ON ÜÇÜNCÜ SİFİR [FÜTÛHÂT-I MEKKİYYE'NİN] DOKSANINCI KISMI
Rahman ve Rahim Olan Allah Teâlâ’nın
Adıyla
YETMİŞ ÜÇÜNCÜ
BÖLÜM'ÜN DEVAMI
YÜZ
ON SEKİZİNCİ SORU
Sevginin Kaynağı
Neresidir? , Cevap:
Sevginin kaynağı, Hakk’ın el-Cemil ismindeki tecellisidir. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ güzeldir, güzeli
sever.’ Bu, sahih bir hadistir. Böylece Allah Teâlâ, kendisini güzeli sevme
özelliğiyle nitelemiştir. Allah Teâlâ âlemi sever ve dolayısıyla âlemden daha
güzeli yoktur. Allah Teâlâ güzeldir ve güzellik özü gereği sevilir. Öyleyse
bütün âlem, Allah Teâlâ’yı sever. Allah Teâlâ’nın yaratmasının güzelliği,
yaratıklara yayılmıştır ve âlem O’nun mazharıdır. O halde âlemdekilerin
birbirini sevmesi, Allah Teâlâ’nın kendisinin sevmesinin bir esintisidir. Çünkü
sevgi, herhangi bir varlığın niteliğidir. Varlıkta da sadece Allah Teâlâ
vardır. Celal ve cemal, Allah Teâlâ için kendiliğinde ve yaratışındaki zâtî bir
niteliktir. Cemalin neticesi olan heybet ile celalin neticesi olan ünsiyet, Yaratan’ın
değil, yaratılmışın iki niteliğidir. Ya da bunlar kendisiyle nitelenene ait
değildir. Öyleyse, bir mevcut heybete kapılır ve ünsiyet edebilir. Halbuki Allah
Teâlâ’dan başka mevcut yoktur. O halde eser, niteliğin kendisiyken, nitelik de
kendisiyle nitelendiği esnada nitelenenden başka değildir. Aksine o, nitelenin
kendisidir.
Dolayısıyla -eğer anladıysan-, Allah
Teâlâ’dan başka ne seven ne sevilen vardır! Varlıkta sadece ‘ilahi mertebe’
vardır. Bu ise, O’nun zâtı, sıfat ve fiilleridir. Nitekim ‘Allah Teâlâ’nın
kelamı ilmi, ilmi ise zâtıdır’ deriz. Çünkü Allah Teâlâ’nın zâtına ilave bir
şeyin O’nda var olması ya da zâtı olmayan bir şeyin O’nda bulunup söz konusu
şey olmaksızın O’nda bulunmayacak, aksine sadece onunla var olabilecek
Halılığının kemali gibi bir hükmü Allah Teâlâ’ya vermesi mümkün değildir. Bunun
nedeni, Allah Teâlâ’nın her şeyi bilmesidir. Zâtını övmek maksadıyla Allah
Teâlâ bunu kendinden bildirmiş, aklî delil de bunu göstermiştir. Allah
Teâlâ’nın zâtının zâtı olmayan bir şey ile kemale ermesi imkânsızdır. Aksi
halde, Allah Teâlâ’nın zâtı şerefini başkasın-dan kazanmış olurdu.
Allah Teâlâ’nın zâtını bilmesinden Allah
Teâlâ’yı bilenler, akılların doğru fikirleri yönünden öğreııemedikleri şeyleri
O’ndan öğrenir. Bu bilgi, sûfilerin hakkında ‘aklın bilme yeteneğinin ardında’
dedikleri bilgidir. Allah Teâlâ kulu Hızır için şöyle der: ‘Ona
katımızdan bilgi öğrettik.” Başka bir ayette ‘Ona
beyanı öğrettik’2 buyurur. Burada Allah Teâlâ, öğretim
işini -düşünceye değilkendisine tamlama yapmıştır. Buradan, fikrin üzerinde
başka bir makam olduğunu öğrendik. Bu makam kula çeşidi şeylerle ilgili bilgi
verir. Bir kısmı fikir gücüyle algılanabilirken bir kısmı, akıl fikir yönünden
elde edemese de fikrin onaylayabileceği bilgilerdir. Bir kısmı ise fikrin
-tanımlaması imkânsız olsa bileonayla-yabileceği bilgilerdir. Bir kısmı aklın
‘fikir gücü’ yönünden kabul edemeyeceği bilgilerdir. Bunların
delillendirilmesi mümkün değildir. Akıl onları -doğru bir vakıa olarakHak
nezdinden öğrenir. Bunlardan imkânsız adı kaybolmadığı gibi imkânsızlık hükmü
de -akla göreortadan kalkmaz.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem şöyle buyurur: ‘Bilginin bir kısmı hazine gibidir. Onu sadece Allah Teâlâ’yı
bilenler bilebilir. Onu dile getirdiklerinde ancak Allah Teâlâ ile aldananlar
onu inkâr eder.’ Söze gelen bilgi böyleyse, onların sahip olduğu söze gelmeyen
bilgi hakkında ne dersin? Her bilgi ibareye dökülemez, bunlar, (kişisel
tecrübeye dayanan) zevk ilimleridir. Öyleyse akıldan daha bilgilisi olmadığı
gibi akıldan daha cahili de yoktur! Akıl sürekli bilgi alır. O halde akıl,
bilgisi bilinmeyen âlim iken (aynı zamanda) bilgisizliğinin sonu olmayan
cahildir.
Onun ‘Senin İçin’ Olan Sevgisinin Şarabı Nedir Ki, Seni O’nu Sevmekten Sarhoş Etti? Cevap:
Tirmizi,
burada ‘senin için’ ve ‘O'nun için’ kelimelerindeki
edatı, sebeplilik anlamında kullanmış olabilir. Bu durumda sorunun cevabı
sebeplilik bildirmediği durumdaki sorunun cevabından farklıdır. Bu durumda
anlam şöyledir: Onun seni sevmesinin şarabı nedir ki, seni O’nu sevmekten
sarhoş etti? Birinci ve ikinci tarzdaki cevap (birbirinden) farklıdır.
Birinci yorumla şöyle cevap veririz:
Tecellilerin başkalaşması, Hakk’ın şendeki zuhuru bakımından gerçekleşir. Hakk,
senden dolayı kendisini sevgiyle nitelemiştir. Bu tecelliden senin adına
gerçekleşen bilgi, senin O’nu seven olman, yani O’ndan dolayı seven olmandan
seni sarhoş eder. Bu durumda sen O’ndan dolayı kimseyi sevmezken O senden
dolayı sever. Sen ortadan kalksan, O sevme özelliğiyle nitelenmezdi. Sen ise,
yok olmazsın, dolayısıyla O’nun sevgiyle nitelenmesi de ezelidir. İşte bu,
birinci ve İkincinin Hakk ettiği duruma göre aralarında ince ve kapalı bir fark
olmakla birlikte, birinci ve ikinci tarzı kuşatacak cevaptır.
İkinci yönden vereceğimiz cevaba
gelirsek, Hakk’ın seni sevmesinin şarabı, O’nun senin O’nu sevmeni sevmesidir.
O’nu sevdiğinde ise -ki bu esnada O’nun seni sevmesinin şarabını içersinsenin
O’nu sevmenin O’nun seni sevmesinin aynısı olduğunu öğrenirsin. O’nun sevgisi,
O’nu sevmekten seni sarhoş eder. Bununla beraber, O’nu sevdiğinin
farkındasındır, dolayısıyla ayrım yapamazsın. İşte bu, marifet tecellisidir.
Öyleyse seven, hiçbir zaman ârif olamazken ârif de hiçbir zaman seven olamaz.
Buradan, seven âriften ayrıldığı gibi mârifet de muhabbetten ayrışır.
Binaenaleyh Hakk’ın sana olan
sevgisi, O’nu sevmekten seni sarhoş eder. Bu ise, şarap içeceğidir. İsra gecesi
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem onu içmiş olsaydı, hiç kuşkusuz
ümmetinin geneli taşkın olurdu. O’nu sevmen ise, O’nun seni sevmesinden seni
sarhoş etmez. Bu ise süt şarabıdır. Hz.
Peygamber İsra gecesi onu içmiştir.
Böylelikle, Allah Teâlâ’nın yaratılmışları üzerinde yarattığı fıtrata göre
hareket etmiş, ümmeti de, Peygamber’in zevki ve içeceğinde hidayet bulmuştur
-ki bu ilahi korunma ve sakınmadır-, Böylece ümmet, ayıklık ve sarhoşluk
esnasında lehinde ve aleyhinde olan şeyleri öğrenmiştir.
Öyleyse O’nun seni sevmesinin şarabı,
Hakk’ı sevmenin O’nun seni sevmesinden kaynaklandığını bilmendir. Bu durumda Hakk,
O’nu sevmekten seni habersiz bırakmıştır. Öyleyse sen, sevensin, (ama) seven
değilsin. ‘Atmadın, attığında, fakat Allah Teâlâ attı. Müminleri
güzelce denemek için.’3 Bu deneme, kendisinde gözüktüğü
farklı makamlardaki denemedir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’de bu
deneme, düşmanların yüzüne toprak saçmakta görünmüştü. Bu bağlamda Allah Teâlâ
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in attığını söylemiş, sonra atma
fiilini ondan olumsuzlamıştır. Tirmizi bunu ‘sarhoşluk’ diye ifade etmişti,
çünkü sarhoş, akletmeyen (düşünmeyen) demektir. Çünkü Tirmizi sarhoşlukta Ebu
Hanife’nin mezhebindeydi. O, şeriatı Şâri’den öğrenmezden önce, esas
itibarıyla Hanefi’ydi. Bu ise sarhoşluğun tanımında doğrudur. Fakat içmeden
kaynaklanan sarhoşluktan önce bir şey sarhoşta bulunmalıdır. O da, neşe ve
sevinçtir. Bu ise, sarhoşluğunu tanımında Ebu Hanife’den başkalarının
benimsediği görüştür ki, doğru değildir. Bu konumdaki her sarhoş edici
hakkında meşru hüküm düzenlenir. Neşenin öncelemediği herhangi bir şeyden
sarhoş olursa, şeriatın dinî cezasına ya da hükmî herhangi bir hükmüne muhatap
olmaz.
YÜZ
YİRMİNCİ SORU
Kabza Nedir? Cevap:
Allah Teâlâ şöyle
buyurur: ‘Yeryüzü O’nun kabzasıdır.’4 Ruhlar bedenlere tabiyken bedenler
ruhlara tabi değildir. Cisimler kabz edilirse, ruhlar da kabz edilmiş olur,
çünkü cisimler ruhların heykelleridir. Allah Teâlâ ise, her şeyin O’nun
‘kabzası’ içinde olduğunu bildirir.
Her cisim, ruhunun toprağıdır (arz).
Ortada ise sadece cisim ve ruh vardır. Cisimler ikiye ayrılır: Unsurdan
oluşanlar ve nurani cisimler. Bunlar da, doğaldır. Allah Teâlâ, ruhların
varlığını cisimlerin varlığına bağlamışken cisimlerin sürekliliğini ruhlarm
bekasına bağlamıştır. Ardından, içinde bulunan şeyler ortaya çıkıp kendilerine
dönsün diye, onları kabz etmiştir. Çünkü ruhlar cisimlerden beslenir ve
onlarda bulunanlar cisimlerde ortaya çıkar: ‘Sizi
ondan yarattık, ona döndüreceğiz, ikinci kez ondan çıkartacağız.’5 Başka bir
ayette ise ‘İnsanı süzülmüş topraktan yarattık’6,
‘Sizi kokuşmuş bir sudan yaratmadık mı?’7 denilir. Başka bir ayette ise ‘0 bir duman idi, onu yedi kat
düzenledi’* buyrulur. O halde, bunlar unsurlardır ve dolayısıyla onlar
unsur kaynaklı cisimlerdir. Onlar yer bakımından üstün olsa bile, mertebe
bakımından rükünler onların üzerindedir.
‘Allah Teâlâ kabz eder ve açar.’9 Cisimlerle açtığı şeyi, yine onlarla
kabz eder. Dolayısıyla, zâtından onlara bir şey vermez, çünkü onlar, bunu kabul
etmez. Öyleyse onların varlığı ancak kendileriyle olabilir. Hakk mümkünleri
imkân halinden bilfiil var etti. Onların bilfiil varlıkları kendilerinden ve
kendileri nedeniyledir. Hakk, bu konuda bir vasıtadır. O, birleştiren, düren ve
yayandır. ‘Gök ve yer dürülmüş idi.’10 Allah Teâlâ onları mümkün olmaları
nedeniyle yarattı. ‘Onları açtık.’11 Bu da, imkândan kaynaklanır, çünkü
‘açmak’ mümkün bir şey olmasaydı, gök ve yerde fiilen bulunmazdı. Binaenaleyh,
yaratıkların çoğuna göre, mümkünlerde etki yapan şey, mümkünlerin ta
kendisidir. Böyle inananlar, dünya hayatının dış yönünü bilip ahiretten
habersiz kalanlardır. Dikkat ediniz! Özü gereği imkânsız bir şey, mümkünün
kabul ettiği bir hükmü kabul edebilir mi? Öyleyse varlığı zorunlu olan (Hakk),
mümkünün kendisinden onu yaratma imkânı elde etmiş ve var etmiştir. ‘Zâtî
yardım’ bu demektir. Dikkat ediniz! Yükseğe atılan taşın yukarı doğru hareketinin
zorlamalı olduğu söylenir. Çünkü onun doğası aşağıya inmektir; ya daha
yukarıya ya da merkeze doğru. Taşm doğası yukarı doğru zorlamayla tırmanmayı
kabul etmeseydi, çıkamazdı. O halde taş, yine geçici bir sebebin varlığıyla
doğası gereği yukarı çıkmıştır. Doğa, söz konusu sebebe kendisinden istediği
şeyi kabul ederek yardım etmiştir. ,
Gerçekte ‘kabza’, Allah Teâlâ’nın ‘Her
şeyi Allah Teâlâ muhittir’12 ayetidir. Seni ihata eden kimse, hiç
kuşkusuz, seni ‘kabz’ etmiştir. Çünkü ihata edilmişken çıkabileceğin bir gedik
yoktur, yoksa ne ihata ne ihata eden söz konusu olabilirdi. Bunun açıklaması
şudur: Allah Teâlâ’nın dışındaki her mümkün varlık, ‘güzel isimler’ diye
isimlendirilen ilahi bir nispet ve rabbani bir hakikaüe irtibadıdır. Her
mümkün, ilahi bir hakikatin ‘kabza’sı içindedir ve dolayısıyla hepsi kabza
içindedir. ,
Bilmelisin ki, kabza, kabz edileni on
dört fasıl ve beş asıl halamından içerir. Bu on dört fasıldan ise feleğin
dairesinin yarısı ortaya çıkar Ki bunlar on dört menzildir. İşin görünmeyen
yönünde de bunun bir benzeri vardır. Bu fasıllar, Cim harfinin dışındaki bütün
harfleri içerirken -diğer harfler olmaksızınsadece Cim’den uzaktır. Bunun
niçin böyle olduğunu bilmediğimiz gibi bilinebilir bir şey olup olmadığını da
bilmiyoruz. Allah Teâlâ sırr’ımıza ondan bir şey üflemediği gibi başkasının
sırrına (üflendiğini) ya da nebevi haberlerde böyle bir şeyin yer aldığını
görmedim. Allah Teâlâ, bunu bilene merhamet etsin! Ben öyle bir bilgiyi kitabımın
bu bölümüne koyar ve bunu -kendime değilona nispet ederdim ki doğru yolla bir
yarar gerçekleşsin. Bu sayede okuyucu, bu bilginin bana gelenlerden olmadığını
anlardı. Bunu bilen biri bildiğini bana açıklarsa, onun kendisine ait olduğunu
söylerim, çünkü bu yolda dürüsdük kesin ve zorunlu bir ilkedir. Yalanın bu yola
girmesi mümkün değildir.
Bu beş esas, derece derecedir. En
üstünü ve geneli, bilgidir. Bilgi, ortadadır; sağında iki esas vardır. Bunlar,
hayat ve kudrettir. Solunda da iki asıl vardır. Bunlar ise, irade ve sözdür.
Her aslın üç faslı vardır. Kudret ise farklıdır, çünkü onun özellikle iki faslı
vardır. Üçüncü fasıl, ondan düşmüştür. Çünkü onun iktidarı, -sınırsız
değilsınırlıdır. Bu durum, bilginlerin şu sözünde dile getirilir: ‘Olmasını
dilemediği şeyin olmasını dileseydi, olacağı şekilde olurdu.’ Böylelikle
olmayan şeyin var olması, ‘ise’ şartına bağlanmış, başka bir sebebin varlığı
nedeniyle iktidarın ona güç yetirmesi imkânsızlaşmış, nüfuzu olmamıştır. Bu,
hiçbir zaman açılmayacak belirsiz bir konudur.
Buradan, âlemde belirsiz şeyler var
oldu. Çünkü âlemdeld her şeyin aslı, ilahi bir hakikattir. Bu nedenle Hakk,
aklın O’nu tenzih ettiği bir takım özelliklerle kendisini nitelemiştir. Akıl,
söz konusu hususları sadece iman ve teslimiyet yoluyla kabul edebilir. Ya da
akıl söz konusu hususları kendi düşüncesine layık bir te’vil yoluylakabul
edebilir. Keşf ehli olan ilahi güç sahipleri ise -ki keşf, aklın gücünün
ötesindedirsıradan insanların anladığı gibi onu bilir. Onlar, ‘O’nun benzeri
bir şey yoktur’ ifadesiyle münezzeh olsa bile, Hakk’ın bu niteliği niçin kabul
ettiğini de bilirler. Bu, kendi düşünceleriyle meseleye bakan akılların
anlayabileceği bir konu değildir.
Sıradan insanlar, teşbih
makamındayken onlar tenzih ve teşbih makanundadır. Akıllılar ise, özel anlamda
tenzih makamındadır. Böylelikle Allah Teâlâ, seçkinleri iki uçta bir araya
getirdi.
Kabzayı böyle bilmeyen, Allah Teâlâ’yı
hakkıyla takdir edememiştir. Çünkü kul, hiç kuşkusuz, ‘Allah Teâlâ’nın benzeri
olan bir şey yoktur’ demedikçe Allah Teâlâ’yı hakkıyla takdir edememiş olacağı
gibi ‘Allah Teâlâ Âdem’i eliyle yarattı’ demedikçe de Allah Teâlâ’yı hakkıyla
takdir edememiş olur. Bölünmemenin karşısında bölünme, basitin karşısında
bileşik nerede! Oluşun (âlem) bileşik kısmı yalınından farklı olduğu gibi
sayısal çokluğu da birliğinden farklıdır. Hakk’ın ise bileşikliği yalınlığının,
mutlak birliği çokluğunun aynıdır. Bir başkalaşma ya da nispet farklılığı söz
konusu değildir. Eserler farklılaşsa bile, tek hakikatten meydana gelirler.
Böyle bir şey, Hakk’ta geçerli değildir. Biz, ibareyle bunları nispet
etiğimizde, ayrıştırmamız zorunludur: ‘şu şu nispetten, bu da bu nispetten
oldu.’ Anlatabilmek için bu ayrım zorunludur.
YÜZ
YİRMİ BİRİNCİ SORU
Kabzayı Zorunlu Kılıp da Onda
Bulunanlar Kimlerdir!1 Cevap:
Onlar, zorunluluk
ve imkânsızın mertebesinden zâtlarına kaçanlardır. Çünkü ancak
(bu şekilde) kaçan kimse kabz edilir. Kaçmasaydı, kabzedilmeyecekti. Kabz,
kaçmaktan veya bunun umulmasından gerçekleşir. Kaçmak, kaçanın kabz edilmesini
gerektirdiği gibi bu yönüyle onlar bu eylemleriyle kabz edilmeyi istemişlerdir.
Bir kısmını zorunluluk mertebesi kabz etmiş iken bir kısmını imkânsızın
mertebesi kabzetmiştir.
Burada derin bir kuyu vardır ki ona
kısmen şöyle işaret edebiliriz: İlahi bilginin var olmasının mümkün olmadığı
şeklinde kendisine iliştiği her mümkün, varlığı imkânsız olandır. Böylelikle
imkânsızlık, mümkün üzerinde hüküm sahibi olmuş ve onu kendisine katmış, söz
konusu mümkün imkânsızın kabzasında bulunmuştur. İlahi bilginin mutlaka var
olacak şekilde varlığına iliştiği her şey, varlığı zorunlu olandır. Böylelikle
mümkün üzerinde zorunluluk hüküm sahibi olmuş, o da zorunlunun kabzasında yer
almıştır. Onun kendisi bakımından bir hükmü yoktur. Mümkün, ya imkânsızın ya da
zorunlunun kabzasında olmak üzere kabz edilmenin dışına çıkamaz. Geride bu iki
makamın dışında kendisinde bulunabileceği bir mertebesi yoktur. Öyleyse imkân
da yoktur: Ya imkânsız ya da zorunlu vardır.
Derin kuyuya gelirsek, bir grup
bilgin şöyle demiş ve şu görüşü ileri sürmüştür: ‘İmkânda sonsuza dek var
olacak şeyler bulunabilir. Öyleyse hiçbir mümkün imkânsızın kabzasında
değildir.’ Onlar bu konuda açık bir yönden yanılmışken başka bir yönden doğru
düşünmüşlerdir. Yanılgıları şudur: Bir varlıkta var olmayı gerektirip de
meydana gelen herhangi bir halin zıddının o varlıkta ortaya çıkması mümkündür.
Örnek olarak, oturmak da mümkün olmakla birlikte, bir cisim için ayakta durma
halini verebiliriz. Kalkmanın o şeyden olumsuzlanması söz konusu değildir.
Ayakta duran bir cismin ayaktayken ve ayakta olduğu esnada oturması ise
imkânsızdır. Bu oturma, hiç kuşkusuz, imkânsızın kabzasındadır. O cisim için
‘ayakta durmak’ hali var olduğu sürece, oturma varlık kazanamaz. Salt anlamda
‘oturmak’ ise, zorunlunun kabzası altındadır, çünkü o gerçekleşmektedir.
Düşüncelerindeki doğru yöne gelirsek;
imkân görünüşte mazharlarla ilgilidir. Mazharlar ise Hakk’ın zuhur ettiği
yerlerdir ve onlarda zuhur zorunludur. Zuhur edenin zuhur etmemesi imkânsızdır,
çünkü zuhur eden, zuhur etmemenin yeri değildir. Mazhar yerdir ve o kendisinde
zuhur edeni kabul etmiş, ondan başkasını kabul etmez. Başka bir şey var
olduğunda ise, bu, başka bir zuhur ve başka bir mazhardır. Herhangi bir zuhur
edene ait her mazhar, kendisinde zuhur ettikten sonra ondan ayrılamaz.
Dolayısıyla imkânda sonsuza dek zuhur edecek şeyler bulunabilir, çünkü
mümkünler sonsuzdur. Bu ise tasavvurdan uzak dipsiz bir kuyudur. Ancak
teslimiyet ve son derece ciddi araştırmayla kabul edilebilir. Bu konu
düşünceden hızla uzaklaşır. Onu sadece ‘zevk’ eden tutabilir. İfadesi ise,
imkânsızdır.
YÜZ
YİRMİ İKİNCİ SORU
Kabzada Onlara Ne Yapar? Cevap:
Allah Teâlâ
kabzada onları ‘düşürür (alçaltır).’
Bu, onların üzerinde bulunduğu haldir. Allah Teâlâ ‘yükseltir, alçaltır, açar
ve daraltır, ortaya çıkartır ve örter, gizler ve izhar eder, harekete geçirir,
birleştirir ve ayırır. Hakk’ın kabzadakilere yönelik genel yaratışı, hallerdeki
başkalaştırmadır. Bu, zâttan kaynaklanan bir fiildir. Başkalaşma olmasaydı,
ilahlığı işlevsiz kalırdı. İlah olması ise, zâtî bir niteliğidir. Bu nedenle,
yaratmanın mümkünlerde başkalaştırması, sürekli ve zorunlu olduğu gibi onların
kabzada bulunuşları da süreklidir.
YÜZ
YİRMİ ÜÇÜNCÜ SORU
Hakk Her Gün Velîlerine Kaç Kez
Bakar? Cevap:
Hakk,
kendilerini yönetmesi yönünden -başka bir yönden değil-, hallerinin
başkalaştığı sayıda onlara bakar. Bu ise -bir ilave ve eksilme olmaksızınyüz
ile sınırlıdır. Bu durum, velînin günün mazrufu olmasına bağlıdır. Vakitlerden
çıktıklarında ise, sınırlamanın olmadığı sürekli bir bakışla velîlerine bakar.
Bu bakış, bir zamanlamayı da kabul etmez. Çünkü o, sayı altına girmeyeceği
gibi, başkalaşma ya da temyiz altına da girmez. Girdiklerinde ya da halleri
zaman olduğunda ise, bu sayı yüzdür. Her birisinde velîler için sınırlamanın
belirleyemediği şeyler gerçekleşir. Bu bakış, bir hesap veya ölçü olmaksızın,
ilahi bir ihsandır.
Hakk Onlarda Neye Bakar? Cevap:
Hakk velîlerinin -dışlarına değilsırlarına bakar. Dışlarını ise vakitlere
göre harekete geçirir. Onlarm sırları ise tek bir hakikate bakar. Yüz çevirirler
ya da göz kapatırlarsa, bu durum, bakışın kazandırdığı şeyi eksiltir. Bu esnada
kaçırdıkları ise, kendilerini var ettiği andan yüz çevirme vaktine kadar
ulaştıkları şeyden daha çoktur.
Kuşeyri’nin
Risale’sinde aktardığına göre, efendilerden biri şöyle demiş: ‘Bir şahıs bütün
ömrünce Allah Teâlâ’ya yönelse ve bir an yüz çevirse, kaçırdığı şey ömründe
elde ettiğinden çok olur. Bunun nedeni, her şeyin bir artış içinde olmasıdır.
Sonra gelen öndekini içerdiği gibi -toplayıcı olması bakımından dakendi hakikatinin
verdiği ilaveyi içerir ve -birleştiricilik özelliğiylekendini öne geçmiş görür.
Bu ise yalnız başına sahip olduğu hükmünden ve -bu özel içerme olmaksızınkendi
toplayıcılığından farklı bir durumdur. Ayrıca o, kendinden önce geçenleri
içermesi yönünden olmaksızın, bu ana özgü şeylerden farklıdır. Dolayısıyla
(böyle bir ihmal yapan insan), zorunlu olarak bu iyiliği kaçırır. Allah
Teâlâ’dan yüz çevirmek ne kötüdür! .
Burada, senin için bilginin değeri
ortaya çıkar. Çünkü bilgi, senin kaçırdığın ve elde ettiğin şeydir. Allah Teâlâ
Peygamber’ine hitap ederken ‘Rabbim! Bilgimi artır’13 demesini emretmiştir. Bilgi,
nitelilderin en üstünü, alamederin en nezihidir.
YÜZ
YİRMİ BEŞİNCİ SORU
Hakk Nebilerinde Neye Bakar? Cevap:
Tirmizi
bilgiyi kastetmişse, Hakk nebilerinin sırlarına
bakar. Vahyi kastetmişse, Hakk onların kalplerine bakar. Sınanmayı kastetmişse,
nefs-
lerine bakar. Hakk’ın bakışı, iki
kısma ayrılır: Birincisi dolaylı bakıştır. Bu, ‘Ruh-1
emin onu kalbine indirdi’14 ayetinde dile getirilir. Diğeri ise,
dolaysız bakıştır. Bu ise, ‘Kuluna vahyettiği şeyi vahyetti,ıs ayetinde
dile getirilmiştir.
Hakk nebilerinin sırlarına
baktığında, onlara dilediği bilgileri verir. Bu ise, kendileriyle değil O’nunla
olduklarını kendilerinden hareketle nebilere göstermektir. Nebiler de Allah Teâlâ’yı
kendilerinde görürler ve görmezler. Bu durumda, kendileri adma içlerinde
saklanan göz aydınlığını öğrenirler. Gördükleri şey nedeniyle de gözleri
aydınlanır ve öğrenirler ki, ‘Allah Teâlâ apaçık Haktır.’ Başka bir ifâdeyle,
onlar vasıtasıyla ortaya çıkan Haktır. Bu ise Peygamber’e talep etmesi
emredilen bilginin artışıdır, yoksa söz konusu bilgi, yükümlülük bilgisi
değildir. Yükümlülük bilgisinin eksilmesi, nebilerin isteğidir. Bu nedenle
Peygamber, ‘Size verdiğimle beni bırakın’ demiştir. Başka bir hadiste ise,
‘Evet deseydim vacip olacaktı, siz ise her yıl hac yapmaya güç
yetiremeyecektiniz’ buyurdu.
Hakk nebilerini kalplerine
baktığında, vahyi onlarda -tıpkı kalbin başkalaşması gibikalıptan kalıba sokar.
Nebinin kendisinde halden Hakk girdiği her halin dini bir hükmü vardır ve nebi
söz konusu hükme davet eder. Davetten geri durmak da bir emirdir. Bu emirde Allah
Teâlâ İsıllarınız üzerinde kaimiz’ demiş olur. Bu ise, nebilere ilişen dolaylı
(geçici) vahiydir. Zâdarının gereği olan zâtı vahiy ise, ‘Allah Teâlâ’nın
hamdini tespih ediyor’ olmalarıdır. Bu konuda onlar bir yükümlülüğe muhtaç değillerdir.
Onlar için bu vahiy, nefes alanın nefesine benzer. Bu ise, tek başına her
varlığa aittir. Geçici vahiy ise, toplamın hakikatine aittir. Ona bazen olumlu
karşılık verilirken bazen verilmez; bazen bir varlık için olurken diğeri için
olmaz.
Öyleyse, geçici vahiy iki türlüdür:
Birincisi, Allah Teâlâ’dan olduğuna dair delille gelir. Bu, velîlerin
şeriatıdır. İkincisinin delili yoktur. Bu ise, hikmetin gerektirdiği konulmuş
yasalardır. Hakk onu el-Bâtın ve elHakîm isminden vaktin hakimlerinin
kalplerine -onlar farkında olmaksızınaktarır. Vaktin hakimleri ise bu aktarışı
kendi görüşlerine ait sayarlar. Bilmezler Ki, söz konusu aktarma, kesinlikle Allah
Teâlâ’nın katındandır. Fakat onlar, asim Allah Teâlâ katından olduğunu görüp
kendi dönemlerinde onlara uyanlar için o hükmü yasa yaparlar. Çünkü bu esnada
o insanların arasında nebiliğine delil bulnnan herhangi bir peygamber yoktur.
Söz konusu insanlar (yani hakimlere
uyanlar), hakimlerin yaptığı yasaların gereğini yerine getirir ve sınırında
durup onlara riayet ederlerse, Allah Teâlâ dünya ve ahirette o yasaya dair
davranışlarına göre kendilerini ödüllendirir. Başka bir ifadeyle Allah Teâlâ,
bu yaptıklarına karşılık onları hakkında delil bulunan geçerli şeriatı yerine
getirenleri ödüllendirdiği gibi ödüllendirir. Allah Teâlâ ‘Ona
hakkıyla riayet etmediler’16 buyurdu. Kastedilen, insanların
ortaya çıkarttığı ruhbanlıktır. ‘Kim bir iyi adet çıkartırsa, onun sevabı ve
onu işleyenlerin sevabı kendisine verilir. Kim kötü bir adet çıkartırsa, onun
günahı ve onu işleyenlerin günahı kendisine verilir.’ Allah Teâlâ, aklî yasa
(namus) koyucusunun görüşünü onayladığı gibi (aslı dinde bulunan) dinî-aklî
yasa koyucunun görüşünü de onaylamıştır.
Aklî yasaya uyan insanın dünya
hayatındaki ödülüne gelirsek, hiç kuşkusuz böyle bir yasaya uymakla aile, mal
ve iffet konusunda bir yararın ortaya çıkacağı kesindir. Ahiretteki yarar da,
akli yasa koyucu (hakimler) ahirete değinmemiş olsa bile, dünyadaki gibidir.
Nasıl ki ilahi hükme uyduğumuzda ahirette bizim için gözün görmediği, kulağın
işitmediği ve hiç kimsenin kalbine gelmeyen şeylerin bulunacağı belirtir lir,
aynı şekilde bu ödül de -önceden bir bilgi olmaksızınbizim adımıza
gerçekleşir. Aynı şekilde ahirette meydana gelen ödül de toplum yararı için
onu ortaya koyanın anlayışına göre yasayla hareket edenin ödülüdür.
Aklî yasanın koyucusu yasasında ‘Allah
Teâlâ dedi ki’ deyip sadece bir mazhar olduğunu ve gerçekte Allah Teâlâ’dan
başka mevcut olmadığını bilenlerden olabilir. Böyle biri, doğru söylemiştir ve
Allah Teâlâ kendisini bağışlar. Bu bilgiden perdeli olanların işi ise Allah
Teâlâ’ya kalmıştır ve bu konudaki niyetine göre kalacaktır. Söz konusu kişi
başkanlık amacı gütmüş olabilir. Bu durumda yarar dolaylı olarak ortaya çıkar.
Bazen ise (bireysel ya da toplumsal) maslahatı amaçlar, başkanlık dolaylı
gerçekleşir. Bu durum, (aklî yasanın uygulandığı) o topluluk içinde ve o yerde
delille kabul edilmiş bir şeriat bulunmadığında düşünülebilir.
Hakk nebilerinin nefslerine
baktığında ise ümmederini kendilerine karşı çıkmasıyla onları sınar. Ümmet nebi
hakkında görüş ayrılığına düşer. Nebi hakkında görüş birliğine varsalar bile,
bazen kendi aralarında görüş ayrılığına düşebilirler. Bütün bunlar, nebinin
kendisine bakması durumunda böyledir ve nebi kendisine bakmalıdır. Çünkü Allah
Teâlâ ile oturmak, beşeriliğin sürmesini gerektirmez. Devam etmediğinde ise geride
sadece nefs kalır. Bu durumda, nebinin bakışı bir sınanma bakışıdır. Çünkü bu
esnada nebi, ‘Rabbinin elçiliğini tebliğ ettiği’ hakkında bir iddia taşır. Bir
rivayette şöyle denilir: ‘Her peygamber şöyle demiştir: Size ulaştırmakla
yükümlü olduğum şeyi tebliğ ettim.’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
şöyle buyurmuştur: Tebliğ ettim mi?’ Burada Peygamber, tebliği kendisine izafe
etmiştir. ‘Allah Teâlâ, benim dilimle size duyurduğum şeyleri tebliğ etti mi?’
diye sormamıştır. Peygamber bunu demeseydi, müminlerin nefsleri sınanmazdı.
Burada Allah Teâlâ’nın gizli bir hükmü vardır. Bunun amacı, kulun tevfık ve
zıddının mahalli olduğunu öğrenmesini sağlamaktır. Kul bu sayede kendisine
emredilen ve yasaklanan işlere karşı güç ve kuvvetin Allah Teâlâ’ya ait
olduğunu da öğrenmelidir. Öyleyse hüküm, yüce ve büyük Allah Teâlâ’ya aittir.
YÜZ
YİRMİ ALTINCI SORU
Allah Teâlâ Her Bir Günde Seçkinlerine
Kaç Kez Yönelir? Cevap:
Hakk her
gün seçkinlerine yirmi dört bin kere yönelir. Bu
yönelme esnasında Allah Teâlâ, onlara dilediğini verir, ikinci yönelişte ise,
ilkinde verdiğinden dilediklerini alır. Bu alma, ya kabul ya da -kabul
edilmeksizinreddediş alışıdır. Allah Teâlâ onlara alış esnasında kendilerine
aktardığı şeyde saygıyı emretmiştir. Aynı şekilde, işleri kendisine havale
ettiklerinde ilahi saygıyla süslenmiş olarak O’na havale ederler. Bu ise ilahi
kabul çağrısıdır. Alış ve iade edişte saygısızlık yaparlarsa, vebal kendilerine
döner. Bu esnada onlar, Allah Teâlâ’nın seçkinleri değillerdir. Öyleyse seçkin,
her gün yirmi dört bin kez Allah Teâlâ karşısında huzur sahibidir.
Bu konuda bilgin yok da yükümlülükten
kurtulmak istiyorsan açıklama için şöyle demelisin: Hakk’ın her gün
seçkinlerine yönelmesi, onların nefeslerinin sayısı kadardır. Nefeslerinin
sayısını öğrenen kimse,
Hakk’ın her gün kendisine ne kadar
yöneldiğini de öğrenir. Çünkü bu . nefes, Rahman’ın nefesindendir. Her nefes
Hakk’ın kendilerine yönelmesinin ta kendisidir. Onun vasıtasıyla bedenleri
nurlanır. Nefes, bedenlerde bir rüzgâr (rîh), latiflerde ise ruhlardır
(ervah). Bu kelime ravh (rahatlık) kelimesinin çoğuludur.
YÜZ
YİRMİ YEDİNCİ SORU
Halk ile, Seçkinler ile, Nebiler ile,
Özel insanlar ile Beraber Olmak Nedir? Bu
Beraberlikteki Derece ve Farkları Nelerdir? Cevap:
Allah Teâlâ
şöyle buyurur: ‘Her
nerede olursanız, O sizinle beraberdir.’’17 Burada Allah
Teâlâ yeri bize izafe etmiştir. Musa ve Harun’a ise, ‘Ben
sizinle beraberim, duyarım ve görürüm’18
demiştir. Böylelikle onların görme ve duymaları olduğuna onların dikkatini
çekmiştir. Bu ise, daha önce sahip olmadıkları bir bilgiyle Musa ve Harun’a
verilen bir öğüt ve bildirimdir.
Çünkü sahih bir rivayette denilir:
‘Kulu Rabbi sevdiğinde, Rabbi onun kendisiyle duyduğu kulağı, kendisiyle
gördüğü gözü olur.’ Nebi olan nebi olmayana göre, buna daha layıktır. Velîlerin
tabakaları pek çoktur. Fakat Tirmizi onlardan ancak söylediklerimizi zikretti.
Biz de cevapta sorulandan fazlasını aşmayacağız.
Şöyle
deriz: Beraberlik, karşılıklı ilişkiyi gerektirir. Dolayısıyla Hakk’tan ancak
uygun yönü alırız, ilişkiyi ortadan kaldıran yönü almayız. ‘Her nerede olursa’
sözüyle cevabı bütün hallere genelleştirmek isteyebiliriz. Bu durumda hiçbir
varlık herhangi bir halden yoksun değildir. Hatta var olan ya da olmayan
hiçbir ayn, varlık ya da yokluk şeklindeki bir halden yoksun değildir. Bu
nedenle Allah Teâlâ, cher
nerede olursanız, sizinle beraberdir’19 buyurmuştur. ,
Şöyle diyebilirsin: ‘Nerede
olursanız’ varlık durumu bildiren bir sözdür ve ‘varlığın neresinde olursanız’
demektir. Şöyle deriz: Doğru!
Fakat varlığın hangi yönünden söz ediyoruz:
Sizi bilmesi yönünden mi? Halbuki O vardır! Yoksa mazhar olmaları bakımından,
mümkünlerin nitelendikleri varlık yönünden mi söz ediyoruz? Onlardan biri de,
mümkün ayn’ın kendisiyle yoklukla nitelendiği haldir. Bu nedenle bir şey için
‘y°k idi, var oldu’ deriz. Oluş ise, bu söz doğru olmakla birlikte, yolduk ile
çelişir. Bu esnada Allah Teâlâ’nın ‘Her nerede olursanız’ sözü anlaşılır.
Başka bir ifadeyle, varlık ya da yokluk gibi hangi halde bulunursanız bulunun
O sizinle beraberdir.
Sonra şöyle deriz: Allah Teâlâ
yaratıklarıyla beraberdir. Allah Teâlâ ‘her şeye yaratılışım vermek’
itibarıyla yaratıklarla beraberdir. Onlara yaratılışını ‘yaratıklar’ olmaları
halamından verir. Zâtlarının talep ettiği ayrılmaz özellikleriyle, Hakk’ın
onlarla beraber olduğu bu sözün bağlamından çıkar. Hakk’ın seçkinlerle
beraberliği, duruluğun verdiği tecellilere göre gerçekleşir. Çünkü Allah Teâlâ
onları ‘asfıya (en durular)’ diye nitelemiştir. Öyleyse Hakk, seçme ve duruluğa
göre onlarla beraber değil, sadece seçmenin gereği olan şeye göre onlarla
beraberdir. Tirmizi soruda önce ‘halk’ demiştir. Çünkü halk (yaratma veya
yaratık), mertebe halamından öncedir. Çünkü seçim yaratmadan sonra
gerçekleşebilir. Hatta Allah Teâlâ nezdinde yaratıklar karşısında onlar,
hükümdarın taksimden önce ganimetten aldığı özel paya (burada saflık ve
hükümdar payı anlamındaki safî arasmda anlam ilişkisi kurulmuştur) benzer.
Ganimetin bu özel kısmı,.(Bâtınî yorumda) Hakk’ın yaratıkları içindeki payıdır.
Geride kalan ise, hem hükümdara hem onlara aittir.
Hakk’ın nebilerle beraber olması,
onları korumak ve masum tutmak şeklinde değil, iddialarını desteklemekle
gerçekleşir. Allah Teâlâ, belirli bir peygamber hakkında bu durumu
bildirebilir. Çünkü Allah Teâlâ bize ümmederinin bir takım nebileri
öldürdüklerini bildirmiş, söz konusu nebiler Allah Teâlâ tarafından korunmamış
ve sakımlmamıştır. Burada beraberlik sözünü ümmetlerine karşı kanıt getirmede
iddialarını desteklemek anlamında yorumlamak lazımdır. Allah Teâlâ şöyle
buyurur: ‘Kesin kanıt Allah Teâlâ’ya aittir.’20 İnsan seçilmezden peygamber olamaz.
Bu nedenle Tirmizi, nebiliği seçimden sonraya bıraktı. Çünkü her yaratılmış
seçilmiş olmadığı gibi her seçilmiş de nebi değildir.
Allah Teâlâ’nın seçkinler ile olan
beraberliği, tebliğ edilmesini emrettiği şeyin tebliğinden sonra, vasıtaların
ortadan kalkmasıyla karşılıklı konuşma (muhadese) şeldinde gerçekleşir. Örnek
olarak ‘İnsanları Allah Teâlâ’nın dinine grup grup girmiş
gördüğünde, Rabbinin hamdini tespih et ve mağfiret dile’2' ayetini verebiliriz.
Kastedilen, tespih günleridir. ‘O tövbeyi kabul edendir:22 Yani Allah
Teâlâ, tebliğ günlerinden daha çok olmak üzere, özel bir dönüşle sana döner.
Bunlar, Peygamber’de bir araya gelir. O tek bir şahıstır ve her makamda bir
takım şahıslar vardır. Tek bir şahıs, yaratılan, seçilen nebi ve özel ldşi
haline gelir. .
Allah Teâlâ’nın zât beraberliği ise,
söylenemez, çünkü zât bilinmez. Dolayısıyla beraberliğin O’nunla ilişkisi de bilinemez.
Allah Teâlâ bilgi ve lütuf ile yaratıklarıyla beraberdir: Dost edinmeyle asfıya
ile, yardım etmesiyle nebiler ve sohbet ve ünsiyetiyle de seçkinleriyle
beraberdir.
YÜZ
YİRMİ SEKİZİNCİ SORU
‘Allah Teâlâ’nın Zikri En Büyüktür’
Denilen Zikrin Mahiyeti Nedir? Cevap:
Kastedilen Allah
Teâlâ’nın kendisini kendisiyle ve kendisi için
zikretmesinin, kendisini kendisi için olan bir mazharda zikretmesinden daha büyüle
olmasıdır.
Bilmelisin ki, Allah Teâlâ bu zikri
ve onun büyüklükle nitelenmesini ancak ‘Namaz
kötülükten ve taşkınlıktan alıkoyaf23 ayetinde
dile getirdi. Bu ise namazdaki yasaklama nedeniyle bir hakikati bildirmeyi
amaçlar. Namazdaki yasaklama, namaz kılan olmayla çelişen her türlü fiili yapmaktan
insanı alıkoymaktır. Namaz, taşkınlık ve kötülükten alıkoyar. Buna karşın
yapımının insanı dince namaz kılmaktan çıkartmadığı itaatlerden alıkoymaz. Allah
Teâlâ’nın namazda zikredilmesi, namazın en büyüle ameli ve en büyük halidir.
Çünkü namaz, bir takım söz ve fiiller içerir. Namaz kılanın dilini zikrederek
hareket ettirmesi de namazın fiilleri arasmda olduğu gibi hareketten duyulan
söz de namazın sözleri arasındadır. Namazın sözleri arasında insanı ayakta
dururken, rükû ederken, başı kaldırırken ya da eğerken (secde) Allah Teâlâ’yı
zikretmekten çıkartacak bir söz yoktur. Zamirle ya da ‘bana hidayet et5
veya ‘bana rızık ver’ gibi sana vermesini istediğin bir niteliği zikrederek
kendini dile getirmek durumu değiştirir. Fakat bu ifadeler, dince Allah
Teâlâ’ya ait sayılan bir zikirdir. Çünkü Allah Teâlâ Kuran’ı ‘zikir’ diye
isimlendirmiştir. Halbuki Kuran’da şeytanların ve sapmışların adları da yer
alır ve onu telaffuz eden kişi, ‘Allah Teâlâ’yı zikreden’ diye isimlendirilir.
Çünkü Kuran, Allah Teâlâ’nın kelamıdır ve sen onları Allah Teâlâ’nın zikri
olarak zikredersin. Bu ise varlıkta ‘Allah Teâlâ’dan başkası yoktur’ diyenin
görüşünü destekler. Öyleyse zikirler de Allah Teâlâ’nındır.
‘Allah Teâlâ’nın zikri’ sözündeki
tamlama, Hakk’ın hem zikreden hem zikredilen olması yönünden gerçekleşir. Allah
Teâlâ zikredenlerin en büyüğü olduğu gibi zikredilenlerin de en büyüğüdür. Allah
Teâlâ’nın zikri ise, mazharlarda ortaya çıkan zikirlerin en büyüğüdür. Zikir
O’ndan çıkmasa bile, Allah Teâlâ onun bir kısmını bir kısmından büyük
yapmıştır. Ardından ‘Allah Teâlâ’ ismi nedeniyle başka bir niyet daha ona
yöneldi. Böylelikle Allah Teâlâ, ‘Allah Teâlâ’nın zikrini’ nitelenen ve
betimlenen bu adla söylemiştir. Bu isim ise bütün ilahi-güzel isimleri
içerirken hiçbir isim onu delalet yönünden içermez. Öyleyse Allah Teâlâ ismi,
kendisiyle Hakk’ı zikredeceğin her isimden daha büyüktür. Başka bir ifadeyle Allah
Teâlâ ismi, er-Rahîm, el-Gafur, erRab ve eş-Şekûr gibi isimlerden büyüktür.
Çünkü Allah Teâlâ’nın dışındaki isimler, delalet bakımından Allah Teâlâ’nın
verdiği (anlamı) veremez. Bunun nedeni, bütün isimlerde ortaklığın
bulunmasıdır. Bu durum, ‘daha büyüktür’ sözünü ‘bir şeyden büyük olmak’
anlamında yorumladığımızda böyledir. ‘Bir şeyden büyük olmak’ şeklinde
anlamazsak, zikrin büyüklüğü -zikredilen herhangi bir isimle karşılaştırma
yapmaksızınbir bildirim haline gelir ki, ilahi mertebeye daha uygun olan bu
yorumdur.
Bütün bu yorumlar ‘Allah Teâlâ’nın
zikri en büyüktür’ ifadesinde kastedilmiş olabilir. Çünkü Kuran, Tevrat ya da
Zebur veya İncil ya da herhangi bir sayfada yer alan Allah Teâlâ’nın
kelamındaki her ayette bulunabilecek her yorum -o dili bilen arife görete’vili
yapan hakkmda Allah Teâlâ’nın maksadıdır. Bunun nedeni, Hakk’ın ilgisinin
bütün yönleri içermiş olmasıdır. Söz konusu lafızla ilgili te’vili yapanın
bilgisi de, bildiği yönden ortaya çıkar.
O halde te’vil yapan herkes, te’vil ettiği
kelimeyle Hakk’ın maksadına ulaşmıştır. İşte bu, ‘Önünden
ya da ardından bâtılın giremediği haktır. O,
Hakim ve Hamîd’in indirdiğidir,m Hakk, onu
kullarından seçtiği birinin kalbine indirmiştir. Dolayısıyla lafzın
taşıyabildiği herhangi bir te’vilde bilginin yanılmasına imkân yoktur. Te’vil
yapanı yanlışlayan kimsenin bilgisi eksiktir. Fakat yapılan te’vili benimsemek
zorunda olmadığı gibi -özel olarak bu te’vili yapan ve kendisine uyanların
dışındakimse bu te’vile göre davranmak zorunda da değildir. .
YÜZ
YİRMİ DOZKUZUNCU SORU
Hakk Teala’nın, ‘Beni zikredin, ben de
sizi zikredeyim’ Sözünde Hangi Zikir Kastedilir?
Cevap:
Burada
‘uygun karşılık (cezaen vifaka)5 şeklindeki zikir
kastedilir. Allah Teâlâ ‘uygun bir karşılık olarak’25 demiştir.
Burada Allah Teâlâ’nın zikredilmesi, kulun zikrinden sonra gelir. Allah Teâlâ
şöyle buyurur: ‘O size salât eder.’26 Başka bir
ifadeyle, kendi zikrini sizinkinden sonra getirir ve siz O’nu zikredene kadar O
sizi zikretmez. Siz ise, sizi buna muvaffak kılıp zikrini size ilham
etmedikçe, O’nu zikretmezsiniz. Dolayısıyla kendisini O’nunla ya da kendisiyle
zikretmeniz üzere, size zikretmeyi hatırlatır. Allah Teâlâ da sizi sizinle ve
kendisiyle zikreder. Burada ‘ve’ bağlacını kullandık ‘veya’yı değil! Çünkü her
iki zikir de Allah Teâlâ’ya aittir. Bazı bilginler için de iki zikir olabilir,
bazı insanlarda ise bir tarz zikir olabilir.
İçimizde zikredenlerin halleri
birbirinden farklıdır. Bir kısmımız Hakk’ı içinden zikreder. Onlar, tabaka
tabakadır: Bir kısım ise Hakk’ı kendi içinden zikreder. Burada ‘içinden’
kelimesindeki zamir, hüviyeti yönünden Allah Teâlâ’ya döner. Bir şahıs O’nu
kendi içinden zikreder ki, zamir şahsa döner. Bir şahıs, O’nu kendi nefsinde
zikreder. Burada zamir, herhangi bir özel mazharda zuhur eden olması halamından
kendisi olan Hakk’a değil, yaratıcısı olması yönünden Allah Teâlâ’ya döner.
Herhangi bir şahıs bu yönlerden biriyle ya da hepsiyle O’nu zikrettiğinde, hiç
kuşkusuz, Allah Teâlâ da kulu içinden zikreder.
‘Onu
içimden zikrederim’, kulun Rabbini içinden zikretmesinin aynısı olabilir. Bu
durumda zamir, kulun nefsinin bir hakikat (ayn) olması yönünden -yoksa
yaratılmış olması yönünden değilAllah Teâlâ’ya dönerek kulun zikri Hakk’ın
zikrinin ta kendisi olur. Nitekim ‘Onlar hile yaptı, Allah Teâlâ da
hile yaptı’27 ayeti
hakkında, onların yaptığı hilenin Allah Teâlâ’nın onlara yaptığı hilenin
kendisi olduğunu söyleriz. Yoksa Allah Teâlâ başka bir hile düzenlemiş
değildir. ‘Onu içimden zikrederim’ ifadesi de bunu destekler. Burada,
yaratılış ve var ediliş bakımından kendi mülkü olan kulun Allah Teâlâ’ya izafe
edilen nefsi kastedilmektedir. ‘Onu içimde zikrederim’ ifadesi de, -kulun
kendisini zikrettiği yönden olmadan Hakk’ın nefsini ifade eder. Kastedilen,
kulun nefsinin Hakk’ın nefsi olduğu birinci yorumdur. Bunlar, her yorumda
‘uygun karşılığa’ göre nefsin zikrinin halleridir. .
ikinci hal, kulun Hakk’ı bir topluluk
içinde zikretmesi karşılığında Allah Teâlâ’nın kulu o topluluktan daha hayırlı
bir toplulukta zikretmesidir. Bazen bu topluluk, kulun zikrettiği topluluğun ta
kendisi olabilir. Hayır ise hal bakımından gerçekleşir. Bu durumda kulun Allah
Teâlâ’yı zikredişinde topluluğun durumu, Allah Teâlâ’nın kendilerinde kulu
zikrederkenki durumlarından daha aşağıdadır. Dolayısıyla topluluk ikinci
halde, kulun Allah Teâlâ’yı zikrettiği ille durumdan daha hayırlıdır. Topluluk
ise aynı topluluktur. Bir topluluk içlerindeki hükümdar nedeniyle şereflenir.
Hâlbuki hükümdar kendilerinde bulunmadığında da topluluk bir şerefe sahiptir.
Her iki durumda da topluluk aynı topluluktur, fakat birinci durumdaki topluluk,
(hükümdarın bulunmadığı) diğerinden üstündür. Bu üstünlük, topluluk içindeki
her bir şahsın Allah Teâlâ’nın o kulu içlerinde zikrettiğiyle ilgili keşfe
sahip olması şartına bağlıdır. Onlar, Allah Teâlâ’nın o kulu zikredişini kulun
Rabbini zikredişini duydukları gibi duyarlar. Bu durumdaki bir topluluğun
şerefi, diğerine göre daha üstündür.
Diğer yorum ise, Allah Teâlâ’nın kulu
içinde zikrettiği topluluğun, kulun Haklc’ı kendisinde zikrettiği topluluktan
farklı olmasıdır. Topluluğun daha hayırlı olması, ya Hakk’ın kendilerine kulunu
zikrettiğini duyurması ya da kulun Allah Teâlâ nezdindeki mertebesinin
gerektirdiği başka bir nedenden kaynaklanır. Bu ise yaratılış, hal ya da
bilgiyle ilgili olabilir. Bütün bunları düşünürsen, Allah Teâlâ’ya dair
bilgilerden pek çok bilgi sana açılır.‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola
ulaştırır.’
YÜZ
OTUZUNCU SORU
İsmin Anlamı Nedir? Cevap:
İsim, eserden
meydana gelen şey ya da kendisinden eserin meydana
geldiği bir şeydir. Ya da isim, eseri kaynağının kendisinden meydana geldiği
şey veya -isimlendirilen kast edilmemişseeserin kendisinden meydana geldiği
şeyin kendisinden var olduğu şeydir. Tirmizi ‘isim’ derken isimlendirileni
kastetmiş ise, isim -her ne olursa olsunisimlendirilen demektir. Söz konusu
şey manevi veya duyusal olarak bileşik olabileceği gibi manevi veya duyusal
olarak bileşik olmayabilir de. Örnek olarak ‘rahim’ sözünü verebiliriz. Anlamı
‘merhamet edici bir zât’ demektir. Bu adla isimlendirilen kimse, zât ve rahmeti
kendinde birleştiren nispetin ta kendisidir. Bu nispetten hareketle, o kişiye
bir özne adı verilir (rahim). İsimlendirme donuk ise, kendisinden zâttan
başkası anlaşılmaz. Bu durumda isim, mana bakımından bileşik değildir. Bazen
bu zât, mana ve kendiliğinde tekil olabileceği gibi bazen duyu bakımından
bileşik olabilir. Örnek olarak, insanı verebiliriz. İnsan isminin altında
manevi ve duyusal olarak bileşik bir varlık bulunur.
İsim ve resim (betim), arkadaşlarımızın
bir kısmına göre, iki niteliktir. Bunlar ezelde olduldarı hal üzere ebediyete
akarlar. Arkadaşlarımız isim ve resmi ayırt etmiştir. Bunların açıklanması,
konunun yeri olan Allah Teâlâ ehlinin lafızlarının anlamlarını şerh ederken
gelecektir.
YÜZ OTUZ
BİRİNCİ SORU
Bütün İsimlerin Meydana Gelmesini
Sağlayan Hakk’ın Baş İsmi Nedir? Cevap:
Bu isim,
ayn-ı cem’den (mutlak birlik mertebesi) başka
gösterdiği bir şey olmayan ism-i azamdır (en büyük isim). Zorunlu olarak
el-Hayy
ve el-Kayyûm ismi de onda bulunur.
Şöyle diyebilirsin: ‘Bu isim Allah Teâlâ ismi olmalıdır.’ Buna yanıt olarak
‘bilmiyorum’ derim, çünkü ism-i azam, özelliği gereği faildir. Allah Teâlâ ismi
ise, kendisini söyleyenin dürüstlüğüne bağlı olarak etkin olabilir. İsm-i azam
öyle değildir.
Fakat Tirmizi’nin yaklaşımından
anlaşıldığına göre, Hakk’tan bütün isimlerin çıkmasını sağlayan baş isim, büyük
insandır (insan-ı kebir). O ise, insan-ı kâmildir. İsimlerin başı insan
olduğuna göre, sûfilerin yolunda isimlerin başmın da onunla açıklanması
yerindedir. Çünkü Allah Teâlâ Âdem’e kendi (Âdem’in) zâtından bütün isimleri
zevk yoluyla öğretmiş ve tümel bir şekilde ona tecelli etmiştir. Bu durumda
ilahi mertebedeki her isim Âdem’de ortaya çıkmış, Âdem de Yaratıcısının bütün
isimlerini kendi zâtından öğrenmiştir.
YÜZ
OTUZ İKİNCİ SORU
Seçkinlerin Dışındaki Yaratıkları
Şaşırtan İsim Hangisidir? Cevap:
Bu isim, Hakk’tan
bütün isimlerin ortaya çıkmasını sağlayan isimdir. Şöyle de
diyebilirsin: Söz konusu isim, yirmi ve otuzdan bileşiktir. Bunların arasmda
ise maddi ve manevi olarak, kırk bir vardır. Bu isim -mana yoluyla değilduyusal
olarak sekiz, seksen, iki yüz ve altı sayısından bileşik de olabilir. Bunları
özel bir şekilde toplayarak altıyı düşürmediğinde, bileşik bir isim olurlar.
Altıyı düşürdüğünde ise, bileşik olmayan bir isim olurlar.
Fakat Hakk’ın yaratıklarını
şaşırttığı ve seçkinlere tahsis ettiği ismi genelin içinde açıklamak uygun
değildir. Böyle bir şey büyüle saygısızlıktır. Tirmizi’nin bu soruyu sorma
amacının cevabı açıklamak ve anlamını ortaya koymak olduğunu zannetmiyorum.
Onun amacı sadece sorulanı sınamaktır: Sorulan ldşi Allah Teâlâ ehlinden ise,
bu ismi açıklamaz; açıklarsa, bu ismi içinde bulunulan durum nedeniyle ya da
zekâsını (öğrenimde kullanarak) yanlış bir şekilde başkasından öğrenmiş
demektir.
Allah Teâlâ ehli, Allah Teâlâ’nın
açığa çıkarttığı bir şeyi örtmekten ya da gizlediği bir şeyi ortaya
çıkartmaktan kendilerini alıkoyacak saygıya sahiptir. t> ‘
YÜZ
OTUZ ÜÇÜNCÜ SORU
Süleyman (as.)’ın Arkadaşı Bu İsme Neyle
Ulaştı da Süleyman’dan Gizlendi? Cevap:
Süleyman’ın
arkadaşı, (bütün gücünü tek bir noktada)
toplamış olması ve (Süleyman’a) öğrenciliği sayesinde o ismi öğrendi.
Böylelikle, sahip olduğu bilgiyi ve onun sebebini şeyhe öğretir. Bu isimle
tasarruf etmek, bulunduğu vakitte otorite konumunda olması nedeniyle Süleyman’dan
gizlendi. Çünkü hüküm vakte aittir ve Süleyman’ın vakti, peygamber olmaktı.
Binaenaleyh Süleyman varlık sahibiydi ve gözü elçi olarak gönderildiği
kimselere çevriliydi. Arkadaşı ise, tek bir işte niyetini toplamış olduğu
için, bu ismin bilgisini elde etmişti. Bu durumda Süleyman’dan yapması
engellenen şey, onun vasıtasıyla ortaya çıkmıştı. Bunun amacı, Süleyman’ın
değerini Belkıs ve adamlarının nezdinde yüceltmekti. Öyleyse Süleyman’dan
gizlenen şey söz konusu ismin bilgisi değil, makamını yüceltmek amacıyla o
bilgiyi kullanmaktı.
YÜZ
OTUZ DÖRDÜNCÜ SORU
Bunun Sebebi Nedir? Cevap:
Süleyman’ın
bu bilgiyi kullanmaktan alıkonmasının
nedeni, şeyhe uyan bir öğrenci bu durumdaysa şeyhin durumunun nasıl
olabileceğini başkalarına bildirmektir. Bu durumda şeyhin değeri, son derece
yüce bir halde bilinmez kalır. Süleyman’da bu isimle tasarruf ortaya çıksaydı,
bu halin onun son durumu olduğu zannedilebilirdi. Kuşkusuz bu esnada Süleyman
-Allah Teâlâ en iyisini bilir-, saygı mertebesini müşahede etmekteydi ve
tasarrufta kendisinden bir ortaklığın meydana gelmesini istememişti. Nitekim
Şibli şöyle der: ‘Bana tasarruf izni verildi, zariflik olsun diye onu
bıraktım.’ Bu, uzun bir hikâyede anlatılır.
Bir peygamberin amacı, doğruluğuna
kanıt getirmektir. Kanıtın arkadaşının eliyle ortaya çıkması ise, kendisi için
daha uygundu. Çünkü söz konusu kişi, peygamberi tasdik etmekte, önünde
hizmetini yerine getirmekte, emir ve yasaklarına uymaktadır. Uyan insanın bu hali,
peygamber için amacı daha yetkinleştirmektedir. Çünkü kendi bereketinin
ümmetine döndüğünü görmüştür. Böylelikle dinine giren İtişi, Süleyman’ın
emrine girmeyle arkadaşının elde ettiğini elde etmeyi umar. Çünkü nefs
tamahkârlık, başkanlık ve öne geçmeyi sevmek ve arzulamak özelliğinde
yaratılmıştır.
YÜZ
OTUZ BEŞİNCİ SORU
isimden ne Öğrenilir: Halleri mi, Anlamı
mı? Cevap:
Süleyman’ın
arkadaşı ismin -anlamını değilharflerini
öğrenmişti. İsmin anlamını öğrenseydı, bilgi Süleyman’ı engellediği gibi kendisiyle
amel etmekten onu da engellerdi. Dikkat ediniz! Allah Teâlâ Musa’nın arkadaşı
hakkında şöyle der: ‘Ondan soyutlandı.™ Bu, onun
üzerinde bir elbise gibiydi -elbise de anlam üzerindeki harf gibidir-. O
bilgiyle Allah Teâlâ’ya itaatin dışında amel etti ve Allah Teâlâ da onu bedbaht
yaptı. Süleyman’ın arkadaşı ise bilgiyi Allah Teâlâ’ya itaatte kullanmış ve
mutlu olmuştur.
Söz konusu ismin anlamına önceki
ümmetlerden sadece resul ve nebiler ulaşmıştır. Çünkü bu ismin anlam ve
harflerini sadece Muhammed ümmeti öğrenmiştir. Onların bir kısmı ismin hem
harflerini hem anlamını öğrenmişken bir kısmına -harflerinin bilgisi
değilsadece anlamın bilgisi verilmiştir. Bu ümmet içinde -anlam
verilmeksizinsadece harfin bilgisi verilen yoktur. ‘Uhdud’ (hendek) sahibine de
-anlam değilharflerin bilgisi verilmişti. Çünkü, rivayete göre, onu Rahipten
bir takım kelimeler olarak öğrenmişti. Bunlar, yüz otuz ikinci sorunun cevabında
zikrettiğimiz bir takım kelimelerdir.
YÜZ
OTUZ ALTINCI SORU
Yaratıklardan Gizlenen İsmin Kapısı
Nerededir? Cevap:
Bu ismin
kapısı, Mağrip’tedir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle
buyurur: ‘Mağrip ehlinden bir grup kıyamet gününe kadar hakikat üzerinde kalır.’
Güneş tövbe kapısı kapandığında batıdan o grubun üzerine doğar. Bundan sonra
hiç kimseye imanı fayda vermeyeceği gibi bu imanla bir hayır da elde edilemez.
Mümine hiçbir kapı kapanmaz.
Kendisini geçip ardında bırakmışken bir kapı mümine nasıl kapanır ki? Allah
Teâlâ’nın mümine dönük inayetinin bir yönü de, kendisini geçtikten sonra bir
daha geri dönmemesi için, tövbe kapısının kapanmasıdır. Mümin bundan sonra bir
daha dinden çıkmaz. Çünkü iman kendisinden çıkılan bir kapı değildir. Öyleyse
tövbe kapısının kapanması müminlere bir rahmet iken kâfire cezadır.
Allah Teâlâ bu gizli ismin kapısının
yerini Mağrip yaptı. Mağrip, sırların ve gizlemenin yeridir. Bu sır,
seçkinlerin bilebildiği bir sırdır. Kapı doğuda olsaydı, seçkin ve sıradan
insanlarca bilinir, sıradan insanlar içinde bozukluk ortaya çıkardı. Bu ise
âlemin kendisi için yaratıldığı iyililde çelişirdi. Doğu bölgesinde geleceği
kadar kötülük gelmiştir zaten. Doğu, (bâtınî yorumda) dünyaya çıkış yeridir.
Orası, genel ve sıradan insanların sınanma yeridir. Batı ise, dünyadan çıkış
ve ahirete giriş yeridir. Bu, ayrım ve açıklama yerine intikal, Allah Teâlâ
nezdinde olduldarı üzere menzil ve mertebelerin bilgisine girmektir. Bu sayede
mutlu mutluluğunu bilirken bedbaht bedbahdığım öğrenir. Bu esnada gizli isim
bütün yaratıklara gözükür. Onlar, içinde bulundukları korku nedeniyle, söz
konusu isimle duadan mahrum kalırlar. Böylelikle kalplerinde korkunun şiddeti
o kadar büyür ki, içinde bulundukları durumu engelleyecek bir duanın
olmadığını zannederler. Dua edebilselerdi, Mutlu olurlardı. ‘Dilediğine güç
yetiren Allah Teâlâ münezzehtir.’
YÜZ
OTUZ YEDİNCİ SORU
Elbisesi Nedir? Cevap:
Bu gizli ismin
elbisesi, kendisiyle dua edenin manevi halidir.
Gerçekteki elbisesi ise -ismi anlamı yönünden aldığındaharfleridir. İsmi
harfleri yönünden aldığında ise, onun kisvesi, kendisiyle dua edenin halidir.
Tahayyülde ya da hayalde duyunun şahidiğinde yerleştirildiğinde bu ismin
kisvesi, sarı renkli bir elbisedir. Bu elbiseye sarılınır, çünkü o,
dikişsizdir.
Dikkat ediniz! İsrailoğullarının
ineği ‘Sarıydı, onun rengi alacanın bulunmadığı bir renkti’. Böylelikle temas
ettiği ölü canlanmıştı. Eserlerin en büyüğü, ölüleri diriltmektir; imanla
diriltmek, bilgiyle diriltmek ve duyusal olarak diriltmek. Bu ismin en büyük
eseri ise, Safer ayının kışın başından yarısına kadar bulunduğu kış mevsiminde
ortaya çıkar. Bu dönem, diğer aylarda ve diğer zamanlara göre etkinin daha
hızlı olduğu bir dönemdir. Elbise yün ya da buğday veya kıl veya tüy olabilir.
Bunu söylememizin nedeni, herhangi bir kavmin bu giyim türlerinden birini
giymesidir. Tek bir türde ortaya çıksaydı, onu size tanımlar ve onunla
yetinirdik. Bazıları şöyle demiştir: ‘Onun elbisesini zağferan veya Yemen
safranıyla sarartılmış bir halde sarı deri olarak gördüm.’ Hüseyin b. Mansur
da onu böyle görmüştü. Fakat elbise boyalı değildi, sadece bazı kısımları
-sadece altı arşın kadarıörtülüydü.
YÜZ
OTUZ SEKİZİNCİ SORU
Harfleri Nedir? Cevap:
Bu ismin
harfleri; Elif, Lam-Elif, Vav, Ze, Ra, Dal ve
Zel’dir. Bu harfler özel bir şekilde bir araya getirildiğinde -ki bu ismin
yapısı ortaya çıkarismin kendisi, rengi, uzunluğu, genişliği ve ölçüsü ortaya
çıkar. Bu durumda ismin yönlendirildiği her şey, kendisinden etkilenir. Bir
gruba göre, vakıada iş böyledir. Benden bunu bildiğimi aktarmayınız, çünkü
bunun zorunlu olmadığını söyledim. Bazen yazdığım her şeyi vakıa ve keşften
aktarırız. Fakat o ismi bilmem gerekmez. Bunu o ismi bildiğimden dolayı
zikrettiğim zannedilmesin diye söyledim. Benim Hakk’tan istediğim, ne maddi ne
de manevi olarak rabliğin katışmadığı sırf kulluktur.
YÜZ
OTUZ DOKUZUNCU SORU
Huruf-ı Mukataa Allah Teâlâ’nın
İsimlerinden Her Bir İsmin Anahtarıdır. Bu İsimler
Nerededir? Bunlar Yirmi Sekiz Harftir. Bu Harfler Nerededir? Cevap:
Bir tek
harf, ilahi isimlerden sayısız ve belirsiz pek çok
ismi açar. Bunun nedeni, o tek harfin terimsel anlamıyla harflerden oluşan
‘isimlerin isimlerini’ açmış olmasıdır. Hakk’ın kelam sahibi olduğu sabittir.
Halde, el-Mütekellim olması halamından, kendisiyle ilişldlendirilen ve O’na
layık sözle kendisini nitelemiştir. Harflerden ortaya çıkan bu isimler, ‘isimlerin
isimleridir’. Binaenaleyh bir harf bir ismi açmış olsaydı, iş söylediğin gibi,
şaşırtıcı olurdu. Genel içinde saklanmış ilahi isimlere bakınız! Örnek olarak
el-Melik, el-Musavvir, el-Mânn, el-Mennân, elMulctedir, el-Muhyî, el-Mümît,
el-Mukît, el-Mâlik, el-Melîk, elMukaddim, el-Muahhir, el-Mümin, el-Müheymin,
el-Mütekebbir, elMuğnî, el-Muizz ve el-Miizil gibi isimleri verebiliriz. Bütün
bu isimlerin anahtarı tek harftir ki o da Mim harfidir. Onu farklı isimlerin
baş harfi yaptık (anahtarı). Bununla beraber, yine de onun hakkını tam olarak
vermedik.
Bilmelisin ki, âlemdeki her isim
-başkasının değilHakk’ın ismidir. Çünkü her isim, bir mazharda zuhur edenin
ismidir. Yaratıkların gücü,
o mazharları sınırlamaya ya da kuşatmaya yetmez.
Onların hepsinin anahtarları, azlıklarına rağmen bu harflerdir. Sûfilerin ne
demek istediğini anladıysan, dillerin değişmesinde senin için en büyük ve en
güçlü delil vardır.
Şimdi de ‘bu harfler nerededir?’
sorusuna gelebiliriz. Bu soruya ‘nefeslerin arazlarında’ diye yanıt
verebiliriz. Harfin varlığının ortaya çıkarttığı şey, Rahman’ın nefesine
ilişirken harflere de isimlerin meydana getirdiği şey ilişir. Öyleyse ikincil
isimlerin yeri harfler iken harflerin yeri nefesler, nefeslerin yeri ruhlar,
ruhlarınla kalpler, kalplerin yeri ise onu çekip çevirenin mertebesidir.
Hakk’ın isimleri, mazharlarda çoğalır ve artar. Halde’a göre ise bu isimler
sayı altına girmediği gibi isimlerin aslı da böyledir. Öyleyse Hakk’ın
isimleri, Hakk’ın kendisi bakımından birlik ya da çoklukla nitelenemez.
Tirmizi’nin sorusu ise lafzî harf âleminde söylenebilen ilahi isimlerle
ilgilidir. Söz konusu isimler yazı (ve rakam) âleminde de yazılabilir. Bu
durumda Tirmizi sorusunda bazen yazıyı bazen lafzı dikkate alır. Başkaları ise,
üçlü harfleri dikkate alır. Bunlar, düşünce harfleridir ve kendilerini
söyleyenden duyarak ya da onları yazandan görerek hayalin zabtettiği şeylerdir.
YÜZ
KIRKINCI SORU
Elif Nasıl Harflerin Başlangıcı
Olabilmektedir? Cevap:
Elif
doğrusal hareketin sahibidir. Her şey ise,
doğrusallıktan var olur.
Şöyle sorabilirsin: Oluş, yatay
hareketten meydana gelir, çünkü o bir hastalık nedeniyle meydana gelir.
Hastalık ise, sapmadır. Dikkat ediniz! Aldın hükmünü benimseyenler, âlemin
yaratıcısını ‘illederin illeti’ saymışlardır. (Hastalık ve neden anlamındaki)
İllet ise doğrusallık ile çelişir. Şöyle demek gereldr: Varlık illetin
doğrusallığıyla meydana gelir. Çünkü her şeyin bir doğrusallığı vardır.
Anlayınız! Bu bağlamda uiûhiyetin doğrusallığı, hiç kuşkusuz, me’luhun
varlığını talep eder. ‘Her nefsin kazandığıyla üzerinde kaim olan
O değil midir?’29 Elife
uygun olan, bileşik harftir Ki o da bir Elif ve Nun’dan bileşen Lam’dır. Bu bileşme
gerçekleştiğinde ise -lafız değilrakamsal Lam meydana gelir. Lafzın Lam’ının
yazıdaki sureti, iki harften oluşur. Böylelikle telaffuzla birin fiilini yapar
ki, bu onun aynıdır. Yazıyla ise, Elif ve Nun’un fiilini yapar. Bu da, bileşik
her harftir. Ayrıca Ra, Ze harflerinin fiilini uzaktan; Nun harfinin fiilini
ise yalandan yapar. Çünkü Nun, Ze ve Ra’dan oluşan bir harftir ki, yazı
harflerini kastetmekteyim.
Onlar, zikrettiğimizi nedenle,
rakamdaki Elif ile başlamışlardır. Elifte bütün harflerin şekilleri açılır.
Çünkü şekillerin esası çizgidir. Çizginin esası ise noktadır. Öyleyse, çizgi
Eliftir. Harfler Eliften bileşir ve Elifte çözülür. Dolayısıyla Elif, harflerin
aslıdır. Lafzı harflere gelirsek, hiç kuşkusuz Elif onları meydana getirir. Bu
bağlamda Elif, fetha yaptığın harften ortaya çıkar. Çünkü fetha harfi, Elifi
gösterir. Bir harfi zamme yaptığında ise, meyil Elifine delalet eder Ki, bu,
illet Vav’ıdır. Meyil Elifi, işba edilen ötreden meydana gelir. Çünkü illet
malulden üstündür. O halde Elif, meyilli olsa bile bir yükseklikten
meylettiğini bildirmek için, işba edilen ötreyle harften ortaya çıkar. Bu
meyil, Yaratıcının mazharı olarak seni var etmek üzere sana dönük rahmetin
(simgesidir). Dikkat ediniz! Yaratma harfinde -ki kün’dür (ol)Kef nasıl ötreli
gelmiştir? Allah Teâlâ ‘Bir şeyi irade ettiğimizde, ona sözümüz
‘kün’dür (ol)”0 demiştir. Kef
harfi, Vav’a delil olsun diye, ötreli gelmiştir.
‘Kün’deki Vav nerededir?’ diye
sorabilirsin. Şöyle deriz: Vav, sükûnda gizlenmiştir ve sükûn sübut demektir.
Çünkü Hakk’ta hareket imkânsızdır. Kün’deki Vav’ın sükûnu ile Nun harfinin
sükûnu bir araya geldiğinde, Vav gizlenmiş ve ortaya çıkmayarak hüviyetin
ayrılmaz özelliği olmuştur. Bu Vav gaybtır ve üçüncü şahıs zamiridir. Nun sükûnda
Vav şeklinde ortaya çıkmıştır. Bu zamire örnek olarak ‘Allah Teâlâ Adem’i kendi
suretine (onun suretine) göre yaratmıştır’
ifadesini verebiliriz. Hakk, isimleri kün’deki Vav’ın varlığıyla ispat
etmiştir. Başka bir ifadeyle, var olan her şey -bir sebep ile değilvesilesiyle
var oldu. Dolayısıyla sebepleri reddeden Idşi, onları koyanın Hakk olduğunu
bilmeyendir. Sebepleri, ilahi bilgiye saygılı büyük âlim kabul eder.
Lafzî harflerden ruhlar âlemi meydana
geldiği gibi rakamsal harflerden duyu âlemi meydana gelir. Fikri harflerden
ise, hayalde akıl âlemi var oldu. Bunların her birinden ise ‘isimlerin
isimleri’ meydana gelir.
Sonda Elif-Lam Nasıl Tekrar Edildi!1 Cevap:
Bu konu, çift ve
uygun rakamlara özgüdür. Bunun şekli, Elif, Be, Te, Se şeklindedir. Yoksa
bu, Ebced harfleri şeklinde değildir. Çünkü Lam-Elif yazımda Elif, Be, Te, Se
şeklindeki sıralamada ortaya çıkar. Harfleri koyan, şekildeki benzerliklerine
göre harflerin ilişkisini dikkate almıştır. Ebced’i koyan ise, aynı şeyi
dikkate almamıştır.
Elif-Lam, harflerin dizilişinin
sonunda tekrarlanmıştır. Çünkü Lam, Elifin örtüsü ve kalkanıdır. Çünkü Elif,
Lam’ın varlığını tamamlayan ve onu dizilişin sonuna yerleştiren Nun’un
varlığıyla Lam’da gizlenir. Artık Lam-Eliften sonra Ya harfi bulunur. Ya ise,
âlemlerin sonu olan terkip âleminde ortaya çıkmıştır. Ondan sonra ise Ya harfi
gelir. O ise süflîlik sahibidir. Çünkü Ya, kesre hareketinin işbamdan oluşur.
Kesre ise mertebelerin sonu olan düşüklüktür. Bu durum, harfleri koyanın
düşüncesine hakim olan bir uyarıdır. Belki de o bunları amaçlamamıştır. Biz
eşyaya onları koyanın Hakk olması yönünden bakarız, yoksa kimin eliyle ortaya
çıktıklarına değil. Öyleyse bu sıralamada bir. kasıt olmalıdır. Bizim
açıklamamız -başka bir şeye değilharfleri koyanın Hakk olmasına bağlıdır.
İlle olmak Elife ait olduğu gibi son
olmak da ona aittir. Harflerin başlangıcında Elif ortaya çıktığı gibi harflerin
sonunda gizli kalan da yine Elif olmalıdır. Bu durum, Elifin ilk ve son, zâhir
ve bâtını bir araya getirebilmesi için böyledir. Ya ise, en aşağı âlem demek
olan ve kesreden meydana gelen duyu âlemindeki meyil Elifidir. Bu durum
LamElifteki Elife işaret eder. Ayrıca o, tek başına kaldığında Lam’ın şeklinde
bulunan sebebe delalet eder. Lam Elif ile kucaklaştığında, Nun küçülmüş ve
Lam’daki Elif Lam-Elif te bulunan Elifin karşısına gelmiştir. Böylece Elif,
kendi kendisinin mukabili olmuştur. Başka bir ifadeyle Elif, Elife mukabil
olmuş, Nun ise İlcisinin arasmda rabıta olmuştur. Bu, Rabbiyle ülfet eden kulun
sırrı’nın Elifidir ve kulun rabbiyle ülfeti, ilahi ihsan kapsamında yer alır.
Allah Teâlâ kuluna ihsan edici olarak
şöyle der: ‘Yeryüzündeki her şeyi infak etseydin, onlarm
kalplerini bir araya getiremezdin (ülfet). Fakat Allah Teâlâ onları bir araya
getirmiştir (beynehüm).’31 Burada Allah Teâlâ ‘kalplerinin
arasını’ ya da ‘kalplerini’ dememiştir. Kuran ‘onların’ zamirindeki h’yi (o)
almış, çoğul harfi Mim (hüm, onlar) ile onu örtmüştür. Bu durum, isimlerinin
çokluğu bakımından Hakk’a nispet edilen çokluğu gösterir. Kastedilen ise,
müminler ile kendisinin arasını uzlaştırmasıdır. Çünkü onlar, Hz. Muhammed
sallallâhü aleyhi ve sellem’in etrafında Allah Teâlâ vasıtasıyla ve Allah Teâlâ
için toplanmıştır. Öyleyse Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem Allah
Teâlâ ile ülfet ettiği için onlar da ülfet etmiştir. Harflerin dizilişinde
Lam-Elifin niçin tekrar edildiğini anlayınız. Bu diziliş, (ebced dizilişi
değil) Elif, Be, Te, Se şeklindeki (alfabe) dizilişidir.
YÜZ
KIRK İKİNCİ SORU
Harflerin Sayısı Hangi Hesapla Yirmi
Sekiz Oldu? Cevap:
Harflerin
dış varlığı, unsurdan oluşan âlemde ortaya
çıktığı gibi hava unsurunda da otoriteleri vardır. Öte yandan toprak ve su
canlı cisimlere ait iken ateş unsuru cinlere aittir.
Unsur âlemi unsurlara nispet edilir,
çünkü onlar yalan sebeptir. Unsurlar, feleklerin hareketinden meydana
gelmiştir. Felelder, katettikleri felekte yirmi sekiz menzil katederler. Alem
Rahman’ın nefesinden meydana geldi, çünkü bu nefes vasıtasıyla Rahman,
eddlerini bulamamaktan duydukları sıkıntıyı isimlerinden gidermiştir. Nefes, hava
unsuruna uygundur ve unsurlar ortaya çıktığında felelderin menzilleri hava
unsurunda şekillenmiştir. Unsurî âlemin hükmü unsurlardan türeyenlerde ortaya
çıktığında ise, türeyenlerin en yeddn varlığında harflerin suretleri yirmi
sekiz menzile karşılık olarak yirmi sekiz harf şeklinde ortaya çıkmıştır. Söz
konusu varlık ise insandır. Ayrıca bu menzilleri kat‘ edene -Ki harekedi
yıldızlardırdikkat çekmek için, (harfleri yirmi sekiz yapan ldşi), yazıda
Lam-Elifi onlara katmıştır. Öyleyse menziller, güçleriyle ve menzilleri
katetmekle, bütün varlıkların ve var olanların yaratılışını içerdikleri gibi bu
harfler de dünya ve ahirette sonu olmayan bütün kelimeleri var etmiştir.
Yaklaşık olarak harflerin niçin yirmi
sekiz olduğu açıklandı. (Varsayalım ki) Bir insan kalemini özel bir burcun
üzerine koyup yıldızlar da başucunda bulunabilseydi, hangi sırrı yazsa o sır
kalemden sürade meydana gelirdi. Başka bir ifadeyle, yazdığı her şey, sürade
ortaya çıkardı. Öyle ki, bir yazıcı dua olarak bir şey yazsaydı, beklenmez ve
duasına olumlu karşılık verilirdi.
YÜZ
KIRK ÜÇÜNCÜ SORU
‘Âdem'i Suretine Göre Yarattı’ Ne Demektir?
Cevap:
Bilmelisin Ki,
tasavvur sahibinin tasavvur ettiği her şey, onun aynıdır,
kendisinden başkası değildir. Çünkü tasavvur, onun dışında değildir. Alemin
dış varlığının ortaya çıktığı şekilde Hakk tarafından tasavvur edilmiş olması
gerekir. İnsan -ki Adem’dirâlemin toplamıdır. Çünkü o, küçük insandır ve büyüle
âlemin özetidir. İnsanın büyüle ve azametli âlemi kendi idrakine sığdırması
mümkün değildir. İnsanın hacmi küçüktür. Sureti, dış yönü ve taşıdığı ruhanî
güçleri yönüyle idrak, insanı kuşatır. Bu nedenle Allah Teâlâ kendisinden başka
her şeyi insana yerleştirdi. Böylelikle insanın her bir parçasıyla kendisini
izhar eden ve o parçanın kendinden ortaya çıktığı ilahi ismin hakikati
irtibatlıdır. Bütün ilahi isimler, hiçbir şey onun dışında kalmayacak şekilde,
onunla irtibadı olmuştur. Böylelikle Adem Allah Teâlâ isminin suretine göre
ortaya çıktı, çünkü bu isim, bütün ilahi isimleri içerir.
insan -hacim bakımından küçük olsa
bilebütün anlamları kendinde toplar. Olduğundan daha küçük bile olsa, insan
ismini yitirmezdi. Nitekim devenin iğne deliğinden geçmesi mümkün sayılır. Bu
durum imkânsız sayılmaz. Çünkü büyüklük ve küçüklük, bir şeyin hakikatini
ortadan kaldırmadan bir şahısta ortaya çıkan iki arazdır. Bunlar, bulundukları
şahsın hakikatini geçersiz yapmayacağı gibi onu kendi hakikatinden de
çıkartmazlar. İlahi kudret, iğne deliğinin dar gelmeyeceği küçüklükte bir deve
yaratabilir. Burada kâfirlerin nimet cennetine girmeleriyle ilgili bir umut
vardır. İnsan da -cismi, âlemin cisminden küçük olsa bilebüyüle âlemin
hakikatlerini kendinde toplar. Bu nedenle akıl sahipleri, ‘Âlem büyük
insandır’ demiştir. İmkânda bulunan her anlam, âlemde ortaya çıktığı gibi
âlemin özetinde de ortaya çıkmıştır.
Bilgi, bilinenin tasavvuru olduğu
gibi bilenin zâtı bir niteliğidir. Hakk’ın bilgisi ise, O’nun suretidir. Allah
Teâlâ o surete göre Âdem’i yarattı. Binaenaleyh Allah Teâlâ, ‘Âdem’i kendi
suretine göre yarattı.’ Bu anlam, zamir Âdem’e döndüğünde de ortadan kalkmaz.
Bu durumda suret, bilgi bakımından Âdem’in sureti olacağı gibi Âdem’in sureti
de duyu bakımından ilahi surete uygun olur. Sen bunu hayal ve tasavvurun bir
tarzıyla tasavvur edebilirken biz ve bizim gibiler tahayyülsüz tasavvur edebiliriz.
Fakat hadiste ‘suret’ sözü zikredildiği için, -tasavvursuz bilmesi yönünden
değiltasavvur edici olması yönünden Âdem’i surete göre yarattığını anladık.
Böylelikle bu ibarede Allah Teâlâ, tahayyülü dikkate almıştır. Hakk kendisini
tahayyül içine sokuyorsa, Hakk’ın dışında âlemin nasıl olduğunu zannedersin?
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’in Cebrail’e şöyle dediği aktarılır: ‘İhsan sanki görürcesine Allah
Teâlâ’ya ibadet etmektir.’ Bu ise benzetme edatı (sanki) nedeniyle hayali bir
ifadedir. Soru soranın ve sorulanın kim olduğuna dikkat ediniz! Onların Allah Teâlâ’yı
bilme derecelerine balcınız! İnmek, beraberlik, iki el, el, göz, gözler, ayak,
gülme gibi Hakk’ın kendisine nispet ettiği ifadeleri bildiren rivayetler
bulunsaydı, bu bile yeterli olabilirdi. İşte bu, Âdem’in suretidir. Allah Teâlâ
onu rivayetlerde ayrıntılandırmıştır ve hepsini ‘Allah Teâlâ Âdem’i kendi
suretine göre yarattı’ hadisinde toplamıştır.
İnsan-ı kâmil Allah Teâlâ’nın gözüyle
bakar. Kutsi hadiste bu durum, ‘Ben onun kendisiyle gördüğü gözü olurum’
şeklinde dile getirildi. İnsan-ı kâmil Allah Teâlâ’nın sevinmesiyle sevinir, Allah
Teâlâ’nın gülmesiyle güler, ferahlamasıyla ferahlar, öfkesiyle öfkelenir,
unutmasıyla unutur. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah
Teâlâ onları, onlar da Allah Teâlâ’yı unuttu.™ Bunlar,
herkese zâtının gerektirdiği şekilde nispet edilir. Bununla birlikte her
niteliğin hakikatini biliriz. Nispetin yapıldığı zât biliniyorsa, bu nispetin
niteliği de öğrenilir. Nispetin yapıldığı zât bilinmiyorsa, bu nispeti daha da
bilmiyorsun demektir. İşte bu, Efendinin sorusuna layık olan cevaptır.
Böyle bir soruyu müslüman bir filozof
sormuş olsaydı, buradaki zamirin Âdem’e döndüğünü söyleyerek kendisine yanıt
verirdik. Başka bir ifadeyle Âdem, yaratılış aşamalarında sudan insana vs. gibi
tavırdan tavra, ‘yaratılıştan sonra başka bir yaratılışla yaratılarak’ intikal
etmemiş, Allah Teâlâ onu ortaya çıktığı şekliyle yaratmıştır. İnsan bebeklikten
çocukluğa, oradan gençliğe oradan yaşlılığa ya da cismin küçüldüğünden büyüklüğüne
geçmemiştir. Böyle bir soruya böyle cevap verilir. Soru soran herkese yaraşan
bir cevap vardır.
YÜZ
KIRK DÖRDÜNCÜ SORU
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘On İki Peygambere Ümmetimden Olmak İhsan
Edildi’ Hadisinin Anlamı Nedir? Cevap:
Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in ümmeti, ümmetlerin en hayırlısıdır.
Onlarda diğer ümmederin peygamberlerine ilave bir özellik vardır. Bu ise, onların
Allah Teâlâ Peygamber’inin hidayet yollarına uymalarıdır. Önceki peygamberler
ise, kendisinden önce geldikleri için Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e
uymamıştır. Her ümmetin en hayırlısı peygamberleriyken biz ümmederin en
hayırlısıyız. Biz ve nebiler bu iyilikte aynı derecedeyiz. Çünkü nebiyle
ümmeti arasında herhangi bir mertebe yoktur. Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve
sellem ise ümmetinden daha hayırlıdır -çünkü her peygamber ümmetinden daha
hayırlıdır. Öyleyse Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem nebilerin en
hayırlısıdır.
Bu on iki peygamber, geceleyin
doğmuş, ölünceye kadar oruç tutmuş, ömürlerinin uzunluğuna rağmen gündüz oruç
bozmamışlardır. Bu durum, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ümmetinden
olmayı talep, ümit ve arzu etmelerinden kaynaklanır. Temenni ettikleri şey
gerçekleşecektir. Onlar, Kıyamet günü sevdikleriyle beraberdir. Herhangi bir
peygamber gelir ve ümmeti içinde bir ya da iki ya da üç peygamber bulunur. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem gelir ve ümmetinin içinde ‘uyan peygamberler’,
‘uyulan peygamberler’, ‘uyan olmayan peygamberler’ bulunur. Böylece Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’e nebilerden üç sınıf uyar: İşte bu,
arkadaşlarımızın cevaplamaktan sarf-ı nazar ettikleri bir husustur. Bunun
nedeni, zayıf akıllara ilişecek kuşkulardan uzaklaşmaktır.
Allah Teâlâ yakın feleği on iki burç
yaptığı gibi onları da on iki nebi yaptı. Her burç bu on iki peygamberden
birinin doğum yerindedir. Bu durum, (nebilere ait) bütün mertebelerin ez-Zâhir
ismi yönünden Muhammed ümmetinden olmayı temenni etmelerinden kaynaklanır. Böylelikle
el-Bâtın isminden onlar adına meydana gelen şey ile ez-Zâhir ismini bir araya
getirirler. Çünkü onların gönderildiği her bir şeriat, Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem’in şeriatından ve el-Bâtın ismindendir. Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem ‘Adem su ve toprak arasındayken peygamber idi.’ Allah Teâlâ
şöyle buyurur: ‘Onlar Allah Teâlâ’nın hidayet ettiği
kimselerdir ve onların hidayetlerine uyulur.’33 Burada
‘onlara uyulur’ dememiştir. Çünkü önceki peygamberlerin hidayederi, bâtında
senin hakikatinden onlara ulaşan şeydir. Bilgi halamından bunun anlamı şudur:
Ey Muhammed! Sen onların hidayetlerini takip ederken gerçekte onlar senin
hidayetine uyarlar. Çünkü bâtında öncelik sana ait iken zâhirde sonralık sana
aittir. Ahirette ise, hem zâhir ve hem bâtın olarak öncelik sana aittir.
YÜZ
KIRK BEŞİNCİ SORU
Hz. Musa’nın, ‘Allah Teâlâ’m! Beni
Muhammed Ümmetinden Yap’ Sözünün Yorumu Nedir? Cevap:
Musa (as.),
peygamberlerin Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem karşısındaki
yerinin ümmetinin onun karşısındaki yeri olduğunu biliyordu. Ümmetinin Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem ile ilişkisinin, ez-Zâhir ve el-Bâtın; buna karşın
önceki peygamberlerin Muhammed ile ilişkilerinin ise el-Bâtın isminden
gerçekleştiğini biliyordu. Bunu öğrenince, şeriatında iki ismi bir araya
getirmesini Allah Teâlâ’dan istemiştir. Hz. Musa uyan bir peygamber olduğunu
öğrenip bundan kuşku duymayınca, Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem
nezdindeki makamının diğer peygamberlerden üstün kılınmasını istemiştir. Çünkü
kıyamet günü ümmederin ve uyanların çokluğuyla övünülecektir. Peygamberler
içinde ise Hz. Musa’dan çok uyanı olan kimse yoktur. Nitekim sahih bir hadiste
‘Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem büyük bir kalabalık görünce ‘bunlar
kimdir?’ diye sormuş, ‘bunlar Musa ve ümmetidir’ denilmiştir.’ Hz. Muhammed
sallallâhü aleyhi ve sellem kıyamet günü insanların efendisidir. Efendiye karşı
çokluk olamaz.
Hz. Musa zâhir ve bâtında Muhammed
ümmetinden olmak için -tıpkı bizim gibidua ettiğine göre, o ve ümmeti, şüphesiz
bizim ümmetin kalabalığına katılacaktır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem ‘Ben ümmeti en kalabalık olanım’ sözünü, peygamberinin iki ismin
(ez-Zâhir ve el-Bâtın) toplamına sahip olmadığı ümmedere karşı söylemiştir;
söz konusu isimler, Hz. Musa’nm kendisine ait olmasını istediği isimlerdir. İld
ismi bir araya getiren herkes, bizimle beraber Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi
ve sellem’in ümmeti içinde diriltilecektir. Hz. Musa da ümmetiyle bizimle
beraber diriltilen diğer nesillere karşı övünür. Bu durumda Hz. Muhammed
sallallâhü aleyhi ve sellem karşısında diğer peygamberler, askerlerin başına
yerleştirilen komutanlar gibidir. En büyüle komutan, askeri en çok olan,
askeri en çok olan ise, Allah Teâlâ Peygamber’inin nezdinde kadir ve kıymet
bakımından en yüksek olandır. Bu nedenle Tirmizi, ‘Muhammed ümmeti içinde Ebu
Bekir’den daha üstün kimseler olacaktır’ demiştir. Bu durum, Hz. Ebu Bekir’i Allah
Teâlâ Peygamber’inin nezdinde müslümanların en üstünü sayanın görüşüyle
ilgilidir.
Hz. İsa’nm Hz. Ebu Bekir’den daha
üstün olduğu malumdur. Hz. İsa ise, Muhammed ümmetinden ve ona uyanlardandır.
Bunu söylememizin nedeni, karşı görüş sahibinin onun ahir zamanda bu ümmet
içinde ineceğini ve Muhammed’in sünnetine göre hüküm vereceğini kesin olarak
bilmesidir. Hz. İsa’nın durumu, râşit ve rehber halifelerin hükmüne benzer:
Haçı kırar, domuzu öldürür ve onun girmesiyle de Ehl-i kitap’tan pek çok kişi
İslam’a girer.
YÜZ
KIRK ALTINCI SORU
‘Allah Teâlâ’nın Peygamber Olmayan Bazı
Kulları Vardır Ki Peygamberler Onların Makamına ve Allah
Teâlâ’ya Yakınlıklarına Gıpta Eder’ Ne Demektir? Cevap:
Burada
teşri' peygamberi olmayan kullar kastedilmiştir.
Onlar, bu yolda teşri' peygamberlerinin rehberliğine uyan bilgi ve sülük
peygamherleridir. Onların makamını ve nebiliğin anlam ile ayrıntılarını, bu bölümde
ve kitabın ilgili bölümlerinde zikretmiştik. Söz konusu insanların iki bakımdan
uyanları yoktur: Birincisi basiretle Allah Teâlâ’ya dua edişlerinde
kendilerinden ‘fâni’ olmalarıdır. Dolayısıyla uyanlar, kendilerini bilemez.
Onlar, dünya ve ahirette yüzleri ‘müsevved (efendi ve yüzü kara)’ kimselerdir.
Peygamberler, melekler ve nebilerin nezdinde efendi, bilinmedikleri için de
insanların nezdinde yüzleri karadır. Binaenaleyh onlar dünyada bilinmedikleri
gibi ahirette de kendilerinden şefaat istenilmez. Onlar, o günde genel bir
rahadık içindedir.
Meselenin ikinci yönü şudur: Bu
insanlar tanınmadıkları için, uyanları da olmaz. Kıyamette nebiler, ümmederi
hakkındaki -yoksa nebiler kendileri adına korkmazbüyük korkudan üzülmüş bir
halde, gelirler. Nebi olmayanlar ise, büyüle korkunun üzüntüsü içinde, kendileri
adına korkarak gelir. Bu grup ise rahat ve korkusuzca gelir. Ne kendileri ne
de ümmetieri -çünkü ümmetleri yokturadına bir korkuları vardır. Onlar hakkında Allah
Teâlâ, ‘Büyük korku onları üzmez, melekler kendilerini karşılar,
'bugün size vaat edilen gündür' derler’34 buyurur.
Başka bir ifadeyle, bugün, nefsleriniz ve ümmederiniz hakkında sizden korku ve
hüznün kalknğı gündür. Çünkü ümmetiniz olmadığı gibi herhangi bir ümmet de sizi
tanımadı. Bununla beraber ümmet, sizden yararlanmıştır. Böyle bir durumda
uyulan peygamberler, kendilerine gıpta eder. İşte bu insanlar, Allah Teâlâ’nın
celalinde kendilerinden geçen ve Allah Teâlâ’ya davet yükümlülükleri olmayan
âriflerdir.
Doksanıncı kısım sona erdi, onu yüz
kırk yedinci soruyla doksan birinci kısım takip edecektir.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar