Print Friendly and PDF

KİTÂB'ÜT-TAVÂSÎN / Hallac Mansur

Bunlarada Bakarsınız

 


Türkçesi: Yaşar Nuri ÖZTÜRK

 

I

SİRÂC TÂSİNİ

Gayb nurundan bir kandil O. Bir ışıdı ve eski yerine döndü. Bütün kandillere üstün geldi ve sultan oldu hepsine?

Aylar arasından tecellî eden bir ay. Bir ay ki, burcu sırlar feleğinde.

Hak Ona, «Ümmî» dedi : Bütün himmetleri topladığı

için. «Haremî»- dedi, Ona: Kendisine verdiği nimetlerin büyüklüğü yüzünden. Ve, «Mekkı» diye andı Onu : Huzurunda, dimdik durabildiği için?

Açtı da açtı göğsünü4. Alabildiğine yüceltti kadrini.

«Vacip» hale getirdi emrini5. Ortaya çıkardı bedrin?.

Yemâme bulutlan arasından fışkırdı nûru. Tihâme yönünden parladı güneşi.

Kandili aydınlık aldı ulviyyet ve soyluluğun kaynağından7. Verdiği haberler yalnız basiretinden. Sünneti olarak buyurduğu sîretinin hakikatinden,

Rabbin huzuruna yükseldi ve o huzura çağırıp götürdü.

iyice gördü de öyle haber verdi. Nazlandı nazlandı da kendi nazını kendi sınırladı,

Gerçek hüviyetiyle tanıyan olmadı onu. Sıddîk müstesna. Sıddîk Ona tam uydu da ondan sonra dostu oldu, kİ, aralarına başkası girmesin?

Onu tanımlamaya kalkan, vasfında cehle düşmekten başka şey yapmış değildir,

«Kendilerine kitap verdiklerimiz o peygamberi kendi oğulları gibi tanırlar.  Böyleyken, içlerinden bir zümre —bilip durdukları halde— hakikati gizlerler.»

Nübüvvet nûru, yalnız Onun nurundan çıkmıştır. Nurların aydınlığı bile Onun nûrundandır. Nurlar içinde Kıdem den daha parlağı, daha eskisi, daha belirlisi olamaz. Fakat O Kerem Sahibi'nin nûru müstesna.

Onun himmeti bütün himmetlerin önünde. Vücûdu yokluktan, adı Kalem’den önce. Zira bütün «Ümmetler» den evveldi O.

Bu sıfatların sahibinden daha merhametli, raûf, coşkun, arif, zarîf, lutufkâr ve daha insaflı hiçbir yerde bulunamaz. Ne ufuklarda, ne ufukların üstünde, ne de altında.

Varlıkların efendisidir O. O ki ismi Ahmed, vasfı Avhad, zâtı Evced, sıfatı Emced, emri Evked, himmeti Efred. Aah ne kadar ayan-beyan, ne kadar keskin görüşlü, ne kadar nurlu, ne kadar ulu, ne kadar basiretli!

O ölmez. O hep yaşar. Olduğu gibi durur hep. Hâdiselerden de önceydi O, «şeyhlerden de. Kâinatlardan önce meşhurdu O.

O hep varolacaktır. Renklerden önce anılıyordu, cevherlerden önce dillerdeydi. «Önce»den önceydi O; «Sonra» dan sonra da kalacaktır.

Cevheri safî, kelâmı nebevi, ilmi Alevî,  konuşması Arabî. Kabilesine gelince, ne şarkîdir O, ne garbim Cinsi ebevî, arkadaşı «Ümınî» dir, Rızık endişesiyle oyalanmaz. Yiyip içmek telâşından kurtarandır O...

Gözler yalnız Onun işâretiyle görür. Gönüllerdeki sırlar, saklılar Onun aracılığıyla bilinir. Onu konuşturan, Hak’tan başkası değil.

Deliller Onu tasdik eder. Zaten O hem delil hem medluldür? Hak Onu alabildiğine serbest bırakmıştır.

Dertler, ihtiyaçlar, ıstıraplar ve emellerle bağlı göğüsten İlâhî sadayı yükselten Odur. «Kadîm Kelam» ı getiren de Odur: Uydurulmayan, mahluk eli değmeyen kelâmı.

Odur Hakk’a tam varan: Hiç ayrılmadan. Akim kavradığı şeyleri aşan, haber getiren sondan, sonlardan ve sonun sonlarından.

Bulutları, sisleri kaldırıp Beyt-i Haram’ı gösterdi. O tamam, O ki imam: O yiğit, kahraman. Putların parçalanmasını Odur buyuran. Odur} yer yüzündeki varlıklar kadar yıldızlara 17 da peygamber olan.

Üstünde, tüllenen bulut; altında, parlayan şimşek: Bir şimşek ki çakar; yağdırır, her tarafı mahsûle boğar; meyvalandınr.

Bütün ilimler Onun denizinden bir damla bütün hikmetler .Onun nehrinden bir avuç. Ve zamanlar Onun zamanından bir saat,

Hak ancak Onunla mütecellî, hakîkat ancak Onunla ayakta. O, vuslatta evvel, nübüvvetde âhir. O, hakikatte bâtın, ma’rifetde zahir.

Ne bir âlim ilmine ulaşabildi, ne bir hakim kavrayışına.

Hak Onu mahluklara ısmarlamamış, fânilere teslim etmemiştir.  Zira O, ancak Odur. Nasıldır O?19 O, Odur işte!

Ne Muhammed'in «Mim»inden bir kimse çıktı, ne de

 Onun «Ha» sma bir giren oldu. Onun «Hâ» sı îkinci bir «‘Mim». «Dal» ise evvelini «Mim»i, Dal devamının, Mîm ma-hallinin, Hâ halinin remzi. Ve «Hal» i de ikinci bir Mim. 

Hak Onun sözlerini izhar etti; alemetlerini açıkça gösterdi. Yaylı bürhânmı, indirdi Fürkanını, serbest bıraktı lisânını, parıl  parıl etti cinânmı, âciz kodu akranını,   muhkem kıldı biinyâmm, yüceltti de yücelti şanını.

Onun meydanlarından kaçarsan nereye varır yolun? Başka delîl yok, yoktur başka delil! Dikkat et, ey alil! Ve feylosof hikmetleri, Onun hikmeti yanında, kum tümseği gibi zelil.

II

FEHM TÂSİNİ

Mahlukların kavrayışları hakîkatp yol bulmuş değil : Hakikatin yaradılmışla, yaradılışla alâkası yok. İç âlemimizden yükselen sesler, gerçi, hakikate yönelmiş tırmanışlardır; lâkin yaradılmışın ürpertileri hakikate götürmüyor.

Hakikat ilmine akıl erdirmek çok zor. Nerde kaldı hakikatin hakikati... Oysaki Hak, hakîat denenin de ötesinde. Ve Hak hakîkattan başka bir şey.

Pervane ışığın etrafında sabaha kadar uçar da bu hâli en tatlı sözlerle hikâye etmek için şekillere döner. Sonra nazlanıp övünür de vuslatda kemâle özenerek gururlanır.

Kandilin ışığı hakikatin ilmi; sıcaklığı hakikatin hakikati. Alevin içine dalmaksa hakikatin hakkı.

Ve pervane doymadı ışıkla, hararetle, attı kendini alevlere. Şekiller hâlâ beklemede: Haber verecek «nazar» yoluyla pervane.

Pervane uçtu, döndü, eritti kendini ve yok oldu ortalardan. Resimsiz, cisimsiz, isimsiz, ünvansız hâle geldi. Artık ne için dönecekti şekillere? Vuslattan sonra hangi «Hal» vardı ki done?.. «Nazar» a ulaşan kulak vermez «Haber» e. Ve «Manzûr»a kavuşan aldırmaz «nazar» a.

Tembel ve boşvermişe göre değil bu sırlar. Anlamaz bu mânâları fâni, cânî: Onlar ki emelleri sadece emânî...

Sanki ben, sanki ben... Ben sanki O’yum. Yahut O sanki Ben’dir. Benden çekinme eğer sen Ben’sen!

Ey zanlara esir olan, beni ben sanma! Ben, ben değilim. Ben, ben olmadım; ben olmayacağım.

Eğer ben yalnız deriyi biliyor, tanıyorsam ve benîm «Hâl» im buysa, bu hal temiz değil. Fakat eğer ben Oysam, işte o zaman temizim. Hâkin ben O değilim ki ...

Anladınsa anla! Anlayamazsın ki... Ahmed’den gayrısına açılmadı bu sırlar. Ahmed ki «Sekaleyn» den gizlendi. Görmedi gözü «eyn». Öyle ki önünde ne «reyn» kaldı, ne «meyn». Fekâne Kaabe Kavseyn.

Hakikat ilmi geçidi’ne varınca gönlünün derinliklerinden haberler saçtı. Hakikatin Hakk’ına erince de boş verdi murada. Ve iyice teslim oldu Cevâd’a, Hakk’a ulaşınca da kalmadı orada .Döndü geri   ve şöyle dedi:

«Sana secde etti gözbebeğim

Sana îman etti yüreğimi»

Gayelerin gayesine varmca söyle konuştu:

«Seni, Zatm’a lâyık bir övgüyle övmekten âcizim.» Ve hakikatin hakikatine vasıl olunca da «Sen, kendi Zatın’ı nasıl övmüşsen, öylesin.» diye boynunu büktü.

Heva ve hevesi kaldırıp attı da gayeye ulaştı. Ve gördüğünü kalbi yalana çıkarmadı.»’

Ve Sidre-i münteha... Bakmadı orada hakikatin hakikatine, sola; hakikate, sağa... «Onun gözü hedefini şaşmadı»6, sapmadı sola-sağa.

III

SAFÂ TÂSİN

Sonra çöle daldı ve orayı da yürüyüp geçti, geçidi aştı. Aşk ve sevgi ehli için dağlık ve düzlükten ne çıkar ki?.  «Mûsa belirtilen müddeti bitirince.

Hakikate yâr olunca eşi, dostu, çoluk çocuğu terketti. Halbuki ötekileri doyurmuştu haber, istememişlerdi nazar. Fark olsun diye aralarında; onlar ve Hayrülbeşer. Bu yüzden söyledi Mûsa: «Belki size getiririm ondan bir haber..»

Mühtedî haberle tatmin oluyor diye muktedî eserle nasıl doysun.

Ağaçtan, Tür canibinden! Hayır! O ne ağaçtan dinlemiştir, ne çölden, ne fezadan...

Ben, işte bu ağaca benzerim!7

Hakikat nedir? O da mahlûk. Mahluku bırak ki sen O olasın, O da «sen» olsun: Hakikat yönünden.

Ben vasfediciyim, Mevsûf da vasfedicidir. Vasfeden hakikati anlatır, Peki mevsuftan ne haber?

Hak Ona dedi: «Sen delile sevkedeceksin. Medlûle değil.» Ve Ben delilin deliliyim.

Hak, hakikat halinde bana dönüştü: Ahd, akd, vesika olarak. Şahit oldu «Sirr» ime; zamirime değil. Sirr’im şu! Hakikat ise şudur: Ayn ayrı şeyler.

Hak benimle konuştu, timimi kalbimden dilime söyledi. Beni kendisine yaklaştırdı. Uzaklığımdan sonra beni makbûlü ve seçilmişi kıldı?

IV DÂİRE TÂSÎNİ

Berrânî Dâire’ye ulaşamadı. İkincisi de ulaşır ulaşmaz ayrılıp geri döndü. Üçüncijsü ise hakikatin hakikati sahrasında kayboldu.

Vay başına Dâire’ye girenin. Bütün yollar kapalı.

Talip reddedilmiştir. Üstteki nokta onun himmeti, alttaki nokta aslına dönüşü ,orta nokta onun şaşkınlığı.

Kapısı yok Dâire’nin, Ve Dâire’nin ortasındaki nokta hakikatin ta kendisi.

Hakikatin manası, bir «şey.» Hakikatin manası, hayret.  Ve zâhir ve bâtın o «şey»den gizli değil, gizlenemez.

Hakikat, şekilleri kabul etmez.

Bu işaret ettiklerimi; kavramak istersen, «Dört kuş tutup onları kendine alıştır.,.»

 Zira Hak uçmaz.

Gayret Onu <Gaybet»ten sonra «Huzûr»a çıkardı. «Heybet» engelledi Onu ve «Hayret» hükmü altma aldı.

İşte hakikatin manaları...

Bundan daha incesi var: Vehmin «ahfa»sına âit fehmin kavranışı.

Bu, dâirenin yalnız önünden bakar, arkasından değil.

Hakikat ilminin bilgisine gelince o «Haremindir. Ve daire onun yasak bölgesi. Bu yüzden Son ResûTe Haremi denmiştir: Yasak alanı Ondan gayrı aşan olmadı. Ve dâirenin arkasına geçince «ah» dedi,

Ürpermişti.*. Evvâh idi O. Hakikat libasıyla dışarı çıktı da yaranılmışlar için, derinden bir «ah» çekti?

NOKTA TASINİ

Nokta bahsi dâire bahsinden ipçe. Noktadan konuşmak dâireden söz etmekten zor.

Nokta asıl: Artmaz, eksilmez, yok olmaz, 

Münkir «berrânî» dairesindedir. Gömmeyince beni, inkar eder «hal »imi. Ve zındık diye adlandırır beni; yalnız kötülükle anar ismimi.

Şanımı görünce feryad eder. Yasak dairenin kapısı 'ki ötenin ötesidir, o da feryad eder,-

İkinci dâiredeki de beni Rabbani âlim sanır. Üçüncü Aâîreye ulaşana gelince, ona göre ben kuruntular, hayaller içindeyim.

Hakikat dairesine varan unuttu beni ve kayboldu gözümden. «Hayır, hayır! Sığmak yok! O gün varılıp durulacak yer, sadece Rabbinin huzuru... O gün insan Önden  gönderdiklerinden de haberdar edilecek, arkaya bıraktıklarından da. Zaten insan kendi benliğine yönelmiş keskin bir bakış, bir görüş, bir seziştir.

Koşar habere, seğirtir sipere. Kıvılcımlardan korktu da gizlendi. Aldandı ve kendi kendini tehlikeye soktu.

Sûfiyye kuşlarından birini gördiim; iki kanatlı. İnkar etti şanımı uçup durdukça. Ve hemen «Safa»dan sordu bana. «Kes» dedim, «kanadını «fenâ» makasıyla, takılma peşime yoksa!»

Dedi: Bir kanatla mı uçayım? Kanadımla dost iline koşmaktayım.4 Dedim: Ah, yazık sana! «Onun benzeri gibisi bile yoktur. O, en iyi işiten, en iyi görendir. Ve birden fehm denizine düştü ve boğuldu.

İşte fehmin sureti:

Düşünceler dâiresinde ilk nokta fehm'dir. Bu nokta» lardan yalnız bir tanesi hak; ötekilerin hepsi bâtıl.®

Görünce Kabbimi gönül gözüyle

Sordum: Kimsin ey Sen? Dedi: Şenim Ben.

Bulaşmamışsın hiç «nerde» sözüyle;

«Nerde» yle ilgili olmamışsın Sen! Kuruntuya nasip gelmemiş Hak'dan Ki bilsin nerdedir zatın ey Mevlâ! Bütün «nerdeler» i Şensin kuşatan; Sen nerdesin? «Nerdesiz» ce uzakta. Eriyip tükendi benimle fena Yok oldum da ancak ulaştım Sana!

Kalbi üzre sabahladı. Yaklaştı yücelerek ve geri geldi ululukla... Yaklaştı isteyerek, sarktı çoşarak, sevinerek?

Kalbinden yüz çevirdi, Rabb’ine yaklaştı iyice. Nasıl bir huzura varıştı o, bilinmez! Nasıl bir bakıştı o, bilinmez! Hayretler içindeydi; gördü. Gördü, hayretlerle doldu.

Müşahede etti ve müşahede edildi? Vasıl oldu ve in- fisal etti. Yanı murad’a erdi ve füaddan ayrıldı.

«Kalbi, görmüş olduğu şeyleri yalanlamadı.»      

Hak gizledi Onu ve yaklaştırdı kendine. Başbuğ kıldı Onu ve istifa etti. Suya kandırdı, doyurdu Onu. Süzdü, süzdü de biricik kıldı Onu. Seslendi Ona, çağırdı Onu, yordu, sıktı da terütaze yaptı Onu. Korudu iyice ve binek edindi Onu.

Onun dışındakilere sırt çevirince, Onunla yüzyüze geldi. Ve tam isabet etti. Çağrıldı, karşılık verdi. Gördü göreceğini de ayrıldı. İçti içeceğini de eksikliklerden sıyrıldı, iyice yaklaştı da heybetten titredi.

Bütün mâsivadan yüz çevirdi... Şehirler, dostlar, sırlar, bakışlar, gözler, hâtıralar, eserler ve izler...

«Arkadaşınız o Peygamber hiç sapmadı.

Deliller, işaretler ardından gitmedi. Ve oyalanmadı... Sıkıntı çekip kıvranmadı da. «Nerde» ile uğraşmadı gözü, «ne zaman» ile ilgilenmedi: O, neyse oydu.

«Dostunuz o Peygamber hiç şaşmadı, şaşırmadı.»  

Misafir ağırlayışımızdan şaşırıp kalmadı. Karşılayışımızdan şımarmadı.

«iyi tanıdığımız O Nebî hiç şaşmadı.»

Şaşırmadı dostunuz: Zikir bahçelerinde bizi seyrederken, fikir meydanlarında dolaşıp gezerken.

Hayır, hayır!

O, her nefeste, her anda Hakk'ı zâkir,   O, nimetlerle ıstırapların hepsi için şâkir.

«O, gönderilen bir vahyden gayrisi değildi?

Nurdan nûra indirildi?7

Altüst etti kelâmı  Uzaklaştı bütün vehimlerden. Canlı cansız bütün varlıklardan kaldır ayaklarını. Uzaklaştır ondan nazmı, nizamı?9

Aşktan mest olanlarla birlikte, sen de dîvane ol! Özü kavra, sırra er. Ki, dağlar, tepeler arasında uçabilesin: Kavrayış dağlarında, selâm 0 tepelerinde. O zaman görmen gerekeni görür, Mescid-i Haram’dan uzanan Siyam21 kılıcı haline gelirsin.

Sonra yaklaştı. Sanki bir manaya yaklaşıyordu. Derken kendi kendini engelledi; başaramıyor gibiydi. Oysaki başaramıyor değildi.

Ve Telızîb makamından te'dîb makamına, te’dîb makamından da takrîb makamına yükseldi.

İsteyerek yaklaştı, kaçar gibi sarktı. Yakararak yaklaştı, çağırarak döndü. Davete uyarak gitti, kabul edilmiş olarak geldi, İyice görsün diye yaklaştı, seyrede ede döndü.

«Yayın iki kaşının arası kadar, hattâ daha fazla yaklaştı.. ,»

Arasında okuyla nerdeyi fırlattı.. Kavseyn sırrını gerçekleştirdi. Nerdeyi düzeltsin ve göz galip gelsin diye Onu gözün gözüne yaklaştırdı.

İkinci, kavse varmayanın bizim sözümüzü anlayacağını sanmam. İkinci kavs levh’ın altında... İkinci kavs’in Arap harfleri dışında, kendine özgü harfleri vardır. Fakat oöu birtek harf ifade edebilir: Mim harfi?4 Mîm, yâni öteki ad.

Ve Mîm, evvelki kavsin kirişidir?1

Gizlileri açığa çıkaran, karanlıkları aydınlatandan...

Kelâmdaki san’at, yaklaşmanın manasında. Mana ise Hakk’ın hakikati için didinir, halkın tarîkati için değil.

Yaklaşma, zapt dâiresi demektir.

Hakikat, incelerin en incesinde hakikatlerin hakkıdır, O, özleyenin özünü nitelendirmek için yarışanların şuhûdundan doğar:

Istırabı dipdiri tutarak, incelikleri açıklıyarak, Kurtuluş sözüyle, Erenin yolundan,

Erler yolundan, erler gibi.

Ö, bol bitkiler, yeşillikler fışkırtan, o tükenmez, durmaz sular akıtan  Nebî’nin izlediği yolu tanıyabilmek içim yaklaşmanın bîr mânasını daha kavramak lâzım; alabil* (ligine geniş teşhir meydanı...

Allah’ın Salat ve Selâmı üzerine olan o Yesrib Fatihi... Onun şanı şanların en yücesidir. Yaratıcı tarafından korunmuş, gözetlenmişim O, Allah tarafından «korunan, beklenen, satır satır yazılmış Kitap» ta  övülmüştür.

«Mantıku't Tayr»’dan  «Kaabe Kavse yn»e yükseltmişi zdir Onu. Arasında okuyla nercteyi fırlatmıştır O.

Anla anladınsa, ey coşkun, ey cezbeli.

Mevlâ, yalnız ehil olana hitabetmiştir. Ehil olanların da ehli var. Onun da ehli, onun da ehli var. Tam ehil? olanın ne üstadı vardır ne tilmizi; ne seçmeyi bilir o, ne- temyizi. Sözü süslemek gerekmez onun için!. Uyarılmak: istemez o. Ne şummladır o, ne de bundan. Anlıyacağın fîhi m&fîh. O bizzat fihtir fîh. Yoktur onun içinde fîh.

Çol içinde çöl, âyet içinde âyetdir o.

Bütün oluşlar ,geliş gidişler onun manası; bütün manalar onun arzu ve emelleri. Hedefi çok uzak onun, yolu çok sarp ve zahmetli.  ismi Mecid onun, resmi ferîd...

Onu bilmek, aslında onu bilememektir. Onu bilememekse bizzat onun hakikati... Kıymeti vesikasıdır onun; ismi tarîkati; nişanı alevlenen ateşi...

Bağlılarına fazla düşkünlük, sevdiklerine alabildiğine şefkat, tuttuğu işde sonsuz sebat... Bunlar sıfatıdır O- nun. Sırlan keşfetmek, İlâhî vahy ve şeriat vasfıdır Onun.

Güneşler meydanı,

Ruhlar sarayı,

Üns canlılığı,

Silip yok etmek meşgalesi 

Değiştirip terbiye etmek, eskinin izini silmek şahsiyeti,

Arûs bahçesi,

Yıkıp yok etmesi aslında yapıp var etmesidir Onun.

Dayandığı esaslar ilticagâhım,

İnancının esaslan sığınağım,

Arzusu gayem,

Yardımları barınağım,

Hüzünleri ıstırabım, kederim.

Etrafı sessiz, kuru, ölgün,

Ondan sonra ard arda gelenler bulanık, sönük

Onun sözü, işin esasıdır.

Hepsi bu kadar. Yeter buncası.

Onun dışında kalan sadece gazap,

Ve başarıya erdiren yalnız Allah!

VI

EZEL ve İLTİBAS TÂSÎNİ

Ahmed ile îblis'ten başka hiç kimseye iddiacı olmak yaratmamıştır. Şu var ki; îblis’in gözden düşmesine mukabil Ahmed için gözün gözü açıldı.

İblîs’e: «secde et!» dendi, Ahmed’e: «Bak!» O secde etmedi, Ahmed de sağa-sola bakmadı.

«Gözü ne şaştı, ne de haddi aştı.»

iblis önce niyazetmiş, Hakk’m yoluna çağırmıştı. Lâkin sonunda kendi kuvvetine sığındı. Ahmed ise önce iddia etmişti, fakat neticede kendi gücüne bel bağlamaktan vazgeçti. 

Ahmed şöyle diyordu:

«Ancak Senin yardımınla hareket eder ve yalnız senin yardımınla yükselirim.

«Ey kalpleri çekip çeviren!»

«Seni yeterince övemem ki ben!»

Gök sakinleri içinde İblis gibi muvahhid yoktu. Fakat gözden düştü. Seyr-ü Sülûkünde nazardan uzaklaştırıldı.

Ma'bûd’a tecrîd üzre ibadet etmişti.

Ve tefrîde varınca lanetlendi. Ve daha fazlasını isteyince de huzurdan kovulup uzaklaştırıldı?

Hak ona: «Secde et!» demişti «Senden gaynya secde etmem!» diye karşılık verdi.

Hak dedi: «O halde lanetim üzerine dökülecek.» «Senden başkasına secde etmem!» diye tekrarladı.

ŞİİR

İnkârlarım Seni takdis

Aklım, Önünde tehvîs

Senden ayn bir şey mi ki Âdem ?

Orta yerde kimmiş îblîs?7

Senden başkasına yok benim yolum Seni seven boynu bükük bîr kulum.

Hak sordu: «Kibirlendin mi?» Cevap verdi: «Seninle sadece bir lahzalık beraberliğim bulunsaydı, o halde bile kibirlenmek ve cebbarlık bana pek âla yakışırdı. Halbuki ben, seni ezelden beri tanıyan biriyim!

. «Ondan üstünüm bent

Hizmetim ondan kıdemli,'

Şu âlemlerde seni benden iyi tanıyan var mı ki?

Benim sende muradım, senin de bende muradın var.

Ve senin beni isteyişin daha eski.

Ya senden başkasına secde etseydim?..

Secde etmeyince, aslıma dönmem gerekti. Çünki sen beni ateşten yaratmışsın. Bu bir gerçek. Ve ateş ateşe dönecek, Netice olarak, takdir edip seçme senin elinde,

ŞİİR

Ne kaldı kopacak, ne var korkacak?

Nasıl olsa uzak düşmüşüm sana.

Anladım, bir bana, yakınla uzak, Sevgiyle ayrılık olur mu yoldaş. Ayrıldım; ayrılık oldu arkadaş Ey tevfîki veren, Sana hamd, sena Seçkin bir kul eğilmez başkasına.

İblis’le Hz. Mûsa Tur Dağının yamacında karşılaştılar. Musa sordu: «Ey îblis,secde etmekten seni alıkoyan neydi?* îblis cevap verdi: «Tek ma’bud davası. Eğer Âdeme secde etseydim, senin gibi olurdum. Biliyorsun, sana bir kerecik «bak şu dağa»  dendi de hemen bakıverdin. Oysaki bana bin kere secde etmekliğim emredildiği halde, mancama olan sımsıkı bağlılığım yüzünden secde etmedim.

Mûsa dedi: «Fakat emre karşı gelmiş oldun!* Cevap verdi: «Fakat o bîr imtihandı, emir değil!

Mûsa dedi:

«Ne olursa olsun; sûretini tebdil ettiğinde şüphe yok!» şöyle cevap verdi İblis:

«O, bu diye ayırım yapmak gerçeği çamurlamaktır. u Değişip duran şeye bel bağlanmaz, güvenilmez. - Çünkü o her an başka bir şey olmaktadır. Halbuki ma’rifet sapasağlam ve hep aynıdır; ilk anda ne idiyse şimdi de odur; değişmez »bozulmaz. Şahıslara gelince, onlar hep değişir, bozulurlar.

Mûsa sordu: «Onu hâla hatırlar, anar mısın?» Şöyle cevap verdi İblis:

«Ey Mûsa, oluşturduğu hâdiseyle birlikte yaratılan düşünce hatırlanmaz, hatırlanamaz. Aynı anda hem ben anılıyorum, hem O.»

«Zikri zikrim, zikrim zikri, aynıyız

Birbirini anan beraberleriz.»

«Hizmetim şimdi daha an, vaktim daha bol  zikrim daha parlak. Çünkü eskiden Ona kendi zevkim için hizmet etmekteydim, şimdiyse Onun arzusu uğruna didiniyorum.»

Biz, engelleme, savunma, zarar ve kâr... arzusundan müstağniyiz.

Biricik yaptı beni, vecde getirdi. Hayrete düşürdü beni ve kovdu: Ki kanrışmıyayım ihlaslılarla.

Ağyardan uzak tuttu beni gayretim yüzünden, değiştirip yeniledi beni hayretim yüzünden. Hayretlere attı beni gurbetim yüzünden. Mahrem tuttu beni sohbetim yüzünden. Çirkinleştirdi beni midhatim yüzünden. Dokunulmaz kıldı beni hicretim yüzünden.

Mükâşefem yüzünden küstü bana. Vuslatım yüzünden mükâşefe lütfetti bana.

Ayrılığım yüzünden vasletti beni. Arzu ve emellerimin güçlülüğüyle çetinliği yüzünden fasletti beni.

Onun hakikati üzerine yemin olsun ki, ne tedbirde hata ettim, ne de takdiri reddettim. Tasviri değiştirmeye kalkışmış da değilim. Fakat bu oluşlarda benim kudretimin de tesiri vardır.

Bana ebedler boyu ateşiyle azab etse de Ondan gayrısına eğilmem. Ne bir kişi önünde secde ederim, ne de bir cesed huzurunda diz çökerim! Ne oğul tanırım ne zad, dâvam sâdıklar dâvasıdır.

Sevgi konusunda, gerçek bağlılardanım ben!

AzâziVin ahvali hakkında çok söz söylenmiştir. İşte bin: «O hem göklerde hem yerde dâî idi.12 Gökte meleklere dâîlik yapmaktaydı; onlara iyilikleri .güzellikleri gösteriyordu. Ve yerde insanların dâîsidir; fakat onlara çir- kinlikleri, kötülükleri gösteriyor.

Şeyler kendi zıdlanyla bilinirler. Zarif ipek kumaşlar simsiyah kıllar arasında dokunur.

Melek güzellikleri gösterir ve güzel şeyleri teklif eder. Ve işaretlerle yol göstererek: «İyi olanı yaparsan mükâfatlanırsın» der.

Çirkini tanımayan, güzeli hiç tanıyamaz!

İblis ve Firavunla fütüvvet konusunda tartıştım: İblis şöyle dedi: «Secde etseydim eğer, fütüvvet benden uzaklaşırdı.» Firavun dedi: «Ben de Onun resulüne inan- saydım fütüvvet makamından düşerdim.»

Dedim ki «Sözümden ve davamdan dönseydim, fütüvvet yaygısından dışarı atılırdım.»

İblis, kendisinden başkasını gayr görmeyince «ben ondan üstünüm» dedi.

Ve Firavun, kavmi içindeki hakla batılı ayıracak olanı tanımayınca «Sizin için benden başka herhangi bir ilâh tanımıyorum,» dedi18

Ben dedim ki; «Eğer Onu tanımıyorsanız eserlerini

tanıyın. İşte o eser benim. Ben hakkım. Ve ben Hak'la hak olarak ebediyyen devam edeceğim.

Dostum ve üstadım, tblis’le Fıravun’dur.

İblis ateşle tehdîd edildiği halde dâvasından dönmedi. Firavun da öyle: Denizde boğuldu da yine iddiasından dönmedi.1* Ve asla vasıta kabul etmedi.

Ve ben... öldürülsem ,asılsamt eüm - ayağım doğrunsa yine dönmem sözümden!

tblis’in adı Onun adından1’ türemişti. Sonradan Azâzîl seklinde değiştirildi.

Azâzil kelimesindeki «ayn» îblis'in gayesinin ululuğuna,«zâ» himmetindeki değerin artışının fazlalığına, <E- lif» ülfetinin büyüklüğüne, ikinci «zâ> makamı için gösterdiği zühde, «yâ» kendi ululuk ve yüksekliğine sığınmasına, «lâm» ıstırap ve imtihanındaki mücadelesine işarettir.19

Hak sordu: «Secde etmiyor musun ey mehîn?» Cevap verdi: «Ben aşıkım, aşık her zaman mehîn! Bak sen de diyorsun mehîn. Halbuki şöyle okudum Kitab-ı Mübîn’- de: «Benim aleyhime İş yapılamaz, ey zül kuvveti'il metin!

Sen beni ateşten yaratmışken nasıl eğilirdim Ona?! O ki yaratıldığı şey tîn.,. Uyuşmayan iki zıd ateşle tîn.   *

Ve hizmetde ondan eskiyim,

Kıymetde ondan ulviyim, İlimce daha bilgiliyim, ömrü uzun olan da benim.»

Hak Ona şöyle dedi: «Seçme yetkisi bende, sende de» ğil!» Cevap verdi: «Seçmelerin, takdir etmelerin hepsi ae- nin, benim seçmem de senin. Evet benim için de sen seç- tin ey Bedt! Ona secde etmemi engellemekle oldun Menî’.

Sözlerimde hata ettimse uzaklaştırma beni Senden. Çünkü Şensin Semi. Meşeydin Ona secde etmemi, şüphesiz, olurdum muti.

Arifler içinde seni bencileyin iyi bilen birini tanımıyorum.»

Bincik kulunum benî kınama, Lutuflandır; sakın darılma bana. Söz var aramızda ve sözün haktır; Zuhurum en güçlü zuhur ey Seyyid! Kitap isteyene bu bir hitaptır Okuyun ve bilin: Ben yalnız şehîd!

Ey dostum! OnaAzâzîl denmiştir. Çünkü o azledildi. Daha doğrusu o kendi saltanatı içinde azledilen biriydi. Başlangıcından sonuna varamadı; çünkü nihayetinden çıkamadı mülk ve saltanatının.

Onun zuhuru, fesad ve fitnesinin şaşmazlığında ters dönmüş,  heyecanının ve yanarcasına kızgınlığının ateşiyle şûlelenmiştir.

Onun sert ve katı toprağı, kısırlaştırıcı ve ayıklayıp soyucudur.

Onun gafil yakaladığı elden gitmiş, Onun eline düşenin işi bitmiştir.

Onun «şcrâhim» j. süreklit Onun körlük ve gizlilikleri “fathemî”dir?9

Ey dostum! Eğer gerektiği gibi anladmsa meseleyi bütün gücünle düşünür, iyice kavrar ıstıraba döner, kuruntuları ortadan kaldırırsın.

Tevhîd yolunun fasihleri Onun kapısında dilsiz düştüler; arifler öğrendiklerinden ve öğrettiklerinden utandılar. Onlar içinde secdeyi en iyi bilen yalnız oydu.

Varlıkların Vücûd-i Hakîki’ye en çok yaklaşanı, en çok gayret göstereni o, ahdine en vefalısı, Mâbud’a en yakın olanı oydu.

Melekler Âdem’e secde ettiler: Müsâde üzerine. Ve İblis secde etmemekde direndi: Uzun bir zaman geçirmişti müşahede üzerine...  

Derken işleri karmakarışık hale geldi. Kötü zanlara kapılmıştı. «Ben Ondan üstünüm» diye tutturdu.

Örtüler arkasında kaldı; toprakta kıvranıp durdu» Azap gerekli olmuştu artık?

 Ebedler boyu azap...

VII

MEŞİET TÂSÎNİ

İşte bu tâsînin sûreti:

Birinci dâire Onun meşîeti, İkincisi Onun hikmeti, ücüncüsü Onun kudret ve dördüncüsü Onun malûmatı ve ezeliyyeti.

İblis dedi: «Birinci dâireye girsem İkincisiyle, ikinci- ye girsem iiçüncüyle, üçüncüyle yetinsem dördüncüyle imtihan edilecektim.

Hayır, hayır, hayır, hayır diye tutturdum ve birincide kaldım. Sonra İkinciye kovuldum; daha sonra üçüncü- ye atıldım. Dördüncüyle işim bakalım ne olur!

Secdenin beni kurtaracağını bilseydim secde edecek- tim, elbette. Fakat baktım ki bu dâirenin arkası, dâirelerle dolu.

Kendi kendime «Bırak» dedim, «bu dâireden kurtuldum diyelim, ötekilerden nasıl kurtulacağım: İkinciden, üçüncüden, dördüncüden..

Beşinci «Elif» e gelince O, bizzat Hayy!

VIII-

TEVHİD TÂSİNİ

Hak hem Vâhid, hem Ah ad, hem Vâhid, hem Muvah- had...

Vâhid ve tevhîd Onda ve Ondan: «Fi» ve «An»...

Ayrılığın ayrılığı Ondandır. Bu mânâda bir şekil var dönüp duran:

Tevhîd ilmi, tek ve mücerreddir!

Tevhidin sureti de şudur:

Tevhîd muvahhidin sıfatıdır, muvahhedin değil!

Ben: «Ene» deyince O da: «Ene» der* Fakat bunlar Onun için değil; yalnız senin için mana ifade eder!

Dersem ki, «tevhidin son dönüşü muvahhededir,» (mahlukların tevhidini ortaya koymuş olurum.

Tevhîdden tevhidedir desem, tevhide nasıl dönüyor?

«Bu rücû muvahhidden muvahhadedir» desem Onu ölçü ve sınıra nisbet etmiş olurum.

IX ESRÂR TÂSİNÎ

Tevhîddeki sırların t âsîni işte şöyledir:

Sırlar Ondan yardım ister, Ona sığınırlar. Ve sırlar Ona yönelir, Ona çağırırlar.

Tevhidin özü Onun sırlan, cilveleri...

Ve ben de gizlenmiş haldeyim. Hattâ ben gizlinin gizlisi, saklının özüyüm.

Onun «Hâ»sı Onun «Hâ»sıdır?

Dersen «vah!», derler «âh!»

Renkler, türler, fâniye yapılan işaretler hiçbir bakış ve göriiş kazandırmaz.

«Sanki onlar, birbirine perçinlenmiş davarlar.,,»

Bütün söylenenler sınırdır. Sınırın, Onun ahadiyyeti noktasından istisnası olacak değil ya!   

Sınırın vasıflan mOvsufta son bulur. Muvahhed ise sınırlanmaz.

Hak sandığımız Hakk’m kendisi değil, sadece zuhûr ettiği âlem...

O «tevhîd» diye bir şey demedi. Bu konudaki sözler ve hakikat mahluklara bile uygun düşmezken bizzat Hakk’a nasıl yakışır?!*

Tevhîd Ondan peyda oldu    desem, Zât-ı Hakk'ı çiftlemiş olurum.

Zuhûr edince gizlendi. O ki «nere» ile ilgisi yoktur. «Biz», «şu»... Bunlar Onu çemberlerine alamazlar. Çünkü yaratıkları en son Ona dönerler3 ve «nerde» de Onun yaratığıdır.

Cisimden ayrılmayan şey, cisimden başka, ruhtan ayrılmayan şey de ruhtan başka olmaz: O, olsa olsa rûhanî bir öz olur.

Tekrar öze dönelim ve onu başkasına sığınmaktan, yiyip içmekten, vasıflanmaktan, ihtiyaç duymaktan, yükümlülükten tenzîh edelim.

îlk dâire işlerdir (met ulat) ikinci dâire ise iki âlem dairelerinin izleri, eserleri (Mersûmat)dir.

Nokta tevhide işaret eder, fakat tevhîd değildir. Yoksa nasıl ayrı olurdu dâireden?...

TENZİH TASINI

Tenzîhinki misal dâiresidir ve şu onun şeklidir:

Bütün bunlar milletlerin, yok olup gitmişlerin suyun yüzünde kalamayıp dibe inmişlerin, yolların, görüşlerin de-dikodularından. parçalar...

Dâirenin ilki Onun zahiridir, İkincisi Onun bâtını ve üçüncüsü Onun işaretidir.

Bütün bunlar yaratılan, başkası eliyle yapılan, çevresinde dönülüp durulan, dövüle dovüle genişlemiş, sohbetlere konu olmuş, gurura vesile yapılmış, zor, çetin, şaşırtıcı şeyler...

Gizlilerin en gizlisinde dolaşan, atlayıp sıçrayan aldatan, hayretlere düşüren, ezip parçalayan, bozgun çıkaran, korkutup kaçıran, halden hale, şekilden şekle giren...

«Hakikî tevhîd gerçekleşmiştir» dersem, «Şüphesiz öyledir» derler.

«Onun zamanla alâkası yoktur» dersem, «tevhidin

mânâsı teşbihtir» derler. Halbuki teşbih Hakk’m niteliklerine uymaz.

Ve tevhidi Hakk’a nisbet etmezler ; halka da nisbet etmezler.

Çünkü saymak sınırlamaktır.

Tevhîdde fazlalık ortaya çıkarırsan, hâdis olur. Ve hadis Hakk’ın sıfatı, değildir, Hakkın sıfatlarında hâdia yoktur.

Zât vâhiddir,

Hak ve bâtıl Zât’ın aynından zuhur etmemiştir,2

«Tevhîd, Kelâmadır» diyeyim! Ve Kelâm Zât’ın sıfatıdır.

«Vâhid olmak irade etti» diyeyim! İrade de Zât’ın sıfatıdır. Arzu ve emeller ise mahluk...

Şöyle diyeyim : «Allah Zât’ın tevhidi olur! Fakat o zaman Zât tevhîd olur.

«O, zât değildir» dersem, bu takdirde Onu mahluk saymış olurum.

«îsîm ve müscmma tektir» dersem, tevhidin mânâsı ne olur?

Şöyle dersem nasıl olur : Allah, Allah'tır; Allah, bizzat kendisidir?

Hiive, Hüve : O, Odur!

Şu tâsînin yeri ve işi illetleri silip süpürmektir. Ve bu dâireler, bu «lâmelif»lerie4 birlikte Onun suretidir.

îlk dâire ezeldir. İkincisi mefhûm at, üçüncüsü yön, dördüncüsü malumat...

Zât sıfatın gayrı değil!

Önceki, ilim kapısından gelir: Görmez.

İkincisi safa kaplamdan gelir: Görmez.

Üçüncüsü fehm kapısından gelir: Görmez.

Dördüncü mânâ kapısından gelir: O da görmez.

Bu iş ne «Zâ» ile olur, ne «Şâ» ile; ne «Kâ» ile olur, ne de «Mâ» ile..."

Ululuk ve kudret Allah’a mahsustur! O Allah ki kendine özgü kudsiyyetiyle hem marifet ehlinin görüşlerinden münezzehtir, hem mükâşefe ehlinin idraklerinden?

Burası Nefy (Şeytan) ve İspat (Muhammed) tâsînter rînin* yeridir. Ve işte onun şekli.

İlk nakış kalabalığın fikridir, İkinci nakış seçkinlerin düşünceleri... Ortadaki, Hakkın ilmi Dâiresi, bütün bunların dayanağıdır.

Kuşatan dâirenin içindeki «Lâmelif^ler her yönden olumsuzluk, yasak demektir.

O iki (Hâ) taşıyıcıdırlar.

Yabancıların çevrelerinden sonra tevhîd kaldı ki bütün «hadislerdin ötesindedir.

Avamın fikri vehimler denizinde kaybolur, havasın fikri fehimler (kavrayışlar) denizinde/ O iki deniz-de kurur ve yol bozulup mahvolur. O iki fikir söner, o iki taşıyıcı perişan olur. O iki âlem son bulur. Deliller permeperi- şan, marifet pecmürde olur.

İki âlemin noksanlıklarından arınmış olarak, mukaddes uluhiyetden yalnız Onun Rahman’ı kalır,10

Tenzih ederim O yaratıcıyı ki her türlü illetden arın- iniştir, Burhanı kuvvetlidir. Saltanatı güçlü ve ölümsüz. O, celâlin, büyüklük ve cömertliğin sahibidir.

Sayılmaksızın tektir O. Sınır ve sayıyla ilişkili «bir» değildir O. Başlangıç ve son Ona ilişemez.

Kâinatı yaratan O’dur ve Onu ancak O tanır. Celâl ve ikram sahibi O, ruhları ve bedenleri yaratan O’dur!

XI MA'RİFET BAHÇESİ

İkrar inkârın içinde gizlenmiş , inkâr ikrarın içinde : Bilmek, bilmemenin; bilmemek bilmenin çenberinde.

Bilmemek arifin sıfatı, süsü; cebi şekli, sureti. Ma’rifetin sûre tine gelince o idraklerden gizlenmiş, kavrayışlardan yüz çevirmiştir.

Nasıl bilir Onu arif, «nasıla yok; nerde yakalar Onu, «merde» yok!

Nasıl ulaşır Ona, «Vasi» yok; nasıl ayrılır Ondan «fasl» yok.

Sınırlarla çevrili, sayılarla ilişkili, kuvveti fânî, nzık aramaya mahkum varlık için ma’rifet asla uygun değil!

Ma’rifet ötelerin ötelerinde, mesafelerin, sınırların ötesinde, arzu ve gayelerin, sırların, haberlerin, idrâklerin ötesindedir... Bütün bu saydıklarım «şey» dir; yoktular, sonradan varedildiler.

Ve başlangıçta yokken sonradan varedilen ancak mekan içinde mevcut olabilir. Fakat yönlerden, illetlerden, âletlerden önce var olan ve varlığı hep devam edeni nasıl kucaklayabilir yönler, nasıl yakalayabilir «son» lar?..

Biri «Kendimi kaybederek Onu buldum» derse, ben de «Kaybolan, hep var olanı nasıl bulur?» diye sorarım?

«Kendi varlığımla buldum Onu» derse, «iki tane Kadîm olamaz» derim.

«Cehle düşünce buldum Onu» diyene sözüm şudur: «Cebi perdedir; ma'rifet ise perdelerin ötesinde.»

Derse : «Onu isimle bildim!» «isim müsemmâdan ayrılamaz; çünkü o mahluk değil ki» derim.

«Onu, Onunla bildim» diyen İki ma’buda işaret etmiş olur.

Onu, sanatıyla tamdım diyen sanatkârı bulamayıp onun sanatıyla yetinmiş demektir.

Onu, tanımaktan âciz oluşumla bildim diyene şunu söylerim: «Âciz uzağa düşmüştür ve alâkasını kesen nasıl idrak eder Onu?»

«Beni bildiği gibi bildim Onu» diyen, ilme işaret etmiş olur. Ve ilim, nihayet maluma döner ve malum Zât’dan ayrıdır. Zât'dan ayrı düşen Zât'ı tanıyamaz.

«Kendi nefsini nasıl tanımlıyorsa öyle bildim Onu» diyen, haberle yetinmiştir, izi görmeden.

«Onu kendi smınmı dikkate alarak tanıdım diyen» bilsin ki Ma’ruf tek şeydir; parçalanmaz, bölünmez!

Birisi «Ma'rufu ancak kendisi tanımıştır»  derse işte O şunu açıkça kabullenmiş olur : Ârif Ondan ayrı, Ondan uzakta ve O olmaya zorlanıyor. Çünkü Ma’rûf ezelden beri kendi kendini bilmeye devam etmektedir.

Çok hayret ediyorum : Bedenindeki bir kılın siyah veya beyaz bitişinin nasıl olduğunu bilemeyen, varlığı yaratıp yöneteni nasıl bilebilir?

O ki bilmez nükteleri, gerçekleri, tasarrufları illetleri... O ki bilemez Önceyi, sonrayı, mufassalı, mücmeli... Mümkün olmaz onun için bilmek Lemyezel’L..

Teşbih ederim o Kudreti: Ki örtüyor onları isim, resim, unvanla... Perde yapıyor «hal»i; sözü, cemâli, kemâli ; saklıyor Lemyezel ve Lâyezâl’i.

Kalp insanın göğsünde bir et parçası; barınamaz orda ma’rıfet. Çünkü ma’rifet rabbânî...

Kavrayışın ilgisi var genişlik, uzunlukla; ibadet ilişkili sünnetlerle, farzla; bütün kalabalık gökle yer arasında...

Ma’rifetin ilgisi yok genişlik, uzunlukla; oturmaz yerde, semada; yerleşmez sünnetlerle farz gibi zahirlerde bâtınlarda...

. «Onu, hakikat aracılığıyla tanıdım» diyen kendi varlığını ma’ruf*un varlığından yüce sanmış olur. Çünkü bir şeyi hakikat üzere bilen, onu bildiği anda, o bildiği şeyden daha kuvvetli olmuştur.

Ey. sen! Kâinatda atomdan basit bir şey yoktur. Sen -onu bile anlıyamamışsm, öğrenememişsin. Peki, atomu bile tanıyamayan ondan çok daha girift bir varlığın sahibini nasıl tanır, araştırarak?..

Evet, arif görendir; fakat ma'rifet görünenden sonra gelendir!

Ma’rifet <Nass» yönünden belirlenmiştir.

Parçalanmış «Ayn»    dâiresine benzer özel bir şey var-dır onda...

O, darmadağın, o altı üstüne gelmiş, o perdelenmiş ve önüne sed çekilmiş olan yönünden,..

O zâtî ilim yönünden,..

«Ayn»ı, «Mim»i içinde hüviyetiyle kaybolmuştur,

Ondan kopmuş ayrı düşmüştür.

«Havâtır» onunla beslenir, ondan zevk alır, onunla oyalanır.

Ona heveslenen ondan kaçar, ondan kaçan gözden kaybolur.

Onun batanı, onun doğanıdır : Batanı doğar onun...

Üst yok onun için, alt yok...

Ma’rifet yaratılmışlardan uzak ve anlara zıd. Her an «deymûmet»le birlikte.

Yollan sedlerle çevrili, geçit yok ona.

Manalar Ölü, delil yok ona.

Duyular onu idrak edemez.

Ulaşamaz ona insanların nitelikleri...

Sahibi tektir onun.

O, eline geçirdiğini teneşire yatmadır.

Yeşerip hayat bulanı, pörsüyüp yerlere serilecektir.

Ona sarılıp yapışan kaybedecektir.

Ona gözleri takılan hep öyle kalacaktır.

Onun darbecisi bütün kuvvetiyle vurur.

Ona doğru koşan soluğu kesilerek yere serilir.

Onun tutunduğu ipler onun erbâbıdır.

Sanki o, sanki o! Sanki o, Sanki o! Sanki o O’dur.

Temelleri O’nun içindir, onunla ayaktadır,

O, o değildir ve o da O değildir.

O, yâlnız O’dur! O

Arif görendir, lâkin ma’rifet görünenden sonra gelendir. i

Arif irfanıyla beraberdir. Çünkü arif kendi irfanıdır. Ve ârifin irfanı ârifin kendîsidr. Ma’rifet ise bunun ötesinde. Ma’rûf’a gelince o bunların da ötesinde...

Hikâye hikayecilerle, ma’rifet seçkinlerle, süs ve gösteriş kalabalıkla, dedikodu kuruntu içindekilerle, tefekkür iyas ehliyle, gaflet ürküp kaçanlarla haşhaşa kaldı.

Hak, Hak'tır; mahluk mahluk.

Çirkin ve kötü yok!..

 

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar