KİTÂB'ÜT-TAVÂSÎN / Hallac Mansur
Türkçesi: Yaşar Nuri ÖZTÜRK
I
SİRÂC TÂSİNİ
Gayb
nurundan bir kandil O. Bir ışıdı ve eski yerine döndü. Bütün kandillere üstün
geldi ve sultan oldu hepsine?
Aylar
arasından tecellî eden bir ay. Bir ay ki, burcu sırlar feleğinde.
Hak
Ona, «Ümmî» dedi : Bütün himmetleri topladığı
için.
«Haremî»- dedi, Ona: Kendisine verdiği nimetlerin büyüklüğü yüzünden. Ve,
«Mekkı» diye andı Onu : Huzurunda, dimdik durabildiği için?
Açtı da
açtı göğsünü4. Alabildiğine yüceltti kadrini.
«Vacip»
hale getirdi emrini5. Ortaya çıkardı bedrin?.
Yemâme
bulutlan arasından fışkırdı nûru. Tihâme yönünden parladı güneşi.
Kandili
aydınlık aldı ulviyyet ve soyluluğun kaynağından7. Verdiği haberler yalnız
basiretinden. Sünneti olarak buyurduğu sîretinin hakikatinden,
Rabbin
huzuruna yükseldi ve o huzura çağırıp götürdü.
iyice
gördü de öyle haber verdi. Nazlandı nazlandı da kendi nazını kendi sınırladı,
Gerçek
hüviyetiyle tanıyan olmadı onu. Sıddîk müstesna. Sıddîk Ona tam uydu da ondan
sonra dostu oldu, kİ, aralarına başkası girmesin?
Onu
tanımlamaya kalkan, vasfında cehle düşmekten başka şey yapmış değildir,
«Kendilerine
kitap verdiklerimiz o peygamberi kendi oğulları gibi tanırlar. Böyleyken,
içlerinden bir zümre —bilip durdukları halde— hakikati gizlerler.»
Nübüvvet
nûru, yalnız Onun nurundan çıkmıştır. Nurların aydınlığı bile Onun nûrundandır.
Nurlar içinde Kıdem den daha parlağı, daha eskisi, daha belirlisi olamaz. Fakat
O Kerem Sahibi'nin nûru müstesna.
Onun
himmeti bütün himmetlerin önünde. Vücûdu yokluktan, adı Kalem’den önce. Zira
bütün «Ümmetler» den evveldi O.
Bu
sıfatların sahibinden daha merhametli, raûf, coşkun, arif, zarîf, lutufkâr ve
daha insaflı hiçbir yerde bulunamaz. Ne ufuklarda, ne ufukların üstünde, ne de
altında.
Varlıkların
efendisidir O. O ki ismi Ahmed, vasfı Avhad, zâtı Evced, sıfatı Emced, emri
Evked, himmeti Efred. Aah ne kadar ayan-beyan, ne kadar keskin görüşlü, ne
kadar nurlu, ne kadar ulu, ne kadar basiretli!
O
ölmez. O hep yaşar. Olduğu gibi durur hep. Hâdiselerden de önceydi O,
«şeyhlerden de. Kâinatlardan önce meşhurdu O.
O hep
varolacaktır. Renklerden önce anılıyordu, cevherlerden önce dillerdeydi.
«Önce»den önceydi O; «Sonra» dan sonra da kalacaktır.
Cevheri
safî, kelâmı nebevi, ilmi Alevî, konuşması Arabî. Kabilesine
gelince, ne şarkîdir O, ne garbim Cinsi ebevî, arkadaşı «Ümınî» dir, Rızık
endişesiyle oyalanmaz. Yiyip içmek telâşından kurtarandır O...
Gözler
yalnız Onun işâretiyle görür. Gönüllerdeki sırlar, saklılar Onun aracılığıyla
bilinir. Onu konuşturan, Hak’tan başkası değil.
Deliller
Onu tasdik eder. Zaten O hem delil hem medluldür? Hak Onu alabildiğine serbest
bırakmıştır.
Dertler,
ihtiyaçlar, ıstıraplar ve emellerle bağlı göğüsten İlâhî sadayı yükselten Odur.
«Kadîm Kelam» ı getiren de Odur: Uydurulmayan, mahluk eli değmeyen kelâmı.
Odur
Hakk’a tam varan: Hiç ayrılmadan. Akim kavradığı şeyleri aşan, haber getiren
sondan, sonlardan ve sonun sonlarından.
Bulutları,
sisleri kaldırıp Beyt-i Haram’ı gösterdi. O tamam, O ki imam: O yiğit,
kahraman. Putların parçalanmasını Odur buyuran. Odur} yer yüzündeki varlıklar
kadar yıldızlara 17 da peygamber olan.
Üstünde,
tüllenen bulut; altında, parlayan şimşek: Bir şimşek ki çakar; yağdırır, her
tarafı mahsûle boğar; meyvalandınr.
Bütün
ilimler Onun denizinden bir damla bütün hikmetler .Onun nehrinden bir avuç. Ve
zamanlar Onun zamanından bir saat,
Hak
ancak Onunla mütecellî, hakîkat ancak Onunla ayakta. O, vuslatta evvel,
nübüvvetde âhir. O, hakikatte bâtın, ma’rifetde zahir.
Ne bir
âlim ilmine ulaşabildi, ne bir hakim kavrayışına.
Hak Onu
mahluklara ısmarlamamış, fânilere teslim etmemiştir. Zira O, ancak Odur.
Nasıldır O?19 O, Odur işte!
Ne
Muhammed'in «Mim»inden bir kimse çıktı, ne de
Onun
«Ha» sma bir giren oldu. Onun «Hâ» sı îkinci bir «‘Mim». «Dal» ise evvelini
«Mim»i, Dal devamının, Mîm ma-hallinin, Hâ halinin remzi. Ve «Hal» i de ikinci
bir Mim.
Hak
Onun sözlerini izhar etti; alemetlerini açıkça gösterdi. Yaylı bürhânmı,
indirdi Fürkanını, serbest bıraktı lisânını, parıl parıl etti cinânmı, âciz kodu akranını,
muhkem kıldı biinyâmm, yüceltti de yücelti şanını.
Onun
meydanlarından kaçarsan nereye varır yolun? Başka delîl yok, yoktur başka
delil! Dikkat et, ey alil! Ve feylosof hikmetleri, Onun hikmeti yanında, kum
tümseği gibi zelil.
II
FEHM TÂSİNİ
Mahlukların
kavrayışları hakîkatp yol bulmuş değil : Hakikatin yaradılmışla, yaradılışla
alâkası yok. İç âlemimizden yükselen sesler, gerçi, hakikate yönelmiş
tırmanışlardır; lâkin yaradılmışın ürpertileri hakikate götürmüyor.
Hakikat
ilmine akıl erdirmek çok zor. Nerde kaldı hakikatin hakikati... Oysaki Hak,
hakîat denenin de ötesinde. Ve Hak hakîkattan başka bir şey.
Pervane
ışığın etrafında sabaha kadar uçar da bu hâli en tatlı sözlerle hikâye etmek
için şekillere döner. Sonra nazlanıp övünür de vuslatda kemâle özenerek
gururlanır.
Kandilin
ışığı hakikatin ilmi; sıcaklığı hakikatin hakikati. Alevin içine dalmaksa
hakikatin hakkı.
Ve
pervane doymadı ışıkla, hararetle, attı kendini alevlere. Şekiller hâlâ
beklemede: Haber verecek «nazar» yoluyla pervane.
Pervane
uçtu, döndü, eritti kendini ve yok oldu ortalardan. Resimsiz, cisimsiz,
isimsiz, ünvansız hâle geldi. Artık ne için dönecekti şekillere? Vuslattan
sonra hangi «Hal» vardı ki done?.. «Nazar» a ulaşan kulak vermez «Haber» e. Ve
«Manzûr»a kavuşan aldırmaz «nazar» a.
Tembel
ve boşvermişe göre değil bu sırlar. Anlamaz bu mânâları fâni, cânî: Onlar ki
emelleri sadece emânî...
Sanki
ben, sanki ben... Ben sanki O’yum. Yahut O sanki Ben’dir. Benden çekinme eğer
sen Ben’sen!
Ey
zanlara esir olan, beni ben sanma! Ben, ben değilim. Ben, ben olmadım; ben
olmayacağım.
Eğer
ben yalnız deriyi biliyor, tanıyorsam ve benîm «Hâl» im buysa, bu hal temiz
değil. Fakat eğer ben Oysam, işte o zaman temizim. Hâkin ben O değilim ki ...
Anladınsa
anla! Anlayamazsın ki... Ahmed’den gayrısına açılmadı bu sırlar. Ahmed ki
«Sekaleyn» den gizlendi. Görmedi gözü «eyn». Öyle ki önünde ne «reyn» kaldı, ne
«meyn». Fekâne Kaabe Kavseyn.
Hakikat
ilmi geçidi’ne varınca gönlünün derinliklerinden haberler saçtı. Hakikatin
Hakk’ına erince de boş verdi murada. Ve iyice teslim oldu Cevâd’a, Hakk’a
ulaşınca da kalmadı orada .Döndü geri ve şöyle dedi:
«Sana
secde etti gözbebeğim
Sana
îman etti yüreğimi»
Gayelerin
gayesine varmca söyle konuştu:
«Seni,
Zatm’a lâyık bir övgüyle övmekten âcizim.» Ve hakikatin hakikatine vasıl olunca
da «Sen, kendi Zatın’ı nasıl övmüşsen, öylesin.» diye boynunu büktü.
Heva ve
hevesi kaldırıp attı da gayeye ulaştı. Ve gördüğünü kalbi yalana çıkarmadı.»’
Ve
Sidre-i münteha... Bakmadı orada hakikatin hakikatine, sola; hakikate, sağa...
«Onun gözü hedefini şaşmadı»6, sapmadı sola-sağa.
III
SAFÂ TÂSİN
Sonra
çöle daldı ve orayı da yürüyüp geçti, geçidi aştı. Aşk ve sevgi ehli için
dağlık ve düzlükten ne çıkar ki?. «Mûsa belirtilen müddeti bitirince.
Hakikate
yâr olunca eşi, dostu, çoluk çocuğu terketti. Halbuki ötekileri doyurmuştu
haber, istememişlerdi nazar. Fark olsun diye aralarında; onlar ve Hayrülbeşer.
Bu yüzden söyledi Mûsa: «Belki size getiririm ondan bir haber..»
Mühtedî
haberle tatmin oluyor diye muktedî eserle nasıl doysun.
Ağaçtan,
Tür canibinden! Hayır! O ne ağaçtan dinlemiştir, ne çölden, ne fezadan...
Ben,
işte bu ağaca benzerim!7
Hakikat
nedir? O da mahlûk. Mahluku bırak ki sen O olasın, O da «sen» olsun: Hakikat
yönünden.
Ben
vasfediciyim, Mevsûf da vasfedicidir. Vasfeden hakikati anlatır, Peki mevsuftan
ne haber?
Hak Ona
dedi: «Sen delile sevkedeceksin. Medlûle değil.» Ve Ben delilin deliliyim.
Hak,
hakikat halinde bana dönüştü: Ahd, akd, vesika olarak. Şahit oldu «Sirr» ime;
zamirime değil. Sirr’im şu! Hakikat ise şudur: Ayn ayrı şeyler.
Hak
benimle konuştu, timimi kalbimden dilime söyledi. Beni kendisine yaklaştırdı.
Uzaklığımdan sonra beni makbûlü ve seçilmişi kıldı?
IV DÂİRE TÂSÎNİ
Berrânî
Dâire’ye ulaşamadı. İkincisi de ulaşır ulaşmaz ayrılıp geri döndü. Üçüncijsü
ise hakikatin hakikati sahrasında kayboldu.
Vay
başına Dâire’ye girenin. Bütün yollar kapalı.
Talip
reddedilmiştir. Üstteki nokta onun himmeti, alttaki nokta aslına dönüşü ,orta nokta
onun şaşkınlığı.
Kapısı
yok Dâire’nin, Ve Dâire’nin ortasındaki nokta hakikatin ta kendisi.
Hakikatin
manası, bir «şey.» Hakikatin manası, hayret. Ve zâhir ve bâtın o
«şey»den gizli değil, gizlenemez.
Hakikat,
şekilleri kabul etmez.
Bu
işaret ettiklerimi; kavramak istersen, «Dört kuş tutup onları kendine
alıştır.,.»
Zira
Hak uçmaz.
Gayret
Onu <Gaybet»ten sonra «Huzûr»a çıkardı. «Heybet» engelledi Onu ve «Hayret»
hükmü altma aldı.
İşte
hakikatin manaları...
Bundan
daha incesi var: Vehmin «ahfa»sına âit fehmin kavranışı.
Bu,
dâirenin yalnız önünden bakar, arkasından değil.
Hakikat
ilminin bilgisine gelince o «Haremindir. Ve daire onun yasak bölgesi. Bu yüzden
Son ResûTe Haremi denmiştir: Yasak alanı Ondan gayrı aşan olmadı. Ve dâirenin
arkasına geçince «ah» dedi,
Ürpermişti.*.
Evvâh idi O. Hakikat libasıyla dışarı çıktı da yaranılmışlar için, derinden bir
«ah» çekti?
NOKTA TASINİ
Nokta
bahsi dâire bahsinden ipçe. Noktadan konuşmak dâireden söz etmekten zor.
Nokta
asıl: Artmaz, eksilmez, yok olmaz,
Münkir
«berrânî» dairesindedir. Gömmeyince beni, inkar eder «hal »imi. Ve zındık diye
adlandırır beni; yalnız kötülükle anar ismimi.
Şanımı
görünce feryad eder. Yasak dairenin kapısı 'ki ötenin ötesidir, o da feryad
eder,-
İkinci
dâiredeki de beni Rabbani âlim sanır. Üçüncü Aâîreye ulaşana gelince, ona göre
ben kuruntular, hayaller içindeyim.
Hakikat
dairesine varan unuttu beni ve kayboldu gözümden. «Hayır, hayır! Sığmak yok! O
gün varılıp durulacak yer, sadece Rabbinin huzuru... O gün insan Önden gönderdiklerinden
de haberdar edilecek, arkaya bıraktıklarından da. Zaten insan kendi benliğine
yönelmiş keskin bir bakış, bir görüş, bir seziştir.
Koşar
habere, seğirtir sipere. Kıvılcımlardan korktu da gizlendi. Aldandı ve kendi
kendini tehlikeye soktu.
Sûfiyye
kuşlarından birini gördiim; iki kanatlı. İnkar etti şanımı uçup durdukça. Ve
hemen «Safa»dan sordu bana. «Kes» dedim, «kanadını «fenâ» makasıyla, takılma
peşime yoksa!»
Dedi:
Bir kanatla mı uçayım? Kanadımla dost iline koşmaktayım.4 Dedim: Ah, yazık
sana! «Onun benzeri gibisi bile yoktur. O, en iyi işiten, en iyi görendir. Ve
birden fehm denizine düştü ve boğuldu.
İşte
fehmin sureti:
Düşünceler
dâiresinde ilk nokta fehm'dir. Bu nokta» lardan yalnız bir tanesi hak;
ötekilerin hepsi bâtıl.®
Görünce
Kabbimi gönül gözüyle
Sordum:
Kimsin ey Sen? Dedi: Şenim Ben.
Bulaşmamışsın
hiç «nerde» sözüyle;
«Nerde»
yle ilgili olmamışsın Sen! Kuruntuya nasip gelmemiş Hak'dan Ki bilsin nerdedir
zatın ey Mevlâ! Bütün «nerdeler» i Şensin kuşatan; Sen nerdesin? «Nerdesiz» ce
uzakta. Eriyip tükendi benimle fena Yok oldum da ancak ulaştım Sana!
Kalbi
üzre sabahladı. Yaklaştı yücelerek ve geri geldi ululukla... Yaklaştı
isteyerek, sarktı çoşarak, sevinerek?
Kalbinden
yüz çevirdi, Rabb’ine yaklaştı iyice. Nasıl bir huzura varıştı o, bilinmez!
Nasıl bir bakıştı o, bilinmez! Hayretler içindeydi; gördü. Gördü, hayretlerle
doldu.
Müşahede
etti ve müşahede edildi? Vasıl oldu ve in- fisal etti. Yanı murad’a erdi ve
füaddan ayrıldı.
«Kalbi,
görmüş olduğu şeyleri yalanlamadı.»
Hak
gizledi Onu ve yaklaştırdı kendine. Başbuğ kıldı Onu ve istifa etti. Suya
kandırdı, doyurdu Onu. Süzdü, süzdü de biricik kıldı Onu. Seslendi Ona, çağırdı
Onu, yordu, sıktı da terütaze yaptı Onu. Korudu iyice ve binek edindi Onu.
Onun
dışındakilere sırt çevirince, Onunla yüzyüze geldi. Ve tam isabet etti.
Çağrıldı, karşılık verdi. Gördü göreceğini de ayrıldı. İçti içeceğini de
eksikliklerden sıyrıldı, iyice yaklaştı da heybetten titredi.
Bütün
mâsivadan yüz çevirdi... Şehirler, dostlar, sırlar, bakışlar, gözler,
hâtıralar, eserler ve izler...
«Arkadaşınız
o Peygamber hiç sapmadı.
Deliller,
işaretler ardından gitmedi. Ve oyalanmadı... Sıkıntı çekip kıvranmadı da.
«Nerde» ile uğraşmadı gözü, «ne zaman» ile ilgilenmedi: O, neyse oydu.
«Dostunuz
o Peygamber hiç şaşmadı, şaşırmadı.»
Misafir
ağırlayışımızdan şaşırıp kalmadı. Karşılayışımızdan şımarmadı.
«iyi
tanıdığımız O Nebî hiç şaşmadı.»
Şaşırmadı
dostunuz: Zikir bahçelerinde bizi seyrederken, fikir meydanlarında dolaşıp
gezerken.
Hayır,
hayır!
O, her
nefeste, her anda Hakk'ı zâkir, O, nimetlerle ıstırapların
hepsi için şâkir.
«O,
gönderilen bir vahyden gayrisi değildi?
Nurdan
nûra indirildi?7
Altüst
etti kelâmı Uzaklaştı bütün vehimlerden. Canlı cansız bütün
varlıklardan kaldır ayaklarını. Uzaklaştır ondan nazmı, nizamı?9
Aşktan mest
olanlarla birlikte, sen de dîvane ol! Özü kavra, sırra er. Ki, dağlar, tepeler
arasında uçabilesin: Kavrayış dağlarında, selâm 0 tepelerinde. O zaman görmen
gerekeni görür, Mescid-i Haram’dan uzanan Siyam21 kılıcı haline gelirsin.
Sonra
yaklaştı. Sanki bir manaya yaklaşıyordu. Derken kendi kendini engelledi;
başaramıyor gibiydi. Oysaki başaramıyor değildi.
Ve
Telızîb makamından te'dîb makamına, te’dîb makamından da takrîb makamına
yükseldi.
İsteyerek
yaklaştı, kaçar gibi sarktı. Yakararak yaklaştı, çağırarak döndü. Davete uyarak
gitti, kabul edilmiş olarak geldi, İyice görsün diye yaklaştı, seyrede ede
döndü.
«Yayın
iki kaşının arası kadar, hattâ daha fazla yaklaştı.. ,»
Arasında
okuyla nerdeyi fırlattı.. Kavseyn sırrını gerçekleştirdi. Nerdeyi düzeltsin ve
göz galip gelsin diye Onu gözün gözüne yaklaştırdı.
İkinci,
kavse varmayanın bizim sözümüzü anlayacağını sanmam. İkinci kavs levh’ın
altında... İkinci kavs’in Arap harfleri dışında, kendine özgü harfleri vardır.
Fakat oöu birtek harf ifade edebilir: Mim harfi?4 Mîm, yâni öteki ad.
Ve Mîm,
evvelki kavsin kirişidir?1
Gizlileri
açığa çıkaran, karanlıkları aydınlatandan...
Kelâmdaki
san’at, yaklaşmanın manasında. Mana ise Hakk’ın hakikati için didinir, halkın
tarîkati için değil.
Yaklaşma,
zapt dâiresi demektir.
Hakikat,
incelerin en incesinde hakikatlerin hakkıdır, O, özleyenin özünü nitelendirmek
için yarışanların şuhûdundan doğar:
Istırabı
dipdiri tutarak, incelikleri açıklıyarak, Kurtuluş sözüyle, Erenin yolundan,
Erler
yolundan, erler gibi.
Ö, bol
bitkiler, yeşillikler fışkırtan, o tükenmez, durmaz sular akıtan Nebî’nin
izlediği yolu tanıyabilmek içim yaklaşmanın bîr mânasını daha kavramak lâzım;
alabil* (ligine geniş teşhir meydanı...
Allah’ın
Salat ve Selâmı üzerine olan o Yesrib Fatihi... Onun şanı şanların en
yücesidir. Yaratıcı tarafından korunmuş, gözetlenmişim O, Allah tarafından
«korunan, beklenen, satır satır yazılmış Kitap» ta övülmüştür.
«Mantıku't
Tayr»’dan «Kaabe Kavse yn»e yükseltmişi zdir Onu. Arasında okuyla
nercteyi fırlatmıştır O.
Anla
anladınsa, ey coşkun, ey cezbeli.
Mevlâ,
yalnız ehil olana hitabetmiştir. Ehil olanların da ehli var. Onun da ehli, onun
da ehli var. Tam ehil? olanın ne üstadı vardır ne tilmizi; ne seçmeyi bilir o,
ne- temyizi. Sözü süslemek gerekmez onun için!. Uyarılmak: istemez o. Ne
şummladır o, ne de bundan. Anlıyacağın fîhi m&fîh. O bizzat fihtir fîh.
Yoktur onun içinde fîh.
Çol
içinde çöl, âyet içinde âyetdir o.
Bütün
oluşlar ,geliş gidişler onun manası; bütün manalar onun arzu ve emelleri.
Hedefi çok uzak onun, yolu çok sarp ve zahmetli. ismi Mecid onun,
resmi ferîd...
Onu
bilmek, aslında onu bilememektir. Onu bilememekse bizzat onun hakikati...
Kıymeti vesikasıdır onun; ismi tarîkati; nişanı alevlenen ateşi...
Bağlılarına
fazla düşkünlük, sevdiklerine alabildiğine şefkat, tuttuğu işde sonsuz sebat...
Bunlar sıfatıdır O- nun. Sırlan keşfetmek, İlâhî vahy ve şeriat vasfıdır Onun.
Güneşler
meydanı,
Ruhlar
sarayı,
Üns
canlılığı,
Silip
yok etmek meşgalesi
Değiştirip
terbiye etmek, eskinin izini silmek şahsiyeti,
Arûs
bahçesi,
Yıkıp
yok etmesi aslında yapıp var etmesidir Onun.
Dayandığı
esaslar ilticagâhım,
İnancının
esaslan sığınağım,
Arzusu
gayem,
Yardımları
barınağım,
Hüzünleri
ıstırabım, kederim.
Etrafı
sessiz, kuru, ölgün,
Ondan
sonra ard arda gelenler bulanık, sönük
Onun
sözü, işin esasıdır.
Hepsi
bu kadar. Yeter buncası.
Onun
dışında kalan sadece gazap,
Ve
başarıya erdiren yalnız Allah!
VI
EZEL ve İLTİBAS TÂSÎNİ
Ahmed
ile îblis'ten başka hiç kimseye iddiacı olmak yaratmamıştır. Şu var ki;
îblis’in gözden düşmesine mukabil Ahmed için gözün gözü açıldı.
İblîs’e:
«secde et!» dendi, Ahmed’e: «Bak!» O secde etmedi, Ahmed de sağa-sola bakmadı.
«Gözü
ne şaştı, ne de haddi aştı.»
iblis
önce niyazetmiş, Hakk’m yoluna çağırmıştı. Lâkin sonunda kendi kuvvetine
sığındı. Ahmed ise önce iddia etmişti, fakat neticede kendi gücüne bel
bağlamaktan vazgeçti.
Ahmed
şöyle diyordu:
«Ancak
Senin yardımınla hareket eder ve yalnız senin yardımınla yükselirim.
«Ey
kalpleri çekip çeviren!»
«Seni
yeterince övemem ki ben!»
Gök
sakinleri içinde İblis gibi muvahhid yoktu. Fakat gözden düştü. Seyr-ü
Sülûkünde nazardan uzaklaştırıldı.
Ma'bûd’a
tecrîd üzre ibadet etmişti.
Ve
tefrîde varınca lanetlendi. Ve daha fazlasını isteyince de huzurdan kovulup
uzaklaştırıldı?
Hak
ona: «Secde et!» demişti «Senden gaynya secde etmem!» diye karşılık verdi.
Hak
dedi: «O halde lanetim üzerine dökülecek.» «Senden başkasına secde etmem!» diye
tekrarladı.
ŞİİR
İnkârlarım
Seni takdis
Aklım,
Önünde tehvîs
Senden
ayn bir şey mi ki Âdem ?
Orta
yerde kimmiş îblîs?7
Senden
başkasına yok benim yolum Seni seven boynu bükük bîr kulum.
Hak
sordu: «Kibirlendin mi?» Cevap verdi: «Seninle sadece bir lahzalık beraberliğim
bulunsaydı, o halde bile kibirlenmek ve cebbarlık bana pek âla yakışırdı.
Halbuki ben, seni ezelden beri tanıyan biriyim!
.
«Ondan üstünüm bent
Hizmetim
ondan kıdemli,'
Şu
âlemlerde seni benden iyi tanıyan var mı ki?
Benim
sende muradım, senin de bende muradın var.
Ve
senin beni isteyişin daha eski.
Ya
senden başkasına secde etseydim?..
Secde
etmeyince, aslıma dönmem gerekti. Çünki sen beni ateşten yaratmışsın. Bu bir
gerçek. Ve ateş ateşe dönecek, Netice olarak, takdir edip seçme senin elinde,
ŞİİR
Ne
kaldı kopacak, ne var korkacak?
Nasıl
olsa uzak düşmüşüm sana.
Anladım,
bir bana, yakınla uzak, Sevgiyle ayrılık olur mu yoldaş. Ayrıldım; ayrılık oldu
arkadaş Ey tevfîki veren, Sana hamd, sena Seçkin bir kul eğilmez başkasına.
İblis’le
Hz. Mûsa Tur Dağının yamacında karşılaştılar. Musa sordu: «Ey îblis,secde
etmekten seni alıkoyan neydi?* îblis cevap verdi: «Tek ma’bud davası. Eğer
Âdeme secde etseydim, senin gibi olurdum. Biliyorsun, sana bir kerecik «bak şu
dağa» dendi de hemen bakıverdin. Oysaki bana bin kere secde etmekliğim
emredildiği halde, mancama olan sımsıkı bağlılığım yüzünden secde etmedim.
Mûsa
dedi: «Fakat emre karşı gelmiş oldun!* Cevap verdi: «Fakat o bîr imtihandı,
emir değil!
Mûsa
dedi:
«Ne
olursa olsun; sûretini tebdil ettiğinde şüphe yok!» şöyle cevap verdi İblis:
«O, bu
diye ayırım yapmak gerçeği çamurlamaktır. u Değişip duran şeye bel bağlanmaz,
güvenilmez. - Çünkü o her an başka bir şey olmaktadır. Halbuki ma’rifet
sapasağlam ve hep aynıdır; ilk anda ne idiyse şimdi de odur; değişmez
»bozulmaz. Şahıslara gelince, onlar hep değişir, bozulurlar.
Mûsa
sordu: «Onu hâla hatırlar, anar mısın?» Şöyle cevap verdi İblis:
«Ey
Mûsa, oluşturduğu hâdiseyle birlikte yaratılan düşünce hatırlanmaz,
hatırlanamaz. Aynı anda hem ben anılıyorum, hem O.»
«Zikri
zikrim, zikrim zikri, aynıyız
Birbirini
anan beraberleriz.»
«Hizmetim
şimdi daha an, vaktim daha bol zikrim daha parlak. Çünkü eskiden Ona
kendi zevkim için hizmet etmekteydim, şimdiyse Onun arzusu uğruna didiniyorum.»
Biz,
engelleme, savunma, zarar ve kâr... arzusundan müstağniyiz.
Biricik
yaptı beni, vecde getirdi. Hayrete düşürdü beni ve kovdu: Ki kanrışmıyayım
ihlaslılarla.
Ağyardan
uzak tuttu beni gayretim yüzünden, değiştirip yeniledi beni hayretim yüzünden.
Hayretlere attı beni gurbetim yüzünden. Mahrem tuttu beni sohbetim yüzünden.
Çirkinleştirdi beni midhatim yüzünden. Dokunulmaz kıldı beni hicretim yüzünden.
Mükâşefem
yüzünden küstü bana. Vuslatım yüzünden mükâşefe lütfetti bana.
Ayrılığım
yüzünden vasletti beni. Arzu ve emellerimin güçlülüğüyle çetinliği yüzünden
fasletti beni.
Onun
hakikati üzerine yemin olsun ki, ne tedbirde hata ettim, ne de takdiri
reddettim. Tasviri değiştirmeye kalkışmış da değilim. Fakat bu oluşlarda benim
kudretimin de tesiri vardır.
Bana
ebedler boyu ateşiyle azab etse de Ondan gayrısına eğilmem. Ne bir kişi önünde
secde ederim, ne de bir cesed huzurunda diz çökerim! Ne oğul tanırım ne zad,
dâvam sâdıklar dâvasıdır.
Sevgi
konusunda, gerçek bağlılardanım ben!
AzâziVin
ahvali hakkında çok söz söylenmiştir. İşte bin: «O hem göklerde hem yerde dâî
idi.12 Gökte meleklere dâîlik yapmaktaydı; onlara iyilikleri .güzellikleri
gösteriyordu. Ve yerde insanların dâîsidir; fakat onlara çir- kinlikleri,
kötülükleri gösteriyor.
Şeyler
kendi zıdlanyla bilinirler. Zarif ipek kumaşlar simsiyah kıllar arasında
dokunur.
Melek
güzellikleri gösterir ve güzel şeyleri teklif eder. Ve işaretlerle yol
göstererek: «İyi olanı yaparsan mükâfatlanırsın» der.
Çirkini
tanımayan, güzeli hiç tanıyamaz!
İblis
ve Firavunla fütüvvet konusunda tartıştım: İblis şöyle dedi: «Secde etseydim
eğer, fütüvvet benden uzaklaşırdı.» Firavun dedi: «Ben de Onun resulüne inan-
saydım fütüvvet makamından düşerdim.»
Dedim
ki «Sözümden ve davamdan dönseydim, fütüvvet yaygısından dışarı atılırdım.»
İblis,
kendisinden başkasını gayr görmeyince «ben ondan üstünüm» dedi.
Ve
Firavun, kavmi içindeki hakla batılı ayıracak olanı tanımayınca «Sizin için
benden başka herhangi bir ilâh tanımıyorum,» dedi18
Ben
dedim ki; «Eğer Onu tanımıyorsanız eserlerini
tanıyın.
İşte o eser benim. Ben hakkım. Ve ben Hak'la hak olarak ebediyyen devam
edeceğim.
Dostum
ve üstadım, tblis’le Fıravun’dur.
İblis
ateşle tehdîd edildiği halde dâvasından dönmedi. Firavun da öyle: Denizde
boğuldu da yine iddiasından dönmedi.1* Ve asla vasıta kabul etmedi.
Ve
ben... öldürülsem ,asılsamt eüm - ayağım doğrunsa yine dönmem sözümden!
tblis’in
adı Onun adından1’ türemişti. Sonradan Azâzîl seklinde değiştirildi.
Azâzil
kelimesindeki «ayn» îblis'in gayesinin ululuğuna,«zâ» himmetindeki değerin
artışının fazlalığına, <E- lif» ülfetinin büyüklüğüne, ikinci «zâ> makamı
için gösterdiği zühde, «yâ» kendi ululuk ve yüksekliğine sığınmasına, «lâm»
ıstırap ve imtihanındaki mücadelesine işarettir.19
Hak
sordu: «Secde etmiyor musun ey mehîn?» Cevap verdi: «Ben aşıkım, aşık her zaman
mehîn! Bak sen de diyorsun mehîn. Halbuki şöyle okudum Kitab-ı Mübîn’- de:
«Benim aleyhime İş yapılamaz, ey zül kuvveti'il metin!
Sen
beni ateşten yaratmışken nasıl eğilirdim Ona?! O ki yaratıldığı şey tîn.,.
Uyuşmayan iki zıd ateşle tîn. *
Ve
hizmetde ondan eskiyim,
Kıymetde
ondan ulviyim, İlimce daha bilgiliyim, ömrü uzun olan da benim.»
Hak Ona
şöyle dedi: «Seçme yetkisi bende, sende de» ğil!» Cevap verdi: «Seçmelerin,
takdir etmelerin hepsi ae- nin, benim seçmem de senin. Evet benim için de sen
seç- tin ey Bedt! Ona secde etmemi engellemekle oldun Menî’.
Sözlerimde
hata ettimse uzaklaştırma beni Senden. Çünkü Şensin Semi. Meşeydin Ona secde
etmemi, şüphesiz, olurdum muti.
Arifler
içinde seni bencileyin iyi bilen birini tanımıyorum.»
Bincik
kulunum benî kınama, Lutuflandır; sakın darılma bana. Söz var aramızda ve sözün
haktır; Zuhurum en güçlü zuhur ey Seyyid! Kitap isteyene bu bir hitaptır Okuyun
ve bilin: Ben yalnız şehîd!
Ey
dostum! OnaAzâzîl denmiştir. Çünkü o azledildi. Daha doğrusu o kendi saltanatı
içinde azledilen biriydi. Başlangıcından sonuna varamadı; çünkü nihayetinden
çıkamadı mülk ve saltanatının.
Onun
zuhuru, fesad ve fitnesinin şaşmazlığında ters dönmüş, heyecanının ve
yanarcasına kızgınlığının ateşiyle şûlelenmiştir.
Onun
sert ve katı toprağı, kısırlaştırıcı ve ayıklayıp soyucudur.
Onun
gafil yakaladığı elden gitmiş, Onun eline düşenin işi bitmiştir.
Onun
«şcrâhim» j. süreklit Onun körlük ve gizlilikleri “fathemî”dir?9
Ey
dostum! Eğer gerektiği gibi anladmsa meseleyi bütün gücünle düşünür, iyice
kavrar ıstıraba döner, kuruntuları ortadan kaldırırsın.
Tevhîd
yolunun fasihleri Onun kapısında dilsiz düştüler; arifler öğrendiklerinden ve
öğrettiklerinden utandılar. Onlar içinde secdeyi en iyi bilen yalnız oydu.
Varlıkların
Vücûd-i Hakîki’ye en çok yaklaşanı, en çok gayret göstereni o, ahdine en
vefalısı, Mâbud’a en yakın olanı oydu.
Melekler
Âdem’e secde ettiler: Müsâde üzerine. Ve İblis secde etmemekde direndi: Uzun
bir zaman geçirmişti müşahede üzerine...
Derken
işleri karmakarışık hale geldi. Kötü zanlara kapılmıştı. «Ben Ondan üstünüm»
diye tutturdu.
Örtüler
arkasında kaldı; toprakta kıvranıp durdu» Azap gerekli olmuştu artık?
Ebedler
boyu azap...
VII
MEŞİET TÂSÎNİ
İşte bu
tâsînin sûreti:
Birinci
dâire Onun meşîeti, İkincisi Onun hikmeti, ücüncüsü Onun kudret ve dördüncüsü
Onun malûmatı ve ezeliyyeti.
İblis
dedi: «Birinci dâireye girsem İkincisiyle, ikinci- ye girsem iiçüncüyle,
üçüncüyle yetinsem dördüncüyle imtihan edilecektim.
Hayır,
hayır, hayır, hayır diye tutturdum ve birincide kaldım. Sonra İkinciye
kovuldum; daha sonra üçüncü- ye atıldım. Dördüncüyle işim bakalım ne olur!
Secdenin
beni kurtaracağını bilseydim secde edecek- tim, elbette. Fakat baktım ki bu
dâirenin arkası, dâirelerle dolu.
Kendi
kendime «Bırak» dedim, «bu dâireden kurtuldum diyelim, ötekilerden nasıl
kurtulacağım: İkinciden, üçüncüden, dördüncüden..
Beşinci
«Elif» e gelince O, bizzat Hayy!
VIII-
TEVHİD TÂSİNİ
Hak hem
Vâhid, hem Ah ad, hem Vâhid, hem Muvah- had...
Vâhid
ve tevhîd Onda ve Ondan: «Fi» ve «An»...
Ayrılığın
ayrılığı Ondandır. Bu mânâda bir şekil var dönüp duran:
Tevhîd ilmi,
tek ve mücerreddir!
Tevhidin
sureti de şudur:
Tevhîd
muvahhidin sıfatıdır, muvahhedin değil!
Ben:
«Ene» deyince O da: «Ene» der* Fakat bunlar Onun için değil; yalnız senin için
mana ifade eder!
Dersem
ki, «tevhidin son dönüşü muvahhededir,» (mahlukların tevhidini ortaya koymuş
olurum.
Tevhîdden
tevhidedir desem, tevhide nasıl dönüyor?
«Bu
rücû muvahhidden muvahhadedir» desem Onu ölçü ve sınıra nisbet etmiş olurum.
IX ESRÂR TÂSİNÎ
Tevhîddeki
sırların t âsîni işte şöyledir:
Sırlar
Ondan yardım ister, Ona sığınırlar. Ve sırlar Ona yönelir, Ona çağırırlar.
Tevhidin
özü Onun sırlan, cilveleri...
Ve ben
de gizlenmiş haldeyim. Hattâ ben gizlinin gizlisi, saklının özüyüm.
Onun
«Hâ»sı Onun «Hâ»sıdır?
Dersen
«vah!», derler «âh!»
Renkler,
türler, fâniye yapılan işaretler hiçbir bakış ve göriiş kazandırmaz.
«Sanki
onlar, birbirine perçinlenmiş davarlar.,,»
Bütün
söylenenler sınırdır. Sınırın, Onun ahadiyyeti noktasından istisnası olacak
değil ya!
Sınırın
vasıflan mOvsufta son bulur. Muvahhed ise sınırlanmaz.
Hak
sandığımız Hakk’m kendisi değil, sadece zuhûr ettiği âlem...
O
«tevhîd» diye bir şey demedi. Bu konudaki sözler ve hakikat mahluklara bile
uygun düşmezken bizzat Hakk’a nasıl yakışır?!*
Tevhîd
Ondan peyda oldu desem, Zât-ı Hakk'ı çiftlemiş olurum.
Zuhûr
edince gizlendi. O ki «nere» ile ilgisi yoktur. «Biz», «şu»... Bunlar Onu
çemberlerine alamazlar. Çünkü yaratıkları en son Ona dönerler3 ve «nerde» de
Onun yaratığıdır.
Cisimden
ayrılmayan şey, cisimden başka, ruhtan ayrılmayan şey de ruhtan başka olmaz: O,
olsa olsa rûhanî bir öz olur.
Tekrar
öze dönelim ve onu başkasına sığınmaktan, yiyip içmekten, vasıflanmaktan,
ihtiyaç duymaktan, yükümlülükten tenzîh edelim.
îlk
dâire işlerdir (met ulat) ikinci dâire ise iki âlem dairelerinin izleri,
eserleri (Mersûmat)dir.
Nokta
tevhide işaret eder, fakat tevhîd değildir. Yoksa nasıl ayrı olurdu dâireden?...
TENZİH TASINI
Tenzîhinki
misal dâiresidir ve şu onun şeklidir:
Bütün
bunlar milletlerin, yok olup gitmişlerin suyun yüzünde kalamayıp dibe
inmişlerin, yolların, görüşlerin de-dikodularından. parçalar...
Dâirenin
ilki Onun zahiridir, İkincisi Onun bâtını ve üçüncüsü Onun işaretidir.
Bütün
bunlar yaratılan, başkası eliyle yapılan, çevresinde dönülüp durulan, dövüle
dovüle genişlemiş, sohbetlere konu olmuş, gurura vesile yapılmış, zor, çetin,
şaşırtıcı şeyler...
Gizlilerin
en gizlisinde dolaşan, atlayıp sıçrayan aldatan, hayretlere düşüren, ezip
parçalayan, bozgun çıkaran, korkutup kaçıran, halden hale, şekilden şekle
giren...
«Hakikî
tevhîd gerçekleşmiştir» dersem, «Şüphesiz öyledir» derler.
«Onun
zamanla alâkası yoktur» dersem, «tevhidin
mânâsı
teşbihtir» derler. Halbuki teşbih Hakk’m niteliklerine uymaz.
Ve
tevhidi Hakk’a nisbet etmezler ; halka da nisbet etmezler.
Çünkü
saymak sınırlamaktır.
Tevhîdde
fazlalık ortaya çıkarırsan, hâdis olur. Ve hadis Hakk’ın sıfatı, değildir,
Hakkın sıfatlarında hâdia yoktur.
Zât
vâhiddir,
Hak ve
bâtıl Zât’ın aynından zuhur etmemiştir,2
«Tevhîd,
Kelâmadır» diyeyim! Ve Kelâm Zât’ın sıfatıdır.
«Vâhid
olmak irade etti» diyeyim! İrade de Zât’ın sıfatıdır. Arzu ve emeller ise
mahluk...
Şöyle
diyeyim : «Allah Zât’ın tevhidi olur! Fakat o zaman Zât tevhîd olur.
«O, zât
değildir» dersem, bu takdirde Onu mahluk saymış olurum.
«îsîm
ve müscmma tektir» dersem, tevhidin mânâsı ne olur?
Şöyle
dersem nasıl olur : Allah, Allah'tır; Allah, bizzat kendisidir?
Hiive,
Hüve : O, Odur!
Şu
tâsînin yeri ve işi illetleri silip süpürmektir. Ve bu dâireler, bu
«lâmelif»lerie4 birlikte Onun suretidir.
îlk
dâire ezeldir. İkincisi mefhûm at, üçüncüsü yön, dördüncüsü malumat...
Zât
sıfatın gayrı değil!
Önceki,
ilim kapısından gelir: Görmez.
İkincisi
safa kaplamdan gelir: Görmez.
Üçüncüsü
fehm kapısından gelir: Görmez.
Dördüncü
mânâ kapısından gelir: O da görmez.
Bu iş
ne «Zâ» ile olur, ne «Şâ» ile; ne «Kâ» ile olur, ne de «Mâ» ile..."
Ululuk
ve kudret Allah’a mahsustur! O Allah ki kendine özgü kudsiyyetiyle hem marifet
ehlinin görüşlerinden münezzehtir, hem mükâşefe ehlinin idraklerinden?
Burası
Nefy (Şeytan) ve İspat (Muhammed) tâsînter rînin* yeridir. Ve işte onun şekli.
İlk
nakış kalabalığın fikridir, İkinci nakış seçkinlerin düşünceleri... Ortadaki,
Hakkın ilmi Dâiresi, bütün bunların dayanağıdır.
Kuşatan
dâirenin içindeki «Lâmelif^ler her yönden olumsuzluk, yasak demektir.
O iki
(Hâ) taşıyıcıdırlar.
Yabancıların
çevrelerinden sonra tevhîd kaldı ki bütün «hadislerdin ötesindedir.
Avamın
fikri vehimler denizinde kaybolur, havasın fikri fehimler (kavrayışlar)
denizinde/ O iki deniz-de kurur ve yol bozulup mahvolur. O iki fikir söner, o
iki taşıyıcı perişan olur. O iki âlem son bulur. Deliller permeperi- şan,
marifet pecmürde olur.
İki
âlemin noksanlıklarından arınmış olarak, mukaddes uluhiyetden yalnız Onun
Rahman’ı kalır,10
Tenzih
ederim O yaratıcıyı ki her türlü illetden arın- iniştir, Burhanı kuvvetlidir.
Saltanatı güçlü ve ölümsüz. O, celâlin, büyüklük ve cömertliğin sahibidir.
Sayılmaksızın
tektir O. Sınır ve sayıyla ilişkili «bir» değildir O. Başlangıç ve son Ona ilişemez.
Kâinatı
yaratan O’dur ve Onu ancak O tanır. Celâl ve ikram sahibi O, ruhları ve
bedenleri yaratan O’dur!
XI MA'RİFET BAHÇESİ
İkrar
inkârın içinde gizlenmiş , inkâr ikrarın içinde : Bilmek, bilmemenin; bilmemek
bilmenin çenberinde.
Bilmemek
arifin sıfatı, süsü; cebi şekli, sureti. Ma’rifetin sûre tine gelince o
idraklerden gizlenmiş, kavrayışlardan yüz çevirmiştir.
Nasıl
bilir Onu arif, «nasıla yok; nerde yakalar Onu, «merde» yok!
Nasıl
ulaşır Ona, «Vasi» yok; nasıl ayrılır Ondan «fasl» yok.
Sınırlarla
çevrili, sayılarla ilişkili, kuvveti fânî, nzık aramaya mahkum varlık için
ma’rifet asla uygun değil!
Ma’rifet
ötelerin ötelerinde, mesafelerin, sınırların ötesinde, arzu ve gayelerin,
sırların, haberlerin, idrâklerin ötesindedir... Bütün bu saydıklarım «şey» dir;
yoktular, sonradan varedildiler.
Ve
başlangıçta yokken sonradan varedilen ancak mekan içinde mevcut olabilir. Fakat
yönlerden, illetlerden, âletlerden önce var olan ve varlığı hep devam edeni
nasıl kucaklayabilir yönler, nasıl yakalayabilir «son» lar?..
Biri
«Kendimi kaybederek Onu buldum» derse, ben de «Kaybolan, hep var olanı nasıl
bulur?» diye sorarım?
«Kendi
varlığımla buldum Onu» derse, «iki tane Kadîm olamaz» derim.
«Cehle
düşünce buldum Onu» diyene sözüm şudur: «Cebi perdedir; ma'rifet ise perdelerin
ötesinde.»
Derse :
«Onu isimle bildim!» «isim müsemmâdan ayrılamaz; çünkü o mahluk değil ki» derim.
«Onu,
Onunla bildim» diyen İki ma’buda işaret etmiş olur.
Onu,
sanatıyla tamdım diyen sanatkârı bulamayıp onun sanatıyla yetinmiş demektir.
Onu,
tanımaktan âciz oluşumla bildim diyene şunu söylerim: «Âciz uzağa düşmüştür ve
alâkasını kesen nasıl idrak eder Onu?»
«Beni
bildiği gibi bildim Onu» diyen, ilme işaret etmiş olur. Ve ilim, nihayet maluma
döner ve malum Zât’dan ayrıdır. Zât'dan ayrı düşen Zât'ı tanıyamaz.
«Kendi
nefsini nasıl tanımlıyorsa öyle bildim Onu» diyen, haberle yetinmiştir, izi
görmeden.
«Onu
kendi smınmı dikkate alarak tanıdım diyen» bilsin ki Ma’ruf tek şeydir;
parçalanmaz, bölünmez!
Birisi
«Ma'rufu ancak kendisi tanımıştır» derse işte O şunu açıkça
kabullenmiş olur : Ârif Ondan ayrı, Ondan uzakta ve O olmaya zorlanıyor. Çünkü
Ma’rûf ezelden beri kendi kendini bilmeye devam etmektedir.
Çok
hayret ediyorum : Bedenindeki bir kılın siyah veya beyaz bitişinin nasıl
olduğunu bilemeyen, varlığı yaratıp yöneteni nasıl bilebilir?
O ki
bilmez nükteleri, gerçekleri, tasarrufları illetleri... O ki bilemez Önceyi,
sonrayı, mufassalı, mücmeli... Mümkün olmaz onun için bilmek Lemyezel’L..
Teşbih
ederim o Kudreti: Ki örtüyor onları isim, resim, unvanla... Perde yapıyor
«hal»i; sözü, cemâli, kemâli ; saklıyor Lemyezel ve Lâyezâl’i.
Kalp
insanın göğsünde bir et parçası; barınamaz orda ma’rıfet. Çünkü ma’rifet
rabbânî...
Kavrayışın
ilgisi var genişlik, uzunlukla; ibadet ilişkili sünnetlerle, farzla; bütün
kalabalık gökle yer arasında...
Ma’rifetin
ilgisi yok genişlik, uzunlukla; oturmaz yerde, semada; yerleşmez sünnetlerle
farz gibi zahirlerde bâtınlarda...
. «Onu,
hakikat aracılığıyla tanıdım» diyen kendi varlığını ma’ruf*un varlığından yüce
sanmış olur. Çünkü bir şeyi hakikat üzere bilen, onu bildiği anda, o bildiği
şeyden daha kuvvetli olmuştur.
Ey.
sen! Kâinatda atomdan basit bir şey yoktur. Sen -onu bile anlıyamamışsm,
öğrenememişsin. Peki, atomu bile tanıyamayan ondan çok daha girift bir varlığın
sahibini nasıl tanır, araştırarak?..
Evet,
arif görendir; fakat ma'rifet görünenden sonra gelendir!
Ma’rifet
<Nass» yönünden belirlenmiştir.
Parçalanmış
«Ayn» dâiresine benzer özel bir şey var-dır onda...
O,
darmadağın, o altı üstüne gelmiş, o perdelenmiş ve önüne sed çekilmiş olan
yönünden,..
O zâtî
ilim yönünden,..
«Ayn»ı,
«Mim»i içinde hüviyetiyle kaybolmuştur,
Ondan
kopmuş ayrı düşmüştür.
«Havâtır»
onunla beslenir, ondan zevk alır, onunla oyalanır.
Ona
heveslenen ondan kaçar, ondan kaçan gözden kaybolur.
Onun
batanı, onun doğanıdır : Batanı doğar onun...
Üst yok
onun için, alt yok...
Ma’rifet
yaratılmışlardan uzak ve anlara zıd. Her an «deymûmet»le birlikte.
Yollan
sedlerle çevrili, geçit yok ona.
Manalar
Ölü, delil yok ona.
Duyular
onu idrak edemez.
Ulaşamaz
ona insanların nitelikleri...
Sahibi
tektir onun.
O,
eline geçirdiğini teneşire yatmadır.
Yeşerip
hayat bulanı, pörsüyüp yerlere serilecektir.
Ona
sarılıp yapışan kaybedecektir.
Ona
gözleri takılan hep öyle kalacaktır.
Onun
darbecisi bütün kuvvetiyle vurur.
Ona
doğru koşan soluğu kesilerek yere serilir.
Onun
tutunduğu ipler onun erbâbıdır.
Sanki
o, sanki o! Sanki o, Sanki o! Sanki o O’dur.
Temelleri
O’nun içindir, onunla ayaktadır,
O, o
değildir ve o da O değildir.
O,
yâlnız O’dur! O
Arif
görendir, lâkin ma’rifet görünenden sonra gelendir. i
Arif
irfanıyla beraberdir. Çünkü arif kendi irfanıdır. Ve ârifin irfanı ârifin
kendîsidr. Ma’rifet ise bunun ötesinde. Ma’rûf’a gelince o bunların da
ötesinde...
Hikâye
hikayecilerle, ma’rifet seçkinlerle, süs ve gösteriş kalabalıkla, dedikodu
kuruntu içindekilerle, tefekkür iyas ehliyle, gaflet ürküp kaçanlarla haşhaşa
kaldı.
Hak,
Hak'tır; mahluk mahluk.
Çirkin
ve kötü yok!..
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar