinceye kadar hizmetine devam eden Muhyiddin Efendi'nin kabri Merkez Efendi Zâviyesi'nin minâresi dibindedir.277
Merkez Efendi'nin İstanbul'da faaliyeti tesbit olunan bir başka halifesi ise Şeyh Ahmed Efendi'dir (ö. 978/157071). Karamanlı olan Ahmed Efendi, halk arasında "Ahmed Çelebi" diye meşhur olmuştu. Memleketinden İstanbul'a giderek burada devrin âlimlerinden zâhirî ilimleri ikmal etti. Şiirde de "Çelebi" mahlasını kullanıyordu. Daha sonra ilim mesleğini bırakıp Merkez Efendi'ye intisap ederek sülûkünü tamamladı. Uzun müddet Tercüman Yûnus Zâviyesi'nde (Dıraman Tekkesi) faaliyet gösteren Ahmed Efendi, halka tefsir ve hadisten nakillerle sohbetler ediyor, aynı zamanda cehrî olarak nağmelerle tevhid zikri yaptırıyordu. Adı geçen zâviyede ne kadar faaliyet gösterdiği kaydedilmeyen şeyhin, daha sonra yapılan bazı isnatlar sebebiyle şeyhliğine son verilerek, Nişancı Celâlzâde'nin Eyüp'te yaptırdığı camiye vâiz olarak tayin olunduğu kaydedilmektedir.278 Şeyh Ahmed Efendi'den sonra adı geçen zâviyede irşad postuna Gülşeniyye'den Sirozlu Şeyh Muhammed İlhâmî'nin (ö. 980/157273) oturduğu anlaşılıyor. Şiirde "İlhâmî" mahlasını kullandığı rivayet edilen bu zat, mezkûr tekkede tefsir ve hadis naklinin yanı sıra Mevlânâ'nm Mesnevi'si ve Şeyh îbrâhim Gülşenî'nin Manevî'sinden de dersler vermek suretiyle vefatına kadar tasavvuf kültürünün yayılmasına yardımcı olmuştur.279
Merkez Efendi'nin İstanbul dışına, Anadolu'ya da halifeler gönderdiği görülmektedir. Bunlardan birisi Aydın Tire'ye gönderdiği halifesi Şemseddin Ahmed Efendi'dir (ö. 975/156768). Halk arasında "Uzun Şems" diye meşhur olan Şemseddin Ahmed Efendi'nin kendisi de Tirelidir. Tasavvuf yoluna girmeden önce memleketindeki âlimlerden ilmi zâhir tahsil ettikten sonra İstanbul'a giderek Sünbül Efendi'ye intisap etmiş, onun vefatından sonra ise sülûkünü Merkez Efendi'nin yanında tamamlayıp, hilâfetle memleketine gönderilmiştir. Cezbesi gâlip bir şeyh olduğu rivayet edilen Şemseddin Ahmed Efendi, memleketinde tekkesini kurup dervişlerin terbiyesi ile meşgul olurken, vaaz ve tezkîr ile halkı da irşad etmeye gayret göstermiştir. Uzun bir müddet, II. Selim Manisa sancağında vali iken şeyh adına İzmir'de kurdurduğu zaviyeye giderek orada kalmış, daha sonra tekrar Tire'ye dönüp Molla Çelebi Zâviyesi'nde faaliyetini sürdürmüştür.280
Merkez Efendi'nin Anadolu'da faaliyet gösteren bir başka halifesi Şeyh Ahmed Dede'dir (Ahmed Beşir Efendi, ö. 978/157071). Kütahya'nın Garbalcı köyünden olan Ahmed Dede, halk arasında "Kalburcu şeyhi" diye şöhret bulmuştu. Tasavvuf yoluna girmeden önce memleketindeki âlimlerden ilmi zahir tahsil ettikten sonra Abdüllatif Efendi diye bir şeyhe intisap etmişse de, sülûkünü İstanbul'da Merkez Efendi'nin yanında tamamlamıştır. İstanbul'dan icâzetle Kastamonu'ya geçen Ahmed Dede, burada da Şaban Efendi ile buluşup onun himmetine de mazhar olmuştur. Daha sonra köyüne gidip bir zâviye kurarak 978 (157071) tarihinde meydana gelen vefatına kadar dervişlerini terbiye ile meşgul olmuştur. II. Selim'in şehzadeliği sırasında kendisini ziyaret ederek hayır dua talep ettiği ve zâviyesinin yanma da bir mescid yaptırdığı nakledilmektedir. Ömrü boyunca sadaka ve hediye kabul etmemiş, hatta geçimini karşılayacak kadarını ayırdıktan sonra elde ettiği ziraat mahsûlünü gelip geçene ikram etmiştir.281 Ömrünün sonlarına doğru, dönemin tartışılan önemli konularından semâ ve devranla alâkalı bir de risâle kaleme almıştır.282
O devrin âlim ve şairlerinden Behiştî Ramazan Efendi (ö. 979/157172) ise Merkez Efendi'nin Trakya bölgesinde faaliyet gösteren halifesi idi. Vizeli olmakla birlikte Çorlu'da ikamet etmiş ve irşad faaliyetini orada sürdürmüştür.283
Lemezât müellifi, Merkez Efendi'nin Şeyh Nûrullah Kastamonî isimli bir halifesinin daha olduğunu kaydetmekte, ancak bunun irşad faaliyeti hakkında bilgi vermemektedir. Sadece, halk arasında "Virdci Mehmed Kastamonî" diye tanınan "vefk" ilminde mahir Şeyh Mehmed Dede'nin şeyhi olduğunu belirtmektedir.284
İstanbul'da çoğunlukla Koca Mustafa Paşa Dergâhı'nda bulunan Merkez Efendi, Sünbül Efendi'nin âdetini devam ettirerek, Ayasofya ve Fâtih camilerinde vaaz da ediyordu.285 Ayrıca onun, civar vilâyetleri dolaşarak vaazlar ettiği ve halkı irşad etmeye çalıştığı da görülmektedir.286 Namaza ve bilhassa namazın cemaatle kılınmasına çok önem vermekteydi. "İslâm ile küfür arasını ayıran namazdır, namazı terkeden kâfirden de yaramazdır" diye nasihat ederdi.287 Gençliğinden beri "sâhibi tertîb" olduğu288 ve ömrünün sonuna kadar cemâati terketmediği rivayet edilmektedir.289 Çok alçak gönüllü olduğu, yanma aldığı bazı meyve ve yiyecekleri yolu üzerinde rastladığı çocuklara, mektepte okuyan sıbyana dağıttığı ve "siz günahsız, masum yavrularsınız, dualarınız geri çevrilmez, bu yüzü kara, sakalı ak âsi için dua edin" dediği naklediliyor.290
Çift sürmekte olan köylüleri gördüğünde yanlarına gider, "Bu öküzleri aç ve susuz koymayın, sırtlarına güçleri kadar yük vurun. Yoksa vebal altında kalırsınız. Âlimler, bir kimse hayvana nasıl muamele ederse, yarın öyle muamele görür, demişlerdir" diyerek nasihat edermiş.291
Kendisini irşada adamış bir insan olarak, bereketli bir ömür süren Merkez Efendi, Yûsuf Efendi'nin kaydına göre doksan yaşında,292 Taşköprizâde ve Gelibolulu Âlî'ye göre doksan yaşının üzerinde iken,293 Hulvî'ye göre ise doksan dört yaşında, 959 (155152) senesinde vefat etmiştir.294 Cenaze namazı o zaman şeyhülislâmlık makamında bulunan Ebüssuûd Efendi tarafından Fâtih Camii'nde kıldırıldıktan sonra, bu günkü türbesinin bulunduğu yere defnedildi.295
Merkez Efendi'nin bir eser telif edip etmediği bilinmemektedir. Yalnız Bursalı Mehmed Tâhir üç tane İlâhisi bulunduğunu kaydetmektedir ki,296 bunlar İsmail Yakıt tarafından, ihtiva ettiği bazı kavramlar açıklanarak neşredilmiştir.297
Ardından beş yüzü aşkın halife bırakan Merkez Efendi'nin298 yukarıda kaydedilenlerden başka yetiştirdikleri arasında Şeyh Abdülvehhâb (ö. 975/156667) ve Şeyh Mustafa Esved de (ö. 975/156667) bulunmaktadır.299 Şeyh Abdülvehhâb, daha evvel adı geçen Halvetiyye ricâlinden Tireli Şeyh Abdülkerim Efendi'nin kardeşidir. Önceleri ilmi zâhir tahsili ile meşgul olmuş, daha sonra Sünbül Efendi'ye intisap ederek tasavvuf yoluna girmiştir. Onun vefatından sonra Merkez Efendi ve kardeşi Abdülkerim Efendi'nin sohbetlerine devam etmiştir. Sonra memleketinde imamlık yapmaya başlayan Abdülvehhâb Efendi'ye sevenleri bir tekke kurarak orada faaliyet gösterme imkânına kavuşturmuşlardır.300 Şeyh Mustafa Esved (ö. 975/156667) ise Üsküdar'da Mihrimah Sultan Camii vaizi idi. Halk arasında "Kara Şeyh" diye biliniyordu. Ulûmi zâhireyi tahsilinden sonra tasavvuf yoluna giren Mustafa Efendi de, Şeyh Abdülvehhâb gibi önce Sünbül Efendi'ye intisap etmiş, onun vefatından sonra Merkez Efendi'ye bağlanmıştır.301
Merkez Efendi'den sonra Koca Mustafa Paşa Dergâhı'nda makama hangi halifesinin geçtiği konusunda farklı rivayetler vardır. Yûsuf Efendi'nin beyanından öyle anlaşılıyor ki, Merkez Efendi vefat edince makamına oğlu Şeyh Ahmed Efendi'nin geçmesi beklenmiş, ancak o tarihlerde taşrada bulunan Ahmed Efendi İstanbul'a gelmek istememiştir. Bunun üzerine İstanbul'da bulunan bütün meşâyih seccadeye Yûsuf Efendi'nin babası Yâkub Efendi'nin geçmesini teklif ederek bunda ısrar etmişlerdir. Yâkub Efendi ise, o sırada Şah Sultan'm yaptırmış olduğu Davutpaşa'daki tekkede faaliyet göstermekteydi. Şah Sultan gücenir diye, gelen teklif karşısında Kocamustafapaşa'ya gidip gitmemekte tereddüt ediyordu. Ancak, rivayete göre gece rüyasında Sünbül Efendi tarafından adı geçen zâviyeye geçmesi emredilince, Davutpaşa'daki zaviyeyi terketti. Bunun üzerine Şah Sultan, "Benim tekkemi bırakıp gitti" diyerek darılmış ve akabinden burayı medreseye çevirmiştir.302
İsmail E. Erünsal'm özel kitaplığında bulunan yazma bir mecmua içindeki icâzet sûretinde,303 Sünbüliyye silsilesi kaydedilirken Ahmed Çelebi'ye yer verilmemiştir. Yâkub Efendi'nin halifelerinden "Yemenli" diye mâruf Şeyh Necmeddin Haşan Efendi'nin müridi Adlüddin Haşan Efendi'ye verdiği anlaşılan bu icâzette, Merkez Efendi'den sonra Yâkub Efendi'nin adı kaydedilmiştir.304 Câmiu'lmaârif'te de Seyyid Seyfullah, Merkez Efendi'den sonra yerine Yâkub Efendi'nin geçtiğini belirtmektedir.305 Bunların yanı sıra Semerât ve Tibyân'da verilen tarikat silsilelerinde de Merkez Efendi'den sonra Yâkub Efendi'nin adı kaydedilmiş, Ahmed Çelebi'den ise söz edilmemiştir.306
Atâî'nin kaydına göre ise Merkez Efendi'den sonra makamına oğlu Ahmed Çelebi geçmiştir.307 Ahmed Efendi burada 961 (1554) senesine kadar posta oturduktan sonra, makamından ayrılarak Uşak'a hicret edince, yerine Yâkub Efendi şeyh olmuştur.308
Lemezât müellifi ise Merkez Efendi'nin ileri gelen dört halifesi Köse Muhyiddin Efendi, oğlu Ahmed Efendi, damadı Muslihuddin Efendi ve Yâkub Efendi'yi saydıktan sonra, Yâkub Efendi için "Merkez Efendi'nin postnişini ve kaimmakamıdır" dediği halde,309 Merkez Efendi'nin oğlunu anlatırken hakkında şunları söylüyor: Babasının emri ile bir süre İstanbul'da sur dışında bulunan Baba Nakkaş Tekkesi'nde310 şeyh olarak vazife yaptıktan sonra, buradan Denizli'ye giderek evlenmiş ve oraya yerleşmiştir. Babasının vefatı üzerine İstanbul'a gelerek Koca Mustafa Paşa Dergâhı'nda iki yıl kadar posta oturmuştur. Daha sonra ise kendi isteği ile bu vazifeden feragat edip tekrar Denizli'ye dönmüş ve vefatına kadar burada irşad ile meşgul olmuştur.311 Makamından ayrılmak istediğinde, seccadeye münasip görülen Yâkub Efendi gelmekte tereddüt edince, Şeyhülislâm Ebüssuûd Efendi'nin ısrarları üzerine bir müddet daha bekleyerek seccadeyi boş bırakmamıştır. Yâkub Efendi'nin kararını verdiğini öğrendiğinde ise dergâhtan ayrılmıştır.312
Kanaatimize göre Merkez Efendi'den sonra makamına bir müddet oğlu Şeyh Ahmed oturmuş olmalıdır. Zira Yâkub Efendi, daha önce de belirtildiği gibi Davutpaşa'daki dergâha Yanya'dan gelmiş ve oğlu Yûsuf Efendi'nin ifadesine göre burada on sekiz sene hizmet etmiştir. Bu dergâhın Şah Sultan tarafından, eşi Lutfi Paşa 946 (1539) senesi başlarında sadrazam olduktan sonra yaptırıldığı bilinmektedir.313 Dergâhın kuruluş tarihini 946 olarak kabul edersek, on sekiz sene burada kalmış olan Yâkub Efendi'nin yaklaşık 964 (1557) senesinde buradan ayrılıp Kocamustafapaşa'ya geçmiş olması gerekir. Merkez Efendi 959 (1552) senesinde vefat ettiğine göre, bu durumda Merkez Efendi'nin vefatından yaklaşık 964 senesine kadar posta oğlu Şeyh Ahmed Efendi oturmuş olabilir. Ahmed Efendi'nin vefatı, Şekâik'in kaydettiği gibi 963 (1556) senesinde meydana geldi ise,314 o sene vefatı sebebiyle, Lemezât'm kaydettiği gibi 970 (156263) senesine kadar yaşadı ise,315 o zaman makamından feragat etmek suretiyle ayrıldığına hükmedilebilir.
Şeyh Ahmed Efendi (ö. 963/1556 veya 970/156263), tasavvuf yoluna girmeden önce babasından Arapça, tefsir, hadis dersleri okumuştu. Zamanla ilimde babasını geçtiği rivayet edilmektedir. Daha sonra tasavvuf yoluna girmiştir. Vaaz ve nasihatle halkı irşada çahşırdı. Bu şekilde kendisinden pek çok kimse istifade etmiştir.316 Merkez Efendi zaman zaman "Oğlum Ahmed benden çok ileridir" dermiş. Meşhur lügat kitabı Kamus'u, Bâbûs adıyla Türkçe'ye tercüme etmiş ve bu tercüme ulemâ nezdinde büyük rağbet görmüştür.317
ac) Yâkub
Efendi (ö. 979/1571)
Koca Mustafa Paşa Dergâhı'nda irşad postuna oturmuş olan Yâkub Efendi, Germiyan ilinin (bugünkü Kütahya ve çevresi) Şeyhli kazasında dünyaya gelmiştir. Tasavvuf yoluna girmeden önce zahirî ilimle meşgul olmuş, ancak bu meslekte belli bir mertebeye eriştiği halde işret meclislerine (içki âlemleri) devam etmeye başlamıştı. Rivayete göre bir gece rüyasında kıyametin koptuğunu ve kendisinin de diğer bazı kimseler gibi cezaya uğratılacağını görünce, dehşet içinde uyanarak tövbe etmiş ve Şeyh Sünbül'e varıp biat eylemiştir.318 Bir buçuk sene çok sıkı riyâzât ve mücâhedelerden sonra Şeyh Sünbül'den icâzet almıştır. Onun vefatını müteakib halifesi Merkez Efendi'nin hizmetine devam etmiş ve yine bir buçuk sene sonra ondan da icâzet almıştır.319 Hulvî'nin kaydına göre ise, Şeyh Sünbül'ün yanında iki sene kalan Yâkub Efendi, "esmâyı seb'a"yı tamamlayamadan şeyh vefat edince, makamına geçen Merkez Efendi'nin yanında sülûkünü tamamlamıştır.320 İcâzet aldıktan sonra, daha önce de üzerinde durulduğu gibi321 Şeyh Merkez Efendi tarafından Yanya'ya gönderilen Yâkub Efendi, burada bir müddet kaldıktan sonra İstanbul'a giderek Davutpaşa'daki dergâhta faaliyete başlamıştır. Burada on sekiz sene kaldıktan sonra Kocamustafapaşa'daki dergâha geçmiş ve 979 (1571) senesinde vefatına kadar burada irşad faaliyetini sürdürmüştür.
Yâkub Efendi'nin çok etkili vaaz ettiği, namaz üzerinde çok durduğu nakledilmektedir. "Elhamdülillah, kırk yıldır namazda iken kalbimize mâsivâ gelmemiştir" dediğini, oğlu Yûsuf Efendi kaydediyor.322
Oğlu Yûsuf Efendi'nin anlattıklarına göre, şeyh devamlı istiğrak hâlinde bulunuyordu. Zühd ile aşkı cemetmişti. Davet edilmeden hiç kimsenin yanma gitmez, bir kimse yanma gelse asla dünya kelâmı konuşmazdı. Fenâdan, terki dünyadan ve âhirete taalluk eden meselelerden bahsederdi.323 Zaman zaman, "Keşke hiç vucut bulmayaydım, bu âleme gelmeyeydim" dediği ve oğlu Yûsuf Efendi'nin, "Vücut hayrı mahz'dır. Sizin şu kadar kimseye onca faydanız dokundu. Yokluğu neden tercih edersiniz?" deye sorduğunda ona şöyle söylediği nakledilmektedir: "Bu söz, âlemi vahdetin lezzetinden ayrılış acısı hatırlandığında, hâlden kale dökülmüştür... Vücut nimetinin şükrünü edada âciz kalındığı esnada, acz makamında söylenmiş bir sözdür. Bu mertebede Hz. Peygamber'in, Hz. Ali'nin sözleri olduğu gibi daha nice evliyayı kiramın da sözleri vardır."324
Yâkub Efendi'nin 979'da (1571) vefatından sonra Koca Mustafa Paşa Dergâhı'nda posta oğlu Yûsuf Sinan Efendi (ö. 987/1579) geçmiştir. Yûsuf Efendi daha önce Balat'ta Ferruh Kethüdâ Tekkesi'nde faaliyet göstermekteydi.325 Kaynaklarda "Balat Tekkesi" olarak da kaydedilen bu tekke,326 Kanûnî'nin sadrazamlarından Semiz Ali Paşa'nın (ö. 1565) kethüdası Ferruh Ağa tarafından 970 (156263) yılında yaptırılmıştır. Tekkenin ilk şeyhi olarak tayin olunan Yûsuf Efendi burada 979 (157172) senesine kadar faaliyet gösterdikten sonra Koca Mustafa Paşa Dergâhı'na geçmiştir.327
·
b) Şâbâniyye
Şeyh Şâbânı Velî (ö. 18 Zilkade 976/5 Mayıs 1569)
Cemâliyye'nin Şâbâniyye kolu Kastamonulu Şâban Efendi tarafından kurulmuştur. Zamanla birçok alt şubeye ayrılan bu kol, Cemâliyye'nin Anadolu'da günümüze kadar ulaşmasına vesile olmuştur. Kurucusu Şâban Efendi hakkında en geniş bilgiyi veren ilk kaynak, Menâkıbı Şerîfi Pîri Halveti isimli eserdir ki bu, Şâban Efendi'nin halifesinin halifesi olan Şeyh Ömer Fuâdî (ö. 1046/163637) tarafından kaleme alınmıştır. Bunun yanı sıra Ömeru'lfuâdî'nin muasırı Atâî'nin de (ö. 1045/1635), Şâbânı Velî hakkında çok kısa da olsa bilgi verdiği görülmektedir. Burada Şâban Efendi ve irşad faaliyeti anlatılırken büyük ölçüde bu iki kaynağa, özellikle de Ömer Fuâdî'nin eserine dayanılacaktır.
Şâban Efendi Kastamonu'nun Taşköprü kazasında dünyaya gelmiştir. Tasavvuf yoluna girmeden önce, memleketinde başladığı zahirî ilimleri İstanbul'da ikmal etmiştir. Bu tahsil devresinden sonra Şâban Efendi'nin gönlünde tasavvufa karşı bir meyil başlar ve bir mürşidi kâmile ihtiyacı olduğunu hissederek İstanbul'da şeyh aramaya koyulur. Ancak durumunu arzettiği şeyhlerin hiçbirisiyle teselli bulamaz. Bu esnada bir gece gördüğü rüya üzerine memleketine dönmeye karar verir. O tarihlerde Şeyh Hayreddin Tokadî, Çelebi Halife'den icâzetli olarak Bolu'da irşad ile meşgul olmaktadır. Şâban Efendi yolda giderken bu zata da uğrayıp görüşmek ister. Birkaç arkadaşıyla birlikte Bolu'ya vardıklarında, Hayreddin Efendi ve dervişlerini zikir yaparken bulurlar ve kendileri de bu zikir halkasına katılırlar. Zikrin sonunda arkadaşları kalkmak istediklerinde, Şâban Efendi dervişlerin yanından ayrılamaz ve Şeyh Hayreddin Efendi'ye intisap ederek yanında sülûkünü tamamlar.328
Şâban Efendi hakkında bilgi veren iki kaynaktan birisi olan Zeyli Şekâik’te Atâî'nin verdiği bilgilerin bir kısmı birbiriyle çelişmektedir. Meselâ Atâî eserinin bir yerinde, Konrapah Hayreddin Efendi'yi329 Şâban Efendi'nin şeyhi, Konrapah Muslihuddin Efendi'yi de pîrdaşı olarak zikrederken,330 bir başka yerinde Konrapah Muslihuddin Efendi'yi Şâban Efendi'nin şeyhiymiş gibi takdim ediyor.331 Sefine müellifi Hüseyin Vassâf ise, muhtemelen Atâî'nin verdiği birbirine zıd bu bilgileri telif kastıyla şöyle diyor: "Konrapah Muslihuddin Efendi, Şâban Efendi'ye tarikat âdâb ve erkânını ve sülük yollarını öğretmiş, o da bunları hasen telakki ederek tarîki mücâhedede neş'edâr olmaya başlamıştı. Ancak istîdâdı zâtisi onu, Hayreddin Tokadî Efendi'nin mazharı feyzi eylemiştir..."332 Oysa Fuâdî'nin Menâkıb'mda Muslihuddin Efendi, Şâban Efendi'nin yalnızca pîrdaşı olarak geçmektedir. Fuâdî'nin kaydına göre Hayreddin Efendi, Muslihuddin Efendi'ye icâzet vererek memleketine gönderdiğinde, yolda yardımcı olmak maksadıyla Şâban Efendi de beraberinde gitmişti. Yolculukları esnasında Muslihuddin Efendi, kendisinde hilâfete liyakat görmediğini ileri sürerek yarı yoldan geri dönmek isteyince, onu bu fikrinden Şâban Efendi vazgeçirmiştir. Zira Şâban Efendi, böyle bir davranışın mürşidi kâmile karşı sûizan anlamına geleceğini, sanki müridinin mertebesini tam bilemediği gibi bir mâna çıkacağını ileri sürmüş, Muslihuddin Efendi de bunu mâkul karşılamıştır.333 Bu hadiseden de anlaşılıyor ki, onlar pîrdaş idiler.
Şâban Efendi gibi, şeyhi Hayreddin Tokadî Efendi de (ö. 931/1525) tasavvuf yoluna girmeden önce, ilmi zâhiri ikmal etmişti. Hatta Bursa'da Murâdiye Medresesi'nde müderris bile olmuştu. Fakat daha sonra İstanbul'a giderek, burada evvelâ Çelebi Halife'nin ileri gelen halifelerinden Kasım Çelebi ile görüşmüş ve onun delâletiyle Çelebi Halife'nin müridi olmuştur. Sünbül Efendi ile pîrdaştırlar. Sülûkünü tamamladıktan sonra şeyhinden icâzet alarak irşad faaliyetine başlamıştır.334 Koca Mustafa Paşa Dergâhı'nda Sünbül Efendi şeyh olduktan sonra Hayreddin Efendi bir müddet burada bir vazife ile vazifelendirilmiş,335 daha sonra da Amasya'ya gitmiştir. Amasya'da II. Bayezid devrinde bir süre Mahmud Çelebi Tekkesi'nde faaliyet göstermiştir. Hayreddin Efendi'den sonra bu tekkede irşad postuna Şeyh Mehmed Efendi, ondan sonra ise Hayreddin Efendi'nin torunlarından Şeyh Hızır Efendi oturmuştur.336 Hayreddin Efendi'nin Amasya'dan Bolu'ya geçtiği anlaşılmaktadır. Bolu'da ve Düzce Pazar'da faaliyet gösterdiği tesbit olunan şeyhin, kabri de Bolu'da Devtaş isimli mahaldedir.337
Şâban Efendi, Şeyh Hayreddin Efendi'nin yanında on iki sene kaldıktan sonra sülûkünü tamamlayıp hilâfetle memleketi Kastamonu'ya gönderilmiş ve burada ilk olarak Hisarardı denilen mahaldeki Seyyid Sünneti Mescidi'ne gitmiştir.338 Şâban Efendi'nin ikametinden sonra Şâban Efendi Camii339 diye anılmaya başlanan bu mescidde vaktiyle, Yahyâyı Şirvânî'nin halifelerinden Seyyid Sünneti diye bilinen Şeyh Ahmed Efendi340 faaliyet göstermişti. Sülûkünü Yahyâyı Şirvânî'nin yanında tamamladıktan sonra, hilâfetle memleketi Kastamonu'ya gönderilmiş olan Seyyid Sünneti, burada adı geçen mescidi zâviye olarak kullanmak üzere yaptırmış ve halkı irşada başlamıştı. Ancak vefatından sonra seccadesi bir müddet boş kaldı. Daha sonra Şâban Efendi'nin gelmesiyle buradaki faaliyetler tekrar canlanmıştır.341 Gerçi Seyyid Sünneti'nin vefatından sonra Kastamonu'da Halvetiyye'den Tarakçızâde Abdurrahman Efendi ve Benli Sultan (Ebû Şâme)342 gibi zatlar zuhur ederek faaliyet göstermeye başlamışlardır. Ancak bunlar Şâban Efendi gibi meşhur olamamışlardır.343
Şâban Efendi, Seyyid Sünneti Mescidi'nde bir müddet kaldıktan sonra, daha fazla cemaati bulunan yakınındaki Cemal Ağa Mescidi'ne (Hüsam Halife Mescidi de denilmektedir) geçmiştir. Bir müddet de burada cemaatin terbiyesi ile meşgul olmuş, fakat halk arasına hiç karışmamıştır. Rivayete göre burada fikrullah ve zikrullah ile meşgul oluyorken saf bir köylü onun aç ve fakru zarûret içinde olduğunu görüp, "Be hey dede, nice zamandır burada oturursun. Bir sâlih ve emin kimsesin. Bizim hayvanlarımızı gütmeye bir adam lâzım. Bu işi gör de sana harçlık veririz" deyince, şeyh, Kastamonu halkını irşad için gönderildiğine işaret etmek maksadıyla gülümseyerek, "Ben de sizin gibi hayvanları gütmeye geldim" diye cevap verdi.344 Şâban Efendi buradan tekrâr Seyyid Sünneti Mescidi'ne geçti ve orada tâlipleri irşada başladı. Daha sonra Sünneti Efendi'nin halvethânesinde erbaine girdi.345
Yukarıda da işaret edildiği gibi, Seyyid Sünneti Mescidi'ne, biraz kenarda kalması sebebiyle az cemaat geliyordu. Bu yüzden başta "Çetin Baba" diye bilinen Hacı Seyyîdî olmak üzere Şâban Efendi'nin ileri gelen muhibleri, kendisini şehir içinde bulunan Honsalar Camii'ne davet ettiler. Şâban Efendi de bu daveti kabul etti. İşte bu tarihten sonra şeyhin şöhreti Şâban Dede diye her tarafa yayıldı, velâyet ve kerametlerinden söz edilmeye başlandı.346 Şâban Efendi adı geçen cami ve yanındaki savmaasmda faaliyet göstermekte iken, Atabey Gazi Camii mahallesinde çıkan bir yangın, şehrin yarısının yanmasına sebep olmuştu. Bu arada rüzgâr evlerin birisinden ateşli bir tahta parçasını kaldırıp, şehrin diğer bir ucunda bulunan Honsalar Camii'ne attı. Çatısı ve minaresi ahşap olan camiyi ve yanındaki savmaayı yaz gününde yanmaktan kurtarmak mümkün olmadı. Bunun üzerine şeyh tekrar Seyyid Sünneti Mescidi'ne geçti. Yanan zâviyesini müridleri yeniden yaptırmak istediyseler de, Şâban Efendi "Bu yangında bir hikmet var. Hüküm Allah'mdır. Kahrında lutfu gizlidir. Allah'ın iradesi Seyyid Sünneti dergâhma taşınmamızdadır" diyerek mani oldu.347
Şâban Efendi'nin müridleri arasına ulemâdan da çok kimse katılmıştı. Bunlardan birisi, Şeyhülislâm Ebüssuûd Efendi'nin yakın arkadaşı, devrin büyük âlimlerinden Süleymaniye Camii vaizi Kastamonulu Muharrem Efendi'dir (ö. Cemâziyelevvel 983/Eylül 1575).348 Muharrem Efendi, Şâban Efendi'ye intisap etmeden önce, tekkesini Kastamonu'nun İlgaz dağına kurup irşad faaliyetinde bulunan Halveti şeyhi Benli Sultan diye bilinen Kastamonulu Muhyiddin Efendi'ye intisap etmişti.349 Şâban Efendi'nin de Kastamonu'ya geldikten sonra, zaman zaman bu zatın ziyaretine gittiği anlaşılmaktadır.350 Onun vefatından sonra ise Muharrem Efendi, Şâban Efendi'ye mürid olarak sülûkünü tamamlamıştır.351 Şeyh Fuâdî'nin kaydından öyle anlaşılıyor ki, Muharrem Efendi Süleymaniye vâizi iken aynı zamanda İstanbul'da şeyhlik de yapmaktaydı.352 Mecdî'nin ve Tibyân müellifinin verdikleri bilgiler de bunu teyit etmektedir. Nitekim Mecdî ondan, "İstanbul meşâyihi kirâmmdan, vâiz ve müfessir Muharrem Halife" diye söz ederken,353 Tibyân müellifi Harîrîzâde onun, Şâbân Dede'nin halifesi olarak vefat edinceye kadar irşad faaliyetinde bulunduğunu, daha sonra ise makamına Şeyh Abdürraûf Münâvî elMısrî'nin (ö. 1013/160405) geçtiğini bildirmektedir.354 Ancak Muharrem Efendi'nin İstanbul'da hangi tekkede faaliyet gösterdiği kaydedilmemiştir.
Muharrem Efendi'den başka Şâban Efendi'ye intisap ettiği bilinen Kastamonulu başka âlimler de vardır. Bunlardan bazıları meselâ, "Memdî Halife" diye bilinen Mehmed Efendi, "Kızılzâde" diye bilinen Muhammed Efendi, şiirde "Mahvî" mahlasını kullanan Haşan Çelebi Efendi, Kastamonu'da müftülük yapmış olan Sûfî Muhyiddîn Efendi, bütün fenlere vâkıf olduğu bildirilen "İbrikçizâde" ve "Molla Nâyî" lâkaplarının sahibi Abdi Efendi ve güzel ahlâkı ile Hz. Osman'a benzetilen Hacızâde Efendi'dir.355 Ayrıca Kastamonu civarından ve diğer bölgelerden gelip Şâban Efendi'ye intisap ettiği bilinen âlimlerin ileri gelenleri ise şunlardır: Halifelerinden İskilipli Abdülbâki Efendi, Kürei nühâs'tan Mehmed Çelebi Efendi, Kürei hadîd'de medfun Mahmud Efendi, Bolu sancağından Sinan Efendi.356
Öyle anlaşılıyor ki, Şâban Efendi'nin şeyhliği yanında zahirî ilimlere vukufu ve zâhirbâtın dengesini çok iyi kurmuş olması, pek çok önemli âlimi dergâhına çekmeye yetmiştir.
Şâban Efendi'ye intisap eden âlimlerin yanı sıra kendisini sevmeyen ve yaptıklarına karşı çıkan âlimler de vardı. Hatta cami kürsülerinden aleyhinde vaazlar dahi veriliyordu. Ancak Şâban Efendi'nin bunlara karşı cevap vermeyerek sabır ve tahammül göstermesi, kaydedildiğine göre aleyhinde söylenenlerin halk üzerinde etkisini büyük ölçüde önlüyordu.357
Şâban Efendi tasavvuf yoluna girmeden önce aklî ve nakli ilimleri tahsil etmiş olduğu halde, âlimlik hüviyyetini hiç öne çıkarmaz, ümmî sûretinde görünmeyi tercih ederdi. Fuâdî'nin ifadesiyle o, ilmi zâhirin mekrinden çekiniyordu.358 Gerçi Şeyh ilk zamanlarında Honsalar Camii'nde kürsiye çıkarak halka Kur'an'ı tefsir ediyor, şeriat ve tarikatla alâkalı hadisleri beyan ediyordu. Ancak son zamanlarında yaşlılığının da etkisiyle kürsüde vaaz ve nasihati terketmişti.359
Şâban Efendi Kastamonu'ya gelmeden önce, Halvetîler'in yam sıra burada diğer tarikatlardan faaliyet gösteren şeyhler de vardı. Meselâ Nakşibendiyye'den Benefşe dağında tekkesini kurmuş olan Mahmud Efendi, Bayramiyye'den îsâ Dede Efendi burada faaliyet gösteriyordu.360 Şâban Efendi'yi Kastamonu'ya ulaşmadan yolda, Şeyh îsâ Dede'nin dervişleri karşılamışlardı.361
Şâban Efendi tarikatın âdab ve erkânı hususunda, Mi'ı/âru'ttarîka isimli eseri esas alıyordu. Yahyâyı Şirvânî'nin Anadolulu kırk âlim dervişi tarafından hazırlanıp, bizzat Şirvânî tarafından tarikat erbabına tavsiye edilmiş olan bu eser,362 Halveti âdâb ve erkânı için çok önemlidir. Şâban Efendi dervişlerine, "Bu tarikatnâme ile amelde, ne bir nokta noksan, ne de bir nokta ilâve yapınız. Zira tarikatımızda okunan evrad ve takip edilen erkân, Seyyid Yahyâ hazretlerinin huzurunda uygulanan erkân ve okunan evraddır" demiştir.363
Şâban Efendi yaşlanınca halvete çok rağbet etmeye başladı. Hatta öyle ki, Seyyid Sünneti Mescidi'nde kapandığı hücresinden yedi sene dışarı çıkmadığı, namazlarını bile münferiden kıldığı ifade edilmektedir. Burada sürekli ibadetle meşgul olan Şâban Efendi'nin çoğu namazlarını Kâbe'de kıldığına, hücresinde insanları olduğu gibi, cinleri de irşad ettiğine inanılıyor ve bu sebeple kendisine "mürşidü'ssakaleyn" deniliyordu.364 Bazı Halveti büyükleri onun cemaate çıkmayışınm sebebini, kendisine gelen mevâridi ilâhiyyenin çokluğuna bağlamaktadırlar. Böyle büyük mevâride mazhar olan kişi, hareket dahi edemez denilmektedir.365
Şâban Efendi halk arasında cömetliği ile de tanınmıştı. İki akçeyi bir yere koyup saklamadığı, daima tevekkül ve kanaat içinde olup hiç kimseden sadaka ve maaş kabul etmediği rivayet edilmektedir.366 Atâî şeyhin ayrıca ziraatla meşgul olduğunu ve oradan kazandığı ile kanaat ettiğini kaydediyorsa da,367 bu kadar uzlete önem veren bir zatın ziraatle iştigal etmesi kanaatimizce uzak bir ihtimaldir. Ancak muhtemelen onun dervişlerinin ziraatla meşgul olduğu ve buradan elde edilen gelirin zâviyeye sarfedildiği söylenebilir. Şeyhin halifesinin halifesi olan Fuâdî'nin, eserinde kaydettiği olaylardan öyle anlaşılıyor ki, maddî ya da mânevi sıkıntıya düşen herkes onun kapısına koşuyor, ondan medet umuyordu.368
Şâban Efendi, 18 Zilkade 976 (4 Mayıs 1569) tarihinde Perşembe günü vefat etmiştir.369 Sefîne'nm kaydına göre 905 (14991500) senesinde dünyaya geldiği dikkate alınırsa,370 vefat ettiğinde yetmiş bir yaşlarında olduğu ortaya çıkar. Vefatına yakın İstanbul'dan ziyaretine gelen halifesi Muharrem Efendi'ye, "Hemen geri dönme, birkaç gün eğlen, namazımı kılıp öyle git" diyen Şâban Efendi, bundan yirmi gün sonra vefat etmiştir.371 Vakit geçirmeden dervişlerine haber salınmış ve gelmesi mümkün olanlar cenazeye iştirak etmişlerdir. Muharrem Efendi, Muzaffer Dede ve bazı dervişler tarafından teçhiz ve tekfini yapılan şeyhin372 cenaze namazı da çok büyük bir kalabalığın iştirakiyle cuma günü Muharrem Efendi tarafından kıldırılmış ve tekkelerinin bahçesine defnedilmiştir.373
Şâban Efendi 360 dervişine hilâfet hırkası giydirmiştir.374 Değişik bölgelere irşad faaliyeti için gönderdiği halifeleri vasıtasıyla, kendisinden sonra tarikatı çok geniş muhite yayılmıştır. Şâban Efendi'nin âdeti bir mahalle sadece bir halife göndermekti. “Bir küçük şehirde bir kişi faaliyet gösterirken, bir başka halifenin o yere gidip oturması asla câiz değildir" diyordu. Halifelerinden Ali Dede isminde birisi, faaliyet gösterdiği tekkesindeki postu bırakıp bir başka yere gitmişti. Oradaki dervişler yeni bir halife istediler. Bunun üzerine Şâban Efendi, "Şeyhinizin tekkede hırkası veya buna benzer bir şeyi yok mu? Bir halifenin bir yerde eski hasırı ve postu bile olsa yerine halife gönderilmez" dedi.375
Şâban Efendi hayatta iken halkı irşad için gönderdiği halifelerinden ileri gelen bazıları, onun vefatından sonra Kastamonu'ya dönerek, şeyhin makamına geçip faaliyetlerini burada sürdürmüşlerdir. Meselâ, Şâban Efendi hayatta iken Kastamonulu halifesi Osman Efendi'yi (ö. 976/1569) irşad için Tokat'a göndermişti. Osman Efendi, Şâban Efendi'nin vefatı üzerine Kastamonu'ya dönmüş ve şeyhin makamına geçerek kırk gün faaliyet gösterdikten sonra vefat etmiştir.376 Osman Efendi'den sonra makamına, Şâban Efendi'nin icâzetle Amasya'ya gönderdiği halifesi, "Kazancı Hayreddin" diye bilinen Kastamonulu Hayreddin Efendi (ö. 987/1579) oturmuştur.377 Hayreddin Efendi’den sonra burada faaliyet gösteren zat, yine Şâban Efendi'nin icâzet verip Çorum'a gönderdiği, daha önce de adı geçmiş olan halifesi İskilipli Abdülbâki Efendi'dir (ö. 997/1589).378 Abdülbâki Efendi'den sonra ise, Şâban Efendi'nin Şam'a gönderdiği halifesi Muhyiddin Efendi (ö. 1013/160405) posta oturmuştur. Kastamonu sancağına bağlı Kürei hadîd'den olan bu zat, memleketinde Şâban Efendi'nin irşadla görevlendirdiği, daha önce adı geçen halifesi Mahmud Efendi'ye intisap etmişti. Ancak Mahmud Efendi'nin vefat etmesi üzerine Kastamonu'ya gelmiş ve Şâban Efendi'nin yanında kalarak mücâhedesini tamamlamıştı.379 Şâban Efendi, Gelibolulu Mustafa Alî'nin kaydettiğine göre Alâeddin isimli bir halifesini de Gelibolu'ya göndermişti. Bu halifenin özellikle, orada bulunan ve daha sonra bizzat Şâban Efendi'nin mânevi eğitimiyle sülûkünü ikmal etmiş olan Mehmedi Dâğî'nin (ö. 102.0/1611) irşadı için gönderildiği ifade edilmektedir.380
3. Ahmediyye Şubesi Yiğitbaşı Ah m e d Şemseddin Marmaravî (ö. 910/150405)
Halvetiyye'nin Ahmediyye şubesi "Yiğitbaşı" diye şöhret bulan Şeyh Ahmed Şemseddin Marmaravî tarafından kurulmuştur. Halvetiyye tarikatında "orta kol" diye bilinen bu şubenin silsilesi, Alâeddin Uşşâkî (Kabaklı Alâeddin Efendi, ö. 890/1485) > Tâceddin İbrâhim Kayseri (ö. 883/1478) > Pir Muhammed Erzincânî (ö. 879/1474) vasıtasıyla Seyyid Yahyâyı Şirvânî'ye ulaşır.381
Yiğitbaşı Ahmed Efendi, Akhisar'a bağlı Marmara köyünde dünyaya gelmiştir. Kaynaklarda "Marmaravî" nisbesi ile zikredildiği gibi, sancağına nisbetle "Saruhânî" nisbesiyle de geçmektedir. Ahmed Efendi memleketinde başladığı ilim tahsilini Uşak'ta ikmal etti. O esnada Uşak'ta faaliyet göstermekte olan Alâeddin Uşşâkı'ye intisap ederek sülûkünü tamamladı ve hilâfetle Manisa'ya gönderildi.382 Burada üç sene faaliyet gösterdikten sonra,383 bir ara İstanbul'a giderek, oradaki meşâyih arasında meydana gelen ihtilâfı halledip bir neticeye bağladığı için "Yiğitbâşı" unvânını aldı.384
Manisa'da irşad faaliyetini sürdüren Yiğitbaşı, şeyhi Alâeddin Uşşâkî'nin vefatından sonra da, onun baş halifesi olarak faaliyetine devam etmiştir. İlk başta Manisa'nın merkezinde muhtelif camilerde irşad faaliyetini sürdüren Yiğitbaşı,385 daha sonra Manisa'nın Seyyidhoca Mahallesi'ndeki tekkesinde,386 halkı irşada çalışmıştır. Onun yetiştirip hilâfet verdiği zatlardan birisi Eroğlu Nûri Efendi'dir (ö. ?).387 Hayatı ve faaliyetleri hakkında bilgi bulamadığımız Nûri Efendi'nin sülük ahvâlinden bahseden Mir'âtü'lâşıkîn isimli Türkçe bir eseriyle bir de Dîvânı îlâhiyât'ı olduğu bildirilmektedir.388 Kabri Kula ile Eşme arasında kendi nâmını taşıyan Eroğlu Köyü'nde bulunmaktadır.389 Şeyh Yiğitbaşı tarikatta daha önce uygulanmakta olan sülük için gerekli "esmâyı seb'a"ya ilâve olarak "esmâyı hamse"yi (Vehhâb, Fettâh, Vâhid, Ahad, Samed) getirmiştir.390 Bu arada dervişlerine cehri zikir ve devrân yaptırdığı için, bazı zâhir ehli ulemânın müdâhelesiyle karşılaştığı rivayet edilmektedir.391
Hüseyin Vassâf Sefîne'de, şeyhin Manisa'daki tekkesine pek çok kimsenin yanı sıra, o tarihlerde Manisa valisi olan Yavuz Sultan Selim'in de devam ettiğini ve şeyhe muhabbetinden dolayı, İzmir'de onun adına bir de zâviye yaptırdığını kaydediyorsa da,392 Yavuz Selim'in Manisa'da valilik yapmadığı bilindiği için bu bilginin yanlış olduğu anlaşılmaktadır. Ancak bahsedilen bu zatın, adı geçen yerde on dokuz sene (14831502) sancak beyliği yapıp, bu müddet içinde Sığla (İzmir) sancağında da fiilî bir nüfuz kuran, diğer sahalarda olduğu gibi tasavvuf sahasında da eser verdiği bilinen393 sûfî meşrep Şehzade Korkud olması kuvvetle muhtemeldir.394
Yiğitbaşı irşad faaliyetini hem vaaz ve sohbetleri, hem de kalemiyle sürdürmüştür. Çoğu tasavvufî mahiyette olan eserleri on dört adet civarındadır.395
Yiğitbaşı Manisa'da faaliyetine devam etmekte iken 910 (1504) senesinde vefat etmiş ve zâviyesine defnolunmuştur.396 Yiğitbaşı'dan sonra Ahmediyye şubesi, Sinâniyye, Uşşâkıyye, Ramazâniyye ve Mısriyye olmak üzere dört kola ayrılmıştır.397 Bunlardan ilk önce kurulanı Sinâniyye'dir. Diğerleri daha sonra, XVI. asrın sonlarından itibaren kurulmaya başlamıştır.
·
a) Sinâniyye
îbrâhim Ümmî Sinan (ö.
976/1568)
Ahmediyye'nin Sinâniyye kolu "Ümmî Sinan" diye bilinen îbrâhim b. Abdurrahman Halvetî398 tarafından kurulmuştur. Ahmediyye'den doğan ilk kol olan Sinâniyye'den de XVII. asrın sonlarında Muslihiyye kolu doğmuştur.399
Sinâniyye kolunu kuran Ümmî Sinan Bursahdır. Hz. Peygamber'in unvanı olması sebebiyle teberrüken "ummî" lakabını almıştır. Yoksa bu lakap ilmi zâhiri tahsil etmediği için verilmemişti. Nitekim onun İlmî seviyesini ifade için Harîrîzâde "Funûni aşkı hakîkîde kâmil oldukları gibi, ilmi zahirde dahî mahir idiler" ifadesini kullanmaktadır.400 Sefine'de, Ayvansarâyî'nin Ve/eyâf'mdan naklen ifade edildiğine göre, Ümmî Sinan İstanbul'da tahsilini tamamladıktan sonra Karaman'a gitmiş ve orada Şeyh îzzeddin Karamânî'ye intisap ederek sülûkünü tamamlamıştır.401 îcâzet aldıktan sonra hemen İstanbul'a dönmemiş, bir müddet Manisa ve Uşak havalisinde faaliyette bulunmuştur. Halvetiyye'nin Uşşâkıyye kolunu kuran Şeyh Hüsâmeddin Uşşâkî'nin (ö. 1001/159293) kendisiyle bu esnada buluşup sohbetine katıldığı rivayet edilmektedir.402 "Uşşâkî" nisbesinin sahibi Hüsâmeddin Efendi, esasen Buhâra'da doğup (d. 880/147576) büyüdüğü halde, gördüğü bir rüya üzerine Uşak'a gelmiş ve o tarihlerde burada faaliyet göstermekte olan Şeyh Emîr Ahmed Semerkandî'ye intisap etmişti. Kübreviyye'nin Nurbahşiyye kolundan olduğu kaydedilen Emîr Ahmed Efendi vefat edince de makamına Hüsâmeddin Efendi geçmişti.403 Hüsâmeddin Efendi'nin müridlerinden olduğunu ifade eden Şeyh Ahmed Hüsâmî'nin, Harîrîzâde tarafından kaydedilen bir manzumesinde belirttiğine göre, Hüsâmeddin Efendi bir KübrevîNurbahşî şeyhi iken Ümmî Sinan ile buluşmuş ve ona intisap etmiştir.404 Tibyân müellifi, Hüsâmeddin Efendi'nin Ümmî Sinan ile buluşmasının, Sultan III. Murad devrinde İstanbul'da meydana geldiğini kaydediyorsa da,405 Ümmî Sinan'ın Kanûnî Sultan Süleyman'dan iki sene sonra, II. Selim devrinde vefat ettiği (ö. 976/1568) dikkate alınırsa, bu buluşmanın tarihen mümkün olamayacağı ortaya çıkar. Ancak onun, yukarıda Sefine müellifinin de belirttiği gibi, Ümmî Sinan ile daha İstanbul'a gitmeden önce Uşak'ta buluştuğuna hükmetmek gerekir.
Ümmî Sinan'ın, îzzeddin Karamânî'ye (İzzeddin Ali Karamânî Saruhânî) intisap ederek sülûkünü tamamladığı yukarıda kaydedilmişti. Ancak kaynaklar onun şeyhinin İzzeddin Karamânî olduğu hususunda ittifak hâlinde değildir. Meselâ, Zeyli Şekâik, Semerâtü'lfuâd ve Tomârı Halvetiyye'de, onun mürşidinin Kasım Lârendî (Kasım Çelebi, ö. 941/153435 veya 947/154041) olduğu belirtilirken,406 Ümmî Sinan'ın halifesi Seyyid Seyfullah'm Câmiu'lmaârifi ile407 Tibyân ve Sefine'de Şeyh İzzeddin Karamânî'den (ö. 933/1527) hilâfet aldığı ifade edilmiştir.408 Ayrıca Baldırzâde Vefeyâtnâme’sinde,409 Mustafa Nehcî'nin Tuhfe'sinde,410 Güldeste'de,411 Tibyân'm bir başka yerinde, Ziyâreti Evliya'da ve Osmanlı Müellifleri' nde,410 411 412 Kasım Lârendî'nin de İzzeddin Karamânî'den el aldığı kaydedilmektedir ki bu durumda Ummî Sinan ile Kasım Lârendî pîrdaş olmaktadırlar.413
Kaynaklardaki birbirleriyle çelişik gözüken bu bilgileri şu şekilde telif etmek mümkün olabilir:
Zeyli Şekâik, Semer âtü'lfuâd ve Tibyân'm bir yerinde kaydedildiği gibi, İzzeddin Karamânî (ö. 933/1527) ile Kasım Lârendî (ö. 941/153435), belki de başlangıçta Şeyh Yiğitbaşı'nın müridleri olarak pîrdaş idiler. Ancak Yiğitbaşı vefat ettikten sonra Kasım Lârendî, muhtemelen yarıda kalmış olan sülûkünü, Baldırzâde Vefeyâtnâmesi, Nehcî'nin Tuhfe'si, Güldeste, Tibyân'ın bir başka yeri, Ziyâreti Evliya, Osmanlı Müellifleri ve Tomârı Halvetiyye'de ifade edildiği gibi, Yiğitbaşı'nın makamına geçmiş olan İzzeddin Karamânî'nin yanında tamamlayarak ondan hilâfet almıştır. Bu durumda önceden pîrdaşı olan zat daha sonra şeyhi durumuna geçmiştir. Ummî Sinan ise evvelâ Câmiu'lmaârif, Tibyân ve Sefine'de kaydedildiği gibi, İzzeddin Karamânî'ye intisap etmiş ve böylece Kasım Lârendî ile pîrdaş olmuştur. İzzeddin Efendi'nin vefatından sonra ise, Zeyli Şekâik ve Tomârı Halvetiyye'de zikredildiği gibi, Kasım Lârendî'ye bağlanmış ve sülûkünü tamamlamıştır. Burada da yine, yukarıda olduğu gibi önceden pîrdaş olan iki zat daha sonra şeyhmürid durumuna gelmişlerdir. Ümmî Sinan'dan önce Anadolu'da faaliyet gösterdikleri anlaşılan İzzeddin Karamânî ve Kasım Lârendî hakkında fazla bilgiye sahip değiliz. Sadece Baldırzâde, yukarıdaki bilgilere ilâve olarak, Kasım Efendi'nin, Bursa Murâdiye mahallesinde bulunan Bahri Dede Zâviyesi yakınında uzlete çekilerek müridlerinin terbiyesiyle meşgul olduğunu,414 Bursah Mehmed Tâhir de onun, Abdülkadiri Geylânî ahfadından bir zat olup, "noktacı" diye meşhur olduğunu, vefatına kadar Bursa İnegöl'de ikamet ettiğini ve tasavvufîahlâkî mev'izalardan bahseden Türkçe Cevâhiru’lahbâr isimli manzum bir eserini İnegöl'de gördüğünü kaydetmektedir.415 Ayrıca kaynaklarda Kasım Efendi'nin Ümmî Sinan'dan başka Muhyiddîn Karahisârî (ö. 994/1588) isminde bir halifesinin daha olduğu görülmektedir ki,416 bu zat ile Ahmediyye şubesi, önemli kollarından biri olan Ramazâniyye'ye varmaktadır.417 Muhyiddîn Efendi'nin, Arâisü'lvusûl isminde bir usûli aşere şerhi telif ettiği kaydedilmektedir.418
Ümmî Sinan, Manisa ve Uşak havalisinde bir müddet faaliyet gösterdikten sonra İstanbul'a giderek,419 Topkapı civarında bulunan Kürkcübaşı Ahmed Şemseddin mahallesinde Kanûnî Sultan Süleyman tarafından kendisi için yaptırılan dergâhta420 (Ümmî Sinan Tekkesi) faaliyet göstermiştir.421 Bu tekkenin 958 (1551) yılında kurulduğu422 göz önünde bulundurulursa, şeyhin bu tarihlerde İstanbul'a geldiğine hükmedilebilir. Adı geçen tekkede vefatına kadar (ö. 976/1568) yak
laşık on sekiz sene irşad faaliyetinde bulunan Ümmî Sinan'dan sonra makamına, damadı Halepli Şeyh Arap Şerif Mehmed Efendi (ö. 1023/1614) geçmiştir.423
İstanbul'da Ümmî Sinan Tekkesi'nden başka Sinâniyye'ye ait iki tekke daha vardır. Bunlardan biri yine Topkapı'da Ümmî Sinan Tekkesi'nin yakınında bulunan Pazar Tekkesi'dir. Âyin gününden dolayı Pazar Tekkesi diye meşhur olan bu tesis, Tanman'm tesbitlerine göre kaynaklarda "Ümmî Sinan", "Harîrî Mehmed Efendi", "Feraz Mehmed Efendi" gibi adlarla da geçmektedir.424 Bu tekkenin ilk şeyhi Ümmî Sinan'ın bir diğer damadı Harîrî (Kazzâz) Mehmed Efendi'dir (ö. 1050/1640).425 Zâkir Şükrü Efendi her ne kadar adı geçen tekkeyi Şeyh Mehmed Efendi'nin kendisi kurmuştur diyorsa da,426 Baha Tanman onun, Şeyh Mehmed için 960 (155253) civarında Kâtip Mehmed Efendi (ö. 1004/1596) tarafından yaptırıldığını kaydetmektedir.427 Adı geçen zâviyede doksan sene irşad faaliyetinde bulunduğu belirtilen Şeyh Mehmed Efendi'nin çok uzun yaşadığı (130140 yıl) rivayet edilmektedir.428
Sinâniyye'ye ait İstanbul'daki üçüncü tekke (Ümmî Sinan Tekkesi) ise Eyüp'tedir.429 Bu tekke Ümmî Sinan'ın halifelerinden Şeyh Nasuh Efendi (ö. 976/1568) tarafından yaptırılmıştır.430 Ümmî Sinan ile aynı senede vefat ettiği anlaşılan Nasuh Efendi'den sonra makamına Ayvansarâyî'nin kaydına göre, Kastamonulu Şâban Efendi'nin halifelerinden Şeyh Şücâ Efendi (ö. 996/1588) geçmiştir.431
Ümmî Sinan'ın pek eser telif etmediği anlaşılıyor. Sadece onun Risâlei Şerîfei Istanbûlî Ümmî Sinan isimli bir eserini Bursalı Mehmed Tâhir, Manisa Murâdiye Kütüphanesi'nde gördüğünü kaydetmektedir.432 Ancak halifelerinden Seyfullah Efendi'nin (ö. 1010/160102) tasavvufa dair pek çok eser kaleme aldığı ve bunlardan birisinin tabedilmiş olan Miftâhı Vahdeti Vücûd olduğu bilinmektedir.433
Ümmî Sinan'ın halifelerinden Seyfullah Efendi (ö. 1010/160102) Câmiu'lavârifte, şeyhin çok kuvvetli mücâhede yaptığını, halvet esnasında dervişleriyle bir yere toplanıp tevhid sürdüğünü belirtmekte ve bu arada müridlere gelen vâridâtı da tabir ettiğini kaydetmektedir.434
Kanûnî Sultan Süleyman'dan iki sene sonra 976 senesinde (156869) "Yâ hayyu yâ kayyûm" diyerek vefat ettiği belirtilen Ümmî Sinan'ın cenaze namazı Fâtih Camii'nde kılınmış ve halifesi Şeyh Nasuh Efendi tarafından Eyüp'te yaptırılan dergâha defnedilmiştir.435
4. Rûşeniyye Şubesi
(Dede Ömer Rûşenî, ö. 892/1487) Halvetiyye'nin ana kollarından biri olan Rûşeniyye, Seyyid Yahyâyı Şirvânî'nin ileri gelen halifelerinden Dede Ömer Rûşenî tarafından kurulmuştur. Aydınlı olduğu için "Rûşenî" mahlasını kullanan Dede Ömer, ilmi zâhiri tahsil ettikten sonra Bakü'ye gidip Yahyâyı Şirvânî'ye intisap ederek sülûkünü tamamlamış ve Anadolu'da irşadla görevlendirilmişti. Ancak daha sonra mürşidinden uzak kalmamak için onun rızâsıyla tekrar geri dönen Dede Ömer,436 daha ziyade Gence, Berdaa, Karaağaç gibi muhitlerde tarikatini neşretmiştir.437 Bazı kaynaklarda Rûşeniyye'nin Anadolu'da Diyarbakır, Erzurum taraflarında da yayıldığı kaydedilmekteyse de,438 Halvetiyye'nin bu kolunun XVI. asırda Anadolu'da pek etkili faaliyetine rastlanmamıştır. Anadolu'da daha ziyade yayılan, Dede Ömer'in ileri gelen halifelerinden îbrâhim Gülşenî'nin kurduğu, Rûşeniyye'nin Gülşeniyye şubesidir.
a) Gülşeniyye
aa) Şeyh îbrâhim Gülşenî (ö. 940/153334)
Rûşeniyye'den doğmuş olan Gülşeniyye şubesi, Şeyh İbrahim Gülşenî tarafından kurulmuştur. Diyarbakırlı olduğu bildirilen439 İbrahim Gülşenî'nin tam adı: îbrâhim b. Muhammed b. Hacı İbrâhim b. Şeyh Şihâbeddin b. Aydoğmuş'tur.440 Bazı kaynaklarda onun Azerbaycan'da dünyaya geldiği de kaydedilmektedir.441 Bu durumda şeyhin aslen Diyarbakırlı olmakla birlikte Azerbaycan'da dünyaya geldiği düşünülebilebilir.
Şeyh Gülşenî babasını küçük yaşta kaybettiği için amcası Seyyid Ali'nin terbiyesinde büyümüştür. On dört yaşlarına geldiğinde Tebriz'e gidip Dede Ömer Rûşenî ile buluştu. Burada uzun süre ilmi zahir ile ilmi bâtın tahsilini birlikte yürüterek Rûşenî'nin yanında sülûkünü ikmal etti. Şeyh Rûşenî vefatı yaklaştığında irşad seccadesini kendisine teslim etmiştir. "Gülşenî" mahlası bizzat şeyhi tarafından konulmuştur.442 Önceleri "Heybeti" mahlasını kullandığı rivayet edilmektedir.443
îbrâhim Gülşenî, bir müddet Tebriz'de faaliyet gösterdikten sonra, XVI. asrın başlarında Kızılbaş fitnesinin zuhuru üzerine, Kahire'ye gitmek niyeti ile yola çıktı.444 Adı geçen şehire Diyarbakır üzerinden gitmekte iken, burada Kara Mescid adlı bir yere yerleşerek epey bir müddet burada faaliyet göstermiştir.445 Gülşenî ile birlikte Tebriz'den yola çıkmış olan oğlu Ahmed Hayâlî'nin, bir ara yolda babasından ayrıldıktan sonra Hasankeyf şehrine geldiğinde, şeyhin elli kadar dervişiyle buluştuğunu söylemesi446 Gülşenî'ye o havalide daha önceden mürid olmuş pek çok kimsenin bulunduğunu göstermektedir.
Diyarbakır'da Şeyh Gülşenî'ye halkın çok fazla rağbeti, diğer tarikat erbabının kıskançlığına sebep olmuştur. Nitekim nakledildiğine göre, Gülşenî'den önce orada faaliyete başlamış bulunan Keçeci Şeyh Ali Efendi diye bir zat ve dervişleri, Gülşenî hakkında pek iyi söz söylemezler, hatta Şeyh Alî Efendi kıskançlığını izhar ederek Gülşenî'nin dervişlerine, "Şeyhiniz o kadar cezbeliyse beni de cezbetsin bakalım" dermiş.447 Adı geçen şehirde Gülşenî'ye kâfirlerden bile müslüman olup intisap eden pek çok kimsenin bulunduğu rivayet edilmektedir.448 Bu esnada Diyarbakır'da ticâretle meşgul olduğu bildirilen Hacı Ali Efendi de (Sâdık Ali Efendi veya Sâdık Efendi ö. 961/155354), henüz genç yaşında iken şeyhin müridleri arasına katıldı. Ali Efendi şeyhle birlikte birçok erbain ve halvetlere girerek burada sülûkünü tamamladı449 ve Gülşenî Diyarbakır'dan ayrılıp Halep'e giderken yerine Ali Efendi'yi bıraktı.450 Daha önceden Kara Amid'de faaliyet göstermekte olan halifesi Bünyâd Halife'nin ise şeyhle birlikte Mısır'a gittiği ve orada uzun müddet kaldıktan sonra tekrar Kara Âmid'e döndüğü rivayet edilmektedir. Ali Efendi'nin babası da Diyarbakır'a geldiğinde Şeyh Gülşenî'yi ziyaret etmiş ve kendisinden çok etkilenmişti. Daha sonra oğlu Şeyh Gülşenî'nin halifesi olarak Diyarbakır Gülşenî Zâviyesi'nde posta oturunca, bütün mal ve mülkünü adı geçen zaviyeye vakfetmiş ve kendisi de oğluna biat etmiştir.451
Diyarbakır'dan ayrılan Şeyh Gülşenî Urfa'ya geçti. O sırada Urfa Alâüddevle'nin yönetimi altında bulunmaktaydı. Gülşenî'ye büyük sevgi ve saygısı olduğu bildirilen Alâüddevle, şeyhin Urfa'da kalmasını rica etti ise de, o bunu kabul etmedi.452 Kahire'ye giderek irşad faaliyetine başladı ve etrafında büyük bir kalabalık oluştu. Yavuz Sultan Selim Mısır'ı fethettiğinde Şeyh Gülşenî'yi ziyaret ederek bir ihtiyacı olup olmadığını sormuştu. Gülşenî de, Müeyyediyye Camii yanında bulunan boş arazinin kendilerine bağışlanarak dervişlerine mesken yapılmasını talep etti. Bunun üzerine Yavuz Sultan Selim, oraya bir hankah yapılmasını emretti. 926 (151920) senesinde inşasına başlanan hankah 931'de (152425) bitirilmiştir.453
Kanûnî Sultan Süleyman zamanında meydana gelen Mısır valisi Ahmed Paşa'nın isyanı bastırıldıktan sonra, Sadrazam îbrâhim Paşa (ö. Ramazan 942/Mart 1536) geniş yetkilerle bu bölgeyi ıslah için Mısır'a gönderilmişti. Sadrazam oradan İstanbul'a döndüğünde padişaha, Şeyh Gülşenî'nin Mısır'da bir isyan çıkarmasından endişe ettiğini belirterek, başşehre celbedilmesi gerektiği hususunda bir ferman çıkarttırdı.454 Gülşenî Mısır'dan İstanbul'a getirilerek Çandarlı îbrâhim Paşa Sarayı'na yerleştirildi. Burada altı ay kadar kalan şeyh,455 yakınındaki İbrahim Paşa Camii'nde cuma günleri öğleden sonra, diğer bazı günler ise bazan öğleden sonra, bazan da ikindiden sonra halka sohbet etmeye devam ediyordu.456 Ayrıca burada evrâdü ezkâr ve dervişlerin âyinleri ile de meşgul olmaktaydı.457
Zeyli Şekâik ve Sefine'de Şeyh Gülşenî'nin İstanbul'a, 935 (152829) senesi civarında ulaştığı kaydedilmekte ise de,458 onun burada Merkez Efendi ile görüşmüş olması dikkate alınırsa,459 935 senesinden sonra geldiğine hükmetmek gerekir. Zira Merkez Efendi'nin Koca Mustafa Paşa Dergâhı'na şeyh oluşu, Sünbül Efendi'nin Muharrem 936'da (Eylül 1529) meydana gelen vefatından sonradır. Bu durumda Gülşenî, sadrazam Mısır'dan İstanbul'a döner dönmez değil de, aradan birkaç sene geçtikten sonra İstanbul'a getirilmiş olmalıdır. Çünkü sadrazamın Mısır'dan İstanbul'a dönüşü 1525 senesi içinde gerçekleşmiştir.460
Şeyh Gülşenî İstanbul'da bulunduğu sırada, ileride temas edileceği gibi devlet ricâlinden ve medrese çevrelerinden pek çok ileri gelen zevatı, etkili sohbetleriyle tarikatına bağlamıştır. Ayrıca şeyhin telkin gücü ve büyük nüfûzu, Gülşenîliği XVI. asır şairlerinin de en çok iltifat ettikleri bir tarikat haline getirmiştir.461
Şeyh Gülşenî İstanbul'da uzun müddet kaldıktan sonra padişahla görüşebilmiş ve hakkında ileri sürülen iddiaların yanlış olduğu anlaşılmıştır. Gülşenî'nin İstanbul'da kaldığı sırada cereyan eden hadiseler ileride devlet ricâlimeşâyih münasebetleri işlenirken etraflıca anlatılacaktır.
Şeyh Gülşenî'yi ulemâ, ümerâ ve halkın yanı sıra İstanbul meşâyihi de ziyaret etmiş; özellikle Halvetiyye şeyhleriyle Gülşenî ayrı ayrı sohbette bulunmuştur. Meselâ Ramazan Halife,462 Sünbül Efendi'nin postuna oturmuş olan Merkez Efendi, Divane Şücâ Halife463 bunlardan bazılarıdır. Ramazan Efendi'nin onun yanma diğerlerinden daha sık geldiği rivayet ediliyor. Şeyh Gülşenî, Ramazan Efendi için "merdi kâmildir" dermiş. Merkez Efendi ise görüşmeleri sırasında Sünbül Efendi'den bahsederek "Hayatta iken sizi Mısır'da ziyaret etmişlerdi. Size çok fazla sevgisi vardı" deyince Gülşenî, "Sünbül Efendi şeyhi bâilim idi" ifadesini kullanmış. Deli Şücâ için ise "meczûbi bâşevk" tabirini kullanırmış.464
Şeyh Gülşenî her kesimden insanın katıldığı topluluğa yaptığı vedâ konuşmasından sonra kendisine o kadar çok kimse intisap etmek istemiştir ki, her birine teker teker zikir telkîni mümkün olamadığından şeyh, "İçinizden birisi öne çıksın, diğerleri de biribirini vasıta etsin" diyerek cemaate hep birlikte "el" vermiştir. Daha sonra cemaat beraberce iskeleye kadar giderek şeyhi Mısır'a uğurlamışlardır.465 Şeyh Gülşenî'nin mezkûr vedâ konuşmasından önce de Divane Şücâ ile birlikte dolaşarak çarşılarda ve bazı ahbap evlerinde halkla vedâlaştığı nakledilmektedir.466 Ayrıca meşâyih ile de vedalaşmış ve bu esnada Ramazan Efendi'ye kemerini,467 Merkez Efendi'ye de gömleğini vermiştir.468 Hulvî'nin kaydına göre ise Şeyh Gülşenî Merkez Efendi'ye gömleği ve asâsını hediye edince, o da kendi gömleği ve asâsmı Şeyh Gülşenî'ye hediye etmiştir.469
Mısır'a döndükten sonra yaklaşık beş sene daha yaşayan îbrâhim Gülşenî, 940 (153334) senesinde vefat etmiş ve "Mâte kutbüzzamân îbrâhim" (Zamanın kutbu îbrâhim göçtü) cümlesi vefatına tarih düşürülmüştür.470 Arapça, Farsça ve Türkçe kaleme aldığı eserlerinden en meşhuru, mesnevi tarzında yazdığı kırk bin beyitlik Farsça Ma 'nevî'sidir.471 Şeyh îbrâhim Gülşenî İstanbul'dan ayrılırken halife olarak buraya Şeyh Haşan Zarîfî'yi (ö. 977/156970) bırakmıştır.472
ab) Şeyh Haşan Zarîfî (ö. 977/156970)
Gülşenî'nin ardından İstanbul'da kalan Haşan Zarîfî Sirozludur. İlim tahsili için İstanbul'a gelip473 îbn Kemal'in dânişmendi olmuş ve bu sırada tasavvuf yoluna girmiştir.474 İlk olarak Pîrî Halife'ye intisap ederek yanında sülûkünü tamamlamıştır. Şeyhinden hilâfet aldıktan sonra Bursa’ya gitmiş ve burada tekkesini kurarak irşad faaliyetine başlamıştır. Bir müddet sonra haccetmek için yola çıkan Haşan Efendi, Kahire'de Şeyh îbrâhim Gülşenî ile buluşunca burada ikinci olarak Gülşenî'ye de biat edip hilâfet almıştır. Gülşenî İstanbul'a geldiğinde beraberinde getirdiği kişiler arasında Haşan Efendi de bulunuyordu.475
Haşan Zarîfî'ye, faaliyetini sürdürebilmesi için Kumkapı'da kiliseden bozma bir mescid ile devlet hâzinesinden maaş tahsis edildi. Bir yeniçeri tarafından da mescidin mihrabı önündeki boş arsaya zâviye ve etrafına hücreler yaptırılıp vâkıfları tanzim edildi. Ancak burada Haşan Efendi irşad faaliyetini sürdürmekte iken meydana gelen deprem cami ve zaviyeyi tamamen yıkmıştır. Daha sonra Sadrazam İbrahim Paşa'nm hanımlarından Muhsine Hatun tarafından buraya cami ve zâviye tekrar inşa edilmiş ve vakıfları da yeniden düzenlenmiştir.476
Haşan Zarîfî Efendi adı geçen tekkenin yanı sıra, İstanbul Rumelihisarı'nda bir tekke daha kurdurmuştur. Daha sonra Durmuş Dede Tekkesi diye meşhur olan bu tekke,477 önceki ile aynı senede (935/1528) kurulmuş478 ve her ikisinin de meşihati, vefatına kadar Haşan Efendi tarafından yürütülmüştür.479
Haşan Efendi'nin de, şeyhi Gülşenî gibi üç lisan üzere şiirler yazdığı belirtilmektedir. Tefsir ve hadisten nakillerde bulunduğu sohbetlerinin yanı sıra, Mesnevi okumaları da âdetleri idi.480 Mesnevî'nin başından otuz dört beyte Kâşifulesrar ve matlan'lenvâr ismiyle bir Farsça şerh yazmıştır.481 Diğer Halvetîler gibi devran ve zikri cehri ile meşgul olmakta iken, Nakşî şeyhine intisabıyla, zikri cehri ile hafiyi cemettiği kaydedilir. Nitekim bazı Halveti büyükleri de zikri cehrinin sonunda zikri hafiye geçilmesi gerektiğini beyan etmişlerdir.482
Yüz iki yıl ömür sürdüğü bildirilen Haşan Efendi'nin kabri, Rumelihisarı'nda Kayalar isimli mahaldedir.483 Vefatına "Zarîfî'nin, dirîğâ, gitti rûhu" (977) terkibi tarih düşürülmüştür.484
Haşan Zarifi Efendi İstanbul'da faaliyet gösterirken, Gülşenî'nin diğer halifelerinden Sâdık Ali Efendi (ö. 961 /1554), yukarıda zikredildiği gibi Diyarbakır'da,485 Âşık Mûsâ Efendi (ö. 971/156364) Edirne'de486 ve oğlu Ahmed Hayâli de (ö. 977/156970) Mısır'da faaliyet gösteriyorlardı.487 Bununla birlikte Ahmed Hayâlî'nin, babasının vefatından yaklaşık yirmi üç sene sonra 963 (155556) yılında bir ara Kudüs, Şam ve Halep yoluyla İstanbul'a geldiği ve burada bir kış kalıp (altı ay) tekrar Mısır'a döndüğü rivayet edilmektedir.488 İbrahim Gülşenî'nin kızından torunu Mevlânâ Ârif Fethullah da (Fethullah Ârifî, ö. 959/1552) şehnâmeci olarak İstanbul'da bulunuyordu.489
Şeyh İbrâhim Gülşenî'nin Anadolu'da faaliyeti tesbit edilen bir başka halifesi de "Karamanlı Şeyh" diye meşhur Muhyiddin Karamânî'dir (ö. 957/1550). Ebüssuûd Efendi fetvasıyla idam edildiği bildirilen Şeyh Karamânî hakkında, ileride devlet ricâlimeşâyih münasebetleri anlatılırken bilgi verilecektir. Onun idamından sonra makamına halifesi Şeyh Kerîmüddin Efendi (ö. ?) geçmiştir.490
5. Şemsiyye Şubesi (Şemseddin A h m e d Sivâsî, ö.1006/159798)
Halvetiyye'nin ana şubelerinden biri olan Şemsiyye, XVI. as ' rın ikinci yarısında Şemseddin Ahmed Sivâsî tarafından kurulmuştur. Bu kol, şu iki ayrı silsileyle Seyyid Yahyâyı Şirvânî'ye ulaşmaktadır:
· a) Şemseddin Ahmed Sivâsî > Muslihuddin Halife > elHâc Hızır Amâsî > Habib Karamânî > Seyyid Yahyâyı Şirvâ
: nî.
· b) Şemseddin Ahmed Sivâsî > Abdülmecid Şirvânî (ö. 972/156465) > Şahkubâd Şirvânî (ö. 950/154344) > Muhyiddin Muhammed Rukiyye Şirvânî (ö. 903/149798) > Ziyâeddin Yûsuf Mahdum Şirvânî (ö. 890/1485) > Seyyid Yahyâyı Şirvânî.491
Şemseddin Ahmed Sivâsî 926 (1520) senesinde Zile'de dünyaya geldi. Babası Ebülberekât Muhammed Zîlî, Şeyh Habib Karamânî'nin halifelerinden elHâc Hızır Amâsî'ye müntesip olduğu için, onu daha yedi yaşında iken Amasya'da bulunan şeyhine götürmüş ve görüştürerek hayır duasını almıştır. Şemseddin Ahmed bu ziyaretten sonra memleketinde başladığı ilim tahsilini Tokat'ta Arakıyecizâde diye bilinen Mevlâ Şemseddin'in yanında ilerletti. Rivayete göre bu esnada gördüğü bir rüyayı, Köstekcizâde diye bilinen tarikat ehli, rüya tabirinde mahir bir zatın yanma giderek tabir ettirmiş ve ondan, ileride ilmi zâhirle ilmi bâtını cem edip pek çok kimseyi irşad edeceği müjdesini almıştır. Tahsilini İstanbul'da tamamlayan Şemseddin Ahmed, gittiği hac dönüşü memleketi Zile'ye yerleşti. Burada halka vaaz edip, talebelere ders okuttuğu halde gönlü bir türlü huzur bulmuyordu.
Sonunda babasının şeyhi Hızır Efendi'nin halifelerinden Muslihuddin Halife'nin (ö. ?) Amasya Ezinepazarı'nda (Cumapazarı) bulunan dergâhına giderek şeyhe biat etti.492 "Dördüncü tavr"ı tamamladıktan sonra şeyhi kendisine, "Bizden önceki meşâyih dört makamı tamamladıktan sonra hilâfete dua edip, seccade, asâ ve ridâ verirlerdi. Biz dahî size hilâfetle dua edelim" diyerek icâzet yazdı ve kısa bir süre sonra da vefat etti. Şemseddin Ahmed şeyhinin vefatına çok üzülmüş ve bunu "Şeyhim vefat edince yetim kaldım. Şem'i sönmüş hâneye ve suyu çekilmiş değirmene döndüm" şeklinde ifade etmiştir.493
Şemseddin Ahmed Efendi tekrar mürşid aramaya başlamış ve Tokat'ta âlim, fâzıl bir şeyh olan Mustafa Kirbâsî Efendi'ye (ö. ?) biat etmek istemişti. Ancak o tarihlerde yüz yaşını aşmış bulunan Mustafa Efendi kendisine "Sen genç olduğun için kuvvetli riyâzet ve büyük mücâhedelere katlanabilirsin. Ben ise hasta ve yaşlıyım, riyâzete güç yetiremem" diyerek terbiyesiyle meşgul olamayacağını bildirdi. Bununla birlikte murakabeye varıp, "Seni terbiye edecek zat altı ay sonra Tokat'a gelecektir" diyerek müjdesini de verdi.494
Şemseddin Ahmed Efendi tekrar memleketi Zile'ye dönüp ders vermeye başlamıştı. Bir müddet sonra Tokat'ta bulunan üstadı Arakıyecizâde Şemseddin Efendi, Abdülmecid isimli bir şeyhin Tokat'a geldiğini, vaaz ve nasihatlerinde birçok hakikatten bahsettiğini kendisine bir mektupla bildirince, vakit geçirmeden Tokat'a gidip Şeyh Abdülmecid'le buluştu. Şeyhin "Emri İlâhî ve işareti resûl ile sizi irşada geldik" diyerek söze başlaması ona Şeyh Kirbâsî'nin verdiği müjdeyi hatırlattı ve hemen mürid olmak istediğini bildirdi. Ancak Abdülmecid Efendi, "Siz bu çevrede tanınmış, itibar gören bir âlimsiniz, derviş olduğunuz takdirde zilleti seçmiş olursunuz. Halkın size karşı eski itibarı kalmaz. Sonra pişman olmayasınız" diyerek biraz düşünmesini istedi ise de, bunun bir imtihan olduğunu sezen Ahmed Efendi ısrar edince müridliğe kabul edildi. Tarikatta gerekli olan riyâzet ve mücâhedeyi gerçekleştirdikten sonra sülûkünü tamamladı.495 Şeyhi kendisine hırka giydirdi, asâ verdi ve hilâfetle memleketine gönderdi.496
Şeyh Abdülmecid Efendi (ö. 972/156465) Şirvan'dan Tokat'a 963 (1556) senesinde gelmiştir.497 Aynı sene şeyhle buluşan Ahmed Efendi, Hocazâde ve Sâdık Vicdânî'nin kayıtlarına göre sülûkünü altı ay gibi bir kısa sürede tamamlamış ve irşad faaliyetine koyulmuştur.498 Buna göre Ahmed Efendi'nin, Anadolu'da şeyh olarak 1556 senesinden sonra faaliyete başladığı ortaya çıkmaktadır. Rivayete göre geceleri dervişlerinin terbiyesi ile meşgul oluyor, gündüzleri ise talebelere ilim okutuyordu.499 Kanûnî Sultan Süleyman devri vezirlerinden Koca Haşan Paşa'nın (ö. 974/1566) Sivas'ta bir cami (Meydan Camii) ve bir dergâh inşa ettirip Ahmed Efendi'yi buraya davet etmesi üzerine memleketi Zile'den Sivas'a gitti ve vefatına kadar (ö. 1006/159798) burada tedris ve irşad ile meşgul oldu.500 Adı geçen caminin inşa tarihi 972 (1564) olduğuna göre,501 dergâh da bu tarihlerde yapılmış olmalıdır.
Bu durumda Şemseddin Ahmed Efendi 1556 senesinde hilâfet aldıktan sonra, Kanûnî devrinin sonlarına kadar memleketi Zile'de faaliyet göstermiş, 1564 senesinden sonra da davet üzerine Sivas'a gitmiştir.
Şemseddin Ahmed Efendi Zile'de faaliyet gösterirken, şeyhi Abdülmecid Efendi de Tokat'ta faaliyetine devam etmekteydi. Halkı irşad için yaptığı vaaz ve nasihatlerinde özellikle tasavvufî meseleler üzerinde duran Abdülmecid Efendi, bu sahada anlaşılması zor olan meseleleri herkesin anlayabileceği şekilde anlatması sebebiyle halktan büyük rağbet görüyordu. Ramazan aylarında hiç ara vermeden bayrama kadar yaptığı vaazlarını Mesnevî'ye hasrettiği rivayet edilmektedir.502 Abdülmecid Efendi Tokat'da yaklaşık on sene faaliyet gösterdikten sonra, 972'de (156465) vefat etmiştir. Kabri Tokat nehrinin kenarındadır.503
· C) Diğer Halvetîler
XVI. asırda Anadolu'da faaliyeti tesbit edildiği halde, mensup olduğu kol ya da şubesi belirlenemeyen Halvetiyye ricâli ise şunlardır:
Menteşeli İbrâhim Efendi (ö. 913/1507)
îbrâhim Efendi, İstanbul Yedikule'de bulunan Halvetiyye'ye mensup İmrahor (Mîrâhur) Tekkesi'nde faaliyet göstermiştir.504 İmrahor îlyas Bey tarafından 1486'larda kiliseden çevrilerek zâviye ve cami şekline dönüştürülen bu tekke,505 öyle anlaşılıyor ki îbrâhim Efendi'den sonra uzun müddet boş kalmış, daha sonra burada Şeyh Nefâyisî Haşan Efendi (ö. 1015/160607) faaliyet göstermeye başlamıştır.506
Yûnus b. Halîl (ö. 940/153334'den sonra)
Halvetiyye'den olduğu bildirilen Yûnus b. Halîl Kastamonuludur. 940 senesinde İsfendiyarzâdeler'den îsmâil Bey namına ahlâk ve mev'izadan bahseden Mi'yârü'lesrâr ve'lahbâr ismiyle Türkçe bir eser yazmıştır.507
Zincirî Ali Efendi (ö. 950/1543)
Hayatı hakkında bilgi bulunmayan Zincirî Ali Efendi'nin, yanında yetiştiği şeyhi zikredilmeksizin Halvetiyye'den olduğu kaydedilmektedir. Bursa'da irşad faaliyetini sürdürdüğü kendi adıyla anılan dergâhın (Zincirî Ali Efendi Dergâhı), Bayramiyye ricâlinden Mehmed Üftâde'nin kütüphanesi iken ona verdiği nakledilmekle birlikte, bizzat şeyhin kendisi tarafından yaptırıldığı da söylenmektedir. Ali Efendi'nin vefatından sonra buranın XVIII. asra kadar boş kaldığı anlaşılmaktadır.508
Vâiz Şeyh Ahmed Çelebi (ö. 950/1543'den sonra)
Ankaralı olduğu bildirilen Ahmed Çelebi, ilim tahsilinden sonra tasavvuf yoluna girmek istemiş ve Halvetiyye'ye intisap etmiştir. Sohbetlerinin çok tesirli olduğu ve gençliğinde belde belde dolaşarak halka vaazlar ettiği nakledilmektedir. Yaşlanınca memleketi olan Ankara'ya yerleşmiş ve orada vefat etmiştir. Vefat tarihinin 950'den (1543) sonra olduğu belirtilmektedir.509
Müftî Şeyh (ö. 951/1544)
Kanûnî devri İstanbulu'nda halkı irşad ile meşgul olduğu bildirilen Halvetî şeyhi Abdülkerim Kadirî, halk arasında "Müftî Şeyh" diye anılmaktaydı. Kirmastı'da (Bugünkü Bursa'nın Mustafakemalpaşa kazası) dünyaya geldi. Devrin âlimlerinden okuyup, en son Mevlâ Bâlî Esved'in talebesi iken tasavvuf yoluna girmiş ve Aydm'da Halvetiyye şeyhlerinden îmamzâde'nin yanında sülûkünü tamamlamıştır.510 Oradan İstanbul'a giden Abdülkerim Efendi, Küçük Ayasofya Zâviyesi'ne yerleşerek511 irşad faaliyetine başladı. Fıkhı meselelere derinlemesine vâkıf olmasının yanı sıra, çok güçlü bir hâfızaya da sahip olduğu için, kendisine sorulan suallere ezbere cevap verirdi. Bu üstün kabiliyeti sebebiyle Kanunî Sultan Süleyman tarafmdan günlük 100 dirhem ile müftü tayin olunmuştur. İnsanlara hem vaaz ediyor, hem de Şeyhülislâm gibi fetvalar veriyordu.512 Rivayete göre, çok kuvvetli riyâzet yapan Abdülkerim Efendi, kabir gibi kazdığı bir çukurda halvete çekilir, kırk gün boyunca insanların arasına hiç çıkmaz, namazlarmı bile o çukurda kılardı. Halvetten çıktıktan sonra ise bir sonraki senenin halvet vaktine kadar insanları irşad ile meşgul olurdu. Kanûnî devrinin ortalarında; 951 (1544) senesinde vefat etmiştir.513 Kabri, doğum yeri olan Bursa'nm Kocamustafapaşa (Kirmastı) kazasındadır.514
Müftî Şeyh ile alâkalı yukarıdaki bu bilgiler, Atâî tarafından karıştırılarak, îmamzâde Kerim Efendi ile Müftî Şeyh'in aynı zat olduğu ve bu zatın Yahyâyı Şirvânî'nin ileri gelen halifesi Alâeddin Rûmî'den (Ali Halveti, ö. 867/146263) hilâfet aldıktan sonra kırk beş sene Tire'de irşad ile meşgul olup 12 Şevvâl 964 (7 Ağustos 1557) tarihinde vefat ettiği kaydedilmiştir.515 Bu bilgilerin doğru olması tarihî açıdan imkânsızdır. Zira Alâeddin Rûmî'nin, Müftî Şeyh'e göre epeyce erken bir tarihte Fâtih devrinde vefat ettiği bilinmektedir.516 Müftî Şeyh'in, Alâeddin Rûmî'den vefatına yakın icâzet aldığı düşünülse, bu durumda 867 (146263) senesinde vefat etmiş bulunan şeyhten sonra, kırk beş sene posta oturan Müftî Şeyh'in 912 (1506) senesinde vefat etmiş olması gerekir. Oysa Atâî onun (1557) 964 tarihinde vefat ettiğini kaydetmektedir. Kanaatimce Atâî, Müftî Şeyh Abdülkerim Efendi ile muhtemelen Fâtih devrinde müftülüğe tayin olunmuş olan müderris Molla Abdülkerim Efendi'yi517 isim benzerlikleri ve müftülük meslekleri sebebiyle biribirine karıştırmıştır. Atâî'nin bahsettiği bu zatın, daha önce ismi geçen Cemâleddin îshak Karamânî'nin halifesi Tireli Abdülkerim Efendi518 olması da muhtemeldir. Hem yaşadıkları devrin (Kanûnî devri), hem de memleketlerinin aynı olması bakımından böyle bir ihtimal daha kuvvetli gözükmektedir. Bu durumda Abdülkerim Efendi'nin şeyhinin, yanlışlıkla Cemal Halife yerine Alâeddin Rûmî olarak kaydedildiğine hükmetmek gerekir.
Netice olarak, Taşköprizâde'nin kaydettiği Kanûnî tarafından İstanbul'da müftü tayin edilen Halveti şeyhi Kirmastılı Abdülkerim Efendi ile, sonraki kaynaklarda zikredilen Cemâleddin îshak Karamânî'nin halifesi Tireli Halveti şeyhi Abdülkerim Efendi aynı dönemde yaşamış ve aynı tarikatın mensubu olan farklı kişiler olduklarına hükmedilebilir.519
Şücâeddin İlyas (Şeyh Şücâ' Divane, ö. 956/1549)
İstanbul'da faaliyet gösterdiği tesbit edilen Halvetiyye şeyhlerinden Şeyh Şücâeddin tasavvuf yoluna çocuk yaştayken girmiştir. Ümmî olmakla birlikte tarikatın temeli olan esmâın usul ve fürûunu, Allah'ın isimlerinin hallerini çok iyi bildiği kaydediliyor. Çoğu zaman üzerinden cezbe hâli kalkmadığı için davranışları bozulmuş, bu sebeple kendisine "mecnûn" denilmiştir. Bir ara İstanbul'un karşısındaki bir adada üç sene kaldığı rivayet edilmektedir. Vefatından bir ay önce öleceği günü söylediği, dostlarıyla vedalaştıktan sonra Allah'a kavuşacağı günü beklemeye başladığı nakledilir.520
Atâî'nin kaydından anlaşıldığına göre, Şeyh Şücâ'dan sonra silsilesi uzun süre devam etmemiştir. Atâî kendi dönemi için (ö. 1045/1635), "El'an fukarası inkirazdadır" demek suretiyle,521 XVII. asrın ilk yarısında silsilesinin kesildiğine işaret etmektedir.
Seyyid Seyfullah Efendi, Şücâeddin İlyas'ın şeyhinin Halvetiyye'den Süleyman Efendi olduğunu belirtmekte,522 fakat şeyhin kimliği ile alâkalı bilgi vermemektedir. Bu zatın, Halvetiyye büyüklerinden Uşaklı Alâeddin Efendi'nin (ö. 890/1485) yanında sülûkünü ikmal ederek icâzet aldığı belirtilen Şeyh Süleyman (ö. 910/150405'den sonra)523 olması kuvvetle muhtemeldir. Atâî, Şücâeddin Efendi'nin şeyhinin, Yahyâyı Şirvânî'nin halifelerinden Alâeddin Rûmî (Ali Halveti, ö. 867/146263) olduğunu kaydediyorsa da,524 bunun tarihî açıdan doğruluğu imkânsız gibidir. Zira Şeyh Şücâ'm Alâeddin Rûmî'den yaklaşık doksan sene sonra vefat ettiği bilinmektedir. Zayıf bir ihtimal olarak onun, çocuk yaşında ilk olarak Alâeddin Rûmî'ye intisap ederek tarikata girdiği, daha sonra sülûkünü Süleyman Efendi'nin yanında tamamladığı düşünülebilir.
Aliyyü'lArabî
(ö. 977/156970)
Fâtih Camii imamlarından Aliyyü'lArabî'nin de Halvetiyye tarikatına mensup olduğu kaydedilmektedir. Bazı Halveti şeyhleri yanında sülûkünü tamamladığı belirtilen Aliyyü'lArabî Haleplidir. Kıraat ve tecvid ilmindeki mahâreti sebebiyle İstanbul'da Tercüman Yûnus Camii'nde imam olmuştu. 956 (1549) yılında üstadı İbrâhim Halebî'nin vefatı üzerine, onun yerine Fâtih Camii imamlığına ve Sâdî Efendi Dârülkurrâsı'nda da kıraat hocalığına tayin edildi. Aynı zamanda Şeyhi Ekber Îbnü'lArabî'nin hararetli müdâfilerinden olan Aliyyü'lArabî'nin, tefsir ve hadis ilminde de mahir olduğu nakledilmektedir.525
Ali b.
Derviş Bayezid (ö. ?)
Halvetiyye ricâlinden olduğu bildirilen bu zat Tirelidir. "Vefa Şeyhi" diye bilinmektedir. Maksudu'ssâlikîn isminde Türkçe bir eseri vardır. Vefat tarihi bilinmemektedir.526 Babası Bayezid Halife (ö. 905/14991500) ise Halvetiyye'nin büyüklerinden Çelebi Halife'nin yanında yetişmiştir.527
Şeyh Safiyyüddin
(ö. ?)
Amasya'da halk tarafından "Şeyh Sirâcîn" diye anıldığı Şekâik'te bildirilen Kanûnî devri Halveti şeyhlerinden Şeyh Safiyyüddin'in528 hayatı, hizmet ettiği tekkesi ve el aldığı şeyhi hakkında bilgi verilmemektedir.
II
Nakşibendiyye
eyh Bahâeddin Nakşibend (ö. 791/1389) tarafından kurulan Nakşibendiyye'nin hem Hz. Ebû Bekir'e hem de Hz. Ali'ye ulaşan silsileleri mevcuttur.529 Bu tarikatın Anadolu ve Rumeli topraklarında geniş muhite yayılıp şöhret bulması, Ubeydullah Ahrâr'm (ö. 895/1490) XV. asrın ikinci yarısında hilâfet vererek Anadolu'ya gönderdiği Molla İlâhî (Abdullah Simâvî, ö. 896/1491)530 ve halifeleri vasıtasıyla olmuştur.
· A) Molla İlâhî (Abdullah Simâvî, ö. 896/1491)
Molla İlâhî Kütahya'nın Simav ilçesindendir. Ubeydullah Ahrâr'm halifesi olarak Anadolu'ya gelip memleketine yerleşmiş ve tekkesini kurarak irşad faaliyetine başlamıştır.531 Bazı araştırmacılar Nakşibendiyye'nin Anadolu'ya ilk defa Molla İlâhî ile girdiğini532 ve Simav'da kurulan tekkenin de Nakşibendiyye'nin ilk tekkesi olduğunu belirtmişlerse de,533 Abdizâde Hüseyin Hüsâmeddin Efendi, Amasya'da Nakşîler'e ait Mahmud Çelebi Tekkesi'nin XV. asrın başlarında; 807 (140405) senesinde kurulduğunu ve ilk meşihatini de Şâhı Nakşibend'in halifelerinden Hâce Rukneddin Mahmud Buhârî'nin üstlendiğini bildirmektedir.534
Molla İlâhî'nin şöhreti kısa sürede Simav'dan bütün Anadolu'ya yayıldığı gibi başşehir İstanbul'a da ulaşmış ve ısrarlı talepler üzerine İstanbul'a gitmiştir.535 Halkın bu Nakşî şeyhine artarak devam eden rağbetinin, zaman içinde Anadolu'yu Nakşîler için Semerkant ve çevresinden sonra ikinci büyük merkez durumuna getirdiği söylenebilir.536 Şeyh İlâhî bir müddet de İstanbul'da faaliyet göstermiş, daha sonra buradan Vardar Yenicesi'ne (bugün Yunanistan sınırları içindedir) geçmiştir. Orada vefatına kadar irşad ve telif faaliyetini sürdürdüğü belirtilmektedir.537 Eserleri arasında Keşfü'lVâridât li tâlibi'lkemâlât isimiyle Bedreddin Simâvî'nin Varidat'ma yaptığı Arapça şerh de bulunmaktadır.538
Molla llâhî'nin Simav'da kurduğu Nakşibendî Zâviyesi'nde kendisinden sonra kimin faaliyet gösterdiği ve irşad silsilesinin nasıl devam ettiği tesbit edilememiştir. İstanbul'da ise kendisinden sonra makamına, Buhara'dan birlikte geldikleri müridi Emir Ahmed Buhârî (ö. 922/1516) geçmiştir.539
1. Emir Ahmed Buhârî (ö. 922/1516)
Molla İlâhî'nin ileri gelen halifelerinden olan Emir Ahmed Buhârî540 seyyidlerden olup, nesli Hz. Hüseyin'e dayanmaktadır.541 İlk intisabı Ubeydullah Ahrâr'adır (ö. 895/1490). Sonra Molla İlâhî ile birlikte Anadolu'ya gelerek Simav'a yerleşmiş ve onun hizmetine devam etmiştir. Buradan da Mollâ İlâhî ile birlikte İstanbul'a giden Emîr Buhârî, şeyhinin Rumeli'ye geçmesi üzerine İstanbul'da makamına oturmuştur. Faaliyetlerini ilk zamanlar Fâtih Camii'nin batısında (bugün Fevzipaşa caddesinin Malta kesiminde Emîr Buhârî sokağında) bulunan evinde sürdürmeye çalışan Emîr Buhârî'ye542 zamanla burası yeterli olmayınca, yine o muhitte bir tekke (Fatih Emîr Buhârî Tekkesi, Fatih Malta'da Hacıüveys mahallesi, Emîr Buhârî sokağında) tesis edilerek oraya taşınmıştır.543 Ayvansarâyî'nin kaydettiğine göre, on altı hücreli olan bu tekkenin karşısına II. Bayezid tarafından bir mescid tesis olunmuştur.544 Emîr Buhârî'nin müridleri daha da çoğalınca Fatih'te kurulan bu tekke de ihtiyaca cevap veremez olmuş ve biri Ayvansaray'da diğeri de Edirnekapı'da olmak üzere iki tekke daha yaptırılmıştır.
Ayvansaray'da kurulan ikinci büyük tekke (Ayvansaray Emîr Buhârî Tekkesi, Ayvansaray'da Dervişzâde sokağında), bizzat Emîr Buhârî tarafından545 918 (151213) yılında yaptırılmıştır.546 Edirnekapı'da kurulan üçüncü önemli Nakşî merkezi ise (Edimekapı Emîr Buhârî Tekkesi, Otakçılar semtinde, Münzevî caddesi üzerinde), Mecdî'nin ifadesine göre, Emîr Buhârî'nin damadı ve halifesi Mahmud Çelebi tarafından yaptırılmış, ancak Emîr Buhârî'ye nisbetle meşhur olmuştur.547 Bazı kaynaklarda buranın Emîr Buhârî tarafından548 bazılarında ise Kanûnî Sultan Süleyman tarafmdan yaptırıldığı belirtilmekteyse de,549 İstanbul Vakıfları Tahrir Defteri'nde adının "Mahmud Çelebi Zâviyesi" diye geçmesi Mecdî'nin verdiği bilginin doğruluğunu gösterir.550
Emîr Ahmed Buhârî (ö. 922/1516) hayatta iken, Fatih'te ve Ayvansaray'da bulunan her iki tekkenin de meşihatini kendisi üstlenmişti.551 Onun vefatından sonra Fatih'teki tekkede irşad postuna damadı ve halifesi Hâce Mahmud Efendi (Mahmud Çelebi, ö. 938/153132) oturmuştur.552 Ayvansaray'daki tekkede ise Emir Buhârî'den sonra posta kimin oturduğu kesin olarak bilinmemektedir. Ayvansarâyî, bu tekkenin Emir Buhârî'nin mülkü olması hasebiyle bir müddet veresesinin elinde kaldığını kaydederek, bir zaman sonra burada irşad postuna Emir Buhârî'nin torunuyla evlenen Muslihuddin Mustafa'nın (ö. 1068/165758) geçtiğini ifade etmektedir.553 Zâkir Şükrü Efendi de bu tekkenin postnişinlerini sayarken, ilk sırada bulunan Emîr Buhârî'den sonra dördüncü sıraya koyduğu Muslihuddin Mustafa Efendi'yi kaydetmiş ve arada iki şeyhin adını zikretmemiştir.554
İstanbul Vakıfları Tahrîr Defteri'ndeki vakıf kayıtlarından anlaşıldığına göre,555 Nakşî tekkeleri o dönemde halkın büyük maddî desteğine mazhar olmuştur. Barkan ve Ay verdi, neşrettikleri Tahrîr Defteri'nin "Evkafü'lmüridîn ve'lmuhibbîn" bölümündeki mevcud kırk dört vakfın Emîr Buhârî Tekkesi'ne yapılmış olduğunu belirterek, bu husûsa özellikle dikkat çekmişlerdir.556
Lâmiî Çelebi, şeyhi Emîr Buhârî'nin Arapça bir ibareyi doğru okuyamayacak kadar ilmi zâhirde yetersiz olduğu halde, Kur'an âyetlerini üç dört vecih üzere tefsir ettiğini belirterek,557 ilmi ledün sahibi olduğuna işaret etmektedir. Kaydedildiğine göre şeyh, sohbet esnasında heybet ve vakarla baş tarafa oturur, dinleyenler de halka hâlini alarak âdeta başlarına bir kuş konmuş gibi hiç hareket etmeden kendisini dinlerler, pek çoğunun gönlünden geçiririp sormak istedikleri şeyleri, sormaya hacet kalmadan öğrenip meclisinden ayrılırlardı. Sohbetlerinde özellikle, sünnete bağlılık, bidatlardan kaçınmak, ibadetlerde azimeti tercih etmek, şekil ve sûrete önem vermemek, zikri hafiye devam etmek, az yemek, az konuşmak, az uyumak, geceleri nâfilelerle ihyâ etmek, gündüzleri oruca devam etmek, sohbet, uzlet ve tevekkül gibi prensipler üzerinde dururduğu rivayet ediliyor.558 Ayrıca bu dönemde Nakşîler'in, öteden beri uygulayageldikleri "halvet der encümen", "sefer ender vatan", "hoş der dem", "nazar ber kadem", vb. prensiplere de titizlikle uydukları anlaşılmaktadır.559
Emir Ahmed Buhârî'nin diğer tarikat meşâyihi tarafından da sevilip itibar gördüğü anlaşılmaktadır. Nitekim, o devirde en yaygın tarikat durumunda olan Halvetiyye'nin önemli şeyhlerinden ve aynı zamanda ulemâdan olan Kasım Çelebi'nin560 (ö. 924/1518) Emir Buhârî'nin vefatı öncesi rüyasında gördüğü ay tutulmasını şeyhin vefatına yorup, "Hay, Emîf Buhârî hazretleri vefat etti" diyerek561 üzüntüsünü izhar ettiği şeklindeki rivayet bunu göstermektedir.
Kütüphanelerde Emîr Buhârî'ye nisbet edilen bazı mensur eserlerin yanı sıra562 şiirleri de bulunmaktadır. Âtıf Efendi Kütüphanesi.'nde 1398 numarada kayıtlı Risâlei Siinbül Efendi isimli bir yazmanın sonunda "Min Kelâmi Emir Efendi Buhârî r.a." başlığı altında birtakım şiirleri kaydolunmuştur.563 On iki varak hacminde (25b37b arası) olan bu şiirlerinde Emir Buhârî, gayet sade bir Türkçe'yle İlâhî aşkı terennüm etmektedir:
Aklum aldun dün ü gün, derdinle sergerdânınam, N'ola ger hayrânısam, yâ râb senin hayrânmam.
Hârı dünyadan çıkup gülzârı ışka gireli, Giceler tâ subha dek, bülbül gibi nâlânmam (vr. 27a). (...)
Kimi dünya kulu bu halkın, kimi cennet kulu,
Bilmiş olun dostlar, ben ânınam, ben ânınam (vr. 27a27b).
(...)
Ne idem hür u rıdvânı, bana anı gerek anı, Anınla olucak, birdür bana cennetle tamûsı (vr. 26a). (...)
Ey Buhârî sana ol devlet yeter kim, diye dost, Sen benüm kemter kulumsun, ben senün sultâmnam (vr. 27b).
(...)
Tarîki ışk çû duyduk melâmetlikimiş,
Bu yolda nâm gözetmek hatâymış bildik (vr. 30a).
Emîr Ahmed Buhârî yetmiş üç yaşında, 922 (1516) senesinde kuşluk vaktinden evvel vefat etmiş ve cenaze namazı Fâtih Camii'nde Zenbilli Ali Efendi tarafından kıldırılmıştır.564 Vefatına müridlerinden Bursa Kaplıca Medresesi müderrisi Hızır Bey Çelebi "Vâh Şeyh", Lâmiî Çelebi de "Ey Seyyid Buhârî âh vâh" ifadelerini tarih düşürmüşlerdir.565
Emîr Ahmed Buhârî'nin irşad halkasında yetişenlerden isimleri tesbit edilebilenler şunlardır:
Kastamonu'nun Bakırküresi'nden (Kürei Nühâs) Muslihuddin Tavîl (ö. II. Bayezid devri),566 Mevlânâ Celâleddîni Rûmî neslinden Karamanlı Âbid Çelebi (ö. 902/1497),567 Bedreddin Baba (ö. ?),568 Lutfullah Üskübî (ö. ?),569 müderrislerden Hızır Bey Çelebi (ö. 923 veya 924/15171518),570 Şeyh Hattat Hamdullah (ö. 926/1520),571 Seydîb. Mahmud Efendi (Mücellidzâde, ö. Kanûnî devrinin ilk yılları),572 Lâmiî Çelebi (ö. 938/1531),573 Mahmud Çelebi (ö. 938/153132),574 Piri Halife Hamîdî (ö. 960 veya 961/1554),575 Muslihuddin Mustafa (ö. 960/1553 civarı),576 Kütahyalı Şeyh Şemseddin Efendi (ö. 968/156061),577 Vefâyîzâde Şeyh Mustafa b. Süleyman fö. 968/156061),578 Hekîm Çelebi (Hakîm Çelebi, ö. 974/1566),579 müderrislerden Necmeddin Muhammed Necmî (ö. Rebîulevvel 978/Ağustos 1570).580
İsimleri kaydedilen şahsiyetlerin bir kısmı telif ve tedris, bir kısmı vaaz u nasihat, bir kısmı da tekkelerinde müridlerini terbiye etmek suretiyle irşad faaliyetlerini sürdürmüşler ve böylece Nakşibendiyye'yi Anadolu'da oldukça geniş bir muhite yaymışlardır. Meselâ bunlardan devrin ileri gelen âlimi Bursalı Mahmud Lâmiî Çelebi (ö. 938/153132) faaliyetini, daha ziyade eser telifi cihetine hasretmiştir.581 Hayatının büyük bir bölümü Bursa'da geçen Lâmiî Çelebi'nin irşad hizmetini Nakkaş Ali Tekkesi'nde sürdürdüğü kaydedilmekle birlikte, kendisinden sonra burada irşad faaliyetinin devam edip etmediği bilinmemektedir.582
Emîr Buhârî'nin Anadolu'ya Nakşibendîliği yayan halifelerinden en önemlileri şunlardır:
· a) Muslihuddin Tavîl (ö. II. Bayezid devri)
· b) Mahmud Çelebi (ö. 938/1531)
· c) Hekîm Çelebi (ö. 974/1566)
· d) Pîrî Halife (ö. 960 veya 961/1554).
a) Muslihuddin Tavîl (ö. II. Bayezid devri)
Kastamonulu olan Muslihuddin Tavîl, II. Bayezid devrinin ileri gelen âlimlerindendir. Tasavvuf yoluna girip sülûkünü ikmal ettikten sonra pek çok müridi yetiştirerek Nakşibendiyye'yi başta medrese çevreleri olmak üzere, geniş muhite yaymaya çalışmıştır.583 Faaliyet gösterdiği yerler açıkça kaydedilmemekle birlikte, İstanbul'da ve o devir Anadolu'sunun önemli tasavvuf merkezlerinden olan Kastamonu ve Bursa gibi şehirlerde hizmet ettiği anlaşılmaktadır.584 Nakledildiğine göre bir müddet Kastamonu'da kaldıktan sonra Bursa'ya geçmiştir. Ancak kaynaklarda Kastamonu'da ne kadar kaldığı, oradan Bursa'ya hangi tarihte gittiği belirtilmemektedir. Vefatına yakın Bursa'da medfun bulunan Şeyh Tâceddin'in585 kabri yanına serdiği hasır üzerinde kırk gün ara vermeden her sabah Yasin sûresini okuduğu ve kırkıncı gün hasırı üzerinde vefat ettiği nakledilir. Kabri de vefat ettiği mahaldedir.586
Muslihuddin Tavîl'in yetiştirdiği âlimlerden Kastamonulu "Eşrefzâde" diye bilinen Abdülhamîd b. Eşref (ö. 948/154142), şeyhin vefatından sonra vaaz tarîkini seçmiş, kendisine günlük 30 dirhem tahsis edilerek İstanbul'da bu yolla halkı irşada çalışmıştır.587
b) Mahmud Çelebi (ö. 938/153132)
Şeyh Mahmud Çelebi, Emir Ahmed Buhârî'den sonra İstanbul Fatih'teki tekkede makamına geçen halifesidir. Zâhirî ilimleri tahsil ettikten sonra Emir Buhârî'ye intisap ederek sülûkünü tamamlamış ve aynı zamanda şeyhin kızı Fatma Hanım ile evlenmiştir.588 Haya ve vakarı ile tanınan Mahmud Çelebi için Şekâik sahibi Taşköprizâde, "âlim, âbid, edip, vakur, hayâ ve iffet sahibi" gibi vasıflar kullanmaktadır.589
Amasyalı olduğu bildirilen Mahmud Çelebi,590 Fatih Emir Buhârî Tekkesi'nde vefatına kadar yaklaşık on altı sene faaliyet göstermiş, bu arada Edimekapı'da yaptırdığı tekkenin de meşihatini üstlenmiştir.591 Diğer pek çok tarikat tekkesinde olduğu gibi, Emir Buhârî Tekkesi'nde de Mevlânâ'nm Mesnevi' sinin okunduğu, Mahmud Çelebi tarafından anlaşılmayan yerlerin tasavvufî izahlarının yapıldığı nakledilir.592 Emîr Buhârî'nin de kendi zamanında, ulemâdan Muğlalı müridi Mustafa b. Süleyman'ın (ö. 968/156061) Mesneviden nakiller yaptığı vaaz meclislerine katıldığı kaydedilmektedir.593
Mahmud Çelebi'nin ulemâ çevresinden yetiştirdiği önemli âlimlerden biri Gelibolulu Muslihuddin Mustafa Sürûrî'dir (ö. 969/156162). Kanûnî Sultan Süleyman tarafından Şehzade Mustafa'ya (ö. 960/1553) muallim tayin edilen594 bu zat üzerinde, ileride devlet ricâlimeşâyih münasebetleri anlatılırken durulacaktır.
Mahmud Çelebi vefatından önce bazı müridlerine hilâfet vererek, tarikatı daha geniş bir muhite yaymaya çalışmıştır. Bunlardan Müşemmilzâde Mehmed Efendi (ö. 931/152425), İstanbul'da sülûkünü ikmal ettikden sonra Bursa'ya gitmiş, Molla Fenârî Camii önünde kurduğu zâviyesinde vefatına kadar irşad ile meşgul olmuştur.595 Bazı sohbetlerinde sûrelerdeki işârî manâlardan bahsettiği anlaşılmaktadır. Nitekim müridlerinden Amasyah Atâullah Efendi'nin (ö. 980/157273), İhlâs sûresindeki bazı işârî manâları ilk defa ondan duyması üzerine kendisine intisap ettiği belirtilir.596 597 Müşemmilzâ
de Tekkesi diye anılan mezkûr zâviyede Mehmed Efendi'den sonra irşad faaliyetini kimlerin üstlendiği bilinmemektedir.597
Mahmud Çelebi, Yavuz Sultan Selim devrinin ortalarında devraldığı irşad vazifesini, İstanbul'da 938 (153132) senesine kadar sürdürmüş ve bu tarihte ölümü üzerine Şeyhülislâm İbn Kemal tarafından Fâtih Camii'nde kıldırılan cenaze namazından sonra Edirnekapı'daki dergâhın karşısında defnolunmuştur. Vefatına "Kad deâhu Rabbühü'lhak ilâ dâri'sselâm" (Allah onu cennetine davet etti) cümlesi tarih düşürülmüştür.598 Mahmud Çelebi'nin vefatından sonra Fatih'teki tekkede makamına damadı Şeyh Abdüllatif Efendi (ö. 971/156364),599 Edirnekapı'daki tekkede de Menteşeli halifesi Şeyh Hacı Halife geçmiştir.600
ba) Abdüllatif Efendi (ö. 971/156364)
Abdüllatif Efendi, Fâtih devri divan vezirlerinden "Koyun Mûsâ" diye bilinen paşanın torunlanndandır. Tasavvuf yoluna girmeden önce zâhirî ilimleri ikmal etmiş, daha sonra Mahmud Çelebi'nin yanında sülûkünü tamamlayarak icâzet almıştır.601 Alî'nin kaydına göre, aynı zamanda şeyhine damat da olan Abdüllatif Efendi,602 Fatih'deki tekkenin meşihatini otuz seneyi aşkın bir müddet yürütmüştür. Bu esnada, 958'de (1551) Rumeli kazaskeri olan hemşiresinin kocası Abdurrahman Efendi'nin büyük desteğini görmüştür. Abdüllatif Efendi'nin tekkesine bu gibi ileri gelen devlet ricâlinin desteği, Tarikatçı Ali Dede gibi derviş kılığına girmiş bazılarının istismârına ve tekkeye maddî menfaat niyetiyle doluşmalarına sebep olmuş, ancak daha sonra bunun önüne geçilmiştir. Abdüllatif Efendi 957 (1550) ve 970 (156263) senelerinde olmak üzere iki defa hacca gitmiş ve ikinci kez gittiğinde geri dönmeyerek 971 (156364) senesinde hacıların dönmesine bir hafta kala orada vefat etmiştir. Dualarında, Resûlullah'tan fazla yaşamamayı ve onun yattığı mübarek topraklarda ölmeyi niyaz ettiği nakledilir. Mekke'de bulunduğu sırada vefatına yakın damadı Sahn Medresesi müderrisi Nişancızâde Ahmed Efendi'nin Mekke'ye gelmesi için, İstanbul'da bulunan devlet ricâline bir mektup yazarak izin istemiş, yetkililerce bu isteği yerine getirilmiştir.603
Abdüllatif Efendi'nin yetiştirdiği kişiler arasında Lugatı Fârisî'yi tertip etmiş olan Şeyh Nimetullah (ö. 969/156162)604 ve Abdurrahman Gubârî (ö. 974/156667)605 gibi önemli âlimler de bulunmaktadır. Sofyalı olan Nimetullah Efendi, Fatih'deki tekkede hâfızı kütüblük (kütüphane memurluğu) yaptığı sırada adı geçen meşhur lügatim tertip etmiştir.606 Abdurrahman Gubârî ise Akşehirli olup hat san'atında "gubârî"607 tarzını benimseyerek bu hususta kendine has bir üslûp geliştirdiği için şiirlerinde "gubârî" mahlasını kullanmış büyük bir âlimdir. "Sülüs" ve "nesih" yazılarını Şeyh Hamdullah'ın oğlu Mustafa Dede'den meşketmiştir.608 Âşık Çelebi ve Kmalızâde onun için "Nice fünûn ve fezâil iktisâb eyledi"609 ifadesini kullanmış, Bur.salı Mehmed Tâhir, "Zamanında mevcut olan ilimlerin ekserisine vâkıf, mütefennin bir zat idi" demiştir.610 Gubârî'nin mutasavvıfâne söylediği meşhur beyitlerinden birisi şudur:
Gafil olma gözün aç âlemi kübrâsın sen,
Sidre vü levh u kalem, arşı muallâsın sen.611
Abdurrahman Gubârî'nin kaleme aldığı eserlerinden tasavvuf! mahiyette olanı Farsça Şebistânı Hayâl Nazîresi'dir.612
Gubârî'nin tasavvuf yoluna girişi, 1533 senesinde Kanûnî'nin Irakayn seferine (15331535 arası) ordu kâtibi olarak katıldıktan sonra,613 sefer dönüşü Emîr Buhârî Tekkesi şeyhi Abdüllatif Efendi'ye intisap etmek suretiyle gerçekleşmiştir.614 Şeyhinden hilâfet alıp memleketi Akşehir'e giderek,615 burada II. Bayezid'in oğlu Abdullah'a (ö. 888/1483) ait Sultan Abdullah Zâviyesi'nde616 bir müddet faaliyet göstermiş,617 oradan da 944 (153738) senesinde hac farizasını yerine getirmek üzere hacca gitmiştir.618 Bazı araştırmacılar tarafından Gubârî'nin sülûkünü Şeyh Vefâ Zâviyesi'nde ikmal ettiği söyleniyorsa da,619 bunun doğruluğu şüphelidir. Gerçi kaynaklarda onun Şeyh Vefâ Zâviyesi'nde kaldığına dair kayıtlar vardır,620 ancak burada seyrü sülûkünü ikmal etmek için kaldığı açık değildir. Hatta Osmanlı Müellifleri'nde onun Şeyh Vefâ Medresesinde ilim tahsili esnasmda bulunduğu belirtilmektedir.621 Tuhfei Hattatîn'de ise Gubârî'nin mezkûr zâviyede kalışının haçtan sonra olduğu kaydedilmektedir ki,622 buna göre onun burada sülûkünü ikmalden sonra kaldığı ve belki de bir müddet irşad faaliyetinde bulunduğu söylenebilir. Ayrıca o dönemde herhangi bir Nakşî'nin adı geçen zâviyede eğitildiğine dair başka bir örneğe de rastlanmış değildir.
Abdurrahman Gubârî'nin yukarıda kaydedilen hac seyahati esnasmda surrei hümâyun eminliğine getirildiği rivayeti de vardır.623 Gubârî Mekke'den Anadolu'ya döndükten sonra Kütahya'da sancak beyi olarak bulunan Kanûnî'nin küçük oğlu Şehzade Bayezid'in emrindeki kapıkullarına hocalık etmesi için tayin edilmiş,624 daha sonra ise şehzadenin büyük oğlu Orhan Çelebi'nin özel hocası olmuştur.625 Bu arada padişahla da iyi münasebetler kurmuş ve Kanûnî'nin talebi üzerine eserlerinden en mühimi olan Şehnâme'yi yazmaya başlamıştır.626 Ancak 1559 senesinde meydana gelen Şehzade Bayezid hadisesinden sonra, şehzadenin maiyetinde bulunan diğerleri gibi o da tutuklanarak Yenihisar'da hapsedilmiştir: Bir müddet sonra Kanûnî Sultan Süleyman tarafından affedilerek serbest bırakıldı ve kendisine hac kafilesi kadılığı verilerek tekrar Mekke'ye gönderildi." Orada aynı zamanda Kanûnî'nin kendi adına yaptırdığı Nakşibendiyye zâviyesinde halkı irşadla meşgul oldu.627 628 974 (156667) senesinde Mekke'de vefat etti ve oraya defnedildi.629
Abdüllatif Efendi'den sonra Fatih'teki tekkede, hem Halvetiyye hem de Nakşibendiyye'den hırka giymiş bulunan630 Mehmed Emin Efendi'nin (ö. 993/1585) posta geçtiği kaydedilmektedir.631 Halvetiyye meşâyihinden Cemâleddin İshak Karamânî'nin (ö. 933/152627) oğlu olan Mehmed Emin Efendi, Emir Buhârî Tekkesi'ne gelmeden önce Fatih'te Halvetiyye'ye mensup Koruk Tekkesi'nde faaliyet göstermekteydi.632
Mehmed Emin Efendi'ye Halveti hırkasını babası Cemâleddin îshak Karamânî'nin giydirdiği bilinmektedir. Ancak babasının Nakşî hırkasını kimden giydiği bilinmemektedir. Ekrem Işın onun Nakşîlik kültürünü Ahmed Buhârî'nin halifelerinden Habib Karamânî (ö. 902/149697) vasıtasıyla aldığını ileri sürüyor.633 Bilindiği üzere Habib Karamânî, sülûkünü on iki yıl hizmet ettiği Seyyid Yahyâyı Şirvânî'nin yanında tamamlamış ve hilâfetle Anadolu'ya gelmiş olan önemli Halvetî şeyhlerindendir. Anadolu'da yaptığı seyahatler esnasında, diğer bazı tarikat şeyhleri gibi, Seyyid Ahmed Buhârî ile de görüştüğü kaydedilmektedir.634 Bu görüşmesi esnasında, ayrıca ondan hırka giyip giymediği açıkça ifade edilmemiştir. Karamânî'den yaklaşık bir asır sonra vefat eden Mehmed Emîn Efendi'nin (ö. 993/1585) ondan hırka giymiş olması oldukça zor gözükmektedir.
bb) Menteşeli Hacı Halife (ö. ?)635
Mahmud Çelebi'den sonra Edirnekapı'daki tekkede makamına geçen Menteşeli Hacı Halife'nin, hayatı ve faaliyetleri hakkında pek fazla bilgi bulunamamaktadır. Şekâik'te kaydedildiğine göre o, tasavvuf yoluna girmeden önce ilim tahsil etmiş, sonra ilmi zâhir yolunu terkederek Şeyh Mahmud Çelebi'nin hizmetine girmiştir. Sülûkünü tamamlayıp irşad için icâzet aldıktan sonra ise insanlardan uzak, devamlı ibadet ve müridlerinin terbiyesi ile meşgul olduğu kaydedilen şeyhin, vefatına yakın yanına hiç azık almaksızın hacca gittiği ve orada vefat ettiği rivayet edilmektedir.636
Atâî'nin Zeyli Şekâik'te bahsettiği Tâceddin İbrahim b. Abdullah elHamîdî (Küçük Tâceddin, ö. 973/156566), muhtemelen Hacı Halife'nin medrese çevrelerinden yetiştirdiği müridlerindendir. İstanbul'da ve İstanbul dışında bulunan pek çok medresede müderrislik yaptığı kaydedilen Tâceddin İbrâhim Efendi, Atâî'nin ifadesiyle, "Nice zaman kutbi dairei irfân Hacı Efendi Zâviyesi'nde tasfiyei zâhir ve bâtın ile meşgul olmuştur."637 İhtiyarlığı sebebiyle emekli olduğu 972 yılma kadar tedris faaliyetini sürdürdükten sonra İstanbul'a yerleşmiştir. 973 (1565) senesinin Rebîülevvel ayında vefat eden Tâceddin Efendi'nin cenaze namazı Ebüssuûd Efendi tarafından Fâtih Camii'nde kıldırıldıktan sonra, Edirnekapı haricindeki Emir Buhârî Tekkesi'nde defnolunmuştur.638
Hacı Halife'den sonra Edirnekapı'daki tekkede makamına halifesi Simavlı Ebû Bekir Takî (Bekir Halife, ö. 965/155758) geçmiştir.639 Bekir Halife de şeyhi gibi, ilim tahsil ettikten sonra tasavvuf yoluna girmiştir. Çok yumuşak huylu ve mütevâzî olduğu bildirilen şeyhin, Hacı Halife gibi insanlardan uzak, devamlı ibadetle meşgul olduğu belirtilmektedir.640 Vefatından sonra irşad faaliyetini Şeyh Sefer Efendi (ö. ?) sürdürmüştür.641
·
c) Hekîm/Hakîm Çelebi
(ö. 9 Zilhicce 974/17 Haziran 1567)
Emir Buhârî'nin yetiştirdiği önemli şahsiyetlerden birisi de Hekîm/Hakîm Çelebi diye bilinen Şeyh Mehmed b. Seyyid Ahmed'dir. îzmit'de642 dünyaya gelen Şeyh Mehmed'e, bazı kaynaklara göre tıp ilmindeki mahâretinden dolayı "Hekim Çelebi" denilmiştir.643 Kiinhü'lahbâr ve Peçevî Tarihi'nde ise fenni hikmete vukufu sebebiyle "Hakim Çelebi" denildiği belirtilmektedir.644 Tabip olduğunu kabul edenlerden Ayvansarâyî onun tıp ilmini şeyhi Emir Buhârî'den öğrendiğini belirtmektedir.645
Tasavvufa girmeden önce, Çivizâde ile birlikte Foçalı Seyyid Efendi'nin yanında ilim tahsil eden Hekim Çelebi, daha sonra Seyyid Emir Ahmed Buhârî'ye (ö. 922/1516) intisap etmiş, pîrdaşları Mahmud ve Lâmiî çelebilerle birlikte mücâhedeye devam ederek sülûkünü ikmal etmiştir. Şeyh Muhammed Îskilîbî'den de (Muhyiddin Yavsî, ö. 920/1514) Bayramiyye hırkası giydiği rivayet edilmektedir.646 Emir Buhârî'nin vefatından sonra birkaç defa hacca gittiği kaydedilen Hekim Çelebi, şeyhinin vefatını müteakip ilk zamanlar zâviye kurma teşebbüsünde bulunmamış, bazan İstanbul'da bazan da Bursa'da ikamet ederek zâhidâne bir şekilde hayatını sürdürmüştür.647 Daha sonra şeyhi648 ve hocası bulunduğu Rüstem Paşa'nm ısrârıyla, adına bir zâviye kurulmasını kabul etmiş,649 böylece Koska semtinde bulunan fil damı yıkılarak yerine Hekim Çelebi için bir zâviye inşa olunmuştur.650 Bu zâviyeye Hekim Çelebi Tekkesi denildiği gibi,651 Fildamı Zâviyesi de denilmektedir.652 Hangi tarihte yaptırıldığı belirtilmeyen bu tekkede irşad faaliyetini, 974 (1567) yılı Zilhicce ayında vuku bulan vefatına kadar Hekim Çelebi sürdürmüş, ondan sonra makamına "Nakşibendzâde" diye bilinen Mustafa Çelebi (ö. 979/157172) oturmuştur.653
Hekim Çelebi'ye ait Fatih Halıcılar'da da bir tekkenin olduğu belirtilmektedir. "Âsitânı Hekim",654 "Fazlullah Efendi Tekkesi" gibi isimlerle kaydedilen655 bu dergâhın kim tarafından ve hangi tarihte yaptırıldığı tesbit olunamamıştır. Buranm meşihatini de, muhtemelen diğeriyle birlikte Hekim Çelebi üstlenmiş olmalıdır. Onun vefatından sonra ise burada posta kimin oturduğu tesbit olunamamıştır.
Hekim Çelebi'nin yanında yetişen birçok önemli şahsiyet bulunmaktadır. Bunlardan birisi şiirlerinde Rızâyî mahlasını kullanan Mahmud Çelebi'dir (ö. Cemâziyelâhır 987/Ağustos 1579). Rumelili olan Mahmud Çelebi devrindeki diğer pek çok kimse gibi tasavvuf yoluna girmeden önce zâhirî ilimleri ikmal etmiş, hatta yukarıda adı geçen Rüstem Paşa'nm hocası olmuştu.656 Paşaya mânevi baba (pederi uhrevî) olacak kadar onu etkileyen Mahmud Çelebi, bu yüzden halk arasında "Baba Efendi" diye meşhur olmuştur.657 Daha sonra Hekim Çelebi'ye biat ederek tasavvuf yoluna girmiş658 ve Rüstem Paşa beylerbeyi olunca hacca gitmiştir. Dönüşünde ise Ayasofya bahçesinde bulunan hücrelerden birinde ikamet etmeye başlamıştır.659 Latîfî'nin beyanlarına göre, erkânı devlet ve âyânı saltanata o kadar yakın olmasına rağmen, saâdeti mâneviyyeyi elden bırakmamış, hiçbir makam talebinde bulunmadan, kanaat içinde hayatını sürdürmüştür.660 Ulemâ ve şuarâ arasında büyük itibara sahip olduğu bildirilen Baba Efendi için çağdaşı bulunan âlimlerden Âşık Çelebi, usul ve fürû'i fıkıhta, ilmi kelâmda ve ilmi tasavvufta onun üzerine kimse yoktur,661 662 derken, sultânü'şşuarâ Bâkî Efendi onu şöyle medhetmektedir:
Hâcei âlî nazar, ser çeşmei fazl u hüner,
Hazreti Baba Efendi, kâmbahş u kâmurân.
(...)
Baba Efendi Hazreti kim, âsitâmna,
Gökten hilâl iki bükülüp virür selâm.154
Baba Efendi'nin Arapça ve Türkçe risâleler kaleme aldığı, manzum ve mensur makaleler yazdığı kaydedilmektedir.663 Ayrıca hüsni hatta da mahir olması dolayısıyla, ömrünün sonlarına doğru Ebüssuûd Efendi Tefsiri'm istinsah etmiş olması ve Süleymaniye Camii yakınında hayrına bir medrese yaptırıp vakıflarını da tanzim ettirmesi,664 Baba Efendi'nin ilme ve ulemâya verdiği değerin önemli bir göstergesi sayılabilir.
Hekim Çelebi Tekkesi'nde medrese çevrelerinden iki önemli zatın; Niğdeli Şeyh Mahmud Efendi (ö. 975/156768) ile Kavaklızâde Şeyh Mehmed Efendi'nin de (ö. 1000/1592 civarı) yetiştiği görülmektedir. Niğdeli Mahmud Efendi, uzun müddet Kadızâde Efendi'den ilim tahsil ettikten sonra Süleymaniye Medresesi'nde muîd (müderris muâvini) olmuşken, gönlünde tasavvufa karşı meyil artmış ve Hekim Çelebi Tekkesi'ne giderek şeyhten el almıştır. Mahmud Efendi'nin babası Şeyhî Dede de Hekim Çelebi'nin pîrdaşı Mahmud Çelebi'ye bağlı idi.665 Mahmud Efendi tasavvufî mücahedesiyle birlikte, aynı zamanda Eyüp'te Defterdâr Mahmud Çelebi Dârulhadisi'nde muhaddislik yapmış, böylece Nakşibendiyye'ye intisap eden diğer bir kısım ulemâ gibi tasavvufla tedrisi birlikte yürütmüştür.666 "Kavaklızâde" diye bilinen Bursalı Şeyh Mehmed Efendi ise ilmini ikmal ettikten sonra Mısır beylerbeyiliğinden emekli Geylûn Ali Paşa ve Vezir Ferhad Paşa'ya nedim ve muallim olmuş iken, Hekim Çelebi'ye intisap ederek tasavvuf yoluna girmiş ve tarikatını ikmal etmiştir. İcâzet aldıktan sonra Emir Buhârî Tekkesi'nde posta oturduğu kaydedilmektedir.667
Hekim Çelebi'nin Anadolu'ya gönderdiği halifeleri de vardı. Bunlardan birisi Kastamonulu Şâban Efendi'dir (ö. 14 Rebîülevvel 1002/7 Aralık 1593). Şâban Efendi ilim tahsilinden sonra hemşehrisi ve adaşı Halvetiyye'den Şeyh Şâbânı Velî'ye (ö. 18 Zilkade 976/5 Mayıs 1569) intisap etmişti. Ancak 970 (156263) yılı civarında İstanbul'a gidip burada Hekim Çelebi'nin hizmetine girmiş ve irşad icâzetini Nakşibendiyye'den almıştır.668 Sonra Hekim Çelebi tarafından Mudurnu'ya gönderilmiş ve uzun müddet burada irşad faaliyetinde bulunmuştur. II. Selim zamanında, padişahın hocası bulunan Atâullah Efendi'nin delâletiyle Mudurnu'dan İstanbul'a davet olundu ve Darphâne7deki Çavuş Tekkesi'ne669 yerleşti. Hicrî II. binyıhmn başlarına kadar tarikat faaliyetini burada sürdürdükten sonra Şeyh Kavaklızâde'nin 1000 (1592) senesi civarında vefatı üzerine Ayvansaray'daki Emir Buhârî Tekkesi'ne geçmiştir.670
·
d) Pîrî Halife
(Piri Mehmed Halife Hamîdî, ö. 960 veya 961/1554)671
Emir Ahmed Buhârî'nin irşad için Anadolu'ya gönderdiği halifelerinden olan Pîrî Halife, şeyhinden icâzet aldıktan sonra memleketi İsparta'ya yerleşerek faaliyetini orada sürdürmüştür.672 Hayatı hakkında pek fazla bilgi bulunamayan Pîrî Halife, “Hamîdî Pîrî Mehmed Halife", “Pîrî Mehmed Halife" ve "Pîr Efendi Sultan" gibi isimlerle de anılmaktadır. Evini İsparta'nın Karaağaç mahallesine, tekkesini de Câmii Atîk mahallesine kurduğu673 ve çoğu zaman cezbe ve istiğrak içinde ibadetle meşgul olduğu rivayet edilmektedir.674 Böcüzâde'nin kaydettiğine göre, delileri de tedavi ettiği için tekkesi halk arasında "Bîmârhâne" veya "Dârüşşifâ" olarak meşhur olmuştu.675
Pîrî Halife halk arasında keramet sahibi bir zat olarak tanınmıştı. İsparta'daki faaliyetleri esnasında şöhretinin oldukça geniş bir muhite yayıldığı anlaşılıyor. Müridi olup hizmetine girenler arasında Ispartalılar'm yanı sıra hariçten gelenler de vardı.676 Ayrıca kendisini sadece sıradan halk değil, zaman zaman devletin ileri gelen zevatı da ziyaret etmekteydi. Rivayet edildiğine göre Dâmad Rüstem Paşa, sadrazam olmadan önce bir ara Kanûnî'nin gazabına uğradığında, İsparta'ya giderek şeyhin himmetine sığınmış ve kendisine akıl vermesini istemiştir. Pîrî Halife de padişahın onun hakkında iyi şeyler düşündüğünü söyleyip ileride sadrazam olacağına işaret ettikten sonra Eğirdir'e gitmesini söylemiş ve orada bulunan Şeyh Burhâneddin Efendi'nin (ö. 970/156263)677 himmetine sığınmasını tavsiye etmiştir.678
Pîrî Halife halkın istifadesi için hayrına yaptırdığı üç dört çeşmeden başka, evine yakın bir yerde bir mescidle bir de mektep yaptırmıştır.679 İrşad faaliyetini vefatına kadar memleketinde sürdürmüş ve burada vefat etmiştir. Böcüzâde, Pîrî Halife'nin vefatı için Şekâik'te verilen 962 (1555) tarihinin,680 türbenin üstündeki kitâbeye dayanarak yanlış olduğunu kaydetmekte ve şeyhin 960 veya 961 tarihlerinde öldüğünün anlaşıldığım belirtmektedir.681
Pîrî Halife'den sonra makamına kimin geçtiği bilinmemektedir. Ancak "Kara Sofu" veya "Kara Kadı" adıyla bilinen ve uyguladığı bir tedavi usûlüyle sıtma hastalığını iyi ettiği için Sıtma Dedesi diye meşhur olan zatın, Pîrî Halife'nin dervişliğini yaptığı rivayet edilmektedir. 965 (155758) veya 970 (156263) senelerinde ölen Sıtma Dedesi'nin, Pîrî Hali
OsmanlIlarda Tasavvuf
fe'nin tekkesi civarında sokak içinde türbesinin bulunduğu kaydediliyor.682 Bu zat belki de Pîrî Halife'den sonra postuna oturan halifesi olmuştur.
İsparta'da XVI. yüzyılın ilk yarısında faaliyeti tesbit olunan bir başka Nakşî şeyhinin daha olduğu görülmektedir. Hızır Abdal Sultan (ö. 937/153031) diye bilinen bu zat, 880 (147576) yılında İsparta'ya gelmiş ve burada tekkesini kurmuştur. Bir kısım müridlerinin geceleri zikir ve ibadet, gündüzleri de ziraatla meşgul oldukları ve elde edilen gelirleri tekkenin giderlerine harcadıkları rivayet edilmektedir. Tekkede Hızır Abdal Sultan'dan sonra makamına kimin geçtiği belirtilmemekle birlikte, irşad faaliyetinin halifeleri tarafından devam ettirildiği kaydedilmektedir.683
· B) Diğer Nakşiler
İstanbul'da Molla İlâhî ile başlayıp, Emîr Ahmed Buhârî ile geniş muhite yayılan Nakşibendiyye tarikatı, kısa sürede İsparta, Akşehir, Kastamonu, Bolu, Bursa gibi Anadolu şehirlerine de yayılmıştır. Bunun yanı sıra yine İstanbul'da ve bazı Anadolu şehirlerinde İstanbul merkezli yayılmaya paralel olarak bir kısım Nakşibendiyye mensubunun faaliyetlerine de rastlanmaktadır. Bunlardan tesbit olunabilenler şunlardır:
Baba
Ni'metullah
(Ni'metullah b. Mahmûd enNahcıvânî, ö. 920/1514)
ı.
I
ı
Nakşibendî âriflerinden olan Baba Ni'metullah'm,684 hayatı hakkında kısa bilgi, Hicrî 1325 (1907) yılında iki cilt olarak İstanbul'da neşredilmiş olan Fevâtihu'lilâhiyye ve mefâtihu'lgaybiyye isimli tefsirinin baş tarafında kaydedilmiştir. Buna göre Baba Ni'metullah Nahcıvanlıdır. Gençliğinde devrin âlimlerinin yanında ilmini ikmal ettikten sonra tasavvuf yoluna girmiştir. Adı geçen tefsirini yazmaya 902'de (1497) başlamış ve iki sene içerisinde; 904'te (149899) tamamlamıştır. Sonra Tebriz'den yola çıkarak 905'te (14991500) Akşehir'e gelip yerleşmiş ve vefatına kadar burada irşad faaliyetini sürdürmüştür. "Şeyh Ulvan" lakabıyla şöhret bulduğu belirtilmektedir.685 Şekâik'de ise "Baba Ni'metullah" şeklinde kayıtlıdır.
Yukarıda adı geçen tefsiri hakkında Taşköprizâde, "Bu tefsirde fesahat ve belâğat incelikleriyle birlikte çoğu insanın idrakinden âciz kalacağı incelikler ve hakikatler bulunmaktadır" derken,686 Bursah Mehmed Tâhir de "Bu tefsir âsârı kudsiyyeden olup enfes bir tarzda ve Te'vîlâtı Necmiyye vadisinde yazılmıştır" demektedir.687 Ayrıca Beyzâvî Tefsiri'ne de hâşiye yazdığı kaydedilen Baba Ni'metullah'm, Şebüsterî'nin Gülşeni Râz'ma ve Îbnü'lArabî'nin Fusûs'una birer şerh yazdığı ve tasavvufa dair Hediyyetii'lihvân isimli bir risâle kaleme aldığı kaydedilmektedir.688 Onun ayrıca tasavvuf ağırlıklı Farsça birkaç küçük risâlesi de Nuruosmaniye Kütüphanesi'nde bulunmaktadır. 4899 numarada kayıtlı olan bu eserlerin isimleri şöyledir: Risâlei Zikriyye (vr. 12b13a), Risâlei Vücûdiyy’e (vr. 13b14b), Risâlei Tahkikat (vr. 15b23b), Risâlei Mecmaı Letâyifivr. 23b44b).
Halim Çelebi (Mevlâ Abdülhalim b. Ali, ö. 922/1516)
Kastamonulu olan Halim Çelebi Yavuz Sultan Selim'in hususi hocalarmdandır.689 Şehzade iken Kanûnî'nin eğitimiyle de meşgul olmuştur.690 Devrinin ileri gelen âlimlerinden ilim tahsil ettikten sonra Arap ve Acem diyarına gitmiş ve oranın âlimlerinden de okumuştur.691 Tasavvuf yoluna girişi Bursa'da faaliyet gösteren Zeyniyye meşâyihinden Hacı Halife'ye (Şeyh Abdullah, ö. 894/1489) intisap etmek suretiyle olmuşsa da,692 asıl yetişmesi daha sonra Acem diyarında irşad halkasına girdiği Nakşibendiyye'den Şeyh Mahdûmî'nin yanında olmuştur.693
Mevlâ Muslihuddin (ö. 934/152728)
Menteşeli olan Mevlâ Muslihuddin halk arasında "Çâk (?) Muslihuddin" diye şöhret bulmuştu. Kırk yaşmdan sonra ilim tahsiline başlayıp Tire'de müderris olmuştu. Daha sonra Emir Buhârî'nin (ö. 922/1516) sohbetlerine katıldı ve bütün vaktini ibadet, tedris ve tezkîrle geçirmeye başladı. İnsanlara ücret karşılığı fetva yazdığı rivayet edilmektedir.694
Şeyhzâde
Muhyiddin Mehmed Efendi
(ö. 950 veya 951/1544)
Bursah Mehmed Tâhir, Şeyhzâde Muhyiddin Efendi için, "Emîr Buhârî hulefâsmdan Muslihuddin Efendi'den müstahleftir" demektedir.695 Emîr Buhârî'nin Muslihuddin isminde iki önemli halifesinin olduğu bilinmektedir. Biri yukarıda kendisinden bahsedilen Muslihuddin Tavîl, diğeri ise İstanbul'da Zâtü'lahcâr696 isimli zâviyede faaliyet gösterdiği kaydedilen Muslihuddin Mustafa'dır (ö. 960/1553 civarı).697 Şeyhzâde Efendi'nin hangisinin halifesi olduğu konusunda açık bir bilgi bulunmamakla birlikte, onun Muslihuddin Mustafa'nın yanında yetişmiş olması daha güçlü bir ihtimaldir. Zira Muslihuddin Tavîl'in vefatının hangi senede olduğu bilinmiyorsa da, II. Bayezid devrinde (14811512) olduğu bilinmektedir; yani onun vefatıyla Şeyhzâde'nin vefatı arasında asgari kırk seneden fazla bir müddet vardır. Bu durumda aynı dönemde yaşadıkları anlaşılan Muslihuddin Mustafa'nın tekkesinde yetiştiği düşünülebilir.
İzmitli olan Şeyhzâde Efendi, isminden de anlaşılacağı gibi şeyh çocuğudur. Babası Emir Buhârî'nin pîrdaşı Şeyh Muslihuddin Kocevî'dir (ö. II. Bayezid devri).698 Ayrıca Zeyniyye meşâyihinden Muhyiddin Kocevî'nin de damadıdır. Tasavvuf yoluna girmeden önce, Efdalzâde gibi devrin ileri gelen âlimlerinden ders almış ve İstanbul'da Hoca Hayreddin Medresesi'nde müderris olmuştu. Ayrıca Beı/zâvî Tefsiri'ne hâşiye yazan önemli âlimlerden biridir. Daha sonra tedrisi terkederek uzlete çekilmiş ve emekli maaşı ile hayatını
sürdürmüştür.699 Nakşibendiyye'ye nisbeti olduğu bilinen o devrin önemli âlimlerinden Şekâik müellifi Taşköprizâde,700 Şeyhzâde Efendi'nin kendisine olan muhabbetini bir iftihar vesilesi olarak zikreder. Aynı zamanda kadılığı kabul etmesininin bir sebebi olarak da bu zatın tavsiyesini özellikle kaydetmektedir.701
Baba Haydar (ö. 957/1550)
Daha küçük yaşta iken Ubeydullah Ahrâr'ın (ö. 895/1490) hizmetine girip yanında yetişen Semerkantlı Baba Haydar, Mekke'de uzun müddet kaldıktan sonra İstanbul'a
I gelmiştir.702 Şeyhin başşehre hangi tarihte geldiği belli değil
‘ se de, onun hakkında Ayvansarâyî'nin "Kırk sene müddetle
ramazânı şeriflerde Eyüp Camii'nde itikâf eylemişlerdir" ifadesi703 eğer çokluktan kinaye değilse, II. Bayezid devrinin sonlarına doğru geldiğini göstermektedir. Kanûnî'nin kendi' si için Eyüp'te bir mescidtekke yaptırdığı kaydedilmekte
l dir.704 Çok kuvvetli riyâzet yaptığı ve münzevi bir hayat ya
| şadığı anlaşılan şeyhin Eyüp Camii'nde itikâfa girdiğinde if
tarını sadece iki bademle açtığı rivayet ediliyor.705 Mâverâünnehir'den İstanbul'a gelen Nakşîler için bir misafirhane vazi' fesini gören tekkesinde mürid yetiştirmiş olduğuna dair her
hangi bir kayda rastlanmamıştır.706
Şeyh Şah Ali (ö. 960/1553)
Tasavvuf yoluna girmeden önce asrın ileri gelen âlimle
rinden okuyan Şah Ali daha sonra tasavvuf yoluna meyletmiş ve Halvetiyye, Zeyniyye ve Nakşibendiyye'den pek çok tarikat şeyhinin sohbetlerine iştirak etmiştir.707 Ancak esas intisabının Nakşibendiyye meşâyihinden birine olduğu kaydedilmektedir.708 Nakşibendiyye'den hangi şeyhe bağlı olduğu zikredilmemekle birlikte, Atâî onun görüştüğü şeyhlerden birinin Emîr Ahmed Buhârî (ö. 922/1516) olduğunu,709 İkdü'lmanzum müellifi ise diğer tarikat şeyhleriyle birlikte Şeyh Mahmud Nakşibendî'nin (ö. 938/153132) sohbetlerine iştirak ettiğini kaydetmektedir.710 Bu durumda onun ilk intisabının Emîr Ahmed Buhârî'ye olmakla birlikte, mücâhedesini Şeyh Mahmud Çelebi'nin yanında sürdürdüğü düşünülebilir. Tarikat yoluna girdikten sonra mansıb talebinden vazgeçerek vaktini ilim ve ibadetle geçirmiştir.711 Bâzan mahallesindeki mescidde, bazan Ayasofya Camii'nde talebelere ilim okuturdu. Devlet ricâliyle arkadaşlıktan kaçtığı ve sünneti Resûlullah'a uymakta çok titiz davrandığı rivayet edilmektedir. Seksen yaşının üzerinde iken vefat eden Şah Ali Efendi, bütün kitaplarını talebelerine vakfetmiştir.712
Abdüllatif Mahdûmî Câmî (ö. 960/1553'den sonra)
Nakşî meşâyihinden olan Abdüllatif Mahdûmî, Şeyhülislâm Ahmed Nâmıkî'nin torunlarmdandır. Her ne kadar Şeyh Muhammed b. Sıddîk Habûşânî'den el almışsa da, hakikatte "Uveysî" olduğu rivayet edilmektedir.713 Kanûnî Sultan Süleyman'a zikir verdiği nakledilen bu zata, ileride devlet ricâlimeşâyih ilişkileri anlatılırken tekrar temas edilecektir.
İsâmiiddin Ahmed Taşköprizâde (ö. 968/156061)
Asrın ileri gelen âlimlerinden Şekâik müellifi Taşköprizâde de Nakşibendiyye'ye mensuptu.714 Ancak hangi şeyhten el aldığı bilinmemektedir. Hayatı hakkında geniş bilgi bulunan, hatta biyografisi kendisi tarafından kaleme alman715 bu zatın el aldığı şeyhin bilinmemesi dikkat çekicidir. Öyle anlaşılıyor ki, o devirde bazı kimseler müntesip bulundukları şeyhlerini, hatta tasavvufa intisaplarını, muhtemelen riyadan sakınmak için açıklamıyorlardı. Maamafih Taşköprizâde'nin, Şekâik'te kaydettiğine göre, Emîr Ahmed Buhârî'nin damadı Mahmud Çelebi'ye (ö. 938/153132) büyük hürmet gösterdiği ve onun çok etkisi altında kaldığı görülmektedir. Ancak oradaki ifadelerden şeyhe intisabının olmadığı anlaşılmaktadır.716
Esasen Taşköprizâde, o devrin pek çok âliminde görüldüğü gibi, tarikat ayırt etmeksizin ileri gelen pek çok meşâyih ile görüşüp sohbetlerinden istifade etmekteydi. Nitekim kadılık vazifesini kabul edip etmemekte tereddüt ettiğinde, görüşüne başvurduğu meşâyih arasında Nakşibendiyye'den Şeyhzâde Muhyiddin Mehmed Efendi (ö. 951/1544) olduğu gibi,717 Bayramiyye'den Şeyh Bahâeddinzâde de (ö. 952/1545) vardır.718 Ayrıca o, unutkanlık illetinden kurtulmak için yine Halvetiyye'den Müftî Şeyh'in (ö. 951/1544) duasını talep etmiş,719 Zeyniyye şeyhlerinden Seyyid Velâyet'le görüşmüş,720 Nebi Halife'nin de (ö. 940/153334'den önce) uzun müddet sohbetine devam etmiştir.721 Atâî'nin kaydettiğine göre ise o, kuvvetli riyâzet ve pirlerin himmetiyle Nakşibendiyye'de en yüksek makama kadar çıkmıştır.722
Muhtelif medreselerde müderrislik ve kadılık yapan Taşköprizâde pek çok eser kaleme almıştır.723 Bunlardan Osmanlı ulemâsmı anlattığı Şekâiki Nu'mâniyye'de meşâyiha da yer vermiş olması, esere Osmanlı tasavvuf tarihinin temel kaynaklarından biri olma özelliğini kazandırmıştır.
Şeyh
Mehmed Nûrullah Efendi (ö. 977/1569)
Nakşibendiyye esrarına sahip olduğu bildirilen Mehmed Nûrullah Efendi Geylân'da dünyaya geldi. Halk arasında, mesleğinden dolayı Yorgancı Emir diye meşhur olmuştur. Daha sonra İstanbul'a gelen şeyhin, buraya hangi tarihlerde geldiği kesin olarak bilinmemekle birlikte, 920 (1514) senesinden önce geldiği anlaşılıyor. İlk zamanlarında İstanbul'da Fâtih'in türbedarlığını yaptı ve 920 senesi civarında da hacca gitti.724 Mekkei Mükerreme'de Emir Buhârî'nin halifesi Vefâyîzâde Mustafa Efendi'den (ö. 968/156061) el alarak Nakşibendiyye'ye intisap etti.725 Kanûnî Sultan Süleyman ile çok güzel münasebetler kurmuş olan Yorgancı Emir'in, ileride bu ilişkilerine temas edilecektir.
Yorgancı Mehmed Nûrullah Efendi'nin irşad faaliyetini sürdürebilmesi için Kanûnî devrinin sonlarına doğru, 972 (1564) senesinde Ayakapısı'nda bir tekke kurulduğu görülmektedir. Sirkeci Tekkesi diye bilinen bu tekkede726 vefatına kadar faaliyet gösteren Mehmed Efendi'den sonra makamına oğlu Emîr tsmâil Efendi (ö. 1020/1611) geçmiştir.727
Şeyh Ebû
Saîd b. Şeyh Sun'ullah
(ö. Cemâziyelevvel 980/1572)
Şeyh Ebû Saîd 920 (1514) tarihinde Tebriz'de dünyaya geldi. Babası Şeyh Sun'ullah, Ubeydullah Ahrâr'm (ö. 895/ 1490) halifelerindendir. Ebû Saîd ise Molla Ahmed Kazvînî'den el almıştır.728 Diğer pek çok Sünnî gibi, Şeyh Ebû Saîd ve babası Şeyh Sun'ullah da Tebrîz ve civarında kızılbaşlarm zulmüne mâruz kaldılar. Kanûnî Sultan Süleyman 955 (1548) senesinde II. İran seferine çıkıp Tebriz'i fethedince, Şeyh Ebû Saîd padişahla birlikte Anadolu'ya gelmiştir.729 Kanûnî'nin çok büyük desteğini görmüş olan bu zâta ileride tekrar temas edilecektir.
Şeyh Ahmed
Buhârî (ö. 994/1586)
İstanbul'da faaliyet gösteren Nakşî meşâyihi arasında bir de Ahmed Buhârî isminde bir şeyh bulunmaktadır. Bu zat Molla İlâhî'nin halifesi Emîr Ahmed Buhârî (ö. 922/1516) ile karıştırılmamalıdır. 950 (1543) veya 960 (1553) tarihinde Buhara'dan İstanbul'a geldiği kaydedilen Ahmed Buhârî, burada meşâyih ve ulemânın hürmetine mazhar olmuştu.730 Faaliyetlerini, Unkapanı'nda kurduğu tekkesinde sürdürdüğü bilinmektedir.731 Emîr Buhârî'den sonra bu tekkede kimin posta oturduğu ise tesbit olunamamıştır.
Bur s a ' da Nakşîler
Ulvî
Müderris Bursevî
(Yegânoğlu Ulvî, Ö. Yavuz Sultan Selim devri)
Ulemâdan olduğu bildirilen Bursalı Ulvî'nin kaynaklarda ismi kaydedilmemiş, sadece "Yegânoğlu Ulvî" diye meşhur olduğu belirtilmiştir. Devrinin müderrislerinden olduğu kaydedilen Ulvî'nin aynı zamanda şair olduğu da nakledilmektedir.732 Latîfî onun için "Asrında ser defteri £>üleğâ ve ser âmedi füsahâ idi" demektedir.733 Basılmamış divanı bulunduğu Osmanlı Müellifleri'nde zikrediliyor.734 Bursa'da müderrislik yaparken Nakşibendiyye tarikatına girmiş ve müderrislikten emekli olmuştur.735 Tasavvufî mahiyette söylediği şiirlerinden aşağıdaki beyitleri çok meşhurdur:
Dârı dünyai denînin kim, cefâ bünyâmdır, Mihnet ü derd ü belâ vü gam, çehâr erkânıdır.
Devlete erdim diyen dünyada zillet ehlidir, Hoca sûd ettim deyû zû'm ettiği hüsranıdır.736
tlâhîzâde Şeyh Mehmed Efendi (ö. 935/1528)737
Bursa'da faaliyet gösterdiği tesbit olunan Şeyh Mehmed Efendi, babası Şeyh Ahmed Îlâhî'den (ö. XV. yüzyıl)738 dolayı "Îlâhîzâde" diye anılmaktadır. Ahmed İlâhî, Fâtih devrinde memleketi Buhara'dan Anadolu'ya gelmiş olan bir Nakşî şeyhidir. Bursa'da Defterdar Derviş Efendi tarafından yaptırılan Yoğurtlu Baba Tekkesi'nde faaliyet göstermiştir.739 Şeyh Mehmed Efendi ise, aynı zamanda "Ahmed İlâhî Tekkesi", "Îlâhîzâde Tekkesi" veya sadece "İlâhî Tekkesi" diye de anılan740 mezkûr, tekkede babasının terbiyesinde yetişerek icâzet aldı. 100 yaşma kadar yaşadığı kaydedilen Mehmed Efendi, babasının vefatından sonra makamına geçmiş ve pek çok kimsenin yetişmesine sebep olmuştur.741 Mehmed Efendi'den sonra ise burada posta Ahmed İlâhî'nin diğer oğlu İlâhîzâde Yâkub Efendi'nin (ö. 999/1583) oturduğu anlaşılmaktadır.742
Şeyh Şemseddin (ö. 968/156061)
Emîr Ahmed Buhârî'nin (ö. 922/1516) yanında sülûkünü tamamladığı kaydedilen Şemseddin Efendi Kütahyalıdır. Irşad faaliyetini Bursa'da sürdürmüştür. Halktan uzak, devamlı istiğrak hâlinde ibadetle meşgul olup, mâsivâya hiç iltifat etmediği için "Mütevekkil Şems" diye meşhur olmuştu. Halk arasında keramet sahibi, duaları makbul bir zat olarak bilinirdi. Rivayete göre, Kanûnî Sultan Süleyman nıkris hastalığına743 tutulduğunda, sancıları şiddetlenince Şeyh Şemseddin'i saraya davet eder ve kendisine okumasını isterdi.744
Şeyh Enverî (ö. 973/156566)
Bursalı olduğu bildirilen Şeyh Enverî, tasavvuf yoluna girmeden önce zahirî ilimleri okuyup, fünûni akliyye ve nakliyyede nâdir kimselerden olmuştu. Daha sonra tasavvuf yoluna girerek Nakşibendiyye'den icâzet almıştır. Hangi şeyhin yanında yetiştiği kaydedilmeyen Enverî, bir ara, Eskişehir'de bulunan Seyyid Gazi Zâviyesi Râfızîler'den temizlendiğinde buraya şeyh olarak tayin edilmişti.745 Bu zâviyeye gidişi, kesin olmamakla birlikte, 963965 (155658) tarihleri arasında olmalıdır. Zira Kanûnî'nin emriyle mezkûr zâviyeden •Râfızîler'in temizlenmesi, kesine yakın bir ihtimalle, kaydedilen tarihler arasında olmuştur.746 Ancak daha sonra eski Râfızî görüş ve âdetlerinden747 vazgeçip, şeriatm emirlerini uygulamaları şartıyla tekrar buraya dönmelerine müsade edilmiş748 ve muhtemelen o tarihden sonra Şeyh Enverî buradan ayrılarak Bursa'da Orhan Gazi Hankahı'na yerleşmiştir.749
Amasya'da Nakşîler
XVI. asırda Amasya'da Nakşîler'e ait iki adet tekke bulunmaktaydı. Bunlardan birisi Amasya Kadısı Nizâmeddin Abdurrahman Muslihî'nin kızı Selâmet Hatun tarafından 857 (1453) senesinde yaptırılmış olan Yâvedûd Tekkesi,750 diğeri de Nakşibendiyye meşâyihinden Şeyh Abdullah Efendi tarafından 961 (1554) senesinde yaptırılan Şeyh Abdâl Tekkesi'dir.751 Yâvedûd Tekkesi'nde muhtemelen ilk olarak, Nakşibendiyye'den Sâdeddîn Kâşgarî'nin halifesi Sun'ullah Buhârî faaliyet göstermiş, ondan sonra makamına oğlu Şeyh Abdülvedûd Efendi geçmiştir. Tekkenin ismi de Abdülvedûd Efendi'den gelmektedir. Nakşî faaliyetlerinin tekkede XVIII. asrın ortalarına kadar devam ettiği anlaşılmaktadır.752
XVI. asrın ortalarında kurulup vakıfları da tanzim olunan Şeyh Abdal Tekkesi ise, birçok defa yıkıldığı halde tamir ettirilmiş ve XIX. asrın ortalarına kadar hizmet görmüştür.753 Ancak bu tekkede hangi Nakşî meşâyihinin faaliyet gösterdiği bilinmemektedir.
Amasya'da bu iki tekkeden önce kurulmuş olan bir Nakşî tekkesi (Mahmud Çelebi Tekkesi) daha vardı. 807 (140405) senesinde Ammâdzâde Bedreddin Mahmud Çelebi tarafından yaptırılıp vakıfları da tanzim olunan bu tekkenin ilk meşihatini Şâhı Nakşibend'in halifelerinden Hâce Rükneddin Mahmud Buhârî üstlenmiştir.754 Burası bilindiği kadarıyla Nakşibendiyye'nin Anadolu'da kurulan ilk tekkesidir. Ancak adı geçen tekke Nakşîler'e mensubiyetini II. Bayezid devrine kadar sürdürebilmiş, sonra Halvetîler'in kontrolüne geçmiştir.755
Buraya kadar zikredilen şahısların dışında Nakşibendiyye'ye nisbetleri olduğu anlaşılan birkaç zat daha vardır. Bunları şu şekilde sıralayabiliriz:
Şair Sûzî (ö. ?),756 Köseç Haşan Efendi (ö. 966/155859),757 Mevlâ Harem (ö. 970/156263),758 Şeyh Mahmûd b. Hüseyin esSâdıkı elGeylânî (ö. 970/156263 civarı).759
III
Bayramiyye
XVI. asırda Anadolu'da faaliyet gösteren tarikatlardan bir diğeri de Hacı Bayrâmı Velî (ö. 833/1430) tarafından Ankara'da kurulan Bayramiyye tarikatıdır.760 Bu tarikat da Nakşibendiyye gibi, hem Hz. Ebû Bekir'e hem de Hz. Ali'ye varan silsileleri bulunması hasebiyle761 "Sıddıkı" ve "Alevî" olma özelliğini taşımaktadır. Hacı Bayram'dan sonra Şemsiyyei Bayrâmiyye ve Melâmiyyei Bayrâmiyye olmak üzere önce iki ana kola ayrılan tarikatta, daha sonra üçüncü önemli bir kol; Celvetiyye vücuda gelmiştir.
· A) Şemsiyyei Bayrâmiyye
Bayramiyye'nin Şemsiyye kolu, Hacı Bayrâmı Velî'nin en önemli halifesi Şeyh Akşemseddin762 (ö. 863/1459) tarafından kurulmuştur. Asıl adı Şemseddin Muhammed b. Hamza olan Akşemseddin'in nesli Şehâbeddin Sühreverdî vasıtasıyla Hz. Ebû Bekir'e dayanır.763 Kabri Bolu Göynük'te bulunmaktadır. Onun vefatından sonra Şemsiyye şu iki büyük şubeye ayrılmıştır:
Tennûriyye: Akşemseddin'in halifesi İbrâhim Tennûrî (İbrâhim b. Hüseyin esSivâsî elKayserî, ö. 887/1482) tarafından kurulmuştur.
Himmetiyye: Şeyh Himmet b. Ali Bolevî (ö. 1090 veya 1095/1684) tarafından kurulmuştur.764 Şemsiyye'nin bu şubesi, kuruluşundan tarikatların yasaklandığı 1925'e kadar İstanbul'daki Bayramı faaliyetini temsil etmiş olan önemli bir şubedir.765 Ancak XVI. asırdan sonra kurulmuş olması hasebiyle üzerinde durulmayacaktır.
1. Tennûriyye
Akşemseddin'in halifesi Şeyh İbrâhim Tennûrî (ö. 887/1482) tarafından kurulmuştur.766 Kayseri'de faaliyet gösterdiği anlaşılan767 İbrâhim Tennûrî'nin yetiştirip hilâfet verdikleri arasında Akşemseddin'in en küçük oğlu Hamdullah Ahmed Çelebi de (ö. 914/150809) vardır.768 Şeyh Tennûrî'den sonra Kayseri'de tarikat silsilesi oğullan Şeyh Ali ve Şeyh Kasım vasıtasıyla devam etmiştir.769
Kayseri'de İbrâhim Tennûrî'nin torunlarından Şeyh Ali Efendi'nin (ö. 921/1515) adına nisbetle Ali Fakih Zâviyesi isimli bir zâviyenin olduğu görülmektedir.770 Bu zâviyenin Şeyh Tennûrî ve halifelerinin de faaliyet gösterdikleri zâviye mi, yoksa ondan ayrı olarak kurulan bir başka zaviye mi olduğu tesbit olunamamıştır.
Lemezât müellifi Hulvî'nin kaydından, Şeyh Tennûrî'nin bir başka oğlu Muhyiddin Efendi vasıtasıyla da ayrı bir silsilenin devam ettiği anlaşılmaktadır. Hilâfeti babasından aldığı rivayet edilen Muhyiddin Efendi'den sonra makamına halifesi
Şeyh Süleyman Efendi geçmiş, ondan sonra ise irşad faaliyetini Tireli Şeyh Muhyiddin Efendi sürdürmüştür. Daha sonra ise irşad postuna Ebû Eyyûb Ensârî Camii vâizi Tennûrî Ömer Efendi'nin (ö. 1024/1615) oturduğu kaydedilmektedir.771
Şeyh Muhyiddin Yavsı (ö. 920/1514)
Şemsiyyei Bayrâmiyye'nin Tennûriyye şubesi, Şeyh Tennûrî'den sonra halifesi Şeyh Muhyiddin Yavsî (Muhammed Îskilîbî, ö. 920/1514) vasıtasıyla devam etmiştir.772 Şeyhülislâm Ebüssuûd Efendi'nin babası olan Şeyh Yavsî, tasavvuf yoluna girmeden önce zahirî ilimleri tahsil etmiş ve kayınpederi Ali Kuşçu'dan hadisi şerîf naklinde icazet almıştır.773 Bursalı Mehmed Tâhir'in "zülcenâhayn ulemâdandır" diye tavsif ettiği Yavsî Efendi,774 tasavvufa dair Şeyh Bedreddin'in Varidat'ma şerh775 ve Risale fî sülûki'ttarikati'ssûfyye776 isimli eserleri kaleme almıştır. Hocası Ali Kuşcu'nun vefatını müteakip tasavvuf yoluna girmeye karar veren Yavsî Efendi, önce Şeyh Muslihuddin Kocevî'ye777 (ö. ?) intisap etmiş, daha sonra ise Şeyh îbrâhim Tennûrî'ye (ö. 887/1482) biat edip yanında sülûkünü tamamlamıştır.778 İcâzetle bir müddet memleketi İskilip'te faaliyet gösterdikten sonra779 oradan Amasya'ya gittiği anlaşılan Şeyh Muhyiddin Yavsî, burada vali olan Şehzade Bayezid ile çok yakın ilişkiler kurmuştur.780 Bayezid, babası Fâtih'in vefatı üzerine saltanat tahtına oturunca, Amasya'dan tanıdığı Şeyh Yavsî için İstanbul'da bir tekke yaptırdı781 ve şeyh Amasya'dan İstanbul'a gelerek faaliyetini burada sürdürmeye başladı. İlk şeyhine nisbetle Yavsî Baba Tekkesi diye adlandırılan bu tekke, daha sonra XVI. asrın ikinci yarısında HalvetîŞemsî şeyhi Abdülmecid Sivâsî'nin tasarrufuna geçtiği için kaynaklarda Sivâsî Tekkesi diye de geçmektedir.782
Yavsî Efendi'nin yetiştirdikleri arasında, Sultan Selim Camii imamlarından Muhyiddin İznikî (ö. ?),783 İbn Kemal'in yanında yetişmiş olan kadılardan Pervîz Abdullah Efendi (ö. 978/157071),784 ümmî olduğu halde çok kuvvetli bir irşad gücüne sahip olduğu bildirilen Şeyh İskender b. Abdullah Efendi (ö. ?)785 gibi zatlar da vardır.
II. Bayezid devrinin sonuna (1512) kadar mezkûr tekkede faaliyet gösteren Şeyh Yavsî Efendi, Bayezid'in vefatı üzerine memleketi olan îskilip'e dönmüş ve burada vefatına kadar iki sene halkı irşad ile meşgul olmuştur.786 Şeyh Yavsî'den sonra İstanbul'daki tekkede makamına, kaynakların ekserisine göre, halifesi Şeyh Muslihuddin Sirozî (ö. 926/1520) geçmiştir.787 Ancak Muslihuddin Efendi'nin İstanbul'daki tekkeye şeyh olmadan önce İskilip'teki merkez tekkede faaliyet gösterdiği rivayet edilmektedir.788 Bu durumda Şeyh Yavsî Iskilip'deki tekkeye gittiğinde, orada bulunan Şeyh Sirozî'nin de İstanbul'daki tekkeye geldiğine hükmetmek gerekir. Şeyh Yavsî'den sonra ise İskilip'teki tekkede irşad postuna muhtemelen İstanbul'daki tekkeye gelmeden önce burada şeyhlik ettiği bildirilen789 oğlu Nasreddin Efendi (ö. Zilhicce 974/Haziran 1567) geçmiştir.
Yavsı Baba Tekkesi'nde Muslihuddin Sirozî'den sonra posta, Şeyh Yavsî'nin diğer halifesi "Hacı Çelebi" veya "Hacı Efendi" diye bilinen Şeyh Abdurrahim Müeyyedî (ö. 944/153738) oturmuştur.790 Yavsî Efendi gibi, Abdürrahim Müeyyidî de tasavvuf yoluna girmeden önce zâhirî ilimleri tahsil etmiş, Sinan Paşa ve Hocazâde gibi ileri gelen âlimlerden ders okumuştur.791 Hilâfet aldığı şeyhi Yavsî Efendi'nin aynı zamanda damadıdır. Menşe itibariyle büyük ulemâ ailesi "Müeyyedzâdeler"e mensup olup, daha sonra Şeyhülislâm olan Abdülkadir Şeyhî Efendi'nin (ö. 1002/1594) babası ve Yavuz Sultan Selim devrinde Rumeli kazaskerliğine getirilen Abdurrahman Müeyyedî'nin de kardeşidir.792 Abdürrahim Efendi, Kanûnî devrinin başmdan itibaren on sekiz sene Yavsî Baba Tekkesi'nin meşihatını yürütmüş, 944 senesinde vefa
tı üzerine irşad postuna Şeyh Yavsı'nin üçüncü halifesi Bahâeddinzâde (Şeyh Muhyiddin Mehmed b. Bahâeddin, ö. 952/1545) geçmiştir.793 Daha önce memleketi Balıkesir'de faaliyet gösterdiği belirtilen Bahâeddinzâde'nin,794 bir rivayete göre Şeyhülislâm Ebüssuûd Efendi'ye de Bayramîlik'ten icâzet verdiği kaydedilmektedir.795
Bahâeddinzâde Efendi de diğer meşâyih gibi önce zâhirî ilimleri tahsil etmiş, önemli âlimlerden olan Mevlânâ Kestelî'den ders okumuştur.796 Tefsir, hadis, ulûmi ârabiyye ve ulûmi akliyyede mâhir olduğu kaydedilen Bahâeddinzâde'nin, şeriat ahkâmı ve tarikat âdâbma titizlikle riayet gösterdiği belirtilmektedir. îmâmı Âzam'ın Fıkhü'lekber'ine yazdığı elKavlü'lfasl isimli şerhte797 kelâm metoduyla tasavvuf metodunu birleştirdiği kaydedilir.798 Eserleri arasında Müdâfaanâme fi hakkı Şeyhi Ekber isimli eseri dikkati çekmektedir.799
Halvetiyye şeyhi İbrâhim Gülşenî'ye karşı tavırları daha önce kaydedilen Sadrazam ibrâhim Paşa'nın Bâhâeddinzâde Efendi'ye de tahammülsüzlük gösterdiği anlaşılmaktadır. Şeyh Efendi mezkûr sadrazam zamanında meydana gelen bazı meseleler hakkmda bildiği gerçekleri çekinmeden açıklayınca, sadrazam tarafından susturulmak istenmiş ancak şeyh bildiklerini söylemeye devam etmiştir.800
Bahâeddinzâde Efendi İstanbul'da faaliyet gösterirken yetiştirdiği halifelerini de irşad faaliyeti için Anadolu'ya gönderiyordu. Meselâ bunlardan Şeyh Abdullah b. elHâc Mahmud'u (ö. 972/156465) icâzetle memleketi olan Karaman'm Akşehir beldesine göndermiştir. Abdi Halife diye meşhur olan bu zatın Akşehir'de yaptırdığı zâviyesinde vefatına kadar faaliyet gösterdiği anlaşılmaktadır. Aynı zamanda zâhirî ilimleri de tahsil ettiği bildirilen Abdi Halife, vaazlarında tarikat inceliklerinden (esrar) bahsetmeyi mûtad hale getirmişti. Duasıyla sar'a hastalığını tedavi ettiği rivayet edilmektedir. Kabri yaptırdığı zâviyesinin bahçesindedir. Abdi Halife'nin yanında yetişen hemşehrisi Şeyh Mahmud Efendi de (ö. 972/156465) hilâfet aldıktan sonra Akşehir yakınında bulunan İshaklı kazâsma bağlı bir köyde zâviyesini kurarak irşad faaliyetini sürdürmüştür.801
Bahâeddinzâde'nin Akşehirli bir başka halifesi Şeyh Mustafa b. Ali Efendi'dir (ö. ?). Nerede faaliyet gösterdiği kaydedilmeyen Şeyh Mustafa'nın, seyri sülûke dair on üç bölümlü Türkçe bir eseri olduğunu Bursalı Mehmed Tâhir kaydetmektedir.802
Germiyanlı Nûreddin Hamza Efendi de (ö. 965/1558) Bahâeddinzâde'nin yanında yetişenlerdendir. Önce ilmi zâhiri tahsil etmiş olan Nûreddin Hamza, ilk olarak Halvetiyye'den Sünbül Sinan'a intisap ederek tasavvuf yoluna girmiş/ daha sonra ise Bahâeddinzâde'nin hizmetine girerek yoluna devam etmiştir.803
951 (1544) senesinde gittiği hacdan ertesi sene dönerken Kayseri'de vefat edip îbrâhim Tennûrî'nin yanma defnedilen804 Bahâeddinzâde Efendi'den sonra makamına Edirneli Şeyh Abdurrahman Hâtifî (ö. ?) geçmiştir. "Zâhidîzâde" diye tanınan805 bu zat hakkında bilinenler sınırlıdır. Şeyh Hâtifî'den sonra irşad postuna Yavsî Efendi'nin oğlu ve halifesi olan Şeyh Nasrullah (Nasreddin Efendi, ö. Zilhicce 974/Haziran 1567) geçmiştir.806 Nasrullah Efendi daha önce İskilip'teki merkez tekkede seccâdenişin olmuştu.807 Yavsî Baba Tekkesi'nin Tennûriyye kolundan gelen son şeyhi Nasrullah Efendi'dir. Onun vefatından sonra bu tekkenin tasarrufu Halvetîler'in eline geçmiştir.808
a)
Iseviyye
Tennûriyye'den ayrılan bir şube olarak kabul edilen Iseviyye, İbn İsâ diye meşhur olan Şeyh İlyas Saruhânî'ye (ö. 967/155960) nisbet edilmiştir.809 Şeyh İlyas'm silsilesi babası Şeyh Mecdüddin îsâ vasıtasıyla, İbrâhim Tennûrî'nin makamına geçen oğlu Şeyh Kasım Efendi'ye dayanmaktadır.810 îseviyye bazı kaynaklarda Şemsiyyei Bayrâmiyye'nin bir şubesi olarak da gösterilmiştir.811
Şeyh İlyas Saruhânî (ö. 967/155960)
Iseviyye'nin kurucusu olarak kabul edilen Şeyh îlyas Saruhânî ve hilâfet aldığı babası Şeyh Mecdüddin îsâ hakkında en geniş bilgi Menâkıbı Şeyh Mecdüddin ve Âdâbı Sâlikîn isimli eserde verilmektedir. Şeyh İlyas'm, bir Bayramî şeyhi olan babasının tarikat anlayışını ve hizmetlerini anlatmak için kaleme aldığı bu önemli eserin sonunda, bizzat Şeyh îlyas hakkında da mâlumat bulunmaktadır.
Şeyh îlyas Saruhânî'nin mürşidi ve babası Şeyh Mecdüddin îsâ (ö. 937/1531), Saruhan sancağma bağlı olan Akhisar'dandır. Devrinin diğer mutasavvıfları gibi o da tasavvuf yoluna girmeden önce ilmi zâhiri ikmal etmiş ve yirmi beş yaşlarında iken Bayramiyye şeyhlerinden Cârullah Efendi'nin oğlu Muhammed Çelebi'ye intisap etmek suretiyle tarikat yoluna girmiştir. Adı geçen şeyhten iki sene içinde icâzet alarak memleketi Akhisar'da irşad faaliyetine başlayan Mecdüddin Efendi, dört sene sonra Bayramiyye ricâlinden Eşrefoğlu Rûmî ile vuku bulan mülâkatı esnasında sülûkünü tam ikmal edemediğini anlamış, Eşrefoğlu'nun işareti ve şeyhi Muhammed Çelebi'nin de izniyle Kayseri'de faaliyet göstermekte olan îbrâhim Tennûrî'nin oğlu Şeyh Kasım Efendi'ye mürid olarak sülûkünü ikmal etmiştir.812 Kasım Efendi kendisini 882 (1477) senesinde tekrar irşad faaliyetinde bulunmak üzere icâzetle memleketi Akhisar'a göndermiştir.813 Bu tarihten sonra uzun bir müddet Akhisar'da faaliyet gösteren Mecdüddin Efendi, hizmet çevresini daha da genişleterek 919 (1513) senesinden itibaren zaman zaman Aydm vilâyetine de gidip gelmeye başlamış ve buraya bağlı Nazilli, Kestel, Köşk gibi kazalarda pek çok kimseyi irşad halkasma dahil etmiştir. Oradan davet üzerine Menteşe iline giderek burada da yüzlerce mürid edinmiştir.814 928 (1521) senesinde ise oğlu îlyas Çelebi'ye hilâfet vermek suretiyle Akhisar'daki dergâhı ona teslim etmiş ve kendisi Aydm'a göçmüştür.815 934 (1527) senesinde de Hacı Müderris diye bir şeyhin vefatı sırasında vasiyet etmesi üzerine Tire'ye gitmiş ve Hacı Müderris Hankahı'nda bir yıl irşad faaliyetinde bulunmuştur.816 "îlmi cifr"e de vukufuyla bilinen Şeyh Mecdüddin Efendi'nin bu ilmi, üç ay kadar hizmetinde bulunduğu Baba Hamdi diye bir zattan öğrendiği kaydedilmektedir.817
Şeyh Mecdüddin îsâ Efendi (ö. 937/1531), yukarıda da belirtildiği gibi daha hayatta iken oğlu İlyas Çelebi'ye hilâfetle Akhisar'daki hankahı teslim etmiştir. Şeyh Efendi'nin hilâfet vererek irşad için görevlendirdiği başka zatlar da bulunmaktadır. Bunlardan ilki, Endülüs'ten Akhisar'a gelerek iki yıl şeyhin hizmetinde bulunan Baba Ahmed Mağribî'dir. 910 (15041505) senesinde icâzetle Anadolu dışına; Mağrib taraflarına gönderilmiştir.818 Şeyhin Anadolu dışında faaliyet gösteren bir başka halifesi ise Gördüslü Muhammed Efendi'dir ki, Mısır'da irşadla meşgul olduğu bildirilmektedir.819 Mecdüddin îsâ Efendi'nin hilâfet verdiği diğer zatlar şunlardır: Kestel kazasında Hacı Bâlî, Muslihuddin Efendi ve Abdi Halife, Urla'da Hüsam ve Süleyman efendiler, Tire'de oturan Menteşeli Alâeddin Efendi ve Badmiye'de (?) oturan Muhyiddin Halife.820
Şeyh İlyas Saruhânî'nin 928 (1522) senesinde icâzetle başladığı şeyhliği sırasında, babasının vefatından önce teeddüben hiçbir müridine hilâfet vermediği nakledilmektedir. Babası âhirete intikal ettikten sonra ise 939 (153233) yılından itibaren nasbettiği halifeleri ile hizmet halkasını daha da genişletmeye çalışmıştır. Bunlardan Malatyah Kasım Efendi Amasya'ya gönderilmiş, Muhammed Rûmî ise hankahmı başkent İstanbul yakınlarında bir yere kurmuştur. Şeyh 11yas'ın hilâfet verdiği diğer zâtlar ise şunlardır: Baba Ahmed Germiyânî, Muslihuddin Germiyânî, Rûşeni Nûrî, Abdi Halife (Şeyh Abdî Tir evi),821 Şeyh Ömer Menteşevî, Şeyh Dede Haşan Bayındırı.822
îlyas Saruhânî'nin babası Şeyh Mecdüddin îsâ'nm başta Kanûnî Sultan Süleyman olmak üzere devlet ricâline karşı mesafeli durduğu anlaşılmaktadır.823 Öyle anlaşılıyor ki oğlu îlyas Efendi babasından farklı olarak devrin diğer pek çok meşâyihi gibi, devlet ricâliyle iyi ilişkiler kurmaya çalışmıştır. Onun Nûriyye isimli eserini, Saruhan Valisi Şehzade Selim (II. Selim) adına telif etmiş olması824 bunu göstermektedir.
Şeyh Îlyas Efendi'nin de babası gibi ilmi cifr, vefk, ilmi havas, ilmi nücûm gibi sahalarda mütehassıs olduğu belirtilmektedir.825 Nitekim onun kaleme aldığı bir kısmı manzum eserlerinden birisi de cifr ahkâmından söz eden Rumûzü'lkünûz'dur.826 Şeyhin bazı şiirleri Cemal Kurnaz ve Mustafa Tatcı tarafından neşredilmiştir.827
îseviyye şubesinin, Şeyh Îlyas Saruhânî'den sonra fazla devam etmediği kaydedilmektedir.828
· B) Melâmiyyei Bayrâmiyye
Bayramiyye'nin Melâmiyyekolu, Hacı Bayram'm ileri gelen halifelerinden Ömer Dede Sikkînî (Bıçakçı Ömer Dede, ö. 880/1475) tarafından kurulmuştur. Melâmiyye genellikle kaynaklarda Bayramiyye'den ayrılan ana kollardan birisi olarak ifade edilmekle birlikte,829 Sefine müellifi onu bir silsileyle Şemsiyyei Bayrâmiyye'ye bağlamıştır.830 Bir diğer görüşe göre, silsilesinin Hacı Bayram'a ulaşması dışında Melâmiyye'nin Bayramiyye ile pek ilgisi kalmadığı halde, geleneksel olarak onun bir kolu sayılmaktadır.831
İkinci Devre Melâmîliği de denilen Bayramı Melâmîliği hakmda en yeni bilgiler XVI. asır Melâmîlerinden Abdurrahman Askerî tarafından 957 (1550) senesinde tamamlanan Mir'âtü'l'ışk isimli eserin tanıtıldığı "Abdurrahman elAskerî's Mir’âtü'l'ışk: A New Source far the Melâmî Movement in the Otlaman Empire during the 15th and 16th Centuries" isimli önemli makalede bulunmaktadır.832 Burada, Melâmîler için şimdilik en erken kaynak hüviyetine sahip bulunan Mir'âtü'lışk'tan naklen verilen bilgilerin, özellikle, ileride kendisinden bahsolunacak olan Pir Ali Aksarâyî'nin tasavvuf düşüncesine ve oğlu "Oğlan Şeyh" hadisesini hazırlayan sebeplere ışık tutması, o dönemde meydana gelen bazı olayların değerlendirilmesi açısından büyük önem arzetmektedir. Ayrıca şimdiye kadar, Melâmiyye'nin kuruluşuyla ilgili mâhımatın Ömer Sikkînî'nin ölümünden 100 sene sonra Göynük'e giderek halktan duyduğu bilgileri aktardığını söyleyen Mahmud Kefevî'nin (ö. 990/1582) Ketâib'inde verdiği bilgilere833 dayandığı zannedilirken,834 bu bilgilerden bazılarının yukarıda zikredilen Askerî'nin eserinde de kaydedilmiş olması835 Melâmîlik için ayrıca önem arzetmektedir.
· 1. Bünyamin Ayâşî
Hacı Bayram'ın vefatım müteakip Göynük'e yerleşerek burada faaliyetini sürdüren Bıçakçı Ömer Dede'den sonra makamına halifesi Bünyamin Ayâşî geçmiştir.836 Bazı belgelerde Ayâşî için, Hacı Bayrâmı Velî'nin halifesi olduğu da kaydedilmektedir.837 Ancak Hacı Bayram'ın 833 (1429) gibi Ayâşî'ye göre (Ayâşî hakkında kaydedilen muhtelif vefat tarihlerinden en erkeni 916/1510 senesidir) epey erken bir tarihte vefat etmiş olması, bunun çok zayıf bir ihtimal olarak değerlendirilmesini gerekli kılmaktadır. Yalnız Hacı Bayram'a intisap etmiş olmakla birlikte, sülûkünü Ömer Dede'nin yanında tamamlamış olduğuna hükmedilebilir.
Acem seyyahları gibi başına keçe sarıp, halk arasında kendini belli etmemeye çalıştığı kaydedilen Bünyâmin Ayâşî'nin,838 faaliyet alanı olarak kendisine Anadolu'da hangi muhiti seçtiğini bilemiyoruz. Ancak Sarı Abdullah Efendi onun bazı suçlamalar yüzünden Kütahya Kalesi'ne hapsedildiğini kaydetmektedir.839 Muhtemelen o, memleketi olan Ankara ve civarında; îç Anadolu'da faaliyet göstermiştir.
Hayatı hakkında çok fazla bir şey bilinmeyen Bünyâmin Ayâşî'nin vefat tarihi de kesin olarak bilinmemektedir. Kâmil Şahin bu hususta kaynaklarda birbirini tutmayan muhtelif tarihler verildiğini belirtmektedir. Bunlardan bir kısmı 916 (1510), 926 (1519), 928 (1521) gibi kesin ifadelerle kaydedilirken, diğer bir kısmı "Kanûnî döneminin ilk zamanlarında'', "Rodos adasının fethinden hemen sonra" gibi cümlelerle ifade edilmektedir.840 Şeyh Ayâşî'nin kabri memleketi olan Ayaş'tadır.841
Bünyâmin Ayâşî'den sonra makamına halifesi Pîr Ali Aksarâyî (Alâeddin Aksarâyî, ö. 944/153738 civarı)842 geçmiştir.843 Ayâşî'nin ayrıca Bolulu Süleyman Efendi,844 Aziz Rûşen Efendi ve Sivaslı Osman Efendi adlarıyla bilinen üç halifesinin daha olduğu rivayet edilmektedir.845 Ancak bu zatlar hakkında bilgi bulunamamıştır.
· 2. Pîr Ali Aksarâyî (Alâeddin Aksarâyî, ö. 944/153738 civarı)
Zamanında Melâmîliğin geniş çevreye yayıldığı ve kendisine pek çok kimsenin intisap ettiği kaydedilen846 Pîr Ali Aksarâyî için Türk Ansiklopedisi'nde Bayramî Melâmîliği'nin tam olarak kurucusu olduğu, zamanında yalnız Melâmîler'ce değil, herkes tarafından "kutb"847 sayıldığı belirtildiği halde,848 hayatı ve faaliyetleri hakkında yeterli bilgi verilmemektedir. Ancak kaynaklardaki bazı kayıtlardan Aksarâyî'nin tasavvufî düşüncesi hakkında bir ölçüde fikir sahibi olabilmekteyiz. Onun tasavvuf anlayışında şeriat çizgisinin dışına taşmaya asla izin bulunmadığı, sadık dervişlerinden Askerî'nin Mir'âtü'l'ışk'da naklettiği sözlerinden açıkça anlaşılmaktadır. Şöyle diyor: "Tasavvuf erbabı, 'şeriat dışına çıkanlar bizden değildir' demişlerdir. Ben de aynı şeyi söylüyorum. Şeriat çizgisinin dışına çıkan, iki gözümden biri bile olsa, onu oymaktan çekinmem. Şeriata muhalif görüşler bizim tarikatımıza sızamaz."849 Yine o, diğer meşâyih gibi kendisinin de yol evlâdını bel evlâdından üstün tuttuğunu net bir şekilde ifade etmektedir. Nitekim oğlu Derviş Kemal (Oğlan Şeyh İsmâil Mâşûkî) ile müridleri arasında bir ara meydana gelen kavgadan sonra, "Benim gerçek evlâtlarım müridlerimdir" demiştir.850
Kaydedildiğine göre Aksarâyî, melâmet yolu gereği dervişlerine taç ve hırka giydirmez, onların birer sanata sahip olarak halkın içinde çalışmalarını istermiş. Sanata kabiliyeti olmayanları ise ziraatla meşgul olmaya teşvik ettiği belirtilmektedir.851
Memleketi olan Konya Aksaray'da faaliyet gösterdiği anlaşılan Aksarâyî için bir ara "mehdîlik" davasında bulunduğu gerekçesiyle takibat açıldığı rivayet edilmektedir.852 Ancak, I. İran seferine çıkan Kanunî Sultan Süleyman yolda kendisiyle görüştükten sonra meselenin bir iftiradan ibaret olduğu anlaşılmıştır.
Melâmîler için bilinen en erken kaynak olma hüviyetine sahip bulunan Mir'âtü'l'ışk'm dışındaki hemen bütün Melâmî kaynakları, Aksarâyî'den sonra "kutubluk" rütbesinin oğlu Oğlan Şeyh'e geçtiğini kaydetmektedirler. Oysa olaylara diğerlerinden daha yakın olan Mir'âtü'l'ışk müellifi, Oğlan Şeyh'in icâzeti olmadan şeyhliğe kalkıştığını, esas salâhiyetin Şeyh Aksarâyî tarafından Pîr Ahmed Edirnevî'ye verildiğini ifade etmektedir.853 Memleketi Edirne'de faaliyet gösterdiği kaydedilen Pîr Ahmed,854 Gölpmarh'mn ifadesiyle, vahdetin hudutsuz telakkilerini ifşadan ziyade, takvâ ve azîmet yolunu tavsiye etmekteydi.855 Onun böyle takvâ ve azimet yolunu benimsediği, Müstakimzâde tarafından kaydedilen bir mektubunda açıkça görülmektedir. Müridlerinden Mehmed Hüseynî'ye yazdığı bu mektubunda şeyh özetle şöyle demektedir:
"Mehmedim, ehli sünnet ve'lcemaat yolu üzere ol. Fıkıh ve hadisi iyice öğren ve câhil sûfîlerinden olma. Meşhur olmamaya bak, zira şöhret âfettir. Fânî makamlara sarılma. Bu makam sahiplerinin dünyevî istekleri için aracı olma. îdâreciler ve onların etrâfmda bulunanlarla, iyiliği emredip kötülükten sakındırmak, insanların haklarını korumak, Allah'ın hadlerini ikame etmek gibi bir amaç dışında sohbet etme. Hânkah kurup orada oturma. Zira bazı cüz'î menfaatler sülûke mâni' olur. Çok semâ etme ki, semâ kalbe nifak getirir. Semai inkar yoluna da gitme. Zira onun ehli ve ashabı vardır. Semâm yüzbin lezzetinden yalnız bir lezzeti, bin yıllık marifete hükmeder. Sakın semâı, halk arasında cereyan eden eğlence gibi görme. Az konuş, az ye, az uyu. Halveti tercih et ve halkın arasına karışmamaya bak. Özellikle bid'at ehlinden ve zenginlerden uzak dur. Kadınlara karşı perhizkâr ol. Sabredebilirsen evlenme. Zira evlenince dünyayı arzular ve dinini zayi edebilirsin. Tasarruf sahibi büyük veliler bile, hanımı yüzünden kazandığı derecesini kaybedebilir. Az ve kahkahasız gül. Çok gülmek kalbi öldürür. Herkese şefkat nazarıyla bak. Bâtınına zarar verebilecek zâhirî süslerden uzak dur. Halk ile mücâdeleye girme. Zira bu sülûkünü zayi etmene sebep olur. Fukara ile arkadaş ol. Eski elbise giy, fakat temiz olmasına dikkat et. Yalnız meşâyihe canla başla hizmet et. Onların hallerini inkâra kalkışma. Zira meşâyihin hallerini kötüleyenler felâh bulmazlar..."856
Ayrıca Pîr Ahmed Edirnevî'nin sâdık müridlerinden Abdurrahman Askerî'nin şeriat dışına çıkan şeyh ve dervişleri çokça eleştirmesinden857 anlaşılmaktadır ki, Şeyh Edirnevî müridlerinin de şeriata riayetleri konusunda titizlik gösteriyordu. Bu durumda onun Aksarâyî'nin çizgisini devam ettirdiğine ve kutubluğun şeyhinden sonra kendisine geçtiğine hükmedilebilir.
Pir Ahmed Edirnevî'nin hayatı hakkında fazla bilgiye sahip değiliz." Kaydedildiğine göre vefatı 1000 (1592) senesinde meydana gelmiş ve İstanbul Eyüp'te defnolunmuştur.858 859
İstanbul'da ilk Melâmî tekkesinin, ileride bahsi gelecek olan Oğlan Şeyh'in idamını müteakip Kanûnî Sultan Süleyman tarafından yaptırıldığı rivayet edilmektedir.860 Şeyhliğine ilk olarak Pır Ali Aksarâyî'nin halifelerinden Şeyh Yâkub Helvâî'nin (ö. 997/158889)861 tayin edildiği bu tekkeye, şeyhine nisbetle Helvâî Tekkesi denilmektedir.862
"Kutubluk" rütbesinin Pîr Ali Aksarâyî'den oğlu Oğlan Şeyh'e geçtiğini kabul eden kaynaklar, Oğlan Şeyh'in idamından sonra silsilesinin Ahmed Sârbân (Deveci Ahmed, ö. 952/1545) ile devam ettiğini kaydetmektedirler.863 Hayrabolulu olduğu rivayet edilen Ahmed Efendi, memleketinde devecilik yaptığı için "Sârbân" lakabıyla meşhur olmuştur. Kanûnî'nin 940 (153334) senesinde gerçekleştirdiği Irakayn Seferi'ne devecibaşı olarak katılmış ve bu sefer esnasında Pîr Ali Aksarâyî ile Karaman'da görüşerek ona intisap etmiştir. Şeyhinden hilâfet aldıktan sonra memleketine giderek vefatına kadar burada irşad faaliyetinde bulunmuştur.864
Ahmed Sârbân'ın yetiştirdiği iki önemli halifesinden Vizeli Alâeddin Efendi (ö. 970/156263) memleketi Vize'de faaliyet gösterip865 Melâmîliği Rumeli'ye yayarken,866 diğeri Hüsâmeddin Ankaravî de (ö. 964/1557) zâviyesini Ankara'ya kurarak, bu neşeyi Anadolu'da yaymaya çalışmıştır. Ahmed Sârbân’dan sonra makamına Hüsâmeddin Ankaravî'nin geçtiği kaydedilmektedir.867
· 3. Hüsâmeddin Ankaravî (ö. 964/1557) Hüsâmeddin Ankaravî'nin hayatı hakkında kaynaklarda pek fazla bilgi yoktur. Tasavvuf yoluna girmeden önce, o devrin geleneğine uyarak aklî ve naklî ilimleri de tahsil ettiği rivayet edilmektedir.868 trşad faaliyetini doğduğu yer olan Ankara yakınlarındaki Kutluhan köyünde sürdürmüştür. Atâî'nin kaydına göre, cezbesi galip bir şeyh olduğu için, şeriata uymayan bazı sözleri üzerine Ankara Kalesi'ne hapsolunmuş ve hapsedildiği gecenin sabahında hücresinde vefat etmiş halde bulunmuştur.869 Sarı Abdullah Efendi'nin kaydına göre ise, Şeyh Ankaravî cuma ve bayram namazları için köyüne yaptırmış olduğu caminin inşaatında esnaftan pek çok kimsenin yanı sıra, âyan, eşrâf ve askeriyeden de hayli kimseler bir amele gibi çalışmışlar, böylece şeyhe sevgi ve bağlılıklarını ortaya koymuşlardı. Şeyhi çekemeyenler, etrafındaki böyle önemli kişilerin bir amele gibi çalışacak kadar ona bağlı olmalarını istismar ederek, şeyhin bu kişilerle ileride bir fitne çıkarabileceğini ileri sürmüşlerdir. Bunun üzerine şeyh Ankara Kalesi'ne hapsolunmuş ve orada vefat etmiştir.870 Yaptırdığı caminin hareminde medfundur.871
Atâî ve Sarı Abdullah Efendi'nin kayıtlarından anlaşılan odur ki, Hüsâmeddin Ankaravî hapsedildiği hücresinde eceliyle ölmüştür. Ancak Ahmed Yaşar Ocak, Başbakanlık OsmanlI Arşivi'ndeki 18 Muharrem 976 (13 Temmuz 1568) tarihli mühimme kaydına872 ve Belgradlı Münîrî'nin Silsiletü'lmukarrabîn isimli eserine dayanarak873 şeyhin mahkemede yargılandıktan sonra idam olunduğu kanaatini serdetmektedir.874
Hüsâmeddin Ankaravî'nin üç önemli halifesinin olduğu bilinmektedir: Bosnalı Şeyh Hamza Bâlî (ö. 969/156162), Bursalı Haşan Kabâdûz (ö. 1010/160102) ve İdris Muhtefî (Hacı Ali Bey veya Hoca Ali Rûmî, ö. Rebîülevvel 1024/Nisan 1615).875 Hüsâmeddin Ankaravî'den sonra makamına bunlardan Şeyh Hamza Bâlî geçmiş ve hizmetini memleketi Bosna'da sürdürmüştür. Buradaki faaliyeti esnasında şeriata uymayan halleri zuhur ettiği için 969 (156162) yılında İstanbul Tahtakale'de boynu vurularak idam edilmiştir.876 Bu mesele üzerinde ileride devlet ricâlimeşâyih münasebeti anlatılırken ayrıca durulacaktır.
Gölpmarlı, "Melâmîler Şeyh Hamza'yı kendilerine pîr ittihaz ederek onun idamından sonra Melâmî tabiri yerine iftiharla Hamzavî tabirini kullanmaya başlamışlardır" diyorsa da,877 Sâdık Vicdânî böyle bir tevcihin doğru olmadığını ifade ediyor.878 Nitekim La'lîzâde de Hamzavî tabirinin, düşman çevreler tarafından Melâmîler'i töhmet altında bırakmak kastıyla söylendiğini kaydetmektedir.879
Hamza Bâlî'den sonra makamına kimin geçtiği de tartışmalıdır. Gölpmarlı, Hamza Bâlî'den sonra yerine, Ankaravî'nin diğer halifesi Bursalı Haşan Kabâdûz'un geçtiğini kaydetmektedir.880 Ekrem Işın da İstanbul Ansiklopedisi’ne yazdığı "Melâmîlik" maddesinde aynı şeyi söylemektedir.881 Ancak Sarı Abdullah Efendi önemli eseri Semerât'da Haşan Kabâdûz'un irşad ile uzun müddet meşgul olduğunu kaydedip, makamı hilâfete geçip geçmediğinden söz etmeksizin, onu birkaç satırla geçiştirirken, peşinden şeyhi îdris Muhtefî'ye sayfalarca yer ayırmış,882 Sergüzeşt müellifi ile Tomar sahibi de her nedense Haşan Kabâdûz'dan hiç söz etmeyerek, Hamza Bâlî'den sonra îdris Muhtefî'yi (Hoca Ali Rûmî) kaydetmişlerdir.883 Gerçi Semerât'ta Şeyh Hamza Bâlî'nin de makama hilâfete geçip geçmediğinden hiç bahsedilmeksizin, sadece Hüsâmeddin Ankaravî'nin meczup dervişlerinden olduğu zikredilmekle yetinilmiştir.884 Ancak, daha sonraki Melâmî kaynaklarmda onun makamı hilâfete geçtiği açıkça kaydedilmektedir.885 Oysa Haşan Kabâdûz için aynı şey söz konusu değildir. Üstelik Müstakimzâde eserinde îdris Muhtefî'nin, altmış seneye yakın hilâfetle irşad makamında bulunduğunu kaydetmektedir ki,886 bu durumda Hamza Bâlî'den sonra hilâfet makamına İdris Muhtefî'nin geçmiş olması gerekmektedir. Zira Hamza Bâlî'nin idamı 969 (1562) ile îdris Muhtefî'nin vefatı 1024 (1615) arasında Hicrî takvim hesabıyla elli beş sene vardır. Bununla birlikte diğer Melâmî kaynaklarında İdris Muhtefî'nin makamı hilâfette kırk altı sene kaldığı da kaydedilmektedir.887 Bu durumda Hamza Bâlî'den sonra 978 (1570) yıhna kadar yaklaşık dokuz sene Haşan Kabâdûz'un hilâfet makamını ihraz etmiş olduğuna hükmetmek gerekir.
Bursah Haşan Kabâdûz'un, henüz şeyhi Hüsâmeddin Ankaravî hayatta iken hilâfet alarak memletinde irşad faaliyetine başladığı anlaşılmaktadır. Nitekim Müstakimzâde, şeyhi tarafından ona gönderilen bir mektubu kaydetmeden önce, "Hüsâmeddin Ankaravî'nin medînei Bursa'da halifeleri Haşan Kabâdûz kıbeline irsâl buyurdukları mektubun sûretidir" demektedir.888 Haşan Kabâdûz'un yetiştirdikleri arasında şeriata bağlılığı ile tanınan Hüseyin Lâmekânî (ö. 1O35/1626)889 ve "Fusûs şârihi" unvanıyla meşhur olan Şeyh Abdullah Bosnevî (ö. 1054/1644)890 gibi önemli zatlar vardır. Bu yüzden Gölpınarh Haşan Kabâdûz hakkında şu değerlendirmeyi yapmaktadır: “Fusûs şârihi Abdullah Efendi ve Hüseyin Lâmekânî gibi zâhiri ve bâtını mâmur ulemâdan iki zatı yetiştirdiğine ve yazdığı mektuplarına bakılırsa, onun kâmil ve mükemmel ve fakat Hamza Bâlî gibi coşkun olmayıp temkin sahibi bir zat olduğu anlaşılır."891
Hüsâmeddin Ankaravî'nin ileri gelen üçüncü halifesi İdris Muhtefî (Hoca Ali Rûmî, ö. Rebîülevvel 1024/Nisan 1615) ise, Müstakimzâde'nin kaydına göre, daha genç yaşta iken, 955 (1548) senesinde Ankaravî'nin irşad halkasına katılmıştır. Çok küçük yaşında, Kanûnî'nin sadrazamlarından Damad Rüstem Paşa'nm terzibaşısı olan amcasının yanında terzilik öğrenmeye başlamış892 ve Rüstem Paşa 955 yılında meydana gelen Elkas Seferi'ne893 çıkarken, beraberinde götürdüğü terzibaşısı ile birlikte îdris Muhtefî de sefere katılmıştır. Ankara'dan geçerlerken, meşâyihi kirâma karşı gönlündeki sevgisi sebebiyle amcası, yeğeniyle birlikte Kutluhan'a uğramış ve burada faaliyet göstermekte olan Hüsâmeddin Ankaravî'yi ziyaret etmiştir. İşte îdris Muhtefî bu ziyaretten sonra Şeyh Ankaravî'nin terbiyesine girmiştir. Esas adı Ali olduğu halde, terzilik öğrenmiş olması hasebiyle şeyhi tarafından kendisine îdris ismi konmuş ve öylece şöhret bulmuştur. Uzun müddet şeyhine hizmet ettikten sonra icazet alarak İstanbul'a gitmiş ve irşad faaliyetine ilk olarak orada başlamıştır.894
· C) Celvetiyye
Bayramiyye'nin önemli şubelerinden Celvetiyye, Aziz Mahmud Hüdâyî (ö. 1038/1628) tarafından XVI. asrın sonlarında kurulmuş olması sebebiyle,895 esasen konumuzun dışında kalmaktadır. Ancak Celvetiyye'ye vücut veren Bayramî silsilesindeki bazı zevatın, XVI. asırda Anadolu'da faaliyet göstermiş olmaları, bu şubeyi de çalışmamızın sınırları içerisinde mütalaa etmeyi gerekli kılmaktadır. Celvetiyye'nin Aziz Mahmûd Hüdâyî'den Hacı Bayram'a ulaşan silsilesi şu şekildedir:
Aziz Mahmûd Hüdâyî (ö. 1038/1628) > Mehmed Muhyiddin Üftâde Efendi (ö. 988/1580) > Muk'ad Hızır Dede (ö. 913/1507) > Akbıyık Meczûb (ö. 860/145556) > Hacı Bayrâmı Velî (ö. 833/1429).896 Görüldüğü gibi Celvetiyye silsilesi, XVI. asrın başlarında vefat eden Muk'ad Hızır Dede'den sonra irşad postuna oturan Mehmed Muhyiddin Üftâde Efendi vasıtasıyla Aziz Mahmûd Hüdâyî'ye ulaşmaktadır.
Şeyh Mehmed Üftâde (ö. 988/1580)
Bursalı Üftâde Efendi'nin adı Mehmed olmakla birlikte halk arasında "Üftâde" diye şöhret bulmuştur. Gördüğü bir rüya üzerine önce kendisi tarafından kullanılan bu lakab, sonra halk arasında yayılmıştır. Sesi çok güzel olduğu için gençliğinde Bursa Ulucamii ve Doğanbey Mescidi'nde ezan okur, halk da onu dinlerken âdeta kendinden geçermiş. Daha sonra ona bu iş için maaş bağlanmış. Ancak bir gece rüyasında, "mertebenden üftâde oldun (düştün)" ikazıyla karşılaşınca maaş almaktan vazgeçmiş ve ondan sonra "üftâde" lakabını kullanmaya başlamıştır.897
Üftâde'nin daha çocuk yaşta iken, mazmneden olduğu kabul edilen Bursa'da Selçuk Hatun Mescidi imamı Muslihuddin Efendi'ye talebe olup onun dualarına mazhar olduğu ve yine o dönemde bazı meczuplarla yakınlık peyda ettiği kaydedilmektedir.898 On yaşlarına geldiğinde ise,899 vefat edinceye kadar sekiz sene hizmetinde bulunduğu mürşidi Muk'ad Hızır Dede'ye (ö. 913/1507)900 intisap etmiştir. Hızır Dede'nin hayatı hakkında çok fazla bilgiye sahip değiliz. Kaynaklarda onun Bursa sancağına bağlı Mihalıç kasabasında koyun çobanlığı yaparken soğuktan ayakları donarak muk'ad (kötürüm) olduğu ve mecburen çobanlığı bırakarak Bursa'ya gelip yerleştiği kaydedilmektedir.901 Vefatına kadar burada kaldığı anlaşılan Hızır Dede'nin hayatı gibi, tasavvufî faaliyetleri hakkında da yeterli bilgiye sahip değiliz. Ancak rüya tabirinde mahir olduğu ve o devirde bazı devası bilinmeyen hastalıkları iyi ettiği rivayet edilmektedir.902 Vefat ettiğinde, galip görüşe göre Bursa'da Pınarbaşı Kabristanı'na defnolunmuştur.903
Üftâde Efendi Hızır Dede'ye intisap ettiğinde, ilk olarak şeyhi tarafından zahirî ilimleri öğrenmeye teşvik edilmiştir. Hatta kitap parası da şeyhi tarafından verilmiştir.904
Üftâde Efendi genç yaşında şeyhini kaybedince kendisini büyük bir boşlukta hissetmişti. Zira henüz sülûkünü ikmal edememişti.905 Mustafa Kara'nm Vâkıâtı Üftâde Terciimesz'nden naklen kaydettiğine göre, Üftâde ö anki hâlini şöyle anlatmaktadır: "On sekiz yaşında iken şeyhim âhirete rıhlet eyledi. Ben azîm zahmette ve büyük meşakkatte kaldım. Bu yolda Allah Teâlâ bir kapı açmadı. Bir gün gördüm ki vücuduma âlemi mânâdan birkaç katre vâki oldu. Ondan sonra (keşfim) açıldı. Her ne gördüm ise işte ondan sonra gördüm... Sonra âlemi istiğrâka düşüp altı yedi günde seyreyledim. Ne nefsim kaldı ne de sivâ."906
Şeyh Üftâde sülûkünü, şeyhinden sonra tamamladığı için ona Üveysî907 diyenler de olmuştur.908 Bursalı Mehmed Tâhir ve Hüseyin Vassaf beylerin Vâkıât'tan naklen kaydettiklerine göre onun, şeyhinin vefatından sonra Muhyiddin îbnüTArabî'nin ruhaniyetinden de feyiz aldığı kabul edilmektedir.909
Üftâde Efendi'nin bazı kaynaklarda Hızır Dede'den önce, Halvetiyye'den Sünbül Sinan Efendi'ye (ö. 936/1529) intisap ettiği ve hatta tekkesinde pîşkadem910 olduğu kaydediliyorsa da,911 bunun tarihen mümkün olamayacağı açıktır. Ancak o, Bursa'da faaliyet gösteren Şâzelî şeyhi Abdülmü'min'in (ö. ?) sohbetlerinde bulunmuş ve Abdurrahman Efendi'yle de iyi münasebetleri olmuştur.912
Üftâde Efendi on altı yaşında Ulucami'de fahrî olarak müezzinlik yapmaya başlamış ve bu vazifeyi tam on sekiz sene sürdürmüştür.913 Bu arada Ulucami'nin yanı sıra bazı cami ve mescidlerde de imamlık ve müezzinlik yaptığı bildirilen Üftâde Efendi, öyle anlaşılıyor ki irşad faaliyetleri için daha ziyade camileri tercih ediyordu. Perşembe günleri Doğanbey Mescidi'nde, cuma günleri de Namazgâh Camii'nde halka vaaz ettiği bildiriliyor.914 Onun Bursa'da Kızılcabayır ve Yer kapı denilen mevkilerde birer cami inşa ettirdiği915 ve bir kısım mescidleri camiye çevirerek buralara tayin ettiği ücretsiz gönüllü vazifeliler vasıtasıyla irşad hizmetlerini oldukça geniş çevreye ulaştırdığı görülmektedir.916 Ayrıca, Emîr Sultan Camii vâizinin meşâyihi münkir birisi olması sebebiyle o makama lâyık görülmeyerek yerine resmen Üftâde Efendi tayin edilmiştir.917 Önce bu resmî görevi kabul etmek istemeyen Üftâde, rüyasında Seyyid Emîr Buhârî'nin (Emir Sultan) kabul etmesi yönündeki ikazı üzerine vazifeye başlamıştır. Buradan aldığı parayı dervişlere dağıttığı, asla kendisinin yemediği rivayet ediliyor.918 Üftâde Efendi'nin daha sonraları Kaygan Camii'nde de vaazlar verdiği görülmektedir. Nitekim baş halifesi olan Aziz Mahmud Hüdâyî kendisini burada dinleyip tanıyarak müridleri arasına katılmıştır.919
Şeyh Üftâde vaazlarıyla halkı irşada çalışırken, aynı zamanda Pınarbaşı Kabristanı'nm üstünde bulunan bir mescidi zâviyeye çevirerek (veya yanma bir zâviye kurarak), burada da müridlerini terbiye etmekteydi.920 Gelip geçene ikramlarda bulunma, müridlerini erbaine sokup, çeşitli mücâhedelerle terbiye etme gibi faaliyetleri zâviyesinde sürdürürken, camide de halka şeriat ahkâmını ve güzel ahlâka erme yollarını anlatıyordu.921 Ekseriyetle zâviyeye gelen kurban etinden ve pişen yemekten yemediği rivayet edilir. Aşûre günü "aşûre" yaptırmayı âdet edinmişti. Regâib, Berat ve Kadir gecelerinde dervişlerle birlikte, tavsiye edilen nâfileleri kılar ve bu gecelerin faziletinden bahsederdi. Mevlid kandili gelince, "mevlid" okuturdu. Meclislerine kadın ve çocukları kabul etmediği kaydedilmektedir.922
Padişah Kanûnî'nin diğer pek çok meşâyih gibi Şeyh Üftâde'ye de alâka duyduğu, hatta onu İstanbul'a davet ederek görüştüğü kaydedilmektedir.923 Şeyh Üftâde'nin devlet büyükleri nezdindeki itibarının, Kanûnî'den sonra da devam ettiği anlaşılmaktadır. Meselâ Sultan III. Murad'm zaman zaman gizlice onun ziyaretine gittiği rivayet edilmektedir.924
Mustafa ve Mehmed isimlerinde iki oğlu olduğu rivayet edilen Şeyh Üftâde'nin kendisinden sonra Bursa'daki makamını küçük oğlu Şeyh Mehmed Efendi'ye (ö. 994/1586) vasiyet ettiği kaydedilmektedir. Ancak her ikisinin de irşad için icâzetli oldukları belirtiliyor. Mehmed Efendi beş sene irşad postunda oturduktan sonra vefatı üzerine seccadeye Uftâde'nin büyük oğlu Şeyh Mustafa Efendi (ö. 1017/1608) geçmiştir.925 Şeyh Üftâde'nin diğer halifeleri ise şunlardır: Üsküdârî Mahmud Efendi (Aziz Mahmud Hüdâyî, ö. 1038/1623), İşkembeci Dede Can Âlim Efendi, Tirevî İbrâhim Efendi, Hayreddin Efendi Bursevî.926
Şeyh Üftâde uzun ve bereketli bir ömür sürdükten sonra doksan üç yaşlarında iken 988 (1580) senesinde vefat etmiştir. Türbesi Bursa'da Hisar Camii yanındadır.927 Vefatına "Göçtü Üftâde Bursa'nm kutbu" cümlesi tarih düşürülmüştür.928
Şeyh Üftâde'nin tarikat ahvaline dair sözleri halifesi Aziz Mahmud Hüdâyî tarafından Vâkıât adıyla bir araya getirilmiştir. Ayrıca bir hutbe mecmûasıyla bir de divançesi olduğu bildirilmektedir.929
·
IV
Zeyniyye
Şeyh Zeynüddin Ebû Bekir Hâfî (ö. 838/143435) tarafından kurulan Zeyniyye tarikatı, Sühreverdiyye'nin bir şubesidir.930 Zeynüddin Hâfî'nin mürşidi olan Şeyh Abdurrahman'nın Rifâiyye tarikatından da icâzetli olması dolayısıyla, Zeyniyye'nin Sühreverdiyye ve Rifâiyye'yi cemeden bir tarikat olduğu da belirtilmektedir.931 Daha önce bahsi geçen Nakşibendiyye ve Bayramiyye tarikatları gibi, Zeyniyye'nin de hem Hz. Ebû Bekir'e932 hem de Hz. Ali'ye ulaşan silsileleri mevcuttur.933 Bu tarikatın Anadolu'da geniş muhite yayılıp şöhret bulması, Zeynüddin Hâfî'nin ileri gelen halifesi Şeyh Abdüllatif Kudsî (Abdüllatif Makdisî, ö. 856/1452) ve halifeleri vasıtasıyla olmuştur. îlk Anadolu topraklarına girişi ise, 142829 yıllarını müteakip Anadolu'ya geldiği bilinen934 Şeyh Hâfî'nin diğer halifesi Merzifonlu Abdürrahim Rûmî (ö. 865/1461'den sonra)935 ile gerçekleşmiştir.
Zeyniyye'nin Anadolu topraklarına yayılmasında mühim rolleri bulunan Abdüllatif Kudsî'nin halifelerini şu şekilde sıralamak mümkündür:
· 1. Tâceddin îbrâhim Karamânî (ö. 872/146768)
· 2. Şeyh Vefâ (Muslihuddin Mustafa, ö. 896/1491)
· 3. Âşıkpaşazâde (Şeyh Ahmed, 889/1484'den sonra)
· 4. Pîrî Halife Hamîdî (Pir Muhammed Hûyî, ö. ?)
Tâceddin îbrâhim Karamânî, Bursa'da tesis edilen Zeyniyye Dergâhı'nda Şeyh Kudsî'den sonra makamına oturan halifesidir.936 Tâceddin Efendi'den sonra burada posta Hacı Halife diye bilinen Kastamonulu halifesi Şeyh Abdullah (ö. 894/1489),937 938 ondan sonra Bolulu Şeyh Muhammed Efendi (Bolulu Çelebi, ö. 899/149394) geçmiştir.939 Muhammed Efendi'den sonra ise irşad faaliyetini Şeyh Safiyyüddin Mustafa Efendi (Safiyyüddin Halife, ö. 919/1513) devam ettirmiştir.940
Bursa'da esas Zeyniyye silsilesi, yukarıda kaydedildiği gibi Tâceddin İbrahim Karamânî > Hacı Halife > Bolulu Çelebi... şeklinde devam etmiş olmakla birlikte, Hacı Halife'nin bir başka halifesi Muhyiddîn Esved (Muhyiddin Efendi Zeynî, ö. Yavuz Sultan Selim devri sonları) ile aynı şehirde ayrı bir Zeyniyye silsilesinin daha meydana geldiği anlaşılmaktadır.941
Abdüllatif Kudsî'nin diğer önemli halifesi Şeyh Vefâ diye bilinen Konyah Muslihuddin Mustafa da vefatına kadar İstanbul Vefa'da kurulan zâviyede faaliyet göstermiş,942 ondan sonra makamına halifesi Şeyh Ali Dede (ö. 917/151112) geçmiştir.943
Kudsî'nin İstanbul'da faaliyet gösteren diğer önemli halifesi "Aşıkpaşazâde" diye bilinen Şeyh Ahmed'dir.944 Şeyh Ahmed'den sonra irşad faaliyetini halifesi ve damadı Seyyid Velâyet (ö. Muharrem 929/Aralık 1522) devam ettirmiştir.945
Abdüllatif Kudsî'nin bir diğer önemli halifesi Pîrî Halife ise (Pir Muhammed Hûyî, ö. ?) irşad faaliyetini, muhtemelen XV. asrın ilk yarısında Eğirdir'de sürdürmüştür.946 Onun yanında yetişenlerden Şeyh Muhyiddin Kocevî (ö. 894/ 1489'dan sonra),947 icâzetini aldıktan sonra İstanbul'a giderek zâviyesini orada kurmuş,948 vefatından sonra da makamına "Gündüz Muslihuddin" diye bilinen halifesi Şeyh Muslihuddin Mustafa (ö. ?) geçmiştir.949 Eğirdir'deki tekkede ise Pîrî Halife'den sonra makamına oğlu Mehmed Çelebi, daha sonra torunu Şeyh Burhâneddin Efendi (ö. 970/156263) geçmiştir.950
Yukarıda Abdüllatif Kudsî'nin halifeleri vasıtasıyla XVI. ’ asrın başlarına kadar Zeyniyye'nin Anadolu'da yayıldığı bölgeler özetlenmiş ve buralarda kurulan tekkelerde faaliyet gösteren Zeyniyye meşâyihi tesbit olunmaya çalışılmıştır. Buna göre XVI. asrın başlarında Anadolu'daki Zeyniyye tekkelerinde irşad makamını işgal eden meşâyihi şu şekilde sıralamak mümkündür:
· 1. Safiyyüddin Halife (ö. 919/1513) (Bursa)
· 2. Muhyiddin Esved (Muhyiddin Efendi Zeynî, ö. Yavuz Selim devri sonları) (Bursa)
· 3. Şeyh Ali Dede (ö. 917/151112) (İstanbulVefa)
· 4. Seyyid Velayet (ö. Muharrem 929/Aralık 1522) (İstanbulFatih)
· 5. Şeyh Muslihuddin Mustafa (Gündüz Muslihuddin, ö.
?) (ÎstanbulHırkaişerif)
· 6. Şeyh Burhâneddin (ö. 970/156263) (Eğirdir)
· A) Safiyyüddin Halife
(Şeyh Safiyyüddin Mustafa, ö. 919/1513)
Safiyyüddin Halife Çankırı'da dünyaya gelmiştir. Hz. Ebû Bekir'in neslinden olduğu rivayet edilir. Bursa'da II. Murad Medresesi'nde okumakta iken hocası Fenârîzâde Ali Efendi'nin Bursa kadılığına getirilmesi üzerine medreseden ayrılarak,951 952 o zaman Bursa Zeyniyye Dergâhı'nda halkı irşadla meşgul olan Kastamonulu Hacı Halife'ye (ö. 894/1489) intisap etti. İrşad iznini ise Hacı Halife'den sonra makamına geçen halifesi Şeyh Muhyiddin Mehmed'den (Bolulu Çelebi, Ö. 899/149394) almış ve Şeyh Muhyiddin'in vefatını müteakip irşad postuna oturmuştur.952 Safiyyüddin Halife adı geçen tekkede, 919 (1513) yılında meydana gelen vefatına kadar yirmi sene gibi uzun bir müddet irşad faaliyetinde bulunmuştur.953 Yetiştirip hilâfet verdiği zatlardan birisi Şeyh Ali b. Sinan'dır (ö. 970/156263). Rumeli'de Firecik kasabasından olan Şeyh Ali'nin babası Sinan Efendi de (ö. 890/1485) Zeyniyye maşâyihindendir. Memleketinde ve Anadolu'da ilmini ikmal ettikten sonra tasavvuf yoluna girmiş, şeyhinden hilâfet alınca tekrar memleketine dönerek orada bulunan babasının zâviyesinde posta oturmuştur.954
Devrin diğer meşâyihi gibi, hem zâhirî hem de bâtını ilimlere vâkıf olan ve aynı zamanda hüsni hatta da mahareti olduğu bildirilen Şeyh Safiyyüddin'den sonra tekkenin meşihati, şeyhin vasiyetine binaen Hacı Halife'den icâzetli Hocazâde Muslihuddin Efendi'ye (Şeyh Muslihuddin Mustafa, ö. 930'lu yıllarda/15241534) geçmişse de, altı ay gibi kısa bir süre sonra makamını Tosyah Şeyh Nasuh Efendi'ye (ö. 923 veya 924/15171518) bırakmıştır.955
Nasuh Efendi, sülûkünü Şeyh Tâceddin Karamânî'nin (ö. 872/1467) yanında tamamlayıp hilâfet alan âlimlerdendir. Aynı zamanda hattat ve şairdir.956 Risâletü'ledviyye fî tarikati'ssûfiyye957 ile müridin mürşidine karşı davranışları ve tarikat âdâbmdan bahseden küçük Risâletü'ledebiyye isimli eserleri kaleme almıştır.958 Mezkûr tekkede üç sene kadar faaliyet gösterdikten sonra makamını halifesi Muallimzâde Mustafa Efendi'ye (Şeyh Muslihuddin Mustafa, ö. 930/1524)959 bırakarak memleketine gitmiş ve orada vefat etmiştir.960 Bursa Vefeyâtı'nda kaydedildiğine göre ise Nasuh Efendi kendi isteğiyle makamından ayrılmak istediğinde, dervişlerden bir kısmı yerine Muallimzâde Mustafa Efendi'nin geçmesini isterken, diğer bir kısmı da Tireli Mustafa Halife'nin geçmesini istemişlerdir. Bunun üzerine Nasuh Efendi dervişlerin istihâreye yatmalarını söylemiş, görülen rüya üzerine makamını Muallimzâde'ye bırakmıştır. Mustafa Halife'yi ise icazetle Tire'ye göndermiştir.961
Nasuh Efendi'nin yerine geçen Muallimzâde ManisalIdır. Zâhirî ilimleri ikmal ettikten sonra tasavvuf yoluna girdiği, aynı zamanda iyi bir kıraat âlimi olduğu belirtilmektedir. Kur'ânı Kerîm'i yedi, hatta on kıraat üzere okuduğu kaydedilir. Rivayete göre, kırk sene hatimle terâvih namazı kıldırmıştır. Hacı Halife ve Şeyh Vefâ'nm sohbetlerine katılmış962 ancak irşad iznini Nasuh Efendi'den almıştır.963 930 yılında meydana gelen vefatına kadar sekiz sene bu tekkede fâliyet gösteren Muallimzâde'den sonra irşad postuna, Nasuh Efendi'nin diğer halifesi Şeyh Emir Ali (Seyyid Ali Efendi, ö. 930 veya 938/153132) oturmuştur.964 Seyyid Celâleddin Kirmânî neslinden olduğu bildirilen Emir Ali, tasavvuf yoluna girmeden önce ilmini ikmal edip müderris olmuştu. Muhtelif medreselerde müderrislik yaptıktan sonra emekli olmuş ve TosyalI Şeyh Nasuh Efendi'ye intisap ederek sülûkünü tamamlamıştır.965 Baldırzâde'nin kaydettiğine göre, icâzet aldıktan sonra Nasuh Efendi'nin arzusuyla Tosya'ya gidip bir müddet orada faaliyet göstermiştir.966
Emir Ali'den sonra makamına halifesi Şeyh Muhammed Çelebi (ö. 969/156162) geçmiştir. Muhammed Çelebi yukarıda bahsi geçen Safiyyüddin Halife'nin (ö. 919/1513) oğludur. Tasavvuf yoluna girmeden önce asrın ileri gelen âlimlerinden zâhirî ilimleri okumuş, sonra ilmiye mesleğini bırakarak, yukarıda zikredilen Muallimzâde'ye intisap etmek suretiyle ta
savvuf yoluna girmiştir. Bir müddet Muallimzâde'nin dergâhında kalan Muhammed Çelebi, daha sonra Emir Ali Efendi'nin sohbetlerine iştirak edip sülûkünü tamamlamıştır. Ali Efendi'nin 938 (153132) yılında vefatından, kendi vefat tarihi 969 (1562) senesine kadar Hicrî takvim hesabıyla otuz bir sene irşad faaliyetini sürdüren Şeyh Muhammed Çelebi'den sonra makamına, küçük biraderi Şeyh Abdülaziz Efendi (ö. 990/1582 civarı) geçmiştir. Abdülaziz Efendi de ağabeyi gibi tasavvuf yoluna girmeden önce zâhirî ilimleri ikmal etmişti.967
· B) Muhyiddin Esved (ö. Yavuz Sultan Selim devri sonlan)
Bursa'da Zeyniyye silsilesi, Şeyh Abdüllatif Kudsî'nin (ö. 856/1452) kaimmakamı Tâceddin İbrahim Karamânî vasıtasıyla, Hacı Halife > Bolulu Çelebi... şeklinde devam etmiştir. Bunun yanı sıra Hacı Halife'nin bir başka halifesi Muhyiddin Esved (Muhyiddin Efendi Zeynî, ö. Yavuz Sultan Selim devri sonları)968 ile aynı şehirde farklı bir silsilenin daha meydana geldiği görülmektedir. Açık olmamakla birlikte, kaynakların verdiği bilgiler bir araya getirildiğinde Şeyh Muhyiddin Esved'in Hacı Halife'den (Şeyh Abdullah, ö. 894/1489) icâzet aldıktan sonra969 Bursa'da Karaca Muhyiddin Zâviyesi'nde irşad faaliyetinde bulunduğu anlaşılmaktadır.970 Baldırzâde Vefeyâtnâme'sinde bu zatın, Yavuz Sultan Selim devrinin sonlarında meydana gelen vefatına kadar Karanfilli denilen mahalde uzlete çekilerek mücâhedeler yaptığı kaydedilmektedir.971 Mürid yetiştirdiğine dair açık bir kayıt yoktur. Ancak Mustafa Kara'nm verdiği meşihat silsilesinde, Muhyiddin Efendi'den sonra irşad silsilesinin Abdülğanî Efendi (ö. 940/153334) ile devam ettiğinin görülmesi,972 ister istemez bu tekkede mürid yetiştirmekle iştigal edildiğini hâtıra getirmektedir. Hacı Halife'nin bir başka halifesi olduğu bildirilen Abdülğanî Efendi'den973 sonra ise mezkûr tekkede posta oğlu Mehmed Çelebi (ö. ?) geçmiştir.974 Tasavvuf yoluna girmeden evvel ulûmi zâhireyi ikmal edip müderris olduğu bildirilen Mehmed Çelebi'nin975 peşinden burada irşad faaliyetinin devam edip etmediği bilinmemektedir. îsmâil Belîğ (ö. 1142/1729) Güldeste'nin kenarına düştüğü kayıtta, kendi zamanında adı geçen zâviyeden ve yanındaki mescidden bir eser bulunmadığını beyan etmektedir.976
· C) Şeyh Ali Dede (ö. 917/151112)
Konyalı Şeyh Vefâ'nm 896 (1491) yılında vefatı üzerine İstanbul'daki Zeyniyye Dergâhı'nm meşihatını Şeyh Ali Dede üstlenmiştir.977 Yaklaşık yirmi sene gibi uzun müddet burada müridlerini terbiye ile meşgul olan Ali Dede'nin faaliyetleri hakkında kaynaklarda bilgi bulunmamaktadır. Bu durum, Fâtih devri İstanbul'unun en önemli tarikat merkezlerinden biri olarak bilinen Zeyniyye Dergâhı'nm Şeyh Vefâ'dan sonra eski etkisini kaybetmeye başladığı şeklinde yorumlanabilir. Hiç evlenmediği bildirilen Ali Dede,978 II. Bayezid devrinin sonuna kadar faaliyetini sürdürmüş ve "Ruhuna rahmet" terkibinin tarih düşürüldüğü 917 yılında vefat etmiştir. Kabri Şeyh Vefa Türbesi içindedir.979
Ali Dede'nin yetiştirip hilâfet verdiği kimselerden biri Rumelili Mevlânâ Şem'î'dir (ö. 945/1538'den önce). Devrin önemli şairlerinden olan Şem'î, önce Şeyh Vefâ'ya (ö. 896/1491) intisap etmiş,980 onun vefatından sonra ise Ali Dede'nin yanında sülûkünü tamamlayarak hilâfet almıştır. Daha sonra şeyhi tarafından irşad faaliyetinde bulunmak üzere Edirne'ye gönderilmiştir.981 Vefatına yakın tekrar İstanbul'a döndüğü anlaşılan Şair Şem'î, Vefâ'daki dergâhta dervişlerin toplu olarak zikrettiği sırada vefat etmiştir.982
Şeyh Ali Dede'den sonra Vefâ'daki tekkede irşad makamına, Şekâik'te kaydedildiğine göre, Şeyh Abdüllatif Efendi (Abdüllatif Vefâî Rûmî, ö. 929/1523) geçmiştir.983 Ahmed Rif'at Efendi'nin verdiği meşâyih silsilesinde ise Abdüllatif Efendi'den önce Şeyh Dâvud Vefâî Rûmî'nin (ö. ?) posta oturduğu, ondan sonra Abdüllatif Efendi'nin irşad makamına geçtiği görülmektedir.984 Şeyh Vefâ'nm halifelerinden olduğu kaydedilen Dâvud Vefâî'nin, vefat ettiğinde Şeyh Vefâ Türbesi'ne defnolunduğu belirtiliyor.985 Zaman zaman cezbeye kapılarak çok büyük sayhalar attığı rivayet edilen Abdüllatif Efendi de986 Şeyh Vefa'nm halifelerindendir.987 Kanûnî Sultan Süleyman devrinin başlarında; 929 yılında vefat ettiğinde, Dâvud Vefâî gibi, Şeyh Vefâ'nm yanma defnedilmişim988
Abdüllatif Efendi'den sonra mezkûr tekkede hangi şeyhin posta oturduğu bilinmemektedir. Öyle anlaşılıyor ki, tarikat içinde kendisiyle birlikte Vefâiyye diye bir kol oluşacak kadar989 Fâtih ve II. Bayezid devirlerinde etkili olan Şeyh Vefâ ile devam eden Zeyniyye'nin bu silsilesi, XVI. asrın ilk yarısında Anadolu'da pek etkili olamamıştır. Hatta Hüseyin Vassâf, Halvetiyye şeyhi Sünbül Sinan Efendi'nin (ö. Muharrem 936/Eylül 1529) Cumâ günleri devrân esnasında zikrin bitimine yakın, "Allah, vâhid, ahad, samed" ismi şerifleriyle "Şeyh Vefâ devri" denilen devrân şeklini icrâ ettiğini ve Vefa Âsitânesi meşihatının Sünbülîler'e intikal ettiğini kaydetmektedir.990 Ancak Vassâf'm belirttiği bu durumun, süresi tam olarak bilinmemekle birlikte, geçici bir müddet için olduğu anlaşılmaktadır. Zira Bursa Zeyniyye Dergâhı postnişinlerinden Şeyh Mehmed b. Sa'dî (ö. 1040/1630) sülûkünü, İstanbul'da Şeyh Vefâ Tekkesi'nde faaliyet gösteren Zeyniyye şeyhi Ahmed Efendi'nin yanında tamamladığını belirtmektedir.991 Bu, tekkenin daha sonra tekrar Zeynîler'in tasarrufuna geçtiğini göstermektedir.
Bursah Mehmed Tâhir, Anadolu'da muhtelif medreselerde müderrislik yapmış olan Muğlalı Şeyhzâde Vefâî'nin (Mevlâ Muhammed Muhyiddin, ö. 940/153334) Şeyh Vefâ'dan (ö. 896/1491) neş'et eden Vefâiyye şubesine müntesip olduğunu kaydetmektedir.992 Tarikatı hangi şeyhten aldığı belirtilmemiştir, ancak kendisi gibi babası Şeyh Mahmud Muğlavî'nin de (ö. ?) "Vefâî" nisbesiyle kaydedilmesinden,993 babasının Vefâiyye şubesine mensup olduğu ve tarikatı da babasından aldığı düşünülebilir. Bununla birlikte, kaynaklarda Şeyh Mahmud'un mürid yetiştirip yetiştirmediğine dair bir bilgiye rastlanmamıştır. Eğer böyle bir faaliyeti olduysa, muhtemelen memleketi olan Muğla'da gerçekleştirmiştir. Zira Muğla, Anadolu'da Şeyh Vefâ koluna mensup Zeynîler'in XVI. asrın ilk yarısında etkilerini sürdürdükleri nâdir merkezlerden biri olarak göze çarpmaktadır. Nitekim Gölpmarh, Şâhidî'nin Gülşeni Esrâr'ma dayanarak, Muğla'da Mevlevîler gibi semâ eden Şeyh Vefâ dervişlerine rastlandığını, bunlardan Melâmî meşrep Hayreddin Efendi'nin (ö. ?) yanı sıra, tekkesindeki irşad faaliyetleriyle şehzade ve beylerin büyük hürmetini kazanmış olan Şeyh Bedreddin'in etkili olduğunu kaydetmektedir.994 Suraiya Faroqhi de, faaliyetinin 15001530 yılları arasında olduğunu tahmin ettiği Şeyh Bedreddin'in, kendi adıyla anılan mescidine (Şeyh Bedreddin Mescidi) yapılmış önemli bağışlardan Muğla'da büyük saygı gördüğünün anlaşıldığını belirtmektedir.995 Şâhidî'nin beyanlarından anlaşıldığına göre, Şeyh Bedreddin müridlerini terbiye ederken kurduğu semâ ve tevhid meclislerinin yanı sıra, bazı dervişlerine tefsir dersleri de vermekte, ayrıca o devirde hemen bütün tarikatlarda âdet olan Mesnevi dersleri okutmaktaydı.996 XVI. asrın ilk yarısından sonra Anadolu'da Vefâiyye mensuplarına pek rastlanmamaktadır.
· D) Seyyid Velayet (ö. Muharrem 929/Aralık 1522) Abdüllatif Kudsî'nin halifelerinden Âşıkpaşazâde'nin damadı ve halifesi olan Seyyid Velâyet'in nesli Hz. Hüseyin'e dayanmaktadır.997 855 (1451) yılında Kirmastı (Bugün Bursa'nm Mustafakemalpaşa kazası) kasabasında dünyaya gelmiş, 874 (146970) senesinde de İstanbul'da Âşıkpaşazâde'nin kızıyla evlenmiştir. Molla Gürânî'den hadis dersleri aldığı kaydedilen Seyyid Velâyet, üç defa hacca gitmiş ve bu yolculuklar esnasında Mısır'da Şeyh Seyyid Vefâ b. Seyyid Ebû Bekir998 ve Mekke'de Zeynüddin Hâfî'nin önemli halifelerinden Şeyh Abdülmu'tî gibi zâtlardan da icazet almıştır.999
Seyyid Velâyet irşad faaliyetini, FatihHaydar'daki Aşıkpaşa Külliyesi bünyesinde kurulmuş olan zâviyede sürdürmüştür. Bu zâviyenin kaynaklarda "Âşık Paşa", "Emirler", "Seyyid Velâyet" gibi çeşitli adlarla anıldığı belirtilmektedir.1000 Adı geçen zâviyenin, II. Bayezid'in kızı olduğu bildirilen1001 Sûfî Sultan Hatun'un tahsis ettiği vakıfların gelirleriyle kandil vb. giderlerinin, şeyh ve dervişlerinin yiyecek masraflarının karşılandığı dikkate alınırsa,1002 Seyyid Velâyet'in saray çevrelerinde de itibar sahibi olduğu anlaşılır.
Seyyid Velâyet, Kanûnî Sultan Süleyman devrinin başlarında; 929 yılı Muharreminde (Aralık 1522) vefat etmiş ve cenaze namazı ulemâ ve meşâyihten büyük bir cemaatin iştirakiyle Şeyhülislâm Zenbilli Ali Efendi (932/1526) tarafından kıldırılmıştır. Seyyid Velâyet'ten sonra adı geçen zâviyede makamına oğlu Seyyid Derviş Muhammed (ö. 942/153536) geçmiş,1003 ondan sonra ise şeyhliği damadı ve halifesi olan Gazâlîzâde Şeyh Abdullah Efendi (ö. 978/1570) üstlenmiştir.1004
· E) Şeyh Muslihuddin Mustafa (Gündüz Muslihuddin, ö. ?) İstanbul'da faaliyeti tesbit olunan Zeyniyye şeyhlerinden Muslihuddin Mustafa Efendi'nin vefat tarihi tam olarak kaydedilmemekle birlikte, Kanûnî devri meşâyihinden olduğu belirtilmektedir. Halk arasında "Gündüz Muslihuddin" diye meşhur olan şeyhin hayatı ve faaliyetleri hakkında kaynaklarda bilgi bulunmamaktadır. Tasavvuf yoluna girmeden önce, diğer meşâyih gibi devrin âlimlerinden zâhirî ilimleri tahsil ettiği bildirilen Muslihuddin Mustafa, önce Abdüllatif Kudsî'nin (ö. 856/1452) ileri gelen halifelerinden Şeyh Tâceddin Karamânî'ye (ö. 872/146768) intisap etmiş, onun vefatından sonra ise Şeyh Muhyiddin Kocevî'nin (ö. 894/1489'dan sonra) hizmetine girmiştir.1005
Muhyiddin Kocevî, Abdüllatif Kudsî'nin Eğirdir'de faaliyet gösteren halifesi Pîrî Halife Hamîdî'nin (ö. ?) yanında yetişmiştir. Muhyiddin Kocevî'nin de, müridi Gündüz Muslihuddin gibi, tasavvuf yoluna girmeden önce ulûmi zâhire ile iştigal ettiği bilinmektedir. Eğirdir'de şeyhi Pîrî Halife'den icâzet aldıktan sonra İstanbul'a giderek,1006 Hırkaişerîf mahallesinde Tahta Minâre diye bilinen mescidi1007 ve yanma da zâviyesini kurarak halkı irşada koyulmuştur. Tahsil ettiği ilmi zâhirle, ilmi bâtın arasını cemettiği kaydedilen Muhyiddin Kocevî, halk arasında keramet sahibi bir zat olarak tanınmıştı. Bütün gününü müridlerinin terbiyesi ile geçirir, dünyevî menfaatlere asla tenezzül etmezdi.1008 Vefatını müteakip adı geçen tekkede makamına halifesi Gündüz Muslihuddin geçmiştir.1009 Muslihuddin Efendi'den sonra burada irşad faaliyetinin devam edip etmediği bilinmemektedir.
Kaynaklarda Muhyiddin Kocevî'nin icâzet verdiği bir başka halifesinin daha olduğu görülmektedir. Halk arasında "Şeyh Kara Ali" diye bilinen Alâeddin Ali Efendi (ö. 929/1523) önce Kastamonulu Hacı Halife'ye (ö. 894/1489) intisap etmiş, onun vefatından sonra Muhyiddin Kocevî'nin hizmetine girmiştir. Her iki şeyhten de icâzet aldığı bildirilen Alâeddin Efendi'nin mürid yetiştirmediği, icâzet aldıktan sonra evinde uzlete çekilerek hiç kimseyle görüşmeden ibadetle meşgul olduğu rivayet edilmektedir.1010
· F) Şeyh Burhâneddin (ö. 970/156263)
Eğirdir ve civarında faaliyet gösterdiği tesbit edilen Şeyh Burhâneddin Efendi hakkında en geniş bilgi, torunu Şerif Efendi tarafından kaleme alman Menâkıbü'levliyâ isimli eserde bulunmaktadır.1011 Burada Burhâneddin Efendi'nin menkıbeleri, tarikat faaliyetleri, silsilesi ve nesebi anlatılmaktadır. Ayrıca bu bilgilerin çok az bir kısmı, bazı yanlışlıklarla birlikte Zeyli Şekâik'te de yer almıştır.
Nesebi Hz. Peygamber'e dayanan Şeyh Burhâneddin Efendi irşad faaliyetini Eğirdir'in Yazla mahallesi, Mezarışerif mevkiinde bulunan zâviyede sürdürmüştür. Bu zâviye Hamîdili valisi Hızır Bey tarafından XV. asrın ilk yarısında Burhâneddin Efendi'nin dedesinin dedesi Şeyhülislâm Berdaî adına yaptırılmıştır. Adı geçen valinin daveti üzerine, Acem diyârından buraya gelip yerleşen Berdaî, Ankara'da Bayramiyye'nin kurucusu Hacı Bayrâmı Velî ile de görüşmüştür. Vefatından sonra makamına dâmadı ve halifesi olan Pîr Muhammed Hûyî geçmiştir.1012 "Pîrî Halife" diye de bilinen Pîr Muhammed'in, Şeyhülislâm Berdaî'den ve Abdüllatif Kudsî'den hilâfet aldığı belirtilmektedir.1013 Pîrî Halife'den sonra ise makamma oğlu Mehmed Çelebi (ö. Sultan II. Bayezid devri) oturmuştur.1014 Uzun müddet bu tekkede faaliyet gösterdiği anlaşılan Mehmed Çelebi'nin şöhreti Eğirdir sınırlarını aşmış ve Hamîdili bölgesinde "kutb" olarak şüyu bulmuştu.1015 Şiirlerinin toplandığı bir divanı olduğu bildirilmektedir.1016 Hilâfet verdiği kişiler arasında Hacı İvaz1017 ve Hayreddin Dede1018 gibi isimler bulunmaktadır.
Vefatından sonra da mânevî tasarrufunun devam ettiğine inanılan1019 Mehmed Çelebi'den sonra Eğirdir'deki tekkenin bir müddet boş kaldığı kaydedilmektedir.1020 Vefatı sırasında 1718 yaşlarında çocuk denecek kadar genç yaşta olduğu anlaşılan kızı tarafından torunu Burhâneddin Efendi dedesinin makamına geçmek istediyse de, Mehmed Çelebi'nin yaşlı dervişleri hilâfet ve icâzet olmadan şeyhlik edilemeyeceğini söyleyerek itiraz ettiler. Burhâneddin Efendi bunun üzerine Bursa'daki Zeyniyye dergâhında faaliyet göstermekte olan Şeyh Nasuh Efendi'nin (ö. 923 veya 924/15171518) terbiyesine girdi ve sülûkünü ikmal ederek icâzet aldı.1021 Bursa'dan Eğirdir'e geldikten sonra da dedesinin kabri başında mücâhedesine devam ettiği belirtilmektedir.1022 Bu sebeple onun, zâhirî nisbetle Nasuh Efendi'den mânevî nisbetle de Pîrî Halife'den icâzet aldığı kabul edilmiştir.1023 Nasuh Efendi'nin mezkûr dergâhta 15131516 tarihleri arasında faaliyet gösterdiği1024 dikkate alınacak olursa, Burhâneddin Efendi'nin bu tarihlerde icâzet alıp Eğirdir'deki tekkede posta oturduğuna hükmetmek gerekir.1025
Yirmi yaşlarında iken posta oturan Burhâneddin Efendi1026 vefatına kadar uzun bir müddet irşad faaliyetinde bulunmuş ve her kesimden insanın itibar ettiği bir şeyh konumuna gelmiştir. Kanûnî'nin sadrazamlarından Rüstem Paşa, sadâretten önce bir ara padişahın gazabına uğrayıp Teke sancağına tayin edildiği sırada, şöhretini duyduğu bu şeyhi ziyaret ederek himmet ve duasını istemiştir.1027 Rivayete göre Rüstem Paşa, önce İsparta'da faaliyet gösteren Nakşî şeyhi Pîrî Halife'nin (ö. 960 veya 961/15531554) yanma giderek yardım istemiş, Pîrî Halife ise kendisine sadrazamlık müjdesi verdikten sonra, "Size kurtuluş yolunu esas Eğirdir'deki Şeyh Burhâneddin hazretleri gösterebilir. Ben onun yanında bir damlayım" demiştir.1028 Burhâneddin Efendi'nin de Pîrî Halife gibi Rüstem Paşa'ya sadrazamlık müjdesi verdiği ve paşanın orada şeyhe intisap ettiği kaydedilmektedir.1029
Rüstem Paşa bu olaydan bir müddet sonra sadrazam olunca, şeyhi Burhâneddin Efendi'ye karşı güven ve itimadı daha da arttı. Burhâneddin Efendi bir ara İstanbul'a sadrazamın ziyaretine gittiğinde, paşa şeyhin başşehirde faaliyet göstermesi için ricada bulunmuş ve kendisine Küçük Ayasofya Zâviyesi'ni tahsis etmiştir. Burhâneddin Efendi sadrazamı kıramayarak bir yıla yakın burada faaliyet gösterdi ve ilmiye mensuplarından pek çok kimse kendisine mürid oldu. Ancak daha sonra devlet erkânına yakın olmaktan hoşlanmamış ve Eğirdir'deki tekkeyi de boş bırakmamak için geri dönmek istediğini bildirmiştir. Rüstem Paşa, öyle anlaşılıyor ki şeyhinin memleketine dönmek istediğini Kanûnî'ye arzedince, padişah şeyhe Eğirdir gölü içinde bulunan Nis adasındaki gayri müslimlerin haracından 30 akçe maaş bağlanmasına karar vermiştir.1030
Burhâneddin Efendi, tekkesinde tevhid ve tekbirlerle kalpleri coşturur, ara sıra da ettiği vaazlarla halkı irşada çakşırdı.1031 Onun irşad halkasında kardeşi Mehmed Çelebi,1032 oğlu Mahmud Efendi,1033 Halifezâde diye bilinen Muhyiddin Mehmed Çelebi,1034 Uluborlu'dan Abdülvahhâb Efendi,1035 İznikli Şeyh Mustafa Selâmî (ö. 993/1585),1036 Şeyh Velî (ö. 1026/1617)1037 ve Şeyh Turhan (ö. 1O27/1618)1038 gibi zatlar yetişmiştir.
Burhâneddin Efendi kendisinden sonra makamını kadılık yapmakta olan oğlu Mahmud Efendi'ye vasiyet etmişse de, Mahmud Efendi mesleğini sürdürerek posta oturmamıştır. Bunun üzerine küçük kardeşi Ahmed Efendi babasının halifelerinden Abdülvahhâb Efendi'nin yanında sülûkünü tamamlayarak irşad postuna geçmiş ve yirmi yıldan fazla hizmet etmiştir.1039
Burhâneddin Efendi'nin kabri, dedeleri Şeyh Mehmed Çelebi, Pîr Muhammed Hûyî ve Şeyhülislâm Berdaî ile birlikte Yazla mevkiinde bir kümbet içinde bulunmaktadır.1040
·
V
Mevleviyye
XVI. asırda Anadolu'da faaliyet gösteren bir diğer tarikat Mevleviyye'dir. Mevlânâ Celâleddîni Rûmî'ye (ö. 672/1273) nisbet edilen bu tarikatın silsilesi Hz. Ali'ye ulaşmakla birlikte1041 Hz. Ebû Bekir'e varan bir silsileden de bahsedilmektedir.1042 Mevleviyye, Anadolu'daki tasavvufî faaliyetler açısından Halvetiyye, Nakşibendiyye, Bayramiyye ve Zeyniyye gibi tarikatlara nisbetle önceliği olan bir tarikattır. XIII. asrın ikinci yarısında vefat eden Mevlânâ'dan sonra XV. yüzyıla kadar geçen devir, bu tarikatın âdâb ve erkânıyla kuruluş ve yayılış devresi olarak kabul edilmektedir.1043 Bu kuruluş sürecinde Mevlânâ'nm oğlu Sultan Veled'den sonra (ö. 712/1312) erkek çocuklar vasıtasıyla devam eden aile üyelerinin Konya'daki tekkede posta oturmaları sonucu Mevlevîlik'te bir "Çelebilik makamı" meydana gelmiştir. Bu makamı temsil eden çelebiler, Mevlânâ'nm ve Mevlevîliğin mümessili olarak kabul edildiklerinden, Mevlevi tekkelerine şeyh tayin etme ya da şeyh olacak zata "icâzetnâme" verme yetkilerine sahiptiler.1044 Şeyh olacak zat adına yazılan şeyhlik berâtı (meşihatnâme) Konya'dan İstanbul'a kapı kethüdâsma gönderilir, oradan da şeyhülislâmlık makamına iletilirdi. Yeni tayin olunan şeyhle Şeyhülislâm'm tanışmasını da sağlayan bu işlem, özel bir merasimle yapılmaktaydı. Meşihatnâme Şeyhülislâm tarafından okunduktan sonra, hayır dilekleriyle yeni şeyhe teslim edilirdi.1045 Öte yandan Mevlânâ soyunun Sultan Veled'in kızı Mutahhare Abide Hatun kolundan devam eden kanadına da "Inâs çelebileri" denilmekteydi.1046 Bu yüzden Mevlevi şeyhleri, "çelebiler" ve "çelebi olmayanlar" diye temelde iki gruba ayrılmaktadır.
Ayrıca belirtilen süreç içinde Mevlevîliğin inanç bakımından iki ayrı kol halinde geliştiği görülmektedir. Biri zühdü esas alıp şeriat çizgisini takip eden Veled Kolu, diğeri ise Kalenderîler gibi, şeriat çizgisini takip etmeyip şarap ve esrârın serbest olduğu, bıyıkların uzatıldığı veya şaç, sakal, bıyık ve kaşların tamamen tıraş edildiği (çârdarb), bâtmî karaktere sahip Şems Kolu.1047 Gölpınarh birbirine taban tabana zıt bu iki kol arasındaki farklılıkları "meşrep" ya da "neşe farklılığı" şeklinde takdim etmişse de,1048 Tahsin Yazıcı'nın "Şeriata bağlı olanlar ve Kalenderîler gibi davrananlar" şeklinde özetlenebilecek ayırımı1049 daha isabetli gözükmektedir.
XVI. asır Osmanlı müelliflerinden Vâhidî, Menâkıbı Hâcei Cihan ve Netîcei Cân isimli eserinde Şemsîler'i, sakal, bıyık ve kaşları tıraş edilmiş, içtikleri şarabın etkisiyle sarhoş dolaşan, ayyaş ve çapkın bir güruh olarak tavsif etmekte ve Şemsi Tebrîzî'ye bağlı olduklarını söyleyen bu grubu Mevlevîler'den ayrı olarak kaydetmektedir.1050 Mevlevîler hakkında ise özetle şu bilgileri vermektedir:
"Başlarında terksiz birer yektâ külâh, külâhm ortasında yeşil elif çekilmiş, külâhları üzerinde birer şemsî dülbent, kafalarından tâ kemere kadar sarkıtılmış birer taylesân (sarık), cübbe ve kaftanlarıyla birlikte boyunlarında kaftanlarının eteğine kadar uzanan birer yün kumaş (kaşkol), gözleri sürmeli, şeriata uygun şekilde bıyıklar kırkılmış, sakallar uzatılmış, Konya'da bulunuyorlar,1051 uyguladıkları tarikat âdâbı içinde ney çalıp semâ yapmak var."1052
Bu bilgilerden anlaşıldığına göre, XVI. asırda Konya'da Çelebilerce temsîl edilen Mevlevîlik, şeriat çizgisinden sapmayıp Mevlânâ'nm yolunu devam ettirmiştir. Nitekim şeriatı muhafaza eden bütün tarikatları açıkça destekleyen devlet, Konya'daki Mevlevîler'e de destek olmuştur. İleride devlet ricâlimeşâyih ilişkileri konusu incelenirken bu tarikata devlet büyüklerinin verdiği maddî ve manevî destekten söz edilecektir. XV. asrın ikinci yarısından XVI. asrın sonlarına kadar Konya'da Çelebilik makamını şu üç zat; Cemâleddin Çelebi (ö. 915/1509), Hüsrev Çelebi (ö. 968/1561) ve Ferruh Çelebi (ö. 999/1591) işgal etmekteydi. Cemâleddin Çelebi, babası Pîr Âdil Çelebi'nin 1460 yılında vefatından sonra geçtiği bu makamda II. Bayezid devrinin sonlarına kadar kırk dokuz sene gibi uzun bir müddet kalmış, ondan sonra da yerine Hüsrev Çelebi geçmiştir.1053
· A) Hüsrev Çelebi (ö. 968/1561)
Hüsrev Çelebi XVI. yüzyılın başlarında; 1509'da Cemâleddin Çelebi'den devraldığı hilâfeti, Osmanlı'nm üç dirayetli padişahı döneminde 1561 yılma kadar sürdürmüştür.1054 Hüsrev Çelebi'den sonra makamına oğlu Ferruh Çelebi (ö. 999/1591) geçmiştir.1055 Ancak Esrar Dede'nin Tezkirei Şuarâyı Mevleviyye'de kaydettiğine göre, Ferruh Çelebi'nin posta oturmasıyla çelebiler arasında hilâfet kavgası çıkmış ve devletin müdahelesi sonucu Ferruh Çelebi tam on sekiz yıl makamından uzaklaştırılmıştır.1056 Gölpınarlı'nm belirttiğine göre, çelebiler arasında çıkan bu ilk post kavgası sebebiyle, o zamana kadar çelebilik makamına el uzatmayan hükümet, ilk defa bir çelebiyi azletmiştir.1057 Ferruh Çelebi'nin azli sırasında yerine kimin geçtiği kaydedilmemektedir. Ancak vefatından sonra hilâfet Bostan Çelebi'ye (ö. 1039/1630) geçmiştir.1058
Anadolu'da Konya'daki dergâhtan sonra Mevlevîliğin en önemli merkezi AfyonKarahisar Mevlevîhânesi idi.1059 716'da (1316) tek bir bina olarak inşa edildiği kaydedilen bu mevlevîhâne, daha sonra yapılan ilâve ve vakıflarla geliştirilmiştir.1060 XVI. asrın ilk yarısında buranın meşihatını, tarikatı oldukça geniş bir muhite yayan "İnâs çelebilerinden Divâne Mehmed Çelebi üstlenmiştir.1061
· B) Divane Mehmed Çelebi (Semâf Dede, ö. 951/1544'den sonra)
"Semâî" mahlasını kullanan Mehmed Çelebi, Afyon Mevlevîhânesi'nde şeyh olan babası Abâpûşi Velî (Balı Sultan, ö. 890/1485) tarafından daha hayatta iken postnişin tayin edilmiştir.1062 Kaynaklarda onun Mevleviyye'nin Şems kolundan olduğu belirtilmektedir. Gölpmarlı'nm Sâkıb Dede'den naklen kaydettiğine göre, Mehmed Çelebi daha gençliğinde sırtında Kalenderi abası, başında ise bazan Mevlevi külâhı, bazan da Kalenderi külâhıyla, arasıra saçlarını, kaşlarını, bıyıklarını ve sakalını tıraş ederek (çârdarb) dağlarda ovalarda dolaşırdı.1063 Bu âdetlerini şeyhliği döneminde de devam ettirmiştir. Nitekim onun önemli halifesi Şâhidî'nin Gülşeni Esrar'mdan Gölpmarlı'nm naklen kaydettikleri de bunu teyit etmektedir. Şâhidî'ye göre, Mehmed Çelebi çârdarb olup elinde şarap kadehiyle dolaştığı için halk tarafından kınanıyor, böylece kendi mertebesini insanlardan gizlemiş oluyordu.1064 Gölpmarlı'nm tesbitine göre, Mevlevîler'de Ulu Ârif Çelebi'den beri başlayan bâtmî temayüller, Mehmed Çelebi'de Şiîbâtmî bir renge bürünmüş ve Mevlevîliğin bir kısmı inanç bakımından Bektaşîlik, Hurufîlik ve Kalenderîlik'le karışmıştır.1065 Hatta Tibyân müellifi Harîrîzâde, Kalenderiyye'yi Mevleviyye'nin bir şubesi olarak takdim etmekte ve bu şubenin Mehmed Çelebi tarafından kurulduğunu ileri sürmektedir.1066
Afyon Mevlevîhânesi Divane Mehmed Çelebi'den sonra onun soyundan gelenlere tahsis edilmiştir.1067 Bu yüzden olmalı ki, 1560'ta Mehmed Çelebi'nin kızı Destina Hatun'un, oğulları adına mezkûr mevlevîhânenin postnişinlik makamında bulunduğu1068 görülmektedir. Divane Mehmed Çelebi ekserî zamanını seyahatlerde geçirmiştir. Yanma aldığı Mevlevi dervişleri ve Bektaşî abdallarıyla Irak'a gitmiş; Nccef, Kerbelâ, Bağdat ve Sâmerrâ'da Ehli beyt imamlarını ziyaret ettikten sonra, sekizinci imam Ali erRızâ'yı ziyaret etmek üzere Meşhed'e geçmiştir. Buranın Kalenderler'! tarafından saygıyla karşılanan Çelebi, tekrar Bağdat'a, orada imamları ziyaretten sonra Halep'e, oradan da Konya'ya dönmüştür.1069 Bir müddet sonra tekrar seyahate çıkan Çelebi, önce Mısır'a, oradan Şam'a geçmiş ve İbnü'lArabi'nin kabrini ziyaret etmiştir. O sırada hac vakti geldiği için, kendisine hacca gitmeyi teklif edenlerin taleplerini kabul etmediği gibi, gitmek isteyenlere de manî olmuştur. Fakat içlerinden iki kişi sözünü dinlemeyip gidince peşleri sıra, "Ey ibadet kumaşını satan kervan, nereye gidiyorsunuz? Hâcetler kıblesinin haremine gelin. Yazıklar olsun, yıldızlar bile onun çevresinde dönüyor da siz göremiyor, kırk yıldır hayal çevresinde koşup duruyorsunuz" anlamına gelen beyitleri söylemiştir.1070
Anadolu dışında olduğu kadar Anadolu içlerinde de dolaşan Divane Mehmed Çelebi, gittiği yerlerde birer Mevlevi merkezi açmak suretiyle tarikatı hem Anadolu'da, hem de Anadolu dışında oldukça geniş muhite yaymıştır. Burdur, Eğirdir, Sandıklı, İstanbulGalata mevlevîhânelerinin hep onun gayretleriyle açıldığı rivayet edilmektedir.1071 Burdur'daki mevlevîhâneyi "Fedâyî" mahlasını kullanan halifesi Mehmed Sûfî yaptırmış1072 ve Çelebi tarafından oraya şeyh tayin olunmuştur.1073 Ancak bu mevlevîhânenin Şahkulu İsyanı (1511) esnasında yandığı kaydedilmektedir.1074 Fedâyî'nin daha sonra nerede faaliyet gösterdiği hakkında kaynaklarda bilgi yoktur. Fakat yanında yetişen halifesi Ubeydullah Dede'nin (ö. 995/1587 civarı) Eğirdir'deki Mevlevi zâviyesinde, oranın şeyhi bulunan Nûrullah Dede'nin vefatından sonraki tarihlerde şeyh olduğu kaydedilmektedir.1075 Sandıklı'da kurulan mevlevîhânenin şeyhliğini Çelebi'nin halifelerinden Ali Rûmî üstlenirken, Eğirdir'deki dergâha da bir başka halifesi Nûrullah Dede tayin edilmiştir.1076 Muğla Mevlevîhâne
si'nin meşihatını ise Mehmed Çelebi'nin bir diğer önemli halifesi Şâhidî îbrâhim Dede üstlenmiş, İstanbulGalata'ya da Sinop'lu Safâî Dede, Mehmed Çelebi tarafından halife bırakılmıştır.1077
Kaydedildiğine göre Muğla Mevlevîhânesi şeyhi Şâhidî İbrahim Dede (ö. 957/1550), zahirî ilimleri tahsil etmekte iken, ilmiye mesleğini bırakarak Zeyniyye meşâyihinden Şeyh Vefâ'nm Muğla'da faaliyet göstermekte olan halifesi Şeyh Bedreddîn'e intisap etmek suretiyle tasavvuf yoluna girmiştir. Şeyh Bedreddin'den tefsir dersleri de aldığı bilidirilen Şâhidî Dede, onun yanında bir türlü mutmain olamayınca Lazkiye Mevlevîhânesi (Bugün Suriye toprakları içinde bulunmaktadır) şeyhi Fânî Dede'ye intisap ederek Mevlevî olmuştur. Daha sonra ise Mevlânâ soyundan gelen Paşa Çelebi'ye mürid olup birlikte Karahisar'a gitmişler ve orada Paşa Çelebi'nin oğlu Emîr Adil'e hocalık etmeye başlamıştır. O tarihlerde yirmi dört yaşlarında olan Şâhidî, Mevlevîliğe çok bağlı olmasına rağmen Paşa Çelebi'nin yanında da aradığı huzuru bulamamış ve Kütahya'da buluştuğu Divane Mehmed Çelebi'ye (ö. 951/1544'den sonra) intisap etmiştir.1078 Şâhidî Dede önceden namını duyduğu Mehmed Çelebi'nin yanında aradığını bulmuştu. Zira ilim tahsili esnasında âdet edindiği içkiyi,1079 şimdi şeyhinin kurduğu esrar ve içki meclislerinde1080 fazlasıyla bulmaktaydı.
Şâhidî îbrâhim Dede (ö. 957/1550), Mehmed Çelebi'den icâzet aldıktan sonra Muğla'daki mevlevîhânede şeyhlik etmeye başlamıştır.1081 Ancak kaynaklarda verüen bilgilerden o devirde Muğla'da Mevlevîler'e mahsus iki merkez bulunduğu anlaşılmaktadır. Biri Şâhidî'nin babası Hüdâyî Sâlih Dede'nin ye ondan önce de şeyhi bulunan Seyyid Kemal'in faaliyet gösterdiği zâviye (Seyyid Kemal Zaviyesi),1082 diğeri de Şemseddin Zâviyesi denilen yerdir.1083 Suraiya Faroqhi, Şâhidî'nin yeniden canlandırıp Mevlevi merkezi haline getirdiği binanın, sonradan Şemseddin Zâviyesi diye isimlendirilen bir zâviye olduğunu belirtmektedir.1084 Mevlevi kaynaklarından Tezkirei Şuarâyı Mevleviyye'de ise buranın, daha önce Şâhidî'nin babasının faaliyet gösterdiği yer (Seyyid Kemal Zâviyesi) olduğu kaydedilmektedir.1085 Bu zikredilen yerlerin farklı isimlerle kaydedilmekle beraber aynı yer olduğu ihtimali hatıra gelmektedir. Ancak Ekrem Uykucu vakıf defterlerine dayanarak bu iki zâviyenin ayrı birer kuruluş olduğunu göstermiştir.1086 Ayrıca Fâruqhi, o tarihte Şemseddin Zâviyesi şeyhinin Seyyid Kasım (Seyyid Kâzım [?])1087 isimli bir zat olduğunu, 156263 tarihli vakıf defterinden tesbit etmiştir.1088 Oysa Şâhidî'den sonra makamına geçen zatın, şeyhinden sonra vefatına kadar faaliyet göstermiş olan Muğlalı Şühûdî Dede (ö. 1000/1592) olduğu bilinmektedir.1089 Bu durumda Şâhidî'nin Muğla'da Mevlevîler adına iki merkezi faaliyete geçirdiği, bunlardan birine Seyyid Kasım'ı, diğerine de Şühûdî Dede'yi tayin ettiği düşünülebilir.
Seyyid Kasım'm faaliyet gösterdiği mevlevîhânenin, XVI. asrın başlarında bir zâviye olarak faaliyet gösterdiği tahmin edilmektedir. Mevlevîhâneye dönüştürüldükten sonra Zâviyei Şemseddin şeklinde kaydedilmiş olması, Mevlevîlik'te Şemsîliği benimseyen Şâhidî tarafından Şemsi Tebrîzî'ye nisbetle bu şekilde isimlendirilmiş olabileceğini düşündürmektedir.1090 Vakıfları geniş bir bölgeye yayılmış olan bu Mevlevi merkezinin, o dönemde oldukça geniş imkânlar elde ettiği belirtiliyor. Suraiya Faroqhi'nin vakıf defterine dayanarak belirttiğine göre, Muğla'nın Karabağ adlı bölgesindeki bağların yanı sıra Ula, Bozüyük, Gökova, Akova, Peçin, Leyne (Turgut) ve Mazın yakınlarında vakıfları bulunmaktaydı. Bunların dışında Hamîd sancağının Şarkîkaraağaç nahiyesinin Karacaköy isimli köyündeki su kaynaklarının bir bölümü de mevlevîhânenin vakıfları arasında sayılmaktadır. Şâhidî ve haleflerinin gayretleriyle buraya bazı zenginlerin desteği de sağlanmıştır.1091 Yine Faroqhi'nin tesbitlerine göre, bu kadar imkânlara rağmen adı geçen mevlevîhâneye bağlı pek çok binanın ve bağın harap vaziyette bulunması, burayı yönetenlerin XVI. yüzyıl ortalarında bazı güçlüklerle karşılaştıklarını göstermektedir.1092
Şâhidî, tarikat faaliyetlerinin yanı sıra, Türkçe, Arapça ve Farsça olmak üzere üç dilde manzum ve mensur eserler kaleme almıştır. Bunlardan en önemli ve hacimli olanı Farsça Gülşeni Esrar isimli eseridir. Mevlevîliğin Şemsîlik kolundaki şeriat dışı davranışları ihtiva ettiği için Mevlevîler tarafından imha edildiği ya da gizlendiği, bu nedenle nüshasının nâdir olduğu belirtilmektedir.1093 Eserin bir nüshası, müellifin diğer iki risâlesi; Giilşeni Vahdet ve Tuhfei Şâhidî ile birlikte Süleymaniye Kütüphanesi'ndeki (Hâlet Efendi Eki, nr. 74) mecmuada bulunmaktadır.
Divane Mehmed Çelebi'nin teşvikleriyle kurulmuş olan bir başka Mevlevî merkezi, Galata Mevlevîhânesi'dir. Kaynaklarda Beyoğlu, Kulekapısı, Kuledibi mevlevîhâneleri gibi adlarla da anılan bu mevlevîhâne İstanbul'da kurulan mevlevîhânelerin ilkidir.1094 Sultan II. Bayezid'in vezirlerinden İskender Paşa (ö. 912/1506) tarafından, Galata sırtlarındaki av çiftliği olarak kullandığı mahalde 1491'de kurulmuştur.1095 Mevlevihane kurulmadan önce bu çiftliğin bahçesiyle meşgul olan Divane Mehmed Çelebi'nin müridi Sinoplu Ali Safâî Dede (ö. 940/153334 civarı), İskender Paşa vakfının kâtipliğini yapmaktaydı. Divane Mehmed Çelebi İstanbul'a geldiğinde İskender Paşa'nın misafiri olarak bu çiftlikte kalmış ve o tarihten sonra burada dergâhın inşasına başlanmıştır. İlk postnişini de Mehmed Çelebi olmuştur.1096 Burada fazla kalmayan Mehmed Çelebi'nin yerine Safâî Dede'yi bırakarak1097 Anadolu'ya gittiği, Safâî Dede'den sonra ise meşihat makamına mesnevîhan Mahmud Dede'nin (ö. 955/1548) geçtiği belirtiliyorsa da,1098 kaynaklarda Divane Mehmed Çelebi'den sonra makamına Safâî Dede'nin geçtiği hususunda ittifak yoktur. Meselâ Ayvansarâyî, Mehmed Çelebi'den sonra posta mesnevîhan Mahmud Dede'nin oturduğunu kaydetmektedir.1099 Can Kerametli'nin belirttiğine göre, kurumun ilk yüzyılında geçen olaylarla ilgili belgeler tam olmadığı için bazı isimler üzerinde tereddüt edilmektedir.1100 Ayrıca dergâhın, muhtemelen Mahmud Dede'den sonra, bir müddet harap bir vaziyette boş olarak kaldığı, daha sonra ise XVII. asrın başlarına kadar Halvetîler'in kontrolüne geçtiği kaydedilmektedir.1101 Kanûnî devri başlarında mevlevîhânenin vakıf gelirlerinin de pek fazla olmadığı gözlenmektedir.1102 Bu durumun, kesin olmamakla birlikte, Divane Mehmed Çelebi'den sonra halifelerinin de Şems kolunu devam ettirmiş olmalarından kaynaklandığı düşünülebilir. Kanaatimize göre, Mehmed Çelebi Mevlevîlik şemsiyesi altında merkezden uzak Anadolu'nun içlerinde pek ciddi takibata uğramadan Şemsîliği yaymada bir ölçüde muvaffak olmuşsa da, İstanbul'da bunu başaramamıştır. Ekrem Işın, Sâkıb Dede'nin ifadelerinden hareketle, Mehmed Çelebi'nin kuşkulu görülen faaliyetlerinin araştırılması ve soruşturulması amacıyla İstanbul'a davet edildiğini, ancak Mevlânâ soyuna mensup bulunması ve İskender Paşa gibi dönemin nüfuzlu bir devlet adamı tarafından himaye edilmesinin, üzerindeki şüphelerin izâlesine yettiğini belirtmektedir.1103 Ayrıca, Gölpınarh'nın da belirttiği gibi, Mevlevîliğin kötü şöhreti olmayan bir tarikat oluşu da, Divane Mehmed Çelebi'yi takibata uğramaktan kurtarmış olabilir.1104 Öte yandan tarikatta zâhid Mevlevîler'in mevcudiyeti, devletin onlara karşı topyekün şiddetli bir hareketini engellemiş,1105 ancak XVI. yüzyıl Anadolusu'nda Konya'da çelebilik makamı istisna edilecek olursa Mevlevîler devletten pek itibar görmemiştir.1106
Hüseyin Ayvansarâyî Hadîkatü'lcevâmî'de Mehmed Çelebi'nin Galata Mevlevîhânesi'nden ayrıldıktan sonra Konya'daki mevlevîhânede çelebilik makamına geçtiğini kaydetinekteyse de,1107 Gölpmarlı, bunun doğru olmadığını kesin bir dille ifade etmektedir.1108
Mevlevîler'e ait ÎstanbulGalata'da kurulan mevlevîhânenin dışında, yine o dönemde Fatih'te kurulan bir başka mevlevîhânenin daha olduğu kaydedilmektedir. Şeyhinden dolayı Âbid Çelebi Tekkesi de denilen bu mevlevîhânede, Abid Çelebi'nin (ö. 902/1497) Nakşibendiyye'ye de nisbeti olması dolayısıyla, perşembe günleri Mevlevi âyini, cuma geceleri de Nakşîler'e mahsus "hatmi hâcegân" yapıldığı anlaşılmaktadır.1109 Bu tekkenin XVI. asırdaki tarikat faaliyetleri hakkında kaynaklarda aydınlatıcı bir bilgiye rastlanmamıştır.
Anadolu'da Konya ve Afyon mevlevîhânelerinden sonra gelen önemli Mevlevi merkezlerinden biri de Manisa Mevlevîhânesi'dir.1110 XIV. asrın ikinci yarısında (770/136869) Saruhan ili beyi İlyasoğlu İshak Bey tarafından yaptırılan1111 bu mevlevîhânenin kuruluş amacı vakfiyesine göre imarethâne olup, bir taraftan medrese öğrencileriyle yolcuların doyurulması, diğer yandan mevlevîliğin icra edilmesiydi.1112 1510'larda düzenlenen bir vakıf defterinde buradan, doğrudan doğruya imaret olarak bahsedilmektedir. Vakfiyeden anlaşıldığına göre, bölgenin Osmanlılar'a intikalinden sonra tedricen tekke özelliğini kaybederek imaret fonksiyonunun ön plana geçtiği sanılmaktadır.1113 Ancak XVI. asırdan sonraki tarihlerde tekrar önemli merkezlerden birisi durumuna gelmiştir.1114
Anadolu'da bulunan bir başka önemli Mevlevi merkezi, Kütahya Mevlevîhânesi'dir. Mevlevîliğin ilk dönemlerinde tesis edilen bu merkez, bazılarına göre önem bakımından Konya ve Afyon mevlevîhânelerinden sonra üçüncü sırada gelmektedir.1115 1424'te vefat eden Zeynüddin Çelebi'den sonra bir asrı aşkın bir müddet şeyhsiz kalan mevlevîhâne, 1543 yılma kadar görevlendirilen türbedarlar vasıtasıyla idare edilmiş, bu tarihten sonra ise meşihata Kütahyalı îbrâhim Dede (ö. 1010/1601) geçmiştir.1116 Dolayısıyla Kütahya Mevlevîhânesi'nin XVI. asrın ilk yarısında önemli bir faaliyeti olmadığı söylenebilir.
Konya'da Mevlânâ Dergâhı'nm yanı sıra, XVI. asrın başlarında kurulmuş olan Piri Mehmed Paşa Zâviyesi de Mevlevîler'e mahsus merkezlerden birisi durumunda idi. Sadrazam Piri Mehmed Paşa tarafından yaptırılan bu zâviyenin şeyhliği, Mevleviyye ricâlinden Karahöyüklü Bedeloğlu Sinâneddin Dede ve çocuklarına şart koşulmuştur.1117
Yukarıda kaydedilenlerden başka Anadolu'da daha pek çok mevlevîhâne ve Mevlevî zâviyeleri bulunmaktadır. Kaynaklarda bunların isimleri ve kısmen bazı dönemlerdeki faaliyetleri zikredildiği halde, XVI. asrın ilk yarısındaki durumları hakkında yeterli bilgi verilmemektedir. Diğer yandan, sayı olarak Anadolu'da birçok Mevlevi merkezine rastlanmakla birlikte, bunların XVI. asrın ilk yarısında toplum üzerinde fazla etkili olduklarını söylemek zordur.
·
VI
Diğer Tarikatlar
A) Kübreviyye
XVI. asırda Anadolu'da faaliyeti tesbit olunan tarikatlardan biri de Necmeddin Kübrâ'ya (ö. 618/1221) nisbet edilen Kübrevîlik'tir. Bu tarikat Yıldırım Bayezid'in damadı Buhârâlı Emir Sultan (Şemseddin Muhammed, ö. 833/1429) ve halifeleri vasıtasıyla XVI. asra kadar gelebilmiştir. Dergâhını Bursa'da kuran Emir Sultan'm müridlerı, daha sağlığında Türkiye'nin birçok yerine yayılmış; Balıkesir, Edincik, Gelibolu, Edremit ve Tuzla'nm yanı sıra, Aydın ve Saruhan sancaklarında ve Karaman'da faaliyet göstermeye başlamışlardı.1118 Buna rağmen tarikat uzun süre devam etmemiş, iki nesil sonra etkisini yitirmiştir.1119
Kübrevîliğin XVI. asırdaki faaliyetlerinin, ağırlıklı olarak Bursa'daki dergâhta devam ettiği anlaşılıyor. Bununla birlikte Balıkesir ve civarı ile1120 Uşak'ta Kübreviyye mensuplarına rastlanmaktadır. Emir Sultan'dan sonra Bursa'da makamına halifesi Şeyh Haşan Hoca (ö. 845/144142) geçmiş,1121 ondan sonra XV. asrın sonlarına kadar silsile şöyle devam etmiştir:
Şeyh Bedreddin Efendi (ö. Şâban 864/Mayıs 1460) > Şeyh Lutfullah Efendi (ö. Muharrem 894/Ocak 1489) > Şeyh Dâvud Efendi (ö. Receb 900/Nisan 1495). Dâvud Efendi'den sonra ise makamına Şeyh Abdurrahman Efendi (ö. Rebîülâhir 930/Şubat 1524) geçmiştir.1122
Şeyh Abdurrahman Efendi (ö. 930/1524)
Abdurrahman Efendi, zikredilen silsilede adı geçen Lutfullah Efendi'nin oğludur. Dâvud Efendi'nin yanında yetişmiş ve şeyhinin vefatından sonra posta oturmuştur. Tekkenin meşihatını yürüttüğü sırada Fıstıklı isimli mahalde satın aldığı bahçeye bir mescid ve yanma hücreler yaptırarak oraya yerleşmiş, ahbabı ve yakınlarıyla burada buluşup görüşmüştür. Otuz yıl gibi uzun bir müddet irşad faaliyetini sürdürdükten sonra 930'da (1524) vefat etmiş ve kendisinden sonra makamına oğlu Ahmed Efendi (ö. 27 Cemâziyelâhir 935/8 Mart 1529) geçmiştir.1123
Baldırzâde'nin kaydına göre, Abdurrahman Efendi meşihat postuna pek rahat oturamamıştır. Zira posta oturacağı sırada Emîr Sultan neslinden olduğunu ileri süren Pîri Emîr Sultan isimli bir zat 900 (1495) yılında Anadolu'ya gelip meşihatın kendisine verilmesi gerektiğini iddia etmiş ve bu mesele zorlukla halledilebilmiştir.1124 Bundan başka, bazı kimselerin tahrikiyle Kübreviyye'den Tuzlah (Karası/Bahkesir'e bağlı bir yer) Yahyâ Efendi de (Yahyâ b. Yahşî, ö. XVI. asrın başları) aynı iddia ile ortaya çıkmış, ancak o da muvaffak olamamıştır.1125
Şekâik müellifinin bildirdiğine göre, tasavvuf yoluna girmeden önce Tuzla Medresesi'nde müderris olan Yahyâ Efendi, sülûkünü ikmal edip irşad için icâzet aldıktan sonra, aynı şehirde bir yandan müridlerini terbiye ederken diğer yandan vaaz ve nasihatlerle halkı irşada çalışmıştır.1126 Şeyhinin kim olduğu hususunda bir bilgi verilmemektedir. Yanında yetişenlerden biri Abdülmuttalib b. Seyyid Murtazâ'dır (îbnü'sseyyid Murtazâ, ö. 955/1548). Önce zâhirî ilimleri ikmal ettiği bildirilen Abdülmuttalib Efendi'nin tasavvuf yoluna girişi, Zeyniyye'den Şeyh Vefâ'ya (ö. 896/1491) intisap ile olmuşsa da, onun vefatından sonra Yahyâ Efendi'ye bağlanmış ve sülûkünü ikmal ederek icâzet almıştır. Aynı zamanda şeyhine damat olduğu da belirtilen Abdülmuttalib Efendi'nin yaptığı tesirli sohbetleriyle halkı irşada çalıştığı, ancak mürid yetiştirmekle meşgul olmadığı kaydedilmektedir.1127
Abdurrahman Efendi'den sonra posta oturan Şeyh Ahmed Efendi, Emir SultanTn yolunu devam ettiren dervişlerin uygulayageldikleri "Evrâdı şerîfe"ye bir kısım yeni dualar ilâve etmiştir. Çok kuvvetli riyâzet yapıp az uyuduğu ve çoğu zaman oruç tuttuğu bildirilmektedir. îlmi zâhirde de yedi tûlâ sahibi olduğu belirtilen Ahmed Efendi'nin, gördüğü tefsir, hadis ve fıkıhla alâkalı önemli kitapların etrafına notlar düştüğü ve hâşiyeler yazdığı kaydedilmektedir. Halkı irşad için yaptığı vaazlarında dinleyenlerin ağladığı nakledilmektedir. Beş senelik meşihat döneminden sonra 935'te vefat etmiş ve yerine kardeşi İbrâhim Efendi (ö. Rebîülâhir 944/ Eylül 1537) geçmiştir.1128
îbrâhim Efendi'nin de Ahmed Efendi gibi cezbe sahibi olduğu belirtilmektedir.1129 Menâkıbı Emîr Sultân ve Risâlei Tâc ve Hırka isimli eserlerin müellifi olan Yenişehirli Ni'metullah Efendi, onun hilâfet verdiği müridleri arasında sayılmaktadır.1130
İbrâhim Efendi'den sonra yerine "Lütfullâhı Sânî" olarak bilinen oğlu Şeyh Lutfullah Efendi (ö. 971 veya 972/156465) geçmiştir. Ancak Lutfullah Efendi'nin posta oturması esnasında da, Abdurrahman Efendi (ö. 930/1524) zamanında olduğu gibi meşihat kavgası yaşanmış, yukarıda zikredilen silsilede adı geçen Dâvud Efendi'nin Edremit'te faaliyet göstermekte olan oğlu Memî Çelebi, bazı dervişlerin teşvikiyle tekkenin meşihatını üstlenme talebinde bulunmuş, ancak emeline nâil olamamıştır. Bundan sonra Lutfullah Efendi uzun müddet kavgasız bir şekilde faaliyetini sürdürmüş, daha sonra yerini oğlu Mustafa Efendi'ye (ö. 986/1578) bırakmıştır.1131 Selefleri gibi Lütfullah Efendi'nin de irşad faaliyetinin bir parçası olarak halka vaaz ettiği ve bu vaazlarında ağladığı nakledilir. Yerine tayin ettiği oğlu Şeyh Mustafa Efendi'nin "mazınne"den olduğu rivayet edilmektedir.1132
Yukarıda işaret edildiği gibi, XVI. asırda Bursa'yla birlikte Uşak'ta da Kübrevî dervişlerinin faaliyetlerine rastlanmaktadır. Halvetîler'in faaliyetleri anlatılırken temas edildiği gibi, Halvetiyye'nin Uşşâkıyye kolunu kurmuş olan Buharalı Hüsâmeddin Uşşâkî (ö. 1001/159293), gördüğü bir rüya üzerine memleketinden Uşak'a geldiğinde, burada faaliyet göstermekte olan Kübreviyye'nin Nurbahşiyye kolundan Şeyh Emir Ahmed Semerkandî ile karşılaşmış ve ona intisap etmişti. Şeyhinin vefatından sonra da makamına geçtiği bildirilmektedir.1133 Hüsâmeddin Efendi'nin Emir Ahmed ile hangi tarihlerde buluştuğu bilinmemektedir. Ancak Hüsâmeddin Efendi'nin müridlerinden olduğunu ifade eden Şeyh Ahmed Hüsâmî'nin, Harîrîzâde tarafından kaydedilen bir manzumesinde belirttiğine göre, Hüsâmeddin Efendi 930zda (1524) şeyh olmuş ve yetmiş yıl irşad faaliyetinde bulunmuştur.1134 Bu durumda Emir Ahmed Semerkandî'nin 930'da vefat ettiğine ve bu tarihten sonra da Uşak'ta faaliyeti Hüsâmeddin Efendi'nin devam ettirdiğine hükmetmek gerekiyor. Ancak, sözü edilen manzumede ifade edildiğine göre, Hüsâmeddin Efendi bir KübrevîNurbahşî şeyhi iken Halvetiyye'den Ümmî Sinan ile buluşmuş ve ona intisap etmiştir.1135 Daha sonra Hüsâmeddin Efendi Halvetiyye'nin Uşşâkıyye kolunu tesis ettiğine göre, Nurbahşiyye'nin Emir Ahmed Semerkandî ile devam eden irşad silsilesi, makamına geçen Hüsâmeddin Efendi ile sona ermiş demektir.
B) Kadiriyye
Abdülkadiri Geylânî'ye (ö. 561 veya 562/1167) nisbet edilen Kadiriyye tarikatının Osmanlı Anadolusu'na girişinin, XV. asrın ortalarında Eşrefoğlu Abdullah Rûmî (ö. 874/146970[?]) vasıtasıyla olduğu belirtilmektedir.1136 Kadiriyye'nin Eşrefiyye kolunu kurmuş olan Eşrefoğlu, önce Hacı Bayrâmı Velî'ye (ö. 833/142930) intisap etmiş, fakat sülûkünü Abdülkadiri Geylânî neslinden Sûriye'nin Hama kasabasında oturan Şeyh Hüseyin Hamevî'nin yanında tamamlamıştır. Şeyh Hamevî'den aldığı Kadiri icâzetiyle Suriye'den İznik'e gelip tekkesini kuran Eşrefoğlu, vefatına kadar burada irşad faaliyetini sürdürmüştür. Vefatından sonra ise makamına, küçük yaştan beri yanında bulunan ve kızı Züleyhâ ile evlenen halifesi Abdürrahim Tirsi (ö. 926/1520) oturmuştur.1137
Şeyh
Abdürrahim Tirsi (ö. 926/1520)
XVI. asrın başlarında KadiriyyeEşrefiyye'nin Abdürrahim Tirsi vasıtasıyla İznik ve çevresinde yayıldığı görülmektedir. îznik'in Tirşe köyünden olan Abdürrahim Tirsi, Eşrefiyye ricâlinden Veliyyüddin Efendi'nin Menâkıbı Eşrefzâde'de. kaydettiğine göre, daha dört yaşlarında iken babası Bayezid FakîhTe birlikte Eşrefoğlu'nun sohbetlerine iştirak etmeye başlamıştır. Eşrefoğlu, sohbetlerine katılan bu küçük çocuktaki büyük istidadı sezince, babasına "Bu masumu bize verin, tâlimi ilm ü edeb edelim" diyerek onu yanma almış ve terbiye etmiştir.1138 Eşrefoğlu'nun vasiyeti üzerine vefatından sonra makamına geçen Şeyh Tirsi,1139 bir müddet sonra da şeyhinin kızı Züleyhâ Hanım'la evlenmiştir. Yine Veliyyüddin Efendi'nin kaydettiğine göre, Züleyhâ Hanım babası vefat ettiği zaman çok küçük yaşta olduğu için Sultan II. Bayezid'in annesi tarafından saraya alınıp büyütülmüş, daha sonra Abdürrahim Tirsi ile nikâhlanıp İznik'e gönderilmiştir. Züleyhâ
Hamm'ın evlendikten sonra da sarayla iyi ilişkilerinin devam ettiği anlaşılmaktadır.1140
Abdürrahim Tirsî'den sonra makamına Bilecikli halifesi Muslihuddin Efendi (ö. ?) geçmiştir.1141 Muslihuddin Efendi'den sonra ise posta Abdürrahim Tirsi'nin oğlu Pir Hamdi Efendi (ö. 1012/160304) oturmuştur.1142 Eşrefiyye'nin kuruluş safhasını Hamdi Efendi zamanında tamamladığı belirtilmektedir.1143
· C) Semerkandiyye
XVI. asırda Anadolu'da Semerkandiyye tarikatı mensuplarına da rastlanmaktadır. XV. asrın ilk yarısında Anadolu'ya gelip Lârende'ye (Karaman) yerleşen Alâeddin Ali Semerkandî'nin (ö. 860 veya 862/1458)1144 kurduğu bu tarikat, esasen ana tarikatlardan birinin koludur. Ancak hangi tarikatın kolu olduğu hususunda ihtilâf vardır. Kübreviyye'nin Nurbahşiyye kolunu kurmuş olan Muhammed Nurbahş'm (ö. 869/ 146465) İbrahim Hakkı Konyah tarafından incelenen Câmiu'lletâif isimli eserinde tarikat silsilesini, "pirimiz, yüce şeyhimiz, büyük kutub" gibi ifadelerle andığı Ali Semerkandî'ye dayandırması,1145 Şeyh Semerkandî'nin Kübreviyye tarikatına bağlı olduğunu göstermekteyse de, Nurbahş'm çağdaşı Şeyhî Mahmud isimli birisi, yine İ. Hakkı Konyah tarafından görülen yazma bir eserinde, Ali Semerkandî'yi pir olarak kabul etmekte ve kaydettiği silsile ile onun Nakşibendiyye meşâyihinden olduğunu ileri sürmektedir.1146 Lemezât müellifi Hulvî'nin, "Semerkandiyyei Nakşibendiyye" şeklindeki kaydı da1147 bu ikinci görüşü destekler mâhiyettedir.
İbrahim Hakkı Konyalı da Şeyh Ali Semerkandî'nin Kübreviyye ve Nakşibendiyye ile alâkasını kuran bilgileri aktardığı halde, muhtemelen Evliya Çelebi'nin şeyh hakkmdaki "Tarîki Zeynîler'dir. Uç yüzden mütecâviz fukarâyı babâullâhı vardır"1148 şeklindeki ifadelerine dayanarak şeyhin Zeyniyye tarikatından olduğu görüşünü benimsemiştir.1149 Kanaatime göre Evliya Çelebi, Şeyh Ali Semerkandî'nin türbe ve zâviyesinin bulunduğu yerin "Zeyne" veya "Zeynî" ismini taşımasına1150 aldanarak bu görüşü ileri sürmüştür. Konyah'nm da aynı mantıkla bu görüşü benimsediği anlaşılmaktadır.1151 Fakat bize göre onun Kübreviyye ya da Nakşibendiyye'ye nisbet edilişi daha kuvvetli bir delile dayanmaktadır.
Ayrıca Konyalı, adı geçen Nurbahş ve Şeyhî'nin eserlerinde yer alan bilgilerden hareketle Şeyh Ali Semerkandî'nin babasının Şirvanlı Seyyid Yahyâ isimli bir şeyh olduğu ve Semerkandî'nin ilk tarikat âdâbı ve irşad icâzetini ondan aldığını kaydetmektedir.1152 Mustafa Kara da, XVII. asrın ilk yarısında Semerkandiyye'nin Bursa'daki temsilcisi Hüsâmeddin Bursevî'nin (ö. 1042/1632) müridlerinden birine verdiği icâzetnâmeye dayanarak, bu zatın Halvetiyye'nin ikinci pîri olarak kabul edilen Seyyid Yahyâyı Şirvânî olduğunu belirtmektedir.1153 Bunun yanı sıra Hüsâmeddin Efendi, Mühimmata'lmü'minin isimli oldukça hacimli eserinde tarikat silsilesini Ali Semerkandî vasıtasıyla Seyyid Yahya'ya bağlamaktadır.1154 Bu durumda Semerkandiyye'yi Halvetiyye'nin de bir kolu olarak görmek gerekmektedir.
Lârendeli Alâeddin Efendi (ö. 941/153435)
XVI. asırda Anadolu'da Semerkandiyye adına faaliyeti tesbit edilen en önemli zat Lârendeli Alâeddin Efendi'dir. Şeyh Ali Semerkandî'nin (ö. 860 veya 862/1458) halifelerinden Seyyid îsâ Çelebi'nin Lârende'deki (Karaman) halifesi Hayreddin Efendi'nin yanında yetişmiştir.1155 Güldeste'nin kaydına göre, icâzet aldıktan sonra şeyhinin emriyle Balıkesir'e gitmiş ve orada irşad faaliyetini sürdürmüştür.1156 Ancak Mustafa Kara, Alâeddin Efendi'nin Başçı îbrâhim (ö. 888/1483) tarafından kendi adıyla kurduğu Bursa'daki dergâhın (Başçı îbrâhim Dergâhı) ilk postnişini olduğunu belirtmektedir.1157 Muhtemelen Alâeddin Efendi önce, 1483'ten evvel kurulduğu anlaşılan bu tekkede faaliyet göstermiş, daha sonra Balıkesir'e gitmiş olabilir. Şeyh Alâeddin Efendi'nin Balıkesir'de yetiştirdiği kimseler arasında Tekeli Şeyh îshak Efendi de (ö. 999/1591) bulunmaktadır. Bu zat icâzet aldıktan sonra şeyhinin işaretiyle Bursa'ya gidip1158 Başçı îbrâhim Dergâhı'nda posta oturmuştur.1159 İsmâil Beliğ, îshak Efendi'nin Bursa'da posta oturduğundan söz etmemekte, ancak bu şehirde bir müddet uzlete çekildikten sonra muhtelif camilerde imamlık yaptığını ve halk arasmda keramet sahibi bir zat olarak tanındığı için büyük itibar gördüğünü belirtmekte, tasavvufa sülûkünden önce zâhirî ilimleri ikmal ettiği için de ulemâ ve sulehâya hadis dersleri verdiğini ifade etmektedir.1160
Nakledildiğine göre, Kanûnî Sultan Süleyman İran seferine çıkarken Şeyh Alâeddin Efendi'nin de orduyla birlikte sefere katılmasını istemiştir. Padişahın bu talebine uyan şeyh, birkaç müridiyle birlikte sefere katılmış, ancak çok yaşlı olduğu için Sivas'a kadar gidebilmiş ve padişahın izniyle geri dönmüştür.1161 Peçevî Tarihi'nde kaydedildiğine göre, Alâeddin Efendi Muhyiddin İbnü'lArabi'nin Ankâyı Mağrib isimli eserini şerhetmiş ve buradaki remizleri yorumlayarak, 940'ta (153334) adının ilk harfi "ayn" olan şeyh ile, adının ilk harfi "sin" olan şanlı padişah, adının ilk harfi "kaf" ve son harfi "he" olan şehirde buluşacaklar diye yazmış ve Kanûnî Sultan Süleyman'la Konya'da buluştuklarında, o bölümü göstererek "İkimizin buluşmasını Hz. Şeyh böyle yazmış" deyip, şerhettiği bu eseri padişaha hediye etmiştir.1162 Bu kayda göre, Alâeddin Efendi Balıkesir'den yola çıkarak Konya'ya gelmiş ve orada sultanla buluşmuştur.
Peçevî'nin kaydından, şeyhin iştirak etmesi istenen seferin, İran'a yapılan üç seferden birincisi (başlangıç tarihi, 940) olduğu anlaşılmaktadır. Kanûnî Sultan Süleyman'ın bu sefer esnasında, 940 yılının sonlarında Konya'da bulunduğu, hatta 8 Muharrem 941 (20 Temmuz 1534) tarihinde Mevlânâ'nm türbesini ziyaret ederek sandukasının saçaklarını öptüğü nakledilmektedir.1163 Kanûnî'nin Şeyh Alâeddin Efendi ile mülakatının bu ziyaretten bir müddet önce gerçekleşmiş olduğu söylenebilir. Padişahın adı geçen sefer esnasında Konya'da Melâmiyye şeyhi Pir Ali Aksarâyî (ö. 944/153738) ile de görüştüğü Melâmîler bahsinde kaydedilmişti.
Alâeddin Efendi sefere devam edemeyip Sivas'tan geri döndükten sonra Balıkesir'e, oradan da Bursa'ya geçmiş ve birkaç gün geçtikten sonra vefat etmiştir.1164 Şeyhin vefat tarihi kaydedilmemekteyse de, seferden döndükten sonra vuku bulduğuna göre, 941'de (153435) öldüğü anlaşılmaktadır. Balıkesir'de Alâeddin Efendi'den sonra irşad faaliyetini kimin sürdürdüğü tespit edilememiştir.
· D) Şâzeliyye
XVI. asırda Şâzeliyye tarikatı mensuplarının faaliyetleri, daha çok Anadolu dışında olmakla birlikte, Suriye'de bulunan Şâzelî şeyhi Ali b. Meymûn'un (ö. 917/1511), asrın başında Anadolu'ya gelip bir müddet Bursa'da kalmasını1165 müteakip, Anadolu'da da faaliyet göstermeye başlamışlardır. Şeyh Ali b. Meymûn'un Bursa'da kaldığı altı sene zarfında1166 gösterdiği tarikat faaliyetleri hakkında bilgi yoktur. Ancak Bursa'dan ayrılıp Şam'a gittiğinde, halife olarak Bursa'ya "Sûfîzâde" diye bilinen Şeyh Abdurrahman'ı (ö. 919/1513) bıraktığı bilinmektedir.1167 Balıkesirli olan Abdurrahman Efendi, o devrin pek çok meşâyihi gibi, tasavvuf yoluna girmeden önce ilmi zâhiri tahsil etmiş, sonra Ali b. Meymûn'a intisap ederek derviş olmuştur.1168
Taşköprizâde'nin kaydettiğine göre, önce Ali b. Meymûn'un sohbetlerine iştirak etmişken, daha sonra Sûfîzâde'nin sohbetine devam eden Abdülmü'min (ö. ?) isimli bir zat,1169 Bursa'da bir cami yaptırıp1170 burada halka vaaz ve nasihat etmekle meşgul iken, muhtemelen halkın idrak edemeyeceği tasavvuf! inceliklerden bahsetmiş olmalı ki, halk iki gruba ayrılmış; bir kısmı onu desteklerken, diğer bir kısmı aleyhine geçmiştir. Ancak Taşköprizâde, ileri gelen âlimlerden birinin şeyhi haklı bulduğunu, kendisinin de aynı kanaati taşıdığını belirtmektedir.1171 Ayrıca Bursa'da faaliyet gösteren Celvetiyyei Bayramiyye'den Şeyh Üftâde'nin (ö. 1580) de Abdülmü'min'i haklı bulduğu kaydedilmektedir.1172
Şimdiye kadar anılan tarikat mensuplarından başka, Kanûnî Sultan Süleyman'ın müneccimbaşısı olduğu bildirilen Sa'dî b. îshak Çelebi'nin (ö. 947/1540) Sa'diyye tarikatına mensup olduğu ve İstanbul'da bir mescid1173 ve tekke (Müneccim Sa'dî Tekkesi) yaptırdığı kaydedilmekteyse de,1174 bu zatın tarikat faaliyetleri hakkında hiçbir bilgi elde edilememiştir.
Yine OsmanlI'nın kuruluş devrinde Anadolu'da faaliyet gösterdikleri bilinen Rifâiyye, Yeseviyye, İshakiyye (Kazerûniyye) gibi tarikatların, XVI. asır Anadolusu'nda da faaliyetlerini sürdürdüklerine dair herhangi bir bilgiye rastlanmamıştır.1175 Osmanlı'nm kuruluş yıllarında teşekkül eden tarikatlardan Bektaşîliğin faaliyetlerine ise, Sünnî tarikatların anlatıldığı bu çalışmada yer verilmemiştir. Zira Bektaşîliğin Balım Sultanda (ö. 922/1516) birlikte HurûfîŞiî bir karaktere büründüğü bilinmektedir.1176
İKİNCİ BÖLÜM
Osmanlı Anadolusu'nda Devlet RicâliMeşâyih Münasebetleri (XVI. Yüzyıl)
I
Giriş
XVI. yüzyılda (15001566) Osmanlı Devleti'nin başında Sultan II. Bayezid, Yavuz Sultan Selim ve Kanûnî Sultan Süleyman gibi dirayetli padişahlar bulunuyordu. Osmanlı'nm ihtişam dönemi olarak kabul edilen bu asırda, devlet ricâlinin tasavvuf ve tarikatlara karşı yakın alâka duydukları görülmektedir. Kuruluşundan beri Osmanlı'nm tasavvuf ve tarikatlara karşı yakın alâkası bilinmekle birlikte, devletin güç ve imkân bakımından zirveye ulaştığı bir dönemde de o eski alâkanın artarak devam etmiş olması önemli bir husustur. Hans George Mayer'in de dediği gibi,1177 devlet protokolünde yer verilen şeyhler, Dîvânı Hümâyun'da temsil edilmemiştir, fakat yine de halkın yanı sıra devlet ricâlini de mânevi tesirleri altına almayı başarmışlardır. Bu dönemde devletin tarikatlara olan desteği, mânevi otoritenin mümessili olarak kabul edilen şeyhlerin, diğer bütün otoritelerden; İlmî, askerî, hatta siyasî otoriteden bile üstün tutulmasına yol açmıştır.
Osmanlılar'dan büyük destek gören tarikat şeyhleri, bu desteğe mukabil devleti her fırsatta destekleyip ellerinden gelen maddî ve mânevî hiçbir yardımı esirgememişler ve devletin muhafazası ve devamından yana olmuşlardır. Padişahların, saltanat hakkını kazanabilmeleri için temel şart olarak kabul edilen "kılıç kuşanma" işini,1178 zaman zaman meşâyihin de icra etmiş olması bu bakımdan önemlidir.1179 Meşâyihin saltanata ve padişahlara bakışını yansıtması bakımından XVIII. asrın ilk çeyreğinde vefat eden önemli şeyhlerden İsmail Hakkı Bursevî'nin (ö. 1137/1724) şu sözleri oldukça önemlidir:
"Şu zamana gelinceye kadar meşâyihi inkâr eden bir padişah gelmemiştir. Zîra, saltanatın kuruluşu evliya iledir. Bu zamana kadar hiçbir padişah hal ehlinden uzak olmamıştır. Diyelim ki onlardan uzaklaştı ve onlardan hâlî oldu, bu sefer ervâhı mukaddeseye teveccüh ve bu vesile ile onların imdâdı kâfî gelir. Nitekim Yavuz Sultan Selim'e 'Hâtemü'levliya'nm ruhaniyeti önder olup onu Mısır'a cezbetmiş ve oranın fethedilmesine sebep olmuştur."1180
Yine Eşrefiyyei Kadiriyye'nin kurucusu Eşrefoğlu Rûmî'nin halifesi ve damadı Abdürrahim Tirsî'nin (ö. 926/1520) ifadeleri de OsmanlI'nın devamı konusunda meşâyihin görüşünü oldukça net bir şekilde yansıtmaktadır. Nakledildiğine göre, Eşrefoğlu'nun kızı Züleyhâ Hatun II. Bayezid'in annesi tarafından saraya alınarak büyütülmüş ve oradan gelin edilmişti. Bu yüzden padişah yakınlarıyla çok iyi görüşebiliyordu. Şehzade Korkud'un annesi bir ara ona, Sultan Bayezid'den sonra oğlu Korkud'un padişah olması için, kocası Abdürrahim Tirsî'nin himmet etmesini söylemiş, Züleyhâ Hatun da onun bu talebini kocasına bildirmişti. Ancak gördüğü bir rüya üzerine Şeyh Tirsî'nin gönlünde Yavuz Sultan Selim'in yattığını anlayınca,1181 kocasına, "Keşke Korkud padişah olaydı. Oysa siz Sultan Selim'i istiyormuşsunuz" der. Bunun üzerine şeyhin şöyle dediği nakledilmektedir:
"Şeyhim kızı, Sultan Korkud'dan evlât gelmez. Âli Osman'ın nesli munkatî mi olsun? Bu rızâi Hakk'a muhaliftir."1182
A) Devlet İmkânları ve Tasavvuf! Prensipler
XVI. asırda devlet ricâlinin tarikat şeyhleriyle münasebetlerine geçmeden önce, şu meselenin aydınlığa kavuşturulması gerekir: Tekke ve zâviyelerin Osmanlı Devleti tarafından desteklenen en önemli kurumlardan biri olduğu bilinmektedir. Devlet desteğine sahip bulunan bir kurumun, tabii olarak o devletin maddî ve manevî imkânlarından istifade etmiş olması gerekir. Bu durumda, temel prensip olarak dünyevî her şeyden uzaklaşmayı (terki mâsivâ, zühd) esas alan mutasavvıflar, maddî imkân bakımından ihtişam devrini yaşayan bir devletle nasıl bu kadar iç içe olabilmiştir? Daha değişik bir ifadeyle, devlete yakın olmayı, ya da onun imkânlarını kullanmayı kabul etmek, temel prensipleri açısından sûfîler için tezat teşkil etmemiş midir?
Bu meseleyi o devirde bazı âlimlerin ve mutasavvıfların ciddi şekilde sorguladıkları görülmektedir. Meselâ meşhur şeyhülislâmlardan îbn Kemal (ö. 940/1534), dönemin devlet erkânının, kendi dünyevî makamlarının devamı için dua etsinler diye şeyhleri koruduklarını, şeyhlerin de maddî imkânlardan yararlanmak için onların yanından ayrılmadıklarını ifade etmektedir.1183 Yine bu dönemde, Nakşibendiyye ricâlinden Emîr Ahmed Buhârî (ö. 922/1516) bazı kimseler tarafından makammevki sahipleriyle ilişki kurmak ve mal mülk sahibi olmakla çok ağır bir şeklide tenkit edilmekte,1184 Kanûnî'ye yakınlığı ile bilinen Halvetiyye büyüklerinden Şeyh Nûreddinzâde ise (ö. Zilkade 981/Mart 1574) bizzat kendi pîrdaşı Sarhoş Bâlî Efendi (ö. 980/157273) ve bazı meşâyih tarafından devlet ricâline yakınlığı nedeniyle suçlanmaktadır.1185 Bâlî Efendi'ye göre devlet erbabının kapısına gelip gitmek, öncekilerde görülmemiş bir bid'attır. Bid'at ihdas etmek ise fitne vesilesidir. Emîr ve vezirlerin eteğine tutunmak pisliğe bulaşmaktır. Bir dervişin emîr kapısında olması ne kadar da çirkin bir şeydir.1186
Bu suçlamalar karşısında verilen cevaplar, aynı zamanda çoğunluk tarafından benimsenen dönemin tasavvuf anlayışını (zühd) yansıtır mahiyettedir.1187 Meselâ Emîr Ahmed Buhârî'ye yöneltilen tenkitlere, onun ileri gelen âlim müridlerinden Lâmiî Çelebi'nin verdiği cevap özetle şu şekildedir: "Kur'ânı Kerîm'de kötülenen, dünya metama sahip olmak
Osmanlı Anadolusu'nda Devlet RicâliMeşâyih Münasebetleri (XVI. Yüzyıl) değil, ona muhabbet beslemektir (Âli îmrân 3/14). Yoksa enbiya ve evliyadan dünya malına sahip olan çok kimseler bulunmaktadır."1188
Şeyh Nûreddinzâde ise meseleyi bir başka boyutuyla ele alarak şöyle cevap vermektedir:
"Keramet sahası derin ve geniştir. Farklı derece ve mertebede sayısızca insan vardır. Devlet ricâline yakınlığımız neden bid'at olsun? Evliyâullah müslüman kardeşine yardım etmek ve zalimin zulmünü defetmek için memur olagelmişlerdir. Hususiyle halkın işleri ve idaresi hüküm sahiplerinin ehnde olduğuna göre, onlara nasihat ederek doğruya yönelmelerini sağlamak, herkesçe mâlumdur ki bin müridi irşad etmekten daha faziletlidir."1189
Halvetiyye ricâlinden Yûnus b. Halil'in (ö. 940/153334'den sonra) yaklaşımı da Nûreddinzâde'nin görüşüne yakınlık arzetmektedir. Ona göre meşâyihin makam sahipleriyle münasebet kurması, sadece toplanan beytülmâlden fukaranın hakkını almak ve tekkelerinde huzurla ibadetlerini sürdürebilmek maksadına dayanmaktadır.1190
Yukarıda kaydedilen bu yaklaşımlar, az önce de belirtildiği gibi dönemin ekseri meşâyihinin benimsediği genel anlayışı yansıtmaktadır. Nitekim Melâmiyye'den Pir Ali Aksarâyî'nin (Alâeddin Aksarâyî, ö. 944/153738 civarı) îbrâhim Edhem için söyledikleri de bu anlayışın ifadesidir:
"Eğer îbrâhim Edhem zamanımızda yaşayıp da bu fakire gelseydi, saltanatı terketmesine râzı olmaz,, onu öylece kemale erdirirdik. Hem dünya hem de âhiret sultanlarından olurdu."1191
Yine Melâmiyye'den Ahmed Edirnevî'nin (ö. 1000/1592),
müridlerinden Mehmed Hüseynî'ye yazdığı şu tavsiyelerinde de aynı anlayış dikkati çeker:
"Mehmedim! Fâni makamlara sarılma. Bu makam sahiplerinin dünyevî istekleri için aracı olma. İdareciler ve onların etrafında bulunanlarla iyiliği emredip kötülükten sakındırmak, insanların haklarını korumak, Allah'ın hadlerini ikame etmek gibi bir amaç dışında sohbet etme."1192
B) İdarecileri Uyarma Vazifesi
XVI. asırda devlet ricâliyle yakın ilişki kuran meşâyihin, idarecileri uyararak âdil olmalarını sağlama ve dünya metama meyletmelerini önleme gibi önemli fonksiyonlar üstlendikleri görülmektedir. Nitekim Şam'da görüştüklerinde Nakşibendiyye şeyhi Muhammed Bedahşî'nin (ö. 922/1516) Yavuz Sultan Selim'e söylediği, "Hepimiz Allah'ın kuluyuz. Şu farkla ki, senin omuzlarında insanların yükü var, ben de ise yok. O halde insanların yükünü zayi' etmemeye gayret et"1193 sözleri ile Şeyh İbrâhim Gülşenî'nin (ö. 940/153334) Kanûnî ile görüşmesi esnasında, "Sultanım, her hal ve durumda Allah Teâlâ'yı hâzır gör. Hükmünü onun huzurunda ver. Evliya ile pençeleşme ki, onların kuvveti Hak'tandır... Meşâyihten Tanrı Teâlâ'ya gidecek yolu sual edin. Dergâhı Hakk'a hangi yolla ulaşılabilir onu sorun"1194 şeklindeki nasihatlan da bunu, göstermektedir. Ayrıca II. Bayezid'in Amasya valisi iken ziyaret ettiği keramet sahibi bir zattan dua talebi üzerine onun, halkın işlerine daha çok zaman ayırmasını, av eğlencesiyle çok meşgul olmamasını kendisine tavsiye etmesi,1195 tahta geçtikten sonra da Nakşibendiyye meşâyihinden Emîr Buhârî'nin halifelerinden Muslihuddin Tavîl'in (ö. II. Bayezid devri) Kastamonu bölgesindeki idarecilerin halka zulmet
Osmanlı Anadolusu'nda Devlet RicâliMeşâyih Münasebetleri (XVI. Yüzyıl) fiğini, yazdığı bir risâle ile padişaha bildirerek adaletin teminine yardımcı olması1196 bunun diğer örnekleridir.
Bir kısım meşâyih tarafından devlet ricâline yakınlığıyla tenkit edilen Nûreddinzâde'nin, zaman zaman davet edildiği sarayda mânevi ve ruhanî sohbetler ederek, başta padişah olmak üzere saray çevrelerini irşad gayretleri, gördüğü bir rüya üzerine sultanı ikaz edip cihada teşvik etmesi1197 onun hangi sebeple devlet ricâline yakın olduğunu göstermektedir.
Şeyh Nûreddinzâde ve diğer meşâyih, yukarıda sözü edilen fonksiyonları sadece sözleri ile değil, tavır ve hareketleriyle de icra etmeye çalışmışlardır. Nûreddinzâde'nin devlet erkânı ile çok yakın ilişkiler içinde olduğu halde, yemekte ve giyimde sadeliği seçmesi, dervişler için zâviyede ne pişiyorsa onunla kanaat etmesi, halka karşı alçak gönüllü davranarak araya mesafe koymaması,1198 onun geniş imkânlar içinde bile dünyaya meyletmemek gerekteğini hâli ve tavrıyla ifade etmesi demektir. Kaldı ki, bulunduğu konumdan pek de hoşnut olmadığını kendisi de beyan etmektedir. Nakledildiğine göre Halvetiyye'den Seyyid Seyfullah'a açıkça, "Ehli dünya musâhabeti ile detunumuzu doldurduk. Halâsa derman olsa gider fukara ile ihtilâf ederdik" demiş, bunun üzerine Seyfullah Efendi kendisine, "Nasihatmızla bu denlü vüzerâ ve ümerânın gönüllerini ıslah ediyor ve onlara Cenâbı Hakk'a varan yolu gösteriyorsunuz, bu dahî ibadettir" şeklinde cevap vermiştir.1199
Aynı dönemde pek çok meşâyihin padişah tarafından şahıslarına yapılan külliyetli ihsanlar karşısında müstağni tavırları, kabul ettikleri takdirde de, aldıklarını hemen fukaraya dağıtmak suretiyle maddî ihsanlara tenezzül etmediklerini göstermeleri, dünya nimetlerine meyletmemek gerektiğine dair devlet ricâli için de bir nasihat teşkil etmesi bakımından ayrıca önemlidir. O dönemde çoğu mutasavvıfın düsturu şudur: Bir kimseden sözle veya davranışla veya işaretle az ya da çok hiçbir şey istememek, davet edilmediği bir yemek meclisine katılmamak.1200 Bu hususta, pek çok örnek kaydetmek mümkündür:
Şeyh îbrâhim Gülşenî (ö. 940/153334) İstanbul'dan Mısır'a döneceği zaman, başta Padişah Kanûnî olmak üzere ulemâ, ümerâ ve halkın verdiği hediyeleri; giyecek ve paraları Sârbân Haşan Halife'ye teslim ederek İstanbul fukarasına dağıttırmış ve bir nesnesini dahi Mısır'a götürmemiştir.1201
Kanûnî, ilk seferi olan Belgrad seferi sırasında (927/1521) askerin mâneviyatım yükseltmede çok mühim yardımını gördüğü, Nakşibendiyye'den Yorgancı Emîr Efendi'ye (ö. 977/1569) sefer sonrası günlük 50 akçe maaş bağlamak istediğinde şeyh bunu reddetmiştir.1202
Kanûnî I. Iran seferine giderken Konya'da ziyaret ettiği Melâmiyye pîri Ali Aksarâyî'ye (Alâeddin Aksarâyî, ö. 944/153738 civarı) dönüşte de uğrayıp kendisine emlâk ve tarlalar vermek istediğini söylemiş, fakat bunu kabul ettirememiştir.1203 III. İran seferine (Nahcivan seferi, 155355) hazırlanırken de, 1000 altın gönderip sefere katılmasını istediği Amasyah Şeyh Nûh (ö. Receb 977/Aralık 1569), "Bu parayı tâlibi olanlara versinler. Maksat dua ise, biz vazifemizi biliriz" diyerek padişahın ihsanına karşı müstağni davranmıştır.1204
Kanûnî, bir ara İstanbul'da görüştüğü Celvetiyye şeyhi Mehmed Üftâde'ye (ö. 988/1580), tekkesi için birkaç köy vakfetmek istediğini bildirdiğinde, şeyh bu teklifi nazik bir üslûpla reddetmiştir.1205
Yine aynı padişah Konya'da çelebilik makamında oturan Hüsrev Çelebi'ye (ö. 968/1561) hediyeler göndermiş, ancak Çelebi bunları kabul etmeyerek müridlerine dağıtmıştır.1206
İstanbul Eyüp'te bulunan Seyyid İbrâhim, Sadrazam İbrahim Paşa'dan kendisinin ve dervişlerinin ihtiyaçlarına harcanmak üzere Kanûnî'nin yılda 50.000 akçelik arpalık1207 verdiğini öğrendiğinde, sadrazama, "Sultan bu ihsanıyla bizim gönlümüzü alıp hatırımızı saydığını göstermek istiyorsa bu yaptığı doğru değildir. Asıl bizim gönlümüzü, şimdiye kadar verdiği ihsanın yarısını kesmek suretiyle alabilir. Zira verdiklerinin yarısı bize yetmektedir" diyerek yeni gelen ihsanı kabul etmemiştir.1208
Devlet ricâlini uyarıp, onları saptıkları noktalarda doğruya iletme vazifesini üstlenenlerin, elbette ki dünyadan ve onun nimetlerinden kendilerini müstağni addetmeleri ilk şart olmalıdır. Dünyevî endişe güdenlerin bu vazifeyi lâyıkıyla yapamayacağı âşikârdır. Zira elinde her türlü maddî güç ve imkân bulunan kimseleri uyarmak, her zaman iyi netice vermemektedir. Kanaatimce, meşâyihin diğerlerine göre en büyük avantajı bu noktadadır. Çünkü onlar dünyada başlarına gelecek her türlü kötülüğü bile Allah'a ulaştıran bir vesile olarak telakki etmektedirler. Nitekim, Bayramiyye meşâyihinden Bahâeddinzâde Efendi (ö. 952/1545), Kanûnî'nin sadrazamı İbrâhim Paşa zamanında yapılan bazı yanlış işleri konuşmaya kalkınca, sadrazamm kendisine bir zarar vermesinden korkulmuştu. Ancak şeyhin sadrazama şu şekilde meydan okuduğu rivayet edilmektedir: "Gerçekleri açıklıyorum diye bana nasıl bir ceza verecek? Öldürecek olsa, bu bizim için şehâdet rütbesine ermektir. Hapsedecek olsa, bu yolumuz olan uzlet ve halvettir. Sürgüne gönderse, bu da hicrettir. Her üç halde de Allah'tan sevap umarım."1209 Aynı şekilde Kanûnî'nin şehzadelerinden Sultan Mustafa Amasya'da vali iken, Pîr Sinan da bazı davranışları sebebiyle vaazlarında valiyi tenkit etmekten çekinmemiştir.1210
Meşâyihin devlet büyüklerini bazı yanlış davranışları sebebiyle uyarmasının bir başka örneği, Sultan Mustafa'nın idamı meselesinde görülmektedir. Halvetiyye ricâlinden Şeyh Üveys'in Şam'da bulunan halifesi Noktacı Ali Dede'nin, Kanûnî'nin vefatında müridlerine şöyle söylediği rivayet edilir: Padişahımız Sultan Süleyman, Şehzade Sultan Mustafa'yı muhâfazai devlet için katle cüret eyleyince, mertebesinde bir düşüş ve ruhanî gücünde de bir sarsıntı ve gerileme meydana gelmişti. O yaşta Hak rızası için gazâ meydanına çıkması sebebiyle (Sigetvar seferi) eski mertebesi kendisine ihsan olunduktan sonra vefat etti. Enbiya ve evliyanın ruhları cenazesinde hazır olup dua ve senâlar eylediler. Yeşil kanatlı meleklerin toplanmasından dolayı gökyüzü sanki yeşil çadır haline geldi.1211
Burada dikkat edilirse Şeyh Ali Dede, padişahın hatasını çok ince bir üslûpla, onu methederken söylüyor. Ve bu şekilde Sultan Mustafa olayını kendi açısından değerlendiriyor. Adı geçen Şehzade Mustafa'nın özel hocası Nakşibendiyye'den Sürûrî Efendi de, idamm haksızlığını, şehzade için tercüme ettiği Kazvînî'nin Acâibü'lmahlûkât isimli eserinde açıkça zikretmektedir. Eserin başında Sürûrî Efendi şehzade için, "Fâzılı ehli hâl olduğu için ona garâzı kemâl kılındı" dedikten sonra şu mısraı kaydediyor:
"Bilmez kemâl kadrin, illâ kemâl ehli."1212
II
PadişahŞeyh Münasebetleri
A) Padişahlar ve Tasavvuf
· 1. Sultan II. B ay ez i d ' i n Tasavvufî Yönü
XV. yüzyılın sonları ile XVI. asrın başlarında devletin başında bulunan Sultan II. Bayezid (saltanat dönemi, 14811512), kaynaklarda "velî", "sofu" gibi vasıflarla anılan bir padişahtır. Hz. Peygamber'in torunlarından Bursa'da medfun Kübreviyye şeyhi Emîr Sultan'm türbesini ziyareti sırasında, duasını sandukanın üstündeki örtülü yeşil sofa sürünerek tevazu ile yapması1213 onun sûfî karakterini açıkça göstermektedir. Babası Fâtih Sultan Mehmed'in meşâyih dostu bir padişah oluşu ve Akşemseddin, Şeyh Vefâ gibi büyük şeyhlerle yakın ilişkileri dikkate alındığında, II. Bayezid'in, tasavvuf büyüklerinin çevresinde evliya menkıbe ve kerametlerini dinleyerek büyüdüğü söylenebilir. Nitekim tahta geçtikten sonra Semerkant taraflarından kendisini ziyarete gelen Ubeydullah Ahrâr'ın yakını Abdülhâdî'ye, babası Fâtih'in bir harp esnasında Şeyh Ahrâr'm ruhaniyetinden nasıl yardım istediğini, babasından dinlediği şekliyle nakletmesi bunu götermektedir.1214
Kendisine "velî" "sofu" gibi vasıflar lâyık görülen II. Bayezid'in, Amasya'da vali iken Halvetiyye'nin büyüklerinden Çelebi Halife (Cemal Halveti, ö. 899/1494) ve Bayramiyye meşâyihinden Şeyh Muhyiddin Yavsî (ö. 920/1514) ile çok samimî ilişkiler kurduğu ve bu şeyhlerin her ikisinden de el aldığı kaydedilmektedir.
II. Bayezid'in Çelebi Halife'ye intisap ettiği,1215 sıkıntılı anlarında müşkilinin halli için mânevi yardım talep edecek kadar ona güvenmesinden de anlaşılmaktadır. Nitekim, Sadrazam Karamânî Mehmed Paşa'nm Şehzade Cem tarafını tutup, kendisini babası Fâtih'in yanında katline sebebiyet verecek ölçüde sürekli çekiştirdiği haberini aldığında o, hemen şeyhin mânevi yardımına başvurmuştur. Lâmiî Çelebi'nin kaydettiğine göre, hizmetinde bulunan Tâcî Bey'e 3000 akçe verip, "Var bunu Çelebi Halife'ye ulaştır, dervişlerin sofrasına harcasın. Ve bir muradım var, onunla meşgul olsun" demiş, Tâcî Bey de, "Muradınızın ne olduğunu sorarsa ne diyeyim?" deyince, "Teveccüh edip muradımı bilirler" diye cevap vermiştir.1216
II. Bayezid'in oğlu Şehzade Ahmed'i de, eğitmesi için Çelebi Halife'ye teslim etmiş olması,1217 onun şeyhe güven ve itimadını gösteren bir başka örnektir.
II. Bayezid'in intisap ettiği diğer şeyh Muhyiddin Yavsî'nin1218 Bayezid'e ait vali konağında kaldığı rivayet edilmektedir.1219 Bu yakın ilişki, Bayezid saltanat tahtına geçtikten sonra da İstanbul'da devam etmiş; şeyh sultan tarafından pek çok defa evine davet edilmiştir. Aralarında bu sevgi ve muhabbet sebebiyle Şeyh Yavsî'nin "şeyhü'ssultân", "hünkâr şeyhi" gibi unvanlarla anıldığı,1220 ayrıca tekkesine vezirler ve kazaskerlerin de devam ettiği belirtilmektedir.1221
Künhii'lahbâr'da kaydedildiğine göre II. Bayezid vâiz ve müfessir olduğu bildirilen bir başka Bayramı şeyhi Baba Yûsuf'a (Yûsuf b. Şeyh Halil Seferihisârî, ö. 917/1512) intisap etmişti.1222 Katıldığı velîme merasimlerine birlikte götürdüğü Baba Yûsuf'a padişahın ayrı bir alâka ve sevgisinin bulunduğu nakledilmektedir.1223
· 2. Yavuz Sultan Selim'in Tasavvufî Yönü
II. Bayezid'den sonra tahta geçen Yavuz Sultan Selim'in de (saltanat dönemi: 15121520) babası gibi tasavvufa ve tasavvuf erbâbma yakınlık duyduğu görülmektedir. Yavuz Sultan Selim'in meşâyihe karşı ilgisinde, devrin dinîtasavvufî atmosferinin önemli tesiriyle birlikte, hocası bulunan Nakşibendiyye ricâlinden Kastamonulu Halim Çelebi'nin (Mevlâ Abdülhalim b. Ali, ö. 922/1516) etkisi olmuş olmalıdır. Yavuz Selim'in, valiliği döneminde tanıdığı bu âlim ve ârif şeyhe karşı hususi bir sevgisi vardı. Zira şeyh, hem zâhirî ve hem de tasavvufî ilimlere vâkıf olduğu için Selim'i maddî ve mânevî açıdan tatmin edebiliyordu. Çünkü o devrin çoğu meşâyihi gibi Halim Çelebi de, tasavvuf yoluna girmeden önce ilim tahsil etmiş; Anadolu, Arap ve Acem diyarında devrinin ileri gelen âlimlerinden okumuştu.1224 Daha sonra Acem diyarında Nakşibendiyye'den Şeyh Mahdumî'nin irşad halkasına katılmıştır. Anadolu'ya döndüğünde İlmî kudreti ve irfanı sebebiyle şöhreti her tarafa yayılmıştı. Şehzade Selim methini duyduğu bu zatı kendisine önce imam yaptı, sonra kemâlâtma hayran kalarak gece ve gündüz birlikte olmaya başladı.1225 Hatta oğlu Kanûnî'nin eğitimini de ona havale etmişti.1226 Tahta geçtiğinde ise onu kendisine günlük 200 dirhemle hususi muallim tayin etmiştir.1227
Bunun yanı sıra Yavuz Sultan Selim'in tebdîli kıyâfetle zaman zaman Halvetiyye şeyhi Sünbül Efendi'nin (ö. Muharrem 936/Eylül 1529) dergâhına gidip şeyhle sohbet ettiği rivayet edilmektedir.1228 Ayrıca onun Şam'da bulunan Nakşibendiyye şeyhi Muhammed Bedahşî'yi (ö. 922/1516) evinde iki defa ziyaret ederek oldukça hürmetkâr davrandığı da nakledilmektedir.1229 Taşköprizâde'nin kaydettiğine göre, Yavuz Sultan Selim Şeyh Bedahşî'yi ilk ziyaretinde edeple huzuruna oturmuş ve bir müddet sonra hiç konuşmadan ayrılmışlardır: İkinci ziyaretinde ise şeyh ona, daha önce de kaydedildiği gibi, şu şekilde bir nasihatta bulunmuştur: "Hepimiz Allah'ın kuluyuz. Şu farkla ki, senin omuzlarında insanların yükü var, ben de ise yok. O halde insanların yükünü za
Osmanlı Anadolusu'nda Devlet RicâliMeşâyih Münasebetleri (XVI. Yüzyıl) yi etmemeye gayret et." Sultan Selim'e ilk ziyareti sırasında neden konuşmadığı sorulduğunda, onun "Söze önce büyükler başlar. Benim ona karşı bir üstünlüğüm yok ki" diye cevap verdiği nakledilir.1230 Bütün bunlar Yavuz'un meşâyihe güveninin birer ifadesi olarak değerlendirilebilir. Abdi Ali Paşa 925'te (1519) kaleme aldığı eserinde Yavuz Selim'in şer'i şerife uygun işler gördüğü ve ulemâya riayet edip fukaraya şefkat gösterdiğini özellikle vurgulamaktadır.1231
Bunların yanı sıra devrin sûfîlerinin Yavuz Selim'e karşı hüsni şehâdette bulunmaları da onun tasavvuf ehline karşı muhabbetinin bir başka göstergesi sayılabilir. O devirde kaleme alman Münevvirü'lezkâr isimli tasavvufî eserde şöyle denilmektedir: "îns ü cin Yavuz Sultan Selim'in âdil olduğunda ittifak etmişlerdir. Bunun böyle olduğu ehli keşf ve şühûd tarafından tesbit olunmuştur."1232
Çağdaş Batılı araştırmacılardan Michael Winter de, Yavuz Selim'in o haşin karakterine rağmen din adamları ve mutasavvıflara karşı hürmetkâr davrandığını tesbit etmekte ve bu tavrını oldukça ilginç bulmaktadır.1233 Nitekim Bursa'da Emir Sultan'ı ziyareti sırasında babası gibi onun da dua ederken sandukanın üzerinde bulunan yeşil sofa tevazu ile süründüğü kaydedilmektedir.1234
Yavuz Sultan Selim'in bir şiirinde:
"Pâdişâhı âlem olmak bir kuru kavga imiş,
Bir velîye bende olmak cümleden a'lâ imiş"1235 diyerek duygularını ifadesinden, bir şeyhe intisap ettiği anlaşılmaktaysa da, onun yakın münasebet kurduğu adı geçen şeyhlerden hangisine intisap ettiği, ya da zikir aldığı hususunda dönemin kaynaklarında açık bir ifade bulunmamaktadır. Ancak Enver Behnan Şapolyo, kaynak belirtmeksizin Yavuz Sultan Selim'in Sünbüliyye'ye intisap ettiğini yazmaktadır.1236
· 3. Kanûnî Sultan Süleyman'ın Tasavvufî Yönü
Yavuz Sultan Selim'in kısa süren saltanatından sonra OsmanlI Devleti'nin başına geçen Kanûnî Sultan Süleyman da (saltanat dönemi: 15201566) babası ve dedeleri gibi tasavvufa meyilli bir padişahtı. Hatta onda ecdâdma göre bu yönün daha ağır bastığı gözlenmektedir. O bizzat kendisini, "Bendei Hudâ, Süleymânı bîriyâ" diye vasıflandırmakta1237 ve aşk yolundan haberdar olduğu için Allah'a şükretmektedir.1238 Padişah şemâillerinin yazıldığı Kıyâfeti İnsâniyye'de onun için, "mütevazi, derviş ruhlu, aktâb derecesinde"1239 gibi ifadeler
Osmanlı Anadolusu'nda Devlet RicâliMeşâyih Münasebetleri (XVI. Yüzyıl) kullanılmakta, menâkıbınm kaleme alındığı Risâlei Padişahnâme'de de gayp erenleriyle arkadaş olduğundan söz edilmektedir.1240 Peçevî Tarihi'nde ise "Zâhirde ve bâtında anın hükmü revandır"1241 ifadesi kullanılmıştır. Ayrıca Mısırlı şeyh Abdülvahhâb Şa'rânî ona, "kutbü'zzâhir" unvanını,1242 Nakşibendiyye ricâlinden Abdurrahman Gubârî (ö. 974/156667) ise, "Mazharı envârı sultanı rusül"1243 gibi dinîtasavvufî açıdan çok önemli bir vasfı lâyık görmektedir.
Kanûnî Sultan Süleyman, bizzat kendisinden nakledildiğine göre, yüzden fazla şeyh ile buluşmuştur.1244 Ancak onun zikir aldığı tarikat adedi, tesbit edilebildiği kadarıyla dörttür: Mevleviyye, Nakşibendiyye, Halvetiyye ve Bayramiyye. Mevleviyye'ye intisap ettiğini Esrar Dede haber vermektedir.1245 Bir ara Mevlânâ'yı ziyareti esnasında sandukasının saçaklarını öpmesi,1246 ziyareti müteakip Mesnevîyi Şerif okuyup, semâ eden dervişlerin meclisine iştirak etmesi,1247 onun
bu tarikata müntesip olduğunu teyit etmektedir. Bundan da önemlisi, Şeyhülislâm Çivizâde Muhyiddin Mehmed Efendi (şeyhülislâmlık dönemi, 15391542), Mevlânâ'nm kâfir olduğuna dair bir fetva yazıp kendisine gönderdiğinde, bu fetvaya çok üzülüp:
Aşığa ta'n meylemezdi müftîi bisyârfen,
Fenni sırrı aşktan bilseydi bir mikdar fen,
Şeyhülislâmım diyen, bir tıflı ebcedhân olur, Mektebi aşkında ol yâr, idicek izharfen.
dörtlüğünü yazarak Çivizâde'yi tenkit etmesi ve daha sonra da onu şeyhülislâmlıktan azletmesi,1248 sultanın Mevlânâ ve tarikine ne denli muhabbet beslediğini açıkça göstermektedir.
Kaynaklarda Kanûnî'nin Nakşibendiyye'den el aldığına dair de rivayetler vardır. Onun Nakşibendiyye ricâliyle münasebetinin henüz tahta geçmeden; gençlik yıllarında başladığı anlaşılmaktadır. Zira, yukarıda 4a kaydedildiği gibi, babası Yavuz Sultan Selim'in çok güvenip sevdiği hocası Nakşibendiyye'den Halim Çelebi (ö. 922/1516), aynı zamanda Kanûnî'nin eğitimini de üstlenmişti.1249 Ancak ona zikir telkin eden Nakşî şeyhinin kim olduğu hususunda farklı rivayetler mevcuttur. Ketâib müellifi, gerçekte Üveysî olmakla birlikte Nakşibendiyye'den icâzetli olduğu kaydedilen Abdüllatif Mahdûmî Camî'nin (ö. 960/1553'den sonra) 960'ta İstanbul'a gelerek Kanûnî'ye tarikat âdâbmı öğretip zikir telkininde bulunduğunu söylerken,1250 Atâî, belirtilen tarihte İstanbul'a gelen zatın Abdüllatif Mahdûmî'nin babası olduğunu ve padişaha zikir telkinini onun yaptığını kaydetmektedir. Zira Atâî'ye göre Abdüllatif Efendi, daha önce İstanbul'a gelmiş ve burada "nakıbü'lOsmanlı Anadolusu'nda Devlet RicâliMeşâı/ih Münasebetleri (XVI. Yüzyıl) eşrâf"1251 olmuştu. Babası ise 960'ta oğlunu ziyaret maksadıyla İstanbul'a gelmişti.1252 Kanûnî'nin hocası Halim Çelebi'nin şeyhinin de Şeyh Mahdûmî (tarih açısından baba Mahdûmî olması daha uygun gözükmektedir) olduğu1253 dikkate alınırsa, sultanın bu ismi gençliğinde hocasından duyduğuna ve ona zikir telkin edenin baba Mahdûmî olduğuna hükmedilebilir.
Kanûnî'nin adı geçen zatların hangisinden zikir aldığı tesbit edilememekle birlikte, her iki kaynağın da ifadesi doğrultusunda, onun Nakşî zikri alarak bu tarikatın âdâbmı uyguladığı anlaşılmaktadır. Ayrıca Nakşibendiyye ricâliyle gençliğinde başlayan ilişkisini, tahta geçtikten sonra da devam ettirdiği görülmektedir. Nitekim 1521'de ilk seferi olan Belgrad Seferi'ne çıktığı zaman, askerin mâneviyâtmı yükseltmek amacıyla beraberinde götürdüğü şeyhlerden biri de, Nakşibendiyye'den Mehmed Nûrullah Efendi (Yorgancı Emîr, ö. 977/1569) idi.1254 Padişah, sefer esnasında çok büyük yardımını gördüğü bu şeyhle sefer sonrasında da yakın ilişkisini sürdürmüş, sık sık saraya davet ederek tesirli sohbetlerinden saray erkânının da istifade etmesini sağlamıştır. Şeyhin doğru bildiğini söylemekten çekinmeyen bir karaktere sahip olduğu, etkili konuşmalarıyla dinleyenlerin kalbini, Atâî'nin tabiriyle, âdeta muma çevirdiği belirtilmektedir.1255
Kanûnî'nin Mevleviyye ve Nakşibendiyye'nin yanı sıra Halvetiyye'den de "zikir" aldığı kaydedilmektedir. Zeyli Şekâik'te onun, Halvetî şeyhi Nûreddinzâde'ye de (ö. Zilkade 981/Mart 1574) intisap ettiği belirtilmektedir.1256 Padişah ile birlikte Sigetvar seferine katılan Nûreddinzâde'nin, meşâyihten Ahmed Şernûbî'ye (ö. 994/1585)1257 icâzet verirken hediye ettiği 1000 taneli teşbih için, "Yâ Ahmed! Bu teşbih Kanûnî Sultan Süleyman'ın her namazdan sonra virdini okuduğu teşbihtir. Vefatına yakın bize iade etti. Ben de sana veriyorum. Bunu muhafaza edip, üzerine (zikirle) devam et"1258 sözleri bunu teyit etmektedir. Ayrıca sultana bir başka Halvetî şeyhi İbrâhim Gülşenî'nin de (ö. 940/153334) "zikir" telkin ettiği nakledilmektedir. Kapıağası Haydar Ağa'nm naklettiğine göre, Kanûnî İstanbul'da Şeyh Gülşenî ile görüştükten sonra, ondan çok fazla etkilendiğini ve şeyhin kendisine bir "isim" telkin ettiğini söylemiştir. Padişahın şöyle dediği kaydedilmektedir: "İbrâhim Gülşenî bana bir 'isim' telkin etti ki, her ne niyetle okusam, o husûle gelir."1259
Dördüncü olarak Kanûnî'nin Bayramiyye meşâyihinden Şeyh Üftâde'ye de (ö. 988/1580) intisap ettiği nakledilmektedir. Müellifi belli olmayan bir menâkıbnâmede kaydedildiğine göre, Şeyh Üftâde bir ara üç dört dervişiyle birlikte padişahı ziyaret etmiş, sohbet sırasında Kanûnî şeyhin Bursa'daki tekkesi için birkaç köy vakfetmek istediğini belirtip kendisinin de oğulluğa (müridlik) kabul edilmesini istemiştir. Şeyh Üftâde de vakıfları nazikçe reddetmiş, ancak padişahın oğulluk talebini kabul etmiştir.1260
Tasavvufa yatkın, derviş ruhlu bir şahsiyete sahip olan Kanûnî'nin, muhtelif tarikat şeyhlerinin telkin ettiği evrâdü
Osmanlı Anadolusu'nda Devlet RicâliMeşâyih Münasebetleri (XVI. Yüzyıl) ezkârı uygulayarak mânevî dereceler elde etmeye çalıştığı anlaşılmaktadır. Kaynakların verdiği bu bilgileri, padişahın gönül dünyasını yansıtan şiirleri de teyit etmektedir. Nitekim o, bazı şiirlerinde nefis mücâdelesinden, benliğinden soyulmaktan, göz yaşı dökerek istiğfar ve tevhid zikrine devamdan söz etmektedir:
Bilmedüm ahvâlimi ne hal üstindedür
Şol kadar bildüm ki nefs ile cidal üstindediir
(...)
Giydüm ihramı harîmi kûyına vurdum bugün
Terk idüp varlık libâsın külli uryân olmışam
(...)
Giceler tâ subha dek ney gibi efgân eylerüz
Bu ümide ne getürür görelüm takdîrümüz
(...)
Günâhun an Muhibbi eyle zârî
Ola ki cürmini afv ide Rahman
(...)
Giceler tevhidi elden koma her dem zâkir ol
Rûzi mahşer derdüne oldur deva iden hemîn
(...)
Zikr u tevhid ile gel kalbini mesrûr eyle
Kalmasun dilde keder zulmetini dür eyle.1261
Yukarıda zikredilen rivayetler göstermektedir ki, bazı padişahlar birden fazla tarikate intisap etmişlerdir. Tarikat geleneğinde, kişilerin içinde bulundukları durum, sahip oldukları istidat ve kabiliyetleri ölçüsünde, birden fazla şeyh tarafından eğitildiklerinin başka örnekleri de bulunmaktadır. Özellikle omuzlarındaki idarecilik yükü dikkate alınacak olursa, sultanların sıradan tarikat müntesiplerinden farklı bir metotla eğitilmiş olabileceklerini kabul etmek gerekir.1262 Nitekim,
ulemâmeşâyih münasebetleri anlatılırken temas edileceği gibi, kadı ve müderrislerin de tarikat âdâb ve erkânını içinde bulundukları şartlar müvâcehesinde yerine getirdikleri anlaşılmaktadır.
B) Padişahlar ve Şeyhler
Osmanlılar'm güç ve kudret bakımından ihtişam devrini yaşadığı dönemde tahtta bulunan padişahların, yukarıda zikredildiği gibi, tasavvufla çok yakından alâkadar oldukları görülmektedir. Bu alâka, tarikatların Osmanlı topraklarında oldukça rahat teşkilâtlanmasına imkân sağlamıştır. Ancak burada söz konusu edilen tarikatlar, SünnîÎslâm çerçevesinde bulunan tasavvufî kuramlardır. Bu hüviyetini muhafaza eden bütün tarikatlar, kuruluşundan itibaren devlet desteğini her zaman yanlarında bulmuşlardır. Osmanlı'nm kuruluş safhasında tarikatlara gösterdiği alâkayı, ihtiyaçtan kaynaklanan politik bir münasebet olarak görenlerin görüşünü, alâkanın güç ve imkân bakımından devletin zirveye ulaştığı dönemde de devam etmiş olması geçersiz kılmaktadır.1263 Çağdaş bir araştırmacının da belirttiği gibi,1264 sultanların şeyhleri, İslâmlaştırma politikasının bir gereği olarak desteklediklerini kabul etmek daha doğru gözükmektedir.
· 1. Sultan II. Bayezid'in Şeyhlerle Münasebetleri
II. Bayezid'in henüz tahta geçmeden; valiliği döneminde meşâyihle yakın münasebetler kurduğu yukarıda belirtilmişti.
Onun Amasya'da tanıyıp intisap ettiği Halveti şeyhi Çelebi Halife'yle (Cemal Halveti, ö. 899/1494) yakın ilişkisi, tahta geçtikten sonra da İstanbul'da devam etmiştir. Şeyhinin iki defa Kocamustafapaşa'daki dergâhında ziyaretine gitmiş,1265 sıkıntılı anlarında onun dua ve himmetine sığınmaya devam etmiştir. Sultanın, Amasya'da iken çok büyük yardımlarını gördüğü şeyhten bu defa da, bir başka musibet sebebiyle yardım istediği ve XV. asrın sonlarında meydana gelen veba salgınından kurtulmak için Kâbe'de dervişleriyle birlikte dua etmesini istediği nakledilmektedir.1266
II. Bayezid, Çelebi Halife'den sonra makamına geçen Sünbül Sinan (ö. Muharrem 936/Eylül 1529) ile de yakın ilişkiler kurarak, onu da dergâhında ziyaret etmiştir.1267
II. Bayezid'in intisap ettiği diğer bir şeyh, daha önce de kaydedildiği gibi, Bayramiyye ricâlinden Şeyh Muhyiddin Yavsî'dir (ö. 920/1514). II. Bayezid tahta geçtikten sonra bu şeyh adına İstanbul'da bir tekke yaptırmış1268 ve bazı yakın köyleri tekkeye vakfetmiştir.1269 Böylece Halvetiyye'nin yanı sıra Bayramiyye'nin de devlet merkezinde örgütlenmesine yardımcı olmuştur. Akşemseddin ile birlikte İstanbul fethine katılan Bayramî dervişleri, fetihden sonra İstanbul'da kalmalarına rağmen, burada tekke kurmamışlardı. Dolayısıyla II. Bayezid'in kurdurduğu bu tekke, Bayramiyye'nin İstanbul'daki ilk tekkesi olarak kabul edilmektedir.1270
II. Bayezid'in müntesip olduğu bir diğer Bayramı şeyhi Baba Yûsuf'a (Yûsuf b. Şeyh Halil Seferihisârî, ö. 917/1512) karşı ayrı bir muhabbetinin bulunduğu nakledilmektedir.1271 II. Bayezid çok sevdiği bu şeyhi, İstanbul'da yaptırdığı caminin ilk cumasında vaaz etmek için davet etmiş, kendisi de bu meclise iştirak etmişti. Kaydedildiğine göre Şeyh Efendi'nin tesirli vaazı, dinleyenlerin cezbeye kapılmalarına sebep olmuştur. Hatta cami dışında beklemekte olan hıristiyanlardan içerideki hâli gören üç kişinin şeyhin huzurunda müslüman oldukları rivayet edilmektedir. Bu olaydan sonra sultanın kendisine sevgisi daha da artmıştır. Şeyh bir ara hacca gitmeye niyet ettiği zaman padişah ona bir miktar altın vererek, "Bu elimle kazandığım helâl kazançtır. Al götür, Nebi aleyhisselâmm türbesindeki kandillerin yağı için harcansın" demiş ve "huzura vardığında de ki Yâ Resûlallah sana ümmetinin çobanı günahkâr Bayezid'in selâmı var. Helâl yoldan kazandığı bu altınları kandillerin yağı için harcanmak üzere gönderdi. Bu sadakanın kabul edilmesi için size tazarrû ediyor." diye eklemiştir. Şeyhin altınları alarak padişahın arzusunu yerine getirdiği kaydedilmektedir.1272
II. Bayezid'in Halvetiyye ve Bayramiyye ricâlinin yanı sıra Nakşibendiyye ve Mevleviyye gibi diğer tarikat şeyhleriyle de iyi ilişkiler kurduğu görülmektedir. Buhara'da oturan Nakşî şeyhine onun yıllık 5000 akçe maaş gönderdiği belirtilir.1273 Yine Nakşibendiyye'den Emir Buhârî'nin halifesi Şeyh Muslihuddin Tavîl'in (ö. II. Bayezid devri) memleketi Kastamonu'da idarecilerin halka zulmettiğine dair padişaha şikâyette bulunabilmesi ve padişahın da bununla ilgili gereken tedbirleri alması,1274 şeyhle aralarında yakın bir ilişkinin olduğunu hatırlatmaktadır.
Sultanın Konya'da çelebilik makamında bulunan Mevlevi şeyhi Celâleddin Çelebi'ye de (ö. 1509) muhabbetinin bulunduğu, Mevlânâ'nm türbesindeki sandukaları yenileyerek üzerlerine değerli kumaşlardan yeni örtüler örttürdüğü kaydedilmektedir.1275 Celâleddin Çelebi'yle olan samimi münasebeti, ondan sonra makamına geçen halifesi Hüsrev Çelebi (ö. 968/1561) ile de devam etmiş, hatta bu sebeple devlet erkânından pek çok kimsenin Mevleviyye'ye intisap etmesine vesile olmuştur.1276
Bütün bunların yanı sıra II. Bayezid'in daha önceki padişahlar gibi, muhtelif tarikat şeyhlerine Anadolu topraklarında faaliyetleri için beratlar1277 verip, tekkelerine vakıflar tayin ettiği,1278 bir kısım zâviye şeyhlerini de arazi vergisi ve avârızdan1279 muaf tuttuğu1280 belgelerden anlaşılmaktadır.
· 2. Yavuz Sultan Selim'in Şeyhlerle Münasebetleri
Yavuz Sultan Selim'in de ataları gibi tarikat şeyhlerine güven duyduğu görülmektedir. Kaydedildiğine göre, II. Bayezid saltanatı kendisine verip vermemekte günlerce tereddüt ettiğinde o, işin âkıbetini öğrenebilmek için meşâyihe müracaat etmiştir. Başvurduğu bütün şeyhlerin kendisine saltanat müjdesi verdiği nakledilmektedir.1280 1281
Ayrıca Yavuz Selim'in Arabistan ve Mısır seferlerine gidip gelirken ziyaret ettiği Mevlânâ1282 türbesinin yanma su getirip büyük bir şadırvan yaptırması,1283 Şam'da bulunan îbnü'lArabî'nin kabrini Mısır seferi sırasında ortaya çıkarıp kabir ve çevresini imar ettirmesi,1284 yine Şam'da bulunan Şeyh Muhammed b. Arrâk'a derin bir güven duyması,1285 Hama'yı fethettiğinde Şeyh Ulvan Hamevî'yi ziyaret edip sohbet etmesi,1286 Mısır'a girdiğinde orada bulunan Halveti şeyhi îbrâhim Gülşenî'ye (ö. 940/153334) Çerkez beylerinden daha fazla ihtimam göstererek yer verip zâviye kurdurması1287 gibi örnekler, onun meşâyihe verdiği değerin birer ifadesidir.
Bütün bunların yanı sıra, kendinden önceki padişahların yaptığı gibi Yavuz Sultan Selim de, muhtelif tarikat şeyhlerine Anadolu'da faaliyetleri için beratlar vermiş,1288 zâviyelerin bulunduğu köyleri avârızı dîvâniyyeden muaf tutmuştur.1289
Babası II. Bayezid'in samimi münasebetler kurduğu Halvetiyye'nin büyük şeyhi Sünbül Sinan'la Yavuz Sultan Selim de iyi ilişkiler kurmuştur. Ancak onun şeyhle ilk buluşması, hoş olmayan bir hadise üzerine gerçekleşmiş, fakat bu buluşma umulmadık bir şekilde güzel neticelenmiştir. Nakledildiğine göre Yavuz Sultan Selim tahta oturduğunda, amcası Cem Sultan'm öldürülmesinde rolü olduğu gerekçesiyle Koca Mustafa Paşa Dergâhı'nm kurucusu Hacı Mustafa Paşa'nın idam edilmesi ve yaptırdığı imaret ve caminin de yıkılması için ferman vermiştir. Fakat burada irşad faaliyetini sürdürmekte olan Sünbül Efendi direnince, yıkım için gelen görevliler geri dönmek zorunda kalmışlardır. Bunun üzerine padişah, yıkımı gerçekleştirmek üzere adı geçen mahalle gitmeye karar verir. Bunu haber alan Şeyh Sünbül, başına siyah bir imâme sarıp, eline de siyah bir asâ alarak dervişleriyle birlikte padişahı karşılamaya çıkar. Rivayete göre, padişah kendisini karşılayan şeyhi gördüğünde gazabı sevgiye dönüşmüş ve hiçbir şey olmamış gibi şeyhin hatırını sorup gönlünü almaya çalışmıştır. Sultan, "Sizi ziyarete geldik" diye söze başlayınca, Şeyh Sünbül, "Padişah ahd ve emirlerinin yerine getirilmesi gerekir. Hiç olmazsa medrese kubbelerinin üzerindeki ocak bacalarını yıksınlar" diye mukabele etmiş, şeyhin bu inceliğinden çok duygulanan padişah da üzerinde bulunan beyaz yün kaplı samur kürkü çıkarıp şeyhe giydiriniştir.1290 Şeyh Sünbül'ün çoğu zaman bu kürkü giydiği nakledilmektedir. Şeyh ile bu şekilde başlayan sıcak münasebet, zamanla daha samimi bir şekilde devam etmiştir. Öyle ki, sultanın zaman zaman tebdîli kıyâfetle Sünbül Efendi'nin yanma geldiği ve beraberce karşılıklı sohbet ettikleri kaydedilmektedir.1291
Mısır'ı fethettikten sonra İbrahim Gülşenî'ye (ö. 940/1533 1534) tekke kurması için yer verip hayır dualarını alan Yavuz Sultan Selim'i, sefer dönüşü karşılayanlar arasında Sünbül Sinan da bulunuyordu.1292 Nakledildiğine göre, Yavuz Sultan Selim bu seferden dönüşünde Sarayburnu'nda yazlık bir köşk yaptırmak istemiş, mimarbaşınm Koca Mustafa Paşa Camii revaklarında iki adet değerli somaki mermer sütunun köşk için gerekli ve uygun olduğunu söylemesi üzerine, direkleri aldırmak için adamlar gönderilmişti.1293 Ancak padişah Şeyh Sünbül'ün buna razı olmadığını öğrendiğinde direkleri söktürmekten vazgeçmiş ve Mîrâhur Camii'nin direklerini aldırtmıştır.1294
Yavuz Sultan Selim'in, kendisine büyük güven duyduğu hususi hocası Halım Çelebi'nin (ö. 922/1516) Nakşibendiyye ricâlinden olması, onun hususiyle bu tarikat şeyhleriyle de münasebetler kurmuş olabileceğini hatıra getirmekteyse de, sultânın, dönemindeki Nakşî şeyhleriyle ilişkilerine dair kaynaklarda herhangi bir kayda rastlanmamıştır.
Kısa süren padişahlığı döneminde seferden sefere koşan Yavuz Sultan Selim'in, tasavvufî faaliyetler adına zikredilebilecek önemli bir teşebbüsü olarak, İstanbul'da kurdurduğu Miskinler Tekkesi'ni kaydetmek gerekir. Üsküdar'da tesis edilen bu tekkenin başında cüzzamlı şeyhler bulunur ve yine Osmanh Anadolusıı'nda Devlet RicâliMeşâyih Münasebetleri (XVI. Yüzyıl) cüzzamlılardan oluşan müridleri terbiye ederlerdi. Kendilerine mahsus bir zikir şekilleri vardı. Burası ayrıca "Dedeler Mescidi", "Miskinler Mescidi" gibi isimlerle de anılıyordu.1295 Daha sonraki dönemlerde bu tür tekkelerin oldukça yaygın hâle geldiği görülmektedir. Nitekim adı geçen tekkenin XVII. asırdaki durumunu nakleden Evliya Çelebi, Anadolu'da ayrıca her şehrin haricinde bir miskinler tekkesi bulunduğunu haber vermektedir.1296
· 3. Kanûnî Sultan Süleyman'ın Şeyhlerle Münasebetleri’
Kanûnî Sultan Süleyman'ın birkaç tarikattan el aldığı ve kendisinin derviş ruhlu bir karaktere sahip bulunduğu daha önce kaydedilmişti. Kaynaklarda onun tasavvufa ve tarikat erbabına verdiği ehemmiyete dair pek çok örnek bulunmaktadır. Bunlardan meselâ Bursa'da medfun Geyikli Baba'nm türbe ve zâviyesini ziyareti sırasında, ona ait kılıcın üçte birini kırdırarak bu parçayı saray hâzinesinde Hz. Peygamberde halifelerinin ve onların büyük serdarlarının silâhları yanma koydurmuş olması,1297 meşâyihe verdiği değerin seviyesini göstermesi bakımından önemlidir. Atâî onun tarikat şayhlerine ilgisini şu şekilde ifade etmektedir: "Kanûnî Sultan Süleyman hâtırnüvâzı âyânı tarikat ve hakîkat (tarikat ve hakikat erbâbınm gönlünü hoş eden), padişahı âlî himmet idi."1298
Kanûnî devri padişahmeşâyih ilişkisi bakımından, önceki devirlere göre oldukça önemli gelişmelerin meydana geldiği bir dönem olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu dönemde bir taraftan bazı şeyhler, daha önce ulemânın inhisarında olduğu bilinen bir kısım mevkilere getirilirken, diğer taraftan da üç tarikat şeyhinin idam edildiği bilinmektedir. Bu biribirine zıt gibi görünen önemli gelişmeler, Kanûnî devrini diğerlerinden farklı kılmaktadır. Bu bölümde meşâyih adına meydana gelen müsbet gelişmeler zikredildikten sonra idamlar konusuna da yer verilecektir.
a) Şeyhlere Sağlanan İmkânlar
aa) Vergiden Muafiyet
Daha önce olduğu gibi Kanûnî Sultan Süleyman döneminde de şeyhlere faaliyetleri için beratlar verilmeye devam edilmiş,1299 adlarına tekkeler kurulup vakıflar tahsis edilmiştir.1300 Ayrıca bazı şeyhlere ve ailelerine önceki dönemlerde tanınmış olan bir kısım vergilerden muaf tutulma gibi imtiyazlar bu dönemde de devam etmiştir. Başbakanlık Osmanlı Arşivi 735 numaralı Tapu Tahrir De/fen'ndeki kayıttan anlaşıldığına göre, Çelebi Halife'nin Bursa'da faaliyet gösteren halifelerinden Selman Halife (ö. ?) isimli bir zat Yavuz Sultan Selim tarafından "avârızı dîvâniyye"den muaf tutulmuş, Kanûnî devrinde de bu muafiyetin devamına karar verilmiştir.1301 Aynı şekilde Akşemseddin'in halifesi Şeyh İbrâhim Tennûrî (ö. 887/1482), Fâtih Sultan Mehmed'den kendisinin ve evlâdının vergiden muaf tutulacağına dair bir ferman almış ve bu ferman Fâtih'ten sonra gelen diğer padişahlar tarafından da kabul ve tasdik olunmuştur.1302 Fâtih'in hazırlattığı kanunnâmede II. Bayezid devrinde yapılan bir değişiklikle Karaman sancağındaki zâviye şeyhleri arazi vergisi ve avârızdan muaf tutulmuş, Kanûnî
Osmanlı Anadolusu'nda Devlet RicaliMeşâyih Münasebetleri (XVI. Yüzyıl) devrinde de 935 (1528) yılma ait bir tâlimatla mezkûr bölgenin şeyhlerinin avârızdan muaf oldukları belirtilmiştir.1303 Ayrıca Bahaeddin Yediyıldız, 14551613 yılları arasında Ordu yöresi ile alâkalı yaptığı arşiv çalışmasında, bölgedeki zâviyedar ve şeyhlerin büyük kısmının 1547'lere kadar tamamıyla vergiden muaf tutulduklarını, bu tarihten sonra ise sadece ziraat ettikleri yerlerin vergisi ve öşrünü verdiklerini tesbit etmiştir.1304
ab) Maaş Tahsisi
Kanûnî devrinde bazı şeyhlere maaş bağlandığı da görülmektedir. Meselâ Gülşenîliği İstanbul'da yayması için Şeyh İbrâhim Gülşenî'nin halifesi Haşan Zarîfî'ye (ö. 977/156970) Kumkapı'da bir mescid tahsis edildiği gibi, "mîrî hazîne"den de maaş bağlanmıştır.1305 Kanûnî Sultan Süleyman Eğirdir'de faaliyet gösteren Zeyniyye ricalinden Şeyh Burhâneddin Efendi'ye (ö. 970/156263) Eğirdir gölü içinde bulunan Nis adasındaki gayri müslimlerin haracından 30 akçe maaş bağlanmasını kararlaştırmıştır.1306 Yine Kanûnî II. İran seferinde (955/1548) Tebriz'i fethinin ardından, orada kızılbaşlarm zulmüne mâruz kalmış olan Nakşî şeyhi Ebû Saîd b. Şeyh Sunullah'ı (ö. Cemâziyelevvel 980/Eylül 1572) beraberinde Anadolu'ya getirmiş ve kendisine maaş bağlatmıştır. Diyarbakır üzerinden Halep'e geçip oraya yerleşen Şeyh Ebû Saîd, bir müddet Halep'te kaldıktan sonra bazı rahatsızlıklar sebebiyle Hindistan'a gitmek isteyince, İstanbul'a davet edilmiş ve maaşı kademe kademe arttırılarak günlük 100 dirheme kadar çıkarılmıştır.1307 Ayrıca, Hindistan'dan evvela İran'a, oradan
da Anadolu'ya geçip İstanbul'a gelen Yeseviyye pîri Şeyh Muhammed Hindî'ye de (ö. 974/156667) Kanunî ile görüştükten sonra günlük 120 akçe maaş bağlanmıştır.1308 Bunların yanı sıra o dönemde Mısır'dan İstanbul'a gelip kendileri için ayrılan istihkaklarını alan şeyhlere de rastlanmaktadır.1309
ac) Tekke ve Zaviye İnşası
Kanûnî Sultan Süleyman'ın şeyhlere tekkeler kurmak suretiyle daha rahat faaliyet gösterebilmeleri için imkânlar hazırladığı da görülmektedir. Bu çerçevede, Topkapı civarında Halvetiyye meşâyihinden İbrâhim Ümmî Sinan (ö. 976/1568) adına bir tekke,1310 Koska'da Nakşibendiyye ricâlinden Hekim Çelebi (Hakîm Çelebi, ö. 9 Zilhicce 974/17 Haziran 1567) için de bir tekke yaptırdığı bilinmektedir.1311 Süleymaniye Vakfiyesi'nde kaydedildiğine göre, zikredilen ikinci zâviyenin şeyhine günlük 30 akçe, dervişlerine de giyecek ve yiyecek masrafları için günlük 40 akçe verilmekteydi.1312 Bunlara ilâveten zâviyenin diğer giderlerinin karşılanması için de aylık 130 akçe tahsis edilmiştir. Bu hususta vakfiyede şöyle denilmektedir: "Ve zâviyei pür sürür ve mescidi mâmurda yanan kanâdilün revgani (zeytinyağı) ve sâyir levâzımı hafiyye ve rûşenî içün her mâh min gayri şübhetin ve lâ iştibâh yüz otuz akçai Sultan Süleyman Hânî verile."1313
Kanûnî, yine Nakşibendiyye ricâlinden Semerkandlı Baba Haydar'a (ö. 957/1550) Eyüp'te bir mescidtekke kurdurmuştur ki,1314 bu tekkenin Mâverâünnehir'den İstanbul'a ge
Osmanlı Anadolusu'nda Devlet RicâliMeşâyih Münasebetleri (XVI. Yüzyıl) len Nakşîler için bir misafirhane vazifesini gördüğü kaydedilmektedir.1315
Padişah İstanbul'da (Süleymaniye'de Bozdoğan Kemeri bitişiğinde) bir de Melâmîler için tekke kurdurmuştur.1316 Buraya ilk şeyh olarak Pîr Ali Aksarâyî'nin halifelerinden Şeyh Yâkûb Helvâî'nin (ö. 997/158889) tayin edildiği belirtilmektedir.1317
Bunların yanı sıra Kanunî'nin Konya'da Mevlevîler için bir semâhane ve müteaddit hücreler bina ettirdiği, Kadiriyye'nin kurucusu Abdülkadiri Geylânî'nin Bağdat'ta bulunan türbesi üzerine bir kubbe, yanma da bir cami, tekke ve imaret yaptırarak, bunlara yeni vakıflar tayin ettiği,1318 Rodos'un fethinden (1523) sonra buraya bir zâviyeli cami (Süleymaniye Camii) yaptırdığı, Şam'da "Süleymaniye Tekkesi" diye bilinen tekkeyi kurdurduğu,1319 mahmil kadılığı göreviyle Mekke'de bulunan Nakşibendiyye'den Abdurrahman Gubârî (ö. 974/1566) için irşad faaliyetini de yürütebilmesi maksadıyla bir zâviye inşa ettirdiği,1320 Eskişehir'de Seyyid Battal Gazi türbesi civarında cami, medrese ve imaretin yanı sıra bir de büyük tekke tesis ederek burayı Bektaşî tarikatı mensuplarına verdiği bilinmektedir.1321
b)
Şeyhlere Sarayda Verilen Vazifeler
Kanûnî devrinde bazı şeyhlerin ilim ve maharetlerine göre bir kısım vazifelere tayin edildiği görülmektedir. Bu vazife
lerin, meselâ "müneccimbaşılık, hekimbaşılık, müftîlik, hünkâr imamlığı" gibi eskiden beri ulemâ zümresi tarafından yerine getirilen vazifelerden olması, o dönem meşâyihinin ilmi seviyesini göstermesi bakımından ayrıca önemlidir.
Bu dönemde Sa'diyye tarikatı şeyhlerinden, İstanbul'da bir mescid1322 ve bir tekkesi (Müneccim Sa'dî Tekkesi)1323 bulunan Sa'dî b. İshak Çelebi (ö. 947/1540), Kanûnf Sultan Süleyman'ın müneccimbaşılığmı yapmaktaydı.1324 "Kaysûnîzâde" diye de bilinen ve tıp ilminde mahir olan Kadiriyye tarikatı şeyhlerinden Mısırlı Şeyh Mahmud Efendi (ö. Safer 976/Ağustos 1568) Kanûnî'nin "nıkris hastalığı"1325 sebebiyle çektiği sancılara deva bulunca, Mehmed Çelebi'den (ö. 970/156263) sonra "reîsü'letibbâ" (Hekimbaşılık) makamına getirilmişti. Padişah vefat ettiğinde yıkanıp kefenlenmesi ve namazının kıldırılması da bu şeyh tarafından yerine getirilmiştir.1326 Saray hekimleri arasında bir de "tabîbi rûhânîi hâssa" denilen ve hastaları okuyup nefes eden bir hekim bulunurdu.1327 Kanûnî'nin mezkur hastalığı sebebiyle, Bursa'da faaliyet gösteren ve halk arasında duaları makbul, keramet sahibi bir zat olarak bilinen Nakşibendiyye'den Kütahyalı Şeyh Şemseddin Efendi'yi (ö. 968/156061) saraya davet ettiği ve şifa için kendisini okuttuğu nakledilmektedir.1328 Açıkça belirtilmemiş olmakla birlikte Şemseddin Efendi'nin bu esnada sarayda "tabîbi rûhânîi hâssa" olarak kaldığına hükmedilebilir.
Şeyhlerden kendisine fetva verme yetkisi verilenler de bulunmaktadır. Halk arasında "Müftî Şeyh" diye bilinen Halvetiyye'den Abdülkerim Kadiri (ö. 951/1544), fıkhî meselelere de vâkıf olması sebebiyle Kanûnî tarafından günlük 100 dirhem ücretle müfti tayin olunmuştu. İnsanlara hem vaaz ediyor, hem de şeyhülislâm gibi fetva veriyordu.1329 Ayrıca Bayramiyye meşâyihinden Bahâeddinzâde Efendi de (ö. 952/1545) yine fıkha vâkıf olması sebebiyle, bir ara uzun süre rahatsızlanan Şeyhülislâm Alâeddin Ali Cemâli Efendi'ye (Zenbilli Ali Efendi, ö. 932/152526) vekâlet etmiştir.1330
Meşâyihin saraya "padişah imamı" olarak tayin edildiği de görülmektedir. İstanbul'da Zâtü'lahcâr isimli zâviyede babası Muslihuddin Efendi'den (ö. 960/1553 civarı) sonra yerine geçen Nakşî şeyhi Derviş Çelebi,1331 Eyüp'te bir zâviyesi olduğu bildirilen Şeyh Bektaş Efendi ve onun vefatından sonra yerine getirilen meşâyihden Ömer Efendi (ö. 967/155960) Kanûnî'nin özel imamlarından idi.1332
·
c) Şeyhler ve Seferler
Osmanlı hükümdarlarının harp esnasında askerin mâneviyâtım yüksek tutmak ve morallerini takviye etmek maksadıyla ordu ile birlikte tarikat şeyhlerini de sefere götürdükleri bilinmektedir. Hans George Mayer'in de ifade ettiği gibi,1333 sefer esnasında kazasker ve ordu kadıları şeriatın uygulanmasından, şeyhler ve dervişler de ordunun moralinden sorumluydular. Meşâyih, cihada teşvik maksadıyla askere yaptıkları nasihatlann yanı sıra, seferin zaferle sonuçlanması için de mühim vakitlerde dualar ediyorlardı. Kanûnî Sultan Süleyman'ın meşâyihin bu özelliğinden en çok istifade eden padişahlardan olduğu anlaşılmaktadır.1334 Ayrıca Osmanlı sultanları sefer sırasında bazı meşâyih türbelerini de ziyaret etmekteydiler. Meselâ Yavuz Sultan Selim Mısır seferine giderken İstanbul'da Ebû Eyyûb elEnsârî, Fâtih Sultan Mehmed ve babası Bayezid'in türbelerini ziyaret ettikten sonra ordusuyla hareket etmiş, Eskişehir'den geçerken Seyyid Battal Gazi türbesinde kurbanlar kesip niyazda bulunmuştu. Konya'ya vardığında ise Mevlânâ'nın ve evliya olarak tanınan diğer zevâtm kabirlerim, yine Kayseri'den geçerken oradaki türbeleri ziyaret ettiği nakledilmektedir. Şam'a ulaştığında da burada bulunan peygamber ve evliya türbeleri ile Muhyiddin Îbnü'lArabî'nin kabrini ziyaret ettiği belirtilmektedir.1335?9 Kanûnî Sultan Süleyman da Budin seferine (1541) giderken sırasıyla Ebû Eyyûb elEnsârî, Şeyh Vefâ, babası Yavuz Selim, dedesi Bayezid ve büyük dedesi Fâtih'in türbelerini ziyaret ettikten sonra yola çıkmıştı.1336 Şark seferlerine giderken Seyyid Battal Gazi, Mevlânâ Celâleddîni Rûmî, Kayşeri'de Mevlânâ'nın hocası Şeyh Burhâneddin Tirmizî ve Evhadüddin Kirmânî, Erzurum'da Kâzerûniyye'nin kurucusu Ebû îshak Kâzerûnî, Halep'te birçok evliya enbiyâ ve sahabe türbelerini ziyaret etmek âdeti idi.1337
Kanûnî Sultan Süleyman ilk seferi olan Belgrad seferine (927/1521) beraberinde Nakşibendiyye'den Yorgana Emîr Efendi'yi (ö. 977/1569) götürmüştür. Şeyh yolda gördüğü bir rüya ile Belgrad'm fethedileceği günü tayin edip padişaha fetih müjdesini vermiş, böylece zaferden önce orduyu coşturmuştu.1338 Kanûnî'nin bu sefer esnasında Mevlevi şeyhi Sinan Dede'nin mânevî yardımını da aldığı kaydedilmektedir.1339
Kanûnî'nin ikinci seferi olan Rodos seferinin (152223) çok zorlu geçmesi ve kalenin bir türlü fethedilememesi,1340 padişahın yakınında bulunan önemli bir zat tarafından Anadolu'da bir şeyhin hapiste yatıyor olmasına bağlanıp, sultanın da bunu haklı bulması, bir açıdan fetih konusunda meşâyihe güvenin derinliğini yansıtmaktadır. Semerât'ta kaydedildiğine göre, Rodos'un fethi bir türlü gerçekleşmeyince Kanûnî'nin çuhadarı1341 olan zat, Melâmiyyei Bayrâmiyye ricâlinden Bünyâmin Ayâşî'nin yakın dostu olduğu için, bir fırsatını bulup padişaha, "Hacı Bayram tarîkinden Şeyh Ayâşî nice zamandır Kütahya Kalesi'nde hapiste yatmaktadır. Tahminime göre fetih bu yüzden müyesser olmamaktadır" demiş ve şeyhin serbest bırakılmasını sağlamıştır.1342
Kanûnî Sultan Süleyman diğer seferlerinden İran seferine (I. İran seferi, 153335) çıkarken Semerkandiyye ricâlinden Şeyh Alâeddin Efendi'nin (ö. 941/153435) sefere katılmasını istemiş,1343 Mayıs 1537 tarihinde Korfu seferine çıkarken de1344 Halvetiyye meşâyihinden Merkez Efendi'yi (ö. 959 /1552) bir "hattı hümâyûn"la ordu şeyhliğine tayin etmiştir.1345 Onun 961'de (155354) çıktığı III. İran seferinde muvaffakiyeti için de Mısırlı şeyh Abdülvahhâb Şa'rânî'nin dualar ettiği nakledilmektedir.1346
Kanûnî son seferi olan Sigetvar seferine ise (1 Mayıs 1566) Halvetiyye şeyhlerinden Nûreddinzâde'nin (ö. Zilkade 981/ Mart 1574) gördüğü bir rüya üzerine karar vermiş ve beraberinde şeyhi de götürmüştür.1347 Bu sefere, sultanın daveti üzerine Melâmiyye ricâlinden Bahri Dede de katılmıştır.1348 Padişah ordusuyla birlikte adı geçen sefer için Edirnekapı'dan çıkarken pirlerden birinin "Padişahım biz senden râzı idik, Hak Teâlâ da senden râzı ola" diye dua ettiği nakledilir.1349 Bilindiği gibi, sultan adı geçen sefer esnasında vefat etmiş, Şeyh Nûreddinzâde de onun cenazesi başında İstanbul'a dönmüştür.1350 Ayrıca daha önceki bazı seferlere, Nûreddinzâde'nin
Osmanlı Anadolusu'nda Devlet RicâliMeşâyih Münasebetleri (XVI, Yüzyıl) şeyhi Sofyalı Bâlî Efendi'nin (ö. 960/1553) de Kanûnî ile birlikte katıldığı ve mübarek zamanlarda zafer için dualar ettiği kaydedilmektedir.1351
·
d) Şeyhlerle Şahsî Dostluklar
Kanûnî Sultan Süleyman'ın yakın münasebet kurduğu şeyhler arasında Halvetiyye mensuplarına özel bir alâka duyduğu görülmektedir. XVI. asırda devlet nezdinde diğerlerinden daha etkili olduğu açıkça farkedilen Halvetiyye ricâliyle Kanûnî'nin ilk yakın teması, öyle anlaşılıyor ki, Manisa valisi iken Sünbül Sinan'ın halifesi Merkez Efendi'nin (ö. 959/ 1552) oraya gönderilmesiyle olmuştur. Merkez Efendi'nin İstanbul'dan Manisa'ya gönderilmesine ise, Kanûnî'nin annesi Hafsa Sultan'm sebep olduğu görülmektedir. Zira Şehzade Kanûnî valilik yaptığı esnada annesi Hafsa Sultan tarafından Manisa'da yaptırılan cami ve zâviyeye Sünbül Efendi'den bir şeyh göndermesi istenmiş, Sünbül Efendi de halifesi Merkez Efendi'yi göndermiştir.1352 Merkez Efendi'nin burada yaptığı oldukça tesirli sohbetlerine, pek çok kimse gibi Şehzade Süleyman da katılmaya başlamıştı. Hatta zaman zaman sohbetin etkisiyle duygulanıp ağladığı bile rivayet edilmektedir.1353
Merkez Efendi ile Kanûnî arasında bu şekilde başlayan dostluğun, zamanla tahmin edilenden de ileri boyutlara ulaştığı görülmektedir. Nitekim Merkez Efendi Manisa'da iken, Yavuz Sultan Selim'in bir câriyesinden dünyaya gelmiş olan, Şehzade Süleyman'ın hemşiresi Şah Sultan ile evlenmiş ve bu evlilikten oğulları Ahmed Çelebi dünyaya gelmiştir.1354 Emel
Esin'in teshillerine göre, 918926 (15121520) tarihleri arasında gerçekleşmiş olan bu evlilik uzun sürmemiştir. Merkez Efendi'den ayrılan Şah Sultan daha sonra 940'ta (153334) Lutfi Paşa ile evlenmiş, ancak bu evlilik de yaklaşık altı sene sonra son bulmuştur.1355 Sefîne’nin kaydına göre, Şah Sultan Merkez Efendi ile evli iken, bir gün Kanûnî hemşiresini ziyarete gelmiş ve onu çamaşır yıkarken görmüştü. Mânevi terbiyenin ve riyâzetin hemşiresinde meydana getirdiği bu hâle hayran kalan Kanûnî, "Hemşîre, şimdi merkezi buldun" diyerek iftihar etmiştir.1356
Kanûnî Sultan Süleyman 1520'de tahta geçtiğinde, İstanbul'da Koca Mustafa Paşa Dergâhı'nda Merkez Efendi'nin şeyhi Sünbül Sinan Efendi (ö. Muharrem 936/Eylül 1529) faaliyet göstermekteydi. Kanûnî de, babası ve dedesi gibi bu Halveti şeyhiyle yakın münasebetler kurmuş, zaman zaman ziyaretine giderek birlikte gönül sohbetleri yapmışlardır.1357
Sünbül Efendi'nin 936'da (1529) vefatından sonra makamına Merkez Efendi geçince, padişahın onunla vali iken başlayan münasebetleri, o tarihten sonra İstanbul'da devam etmiştir. Sultanın, Merkez Efendi'den bahsederken ona sevgisinden dolayı "bizim Merkez" diye söz ettiği nakledilmektedir.1358
Merkez Efendi'nin İstanbul'da posta oturduğu 936 (1529) senesinin başlarında, gelişen bazı olaylar Kanûnî'nin bir başka dirâyetli Halveti şeyhiyle tanışmasına sebep olmuştur. Şöhreti her tarafı tutmuş olan bu Halveti şeyhi, Mısır'da faaliyet göstermekte olan îbrâhim Gülşenî'dir (ö. 940/153334). Yavuz Sultan Selim'in, Sünbül Sinan'la tanışıp sıcak ilişkiler kurmasına sebep olan can sıkıcı hadisenin bir benzeri, bu defa Sadrazam İbrâhim Paşa (ö. Ramazan 942/Mart 1536) yüzünden Kanûnî ile îbrâhim Gülşenî arasında yaşanmıştı. Zira Mısır Valisi Ahmed Paşa'mn çıkardığı isyan bastırıldıktan sonra, Sadrazam İbrâhim Paşa (ö. Ramazan 942/Mart 1536) 1525'te bölgeyi ıslah etmesi için geniş yetkilerle Mısır'a gönderilmişti. Kanûnî'nin kız kardeşi ve Yavuz Sultan Selim'in kızı Hatice Sultan ile evli bulunan1359 İbrâhim Paşa'yı Mısır'da pek çok ileri gelen zevatın yanı sıra meşâyihten de ziyaret edenler olmuş, Şeyh Gülşenî ise kendi gitmeyerek oğlu Ahmed Hayâlî'yi göndermişti. Bu duruma çok kızan îbrâhim Paşa, Hayâlî'ye babasının neden gelmediğini sorar. O da kendisini vekil tayin ettiğini söyler. Sadrazam bunun üzerine Şeyh Gülşenî hakkında bir araştırma başlatır. Neticede görülür ki, Arap ve Acem'den pek çok kimsenin yanı sıra, beylerden ve asker taifesinden de oldukça fazla kimse şeyhe mürid olmuştur. Ayrıca şeyhin Yavuz Sultan Selim'e karşı savaşmış olan Memlûk sultanı Tumanbay'm dul eşini oğlu Ahmed Hayâlî'ye aldığı1360 ve Acem'de Sultan Haşan ile Sultan Yâkub'un da şeyhin müridleri arasına katıldığı öğrenilir.1361
Sadrazam İstanbul'a döndüğünde şeyhin bu durumunu padişaha arzederek, bir isyan çıkarmasından endişe ettiğini ve İstanbul'a celbedilmesi gerektiğini ileri sürer ve padişahtan bu hususta bir ferman çıkarmaya muvaffak olur.1362
Muhyî ve Hulvî efendilerin beyanlarına göre, sadrazamın Şeyh Gülşenî'yi böyle bir isnat ile İstanbul'a celbettirmesi, ilmi cifr uzmanı bir Acem'in, "Padişahım saltanatınıza İbrahim isimli bir zat zarar vermek üzeredir, gaflet etmeyiniz" diyerek Kanûnî'yi uyarması üzerine olmuştur. Zira adı İbrâhim olan sadrazam, sultanın kendisinden şübhe etmesinden korkmuş ve hemen İbrâhim Gülşenî'yi ileri sürmüştür.1363 ■
İbrâhim Gülşenî İstanbul'a geldiğinde, Sadrazam İbrâhim Paşa onun geldiğini padişaha hemen arzetmez ve onu itham edebilmek için müşahhas deliller araştırır. Bu gaye ile Şeyhülislâm îbn Kemal, Fenârî Muhyiddin ve Kadirî efendileri görevlendirir. Ayrıca ulemâdan bazılarını tebdîli kıyâfetle meclisine yollayarak sohbetlerini dinlettiği de nakledilmektedir.1364
Kaydedildiğine göre, sadrazam İbrâhim Paşa Şeyhülislâm îbn Kemal'e bir adamını gönderip, şeyhin bir kusurunu tesbit edip etmediğini öğrenmek istediğinde, îbn Kemal şeyhle alâkalı çok müsbet bir cevap göndermiştir. Şeyhülislâmdan bu şekil bir cevap alan sadrazam, aradan altı ay geçtiği halde, şeyhi teselli edip padişahla hiç görüştürmeden Mısır'a geri gönderme planları yapmaya başlamış,1365 ancak o sırada meydana gelen bir hadise sadrazamın planını bozmuştur. 104 yaşma gelmiş bir pîr olarak gözleri de görmeyen Şeyh Gülşenî, bir yere gitmek istediğinde dervişleri tarafından tahtırevânla taşındığı için,1366 Ebû Eyyüb Ensârî'nin ziya
Osmanlı Anadolusu'nda Devlet RicâliMeşâyih Münasebetleri (XVI. Yüzyıl) retine de o şekilde götürülmüştü. Ziyaret sonrası 400'den fazla dervişiyle birlikte tekbirlerle el üstünde taşınırken, Kâğıthane'den kayık ile dönmekte olan Kanûnî Sultan Süleyman'ın bu kalabalık dikkatini çekmiş ve önemli birisinin cenazesi zannederek, kimin öldüğünü sormuştur. Durum padişaha arzedilince, şeyhin bu kadar zaman bekletilip kendisiyle görüştürülmemesine çok kızmış ve hemen ertesi gün Gülşenî ile görüşmesi kararlaştırılmıştır.1367
Bu beklenmedik gelişme, sadrazam îbrâhim Paşa'yı telâşlandırır. Padişahın huzuruna çıkıp, şeyhin bir gazelinden açıkça saltanat sevdasında olduğunun anlaşıldığını ileri sürerek, görüşmeye gerek olmadığını söyler ve "Görüşmeniz esnasında şeyh size sihir yapabilir" diye onu etkilemeye çalışır. Ancak Kanûnî, şeyhin böyle bir niyetinin olduğuna ihtimal vermediğini belirterek görüşeceğini tekrarlamıştır.1368
Şeyh Gülşenî padişahın huzuruna götürüldüğünde, o zaman padişahın kapıcıbaşısı olan Sadrazam Rüstem Paşa'nın naklettiğine göre, padişaha açıktan selâm vermiş, padişah da aynı şekilde açıktan selâmını alarak, şeyhin gönlünü hoş etmek için ayağa kalkıp kucaklamıştır. Yine Rüstem Paşa'nın naklettiğine göre, Gülşenî'nin yaptığı konuşmalardan Kanûnî oldukça etkilenmiş ve gözleri yaşarmıştır.1369 Şeyh bir ara göğsünü açarak "Padişahım, bu tahtaya dönmüş sineden taht arzusu mümkün müdür?" demiş1370 ve daha önce de kaydedilen şu nasihati yapmıştır: "Sultanım her halde Allah Teâlâ'yı hâzır gör. Hükmünü onun huzurunda ver. Evliya ile pençeleşme ki, onların kuvveti Hak'tandır."1371
Görüşme esnasında Sadrazam İbrahim Paşa, şeyhin saltanata sadakatini yoklamak ve padişahın huzurunda onun Acemlerde ittifak içinde olduğuna işaret etmek kasdı ile olsa gerek, şeyhe hitap edip "Padişah hazretleri Acem cânibine sefer etmek ister. Siz ol vilâyeti iyi bilirsiniz. Ve sultanları ile ihtilât etmişsiniz. Bizimle gelin de hangi yoldan sefer yapmak gerektiği hususunda saltanata yardımınız dokunsun. Eğer siz gelemezseniz bari oğlunuz bizimle gelsin" deyince Şeyh Gülşenî sualdeki tuzağı hemen anlayıp Kanûnî'ye dönerek, yine daha önce kaydedilen şu anlamlı sözleri söylemiştir: "Padişahım, meşâyihten Tanrı Teâlâ'ya gidecek yolu sual edin. Dergâhı Hakk'a hangi yolla ulaşılabilir onu sorun. Daha önce Acem sultanları bu dâînize tarîki HakkT sual edip, itaat ederlerdi. Sonra gelenler bu yoldan ayrıldılar ve azdılar. Tarîki HakkT sual etmekten vazgeçtikleri için mesul olacaklardır." Padişah Kanûnî de "Şeyh hazretleri, senin hayır duan yol arkadaşı olarak bize yeter" diye cevap vermiştir.1372 Ayrıca Gülşenî'nin, Acemler hakkında padişaha şu uyarıyı yaptığı da nakledilir: "Tebriz'i fethettiğinizde, orada çok oturmayınız ve onlardan gelen bir kimseye hükümeti teslim etmeyiniz."1373
Kapıağası Haydar Ağa'nın naklettiğine göre, Kanûnî Sultan Süleyman Şeyh Gülşenî ile görüşmelerinde ondan ne kadar etkilendiğini şöyle ifade etmiştir: "Yüzden fazla meşâyihi izam ile bir araya geldim. Cezbesi ve nasihati, Mısır'dan gelen Şeyh îbrâhim Gülşenî'den daha etkili olanını görmedim. 'Herhalde Allah Teâlâ'yı hâzır gör7 dediğinde, bana öyle bir hal oldu ki, bütün âlemi verseler o hâle bedel olmazdı..."1374
Görüşme sona erip Şeyh Gülşenî Kanûnî'nin huzurundan ayrılmak için kalkmak istediğinde, padişah bizzat elinden tutarak kalkmasına yardımcı olmuştur. Kapıcıbaşı Rüstem Ağa Osmanlı Anadolusu'nda Devlet RicâliMeşâyih Münasebetleri (XVI. Yüzyıl) tarafından dışarı çıkarılan Gülşenî, orada beklemekte olan dervişlerine teslim edilmiştir.1375 Kanûnî bu görüşmeden sonra kehhâlbaşma (göz doktoru) emrederek, şeyhin gözlerini tedavi ettirmiş ve o ilerlemiş yaşma rağmen Gülşenî'nin gözleri tekrar açılmıştır.1376
Kanûnî ile görüşmesinden sonra Şeyh Gülşenî'ye rağbet daha da artmış, devlet erkânından, ulemâdan ve diğer insanlardan kendisine mürid olanlar çoğalmıştır. Hatta Mısır'da olduğu gibi burada da sipahi ve yeniçerilerden pek çok kimse tarikatına girmiştir. Bu durumu fırsat bilen Sadrazam İbrahim Paşa, yine padişaha, "Efendim benim sözüm doğrudur. Bakınız, burada bile kulların onunla kavi ü karar ettiler" diyerek kendisini aklamaya çalışır. Kaydedildiğine göre o sırada padişah Gülşenî'nin kendisine gönderdiği, 40.000 beyitlik Farsça mesnevisi Ma'nevî'yi incelemektedir. Sadrazam, Kanûnî'nin elinde şeyhin bu eserini görünce, "Padişahım bu eseri Şeyhülislâm îbn Kemal'e gönderin, size nice yerde onun küfre girdiğini tesbit etsin" diye teklifte bulunmuş, bunun üzerine padişah da, "Bu kitabı göresüz ve nice idügünü bilüp ona göre bize bildiresüz. Ve sahibi(nin) ahvalini ıttılaınıza göre, bizi dahî muttali' edesiiz" diye bir fermanla şeyhülislâma göndermiştir. Kitap kendisine gelince hemen o gece sabaha dek mütalaada bulunan şeyhülislâm da, sabah namazından evvel hükmünü tamamen müsbet şekilde yazarak padişaha göndermiştir.1377
Şeyh İbrahim Gülşenî, Mısır'a gitmek üzere İstanbul'dan ayrılacağı zaman Kanûnî Sultan Süleyman tarafından bütün meşâyih, ulemâ ve ümerâya onun şerefine sarayda bir ziyafet verilmiş,1378 bu ziyafetin ardından şeyh Bayezid Camii'ne gelerek vedâ konuşması yapmıştır.1379 Lemezât müellifinin kaydma göre ise, bu konuşma Şeyh Gülşenî'ye Kanûnî tarafından teklif edilmiş ve Ayasofya Camii'nde gerçekleşmiştir. Padişahın kendisi de bu sohbete iştirak etmiştir.1380 Kaydedildiğine göre daha önce de Şeyh Gülşenî Ayasofya'da dört cuma, padişahın ve ulemânın da dinlediği vaazlar etmiş, cami bahçelerine kadar dolmuştu.1381 Kanûnî şeyhe İstanbul'da kalmasını teklif etmişse de, ihtiyarlığını ileri sürerek o bunu kabul etmemiştir. Padişahın halife bırakması yönündeki teklifini ise kabul etmiş ve Şeyh Haşan Zarîfî'yi (ö. 977/156970) İstanbul'da bırakmıştır.1382
Kanûnî Sultan Süleyman'ın Halvetiyye şeyhlerine karşı' güven ve alâkası, Merkez Efendi, Sünbül Sinan ve Şeyh İbrahim Gülşenî gibi şeyhleri yakından tanıdıktan sonra daha da artmıştır. Öyle ki onları toplumda herkesin üstünde tutuyor, cemiyeti ilgilendiren bir mesele zuhur ettiğinde, onların yardımına da başvuruyordu. Nitekim o devirde vuku bulan iki önemli hadise, genelde meşâyihin padişah nezdindeki değerini, özelde ise Kanûnî ile Halvetiyye meşâyihi ilişkisinin boyutlarını gözler önüne sermektedir. Bu iki önemli hadiseden biri, o dönemde müslümanlar arasında bir ara Hz. Peygamberin anne ve babasının imanı meselesinin tartışılmasıydı. Sefîne müellifinin kaydettiğine göre, adı geçen tartışmada ulemânın, Hz. Peygamber'in anne ve babasının dalâlet ehli olarak âhirete intikal ettikleri yönünde görüş bildirdikleri Padişah Kanûnî tarafından duyulduğunda, o bu görüşü Resûlullah'm şanına muvâfık bulmayıp ulemâ, meşâyih ve fudalânm Fâtih Camii'nde toplanarak meselenin temelden halledilmesini arzu etmişti, Bunun üzerine adı geçen camide ulemâ ve meşâyihin ileri gelenleri toplandılar. Dâvet edilenler arasında, meşâyihi temşilen katıldığı anlaşılan İbrâhim Ümmî Sinan da (ö. 976/1568) vardı.1383 Ummî Sinan daha önce Manisa ve Uşak havalisinde bir müddet faaliyet gösterdikten sonra, tahminen 958 (1551) senesi civarında İstanbul'a gelmiş1384 ve daha önce belirtildiği gibi, Kanûnî'nin Topkapı'da Kürkcübaşı Ahmed Şemseddin mahallesinde kendisi adına yaptırdığı dergâhta (Ummî Sinan Tekkesi) faaliyet göstermeye başlamış olan bir Halvetî şeyhiydi.1385 Bu meclise ayrıca, "Papazoğlu" diye bilinen vezirlerden Mustafa Paşa da katılmıştı. Ummî Sinan Efendi beraberinde halifelerinden Harîrî Mehmed Efendi bulunduğu halde camiye geldi ve doğruca mihraba giderek oturdu. Mihrabın bir yanında Şeyhülislâm Ebüssuûd Efendi, diğer yanında da Papazoğlu Mustafa Paşa oturmuş, Kanûnî de mahfildeki yerini almıştı. Ümmî Sinan Efendi bu meselenin tartışılmasını yanlış ve edebe mugâyir bulduğu için, daha münazara başlamadan Ebüssuûd Efendi'ye dönerek, sanki tanımıyormuş gibi, "Mihrabın diğer yanında oturan kimdir?" diye sordu. Ebüssuûd Efendi vüzerâdan olduğunu söyleyince, bu sefer "Babası kimdir?" diye sordu. Ebüssuûd Efendi sükût ederek cevap vermedi. Tekrar sorup yine cevap alamayınca canı sıkılarak yüksek sesle,, "Canım niçin sualime cevap vermiyorsunuz?" dedi. Bu sırada padişah mahfili hümâyundan haber gönderip ne olduğunu öğrenmek istedi. Mihrapta cereyan eden bu meseleyi öğrenen padişah, hemen sualdeki ve bu suale cevap verilmeyişindeki inceliği anlayarak, "Mesele halloldu, tartışmaya gerek kalmadı. Meclis dağılsın" diye emir gönderdi.1386
Ebüssuûd Efendi, padişah ve oradaki heyet huzurunda Mustafa Paşa'nın babasının bir papaz olduğunu söylemeyi edebe uygun bulmamıştı. îşte böylece Ummî Sinan da Hz. Peygamberin anne ve babasının durumunu tartışmanın edepsizlik olacağına işaret etmiş oluyordu.1387
îkinci önemli hadise, bir ara meydana gelen kuraklık sebebiyle yağmur duasına çıkıldığında yaşanmıştır. Meşâyihi Halvetiyye müellifi Yûsuf Efendi'nin anlattığına göre, dua için Okmeydanı'nda padişahın da katıldığı büyük bir cemaat toplandı. Âlimler, emirler, vezirler hepsi oradaydı. Şeyhülislâm Ebüssuûd Efendi'ye, duayı kim yapsın diye sorulunca, "Padişah'm yapması gerekir. Eğer yapmak istemezse itibar ettiği birisine havâle eder" diye cevap verdi. Padişah da "Duayı Yâkub Halife etsün" diye ferman buyurdu. Sünbül Sinan ve Merkez Efendi'nin yanında yetişmiş olan ve o sırada Koca Mustafa Paşa Dergâhı şeyhi bulunan Yâküb Halife (ö. 979/1571) bu fermanı duyduğunda, şöhreti pek sevmediği için hemen kaçıp gizlenmişti. Ancak çavuşlar her tarafı arayarak kendisini bulmuşlar ve "Etîullâhe ve etîurrasûle ve iili'lemri minküm"m âyetini okuyarak, "padişahın emridir" deyip kürsüye çıkarmışlardır.1388 1389
Kanûnî, hayatının sonuna doğru bir başka Halveti şeyhiyle daha tanışmıştır. Kendisinden zikir aldığı ve zaman zaman saraya davet ederek etkili sohbetlerinden istifade ettiği bu zat, Şeyh Nûreddinzâde'dir (ö. Zilkade 981/Mart 1574).1390
Kanûnî Sultan Süleyman, Halvetiyye meşâyihine hususi alâka göstermekle birlikte, şüphesiz diğer tarikat şeyhleriyle de görüşüp sohbetler ettiğini belirtmek gerekir. Nitekim onun Halvetiyye tarikatından başka, Nakşibendiyye, Mevle
Osmanh Anadolusu'nda Devlet RicâliMeşâyih Münasebetleri (XVI. Yüzyıl) viyye ve Bayramiyye tarikatlarından da el aldığı daha önce kaydedilmişti. Ayrıca onun, İstanbul Süleymaniye'de Melâmîler için kurdurduğu tekkeye giderek Yâkub Helvâî Efendi'yi (ö. 997/158889) ziyaret ettiği ve şeyhin de kendisine helva ikram ettiği nakledilmektedir.1391 yine Kanûnî, keramet sahibi ve duası makbul kişilerden kabul edilen Mevlânâ türbedarı Şeyh Mahmud Dede'yi de ziyaret etmiş ve hayır dualarını almıştır.1392
Kanûnî, Nahcıvan seferine giderken de yolda, Karaman'a bağlı Akşehir'in bir köyüne kurduğu tekkesinde faaliyet göstermekte olan Şeyh Abdullah Dede'yi (ö. 968/156061) ziyaret etmiş, hatta nakledildiğine göre, zaman zaman şeyhle görüştüğü bildirilen oğulları Şehzade Selim ve Şehzade Bayezid'den hangisinin padişahlığa daha ehil olduğu hususunu onunla istişâre etmiştir.1393
Kanûnî'nin, süt kardeşi Beşiktaşlı Yahya Efendi'yle (ö. 9 Zilhicce 978/4 Mayıs 1571) olan münasebetlerine de temas etmek gerekir. XVI. asrın âlim mutasavvıflarından, Üveysîmeşrep Yahyâ Efendi,1394 tekkesini İstanbul Beşiktaş'ta geniş bir bahçe içine kurmuş, bilhassa müderrislikten emekli olduktan sonra Kanûnî ile çok yakın münasebetleri olmuştur. Onun padişahla ilişkisinin boyutlarını, oğlu II. Selim'in şu ifadeleri açıkça ortaya koymaktadır: "Babam Yahyâ Efendi'nin bir dediğini iki etmezdi. O saraya hiç gelmez, ama sultan babam onun ayağına giderdi."1395 Kaydedildiğine göre, şeyh zaman
zaman padişaha süt ve bahçe mahsullerinden hediyeler takdim eder, padişah da karşılığında altın ve gümüşten oluşan ihsanlarda bulunurdu. Şeyhin bu dirhem ve dinarları, ziyaretine gelen ihtiyaç sahiplerine, dervişlere ve medrese talebelerine dağıttığı, özellikle Mevlid kandillerinde her kesimden insanı davet ederek ziyafet verdiği rivayet edilmektedir.1396
Ayrıca Kanûnî'nin Anadolu dışında; Suriye ve Mısır'daki meşâyihle de iyi münasebetler içinde olduğu görülmektedir.1397
Buraya kadar kaydedilen bilgilerden anlaşılmaktadır ki„ dönemin çoğu meşâyihi Kanûnî Sultan Süleyman'la iyi münasebetler kurmuşlardır. Bununla birlikte, daha önce de temas edildiği gibi, mutlak mânada idarecilere yakın olmayı tasavvuf! prensipler açısından uygun görmeyerek padişahtan uzak duran, ya da bazı tutum ve davranışlarından dolayı onu tenkit eden tarikat şeyhlerinin olduğunu da belirtmek gerekir. Meselâ Kanûnî padişah olmadan önce; Manisa valisi iken, Bayramiyye şeyhi Mecdüddin îsâ Saruhânî (ö. 937/1531), açıkça teklif edildiği halde tekkesinin şehzade tarafından mamur edilip, vakıflar tayin edilmesine müsaade etmemiştir.1398 Mecdüddin îsâ'nın, Kanûnî tahta geçtikten sonra da ona mesafeli durduğu görülmektedir. Daha saltanatının ilk yıllarında padişahın özel imamı Bektaş Efendi ile yaptığı
Osmanh Anadolusu'nda Devlet RicâliMeşâyih Münasebetleri (XVI. Yüzyıl) sohbette şeyh, sultanın meşâyihe gereği gibi değer vermediğini, onlarla istişare etmeden âleme nizam vermeye kalktığını ifade etmekte ve sakalım kazıyarak sünneti terkettiği için onu tenkit etmektedir.1399 Bu ve belki de daha başka sebepler dolayısıyla olsa gerek, Kanûnî'nin ikinci seferi olan Rodos seferine (152223) şeyhin de iştirak etmesi istendiği halde, o bunu kabul etmemiştir.1400
· e) Şeyhlerden İdam Edilenler1401
Kanûnî Sultan Süleyman devri, buraya kadar kaydedilenlerden de anlaşılacağı gibi, Sünnî tarikatlar açısından bir altın dönem olarak karşımıza çıkmaktadır. Ancak bu dönemde, Sünnî tarikatlara mensup olduğu bilinen bir kısım şeyhlerden idam edilenler de olmuştur. Devletin tarikatlarla kurduğu iyi münasebetler açısından bir çelişki gibi görünen bu önemli meseleyi doğru tahlil edebilmek için öncelikle idam edilen şeyhler ve bunlara isnat olunan suçların; yani idam gerekçelerinin ortaya konması gerekmektedir. Bu dönemde ikisi Melâmiyyei Bayrâmiyye'den, biri Gülşeniyyei Halvetiyye'den olmak üzere üç şeyhin devlet tarafından idam edildiği kesin olarak bilinmektedir. Bunlar Oğlan Şeyh Ismâil Ma'şûkî, Hamza Bâlî ve Muhyiddin Karamânî'dir.1402
ea) Oğlan Şeyh îsmâil Ma'şûkî (ö. 945/153839)
XVI. yüzyılda ilk şeyh idamı, Melâmiyyei Bayrâmiyye'den Oğlan Şeyh İsmâil Ma'şûkî'nin1403 on iki müridiyle birlikte İstanbul'da boynunun vurulmasıyla meydana gelmiştir. Oğlan Şeyh'i idama götüren hadiselerle alâkalı en yeni bilgiler, daha önce de belirtildiği gibi, XVI. asır Melâmîlerinden Abdurrahman Askerî tarafından 957'de (1550) tamamlanan Mir'âtü'l'ışk isimli eserin tanıtıldığı "Abdurrahman elAskerî's Mir'âtü'l'ışk: A New Source far the Melâmî Movement in the Ottoman Empire during the 15th and 16th Centuries" isimli makale, de bulunmaktadır.1404 Buna göre, Oğlan Şeyh'in babası Melâmiyye şeyhi Pîr Ali Aksarâyî (Alâeddin Aksarâyî, ö. 944/153738 civarı) memleketi Aksaray'da irşad faaliyetini sürdürmekte iken, henüz sabi yaşta denebilecek genç oğlu Derviş Kemal (Oğlan Şeyh İsmâil Ma'şûkî, ö. 945/153839) Kayseri'de ilim tahsil etmekteydi.1405 O sırada Şeyh Aksarâyî ilk olarak 939'da (153233) Baba Haşan isimli dervişini tarikatı yayması için İstanbul'a göndermiştir. Baba Haşan İstanbul'da iki ay kadar faaliyet gösterdikten sonra Aksaray'a dönmüş ve yerine Aksarâyî'nin kıdemli dervişlerinden Nebî Sûfî gönderilmiştir. Nebî Sûfî de dört ay sonra, tarikata kazandırdığı, çoğu esnaf ve sanatkârlardan oluşan kırk dervişle birlikte Aksaray'a dönmüştür. Bu kırk kişi içinde, yakarıda , ismi geçen Mir'âtü'l'ışk'm müellifi Abdurrahman Askerî ve onun daha sonra ikinci şeyhi olacak olan Pîr Ahmed Edirne
Osmanlı Anadolıısu'nda Devlet RicâliMeşâyih Münasebetleri (XVI. Yüzyıl) vî de (ö. 1000/1592) bulunmaktadır. Muharrem 940 (Temmuz 1533) tarihinde Aksaray'a varan bu dervişleri Şeyh Aksarâyî çok sıcak bir şekilde karşılamış ve bunlara "Kırklar"1406 ismini koymuştur.1407
"Kırklar" Aksaray'da on yedi gün kaldıktan sonra Şeyh Aksarâyî kendilerini İstanbul'a geri gönderir. Ancak bu yeni dervişlere şeyhten uzak kalmak çok ağır geldiği için dayanamazlar ve ilk fırsatta Aksaray'a geri dönerler. Bunun üzerine Aksarâyî onların başına yaşlı dervişlerinden Dedemzâde Hacı Hayreddin'i koyarak tekrar İstanbul'a gönderir. Ancak Hacı Hayreddin Efendi dervişleri çekip çevirecek kabiliyetten yoksun olduğu için, kısa zamanda dervişler arasında birtakım ihtilâflar baş gösterir. Bir müddet sonra bazı dervişler tekrar Aksaray'a giderek Şeyh Aksarâyî'nin oğlu Derviş Kemâl'i istediler. Aksarâyî oğlunun daha çok genç, hatta çocuk denecek yaşta olduğunu ve onların ihtiyaçlarına cevap verebilecek kemâlâtı henüz haiz bulunmadığını belirterek bu isteklerini reddetti. Ancak onlar ısrar ediyorlardı. Üstelik şeyhin hanımı da dervişlerden yana olup, oğlunu İstanbul'a göndermesi için şeyhe baskı yapıyordu. Sonunda Şeyh Aksarâyî dervişlere Kayseri'ye gitmelerini ve eğer hocası Mehmed Abdal izin verirse o zaman oğlunu İstanbul'a götürebileceklerini söyledi. Mehmed Abdal dervişlerin talebini hoş karşılamadığı halde, yine de onu götürmelerine izin verdi. Derviş Kemal'i alıp önce Aksaray'a babasının yanma götüren dervişleri burada Şeyh Aksarâyî bir defa daha uyarıp yanlış ve tehlikeli bir iş yaptıklarını söyledi ise de dinlemediler. Ayrıca Aksarâyî'nin hanımı şeyhten, oğluna irşad yetkisi vermesini de istiyordu. Ancak Aksarâyî, "Tarikimizde babadan oğula yetki verme âdeti yoktur" diyerek bunu reddetti ve irşad salâhiyetini, zamanı gelince Derviş Kemal'e devretmek üzere, Kayserili dervişlerinden Ahî Baha'ya verdi.1408
Oğlan Şeyh'in İstanbul'a gönderilişini, hadisenin bizzat içinde olan Abdurrahman Askerî bu şekilde anlatırken, mezkûr olaydan bir asrı aşkın bir süre sonra Sarı Abdullah Efendi'nin (ö. 1071/166061) kaleme aldığı Semerâtü'lfuâd ve ondan naklen diğer kaynaklarda, Oğlan Şeyh'in İstanbul'a, Kanûnî Sultan Süleyman'ın I. İran seferi esnasında Konya'da görüştüğü babası Şeyh Aksarâyî'den oğlunu istemesi üzerine gönderildiği ifade edilmektedir.1409
Şeyh Aksarâyî oğlunu İstanbul'a göndermeden önce açıkça şunu ifade etmişti: "Kemal'i İstanbul'a sadece ilim tahsili için gönderiyorum. îrşad için izinli değildir." Ayrıca yanma, içlerinde Ahmed Edirnevî'nin de bulunduğu dört dervişini çağırarak, oğluna "Bu kişilere asla muhalefet etmeyeceksin" demiş ve oğlunun elini Ahmed Edirnevî'nin eli içine koyarak: "Oğul bunun emrinden taşra olma. Her ne der ise öyle idesin ve illâ işin hayrolmaz. Ve her ne yere ki davet ola, bile varasın. Eğer bu varmaz ise sen dahî varma!" diye nasihat etmiştir. Sonra da Edirnevî'ye dönerek oğlu ile ilgilenmesini söylemiştir. Ancak Oğlan Şeyh babasının söylediklerini hiç duymamış gibi, yolda Edirnevî'ye muhalefet etmiş, onun sözünü dinlememiştir. Hatta dervişlerle bir olup Edirnevî'den ayrılarak kendi başlarına yola devam etmişlerdir. Bu ayrılıktan kısa bir süre sonra İstanbul'da yangın çıktığı ve dervişlerin buradaki dükkânlarının yandığı haberi kendilerine ulaştı. Huzursuz bir şekilde İstanbul'a varan dervişler dükkânlarını tekrar inşa ettirdilerse de, birkaç ay sonra çıkan ikinci bir yangınla yine hepsi kül olup gitti.
Oğlan Şeyh İstanbul'a vardığında da babasının nasihatlerinin aksine, izni ve salâhiyeti olmadığı halde halkı irşada
Osmanh Anadolusu'nda Devlet RicaliMeşâyİh Münasebetleri (XVI. Yüzyıl) kalkışmıştır. Şeyh Edirnevî kendisini ikaz ederek nasihat etmiş, ancak o dinlememiştir. Hatta bu yüzden aralarındaki ihtilâf daha da büyüyerek düşmanlığa dönüşmüştür. Bunun üzerine Ahmed Edirnevî yanma Abdurrahman Askerî ile bir müridini daha alarak Edirne'ye gider. Burada gösterdiği faaliyet ve yaptığı etkili vaazlar neticesinde halkın kendisine rağbeti artar ve kısa sürede etrafına pek çok mürid toplanır. Şeyh Ahmed'e gösterilen rağbetten haberdar olan Oğlan Şeyh, hemen Edirne'ye giderek Şeyh Ahmed'e intisap eden insanları onun etrafından koparıp kendisine bağlamak teşebbüsünde bulunmuşsa da buna muvaffak olamamıştır.1410
Oğlan Şeyh'in (ö. 945/153839) bu yaptıkları babası Şeyh Aksarâyî'ye ulaştığında, babası vakit geçirmeden onu alıp Aksaray'a getirmesi için bazı dervişlerini İstanbul'a yollamış, ancak Oğlan Şeyh birtakım bahaneler ileri sürerek yedi sekiz ay daha oyalandıktan sonra Aksaray'a dönmüştür. Aksaray'da kaldığı sekiz ay zarfında davranışlarından babası hiç hoşnut olmamıştır. Bir ara Oğlan Şeyh İstanbul'daki dervişlerine haber yollayarak Aksaray'a gelmelerini istedi. Dervişler Aksaray'a geldiler ve İstanbul'a götürmek için babasından Oğlan Şeyh'i istediler. Aksarâyî'nin hanımı da daha önce olduğu gibi, oğlunu göndermesi için babasına baskı yapıyordu. Ancak Şeyh Aksarâyî oğlunu ilim tahsil etsin diye İstanbul'a gönderdiğini, fakat onun kendisini dinlemeyerek şeyhlik etmeye kalkıştığını söyledi ve istekleri reddetti. Ayrıca sizin bu yaptığınız dervişlikle bağdaşmaz diyerek onları İstanbul'a eli boş gönderdi. Bu esnada Edirne'ye de bir haber yollayarak halifesi Ahmed Edirnevî'yi Aksaray'a çağırdı. Niyeti oğlunu İstanbul'a tekrar onunla birlikte göndermekti.
Ahmed Edirnevî şeyhinin davetini alır almaz yanma Abdurrahman Askerî'yi de alarak Edirne'den yola çıktı. İstanbul'dan geçerken yanlarına Aksarâyî'nin müridlerinden de katılanlar ile birlikte on kişi olarak Aksaray'a vardılar. Bu grup Şeyh Aksarâyi tarafından çok sıcak bir şekilde karşılandı. Onların Aksaray'da bulunduğu esnada Şeyh Aksarâyî oğluna nasihat ederek Edirnevî ile aralarını düzeltmeye çalıştı. Daha sonra oğlunu Edirnevî ile birlikte yola çıkarttı. Ne var ki, Oğlan Şeyh bir önceki İstanbul yolculuğunda olduğu gibi, bunda da Edirnevî ile kavga etmiş, ondan ayrılarak Eskişehir'de kalmıştır. Edirnevî ise yoluna devam etmiştir.1411
Oğlan Şeyh'e babasının Aksaray'dan ayrılmadan önce şöyle dediği nakledilmektedir: "Ciğerköşem, İstanbul'a varınca irşada şurû etme. Padişahı Rûm'un vezîri âzami ile buluş, icâzet verirlerse irşada şurû eyle ve illâ ki icâzet olmaya, irşada icâzet yoktur bilmiş olasın. O zaman tahsili ilme şurû idesin. İşin sonu hayra varmaz, fesâda müeddî olur."1412 Ancak Oğlan Şeyh ikinci defa İstanbul'a gittiğinde, Kanûnî Sultan Süleyman Korfu seferine çıkmış bulunuyordu.1413 O yine eskisi gibi babasının nasihatlerine aldırmadan irşad faaliyetine koyuldu.
Ne Semerât'da ve ne de ondan sonraki Melâmî kaynaklarında Oğlan Şeyh'in bu şekilde iki defa İstanbul'a gidişinden bahsedilmez. Yalnız Semerât ve ondan naklen Sergüzeşt'te, onun İstanbul'a varışından altı ay sonra babasının vefat ettiği, daha sonra İstanbul'dan Edirne'ye giderek bir müddet .kaldıktan sonra tekrar döndüğü kaydedilmektedir.1414 Oğlan Şeyh'in İstanbul'a varışından altı ay sonra babası vefat ettiği
Osmanlı Anadolusu'nda Devlet RicâliMeşâyih Münasebetleri (XVI. Yüzyıl) ne göre, yukarıda Askerî'nin verdiği bilgiler ışığında, burada bahsedilenin Oğlan Şeyh'in İstanbul'a ikinci gelişi olarak değerlendirilmesi gerekir. Ayrıca adı geçen kaynaklarda onun Edirne'ye, babasının vefatından sonra gittiği kaydediliyor. Oysa Askerî, yukarıda kaydedildiği gibi, onun Edirne'ye gidişinin daha babası hayatta iken meydana geldiğini bildirmektedir.1415
Semer ât müellifi, Oğlan Şeyh Ismâil Ma'şûkî'nin İstanbul'da bazan Ayasofya, bazan da Süleymaniye camilerinde vaaz ettiğini kaydetmektedir.1416 Sonraki kaynaklar da ondan naklen bu bilgiyi olduğu gibi tekrar etmektedirler.1417 Oysa Gölpınarlı'nın da kaydettiği gibi1418 Süleymaniye Camii Oğlan Şeyh'in idamından çok sonra; 15501557 yılları arasında inşa edilmiştir.1419 Bu bilginin yanlışlığı ortadadır.
Burada Oğlan Şeyh'in hangi sebeple idam edildiği sorusuna da cevap aranmalıdır. Oğlan Şeyh Ismâil Ma'şûkî'yi idama götüren sebepler, kısa ifadelerle de olsa kaynaklarda zikredilmiştir. Bununla birlikte, şahitlerin mahkemede alınmış ifadelerinin kaydedildiği mahkeme zabtı da, bir belge olarak elimizde bulunmaktadır. Ancak bu hususta öncelikle mutasavvıfların; hatta kendi tarikinden olan Melâmiyye ricâlinin görüşleri ortaya konulacak, daha sonra şahitlerin onun hakkında ileri sürdükleri ithamlara geçilecektir.
Atâî'nin Zeyli Şekâik'te kaydettiğine göre, Oğlan Şeyh avam arasında bazı "şathiyye"leri1420 ile meşhur olmuştu. Fit
neye sebebiyet verdiği için şimşîri şeriatla (şeriat kılıcıyla) fitnesi izâle olunmuştur.1421 Melâmiyye ricâlinden San Abdullah Efendi Oğlan Şeyh'in idamının, her işte hata arayan bazı ulemânın garazı sebebiyle olduğunu söylerken,1422 Sâdık Vicdanî, zâhiri şeriata münâfi bazı sözler söylediği için idam edildiğini kaydetmektedir.1423 Yine Melâmiyye ricâlinden La'lîzâde de, onun hakkında bazı şathiyye isnâdmın olduğunu kabul edip, bu şathiyyeleri Oğlan Şeyh'in gençliği sebebiyle manevî yükü kaldıramamış olmasına hamlederek şöyle demektedir: "Vakti şebâbda nâili kutbiyyet olan mahbûb ve meczûb, emri hilâfet kaydına tahammül edemez. Âdetullah bunun üzerine câridir."1424 Oğlan Şeyh'in derviş arkadaşı Abdurrahman Askerî ise, onun tarikat âdâb ve usûlünden uzak, izin ve salâhiyeti olmadan şeyhliğe kalkışıp kendi başına yeni bir yol icat ettiği için bu âkıbete dûçar olduğunu belirtmekte ve şöyle demektedir: "...Azîzi âlemi ışkın nasâyihinden hiçbirisin gûş itmedi (dinlemedi).. Öz başına bir râhı cedîd peydâ eyledi. Akıbet kazâ ve kaderde mastûr olan hadisei kübrâyâ ve vâkıaı uzmâya uğradı..."1425
Melâmî çevrelerin naklettiğine göre, Oğlan Şeyh müridlerine zikir yaptırdığı zaman, "Allah, Allah" yerine "Allahım, Allahım" dedirtmekteydi. Bu kelimenin farkh iki anlama gelmesi de onun idamını hazırlayan sebeplerden olmuştur.1426
Oğlan Şeyh Ismâil Ma'şûkî'nin şathiyyeleri sebebiyle İstanbul'da fitne çıkma eğilimi görülünce, ya da Ahmet Yaşar Ocak'm ifadesiyle, cahil ve ateşli müridlerin şurada burada mahiyetini iyi anlayamadıkları tasavvufî fikir ve telakkileri Osmanh Anadolusu'nda Devlet RicâliMeşâyih Münasebetleri (XVI. Yüzyıl) tartışmaları halk arasında karışıklığa yol açınca,1427 1428 1429 Padişah Kanûnî Sultan Süleyman, babasına olan muhabbeti sebebiyle olsa gerek, kendisini tutuklatmak yerine, önceden uyararak memleketine dönmesini istemiştir.252 Babasının bazı yaşlı dervişleri de kendisine aynı şeyi söylemişler, fakat o, "neticesine râzıyım" diyerek hiçbirisini dinlememiştir.1429 Hatta onun, bizzat Çivizâde Muhyiddin Mehmed Efendi'ye başvurarak görüşlerinin araştırılmasını ve suçlu bulunduğu takdirde idam edilmesini istediği nakledilmektedir.1430 Bütün bunlardan sonra Atmeydanı'nda bulunan çeşme önünde on iki müridiyle birlikte idam edilmiştir.1431
Oğlan Şeyh hakkında şahitlerin ileri sürdükleri ithamlar İstanbul Şer'iye Sicilleri Arşivi, Evkâfı Hümâyun Müfettişliği Mahkemesi'ne ait 4/2 numaralı sicil içinde 35. sayfada yer alan bir metinde bulunmaktadır.1432 Buna göre, Derviş Mehmed b. Abdülganî, Şeyh Alâeddin b. Nasûh, Muhyiddin, Hacı Durak, Mevlânâ Hayreddin b. Karaca, Haşan b. Abdullah, Muslihuddin b. Ahmed, Mevlânâ Muslihuddin ve Behlûl b. Hüseyin'in ihbar ve şehâdetleri ve bazı iddialar hakkında bir kısım müridlerinin de tasdik ve şehâdetleriyle, şeyhin özetle şu fikirleri ileri sürdüğü anlaşılmaktadır:
· 1. Herkes Tanrı'dır; her sûretten gözüken O'dur. İnsan kadîmdir ve insan insan olduktan sonra ona hiçbir şey haram değildir.
· 2. Şeriatın haram dediği şeyler helâldir. Zina ve livatada nesne yoktur (helâldir). Toprak toprağa girmektedir. Bunlar aşkın lezzetidir. Müridlerin karıları ve oğlanları ehlullaha helâldir.
· 3. İnsanı yaratan sensin; bir kadına yaklaşırsın, doğurduktan sonra da Allah yarattı dersin.
· 4. Kabir azabı, Hesap vb. yoktur.
· 5. Ruh bir bedenden çıkar, diğer bir bedene girer.
· 6. Babam Kutup, ben ise Mehdiyim. Bize uymayanın imanı dürüst değildir. Kutbun başı arşta, ayağı ferşte, on sekiz bin âlemi kaplamıştır.
· 7. Kelîmullah Mûsâ küstahtır.
· 8. Üstesinden gelebilirsen ye, iç, yat, uyu. Hepsi ibadettir. Oruç, zekât, hac Yezîd'e cereme için gelmiştir. Mümin olana yılda iki bayram namazı vardır. O iki bayram namazında secde yerinde bizi görün. Diğer ibadetler avam içindir. Onları meşgul etmek, birbirleriyle uğraşmasını önlemek içindir.
· 9. Ehlullahtan birisi misafir olarak imam olsa, onun arkasında iki rek'at namaz kâfidir. Mukim olan cemaatin
. namazını dörde tamamlamasına gerek yoktur.1433 Oğlan Şeyh İsmail Ma'şûkî'nin de bizzat hazır bulunduğu bir celsede, özetle yukarıdaki iddialar ileri sürülmüş, ancak bunlara karşı şeyhin ne cevap verdiği, ya da verip vermediği kaydedilmemiştir. Bu durumda Ahmed Yaşar Ocak'ın da ileri sürmüş olduğu birtakım endişeler1434 gündeme gelmektedir. Acaba mahkeme zabıtlarındaki iddialara konu teşkil eden fikirler, gerçekten onun ağzından çıktığı şekilde mi şahitlerce nakledilmiştir? Yoksa şâhitler meseleyi kendi anladıkları şekilde mi ifade etmişlerdir? Bu husus henüz aydınlığa kavuşmuş değildir. Gölpmarh'mn İsmâil Ma'şûkî'ye ait olduğunu söylediği, aşağıda alıntı yapılan gazellere bakıldığında, hiç de öyle aşırı ifadelere rastlanmamaktadır. Ne var ki, bu gazellerde Gölpmarlı'nm da yerinde ifadesiyle, vahdet cezbesi mevcuttur. Ancak dile getirdiği konular, ilk defa dile getirilmiş şeyler değildir. Aksine bunlar daha önce bir kısım sûfî tarafından değişik şekil ve kalıplarla ifade edilmiştir:
Çü sensin âşık u maşuk, çü sensin tâlib ü matlûb, Haber ver gel nedir şahım murad olan bu kavgadan.
(...)
Ne surette zuhûr etsen seni arif bilür şeksiz, Melâik sûreti olsun ve ger perî ve ger insan. (...)
Kamu eşya eğerçi kim haber verir cemâlinden, Velî insan olan ismin nişan verir müsemmâdan.
(...)
Mezâhirde kamu yüzden cemâlindir salan pertev, Olur âşık kamu eşyâ, anınçün hüsnüne hayrân. (...)
Senin aşkındürür ancak, bu âlemde eden cilve,
Gehî âşık, gehî mâşuk, gehî ayık, gehî sekrân.
(...)
Senin hüsnündürür yâ Rab, ki Yûsuf'ta eder cilve, Senin aşkındürür yâ Rab, zuhûr eden Zelîha'dan.
(...)
Senin zatındürür mescûd, ana cümle eder secde,
Mesâcidde eğer âşık, kilîsada eğer ruhbân.
(...)
İçenler câmı aşkından, geçerler kendü vârından, Kim içerse bu şerbetten, anın işi olur âsân.
(...)
Ehli aşkın gözüne yeksân görünür dâimâ,
Ma'bedi âbid ile hem rahibin büthânesi.1435
Gölpmarlı, Oğlan Şeyh'in idamından sonra, "daha o devirde hemen herkes tarafından zulmen katledildiği söylenmeye başlanmıştır" diyorsa da,1436 Atâî bu konuda halkın iki gruba ayrıldığını kaydetmektedir. Bir grup onun zındık olduğuna hükmedip, müridleriyle birlikte katlini haklı bulurken, diğer bir grup büyük velîlerden olduğunu ileri sürerek, yukarıdaki sözlerini te'vil yoluna gitmiştir.1437
Oğlan Şeyh'in kimin fetvasıyla idam edildiği meselesine gelince; bu hususla ilgili olarak çoğu kaynakta, muhtemelen Atâî'nin kaydına dayanılarak,1438 Oğlan Şeyh'in 935'te (152829) idam edildiği1439 ve dolayısıyla o tarihte şeyhülislâmhk makamını ihrâz eden İbn Kemal'in (şeyhülislâmlık dönemi, 932940 tarihleri arası) bu fetvayı verdiği ifade edilmektedir.1440 Oysa İsmail E. Erünsal, yukarıda zikredilen makalesinde Oğlan Şeyh'in idamının 935'te değil 945 (153839) yılında gerçekleştiğini ortaya koymuştur.1441 Bu durumda İbn Kemal'in adı geçen fetvayı vermiş olması söz konusu olamaz. İdam 945 senesinde gerçekleştiğine göre, bu fetvayı iki şeyhülislâmdan birisi; ya Sa'dullah Sa'dî Efendi (şeyhülislâmhk dönemi, Şevval 940Şevval 945 arası)1442 ya da Çivizâde Muhyiddin Mehmed Efendi (şeyhülislâmhk dönemi, Şevval 945Receb 948 arası)1443 vermiştir. Kanaatime göre İkincisi tarafından verilmiş olması daha güçlü bir ihtimaldir.1444 Zira Şeyhü
Osmanh Anadolusu'nda Devlet RicâliMeşâyih Münasebetleri (XVI. Yüzyd) lislâm Çivizâde'nin zaten öteden beri sûfiyyeye karşı olduğu bilinmektedir. Nitekim onun şeyhülislâmlıktan azledilmesine sebep olarak Devhatulmeşâyih'te, Muhyiddin İbnü'lArabî ve Mevlânâ Celâleddîni Rûmî ile diğer tasavvuf büyükleri hakkında kötü sözler söyleyip, onlara dil uzatmış olması kaydedilmektedir.1445 Böyle tasavvuf büyüklerine dil uzatmaktan çekinmeyen bir zatın, Oğlan Şeyh gibi birisine tahammül etmesi de beklenemezdi.
Burada bir noktaya daha işaret etmek gerekir. Çivizâde şeyhülislâm olmadan önce, iki sene müddetle Anadolu kazaskerliği yapmıştır.1446 Dinî meselelerin, o dönemde divanın tabii üyelerinden olan kazaskerler tarafından halledildiği bilinmektedir.1447 Çivizâde'nin böyle bir idam kararını, 945 senesinde henüz kazasker iken divandan çıkartmış olması da muhtemeldir. Ayrıca Atâî'nin kaydından anlaşıldığına göre, Oğlan Şeyh hakkında karar vermek üzere bir de komisyon oluşturulmuştur. Komisyon üyelerinden birinin, o tarihlerde Rumeli kazaskeri olan1448 Ebüssuûd Efendi olduğu görülmektedir. Ebüssuûd Efendi, komisyon üyesi olarak Oğlan Şeyh'in idamı için karar vermekte çok zorlandığını, epeyce düşündükten sonra, dinsizliğine (ilhâd) karar vermekten başka yol bulunmadığını anlayarak hükmünü verdiğini belirtmektedir.1449
Oğlan Şeyh'in doğum tarihi, tesbit edebildiğimiz kadarıyla, sadece Atâî tarafından kaydedilmiştir. Buna göre Oğlan Şeyh 914'te (150809) doğmuş ve yine aynı kaynağa göre, daha önce de belirtildiği gibi 935'te (152829) idam edilmiştir.1450 Bu durumda şeyhin yirmiyirmi bir yıl yaşadığı ortaya çık
maktadır. Ancak elde edilen son bilgilerle şeyhin 945'te (153839) idam edildiği anlaşıldığına göre, acaba idam edildiğinde onun otuzotuz bir yaşlarında olduğuna hükmedilebilir mi? Mir'âtü'l'ışk'da verilen bilgilere bakılırsa, Oğlan Şeyh İstanbul'a ilk defa 941'de (153435) götürüldüğünde, daha sabi denecek kadar gençti.1451 Bu tarihten, idam edildiği 945'e (153839) kadar sadece dört sene geçmiştir. Bu durumda Atâî'nin verdiği doğum tarihinin de, idam tarihi gibi yanlış olduğuna hükmetmek gerekmektedir. Kanaatime göre o, Semerât ve Sergüzeşt'te kaydedildiği gibi on dokuz yaşında,1452 ya da o civarda bir yaşta iken idam edilmiş olmalıdır.
eb) Şeyh Hamza Bâlî (ö. 969/156162)
XVI. yüzyılda idam edilen bir başka Melâmî şeyhi, BosnalI Hamza Bâlî'dir. Şeyh Bâlî, Ankara'da Melâmiyye şeyhlerinden Hüsâmeddin Ankaravî'nin (ö. 964/1557) hizmetinde bulunmuş, daha sonra Rumeli'ye geçerek Melâmîliği orada yaymaya çalışmıştır.1453 Ancak kaynakların ifadesine göre, cezbesi galip bir şeyh olduğu için bazı söz ve tavırları gerek ulemânın ve gerekse tarikat şeyhlerinin tepkisine yol açmıştı. Bazı Melâmî kaynaklarında kaydedildiğine göre, Bosna'nın ulemâ ve meşâyihi mahkemeye toplanıp, "Bu adam cahildir ve mürid yetiştirmeye ehil değildir. Eğer tedbir alınmazsa bu tavırlarıyla fitne ve fesada sebebiyet verir. Durumu vakit geçirilmeden İstanbul'a bildirilmelidir" diyerek kadıya baskı yapınca, kadı efendi durumu İstanbul'a bildirdi. Bunun üzerine ahvali teftiş olunmak üzere başşehirden Bosna'ya müfettişler gönderildi ve teftiş neticesinde şeyhin tutuklanmasına karar verildi. Bu arada Ebüssuûd Efendi'den de hakkında fetva. istenmişti. Şeyhülislâm fetva yazmadan önce Şeyh Bâlî'nin durumunu bazı tarikat şeyhlerinden öğrenmek istedi.
Meşâyih, Hamza Bâlî'nin cahil ve nâkıs olduğunu, "dördüncü esmâ"da kaldığı halde; yani seyri sülûkünü ikmal etmeden1454 şeyhliğe kalkıştığını belirtip, daha önce idam edilen Oğlan Şeyh îsmâil Ma'şûkî tarikinden olduğunu söylediler. Ebüssuûd Efendi de, "Oğlan Şeyh zendeka ve ilhâda (dinsizlik ve Allahsızlık) binaen idam olunmuştu. Şeyh Hamzada onun gibi zındık ise katli meşrûdur" diye fetva verdi. Ve şeyh bu fetva ile İstanbul'da idam olundu.1455
Seyyid Seyfullah (ö. 1010/1601) ve Belgradlı Münîrî (ö. 1026/1617), Hamza Bâlî'nin idamında özellikle Şeyh Nûreddinzâde'nin şikâyetlerinin etkili olduğunu belirtmektedirler.1456 Ancak Oğlan Şeyh'in görüşlerini aksettiren bir mahkeme zaptı bugün elimizde bulunmaktaysa da, Hamza Bâlî'nin görüşlerine dair bir belge henüz bulunamamıştır. Bununla birlikte şeyhi suçlayanlar, onun Oğlan Şeyh tarikinde olduğunu belirttiklerine göre, mesele bir ölçüde vuzuha kavuşmaktadır, yani Oğlan Şeyh hangi sebebe binaen idam edilmişse, Şeyh Hamza da aynı sebeplerle idam edilmiş demektir. Zâhirde her iki şeyhi de idama götüren sebepler bu şekilde benzerlik arzettiği gibi, tasavvuf! açıdan da benzerlik arzetmektedir. Nitekim her ikisi için de, sülüklerini tamamlamadan şeyhliğe kalkıştıkları yolunda ithamlar bulunmaktadır.
Zeyli Şekâik'te Hamza Bâlî'nin idamına sebep olarak ileri sürülen gerekçe, kendisinden şeriata uymayan hallerin zuhur etmiş olmasıdır.1457 Şeyhi ulemâ ile birlikte suçlayan meşâyihin ısrarla üzerlerinde duruduğu nokta, yukarıda da kaydedildiği gibi, onun "dördüncü esmâ"da kaldığı için nâkıs olduğu, şeyhliğe tam ehil olmadığıdır. Hamza Bâlî'nin Ankara'da Hüsâmeddin Ankaravî'nin yanında yetiştiği daha önce zikredilmişti. Melâmî kaynaklarının ilklerinden olan Semerât'ta, Hamza Bâlî'nin ziyade meczûp ve müstağrak olduğu ve bazı acayib halleri istidrâca hamdolunduğu için türlü isnatlarla katledildiği ifade edildiği halde, onun halifeliğinden hiç söz edilmez ve üç beş satırla geçiştirilir.1458 Diğer Melâmî kaynaklarından Sergüzeşt ve Tomar'da ise, onun seccadei irşada tâyîni İlâhî ile oturduğu kaydedilmektedir.1459 Bu kayıtlarla birlikte yukarıdaki tarikat şeyhlerinin ithamları da dikkate alınacak olursa, onun şeyhinden icâzet almadan, Oğlan Şeyh gibi icâzetsiz olarak irşada kalkıştığına hükmedilebilir. Zaten şeyhi bulunan Hüsâmeddin Ankaravî de (ö. 964/1557), Atâî'nin kaydına göre, cezbesi galip bir şeyh olduğu için şeriata uymayan bazı sözleri üzerine Ankara Kalesi'ne hapsedilmiş ve ertesi gün hücresinde vefat etmiş halde bulunmuştur.1460 Ancak Oğlan Şeyh hakkında son zamanda elde edilen bilgiler Hamza Bâlî hakkında henüz elde edilemediğinden, onun şeyhinden icâzet alıp almadığı hususunda kesin hükme varmak yine de zordur.
ec) Şeyh Muhyiddin Karamânî (ö. 957/1550)
XVI. yüzyılda idam edilen bir başka sûfî Gülşeniyyei Halvetiyye'den "Karamanlı Şeyh" diye bilinen Muhyiddin Karamânî'dir. Şeyh Karamânî, Mısır'da İbrâhim Gülşenî'nin yanında bulunmaktayken, vezir (Çoban) Mustafa Paşa'nm ri
Osmanlı Anadolusu'nda Devlet RicâliMeşâyih Münasebetleri (XVI. Yüzyıl) cası üzerine Anadolu'ya gelmiştir. Mustafa Paşa Mısır beylerbeyi olduğu sırada, Şeyh Gülşenî'nin meclislerine katıldığı için Şeyh Karamânî ile burada tanışmıştı. Daha sonra İstanbul'a dönen Mustafa Paşa, Gebze'de (Gelbevize)1461 bir medrese ve yanma da, daha önce belirtildiği gibi, bir tekke yaptırmış ve Şeyh Gülşenî'den Muhyiddin Karamânî'yi buraya göndermesini rica etmişti.1462 Bunun üzerine Şeyh Karamânî adı geçen tekkeye şeyh olarak tayin olundu. Karamânî burada faaliyet gösterirken yanındaki medresede de Ebüssuûd Efendi müderrislik yapıyordu.1463 Mustafa Paşa'mn 1523'te Mısır'dan İstanbul'a çağrıldığı1464 ve Ebüssuûd Efendi'nin de adı geçen medresede 1525'te müderris olduğu1465 dikkate alınacak olursa, Şeyh Karamânî'nin 1523 ile 1525 tarihleri arasında Anadolu'ya geldiği anlaşılır.
Şeyh Muhyiddin Karamânî, Anadolu'da yirmi beş seneden fazla bir müddet irşad faaliyetinde bulunduktan sonra, 957'de (1550) şeriata aykırı görüşleri olduğu ileri sürülerek Şeyhülislâm Ebüssuûd Efendi'nin fetvasıyla idam olunmuştur.1466 Atâî bu olayı "Şeyh Karamânî vahdeti vücûd meselesinde hata edip, şimşîri şeriatla 957 senesinde katlolundu" şeklinde bir ifadeyle kaydetmektedir.1467 Ebüssuûd Efendi ta
rafından verilen bir fetvada ise onun idamı şu şekilde açıklanmaktadır: "Zarûriyyâtı dinden olup, nusûsi katıa ile sâbit olan ahkâmı şeriatı şerîfeyi inkâr ile zındık idüğü ve Hz. Resûlullâh (s.a.) cenâbı rifatlerini tahkir vechi ile zikrettiği tarîki şer'î ile sâbit olduğu için katlolunmuştur."1468
Muhyiddin Karamanı'nin idam edilmesine hangi görüşlerinin sebep olduğu, İstanbul Şer'iye Sicilleri Arşivi Rumeli Sadâreti Mahkemesi Sicilleri arasında bulunan mahkeme sicilinde açıkça görülmektedir.1469 Başında "Sicilli Şeyh Karamânî ezZmdîk" ibarelinin bulunduğu bu belgeye göre, on tane şahit1470 şeyhin muhtelif görüşlerini mahkemede açıklamışlardır. Daha önce bahsi geçen Oğlan Şeyh'in görüşleriyle büyük ölçüde benzerlik arzeden bu görüşler özetle şu şekildedir:
· 1. Vâcibü'lvücûd (Allah) ile mümkinü'lvücûd (mahlûk) arasında hiçbir fark yoktur. Zat aynıdır (müttehiddir), farklılık isimlerdedir... Ulûhiyyeti bütün eşyaya isnat etmeyenler kâfir olurlar.1471
· 2. Şeriatın emirleri itibarîdir; bir şeye haram dersin haram olur, helâl dersin helâl olur.
· 3. Dünyada haram diye bir şey yoktur. Livata ve zina helâldir. Bu fiillerden dolayı had (şer'î ceza) gerekmez.
· 4. Haşr (öldükten sonra dirilme) yoktur. Öteden kim gelip de haber vermiştir.
· 5. Hz. Resûlullah, Şeyh İbrâhim'e (Gülşenî) şâkird olamaz.
· 6. Cemîi evliya ve enbiyâya verilen bende bilfiil mevcuttur. Bu ana kadar benden üstün dört kişi gelmiştir; Resûlullah, Ali, Şeyh Attâr ve Sâhibi Fusûsü'lhikem (îbnü'lArabî).
· 7. Eğer filân ile beraberim dersem "tenâsüh" olur. Tenâsüh mezhebimiz değildir.
· 8. Rü'yetullah ne dünyada ve ne de âhirette mümkündür. Mümkündür diyen yalancıdır.290
Mahkeme sicilinde kaydedilen şahitlerin ifadeleri özetle bu şekildedir. Ancak, Ahmet Yaşar Ocak'ın da belirttiği gibi,1472 1473 1474 1475 sicilde şahitler tarafından şeyhe nisbet edilen bu cümlelerin tam olarak onun ağzından çıkıp çıkmadığı kesin değildir. Tasavvufun bazı derin ve ince meseleleri, dinleyenler tarafından doğru anlaşılamadığı için, bu şekilde ifade edilmiş olması da muhtemeldir.
Şeyh Muhyiddin Karamânî'nin idamı meselesinin daha bir açıklığa kavuşması için, bu olaya o devir Gülşenîlerinin nasıl baktığını da kaydetmek gerekir. Gülşeniyye meşâyihinden Şeyh Haşan Zarîfî'nin (ö. 977/156970), Karamanlı Şeyh'in idamı hadisesinde sıkıntıya girdiği ve takibata uğradığı anlaşılmaktadır. Muhyî'nin kaydına göre, adı geçen hadise için Haşan Efendi bazı sözler söylemiş, bu sözleri duyulduğunda Edirne'deki Gülşenî müridleri arasında bile huzursuzluğa yol açmıştı. Şeyh Gülşenî'nin Edirne'deki halifesi Âşık Efendi ise, Haşan Efendi'nin tasarruf sahibi bir velî olduğunu ve hikmetsiz söz söylemeyeceğini beyan ederek müridlerini yatıştırmayı başarmıştı.1476 Kaynaklarda Haşan Efendi'nin ne söylediği kaydedilmemektedir. Ancak gelişen hadiselerden onun, Muhyiddin Karamânî'nin bazı şathiyyelerini savunur mahiyette konuştuğuna hükmedilebilir. Nitekim Karamanlı Şeyh gibi kendisinin de aynı âkıbete duçar olmamak için, Nakşibendiyye'den Emîr Buhârî Tekkesi şeyhi Mahmud Efendi'ye mürid olduğu kaydedilmektedir.1477
Yine Gülşeniyye şeyhlerinden, aynı zamanda Ebüssuûd Efendi'den de ders almış olan Muhyî Efendi (ö. 1014/16051606),1478 önemli eseri Menâkıbı Gülşenî'de Ebüssuûd Efendi'den hep sitayişle bahsettiği halde, bu meselede onun hissî davrandığına işaret etmektedir. Gerçi Şeyh Karamânî'yi de bazı noktalardan hatalı bulmakta; meselâ bir kısım sohbetlerinde Karamânî'nin, "Niçin bu meclise Çivizâde ve Yavsîzâde (Ebüssuûd) gelmezler? Neden gelmekten korkuyorlar?" gibi laflar ettiğini ve bunun da bir nevi gurur olduğunu kaydederek, sonunda bu gibi sözlerin şeyhe zarar verdiğini belirtmektedir.1479 Fakat bunun yanı sıra, kendisi bizzat Şeyh Karamânî'nin sohbetlerini dinlediğini ve bu sohbetlerde şeri ata muhalif hiçbir söz ve fiile rastlamadığını da kaydetmektedir.1480 Muhyî Efendi'ye göre Ebüssuûd Efendi ile Şeyh Karamânî arasında ilk ihtilâf, Ebüssuûd Efendi Gebze'de müderrislik yaparken başlamıştır. Yukarıda kaydedildiği gibi, Şeyh Karamânî adı geçen şehirdeki tekkesinde faaliyet gösterirken, Ebüssuûd Efendi de tekkenin yanında bulunan medresede bir sene müderrislik yapmıştı. Bu esnada Ebüssuûd Efendi'nin iki dânişmendi Şeyh Karamânî'nin meclisine devam etmeye başlamışlar ve sohbetlerinden etkilenerek kendisine mürid olmuşlardı. Şeyh Efendi bu iki dânişmende, Ebüssuûd Efendi'nin ders halkasını terketmemelerini, ara sıra sohbetlerine iştirak etmelerinin kendilerine kifayet edeceğini söylemiş, onlar da bu şekilde davranmaya başlamışlardı. Ebüssuûd Efendi bir ara şeyhe haber gönderip bu iki danişmendi meclisine sokmamasını, aksi takdirde kendisine zararı dokunacağını bildirir. Şeyh Efendi ise, "Tarikatta, ehlullah meclisinden talebeyi reddetmek yoktur, ama hatırınız için kendilerine tenbih edeyim" diyerek bu iki dânişmendi huzuruna çağırıp "Benim rızâmı istiyorsanız, varın üstadınız hizmetinde olun" diye söze başlayınca, dânişmendler "Biz üstadımızı bulduk" diyerek molla kıyafetlerini çıkartıp derviş kıyafetine bürünürler. Ebüssuûd Efendi bu olaydan çok rahatsız olmuş ve Şeyh Karamânî hakkında kötü sözler sarfetmişti. 944 (Ağustos 1537) senesinde Rumeli kazaskeri olan Ebüssuûd Efendi, Kanûnî Sultan Süleyman'la birlikte bir ara Edirne'ye gittiklerinde Şeyh Karamânî de orada bulunmaktaydı. Bazı çekemeyenlerin şikâyeti üzerine Şeyh Karamânî, burada Sultan Bayezid Camii'nde teftiş edilmiş ise de, kendisine herhangi bir zarar verilememiştir. Ancak Ebüssuûd Efendi şeyhülislâm olduktan sonra yukarıda bahsedilen fetvasını vermiş ve şeyhi idam ettirmiştir.1481
Muhyî Efendi bu şekilde şeyhin idamı konusunda şeyhülislâmın hissî davrandığına işaret etmektedir. Ebüssuûd Efendi'nin, şayet îmâmı Âzam'ın görüşüyle amel etmiş olsaydı, Şeyh Karamânî fikirlerini itiraf ederek bunlardan vazgeçtiğini beyan ettiği için idamdan kurtulabilecekken, karârını diğer imamların ve mezheplerin görüşüne göre vermesi,1482 Muhyî Efendi'nin imasını teyit eder mahiyette gözükmektedir. Ancak, A. Yaşar Ocak'ın da belirttiği gibi,1483 Ebüssuûd Efendi'nin meslek hayatında son derece dürüst ve tutarlı olduğu da bir gerçektir. Nitekim onun, karşılaştığı benzer olaylarda ne kadar titiz ve hassas davrandığı, kaynakların verdiği bilgiler ışığında açıkça görülmektedir. Meselâ Bayramı Melâmî şeyhlerinden Gazanfer Dede (ö. 974/156667) ile ilgili benzer bir olayda sadrazam kendisine görüşünü sorduğunda o şöyle demiştir: "...Oğlan Şeyh'in katli işinde, fakır haddi mûtaddan hariç tevekkuf ve teenni etmişimdir. Merhum Mevlânâ Şeyhî Çelebi ilhâdına hükmettikten sonra, iki üç meclis dahî tevekkuf edip, asla tevcihe mecal kalmayıp ihtimal munkatı' olmayınca hükmol[un]mamıştır. Bunun (Gazanfer Dede) ol tarîkden idiği şer' ile sâbit olmadan, onun mecrâsma icrâ olunmak meşrû değildir..."1484 Ayrıca, ulemâmeşâyih münasebetleri anlatılırken temâs edileceği gibi, Ebüssuûd Efendi'nin İstanbul'da faaliyet gösteren İbrâhim Gülşenî'nin diğer halifesi Haşan Zarîfî Efendi ile oldukça samimi dost oldukları1485 ve Kastamonulu Şaban Efendi'nin İstanbul'daki müridlerinden, Süleymaniye Camii vâizi Kastamonulu Muharrem Efendi (ö. Cemâziyelevvel 983/Eylül 1575) ile yakın arkadaşlıkları bilinmektedir.1486 Öte yandan, Kanûnî'nin büyük itibarına mazhar olan Şeyh Nûreddinzâde Rumeli'de faaliyet gösterdiği sırada, hakkında bazı ithamlar sebebiyle tutuklanma kararı çıkarılmak üzereyken, onu sadrazam nezdinde tezkiye eden Şeyhülislâm Ebüssuûd Efendi olmuştur.1487
Bütün bunlar Ebüssuûd Efendi'nin Şeyh Karamânî hakkında hissi karar vermiş olabileceği görüşünü zayıflatmaktadır. A. Yaşar Ocak onun, Şeyh Karamanî'nin itiraflarında samimi olmadığına, bu yüzden de Hanefî hukukunun hoşgörüsünden yararlanmak için asıl inançlarını gizlediğine inanarak, Mâlikî hukukuna göre idam kararını onaylamış olabileceğini ileri sürmektedir.1488
Kaydedilen bilgilerden açıkça görülmektedir ki, devlet mezkûr tarikat şeyhlerinin idamına gerekçe olarak, onların dinden çıkmış olmalarını (zendeka ve ilhâd) göstermiştir. Üçünün de gerekçesi budur. Son zamanlarda araştırmacıların elde ettiği mahkeme kayıtlan da, onların bu durumunu teyit eder mahiyettedir. Osmanh Devleti, hukukunu şeriat üzerine bina ettiği için, bu çerçevenin dışına çıkanlar ister meşâyihten isterse ulemâdan olsun,1489 hiç ayırım gözetilmeden, yine şeriatın emriyle cezaya çarptırılmıştır. Yoksa bu noktada devletin meşâyihe hususi bir baskısı söz konusu değildir.1490 Nitekim aynı dönemde birtakım isnatlar neticesi takibata uğrayan, ya da hapsedilen bazı şeyhler, gerçek ortaya çıktıktan sonra kendilerinden özür dilenmiş ve büyük ihsanlara mazhar olmuşlardır. Ebüssuûd Efendi, meselâ Gazanfer Dede ile alâkalı görüşü sorulduğunda şunları söylemiştir: "Maârifi ilâhiyyesi ahkâmı şeriatı şerîfeye muvâfık ve meşâyihi İslâmiyye(nin) sülük ettikleri tarikata mutâbık ise bîçâre ıtlak olunup, belki riâyet olunmak lâzım olur."1491 Nitekim, Oğlan Şeyh'in babası Melâmiyye şeyhlerinden Pîr Ali Aksarâyî (Alâeddin Aksarâyî, ö. 944/153738 civarı) hakkında, bir ara mehdîlik dâvâsında bulunduğu gerekçesiyle takibat başlatılmış,1492 ancak bunun böyle olmadığı anlaşılınca, takibatın sonucu müspet bir şekilde neticelenmiştir. Semerât müellifi Sarı Abdullah Efendi'nin, ondan naklen La'lîzâde, Müstakimzâde ve Sâdık Vicdânî'nin ortaklaşa kaydettiklerine göre, bu iddianın yayıldığı esnada Kanûnî Sultan Süleyman İran seferi için (I. İran seferi) hazırlık yapmakta idi.1493 Şeyhin mehdîlik iddiası kendisine ulaştığında sultan sefere giderken yol üzerinde şeyhle görüşmeye karar vermiş1494 ve sefer esnasında tebdîli kıyâfetle gizlice Pîr Ali Aksarâyî'nin yanma giderek onunla görüşmüştür.1495 Bu buluşmaları esnasında padişah şeyh hakkında ileri sürülenlerin bir iftiradan ibaret olduğunu anlamış ve "Azizim sizi bize yanlış tanıtmışlar.." demiştir. Padişahın bu ifadesi üzerine şeyh, "Devletlü Padişahım bu fakire isnad olunan nedir?" diye sormuş, o da "Mehdiyim diyormuşsun. Ayrıca 'cennetin dört ırmağı bizdedir' der imişsin" deyince şeyh, "Şevketlü padişahım, zâhirde şimdilik mehdi sizsiniz. Ayrıca cennetin dört ırmağı da cennete aittir. Bunlar kevser suyu, beyaz süt, saf bal ve kırmızı şarap ırmaklarıdır. Öldükten sonra oraya giren müminler bu ırmaklardan içeceklerdir. Hak Teâlâ size ve bize Resûlullâh'm meclisinde onlardan içmek nasip etsin. Ancak 'insan', âlemi şehâdet ve âlemi melekûtun bir numunesi olduğu için, onda meydana gelen ilim, mârifet, aşk ve hakikattan her biri bu ırmaklara teşbih olunmuştur" dedikten sonra, "Birkaç baş sığır ve davarımız var, binaenaleyh bunların zâhirde olan Osmanlı Anadolusu'nda Devlet RicâliMeşâyih Münasebetleri (XVI. Yüzyıl) misalleri dahî hânemizde mevcuttur" diyerek padişaha süt ve bal sunmuştur. Padişah, "Azizim şarap ırmağından da bir numuneniz yok mudur?" diyerek latife edince, şeyh, "Evet, şarap ırmağı aşkı yezdân ve cezbei rahmândır. Bu da taliplerden esirgenmemektedir" diyerek, o esnada Kanûnî ile birlikte gelip bu meclise iştirak etmiş olan ve şeyhi ayakta can kulağıyla dinleyip oldukça etkilenmiş bulunan sultanın çuhadarı Pertev Paşa'ya bir nazar etmiş ve onun gayri ihtiyarî "Allah" diye bağırarak yere yuvarlanmasına ve bir müddet vecd halinde öylece kalmasına sebep olmuştu. Bu olaydan Kanûnî'nin çok etkilendiği, hatta o esnada ağladığı kaydedilmektedir.1496 Padişah şeyhle görüştükten sonra yoluna devam etmiş ve sefer dönüşü şeyhi tekrar ziyaret etmiştir. Zira sefer öncesi görüşmeleri esnasında şeyhin işaret ettiği hadiseler sefer sırasında aynen meydana gelmişti. Bu ikinci görüşmelerinde de Kanûnî şeyhten nasihat ve dua talebinde bulunmuş ve daha önce de kaydedildiği gibi, kendisine bir kısım emlâk ve tarlalar vermek istemiştir.1497
Ayrıca belirtmek gerekir ki, Melâmiyye ricâlinden Oğlan Şeyh devlet tarafından idam edilmiştir; ancak, onun idamından sonra İstanbul'da ilk Melâmî tekkesi de, yukarıda kaydedildiği gibi, bizzat Kanûnî Sultan Süleyman tarafından yaptırılmıştır.1498 1499 İlk şeyh olarak da Pîr Ali Aksarâyî'nin halifelerinden Şeyh Yâkub Helvâî (ö. 997/158889) tayin olunmuştur.231 Aynı zamanda Aksarâyî'nin damadı olan Yâkub Efendi, Aksaray'dan kayınbiraderi Oğlan Şeyh'le birlikte İstanbul'a gelmiş, onun idamı esnasında kendisi de hapse atılmıştı.1500 Akkâ'ya sürüldüğü de rivayet edilmektedir.1501 Fakat Acem seferi esnasında1502 Kanûnî tarafından affedilmiş ve İstanbul Süleymaniye'de Bozdoğan Kemeri bitişiğinde yaptırılan mezkûr tekkeye yerleştirilmiştir.1503 Burada irşad faaliyetine başlayan Helvâî Efendi'nin, bir gün Padişah Kanûnî tarafından ziyaret edildiği ve şeyhin de kendisine helva ikram ettiği1504 daha önce kaydedilmişti.
Bütün bunlar, devletin herhangi bir tarikat ya da şeyhe hususi baskı uygulamak gibi bir niyet içinde olmadığını, aksine cemiyette huzuru tesis edip, şeriatın emirlerini uygulamayı esas aldığını göstermektedir. Nitekim Eskişehir'de Seyyid Battal Gazî Zâviyesi'nde ve Konya'da Mevlânâ Dergâhı'nda yaşanan olaylar da bunun açık bir delilidir. Seyyid Battal Gazî Zâviyesi'nde Râfızîler'in faaliyet gösterdiği devlet tarafından haber alındığında, bizzat Kanûnî'nin emriyle Râfızîler buradan temizlenmiş,1505 ancak daha sonra, Râfızî görüşlerinden vazgeçip,1506 şeriatın emirlerini uygulamaları şartıyla tekrar buraya dönmelerine müsade edilmiştir.1507 Bu arada da zâviyeye şeyh olarak Nakşibendiyye ricalinden Şeyh Enverî (973/156566) tayin olunmuştur.1508 Konya'da ise 972 (156465) senesinde bir ara dergâha, Mevlânâ'nm bağlıları olduklarını söyledikleri halde namaza ve niyaza riayet etmeyip türlü fuhşiyatı irtikap ettikleri bildirilen Ehli sünnet dışı bir grup yerleşmiş, bunu haber alan devlet derhal onların dergâhtan atılmaları için Konya kadısına hüküm göndermiştir.1509 Yine, devletin kaydedilen prensibi gereği, Kanûnî Sultan Süleymân'ın annesi, vakfettiği tekkenin şeyhlerinin Ehli sünnet'ten olmasını ve dervişlerin de Ehli bid'attan olmamasını şart koşmuştur.1510
III
Şehzadeler ve Şeyhler
• « •
Padişahların tasavvufa ve tarikat erbabına yakın alâka göstermesi yoğun bir tasavvufî atmosferin oluşmasına sebep olmuştur. Bu atmosfer çoğu devlet ricâlini etkisi altına aldığı gibi, tabiî olarak şehzadeleri de etkilemekteydi. Diğer yandan padişah anneleri, hanımları ve kızlarının da bu mânevî atmosferden nasibini aldıkları görülmektedir. Bu bölümde sancaklara vali olarak tayin edilen padişah çocuklarının meşâyihle münasebetleri kaydedildikten sonra, tamamlayıcı bilgi olarak padişah anneleri, hanımları ve kızlarının da tarikat erbabıyla ilişkilerine yer verilecektir.
Sancak beyi olarak tayin edilen şehzadeler, başka bir ifadeyle Osmanlı tahtının vârisleri daha tahta geçmeden, valilikleri esnasında meşâyihle samimi ilişkiler kuruyor, onların mânevî desteğini yanlarına almaya çalışıyordu. Şehzadelerin yetişmeleri esnasında, eğitim ve öğretimleri için kendilerine tayin edilen hocalar arasında, aynı zamanda tasavvufla da alâkadar olan kişilerin bulunması, onların meşâyihe güvenini hazırlayan sebeplerden biri olarak görülebilir.
Sultan II. Bayezid'in oğlu Şehzade Korkud (ö. 918/1512), babası gibi tasavvufa meyli olan, ince ruhlu, şair ve mûsikişinas bir kişiliğe sahipti. Osmanlı Müellifleri'nde onun için, "Tasavvufa, mûsikiye, ilmi ahlâka tam bir bağlılığı münasebetiyle, dünyevî debdebeden nefsini bi'lkülliye tecrit etmişti.." denilmekte ve kaleme aldığı eserlerinden Arapça Hâfizu'linsân an lâfizi'lîmân isimli eserin, tasavvuf, kelâm, fıkıh ve ahlâktan bahsettiği kaydedilmektedir.1511 Manisa sancağında vali iken kendisine en yakın arkadaş olarak Deli Birâder denilen, şairlerden Gazâlî Mehmed Efendi'yi (ö. 941/153435 veya 942, 943) seçmişti. Uzun süre şehzadeye arkadaşlık eden Deli Birâder, onun katli üzerine Yavuz Sultan Selim'den Bursa'daki Geyikli Baba Zâviyesi'ni istemiş ve padişahın onayıyla orada bir müddet şeyhlik yapmıştır.1512
Kanûnî Sultan Süleyman'ın büyük şehzadesi Sultan Mustafa'nın (ö. 29 Zilkade 960/6 Kasım 1553) hususi hocalarından birisi, Nakşibendiyye'ye nisbeti bulunan Gelibolulu Muslihuddin Mustafa Sürûrî (ö. 969/156162) idi. timi seviyesi için o devir kaynaklarının, "Her fende mâhir, fünûnun ekserinde bîbedel" gibi övücü ifadeler kullandıkları Sürûrî,'1513 955 (1548) senesinde Van seferine hazırlanan padişah Kanûnî tarafından şehzadenin hususi muallimi yapılmıştır.1514 Mustafa Sürûrî, Anadolu Kazaskeri Muhyiddin Efen
Osmanlı Anadolusu'nda Devlet RicâliMeşâyih Münasebetleri (XVI. Yüzyıl) di'nin tezkirecilik (bugünkü anlamda özel kalem müdürlüğü) hizmetini yapmakta iken, ilmiye tarikini terkedip, Nakşibendiyye'ye ait Emîr Buhârî Tekkesi'nde Mahmud Çelebi'ye (ö. 938/153132) mürid olan âlimlerdendir.1515 İntisabından sonra bir ara tekrar ilmiye mesleğine dönüp bazı medreselerde müderrislik yapmış ise de, 954 (1547) senesinde Muhyiddin Efendi'nin vefatına çok üzülerek müderrisliği de bırakmış1516 ve önceki mürşidi Mahmud Çelebi'nin yerine Emîr Buhârî Tekkesi'nde şeyh olan Abdüllatif Efendi'nin (ö. 971/ 156364) hizmetine girmiştir.1517 Onun, Mevlânâ'mn Mesnevî’sine yaptığı şerh sebebiyle "şârihi Mesnevi" diye şöhret bulduğu belirtilmektedir.1518 Şehzade Mustafa'nın bu değerli âlimmutasavvıfla beraberliği, 960 (1553) yılı sonlarında Kanûnî tarafından katlettirihnesine kadar beş sene devam etmiştir.1519
Kanûnî Sultan Süleyman'ın oğullarından Şehzade Bayezid'in de (ö. 21 Zilkade 969/23 Temmuz 1562) meşâyihle iyi münasebetler kurduğu görülmektedir.1520 Kütahya'da sancak beyi olarak bulunurken, Nakşibendiyye meşâyihinden değerli âlim Abdurrahman Gubârî'yi (ö. 974/156667) önce
emrindeki kapıkullanna,1521 daha sonra ise büyük oğlu Orhan Çelebi'ye hususi muallim tayin etmiştir.1522 Orhan Çelebi için ayrıca Mûsâ b. Şeyh Tâhir Tokadî'nin Feyzi Kudsî isimli bir eser kaleme aldığı da nakledilmektedir.1523 Şehzade Bayezid'in yakın ilişkiler kurduğu Gubârî, daha önce de kaydedildiği gibi, 1533'te Kanûnî'nin Irakayn seferine (15331535 arası) ordu kâtibi olarak katıldıktan sonra,1524 sefer dönüşü Emîr Buhârî Tekkesi şeyhi Abdüllatif Efendi'ye intisap ederek Nakşibendiyye'ye girmiş1525 ve burada sülûkünü ikmal ederek hilâfet almıştır.1526 944'te (153738) hac farizasını yerine getirmek üzere Mekke'ye gidip1527 orada bir müddet kaldıktan sonra Anadolu'ya döndüğünde yukarıda zikredilen hususi muallimlik görevini üslenmiştir. Mekke'den hangi tarihte döndüğü kesin olarak bilinmemekle beraber, bu görevinin 1559'da meydana gelen Şehzade Bayezid'le ağabeyi Şehzade Selim arasındaki kavgaya1528 kadar sürdüğü anlaşılmaktadır.1529
Şehzade Bayezid ile Şehzade Selim (San Selim) arasında Konya ovasında meydana gelen kavga esnasında tarafların, o bölgedeki meşâyihin mânevi desteğini sağlama gayretleri dikkati çekmektedir. Zeyli Şekâik'ie kaydedildiğine göre, Karaman'a bağlı Akşehir beldesinde, şehre yakın bir köye zâviyesini kurup orada faaliyet göstermekte olan Şeyh Abdullah Dede (ö. 968/156061) hem Şehzade Bayezid, hem de Şehzade Selim tarafından uzlethânesinde ziyaret edilmiştir. Şehzade Bayezid ziyareti esnasında şeyhten himmet ve dua talep etmiş, hatta kendisine kılıç kuşatmasını istemiştir.
Kaydedildiğine göre, Abdullah Dede her ne kadar Bayezid'e kötü davranmamışsa da, nasihatlarıyla bu kavgadan vazgeçirmeye çalışmıştır. Ağabeyi Şehzade Selim gelip de himmet talep ettiğinde ise, muzaffer olması için şeyhin dua ettiği rivayet edilmektedir.1529 1530 Eğirdir'de faaliyet gösteren Zeyniyye ricâlinden Şeyh Burhâneddin Efendi'nin de (ö. 970/156263) Şehzade Selim tarafını tuttuğu, saltanatın onun hakkı olduğunu belirterek muvaffakiyeti için dua ettiği belirtilmektedir.1531
Rivayete göre, Şehzade Bayezid ayrıca o bölgede bulunan Halvetiyye ricâlinden Şeyh Ahmed b. Mahmud Esam'a (ö. 971/156364) 1000 filori göndererek dua etmesini istemiş, şeyh ise bunu nazikçe reddetmiştir.1532 Bu arada Şehzade Selim'in Konya'da çelebilik makamında oturan Mevlevi şeyhi Hüsrev Çelebi'nin (ö. 968/1561) mânevi desteğini sağladığı anlaşılıyor. Rivayete göre Şehzade Selim muharebe esnasında kerametlerini gördüğü Hüsrev Çelebi'ye intisap etmiş ve bulunduğu dergâha bir şadırvan ile yanma bir cami yaptırıp vakıflar tayin etmiştir.1533
Şehzade Bayezid'in yenildiğinde de, yine bir şeyhin himmetine sığınmış olması, o devirde meşâyihin gücünü göstermesi bakımından oldukça önemlidir. Atâî'nin belirttiğine göre, şehzade mağlûp olunca Amasya'da faaliyet göstermekte olan Halvetiyye ricâlinden Şeyh İcâdî'nin (Hayreddin Hızır Amâsî, ö. 976/156869) tekkesine sığınmış ve onunla birlikte Amasya müftüsü Molla Cürcân'ı (Muhammed b. İbrâhim ö. 969/156162), affını dilemek üzere babasına göndermiştir.1534
Kanûnî Sultan Süleyman'ın şehzadeleri arasında, kendisinden sonra tahta geçmiş olan Şehzade Selim'in (Sarı Selim), diğerlerine göre meşâyihle daha sıkı ilişkiler içinde olduğu görülmektedir. Onun, böyle sıkıntılı anların dışında da zaman zaman tarikat şeylerini ziyaret ettiği ve hayır dualarını aldığı görülmektedir. Meselâ Manisa sancağında vali iken, Aydın Tire'de faaliyet gösteren Merkez Efendi'nin halifesi Halvetiyye meşâyihinden Şemseddin Ahmed Efendi'yi (ö. 975/156768) ziyaret ederek hayır dualarını almış ve bu şeyh adına İzmir'de bir zâviye kurdurarak orada da faaliyet göstermesini sağlamıştır.1535 Kütahya'da valilik yaparken de, yine Merkez Efendi halifelerinden Kütahyalı Şeyh Ahmed De
Osmanlı Anadolusu'nda Devlet RicâliMeşâyih Münasebetleri (XVI. Yüzyıl) de'yi (ö. 978/157071) ziyaret ederek duasını almış, bunun adına da zâviyesi yanında bir mescid yaptırmıştır.1536
Şehzade Selim'in Konya valisi iken ziyaretine gittiği bir başka şeyh daha vardır ki, bu zatın kendisine, veliaht Şehzade Mustafa hayatta olduğu halde, babasından sonra tahta geçeceği müjdesini verdiği kaydedilir. Şehzadeye bu müjdeyi veren şeyh Nakşibendiyye ricâlinden Emîr Ahmed Buhârî'nin İsparta'da faaliyet gösteren ve keramet sahibi olduğuna inanılan halifesi Pîrî Mehmed Halife'dir (ö. 960 veya 961 / 1554). Rivayete göre II. Selim 1566'da tahta geçtiğinde, o zaman hayatta olmayan şeyhin bu işaretini hatırlamış ve kabri üzerine kubbeli kâgir bir türbe yaptırmıştır.1537
Şehzadelerin meşâyihle münasebetleri bu şekilde ortaya konulduktan sonra, tamamlayıcı bilgi olarak, padişah anne, hanım ve kızlarının meşâyihle münasebetlerine geçilebilir.
Bu dönemde padişah yakınlarının tasavvuf ve tarikatlara karşı sevgilerinin bir tezâhürü olarak, tekkeler kurdukları ve giderleri için imkânlar sağladıkları görülmektedir. Meselâ Zeyniyye şeyhlerinden Seyyid Velâyet'in (ö. Muharrem 929/ Aralık 1522) faaliyet gösterdiği FatihHaydar'daki Aşıkpaşa Külliyesi bünyesinde kurulan zâviyenin, II. Bayezid'in kızı1538 Sûfî Sultan Hatun'un (Fatma Sultan) tahsis ettiği vakıf gelirleriyle, kandil giderlerinin ve şeyh ve dervişlerinin yiyecek masraflarının karşılandığı,1539 yine aynı sultanın, Eşrefiyyei Kadiriyye'nin kurucusu Eşrefoğlu Rûmî için II. Bayezid'in annesi Mükerreme Hâtûn tarafından yaptırılan1540 türbeye vakıflar tayin ettiği,1541 II. Bayezid'in bir başka kızı Selçuk Sul
tan'm (ö. 914/1508) vefatından önce 914'te (1508) tanzim ettirdiği vakfiyeden anlaşıldığına göre, bir kısım hayır kurumlarının yanı sıra Serez'de de bir cami ve ribât1542 tesis ettirerek pek çok emlâkini vakfettiği,1543 Yavuz Selim'in annesi Gülbahar Hatun (ö. 911/150506) tarafından, Zeyniyye meşâyihinden Hacı Halife (Şeyh Abdullah, 894/1489) adına Giresun'un Espiye ilçesine bağlı Tekke köyünde bir zâviye kurulduğu kaydedilmektedir.1544 Ayrıca, yukarıda da zikredildiği gibi, Kanûnî'nin annesi Hafsa Sultan tarafından Manisa'da bir cami ve bir zâviye yaptırıldığı ve Halvetiyye ricâlinden Merkez Efendi'nin de buraya şeyh olduğu bilinmektedir.1545
Daha önce Halvetîler bölümünde temas edildiği gibi, Yavuz Selim'in bir câriyesinden doğma, Merkez Efendi'yle bir ara evlenip sonra boşanan Şah Sultan'm, müntesip bulunduğu Halvetiyye için elinden gelen hiçbir maddî desteği esirgemediği; bu tarikat adına İstanbul'da yeni tekkeler kurdurduğu ve daha önce tesis edilmiş olanlara da vakıflar tayin ettiği görülmektedir. Bu saraylı kadın, Merkez Efendi ve dervişlerinin kendi elleriyle kurdukları zâviye ve camiye (Bugün Merkez Efendi'nin türbesinin bulunduğu yer)1546 vakıflar tayin etmekle kalmamış, ayrıca Eyüp Sultan kazasında bulunan kendi bahçesinden bir bölüm yer bağışlayarak, buraya da cami ve zâviye yaptırmıştır.1547 1533 veya 1537'den az sonra yaptırılan bu cami ve zâviyeye, tevhidhâne olarak da kullanılmak üzere 963 (155556) senesinde bir cami daha ilâve ettirmiştir.1548 Bunların yanı sıra, Merkez Efendi'den boşandıktan sonra evlendiği eşi Lutfi Paşa, Safer 946'da (Temmuz 1539) sadrazam olunca,1549 Davutpaşa'daki kendi sarayı yanında bir cami ve zâviye daha yaptırarak buraya, Yanya'da bulunan Şeyh Yâkub Efendi'yi (ö. 979/1571) tayin ettirmiştir.1550
Kanûnî Sultan Süleyman'ın 955 (1548) tarihli bir fermanından, hanımı Hürrem SultanTn da Balat'ta bir tekke yaptırdığı ve bu tekkenin şeyh ve dervişlerinin ihtiyaçlarıyla yemek masraflarının karşılanması için İstanbul yahudi cemaati cizyelerinden 100 akçenin buraya tahsis edildiği anlaşılmaktadır.1551
IV
Sadrazamlar, Diğer İdareciler ve Şeyhler
• • •
Osmanlı Devleti'nde padişah ve yakınlarının yanı sıra, tasavvuf erbabına güvenen ve onları gönülden destekleyen hatırı sayılır miktarda devlet ricâlinin de olduğu görülmektedir. O dönemde tasavvuf müessesesi sıradan insanlarm yanı sıra, denilebilir ki hemen her seviyeden devlet ricâlini de etkisi altına almayı başarmıştır. Tabii ki bunda devletin başı durumunda olan padişah ve yakınlarının meşâyihe verdiği desteğin büyük payı vardır. Nitekim II. Bayezid devrinde devlet ricalinden pek çok kimsenin Mevlevîliğe intisap etmesine, padişahın Konya'da çelebilik makamında bulunan Hüsrev Çelebi'ye (ö. 968/1561) derin muhabbet duyması sebep olmuştu.1552 Mezkûr padişahm Bayramiyye ricâlinden Şeyh Muhyiddin Yavsî'ye (ö. 920/1514) olan sevgi ve güveni ise, onun vezirler ve kazaskerlerden hürmet görüp ziyaret edilmesine sebep oluyordu.1553 Yine, şöhreti tâ Mısır'dan Anadolu'ya kadar yayılmış olan İbrâhim Gülşenî (ö. 940/153334), Kanûnî Sultan Süleyman ile İstanbul'da görüştükten sonra bir anda bütün saray erkânının ilgi odağı haline gelmişti. Devlet ricâlinden onun muhibleri halkasına girenler arasında, Kanûnî'nin sadrazamlarından Ayaş Paşa,1554 daha sonra sadrazamlığa kadar yükselen Kapıcıbaşı Rüstem Paşa,1555 Nişancı Celâlzâde Mustafa Bey, Çavuşbaşı Şücâ Bey,1556 daha sonra vezirliğe yükselmiş olan Kapıağası Haydar Ağa,1557
Defterdar İskender Çelebi,1558 Kanûnî'nin makbul kapıcılarından İlâhî Muslihuddin Halife,1559 devletin değişik kademelerinde görev yaptıktan sonra Kanûnî tarafından Silâhtar tayin edilen ulemâdan şair ve hattat Arifî Hüseyin Çelebi (ö. 959/1552)1560 gibi önemli şahsiyetler bulunmaktadır.
Tasavvufa ve tarikat erbabına sevgi ve güven duyan devlet büyükleri, bu sevgilerini onlara maddî imkânlar sağlamak, tekke ve zâviyeler kurmak suretiyle perçinlemişlerdir. II. Bayezid ve Yavuz Sultan Selim devirlerinde sadrazamlık yapmış olan Koca Mustafa Paşa (ö. 918/1512), Sultan II. Bayezid'in müntesip bulunduğu Halvetiyye şeyhine, yani Çelebi Halife'ye (ö. 899/149394) intisap etmiş önemli devlet adamlarmdandır.1561 Mezkûr şeyh Amasya'dan İstanbul'a geldiğinde Koca Mustafa Paşa, bugün kendi adıyla anılan muhitte harap bir kiliseyi tamir ettirerek zâviye haline dönüştürmüş ve şeyhin buraya yerleşmesini temin etmiştir.1562 Sadrazamlığı sırasında bile, her cuma gecesi dervişlerin meclisine iştirak ettiği ve hatta dervişlerle semâa katıldığı kaydedilmektedir.1563
II. Bayezid devrinde en uzun süre görevde kalan sadrazamlardan (15011503+15061511 )1564 Hâdim Atik Ali Paşa da İstanbul Çember litaş'da bir zâviye yaptırmış ve Çelebi Halife'nin yanında yetişen Kasım Çelebi (ö. 924/1518) buraya şeyh olmuştur.1565 Kasım Çelebi'nin bundan önce şeyhlik ettiği Tophane'deki tekkeyi de (Karabaş Tekkesi),1566 Kanûnî devrinde Bâbüssaâde ağalığına1567 getirilmiş olan Karabaş Mustafa Ağa'nm (ö. 937/153031) yaptırdığı kaydedilmektedir.1568
O devir İstanbulu'nda Halvetîler'in tasarrufunda bulunan Mimar Acem Tekkesi ile Dıraman (Dırağman) Tekkesi de devlet ricâli tarafından tesis olunmuştu. Mimar Acem Tekkesi, Yavuz Sultan Selim ve Kanûnî döneminin hassa baş mimarı olan, Koca Sinan'ın selefi Acem Ali (ö. 1537) tarafından 930'da (152324) inşa ettirilmiş ve vakıfları tanzim olunmuştur.1569 Dıraman (Dırağman) Tekkesi ise Kanûnî Sultan Süleyman'ın saray tercümanlarından Yûnus Bey (ö. 958/1551) tarafından 948 (1541) senesinde yaptırılmıştır.1570
Gülşeniyyei Halvetiyye'nin Anadolu'ya yayılmasında önemli tesirler icra etmiş olan Gebze'de Çoban Mustafa Paşa Külliyesi bünyesindeki tekke dez külliyenin banisi Vezir Mustafa Paşa tarafından yaptırılmış ve buraya İbrahim Gülşenî'den rica etmek suretiyle Mısır'da bulunan Şeyh Muhyiddin Karamânî'yi (ö. 957/1550) tayin ettirmiştir.1571
Kanûnî Sultan Süleyman döneminde kapıcıbaşılıktan yetişip yeniçeri ağası olan ve 970 (156263) sonunda Rumeli valiliğine getirilen Sivaslı Koca Haşan Paşa da (ö. 974/1566), 972 (156465) senesinde,1572 Halvetiyye şeyhlerinden Şemseddin Ahmed Sivâsî (ö. 1006/159798) için Sivas'ta bir cami (Meydan Camii) ve bir dergâh inşa ettirip şeyhin orada faaliyet göstermesini sağlamıştır.1573
Yine Kanûnî devri vezirlerinden Papazoğlu Mustafa Çelebi'nin de (ö. ?) İstanbul'da henüz yeri tesbit edilememiş olan bir mahalde zâviye yaptırdığı kaydedilmektedir.1574
İstanbul'daki mevlevîhânelerin ilki Galata Mevlevîhânesi, 1491'de Sultan II. Bayezid'in vezirlerinden İskender Paşa (ö. 912/1506) tarafından Galata sırtlarındaki kendi av çiftliğinde kurulmuştur.1575
· II. Bayezid devrinde çeşitli memuriyetlerde bulunup Yavuz Sultan Selim ve Kanûnî devirlerinde sadrazamlık yapmış olan Pîrî Mehmed Paşa da (ö. 939/153233) sûfîlere karşı muhabbetini, kurduğu tekke ve zâviyelerle perçinlemiş önemli şahsiyetlerden biridir. Yaptırdığı pek çok cami, mescid ve mektebin yanı sıra, Halvetiyye şeyhlerinden amcası Cemal Halife (Cemâleddin îshak Karamânî, ö. 933/1526/27) adına İstanbul'da biri Zeyrek diğeri Fâtih'te olmak üzere iki zâviye yaptırmıştır. Zeyrek'te bulunan zâviye, kaynaklarda Pîrî Paşa Zâviyesi diye geçtiği gibi,1576 Soğukkuyu Camii diye de isimlendirilmektedir.1577 Pîrî Mehmed Paşa'nm Fâtih'te yaptırdığı tekke ise, daha sonra Koruk (veya Koruklu) Tekkesi diye anılır olmuştur.1578 Ayrıca Cemal Halife için bir tekke de Sütlüce'de1579 Bâbüssaâde ağası Mahmud Ağa (ö. 957/1550) tarafından yaptırılmıştır.1580
Pîrî Mehmed Paşa İstanbul'daki tekkelerin yanı sıra, TarsusGülek'te bir zâviye,1581 bir Mevlevi Hankahı,1582 Konya'da da Mevlevi şeyhi Sinan Dede için bir zâviye, şeyhin oturması için bir mesken, zâviyeye bir mutfak ve şadırvan, dışarıdan misafir olarak gelen Mevlevi dervişler için de bir imaret yaptırmıştır. İstanbul'da ve diğer yerlerde yaptırdığı hayratının ayrıca vakıflarını da tanzim ettirmiştir.1583
Nakledildiğine göre, adı geçen Mevlevi şeyhi Sinan Dede ile Pîrî Mehmed Paşa'nm hususi bir dostluğu vardı. Bu dostluk Pîrî Paşa Edirne'de defterdarlık yaparken, aynı tarihlerde orada bulunan Sinan Dede'yle tanışması sonucu meydana gelmişti. Pîrî Mehmed Paşa'nm sadrazamlığı döneminde Sinan Dede'nin Yavuz Sultan Selim ve Kanûnî Sultan Süleyman'la çok yakın ilişkileri olduğu kaydedilmektedir.1584
Kanûnî'nin en uzun süre sadrazamlığını yapmış olan Damad Rüstem Paşa da (ö. 27 Şevvâl 968/10 Temmuz 1561),1585 devrindeki ileri gelen pek çok zevat gibi, başı sıkıştığında kendilerinden imdat dileyecek kadar meşâyiha güven duymaktaydı. Sadâretten önce padişahın gazabına uğrayıp Teke sancağına tayin edildiği sırada, önce İsparta'da faaliyet gösteren Nakşî şeyhi Piri Halife'nin (ö. 960 veya 961/15531554) yanma varıp yardım istemiş, Piri Halife'nin "Size kurtuluş yolunu esas Eğirdir'deki Şeyh Burhâneddin hazretleri gösterebilir..." demesi üzerine,1586 Eğirdir'e; Zeyniyye ricâlinden Burhâneddin Efendi'nin yanma gitmişti. Hatta orada şeyhe intisap ettiği de kaydedilmektedir.1587
Daha önce de kaydedildiği gibi, Rüstem Paşa bu olaydan bir müddet sonra sadrazam olunca şeyhi Burhâneddin Efendi'ye karşı güven ve itimadı daha da artmış ve Burhâneddin Efendi bir ara İstanbul'a sadrazamın ziyaretine geldiğinde, ona Küçük Ayasofya Zâviyesi'ni tahsis etmiştir. Şeyh de burada bir yıla yakın faaliyet göstermiştir.1588
Daha önce zikri geçen Şeyh İbrâhim Gülşenî (ö. 940/ 153334) Mısır'dan gelip Kanûnî Sultan Süleymân'la görüştüğü zaman, Rüstem Paşa padişahın kapıcıbaşısı olarak sarayda bulunuyordu. Gülşenî'nin padişahla birkaç defa meydana gelen görüşmesi sırasında, Rüstem Paşa da şeyhi yakından tanıma fırsatını bulmuş ve kendisinden çok etkilenmişti. Daha sonra onun, şeyhin kendisinde bıraktığı tesiri şu şekilde ifade ettiği nakledilmektedir: "Bu kadar şeyh gördüm, ancak Gülşenî gibi bir aziz görmedim. Kâfir dahî görse onun velâyetine hükmederdi."1589 Şeyh Gülşenî'nin Mısır'a dönmesi sözkonusu olduğunda, bir rivayete göre Rüstem Paşa'nm Şeyh Gülşenî'den İstanbul'da bir halifesini bırakmasını rica etmesi,1590 onun şeyhe ve tarikatına bağlılığını açıkça göstermektedir.
Rüstem Paşa'nm mîrâhûri evvel1591 iken, Nakşibendiyye şeyhlerinden Hekim Çelebi (Hakim Çelebi, ö. 9 Zilhicce 974/ 17 Haziran 1567) ile çok yakın münasebetler kurduğu, hatta ondan Mevlânâ'nın Mesnevi'sini okuduğu nakledilmektedir.1592 Gelibolulu Mustafa Alî'nin kaydına göre, şeyhe biat da etmiştir.1593 Paşanın hocası oluncaya kadar herhangi bir yerde tekke kurup irşad faaliyetinde bulunmamış olan Hekim Çelebi, o tarihten sonra kendisinin ilmine ve irfanına hayran kalan Rüstem Paşa'nm ısrarlarıyla adına bir zaviye kurulmasını kabul etmiştir. Rüstem Paşa durumu Kanûnî Sultan Süleyman'a arzederek, bu iş için ondan ferman çıkarmış1594 ve böylece Koska semtinde bulunan fil damı yıkılarak yerine Hekim Çelebi için bir zaviye inşa edilmiştir.1595
Ayrıca bir başka Nakşî şeyhi Mahmud Çelebi'nin halifelerinden Şeyh Abdüllatif Efendi'nin de (ö. 971/156364), 958'de. (1551) Rumeli kazaskeri olan hemşiresinin kocası Abdurrahman Efendi'nin büyük desteğini gördüğü,1596 daha önce kaydedilmişti.
Rüstem Paşa sadrazamlığı boyunca da meşâyihle ilgilenmeye devam etmiş, onlara her zaman desteğini sürdürmüştür. Zeyli Şekâik'te kaydedildiğine göre, Halvetiyye ricâlinden Şeyh Üveys'in halifesi Şeyh Fethullah (ö. 969/156162) İstanbul'a geldiğinde, şeyhi bizzat kendisi karşılamış ve ona
Osmanlı Anadolusu'nda Devlet RicâliMeşâyih Münasebetleri (XVI. Yüzyıl) hizmette kusur etmemeye çalışmıştır.1597 Onun bu yakın alâkasından dolayı çoğu tarikat erbabının kendisinden hoşnut olduğu ve onu gönülden sevdikleri anlaşılmaktadır. Nitekim Halvetiyye şeyhi (Sofyah) Bâlî Efendi'nin (ö. 960/1553) ona yazdığı bir mektupta, "Oğlum Paşa Hazretleri", diye söze başlayıp, zaman zaman da "imdi, benim oğlum..." gibi ifadeler kullanması1598 bunu göstermektedir. Rüstem Paşa'nm bir ara, İdarî bir meseleye karıştığı için, dönemin şeyhlerinden Kanûnî'nin süt kardeşi Beşiktaşlı Yahyâ Efendi'nin (ö. 9 Zilhicce 978/4 Mayıs 1571) kalbini kırdığı, ancak sonradan pişman olup özür dilediği nakledilmektedir.1599
Rüstem Paşa'dan sonra sadârete getirilen Semiz Ali Paşa'nm (ö. 29 Zilhicce 972/28 Hazîran 1565) Mısır valisi iken en yakın arkadaşı ve hocası olan Şeyh Lâyihî (Sirozî Mustafa Çelebi, ö. 973/156566), Şeyh İbrahim Gülşenî'nin oğlu Ahmed Hayâlî'den (ö. 977/156970) icâzet almış şeyhlerdendi. Semiz Ali Paşa sadârete getirildikten sonra da şeyhle iyi ilişkilerini sürdürmüştür.1600 Ayrıca onun Nakşibendiyye'den Şeyh Ebû Saîd'e (ö. 980/1572) çok sevgi ve hürmetinin bulunduğu kaydedilmektedir.1601
Bununla birlikte selefi Rüstem Paşa gibi, Semiz Ali Paşa'nm da bir ara Beşiktaşlı Yahyâ Efendi'yi kırdığı kaydedilmektedir. Zira Yahyâ Efendi'nin ayırım yapmaksızın ihtiyacı olan herkese bir şefaatnâme yazarak saraya gönderdiği nakledilmektedir. Bir defasında yine Semiz Ali Paşa'ya bir mektup yazmış, fakat sadrazam bu mektuba kızarak isteğini geri çevirince şeyh kırılmıştır. Ancak paşa daha sonra yakalandığı bir hastalığın sebebini şeyhi darılttığına yorarak yaptığından pişmanlık duymuştur.1602
Semiz Ali Paşa'mn kethüdâsı Ferruh Ağa'nın da sûfîlere destek olduğu görülmektedir. Nitekim Ağa, 970'te (156263) Balat'ta sûfîler için bir tekke (Ferruh Kethüdâ Tekkesi) yaptırmak suretiyle1603 bu desteğini göstermiştir. Mezkûr tekke kaynaklarda "Balat Tekkesi" olarak da geçmektedir.1604
Semiz Ali Paşa'dan sonra sadârete geçen, Kanûnî Sultan Süleyman'ın son sadrazamı Sokullu Mehmed Paşa'mn (ö. 21 Şâban 987/12 Ekim 1579) ise Halvetiyye'ye müntesip olduğu, Kanûnî gibi onun da Halvetiyye ricâlinden Nûreddinzâde'ye (ö. Zilkade 981/Mart 1574) intisap ettiği belirtilmektedir. Hatta padişahın şeyhle tanışmasına Sokullu Mehmed Paşa'nm sebep olduğu da söylenebilir. Zira Şeyh Nûreddinzâde Tatarpazarcığı'nda1605 faaliyet göstermekte iken, kendisini çekemeyen kişiler tarafından, "Şeyh'in siyasî emelleri var" diye İstanbul'a şikâyetler gitmiş, teftiş edilerek habsedilmesi için ferman çıkartılmak istenmişti. Bunu haber alan şeyh, ferman çıkmadan önce İstanbul'a giderek siyasî emelinin bulunmadığını ve bunların birer iftiradan ibaret olduğunu açıklayınca geri dönmesine müsâade edilmişti. Rivayete göre, Nûreddinzâde Şeyhülislâm Ebüssuûd Efendi aracılığı ile görüştüğü Sadrazam Sokullu'yu ikna etmeyi başarmıştı. Bu görüşme esnasında sadrazamın şeyhten çok etkilendiği ve o tarihten itibaren aralarında sıcak ilişkilerin başladığı görülmektedir. İşte meydana gelen bu sıcak ilişki sebebiyledir ki, Nûreddinzâde Tatarpazarcığı'na döndükten sonra ailesini de yanma alarak tekrar İstanbul'a gelmiş ve Küçük Ayasofya Zâviyesi'ne yerleşerek ir şad faaliyetine başlamıştır. Zâhirî ilimlere de vâkıf olması ve etkili sohbeti sebebiyle, meclislerine halkın yanı sıra, devlet erkânı ve ulemâyı da çekmeyi başarmıştır. Bu şekilde şöhreti saraya kadar ulaşmış ve Kanunî'nin yakın alâkasına mazhar olmuştur.1606
Sadrazam Sokullu Mehmed Paşa ayrıca, 1571'de Mimar Sinan'a Kadırga'da inşa ettirdiği külliyede Nûreddinzâde için bir zâviye yaptırmış, ancak zâviyenin inşâsı bitmeden şeyh vefat etmiştir.1607
Mehmed Paşa'nm Bayramiyye'den Şeyh Üftâde'ye de derin muhabbet beslediği, şeyhin Bursa'da yaptırdığı bir caminin inşaatını ikmal için İstanbul'dan yardım gönderdiği1608 ve Emir Sultan Camii'ne hatip olarak tayini için Dîvânı Hiimâyun'da vüzerâ ve kazaskerlerin ittifak etmesi üzerine padişaha arzedip, şeyhe hatiplik beratını gönderdiği kaydedilmektedir.1609
Tesbit edebildiğimiz kadarıyla Sultan II. Bayezid, Yavuz Sultan Selim ve Kanûnî Sultan Süleyman dönemlerinde görev yapan sadrazamlardan biri hariç, hemen hepsi tasavvuf erbabıyla çok iyi münasebetler kurmuşlardır. Sadece Kanûnî'nin sadrazamlarından Dâmad İbrâhim Paşa'nm (ö. 22 Ramazan 942/15 Mart 1536) meşâyihe pek iyi davranmadığı görülmektedir. Onun Halvetiyye meşâyihinden İbrâhim Gülşenî'ye (ö. 940/153334) çektirdikleri etraflıca anlatılmış, yine Bayramiyye meşâyihinden Şeyh Bahâeddinzâde'ye (ö. 952/ 1545) karşı tahammülsüzlüğüne işaret edilmişti. Ayrıca Halvetiyye'den Şeyh Şücâeddin llyas'a (Divane Şücâ, ö. 956/ 1549) tekkesinde bir sürü harâmi ve hırsızın toplandığı gerekçesiyle baskı yaptığı da nakledilmektedir.1610 Bu yüzden, meşâyihin gönlünün ona kırık olduğu anlaşılmaktadır. Hoca Sâdeddin Efendi'nin Tâcü'ttevârih'de kaydettiğine göre, Seyyid îbrâhim bir ara görüşmeleri sırasında ona, Allah'ın huzurunda çok zor hesap verebileceğini çekinmeden söylemiştir.1611
îbrâhim Paşa'nm meşâyihi sevmemekle birlikte, pek de üzerlerine gidemediği anlaşılmaktadır. Hatta daha sonra yaptıklarından pişmanlık duyduğuna işaret sayılabilecek bazı gelişmeler de söz konusudur. Meselâ îbrâhim Gülşenî Mısır'a giderken İstanbul'da bıraktığı halifesi Şeyh Haşan Zarifi'nin (ö. 977/156970) İstanbul Kumkapı'da deprem sebebiyle yıkılan cami ve zâviyesinin yerine, îbrâhim Paşa'nm hanımlarından Muhsine Hatun tarafından, şeyhe olan sevgisi sebebiyle yeniden bir cami ve mihrabı önündeki yere de bir zâviye yaptırılmış ve vakıfları da tanzim olunmuştur.1612 Gökbilgin'in belirttiğine göre, Muhsine Hatun bu hayrını Sadrazam îbrâhim Paşa adına yaptırmıştır.1613 Hüseyin Ayvansarâyî ise, adı geçen caminin banisi olarak Sadrazam îbrâhim Paşa'yı kaydettikten sonra, "Paşanın katlinden üç sene önce, 939'da (153233) hanımı Muhsine Hatun iradetiyle tamam olmuştur... îttisâlinde zâviyesi dahî vardır" demektedir.1614 Baha Tanman da bu cami ve yanındaki tekkeyi, Mimar Sinan'a yukarıda zikredilen tarihte Muhsine Hatun'un yaptırdığını kaydeder.1615
Sadrazam İbrâhim Paşa daha hayatta ve vazifesi başında iken, hanımı tarafından kendisi adına böyle bir zâviyenin yaptırılmış olması, sadrazamın Şeyh Gülşenî'ye karşı daha önce yaptıklarıyla çelişmektedir. Fakat belirtildiği gibi, bu davranışı ile onun daha önce yaptıklarından pişmanlık duyduğuna ve Gülşenî henüz hayatta iken, kendisini bu şekilde affettirmek istediğine hükmedilebilir. Bununla birlikte şunu da kaydetmek gerekir ki, başta padişah olmak üzere saray erkânı, medrese çevreleri ve askerî zümrenin Şeyh Gülşenî'ye gösterdiği büyük alâka ve rağbetin sadrazam üzerinde meydana getirdiği mânevî baskı, onu böyle bir yola şevketmiş olabilir.
IV
Ordu Mensupları ve Şeyhler
• • •
Osmanlı Devleti'nin dâimî ve ücretli ordusu olan yeniçerilerin, öteden beri Bektaşîliğin kurucusu Hacı Bektâşı Velî'yi kendilerinin pîri olarak kabul ettikleri bilinmektedir. Bu yüzden ağalarına "agâyâni Bektâşiyân", kendilerine de "tâifei Bektâşiyye" namını vermişlerdi.1616 Ancak yeniçerilerin kendilerini bir Bektaşî olarak nitelemelerinin tarikata intisapla alâkalı olmadığı anlaşılmaktadır. Bektaşîliğin belirgin bir vasıf olarak, gazâ ruhuna büyük önem vermesi ve bir alperen tarikatı oluşu,1617 Yeniçerilerin kendilerini bu tarikata mensup olarak görmelerine sebep olmuş olabilir. Yoksa tarikata mürid olma açısından bakılacak olursa, Osmanlı askerinin Bektaşilik'ten çok diğer tarikatlara intisap ettiği görülmektedir. En azından XVI. asır için bu hususun böyle olduğu rahatlıkla söylenebilir.
XVI. asırda devlet erkânının gözdesi durumunda olan Halvetîlik, askerlerin de çokça rağbet ettiği bir tarikat durumundaydı. Halvetiyye'ye askerlerin bu rağbeti, XV. asrın ikinci yarısında Fâtih Sultan Mehmed zamanında başlamış, XVI. asır boyunca da artarak devam etmiştir. Atâî'nin kaydına göre, Fâtih devrinde toplanan "gılmân"dan1618 kırk kadarı tasavvuf yoluna girmiştir. Bunlardan Halvetiyye'ye girmiş olan Şeyh Süleyman (ö. 910/150405'den sonra) ile Alâeddin Efendi'nin (ö. ?) Fâtih Sultan Mehmed'i koruma görevini üstlenen solaklardan1619 olduğu kaydedilmektedir. Fâtih, bu iki zatın tasavvuf yoluna girdiklerini öğrenince, kendilerine ihsanlarda bulunmuş ve ricâlullahtan olan zevatın koruma görevinde bulunması uygun düşmez düşüncesiyle, "Bundan böyle bize dua ile imdat edin" diyerek onları emekliye ayırmıştır.1620
Daha önce de kaydedildiği gibi, Halvetiyye şeyhi İbrâhim Gülşenî'ye (ö. 940/153334) İstanbul'da bulunduğu sırada inOsmanlı Anadolusu'nda Devlet RicâliMeşâyih Münasebetleri (XVI. Yüzyıl) tisap eden yeniçeri ve sipahilerin1621 çokluğu, Sadrazam îbrâhim Paşa'nm gözünü korkutacak ölçülere ulaşmıştı.1622 Ancak sadrazamın boş yere telâş ettiği, Şeyh Gülşenî'nin asker müridlerine yaptığı şu nasihatten anlaşılmaktadır: "Sizin için farzlardan sonra padişah hizmeti gelir. Eğer benim rızâmı ve aldığınız ulûfenin helâl olmasını istiyorsanız, sakın padişaha hizmette kusur etmeyin."1623
Ayrıca Şeyh îbrâhim Gülşenî İstanbul'dan ayrılırken yerine bıraktığı halifesi Haşan Zarifi Efendi (ö. 977/156970) için Kumkapı'da boş bir arsaya zâviye ve etrâfma hücreler yaptırıp vakıflarını da tanzim eden zatın yeniçerilerden biri olması1624 askerlerin Gülşeniyye'ye ilgisini gösteren önemli bir olaydır.
Zeyli Şekâik'te kaydedilen Yeniçeri Ağası Ferhat Ağa'nın durumu, genelde askerşeyh ilişkisinin, özelde ise orduHalvetiyye münasebetinin boyutlarını göstermesi bakımından önemlidir. Kaydedildiğine göre, Ferhat Ağa bir gün, İstanbul'da faaliyet gösteren Halvetiyye meşâyihinden, ümmî fakat keşfi açık bir şeyh olan Mehmed Efendi'nin (ö. 975/156768) dergâhına giderek âkıbetini öğrenmek istemiş, şeyh de kendisinin ileride vezir olacağını müjdelemiştir. Ferhat Ağa daha sonra vezir olunca, şeyhe karşı saygı ve güveni daha da artmış ve kendisine intisap etmiştir. Ayrıca şeyhi için Yedikule'de bir de zâviye yaptırmıştır. Ferhat Paşa'nm kendisine intisabından dolayı Şeyh Mehmed Efendi'nin "Ferhat Paşa şeyhi" diye anıldığı belirtilmektedir.1625
Askerlerin bu dönemde Halvetiyye'nin yanı sıra Melâmiyyei Bayrâmiyye'ye de ilgi gösterdikleri görülmektedir. Sarı Abdullah Efendi'nin kaydına göre, Melâmiyye ricâlinden Şeyh Hüsâmeddin Ankaravî'nin (ö. 964/1557), cuma ve bayram namazları için Ankara'nın Kutluhan köyüne yaptırmış olduğu caminin inşaatında ayan ve eşrafın yanı sıra, askeriyeden de hayli kimseler bir amele gibi çalışmışlar, böylece şeyhe sevgi ve bağlılıklarını ortaya koymuşlardır.1626 Yine daha önce zikri geçen Melâmiyye'den Oğlan Şeyh îsmâil Ma'şûkî'ye de (ö. 945/153839) askeriyeden büyük bir grup biat etmiştir.1627
Kanûnî Sultan Süleyman'ın Şehzadelerinden Sultan Bayezid'in (ö. 21 Zilkade 969/23 Temmuz 1562) Kütahya'da sancak beyi iken, Nakşibendiyye'nin âlim şeyhlerinden Abdurrahman Gubârî'yi (ö. 974/156667) emrindeki kapıkullarma özel hoca olarak tayin ettiği1628 daha önce belirtilmişti. Kaynaklarda açıkça zikredilmemekle birlikte, hocalarının etkisiyle askerlerden Nakşibendiyye'ye de intisap edenlerin bulunduğu tahmin edilebilir.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Osmanlı Anadolusu'nda
UlemâMeşâyih
Münasebetleri
(XVI.
Yüzyıl)
XVI. asırda Anadolu'da ulemâ ile meşâyih arasında çok iyi münasebetlerin kurulduğu görülmektedir. Bu yakın ilişkide, o dönem meşâyihinin çok azı müstesna, medrese ilimlerini tahsil etmiş olmasının büyük rolü vardır. Şeyhlerin mânevi ilimlerin yanı sıra zâhirî ilimlere de vâkıf olması, öncelikle tasavvufî çevrelerde şeriattarikat dengesinin sağlıklı bir şekilde kurulmasını sağlamış ve bu denge medrese çevrelerinin tasavvufa meylini artırmıştır. Bu bölümde öncelikle mutasavvıfların zâhirbâtm dengesini nasıl kurdukları ortaya konulacak, daha sonra medrese çevrelerinin tasavvuf ve meşâyihle ilişkilerine geçilecektir.
I
Medrese İlimleri ve Şeyhler
• • •
A) ZâhirBâtın Dengesi: Şeriat İlimleri ve Mutasavvıflar XVI. asırda Anadolu'da faaliyet gösteren çoğu tarikat şeyhinin, genellikle tasavvuf yoluna girmeden önce, şeriat ilimleri de denilen zâhirî ilimleri tahsil ettikleri görülmektedir. Tasavvufa girdikten sonra ise seyrü sülük neticesinde elde ettikleri bâtınî/mânevî ilimleri, daha önce öğrendikleri şeriat/zâhir ilimleriyle meczederek müridlerini de o tarzda yetiştirme gayretleri dikkati çekmektedir. Zira bu dönem sûfîleri tarafından şeriat, tasavvufî gelişmenin ilk şartı olarak takdim edildiği gibi, aynı zamanda varılması gereken hedef olarak da kabul edilmiştir.
XVI. asrın başlarında vefat eden Halvetiyye şeyhi Yiğitbaşı Ahmed Şemseddin Marmaravî (ö. 910/150405), şeriatın tasavvuf için temel şart olduğunu "Şeriatta noksanı olanlar ilmi bâtını tahsil edemez"1629 şeklinde ifade ederken, Cemâleddin îshak Karamânî (ö. 933/152627) bunu, "Tarikatın temeli, şeriatın ahkâmına ve âdâbma riayetten ibarettir"1630 diyerek dile getirir. Halvetîler'ce, hususiyle Şâbâniyye şubesi tarafından, tarikat âdâbı açısından başeser olarak kabul edilen Mi’yâru't tarîka' da şöyle denilmektedir: "Şeriata sarılma yana tarikat kapısı açılmaz. Ayağı tarikattan kayanın şeriatta istikrarı câizdir. Ama ayağı şeriattan kayan kişi, ancak tabiat ateşinde karar kılar. Şeriatın haramlarını bilmeyenlere yazıklar olsun."1631 Melâmiyyei Bayrâmiyye'den Oğlan Şeyh îsmâil Ma'şûkî'nin babası Pîr Ali Aksarâyî (Alâeddin Aksarâyî, ö. 944/153738 civarı), daha önce de kaydedildiği gibi, müridlerine kesin bir dille şunu söylemiştir: "Şeriat çizgisinin dışına çıkan, iki gözümden biri bile olsa, onu oymaktan çekinmem. Şeriata muhalif görüşler bizim tarikatımıza sızamaz."1632 Yine o 'dönem Nakşibendiyye ricâlinden Emîr Buhârî (ö. 922/1516) Nakşî âdabının yanı sıra, azimetle ameli ve bid'atları terke
Osmanh Anadolusu'nda UlemâMeşâyih Münasebetleri (XVI. Yüzyıl) dip sünnete sarılmayı tarikatın temel prensibi olarak kabul etmekteydi.1633 Halvetiyye'nin önemli şeyhi Nûreddinzâde (ö. Zilkade 981/Mart 1574) hilâfet vererek irşada gönderdiği dervişlerine, "İslâm dinini ikame edin, Allah'a itaata ve takvâya sarılın. Her hususta hakkullah ve hakkı Resûlullah[ı] kendi hakkm[ız] ve cemîi halkın hakkı üzerine tercih edesiniz]" diye nasihat ediyordu.1634 XVI. asrın ileri gelen âlimlerinden Şekâik müellifi Taşköprizâde (ö. 968/156061) uzun müddet birlikte olduğu Zeyniyye meşâyihinden Nebi Halife'nin (ö. 940/153334'den önce) bütün işlerinde şeriat üzere olmaya titizlik gösterdiğini, beraber olduğu müddet içinde kendisinden edebe mugayir hiçbir şey görmediğini belirtmektedir.1635
Tasavvufa sülûkün başlangıcında şeriata riayeti temel şart olarak kabul eden şeyhler, bunun yanı sıra hem seyrü sülük esnasında, hem de nihayetinde yine şeriat üzere olmayı esas almışlardır. Halvetiyye ricâlinden Şâban Efendi, müridlerinden birinin "istiğrak" hâlinden kurtulamayarak, namaz esnasında bazan ayakta, bazan rükûda, bazan da secdede öylece kalıp, cemaat namazı bitirdiği halde bir türlü namazı tamamlayamadığmı öğrenmiş, "İstiğrak halinden fark haline geçince namazını tekrar kılıyor musun?" diye ona sorduğunda: "Sultanım böyle mahvi vücûd ile kılman namaz tekrar kılınır mı?" şeklinde cevap alınca, "Hay derviş ne söylersin! Erkânı mâlûmesi ile tekrâr kılınması gerekir. Eğer kılınmazsa ilhâd ve küfürdür. Tarikat ehlinin zâhir ve bâtını mükemmel olmak zorundadır" diyerek onu azarlamıştır.1636 Şâban Efendi tarafından kurulan Şâbâniyyei Halvetiyye tarîkinde seyrü sülük makamlarının sonuncusu "kurbi ferâiz" diye isimlendirilir. Bu makama yükselen kişi, "ubûdiyet", "şeriat" ve "irşad" makamına erişmiş sayılmaktadır.1637 Yani işin sonunda mürid, başlangıçta olduğu gibi şeriata ve Allah'a kulluğa ulaşmaktadır. XVI. asırda kaleme alınan Hâcei Cihan'da, müridin geçeceği merhaleler zikredilirken, son merhale için özetle şöyle denilmektedir: "Sâlik yolun sonuna gelip mürşidlik derecesine yükseldiğinde Allah'ın has kullarından olur ve bu makamda ibadetler kâmil mânada icra edilir."1638
Meşâyihin şeriatı tarikatın temeli olarak ortaya koyması, onların ilme ve ilim erbabına ayrı bir değer atfetmelerini beraberinde getirmiştir. Nitekim Bayramiyye'den İbrâhim Tennûrî'nin oğlu Şeyh Kasım Efendi'nin, "Ulemâ ile meşâyih görüşecek olursa meşâyih el öptürmeyip musâfaha etmeliler. Ancak âlim olan kişi tasavvuf yoluna girmiş ise, o zaman şeyh elini öpmesine izin vermelidir" şeklindeki nasihatleri1639 ve yine Bayramiyye'den Şeyh Mecdüddin Isâ'nm, "âlim" ile "ârif'i mukayese ederken "Ârif eğer ulemâdan ise, nûrun alâ nûrdur, değilse âlim üstündür" şeklindeki değerlendirmesi1640 bunu teyit etmektedir. Böyle bir bakış açısına sahip bulunan şeyhler, tabii olarak müridlerine de ısrarla zâhirî ilimleri öğrenmelerini tavsiye etmişlerdir. Hatta zaman zaman bizzat kendileri de tekkelerinde bu ilimleri okutmuşlardır. Meselâ Halvetiyye şeyhlerinden Nûreddinzâde (ö. Zilkade 981/Mart 1574) Küçük Ayasofya Zâviyesi'nde müridlerine öncelikle ilmi zâhiri öğretir ve şer'î ilimlerin bilinmesinin tarikat erbabına destek ve yardımcı olacağı hususunu ısrarla vurgulardı. Tekkede "âmâli sâliha" diye ifade edilen tarikat âyinlerinden Önce İlmî müzâkereler ve dînî ilimlerin tâlimi tamamlanırdı.1641 Halvetiyye'nin Şemsiyye kolunu kuran Şemseddin Ahmed Efendi (ö. 1006/159798), Kanûnî devrinde Tokat'ta faaliyet gösterirken, geceleri dervişlerinin terbiyesi ile meşgul olur, gündüzleri ise talebelere ilim okuturdu.1642 Melâmiyyei Bayrâmiyye'den Pir Ahmed Edirnevî iö. 1000/1592) müridlerinden Mehmed Hüseynî'ye yazdığı mektubunda birçok tavsiyesinin yanı sıra, fıkıh ve hadis ilimlerini iyice öğrenmesini ve cahil sûfîlerden olmamasını öğütlemektedir.1643 Celvetiyye'nin piri Üftâde Efendi (ö. 988/1580) Hızır Dede'ye (ö. 913/1507) intisap ettiğinde, şeyhi tarafından ilk olarak zâhirî ilimleri öğrenmeye teşvik edilmiş, hatta kitap parası da yine şeyhi tarafından verilmiştir.1644
Bu şekilde o devir meşâyihi iki yönlü yetiştirilmiştir. Şâbâniyyei Halvetiyye'nin kurucusu Şâbânı Velî (ö. 18 Zilkade 976/5 Mayıs 1569) şeyhlerin bu özelliğini takdir mahiyetinde, "iki kanatlı olmak", "balı yağa katmak" gibi tabirler kullanmaktadır. Onun ifadesiyle: însan zâhir ve bâtın gibi iki ilimle âlim ve ârif olunca, iki kanatlı olup "mârifetullah"ta arşı âlâya ve makamâtı âliyeye urûc eder ve böylece balı yağa katmış olur.1645
Dönemin şeyhülislâmlarından îbn Kemal'in, şeyhlerde bulunması gereken vasıfları sayarken, müridlerinin dinî ve dünyevî şüphelerini giderebilecek ölçüde ilme sahip olması gerektiğini belirtmesi,1646 öte yandan Kanûnî Sultan Süleyman'ın Koska'da yaptırdığı Fildamı Zâviyesi'ne tayin edilecek şeyhin, hem zâhirî hem de bâtmî ilimlere vâkıf olmasını şart koşması, o dönem meşâyihinin iki yönlü yetiştiğinin önemli bir göstergesidir. Süleymaniye Vakfiyesi’nde kaydedildiğine göre, adı geçen zâviyeye şeyh olacak zatta özetle şu vasıfların bulunması şart koşulmaktadır:
· 1. Âlim ve âmil, vâiz ve nâsih, fâzıl ve kâmil, müfessir ve muhaddis,
· 2. Esrârı İlâhîye vâkıf ve hakikat sırlarını keşfetmeye kadir, sâlih bir şeyh.19
Hem şeriat hem de tarikat ilimlerini birlikte öğrenen sûfîler, o dönemde çok tutarlı bir zâhirbâtm veya diğer bir ifadeyle şeriattarikat dengesi kurmuşlar ve bu iki kurumu birbirinin tamamlayıcısı olarak takdim etmişlerdir. Nitekim Mi'yâru'ttarîka'da, "Şeriat hakikatin kabuğu ve şahididir, kabuktaki bozukluk özdeki bozukluğa şehâdet eder"20 denilmektedir. Şeyh Şâbânı Velî bu hususu biraz daha açarak şu noktaya da işaret etmektedir: "Şeriat tarikatın kabuğudur demek, tarikat ve hakikat elde edildikten sonra şeriata hâcet kalmaz demek değildir. Sakın mülhidlerin düştüğü yanlışlığa siz de düşmeyin.21 Hakikat öz mesabesinde ise, onun kemale ermesi ve muhafazası ancak kabukla olur. Bu ise şeriat ve tarikattır. İşin başında kabuktan tecerrüt oldu mu, ondan hiçbir şey meydana gelmez, nizamı da bozulur."22
Aslında Osmanlı Devleti'nin kuruluş döneminde temelleri atılmış olan bu zâhirbâtm dengesinin, ilmi zâhire de vâkıf olan şeyhler vasıtasıyla korunarak sürdürüldüğü ve özellikle âlimmutasavvıflarm tasavvuf ile diğer disiplinleri birleştirme çabaları sayesinde de pekiştirildiği söylenebilir.
B) ZâhirBâtın Birliği:
Tasavvufla Diğer Disiplinleri Birleştirme Çabaları
Prensip olarak zaten başlangıçtan beri var olan XVI. asır sûfîlerinin gerçekleştirdiği zâhirbâtm dengesinde, öyle anlaşılıyor ki, Osmanlı'nm kuruluşundan itibaren tasavvufla diğer disiplinleri bir araya getirme teşebbüslerinin önemli katkısı ol \
· 19. Süleyınaniye Vakfiyesi, s. 50,194195.
· 20. Anonim, Mi'yânı’ftarîka (Tibyân'm II. cildi içinde, 194a202a), II, 197b.
· 21. Fuâdî, Pîri Halveti, s. 55.
· 22. Harîrîzâde, Tibyân, II, 193a.
muştur.1647 Hatta böyle bir teşebbüsün devlet tarafından da desteklendiği söylenebilir. Nitekim ilk medrese müderrisliğine, aynı zamanda bir sûfî olan Dâvûdi Kayserî'nin tayin edildiği bilinmektedir. Ulemâ ve meşâyihe değer veren Fâtih Sultan Mehmed'in de bu yönde teşebbüslerinin olduğu nakledilmektedir. Şekâik’te kaydedildiğine göre, bir gün kazaskerine,1648 "îlmi hakikat ile meşgul olan üç tâife var; kelâmcılar, mutasavvıflar ve felsefeciler; bunların görüşlerini bir araya getirip muhâkeme etmek gerekir" demiş, kazasker de, "Bu tâifeler arasında muhâkemeye Molla Abdurrahmanı Câmî'den (ö. 898/1492) başkası muktedir olamaz" diye cevap vermişti. Bunun üzerine Fâtih değerli hediyelerle Molla Câmî'ye bir adamını göndererek, bu üç tâifenin görüşlerini muhâkeme eden bir risâle yazmasını istemişti.1649 Molla Câmî de padişahın bu talebini yerine getirerek edDürretii'lfâhire isimli eserini kaleme almıştır.1650 886 (1481) senesinde Arapça olarak kaleme alman eserde Allah'ın varlığı ve birliği, isimlerinin ve sıfatlarının hakikati, ilminin, iradesinin mahiyeti, vahdetten kesretin nasıl sudûr ettiği, âlemin kıdemi vb. meseleler İncelenmektedir.
Farklı disiplinlerden tasavvufla kelâmın meczedilme gayretlerinin bir ürünü olarak meşhur usul ve mantık âlimi Molla Fenârî'nin (ö. 834/1430) Misbâhü'lüns ve Aynü'la'yân isimli eserleri, Alâeddin Ali Semerkandi'nin (ö. 860/1456) Bahru'lulüm’u, Yiğitbaşı Ahmed Şemseddin Marmaravî'nin (ö. 910/ 150405) Risâlei Tevhîd'i, Bahâeddinzâde'nin (ö. 952/1545) îmâmı Azam'm Fıkhulekber'ini şerh sadedinde yazdığı elKavlü'lfasl isimli eseri zikredilebilir.27
Tasavvufla fıkhın meczedildiği eserler olarak da Kutbüddin İznikî'nin (ö. 855/1450) Râhâtu lkulûb isimli eserini, adı geçen Alâeddin Ali Semerkandi'nin Keşfü'lesrâr'ım, îbrâhim Tennûrî'nin (ö. 887/1482) Gülzârı Mânevi'sini kaydetmek gerekir.28
Bu dönemde tasavvuf, kelâm ve fıkhı bir arada ele alan eserler çerçevesinde ise tesbit edilebilenler, Şehzade Korkud'un Hâfizu'linsân an lâfızi'lîmân'ı, îbn Kemal'in Risâletü'lmünîre'si, Kara Çelebi Mehmed Tirevî'nin de Metâliu’lenvâr isimli eseridir.29
II
Ulemâ ve Tasavvuf
• • •
XVI. yüzyılın ilk yarısında (15001566) devlet ricâli gibi medrese çevrelerinin de tasavvufa ve tasavvuf erbabına oldukça fazla rağbet ettikleri gözlenmektedir. Bu dönem ilmiye mensupları bir kısım tasavvuf! meselelerde meşâyihten farklı düşünmekle birlikte, yine de genel mânada tercihlerini tasavvuftan yana koymuşlardır. Öyle ki, o dönem kaynaklarında tasavvufa karşı olduğu bildirilen âlimlerin adedi üç beş kişiden ibaret kalırken, pek çok medreselinin tarikata intisap ettiği ya da sevgi duyduğu açıkça belirtilmektedir. Bunların _____________________________________ \
· 27. Öngören, "Osmanh'da Tasavvuf Anlayışı", s. 416417.
· 28. a.g.m., aynı yer.
· 29. a.g.m., aynı yer.
yanı sıra XVI. asırda irşad makamına geçmiş olan mutasavvıfların ekserisinin de, ilk bölümde ayrıntılı bir şekilde kaydedildiği gibi, İlmiyeden oldukları açıkça görülmektedir. Tarikat şeyhlerinden hilâfet alarak kurdukları tekkelerinde faaliyet göstermiş olan bu âlim mutasavvıflar, daha önce kaydedildiği için burada ayrıca zikredilmeyecek, daha ziyade diğer ulemâ üzerinde durulacaktır.
A) Ulemânın Tasavvufa Alâkası
XVI. asırda incelediğimiz dönem içinde ilmiye sınıfının başı durumunda olan şeyhülislâmlardan Zenbilli Ali Efendi, îbn Kemal, Çivizâde Muhyiddin Mehmed Efendi, Ebüssuûd Efendi gibi meşhur âlimler görev yapmışlardır. Bu önemli şahsiyetlerin tasavvuf ve meşâyihle ilişkileri, kanaatime göre, genel mânada o dönemdeki ilmiye mensuplarının tasavvufa bakışını yansıtacak mahiyettedir. Bu sebeple öncelikle bu şahısların tasavvufla alâkası incelenecek, daha sonra diğer âlimlere geçilecektir.
1 . Ş e y h ülislâm Zenbilli Ali Efendi ve Tasavvuf
Osmanh'nm üç dirâyetli padişahı II. Bayezid, Yavuz Sultan Selim ve Kanûnî Sultan Süleyman devirlerinde şeyhülislâmlık yapmış olan Zenbilli Ali Efendi'nin (Müftî Ali Cemâli, ö. 932/1526) Şeyh Vefâ'ya (ö. 896/1491) mürid olduğu kaydedilmektedir.1651 Bütün vaktini okumak, okutmak, fetva vermek ve ibadet etmekle geçirmeyi prensip edinen Ali Efendi, ulemâ ve meşâyih arasında kavgaya sebep olan "devran" ile zikir hususunda verdiği müsbet fetvaların yanı sıra,1652 bir de risâle kaleme almış ve bu risâlede sûfîleri savunmuştur.1653 Onun ayrıca Şeyh Vefâ'dan başka Çelebi Halife, Mesud Edirnevî gibi mutasavvıflarla da iyi münasebetler kurduğu belirtilmektedir.1654
· 2. Şeyhülislâm İbn Kemal ve Tasavvuf
Zenbilli Ali Efendi'den sonra şeyhülislâmlık makamına geçen İbn Kemal'in de (Şemseddin Ahmed, ö. 2 Şevvâl 940/16 Nisan 1534), ilk dönemlerde "semâ" ve "devran" gibi bir kısım tasavvuf! uygulamalar müstesna, genel mânada tasavvuftan yana tavır koyduğu görülmektedir. Daha sonra semâ ve devranla alâkalı da tavrında bir yumuşama gözlenmektedir. Onun fikrî yapısına şekil veren disiplinlerden birinin tasavvuf olduğu biliniyor. Özellikle kozmik varlığı izahta hareket noktası olarak "nûri Muhammedi" veya "hakîkati Muhammediyye" görüşünü benimseyip,1655 Hz. Allah'ın "kenzi mahfî" iken, "esmâi hüsnâ"ya nazar ederek ondan zuhur eden nurdan hakîkati Muhammediyye'yi yarattığını, bundan da bütün kâinatı var ettiğini belirtmesi,1656 mevcûdâtı, Allah'ın isimlerinin birer mazharı şeklinde ifade etmesi,1657 insanın, Cenâbı Hakk'm cemali ve kemalinin bir mazharı olduğunu söylemesi1658 gibi hususlar bunun açık göstergesidir. Ayrıca, ruhun bedenden ihtiyarî olarak çıkabileceğini kabul edip, sûfîlerin "insilâh" diye isimlendirdikleri olayla "ölmeden önce ölünüz" hadisinin mânasının daha iyi anlaşıldığını belirtmesi, yeniden dirilmeyi (haşrı ecsâd) üç kısma ayırıp, ikinci kısım olarak belirlediği "hususi haşr"m dünyada iken "seyrü sülük" ile gerçekleşebileceğini ifade etmesi,1659 sâlihlerin mertebeleri ve meşâyihin vasıflarından söz etmesi,1660 eserlerinde halk edebiyatına ait motifleri, daha çok tasavvufî terimler içinde ele alması,1661 onun tasavvufî düşünceyle ne kadar iç içe olduğunu net bir şekilde göstermektedir.1662
Fikir yapısının şekillenmesinde tasavvufî düşüncenin önemli etkiye sahip olduğu anlaşılan İbn Kemal'in, Nakşibendiyye'den Emir Buhârî'nin halifesi ve damadı Şeyh Mahmud Çelebi (ö. 938/153132) ve Ebüssuûd Efendi'nin eniştesi Bayramiyye'den Şeyh Abdurrahim Müeyyedî (ö. 944/1537 38) ile çok iyi ilişkiler kurduğu belirtilmektedir.1663 Aynı za manda, ileride temas edileceği gibi, Gülşeniyyei Halvetiy ye'nin kurucusu Şeyh îbrâhim Gülşenî'den de (ö. 940/1533 34) el aldığı kaydediliyor. Ancak onun bir tarikat şeyhine in tisap edecek kadar tasavvuf erbâbma yakınlaşması, öyle an laşılıyor ki, belli bir değişim sürecinin sonunda gerçekleşmiş tir. Zira ilk zamanlarında, semâ ve devran1664 ile zikir yapan sûfîlere; özellikle Halvetîler'e karşı çok katı tutum içinde olduğu bilinmektedir. İbn Kemal'de meydana gelen bu önemli değişimde, o dönem meşâyihinin mânevi dirâyetleri ve ilmi hüviyetlerinin etkili olduğu söylenebilir.
Nakledildiğine göre, îbn Kemal Şeyh Gülşenî'ye intisap etmeden önce, Halvetiyye'den Sünbül Sinan'la dostluk kurmuştu. Önceleri birbirlerini şiddetle tenkit ederlerken, daha sonra aralarında gelişen dostluk sebebiyle sık sık meclislerde birlikte olmaya başlamışlardı.1665 Sefine müellifinin kaydına göre İbn Kemal, Sünbül Efendi'nin sohbetlerine de iştirak etmeye başlamış ve bu şekilde samimiyetleri daha da pekişmişti. O yüzden Şeyh Sünbül'ün 936 Muharreminde (Eylül 1529) vefatı İbn Kemal'i çok üzmüş ve şeyhin ardından bir mersiye kaleme almıştır.1666 Mersiyenin sonunda şeyhin vefatına tarih düşen İbn Kemal şöyle demektedir:
Hâtifi gaybî dedi târihini
Nûr olâ Sünbül Sinan'ın kabri hep.1667
Sünbül Efendi vefat ettiği sırada, İbn Kemal'in ziyaret maksadıyla onun yanında bulunduğu kaydedilmektedir. İbn Kemal şeyhe "geçmiş olsun" deyip, aralarında meydana gelen kısa konuşmadan sonra, şeyhin hâlinin iyi olduğuna kanaat getirerek sertarîkin odasına geçer. O sırada kendisine ikram edilen şerbeti içerken Sünbül Efendi'nin vefat ettiği haberi gelir. Bu âni vefata çok şaşıran şeyhülislâm, "Hey Molla Şeyh ayık geldin, ayık gittin" diyerek şaşkınlığını dile getirmiştir.1668 Şeyhin namazını da onun kıldırdığı rivayet edilmektedir.1669
Sünbül Sinan Efendi'nin vefat ettiği sene Şeyh İbrahim Gülşenî (ö. 940/153334), devlet ricâlimeşâyih münasebetleri kaydedilirken de geniş bir şekilde anlatıldığı gibi, bazı ithamlar sebebiyle Mısır'dan İstanbul'a celbedildiğinde, suçuyla ilgili delil elde etmek için görevlendirilenler arasında Şeyhülislâm İbn Kemal de bulunmaktaydı. Ibn Kemal'in Gülşenî'yi teftiş için dinlediği sohbetlerin yanı sıra, şeyhle özel görüşmeler yaptığı da rivayet edilmektedir. İşte bu görüşmeler esnasında şeyhülislâm Gülşenî'ye hayran kalmış1670 ve onun müridleri arasına katılmıştır.1671 İbn Kemal'in bir müddet sonra şeyh hakkmdaki kanaatini bildirirken Sadrazam İbrahim Paşa'ya, "Bu taifeyle uğraşmak, Allah Teâlâ'ya itirazdır. Evlâ olan bunların dünyevî maslahatlarını görüp, dualarını almaktır" diye haber göndermesi,1672 şeyhe ne denli bağlandığını açıkça göstermektedir. Ayrıca Kanûnî, Şeyh Gülşenî tarafından kendisine takdîm olunan 40.000 beyitlik Ma'nevî isimli eseri inceletmek üzere İbn Kemal'e gönderdiğinde, onun eser hakkında yazdığı mütalaası, tasavvuf adına ulaştığı noktayı göstermesi bakımından önem arzetmektedir. Ibn Kemal mütalaasında şöyle demektedir:
"Bu kitâbı Ma'nevî ki, Şeyh Ibrâhim Gülşenî'nindir, hakayıkı kudsiyyeden inşa ve dekayıkı ünsiyyeden ibnâ olmağın, ehli sûret bunun mânâsına vâkıf ol[a]maz. Ve ıstılâhât ve te'vîlâtma muttali' olmayan, işârâtma ârif ol[a]maz ki, ekserî tefsiri Kur'ânı Azîm ve te'vîli kelâmı kadîm ve şerhi hadisi nebevî ve keşfi kelimâtı Mustafa vî ma'nâsmı muhtevidir. Ki anda nice esrârı İlâhî muntavîdir. Pes ehlullahm ahvâline i'tikad lâzım ve rûhâniyetlerinden istimdâd mühimdir..."1673
Lemezât müellifi Hulvî'nin kaydına göre Şeyh Gülşenî, Ma'nevî'nin bir nüshasını da kendisi bizzat imzalayarak îbn Kemal'e hediye etmiştir. Bu nüshanın XVII. asrın başlarında İbn Kemal'in türbesinde bulunduğu, yine aynı müellifin kaydından anlaşılmaktadır.1674
Şeyhülislâm İbn Kemal'in özellikle Halvetîler'e karşı eski tavrını terkederek, bu tarikatın bir kolu olan Gülşeniyye'ye intisap edecek kadar değiştiği, Menâkıbı Gülşenî ve Sefîne'nin açık ifadelerinin yanı sıra, daha sonraki bazı önemli Halvetî şeyhlerinin onun hakkında yaptıkları müsbet değerlendirmelerden de anlaşılmaktadır. Meselâ XIX. asrın ileri gelen Halvetî şeyhlerinden Kuşadalı îbrâhim Halvetî (ö. 1262/1845) İbn Kemal'le ilgili olarak şöyle demektedir: "Misal âleminde ara sıra Sünbül Sinan ile görüşürüm, bazan o benden istifade eder, bazan da ben ondan istifade ederim. Yine bu âlemde vakit vakit İbn Kemal ile de görüşürüm, fakat her zaman ben ondan istifade ederim."1675
· 3. Şeyhülislâm Ebüssuûd Efendi ve Tasavvuf
OsmanlI'nın en nüfuzlu şeyhülislâmlarından biri olan Ebüssuûd Efendi (ö. 982/1574), Bayramiyye'nin ileri gelen şeyhlerinden Muhyiddin Yavsî'nin (ö. 920/1514) oğludur.1676 Hoca
Osmanlı Anadolusu'nda UlemâMeşâyih Münasebetleri (XVI. Yüzyıl) lan arasında, aynı zamanda ilmi zâhire de vâkıf olan babasının yanı sıra,1677 Şeyhülislâm îbn Kemal de bulunmaktadır. Doğduğu yerin, babasının şeyhlik ettiği Fatih'teki Sivâsî Tekkesi (Yavsî Baba Tekkesi) olduğu rivayet edilmektedir.1678
Tekke sahibi bir şeyh ve tarikat mensubu dirâyetli bir âlimden ders almış olan Ebüssuûd Efendi'nin tasavvufla ne kadar iç içe büyüdüğünü tahmin etmek zor değildir. Babası Muhyiddin Efendi 1514'te vefat ettiğinde henüz yirmi dört yaşlarında bir genç olan Ebüssuûd Efendi'nin, daha sonra babasının makamına geçen halifelerinden Bahâeddinzâde Muhyiddin Mehmed Efendi'den (ö. 952/1545) Bayramiyye icâzeti aldığı nakledilmektedir.1679 Bu durumda, 1545 senesinde şeyhülislâmlık makamına getirildiğinde, babası gibi "zülcenâhayn" bir şahsiyet olarak zâhirî ilimle birlikte tasavvufî neşeye de sahip olduğunu kabul etmek gerekir. Hayır eserlerinden Eyüpsultan'daki külliyede, sıbyan mektebinin yanında bir de zâviye yaptırmış olması,1680 onun "zülcenâhayn" vasfının bir tezahürü olmalıdır.
Ebüssuûd Efendi'nin tarikat şeyhlerinin öğretisine büyük sevgi ve itimadının bulunduğu anlaşılmaktadır. Ona göre,
meşâyihi îslâmiyye'nin hakikat ve tarikat dedikleri şey, şeriatın özü ve hulâsasıdır.1681 Onun inanç olarak ulaştığı bu zâhirbâtın birlikteliğinde, devrin umumi atmosferinin yanı sıra, elbette ki babasının ilmi zâhire vâkıf bir tarikat şeyhi olmasının da etkisi büyüktür. Şeyhülislâmlığı sırasında Kanûnî Sultan Süleyman'ın sadrazamlarından Semiz Ali Paşa (sadâret dönemi, 15611565) için kaleme aldığı Mecmûai Deavât isimli eserde, duanın faydalarını anlatırken âyet ve hadislerin yanında meşâyihin naklettiği hikâyeleri de delil olarak zikretmesi,1682 onun tasavvuf büyüklerine verdiği ehemmiyeti göstermesi bakımından önemlidir. Bu eserin baş tarafında, idaresindeki kadılardan birine yazdığı belirtilen mektupta o, bir meselede hüküm verirken, bölgedeki âlimlerin yanı sıra meşâyih ve dervişlerle de istişare etmesini açıkça tavsiye etmektedir:
"..Beher hususta kemâli tedebbür ve tefekkür ve her ahvâlde nihâyeti taakkul ve gayeti teemmül üzere olup mülâhazai tâm etmeyince, bir cânibe cereyân etmeyesin[iz]. Ve ol diyârda temekkün eden ulemâi kiram ve meşâyihi izam ve fukarâyı enâm ile müşâverei tâm eyleyüp cemîi umûrunda Hz. Hakk'a tevekkül ve Hz. Risâletpenâh'a tevessül., idesiniz."1683
Ebüssuûd Efendi'nin meşâyihten tayyi mekân gibi harikulâde hallerin zuhur edebileceğine inandığı, hatta babasından o gibi hallerin zuhur ettiğini naklettiği belirtilmektedir.1684
Ebüssuûd Efendi'nin Bayramiyye'den icâzeti olmakla birlikte diğer tarikat şeyhleriyle; özellikle de devlet ricâli nezdinde devrin en etkili tarikati olan Halvetiyye ricâliyle çok yakın münasebetler kurduğu görülmektedir. Nitekim Seyâhatnâme sahibi Evliya Çelebi1685 ve Sefine müellifi Hüseyin Vassâf, Şeyh Gülşenî'nin İstanbul'a gidip sarayda padişahla görüştüğü sırada Ebüssuûd Efendi'nin de orada bulunduğunu ve Gülşenî'den çok etkilendiğini kaydetmektedirler.1686 Gerçi şeyhin padişahla görüşmesini bildiren ilk kaynaklardan Menâkıbı Gülşenî ve Lemezât'ta böyle bir kayda rastlanmamaktadır; ancak Gülşenî'nin İstanbul'a geldiği tarihlerde (Muharrem 936/Eylül 1529'dan sonra) Ebüssuûd Efendi'nin İstanbul'da Semaniye medreselerinden Müftü Medresesi'nde müderrislik yaptığı bilinmektedir.1687 Bu durumda şeyhle görüşmesi, eğer Kanûnî'nin sarayında gerçekleşmediyse, diğer pek çok ulemâ gibi, ya şeyhin kaldığı Çandarh îbrâhim Paşa Sarayı'nda,1688 ya da zaman zaman halka sohbet ettiği sarayın yakınındaki îbrâhim Paşa Camii'nde1689 gerçekleşmiş olmalıdır.
Ebüssuûd Efendi'de, muhtemelen bu görüşmeden sonra îbrâhim Gülşenî'ye karşı ayrı bir güven ve muhabbetin husule geldiği, şeyhle alâkalı verdiği bazı fetvalarından da anlaşılmaktadır. Bir fetvasının sual bölümünü vaz ederken fetva soran kimseyi şu şekilde konuşturmaktadır:
"...Zeyd dese ki, ol aziz [Şeyh îbrâhim Gülşenî] Ehli sünnet itikadı üzere idi. Ve âbid ve zâhid, ehli takvâ, Hak yolunda âşık ve sâdık idi. Ve müslümanları hevâyı nefse tâbî olmadan nehy idüp, şer'i şerif muktezâsı ile amel idüp, selefi sâlihîn tarîki üzere doğru yola irşad eylemeğe cülli himmetin sarf eder kimse idi. Hatta padişah hazretleri... ol aziz[i] Mısır'dan İstanbul'a getirdiler. Ahvâli kemâ yenbağî tefahhus olunup, cemîi atvârı, şer'i şerîfe mutâbık bulunmuştur... Şeyh îbrâhim kendisi ârif ve kâmil... olmağla, mürid olanlarda akîdesi pâk kimesneler çoktur. Ve zâhiri şer'a muhâlif kavilleri ve fiilleri olmayan halifelerine ve muhiplerine sûi zan etmek lâfyık] değildir..."1690
Ebüssuûd Efendi'nin gönlü İbrâhim Gülşenî'ye gerçekten çok ısınmış olmalı ki, şeyhin kendisi yerine İstanbul'a bıraktığı halifesi Haşan Zarifi Efendi'yle (ö. 977/156970) oldukça samimi dostluklar kurmuş ve bu gibi meşâyihle ilişkilerini daha da ileri boyutlara taşımıştır. Haşan Efendi'nin ilminden ve vaazlarından çok hoşlandığı için, kendisine bir molla abâsı hediye ederek onu beraberinde ilim meclislerine götürdüğü ve ilmi seviyesini ifade için de "Efendi, sizin mollalar kadar şer'î ilminiz var" dediği nakledilmektedir.1691
Ebüssuûd Efendi'nin Koca Mustafa Paşa Dergâhı'nda Sünbül Efendi'den sonra posta oturan Merkez Efendi'ye de (ö. 959/155152) derin sevgi ve hürmeti bulunduğu nakledilmektedir. Vefat ettiğinde şeyhin cenaze namazı Ebüssuûd Efendi tarafından kıldırılmıştır. Şeyhülislâmın cenazeye geldiğinde, "Dünyada riyasız [bir] bu kimseyi görmüştük" dediği belirtilmektedir.1692 Çok sevdiği şeyhin vefatına, "Dairesin Merkez'in nûr ide Allah" mısraını tarih düşürmüştür.1693
Merkez Efendi'den sonra Koca Mustafa Paşa Dergâhı'nda bir müddet şeyhlik yapan oğlu Ahmed Efendi (ö. 963/1556 veya 970/156263), makamından ayrılmak istediğinde, seccadeye münasip görülen Yâkub Efendi gelmekte tereddüt edince, Ebüssuûd Efendi'nin ısrarları üzerine seccadeyi boş bırakmayarak bir müddet daha beklemiş olması,1694 şeyhülislâmın Merkez Efendi’den sonra da Sünbüliyyei Halvetiyye'nin merkezi durumunda olan bu dergâhla yakın ilişkiyi sürdürdüğünü göstermektedir.
Şeyhülislâm Ebüssuûd Efendi'nin gerektiğinde devletle
meşâyih arasında, meşâyih lehine bir köprü vazifesi gördüğü de görülmektedir. Nitekim Kanûnî devrinin son yıllarında Halvetiyye şeyhlerinden Nûreddinzâde (ö. Zilkade 981/Mart 1574) Rumeli'de faaliyet gösterdiği sırada, hakkında bazı ithamlar sebebiyle tutuklanma kararı çıkmak üzereyken, onu sadrazam nezdinde tezkiye eden Şeyhülislâm Ebüssuûd Efendi olmuştur. Nakledildiğine göre, Nûreddinzâde tutuklanma kararının çıkacağım haber alır almaz İstanbul'a giderek Zeyrek Camii imamı ile birlikte Ebüssuûd Efendi'nin ziyaretine gider ve şeyhülislâm, imam efendinin bir misafiri olarak gördüğü Nûreddinzâde'ye kim olduğunu sormadan, âdetleri olduğu üzere orada bulunanlarla birlikte tefsirden bir yeri müzakereye başlarlar. Mecliste bulunanlar sırayla fikirlerini söyledikten sonra sıra Nûreddinzâde'ye gelince, tartışılan konu hakkında o kadar güzel bir izah getirir ki, Ebüssuûd Efendi bu zatın kim olduğunu araştırmak ihtiyacını duyar. O da, "îşte o itham edilen, Nûreddinzâde dedikleri âsi ve günahkâr bu fakirdir" diyerek kendisini tanıtır. Bunun üzerine şeyhülislâm, hemen Sadrazam Sokullu Mehmed Paşa'ya haber yollayarak, Şeyh Nûreddinzâde'nin yanma gelip kendisiyle görüştüğünü, fazilet ehli ve irfan sahibi bir zat olduğunun anlaşıldığını, böyle bir kâmilin dünyevî menfaatlere tenezzül etmeyeceğini, hakkında ileri sürülen şeylerin birer iftiradan ibaret olduğunu ifade etmiştir.1695
Yukarıda görüldüğü gibi Ebüssuûd Efendi'nin Halvetiyye ricâliyle böyle güzel münasebetleri olmakla birlikte, bunun aksi bazı olaylar da kaydedilmektedir. Padişah Kanûnî'nin huzurunda meydana gelen bir hadise sebebiyle Ebüssuûd Efendi'nin Sinâniyyei Halvetiyye'nin kurucusu îbrâhim Ümmî Sinan'a (ö. 976/1568) darıldığı ve ona latife tarzında hiç de münasip olmayan sözler sarfettiği nakledilir. O dönemde zuhur eden Hz. Peygamber'in anne ve babasının imanı meselesiyle alâkalı tartışmaların sona erdirilmesi maksadıyla Fâtih Camii'nde padişahın da katıldığı bir meclis oluşturulmuş ve bu mecliste Ümmî Sinan, Ebüssuûd Efendi'yi küçük düşürmüştü.1696 Bu sebeple şeyhülislâm, şeyh efendiye kızmış ve biraz latife tarzında "Senin cenaze namazını papazlara kıldırmak" demiştir.1697 Bazı kaynaklar Ebüssuûd Efendi'nin buna benzer bir sözü devran meselesi yüzünden aralarında geçen tartışmadan sonra söylediğini de nakletmektedir.1698
· 4. Şeyhülislâm Çivizâde ve Tasavvuf XVI. yüzyılda incelenen dönem içinde Çivizâde Muhyiddin Mehmed Efendi (ö. 954/1547) dışında tasavvuf büyüklerine sûi zanda bulunan bir başka şeyhülislâma rastlanmamıştır. Osmanlı şeyhülislâmlık tarihinde ilk defa azil suretiyle emekli edilen Çivizâde'nin, azledilmesine diğer bazı sebeplerle birlikte, özellikle Muhyiddin İbnü'lArabî, Mevlânâ Celâleddîni Rûmî gibi1699 tasavvuf büyüklerine karşı aşırı tenkitlerinin sebep olduğu bildirilmektedir.1700 Nakledildiğine göre Çivizâde, Îbnü'lArabî ve Mevlânâ'nın kâfir oldukları kanaatini taşımaktaydı. Hatta Mevlânâ'nın:
Ey kâfirler, sizin fiillerinizi ben yaratırım,
Zira mutlak hâkimim, ister mümin ister kâfir yaparım beytini kendi anlayışına göre yorumlayarak, Rûmî'nin küfre girdiği hususunda bir fetva yazıp Kanûnî Sultan Süleyman'a
Osmanlı Anadolusu'nda UlemâMeşâyih Münasebetleri (XVI. Yüzyıl) da gönderdiği rivayet edilmektedir. Bu fetvaya çok üzülen padişah, yazdığı bir dörtlükle şeyhülislâmı tenkit etmiş1701 ve daha sonra da azletmiştir.1702
· 5. Diğer Âlimler ve Tasavvuf XVI. yüzyılda İlmiyenin başı durumunda olan şeyhülislâmların yanı sıra, tarikatlara intisap eden veya en azından sevgi duyan hatırı sayılır miktarda ilmiye mensûbunun, kadı ve müderrisin olduğu da görülmektedir. Bunlardan intisap ettikleri tarikatlar belli olan âlimler, ilgili tarikatlar bahsinde kaydedilmişti. Bunların yanı sıra kaynaklarda İstanbul ve Anadolu'nun muhtelif yerlerinde müderrislik, kadılık, vâizlik veya hatiplik gibi görevler yapan âlimlerden, Akşemseddin'in kardeşinin oğlu Paşa Çelebi (Gıyâseddin, ö. 927 veya 928/1522),1703 İbnü'lMuîd Amâsî (ö. ?),1704 Ece Halife (Yâkub Hamîdî, ö. 928 veya 929/1523),1705 Mevlâ Urcûn (ö. ?),1706 Muslihuddin Amâsî (Muslihuddin Mûsa, ö. 936/152930),1707 II. Bayezid'in "nakîbü'leşrâf" olarak tayin ettiği Seyyid Mahmud (ö. 943/1536),1708 Şah Kasım b. Şeyh Mahdûmî (ö. 947 veya 948 /1541),1709 Mevlâ Ehlice (Muhyiddin Muhammed Aydmî, ö. 951/1544),1710 Kastamonulu îsâ Halife (ö. ?),1711 Muhyiddin Muhammed (Kalenderhâne İmamı, ö. 953/1546),1712 Muhammed Çelebi (Muhyiddin Muhammed, ö. 957/1550),1713 Muhyiddin Amâsî (Şeyh Muhyiddin Muhammed, ö. ?),1714 Sa'dî Çelebi
(Sa'deddîn Sa'dî Akşehrî, ö. 957/1550),1715 Abdülhay b. Abdülkerim (ö. ?),1716 Sinan Çelebi (Sinaneddin Yûsuf, ö. 965/1558),1717 îznikli Mevlânâ Celîlî (ö. ?)1718 gibi önemli zatlar bir tarikata müntesip bulunuyorlardı.
Öte yandan İbn Samîsûnî (Muhyiddin Muhammed b. Haşan, ö. 919/1513),1719 1720 Mevlâ Turâbî (ö. ?)," Şücâeddin İlyas Rûmî (ö. 929/1523),1721 Muhammed Bey (Mevlâ Muhyiddin Muhammed b. Abdullah, ö. 950/1543),1722 İbnü'şşeyh (Mevlâ Abdullah b. Şeyh Kemâl, ö. 957/1550),1723 Molla Çelebi (Muhyiddin Muhammed, ö. 957/1550),1724 İbn Hatib Kasım (Mevlâ Muhyiddin Muhammed, ö. 940/153334),1725 Sinan Çelebi Yegânı (Sinaneddin Yûsuf b. Mevlâ Ali Yegânî, ö. 945/153839),1726 Bedreddin Asgar (Mevlâ Bedreddin Mahmud, ö. 946/15394O)1727 gibi içlerinde kadılık ve müderrislik yapmış olan zatların da tasavvufa karşı derin sevgi ve hürmet duydukları bilinmektedir.
Tasavvuf yoluna giren ya da bu yolu destekleyen ulemânın yanı sıra, eserleriyle tasavvuf kültürünün yayılmasına hizmet eden âlimler de vardır. Meselâ o devrin âlimlerinden Bursa kadılığı ve Anadolu Kazaskerliği yapmış olan Amasyah Bedreddin Mahmud Efendi (ö. 911 veya 914/150809), meşhur Muhammediyye’ye Mahmûdiyye adıyla Türkçe manzum bir nazire1728 ve ahlâk ve tasavvuftan bahseden Fevz ü Felah isimli otuz bölüm üzerine Türkçe bir eser kaleme alırken,1729 yine o dönemde müderrislik ve kadılık yaptığı bildirilen Hüsam Çelebi de (Mevlâ Hüsâmeddin Hüseyin b. Abdurrahman, ö. 926/ 1520) Risale fî cevâzi zikri'lcehrî isimli bir eser telif etmiştir.1730 Diğer yandan Kanûnî devri âlimlerinden Hanbelîzâde diye şöhret bulan Muhammed b. îbrâhim Halebî'nin de (ö. 972/ 156465) [îbn] Atâullah Îskenderî'nin meşhur kitabını (Hikemi A tâiyye olmalı) şerhettiği nakledilmektedir.1731 Bunlara ilâveten mutasavvıf şairlerden olduğu bildirilen Garîkî b. Yûsuf isimli bir zat da mürettep Dîvân’mm yanı sıra, 951'de (1544) Esrârı Evliya isminde Türkçe bir eser vücuda getirmiştir.1732
Tasavvufa karşı gönlünde muhabbet olduğu belirtilen yukarıdaki zevatın, bir tarikata intisap etmiş olması da muhtemeldir. Hatta kaynaklarda tasavvufla alâkasından bahsedilmeyen pek çok ilmiye mensubunun bile tasavvuf yoluna girmiş olma ihtimali söz konusudur. Zira tasavvuf ihlâsa dayalı mânevi bir yol olarak kabul edildiğinden ya da daha başka sebeplerden dolayı bazı kimselerin intisaplarını açıklamamış olmaları mümkündür. Nitekim bunun bir örneği Şekâik'te kaydedilmiştir. Nakşibendiyye ricâlinden Emir Buhârî'nin halifesi Muslihuddin Tavîl, o âna kadar herkesin sadece bir kadı olarak tanıdığı Sinan Çelebi Germiyânî'nin, kadılığı ve müderrisliği esnasında tasavvuf yoluna girerek hiç kimseye belli etmeden sülûkünü ikmal ettiğini belirtmektedir.1733 Sonraki dönemlerde de bunun örneklerine rastlanmaktadır. Meselâ şeyhülislâmlardan Ebülmeyâmin Mustafa Efendi (ö. 22 Receb 1013/14 Aralık 1604) ile Paşmakçızâde Seyyid Ali Efendi (ö. 4 Muharrem 1124/11 Şubat 1712) tarikat mensubu olduklarını halktan gizlemişlerdir.1734
B) Ulemâyı Tasavvufa Sevkeden Âmiller
XVI. yüzyılda medrese çevrelerinin tasavvufa büyük rağbet ettiği ve irşad makamında bulunan pek çok tarikat şeyhinin medrese kökenli oldukları daha önce belirtilmişti, ilmiye mensuplarını o devirde tasavvufa sevkeden sebepleri tesbit edebilmek için konuyu iki yönden ele almak gerekir: a) Meşâyihin ve tarikat çevrelerinin o günkü durumu, b) Medrese muhitinin içinde bulunduğu ortam.
Daha önce ayrıntılı bir şekilde ifade edildiği gibi, o dönemde tarikat çevreleri çok esaslı bir zâhirbâtm dengesi oluşturmuş bulunuyorlardı. Tekkelerinde irşadla meşgul olan şeyhler, ısrarla şeriat ve tarikat birlikteliği üzerinde duruyor, müridlerini de o şekilde terbiye ediyorlardı. O devirde ilmiye mensuplarını tekkelere çeken birinci âmil, meşâyihin oluşturduğu bu şeriattarikat dengesidir.
Bahsedilen bu dengenin oluşmasında en büyük etkenlerden biri, kabul etmek gerekir ki, tarikat şeyhlerinin o dönemde çoğunlukla, medrese ilimlerini de tahsil etmiş olmalarıdır. Şeyhlerin bu vasıfta bulunmaları, mezkûr dengeye sağladığı mühim katkıyla birlikte, aynı zamanda medrese muhitinin tekkelere rağbeti için de önemli bir faktör olmuştur. Zira tarikat şeyhlerinin sahip olduğu bu özellik, medrese çevrelerinin onlarla daha kolay ilişki kurmasına vesile oluyor, böylece şeyhler, temasa geçtikleri ilim sahibi kişileri, mânevi dirayetleri ve ikna kabiliyetleri ölçüsünde tekkelerine çekmeyi başarıyorlardı. Meselâ Şeyh Nûreddinzâde'nin (ö. Zilkade 981/ Mart 1574) meclislerine, zâhirî ilimlere vâkıf olması ve etkili sohbetleri sebebiyle, diğer insanların yanı sıra ulemâ da devam etmekteydi.1735 Gerçi meşâyihin ulemâ ile teması bazan farklı vesilelerle de oluyordu; ancak, öyle bile olsa, yine de şeyhler muhataplarını etkilemeyi başarıyordu. Nitekim, daha önce kaydedildiği gibi, Şeyh îbrâhim Gülşenî (ö. 940/153334) İstanbul'da bulunduğu sırada Ibn Kemal'i etkilemeyi başarmıştı. Daha sonra şeyhin Ma'nevî isimli eseri hakkında İbn Kemal'in müsbet fetva vermesiyle ilmiye mensupları Gülşenî'nin meclislerine katılıp biat etmeye başlamış,1736 bir kısmı şeyhin ilmi seviyesini ölçüp onu mahcup etmek niyetiyle gelse bile, tesir altında kalıp muhabbetle dönmüştür.1737 Yine Sünbül Efendi, devran meselesi yüzünden bazı âlimlerle Fâtih Camii'nde meydana gelen münazaranın ardından yaptığı konuşmayla, orada bulunan pek çok medrese mensubunu etkilemeyi başarmış ve bunlardan Sahn Medresesi'nde oda sahibi on sekiz dânişmend, ilmiye mesleğini bırakarak sûfî hırkası giymişlerdir.1738 Diğer yandan ümmî olduğu halde ilmiye mensuplarını etkileyip kalplerini çevirmeye muvaffak olan şeyhler de vardır. Cemâliyyei Halvetiyye'nin kurucusu Çelebi Halife'nin yetiştirip icâzet verdiği Şeyh Üveys (Veys Dede, ö. 930/1524'ten sonra),1739 Karaman'da yaptığı bir vaazında oranın müftüsü Mevlânâ Dâvûd'u etkileyebilmiştir.1740
Tarikat şeyhleri tasavvufî muhitlerde şeriattarikat dengesini oluşturmakla, bir bakıma ulemâ ile ortak bir noktayı yakalamış oluyorlardı. Zira o devrin pek çok ileri gelen âliminde de bu zikredilen denge mevcuttu. Meselâ Şeyhülislâm Ibn Kemal, henüz Şeyh îbrâhim Gülşenî'ye intisap etmeden önce kaleme aldığı anlaşılan Risâletü'lmünîre isimli eserinde, şeriatın hem zâhiren hem de bâtmen yaşanması gerektiğini, yalnızca böyle yapan kişinin feyiz ve ilhâma nâil olabileceğini ifade etmektedir. Ona göre, şeriatı zâhiren ve bâtmen bilmeyenin ne velâyeti ne de kerameti söz konusu olabilir.1741 Zâhir ilminin kaide ve usulünü bilmeden bâtın ilmi hakkında konuşmak insanı dinsizliğe götürür.1742 Yine devrin bir başka ileri gelen âlimi Birgivî Takıyyüddin Mehmed Efendi de (ö. 981/1573), Bâyezîdi Bistâmî ve İmam Kuşeyrî gibi tasavvuf büyüklerinden nakiller yaparak, tarikat ehlinin velâyet ve keramet derecesine çıkabilmesi için şeriatın hükümlerini uygulaması gerektiğini belirtir.1743 Şeyhülislâm Ebüssuûd Efendi'nin ise, meşâyihin bahsettiği hakikat ve tarikatı, şeriatın özü ve hulâsası olarak gördüğünü1744 daha önce kaydetmiştik.
Öte yandan bu dönemde şeyhlerin, medrese muhitinden gelen müridlerini, diğer dervişlerden farklı bir usulle eğitime tâbi tutup, medrese ile tekkedeki vazifelerini birlikte yürütmelerine imkân vermeleri, ulemânın tasavvufa meylini hızlandıran bir başka sebep olarak görülebilir. Meselâ Halvetiyye'den Şarhoş Bâlî Efendi (ö. 980/1573) tasavvuf yoluna medrese muhitinden gelen bir zattı. Tahsilini ikmal edip Kanûnî'nin hocası Hayreddin Efendi'ye mülâzim (asistan) olmuş ve Kepenekti Medresesi'nde de ders vermeye başlamıştı. Daha sonra ulaştığı bu mevkileri terkedip tasavvuf yoluna girmek istediğinde, müridi olmaya karar verdiği Halvetiyye şeyhi Ramazan Efendi ona zikir telkin edip halvete sokmasına rağmen tedrisi tamamen bırakmasına râzı olmamıştır. Kaydedildiğine göre Bâlî Efendi halvethâneden çıkıp medreseye gidiyor, dersini verdikten sonra tekrar hücresine dönüyordu.1745 Yine, Nakşibendiyye'den Emîr Buhârî'nin (ö. 922/ 1516) halifesi Muslihuddin Tavîl, kendisine mürid olmak isteyen ulemâdan bir zatın ilim yolunu bırakmak istediğini söylediğinde, "İlim yolundan daha güzelini bulabilir misin?" diyerek tepki göstermiş ve yanındakilere dönüp, "Eğer kişi gayretli (himmetli) olursa, tasavvuf mertebelerini kadı olarak da, müderris olarak da tamamlayabilir. Ama kendisinde gayret (himmet) yoksa, nefsi onu ilim mesleğini terke zorlar. Sonunda ne o yolda, ne de bu yolda muvaffak olur" demiştir.1746 Emir Buhârî'nin bir başka halifesi Hekim Çelebi'nin (ö. 9 Zilhicce 974/17 Haziran 1567) yanında yetişen Niğdeli Mahmud Efendi (ö. 975/156768), zikredilen bu prensip gereği, tasavvuf mücâhedesiyle birlikte Eyüp'te Defterdar Mahmud Çelebi Dârülhadisi'nde muhaddislik yapıyordu.1747
Bu dönemde tekkelerin ilmiye mensuplarını cezbetmesinin bir diğer önemli sebebi, irşad makamında bulunan şeyhlerin ilmi zâhire ters gibi görünen bir kısım tasavvufî konularda ulemânın endişelerini hoş karşılamaları, daha da önemlisi bu endîşeleri bertaraf edebilmiş olmalarıdır. Nitekim Nakşibendiyye'nin ileri gelen şeyhlerinden Emir Buhârî'nin halifesi ve damadı Mahmud Çelebi (ö. 938/153132), ulemânın zahir gözüyle bakıp şeriata aykırı bulduğu tasavvufî meseleleri inkâr etmekte mâzur, hatta haklı olduğunu belirtmektedir. Dönemin önemli âlimlerinden Taşköprizâde (ö. 968/156061) bir sohbet esnasında kendisine, "Efendim, bazı tasavvuf kitaplarında şeriatın zâhirine aykırı şeyler görüyoruz. Bunları inkâr etmemiz doğru mudur?" diye sorduğunda, şeyhin ona verdiği cevap ilginçtir: "Elbette inkâr edeceksiniz. Tâ ki o hal sizin için de hâsıl oluncaya kadar. Ne zaman ki o hâli yaşarsınız, o zaman şeriata uyduğunu görürsünüz."1748
Öyle anlaşılıyor ki, ulemânın senelerce medrese ilimlerini tahsil ettikten sonra bile, bir kısım mühim meselelere tatmin edici cevap bulamamaları, onları farklı bir çevre olan tasavvuf! muhitlerle temasa zorlamıştır. Meselâ Ebüssuûd Efendi'nin bile İlmî seviyesinden sitayişle bahsettiği Mehmed Çelebi, Şâbâniyyei Halvetiyye'yi kuran Kastamonulu Şâban Efendi'ye (Şâbânı Velî, ö. 18 Zilkade 976/5 Mayıs 1569) derviş olduğu zaman kendisine, "Siz ki, âlim ve fâzıl kimsesiniz. Sûfîlere bile müdahale edip, onlara doğruları öğretirken, bu ihtiyar şeyhe derviş olmak nereden icap etti?" diye sorulmuş, o da buna şöyle cevap vermiştir: "Bir ara gönlüme İlâhî bir cezbe düştü. Hak Teâlâ'nm ef'âli, sıfatı, esmâ ve zatı hususunda hayrette kalmıştım. Hâleti kalbiyye, rûhiyye ve sırriyye âleminde de hayretler içindeydim. Ve bunlara benzer bende, içinden bir türlü çıkamadığım nice müşkilât meydana geldi. Bu kadar İlmî kudretimle, bu meselelerle alâkalı pek çok kitap ve risâle mütalaa ettim. Hatta bu meseleleri İlmî seviyelerine güvendiğim âlimlerle de tartışıp konuştum. Ancak müşkilâtım ne yazık ki bir türlü hallolmadı. Ne zaman ki derdimi Şâban Efendi'ye açtım ve inanarak ona teslim oldum, o, bir sözle müşkilimi beyan ve bir kâse şerbetle derdime derman oldu. Şimdi söyleyin, böyle bir zata ben nasıl derviş olmayayım"1749 Yine, Şeyhülislâm îbn Kemal'in benzer bir müşkilinin de, Şeyh Gülşenî tarafından halledildiği kaydedilmektedir. Müşkili çözüldükten sonra îbn Kemal'in Gülşenî'ye, Allah sizden razı olsun ey zâhir ve bâtının şeyhi diyerek duâ ettiği, Gülşenî'nin de daha sonra gıyabında onun için, "ilmi zâhirde mahir iken, şimdi ilmi hakikate ve yakîne erdi" dediği nakledilir.1750
O dönem meşâyihinin kendine güveni ve gerektiğinde sûfîleri ve mensup oldukları tasavvuf yolunu bile hiç çekinmeden tenkide tâbi tutabilmeleri, ulemânın bu mesleğe karşı itimadını arttıran sebeplerden biri olarak değerlendirilebilir. Meselâ Bayramiyye'den Şeyh Mecdüddin îsâ (ö. 937/1531), kendi dönemindeki bazı sûfîlerin birtakım yanlışlarından söz ederken,1751 Halvetiyye'nin büyük şeyhi Yiğitbaşı Velî (ö. 910 /150405) açıkça, "Şeyh 'hal'siz olmamalıdır. "Hab'siz şeyh tabirnâmeden anlayamaz ve tâlibe bildiremez. îmdi, 'haksiz şeyhe mürid olmaktansa Ehli sünnet ve'lcemaatte iyiler (ebrâr) yolunda yürümek evlâdır"1752 demekte, bir başka Halvetî şeyhi Cemâleddin İshak Karamanı (Cemal Halife, ö. 933/ 152627) ise, ziyaretine gelen devrin ileri gelen âlimlerinden Taşköprizâde'ye şunu söyleyebilmektedir:
"Tevhid ile ilhâd arasını ayırmak çok zordur. Çoğu kez bu ikisi temyiz edilemez. Senin üzerinde olduğun ilmiye mesleği, bu hususta tasavvuftan daha sağlamdır. Ama eğer tasavvuf yoluna girmek istersen, meşâyihin şeriata riayet edenini seç. Eğer onda şer'i şerîfe ufacık bir muhalefet görürsen hemen uzaklaş. Zira tarikatın mebnâsı, tamamen şeriatın ahkâmı ve âdâbma riayetten ibarettir."1753
Burada meşâyihin samimiyeti, kemâlâtı, âlicenaphğı ve mânevi nüfuzunu da kaydetmek gerekir. Nitekim Şekâik müellifi Taşköprizâde, Nakşibendiyye şeyhi Mahmud Çelebi'nin (ö. 938/153132) tesir gücünü, "Şeyhin yüzündeki hayâ nuru o kadar parlaktı ki, ziyasından bir türlü yüzüne bakmaya muktedir olamıyordum" şeklinde ifade etmektedir.1754 Nakledildiğine göre, Kastamonulu Şâban Efendi (ö. 18 Zilkade 976/5 Mayıs 1569), İstanbul'da ilmini ikmal ettikten sonra arkadaşlarıyla memleketine dönerken, o tarihlerde Bolu'da irşad ile meşgul olan Şeyh Hayreddîn Tokadî'yi dervişleriyle birlikte büyük bir şevk içinde zikir yaparken bulmuş ve bundan çok etkilenmişti. Ancak Şâban Efendi kendisini dervişlere hemen kaptırmak istemez, arkadaşları zikir halkasına oturduğu halde o, "Bunlar bir zincirci taifedir. İnsanı kendi tariklerine çeker bağlarlar. Dikkatli olmak gerekir" diyerek geri durmaya çalışır. Onun niyeti şeyhle ertesi sabah görüşmek olduğu halde ısrarlara dayanamıyarak zikir halkasına girer. Zikrin sonunda arkadaşları kalkmak istediklerinde Şâban Efendi "Ben size demedim mi bunlar zincircidir diye. İşte şimdi buradan gitmeye hiç takatim kalmadı. Siz gidip istirahat edin, ben sabah gelirim" der. O gece orada kalan Şâban Efendi, sabah namazından sonra virdi şerife ve işrak namazına da dervişlerle birlikte iştirak eder. Böylece dervişler arasına karışan Şâban Efendi, bir daha yanlarından ayrılamamış ve Şeyh Hayreddin Efendi'ye intisap ederek yanında sülûkünü tamamlamıştır.1755
Şeyhinden icâzet aldıktan sonra faaliyet gösterdiği Kastamonu'da Şâban Efendi'ye de pek çok âlim intisap etmiştir. Bunda medrese kökenli oluşunun yanı sıra, kemâlâtı, âlicenaplığı, sabır ve hoşgörüsü de büyük rol oynamıştır. Onun, cami kürsülerinde sürekli kendisi aleyhine vaazlar eden Evliya Şücâ isimli âlime gösterdiği âlicenaplık bunun en güzel örneğidir. Nakledildiğine göre, mezkûr âlim bir gün büyük bir hastalığa yakalanmış ve hizmetinden ayrılmayan Bilâl Halife'ye bir ara, "Bana ne olduysa Şâban Dede hakkında söylediğim kötü sözlerden oldu. Onu yanıma getirin de hakkını helâl ettireyim" diyerek Bilâl Halife'yi şeyhe göndermişti. Şaban Efendi Evliya Şücâ'm bu talebi üzerine, sanki aralarında hiçbir şey olmamış gibi davete icâbet etmek isteyince bazı dervişleri, "Efendim o zat kürsülerde, minberlerde o kadar insanın huzurunda sizin için 'koca domuz' ve 'mülhid' dedi. Buna benzer başka ne kötü laflar etti, davetine icâbet etmeyin" dediklerinde, Şâban Efendi "Bilmeden söylemiştir. Bize ve bizim gibilere bu hâl hep olagelmiştir. O bir ilim ehli kardeştir. Hatasını itiraf edip günahına istiğfar etmiş. Bizden
Osmanlı Anadolusu'nda UlemâMeşâyih Münasebetleri (XVI. "Yüzyıl) yana hakkımız helâl olsun, diyerek yola çıkmışsa da, yanma varıncaya kadar Evliya Şücâ vefat etmiştir. Bunun üzerine Şâban Efendi de merhumun namazını kıldırmış ve defni esnasında hazır bulunmuştur. îşte şeyhin bu âlicenaphğmı gören Bilâl Halife, daha sonra Şâban Efendi'ye mürid olmuş ve sülûkünü tamamlayarak hilâfetle Turhal'a gönderilmiştir.1756
Son olarak şunu da kaydetmek gerekir ki, ulemânın tasavvuf yoluna sülük etmesinde, bir önceki bölümde kaydedildiği şekliyle, başta padişah olmak üzere pek çok devlet ricâlinin mutasavvıflara verdiği büyük değerin de önemli katkısı olmuştur. Ayrıca yukarıda temas edilen âmillerin sadece incelediğimiz dönemle sınırlı olmadığını da belirtmek gerekir.
XVI. yüzyılda tasavvuf çevrelerinin durumunu yansıtan bu bilgilerden sonra, medrese muhitine de göz atmak gerekir. Medrese çevrelerinin nasıl bir durumda olduğunu bize en iyi, yine o çevreden gelenler haber vermektedir. Meselâ Halvetiyye'nin önemli şeyhlerinden Habib Karamânî'nin halifesi Cemâleddin îshak Karamânî (Cemal Halife, ö. 933/ 152627) devrin ileri gelen âlimlerinden idi ve aynı zamanda hat sanatına da vâkıf bulunuyordu. Ancak bu yolu bırakarak tasavvufa girmiştir. Şekâik müellifinin bizzat kendisinden naklen kaydettiğine göre, onun tasavvuf yoluna girişi, hac dönüşü getirdiği bir Kur'an yazmasını, o zaman İstanbul kadısı olan hocası Muslihuddin Kestelî'nin pahalı bularak almak istememesi ve ardından daha yüksek bir değerle getirilen bir atı satın alması üzerine meydana gelmiştir.1757 Sefîne'ye göre ise, onun ilim mesleğini terketmesine, hac yolunda karşılaştığı devrin zengin ve büyük âlimlerinden birisine, istinsah etmiş olduğu Şifâi Şerifi satmak istediğinde, âlimin fiya
tı yüksek bularak almaktan vazgeçmesi sebep olmuştur.1758 Yine, Şemsiyyei Halvetiyye'nin kurucusu Şemseddin Ahmed Sivâsî de (ö. 1006/159798) ilmiye mesleğini bırakıp tasavvuf yoluna girenlerdendir. Nakledildiğine göre Ahmed Efendi, Kanûnî devri İstanbulu'nda tahsilini ikmal ettikten sonra, bir ara kazaskeri ziyarete gitmişti. Burada müderris ve kadıların bir makam talep ederken, tahsili dünya için nasıl zillet ve meskenete düştüklerini görünce, müderrislik mesleğini seçtiğinden dolayı pişmanlık duymaya başlar. Ve bu tâifenin içinden kurtulup sûfiyye yoluna girebilmek için orada Allah'a dua eder.1759
İlmiye mesleğinde XVI. yüzyılın ilk yarısındaki bozulmayı haber veren bu örneklerin, zamanla daha da arttığı gözlenmektedir. Kanûnî'nin sadrazamlarından Lutfi Paşa (ö. 1564) Osmanlı devlet teşkilâtına dair kaleme aldığı Asafnâme'de ulemâ için hiç de hoş olmayan ifadeler kullanmakta, "Müderrisler ve ulemâ topluluğu birbirini çekemezler. Onların birbirleri aleyhinde söyledikleri şeylere inanmayıp, reisleriyle görüşmek gerekir" demektedir.1760 XVI. asrın ikinci yarısında ise ulemâdaki bozulmanın daha da arttığı müşahede edilmektedir. Gelibolulu Mustafa Âlî (ö. 1600) 1581'de kaleme aldığı Nushatü'sselâtîn isimli eserinde ilmiye mensuplarına oldukça sert ve acımasız tenkitler yöneltir. Ona göre ulemâ birtakım teferruat ve merasimler içerisinde asıl benliği ve etkisini kaybetmiştir. Artık onların en büyük kaygısı, teşrifatta kimin önde yer alacağı, protokol sırasının nasıl olacağı hususudur. Bü noktada anlaşamadıkları için birçok faydalı toplantıya katılmayı bile terketmişlerdir.1761
O devir meşâyihinin ilme ve ilim sahibine ne kadar değer verdikleri yukarıda kaydedilmişti. Ancak şunu da belirtmek gerekir ki, onlar ilmin tehlikelerine de işaret etmekten geri durmamışlardır. Meşâyihe göre, ulemânın o dönemde düştüğü vahim duruma, bir bakıma tahsil ettikleri ilimler sebep olmuştur. Bazı mutasavvıflar bu durumu "ilmi zâhirin mekri" şeklinde ifade etmektedirler.1762 Kastamonulu Şâban Efendi'nin, bilhassa ilim sahibi halife ve dervişlerini, ilmi zâhirin mekrine karşı, yani kendilerinde meydana getireceği benlik duygusuna karşı sürekli uyardığı belirtilmektedir. Ona göre, bâtmî ve ledünnî ilim, insanı vahdet ve fenaya ulaştırırken, zâhirî ilim ekseriyetle varlığa ve kesrete götürmektedir.1763
Ulemâda görülen bu bozulma, tabii olarak medrese talebelerine de yansımıştır. Nitekim, Koca Mustafa Paşa Dergâhı'nda posta oturan Yâkub Efendi'nin, tasavvufa intisabından önce ilmi zâhiri tahsil etmiş olmasına rağmen işret meclislerine de (içki âlemleri) devam ettiği1764 Halvetîler bahsinde kaydedilmişti. Diğer yandan, XVI. yüzyılın ikinci yarısında meydana gelen birtakım suhte (medrese talebesi) isyanları, medreselerin iyice bozulduğunun açık bir göstergesidir. 15581597 yılları arasında meydana gelen suhte isyanlarını araştıran Mustafa Akdağ'm tesbitlerine göre, hemen hepsi bekâr olan medrese talebeleri, bilhassa ahlâka uymayan hareketleri sebebiyle halkı rahatsız ederek medreselerin itibarının düşmesine sebep olmuşlardır.1765 Hatta bunların ahlâksızlıkları sebebiyle, çoğu kimse çocuklarını medreselerde okutmaz olmuştur.1766
Öyle anlaşılıyor ki, XVI. asırda ilmiye mensuplan aslî vazifelerini ihmal edip birbirleriyle uğraşmaya başlayınca talebeler arasında ahlâksızlık yayılmış, bu yüzden meslektaşlarının içine düştüğü o vahim durumu içine sindiremeyen pek çok ilmiye mensubu, elde ettikleri makam ve bu makamm kendilerine sağladığı itibarı hiçe sayarak sûfiyye mesleğine geçmişlerdir.
XVII. asrın önemli şahsiyetlerinden Koçi Bey'in ifadelerine bakılırsa, bir kısım Osmanlı müesseselerinde Kanûnî devrinden itibaren başlayan bozulma,1767 ne yazık ki daha sonraki asırda da artarak devam etmiştir. Ancak Koçi Bey kaleme aldığı Risale'sinde pek çok müessesenin bozulmuşluğuna temas ettiği halde, tasavvuf kurumlan aleyhine herhangi bir şey söylememektedir. Aksine, bazı Allah dostlannin (mazınnei kirâm), o devirde meydana gelen bir kısım hadiselerle alâkalı yaptığı değerlendirmeleri, hiç itirazsız kabul ederek nakletmektedir.1768 Bu da göstermektedir ki, tasavvuf kurumlan XVI. yüzyıldan sonra da sahip oldukları dinamizmi muhafaza ederek uzun müddet devam ettirebilmişlerdir. Böyle olunca da, yukarıda belirtildiği gibi, değişik çevrelerden tasavvufa rağbet hiç eksilmemiştir.
Burada şu hususu belirtmekte fayda vardır: Hans George Mayer'in de ifade ettiği gibi,1769 bir madalyonun iki yüzünden başka bir şey olmayan şeriat ve tarikat anlayışına dayalı iki tip dinî yaşayış, Osmanlılar'da cemiyet hayatı için bir emniyet sübabı teşkil etmiş, böylece Islâm'ın cemiyet hayatının bütün bölümlerini etkilediği bir dünyada, huzursuzlukların asgariye indirilmesi sağlanmıştır. Gerektiğinde her fert bir muhitten diğerine geçerek, dine bir başka cihetten yaklaşma imkânına sahip olmuştur.
· C) Ulemâ ve Bazı Tasavvuf! Meseleler
1. Semâ ve Devrân
Medrese çevrelerinin XVI. asırda tasavvufa büyük rağbet gösterdikleri görülmekle birlikte, bazı tarikat erbabınca benimsenen bir kısım uygulamalara da karşı çıktıkları gözlenmektedir. İncelediğimiz dönem içinde ulemâ ile meşâyih arasında en çok ihtilâfa sebep olan tasavvufî uygulama, "cehri zikr"i benimseyen mutasavvıflardan özellikle Halvetîler'in semâ ve devran1770 ile zikir yapmalarıdır. Bu husus o dönem ulemâ ve meşâyihi arasında o kadar büyük problem olmuştur ki, her iki tarafın da kendi görüşleri lehine fetva mercilerinden birtakım fetvalar almalarının yanı sıra, görüşlerinin doğruluğunu isbat sadedinde muhtelif risâleler bile kaleme aldıkları görülmektedir.
XVI. asrın ilk çeyreğinde şeyhülislâmlık makamında bulunan Zenbilli Ali Efendi (Ali Cemâli, ö. 932/1526), daha önce de belirtildiği gibi, Zeyniyye tarikatından Şeyh Vefâ'ya müntesipti. Bu sebeple sûfiyyenin devran ile zikretmesine karşı çıkmıyor, hatta bunu savunuyordu. Bu hususta verdiği müsbet fetvalarla birlikte, bir de risâle kaleme aldığı daha önce belirtilmişti. Kütüphanelerde pek çok nüshası bulunan bu risâlede1771 Ali Efendi, sûfiyyenin devran ile zikretmesini haram sayan ve bu şekilde zikreden sûfîleri tekfir eden âlimlerin görüşlerini tenkit ettikten sonra, devranın haram olduğuna dair Kur'an ve hadisten herhangi bir delil bulunmadığını, ehli kıblenin tekfir edilmesinin yanlış olduğunu beyan etmektedir. Risale'nin Londra'da India Office Library and Records'da bulunan nüshasının sonunda da Ali Efendi'nin devrân ile alâkalı şu fetvası kayıtlıdır:
"Tâifei zâkirîn bir veçhile zikrederler iken, zikr şevki galebesinden ayak üzerine durup, devrânla zikredüp, 'hû, hû' deyüp sıçrasalar, la'b kasdetmeyeCek bu vaz' üzerine zikretmek şer'an câiz olur mu? 'Bu veçhile zikir mekruhtur, belki küfürdür' diyenlere şer'an ne lâzım gelür?
elCevâb:
La'b kasdetmeyüp, zikri Hak kasdedicek, bunlara kâfir diyenleri tekfir idüp, ta'zîr ideler. Mekruhtur, câiz değildür diyenler tevbe ve istiğfâr ideler.."1772
XVI. asrın ileri gelen müderris ve kadılarından, Nakşibendiyye tarikatına müntesip1773 îsâmüddin Ahmed Taşköprizâde'nin de (ö. 968/156061) Zenbilli Ali Efendi gibi düşündüğü ve semâ ve devranın İlâhî aşkı uyandırdığını ileri sürdüğü görülmektedir.1774
O devrin ileri gelen âlimlerinden "Vâiz Arab", "Molla Arab" gibi lakaplarla anılan Muhammed b. Ömer (ö. 4 Muharrem 938/17 Ağustos 1531) ise, sûfiyyenin devranına şiddetle karşı çıkmaktaydı. Her ne kadar İlmî derinliği ve güzel nasihati sebebiyle onun meclislerine diğer insanlarla beraber sûfiyyenin de katıldığı, eserleri arasında tasavvufla alâkalı risâlelerin de bulunduğu belirtilmekteyse de1775 Halvetîler'in uyguladıkları devranı tasvip etmediği için, aleyhlerinde konuşmaktan da geri durmamaktaydı.1776 Mecdî Efendi'nin kaydettiğine göre, raks ve devranın haram olduğuna dair bir mektup yazarak İstanbul'da bulunan Halvetiyye mensuplarına göndermişti. O dönem Halvetiyye'nin ileri gelen âlim şeyhlerinden Cemâleddin İshak Karamânî (Cemal Halife, ö. 933/152627) buna yazdığı cevapta, evvelâ mektubun i'rabı, terkip ve tertibine dair bazı yanlışlıklara işaret etmiş, daha sonra raks ve devranın helâl olduğunu delilleriyle ortaya koymuştur.1777
Zenbilli Ali Efendi'den sonra şeyhülislâmlık makamına getirilen îbn Kemal de, daha önce temas edildiği gibi Halvetîler'in devran ile zikretmelerine karşı çıkmaktaydı. Nitekim, kaleme aldığı Risâletü'lmünîre isimli eserde bu hususa temas etmiş ve sûfîlerin halka olup dönerek ve ayaklarını yere vurarak zikretmelerinin ibadet değil, bir "raks" olduğunu ileri sürmüştür. Raksın ise haram olduğuna dair ulemânın icmâ ettiğini, bu sebeple helâl addedenlerin küfre gireceklerini de açıkça belirtmektedir.1778 Ayrıca onun, raks, semâ ve devran aleyhine verdiği fetvaların bir sureti yazma bir mecmuada toplanmıştır.1779 Bu fetvalarda îbn Kemal'in hiç tavizsiz ve kesin ifadeler kullandığı görülmektedir. Ona göre arzusuyla raks ve devran eden kişi, isterse rûhâniyet tarafı galip olsun Müslümanlık'tan çıkar, imâmeti câiz değildir, şehâdeti makbul olmaz, kendisine verilen zekâtlar zekâttan sayılmaz. Raksa helâldir diyen küfre girer ve karısı kendisinden boş olur. Ona ne selâm verilir, ne de selâmı alınır. Hiçbir mezhebe göre raks helâl değildir. Aleyhte fetva verildikten sonra, şeyhim böyle dedi diye devran yapanın ölünce namazı kılınmaz ve müslüman kabristanlığına konulmaz. O ebedî cehennemliktir. Devran helâldir diyen şeyhin elini öpmek, meclisine gitmek câiz değildir. Zira o, "dâl" ve "mudil"dir. Başını belini sallayarak zikretmekte bir mahzur yoktur diyen "deccâl"dir. Böyle kimseleri şehirden sürmek gerekir.1780 1781
İbn Kemal raks ve devran hakkmdaki görüşlerini daha geniş bir şekilde ifade için müstakil bir eser kaleme almıştır. Risale fî tahkîki'lhak ve ibtâli re'yi'ssûfiyye fi'rraksi ve'ddevrânu0 ismli bu risâlede raks ve semâm haram olduğuna dair geçmiş ulemâdan nakiller yaptıktan sonra, semâm belli şartlar dahilinde câiz olabileceğini belirtmektedir. Buna göre, semâ yapan mutasavvıflar arasında emred (henüz bıyık ve sakalı çıkmamış, tüysüz) bulunmamalı, aralarında fâsık ve ehli dünya olmamalı, para, yemek ve gösteriş için değil, ihlâsla icra edilmeli, sadık olanlar müstesna, vecd izhar edilmemelidir. İbn Kemal bu şartları saydıktan sonra, sonunda şu hükme varmaktadır: "Zamanımızda semâa ruhsat yoktur. Cüneyd bile zamanında semâdan vazgeçmiş ve tövbe etmiştir. Raksın ise haramlığı ulemânın icmâı ile sabit olduğuna göre, helâl addeden kâfir olur."1782
îbn Kemal'in semâ ve devran hakkmdaki bu tavizsiz tutumu, o devirde bir kısım âlimleri de cesaretlendirmiş ve mutasavvıflara karşı hücuma geçmelerine sebep olmuştur. Nitekim devrin âlimlerinden Sarıgürz'ün (ö. 928/1522), devran ile zikreden sûfîlerin yakalanıp cezaya çarptırılması için bir şikâyetnâme yazdığı ve imza tasdiki için îbn Kemal'e gönderdiği kaydedilmektedir.1783 Sarıgürz'ün bu teşebbüsünün, Halvetiyye mensuplarını telâşlandırdığı ve zaman geçirmeden karşı teşebbüse geçtikleri görülmektedir. Nakledildiğine göre îbn Kemal, Sarıgürz'ün şikâyetnâmesini önce tasdik etmiş, ancak Halvetiyye'nin dirâyetli şeyhi Sünbül Sinan Efendi'nin (ö. Muharrem 936/Eylül 1529) bu fetvayı önlemek için îbn Kemal'in inanıp güvendiği Şeyh Yavsı Efendi Zâviyesi şeyhi "Hacı Halife" diye bilinen Mahmud Efendi'yi devreye sokması üzerine uygulamaya koymaktan vazgeçmiştir.1784 Rivayete göre Mahmud Efendi, îbn Kemal'in fetvayı imzaladığı gece Resûlullah'ı rüyasında görmüş ve îbn Kemal'e ulaştırmak üzere ondan şu emri almıştır:
"Tarikat ehli ile şeriat âlimleri arasında nifak çıkartanlara itimad etmek uygun değildir. Dervişler hakkında kötü zanda bulunmak adalete sığmaz. İlmiye mensuplarına lâyık olan, dervişlere müşfik davranmaktır. Eğer emrimizi tutup iki cihanda kurtulmak isterlerse bu iddiadan vazgeçip, sevgi ve aşk yoluna girsinler. Ulemâya yaraşan Allah dostlarına yardımcı olmaktır."1785
Kaynaklarda Sarıgürz ile Sünbül Efendi arasında devran meselesi yüzünden bir münâzara geçtiği, ancak şeyhin İlmî dirayeti ve mânevî nüfuzu karşısında Sarıgürz'ün hezimete uğradığı belirtilir. Sarıgürz'ün İbn Kemal'den bu olayı müteakip fetva çıkartmaya çalıştığı ve şeyhi dervişleriyle birlikte tutuklatıp cezaya uğratmak istediği anlaşılmaktadır. Sünbül Efendi'nin halifelerinden Şeyh Yâkub'un oğlu Yûsuf Efendi (ö. 987/1579),1786 Sarıgürz'le Sünbül Efendi arasında geçen devran münakaşasını babasından naklen eserinde kaydetmiştir. Buna göre Yâkub Efendi bizzat şahidi olduğu hadiseyi şöyle anlatmaktadır: Bir gün devlet ricâlinden ve diğer ileri gelen zevattan pek çok kimse Fâtih Camii'nde toplanmışlar ve Sünbül Sinan'ı da buraya davet etmişlerdi. Şeyh dervişlerini de yanma aldı ve hep birlikte camiye vardık. İstanbul Kadısı Sarıgürz (ö. 928/1522), Sahn müderrisi Gürz Seyyidî (ö. 923/1517) ve diğer ileri gelen zevat hazır bekliyorlardı. İçeri girdiğinde cemaatin ayağa kalkarak karşıladığı şeyh efendi, doğru mihraba geçip oturdu ve toplantılarının sebebini sorarak söze başladı. Bunun üzerine Sarıgürz söz alarak, "Senin dervişlerin tevhid ederken devran yapıyorlar. Bunun aslı, esası ve delili nedir açıklayınız?" dedi. Şeyh: "Bir insanın ihtiyarı elinde olmazsa, ona şer'an ne ile hükmedilir? Bunlar içinde hiç ihtiyarı olmadan hareket edenler vardır. Gerçi akılları başlarındadır ancak ihtiyarları yoktur", diye cevap verdi. Sarıgürz: "Bu ne acayip şey! Hem akılları başında, hem de ihtiyarları yok. Hiç böyle şey olur mu?" dedi. O zaman şeyh Sarıgürz'e: "Sen hiç humma hastalığına yakalanmadın mı? O zaman niçin aklın başında olduğu halde, gayri ihtiyarî titreyip durursun" diyerek, "ihtiyarın gitmesi aklın zevalini gerektirmez" dedi,1787 Ve devamla, "hatırlıyor musun, sen falan medresede benim hücremin kapısı önünden geçmeye çekinirdin, ben yine o Sünbül Sinan'ım" deyip susturdu. Sonra Gürz Seyyidî'ye dönerek: "Bak efendi, Mustafa Paşa vezîri âzam iken, sen medresemizde müderris idin. Paşa cuma gecelerinde dervişlerin sohbetine giderdi. Sen de beraberinde bulunur ve hatta sûfîlerle semâ' ederdin. O zaman bu meseleyi bilmiyor muydun? Yoksa biliyordun da paşaya hoş görünmek için mi yapıyordun?" deyince, hiç kimse başka bir şey söylemeye cesaret edememişti. Sonra şeyh minbere çıkarak o kadar etkili bir konuşma yaptı ki, orada bulunanlardan pek çok kimse şeyhe biat ettiler.1788
Lemezât müellifi bu hadisenin, Fâtih Camii'nde bir cuma günü Sünbül Sinan'ın vaazdan sonra dervişleriyle devrana kalktığı zaman meydana geldiğini kaydederek, hadise sonrası Muslihuddin Sarıgürz'ün eve döndüğünde etrafındaki adamlarına anlattıklarını nakletmektedir. Buna göre Sarıgürz evine döndüğünde hiddetli bir şekilde kendi arkadaşları hakkında: "Bunlar işte böyle hilekârlardır" diye söylenmeye başlamıştır. Sarıgürz'ün kızgınlıkla anlattıklarına bakılırsa, onlar hep birlikte dervişleri engellemek niyyeti ile camiye gitmişlerdir. Sonra bunlar bir halka oluşturarak Sünbül Sinan'ı yanlarına davet ederler, davet seçkin ulemâdan geldiği için şeyh bunu kabul eder. Cemaat şeyhe hürmeten ayağa kalkarken, yine Sarıgürz'ün ifadesine göre, ulemânın bazısı da riya için ayağa kalkar. Şeyh onlara selâm verdikten sonra, tâzimle mihraba geçerek söze başlar. Sonunda orada bulunan ulemâ şeyhin savunmasını haklı bularak, onu tasdik ederler.1789
Sünbül Efendi ilmi hüviyeti ve mânevi dirâyetiyle üstün çıktığı bu tür münakaşalara bir son vermek ve meseleyi kökünden halletmek maksadıyla, semâ ve devran ile yapılan zikrin cevazı hususunda önce Arapça, daha sonra Türkçe olmak üzere iki risâle kaleme almıştır. Bunlardan Arapça olanı Risale Tahkîkiyye ismini taşımaktadır.1790 Sünbül Efendi burada özellikle sûfîler tarafından icra edilen devranın raks olmadığını delilleriyle ortaya koyduktan sonra, raksın haram olduğuna dair icmâ bulunmadığını, bu sebeple onun dahî helâl sayılmasının insanı küfre götürmeyeceğini ısrarla vurgulamaktadır. Lemezât müellifinin kaydına göre, Sünbül Efendi bu risâleden birer nüsha devrin âlimlerine göndermiştir.1791
. Sünbül Efendi ilmiye mensupları için kaleme aldığı mezkûr Arapça eserinden sonra muhtemelen İlmiyeden olmayanları da aydınlatmak kastıyla bu hususta yukarıda belirtildiği gibi Türkçe bir risâle daha kaleme almıştır.1792 Sünbül Efendi bu risâlesinde, daha fazla bilgi isteyenlere ilk yazdığı Risâle Tahkîkiyye'yi tavsiye etmektedir. Arapça risâlesini ilmiye mensuplarına gönderen şeyh, Türkçe risâlesini de yine ilmiye mensuplarına tasdik ettirmiştir. İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi'nde bulunan nüshanın sonunda Zenbilli Ali Efendi'nin Türkçe, Atıf Efendi nüshasının kapağında da Muhammed Fenârî'nin (Fenârîzâde Muhyiddin Çelebi, şeyhülislâmlık dönemi, 15431545) Arapça bir fetvası kayıtlıdır.1793 Zenbilli Ali Efendi fetvasında özetle, “Bu risâlede zikrolunanların cümlesi sahihtir. Bu risâleyi inkâr idüp, hilâfına i'tikad idüp, itiraz iden küfrü mürtekib olur.."1794 derken, Muhammed Fenârî de benzer ifadelerle eseri tasdik ettikten sonra, bu eserde olanları inkâra kalkışanı hâkimin te'dib etmesi, eğer dil uzatıp sövmeye kalkarsa darbı şedîd, hapis ve hatta sürgünle cezalandırması gerektiğini, ayrıca o kimsenin tecdîdi îmân ve tecdîdi nikâh yapmasının lâzım olduğunu ifade etmektedir.1795
Sünbül Efendi'nin bu ciddi mücadelesi sonucu o dönem çoğu ilmiye mensubunun semâ ve devran konusunda ikna olduğu tahmin olunabilir. Ancak yine de bu hususta münakaşa tamamen sona ermemiş, bazı âlimlerle karşılıklı mücadele devam etmiştir. Nitekim Fâtih Camii imamlarından, Mülteka'lebhur müellifi İbrahim Halebî1796 (ö. 956/1549) 934 Rebîülâhirinde (1528 Ocak) kaleme aldığı Risale t ü’lrahs ve'lvaks li müstahilli'rraks isimli eserinde,1797 sûfiyyenin uyguladığı devranı, bazı Hıristiyanların eğlenirken yaptıkları raksa benzeterek, onun haram olduğunu isbata çalışmaktadır. Tasavvuf! çevrelerden kendisine yöneltilen bir kısım suçlamalara; "şarap içenlere bir şey demiyor da semâ eden dervişleri tenkit ediyor" şeklindeki eleştirilere şöyle cevap vermektedir: "Ey miskin, eğer insaflı düşünürsen anlarsın ki, bu iş şarap içmekten daha zararlıdır. Şarap içen yaptığının haram olduğuna inanıyor, pek çoğu da tövbe ederek yaptığına pişman oluyor. Ayrıca onu içtiği için halk tarafından aşağılanıyor, zillete duçar oluyor. Ama sûfîler öyle mi? Yaptıkları devranın ibadet olduğuna inandıkları için tövbe etmeleri, pişman olmaları mümkün değil. Üstelik halkın yanında da itibarları yükseliyor."1798
Mutasavvıflara bu hususta benzer tenkitlerin, daha sonra Birgivî (ö. 981/1573) tarafından da yöneltildiği görülmektedir. Birgivî'ye göre de bazı sûfîlerin zikir diye yaptıkları birtakım hareketlerin; raks ve benzerlerinin ibadet sayılması, oldukça tehlikeli bir iştir. Böyle inananların başlarına büyük belâ gelmesinden korkulur. Ayrıca Birgivî, mutasavvıfların zikir diye yaptıkları hareketlerin, "hây" ve "hûy" ile anlamsız hezeyandan ibaret olduğunu ileri sürerek, onların bu yaptıklarını gördükleri halde engel olmayan kadıları kinamakta, güçleri olduğu halde müdahele etmediklerini, aksine, korktukları için onların dualarını bile talep ettiklerini üzülerek ifade etmektedir.1799
Bu şekil karşı görüşte olanların bulunmasıyla birlikte, Sünbül Efendi'nin gayretleriyle, üst seviyede bulunan bazı âlimlerin ikna oldukları anlaşılmaktadır. Bunlar arasında Şeyhülislâm İbn Kemal de vardır. Londra'da India Office Library and Records'da bulduğumuz İbn Kemal'e nisbet edilen Arapça Risale fi devrâni'ssûfiyye isimli eser, onun ulaştığı son kanaati açıkça ortaya koymaktadır. İbn Kemal bu eseri, daha önce belirtildiği gibi, Sünbül Efendi'yle dost olup, onun vefatını müteakip 1529'da İstanbul'a gelen Şeyh İbrâhim Gülşenî'ye intisap ettikten sonra kaleme almış olmalıdır. Nitekim İbn Kemal'in buradaki devran ile alâkalı görüşleri sûfîlerin fikirleriyle; özellikle Sünbül Efendi'nin daha önce Risale Tahkîkiyye'de ileri sürdüğü görüşlerle örtüşmektedir. Her şeyden önemlisi, burada meseleyi tahlil ederken hakkında karar vereceği kişilerin niyetlerini ön plana çıkarıp ona göre değerlendirme yapması, iç dünyasında meydana gelen önemli değişimin ipuçlarını vermektedir. Şöyle diyor: "Sûfîlerin raks diye nitelendirilen hareketleri, her ne kadar bir kısım benzerlikler ihtiva etse de, bizâtihi raks değildir. Zira raksta "tekessür" (kırılma) ve "tahannüs" (kadın gibi davranma) vardır. Doğrusu sûfîler devran ile kadınlara benzemeyi kastetmiyorlar. Bütün ezkâr ve ibadetlerin asıl maksadı kalbi mâsivâdan temizlemek ve Allah tarafına yöneltmektir. Sâlih ve sahih niyetle semâ eden kimsenin, vecd için kendini zorlayarak veya şevke gelerek yaptığı hareketler, kalp huzuruna ve dünyadan yüz çevirmeye vesile olması hasebiyle mahzâ hayırdır."1800
îbn Kemal ayrıca, "Semâ ve tegannînin helâl olduğu sabit olmuştur. Bunların birlikte icrası, fısk ve mâsiyet sözleri içermedikçe helâldir. Ulemâdan sûfîleri tekfir edenler, raksın haram olmasına bakarak tekfir etmişlerdir. Zira haramı helâl sayan kâfir olur. Ancak raksın haramlığma dair icmâ olmadığı için, bunu helâl addeden kâfir olmaz"1801 gibi ifadelerle eski görüşlerinden vazgeçtiğini göstermekle birlikte, bazı mutasavvıfların aşırılıklarını tenkit etmekten de geri durmamıştır. Ona göre bir kısım dervişler devranı ibadet ve zikir âdâbmdan çıkarıp, eğlence haline getirmektedirler. Bunu bilinçli olarak yapanlara mani olmak gerekir. Ayrıca riya, gösteriş ve insanlara kendisini beğendirmek için semâ edenler haram işlemektedirler. Bu gibi kimselerin de hapis dahil bütün imkânlar kullanılarak menedilmesi gerekir.1802
îbn Kemal, devran ile alâkalı ulaştığı bu son kanaatini, vefatının hemen öncesinde ziyaret ettiği Sünbül Efendi'ye de söylemiştir. Merkez Efendi'nin halifelerinden Beşir Efendi'nin (Ahmed Beşir, ö. 978/157071) naklettiğine göre îbn Kemal, Sünbül Efendi'ye "geçmiş olsun" dileklerini bildirdikten sonra aralarında geçen konuşma sırasında, "Efendi bizim fetvamız sizlere değildir. Aslın[ı] bilmez mezhebi kaçık süfehâyadır" demiştir.1803
İbn Kemal'in geldiği bu nokta, öyle anlaşılıyor ki, onun Halvetîler'le buluştuğu ortak nokta olmuştur. Nitekim adı geçen Beşir Efendi, îbn Kemal'in devranla alâkalı menfi bir fetvasını tahlil sadedinde şöyle demektedir: "Bu fetvanın vechi bu ola ki, bunun devran dediği edepsiz harekettir; başın ardın elin kolun salmaktır. Bu ise la'bdır, haramdır..."1804
XVI. asrın ilk yarısında alevlenen semâ ve devran problemi, îbn Kemal ve benzerlerinin kanaatlerinde meydana gelen değişme ile büyük ölçüde harâretini yitirmiş gözükse de, tartışmaların tamamen son bulmadığı ve asrın ikinci yarısında da devam ettiği görülmektedir. Şeyhülislâm Ebüssuûd Efendi'nin (şeyhülislâmlık dönemi, 15451574) fetvalarında bu hususa yer vermiş olması bunu göstermektedir. Ebüssuûd Efendi'nin seleflerinden Fenârîzâde Muhyiddin Efendi'nin (ö. 954/1548) devran hakkında müsbet görüşlere sahip bulunduğu, daha önce temas edilen fetvasından anlaşılmaktadır. Ebüssuûd Efendi'nin ise bu hususa birtakım şartlar ve sınırlamalar getirdiği görülmektedir. Meselâ sûfîlerin zikrullah esnasında şevke gelip ayakta ya da oturarak, sadece belleri ve başlarını hareket ettirip ayaklarını sâbit tutmaları hâlinde, yaptıkları zikirde bir beis olmadığım belirtmektedir. Ancak bellerini de tahrik etmemeleri zikrin edebine daha uygun olur diye de ilâve ediyor. Eğer ayaklarını da hareket ettirecek olurlarsa, bunun haram olacağını vurguluyor.1805
Ebüssuûd Efendi, koyduğu bu sınırlamalar muvâcehesinde o devir sûfîlerinin zikir esnasında yaptıkları hareketlerin esasen raks olduğunu ve bu yaptıklarıyla kâfirlere benzediklerini ifade etmektedir. Ona göre, mutasavvıflar yaptıkları bu hareketlerin insanı kötülüklerden, fısk u fücûra düşmekten alıkoyup zikrullaha vesile olduğunu ileri sürseler bile, buna şer'an ruhsat bulunmamaktadır. Zira hiçbir müctehid raksa cevaz vermemiş, yalnızca semâda ihtilâf etmişlerdir. Bu sebeple raks ve devran eden taifeyi vali ve kadıların engellemesi gerekir.1806
Ebüssuûd Efendi'nin bu şekilde fetva vermesi üzerine Anadolu'da bazı kadıların raks ve devran yapan Halvetîler'i engellemeye kalkıştıkları görülmektedir. Meselâ Merkez Efendi'nin Aydın Tire'ye gönderdiği halifesi Şemseddin Ahmed Efendi (ö. 975/156768) dervişlerine raks ve devran yaptırdığı için, Tire kadısı Defterdarzâde Mehmed Çelebi, Birgi Kadısı Nûrullah Efendi, kadılardan Bilâlzâde ve dârülkurrâ şeyhi Mehmed Çelebi şeyhin bu hareketine karşı çıkmakta ittifak etmişlerdi. Bir gün hep birlikte bir mecliste toplanarak şeyh ile bu meseleyi tartıştılar. Onlar Ebüssuûd Efendi'nin fetvasını ileri sürerek, o şekilde zikir yapmanın haram olduğunu iddiâ ediyorlardı. Şeyh efendinin ise, "Şeyhülislâmın fetvasıyla yasaklanan hevâi nefs ile olan raksdır, bizim yaptığımız ise aşkı İlâhîden kaynaklanmaktadır" diyerek bu muhalefeti savuşturmaya çalıştığı belirtilmektedir.1807 Merkez Efendi'nin Kütahya'da faaliyet gösteren halifesi Şeyh Ahmed Dede'nin de (Ahmed Beşir Efendi, ö. 978/157071)1808 benzer bir muhâlefetle karşılaştığı, devran hakkında bir risâle1809 kaleme almış olmasından anlaşılmaktadır. Ayrıca, daha önce temas edilen ulemâdan Evliya Şücâ'nm, Kastamonu'da cami kürsülerinde Şâbâniyyei Halvetiyye'nin kurucusu Şeyh Şâban Efendi (ö. 18 Zilkade 976/5 Mayıs 1569) aleyhine vaazlar etmesine, özellikle dervişlerine devran yaptırmasının sebep olduğu belirtilmektedir.1810
Raks ve devran edenlerin küfre nisbet edilip edilmemesi meselesinde Ebüssuûd Efendi raks ve devranın ibadet sayılıp sayılmamasını ölçü almıştır. Ona göre, eğer dervişler yaptıklarını bir ibadet olarak kabul etmiyorlarsa küfre nisbet edilmeleri doğru olmaz. Şayet devranı ibadet sayarlarsa mürted olurlar. Zira ibadet, Allah'ın yapılmasını emrettiği şeydir. Bu durumda sûfîler, yaptıkları hareketleri ibadet saymakla Allah'ın onu emrettiğini ileri sürmüş olurlar ki, bu Hak Teâlâ'ya iftira etmektir. Binâenaleyh küfrü mûcip olur.1811
Ebüssuûd Efendi'nin devrana karşı tavrı, îbn Kemal'in ilk dönemlerindeki tavrı kadar katı olmasa bile, yine de serttir. Ancak İbn Kemal gibi onun kanaatinin de daha sonra değiştiği görülmektedir. Bu değişimin meydana gelmesinde ise, bu defa Halvetiyye meşâyihinden bir başka Sinan'ın; Kanûnî Sultan Süleyman tarafından adına tekke kurulan İbrâhim Ümmî Sinan'ın (ö. 976/1568) etkili olduğu kaydedilmektedir. Hacı Evhad Sünbülî Dergâhı şeyhlerinden Seyyid Hüseyin b. Abbas Efendi'nin (ö. 1105/169394) 1092'de kaleme aldığı Risâlei Devrâniyye'de ve Harîrîzâde'nin Tibyân'mda kaydededildiğine göre, Ebüssuûd Efendi bir gün Ümmî Sinan ile bir araya gelerek devran meselesini tartışmaya başlarlar. Tartışmanın sonunda sinirlenen şeyhülislâm, "Yâ şeyh! Eğer bu devrandan vazgeçip müridlerini de bundan alıkoymazsan ve ben de sen vefat ettiğinde hayatta olursam, halkı cenazeni kılmaktan menederim" der, bunun üzerine Ümmî Sinan da "înşâallah benim cenazemi sen kıldıracaksın" diye mukabele eder.1812 Ümmî Sinan bir müddet sonra vefat ettiğinde, Ebüssuûd Efendi'nin bundan haberi olmaz. Şeyhin tabutu hazırlanıp namazı kılınmak üzere Fâtih Camii'ne götürülür. Aynı gün saraydan bir kız vefat etmiş ve onun cenazesinin de Fâtih Camii'nden kaldırılmasına karar verilmiştir. Şeyhülislâm Ebüssuûd Efendi, saraylı kızın cenaze namazını kıldırmak üzere cemaatin başına geçtiği sırada, kızın tabutunun yanı başında bir de erkek tabutunun olduğunu görür ve önce er kişinin namazını kılmak gerektiği için, kim olduğunu bilmeden "Er kişi niyyetine.." deyip Ümmî Sinan'ın namazını kıldırır. Namazdan sonra müridlerin hücumu ile eller üzerine alınarak tabutun taşındığını gören şeyhülislâm, etrafındakilere mevtanın kim olduğunu sorunca, Ümmî Sinan olduğunu öğrenir.1813
Şeyhülislâm Ebüssuûd Efendi'nin bu hadiseden çok etkilendiği ve ondan sonra kendisine devran meselesi sorulduğunda şu şekilde cevap verdiği rivayet edilmektedir: "Allah Teâlâ'mn ilmi bir sonsuz deniz mesabesindedir. Meşâyihi izâm ol denizin gavvâslandır. Biz ehli sâhiliz. Bu hususta bizim onlarla bahsimiz yoktur."1814 1815
2. Ibnü'lArabî ve Bazı Görüşleri îbnü'lArabi ve bir kısım görüşleri hakkında, önceki asırlarda olduğu gibi XVI. asırda da bazı âlimlerin itirazları olmuştur. Bu dönemde Anadolu'da faaliyet gösteren tarikat mensuplarının ise, ekseriyetle Muhyiddin Ibnü'lArabî ve görüşlerini benimsedikleri görülmektedir. Halvetiyye'nin ileri gelen şeyhlerinden Yiğitbaşı Velî (ö. 910/150405),394 Cemâleddin îshak Karamânî (ö. 933/152627),1816 Şeyh Sünbül Sinan (ö. Muharrem 936/Eylül 1529),1817 Şeyh îbrâhim Gülşenî (ö.
940/153334),1818 Sofyalı Bâlî Efendi (ö. 960/1553),1819 Karabaş Ramazan Efendi (ö. 952/1545 veya 963/1556),1820 Ali Arabi (ö. 977/15697O),1821 Sarhoş Bâlî Efendi (ö. 980/1573),1822 Şeyh Nûreddinzâde (ö. Zilkade 981/Mart 1574),1823 Bayramiyye'den Mecdüddin îsâ Saruhânî (ö. 973/1531),1824 Bahâeddinzâde Efendi (ö. 952/1545)1825 îlyas b. îsâ Saruhânî (ö. 967/155960),1826 Celvetiyye'den Şeyh Üftâde (ö. 988/1580),1827 Nakşibendiyye ricalinden Baba Ni'metullah (ö. 920/1514),1828 Melâmiyye'den Ahmed Sârbân (ö. 952/1545),1829 Semerkandiyye şeyhlerinden Lârendeli Alâeddin Efendi (ö. 941/153435)1830 gibi pek çok meşâyih, eserleri ve fikirleriyle tbnü'lArabî ve görüşlerine sahip çıkmışlardır.
XVI. asırda İbnü'lArabî'ye ulemânın yaklaşımı ise elbetteki daha farklıdır. Öyle görülüyor ki, o dönemde ilmiye mensupları bu meselede, devletin de tesiriyle orta bir yol bulmaya çalışmıştır. Kaydedildiğine göre, Yavuz Sultan Selim îbnü'lArabi'nin kabrini temizletip, üzerine türbe yaptırdıktan sonra, şeyh hakkında ileri sürülen itirazlara cevap hazırlamak üzere "Mekkeli şeyh" adıyla tanınan Ebulfeth Muhammed'i vazifelendirmiştir. Mekkeli şeyh bu konuda elCânibü'lgarbî fî halli müşkilâti'şŞeyh b. Arabî isminde Farsça bir eser kaleme almıştır.1831 Ayrıca İbnü'lArabî ile alâkalı Şeyhülislâm İbn Kemal'in de bir fetva tertip ettiği bilinmektedir.1832 İbn Kemal bu fetvasında özetle, "Muhyiddin Îbnü'lArabî'yi inkâr eden (görüşlerine karşı çıkan) hata yapmış olur. Eğer hatasında ısrar ederse sapıtmış olur ki, sultanın onu terbiye etmesi ve bu inancından çevirmesi gerekir. Onun eserleri içinde Fütûhâtı Mekkiyye ve Fusûsü'lhikem isimli eserleri de bulunmaktadır. Bunlardaki bazı meselelerin lafzı ve mânası belli olup şeriata uymaktadır. Bazı meseleler ise zâhir ehlinin anlayamayacağı ölçüde gizli; sadece ehli keşf olanların bilebileceği mahiyettedir. Binaenaleyh burada ifade edilmek istenen mânalara muttali olamayanların, o noktada konuşmayıp susması gerekir" demektedir.1833
Tahmin edilebileceği gibi İbn Kemal'in bu fetvası, medrese çevrelerinin İbnü'lArabî hakkında ileri geri konuşarak halk arasında huzursuzluğa sebep olmalarım önlemiştir. Öyle anlaşılıyor ki, bu fetvadan esas maksat da zaten budur. Yani böyle bir fetva ile bazı kimselerin tam anlayamadığı bir kısım meseleler hakkında konuşup halkın kafasını bulandırarak, cemiyet içinde kargaşanın doğmasına engel olunmak istenmiştir. Nitekim îbn Kemal Risâletü'lmünîre isimli eserinde de Bâyezîdi Bistâmî gibi bazı büyük sûfîlerin, meselâ "Sübhânî mâ a'zama şânî" vb. sözlerinin uluorta söylenmesinin, halkın inançlarına zarar verdiğinden yakınmaktadır.1834 Ayrıca mezkûr fetvayı tahlil eden Hüseyin Atay'm vardığı neticeler de bu doğrultudadır. Atay'm İbn Kemal'de tesbit ettiği temel fikirlerden bazıları şöyledir: "Bir âlimin herkes tarafından kolayca anlaşılması gerekmez. Anlaşılmayan sözlerini anlayacaklara bırakmak gerekir. Ayrıca bir âlimin yanlışını aleyhinde propaganda aracı yapmak huzursuzluk doğurur."1835
O devirde îbn Kemal'in Îbnü'lArabî meselesine karşı yaklaşımı, daha önceki bazı âlimlerin yaklaşımıyla benzerlik arzetmektedir. Meselâ Ahmed b. Hacer Askalânî'den "Firavun'un imanı" konusunda Îbnü'lArabî'nin görüşünü değerlendirmesi istendiğinde o, Îbnü'lArabî'yi sahili olmayan dalgalı bir denize benzetmiş ve herkesin onu anlayamayacağını belirtmiştir.1836 Yine, îmam Süyûtî Tenbîhulgabî bi tebrieti îbn Arabî isimli eserinde, insanların Îbnü'lArabî hakkında iki gruba ayrıldığını belirttikten sonra, "Onun velâyetine inanmak gerekir, ancak kitaplarını incelemek haramdır" şeklinde bir ifade kullanmaktadır.1837 Allâme îzzeddin b. Abdüsselâm'm da bu hususta benzer şekilde tavır koyduğu görülmektedir. Îbnü'lArabî'ye ta'n edip hakkında hiç iyi konuşmadığı halde bir gün kendisine, kutub kimdir diye sorulunca Îbnü'lArabî'yi işaret ettiği, "Mâdem öyle de neden ona ta'n ediyorsunuz?" diye mukabele edilince de "Şeriatın zâhirini korumak için" dediği nakledilir.1838
îbn Kemal'in bu fetvasıyla esas hedefin, toplum içinde
Osmanlı Anadolusu'nda UlemâMeşâyih Münasebetleri (XVI. Yüzyıl) doğabilecek kargaşayı önlemek olduğu, padişahların bu hususta takındıkları tavırlardan da anlaşılmaktadır. Nitekim Halvetiyye şeyhleri yanında tarikatını ikmal ettiği bildirilen, Fâtih Camii imamlarından îbrâhim Halebî'nin talebesi Ali Arabi (ö. 977/156970), hocasının İbnü'lArabî aleyhine konuşması üzerine, mukabele edip onunla mücadeleye girişince, padişah tarafından kendisine o mevzuda dilini tutması için emir gönderilmiştir.1839
XVI. yüzyılda alınan bu tedbire rağmen, yine de bazı âlimlerin tutumu yüzünden İbnü'lArabî tartışmasının zaman zaman alevlendiği görülmektedir. Daha önce Mevlânâ ve İbnü'lArabî gibi büyük sûfîlerin küfrüne kail olduğu belirtilen Şeyhülislâm Çivizâde'nin (ö. 954/1547), bu hususta sûfiyyeyi tazyik ettiği anlaşılmaktadır. Kaydedildiğine göre Çivizâde bir gün, İstanbul'da faaliyet gösteren Halvetiyye ricâlinden Karabaş Ramazan Efendi'ye (ö. 952/1545 veya 963/1556) bir adamını göndermiş ve İbnü'lArabî'nin Fusûs'ta dile getirdiği görüşlerin sahih mi yoksa bâtıl mı olduğunu açıklamasını istemişti. Bu sual karşısında celâllenen Ramazan Efendi'nin, şeyhülislâma taassuptan vazgeçmesi gerektiğini, haram yiyen bir kimsenin zaten bu eserdeki sırlara vâkıf olamayacağını, kendisi için en uygun olanın oradaki rumuza takılmayıp anladığı görüşlerle amel etmesi olduğunu sert bir üslûpla bildirmiştir.1840
Yine bu dönemde, İbn Kemal'in müzakerecisi Sinoplu Abdülbârî b. Turhan, îbn Kemal'in aksine, Fıısûs aleyhine fetva vermiş ve bu hususta bir de Hayalli'lkulûb adlı eser kaleme almıştır. Ayrıca Çivizâde'nin şeyhülislâmlığa tayin edildiği sene (945), daha önce devran aleyhine bir risâle kaleme aldığı belirtilen îbrâhim Halebî (ö. 956/1549), bu sefer îbnü'lArabî'nin görüşleri için Tesfîhulgabî fi tekfiri İbn Arabi,
Ni'metii'zzerîa fî nusreti'şŞerîa ve Dürretü'lmuvahhidîn ve riddetü'lmülhidîn adlı reddiyeler kaleme almış, bunlarda Fusüs müellifini "Alem Hakk'm suretinden ibarettir"; "Herhangi bir şeye ibadet eden kimse Allah'a ibadet etmiştir"; "Halkı Hakk'a davet etmek halkı kandırmaktır"; "Allah zâhirin ve bâtının aynıdır" ve "Allah eşyanın aynıdır" gibi sözlerinden dolayı, bizzat kendisi tarafından yapılan açıklamaları göz ardı ederek tekfir etmiştir.1841
Bu şekil tartışmaların son bulmadığı, İbn Kemal'den sonra Şeyhülislâm Ebüssuûd Efendi'nin de İbnü'lArabî ile alâkalı fetva vermiş olmasından anlaşılmaktadır.1842 Ebüssuûd Efendi'nin verdiği fetvanın metni, tartışmanın mahiyetini de açıkça göstermektedir. Mesele şöyle konulmuştur: "Şeyh : Muhyiddîni Arabi hazretlerinin Fusûs adlı kitabı şerîatı şerîfeden taşradır; halkı idlâl içün telif olunmuştur. Anı her kim mütâlaa ederse mülhiddir, diyen Zeyd'e şer'an ne lâzım olur?" Ebüssuûd Efendi'nin bu suale verdiği cevap oldukça ilginçtir. Ona göre Fusûsü'lhikem'de şeriatla bağdaştırılması mümkün olmayan ifadeler vardır. Ancak bu ifadeler esere bir yahudi tarafından sokuşturulmuştur. Bunların Îbnü'lArabî'ye ait olmadığına, onun yüce şanı ve diğer kitapları şehâdet etmektedir. Binâenaleyh bu eserin mütalaasında çok ihtiyatlı olmak gerekir. Ayrıca bu hususta padişahın nehyi de bulunmaktadır. Her veçhile kaçınmak lâzımdır.1843
Ebüssuûd Efendi, Fusûs'a yahudinin biri tarafından hangi ifadelerin sokuşturulduğunu, aynı fetvaya verdiği bir başka cevapta (cevâbı dîger) zikretmektedir ki, bu, "Firavun'un imanlı gittiği" hususudur. Halbuki Îbnü'lArabî Fütûhât'ta ■bunun aksini söylemiştir.1844
Ebüssuûd Efendi bu fetvanın yanı sıra ayrıca, Firavun'un imam konusundaki görüşünü tam ortaya koymak için Risale fî bahsi Îmâni'lFir’avn isimli bir eser kaleme almış ve burada, son nefesinde iman eden kimsenin imanının sahih olmadığını, dolayısıyla Firavun'un imansız gittiğini anlatmıştır.1845
Halvetiyye ricâlinden Sofyalı Bâlî Efendi de (ö. 960/ 1553), kaleme aldığı Fusûs şerhinde, Firavun'un imanı konusunda Îbnü'lArabî'nin asıl kanaatinin Fütûhâtı Mekkiyye'deki fikri olduğunu, buna göre Firavun'un cehennemde ebedî kalacağını belirterek Ebüssuûd'la aynı kanaatte olduğunu göstermiştir. Ancak o, FusMs'taki ifadeler için şârihleri suçlamış, meseleyi onların yanlış anladıklarını ileri sürmüştür.1846
Ebüssuûd Efendi'nin özellikle "yahudi sokuşturması" fikrine, döneminde nasıl bir tepki gösterildiği tesbit edilememiş olmakla birlikte, sonraki dönemlerde karşı çıkıldığı anlaşılmaktadır. Kâtib Çelebi tarafından bir sonraki asırda kaleme alman Mîzânü'lhak'ta, "bazı âlimler Firavun'un imanı meselesem Füsûs'a bir yahudi ithal etmiştir, demek suretiyle iftiralar etmektedirler"1847 demesi bunu göstermektedir.
XVI. asırda ulemâ ile meşâyih arasında ihtilâfa sebep olan semâ ve devran ile Îbnü'lArabî'nin bazı görüşlerinin yanı sıra, bir kısım âlimlerin bid'at sayarak karşı çıktığı tasavvuf âdâbmdan sayılan bazı meseleler de bulunmaktadır. Nitekim Risâletü'lmünîre isimli eserinde İbn Kemal, sûfiyyenin bid'atlarına işaret etmektedir.1848 Bunun yanı sıra Birgivî Mehmed Efendi (ö. 981/1573), bazı eserlerinde bir kısım tasavvuf! uygulamaların bid'at olduğunu ileri sürmekle kalmamış, bu hususta ayrıca Kavlü’lvasît beyne'lifrât ve'ttefrît isimli bir de müstakil risâle kaleme almıştır.1849 Ancak bunların o devirde taraflar arasında, bahsedilen iki mesele kadar ihtilâfa sebep olmadıkları anlaşılmaktadır.
III
Ulemânın En Çok Rağbet Ettiği Tarikat: Nakşibendilik
e • e
Medrese çevrelerinin tasavvuf ve tarikatlara büyük rağbet gösterdikleri XVI. yüzyılda, ulemânın tarikatlar içinde en çok Nakşibendiyye'ye rağbet ettiği görülmektedir. Devlet ricâli nezdinde en etkili tarikat durumunda olan Halvetiyye ise, kanaatime göre semâ ve devran ile zikir yapması sebebiyle medrese çevrelerinde fazlaca etkili olamamıştır.
Ulemâyı tasavvufa sevkeden âmiller üzerinde durulurken, o dönem meşâyihinin İlmî seviyesi, kemâlâtı, mânevi nüfuzu, zâhirbâtm dengesini sağlamadaki muvaffakiyetleri, tasavvufla alâkalı ulemânın bir kısım endişelerini bertaraf etmeleri, medrese mensuplarını vazifelerinden alıkoymaksızm tasavvufî eğitimden geçirebilmeleri gibi mühim noktalara temas edilmişti. İşte Nakşı şeyhlerinin, bu zikredilen önemli vasıflara sahip olmakla birlikte öyle anlaşılıyor ki, özellikle son maddeyi; ulemânın medresedeki görevleriyle, tekkedeki vazifelerini birlikte yürütme imkânını, tarikattaki "halvet der
Osmanlı Anadohısu'nda UlemâMeşâyih Münasebetleri (XVI. Yüzyıl) encümen" prensibinin bir gereği olarak geniş ölçüde sağlayıp, "zikri hafi" prensibi gereği, semâ ve devran gibi uygulamalara girmemeleri, medrese mensuplarının bu tarikata yönelmesinin en önemli faktörleri olmuştur.
Kaydedildiğine göre o dönemde Nakşibendiyye'nin ileri gelen şeyhi Emir Buhârî'nin (Seyyid Ahmed Buhârî, ö. 920/1516) çoğu müridi müderris ve kadılardan oluşmaktaydı.1850 Bu müderris ve kadılardan bir kısmı tekkelerinde mürid yetiştirmekle meşgul olurken, bir kısmı da telif ve tedris ile iştigal etmiş ve böylece Nakşibendiyye'yi, medrese çevreleri başta olmak üzere Anadolu'da oldukça geniş muhite yaymışlardır. Meselâ bunlardan devrin ileri gelen âlimi Bursah Mahmud Lâmiî Çelebi (ö. 938/153132) faaliyetini daha ziyade eser telifi cihetine hasretmiştir.1851 Kusursuz bir Nakşibendî mütefekkiredibi olmayı tercih eden Lâmiî, özellikle Türk edebiyatında en çok eser veren şahsiyetlerden biri olarak kabul edilmektedir.1852 Küçük yaşta tahsile başlamış ve değerli hocaların yanında ilmini ikmal ettikten sonra Emîr Buhârî'ye intisap etmiştir.1853 Tasavvufla birlikte İlmî çalışmalarını da sürdüren Lâmiî, Hüsni dil, Ferhatnâme gibi eserlerini Yavuz Sultan Selim'e takdîm ederek ihsânma mazhar olmuştur.1854 Adı geçen Hüsni dil'in baş taraflarında, mensup olduğu şeyhin ve tarikatın meziyetini kaydetmeyi de ihmâl etmemiş, böylece Nakşibendiyye'nin, başta padişah olmak üzere ilmiye mensuplarınca daha da tanınıp benimsenmesine yardımcı olmuştur. Bu eserinde Emîr Buhârî için oldukça hürmetkâr ifadeler kullandıktan sonra, Nakşibendiyye tarikatına bağlı oluşundan dolayı iki cihanda büyük devlete erdiğini kaydetmek
tedir.1855 Kanûnî Sultan Süleyman, Unsûrî'nin Vâmık u Ezra'sını tercüme ettirmek istediğinde, başarısından dolayı bu iş için Lâmiî Çelebi seçilmişti.1856 Lâmiî'nin kaleme aldığı eserleriyle sadece Nakşîliğe değil, genel mânada tasavvuf kültürünün yayılmasına da büyük hizmetleri olmuştur. Şerefü'linsân isimli eserinin baş tarafında, telif ettiği pek çok eserinden birinin Risâlei Tasavvuf olduğunu kendisi kaydeder.1857 Ayrıca Abdülkadiri Geylânî, Îbnü'lArabî, Şâhı Nakşibend gibi büyük mutasavvıfların eserlerinden derlediği ahlâkî mâhiyetteki hikâyeleri ihtiva eden İbretnâme isimli bir eseri olduğu bildirilmektedir.1858 Bunlara ilâveten tasavvuf tarihinin en önemli kaynaklarından biri olan Molla Câmî'nin Nefehâtü'lüns miri hadarâti'lkuds isimli eserini Farsça aslından Türkçe'ye tercüme etmiş1859 ve bu tercümeye Anadolu Türk sûfîlerinin eklenmesi esere ayrı bir kıymet kazandırmıştır.1860
Emîr' Buhârî'nin ileri gelen halifesi II. Bayezid devrinin önemli âlimlerinden Muslihuddin Tavîl de (ö. II.Bayezid devri) medrese çevrelerinin çok rağbet ettiği şeyhlerdendi. Bu rağbette kendisinin medrese kökenli oluşunun yanı sıra, müridlerine "halvet der encümen" (zâhirde halk, bâtında Hak ile olma) prensibinin gereği, tedris faaliyetini bıraktırmadan tarikatı tamamlatma yolunu benimsemiş olmasının1861 büyük etkisi olmuştur. Ulemânın Nakşibendiyye tarikatına rağbetinin, Emîr Buhârî'nin halifesi ve damadı Mahmud Çelebi (ö. 938/153132) ve onun halifesi Abdüllatif Efendi (ö. 971/ 156364) ile Emîr Buhârî'nin bir diğer halifesi Hekim Çelebi'nin (Hakim Çelebi, ö. 9 Zilhicce 974/17 Haziran 1567) gayretleriyle zirveye çıktığı söylenebilir. Mecdî Efendi, Mahmud Çelebi'nin Edirnekapı'da yaptırdığı tekkenin ulemâ ve sulehâ yatağı olduğunu kaydetmektedir.1862 îlmiyye muhitinin Mahmud Çelebi'ye karşı duyduğu derin alâkada, kaydedilen sebeplerin yanında onun, tasavvuf! bazı meselelere medrese çevrelerince yöneltilen itirazları, farklı bir açıdan değerlendirmesinin de etkisi olmuştur. Daha önce de temas edildiği gibi Mahmud Çelebi, ulemânın zâhir gözüyle bakıp şeriata aykırı bulduğu tasavvuf! meseleleri inkâr etme hakkına sahip olduğunu belirtmekte, ancak aynı durumu kendisi de bizzat yaşadığı takdirde şeriata uygunluğunu görebileceğini ifade etmektedir.1863 Hekim Çelebi'nin ise, Nakşibendîler bölümünde kaydedildiği gibi, medrese çevrelerinden yetiştirdiği önemli âlimler bulunmaktadır.
Zikredilenlerin dışında Nakşibendiyye muhitinde yetiştiği bildirilen devrin ileri gelen âlimleri içinde, müderrislerden Hızır Bey Çelebi (ö. 923 veya 924/1518),1864 "hattatların kıblesi" unvanmmm sahibi Şeyh Hamdullah (ö. 926/1520),1865 Bursa'daki îsâ Bey Medresesi müderrislerinden Kocaelili Mücellidzâde Seydî b. Mahmûd (ö. Kanûnî devrinin ilk yılları),1866 Beyzâvî Tefsiri'ne hâşiye yazan ve İstanbul'da Hoca Hayreddin Medresesi'nde müderrislik yapmış olan1867 İzmitli Şeyhzâde Muhyiddin Mehmed (ö. 950 veya 951/1544),1868 muhtelif medreselerde müderrislik ve kadılık yapmış olan İsâmeddin Ahmed Taşköprizâde (ö. 968/156061),1869 Kanûnî Sultan Süleyman tarafından Şehzade Mustafa'ya (ö. 960/1553) hususi muallim tayin edilen Gelibolulu Muslihuddin Mustafa Sürûrî (ö. 969/156162),1870 Lugatı Fârisî'yi tertip etmiş olan Şeyh Ni'metullah (ö. 969/156162),1871 aklî ve naklî ilimlerde devrin nâdir şahsiyetlerinden biri olduğu bildirilen Bursah Şeyh Enverî (ö. 973/156566),1872 hat sanatında kendine has bir üslûp (Gubârî) geliştirmiş olan1873 Abdurrahman Gubârî (ö. 974/156667),1874 Süleymaniye Medresesi müderris muavinlerinden Niğdeli Mahmud Efendi (ö. 975/156768),1875 müderrislerden Necmeddin Muhammed Necmî (ö. Rebîülevvel 978/Ağustos 1570),1876 Kanûnî'nin sadrazamlarından Rüstem Paşa'nın hususi hocası olup şiirlerinde "Rızâyî" mahlasını kullanan Mahmud Çelebi (ö. Cemâziyelâhır 987/Ağustos 1579),1877 Mısır beylerbeyiliğinden emekli Geylûn Ali Paşa ile Vezir Ferhad Paşa'nın husûsî muallimliğini yapmış olan Kavaklızâde Mehmed Efendi (ö. 1000/1592 civarı)1878 gibi önemli şahsiyetler bulunmaktadır.
Son olarak şunu kaydetmek gerekir ki, medrese çevrelerinin Nakşibendiyye'ye bu yoğun rağbetinin yanı sıra, diğer tarikatlara da ilgi gösterdikleri bilinmektedir. Özellikle Halvetiyye, Zeyniyye ve Bayramiyye'ye de ilmiye mensuplarının rağbeti bulunuyordu. Nitekim daha önce ilgili bölümlerde ayrıntılı bir şekilde kaydedildiği gibi, bu tarikatların ileri gelen çoğu şeyhinin o dönemde medrese kökenli oldukları ve İlmiyeden pek çok müride sahip bulundukları görülmektedir.
Sonuç
Başlangıcından beri dînîtasavvufî kültürü yayma ve halkın mâneviyâtmı yükselterek imanlarını pekiştirme gibi önemli hedefleri bulunan mutasavvıfların, OsmanlI Devleti'nin güç ve imkân bakımından ihtişam dönemini yaşadığı XVI. yüzyılda (15001566) Anadolu topraklarında oldukça ciddi faaliyet gösterdikleri tesbit edilmiştir. XVI. asır öncesinde, Türkler'in fethini müteakip Anadolu'nun müslümanlaşması sürecinde ahîyânı Rûm, gaziyânı Rûm, baciyânı Rûm ve abdalânı Rûm gibi dinîtasavvufî zümrelerin yanı sıra, bu coğrafyada birtakım tarikatların da faaliyet gösterdikleri bilinmektedir. XII. asrın başlarından itibâren Kübreviyye, Sühreverdiyye, Yeseviyye, Rifâiyye, Kazerûniyye, Mevleviyye, Halvetiyye, Bektaşiyye gibi tarikatların faaliyetlerine, daha sonra Nakşibendiyye, Zeyniyye, Bayrâmiyye, Semerkandiyye, Kadiriyye gibi tarikatların faaliyetlerinin de eklendiği ve nihayet XVI. yüzyılda Anadolu'ya Şâzeliyye mensuplarının girdiği görülmektedir. Bu tarikatlardan bir kısmının zamanla etkilerini kaybederek XVI. asra ulaşamadıkları anlaşılmaktadır. Mezkûr asırda Anadolu'da faaliyeti tesbit edilen tarikatlar, Halvetiyye, Nakşibendiyye, Bayramiyye, Zeyniyye, Mevleviyye, Kadiriyye, Kübreviyye, Semerkandiyye ve bu yüzyılda Anadolu'ya giren Şâzeliyye'dir. Bunların yanı sıra XIII. asrın ilk yarısında Muhyiddin îbnü'lArabî tarafından tesis edilen Ekberiyye mektebinin görüşleri de, Selçuklular ve Osmanlılar döneminde mühim şahsiyetler vâsıtasıyla asırlar boyu nesilden nesile aktarılarak devam etmiştir.
XVI. yüzyılda Anadolu'da en yaygın tarikatın Halvetiyye olduğu görülmektedir. Devlet ricâlinin de büyük rağbetine mazhar olan bu tarikat, yetiştirdiği dirayetli şeyhler ve bu şeyhler tarafından kurulan şubeleriyle Anadolu'yu bir ağ gibi sarmıştır. Bu tarikatın Pir İlyas Kolu'na mensup dervişleri Amasya ve Tokat dolaylarında faaliyet gösterirken, Yahyâyı Şirvânî kolundan gelenlerin, yirminin üzerinde Anadolu şehrinde faaliyet gösterdikleri görülmektedir. Bunlar başta İstanbul'un muhtelif bölgeleri olmak üzere Amasya, Tokat, Çorum, Sivas, Erzurum, Diyarbakır, Konya, Karaman, Akşehir, Ankara, Beypazarı, Kütahya, Uşak, Manisa, İzmir, Tire, Kastamonu, Bolu, Bursa, İzmit gibi şehirlerdir. İstanbul'da Şemsiyye şubesi ve Pir İlyas kolu müstesna, diğer bütün önemli Halveti Şubelerinin; Cemâliyye, Sünbüliyye, Şâbâniyye, Sinâniyyei Ahmediyye, Gülşeniyyei Rûşeniyye'nin ve Habib Karamânî şubesine mensup dervişlerin faaliyetleri tesbit olunmuştur. İstanbul'un Kocamustafapaşa, Fatih, Zeyrek, Şehzadebaşı, Çemberlitaş, Yedikule, Sultanahmet, Kadırga, Tophane, Topkapı, Sütlüce, Eyüp, Davutpaşa, îstinye, Rumelihisarı ve Üsküdar muhitlerinde kurulan pek çok tekke ve bu tekkelerde yetişen dervişleriyle Halvetiyye, başşehrin en ücra köşelerine kadar yayılmıştır. Halvetîler'in İstanbul'daki bu yoğun tasavvuf faaliyetlerini, canlılık bakımından Anadolu'da Amasya, Tokat, Sivas, Karaman, Tire, Manisa, Bolu, Kastamonu, Diyarbakır gibi şehirler tâkip etmektedir.
XVI. yüzyılda Anadolu'da yaygın olan Bayramiyye tarikata ise, İstanbul başta olmak üzere Çorum, Bursa, Karaman, Amasya, Kayseri, Aksaray (Konya), Akhisar (Saruhan), Aydm, Nazilli, Kestel, Köşk, Tire, Menteşe, Balıkesir ve Ankara gibi şehirlerde yayılmıştır. Ulemânın en çok rağbet ettiği Nakşibendiyye tarikatının da, öncelikle İstanbul'da teşkilatlandığı, daha sonra başta Bursa olmak üzere İsparta, Kastamonu, Mudurnu (Bolu), Akşehir, Kütahya, Amasya gibi şehirlerde faaliyet gösterdiği görülmektedir.
Bir önceki asırdaki etkisini XVI. yüzyılda kaybeden Zeyniyye tarikatının ise İstanbul, Bursa ve Muğla gibi şehirlerde yine de canlılığını muhâfaza ettiği, İzmit, Tosya, Tire, Eğirdir bölgelerinde taraftarlarının olduğu anlaşılmaktadır. Anadolu'da kurulan tarikatlardan Mevleviyye'nin Çelebilerce temsil edilen kolunun, XVI. asırda Konya dışında pek yaygın ve etkili olamadığı görülmektedir. Şemsîler'in ise bu dönemde örgütlenmeye çalıştığı, Afyon, Burdur, Eğirdir, Muğla, İstanbul gibi şehirlerde yayılma gayreti içinde oldukları gözlenmektedir.
Zikredilen tarikatlar dışında XVI. asırda Anadolu'da faaliyeti tesbit edilen Kübreviyye, Kadiriyye, Semerkandiyye ve Şâzeliyye gibi tarikatlar pek geniş çevreye yayılamamıştır. Bunlardan Kübrevîler'in Bursa, Balıkesir, Uşak dolaylarında, Kadirîler'in İznik'te, Semerkandîler'in hârende (Karaman), Bursa, Balıkesir civarında, Şâzelîler'in de Bursa'da tarikatlarını neşrettikleri görülmekte, başşehir İstanbul'da herhangi bir temsilcilerine rastlanmamaktadır.
Anadolu'nun yukarıda kaydedilen şehirlerine dikkat edilecek olursa, tasavvufî canlılık ve nüfûz açısından İstanbul'un başı çektiği,1879 en çok tarikatı bünyesinde barındırması bakımından da Bursa'nm öne çıktığı görülür. Osmanlıya başşehirlik yapmış olan bu iki şehri, tasavvufî canlılık ve çeşitlilik yönünden KonyaKaraman bölgesiyle AmasyaTokat civarı takip etmekte, onların ardından ise Kastamonu, İsparta ve Balıkesir muhitleri gelmektedir.
XVI. yüzyılda Anadolu'da dinîtasavvufî kültürü yaymak için gayret gösteren mutasavvıfların, tekkelerinde dervişleri terbiye etmekle birlikte, özellikle sohbet ve vaaz yoluyla halkı da irşada çalıştıkları görülmektedir. Çoğunlukla halkın meşâyih tarafından yapılan mânevi sohbetlerin tesiri altında kaldığı ve ardından derviş hırkası giyerek tasavvuf yoluna girdiği anlaşılmaktadır. Bunun yanı sıra sûfîlerin bir yandan yerleştikleri toprakları işleyip ziraat ederek elde ettikleri gelirleri gelene geçene ikram ettikleri, diğer yandan kendilerine getirilen bazı hastalara duâlar okuyarak ya da çiçek ve otlardan ilâç hazırlayarak iyileşmelerine yardımcı oldukları görülmektedir. Bütün bunlar mutasavvıfların halkla iç içe yaşayarak onların dertleriyle ilgilendiklerini ve samimi münasebetler kurarak onların gönüllerini tasavvufa ısındırdıklarını göstermektedir.
Tasavvufî faaliyetlerin Anadolu topraklarında bu derece yaygınlaşmasında, başta padişah olmak üzere, Osmanlı devlet ricalinin tarikatlara gösterdiği hoşgörü, sevgi ve desteğin büyük etkisi olmuştur. Bu dönemde (15001566) Osmanlı Devleti'nin başında bulunan üç padişahın; Sultan II. Bayezid, Yavuz Sultan Selim ve Kanûnî Sultan Süleyman'mn sûfîlere karşı gösterdiği yakın alâka ve destek oldukça ileri derecededir. Mezkûr üç padişahın zaman zaman tarikat şeyhleriyle sohbet ettikleri ve onların mânevi desteğini almaya gayret gösterdikleri pek çok olayda açıkça görülür. Özellikle sefer esnasında askerin maneviyâtını yükseltmek için meşâyihin sohbetlerinden istifâde edilmiştir. Padişahların anneleri, kızları ve hanımlarının da tarikat erbabına yakınlık duyduğu ve onlara maddî imkânlar sağladığı müşahede edilmektedir. Bunun yanı sıra sancak beyi şehzadeler, sadrazamlar, ordu mensuplan ve diğer yöneticilerin de meşâyihle çok güzel münasebetleri söz konusudur. Bu samimi münasebetler neticesi, bazı tarikat şeyhlerinin bu dönemde bir kısım vergilerden muaf tutulduğu, bazılarına hâzineden maaş bağlandığı, bazılarına da faaliyetleri için tekke ve zâviyeler kurulduğu görülmektedir. Şeyhlerden kendisine sarayda sohbet ettirilen, şeyhülislâm gibi fetva verme yetkisi tanınan, hekimbaşılık, müneccimbaşılık, ordu şeyhliği, hünkâr imamlığı gibi vazifeler tevdi olunanlar bulunmaktadır. İdarecilerle bu kadar yakın ilişkiler kurdukları halde meşâyihin, tasavvuf! prensiplerden tâviz vermedikleri, aksine sade giyinme, az yeme ve maddî imkânlar karşısında eğilmeme gibi müstağni tavırlarıyla, idarecilere örnek olmaya çalıştıkları ve onların dünyaya daha az meyletmelerini "lisânı hal" ile ifâde ettikleri kaydedilmelidir.
XVI. asırda devletin tarikatlara sağladığı desteğe rağmen, şeyhlerden üç tanesinin; Oğlan Şeyh İsmail Ma'şûkî, Hamza Bâlî ve Muhyiddin Karamânî'nin yine bizzat devlet tarafından idam edildiği de görülmektedir. Devletin tasavvuf ehliyle geliştirdiği güzel münasebetler açısından bir çelişki gibi görünen bu olayların temeline inildiğinde, şeyhlerin hem şeriat ve hem de tarikat noktasından büyük ölçüde kendi hataları sebebiyle idam edildikleri anlaşılmaktadır. Devletin bu idamlarla tasavvuf ehline karşı menfi bir tavır içine girdiği söylenemez. Nitekim o dönemde benzer sebeplerle idam edilenler arasında ulemâdan da bazı kimselerin bulunduğu görülmektedir.
O dönemin şeyhleri çoğunlukla zâhirî ilimlere vâkıf olup, aralarında müderris, kadı, hattat, şair ve mûsikişinaslar da bulunduğu için, halkın yanı sıra ilmiye sınıfını da tekkelerine çekmeyi başarmışlardır. Nitekim bazı şeyhlerin dergâhlarında tasavvufla birlikte tedris faaliyetinde bulundukları, bazılarının ise medrese çevrelerinin karşı çıktığı bir kısım mes'eleler hakkında eserler yazarak onların şüphelerini gidermeye çalıştıkları görülmektedir. Öte yandan bir çok mutasavvıf, ulemâ ve idarecilerin de katıldığı sohbet meclislerinde, her seviyeden insana hitap etme özelliği bulunan Mevlânâ'nm Mesnevi'sinden nakiller yaparak, tasavvuf kültürünü toplumun her kesimine ulaştırmaya gayret etmişlerdir.
Meşâyihin oluşturduğu zâhirbâtm dengesi, ulemâ için tekke ve zâviyeleri cazib hale getiren önemli sebeplerin başında gelmektedir. Bu durum pek çok ilmiye mensubunun tarikatlara intisap etmesine de vesile olmuştur. Devrin ünlü şeyhülislâmlarından Zenbilli Ali Efendi, İbn Kemal, Ebüssuûd Efendi gibi mühim şahsiyetlerin bir tarikattan el almış olmaları, ilmiye mensuplarının tasavvufa rağbetlerinin ölçüsünü göstermesi bakımından önemlidir. Ayrıca tarikatlar içinde Nakşibendiyye'nin gizli zikri (zikri hafi) esas alması hasebiyle, dervişlerine semâ ve devran yaptırmaması medrese çevrelerinin bu tarikata diğerlerinden daha fazla rağbet etmesinin en önemli âmillerinden biri olmuştur.
Netice olarak XVI. yüzyılda Anadolu'da tasavvufî faaliyetlerin, Osmanlı'nm kuruluşundan bu yana en yüksek seviyesine çıktığı net bir şekilde söylenebilir. Bahaeddin Yediyıldız'm 14551613 yılları arasında Ordu ve yöresi halkı için yaptığı, "Halk, kesin olarak fakihlerin ve onlardan daha çok şeyhlerin tesiri altında bulunmaktaydı"1880 tesbitinin çerçevesini daha da genişleterek, incelediğimiz dönem için şöyle söylemek mümkündür: 15001566 yılları arasında Anadolu'da devle’t ricâli, ilmiye mensupları ve halk, büyük oranda şeyhlerin tesir halkası içinde bulunmaktaydı.
ABBÂSÎ, Reşehât Tercümesi:
Ali b. Hüseyin Vâiz Kâşifi, Reşehâtı Aynü'lhayat (tercüme, M. Şerif elAbbasî), İstanbul 1291.
ABDİ Ali Paşa (Süleyman), Şerhi Kasîdei Cifriyyc der Medhi Sultan Selim, İstanbul Üniversitesi Ktp., TY, nr. 6792, vr. lb17b.
ABDİZÂDE Hüseyin Hüsâmeddin, Amasya Tarihi, IV, İstanbul 133032.
ABDULLAH Efendi, Semerât:
Sarı Abdullah Efendi, Semerâtü'lfuâd fi'lmebdei ve'lmeâd, İstanbul 1288.
ABDÜLKADİROĞLU, Abdülkerim, "Halimi Çelebi", DİA, XV, 343344.
Halvetîlik'in Şâbâniyye Kolu: Şeyh Şâbânı Velî ve Külliyesi, Ankara 1991.
AHLATI, Münevvirü'lezkâr:
Kemâl b. Ahmed Ahlatî, Münevvirü'lezkâr fî zikri silsilei meşâyih, Üsküdar Selim Ağa Ktp., Kemankeş, nr. 253.
AHMED Refik, Rafızîlik ve Bektaşîlik:
Ahmed Refik, "Osmanh Devrinde Râfızîlik ve Bektaşîlik", DEFM, IX, sy. 2 (1932), s. 2159.
AHMED Rif'at, Mir'ât:
Ahmed Rif'at, Mir'âtü'lmakâsıd fî def'i'lmefâsid, İstanbul 1293. AKDAĞ, Mustafa, Türkiye'nin İktisadî ve İçtimaî Tarihi, III, İstanbul 1995.
"Türkiye Tarihinde İçtimaî Buhranlar Serisinden: Medreseli İsyanları", İÜİFM, XI, sy. 14,19491950, s. 361387.
AKGÜNDÜZ, Ahmet, "Ebüssuûd Efendi", DİA, X, 365371 [düzeltme, DİA, XI. cilt sonunda]
AKKUŞ, Yiğitbaşı:
Mehmet Akkuş, "Yiğitbaşı Velî Ahmed Şemseddîni Marmaravî'nin Hayatı ve Eserleri", İS, İstanbul 1988, sy. 21, s. 2933; sy. 22, s. 6063.
AKÜN, Ömer Faruk, "Sürûrî", İA, XI, 249250.
ALGAR, Hamid, "Baba Haydar", DİA, IV, 367.
"The Naqshbandî Order: A Preliminary Survey of its History and Significance", SI, sy. XLIV, Paris 1976, s. 123152.
"Nakshbandiyya", El2, VII, 934937.
"Reflections of Ibn Arabi in Early Naqshbandî Tradition" [Salih Akdemir'in Türkçe'ye tercümesiyle birlikte neşredilmiştir], İslâmî Araştırmalar, V, sy. 1 (1991), s. 120.
ALİ Çelebi, 'Ikdü'lmanzûm:
Ali Çelebi b. Bâlî, elTkdü'lmanzûm fî zikri efâdıli'rRûm (eşŞakâiku'nnu'mâniyye sonunda), Beyrut 1975.
ÂLÎ, Künhü'lahbâr:
Gelibolulu Mustafa Âlî, Künhü'lahbâr, İstanbul Üniversitesi Ktp., TY, nr. 5959.
ÂLÎ, Menâkıbı Dâğî:
Gelibolulu Mustafa Âlî, Risâlei Menâkıbı Mevlânâ Şeyh Mehmedi Dâğî, British Museum IOLR, Or. 12795.
ALI Seydî, Şokullu Mehmed Paşa, İstanbul 1327.
ALPARSLAN, Ali, "Gubârî Abdurrahmân", DİA, XIV, 167169.
6 Numaralı Mühimine Defteri (972/156465), tıpkıbasım, özet, transkripsiyon, indeks, III, Ankara 1995.
ALTINTAŞ, Hayranı, "Ibn Kemâl ve Tasavvuf", Şeyhülislâm İbn Kemâl Sempozyumu: Tebliğler ve Tartışmalar (2629 Haziran 1985), Ankara 1986, s. 233244.
ANONİM, Menâkıbı Hazreti Üftâde lII (yayma hazırlayan, Abdurrahman Yünal), Bursa 1996 [Hazreti Üftâde ile alâkalı üç Menâkıbnâme bir arada neşredilmiştir. Birinin Hüsâmeddin Bursevî'ye âit olduğu bilinen bu Menâkıbnâmelerden müellifi belli olmayan diğerleri, "I" ve "II" şeklinde numaralandırılmıştır].
Mi'yâru'ttarîka (Harîrîzâde, Tibyân'ın II. cildi içinde), vr. 194a202a.
Vasâyâyı Şeyh Vefâ, Süleymaniye Ktp., Ayasofya, 2154.
ARIKAN, Hamit Sancağı: x
Zeki Arıkan, XVXVI. Yüzyıllarda Hamit Sancağı, İzmir 1988. ASKERÎ, Abdurrahman, Mir'âtü'l'ışk, İsmail E. Erünsal özel kitaplığı.
ÂŞIK Çelebi, Meşâ'irü'şşu'arâ:
Âşık Çelebi, Meşâ'irü'şşu'arâ or Tezkere of 'Aşık Çelebi (neşreden, G. M. MeredithOwens), Londra 1971.
ÂŞIKPAŞAZÂDE Derviş Ahmed, Âşıkpaşazâde Tarihi, İstanbul 1332.
ATÂÎ, Zeyli Şekâik:
Nev'îzâde Atâî, Hadâiku'lhakâik fî tekmileti'şŞekâik, (neşre hazırlayan, Abdülkadir Özcan), II, İstanbul 1989.
ATAY, İbn Kemâl'in İbn Arabî Hakkındaki Fetvası:
Hüseyin Atay, "İlmî bir Tenkit Örneği Olarak İbn Kemâl Paşa'nm Muhyiddin b. Arabi Hakkındaki Fetvâsı", Şeyhülislâm İbn Kemâl Sempozyumu: Tebliğler ve Tartışmalar [2629 Haziran 1985], Ankara 1986, s. 263275.
ATSIZ, "Kemalpaşaoğlu'nun Eserleri", ŞM, VII, İstanbul 1972, s. 83135.
AYDÜZ, Müneccimbaşılık:
Salim Aydüz, "Osmanlı Devleti'nde Müneccimbaşılık ve Müneccimbaşılar" (yüksek lisans tezi), İstanbul 1993.
AYVANSARÂYÎ, Hadîka:
Hâfız Hüseyin Ayvansarâyî, Hadîkatü'lcevâmi', IIl, İstanbul 1281.
AYVERDİ, Osmanlı Asırları:
Sâmiha Ayverdi, Türk Tarihinde Osmanlı Asırları, İstanbul 1977. AZAMAT, Nihat, "Abdürrahîmi Rûmî", DİA, 1, 293.
"Ali b. Meymûn", DİA, II, 411412.
"Divane Mehmed Çelebi", DİA, IX, 435437.
"Hacı Bayrâmı Velî", DİA, XIV, 442447.
BABA Yûsuf Seferihisârî, Risâletü'nnûriyye, Süleymaniye Ktp., AntalyaTekelioğlu, nr. 801, vr. Hb28a.
BAHADIROĞLU, Üftâde:
Mustafa Bahadıroğlu, Celvetiyye'nin Pîri Hz. Üftâde ve Dîvân'ı, Bursa 1995.
BAKHİT, Ottoman Province of Damascus:
Muhammed Adnan Bakhit, The Ottoman Province of Damascus in the Sixteenth Century, Lebanon 1982.
BALDIRZÂDE Mehmed, Vefeyâtnâme, Süleymaniye Ktp., Esad Efendi, nr. 1381.
BALTACI, Osmanlı Medreseleri:
Câhid Baltacı, XVXVI. Asırlarda Osmanlı Medreseleri, İstanbul 1976.
BARKANAYVERDİ, Tahrîr Defteri:
İstanbul Vakıfları Tahrîr Defteri 953 (1546) Tarihli (neşredenler, Ömer Lütfi BarkanEkrem Hakkı Ayverdi), İstanbul 1970.
BARKAN, Kolonizatör Türk Dervişleri:
Ömer Lütfi Barkan, "Osmanlı İmparatorluğunda Bir İskân ve Kolonizasyon Metodu Olarak Vakıflar ve Temlikler: İstilâ Devirlerinin Kolonizatör Türk Dervişleri ve Zaviyeler", VD, II (1942), İstanbul 1974, s. 279386.
BARKAN, Ömer Lütfi, Süleymaniye Camii ve İmareti İnşaatı (15501557), Ankara 1972.
BAYAT, Ali Haydar, "Merkez Efendi ve Tıbbî Folklorumuzdaki Yeri", Merkez Efendi Sempozyumu (2729 Haziran 1988), Manisa, ts., s. 4961.
BAYRAKTAR, Mehmet, "Dâvûdi Kayserî", DİA, IX, 3235.
BAYRAM, Mikâil, Bâciyânt Rûm (Anadolu Selçukluları Zamanında Genç Kızlar Teşkilâtı), Konya 1987.
"Selçuklular Zamanında Tokat Yöresinde İlmî ve Fikrî Faaliyetler", Türk Tarihinde ve Kültüründe Tokat Sempozyumu (26 Temmuz 1986), Ankara 1987, s.3037.
BAYRAM, Sadi, "Anadolu'da İlk Sûfîler ve Hz. Zeynel Âbidîn Ali erRufâî Soyu Hakkında Yeni Hipotezler", I. Kayseri ve Yöresi Tarih Sempozyumu Bildirileri (1112 Nisan 1996), Kayseri 1997, s. 2734.
BAYRAMOĞLU, Hacı Bayram:
Fuat Bayramoğlu, Hacı Bayrâmı Velî Yaşamı Soyu Vakfı Belgeler, III, Ankara 1983.
BAYRAMOĞLU, FuatAZAMAT, Nihat, "Bayramiyye", DİA, V, 269273.
BAYSUN, Emîr Sultan:
M. Cavid Baysun, "Emîr Sultan'm Hayatı ve Şahsiyeti", İÜEFTD, I, sy. 1, yıl: 1949, s. 7794.
BAYSUN, M. Cavid, "Cemâli", İA, III, 8588.
BAYSUN, Mihrimah Sultan:
• M. Cavid Baysun, "Mihr ü Mâh Sultan", İA, VIII, 307308. BELİĞ, Güldeste:
İsmâil Belîğ, Güldestei Riyâzı İrfân ve Vefeyâtı Dânişverânı Nâdiredan, Bursa 1302.
BELGRADLI, Silsiletü'lmukarrabîn:
Belgradlı Münîrî, Silsiletü'lmukarrabîn ve menâkıbü'lmuttakîn, Süleymaniye Ktp., Şehid Ali Paşa, nr. 2819/3.
BEŞİR Efendi, Semâ' ve Devran Risalesi, Süleymaniye Ktp., Esad Efendi, nr. 1352.
BEYSANOĞLU, Fikir Adamları:
Şevket Beysanoğlu, Diyarbakırlı Fikir ve Sanat Adamları, İstanbul 1957.
BİRGİVÎ Takıyyüddin Mehmed, Mehakkü'sSûfiyye, İstanbul 1988.
etTarîöatü'lMuhammediyye, 1268.
BOZALİOĞLU, İsmail, "Giresun'da Osmanlı Dönemine Ait Tekke ve Zâviyeler", Giresun Tarihi Sempozyumu (2425 Mayıs 1996), _ İstanbul 1997, s. 391404.
BÖCÜZÂDE, İsparta Tarihi:
Böcüzâde Süleyman Sâmi, Kuruluşundan Bugüne Kadar İsparta Tarihi III (sadeleştirip yayınlayan, Suat Seren), İstanbul 1983.
BURSALI, Aydın Meşâyihi:
Bursalı Mehmed Tâhir, Aydın Vilâyetine Mensûb Meşâyih, Ulemâ, Şuarâ, Müverrihin ve Etibbânın Terâcimi Ahvâli (hazırlayan, M. Akif Erdoğru), İzmir 1994.
BURSALI, Mehmed Tâhir, Osmanlı Müellifleri, lIII, İstanbul 1333.
BURSEVÎ, Silsilei Celvetiyye:
İsmail Hakkı Bursevî, Silsilei Celvetiyye, İstanbul 1291.
CÂMÎ, Molla Abdurrahman, edDürretü'lfâhira fi tahkiki mezhebi'ssûfiyye ve'lmütekellimîn ve'lhukemâi’lmütekaddimîn (N. Heer'in giriş yazısı), Tahran 1980.
CEBECİOĞLU, Bayrâmı Velî ve Tasavvuf:
Ethem Cebecioğlu, Hacı Bayrâm Velî ve Tasavvuf Anlayışı, Ankara 1994.
CLAYER, Nathalie, Mystiyues, Etat et Societe, Leiden New York Köln 1994.
ÇAĞATAY, Neşet, Bir Türk Kurumu Olan Ahilik, Ankara 1989.
ÇAYIRDAĞ, Kayseri'de Osmanlı Yapıları:
Mehmet Çayırdağ, "Kayseri'de Kitabelerinden XV. ve XVI. Yüzyıllarda Yapıldığı Anlaşılan İlk Osmanlı Yapıları", VD, sy. XIII (1981), s. 531582.
ÇELEBİ, Celâleddin, "Çelebi Efendi", DİA, VIII, 261262.
ÇELEBİOĞLU, Âmil, Kanûnî Sultan Süleyman Devri Türk Edebiyatı, İstanbul 1994.
"Turkish Literatüre of the Period of Sultan Süleyman The Magnificent", The Ottoman Empire in the Reign of Süleyman The Magnificent, II, 61163.
ÇETİN, Anadolu'da İslâmiyet'in Yayılışı:
Osman Çetin, Selçuklu Müesseseleri ve Anadolu'da İslâmiyet'in Yayılışı, İstanbul 1981.
ÇETİN, Tekkeler:
Atilla Çetin, "İstanbul'daki Tekke, Zâviye ve Hankahlar Hakkında 1199 (1784) Tarihli Önemli bir Vesika", VD, sy. XIII (1981), s. 583590.
ÇIPAN, Dîvâne Çelebi:
Mustafa Çıpan, "Mevlevî Şeyhlerinden Dîvâne Mehmed Çelebi", 7. Millî Mevlânâ Kongresi: Tebliğler (34 Mayıs 1993), Konya 1994, s. 97106.
ÇİVİZADE Mehmed, Risale fî hakkı'ddevrân, Süleymaniye Ktp., Pertev Paşa, nr. 621, vr. (94b98b)
DALKIRAN, Sayın, İbn Kemal ve Düşünce Tarihimiz, İstanbul 1997.
DE JONG, F., "Khahvatiyya", EP, IV, 991993.
DEMİRCİ, Manisa'da Tasavvuf) Muhit:
Mehmed Demirci, "Şehzadeler Dönemi Manisası'nda Tasavvuf! Muhit", KAM, yıl: 24, sy. IV (1995), s. 2533.
DEMÎRCÎ, Mehmed, "Birgivî ve Tasavvuf", tmam Birgivî (yayma hazırlayan, Mehmed Şeker), Ankara 1994, s. 5966.
............"Merkez Efendi'nin Tasavvufî Yönü", KAM, yıl: 17, sy. III (1988), s. 2128.
DENİZ, RasimKARABULUT, Ali Rıza, Şeyh İbrâhim Tennûrî Dîvânı Gülşeni Niyâz'dan Seçmeler, Kayseri 1983.
DÜZDAĞ, Ebüssuûd Fetvaları:
M. Ertuğrul Düzdağ, Şeyhülislâm Ebussuûd Efendi Fetvaları Işığında 16. Asır Türk Hayatı, İstanbul 1983.
EBÜSSUÛD Muhammed, Ma'rûzât (Ahmed Akgündüz'ün neşrettiği Osmanlı Kanunnâmeleri, IV. cilt içinde), İstanbul 1992.
............Mecmuai Deavât, İstanbul 1343.
EFLÂKİ, Ahmed, Ariflerin Menkıbeleri (çeviren, Tahsin Yazıcı), III, İstanbul 1987.
EMECEN, Feridun M., "Saruhanoğulları ve Mevlevîlik", Ekrem Hakkı Ayverdi Hâtıra Kitabı, İstanbul 1995, s. 282297.
ENÎSÎ, Menâkıb:
Emîr Hüseyin Enîsî, Menâkıbı Akşemseddin (neşredenler, Ali İhsan Yurt, Mustafa Kaçalin, Akşemseddin Hayatı ve Eserleri içinde), İstanbul 1994.
ERAYDIN, Selçuk, Tasavvuf ve Tarikatlar, İstanbul 1994.
ERDOĞAN, İstanbul Mevlevîhâneleri:
Muzaffer Erdoğan, "Mevlevî Kuruluşları Arasında İstanbul Mevlevîhâneleri", GAAD, IVV (197576), İstanbul 1976, s. 1546.
ERDOĞAN, Şeyh Vefa:
Abdülkadir Erdoğan, Fâtih Mehmed Devrinde İstanbul'da Bir Türk Mütefekkiri Şeyh Vefa Hayatı ve Eserleri, İstanbul 1941.
ERGUN, Sâdeddîn Nüzhet, Türk Şairleri, İstanbul 193645.
ERÜNSAL, Melâmî Movement:
İsmâil E. Erünsal, "Abdurranman el'Askerî's Mir'âtü'lTşk: A New Source for the Melâmî Movement in the Ottoman Empire during the 15th and 16th Centuries", WZKM, 83. Band, Wien 1993, s. 95415.
ESİN, Merkez Efendi: '
Emel Esin, "Merkez Efendi ile Şah Sultan Hakkında Bir Hâşiye", TM, XIX (19771979), İstanbul 1980, s. 6592.
ESRAR Dede, Şu'arâyı Mevleviyye:
Esrar Dede, Tezkirei Şu'arâyı Mevleviyye (tahkik, İlhan Genç, doktora tezi), Erzurum 1986.
EVLİYÂ Çelebi, Seyahatname, IX, İstanbul 1314 (1896)4938.
EYİCE, Semâvî, "Atik Ali Paşa Câmii", DİA, İstanbul 1991, IV, 6567.
"İlk Osmanlı Devrinin Dinîİçtimaî Bir Müessesesi: Zaviyeler ve Zâviyeli Camiler", IÜİFM, c. 23, sy. III (19621963), s. 380.
"İmrahor Camii", DBİA, IV, 166168.
EYYÛBÎ, Menâkıbı Sultan Süleyman (Risâlei Pâdişahnâme), (hazırlayan, Mehmet Akkuş), Ankara 1991.
FAROQHI, Muğla:
Suraiya Faroqhi, "Menteşeoğullarmdan Osmanlılara Muğla", Tarih İçinde Muğla (derleyen, İlhan Tekeli), Ankara 1993.
FAROQHI, Seyyid Gazi Revisited:
Suraiya Faroqhi, "Seyyid Gazi Revisited: The Foundation as Seen through Sixteenth and Seventeenth Century Documents", Turcica, sy. XIII, Paris 1981, s. 90122.
FUÂDÎ, Pîri Halveti:
Ömer Fuâdî, Menâkıbı Şerîfi Pîri Halvetî, Kastamonu 1294.
FURAT, AyâşEnin Şeceresi:
Ahmed Suphi Furat, "Bünyâmin Ayâşî'nin Şeceresi", Ayaş ve Bünyâmin Ayâşî: TarihteGünümüzde Ayaş ve Bünyâmin Ayâşî Sempozyumu (24 Temmuz 1993), Ankara 1993, s. 2123.
GAL, sııppl.:
Cari Brockelmann, Geschichte der Arabischen Litteratur Supplementband, IIII, Leiden 193742.
GARNETT, Lucy M. J., Mysticism and Magic in Turkey, London 1912. GIBBBOVVEN, Islamic Society:
Gibb H.A.R.Bowen Harold, Islamic Society and the West: A Study of the Impact of Western Civilization on Moslem Culture in the Near East, London New York Toronto 1957.
GIBB, Ottoman Poetry:
E.J. W. Gibb, A History of Ottoman Poetry, London 1965. GÖKBİLGİN, M. Tayyib, "îbrâhim Paşa", ÎA, V/II, 908915. Ktmûnî Sultan Süleyman, İstanbul 1992.
"Lutfi Paşa", İA, VII, 97.
"Süleyman I", İA, XI, 99155.
GÖKÇEN, Saruhan Zaviyeleri:
İbrahim Gökçen, Sicillere Göre XVI ve XVII. Asırlarda Saruhan Zaviye ve Yatırları, İstanbul 1946.
GÖKYAY, Orhan Şaik, "Deli Birader", DİA, IX, 135136.
GÖLPINARLI, Abdülbâki, "İslâm ve Türk İllerinde Fütüvvet Teşkilâtı ve Kaynakları", İÜİFM, sy. IIV (19491950), s. 6354.
Melâmilik ve Melâmiler (tıpkıbasım), İstanbul 1992.
Mevlânâ'dan Sonra Mevlevîlik, İstanbul 1983.
—— "Mevlevîlik", İA, VIII, 164171.
GÖYÜNÇ, Nejat, "Osmanlı Devleti'hde Mevlevîler", Türk Tarih Kurumu Belleten, LV, sy. 213 (1991), Ankara 1991, s. 351358.
GUBARI, Abdurrahman, Kâbenâme, Üsküdar Selim Ağa Ktp., Kemankeş Emir Hoca, nr. 223.
GÜNDÜZ, İrfan, OsmanlIlarda DevletTekke Münasebetleri, Sehâ Neşriyat, ts.
GÜZEL, Abdurrahman, "Kemâl Paşazâde'nin Eserlerinde Türk Halk Edebiyatına Ait Bazı Motifler", Şeyhülislâm İbn Kemâl Sempozyumu: Tebliğler ve Tartışmalar (2629 Haziran 1985), Anka~ ra 1986, s. 211232.
HALEBI, İbrâhim, Risâletü'lrahs ve'lvaks li müstahilli'rraks, IOLR, Or. 12795.
HALICI, Feyzi, "Ahilik ve Mevlevîlik", Türk Kültürü ve Ahîlik: XXI. Ahîlik Bayramı Sempozyumu Tebliğleri (1315 Eylül 1985), İstanbul 1986, s. 163169.
HAMMER, Baron Joseph Von, Büyük Osmanlı Tarihi, IX (yayma hazırlayanlar, Mümin ÇevikErol Kılıç), İstanbul 198993.
HÂNİ, Hadâik:
Abdülmecîd b. Muhammed Hânı, elHadâiku'lverdiyye fî hakâiki ecillâi'nNakşibendiyye, Kahire 1308.
HARÎRÎZÂDE, Tibyân:
Kemâleddîn Harîrîzâde, Tibyânü vesâiti'lhakâik fî beyâni selâsili'ttarâik, IIII, Süleymaniye Ktp., Fâtih, nr. 430432.
HAŞAN Tâib Efendi, Mir'âtı Bursa, 1323.
HÂŞÎMÎ, Tarîkatnâme:
Hâşimî Emîr Osman, Tarîkatnâme, Süleymaniye Ktp., Haşan ■ Hüsnü Paşa, nr. 758, vr. lb32a.
HEYD, The Ottoman Fetvâ:
Uriel Heyd, "Some Aspects of the Ottoman Fetvâ", BSOAS, XXXII, Londra 1969, s. 3556.
HİZMETLİ, Sabri, "Mezhepler Tarihi Yönünden Kemal Paşazâde'nin
Görüşleri", Şeyhülislâm İbn Kemal Sempozyumu: Tebliğler ve Tartışmalar (2629 Haziran 1985), Ankara 1986, s. 123139. HOCA Sâdeddin Efendi, Tâcü'itevârîh, III, İstanbul 12791280. HOCAZÂDE Ahmed Hilmi, Hadîkatü'levliyâ (neşreden, Osmanlı Yayınevi), İstanbul 1979.
Ziyâreti Evliya, İstanbul 1325.
HULVÎ, Lemezât:
Mahmud Cemâleddin Hulvî, Lemezâtı Hulviyye ez Lemezâtı 'Ulviyye (hazırlayan, Mehmet Serhan Tayşî), İstanbul 1993.
HÜSÂMEDDİN Bursevî, Menâkıbı Üftâde:
Hüsâmeddin Bursevî, Menâktbı Hazreti Üftâde (yayına hazırlayan, Abdurrahman Yünal, Hazreti Üftâde ile alâkalı üç Menâkıbnâme bir arada), Bursa 1996, s. 45104.
HÜSÂMEDDİN Bursevî, Mühimmat:
Hüsâmeddin Bursevî, Mühimmâtü'lmü'minin fi umûri'ddünyâ ye’ddîn, Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi, Bağdat Köşkü, nr. 189.
IŞIN, Ekrem, "Bayrâmîlik", DBİA, II, 104107.
"Galata Mevlevîhânesi", DBİA, III, 362364.
"Helvâî Tekkesi", DBİA, IV, 4951.
"Melâmîlik", DBÎA, V, 380386.
"Mevlevîlik", DBÎA, V, 422430.
"Nakşibendîlik", DBÎA, VI, 3139.
— "Yavsî Baba Tekkesi", DBİA, VII, 445446.
İBN ÂBİDÎN Muhammed Emîn, Reddü'lmuhtâr, Mısır 1966.
İBN BATÛTA, Ebû Abdullah Muhammed, Rıhletü İbn Batûta, Beyrut, ts.
İBN ÎSÂ, Menâkıbı Şeyâ Mecdüddîn:
İlyas b. îsâ Saruhânî, Menâkıbı Şeyh Mecdüddîn ve Âdâbı Sâlikîn, İstanbul Belediyesi Atatürk, Osman Nûri Ergin, nr. 323, vr. la74a.
İBN KEMÂL Şemseddin Ahmed, Raks ve Sema' Hususunda Kemâlpaşaoğluînun] Verdiği Fetvalar Suretidir, İsmail E. Erünsal özel kitaplığındaki yazma mecmua içinde, vr. lb5b.
Risâletulferâid (Resâili İbn Kemâl, II. cildi içinde), İstanbul 1316.
Risâletulmümre, 1308.
Risâle fî devrâni'ssûfiyye, IOLR, Or. 12933.
Risâle fî hakkı ebeveyi'nNebî aleyhi'ssalâtü ve'sselâm (Resâili İbn Kemâl, I. cildi içinde), İstanbul 1316.
Risâle fî 'ulûmi’lhakâik ve hikmeti'ddekâik, Süleymaniye Ktp., Hâlet Efendi, nr. 810.
■ Risale fî şahsi'linsânî [Resâili îbn Kemâl, I. cildi içinde],
İstanbul 1316.
Risale fî tahkiki'lhak ve ibtâli re'yi'ssûfiyye fi'rraksi ve'ddevrân, Süleymaniye Ktp., Düğümlü Baba, nr. 446, vr. 87b89a.
İBNÜ'lİMÂD, Şezerâtü' zzeheb:
Ebulfelâh Abdülhay İbnü’limâd, Şezerâtü'zzeheb fî ahbâri men zeheb, Beyrut, ts.
İLTER, İskilip:
Fügen İlter, Bir Anadolu Kenti İskilip, Ankara 1992.
İNALCIK, Halil, "State, Sovereignty and Law during the Reign of Süleyman", Süleyman the Second and His Time (ed. Halil İnalcıkCemal Kafadar), İstanbul 1993, s. 5992.
İNALCIK, The Ottoman Empire:
Halil İnalcık, The Ottoman Empire The Classical Age 13001600 (tercüme, Norman ItzkowitzColin Imber), Great Britain 1973.
İNALCIK, Ottoman Law:
Halil İnalcık, "Suleiman the Lawgiver and Ottoman Law", AO, Mouton 1969,1,105138.
İNBAŞI, Kayseri:
Mehmet înbaşı, XVI. yy. Başlarında Kayseri, Kayseri 1992.
İPŞİRLİ, Çivizâde Muhyiddin:
Mehmet İpşirli, "Çivizâde Muhyiddin Mehmed Efendi'', DİA, VIII, 348349.
İPŞİRLİ, Osmanlı İlmiye Mesleği:
Mehmet İpşirli, "Osmanlı İlmiye Mesleği Hakkında Gözlemler (XVIXVII. Asırlar)", O A, VIIVIII (1988), s. 273285.
İSEN, Mustafa, "Ârifî Hüseyin Çelebi", DİA, III, 373.
Usûlî Hayatı Sanatı ve Divanı, Erzurum 1988.
İSMAİ1 Paşa, Heâiyyetü’l'ârifîn:
Bağdatlı İsmail Paşa, Hediyyetü'l'ârifîn esmâü'lmüellifîn ve âsârü'lmusanniftn, I (neşredenler, Kilisli Muallim Rifatİbnülemin Mahmud Kemal), II (neşredenler, İbnülemîn Mahmud KemâlAvni Aktuç), İstanbul 195155, Tahran 1387/ 1967.
İSMÂİL Paşa, îzâhu'lmeknûn:
Bağdatlı İsmâil Paşa, îzâhu'lmeknûn fi'zzeyl 'alâ Keşfi'zzunûn 'an esâmi'lkütübi ve'lfünûn, III, (neşredenler, Kilisli Muallim Rifat Şerefeddin Yaltkaya), İstanbul 194547.
İstanbul Şer'iyye Sicilleri, Evkafı Hümâyun Müfettişliği, no. 4/2, s. 35.
JENKINS, Hester Donaldson, İbrahim Pasha: Grand Vizir of Suleiman the Magnificent, New York 1970.
KANÛNÎ Sultan Süleyman, Muhibbi Divanı (hazırlayan, Coşkun Ak), Ankara 1987.
KARA, Bursa'da Tarikatlar.
Mustafa Kara, Bursa'da Tarikatlar ve Tekkeler, lII, Bursa 1990, 1993.
KARA Çelebi Mehmed Tirevî, Metâli'u'lenvâr, Süleymaniye Ktp., Denizli, nr. 197, vr. lb427b.
KARA, Sofyalı Bâlî:
Mustafa Kara, "Bâlî Efendi, Sofyalı", DİA, \!, 2021.
KARA, Mustafa ALGAR, Hamid, "Abdullahı İlâhî", DİA, 1,110112.
KARA, Mustafa, "Abâpûşi Velî", DİA, 1,10.
"Abdüllatîf elKudsî", DİA, I, 257258.
"Emîr Buhârî", DİA, XI, 125126.
—"Eşrefiyye", DİA, XI, 477479.
"Gülşeniyye", DİA, XIV, 256259.
KARABULUT, Ali Rıza YILDIZ, Ramazan (hazırlıyanlar), Gülzârı Ma'nevî ve İbrahim Tennûrî, ts.
KARABULUT, Kayseri'de Meşhûr Mutasavvıflar:
Ali Rıza Karabulut, Mevlânâ'nın Hocası Seyyid Burhâneddin Hz.leri ve Kayseri İlmiye Tarihinde Meşhur Mutasavvıflar (2.baskı), ts.
KARAHAN, Abdülkadir, "Lâmiî", İA, VII, 1015.
KARPUZ, Gülbahar Hâtûn Zaviyesine Bağlı Yapılar:
Haşim Karpuz, "Giresun'un Espiye İlçesine Bağlı Tekke Köyündeki Gülbahar Hâtûn 'Hacı Abdullah' Zaviyesine Bağlı Yapılar", VD, XV (1982), s. 117126.
KÂTİB Çelebi, Keşfü'zzunûn:
Kâtib Çelebi, Keşfü'zzunûn an esâmi'lkütübi ve'lfünûn, III, (neşredenler, Kilisli Muallim RifatŞerefeddin Yaltkaya), İstanbul 136062/194143.
KÂTİB Çelebi, Mîzânu'lhakö:
KÂTİB Çelebi, Mîzânu'lhak fi ihtiyari'lehak: İslam'da Tenkid ve Tartışma Usûlü (açıklamalarla sadeleştirenler, Süleyman UludağMusta.fa Kara), İstanbul 1990.
KAYA, İbn Kemal'in Varlık Anlayışı:
Mahmud Kaya, "İbni Kemal'in Düşünce Tarihimizdeki Yeri ve Varlık Anlayışı", Türk Tarihinde ve Kültüründe Tokat Sempozyumu (26 Temmuz 1986), Ankara 1987, s. 595601.
KAZICI, Osmanlı Müesseseleri:
Ziya Kazıcı, "İsmâil Hakkı Bursevî'ye Göre Osmanlı Müesseseleri", MÜİTD, sy. 78910 (1989909192), İstanbul 1995, s. 207220.
KAZVÎNÎ, Ebû Yahya Zekeriyya, 'Acâibü'lmahlûkât (tercüme, Muslihuddin Mustafa Sürûrî), JOLR, Or. 7894.
KEFEVÎ, Ketâib:
Mahmud Kefevî, Ketâibü a'lâmi'lahyâr min fukahâi mezhebi'nrhı'mân elmühtâr, Süleymaniye Ktp., Halet Efendi, nr. 630.
KERAMETLİ, Galata Mevlevîhânesi:
Can Kerametli, Galata Mevlevîhânesi Dîvân Edebiyatı Müzesi, İstanbul 1977.
KILIÇ, Mahmud Erol, "Fusûsü'lhikem", DİA, XIII, 230237.
"elFütûhâtü'lMekkiyye", DİA, XIII, 251258.
KINALIZÂDE, Tezkire:
Kmahzâde Haşan Çelebi, Tezkiretü'şşu'arâ, III, (eleştirmeli baskıya hazırlayan, İbrahim Kutluk), Ankara 1981.
KISSLING, Hans Joachim, "Halveti Tarikatı IIIIII" (tercüme, M. Serhan Tayşi), BSVB, yıl: 5, sy. XXIXXXXIIIXXXIV (19931994), s. 2842, 3035, 2740.
KISSLING, Zejnîje Orden:
Hans Joachim Kissling, "Einiges über den Zejnîje Orden im Osmanischen Reiche", DI, XXXIX (1964), s. 143179.
KOÇİ Bey, Risale (sadeleştiren, Zuhuri Danışman), İstanbul 1993.
KONYALI, Hafsa Sultân'm Vakfiyyesi:
İbrahim Hakkı Konyalı, "Kanûnî Sultaleymân'm Annesi Hafsa Sultân'm Vakfiyyesi ve Manisa'daki Hayır Eserleri", VD, VIII (1969), s. 4756.
KONYALI, Karaman Tarihi:
İbrahim Hakkı Konyalı, Âbideleri ve Kitabeleri ile Karaman Tarihi, Ermenek ve Mut Âbideleri, İstanbul 1967.
KONYALI, Konya Tarihi:
İbrahim Hakkı Konyalı, Âbideleri ve Kitabeleri ile Konya Tarihi, Konya 1964.
KONYALI, Üsküdar Tarihi:
İbrahim Hakkı Konyalı, Âbideleri ve Kitâbeleriyle Üsküdar Tarihi, III, İstanbul 1976.
KÖPRÜLÜ, M. Fuad, "Anadolu'da İslâmiyet", DEFM, yıl: 2 (1338), 4 Eylül, 5 Teşrînisânî, 6 Kânunisâni sayıları.
— Osmarilı Devleti'nin Kuruluşu, Ankara 1988.
—— "Ribat", VD, II (1974), s. 267278.
KÖPRÜLÜ, İlk Mutasavvıflar:
M. Fuat Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar (gerekli sadeleştirmeler ve bazı notlara ilâvelerle yayımlayan, Orhan F. Köprülü), Ankara 1981.
KÖPRÜLÜ, TürkHalkedebiyatı:
M. F. Köprülü, Türk Halk Edebiyatı Ansiklopedisi, İstanbul 1935. KUBAN, Sokullu Tekkesi:
Doğan Kuban, "Sokullu Mehmed Paşa Külliyesi", DBİA, VII, 3234.
KUFRALI, Kasım, "Gülşenî", 1A, IV, 835836.
KUFRALI, Molla İlâhî ve Nakşibendiyye:
Kasım Kufralı, "Molla İlâhî ve Kendisinden Sonraki Nakşibendiyye Muhîti", TDED, c. III, sy. 12 (1948), s. 129151.
KURNAZ, CemalTATÇI, Mustafa, İstanbul'da Buharalı Bir Mutasavvıf Emîr Buhârî, Ankara 1998.
"İstanbul'da Buharalı Bir Nakşı Şeyhi: Seyyid Emîr Buhârî ve Türkçe Şiirleri", Bilig: Bilim ve Kültür Dergisi, I (1996), s. 250265.
"îlyas İbn îsâ'nm Şiirleri", JTS, XXI (1997), Harvard University, s. 187220.
KURUCA, Nâzım, "XVI. Yüzyılda Kastamonu Sancağı Vakıf Tahrîr Defteri" (yüksek lisans tezi), İstanbul 1995.
KUT, Dergehnâme:
Günay KutTurgut Kut, "İstanbul Tekkelerine Ait Bir Kaynak: Dergehnâme", VTTM, IX (1987), s. 213236.
KÜÇÜKDAĞ, Cemâli Ailesi:
Yusuf Küçükdağ, II. Bayezid, Yavuz ve Kanûnî Devirlerinde Cemâli Ailesi, İstanbul 1995.
KÜÇÜKDAĞ, Pîrî Mehmed Paşa: ,
Yûsuf Küçükdağ, Vezîri Âzam Pîrî Mehmed Paşa, Konya 1994. LA'LÎZÂDE, Sergüzeşt:
La'lîzâde Abdülbâkî, Tarîkatı Aliyyei Bayrâmiyye'den Tâifei Melâmiyye'nin An'anei İrâdetleri.., ts.
LÂMİÎ Mahmud Çelebi, Hüsni Dîl, İstanbul Üniversitesi Ktp., TY, nr. 635.
M.ünşeâtı Lâmiî, İstanbul Üniversitesi Ktp., TY, nr.860, vr. lb176b.
Şerefü'linsân, İstanbul Üniversitesi Ktp., TY, nr. 463.
LÂMİÎ, Nefehât Tercümesi:
Molla Abdurrahman Câmî, Nefehâtü'lüns min hadarâti'löuds (tercüme ve şerh: Lâmiî Çelebi), İstanbul 1980.
LATÎFÎ, Evsâfı İstanbul (hazırlayan, Nermin SunerPekin), İstanbul 1977.
LATÎFÎ, Tezkire:
Lâtîfî, Tezkirei Latîfî, İstanbul 1314.
LAYISH, Sûfî Monasteries:
Aharon Layish, "Waqfs and Sûfî Monasteries in the Ottoman Policy of Colonization: Sultân Selîm I's Waqf of 1516 in Favour of Dayr alAsad", BSOAS, c. 50 (1987), London 1987, s. 6189.
LEWIS, İstanbul and the Civilization:
Bernard Lewis, İstanbul and the Civilization of the Ottoman Empire (Norman: University of Oklahama Press), 1963.
LOKMÂN, Kıyafetti'linsâniyy e:
Lokman b. Seyyid Hüseyin, kıyafetti'linsâniyye fî şemâili'l'Osmâniyye (neşreden, The Historical Research Foundation İstanbul Research Çenter, Millet Ktp. Eski kayıt, nr. 1216'dan tıpkıbasım), Ankara 1987.
LOWRY, Heath W., "From Trabzon to İstanbul: The Relationship between Süleyman The Lavvgiver and His Foster Brother (Süt Karındâşı) Yahya Efendi", OA, X (1990), s. 3948.
LUTFİ Paşa, Âsafnâme (hazırlayan, Ahmed Uğur), Ankara 1982.
MARGOLIOUTH, D. S., "Kadiriye", İA, VI, 5054.
"Kadiriyya", El2, IV, 380383.
MARTIN, Khalwati Order:
B. G. Martin, "A Short History of the Khalwati Order of Dervishes", Scholars, Saints, and Sufis: Müslim Religious Institııtions in the Middle East since 1500 (Ed. Nikki R. Keddie), Ber
keley Los Angeles London 1972, s. 275305.
MA YER, UlemâMeşâyih Münâsebetleri:
Hans George Mayer, "İçtimaî Tarih Açısından Osmanlı Devleti'nde UlemâMeşâyih Münâsebetleri" (tercüme, Hüseyin Zamantılı), KAM, yıl: 9, sy. IV (1980), s. 4868.
MECDÎ, Şekâik Tercümesi:
Mecdî Mehmed Efendi, Hadâiku'şşekâik (Taşköprîzâde, eşŞekâiku'nnu'mâniyye tercümesi, neşre hazırlayan, Abdülkadir Özcan), İstanbul 1989.
MEHMED Behçet, Kastamonu Âsârı Kadînıesi, İstanbul 1341.
MEHMED Paşa, Nişancı Tarihi, İstanbul 1290
MEHMED b. Sa'dî, Bursa Vefeyâtı (neşreden, Kadir Atlansoy, "Edebiyat Tarihi Kaynağı Olarak Bursa Vefeyâtnâmeleri I" isimli makale içinde, OA, XVIII [1998], s. 5167).
MEHMED Süreyyâ, Sicilli Osmânî, IIV, İstanbul 130815, Heppenheim, Bergstrasse 1971.
MEHMED Şemseddin, Bursa Dergâhları (Yâdigârı Şemsî IİI), (hazırlayanlar, Mustafa KaraKadir Atlansoy), Bursa 1997.
Yâdigârı Şemsî, Bursa 1332.
MEHMED Zeki, "Pîrî Mehmed Paşa", TTEM, yıl: 16, sy. 18 [95] (1926), s. 325350.
MUHYÎ, Menâkıbı Gülşenî:
Muhyîyi Gülşenî, Menâkıbı İbrahim Gülşenî ve Şemlelizâde Ahmed Efendi Şîvei Tarîkatı Gülşenîye (yayınlayan, Tahsin Yazıcı), Ankara 1982.
MÛSÂ b. Tâhir Tokadî, Mantıku'lgayb, İstanbul Üniversitesi Ktp., TY, nr. 6425.
MÜSTAKİMZÂDE, Ayasofya Cuma Vaizleri:
Müstakimzâde Süleyman Sâdeddin, Ayasofya Camii Cumâ Vaizleri, Süleymaniye Ktp., Esad Efendi, nr. 1716/2, vr. 10b16a.
MÜSTAKİMZÂDE, Devhatü'lmeşâyih:
Müstakimzâde Süleyman Sâdeddin, Devhatü'lmeşâyih: Osmanlı Şeyhülislâmlarının Biyografileri (neşreden, Ziya Kazıcı), İstanbul 1978.
MÜSTAKİMZÂDE, Risâlei Melâmiyye:
Müstakimzâde Süleyman Sâdeddin, Risâlei Melâmiyyei Bayrâmiyye, İstanbul Üniversitesi Ktp., İbnülemin, nr. 3357.
MÜSTAKİMZÂDE Süleyman Sâdeddin, Meşâyihnâmei İslâm, Süleymaniye Ktp., Esad Efendi, nr. 1716/1
Tuhfei Hattâtîn, İstanbul 1928.
NAHCUVÂNÎ, Ni'metullah b. Mahmud, Fevâtihu'lilâhiyye ve mefâtihu'lgaybiyye, İstanbul 1325.
NAZMÎ, Hediyye:
Muhammed Nazmî, Hediyyetü'lihvân (hazırlayan, Osman Türer, doktora tezi), Ankara 1982.
NECMEDDİN Haşan Sünbülî, İcâzet, İsmail E. Erünsal özel kitaplığı, vr. 161b164b.
NEHCÎ, Tuhfe:
Seyyid Mustafa Nehcî, Tuhfetü'ssâlikîn ve hediyyetü'lmürşidîn, İstanbul Belediyesi Atatürk Kitaplığı, Osman Nuri Ergin, nr. 637, vr. lb64b.
NÛREDDİNZÂDE Mustafa Muslihiddin, Fukarâya Nasihat, Süleymaniye Ktp., Hâlet Efendi, nr. 818 (mecmua içinde bir varak, vr. 58a).
OCAK, Muhyiddin Karamam:
Ahmet Yaşar Ocak, "Kanûnî Sultân Süleyman Devrinde Bir Osmanlı Heretiği: Şeyh Muhyiddîni Karamânî", Prof. Dr. Bekir Kütükoğlu'na Armağan, İstanbul 1991, s. 473484.
OCAK, Oğlan Şeyh:
Ahmet Yaşar Ocak, "Kanûnî Sultan Süleyman Devrinde OsmanlI Resmî Düşüncesine Karşı Bir Tepki Hareketi: Oğlan Şeyh İsmâili Mâşûkî", O A, X, s. 4958.
OCAK, Üveysîlik:
Ahmet Yaşar Ocak, Veysel Karanı ve Üveysîlik, İstanbul 1982.
OCAK, Zındıklar:
Ahmet Yaşar Ocak, Osmanlı Toplamımda Zındıklar ve Mülhidler (15.17. Yüzyıllar), İstanbul 1998.
OCAK, Ahmet Yaşar, Babaîler İsyanı, İstanbul 1980.
"Zâviyeler", VD, XII (1978), s. 247269.
OĞUZ, Şâbânı Velî:
Muhammed Ihsan Oğuz, Hazreti Şâbânı Velî ve Mustafa Çerkeşî, İstanbul 1993.
OKUMUŞ, Marmaravî:
Necdet Okumuş, "Yeni Kaynakların Işığında Ahmed Şemseddin Marmaravî (Yiğitbaşı) Hakkmdaki Bazı Yanlışların Düzeltilmesi", KAM, yıl: 25, IV (1996), s. 175183.
OKUMUŞ, Ömer, "Câmî, Abdurrahman", DİA, VII, 9499.
OSMAN Şevki, Türk Tababeti:
Osman Şevki, Beşbuçuk Asırlık Türk Tababeti Tarihi (sadeleştiren, Ilter Uzel), Ankara 1991.
ÖKTEN, Fetıoas of Ibn Kemâl:
Ertuğrul Ökten, Ottoman Society and State in the Light ofthe Fetwas of Ibn Kemâl (Bilkent Üniversitesi, yüksek lisans tezi), Ankara 1996.
ÖNGÖREN, Osmanh'da Tasavvuf Anlayışı:
Reşat Öngören, "XV ve XVI. Asırlarda Osmanh'da Tasavvuf Anlayışı", XV ve XVI. Asırları Türk Asrı Yapan Değerler, İstanbul 1997, s. 409433.
ÖNGÖREN, Zeyniyye:
Reşat Öngören, Fâtih Devrinde Belli Başlı Tarikatlar ve Zeyniyye (yüksek lisans tezi), İstanbul 1990.
ÖNGÖREN, Reşat, "Haşan Burhâneddin Cihangiri", DİA, XVI, 310311.
"Osmanlı Klasik Dönemi TasavvufKelâm İlişkisi", Akademik Araştırmalar Dergisi, IVV (2000) s. 3142.
"Osmanlılar'da Devlet RicâliMeşâyih Münasebetlerinin Boyutlarını Gösteren Yeni Bir Kaynak: Âlî'nin Şeyh Mehmedi Dâğî ile Alâkalı Menâkıbı", 1AD, I (1997), s. 107113.
ÖZCAN, Abdülkadir, "Âşıkpaşazâde", DlA, IV, 67.
ÖZCAN, Nuri, "Abdurrahim Tirsî", DİA, I, 293.
ÖZDAMAR, Dergâhlar:
Mustafa Özdamar, Dersaâdet Dergâhları, İstanbul 1994.
ÖZDEMlR, Rifat, "Osmanlı Devleti'nin Tarîkat, Tekye ve Zâviyelere Karşı Tâkip Ettiği Siyâset", OTAM, Ânkara 1994, s. 259310.
ÖZÖNDER, Haşan, "Afyon Mevlevîhânesi", 5. Millî Mevlânâ Kongresi: Tebliğler, 34 Mayıs 1991), Konya 1992.
"Kütahya Mevlevîhânesi", T AD, yıl: 2, II (1996), s. 6989.
ÖZTUNA, Türkiye Tarihi:
Yılmaz Öztuna, Başlangıcından Zamanımıza Kadar Büyük Türkiye Tarihi, IXIV, İstanbul 1978.
ÖZTUNA, Osmanh Tarihi:
Yılmaz Öztuna, Osmanh Devleti Tarihi, III, İstanbul 1986.
ÖZTÜRK, Mürsel, "Ebû Saîdi Sânî", DİA, X, 225.
ÖZTÜRK, Yaşar Nuri, Kutsal Gönüllü Velî Kuşadah İbrahim Halveti: Hayatı, Tasavvufî Düşünceleri, Mektupları, İstanbul 1982.
Tarihi Boyunca Bektaşîlik, İstanbul 1990.
Tasavvufun Rûhu ve Tarikatlar, İstanbul 1992.
PAKALIN, Tarih Deyimleri:
Mehmed Zeki Pakalın, Osmanh Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, IIII, İstanbul 1983.
PARMAKSIZOĞLU, Gubârî:
İsmet Parmaksızoğlu, "Abdurrahman Gubârî'nin Hayatı ve Eserleri", İÜEFTD, c. I, sy. 12 (19491950), İstanbul 1950, s. 347356.
PEÇEVÎ, Tarih:
Peçevî Ibrâhim Efendi, Peçevî Tarihi, III (hazırlayan, Bekir Sıtkı Baykal), Ankara 1981.
PEKOLCAY, A. Neclâ UÇMAN Abdullah, "Eşrefoğlu Rûmî", DlA, XI, 480482.
PIR MUHAMMED Erzincânî, Makâmâtü'l'ârifîn ve ma'ârifü'ssâlikîn (hazırlayan, Necdet Okumuş), İstanbul 1992.
REPP, The Müfti of İstanbul:
R. C. Repp, The Müfti of İstanbul: A Study in the Development of the Ottoman Learned Hierarchy, London 1986.
RIDVAN Nâfiz İSMÂİL Hakkı, Sivas Şehri, İstanbul 1928 (1346).
SÂKIB DEDE, Sefînei Mevleviyân:
Sâkıb Mustafa Dede, Sefînei Nefîsei Mevleviyân, IIII, Kahire 1283. SARAÇ, Kemâlpaşazâde:
M. A. Yekta Saraç, Şeyhülislârı Kemâl Paşazade: Hayatı, Şahsiyeti, Eserleri ve Bazı Şiirleri, İstanbul 1995.
SEHÎ, Tezkire:
Sehî, Tezkirei Sehî, İstanbul 1325.
SERTOĞLU, Midhat, Osmanh Tarih Lügati, İstanbul 1986.
SEVGEN, Beşiktaşlı Yahya Efendi:
Nazmi Sevgen, Beşiktaşlı Yahya Efendi: Hayatı Menkıbeleri Şiirleri, İstanbul 1965.
SEYYlD Hüseyin b. Abbas, Risâlei Devrâniyye, İsmail E. Erünsal özel kitaplığı, vr. lb24b.
Ahmet Yaşar Ocak, Veysel Karanî ve Üveysîlik, İstanbul 1982.
OCAK, Zındıklar:
Ahmet Yaşar Ocak, Osmarilı Toplamımda Zındıklar ve Mülhidler (15.17. Yüzyıllar), İstanbul 1998.
OCAK, Ahmet Yaşar, Babaîler tsyam, İstanbul 1980.
"Zâviyeler", VD, XII (1978), s. 247269.
OĞUZ, Şâbânı Velî:
Muhammed Ihsan Oğuz, Hazreti Şâbânı Velî ve Mustafa Çerkeşî, İstanbul 1993.
OKUMUŞ, Marmaravî:
Necdet Okumuş, "Yeni Kaynakların Işığında Ahmed Şemseddin Marmaravî (Yiğitbaşı) Hakkmdaki Bazı Yanlışların Düzeltilmesi", KAM, yıl: 25, IV (1996), s. 175183.
OKUMUŞ, Ömer, "Câmî, Abdurrahman", DİA, VII, 9499.
OSMAN Şevki, Türk Tababeti:
Osman Şevki, Beşbuçuk Asırlık Türk Tabâbeti Tarihi (sadeleştiren, îlter Uzel), Ankara 1991.
ÖKTEN, Fetwas of Ibn Kemâl:
Ertuğrul Ökten, Ottoman Society and State in the Light ofthe Fetwas of Ibn Kemâl (Bilkent Üniversitesi, yüksek lisans tezi), Ankara 1996.
ÖNGÖREN, Osmanlı'da Tasavvuf Anlayışı:
Reşat Öngören, "XV ve XVI. Asırlarda Osmanlı'da Tasavvuf Anlayışı", XV ve XVI. Asırları Türk Asrı Yapan Değerler, İs’ tanbul 1997, s. 409433.
ÖNGÖREN, Zeyniyye:
Reşat Öngören, Fâtih Devrinde Belli Başlı Tarikatlar ve Zeyniyye (yüksek lisans tezi), İstanbul 1990.
ÖNGÖREN, Reşat, "Haşan Burhâneddin Cihangîrî", DİA, XVI, 310311.
"Osmanlı Klasik Dönemi TasavvufKelâm İlişkisi", Akademik Araştırmalar Dergisi, IVV (2000) s. 3142.
"Osmanlılar'da Devlet RicâliMeşâyih Münasebetlerinin Boyutlarını Gösteren Yeni Bir Kaynak: Âlî'nin Şeyh Mehmedi Dâğî ile Alâkalı Menâkıbı", İAD, I (1997), s. 107113.
ÖZCAN, Abdülkadir, "Âşıkpaşazâde", DİA, IV, 67.
ÖZCAN, Nuri, "Abdurrahim Tirsî", DİA, I, 293.
ÖZDAMAR, Dergâhlar:
Mustafa Özdamar, Dersaâdet Dergâhları, İstanbul 1994.
ÖZDEMÎR, Rıfat, "Osmanlı Devleti'nin Tarîkat, Tekye ve Zaviyelere Karşı Tâkip Ettiği Siyâset", OTAM, Ankara 1994, s. 259310.
ÖZÖNDER, Haşan, "Afyon Mevlevîhânesi", 5. Millî Mevlânâ Kongresi: Tebliğler, 34 Mayıs 1991), Konya 1992.
"Kütahya Mevlevîhânesi", TAD, yıl: 2, II (1996), s. 6989.
ÖZTUNA, Türkiye Tarihi:
Yılmaz Öztuna, Başlangıcından Zamanımıza Kadar Büyük Türkiye Tarihi, IXIV, İstanbul 1978.
ÖZTUNA, Osmanlı Tarihi:
Yılmaz Öztuna, Osmanlı Devleti Tarihi, III, İstanbul 1986.
ÖZTÜRK, Mürsel, "Ebû Saîdi Sânî", DİA, X, 225.
ÖZTÜRK, Yaşar Nuri, Kutsal Gönüllü Velî Kuşadalı İbrahim Halveti: Hayatı, Tasavvufî Düşünceleri, Mektupları, İstanbul 1982.
Tarihi Boyunca Bektaşîlik, İstanbul 1990.
Tasavvufun Rûhu ve Tarikatlar, İstanbul 1992.
PAKALIN, Tarih Deyimleri:
Mehmed Zeki Pakalm, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, IIII, İstanbul 1983.
PARMAKSIZOĞLU, Gubârî:
ismet Parmaksızoğlu, "Abdurrahman Gubân'nin Hayatı ve Eserleri", 1ÜEFTD, c. I, sy. 12 (19491950), İstanbul 1950, s. 347356.
PEÇEVÎ, Tarih:
Peçevî İbrâhim Efendi, Peçevî Tarihi, III (hazırlayan, Bekir Sıtkı Baykal), Ankara 1981.
PEKOLCAY, A. Neclâ UÇMAN Abdullah, "Eşrefoğlu Rûmî", DİA, XI, 480482.
PÎR MUHAMMED Erzincânî, Makâmâtü'l'arifin ve ma'ârifü'ssâlikîn (hazırlayan, Necdet Okumuş), İstanbul 1992.
REPP, The Müfti of İstanbul:
R. C. Repp, The Müfti of İstanbul: A Study in the Development of the Ottoman Learned Hierarchy, London 1986.
RIDVAN Nâfiz İSMÂÎL Hakkı, Sivas Şehri, İstanbul 1928 (1346).
SÂKIB DEDE, Sefînei Mevleviyân:
Sâkıb Mustafa Dede, Sefînei Nefîsei Mevleviyân, IIII, Kahire 1283. SARAÇ, Kemâlpaşazâde:
M. A. Yekta Saraç, Şeyhülislâm Kemâl Paşazade: Hayatı, Şahsiyeti, Eserleri ve Bazı Şiirleri, İstanbul 1995.
SEHÎ, Tezkire:
Sehî, Tezkirei Sehî, İstanbul 1325.
SERTOĞLU, Midhat, Osmanlı Tarih Lügati, İstanbul 1986.
SEVGEN, Beşiktaşlı Yahya Efendi:
Nazmi Sevgen, Beşiktaşlı Yahya Efendi: Hayatı Menkıbeleri Şiirleri, İstanbul 1965.
SEYYİD Hüseyin b. Abbas, Risâlei Devrâniyye, İsmail E. Erünsal özel kitaplığı, vr. lb24b.
SEYYİD Seyfullah, Câmi'u'lma'ârif;
Seyyid Seyfullah Kasım, Câmi'u’lma'ârif, Süleymaniye Ktp., Hacı Mahmud Efendi, nr. 2335.
SOFYALI Bâlî Efendi, Rüstem Paşa'ya Mektup, Süleymaniye Ktp., Hâlet Efendi, 818, vr. 96b98b.
SOLAKZÂDE, Tarih.
Solakzâde Mehmed Hemdemî Çelebi, Solakzâde Tarihi, III (hazırlayan, Vâhid Çabuk), Ankara 1989.
Süleymaniye Vakfiyesi (mukaddimeyi ve metni hazırlayan, Kemal Edip Kürkçüoğlu), Ankara 1962.
SÜNBÜL Sinan, Risâlei Tahkîkiyye, Ismâil E. Erünsal özel kitaplığı.
ŞAHİN, Bünyâmin Ayâşî'nin Hayatı; ■
Kâmil Şahin, "Bünyâmin Ayâşî'nin Hayatı İslâmTürk Kültür Tarihindeki Yeri", Ayaş ve Bünyâmin Ayâşî: TarihteGünümüzde Ayaş ve Bünyâmin Ayâşî Sempozyumu (24 Temmuz 1993), Ankara 1993, s. 914.
ŞAHİN, Kâmil,"Bünyâmin Ayâşî", DİA, VI, 491.
"Habib Karamânî", DİA, XIV, 371372.
ŞAPOLYO, Enver Behnan, Mezhepler ve Tarikatlar Tarihi, İstanbul 1964.
ŞEMSEDDlN Sâmi, Kâmûsi Türkî, İstanbul 1317.
ŞEMSEDDlN Sâmi, Kâmûsü'la'lâm:
Şemseddin Sâmi, Kâmûsü'la'lâm Tarih ve Coğrafya Lügati, IVI, İstanbul 1314.
ŞERİF Efendi, Menâkıbu'levliyâ, Süleymaniye Ktp., Hacı Mahmud Efendi, nr. 4552, vr. lb50a.
TAHRALI, Mustafa, "Muhyiddîn Ibn Arabî ve Türkiye'ye Te'sîrleri", KAM, yıl: 23, sy. I (1994), s. 2635.
"Tasavvuf Tarihi Ders Notları" (basılmamış).
TANMAN, Alâeddin Tekkesi;
. M. Baha Tanman, "Alâeddin Mescidi ve Tekkesi", DBİA, 1,176. TANMAN, Baba Haydar;
M. Baha Tanman, "Baba Haydar Camii ve Tekkesi", DİA, IV, 367368.
TANMAN, Baba Haydar Tekkesi;
M. Baha Tanman, "Baba Haydar Mescidi ve Tekkesi", DBİA, I, 516517.
TANMAN, Balat Tekkesi;
M. Baha Tanman, "Balat Camii ve Tekkesi", DİA, V, 78.
TANMAN, Ferrııh Kethüda Tekkesi;
M. Baha Tanman, "Ferruh Kethüdâ Camii ve Tekkesi", DBİA, III, 294295.
TANMAN, Mimar Acem Tekkesi:
M. Baha Tanman, "Mimar Acem Camii ve Tekkesi", DBİA, V, 465466.
TANMAN, Muhsine Hatun Tekkesi:
M. Baha Tanman, "Muhsine Hatun Mescidi ve Tekkesi", DBİA, V, 495.
TANMAN, Şah Sultan Tekkesi:
M. Baha Tanman, "Şah Sultan Camii ve Tekkesi", DBİA, Vll, 125127.
TANMAN, M. Baha, "Abdüsselâm Tekkesi", DBİA, I, 5557.
"Âbid Çelebi Tekkesi", DBİA, I, 5758.
"Altuncuzâde Tekkesi", DİA, II, 544545.
"Bursa Tekkesi Mescidi", DBİA, II, 340341.
"Cafer Paşa Külliyesi", DBİA, II, 367369.
"Dırağman Külliyesi", DBİA, III, 4951.
"Durmuş Dede Tekkesi", DBİA, III, 106107.
"Emîr Buhârî Tekkesi”, DİA, XI, 126128.
"Gülşenîlik", DBİA, III, 442444.
"Halvetîlik", DBİA, III, 533535.
"Karabaş Tekkesi”, DBİA, IV, 440441.
"Koruk Tekkesi", DBİA, V, 7071.
"Küçük Ayasofya Tekkesi", DBİA, V, 149150.
"Merkez Efendi Külliyesi", DBİA, V, 396400.
"Mirza Baba Tekkesi", DBİA, V, 474475.
"Pazar Tekkesi", DBİA, VI, 235236.
"Semerci İbrâhim Efendi Tekkesi", DBİA, VI, 519520.
"Seyyid Nizam Tekkesi", DBİA, VI, 544545.
— "Sinan Erdebilî Tekkesi", DBİA, VI, 567568.
"Sofular Tekkesi", DBİA, VII, 2425.
"Şeyh Vefâ Külliyesi", DBİA, VII, 173176.
"Zeynîlik", DBİA, VII, 552553.
TANRIKORUR, Manisa Mevlevîhânesi:
Ş. Barihüda Tanrıkorur, "Manisa Mevlevîhânesi'nin Restorasyonu: Tenkid ve Teklif", Ekrem Hakkı Ayverdi Hâtıra Kitabı, İstanbul 1995, s. 331361.
TAŞAN, Abdürrahîm Rûmî ve Vakfiyesi:
Berin Taşan, "Merzifonlu Şeyh Abdürrahîm Rûmî ve Vakfiyesi", VD, XIII (1981), s. 91100.
TAŞKÖPRİZÂDE, eşŞekâik:
Taşköprizâde İsâmüddin Ahmed, eşŞekâiku'nnu'mâniyye fî 'ulemâi'ddevleti'l'Osmâniyye (inceleme ve notlarla neşreden, Ahmed Subhi Furat), İstanbul 1985.
TAYŞÎ, Mehmed Serhan, "Cemâliyye", DİA, VII, 318.
Topkapı Sarayı Müzesi Osmanlı Saray Arşivi Katalogu: Fermanlar, I. Fasikül, nr. E. 112476 (hazırlayanlar, İsmail Hakkı Uzunçarşılıîbrahim Kemal BayburaÜlkü Altındağ), Ankara 1985.
Topkapı Sarayı Müzesi Osmanlı Saray Arşivi Katalogu: HükümlerBeratlar, II. Fasikül, nr. E. 112476 (hazırlayanlar, 1. Hakkı Uzunçarşılıİbrahim Kemal BayburaÜlkü Altındağ), Ankara 1988.
TOSUN, Necdet, "Seyyid Nizamoğlu Seyfullah Hayatı ve Eserleri", İLÂM Araştırma Dergisi, c. II, sy. 1 (1997), s. 153164.
TRIMINGHAM, Sufi Orders:
J. Spencer Trimingham, The Sufi Orders in İslam, Oxford 1971.
TUĞLACI, Pars, Osmanlı Şehirleri, İstanbul 1985.
TURAN, Türk Cihan Hâkimiyeti:
Osman Turan, Türk Cihân Hâkimiyeti Mefkuresi Tarihi, III, İstanbul 1969.
TURNALI, A. Bilgin, "Câfer Paşa Tekkesi", DİA, VI, 555.
TURNALIYÜCEL, İstanbul'da Bazı Tekkeler:
A. Bilgin TurnalıEsin Yücel, "İstanbul'da Az Bilinen Bazı Tekkelerin Yerlerine Dair Bir Araştırma II", TDA, LXX (1991), s. 177191.
TÜRER, PâdişahTarîkat Şeyhi Münâsebeti:
Osman Türer, "Osmanlı Imparatorluğu'nda PâdişahTarîkat Şeyhi Münâsebetine Dâir Tarihî Bir Örnek", TDA, XXVIII .(1984), s. 181194.
Türk Ansiklopedisi, IXXXIII, İstanbul 19681984.
UĞUR, Ali, "Merkez Efendizâde Ahmed Efendi Hakkında Bâzı Önemli Bilgiler", Türk Kültür Tarihinde Denizli Sempozyumu: Bildiriler (2730 Eylül 1988), Denizli 1989, s. 299307.
ULUÇAY, Çağatay, "Bayezid Il'nin Ailesi", 1ÜEFTD, c. 10, sy. XIV (1959), s. 105124.
— Padişahların Kadınları ve Kızları, Ankara 1980.
Saruhanoğulları ve Eserlerine Dair Vesikalar III, İstanbul 1946.
ULUÇAY, ÇağatayGÖKÇEN, İbrahim, Manisa Tarihi, İstanbul 1939. ULUDAĞ, Ahmed Şemseddin:
S. Uludağ, "Ahmed Şemseddin, Yiğitbaşı", DİA, II, 135136.
ULUDAĞ, Tasavvuf Terimleri:
Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, İstanbul 1991.
ULUDAĞ, Süleyman, "Cendî", DİA, VII, 361362.
USLU, Recep, "Dâvûdi Halveti", DİA, IX, 28.
UYKUCU, Muğla Tarihi:
Ekrem Uykucu, İlçeleriyle Birlikte Muğla Tarihi: Coğrafya ve Sosyal Yapı, İstanbul 1983.
Bibliyografya
UZUN, Mustafa, "Dede Ömer Rûşenî", DİA, IX, 8183.
"Dede Ömer Rûşenî Hayatı, Eserleri ve Miskinliknâme Mesnevisi" (doktora tezi), 1982.
UZUNÇARŞILI, İlmiye Teşkilâtı:
İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devletinin İlmiye Teşkilâtı, Ankara 1965.
UZUNÇARŞILI, Saray Teşkilâtı:
İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devletinin Saray Teşkilâtı, Ankara 1984.
UZUNÇARŞILI, İsmail Hakkı, Osmanlı Tarihi, IX, Ankara 1988. ÜNAL, Mehmed Ali, XVI. Yüzyılda Harput Sancağı, Ankara 1989. ÜNVER, Kanûnî'nin Hastalığı ve Ölümü:
A. Süheyl Ünver, "Kanûnî Sultan Süleyman'ın Son Avusturya Seferinde Hastalığı, Ölümü, Cenâzesi ve Defni", Kanûnî Armağanı, Ankara 1970, s. 301306.
ÜNVER, A. Süheyl, Hattat Ahmet Karahisârî, İstanbul 1964.
VÂHİDÎ, Hâcei Cihan:
Vâhidî, Menâkıbi Hvocai Cihan ve Netîcei Cân (tenkidli metin, tahlil ve tıpkıbasım, Ahmet T. Karamustafa), Amerika 1993. VASSÂF, Sefîne:
Hüseyin Vassâf, Sefînei Evliyâyı Ebrâr, 1V, Süleymaniye Ktp., Yazma Bağışlar, nr. 23052309; (Çalışmamızda kullanılan Sefîne nüshasının III. cildinde, 234. sayfadan sonra yanlışlıkla sayfa numarası 235 yerine 225 yazılmış ve bu hata tekrar 235. sayfaya gelinceye kadar sürmüştür. Bu durumda, 225235 arası sayfalar farklı bilgilerle iki kere karşımıza çıktığından, karışıklığı önlemek maksadıyla İkincilere Roma rakamı ile (ıı) işareti konmuştur. Meselâ 226/ıı gibi).
VELİYYÜDDİN, Menâkıbı Eşrefzâde:
Bursalı Mehmed Veliyyüddin, Menâkıbı Eşrefzâde: Eşrefoğlu Rûmî Hayatı Menkıbeleri Şiirleri (hazırlayanlar, Abdullah UçmanÖnder Akıncı), İstanbul 1976.
VİCDÂNÎ, Halvetiyye:
M. Sâdık Vicdânî, Tomârı Turuki 'Aliyye'den Halvetiyye Silsilenamesi, İstanbul 133841.
VİCDÂNÎ, Melâmîlik:
M. Sâdık Vicdânî, Tomârı Turuki 'Aliyye: Melâmîlik, İst. 133840. VVINTER, Ottoman Egypt:
Michael Winter, Society and Religion in Early Ottoman Egypt: Studies in the Writings of Abd alWahhâb alSha'rânî, New Brunswick London 1982.
WINTER, Syrian Sufism:
Michael VVinter, "Sheikh Ali Ibn Maymûn and Syrian Sufism in Sixteenth Century", IOS, VII, Telaviv 1977.
YAHYAyı Şirvânî, Virdü'ssettâr (Harîrîzâde, Tibyân’m II. cildi içinde) vr. 145a148b.
YAKIT, Merkez Efendi:
İsmail Yakıt, "Merkez Efendi ve Şiirlerindeki Tasavvuf Felsefesine Ait Kavramların Açıklanması", Türk Kültür Tarihinde Denizli Sempozyumu: Bildiriler (2730 Eylül 1988), Denizli 1989, s. 124129.
YAZICI, Fetihten Sonra Halvetîler:
Tahsin Yazıcı, "Fetihten Sonra İstanbul'da İlk Halveti Şeyhleri: Çelebi Muhammed Cemâleddîn, Sünbül Sinân ve Merkez Efendi", İED, II (1956), s. 87113.
YAZICI, Ishak, "Bahru'lulûm", DİA, IV, 517518.
YAZICI, Tahsin, "Mawlawiyya", El2, VI, 883887.
YEDİYILDIZ, Ordu Kazası:
Bahaeddin Yediyıldız, Ordu Kazası Sosyal Tarihi (14551613), Ankara 1985.
YILMAZ, Hüdâyî:
Haşan Kâmil Yılmaz, Azîz Mahmud Hüdâyî ve Celvetiyye Tarikatı, İstanbul, ts.
YILMAZ, Tasavvufî Hadis Şerhleri:
Haşan Kâmil Yılmaz, Tasavvufî Hadis Şerhleri ve Konevî'nin Kırk Hadis Şerhi, İstanbul 1990.
YILMAZ, Haşan Kâmil, "Celvetiyye", DİA, VII, 373275.
"Osmanlı Sultanları ve Mutasavvıflar", Mâverâ: Aylık Edebiyat Dergisi, VIII, sy. 92939495, yıl: 8, İstanbul 1984, s. 92100.
YİĞİTBAŞI Ahmed Şemseddin Marmaravî, Keşfü'lesrâr (Harîrîzâde, Tibyân'm I. cildi içinde), vr. 53b65a.
YÖRÜKOĞLU, Hafsa Sultân Hânkahı:
Nihat Yörükoğlu, "Manisa'da Hafsa Sultân Hânkahı", VD, Kili (1981), s. 489492.
YUNUS b. Halil, Mi'yâru'lesrâr ve'lahbâr, Süleymaniye Ktp., Hacı Mahmud Efendi, nr. 2597, vr. lb63b.
YURD, Akşemseddin:
Ali İhsan Yurd, Akşemseddin Hayatı ve Eserleri (düzeltme ve eklemelerle yayma hazırlayan, Mustafa S. Kaçalin), İstanbul 1994.
YURDAYDIN, Düşünce ve Bilim Tarihi:
Hüseyin G. Yurdaydm, "Düşünce ve Bilim'Tarihi (13001600)", Türkiye Tarihi II: Osmanlı Devleti [13001600] (yayın yönetmeni, Sina Akşin), İstanbul 1988, s. 145209.
YURDAYDIN, Hüseyin G., İslâm Tarihi Dersleri, Ankara 1982.
YÛSUF b. Ya'kub, Meşâyihi Halvetiyye:
Yûsuf b. Ya'kub, Menâkıbı Şerif ve Tarîkatnâmei Pîrân ve Meşâyihi Tarîkati 'Aliyyei Halvetiyye, 1290.
YÜCE, Yahya Efendi:
İsmail Yüce, Beşiktaşlı Yahya Efendi: Hayatı, Eserleri ve Tasavvufî Görüşleri (basılmamış yüksek lisans tezi), İstanbul 1992.
YÜCEL, Muhteşem Türk:
Yaşar Yücel, Muhteşem Türk Kanûnî ile 46 Yıl, Ankara 1987.
YÜCELSEVİM, Üç Hükümdar:
Yaşar YücelAli Sevim, Klasik Dönemin Üç Hükümdarı: FâtihYavuzKanûm, Ankara 1991.
YÜKSEL, Atik Ali Paşa:
1. Aydın Yüksel, "Atik Ali Paşa Külliyesi", DBİA, I, 403406.
YÜKSEL, Emrullah, "Birgivî", DİA, VI, 191194.
YÜNGÜL, Gülbahar Hatun Tekkesi Vakfı:
Nâci Yüngül, "Giresun'un Espiye İlçesinde Yavuz Sultan Selim'in Te'sîs Ettiği Gülbahar Hatun Tekkesi Vakfına Ait Vesikaların Değerlendirilmesi", VD, XV (1982), s. 101116.
ZÂKİR Şükrü, Silsilei Meşâyih:
Zâkir Şükrü Efendi, İstanbul Tekkeleri Silsilei Meşâyihi (neşre hazırlayan, Şinasi Akbatu), İM, IV, sy. 4 (Haziran 1980), s. 5196; c. V, sy. 1 (Ocak 1981), s. 81103; V, sy. 2 (Haziran 1981), s. 97121.
ZARCONE, Thierry, "Emir Buhârî Tekkesi", DBİA, III, 165. "Hindiler Tekkesi", DBİA, IV, 74.
ZENBİLLİ Ali Efendi, Devrân Risalesi, IOLR, Or. 12933, vr. lb3a.
Süleyman Uludağ, "Cendî", Türkiye Diyanet Vakfı Islâm Ansiklopedisi (DİA), Vlî, 361.
M. Fuad Köprülü, Türk Edebiyatında ilk Mutasavvıflar (gerekli sadeleştirmeler ve bazı notlara ilâvelerle yayımlayan, Orhan F. Köprülü), Ankara 1981, s. 200 vd.; ayrıca bk. Osman Çetin, Selçuklu Müesseseler! ve Anadolu'da İslâmiyet™ Yayılışı, İstanbul 1981, s. 137.
Mustafa Kara, Bursa'da Tarikatlar ve Tekkeler, Bursa 1990,1, 14.
Köprülü, İlk Mutasavvıflar, s. 205.
Ocak, Babailer isyanı, s. 3940.
Kara, Bursa'da Tarikatlar, 1,16.
Abdurrahmanı Câmî, Nefehâtü'lüns min hadarâti'lkuds (tercüme ve şerh, Lâmiî Çelebi), İstanbul 1980, s. 560; Sarı Abdullah Efendi, SemerâtüTfuâd fi'Tmebdei ve'lmeâd, İstanbul 1288 h., s. 140, 141; Harîrîzâde Kemâleddin, Tibyânü vesâili'lhakaik fî beyani selâsili’ttarâik, Süleymaniye Ktp., Fâtih, nr. 430432, II, 102a; Ahmed Rif'at, Mir’âtüTmekasıd fî def'i'lnıefâsid, İstanbul 1293, s. 39; Mustafa Kara, "Abdüllatif Kudsî", DİA, I, 257; Reşat Öngören, Fâtih Devrinde Belli Başlı Tarikatlar ve 7.eyniyye (basılmamış yüksek lisans tezi), İstanbul 1990, s. 64; M. Baha Tanman, "Zeynîlik", Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi (DB1A), VII, 552.
M. Fuad Köprülü, Osmanlı Devleti'nin Kuruluşu, Ankara 1988, s. 95; ayrıca bk. J. Spencer Trimingham, The Sufi Orders in İslam, Oxford 1971, s. 40, 61. Anadolu'da ilk Rifâîler hakkında bilgi için bk. Sadi Bayram, "Anadolu'da İlk Rufâîler ve Hz. Zeynel Âbidîn Ali erRufâî Soyu Hakkında Yeni Hipotezler", I. Kayseri ve Yöresi Tarih Sempozyumu Bildirileri (1112 Nisan 1996), Kayseri 1997, s. 2734.
Köprülü, İlk Mutasavvıflar, s. 204; İrfan Gündüz, OsmanlIlarda DevletTekke Münasebetleri, Sehâ Neşriyât, ts., s. 90, 91; Kara, Bıırsa'da Tarikatlar, I, 22.
Köprülü, Osmanlı Devleti'nin Kuruluşu, s. 95. Bazı müsteşrikler, Halvetiyye ve Nakşibendiyye'nin Sünnî inanca sahip oldukları için Osmanlı toplumuna XV. asrın sonlan ve XVI. asır gibi geç tarihlerde girdiğini ileri sürmüşlerse de (bk. H.A.R. GibbHarold Bowen, Islamic Society and the West: A Stııdy of the Impact of Western Civilization on Moslem Culture in the Near East, I, 2. bölüm, London New York Toronto 1957, s. 197), bunun hiçbir ciddi dayanağı yoktur. Nitekim bu tarikatların belirtilen tarihlerden önce Anadolu'ya girdikleri bilindiği gibi, diğer taraftan Osmanlı'da tâ kuruluş yıllarından itibaren Kübreviyye, Mevleviyye gibi Sünnî tarikatların faaliyet gösterdikleri de bilinmektedir. Batılı araştırmacılar arasında, yukarıdaki görüşün tam aksine, Halve
tiyye'yi Şiîliğe yakm veya Sünnîlik karşıtı bir tarikat olarak takdim etme eğiliminde olanlar da vardır. Meselâ Bernard Lewis, XVII. asırda Halvetî şeyhi Sivâsî Efendi ile Kadızâde Mehmed Efendi arasında çıkan kavgayı, Halvetîler ile Sünnîlik taraftarı olanlar arasında çıkan kavga şeklinde takdim ederken (Bernard Lewis, İstanbul and the Civilization of the Ottoman Empire, Norman: University of Oklahama Press 1963, s. 159), B.G. Martin, bu tarikatın görüşlerinin Şiîliğe yakın ve onunla benzerlik arzettiğini ileri sürmektedir (B. G. Martin, "A Short History of the Khahvati Order of Dervishes", Scholars, Saints, and Sufis: Müslim Religious Institutions in the Middle East since 1500, [Ed. Nikki R. Keddie], Berkeley Los Angeles London 1972, s. 283). Oysa bu tarikat tamamen Sünnî bir karaktere sahiptir. Tarikatta "pîri sânî" olarak kabul edilen Yahyâyı Şirvânî'nin telif ettiği Virdü'ssettâr’da, onun kırk âlim dervişi tarafından hazırlanan, Halvetîler'in; özellikle Şâbâniyye kolunun tarikat âdâbı açısından temel kitap olarak kabul ettiği Mi'yârü'ttarîka isimli eserde ve yine Şirvânî'nin ileri gelen halifesi Pîr Muhammed Erzincânî'nin Makâmâtü'lârifîn isimli eserinde Hz. Peygamber'den sonra büyük .ihtiramla dört büyük halifenin; sırasıyla Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali şeklinde kaydedilmesi (bk. Virdü'ssettSr, vr. 147b, 148a, Tibyân'm II. cildi içinde [145a148b]; Mi'yârü'ttarîka, vr. 194a, Tibyân'm II. cildi içinde [194a202a]; Pîr Muhammed Bahâeddin Erzincânî, Makâmâtü'lârifîn ve maârifti'ssâlikîn [hazırlayan, Necdet Okumuş], İstanbul 1992, s. 2227) bunu açıkça göstermektedir. Yine bir başka Batılı araştırmacı H. J. Kissling de, Osmanlı Devleti'nin katı Sünnî anlayışı sebebiyle Zeyniyye'nin battığını iddia etmektedir (Hans Joachim Kissling, "Einiges über den Zejnîje Orden im Osmanischen Reiche", VI, XXXIX, Berlin 1964, s. 166). Halbuki Fâtih ve II. Bayezid devrinin en etkili şeyhlerinden birisi Zeyniyye'yi temsil eden Şeyh Vefâ’dır (ö. 896/1491) (bk. Öngören, Zeyniyye, s. 93 vd.).
· 12. Kara, Bursa'da Tarikatlar, II, 24.
· 13. Köprülü, Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu, s. 96; Kara, a.g.e., II, 23.
· 14. bk. Abdizâde Hüseyin Hüsâmeddin, Amasya Tarihi, İstanbul 1330 H., I, 243244.
Mikâil Bayram, "Selçuklular Zamânmda Tokat Yöresinde İlmî ve Fikrî Faaliyetler", Türk Tarihinde ve Kültüründe Tokat Sempozyumu (26 Temmuz 1986), Ankara 1987, s. 34, 35.
Mehmet Bayraktar, "Dâvûdi Kayseri", DİA, IX, 32, 33; Gündüz, OsmanlIlarda DevletTekke Münasebetleri, s. 71, 72.
Mustafa Tahralı, "Muhyiddîn îbn Arabi ve Türkiye'ye Te'sîrleri", Kubbealtı Akademi Mecmûası (KAM), sy. I, yıl: 23, İstanbul 1994, s. 33; Mahmud Kaya, "Ibni Kemâl'in Düşünce Tarihimizdeki Yeri ve Varlık Anlayışı", Türk Tarihinde ve Kültüründe Tokat Sempozyumu (26 Temmuz 1986), Ankara 1987, s. 598. Molla Fenârî, Sadreddin Konevî'nin Miftâhü'lgayb adlı eserini şerhetmiştir. Babası Konevî'nin halifelerindendir. Talebesi Kutbüddin iznikî de Fıısûs şârihlerindendir. Ayrıca Îbnü'lArabî'nin bazı sözlerini ve Konevî'nin bazı eserlerini şerhetmiştir (Tahralı, a.g.m., aynı yer). Yazıcızâde Mehmed Efendi'nin ise, Cendî'nin Fusûs şerhine elMüntehâ ale'lFusûs adıyla Arapça bir ta'likatı bulunmaktadır. Kardeşi Ahmed Bîcân bu tâlikâtı genişleterek Türkçe'ye tercüme etmiştir (M. Erol Kılıç, "Fusûsü'lhikem", DİA, XIII, 232, 233). Cemâl Halvetî ise Îbnü'lArabî'nin iki beytini şerhetmiştir (Tahralı, a.g.m., aynı yer; M. Erol Kılıç, "elFütûhâtü'lMekkiyye", DİA, XIII, 255). Bunların yanı sıra Şeyh Akşemseddin (bk. Kılıç, "FusûsüThikem", DİA, XIII, 235), Eşrefoğlu Rûmî, Molla Abdullâhı İlâhî, Şeyh Vefâ, Yiğitbaşı Ahmed Şemseddin Marmaravî gibi ileri gelen meşâyih de Ekberiyye mektebinin görüşlerini yer yer eserlerinde kaydetmek suretiyle XVI. asra aktarmışlardır (Reşat Öngören, "XV ve XVI. Asırlarda Osmanlı'da Tasavvuf Anlayışı", XV ve XVI. Asırları Türk. Asrı Yapan Değerler [Milletlerarası Sempozyum: 911 Kasım 1996], İstanbul 1997, s. 419).
Aşıkpaşazâde Derviş Ahmed, Tevârîhi Âli Osman, İstanbul 1332, s. 386.
Köprülü, Osmanlı Devletinin Kuruluşu, s. 91.
İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, Ankara 1988 (Beşinci baskı), I, 530.
tbn Battûta Ebû Abdullah Muhammed, Rıhletü Ibn Battûta, Beyrut ts., s. 285.
Neşet Çağatay, Bir Türk Kurumu Olan Ahilik, Ankara 1989, s. 22 vd.
Ahilik ve Mevlevîlik ilişkisi için bk. Feyzi Halıcı, "Ahilik ve Mevlevîlik", Türk Kültürü ve Ahilik: XXI. Ahilik Bayramı Sempozyumu Tebliğleri (1315 Eylül 1985 Kırşehir), İstanbul 1986, s.163169.
M. Fuad Köprülü, "Anadolu'da İslâmiyet", Dârülfünûn Edebiyat Fakültesi Mecmuası (DEFM), yıl: 2, sy. V, 1338/1922, s. 387.
bk. Ömer Lütfi Barkan, "Osmanlı imparatorluğunda Bir İskân ve Kolonizasyon Metodu Olarak Vakıflar ve Temlikler: istilâ Devirlerinin Kolonizatör Türk Dervişleri ve Zâviyeler", Vakıflar Dergisi (VD), sy. II (1942), İstanbul 1974, s. 282.
bk. Abdülbâki Gölpmarlı, "İslâm ve Türk illerinde Fütüvvet Teşkilâtı ve Kaynaklan", İstanbul Üniversitesi iktisat Fakültesi Mecmuası (İÜİFM), sy. IIV (19491950), s. 80.
Sâmiha Ayverdi, Türk Tarihinde Osmanlı Asırları, İstanbul 1977,1,108.
Mikâil Bayram, Bâciyânı Rûm (Anadolu Şelçuklulan Zamanında Genç Kızlar Teşkilâtı), Konya 1987, s. 19.
a.g.e., s. 38, 52.
a.g.e., s. 52.
Barkan, Kolonızatör Türk Dervişleri, s. 282.
Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, I, 531.
Ahmet Yaşar Ocak, "Zaviyeler", VD, Ankara 1978, XII, 257.
Ömer Halvetî hakkında geniş bilgi için bk. Mahmud Cemâleddin Hulvî, Lemezâtı Hıdviyye ez Lemezâtı Ulviyye (hazırlayan, Mehmet Serhan Tayşî), İstanbul 1993, s. 345350 (Halvetiyye şeyhlerinden Hulvî Efendi'nin [15741654] XVII. asrın ilk çeyreğinde başlayıp tamamlamış olduğu bu eseri, vefat tarihlerindeki bazı yanlışlıklar bir tarafa bırakılacak olursa, Halvetiyye tarihi için önemli ve temel eser niteliğindedir). Ömer Halvetî için ayrıca bk. M. Sâdık Vicdanî, Tomârı Turukı Aliyye'den Halvetiyye Silsilenamesi, İstanbul 133841, s. 1921. Ömer Halvetî'nin vefatı için Lemezât'da hicri 800 tarihi verilirken (s. 350), Tomâr'da "750 veya 800" denilerek iki muhtemel tarih kaydedilmiştir (s. 20). Ancak kanaatimize göre 750 tîrihi doğruya daha yakındır. Zira, ileride kaydedileceği gibi, Fuad Köprülü Halvetiyye'nin Anadolu'ya girişinin XIII. asrın sonunda gerçekleştiğini söylemektedir. Buna göre tarikatın kurucusunun, XIV. asrın sonlarında, yani 800 (139798) senesinde vefat etmiş olması çok uzak bir ihtimaldir.
Yahyâyı Şirvânî hakkında geniş bilgi için bk. Lâmiî, Nefehât Tercümesi, s. 574, 575; Isâmüddin Ahmed Taşköprizâde, eşŞekâiku'nnu'mâniyye fî ulemâi'ddevleti’lOsmâniyye (inceleme ve notlarla neşreden, Ahmed Subhi Furat), İstanbul 1985, s. 270272; Hulvî, Lemezât, s. 395401; Vicdanî, Halvetiyye, s. 2527.
Şeyh Sadreddin için bk. Lâmiî, Nefehât Tercümesi, s. 572; Hulvî, Lemezât, s. 381.
Pîr' İlyas Amasya'da Gümüşlü sülâlesİndendir. Bu sülâle Selçuklu Emîri Gümüşlü Muînüddin Yûnus Müstevfî'nin (ö. 670/1272) soyundan gelmektedir. Bu sülâleden pek çok kol ortaya çıktığı halde, hepsi de, Gümüşlüoğlu (Gümüşlüzâde) unvanıyla meşhur olmuştur (Abdizâde, Amasya Tarihi, I, 327).
Pîr İlyas'ın vefatı Amasya Tarihi'nde 813 (1410) olarak kaydedilirken (I, 266), Lemezât'da 837 (143334) olarak verilmiştir (s. 394). Kanaatimizce Lemezât'm kaydı doğruya daha yakındır. Zira Pîr tlyas'la Yahyâyı Şirvânî'nin pîrdaş oldukları bilindiğine göre, Pîr llyas'm 869 (146465) senesinde vefat eden Yahyâyı Şirvânî'den elli beş sene gibi yarım asrı aşkın bir müddet önce vefat etmiş olması uzak ihtimaldir.
F. de Jong, "Khalwatiyya”, E12, IV, 991.
M. Baha Tanman da Halvetiyye'nin Anadolu'ya Yahyâyı Şirvânî'nin halifeleri vasıtasıyla geldiğini belirtmektedir (M. Baha Tanman, "Halvetîlik", Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi [DBİA], III, 533). Ancak tarikatın Anadolu'ya gelişi değil de geniş çevreye yayılışı belirtilen halifeler eliyle olmuştur.
Köprülü, Osmanlı Devleti'nin Kuruluşu, s. 96.
bk. kâmil, Nefehât Tercümesi, s. 573; Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 73, 74; Hulvî, l.emezât, s. 393.
Abdizâde, Amasya Tarihi, I, 240241.
Lâmiî, Nefehât Tercümesi, s. 573; Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 75.
Abdizâde, Amasya Tarihi, I, 241.
a.g.e., aynı yer.
a.g.e., I, 227228.
bk. Harîrîzâde, Tibyân, 1,246b.
Abdizâde, Amasya Tarihi, I, 232.
a.e., I, 232233.
a.e., 1,150.
a.e., I, 233.
a.e., I, 240.
a.e., 1,230.
a.e., I, 228229.
a.e., I, 250251.
a.e„ 1,231232.
Zikredilen bu dört şube ve bunlardan neşet etmiş diğer kollar için bk. Vicdanî, Halvetiyye, 41117.
Lâmiî, Nefehât Tercümesi, s. 577578; Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 265,266; Mahmûd Kefevî, Ketâibü a'lâmi'lahyâr min fukahâi mezhebi'nNu'mân elmııhtâr, Süleymaniye Ktp., Hâlet Efendi, nr. 630, vr. 456a; Hulvî, Lemezât, s. 409.
Kâmil Şahin, "Habib Karamânî", DİA, XIV, 371372.
Recep Uslu, "Dâvûdi Halveti", DİA, IX, 28.
Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 372, 373; Âlî, Künhü'lahbSr, vr. 168b; Kâtib Çelebi, . Keşfü'zzunûn an esâmi'lkütüb ve'lfilnûn (neşredenler, Kilisli Muallim Rifat
Şerefeddin Yaltkaya), İstanbul 136062/194143, II, 1505; Uslu, a.g.m., a.y.. Gülşeni Tevhîd hakkında bilgi ve kütüphanelerde bulunan nüshaları için bk. (Uslu, a.g.m., aynı yer).
Anadolu Eyâleti, Osmanlı eyaletlerinin İkincisidir. Merkez sancağı Kütahya olan bu eyalet, Anadolu beylerbeyinin idaresinde bulunmaktaydı (Midhat Sertoğlu, Osmanlı Tarih Lügati, İstanbul 1986, s. 16).
Nev'îzâde Atâî, Hadâiku’lhakaik fî tekmileti'şŞekâik (neşre hazırlayan, Abdülkadir Özcan), İstanbul 1989, s. 202. Şeyh Dâvud'un, oğlu Mehmed Efendi'den başka, ismi zikredilmemekle birlikte, şiirde "Kâşifi" mahlasını kullandığı kaydedilen bir halifesi daha vardır ki, bu zat Şehristânî'nin "elMilel ve'nnihâl"i tarzında Tehzîbü'lakaid ve miifîdetü'lfevâid isimli eserin sahibidir (Bursalı Mehmed Tâhir, Osmanlı Müellifleri, İstanbul 1333,1, 69).
Şekâik müellifi Taşköprizâde, Seyyidüddin Ali Halvetî’yi "Seyyidî Halife elAmâsî" olarak kaydetmiştir (bk. s. 438, 439).
Abdizâde, Amasya Tarihi, I, 242243.
M. Nazmî, HediyyetüTihvân (haz. Osman Türer, basılmamış doktora tezi), Ankara 1982, s. 58; Harîrîzâde, Tibyâıı, I!, 209a; Vicdanî, Halvetiyye, s. 114.
Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 370; ayrıca bk. Kefevî, Ketâib, vr. 480b.
Âlî, Künhü'lahbâr, vr. 168a.
Cemal Halife hattat olması hasebiyle devrin ileri gelen hattatlarından Ahmed Karahisârî (ö. Zilkade 963/Eylül 1556) kendisiyle dostluk kurmuş ve müridi olarak sülûkünü ikmal edip hilâfet almıştır (A. Süheyl Ünver, Hattat Ahmet Karahisârî, İstanbul 1964, s. 7). Ahmed Karahisârî'nin hayatı, eserleri ve hattından bazı örnekler için mezkûr esere bakılabilir.
Bursalı, Osmanlt Müellifleri, I, 51. Ayrıca bk. Haşan Kâmil Yılmaz, Tasavmıfî Hadis Şerhleri ve Konevî'nin Kırk Hadis Şerhi, İstanbul 1990, s. 7374.
Bağdatlı İsmâil Paşa, HediyyetüTârifîn esmâü'lmüellifîn ve âsârü’lmusannifîn, I (neşredenler, Kilisli Muallim Rifat İbnülemin Mahmud Kemal), II (neşredenler, İbnülemin Mahmud KemalAvni Aktuç), İstanbul 195155, Tahran 1387/1967,1, 202; Bursalı, a.g.e., aynı yer.
Bursalı, a.g.e., aynı yer.
Pîrî Mehmed Paşa hakkında geniş bilgi ve yaptığı hayratı için bk. Yusuf Küçükdağ, Vezîri Azam Pîrî Mehmed Paşa, Konya 1994.
Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 370; Mehmed Paşa, Nişancı Tarihi, İstanbul 1290, s. 181; Âlî, Künhü'lahbâr, vr. 168ab.
Âlî, a.g.e., vr. 168b.
Atâî, Zeyli Şekâik, s. 24.
Hüseyin Ayvansarâyî, Hadikatü'lcevâmi1, İstanbul 1281,1,137.
Ayvansarâyî, Hadîka, aynı yer.
Âlî, Künlıü’lahbâr, vr. 168a; Hoca Sâdeddin Efendi, Tâcü'ttevârîh, İstanbul 1280 H., II, 579580; Atâî, Zeyli Şekâik, s. 24; Ayvansarâyî, Hadîka, aynı yer; Küçükdag, Pîrî Mehmed Paşa, s. 136.
Bu tekke hakkında geniş bilgi için bk. Tanman, "Koruk Tekkesi", DBİA, V, 70.
bk. Bursalı, Osmanlı Müellifleri, I, 51; Hüseyin Vassâf, Sefînei Evliyayı Ebrâr, Süleymaniye Ktp., Yazma Bağışlar, nr. 23052309, III, 224. Sonradan bu tekkede şeyhlik yapan Seyyid Mehmed Efendi (ö. 1775) ve selefi Şeyh Mehmed Fahri Efendi (ö. 1735), Odabaşı Çarşısı yakınında Koruk mahallesi sakinlerinden oldukları için, dergâhları Koruk Tekkesi diye anılmaya başlamıştır (Ayvansarâyî, Hadîka, I, 137).
Zâkir Şükrü Efendi, İstanbul Tekkeleri Silsilei Meşâyihi (neşre hazırlayan, Şinasi Akbatu), İslâm Medeniyeti Mecmûası (İM), IV, sy. 4, İstanbul 1980, s. 81; Tanınan, "Koruk Tekkesi", DBİA, V, 70; Mustafa Özdamar, Dersaâdet Dergâhları, İstanbul 1994, s. 121.
Vassâf, Sefine, III, 224.
Müstakimzâde Süleyman Sâdeddin, Ayasofya Camii Cıımâ Vaizleri ile alâkalı yazma bir eser, Süleymaniye Ktp., Esad Efendi, nr. 1716/2, vr. 11b; Zâkir Şükrü, Silsilei Meşâyih, İM, IV, sy. 4, s. 81.
Zâkir Şükrü, a.g.e., aynı yer.
Günay Kut Turgut Kut, İstanbul Tekkelerine Ait Bir Kaynak: Dergehnâme, Vqria Turcica Türkische Miszellen (VTTM), İstanbul 1987, IX, 222; Atillâ Çetin, "İstanbul'daki Tekke, Zaviye ve Hânkahlar Hakkında 1199 (1784) Tarihli Önemli Bir Vesika", Vakıflar Dergisi (VD), Ankara 1981, XIII, 589.
Çetin, a.g.m., aynı yer.
Tanınan, "Koruk Tekkesi", DBİA, V, 70; Yusuf Küçükdağ, 11. Bayezid, Yavuz ve Kanunî Devirlerinde Cemâlî Ailesi, İstanbul 1995, s. 85.
Bâbüssaâde Ağası: OsmanlI sarayında çalıştırılan hadım ağalarının bir kısmına "akağalar" denirdi. Akağalarm başına ise kapı ağası veya Bâbüssaâde ağası denilmekteydi (Sertoğlu, Osmanlı Tarih Lügati, s. 10).
Ayvansarâyî, Hadîka, I, 303.
Atâf, Zcyli Şekâik, s. 198.
Süleymaniye Ktp., Esat Efendi, nr. 1716/2, vr. İla.
Bursalı, Osmanlı Müellifleri, I, 51; Vaşsâf, Sefine, III, 224.
Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 371.
Tanman,’ M. Baha, "Koruk Tekkesi", DBİA, V, 70.
Vassâf, Sefine, III, 223.
Bu zâviye hakkında geniş bilgi için bk. İbrâhim Hakkı Konyah, Âbideleri ve Kitabeleri ile Konya Tarihi, Konya 1964, s. 927934.
Atâî, Zeyli Şekâik, s. 85.
a.g.e., s. 63.
Bursah, Osmanlı Müellifleri, 1,145.
Atâî, Zeyli Şekâik, s. 191.
Bursah, Osmanlı Müellifleri, 1,145.
bk. Kara Çelebi Mehmed Tirevî, Metâliu’leırvâr, Süleymaniye Ktp., Denizli, nr. 197, vr. 125ab (Yüz bölüm üzerine tertip edilmiş olan bu eserin kaydedilen nüshası 427 varaktır [1 b427b]; ancak sonunda birkaç yaprağının kaybolduğu anlaşılmaktadır). Eserde kaydedilen tarikat silsilesi Yahyâyı Şirvânî'ye kadar şöyledir: Kara Çelebi Mehmed > Abdülkerim Tirevî > Cemal Karamânî > Habib Karamanı > Seyyid Yahyâyı Şirvânî.
Bursah, Osmanlı Müellifleri, 1,145.
a.g.e., aynı yer.
Emeklilik kanununun kabulünden önce, Osmanlı'da herhangi bir hizmeti görülenlere ihtiyarlık ve hastalıkları sebebiyle devlet tarafından "tekaüdiyye" denilen bir maaş bağlanırdı (Mehmet Zeki Pakalm, Osmanh Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, İstanbul 1983, III, 441).
Atâî, Zeyli Şekâik, s. 43.
a.e., aynı yer.
tbrâhim Hakkı Konyalı, Âbideleri ve Kitabeleriyle Üsküdar Tarihi, İstanbul 1976, 1,371.
Konyalı, Üsküdar Tarihi, I, 371372.
Âlî, Künhü'lahbâr, vr. 465a.
Âlî, a.g.e., aynı yer; Mehmed Süreyyâ, Sicilli Osmârıî, İstanbul 1311, II, 328;
Konyalı, a.g.e., aynı yer.
si. Mehmed Süreyya, a.g.e., aynı yer.
Konyalı, Üsküdar Tarihi, I, 371372.
Hulvî, Lemezât, s. 469.
Yûsuf b. Ya'kub, Menâkıbı Şerif ve Tarikatnâmei Pîrân ve Meşâyihi Tarikati Aliyyei Halvetiyye, 1290, s. 17 (Yûsuf Efendi'nin Halvetiyye maşâyihine da
. ir kaleme aldığı bu eser Halvetiyye'nin özellikle Cemâliyye ve ondan ayrılan .Sünbüliyye şubesi için ilk ve en önemli kaynaklardan birisidir. Müellifi Yûsuf Efendi (ö. 987/1579), XVI. asırda yaşamış ve Koca Mustafa Paşa Dergâhı'nda babası Ya'kub Efendi'den sonra posta oturmuştur. Ya'kub Efendi ise . Sünbül Sinan ve Merkez Efendi gibi önemli şeyhlerin yanında yetişmiş bir zattır. Yûsuf Efendi mezkûr eserin giriş bölümünde Halvetiyye silsilesini anlattıktan sonra, kendisine gelinceye kadar Koca Mustafa Paşa Dergâhı'nda posta oturan meşâyihi; Çelebi Halife, Sünbül Sinan, Merkez Efendi ve Ya'kub Efendi'yi anlatmaktadır).
Mehmed Serhan Tayşî, "Cemâliyye", DİA, VII, 318.
Harîrîzâde, Tibyân, I, 255a.
Hulvî, Lemezât, s. 428; Harîrîzâde, a.g.e., I, 246b; Vassâf, Sefine, III, 230.
Harîrîzâde, a.g.e., I, 246b.
Tâhiroğlu, bir rivayete göre, Halvetiyye'yi daha ziyade Amasya ve civarında yaymış bulunan Pîr İlyas Amâsî'nin halifesidir (bk. Harîrîzâde, a.g.e., i, 246b).
Lâmiî, Nefehât Tercümesi, s. 579; Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 267, 268; Harîrîzâde, a.g.e., I, 246b, 247a.
Tahsin Yazıcı, "Fetihten Sonra İstanbul'da İlk Halveti Şeyhleri: Çelebi Muhammed Cemâleddin, Sünbül Sinan ve Merkez Efendi", İstanbul Enstitüsü Dergisi (İED), İstanbul 1956, II, 93.
bk. Abdizâde, Amasya Tarihi, I, 230231.
Hulvî, Lemezât, s. 432; Harîrîzâde, Tibyân, I, 247b.
Hulvî, a.g.e., s. 433.
Abdullah Efendi (Sarı), Semerâtü'Lfuâd fi’lmebdei ve’lmeâd, İstanbul 1288, s. ■ 143.
Atâî, Zeyli Şekâik, s. 62; Hulvî, Lemezât, s. 433; Müstakimzâde, Meşâyihnâmei İslâm, Süleymaniye Ktp., Esad Efendi, nr. 1716/1, vr. 3b; Harîrîzâde, Tibyân, I, 247b.
Lâmiî, Nefehât Tercümesi, s. 581; Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 269; Abdullah Efendi, Semerât, s. 143. Ayrıca bk. Hulvî, a.g.e., s. 434.
Abdizâde, Amasya Tarihi, I,231. Abdizâde eserinde, Bedreddîn Mahmud Çelebi'nin, babasının vefatından sonra posta oturduğunu kaydetmektedir (bk. a.g.e., aynı yer). O halde Çelebi Halife İstanbul'a gittikten sonra bu tekkenin şeyhliği kim tarafından yürütülmüştür? Abdizâde bu hususta herhangi bir şey zikretmiyor. Bu durumda, ya şeyhin vefatına kadar tekke boş kalmış ve vefatından sonra oğlu posta oturmuştur, ya da Abdizâde burada yanlışlıkla, “Çelebi Halife Amasya'dan ayrıldıktan sonra" diyeceği yerde, "öldükten sonra" demiştir.
Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 373; Atâî, Zeyli Şekâik, s. 62; Belgradlı Münîrî, SilsiletüTmukarrabîn ve Menâkıbulmuttakîn, Süleymaniye Ktp., Şehid Ali Paşa, nr. 2819/3, vr. 123a.
Vassâf, Sefine, III, 225/11.
Hulvî, Lemezât, s. 437; ayrıca bk. Tanman, "Karabaş Tekkesi", DB1A, IV, 440, 441.
Ayvansarâyî, Hadıka, II, 62.
bk. Tanman, Karabaş Tekkesi, DBİA, IV, 440.
Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 373; Mehmed Paşa, Nişancı Tarihi, s. 181; Kefevî, Ketâib, vr. 496b; Atâî, Zeyli Şekâik, s. 62; Belgradlı, Silsiletü'tmukarrabîn, vr.
123ab; Ayvansarâyî, Hadîka, 1,150; Vassâf, Sefine, III, 225/11. Ali Paşa Zâviyesi için bk. Semavi Eyice, "Atik Ali Paşa Camii", DİA, IV, 66; I. Aydm Yüksel, "Atik Ali Paşa Külliyesi", DBİA, 1,405; Tekkenin bulunduğu yer Nişancı Tarihînde Dikilitaş, Atâî'nin Zeyli Şekâiki'nde ise Tavukpazarı şeklinde kaydedilmiştir. Hepsi de aynı bölgeyi; Çemberlitaş'ı ifade etmektedir.
Taşköprizâde, a.g.e., s. 539; Kefevî, a.g.e., vr. 518b; Âlî, KiinhüTahbâr, vr. 379ab; Atâî, a.g.e., s. 62; Vassâf, a.g.e., III, 225/11.
Mehmed Paşa, Nişancı Tarihi, s. 279.
Belgradlı, Silsiletü'lmukarrabîn, vr. 116b; Sadettin Nüzhet Ergun, Türk Şairleri, İstanbul 193645, III, 1047. .
Atâî, Zeyli Şekâik, s. 210; Ayvansarâyî, Hadîka, I, 180; Vassâf, Sefine, III, 225/11; Tanman, "Altuncuzâde Tekkesi", DİA, II, 544545.
Ayvansarâyî, Hadîka, 1,180.
Ali b. Bâlî, elIkdüTmanzum fî zikri efâdıli'rRûm, Beyrut 1975 (eşŞekâiku'nnu'mâniyye sonunda), s. 426428; Atâî, Zeyli Şekâik, s. 209, 210.
in. Âşık Çelebi, Meşâirü'şşııarâ or Tezkere of Âşık Çelebi (neşreden, G. M. MeredithOwens), Londra 1971, vr. 69a; Kmalızâde Haşan Çelebi, Tezkiretü’şşııarâ (eleştirmeli baskıya hazırlayan, İbrahim Kutluk), Ankara 1978, I, 271, 272; Atâî, Zeyli Şekâik, s. 209.
Bursalı, Osmanlı Müellifleri, I, 80.
Seyyid Seyfullah Kasım, Câmiu'lmaârif, Süleymaniye Ktp., Hacı Mahmud Efendi, nr. 2335, vr. 7b.
Atâî, Zeyli Şekâik, s. 210.
Atâî, a.g.e., s. 194.
bk. Zâkir Şükrü, Silsilei Meşâyih, İM, IV, sy. 4, s. 73; Özdamar, Dergâhlar, s. 88; Baha Tanman, "Semerci İbrahim Efendi Tekkesi", DBİA, VI, 519. Bu tekkede Bâlî Efendi'den sonra kimin faaliyet gösterdiği bilinmemektedir. Tekke hakkında bilgi için bk. (Tanman, a.g.m., s. 519, 520).
Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 539,540; Vassâf, Sefîne, III, 227/11.
Kefevî, Ketâib, vr. 518b; Taşköprizâde, Hadâiku'şşekaik (tercüme, Mehmed Mecdî Efendi, neşre hazırlayan, Abdülkadir Özcan), I, İstanbul 1989, s. 521, 522; Belgradh, Silsiletü'lmukarrabîn, vr. 120a; Yılmaz, Tasavvufî Hadis Şerhleri, s. 75; Kara, "Bâlî Efendi, Sofyalı", DİA, V, 20, 21.
Vassâf, Sefîne, III, 227/11.
Şeyhi bulunan Sofyalı Bâlî Efendi kendisine medih sadedinde, "tarikatın kurdu" dediği için bu adla anılır olmuştur (Belgradh, Silsiletü'lmukarrabîn, vr. 94a).
Bursah, Osmanh Müellifleri, 1, 145.
bk. Atâî, Zeyli Şekâik, s. 212213.
Ali Şeydi, Sokullu Mehmed Paşa, İstanbul 1327, s. 13.
Belgradlı Münîrî, Nûreddinzâde'nin İstanbul'a gelişinin şeyhi bulunan SofyalI Bâlî (ö. 960/1553) hakkındaki dedikodular yüzünden olduğunu kaydetmektedir ki (bk. Silsiletulmukarrabîn, vr. 113a), bu durumda onun 1553 yılından önce geldiğine hükmetmek gerekir.
bk. Atâî, Zeyli Şekâik, s. 212,213. Nûreddinzâde'nin devlet erkânı ile olan yakın ilişkisi, Kanûnî'den sonra oğlu II. Selim zamanında da devam etmiştir. II. Selim Kıbrıs seferine çıkarken (1570), Nûreddinzâde'ye müracaat ederek dua etmesini istemiş, şeyh de dua ettikten sonra, halifesi Ahmed Şernûbî'yi sultanın beraberinde sefere göndermiştir (Harîrîzâde, Tibyân, II, 181b, 182a).
Ayvansarâyî, Hadîka, I, 193, 194; Bursalı, Osmanlı Müellifleri, I, 145; Zâkir Şükrü, Silsilei Meşâyih, İM, IV, sy. 4, s. 62, ayrıca bk. Doğan Kuban, "Sokullu Mehmed Paşa Külliyesi", DBİA, VII, 3234.
Bursalı Mehmed Tâhir, Aydın Vilâyetine Mensûb Meşâyih, Ulemâ, Şuarâ, Müverrihin ve Etibbânın Terâcimi Ahvâli (hazırlayan, M. Akif Erdoğru), İzmir 1994, s. 58.
Atâî, Zeyfi Şekâik, s. 214; İsmail Paşa, Hediyyetü'lâripn, II, 436; Bursalı, Osmanlı Müellifleri, 1,171; Vassâf, Sefine, III, 228/11, 229/11.
Atâî, a.g.e., aynı yer; Bursalı, a.g.e., aynı yer; Vassâf, a.g.e., aynı yer.
Bursalı, a.g.e., aynı yer; Vassâf, a.g.e., III, 229/11.
Atâî, Zeyli Şekâik, s. 213.
Bursalı, Osnıanlı Müellifleri, I, 171.
Vassâf, Sefine, III, 228/11.
Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 543; Kefevî, Ketâib, vr. 497a.
Evliya Çelebi, Seyahatname, İstanbul 1314,I,320. Evliya Çelebi adı geçen tekkenin Ayasofya kapısının iç yüzünde olduğunu, daha önceden Kızlar Manastırı iken fetihten sonra Fâtih tarafından tekkeye çevrildiğini kaydetmektedir (a.g.e., aynı yer).
Hulvî, Lemezât, s. 443, 444.
Atâî, Zeyli Şekâik, s. 62.
Vassâf, Sefine, III, 233.
Özdamar, Dergâhlar, s. 286.
A. Bilgin Turnalı, "Câfer Paşa Tekkısi", DİA, VI, 555; Tanman, "Câfer Paşa Külliyesi", DBİA, II, 367369; Özdamar, a.g.e., s. 38.
141: Atâî, Zeyli Şekâik, s. 74.
Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 538; Atâî, a.g.e., s. 62.
Mehmed Paşa, Nişancı Tarihi, s. 278.
Hulvî, Lemezât, s. 439,440; Vassâf, Sefine, III, 234.
Hulvî, a.g.e., s. 440; Ayvansarâyî, Hadîka, 1,8; Vassâf, a.g.e., aynı yer. Adı geçen tekke için bk. (Tanman, "Sinan Erdebilî Tekkesi", DBİA, VI, 567, 568).
Ayvansarâyî, Hadfka, I, 8.
Zâkir Şükrü, Silsilei Meşâyih, İM, V, sy. 1, s. 98.
Atâî, Zeyli Şekâik, s. 62.
a.g.e., s. 87.
Taranan, "Küçük Ayasofya Tekkesi", DBtA, V, 149.
Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 532. Müftî Şeyh hakkında "Diğer Halvetîler" bölümünde bilgi verilecektir.
Atâî, Zeyli Şekâik, s. 87. Zâkir Şükrü Efendi, Erdebîlîzâde'nin adını Şeyh Ahmed Efendi diye vermiştir (Silsilei Meşâyih, İM, V, sy. 1, s. 99). Bu tekkede posta oturmuş olan diğer meşâyihin isimleri de Silsilei Meşâyih'in mezkûr sayfasında kaydedilmiştir.
153: Bursah, Osmanlı Müellifleri, I, 211.
Mazmne: "Zan" kökünden gelen bu kelime "hakkında zan ve şüphe olunan, şüpheli" anlamındadır. Lisanımızda "velî" olduğu zannolunan kimse
• lere denilmektedir (Şemseddin Sami, Kamûsı Türkî, İstanbul 1317, s. 13651366).
Bursah, Osmanlı Müellifleri, 1,211; Cari Brockelmann, Geschichte der Arabiscihen Litteratıır Supplementband (GAL, suppl.), Leiden 193742, II, 660. Yûsuf Sinan Efendi'ye ait eserin yazma bir nüshası Süleymaniye Ktp., Halet Efendi, nr. 764'de (vr. 69b83a) bulunmaktadır.
Barkan, Kolonizatör Türk Dervişleri, s. 337338.
Şeyh Hayreddin Tokadî'den ileride; "Şeyh Şâbânı Velî" anlatılırken bahsedilecektir.
Yazıcı, Fetih'ten Sonra Halvetîler, s. 236.
Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 369; Âlî, Künhü'lahbâr, vr. 168a; Hulvî, Lemezât, s.
445,447; Harîrîzâde, Tibyân, II, 143b, 144a.
Hulvî, a.g.e., s. 445.
Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 369; Hulvî, a.g.e., s. 445, 447; Harîrîzâde, Tibyân, II, 143b, 144a.
Hulvî, a.g.e., s. 435; Harîrîzâde, a.g.e., II, 144a.
Yûsuf b. Ya'kub, Meşâyihi Halvetiyye, s. 35.
Yûsuf b. Ya'kub, a.g.e., s. 35; Âlî, Künhii'lahbâr, vr. 168a; Hulvî, Lemezât, s.
447; Harîrîzâde, Tibyân, II, 144a.
Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 369; Mehmed Paşa, Nişancı Tarihi, s.181.
Hulvî, a.g.e., s. 449.
Yûsuf b. Ya'kub, a.g.e., s. 41.
Hulvî; a.g.e., s. 452.
Yûsuf’b. Ya'kub, a.g.e., s. 44.
Mecdî, Şekâik Tercümesi, s. 372.
Hulvî, Lemezât, s. 452.
Bursalı, Osmanlı Müellifleri, I, 78.
Yûsuf b. Ya'kub, Meşâyihi Halvetiyye, s. 4445; Vassâf, Sefine, III, 251; Pakalın, Tarih Deyimleri, III, 294.
Bu eserin bir nüshası Süleymaniye Ktp., Esad Efendi 1761 numarada, bir başka nüshası îsmâil E. Erünsal özel kitaplığında bulunmaktadır.
Süleymaniye Ktp., Esad Efendi, nr. 1761.
Süleymaniye Ktp., Hacı Mahmud Efendi, nr. 2835/2.
Bu risalenin nüshaları için bk. Âtıf Efendi Ktp., nr. 1398; İstanbul Üniversitesi Ktp., TY, nr. 3868; Süleymaniye Ktp., Hacı Mahmud Efendi, nr. 2835/1.
Bu risâlenin bir nüshası İstanbul Üniversitesi Ktp., îbnülemin, nr. 2956'da bulunmaktadır (vr. 49b52b).
Bursalı, Osmanh Müellifleri, 1,78. Sünbül Efendi'nin bir İlâhisi için bk. Süleymaniye Ktp., Hekimoğlu, nr. 438, vr. (72b74a).
Atâî, Zeyli Şekâik, s. 63; Yûsuf b. Ya'kub, Meşâyihi Halvetiyye, s. 45. Meşâyihi Halvetiyye' de Cem Şah, "Cem Siyâh" olarak yazılmıştır.
Vassâf, Sefine, III, 276. Cem Şah, Sefine'nin bir başka yerinde Çelebi Halife'nin halifesi olarak da gösterilmiştir (bk. III, 233) Yine Sefîne'de Cem Şah'ın, sülûkünü tamamladıktan sonra Akşehir'e gittiği ve orada faaliyet gösterdiği kaydedilmektedir. Kabri de Akşehir'dedir (a.g.e., III, 276).
Hulvî, Lemezât, s. 453,454.
Yûsuf b. Ya'kub, Meşâı/ihi Halvetti,ye, s. 45, 46.
bk. Hulvî, a.g.e., s. 453.
Yûsuf b. Ya'kub, a.g.e., s. 3639; Atâî, Zeyli Şekâik, s. 76, 77; Hulvî, a.g.e., s. 455457.
Gılmânı hâssa, padişahların hususi köleleri hakkında kullanılır bir tabirdir. Bunlara ilk zamanlarda "iç oğlanları", daha sonraları "iç ağaları" da denirdi. "Gılmânâni Enderûn" tabiri de bu makamda kullanılırdı. Bunlar hizmetin yanı sıra tahsil de görürlerdi. İçlerinden kabiliyetli olanlar derece derece yükselirler, mühim mevkiler işgal ederlerdi (Pakalm, Tarih Deyimleri, 1,665).
Molla Aliyyü'lArabî'nin adı Nefehât Tercümesi’nde Mevlânâ Arab (s. 577), Şekâik1 te ise Alâeddin Arabî (s. 264) olarak geçmektedir. Hakkında geniş bilgi için zikredilen yerlere bakılabilir. Ayrıca bir de Kânûnî devrinde yaşamış, yine Halvetiyye'den olan Ali elArabî vardır ki (bk. Atâî, Zeyli Şekâik, s. 73). onunla karıştırılmamalıdır.
Atâî, a.g.e., s. 79.
a.e., s. 80.
a.e., aynı yer.
Bu tekke hakkında bilgi için bk. Tanman, "Alâeddin Mescidi ve Tekkesi", DB1A, 1,176.
Zâkir Şükrü, Silsilei Meşâyih, IM, \r, sy. 1, s. 89.
Atâî, Zeyli Şekâik, s. 80; Zâkir Şükrü, a.g.e., aynı yer.
Zâkir Şükrü, a.g.e., aynı yer.
HulVî, Lemezât, s. 459460.
Yûsuf b. Ya'kub, Meşâyihi Halvetiyye, s. 46; Mecdî, Şekâik Tercümesi, s. 523.
Yûsuf b. Ya'kub, a.g.e., aynı yer.
Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 541.
Vassâf, Sefine, III, 268.
Yûsuf b. Ya'kub, a.g.e., s. 46.
Atâî, Zeyli Şekâik, s. 63; Bursalı, Osmanlı Müellifleri, 1,160.
Hulvî, Lemezât, s. 461.
bk. Vassâf, Sefine, III, 268.
Hulvî, a.g.e., s. 461.
Yûsuf b. Ya'kub, Meşâyihi Halvetiyye, s. 46.
Yûsuf b. Ya'kub, a.g.e., aym yer; Hulvî, a.g.e., s. 461.
Yûsuf b. Ya'kub, a.g.e., s. 47; Hulvî, a.g.e., aynı yer.
Yûsuf b. Ya'kub, a.g.e.,.aynı yer.
Bahâ Tanman'ın tesbitlerine göre, "Mirzâ Baba Tekkesi" ve "Karabıçak Velî Tekkesi" diye de anılan Etyemez Tekkesi, Bizans dönemine ait bir dinî tesisin, Fâtih devrinde (14511481) Derviş Mirza Baba adında bir tarikat şeyhi tarafından tekkeye dönüştürülmesi suretiyle kurulmuştur. Tekke hakkında geniş bilgi için bk. (Tanman, "Mirza Baba Tekkesi", DBİA, \', 474, 475).
Hulvî, Lemezât, s. 462.
Vassâf, Sefîrıe, III, 269.
Tanman, "Mirza Baba Tekkesi", DBİA, V, 474.
Yûsuf b. Ya'kub, Meşâyihi Halvetiyye, s. 47.
Yûsuf b. Ya'kub, a.g.e., s. 4748; Hulvî, Lemezât, s. 462.
Yûsuf b. Ya'kub, a.g.e., s. 48; Hulvî, a.g.e., s. 463. Koğacı Dede aynı zamanda Sevindik Dede Sunduk Dede diye okunmuştur) diye de anıldığı için Lemezât müellifi adı geçen zâviyeyi "Sevindik Dede Zâviyesi" olarak kaydetmiştir (Hulvî, a.g.e., aynı yer). Koğacı Dede hakkında bilgi için bk. (Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 366367; Mecdî, Şekâik Tercümesi, s. 370; Ayvansarâyî, Hadîka, I, 169). Baha Tanman, Koğacı Dede Tekkesi'nin vakfiyye tarihine bakarak 1542 senesinden kısa süre önce yaptırılmış olabileceğini tahminen söylüyorsa da (Tanman, "Abdüsselâm Tekkesi", DBİA, 1, 56), Koğacı Dede'nin 900 (149495) senesinde vefat ettiği dikkate alınırsa (Ayvansarâyî, Hadîka, I, 169), tekkenin XVI. asırdan önce'kurulduğuna hükmetmek gerekir. Mustafa Özdamar da adı geçen tekkede ilk şeyhlik yapan zatın XVIII. asrın ilk çeyreğinde vefat etmiş olan Abdülvehhâb Halvetî (ö. 1130/1718) diye bir zat olduğunu, C. Server Revnakoğlu'dan naklen kaydediyor (Özdamar, Dergâhlar, s. 74, 75). Ancak tekkenin zikredilen tarihten iki asır önce kurulmuş olması, bu bilgiyi de geçersiz kılmaktadır. Ayrıca Atâî'nin kaydettiğine göre, hangi tarihlerde olduğu bilinmemekle birlikte, bu tekkede bir ara melâmî meşrep Şeyh Bahrî Dede'nin de (ö. 974 veya 980/15671573) faaliyet gösterdiği anlaşılmaktadır. Bahrî Dede daha sonra Bursa'ya gitmiş ve orada bulunan Murâdiye Tekkesi'nde faaliyetini sürdürmüştür (Atâî, Zeyli Şekâik, s.190). Bahrî Dede'den sonra ise Murâdiye Tekkesi'nde Bostan Çelebi (ö. 1009/1600) postnişin olmuştur (Kara, Bursa'da Tarikatlar, II, 262).
Yûsuf b. Ya'kub, a.g.e., s. 48, 49; Hulvî, a.g.e., s. 463. Hafsa Sultan tarafından yaptırılan bu zâviye daha sonra medreseye çevrilerek "Tekke Medresesi" veya "Dış Medrese" diye anılır olmuştur (Nihat Yörükoğlu, "Manisa'da Hafsa Sultan Hânkahı", VD, sy. XIII, Ankara 1981, s. 489, 490).
Mehmed Süreyyâ, Sicilli Osmânî, IV, 363.
Osman Şevki, Beşbuçuk Asırlık Türk Tababeti Tarihi (sadeleştiren, İlter Uzel), Ankara 1991, s. 125, 126. Tahsin Yazıcı, bu olayın halk arasındaki yanlış bir rivayete dayandırılmış olabileceğini, hatta eğer Evliya Çelebi tarafından kaydedilmiş ise, bizzat Çelebi'nin muhayyilesinin bir mahsulü olabileceğini ifade etmektedir (Yazıcı, Fetihten Sonra Halvetıler, s. 107).
bk. Osman Şevki, Türk Tababeti, s. 126, dipnot, 4, 6.
bk. Yazıcı, Fetihten Sonra Halvetîler, s. 107; Emel Esin, "Merkez Efendi ile Şah
Sultan Hakkında Bir Hâşiye", Türkiyat Mecmuası (TM) (19771979), İstanbul 1980, XIX, 75.
Vassâf, Sefine, III, 268.
Esin, Merkez Efendi, s. 75.
Yûsuf b. Ya'kub, Meşâyihi Halvetiyye, s. 54.
Hulvî, Lemezât, s. 463.
Yûsuf b. Ya'kub, a.g.e., s. 5455. Lemezât müellifi Hulvî de Merkez Efendi'nin posta oturmasını, adı geçen kaynaktan naklen daha kısa ve bazı değişiklerle nakletmektedir. Ayrıca o, Sünbül Efendi'nin dört dervişi arasında meydana gelen mânevi mücadeleyi de Merkez Efendi'nin kazanması üzerine posta .oturduğunu kaydetmektedir (s. 463464).
Atâî, Zeyli Şekâik, s. 205.
bk. II. bölüm, "Meşâyihle Şahsî Dostluklar" bahsi.
Yûsuf b. Ya'kub, a.g.e., s. 61.
M. Tayyib Gökbilgin, "Lutfi Paşa", İA, VII, 97. Kanûnî devrinde bir müddet sadrazamlık da yapmış bulunan Lutfi Taşa hakkında geniş bilgi için adı geçen maddeye bakılabilir.
Yûsuf b. Ya'kub, a.g.e., s. 63.
Hulvî, a.g.e., s. 467.
Gökbilgin, "Lutfi Paşa", M, VII, 98.
Yûsuf b. Ya'kub, a.g.e., s. 63; Hulvî, a.g.e., s. 467.
Yûsuf b. Ya'kub, a.g.e., aynı yer. Bu iki büyük şeyh arasındaki münasebetlerin çok güzel olduğu, Lemezât müllifinin kaydından da açıkça anlaşılmaktadir. Meselâ bir defasında Ya'kub Efendi, Merkez Efendi'den oğlu Yûsuf Sinan için hayır dua etmesini rica etmiş, o da tebessüm ederek: "Senin bu oğlunun geleceği iyidir, hatta senin seccadene otursa gerektir" diyerek dua et
■ miştir (Hulvî, a.g.e., s. 484).
Muslihuddin Efendi hakkında kısa bilgi ve kerametleri için bk. (Hulvî, a.g.e., s. 475476). Seyyid Seyfullah Efendi Câmiu'lmaSrifte, Merkez Efendi'nin damadının adını "Emîr Efendi" şeklinde kaydetmiş (vr. 7a), Hüseyin
■ Vassâf da, adı geçen eserden naklettiğini belirttiği halde bu zatı yanlışlıkla
Mehmed Emin Efendi şeklinde kaydetmiştir (Sefîne, III, 278).
Hulvî; Lemezât, s. 467.
Zâkir Şükrü, Silsilei Meşâyih, İM, IV, sy. 4, s. 71; Özdamar, Dergâhlar, s. 37.
Hulvî, a.g.e., s. 602603; Ayvansarâyî, Hadîka, 1,231; Zâkir Şükrü, Silsilei Meşâyih, İM, IV, sy. 4, s. 58.
Hulvî, a.g.e., s. 602603.
Hulvî, a.g.e., s. 603; Zâkir Şükrü, Sitsilei Meşâyih, İM, IV, sy. 4, s. 87; Özdamar, Dergâhlar, s. 117.
Ayvansarâyî, Hadîka, I, 231.
Yûsuf b. Ya'kub, Meşâyihi Halvetiyye, s. 64.
Hulvî, a.g.e., s. 468. Hulvî diğer ileri gelen halifeleri şu şekilde sayıyor: Merkez Efendi'nin oğlu Ahmed Efendi, yukarıda Yenikapı haricindeki zaviyeye şeyh olarak tayin edildiği belirtilen damadı Seyyid Muslihuddin Efendi ve Şeyh Ya'kub Efendi.
Atâî, Zeyli Şekâik, s. 360; Hulvî, a.g.e., s. 471.
Hulvî, a.g.e., s. 471, 473.
Atâî, Zeyli Şekâik, s. 203.
bk. Atâf, a.g.e., s. 208. Her ne kadar Zâkir Şükrü Efendi, 948 (154142) senesinde kurulduğunu kaydettiği mezkûr tekkenin ilk şeyhi olarak 1004'te (159596),vefat etmiş olan Bosnalı Şeyh Abdülmü'min Efendi'yi kaydetmişse de (Zâkir Şükrü, Silsilei Meşâyih, İM, V, sy. 1, s. 86) kuruluş tarihiyle bu zatın vefatı arasında oldukça uzun bir sürenin oluşu, buradaki faaliyetlerin mezkûr şeyhten önce başladığını göstermektedir. Nitekim adı geçen yerde iki şeyhin faaliyet gösterdiği yukarıda zikredilmiştir.
Atâî, a.g.e., s. 193.
a.g.e., s. 203204.
Şeyh eserin müsveddesini tamamladığı halde temize geçirmeye ömrü vefa etmemiştir. Türkçe 111 varaktan ibaret olan bu eser daha sonra torunu Sun'ullah Efendi tarafından 1040 senesinde temize çekilmiştir. Bir nüshası Süleymaniye Ktp., Esad Efendi, nr. 1352'de bulunmaktadır. Amil Çelebioğlu'nun şeyhe nisbeten kaydettiği Burhânü'lelhân fî hükmi'ttegannî ve'ddevrân isimli eser bu olmalıdır (bk. Amil Çelebioğlu, Kanûnî Sultan Süleyman Devri Türk Edebiyatı, İstanbul 1994, s. 27).
Bursalı, Osmanlı Müellifleri, s. 42.
Hulvî, a.g.e., s. 617.
Yazıcı, Fetihten Sonra Halvetîler, s. 109.
Yûsuf b. Ya'kub, Meşâyihi Halvetiyye, s. 5051; Hulvî, Lemezât, s. 465.
Yûsuf b. Ya'kub, a.g.e., s. 4950.
Mecdî, Şekâik Tercümesi, s. 523. Sâhibi tertîb: Bir fıkıh terimi olan bu terkip, üzerinde beş vakitten fazla kazâya kalmış namaz borcu bulunmayan kişiye denir. Altı vakit namazı kazâya kalan kişi, sâhibi tertîb olmaktan çıkar.
Yûsuf b. Ya'kub, Meşâyihi Halvetiyye, s. 46.
Yûsuf b. Ya'kub, a.g.e., s. 5152; Hulvî, a.g.e., s. 465.
Yûsuf b. Ya'kub, a.g.e., s. 50.
a.g.e., s. 56.
Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 542; Âlî, KünhüTahbâr, vr. 379b.
Hulvî, Lemezât, s. 467.
Yûsuf b. Ya'kub, Meşâyihi Halvetiyye, s. 56; Hulvî, a.g.e., s. 468.
Bursalı, Osmanlı Müellifleri, I, 160.
Ismâil Yakıt, "Merkez Efendi ve Şiirlerindeki Tasavvuf Felsefesine Ait Kavramların Açıklanması", Türk Kültür Tarihinde Denizli Sempozyumu 2730 Eylül 1988: Bildiriler, Denizli 1989, s. 124129.
Yûsuf b. Ya'kub, a.g.e., s. 56.
Atâî, Zeyli Şekâik, s. 194195.
a.g.e., s, 195.
a.g.e., s. 194.
Yûsuf b. Ya'kub, Meşâyihi Halvetiyye, s. 64.
Necmeddin Haşan Sünbülî, İcâzet, İsmail E. Erünsal özel kitaplığı, vr (161b164b).
İcâzet sürelinden anlaşıldığına göre Şeyh Necmeddin Haşan Efendi de Yâkub Efendi'den icâzetini 974 (1566) senesinde almıştır (vr. 164b).
Seyyid Seyfullah, Câmiıı'lmaârif, vr. 6a.
Abdullah Efendi, Semerât, s. 143; Harîrîzâde, Tibyâtı, II, 145a.
Atâî, Zeyli Şekâik, s. 63.
Atâî, a.g.e. s. 205.
bk. Hulvî, Lemezât, s. 468
Baba Nakkaş Zaviyesi, Üsküdar Kuzguncuk'ta Nakkaştepe'de idi. Muhtemelen, Habib Karamânî'nin halifesi Baba Nakkaş tarafından kurulmuş olan bu tekke günümüze ulaşamamıştır (Konyalı, Üsküdar Tarihi, I, 371, 372). Baba Nakkaş hakkında kısa bilgi için bk. burada I. bölüm, "Habib Karamânî Şubesi" bahsi.
279.. Hulvî, a.g.e., s. 469; ayrıca bk. Atâî, a.g.e., s. 205.
Hulvî, a.g.e., s. 479480. Ahmed Efendi'nin "Bu makamın aslanı başkası imiş, bize gerekmez. Bu makam Ya'kub Efendi'ye lâyıktır, mübarek olsun" diyerek dergahtan ayrıldığı rivayet edilmektedir (a.e., aynı yer).
Yûsuf b. Ya'kub, Meşâyihi Halvetiyye, s. 63; Hulvî, a.g.e., s. 467.
Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 550.
Hulvî, Lemezât, s. 470.
Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 549.
Yûsuf b. Ya'kub, a.g.e., s. 57; Hulvî, a.g.e., s. 469. Eserin tanıtımı ve kütüphanelerdeki nüshaları için bk. (Ali Uğur, "Merkez Efendizâde Ahmed Efendi Hakkında Bazı Önemli Bilgiler", Türk Kültür Tarihinde Denizli Sempozyumu: Bildiriler, 2730 Eylül 1988, Denizli 1989, s. 300305). Ahmed Efendi'nin bundan başka IsmetüTenbiyâ ve tuhfetüTesfiyâ isminde bir eseri daha vardır (Bursalı, Osmanlı Müellifleri, I, 23).
Yûsuf b. Ya'kub, Meşâyihi Halvetiyye, s. 58; Atâî, Z.eyTi Şekâik, s. 204, 205; Hulvî, Lemezât, s. 477, 478.
Yûsuf b. Ya'kub, a.g.e., s. 5960.
Hulvî, a.g.e., s. 478.
bk. Merkez Efendi ile ilgili sayfalar.
Yûsuf b. Ya'kub, a.g.e., s. 6465. Şeyhin namazda iken kendisinden o kadar .geçtiği rivayet ediliyor ki, bir defasında Dâvud Paşa Camii'nin köhne kubbesinden cuma günü büyükçe bir parça sıva dökülmüş, halk kubbe çöküyor zatınıyla camiyi boşalttıkları halde, Ya'kub Efendi namazını bile bozmamıştır (a.e., aynı yer).
a.e., s. 6869.
a.e., s. 6970.
Hulvî, Lemezât, s. 484; Ayvansarâyî, Hadîka, I, 55, 56; Zâkir Şükrü, Silsilei Meşâyih, tM, IV, sy. 4, s. 56. Ferruh Kethüdâ Tekkesi hakkında geniş bilgi için bk. Baha Tanman, "Balat Camii ve Tekkesi", DİA, V, 7, 8; a.mlf., "Ferruh Kethüda Camii ve Tekkesi", DBİA, III, 294, 295.
bk. Çetin, Tekkeler, s. 585; Zâkir Şükrü, a.g.e., aynı yer.
Ayvansarâyî, Hadîka, 1,55,56; Zâkir Şükrü, Silsilei Meşâyih, İM, IV, sy. 4, s. 56.
Ömer Fuâdî, Menâkıbı Şerîfi Pîri Halveti, Kastamonu 1294, s. 3740; ayrıca bk. Harîrîzâde, Tibyân, II, 192a.
Bu zat öyle anlaşılıyor ki, Şeyh Hayreddin Tokadî'dir.
bk. Atâî; Zeyli Şekâik, s. 62
bk. Atâî; a.g.e., s. 199, ayrıca Atâî, Hayreddin Efendi'nin hilâfet aldığı şeyh olarak Çelebi Halife'yi değil, onun halifelerinden olan Şeyh Üveys'i zikretmektedir (a.g.e., s. 62).
Vassâf, Sefine, III, 384.
Fuâdî, Pîri Halveti, s. 4041.
Vassâf, Sefine, III, 384. Halvetiyye'nin temel kaynaklarından Leınezâtı Hulviyye'de Hayreddin Tokadî ile ilgili verilen bir kısım bilgiler çelişkili ve yanlıştır (bk. s. 598).
a.g.e., III, 384.
Abdizâde, Amasya Tarihi, I, 244.
Vassâf, Sefine, III, 384.
Fuâdî, Pîri Halveti, s 42.
Dergâh olarak kullanılan bu cami hakkında bilgi için bk. Abdülkerim Abdiilkadiroğlu, Halvetîlik'in Şâbâniyye Kolu: Şeyh Şâbânı Velî ve Külliyesi, Ankara 1991, s. 101105.
Şeyh Ahmed Efendi, Hz. Peygamber'in soyundan olduğu için Seyyid, onun sünnetine çok sıkı sarılması sebebiyle "Sünneti" lakabını alınıştır. Yahyâyı Şirvâni'ye gitmeden önce bazı şeyhlerin yanında belli bir mertebeye kadar sülûkünü tamamlamış, o mertebeden sonrası için Yahyâyı Şirvâni'ye gitmesi tavsiye edilmiştir. Bunun üzerine Şirvâni'nin yanma giden Seyyid Sünneti, Hz. Peygamber'in soyundan geldiği anlaşılmasın diye başına yeşil sarığını koymamıştı. Zira o mübarek soydan geldiği bilinince, tarikatın evvelinde gerekli olan "helâ hizmeti" kendisine verilmiyordu. O ise, bu hizmeti görmeden, mârifetullah da kemale eremeyeceği kanaatinde idi. Ancak Yahyâyı Şirvânî, daha huzuruna varmadan, onun "Seyyid" olduğunu keşifle öğrenmişti. Huzuruna geldiğinde yeşil sarığını takmasını, kendisindeki bu hâlis niyet sebebiyle adı geçen hizmeti görmeye gerek olmadığını bildirdi (Fuâdî, Pîri Halveti, s. 34,35).
bk. Fuâdî, a.g.e. s. 34, 35, 46, 47.
"Ebû Şâme" diye de bilinen bu zatı Ş'ekâik müellifi de kaydetmiştir. Asıl adının Muhyiddin Muhammed olduğu kaydedilen şeyhin, insanlardan tamamen uzaklaşarak Kastamonu'ya yakın bir dağda zaviyesini kurduğu ve burada müridlerinin terbiyesi ile meşgul olduğu ifade edilmektedir (Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 430).
Fuâdî, Pîri Halvetî, s. 47.
a.g.e., s. 42, 43.
a.g.e., s. 46.
a.g.e., s. 48.
a.g.e., s. 68, 69.
a.g.e., s. 62.
a.g.e., aynı yer.; Atâî, Zeyli Şekâik, s. 355. Şâbânı Velî isimli eserinde Benli Sultan ve türbesi hakkında kısa da olsa bir bilgi veren Muhammed Ihsan Oğuz, onun, Nakşibendiyye şeyhlerinin büyüklerinden biri olarak bilindiğini kaydetmektedir (Muhammed îhsân Oğuz, Hazreti Şâbânı Velî ve Mustafa Çerkeşî, İstanbul 1993, s. 52). Ancak Zeyli Şekâik'te onun Halveti şeyhi olduğu belirtiliyor (Atâî, a.g.e., aynı yer).
318.. Fuâdî, Pîri Halvetî, s. 81. Atâî eserinde, Halveti büyüklerinin yanında sülû■künü tamamlayıp icâzet aldıktan sonra Gâr Dağı denilen yerde bir zâviye yaptırarak irşad ile meşgul olmaya başlayan Halvetî şeyhi Kastamonulu Şeyh Dede Efendi (ö. 971 /156364) diye bir şahıstan bahsetmektedir. İbadetle meşgul olmasının yanı sıra, ilmi de ihmâl etmeyen bu zattan hem zahir hem de bâtın ehli istifade edermiş. Ziraat mahsulü gelirleri ile yolculara, gariplere ve misafirlere ikramlarda bulunur, ayrıca hiç kimseden maaş ve sadaka kabul'etmezmiş (Atâî, a.g.e., s. 81). Bu zatın, aralarmda benzerlikler olmakla birlikte, yukarıda adı geçen Benli Sultan olup olmadığı hakkında bir işarete rastlanmamıştır.
Fuâdî, a.g.e., s. 62.
a.g.e., aynı yer.
Mecdî, Şekâik Tercümesi, s. 426.
Harîrîzâde, Tibyân, II, 203b.
Fuâdî, Pîri Halveti, s. 62.
a.e., s. 63.
a.e., s. 6768. Şâban Efendi ile Evliya Şücâ diye bilinen âlim arasında geçen bir olaya ileride ulemâmeşâyih ilişkileri anlatılırken temas edilecektir.
a.e., s. 59.
a.e., s. 61.
a.e., s. 48.
a.e., s. 44.
a.e., s. 32.
a.e., s. 50.
a.e., s. 74,89.
Harîrîzâde, Tibyân, II, 193b.
Fuâdî, Pîri Halveti, s. 82; Atâî, Zeyli Şekâik, s. 199.
Atâî, a.g.e., aynı yer.
Meselâ bk. Fuâdî, a.g.e., s. 80,84, 85.
a.g.e., s. 91.
Vassâf, Sefine, III, 382.
Fuâdî, a.g.e., s. 94.
a.g.e., s. 92.
a.g.e., s. 93)97.
a.g.e., s. 58.’
a.g.e., s. 50,51.
a.g.e., s. 104; Vassâf, Sefine, IV, 7.
Fuâdî, Pîri Halveti, s. 104, 106.
a.g.e.,s. 111, 112.
a.g.e., s. 118,119. Safranbolu'da 957 (1550) senesinde yaptırıldığı kaydedilen bir tekke vardır. Kalealtı Dergâhı diye bilinen bu tekkenin 1341'lerde (192223) Şabaniye Tekkesi olarak faaliyet gösterdiği kaydedilmektedir (bk. Mehmed Behçet, Kastamonu Asârı Kadîmesi, İstanbul 1341, s. 91). Kimin tarafından kurulduğu ve başlangıçta hangi tarikata mensup olduğu belirtilmeyen bu tekkenin muhtemelen, Kastamonu ve civarında büyük itibar sahibi olan ve o tarihte hayatta bulunan Şâban Efendi'nin müridleri tarafından kurulduğuna ve başından beri de bu tarikata ait olduğuna hükmedilebilir.
Gelibolulu Mustafa Âlî, Risâlei Menâkıbı Mevlânâ Şeyh Melımedi Dâğî, British Museum India Office Library and Records, Or. 12795, vr. 4b; ayrıca bk. Reşat Öngören, "Osmanlılarda Devlet RicâliMeşâyih Münasebetlerinin Boyutlarını Gösteren Yeni Bir Kaynak: Âlî'nin Şeyh Mehmedi Dâğî île Alâkalı Menâkıbı", İslâm Araştırmaları Dergisi, İstanbul 1997,1, 109110.
Atâî, Zeyli Şekâik, s. 62, 63; Vicdanî, Halvetiyye, s. 91, 92. İbrahim Kayserinin halifesi olan Alâeddin Uşşâkı'nin aynı zamanda Çelebi Halife'den de el aldığı kaydedilmektedir (bk.Atâî, a.g.e., aynı yer; Harîrîzâde, Tibyân, I, 65b). Tibyan'da Ahmediyye silsilesi verilirken, Pır Muhammed Erzincânî ile Tâceddin İbrâhim Kayseri arasında Çelebi Halife de zikredilmektedir (Harîrîzâde, a.g.e., aynı yer). Bu durumda Tâceddin İbrahim Kayserinin, Atâî'nin verdiği bilginin aksine, Çelebi Halife'den hilâfet almış olması gerekiyor. Ancak Yiğitbaşı'nm hayatı ve eserleri hakkında Mehmet Akkuş tarafından yapılan araştırmada, bizzat şeyhin eserinden naklen verilen silsile, Atâî'nin verdiği silsileyi doğrulamaktadır (bk. Mehmet Akkuş, "Yiğitbaşı Velî Ahmed Şemseddini Marmaravî'nin Hayatı ve Eserleri", İlim ve Sanat ' (İS), İstanbul 1988, sy. XXI, s. 32).
Harîrîzâde, Tibyân, 1,53a; Vicdânî, Halvetiyye, s. 91, 92.
Hocazâde Ahmed Hilmi, Ziyâreti Evliya, İstanbul 1325, s. 54.
Harîrîzâde, Tibyân, 1,53a; Vicdânî, Halvetiyye, s. 91,92.
Akkuş, Yiğitbaşı, s. 32.
İbrahim Gökçen, Sicillere Göre XVI ve XVII. Asırlarda Saruhan Zaviye ve Yafırları, İstanbul 1946, s. 22; Çağatay Uluçaylbrahim Gökçen, Manisa Tarihi, İstanbul 1939, s. 124.
Bursah, Aydın Meşâyihi, s. 3.
Bursah, a.g.e., aynı yer. Bursah Mehmed Tâhir, Mir'âtü'lâşıkîn’in bir nüshasının Manisa'da Murâdiye Kütüphanesi'nde olduğunu, Dîvân'ını da Kula'da gördüğünü ifade etmektedir (a.g.e., aynı yer).
Bursah, a.g.e., aynı yer.
Harîrîzâde, Tibyân, 1,53a.
Vassâf, Sefine, IV, 156.
Vassâf, a.g.e., aynı yer.
Yılmaz Öztuna, Başlangıcından Zamanımıza Kadar Büyük Türkiye Tarihi, İstanbul 1978,I,147148.
Şehzade Korkud'un bir sûfî ile arkadaşlığı için bk. (Mecdî, Şekâik Tercümesi, s. 472473); eserleri için bk. (Bursah, Osmanlı Müellifleri, II, 383, 384).
Yiğitbaşı'nm eserleri ve bunların kütüphanelerdeki nüshaları için bk. (Akkuş, Yiğitbaşı, s. 6063; Süleyman Uludağ, "Ahmed Şemseddin, Yiğitbaşı", DİA, II, 136).
Harîrîzâde, Tibyân, I, 53a. Necdet Okumuş, Şeyh Yiğitbaşı'nm Câmiu'lesrâr isimli eserinin sonunda Kanûnî'nin oğlu Şehzade Mustafa'dan (ö. 960/1553) söz etmiş olması ve Manisa şer'iyye sicilleri içindeki bir belgede de şeyhin 955 (1548) senesinde hayatta olduğunu gösteren bilgilerin bulunması sebebiyle, onun 910 senesinden çok sonra vefat etmiş olabileceğini belirtmektedir (Necdet Okumuş, "Yeni Kaynakların Işığında Ahmed Şemseddin Marmaravî [Yiğitbaşı] Hakkmdaki Bazı Yanlışlıkların Düzeltilmesi", KAM, yıl: 25, sy. 4, İstanbul 1996, s. 178179). Ancak.bu kabul edildiği takdirde, ileride kaydedilecek olan halifelerinin durumunu izah etmek zorlaşacak, kendisinden sonra makamına geçtiği bildirilen kişilerin şeyhten önce öldüğü gibi bir çelişkiy
■ le karşı karşıya gelinecektir. Bu sebeple, kanaatimce şer'iyye sicilindeki bilgilerin şayet belirtilen şahıs ve tarih açık ve net ise, benzer isim ve nisbete sahip olan bir başka zata ait olduğuna hükmetmek gerekecektir. Ancak Câmiu'lesrâr'm değişik nüshaları dikkatlice incelenerek esas nüshaya müstensihler tarafından bir ilâve yapılıp yapılmadığı kontrol edilmelidir.
Vicdânî, Halvetiyye, s. 92.
366? Ahmediyye şubesi meşâyihinden bir de "Sinan Ümmî" lakaplı bir şeyhi kâmil Yardır. Elmalık olan bu zat Ahmediyye'nin Mısriyye kolunu kuran Niyâzîi Mısrî'nin şeyhidir, bk. (a.g.e., s. 111) Sinaniyye'nin kurucusu Ümmî Sinan ile karıştırılmamalıdır.
a.g.e., s. 100.
Harîrîzâde, Tibyân, II, 142ab. Ummî Sinan'ın memleketi hakkında Bursalı Mehmed Tâhir, "Pirizren de doğduğu rivayet ediliyorsa da, bir icâzetnâmede Bursalı oldukları görülmüştür" diyerek, bu hususta Harîrîzâde'yi tasdik ediyor. Bununla birlikte Karamanlı olduğuna dair bir rivayet bulunduğunu da kaydediyor (Bursalı, Osmanlı Müellifleri, I, 20).
Vassâf, Sefine, IV, 166.
a.g.e., aynı yer.
Harîrîzâde, Tibyân, II, 290b; Vassâf, Sefine, IV, 179. Sâdık Vicdânî, Tomârı Halvetiyye'de Ahmed Semerkandî'nin Erzincan'da faaliyet gösterdiğini, Hüsâmeddin Efendi'nin de onunla bu şehirde buluştuğunu, daha sonra ise hilâfet alarak şeyhinin emriyle Uşak'a gittiğini kaydetmektedir (s. 104). Hocazâde Ahmed Hilmi'nin eserinde de, Hüsâmeddin Efendi'nin şeyhle Uşak'm dışında bir yerde buluşup sülûkünü tamamladığı ve onun vefatından sonra adı geçen şehire gittiği ifade ediliyor (Hocazâde, Ziyâreti Evliya, s. 47).
Harîrîzâde, Tibyân, II, 291b.
a.g.e., II, 291a.
Atâî, Zeyli Şekâik, s. 63; Abdullah Efendi, Semerât, s. 142; Vicdânî. Halvetiyye, s. 99.
Seyyid Seyfullah, Câmiu’lmaârif, vr. 14b; Seyyid seyfullah ayrıca manzum . olarak kaydettiği bir silsilede de yine aynı zatı zikretmektedir (bk. Okumuş, . Marmaravî, s. 178). Ancak her iki yerde de şeyhin adı Hacı Karamânî (veya
Karaman) şeklinde kaydedilmiştir.
Harîrîzâde, Tibyân, II, 142a; Vassâf, Sefine, IV, 161. Zeyli Şekâik ve Semerâtü'lfuâd'm kayıtlarına göre ise, İzzeddin Karamânî (Bu zat her iki kaynakta da elHâc Karaman Saruhânî olarak kaydedilmiştir. Bunun, Tibyân1 da kaydedilen İzzeddin Ali Karamânî Saruhânî, kısaca İzzeddin Karamânî olduğu anlaşılıyor) Kasım Lârendî'nin pîrdaşı durumundadır. Zira bunlara göre her ikisi de Yiğitbaşı'dan hilâfet almışlardır (bk. Atâî, a.g.e., s. 63; Abdullah Efendi, Semerât, s. 143).
Baldırzâde Mehmed, Vefeyâtnâme, Süleymaniye Ktp., Esat Efendi, nr. 1381, vr. 199b.
Seyyid Mustafa Nehcî, Tııhfetü'ssâlikîn ve hediyyetü'lmürşidîn, İstanbul Belediyesi Atatürk Kitaplığı, Osman Nuri Ergin, nr. 637, vr. 9a.
İsmâil Beliğ, Güldestei Riyâzı İrfan ve Vefeyâtı Dânişverâuı Nâdiredân, Bursa 1302, s. 120.
Harîrîzâde, a.g.e., I, 65b; Hocazâde, Ziyâreti Evliya, s.55; Bursalı, Osmanlı Müellifleri, 1,145.
Vicdânî'nin Tomârı Halvetiyye'sinde verilen silsilede de Kasım Çelebi'nin şeyhi olarak İzzeddin Karamânî görülmektedir. Ancak bu silsilede, yukarıda da işaret edildiği gibi, Kasım Çelebi'den sonra Ümmî Sinan zikrediliyor (bk. Vicdanî, Halvetiyye, s. 99). Buna göre Kasım Çelebi, Ümmî Sinan'ın pîrdaşı değil mürşidi olmaktadır.
Baldırzâde, Vefeyâtnâme, vr. 199b.
Bursah, Osmanlı Müellifleri, 1,145.
Atâî, Zeyli Şekâik, s. 63; Nehcî, Tuhfe, vr. 9a; Bursah, a.g.e., aynı yer; Hocazâde, Ziyâreli Evliya, s. 55.
Nehcî, Tuhfe, vr. 9a; ayrıca bk. Reşat Öngören, "Haşan Burhâneddin Cihangiri", DİA, XVI, 311. Ramazâniyye'ye varan silsile yukarıdan aşağıya doğru şu şeklide kaydedilmiştir: Şeyh Yiğitbaşı > Şeyh Hacı Karaman > Şeyh Kasım > Şeyh Muhyiddin Karahisârî > Şeyh Ramazan Mahfî...
Bursah, Osmanlı Müellifleri, I, 145.
Vassaf,.Sefine, IV, 166.
Bursah, Osmanlı Müellifleri, I, 20; Vassâf, a.g.e., IV, 167.
Vassâf, a.g.e., aynı yer.
Zâkir Şükrü, Silsilei Meşâyih, İM, 4, sy. 4, s. 91.
Zâkir Şükrü, a.g.e., aynı yer.
Tanman, M. Baha, "Pazar Tekkesi", DB1A, VI, 235.
Zâkir Şükrü, Silsilei Meşâyih, IM, IV, sy. 4, s. 83.
Zâkir Şükrü, a.g.e., aynı yer.
Tanman, "Pazar Tekkesi", DBİA, VI, 235.
Tanman, a.g.m., aynı yer.
Harfrîzâde, Tibyân, II, 143a; Çetin, Tekkeler, VD, XIII, 587; Bursalı, Osmmlı Müellifleri, I, 20; Vassâf, Sefine, IV, 167.
Bursalı, a.g.e., aynı yer; Vassâf, a.g.e., aynı yer.
Ayvansarâyî, Hadîka, II, 232.
Bursalı, Osmanlt Müellifleri, I, 20.
Bağdatlı İsmâil Paşa, îzâhu'lmeknûn fi'zzeyl alâ Keşfi'zzunûn an esâmi'lkü■tüb ve'lfünûn (neşredenler, Kilisli Muallim RifatŞerefeddin Yaltkaya), İstanbul 194547, II, 528; Bursalı, a.g.e., I, 81. Seyfullah Efendi'nin çoğu tasavvuf! diğer eserleri için bk. Bursalı, a.g.e., aynı yer.
Seyyid'Seyfullah, Câmiu'Imaârif, vr. llb12b; ondan naklen Vassâf, Sefine, IV, 161162.
Seyyid Seyfullah, a.g.e., 14b; Harîrîzâde, Tibyân, II, 143a; Bursalı, Osmanh Müellifleri, I, 20; Vassâf, a.g.e., IV, 164.
Mustafa Uzun, "Dede Ömer Rûşenî", DİA, IX, 81. Dede Ömer'in hayatı ve eserleri hakkında bilgi için bk. Mustafa Uzun, Dede Ömer Rûşenî Hayatı, Eserleri ve Miskinliknâme Mesnevisi (yayımlanmamış doktora tezi), 1982; a.mlf., a.g.m., s. 8183.
Lâmiî, Nefehât Tercümesi, s. 576; Taşköp izâde, eşŞekâik, s. 264, 265; Hulvî, Lemezât, s. 511, 512, 513, 514; Vicdânî, f alvetiyye, s. 41, 42; Uzun, a.g.m., aynı yer.
bk. Abdullah Efendi, Semerât, s. 142.
Bursalı, Osmanh Müellifleri, 1,19; Vicdan,’, Halvetiyye, s. 49.
Muhyîi Gülşenî, Menâkıbt İbrâhim Gülşenî ve Şemlelizâde Ahmed Efendi Şîvei Tarikatı Gülşenîye (yayınlayan, Tahsin Yazıcı), Ankara 1982, s. 13 (Gülşeniyye meşâyihinden Muhyî Efendi'nin ö. 1014/160506 XVII. asrın başlarında kaleme aldığı bu eseri, Gülşeniyye'nin kurucusu îbrâhim Gülşenî ve halifelerinin hal tercümeleri için en önemli eserlerden biri olma niteliğini hâizdir); ayrıca bk. Hulvî, Lemezât, s. 523.
Atâî, Zeyli Şekâik, s. 67; Vassâf, Sefine, III, 107.
A)l). ı iulvî, Lemezât, s. 523524525; ayrıca bk. Atâî, a.g.e., aynı yer; Mustafa Kara, "Gülşeniyye", DM, XIV, 256.
I. Atâî, a.g.e., aynı yer; Kara, a.g.m., aynı yer.
Hulvî, Lemezât, s. 525; Atâî, a.g.e., aynı yer.
Hulvî, a.g.e., s. 543544.
Muhyî, Menâkıbı Gülşenî, s. 266267; Hulvî, a.g.e., s. 553.
İlâ. Muhyî, a.g.e., s. 290, 291.
I Ilı. Muhyî, a.g.e., s. 299.
Muhyî, a.g.e., s. 298; Hulvî, Lemezât, s. 543544.
Muhyî, a.g.e., s. 312; Hulvî, a.g.e., s. 544; Vassâf, Sefine, III, 125.
Hulvî, a.g.e., aynı yer.
a.g.e., s. 525526.
a.g.e., s. 531532; Atâî, Zeyli Şekâik, s. 67; Vassâf, Sefine, III, 107.
Muhyî, Merlâkıbı Gülşenî, s. 398.
Hulvî, Lemezât, s. 534.
Muhyî, a.g.e., s. 401.
Hulvî, a.g.e., s. 534.
Atâî, Zeyli Şekâik, s. 67; Vassâf, Sefîne, III, 110
Muhyî, a.g.e., s. 418.
bk. Yaşar YücelAli Sevim, Klasik Dönemin Üç Hükümdarı: FatihYavuzKanuni, Ankara 1991, s. 161.
Mustafa isen, Üsûlî Hayatı Sanatı ve Divanı, Erzurum 1988, s.XVI.
Ramazan Halife, yukarıda bahsedileni! Ali Paşa Zaviyesi şeyhi Karabaş Ramazan Efendi olmalıdır.
Bu zat ileride kendisinden bahsedilecek olan Halveti şeyhi Şeyh Şücâüddîn İlyas'tır.
Muhyî, Menâktbı Gülşenî, s. 418.
a.e., s. 438.
a.e., s. 463.
a.e., s. 438.
a.e., aynı yer.; Vassâf, Sefine, III, 112.
Hulvî, Lemezâi, s. 535.
Atâî, Zeyli Şekâik, s. 67; Vassâf, Sefine, III, 106.
Eserleri ve bunların kütüphanelerde bulunan nüshaları için bk. Kasım Kufralı, "Gülşenî", M, IV, 836; Şevket Beysanoğlu, Diyarbakırlı Fikir ve Sanat Adamları, İstanbul 1957, I, 60; Gülşeniyye'nin tarikat âdabı için bk. Kara, "Gülşeniyye", DlA, XIV, 257259.
Hulvî, Lemezât, s. 540.
a.e., s. 539.
Atâî, Zeyli Şekâik, s. 201.
Hulvî, fl.g.e., s. 539; Atâî, a.g.e., aynı yer. Hulvî adı geçen Pîrî Halife'nin Zeyniyye'ye mensup olduğunu söylüyorsa da, bunun XV. yüzyılın ilk yarısında faaliyet gösterdiği anlaşılan Zeyniyye şeyhi Pîrî Halife (bk. Zeyniyye bölümü) olması tarihen mümkün değildir. Muhtemelen bu zât Nakşibendiyye'ye mensup Pîrî Halife'dir (ö. 1554) (bk. Nakşîler bölümü).
Hulvî, a.g.e., s. 540.
bk. Atâî, Zeyli Şekâik, s. 201; Ayvansarâyî, Hadîka, II, 126; Çetin, Tekkeler, s. 590; ayrıca bk. Hulvî, Lemezât, s. 541.
bk. Tanman, "Durmuş Dede Tekkesi", DBİA, III, 106.
Tanman, "Gülşenîlik", DBİA, III, 442.
Atâî, Zeyli Şekâik, s. 201.
bk. Beyazıt Devlet Ktp., nr. 3635.
Atâî, Zeyli Şekâik, s. 201.
bk. Hulvî, Lemezât, s. 540,541; ayrıca bk. Atâî, a.g.e., aym yer.
Atâî, a.g.e., aynı yer.
bk. Muhyî, Menâkıbı Gülşenî, s. 298; Hulvî, Lemezât, s. 54344; Vassâf, Sefine, III, 125.
bk. Muhyî, a.g.e., s. 470; Hulvî, a.g.e., s. 54749; Vassâf, a.g.e., aynı yer.
bk. Muhyî, a.g.e., s. 469; Hulvî, a.g.e., s. 551556; Vassâf, a.g.e., III, 126.
456..Hulvî, a.g.e., s. 554; Beysanoğlu, Fikir Adamları, s. 102.
Muhyî, Menâkıbı Gülşenî, s. 413; ayrıca bk. Sertoğlu, Osmanlı Tarih Lügati, s. 321. Şehnâmeci, hükümdarların evsafını, şan ve zaferlerini kayıt ve tasvir eden memura denilmektedir. Maiyetinde kâtipler, tezhipçi ve musavvir denilen minyatürcüler bulunurdu. Osmanlı devletinde bu vazifeyi ilk ihdâs eden Fâtih'tir (Sertoğlu, a.g.e., s. 321).
Atâî, Zeyli Şekâik, s. 63.
Nazmî, Hediyye, s. 58; Harîrîzâde, Tibyân, II, 209a; Hocazâde, Ziyâreti Evliya, s. 9098; Vicdânî, Halvetiyye, s. 114. Lemezât'ta, ikinci silsilede bulunan Şahkubâd Şirvânî'nin, kaydedilen dört kaynağın ortak ifadelerinin aksine, Dede Ömer Rûşenî'den el aldığı ve silsilenin bu yolla Seyyid Yahyâyı Şirvânî'ye ulaştığı belirtilmektedir (bk. Hulvî, Lemezât, s. 597).
Amasya Tarihi’nde kaydedildiğine göre, dergâhı âlî çâvuşlarından Mehmed Ağa tarafından Ezinepazar'da büyük bir han ve bir hamamla birlikte bir de
■ tekke yaptırılmıştır (Abdizâde, Amasya Tarihi, I, 342). Muslihuddin Efendi'nin faaliyet gösterdiği dergâh, kanaatime göre burası olmalıdır. Muslihuddin Efendi'nin kabri de Ezinepazar'da bulunmaktadır (bk. a.g.e., aynı yer). ■
Nazmî, Hediyye, s. 6062; ayrıca bk. Harîrîzâde, Tibyân, II, 209b, 210a; Hocazâde, Ziyâreti Evliya, s. 9091; Vicdânî, Halvetiyye, s. 114, 115.
Nazmî, a.g.e., s. 63.
a.g.e., s. 6365; ayrıca bk. Harîrîzâde, Tibyân, II, 210ab; Hocazâde, Ziyâreti
Evliya, s. 91; Vicdanî, Halvetiyye, s. 115.
Harîrîzâde, a.g.e., II, 210b; Hocazâde, a.g.e., aynı yer.
Nazmî, Hediyye, s. 6.
bk. Hocazâde, Ziyâreti Evliya, s. 91; Vicdânî, Halvetiyye, s. 115.
Harîrîzâde, Tibyân, II, 210b.
a.g.e., aynı yer; Hocazâde, Ziyâreti Evliya, s. 91; Vicdânî, Halvetiyye, s. 115. Şemseddin Ahmed Efendi'nin hayatı ve eserleri hakkında geniş bilgi için bk. Haşan Aksoy, Şemseddin Sivâsî, Hayatı, Eserleri ve Mevlidi (basılmamış doktora tezi), İstanbul 1983.
bk. Rıdvan Nâfiztsmâil Hakkı, Sivas Şehri, İstanbul 1928 (1346), s. 130.
bk. Nazmî, Hediyye, s. 54.
bk. ag.e., s. 4749.
Ayvahsarâyî, Hadîka, 1,196; Zâkir Şükrü, Silsilei Meşâyih, İM, IV, sy. 4, s. 60;
Özdamar, Dergâhlar, s. 134.
Semavi Eyice, "İmrahor Camii", DBİA, IV, 166.
bk. Zâkir Şükrü, Silsilei Meşâyih, İM, IV, sy. 4, s. 60.
Bursah, Osmanlı Müellifleri, I, 199. Eserin bir nüshası için bk. Süleymaniye Ktp., Hacı Mahmud Efendi, nr. 2597.
Mehmed Şemseddin, Bursa Dergâhları (Yâdigârı Şemsî, III) (hazırlayanlar, Mustafa KaraKadir Atlansoy), Bursa 1997, s. 381.
Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 547.
İmamzâde, Aydm'da faaliyet göstediği bildirilen bir Halveti şeyhidir. Çok kuvvetli riyâzet ve mücâhedelerde bulunduğu rivayet edilir. Pek çok kimse onun yanında tarikatını tamamlamıştır (Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 367). Müstakimzâde bu zatın adını Şeyh İmamzâde Abdullah Kadiri şeklinde kaydetmektedir (Müstakimzâde, Meşâyihnâmei İslâm, vr. 4b). İmamzâde'nin yanında yetişen bir başka zat Tireli Şeyh Halil b. Ali'dir (ö. 974/156667). Tasavvuf yoluna girmeden önce ilmi zahiri ikmal ettiği bildirilen bu
■ zat, sülûkünü tamamladıktan sonra bazı mescidlerde imamlık yaparak halka tefsir, hadis naklederek irşad faaliyetini sürdürmüştür (Atâî, Zeyli Şekâik, s. 192).
Müstakimzâde bu tekkeyi, Ayasofya Camii yakınındaki Hüseyin Ağa Zâviyesi diye kaydetmektedir (Müstakimzâde, a.g.e., aynı yer). Öyle anlaşılıyor ki, XVI. asrın başlarında Kapı Ağası Hüseyin Ağa tarafmdan yaptırılan bu tekke (Tanman, "Küçük Ayasofya Tekkesi", DBİA, V, 149), kurucusuna nisbetle bu isimle de anılmaktaydı.
Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 532533; Mehmed Paşa, Nişancı Tarihi, s. 272,2772Z&, Âlî, Künhü'lahbâr, vr. 378a; Peçevî îbrâhim Efendi, Peçevî Tarihi (hazırlayan, Bekir Sıdkı Baykal), Ankara 1981,1,325; Müstakimzâde, a.g.e., vr. 4b5a; Uriel Heyd, "Some Aspects of the Ottoman Fetva”, Bulletin of the School of Oriental and African Studies (BSOAS), XXXII, Londra 1969, s. 4546; R. C. Repp, The Müfti of İstanbul: A Study in the Development of the Ottoman Learned Hierarchy, London 1986, s. 222223.
Taşköprizâde, a.g.e., s. 533; ayrıca bk. Âlî, a.g.e,, aynı yer.
Mecdî, Şekâik Tercümesi, s. 518.
Atâî, Zeyli Şekâik, s. 63, 7273. Diğer yandan Müstakimzâde de, bir başka Müftî Şeyh Adülkerîm'den söz etmektedir. Onun kaydına göre bu zat, padişah tarafından fetva yetkisi verildiği belirtilen Müftî Şeyh'den farklı olup, Alâeddin Rûmî'den hilâfet almıştır. Fakat Kadiriyye Tarikatı'na da intisabı vardır. Tire müftüsü iken 964 senesinde vefat etmiştir (Müstakimzâde, Meşâyihnâmei İslâm, vr. 5â).
bk. Lâmiî, Nefehât Tercümesi, s. 577; Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 264.
Hoca Sâdeddin, Tâcü'ttevârîh, II, 487.
Bursalı, Osmanlı Müellifleri, 1,145.
Nitekim Sicilli Osmânî'de Müftî Şeyh Abdülkerim Efendi ile Tireli Abdülkerim Efendi ayrı ayrı zikredilmiştir. Ancak, bununla birlikte Zeyli Şekâ■ik’de yapılan bazı yanlışlıklar burada da tekrarlanmakla kalmamış, ilâve olarak Müftî Şeyh'in hocası olan Bâlî Esved'in, tarikat şeyhi olduğu ve Müftî Şeyh'in onun yanında tarikatını tamamladığı vb. gibi yanlışılıklar da yapılmıştır (bk. Mehmed Süreyya, Sicilli Osinânî, III, 351, 352).
Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 549.
Atâî, Zeyli Şekâik, s. 63.
Seyyid Seyfullah, CâmiuTmaârif, vr. 9a.
bk. Atâî, Zeyli Şekâik, s. 63.
a.g.e., aynı ver.
a.g.e., s. 73.
Bursalı, OsmanlI Müellifleri, I, 20.
Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 368.
a.g.e., s. 545.
bk. Atâî, Zeyli Şekâik, s. 6162; Abdullah Efendi, Semerât, s. 132; Ahmed Rif'at, Mir'ât, s. 40; Abdülmecid b. Muhammed Hânî, elHadâiku'lverdiyye fî hakâiki ecillâi'nNakşibendiyye, Kahire 1308, s. 6.
Nakşı şeyhlerinden Fâtih devrinde Buhara'dan Anadolu'ya gelmiş bir de Ahmed İlâhî diye bir zat vardır. Bursa'ya yerleşip dergâhını orada kurmuş olan bu zat Simavlı Abdullah İlâhî ile karıştırılmamalıdır (Belîğ, Güldeste, s. 143144).
Abdurrahmanı Câmî, Nefehâtü'lüns min hadarâtilkuds (tercüme ve şerh, Lâmiî Çelebi), İstanbul 1980, s. 461; Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 250; Mustafa KaraHamid Algar, "Abdullâhı İlâhî", DİA, 1,110. Müstakimzâde Süleyman Sâdeddin Efendi, Meşâyihnâmei İslâm isimli eserinde Abdullahı tlâhî'yi Sâdeddin Kâşgarî'nin (ö. 860/1456) halifesi olarak kaydetmişse de (bk. Müstakimzâde, Meşâyihnâmei İslâm, Süleymaniye Ktp., Esad Efendi, nr. 1716/1, vr. 2a) .Şeyh llâhî'nin, İstanbul'un fethinden üç sene sonra vefat etmiş bulunan Kâşgarî'den (bk. Lâmiî, Nefehât Tercümesi, ş. 444) hilâfet almış olması tarihî açıdan uzak bir ihtimaldir.
Hamid Algar, "The Naqshbandî order: a preliminary survey of its history and significance", Stvdia Islamica (SI), sy. XLIV, Paris 1976, s. 140; a.mlf., "Nakshbandiyya", EI2, VII, 936.
Mustafa Kara, "Emîr Buhârî", DİA, XI, 125.
Abdizâde, Amasya Tarihi, I, 243244.
Lâmiî, Nefehât Tercümesi, s. 461,462; Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 250.
Algar, The Nacjshbandî order, s. 140.
Lâmiî, Nefehât Tercümesi, s. 462; Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 250,251. Abdullahı llâhî'nin eserleri ve bunların bulunduğu kütüphaneler için bk. (KaraAlgar, "Abdullahı İlâhî", DİA, 1,111112).
Bu şerhin bir nüshası Süleymaniye Ktp., Şehid Ali Paşa, nr. 1325'te bulunmaktadır.
Lâmiî, a.g.e., s. 462; Hocazâde, Ziyâreti Evliya, s. 13; Kasım Kufralı, "Molla İlâhî ve Kendisinden Sonraki Nakşibendiyye Muhiti", Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi (TDED), III, sy. 12, İstanbul 1948, s. 135; Kara, Bursa'da Tarikatlar, 1,156; a.mlf., "Emîr Buhârî", DÎA, XI, 126.
Nakşibendiyye'den İstanbul Unkapam'nda dergâhını kurarak faaliyet gösterdiği bildirilen bir Ahmed Buhârî daha vardır (Kara, a.g.m., aynı yer). İleride kendisinden bahsolunacak olan bu zat ile Emîr Ahmed Buhârî birbirine karıştırılmamalıdır.
Emîr Ahmed Buhârî hakkında Abdurrezzâk Efendi (ö. 1170/1757 civarı) tarafından bir risale kaleme alınmıştır. Süleymaniye Ktp., Esad Efendi, 3622/10 numarada Menkıbei Emîr Buhârî (vr. 173a177a arası) ismiyle kayıtlı olan bu eserde anlatılanlar, büyük ölçüde Nefehât Tercümesi ve Şekâik’te anlatılanların aynısıdır.
Lâmiî, Nefehât Tercümesi, s. 467.
a.g.e., aynı yer; Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 360; Kefevî, Ketâib, vr. 478ab; Hoca Sâdeddin, Tâcü'ttevârîh, II, 589590.
Ayvansarâyî, Hadîka, 1,42,43. Hüseyin Vassâf ve günümüz araştırmacılarından Baha Tanman, Fâtih Emîr Buhârî Tekkesi'nin Nakşibendiyye'nin İstanbul'daki en eski tekkesi olduğunu söylemektedirler (Vassâf, Sefine, II, 31; Tanman, "Emîr Buhârî Tekkesi", DİA, XI, 126). Ancak, Thierry Zarcone'un da belirttiği gibi (bk. Thierry Zarcone, "Hindiler Tekkesi", DB1A, IV, 74), İstanbul'daki ilk Nakşî tekkesinin Hindîler Tekkesi olması gerekir. Zira bu tek
. ke, Hadîkatü'lcevâmi'de kaydedildiğine göre (I, 219), Emîr Buhârî Tekkesi'nden önce Fâtih Sultan Mehmed tarafından Hâce tshak Buhârîi Hindî için yaptırılmış bir Nakşî dergâhıdır.
Ayvansarâyî, a.g.e., I, 45; Vassâf, Sefine, II, 31.
Thierry Zarcone, "Emîr Buhârî Tekkesi", DB1A, III, 165; Tanman, "Emîr Buhârî Tekkesi", s. 127.
Mecdî, Şekâik Tercümesi, s. 519.
Meselâ bk. Atâî, ZeyTi Şekâik, s. 61. Ayrıca Zâkir Şükrü Efendi de Silsilei Meşâyih’de bu tekkenin ilk şeyhi olarak Emîr Buhârî'yi göstermektedir (İM, V, sy. 1, s. 94)
Meselâ bk. Ayvansarâyî, Hadîka, I, 297. Ekrem Işın da Kanûnî Sultan Süleyman tarafından yaptırıldığını ifade etmektedir (bk. "Nakşibendîlik", DBM, VI, 33).
bk. İstanbul Vakıfları Tahrîr Defteri 953 (1546) Tarihli (neşredenler, Ömer Lütfi BarkanEkrem Hakkı Ayverdi), İstanbul 1970, s. 206.
Zâkir Şükrü, Silsilei Meşâyih, İM, V, sy. 2, s. 101,103; Işın, "Nakşibendîlik", s. 33; Kara, "Emîr Buhârî", DİA, XI, 126.
Zâkir Şükrü, a.g.e., İM, V, sy. 2, s. 103; Işın, a.g.m., aynı yer; Tanman, "Emîr Buhârî Tekkesi", s. 126.
Ayvansarâyî, Hadîka, I, 4546.
bk. Zâkir Şükrü, Silsilei Meşâyih, İM, V, sy. 2, s. 101; ancak ileride kaydedileceği gibi, Emîr Buhârî'den sonra bu tekkede irşad postuna, "Kavaklızâde" diye bilinen Şeyh Mehmed'in (ö. 1000), ondan sonra da Kastamonulu Şeyh ŞâbanTn (ö. 1002) geçtiği anlaşılmaktadır (bk. Atâî, Zeıjli Şekâik, s. 371372).
bk. BarkanAyverdi, Tahrîr Defteri, s. 202208.
a.g.e., s. XXVII.
Lâmiî, Nefehât Tercümesi, s. 468.
Lâmiî, a.g.e., s. 467468; Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 360361; ayrıca bk. Mehmed Paşa, Nişancı Tarihi, s. 180; Vassâf, Sefine, II, 3132.
Lâmiî, Husni Dîl, İstanbul Üniversitesi Ktp., TY. nr. 635, vr. 5a; Abdurrahman Gubârî, Kâbenâme, Üsküdar Selim Ağa Ktp., Kemankeş Emîr Hoca, nr. 223, vr. 62ab. Nakşîler'in diğer prensipleriyle birlikte zikredilen bu prensiplerin izahları için bk. Ali b. Hüseyin Vâizi Kâşifi, Reşahâtı Ayrıtı lhayât (tercüme, M. Şerîf elAbbâsî), İstanbul 1291, s. 32 vd.; Selçuk Eraydm, Tasavvuf ve Tarikatlar, İstanbul 1994, s. 375380.
Kasım Çelebi hakkında bilgi için bk. Halvetîler, Cemâliyye Şubesi kısmı.
Mecdî, Şekâik Tercümesi, s. 365. Bu olay Nefehât Tercümesi’nde, Şeyh Buhârî'nin vefat ettiği gece ay tutulması olduğu ve Kasım Çelebi'nin bunu görünce şeyhin vefatına veya vefatının çok yakın olduğuna hükmettiği, şeklinde kaydedilmiştir (s. 470).
Şeyhe nisbet edilen tasavvufî mahiyyette bir risâle, Süleymaniye Ktp., Hâlet Efendi, nr. 300, vr. 108b123b'de, bir başka risâle de İstanbul Üniversitesi
Ktp., TY, 2320, vr. 15b29b'de bulunmaktadır. Ona nisbet edilen eserlerden bir kısmı Mevlânâ'nın bazı şiirlerine yazdığı şerhlerden oluşmaktadır. Bunlardan birisi Türkçe Şerhi Gazeli Mevlânâ adıyla İstanbul Üniversitesi Ktp., AY, nr. 1545'te kayıtlıdır (aynı eser mezkûr kütüphanede, TY, nr. 6306'da Feyzi Asar li Mesnevîi Hz. Mevlânâ adıyla kayıtlı bulunmaktadır). Mevlânâ'nm bir kısım şiir ve beyitlerine Emir Buhârî'nin Farsça yaptığı şerhler de bulunmaktadır. Bunların bulunduğu kütüphaneler için bk. (Cemal KurnazMustafa Tatçı, "İstanbul'da Buhârâlı Bir Nakşî Şeyhi: Seyyid Emîr Buhârî ve Türkçe Şiirleri", Bilig Bilim ve Kültür Dergisi, sy. I [1996], s. 253). Emîr Buhârî'ye bu şekilde bazı eserler nisbet edilmiş olmakla birlikte, onun ileri gelen âlim halifelerinden Lâmiî Çelebi, yukarıda da kaydedildiği gibi, şeyhin ilmi zâhire vâkıf olmaması hasebiyle sohbetlerinde Arapça herhangi bir ibareyi doğru okuyamadığım ifade etmektedir (Nefehât Tercümesi, s. 468). Bu durumda onun eser telif ettiğini kabul etmek çok zordur. Ona nisbet edilen eserlerin, ileride bahsi gelecek olan aynı isimde bir başka Nakşî şeyhi Ahmed Buhârî (ö. 994/1586) tarafından kaleme alınmış olması da muhtemeldir. Ancak bu hususta yeterli bilgi bulunmamaktadır.
· 35. Emîr Buhârî'nin bu şiirleri Cemal Kurnaz ve Mustafa Tatçı tarafından neşredilmiştir (bk. a.g.m., s. 255263; a.mlf., İstanbul'da Buhârâlı Bir Mutasavvıf Emîr Buhârî, Ankara 1998, s. 60152).
Müstakimzâde, M.eşâyihnâmei İslâm, vr. 2b.
Lâmiî, Nefehât Tercümesi, s. 467,470.
Baldırzâde, Vefeyâtnâme, vr. 55ab; Hânî, Hadâik, s. 174; Kara, "Emîr Buhârî", s, 126. Muslihuddin Tavîl, önce Molla Îlâhî'ye intisap etmiş (bk. Lâmiî, a.g.e., s. 462; Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 362; Baldırzâde, a.g.e., aynı yer; Âlî, KünhüT ahbâr, vr. 167b; Hoca Sâdeddin, Tâcü'ttevârih, II, 538; Hânî, a.g.e., aynı yer), daha sonra sülûkünü Emîr Ahmed Buhârî'nin yanında tamamlamıştır.
Baldırzâde, a.g.e., vr. 95b; Hadâiku'lverdiyye, aynı yer; Kara, a.g.m., aynı yer. Âbid Çelebi kadılık mesleğini bırakarak tasavvuf yoluna girmiştir. Bu zatın da ilk intisabı Molla tlâhî'yedir (bk. Lâmiî, a.g.e., s. 462,463; Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 363; Âlî, a.g.e., aynı yer; Hoca Sâdeddin, a.g.e., aynı yer; Hânî, Hadâik, aynı yer). Tarikatynı ikmal ettikten sonra evinin yanında yaptırdığı caminin yanı başına bir de derviş hücreleri yaptırarak vefatına kadar burada irşad ile meşgul olmuştur (Taşköprizâde, a.g.e., s. 363, 364). Fatih'te 1494 tarihinden az önce yaptırıldığı tahmin edilen bu tekkede, Âbid Çelebi'nin aynı za
■ manda Mevleviyye'den de icâzeti olması hasebiyle, perşembe günleri Mevlevi, cuma geceleri de Nakşî zikirleri icrâ edilmekteydi (M. Baha Tanman, "Âbid Çelebi Tekkesi", DBİA, I, 57) Öyle anlaşılıyor ki burası, Âbid Çelebi'den sonra sadece Mevlevîlere mahsus bir mevlevîhâne haline gelmiştir (bk. a.g.m., aynı yer).
Hânî, Hadâik, aynı yer; Kara, a.g.m., aynı yer. Önce Molla llâhî'ye intisap edip (bk. Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 365; Tâcü'ttevârîh, V, 274; HadâikuTverdiyye, aynı yer) daha sonra Emîr Ahmed Buhârî'ye bağlananlardan biri de Bedreddin Baha'dır.
Hânî, Hadâik, aynı yer. Memleketi olan Üsküp'te faaliyet gösterdiği kaydedilen Lütfullah Efendi, tekkesini Usküp dağına kurmuş ve orada irşad faaliyetini sürdürmüştür. Ulûmi zâhireyi tahsil etmekteyken, yukarıda kaydedilen zevat gibi, evvelâ Şeyh Ilâhî'ye bağlanmak suretiyle tasavvuf yoluna girmiş (bk. Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 364; Âlî, Künhü'lahbâr, vr. 167b; Hoca Sâdeddin, Tâcuttevârth, II, 593) daha sonra sülûkünü Emîr Ahmed Buhârî'nin yanında ikmal etmiştir.
Lâmiî, Nefehât Tercümesi, s. 470; Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 437; Âşık Çelebi, Meşâirü'şşuarâ, vr. 268a; Hoca Sâdeddin, Tâcü'ttevârîh, II, 592; Hânî, Hadâik, s. 174. Müftî Ahmed Paşa'nm oğlu olan Hızır Bey, Bursa'da müderrislik yapmakta iken bu vazifeden ayrılıp tasavvuf yoluna girmiş ve tarikatynı Emîr Buhârî'nin yanında ikmal etmiştir (bk. yukarıdaki eserlerin mezkûr sayfaları). Şiirlerinde "Hızrî" mahlasını kullandığı belirtilen Hızır Bey Çelebi'nin şeyhinin, Latîfî Tezkiresi’nde Şeyh Şemseddin Buhârî diye bir zat olduğu kaydedilmekteyse de (Latîfî, Tezkire, İstanbul 1314, s. 145), Âşık Çelebi'nin, Hızır Bey hakkında Latîfî'den naklen verdiği bilgilerin ardından, şeyhinin de Emîr Buhârî olduğunu zikretmesinden (bk. yukarıda gösterilen yer) Latîfî'nin mezkûr zatla Emîr Buhârî'yi kastettiği anlaşılmaktadır.
Müstakimzâde, Tuhfei Hattâtîn, İstanbul 1928, s. 186; a.mlf., Meşâyihnâmei Islâm, vr. 2b. Şeyh Hattat Hamdullah, önce Zeyniyye'den Sangâzîzâde Şeyh Mustafa'dan el almıştır. Onun vefatından sonra ise Emîr Ahmed Buhârî'ye intisap ederek Nakşibendî halkasına dahil olmuştur (bk. adı geçen eserler, zikredilen yerler).
Taşköprizâde, a.g.e., s. 403. Kocaelili olan Mücellidzâde, asrının ileri gelen âlimlerinden okuduktan sonra Bursa'da îsâ Bey Medresesi'nde müderris olmuştur. Tasavvuf yoluna girdikten sonra da müderrisliğe devam etmiştir (a.g.e., aynı yer).
Taşköprizâde, a.g.e., s.438; Baldırzâde, Vefeyâtnâme, vr. 190b, 191a; Hânî, Hadâik, s. 174.
Lâmiî, Nefehât Tercümesi, s. 469; Taşköprizâde, a.g.e., s. 534; Mehmed Paşa, Nişancı Tarihi, s. 278; Ali Çelebi b. Bâlî, Ikdü'lmanzum p zikri efâdili'rRûm (eşŞekâiku’nnu’mâniyye sonunda), Beyrut 1975, s. 368; Âlî, Künhü'lahbâr, vr. 378a; Hânî, a.g.e., aynı yer.
Taşköprizâde, a.g.e., s. 535; Böcüzâde Süleyman Sâmi, Kuruluşundan Bugüne Kadar İsparta Tarihi III (sadeleştirip yayınlayan, Suat Seren), İstanbul 1983, s. 115. Nişancı Tarihinde Pîrî Halife için "Seyyid Buhârî ile musahabet etmiştir" denilmektedir.
Taşköprizâde, a.g.e., s. 552.
Atâî, Zeyli Şekâik, s. 73.
a.g.e., s. 21; Müstakimzâde, Meşâyihnâmei Islâm, vr. 6a.
Ali Çelebi, İkdü'lmanzum, s. 381; Âlî, Künhü'lahbâr, vr. 209a; Atâî, a.g.e., s. 216; Hânı, Hadâik, s. 174.
Ayvansarâyî, Hadîka, I, 280.
Kufralı, Molla İlâhî ve Nakşibendiyye, TDED, III, sy. 12, s. 137.
bk. Kara, Bursa'da Tarikatlar, II, 273; a.mlf., Emîr Buhârî, s. 126.
bk. Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 363.
bk. a.g.e., s. 362; Baldırzâde, Vefeyâtnâme, vr. 55b; ayrıca bk. Beliğ, Güldeste, s. 180.
Şeyh Tâceddin, muhtemelen Zeyniyye meşâyihinden olan Tâceddin Karamânî'dir (ö. 872/1467).
Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 363; Baldırzâde, Vefeyâtnâme, vr. 56a; Beliğ, Güldeste, s. 180.
Taşköprizâde, a.g.e., s. 417.
a.g.e., s. 534; Kefevî, Ketâib, vr. 496a. Peçevî Tarihi'nde Mahmud Çelebi'nin Emir Buhârî'den önce Abdullahı İlâhî'nin sohbetlerine de katıldığı kaydedilmektedir (I, 325).
Taşköprizâde, a.g.e., aynı yer.
Ali Çelebi, İkdü'lmanztım, s. 368.
Ayvansarâyî, Hadîka, I, 297; Zâkir Şükrü, Silsilei Meşâyih, İM, V, sy. 1, s. 94; ’ Işın, "Nakşibendîlik", DBÎA, VI, 33; Özdamar, Dergâhlar, s. 44.
Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 534; Âlî, Künhü'lahbâr, vr. 378a.
Atâî, Zeyli Şekâik, s. 21. Mustafa b. Süleyman Efendi, daha sonra Hicaz'a, oradan da Horasan üzerinden Semerkant'a geçerek Uluğ Bey Medresesi'nde müderris ve müftü oldu. Daha sonra Hoca Ubeydullah Semerkandî Zâviyesi'nde posta oturdu. Burada irşad faaliyetini sürdürmekte iken vefat etmiştir (a.g.e.:, s. 2122).
Atâî, Zeyli Şekâik, s. 24.
Baldırzâde, Vefeyâtnâme, vr. 168a; Beliğ, Güldeste, s. 152.
Baldırzâde, a.g.e., vr. 135ab.
bk. Kara, Bursa'da Tarikatlar, II, 273.
Müstakimzâde, Meşâyihnâmei İslâm, vr. 4a.
Ali Çelebi, İkdü'Imanzıım, s. 368; Atâî, Zeyli Şekâik, s. 84; Zâkir Şükrü, Silsilei Meşâyih, İM, \!, sy. 2, s. 103; Işın, "Nakşibendîlik", s. 33; Özdamar, Dergâhlar, s. 87.
Ayvansarâyî, Hadtka, I, 297; Zâkir Şükrü, a.g.e., İM, V, sy. 1, s. 94; Özdamar, a.g.e., s. 44.
Ali Çelebi, İkdü'lmanzum, s. 368; Âlî, Künhulahbâr, vr. 381a; Atâî, Zeyli Şekâik, s. 84.
Âlî, a.g.e., aynı yer.
Atâî, a.g.e., s. 8485.
a.g.e., s. 75.
a.g.e., s. 192; Bursalı, Osmanlı Müellifleri, III, 112.
Atâî, a.g.e., s. 75; Bursalı, a.g.e., I, 40, dipnot:2. Devrin ileri gelen âlimlerinden Mustafa Sürûrî Efendi'nin (ö. 969/156162), adı geçen Lugatı Fârisî'nin müşkil lugatları benden alınmadır diyerek Nimetullah Efendi ile kavga ettiği nakledilmektedir (Atâî, a.g.e., aynı yer).
Gubârî ismi Arapça toz demek olan "gubâr" dan alınmadır. Hat sanatında bir nevi ince yazının adıdır. Yazı toz gibi ince yazıldığı için bu adı almıştır (Pakalın, Tarih Deyimleri, I, 679).
Müstakimzâde, Tııhfei Hattatın, s. 246; Bursalı, Osmanlı Müellifleri, III, 113.
Âşık Çelebi, Meşâirü'şşuarâ, vr. 285a; Kmalızâde, Tezkire, II, 712.
Bursalı, Osmanlı Müellifleri, III, 112.
Âşık Çelebi, Meşâirü'şşuarâ, vr. 285a; Kmalızâde, Tezkire, II, 712.
ismet Parmaksızoğlu, "Abdurrahman Gubârî'nin Hayatı ve Eserleri", İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Dergisi (1ÜEFTD), I, sy. 12 (19491950), İstanbul 1950, s. 351; Ali Alparslan, "Gubârî Abdurrahman", DİA, XIV, 168. Abdurrahman Gubârî'nin diğer eserleri için bk. (Bursalı, Osmanlt Müellifleri, III, 113114; Parmaksızoğlu, a.g.m., 351356; Alparslan, a.g.m., s. 168169).
Bursalı, a.g.e., III, 113.
Âşık Çelebi, Meşâirü'şşuarâ, vr. 285a; Atâî, Zeyli Şekâik, s. 192; Müstakimzâde, Tuhfei Hattatın, s. 246; Bursalı, a.g.e., III, 112.
Parmaksızoğlu, Gubârî, s. 348.
Ilhan Şahin, "Akşehir", DİA, II, 299. Sultan Abdullah Zâviyesi'nin XVI. asır Akşehir'inde en önemli eserlerden biri olduğu kaydedilmektedir (a.g.m., aynı yer).
Parmaksızoğlu, Gubârî, s. 348. ismet P< rmaksızoğlu Gubârî'nin hayatı ve eserlerine dair kaleme aldığı makalesinde kaydettiğine göre, biri Üsküdar Selim Ağa Ktp., Kemankeş Emir Hoca, nr. 223'de kayıtlı tam nüsha, diğeri Manisa Yİ Halk Ktp., Çaşnigîr, nr. 4952'de kayıtlı eksik nüsha olmak üzere iki nüshasını gördüğünü söylediği (a.g.m., s. 352) Kâ'benâme isimli eserinde Gubârî, Şeyh Abdüllatif Efendi'nin halifesi olarak Akşehir'de Sultan Abdullah Zâviyesi'nde şeyhlik yaptığını vr. 5a ve sonrasında anlatmaktadır (a.g.m., s. 348, dipnot 7). Ancak eserin Üsküdar nüshasında böyle bir mâlumata rastlanmamıştır. Müellif her ne kadar belirtmemişse de, muhtemelen, eserin Manisa nüshasını kullanmış olmalıdır.
Âşık Çelebi, Meşâirü'şşuarâ, vr. 285b; Kmalızâde, Tezkire, II, 712.
bk. Parmaksızoğlu, a.g.m., s. 348; Alparslan, a.g.m., 168.
Meselâ bk. Latîfî, Tezkire, s. 253; Kınalızâde, Tezkire, II, 712; Atâî, Zeyli Şekâ. ik, s. 192; Müstakimzâde, Tuhfei Hattatın, s. 246.
Bursalı, Osmanh Müellifleri, III, 113. Hüseyin Vassâf'm kaydından anlaşıldığına göre, Vefa Dergâhı ehli tarîk ile ulemâ arasında meydana gelen ihtilâf üzerine medreseye çevrilmiş, daha sonra bir ara yine tarikat âyini icra edilmiş ise de, tekrar medrese olarak devam etmiştir (Vassâf, Sefine, I, 274). Ancak, bu değişikliklerin hangi tarihlerde meydana geldiği belirtilmemiştir.
bk. Müstakimzâde, Tuhfei Hattatîn, s, 246.
Âşık Çelebi, Meşâirü'şşııarâ, vr. 285b; Parmaksızoğlu, Gubârî, s. 348; ayrıca bk. Bursalı, Osmanlı Müellifleri, III, 113;
Âşık Çelebi, a.g.e., vr. 286a.
a.g.e., aynı yer; Kınalızâde, Tezkire, II, 714; Atâî, Zeyli Şekâik, s. 192; Müstakimzâde, Tuhfei Hattatin, s. 246; ŞemseddirîSâmi, Kamûsula'lâm Tarih ve Coğrafya Lügati, İstanbul 1314, V, 3256; Bursalı, a.g.e., III, 112113.
Parmaksızoğlu, Gubârî, s. 348. Eserin muhtevası ve tanıtımı için bk. aynı makale, s. 354356.
Âşık Çelebi, Meşâirü'şşuarâ, vr. 286a; Kınahzâde, Tezkire, II, 715; Atâî, Zeyli Şekâik, s. 192; Müstakimzâde, Tııhfei Hattatîn, s. 246.
Alparslan, "Abdurrahman Gubârî", s. 168.
Âşık Çelebi, a.g.e., aynı yer; Kınahzâde, a.g.e., aynı yer; Atâî, a.g.e., aynı yer; Müstakimzâde, a.g.e., aynı yer; Şemseddin Sâmi, a.g.e., aynı yer; Alparslan, a.g.m., aynı yer.
Vassâf, Sefine, III, 224; Işın, "Nakşibendîlik", s. 33.
Müstakimzâde, Ayasofya Cııma Vaizleri, vr. 11b; Zâkir Şükrü, Silsilei Meşâyih, İM, IV, sy. 4, s. 81; Işın, a.g.m., s. 33. Hadîkatü'lcevâmi'de verilen silsilede Mehmed Emin Efendi'nin adı geçmemektedir (I, 43). Kasım Kufralı da, Molla İlâhî ve ondan sonraki Nakşibendiye muhîti üzerine hazırladığı makalesinde, diğer silsileye işaret etmeksizin HadîkatüTcevâmi'in verdiği silsileyi kaydetmiştir (Kufralı, Molla İlâhî ve Nakşibendiyye, s. 139, dipnot 3). Ancak Kufralı makalesinin bir başka yerinde (s. 142), silsilede adı geçmeyen Mehmed Emin Efendi'nin Emîr Buhârî Tekkesi'nde şeyhlik yaptığını kaydetmektedir.
Zâkir Şükrü, a.g.e., aynı yer; Tanman, "Koruk Tekkesi", DB1A, V, 70; Özdamar, Dergâhlar, s. 121.
bk. Işın, "Nakşibendîlik", DBİA, VI, 33.
Lâmiî, Nefehât Tercümesi, s. 578; Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 266.
Zeyniyye meşâyihinden Tâcüddin Karamânî'nin halifesi Şeyh Abdullah da (ö. 894/1489) "Hacı Halife" diye bilinmektedir (bk. Taşköprizâde, a.g.e., s. 240). Menteşeli Hacı Halife ile bu zat karıştırılmamalıdır.
Taşköprizâde, a.g.e., s. 536
Atâî, Zeyli Şekâik, s. 49. Atâî'nin tarikatını zikretmeden Hacı Efendi diye kaydettiği zat, kanaatimizce, yukarıda kaydedilen Nakşî şeyhi Hacı Halife olmalıdır. Tâceddin Efendi'nin Emir Buhârî Tekkesi'nde defnolunmuş olması da bu kanaati desteklemektedir.
a.g.e., 4950. Tâceddin İbrahim Efendi'nin eserleri için bk. («.g.e., s. 51).
Taşköprizâde, a.g.e., s. 537; Ayvansarâyî, Hadtka, 1,297; Zâkir Şükrü, Silsilei Meşâyih, İM, V, sy. 1, s. 94; Özdamar, Dergâhlar, s. 44.
Taşköprizâde, a.g.e., aynı yer.
Ayvansarâyî, Hadtka, 1,297; Zâkir Şükrü, Silsilei Meşâyih, İM, sy. 1, s. 94; Özdamar, Dergâhlar, s. 44.
Gelibolulu Alî onun İznik'te doğduğunu kaydetmiştir (Künhü'labâr, vr. 477b).
Ali Çelebi, İkdü'lmanzum, s. 381; Atâî, Zeyli Şekâik, s. 216; Müstakimzâde, Meşâyihnâmei İslâm, vr. 5a. Hekîm Çelebi'nin ikdü'lmanzum'da ve Künhü'lahbâr'da adı "Muhyiddîn" şeklinde (Ali Çelebi, a.g.e., aynı yer; Âlî, Künhü'Iahbâr, vr. 477b), Peçevî Tarihinde ise Muhyiddin Mehmed diye kaydedilmiştir (I, 326).
Âlî, a.g.e., aynı yer; Peçevî, Tarih, I, 326.
Ayvansarâyî, Hadîka, I, 90. Ayvanşarâyî'nin kaydından Seyyid Emîr Ahmed Buhârî'nin de tabip olduğu anlaşılmaktadır.
Gelibolulu Mustafa Âlî, Hakîm Çelebi'nin şeyhi olarak, yukarıda adı geçen iki şeyhin ismini dikkatsizlik sonucu meczederek Muhammed Buhârî şeklinde kaydetmiştir (bk. Âlî, Künhü'lahbâr, vr. 477b).
Atâî, Zeyli Şekâik, s. 216. Müstakimzâde, Hekîm Çelebi'nin sülûkünü ikmal ettikten sonra Bursa'ya hilâfetle gönderildiğini ve uzun müddet orada şeyhlik yaptığını kaydetmektedir (Müstakimzâde, Meşâyihnâmei İslâm, vr. 5a).
Âlî, Künhü’lahbâr, vr. 478a.
Atâî, a.g.e., s. 216217.
a.g.e., aynı yer; Müstakimzâde, Meşâyihnâmei İslâm, vr. 5ab; Ayvansarâyî, Hadîka, I, 90.
Atâî, a.g.e., aynı yer; Ayvansarâyî, a.g.e., I, 89; Zâkir Şükrü, Silsilei Meşâyih, tM, V, sy. 2, s. 99.
Süleymaniye Vakfiyesi (mukaddimeyi ve metni hazırlayan, Kemal Edip Kiirkçüoğlu), Ankara 1962, s. 6.
Atâî, Zeyli Şekâik, s. 204, 216, 217; Ayvansarâyî, Hadîka, I, 90; Zâkir Şükrü, Silsilei Meşâyih, İM, V, sy. 2, s. 99; Özdamar, Dergâhlar, s. 74.
Kut, Dergehnâme, s. 223.
a.g.e., 232.
Latîfî, Tezkire, s. 165; Âşık Çelebi, Meşâirü'şşuarâ, vr. 234b; Kmalızâde, Tezkire, 1,408.
Atâî, Zeyli Şekâik, s. 356.
Âşık Çelebi, Meşâirü'şşuarâ, vr. 234b; Kmalızâde, Tezkire, I, 408; Atâî, a.g.e., aynı yer.
Âşık Çelebi, a.g.e., vr. 234b, 235a.
Latîfî, Tezkire, s. 165.
Âşık Çelebi, Meşâirü'şşuarâ, vr. 234b.
Atâî, Zeyli Şekâik, s. 356.
Latîfî, Tezkire, s. 165; Âşık Çelebi, a.g.e., vr. 236a.
Atâî, a.g.e., s. 357.
a.g.e., s. 194.
bk. a.g.e., aynı yer.
a.g.e., s. 372. Yukarıda kaydedilen Emîr Buhârî Tekkesi acaba aynı adı taşıyan üç tekkeden hangisidir? Kanaatimce bu Ayvansaray'daki tekke olmalıdır. Zira Fâtih ve Edirnekapı'da ki tekkelerin meşâyih silsilesinde Şeyh Kavaklızâde'ye rastlanmamaktadır. Ayvansaray'daki tekkenin meşâyih silsilesi ise noksandır. Bilhassa Emîr Buhârî'den sonra posta oturan zat ile ondan sonraki zatın kim olduğu bilinmemektedir (bk. Zâkir Şükrü, Silsilei Meşâyih, İM, V, sy. 2, s. 101). Bu durumda Emîr Buhârî'den sonra Ayvansaray'daki tekkede Şeyh Kavaklızâde'nin faaliyet gösterdiğine hükmedilebilir. Şeyh Kavaklızâde'den sonra ise bu tekkede posta, ileride kaydedileceği gibi Kastamonulu Şâban Efendi'nin (ö. 1002/1593) oturduğu anlaşılmaktadır.
Atâî, Z.eyli Şekâik, s. 371; Müstakimzâde, Meşâyihnâmei İslâm, vr. 7a; ayrıca bk. Alî, Menâkıbı Dâğî, vr. 32a. Mustafa Alî Efendi'nin kaydından, şeyhin Halvetiyye'den de hilâfet aldığı anlaşılmaktadır.
Bu tekke hakkında herhangi bir bilgiye rastlanmamıştır. Ancak Tophane'de Nusretiye Camii yanında Çavuşbaşı Tekkesi diye bir tekkenin olduğu görülmektedir (bk. A. Bilgin TurnalıEsin Yücel, "İstanbul'da Az Bilinen Bazı Tekkelerin Yerlerine Dâir Bir Araştırma II", Türk Dünyası Araştırmaları [TDA], sy. 70,1991, s. 188). Eğer Atâî, Tophane yerine yanlışlıkla Darphane demiş ise, o zaman kaydedilen tekkenin Tophâne'deki Çavuşbaşı Tekkesi
, olması muhtemeldir.
Atâî, Zeyli Şekâik, s. 371; Müstakimzâde, Meşâyihnâmei İslâm, vr. 7ab.
Meşâyih arasında bir de Zeyniyye'den Abdüllatif Kudsî'nin (ö. 856/1452) hizmetinde bulunmuş olan Pîrî Halife elHamîdî vardır (bk. Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 113). İsmi ve memleketi aynı olan bu iki zat birbirleriyle karıştırılmamalıdır.
Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 535; Böcüzâde, İsparta Tarihi, s. 115.
Böcüzâde, a.g.e., 115116,
Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 535.
Böcüzâde, İsparta Tarihi, s. 116.
Zeki Arıkan, XVXVI. Yüzyıllarda Hamit Sancağı, İzmir 1988, s. 140.
Şeyh Burhâneddin Efendi, Zeyniyye Tarikatı meşâyihinden Tosyah Nasuh Efendi'nin Eğirdir'de faaliyet gösteren halifelerindendir (Atâî, Zeyli Şekâik, s. 7778). İleride Zeyniyye mensuplarının faaliyetleri anlatılırken Şeyh Burhâneddin üzerinde ayrıca durulacaktır.
Böcüzâde, İsparta Tarihi, s. 116117.
a.g.e., aynı yerler.
bk. Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 535; Gelibolulu Âlî de 962 tarihini vermiştir (Künhü'lahbâr, vr. 379a).
Böcüzâde, İsparta Tarihi, s. 115.
a.g.e., s.121122.
a.g.e., s. 122.
Hoca Sâdeddin, Töcü’ttevârîh, II, 593; Bursalı, Osmanlı Müellifleri, 1,40.
Ni'metullah b. Mahmud Nahcuvânî, Fevâtihu'lilâhiyye ve mefâtihu'lgaybiyye (Tercümei hâl kısmı), İstanbul 1325; ayrıca bk. Mehmed Paşa, Nişancı Tarihi, s. 179.
Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 356357.
Bursalı, Osmanlı Müellifleri, I,4041.
tsmâil Paşa, HediyyetüTârifîn, II, 497; a.g.e., I, 41.
Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 380; Abdülkerim Abdülkadiroğlu, "Halîmî Çelebi", DİA, XV, 343.
Abdülkadiroğlu, a.g.m., aynı yer.
Taşköprizâde, a.g.e., aynı yer. Mecdî Efendi, bu Halim Çelebi'den başka, aynı isimde bir başkasının daha bulunduğunu kaydetmektedir. Acem diyarından geldiği kaydedilen bu İkincisinin asıl adı Lutfullah b. Yûsuf Halimi
■ olup, Bahrü'lgarâib isimli Farsça eserin müellifidir (Mecdî, Şekâik Tercümesi, s. 386). Yavuz Sultan Selim'in hocasıyla karıştırılmamalıdır.
Mecdî, a.g.e., aynı yer.
Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 380. Bu zat Horasan'da faaliyet gösterdiği kayde. dilen elHâc Muhammed b. Mahdûmî olmalıdır (bk. Atâî, 7.eyTi Şekâik, s.
21). Bir de ileride bahsi gelecek olan Kanûnî devri Nakşî şeyhlerinden Abdüllatif Mahdûmî (ö. 960'dan sonra) vardır ki, onunla karıştırılmamalıdır.
Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 454, 455.
167.. Bursalı, Osman lı Müellifleri, I, 334. Meşâyihnâmei Islâm'da Şeyhzâde Efendi'nin, babası Muslihuddin Kocevî'nin vefatından sonra Emîr Buhârî'ye (ö. 922/1516) intisap ettiği ve resmî tedrisi bırakarak, emekli maaşı ile Hayreddin Mescidi'nde Beyzâvı Tefsiri okuttuğu kaydedilmişse de (Müstakimzâde, Meşâyihnâmei İslâm, vr. 4b), Şeyhzâde Efendi'nin Emîr Buhârî'nin halifesinden el almış olması tarihî açıdan akla daha yakın gözükmektedir. Zira Emîr Buhârî'nin vefatı ile Şeyhzâde'nin vefah arasında yaklaşık otuz sene gibi uzun bir müddet bulunmaktadır. Bununla birlikte önce Emîr Buhârî'ye, onun vefatından sonra da halifesine intisap etmiş olması da mümkündür. Ancak mavcut bilgilerle bu hususta kesin hüküm vermek zordur.
Bu tekke, Gelibolulu Âlî'nin kaydettiğine göre Balat Kapısı yakınında bulunmakta olup, önceleri Emîr Buhârî Tekkesi diye anılmaktaydı (Âlî, Kiinhü'lahbâr, vr. 380ab).
Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 552; Âlî, a.g.e., aynı yer. Zâtü'lahcâr isimli zâviyede Muslihuddin Efendi'den sonra makamına, Kanûnî'nin imamlığını yapmakta olan oğlu Dervîş Çelebi'nin geçtiği kaydedilmektedir (Kefevî, Ketâib, vr. 497b).
Taşköprizâde, a.g.e., s. 409; Ayvansarâyî, Hadîka, I, 201. Ayvansarâyî'nin kaydettiğine göre, Molla Îlâhî'den el almış olan Muslihuddin Kocevî'nin, icâzet aldıktan sonra irşad faaliyetinde bulunduğu ve müridlerini terbiye ile meşgul olduğu anlaşılmaktaysa da (bk. Hoca Sâdeddin, Tâcii’ttevârîh, II, 531), kimleri yetiştirdiği ve silsilesinin devam edip etmediği tesbit olunamamıştır.
Taşköprizâde, a.g.e., s. 409, 410; Bursalı, Osmanlı Müellifleri, I, 334: eserleri . için bk. adı geçen eserlerin mezkûr sayfaları.
Atâî, Zeyli Şekâik, s. 9.
Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 410.
, 174, Taşköprizâde, a.g.e., s. 544; Âlî, Künhü'lahbâr, vr. 379b.
Ayvansarâyî, Hadîka, I, 285.
Âlî, Künhü'lahbâr, vr. 379b; Ayvansarâyî, a.g.e., aynı yer; bu tekke hakkında bilgi için bk. M. Baha Tanman, "Baba Haydar Camii ve Tekkesi", DlA, IV, 367368; a.mlf, "Baba Haydar Mescidi ve Tekkesi", DB1A, 1,516517.
Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 544545.
Hamid Algar, "Baba Haydar", DİA, IV, 367.
||
Ali Çelebi, İkdü'lmanzum, s. 353; Atâî, Zeyli Şekâik, s. 71.
bk. Atâî, a.g.e., aynı yer.
a.g.e., aynı yer.
Ali Çelebi, İkdü'lmanzum, s. 353.
a.g.e., aynı yer; Atâî, Zeyli Şekâik, s. 71.
Atâî, a.g.e., s. 7172.
Kefevî, Kefıiib, vr. 518a; Atâî, Zeyli Şekâik, s. 72.
Atâî, a.g.e., s. 9.
bk. Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 552560.
bk. a.e., s. 534, 535.
a.e., s. 410.
a.e., s. 433.
a.e., s. 533.
a.e., s. 347,348.
a.e., s. 435.
Atâî, Zeyli Şekâik, s. 9.
Taşköprizâde'nin eserleri için bk. Ali Çelebi, Ikdü'lmanzum, s. 339; Atâî, a.g.e., s. 910; Bursalı, Osmanlı Müellifleri, I, 346.
Atâî, a.g.e., s.199.
Müstakimzâde, Meşâyihnâmei Islâm, vr. 6a.
a.g.e., aynı yer; Zâkir Şükrü, Silsilei Meşâyih, İM, IV, sy. 4, s. 69; Işın, "Nakşibendîlik", s. 34.
Ayvansarâyî, Hadîka, 1,122; Zâkir Şükrü, a.g.e., aym yer; Işın, a.g.m., aynı yer.
Müstakimzâde, Meşâyihnâmei İslâm, vr. 7a.
Ali Çelebi, İkdü'lmanzum, s. 422424; Atâî, Zeyli Şekâik, s. 207, 208; Mürsel Öztürk, "Ebû Saîdi Sânî", DİA, X, 225.
Vassâf, Sefine, II, 49.
Kara, "Emîr Buhârî", s. 126.
Latîfî, Tezkire, s. 247; Âşık Çelebi, Meşâiru’şşııarâ, vr. 179a; Kmalızâde, Tezkire, II, 691.
Latîfî, Tezkire, aynı yer.
Bursah, Osmanlı Müellifleri, II, 304.
Âşık Çelebi, Meşâiru'şşuarâ, vr. 179a; Bursalı, a.g.e., aynı yer.
Latîfî, Tezkire, s. 247; Âşık Çelebi, a.g.e., aynı yer.
Îlâhîzâde Şeyh Mehmed Efendi'nin vefatı Baldırzâde'nin Vefeyâtnâme'sinde 999 (Baldırzâde, Vefeyâtnâme, vr. 41a), îsmâil Belîğ'in Güldeste'sinde de 900 olarak (s. 144) zikredilmekteyse de, Mustafa Kara onun 935 (1528) yılında vefat ettiğini kaydetmektedir (Kara, Bursa'da Tarikatlar, II, 269).
Daha önce de işaret edildiği gibi, bu zat "İlâhî" nisbesinden dolayı Molla İlâhî (Simavlı Abdullah İlâhî) ile karıştırılmamalıdır.
Baldırzâde, Vefeyâtnâme, vr. 39b, 40a; Belîğ, Güldeste, s. 143,144.
bk. Kara, Bursa'da Tarikatlar, II, 269.
Baldırzâde, Vefeyâtnâme, vr. 40b, 41a; Belîğ, Güldeste, s. 144.
Kara, Bursa'da Tarikatlar, II, 269.
Nıkris hastalığı: El ve ayak parmaklarında şişme ve sancı (Şemseddin Sâmi, Kâmûsi Türkî, s. 1468).
’Atâî, Zeyli Şekâik, s. 73.
a.g.e., s. 85, 86.
M. Fuâd Köprülü, Türk Halk Edebiyatı Ansiklopedisi, İstanbul 1935,1, 32; Suraiya Faroqhi, "Seyyid Gazi Revisited: The Foundation as Seen through Sixteenth and Seventeenth Century Documents", Turcica, sy. XIII, Paris 1981, s. 96.
Bunların Rafızî görüş ve âdetleri için bk. Âşık Çelebi, Meşâiru'şşuarâ, vr.
175ab.
Köprülü, Türk Halk Edebiyatı, I, 32.
Atâf, Zeyli Şekâik, s. 86.
Abdizâde, Amasya Tarihi, I, 253.
ag.e., 1,234.
a.g.e., 1,253254.
a.g.e., I, 234.
a.g.e., l, 243244.
a.g.e., I,244.
Yavuz Sultan Selim devri şairlerinden olduğu anlaşılan bu zat Nakşibendiyye'ye nisbetinden dolayı "Sûzîi Nakşibendî" diye şöhret bulmuştur (Latîfî, Tezkire, s. 194). Hayatı hakkında bilgi için bk. Âşık Çelebi, Meşâiru'şşuarâ, vr. 162b; Kınalızâde, Tezkire, I, 491492.
Esrârı Nakşibendiyye'ye vâkıf, âbid ve ârif bir zat olduğu kaydedilen ulemâdan Haşan Efendi, Karasi vilâyetinde (bugünkü Balıkesir ve çevresi) dünyaya gelmiştir. Halk arasında "Köseç Haşan" diye meşhur olan bu zat, İstanbul'da ve İstanbul dışında muhtelif medreselerde müderrislik yapmıştır. Vefat ettiğinde cenazesi Fâtin Camii'nde Şeyhülislâm Ebüssuûd Efendi
■ tarafından kıldırılmış ve Emîr Buhârî Zâviyesi'nde defnedilmiştir (Atâî, Zeyli Şekâik, s. 17).
Nakşibendiyye'ye intisabı olduğu bildirilen önemli âlimlerden Mevlâ Harem, ilim tahsilini tamamladıktan sonra Dimetoka, Sofya, Çekmece, Hasköy gibi muhtelif yerlerde müderrislik ve daha sonra da kadılık yapmıştır. İstanbul Tophane'de Haremiyye diye meşhur olan bir medrese yaptırdığı ve vakıflarını da tanzim ettiği kaydedilmektedir (a.g.e., s. 38).
Nakşibendiyye pîrleri yanında yetiştiği kaydedilen Şeyh Mahmud Efendi, Geylânlıdır. llmi zâhiri tahsilden sonra 940 (153334) senesi civarında İstanbul'a gelmiş ve asrın ulemâsıyla tartışmalar yapıp üstünlüğünü ispat etmiştir. Sadrazam Ibrâhim Paşa kendisine bir mansıp teklif ettiği halde, taavvuf yoluna intisabı olması hasebiyle bunu reddettiği rivayet edilmektedir. Daha sonra Medînei Münevvere'ye gitmiş ve orada vefat etmiştir (a.g.e:,s. 75). Yukarıda kaydedilenlerden başka, Yavuz Sultan Selim zamanında Bağdat'tan İstanbul'a gelip Zeytinbumu Kazlıçeşme mahallesinde tekkesini kurarak faaliyet gösteren Seyyid Nizâmeddin Efendi’nin de (ö. Muharrem 957/Ocak 1550) Nakşibendiyye'den olduğu Baha Tanman tarafından ileri sürülmüşse de (bk. M. Baha Tanman, "Seyyid Nizam Tekkesi", DBİA, VI, 544), Necdet Tosun bu bilgiyi teyit edecek herhangi bir belgenin bulunmadığını, aksine onun Şiî bir tarikat şeyhi olduğunu belirtmektedir (Necdet Tosun, "Seyyid Nizamoğlu Seyfullah Hayatı ve Eserleri", İlam Araştırma Dergisi, II, sy. 1 (1997), s. 154.
Hacı Bayrâmı Velî ve Bayramiyye için bk. Ethem Cebecioğlu, Hacı Bayram Velî ve Tasavvuf Anlayışı, Ankara 1994; Fuat BayramoğluNihat Azamat, "Bayramiyye", DİA, V, 269273; Nihat Azamat, "Hacı Bayrâmı Velî", DİA, XIV, 442447.
bk. Fuat Bayramoğlu, Hacı Bayrâmı Velî Yaşamı, Soyu, Vakfı Belgeler, Ankara 1983, II, belge nr. 144, s. 221222.
Akşemseddin'in hayatı ve eserleri için bk. Ali İhsan Yurd, Akşemseddin Hayatı ve Eserleri (düzeltme ve eklemelerle yayma hazırlayan, Mustafa S. Kaçalin), İstanbul 1994.
Lâmiî, Nefehât Tercümesi, s. 684; Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 226; Emîr Hüseyin Enîsî, Menâkıbı Akşemseddin (neşredenler, Ali İhsan Yurd, Mustafa Kaçalin, "Akşemseddin" kitabı içinde), İstanbul 1994, s. 129; Vassâf, Sefine, II, 264.
Harîrîzâde, Tibyân, I, 173a.
Ekrem Işın, "Bayrâmîlik", DBİA, II, 104. Bolulu Himmet Efendi'nin tarikat silsilesi Akşemseddin'in halifelerinden Hamza Şâmî'ye ulaşmaktadır (a.g.m., aynı yer). Kaynaklardan Bayramiyyei Şemsiyye'nin daha başka şubeleri olduğu da anlaşılmaktadır. Meselâ yukarıda adı geçen Hamza Şâmî'nin kurduğu "Şâmiyye" (bk. Müstakimzâde, Risâlei Melâmiyyei Bayrâmiyye, İstanbul Üniversetesi Ktp., İbnülemin, nr. 3357, vr. 8b; Yurd, Akşemseddin, s. 37) ve Abdürrahim Karahisârî tarafından kurulan "Karahisâriyye" gibi (bk. Yurd, a.g.e.,
■ aynı yer). Ancak görebildiğimiz kaynaklarda bunların Anadolu'da faaliyetlerinden söz edildiğine rastlanmamıştır. Sadece Zeyli Şekâik’te Şeyh İlanıza'mr. Adana ve Maraş taraflarında pek çok halifesinin olduğu kaydedilmektedir (s. 64).
Atâî, Zeyli Şekâik, s. 64. İbrâhim Tennûrî'nin Gülzârı Manevî ve Gülşeni Niyaz isimli iki önemli eseri ile bazı şiirleri vardır. Bu eserler hakkında bilgi için bk. Ali Rıza Karabulut, Mevlânâ'mn Hocası Seyyid Burhâneddin Hz.leri ve Kayseri ilmiye Tarihinde Meşhur Mutasavvıflar, ts., s. 233243.
bk. Enîsî, Menâkıb, s. 148149; Mehmet Çayırdağ, "Kayseri'de Kitabelerinden XV. ve XVI. Yüzyıllarda Yapıldığı Anlaşılan İlk Osmanlı Yapıları", VD, sy. Kili, Ankara 1981, s. 544.
Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 236; Enîsî, Menâkıb, s. 148149. Alim, şair ve aynı zamanda babası gibi doktor olduğu kaydedilen Hamdullah Çelebi'nin eserleri için bk. Bursalı, Osmanlı Müellifleri, II, 135; Karabulut, Kayseri'de Meşhur Mutasavvıflar, s. 227.
Şeyh Tennûrî'den sonra silsilenin oğulları vasıtasıyla devam ettiği, Ali Rıza Karabulut ve Ramazan Yıldız'm İbrahim Tennûrî'ye ait Gülzârı Mânevî'mn Kayseri Râşid Efendi Kütüphanesi nüshasından naklederek kaydettikleri silsilenâmeden (vr. 11b) anlaşılmaktadır (bk. Ali Rıza KarabulutRamazan Yıldız (hazırlıyanlar), Gülzârı Manevî ve İbrâhim Tennûrî, ts., s. 12). Zikredilen silsilenâmede Şeyh Tennûrî'den sonra makamına önce oğullarından Şeyh Ali'nin, daha sonra ise Şeyh Kasım'ın geçtiği görüldüğü halde, Ali Rıza Karabulut ve Ramazan Yıldız mezkûr eserin ileriki sayfalarında (s. 1718), daha önce kaydettikleri silsilenâme ile çelişerek, Şeyh Tennûrî'nin vefatından sonra makamına Şeyh Kasım'ın (ö. ?), ondan sonra oğlu Şeyh Lutfullah'm (ö. 914/1508), ondan sonra da bir başka oğlu Şeyh Alî'nin (ö. 921/1515) geçtiğini kaydetmektedirler. Ayrıca Ali Rıza Karabulut, daha sonra kaleme aldığı anlaşılan Mevlânâ'nm Hocası Seyyid Burhâneddin Hz.leri ve Kayseri İlmiye Tarihinde Meşhur Mutasavvıflar, ts (2. baskı) isimli eserinde de aynı bilgileri tekrar etmektedir (s. 231). Silsilenâme ile çelişen bu bilgilerin alındığı kaynaklardan Evliya Çelebi Seyâhatnâmesi'nin zikredilen sayfalarında (III, 186187) böyle bir bilgiye rastlanmamıştır. Kaydedilen diğer bir kaynak Osmanlı Müellifleri'nde ise (1,19) Bayramiyye'den îseviyye'nin kurucusu Şeyh îlyas Saruhânî'ye varan silsile kaydedilmiştir ki, buna göre Şeyh Tennûrî'den sonra Şeyh Kasım gelmektedir. Ancak Şeyh Kasım'dan sonra silsile farklı bir yol takip ederek Mecdüddîn Isâ Saruhânî ile devam etmektedir.
bk. Mehmet İnbaşı, XVI. yy. Başlarında Kayseri, Kayseri 1992, s. 63. Adı geçen bu zâviyeye XVI. asrın başlarında Gökçehisarı köyünden 4.190 akçe, bir zeminden 300 akçe, iki değirmenden 240 akçe, bir hamamdan 80 akçe olmak üzere toplam 4.810 akçe vakıf olarak verilmişti (fl.g.e., aynı yer).
Hulvî, Lemezât, s. 592.
bk. Atâî, Zeyli Şekâik, s. 64.
Mecdî, Şekâik Tercümesi, s. 351.
Bursalı, Osmanh Müellifleri, 1, 198199.
Arapça olan bu şerhin bir nüshası Süleymaniye Ktp., Hacı Mahmud Efendi, nr. 2620'de Hakîkatü'lhakâik fî şerhi keşfi esrâri'ddekâik adıyla kayıtlı olup 118 varaktan ibarettir.
17'. Bu eser de Arapça olup bir nüshası Harîrîzâde tarafından istinsah edilerekTibyân'da kaydedilmiştir (bk. II, 223a225a). Osmanh Müellifleri'nde bu eser Risale fî ahvâli'ssülûk şeklinde kaydedilmiştir (1,199).
Hangi tarikata mensup olduğu kaydedilmeyen Muslihuddin Kocevî hakkında kısa bilgi için bk. (Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 246247). Sefine müellifi, Hüseyin Ayvansarâyî'nin Vefeyâf'mdah naklen, Şeyh Yavsî'nin Muslihuddin Kocevî'den Tefsiri Beyzâvî okuduğunu kaydetmektedir (Vassâf, Sefine, II, 277).
Taşköprizâde, a.g.e., s. 343; Kefevî, Ketâib, vr. 479a; Hoca Sâdeddin, Tâcü'ttevârih, II, 576; Bursalı, Osmanh Müellifleri, 1,198,199.
bk. Hoca Sâdeddin, Tâcü'ttevârîh, II, 538.
Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 343; Gelibolulu Mustafa Âlî, Künhulahbâr, İstanbul Üniversitesi Ktp., TY, 5959, vr. 166b; Kefevî, Ketâib, vr. 479a; Vassâf, Sefine, II, 277.
Taşköprizâde, a.g.e., s. 343; Ali Çelebi, İkdü'lmanzum, s. 440; Kefevî, a.g.e., aynı yer; Ayvansarâyî, Hadîka, 1,121; Vassâf, a.g.e., aynı yer.
Ekrem Işın, "Yavsî Baba Tekkesi", DBİA, VII, 445.
Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 537,538.
Bursalı, Osmanlı Müellifleri, I, 260.
Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 538; Alî, Künhü'lahbâr, vr. 379a.
Karabulut, Kayseri'de Meşhur Mutasavvıflar, s. 230.
Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 345; Hoca Sâdeddin, Tâcü'ttevârîh, II, 578; Zâkir Şükrü, Silsilei Meşâyih, İM, sy. 1, s. 101; Özdamar, Dergâhlar, s. 91. Ayvansarâyî'nin Hadîka'da bu hususla alâkalı verdiği bilgiler biribiriyle çelişmektedir. Eserin bir yerinde Şeyh Yavsî'den sonra makamına kardeşi Şeyh Nasrullah Efendi'nin oturduğu kaydedilirken (1,121), bir başka yerinde halifelerinden Şeyh Abdürrahim Efendi'nin oturduğu kaydedilmiştir (I, 270).
bk. Işın, "Yavsî Baba Tekkesi", DBİA, VII, 445. İskilip'teki merkez tekke hakkında herhangi bir bilgiye sahip değiliz. Ancak bu şehirde XV. asrın ortalarıyla, XVI. asrın başlarında yaptırıldığı tahmin edilen Şeyh Yavsî Camii vardır. Yakınında Şeyh Yavsî'nin türbesinin de bulunduğu bu caminin çevresindeki eski yapıların, sonradan yıkılarak ortadan kaldırıldığı ve bu yıkılanlardan bir tanesinin de mektep binâsı olduğu kaydedilmektedir (Fügen İlter, Bir Anadolu Kenti İskilip, Ankara 1992, s. 3943). Eğer yıkılan binalar arasında "tekke" bulunmuyordu ise, o zaman caminin bu iş için kullanıldığına hükmedilebilir.
bk. Vassâf, Sefine, III, 230/11; Işın, a.g.m., s. 446.
Tâşköprizâde, eşŞekâik, s. 431,432; Atâî, Zeyli Şekâik, s. 64; Mehmed Süreyyâ, Sicilli Osmânî, III, 328; Zâkir Şükrü, Silsilei Meşâyih, İM, V, sy. 1, s. 101.
Tâşköprizâde, a.g.e., aynı yer.
bk. Müstakimzâde, Devhatü'lmeşâyilr Osmanlı Şeyhülislâmlartnm Biyografileri (neşreden, Ziya Kazıcı), İstanbul 1978, s. 32; ayrıca bk. Tâşköprizâde, a.g.e., s. 344.
Taşköprizâde, a.g.e., s. 432; Zâkir Şükrü, Silsilei Meşâyih, İM, 'V, sy. 1, s. 101;
Özdamar, Dergâhlar, s. 91.
Taşköprizâde, a.g.e., aynı yer; Işın, "Yavsî Baba Tekkesi", DB1A, VII, 446.
Işın, a.g.m., aynı yer.
Bursalı, Osmanlı Müellifleri, I, 41.
Bu eserin bir nüshası İstanbul Üniversitesi Ktp., AY, nr. 2399'da bulunmakta olup, Arapça 214 varaktan ibarettir (lb214b).
Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 432.
Bursalı, Osmanlı Müellifleri, I, 41. Osmanlı Müellifleri’nde Bahâeddinzâde'nin diğer eserleri şu şekilde kaydedilmiştir: Şerhi Esmâi Hüsnâ, Risâletü'ttevhîd, Risâletü’lvücûd, Risâletü sırri'lkader (bk. aynı yer).
Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 433434.
Atâî, Zeyli Şekâik, s. 85.
Bursalı, Osmanlı Müellifleri, 1,41.
Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 550; Âlî, Künhü’lahbâr, vr. 380a.
Taşköprizâde, a.g.e., s. 434. Zeyniyye meşâyihinden Mehmed b. Sa'dî'nin (ö. 1040/1630) kaydına göre Bahâeddinzâde'nin kabri, Bursa'da Zeyniyye şeyhlerinin bulunduğu kabristanda bulunmaktadır (Mehmed b. Sa'dî, Bursa Vefeyâtı (neşreden, Kadir Atlansoy, "Edebiyat Tarihi Kaynağı Olarak Bursa Vefeyâtnâmeleri f" isimli makale içinde, OA, XVIII [1998], s. 5167), vr. 5a).
Zâkir Şükrü, Silsilei Meşâyih, İM, V, sy. 1, s. 101.
Zâkir Şükrü, a.g.e., aynı yer; Vassâf, Sefine, III, 230/11.
Vassâf, a.g.e., aynı yer; Işın, "Yavsî Baba Tekkesi", DBİA, VII, 446.
BayramoğluAzamat, "Bayramiyye", s. 27 >; Işın, a.g.m., aynı yer. Zeyli Şekâik'te Zeyniyye ricâlinden Eğridirli Şeyh I urhâneddin Efendi'nin halifelerinden Mustafa Selâmî Efendi'nin (ö. 993/1585) bir ara Şeyh Yavsî Tekkesi'nde posta oturduğu kaydedilmektedir. Selâmî Efendi, Zeyniyye'ye intisabından önce Şeyh Bahâeddinzâde'nin hizmetindi de bulunmuş olan bir zâttır (Atâî, Zeyli Şekâik, s. 361, 362).
Bayramoğlu, Hacı Bayram, II, 223; Yurd, Akşemseddin, s. 37; Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar, s. 490491; BayramoğluAzamat, "Bayramiyye", DİA, V, 270.
bk. İlyas b. îsâ Saruhânî, Menâkıbı Şeyh Mecdüddin ve Âdâbı Sâlikîn, İstanbul Belediyesi Atatürk Kitaplığı, Osman Nuri Ergin, nr. 323, vr. 10b; Harîrîzâde, Tibyân, 1,173a; Bursah, Osmanlı Müellifleri, 1,19; Bursalı, Aydın Meşâyihi, s. 2.
bk. Harîrîzâde,.a.g.e., aynı yer.
Ibn îsâ, Merıâkıbı Şeyh Mecdüddin, vr. la2b.
a.e., vr. 5a.
a.e., vr. 43a.
a.e., vr. 10b. Îlyas Çelebi'ye hilâfetin verildiği tarih olarak Menâkıbnâme'nin bir yerinde h. 928 (vr. 72b), bir başka yerinde ise h. 929 (vr. 10b) senesi kaydedilmiştir. Ancak 929 yılının verildiği yerde bir de ilâve olarak, "Şeyh Hazretleri oğluna vefatından dokuz sene önce hilâfet verdi" şeklinde bir açıklama vardır ki, bu, hilâfet tarihinin 928 olduğunu göstermektedir. Zira Şeyh Mecdüddin îsâ'nm vefat tarihi h. 937'dir.
a.e., vr. 47b.
bk. a.e., vr. 66b.
a.e., vr. 37a, 73a.
a.e., vr. 73a.
a.e., aynı yer.
a.e., aynı yer.
Bursalı, Aydın Meşâyihi, s. 2.
bk. îbn îsâ, Menâkıbı Şeyh Mecdüddin, vr. 53a56a. İleride devlet ricâlimeşâyih münasebetleri anlatılırken de bu meseleye temas edilecektir.
Bursalı, Osmanlı Müellifleri, I, 18. Şehzade Selim'in Saruhan'da on dört sene valilik yaptığı kaydedilmektedir (bk. Öztuna, Osmanlı Tarihi, 1, 254).
îbn îsâ, Menâkıbı Şeyh Mecdüddin, vr. 73b; Bursalı, Osmanlı Müellifleri, I, 18; Bursalı, Aydın Meşâyihi, s. 1.
Eserin kütüphanelerde pek çok nüshası vardır, meselâ bk. Süleymaniye Ktp., Hacı Mahmud, nr. 4224, 4981; İstanbul Üniversitesi Ktp., TY, 6787.
bk; Cemal KurnazMustafa Tatcı, "İlyas İbn îsâ'nm Şiirleri", Journal ofTürkish Studies: Türklük Bilgisi Araştırmaları, XXI (1997), Harvard University, s. 197207. Şeyh îlyas Saruhânî'nin diğer eserleri için bk. îbn îsâ, Menâkıbı Şeyh Mecdüddin, vr. 73b; Bursalı, Osmanlı Müellifleri, I, 18; Bursalı, Aydın Meşâyihi, s. 1; KumazTatcı, a.g.m., 189191.
bk. BayramoğluAzamat, "Bayramiyye", DİA, V, 270.
bk. Kefevî, Ketâib, vr. 450a vd.; Abdullah Efendi, Semerât, s. 243244; La'lîzâde Abdülbâkî, Tarikatt Aliyyei Bayramiyye'den Tâifei Melâmiyye'nin An'anei İrâdetleri..., ts., s. 1920; Müstakimzâde, Risâlei Melâmiyye, vr. 3b; M. Sâdık Vicdanî, Tomârı Turııki Aliyye: Melâmîlik, İstanbul 133840, s. 42,43. Yukarıdaki kaynaklardan Ketâib, XVI. asrın sonlarına doğru, 1582'de vefat etmiş olan Mahmud Kefevî'nin kaleme aldığı bir eser olup, Bayrâmî Melâmîleri'nden bahseden ilk kaynaklardandır. Diğerlerinden Semerât, Melâmîler'in ileri gelenlerinden Sarı Abdullah Efendi (ö. 1071/1661) tarafından kaleme alınmıştır. Eserde Nakşibendiyye, Halvetiyye, Mevleviyye ve şâir sûfiyyenin hal tercümelerinin yanı sıra, İdris Muhtefî'ye kadar olan Melâmiyye zevatı da anlatılmaktadır. Sergüzeşti Melâmiyye diye de anılan Tarikatı Aliyyei Bayramiyye... ise, Abdullah Efendi'nin torunlarından La'lîzâde Abdülbâkî (ö. 1746) tarafından 1743'de kaleme alınmış olup, kendi zamanına kadar gelen Melâmîler'i ve ahvâli tarikatı anlatmaktadır. Müstakimzâde Süleyman Sâdeddin'nin (ö. 1788) telif ettiği Risâlei Melâmiyye de Melâmiyye ricalini, özellikle Sergüzeşt'te kaydedilenlerden sonrakileri de kaydetmesi bakımından önemlidir. Sâdık Vicdânî'nin kaleme aldığı Tomar ise muahhar kaynaklardan olup h. 13381340'ta neşredilmiştir.
bk. Vassâf, Sefine, II, 278.
Fuat BayramoğluNihat Azamat, "Bayramiyye", DİA, V, 271; ayrıca bk. Yurd, Akşemseddin, s. 25.
İsmail E. Erünsal tarafından hazırlanan bu makale için bk. Wiener Zeitschrift fiir die Kıınde Des Morgenlandes (WZKM), LXXXIII. Band, Wien 1993, s. 95115. Makalenin yazarı, tanıttığı Mir'âtii'Tışk'm bilinen tek nüshasının kendisinde olduğunu kaydetmektedir (a.g.m., s. 99, dipnot 11). Yayma hazırlamakta olduğu mezkûr eserin bir bölümünü istifademize sunma zahmetinde bulunan Sayın İsmail E. Erünsal Bey'e teşekkür ederim.
Bu bilgiler için bk. Kefevî, Ketâib, vr. 450ab, 451a.
BayramoğluAzamat, "Bayramiyye", DİA, V, 271.
Abdurrahman Askerî, Mir'âtü'lışk, İsmail E. Erünsal özel kütüphanesi, vr. 81ab.
Askerî, a.g.e.. vr. 81a; Kefevî, Ketâib, vr. 451a; Hâşimî Emîr Osman, Tarikat nâme (eserin sonunda bir varak), Süleymaniye Ktp., Haşan Hüsnü Paşa, nr. 758, vr. 31b32a; Abdullah Efendi, Semerât, s.241, 245; La'lîzâde, Sergüzeşt, s. 20, 23; Müstakimzâde, Risâlei Melâmiyye, vr. 4b, 9b; Vicdanî, Melâmîlik, s. 37,50; Vassâf, Sefine, II, 280.
bk. Bayramoğlu, Hacı Bayram, I, 56. Ayâşî'nin Hacı Bayram’ın halifesi olduğunu ifade eden diğer kaynaklar için bk. a.g.e., aynı yer, dipnot, 109.
Askerî, Mir'âtulışk, vr. 81a.
Abdullah Efendi, Semerât, s. 245.
Kâmil Şahin, "Bünyâmin Ayâşî'nin Hayatı İslâmTürk Kültür Tarihindeki Yeri", Ayaş ve Bünyâmin Ayâşî: TarihteGünümüzde Ayaş ve Bünyâmin Ayâşî Sempozyumu 24 Temmuz 1993, Ankara 1993, s. 13; ayrıca bk. a.mlf., "Bünyâmin Ayâşî", DİA, VI, 491.
Abdullah Efendi, Semerât, s. 246; La'lîzâde, Sergüzeşt, s. 23.
Pîr Alî Aksarâyî'nin vefatı umumiyetle şimdiye kadar yanlış olarak 935 (1529) senesi diye kaydedilegelmiştir. Ancak İsmail E. Erünsal, şeyhin oğlu Oğlan Şeyh'in 945 (153839) senesinde idam edildiğini ortaya koymakla, Aksarâyî'nin vefatının, oğlunun idamından kısa bir süre önce meydana geldiği kaydına istinaden, Aksarâyî'nin ölümünün 944 (153738) senesi civarında olduğunu tesbit etmiştir (bk. Erünsal, Melâmî Movement, s. 109).
Hâşimî, Tarikatnâme, vr. 31b32a; Abdullah Efendi, Semerât, s. 246; La'lîzâde, Sergüzeşt, s. 2324; Müstakimzâde, Risâlei Melâmiyye, vr. 10a; Vicdânî, Melâmîlik, s. 50.
Müstakimzâde, a.g.e., aynı yer.
Ahmed Suphi Furat, "Bünyâmin Ayâşî'nin Şeceresi", Ayaş ve Bünyâmin Ayâşî: TarihteGüniimüzde Ayaş ve Bünyâmin Ayâşî Sempozyumu 24 Temmuz 1993, Ankara 1993, s. 23.
bk. Gölpınarlı, Melâmîlik ve Melâmîler (tıpkıbasım), İstanbul 1992, s. 43.
Kutb: Tasavvufta, arştan ferşe kadar tasarruf etme yetkisi kendisine verilmiş, halkı irşad etmek ve hidâyete erdirmek işiyle vazifeli veliye denilmektedir. Ayrıca buna "kutbü'laktâb", "kutbüTekber", "kutbü'lirşâd'' da denilir (Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, İstanbul 1991, s. 299300).
Türk Ansiklopedisi, İstanbul 1968,1, 406.
bk. Erünsal, Melâmî Movement, s. 107.
a.g.m., s. 101.
Âlî, Künhü’lahbâr, vr. 377b.
bk. Abdullah Efendi, Semerât, s. 246; La'lîzâde, Sergüzeşt, s. 2425; Müstakimzâde, Risâlei Melâmiyye, vr. lOab; Vicdârıî, Melâmîlik, s. 50.
bk. Erünsal, Melâınî Movement, s. 103, 105. Melâmiyye ricâlinden Hâşimî Emîr Osman'ın kaleme aldığı Tarikatnâme isimli eserin sonunda kayıtlı bulunan tarikat silselesinde Ali Aksarâyî'den sonra Ahmed Sârbân'ın adı kaydedilmiş, Oğlan Şeyh'ten ise söz edilmemiştir (bk. Hâşimî, Tarikatnâme, vr. 31b32a).
Erünsal, a.g.m., s. 106; ayrıca bk. Abdullah Efendi, a.g.e., s. 249.
Gölpmarlı, Melâmîlik ve Melâmîler, s. 47.
Müstakimzâde, Risâlei Melâmiyye, vr. 13b, 14ab. Ahmed Edirnevfye nisbet edilen bu nasihatler, Nakşibendiyye ricalinden Abdülhâlik Gücdüvânî'nin nasihatlan ile hemen hemen aynıdır (bk. Abbâsî, Reşâhât Tercümesi, s. 3132). Edirnevî'nin, müteşerrîliği ile bilinen bu tarikat şeyhinin vasiyetlerini aynen benimsemiş olması ayrıca önemlidir.
Erünsal, Melâmî Movement, s. 100.
İsmail E. Erünsal, yukarıda zikredilen makalesinde, Edirnevî'nin kısa hal tercümesinin Mir'âtü'lışkfta kaydedildiğini (93a97a) bildirmektedir (s. 105).
Atâî, Zeyli Şekâik, s. 65; Abdullah Efendi, Semerât, aynı yer.
Vassâf, Sefine, II, 289; Ekrem Işın, "Helvâî Tekkesi", DB1A, IV, 49.
Hulvî, Lemezât, s. 600, 601; Atâî, Zeyli Şekâik, s. 65; Müstakimzâde, Risâlei Melâmiyye, vr. 12a; Vicdanî, Melâmîlik, s. 52. Atâî, Şeyh Helvâî'nin 1000 senesi civarında vefat ettiğini kaydetmektedir. Lemezât müellifi Hulvî ise kesin olarak 997 senesinde vefat ettiğini belirtiyor. Biz İkincisini tercih ettik. Zira Şeyh Helvâî, Hulvî Efendi'nin babası Helvacıbaşı Ahmed Ağa'nm şeyhi olması hasebiyle, Hulvî Efendi kendisiyle pek çok kerre görüşüp elini öpmüştür. Onu yakından tanımaktadır (bk. Hulvî, a.g.e., s. 601; ondan naklen Müstakimzâde, a.g.e., vr. 12b).
bk. Zâkir Şükrü, Silsilei Meşâyih, İM, V, sy. 1, s. 88.
Meselâ bk. Abdullah Efendi, Semerât, s. 252; La'lîzâde, Sergüzeşt, s. 30.
Atâî, Zeyli Şekâik, s. 70; aynca bk. Abdullah Efendi, a.g.e., aynı yer; La'lîzâde, a.g.e., s. 3031; Müstakimzâde, Risâlei Melâmiyye, vr. 14b, 15a; Bursah, Osmanlı Müellifleri, I, 20; Vassâf, Sefine, II, 282.
bk. Hulvî, Lemezât, s. 592.
Vizeli Alâeddin Efendi'den sonra makamına halifesi Gazanfer Dede (ö. 974/156667) geçmiştir (bk. Hâşimî, Tarikatnâme, vr. 31b32a; Atâî, Zeyli Şekâik, s. 87). Gazanfer Dede'nin vefatından sonra ise posta Hâşimî Emir Osman Efendi (ö. 11 Zilkade 1003/19 Temmuz 1595) geçmiştir ki (bk. Hâşimî, a.g.e., aynı yer; Vassâf, Sefine, II, 325)bu zat Kanûnî devrinin sonlarında (970/156263'ten sonra) şeyhi Gazanfer Dede tarafından irşad için Amasya'ya gönderilmiş ve orada bir müddet faaliyet gösterdikten sonra, 974'te (156667) şeyhinin vefatı üzerine İstanbul'a gelmiştir (Vassâf, a.g.e., aynı yer; ayrıca bk. Hulvî, Lemezât, s. 592). .
Atâî, a.g.e., s. 70; Abdullah Efendi, Semerât, ş. 256; La'Iîzâde, Sergüzeşt, s. 33; Müstakimzâde, Risâlei Melâmiyye, vr. 32b, 33a; Vassâf, Sefine, II, 288.
Vassâf, a.g.e., II, 286.
Atâî, Zeyli Şekâik, s. 70; ayrıca bk. Müstakimzâde, Risâlei Melâmiyye, vr. 33a; Vassâf, a.g.e., aynı yer.
Abdullah Efendi, Semerât, s. 257; ondan naklen La'lîzâde, Sergüzeşt, s. 33.
Atâî, Zeyli Şekâik, s. 65.
Bu mühimme kaydı Ahmed Refik tarafından şu makalede neşrolunmuştur: "Osmanh Devrinde Rafızîlik ve Bektaşîlik", DEFM, IX, sy. 2 (1932), s. 43.
bk. Belgradlı, Silsiletü'lmııkarrabîn, s. vr. 139b.
Ahmet Yaşar Ocak, Osmanh Toplamımda Zındıklar ve Mülhidler (15.17. Yüzyıllar), İstanbul 1998, s. 273.
Atâî, Zeyli Şekâik, s. 65.
a.g.e., s. 7071.
bk. Gölpmarlı, Melâmîlik ve Melâmîler, s. 74; ayrıca bk. Ekrem Işın, "Melâmîlik", DBtA, V, 383.
bk. Vicdânî, Melâmîlik, s. 56.
bk. La'lîzâde, Sergüzeşt, s. 40.
bk. Gölpmarlı, Melâmîlik ve Melâmîler, s. 78.
Işın, Melâmîlik, s. 383.
bk. Abdullah Efendi, Semerât, s. 257 vd.
bk. La'lîzâde, Sergüzeşt, s. 40 vd.; Vicdânî, Melâmîlik, s. 56 vd.
Abdullah Efendi, Semerât, s. 257.
Meselâ bk. La'lîzâde, Sergüzeşt, s. 36; Müstakimzâde, Risâlei Melâmiyye, vr. 42a.
Müstakimzâde, a.g.e., vr. 43b.
bk. Abdullah Efendi, a.g.e., 258; La'lîzâde, a.g.e., s. 41; Vicdanî, Melâmîlik, s. 57.
bk. Müstakimzâde, Risâlei Melâmiyye, vr. 34a.
Atâî, Zeyli Şekâik, s. 65; Müstakimzâde, a.g.e., vr. 35b.
Müstakimzâde, a.g.e., aym yer. Atâî, Bosnalı Abdullah Efendi için, “Hâlâ hayatta olan Fusûs şârihi Abdi Efendi, Hüseyin Lâmekânî'nin halifesidir" demektedir ki {a.g.e., aynı yer) bu durumda Bosnevî'nin Haşan Kabâdûz'un vefatından sonra Lâmekânî'ye intisap ederek sülûkünü onun yanında tamamlamış olduğuna hükmetmek gerekir.
Gölpınarh, Melâmîlik ve Melâmîler, s. 78.
Sâdık Vicdânî, îdris Muhtefî'yi anlatırken, yukarıda zikredilen bilgileri yanlış olarak, "îdris Muhtefî, Vezîriâzam Rüstem Paşa'nm amcazadesi ve terzibaşısı imiş" şekilde kaydetmiştir (Vicdânî, Melâmîlik, s. 56).
Elkas Seferi, Kanûnî Sultan Süleymân'm onbirinci seferi olan II. îran seferidir. Bu îran seferi öncesi Kanûnî, Şah Tahmasb'm Sünnî ağabeyi Elkas Mîrza'yı Tahmasb'm yerine Şah ilan ederek, Osmanlı kuvvetleriyle önden İran'a sevketmiştir (bk. Öztuna, Osmanlı Tarihi, I, 244). Gölpınarh'nın eserinde bu seferin tarihi yanlışlıkla 995 olarak kaydedilmiştir (bk. Melâmîler, s. 123).
Müstakimzâde, Risâlei Melâmiyye, vr. 43ab.
Umumi olarak Celvetiyye'nin Aziz Mahmud Hüdâyî tarafından kurulduğu kabul edilmekle birlikte (bk. Haşan Kâmil Yılmaz, Azîz Mahmûd Hüdâyî ve Celvetiyye Tarikatı, ts., ilgili bölümler; a.mlf, "Celvetiyye", DİA, VII, 373275), Mustafa Kara onun, Mehmed Muhyiddin Üftâde tarafından kurulduğunu kaydetmektedir (Kara, Bursa da Tarikatlar, II, 99). Harîrîzâde ise bu hususta her iki görüşe de haklılık kazandırabilecek şu açıklamayı yapmaktadır: "Celvetiyye Tarikati, Şeyh İbrahim Zâhid Geylâni zamanında 'hilâl', Şeyh Mehmed Üftâde zamanında 'kamer', Şeyh Aziz Mahmûd Hüdâyî zamanında ise 'bedir' haline ulaşmıştır" (Harîrîzâde, Tibyân, I, 228a).
Abdullah Efendi, Semerât, s. 145; Harîrîzâde, a.g.e., I, 245a; ayrıca bk. Atâî, Zeyli Şekâık, s. 64.
İsmail Hakkı Bursevî, Silsilei Celvef:yye, İstanbul 1291, s. 7778; Mehmed Şemseddin, Yâdigârı Şemsî, Bursa 1332, s. 29; Vassâf, Sefine, II, 362, 363.
Hüsâmeddin Bursevî, Menâkıbı Hazreti Üftâde (yayma hazırlayan, Abdurrahman Yünal, Hazreti Üftâde ile alâkalı üç Menâkıbnâme birarada), Bursa 1996, s. 4951; ayrıca bk. Mehmed Şemseddin, Yâdigârı Şemsî, s. 28; Kara, Bursa'da Tarikatlar, II, 100; Mustafa Bahadıroğlu, Celvetiyye'nin Pîri Hz. Üftâde ve Dîvân'ı, Bursa 1995, s. 36 vd.
Kara, a.g.e., II, 105.
Hızır Dede'nin vefatı hakkında 900 (1494), 910 (1504), 913 (1507), 918 (1512) gibi muhtelif tarihler ileri sürülmüştür (bk. Beliğ, Güldeste, s. 108; Hocazâde, Ziyareti Evliya, s. 67; Mehmed Şemseddin, Yâdigârı Şemsî, s. 29, bk. hatasavap cetveli; Vassâf, Sefine, II, 278, 362; Yılmaz, Hüdâyî, s. 176). Ancak Mustafa Kara, Hızır Dede'nin vefatı esnasında müridi Üftâde'nin on sekiz yaşında bir genç olmasına binaen, vefat tarihini 913 (1507) olarak tesbit etmiştir (Kara, Bursa'da Tarikatlar, II, 105).
bk. Bursevî, Silsilei Celvetiyye, s. 75; Beliğ, Güldeste, s. 107; Hocazâde, Ziyâreti Evliya, s. 67; Mehmed Şemseddin, Yâdigârı Şemsî, s. 28; Vassâf, Sefine, 11,278,362.
Yılmaz, Hüdâyî, s. 176.
bk. Bursevî, Silsilei Celvetiyye, s. 76; Beliğ, Güldeste, s. 108; Hocazâde, Ziyâreti Evliya, s. 67.
Atâî, Zeyli Şekâik, s. 358; Anonim, Menâkıbı Hazreti Üftâde (I) (yayma hazırlayan, Abdurrahman Yünal, Hazreti Üftâde ile alâkalı üç Menâkıbnâme birarada), Bursa 1996, s. 18 (Müellifi belirtilmeyen bu eser Hazreti Üftâde'nin âlim müridlerinden Mahmud Efendi diye bir zatın oğlu tarafından kaleme alınmıştır [bk. s. 13]. Burada kaydedilen menkıbelerin çoğu, müellifin bizzat babasından dinledikleridir); Kara, Bursa'da Tarikatlar, II, 103; Bahadıroğlu, Üftâde, s. 42.
tsmâil Belîğ ve Haşan Tâib Efendiler, Üftâde'nin Hızır Dede'den sülûkünü tamamlayarak irşad izni aldığını kaydediyorlarsa da (Belîğ, Güldeste, s. 107108; Haşan Tâib Efendi, Mir'âtı Bursa, 1323 H., s. 17), ileride kaydedilecek olan bilgiler bunun yanlışlığım ortaya koymaktadır.
Kara, Bursa'da Tarikatlar, II, 106; ayrıca bk. Beliğ, Güldeste, s. 108.
Tasavvuf! bir terim olan Üveysî, a) Herhangi bir şeyhe bağlanmadan, doğrudan Hz. Peygamber'in ruhaniyeti tarafından irşad ve terbiye edilen velîlere, b) Hz. Veysel Karanî'nin ruhaniyetinden feyiz alanlara, c) Hızır aleyhisselâm tarafından terbiye edilenlere, d) Herhangi bir şeyhin veya kutbun ruhaniyeti tarafından terbiye edilen velîlere denilmektedir (Ahmet Yaşar Ocak, Veysel Karanı ve Üveysîlik, İstanbul 1982, s. 94). Bazılarının zâhirde şeyhi bulunmakla birlikte sülûkün belli bir merhalesinde Üveysîlik'le terbiye edildiği de olmaktadır (Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 503504).
Bursevî, Silsilei Celvetiyye, s. 79; Mehmed Şemseddin, Yâdigârı Şemsî, s. 28; Vassâf, Sefine, II, 364.
Bursalı, Osmanlı Müellifleri, I, 22; Vassâf, a.g.e., II, 363.
Pîşkadem, tekkelerde şeyhin âyini idare eden vekili yerinde kullanılan bir tabirdir. Bu vazifeyi gören derviş şeyhin muavini sayılırdı. Mevlevîler'de Çelebi Efendi'nin muavinine, bunun yerine "tarikatçı" denilmektedir (Pakalın, Tarih Deyimleri, II, 778).
bk. Hulvî, Lemezât, s. 594; Ayvansarâyî, Hadîka, II, 195; Müstakimzâde, Risâlei Melâmiyye, vr. 6a; Vassâf, Sefine, II, 363.
Kara, Bursa'da Tarikatlar, II, 106; Bahadıroğlu, Üftâde, s. 54,56. Kara ve Bahadıroglu yukarıda adı geçen Abdurrahman Efendi'nin, Bursa'da Emîr Sultan Zâviyesi şeyhlerinden olan (Kübreviyye mensubu) Abdurrahman Efendi (ö. 930/1524) olması muhtemeldir diyor. Böyle bir ihtimal söz konusu olmakla birlikte, kanaatime göre, esas bu zatın Şâzeliyye tarikatından Şeyh Ali b. Meymûn'un Bursa'ya halife olarak bıraktığı ve mezkûr Abdülmü'min'in de sohbetlerine iştirak ettiği Abdurrahman Efendi (ö. 919/1513) olması (bk. Şâzelîler bölümü) daha kuvvetli ihtimaldir.
Anonim, Menâktbı Hazreti Üftâde I, s. 4748; II, s. 105106.
Hüsâmeddin Bursevî, Menâkıbı Üftâde, s. 4748,82,8788. Bazı kaynaklarda Doğan Bey Mescidi yerine Doğan Bey Tekkesi denilmektedir (bk. Anonim, Menâktbı Hazreti Üftâde, II, s. 107, 117). Bu kayıttan Üftâde Efendi'nin Doğan Bey Mescidi'ni aynı zamanda bir tekke olarak da kullandığına hükmedilebilir.
Anonim, Menâkıbı Hazreti Üftâde I, s. 38.
bk. Hüsâmeddin Bursevî, a.g.e., 5455, 86; Anonim, a.g.e., aynı yer.
Hüsâmeddin Bursevî, a.g.e., s. 71; Mustafa Kara'nın tesbitlerine göre Üftâde
Efendi o zaman muhtemelen 4148 yaşlarında idi (Bıırsa'da Tarikatlar, II, 107).
Bursevî, Silsilei Celvetiyye, s. 79; Mehmed Şemseddin, Yâdigârı Şemsî, s. 31;
ayrıca bk. Vassâf, Sefîne, II, 364.
Ayvansarâyî, Hadîka, II, 195196.
Bursevî, Silsilei Celvetiyye, s. 79.
Mehmed Şemseddin, a.g.e., aynı yer.
Bursevî, Silsilei Celvetiyye, s. 80; ondan naklen Vassâf, Sefîne, II, 366.
Anonim, Menâkıbı Hazreti Üftâde II, s. 111112; Kara, Bursa'da Tarikatlar, II, 108; Bahadıroglu, Üftâde, s. 6061.
Anonim, Menâkıbı Hazreti Üftâde I, 26, 3940; II, s. 116; Baldırzâde, Vefeyâtnâme, vr. 27b; Beliğ, Güldeste, s. 109; Mehmed Şemseddin, Yâdigârı Şemsî, s. 33; Bâhadıroğlu, a.g.e., s. 61.
Hüsâmeddin Bursevî, Menâkıbı Üftâde, s. 49; Anonim, Menâkıbı Hazreti Üftâde I, s. 23, 3839.
Hüsâmeddin Bursevî, a.g.e., aynı yer; Anonim, a.g.e., s. 24.
Atâî, Zeyli Şekâik, s. 358; Anonim, a.g.e., s. 26; Mehmed Şemseddin, a.g.e., s. 31; Bursalı, OsmanlI Müellifleri, 1,22; Vassâf, Sefine, II, 365. Hüsâmeddin Bursevî, Şeyh Üftâde'nin vefat tarihi olarak 992 senesini vermektedir (bk. a.g.e., s. 48).
Anonim, Menâkıbı Hazreti Üftâde I, s. 26; Haşan Tâib, Mir'âtı Bursa, s. 17.
bk. Bursalı, Osmanlı Müellifleri, I, 2222.
Lâmiî, Nefehât Tercümesi, s. 560; Abdullah Efendi, Semerât, s. 140141; Harîrîzâde, Tibyân, II, 102a; Ahmed Rif'at, Mir'ât, s. 39; Kara, "Abdüllatif Kudsî", DİA, I, 257; Öngören, Zeyniyye, s. 64; Tanman, "Zeynîlik", DB1A, VII, 552.
Harîrîzâde, a.g.e., II, 107b; ayrıca bk. Vassâf, Sefine, I, 263.
bk. Anonim, Vasâyâyı Şeyh Vefâ, Süleymaniye Ktp., Ayasofya, nr. 2154, vr. 18b; Lâmiî, a.g.e., s. 562.
bk. Lâmiî, a.g.e., s. 551, 561; Baldırzâde, Vefeyâtnâme, vr. 119b, 120a.
bk. Lâmiî, a.g.e., s. 555; Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 70; Berin Taşan, "Merzifonlu Şeyh Abdürrahîm Rûmî ve Vakfiyesi", VD, sy. XIII, Ankara 1981, s. 92, 93; Kara, a.g.e., I, 93, 98; Nihat Azamat, "Abdürrahîmi Rûmî", DİA, I, 293. Zeyli Şekâik'de Abdürrahim Merzifonî'nin halifeleri olduğu bildirilen ikiz kardeş Şeyh Abdürrahim (s. 198) ve Şeyh Nûh (s. 202) isimli zâtlardan bahsedilmektedir. Kaydedildiğine göre bu kardeşlerin doğum tarihi 900 senesi civarıdır. Abdürrahim Efendi'nin bunlara göre epey önce vefat ettiği göz önüne alınırsa, Zeyli Şekâik’deki bilgilerin yanlış olduğu anlaşılır. Ancak zikredilen Abdürrahim Merzifonî'nin mezkûr Zeyniyye şeyhinden başkası olması muhtemeldir. Ya da, Kissling'in dediği gibi, bu iki zat Merzifonî'nin halifelerinden birisi yanında yetişmiş olabilir (Hans Joachim Kissling, "Einiges über den ZejnîjeOrden im Osmanischen Reiche", Der İslam, XXXIX, Berlin 1964, s. 158, 159).
Abdürrahim Rûmî'nin vefat tarihi bilinmemektedir. Ancak onun İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi, TY, nr. 1359'da bulunan Işknâme isimli manzum eserinin telif tarihinin 865 senesi olduğu belirtilmektedir. Bu sebeple şeyhin 865'den sonra vefat ettiğine hükmetmek gerekir.
Lâmiî, a.g.e., s. 556; Taşköprizâde, a.g.e., s. 113; Mehmed b. Sa'dî, Bursa Vefeyâtı (neşreden, Kadir Atlansoy, "Edebiyat Tarihi Kaynağı Olarak Bursa Vefeyâtnânieleri I" isimli makale içinde, O A, XVIII [1998], s. 5167), vr. 4a; Atâî, Zeyli Şekâik, s. 63; Baldırzâde, Vefeyâtnâme, vr. 73b; Belîğ, Güldeste, s. 98; Harîrîzâde, Tibyân, II, 107a; Kissling, a.g.m., s. 169; Kara, a.g.e., I, 99. Hans Joachim Kissling, adı geçen makalesinde Tâceddin îbrâhim'in halifelerinin daha çok Bursa'da faaliyet gösterdiklerini belirttikten sonra, sadece Süleyman Halife diye birinin İstanbul'da faaliyet gösterdiğini ileri sürmektedir (s. 170). Ancak Şekâik’te açıkça ifade edildiği şekliyle, adı geçen Süleyman Halife İstanbul'da irşad faaliyetinde bulunmamıştır. Hatta kendisine neden mürid yetiştirmediği sorulduğunda "Şeyhim bana 'eğer bir tâlib senden irşad edilmeyi ister, sen de onun irşadının başkası eliyle olamayacağını anlarsan o zaman müridliğine kabul et' diye nasihat etmişti. Şimdiye kadar böyle birisine rastlamadım" demiştir (Taşköprizâde, a.g.e., s. 249). Kissling, Şekâik'te Süleyman Halife'nin Şeyh Sinan Halife diye bir halifesinden bahsedildiğini (bk. Taşköprizâde, a.g.e., s. 542) belirterek, irşad faaliyetinde bulunduğunu, yukarıdaki sözlerinin ise küskünlükten kaynaklanan bir mübalağa olabileceğini iddia ediyorsa da (a.g.m.,
s. 170) Sinan Halife'nin şeyhi olduğu belirtilen Süleyman Halife'nin, söz konusu olan Zeyniyye şeyhi Süleyman Halife olduğu açık değildir.
Lâmiî, a.g.e., aynı yer; Taşköprizâde, a.g.e., s. 241; Hoca Sâdeddin, Tâcü'ttevârîh, II, 530; Mehmed b. Sa'dî, Bursa Vefeyâtı, vr. 4a; Baldırzâde, a.g.e., vr. 77a; Beliğ, a.g.e., s. 99; Harîrîzâde, a.g.e., aynı yer; Vassâf, Sefine, 1,266; Kissling, Zejnîje Orden, DI, XXXIX, 174; Kara, a.g.e., I, 108. Hacı Halife'nin Bursa'da posta oturmadan önce Giresun'un Espiye ilçesine bağlı Tekke köyünde, Yavuz Sultan Selim'in annesi Gülbahar Hatun'un (ö. 911/150506) desteğiyle kendi adına kurulan tekkede (bk. Naci Yüngül, "Giresun'un Espiye ilçesinde Yavuz Sultan Selim'in Te'sîs Ettiği Gülbahar Hâtûn Tekkesi Vakfına Ait Vesikaların Değerlendirilmesi", VD, sy. XV, Ankara 1982, s. 106; Hâşim Karpuz, "Giresun'un Espiye İlçesine Bağlı Tekke Köyündeki Gülbahar Hâtûn 'Hacı Abdullah' Zâviyesine Bağlı Yapılar", VD, sy. XV, Ankara 1982, s. 117) faaliyet gösterdiği anlaşılmaktadır. Ancak Hacı Halife'den sonra burada kimin posta oturduğu kaynaklarda belirtilmemiştir. Tekkenin adının 929 (1523) tarihli Tapu Defteri’nde "Hacı Abdullah Halife Zâviyesi" diye kaydedildiği halde, 950 (1543) tarihli vakfiyede "Gülbahar Hâtûn Tekkesi" diye kaydedilerek (Yüngül, a.g.m., aynı yer), Hacı Halife'ye ya da herhangi bir Zeyniyye şeyhine nisbet edilmemesinden, Anadolu'da daha XVI. asrın ilk yarısında etkisini kaybetmeye başlayan Zeynîler'in burada da zayıfladığına, hatta faaliyetlerinin sona erdiğine hükmedilebilir. Haşim Karpuz, Hacı Abdullah Halife'nin Nakşibendiyye'ye mensup olduğunu kaydetmişse de (a.g.m., VD, sy. XV, s. 119), Nakşibendiyye'ye mensub Hacı Halife'nin [Menteşeli] başka bir zat olduğu ve Kanûnî Sultan Süleyman devrinde faaliyet gösterdiği bilinmektedir (bk. burada, Nakşîler bölümü).
Taşköprizâde, a.g.e., s. 350; Hoca Sâdeddin, Tacil'ttevârih, II, 580; Mehmed b. Sa'dî, Bursa Vefeyâtı, vr. 4a; Baldırzâde, Vefeyâtnâme, vr. 154b; Beliğ, a.g.e., s. 100; Vassâf, a.g.e., I, 266; Kara, a.g.e., aynı yer.
Taşköprizâde, a.g.e., aynı yer; Hoca Sâdeddin, a.g.e., II, 581; Mehmed b. Sa'dî, a.g.e., vr. 4a; Belîğ, a.g.e., s. 101; Vassâf, a.g.e., aynı yer; Kara, a.g.e., aynı yer. Tâceddin Karamânî'nin Bursa'da yetiştirip hilâfet verdikleri arasında Fâtih devri ricâlinden Hattat Mevlâ îyas da (ö. 861/1457) bulunmaktadır (bk. Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 169; ayrıca bk. Müstakimzâde, Tuhfei Hattatın, s. 133134; Kissling, Zejnîje Orden, s. 171). Taşköprizâde'nin, Yavuz Sultan Selim devri ricâlinden "Bursa İmamı" diye bilinen Şeyh Muslihuddin Efendi'nin (ö. ?) sülûkünü mezkûr Mevlâ îyas'm yanında ikmal ettiğini haber vermesinden (eşŞekâik, s. 429), adı geçenin mürid yetiştirdiği anlaşılmaktaysa da, onun vasıtasıyla Zeyniyye'de ayrı bir silsile meydana gelmemiştir.
lı. Baldırzâde, Vefeyâtnâme, vr. 161a; Belîğ, a.g.e., s. 171, 172; Kara, a.g.e., II, 270. Hans Joachim Kissling, Şekâik'te kaydedilen Bekir Halife'yi de (s. 536, 537) Hacı Halife'nin halifeleri arasında zikretmiştir (bk. Kissling, Zejnîje Orden, s. 175). Ancak, mezkûr kaynakta da açıkça görüldüğü gibi, orada kaydedilen Hacı Halife, konumuz olan Zeyniyye şeyhi değil, Nakşibendiyye ricâlinden olan Menteşeli Hacı Halife'dir (bk. Nakşîler bölümü).
Lâmiî, Nefehât Tercümesi, s. 560; Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 240; Mehmed b. Sa'dî, Bursa Vefeyâtı, vr. 4a. Tekkesine ilim ve sanat erbabından pek çok kimsenin devam ettiği Şeyh Vefa'ya intisap edenler arasında Şeyhülislâm Zenbilli Ali Efendi (ö. 932/1526) (bk. Taşköprizâde, a.g.e., s. 286; Müstakimzâde, Devtıatü'lmeşâyih, s. 15; Bursah, Osmanlı Müellifleri, 1, 320; Vassâf, Sefine, 1, 274), devrinin en önemli şairlerinden Zatî ivaz Çelebi (953/1546) (bk. Sehî, Tezkire, s. 107; Bursah, a.g.e., II, 176) ve meşhur hattat Hamdullah'ın talebelerinden Hattat Kasım (ö. 970/156263) (bk. Taşköprizâde, a.g.e., s. 526; Müstakimzâde, Tuhfei Hattatın, s. 366) gibi zâtlar bulunmaktadır.
Taşköprizâde, a.g.e., s. 351; Hoca Sâdeddin, Tâcü'ttevârîh, II, 582; Ahmed Rif'at, Mir'ât, s. 39.
Taşköprizâde, a.g.e., s. 346; Hoca Sâdeddin, a.g.e., II, 578; Abdülkadir Özcan, "Aşıkpaşazâde", DİA, IV, 7; M. Baha Tartman, "Zeynîlik", DBİA, VII, 552. Sefine müellifi Hüseyin Vassâf, Aşıkpaşazâde'nin Şeyh Zeynüddîn Hâfî'nin halifesi olduğunu kaydediyorsa da (bk. V, 248), diğer kaynaklar onun Abdüllatif Kudsî' nih halifesi olduğunda hemen hemen'müttefiktirler.
Taşköprizâde, a.g.e., s. 346, 347; Hoca Sâdeddin, a.g.e., aynı yer.
Lâmiî, Nefehât Tercümesi, s. 556; Taşköprizâde, a.g.e., s. 113; Şerif Efendi, Menâkıbü'levliyâ, vr. 10b; Atâî, Zeyli Şekâik, s. 63; Kara, Bursa'da Tarikatlar, 1,99.
Kaynaklarda Muhyiddin Kocevî'nin vefat tarihi kaydedilmemiştir. Ancak Taşköprizâde ve Hoca Sâdeddin Efendi'nin ifadelerinden (bk. eşŞekâik, s. 352; Hoca Sâdeddin, Tâcü'ttevârîh, II, 582), onun Kastamonulu Hacı Halife'den sonra vefat ettiği anlaşılmaktadır. Hacı Halife'nin vefatı ise 894 (1489) olarak biliniyor.
Taşköprizâde, a.g.e., s. 248.
a.g.e., s. 537; Kissling, Zejnîje Orden, DI, XXXIX, 172.
Şerif Efendi, Menâkıbii'levliyâ, vr. 12b, 34a.
Beliğ, Güldeste, s. 101.
Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 350; Mehmed b. Sa'dî, Bursa Vefeyâtı, vr. 4a; Baldırzâde, Vefeyâtnâme, vr. 115b, 116a; Belîğ, a.g.e., aynı yer; Vassâf, Sefine, I, 266.
İsmail Belîğ, Güldeste'de Safiyyüddin Halife'nin 899 yılında posta oturup yirmi sene irşad faaliyetinde bulunduğunu kaydettiği halde, şeyhin vefatının 929 (1523) yılında meydana geldiğini belirtmektedir (s. 100101). Oysa kaydedilen irşad müddetine göre vefatının, Şekâik'de zikredildiği gibi (s. 350), 919 olması gerekir.
Atâî, Zeyli Şekâik, s. 80.
Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 434; Mehmed b. Sa'dî, Bursa Vefeyâtı, vr. 4ab. Şekâik'in bir başka yerinde (s. 429) ve Güldeste'de (s. 101) Hocazâde'den bahsedilmeksizin Safiyyüddîn Halife'den sonra irşad postuna Nasuh Efendi'nin oturduğu kaydedilmiştir.
Taşköprizâde, a.g.e., s. 429; Kissling, Zejnîje Orden, DI, XXXIX, 172.
Kâtib Çelebi, Keşfü’zzunûn an esâmi'lkütübi ve'lfünûn (neşredenler, Kilisli Muallim Rif'atŞerefeddin Yaltkaya), İstanbul 136062/194143,1,844; BursalI, Osmanlı Müellifleri, I, 113. Osmanlı Müellifleri'nde bu eser Risâletü'ledviyye fl tarikati’lMuhammediyye şeklinde kaydolunmuşlar.
Süleymaniye Ktp., Hâlet Efendi, nr. 818'de bulunan bu bir buçuk varaklık (vr. 122b123b) eser, Osmanlı Müellifleri'nde Risâlefü'Iâdâbiyye şeklinde kaydedilmişse de (I, 113), eserin başında müellif adını Risâletü'ledebiyye olarak kaydetmektedir.
Muallimzâde'nin vefat tarihi Şekâildte kırklı yıllar olarak kaydedilmişse de (s. 435), doğrusu Güldeste'nin verdiği 930 tarihi (s. 102) olmalıdır. Zira Muallimzâde'den sonra posta geçen Emîr Ali'nin vefat tarihi Güldeste'de 938 olarak (s. 103), Şekâik'te ise 940 civarı diye geçmektedir ki (s. 436), bu tarihler Güldeste'nin verdiği 930 tarihini destekler mahiyettedir.
Baldırzâde, Vefeyâtnâme, vr. 120b; Beliğ, Güldeste, s. 101.
Mehmed b. Sa'dî, Bursa Vefeyâtı, vr. 4b. Mustafa Halife'nin Tire'de kurduğu tekkenin XVII. asrın ilk yarısında faal olduğu anlaşılmaktadır (bk. a.g.e., aynı yer).
32: Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 434435; Baldırzâde, a.g.e., vr. 155a.
Taşköprizâde, a.g.e., s. 434; Beliğ, Güldeste, s. 102. Sefine'de hilâfeti Hacı Halife'den aldığı kaydedilmekte ise de (1,267), tarihî açıdan Şekâik ve Güldeste'nin kayıtları akla daha yakındır.
Taşköprizâde, a.g.e., s. 436; Mehmed b. Sa'dî, Bursa Vefeyâtı, vr. 4a; Belîğ, a.g.e., s. 102,103; Vassâf, Sefine, I, 267.
Taşköprizâde, a.g.e., aynı yer; Baldırzâde, Vefeyâtnâme, vr. 107a; Belîğ, a.g.e., aynı yer.
Baldırzâde, a.g.e., aynı yer. Hans Joachim Kissling, Zeyli Şekâik'te Halvetiyye ricalinden Tosyalı Nasuh Efendi'nin halifesi olduğu bildirilen (s. 199) Boyabatlı Şeyh Sinan Efendi'nin de (ö. 976/1568) esasen mezkûr Zeyniyye şeyhi Tosyalı Nasuh Efendi'nin halifesi olduğunu, Şeyhin Halvetiyye'ye yanlışlıkla nisbet edildiğini belirtmektedir (bk. Kissling, Zejnîje Orden, Dİ, XXXIX, 172). Şeyh Sinan icâzet aldıktan sonra Gezincik (?) köyünde bir zaviye kurmuş ve burada halkı irşada çalışmıştır (Atâî, Zeyli Şekâik, s. 199).
Atâî, a.g.e., s. 75, 76; Beliğ, Güldeste, s. 103,104. Güldeste'de Şeyh Abdülazîz'in yirmi yedi sene şeyhlik edip, 996 yılında vefat ettiği kaydedilmiştir (bk. s.104).
Mustafa Kara vefat tarihini 911 (1505) olarak kaydetmiştir (Bursa'da Tarikatlar, II, 270).
Baldırzâde, Vefeyâtnâme, vr. 161a.
bk. Mustafa Kara'nm verdiği meşihat silsilesi (Bursa'da Tarikatlar, II, 270).
Baldırzâde, a.g.e., vr. 161a.
Kara, a.g.e., II, 270.
Baldırzâde, a.g.e., vr. 124b; Belîğ, Güldeste, s. 171. Baldırzâde, Abdülğanî Efendi'nin ismini "Abdünnebî" olarak kaydetmiştir (a.g.e., aynı yer). Bu zat muhtemelen Şekâik'te kaydedilen ve Hacı Halife'nin yanında sülûkünü ikmal ettiği belirtilen Nebî Halife olmalıdır (bk. Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 435). Şekâik müellifine göre Nebî Halife'nin vefatı Bursa'da 940'dan önce meydana gelmiştir (bk. aynı yer). Yukarıda kaydedilenlerden başka Hacı Halife'nin yanında yetişip icazet aldığı bildirilen bir başka zat ise, Şücâ' Çelebi'dir (Şeyh Şücâeddin İlyas ö. 914/150809). Halk arasında "Niyâzî" adıyla şöhret bulumuş olan bu zat, kadılık mesleğini bırakarak tasavvuf yoluna girenlerdendir (Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 349; Hoca Sâdeddin, Tâcü'ttevârîh, II, 580; Baldırzâde, Vefeyâtnâme, vr. HObllla; Kissling, Zejnîje Orden, s. 175).
Baldırzâde, a.g.e., vr. 125a; Belîğ, a.g.e., s. 172; Kara, a.g.e., II, 270.
Baldırzâde, a.g.e., aynı yer; Belîğ, a.g.e., aynı yet.
Belîğ, a.g.e., aynı yer.
Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 351; Âlî, Künhü'lahbâr, vr. 167a; Ahmed Rif'at, Mir’ât, s. 39.
Taşköprizâde, a.g.e., aynı yer.
Mecdî, Şekâik Tercümesi, s. 356. Abdülkadi ■ Erdoğan kaynak belirtmeksizin
Ali Dede'nin 910 (1504) senesinde vefat et1 .ğini kaydetmektedir (Abdülkadir Erdoğan, Fâtih Mehmed Devrinde İstanbul'ca Bir Türk Mütefekkiri Şeyh Vefâ Hayatı ve Eserleri, İstanbul 1941, s. 25, dipnot 1) Baha Tanman da, muhtemelen Erdoğan'dan naklen aynı tarihi kaydetmiştir (Tanman, "Şeyh Vef .Külliyesi", DBİA, VII, 175; a.mlf., "Zeynîlik", DBİA, VII, 552). ''
Sehî, Tezkirei Sehî, İstanbul 1325, s. 108; Lâtîfî, Tezkire, s. 210; Âşık Çcle?' Meşâiru'şşuarâ, vr. 251b; Kmalızâde, Tezkire, I, 525.
Sehî, Tezkire, s. 109.
Âşık Çelebi, Meşâiru'şşııarâ, vr. 251b; Kmalızâde, Tezkire, I, 525.
Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 440.
Ahmed Rif'at, Mir'ât, s. 39.
Erdoğan, Şeyh Vefâ, s. 25.
Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 440.
Mehmed Paşa, Nişancı Tarihi, s.195.
Mecdî, Şekâik Tercümesi, s. 433. Abdülkadir Erdoğan, Şeyh Vefâ Türbesi'nde üç sandukanın bulunduğunu, bunlardan birinin Şeyh Vefâ'ya, diğerlerinin de halifelerinden Ali Dede ile Dâvud Vefâî'ye ait olduğunu kaydetmekte (Erdoğan, Şeyh Vefâ, s. 25), Baha Tanman da aynı bilgileri tekrarlamaktadır (Tanman, "Şeyh Vefâ Külliyesi", DBİA, VII, 175; a.mlf., "Zeynîlik", DBÎA, VII, 552). Oysa Şeyh Vefâ Türbesi'nde üç değil beş sandukanın olduğu görülmektedir. Bunlardan dördüncü sandukanın, yukarıda kaydedildiği gibi, Abdüllatif Efendi'ye ait olması gerekir. Beşincisinin ise II. Bayezid devrinin ileri gelen âlimlerden Muhyiddin Mehmed b. İbrahim Niksârî'ye (ö. 901/1496) ait olması muhtemeldir. Zira Taşköprizâde adı geçen zatın, Şeyh Vefâ'nm kabrinin yanma defnedildiğini haber vermektedir (eşŞekâik, s. 274275).
bk. Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 486; Bursalı, Osmanh Müellifleri, II, 18.
Vassâf, Sefine, I, 274.
61 .Mehmed b. Sa'dî, Bursa Vefeyâtı, vr. 4a.
Bursah, Osmanlı Müellifleri, II, 17. Şeyhzâde Vefâî'nin kaleme aldığı eserlerden birisi Hazînetü'lfedâil ve Sekînetulefâdıl'dır; diğer eserleri için bk. aynı eser, s. 1718.
bk. Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 485.
Abdülbâki Gölpmarh, Mevlânâ'dan Sonra Mevlevîlik, İstanbul 1983, s. 245.
Suraiya Faroqhi, "Menteşeoğullanndan OsmanlIlara Muğla", Tarih İçinde Muğla (derleyen, İlhan Tekeli), Ankara 1993, s. 28.
bk. Gölpmarlı, Mevlânâ'dan Sonra Mevlevîlik, s. 134.
Hz. Hüseyin vasıtasıyla Hz. Ali'ye ulaşan nesep silsilesi için bk. Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 345, 346; Vassâf, a.g.e., V, 248.
Müstakimzâde bu şeyhin Bekriyyei Gücdüvâniyye tarikatından olduğunu kaydetmektedir (Müstakimzâde, Meşâyilmâmei İslâm, Süleymaniye Ktp., Esad Efendi, nr. 1716/1, vr. 3a).
Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 345346; Hoca Sâdeddin, Tâcü'ttevârîh, II, 578579; Vassâf, Sefîne/V, 248.
Tanman, "Zeynîlik", DBİA, VII, 552.
a.g.m., aynı yer.
bk. BarkanAyverdi, Tahrîr Defteri, s. 275276.
Taşköprizâde, a.g.e., s. 346347; Hoca Sâdeddin, a.g.e., II, 579580.
Tartman, "Zeynîlik", DBİA, VII, 552.
Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 537; Nişancı Tarihi'nde adı "Gündüzlü Şeyh Muslihuddin Halife" şeklinde kaydedilmiştir (s. 278).
Taşköprizâde, a.g.e., s. 248; ayrıca bk. Kissling, Zejnîje Orden, DI, XXXIX, 169.
Müstakimzâde, Meşâyihnâmei İslâm, vr. 4b. Müstakimzâde eserinde Muhyiddin Kocevî yerine, yanlışlıkla Muslihuddin Kocevî ismini kaydetmiştir (vr. 4a). Oysa Muslihuddin Kocevî'nin Nakşibendiyye ricâlinden olduğu bilinmektedir (bk. Nakşîler bölümü).
Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 248249.
Taşköprizâde, a.g.e., s. 537; Âlî, Künhü'lahbâr, vr. 379a.
Taşköprizâde, a.g.e., s. 352; Hoca Sâdeddin, Tâcü'ttevârîh, II, 582.
Bu eserin bir nüshası Süleymaniye Ktp., Hacı Mahmud Efendi, nr. 4552'de bulunmaktadır. Türkçe elli varaktan ibaret olan eser aslında Şeyh Burhâneddin Efendi'nin müridlerinden Halifezâde diye bilinen Mehmed Çelebi tarafından hazırlanmıştır. Ancak Şerif Efendi bunun bazı bölümlerine ilâve ve çıkartmalarla düzeltmeler yapmış ve sonuna da beş varak ilâvede bulunmuştur. Bazı kataloglarda Menâkıbı Şeyh Burhâneddin şeklinde de kaydedilen (meselâ bk. Tarih Coğrafya Yazmalar Katalogu, s. 507508) bu eserde Burhâneddin Efendi'nin yanı sıra dedesi Şeyh Mehmed Çelebi, büyük dedesi Pîrî Halife ve onun kayın atası Şeyhülislâm Berdaî'nin menakıbmdan da söz edilmektedir.
Şerîf Efendi, Menâkıbü'leuliya, vr. 6b10b; ayrıca bk. Böcüzâde, İsparta Tarihi, s. 131.
Şerîf Efendi, a.g.e., vr. 10b; ayrıca bk. Atâî, Zeyli Şekâik, s. 7778. Abdüllatif Kudsî'nin Zeyniyye meşâyihinden olduğu bilinmekteyse de, Şeyhülislâm Berdaı'nin hangi tarikata mensup olduğu bilinmemektedir.
Şerif Efendi, a.g.e., vr. 12b.
Şerîf Efendi, a.g.e., aynı yer.
Menâkıbü'levliya'da Droân'mdan bazı bölümler kaydedilmiştir, bk. vr. 25a29a.
a.e., vr. 16b.
a.e., vr. 12b.
a.e., vr. 23b.
a.e., vr. 42a.
a.g.e., vr. 42ab; ayrıca bk. Atâî, Zeyli Şekâik, s.7778.
Şerîf Efendi, a.g.e., vr. 42b.
a.g.e., vr. 5b6a.
bk. Zeynîler bölümü, Safiyyüddin Halife bahsi.
Atâî Burhâneddin Efendi'nin, dedesi Pîrî Halife'den sonra posta oturduğunu yazmaktaysa da (Zeyli Şekâik, s. 78), bu doğru değildir. Zira, yukarıda da kaydedildiği gibi Burhâneddin Efendi'nin dedesi Mehmed Çelebi'dir. Pîrî Halife ise dedesinin babasıdır. Bu durumda' onun Pîrî Halife'den sonra posta oturması tarihen mümkün değildir.
Şerîf Efendi, Menâkıbu'levliya, vr. 34a.
a.g.e., 31b.
Böcüzâde, İsparta Tarihi, s. 116.
Şerîf Efendi, a.g.e., vr. 31b. Rüstem Paşa'nm daha sonra Nakşibendiyye'den Hakim Çelebi'ye de biat ettiği görülmektedir (bk. Âlî, KünhüTahbâr, vr. 478a). Menâkıbu'levliya'da "Baba Çelebi" diye tabir edilen ve Rüstem Paşa'nm kalbini çeldiği bildirilen zat, muhtemelen mezkûr Hakîm Çelebi'dir. Kaydedildiğine göre paşanın bu zâta biati ile ilk şeyhi olan Burhâneddin Efendi'ye meyli azalmış, bunun üzerine şeyh kendisine incinerek, yaptığı dua ve teveccühten vazgeçmiştir. Ancak Paşa daha sonra şeyhe aracılar gönderip, dua ve himmetinin devamını ısrarlı bir şekilde talep etmiş ve tekrar gönlünü almayı başarmıştır (bk. Şerif Efendi, a.g.e., vr. 32b). Burada "Baba Çelebi" ile, Hakîm Çelebi'nin yanında yetişmiş olan "Mahmud Çelebi" de kastedilmiş olabilir. Zira Mahmud Çelebi'ye Rüstem Paşa'nın hocası olması hasebiyle "Baba Efendi" denildiği daha önce belirtilmişti (bk. Nakşîler bölümü). Ancak kaynaklarda Mahmud Çelebi'nin şeyhlik yaptığına dair bir kayda rastlanmamıştır.
Şerif Efendi, a.g.e., vr. 31b32a.
Atâî, a.g.e., s. 78.
Şerif Efendi, a.g.e., vr. 47ab.
a.g.e., vr. 46a.
a.g.e., vr. 42b43a.
a.g.e., vr. 46b.
Atâî, Zeyli Şekâik, s. 361362; Kissling, Zejnîje Orden, s. 173. Mustafa Selâmî Efendi önce Bayrâmiyye'den Bâhâeddinzâde Efendi'ye intisap etmiş, daha sonra Burhâneddin Efendi'nin irşad halkasına katılarak sülûkünü tamamlamıştır (adı geçen eserler, zikredilen yerler).
Atâî, a.g.e., s. 605; Kissling, a.g.m., s. 173174.
Atâî, a.g.e., s. 651, 652; Kissling, a.g.m., s. 174.
Şerif Efendi, Menâkıbu’Tevliya, vr. 46a, 47b.
Böcüzâde, İsparta Tarihi, s. 131. Buraya kadar kaydedilenlerin dışında kaynaklarda Zeyniyye'ye mensup olduğu bildirilen zâtlardan Denizlili Ârif Mehmed Efendi'nin (ö. 950/1543) hangi şeyhin yanında yetiştiği tesbit olunamamıştır. İstanbul'da tahsilini ve sülûkünü tamamladıktan sonra İzmit'e giderek halkı irşad ile meşgul olduğu bildirilmektedir (Bursalı, Osmanh Müellifleri, I, 114; Vassâf, Sefine, I, 269). Bunun yanı sıra tasavvuf yoluna Zeyniyye'den Hacı Halife'ye intisap etmek suretiyle girdiği belirtilen Rüstem Halife'nin (ö. 917/1511) de, hakikatte Üveysî olduğu kaydedilmektedir (bk. Lâmiî, Nefehât Tercümesi, s. 562; Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 351; Hoca Sâdeddin, Tâcuttevârîh, II, 581).
Ahmed Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri (çeviren, Tahsin Yazıcı), İstanbul 1987, II, 252; Harîrîzâde, Tibyân, III, 150b; Ahmed Rif'at, Mir'ât, s. 21.
Ahmed Rif'at, a.g.e., s. 22.
Abdülbâki Gölpınarlı, "Mevlevîlik", İA, VIII, 166; Ekrem Işın, "Mevlevîlik", DBİA, V, 422.
Gölpınarh, Mevlânâ'dan Sonra Mevlevîlik, s. 151152; Celâleddin Çelebi, "Çelebi Efendi", DİA, VIII, 261.
Can Kerametli, Galata Mevlevîhânesi Dîvân Edebiyatı Müzesi, İstanbul 1977, s. 74.
Işın, "Mevlevîlik", DBİA, V, 422423.
Gölpınarh, Mevlânâ'dan Sonra Mevlevîlik, s. 204210; a.mlf., "Mevlevîlik", t A, VIII, 168.
bk. adı geçen eserlerin mezkûr sayfaları.
Tahsin Yazıcı, "Mawlawiyya", EI2, VI, 886.
bk. Vâhidî, Menâkıbi Hvocai Cihân ve Netîcei Cân (tenkidli metin, tahlil ve tıpkı basım, Ahmet T. Karamustafa), Harvard Üniversitesi, Amerika 1993, vr. 80b89a.
Vâhidî, Hâcei Cihân, vr. 89ab, 90ab.
a.g.e., vr. 93a.
Sâkıb Mustafa Dede, Sepnei Nepsei Mevleviyân, Kahire 1283 H., 1,143; Esrar Dede, Tezkirei Şuarâyı Mevleviyye (tahkik, İlhan Genç, basılmamış doktora tezi), Erzurum 1986, s. 105; Gölpmarlı, Mevlânâ'dan Sonra Mevlevîlik, s. 152153; Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar, s. 360. (Mevleviyye'nin kaynaklarından Sepnei Nepsei Mevleviyân, XVIII. asır Mevleviyye meşâyihinden Sâkıb Dede'nin [ö. 1148/1735] kaleme aldığı üç cüzden meydana gelen bir eserdir. Birinci cüzde Menâkibü'lâripn'in bittiği tarihten XIV. asrın başları kendi zamaruna kadar Konya'da Mevlânâ dergâhına şeyh olan çelebilerin biyografileriyle Afyonkarahisar ve Kütahya mevlevîhânelerinin kurucuları olan inâs çelebilerinin biyografileri, ikinci cüzde muhtelif tekkelerde şeyhlik edenler, üçüncü cüzde de Mevlevîler arasında tanınmış dervişler anlatılmaktadır. Pek çok tarihî hatanın ve zaman zaman da tahrifin bulunduğu bu eserden, sıkı bir tarihî tenkide başvurmadan faydalanmanın doğru olmayacağı belirtilmektedir [Gölpınarlı, a.g.e., s. 15, 16]. Yine XVIII. asır mahsulü bir başka "Mevlevî kaynağı Tezkirei Şuarâyı Mevleviyye de Esrar Dede [ö. 1211/179697] tarafından kaleme alınmıştır. Bu eser, Galata Mevlevîhânesi şeyhi Galib Dede'nin topladığı Mevlevî şairlerine ait şiirlere, şairlerinin hal tercümelerinin de ilâve edilmesi suretiyle meydana gelmiştir. Bu kaynaktan da tarihî bir terikide tâbi tutulmadan istifade edilemiyeceği vurgulanmaktadır [Gölpmarlı, a.g.e., s. 16]).
bk. Sâkıb Dede, Sefînei Mevlevi yân, 1,144 vd.; Esrar Dede, Şuarâyı Mevleviyye, s. 105 vd.
Sâkıb Dede, a.g.e., 1,149; Esrar Dede, a.g.e., s. 316.
Sâkıb Dede, a.g.e., s. 316317.
Gölpınarlı, Mevlânâ'dan Sonra Mevlevîlik, s. 156.
Esrar Dede, a.g.e., s. 317.
Mustafa Kara, "Abâpûşi Velî", DM, 1,10; Haşan Özönder, "Afyon Mevlevîhânesi", 5. Millî Mevlânâ Kongresi: Tebliğler, 34 Mayıs 1991 Konya, Konya 1992, s. 97.
Özönder, a.g.m., s. 9798.
Gölpmarlı, Mevlânâ'dan Sonra Mevlevîlik, s. 103; Nihat Azamat, "Divâne Mehmed Çelebi", DİA, IX, 436.
Sâkıb Dede, Sefînei Mevleviyân, I, 16; Esrar Dede, Şuarâyı Mevleviyye, s. 254; Kara, "Abâpûşi Velî", DİA, I, 10; Azamat, a.g.m., aynı yer.
Gölpmarlı, Mevlânâ'dan Sonra Mevlevîlik, s. 109. Zeki Pakalın, Mehmed Çelebi'nin çârdarb olmasını değişik bir sebebe bağlamaktadır. Ona göre II. Bayezid zamanında Anadolu'da yer yer çıkan ihtilâllere Afyonkarahisar ileri gelenleri de iştirak etmiş ve Mehmed Çelebi'yi de bu olaya bulaştırmak istemişlerdi. Çelebi ise bu harekete karışmamak için çârdarb olup başına da bir karpuz kapuğu geçirmiş, böylece kendisini meczup göstererek kurtulmayı başarmıştı (Pakalın, Tarih Deyimleri, I, 326).
Gölpmarlı, a.g.e., s. 106; Azamat, "Divâne Mehmed Çelebi", DİA, IX, 436.
Gölpınarh, a.g.e., s. 116117. Ayrıca bk. Azamat, a.g.m., aynı yer.
Harîrîzâde, Tibyân, III, 74b.
Gölpınarh, Mevlânâ'dan Sonra Mevlevîlik, s. 335.
Özönder, "Afyon Mevlevîhânesi", s. 103.
Gölpınarh, Mevlânâ'dan Sonra Mevlevîlik, s. 109110; Mustafa Çıpan, "Mevlevi Şeyhlerinden Dîvâne Mehmed Çelebi", 7. Millî Mevlânâ Kongresi: Tebliğler, 34 Mayıs 1993 Konya, Konya 1994, s. 101, 102; Azamat, a.g.m., aynı yer.
Gölpınarh, a.g.e., s. 110111. Divane Mehmed Çelebi hakkında yukarıdaki bilgileri aktaran Gölpınarlı, daha sonra özetle şöyle bir değerlendirme yapmaktadır: "Onun şaraba düşkünlüğü bizce tabiata karşı duyduğu sevgiden, çeşitli ruhî hallerin dayanılmaz tesirinden, reel düşünüşten meydana gelmiştir. Şarapla coşuyor, çektiği esrarla iç âlemine dalıp şuur altındaki mistik âlemi canlandırıyor" (s. 118). Gölpınarlı bu değerlendirmenin ardından, bizce bir çelişkiden ibaret olan şu ilginç tesbitini söylüyor: "Mehmed Çelebi, Kalenderîlik şiarını kabul ettiği halde, Mevlevîliğinden fedakârlıkta bulunmayan bir şahsiyettir" (s. 118).
Gölpınarlı, a.g.e., s. 121,122.
Esrar Dede, Şuarâyı Mevleviyye, s. 318.
Sâkıb Dede, Sefînei Mevleviyân, I, 3031; Esrar Dede, a.g.e., aynı yer; Gölpınarlı, Mevlânâ'dan Sonra Mevlevîlik, s. 120.
Esrar Dede, a.g.e., s. 318319.
Sâkıb Dede, a.g.e., II, 1920; a.g.e., s. 263, 265. Gölpınarlı yanlışlıkla, Fedâî'nin halifesi olan Ubeydullah Efendi'nin, Fenâyî Dede'nin yanında yetiştiğini kaydetmiştir (bk. Mevlânâ'dan Sonra Mevlevîlik, s. 121).
Sâkıb Dede, a.g.e., I, 47; ondan naklen Gölpınarlı, a.g.e., s. 120. Eğirdir'deki mevlevîhânenin XVI. asırda zengin gelir kaynaklarına sahip olduğu görülmektedir. Zeki Arıkan'm evkaf defterindeki kayıtlardan elde ettiği biligilere göre, Çomaklar köyünün tamamı, Gönen'deki Akçamescid'in yarısı bu mevlevîhânenin vakfı idi. Ayrıca değirmen, hâne ve dükkân kiraları da önemli bir gelir sağlıyordu (Zeki Arıkan, XV XVI. Yüzyıllarda Hamil Sancağı, İzmir 1988, s.143).
Gölpınarh, Mevlânâ'dan Sonra Mevlevîlik, s. 120,121.
Gölpınarh, a.g.e., s. 134135.
a.g.e,, s. 133.
a.g.e., s. 106.
Sâkıb Dede, Sefînei Mevleviyân, II, 15; Esrar Dede, Şuarâyı Mevleviyye, s. 196.
Esrar Dede, a.g.e., s. 114; Gölpınarlı, a.g.e., s. 133.
bk. Ekrem Uykucu, İlçeleriyle Birlikte Muğla Tarihi: Coğrafya ve Sosyal Yapı, İstanbul 1983, s.85; Faroqhi, Muğla, s. 27.
Faroqhi, a.g.m., aynı yer.
Esrar Dede, a.g.e., s. 196; ayrıca bk. Gölpınarlı, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, s. 135.
Uykucu, Muğla Tarihi, s. 85.
Bu zat bir yerde Kasım, bir yerde de Kâzım olarak geçmektedir (s. 27).
Faroqhi, Muğla, s. 27.
Sâkıb Dede, Sefînei Mevleviyân, II, 18; Esrar Dede, Şuarâyı Mevleviyye, s. 197, 198; Bursalı, Osmanlı Müellifleri, II, 259; Gölpınarlı, Mevlânâ'dan Sonra Mevlevîlik, s. 136.
Faroqhi, Muğla, s. 27.
a.g.e., aynı yer:
a.g.e., s. 2728.
Gölpmarh, a.g.e., s. 137. Şâhidî'nin diğer eserleri için bk. Bursalı, OsmanlI Müellifleri, I, 92; a.mlf., Aydın Meşâyihi, s. 89; Gölpmarh, a.g.e., s.136140.
Muzaffer Erdoğan, "Mevlevi Kuruluşları Arasında İstanbul Mevlevîhâneleri", İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Güneydoğu Avrupa Araştırmaları Dergisi, IVV, 197576, İstanbul 1976, s. 25; Kerametli, Galata Mevlevîhânesi, s. 15, 1718; Ekrem Işın, "Galata Mevlevîhânesi", DBİA, III, 362. İstanbul'da ilk mevlevîhâne II. Bayezid devrinde kurulan Galata Mevlevîhânesi olmakla birlikte, ilk Mevlevi âyini daha erken bir tarihte, Fâtih Sultan Mehmed'in emriyle Kalerderhâne Camii'nde başlatılmıştır (Gölpmarh, Mevlânâ'dan Sonra Mevlevîlik, s. 336337; Kerâmetli, a.g.e., s. 15; Işın, "Mevlevîlik", DBİA, V, 424). Ancak bir müddet sonra burasının mevlevîhâne olma özelliğini kaybettiği anlaşılmaktadır (Gölpmarh, a.g.e., s. 337).
Kerametli, a.g.e., s. 1718; Işın, "Galata Mevlevîhânesi", DBlA, III, 362.
Kerametli, a.g.e., s. 1718.
Esrar Dede, Şuarâyı Mevleviyye, s. 226; Işın, a.g.m., aynı yer; a.mlf., "Mevlevîlik", DBİA, V, 424.
Işın, "Galata Mevlevîhânesi", DBİA, III, 362; a.mlf., "Mevlevîlik", DBİA, V, 424.
Ayvansarâyî, Hadîka, II, 43.
Kerametli, Galata Mevlevîhânesi, s. 74.
Ayvansarâyî, Hadîka, II, 43; Hocazâde, Ziyâreti Evliya, s. 70; Vassâf, Sefine, V, 171; Gölpınarlı, Mevlânâ'dan Sonra Mevlevîlik, s. 337; Erdoğan, İstanbul Mevlevîhâneleri, s. 26; Işın, "Mevlevîlik", DBİA, V, 424.
Göyünç, "Osmanlı Devleti'nde Mevlevîler", Belleten, LV, sy. 213, Ağustos 1991, s. 353. ,
Işın, "Mevlevîlik", DBİA, V, 424; ayrıca bk. a.mlf., "Galata Mevlevîhânesi", DBİA, III, 362.'
Gölpınarlı, Mevlânâ'dan Sonra Mevlevîlik, s. 118.
Gölpınarlı, "Mevlevîlik", İA, VIII, 169.
Göyünç, a.g.m., s. 352.
Ayvansarâyî, Hadîka, II, 42, 43.
Gölpmarlı, Mevlânâ'dan Sonra Mevlevîlik, s. 114.
Işın, "Mevlevîlik", DB1A, V, 424.
Gölpmarlı, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, s. 334.
M. Çağatay Uluçay, Saruhan Oğullan ve Eserlerine Dâir Vesikalar, İstanbul 1946, II, 93, vesika no: 77; Ş. Bârihüdâ Tannkorur, "Manisa Mevlevîhânesi'nin Restorasyonu: Tenkid ve Teklif", Ekrem Hakkı Ayverdi Hâtıra Kitabı, İstanbul 1995, s. 333335.
Tannkorur, a.g.m., aynı yer.
Feridun M. Emecen, "Saruhanoğulları ve Mevlevîlik", Ekrem Hakkı Ayverdi Hâtıra Kitâbı, İstanbul 1995, s. 293.
Abdülbâki Gölpmarlı, XVIII. yüzyıldan itibaren Osmanlı tahtına geçecek olan şehzadeler gibi Konya'da çelebilik makamına geçecek olanların buraya gönderildiğini ve böylece çelebilerin "bâtın padişahı" olarak telakki edildiğini ifade etmektedir (Gölpınarlı, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, s. 278).
Haşan Özönder, "Kütahya Mevlevîhânesi", Selçuk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Türkiyat Araştırmaları Dergisi (1996), yıl 2, sy. II, s. 6971.
Özönder, a.g.m., 7576.
Küçükdağ, Pîrî Mehmed Paşa, s. 150,152153.
M. Câvid Baysun, "Emîr Sultan", 1A, IV, 261, 262.
İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, Ankara 1982, III/ı, 344.
Meşâyihi Halvetiyye'de kaydedildiğine göre, Merkez Efendi Balıkesir'de bir camide halka vaaz etmekteyken, oranın halkı Emîr Sultan muhibbi olduğu için şeyhe değer vermemiş ve vaazını bitirmesini beklemeden dışarı çıkmışlardır (s. 5051). Bu durum Kübreviyye'nin Balıkesir halkı üzerindeki etkisinin XVI. asırda henüz kaybolmadığını göstermektedir.
Taşköprizade, eşŞekâik, s. 114115; Beliğ, Güldeste, s. 7980; Bursah, Osmanlı Müellifleri, I, 57; Kara, Bursa'da Tarikatlar, H, 264.
Beliğ, a.g.e., s. 8085; Kara, a.g.e., aynı yer. x
Baldırzâde, Vefeyâtnâme, vr. 141b142b; ayrıca bk. Beliğ, a.g.e., s. 8586; Kara, a.g.e., aynı yer.
Baldırzâde, a.g.e., vr. 62b63b.
a.g.e., vr. 141b.
Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 333.
a.g.e., s. 547548; Baldırzâde, Vefeyâtnâme, vr. 109a; ayrıca bk. Âlî, Künhü'lahbâr, vr. 380a.
Baldırzâde, a.g.e., vr. 43a46a; Beliğ, Güldeste, s. 8688.
Adı geçen eserlerin mezkûr yerleri.
Bursalı, Ösmanlı Müellifleri, I, 171. Aynı dönemde kaleme alınmış bir başka Menâkıbı Emir Sultan isimli risâle daha vardır. Kübreviyye mensuplarından Bursalı Mehmet! Şevki Efendi 962 (1555) senesinde telif etmiştir (Bursalı, a.g.e., III, 7273).'
Baldırzâde, Vefeyâtnâme, vr. 192b193a; Belîğ, Güldeste, s. 8889.
Belîğ, a.g.e., s. 8990.
Harîrîzâde, Tibyân, II, 290b; Vassâf, Sefine, IV, 179. Sâdık Vicdanî, Tomârt Halvetiyye'de Ahmed Semerkandî'nin Erzincan'da faaliyet gösterdiğini, Hüsâmeddin Efendi'nin de onunla bu şehirde buluştuğunu, daha sonra ise hilâfet alarak şeyhinin emriyle Uşak'a gittiğini kaydetmektedir (s.104). Hocazâde Ahmed Hilmi'nin eserinde de, Hüsâmeddin Efendi'nin şeyhle Uşak'm dışında bir yerde buluşup sülûkünü tamamladığı ve onun vefatından sonra adı geçen şehire gittiği ifade edilmektedir (Hocazâde, Ziyâreti Evliya, s. 47).
Harîrîzâde, a.g.e., II, 291b.
a.g.e., aynı yer.
Yaşar Nuri Öztürk, Tasavvufun Ruhu ve Tarikatlar, İstanbul 1992, s. 283; Mustafa Kara, "Eşrefiyye", DİA, XI, 478. Müsteşrik D. S. Margoliouth, Kadiriyye'nin Anadolu'ya İsmâil Rûmî (ö. 1041/1631) vasıtasıyla girdiğini ileri sürmüşse de (bk. D. S. Margoliouth, "Kadiriye", İA, VI, 52; a.mlf., "Kadiriyya", EI2, IV, 382), bu doğru değildir. Ayrıca Ayvansarâyî'nin kaydettiği, Geylânî Mehmed Efendi tarafından ÎstanbulBahçekapı'da yaptırılan Bursa Tekkesi Camii'nin (Hadîka, I, 240) fetihten az sonra tesis edildiği ve kurucusu Mehmed Efendi ile kardeşi Ali Efendi'nin Abdülkadiri Geylânî'nin neslinden ve tarikatından oldukları belirtilmektedir. Böylece kurulduğu yıllarda Kadirîliğe bağlı olduğu tahmîn edilebilen bu mescidzâviyenin daha sonraki dönemlerde tarikat faaliyetine dair yönü henüz aydınlatılamamıştır (M. Baha Tanınan, "Bursa Tekkesi Mescidi", DBİA, II, 340, 341).
Bursah Mehmed Veliyyüddin, Menâkıbı Eşrefzâde: Eşrefoğlu Rûmî Hayatı Menkıbeleri Şiirleri (hazırlayanlar, Abdullah UçmanÖnder Akıncı), İstanbul 1976, s. 3446, 69, 158; ondan naklen A. Neclâ PekolcayAbdullah Uçman, "Eşrefoğlu Rûrriî", DİA, XI, 481; Kara, a.g.m., aynı yer.
Veliyyüddin, Menâkıbı Eşrefzâde, s. 69; Nuri Özcan, "Abdürrahim Tirsi", DİA, I, 293.
Vasâf, Sefine, I, 69; Özcan, a.g.m., aynı yer.
Veliyyüddin, a.g.e., s. 73.
a.g.e,, s. 76, 77; Vasâf, a.g.e., I, 70. Sepne'de Muslihuddin Efendi'nin Mudurnulu olduğu kayıtlıdır. Abdürrahim Tirsi'nin halifeleri arasında bir de Bursah Sinan Dede (ö. ?) vardır. Bursa Ferhâdiye Medresesi'nde dânişmend iken, Iznik'e gidip Şeyh Tirsî'ye intisap ederek yetişmiş ve icâzetle tekrar Bursa'ya dönmüştür. Ancak burada bir mescid yaptırıp uzlete çekildiği kaydedilmektedir (Baldırzâde, Vefeyâtnâme, vr. 103ab; Veliyyüddin, a.g.e., s. 89).
Veliyyüddin, Menâkıbı Eşrefzâde, s. 7677.
Kara, "Eşrefiyye", DİA, XI, 478.
Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 83; İshak Yazıcı, "Bahru'lulûm", DİA, IV, 517; Kara, Bıırsa'da Tarikatlar, II, 73.
bk. İbrahim Hakkı Konyah, Abideleri ve Kitabeleri ile Karaman Tarihi, Ermenek ve Mut Abideleri, İstanbul 1967, s. 204, 206.
bk. Konyalı, Karaman Tarihi, s. 206209.
Hulvî, Lemezât, s. 614.
Evliya Çelebi, Seyahatname, IX, 318.
Konyalı, Karaman Tarihi, s. 219.
a.g.e., s. 203, 219. Seyahatname’de "Kasabai Zeyni Şerîf" şeklinde geçmektedir (Evliya Çelebi, Seyahatname, IX, 318).
Konyalı, a.g.e., s. 219.
a.g.e., s. 210.
Kara, Bursa'da Tarikatlar, II, 73.
Hüsâmeddin Bursevî, Mühimmâtü'lmü'minîn fî umûri'ddünya ve’ddîn, Topkapı Sarayı Müzesi Ktp., Bağdat Köşkü, nr. 189; vr. 307b; ondan naklen Kara, a.g.e., II, 75.
Hüsâmeddin Bursevî, Mühimmat, vr. 30’ b; Belîğ, Güldeste, s.139140; Kara, Bursa'da Tarikatlar, II, 95. Mühimmâtü'lmv'minîn müellifi, Alâeddin Efendi'yi "Küçük Alâeddin" diye kaydetmiş ve BalIkesirli olduğunu belirtmiştir (bk. aynı yer). Baldırzâde ise Alâeddin Efendi yi, Ali Semerkandî'nin halifelerinden îsâ Çelebi'nin halifesi olarak kaydetmektedir (Baldırzâde, Vefeyâtnâme, vr. 125a).
Belîğ, a.g.e., s. 140.
Kara, Bursa'da Tarikatlar, II, 95. Kara, aynı eserinin sonunda Başçı İbrahim Dergâhı postnişînlerini vermiştir. Bu listede Lârendeli Alâeddin Efendi yerine Alâeddin Ali Semerkandî ilk potnişîn olarak kaydedilmiştir (II, 262).
Belîğ, Güldeste, s.141.
Kara, Bursa'da Tarikatlar, II, 95, 262.
Belîğ, Güldeste, s. 141. Süleymaniye Kütüphanesi, AntalyaTekelioğlu, nr. 801'de kayıtlı bulunan bir yazmada (vr. lalla) Semerkandiyye'nin bir başka silsilesi kaydedilmiştir. Ancak tarikatın bu silsilesinin nerede neşv ü nemâ bulduğu tesbit olunamamıştır. Silsile aşağıdan yukarıya doğru şu şekildedir: Mevlânâ Şücâ' b. Şeyhli (Bu zat bir de Seyyid Ali Mevlânâ Şücâ' b. Şeyhli şeklinde geçmektedir) > Şeyh Zeynelâbidîn b. Şeyh Ali Tirmizî > Mahmûd b. Mehmed Gürgânî > Seyyid Ali b. Yahya Semerkandî > Muhammed b. Mahmûd Hudkî.. (vr. 2ab).
Belîğ, a.g.e., s. 140.
Peçevî tbrâhim Efendi, Peçevî Tarihi (hazırlayan, Bekir Sıdkı Baykal), I, 325; ondan naklen Bursâlı, Osmcmlı Müellifleri, I, 112, dipnot, 1; Vassâf, Sefine, II, 280. Yukarıda kaydedilen olaydan Gelibolulu Mustafa Âlî de bahsetmektedir (KünhüTahbâr, vr. 377ab). Ancak Âlî, burada sözü edilen şeyhin Lârendeli Alâeddin Efendi değil de Melâmiyye'den Alâeddin Aksarâyî olduğunu kaydetmektedir.
Yılmaz Öztuna, Osmanh Devleti Tarihi, İstanbul 1986,1, 241.
Belîğ, Güldeste, s.141.
Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 352; Mehmed Paşa, Nişancı Tarihi, s. 179; Âlî, Künhü'lahbâr, vr. 167a.
Michael Winter, "Sheikh Ali Ibn Maymûn and Syrian Sufism in Sixteenth Century", Israel Oriental Studies (IOS), VII, Telaviv 1977, s. 288; Nihat Azamat, "Ali b. Meymûn", DİA, II, 412. _
Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 354, 355; Âlî, KürthüTahbâr, vr. 167a; Baldırzâde, Vefeyâtnâme, vr. 127b.
Baldırzâde, a.g.e,, aynı yer.
Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 548.
Baldırzâde, Vefeyâtnâme, vr. 131b.
Taşköprizâde, eşŞekâik, s.548549.
bk. Bahadıroğlu, Üftâde, s. 55.
Ayvansarâyî, Hadîka, I, 206. Bu zatın adı "İshak Efendi" olarak, mescidi ise "Müneccim Sa'dî Mfescidi" şeklinde kaydedilmiştir.
Salim Aydüz, Osmanh Devleti’nde Müneccimbaşılık ve Müneccimbaşılar (basılmamış yüksek lisans tezi), İstanbul 1993, s. 149; Özdamar, Dergâhlar, s. 129.
Abdîzâde Hüseyin Hüsâmeddin Efendi'nin kaydettiğine göre, Amasya'daki
Darphâneci Tekkesi 836'da (1433) yaptırılmış ve Rifâîler'in büyüklerinden Seyyid Ahmed Efendi, Seyyid Ali Efendi gibi zâtlar burada şeyhlik yapmıştır (Amasya Tarihi, 1,238239). Ancak Abdizâde bu tekkenin XVI. asırdaki durumu hakkında bize herhangi bir bilgi vermemektedir. Ayrıca Münevvirii'lezkâr isimli yazma bir eserde Rifâiyye'nin Molla Fenârî'ye (ö. 834/1431) kadar gelen bir silsilesi kaydedilmiştir (Kemâl b. Ahmed Ahlatî, MüııevvirüTezkâr fî zikri silsilei meşâyîh, Üsküdar Selim Ağa Ktp., Kemankeş, nr. 253, vr. 17a). Ancak Fenârf'den sonra bu silsilenin devam edip etmediği hususunda herhangi bir kayda rastlanmamıştır. Zeyli Şekâik'te de Yeseviyye piri olduğu bildirilen Şeyh Muhammed Hindi (ö. 974/156667) isimli bir zattan bahsedilmektedir. Bu zat Hindistan'dan önce İran'a, oradan da İstanbul'a gelmiş, Kanûnî Sultan Süleyman'la görüştükten sonra kendisine padişah tarafından günlük 120 akçe maaş bağlanmıştır. Ancak İstanbul'un havası kendisine iyi gelmeyip dört sene kaldıktan sonra sağlığı bozulunca Rumeli'ye geçmek zorunda kalmıştır (Atâî, Zeyli Şekâik, s. 191) Atâî onun hakkında bu bilgileri kaydettiği halde, İstanbul'da tarikat faaliyetinde bulunup bulunmadığı hususunda bir şey söylememektedir. Bursa'da bulunan Kazerûniyye Zaviyesinin ise 1479 senesinde Fâtih Sultan Mehmed'in emriyle ciddi bir ollarımdan geçirilip Şeyh Kazerûnî'nin dervişlerine vakfedildiği bilinmektedir (bk. Kara, Bursa'da Tarikatlar, II, 27). Ancak bu zaviyenin XVI. asırdaki faaliyetleri hakkında kaynaklarda bilgi bulunmamaktadır.
· 59. Yaşar Nuri Öztürk, Tarihi Boyunca Bektaşîlik, İstanbul 1990, s. 172 vd.
Hans George Mayer, "İçtimaî Tarih Açısından Osmanlı Devleti'nde UlemâMeşâyih Münasebetleri" (tercüme, Hüseyin Zamantılı), Kubbealtı Akademi Mecmuası (KAM), yıl: 9, sy. IV, 1980, s. 55, 57.
Yılmaz Öztuna, Başlangıcından Zamânımıza Kadar Büyük Türkiye Tarihi, İstanbul 1978, VIII, 62.
Osmanlı Devleti'nde padişahların saltanat makamına oturduklarında, hükümdarlık alâmeti olarak kılıç kuşanmaları, resmen hangi tarihte ihdas olunduğu kesin bilinmemekle birlikte, bir kanun idi. Bu işi çoğunlukla şeyhülislâmlar yerine getirdiği halde, zaman zaman meşâyihin de icra ettiği görülmektedir. Meselâ II. Murad Bursa'da Emir Sultan'dan, Fâtih Sultan Mehmed de Akşemseddin'den kılıç kuşanmıştır (İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devletinin Saray Teşkilâtı, Ankara'1984, s. 189,190). Kılıç kuşatma merasimi icra olunmadan padişah tahta oturmuş sayılmazdı (Öztuna, Türkiye Tarihi, VIII, 62). Bu yüzden olmalı ki, Kanûnî'nin çocuklarından Şehzade Bayezid kardeşi Şehzade Selim'Ie Konya ovasında taht kavgasına tutuştuğu zaman, ziyaretine gittiği Şeyh Abdullah Dede'den (ö. 968/156061) kendisine kılıç kuşatmasını istemişti (bk. Atâî, Zeylı Şekâik, s. 74). Müstakimzâde'nin kaydına göre, II. Bayezid'e kılıç kuşatan zat, padişahın çok değer verdiği Bayramiyye şeyhi Baba Yûsuf idi (Müstakimzâde, Risâlei Melâmiyye, Vr. 9b). Yavuz Sultan Selim ile (bk. Öztuna, Osmanlı Tarihi, I, 159) Kanûnî Sultan Süleyman'a ise kılıcı, son Abbâsî halifesi III.!Mütevekkil Eyüp Camii'nde kuşatmıştır (Evliya Çelebi, Seyahatname, X, 38; Öztuna, Türkiye Tarihi, VIII, 62).
Bursevî'nin TuhfeİHasekiyye isimli eserinden naklen Ziya Kazıcı, "îsmâil Hakkı Bursevî'ye Göre Osmanlı Müesseseleri", Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi (MÜ1FD), sy. 78910, yıl: 1989909192, İstanbul 1995, s. 215.
Bursalı Veliyyüddin Efendi'nin kaydettiğine göre, Züleyhâ Hatun bir gece rüyasında yüce bir meclisin kurulduğunu, bu mecliste Resûlullah'm başköşeye oturarak huzurunda dört büyük halife, ulemâ, evliyayı kâmilin ve aralarında da Abdürrahim Tirsî'nin bulunduğunu, birlikte II. Bayezid'den sonra tahta kimin geçeceğini istişare ettiklerini görür. Resûlullah Abdürrahim Tirsî'yi kastederek buyurmuşlar ki:, "Rûm'un Karaoğlanmm murâdı Sultan Selim'dir." Bunun üzerine meclis dağılır (Veliyyüddin, Menâkıbt Eşrefzâde, s. 74).
a.g.e., s. 7475.
İbn Kemal Şemseddin Ahmed, Risâletü'lmünîre, 1308 H., s. 46.
bk. Lâmiî Mahmud Çelebi, Münşeâtı Lâmiî, ÎÜ Ktp., TY, nr. 860, vr. 53b57b.
bk. Ali Çelebi, İkdii'lmanzum, s. 429.
Atâî, Zeyli Şekâik, s. 211, 214.
Bu dönem sûfîlerinin "zühd" anlayışı için bk. (Öngören, "XV ve XVI. Asırlarda OsmanlI'da Tasavvuf Anlayışı", XV ve XVI. Asırları Türk Asrı Yapan Değerler, İstanbul 1997, s. 410).
Lâmiî, Münşeat, vr. 55ab.
Ali Çelebi, a.g.e., s. 429; Atâî, a.g.e., s. 211.
Yûnus b. Halîl, Mi'yâru'leşrSr velahbâr, Süleymaniye Ktp., Hacı Mahmud Efendi, nr. 2597, vr. 22b23a.
La'lîzâde, Sergüzeşt, s. 24; Müstakimzâde, Risâlei Melâmiyye, vr. 10a; Vicdanî, Melâmîlik, s. 50.
Müstakimzâde; a.g.e., vr. 13b.
Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 357.
Muhyî, Menâkıbı Gülşenî, s. 412413.
Hoca Sâdeddin, Tâcü'ttevârîh, II, 561.
Kaydedildiğine göre Şeyh Muslihuddin Tavîl, kaleme aldığı risâlesinde kısaca arş ve kürsînin ahvalinden bahsettikten sonra: "Padişahım, eğer bir yerde zulüm yapılıyorsa, o bölgenin sâlihleri rüyasında Resûlullah'ı hüzünlü görürler. Bakırküresi (Küretünnühâs) sâlihleri de Resûlullah'ı rüyasında mahzun görüyor" diyerek kendilerine reva görülen zulmü anlatmıştır. Padişah da bunun üzerine harekete geçerek, sözü edilen zulmü o bölgeden defetmiştir (Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 362; Baldırzâde, Vefeyâtnâme, vr. 55b; ayrıca bk. Beliğ, Güldeste, s. 180).
Atâî, Zeyli Şekâik, s. 213.
Atâî, Zeyli Şekâik, s. 213.
bk. Seyyid Seyfullah, Câmiu'lmaârif, vr. İla.
Harîrîzâde, Tibyân, II, 201b.
Muhyî, Menâkıbı Gülşenî, s. 422, 423; Vassâf, Sefine, III, 112.
Atâî, a.g.e., s. 200.
Abdullah Efendi, Semerât, s. 248; La'lîzâde, Sergüzeşt, s. 27; Müstakimzâde, Risâlei Melâmiyye, vr. İla.
Atâî, Z.eyli Şekâik, s. 202, 203.
Anonim, Menâkıbı Üftâde, II, s. 112; Kara, Harsa'da Tarikatlar, II, 108.
Esrar Dede, Şuarâyı Mevleviyye, s. 106.
Arpalık: Yüksek devlet memurlarına, bazı saray mensuplarına, ilmiye sınıfının ileri gelenlerine ilâve tahsisat, emekli veya mâzuliyet (azledilme) maaşı olarak bağlanan gelirlere genel olarak verilen isim (Sertoğlu, Osmanlı Tarih Lügati, s. 18).
Hoca Sâdeddin, Tâcü'ttevârih, II, 564. Seyyid Ibrâhim'e Eyüp'te oturduğu evini de, Yavuz Sultan Selim'in aldığı nakledilmektedir (Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 306).
Taşköprizâde, a.ğ.e., s. 433,434.
Kaydedildiğine göre Pîr Sinan bu sebeple vaaz ve nasihattan menedilmiş ve meclisine halkın gitmesi de yasaklanmıştır (Abdizâde, Amasya Tarihi, 1,150).
Atâî, Zeyli Şekâik, s. 97.
Ebû Yahyâ Zekeriyyâ Kazvînî, Acâibü'lmahlûkât (tercüme, Muslihuddin Mustafa Sürûrî), India Office Library and Records, Landon (IOLR), Or. 7894, vr. 1b. British Museum'da incelediğimiz eserin bu nüshası muhtemelen müellif nüshasıdır.
Cavid Baysun, "Emîr Sultan'm Hayatı ve Şahsiyeti", 1ÜEFTD, I, sy. 1, yıl: 1949, s. 84.
bk. Lâmiî, Nefehât Tercümesi, s. 454; Taşköpîzâde, eşŞekâik, s. 259260.
bk. Yazıcı; Fetih'ten Sonra Halvetîler, 1ED, 1956, II, 93.
Lâmiî, Nefehât. Tercümesi, s. 580581, ayrıca bk. Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 268269; Yûsuf b. Ya'kub, Meşâyihi Halvetiyye, s. 1920; Hoca Sâdeddin, Tâcü'ttevârîh, II, 542543;'Harîrîzâde, Tibyân, I, 247ab.
Martin, Khalzoati Order, s. 282.
Mehmed Paşa, Nişancı Tarihi, İstanbul 1290, s. 161; Alî, Künhü'lahbâr, vr. 166b.
Ekrem Işın, "Yavsı Baba Tekkesi", DBİA, VII, 445.
Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 343; Âlî, Künhii'lahbâr, vr. 166b; Kefevî, Ketâib, vr. 479a; Hoca Sâdeddin, Tâcü’ttevârih, II, 576577; Vassâf, Scf'nıe, II, 277.
Mehmed Paşa, Nişancı Tarihi, s. 179.
Âlî, a.g.e., vr. 168b.
Taşköprizâde, a.g.e., s. 374375; Âlî, a.g.e., aynı yer. Evliya Çelebi de Nakşibendiyye ricalinden Lütfullah Üskübî "Bayezidi Velî'ye şeyh olmuş idi" demektedir (Seyahatname, V, 560). Ancak kaynaklarda bu hususta daha fazla bilgiye rastlanmamıştır.
Taşköprizâde, a.g.e., s. 380.
a.gie., s. 380382.
Abdülkadiroğlu, "Halîmî Çelebi", DİA, XV, 343.
Taşköprizâde, a.g.e., s. 380382; Mehmed Paşa, Nişancı Tarihi, s. 192; a.g.m., aynı yer. Fâtih Sultan Mehmed zamanında tedvin edilmiş olan kanunnâmede, padişah hocasının şeyhülislâmla aynı derecede ve vezîri âzam hâriç diğer vezirlerin üstünde olduğu gösterilmiştir. Ayrıca bayram tebriklerinde padişahın hocasına ayağa kalkacağı beyan olunmaktadır (İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devletinin İlmiye Teşkilâtı, Ankara 1965, s. 147).
Yûsuf E Ya'kub, Meşâyihi Halvetiyye, s. 44.
Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 357; Mehmed Paşa, Nişancı Tarihi, s. 194; Baron Joseph Von Hammer Purgstall, Büyük Osmanlı Tarihi (yayma hazırlayanlar, Mümin ÇevikErol Kılıç), İstanbul 1989, II, 494; ayrıca bk. Aharon Layish, "Waqfs and Sûfî Monasteries in the Ottoman Policy of Colonization: Sultan Selim I's waqf of 1516 in Favour of Dayr alAsad", BSOAS, 50 (1987), s. 71.
Taşköprizâde, a.g.e., aynı yer. Osman Turan ise, Yavuz Selim'in Şeyh Bedahşî'den dua talep ettiğini ve bunun üzerine şeyhin sultana şöyle dediğini kaydetmektedir: "Siz İlâhî lutfa mazhar ve müslümanlarm da sığmağısınız. Bu sebeple biz, kabule şayan olan sizin duanıza muhtacız." Akabinden de padişaha dua etmiştir (Osman Turan, Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkuresi Tarihi, İstanbul 1969, II, 8081).
Abdi Ali Paşa (Süleyman), Şerhi Kasıdei Cifriyye der Medhi Sultan Selim, İstanbul Üniversitesi Ktp., TY, nr. 6792, vr. 6b.
Ahlatı, Münevvirü'lezkâr, vr. 3a.
Michael VVinter, Societyand Religion in Early Ottoman Egypt: Studies in the Writings ofAbd alWahhâb alSha'rânî, New BrunswickLondon 1982, s. 82, dipnot, 79.
Baysun, Emir Sultan, s. 84.
Osman Türer, "Osmanlı İmparatorluğunda PadişahTarikat Şeyhi Münasebetine Dâir Tarihî Bir Örnek", TDA, XXVIII (1984), s. 183.
bk. Enver Behnan Şapolyo, Mezhepler ve Tarikatlar Tarihi, İstanbul 1964, s. 448.
Atâî, Zeyli Şekâik, s. 97.
Kanûnî manevî aşk duygusunu şiirlerinde dile getirmiştir:
Ger muhabbet sırrını sorsan bana şerh eyleyem
Hamdülillâh kim tarîki ışkdan âgâhıyam
(...)
Cennete kılmaz heves ol hür u gılmân istemez
Aşıkı sâdık olan dîdârun eyler arzu
(...)
Eyledüm izhar ışkun gerçi ben Marsûrvar
Dostum zülfünden özge bu gönül dâr istemez
(...) '
Sırrı ışkı âşikâr itdüm seri zülfin görüp
Işk Mansûrı olup geldüm benüm dâr isteyen. ,
(bk. Kanûnî Sultan Süleyman, Mııhibbî Dîvânı [hazırlayan, Coşkun Ak], Ankara 1987, s. 375, 554, 641, 677).
Ktp. eski kayıt, nr. 1216'dan tıpkıbasım, Ankara 1987, vr. 48b. Kanûnî'nin derviş ruhluluğu ve mütevazi kişiliği şiirlerinde açıkça görülmektedir: Zâhirâ baksan eğerçi berr ü bahrun şâhıyam Bir ulı dergâhun ammâ ben gubârı râhıyam (...)
Fahrı âlem bakmadı dünyaya fakr itdi kabul
Ol mübarek cismine bak gör ki şâl üstindedür
(...)
Kim ki dünyada müsahip oldı ehli hâl ile
Atlas u dîbâyı bir görmek gerek ol şâl ile
(...)
Ey Muhibbi sen sen ol bakma sakm âyineye
Yüz karasın göresin korkum bu ola rûberû.
(Kanûnî, Muhibbi Dîvânı, s. 308,554, 677, 720).
Eyyûbî, Menâkıbı Sultan Süleyman (Risâlei Padişahnâme) (hazırlayan, Mehmet Akkuş), Ankara 1991, s. 82.
Peçevî, Tarih, I, 2.
Winter, Ottoman Egypt, s. 268.
Gubârî, Kâbenâme, vr. 75a.
bk. Muhyî, Menâkıbı Gilişeni, s. 415.
Esrar Dede, Şuarâyı Mevleviyye, s. 107.
Öztuna, Osmanlı Tarihi, I, 241.
Sâkıb Dede, Sefînei Mevleviyân, 1,145; Esrar Dede, Şuarâyı Mevleviyye, s. 106; Nejat Göyünç, "Osmanlı Devleti'nde Mevlevîler", Belleten, LV, sy. 213 (1991), s. 354.
Hüseyin G. Yurtlaydın, İslâm Tarihi Dersleri, Ankara 1982, s. 114115; a.mlf., "Düşünce ve Bilim Tarihi [13001600]", Türkiye Tarihi II: Osmanlı Devleti [13001600] (yayın yönetmeni, Sina Akşin), İstanbul 1988, s. 155156.
bk. Abdülkadiroğlu, "Halımı Çelebi", DİA, XV, 343.
Kefevî, Ketâib, vr. 497b, 518a.
Nakîbü'leşrâf, Hz. Peygamber'in sülâlesinden gelenlerin işleriyle meşgul olan vazife sahibi hakkında kullanılır bir tabirdir. Bu makam, gördüğü vazifenin şerefinden dolayı en yüksek makamlardan sayılır, Hilâfetten sonra gelirdi. Merasim esnasında nakîbü'leşrâf devlet ricaline tekaddüm ederdi. Vazifeleri arasında Peygamber sülâlesi mensuplarının neseplerini kaydedip zaptetmek, doğumlarını ölümlerini deftere geçirmek, onları adi sanata girmekten ve fena hallerde bulunmaktan menetmek, sülâleden olan kadınların dengi olmayanlarla evlenmesini engellemek gibi hususlar sayılmaktadır (Pakalın, Tarih Deyimleri, II, 647648).
Atâî, Zeyli Şekâik, s. 72.
Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 380.
Atâî, a.g.e. s. 199; Müstakimzâde, Meşâyihnâmei Islâm, vr. 6a.
Atâî, a.g.e., s. 200.
a.g.e., s. 213.
Ahmed Şernûbî Desûkiyye (Burhâniyye) tarikatının Şernûbiyye kolunun ku
rucusudur. îstanbulu'a gelip Şeyh Nûreddinzâde ile 975 (1567) senesinde buluşup bir müddet onun yanında kalmıştır (bk. Harîrîzâde, Tibyân, II, 181b, 182a; Hocazâde Ahmed Hilmi, HadîkatüTevliya [neşreden, Osmanlı Yayınevi], İstanbul 1979, s. 300301). '
Harîrîzâde, a.g.e., aynı yer.
Muhyî, Mertâkıbı Gülşenî, s. 415416.
Anonim, Menâkıbı Üftâde, II, s. 111112.
Kanûnî, Muhibbi Dîvânı, s. 307, 368,567, 638639, 682.
Tarikatta "hâkanî yol" diyebileceğimiz bu usul, etraflıca araştırılıp ortaya konulmaya muhtaç bir konudur.
Padişahların şeyhlere verdiği beratlara "...Benim devamı devletim için duaya müdavemet ede" kaydının konması adetti. Bu kaydı duraklama ve gerileme devrinin hükümdarları koyduğu gibi, Yavuz Sultan Selim, Kanûnî Sultan Süleyman gibi Osmanlı'mn ihtişam devrini temsil eden padişahlar da koymuşlardır. Kanûnî gibi bir hükümdarın bu kaydı aczinden koyması düşünülemez (Gökçen, Saruhan Zaviyeleri, s. 2627). Kanûnî'nin Süleymaniye Vakfiyesi'ne koyduğu benzer bir kayıt için bk. (Süleymaniye Vakfiyesi, s. 51, 196).
Layish, Sûfî Monasteries, s. 69.
Yûsuf b. Ya'kub, Meşâyihi Halvetiyye, s. 23.
Lâmiî, Nefehât Tercümesi, s. 581; Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 269; Yûsuf b. Ya'kub, a.g.e., s. 2324; Hoca Sâdeddin, Tâcü'ttevârîh, II, 544; Harîrîzâde, Tibyân, I, 247ab.
Vassâf, Sefine, III, 248.
Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 343; Ali Çelebi, İkdü'lmanzum, s. 440; Kefevî, Ketâib, vr. 479a; Ayvansarâyî, Hadîka, I, 121; Vassâf, a.g.e., II, 277.
Ali Çelebi, a.g.e., s. 440.
bk. Fuat BayramoğluNihat Azamat, "Bayramiyye", DİA, v, 273. Ayvansarâyî'nin kaydına göre bu tekke, Fâtih'te Yavuz Selim Camii yakınında bulunan bir kiliseden çevrilerek meydana getirilmiştir (Hadîka, 1,121). İlk şeyhine nisbetle Yavsı Baba Tekkesi diye anıldığı halde, daha sonra XVI. asrın ikinci yarısında HalvetiyyeŞemsiyye şeyhi Abdülmecid Sivâsî'nin tasarrufuna geçtiği için, kaynaklarda Sivâsî Tekkesi diye de anılmaktadır (Işm, "Yavsî Baba Tekkesi", DB1A, VII, 445).
Bursalı Mehmed Tâhir'in belirttiğine göre Baba Yûsuf, Akşemseddin'in halifelerindendir. 917'de İstanbul'da vefat etmiş ve Eyüp Sultan Türbesi'nin yakınına defnedilmiştir (Osmanlı Müellifleri, I, 41). Mehmed Tâhir'in kaydından, şeyhin Sivrihisarlı olduğunu anlaşıhyorsa da (bk. aynı yer), Risâletü'nnûriyye isimli eserinde şeyh kendisini "Seferîhisari" şeklinde kaydetmiştir (bk. Süleymaniye Ktp., AntalyaTekeliöğlu, nr. 801, vr. 11b). Baba Yûsuf'un ayrıca Hacerülesved huzurunda gönlüne ilharn edildiği şekilde söylediği bir kısım şiirlerinin olduğunu da Mehmed Tâhir haber vermektedir (aynı yer).
Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 374375; ayrıca bk. Mehmed Paşa, Nişancı Tarihi, s. 181; Âlî, Künlui'lahbâr, vr. 168b.
Öztuna, Osmanlı Tarihi, I, 150.
Taşköprizâde, a.g.e., s. 362; Baldırzâde, Vefeyâtııâme, vr. 55b; ayrıca bk. Beliğ, Güldeste, s. 180.
Sâkıb Dede, Sefînei Mevleviyân, 1,143.
a.g.e., I, 144; Esrar Dede, Şııarâyı Mevleviyye, s. 105.
Berat: Herhangi bir vazife veya hizmete tayin dolayısıyla pdişah tuğrasının bulunduğu, izin ve müsadeyi ihtiva eder vesika (Uzunçarşıh, Saray Teşkilâtı, s. 284).
Örnek olarak bk. Barkan, Kolonizatör Türk Dervişleri, s. 313,315,320,322325; Uluçay, Saruhanoğıılları ve Eserlerine Dâi Vesikalar, II, 115, belge no: 100; Rasim DenizAli Rıza Karabulut, Şeyh İbâhim Tennûrî Dîvânı Giilşeni Niyâz'dan Seçmeler, Kayseri 1983, s. 22; Nazım Kuruca, "XVI. Yüzyılda Kastamonu Sancağı Vakıf Tahrir Defteri" (basılmamış yüksek lisans tezi), İstanbul 1995, s. 45, 75, 139; Rifat Özdemir, "Osmanlı Devleti'nin Tarikat, Tekye ve Zaviyelere Karşı Takip Ettiği Siyâset", Ankara Üniversitesi Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi Dergisi (OTAM), Ankara 1994, s. 268; İsmail Bozalioğlu, "Giresun'da Osmanlı Dönemine Âit Tekke ve Zaviyeler", Giresun Tarihi Sempozyumu (2425 Mayıs 1996), İstanbul 1997, s. 400.
Avârızı Dîvâniyye, Osmanlı vergilerinden olup, olağan üstü hallerde halka yüklenen mâlî, aynî ve bedenî vergilere denmektedir. Zamanla bu vergi sürekli alınır hale gelmiştir. XVI. asırdan başlamak üzere bu cins mükellefiyetler yavaş yavaş nakdî bir hüviyet kazanmış ve "avârız akçesi" adım almıştır (Sertoğlu, Osmanh Tarih Lügati, s. 23).
Barkan, Kolonizatör Türk Dervişleri, s. 319, 333; Halil İnalcık, "Suleiman The Lawgiver and Ottoman Law", Archivum Ottomanicum (AO), I, Mouton 1969, s. 121122.
Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 347; Mehmed Paşa, Nişancı Tarihi, s. 179.
Koryalı, Konya Tarihi, s. 646.
Mehmed Paşa, Nişancı Tarihi, s.191.
Mehmed Paşa, Nişancı Tarihi, s. 191; Solakzâde, Tarih, II, 85; Hammer, Büyük Osmanh Tarihi, s. 493494; Vassâf, Sefine, I, 54; İsmail Hakkı Uzunçarşılı, OsmanlI Tarihi, Ankara 1988 (4. baskı), III/l, 348; Muhammed Adnan Bakhit, The Ottoman Province of Damascus in the Sixteenth Century, Lebanon 1982, s. 12, 15; Winter, Ottoman Egypt, s. 82, dipnot, 79; Öztuna, Osmanh Tarihi, I, 159; Layish, Sûfî Monasteries, s. 66; Mustafa Tahralı, "Muhyiddîn İbn Arabî ve Türkiye'ye Te'sîrleri", KAM, sy. 1, yıl: 23, s. 29.
Layish, a.g.m., s. 7071.
Mehmed Paşa, Nişancı Tarihi, s. 194.
Hulvî, Lemezât, s. 531532; Atâî, Zeyli Şekâik, s. 67; Vassâf, Sefine, III, 107.
Örnek olarak bk. Barkan, Kolonizatör Türk Dervişleri, s. 307308, 313,323324; Uluçay, Saruhanoğulları ve Eserlerine Dâir Vesikalar, II, 115,117, belge no:100, 103.
Mehmet Ali Ünal, XVI. Yüzyılda Harput Sancağı, Ankara 1989, s. 217; ayrıca bk. Barkan, Kolonizatör Türk Dervişleri, s. 337338; Bozalioğlu, "Giresun'da Osmanlı Dönemine Ait Tekke ve Zâviyeler", Giresun Tarihi Sempozyumu (2425 Mayıs 1996), s. 403.
Hulvî, Lemezât, s. 447448; ayrıca bk. Vâssâf, Sefine, III, 248249.
Yûsuf b. Ya'kub, MeşSyihi Halvetiyye, s. 44. '
Hulvî, a.g.e., s. 451.
a.g.e., s. 452'.
Yûsuf b. Ya'kub, a.g.e., s. 3536; Hulvî, a.g.e., s. 452.
Ayvansarâyî, Hadîka, II, 246.
Evliya Çelebi, Seyahatname, 1,475.
Gökçen, Saruhan Zaviyeleri, s. 16.
Atâî, Zeyli Şekâik, s. 97. Kanûnî'nin tarikat erbabına alâkasını anlatan benzer bir ifade için bk. Hâcei Cihan, vr. 207a.
Örnek olarak bk. Topkapı Sarayı Müzesi Osmanlı Saray Arşivi Kataloğu: HükümlerBeratlar, II. fasikül, nr. E. 112476 (hazırlayanlar, İsmail Hakkı Uzunçarşılıîbrâhim Kemâl BayburaÜlkü Altındağ), Ankara 1988, s. 156, nr. 1502; Barkan, Kolonizatör Türk Dervişleri, s. 307, 309314, 319320, 322325; Uhıçay, Saruhanoğulları ve Eserlerine Dâir Vesikalar, II, 44, belge no:10,13,24.
Meselâ bk. Barkan, Kolonizatör Türk Dervişleri, s. 320.
bk. Barkan, Kolonizatör Türk Dervişleri, s. 337338.
DenizKarabulut, Şeyh İbrâhim Tennûrî Dîvânı Gülşeni Niyâz’dan Seçmeler, s.
10, dipnot, 2; Çayırdağ, Kayseri'de Osmanlı Yapıları, s. 544; Karabulut, Kayseri’de Meşhur Mutasavvıflar, s. 219.
İnalcık, Ottoman Law, s. 121122.
B. Yediyıldız, Ordu Kazası Sosyal Tarihi (14551613), Ankara 1985, s. 97.
Hulvî, Lemezât, s. 540. Mîrî Hazîne: Osmanlı Devleti'nde başlıca iki hazine vardı. Biri iç hazine ki, bu padişahın şahsına mahsustu. Diğeri de dış hazine denilen devlet hâzinesi (mîrî hazine) idi. Dış hâzineden para çıkması muayyen bir usule tâbi idi (Sertoğlu, Osmanlı Tarih Lügati, s.146147).
Şerîf Efendi, Menâkıbu’levliya, vr. 32a.
Ali Çelebi, İkdii'lmanzum, s. 422424; Atâî, Zeyli Şekâik, s. 207208; ayrıca bk.
Mürsel Öztürk, "Ebû Saîdi Sânî", DİA, X, 225.
Atâî, a.g.e., s. 191.
VVinter, Oflaman Egypt, s. 20.
Bursalı, Osmanh Müellifleri, I, 20; Vassâf, Sefine, IV, 167.
Atâî, Zeyli Şekâik, s. 216217; Müstakimzâde, Meşâyihnâmei İslâm, vr. 5ab;
Ayvansarâyî, Hadîka, I, 90.
Süleymaniye Vakfiyesi, s. 51,196.
a.g.e., s. 51, 198.
Ayvansarâyî, Hadîka, I, 285. Bu tekke hakkında bilgi için bk. M. Baha Tanmân, "Baba Haydar Camii ve Tekkesi", DİA, IV, 367368; a.mlf, "Baba Haydar Mescidi ve Tekkesi", DB1A, I, 516517.
Hamid Algar, "Baba Haydar", DİA, IV, 367.
Vassâf, Sefîne, II, 289; Ekrem İşın, "Helvâî Tekkesi", DBİA, IV, 49.
Hulvî, Lemezât, s. 600601; Atâî, Zeyli Şekâık, s. 65; Müstakimzâde, Risâlei Melâmiyye, vr. 12a; Vicdanî, Melâmîlik, s. 52.
Mehmed Paşa, Nişancı Tarihi, s. 265266; Evliya Çelebi, Seyahatname, I, 160161; Lucy M. J. Garnett, Mysticism and Magic in Turkey, London 1912, s. 187; M. Tayyib Gökbilgin, "Süleyman I", t A, XI, 149; a.mlf., Kanûnî Sultan Süleyman, İstanbul 1992, s. 198.
Semavi Eyice, "İlk Osmanlı Devrinin Dinîlçtimaî Bir Müessesesi: Zaviyeler ve Zâviyeli Camiler", tÜÎFM, c. 23, sy. III (19621963), s. 4750.
Ali Alparslan, "Gubârî Abdurrahman", DİA, XIV, 168.
Garnett, a.g.e., aynı yer; Gökbilgin, a.g.m., aynı yer; a.mlf., a.g.e., aynı yer.
Ayvansarâyî, Hadika, I, 206.
147‘. Salim Aydüz, "Osmanlı Devleti'nde Müneccimbaşılık ve Müneccimbaşılar" (basılmamış yüksek lisans tezi) İstanbul 1993, s. 149; Özdamar, Dergâhlar, s. 129.
Ayvansarâyî, Hadîka, I, 206; Aydüz, a.g.e., aynı yer. Ayvansarâyî bu zatın adım "İshak Efendi" şeklinde, mescidini de "Müneccim Sa'dî Mescidi" diye kaydetmektedir (bk. a.g.e., aynı yer).
El ve ayak parmaklarında şişme ve sancı (Şemseddin Sâmi, Kâmûsi Türkî, s. 1468) '
Atâî, Zeyli Şekâik, s. 196197.
Uzunçarşılı, Saray Teşkilâtı, s. 368.
Atâî, Zeyli Şekâik, s. 73.
Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 532533; Mehmed Paşa, Nişancı Tarihi, s. 272; Âlî, Künhü'lahbâr, vr. 378a; Peçevî, Târih, I, 325; Heyd, The Ottoman Fetva, s. 4546; Repp, The Müfti of İstanbul, s. 222223. Abdülkerim Efendi hakkında geniş bilgi için bk. Halvetîler bölümü.
Taşköprizâde, a.g.e., s. 432, 433; Repp, a.g.e., s. 221. Bahâeddinzâde Efendi tasavvuf yoluna girmeden önce zâhirî ilimleri tahsil etmiş, önemli âlimlerden olan Mevlânâ Kestelî'den ders okumuştur (Bursah, Osmanlı Müellifleri, 1,41). Fıkhın yanı sıra tefsir, hadis, ulûmi Arabiyye ve ulûmi akliyyede de mahir olduğu kaydedilmektedir (Taşköprizâde, a.g.e., s. 432).
Kefevî, Ketâib, vr. 497b.
Atâî, Zeyli Şekâik, s. 73. Padişah imâmı olabilmek için âlim olmanın yanı sıra, güzel sesli ve mûsikîye de vâkıf olmak gerekiyordu (Uzunçarşıh, Saray Teşkilâtı, s. 373).
Mayer, UlemâMeşâyih Münasebetleri, s. 54.
Kanûnî'nin Viyana Seferi (1529) öncesi bir fermanında, Sadrazam İbrâhim Paşa'nın emrine vezirler, beylerbeyileri, ordu kumandanları vb. kişilerle birlikte seyyidler ve şeyhleri de verdiği kaydedilmektedir (bk. Hester Donaldson Jenkins, İbrahim Pasha: Grand Vizir of Suleiman the Magmficent, New York 1970, s. 47).
Turan, Türk Cihan Hâkimiyeti, II, 78.
a.g.e., II, 92.
a.g.e., 11,104.
Atâî, Zeyli Şekâik, s. 199, 200.
Küçükdağ, Pîrî Mehmed Paşa, s.153. Ayrıca Yavuz Selim'in de Çaldıran Seferi'ne Sinan Dede'nin mânevî işaretiyle gittiği rivayet edilmektedir (fl.g.e., aynı yer)
Ordunun bu seferde 20.000 kadar şehid verdiği belirtilmektedir (bk. Öztuna, Osmaııh Tarihi, I, 185). Menâkıbı Şeyh Mecdüddin'de kaydedildiğine göre, Kanûnî bu sefere Bayramiyye ricâlinden Şeyh Mecdüddin îsâ'yı da götürmek istemiş, ancak şeyh bazı maddî ve mânevî sebeplerden dolayı fethin çok zor gerçekleşebileceğini belirterek teklifi kabul etmemiştir (İbn Isâ, Menâkıbı Şeyh Mecdüddin, vr. 53a).
Çuhadar, Enderun odalarından en muteberi olan Has Oda'ya mensup en yüksek ağalardan üçüncüsüdür. Alaylarda ata binerek hünkârın arkasından gider ve yağmurluğunu taşırdı. Aynı zamanda hükümdârm kaftanlarına ve kürklerine bakmak da bunun vazifesiydi. Silâhdar bulunmadığı zaman ona vekâlet eder, terfi ederse silâhdar olurdu. Saray dışı hizmetlerinden birisine çıkması icap ederse kendisine beylerbeyilik verilirdi (Sertoğlu, Osmanlı Tarih Lügati, s. 77).
Abdullah Efendi, Sernerât, s. 245246.
Belîğ, Güldeste, s. 140.
Öztuna, Osmanlı Tarihi, I,195.
Yûsuf b. Ya'kub, Meşâyihi Halvetiyye, s. 53; II ulvî, Lemezât, s. 464; Mehmed Demirci, "Merkez Efendi'nin Tasavvufî Yönü", KAM, yıl: 17, sy. III (1988), s. 25; a.mlf., "Şehzadeler Dönemi Manisa'sında Tasavvufî Muhit", KAM, yıl:
■ 24, sy. IV (1995), s. 32.
VVinter, Ottoman Egypt, s. 62.
Atâî, Zeyli Şekâik, s. 213; Bursalı, OsmanlI Müellifleri, 1,171; Vassâf, Sefine, III, 228/11.
'Atâî, a.g.e., s. 190; Mehmed Şemseddin, Yâdigârı Şemsî, s. 233.
Atâî, a.g.e., s. 97.
a.g.e., s. 100,213; Solakzâde, Solakzâde Tarihi (hazırlayan, Vahid Çabuk), Ankara 1989, II, 313; Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, III/l, 348; Haşan Kâmil Yılmaz, "Osmanlı Sultanları ve Mutasavvıflar", Mâverâ: Aylık Edebiyat Dergisi, VIII, sy. 92939495, yıl: 8, İstanbul .1984, s. 97. Kanûnî'nin Sigetvar'da vefat ettiği yerde bir mezar ve kenarına muhkem bir duvar çevrilerek bir makam ve yanma bir cami ile bir tekke yapılmıştır ki, buraya "Meşhedi Süleyman" denir. Kurulan tekke vakıflarıyla birlikte burada 127 sene ayakta kalmıştır (Süheyl Ünver, "Kanûnî Sultan Süleyman'ın Son Avusturya Seferinde Hastalığı, Ölümü, Cenazesi ve Defni", Kânûnî Armağanı, Ankara 1970, s. 305).
Mecdî, Şekâik Tercümesi, s. 522; Vassâf, Sefine, III, 227/11.
Yûsuf b. Ya'kub, Meşâyihi Halvetiyye, s. 4849; Hulvî, Lemezât, s. 463; Demirci, "Merkez Efendi'nin Tasavvuf! Yönü", KAM, yıl: 17, sy. III (1988), s. 25; a.mlf., Manisa'da Tasavvuf! Mulıit, s. 32.
Yûsuf b. Ya'kub, a.g.e., s. 49; Hulvî, a.g.e., aynı yer; ayrıca bk. Halil İnalcık, "State, Sovereignty and Law during the Reign of Süleyman", Süleyman the Second and His Time (ed. Halil İnalcıkCemal Kafadar), İstanbul 1993, s. 7172.
(bk. I. bölüm "Merkez Efendi") devam edip etmediği hususunda bir bilgiye sahip değiliz.
Esin, Merkez Efendi, s. 73, 78, 81. Hüseyin Vjssâf Sefine'de, Şah Sultan'm Lutfi Paşa’dan boşandıktan sonra Merkez Efendi ile evlendiğini kaydetmekte
■ dir (III, 271) Yûsuf Efendi'nin Meşâyihi Halveiiyye'de anlattıkları dikkate alındığında da (s. 63) böyle bir hükme varmak gerekiyor. Ancak Emel Esin bu evlilikten Ahmed Çelebi'nin doğmuş olması ve onun babasından sonra posta oturabilecek bir yaşta bulunması gibi hususları değerlendirerek, Şah Sultan'la olan bu evliliğin Lutfi Paşa'dan boşandıktan sonra olmasının tarihen mümkün olamayacağım ileri sürmektedir (a.g.m., aynı yer). Ali Haydar Bayat ise, tam olarak tesbit edilememekle birlikte aralarındaki büyük yaş farklılığından dolayı Merkez Efendi ile Şah Sultan arasında bir evliliğin gerçekleşmemiş olduğu kanaatindedir (Ali Haydar Bayat, "Merkez Efendi ve Tıbbî Folklorumuzdaki Yeri", Merkez Efendi Sempozyumu: 2729 Haziran 1998, Manisa, ts., s. 52).
Vassâf, S'efine, III, 271.
a.g.e., III, 248, 250.
Yûsuf b. Ya'kub, Meşâyihi Halveiiyye, s. 53.
Gökbilgin, "İbrâhim Paşa", M, V/II, 909.
Muhyî, Menâkıbı Gülşenî, s. 39497; Hulvî, Lenıezât, s. 565; Ayrıca bk. Vassâf, Sefine, III, 126. Lemezât müellifi Hulvî, Tumanbay'm dul karısının Gülşenî'nin oğlu Ahmed Hayâlî'ye nikâhlanması, Yavuz Sultan Selim'in emri üzerine gerçekleşmiştir diyorsa da (bk. s. 565), Muhyî Efendi böyle bir şeyden bahsetmemektedir. Onun Menâhb'da kaydettiğine göre, zaten daha önceden Şeyh Gülşenî ve oğlu Ahmed ile görüşüp tanışmış olan Tumanbay ölünce, eşi Hunde Fâtıma kenai isteği ile Ahmed'in nikâhı altına girmiştir (bk. Menâkıbı Gülşenî, s. 337). Şayet bu nikâh Yavuz Sultan Selim'in isteği üzerine gerçekleşmiş olsaydı, kanaatime göre Şeyh Gülşenî bunu Kanûnî'ye o şekilde arzederdi. Oysa kaynaklarda böyle bir şeyden söz edilmemektedir.
Muhyî, n.y.e., s. 406.
a.g.e., s. 398.
a.g.e., s. 398; Hulvî, Lemezât, s. 533534.
Muhyî, Menâkıbı Gülşenî, s. 401, 403.
a.g.e., s. 405.
Vassâf, Sefine, III, 110.
Muhyî, Menâkıbı Gülşenî, s. 405406; Hulvî, Lemezât, s. 534. Ayrıca bk. Vassâf, a.g.e., III, 111.
Muhyî, a.g.e., s. 409410. Sadrazamın bahsettiği gazel şudur:
Ey cân ile cânânım, hem derdime dermanım/Mısrı dile sultanım, dîdârma müştakım (a.g.e., aynı yer).
a.g.e., s. 411412.
Hulvî, Lemezât, s. 534535; Vassâf, Sefine, III, 111.
Muhyî, Menâkıbı Gülşenî, s. 412.
«.c., s. 412413.
u.e., s. 416.
a.e., s. 415416.
a.e., s. 413.
a.e., s. 417418; Hulvî, Lemezât, s. 535.
Muhyî, a.g.e., s. 419422.
a.g.e., s. 437; Hulvî, a.g.c., s. 535.
Muhyî, Menâkıbı Gülşenî, s. 438.
Hulvî, Lemezât, s. 536.
Muhyî, lı.g.e., s. 422; ayrıca bk. Vassâf, Sefine, III, 112.
Hulvî, a.g.e., s. 540. Atâî'nin kaydına göre, Şeyh Gülşenî'den İstanbul'da bir halifesini bırakmasını rica eden, daha sonra sadrazamlığa kadar yükselmiş olan Rüstem Paşa olmuştur (Atâî, Zeyli Şekâik, s. 201).
Vassâf, Sefine, IV, 165.
a.g.e., IV, 166.
Bursah, Osmanlı Müellifleri, I, 20; a.g.e., IV, 167.
Vassâf, Sefine, IV, 165.
a.g.e., IV, 165166. Şeyhülislâm İbn Kemal de bu meseleyle alâkalı kaleme aldığı risâlesinde muhtelif görüşleri naklettikden sonra, bunun itikada taalluk eden bir mesele olmadığına, binaenaleyh bu hususta dilini tutmanın daha doğru olacağına işaret etmektedir (bk. Kemâlpaşazâde Şemseddin Ahmed, Risale fî hakkı ebeveyi'nNebî aleyhi'ssatâtü ve'sselâm [Resâili İbn Kemâl, I. cildi içinde], İstanbul 1316, s. 91). O dönemde kapatılıp tartışılmayan bu mesele, bir sonraki asırda tekrar nüksetmiş ve XVII. asrın tartışılan en önemli konularından biri olmuştur, bk. Kâtib Çelebi, MîzânııThak fî İhtiyari'lehak: İslam'da Tenkid ve Tartışma Usûlü (açıklamalarla sadeleştirenler, Süleyman UludağMustafa Kara), İstanbul 1990, s. 7986.
enNisâ, 59.
Yûsuf b. Ya'kub, Meşâyihi Halvetiyye, s. 6869.
Atâî, Zeyİi Şekâik, s. 213; Bursalı, Osmanlı Müellifleri, 1,171; Vassâf, Sefine, III, 228/11.
Vassâf, a.g.e., II, 289.
Mehmed Paşa, Nişancı Tarihi, s. 280.
Atâî, Zeyli Şekâik, s. 74. Abdullah Dede'nin o çevrede keramet sahibi büyük bir velî olarak tanındığı belirtilmektedir (a.g.e., aynı yer). Nişancı Tarihi'nde onun kendi çiftliğinden elde ettiği mahsulle geçindiği, cömertliği sebebiyle her akşam misafir ağırladığı, mescitler ve köprüler gibi hayır eserler yaptırdığı belirtilmektedir (s. 280281).
Beşiktaşlı Yahyâ Efendi'nin hayatı, eserleri ve tasavvufî görüşleri için bk. İsmail Yüce, "Beşiktaşlı Yahyâ Efendi: Hayatı, Eserleri ve Tasavvufî Görüşleri" (basılmamış yüksek lisans tezi), İstanbul 1992.
tanbul: The Relationship between Süleyman the Lawgiver and His Foster Brother [Süt Karındâşı] Yahya Efendi", Osmanlt AraşttrmalarıThe Journal of Ottoman Studies [OA], İstanbul 1990, X, 3948.
Nazmi Sevgen, Beşiktaşlı Yahya Efendi: Hayatı Menkıbeleri Şiirleri, İstanbul .1965, s. 8.
Osmanlı Devleti'nin o dönemde Suriye'deki bazı meşâyihle münasebetleri için Muhammed Adnan Bakhit'in The Ottoman Ermince of Damascııs in the _Sixteenth Century (Lebanon 1982, s. 182 vd.) isimli eseriyle, Aharon Layish'in Sûfî Monasteries (J3SOAS, L, London 1987, s. 6276) isimli makalesine, Mısır'da bulunan Abdülvehhâb Şa'rânî ile ilişkileri için de Michâel Winter'in Society and Religion in Early Ottoman Egypt: Studies in the Wrifings of Abd alWahhâb alSha'rânî (New Brunswick London 1982, s. 62, 268) isimli eserine bakılabilir.
İbn îsâ, Menâkıbı Şeyh Mecdüddin, vr. 55a.
a.g.e., vr. 53b.
a.g.e., vr. 53a.
"Şeyhlerden İdam Edilenler" bölümü bazı düzenleme ve değişikliklerle birlikte "Şeriatın Kestiği Parmak: Kanûnî Sultan Süleyman Devrinde İdam Edilen Tarikat Şeyhleri" adıyla neşredilmiştir (İLAM Araştırma Dergisi, I, sy. 1 (1996), s. 123140).
Devlet tarafından o dönemde idam edildiği kesin olarak bilinen bu üç şeyhtir. Bunların yanı sıra başka şeyhlerin de idam edildiğine dair bazı kaynaklarda bilgiler bulunmaktadır. Meselâ, daha önce Melâmiyyei Bayramiyye bölümünde işaret edildiği gibi, Hüsâmeddin Ankaravî'nin (ö. 964/1557) eceliyle öldüğü kaydedilmekle birlikte, devlet tarafından idam edilmiş olması da muhtemeldir. Yine, Halvetiyye ricâlinden Şeyh Üveys'in (ö. 930/ 1524'ten sonra) (bk. Âlî, Kiinhii'lahbâr, vr. 379b) veya Şeyh Üveys'in makamına geçmiş olan halifesi Şeyh Dâvud'un idam edildiğine dair (bk. Nathalie Clayer, Mysticjues, Etat et Societe, Leiden New York Köln 1994, s. 172) bilgiler vardır. Ancak bunlar hakkında kesin bir hükme varabilecek kadar bilgi ve belgeye sahip değiliz. Bu sebeple onlar burada söz konusu edilmemiştir.
Melâmiyye pîri Ali Aksarâyî'nin oğlu olan Oğlan Şeyh ismâil Ma'şûkî'ye kaynaklarda ayrıca Şeyh Çelebi ya da yanlızca îsmâil Ma'şûkî denildiği gibi, ileride geleceği şekliyle Derviş Kemal de denilmektedir. Sefine müellifi Hüseyin Vassâf, Ahvâli Melâmiyye isimli eserden naklen, ona Oğlan Şeyh is
. minin, insanı hayrete düşürecek bir güzelliğe sahip olup, çok genç yaşında iken Ayasofya Camii'nde verdiği vaazlarında herkesi kendisine meftun ettiği için verildiğini kaydetmektedir (II, 281).
İsmail E. Erünsal tarafından kaleme alınan bu makale için bk. Wiener Ze
itschrift für die Kimde Des Morgenlandes (WZKM), I.,XXXlh. band, VVien 199^, s. 95115. ((/ y
Erünsal, Melâmî Movement, s. 101.
"Nücebâ" diye de tabir edilen kırklar bir tasavvuf terimi olarak, halkın hukuku konusunda faaliyet gösteren, karşılaştıkları güçlüklere karşı onlara yardımcı olan gayp erenlerden kırk velî anlamını taşımaktadır (Uludağ, Tasavvuf Terimleri, s. 289, 378).
Eriinsal, Melâmî Movement, s. 100101.
a.g.m., s. 101103.
Abdullah Efendi, Semerât, s. 249; La'lîzâde, Sergüzeşt, s. 27; Müstakimzâde, RisâleiMelâmiyye, vr. İla; Vicdânî, Melâmîlik, s. 51; Vassâf, Sefîne, II, 282, 289.
Erünsal, Melâmî Movement, s. 103104.
a.g.m., s. 104105.
Erünsal, Melâmî Movement, s. 105, dipnot: 24. Sarı Abdullah Efendi'nin çocukken görüştüğü Pîr Ahmed Edirnevî'den naklen kaydettiğine göre, Şeyh Aksarâyî, halini yakından gördüğü oğlunun, İstanbul'da katledileceğini anlamış ve bunu da bir kenara çekip Edirnevî'ye söylemiştir (bk. Abdullah Efendi, Semerât, s. 249; ondan naklen Müstakimzâde, Risâlei Melâmiyye, vr. 13a; ayrıca bk. Atâî, Zeyli Şekâik, s. 89).
Kanûnî Sultan Süleyman, yedinci seferi ölan Korfu (ve Fulya) için İstanbul'dan 17 Mayıs 1537 tarihinde hareket etmiştir (Öztuna, Osmanlı Tarihi, I, 195).
Abdullah Efendi, a.g.e., s. 249; La'lîzâde, Sergüzeşt, s. 27.
Erünsal, Melâmî Movement, s. 104.
bk. Abdullah Efendi, Semerât, s. 250.
bk. La'lîzâde, Sergüzeşt, s. 28; Müstakimzâde, Risâlei Melâmiyye, vr. 11b;
Vicdânî, Melâmîlik, s. 52, dipnot, 1; Varsâf, Sefine, II, 281.
bk. Gölpmarh, Melâmîlik ve Melâmîler, s. 48, dipnot: 2.
Bu hususta bilgi için bk. Ömer Lütfi Barkan, Süleymaniye Câmi ve Imâreti inşaatı (15501557), Ankara 1972,1,4764.
ledikleri sözler ki, çoğu şeriata aykırı gibi görünür. Bu yüzden velîler kendilerine geldikleri zaman o sözleri söylediklerine pişman olarak tövbe ederler (Uludağ, Tasavvuf Terimleri, s. 445).
Atâî, Zeyli Şekâik, s. 89.
bk. Abdullah Efendi, Semerât, s. 249.
bk. Vicdânî, Melâmilik, s. 52.
La'lîzâde, Sergüzeşt, s. 2829.
Erünsal, Melâmî Movement, s. 106, dipnot: 25.
Gölpmarlı, Melâmîlik ve Melâmîler, s. 48.
Ahmet Yaşar Ocak, "Kanûnî Sultan Süleyman Devrinde Osmanh Resmî Düşüncesine Karşı Bir Tepki Hareketi: Oğlan Şeyh İsmâili Mâşûkî", OA, X, 51.
Abdullah Efendi, Semerât, s. 249250; La'lîzâde, Sergüzeşt, s. 28; Vicdânî, Melâmîlik, s. 52.
Abdullah Efendi, a.g.e., aynı yer.
Atâî, Zeyli Şekâik, s. 89; ondan naklen Mehmed tpşirli, "Çivizâde Muhyiddin Mehmed Efendi", DİA, VIII, 348.
Atâî, a.g.e., aynı yer; Müstakimzâde, Risâlei Melâmiyye, vr. 11b.
Bu belge ilk defa Mustafa Akdağ tarafından bulunmuş ve eserinde kısmen kullanılmıştır (bk. Mustafa Akdağ, Türkiye'nin İktisadî ve İçtimaî Tarihi, İstanbul 1995, II, 47).
İstanbul Şer'iyyı: Sicilleri, Evkafı Hümâyun Müfettişliği, nr. 4/2, s. 35.
bk. Ocak, Oğlan Şeyh, s. 55.
Gölpmarlı, Melâmîlik ve Melâmîler, s. 5153.
a.g.e., s. 50.
Atâî, Zeyli Şekâik, s. 89. Ebüssuûd Efendi'nin bir fetvasından anlaşıldığına göre, Oğlan Şeyh'in taraftarları onun zulmen katledildiğini halk arasında yaymaya çalışmışlardır (bk. Düzdağ, Ebüssuûd Fetvaları, s. 196).
bk. Atâî, a.g.e., s. 65, 89.
Meselâ bk. Abdullah Efendi, Semerât, s. 251; La'lîzâde, Sergüzeşt, s. 29; Müstakimzâde, Risâlei Melâmiyye, vr. 11b; Ayvansarâyî, Hadîka, II, 125; Vicdânî, Melâmîlik, s. 52; Vassâf, Sefine, II, 281; Gölpmarlı, Melâmîlik ve Melâmîler, s. 48.
bk. Atâî, Zeyli Şekâik, s. 89; Ayvansarâyî, a.g.e., aynı yer; Vicdânî, Melâmîlik, aynı yer; Vassâf, a.g.e., aynı yer; Gölpmarlı, a.g.e., aynı yer.
bk. Erünsal, Melâmî Movement, s. 107109.
Müstakimzâde, Devhatü'lmeşâyih, s. 19.
a.g.e., s. 20.
Ahmed Yaşar Ocak da sicildeki 20 Zilhicce 945 (9 Mayıs 1539) tarihini dikkate alarak, o tarihte vefat etmiş bulunan Sâdî Çelebi'nin (ö. 21 Şubat 1539) idam fetvasını vermiş olamayacağını belirtmektedir (Ocak, Zındıklar, s. 283, dipnot, 89). Şeyhülislâmın vefatı ile Oğlan Şeyh'in idamı arasında iki buçuk aydan fazla bir süre bulunmaktadır. Şayet idam, fetvanın hemen peşinden gerçekleşmiş ise, o zaman bunun Çivizâde tarafından verildiğine kesin gözüyle bakmak gerekir.
bk. Müstakimzâde, Devhatü'lmeşâyih, s. 2021; ayrıca bk. Yurdaydın, İslâm Tarihi Dersleri, s. 114115; a.mlf., Düşünce ve Bilim Tarihi, Türkiye Tarihi II: Osmanh Devleti [13001600], s. 155156; Mehmet Ipşirli, "Çivizâde Muhyiddin Mehmed Efendi", DİA, VIII, 348.
bk. Ipşirli, a.g.m., aynı yer.
Pakalın, Tarih Deyimleri, II, 230.
Ahmed Akgündüz, "Ebüssuûd Efendi", DİA, X, 365.
Atâî, Zeyli Şekâik, s. 88.
a.g.e., s. 89.
bk. Erünsal, Melâmî Movement, s. 102, dipnot, 18.
Abdullah Efendi, Semerât, s. 249; La'lîzâde, Sergüzeşt, s. 28.
La'lîzâde, a.g.e., s. 3637; Vicdânî, Melâmîlik, s. 54.
Gerçi, Muhammed Nazmi Efendi'nin Hediyyetü'lihvân isimli eserinde kaydettiği şekliyle, Halvetiyye şeyhleri dördüncü esmâdan sonra müridlerine hilâfet vermektedirler. Meselâ Şemseddin Ahmed Sivâsî'ye ilk şeyhi Muslihuddin Efendi, "dördüncü tavr"ı müteakip, "Bizden önceki şeyhler dört makamı tamamladıktan sonra hilâfete dua edip, seccade, asâ ve ridâ verirlerdi. Biz dahî size hilâfetle dua edelim" diyerek icâzet yazmış ve kısa bir süre sonra da vefat etmişti (Nazmı, Hediyye, s. 62). Ancak Şemseddin Ahmed Efendi bununla yetinmeyerek tekrar şeyh aramış ve sülûkünü ikmal etmiştir (bk. Halvetîler bölümü).
La'lîzâde, Sergüzeşt, s. 37 vd.; Vicdânî, Melâmîlik, s. 55; Gölpmarlı, Melâmîlik ve Melâmîler, s. 72.
Seyyid Seyfullah, Câmiu’lmaârif, vr. İla; Belgradî, Silsiletil’lmııkarrabîn, vr. 113b114a.
Atâî, Zeylı Şekâık, s. 70.
bk. Abdullah Efendi, Semerât, s. 257.
La'lîzâde, Sergüzeşt, s. 36; Vicdânî, Melâmilik, s. 54.
Atâî, Zeyli Şekâik, s. 70; ayrıca bk. Müstakimzâde, Risâlei Melâmiyye, vr. 33a; Vassâf, Sefine, II, 286.
Menâkıb müellifi Muhyî Efendi'nin Gelbevize diye kaydettiği yer (s. 379), kanaatime göre Gekbûze=Gebze olmalıdır. Zira, ileride kaydedileceği gibi, adı geçen yerdeki tekkede Şeyh Karamânî faaliyet gösterirken, medresenin müderrisiliğini de Ebüssuûd Efendi yürütüyordu. Diğer kaynakların beyanıyla bilinmektedir ki, Vezir Mustafa Paşa tarafından yaptırılıp da Ebüssuûd Efendi'nin müderrislik ettiği medrese Gebze'de idi (bk. Akgündüz, "Ebüssuûd Efendi", DİA, X, 365).
Muhyî, Menâkıbı Gülşenî, s. 378379.
a.g.e., s. 381.
bk. YücelSevim, Üç Hükümdar, s. 160.
Akgündüz, "Ebüssuûd Efendi", DİA, X, 365.
bk. Düzdağ, Ebüssuûd Fetvaları, s. 193194.
duğu için henüz daha şeyhülislâmlık makamına geçmiş değildir (şeyhülis.lâm olduğu tarih, Şaban 952/Ekim 1545). Bu durumda ya sicildeki kaydın yanlış olduğuna, ya da Ebüssuûd Efendi'nin şeyhin idamıyla alâkalı kararı Rumeli kazaskeri iken divandan çıkarttığına hükmetmek gerekir. Zira, daha önce de belirtildiği gibi, o dönemde dînî meseleler divanın tabii üyelerinden olan kazaskerler tarafından halledilmekteydi.
bk. Düzdağ, Ebüssuûd Fetvaları, s. 194.
Bu belge ilk defa Ahmed Yaşar Ocak tarafından bulunmuş ve şu makalede kullanılmıştır: "Kanûnî Sultan Süleyman Devrinde Bir Osmanlı Heretiği: Şeyh Muhyiddîni Karamânî", Prof. Dr. Bekir Kütükoğlu'na Armağan, İstanbul 1991, s. 473484. Belgenin bulunduğu yerle alâkalı şu düzeltmeyi yapmalıyız; Ahmet Yaşar Ocak bahsedilen sicillin nr. 20/3 vr.l05ab'de olduğunu belirtmiştir. Oysa mahkeme defterlerinden bir ve ikinci defterler mükerer numaralı olduğundan, sicilin bulunduğu üçüncü defter "2" rakamıyla numaralanmıştır. Varak numarası da 105b106a olarak değiştirilmelidir. Buna göre doğru referans [20/2 vr. 105b106a] şeklinde olmalıdır.
Şahitlerin isimleri şöyledir: 1. Mustafa b. Mehmed, 2. Seyyid Mehmed b. . Seyyid Bahşâyiş, 3. Abdî b. Mehmed, 4. Abdülkerîm b. Şeyh Alâeddin, 5.
Abdî Çelebi b. Abdüllatîf, 6. Abdî b. Ubeydullah, 7. Vefâî (Fenâî) Dede b. Abdullah, 8. Yahyâ (b. ?), 9. Ahmed Çelebi b. Seydî, 10. Hamdullah b. Hayreddin, İstanbul Şer'iye Sicilleri Arşivi Rumeli Sadâreti Mahkemesi Sicilli, nr. 20/2, vr. 105b106a).
Rumeli Sadâreti Mahkemesi Sicilli, vr. 105b. Şahitler Şeyh Muhyiddin Karamânî'nin, "Allah" ile "yaratılanlar"ın aynı olduğunu ifade için, eline aldığı bir
tutam menekşeyi iki parçaya ayırarak, birine "vâcib" (Allah), diğerine
"mümkin" (yaratılanlar) dediğini nakletmektedirler (bk. aynı yer).
Rumeli Sadâreti Mahkemesi Sicilli, vr. 105b106a.
bk. Ocak, Muhyiddin Karamanı, s. 480.
Muhyî, Menâkıb^ı Gülşenî, s. 141.
Atâî, ZeyM Şekâik, s. 201. İstanbul'da Nakşîler'e ait üç Emîr Buhârî Tekkesi'nden hiçbirinde o tarihlerde Şeyh Mahmud isimli bir şeyhe rastlanmamıştır (bk. Nakşîler bölümü). Bu zatın adı ya yanlış kaydedilmiştir veya bir başka tekkede faaliyet gösteren Nakşî şeyhidir.
bk. Muhyî, Menâkıbı Gülşenî, s. 383.
bk. a.g.e„ s. 382383.
bk. a.g.e., s. 382.
a.g.e., s. 381382; ondan naklen Yurdaydın, "Düşünce ve Bilim Tarihi", Türkiye Tarihi II: Osmanh Devleti [13001600], s. 170171.
bk. Düzdağ, Ebüssuûd Fetvaları, s. 194.
Ocak, "Muhyiddin Karamanı", s. 481.
Atâî, Zeyli Şekâik, s. 88.
bk. Muhyî, Menâkıbı Gülşenî, s. 138141.
Fuâdî, Pfri Halveti, s. 62.
bk. Atâî, Zeyli Şekâik, s. 212213.
Ocak, "Muhyiddin Karamanı", s. 482.
Bu dönemde idam edilenler arasında ulemâdan, meselâ, Molla Kabız ve Hakîm İshak gibi isimler bulunmaktadır (a.g.m., s. 474).
Meselâ, daha önce bahsi geçen Hüsâmeddin Ankaravî'nin mallarının zabtı ve bazı halifelerinin tutuklanmasıyla alâkalı bir mühimme kaydında, suçsuz olanlara rahatsızlık verilmemesi özellikle vurgulanmaktadır. Şöyle deniliyor: "...Amma bu bahane ile bî günâh bulunanlara şer'i kavime muhalif dahi ü tecâvüz olunmayup..." (Ahmed Refik, Râfizîlik ve Bektaşîlik, s. 43, belge nr. 25).
Atâî, Zeyli Şekâik, s. 88.
bk. Abdullah Efendi, Semerât, s. 246; La'lîzâde, Sergüzeşt, s. 2425; Müstakimzâde, Risâlei Melâmiyye, vr. lOab; Vicdanî, Melâmîlik, s. 50.
Kanûnî Sultan Süleyman'ın Iran üzerine 153335, 154849, 155355 tarihlerinde olmak üzere üç defa seferi olmuştur (bk. Oztuna, Osmanlı Tarihi, I, 240,244,245). Yukarıda kaydedilen Iran seferi birincisi olmalıdır. Zira ikinci ve üçüncü seferler, Aksarâyî'nin vefat tarihinden (944/153738 civan) sonra gerçekleşmiştir.
bk. Abdullah Efendi, a.g.e., s. 246,248; La'lîzâde, a.g.e., s. 24; Müstakimzâde, a.g.e., vr. 10b; Vicdanî, a.g.e., s. 50.
Abdullah Efendi, a.g.e., s. 247; La'lîzâde, a.g.e., s. 25; Müstakimzâde, a.g.e., aynı yer; Vicdanî, a.g.e., s. 51.
Abdullah Efendi, a.g.e., s. 247248. Şeyh Aksarâyî'nin Kanûnî ile yaptığı bu görüşme bazı ufak farklılıklarla birlikte La'lîzâde, Müstakimzâde ve Sâdık Vicdanî tarafından da aynen tekrar edilmektedir (bk. La'lîzâde, a.g.e., s. 2526; Müstakimzâde, a.g.e., vr. 10b, İla; Vicdânî, a.g.e., s. 51)
Abdullah Efendi, a.g.e., s. 248; La'lîzâde, a.g.e., s. 27.
Vassaf, Sefine, II, 289; Ekrem İşın, "Helvâî Tekkesi", DB1A, IV, 49.
Abdullah Efendi, Lemezât, s. 600601; Atâî, Zeyli Şekâik, s. 65; Müstakimzâde, Risâlei Melâmiyye, vr. 12a; Vicdânî, Melâmîlik, s. 52.
Vassâf, Sefine, II, 289.
Işın, "Helvâî Tekkesi", DBtA, IV, 49.
Zikredilen Iran seferi Oğlan Şeyh'in idamından (153839) sonra gerçekleştiğine göre, bunun II (154849) veya III (155355) İran seferi olması gerekir.
Vassâf, Sefine, II, 289; ayrıca bk. Işın, "Helvâî Tekkesi", DB1A, IV, 49.
Vâssâf, a.g.e., aynı yer.
M. Fuad Köprülü, Türk Halk Edebiyatı Ansiklopedisi, İstanbul 1935,1,32; Suraiya Faroqhi, "Seyyid Gazi Revisited: The Foundation as Seen through Sixteenth and Seventeenth Century Documents", Turcica, sy. XIII, Paris 1981, s. 96.
Bunların sapık âdetleri için bk. Âşık Çelebi, Meşâiru'şşuarâ, vr. 175ab.
Köprülü, Türk Halk Edebiyatı, 1,32.
Atâî, Zeyli Şekâik, s. 8586.
bk. 6 Numaralı Mühimine Defteri (972/15641565), Ankara 1995, II, 128129, nr. 1050. Mühimme kaydında özetle şöyle denilmektedir: "Merhum hüdâvendigâr Hankâhmda bazı ehli hevâ cem' olup, sâyir kendi hallerinde tarîki sülûkde olan fukarâyı dahî rencide idiip, evkatı hamseyi edâ itmeyüp, Ehli sünnet ve cemâatten olmayup, mücerred Mevlânâyı müşârunileyhin müridi nâmına olup, envâı menhiyyât u fuhşiyyât üzere oldukları i'lâm olunmağın buyurdum ki: Hükmi şerîfüm varıcak... ol kimesneleri hankahdan sürüp, mahalli mezbûru ol ehli hevâdan tathîr u pâk idup... şer'a ve emre muhalif iş itdürmeyesin..."
bk. İbrahim Hakkı Konyalı, "Kanûnî Sultan Süleyman'ın Annesi Hafsa Sultan'ın Vakfiyyesi ve Manisa'daki Hayır Eserleri", VD, sy. VIII, yıl: 1969, s. 48; ondan naklen Mayer, UlemâMeşâyih Münasebetleri, KAM, sy. IV (1980), s. 59.
Hakkında bilgi ve diğer eserleri için bk. Osmanlı Müellifleri, II, 382384.
Mecdî, Şekâik Tercümesi, s. 472473; ayrıca bk. Orhan Şâik Gökyay, "Deli Brader", DİA, IX, 135. Deli Birâder'in edebî kişiliği için bk. (Gibb, Ottoman Poetry, III, 36 vd.). Deli Birâder'in daha sonra Geyikli Baba Zâviyesi'nden ayrılıp tedrise başladığı, bir müddet sonra da İstanbul Beşiktaş'ta bir mescid, bir zaviye ve bir de hamam yaptırdığı kaydedilmektedir (Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 476; Mecdî, a.g.e., aynı yer; Gökyay, a.g.m., aynı yer).
Sehî, Tezkire, s. 4748; Latîfî, Tezkire, s. 186187.
Şekâik, s. 24; Ayvansarâyî, Hadîka, II, 4; Şemseddin Sâmî, Kâmûsü'la'lâm Tarih ve Coğrafya Lügati, İstanbul 1314, IV, 2558. Kaynaklarda Van seferi diye kaydedilen, esasen Kanûnî'nin 11. seferi olan II. Iran Seferi'dir. Tebriz'i aldıktan sonra Van'a gelen padişah, on gün içinde burayı da Safevîlerin elinden almaya muvaffak olmuştur (Öztuna, Osmanlı Tarihi, I, 244245).
Âlî, Künhü’lahbâr, vr. 269a; Atâî, Zeyli Şekâik, s. 24.
Atâî, a.g.e., aynı yer.
Âşık Çelebi, Meşâiruşşuarâ, vr. 153a; Kınahzâde, Tezkire, 1,458.
Ömer Faruk Akün, "Surûrî", IA, XI, 249250. Sürûrî'nin eserleri en erken kaynaklardan itibaren kaydedilegelmiştir. Onun toplam otuz altı eseri olduğunu tesbit eden Ö. Faruk Akün, kısa bilgilerle birlikte eserlerin isimlerini kaydetmektedir (bk. a.g.m., aynı yer).
Âşık Çelebi, Meşâirü'şşuarâ, vr. 154a; Kınalızâde, Tezkire, I, 459, 460; Atâî, Zeyli Şekâik, s. 24.
Süleymaniye Kütüphanesi'ndeki (Mihrişah Sultan, nr. 203) Hakîkî Bey Mecmuası’nda bulunan yazmalardan birinin, Ferîdüddin Attâr'a nisbet edilen PendnâmVniTL Şehzade Bayezid adına yapılan bir tercümesi olduğu anlaşılmaktadır ki, bu, şehzadenin mutasavvıfların eserlerini de incelediğini göstermektedir.
Âşık Çelebi, a.g.e., vr. 286a.
a.g.e., aynı yer; Kmalızâde, Tezkire, II, 714; Atâî, Zeyli Şekâik, s. 192; Müstakimzâde, Tuhfei Hattatın, s. 246; Şemseddin Sâmi, Kâmûsü’la'lâm, V, 3256; Bursalı, Osmanlı Müellifleri, III, 112113. Abdurrahman Gubârî, yukarıda kendisinden bahsedilen tarikat yoldaşı Mustafa Sürûrî Efendi'nin (ö. 969/156162) daha önce Kanûnî'nin oğlu Şehzade Mustafa'ya muallim oluşunu, mekri İlâhî olarak değerlendirip ayıplamış olduğu için, kendisinin Şehzade Orhan'a muallim oluşu zamanın fikir adamlarınca istihzâya sebep olmuştur. Bu husus için bk. Âşık Çelebi, a.g.e., vr. 155ab, 285b, 286a; Kmalızâde, Tezkire, II, 714.
bk. Bursalı, a.g.e., I, 161. Bursalı Mehmed Tâhir, Mûsâ b. Tâhir Tokadî için "Halvetiyye büyüklerinden Şeyh Alâeddin Karamânî’nin halifelerindendir" şeklinde bir açıklama yapmaktaysa da (a.g.e., aynı yer), Mantıku'lgayb isimli eserinde (bk. İstanbul Üniversitesi Ktp., TY, nr. 6425) adı geçen Mûsâ Efendi şeyhinin Mehmed Kastamonî olduğunu (vr. 3a), onun ise Bayramiyye'den Şeyh Fazlullah b. Akşemseddin'in yanında yetiştiğini belirtmektedir (vr. 54b, 65b).
a.g.e., III, 113.
Âşık Çelebi, Meşâirü'şşuarâ, vr. 285a; Atâî, Zeyli Şekâik, s. 192; Müstakimzâde, Tuhfei Hattatîn, s. 246; Bursalı, a.g.e., III, 112.
Parmaksızoğlu, Gubârî, 1ÜEFTD, I, sy. 12, s. 348.
Âşık Çelebi, Meşâirü'şşuarâ, vr. 285b; Kmalızâde, Tezkire, II, 712.
Kanûnî'nin iki oğlu Selim ile Bayezid arasında meydana gelen ve Bayezid'in yenilmesiyle sonuçlanan Konya ovasındaki muharebe hakkında özet bilgi için bk. Öztuna, Osmanlı Tarihi, 1,248249.
bk. Âşık Çelebi, Meşâirü'şşuarâ, vr. 286a; Kınalızâde, Tezkire, II, 715; Atâî, Zeyli Şekâik, s. 192; Müstakimzâde, Tuhfei Hattatîn, s. 246; Şemseddin Sâmi, Kâmûsü'la'lâm, V, 3256.
Atâî, a.g.e., s. 74.
Şerîf Efendi, Menâkıbu'levliya, vr. 46a.
Atâî, a.g.e., s. 43.
Sâkıb Dede, Sefînei Mevleviyân, I, 145; Esrar Dede, Şuarâyı Mevleviyye, s.
105106. İbrahim Hakkı Konyalı kaynak belirtmeksizin Mevlânâ Dergâhı'na su getirtip bahçesine şadırvan yaptıran zatın Yavuz Sultan Selim olduğunu kaydetmektedir (Konyalı, Konya Tarihi, s. 646). Aynı bilgiyi Abdülbâki Gölpınarlı da yine kaynak göstermeden tekrarlıyor (Gölpınarlı, Mevlânâ'dan Sonra Mevlevîlik, s. 153) Oysa Mevlevi kaynaklarının Sultan Selim diye kaydettikleri zat, yine aynı kaynakların ifadesiyle Konya şehrinde muhârebeye tutuştuğu Sultan Bayezid'in kardeşidir (bk. kaydedilen eserlerin mezkûr yerleri). Konya ovasında kardeşi Bayezid'le muhârebeye tutuşan Selim'in, Kanûnî'nin oğlu olduğu bilinmektedir (bk. Öztuna, Osmanlı Tarihi, 1,248).
Atâî, Zeyli Şekâik, s. 26,198. Bu iki elçi İstanbul'a gelip padişaha daha meramlarını tam ifade edemeden şehzadenin tekrar isyan ettiği haberi başşehre ulaşmıştı. Bunun üzerine, şehzadenin isyafi edeceğini bildikleri halde elçilerin aracı oldukları sanılıp önce hapsedilmişler, fakat daha sonra suçsuz oldukları anlaşılınca serbest bırakılmışlardır (a.g.e., mezkûr sayfaları).
Atâî, Zeyli Şekâik, s. 193.
a.g.e., s. 20304.
Böcüzâde, İsparta Tarihi, s. 116117.
Tanman, "Zeynîlik", DBlA, VII, 552.
bk. BarkanAy verdi, Tahrîr Defteri, s. 275276. II. Bayezid'in kızı olduğu bildirilen bu Sûfî Sultan, II. Bayezid'in kızı Fatma Sultan olmalıdır. Zira vakfiyelerde onun adının "sûfî" ya da "sûfiye" olarak geçtiği bildirilmektedir (bk. Çağatay Uluçay, "Bayezid Il'nin Ailesi", 1ÜEFTD, X, sy. 14, yıl: 1959, s. 120).
Vassâf, Sefine, I, 68.
Uluçay, a.g.m., aynı yer. Vakfiyesinin 915 (1509) tarihli olduğu belirtilmektedir (a.g.m., aynı yer).
Tekke veya zâviye müessesesinin menşei ile yakından ilgisi bulunan Ribât, önceleri hudut boylarında bulunan bir kale, bir hisar veya bir sur anlamını taşımaktaydı. Ancak milâdî X. asırdan itibaren "zâviye" mânasına kullanıldığı görülmektedir (bk. Mustafa Tahralı, Tasavvuf Tarihi Ders Notları [basılmamış], s. 78; ayrıca bk. Fuat Köprülü, "Ribât", VD, sy. II, s. 268 vd.).
Üluçay, a.g.m., s. 123.
Yüngül, Gülbahar Hâtûn Tekkesi Vakfı, VD, XV, 106; Karpuz, Gülbahar Hâtûn Zaviyesine Bağlı Yapılar, VD, XV, 117.
Yûsuf b. Ya'kub, Meşâyihi Halvetiyye, s. 4849; Hulvî, Lemezât, s. 463. Hafsa Sultân tarafından yaptırılan bu zâviye daha sonra medreseye çevrilerek "Tekke Medresesi" veya "Dış Medrese" diye anılır olmuştur (Yörükoğlu, Hafsa Sultan Hânkahı, s. 489490). Merkez Efendi'nin tayin edildiği Manisa'daki hayır eserlerini Yavuz Sultan Selim'in annesi Bezmiâlem Vâlide Sultan'm yaptırdığına dair de rivayetler vardır. Bu husus için bk. I. bölüm, "Merkez Efendi" bahsi.
Merkez Efendi'nin bu cami ve zâviyeyi ne zaman yaptırdığı bilinmemektedir. Baha Tânman her ne kadar 920 (1514) tarihinde yaptırdığını kaydediyorsa da (Tanman, "Merkez Efendi Külliyyesi", DB1A, V, 396) Tahsin Yazıcı bu zâviyenin 936940 gibi daha sonraki bir tarihte yapılmış olması gerektiğini ileri sürmektedir (Yazıcı, a.g.m., s. 109110).
Hulvî, Lemezât, s. 467; Tartman, "Şah Sultan Camii ve Tekkesi", DBİA, VII, 125. Zâkir Şükrü Efendi bu zaviyenin inşa tarihini 923 (1517) gibi oldukça erken bir tarih olarak veriyorsa da (Silsilei Meşâyih, İM, IV, sy. 4, s. 70) bu pek çok bakımdan tarihen mümkün gözükmemektedir.
Tanman, a.g.m., aynı yer. Şah Sultan tarafından aynı yerde bu şekilde "zikir" maksadıyla iki bina inşa ettirilmiş olması, sonraki bazı kaynaklarda bunların inşa tarihleri hususunda birtakım karışıklığa sebebiyet vermiştir. Meselâ, Hüseyin Vassâf burada bir tekkenin yaptırılmış olduğunu hesap ederek, inşa tarihinin 963'te (1556) olduğunu kaydettikten sonra, haklı olarak bu dergâhın Merkez Efendi'nin vefatından sonra (ö. 959/155152) yaptırılmış olması gerektiğini ifade etmiştir. Ancak bununla birlikte, bazı deliller sebebiyle bu dergâhın inşasından evvel, burada başka bir zâviyenin de yaptırılmış olduğu anlaşılmaktadır, diyerek birincisine de işaret etmek gereğini duymuştur (bk. Vassâf, Sefine, III, 343).
Gökbilgin, "Lutfi Paşa", M, VII, 98.
Yûsuf b. Ya'kub, Meşâyihi Halvetiyye, s. 63; Hulvî, Lemezât, s. 467.
bk. Topkapı Sarayı Müzesi Osmanlı Saray Arşivi Katalogu: Fermanlar, I. Fasikül No. E. 112476 (hazırlayanlar, İsmail Hakkı Uzunçarşılıİbrahim Kemal BayburaÜlkü Altındağ), Ankara 1985, s.10, nr. 97.
Sâkıb Dede, Sefinei Meoleviyân, I, 144; Esrar Dede, Şuarâyı Meoleviyye, s. 105.
Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 343; Hoca Sâdeddin, Tâcü'ttevârih, II, 576577; Vassâf, Sefine, II, "ZT7.
bk. Muhyî, Menâkıbı Gülşenî, s. 418.
bk. a.g.e., s, 413.
bk. a.g.e., s. 397.
bk. a.g.e., s. 413,415.
bk. a.g.e., s. 431.
bk. a.g.e., s. 455.
Mustafa İsen, "Ârifî Hüseyin Çelebi", DİA, III, 373; ayrıca bk. Bursah, OsmanlI Müellifleri, II, 306.
Abdullah Efendi, Semerât, s. 143.
Atâî, Zeyli Şekâik, s. 62; Hulvî, Lemezât, s. 433; Harîrîzâde, Tibyân, I, 247b. Ketâib müellifi Kefevî'nin kaydına göre, Koca Mustafa Paşa zaviyeyi Sünbül Efendi için yaptırmıştır (bk. vr. 496b).
Yûsuf b. Ya'kub, Meşâyihi Halvetiyye, s. 43. Dervişlerle bu kadar yakın ilişki kurmuş olan Koca Mustafa Paşa'ya vefatına yakın bir tarihte Bayramiyye'den Şeyh Üftâde'nin darıldığı anlaşılmaktadır. Nakledildiğine göre Şeyh Üftâde İlmiyeden Mahmud Efendi diye bir dervişinin Bursa'da Kaplıca Medresesi'ne tayîni için Mustafa Paşa'ya mektup gönderdiği halde, bunun gerçekleşmediğini öğrendiğinde, ellerini salıp "kendi bilir" demiş ve bir hafta sonra da mezkûr paşanın vefat etmesi Şeyh Üftâde'yi darıltmasıyla ilişkilendirilmiştir bk. Anonim, Menâkıbı Hazreti Üftâde, (I), s. 13.
Öztuna, Osmanlı Tarihi, I, 151.
Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 373; Atâî, Zeyli Şekâik, s. 62; Ayvansarâyî, Hadîka, I,150; Vassâf, Sefîne, III, 225/11. Ali Paşa Zâviyesi için bk. Semavi Eyice, "Atik Ali Paşa Camii", DİA, IV, 66; I. Aydın Yüksel, "Atik Ali Paşa Külliyesi", DBİA, I, 405.
Tanman, "Karabaş Tekkesi", DBİA, IV, 440441. Hulvî bu tekkeden, saray ağalarından birinin Galata haricinde yaptırdığı zâviye diye bahsetmektedir (Lemezât, s. 437).
Bâbüssaâde ağası: Osmanlı sarayında çalıştırılan hadım ağalarının bir kısmına "akağalar" denirdi. Akağalann başına ise kapı ağası veya Bâbüssaâde ağası denilmekteydi (bk. Sertoğlu, Osmanılı Tarih Lügati, s. 10).
Ayvansarâyî, Hadîka, II, 62.
Tanman, "Mimar Acem Camii ve Tekkesi", DBİA, V, 465466.
Tanman, "Dırağman Külliyesi", DBİA, III, 49. Atâî'nin Tercüman Yûnus Zâviyesi diye kaydettiği dergâhın ÇZeyli Şekâik, s. 203), diğer kaynaklarda Dıraman (Dırağman) Tekkesi olarak kaydedilen (Zâkir Şükrü, Silsilei Meşâyih, İM, V, sy. 1, s. 86; Tanman, "Dırağman Külliyesi", DBİA, III, 49; Özdamar, Dergâhlar, s. 97) tekke olması gerekir. Zira adı geçen tekke, yukarıda kaydedildiği gibi,. 948 (1541) senesinde, "dırağman" veya "dıragoman".tabir edilen saray tercümanlarından, Kanûnî Sultan Süleyman döneminde görev yapmış olan Yûnus Bey (ö. 1551) tarafından yaptırılmıştır (Tanman, a.g.m., aynı yer). Bazı kaynaklarda yaptıranın adına nisbetle, bazılarında ise bulunduğu mahalle nisbetle kaydedildiği anlaşılmaktadır.
Muhyî, Menâkıbı Gülşenî, s. 379.
NâfizHakkı, Sivas Şehri, s. 131.
Harîrîzâde, Tıbyân, II, 210b; Hocazâde, Z,iyâreti Evliya, s. 91; Vicdânî, Halvetiyye, s. 115.
Cahit Baltacı, XVXVI. Asırlarda Osmanh Medreseleri, Teşkilat, Tarih, İstanbul 1976, s. 333.
Kerametli, Galata Mevîhânesi, s. 1718; Işın, "Galata Mevlevîhânesi", DBİA,
· III, 362. Galata Mevlevîhânesi’ni kuran İskender Paşa'nm (ö. 912/1506), isim benzerliğinden dolayı kaynaklarda karıştırılmış olması (meselâ bk. Ayvansarâyî, Hadîka, II, 42; Esrar Dede, Şııarâyı Mevleviyye, s. 226; Vassâf, Sefine, V, 171), bazı araştırmacıların yanılmasına sebep olmuştur. Meselâ Abdülbâki Gölpmarlı ve Muzaffer Erdoğan bu zatın Kanûni devri ricâlinden İskender Paşa olduğunu ileri sürmüşlerdir (Gölpmarlı, a.g.e., s. 111; İstanbul Mevlevîhâneleri, GAAD, IVV, 197576, s. 25).
Atâî, Zeyli Şekâik, s. 24.
Ayvansarâyî, Hadîka, 1,137.
bk. Bursalı, Osmanlı Müellifleri, I, 51; Vassâf, Sefine, III, 224; Küçükdağ, Pîrî Mehmed Paşa, s. 137. Sonradan bu tekkede şeyhlik yapan Seyyid Mehmed Efendi (ö. 1775) ve selefi Şeyh Mehmed Fahrî Efendi (ö. 1735), Odabaşı Çarşısı yakınında Koruk mahallesi sakinlerinden oldukları için, dergâhları Koruk Tekkesi diye anılmaya başlanmıştır (Ayvansarâyî, Hadîka, I, 137). Bu tekke hakkında geniş bilgi için (bk. Tanman, "Koruk Tekkesi", DBtA, V, 70).
Kut, Dergehnâme, s. 222; Çetin, Tekkeler, s. 589.
Ayvansarâyî, Hadîka, I, 303.
Mehmed Zeki, "Pîrî Mehmed Paşa", Türk Tarih Encümeni Mecmuası (TTEM), yıl: 16, sy. 18 (95), 1926, s.349; Küçükdağ, a.g.e., s. 154.
Konyalı, Konya Tarihi, s. 480.
Küçükdağ, Pîrî Mehmed Paşa, s. 146 vd.
a.g.e., s. 153.
Damad Rüstem Paşa'nm ilk sadâreti 8 yıl, 10 ay, 8 gün, İkincisi 5 yıl, 7 ay,
19 gündür (Öztuna, Osmanlı Tarihi, I, 249).
Böcüzâde, İsparta Tarihi, s. 116.
Şerif Efendi, Menâkıbü'levliya, vr. 31b.
a.g.e., vr. 31b32a.
Muhyî, Menâkıb~ı Gülşenî, s. 413.
Atâî, Zeyli Şekâik, s. 201.
Mîrâhûri evvel, saray hayvanlarıyla bunların takımlarının idare ve iaşesine, yetiştirilmesine ait işlerle meşgul olan teşekkülün başındaki memura verilen unvandır (Pakalm, Tarih Deyimleri, II, 542).
Atâî, Zeyli Şekâik, s. 216217.
Âlî, Künhii'lahbâr, vr. 478a.
Atâî, a.g.e,, s. 216217.
Atâî, a.g.e., aynı yer; Müstakimzâde, Meşâyihnâmei İslâm, vr. 5ab; Ayvansarâyî, Hadîka, I, 90.
bk. Atâî, a.g.e., s. 8485.
a.g.e., s. 74.
bk. Süleymaniye Ktp., Halet Efendi, nr. 818, vr. 96b98b.
Yüce, "Yahyâ Efendi", s. 50.
Atâî, Zeyli Şekâik, s. 86.
Peçevî, Tarih, I, 325.
Atâî, Zeyli Şekâik, s.149.
Ayvansarâyî, Hadîka, I,5556; Zâkir Şükrü, Silsilei Meşâyih, IM, IV, sy. 4, s.
56. Ferruh Kethüdâ Tekkesi hakkında geniş bilgi için bk. Baha Tanman, "Balat Camii ve Tekkesi", DİA, V, 78; a.mlf., "Ferruh Kethüdâ Camii ve Tekkesi", DBİA, III, 294295.
Çetin, Tekkeler, s. 585; Zâkir Şükrü, a.g.e., aynı yer.
Tatarpazarcık, bugün Bulgaristan sınırları içindedir.
Atâî, Zeyli Şekâik, s. 212213.
Ayvansarâyî, Hadîka, I, 193, 194; Bursalı, Osmanlı Müellifleri, I, 145; Zâkir Şükrü, Silsilei Meşâyih, İM, IV, sy. 4, s. 62; ayrıca bk. Doğan Kuban, "Sokullu Mehmed Paşa Külliyesi", DBİA, VII, 3234.
Hüsâmeddin Bursevî, Menâkıbı Üftâde, s. 56.
a.g.e., s. 7172.
Seyyid Seyfullah, Câmiıı'lmaârif, vr. 8b. Kaydedildiğine göre şeyhin İbrâhim Paşa'ya (Hadim İbrâhim Paşa şeklinde kaydedilmiş) özetle "Şehrin harâmî ve hırsızını bir araya toplayıp kontrol altına aldık da yine yaranamadık mı?" şeklinde mukabele ettiği ve dergâhına zarar vermeye kalkarsa kendisine beddua edeceğini söylemiştir. Şeyhin bu çıkışından sonra paşanın yumuşadığı ve hatta dergâha kurbanlar gönderip kestirdiği nakledilmektedir (bk. a.g.e., 8b9a).
Hoca Sâdeddin, Tâcü'ttevârîh, II, 563564.
Hulvî, Lemezât, s. 540.
bk. Gökbilgin, "îbrâhim Paşa", İA, V/II, 914.
bk. Ayvansarâyî, Hadîka, I, 28.
bk, Tanman, "Muhsine Hatun Mescidi ve Tekkesi", DBlA, V, 495. Atâî, bahsedilen tekkenin Sadrazam Rüstem Paşa'nm eşi olan (Mihrimah) Sultan tarafından yaptırıldığını kaydediyorsa da (Atâî, Zeyli Şekâik, s. 201), Rüstem Paşa'nm Mihrimah Sultan'la, tekkenin inşasından epey sonra 1539 tarihinde evlendiği ve Mihrimah Sultan'ın hayratı arasında böyle bir tekkenin bulunmadığı (bk. M. Cavid Baysun, "Mihr ü Mâh Sultan", İA, VIII, 307, 308) dikkate alındığında, Atâî'nin bu kaydının yanlışlığı ortaya çıkmaktadır.
Pakalın, Tarih Deyimleri, III, 620.
Oztürk, Tarihi Boyunca Bektaşîlik, s. 91.
Gılmân, Farsça bir kelime olup, genç çocuk mânasına gelmektedir. Bu tabir Osmanh'da daha ziyade saray hizmetlerinde bulunanlar hakkında kullanılırdı (Sertoğlu, OsmanlI Tarih Lügati, s. 123).
Solaklar tabiri Osmanh'da cesur, güçlü, kuvvetli, terbiyeli, aklı başında yeniçeriler arasından seçilen ve padişahın muhafız bölükleri vazifesini görenlere denirdi. Hükümdarın atmm sağında giden dört solakbaşıdan ikisi ok ve yay kullanırken hükümdara arkalarım dönmemek için, oklarını sol el ile kullandıklarından kendilerine bu isim verilmiştir. Bu teşkilât Yıldırım Bayezid zamanında kurulmuştur (Sertoğlu, a.g.e., s. 317).
Atâî, Zeyli Şekâik, s. 79. Şeyh Süleyman, sülûkünü Halvetiyye meşâyihinden Uşaklı Alâeddin Efendi'nin (ö. 890/1485) yanında tamamlayarak (a.g.e., s. 63) Sofular Hamamı yakınında bir zaviye yaptırmış ve burada irşad ile meşgul olmuştur. Bu zaviye, daha sonra halifelerinden Ekmel Efendi'ye (ö. 985/1577) nisbetle Ekmel Tekkesi diye şöhret bulmuştur (a.g.e., s. 79). Süleyman'ın "solak" arkadaşı Alâeddin hakkında ise yeterli bilgiye sahip değiliz. Muhtemelen o, Taşköprizâde'nin Şekâik'te bahsettiği, asker tâifesinde iken tasavvuf yoluna girip, önce Halvetî şeyhi Alâeddin Abdal'a intisap eden, daha sonra ise onun halifelerinden Şeyh Sinâneddin Halvetî'nin yanında sülûkünü tamamlayıp İstanbul'da zaviyesini kurarak müridlerimn terbiyesi ile meşgul olan, II. Bayezid devri meşâyihinden Şeyh Alâeddin Halife (s. 365366) olmalıdır, ismi geçen Halveti şeyhi Alâeddin Abdâl'm ise, Yahyâyı Şirvânî'nin halifesi Alâeddin Rûmî (Ali Halveti) olması gerekir. Zira Alâeddin Rûmî'nin İstanbul'daki halifeleri arasında, Şeyh Sinan diye bir zatın olduğu kaydedilmektedir (bk. Atâî, a.g.e., s. 63).
Sipâhî, umumiyetle atlı asker demek olup, hususiyle topraklı süvari hakkında kullanılan bir tabirdir (Sertoğlu, a.g.e., s. 316).
bk. Muhyî, Menâkıbı Gülşenî, s. 419.
a.g.e., s. 376.
Hulvî, Lemezât, s. 540.
Atâî, Zeyli Şekâik, s. 194.
Abdullah Efendi, Semerât, s. 257; ondan naklen La'lîzâde, Sergüzeşt, s. 33.
Atâf, a.g.e., s. 89.
Âşık Çelebi, Meşâiruşşuarâ, vr. 286a.
Yiğitbaşı Ahmed Şemseddin Marmaravî, Keşfü'lesrâr (Tibyân'm I. cildi içinde, 53b65a) 1,54b.
Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 371.
bk. Harîrîzâde, Tibyân, II, 197b. Adrgeçen Mi'yâru'ttarîka isimli eser Tibyân içinde istinsah edilmiştir (II, 194a202a). Bu eserin, Seyyid Yahyâ'nm kırk âlim dervişi tarafından telif edildiği belirtilmektedir (Tibyân, II,192b). Eserde Halvetiyye mensuplarının uygulayacağı evrad ve uyacağı âdâb ayrıntılı bir şekilde verilmektedir. Özellikle Şâbâniyye kolunda olanların bunlara harfiyen uymaları bizzat Şeyh Şâbânı Velî tarafından tavsiye edilmiştir (bk. Halvetîler, Şâbânı Velî bölümü).
bk. Erünsal, Melâmî Movement, s. 107.
Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 361.
Nûreddinzâde Mustafa Muslihuddin, Fukaraya Nasihat, Süleymaniye Ktp., Hâlet Efendi, nr. 818, vr. 58a (mecmua içinde bir varak).
bk. Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 435.
Fuâdî, Pîri Halveti, s. 5557:
bk. Vassâf, Sefine, III, 397.
Vâhıdî, Hâcei Cihan, vr. 141b.
İbn îsâ, Menâkıbı Şeyh Mecdüddin, vr. 2b.
a.g.e., vr. 50a; ayrıca bk. vr. 70ab. Şeyh Mecdüddin Efendi âriften üstün tuttuğu âlimi özetle şu şekilde tavsif etmiştir: Mezhebi zahir üzerine ilmiyle amel eden, îmâmı Azam takvâsı üzerine olup helâl kazanç ile geçinen, kibir ve gurura kapılmayıp kalpleri incitmeyen âlim âriften yeğdir (a.g.e., vr. 70a).
Atâî, Zeyli Şekâik, s. 213.
Harîrîzâde, Tibyân, II, 210b.
bk. Müstakimzâde, Risâlei Melâmiyye, vr. 13b.
Atâî, Zeyli Şekâik, s. 358; Kara, Bursa'da Tarikatlar, II, 103; Bahadıroğlu, Üftâde, s. 42.
bk. Fuâdî, Pîri Halveti, s. 111.
îbn Kemal, Risâletü'lmünîre, s. 42.
XVI. asır ve öncesi Osmanlı'da tasavvufla diğer disiplinleri meczeden eserler ve bundukları kütüphaneler için bk. Öngören, "Osmanlı'da Tasavvuf Anlayışı", s. 416417; a.mlf., "Osmanlı Klasik Dönemi TasavvufKelâm İlişkisi", Akademik Araştırmalar Dergisi, IV (2000), (baskıda).
Kazaskerlik makamı, Fâtih devrinde şer'î hükümleri veren en büyük merci durumunda idi (Sertoğlu, Osmanlı Tarih Lügati, s. 181).
Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 262.
Ömer Okumuş, "Câmî, Abdurrahman", DİA, VII, 95. Bu eser Fahreddin erRâzî'nin Esâsa'ttakdîs fî ilmi'lkelâm adlı kitabıyla birlikte 1935 yılında Mısır'da neşredilmiş olmakla birlikte, esas İlmî neşri, Molla Câmî'nin metne düştüğü hâşiyeler, Abdülgafûri Lârî'nin Arapça, İmâdüddevle'nin de Farsça şerhiyle birlikte N. Heer ve A. Mûsavî Behbahânî tarafından yapılmıştır (Tahran 1980). Eser ayrıca N. Heer tarafından Abdülgafûri Lârî'nin şerhiyle birlikte İngilizce'ye de çevrilmiştir (Albany 1979) (a.g.m., s. 98). edDürretü'Ifâhire'ye yapılan diğer şerhler ve muhtelif kütüphanelerdeki yazma nüshaları için bk. (Molla Abdurrahmanı Câmî, edDürretü'lfâhire fî tahkiki mezhebi’ssûfiyye ve'lmütekellirmn ve'lhukemâi'lmütekaddimîn [N. Heer'in Giriş yazısı], Tahran 1980, s. 1112).
Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 286; Müstakimzâde, Devhatii'lmeşâyih, s. 15; Bursalı, Osmanlı Müellifleri, I, 320; Vassâf, Sefine, I, 274.
ileride "Semâ ve Devran" bölümünde bu fetvalardan bahsedilmektedir.
Arapça olan bu eserin kütüphanelerde pek çok yazma nüshası vardır, bk. Süleymaniye Ktp., Fâtih, nr. 2891, vr. 12b14b; Pertev Paşa, nr. 621, vr. 93b94b; aynı bölüm, nr. 628, vr. 115a117b; bir nüshası da Londra'da India Office Library and Records (İOLR), Or. 12933'de (lb3a) bulunmaktadır. Bursalı Mehmed Tâhir, Zenbilli'nin bu mevzuda biri manzum diğeri mensur olmak üzere iki risâle kaleme aldığını belirtmektedir (Bursalı, a.g.e., aynı yer).
M. Cavid Vaysun, "Cemâlî", 1A, III, 88.
Kaya, "İbn Kemal'in Varlık Anlayışı", S. 597598.
İbn Kemal, Risâletü'lmünîre, s. 10; ayrıca bk. a.mlf., RisâletüTferâid [Resâili tbn Kemal; II. cildi içinde], İstanbul 1316, s. 273.
İbn Kemal, Risâle fî ulümi'lhakâik ve hikmeti'ddekâik, Süleymaniye Ktp., Hâlet Efendi, nr. .810, vr. 154b; ayrıca bk. Sayın Dalkıran, İbn Kemal ve Düşünce Tarihimiz, İstanbul 1997, s. 130.
İbn Kemal, Risâletü'lmünîre, s. 10.
İbn Kemal Şemseddin Ahmed, erRisâle fî şahsi'linsânî [Resâili İbn Kemal, I. cildi içinde], İstanbul 1316, s. 100; ondan naklen Hayrani Altıntaş, "İbn Kemal ve Tasavvuf", Şeyhülislâm İbn Kemal Sempozyumu: Tebliğler ve Tartışmalar (2629 Haziran 1985), Ankara 1986, s. 234.
İbn Kemal, Risâletü'lmünîre, s. 34, 42.
Abdurrahman Güzel, "Kemâl Paşazâde'nin Eserlerinde Türk Halk Edebiyâtı'na Ait Bazı Motifler", Şeyhülislâm İbn Kemal Sempozyumu: Tebliğler ve Tartışmalar (2629 Haziran 1985), Ankara 1986, s. 211.
Ertuğrul Ökten İbn Kemal'in fetvalarından yola çıkarak dönemin devlet ve toplumuna ışık tutmayı amaçlayan çalışmasında, İbn Kemal'in pek çok fetvasının yanı sıra tasavvuf lehine verdiği bazı fetvaları da kaydetmektedir (bk. "Ottoman Society and State in the Light of the Fetwas of İbn Kemal" [basılmamış yüksek lisans tezi, Bilkent Üniversitesi], Ankara 1996, s. 112113).
M. A. Yekta Saraç, Şeyhülislâm Kemâl Paşazade: Hayatı, Şahsiyeti, Eserleri ve Bazı Şiirleri, İstanbul 1995, s. 25. Yekta Saraç, Şeyh Abdürrahim Efendi'nin Halvetiyye şeyhi olduğunu kaydetmişse de (a.g.e., aynı yer), onun Bayramiyye ricâlinden olduğu bilinmektedir (bk. Bayramîler bölümü).
Sûfîlerin İlâhi vb. şeyleri dinleyerek, genellikle ayakta döne döne zikretmeleri anlamına gelen semâ ve devran meselesi ileride genişçe İncelenmektedir.
Âlî, Künhü’lahbâr, vr. 168a.
Yûsuf b. Ya'kub, Meşâyihi Halvetiyye, s. 4445; Vassâf, Sefine, III, 251; Pakalın, Tarih Deyimleri, III, 294.
Yûsuf b. Ya'kub, a.g.e., s. 45; ayrıca bk. Âlî, Künhü'lahbâr, vr. 168a. İbn Kemal'in Sünbül Sinan'ın ardından söylediği mersiyesi şu şekildedir: "Pîşüvâyı sâhibi ehli edeb/Muktedâyı tâlibi Rûm u Arab
Rehberi ehli tarîki Halvetî/Bü'lvefâ kim, Şeyh Sünbül'dür lakab
Mülki fâniden beka iklimine/Gitti tevhid ile o şîrîn leb
Eyledi şehri Muharrem'de sefer/Leyletü'lisneyn'de ol zûneseb Ağladı ol gün bûluti ye's yâşm/Döktü gözler yâşını her ibn ü eb Münkiri dökmezse göz yâşm ne ta'n/Sengı hârâdan çıkar mı su aceb? Yer ve göklerden kamû ins ü melek/Cem' olup kıldı namâzm bîteab Hâtifi gaybî dedi târîhini/Nûr olâ Sünbül Sinan'ın kabri hep" (Yûsuf b. Ya'kub, a.g.e., s. 4445).
Beşir Efendi, Semâ ve Devrân Risalesi, Süleymaniye Ktp., Esad Efendi, nr. 1352, vr. 46ab (Bu eserin müellifi Beşir Efendi [Ahmed Beşîr, ö. 978/157071], Merkez Efendi'nin halifelerindendir [bk. Merkez Efendi bahsi]. Vefatına yakın tamamladığı eserini temize çekmeye ömrü yetmemiş, daha sonra 1040 senesinde torunu Sun'ullah Efendi tarafından temize çekilerek ortaya konmuştur. Eserde İbn Kemal'in devranla alâkalı fetvalarının değerlendirilmesi de yapılmaktadır).
a.g.e., vr. 46b.
Muhyî, Menâkıbı Gülşenî, s. 402403.
bk. a.g.e., s. 404405; Vassâf, Sefine, III, 112.
Muhyî, a.g.e., s. 405.
Muhyî, Menâkıbı Gülşenî, s. 41922.
Hulvî, Lemezât, s. 536.
bk. Yaşar Nuri Öztürk, Kutsal Gönüllü Velî Kuşadalı İbrShim Halvetî: Hayatı, Tasavvufi Düşünceleri, Mektupları, İstanbul 1982, s. 93.
Mehmed Paşa, Nişancı Tarihi, s. 161,179; Alî, Künhü'lahbâr, vr. 476a; Peçevî, Tarih, I, 42; Bursalı, Osmanlı Müellifleri, I, 225.
Alî, a.g.e., aynı yer; Peçevî, a.g.e., aynı yer.
Bursalı, a.g.e., I, 226. Ebüssuûd Efendi'nin İstanbul yakınlarındaki Meteris köyünde veya İskilip'te ya da Diyarbakır'da doğduğuna dair rivayetler de vardır. Ancak, daha önce de kaydedildiği gibi, II. Bayezid'in tahta geçtikten sonra Muhyiddin Yavsî adına İstanbul Fatih'te bir tekke kurdurarak onu Amasya'dan İstanbul'a getirttiği bilinmektedir. Ebüssuûd Efendi 896 (1490) tarihinde doğduğunda babası Şeyh Yavsî adı geçen tekkenin şeyhi olduğuna göre, onun bu tekkede doğmuş olması kuvvetle muhtemeldir. Bununla birlikte İkdii'lrnanzıım'da, adı geçen tekkeye II. Bayezid tarafından vakfedilen yakın bir köyde dünyaya geldiğine dair bir başka kayıt bulunmaktadır ki (Ali Çelebi, İkdiiTmanzum, s. 440), diğer güçlü ihtimal de bu olmalıdır.
bk. Işın, "Yavsî Baba Tekkesi", DBİA, VII, 446. Peçuylu İbrahim, Ebüssuûd Efendi'nin tasavvufa intisap etmediği şeklinde Mustafa Âlî Efendi tarafından ileri sürülen iddianın (bk. Âlî, KünhüTahbâr, vr. 476b) doğru olmadığını belirtmektedir (Peçevî, Tarih, I, 43; ondan naklen Akgündüz, "Ebüssuûd Efendi" [düzeltme, DİA, XI. cildin sonunda]). Kâmûsıı'laTam'da ise tarikata girdiği belirtilmekle birlikte, girdiği tarikatın adı kaydedilmemiştir (Şemseddin Sâmi, KâmûsııTa'lam, I, 722).
Akgündüz, a.g.m., DİA, X, 366.
Atâî, Zeyli Şekâik, s. 88.
Ebüssuûd Muhammed, Mecmûai Deavât, İstanbul 1343, s. 15 vd. Duanın faydalarını anlatmaya başlarken şöyle diyor: "Bu ma'nâ âyeti kerîme ile müberhen, hadisi şerîf ile muayyen, hikâyâtı meşâyih ile rûşendir" (a.g.e., s. 15).
a.g.e., s. 8.
Muhyî, Menâkıbı Gülşenî, s. 138141; ayrıca bk. Akgündüz, "Ebüssuûd Efendi" [Düzeltme], DİA, XI. cildin sonunda.
Evliya Çelebi, Seyahatname, I, 402.
Vassâf, Sefine, III, 111.
Akgündüz, "Ebüssuûd Efendi", DİA, X, 365.
Hulvî, Lemezât, s. 534.
Muhyî, Menâkıbı Gülşenî, s. 401.
bk. Süleymaniye Ktp., İsmihan Sultan, nr. 223, vr. 319ab; Düzdağ, Ebüssuûd Fetvaları, s. 192193.
Hulvî, ag.e., s. 541.
Yûsuf b. Ya'kub, Meşâyihi Halvetiyle, s. 56; Hulvî, Lemezât, s. 468.
Ayvansarâyî, Hadîka, I, 231; Vassâf, Sefine, III, 272.
Hulvî, a.g.e., s. 479.
Atâî, Zeyli Şekâik, s. 212213.
Hadisenin seyri için bk. PadişahMeşâyih Münasebetleri bölümü.
Vassâf, Sefine, IV, 166.
77 .Bu tartışma "Semâ ve Devran" bölümünde kaydedilmiştir.
Ebüssuûd Efendi, İbrâhim Gülşenî ile alâkalı bir fetvasında bu hususa da temas ederek, Çivizâde'nin Îbnü'lArabî, İbn Farız, Mevlânâ, İbrahim Gülşenî ve diğer pek çok kimse hakkında suizanda bulunduğunu belirtmektedir (bk. Süleymaniye Ktp., Ismihan Sultan, nr. 223, vr. 319b). Çivizâde'nin ibrâhim Gülşenî aleyhine verdiği fetva için bk. aynı yerde, vr. 319a.
Müstakimzâde, Devhatü'lmeşâyih, s. 2021; Yurdaydm, Islâm Tarihi Dersleri, s. 114115; a.mlf., Düşünce ve Bilim Tarihi, s. 155; îpşirli, Çivizâde Muhyiddin, s. 348.
Kanunî'nin bu dörtlüğü için bk. Devlet RicâliMeşâyih Münasebetleri bölümü.
Yurdaydm, a.g.e., aym yer; a.mlf., a.g.m.,1.155156.
Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 328.
a.e., s. 420421.
a.e., s. 463464.
a.e., s. 528.
a.e., s. 420; Bursalı, OsmanlI Müellifleri, II, 26.
Taşköprizâde, a.g.e., s. 331.
a.e., s. 455.
a.e., s. 505506.
a.e., s. 418.
a.e., s. 551552.
a.e., s. 448.
a.e., s. 419.
a.e., s. 513.
a.e., s. 517.
a.e., s. 517518.
Bursalı, Osmanlı Müellifleri, II, 124.
Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 296.
a.e., s. 418.
a.e., s. 317; Bursalı, Osmanlı Müellifleri, I, 333.
Taşköprizâde, a.g.e., s. 498499.
a.e:, s. 514515.
a.e., s. 386.
a.e., s. 397398.
a.e., s. 405.
a.e., s. 400401.
a.e., s. 310; İsmail Paşa, Hediyyetu lârifîn, II, 411; Bursalı, Osmanlı Müellifleri, I, 252.
İsmâil Paşa, a.g.e., aynı yer; Bursah, a.g.e., aynı yer.
Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 388.
Atâî, Zeı/li Şekâik, s. 45.
Bursalı, a.g.e., II, 347.
bk. Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 363.
Hans George Mayer, "İçtimâi Tarih Açısından Osmanlı Devleti'nde UlemâMeşâyih Münasebetleri" (tercüme, Hüseyin Zamantılı), KAM, yıl: 9, sy. IV (1980), s. 56.
Atâî, Zeyli Şekâik, s. 213.
Muhyî, Menâkıbı Gülşenî, s. 422.
a.g.e., s. 418.
Yûsuf b. Ya'kub, Meşâyihi Halvetiyye, s. 43.
Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 543.
Hulvî, Lemezât, s. 443444.
bk. îbn Kemal, Risâletü'lmünîre, s. 9.
a.g.e., s. 32.
Birgivî Takıyyüddin Mehmed, Mehakkü'ssûfiyye, İstanbul 1988, s. 11. İmam Birgivî bir ara Bayramiyye ricâlinden Abdurrahman Karamanî'ye intisap etmişse de (Atâî, Z.eyli Şekâik, s. 180; Bursah, Osmanlı Müellifleri, I, 254; Mehmed Demirci, "Birgivî ve Tasavvuf", İmam Birgivî [yayma hazırlayan, Mehmed Şeker], Ankara 1994, s. 60), şeyhi Abdurrahman Efendi, kendisinde tasavvuftan ziyade zâhirî ilimlere karşı istidadın olduğunu anlayıp, o yolda çalışmasını tavsiye etmiştir (Bursah, a.g.e., aynı yer; Demirci, a.g.m., s. 62).
Atâî, a.g.e., s. 88.
Ali Çelebi, İkdü'lmanzum, s. 426428; Atâî, a.g.e., s. 209210.
Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 363.
Atâî, Zeyli Şekâik, s. 194.
Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 535.
Fuâdî, Pîri Halveti, s. 64.
bk. Muhyî, Menâkıbı Gülşenî, s. 404405.
bk. İbn îsâ, Menâkıbı Şeyh Mecdüddin, vr. 69b.
Yiğitbaşı, Keşfü'lesrar, vr. 64a.
Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 371.
a.g.e., s. 534.
Fuâdî, Pîri Halvetî, s. 3740; ayrıca bk. Harîrîzâde, Tibyân, II, 192a.
Fuâdî, a.g.e., s. 6768.
Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 370; Kefevî, Ketâib, vr. 480b, 481a. Şekâik ve Ketâib'in Cemal Halife için kaydettiği bu olayı, Lemezât ufak farklar ile, Çelebi Halife (Cemal Halveti) için kaydetmektedir (bk. s. 428). Ancak Tahsin Yazıcı'nın da tesbit ettiği gibi, Lemezât sahibi isim benzerliği sebebiyle bu malumatı karıştırmıştır (bk. Yazıcı, Fetihten Sonra Halvetîler, s. 92).
Vassâf, Sefine, III, 224.
Nazmı, Hedh/ye, s. 60 vd.
Lutfi Paşa, Asafnâme (hazırlayan, Ahmet Uğur), Ankara 1982, s. 18; ondan naklen Mehmet tpşirli, "Osmanlı İlmiye Mesleği Hakkında Gözlemler (XVIXVII. Asırlar)", OA, VIIVIII, İstanbul 1988, s. 275.
tpşirli, a.g.m., s. 276. Selânikli Mustafa Efendi'nin de ulemâya yönelttiği benzer tenkitleri için bk. (a.g.m., s. 277278).
bk. Fuâdî, Pîri Halveti, s. 59.
a.g.e., aynı yer.
Yûsuf b. Ya'kub, Meşâyihi Halvetiyye, s. 58; Hulvî, Lemezât, s. 477478.
Mustafa Akdağ, "Türkiye Tarihinde letimâî Buhranlar Serîsinden: Medreseli Isyânlan", İstanbul Üniversitesi iktisat Fakültesi Mecmuası (İÜ1FM), XI, sy. 14 (19491950), s. 363364.
Öztürk, Tarihi Boyunca Bektaşîlik, s. 186. ilmiye sınıfının bozulmasının bazı sebepleri için bk. Uzunçarşılı, İlmiye Teşkilâtı, s. 6970.
Koçi Bey, Risale (sâdeleştiren, Zuhûri Danışman), İstanbul 1993, s. 48.
bk. a.g.e., s. 60.
bk. Mayer, UlemâMeşâyih Münasebetleri, s. 59.
Semâ o dönemde, zikir esnasında söylenen dinî musikî ve İlâhileri dinleme anlamına gelmektedir. Son zamanlarda ise semâ' denilince, M. Zeki Pakalın'm da belirttiği gibi (Tarih Deyimleri, III, 162), Mevlevîler'in âyinleri anlaşılır olmuştur. Devran tabiriyle de o dönemde, cehrî zikir yapan bazı tarikat mensuplarının, ayakta bir halka teşkil edip dönmeleri, baş ve bellerini hareket ettirerek, zaman zaman cezbeye gelip ayaklarını yere vurarak zikir yapmaları kastedilmektedir. Bu tür zikir umumiyetle Kadiriyye, Rifâiyye, Halvetiyye, Mevleviyye gibi zikri cehriyi esas alan tarikatlarda uygulanmakla birlikte (Uludağ, Tasavvuf Terimleri, s. 138), incelediğimiz dönemde bilhassa Halvetîler tarafından icra edildiği anlaşılmaktadır. Genelde semâ ve devran (deveran) tabirlerinin biribirlerinin yerine kullanıldığı da görülmektedir (bk. Pakalın, Tarih Deyimleri, III, 162; Uludağ, a.g.e., s. 422). Toplu olarak icra edilen semâ ve devran esnasında ahenkli şekilde zikir yapılır; "hû hû", "yâ Hay, yâ hû" gibi zikirler veya İlâhiler söylenir. Bu esnada kudüm, def ve ney gibi mûsiki aletlerinin kullanıldığı da olur (Uludağ, a.g.e., s.138).
Eserin nüshaları için bk. "Zenbilli Ali Efendi ve Tasavvuf" bahsi. Osmanlı şeyhülislâmlarından Çivizâde Mehmed Efendi (ö. 995/1587) kaleme aldığı Risâle fî hakkı’ddevrân isimli eserinde, adı geçen devran risâlesinin bazı gerekçelerle Zenbilli Ali Efendi'ye ait olamayacağını, sûfiyye tarafından kasıtlı olarak ona nisbet edildiğini ileri sürmektedir (bk. Çivizâde, Risâle fi hakkt'ddevrân, Süleymaniye Ktp., Pertev Paşa, nr. 621, vr. 94b96a). Bu eser yanlışlıkla, aynı nisbeyle anılan ve yine Osmanlı şeyhülislâmlarından olan müellifin babası Çivizâde Muhyiddin Mehmed Efendi'ye (ö. 954/1547) nisbet edilmiştir (bk. îpşirli, "Çivizâde Muhyiddin Mehmed Efendi", DİA, VIII, 349). Oysa eserde Şeyhülislâm Ebüssuûd Efendi'den (ö. 982/1574) söz edilirken iki yerde "merhum" denilmesi (vr. 97ab), bunun oğul Çivizâde'ye ait olduğunu göstermektedir.
a.g.e., vr. 3a. Bu hususta Zenbilli Ali Efendi1 nin verdiği diğer fetva suretleri için bk. Süleymaniye Ktp., Esad Efendi, nr. 1761, vr. 57b58a; Hekimoğlu nr. 438, vr. 75b, 76b; IOLR, Ot. 12933. Birçok şeyhülislâm gibi Zenbilli Ali Efendi'nin de, bazı yazma mecmualarda fetva suretleri kaydedilmektedir. İleride Şeyhülislâm tbn Kemal ve diğerlerinin de bu gibi fetvalarından bahsedilecektir. Ancak bu fetvaların adı geçen şahıslara aidiyetinin kesinliği, fetva mecmualarının karşılaştırmalı olarak yapılacak ciddi bir çalışma sonucu gün yüzüne çıkarılmasından sonra mümkün olacaktır. Bu yüzden bu fetvaları yegâne delil olarak kullanmaktan çok, o hususta eğer başka bir delil varsa onu destekleme mahiyetinde kullanmayı tercih ettik.
Atâî, Zeyli Şekâik, s. 9.
bk. Halil İnalcık, The Ottomcm Tmpire The Classical Age 13001600 (tercüme,
Norman ItzkovvitzColin Imber), Great Britain 1973, s. 183.
Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 414, 416.
Yûsuf b. Ya'kub, M.eşâyihi Halvetiyıje, s. 41;.ondan naklen Harîrîzâde, Tibyân, II, 144b.
Mecdî, Şekâik Tercümesi, s.373374. Süleymaniye Ktp., Hekimoğlu Ali Paşa, nr. 438'de Cemal Halvetî'ye nisbet edilen devranla alâkalı bir risale bulunmaktadır.
İbn Kemal, Risâletü'lmünîre, s. 50.
Fetvâlar için bk. (Raks ve Semâ' Hususunda Kemâlpaşaoğluinun] Verdiği Fetvalar Sürelidir, İsmail E. Erünsal özel kitaplığındaki yazma mecmua içinde, vr. lb5b).
Şeyhülislâm İbn Kemal'in "tekfir"i çok kolaylaştırdığı, kendi zamanına kadar Ehli sünnet tarafından tekfir edilmemiş birçok zümreyi tekfir ettiği belirtilmektedir (bk. Sabri Hizmetli, "Mezhepler Tarihi Yönünden Kemâl Paşazâde'nin Görüşleri", Şeyhülislâm İbn Kemal Sempozyumu: Tebliğler ve Tartışmalar [Tokat 2629 Haziran 1985], Ankara 1986, k 136).
Süleymaniye Ktp., Düğümlü Baba, nr. 446, vr. 87b89a; M. Hafid Efendi, nr. 453, vr. 88b89a. Bu eserin diğer nüshaları için bk. Atsız, "Kemalpaşaoğlu'nun Eserleri", ŞM, İstanbul 1972, VII, 118.
İbn Kemal Şemseddin Ahmed, Risale fî tahkiki'Ihak ve ibtâli re'yi'ssüfiyye fi'rraksi ve'ddevrân, Süleymaniye Ktp., Düğümlü Baba, nr. 446, vr. 88ab.
Hulvî, Lemezât, s. 448. Lemezât müellifi o sırada İbn Kemal'in şeyhülislâmlık makamında bulunduğunu kaydetmekteyse de (bk. a.g.e., aynı yer), bu iş için teşebbüse geçtiği bildirilen Muslihuddin Sarıgürz'ün Şakâik'te kaydedildiğine göre 927 veya 928 (1522) tarihinde vefat ettiği (bk. s. 299, Sarıgürz'ün adı burada Nûreddin olarak geçmektedir) dikkate alınacak olursa, bu hadisenin, İbn Kemal'in şeyhülislâmlığa getirildiği 932 (1525) tarihinden önce meydana geldiğine hükmetmek gerekir. Ayrıca İbn Kemal'in tasdikiyle sûfîler cezaya çarptırılabileceklerine göre, bu hadisenin, onun Anadolu kazaskerliği sırasında (922925/15161519 yıllan arası, Devhatii'lmeşâyih, s. 17) cereyan ettiği anlaşılır. Zira o dönemde dinî meseleler, divanın tabii üyelerinden olan kazaskerler tarafından halledilmektedir (Pakalın, Tarih Deyimleri, II, 230).
Hulvî'nin kaydettiği Şeyh Yavsı Efendi Zâviyesi postnişini Hacı Halife Mahmud Efendi, kanaatime göre Şeyh Muhyiddin Yavsî'nin halifelerinden Şeyh Abdürrahim Müeyyedî (ö. 944/153738) olmalıdır. Zira diğer kaynaklarda Şeyh Abdürrahim Efendi'nin, "Hacı Halife" lakabına benzer bir şekilde, "Hacı Çelebi" veya "Hacı Efendi" diye kaydedildiği görülmektedir (bk.Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 431; Atâî, Zeyli Şekâik, s. 64). Gerçi Şeyh Abdürrahim Müeyyidî'nin adı geçen zaviyede posta oturması, Muslihuddin Sirozî'nin 1520 senesinde vefatı üzerine; yani İbn Kemal'in 1519'da kazaskerlikten ayrılışından bir sene sonra gerçekleşmiştir (bk. Bayramîler bölümü). Ancak yine de onun 1519 senesi sonlarına doğru mezkûr zaviyede bulunması çok uzak bir ihtimal değildir.
Hulvî, Lemezât, s. 448449.
Baba oğul her ikisi de Koca Mustafa Paşa Dergâhı'nda şeyhlik yapmışlardır (Zâkir Şükrü, Silsilei Meşâ.yih, İM, IV, sy. 4, s. 55; Özdamar, Dergâhlar, s. 137).
Yûsuf b. Ya'kub, Meşâyihi Halvetiyye, s. 4142;.ondan naklen Harîrîzâde, Tibyân, II, 144b.
Yûsuf b. Ya'kub, a.g.e., s. 4243.
Hulvî, Lemezât, s. 449451.
Bu eserin bir nüshası Süleymaniye Ktp., Esad Efendi, 1761 numarada, bir başka nüshası da İsmail E. Erünsal'm özel kitaplığındaki yazma bir mecmüa içinde bulunanmaktadır. Ancak bu iki nüshanın da noksan olduğu anlaşılmaktadır. Zira müellif eserini üç fasıl üzere yazacağını baş tarafta belirttiği halde, eserde üçüncü fasıl bulunmamaktadır. Fakat özellikle ilk iki fasıl devran, raks ve semâ üzerine olup, üçüncü fasıl zikirle doğrudan alâkası olmayan bazı âyetlerin tefsirine ayrıldığı için, bu noksanlık semâ ve devran açısından çok önemli gözükmemektedir.
Hulvî, a.g.e., s. 451.
Türkçe risalenin bir nüshası Âtıf Efendi Ktp., nr. 1398'de, bir başka nüshası da İstanbul Üniversitesi Ktp., TY, nr. 3868'de bulunmaktadır. Süleymaniye Ktp., Hacı Mahmud Efendi, nr. 2835/1'de, yanlışlıkla Risâle Tahkîkîyye diye kaydedilen risâle de (vr. lb5a), Sünbül Efendi'nin bu risalesidir. Yine aynı yerde Zenbilli Ali Efendi'ye nisbet edilen bir risalenin de (vr. 14a16b), Sünbül Efendi'nin adı geçen risalesinin bir bölümü olduğu görülmektedir.
Hüseyin Vassâf Sefine’de, Sünbül Sinan'ın görüşlerini îbn Kemal'e de tasdik ettirdiğini ve ona ait fetva suretini Atıf Efendi Kütüphanesi'ndeki nüshanın kapağında gördüğünü belirtmekteyse de (III, 252), buradaki nüshanın kapağında îbn Kemal'in değil kaydedildiği gibi, Ebüssuûd Efendi'nin selefi Şeyhülislâm Muhammed Fenârî'nin fetvası bulunmaktadır.
İstanbul Üniversitesi Ktp., TY., nr. 3868. Zenbilli Ali Efendi'nin eserle alâkalı bir fetvası da Süleymaniye Ktp., Hacı Mahmud, nr. 2835'de, yanlışlıkla Zenbilli Ali Efendi'ye nisbet edilen nüshanın sonunda bulunmaktadır.
Âtıf Efendi Ktp., nr. 1398.
Mecdî, Şekâik Tercümesi, s. 494.
Bu eserin 1098 tarihinde istinsah edilmiş bir nüshası Süleymaniye Ktp., M.
Hafid Efendi, nr. 453, vr. 79a85a'da; diğer bir nüshası da Londra'da IOLR, Or. 12795 numarada bulunmaktadır. s
İbrahim Halebî, "Risâletü'îrahs ve'lvaks li müstahilli'rraks", IOLR, Or. 12795, vr. 56b.
Birgivî Takıyyüddin Muhammed, etTarikatü’lMuhammediyye, 1268, s. 217218.
İbn Kemal Şemseddin Ahmed, "Risâle fî devrâni'ssûfiyye", IOLR, Or. 12933, vr. 2ab.
a.g.e., âym yer. Atâî Zeyli Şe.kâik'de İbn Kemal'in semâ ve devran hususunda müsbet fetvasını kaydetmiştir (s. 171). İbn Kemal'e ait benzer bir fetva da Londra'da IOLR Or, 12933'de bulunmaktadır.
a.g.e., aynı yer.
Beşir Efendi, Semâ ve Devran Risalesi, vr. 46a.
a.g.e., vr. 50b.
bk. Düzdağ, Ebüssuûd Fetvaları, s. 8384.
bk. a.g.e., s. 8687.
Atâî, Zeyli Şekâik, s.193.
a.g.e., s. 203.
bk. Süleymaniye Ktp., Esad Efendi, nr. 1352; ayrıca bk. Âmil Çelebioğlu, "Turkish Literatüre of the Period of Sultan Süleyman The Magnificent", The Ottoman Empire in the Reign of Süleyman The Magnificent, II, 78; a.mlf., Kanunî Sultan Süleyman Devri Türk Edebiyatı, ş. TJ. Bursalı Mehmed Tâhir ve Hüseyin Vassâf beyler, risalenin ismini kaydetmeksizin, sadece sûfiyyenin devranıyla alâkalı şeyhin bir risâle kaleme aldığım haber vermektedirler (bk. Bursalı, Osmanh Müellifleri, I, 78, dipnot no, 4; Vassâf, Sefine, III, 278).
Fuâdf, Pîri Halveti, s. 6768.
bk. Düzdağ, Ebüssuûd Fetvaları, s. 85.
Seyyid Hüseyin b. Abbas, Risâlei Devrâniyye, İsmail E. Erünsal özel kitaplığı, vr. 11b; Harîrîzâde, Tibyân, II, 143a.
Seyyid Hüseyin, a.g.e., aynı yer; Harîrîzâde, a.g.e., aynı yer; Vassâf, Sefine, IV, 166. Tibyân ve Sefîne'de, cenazesi kaldırılan saraylı kızın, Kanûnî Sultan Süleyman'ın kızı olduğu kaydedilmektedir (bk. adı geçen yerler). Kanûnî'nin Mihrimah ve Râziye isimli iki kızından (bk. Çağatay Uluçay, Padişahların Kadınlan ve Kızları, Ankara 1980, s. 39), Mihrimah Sultan'm Ümmî Sinan'dan on sene sonra; 1578 senesinde vefat ettiği bilindiğine göre (bk. Baysun, Mihrimah Sultan, İA, VIII, 307), cenazenin Râziye Sultan'a ait olması gerekir.
Harîrîzâde, a.g.e., aynı yer. Şeyhülislâm Ebüssuûd Efendi'nin bu fetvasının bir sureti Londra'da 1OLR, Or. 12933 numarada bulunmaktadır. Fetva burada şu şekilde kaydedilmiştir: "Erbâbı tarikat olan ehli tevhîd[in], mescidlerinde ve şâir davetlerinde devrânla zikrullah etmeleri helâl olur mu? elCevâb: Hak Teâlâ'mn ilmi şerifi bir deryâyı bîpâyândır. Şeriat onun sâhilidir. Biz ehli sâhiliz. Meşâyihi izâm ol deryâyı bîpâyânm gavvâslandır. Bizim onlarla bahsimiz yoktur." Yukarıdaki fetvanın yanı sıra, Süleymaniye Kütüphanesi, Hekimoğlu Ali Paşa, nr. 438'de kayıtlı, biri Şeyhülislâm Zenbilli Ali Efendi'ye diğeri Hamîdüddin diye birisine ait devranla alâkalı müsbet iki fetvanın sonundaki kayıtlardan anlaşıldığına göre, bu fetvalar Şeyhülislâm Ebüssuûd Efendi'ye arzedilmiş, o da bunları kabul ve tasdik etmiştir (bk. vr. 75b76a).
Yiğitbaşı Velî, Keşfü'lesrâr'da vücûd mertebelerini Îbnü'lArabî'ye benzer şekilde açıklamaktadır (bk. vr. 55b).
Cemâleddin îshak Karamanî'nin Vahdeti Vücûd isimli bir risâlesinin oldu
ğu kaydedilmektedir (İsmail Paşa, Hediyyetü’lârifîn, I, 202; Bursalı, Osmanlı Müellifleri, 1,51). x
Sünbül Efendi vahdeti vücûd düşüncesine sahip olduğu ve devrân yaptırdığı içindir ki, Merkez Efendi ilk zamanlar ondan uzak durmaya çalışmıştır (Yûsuf b. Ya'kub, Meşâyihi Halvetiyye, s. 47).
Muhyî Efendi, Ibrâhim Gülşenî'nin sohbetlerinde Fusûsü’lhikem'i methettiğini ve şeyhi Dede Ömer Rûşenî'nin Karabağ mollalarına karşı bu kitabı nasıl savunduğunu anlattığını nakletmektedir (bk. Menâkıbı Gülşeııî, s. 180181).
Sofyalı Bâlî Efendi İbnü'lArabî'nin vahdeti vücûd açısından en önemli eseri Fusûsü'lhikem'i şerhedenlerdendir (Mecdî, Şekâik Tercümesi, s. 521522; Yılmaz, Tasavvuf! Hadis Şerhleri, s. 75; Kara, "Bâlî Efendi, Sofyalı", DİA, V, 2021). Ayrıca o, Çivizâde'ye cevap maksadıyla Fusüs’vm bazı konularıyla alâkalı, Risâlei Müşkilâtı Fusûs isimli küçük bir risale de kaleme almıştır (bk. Süleymaniye Ktp., Pertev Paşa, nr. 621, vr. 36a38a).
Karabaş Ramazan Efendi'nin İbnü'lArabî hususunda Çivizâde Muhyiddin Mehmed Efendi'ye oldukça sert mukabele ettiği nakledilmektedir (bk. Atâî, Zeyli Şekâik, s. 209).
Atâî, a.g.e., s. 73.
Sarhoş Bâlî Efendi İbnü'lArabî'nin Fusûs'unu şerheden âlim sûfîlerdendir (bk. Bursah, Osmanlı Müellifleri, I, 80).
Nûreddinzâde'nin telif ettiği eserlerinden birisi de Risâlei Vahdeti VücıM'dur (Bursah, Osmanlı Müellifleri, 1,171; Vassâf, Sefine, III, 229/u).
îbn îsâ, Menâkıbı Şeyh Mecdüddin, vr. 37a.
Bahâeddinzâde'nin kaleme aldığı pek çok eserinden birisi de Müdâfaanâme fi Hakkı Şeyhi Ekber isimli risâledir (Bursah, a.g.e., I, 41).
Kurnaz, CemalTatcı, Mustafa, "İlyas İbn İsa'nın Şiirleri", JTS, XXI (1997), s. 194.
Şeyh Üftâde, Vâkıâtı Üftâde'de sık sık İbnü'lArabî'ye müracaat etmektedir (Bahadıroğlu, Üftâde, s. 69).
Baba Ni'metullah'm da İbnü'lArabî'nin Fusûs'una bir şerh yazdığı kaydedilmektedir (tsmâil Paşa, Hediyyetü'lârifîn, II, 497; Bursah, Osmanlı Müellifleri, 1,41).
Pîr Ali Aksarâyî'nin halifelerinden Ahmed Sârbân, cezbesinin büyüklüğü ile şöhret bulmuş, vahdeti vücûd meşrebinde olduğu için zındıklıkla itham edilmiştir (Atâî, Zeyli Şekâik, s. 73).
Daha önce de kaydedildiği gibi, Alâeddin Efendi İbnü'lArabî'nin Ankâyı Muğrib isimli eserini şerbetmiş ve buradaki remizleri yorumlayarak, 940 (153334) tarihinde adının ilk harfi "ayn" olan şeyh ile, adının ilk harfi "sin" olan şanlı padişah, adının ilk harfi "kaf" ve son harfi "he" olan şehirde buluşacaklar diye yazmış ve Kanûnî Sultan Süleyman'la Konya'da buluştuklarında, o bölümü göstererek "İkimizin buluşmasını Hz. Şeyh böyle yazmış" deyip, şerhettiği bu eseri padişaha hediye etmiştir (Peçevî, Tarih, I, 325; ondan naklen Bursalı, Osmanh Müellifleri, I, 112, dipnot no, 1; Vassâf, Sefine, II, 280).
Kılıç, "Fusûsu'lhikem", DtA, XIII, 235. Bu eser İran'da basılmıştır (Tahran 1405 H). Eser ayrıca Muhammed b. Abdürresûl elBerzencî elMedenî tarafından bazı ilâveler yapılarak elCâzibüTgaybî ile'lCânibi'lgarbî adıyla Arapça'ya (Süleymaniye Ktp., Lâleli, nr. 1352), Mîrzâzâde Ahmed Neylî tarafından da elFazlüTvehbî adıyla Türkçe'ye (Süleymaniye Ktp., Uşşâkî Tekkesi, hr. 315) tercüme edilmiştir (Kılıç, a.g.m., aynı yer).
Bu fetvanın bir sureti Süleymaniye Ktp., Haşan Hüsnü Paşa, nr. 12Tde (Mecmuanın en sonunda kayıtlı), bir başka sureti de Londra'da India Office Library aııd Records, Or. 12933'de yazma bir mecmuada bulunmaktadır. Ayrıca Şezerâtü'zzelıeb isimli eserde de basılmıştır (bk. Ebülfelâh Abdülhay b. îmâd elHanbelî, Şezerâtü'zzeheb fî ahbâri men zeheb, Beyrut, ts., V, 195). Hüseyin Atay ise, Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi, Revan 20/2 (3570) numaradaki yazmasını kullanarak, bu fetvayı talılîl etmiştir (bk. Hüseyin Atay, "İlmî bir Tenkit Örneği Olarak İbn Kemal Paşa'nın Muhyiddin b. Arabî Hakkmdaki Fetvası", Şeyhülislâm ibn Kemal Sempozyumu: Tebliğler ve Tartışmalar [2629 Haziran 1985], Ankara 1986, s. 263275).
Ertuğrul Ökten, îbn Kemal'in verdiği ba? fetvaların vahdeti vücûd aleyhine olduğunu düşünerek, îbnü’lArabî ha ırkındaki bu müsbet fetvayı bir çelişki olarak yorumlamıştır (Ökten, Fetwa: of ibn Kemal, s. 3537). Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, Ökten'in iizeriı de durduğu fetvalar vahdeti vücûd ile alâkalı değil, vahdeti mevcûd (panteizm) ile alâkalı fetvalardır. Yoksa İbn Kemal'in bazı eserlerinde vahdeti vücûd görüşünü benimsediği açıkça görüldüğü gibi (meselâ bk. Risâletü'lmünîre, s. 10; Risâletü’lferâid, s. 273; Risale fî ulûmi’lhakâik ve hikmeti'ddekâik, vr. 154b) bu hususta bir de müstakil risale kaleme almıştır (îbn Kemal, Risale fî vahdeti'lvücûd, Süleymaniye Ktp., Halet Efendi, nr. 810, vr. 208b212a).
İbn Kemal, Risâletü'lmünîre, s. 51.
Atay, a.g.m., s. 275.
Vassâf, Sefine, I, 55a.
İbn Âbidîn Muhammed Emin, Reddii’lmuhtâr, Mısır 1966, IV, 238.
a.g.e., IV, 239. Öyle anlaşılıyor ki, ulemânın bu tavrı daha sonra da taraftar bulmaya devam etmiştir. Kâtib Çelebi XVII. asrın ortalarında (1656) kaleme aldığı MîzânuThak fi ihtiyari'lehak isimli eserinde, Îbnü'lArabî hakkında müsbetmenfî bir şey söylemeyi doğru bulmayıp, kitaplarını mütalaa etmekten uzak duranlar isabetli hareket etmişlerdir, diyerek bu hususta Sadreddifı Konevî'nin "Benden sonra şeyhin ve benim kitaplarımdan herkes istifade etmeye heves etmesin, çünkü insanların ekserisi için o kapı kapalıdır" şeklindeki vasiyetini kaydetmektedir (s. 93, 94). Yine, XVIII. asrın önemli şahsiyetlerinden Müstakimzâde'nin de (ö. 1202/1788) aynı kanaatte olduğu görülmektedir. Sefine müellifi Hüseyin Vassâf, onun bu husustaki görüşünü Ahidnâme isimli eserinden naklen şu şekilde kaydetmiştir: "Hâl olmadıkça, Şeyhi Ekber hazretlerinin kitaplarını mütalaa etmek uygun değildir. Zira zâhiri hâlde âdâbı şer'iyyeye muhâlif olan bazı maddelere rastlayan kimse, hakikatine vâkıf bulunmadığından hüsrana uğrar, imam Şa'rânî, Nesebü'lharf namında bir eserin üzerinde Hz. Şeyhi Ekber'in kendi hattı latifleriyle, 'Bizim baliğ olduğumuz dereceye vâsıl olmayanların, kitaplarımıza nazar etmesi haramdır' diye bir ibareyi gördüğünü nakletmiştir. Hakîkati hâl onu gösterir. Vâkıfı esrârı Hz. Şeyh olmayanlar, Şeyhi Ekfer demek küstahlığında bulunmuşlardır. Cenâbı Şeyh'in öyle buyurmasında pek haklı oldukları aşikârdır" (Vassâf, Sefine, I, 62).
Atâî, Zeyli Şekâik, s. 73.
Ali Çelebi, Ikdii'lmanzum, s. 427428; Atâî, a.g.e., s. 209.
Kılıç, "Fusûsü'lhikem", DİA, XIII, 234.
bk. Ebüssuûd Muhammed, Ma'rûzât (Ahmed Akgündüz tarafından neşredilen Osmanlı Kanunnâmeleri, IV. cildi içinde), İstanbul 1992, s. 45; Süleymaniye Ktp., îsmihan Sultan, nr. 223, vr. 316b317a.
Adı geçen yerlerde.
'223. bk. Süleymaniye Ktp., îsmihan Sultan, nr. 223, vr. 317a.
bk. Akgündüz, "Ebüssuûd Efendi", DİA, X, 370.
Kara, "Bâlî Efendi, Sofyalı", DİA, V, 21. Îbnü'lArabî'nin "Firavun'un imanı" ile alâkalı görüşleri yüzünden, XV. asırda da Herat'ta bir münâkaşa olmuştur. Îbnü'lArabî'nin görüşüne karşı çıkan âlimlere, Nakşibendiyye ricâlinden asrın önemli âlimi Molla Câmî'nin (ö. 898/1492) şu şekilde mukabele ettiği nakledilmektedir: Ölüm esnasında korkudan kaynaklanan iman, sadece ölümünden hemen önce kâfire öbür dünyada mâruz kalacağı azabın gösterilmesi sonucu meydana gelen imandır. Böyle bir şeyin Firavun'un başına geldiği ise hiçbir şekilde isbatlanamaz. Olsa olsa onun durumu, Hz. Peygamber zamanında, peygamberlik kılıcının darbelerinden korkarak İslâm dinini kabul edenlerin durumuna benzetilebilir (Hamid Algar, "Reflections of Ibn Arabî in Early Naqshbandî Tradition" [Sâlih Akdemir'in Türkçe tercümesiyle birlikte neşredilmiştir], İslâmî Araştırmalar, V, sy. 1 (1991), s. 14).
Kâtib Çelebi, Mîzâmıihak, s. 88.
bk. İbn Kemal, Risâletü'lmünîre, s. 5051.
Emrullah Yüksel, "Birgivî", DİA, VI, 192.
Lâmiî, Nefehât Tercümesi, s. 467; Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 360.
Kufralı, Molla İlâhî ve Nakşibendiyye, s. 137.
Abdülkadir Karahan, "Lâmiî", 1A, VII, 11, 12.
Edirneli Sehî, Tezkirei Sehî, İstanbul 1325, s. 50; Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 437, 438; Âşık Çelebi, Meşâirü'şşuarâ, vr. 108b109a; Belîğ, Güldeste, s. 177; Bursalı, Osmanlı Müellifleri, II, 492.
Âşık Çelebi, a.g.e., vr. 109a; Mecdî, Şekâik Tercümesi, s. 432433.
Lâmiî, Hüsni dil, İstanbul Üniversitesi Ktp., TY, nr. 635, vr. 5a.
Âşık Çelebi, Meşâirü'şşııarâ, vr. 109a.
Lâmiî Mahmud Çelebi, Şerefti'Iinşân, İstanbul Üniversitesi Ktp., TY, nr. 463, vr. 6b. Lâmiî'nin bu eserini görmemiz mümkün olmamıştır.
Karahan, "Lâmiî", 1A, VII, 13.
Âşık Çelebi, Meşâirü'şşııarâ, vr. 109b; Kınalızâde, Tezkire, II, 831; Bursalı, Osmanlı Müellifleri, II, 493.
Karahan, "Lâmiî", 1A, VII, 13. Diğer eserleri ve bunlardan bir kısmının kütüphanelerdeki nüshaları için bk. Belîğ, Güldeste, s. 178, 179; Bursalı, a.g.e., II, 493, 494; Karahan, a.g.m., s. 1214; ayrıca edebî bazı eserleri hakkmdaki değerlendirmeler için bk. Gibb, Otlaman Poetry, III, 1928.
bk. Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 363.
Mecdî, Şekâik Tercümesi, s. 519.
bk. Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 535.
Lâmiî, Nefehât Tercümesi, s. 470; Taşköprizâde, a.g.e., s. 437; Âşık Çelebi, Meşâirü'şşuarâ, vr. 268a; Hoca Sâdeddin, Tâcü'ttevârfh, II, 592; Hânı, Hadâik, s. 174.
Müstakimzâde, Tuhfei Hattatın, s. 186; a.mlf., Meşâyilmâmei İslâm, vr. 2b.
Taşköprizâde, eşŞekâik, s. 403.
Taşköprizâde, a.g.e., s. 409, 410; Bursalı, Osmanlt Müellifleri, I, 334.
Müstakimzâde, Meşâyilmâmei İslâm, vr. 4b; Bursalı, a.g.e., aynı yer.
Atâî, Zeyli Şekâik, s. 9.
bk. Âşık Çelebi, Meşâirü'şşuarâ, vr. 153a; Kınahzâde, Tezkire, 1, 458; Atâî, a.g.e., ş. 24.
Atâî, a.g.e., s. 75.
a.g.e., s. 8586.
Bursah, Osmanlı Müellifleri, III, 113.
Atâî, Zeyli Şekâik, s. 192; Müstakimzâde, Tııhfei Hattatin, s. 246; Bursah, a.g.e., III, 112.
Atâî, a.g.e., s. 194.
Ayvansarâyî, Hadîka, I, 280. '
Latîfî, Tezkire, s. 165; Âşık Çelebi, Meşâirü'şşuarâ, vr. 234ab; Kınahzâde, Tezkire, 1,408.
Atâî, Zeyli Şekâik, s. 372.
XVI. asrın meşhur tezkirecisi Latîfî, kendi devrinde İstanbul'un tasavvufî havasını özetle şöyle anlatmaktadır: "İstanbul'daki mescid ve zâviyelerin adedi sayılamayacak kadar çoktur. Her köşesinde yüce dergâhlar, latif zâviyeler ve her hankahda âbid ve zâhid dervişler, zikruliahla ismi zâta ve kelimetullah ile nefy ü isbâta devam etmekte, nefislerini tezkiye, kalplerini tasfiye edip, ruha ruhaniyet ve kalbe nuraniyet kazandırmaktadırlar (Latîfî, EvsSfı İstanbul [hazırlayan, Nermin SunerPekin), İstanbul 1977, s. 37).
Yediyıldız, Ordu Kazası, s. 97.
Bibliyografya Kısaltmaları
AO Archivum Ottomanicum.
BSOAS Bulletin of the SchooJ of
Oriental and African Studies.
BSVB Bilim ve Sanat Vakfı Bülteni.
DBÎA Dünden Bugüne İstanbul
Ansiklopedisi, IVIII, İstanbul 199395.
DEFM Dârulfünûn Edebiyat Fakültesi
Mecmuası.
DI Der İslam.
DİA Türkiye Diyanet Vakfı İslâm
Ansiklopedisi, İstanbul 1988
El2 The Encyclopaedia of
İslam, English New Edition, Leiden 1954 GAAD İstanbul Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi Güneydoğu Avrupa Araştırmaları Dergisi.
IOLR India Office Library and
Records, London.
IOS Israel Oriental Studies.
1A İslâm Ansiklopedisi, Milli
Eğitim Bakanlığı, IXIII, İstanbul 194088.
1AD ISAM İslâm Araştırmaları
Dergisi.
ÎED İstanbul Enstitüsü Dergisi.
İM İslâm Medeniyeti Mecmuası.
İS İlim ve Sanat.
ISAM Türkiye Diyanet Vakfı İslâm
Araştırmaları Merkezi.
IÜEFTD İstanbul Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi Tarih Dergisi. 1Ü1FM İstanbul Üniversitesi İktisat
Fakültesi Mecmuası.
JTS Journal ofTürkish Studies:
Türklük Bilgisi Araştırmaları KAM Kubbealtı Akademi Mecmuası.
MÜ1FD Marmara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Dergisi.
OA Osmanlı Araştırmaları The Journal of Ottoman Studies.
OTAM Ankara Üniversitesi Osmanlı
Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi Dergisi.
SI Studia Islamica.
ŞM Şarkiyat Mecmuası.
TAD Selçuk Üniversitesi Türkiyat
Araştırmaları Enstitüsü Türkiyat
Araştırmaları Dergisi.
TDA Türk Dünyası Araştırmaları.
TDAY Türk Dili Araştırmaları
Yıllığı.
TDED Edebiyat Fakültesi Türk Dili
ve Edebiyâtı Dergisi.
TM Türkiyat Mecmûası.
TSMOSA Topkapı Sarayı Müzesi Osmanlı
Saray Arşivi.
TTEM Türk Tarih Encümeni Mecmûası.
VD Vakıflar Dergisi.
VTTM Vana Türcica, Türkisch
Miszellen.
WZKM Wiener Zeitschrift für die
Kunde Des Morgenlandes.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar