Print Friendly and PDF

İngiliz Merkezli Şark Politikası ve II. ABDÜLHAMİD

 


Joan Haslip’den Tercüme: Zeki Doğan

 

“Kamus namustur.

Kamusa uzanan el namusa uzanmış demektir.”

Cemil Meriç

Abdülhamid’ in Doğumu

Sultan Abdülmecit hamamda bulunduğu sırada haremağa-sı mes’ut hâdisenin müjdesini getirdi. Haremde bir şehzade dünyaya gelmişti. Sultan bu habere çok memnun oldu. Çünkü, şimdiye kadar doğan beş çocuğundan yalnız biri erkekti. Gayri ihtiyarî elini beline doğru uzattı. Harem ağasım mükâfatlandırmak için para çantasını arıyordu. Fakat çıplak olduğunun farkına varınca derhal kaşları çatıldı. Zira bu gibi hallerde elinin boş olması pek iyi bir alâmet değildi.

Çocuğun annesi acaba kimdi? Haremindeki yüzlerce kadın arasında Osmanlı Hanedanına bir şehzade hediye eden bu bahtiyar gözde hangisiydi? Böyle hallerde dünyaya gelen şehzade bir çok tehlikelere maruz kalabilirdi. Zira, bir gün mutlaka Valide Sultan olmak ihtirası içinde kıvranan haremdeki kadınlardan her biri rakibesinin bu saadetini baltalamak için herşeyi yapmaktan geri kalmazdı. Bu itibarla bebeği bu gibilerin yapacağı fenalıklardan korumak lâzımdı.

Şehzâdenin annesinin kim olduğunu öğrenince Sultan derin bir sükûta daldı. Herkesin şüphesini çeken bu endişeli sessizlik, uzun seneler genç şehzâdenin annesi, genç ve güzel Tiri-müjgân’dı, Sultan bu gözdesini ilk zamanlar çılgın gibi seviyordu. Fakat onunla beraber geçirdikleri bir gecenin sabahında yastığın üzerinde hafif kan lekeleri görmüştü. O geceden beri kendisine hastalık sirayet edeceğinden korkarak bu güzel kızı ihmâl etmişti. İşte.şimdi bu veremli genç kızın hanedanına bir erkek çocuk hediye ettiğini öğrenince endişe etmeye başlamıştı.

Haremağası bu doğumdan dolayı efendisinin endişesini merak ve tecessüsle gözetliyordu. Sultanın yüzünde beliren en küçük değişikliklerin mânâsını anlamaya alışık olan haremağası doğumun resmen ilânı hususundaki Padişah iradesini bekliyordu. Ancak bu suretle doğumdan haberdar edilecek olan Sadrazam vaziyeti Babıâliye bildirecekti. Fakat o sabah (22 Eylül 1842, Hicrî 1258) Sultan Abdülmecit, doğumun ilânına ait hiç bir vesika imzalamadan Kızlararağasını huzurundan uzaklaştırdı. Bu suretle de şehzade üç gün isimsiz ve doğumu resmen tanınmamış vaziyette kaldı. Çok garip olan bu gecikme esnasında âdet veçhile Sultan, ne zaman ve nerede hâmile kaldığını Ti-rimüjgâna sordurdu. Aldığı cevap onu memnun etmişti... Abdülmecit henüz yirmi iki yaşında olmasına rağmen harem de pek çok aşk hayatı yaşamıştı. Bununla beraber kış kış sabahı hamama gitmek üzere hazırlanan bu güzel kıza rastladığını hatırlıyordu. Fakat suyun kötü bir alâmet olduğu hususundaki bâtıl inancı yüzünden bu doğumu ilân etmek için tereddüt ediyordu. Böylece üç günlük bir gecikmeden sonra bir gün Kızlarağası merasim elbiseleri giymiş olan maiyetiyle birlikte muhteşem saray kayığına bindi ve Abdülhamid’in doğumuna ait padişah fermanını Babıâlideki Sadrazama götürdü. Fermanda bu mesut hâdisenin bütün nâzırlara ve yüksek memurlara duyurulması, yedi gün yedi gece müddetle hergün beş. pâre top atılıp, geceleri de şenlikler yapılması irade ediliyordu. Fakat resmî şenliklere rağmen sebebi izah edilmeyen gecikmeden dolayı bir çok esassız ve mânâsız dedikodular dolaşmaya başladı. Her ne kadar Tirimüjgân, Haseki Sultan ilân edilerek kendisine bir çok hediyeler takdim ediliyorsa da haremdeki dedikodular günlerce devam ediyordu.

Genç Sultanın Viyana’dan getirttiği muhteşem karyolada yatan güzel kız top seslerini duyup, Üsküdar minarelerindeki ışıkları görünce sonsuz bir sevinç ve saadete gömüldü. Fakat kararsız geçen üç gün zarfında müthiş bir işkence ve ızdırap içinde kıvranmıştı. Oğlunun istikbalinden emin olmak için ilk top sesini derin bir heyecan ve korku ile beklemişti. Şimdi mes’uttu. Bundan sonra bütün ümit ve ihtirasları sadece bu yavrunun üzerinde toplanıyordu. Oğlu, Osmanlı tahtı üzerinde üçüncü derece hak sahibiydi. Çünkü OsmanlIlarda, hânedanın en yaşlı erkeği tahta birinci derecede vâris oluyordu. Sultan Ab-dülmecid’in iki yaşındaki oğlu Murat’tan başka on bir yaşında bir de kardeşi Abdülaziz vardı. Şehzade Abdülaziz, Sultan Mah-mud’un en çok sevdiği bir karısından dünyaya gelmişti. Çok sıhhatli ve gürbüzdü. Bununla beraber bir gün küçük Abdülha-mid’in de tahta geçmesi ihtimali vardı. Saray ihtilâlleri bu işi belki biraz daha çabuklaştırabilirdi. Tirimüjgân bunları düşünerek derin bir hayâle dalmıştı. Nitekim yaşlı haremağalarının anlattığına göre, asrın başlarında yeniçerilerin o zamanki padişahı öldürmeleri üzerine Sultan Mahmut genç yaşında tahta oturmuştu.

İstikbâle ait ihtiras dolu hayaller bu genç kadının yegâne tesellisiydi. Sultandan en küçük bir haber gelmemesine rağmen günlerini bu hayaller içinde geçiriyordu. Henüz on dokuz yaşında hayatının sona ermesini ve aşk sahasında iktisap ettiği tecrübe ve kabiliyetlerinin âtıl kalmasını da aslâ arzu etmiyordu. Bir şehzade annesi olarak kendisinin terkedilip Padişahın maiyetindeki paşalardan birisi ile evlendirilmeyi de kat’iyen kabul etmiyordu.

Henüz bir sene evvel Padişaha bir erkek çocuk vermeyi düşündükçe, çok mesut bir istikbale kavuşacağını tahayyül ederdi.

Bir bayram günü idi. Sultan Abdülmecit yeni evlenmiş olan kızkardeşinin Amavutköy’deki yalısına gelmişti. İşte bu sırada talih, Tirimüjgânın yüzüne gülmüştü. Henüz ondört yaşındaki prenses yalıdaki bütün cariyeler arasından onu seçerek kardeşinin önünde raks ettirdi. Bu suretle padişahın çok hoşuna giden Tirimüjgân, bayram hediyesi olarak yalıdan saraya gönderildi.

Harem hiyerarşisine göre genç kız henüz “gedikli” olmuş bir cariyeden başka bir şey değildi. Bu ünvan altında harema-ğalarından ve kadın kalfalardan saray terbiye ve usullerine ait ders alması icabediyordu. Az zamanda herşeyi öğrendi ve kısa bir müddet sonra da Sultanın dâvetine mazhar oldu. Güzelliği ve kabiliyetleri sayesinde “gözde” olmuştu. Esvapçıbaşı ona en güzel elbiseleri giydirip ziynetler takıyordu. Haremağaları da artık önünde saygı ile eğilmeye başlamışlardı. Bir akşam ateşler içinde kıvrandığı sırada Padişah tarafından sonuncu defa çağrılmıştı. Hâmile olduğunun anlaşılmaması için hastalığını gizlemişti. O gece Sultan çok hararetli ve ihtiraslıydı. Genç kız da Sultanın arzularma ayni hararetle mukabele etti. Fakat tam bu sırada şiddetli bir öksürük nöbetine yakalanarak ona bütün talihini kaybettiren hâl başına geldi. Bu meş’um geceyi takibeden sessiz ve yalnız geçen aylar zarfında gözden düşmesine sebep olan halleri ve yakalandığı öksürük nöbetini sık sık hatırlıyordu. Fakat müslümanlarm halifesi, yedi denizin hâkimi, Allahın yer-yüzündeki temsilcisi olan padişah Abdülmecidin bu kadar basit bir öksürükten dolayı kendisinden bu derece nefret edeceğini ve karnında taşıdığı çocuğun istikbalini lekeleyebileceğim nasıl tahmin edebilirdi? Sultanın bu kadar korkak ve vehimli olduğunu asla düşünemiyordu. Fakat Osmanlı hânedamnın otuzbirinci Sultanı olan Abdülmecit, henüz onyedi yaşında tahta geçtiği vakit, sadece geniş bir imparatorluğu değil, aynı zamanda büyük bir korku ve vehimi tevarüs etmişti. Osmanlı hükümdarları, devleti bu korku ve vehm ile idare etmişlerdi. Saray daima hâ-nedan mensupları arasındaki geçimsizliklere, kanlı kardeş kavgalarına sahne olmuştur. Bazen de Yeniçeri ocaklarının ayaklanması ile hayatlarını haremde bir mahpus gibi geçirmiş olan genç ve beceriksiz şehzadeler tahta oturmuşlardı.

Abdülmecid’in babası Sultan Mahmud da böyle bir ayaklanma neticesinde hükümdar olmuştu. Bundan sonra her ne kadar şehzadeler saraylarda kapalı kalmamışlar ama, her zaman için tahttaki kardeşleri veya yakınları tarafından şüphe ve endişe mevzuu olmuşlardır. Türkiye Sultan Mahmut’un şahsında, Fatih Sultan Mehmet’e ve Kanunî Sultan Süleyman’a lâyık bir halef bulmuştu. Bu hükümdarın üzerinde daha doğuşunda efsanevi bir dedikodu dolaşıyordu. Annesi, İmparatoruçe Josephine’in kuzini olan güzel ve câzip bir melez kızdı. Genç kız Fransada yetiştiği manastırdan çıktıktan sonra babasının Martinikteki çiftliğine gitmek üzereyken yolda korsanlar tarafından esir edilerek Tunus Bey’ine satılmıştı. Genç kızın güzelliğine hayran olan Tunus Bey’i onu, hediye olarak Sultan Birinci Abdülhamid’e gönderdi. Adı Mille Aimee du Buc de Rivry olan bu Fransız kızından (Nakşidil Sultan) Birinci Abdülhamid’in Mahmut isimli oğlu dünyaya geldi. Yeniçerilerin ayaklanmaları esnasında kurnaz Fransız, oğlu Mahmud’u kurtarmaya muvaffak oldu. Anlatılanlar herhangi bir vesikaya müstenit olmayıp tamamen saray dedikodularından ibarettir. Fakat Sultan Mahmut’un zamanımıza intikal eden resimlerine ve tarihçilerin onu tarif edişlerine göre bu hikâyenin aslı olsa gerektir.

Sultan Mahmut kısa boylu, ince, zeki ve enerjik bir insandı. İyi tahsil görmüştü. Fakat bir insanın enerjisi çökmekte olan bir imparatorluğun enkazını toplayıp onu yeniden eski haşmetine yükseltmeye kâfi gelmiyordu. Sultan Mahmut’un tahta geçtiği sırada Rusya tarafından tahrik edilen isyan hareketleri Balkanlarda çok esaslı bir tehlike yaratıyordu. İngilteredeki liberal idare ise müstakil bir Yunan devleti kurulması telkin ve teşvik ediyordu.... Mısır’da Mehmet Ali adında maceraperest ve şımarık bir paşa Osmanlı Hükümdarının oradaki nüfuz ve hâkimiyetini sarsmaya başlamıştı. Diğer taraftan imparatorluk dahilinde ehliyetsiz ellerdeki bozuk idare işlerin başarı ile yürütülmesine mâni oluyordu. Genç padişahın memlekette yapmak istediği yeniliklerin mânâsını kimse anlamıyor, bu yüzden Sultan kimseden yardım görmüyordu. Memleketin içinde bulunduğu bu şartlar, Sultanın muzaffer olmasına mâni olmamakla beraber, bedbaht neticeler doğurmaktan da geri kalmadı. Herşeye rağmen Sultan Mahmut, ortaçağ müstebitlerinin usullerini tatbik etmekten de çekinmiyerek mücadelesine devam etti.

îlk hamlede Yeniçeri ocaklarını kapatmaya teşebbüs etti. Seçkin askerlerden ibaret olan bu ocak mensupları büyük imtiyazlara sahipti. Yeniçerilerin hemen tamamı esir edilen hristi-yan çocuklarından ibaretti. Bunlar daha küçük yaşlarda iken İslâm terbiyesine göre yetiştirilirler ve böylece mutaassıp birer müslüman olurlardı. Asırlar boyunca Yeniçeriler çok dindar ve fakat âsi ruhlu bir müslüman ordusu teşkil etmişti. Osmanlı imparatorluğunun yükselme devirlerinde ve İstanbul’un fethinde beyaz keçeli Yeniçeriler daima ordunun ön saflarında, Viyana-nm muhasarasında ise mevzilerini en son terkeden cesur askerler olmuştur. Fakat sultanların nüfuz ve otoritelerinin zayıfladığı devirlerde ise çok tehlikeli bir unsur olmaya başlamışlardı. Davulların gümbürtüsü şehrin her tarafında akisler yaratır, Sultanlar onların ayaklanmalarından müthiş şekilde tedirgin olurlardı. Sultan Mahmut Yeniçerilerin bu şekildeki nümayişleri karşısında korkacak ve onların her arzusunu yerine getirecek zayıf karakterli ve hükümdar değildi. Yapmak istediği yeniliklere karşı Yeniçeriler ayaklanmaya teşebbüs ettikleri zaman, onların bu ihanetine karşı kendisini korumak için halktan yardım istedi. Padişahın bu iradesine bütün İstanbul halkı evlerinde mevcut silâhları ellerine alarak büyük bir hırs ve arzu ile itaat ettiler. Yalnız bir günde on binden fazla Yeniçeri askeri imha edildi. Sultan Mahmut Yeniçerilerden merhametsizce intikam aldı. Boğaz ve Marmara denizi Yeniçeri cesetleriyle doldu. Asileri yok etmek için padişah çok vahşi usullere başvurdu. Fakat bundan sonra bu ortaçağ haarbeleri üzerine modern bir ordu kurdu. Avrupa usullerine göre açılan deniz ve kara harp okulları bu ordunun belli başlı kaynağı oldu.

Diğer taraftan Osmanlı tarihinde ilk defa olarak Avrupa devletleri nezdine resmî elçiler gönderildi. İstanbul’da dünya hâdiselerini Türk umumî efkârına nakleden gazeteler çıkarıldı. O zamana kadar münhasıran Rum ve Ermenilerin elinde olan iç ve dış ticaret ile Türkler de meşgul olmaya başladı. Bu maksatla yabancı memleketlere Türk unsurlar da seyahatler yaptı. Fakat reformların gerçekleştirilmesi, bilhassa müslüman Türklerin hristiyanlara karşı olan kin ve nefretlerini, yumuşatmak için büyük çapta mücadale etmek lâzım geldi. Türk ordularının Avru-paya dehşet saçtığı, padişahların gazabına uğrayan hristiyan devletlere mensup elçilerin Yedikule zindanlarında boğduruldu-ğu devirden kalan ve yalnız Kur’an hükümlerine göre yürütülen eski ve verimsiz idare reformların tahakkuku için büyük güçlükler arzediyordu. Müslüman ve hristiyan tebaa arasında müsavat tesisine samimiyet ve cesaretle karar veren Sultan Mahmut, softaların tehlike teşkil eden muhalefetleri ile karşılaştı. Fakat batı düşünce ve fikirlerine olan hayranlığına rağmen devlet idaresinde Doğuya mahsus sert usullere başvurmaktan da geri kalmadı. Bu suretle softaların teşvik ve tahrik ettiği bir ayaklanma teşebbüsünü merhametsizce bastırdı.

Reform sahasındaki düşüncelerinin gerçekleştiremeyişi onun azimkâr olmamasından değil, halkın henüz bu reformları hazmedecek olgunluğa sahip bulunmamasından ve bu hususta garplıların herhangi bir desteğini görmeyişinden ileri gelmiştir. Nitekim Yunan İstiklâl Harbi sırasında, birbirine rakip olan İngiltere, Fransa ye Rusya gibi üç büyük devlet Osmanlılar aleyhine derhal kendi aralarında birleşivemıişlerdi.

Osmanlı donanmasının Navarinde imha edilmesiyle büsbütün zayıflayan Osmanlı Devletine karşı İngiltere, Rusyanın tecavüzünü teşvik etti. Yunanistanın kaybı ve yapılan Edirne Andlaşmasının ağırlığı, İngiltere ve Fransamn Mısır Valisi Mehmet Ali Paşayı destekliyerek Suriyeyi zaptettirmeleri gibi hâdiseler Sultan Mahmut’un cesaretini kırdı. 1839 yılında ölümü ile, zor şartlar içinde devletin idaresini henüz on yedi yaşmdaki oğlu Abdülmecid’e terketmiş oldu.

Sultan Mahmut’un vehm ve şüphe içinde saltanat sürmesine mukabil, oğlu Abdülmecid daha müsamahakâr bir idare şekli tatbikini tasavvur ediyordu. Tahta çıkışı ile beraber ilân edilen Gülhane Hattı Hümayunla bütün tebaasının hukuken eşit olduğu, herkesten adalet dairesinde vergi alınacağı vaad ediliyordu. Sultan Mahmut tarafından Avrupa’da tahsil ettirilen Mustafa Reşit Paşa’nın telkin ettiği bu fikirleri garp âlemi, modern Türkiye’nin büyük bir başarısı olarak sempati ile karşılamıştı.

Büyük garp devletleri Rusyanın genişlemesinden ve Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa’nın ihtiraslarından korktuğu için, mütereddit ve zayıf karakterli genç Sultana, babasından esirgedikleri alâkayı fazlasıyla göstermek lüzumunu hissettiler. Fakat bütün iyi niyetlerine rağmen genç Padişah Abdülmecit kendisinden beklenen üstün vasıflara malik olmaktan uzaktı.

Devletin idaresinde Saltanat Şûrasından daha çok, harem mühim rol oynuyordu. İmparatorluğun batılılaşmasıyla haremin nüfuzunun azalacağından korkan harem ağaları genç nâzırların başarı göstermelerine mâni olmaktaydılar. Yabancı devlet elçileri genç padişahı memleketin müstakbel kurtarıcısı olarak takdir ediyorlardı... Fakat haremi idare eden Kızlarağası, diğer şehzadeler gibi Abdülmecidin de çekingen ve zayıf mizaçlı olduğunu biliyordu.

Abdülmecit Osmanlı İmparatorluğunun haritasını ilk defa olarak ancak, babası ölüm yatağında iken görmüştü. O zamandan beri Kafkasyadan İran körfezine, Tuna’dan Nil vadisine kadar uzanan otuz beş milyon nüfuslu İmparatorluğun azameti ve genişliği genç şehzadenin kafasını allak bullak etmişti. Bu geniş imparatorluğun herhangi bir yerinde meydana gelebilecek isyan hareketleri geceleri rüyasında onu korkutuyordu. Genç Sultana ârız olan bu korku ve vehim daha henüz beşikte iken küçük Ab-dülhamid’e de musallat oldu denilebilir.

II Ingiliz Elçisi

Sir Stratford Canning

ABDÜLHAMİD’in dünyaya geldiği 1842 senesinde Sir Stratford Canning dördüncü defa olarak Büyük Britanya’nın Bab-ı Ali nezdindeki sefirliğine tâyin edildi. Doğu meselesi had safhadaydı. Bu vaziyette Lord Palmerston, Osmanlı İmparatorluğunun bütünlüğünün muhafazasını desteklemekte İngiltere’nin menfaati olduğuna kanaat getirmişti. Bunu teminen yaratılışları itibariyle şüpheci olan Türklerin itimadını kazanmaya muvaffak olmuş bulunan hür ve cesur mizaçlı bir sefirin İstanbul’a tâyininde fayda görüldü.

Genç İngiliz diplomatı otuz sene evvel maslahatgüzar bulunduğu sırada Topkapı sarayının bahçesindeki bir köşkte Sultan Mahmut tarafından kabul edilmişti. O zaman Batılılaşma hareketleri Osmanlı Sarayına henüz girmemişti. Sarayın bahçe-v sindeki köşkler Padişahın resmî ikametgâhını teşkil ediyor ve her tarafta Yeniçeriler dolaşıyordu. Yüksek memurlar hâlâ Kanunî Süleyman zamanındaki sırmalı kıyafetleri taşıyordu. Sultan Mahmut, Doğunun efsanelerinden gelmiş, hemen hemen İlâhî bir şahsiyet halindeydi. Avrupalı sefirleri, altın yaldızlı demir parmaklıklar arkasında oturmuş vaziyette küçük bir salonda sükûnetle kabul ederdi. Tahtın yanında daima yarısı kınından dışarı çıkmış bir hançer bulunurdu.

Sir Stratford 1842 ilkbaharında Tophanedeki gümrük iskelesinde vapurdan karaya çıktı. On senedenberi Türkiye’ye gelmemişti. Bu müddet zarfında İngiltere’nin Osmanlı devletine karşı takibettiği tarafsızlık politikasından istifade eden Ruslar, Karadenizde olduğu kadar Boğazlar üzerindeki nüfuzlarını da tahkim etmişlerdi. Mısırda Mehmet Ali Paşa ile yaptığı mücadelede büyük devletlerin yardımından mahrum kalan Sultan Mahmut ezelî düşmanı Rus Çarına yakınlık göstermeye mecbur olmuştur. Hünkâr İskelesi Andlaşması ile Türkiye, Rusya harp hâlindeyken boğazları yabancı gemilere kapatmayı taahhüt ediyordu. Bundan başka Rusların Boğaziçi sahillerinde asker bulundurması ve Mehmet Ali Paşa’nm büyük bir Arap-Mısır İmparatorluğu kurmak hususundaki emelleri İngilizleri Doğu işlerinde tarafsız kalmanın mümkün olmayacağına inandırmıştı.

Sir Stratford’un Beyoğlu’ndaki sefarethaneye geri gelmesi Saint-Petersbourg hükümetine İngiltere’nin ananevi William Pitt politikasına tekrar dönmek zaruretinde kaldığını anlatıyordu. Bu politika İstanbul’un, Hindistan’m esaslı bir kapısı olduğu gerçeği üzerine kurulmuştur.

Sultânın ve Bab-ı Ali’nin kendisini hararetli bir şekilde kabul etmesine rağmen Sir Stratford, İngiltere’nin karşılaştığı güçlüklerin hiç birisini hemen ortaya atmadı. Bu sırada Avrupa’da bir harbin patlamasına sebep olabilecek buhran henüz halledilmişti. Müşterek tehlike karşısında rakip devletler, aralarındaki ihtilâfları gizliyorlardı. Bundan başka Avrupa’da korkunç bir açlık da hüküm sürüyordu. Daha önce Piyana kongresinde gündeme gelen bazı iddialar yeniden ortaya atılmıştı. Varlıklarını ilâh adaletten aldığına inanan krallık müesseselerinin himayesi bahis konusuydu. Bunların başında Hanovre, Hohenzolem, Habsbourg, Romanoff ve hattâ Osmanlı hânedanı vardı. Avusturya ve İngiltere donanmaları tarafından taarruza uğrayan Mehmet Ali Paşa, Filistin ve Suriye üzerindeki iddialarından vazgeçmeye, sadece Mısır’da (Paşalık) ile iktifa etmeye ve bunun için de Bab-ı Ali’ye her sene vergi ödemeye mecbur edildi. Diğer taraftan Rusya’da Avrupa Birliğine dahil devletlere karşı iyi niyetini ispat için Hünkâr İskelesi Andlaşmasının bu devletler aleyhindeki hükümlerini değiştirmeye rıza gösterdi bunun yerine kaim olmak üzere ayrı bir Boğazlar Andlaşması yapıldı. Bu andlaşmaya göre İstanbul ve Çanakkale boğazları, Türkiye’nin harp hâlinde olması müstesna, bütün yabancı devletlerin harp gemilerine kapalı olacaktı.

Her ne kadar Abdülmecit yabancı devlet elçilerini İstanbul’un ve fes giymiş vaziyette kabul ederek Batılılaşmayı tercih ettiğini yaymak istemişse de, imparatorluğu idare eden paşaların büyük ekseriyeti reform fikrine açıkça muarız kalıyorlardı. Merkeze uzak vilâyetlerin valileri keyfî hareketlerine devam ederek köylülerden istedikleri gibi ve zorla vergi alıyorlardı. Müslüman ve Hıristiyan tebaanın hepsine hukuken eşit muamele yapılacağını vaadeden Gülhane Hat-ı Hümayununun ilânından üç sene geçtiği halde bu hattı hümayunun hükümleri Bab-ı âli duvarlarının ötesinde kuru bir sözden ibaret kalıyordu. Osmanlı İmparatorluğu dinî hükümlere göre idare edildiğinden bunları değiştirmek mümkün olmuyordu. Yeryüzünde Allahın gölgesi gibi çok mübalâğalı unvanlara sahip olmasına rağmen padişahlar, devlet içinde en yüksek dinî makamı işgal eden Şeyh-ül İs-lâmlar tarafından imza edilen bir fetva ile azil olunabiliyorlardı.

Sir Stratford Canning, İstanbul’a tam selâhiyetle gelmişti. İcabında genç sultana tavsiyelerde bulunabilecek ve devletin idaresinde nizamı tesis için ona mümkün olan yardımı yapacaktı. Fakat Abdülmecid’in bütün iyi niyetleri böyle bir vazifenin lâyıkı ile yapılmasına kâfi değildi. Çünkü devlet hâzinesi iflâs halindeydi. Memurlar uzun zamandan beri maaşlarını alamıyordu. Askerler ücretlerini alabilmek için zaman zaman itaatsizlik gösterip ayaklanıyordu. Buna rağmen padişahın kızkardeşlerin-den birinin düğünü için sarfedilen para, bir vilâyetin yıllık gelirinden fazla oluyordu. Anadoluya giden yollar çamur deryası içinde olup geçilmez haldeydi. Fakat diğer taraftan genç padişah Ermeni asıllı Balian’a Boğaz sahilinde İtalyan tarzında muhteşem saraylar yaptırıyordu. Hiç kimsenin şahsî masraflarını azaltmak hususunda Abdülmecid’e en küçük*bir tavsiyede bulunması mümkün değildi. Tahtın yegâne vârisi olarak haremde yetişen genç sultanın ağzından çıkan her söz emir telâkki ediliyordu. Çocukluğundanberi, etrafını çeviren dalkavuklar arasında yaşamıştj. Bu sebepten Stratford Canning tasarruf hususundaki tavsiyelerinde daha fazla ısrara cesaret edemiyordu. Reşit Paşa’nın, memleketin tabiî zenginliklerinin değerlendirilmesi, yolların islâhı hakkındaki projeleri, haremin istekleri uğruna bütçeden çıkarılmış ve çılgınca yapılan masrafları hiç kimse önleyememişti.

Sarayda, Stratford Canning’in girmeye aslâ muvaffak olmadığı kapalı kapıların arkasında esrarengiz bir âlem vardı. Kendisini gözdelerinin kollarına terkeden Abdülmecit, Rum patriğine, Arap şeyhine, Ermeni tüccarına verdiği sözleri unutuyordu. Bu kadın ve haremağaları âleminde, Fatih Sultan Meh-med’in, Paleologlann altın saraylarının duvarlarını yıktığı gün-denberi hiç bir şey değişmemişti. Bir sürü dalavere, entrika ve sefahat yuvası olan Rum İmpâratoriçelerinin daireleri aynen OsmanlI sultanlarının da haremi olmuştu. Gayri tabiî bir yaşayış tarzından giderilmesi mümkün olmayan bir takım kötülükler doğmuştu. Fatih Sultan Mehmed’in peygamberin yeşil sancağını Ayasofya kilisesine çektiğinden iki asır sonra bile sarayda hâlâ ayyaş ve ahlâksız kimseler bulunuyordu. Sultan Mahmut dahi, saraydaki kadınların ve haremağalarımn miktarını azaltmak için en küçük bir teşebbüste bulunamamıştı. Umumiyetle zenci ve cahil esirlerden seçilen (Kızlarağası), imparatorluğun en nüfuzlu ve mühim şahsiyetlerinden biri olarak kalmıştır.

Abdülmecit devamlı şekilde büyük devletlerin kendi ülkesini zaptedeceği, kanlı isyanlar olacağı, Balkanlarda hristiyan halkın müslümanlara karşı ayaklanacağı, Suriyede Manini’lerin Durzîlere saldıracağı korkusu içindeydi. Çok zayıf ve hemen tesir altında kalabilen bir karaktere sahip olan Abdülmecid, kendisine korku ve dehşet veren telkinlerle haremden çıkınca büyük devletlerin bütün isteklerini reddetmeye hazır bir halde bulunurdu. Onun bu hali, İngiltere sefiri ile müzakereye oturunca-ya kadar devam ederdi. Canning’in padişah üzerindeki hissedilir tesiriyle haremin tavsiyelerinin kıymeti kalmazdı.

Sünnet oluncaya kadar haremde anneleriyle beraber yaşayan şehzadelerin tahsil ve terbiyeleri üzerinde harem ağalarının oynadığı rol ehemmiyetli bir tehlike teşkil ediyordu. Haremdeki kadınların kapalı ’-U yaptıkları gezintiler hariç, dış âlemle aslâ t°naa« edılempy,n selı/a<ic.ıcı üveyden tamamen habersiz k-m-' 1

ıs uçuk Abdülhamid’c gelince, onun hâli daha da kötüydü. Bir şehzade annesi olan Tirimüjgân, saraya girdiği günkü gibi hâlâ bir sığıntı muamelesi görüyordu. Çocuk annesi olmuş diğer kadınlar, bir paşanın hareminden çıkıp padişah gözdesi olduktan sonra bütün itibarını kaybeden bu genç kızın menşei hakkında bıkıp uzanmadan çok kötü dedikodular yapıyorlardı. Küçük Ab-dülhamid bütün gününü annesinin odasında geçiriyordu. Daima bedbaht olan annesinin bitip tükenmeyen iniltilerini dinliyordu. Tedavi edilmemekten dolayı her gün biraz daha eriyen annesinin hayali, Abdülhamid’in hayatı boyunca gözünün önünden as-lâ gitmemiştir .Hele bu hali, padişah babasının daha çok alâka ve sevgisine mazhar olan küçük kız ve erkek kardeşlerinin anneleriyle mukayese edince teessürü büsbütün şiddetlenmiştir.

Haremde çok sık meydana gelen çocuk ölümlerine rağmen Sultan Abdülmecid’in aile fertleri her sene biraz daha çoğalıyordu. Fakat küçükAbdülhamid diğer kardeşlerinin oyunlarına nâdiren iştirak eder, sadece onların sözlerini hasta annesine anlatmak için aralarına girerdi. Çok küçük yaşta kapıları ve haremağalarmın kendi aralarında yaptıkları dedikoduları dinlemek gibi bir itiyada sahip oldu. Gözde kızlardan birisinin daha padişahın ihmaline uğramış olması, kardeşlerinden birinin ve bilhassa büyük kardeşi Murat’m hastalanması gibi hâdise ve dedikoduları, muzdarip, hasta ve kimsesiz annesini memnun edeceğini bilerek ona anlatırdı.

Altı yaşındayken haremde galeyan yaratan mühim bir hâdise meydana geldi. Padişah Abdülmecid, âşık olduğu Mısırlı güzel bir kızla evleneceğini ilân etmişti. Bu evlenme saray an’anelerine muhalifti. Hiç bir Osmanlı padişahı, tebaasından biri ile evlenemezdi. Bu sebepten sarayın harem dairesi asırlar boyunca cariyelerle dolmuştur. Padişah bunlarla hemen hemen meşru, bir evlenme yapmazdı. O zamana kadar gelmiş geçmiş otuz bir hükümdardan üçü müstesna, diğerleri bu kaideye son derece sâdık kalmışlardır. Abdülmecid’in bu âni kararı yabancıların tehlikeli ve zararlı bir telkini olarak yorumlanmış ve sarayda herkesin itirazına uğramıştır. Fakat bu itirazlara rağmen Abdülmecid evlenme merasimini yaptırdı ve genç karısının şerefine de saray bahçesinde yeni bir köşk inşa ettirdi. 1848 Haziran ayının bir gününde, bu evliliğinden dolayı saray ve devlet erkânının tebriklerini bu köşkde kabul etti. Tebrike gelenler arasında iki oğlu Murat ve Abdülhamid de bulunuyordu. Abdülha-mid ilk defa olarak selâmlıkda görünüyordu. Büyük kardeşi Murad’a karşı beslediği kıskançlık duygusu, onu tahtın yanında babası ile beraber görünce büsbütün alevlendi. Fakat az sonra Abdülmecid onun da oğlu olduğunu hatırlayarak yanma çağırdı. Küçük Abdülhamid, memleketin her tarafından padişahı tebrike gelmiş olan yüksek memur ve eşraf arasında ürkek adımlarla ilerleyerek babasının yanma gitti. Sultan, çocuğun ürkek ve çekingen hâlini dikkatle tetkik ediyordu. Fakat ona karşı müşfik olmaktan ziyade kızgın bir hâli vardı. Abdülmecid halim ve selim bir padişahtı. Bununla beraber bu zayıf ve çelimsiz çocuğa karşı en küçük bir sevgi ve şefkat hissi duymadığı belliydi. Zâten Abdülhamid de kendisini sevdirecek ve hoşa gidecek güzel vasıflara sahip değildi. Henüz altı yaşında olmasına rağmen ağır ve uyuşuk göz kapaklarının gölgelendirdiği gözleriyle etrafına şüphe ve itimatsızlık hissi içinde bakardı. En küçük basit hareketlerinde bile âdeta maksatlı bir gizlilik vardı. Bu sebeple onun şeker ve çerez tepsilerine gizlice bakışlarını ve nâdide hediyeleri alıp hemen saklamasını, padişah nefret ve tiksinti ile seyrediyordu.

Annesi Tirimüjgânın, onun doğuşundan itibaren bedbaht olmasından dolayı üzerine serdiği esrar perdesi, içinde yaşadığı kadın âleminin dedikoduları ve kıskançlıkları Abdülhamid’i mârazî bir şahsiyet yapmıştı. Muhitindekilerin itimadını ve sevgisini kazanamamaktan dolayı da bir hırs ve duygusallık içindeydi.

Padişahın oğluna karşı olan davranışı, saray halkı tarafından hemen farkedildiği için, onlar da küçük Abdülhamid’e aynı şekilde davranıyorlardı. Murad’ın mağrur ve herkesten hürmet gören hareketleri yanında küçük kardeşi Hamid çok silik kalıyordu. Bu itibarla onun merasim salonunu gizlice terketmiş olmasının kimse farkına varmamıştı.

Bir gün Sir Stratford Canning, padişahın huzuruna çıkmak için bahçeden geçerken, bir havuzun başında yalnız başına oturan bir çocuğa tesadüf etti. Bu çocuğun böyle bir yerde bulunabilmesi için, onun mutlaka şehzadelerden biri olması lâzım geldiğini düşündü.

Küçük çocuğu âdeta bir hükümdarmış gibi hürmetle selâmladı. Sefirin heybetli ve vakur hâli, maiyetindekilerin parlak üniformaları, küçük Abdülhamid’in yaralı izzeti nefsi üzerinde büyük bir tesir yarattı. Sefir, onun mahçup ve sıkılgan hâlini görünce, kendisinin bir şehzadeden ziyade merhamete lâyık bir çocuk olduğuna hükmetti ve derin bir şefkatle elini çocuğun omuzuna koydu. Sir Stratford Canning’in bu sıcak alâkası Abdülhamid’in hâfızasında, bir yabancı tarafından kendisine ilk defa gösterilen bir şefkat ve muhabbet eseri olarak tatlı ve unutulmaz bir hâtıra hâlinde kaldı.

III

Tirimüjgan ın Ölümü

Abdülhamid 1849 yılında sünnet oluncaya kadar bir daha selâmlığa adımını atamadı. Aralarında yaş farkı bulunmasına rağmen Sultan Abdülmecit her iki oğlunu birarada sünnet ettirmeye karar verdi. Bu vesile ile de ayni yaştaki fakir çocuklar dâvet edilerek büyük bir sünnet düğünü tertiplendi. Hânedan-daki bir geleneğe göre şehzadelerin sünnetleri sarayın dışındaki bir yerde kurulan çadırlarda olurdu. Bu maksatla Haydarpaşa’da büyük hazırlıklar yapıldı. Sultan ve maiyetinin iştirak ettiği sünnet düğünü altı gün altı gece devam etti. Bu muhteşem ve garip merasim uzun zaman dillere destan oldu. Üsküdar’dan Kadıköy’e kadar, bütün paşa konaklarının bahçeleri, yaldızlı direklerinde bayraklar dalgalanan yüzlerce çadırdan ibaret beyaz ve rengârenk bir orman halindeydi. Geceleri camilerin kubbeleri ve minareleri ışıklarıyla aydınlatılmıştı. Donanmadan atılan havaî fişekler gece eğlencelerine ayrı bir neşe katıyordu. Halk durmadan eğleniyordu. Sultanın çadırı, sünnet edilen fakir çocukların çadırlarının yanında kurulmuştu. Ortada tam bir panayır havası vardı. Şekerciler, şerbetçiler, hokkabazlar, meddahlar, karagöz oyunları ile yeşil ve beyaz sarıklı softalar ve mollalar birbirlerine karışmıştı.

Hergün binden fazla çocuk sünnet ediliyordu. Bir tarafta pilâv kazanları kaynarken, diğer tarafta da kuzular kızartılıyordu. Her akşam güneş battıktan sonra Padişah, çocukların çadırlarını dolaşıyor, o gün sünnet edilenlere elbise, para vesaire gibi çeşitli hediyeler dağıtıyordu. Abdülmecid’in bu hareketleri halkın çok hoşuna gidiyordu. Kimse bu masrafların devlete son derece pahalıya mal olduğunu söylemeye cesaret edemiyordu.

Abdülhamid ilk defa olarak yedi yaşında iken sünnet merasimi için annesinin yanından yarılıp müstakbel tebaasının arasına karışmıştı. Boğazın mavi sularında süzülen muhteşem saltanat kayığında babasının yanma oturunca sonsuz bir gurur duydu. Fakat az sonra Üsküdar iskelesindeki muazzam kalabalığı görünce müthiş bir korkuya kapıldı. Haremağaları ona daima fena bir şekilde halk korkusu telkin etmişlerdi. Halk ise, rejimin bozulmasından ve devlet idaresindeki suiistimallerden tamamen haremağalarını mes’ul tutarak onlardan nefret ediyordu. Bu bedbahtlar da küçük şehzadelere,' halka karşı derin bir itimatsızlık hissi aşılayarak âdeta intikamlarını alıyorlardı. Bu telkinler küçük Abdülhamid üzerinde büyük bir tesir yaratıyordu. Bu itibarla haremağalarmın halk aleyhinde uydurup anlattığı hikâyelere o kadar inanmıştı ki, Üsküdar iskelesinde tezahürat yaparak kendilerini karşılayan halkın herbirinin elinde kendisine uzanmış bir silâh olduğunu ve halkın “Padişahımız çok yaşa!...” diye yükselen sesinde düşmanca ifadeler bulunduğunu zannediyordu. Bir taraftan da kardeşi Murat’ı taklit ederek cesur görünmeye çalışıyorsa da halkın kendisine dehşet veren bakışları karşısında korkudan titremesine mâni olamıyordu. Bu ürkekliğine rağmen sünnetçinin bıçağı karşısında en küçük bir korku ve sızı alâmeti göstermedi.

Küçük Abdülhamid’in çocukluk devresi bu şekilde âni ve sert bir şekilde nihayet bulduğu sırada kendisine, annesinin ölüm hâlinde olduğu haberi getirildi. Padişahın bütün haremi ile beraber Haydarpaşaya nakline hastalığı mâni olduğundan Tiri-müjgân Çırağan sarayında bırakılmıştı. Fakat karşı sahillerdeki sünnet şenliklerini pencereden seyrederken kendisini fena halde üşüttüğünden yatağa düştü ve bir daha da kalkamadı. Öldüğü zaman henüz yirmi altı yaşında olan genç kadın, oğlunun çocukluğu üzürene düşürdüğü gölgeden başka tarihte bir iz bırakmamıştır. Bu gölge Abdülhamid büyüdükçe, her gün biraz daha koyulaşıyordu. Çünkü yedi yaşındaki küçük çocuğun içine düştüğü yalnızlık, onun Padişah olduğu zaman hissettiği yalnızlıktan daha az zâlim ve merhametsiz değildi. Abdülhamid bütün ömrü, boyunca, genç yaşında kaybettiği annesinin şefkat ve alâkasını daima aramıştır.

Abdülmecid’in hususî hekimi Rum Zoğrafos’un anlattığına göre, yedi yaşındaki Abdülhamid annesinin ölümüne son derece üzülmüştü. Ölümünden sonra annesini son defa görmek için koşarak odasma gelmiş ve üzerindeki örtüyü kaldırıp yüzüne doya doya bakmıştı. Saray geleneklerine göre, küçük Abdül-hamid’in mutlaka bir üvey anneye sahip olması icabediyordu. Esasen çocuğu olmayan bütün saray kadınları da bir gün valide sultan olmak emeliyle şehzadeleri evlât edinmeye can atıyorlardı.

Sultan Abdülmecit, çocuğu olmayan ve fakat kendisini çok sevip beğendiği dördüncü karısı güzel Perestû’yu, Abdül-hamid’e üvey anne olarak seçti. Perestû’nun annelik vazifesi çok kolay olmadı. Çünkü Abdülhamid öz annesini bir türlü unutamıyordu. Önceleri üvey annesinin kendisine gösterdiği sevgiyi ve şefkati yadırgadı. Perestû, öksüz Abdülhamid’e karşı o kadar anlayış ve sabır gösterdi ki, nihayet küçük şehzade ona öz annesi gibi yakın hisler beslemeye başladı. Perestû’nun nâzik muamelesi Abdülhamid üzerinde tesirini gösterdi ve onu etrafındakilere karşı daha sokulgan ve sevimli bir hâle getirdi. Yıl-dız köşkünü ziyaret edenler, az zamanda küçük şehzadeye hayranlık duymaya başlamışlardı. Fakat Perestû’nun bütün gayretleri Abdülhamid’in diğer kardeşlerine olan kıskançlık hislerini değiştirmeye muktedir olamadı. Kardeşlerine karşı beslediği kin ve intikam duygularıyla gözleri kararan Abdülhamid onların kendisine karşı gösterdiği yakınlığa daima soğuk ve hattâ sert bir şekilde mukabele ederdi. Anlatılanlara göre, sıcak bir yaz günü kardeşleri uyurken, onların eşyalarını gizlice alıp kendi odasına götürmüştü. Bu gibi iki iki hâdiseden sonra, kardeşleri de artık ondan uzaklaşmaya başladılar. Padişahın kulağına giden bu gibi vak’alardan sonra, Sultan Abdülmecid’in bu oğluna olan şefkat ve muhabbeti büsbütün azaldı. Padişah ile ikinci oğlu arasındaki bu gizli nefret duygusu her sene biraz daha açık bir şekilde kendisini gösterdi. Sünnetten sonra genç şehzadeler haremden selâmlığa geçmişlerdi. Artık askerî merasimlerde ve cuma selâmlıklarında babalarına refakat etmek hakkını kazanmışlardı. Bu merasimlerde Murat daima babasının yanında yer aldığı halde, Abdülhamid hiç bir zaman orada görülmezdi.

Perestû, üvey oğlunun mâruz kaldığı bu muameleden Padişaha şikâyette bulunduğu vakit, Abdülmecid, onun sevilecek ve hoşa gidecek vasıflardan mahrum olduğunu ileri sürer ve Abdülhamid’in kendisine endişe veren, istikbal için hiç bir şey vaadetmeyen yegâne evlâdı olduğunu söylerdi. Diğer taraftan hocalarının ve lalasının da onun hakkındaki müşahede ve kanaatleri pek müsbet değildi. Lalası, onun esrarengiz ve mahçup bir tabiatta olduğunu, görünüşte güzel cariyelere karşı ilgisiz kaldığını söylüyordu. Hocaları ise, genç Abdülhamid’in imparatorluğa ait her şeye karşı garip bir alâka gösterdiğini anlatırlardı. Siyaset ve hattâ tarih, şehzadelere öğretilmesi yasak bilgilerdendi. Onlara sadece Kur’an ve biraz da sathî şekilde müzik, fransızca ve Osmanlı padişahlarına ait meşhur vak’alarm efsaneleştirilmiş hikâyeleri öğretilirdi. Eğer aralarından biri, daha geniş bilgi sahibi olmaya istidat ve temayül gösterirse, ona sadece eski şiirler okumaya kâfi gelecek kadar Arapça ve Farsça dersi verilirdi. Fakat Abdülhamid böyle geniş bilgi sahibi olacak istidada sahip bir çocuk değildi. Pratik bir zekâsı vardı. Genç yaşmdanberi aktüel hâdiselere karşı canlı bir alâka duyardı. Matematik ve geometriye de hissedilir bir şekilde temayül ve heves beslerdi. Haremde para işlerine bakan haremağaları, küçük şehzadeyi sık sık hesap defterini karıştırarak içindekileri büyük bir zevkle okuyup tetkik ettiğini görürlerdi. Fakat rakkamlarla ve günlük hâdiselerle ilgilenmesi, onun, muhitinde cesaretle hareket etmesi için kâfi vasıflar değildi. Üvey annesi Perestû onun, daha az zararlı olabilecek işlerle meşgul olması için elinden gelen gayreti gösteriyordu. Abdülhamid’i marangozluğa teşvik eden ve bu san’atı ona sevdiren üvey annesi olmuştur.

Perestû’nun üvey oğluna karşı gösterdiği yakınlığın ve katlandığı fedakârlığın derecesi ne olursa olsun ölen annesinin hayali Abdülhamid ile onun arasına daima bir kâbus gibi dikiliyordu. Küçük şehzade dostlarını seçecek çağa gelince, çok hoşlandığı büyük annesini sık sık ziyarete başladı. Bu suretle büyük takdir ve tefrik kabiliyetine sahip olduğunu ispat ediyordu. Zira veliaht Abdülazi’in annesi olan büyük annesi Valide Sultan Pertevnihal, devrinde dikkate değer kadınlarından biriydi. Bir hamamda tellâklık yaptığı sırada, bir gün, tebdil gezen Sultan Mahmut sokakta ona rastladı. Başının üzerinde bir çamaşır bohçası. taşıyordu. Hâli ve güzelliği padişahın hoşuna gittiğinden saraya götürüldü. Bu tarihten sonra Pertevnihalin yıldızı parlamaya başladı. Padişah onu, diğer karılarından daha çok sevmişti. Yaşlandığı halde bile hâlâ onun nüfuz ve tesirinden kendisini kurtaramıyordu. Saraydan başka bir âlemin mevcudiyetinden habersiz olan güzel ve zarif Çerkeş kız'.arının aksine, Pertevni-hal, ölünceye kadar halk kadını olarak kaldı ve gençlik arkadaşlarıyla olan münasebetlerini devam ettirdi. Sokak dedikoduları ve halk hikâyeler, anlatarak padişahı eğlendirmesini çok iyi beceriyordu. Mutaassıp derecede dindardı. Anadolu köylülerinin iptidaî ve bâtıl inanışlarını daima muhafaza ederdi. Padişahın cami ve medreselerde yapmak istediği yeniliklere halkın muarız olduğunu ilk defa o haber verdi. Hristiyanlara sempati göstermesi yüzünden Sultan Mahmud’un saltanatının feci şekilde nihayete ereceğine inanıyordu.

Bu zeki, fakat mutaassıp kadının padişah üzerinde yarattığı tehlikeli şekildeki nüfuzundan, entrikalarından ve oğlu Abdü-laziz’i, Abdülmecid’in yerine veliaht yapmak hususundaki gayretlerinden dolayı, nâzırlar padişaha, ondan kurtulmak çarelerini aramasını tavsiye etmişlerdi. Bu tip saray kadınlarının eskiden boğdurularak denize atılmalarına mukabil, çok merhametli olan Sultan Mahmut böyle bir usule başvurmadı. Sadece Abdülaziz’i istediği gibi hareket etmesinde serbest bıraktı, fakat annesi Per-tevnihali saray hareminde göz hapsinde yaşamaya mecbur etti. Böylece çok sevdiği oğlundan ayrılan Pertevnihal, zamanını ruhları çağırmak, yıldız falına bakmak suretiyle geçirmeye başladı. Bir taraftan da kendisini bu hâle düşürenlerin kahrolması ve oğlunun da bir ân evvel tahta geçmesi için dua ediyordu. Ha-remağalarımn kendisine bir fenalık yapmasından korkan bu garip kadm Abdülhamid’i en yakın bir dost olarak bulmuştu. Yalnızlık ve padişahın ihmali, her ikisini birbirlerine iyice yaklaştırmıştı. Sultan Mahmud’un gözdesi ile torunu arasında böylece acayip bir samimiyet kuruldu. Saatlerce başbaşa kalıyorlar, Arapça eski kitapları karıştırarak esrarengiz mevzulardan mânâlar çıkarmaya çalışıyorlardı.

·        IV

Kırım Harbi

Haremi sık sık ziyaret eden çingene falcılar meş’um kehanetlerde bulunarak çok yakında müslümanlarla hristiyanların yanyana harbe gireceklerini söylemekten çekinmiyorlardı.

Halbuki bu sırada Padişahın nâzırları, hükümdarın tahta çıktığı gün Türk halkına vaadettiği İslâhat ve yenilikleri tahakkuk ettirmek için samimî bir gayret gösteriyorlardı. Avusturya ve Rusya’nın, Macaristan, İtalya ve Polonya’da çıkan isyanları bastırmakla meşgul oldukları sırada, Osmanlı İmparatorluğu iç meselelerini intizama sokmak için müsait bir zaman bulmuştu. Avrupamn hürriyet taraftarı devletleri, Sultan Abdülmecid’in İslâm geleneklerine sâdık kalarak, Rusların ve AvusturyalIların zulmünden kurtulmak için Türk topraklarına sağınmaya mecbur kalan Macar ve PolonyalIlara karşı gösterdiği iyi muameleden dolayı padişaha çok sıcak ve samimi sevgi hisleri besliyorlardı. Bundan başka Sultan Abdülmecid’in imparatorluk dahilindeki bütün esir pazarlarını resmen kaldırması da Batıkların hayranlığını kazanmasına vesile olmuştu. Fakat saltanat haremi için Çerkeş kızlarının alınıp satılmasına,karşı Türk dostu olan bir kısım AvrupalIlar göz yumuyorlardı.

Islâhat ve yenilik hareketlerini, başarmakta kararsızlık göstermesine rağmen, Abdülmecid’in, vilâyetlerde verginin mültezimler vasıtasiyle alınmasını men edişi ve lâik okullar açılması hususunda takdire değer tedbirler aldığı görülmüştür. Gerçi bu tedbirlerin alınmasında Reşit ve Ali paşaların gayreti ile İngiliz Sefiri Sir Strafford Canning’in desteği de mühim rol oynamıştır. İngiltere Sefiri, çökmek üzere olan bir imparatorluğun mirasına göz dikmiş bulunan Rus Çarının plânlarını bozmak için -nasıl olursa olsun- “Hasta adamı” kurtarmaya büyük gayret sarfediyordu.

1850 yılında Avusturya ve Rusya’nın Macar ve Polonyah milliyetçi mültecileri teslim etmesi hususunda Sultan Mecid’i zorladıkları zaman, Britanya donanmasının Bezika körfezinde bulunmasından cesaret alan Padişah, teklifi mağrur bir şekilde reddetmişti. Bu hâdise üzerine Sir Stratford Canning’in İngiliz donanmasını padişahın yardımına çağırmasının asıl sebebinin memleketinin yüksek menfaatlerinden ziyade evvelce kendisinin Saint - Petersbourg’a sefir tayinini kabul etmeyen Rus Çarına olan şahsî iğbirarından ileri geldiğini, söyleyenler bulundu. Fakat Britanya harp gemilerinin Osmanlı sularında görünmesi, Çar Nicola’nın 1844 ilkbaharında Londra’ya ziyaretinberi beslediği hayallerini dağıtamadı. Bu ziyaret esnasında genç Kraliçe Victoria ve onun Başvekili Lord Aberdeen nezdinde kazandığı başarı, İngiltere’nin Osmanlı İmparatorluğunu müdafaa için as-lâ silâha sarılmıyacağı hususunda Çar’a tam bir kanaat vermişti. Diğer taraftan da İngiltere ve Fransanın Doğu memleketlerinde ticarî üstünlük için giriştikleri şiddetli rekabet yüzünden, kendisine karşı hiç bir şekilde birleşemiyeceklerine inanmıştı. Ayrıca 1852 de Fransa’da Napolyon’un tekrar iktidara gelmeleri Rusya’ya, Osmanlı İmparatorluğunun enkazını paylaşmak için İngiltere’nin kendisiyle işbirliği yapacağı ümidini verdi.

Çünkü İngiltere, Osmanh İmparatorluğuna yardım ederek onun Fransa ile ittifak etmesini görmektense, Rusya ile birleşip bu imparatorluğu paylaşmayı tercih edebilirdi. Hiç bir diplomatik mütala, Büyük Katerina’nın torununun, Fransa tahtına çıkan Louis-Napoleon’u ayni seviyede taç sahibi olarak kabul edeceğini mümkün kılamazdı. Bu sebepten de Fransızların İmparatoru, kendisine bu unvanı lâyık görmeyen Rus Çarını aslâ affetmezdi.

Büyük devletler arasındaki ilk ihtilâf, Filistindeki “Mukaddes mahal”in muhafazasının Rum mu, yoksa Lâtin papazlarına mı ait olduğu meselesi yüzünden çıktı. Fransa, Kanunî Sultan Süleyman devrinden beri bu hakkın kendisine ait olduğunu iddia ediyordu. Çünkü kanunî Sultan Süleyman, Doğu memleketlerine ait limanlarda ticaret yapmak hakkı ile beraber Kudüs’teki “Mukaddes mahaF’in muhafazasını ve bu bölgede Fransızlara geniş bir dinî faaliyette bulunmak imtiyazını Fransa Kralı François I’e bahşetmişti. Meşhur kapitülâsyonların menşei İstanbul’un fethinde yalnız Galata ve Beyoğlu’nda oturan Venedikli ve Ceneviz unsurlara tanınan imtiyazların, bu suretle büyük bir Avrupa devletine de tanınmış olmasıyla başladı. Eğer bu imtiyazlar asırlar boyunca sırasıyla Fransızların düşmanlarına ve rakiplerine de verilmiş ise, bu, Büyük İhtilâl esnasında ve onu tâkip eden yıllarda, Fransanın Filistindeki dindar kitlelerle meşgul olmamasından ve kendisini Haçlı Lâtin İmparatorluğunun meşru vârisi saymaya devam etmemesinden ileri gelmiştir. Fakat diğer yandan Rusya, Mukaddes İttifak tarafından Doğu Avrupa’daki milliyetçilik hareketlerinin ezilmiş olmasından beri, Türkiye’deki hristiyan azınlığın koruyucusu rolünü yeniden ve şerbetçe üzerine almış görünüyordu. Bu rol azınlığın haklarını merhametsizce boğmuş olan zâlim bir idareye karşı benimsenmişti.

Abdülmecid iyi hareketlerine rağmen, kendisini mutlâki-yet idaresinin nankör icapları içine düşmüş telâkki ediyordu. Filhakika onun için Mukaddes Topraklar üzerinde Fransız silâhlarının olmaması veya bu toprakların Rum veya Lâtin papazlarının elinde bulunmasının hiç bir ehemmiyeti yoktu. O sırada Sultan Abdülmecid’i meşgul eden ve ilgilendiren yegâne iş, Dolmabahçe Sarayının inşasıydı.

Padişah yeni sarayın inşaası ve tefrişi için Ermeni mimarı ile saatlerce konuşuyor, Avrupa mağazalarına girip ve göz kamaştıracak ihtişam ve değerde çeşitli eşyalar sipariş ediyordu. Meselâ dört ton ağırlığında kristal âvizeler, üç yüz otuz mumluk muazzam şamdanlar satın almıştı. Diğer taraftan padişaha hoş görünmek isteyen büyük devletler, yeni saray için gayet kıymetli hediyeler göndermekte birbirleriyle âdeta yarış ediyorlardı. Kraliçe Victoria büyük ve kıymetli bir saat, genç François-Jo-seph çok zârif ve pahalı kristal takımlar, Fransa nâdide porselenler, Rus Çarı da beyaz ayı postları göndermişti. Fakat bu hediyelerin padişaha takdimi ile beraber, bunları gönderen devlet-' lerin elçileri fırsattan istifade ederek hemen padişahın huzuruna kabullerini talep ediyorlardı. Her ne kadar İngiltere sefiri sir Stratford Canning az zaman evvel İstanbul’a tâyin edilmiş ise de, temsil ettiği imparatorluk ve krallık tacı, ona müstesna bir prestij kazanıyordu. 1853 ilkbaharında’Abdülmecid, nihayet kendisini Dolmabahçe Sarayının zevklerinden ayırmak lüzumunu hissetti. Bu suretle tahtının, hristiyan devletler arasındaki basit rekabetler yüzünden tehlike ile karşı karşıya bulunduğu hakikatini gördü.

Rus Çarı Nicolas, padişaha büyük bir dostluk gösteriyor, Osmanlı hudutları içindeki Rum azınlığın himayesi kendisine bırakılmak şartıyla bir ittifak yapmayı teklif ediyordu. Bu hakkın Rusyaya verilmesi, Çarın Avrupa’daki bütün Türk vilâyetlerine müdahale etmesini ve hattâ sadece Boğazlar üzerinde değil, Ege ve Akdenizdeki Yunan adalarına da el atmasını kabul etmek olurdu. Ayrıca buralarda yaşayan ve Osmanlı devleti nüfusunun üç de birini teşkil eden on iki milyonluk tebaa üzerindeki Padişah nüfuz ve otoritesinin de kaybedilmesin neticesini verebilirdi. Bu itibarla Sultan Abdülmecid Rus teklifinin Osmanlı İmparatorluğunun bütünlüğü ile bağdaşamıyacağını beyan etti. Bir kaç gün sonra da İngiliz ve Fransız donanmalarının Bezika körfezine girmelerine müsaade etmek suretiyle teklifin reddedildiğini ve bu iki devletle emri vâki şeklinde bir anlaşma yaptığını bildirmiş oldu.

Bu sırada bütün yaz mevsimi boyunca Avusturya ile siyasî görüşmelere devam edilmişti. Fakat müttefiklerinin baskısına daha fazla mukavemet edemiyen Osmanlı İmparatorluğu sonbaharda Rusyaya resmen harp ilân etti ve bu suretle de müttefik donanması Çanakkale boğazına girdi.

Bir asır içinde beşinci defa olarak Anadolu köylüsü Rus ordusu ile çarpışmak üzere köylerini terkediyordu. Elbise, gıda, vasıta ve silâh bakımından çok ağır şartlar içinde bulunan Türk askerleri ölmeden evvel halifelerine son bir hizmette bulunmak ve şehitlik mertebesine erişerek peygamberlerinin vadettiği cennete kavuşmak için çöllerden ve dağlık bölgelerden yorucu ve çetin bir yürüyüşe geçtiler. Şimdiye kadar bu savaşlarda daima sarsılmaz bir iman ve inancın derin tesirleri görülmüştü, peygamberin yeşil sancağı açıldığı zaman her asker “Mukaddes Cihad”a iştirak ettiğine inandırdı. Fakat bu defa en basit ve saf bir müslüman askeri dahi “Gâvurlar” ile müslümanların yanya-na ve omuz omuza harbe girmelerinin mânâsını anlamıyordu. Paris’de İmparator Napoleon III. askerlerini “Suriye’ye hareket” marşının nağmeleri altında toplarken daima zafere olan inancından bahsediyordu. Londra’da Lord Palmerston, parlâmentoda verdiği beyanatta, İngiltere’nin harbe iştirakinin asıl sebebi olarak Hindistan yolunun korunması olduğunu ileri sürüyordu. Osmanlı Sultanı ise, harp ilânı hususundaki kararını haklı gösterecek herhangi bir beyanda bulunmak ihtiyacını aslâ hissetmemişti. Esasen Türkler doğuştan askerdiler. Harp başladı. Kırım’da girişilen ilk kış savaşlarında müttefik askerlerinin uğradıkları güçlükler, harbin sevk ve idaresindeki beceriksizlikler, çok bozuk olan ikmal teşkilâtı, kolera salgınına uğrayanların Üsküdar hastahanelerindeki perişan halleri ve daha bir takım yokluklar harp muhabirleri tarafından bütün bütün dünyaya duyurulunca İngilterede büyük bir şiddetli bir galeyan başladı, ve hükümetin düşmesine sebep oldu. Fakat bütün bu sıkıntı ve mahrumiyetler padişahın askerleri tarafından derin bir tevekkül ile karşılanıyordu.

Kırım harbinde türlü facialar arkasında meydana gelen kahramanca hareketlerin hikâyeleri herşeyi birden aydınlığa kavuşturmuştu. Vazifelerinin ne olduğunu bilerek askerlerini ölüme süren genç İngiliz subayları, birliğinin başında savaşa atılmakta ısrar eden Fransız Generali Saint Arnaud’nun amansız bir hastalığa yakalanışı, Florance Nightingale ve bir avuç hastabakıcı kadından ibaret grupun asilâne hizmetleri unutulmaz fedakârlıklar cümlesindendir.

Türklere gelince, onlar hakkındafazla bir şey bilinmiyor. Fakat gıdasız ve bakımsız Türk askerlerinin, Balkan dağları ve Kars’ı sonuna kadar inatla ve kahramanca müdafaa etitkleri açık bir hakikattir. Onların bu harpteki fedakârlıklarından ve kahramanlıklarından zamanımıza fazla bir'hâtıra intikal etmemiştir. Harp etmek, savaşta ölmek Türk askerinin âdeta büyük bir imtiyazı ve hasletidir. Harp başarısızlıkla biterse onlar bunun neticelerini aslâ kabul etmek istemezler. Açlık ve soğuktan hareketsiz kalan Türk askerlerini Üsküdar hastahanesinde tedavi eden kadın hastabakıcılar onların bu duygularını yakından görmüşlerdir. Abdülmecid, Kırım harp sahasını ziyaret ettiği zaman refakatindeki generaller ile İngiliz ve Fransız birliklerini de teftiş edip oyları selâmlamıştı. Padişahın bu hareketi Türk askerleri arasında derin bir tepki yaratmıştır. Çünkü “Yeryüzünde Allahın gölgesi” olarak tanıdıkları padişahlarının kırmızı yüzlü, dizleri çıplak İngiliz ve Fransız askerlerinin karşısında selâm durmasını aslâ hoş karşılamamışlardır.

Türkler sadece harp meydanında hristiyanlarla yanyana bulunmaya tahammül etmekle kalmamışlardı. Sulhün sağlanmasından sonra Türkiye’nin her tarafına, harp zamanından daha çok miktarda dağılmış olan hristiyanlara karşı olan nefret hislerini daima belli etmişlerdir. Üsküdar da servi ağaçlarının altına gömülen askerleri ziyarete gelenlerden başka, bir çok hristiyan mühendis, iş adamı, teknisyeni de Türkiye’ye gelmişti. Türk halkı hristiyanlarla işbirliği yapmak için henüz olgun ve anlayışlı bir seviyeye yükselmemişti. Husule gelen hoşnutsuzluğa karşı devlet de âciz ve müdafaasız kalmıştı. Türkiye henüz çok geri bir memleket idi. Burada yapılacak ıslâhata ve yeniliklere sağlam bir karakter vermek ve başka ırk ve dinlere mensup azınlıkların haklarına saygı göstermek lüzumunu Türk halkına öğretmek için mutlaka uzun bir zamana ihtiyaç vardı. Bizzat Sultan bile bu sahada henüz kendisini iptidaî ve geri düşüncelerden kurtaramamıştı. Otuzbeş yaşındaki Abdülmecit yenilik dâvasını başarıya ulaştırabilmek ve bu mücadeleye devam edebilmek için fikren hazır değildi, onun bundan sonraki hareketleri bazen kendi halkını, bazen de Garplı müttefiklerini avutmaktan başka bir şey olmuyordu.

Daha tehlikeli olan cihet ise, politika sahasında çocuklarını istikbale hazırlamak için Padişahın herhangi bir teşebbüse geçmemiş olmasıydı. Şehzadelerin devam ettikleri okul, Avrupa kültürüne've tesirine karşı tamamen kapalıydı. Ders programları asla değiştirilmiyordu. Şehzadeler için harp olayları, çok uzak, hattâ saçma bir ihtimal idi. Saray halkı, boğazın karşı kıyısındaki Üsküdar’da bulunan tıklım tıklım hasta ve yaralı askerlerle dolu bakımsız ve bir sürü zararlı haşeratm istilâ ettiği hastaha-nelerden âdeta habersizdi. Onlarla en küçük bir ilgileri yoktu. Müttefik Fransız ve İngiliz askerlerinin boğazdan gemilerle naklinden, Beyoğlu caddelerinde dolaştıklarından genç şehzadeler hemen hemen tamamen habersizdi. Hattâ onlar için yeni müttefik devletler bile mevcut değildi.

radıkları güçlükler, harbin sevk ve idaresindeki beceriksizlikler, çok bozuk olan ikmal teşkilâtı, kolera salgınına uğrayanların Üsküdar hastahanelerindeki perişan halleri ve daha bir takım yokluklar harp muhabirleri tarafından bütün bütün dünyaya duyurulunca İngilterede büyük bir şiddetli bir galeyan başladı, ve hükümetin düşmesine sebep oldu. Fakat bütün bu sıkıntı ve mahrumiyetler padişahın askerleri tarafından derin bir tevekkül ile karşılanıyordu.

Kırım harbinde türlü facialar arkasında meydana gelen kahramanca hareketlerin hikâyeleri herşeyi birden aydınlığa kavuşturmuştu. Vazifelerinin ne olduğunu bilerek askerlerini ölüme süren genç İngiliz subayları, birliğinin başında savaşa atılmakta ısrar eden Fransız Generali Saint Arnaud’nun amansız bir hastalığa yakalanışı, Florance Nightingale ve bir avuç hastabakıcı kadından ibaret grupun asilâne hizmetleri unutulriıaz fedakârlıklar cümlesindendir.

Türklere gelince, onlar hakkındafazla bir şey bilinmiyor. Fakat gıdasız ve bakımsız Türk askerlerinin, Balkan dağları ve Kars’ı sonuna kadar inatla ve kahramanca müdafaa etitkleri açık bir hakikattir. Onların bu harpteki fedakârlıklarından ve kahramanlıklarından zamanımıza fazla bir hâtıra intikal etmemiştir. Harp etmek, savaşta ölmek Türk askerinin âdeta büyük bir imtiyazı ve hasletidir. Harp başarısızlıkla biterse onlar bunun neticelerini aslâ kabul etmek istemezler. Açlık ve soğuktan hareketsiz kalan Türk askerlerini Üsküdar hastahanesinde tedavi eden kadın hastabakıcılar onların bu duygularını yakından görmüşlerdir. Abdülmecid, Kırım harp sahasını ziyaret ettiği zaman refakatindeki generaller ile İngiliz ve Fransız birliklerini de teftiş edip oyları selâmlamıştı. Padişahın bu hareketi Türk askerleri arasında derin bir tepki yaratmıştır. Çünkü “Yeryüzünde Allahın gölgesi” olarak tanıdıkları padişahlarının kırmızı yüzlü, dizleri çıplak İngiliz ve Fransız askerlerinin karşısında selâm durmasını aslâ hoş karşılamamışlardır.

Türkler sadece harp meydanında hristiyanlarla yanyana bulunmaya tahammül etmekle kalmamışlardı. Sulhün sağlanmasından sonra Türkiye’nin her tarafına, harp zamanından daha çok miktarda dağılmış olan hristiyanlara karşı olan nefret hislerini daima belli etmişlerdir. Üsküdar da servi ağaçlarının altma gömülen askerleri ziyarete gelenlerden başka, bir çok hristiyan mühendis, iş adamı, teknisyeni de Türkiye’ye gelmişti. Türk halkı hristiyanlarla işbirliği yapmak için henüz olgun ve anlayışlı bir seviyeye yükselmemişti. Husule gelen hoşnutsuzluğa karşı devlet de âciz ve müdafaasız kalmıştı. Türkiye henüz çok geri bir memleket idi. Burada yapılacak ıslâhata ve yemliklere sağlam bir karakter vermek ve başka ırk ve dinlere mensup azınlıkların haklarına saygı göstermek lüzumunu Türk halkına öğretmek için mutlaka uzun bir zamana ihtiyaç vardı. Bizzat Sultan bile bu sahada henüz kendisini iptidaî ve geri düşüncelerden kurtaramamıştı. Otuzbeş yaşındaki Abdülmecit yenilik dâvasını başarıya ulaştırabilmek ve bu mücadeleye devam edebilmek için fikren hazır değildi, onun bundan sonraki hareketleri bazen kendi halkını, bazen de Garplı müttefiklerini avutmaktan başka bir şey olmuyordu.

Daha tehlikeli olan cihet ise, politika sahasında çocuklarını istikbale hazırlamak için Padişahın herhangi bir teşebbüse geçmemiş olmasıydı. Şehzadelerin devam ettikleri okul, Avrupa kültürüne've tesirine karşı tamamen kapalıydı. Ders programları asla değiştirilmiyordu. Şehzadeler için harp olayları, çok uzak, hattâ saçma bir ihtimal idi. Saray halkı, boğazın karşı kıyısındaki Üsküdar’da bulunan tıklım tıklım hasta ve yaralı askerlerle dolu bakımsız ve bir sürü zararlı haşeratın istilâ ettiği hastaha-nelerden âdeta habersizdi. Onlarla en küçük bir ilgileri yoktu. Müttefik Fransız ve İngiliz askerlerinin boğazdan gemilerle naklinden, Beyoğlu caddelerinde dolaştıklarından genç şehzadeler hemen hemen tamamen habersizdi. Hattâ onlar için yeni müttefik devletler bile mevcut değildi.

·        IV

Sulh Hayâlleri

Harp bitmişti. Sulh’ü sağlamak için İngiltere sefiri kostümlü bir balo veriyordu. Fakat bu balo şimdiye kadar verilenlerden hiç birine benzemiyordu. Zira tarihte ilk defa olarak bir Türk Padişahı ve İslâm Halifesi, bir ecnebi sefarethanesine adımını atıyordu. Padişahı karşılayan sefir' Lord Stratford, o gece diplomatlık mesleğinin en büyük zaferini kazanıyordu. Kırk beş sene önce Sultan Mahmud’un tahtı önünde diz çöktüğü zaman, bir gün onun'oğlu olan bir Türk padişahını misafir edeceğini asla tasavvur ve tahayyül etmemişti. Hattâ bir hafta evveline kadar, bu ziyarete saray erkânının, padişahın gelenekleri ve mukaddes imtiyazlarım ihlâl edeceğini ileri sürerek mani olacaklarından endişe duymuştu. Fakat Çırağan’a hâkim tepelerde, padişahın saraydan ayrıldığına delâlet eden fener ışıkları belirince herşey anlaşıldı. Saltanat alayına iştirak edenlerin, “Padişahım çok yaşa!...” avazelerine Beyoğlu caddelerindeki AvrupalIların da alkışları karışıyordu. Sonra, Galatasaray’daki bir İngiliz bataryasının salvoları işitildi. Muhteşem saltanat arabası, maiyetinde bir müfreze asker ve Türk nâzırları ile müttefik ordularına mensup generaller olduğu halde seferethaneye doğru yavaş yavaş ilerliyordu. Padişah, sefarethanenin büyük kapısından içeri girdiği zaman halkın heyecanı son haddini bulmuştu. Kemerli kapının üzerinde renkli ışıklarla yazılmış yanyana iki isim okunuyordu: Kraliçe Victoria Sultan Abdülmecit...

Lord Stratford sadece büyük bir sefir değildi. Aynı zamanda, herkesi kendisine hayran eden büyük bir teşkilâtçıydı. Aldığı tertibat sayesinde, Padişah arabasından inip İngiltere Seferat-hanesine dahil olduğu esnada, Marmara denizinde demirli bulunan İngiliz donanmasından atılan yüzbir pare top ateşiyle selâmlanıyordu. İlk önce şaşıran, fakat hemen sonra bu top seslerinin mânasını anlayan Abdülmecit, müttefiki devletin sefiri tarafından kendisine gösterilen bu yüksek dostluk tezahüründen dolayı son derecede memnun kaldı. Daima melânkolik bir ifade taşıyan yüzü bir anda parladı ve tatlı şekilde gülümseyerek elini sefir Lord Stratford’a uzattı. Sefir için padişahın bu hareketi çok büyük ve müstesna bir şeref teşkil ediyordu. Çünkü şimdiye kadar hiç bir Türk padişahı, değil bir ecnebinin, hattâ kendi tebaasından en yüksek mevkileri işgal eden bir şahsiyetin bile elini sokmamıştı... Bir şeref kıtası selâma durduğu sırada Alman lejyonuna mensup orkestra ilk defa Türk, sonra da İngiliz millî marşını çaldı. Büyük salona giren Padişah, orada İngiliz sefiresi tarafından karşılandı. Son derece zarif bir kadın olan sefire, Saxe porselenlerinin üzerindeki işlemeler model alınarak hazırlanmış çok şahane bir tuvalet giyinmişti. Sefire Lady Strat-ford’un bütün incelik ve zerafetini göstererek muhteşem ve müzeyyen bir dekor içindeki salonda Padişahı karşılaması, Abdül-mecidi hem şâşırtmış, hem de son derece memnun etmişti.

Salonun her tarafa hâkim köşesinde hazırlanan tahta oturan Padişah, etrafında nâzırları ve büyük devletlere mensup sefirler olduğu hâlde, yarı çıplak, zarif ve güzel hanımları kolları

V

Sulh Hayâlleri

Harp bitmişti. Sulh’ü sağlamak için İngiltere sefiri kostümlü bir balo veriyordu. Fakat bu balo şimdiye kadar verilenlerden hiç birine benzemiyordu. Zira tarihte ilk defa olarak bir Türk Padişahı ve İslâm Halifesi, bir ecnebi sefarethanesine adımını atıyordu. Padişahı karşılayan sefir Lord Stratford, o gece diplomatlık mesleğinin en büyük zaferini kazanıyordu. Kırk beş sene önce Sultan Mahmud’un tahtı önünde diz çöktüğü zaman, bir gün onun oğlu olan bir Türk padişahını misafir edeceğini asla tasavvur ve tahayyül etmemişti. Hattâ bir hafta evveline kadar, bu ziyarete saray erkânının, padişahın gelenekleri ve mukaddes imtiyazlarını ihlâl edeceğini ileri sürerek mani olacaklarından endişe duymuştu. Fakat Çırağan’a hâkim tepelerde, padişahın saraydan ayrıldığına delâlet eden fener ışıkları belirince herşey anlaşıldı. Saltanat alayına iştirak edenlerin, “Padişahım çok yaşa!...” avazelerine Beyoğlu caddelerindeki AvrupalIların da alkışları karışıyordu. Sonra, Galatasaray’daki bir İngiliz bataryasının salvoları işitildi. Muhteşem saltanat arabası, maiyetinde bir müfreze asker ve Türk nâzırları ile müttefik ordularına mensup generaller olduğu halde seferethaneye doğru yavaş yavaş ilerliyordu. Padişah, sefarethanenin büyük kapısından içeri girdiği zaman halkın heyecanı son haddini bulmuştu. Kemerli kapının üzerinde renkli ışıklarla yazılmış yanyana iki isim okunuyordu: Kraliçe Victoria Sultan Abdülmecit...

Lord Stratford sadece büyük bir sefir değildi. Aynı zamanda, herkesi kendisine hayran eden büyük bir teşkilâtçıydı. Aldığı tertibat sayesinde, Padişah arabasından inip İngiltere Seferat-hanesine dahil olduğu esnada, Marmara denizinde demirli bulunan İngiliz donanmasından atılan yüzbir pare top ateşiyle selâmlanıyordu. İlk önce şaşıran, fakat hemen sonra bu top seslerinin mânasını anlayan Abdülmecit, müttefiki devletin sefiri tarafından kendisine gösterilen bu yüksek dostluk tezahüründen dolayı son derecede memnun kaldı. Daima melânkolik bir ifade taşıyan yüzü bir anda parladı ve tatlı şekilde gülümseyerek elini sefir Lord Stratford’a uzattı. Sefir için padişahın bu hareketi çok büyük ve müstesna bir şeref teşkil ediyordu. Çünkü şimdiye kadar hiç bir Türk padişahı, değil bir ecnebinin, hattâ kendi tebaasından en yüksek mevkileri işgal eden bir şahsiyetin bile elini sıkmamıştı... Bir şeref kıtası selâma durduğu sırada Alman lejyonuna mensup orkestra ilk defa Türk, sonra da İngiliz millî marşını çaldı. Büyük salona giren Padişah, orada İngiliz sefiresi tarafından karşılandı. Son derece zarif bir kadın olan sefire, Saxe porselenlerinin üzerindeki işlemeler model alınarak hazırlanmış çok şahane bir tuvalet giyinmişti. Sefire Lady Stratford’un bütün incelik ve zerafetini göstererek muhteşem ve müzeyyen bir dekor içindeki salonda Padişahı karşılaması, Abdül-mecidi hem şâşırtmış, hem de son derece memnun etmişti.

Salonun her tarafa hâkim köşesinde hazırlanan tahta oturan Padişah, etrafında nâzırları ve büyük devletlere mensup sefirler olduğu hâlde, yan çıplak, zarif ve güzel hanımları kollan arasında sıkı sıkıya tutarak ortada dönen Lord Stratford’un dâ-vetlilerine büyük bir şaşkınlık ve hayranlıkla bakıyordu. Dâvet-liler arasında bulunan Times gazetesinin muhabirinin yazdığına göre; “Sultan, dansedenleri çok bâriz bir hayranlıkla seyretti. Kadınların kıyafeti, onların güzellik ve zerafetine ayrı bir ihtişam veriyordu.” Bu sırada Abdülmecit mizacında bir insan için -her ne kadar kendisi iyi bir tahsil görmüş ise de bu son derece güzel kadın ve kızların, Padişahın hoşuna gitmek maksadıyla Lord Stratford tarafından bir araya getirilmiş “odalık” lardan ibaret olmadığına zor inanılabilirdi. Filhakika bunlar Beyoğ-lu’nun Avrupa kolonisine mensup ciddî ve hürmete lâyık hanımlardı. Baloda Padişah değil, sefaret sekreterine kadar herkes coşkun bir şekilde eğlendi. Şehrin her ırka mensup yüksek tabakası baloda temsil ediliyordu. Çok eski bir aristokrasinin sembolü olan Fener Rum Patriğinin yanında Musevilerin Hahambaşı ve Ermeni Başpiskoposu da yer almıştı. Din ve mezhep ayrılıkları şampanya seli içinde boğulmuş gibiydi. Sık sık müttefik devletlerin, Sivastopol kahramanlarının, Fransız İmparatorunun, İngiltere Kraliçesinin şerefine içiliyordu. Sultanın tahtının arkasındaki duvarda Ingiltere Kraliçesinin büyük bir resmi bulunuyordu. Abdülmecit, sadece bir lütuf ve cemilekârlık olmak üzere şerbet dolu kadehini, sefir ile bir defa kaldırdı. Zira Padişahların hususî hayatları mazide de asla açıklanmamıştır. Onların ne yeyip, ne içtiklerini sadece kendilerine hizmet etmek imtiyazına sahip bulunan haremağası bilirdi.

1856 yılının 31 Ocak gecesinde verilen bu suvarede her şey mükemmel ve muntazam bir şekilde cereyan etmişti. Gece-yarısı Padişah, seferethaneyi terkettiği zaman binlerce müslü-man ve hristiyan halk otuzaltı milyonluk tebaasının mukadderatına hâkim olan samûr kürklü padişahlarının nârin siluetini görebilmek için saatlerdenberi karlı sokaklarda bekleşiyordu. Abdülmecit o gece saraya gitmedi. Geceyi, eniştelerinden birinin yalısında geçirdi. Birkaç zamandan beri gecelerini hareminin dışında geçirmeyi âdet edinmişti.

Faziletli bir insan ve dürüst bir koca olan Lord Stratford dö Redcliffe, saray hareminde, kendisinin Padişaha bir Ermeni metres temin ettiğine dair bir dedikodu dolaştığını işitince son derecede şaşırmıştı. Fakat henüz otuz beş yaşındaki Padişahın cinsî hayatının akamete uğramış olduğu anlaşılınca bu dedikoduların da esassız olduğu meydana çıktı.

Padişahın bu hâli, onun kendisini tamamen içkiye vermiş olması kadar tehlikeli değildi. Çünkü içki, mutaassıp müslü-manlarca en çok nefret edilen kötülüklerden birisidir. Türkiye’nin Avrupa topluluğu arasında yer alacağı ve yeni bir irade ile bütün tebaanın can ve malları üzerindeki emniyet ölçülerinin teyit ve genişletileceği, bunları teminen Gülhane Hatt-ı Şerifinin hazırlandığı bir sırada Padişahın mânen ve maddeten çökmüş olduğuna dair ilk emareleri göstermiş olduğu anlaşılıyordu.

Büyük başarısına rağmen Lord Stratford, o akşam, kendi kendisinğe; Padişah vazifesini yalnız başına takip edemiyecek hâle gelirse onunla istişare etmeye ve onu iknaa imkân bulamı-yacağını düşünmeye başlamıştı. Sadrâzam Reşit Paşa sadece halkın değil, fakat padişahın da zaman zaman gözünden düşüyordu. Hâlen de tedavisi mümkün olmayan bir hastalığa yakalanmıştı. Vazifelerini çok defa Hariciye Nâzın Ali Paşaya bırakmak zorunda kalıyordu. Fakat Ali Paşa halka, İslâm dininin temel prensiplerine aykırı olan fikirleri kabul ettirmeye Reşit Paşadan daha fazla muvaffak olabilecek miydi? Müslüman ahali, bundan sonra din ve ırk farkı gözetilmeksizin bütün tebaanın kanun önünde eşit sayılması hususundaki prensiplere uymaya razı olacak mıydı?

O zamanlar henüz onaltı yaşında bulunan şehzade Murat, Padişahın refakatinde baloya getirilmemişti. Her ne kadar genç arasında sıkı sıkıya tutarak ortada dönen Lord Stratford’un dâ-vetiilerine büyük bir şaşkınlık ve hayranlıkla bakıyordu. Dâvet-liler arasında bulunan Times gazetesinin muhabirinin yazdığına göre; “Sultan, dansedenleri çok bâriz bir hayranlıkla seyretti. Kadınların kıyafeti, onların güzellik ve zerafetine ayrı bir ihtişam veriyordu.” Bu sırada Abdülmecit mizacında bir insan için -her ne kadar kendisi iyi bir tahsil görmüş ise de bu son derece güzel kadın ve kızların, Padişahın hoşuna gitmek maksadıyla Lord Stratford tarafından bir araya getirilmiş “odalık” lardan ibaret olmadığına zor inanılabilirdi. Filhakika bunlar Beyoğlu’nun Avrupa kolonisine mensup ciddî ve hürmete lâyık hanımlardı. Baloda Padişah değil, sefaret sekreterine kadar herkes coşkun bir şekilde eğlendi. Şehrin her ırka mensup yüksek tabakası baloda temsil ediliyordu. Çok eski bir aristokrasinin sembolü olan Fener Rum Patriğinin yanında Musevilerin Hahambaşı ve Ermeni Başpiskoposu da yer almıştı. Din ve mezhep ayrılıkları şampanya seli içinde boğulmuş gibiydi. Sık sık müttefik devletlerin, Sivastopol kahramanlarının, Fransız İmparatorunun, İngiltere Kraliçesinin şerefine içiliyordu. Sultanın tahtının arkasındaki duvarda İngiltere Kraliçesinin büyük bir resmi bulunuyordu. Abdülmecit, sadece bir lütuf ve-cemilekârlık olmak üzere şerbet dolu kadehini, sefir ile bir defa kaldırdı. Zira Padişahların hususî hayatları mazide de asla açıklanmamıştır. Onların ne yeyip, ne içtiklerini sadece kendilerine hizmet etmek imtiyazına sahip bulunan haremağası bilirdi.

1856 yılının 31 Ocak gecesinde verilen bu suvarede her şey mükemmel ve muntazam bir şekilde cereyan etmişti. Gece-yarısı Padişah, seferethaneyi terkettiği zaman binlerce müslü-man ve hristiyan halk otuzaltı milyonluk tebaasının mukadderatına hâkim olan samûr kürklü padişahlarının nârin siluetini görebilmek için saatlerdenberi karlı sokaklarda bekleşiyordu. Abdülmecit o gece saraya gitmedi. Geceyi, eniştelerinden birinin yalısında geçirdi. Birkaç zamandan beri gecelerini hareminin dışında geçirmeyi âdet edinmişti.

Faziletli bir insan ve dürüst bir koca olan Lord Stratford dö Redcliffe, saray hareminde, kendisinin Padişaha bir Ermeni metres temin ettiğine dair bir dedikodu dolaştığını işitince son derecede şaşırmıştı. Fakat henüz otuz beş yaşındaki Padişahın cinsî hayatının akamete uğramış olduğu anlaşılınca bu dedikoduların da esassız olduğu meydana çıktı.

Padişahın bu hâli, onun kendisini tamamen içkiye vermiş olması kadar tehlikeli değildi. Çünkü içki, mutaassıp müslü-manlarca en çok nefret edilen kötülüklerden birisidir. Türkiye’nin Avrupa topluluğu arasında yer alacağı ve yeni bir irade ile bütün tebaanın can ve malları üzerindeki emniyet ölçülerinin teyit ve genişletileceği, bunları teminen Gülhane Hatt-ı Şerifinin hazırlandığı bir sırada Padişahın mânen ve maddeten çökmüş olduğuna dair ilk emareleri göstermiş olduğu anlaşılıyordu.

Büyük başarısına rağmen Lord Stratford, o akşam, kendi kendisinğe; Padişah vazifesini yalnız başına takip edemiyecek hâle gelirse onunla istişare etmeye ve onu iknaa imkân bulamı-yacağını düşünmeye başlamıştı. Sadrâzam Reşit Paşa sadece halkın değil, fakat padişahın da zaman zaman gözünden düşüyordu. Hâlen de tedavisi mümkün olmayan bir hastalığa yakalanmıştı. Vazifelerini çok defa Hariciye Nâzın Ali Paşaya bırakmak zorunda kalıyordu. Fakat Ali Paşa halka, İslâm dininin temel prensiplerine aykırı olan fikirleri kabul ettirmeye Reşit Paşadan daha fazla muvaffak olabilecek miydi? Müslüman ahali, bundan sonra din ve ırk farkı gözetilmeksizin bütün tebaanın kanun önünde eşit sayılması hususundaki prensiplere uymaya râzı olacak mıydı?

O zamanlar henüz onaltı yaşında bulunan şehzade Murat, Padişahın refakatinde baloya getirilmemişti. Her ne kadar genç şehzadenin bir haremi ve şahsına mahsus ikametgâhı varsada, böyle bir baloya iştirâk edebilmesi için çok genç olduğu resmen beyan edilmişti. Onüç yaşındaki küçük Abdülhamid ise-, ertesi gün sefire tarafından çocuklar için verilen baloya, büyük olduğu ileri sürülerek kendisinden küçük kardeşleriyle birlikte gönderilmemişti. Küçük şehzadelerin ecnebi nüfuzundan henüz müteessir olacaklarına ihtimal verilmiyordu. Fakat onlardan büyük olan Murat ve Abdülhamid, yabancı telkin ve tesirlerden masun bulundurulmak için âdet veçhile daima göz altında tutuluyorlardı. Padişahın kardeşi şehzade Abdülaziz’e gelince; İngiltere sefiri şüpheyi çekmemek maksadiyle balo için ona dâve-tiye göndermemişti. Bu sırada müstakbel hükümdarların dış âlemle temasları Türkiye’nin yükselmesinde pek mühim bir rol oynamayabilirdi. Fakat bu sahada da, saraya ait herşeyde olduğu gibi, İngiltere sefiri bu gibi işlere müdahale etmek kudretinde değildi.

Bütün bunlara rağmen saray usûllerinde bâzı ilerlemeler olmuştur. Genç şehzadeler imparatorluğun yüksek memur ve şahsiyetlerinin tebrik ve hediye takdimi merasimlerinde babalarının refakatinde tahtın yanında yer alıyorlar, Padişah ile birlikte caddelerde at üstünde giderken halkın alkışlarına mazhrr oluyorlardı. Onların bu hareketi her yerde sevinçle karşılanıyor, hükümet merkezini neş’eli bir hava kaplıyordu. Kahveleıdeki müttefik askerleri de halkın bu neş’esine iştirak ediyor, Avrupa mallarının satıldığı mağazaların önünde serbestçe dolaşan kalabalık, büyük devletlerin himayesindeki Rum ve Ermenilere yeniden itimat ve emniyet telkin ediyordu, o zamana kadar, mevkileri itibariyle halk tarafından yaklaşılamaz bir varlık olduğu zannedilen genç şehzadeler, müttefik subaylar, hattâ kadınlar tarafından selâmlanıyorlardı.

Şehzade Murat tarafından zevkle karşılanan bu değişiklikler, Abdülhamid’in hoşuna gitmiyordu. İhtiyar Pertevnihal ile kendisine din dersleri vermekle vazifeli şeyh ve mollaların tesiri altında bulunan küçük şehzade, ecnebilerin babasının hükümdar olduğu topraklar üzerinde serbestçe dolaşmalarını asla hazme-demiyordu. Fakat diğer taraftan da müttefiklerin fedakârlıklarından ve Kırım harbinde gösterdikleri yararlılıklarda tamamen habersizdi.

Haremağalarmın tahrif ederek kendisine anlattıkları hikâyelerin tesirinden kat’iyen kurtulamıyordu. Bu hikâyelere göre: Hristiyan azınlığa padişahın ordusunda askerlik yapmak hakkı tanındığı halde, onlar bunu kabul etmemişler ve bedel ödemek suretiyle askerlik hizmetinden muaf tutulmayı tercih etmişlerdir. Van’daki Ermeniler Rus birliklerine tahsis maksadiyle muhteşem bir kışla inşa ettirmişler, Kars’ta da Ruslar gelmeden evvel müslümanları kesmişlerdir. Sarayda devamlı surette anlatılan bu hikâyeler genç ve sâkin şehzade üzerinde kötü tesirler yaratmıştı.

Harem kurallarından birinin terkedilmesi çok çirkin bir hâdiseye sebep olmuştu. Padişahın emriyle saraya mensup kadınlar sadece açık arabalarla şehirde gezmek hakkına değil, aynı zamanda çarşıda alış veriş yapmak müsaadesine de sahip olmuşlardı. Eskiden saray kadmları araba ile çarşıya gider ve fakat arabalarından inip alış veriş yapamazlardı. İstedikleri şeyler uşaklar tarafından arabaya getirilir, burada beğendiklerini alırlardı. Şimdi sahip oldukları hakdan geniş şekilde istifade ediyor ve her gün hareme mensup yaşmaklı kadınların atlı haremağa-ların nezareti altında Galata köprüsünden kafile halinde geçtikleri görülüyordu.

Birgün, iki güzel ve genç saraylı kadın köprüden geçerken atlı bir Fransız subayı ile karşılaştılar. Kazandıkları serbestiden cesaret alan saraylılar, yakışıklı Fransız subayına elleriyle işaret yaptılar. Subay da onlara çapkınca bir selâm vererek mukabele-şehzadenin bir haremi ve şahsına mahsus ikametgâhı varsada, böyle bir baloya iştirâk edebilmesi için çok genç olduğu resmen beyan edilmişti. Onüç yaşındaki küçük Abdülhamid ise, ertesi gün sefire tarafından çocuklar için verilen baloya, büyük olduğu ileri sürülerek kendisinden küçük kardeşleriyle birlikte gönderilmemişti. Küçük şehzadelerin ecnebi nüfuzundan henüz müteessir olacaklarına ihtimal verilmiyordu. Fakat onlardan büyük olan Murat ve Abdülhamid, yabancı telkin ve tesirlerden masun bulundurulmak için âdet veçhile daima göz altında tutuluyorlardı. Padişahın kardeşi şehzade Abdülaziz’e gelince; İngiltere sefiri şüpheyi çekmemek maksadiyle balo için ona dâve-tiye göndermemişti. Bu sırada müstakbel hükümdarların dış âlemle temasları Türkiye’nin yükselmesinde pek mühim bir rol oynamayabilirdi. Fakat bu sahada da, saraya ait herşeyde olduğu gibi, İngiltere sefiri bu gibi işlere müdahale etmek kudretinde değildi.

Bütün bunlara rağmen saray usûllerinde bâzı ilerlemeler olmuştur. Genç şehzadeler imparatorluğun yüksek memur ve şahsiyetlerinin tebrik ve hediye takdimi merasimlerinde babalarının refakatinde tahtın yanında yer alıyorlar, Padişah ile birlikte caddelerde at üstünde giderken halkın alkışlarına mazhrr oluyorlardı. Onların bu hareketi her yerde sevinçle karşıknıyor, hükümet merkezini neş’eli bir hava kaplıyordu. Kahveleıdeki müttefik askerleri de halkın bu neş’esine iştirak ediyor, Avrupa mallarının satıldığı mağazaların önünde serbestçe dolaşan kalabalık, büyük devletlerin himayesindeki Rum ve Ermenilere yeniden itimat ve emniyet telkin ediyordu, o zamana kadar, mevkileri itibariyle halk tarafından yaklaşılamaz bir varlık olduğu zannedilen genç şehzadeler, müttefik subaylar, hattâ kadınlar tarafından selâmlanıyorlardı.

Şehzade Murat tarafından zevkle karşılanan bu değişiklikler, Abdülhamid’in hoşuna gitmiyordu. İhtiyar Pertevnihal ile kendisine din dersleri vermekle vazifeli şeyh ve mollaların tesiri altında bulunan küçük şehzade, ecnebilerin babasının hükümdar olduğu topraklar üzerinde serbestçe dolaşmalarını asla hazme-demiyordu. Fakat diğer taraftan da müttefiklerin fedakârlıklarından ve Kırım harbinde gösterdikleri yararlılıklarda tamamen habersizdi.

Haremağalarının tahrif ederek kendisine anlattıkları hikâyelerin tesirinden kat’iyen kurtulamıyordu. Bu hikâyelere göre: Hristiyan azınlığa padişahın ordusunda askerlik yapmak hakkı tanındığı halde, onlar bunu kabul etmemişler ve bedel ödemek suretiyle askerlik hizmetinden muaf tutulmayı tercih etmişlerdir. Van’daki Ermeniler Rus birliklerine tahsis maksadiyle muhteşem bir kışla inşa ettirmişler, Kars’ta da Ruslar gelmeden evvel müslümanları kesmişlerdir. Sarayda devamlı surette anlatılan bu hikâyeler genç ve sâkin şehzade üzerinde kötü tesirler yaratmıştı.

Harem kurallarından birinin terkedilmesi çok çirkin bir hâdiseye sebep olmuştu. Padişahın emriyle saraya mensup kadınlar sadece açık arabalarla şehirde gezmek hakkına değil, aynı zamanda çarşıda alış veriş yapmak müsaadesine de sahip olmuşlardı. Eskiden saray kadınları araba ile çarşıya gider ve fakat arabalarından inip alış veriş yapamazlardı. İstedikleri şeyler uşaklar tarafından arabaya getirilir, burada beğendiklerini alırlardı. Şimdi sahip oldukları hakdan geniş şekilde istifade ediyor ve her gün hareme mensup yaşmaklı kadınların atlı haremağa-ların nezareti altında Galata köprüsünden kafile halinde geçtikleri görülüyordu.

Birgün, iki güzel ve genç saraylı kadın köprüden geçerken atlı bir Fransız subayı ile karşılaştılar. Kazandıkları serbestiden cesaret alan saraylılar, yakışıklı Fransız subayına elleriyle işaret yaptılar. Subay da onlara çapkınca bir selâm vererek mukabelede bulundu. Fakat bir anda haremağasının kırbacı Fransız subayının yüzünde şakladı. Bunun üzerine derhal kılıcına asılan genç subay, köprüyü dolduran kalabalığın ortasında kılıcını zenci haremağasının göğsüne sapladı. Bu hâdise büyük bir heyecan yarattı. Az daha beynelmilel bir mesele olacaktı. Saray hizmetkârlarından birisi, bir hristiyan tarafından tecavüze uğramıştı. Halbuki saraya mensup herkes muazzez bir varlık sayılırdı. Fakat bir haremağasının da şiddet kullanarak bir ecnebiye hükmetmesine zaman müsait değildi. Hâdise üzerine Bab-ı Aliye dâvet edilen Fransız birlikleri kumandanı Mareşal Canrobert: “Bir zenci tarafından herkesin önünde hakarete uğrayan bir Fransız subayı başka türlü hareket edemezdi. Ya orada mütecavizi öldürecek, ya da rütbesine ve meslekine lâyık olmadığını anlayarak istifasını verecekti...” diyerek subayının haklı olduğunu söyledi.

Padişah ve hükümet bu izahat ile iktifa etmeye mecbur oldu. Fakat hâdise sarayda çok geniş bir tepki yaratmıştı. Haremağaları, uzun zamandan beri suistimal ettikleri imtiyazlarından dolayı herhangi bir tehlike ile karşılaşmamışlardı. Fakat şimdi bu imtiyazlarını kullandıkları zaman artık himaye edilmi-yeceklerini görmüşlerdi. AvrupalIların ilk ve tesirli nüfuzu bu suretle saray haremine de girmişti. Abdülhamid bu vak’ayı üvey annesinin konağındaki kadınlardan dinlemiştir.

Artık kırbaç cezası resmen kaldırılmıştı. Saray kadınları da haremağalarının zulmünden kurtulmuşlardı. Saraydaki disiplin yavaş yavaş gevşemişti. Hekimlerin, dişçilerin, hattâ hristiyan pedikürcülerin hareme girmelerine müsaade edilmişti. Hiçbir devirde para, asla bu kadar bol olmamıştı. Zira Kırım zaferinden sonra sarraflar cömertçe borç para veriyorlardı. Her zaman olduğu gibi, yine bu borç paraların çoğunu saray alıyordu. Çünkü sarayda peşin maaş alan yüzlerce haremağası, hizmetçi ve beslenecek üç bin insan vardı.

Saray kadınlarının çocuklar kadar bile paranın kıymeti hakkında bilgileri yoktu. Çılgınca masraf yapıyorlardı. Hele âdet hâline gelmiş olan Avrupa modasına uymak arzusu, kadınların para sarfetmek hususundaki gayretlerini büsbütün kamçılıyordu. Eski kıyafetlerini tamamen terketmişler, şimdi İmparato-riçe Eugenie gibi parlak ayakkabılar, Paris modeli danteller, sun’i çiçekler kullanıyorlardı. İhtiyar Pertevnihal kadın bile bu modaya uymaktan geri kalmıyor, bu uğurda bol bol para harcıyordu. Fakat onun bu israfı küçük Şehzade Abdülhamid tarafından hoş karşılanmıyordu. Çok küçük yaşındanberi haremin masraflarıyla meşgul olmuş bulunan Abdülhamid, hocası Kemal Bey, Padişahın hâzinesinden seller gibi akıp giden para mevzuunda biraz izahat vermek cesaretini göstermişti. İngiltere tarafından borç verilen üç milyon lira için, Mısırdan alman vergiler karşılık gösterilmişti. Bu para dahi sarayın ihtiyaçlarına kâfi gelmediğinden Türkiyeyi ziyareti beklenen ve bunun için büyük hazırlıklar yapılan Fransız imparatorundan da borç istemeye lüzum görülmüştü. Fakat Fransız İmparatorunun bu ziyareti gerçekleşmedi.

21 Şubat 1856 Hatt-ı Hümayun’u ile Padişah, evvelce ilân edilen garantileri teyit ve tekrara lüzum görmüştü. Fakat memleketin yalnız Kur’an ve Şeriat hükümleri dairesinde idaresini isteyen müslüman ahali, Padişahın “Sınıf ve din farkı gözetilmeksizin bütün tebaanın müsavi olduğu” hususundaki iradesini hoş karşılamadı. Bu şekilde, müslüman olmayanlarla, müslü-manlar arasındaki farkın ortadan kaldırılmış olması, tatbiki mümkün olmayan kıymetsiz bir karar olmaktan ileri geçemiyordu. Gülhane Hatt-ı Hümayununda vaadedilenlerden daha ileri haklar tanınmış olsaydı, tepkinin şiddeti bir derece mâzur görülebilirdi. Fakat fesat kaynağı, olan yüksek mevkilerdeki din ulemasının devamlı tesiri altında bulunan Türk halkı, bunların telkin ve tahrikleriyle daha ziyade hristiyanların kendilerinden faz-de bulundu. Fakat bir anda haremağasınm kırbacı Fransız subayının yüzünde şakladı. Bunun üzerine derhal kılıcına asılan genç subay, köprüyü dolduran kalabalığın ortasında kılıcını zenci haremağasınm göğsüne sapladı. Bu hâdise büyük bir heyecan yarattı. Az daha beynelmilel bir mesele olacaktı. Saray hizmetkârlarından birisi, bir hristiyan tarafından tecavüze uğramıştı. Halbuki saraya mensup herkes muazzez bir varlık sayılırdı. Fakat bir haremağasınm da şiddet kullanarak bir ecnebiye hükmetmesine zaman müsait değildi. Hâdise üzerine Bab-ı Aliye dâvet edilen Fransız birlikleri kumandanı Mareşal Canrobert: “Bir zenci tarafından herkesin önünde hakarete uğrayan bir Fransız subayı başka türlü hareket edemezdi. Ya orada mütecavizi öldürecek, ya da rütbesine ve meslekine lâyık olmadığını anlayarak istifasını verecekti...” diyerek subayının haklı olduğunu söyledi.

Padişah ve hükümet bu izahat ile iktifa etmeye mecbur oldu. Fakat hâdise sarayda çok geniş bir tepki yaratmıştı. Haremağaları, uzun zamandan beri suistimal ettikleri imtiyazlarından dolayı herhangi bir tehlike ile karşılaşmamışlardı. Fakat şimdi bu imtiyazlarını kullandıkları zaman artık himaye edilmi-yeceklerini görmüşlerdi. AvrupalIların ilk ve tesirli nüfuzu bu suretle saray haremine de girmişti. Abdülhamid bu vak’ayı üvey annesinin konağındaki kadınlardan dinlemiştir.

Artık kırbaç cezası resmen kaldırılmıştı. Saray kadınları da haremağalarının zulmünden kurtulmuşlardı. Saraydaki disiplin yavaş yavaş gevşemişti. Hekimlerin, dişçilerin, hattâ hristiyan pedikürcülerin hareme girmelerine müsaade edilmişti. Hiçbir devirde para, asla bu kadar bol olmamıştı. Zira Kırım zaferinden sonra sarraflar cömertçe borç para veriyorlardı. Her zaman olduğu gibi, yine bu borç paraların çoğunu saray alıyordu. Çünkü sarayda peşin maaş alan yüzlerce haremağası, hizmetçi ve beslenecek üç bin insan vardı.

Saray kadınlarının çocuklar kadar bile paranın kıymeti hakkında bilgileri yoktu. Çılgınca masraf yapıyorlardı. Hele âdet hâline gelmiş olan Avrupa modasına uymak arzusu, kadınların para sarfetmek hususundaki gayretlerini büsbütün kamçılıyordu. Eski kıyafetlerini tamamen terketmişier, şimdi împarato-riçe Eugenie gibi parlak ayakkabılar, Paris modeli danteller, sun’i çiçekler kullanıyorlardı. İhtiyar Pertevnihal kadın bile bu modaya uymaktan geri kalmıyor, bu uğurda bol bol para harcıyordu. Fakat onun bu israfı küçük Şehzade Abdülhamid tarafından hoş karşılanmıyordu. Çok küçük yaşındanberi haremin masraflarıyla meşgul olmuş bulunan Abdülhamid, hocası Kemal Bey, Padişahın hâzinesinden seller gibi akıp giden para mevzuunda biraz izahat vermek cesaretini göstermişti. İngiltere tarafından borç verilen üç milyon lira için, Mısırdan alınan vergiler karşılık gösterilmişti. Bu para dahi sarayın ihtiyaçlarına kâfi gelmediğinden Türkiyeyi ziyareti beklenen ve bunun için büyük hazırlıklar yapılan Fransız imparatorundan da borç istemeye lüzum görülmüştü. Fakat Fransız İmparatorunun bu ziyareti gerçekleşmedi.

21 Şubat 1856 Hatt-ı Hümayun’u ile Padişah, evvelce ilân edilen garantileri teyit ve tekrara lüzum görmüştü. Fakat memleketin yalnız Kur’an ve Şeriat hükümleri dairesinde idaresini isteyen müslüman ahali, Padişahın “Sınıf ve din farkı gözetilmeksizin bütün tebaanın müsavi olduğu” hususundaki iradesini hoş karşılamadı. Bu şekilde, müslüman olmayanlarla, müslü-manlar arasındaki farkın ortadan kaldırılmış olması, tatbiki mümkün olmayan kıymetsiz bir karar olmaktan ileri geçemiyordu. Gülhane Hatt-ı Hümayununda vaadedilenlerden daha ileri haklar tanınmış olsaydı, tepkinin şiddeti bir derece mâzur görülebilirdi. Fakat fesat kaynağı, olan yüksek mevkilerdeki din ulemasının devamlı tesiri altında bulunan Türk halkı, bunların telkin ve tahrikleriyle daha ziyade hristiyanların kendilerinden fazla Padişah tarafından himaye gördüklerine inandırılıyordu. Bu vaziyet karşısında Türk devlet adamları padişahın aynı zamanda İslâm Halifesi sıfatiyle, Avrupaya uygun bir politika takip etmeye muktedir olamayacağım anladılar.

Bununla beraber daha ziyade İngiltere sefiri Lord Strat-ford ve Fransız meslektaşını eseri olan Hatt-ı Hümayun, Paris konferansı için toplanmış olan Avrupa devlet adamları üzerinde çok müspet bir intiba bırakmıştı. Osmanlı İmparatorluğunun bütünlüğünü korumayı ve Karadenizin bir Rus gölü hâline gelmesine mâni olmayı taahhüt etmiş bulunan İngiltere ve Fransa Hükümetleri, hristiyan tebaa üzerindeki baskmm azaltılacağı hususunda, Padişahın vaadlerine tam bir itimat gösterdiler ve bu va-adlerin yerine getirilip getirilmediğini kontrol etmek için hiç bir tedbir almadılar.

Mevcut andlaşmanın özel bir maddesi, Büyük devletlerin Türkiye’nin, iç işlerine karışmasını esasen menetmiş bulunuyordu.

Müstakbel Avusuturya Şansölyesi Baron Von Beust gibi tecrübeli müşahitler, andlaşmanın tatbikinin mümkün olmadığını daha başlangıçta anlamışlardı. Bunlara göre “Padişahın, İslâhat ve yenilikler lehine gösterdiği gayretlerin sebebi, şahsî mevkiini korumak endişesinden ileri geliyordu. Diğer taraftan, mağlûbiyetinin ertesi günü yeni Rus Çarı Aleksandr II, Karadeniz bölgesinin tarafsızlaştırılmasına rıza göstermesine rağmen, ileride çok müsait olan Karadeniz sahillerinde bir tersane inşaa ettirmek isteyen büyük bir devlete mâni olunamıyacağına kaniydi. Çünkü bu bölge her ne kadar Türk hâkimiyetinde bulunuyorsa da orada yaşayan İslâv ırkına mensup milletler üzerinde siyasî bir nüfuz icrasına kimse mâni olamazdı.

Andlaşma aynı zamanda çok fakat, kifayetsiz derecede sert idi. Fransız sefirinin Viyanada Von Beust’e dediği gibi “Andlaşmanın maddeleri okunduğu zaman kimin mağlûp, kimin galip gelmiş olduğu üzerinde tereddüt hasıl oluyor”du. Ve bu sebeple Çar Nikolas’nın eski bir düşmanı olan Lord Strat-ford’un Lord Clarendon’a İstanbul’dan gönderdiği bir mektupta:

“Nicolas’nın Rusyası görünüşe göre tamamen dize gelmiştir. Fakat Rusyanın nüfuzu gittikçe artmaktadır. Bu gün her ne kadar Rusların fazla uzayan kolları kesilmiş ise de, çok kısa bir zaman içinde hızla inkişaf edip kuvvetlenmesi ihtimali tamamen ortadan kaldırılmış değildir” denilmektedir.

İhtiyar Büyükelçi gelecek hakkında oldukça önemli bir endişe hissi beslemektedir. Bu itibarla Paris’de toplanan devlet adamlarından daha anlayışlı ve ileri görüşlü olarak, idaresi güç büyük bir imparatorluk olan Osmanlı Devletinin etrafım çeviren muhtemel düşmanlar tarafından tehdit edilmek tehlikesiyle karşı karşıya kaldığını daha şimdiden görüyordu.

Büyükelçi mektubunda devamla diyor ki:

“Yunanistan, tehlikeli olmaktan uzaklaştırılmış bir yılandan başka bir şey değildir. İran dahi tarafsızlığını her zaman unutabilir. Sırbistandan Karadağ kadar olan bölgeye yayılmış bulunan İslâv ırkına mensup halk, daima himaye edilmek ihtiyacı içindedir. Padişahın Asya hududunun müdafaası sağlam değildir. Kafkasyayı temizlemek, Kırımı silâhtan tecrit etmek icabediyor.”

Zira her şeyden evvel Lord Stratford, Rusya’dan korkuyordu. Kendi ifadesine göre “Rusya’nın kudreti altmış milyon cahil ve mutaassıp esir halk arasından seçilmiş ve körükörüne herşeye itaat eden bir milyon askere dayanıyordu.”

Bu devamlı korku sadece Lord Strafford’un Lord Clarendon’a yazdığı mektupta açığa vurulmuyordu, fakat onun şahsî hâtıra defterinde de el yazısı ile belirtilmiş bulunuyordu.

la Padişah tarafından himaye gördüklerine inandırılıyordu. Bu vaziyet karşısında Türk devlet adamları padişahın aynı zamanda îslâm Halifesi sıfatiyle, Avrupaya uygun bir politika takip etmeye muktedir olamayacağını anladılar.

Bununla beraber daha ziyade İngiltere sefiri Lord Strat-ford ve Fransız meslektaşını eseri olan Hatt-ı Hümayun, Paris konferansı için toplanmış olan Avrupa devlet adamları üzerinde çok müspet bir intiba bırakmıştı. Osmanlı İmparatorluğunun bütünlüğünü korumayı ve Karadenizin bir Rus gölü hâline gelmesine mâni olmayı taahhüt etmiş bulunan İngiltere ve Fransa Hükümetleri, hristiyan tebaa üzerindeki baskının azaltılacağı hususunda, Padişahın vaadlerine tam bir itimat gösterdiler ve bu va-adlerin yerine getirilip getirilmediğini kontrol etmek için hiç bir tedbir almadılar.

Mevcut andlaşmanm özel bir maddesi, Büyük devletlerin Türkiye’nin, iç işlerine karışmasını esasen menetmiş bulunuyordu.

Müstakbel Avusuturya Şansölyesi Baron Von Beust gibi tecrübeli müşahitler, andlaşmanm tatbikinin mümkün olmadığını daha başlangıçta anlamışlardı. Bunlara göre “Padişahın, İslâhat ve yenilikler lehine gösterdiği gayretlerin sebebi, şahsî mevkiini korumak endişesinden ileri geliyordu. Diğer taraftan, mağlûbiyetinin ertesi günü yeni Rus Çarı Aleksandr II, Karadeniz bölgesinin tarafsızlaştırılmasma rıza göstermesine rağmen, ileride çok müsait olan Karadeniz sahillerinde bir tersane inşaa ettirmek isteyen büyük bir devlete mâni olunamıyacağına kaniydi. Çünkü bu bölge her ne kadar Türk hâkimiyetinde bulunuyorsa da orada yaşayan İslâv ırkına mensup milletler üzerinde siyasî bir nüfuz icrasına kimse mâni olamazdı.

Andlaşma aynı zamanda çok fakat, kifayetsiz derecede sert idi. Fransız sefirinin Viyanada Von Beust’e dediği gibi “Andlaşmanın maddeleri okunduğu zaman kimin mağlûp, kimin galip gelmiş olduğu üzerinde tereddüt hasıl oluyor”du. Ve bu sebeple Çar Nikolas’nm eski bir düşmanı olan Lord Strat-ford’un Lord Clarendon’a İstanbul’dan gönderdiği bir mektupta:

“Nicolas’nın Rusyası görünüşe göre tamamen dize gelmiştir. Fakat Rusyamn nüfuzu gittikçe artmaktadır. Bu gün her ne kadar Rusların fazla uzayan kolları kesilmiş ise de, çok kısa bir zaman içinde hızla inkişaf edip kuvvetlenmesi ihtimali tamamen ortadan kaldırılmış değildir” denilmektedir.

İhtiyar Büyükelçi gelecek hakkında oldukça önemli bir endişe hissi beslemektedir. Bu itibarla Paris’de toplanan devlet adamlarından daha anlayışlı ve ileri görüşlü olarak, idaresi güç büyük bir imparatorluk olan Osmanlı Devletinin etrafını çeviren muhtemel düşmanlar tarafından tehdit edilmek tehlikesiyle karşı karşıya kaldığını daha şimdiden görüyordu.

Büyükelçi mektubunda devamla diyor ki:

“Yunanistan, tehlikeli olmaktan uzaklaştırılmış bir yılandan başka bir şey değildir. İran dahi tarafsızlığını her zaman unutabilir. Sırbistandan Karadağ kadar olan bölgeye yayılmış bulunan İslâv ırkına mensup halk, daima himaye edilmek ihtiyacı içindedir. Padişahın Asya hududunun müdafaası sağlam değildir. Kafkasyayı temizlemek, Kırımı silâhtan tecrit etmek icabediyor.”

Zira her şeyden evvel Lord Stratford, Rusya’dan korkuyordu. Kendi ifadesine göre “Rusya’nın kudreti altmış milyon cahil ve mutaassıp esir halk arasından seçilmiş ve körükörüne herşeye itaat eden bir milyon askere dayanıyordu.”

Bu devamlı korku sadece Lord Strafford’un Lord Clarendon’a yazdığı mektupta açığa vurulmuyordu, fakat onun şahsî hâtıra defterinde de el yazısı ile belirtilmiş bulunuyordu.

“Eski Roma, hâkimiyetini silâh kuvvetiyle genişletiyordu. Ama her gittiği yere medeniyetini de götürüyordu. Bu suretle muzaffer kumandanlar, işgal ettiği yerlerde kendilerine mutavaat gösteren halk arasında mevcut olabilecek bilgili ve kurnaz kimselerin tesirine girmemiş oluyordu. Fakat Rusyanın aç kurtları böyle bir imkân ve görüşe elbette ki sahip değildir. Onlar gagalarını güneş tarafına çeviren yırtıcı bir kuş gibidir. Kanatlarının gölgesinde daima bir şeamet ve uğursuzluk gizlidir. Oraya sığınanı her zaman bir felâket bekler. Rus askeri tek bir deli gömleği taşımakla iktifa etmez. Çantaları, düşmanlarına giydirilecek daha bir çok deli gömleği ile doludur.”

İngiliz sefiri Lord Stratford’un bu peygamberane görüşlü rini, Paris’te Tuileries sarayında toplanmış olan devlet adamları nazarı itibara almadılar. Rus delegesi Kont Orloff, toplantının en çok sevilen ve itimat edilen bir adamı oldu. Kırım zaferinden sonra yapılan hâtalar, yirmi sene, Abdülhamid tahta çıktığı zaman İmparatorluğunun bütünlüğünü garanti eden büyük devletler kendisini terketmek istediği anda meyvelerini vermeye başladı.

·        VI

Abdülhamid ve Avrupahlar

İngiltere seferethanesinde verilen balonun üzerinden beş sene geçmişti. Avrupa ve Asyanın meşhur hekimleri otuz dokuz yaşındaki bir padişahın hayatını kurtarmak için Dolmabahçe Sarayında toplanmışlardı. Padişahın hastalığı küçük yaşlarında yakalandığı tüberküloz idi. Fakat tanınmış Viyanalı mütehassıslar hastalığın asıl sebebini, cinsî münasebetlerdeki ifrata atfediyorlardı.

Kırım harbinin takip eden seneler, büyük hayâl kırıklıkları yarattı. Abdülmecit giriştiği ıslâhat ve yenilik hareketlerinin fena neticeler doğurduğunu gördü. Alman kararlar tamamen tesirsiz kalmış, müslümanlarla hristiyanlar arasındaki kin ve nefret duyguları büsbütün şahlanarak bir çok kanlı vakalara ve yağmacılıklara sebep olmuştu. 1858 senesinde Reşit Paşa’nm ölümü ve Lord Stratford’un emekli olması padişahı en kudretli bir nâzın ile, çok yakın bir dostundan mahrum etmişti. O zamandan beri ıslâhat ve yenilik aleyhtarları ile saray entrikacılarına karşı padişahın mücadele etmeye takâti kalmamıştır. İmparatorluk

“Eski Roma, hâkimiyetini silâh kuvvetiyle genişletiyordu. Ama her gittiği yere medeniyetini de götürüyordu. Bu suretle muzaffer kumandanlar, işgal ettiği yerlerde kendilerine mutavaat gösteren halk arasında mevcut olabilecek bilgili ve kurnaz kimselerin tesirine girmemiş oluyordu. Fakat Rusyanın aç kurtları böyle bir imkân ve görüşe elbette ki sahip değildir. Onlar gagalarını güneş tarafına çeviren yırtıcı bir kuş gibidir. Kanatlarının gölgesinde daima bir şeamet ve uğursuzluk gizlidir. Oraya sığınanı her zaman bir felâket bekler. Rus askeri tek bir deli gömleği taşımakla iktifa etmez. Çantaları, düşmanlarına giydirilecek daha bir çok deli gömleği ile doludur.”

İngiliz sefiri Lord Stratford’un bu peygamberane görüşlü rini, Paris’te Tuileries sarayında toplanmış olan devlet adamları nazarı itibara almadılar. Rus delegesi Kont Orloff, toplantının en çok sevilen ve itimat edilen bir adamı oldu. Kırım zaferinden sonra yapılan hâtalar, yirmi sene, Abdülhamid tahta çıktığı zaman İmparatorluğunun bütünlüğünü garanti eden büyük devletler kendisini terketmek istediği anda .meyvelerini vermeye başladı.

VI

Abdülhamid ve Avrupahlar

İngiltere seferethanesinde verilen balonun üzerinden beş sene geçmişti. Avrupa ve Asyanın meşhur hekimleri otuz dokuz yaşındaki bir padişahın hayatını kurtarmak için Dolmabahçe Sarayında toplanmışlardı. Padişahın hastalığı küçük yaşlarında yakalandığı tüberküloz idi. Fakat tanmmış Viyanalı mütehassıslar hastalığın asıl sebebini, cinsî münasebetlerdeki ifrata atfediyorlardı.

Kırım harbinin takip eden seneler, büyük hayâl kırıklıkları yarattı. Abdülmecit giriştiği ıslâhat ve yenilik hareketlerinin fena neticeler doğurduğunu gördü. Alınan kararlar tamamen tesirsiz kalmış, müslümanlarla hristiyanlar arasındaki kin ve nefret duyguları büsbütün şahlanarak bir çok kanlı vakalara ve yağmacılıklara sebep olmuştu. 1858 senesinde Reşit Paşa’nın ölümü ve Lord Stratford’un emekli olması padişahı en kudretli bir nâzın ile, çok yakın bir dostundan mahrum etmişti. O zamandan beri ıslâhat ve yenilik aleyhtarları ile saray entrikacılarına karşı padişahın mücadele etmeye takâti kalmamıştır. İmparatorluk içinde hristiyan azınlığı himaye etmek için yapılan tantanalı va-adlerden sonra taassubun önüne geçilmesinin mümkün olmadığı meydana çıktı. Lübnanda bir kasırga gibi tahribat yapan, altı bin Marunî’nin ölümü ve bir çok şehirlerin harabe haline gelmesine sebep olan kanlı hâdiseler meydana geldi. Şam’da bütün hristiyan mahalleleri tamamen yakılıp yıkıldı. Cidde’de haç günü Fransız konsolosu öldürüldü. Türk garnizonunun gözleri önünde Avrupalı halkın bir kısmı kılıçtan geçirildi. Bu hâdiseler Avrupa’da çok şiddetli bir tepki yarattı, İngiltere ve Fransa böyle hunharlıklara mâni olamayan bir hükümetin artık desteklene-miyeceğine ve Osmanlı devletinin mutlaka bir ecnebi müdahalesine mahkûm bulunduğuna kanaat getirdi. Bozulan asayiş ve nizamı yerine getirmeye yardım için Beyrut’a Fransız birlikleri çıkarıldı. Diplomatik formüllere göre bu birliklerin “âsilere karşı padişaha yardım olmak için İmparator Napoleon tarafından gönderildiği” ilân edildi. Bu hareket dünyaya karşı ispat ediyordu ki, Paris Andlaşmasma rağmen, Türkiye, Avrupa topluluğu içinde yer almaya henüz hazır değildir. Karadenizin diğer tarafındaki Aleksandr Il’nin Rusyası, Kırım harbinin yaralarını yavaş yavaş sarmak fırsatı buluyordu.

Çok iyi niyetler taşıyan bir teşebbüs, bedbaht neticeler vermişti. 1856 Hatt-ı Hümayun’unun otuz sekiz maddeden ibaret hükümleri’ arasında sadece sonuncusu olan “Avrupa sermayesi, bilgisi ve tekniğinden Türkiye’nin istifadesi zarureti” sağlam ve ciddî bir şekilde tatbik imkânı bulmuştu. Osmanlı ülkeleri, anonim şirket kurucuları ve spekülâtörlerinin adeta bir cenneti olmuştu. Bunun yanında.................... her çeşit yabancı

maceraperestler, devletten aylık alamayan memurlara ve paşalara rüşvet vermek suretiyle Bab-ı Aliye kolayca nüfuz etmek imkânını buldular.

Şimendifer, Banka ve postahane büroları, vapurculuk kumpanyası ve maden ocakları işletmek imtiyazları, Mezopotamya’da sulama kanalları tesisi, Süveyş kanalının açılması gibi hayali projeler, Dolmabahçede ölüm yatağında olan padişahın tasavvur edip özlediği şeylerdi. Fakat onun endişelerini giderecek ve gelecek hakkında kendisine itimat ve cesaret verecek kabiliyette olan Reşit paşa ve Stratford Canning artık mevcut değildi. 1861 yazmın lâtif bir sabahında bahçelerden nâdide gül kokuları yayıldığı bir sırada gelecek artık onun için önemini kaybetmişti. Bitişik salonda toplanmış olan kadınların hıçkırıkları ve feryatları artık padişaha hayat vermeye kâfi değildi.

Sultanın yatağının yanında ayakta duran iki oğlu, hayata gözlerini kapamış olan babalarının önünde şimdi aynı seviyede öneme haiz idiler. Fakat Murat, kadınlara has bir teessür içindeydi. Abdülhamid’in sapsarı kesilen yüzünde ise anlaşılmaz ve soğuk bir mânâ vardı. Genç şehzade bütün sevgisini, on iki sene evvel kaybettiği annesine vermişti. Yaşı küçük olduğu için, babasının ölümü ile ne bir şey kazanıyordu, ne bir şey kaybediyordu. Sadece, babası tarafından çok sevilen Murad’a karşı, şimdi kendisi gibi ayni şekilde yalnız ve bu sevgiden mahrum kaldığından dolayı gizli bir zevk duyuyordu. Bundan sonra her ikisi de amcaları Abdülaziz tarafından sıkı bir göz hapsine alındılar ve diğer şehzadelere tahtın yolunu kapatan iki vâris olarak kaldılar.

Böylece Abdülmecit ölmüştü... Sabaha karşı “Sultanlar Sultanı. Müslümanların halifesi, Mukaddes beldenin hâmisi ve yeryüzünde “Allahın Gölgesi” Boğaziçindeki mermer sarayından İstanbul’da babasının yattığı türbeye nakledildi.

Haliç’de derin akisler yaratan yüz bir pâre top atışı ile yeni Padişahın tahta çıktığı ilân edildi. Avrupalı diplomatlar Ab-dü'aziz’in nasıl bir adam olduğunu merakla öğrenmek istiyorlardı. On beş senedenberi bir kaç kadın ile iktifa ederek kendi halinde yaşayan bu pehlivan yapılı adam hakkında pek az şey içinde hristiyan azınlığı himaye etmek için yapılan tantanalı va-adlerden sonra taassubun önüne geçilmesinin mümkün olmadığı meydana çıktı. Lübnanda bir kasırga gibi tahribat yapan, altı bin Marunî’nin ölümü ve bir çok şehirlerin harabe haline gelmesine sebep olan kanlı hâdiseler meydana geldi. Şam’da bütün hristiyan mahalleleri tamamen yakılıp yıkıldı. Cidde’de haç günü Fransız konsolosu öldürüldü. Türk garnizonunun gözleri önünde Avrupah halkın bir kısmı kılıçtan geçirildi. Bu hâdiseler Avrupa’da çok şiddetli bir tepki yarattı, İngiltere ve Fransa böyle hunharlıklara mâni olamayan bir hükümetin artık desteklene-miyeceğine ve Osmanlı devletinin mutlaka bir ecnebi müdahalesine mahkûm bulunduğuna kanaat getirdi. Bozulan asayiş ve nizamı yerine getirmeye yardım için Beyrut’a Fransız birlikleri çıkarıldı. Diplomatik formüllere göre bu birliklerin “âsilere karşı padişaha yardım olmak için İmparator Napoleon tarafından gönderildiği” ilân edildi. Bu hareket dünyaya karşı ispat ediyordu ki, Paris Andlaşmasına rağmen, Türkiye, Avrupa topluluğu içinde yer almaya henüz hazır değildir. Karadenizin diğer tarafındaki Aleksandr H’nin Rusyası, Kırım harbinin yaralarını yavaş yavaş sarmak fırsatı buluyordu.

Çok iyi niyetler taşıyan bir teşebbüs, bedbaht neticeler vermişti. 1856 Hatt-ı Hümayun’unun otuz sekiz maddeden ibaret hükümleri arasında sadece sonuncusu olan “Avrupa sermayesi, bilgisi ve tekniğinden Türkiye’nin istifadesi zarureti” sağlam ve ciddî bir şekilde tatbik imkânı bulmuştu. Osmanlı ülkeleri, anonim şirket kurucuları ve spekülatörlerinin adeta bir cenneti olmuştu. Bunun yanında .................... her çeşit yabancı

maceraperestler, devletten aylık alamayan memurlara ve paşalara rüşvet vermek suretiyle Bab-ı Aliye kolayca nüfuz etmek imkânını buldular.

Şimendifer, Banka ve postahane büroları, vapurculuk kumpanyası ve maden ocakları işletmek imtiyazları, Mezopotamya’da sulama kanalları tesisi, Süveyş kanalının açılması gibi hayali projeler, Dolmabahçede ölüm yatağında olan padişahın tasavvur edip özlediği şeylerdi. Fakat onun endişelerini giderecek ve gelecek hakkında kendisine itimat ve cesaret verecek kabiliyette olan Reşit paşa ve Stratford Canning artık mevcut değildi. 1861 yazmin lâtif bir sabahında bahçelerden nâdide gül kokuları yayıldığı bir sırada gelecek artık onun için önemini kaybetmişti. Bitişik salonda toplanmış olan kadınların hıçkırıkları ve feryatları artık padişaha hayat vermeye kâfi değildi.

Sultanın yatağının yanında ayakta duran iki oğlu, hayata gözlerini kapamış olan babalarının önünde şimdi aynı seviyede öneme haiz idiler. Fakat Murat, kadınlara has bir teessür içindeydi. Abdülhamid’in sapsarı kesilen yüzünde ise anlaşılmaz ve soğuk bir mânâ vardı. Genç şehzade bütün sevgisini, on iki sene evvel kaybettiği annesine vermişti. Yaşı küçük olduğu için, babasının ölümü ile ne bir şey kazanıyordu, ne bir şey kaybediyordu. Sadece, babası tarafından çok sevilen Murad’a karşı, şimdi kendisi gibi ayni şekilde yalnız ve bu sevgiden mahrum kaldığından dolayı gizli bir zevk duyuyordu. Bundan sonra her ikisi de amcaları Abdülaziz tarafından sıkı bir göz hapsine alındılar ve diğer şehzadelere tahtın yolunu kapatan iki vâris olarak kaldılar.

Böylece Abdülmecit ölmüştü... Sabaha karşı “Sultanlar Sultanı, Müslümanların halifesi, Mukaddes beldenin hâmisi ve yeryüzünde “Allahın Gölgesi” Boğaziçindeki mermer sarayından İstanbul’da babasının yattığı türbeye nakledildi.

Haliç’de derin akisler yaratan yüz bir pâre top atışı ile yeni Padişahın tahta çıktığı ilân edildi. Avrupah diplomatlar Ab-dülaziz’in nasıl bir adam olduğunu merakla öğrenmek istiyorlardı. On beş senedenberi bir kaç kadın ile iktifa ederek kendi halinde yaşayan bu pehlivan yapılı adam hakkında pek az şey biliniyordu. Kendisinin çok mütevazi ve basit zevklere sahip olduğu, yenilikten ziyade muhafazakâr eğilimli bulunduğu, tamamen eski âdet ve kanunlara bağlı bir kimse olduğu söyleniyordu. Haremindeki dokuz yüz kadım, mutfaklarındaki üç yüz ah-çısı ve bir sürü bahçıvan ve mimari ile Dolmabahçe Sarayı şimdi onu bekliyordu. Abdülaziz bu kadar bir servet karşısında acaba sarsılmayacak bir karaktere sahip bulunuyor mu idi? Çok bilgisiz ve böyle bir vazife için iyi hazırlanmamış olan yeni padişah müstebit bir idarenin mâruz kalacağı tehlikeleri bertaraf edebilecek miydi?.. Onun başlıca vasfı, zekâsından ziyade sadece sağlam bir bünyeye sahip olmaktan ibaretti. Babası Sultan Mahmud’un müstebit mizacına, Abdülaziz cahil annesinden tevarüs ettiği bâtıl itikat ve hurafelere inanmak gibi ancak iptidaî şeyler katabiliyordu. Bir ihtilâl devresi içinde bulunan geniş bir imparatorluk üzerinde hâkimiyet kurmak gayesiyle işbaşına geçen bir sultan için bu inanışlar çok tehlikeli bir miras teşkil ediyordu.

İlk icraatını tamamen insani gayelerle yaptığını ispat etmiş oldu. Ölen kardeşinin haremini nizama sokması, buna delâlet ediyordu. Henüz çok genç yaşta olan yüzlerce kadını Topka-pı Sarayında daimî surette esarete mahkûm etmek yerine şehzade annesi olmayanların hepsine istedikleri gibi evlenmek müsa-desi verdi. 'Kardeşi Abdülmecid’in yangı küçük yaşta ölen otuz kadar çocuğuna çok âlicenap şekilde muamele etti. Bunlardan iki erkek çocuğa şehir içinde ve dışında çok kıymetli malikâneler tahsis etti.

Fakat maalesef Abdülaziz’in genç veliaht Murad’a karşı, kendisini kurtaramadığı kıskançlık duyguları, onunla olan münasebetlerinin çok geçmeden bozulmasına sebep oldu. Ama Abdülhamid, amcasının hükümdarlığının ilk senelerinde, babasının sağlığında kavuşamadığı bir serbestlik içinde yaşadı. Babası Abdülmecit sağken Dolmabahçe sarayındaki bütün maiyetinin

en küçük hareketleri padişahın haremağaları tarafından sıkı bir kontrole tâbi tutuluyordu. Halbuki şimdi, zarif bir semt olan Maslakta geniş bir konağa sahip olduğu gibi, Tarabya’da ve Kâğıthane’de de iki ayrı yazlık köşke sahipti. Kendisine ayda sekiz yüz elli sterling tutarında tahsisat bağlanmıştı. Bazan hakikî karakterine zıt olan çılgınca masraflar yapacak kadar kendisinden geçiyordu.

Genç Abdülhamid’in şimdi iki tane kadın hâmisi vardı. Biri eski dostu Pertevnihal ki Valide Sultan sıfatıyla bütün nüfuzunu onun lehinde kullanıyordu. Diğeri de yeni padişahın ihtiraslı ve ateşli aşkına mazhar olan üvey annesi Perestû idi. Bu iri mavi gözlü kadının birbirini takibeden iki padişahın kalbini fethetmeye muvaffak olduğunu hatırlayanlar hâlâ mevcut idi. Abdülaziz’in haremindeki bütün kadınlar arasından onu seçmiş olması, Perestû’nun ne kadar sihirli bir güzelliğe sahip olduğunu ispat eder. Hattâ inanılması güç olmasma rağmen çocuğu olmayan ve şarklılara göre de yaşı geçkin bulunan bu kadın ile padişahın evlenmek istediği bile rivayet edilmektedir. Ne olursa olsun Perestû, Abdülaziz’in bu ileri derecedeki arzularını yerine getirmek için hiç bir gayret göstermemiştir. Bir şehzadenin üvey annesi olarak her zaman saray haremini terketmek hakkına sahip idi ve bu itibarla da düşmanları tarafından ortaya atılan dedikodulara rağmen küçük Abdülhamid’in yeni ikâmetgâhına yerleşti.

Abdülhamid bütün hayatı boyunca kadınlarla olan münasebetlerinde daima nâzik ve kibar görünmüştür... Hattâ bazen bir erkeğin kadınlara karşı gösteremiyeceği derecede onlara itimat telkin etmiştir. Bu bakımdan üvey annesine nankörlük yaptığı hususundaki efsane, son derecede faziletli bir veliahde karşı onu çekemiyen, cahil, mürteci ve merhametsiz bir kardeşin iftirasından ibaret kalmıştır. “Her iki kardeşi tefrik etmek için portreleri tetkik edilirse, Murad’ın yayvan ağzı ile irade kudretinden mahrum bir görünüş arzeden çenesi, onun zihnî bir tereddi içinde olduğuna ve babası gibi aynı fena itiyatlara eğilimli meş’um bir karakter taşıdığına delâlet eder. Kardeşi Abdülhamid’in ise daha ziyade kapalı ve karakterini gizleyen yüz hatları, onunki ile taban tabana zıt bir ifade taşımaktadır. Ağır ve yumuşak göz kapakları, iri siyah gözleri onun bütün esrarını muhafaza etmektedir. Kemerli ve oldukça büyük burnu ile gurur ifa eden dudaklarında çok zeki ve kurnaz bir yaratılışa sahip olduğunun belirtileri vardır. Bununla beraber fiziyonomi bakımından Abdülha-mid çirkin ve sevimsiz de sayılmaz. Birinin hoşuna gitmek istediği zaman tatlı bir şekilde güler. Yüzünde sevimli çizgiler hasıl olur. Gür ve ahenkli sesi ile dinleyicilerini derhal tesiri ve nüfuzu altına almasını bilirdi.”

Daha henüz çocukluğunda münasebet kurduğu yabancılar üzerinde çok iyi bir tesir bırakan Abdülhamid hakkındaki bu sözler seyyah ve müsteşrik Macar Vambery’e aittir.

Vambery oldukça çetin ve maceralı geçen mesleğinin ilk yıllarında derviş kıyafetine girerek Asya memleketlerinde dolaşmış, bu arada İstanbul’da padişah kızlarına (Sultan-Prenses) Fransızca dersler vermek suretiyle hayatını kazanmak zarurata kalmıştır. İşte bu sırada Reşit Paşa’nın oğlu ile evli olan Abdül-mecidin büyük kızı Prenses Fatmanın konağında o zaman henüz on üç yaşında bulunan Abdülhamid’e tesadüf etmişti. Genç şehzade de Fransızca derslere iştirak için kızkardeşinin konağına devam ediyordu. Bu vesile ile onu yakından tanımış olan Vam-bery’nin anlattıklarına göre; “Abdülhamid çok sessiz ve hareketsiz bir çocuktu. Derslerde sadece haremağasının getirdiği kahveyi almak için yerinden kımıldardı. Siyah gözlerini hocasının üzerine dikerek onun ağzından çıkacak her Fransızca kelimeyi koparır gibi çekip almak isterdi. Kız kardeşi uşaklara emir vermek için salondan çıktığı zaman, hocasına hemen mahçup ve hafif bir sesle hitap ederek ders hakkında nâdiren izahat istedikten sonra hemen Reşit Paşa, kız kardeşi ve hocası hakkında sualler sorardı.”

Vambery’nin bu sözlerinden Abdiilhamid’in kardeşleri ve muhiti hakkında bilgi yapmak hususundaki çok küçük yaşlarda başlayan alışkanlığının henüz kaybolmadığı anlaşılmaktadır. Bununla beraber onun herşeyden şüphe etmek istidadında olan tabiatına rağmen, aynı zamanda dostluklar kurmak temayülünün de kuvvetli olduğu meydana çıkmaktadır.

Bundan sonra Vambery, Abdülhamid’i ancak otuz sene sonra tekrar görebildi. Bu müddet zarfında silik ve sönük bir çocuk olarak kalan Abdülhamid çok müstebit bir padişah olmuştu. Fakat eski hocasını asla unutmamıştı. Huzuruna çıkar/ ziyaretçisinin kim olduğunu hemen anlamakta gecikmedi. Nitekim Vambery, kendisine prenses Fatmanm hocası olduğunu hatırlatınca, birden büyük bir neş’e ile iki elini birden uzatarak Vambery’e iltifat etti. Vambery, çok yorucu ve tehlikeli geçen maceralı hayatını anlatınca, derhal, neden daha evvel kendisini aramadığını, her türlü dostluk ve yardımı göstermekten zevk duyabileceğini söyledi. Padişahın huzurunda bulunan herkesten şüphe edilirdi. Fakat Vambery, hayatının sonuna kadar Sultan Abdülhamid ile huzurda bir tercüman olmadan bulunmaya itimat ve müsaade edilen nadir AvrupalIlardan biri olmuştur.

Murad’ın ve Abdülhamid’in geniş bir serbestliğe kavuştukları ilk senelerde saray dışındaki kimselerle tesis ettikleri diğer dostluklar zamanla unutulmuşlardır. Sultan Abdülaziz henüz şüphe ve endişe içinde düşmeden devlet idaresine devam ettiği sırada çok olgun ve zeki bir adam olan Ali Paşa’mn tavsiyesi üzerine yeğenlerinin AvrupalIlarla sık sık buluşmasına müsaade ediyordu. Bu devrede Fransızların İstanbul’daki nüfuzu en yüksek mertebesine yükselmişti. Lord Bulwer adında garip ve keyfine düşkün bir sefir tarafından temsil edilen Büyük Britanya ise Stratford Canning zamanında kazandığı prestijinin büyük bir kısmını kaybetmişti. İngiltere sefirinin Rum asıllı metresi ile Marmara denizindeki bir adada aşk hayatı geçirdiği saatlerde Fransız hâriciyesinin becerikli diplomatları Doğu memleketlerinde Fransız üstünlüğünü yeniden tesis için türlü entrikalar çeviriyorlardı.

Reşit Paşa’nm yerini alan devlet adamlarının gözleri, Britanya yerine tercihen Fransaya doğru çevrildi. Kırım harbinden sonra Osmanlı ordusunda vazife kabul ederek Türkiye’de kalan İngiliz subayları, Fransız hükümeti tarafından gönderilen teknisyenlerle rekabete girişmek zorunda kaldılar. Yeni açılan lâik okulların başına Fransız Profesörleri getirildi. Bütün çarşı-pazar Fransız malları tarafından istilâ edildi. Beyoğlu salonlarında genç şehzadeler, ihtiyatsız bir şekilde Paris modasına ve Fransa’dan ne gelmiş ise ona karşı derin bir hayranlık gösteriyorlardı. Diğer taraftan büyük bir merak ve ilgi ile dış ve iç politika olayları üzerinde yapılan münakaşalara iştirak ediyorlar, kadınlarla birlikte aynı masaya oturarak yemek yemesini, öğreniyorlardı. İçki ve kadın Murat için büyük bir tehlike teşkil ediyordu. Murat ve Abdülhamid zevk ve safa âleminde iki arkadaş olmuşlardı. Yaratılıştan mahcup ve çekingen olmaları, onları birbirlerine iyice yaklaştırmıştı. Fakat batı âdetlerine alıştıklarından itibaren birbirlerini yine terkettiler.

Murat’ın polisin dikkatini çekecek kadar açıkça, hükümeti tenkit eden gazeteciler ve fikir adamları arasına karışmasına mukabil, daha ihtiyatlı ve kurnaz olan kardeşi, Beyoğlu’ndaki kahveler yerine Galatadaki bankalara gitmeyi tercih ediyordu. Bu suretle Abdülhamid Rum Bankacı Zarifi ve Ermeni borsa simsarı Assani ile bu devrede sıkı bir dostluk kurmuştu. Uzun seneler devamınca onun bu dostluklara sadık kalarak, bu şüpheli tatlı su frenklerini Yıldız Sarayında verdiği tantanalı ziyafetlere dâvet etmesi, bazı yabancı sefirlerin şikâyetlerini mucib oldu.

Abdülhamid incilerle işlemeli perdelerin arkasındaki Banka Muhasebe Servislerinin havasız ve loş odalarında meşgul olmayı çok severdi. Önce çekinerek, sonra da yavaş yavaş cesaret göstererek Galata borsasında oynamaya başladı. İlk defa bankacı Zarifi’nin tavsiyelerine uyarak borsada yaptığı yatırımlardan çok memnun olmuştu. Zira tahta çıktığı sırada yetmiş bin lira değerinde bir servet toplamış bulunuyordu. Ayrıca da bilhassa yine ilk defa olarak paranın kuvvet ve kudretini öğrenmişti. Herkes onunla gayet serbest ve ekseriya tedbirsiz konuşuyordu. Hakikati öğrenmek hususundaki açık arzusu onunla konuşanları, karşılarındakinin büyük bir maziye sahip müstebit bir hükümdar ailesine mensup olduğunu unutacak kadar tahrik ediyordu. Böylece Abdülhamid babası Abdülmecid’in yabancı devletlerden sekiz milyon lira borç aldıktan başka hâzinenin kâğıt para basmaya mecbur olması ve bu da kâfi gelmediğinden yavaş yavaş Galatadaki özel sermayedarlara başvurmak ihtiyacını duyması suretiyle yaptığı israfla Osmanlı devletini uçurumun kenarına nasıl götürmüş olduğunu öğrenmişti.

Fakat şimdi hususî sermayeden istifade mümkün olmuyordu. Hâzineye ait borç senetleri itibarını kaybetmeye başlamıştı. Hükümetin, Türk parasının kıymetini korumak için büyük garp devletlerinden yeniden borç istemekten başka çaresi kalmamıştı. Kırım harbinde birleşen devletler, Paris konferans masasının etrafında, Türk devletinin istiklâlini ortadan kaldırmaya mâtuf her türlü teşebbüsün harp sebebi olacağını kabul ve taahhüt etmelerine rağmen sonradan bu âhitlerini yerine getirmediler.

Lüzumsuz münakaşalardan sonra, Tuna beyliklerini tek bir hakimiyet altında toplamak için Bab-ı Ali’den cebir kullanarak istiklâllerini istemekte serbest bıraktılar. Türkiye’nin kontrolü altındaki altı kaleden ikisinin zabtı suretiyle Sırbistan’ın Andlaşmayı bozması karşısında hiç bir Fransız ve İngiliz askeri yerinden kıpırdamadı. Kırım harbi sırasında ilân edilen güzel beyanatlar mâzide kalmıştı. Müdahale etmek yerine müdafaaya geçmek arzusu hâkim olmuştu. Osmanlı devletinin yeniden aldığı borçlar, büyük devletlere yeni hak ve imtiyazlar veriyordu.

Galatanın küflü duvarlarından Haliç’in mavi sularına uzanan dar sokaklarda ısrarla dolaşan rivayetlere göre; “Paris ve Londra tarafından tayin edilecek bir istişarî heyetin vesayetinde bir Anglo-Fransız müessesesi ile Osmanlı Bankasının birleşeceği söyleniyordu. Diğer taraftan da Fuat Paşa bir bütçe hazırlamaya teşebbüs edecekti. Bu dedikodular şüphe ile karşılanıyordu. Zira böyle bir bütçe için lüzumlu olan esasları bilmeyen bir nâzır, nasıl olur da bu işe teşebüs edebilirdi?.. Yine genç Ab-dülhamid’in öğrendiğine göre, amcasının idare ettiği imparatorluk kadrosu içindeki hiç bir nâzır muntazam bir hesap tutmuyordu. Kadastro plânları yoktu. 1839 ve 1856 İslâhat hareketlerine rağmen, hâlâ vilâyetlerde iltizam usulü ile vergi almak sistemi tatbik ediliyordu. Dalavereden ve rüşvetten başka bir şey bahis konusu olmuyordu. Abdülhamid, Valide Sultan Per-tevnihal ve etrafını çeviren molla ve -şeyhlerin telkinleriyle yabancılara karşı kin ve nefret duymasına rağmen onlardan çok şeyler öğrenmişti. Bu suretle de bir imparatorluğun nasıl idare edilebileceğinin sadece AvrupalIlardan öğrenebileceğini ve onların bilgileri kadar zayıf taraflarından da istifade etmenin mümkün olabileceğini anlamıştı.

·        VII

Avrupaya Seyahat

1867 ilkbaharında Beyoğlu’ndaki sefarethanelerde padişahın meşhur Avrupa seyahatinden başka bir şey konuşulmuyordu. Bugüne kadar hiç bir Osmanlı hükümdarı, ordunun başında sefere hareket müstesna, imparatorluk hudutlarından dışarı çıkmamıştı. Bu itibarla Napoleon III tarafından Paris’te açılacak sergiyi ziyarete davet edilen Abdülaziz derhal bu daveti reddetmişti. Fakat Babıâli erkânı, Türkiye ile Avrupa arasındaki bu şahsî temaslar sayesinde yeni bir dostluk kurularak tekrar borç almak fırsatını belirdiğini gördü. Hemen padişah nezdinde teşebbüse geçerek onu hristiyan bir memleketi ziyaret etmeye ikna için bütün gayret ve maharetlerini gösterdiler. Hattâ padişahın şiddetli muhalefeti önlendikten sonra saraydaki dedikodularla da mücadele etmek icab etti. Bütün zorluklar ortadan kaldırılarak hiç bir hânedan ile alâkası ve yakınlığı olmayan OsmanlI padişahının bu seyahatinin uygun olmadığını ileri süren hareme ve harem ağalarına rağmen sert mizaçlı Abdülaziz ikna edildi. Bu vesile ile de saraydaki muazzam personel kadrosu ya-

vaş yavaş makûl nispetlere indirildi.

Padişahın en yaşlı iki yeğeni Murat ve Abdülhamid de Paris seyahatinde amcalarına refakat etmek üzere dâvet edildiler. Bu dâvet sadece padişahın temennisi üzerine yapılmamıştı. Zira tahta çıktığından beri onun, yeğenleri hakkında gösterdiği dostluk temayüllerinin kısa bir zaman sonra yerine bâzı şüphelere bıraktığı biliniyordu. Esasen Osmanh Sarayında Padişah ile vârisleri arasındaki münasebetlerin daima huzursuzluk ve endişe mevzuu olması alelâde hallerdendi. Fakat daima mümkün görülen bir hükümet darbesi ve saltanat değişikliği korkusu, genç şehzadelerin Türkiye’de bırakılmaması için kâfi bir sebep teşkil ediyordu. Bu suretle henüz yirmi beş yaşındaki Abdülhamid Avrupayı görmek için beklemediği bir fırsata kavuşmuş oldu. Murat’tan daha zeki olan Abdülhamid bu seyahat haberini öğrenince ne fazla bir neşe, ne de herhangi bir isteksizlik gösterdi. Kardeşi Murat, Paris seyahatinin hayaliyle âdeta bayram yaptığı ve asabî mizaçlı padişahın önünde açıkça Fransızca bilgisinden dolayı övündüğü zaman, Abdülhamid gayet sesiz ve hattâ somurtkan bir tavır takınıyordu. Vambery’e göre; Fransızca öğrenmek için hocasının ağzından çıkan.her kelimeyi koparacak kadar ilgi ve hırs gösteren genç şehzade padişahın huzurunda mahsus böyle davranıyordu. Paris’te geniş bilgisi ve zekâsı sayesinde kendisine düşen vazifeyi yaptı. Orada hislerini gizlemesini bilen bu genç adamın her şeyle ilgilendiği ve bunlar hakkında esaslı malûmat aldığı kimsenin gözünden kaçmamıştı. Aradan otuz sene geçmesine rağmen Abdülhamid, Pariste gezdiği caddeleri ve kendisine takdim edilen subayların isimlerini hâlâ hatırlıyordu.

Bu seyahat esnasında Fransa, İkinci İmparatorluğun sonuncu parlak ve ihtişamlı günlerini yaşıyordu. Muhtelif memleketlerden gelen ziyaretçiler Champ de Mars’daki sergiye akın ediyorlardı. Halk, Tuileries sarayına giden imparatorlar, krallar, prensler ve devlet adamları kafilesini çılgınca alkışlıyordu. Tâ-cidarlardan hiç birisi haşmetli Türk Sultanı kadar alâka toplayamamıştı. Esasen padişah henüz Paris’e gelmeden evvel, hakkında bir çok hayalî dedikodular dolaşıyordu. Anlatıldığına göre; altın yaldızlı arabası, hükmettiği ülkelerin prensleri tarafından çekiliyordu. Hristiyan topraklarına basacak olan ayaklarının kirlenmemesi için ayakkabısına Marmara Denizinin kumları doldurulmuştu. Bâzı kimseler ise, padişahın prensler tarafından çekilen arabasını, zenci esirlerin idare ettiği altın zincirlere bağlanmış aslan ve fil sürüsünden ibaret bir kortejin takip ettiğini tahmin ediyorlardı. 30 Haziran 1867 günü öğleden sonra Paris’in Lyon garında kırmızı halılar üzerine sâde, bir fes giymiş mavi redingotlu, kısa boylu tıknaz adamın trenden indiği görülünce herkes şaşırmıştı.

Asık suratlı hissiz bir şahsiyet olan Sultan Abdülaziz şerefine verilen bir çok ziyafetlere iştirak ediyor, elini alnına kaldırmak suretiyle şark usulüne göre selâmlıyordu. Fakat her hareketiyle muhitini küçümsediği ve onlara ehemmiyet vermediği belli oluyordu. Tercümanlık vazifesini gören Hariciye Nâzın Fuat Paşa, büyük bir maharetle Napoleon III’ü ikna etmek için efendisinin “Fransız İmparatorunun kudret ve haşmetinden çok mütehassis kaldığım, onunla dost ve müttefik olmakla büyük bir bahtiyarlık aduyduğunu” ifade ediyordu. Bu ziyaret esnasında padişahın yalnız bir defa tebessüm ettiği görüldü. Tuileries sarayında verilen muhteşem bir ziyafette imparatoriçe Eugenie, padişahın küçük oğlu şehzade Yusuf İzzettin’i okşayarak ona bir kutu çikolata hediye etmişti. İmparatoriçenin bu hareketi padişahın çok hoşuna gitti, ve hafifçe tebessüm etmesine vesile oldu. Fakat İmparatoriçe Eugenie, şehzade Murat ile hararetli bir şekilde konuşmaya başlayınca işler değişti. İmparatoriçe, şehzadeyi güzel Fransızca konuştuğu için tebrik ettikten sonra bir müddet de kendisini nâzik bir şekilde dinleyen şehzade Abdül-hamid ile meşgul olmak istedi. Abdülhamid’in soğuk ve sevimsiz hâlini görünce tekrar Murad’a dönerek konuşmaya devam etti. îşte İmparatoriçenin bu hareketleri padişahın yüzünde hasıl olan tebessümün hemen silinip kaşlarının çatılmasına sebep oldu.

Fuat Paşa ile yaptığı bir görüşme sırasında Napoleon III, iki kardeşin birbirlerine hiç benzemediklerini, birinin ateşli ve cevval, diğerinin ise durgun ve daha farklı olduğunu söyledi. İmparator bu sözleri, padişahın hiddetini teskin etmek maksa-diyle söylemişti. Yoksa Abdülhamid’in de, güzel kadınlarla dolu bir sarayda kardeşi gibi sevimli görünmek isteyeceğinden şüphe etmiyordu. Saraya mensup her erkek gibi Napoleon IlI’de şehvet düşkünüydü. Fakat büyük bir İmparatorluğu idare etmek çabası uğruna Morny düşesinin veya Castiglione kontesinin göz kamaştıran güzelliği karşısında başını başka tarafa çevirmesini bilmişti.

Osmanlı şehzadelerine refakate memur edilen genç Fransız subayları, hep ciddî ve siyasî mes’elelerle meşgul olmak yerine onları Paris’in sihirli gece hayatına sokmak için can atıyorlardı. Nihayet şehzadeleri buna ikna-ederek Maxim’s gazinosunda varyete artisti kızların da iştirâkiyle hususî ve çok samimî hareketlere müsait müteaddit ziyafetler tertiplediler. Bu ziyafetlerde Murad, şampanyadan konyağa kadar her çeşit içkiye, sıhhatine zarar verecek derecede alâka gösterdi. Abdülhamid ise önündeki şarap kadehine aslâ dokunmadan zaman zaman sarhoş olan kardeşini seyrediyordu. Ertesi gün Murat sözlerini ve hareketlerini kontrol edemiyecek halde ve “Gazab-ı Şahane” yi tahrik edecek şekilde padişahın huzuruna çıkıyordu.

Bu “gazab’-ı şahane” her an için harekete geçebilirdi. Zira Sultan Abdülaziz, Paristeki ikametinden pek az hoşlanmıştı. Diğer taraftan Fuat Paşa da Fransa yüksek mali mahfillerinden ümit ettiği kadar borç para almaya muvaffak olamamıştı. Ayrıca Padişah da, Napoleon III ün Martinique’li melez bir Fransız olan büyük annesi tarafından akraba olduklarını ileri sürmeye cesaret etmesini çok kaba bir hareket, hattâ hakaret telâkki ederek ev sahibine karşı haksız bir hoşnutsuzluk hissediyordu. Nihayet Fransa seyahati sona ererek padişah ve şehzadeler İngilte-reye geçmek üzere Boulogne’da İmparator Napoleon IlI’e veda ederek İmparatorluk yatı “Reine-Hortense”e bindiler.

O sırada İngiltere Kraliçesi Victoria’nın kocası öldüğü için, dul kalan kraliçe mâtem tutmak maksadiyle inzivaya çekilmişti. Haftalarca süren müzakere ve münakaşalardan sonra Başvekil Lord Derby, Osmanlı Padişahım karşılamak üzere Kraliçeyi inzivasını ve matemini terk için zor ikna edebildi.

Abdülaziz’in Avrupa seyahatinden hoşlanmadığı kadar, Kraliçe Victoria da Osmanlı padişahı ile karşılaşmak istemiyordu. Fakat ortada mevcut olan siyasî menfaatlerin ehemmiyeti Kraliçe veya Padişahın temayüllerinden fedakârlık etmelerini icabettiriyordu. Fransa ile Rusya arasındaki yeni dostluk andlaş-ması, Süveyş kanalının ikmaliyle Ortadoğu’da Fransız nüfuzunun artması, Hidiv İsmail Paşa’nın Bab-ı âli’den bağımsızlığını almaya teşebbüs etmesi gibi bir çok mühim sebepler Büyük Britanyanm İstanbul ile olan bağlarının kuvvetlendirilmesini zarurî kılıyordu. Diğer taraftan da Fransa-Rusya Andlaşmasıyla Hidiv’in menfaatleri desteklendiği takdirde Britanyanm yardımından Osmanlı İmparatorluğunun emin olması lâzımdı. Bu itibarla Kraliçe Victoria, misafirlerini, Londra’ya geldiklerinin ertesi günü Widsor’a öğle yemeğine dâvet etti. Yemek her iki tarafa da büyük bir şeref ve gurur verecek şekilde tertiplenmişti. Fakat bir hayli uzun süren konuşmaların sıkıcılığı da son haddini bulmuştu. Sultan ve maiyeti Londraya döner dönmez, Kraliçe de Osborne’e çekildi.

Ziyafette, misafirlere tamamen İngiliz yemekleri ikram edilmişti. Yemek çeşitlerinin zenginliği Osmanlı şehzadelerini şaşırtmıştı. Bizzat Abdülaziz, kendisininkinden daha geniş ve daha çeşitli ırklara mensup insanların yaşadığı bir imparatorluğa hükmeden bu şişman ve yaşlı kadının huzurunda üzgün ve sevimsiz halini terketmişti. Küçük oğlu şehzade Yusuf İzzettin’e gelince, kendisini büyük bir şefkatle öpen Kraliçenin ve Teck Prensesinin gösterdiği bu alâka karşısında korkusunu ve şaşkınlığını gizlemek için zorluk çekiyordu. Fakat her ne kadar müs-lümanlık akidelerine göre bir kadının hükümdar olması garip geliyorsa da, Kraliçe Victoria’nın görülmemiş ağırbaşlılığı Padişaha ve yeğenlerine büyük bir hürmet ve hayranlık telkin etmişti. Kraliçe, bilhassa Abdülhamid üzerinde derin bir tesir yarattı.

Kendisinden son derece emin olarak İngiltere’nin bütünlüğünü sağlama ve emniyetli bir şekilde temsil eden bu sâde ve mütevazi kraliçenin huzurunda genç şehzadelerin asabi hâli kalmamıştı.

Eğlenceler diyarı Paris şehrinin semalarını süsleyen parlak güneş, padişahın ve şehzadelerin Douvres’a indiği sırada koyu bulutların arkasına gizlenmişti. Fakat misafirleri karşılamak için gemiye kadar gelen Galler prensesinin bu nâzik hareketi, çiçeklerle süslenmiş rıhtımda biriken halkın samimî tezahüratı, misafirleri çok memnun etti. Osmanlı Padişahını istemeyerek ağırlayan Kraliçenin hareketine mukabil, Majestenin hükümeti ve Londranın yüksek mâli mahfilleri, Padişah ve şehzadelere İngiltere’nin bütün kudret ve haşmetini göstermek için büyük gayret sarfetmişlerdi.

Çok süratli bir tren Touvres ile ile Londra arasını iki saatte katederek şehzadeleri hayran etti. Kraliyet Muhafız Alayına mensup bir süvari birliği, Charing Cross’dan Buckingham sarayına kadar kafileye refakat etti. Marlborough House’m balkonlarındaki saraya mensup zarif kadınlar ve genç kızlar kafileyi şiddetle alkışlıyorlardı. Halkın bu tezahüratı, resmî karşılamadan daha büyük ve tesirliydi.

Her ne kadar Kırım harbindenberi yeni bir nesil meydana gelmiş ise de, Türklerin bu harpte gösterdikleri kahramanlıklar halâ hafızalarda yaşıyordu. Misyoner teşekküller ve mutaassıp hristiyan muhitler tarafından yaygara ile ilân edilmiş olan Arabistan ve Lübnan’daki katliam hâdiseleri, Sivastopol’daki savaşların efsaneleşen kahramanlarının kıymetini azaltmaya asla muvaffak olamamıştı. İslâv taraftarlığı propagandası henüz iyice yayılmamış, Türklerin hristiyanlara işkence yaptığına dair hikâyeler ise halk toplulukları içine kâfi derecede sızmamıştı.

Paris’te İmparator Napoleon, misafirlerini memnun etmek için Elysee sarayını, binbir gece masallarındaki dekorlarla tezyin ve tefriş ettirmişti. Fakat İngiltere Kraliçesi daha nâzik ve asîl bir tarzda hareket ederek Osmanlı padişahını Avrupalı bir hükümdar gibi kendi hususî sarayında misafir etti. Kraliçenin bu hareketi belki de bir tesadüften ibaretti. Yatak odasında şark zevkine ait hiç bir şey yoktu. Padişaha tahsis edilen daire, Temmuz ayında Kewden getirilmiş nâdide çiçeklerle süslenmişti. AvrupalIlara karşı bir nefret hissi duymasına rağmen Sultan Ab-dülaziz, kendisine gösterilen kabul tarzından son derece mem-npn kaldı ve bu seyahati tertip ettiğinden dolayı Fuat Paşa’yı tebrik etti. İngiltere’nin padişah üzerinde iyi bir tesir yaratmasına mukabil, Abdülaziz de İngilizler tarafından sevilmişti. Guild-hall’de verilen muhteşem ziyafete at üstünde gitmesi ve ziyafette bir nutuk söylemesi halkın daha da çok hoşuna gitmişti. İngiliz mallarına Osmanlı memleketlerinde geniş satış imkânları verileceği hakkındaki sözleri, ticaret âlemine mensup kimseler tarafından coşkun bir şekilde alkışlanmıştı. Şüphesiz ki padişah, İngiltere’den borç almak istiyordu. Fakat bu istek son derece itimat ve emniyet telkin eder bir şekilde yapılıyordu. John Bull, Türklerin esasen çok şerefli ve haysiyetli insanlar olduğunu ya-kinen biliyordu. Bu itibarla şereflerine verilen ziyafetlerde ve balolarda Osmanlı padişaahı ve yeğenleri çok samimî bir alkış topladılar.

Bütün bunlara rağmen Abdülaziz’in İngiltere seyahatinden geniş çapta faydalanmak için kâfi derecede kültürü ve tecrübesi yoktu. Yeğenlerinin dahi meşrutî bir krallığın prensiplerini anlayıp hazmetmeleri mümkün değildi. Çünkü onlara verilen iptidâi bilgiler, meşrutî krallık hakkında zihinlerinde yanlış ve hatalı anlayışların teşekkülüne sebep olmuştu. Murat, hiç anlamadığı halde daima, demokratik bir rejimden heyecanla bahsederdi. Fakat kardeşi kadar bilgisiz olmakla beraber daha zeki ve kurnaz olan Abdülhamid, hayranlık duyduğu bir devlet idaresinin zaaf ve kusurlarını araştırmak istiyordu.

\^C)n sene sonra tahta çıkan Abdülhamid, İngiltere’de geçirdiği birTıaftalık seyahatten sık sık bahsederdi. Britanya sefiri Henry Layard, onun, askerî merasimlerden ve garden partilerden vakit ayırarak İngilterae’de bir çok şeyler görüp öğrenmiş olmasına hayret ediyordu. Abdülhamid, sanayi alanında devamlı surette genişlemesi sebebiyle İngiltere’nin zaman zaman yiyecek sıkıntısı çektiğini biliyordu. Keza Türkiye için olduğu gibi, İngiltere için de bir azınlıklar meselesinin güçlükler yarattığı gözünden kaçmamıştı. Sefir Layard, genç Türk padişahının, Fenians ayaklanmasını bütün teferruatıyla bildiğini, bu suretle meşrutî kralların dahi devamlı bir öldürülme ve darbe korkusu içinde yaşadığını görmekten az çok memnuniyet hissettiğini anlamıştı.

İngiltere seyahatinin son merhalesi Spithead limanındaki bir deniz geçit resmi ile kapanmıştı. Kraliçenin hâtıra defterinde bu seyahate ait güzel sözler vardır. Deniz merasimi günü sağnak halinde yağan yağmur, merasimi takip edilemez hâle getirmiş ve misafirleri de son derece rahatsız etmişti. Her ne kadar padişahın deniz yolculuğuna mütehammil olduğu iddia edilirsa de, bir gemiye ayak basar basmaz rahatsızlandığı gözden kaçmamıştır. Kraliçe Victoria’nın hâtıra defterinde aynen şu satırlar yazılıdır: “Padişah ile geminin büyük salonunda bizi yanyana oturur vaziyette görenler çok şaşırabilirdi. Diğer dâvetliler ötedeki salondalar... Padişah deniz tutmasına zor tahammül ediyor... Sık sık kamarasına iniyordu. Çok yazık ki, bu yüzden harp gemilerinin geçidini rahat vç iyi bir şekilde takip edemedi.”

Fakat padişahın bu haline mukabil, yeğenleri merasimin en küçük teferrüatını bile kaçırmadılar ve unutulmaz hâtıralarla ayrıldılar. Kraliçe bundan tamamen habersiz kalmıştı. Osmanlı şehzadelerine, bütün kudret ve ihtişamını göstermiş olan kraliyet donanması, onlar üzerinde derin bir tesir bıraktı. Saltanatının devam ettiği otuz seneden fazla bir müddetle, İngiltere sefirleri devamlı şekilde İngiliz donanmasını Osmanlı sularında göstermek suretiyle Abdülhamid’i tehdit etmişlerdir. Çünkü padişahın otuz sene evvel gördüğü İngiliz donanmasının kudret ve haşmeti asla hafızasından silinmemişti. Bu yüzden de İngiliz donanmasının Osmanlı sularına girdiği her defa, İngiliz sefirlerinin taleplerini yerine getirmek mecburiyetini hissetmiştir.

Kraliyet yatı harp gemilerinin arasından geçerken Kraliçe Victoria Padişaha “Dizbağı nişanını” takdime karar verdi. Kraliçenin bizzat söylediği gibi: “Padişaha Hindistan Yıldızı nişanını vermeyi tercih ederdi. Bu nişan hristiyan olmayan bir kimse için daha uygun düşerdi. Fakat o anda kafasında Dizbağı nişanı canlanmıştı.”

Resmî program sona ermişti. O akşam hususî aşçısı tarafından hazırlanan pilâvı yedikten sonra Buckingham sarayında yatağına çekilen padişah, Kraliçe Victoria’ya hitaben yazdırdığı mektupta diyordu ki: “Majestelerinin nâzik kabulünden dolayı son derece mütehassis oldum.” Fakat bu seyahatten en çok neden hoşlandığı veliaht Murad’a sorulsaydı o, mutlaka, Criptol Palace’da tertip edilen gece şenliklerinden bahsederdi. Bu sara-ym evvelce yanan kısmının yeniden inşasl için Murat şahsî tahsisatından bin sterling teberru etti.

Kraliçe, vazifesini gayet güzel bir şekilde yapmıştı. Diğer taraftan kraliyet erkânı da tertip ettikleri ziyafetler ve balolarla değerli misafirlerine karşı hakikaten muhteşem bir alâka göstermişlerdi. Lord Stratford gibi emekli olmuş mâziye ait büyük şahsiyetler, Osmanlı şehzadelerini ağırlamak için birbirleriyle âdeta rekabete girişmişlerdi. Yabancı bir diyarda Abdülhamid, Lord Strafford’un şahsında kıymetli ve eski bir dost bulmuştu. Tamamen genç şehzade ile meşgul olan eski büyük elçi, ona ilk defa babasının selâmlığında kendi haline bırakılmış küçük bir çocuk olarak tesadüf edişinin hâtırasını taşıyordu. Fakat İngiltere’nin gıda ve iklinı şartları nârin bünyesine pek uygun gelmemişti. Hareket günü trene doğru âdeta sürüklenerek büyük bir zahmetle ilerleyebilmişti. Padişah ve şehzadeler Viyana’ya vasıl oldukları zaman Abdülhamid, hastalandığı için merasimlere iştirak edemedi. Bu merasimler İlâhi âdalet prensiplerinin son iki mümessili arasında ve tarihte ilk defa olarak bir dostluk havası içinde cereyan ediyordu. Bunlardan birisi İslâm Halifesi ve Osmanlı Padişahı Sultan Abdülaziz, diğeri de menşeini mukaddes Roma-Cermen İmparatorlarından alan Avusturya İmparatoru François-Joseph idi.

Aradan'geçen uzun seneler sonra Avusturya sarayında kendisine gösterilen alâka ve ihtimamı, Abdülhamid hatırlamaktan büyük bir zevk duyardı. Seyahatte hastalanarak yatağa düştüğü sırada Avusturya İmparatoru François-Joseph, sıhhatiyle hergün meşgul olmuş ve ona çiçek ve Schönbrun’ün nâdi-de meyvelerinden göndermişti. Abdülhamid’in, Yıldıza ziyaretine gelen Avrupalı misafirlerine karşı gösterdiği son derece mültefit ve cemilekâr muamele tarzı, Avusturya İmparatorunun kendisine gösterdiği samimi alâkanın hâtırasından mülhem olmuştur denilebilir.

·        VIII

Rus Tehditleri Flora Cordier

Abdülhamid Viyana’dan döndüğü zaman henüz yirmi beş yaşındaydı. Bu devirde onun siyaset sahasında bir rol oynaması, bu seyahatte elde ettiği büyük tecrübe ve istifadelerin mahsulü olmuştur. Fakat dokuz sene müddetle yeğenlerini şiddetli bir şekilde kıskanan bir amca tarafından tembel ve âtıl bir hayata mahkûm edilmişti. Hattâ Abdülaziz kendi oğlu lehine yeğenlerini ortadan kaldırtmayı bile tasmim ve tasavvur etmiştir.

Avrupa’ya yaptığı seyahatten sonra Abdülaziz fena bir gurura kapılmıştı. Kendisini, Allahın seçtiği Sultanlar Sultanı olduğunu düşünerek daima Kralların ve Kraliçelerin üstünde bir hükümdar olarak görüyordu. Fuat ve Ali Paşalar iktidarda kaldıkları müddetçe bu gururundan istifade ederek onu, kendisinden evvelki padişahların yolunda yürümeye ve yenilik hareketlerini devam ettirmeye muvaffak olmuşlardır. Fakat bu ikik kıymetli devlet adamının 1871’de ölümü ile Türkiye’nin iç ve dış politikasında mühim değişiklikler oldu. Üzerinde büyük nüfuzu olan iki devlet adamından kurtulan Abdülaziz, kendisini tamamen acaip ihtiraslarına terketti. Çok kısa bir zaman sonra onun delirdiğine dair şayialar dolaşmaya başladı. İçine düştüğü vehim ve sıkıntıdan kurtulmak için bir hayâl âleminde yaşamak istiyordu. Üç gün için İstanbul’a gelmiş olan İmparatoriçe Eug'-nie şerefine Beylerbeyi sarayının parlak duvarlarını sedefle kaplatmış, Paris’li bir kuyumcuya kıymetli taşlarla işlemeli maassif altın sofra takımı sipariş etmişti. İngiliz tersanelerinde çok pahalı deniz harp gemileri yaptırmıştı. Bütün bunlar onun gittikçe artan endişelerinin birer işaretiydi.

Bu gurur hastalığı (megalomanie) çok garip hâl ve hareketler şeklinde tezahür ediyordu. Maiyetinden, kendisine çok iğrenç bir surette uşaklık etmelerini istiyor, dizleri üzerinde sürtünerek yürümelerini, hattâ şarkta bile hoş karşılanmayacak şekilde kendisine tantanalı tâbirlerle hitap etmelerini emrediyor, bazan kendi kendisine komik oyunlar oynamaktan bıkınca, çocukça eğlenceler tertip ediyordu. Sarayın merasim salonlarında horoz dövüşleri yaptırıyor, kan ter içinde horbzları kovalayarak onları yakalayıp boyunlarına imparatorluğun en yüksek nişanlarını takıyordu.

Saltanatm vârisi olan şehzadeler sessiz bir şekilde ve hiç bir şey yapmaya muktedir olamadan yalnız padişahın şansını değil ve fakat devletin de yavaş yavaş çöküşünü üzüntü ile sey-rediyorlardı.'Kifayetsiz olduğu kadar rüşvetçi ve irtikapçı nâzır-lar ıslahat ve yenilik hareketlerini tamamen ihmâl etmişlerdi. Onların bu aczinden ve zaafından istifade etmesini bilen yeni Rus sefiri General îgnatieff Balkan yarımadasının bütün kilit noktalarında işbaşına kendi ajanlarını getiriyordu.

Paris Andlaşmasının imzasından on üç sene geçmişti. Çarlık Rusya'sının ihtirasları yeniden şahlanmış, gözlerini bir defa daha Boğazların üzerine dikmişti. Bu defa arada şu fark vardı ki, Rus Çarı önceleri Ortodoks dininin müdafii Unvanına mukabil şimdi “İslâv kardeşlerin hâmisi” tavrını takınmıştı. Padişahın Avrupa topraklarındaki vilâyetlerinde Rus konsolosları tarafından zevk ve idare edilerek İstanbul’daki Rus sefirinden, para yardımı gören gizli cemiyetlerin adedi çoğalmıştı. Siyasî durumun nezaketi bu tahriklerin faaliyetini kolaylaştırıyordu. Sedan’da Fransızları mağlûp eden Prusya ordusu, ayni şekilde bu defa Avrupa ve Şark devletlerinin kudretini de sarsmaya başlamıştı. Sedan zaferinden bir ay sonra Rus Çarı, Bismarck’dan, tarafsızlığının mükâfatı olarak Paris Andlaşmasına dahil bulunan Karadeniz hakkmdaki hükümleri bozmaya hazırlanıyordu.

Mağlûp Fransa ve Sadowa’da ağır şekilde hezimete uğrayan Avusturya’dan sonra, Paris Andlaşmasının ihlâli karşısında yalnız İngiltere ve Türkiye mukavemet edebilecek durumda kalmıştı. Fakat İngiltere’de iktidarda liberal bir hükümet vardı. Bu hükümetin başında da küçük milletlerin hâmisi vaziyetindeki eski bir Türk düşmanı olan Mr. Gladstone bulunuyordu. Bu itibarla İngiltere hâriciyesi işe müdahale edemeyeceğini derin bir teessürle ifade ile sadece Saint-Petersbourg yerine Londra’da bir konferans toplanması üzerine İsrar etmekle yetindi.

Eski müttefikleri tarafından terkedilen Osmanlı İmparatorluğu Rusların çevirdiği entrikaların arasında kaldı ve bu fırsattan yeni Rus sefiri geniş çapta istifade etmek imkânını buldu. Uzun seneler hizmet gördüğü Uzak-Doğu’da şarklı siyaset adamlarıyla nasıl münasebet kurulacağını öğrenmiş olan General İgnatieff son derece kurnaz, yalan söylemesini ve dalkavukluk yapmasını iyi beceren bir diplomat idi. Panslavizm’in istikbaline onun kadar inanan bir kimse yoktu denilebilir.

Bosna’da Rus ajanları tarafından tahrik edilen bir ayaklanma olmuştu. Bunun üzerine Bab-ı Ali Rusya’dan yardım istedi. General İgnatieff, mahalli konsoloslardan aldığı roporlara göre ayaklanmanın hükümete mübalâğalı bir şekilde aksettiril-diğini, bu işe aşırı bir ehemmiyet verilmeden sükûnetle karşılamanın daha münasip olacağını söyleyerek Osmanlı hükümetini tedbir almamak hususunda ikna etti. Müslüman arazi sahiplerinin yanında hristiyan köylülerle meskûn olan Bosna, Pan-Slâv hareketler için çok müsait bir bölgeydi. Rus ajanlarının mahareti ve Bab-ı Alinin kötü idaresinin sebebiyet verdiği halkın kaynaşması, çok geçmeden umumî bir ayaklanma hâline geldi. Padişah bu vaziyet karşısında Rusya’nın ve Avusturya’nın arabuluculuğunu kabul etmek zorunda kaldı.

1875’de, çılgınca yapılan israflardan sonra, hazine o kadar berbat bir duruma düştü ki, nihayet Padişah Avrupa’h alacaklılara, borçlarını ödemek imkânına sahip olmadığını bildirdi. Bu beyanat, Rusya müstesna, her tarafta şiddetli bir protesto fırtınasının kopmasına sebep oldu. Rusya, alman bu akıllıca tedbirden dolayı Padişahı resmen tebrik etti.

Rus diplomasisi şimdi her sahada zafer kazanıyordu. Hattâ kıskanç bir şekilde yabancılara kapalı bulundurulan saray haremi bile Rus’lara açılmıştı. General İgnatieff’in çok güzel ve câzip karısı, Valide Sultan tarafından hararetli bir şekilde sarayda kabul edildi.. Abdülhamid’in eski bir dostu olan Valide Sultan Pertevnihal, büyük bir siyasî nüfuz tesis etmişti. İradesi zayıflayan oğlu Sultan Abdülaziz tamamen onun hâkimiyeti altına girmişti. Bu suretle Valide Sultan, devlet hâzinesinden geniş çapta masraf yapıyordu. Mücevherlere olan ihtirası her sene biraz daha artıyordu. Aynı günde elli takım elbise almakta tereddüt göstermiyor, sonra saraya gelince bunları yaşına ve başına uygun görmeyerek etrafındaki kadın ve câriyelere dağıtıyordu, onun bu hareketleri Ali Paşa’nın gözünden kaçmamış ve kendisine masraflarının kontrol altına alınması hususunda cesurane bir ihtarda bulunulmuştu. Ali Paşa’nın bu davranışım hakaret sayan Valide Sultan onu aslâ affetmemiştir. Paşa’nın ölümünden sonra Valide Sultan Pertevniahal, onun taraftarlarının iktidara gelmesine mâni olmak için bütün nüfuzunu kullandı. Jön Türk-lere karşı beslediği kin ve nefret, bilindiği gibi onu Rus elçisinin en kudretli bir dostu yaptı. Bu suretle kendisine Rus Çarı tarafından çok kıymetli mücevherler ve kürkler hediye edildi.

Pertevnihal’in düşmanlarına karşı amansız bir kin beslemesine mukabil, dostlarına karşı da o nispette sadakat gösterdiği bilinmektedir. Bu sadakat bilhassa Padişahın yeğenlerine karşı açıkça tezahür ediyordu. Halk arasında daha fazla sevilen Murad için daima bir şüphe ve nefret hissettiği hâlde Abdülha-mid’e olan dostluğunu ve himayesini yaşatmaya devam ediyordu. Genç şehzadeye karşı son derece itimat eder, kendisine olan dostluğundan dolayı minnetarlığını ona sık sık gösterirdi. Abdülhamid onun sayesinde taht etrafında çevrilen dolapları öğrenmiş oluyordu.

Abdülhamid bu devirde çok sâkin bir hayat sürüyordu milletlerarası siyasî durumu ancak çok sıkı şekilde sansüre tâbi tutulan Türk gazetelerinden takip edebiliyordu. Selâmlık merasimlerine ıştirâk ettiği zamanlar, nâzırlar ile görüşmesine müsaade edilmiyordu. Bu yüzden uzun zamandan beri Galata bankerleri padişahın bu yeğeninin önünde siyasî meselelerden bahsetmekten çekiniyorlardı. Fakat Abdülhamid, Valide Sultan Per-tevnihalden bir çok şeyleri öğreniyordu. İhtiyar kadın tarafından toplanan doğru veya yanlış bilgilere göre: Türkiye’nin yeni siyasî temayül ve istikametini, Rus sefirinin âniden şöhret kazandığını haber almıştı. Esasen kendisinin, yeni sadrâzam Mahmut Nedim Paşa ile Mısır Hidivi arasında dostluk tesisi hususunda padişahı ikna etmek suretiyle zekâ ve kabiliyetini ispat ettiğini işitmişti. O sırada Mısır Hidivi Boğaziçinde bir saray inşa ettiriyor ve bu vesile ile cömertçe bahşiş dağıtarak herkesin kalbini kazanıyordu..

Bir sabah Galata’da, Rum bankerlerinden birine tesadüf eden Abdülhamid’e, banker, padişahın Mısır üzerindeki hükümranlık haklarını, Ermeni bankerleri tarafından garanti edilecek muayyen bir para mukabilinde Mısır hidivine satmak üzere olduğunu anlatmıştı. Fakat Pertevnihal’in bu satış işinden haberi yoktu. Esasen onun haberi olsa da, böyle bir şeyin ehemmiyetini anlayamazdı. Bunu, iptidaî bir sâfiyet içinde hiç endişe duymadan kabul hazırdı. Ona göre sadrâzam Mahmut Nedim, Allah tarafından gönderilmiş bir dâhi idi. Çünkü padişahın kasasını dolduracak yeni bir gelir kaynağı bulmuştu.

İmparatorluğu yavaş yavaş uçuruma götüren hâdiseler karşısında genç şehzadenin ne gibi bir tepki gösterdiğini anlamak çok güç idi. Bir taraftan Abdülhamid’in, Halifenin mutlak kudret ve selâhiyetlerine karşı tam bir inancı vardı. Fakat diğer taraftan da amcasının yaptığı çılgınca hareketlerin kendisini bir saltanat mirasından mahrum bırakmasından da korkuyordu. Ab-dülaziz’in saltanat üzerindeki hakların değiştirilmesi imkânları üzerinde bâzı ulema ile istişareler yaptığı biliniyordu. Bu teşebbüs ner ne kadar münhasıran kardeşi Murat aleyhine yapılmış ise de, yine de gözde uzak bulundurulmamalıydı. Abdülhamid bu endişelerinden Pertevnihal’e bahsetti. O da tanıdıkları Suriye’li bir şeyhin kehanetine müracaatı tavsiye etti. Şeyh Kâğıtha-nedeki köşke dâvet edildi. Haliç’e ve Eyüb’ün servi ormanlarına bakan balkona oturdular, şeyh genç şehzade üzerinde kehanette bulunarak dedi ki:

İki sene soma siz Eyüp camiinde Osman’ın kılıcını kuşanacaksınız ve bu suretle de halife ve padişah ilân edileceksiniz.”

Derin bir huşû içinde telâffuz edilen bu sözler, bir daha aslâ tekrarlanmadı. Abdülhamid’in sormak istediği bir çok sualler şeyhin mânâlı bakışları arasında cevapsız kaldı. Daha fazla ifşaatta bulunmayan şeyh, Suriye’ye avdet etti. Fakat söylediği bir kaç kelime Abdülhamid’i ikna etmeye kâfi geldi.

Filhakika genç şehzadenin uzun zaman beklemeye tahammülü yoktu. Kâğıthanedeki çiftliğini işletmek ve zaman zaman Galata’da borsa oyunu oynamak suretiyle sâkin bir hayat sürerek sabır ve tahammül ile zamanın geçmesini beklemeye başladı. Fakat ara sıra yalnız kaldığı zamanlarda Murad ile kendisinin, babalarının tahtı üzerinde iki vâris olduklarını düşünüyordu. Ama fazla miktarda içki içmesi Murad’ı ağır şekilde hasta etmişti. Hususî doktoru Rum Mavroyani’nin haber verdiğine göre, Murad bu itiyadını terketmezse kısa bir zamanda harap olabilirdi. Doktorun bu teşhisinden sonra Murad şarap müstesna, rakı gibi sert içkileri içmekten vazgeçmişti.

Murad’ın kadınlara karşı da büyük zaafı vardı. Her ne kadar çapkın bir tabiatte ise de, bünyesinin böyle sefih bir hayata tahammülü olmadığı belliydi. Murad’ın gelirinin büyük bir kısmını kadınlara hasretmesine mukabil, Perestû tarafından idare edilen ve daha az kalabalık olan Abdülhamid’in haremi onunki kadar pahalıya mâl olmuyordu. Abdülhamid bütün hayatı boyunca cinsî münasebetlerin zevkinden ziyade hissi bir alâkanın ihtiyacı içindeydi. Ama bu arzularını da kendi hareminde gerçekleştirmek istiyordu. Güzel kadınlardan ziyade zeki olanlara karşı hayranlık gösteriyordu. Böyle bir kadın ile karşılaşabilmek için Beyoğlu’nun hristiyan muhitinde dolaşmaya başladı. İlk defa olarak Belçika’h bir kız ile münasebet kurdu.

Flora Cordier adındaki bu kızdan zamanımıza pek az bir bilgi kalmıştır. Gözlerinin içi gülen sarışın bir güzel olan bu kız, Beyoğlu’nda bir moda evi işletiyordu. Dükkânı, Avrupa’h zârif ve kibar gençlerin buluşma yeriydi. Genç kız Abdülhamid ile olan münasebetlerinde evliliğe müncer olacak kadar ihtiras göstermekten çekinmiyordu. Hattâ söylendiğine göre onun bu ihtirası gizlice tahakkuk etmişti. îki sene sonra Abdülhamid tahta çıktığı zaman İngiliz başvekili Mr. Disraeli, Lord Salisbury’e yazdığı bir mektupta diyordu ki:

“Yeni padişahın yalnız bir karısı vardır. Bu da Beyoğ-lu’nda mode evi işleten Belçikalı bir kızdır. Padişah şehzadeliği zamanında genç kızın dükkânında sık sık gider ve ondan eldiven satın alırdı. Bu sırada ona sonsuz bir hayranlık duymuştur. Bir gün genç kıza demişti ki: - Benimle evleneceğinizi zannedi-yormusunuz?...

Genç kız cevap verdi: - Niçin... Elbette... ve böylece evlendiler. Bu genç kız şehzadeye saray hayatı aleyhinde devamlı şekilde telkinde bulunmuştur. Kısaca bir Roxelane (Hürrem Sultan), Abdülhamid de bir Kanunî Sultan Süleyman... Değil mi?..

İngiltere Başvekilinin bu şairane sözlerine rağmen Mile Cordier, Roxelane gibi bir padişah karısı olmaya lâyık kimse değildi. Bununla beraber bir kaç sene müddetle Abdülhamid’e hayatında mahrum kaldığı sevgi,ve aşkı bol bol vermiştir. Onun lehine kaydedilebilecek diğer bir husus da dükkânın İstanbul’un âdeta bir dedikodu merkezi olmasıdır. Fakat genç Abdülhamid bu dedikodulardan zevk almayacak kadar ilgisizlik gösterirdi. Mile Cordier, hristiyanlarla müslümanlarm birleşmesinden ve memlekette anayasa hükümeti kurulmasını İsrarla isteyen yenilik taraftarlarının faaliyetlerinden Abdülhamid’in en küçük bir şüphe ve endişe duymadığım hayretle görmüştü. Genç şehzade ilk defa olarak, hakarete uğrayan hristiyanların durumlarından şikâyetçi olduklarını ve memlekette yapılacak yeniliklerin tahakkuku için bütün'ümitlerin Tuna Valisi ve Devlet Şûrası Reisi Mithat Paşa üzerinde toplandığını da bu Belçikalı metresinin gevezeliklerinden öğrenmişti. Hristiyan halk lehine bâzı ciddî değişiklikler yapmayı düşünen Mithat Paşa’nın emelleri ve siyasî temayülleri bu küçük Belçika’lı kız için büyük şeyler ifade etmeyebilirdi. Sadece Flora Cordier şehzadeye umumî ıztırabı ve hiddeti ifşa ile iktifa ediyordu. Esasen bu hususlar halkın her tabakası arasına yayılmıştı. Bundan sadece saray haberdar değildi-

·        IX

Saraya Baskın

Abdülaziz fırtınalı bir denizde bocalayan dümcnsiz bir gemi gibiydi. 1876 ilkbaharında İngiltere Sefiri Sir Henry Elliot not defterine şunları yazıyordu;

“Paşalardan sokaktaki hammallara ve Boğazdaki kayıkçılara kadar, kimse artık düşüncesini saklamaya lüzum görmüyor. Bütün ağızlarda (Kanun-u Esasi) kelimesi dolaşıyor. Eğer padişah, bunu halka vermeyi red ederse tahttan indirilmesi hemen hemen önlenemiyecek bir teşebbüs haline gelecektir.”

O sene kış çok sert geçmişti. Anadolu’da soğuktan ve açlıktan binlerce insan can vermişti. İstanbul mültecilerle dolup taşıyordu. Camiler ve medreseler yıkılacak kadar insan ile dolmuştu. Sokaklarda, başı boş köpeklerden daha fazla dilenci dolaşıyordu. Müslümanların an’anevî misafirseverlikleri çetin-bir imtihan geçiriyordu. Zenginler ve fakirler aynı şekilde hükümetten nefret ediyorlardı. Hükümet merkezinde memnuniyetsizlik arttıkça, vilâyetlerden de, zaman zaman çok fena haberler geliyordu. Sırbistan ve Karadağdan hareket eden kafile halindeki gönüllüler, ayaklanan Boşnakların yardımına koşuyordu. Bulgaristan’da birkaç seneden beri çok iyi bir şekilde komşuluk yapan müslüman ve hristiyan halkın dinî hisleri Panslâv fesatçılar tarafından iyice körüklenmişti. Selânik’de ayaklanan mutaassıp müslümanlar Fransız ve Alman konsoloslarını katletmişlerdi. 1876 ilkbaharında Şark meselesi bütün Avrupa hükümetlerinin bir defa daha dikkatle üzerinde durmayı icabettiren bir hal almıştı. (Drei Kaiser Bund-Üçlü îttifak)m üç partöneri olan Avusturya, Almanya ve Rusya İmparatorları Osmanlı Padişahını, uzun zamandan beri vaadettiği İslâhatı ve yenilikleri tatbik sahasına koymamakla itham ederek, eğer bu taahhütlerini yerine getirmezse “hristiyan tebaayı himaye için” müdahalede bulunmak mecburiyetinde kalacaklarını açıkça bildirdiler.

Bununla beraber AvrupalIların farkedemedikleri bir husus vardı; bizzat gayri memnun olan Türk milleti için, yabancı devletlerin müdahale tehdidi ağır bir zillet ve hakaret teşkil ediyordu. Resmen faaliyeti yasak edilen “Jön Türkler Partisi” zaman geçtikçe gizli bir kuvvet kazanıyordu. Müslüman ve hristiyan halk şimdi Mithat Paşayı şef olarak nazarı itibare alıyordu. Hükümet merkezinde ötedenberi muhafazakâr sınıfı temsil eden medrese talebeleri (mollalar) bile yenilik taraftarlarının dâvalarına iştirâk ediyorlardı. Nitekim 10 Mayıs günü iki bin kadar medrese talebesi Harbiye Nezaretine gitmekte olan padişahın oğlu şehzade Yusuf İzzettin’i tevkif ederek, Rus taraftarı olan sadrâzamın derhal azlini ve yerine Mithat Paşa’nın getirilmesini istediler.

Bir ihtilâl tehlikesinden korkan Padişah hemen Mithat Paşayı huzura çağırdı. Fakat sekiz günden beri Paşa, hükümet merkezinde değildi. Esasen Mithat Paşa, Abdülaziz tahtta kaldıkça hiç bir ıslâhat ve yenilik hareketinin gayesine ulaştırıl a-mayacağına kaaniydi. Bu buhranlı durum karşısında âciz kalan padişah hareme kapanarak vaktini onyedi yaşındaki bir Çerkeş kızının koliarı arasında geçiriyordu. İddia edildiğine göre, genç Çerkeş kızı padişahın zayıf karakteri üzerinde şiddetli bir nüfuz tesis etmişti.

Onun arzularını yerine getirmek için padişah bir milyon lira sarfetmekten çekinmemişti. Abdülaziz’in hafinden başka bir çare kalmıyordu. . Bu itibarla Mithat Paşa, hâlen şehir dışındaki bir konakta mahpus yaşayan veliahd ile dâva uğruna temasa geçti. Bu temasların teferrüatı hakkında fazla birşey bilinmiyor. Keza Abdülhamid’in de bu görüşmelerde hazır bulunup bulunmadığı malûm değildir. Fakat hâdiselerin takibettiği seyir nazarı itibare alınırsa onun herşeyden malûmatı olduğu veya ihtilâl hareketinde mühim bir rol oynayan eniştesi Mahmut Celâ-lettine Mithat Paşa tarafından gerekli izahat verildiği anlaşılmaktadır. Alelâde hallerde tahta karşı yapılacak bir harekete iş-tirâk edebilecek en sonuncu şahıs Abdülhamid olabilirdi. Fakat bu sırada istikbalinin tehlikeye düşebileceği korkusu ihtilâl korkusundan daha kuvvetli olduğundan itimat etmediği kimselerle birleşmeye ve nefret ettiği kardeşini desteklemeye mecbur bulunuyordu.

Halk arasında yenilik taraftan ve fazilet timsali olarak bilinen şehzade Murat, Avrupa seyahatinden sonra tamamen değişmiş ve anlaşılmaz bir takım demokrasi sloganlarının hararetli bir taraftarı kesilmişti. Sürdüğü hayat tarzı, sıhhatini altüst etmişti. Eskiden içkiye olan düşkünlüğü bir temayül halindeyken şimdi fena bir itiyat şeklini almıştı. İçkinin tesiriyle mânen ve maddeten çökmüştü. Fakat mahpus hayatında kurtulduktan sonraki devreye ait şehzade Murat’ın kusur ve zaaflarını pek az kimse biliyordu. Mithat Paşa, Murat’ın bu fena huylarından şüphelenmekle beraber iktidarda istediği gibi serbest kalarak dizginleri elinde tutabileceğini tahmin ediyordu.

Filhakika Mithat Paşa’nın en hâkim vasfı muhteris olmasıydı. Fakat bu ihtiras, şahsî gayelerden ziyade memleketinin iyiliği içindi. Ondokuzuncu asır Türkiyesinde, idaresi altındaki vilâyetlerde bütün fenalıkları ortadan kaldırmış olması, onun en müspet icraatı olarak belirmişti. Bu parlak neticeler Bab-ı Ali’nin tıklım tıklım dolu koridorlarına merhametsiz bir şekilde saldırarak, oradaki bir takım tufeyli, irtikapçı ve rüşvetçi kimseleri uzaklaştırmakla elde edilmişti. Mithat Paşa servetini, mevkiini ve hattâ hayatını, memleketinin hür bir anayasaya sahip olması için fedaya hazırdı. “Sultan Abdülaziz’in hal’inin münakaşa kabul etmeyen zarureti” üzerinde mutabakat hasıl olup karar verildiği zaman, Hükümet azalan arasında sadece Mithat paşa ile Harbiye Nâzın hayatlarını ortaya koyarak bir darbe yapmak çin teşebbüse geçmişlerdir.

O sırada padişaha karşı halkın kin ve nefreti açıkça ifade ediliyordu. Nitekim bunu yakından bilen Büyük Britanya sefiri yazdığı bir mektupta;

“Abdülaziz’in hal’i artık sadece bir gün mes’elesidir.” diyordu. Fakat çok gariptir ki, böyle bir hareket yapılacağı hak-kmdaki dedikodulardan şehrin her tarafında casusları olan sarayın ve Rus sefaretinin haberi olmamıştı. Anlatıldığına göre Saray baskınının 29 Mayıs gecesi yapılacağı tesbit edildiği sırada Abdülaziz saltanat salonunda horoz dövüşü seyrettikten sonra gayet rahat bir şekilde yatak odasına çekilmişti. Rus sefiri İgn-atieff ise Berlin muhtırasının son hazırlıklarını görüşmek üzere Avusturya sefaretinde akşam yemeğinde bulunuyordu. İngiltere’nin muhalif kaldığı Boşnak mes’elesi hakkındaki bu muhtıra ertesi günü padişaha takdim edilecekti. General Ignatieff, Avusturya sefirinin nefis yemeklerini yerken, Harbiye Nâzırınm emrine giren kara ve deniz birliklerinin saray üzerine yürüyüşe geçeceğine aslâ ihtimal vermiyordu.

Fırtınalı bir geceydi. Karadeniz cihetinde esen şiddetli bir rüzgâr köpükler saçarak Boğaz sularını kamçılıyordu. Asya sahilindeki küçük bir sandalda bulunan bir kaç kişilik grup yağmurdan adamakıllı ıslanıyordu. Bunlarda, baskında vazife alacak kimselerin hâli yoktu. Hepsi de gece yarısı böyle bir yolculuk yapmaya alışkın olmayan yaşlı ve itibarlı siyaset adamlarıydı. Karşılarında Boğazın diğer sahilinde Dolmabahçe Sarayı’nın karanlıktaki silueti yükseliyordu, sarayın ıslak mermer duvarlarının üzerinde arasıra akisler yaratan bir ışık parlıyordu. Bu ışıklar âdeta yaklaşan bir tehlikenin işaretine benziyordu. Büyük zorluklarla Boğazı geçtikten sonra arabaların ve atların evvelce tesbit edilen yerde bulunamaması derin bir şaşkınlık yarattı. Nihayet bir saat sonra aradıklarını buldular. Mithat Paşa saraya yapılan baskından halkı haberdar etmek üzere hemen İstanbul tarafına, diğer arkadaşları da kışlalara doğru hareket etti.

Dolmabahçe saati geceyarısmdan sonra biri çalmak suretiyle sanki Abdülaziz’in âkibetini ilân ediyordu. Bu son dakikada beyaz mermer sarayında tuzağa yakalanan Abdülaziz’i kurtarmak için herhangi bir hareket yapmaya artık imkân kalmamıştı. Zira sarayın etrafı ve kapıları sarılmıştı. Abdülaziz’in çok iftihar ettiği donanmasının yeni gemileri, şimdi onun kaçabileceği yolları kesmekle vazifeli olarak Marmarada dolaşıyordu.

HİÇ bir şeyden haberi olmayan padişah, yanında genç ve güzel çerkes kızı olduğu halde altın işlemeli yatağında derin bir uykuya dalmıştı. Gecenin karanlığını yırtan silâh seslerini bir takım gürültüler takibetti, ve bir anda bahçenin kumsal tarhlarını çiğneyen asker çizmelerinin gıcırtıları etrafa yayıldı. Padişaha sâdık Arnavut muhafızlar, gelenlere mâni olmaya teşebbüs ettilerse de kolayca bertaraf edildiler. Mütecavizler hemen sarayın kapısını zorlamaya başladılar. Hakikî ve sert bir asker olan Harbiye Nâzın için, sarayın saltanat dairesine girmek için de zor olmadı. Başlarında, beyaz gece elbisesiyle dev gibi Kızlara-ğası olduğu halde bir sürü haremağası salonda ayakta duran padişahın etrafım çevirmişti. Abdülaziz yarı giyinmiş vaziyette elinde bir kılıç dimdik ayakta duruyordu. Çerkeş kızı korkudan hıçkırarak efendisinin koluna asılmıştı. Bir taraftan peçesi ile yüzünü kapatmayı da ihmal etmemişti.

Abdülaziz ilk önce mukavemet etmeye teşebbüs etti. Ancak Harbiye Nâzın elindeki fetvayı gösterince kılıcını kınına sokmaya râzı oldu. Fetvayı imzalamış olan Şeyh-ül İslâm, İmparatorluğun en yüksek dinî reisiydi. Padişahları azletmek, şeriat hükümlerine göre sadece onun iktidarında bulunuyordu. Fetva okunduktan sonra Abdülaziz mukadderata boyun eğdi. Bu sırada iri yarı bir kadın olan Valide Sultan haremden çıkageldi. Saçları darmadağınık, yüzü açıktı. Birden Harbiye Nâzırının üzerine atılarak kınalı tırnakları ile Paşa’nın yüzünü tırmalamaya, sırmalı terlikleriyle de karnım tekmelemeye başladı. Artık Valide Sultan Pertevnihal, bir anda eski halk kadını Besime oluvermiş, oğlunu kurtarmak için herhangi bir köylü kadın gibi kavgaya koyulmuştu. Fakat daha önce garip bir şekilde sükûnet bulmuş olan padişah, şimdi yerde yatan annesini yakalamaya çalışan askerlere birkaç söz söylemiyecek kadar şaşırmıştı ve az sonra da hiç bir muhalefet ve mümanaat göstermeden sarayın kapısı önünde bekleyen arabaya götürüldü.

Sarayda bu hâdiseler olurken İstanbul tarafında bulunan Mithat Paşa endişeli saatler geçiriyordu. Yalnız başına ve iliklerine kadar ıslanarak Harbiye Nezaretine gelmişti. Nezaretin kapısındaki nöbetçi onu tanımıyordu. Bir müddet bekledikten sonra, civardaki kışlalara kumanda eden subayın yanma güçbelâ gitmek imkânını buldu. Eğer bir başarısızlık şayiası çıkarsa, oradaki birlikler pekâlâ aleyhte bir harekete geçebilirdi. Fakat şafak sökerken saraya yapılan baskının ve bu suretle de padişahın hal edildiğinin muvaffakiyetle neticelendiğini ilân eden top sesleri işitildi. Büyük bir ferahlık hisseden Mithat Paşa bulunduğu yerden çıktı ve neşeli tezahürata vesile olan sevinçli haberi halka ilân etti. Eski padişaha karşı halkın nefreti o kadar şiddetliydi ki yapılanların doğru olmadığına dair en küçük bir mırıltı bile duyulmadı. Askerlerle beraber gönüllü bir maiyet erkânı gibi Mithat Paşa’nın peşine düşen halk, şehrin civarındaki şehzade Murad’ın konağına kadar geldi.

Mithat Paşa konağa vasıl olduğu sırada Murat henüz uykudaydı, Saray baskınını hazırlayanlar veliahdin kendi görüşlerine iştirak edip bir anayasanın ilânına rıza göstereceğine ve hiç bir şeye karışmadan plânlarını tatbik etmelerine göz yumacağına tamamen itimat ediyorlardı. Haremağalarından biri hâdiseyi haber vermek için şehzadeyi uyandırdığı zaman Murat ilk önce dehşetli bir korkuya kapıldı. Devamlı şekilde öldürüleceğini vehmederek yaşadığı için, haberin yalan olduğunu, bir tuzak kurularak kendisinin amcasına teslim edilmek istendiğini zannetti. Mithat Paşa’nın, konağına gelmesi bile ona emniyet vermeye kâfi değildi. Yatağının üzerinde büzülmüş vaziyette durmadan; “Amcamı serbest bırakınız!” diye mırıldanıyordu.

Bu zavallı mahlûk karşısında Mithat Paşa, uğruna canını feda ettiği dâvasının kaybedilmek tehlikesine mâruz kaldığım anladı. Şehzâdenin önünde diz çökerek ona cesaret tavsiye etmeye başladı. Şehzâdeye;

“Abdülaziz’in vaadlerini yerine getirmek için vaktin artık geçmiş olduğunu, herşeyin olup bittiğini, halkın padişah olarak kendisini beklediğini, nâzırlarm Harbiye nezaretinde toplu bir halde emrine hazır olduklarını” bildirdi. Fakat Murat’tan gözyaşından başka bir cevap gelmiyordu. Genç, fakat hasta olan şehzade iktidar yükünün altında âdeta şimdiden ezildiğini hissediyordu. Bu sırada Mithat Paşa birden Abdülhamid’i hatırladı. Babaları Abdülmecit zamanında bu iki şehzadenin birbirlerinden son derecede nefret ettiklerini, yekdiğerine aslâ itimat göstermediğini biliyordu. Sert bir sesle dedi ki “Zat-ı şahaneleri tahta çıkmayı kabul buyurmazlarsa, bu hak sizden sonra gelen ilk vâris kardeşiniz Abdülhamid’e intikal edecektir.” Nefret ettiği bu ismi işiten yeis içindeki genç şehzâdeye âdeta yeni bir hayatiyet gelmişti. Birden kendini kaybedercesine “Asla!... Asla!...” diye bağırarak yatağından fırladı. Sonra biraz sâkinleşin-ce: “Allahın dediği olur. Milletimin başına geçeceğim.” dedi.

Mithat Paşa inatçı şehzadeyi tahta oturtmak için bu şekilde ikna ettiği sırada, diğer arkadaşları da Harbiye Nezaretinde toplanıyorlardı. Henüz bir kaçı bir araya gelmişti ki, şehzade Abdülhamid’in geldiği haberi verildi. Bu haberi orada bulunanların hepsi de hayretle karşıladı. Saraya yapılacak baskın tasavvurundan haberi olmadığı zan edilen şehzadenin bu kadar çabuk bir zamanda nasıl geldiğini herkes birbirine soruyordu. Fakat şehzadenin yanında eniştesi Mahmut Celâlettin, en zengin ve en kudretli paşalardan biriydi. Onun, yüksek rütbede subaylar üzerindeki nüfuzu bilindiği için baskından, daha önce haberdar edilmişti. Sâkin bir tevazu ve nezaketle genç şehzade şaşkın nâzırların ellerini sıktı. Nâzırlardan bâzısı şehzadeyi belki de ilk defa görüyordu. Pala gibi eğri ve iri burnunun ikiye ayırdığı soğuk ve solgun yüzü, şimdiye kadar asla bu derece hissiz ve somurtkan olmamıştı. Ağır gözkapaklarının altına gizlenen koyu gözlerinde hiç bir mâna ve canlılık yoktu. Onun, kardeşiyle olan münasebetlerinin derecesini bilenler, kendisinin veliaht olarak kat’iyen arzu edilmiyeceğini tahmin ediyorlardı. Fakat Murat, devleti, modern bir hükümdar olarak idareyi vaadetmişti ve esasen meşrutiyet anayasası saltanat vârislerinin zehirlenmesine veya katledilmesine aslâ cevaz vermiyordu. Sabahın alaca ve rutubetli karanlığında, Abdülhamid, Dolmabahçe’den atılacak top sesi ile verilecek işareti beklemişti ve top sesini duyunca da başka bir haber beklemeden kardeşinin tahta çıkışını sâdık tebaadan biri olarak ilk defa tebrik etmek için Harbiye nezaretine

koşmuştu.

Birkaç aydanberi Murad’ın sıhhatiyle ilgilenen Abdülha-mid, onun ırsî bir sinir hastalığına yakalanmış olduğuna hekimlerin kanaat getirdiklerini biliyordu. Aşırı derecede kadına ve içkiye olan iptilâsı yüzünden Murad’ın zaten bozuk olan dengesinin âni heyecanlar karşısmda sarsıldığı ilk hamlede meydana çıktı. Çünkü Mithat Paşa tarafından refakat edilen, refakat değil, âdeta desteklenerek Harbiye nezaretindeki Şûra salonuna giren Murat, acınacak bir halde olduğunu isbat ediyordu. Yeni bir devrin şafağında tahta çıkan şehzâde nâzırları kabul etmek için kararsız ve titrek adımlarla ilerledi. O kadar şiddetli bir sarsıntı geçiriyordu ki, kılıcını bile zor tutabiliyordu. Muhteşem ve tantanalı cülûs yeminini hemen hemen anlaşılamayacak bir sesle telâffuz etti.

Bu sırada nezaretin önündeki meydanda toplanmış olan askerler “Padişahım çok yaşa!...” diye bağırıyorlardı. Marmara denizindeki donanmadan atılan topların gürültüsü yeni hükümdarın tahta çıktığını ilân ediyordu. Fakat Harbiye Nezaretindeki salonda toplanmış olan nâzırlar meyyus ve üzgün bir şekilde yan gözle birbirlerine bakıyorlardı. Kendilerine hâkim olmak istemelerine rağmen gayrı ihtiyarî nazarlarını genç şehzade Ab-dülhamid’e doğru çevirdiler.

Sultan Murad’ ın Çok Kısa Süren Saltanatı

Türkiye yeni bir hükümdara sahip olmuştu. Sultan Murat İmparatorluğun her tarafında (Islahatçı-Yenilik taraftarı Murat) ünvanı ile alkışlanıp selâmlanıyordu. Haber Avrupa’da da aynı heyecanla karşılanmıştı. Fakat İstanbulda yalnız Rus sefiri General İgnatieff ihtiyatlı ve soğuk bir vaziyet muhafaza ediyordu. Beyoğlu’ndâki Avrupa kolonisi arasında korkulu ve şüpheli bir hava yaratmak maksadıyla da sefarethanenin etrafında özel emniyet tedbirleri aldırmıştı. Fakat çok geçmeden General İgnatieff dahi hâdisenin müslümanlar kadar, hristiyanlar tarafından da çok müsait karşılandığını kabule mecbur oldu. İhtiyati bir tedbir olarak İstanbul’da ilân edilen fevkalâde hal, bir kaç saatten fazla devam etmedi. 31 Mayıs öğleden sonra tekrar açılan kahveler sevinç içinde olan halkın istilâsına uğradı. Pazarlarda ve eğlence yerlerinde oynatılan Karagöz oyunlarında günün mevzuu olan iki şahsiyetin taklitleri yapılmaya başlandı. Seyircileri çok eğlendiren bu şahsiyetlerden biri Rus taraftarı olarak tanınan ve kendisine Nedimof ismi takılan eski sadrâzam Mahmut Nedim Paşa, diğeri de Rus sefiri General İgnatieff idi.

Fakat halkın bu sevinci, melânkolik bir hastalığa yakalanmış olan genç padişahı kurtarmak için nâzırların ve hekimlerin büyük gayret ve faaliyet gösterdikleri sarayda en küçük bir aksiseda yaratmıyordu. Murat, kendi namına tanzim edilen ferman ve iradeleri bir çocuk uysallığı ile imzalıyordu. Fakat sefirlerin tebriklerini kabul etmek sırası gelince, padişah öyle şiddetli buhranlar geçirmeye başladı ki, hekimler tebrik merasiminin tâ-likine lüzum gördüler. Vaziyet çok ciddi bir hal almıştı. Mithat Paşa bir an bile padişahı yalnız bırakmaya cesaret edemiyordu. Bu yüzden “Biad” merasimi de gayrî muayyen bir zamana bırakıldı. Sultan Murad’ın sarsılan sinirlerinin yavaş yavaş istirahat ve sükûnet içinde tabiî haline gelebileceği ümid ediliyordu. Fakat müteakip haftalar zarfında meydana gelen hâdiseler, bütün ümitlerin kaybolduğunu gösterdi.

Eski Padişah Abdülaziz’in hayatına son verdiği hakkında-ki haber şehre yayılınca, herkes onun öldürülmüş olduğuna ihtimal verdi. Fakat İstanbul’un en meşhur on dokuz hekimi ile sefaret hekimlerinin müşterek beyannameleri ve eski Sultanın haremindeki kadınlarla harem ağalarının şehadeti, Abdülaziz’in intihar ettiğine inanmak için ciddî delilleri teşkil etti. Şehitlere göre eski padişah hal edildiğinin ertesi günü derin bir ümitsizliğe kapılmıştı ve bu yüzden de üç defa kendisini pencereden atmaya teşebbüs etmişti. Bir ihtiyat tedbiri olmak üzere, haremdeki kadınlar makas ve bıçak gibi kesici âletleri saklamaya lüzum görmüşlerdi. Verilen bir haber doğru ise, eski padişahın annesi İhtiyar Valide Sultan Pertevnihal, oğlunun ölümüne sebep olan yegâne kimse idi. 4 Haziran sabahı, Abdülaziz, sakalını düzeltmek üzere annesinden bir makas istedi. Pertevnihal sultan ona istediği makası getirdi ve odasında yalnız bıraktı. Kadınlardan birini de odanın penceresine nöbetçi koymaktan başka bir tedbir almadı. İşte, hâdiseyi bu pencerede bekleyen eski padişahın gözdesi güzel çerkes kızı görüp haber vermişti. Gözlerini, efendisinin oturduğu sandalyeden ayırmayan genç kadın, birdenbire Abdülaziz’in ölümü halefi Murat üzerinde çok feci bir tesir yarattı. Dengesi iyice bozulmuş olan bedbaht Murat, kendisini amcasının kaatili olarak görüyordu. Bu yüzden vaziyetin çok tehlikeli bir hal aldığını anlayan annesi yeni Valide Sultan, hemen Mithat Paşayı bularak ondan, Viyana’nın en tanınmış bir sinir mütehassısının getirtilmesini istedi.

Aradan hayli zaman geçmesine rağmen genç Sultan halkın karşısına çıkmıyor ve onların bu arzularını mükâfatlandırmak için herhangi bir harekette bulunmuyordu. Cuma günleri Dolmabahçe camiinin önünde toplanan kalabalık sadece kapalı bir arabanın geçtiğine şahit oluyordu. Halkın sevinci çok geçmeden yerini, derin bir şüphe ve endişeye bıraktı. Eski padişahın intiharı, İstanbul’un muhafazakâr unsurları arasında şiddetli bir tepki yarattı. Birkaç gün sonra da Abdülaziz’in gözdesi güzel çerkes kızı öldü. Çok muazzam bir kalabalık genç kadının cenazesini Üsküdar mezarlığına kadar takip etti. Fakat bu ölüm daha fecî hâdiselerin başlangıcından başka bir şey değildi. Ölen çerkes kızının, eski padişaha çok sâdık olmak ve iyi silâh kullanmakla tarîman subay kardeşi Bağdat’a sürgün edilmişti. Bu suretle kendisine hakaret ve tecavüz edildiğine kani olan genç subay, Harbiye nazırından intikam almaya karar verdi .Bir gün fazla miktarda afyon yutarak üzerine dört tane tabanca aldı. Tabancalardan ikisini beline, diğerlerini de çizmelerinin kenarına yerleştirdi. Hemen Bab-ı Ali’ye giderek kabine toplantısından çıkmakta olan nazırlardan evvelâ Harbiye, sonra da Hariciye nâzırının üzerine ateş etti. Her iki nazır da öldürülmüştü. Kendisini yakalamak isteyen iki kişiyi daha yere seren genç subay, ancak yedi kişiyi öldürüp sekiz kişiyi de yaraladıktan sonra yakalanabildi.

Kalabalık bir halk kitlesinin huzurunda asılıncaya kadar cesaretini ve metanetini muhafaza eden subay, hiç bir suikast düşüncesi olmadığım, sadece Harbiye nâzırından intikam almak istediğini söylemekten başka bir itirafta bulunmamakta ısrar etti. Fakat mutaassıp bir gencin bu mücerret hâdisesi, doğmakta olan yeni bir rejimin ölüme mahkûmiyetinin ilk belirtisi oldu. Bu hâdiseyi müteakip Sultan Murat aklım tamamen kaybetti. Doktor Leidersdorff Viyana’dan geldiği zaman padişahın hususî doktoru ve İstanbul Akıl Hastahanesinin Müdürü, Sultanın artık tedavisi mümkün olmadığını açıkça beyan etmiş idi. Bununla beraber doktor Leidersdorff bu fikre iştirak etmedi. Kronik alkolizm halinin bir seri şoklarla vehamet kesbetmiş olduğunu, hastanın üç ay müddetle mutlak bir istirahate tâbi-tutulması ve her türlü heyecandan uzak bulundurulması suretiyle tedavisinin ihtimal dahilinde olabileceğini söyledi. Bu teşhis, nâzırları daha sıkıntılı ve müşkül bir vaziyete sokuyordu. Zira imparatorluk, tarihin en nâzik bir devresinde hükümdarsız kalmış olacaktı.

İmparatorluğun her tarafında, padişahın tebaasına vaadet-tiği anayasanın ilânı bekleniyordu. Yeni padişahın tahta çıktığının birinci günü Mithat Paşa tarafından neşredilen iradede, yapılacak yenilikler ve İslâhat ile Sultanın tebaası arasında mutlak müsavatı temin için, hattâ şeriat hükümlerinden bâzısmın bile tatbik edilmiyeceği ilân ve ifade edilnuşti. Bu irade Avrupa’da çok müspet bir tesir yapmıştı. Prens Bismarck ve Kont Andras-say, Prens Gortchakoff’u müştereken ikna ederek, genç Sultana, devlet teşkilâtım bir nizam altına sokmak üzere zaman verilmesi ve bu itibarla Berlin muhtırasının da daha müsait bir tarihe bırakılması hususunda anlaşmışlardı. Fakat aradan henüz bir ay geçmeden büyük siyasî hâdiseler oldu ve Balkanlar yeniden ateş aldı.

Türkiye’ye saldırmak için Sırbistan ve Karadağ, Bosna’daki isyan hareketlerine iştirak etmişti. Diğer taraftan Rus ajanlarının tahrikiyle Bulgaristan’da ve Bosııa’dakine benzer bir ayaklanma oldu. Mayıs ayında silâha sarılan hristiyanlar müslü-man komşularına saldırmaya başladı. Müslüman köylerine hücum eden Bulgarlar Türk kadınlarına tecavüz edip, köyleri yakıp yıktılar. Yüz kadar Türk askeri ve polisi katledildi. Bunun üzerine gayrimuntazam kuvvetler halinde harekete geçen müs-lüman ahali kendilerini müdafaaya teşebbüs etti.

Bütün bu hâdiseler ve Bulgar katliâmı dünyada şiddetli bir tepki yarattı. Hergün biraz daha vehamet kespeden vaziyet karşısında âciz kalan Türk hükümeti toplanarak, Temmuz ayının ilk günlerinde kardeşinin hastalığının devamı müddetince şehzade Abdülhamid’e nâip sıfatiyle saltanata geçmesini teklif ettiler.

Birkaç aydanberi Abdülhamid, Boğaziçinin en güzel plâjı ve yabancı sefirlerin yazlık ikametgâhlarının bulunduğu Tarab-yadaki villâsında oturuyordu. Yazın güneşten ve rüzgârdan gümüş gibi parlayan ahşap yalıları ile küçük limanında rengârenk yelkenlilerin dolaştığı, çiçek ve manolya bahçelerinin içindeki Tarabya eşine az tesadüf edilen güzellikte bir yerdi.

Abdülhamid haremini şehirdeki konağına bırakmıştı. Bu durum onun Mille Cordier ile evlendiği hakkındaki dedikoduların gürültülü bir şekilde yayılmasına sebep olmuştu. Şüphesiz ki genç şahzade hayatında ilk defa olarak ciddî şekilde âşıktı. Bu küçük Belçikalı kız ile çok mesut bir hayat sürüyordu. Gençti. Aşka karşı büyük bir ihtiras duyuyordu. Tarabyanın gül bahçelerinde bir aşk âleminin engin güzellikleri vardı. Diğer taraftan hayatında ilk ve son defa hür ve serbest idi. Kardeşi kapalı kapıların arkasında hükümdarlık yaptığı müddetçe daima böyle kalacağını hissediyordu. Tarabyada birçok paşalardan daha sâde ve basit bir şekilde yaşıyordu. Maiyeti sadece bir yâver, bir kâtip ve bir doktordan ibaretti. Doktoru ve şahsî dostu Mavroya-ni’yi zaman zaman şehre göndererek padişahın sıhhati hakkında yeni haberler alıyordu. Bu suretle kardeşinin tedavisi üzerinde Viyanah mütehassısın, diğer meslekdaşlarından daha fazla bir başarı sağlayamadığını ve son haftalarda Murad’ın iki defa kendisini sarayın penceresinden denize atmaya teşebbüs ettiğini öğrenmişti. Bu sebepten padişahın ikamet ettiği dairenin pencerelerine demir parmaklıklar koymak zarureti hasıl olmuştu.

Abdülhamid’i çok iyi tanıyan Mavroyani, buna rağmen, getirdiği haberlerin onun üzerinde nasıl bir tesir yaptığmı anla-yamıyordu. Daima yarı kapalı duran gözlerinde, tartarak ölçülü bir şekilde yaptığı konuşmalarında kardeşine karşı bir şefkat ve merhamet hissinin olup olmadığını da farketmek zor idi. Hayal kırıklığı içinde geçen kin ve ihtiras yılları artık tamamen unutulmuş gibiydi. Fakat veliaht Abdülhamid, düşüncesini açıklayacak en küçük bir söz ve hareketten dikkatle sakınıyordu. Gecelerini Tarabyada Flora Cordier’nin kolları arasında, gündüzlerini de Beyoğlu’nda büyük bir şirketin müdürü olan komşusu İngiliz Mr. Thomson ile ahbaplık ederek sâkin bir şekilde geçiriyordu.

Mr. Thomson, veliaht tarafından gezintilere dâvet edildiği zaman sonsuz bir gurur duyardı. Bu gezintiler esnasında İngiltere’nin takibettiği politika hakkında veya kendi memleketinin anayasasına dair veliahde sık sık sualler soruyordurAbdülhamid Bulgaristanda olup biten hâdiselerden son derecede bir dehşet ve heyecan duyuyordu. Katliamların Avrupa’da önlenemiyen fena akisleri ona endişe veriyordu. Avrupa umumî efkârından bu derecede endişe duyan ve geniş bilgi sahibi bir Osmanlı şehzadesine rastlamak çok istisnaî bir haldir.

Mr. Thomson, şahzadenin samimiyetinden ve onun Avru-apakların zihniyet ve telâkkilerini anlamak için gösterdiği alâkadan dolayı hayretler içindeydi. Onun bilgisizliğini itiraf edişinde bile hoşa giden birşeyler vardı. Hattâ bir gün gayet samimi, bir şekilde: “Bizim gibi haremağalarının yetiştirdiği esir çocuklardan ne beklenebilir?.. “ demişti. Fakat Mr. Thomson, liberal prensiplerden bahsetmeye ve hristiyanlara karşı müslüman-ların takındığı tavrı tenkide başladığı zaman, şehzadenin birden suratı asılır ve nâzik bir şekilde mevzuu değiştirirdi.

Bununla beraber Abdülhamid, Mr. Thomson ile yaptığı konuşmalardan çok istifade etmiştir. Nitekim kendisine naiplik vazifesi teklif ve takdime gelen Mithat Paşa üzerinde, bu sayede çok müspet bir tesir bıraktı. Abdülhamid ile Mithat Paşa evvelce yalnız Sultan Murad’m tahta çıkışı günü birbirlerine rastlamışlardı. Daha evvel tanışmıyorlardı. Bu defa Abdülhamid’i yakından tanıyan Mithat Paşa, onun siyasî mes’elelere dair derin vukufunu görünce şaşırmıştı. Fakat bununla beraber genç veli-ahdi çok mütevazi bulmuştu. Hele herşeyden fazla onun naiplik vazifesini kabule çok az temayül göstermesi paşayı büsbütün hayretlere düşürdü.

Abdülhamid padişahın tedavi edilemeyeceğine henüz tam mânâsıyla kaani olmayan ihtiyar sadrazam Mehmet Rüştü Pa-şa’nın esaslı bir karara varabilmek için tereddüt içinde olduğunu biliyordu. Diğer taraftan İstanbul Ordu Kumandanlığını da uhdesinde muhafaza eden ve eski padişahın hal’inde mühim bir rol oynayan yeni Harbiye Nâzın Redif Paşa ile, kendisini padişahlar tâyin edecek kadar üstün bir kudret sahibi zanneden eniştesi haris ve mağrur bir şahsiyet olan Mahmut Celâlettin Paşa, Murad’m tahttan feragatinde İsrar ediyorlardı. Mithat Paşa ise ne bunların , ne de sadrazamın fikrindeydi. O sadece anayasanın hazırlanıp tatbikini kendisine maletmek istiyordu. Bu itibarla naiplik vazifesini kabul etmek, Mithat Paşa’nın oyununa gelmek ve onun emirlerini şimdiden yerine getirmek olacaktı.

Aksi takdirde azledilmek tehlikesini göze almak lâzımdı.

Bütün bunları düşünen Abdülhamid, gayet kurnaz ve fakat nâzik bir şekilde, hükümetin kendisine tevcih etmek istediği bu şerefe henüz lâyık olmadığını beyan ederek, kardeşinin yakın bir zamanda sıhhatine kavuşacağı ümidinde olduğunu ifade etmek suretiyle muhatabını memnun etmeye çalıştı. Daha demokratik bir anayasa hazırlanması lüzumuna dair, nâzırlardan daha ileri fikirler serdederek Mithat Paşa üzerinde derin ve müspet bir tesir bırakmıştı.

Mithat Paşa gibi çok tecrübeli ve inançlarına son derecede bağlı bir siyaset adamının ilk defa konuştuğu genç bir şehzadenin vaadlerine inanmış olması çok garip bir şeydir. Fakat umumî vaziyet çok ümit kırıcı ve tehlikeliydi. Yabancıların, bilhassa Rusya’nın baskısı altındaki hükümet bir karar almaya kendisini mecbur görüyordu. Doktor Leidersdorff’un son raporları Mu-rad’ın tedavisi hakkında artık fazla bir ümit beslemeye cevaz vermiyordu. Ramazan bayramı da yaklaşıyordu. O devirde bir padişahın bayramlarda halka görünmesinde büyük bir zaruret vardı.

Bu itibarla Abdülhamid’in tahta çıkması hususunda kat’î bir karar vermek üzere arkadaşlarını ve bilhassa sadrâzam ile Şeyh-ül İslâmi ikna etmek vazifesi daha ziyade Mithat Paşaya düşmüştü. Nihayet 30 Ağustos 1876 tarihinde lüzumlu fetva Saltanat Divanında okundu. Bu fetvada, akli muvazenesini kaybetmiş olan bir padişahın hükümdarlık vazifesini yapmaya şeriat mucibince muktedir olamıyacağı beyan ediliyordu. Netice itibariyle de Sultan Murad, kardeşi Abdülhamid lehine padişahlıktan resmen hâl edilmiş oluyor ve Osmanlı hanedanının otuz dördüncü Sultanı olarak Abdülhamid tahta çıkıyordu.

·        XI

Abdülhamid Padişah

31 Ağustos sabahının erken saatlerinde Abdülhamid, Top-kapı Sarayında padişah ilân edilmek üzere üvey annesinin Ni-şantaşmdaki konağını terketti. Şehrin semalarında, minarelerden yükselen ezan sesleri akisler yaratıp sokaklarda sakalarla, ham-malların yaygaraların birbirine karışırken her günkü gibi yeni bir hayat başlıyordu.

Fakat Abdülhamid için hayatının en mühim bir devresinin açıldığı bu sırada o, kendisini her zamankinden daha yalnız hissediyordu. Üvey oğlu ile daima haremde yaşayan Perestû, Ni-şantaşmdaki konağını muhafaza etmişti. Zaman zaman oraya çekilmekten derin bir huzur duyuyordu.. İşte o geceyi Perestû’nun bu konağında geçiren Abdülhamid üvey annesinin odasına doğru uzandı. Annesinin hayâl ve tasavvurları nihayet hakikat olmuştu. Artık ihtiraslarını tatmin edecekti. Fakat ilk önce milletinin karanlık hâli gözlerinin önünde canlandı. Milleti?.. Bu öyle bir tâbirdi ki, hâlâ kendisine bile yabancı geliyordu. Çünkü çeşitli dinlere ve ırklara mensup bu insanlar hakkında neler biliyordu?.. Adının, Balkan dağlarında ve Arabistan’ın kızgın çöllerindeki çadırların altında yaşayan insanlar tarafından şerefle anılması için, acaba bu insanların emellerini gerçekleştirebilecek miydi?.. Halka gelince, bu solgun yüzlü, kemer burunlu, melânkolik bakışlı adamı dikkatle tetkik ediyordu. Nârin görünüşlü bünyesine rağmen ataları Ertuğrul ve Osman gibi ata binmesini iyi biliyordu. Gazeteler ise, henüz onun faziletlerini methetmek ve “Islâhatçı Murad”ın herkesin hayalini meşgul eden durumunu açıklamak için zaman bulamamıştı. Bu düşünceler genç sultanın asabî hâlinden ileri gelen bir kâbus muydu?.. Yoksa, Abdülhamid, kendisinin tahtta zorla geçmiş olduğuna ihtimal verilmesinden mi korkuyordu?..

Şüphe ve tereddütleri, maiyetindeki sadrâzam ve Şeyh-ül İslâm ile, ecdadının yıllarca ikâmet ettiği Topkapı Sarayına gelince dağıldı. Hırkai Saadet ve mukaddes eşyanın bulunduğu daireye giderken avluları ve bahçeleri geçtiği sırada, buralarda geçen çocukluğunu hatırlıyordu. Nihayet “Biad” merasimi yapıldı ve Şeyh’ül İslâm kendisinin bundan sonra “Abdülmecit Han oğlu Abdülhamid Han, Sultanlar Sultam, müminlerin emi-ri, iki cihanın ve denizlerin hâkimi, mukaddes beldelerin hâmisi” olarak anılacağım ilân etti.

Kısa süren merasimden sonra, Orta kapıdan çıktı ve Yavuz Sultan Selim’in İran seferinden getirdiği altın tahta oturdu. Bu esnada etrafını çeviren ulema ve din adamları İlâhiler okudu. Sonra da askerî muzika millî marşı çaldı. Askerler ve bütün saray erkânı “Padişahım çok yaşa!...” diye bağırarak yeni padişahı selâmladılar. Ayni anda Haliç’in durgun sularında derin akisler yapan top sesleri yeni padişahın tahta çıkmış olduğunu ilân ediyordu. Şehir baştanbaşa bayraklarla donatılmıştı.

Abdülhamid padişah olmuştu. İlk niyazcılar ayaklarına kapanarak önünde diz çöküp, elpençe divan durdular. Hükümet merkezinde yaşayan gayri müslim azınlıkların reisleri herkesten önce tebriklerini arzettikten hemen sonra, memleketin, bütün tebaası ile huzur ve sükûn içinde terakki ve inkişafı hususuna hizmet uğruna yeni padişahlarının emir ve hizmetinde olduklarını büyük bir emniyet duygusu içinde beyan ettiler. Nâzırlar ve devletin ileri gelen şahsiyetleri, padişahın eteğini öpmek için âdeta birbirleriyel yarış ediyorlardı. Genç padişah takdimcileri, arzu ve istirhamları saatlerce dinledi.

Arada ve çok kısa bir zaman istirahate çekilerek soğuk bir şey içmek imkânını bulabildi. Vakit hayli ilerlemişti. Ancak öğleden sonra çok yorgun ve bitkin bir halde Sarayburnundan saltanat kayığına binerek Dolmabahçeye geldi.

Batmakta olan güneşin, camlarında ve mermer duvarlarında tatlı akisler bıraktığı Dolmabahçe Sarayı yeni sahibini karşılıyordu. Rengârenk çiçeklerle dolup taşan bahçeleri âdeta yanıp tutuşuyordu. Fıskiyelerden ışıklı sular fışkırıyordu. Sarayın saltanat dairesinin pencerelerindeki parmakhlıklar henüz sökülmüştü. Yaldızlı kapıların kapitonajları ortadan kaldırılmıştı. Başları yerde yeni efendilerinin ilk emirlerini bekleyen dalkavuklar güruhu için Sultan Murat artık bir hükümdar değildi. Sessizce, hemen hemen gizli bir şekilde bir gece evvel bedbaht Murat, amcası Abdülaziz’in zillet ve ıztırap içinde hayatına kıydığı meş’um Çırağan Sarayına nakledilmişti. Murat ile beraber güzel cariyeler ve kadınlar, küçük ve henüz beşikteki çocuklardan ibaret haremi de karanlık bir âlemde yaşamak üzere saraydan ayrılmıştı. Fakat Dolmabahçe’nin ihtişamı yeni sahibi için hiç de cazip ve uğurlu görünmüyordu. Genç, fakat vehim içinde olan Abdülhamid, amcası Abdülaziz’in bu sarayda bir fare gibi tuzağa düşürülmüş olduğunu aslâ unutmuyordu. Zihni devamlı olarak bu kuşkunun tesiri altındaydı.

Sarayın, Boğaza bakan muhteşem ve geniş mermer cephesi ile müstesna güzelliği ona aslâ emniyet ve itimat vermiyordu. Bina her zaman Marmara Denizinden gelecek harp gemileri veya Üskadar’da mevzilenecek toplar için açık ve rahat bir hedef teşkil diyordu. Sonsuz bir emniyet ve huzur isteyen Abdülha-mid, yüzlerce hizmetkârın dolaştığı geniş salonlarda târifi kabil olmayacak derecede sıkıntı hissediyor, bu yüzden de sinirleri bozuluyordu. Mütevazi haremi, babası Abdülmecid’in hayatının son senelerinde dokuz yüz kadın ve cariyeyi bulan kadro için inşa edilen bu muhteşem sarayda âdeta kaybolmuştu. Saraydaki her şey, çılgınca yapılan bir israfın ve sefahatin eserlerini taşıyordu. Abdülmecit zamanında saray mutfağında günde üç yüz kuzu pişirildi. Sarayın her tarafına serpiştirilmiş olan lüks möb-le ve eşyalar da, eskiden cereyan etmiş aşk ve sefahat âlemlerinin âdeta silinmez izleri kalmıştı. Bu çılgınca yapılmış israf ve ihtişamdan çok müteessir olan Abdülhamid saray geleneklerine samimiyetle sadakat gösteren bir kimseydi. Bu itibarla aşçı yamaklarına kadar herkese bir rütbe verilmiş olan sarayda çok karışık olan bu işleri tanzim ve yoluna koymakta müşkülât çekiyordu. Cülûs ve tevcih merasimleri arasında geçen ilk haftalar zarfında yeni padişah tahtın icaplarına yavaş yavaş alışıyordu.

Nihayet “Kılıç kuşanma merasimine” sıra gelmişti. Bu merasime iştirak etmek için İmparatorluğun her tarafından İstanbul’a akın akın insan geliyordu. 7 Eylül sabahı şehrin caddeleri ve rıhtımları sarıklı, fesli, kefyeli ve mölon şapkalı, âdeta karınca gibi kaynaşan halk ile tıklım tıklım dolmuştu. Dolma-\ bahçe’den hareketle Haliçteki Eyüp Sultan Camiine giden saltanat kayıklarından ibaret alayı görebilmek için halk birbirini çiğniyordu. Rıhtımlarda kavun satanlardan, gümrük hammalla-nndan, Bahriye nezareti rıhtımında padişahı karşılamak için bekleyen Kaptan Paşaya kadar herkes en güzel elbiselerini giy-nıı.jti. Sahil boyundaki bütün yollara Türk, Arnavut, Arap ve Çerkeslerden mürekkep deniz ve kara askerleri sıralanmıştı.

Parlak güneş altında, her birinin üzerindeki nişanlar etrafa kıvılcımlar saçıyor, her birliğe ait bandonun ayrı ayrı çaldığı mahallî ve millî marşlar bir âhenk kargaşalığı içinde garip bir uğultu hâlini alıyordu.

On dört kürekçinin çektiği beyaz renkli, altın yaldızlı saltanat kayığında kırmızı bir şemsiye altında oturan padişah, Haliç sularında ilerlerken yerli ve yabancı gemiler tarafından selâmlanıyor, sabilerde biriken onbinlerce halkın “Padişahım çok yaşa!..” âvazeleriyle alkışlanıyordu.

Suriye’li şeyhin hakikat olan kehanetine karşı aslâ nankörlük göstermemiş olan Abdülhamid, Eyüp merasim alayına iştirak etmek için ihtiyar şeyhi de Lübnan’daki tekkesinden İstanbul’a getirtmişti. Fatih Sultan Mehmet tarafından, Peygamberin bayraktarının türbesini muhafaza için inşa ettirilmiş olan Eyüp Sultan Camii, İstanbul’un dört yüz camiinden en itibarlı ve hürmete lâyık olanıdır. Burada, Osmanlı Padişahlarına, hâne-danın kurucusunun taktığı tarihî ve efsanevi kılıç, geleneğe göre merasimle kuşatılırdı. Şimdi de mukaddes emanetlerin muhafaza edildiği gümüş parmaklıklar önünde yer almak sırası Abdül-hamid’e gelmişti. Ancak iri yapılı bir adamın taşıyabileceği ağır ve tarihî kılıç, genç sultanın nârin bünyesi üzerinde tahammülü güç bir yük teşkil ediyordu. Merasime başkanlık eden şişman ve sakallı bir şeyh, geleneğe uyarak padişahın sol omuzunu öpmek için hafifçe eğilmeye mecbur oldu. Fakat onun ağırbaşlı ve emniyetli hâli vücudunun gayri tabiîliğini unutturuyordu. Bu sâde merasimde bir kaç ulema ve imamdan başka kimse bulunmadı. Fakat camiin avlusu ve civarı mahşerî bir kalabalık ile doluydu. Nâzırlar, yâverler, paşalar ve şeyhler, at üzerinde maiyetleriyle beraber şehrin caddelerine dizilmişlerdi. Padişah camiden çıkmış, alayın önündeki yerini alarak harekete geçmişti.

Eskiden padişahların Avrupa’nın fethi için sefere çıktıkları zaman geçtikleri Edirnekapı’dan ve Bizans’tan kalma surların harabeleri önünde ilerleyen saltanat alayı, İstanbul’un dar sokaklarına girdi. Önce peygamberin yeşil sancağı, Şeyh-ül İslâm ve muhteşem üniformalarıyla zaptiyeler, sipahiler ve bos-tancıbaşılar gidiyordu. İlâhî bir otoritenin mümessili, Türklerin Padişahı olmaktan başka bütün Müslümanların Halifesi, Mukaddes emanetin vârisi olan Abdülhamid, iki yanında kalpaklı Arnavut muhafız askerleri olduğu halde ağır ağır ilerliyordu.

Bu merasimden iki gün sonra Mithat Paşa yeni hükümdarın siyasî nutkunun müsveddesini padişahın tasvibine arzetmiş-ti.. Nutkun metni, hemen hemen eski Padişahın Murad’ın tahta geçtiği zaman neşrettiği nutkun aynıydı. Bu sebepten Sultan Abdülhamid’in pek hoşuna gitmemişti. Çünkü Mithat Paşa bu vesile ile Abdülhamid’e, Tarabya’da kendisine yaptığı vaadleri ve taahhüdleri de hatırlatmış oluyordu. Bununla beraber Padişah, hiç bir itirazda bulunmadan nutuk metnini aynen tasvip etti. Fakat bâzı kısımlarını mavi kalemle çizip eski metin ile alâkası olmayan notlar ilâve ederek gönderince, Mithat Paşa, anayasanın tehlike ile karşılaşabileceğini farketmeye başladı.

Çok gariptir ki, daha tahta çıktığının ilk günü kendisine itimatsızlık telkin eden nâzırlara karşı Abdülhamid, herhangi bir şekilde harekete geçmemiştir. Henüz veliahtken, dostu Mr. Thomson’a, tahta çıktığı zaman nâzırların arzularına kapılmayacağını, beğenmediklerini sür’atle vazifelerinden uzaklaştıracağını söylemiş ve ilâve ederek:

Şahsî menfaatlerinden ziyade ammenin menfaatlerini düşünenleri iş başına getirmek lâzımdır. İlk vazifem devlet mâliyesini yeni baştan tesis ve tanzim etmektir. Türkiye’den alacaklı olanların hakkım korumak, bunları temin için de ciddî surette tasarrufa riayet etmek şarttır. Ben bu sahada en iyi örnek olacağım” demişti.

Abdülhamid, bu düşüncelerinin, üzerinde iyi bir intiba bırakmak istediği İngiltere sefirine nakledeceğini bilerek Mr. Thomson’a izah etmişti. Ayrıca görünüşte samimi davranarak, kendisinin hangi noktaya kadar genç ve tecrübesiz olduğunu da anlatmak istiyordu. Ve hiç çekinmeden de; kendisinin, mümkün olduğu kadar her hususta İngiltere hükümetinin fikir ve telkinleriyle hareket etmek tasavvurunda olduğunu beyan ediyordu.

Padişahın bu fikirlerini bilen ve Mithat Paşa’mn da yakın dostu ve müşaviri mesabesinde bulunan İngiltere Sefiri Sir Henry Elliot için vaziyet çok nâzikti. “Genç sultanın güzel ümitler verdiği” hususunda İngiltere Başvekili Disraeli ile mutabakat halinde olan sefir Mehmet Rüştü ve Mithat Paşalardan kurtulmanın mümkün olduğunu Mr. Thomson vasıtasıyla Padişaha bildirmenin şimdilik tedbirsizlik olacağına kaaniydi.

Eğer Sir Henry Elliot, Abdülhamid’in karakteri hakkında en küçük bir bilgiye sahip bulunuyorsa, Hâzırlarının halk üzerindeki nüfuzunu Padişaha hatırlatmanın onu büsbütün endişeye sevketmek olacağını elbetteki tahmin ederdi. Mehmet Rüştü Paşa ihtiyardı, kısa bir zaman sonra üzerindeki vazifenin ağırlığından kurtulmak istiyordu. Fakat henüz elli dört yaşında olan Mithat Paşa çok enerjik ve mücadeleci bir adamdı. Uzun bir maziye sahip bir hükümdar ailesinin, mutlakiyet idaresinin icaplarına uygun geleneklerine göre yetiştirilmiş olan genç bir padişahın arzularına râm olacak kadar dalkavuk tabiatlı bir kimse de değildi.

Abdülhamid’in, Mithat Paşaya karşı duyduğu ve onun ölümüne kadar derin bir mücadele içinde geçen memnuniyetsizliğinin sebebi tamamen şahsidir. Veya söylendiği gibi, Mithat Paşa’mn tahta çıktığı gün Abdülhamid’i imzalamaya mecbur ettiği taahhütlerinden ileri gelmektedir. Bu taahhütlere göre Abdülhamid, kardeşi Murad iyileştiği takdirde tahttan feragate ve bu hususu kontrol için de hekimlerin, Çırağan Sarayında hasta yatan Murad’ı tedavi maksadiyle kendisini ziyarete müsaade edeceğine söz vermişti.

Dolmabahçe’nin göz kamaştıran ihtişamı içinde, Abdülhamid büyük bir enerji ile çalışmaya koyulmuştu. Nâzırların hoş görmemesine rağmen İmparatorluğun en uzak köşelerinde cereyan eden hâdiseleri ısrarla öğrenmek istiyor, Valilerden gelen bütün raporları okuyor, Kürdistan kabileler arasında vukua gelen herhangi bir ihtilâf ve çarpışma hakkında veya Anadolu demiryolu imtiyazlarına dair izahat talep ediyordu. Sabah ezanında çalışma odasına geçiyor, gece geç vakitlere kadar meşgul oluyordu. En küçük ve ehemmiyetsiz bir teferrüat bile dikkatinden kaçmıyordu. Hükümet işlerine sıkı bir ilgi gösterdiği ilk aylarda, en basit hususlar için huzura çıkmak isteyenleri de derhal kabul ediyordu.

·        XII

Abdülhamid’ in Zekası

Padişahın özel dairesinde, Osmanh İmparatorluğu hudutlarının Kuzeyde Azak denizine, Batıda da Viyana kapılarına kadar uzandığı zamanı gösteren bir harita bulunuyordu. Abdülhamid bu haritayı aslâ tetkik etmezdi. Şehzadelere mahsus okulda öğretilmeyen tarihî vak’alar üzerinde ders vermek üzere Avrupa’dan profesörler getirtildi. Bu sayede memleketin devamlı şekilde gerilemekte olduğunu, kaybedilmiş harplerin heyecanlı safhalarını, bu harplerden sonra imzalanan andlaşmaların ağır hükümlerini, ezelî düşmanlıkta Habsbourg’ların yerine geçen Romanoff’larla olan münasebetleri öğrenmişti.

Küçük Kaynarca, Bükreş, Edirne ve daha bir çok isimler ona, kaybedilen zengin bölgeleri, Rus’ların Balkanlara devamlı şekilde sızmış olduklarını anlatıyordu. Ayrıca Rusya tarafından teşvik ve tahrik edilen Yunanlıların ve İslâvların zaman zaman ayaklanmış olduklarını, Tuna Beyliklerinin bir Hohenzollern hükümeti altında birleştiklerini, Sırbistan ve Karadağ’ın istiklâllerini almaya kalkıştıklarını ve Paris Konferansında Osmanh İmparatorluğunun bütünlüğünü müdafaayı taahhüt eden büyük devletlerin, Türk topraklarına vâki saldırıları karşısında bir protesto hareketinde bile bulunmayarak taahhütlerini yerine getirmediklerini, bütün teferruatıyla öğrenmişti.

Bu bilgilerin tesiriyle daha çok bir korku ve endişe duyan genç padişah, şimdi Avrupa’dan Türkiye’ye kalan toprakları harita üzerinde tetkik edince, buralarının Ege ile Adriyatik denizi arasındaki vahşî ve dağlık bölgelerden ibaret olduğunu, Rum, Arnavut, Sırp ve Bulgar gibi iptidaî ve bozguncu halk yığınlarıyla meskûn bulunduğunu, bu insanların ayrı ayrı birbirlerinden nefret ettikleri kadar, Türklerden de hoşlanmadıklarını anladı. Ecdadı, bu bölgede yaşayan insanların ırk ayrılıklarına aslâ ehemmiyet vermemişti. İlk padişahlar için bunların hepsi de “Rum” idi. Bab-ı Ali’ye vergi ve haraçlarını ödemeye, Yeniçeri ocağının ve devlet idaresinin ihtiyacı olan esir çocukları vermeye devam ettikçe, dinlerini muhafazada ve iç mücadelelerinde tamamen serbest bırakılmışlardı.

Abdülhamid, Bulgaristan’ın mevcudiyetinden o zamana kadar haberdar bile değildi. Sadece çocukluğunda Varna bahçelerinden gül esansları ve şurupları getiren ihtiyar Bulgar kadınlarını tanıyordu. Fakat şimdi huzura kabul ettiği bütün sefirler, onun dikkatini Bulgaristan’da kısa bir zaman evvel cereyan eden hâdiselere çekiyorlardı. Avrupa devletleri, tahta çıkmadan evvel yapılan cinayetlerden bile onu mes’ul tutuyorlardı. Bulgar'ların yaptıklarını ise bir meşrû müdafaa olarak telâkki ediyorlardı. Abdülhamid, Bulgaristan’da yapılmış olan mezalimi ve katliamları takbih etmekte belki de semimiydi. Zira henüz veliaht bulunduğu sırada dostu Mr. Thomson’a demişti ki: “İngiltere parlâmentosunda sarfedilen ağır sözler, eğer mezalimin mes’ullerine hasredilseydi, mâzur ve hakh görülebilirdi.” Abdülhamid bu suretle başıbozuk kuvvetler tarafından vahşî şekilde meydana getirilen hareketlere karşı teessüflerini ve Avru-

pa’da husule gelen tepkilerin de haklı olduğunu ifade etmiş bulunuyordu:

Genç padişah, kendisine bir destek sağlamak maksadıyla İngiltere’ye karşı daha müsamahakâr davranmak lüzumunu hissetmişti. Zira İngiltere o sırada, Osmanlı İmparatorluğunun topraklarına göz dikmeyen ve bilâkis menfaatlerinin müşterek olduğuna inanan yegâne büyük devlet idi. Meşhur İngiliz Sefiri Sir Stratford Canning’in hâtırası hâlâ Abdülhamid’in hâfızasın-da yaşıyordu. Yeni sefir Sir Elliot’yu ilk defa huzura kabul ettiği zaman, babası Abdülmecid’in İngiltere’ye ve Büyükelçi Sir Stratford Canning’e karşı duyduğu hayranlıktan bahsetti. Anlattığı bir hâtırasına göre; “Abdülhamid henüz yedi yaşındayken bir gün babasının huzuruna çağrılmıştı. Huzurda Sultan Me-cid’in ihtiyar bir hristiyan ile çok samimî şekilde sohbet ettiklerini gördü. Bu ihtiyara sarayın bahçesinde bir defa tesadüf ettiğini derhal hatırlamıştı. Salona girdiğini gören babası, hemen yaklaşmasını ve yanındaki ihtiyarın elini öpmesini emretmişti. Böyle bir hareket ona çok ağır gelmiş ve ağlamasına sebep olmuştu. Bunun üzerine öfkelenen Sultan Mecit; - Bu Mösyö’nün kim olduğunu biliyor musun? Kendisi Büyük Britanya sefiri ve memleketimizin ve hânedammızın en iyi dostudur. İngilizler de bizim en sâdık müttefikimizdir, demişti.”

Bu sözlerle sefir Sir Henry Elliot’nun gururunu okşayan Abdülhamid, ona, Sir Stratford Canning’in tâkip ettiği yolun benimsenmesini telkin etmek istemişti. Şüphesiz ki, sefir ve bilhassa İngiltere Başvekili, Rus emperyalizminin tehdidine karşı memleketlerinin Orta ve Uzak-Doğudaki menfaatlerini korumak fırsatını buldukları için çok memnun olabilirlerdi. Fakat İngiltere’de itibar edilmesi zarurî büyük bir kuvvet olan “umumî efkâr”, bu sırada an’anevî İngiliz siyasetinin tâkibini mümkün kılmıyordu.

Abdülhamid tahta çıktığı gün İngiltere’de muhalefet lideri liberalist Mr. Gladstone tarafından bir broşür neşredilmişti. Bu broşürde Türklerin, insanlığın, en büyük düşmanı olduğu belirtiliyor ve medenî dünyadan onların bütün silâh ve ağırlıklarıyla birlikte Avrupa’nın dışına atılması isteniyordu. Bulgaristan’da yapılan mezalim ve katliamlar sebebiyle iyice hiddetlenmiş olan ve hakarete uğradığma inanan hristiyanlık âlemi nâmına İngiltere’de Muhafazakâr Hükümete karşı böylece büyük bir kampanya açıldı. İnsanlık dostu geçinen papazlar, siyaset adamları, gazeteciler ve misyonerler, Mr. Gladstone’m açtığı bayrak altmda toplandılar.

Diğer taraftan da Bulgaristan’daki hâdiseler yüzünden yüzde sekiz oranında değer kaybeden Osmanlı borç senedi hâmilleri bu kampanyayı büsbütün tahrik ediyorlardı. İngiltere’nin her tarafında muazzam mitingler tertip edildi. Başvekil Disraeli’nin Avam kamarasında itidal tavsiye etmek için “Her ne kadar on iki bin kişinin katledilmiş olması müthiş bir hâdise ise de, bu, Britanya İmparatorluğunun siyasetini değiştirmesi ve anlaşmalarından vazgeçmesi için kâfi bir sebep değildir.” şeklindeki sözleri, yalnız muhalifler tarafından değil, kendi partisine mensup meb’uslar tarafından da yuhalanmıştı.

Çok seneler sonra Abdülhamid, Bulgaristan’da yapılan katliamları “kendi memleketinde vukua gelebilen hâdiselerin en bedbahtı olduğunu” söylemek suretiyle teyit etmiştir. Abdülhamid tahta çıkarken, İngiltere’nin dostluğuna samimî olarak güveniyordu ve bu itibarla Britanya hükümetinin tavsiyelerine riayet edeceğini vaadediyordu. Fakat bunları söylerken İngiltere’deki hükümetlerin “Umumî efkâr” karşısında âciz ve hareketsiz kalabileceğini de biliyordu. Vaziyetten ilk istifade eden Rusya oldu. Bab-ı Ali’ye karşı bir saldırı harbine hazırlanmak üzere Sırbistan taraflarına açıkça asker yığmaya başladı. Fakat yapılan hudut çarpışmaları daima Türklerin zaferiyle neticelendi. Rus elçisi General İgnatieff’in iki yüzlü bir şekilde sinsice beyan ettiği gibi “Bulgaristan katliamı, daha önceleri kazanmaya aslâ muvaffak olamadığı İngiliz umumî efkârının desteğini temin etmişti.” Kabinesinde fikir ayrılıkları husule gelen İngiltere Başvekili Disraeli, büyük devletlerin İstanbul’da bir konferans toplamalarına râzı oldu. Bu konferansta Türkiye, bir harbe müncer olabilecek isyan bölgelerinde barışı tesis için Avrupa devletleri tarafından verilen kararı kabule zorlanacaktı.

Bulgaristan katliamları meselesinde imkân dahilinde olan her şeyi ve hattâ daha fazlasını yapmaya âmade olan yeni padişahın gururunu ve hassasiyetini böyle bir müdahaleden başka hiç bir şey daha ziyade yaralayamazdı.

İngiltere’nin İstanbul Sefiri Sir Henry Elliot’nun bu husustaki görüşlerine göre: “Yaz mevsimi sonlarına doğru Bulgaristan’da sükûnet teessüs etmişti. Müslüman ahali, yaptıkları aşırı hareketlerin tesiri altındaki şaşkınlıktan kurtulmuştu. Tekrar böyle bir harekete teşebbüs, hükümet kuvvetlerinin karşısında mümkün olamazdı. Yakılan ve yıkılan köyler, hükümetin ve halkın yardımı ile kısa bir zamanda yeniden imar ve ihya edilmişti. Yerlerini yurtlarını terkedip dâğılan halk tekrar sükûnetle köylerine geliyordu.”

Fakat yapılan mezalimin ve meydana gelen olayların doğrudan doğruya mes’ulü olan kimselerin cezalandırılması bahis konusu olunca, padişah böyle bir harekete geçmekten kaçındı. Çünkü ilk defa Bulgar’lar ayaklanmışlar, Türk köylerine saldırıp müslüman kadınlarının ırzlarına tecavüz etmişlerdi. Ayrıca camilere ve müslüman mezarlıklarına saygısızca hareketlerde bulunmuşlardı. Bu itibarla Kur’an hükümlerine göre bu gibi hareketlerin suçluları “Kızgın demir ile dağlanarak mahvedilmeli-dirler.” idi. Memurlar ise azledilebilirler veya uzak vilâyetlere sürülebilirlerdi. Fakat Abdülhamid, halife sıfatıyla, dinlerini müdafaa için mücadele eden kimselere de böyle bir ceza veremezdi.

Şu halde Abdülhamid’in samimiyetinin derecesi ne idi?.. Bu soru kendiliğinden ortaya çıkıyordu. Zira, bir takım müşa-hidlerin teyit ettiklerine göre Abdülhamid hakikî bir dindar da değildi. Bu şüphe onu en iyi tanıyan Avrupacılardan biri olan bizzat Vambery tarafından ileri sürülmüştür. Vambery’e göre Abdülhamid “Tasavvufa mütemayildi ve bu yüzden taassubun aşırı hareketlerinde kendisini daima uzak tutardı. Diğer taraftan onunla nâzik dinî mes’elelerde münakaşa yapıldığı zaman, kendisinin açık bir şekilde “şüpheci” olduğu tezahür ediyordu. Fakat genç padişah her mânâda derin bir şekilde dindar değildi. Bu itibarla dindar müslümanlara farz olan vazifelerin pek azmi yerine getiriyordu.”

Onun bu “şüpheci” hâli, Ramazan ayına tesadüf eden tahta çıkışının ilk haftalarında açık bir şekilde belli oldu. Hergün Haliç üzerindeki ahşap köprüden geçerek veya saltanat kayığı ile Sarayburnunu giderek oradaki camilerde namaz kıldığı görülüyordu.

Resmen katılmaya mecbur olduğu dinî merasimlerin dışında İstanbul halkı Abdülhamid’i sık sık hanedâna mensup kimselerin türbelerini ziyaretle dua ettiğine de şahit oluyordu. En sık ziyaret ettiği yer, büyük babası Sultan Murad’ın türbesiy-di.

Acaba Abdülhamid aslan yürekli bir cesur padişahın sahip olduğu incelik, zekâ, ziyasî meharet, cesaret gibi vasıflarıyla kendisine kuvvet vermesi için mi dua ediyordu? Nitekim Sultan Mahmud’un eskiden karşılaştığı meseleler bugün de Abdülhamid’in karşısına çıkmıştı. Eskiden Yunanistan’da meydana gelen isyanlar, şimdi Bulgaristan’a intikal ve sirayet etmişti. İgnatieff tarafından idare edilen ve geniş bir şebeke halinde çalışan Rus tahrikçileri durmadan Bulgar’ları kışkırtıyordu. Fakat Sultan Mahmut herşeye meydan okuyarak memleketin kapılarını bütün yeniliklere açmıştı. Abdülhamid ise çekingenlik gösteriyordu. Memleketin herhangi bir parçasını veya sahip olduğu hak ve imtiyazlardan bir tekini bile yenilik uğruna tehlikeye sokmaktan korkuyordu. Diğer taraftan Sultan Mahmud’un torunu olmasına mukabil, ürkek ve korkak bir cariye olan Tirimüj-gân’m oğluydu. Sultan Mahmut ise mağrur bir Fransız melezden doğmuştu.

Abdülhamid ramazan ayında Sultan Mahmud’un türbesine giderken yalnız olmuyordu.

Saraydan çıkarken, dev gibi bir haremağasının takip ettiği bir araba da saltanat arabasının peşinden gidiyordu. Araba türbesinin önünde durunca siyahlara bürünmüş heybetli bir siluet ağır adımlarla süzülerek türbeye girerdi. Osmanlı hanedânmda-ki geleneklere göre bir padişahın başı dik vaziyette, sağma soluna bakmadan ata binmesi icab ediyordu. Arabanın üzerindeki saltanat armalarını göstermek veya ihtiyar bir kadının üzüntülerini tahrik etmek Abdülhamid’e yakışan hareketler değildi. Valide Sultan Pertevnihal, artık mâzinrn gölgesine çekilmiştir. Bundan sonra, o, sadece dizlerinin dibine' oturarak Arapça bir kaç kelimeyi heceleyen ve henüz tahta geçmeyi rüyasında bile hayâl edemeyen küçük bir erkek çocuğun hâtıralarım muhafaza etmeliydi.

Pertevnihal artık unutulmuştu. Fakat onun muhteris bir çocuk üzerinde bıraktığı gayri tabii sevgi hâlâ devam ediyordu. Nâzırlarm bazan uzun zaman beklemelerine rağmen, din adamları ve kâhinler her saat padişah ile temas kurup huzura kabul ediliyorlardı. Ramazan ayında ise Sultan Abdülhamid’in sazrâ-zama dahi bahşetmediği bir şeref Suriye’li şeyhe fazlasıyla veriliyor ve kendisi sık sık padişahın iftar sofrasına davet ediliyordu.

Padişah Ramazan ayında dinî vecibelerini çok ciddî bir şekilde yerine getirir, bu ayda hiç bir hristiyan, huzura kabul edilemezdi. Bu kaide yalnız sefirlere değil ve fakat padişahın Mr. Thomson, Rus banker Zarifi ve hususî hekimi Mavroyani gibi en yakın dostlarına bile tatbik edilirdi.

Flora Cordier’ye karşı, Ramazanda istisnaî bir muamele yapılıp yapılmadığı bilinmiyor. Filvaki, Murad’m hâl haberi ile Tarabya safalarmm bozulmasından beri Abdülhamid’in sevgilisi olan bu Belçikalı kızdan bahsedildiği hiç duyulmamıştı. Abdülhamid’in tahta çıkmasıyla BelçikaTı kızın Beyoğlu ve Tarab-ya’daki mağazaları da ânİ olarak kapanmıştı.

Dolaşan rivayete göre, kendisi Avrupa’ya gönderilmişti. Fakat bazıları da, onun hareme girdiğini ısrarla söylüyorlardı. Böylece İngiliz Başvekilinin dediği gibi “küçük kız yeni bir Ro-xelane (Hürrem Sultan) olmuştu. Bu dedikodulardan sonra “Mile Cordier’in İslâm olduğuna dair” dolaşan kuvvetli şayialar herkesi şaşırtmıştı. Acaba Belçikalı genç kız, padişah ile evlenmek ihtirasına mı, yoksa haremde bir “gözde” olarak debdebeli bir hayatın câzibesine mi kapılmıştı? Ne olursa olsun yaşmak ve ferace giymeyi kabul etmek suretiyle, istikbali için çok meşum olabilecek bir karar vermişti. Çünkü Abdülhamid’in gözünde, onun güzel ve sevimli görünen tarafı sadece bir ecnebî kadın olmasıydı. Müslüman bir kadın olarak katlanacağı sınırlı yaşayış tarzı içinde, artık Flora’ya bedeni güzelliğinden başka, bir meziyet kalmıyordu. Halbuki, Valide Sultan ve Kızlarağası tarafından temin edilen odalıklar kadar ne genç ne de güzeldi.

“Gözde” olduğu tarihten itibaren bu Belçikalı kızın hayatı hakkında pek az şey bilinmektedir. Abdülhamid onu, nüfuzundan son derece çekindiği üvey annesiyle kat’iyen temas ettirme-mişti ve hattâ varlığından bile üvey annesini haberdar etmemişti. Üvey anne Perestû dindar olduğu kadar da mahir bir politikacıydı. Abdülmecit zamanında, padişahın Ermeni metreslerine karşı yapmadığı kalmamıştı. Şimdi de eğer Flora ile Abdülhamid’in münasebetlerini bilirse onu saraydan ve kendisinden uzaklaştırmak için elinden gelen her şeyi yapardı. Bu itibarla genç padişah Florayı saraydan uzak konaklardan birine yerleştirmişti. Fakat zavallı genç kız orada eski dostlarından mahrum bir halde çok geçmeden bütün canlılığını ve neşesini kaybetti. Az zaman sonra da kendisiyle evlenecek kadar ona âşık olan Abdülhamid tarafından terkedildi.

Denilebilir ki, Flora Cordier dahi, İslâm halifesi olarak daha ciddî bir rol oynamak isteyen Abdülhamid’in siyasî ihtiraslarının kurbanı oldu. Padişahın bundan sonraki aşk hayatı sadece hareme inhisar etti. Abdülhamid, ileride göreceğimiz gibi, hareminde karılarına ve çocuklarına çok şefkatli, muhabbetli ve dikkatli bir erkek olarak kalmıştır. Fakat hakikî bir aşkdan daima mahrum olarak yaşadı. Aradan uzun seneler geçtikten sonra, çok zeki “kadın”larından birinin söylediği; “Abdülhamid kocaların en iyisi en anlayışlısıydı. Fakat o aslâ kimseyi sevmedi. Hattâ kendisini bile..

·        XIII

İstanbul Konferansı

“Büyük devletleri İstanbul’da toplanacak bir konferansa daveti uygun görmüş bulunuyoruz. Konferansta her devlet iki delege tarafından temsil edilecektir. Delegelerden biri o devletin İstanbul’daki sefiri olacaktır. Ayrıca her delegasyona altı müşavir iştirak edecektir. İngiltere’yi bizzat temsil etmeyi arzu ediyorum.”

Bu sözler, İngiltere Başvekili Disraeli’nin yakın dostu ve sırdaşı Lady Bradford’a yazdığı bir mektuptan alınmıştır. Eğer Disraeli kendi tasavvurlarını tatbik edebilseydi, 4 Kasım 1876, bedbaht İstanbul Konferansının tarihi şüphesizki çok daha başka olabilirdi. Zira onun Şark Meselesi üzerindeki derin vukufu ve ileri görüşlülüğü “Rus Sefiri îgnatieff’in makyavelce kombinezonlarını” bozmak için müessir bir kuvvet teşkil edebilirdi. Fakat Disraeli, kendi yerine İstanbul’a Hindistan nâzın Lord Salisbury’i gönderdi. Heyecansız, tefekkür kudretinden mahrum ve son derece de şüpheci bir adam olan Lord Salisbury’nin konferanstaki tutum ve davranışını, bu vazifeyi aldığı zaman karısına yazdığı mektuptaki şu satırlar çok açık ifade etmektedir; “Bu teklifin reddi mânen mümkün değildir. Kabulü de benim için tamamen bir angarya olacaktır. Bir defa ihtisasım dışındadır. Sonra da, bana müthiş şekilde rahatsızlık verecek bir deniz yolculuğu yapmaya mecbur olacağım. Ve, nihayet neticesi başarısızlık olacak bir sürü Fransızca konuşmalara iştirak zaruretinde kalacağım.”

Konferanstan sonra en kudretli bir nâzır olarak İngiltere Hâriciyesinin başına getirilecek olan bir adamın çok garip ve hazin itirafları..

Lord Salisbury ve heyeti, 1876’nın kış mevsiminde Padişahın en çok misafirperverlik göstermek istediği büyük davetliler arasındaydı. Sonbaharın başlarında Bab-ı Ali mecburî olarak Sırbistan ve Karadağ ile bir mütareke imzasına muvafakat etmişti. Halbuki sulh yapmak bahanesiyle Rus Çarı, Bulgaristan’ı askerî işgal altına almayı teklif ve isyan eden Bosna ve Hersek vilâyetleri için de muhtariyet talep ediyordu. Her ne kadar bu teklif ve talep Rusya’nın bir oyunu ise de, Britanya Hükümeti de vaziyet icabı bu görüşlerin 'yanında yer almaya hazır bir haldeydi.

Rusya’nın, sözde, bu iyi niyetlerine karşı bir teminat vermeyi kabul, eden İngiltere, Balkanlarda sulhün sağlanması için gerekli tedbirleri müzakere etmek üzere büyük devletleri bir konferansa dâvet teşebbüsünü eline aldı. Bu suretle, kendi hükümet merkezinde Türkler, Avrupa’Uların vereceği kararlara uymaya mecbur edilebileceklerdi. Fakat Abdülhamid her ne kadar kızıp hiddetlenmiş ise de, öyle bir siyasî taktik kullandı ki, bütün hayatı boyunca bu, onun en kuvvetli bir tarafı ve kozu olarak kaldı.

Lord Salisbury İstanbul’a gelir gelmez Padişahın huzuruna kabul edildi. Sir Henry Elliot’nun da hazır bulunduğu bu görüşme için Elliot diyor ki: “Padişahın kabulü bundan daha samimî olamazdı.”

Abdülhamid, İngiliz delegelerini resmen Muayede salonunda kabul edecek yerde, sadece saray tercümanı ile birlikte hususî dairesinde kabul etmişti. Kendileri, başka hiç kimsenin ayak basamayacağı bir hah üzerinde duruyordu. Şark âdetlerine pek vâkıf olmayan Lord Salisbury, koltuğuna rahatça oturmuş vaziyette kahve fincanını elinde tutuyordu. Lord bu haldeyken, büyük bir iltifat olmak üzere, padişah kendisine bir sigara uzattı. Lord-Salisbury, Sultanın mânası anlaşılmayan gözlerinin içinde ve, yarı kır düşmüş sakalının gölgelediği çenesinin arkasında gizlenen demir gibi iradenin henüz farkında değildi. Geleneğe göre bütün padişahlar tahta çıktıkları günden itibaren sakal bırakmaya mecburdular. Ağzından çıkan ağır ve sürükleyici sözleri tercüman sâdıkane bir şekilde naklettiği sırada Abdülhamid, Lord Salisbury’e, İngiltere’nin sempatisini ve dostluğunu kazanacağına güvendiğini de ilâve etti. Britanya hükümetinin İslâhat hareketleri ve imtiyazlar hakkındaki fikirlerini her zaman kabule hazır olduğunu, hattâ memleketinin menfaatlerinin ve hükümranlık haklarının müsaadesi nispetinde, bu hususta daha da ileri gidebileceğini söyledi.

Lord Salisbury çok temkinli şekilde verdiği cevapta; alınması lâzımgelen kararların teferruatı hakkında şu anda Zat-ı Şahaneye bilgi vermekten mahrum bulunduğunu, fakat diğer delegelerle görüştükten sonra gerekli malûmatı arzedeceğini ifade etti.

Bu görüşmeleri yapacağı günün akşamı da, vaziyeti arz ve müzakere etmek üzere Zat-ı Şahanenin lütfedeceği akşam yemeğinde hazır bulunacağı hususundaki muvafakatini de şimdiden bildirdi. Fakat günler geçti. Lord Salisbury’den hiçbir haber çıkmadı. Yemeğe ne zaman geleceği hakkında saraydan kendisine gönderilen mesajlar hep cevapsız ve kaldı. Hattâ herhangi bir mazaret dahi bildirmedi.

Lord Salisbury’nin bu hareketinden bir mâna çıkarmanın güçlüğü anlaşılıyor. Şüphesiz ki onun önceden teşekkül eden kanaat ve menfi hislerinin tesiri altında kaldığı belli olmaktadır. Lord Salisbury İstanbul’a, herşeye ve herkese karşı aslâ itimat etmeyerek gelmişti. Türkiye’nin içinde bulunduğu mes’elelere karşı olan bilgisizliğinin farkına varmakla beraber, bu hususta İstanbul sefirinin tecrübesinden ve malûmatından da istifade etmek istemiyordu. Çünkü sefirin Mithat Paşa’nın yakın dostu ve Türk muhibbi olmasından şüphe ediyordu. Mithat Paşa, ilk anda ona kin ve nefret duygusu telkin etmişti. General İgnatieff’e karşı olan tutumu da henüz müsbet değildi. Her ne kadar önceleri Türk nâzın kadar, Rus sefirinin de itimada şayan olmadığını beyan etmiş ise de, aradan çok geçmeden İgnatiff’e inanarak büyük bir ihtiyatsızlıkla Ruslar’ın vaadlerine kapıldı.

Sir Henry Elliot’nun anlattığına göre; Lord Salisbury İs-tanbula geldiği gündenberi onunla bir türlü bağdaşamamıştı. Konferansın mevzuu ve takip edilecek şahsî görüşlerinden sefire kat’iyen bahsetmemişti. Sefir Sir Henry Elliot, ancak ilk toplantı başlaymca, konferans mevzuunu diğer delegelerle ayni anda öğrenebilmiştir. Lord Salisbury ile sefir arasındaki bu anlaşmazlık, İngiliz kolonisinin devam ettiği Beyoğlu kahvelerinde anlatılmaya ve Lord Salisbury’nin îgnatieff ile şehir içinde yaptıkları araba gezintilerinden nefretle bahsedilmeye başlandı.

Tahminlerin aksine olarak Rus diplomatı önceleri çok uzlaşıcı ve İngiliz teliflerini kabule eğilimli göründü. Rusya’nın isteklerini özetleyerek dedi ki; “konferansa iştirak edecek Türk delegesinden en az birisinin hristiyan olması hususunda Türkle-re baskı yapmak lâzımdır.” Fakat, Padişahın ve müşavirlerinin Lord Salisbury’e itimat etmedikleri, bu itibarla Türklere tavsiyelerde bulunmak yerine onları şiddetli tedbirler ile tehdit etmenin daha tesirli olacağı hususundaki telkinleri çok tehlikeli oluyordu. Bir taraftan da General îgnatieff, sarayda kullandığı ve padişahın maiyetinde mühim mevkilerde bulunan gizli ajanları vasıtasıyla da Türkler nezdinde, Lord Salisbury’nin inatçı, şedit., tehlikeli ve hattâ eski bir Türk düşmanı olduğu yolunda propagandalar yaptırıyordu. Bu suretle iki taraf arasında bir itimatsızlık havası yaratan Rus sefiri, Türklerin izzeti nefislerini rencide edip onları mukavemet tahrik etmenin en iyi hareket tarzı olacağı hususunda da Britanya delegesini ikna etmişti.

Rus sefaretinde dokuz defa yapılan hazırlık toplantısına hiç bir Türk delegesi dâvet edilmedi. Bu toplantılarda büyük devletlerin delegeleri, Bab-ı Ali’ye zorla kabul ettirilecek şartları tesbit ettiler. Hattâ İgnatieff’e göre, asgariye indirildiği ifade edildiği halde Bulgaristan’daki hristiyan azınlığa ve Bosna’ya, o kadar geniş bir muhtariyet hakkı tanınıyordu ki, bunların Türkler tarafından kabulüne kat’iyen imkân olamazdı. Diğer taraftan bu şartların Türk Hükümetine takdim tarzı da o derece alçakça idi ki, “Teklif edilen şartlar üzerinde müzakere ve münakaşa bahis konusu olmayacak, şartlar Türkler tarafından ya aynen kabul veya red edilecekti.” Red, elbetteki bir harbe sebeb olacaktı.

İşte Abdülhamid tahta çıktıktan sonra geçen üç ay zarfında bu çetin vaziyetlerle karşılaşmıştı. Fakat bu müddet içinde genç padişah, milletinin hasletlerini tanımış ve her türlü menfaatlerin üstünde millî gurur ve haysiyetin bahis konusu olduğunu anlamıştı.

Çok fena giyim, bakım, cephane ve gıda şartları içinde çarpışan Türk askerleri, Rus subayları tarafından sevk ve idare edilen mağrur Suplar karşısında zafer üzerine zafer kazanıyorlardı. Abdülhamid’in, Avrupa’İdarin ve bilhassa Rus’ların emrine boyun eğmesi, yalnız askerlerinin kazandığı zaferin neticelerinden mahrum kalmasını değil ve fakat kendisini Halife olarak tanıyan bütün müslümanların gözleri önünde de değersiz bir varlık haline düşmesine sebep olacaktı.

Diğer taraftan da teklif edilen şartlan red etmek, bir harbin kabulü demekti. Bu öyle bir harp olabilirdi ki, bir tek müttefike sahip olmadan göze alınması lâzımdı. Esasen Rus orduları da Prut üzerinde toplanıyordu. Bu zıt haller karşısında Abdülhamid, Mithat Paşa tarafından teklif edilen hâl çaresini tetkik etmek zorunda kaldı.

Mithat Paşa diyordu ki; “Millete bir anayasa vermenin zamanı gelmiştir. Çok asilâne bir şekilde yapılacak olan bu hareket Avrupa delegelerini şaşırtıp onları birbirlerine düşürebilir. Yalnız Avrupa vilâyetlerinde yaşayan hristiyanlara değil, İmparatorluğun bütün ahalisine verilecek hürriyet ve eşitlik hakları, Rus’ların öne sürdükleri bahaneleri hiçe indirebilir ve konferansı bir anda mânâsız bir hâle getirebilir. Zira Rus Çarı bile, eğer umumî efkârın Türkiye lehine tecelli ettiğini görürse, taleplerinde İsrara cesâret gösteremez.”

Üç aydanberi Mithat Paşa’nm projesini baltalamak hususunda elinden geleni yapan Sultan Abdülhamid için şimdi, onun tavsiyesiyle bir karar vermek çok müşkül idi. Daha henüz çocukken bile “Kanunu Esasî” kelimesinden nefret ederdi. Fakat şu anda Mithat Paşa ve onun “Kanunu Esasi projesi” kendi itibarını kurtaracak yegâne hâl çaresi teşkil ediyordu. Bu itibarla konferansın resmen açılmasından üç gün evvel “Kanunu Esasî babası olarak tanınan” Mithat Paşa sadrazamlığa tâyin edildi.

Muhteşem bir dramın temsili için hazırlanan dekoru, Abdülhamid, gülünç ve acıklı bir faciaya tahvil etmekte gecikmedi. 23 Aralık 1876 sabahı büyük devletlerin delegeleri Türkiye’nin kaderine karar vermek üzere Bahriye Nezaretinin büyük salonunda toplandılar. Hava çok soğuk ve rutubetliydi. Pencerelerden hafifçe sızan güneş ışığı, diplomatların çehresine her zamankinden daha ciddî ve daha şüpheci bir mâna veriyordu Her-birinin yüzünde, konferansın akamete uğramasından sonra cereyan edecek hâdiselerin vehameti şimdiden belirmişti. Önceden

verdikleri kararların ittifakla alındığı iddia edilmesine rağmen, her delege kendi memleketinin menfaatleri üzerinde gizli ve sinsi bir gayret sarfediyordu. Bu yüzden salona âdeta ağır bir husumet havası hâkim olmuştu.

Konferansın başlangıç formaliteleri henüz ikmal edilmişti ki, Haliç’in karşı sahillerinden atılan top seslerinin derin akisleri işitildi. Herkes şaşırmıştı. Acaba Türkler isyan mı edeceklerdi?... Yoksa bu top sesleri, AvrupalIların isteklerine ve baskılarına karşı bir cevap mı teşkil ediyordu?... Gayri ihtiyarî bütün gözler Türk delegesinin üzerine çevrildi. Heyecandan sapsarı bir hâle gelmiş olan Türkiye Hariciye Nâzın Saffet Paşa, ağır ağır yerinden kalkarak şunları söyledi: “Efendiler, şu anda Harbiye Nazareti kulesinden atıldığını duyduğunuz top sesleri, Padişah hazretleri tarafından bütün tebaanın eşit hak ve hürriyetlerini teminat altına alan Kanuanu Esasinin ilânına işarettir. Bu büyük hâdise münasebetiyle, bundan sonra konferans çalışmalarının lüzumsuz olacağım zannediyorum.”

Bu beyanat soğuk bir sükût ile karşılandı. Az sonra Rus sefiri kısa, fakat sert ve kaba bir ifade ile, Saffet Paşa’nın beyanatına en küçük bir ilgi göstermeden, konferansın gündemine geçilmesini teklif etti. Fakat Rus delegesinden başkası, dikkatle hazırlanmış olan vesikalarla, haritaları ve istatistikleri aslâ tetkik etmiyordu Bu sırada sokaklarda Padişahı ve Kanunu Esasiyi çılgınca alkışlayan müslüman ve hristiyan halkın yaptığı tezahürat karşısında delegelerin hiç biri konferansa ilgi göstermiyordu. Üzerinde “Kanunu Esasî” kelimesi yazılı bayraklar taşıyan medrese talebeleri (molla), caddelerde dolaşıyor, halka Kanunu Esasî metnine ait broşürler dağıtıyordu. Ne olduğunu anlamadan garip bir şaşkınlık ve neş’e içindeki halk, bundan sonra kendi hükümetlerini bizzat seçecek, dinî serbestlik, okullara ve hür bir basına kavuşacaktı. Halkın bu coşkunluğu karşısında Bab-ı Ali’nin önünde hazırlanmış çiçeklerle süslü kürsüye çıkan Mithat Paşa, milletine geniş bir hürriyet verdiğinden dolayı padişaha açıkça şükranlarını ifade eden nutuklar çekiyordu.

Bahriye Nezaretinde toplanan konferansın o günkü celsesi sona ermişti. Kürklerine bürünüp özel arabalarına binen delegeler, ışıklarla ve bayraklarla donatılmış caddelerden geçerek ikametgâhlarına giderken, artık Türkiye’nin kendi mukadderatını eline almış olduğunu görmekle, konferanstaki müzakere ve münakaşaların boş olduğuna tamamen kanaat getirmişlerdi.

Fakat İgnatieff, Rus isteklerini açıkça ifade ederek, eğer Türkiye bunları kabul etmezse Çar ordusunun Prut üzerinde harekete geçeceğini söylüyordu. Avusturya delegesi ise daha ziyade uzlaştırma taraftarıydı. İkili bir idare hükümdarının mümessili olarak, keza iki taraflı bir siyâset tâkip ediyordu. (Drei Ka-iser Bund-Üçlü ittifak)’a sadık olarak Bosna’ya bir nâzar atfettiği zaman, Rusya’nın Balkanların güneyine sızmasına mâni olmak için herşeyi gözönüne alıyordu.

Türkler ise gayet mağrur ve inatçı bir tavır takınmışlardı. Fransa delegesi, Bulgaristan katliamlarından bahsetmek istediği zaman ona Saint-Barthelmy ve Eylül katliamlarını hatırlatmakta aslâ tereddüt etmiyorlardı. Sadece Lörd Salisbury derin bir sükût muhafaza ediyor. Kendisine tamamen yabancı olan mes’ele-yi şuurlu bir nizama sokmak için düşünüyordu. Konferans açılmadan evvel Sir Henry Elliot bir defa daha “Mithat Paşa ve taraftarlarının İslâhat ve yenilikleri tahakkuk ettirmek için çok samimi bir gayret sarfettikleri, bu itibarla bir İngiliz nâzırının Türk Hükümet üzerinde nüfuz sahibi olması için vaziyetin son derece müsait bulunduğu” hususunda Lord Salisbury’i iknaa teşebbüs etmişti. Fakat Lord Salisbury bunları dinledikten sonra tekrar Rus sefaretine yemeğe gidiyordu. İgnatieff, yemekte havyar ile beraber içilen votkanın verdiği neş’e içinde, eğer Sir henry Elliot, İstanbul’daki vazifesinden çekilirse konferans çalışmalarının çok kolaylaşacağını, çünkü İngiliz sefirinin Mithat Paşa ile olan dostluğu Türklere, Avrupalılarm her hususta bir ve beraber olmadığı kanaatini verdiğini sık sık tekrarlıyordu.

Lord Salisbury, Rus’ların telkin ve nüfuzlarına o kadar kapılmıştı ki, bu temayüllerini Lord Derby’e yazacak kadar işi ileri götürmüştü. Bu mektup Disraeli’ye gönderildiği zaman Başvekil, haklı bir tepki duydu.

Birkaç sene sonra Lord Salisbury, sefir Elliot’nun tavsiyelerine uymayarak Padişah ile gizlice temasa geçmemek suretiyle büyük bir hatâ yaptığını itiraf etmiştir. Daha sonraları Harbiye nâzın olunca, İngiltere’nin Türkiye’deki sefirine Abdülhamid üzerinde şahsî nüfuz tesis etmelerini ısrarla tavsiye etmiştir. Çünkü Abdülhamid’in bütün imparatorluk idaresi üzerinde geniş bir kontrol sistemi kurduğunu anlamıştı.

Abdülhamid, İstanbul konferansında büyük kozunu oynamakla beraber Mithat Paşaya olan husumetini devam ettirdi. Camilerin ve resmî binaların ışıklarla donatıldığı bu gece Dol-mabahçe kesif bir karanlık içindeydi. Mithat Paşa saraya geldiği zaman kendisine, Zat-ı Şahanenin rahatsız bulunduğu söylendi. Fakat sımsıkı kapalı perdelerin arkasındaki Sultanın çalışma odası bütün gece ışıklı kalmıştı. Abdülhamid Anayasa projesini gözden geçiriyordu ve bilhassa 113 numarayı taşıyan, buhran halinde alınacak tedbirler hakkındaki hükümleri ihtiva eden madde üzerinde duruyordu. Bu maddeye kısa bir not ilâve ederek, Padişaha sürgün hakkı tanıyan bir hüküm koydu. Sadece birkaç satırdan ibaret olan bu hükmün, metin okunurken kolay kolay farkına varılamazdı. Fakat saltanat mühürünü kendisine götüren mabeyn kâtibi bu vesikayı mühürlediği zaman Sultanın sinsice tebessüm ettiğini gördü. Ve, vesika Padişahın ittifatlı ifadelerini taşıyan bir irade ile Sadrâzam hazretlerine gönderildi.

·        XIV

Abdülhamid Maskesini Çıkarıyor

İstanbul konferansında Türkler nâzik ve fakat ciddî bir ifade ile Avrupa’ya “Hayır!...” dediler. Bir ay süren faydasız münakaşalardan sonra delegeler bavullarını toplamak zorunda kaldılar. Acaba Türkleri böyle bir mukavemete hangi sebepler sevketmişti? Rusya’nın zayıf olmasından mı, yoksa Lord Salis-bury’nin Avrupacıların her hususuta beraber olduklarına dair verdiği mükerrer teminata rağmen, İngiltere’nin Osmanlı İmparatorluğuna yapılacak bir tecavüz karşısında tarafsız bir müşahit olarak kalmayı tecviz etmeyeceği hususunda Ruslar’da beliren kanaatten mi cesaret alıyorlardı?

Konferansta çok şiddetli bir şekilde hareket etmiş olan diplomatlar bu suallere cevap bulmakta zorluk çekiyorlardı.

Delegelerin İstanbul’u terkettiği gün kar yağıyordu. Fakat şiddetli soğuğa rağmen Abdülhamid sarayın balkonunda göründü. Elindeki dürbün ile Sarayburnundan dönüş yapmakta olan yabancı gemileri seyrediyordu.

Padişahın verdiği kıymetli hediyeler ve Mecidiye nişanları, misafirlerin ayrılmasına bir ihtişam ve başarı şekli veremedi. Lord Salisbury, Abdülhamid’den huzura kabulünü istediği zaman, Zat-ı Şahanenin diş ağrısından rahatsız olduğu bahanesiyle arzusu reddedildi. General İgnatieff ise böyle bir istekde bulunmak nezaketini bile göstermeye cesaret edemedi. Onun çok şiddetli bir nutku sadece Türkleri değil, fakat bir kısım delegeleri de hayretler içinde bırakmıştı. İgnatieff bu nutku ile Padişahı ve Hâzırlarını, Avrupa’da sulhün tesisine karşı gelmekle itham ederek Rusların sabrının artık taşmış olduğunu beyan ettikten sonra konferans salonunu terketmişti.

Avrupalı diplomatlar hiddetli bir şekilde İstanbul’dan ayrılmışlardı. Fakat Abdülhamid, verdiği “Hayır!...” cevabından dolayı hiç bir endişe duymuyordu. Büyük devletlere mensup delegelerden her biri görüşünü açıklarken, diğerlerini şüphe ile gözetlediğini padişah çok iyi biliyordu. Rusya’nın (Drei Kaiser Bund-Üçlü ittifakının iki partöneri, General İgnatieff’i misâl alarak Türklere kötü muamele yapmaya kafiyen temayül göstermemişlerdi. Diğer taraftan İngiltere Başvekili Disraeli, halka verdiği bütün nutuklarında uzlaştırıcı ve ılımlı bir dil kullanıyordu. Londra’da, Balkanlarda harb eden Türk askerleri için para toplamak maksadiyle yapılan Sutherland Dük’ünün başkanlığındaki toplantıda cömert bir Lord önemli miktarda bağışta bulunmuştu. Bütün bunlardan Abdülhamid ne İngiltere’nin, ne de merkez devletlerinin Rusya’yı hareketlerinde serbest bırakmıya-cakları kanaatine varmıştı. Padişah sadece bir hususta General İgnatieff’e minnettarlık duyuyordu; Konferansın pahalıya malo-lan komik haline son verdiği için... Zira şimdi iç meselelerle meşgul olmak ve Mithat Paşa’nm hesabını görmek için tamamen serbest kalıyordu. Hür ve serbest bir seçimle teşkilini va-adettiği Meclisi Mebusan’ı halk büyük bir heyecan ve tasviple karşılamıştı. Şimdi bu vaadin yerine getirilmesi bekleniyordu. Fakat Kanunu Esasi’ye kuvvet veren bir adamdan kurtulduktan sonra bu kanunun metninde vaadedilen şeyler ölü bir sözden ibaret kalabilirdi. Bu düşüncelerle, hattâ diplomatlar henüz İstanbul’u terketmeden evvel, Abdülhamid, sadrâzamın nasıl uzaklaştırılacağını bile tesbit etmişti.

Mithat Paşa mes’elesi dikkatle tetkik edilmeye değer bir önem arzetmektedir. Bu tetkik neticesinde Abdülhamid’in tutumu ve içinde bulunduğu ruh hâleti meydana çıkar. Sadrâzamına olan davranışında ilk defa olarak, onun hükümdarlığı müddetin-ce işlediği facialara sebep olan vehim ve şüphe hissinin neticelerini müşahede ediyoruz. Mithat Paşa’nın sert ve kesin hareketleri, kendisine karşı Abdülhamid’in beslediği kuşkuları ortadan kaldırmaya imkân vermiyordu. Onun padişaha hitaben yazdığı yazılarda, mutlak bir hükümdarın istemeye hakkı olduğuna inandığı son derecede hürmetkâr bir üslûp kullandığına Abdüi-hamıd kaani değildi. Mithat Paşa’nm “Anayasanın ilânında, mutlakiyetin ilgası, Zat-ı Şahanenin vazife ve haklarının tasrihi, keza nâzırların vazife ve selâhiyetlerinin tesbit ve tâyini, bir kelime ile tam ve geniş bir hürriyetin millete temini gayesi vardır.” şeklinde yazdığı mektubu okurken Abdülhamid kendisinin açık bir şekilde tahkir edildiği zehabına kapılmıştı. Mithat Pa-şa’nm kullandığı bu hoşa gitmeyen tâbirler padişaha, onun, memleketinin menfaati uğruna iki padişahı tahttan indirmekte tereddüt etmediğini ve eğer bir gün yine zaruret hissederse bu üçüncüsünü de tahttan indirebileceğine hazır olduğunu düşündü.

Abdülhamid tasavvurlarını tatbik için müsait bir zamanı bekliyordu. Ve yine bekliyordu ki, muhtelif sefaretler İstanbul konferansı hakkmdaki raporlarım yazsınlar ve Osmanh İmparatorluğunun kendi işlerini sadece kendisi halletmeye muktedir olduğunu Avrupa’ya göstermek için Mithat paşa Sırbistan ile şerefli bir sulh andlaşması yapsın. Fakat âniden husule gelen bir hâdise padişahı iyice şaşırmıştı. Mithat Paşa, Maliye nâzırmın azlini istemek suretiyle, saltanata ait imtiyazları çiğnemeye cesaret etmişti. Sadrâzam, devlet hâzinesine mahsus muayyen bir meblâğın gizlice padişahın şahsî hesaplarına nakledildiğini iddia etmek cür’etinde bulunmuştu. Abdülhamid, devlet erkânına daima tasarruf tavsiye ederdi. Bu itibarla çok basit alışkanlıklar, kendisinden önceki padişahlarınkilerle büyük bir dengesizlik gösterirdi.

İşgüzar Maliye Nâzın, padişahın şahsî tahsisatını altın para ile ödemek suretiyle ona iki misli bir kıymet kazandırmıştı. Mithat Paşa bu hâdiseyi açıkladığı zaman Abdülhamid, affı mümkün olmayan hareketinden dolayı, çok itimat ettiği Maliye Nâzınnı azletmeye mecbur oldu.

5 Şubat 1877 sabahı Mithat Paşa, uzun zamandan beri millete vaadedilmiş olan yenilik ve İslâhatın yapılması hususlarını görüşmek üzere padişahın huzuruna dâvet edildi. Kendisine, Zat-ı Şahanenin bu işlerin bir an evvel tatbikine başlanması-namuvaffakat etmiş olduğu da ayrıca bildirildi.

Hiç birşeyden şüphe etmeyen Mithat Paşa araba ile saraya gitti. Fakat yolda evinin önünden geçerken kapıların etrafında askerlerin beklediğini görmüştü. Bunun üzerine bir tuzağa düşürülüp düşürülmeyeceğini düşünmeye başladı. Dolmabahçe’ye gelince kendisini hemen küçük bekleme salonuna aldılar ve padişahın emirlerini beklemesini söylediler. Bu arada pencereden dışarı bakarken şüphelerinin hakikat olduğunu anladı. “İzzettin” adındaki saltanat yatı rıhtımda bağlı duruyordu. Yatın bu mevsimde Boğazda olması normal değildi. Bacalarından duman tüten gemi harekete hazır bir vaziyetteydi. En cesur bir adamın bile bir felâketin yaklaşması karşısında korku duymamasına imkân yoktur.

Havasız ve boğucu odada yalnızdı. Harem tarafından hafif bir piyano sesi geliyordu. Takriben bir saat sonra kapı açıldı. Zat-ı Şahanenin başkâtibi Sait Paşa içeri girdi. Üzüntülü olduğu belliydi. Hürmetle sadrazâm paşanın elini öptükten sonra getirdiği irâdeyi uzattı. Bir an sükût edip, nâzik ve yine hürmetkar bir şekilde sadaret mührünün kendisine teslimi ricasında bulundu. Fazla bir heyecan göstermeyen Mithat Paşa bu suretle kaderine boyun eğerek Sait Paşa’nın refakatinde rıhtımda bekleyen yata götürüldü.

Abdülhamid darbeyi vurmuştu. Kanunu Esasinin 113üncü maddesine ilâve ettiği birkaç satırlık hüküm şimdi tatbik ediliyordu. Bu hüküm ile padişaha tanınan sürgün hakkının ilk kurbanı da Sadrâzam Mithat Paşa oluyordu.

Mithat Paşa sürgüne götürülmek üzere yata bindirildiği sırada Abdülhamid de haremin bronz kapılarının arkasına çekilerek, halkın bu hâdiseye karşı göstermesi muhtemel tepkileri sinirli bir şekilde bekliyordu. Acaba halk, çok sevdiği sadrazamın azledilmesine muhalefet edecek miydi? Bu takdirde Mithat Paşayı tekrar hükümet merkezine çağırfnaktan ve daha müsait bir fırsatı beklemekten başka çare kalmayacaktı. Bu maksatla “İzzettin” yatının süvarisi yirmi dört saat içinde Marmara’da demirli kalmak emrini aldı. Bu süre geçince, eğer yeni bir mesaj almazsa, Mithat Paşa’nın Avrupa’da seçeceği bir limana doğru yoluna devam edecekti.

Padişah, bütün plânlarını itina ile hazırlamıştı. Fakat buna rağmen yine de çekiniyordu. Mithat Paşayı azletmek suretiyle ilk defa olarak içine bir isyan korkusu düşmüştü. Bundan sonra saltanatını gizlice ve yavaş yavaş tahribe çalışacak bir muhalefetle daima mücadele etmesi lâzım gelecekti. Çünkü Mithat Paşa mâruz kaldığı bu muamele karşısında susmayacaktı. Onun Avrupa’da nüfuzlu dostları vardı. Bütün Avrupa basım lehine harekete geçebilirdi .

Padişahın bozulan sinirlerini yatıştırmak maksadıyla piyanoda Offenbach’dan ve Meyerbeer’den parçalar çalan üvey annesi, onun, şu anda hükümdarlığının en buhranlı dakikalarını yaşadığını farkediyordu. Abdülhamid’in en küçük jestlerini, bir kadımnki kadar muntazam ve sinirli ellerinin hareketlerini, teşbihinin taneleriyle oynamasını, sessizce oturuş tarzını, boynunu hafifçe omuzlarının arasına sokuşunu, sonra âniden ürkek bir şekilde yerinden kalkarak etrafını dinlemesini dikkat ve endişe ile tâkip eden üvey annesi, onun bir isyanın ilk akislerinden şüphelenmekte olduğu mânasını çıkarıyordu.

Hafifçe havaya kalkan bir el, ihtiyar kadının piyano çalmasını durdurmuştu. Abdülhamid sırmalı perdeleri aralamış, Marmara Denizine doğru açılmakta olan İzzettin yatını seyrediyordu. Perestû’ya işittirmek maksadıyla; “Mithat Paşa, padişahına güçlük çıkarmak çılgınlığını gösterdi.” diye mırıldandı. Onun bu soğuk ve donuk sesi, üvey annesinin birden buz kesilmesine kâfi geldi.

Abdülhamid yirmi dört saattanberi haremdeydi. Kafiyelerin ve haremağalarınm getirdikleri sokak dedikodularına göre, halk, hâdise karşısında nasıl hareket edeceğini bilmiyordu. Saraydan yayılan bazı iftiralar, padişaha sâdık kulaklara kadar erişmişti. Çünkü Mithat Paşa’nın dostu kadar, bir çok da düşmanı vardı.

Fakat bütün başarılarına rağmen padişah yine de asabî ve huzursuz idi. Ne üvey annesi, ne de “kadm”ları onu eğlendirmeye muvaffak olamıyorlardı. Muhteşem salonları ve aynalı koridorlarıyla Dolmabahçe Sarayından artık'nefret ediyprdu. Sarayın Marmaraya gelen harp gemilerinin çok yakınında ve unutmak istediği kardeşi Murad’ın bulunduğu Çırağan Sarayının da civarda olması ona gittikçe endişe veriyordu.

Mithat Paşa’nın evinde ve şahsî evrakı arasında yapılan araştırmalarda, Abdülhamid’in kardeşi Murat iyileştiği takdirde onun lehine tahttan feragat edeceğine dair imzaladığı taahhütname bulunamamıştı.

Abdülhamid, kardeşinin sıhhî durumu hakkında tam ve esaslı bir malûmat almak istiyordu. Bunun için de Mithat Pa-şa’mn sürgüne gönderilmesini tâkip eden geceyi en münasip bir zaman olarak seçti ve tahta çıktığından beri ilk defa olarak Çıra-ğan sarayına gitti.

Çocukluğunda dinlediği peri masallarındaki yaldızlı saraylara benzeyen Çırağan artık gölgelerin dolaştığı loş ve sessiz bir konaktan başka bir şey değildi. Sultanların terkettiği bütün şark sarayları gibi Çırağan’ın da yaldızları dökülmüş, döşemeleri yıpranmıştı. Koridorlarda birbirleriyle gevezelik eden işsiz haremağaları, padişahın kendilerine doğru yaklaşmakta olduğunu görünce hemen yerlere kapandılar. Hastanın tedavisi için artık kendilerine lüzum kalmadığını bilen hekimler de bir miktar bahşiş ümidiyle derhal padişahın önünde elpençe divan durarak, hastanın vaziyetinin bir aydanberi çok vahimleştiğini beyan ettiler. Fakat Abdülhamid hekimlerin raporlarına olduğu kadar, beyanlarına da itimat etmiyordu.

Kardeşi Murat için amansız bir kin besleyen Abdülhamid, bir delinin yanında mahpus kalmaya mahkûm edilen genç ve güzel kadınları görünce, merhamet duygularının harekete geçmesine mâni olamadı. Padişaha olan husumetini gizlemek için büyük bir gayret sarfettiği belli olan Murad’m annesi, onu gayet memnun bir tavırla karşıladı.

Abdülhamid bu kadının, bedbaht annesi Tirimüjgâna ne ■ kadar merhametsizce eziyet ettiğini aslâ unutmuyordu. Buna rağmen hiç bir şey hatırlamıyormuş gibi ihtiyar kadının elini hürmetle öptü. Derhal yerine getirilmek üzere bir arzusu olup olmadığını öğrenmek istedi. Murat daha önce yatak odasına çekilmişti. Annesi onun çok uyuduğundan bahsetti. Murad’m bu hâli, buhranlı zamanlarını sükûnetle geçirmesi için hekimler tarafından verilen ilâçlardan ileri geliyordu. Eski Valide Sultan, bu ilâçların oğlunun gittikçe azalan kuvvet ve kudretini büsbütün tahrip ettiğine kaani olduğunu söylemek cesaretinde bulundu. Kendisine verilen izahatı dinleyen Abdülhamid, Murad’ın yattığı odanın kapısına geldi. Eski Padişah bir müddet evvel uyandırılmıştı. Tahttaki değişiklikten beri iki kardeş ilk defa karşı karşıya geldiler. Anahtar deliğine kulaklarını yapıştıran haremağaları bile, onların aralarında ne konuştuklarını işitemediler. Esasen Murad’m kaderi artık tâyin edilmişti. Onu kurtaracak olan yegâne adam ise, şu anda Marmara denizinde Avrupa’ya doğru yol alıyordu.

·        XV

Yeni Bir Buhran

Mithat Paşa’nın azil ve sürgün edilişi Abdülhamid’in tasavvurundan daha korkunç ve tehlikeli haller yaratmaya başlamıştı. Haber, Avrupa basınında olduğu kadar, parlâmentolarında da geniş tepkilere sebep oldu. Fransa’da Meb’usan Meclisinde M. Thiers: “Türkiye’nin en kötü düşmanı bile, padişaha böyle şeytanca bir tavsiyede bulunmayı düşünemezdi.” diyecek kadar ileri gitti. Bu itibarla Abdülhamid, Mithatpaşayı, tantanalı bir ünvan ile uzak vilâyetlerden birine göndererek orada küflenmeye mahkûm etmenin en isabetli hareket olacağını düşündü.

Padişah, şimdi sür’atle bir buhran yaratan Şark Meselesi yüzünden, kendisine hasım kesilen bir Avrupa ile karşı karşıyaydı. Rusya yeniden harekete geçmişti. General İgnatieff, batı memleketlerinde büyük bir seyahat yaparak, bir Türk-Rus harbi halinde Avrupa devlet adamlarının ne gibi bir tavır takınacaklarını anlamak için nabız yoklaması yapıyordu. Lord Salisbury’le olan dostluğu, kendisinin bir gün müddetle Hatfield Şatosunda misafir edilmesini temin etti. Fakat bu ziyaret öyle bir zamana rastlamıştı ki, Lord Salisbury’nin kabinedeki bütün mesai arkadaşları, bilhassa başvekil, Rusya’nın isteklerini son haddine vardırdığı takdirde İstanbul’u savunmak için plânlar yapıyorlardı.

İngiltere üzerinde iyi bir etki yaratmak isteyen padişah da kendisine göre tedbirler alıyordu. Bu cümleden olarak 19 Mart 1877 günü kanunu Esasiye göre kuruları ilk Osmanlı Meclisi Mebusamnın muhteşem bir şekilde toplanması için kendi sarayının toplanması çok tarihî bir hâdise teşkil ediyordu. Fakat Avrupa’da ilgi ve heyecan yaratmak için yapılan bu hareket çok geç kalmıştı. Dolmabahçe’nin debdebeli dekorları içinde, entariden koyun postu kürke kadar mühtelif kıyafetler taşıyan mebuslar, ilk defa olarak devletin idaresine iştirak etmek üzere imparatorluğun dört köşesinden buraya gelmişlerdi. Muhteşem kristal âvizelerden fışkırıp duvarlardaki aynalarda ve mermer döşemelerde akisler yapan ışık çağlayanları Bağdat’tan, Edirne’den, Sivas’tan, Erzurum’dan gelmiş bu adamların baba yâni çehrelerini garip bir şekilde aydınlatıyordu. Her biri, memleketin içinde bulunduğu durumu mümkün değilmiş gibi görünen meseleleri görüşmek üzere burada toplanmışlardı. Aksaklıkların sadece kendi vilâyetlerinde olmayıp, imparatorluğun her tarafına yayılmış olduğunu da bu vesile ile iyice öğrenmişlerdi. Devlet idaresi Beyrut’ta nasılsa, Selânikte de aynıydı.

Abdülhamid çok mükemmel bir rol yapıyordu. Gösterdiği anlayış ve müsamahaya hayran olmamak kabil değildi. Meclis Reis Vekilliliğine Ermeni bir mebus tâyin etmiş, kendisine de yâver olarak iki Yahudi gencini seçmişti. Padişahın Meclisi açış nutku, başkâtibi Sait Paşa tarafından okundu. Padişah bu nutkunda, milletine yine aydın ufuklar ve terakkiler getireceğinden bahsediyordu. Bundan sonra bütün tebaası, tıpkı bir ailenin çocukları gibi itibar ve ilgi görecekler, aynı kanunların himayesi altında bulunacaklardı. Buna karşılıkta de o, tebaasından sadece, tam bir emniyet ve adalet duyguları üzerine kurulmuş olan Kanunu Esasinin getirdiği iyilikler içinde mutlu ve müreffeh olarak yaşamalarım, daima bir ve beraber olmalarım istiyordu. Bu müsamaha ruhu, yalnız siyasî sahada kalmıyor, hânedana kadar genişleyerek Sultanın kardeşleri asırlardanberi ilk defa olarak Devlet Şûrasına kabul ediliyorlardı. Abdülhamid’in hiç muhabbet göstermediği kardeşleri hakkında aldığı bu karar hayretle karşılandı. Şehzade Reşat ve Vahideddin’in merasim esnasında Padişahın tahtının yanında hazır bulunmaları, Çırağan Sarayında hasta yatan eski padişah hakkında sual sormaya hazır seslerin sükût etmesine sebep oldu.

Dolmabahçe Sarayındaki açılış merasiminden sonra Meclisi Mebusanın merkezi Haliç kenarındaki adliye nezaretine nakledildi. Müteakip senelerde Meclis toplantısı defalarca tâlik edilmek suretiyle Padişah Kanununu Esasî hükümlerini, resmî salnamelerde neşredilen esbabı mucibeden mahrum beyannamelerle ortadan kaldırıyordu. Böylece de -Türk veya yabancı olsun- Türkiye’de kısa süren hürriyet idaresinin bir tecelligâhı olmuş bulunan Meclis binasının kırık pencerelerine doğru bakmak bile padişaha karşı işlenmiş en ağır bir ihanet fiili olmaya başladı. Zira, Abdülhamid’in tahminlerinin aksine olarak demokrasi tecrübesi muvaffak olmuştu. Türkler, tabiatleri itibariyle demokrattırlar. Tecrübesizliklerine ve parlâmento usullerini bilmemelerine rağmen, mebusların büyük ekseriyeti kabiliyetlerini suiistimallerin ortadan kaldırılması hususundaki samimiyetlerini göstermişlerdi. Yabancı tecavüzlere karşı hristiyan tebaanın imparatorluğu muhafaza ve müdafaa etmek hususundaki azimkârlıklarından dolayı çok müsbet bir intiba edinmişlerdi. Bab-ı Ali’ye hareket ve canlılık veren bir ruh girmiş, Abdülha-mid, milleti tarafından âdeta tapılırcasma sevilen bir mâbut olmuştu.

Demokratik bir hükümdar rolü oynamaya mecbur olduğu haftalar içinde padişah, bir koru içindeki küçük bir köşke giden Beşiktaş sırtlarındaki dik ve tozlu yollarda at ile gezintiler yapıyordu. Babası tarafından bir “gözde”si için inşa ettirilmiş olan bir köşk Yıldız adiyle tanınıyordu. Son derecede güzel olan bu beyaz mermer köşkten İstanbul ve Boğazın seyrine doyum olmuyordu. Fakat Abdülhamid’i buraya çeken şey, köşkün güzelliğinden ziyade, sâkin ve her yerden uzak olmasıydı. Padişah orada kendisini gayet rahat hissederdi. Mütecessis nazarlardan, âsilerin ve nümayişçi kimselerin dikkatinden tamamen mâsun olurdu. Yıldızın yüksek sırtlarından, Karadeniz ve Marmara denizlerinden gelen bütün harb gemilerini daha uzaklardayken görmek mümkündü. Bu suretle zamanında emniyet tedbirleri alınabilirdi. Abdülhamid herşeyden evvel sağlam bir emniyet ihtiyacı hissediyordu. İkametgâhının ihtişamı ile herkesin gözlerini kamaştırmak arzusu onda aslâ yoktu. Deniz sahilindeki İtalyan stilindeki saraylar, milleti kadar, onun da hoşuna gitmiyordu. Yıldız’da ayrı ayrı inşa edilmiş olan binalar, eski padişahlar tarafından da çok sevilirdi. O, yüksek duvarlarla çevrilmiş geniş park içinde yeraltı geçitleri ve gizli kapıları olan, saraydan ziyade bir kır evi inşa ettirmeyi düşünüyordu. Böyle yere mabeyn-lerinin ve yâverlerinin haberi olmadan sık sık gidip gelebilirdi.

Gizlice hazırlamakta olduğu inşaata ait projeler son şeklini alıncaya kadar her akşam Yıldız’a gitmeye devam etti. Nihayet bir gün bu çıplak ve tenha tepeye yüzlerce işçi ve kalfa getirildi. Bunların her biri ayrı ekipler halinde çalışmaya başladı. Projelerin hazırlanmasında kendileriyle müşavere edilmiş olan mimar ve mühendislere plânın tamamı aslâ gösterilmemişti. Bu itibarla, daha sonraları geniş bir sahaya yayılmış olan Yıldız’ın kollarını teşkil eden binalar arasındaki gizil yolları padişahtan başkasının bilmediği söylenmektedir.

Yıldız’ın inşası, dış politika üzerinde Abdülhamid’e âdeta yeni bir cesaret veriyordu. Zira 1877 yılının bu Mart ayında, büyük devletler tarafından son defa yapılan sulh teşebbüslerine

11. Ahdülhamid • 129

karşı padişah, büyük bir inat ve azimle muhalefet ediyordu.

İngiltere’de, General İgnatieff’in yüksek ikna kabiliyeti ona büyük birşey kazandıramamıştı. Sadece “Londra protokolü” adı altında her mânaya çekilebilen bir vesika imzasıyla iktifa olunmuştu. Bu protokole göre; büyük devletler, Türkiye-Sırbis-tan arasındaki kesin bir sulh andlaşması yapılmasını temenni etmekten derin bir zevk duyduklarını, fakat Osmanlı hükümeti tarafından vaadedilen İslâhat ve yeniliklerin de ciddiyetle tatbiki hususundaki samimi arzularını ifadeye lüzum gördüklerini, hris-tiyan ahalinin durumu islâh edilmediği takdirde doğudaki umumî sulh ve huzuru en iyi şekilde tesis için gerekli tedbirleri almak gayesiyle müştereken hareket etmek hakkını muhafaza ettiklerini ifade ve teyit ediyorlardı.

Protokolü imza etmiş olan bazı büyük devletler bu tecrübe ba! or unun neticelerinden esasen şüphe ve tereddüt gösteriyorlardı. İngiltere Başvekili Disrael’nin müşahedelerine göre; “Protokol imza edildikten sonra her taraftan aldığım mektuplarda bizim zaferimizden, Rusya’nın ise mağlûbiyetinden bahsediliyordu. Fakat bana göre mes’ele en iyi şekilde aydınlığa çıkarılamamıştır.” denilmektedir. Her ne kadar İngiltere bir dostluk eseri olarak padişahı bu protokolü kabule zorlamış ise de, Abdülha-mid biraz da tedbirsizlik göstererek, imparatorluğunun dahilî işlerine Avrupa’nın bir müdahalesi olarak telâkki ettiği protokolü kat’iyetle reddetmişti.

Londra protokolünün Türkiye tarafından reddi, bir takım hâdiseler yarattı. Çünkü îgnatieff bütün tatlı sözlerine rağmen “Hasta adamın” mirasını taksim hususunda Fransa, İngiltere, Almanya ve Avusturya’yı, Rusya’nın yanında yer almaya ikna edememişti. “Doğudaki hristiyanları müdafaaya”kararlı olan Rusya, şimdi yeni bir “Haçlı seferi” hazırlamak için bahane arıyordu. İngiltere’nin padişaha “harbi önlemek için her türlü feda-

kârlığa razı olmasını” tavsiye etmek maksadıyla Türkiye’ye yeni bir sefir gönderdiği sırada Rus orduları da daha önceden Prut üzerinde toplanmıştı.

Yeni İngiliz sefiri Henry Layard hem bir arkelog, hem de diplomattı. Vazifesinde muvaffak olmak için bütün vasıflara sahipti. Türklere olan sevgisi Büyükelçi sir Stratford Canning’in emrinde genç yaşta hizmet ederken başlamış, Ninova’da yaptığı hafriyat sırasında ise iyice artmıştı. Fakat 20 nisan 1877 de İstanbul’a indiği zaman, Osmanlı İmparatorluğu artık harp uçurumunun kenarına gelmişti. Felâketi önlemek padişahın kudretinde değildi. Her çeşit müttefikin yardım ve desteğinden mahrum bulunan Türklerin şimdi yegâne kuvveti islâmiyetin verdiği imandı. Ve bu imanla dolu olan mütevekkil ve kaderlerine rıza gösteren Türkler, Rus’ların kendilerine saldırmasına bekliyordu. Sefir Henry Layard Bab-ı Ali’de büyük bir gevşeklik ve karışıklık içinde işi uzatmak maksadiyle beceriksizce teşebbüslere geçildiğini müşahade ediyordu. Yeni sadrâzam Etem Paşa tam bir ümitsizlik içindeydi. Hariciye nâzın Saffet Paşa ise asabî krizler geçiriyordu. Devamlı olarak Yıldız’da ikâmet eden Padişahın tasvibi alınmadan hiç bir devlet işi yürümüyordu.

İngiltere sefiri İstanbul’a geldikten dört gün sonra padişahın huzuruna kabul edildi. Yıldız ’m büyük kapısını merasim arabası ile geçen Henry Layard’a hariciye Nâzın refakat ediyordu. Bu sırada sefir, şüphesiz ki hakkında zıt şeyler söylenen Ab-dülhamid’in nasıl bir adam olduğunu düşünüyordu. Halktan uzak bir yerde, kapalı bir vaziyette yaşayan padişah herşeye rağmen kendisini hükümetinin çalışmalarına iştirak ettirecek birinci adamdı.

Sarayı, yüksek duvarlarını bitişiğinde bulunan kışlalardaki Arnavut askerleri muhafaza ediyordu. Bir ay evveline gelinceye kadar boş bir araziden ibaret olan bu yerler şimdi çiçek tarhları, havuzlar ve gölleriyle bir park haline getirilmişti. Ağaç dallarında nâdide kuşlar uçuşuyor, çalıların arasında dolaşan acaip hayvanlar dik dik yüzünüze bakıyordu. Henry Layard bütün bunlardan, mahçup ve kendi benzerlerine itimat etmeyen padişahın kuşlara ve hayvanlara karşı derin bir hayranlık duyduğunu anlamıştı.

Arabalar üç katlı bir binanın önünde durdu. Sefir ve maiyeti Zat-ı Şahannenin Başkâtibi Sait Paşa tarafından karşılandı. Mermer merdivenlerden çıkarak birinci kattaki kabul salonuna alınan misafirlere kahve ve şurup ikram edildi. Sonra Başmabe-yinci kendilerine takdim edildi. Her ne kadar Yıldız, bir saraya benzemiyorsa da Abdülhamid orada şark saraylarına mahsus bütün ihtişam ve debdebeyi yaşatıyordu. Altın sırmalı ve parlak nişanlarla süslü elbiseler giymiş olan mabeyn memurları, uşaklar ve haremağaları, yerlere kadar eğilerek selâmlamak suretiyle sefiri salondan salona geçirdiler. Nihayet hükümdarın huzuruna girildi. Fes ve redingot giymiş olan ince ve nâzik bir adam misafirleri karşılamak üzere ayağa kalktı. Layard’m gözüne çarpan ilk şey, padişahın melânkolik hali ile solgun yüzü ve saçlarıyla sakalının koyu siyah rengi oldu. Sefiri'.karşıladığı sırada Abdül-hamid’in dudaklarında çok câzip ve lâtif bir tebessüm belirmişti. Fakat konuşurken çok ümitsiz ve bedbin bir tavır takınıyordu.

Tercümanlık vazifesini Hariciye nâzın ifa ediyordu. Padişah, gözleri yaşararak sulh hakkındaki arzularını “Bütün tebaamın saadet ve refahı için lüzumlu ve mutlaka tatbike kararlı olduğum yenilik ve İslâhatı sulh ve huzura kavuşmadan nasıl olur da tahakkuk ettirebilirim.” şeklinde ifade ediyordu. Meyus bir halde, iki memleket arasına giren ve bazı hâdiselerin sebebi olan sis perdesinden dolayı, kendisine aslâ mes’uliyet düşmediğinden bahsetti. Bu görüşmelerde padişah Layard’ı, sâfiyeti ve samimiyeti üzerinde tamamen ikna etmeye muvaffak olmuştu.

Bu itibarla sefir İngiltere Hariciye nezaretine yazdığı mektupta diyordu ki; “Padişah, bana çok sevimli, iyi niyetli, doğru sözlü, nâzik ve İnsanî duygularla mücehhez, tebaasının hayrı için elinden gelen herşeyi zevkle yapmaya hazır bir kimse olarak göründü.”

Bu samimiyet sahtemiydi, yoksa Abdülhamid hakikaten İngiltere’nin yardımını ve müzaheretini istiyor muydu? Birdenbire zıt fikir ve hisler altında, sulh arzusunda olduğunu İsrarla teyit ediyordu. Fakat mağrur ve harpçi bir adam olan eniştesi Mahmut Celâlettin Paşa’nın tesirine kapılınca da Rus Çarına meydan okuyordu. Bütün bunlara rağmen sulhü veya harbi tercih etmek artık Sultanın insiyatifinde olan bir mesele değildi. Henry Layard 24 Nisan 1877 akşamı Yıldız’dan ayrıldığı vakit Rus orduları Prut’u geçmişlerdi ve bir asır içinde dördüncü defa olarak Türkiye harbetmek mecburiyetiyle karşılaşıyordu.

·        XVI

Türk - Rus Harbi

Boğazın iki yakasında kendisini gösteren taze bahar havası ile birlikte bir yabancı istilâsının tehdidi memleketin ufuklarını bir kâbus gibi çökmüş görünüyordu.

Beyoğlu’ndaki Rus sefaretinin önünde toplanan kalabalık, kapının üstündeki Çarlık armasına bir örtü çekildiğini gördü. Bu sırada Anadolu’dan Üsküdar’a doğru ilk asker kafileleri geliyordu. Bu defa artık, Marmara denizine demirlemiş müttefik donanması, caddelerde dolaşarak Türklerin cesaretini arttıran müttefik askerleri yoktu. Bu harp Batılılara karşı müslümanla-rm mücadelesiydi. Camilerde Peygamberin yeşil sancağı açılmış, din adamları da askerlerle birlikte yürüyüşe geçmişti.

Umumi heyecana kapılan Abdülhamid, ecdadının şanlı geleneklerine göre, kendisini büyük bir kumandan olarak görüyordu. Hattâ Tuna boylarında çarpışan ordunun başına geçmek için oraya gitmek istiyordu. Fakat eniştesi Mahmut Celâlettin Paşa, onu bu fikrinden vazgeçirdi. Paşa, Topçu Kumandanı sıfatıyla Yıldız’m askerî müşavirleri üzerinde çok meş’um bir nüfuz icra ediyordu. Rus’ların Tuna’ya doğru bütün kuvvetleriyle ilerledikleri sırada, cepheye müteaddit emirler verilip, peşinden iptâl ediliyordu. Kumandanlık mevkilerine kabiliyetsiz paşalar getirilmişti. Padişahın eniştesine hürmet göstermeyi, dalkavukluk yapmayı ihmal eden yeni yetişmiş genç ve bilgili subaylar bir kenara itilivermişti.

Osmanlı ordusunda hizmet görmüş olan eski bir İngiliz süvari subayı General Valentine Baker’in bu harbe ait anlattığı hâzin hikâyelere göre; hükümet merkezindeki birçok paşaların kıskançlıkları ve entrikaları ile cephedeki kumandanların fecî ihmalleri yüzünden Türk askerlerinin feragatkâr kahramanlıkları tamamen faydasız ve boş bir hareket olmuştur. Her ne kadar bütün vazifelerini hakkıyla yapmaya çalışmasına rağmen, Abdülhamid, hiç bir suretle bir askerî şefin kabiliyet ve liyakatine sahip olamamıştır. İradesi, bazen iyimserlik, bazen de ümitsizlikle alt üst oluyor, çok sağlam olan dinî, inançları zaman zaman yerini şüpheciliğe bırakıyordu. Cesareti kırılıp ürkek bir hal alıyordu.

Yeni İngiliz sefiri geldiğinden birkaç hafta sonra padişah ile sıkı bir dostluk kurmaya muvaffak oldu. Hemen her gün Yıl-dız’dan gönderilen bir mesajla kendisinden bir malûmat veya tavsiye isteniyordu. Sefirin anlattığına göre; çok sevimli ve anlayışlı olan padişah, altından kalkamayacağı kadar bir çok mes’elelerle meşguldü. Hükümetin dizginlerini elleri arasında tutmakta ısrar ediyor, en küçük teferruatla bile uğraşmayı vazife sayıyordu. “Üzerindeki yükün bir hammalın bile taşıyamayacağı kadar ağır” olduğunu söylediği zaman genç padişaha Henry Layard büyük bir hürmet göstererek “Zat-ı Şahanenin herhangi bir memura tevdi edebileceği işlerle uğraşmak suretiyle yorulduğunu” söyleyince Padişah, sarayda itimat edebileceği bir tek kimse olmadığını derin bir üzüntü ile ifade ediyordu. Kardeşinin iyileşerek tekrar tahta geçmesinden ve eniştesi haris Mahmut Celâlettin Paşa’nm bir suikast tertip edeceğinden devamlı surette korku ve endişe duyuyordu. Esasen Layard da bu paşanın müşavirlik vazifesinin çok tehlikeli olduğunu görüyordu.

Padişahın bir suikastten korkusunu teyit edecek bazı hareketler seziliyordu. İngiltere Hariciye nezaretine yazdığı bir mektupta Layard; “Sultan Murad’ın annesinin gizli bir ajanının İngiltere sefaretine girmeye muvaffak olduğunu, eski Valide Sultan, oğlunun tamamen iyileşerek devleti idare edecek hale geldiğinden bahisle İngiltere’nin oğlu lehine destek ve alâka göstermesini, hattâ sefirin bir gece gizlice Çırağan sarayına gelerek Murad’ı bizzat görmesini rica ettiğini” bildiriyordu. Çok tehlikeli olan bu teklifi Layard nazarı itibare almadı. Esasen sefirin istihbaratına nazaran bedbaht Murat tam mânasıyla çıldırmıştı.

Bu suikast ve fesat havasında elbetteki Dâmat Mahmut Celâlettin Paşa gibi şüpheli bir şahsiyet için padişahı devamlı bir kuşku içinde tutmak kolay oluyordu. Bu suretle padişah o hâle geldi ki, artık korku ve şüphe onda bir sâbit fikir halini aldı. Bu buhranlı aylar zarfında Abdülhamid meşhur “cumal” defterini tanzim ederek, devrine ait en mühim-hâdiselerin cereyanını hazırladı.

Sefir Henry Layard hâtıratında bundan bahsederken diyor ki; “Padişah herşeyi dikkatle not ettiği (Curnal) defteri sayesinde asla hiçbir hususu unutmuyordu. Muhafazasında fayda gördüğü beyanat ve müşahadeleri bu deftere yazmak suretiyle, vâki görüşmelerimizde bundan bana binaen bahse imkân buluyordu.”

Fakat sefir burada sadece padişahın özel hâtıra (Cumal) defterinden bahsediyor. Halbuki senelerce Yıldız’ın arşivlerini dolduran gizli (Cumal) dosyalarının mevcudiyetinden habersiz görünüyor. Bu dosyalarda teamüle göre doğrudan doğruya Babı Ali’ye gönderilmesi icabeden Türk sefirlerinin hususî raporlarından, İstanbul kahvelerinde vazife gören veya hizmetçi olarak Hâzırların yanında çalışan hafiyelerin âdi ihbarlarına kadar her şey vardı. Hükümet merkezinde, Rum bankacı Zarifi’den sadra zama kadar bütün mühim şahsiyetlerin Yıldız’da gizli bir dos yası tutuluyordu. Rusların Tuna’yı geçtiği ve hükümet merkezi ni tehdit ettikleri günlere tesadüf eden harbin en vahim bir za manında bile Abdülhamid, hafiyelerden gelen raporları ve zabıt lan her akşam tetkik etmek için vakit bulabiliyordu. Bazen yor gunluktan bitkin bir halde, önündeki dosya yığınına başını ko yup uyuyakalıyordu. Raporları yüksek sesle okumakla vazifeli genç ve güzel bir kadın mevzuun değiştirilmesini veya sultanm küçük bir işaret yapmasını beklemeden hemen dosyaları kaldırıp, yeni bir aşk sahnesinin başlayacağı gecenin karanlığında ortadan kayboluyordu.

Başka zamanlarda, bilhassa sinirli olduğu hallerde, Abdülhamid çok müşfik ve ihtiraslı bir âşık gibi yanmda mutlaka bir kadının bulunmasını istiyor, annesinin boynuna sarılan bir çocuk gibi o da kadının boynuna sarılarak kalıyor ve günlerce haremden çıkmıyordu. Akşamları Yıldız’a dâvet edilen nâzırlar ve paşalar, zenci bir haremağası tarafından karşılanıp parkın ortasındaki bir köşke götürülürlerdi. Orada şark tarzında tefriş edilmiş küçük bir salonda kanarya kafesleri arasındaki bir divana uzanmış olan padişah tarafından kabul edilirlerdi. Bu kabullerde ekseriya sırmalı bir perdenin arkasından kadın fısıltıları işitilirdi. Padişah misafirlerine bir sürü sual sorar ve aldığı cevaplar üzerinde kendi fikirlerini aslâ söylemezdi. Bu görüşmelerde nâ-zırlar ve paşalar, kendilerine veya diğer arkadaşlarına zarar getirebilecek herhangi bir gaf yapmamak için son derece dikkat ve itina göstermeye mecbur olurlardı.

Acaba Abdülhamid bazen, biraz haşin tabiatlı olan Mithat Paşayı geniş ihtisasından ve Avrupa Devlet adamlarını yakından tanınmış olmasından dolayı arıyor muydu? Veya onun yokluğundan acı ve pişmanlık hissediyor muydu?..

Sadrazam Etem Paşa çok namuslu ve sadık bir adamdı. Fakat Padişaha, hakikatleri aynen söyleyecek cesarete sahip değildi. Halbuki bazı zamanlar, padişah, hakikatleri bilmek ve öğrenmek istiyordu. Diğer taraftan Mahmut Celâlettin Paşa’nın ise dalkavukluklarından artık nefret etmeye başlamıştı. Bu sebeplerden dolayı genç Sait Paşaya karşı büyük muhabbet ve itimat gösteriyordu. Sait Paşa, Mahmut Celâlettin Paşa’nın tavsiyesiyle saraya kabul edilmişti. Fakat çok geçmeden paşadan uzaklaşmış, kabiliyeti ve istidadı sayesinde Başkâtip olmuştu. Boyunun kısalığı yüzünden Küçük Sait Paşa nâmiyle anılan Sait Paşa, otuz seneden fazla süren hükümdarlığı zamanında Abdülha-mid’in hizmetinde bulunmuştur.

İngiltere Sefiri Henry Layard, Küçük Sait Paşa ile Yıldız köşkünde padişah tarafından verilen bir ziyafette tanıştığını anlatmaktadır. Avrupa tarzında verilen bir ziyafete bir cemilekâr-hk olmak üzere sefirin eşi Mrs. (Bn.) Layard da dâvet edilmişti. Henry Layard’m Sait Paşa hakkında edindiği ilk intiba pek müsbet olmamıştı. Paşa’nın sivri dişlerini göstererek karşısındakine sert ve dik bir şekilde bakışı ilk anlarda pek hoşa gitmiyordu. Fakat Sultan Abdülhamid’in nâzikâne bir şekilde sefire Mrs. (Bn) Layard’ı çiçeklerden ve kuşlardan bahsederek kuş bahçesinde gezdirdiği sırada Sait Paşa da sefir Layard’a padişahın son günlerde bozulan sıhhî durumundan bahsediyordu. Genç adam padişahın sıhhatine karşı o kadar samimî bir ilgi gösteriyordu ki, onun bu hâli karşısında, Layard’m üzerinde evvelce hâsıl olan menfi intiba tamamen silinmişti. Bundan sonra birçok defa yapılan görüşmelerde Sait Paşa’nın siyasî olgunluğu ve samimiliği sefir Henry Layard’m takdir ve hayranlığını mucip olmuştur.

Tercümanlık yaptığı sırada Sait Paşa daima dürüst ve sâdık bir şekilde hareket eder, sefirin sözlerindeki mânanın sertliğini hiç değiştirmeden padişaha aynen naklederdi. Hattâ bir gün Layard’m “Bulgaristan’daki katliamlar ve mezalimler sebebiyle İngiltere’nin tarafsız kalmaya karar verdiği” hususundaki beyanını da tek kelimesini değiştirmeden tercüme etmişti. Abdülhamid ise İngiltere’den aslâ beklemediği bu cevabı hiçbir hiddet ve öfke alâmeti göstermeden sükûnetle dinlemişti. Padişah bir hâdise karşısındaki üzüntüsünü veya bir şeyin hoşuna gitmediğini nâdiren belli ederdi. Fakat görüşmede hazır bulunan bazı nâzırlar Rusların tecavüzü karşısında İngiltere’nin böyle bir karara varmasının mevcut ittifakı açıkça bozmuş olacağını ifade ettiler. Abdülhamid sadece bir defa gerçek durumun Avrupalılarca iyi bilinmemesinden şikâyetçi olmuştur. Bulgaristan’da yapıldığı iddia edilen Türk mezaliminin İngiltere’de yarattığı tepki kadar, acaba, Kafkasyada Ruslar tarafından Türk çocuklarının katli ve müslüman kadınların ırz ve namuslarına yapılan tecavüzler de aynı şekilde tepki yaratmış mıdır? demişti.

Layard padişahın bu sözleri söylediği zamanki kadar hiddetlendiğini aslâ görmemişti. “Avrupa bizi, birçok insanın hayatına malolacak müthiş bir harbi tahrik eden mutaassıp ve vahşi bir millet olarak itham ediyor. Fakat kendi dinlerine mensup olmayanları imha eden Bulgarları, Ermenileri ve Yunanlıları bu vahşete sevk ve teşvik eden mutaassıplar için ne demek lâzım- \\ dır? Bunlar kimdir?”

İslâm Birliğinin müstakbel lideri sıfatıyla elinin altındaki müslüman kuvvetleri kasdeden Abdülhamid sözlerine şunları ilâve etti: “Ben, Rus Çarının aksine, şimdiye kadar dinî taassubu körükliyerek, onun gibi bir haçlı ordusu tahrikine teşebbüs etmedim. Fakat belki bir gün gelecek ki, Ermenistan’da ve Bulgaristan’da dinaşlarınm katline şahit olan İslâm âleminin haklı öfkesini daha fazla frenlemeye muktedir olamayacağım. Onların taassubu bir kere ayaklanırsa Batı Dünyası, bilhassa İngiltere bundan çok büyük zarar görecektir.”

Padişah bu şekilde konuşurken Afganistan’dan ve Türkistan’dan yardım için îstanbula gelen hey’etlerin temaslarını, İngiltere sefirinin şüphe ve endişe ile müşahede ettiğini biliyordu. Söylendiğine göre bu hey’etler Rusya’ya karşı yapılacak harekât ile ilgiliydi. Fakat İngiltere’nin Doğu’da önemli menfaatleri vardı. Hindistan hududunda meydana gelecek herhangi bir dinî ayaklanmaya karşı aslâ bigâne kalamazdı. Diğer taraftan İngiltere Mısır Hidivinin Süveyş Kanal Şirketindeki hissesini satın almak, Kraliçe Victoria’yı Hindistan İmparatoriçesi ilân etmek suretiyle nüfuz bölgesini Kahire’den Kâbile kadar genişletmişti. Sefir Henry Layard ve İngiltere Başvekili Rusya’nın Balkanlara ve Ermenistana doğru genişlemek suretiyle sadece İstanbul’u değil, fakat Fırat vâdisini ve İran Körfezini de tehdit etmesi karşısında tarafsız kalmanın yaratacağı tehlikeyi çok iyi görüyorlardı.

Ayrıca, muhtemel tehlikenin azametini daha iyi farkeden Kraliçe Victoria, İstanbul sefirinin raporlarına ilgisizlik gösteren hükümet âzalarının büyük ekseriyetine karşı iyice kızıyordu. 1877 Temmuzunda Başvekil Disraeli (Lord Beaconsfield)’ye bir mektup yazarak, Büyük Britanya’nın menfaatlerinin tehlikede olduğunun Lordlar ve Avam kamaralarına izah edilmesini istedi. Kraliçe bu mektubunda diyordu ki; “Çok zâlim ve vahşî bir şekilde cereyan eden muharebeler, hristiyanların müdafaası için değil, yeni ülkeler fethi maksadıyla yapılmaktadır. Ruslar da Türkler kadar zâlim ve gaddardır.”

Sevgili Kraliçesinin emirlerini icraya h.;'ir olan Ba “kil Disraeli, durumdan hükümeti haberci Tn. fakat majc in nâzırları arasından ancak üçü dışında diğerleri Rusya’'.

harbe girmeye temayül göstermedi.

Bu sırada Ruslar Bulgaristan içerlerine doğru ilerliyorlardı. Balkanlardaki kilit noktalarım birer birer zaptetmişler, öncü birlikleri Trakya ovalarına yayılmaya başlamıştı. Sefil ve perişan mülteci kafileleri, çarpışmaların şiddeti karşısında İstanbul istikametinde kaçıyorlardı. Bu vaziyet karşısında Bab-ı Ali’de Rusya ile müzakereye geçmek zaruretinden bahsedilmeye başlandı. Temmuz ayı sonunda Layard’m İngiltere hariciye nezaretine yazdığı raporda; “Bugünlerde Türkiye ile Rusya arasında bir sulh yapılmasını beklemek lâzımdır. Bu sulh, Almanya’nın tazyiki altında ve onun tesbit edeceği şartlar dahilinde olacaktır. Vahim bir şekilde ihlâli bahis konusu olan İngiltere’nin menfaatleri bu andlaşmada aslâ nazarı itibare alınmayacaktır” diyordu ve hükümetinden derhal tedbir alınmasını istiyordu. Bu maksatla da İngiltere’nin tarafsızlık politikasından ayrılıp Gelibolu yarımadasını işgal etmesini tavsiye ediyor ve İngiltere donanmasının Türk kara sularına girmesine padişahın rıza gösterdiğini bildiriyordu.

Fakat Layard’m bu önemli ve acil raporu henüz İngiltere hâriciyesine gelmede harbin yönünü değiştiren önemli bir hâdise oldu. Bulgaristan’da ilerleyen Rus ordusunun sağ kanadına rastlayan büyük yol kavşağında bulunan Plevne şehrindeki Türk Kumandanı Gazi Osman Paşa düşmanı büyük çapta bozguna uğratmıştı. Ruslar şehri zabta muvaffak otamayarak muhasara ile iktifa ediyorlardı. Yüzbin kişilik çok üstün Rus ve Rumen kuvvetleri karşısında şehirdeki küçük Türk garnizonu beş ay müddetle mukavemet etti.

Hâdise, Avrupa’nın bütün merkezlerinde geniş akisler yarattı. Şark Mes’eiesi yeni ve mühim bir safhaya girmişti. Acaba “Hasta adam” yeniden canlanmak üzere miydi?

·        XVII

Ayastefanos Andlaşması

Abdülhamid beş ay müddetle galip bir milletin şefi olmak hayali içinde avundu. Bulgar hududundaki Umumî Karargâha Yıldız’dan bağlanan hususî hat ile çektiği telgraflarda kumandanları yeni fedakârlıklara ve zaferlere teşvik ediyordu. Avrupa’nın gözleri, Rusların bütün kuvvetleriyle saldırdığı Plev-ne’ye dikilmişti. Rus saldırıları Türkler tarafından daima büyük bir başarı ile püskürtülüyordu. Fakat kış mevsimi bastırınca açlık ve hastalık feci bir tahribat yapmaya başladı. Bu vaziyette kahraman Türk garnizonu daha uzun müddet tutunamadı, 10 Aralık’ta garnizondan artık hiç bir haber alınamadı. Yirmi dört saatlik endişe verici bir sükûttan sonra bütün Türk milleti Plev-ne’nin düştüğünü ve bu suretle de İstanbul yolunun düşmana tamamen açıldığını öğrendi.

Karışıklık öyle bir hal aldı ki, padişah hudutta olup bitenlerin teferrüatını ancak İngiltere sefirinden öğrenebiliyordu. Sefir Henry Layard’m anlattıklarına göre; uykusuzluktan gözleri şişen padişah heyecanlı bir şekilde, ilk defa yaralı Türk esirlerinin kurtarılması, konuşma ilerledikçe de her şeyi itiraf ederek, bir mütareke imzalanması hususunda Kraliçe Victoria’nın Rus Çarı nezdinde tavassutta bulunmasını rica etti.

Her türlü imkân ve kaynaktan mahrum kalan Türkiye’ye son darbeyi vurmak için Sırbistan da Ruslara iltihak etmişti. Padişah bu ihanet karşısında iyice sinirlenmişti. Çünkü bir sene evvel bu memleket, Osmanlı ordularının tahribatından ancak büyük devletlerin müdahalesi ve bizzat padişahın merhameti sayesinde kurtulmuştu.

Sir Henry Layard, ışık karşısında büsbütün solgun bir renk alan ve asabiyetten korkunç bir hâle giren Abdülhamid’in çehresine bakarken Sait Paşa’nın sözlerini hatırlıyordu. Paşa demişti ki; “Zat-ı Şahanenin aklî melekesi, bâzı vehimlerin tesiri altında bulunmaktadır. En küçük bir gürültü, meselâ bahçedeki ağaçların hışırdaması veya sert bir şekilde kapatılan bir kapının gürültüsü, onun, elini daima samur kürkünün cebinde bulundurduğu altın fildişi kabzalı tabancasına uzatmak için kâfi geliyordu.”

Abdülhamid’i en çok ne ve kim korkutuyordu?.. İstanbul üzerine doğru yürüyen düşman ordusu mu?... Yoksa yeni toplanan Meclis-i Meb’usandaki kendi milletinin mümessilleri mi?

Layard’m tavsiyesi üzerine Padişah Meclis’i Meb’usanı Dolmabahçe’de yeni bir toplantıya çağırdı. Toplantı başlar başlamaz derhal Ruslarla bir anlaşmaya varılmasını teminen İngil-tere’nin arabuluculuk yapması hususunun müzakeresini istedi. Kendisi böyle bir usule başvurmaya aklından bile geçirmiyordu. Fakat tarafsız devletlere mensup sefirlerin sulh lehine müşterek bir harekete geçebilmeleri için bu yoldaki vâki tavsiyeye uymak zaruretini hissetmişti. Prens Bismarck’m şahsî ihtirasları körükleyerek Türkiye’nin taksimi hususunda ortaya attığı teklif ve tertipler, sulh ümitlerini kısa bir zamanda ortadan kaldırmıştı.

Çünkü Bismarck, bu sâyede Almanya’nın iki kuvvetli komşusu Avusturya ve Rusya ile devamlı bir şekilde temas kaynağı temin edeceğini tasarlıyordu. Arzusu hilâfına Meclisin açılışına razı olmak ve orada hazır bulunmak mecburiyeti Abdülhamid’in asabmı iyice bozmuştu. Nitekim bu toplantı, evvelce meb’usla-rın şiddetli ve coşkun alkışlarla kabul ettikleri harp ilânı kararının verildiği toplantıya aslâ benzememişti. Bir kısım meb’uslaı padişahı dahi bir çok hususlarda tenkide cesaret göstermişlerdi, Açıkça ifade edilmemekle beraber bu tenkitler de, harbin feci surette neticelenmesinden padişahın sorumlu tutulmak istendiğini anlamak zor olmuyordu.

Toplantı tarihinden bir hafta sonra İngiltere Başvekili Lord Beaconsfield (Disraeli), sır ortağı Lady Bradford’a yazdığı mektupta diyordu ki; “Padişahın, Rusya ile sulh yapmak hususunda tavassut etmemizi istediğini ve bu vazifeyi Majestenin hükümetinin de kabul ettiğini öğrenmekle memnun olacağım zannediyorum.”                        *

Plevne’nin düşmesi, İngilizlerin içinde bulunduğu uyuşukluktan kurtulmasına sebep oldu. Kabinede Lord Beaconsfield (Disraeli)nin arkadaşları şimdi, şeflerinin görüşüne iştirak etmeye başlamışlardı. Fakat İngiliz hâriciyesinin başında bulunan Lord Derby’nin tedbirli olmak düşüncesi yüzünden Londra ile Saint-Petersbourg arasındaki temas ve muhaberelerinin çok ağır cereyan etmesi, Rus'ların görüşmelere muvafakatlarını bildirmeden önce Edimeye doğru ilerlemelerine sebep oldu. Türk-lerin mukavemeti artık kırılmıştı. En parlak savaşlarından birini veren Rus Ordusu, Tırnova’daki önemli Türk kuvvetlerini kuşatmak için Balkan dağlarını ve karla kapalı Şipka Geçidini aşmaya muvaffak olmuştu. Ocak ayının sonlarına doğru Abdülhamid artık tam bir ümitsizliğe düşmüştü. Nihayet Rus Çarı nezrimde şefaatte bulunmak üzere İngiltere Kraliçesi Victoria’ya şahsî bir telgraf çekti.

Rusya ile Türkiye arasındaki ihtilâf bir harbe müncer olacak hâle geldiğinden beri kraliçe Victoria, hükümeti ile anlaşmazlık halindeydi. Bir çok defalar, tarafsızlık politikasını terket-mesi için hükümete İsrarda bulunmuştu. Hattâ bunda o kadar ileri gitmişti ki “Barbarların ayaklarım öpecek kadar alçalan bir memleketin hükümdarı olmaktansa tahttan feragati tercih edeceğini” söyleyerek hükümet azalarını tehdit etmişti. Rus Çarı Aleksandra hitaben yazdırdığı telgrafdaki “daima sulh taraftarı olduğunuzu beyan ettiğinize göre, bir an evvel görüşmelere başlamanızı ümit ediyorum.” gibi mağrurane sözler, muzaffer Se-zar’m gururunu okşamak için söylenmiş değildi. Fakat Alek-sandr da aynı şekilde mağrur bir edâ ile verdiği cevapta: “Ateş kese şartlarının tesbiti hususunda sadece Avrupa ve Asyadaki ordularımın kumandanları selâhiyetlidir.” demişti. Bu suretle Türkleri doğrudan doğruya cephedeki askerî şeflerle müzakereye mecbur etmek isteyen Rus Çarı, dıştan gelecek her türlü müdahaleyi men ediyordu. En son dakikaya kadar İngilizlerin harbe gireceğini ümit eden Abdülhamid, şimdi sulhü tesise gayret gösterdiği sırada, bile, İngiltere’nin kendisini terkettiğine kanaat getirmişti.

Bu başarısız teşebbüsler devam ederken Rus ordusunun topları artık Trakya tepeleri arasmda akisler yapıyordu. Kazak askerlerinin, kocalarının gözleri önünde hâmile kadınları kılıçtan geçirdikleri, bâkire müslüman kızlarının mahrem yerlerine haç şeklinde kızgın demir yapıştırdıkları hakkındaki vahşet ve zulmün mülteciler tarafından anlatılan hikâyeleri her tarafa yayılıyor ve büyük bir panik yaratıyordu. İstanbul’a sığman elli binden fazla mülteci, eski Bizans’ın yeraltmdaki küflü dehlizlerinde ve su sarnıçlarında barınıyordu. Birbirlerine sarılmak suretiyle kendilerini soğuktan ve rutubetten korumak isteyen bu bîçare insanları artık camiler ve medreseler de almıyordu. Padişah, sarayların çoğunu mültecilere tahsis etmişti. Bundan ibret alan zengin paşalar da konaklarının kapılarını açmışlardı. Fakat mültecilerin dertlerine derman olacak hakikî ve ciddi bir teşkilât mevcut edğildi. Bu umumî kargaşalığa cepheden gelen yaralılar, kaçaklar ve yağmacılar da ilâve edilirse, vaziyetin ne kadar vahim bir hal aldığı anlaşılır.

Bu bozgun ve ümitsizlik havası içinde Abdülhamid kaçınılması mümkün olmayan meş’um neticeye râzı oldu ve Rus cephesine bir meb’usu murahhas olarak gönderdi. Hiçbir yabancı diplomat bu teşebbüsten haberdar edilmemişti. Çünkü Rusların ilk şartı, görüşmelerin çok gizli ve özel olarak yapılmasıydı. Büyük Britanya şefiri, padişahın hareketlerini büyük bir dikkatle takip ediyordu. Mutlak bir kanaate sahip olmamakla beraber, iki hasım devlet arasında görüşmelere başlandığından şüpheleniyordu. Abdülhamid’in böyle sıkışık bir zamanda hayret edilecek derecede kendisine hâkim olması buna delâlet ediyordu. Belki de padişah harbe sebep olan uyuşmazlıkları şimdi tekrar ve gizlice, diplomatik yollardan yeniden düzene sokacağını ümit ediyordu. Çünkü sulh şartları belli olmadan hemen bir mütareke sağlamak için delegelerin selâhiyetlerini tehdit etmemeye özellikle itina göstermişti. Fakat Ruslar. da onun tahmin etmediği derecede mütarekeye istekli göründüler. Türk delegeleri düşman hatlarını geçtikten sonra, kendilerinden bir hafta haber alınamadı ve bir mütareke vaadine rağmen Rus ordusu bütün Avrupanın hayret ve nefretini mucip bir şekilde ileri hareketlerine devam etti.

Lord Beaconsfield (Disraeli), hâtıra defterine 7 Şubat 1877 tarihinde şu satırları yazıyordu: “Çok heyecanlı bir gün geçirdik. Dün akşam İstanbul’dan öğrendiğimize göre Ruslar bütün telgraf hatlarını kesmişler. Haberler ancak Bombay üzerinden alınabiliyor. Ruslar İstanbul’a ve Gelibolu’ya doğru ilerlemektedir. Artık bu iki şehir onların elinde demektir.”

Çok soğukkanlı olan İngilizler, uzun zamandan beri Kraliçeleri tarafından hissedilen nefret ve endişe duygularını şimdi kendileri de açıkça ifade ediyorlardı. Kamuoyunun bu tepkisi karşısında Lord Derby Hariciye nezaretinden çekildi. Ve, Büyük Britanya donanması Türk sularına hareket emrini aldı. İngiltere’nin bu kararlan verdiği sırada, Avusturya da harekete geçmeye hazırlanıyordu. Çünkü AvusturyalIlar, harbi kazanan Rus çarının, Reishstadt’daki vaadlerini unutmasından korkuyorlardı. Fakat bütün devletlerin bu müşterek hareketleri çok geç kalmıştı. Britanya donanmasının Çanakkale Boğazına girdiği esnada Türk delegeleri mâruz kaldıkları sert muamele ve tedhitler karşısında Rusların şartlarını kabule ve bu muamelelere alışmaya mecbur olmuşlardı. Abdülhamid’in bütün diplomatik mahareti, Rus generallerin mağrur ve sert tavırları karşısında sonuçsuz kalmıştı. Düşman toplarının hükümet merkezini tehdit edecek bir mesafeye girdiği ve Rusların İstanbul’a on kilometre uzaktaki Yeşilköy’de çadır kurdukları bir sırada Padişah, İngiliz harb gemilerinin Çanakkale Boğazından geçmesine müsaade eden fermanı imzalamaya cesaret gösteremedi. Fakat buna rağmen, İngiliz donanması Türkler tarafından herhangi bir mukavemete mâruz kalmadan 15 Şubat’ta Çanakkale Boğazını geçti ve Haliç ağzında demirlemek üzere Marmaraya girdi.

Abdülhamid Yıldız sarayından İngiliz harb gemilerinin Marmaradaki manevralarını dürbünle seyrediyordu. Bu suretle haftalardanberi ilk defa olarak zayıf da olsa bir ümit ışığı görüyordu. Belki de bu harb gemileri ona Ayastefanos Andlaşmasın-dan vazgeçmek imkânlarını getiriyordu. Bu utanç verici anlaşma, memleketini parçalıyor, Avrupa’da Romanya, Sırbistan ve Karadağ’a tam bir istiklâl vermek, Ege denizinden Karadenize kadar uzanan bir bölgede büyük bir Bulgaristan kurmak suretiyle Osmanlı İmparatorluğunun kuvvet ve kudretini tamamen ortadan kaldırıyordu.

Anlaşmanın şartları henüz resmen gizli tutuluyordu. Fakat Abdülhamid, her türlü devlet sırrını söylemekte mahzur görmediği özel doktoruna, anlaşmada îngilizlerin ve AvusturyalIların Balkanlardaki menfaatlerini büyük çapta zedeleyecek maddeler bulunduğunu ve bunların adı geçen devletlerin sefirlerince çabucak öğrenildiğinden emin olduğunu söylemişti. Doktor Mav-royani de lâf arasında ve sırf bir gevezelik olarak İngiliz sefiri Layard’a padişahın bu sözlerini nakletmişti. Fakat bu ifşaat veya gevezelik tamamen plânlı bir şekilde olup, padişaha ölçüsüz derecede bir fayda sağladı. Aldıkları bu malûmat ile Layard ve Avusturya sefiri Şubat sonlarına doğru, Rusların ilk plânını elde etmiş oldular.

Sarayburnu açıklarına demirlemiş olan harb gemileri Ayastefanos Andlaşmasma karşı İngiltere’nin âdeta bir cevabını teşkil ediyordu. Prensip olarak harb gemileri diğer milletlerin ve ihlâl edildiği takdirde bizzat İngiltere’nin menfaatlerini korumak için orada bulunuyorlardı. Fakat gemilerde temizlik yapan askerler bile uzaktan Rus çadırlarını gördükleri zaman, ne için oraya geldiklerini pek âlâ biliyorlar ve koro halinde: “Biz harb istemiyoruz. Fakat icabederse ona da hâzırız. Harb gemilerimiz olduğu kadar paramız da, askerimiz de var. Kuşlar İstanbul’a as-lâ sahip olamayacaklardır.” diye bağırıyorlardı. Doktor Mavro-yani bu sözleri tercüme ettiği zaman Abdülhamid, uzun zamandan beri ilk defa tebessüm etti. Bu sözler hâtırasını daima muhafaza ettiği 1860 yılının kendinden emin ve sağlam İngilteresi-nin sahip olduğu cesaretin bir ifadesiydi. Yine bu sözler, eski Başvekil Gladstone’in fena telkinlerinin tesirine girmeyen İngiltere Kraliçesinin asil hareketinin bir nişanesiydi ve Marmara sahillerinde kamp kurmuş olan müstevli Ruslara bir cevap teşkil ediyordu: “Buradan çekilmeniz lâzım.”

Abdülhamid, Kırım harbinin bu eski iki hasmının bu kadar yakın bir şekilde karşı karşıya bulundukları müddetçe, İstanbul’un emniyet altında kalacağım biliyordu.

Rus Çarı, ordusunu teftiş için Yeşilköy’e gelmişti. Fakat Ayasofya’da yapılmasını tasavvur ettiği dinî merasime iştirak edemeden Livadya’daki portakal bahçesine dönmeye mecbur olacaktı.

Panslavizm’in baş havvarisi olan General İgnatieff ise artık gözden düşmüştü. Çünkü Ruslar her ne kadar Türkiye’yi mağlûp etmişler ve ganimetten mühim hisseler vermek suretiyle büyük devletleri kazanmanın çarelerini aramış iseler de yine de Ayastefanos Andlaşmasmm hükümleri yerine Avrupa devletleri arasında toplanacak bir kongrenin vereceği karara uymayı kabul etmişlerdi.

İngiliz donanması ile Rus ordusu, altı ay birbirlerine bir top menzili mesafede beklediler. Ne Ruslar İstanbul’a girmeye, ne de İngilizler çıkartma yapmaya teşebbüs edebildiler. İlk baharın bu lâtif günlerinde padişahın en çok hoşuna giden şey sarayın balkonunda sigara ve kahve içerek, İstanbul sularında sıralanan büyük devletlerin silâhlı kuvvetlerini seyretmekti. Bu İstanbul ki, herkesin göz diktiği ve fakat bir türlü eline geçire-mediği, sihirli sulardan fışkırmış bir serap kadar güzeldi. Türkiye mağlûp edilebilir ve harabeye çevrilebilirdi. Fakat güzelliğiyle mağrur İstanbul’un sefalete ve harap olmaya mahkûm varlığı daima dünyanın en mühim bir su yolu olarak kıymetini muhafaza edecek ve onun en bitkin fıâli bile, birbirine rakip büyük devletler arasında muvazene kuracak bir kuvveti sinesinde yaşatmaya devam edecektir.

Artık heyecan yaratacak hareketlerde bulunmak zamanı değildi. Gurur ve cesaret Türk milletinin belli başlı vasfı ve hasletidir. Bu vasıfların kendisinde de mevcut olduğunu Abdülha-mid ispata gayret etmiştir. Fakat Türk milletinin gurur ve cesareti zilletten ve bozgundan başka bir mükâfat görmemişti. Şu halde imparatorluğu, ancak onun sabrı ve zekâsı kurtarabilirdi. Bunun için de başkalarının zaaflarından istifade etmeyi bilmek şarttı.

Abdülhamid, Balkanlarda yaşayan şımarık milletlerin çok geçmeden kendilerini kurtaran Rusların karşı geleceklerini, îs-lâvlarm ve Rumların Türklere yaptığı gibi onlara da merhametsizce ve nankörce ihanet edeceklerini biliyordu.

Bütün bunları gözden geçiren padişah bundan sonra daima harplerden mümkün olduğu kadar kaçınmanın zaruretini, kendi milletinin huzuru için diğer milletlerin kendi aralarında devamlı bir ihtilâf ve husumet halinde bulunmalarını teşvik için tertipler düşünmeye başladı.. Fakat böyle bir politikayı takip edebilmek için kuvvetli bir otorite ve hâkimiyet tesisini şart görüyordu. Bu sebeple Meclisi feshetmenin ve mebusları memleketlerine göndermenin lüzumuna kaaniydi.

Tatlı bir bahar günüydü. Yıldız’dan İstanbul’a indi. Bir günlük ömrü kalan Osmanlı Meclisi Mebusanın sonuncu toplantısına iştirak edecekti. Fakat bunu kendisinden başka kimse bilmiyordu. Filhakika maksadına ihanet edebilecek hiç bir kuvvet ve kudret mevcut edğildi. Mecliste, Erzurum mebuslarından birisinin saray tahsisatından azaltma yapılması hakkındaki uzun konuşmasını dikkatle ve görünüşte tasvip eder bir şekilde dinledi. Fakat onu yakından tanıyanlar koyu siyah gözlerinde beliren endişe verici ışığı ve daima solgun çehresindeki asabi kızıllığı farkettiler. Meclis Reisi, bu beklenmedik ziyaretinden dolayı kendisine kürsüden teşekkür etti... Reis bu konuşmasını yaparken toplantı sonunda evlerine dönecek mebusların, memleketlerine gitmeleri hususunda bir padişah fermanı bulacaklarından aslâ haberi yoktu ve böyle bir şeyi akıllarından dahi geçirmiyordu.

Abdülhamid darbeyi vurmak için en müsait zamanı seçmişti. Çünkü Türk halkı bir taraftan Rusların İstanbul’u işgal etmesinden, diğer taraftan da ekmek fiatlarına zam yapılmasından korkuyordu. Bu itibarla hiç kimse siyasî hürriyetini muhafaza etmek meselesiyle meşgul değildi.

Meclisin feshedildiği ve mebusların memleketlerine dönmeleri hususundaki padişah iradesine sadece bir kaç mebus itaat etmemek cesaretini gösterdi. Bunlar da memleketleri yerine, sürgündeki Mithat Paşa’mn yolunu tuttular.

Avrupa gazeteleri tarafından hararetle karşılanmış olan Kanunu Esasinin tatbiki neticesinde kurulan Osmanlı Meclisi Mebusanı böylece kimsenin dikkatini çekmeden sönüp gitti. Çünkü bu sırada büyük devletler yakında toplanacak olan Berlin Kongresinde ele alınacak meselelerin şimdiden halliyle meşgul bulunuyorlardı ve Yakın Doğuda bir kuvvetler muvazenesi kurabilmekten endişe ediyorlardı. Bu itibarla Türklerin siyasî hürriyetleriyle ilgilenecek zemin ve zamana sahip değillerdi. İşte bu sebeplerden dolayı Ayastefanos Andlaşmasınm imzasından henüz bir ay geçmişti ki, Abdülhamid en küçük bir tepki ile karşılaşmadan milleti üzerinde ilk zaferi kazandı.

·        XVIII

Ali Suavi Vak’ ası

Meclis gailesinden kendisini kurtarmış olan Abdülhamid ıe de huzur içinde değildi. İki kişi vardı ki, ona durmadan rahatsızhk veriyor, gecesini gündüzünü zehrediyordu. Bunlardan bl ' urağandaki (Deli Murat), diğeri de Avrupa’da çok itibar görmekte olan Mithat Paşa idi. Mithat Paşa’nın, memleketinin mes’eleleri hakkında yazdığı İngiliz gazetelerinde neşredilen son makaleleri, padişahı iyice hiddetlendirmişti. Eğer Mithat Paşa, Rusya’nın hizmetine girerek vatanına ihanet etmiş olsaydı, Abdülhamid’i bu derece kızdıramazdı. Saray hafiyelerinin raporlarına göre tutulan “Curnal” larda daima ona ait bir kaç imâ ve kinaye vardı. Padişahın zaafını ve çekingenliğini bilen hafiyeler, şehirde meydana gelen bütün kargaşalıklardan hep Mithat Paşayı mes’ul gösteriyorlardı. Bu suretle de paşayı yeniden eline geçirmek arzusu Abdülhamid için terkedemediği bir sâbit fikir haline gelmişti. Eskiden Mithat Paşa ile aralarında sıkı dostluk bulunan Kâmil Paşaya, eski sadrazam ile. temasa geçmesini emretti. Böylece Mithat Paşa’nın para sıkıntısı içinde olduğunu öğrenince aff-ı şahanenin bir teminatı olmak üzere Kâmil Paşa vasıtasıyla kendisine bin lira ihsan-ı şahanede bulundu. Aynı zamanda Mithat Paşaya bu vesile ile, istediği takdirde memleketine dönebileceği ve seviyesine uygun yüksek bir mevkiye getirilebileceği de anlatılmış oluyordu. Mithat Paşa, padişahm bu ihsanını büyük bir nezaket ve minnettarlık duygusu ile karşıladı ve bir sene sonra da tuzağa düştü. Memleket hasretine dayanamıyarak Avrupa’daki vazifesinin artık sona erdiğine kanaat getirmişti. Berlin Konferansı ile Şark Mes’elesi intizama sokulmuştu. Avrupa’da, bilhassa İngiltere’de bundan sonra Abdülhamid, iyiliksever bir despot olarak tanınmaya başladı. Başvekil Lord Beaconsfield (Disraeli)nin tavsif ve tâbirine göre “Sultan Abdülhamid ne sefih, ne müstebit, ne mutaassıp ve ne de fesat bir adam değildi.”

Aniden zuhur eden bir hâdise Mithat Paşa’nın durumunu son derece tehlikeli bir hale düşürdü. Çünkü Abdülhamid 1878 ilkbaharında yapılan ve fakat muvafak olamayan bir ihtilâl hareketinden Mithat Paşayı mes’ul tutmuştu. Memleketin her tarafındaki açlık ve sefalet umumî memnuniyetsizliği alevlendirmiş, böylece de demagogların ve fesatçıların harekete geçmesine fırsat verilmişti.

Umumî hoşnutsuzluk öyle bir hal almıştı ki, bir fesatçı ile bir gayri memnun birbirinden ayırt edilemez olmuştu. Bu sebepten işsiz bir öğretmen olan Ali Suavi’nin aşırı hareket ve sözleri ilk önce pek göze batmadı. Ali Suavi eskiden sarayın himayesine mazhar olmuş bir kimseydi. Aslen Buharah olan Ali Suavi, İstanbul’a gelerek şahsî gayret ve kabiliyetleri sayesinde Galatasaray Sultanisine kendisini öğretmen tâyin ettirmeye mu-'vaffak olmuştu.

Çalışmaları ve başarıları padişahın dikkatini çekmiş ve büyük oğlu şehzade Selim’e onu mürebbi tâyin etmişti. Fakat genç Ali Suavi bir İngiliz mürebbiyesiyle sevişip evlenince işler karıştı. Fena şöhret sahibi olan bu kadın, kocasına hem iyice hâkim olmuş, hem de onu aldatmaya başlamıştı. -Ayrıca da genç öğretmenin kafasına Batıklara mahsus “tehlikeli fikirler” sokmuştu. Ali Suavi’nin bu tutumu ve benimsediği yeni fikirler, şehzade mürebbiliğiyle bağdaşamaz bir hal teşkil ediyordu. Kendi bilgisizliğini bizzat farkeden padişah, çocuklarına modern ve ileri fikirlere açık bir tahsil yaptırmak lüzumuna kaaniy-di. Fakat bu ileri fikirlere karşı duyduğu heyecan ve alâka, krallarının kafasını kesen milletlerin bu hareketlerini mâzur gösteren ve Anayasa dahilinde kurulan hükümetlerin faziletlerinden bahseden Fransız veya İngiliz tarihlerini, çocuklarının öğrenmesine müsaade edecek kadar olgunlaşmış değildi. İhtilâlci temayüllerinden daha önce aslâ şüphe edilmeyen Ali Suavî, ihtiyatsızca saraydan uzaklaştırıldı. Diğer taraftan Beyoğlu’nda zengin bir Ermeni tüccarın himayesine giren karısı da kendisini terke-dince bedbaht Ali Suavî işsiz ve serseri bir vaziyette ortada kaldı.

Cami avlularındaki şadırvanların etrafında barınan mültecilerin arasına karışarak, bir rejim değişikliği takdirinde kendisi gibi ne bir şey kaybedecek, ne de kazanacak olan bu kimselere karşı ateşli nutuklar çekmeye başladı. Beslediği hayallerin inkisara uğramasından doğan ıstırabı, mülteci kıyafetine giren Rus ajanları tarafından devamlı surette istismar edildi. Fakir mahallelerdeki halkı, bu sahte mülteci kıyafetindeki Rus ajanları; “Abdülhamid, meşru padişah Murat’tan saltanatı gaspederek onu Çırağan’a hapsetti ve milleti de bu korkunç harp felâketine sürükledi.” diyerek isyana teşvik ediyorlardı. Zavallı Ali Suavî, onların bu propagandaları için çok elverişli bir vasıta olmuştu. Bir kurtarıcı rolü oynamak maksadıyla pejmürde kıyafetli, kendisi gibi perişan ve ümitsiz kimseleri etrafına toplamaya başladı. Hemen hepsi de kaybedilmekte olan asil dâvaları uğruna canlarını vermeye hazır bulunuyorlardı.

Yıldız Parkı bayramlarda, halkın ziyaretine açılıyordu. Bu, demokratik bir devlet idaresinin icaplarına uyarak Abdülha-mid’in halka tanıdığı nâdir imtiyazlardan biriydi. İşte böyle bir bayrama rastlayan 18 Mayıs 1878 günü, güneşli ve sıcak bir havada, zengin ve fakir, şehrin kalabalık semtlerinden gelen halk, parkın yeşil çimenlerine ve padişahın gül bahçelerine doğru akın ediyordu. Saray bahçevanları (Bostancılar), yerlere atılan kâğıtları toplamak ve çiçekleri koparanlara mâni olmak için nöbet tutuyorlardı. Fakat öğle namazına rastlayan bir saatte bahçedeki kalabalık arasında ayrılan küçük bir grubun ağaçların gölgesi içinde kaybolduğunu ve Yıldız Parkını Çırağan Sarayına bağlayan köprüye giden dar yoldan aşağı doğru indiğini kimse farketmedi. Çırağan, öğle sıcağının uyuşukluğu içinde âdeta derin bir uykuya dalmıştı. Hiç bir canlının kıpırdadığı görülmüyordu. Nöbetçiler bile oldukları yerde uyukluyorlardı. Ağır ve derin sükûneti sadece bir piyanonun âhenksiz sesi bozuyordu. İşte tam bu sırada Ali Suavî ve üç yüz kadar fedaisi, herhangi bir mukavemet ve silâh ateşine mâruz kalmadan Çırağan Sarayının bahçesine girdiler.

Henüz uyku sersemliğinden kurtulamamış olan askerler ve haremağaları, ihtilâlcilerin sert hücumları karşısında iyice bocaladılar. Kadınlar, kendilerini kurtarmaya gelenlerin perişan hali karşısında korkudan bağrışıyorlardı.

Bu sırada piyanonun ahenksiz ve fakat hazin bir parçayı terennüm eden donuk sesi hâlâ devam ediyordu: Doğrudan doğruya müzik sesinin geldiği tarafa giden Ali Suavi, nihayet Mu-rad’m odasını buldu. Tebaası üzerinde büyük ümitler besleyen mahlû padişah Sultan Murat karşısında ağzından salyalar akan bedbaht ve ahmak bir adam buldu. Korkak ve ürkek bakışlı adam kapıdan içeri girerken o da piyanonun arkasına saklandı. Ali Suavî’nin kendisini odadan dışarı çıkarmak için uğraşması karşısında çevik bir hareketle mukavemet gösterdi. Fakat bu sırada her tarafa tehlike işareti verilmişti. Padişahın Arnavut muhafızları, Yıldız parkının yamaçlarından koşar adımlarla Çıra-ğana doğru hücuma geçmişlerdi. Ali Suavî, askerlerin ilk darbesine mâruz kalanların arasındaydı. Vak’aya şahit olan bazı kimselerin ifade ve iddiasına göre; Arnavut muhafızlar gelmeden evvel Ali Suavî öldürülmüştü. Hattâ bu kimseler Murad’ı, elindeki tabancayı havaya boşaltarak salondan salona koştuğunu gördüklerini ve tabancasının Ali Suavî’ye ait olduğunu teyit etmişlerdir.

Bu hâdisede seksen isyancı öldürülmüş, diğerleri de hapse mahkûm edilmişlerdi. Fakat bu mânâsız teşebbüs Abdülhamid üzerinde derin bir tesir bırakmıştı. O zamandan beri padişah Yıldız Sarayına kapandı ve her geçen, yıl biraz daha artan dış âlemin verdiği korku yüzünden Yıldız Sarayını âdeta muhkem bir şato hâline getirdi. Yıldız parkı halka kapatıldı ve Abdülhamid sadece cuma selâmlıklarında halka görünmekle iktifa etti. Nâdiren de bayram günlerinde geleneğe uyarak Topkapı Sarayına gitmeye devam etti.

İngiliz sefiri Henry Layard’ın anlattığına göre: “Ali Suavî isyânı, hanedanın gelmiş geçmiş diğer mensuplarında, bilhassa Sultan İbrahim’de olduğu gibi Abdülhamid’in şuurunda da irsî bir vehmin tomurcuklanmasına sebep olmuştur.”

Padişah, Ali Suavî’nin kendi teşebbüsü ile harekete geçmiş olduğuna inanamıyordu. Çırağan’a yapılan bu baskının Mithat Paşa’nın telkini ve Rus’ların para yardımı ile kendi hayatına karşı girişilmiş bir suikast olduğundan emin bulunuyordu. Bütün çocukluk devresine hâkim olan korku ve dehşet duygusu şimdi geceleri uykusunu kaçırarak onu büsbütün rahatsız ediyordu. İsyanın ertesi günü Sadrazam Sâdık paşa’nın da bu suikast ile alâkalı olduğuna kanaat getirerek talihsiz paşayı derhal azletti.

Abdülhamid’e çok sâdık olan Küçük Sait Paşa bile, padişahın lüzumsuz heyecanlarını teskin etmek maksadıyla suçluların sorgularında bizzat hazır bulunmak hususundaki arzusuna mâni olmak isteyince kendisi de suikast ile alâkalı gösterilmek şüphesinden kurtulamadı. Abdülhamid, gizli polisin işkence ile suçlulara yaptırdıkları itirafları bir perde ile kapatılmış parmaklıkların arkasında yorulmadan saatlerce dinliyor, Mithat Paşa ’mn da hâdisede parmağı olduğuna dair yapılacak bir itirafı bizzat işitmek istiyordu. Soruşturmaları dinlerken büsbütün gerilen ve bozulan sinirleri kendisini maddeten ve mânen harap ediyor, o hâle geliyordu ki, âdeta muvazenesini kaybedeceğinden korkuluyordu. Saltanat Şûrasının gizli bir toplantısında naiplik mes’elesi bile ortaya atılıp münakaşa edilmişti. Çünkü padişah, hasta olduğunu bahane ederek üstüste ikidefa cuma selâmlıklarında hazır bulunmamıştı. Bu nâzik devre esnasında imparatorluk fiilen özel doktoru ve üvey annesi tarafından idare edilmişti.

Henry Layard Abdülhamid ile yaptığı ve tercüman olarak Doktor Mavroyani’nin bulunduğu garip bir gece mülâkatından da bahsetmektedir. İngiliz sefiri akşam üstü Yıldız’a davet edilmişti. Fakat saraya geldiği zaman kendisine padişahın haremde olduğu ve biraz sonra huzura kabul edileceği bildirildi. Göl kenarındaki küçük bir köşkte akşam yemeği hazırlanmıştı. Layard tek başına muhteşem yemek masasına oturdu. Sessizce servis yapan garsonlar çeşitli yemekler getiriyordu. Uzak bir yerden getirildiği belli olan yemekler, çeşitlerin zenginliğine rağmen soğuk ve hazmı güç türdendi. Fakat dekorun güzelliği ve ihtişamı bu mahzurları fazlasıyla telâfi ediyordu. Mehtap zamanıydı. Bahçeden etrafa tatlı bir yasemin kokusu yayılıyor, ağaçlarda bülbüller ötüyordu. Fakat Layard Yıldız’ın bu güzelliklerine hayran kalmasına rağmen kendisini, ciddî bir endişenin tesirinden de kurtaramıyordu. Padişahın geçirmekte olduğu asabî buhranlar bundan daha nâzik bir zamana tesadüf edemezdi. Berlin kongresinin açılışından evvel bazı hayatî meselelerin halli bahis konusuydu.

Hintli Birliklerini Malta’ya, donanmasını da Marmara’ya gönderen İngiltere, Rus Çarını Ayastefanos Andlaşmasının yerine, Avrupa devletleri arasında toplanacak bir kongrede verilecek kararları kabule mecbur etmek için ilk tedbirlerini almıştı. Yortuları geçirmek üzere Rus ordusunun Edirne’de toplandığı sırada İngiliz donanması da Bezika körfezine çekilmişti. Fakat Britanya İmparatorluğu elbetteki bir hayır cemiyeti değildi. Lord Beanconfield (Disraeli) Türkiye’ye yardımı kabul etmekle bunun teminatını veya mükâfatını almayı da hesaplamıştı. İki devlet arasında gizli müzakereler cerayan ederken Ali Suavî hâdisesinin meydana gelmesi padişahın moralini iyice bozmuş ve âdeta onu herhangi bir karara varmaktan âciz hâle getirmişti.

Sait Paşa, Sefir Henry Layard’ı padişahın huzuruna götürmek için yanma geldiği zaman saat onbir idi.

Sait Paşa’nın mağrur çehresinde beliren ifadeden onun dahi kendi istikbalinden endişe duyduğu belli oluyordu. Tatlı bir ay ışığının, aydınlattığı parktan sükûnetle geçerek duvarlarla çevrili bahçe içindeki bir binaya girdiler. Bu bina padişahın harem dairesiydi. Buradan, daha küçük bir bahçe içindeki Mabeyn köşküne geldiler. Padişahın hususî dairesi bu köşkteydi. Bir yabancı sefir ilk olarak bu köşkten içeri giriyordu. Köşkün kapısında nöbet bekleyen iki haremağasının, bu saatte padişahın bir yabancı tarafından ziyaretini hoş karşılamayan bir tavır takındıkları Layard’m gözünden kaçmamıştı. Layard huzura dahil olunca, Sait Paşa da ayrılmaya mecbur oldu. Çünkü Zat-ı Şahanenin sefir hazretlerini yalnız olarak kabul edeceği önceden haber verilmişti. Layard çiçeklerle ve nâdide kuşlarla dolu bir kuş bahçesinden daha geçirilerek küçük bir salona götürüldü. Padişah orada bir divana uzanmış vaziyetteydi. Yanındada özel doktoru Mavroyani ayakta duruyordu.

Layard ilk bakışta Abdülhamid’in normal bir halde olmadığını anlamıştı. Gözleri, görülmemiş bir derecede parlıyordu. Şakakları iyice kızarmıştı. Misafirine, heyecandan titreyen bir sesle hitap ederek hemen mevzua girdi. Çok itimat ettiği kaynaklardan öğrendiğine göre hayatına karşı bugünlerde suikast yapılacağını, belki de bir kaç saatlik ömrü kaldığını açıkladı.

Tercümanlık yapan Mavroyani, padişahın bu sözlerini Fenerli Rumlara has bir incelik ve zarafetle naklediyordu. Victoria İngiltere’sinde haremler daima bir merak ve tecessüs mevzuu olmuştu. Bu sebeple Kraliçe’nin de görüş ve telâkkilerine hürmeten, Türkiye, İngiltere sarayı nezdine daima bir hristiyan sefir tâyinine dikkat ve itina göstermişti. Doktor Mavroyani de bunları bildiği için padişahın dört karısından ve bir erkek çocuk dünyaya getiren gözdesinden sefire bahsetmedi.

İngiliz sefiri Layard bu sözleri dinledikten sonra padişahı teskine ve ona emniyet vermeye teşebbüs ettiyse de Abdülhamid hiç bir nasihat ve tavsiyeyi kabul etmek istemiyordu. Bununla beraber görüşmelerin sonuna doğru biraz sükûnet buldu.. Görüşme bittikten sonra Mavroyani, Layard’a Yıldız’ın kapısına kada refakat etti ve bu arada Padişahın hastalığının sür’atle tedavi edileceği ümidinde olduğunu söyledi. İlâve ederek dedi ki: “Zat-ı Şahane çocukluğundan beri bâzı sâbit fikirlerin tesiri altındadır. Bir zamanlar da kalb sektesinden öleceğine inanıyordu. Fakat ona musallat olan bu çeşit fikirler ve zaman zaman gösterdiği ruhî depresyonlar çok kısa devam etmektedir. Eğer sefir hazretleri biraz sabır gösterirlerse, Zat-ı Şahanenin bir kaç gün içinde devlet işleriyle meşgul olacak derecede iyileşeceğini müşahade buyuracaklardır. Kendilerinin arzularını şimdilik onu memnun edecek tarzda yerine getirmekten başka çare olmadığı kanaatindeyim.”

Mavroyani’nin yüzünde beliren mütebessim ve fakat şüpheyi dâvet eden çizgileri gören sefir Layard, Abdülhamid’in bu adama ne dereceye kadar itimat gösterdiğini merak etmeye başladı. Eğer Mavroyani, sağlık konularıyla beraber padişaha siyasî telkin ve tavsiyelerde de bulunuyorsa onun çok önemli bir şahsiyet olabileceğini düşündü.

Türkiye ile İngiltere arasındaki gizli müzakerelerin memnuniyet verici bir şekilde neticelenmesi ve bu suretle Rus baskısına karşı Türkiye’nin Asya cihetindeki vilâyetlerinin müdafaası karşılığında Padişah Kıbrıs adasını İngiltere’ye bırakmaya karar verirse, bu husus daha ziyade Fenerli iki Rum sayesinde elde edilmiş olacaktı. Bunlardan birisi hâlen Türkiye’nin Londra Sefiri Musurus, diğeri de banker Zarifi idi. Şimdi bunlardan başka bir üçüncü Rum olan Mavroyani’den de faydalanmak sefir Layard için akıllıca bir hareket olabilirdi.

Saraydan çıkıp sefaretin Tarabya’daki yazlık köşküne gitmek üzere arabasına binen Layard, Boğazın mehtaplı güzel gecelerinden birinde yol alırken kendi_ kendisine düşünüyordu: Acaba İngiltere’nin Kıbrıs’a hakikaten ihtiyacı var mıydı?

Halbuki kendisi Fırat ağzındaki Şat-el Arap gibi İran körfezinde bir yerde imtiyaz alınmasını İngiltere’nin menfaatlerine daha uygun görüyordu. Fakat İngiltere’nin mukadderatını ellerinde tutan büyük emperyalist Başvekil Lord Beancansfield (Disraeli) Kıbrıs’a “Doğulu Asya’nın anahtarı” olarak değer veriyordu. Nitekim otuz sene evvel gençliğinde yazdığı (Tancre-de) adındaki bir romanda Britanya’nın bir gün Kıbrıs’ı eline geçirebileceğini telmih ederek, romanda Kudüs’e giden ticaret adamlarına “İngilizler Kıbrıs’ı istiyorlar ve bunu mutlaka alacaklar” dedirtiyordu.

·        XIX

Ermeni M e s ele si

5 Mayıs 1878 de Lord Beanconsfield (Disraeli) Kraliçe Victoria’ya şunları yazıyordu; “Rus tecavüzüne karşı Asya’daki topraklarının garantisi hususunda Türkiye ile yapılacak savunma anlaşması karşılığında Bab-ı Ali’ce Kıbrıs, Majestelerine verilirse, İngiltere’nin Akdeniz bölgesindeki kudreti geniş çapta artacak ve Majestelerinin Hindistan İmparatorluğu da önemli bir şekilde tahkim ve takviye edilmiş olacaktır.”

Bu mektupta, Tancrede romanı müellifi kendisini iktidar da tutmak için çok siyasî bir lisan kullanıyordu. Rus’yanın As ya’daki müstakbel istilâ arzularına karşı koymak için bir temi nat olmak üzere İngiltere’nin “Avrupa’da sulhü sarsmayacak şe kilde harp malzemesi stoku yapabileceği ve lüzumu hâlinde Su riye ve Anadolu’da harekete geçebilecek birlikleri toplayabile ceği” müsait bir üsse ihtiyacı vardı. Kıbrıs, Suriye ve Anado lu’ya yakın olmak gibi avantajlardan başka, bu tarihte diğer bü yük devletlerin kıskançlıklarını tahrik etmeyecek derecede önemsiz bir yerdi.

Altı ay evvel Bab-ı Ali Britanya hükümetine, padişahın Osmanlı ülkelerinden bir kısmım satmaya veya kiralamaya niyetli olduğunu, bu arada Kıbrıs’ın İngiltere’ye bırakılmasının hiç bir zorluk ile karşılaşmıyacağını, fakat İngiltere Hariciye Nezaretinde Devlet Sekreterliğine yeni tâyin edilen Lord Salis-bury’nin verdiği beyanatın işleri altüst ettiğini imalı olarak bildirmişti. Lord Salisbury bu beyanatında demişti ki: “Hakikaten tesirli ve iç ihtilâflar yüzünden tehlikeye düşmeyecek bir müdafaa anlaşması için ilk önce Bab-ı Ali’nin hristiyan halka iyi muamele edeceğine dair ciddî teminat vermesi şarttır.”

“Ciddî teminat” tâbiri Abdülhamid’i hiddetlendirmiş ve aynı zamanda da şüphelendirmişti. Ali Suavî hâdisesi patlak verdiği sırada Kıbrıs mes’elesi henüz askıdaydı. Padişah açık ve kat’î bir taahhüde girmeyi kabul etmiyordu. Fakat bu feci maceranın ertesi günü Henry Layard, Doktor Mavroyani’nin şahsında beklenmedik bir müttefik bulmuştu. Çünkü Mavroyani henüz çocukken, evvelce Yunan takım adalarından birindeki Kio şehrinde yapılan katliamlardan kurtulan bazı kimseleri tanımış ve bunların mâruz kaldığı muamelelerin fecaatinden son derecede ıstırap duymuştu. Bu sebeple Anadolu’da yaşayan dindaşlarının geniş çapta istifade edeceği bir anlaşmayı imzaya padişahı ikna için bütün nüfuzunu kullanmaya hazırdı. Nitekim İstanbul’daki paşaların ve softaların tesirine kapılmadan Abdülhamid’i ikna etti ve Berlin Kongresinin açılışından dokuz gün sonra 4 Temmuzda Sultan Abdülhamid İngiliz sefiri Layard’ın arzu ettiği şekilde tanzim olunan Kıbrıs anlaşmasını imzaladı.

Anlaşmanın acele ile yazılan çok kısa metni, sadece şu esaslı maddeyi ihtiva ediyordu; “Büyük Britanya yeni bir Rus tecavüzü hâlinde Asya’daki ülkelerini müdafaa için Padişaha yardımda bulunmayı taahhüt eder. Diğer taraftan da Padişah buna mukabil, müttefiki ile mutabık olarak lüzumlu ıslahat ve yenilikleri bu ülkelerde de yapmayı vaad eder. Taahhütlerini yerine getirebilmesi için Büyük Britanya’ya imkân vermek maksadıyla Padişah, Orta Şark’ta kuvvetli bir yer almasını teminen Kıbrıs adasını Büyük Britanya tarafından işgal ve idareye terke-der. Bunun için de Büyük Britanya Padişaha her sene bir tazminat ödemeyi kabul eder. Ayrıca, Rusya Asya’da işgal ettiği OsmanlI ülkelerini tahliye edince îngilizlerin de Kıbrıs adasını tahliye ve terketmesi hususunda taraflar mutabık kalmışlardır.”

Mavroyani’nin bazı dedikodulara sebebiyet veren ifşaatı istisna edilirse, bu gizli anlaşmanın hükümleri bir müddet açıklanmamıştır. Anlaşma bir ay sonra neşredildiği vakit, Berlin’de toplanan diplomatları son derecede şaşırttı. İngiltere’nin rakipleri ise bu anlaşmanın yeni bir “İngiliz hainliği” olduğuna kanaat getirdiler. Diğer taraftan böyle bir anlaşmanın temin ve imzası Mr. Layard için büyük bir şahsî zafer olarak takdir edilmişti. Fakat padişahın itimadı Layard’a pahalıya maloldu. Filhakika İngiltere’nin kendisine müttefik olmasını satın almış olan Abdülhamid yalnız Rusya’ya karşı değil, fakat bütün büyük devletlere karşı da memleketinin menfaatlerini koruduğuna inanıyordu. Nitekim o zamandan beri Berlin Konferansında Türk delegelerinin mâruz kaldığı muamelelerden dolayı tamamen Layard mes’ul tutuldu.

Sefir Layard’ın karşılaştığı zorluklar bu suretle gittikçe artıyordu. Ali Suavî hâdisesinden on gün sonra Abdülhamid devlet işleriyle tekrar yakından meşgul olmaya başladığı zaman sinirleri son derecede gergin bir hâl almıştı. Berlin’de tehlikeli bir oyun oynamakta olduğunu büyük bir heyecanla seziyordu. İmparatorluğunun Asya bölgesindeki geniş ülkelerinin feda edilmesi için Türkiye’nin zorlandığını haber almıştı. Bunun üzerine Kongrede Türkiye’yi temsil etmek üzere Rum asıllı bir diplomat olan Karatodori’yi gönderdi. Böylece, Türk topraklarından herhangi bir parçasının yabancılara terki hususundaki anlaşmaya konacak imzanın mes’uliyetini ve şerefsizliğini bir Müslüman yerine bir hristiyana yükletmeyi tercih ettiğini göstermek istiyordu. Fakat Karatodori her ne kadar değeri inkâr edilemez maharette, Disraeli’nin tâbiri ile “Mükemmel bir Fenerli Rum tipi, aynı zamanda sâkin ve ikna edici” bir diplomat idiyse de bir Bismarck’m veya bir Gortchakoff’un acı ve sert sözlerine mukabele edecek çapta değildi. Berlinde, Avrupa’nın en parlak devlet adamları toplanmıştı. Kongrede sadece, Türklerin gururunu ve alınganlıklarını anlayabilecek derecede Şark Meselelerinde derin vukufu olan Lord Beanconsfield (Dısraeli) bulunmuyordu. Halbuki delegelerin arasındaki büyük ekseriyet Türklerin bu vasıflarını bilmiyor ve padişahın mümessilini iyi muamele etmiyordu.

Abdülhamid’in bütün diplomatlara karşı beslediği görülmemiş derecedeki itimatsızlık hissi, Türk delegesinin durumunu büsbütün güçleştiriyordu. Padişah, alınacak kararlar üzerinde tam ve selâhiyetle konuşabilmek için, delegelere açık ve sarih talimat vermemek itiyadındaydı.

Konferans dağıldıktan sonra Berlinde fena bir taktik kullanıldığını anlamıştı. Hattâ beş sene sonra “Times” gazetesinin muhabiri Henry de Blowitz’e verdiği birbeyanat esnasında hâ-tasını açıkça itiraf etmişti.

Gazeteci bu mülâkatta padişaha fikirlerini açıkça söylemeye cesaret ederek demişti ki: “Türkiye, kongrede, iyi tâlimat ve selâhiyet almış kimseler tarafından temsil edilmemekle vahim bir hâta yapmıştır. Delegelerin devlete sadık olmaları ve iyi niyet sahibi bulunmaları kâfi gelmemiştir. Bu yüzden Prens Bismarck’m önünde titredikleri görülmüştür.”

Padişah gazeteciye verdiği cevapta; bunları, Berlin kongresinde bulunmak için hiç bir hak ve Unvanları olmayan Ru-menlerin ve Yunanların da çalışmalara iştiraklerini öğrendiği zaman farkettiğini ve bu yüzden Türk delegelerinin “Çok müşkül vaziyette bulunuyorduk. Düşman kapılarımızda bekliyordu. Avrupa’lıların adalet anlayışına pek fazla güvenemiyorduk” şeklinde vâki protestolarına meydana verilmemiştir.

Kongreden beş sene sonra söylenen bu sözler. Berlinde alman kararların akabinde Abdülhamid’in hissettiği ıstırabın henüz sönmeyen akisleriydi. Avrupa devlet adamlarından bir kısmının, üzerinde münakaşa ettikleri bölgelerin vasıf ve karakterini bilmeden Balkanlardaki Türk topraklarını parçalamaya karar vermelerini görmek Padişahın gururu üzerinde son derecede acı ve merhametsiz bir çöküntü yaratmıştı. Ayastefanos’da kurulmuş olan Büyük Bulgaristan, Lord Beaconsfield (Disraeli) nin gayretleri sayesinde Tuna ve Balkan adağları arasına sıkıştırılmış dar bir şerit haline getirildi. Diğer taraftan da Balkan dağlarının güneyinde tamamen sun’î bir vilâyet kurularak Doğu Rumeli adı altında Türkiye’ye iade edildi. Fakat Ayastefanos’ta kaybettiği toprakların üçte ikisinin Türkiye’ye iadesini temin eden İngiltere’nin bu hareketine karşı minnettarlık duymasına rağmen, Abdülhamid, Britanya delegelerinin bu vilâyete hristi-yan bir vali tâyin hususundaki ısrarlarını öğrenince derin bir üzüntü duydu.

Bosna ve Hersek’in Avusturya’hlar tarafından işgali padişahı daha da şiddetli bir şekilde müteessir etti. Bütün harb esnasında Avusturya-Macaristan İkilisi, ikiyüzlü bir rol oynamıştı. Reichstad’da yapılan gizli bir anlaşma ile Padişaha tarafsız kalacağını vaadeden Avusturya buna rağmen, Rusya’nın bütün \ kuvvetlerini Türkiye’ye karşı kullanmasına müsamaha etmişti. Fakat Rus’lar büyük kuvvetlerle ileri harekâta geçtikleri zaman (Drangnanch Osten-Şark’a doğru genişleme) siyasetlerinin tehlikeye girdiğini görünce de hemen karar ve kanaat değiştirdi ve ordusunu Karpatlarda harekete geçirdi. Şimdi de ganimetten hissesini almak için Reichstadt’da kendisine vaadedilen vilâyetleri istiyordu. Avusturya, Türkiye’nin yalnız Bosna ve Hersek’i terketmesini değil, kendisinin buraları resmen zaptetmesi için padişahın talepde bulunmasmda ısrar ediyordu.

“Avrupa Birliğini yaşatmak”, İngiliz politikasının ana hatlarından biriydi. Bu sebepten Türk dostu olan İngiltere’nin İstanbul sefiri Henry Layard’a müşkül bir vazife düşüyordu. İleride Rusya’ya karşı Avrupa’daki Türk topraklarının müdafaasının bilhassa Avusturya’ya ait olduğunu ve Balkan yarımadasında İslâv devletleri zincirine mâni olmak için Avusturya’nın Bosna-Hersek’i işgaline müsaade edilmesi icabettiğini padişaha anlatmak lâzımdı.

Abdülhamid İngiliz sefirinin bu teklifini hemen reddetti. Yıldız’daki müzakerelerde çok hazin sahneler cerayan etmişti. Hattâ Henry Layard ihanetle ve samimiyetsizlikle itham edildi.

Almanya müstesna hiç bir büyük devlet Osmanlı İmparatorluğunun içinde bulunduğu güç şartlarla aslâ ilgilenmiyordu. Fransa, ileride Tunus’un işgalini imâ ediyor, İtalya açıkça Trab-lus’dan bahsediyordu. Diğer taraftan Yunanistan, Sırbistan ve Karadağ gibi küçük milletler kendilerine tanınan istiklâlden memnun olmadıklarını ileri sürerek hudutlarının Osmanh İmparatorluğu aleyhine genişletilmesini hayâl ediyorlardı. Ayrıca muhtelif ırklara mensup teşekküller de, milletler gibi, Berlin Kongresinde kendilerinin dinlenmesi çarelerini arıyorlardı. Padişahın Ermeni tebaasına mensup bir murahhas hey’etin çok fena bir şekilde kongre önüne çıkarak, çiğnenen haklarından bir mâruz bulundukları muamelelerden bahsetmesi ve müstakil bir Ermenistan kurulması hususunda teklifte bulunması, Rus’ların zaten büyük bir kısmını işgal ettiği bu bölge hakkında padişahı hissedilir bir güçlükle karşılaştırmıştı.

Kendisinden evvelki padişahlar gibi Abdülhamid de Er-menilere karşı son derece âdil ve müsamahakâr davranıyordu. Hattâ Kırım harbinde bazı Ermenilerin yaptıkları ihanet bile unutulmuştu. Ermeniler arasından birçok kimseler Bab-ı Ali’de olduğu kadar sarayda da önemli mevkilere yerleştirilmişlerdi. Türk halkı ise Rum, Yahudi ve Ermeni tüccarlardan son derece nefret ediyordu. Halbuki Abdülhamid daha gençliğinde Rum ve Ermeni borsa simsarlarıyla Galata sarrafları arasında birçok dostlar edinmişti. Padişahın her türlü mâli operasyonlardan elde edilen menfaatlere ve faizciliğe karşı gösterdiği temayül, Türk ve İslâm geleneklerine o kadar aykırı düşüyordu ki, bu yüzden annesinin Ermeni asıllı olduğu hususunda yeniden dedikodular dolaştığı işitiliyordu. Esasen saltanata geçtiği zamandan beri Ermeniler refah ve saadet içinde yaşıyorlardı. Bu sebepten onlardan bahsedilirken “Millet-i sâdıka” tâbiri kullanılıyordu.

Ve işte bu “millet-i sâdıka”, Rus ajanları ve Amerikan misyonerleri tarafından teşvik ve tahrik edilerek istiklâl istiyordu ve Berlin kongresinde zulüm görmüş bir millet olarak hazır bulunuyordu. İnsanî duyguları yüksek olan birçok Avrupa devlet adamları, bilhassa Lord Salisbury, onlara karşı derin bir sempati gösteriyorlardı. Bu yüzden de Rus’lar tarafından Ayastefa-nos Andlaşmasına ilâve edilen “Bab-ı Ali’nin Ermenilerle meskûn vilâyetlerde yapılacağını vaadettiği İslâhat ve yeniliklere büyük devletlerin nezaret etmek hakkı” olduğu hususundaki madde Berlinde de tantanalı bir surette tasdik edildi. Bilhassa bu madde Abdülhamid’i çok kızdırmıştı. Hele İngiltere’nin, bu İslâhat ve yenilik hareketlerinin gayesine ulaşıp ulaşmadığını kontrol için askerî konsoloslar tâyin etmek istemesi onu büsbütün sinirlendirmişti.

Berlin kararları önünde Abdülhamid’in boyun eğmesini temin etmek gibi güşkül bir vazifenin yerine getirilmesi yine İngiliz sefiri Henry Layard’a düştü. Padişah ile sefir arasındaki münasebetler artık çetin bir safhaya girmişti. Bu itibarla La-yard’ın Zat-ı Şahaneye Makedonya, Epir ve Arnavutluk’tan ibaret elli bin kilometre karelik bölgenin Osmanlı İmparatorulğu hudutları içinde kalmasının İngiltere’nin büyük çaptaki gayretleri sayesinde temin edildiğini hatırlatması lâzım geliyordu.

Yıldız’da daima sık sık akşam yemekleri verilirdi. Sefir ve eşinin bu yemeklerde görmeye alıştıkları gayet nâzik muameleler artık yavaş yavaş kaybolmaya başlamıştı. Hattâ La-yard, evvelce gurur ve iftiharla-kabul ettiği bu dâvetlere şimdi iştirâk etmekten korku ve endişe duyuyordu. Sıcak yaz gecelerini geçirdiği Tarabya’daki yazlık sefarethanenin bahçesinde serinlediği bir sırada âniden Yıldız’a dâvet ediliyor ve orada gece yarısına kadar havasız ve sıkıcı küçük bir odada kalmaya mecbur oluyordu. Çünkü padişah güneş battıktan sonra aslâ dışarı çıkmıyordu. Bu daracık odada Abdülhamid’in uzun şikâyetlerini ve istikbale ait can sıkıcı tahmin ve tasavvurlarını dinlemek zorunda kalıyordu. Padişaha göre: “Bir gün gelecek ki, Avrupa, Berlinde verilen kararlardan dolayı pişman olacaktır. Şöhretli devlet adamları, halkının hususiyetlerini bilmeden Balkan yarımadasını parçalamak kararını vermişlerdir. Yunanlılar Bulgar-laşmayı, Amavutlar Karadağlılar ile bir arada yaşamayı aslâ kabul temezler. Zaten daha şimdiden Bosna’daki Avusturya işgal ordusu halk tarafından taş yağmuruna tutulmakta ve harekete mâruz kalmaktadır. Halbuki bu ordu onları kurtarmaya gelmişti.”

Abdülhamid’in Berlin kararlarını kötüleyen sözlerini dinledikten sonra Layard, vazifesinin ne kadar güç ve hattâ boş olduğunu anlamaya başlıyordu.

Otuz sene evvelki selefi büyükelçi Stratford Canning’in söylediğine göre: “Eğer Türkiye’de, Padişahın hükümetleri üze--rinde yabancı bir kuvvetin baskısı olmazsa İslâhat hareketleri gayesine ulaşamaz.”

Fakat Henry Layard, Stratford Canning gibi kuvvetli ve nüfuzlu bir sefir değildi ve Abdülhamid’in şahsında, Sultan Me-cit gibi yumuşak ve zayıf bir karakter de bulamıyordu. Bu nârin bedende, bu melânkolik ve iri siyah gözlerin arkasında yabancıların saldırılarına karşı çökmekte olan bir imparatorluğu müdafaaya azimli hırslı ve inatçı, çelik gibi bir irade vardı. Henry La-yard Abdülhamid’i çok çeşitli mizaçda görmüştü. Bunların her biri hakikî mahiyetinin sadece bir tarafını temsil ediyordu. Fakat onda hâkim olan şey, yalnız Osmanlı İmparatorluğunun padişahı olarak değil, İslâm Halifesi olarak da nüfuz ve şöhretini muhafaza etmek arzusu idi. Hiç bir yabancı devletin tazyiki, Abdülhamid’i, Kur’anın ve şeriatın emirlerine uygun olmayan bir reformu yapmaya veya bir imtiyazı vermeye aslâ mecbur edemez ve o da, halifesi bulunduğu üçyüz milyon müslümanm kendisine baş kaldırmasını icabettirebilecek böyle bir harekette bulunmayı göze alamazdı.

Berlin Andlaşmasının imzasından beri iki sene geçmişti. Bu müddet zarfında Abdülhamid İstanbul’dan hiç dışarı çıkmadan mutlak ve müstebit bir hükümdar olarak bir imparatorluğun kaderine hâkim olmuştu. Öyle bir imparatorluk ki, bir çok parçalanmalara uğradığı halde Avusturya, Almanya ve Fransa’nın toplamından daha geniş bir sahaya yayılmıştı. Abdülhamid, Rus harbinden sonra feshettiği meclisi bir daha kurmaya teşebbüs etmemişti. Artık Bab-ı Ali tamamen saraya bağlıydı. Yıldız’daki bürolar İmparatorluğun her tarafından gelen raporları ve müracaatları tasnif etmek için gece gündüz çalışıyordu. Çünkü hiç bir kanun, hiç bir nizamname, hattâ en basit işlere taallûk edenler bile Padişah fazla çalışmaktan ileri gelen buhranlı bir zamanında, Beyoğlu eğlence yerlerinin tâbi olacağı kaidelere ait talimatnameleri bile bizzat tetkik etmişti.

Müminlerin emiri, yeryüzünde Allahın gölgesi olan padişah o kadar kapalı ve yalnız yaşıyordu ki, Cuma Selâmlıklarından başka zamanlar saraydan dışarı çıkmıyordu. Halk padişahın solgun yüzünü ve melânkolik gözlerini ancak yeşil renkli sâde arabasının penceresinden baktığı zamanlar kaçamak bir şekilde görebiliyordu. Bazan da sür.’atle giden açık bir arabada ona tesadüf edebiliyordu. Daima mütevazi bir şekilde giyinen Abdül-hamid kendisini yaya veya at üstünde tâkip eden vezirlerin ve paşaların muhteşem üniformaları arasında pek sönük kalıyordu. Ali Suavî hâdisesinden beri daima öldürmek endişesi içinde yaşıyordu. Camiye giderken umumiyetle şehzadelerden birini yanına alıyordu. Bu suretle çocuğu da öldürmekten çekinecek bir kimsenin kendisine ateş edemiyeceğine inanarak teselli buluyordu.

1879’ da Abdülhamid

Abdülhamid’in baskıcı bir idare kurmasının sebebi, milletinin henüz parlâmento hükümetleri tarafından idare edilecek olgunlukta olmadığına kendisinin samimi şekilde inanmış olmasıdır. Türk parlâmentosunun umumiyetle fırtınalı geçen son toplantısından birinde Abdülhamid şöyle bir itirafta bulunmuştu: “Babam Sultan Abdülmecid’i taklit ederek, müstakil müesseseler vasıtasiyle ve ikna yolu ile İslâhat yapmaya teşebbüs etmekle büyük hata ettim. Bundan sonra büyük babam Sultan Mah-mud’un yolunu tâkip edeceğim. Büyük babam, muhafazası Allah tarafından bana tevdi edilen milletimin ancak kuvvet ve şiddetle idare edilebileceğini anlamıştı.”

Padişah, selâhiyetlerinin Allah tarafından verildiğine inandığı için, iradesine hiç bir şekilde muhalefet edilmesini kabul etmiyordu. Bu sebeple Avrupa’ya sığınmak isteyen Türklerin miktarı her sene biraz daha artıyordu. Avrupa’ya kaçanların, kendisine verdiği endişe kadar, padişah, yabancıların düşmanca tenkitlerinden de çekiniyordu. Bu yüzden şüpheli politikacıların Türkiye’yi terketmek için pasaport almalarına daha çok müşkülât çıkarmak isteniyordu. Fakat zaten az olan maaşlarını zamanında alamayan Türkiye gibi bir memleketteki memurlar vazifelerini kolaylıkla suiistimal edebiliyorlar ve istenilen herşeyi yapıyorlardı.

Abdülhamid yabancı milletlerin tepkilerinden çok müteessir oluyordu. Sabahleyin kalkınca Avrupa gazetetelerinin tercüme edilen hülâsalarını dikkatle okurdu. Hoşuna gitmeyen bir makale veya haber onu bütün gün üzmeye kâfi gelirdi. Yazının talihsiz mütercimi hakaretlere mâruz kalarak padişahın huzuruna çağırılır, yazıyı tekrar kelime kelime tercümeye mecbur tutularak, padişah, yazılanların doğru olup olmadığını bizzat kontrol ederdi.

Mütercimler ve kâtipler çok yorucu bir şekilde çalışıyorlardı. Çünkü yazın olduğu gibi kışın da hergün sabahın dördü ile beşi arasında kalkan padişahın emirlerini yerine getirmeleri lâzım geliyordu. Abdülhamid saat altıda mutlaka çalışma odasında olurdu. Kahvecibaşımn, huzurunda pişirdiği kahveyi, haremağaları tarafından hususî suretle hazırlanmış bir tütünden sarılmış sigarası, ile beraber içerdi. Ağızlık kullanmayı çok severdi. Bu şekilde kahvesini ve sigarasını içtiği sırada başkâtibin okuduğu devlet işlerine ait mühim raporları dinlerdi. Arada bir lüzum gördüğü hususlarda başkâtipten izahat alırdı. Eğer verilen izahat hoşuna gitmezse, bahis konusu meselenin iyice tetkik edilmesini emrederdi. Günlük raporların okunması bitince, ikinci bir kâtip yabancı memleketlerden gelen haberlerin hülâsasını getirirdi. Müteakiben de sadrâzam huzura dâvet edilir ve o günün işleri ve meseleleri hakkında padişahın emirlerini alırdı. Huzurda hiç bir münakaşa ve fikir beyanında bulunulmazdı. Sadece padişahın sorduğu suallere cevap vermekle iktifa edilmesi lâzımdı.

Kahve ve sigara tiryakisi olan Abdülhamid gayet az yemek yerdi. Sofrasında, kendisinden evvelki padişahların mükellef ve çeşitli yiyeceklerine mukabil, nâdiren bir tabaktan fazla yemek bulunurdu. Yedikleri şeyler çok basit olmasma rağmen büyük bir dikkat ve itina ile hazırlanıldı. İçtiği süt, saraya ait bir çiftlikte gece ve gündüz sıkı bir kontrol altında bulundurulan ineklerden sağılır, aşçıları, demir kapılı ve pencereleri parmaklıklı hususî bir mutfakta çalışırdı. Yemekler padişahın sofrasına getirilmeden evvel Başmabeyinci Osman bey tarafından muayeneye tâbi tutulurdu. Padişahın hayatı ve sıhhati üzerinde muhafızlık vazifesi gören Başmabeyinci sarayda en mühim bir mevkii işgal ederdi.

Günün muayen saatlerinde Yıldız’a gelen ziyaretçiler, mutfaklardan Küçük Mabeyn köşküne taşman Zat-ı Şahaneye mahsus yemek tepsilerini büyük bir merak ve tecessüs ile seyrederdi. İlkönce altm sırmalı üniforma giymiş iki görevli içinde yemek takımları bulunan üstü bir şal ile örtülü arabayı iterek geçerler, bunu siyah renkli bir kumaşla dikkatle örtülmüş ve mühürlenmiş büyük bir gümüş tepsi taşıyan uşak tâkip ederdi. Bundan sonra aynı şekilde muhafaza altına alınmış ve mühürlenmiş ekmek sepetini taşıyan ikinci bir uşak gelirdi. Nihayet kapalı şişe içinde Kâğıthane suyu getiren uşak görünürdü. Abdülhamid, bir falcının sadece Kâğıthane suyu içmek şartıyla muhteşem ve uzun bir saltanat süreceğini söylediğindenberi başka bir su içmiyordu. Sarayın mutfaklarında üç bin kişi için yemek hazırlanırdı. Hizmetçiler tarafından mutfaklardan köşklere taşman tepsilerdeki kebapların ve pilâvların iştah açıcı kokusu etrafa yayılırdı.

Yıldız’daki yemek servislerinin seyrinden zevk alanlar için daha başka bir garip sahneler de vardı.

Bunların en meraklısı ve belki de en heyecanlı olanı, Yıl-diz parkının muhtelif yerlerine serpiştirilen küçük kahvehanelerde cereyan ederdi. Padişah, yalnız başına yaptığı gezintilerde bir şey içmek istediği zaman bu kahvelere uğrar ve lâlettayin bir müşteri gibi içtiği, kahvenin parasını kendisi öderdi. Böylece hür bir insan olmanın zevkini tatmış olurdu. Fakat bu gibi hallerde bile içtiği kahve mutlaka kahvecibaşı tarafından hazırlanıldı. Ama bu gezintiler Abdülhamid’e, şehzade iken Boğaz sahillerindeki kahvelerde kimse tarafından tanınmadan oturduğu zamanları şüphesiz ki aslâ unutturamazdı. Çünkü o zamanlar oralarda kendisine zehirli bir içki verileceğinden kafiyen şüphe etmezdi. Kendisi normal bir çağdaki genç bir adamın zevklerine sahipti. Ata binmeyi, avlanmayı, kürek çekmeyi ve yüzmeyi çok severdi. Fakat şimdi dış âlemin korkusu yüzünden bütün faaliyeti, yüksek duvarlarla çevrili Yıldız parkının içinde kalıyordu. Şehzade iken Belgrat ormanlarında yaptığı at gezintilerinin yanında şimdi padişah olarak Yıldız parkının gayet bakımlı yollarında yaptığı gezintiler çok tatsız oluyordu. Parkın sun’î gölünde, kayık safasma çıkması şehzadeyken, mehtaplı bir gecede Boğaziçinde yaptığı gezintilerin verdiği zevki aslâ vermiyordu.

Abdülhamid en tatlı zamanlarını haremde Sultanların ve çocuklarının arasındayken geçirirdi. Harem hayatının ahengi, mizacına çok güzel intibak ediyordu. Kendisi eğer neş’eli ise, haremde saz sesleri ve kahkahalar yükseliyor, en basit nükteleri bile büyük bir hayranlık yaratıyordu. Üzgün olduğu zamanlarda da, en genç cariyelere kadar bütün kadınlar onun gibi derin derin düşünceye dalıyorlardı.

Mrs. Bayan Layard- veya Lady Layard- (çünkü kocası Berlin anlaşmasından sonra asalet payesi kazanmıştı) sık sık Haremi Hümayunu ziyaret ederdi. Bu vesile ile sarayı yakından tanımış olan İngiliz sefiresinin anlattığına göre; harem son derece kıymetli ve o nisbette de garip eşya ile tefriş edilmişti. Viyana veya Paris’ten getirilmiş pelüş döşemeli koltuk ve kanape takımları, fevkalâde güzel işlemeli perdelerin ve nâdide halıların yanında pek zevksiz bir şekilde yerleştirilmişti. Aynen muhafaza edilen bazı kıymetsiz eşya ve guguklu İsviçre saatleri, Çin İmparatorlarının hediye ettiği paha biçilmez porselen vazolarla komşuluk ediyordu. Gümüş bir masa üzerindeki mücevherle süslü akik taşından yapılmış sigara tablaları yanında Padişahın son defa İngiltere’den aldığı fare kapanı vardı. Aynı ahenksizlik kadınların giyimlerinde de görülüyordu. Muhteşem eski saray elbiseleri ile geniş etekli bir rop giymiş ve zümrüt işlemeli kemer takmış olan Valide Sultan gibi yaşlı kadınlar yanında, genç kadınların Avrupa modasına uygun yarı çıplak dekolte elbiseleri tam bir tezat teşkil ediyordu.

Görenlerin anlattıklarına göre, “muhteşem bir güzelliğin hâlâ kaybolmamış izlerini muhafaza eden sarışın bir kadın” olan Abdülhamid’in üvey annesi misafirlerini imparatoriçe tavır ve edasıyla kabul ediyordu. Sarayın en güzel mücevherlerini taşıyan bu kadın, Padişah dahil, herkesten büyük bir hürmet görüyordu. Hattâ padişahın en başta gelen gözdesi olan müstesna bir Gürcü güzeli Cemile Sultan bile onun arkasından yürüyordu. Kendisinden daha yaşlı kadınlar dahi, o konuşurken susuyorlar, görüşmelere nâdiren iştirâk ediyorlardı.

Saray haremine ait sahip olduğumuz bu bilgiler, haremi ziyaret etmiş olan yabancı kadınların mektuplarından ve hâtıralarından nakledilmiştir. Fakat bu kadınların hiç birisi Lady La-yarda’ın kazandığı itimat ve teveccühe mazhar olamamışlardır. Çünkü Lady Layard, Kırım harbinde gönüllü hastabakıcılık yaptığı sırada padişahın askerlerinin yaralarını sardığından Abdülhamid’in minnettarlığını kazanmıştı. Bu itibarla da Padişahın sofrasına dâvet edilen ilk yabancı kadın olmak şerefine lâyık görülmüştü. Abdülhamid Lady Layard’a o kadar itimat göstermiştir ki, şehzadelerin İngiltere sefaretine çaya gitmelerine dahi müsaade etmişti. Diğer taraftan Berlin Andlaşmasımn tatbikinden doğan ihtilâflar dolayısıyla Sefir Layard’a teveccühü azalan Padişah, Lady Layard’a karşı eski dostluk ve nezaketini muhafaza ediyordu.

Bir gün padişah kendisini ziyarete gelen Lady Layard’a, tercümanlık yapan ve esasen sefirenin de mükemmel bir Beyoğlu Fransızcası konuştuğundan dolayı dikkatini çekmiş olan genç bir cariyeden bahsederek dedi ki: “Bu genç kız diğerlerinden daha çok bilgilidir. Çocukluğunu Beyoğlu’nda bir moda evinin sahibi olan Belçikalı bir kadının yanında geçirmiştir. Bu kadın son dercede zeki ve kültürlü bir kiliseydi” Lady Layard, padişahın bu suretle Flora Cordier’yi imâ ettiğini anlayarak şaşırmıştı. Çünkü Flora Cordier’nin âniden ortadan kaybolması bir çok dedikodulara ve yorumlara vesile olmuştu. Abdülhamid’in bu genç kızın hareketlerine karşı müsamaha göstermesi ve onun, huzurunda oturmasına ve kendisiyle şakalaşıp gevezelik etmesine müsaade etmesi Lady Layard’ı büsbütün şaşırtıyordu.

Çok ciddî ve sıkı bir hiyerarşinin hâkim olduğu saray hareminde küçük ve güzel bir kız, bildiği gibi hareket ediyor, ne haremağaları, ne de kadınlar ona bir şey söylemeye cesaret edebiliyorlardı. Lard Layard, çocukluğunu Beyoğlu’nda geçirmiş olan genç kızın yüz hatlarında Belçikalı Flora Cordier’nin izleri bulunduğunu farketmişti. Eğer genç kız kalbini Padişahın büyük oğlu Selim’e kaptırmasaydı, üzerindeki esrar perdesi belki de kalkmamış olacaktı. Henüz onsekiz yaşında olan Şehzade Selim şahsî bir “hâne”ye sahip olmuştu. Genç şehzade padişahın gözünden uzak bir yerde ikamete mecbur edildi. Abdülhamid’in, ileri fikirlere ve yeniliklere yürekten taraftar olmasına rağmen haremde hâlâ ortaçağ kanunları bütün şiddetiyle tatbik ediliyordu. İşte genç ve mâsum kız bu kanunların bir kurbanı olarak Boğazın serin ve mavi sularına gömülüp kayboldu.

Abdülhamid’in irade ve arzusu ile öldürülen biri daha vardı: Mithat Paşa... Büyük devletler Anadoluda ve Suriyed'e kendilerine imtiyazlar verilmesini ve hristiyan ahali lehine bâzı İslâhat yapılmasını ısrarla istedikleri zaman Abdülhamid, AvrupalIlara hoş görünmek ve bu vesileyle de Mithat Paşayı eline geçirmek için, paşayı Avrupa’dan getirtip Suriyeye Vali tayine karar verdi. Mithat Paşa, Padişahın iradesine uyarak Suriye’deki vazifesine başladı. Evvelce vazife gördüğü yerlerde olduğu gibi Suriye’de de bozulan idareyi kısa bir zamanda ıslâh etti ve gerek müslüman, gerekse hristiyan ahalinin sevgi ve itimadını kazandı. Fakat ahlâksız memurların değiştirilmesi ve bâzı sahalarda daha geniş İslâhat yapılması hususunda İstanbuia yaptığı müracaatlar cevapsız kalıyordu. Padişah, azılı bir düşmanını İmparatorluğun en sevilen bir şahsiyeti haline getirmeyi asla akimdan geçilmemişti. Bu itibarla İngiltere sefirinin 1879 sonbaharında yaptığı Suriye seyahatini ve sefirin Şam’da Mithat Paşa ile buluşmasını katiyen hoş karşılamadı.

Berlin Andlaşmasmı imza eden diğer devletlerden daha ciddî olarak İngiltere Andlaşma hükümlerinin hakikaten tatbik edilip edilmediğini kontrola kararlı bulunuyordu. Bu sırada Rusya ve Avusturya, aldıkları ganimet hissesinden dolayı çok memnundular. Fransa da Tunus’ta bir takım entrikalar çeviriyordu. Prens Bismarck ise, kendi görüşüne göre Türkiyeyi va-adlerini yerine getirmeye mecbur etmek için Almanya’nın hiçbir tazyik yapmadığını beyan etmişti. Sadece İngiltere, aynı zamanda İnsanî duyguların tesiri altında olarak, Ermenilerle meskûn vilâyetlerde İslâhat yapılması hususunda padişahı zorlamaya başlamıştı. Diğer taraftan Lord Salisbury’ye göre; Şark Meselesi Türkiye’nin sadece Avrupa’daki vilâyetleriyle alâkalı değildi. Asyadaki ülkeleri de bu mes’ele’nin içine giriyordu. Bu sebeplerden dolayı daima vehim ve şüphe içinde bulunan Abdülhamid İngiliz Sefirinin Şam’a gidip Mithat Paşayı ziyaret etmesinden kendisi ile görüşülüp iradesi alınmadan yeni bir islâhat hareketi yapılacağına kaniydi.

Suriye seyahatinden İstanbul’a dönen İngiliz Sefiri Layard padişahı çok sinirli bir halde buldu. İngiltere’nin Anadolu ve Suriyedeki reformların tatbikini bir askerî müşahit vasıtasıyla kontrol ettirmeye karar vermesi Padişah tarafından ağır bir hakaret olarak telâkki edilmişti. Bunun üzerine Abdülhamid diğer devletlerin rekabet hislerini tahrike karar verdi. Kıbrıs Andlaş-masından beri diğer büyük devletler İngiltere’nin Anadolu’da bir himaye sistemi kurmaya kararlı olduğundan şüphe ediyorlardı.

Diğer taraftan Lord Salisbury zaten hoşa gitmeyen siyasî tutumu ile sadece padişahı İngiltefeye karşı gelmeye zorlamakla kalmıyor, Avrupa birliğinin ahengini de bozmaya çalışıyordu. Fakat bu siyasetin asıl tehlikeli ve kötü tarafı İngiltere’nin müdahalesini icap ettirecek şekilde hâdiseler çıkarılması hususundaki tahrik ve kendilerine İngilizlerin her yönden yardımcı olacağına dair Ermenilere verilen cesaret idi.

Layard, Osmanlı devletinin yüksek mevkilerinde, tecrübeli Avrupalı şahsiyetlere itimat gösterilmesi ve bazı imtiyazlar verilmesi hususunda padişahı nafile yere iknaa gayret ediyordu. Çünkü Abdülhamid, AvrupalIlara karşı derin bir husumet ve nefret besliyordu. Bununla beraber İstanbul’da iki İngiliz vardı ki, Layard bunlara çok güveniyordu...

Bunlardan biri padişahın eski dostu ve halen de itimadını muhafaza eden Mr. Thomson, diğeri de General Baker (Paşa) idi. General Baker, gençliğinde Kırım harbine iştirak etmiş ve fakat sonra, büyük dedikodulara sebebiyet veren bir rezaleti müteakip Britanya ordusundan ayrılmaya mecbur olmuştu.

İşte bu Baker Paşa, Türk Jandarma kuvvetlerini teşkilâtlandırmakla vazifeliydi. Padişah kendisine yardımcı olmak üzere oniki İngiliz subayı tayin etmek hususunda tam bir selâhiyet

vermişti. 1879-1880’un kış mevsiminde Baker Paşa, padişahın itimadını hâlâ muhafaza ediyordu. Zekâsı ve kurnazlığı sayesinde Yıldızda sıcak bir alâka görüyordu.

Aylarca süren bir tereddüt devresinden sonra îngiliz sefiri Sir Henry Layard Salisbury’ye yazdığı mektupta; “Zat-ı Şahane, Anadoluda yapılmakta olan İslâhatı kontrol etmek üzere General Baker (Paşa)yı Umumî müfettiş olarak tâyine muvafakat etti.” diyordu. Fakat bu tayin Layard’m meslek hayatında kazandığı son muvaffakiyet oldu. 1880 Nisanında İngilterede Muhafazakâr Parti iktidardan düştü. Yerine de Bulgaristanda yapılan mezalime karşı geniş bir kampanya açarak Abdülhamid’in tahta geçtiği ilk aylarını kendisine zehir eden William Ewert Gladstone ikinci defa Büyük Britanya Başvekili oldu. Yeni hükümet iktidara geçer geçmez Sefir Sir Henry Layard’ı İstanbul’dan geri çağırdı.

·        XXI

Yeni Ingiliz Sefiri:

George Goschen

Sir Henry Layard’ın yerine tanınmış bir politikacı olan Ri-pon mebusu George Goschen Bab-ı Ali nezdine Büyük Britanya sefiri olarak tayin edildi. Bu zat, selefine asla benzemiyordu. Herşeyden evvel meslekten yetişmiş bir diplomat değildi. Fakat Başvekil Mr. Gladstone’un kendisine kabinede yer vermesi için bazı zorluklarla karşılaştığı tanınmış bir siyaset adamıydı. Bu itibarla Berlin Andlaşmasının tatbikatına nezaret etmek gibi özel bir vazife ile İstanbula sefir olarak gönderilmişti. Bu vazifesinde uzun zaman kalmayacağını bilen Mr. Goschen alâlade bir sefir gibi hareketlerinde tereddüt göstermek hüzumunu hissetmiyordu. Bu sebeple akredite olduğu hükümet nezdinde icabında sert muamelede bulunmaktan veya “hükümet üzerinde baskı yapmaktan çekinmeyecek kadar işi ileri götürebilecek” bir mevkideydi.

Başvekil Mr. Gladstone ile aynı siyasî görüşler üzerinde tamamen mutabıktı. Bu görüşe göre: “Türkler Avrupayı bütün silâhları ve ağırlıkları ile birlikte terketmeden Şark meselesi halledilemezdi.” Diğer devletlerce bir menfaat görülmediğinden dolayı Berlin’de halledilmeyen bu mesele, İngiltere’nin gözünde birinci derecede ehemmiyeti haizdi. Sadece İngiltere hükümeti, bilhassa Başvekil Mr. Gladstone, Tesalya ve Epir içine alabilecek şekilde Yunanistan veyahutta Dulcigno ve Antivari limanlarını ihtiva edecek tarzda Karadağ hudutlarının düzeltilip düzeltilmeyeceğini tesbit ile meşguldü.

Siyasî görüş ve fikirlerinden başka Mr. Göschen, bir kaç sene evvel Mısır’da oynadığı rol sebebiyle de Abdülhamid’in hoşuna gitmiyordu. 1876 da Hidiv İsmail Paşa’nm israfı yüzünden hazine bonolarının ödenemediği zaman Mr. Goschen, İngiliz alacaklıları namma Kahireye gönderilmişti. Kendisi ve Fransız meslekdaşları tarafından tanzim edilen rapora istinaden Hidiv büyük devletlerin bir (Düyun-u Umumiye Komisyonu) kurmasını ve yabancıların tayin edeceği iki murakıp tarafından mâli işlerinin kontrolünü kabule mecbur edilmişti. Sefir Sir Henry Layard’ın teyit ve ifade ettiğine göre; Sultan Abdülhamid, İmparatorluğunun mâli işlerine yabancıların müdahale etmesine karşı son derece titizlik gösteriyordu. Bu itibarla “şimdi Mr. Gladstone hükümetinin kendisine Mısır Hidivi gibi muamele etmek niyetinde olduğuna ve böylece sefir Mr. Goschen’in bir nevi vasilik yapmak istiyeceğine” kani bulunuyordu.

Bu sebeplerden İngiliz Muhafazakâr Partisinin iktidardan düşmesi Padişahı iyice korkutuyordu. Her ne kadar iki seneden beri İngiltere’nin tutumundan şikâyetçi görünüyor idiyse de Disraeli iktidarda kaldığı müddetçe saltanatının emniyet altında bulunacağını da biliyordu. Sefir Layard’ın geri çağrıldığını öğrenince nefret hislerini açıkça belli etti ve bu hareketi, şahsına yapılmış bir hareket telâkki etti. Hattâ yeni tayin edilecek sefiri kabul etmeyeceğini söyleyecek kadar ileri gitmişti. Fakat daha makûl hareket etmesi hususunda Layard’ın kendisine yaptığı tavsiyeleri kabul etti. Sir Henry Layard İstanbul’dan ayrılırken padişahın ve milletinin itimat ve muhabbetiyle beraber, gördüğü hizmetlerin bir mükâfatı olarak Abdülhamid tarafından kendisine hediye edilen Fâtih Sultan Mehmet’in Bellini imzalı şaheser tablosunu da götürüyordu. Fakat ne yazık ki, İngilterede Sir Layard’ın şahsına karşı gösterilen saygısızlık, onun İstanbul’da bıraktığı fevkalâde iyi tesirlerin de silinmesine sebep oldu ve adı, padişahın itimadına ihanet edenlerin listesine ilâve edildi.

Padişah bir müddet, Mr. Goschen ile mücadele ve hesaplaşmak zorunda kaldı. Esasen atılgan tabiatlı ve siyasî incelikten mahrum bir şahsiyet olan sefirin hareketleri diğer meslektaşlarını da kızdırıyordu. Sefaret baş tercümanının fikir ve tavsiyelerine rağmen, daha ilk defa umuma karşı yaptığı konuşmalarda, Osmanlı idaresi hakkında tenkitlerde bulundu. Abdülhamid onun bu hareketlerini hafiyeleri vasıtasıyla tesbit edince İngiltere Sefaretine derhal şu notayı gönderdi; “Zat-ı Şahane, Mr. Osc-hen’in hususî bir görüşmede kendilerine tevdiine lüzum göreceği bütün müşahedelerini nazarı itibare almaya hazırdır. Ancak kendilerini, tebaası nezdinde küçük düşürecek ve vekarı için tecavüz sayılabilecek bir tenkidi halka karşı açıkça yapılmasını mutlak surette reddeder.” Bundan sonra Mr. Goschen umumî yerlerde ölçüsüz şekilde konuşmaktan vazgeçmeye ve bilâkis mûtad olan hürmetkâr ve nâzik ve terbiyeli hareketleri çok uzun zaman devam etmedi. Küçük milletlerin hâmisi rolünde olan Başvekil Mr. Gladstone Balkan beyliklerinin içinde en fazla himayeye lâyık gördüğü küçük Karadağın haklarını korumaya karar verdi. Berlin Andlaşmasına göre Karadağa verilmesi kabul edilen şehirlerin teslimini Arnavutluk tabiî olarak red ve protesto edince, İngiltere, andlaşmayı imza eden büyük devletlere şu çareyi teklif etti; “Arnavutluk’un bu şehirleri yerine Bab-ı Ali’nin Adriyatik sahillerindeki Dulcigno ve Antivari kasabala-nn Karadağa terketmesi...”

Abdülhamid bu notaya verdiği cevabta, “Yaşadığı müddetçe buna ve buna benzer bir fedakârlığa asla râzı olmayacağını” bildirdi. Padişahın bu cevabı Ermenistanda yapılması bahis konusu edilen İslâhat ile alâkalı teşebbüslere karşı gösterdiği tepkiden daha sert ve ciddî idi. Çünkü Avrupa devletleri arasında artık birlik kalmadığını tecrübe ile anlamış bulunuyordu. Bu bakımdan gelecek günler, Padişahı hakh çıkardı. Gerçektende İngiltere’nin teşvik ve tahrikiyle Adriyatik denizinde milletlerarası bir deniz gösterisi yapıldığı zaman bile Türkiye, büyük devletlerin isteklerini kat’iyetle red etmişti. Bu itibarla İngiltere Bab-ı Ali’yi boyun eğmeye zorlama hususundaki teşebbüslerinde yalnız kaldı. Artık Yıldız’da yeniden bir iyimserlik havası esmeye başlamış ve bu defa İngiltere’nin kendi kuvvetine fazla güvenmekte hata ettiğine ihtimal verilmişti. Halbuki İngiltere hiç bir zaman tek başına harekete cesaret edecek bir devlet değildi. Onu bu yola sevkeden sefirin geri çağrılacağı ve mesleğinden azledileceği zannediliyordu. Bütün bunları hayalinde canlandıran padişahın, Hariciye Vekili ile bu mes’eleleri görüşürken tatlı tatlı tebessüm ettiği bile görüldü. Fakat sarayın bu iyimserliği Bab-ı Ali’de hiç de müsbet bir akis yaratmıyordu. Mr. Goschen’in değerini iyi bilen Hariciye Nâzın Karatodori, kendisini beğenmiş haris bir kimse olan sefirin bütün kabiliyetlerini ortaya koymaya kararlı olduğunu seziyordu. Hükümeti ona, hareketlerinde tam bir selâhiyet vermişti. Bu adam, verdiği karardan vazgeçmektense bir harp tehlikesini göze alacak kadar haristi.

Adriyatik’teki manevra sahasından Avusturya harp gemileri ayrıldıktan iki gün sonra Mr. Goschen, şahsî ve mühim bir mesaj takdim edeceğinden bahisle Padişahın huzuruna kabulünü istedi. Bu mesaj bir ültimatomdu: “Eğer Zat-ı Şahane bahis konusu kasabaları teslimi reddederse, İngiltere donanması Zat-ı Şahanenin topraklan içinde bulunan ve adı şimdilik açıklanmayacak olan büyük bir limanını işgal edecektir.”

Padişah ile sefir karşı karşıya bulunuyorlardı. Salona derin bir sessizlik çöktü. Sefirin çok soğukkanlı olduğunu ve kendisine fazlasıyla güvendiğini bilen tercüman, şu anda onun heyecandan titrediğini farketti. Geniş ve yaldızlı bir koltuğa gömülmüş olan padişah ise ayaklarını kimsenin basamayacağı sihirli halıya doğru uzatmış, küçük ellerinin ince parmaklarıyla teşbihinin kehribar tanelerini şıkırdatıyordu. İlk anlarda Mr. Gosc-hen’in sözlerinden bir şey anlamamış gibiydi. Çünkü saatler kadar uzun süren tam beş dakika müddetle susmuştu. Sadece ağır gözkapaklarınm altında gözlenen iri siyah gözlerinin sarılığı hiddetten alev gibi parlıyordu. Kemerli burnunun etrafındaki çizgiler büsbütün derinleşmişti. Alt dudağını öne doğru uzatarak h .yret ve taaccüp içinde olduğunu belli ediyordu. Yüzü yeis ve hüzünden donuk bir hal almıştı. Abdülhamid şu anda mutlaka eski devirleri düşünüyordu. Bir zamanlar ecdadı, böyle şımarık ve mağrur bir elçiyi Yedikule zindanlarına hapsettirirler ve hiç bir devlet de buna itirazda bulunmaya cesaret edemezdi.

Nihayet Padişah yüksek ve gür bir sesle cevabını verdi. Bir defa daha bu cevap gayet ciddî bir şekilde telâffuz edilen “Hayır!...”,oldu. Fakat Mr. Goschen hâlâ asîl bir ihtişam ve debdebe içindeki “Hasta adam”m blöfü ve zoru karşısında taleplerinden vazgeçecek bir diplomat değildi. Aynı akşam Adri-yatikte demirli bulunan İngiliz donanmasına gönderilen bir mesaj ile “Gizli talimat alınıncaya kadar harekete hazır bulunması” bildirildi. Bu mesaj Yıldız’a bildirilmek üzere Dulcignodaki Türk makamları tarafından daha erken saatlerde ele geçirilememişti Yirmi dört saatten beri sarayın havası oldukça değişmişti.

Sarayda büyük bir kargaşalık ve şaşkınlık hâkimdi. Tercümanlar gelip gidiyor, yüzleri sararmış ve morarmış nâzırlar bekleme odalarında padişahın iradesine bekliyorlardı. Haremağaları ayaklarının ucuna basarak, korkudan gözleri dışarı fırlamış vaziyette bekleme odalarına girip çıkıyorlardı. İngiliz sefirinin karşısında kendisine hâkim olmaya gayret eden Padişahın sinirleri iyice bozulmuş, ümit ile ümitsizlik arasında bocalıyordu. Ne nâzırlar, ne de üvey annesi onu teskine muvaffak olamıyorlardı. Yalnız Doktor Mavroyani kendisine müsekkin bir ilâç verince biraz sükûnet buldu ve Dulcignodan gelen mesajı sâkin bir şekilde okudu.

İngilizler harekete geçmeye kararlıydılar. Padişahın büyük bir limanını işgale hazırlanıyorlardı. Şüphesiz ki bu limanın İzmir olabileceğini anlamak için keramet sahibi olmaya lüzum yoktu. Abdülhamid’in hâfızasmda eski hâtıralar tekrar canlanıyordu. Şehzadeyken Spithead’e gördüğü İngiliz donanmasının ihtişamı ve kudreti şimdi gözlerinin önündeydi. Manevra sahasından fırtınaya ve engin denizlere meydan okuyan ve bir anda etrafı inleten top sesleriyle İngiliz harp gemilerinin yaptığı gösteriler hâlâ hayâlinde ve hâtırasında yaşıyordu. Halbuki bu gösteriler İngiltere’yi ziyaret eden Osmanlı Padişahı ve şehzadelerine karşı sadece bir misafirperverlik tezahürleriydi. Fakat şimdi bu top sesleri hakikî mermi atan zırhlılardan gelebilir ve en güzel Türk limanını bombardıman ederek harabeye çevirebilirdi. Padişahın yatak odasına bitişik odada geceyi geçiren Doktor Mavroyani, şafak vakti kalktığı zaman Padişahtan başkâtibini çağırması emrini aldı.

Bir kaç saat sonra öğle güneşinin kıvılcımlar saçtığı Adri-yatikteki İngiliz donanması harekete hazır olduğu sırada Sul^ tan Abdülhamid’in forsunu taşıyan bir kayığın sahilden gemiye doğru geldiği Amirale haber verildi. Kayıkta ayakta duran bir adam elindeki bir kâğıda durmadan sallıyordu. Nihâyet Padişah şehri teslime mecbur olmuştu.

Bu suretle Mr. Goschen, vazifesinde büyükbir başarı kazanmıştı. Fakat kendisinden evvelki sefirlerin Bab-ı Ali ile İngiltere arasında kurdukları iyi münasebetleri büyük bir emek ve o nispette de güçlükler pahasına devam ettirmek hususundaki muvaffakiyetlerini birkaç saat içinde yok etmişti. Bugünden sonra sefirin padişah ile arasındaki bütün münasebetler kesilmiş ve artık kat’iyen huzura kabul edilmemişti. Yunanistan‘hududunun düzenlenmesine ait görüşmeleri ancak Türkiye hariciye nâzın ile yapabiliyordu.

Artık tamamiyle saraya kapanan Abdülhamid, günlerini, İmparatorluğun haritası üzerinde derin derin düşünerek geçiriyordu. Berlin kongresinde kaybedilmiş olan yerleri kendi eliyle haritaya işaret ediyordu. Ancak Trakya, Makedonya, Girit, Oni-ki Adalar ve sun’î olarak kurulan Doğu Rumeli vilâyeti gibi bölgeler evvelce Viyana’yı tehdit etmiş olan büyük İmparatorluğun elinde mevcut bulunuyordu. Fakat hâlâ, parçalanmış ve anavatandan koparılmış bu ülkeler, büyük devletlerin hasis rekabetleri sayesinde zayıf bağlarla muhafaza edilmişlerdi.

Abdülhamid bilhassa İngiltere’ye karşı derin bir kin ve nefret besliyordu. Hele İngiltere’de iktidarda bulunan liberal Hükümetin, sefir Sir Henry Layard’m sadece Kraliçe ve Muhafazakâr hükümet tarafından okumak maksadıyla İstanbul’dan gönderdiği'gizli telgrafları ve raporları Parlâmento huzurunda açıklaması padişahın nefretini büsbütün arttırdı. Her ne kadar bu gizli telgraflarda padişahın şahsını hedef tutan kısımlar ortadan kaldırılmış ise de, yine de açıklananlar ve Abdülhamid’in şahsı, devlet idaresi ve hükümeti hakkında bir çok ağır tenkitleri ihtiva ediyordu. İngiltere hükümetinin bu hareketine Padişah kadar Türk halkı da kızmıştı. Yabancı elçiler ise başarılarını daima kıskandıkları eski bir meslektaşlarına karşı onu küçültücü mahiyetteki bu açıklamalardan dolayı âdeta memnun olmuşlardı. Fakat hâdise hiç kimseyi Sir Henry Layard’dan fazla kızdır-mamıştı. Çünkü Layard, Hükümetinin bu davranışını bu itima- • dm suiistimali olarak telâkki ediyordu. Bu sebepten Liberal Parti ile bozuşarak vaktinden evvel emekli olmayı istedi ve meslekten ayrıldı.

İngiliz Parlâmentosunda açıklanan gizli raporlarda Abdül-hamid’i kızdıran en mühim hususlardan biri Mithat Paşaya ait kısımdı. Mithat Paşa sefir Layard’m bu raporunda; “Eğer faaliyetleri saray tarafından devamlı surette engele uğratılmasaydı, memleketini kurtaracak yegâne adam” olarak gösterilmişti. Bu kısımlar, Layard’ın Suriye seyahatinden sonra yazılmıştı. O sırada Mithat Paşa İslâhat teşebbüslerinde sistemli olarak cesaretinin kırıldığını gördüğü için Suriye Valiliğinden istifa ettiğine dair olan mektubunu Hükümete göndermişti. Mithat Paşa’nın bu kararında sefir Layard’ın parmağı olduğundan şüphelenen Padişah İstanbul’a dönüşünde sefiri huzuruna kabul etmemiş ve Mithat Paşa’yı da İzmir Genel Valiliğine tâyin etmişti.

Abdülhamid eski sadrâzamından kendisini kurtarmaya henüz karar vermemişti. Fakat 1881 Mart ayında meydana gelen birbirinden tamamen farklı iki hâdise harekete geçmesi için onu tahrike kâfi geldi. Rusyada, padişahın eski düşmanı olan Çar ikinci Aleksandr Nihilistler tarafından katledilmişti.. Bir hükümdarın öldürülmesi padişahın müthiş bir vehme kapılmasına sebep oldu. Bundan sonra sadece üvey annesinin hazırladığı yemekleri yemeye başladı. Akşamları ise yatak odasına girme.-den evvel her yeri aratarak bir bomba olmadığından tamamen emin olduktan sonra kapıdan adımını atıyordu. Hele uzun seneler sürgünde kaldıktan sonra İstanbul’a dönen eski sadrâzam Mahmut Nedim Paşayı huzuruna kabul etmesi daha büyük kan=_ şıklıklara vesile oldu. Memleketin mâlî sahadaki iflâsından herkesten ziyade Mahmut Nedim Paşa mes’uldü. Fakat onun elinde mühim bir koz vardı; Mahmut Nedim Paşa, Mithat Pa-şa’nın amansız bir düşmanıydı.

Padişah, Mahmut Nedim Paşa’mn kendisine naklettiği rivayetlere dikkatle kulak-vermişti. Bu rivayetlere göre merhum Sultan Abdülaziz intihar etmemişti. Mithat Paşa ve Damat Mahmut Celâlettin Paşa tarafından para ile temin edilen bir haydut çetesi tarafından öldürülmüştü. Eski sadrâzam, hâdiseyi yakından görenlerin henüz sağ olduğunu da iddia ediyordu. Bunları teyit için Zat-ı Şahanenin, hâlen Topkapı Sarayında yaşamakta olan eski Valide Sultandan vaziyeti sorması kâfiydi. Bu suretle Pertevnihal Sultanın, kendisine son derece elim bir ıztırap veren faciadan sonra kanaatini tamamen değiştirmiş olduğu evvelden öğrenilmiş olacaktı. İhtiyar Valide Sultan önceleri, oğlunun ölümüne kendisinin sebebiyet verdiğine inanıyordu.

Mart ayının soğuk bir günüydü. Karadenizden zehir gibi rüzgâr esiyordu. Zifirî bir karanlık içinde kalan İstanbul camilerinin muhteşem silûeti şehri âdeta kurşundan bir örtü ile ezer gibiydi. Selvi ormanları, Haliçe kadar uzanan mezarlıkların üzerine ağır bir mâtem elbisesi gibi yayılmıştı. Bu sıkıntılı ve sert havada samur kürkünün içinde titreyen padişah araba ile Topka-pı Sarayına gidiyordu.

Padişahın saraya geldiği duyulunca bir hareket ve kaynaşma başladı. Bütün kadınlar, en yaşlılarına varıncaya kadar, aynaların önüne koşup en güzel mücevherlerini takarak süsleniyorlardı. Fakat Padişah etrafını çevirenlere hiç bakmadım sarayın avlusundan geçti.

Pertevnihal Sultan bu sarayda, eski Valide Sultanlara lâyık bir şekilde yaşıyordu. Abdülhamid onu kendi sarayında misafir etmek istemişti. Fakat ihtiyar sultan gençliğini geçirdiği yere çekilmeyi tercih etmişti. Burada bile bir çok entrikalar çevirmeye fırsat buluyordu. Sonra haftalar içinde Mahmudiye camiinde namaz kıldığı sırada eski sadrâzam Mahmut Nedim Paşa’mn camiin avlusunda dolaştığı görülmüştü. Pertevnihal Sultan, oğlu Abdülaziz’in ölümündeki mes’uliyet payından kendisini kurtarmak için herhangi bir rivayeti bile kabule eğilimliydi. İşte bu sebeple kısa bir zamanda Mithat Paşa’nm emriyle bir bahçevan ve bir eski pehlivandan ibaret iki kişilik çetenin Çırağana girerek oğlunu öldürdükleri hakkındaki rivayete inanıvermişti. Mahmut Nedim Paşa’nm çok kurnazca anlattığı vak’aları Per-tevnihal büyük bir sâfiyetle kabul ve tasvip ediyordu. Abdülha-mid’in kendisini ziyarete geldiği bu sırada artık oğlunun öldürüldüğü hususunda tam bir inanç sahibiydi. Nitekim padişaha, imamlar cenazeyi yıkarken cesedin göğsünde bir kama yarası gördüğünü söyledi.

B öylece Abdülhamid, Topkapı Sarayından gayet memnun bir şekilde ayrıldı. Haremağalarına emir vererek saraydaki kadınlara bir torba altın dağıttırdı. Aynı akşam Mahmut Nedim Paşa saraya dâvetle Dahiliye Nâzırlığına tâyin edildi. Altı hafta kadar sonra da başta Mithat Paşa olmak üzere, padişahın eniştesi Damat Mahmut Celâlettin Paşa, eski Şeyhülislâm Hayrullah Efendi ile merhum Abdülaziz’in maiyetinde bulunmuş iki yâ-ver, bir bahçevan ve bir pehlivanın, padişahlarım öldürmek suçundan tevkif edildikleri resmen ilân olundu.

·        XXII

Mısır da Arabi Paşa İsyanı

Mithat Paşa ve suç ortaklan hakkmdaki soruşturmaların açıldığı hafta, İngiltere Sefiri Mr. Goschen de İstanbul’dan ayrılmıştı. Sefir Mr. Goschen, liberal Hükümetin bütün âzalarının kendi görüşünde olmamasına rağmen, yine de vazifesini memnuniyet verici bir şekilde yaptığı kanaatindeydi. Başvekil Mr. Gladstone’ın Türkiye hakkmdaki şahsî hisleri ne olursa olsun, Büyük Britanya’nın dış politikası, Osmanlı İmparatorluğunun bütünlüğünü muhafaza etmek prensibine sâdık kalıyordu. Bu itibarla Mr. Gladstone, Ripon meb’usu Mr. Goschen’in faydasız bir şekilde Türkiye’de açtığı yaraların tedavisini arzu ediyordu. Kraliçe Victoria bu defa Bab-ı Ali nezdine sefir olarak en parlak diplomatlarından biri Lord Dufferin’i tâyin etti. Lord Dufferin, mesleğinin ilk yıllarını doğuda geçirmişti. O zamanki Başvekil onu, yapılan mezalim ve katliamları tahkik için Lübnan’a göndermişti. Lord Dufferin bu vesile ile muhtelif din ve ırklara mensup kimselerle nasıl temas edileceği hakkmdaki incelikleri göstermişti. Kindisi sadece yüksek kabiliyette bir şahsiyet değil, aynı zamanda müstesna bir nezaket ve sevimliliğe sahip bir kimseydi.

Lord Dufferin İstanbul’a geldiği sırada günün en önemli hâdisesi, başlamakta olan dâvaların muhakemesiydi. Meşruti bir idarenin ve hür bir basının lüzumuna inanan yeni nesil mensuplan, şimdi Yıldız tarafından verilen talimatlarıyla yazılan makaleleri derin bir nefretle okuyorlardı. Bu makalelerde, dâvaları henüz görülmemiş olan Mithat Paşa ve diğer arkadaşlarının suçlu oldukları açıkça ilân ediliyordu. Diğer taraftan Padişahın kendi eniştesini bile suçlu sandalyesine oturtmakta tereddüt göstermemesi Boğaziçinin muhteşem yalılarında zevk ve safa süren zengin paşaları müthiş surette korkutuyordu.

Dâvaların tamamen hukuk ve kanun dairesinde görüleceği intibaını yaratmak için büyük gayretler sarfediliyor ve mahkeme salonuna yabancı gazeteciler ile sefaret tercümanları da dâ-vet olunuyordu. Fakat bir emniyet tedbiri olmak üzere Mithat ve Mahmut Celâlettin Paşalar İstanbul Adliye Sarayı hapishanesi yerine Yıldız’daki binalardan birine hapsedilmişlerdi. Soruşturmalarda mahkeme sefahatinin bir hayli ilerlemiş olduğu görülüyordu. Esasen, suçlulardan eski pehlivan ve bahçevan gerekli itiraflarda bulunmuşlardı. Fakat Padişahın eniştesi Damat Mahmut Celâlettin Paşa kendisini suçlu gösterecek en küçük bir şey söylemeyi reddediyordu. Mithat Paşaya gelince, iddiaların aksini ispata muktedir olamayacağını ve esasen hakkmdaki hükmün peşinen verilmiş olduğunu anlayıncaya kadar cesaretle kendini müdafaaya devam etmişti. Mahkeme hey’eti arasındaki ulemadan bir zat hariç, âzaların hepsi, suçluların ölüm cezasına mahkûm edilmeleri kararma iştirak ettiler.1 2

Kararları müteakip çıkan şayialara göre, hâkimler hey’eti bu iş için padişah tarafından ücretle tutulmuş aşağılık ve vicdanlarını satan kimselerdi.

Fakat halen de Mithat Paşa’nın Abdülaziz'in ölümünde hiç bir rol oynamadığı mutlâk ve kat’î surette tasdik edilmemektedir.

Kararlardan üç gün sonra tarafsız bir müşahit olan Lord Dufferin’in, dostu ve kuzeni Sir Clare Ford’a yazdığı mektupta; “Biraz müsamaha ve merhamet göstermek icabederse denilebilir ki, duruşmalar çok hatalı bir şekilde neticelendirilmiştir. Hattâ en ehemmiyetsiz suçlular ile Mithat Paşa aleyhindeki zayıf deliller nazarı itibare alınırsa haklarında tamamen gayri hukukî bir hüküm verilmiştir. Ölüm cezalarının infazına mani olmak için bütün gayretimi sarfedeceğim. Çünkü böyle bir cezanın infazı çok fena bir numune olabilir.” (,)

Lord Dufferin mahkûmların affı hususunda teşebbüse geçerken yalnız kalmadı. Büyük devletlere mensup diğer sefirler de aynı şekilde müdahalede bulunarak ölüm cezalarının müebbet sürgüne tahvili hususunda padişahı ikna ettiler. Abdülhamid bu teşebbüsler karşısında asîlâne bir anlayış göstermek istedi, Affın, şahsı bakımından hiç bir ehemmiyeti yoktu. Arabistan’a sürgün edilecek olan mahkûmlar esasen bir an evvel ölümü temenni edecek kadar ıstırap çekeceklerdi. Mithat Paşa ve diğer mahkûmlar Mekke civarındaki Taif zindanlarına gönderildikleri zaman, aileleri ve dostları artık onları bir daha görebilmek ümidini tamamen kaybettiler.

Kararlardan sonra bir müddet Padişah huzur ve sükuna kavuştuğu intibaını verdi. Kafiyelerin bütün “curnal” leri dosyalarda terkedildi. Hattâ Abdülhamid bir iki defa saray dışında ge- 3 zintiler yaptı. Halkın sık sık ziyaret ettiği yerlerde göründü. Padişahın mizacındaki bu hoş değişiklik, dış politikasına kadar sirayet etti. İngiltere ile olan mücadelesinden vazgeçti. Sefir Lord Dufferin’i fevkalâde nâzik bir şekilde kabul etti. Fakat maalesef bu sırada Mısır üzerinde kara bulutlar toplanmaya başladı.

Yavuz Sultan Selim’in Mısır’ı fethederek Memlûk Sultanından Halifelik hakkını aldığından beri Osmanlı padişahları Mısır’a, tahtın en kıymetli bir varlığı olarak itibar ederlerdi. Fakat her ne kadar resmen padişaha bağlı kalmış ise de, Mehmet Ali Paşa’nın veraset yolu ile ailesine intikal edecek şekilde padişahtan zorla Mısır Hidiviliğini alması OsmanlIların gurur ve itibarını iyice sarsmıştı. Abdülaziz’in zayıf idaresi altında Hidiv İsmail Paşa bol bol bahşiş ve muhteşem hediyeler dağıtmak suretiyle nüfuzunu bir hayli arttırmıştı. Fakat istiklâlini para ile satın almak ve Mısır’ı modern bir devlet haline getirmek için yaptığı muazzam masraflar nihayet hâzinesini tamtakır hale getirdi. Hidivin bu müşkül duruma düşmesi Mısır’ı Avrupacıların kontrolü altına geçmeye mecbur etti.

Abdülhamid tahta çıktığı sırada İmparatorluğun haklarını almaya iyice kararlıydı. Padişahın kudreti, her zaman tehlikeye uğrayabilecek şekilde sadece maddî değildi. O, aynı zamanda müslümanlarm Halifesi olarak da dinî bir kudrete sahipti. Kahire, İslâm âleminin en büyük merkezlerinden biriydi. En eski ve en mübarek mabetlerden bir kaçı Libya çölünde bulunuyordu. 1879 da Hidiv İsmail Paşa, bir hükümet darbesi yaptı ve Mısır’da devlet idaresinde vazife gören Avrupalı nazırları memleketinden kovdu. Hidiv’in büyük devletlere karşı bu şekilde kahramanca ve cür’etle kafa tutması, söylendiğine göre, padişahın kendisine verdiği cesaretten ileri gelmişti. Fakat Hidiv İsmail Paşa bu darbeyi yaparken her şeyi göze almış bulunuyordu. Büyük devletler, bilhassa İngiltere ve Fransa derhal harekete geçmeye hazırlandılar. Bundan sonra Nil vâdisi onlar için çok ehemmiyetli oluyordu. Bu bölgenin müsrif bir despotun elinde kalmasına aslâ razı olamazlardı. Bu sebepten Hidiv İsmail Paşayı, oğlu Tevfik Paşa lehine hidivlikten feragate mecbur ettiler.

Bu vaziyette Abdülhamid çok müşkül bir duruma düşmüştü. Himayesi altındaki devlet reislerinden birinin İngiltere ve Fransa tarafından tâyinine müsamaha etmesi tebaası kadar dünyanın her tarafına yayılmış olan milyonlarca müslümanın gözünden düşmesine sebep olacaktı. Bu itibarla Osmanhk hâne-danının eski kanunlarına uygun bir şekilde ve istiklâl esasları dahilinde hareket ederek Mehmet Ali Paşa’nm hayatta kalan tek oğlunu Hidivliğe tâyine karar verdi. Fakat bu tâyin, büyük devletlerle yeniden bir ihtilâfa müncer olabilirdi. Hariciye Nâzırlı-ğmı devamlı surette muhafaza eden Karatodori, hâdiseyi Padişahı memnun edecek tarzda halletmeye muvaffak oldu. Kurnaz ve mâhir bir diplomat olan Rum asıllı Karatodori Abdülhamid’i ikna ederek, geç kalmadan son çarenin tatbiki tavsiyesinde bulundu. Bu çare; Mısırdaki Tevfik Paşaya hemen bir telgraf çekilerek kendisinin Hidivliğe tâyin edilmiş olduğunu tebliğ etmek ve aynı zamanda bu kararı Londra ve Paris’teki Türk elçileri vasıtasıyla ilgili devletlere bildirmekten ibaretti. Bu suretle padişahın itibari hiç bir kayba uğramayacaktı ve tebaası da onun bir kere daha büyük devletlerin emirlerini kabule mecbur olduğunu bilmeyecekti.

Abdülhamid mutaassıp bir dindar değildi. Fakat böyle tanınmayı arzu ettiği gibi, dindarların nüfuzuna karşı hususî bir ilgi gösteriyordu. İki senedenberi Padişahın nâzırları, Peygamber sülâlesine mensup olanlara mahsus yeşil sarık saran müte-cessis bakışlı iri yarı genç bir adamın sarayı sık sık ziyaret etmesini hergün artan bir şüphe ve itimatsızlıkla tâkip ediyorlardı. Aslen Halepli olan Abdül-Hüda adındaki bu şahıs Rus harbinin sonuna doğru İstanbul’a gelmişti. Hemşehrilerinden biri sâye-sinde padişahın huzuruna çıkmaya muvaffak olmuştu. Kendisi İlâhî ve tasavvufî fikirlere sahip ve peygamber sülâlesine mensup on ikinci asırda yaşanmış meşhur mutasavvıf El- Sait El Ri-fa ahfadından olmakla iftihar ediyordu. El-Sait El Rifa, bir çeşit dervişlik tarikatının kurucusuydu. Bu tarikat, İslâmiyetteki yüzlerce tarikatin en gizlilerinden ve en mutaassıp duygular yayanlarından biriydi. Genç adam mühim bir vazifenin ifası için İs-tanbula gelmişti.. Bu vazifeyi ifa hususunda son derece azimli ve kararlıydı. Abdülhamid’in şahsında, getirdiği bir mesajı kabule hazır bir temayül buldu.

Padişah ile sadece Arap âlemi namına değil ve fakat yer-yüzündeki bütün müslümanlar adına konuşuyordu. Padişaha diyordu ki: “Hind denizi sahillerindeki büyük şehirlerde ve Okyanus adalarında zat-ı şahanenin idaresine girmek isteyen milyonlarca müslüman varken Avrupa’da kaybedilen bir kaç vilâyetin ne ehemmiyeti olabilirdi?..

Abdül-Hüdanın lâtif ve ahenkli sesi, Padişahın hayalindeki Büyük İslâm Birliğinin rüyasını canlandırıyordu. İslâm âleminin birleşmesi, Batının maddî kuvvetlerine karşı muazzam bir dinî imparatorluk olabilirdi.

Bu fikir; Abdülhamid’in zihninde, tahta çıktığından beri kendiliğinden tomurcuklanmaya başlamıştı. Bu sebeple Ben-gal’den veya Türkistan’dan gelerek padişaha saygı ve bağlılıklarını arzeden bir şahsiyet daima sarayda izaz ve ikram görüp misafir edileceğinden emin bulunurdu. Bâzı sefirlerle, bilhassa Büyük Britanya sefiri ile yaptığı görüşmelerde Abdülhamid, elinin altında bulundurduğu dinî kudret ve kuvveti sık sık hatırlatacak imalarda bulunurdu. Fakat ilk defa olarak padişahın bu hayâlini Abdül-Hüda siyaset sahnesine çıkartmıştı. Bu itibarla Mısır buhranının hâd safhaya girdiği 1881 yılında Abdül-Hüda, padişahın en yakın ve mahrem müşavirleri arasında yer almıştı.

Mısır’da vuku bulan Arabî Paşa isyanının tarihi ve neticeleri bizce iyi bilinmektedir. Bu isyan her şeyden evvel bir milliyetçilik hareketiydi ve Avrupa otoriteleriyle, Türkiye taraftarı paşalara ve Çerkeslere karşıydı. Arabî Paşa (Mısır, Mısırlılarındır.) düsturunu istismar ederek sür’atle, hemen hemen memleketin her tarafında büyük bir rağbet kazandı. Büyük devletler bu hareketin kısa bir zamanda zayıf ve bitkin Hidivi sarsacağını biliyorlardı. Fakat bu mes’ele karşısında kullanılacak vasıta üzerinde anlaşamıyorlardı. İngiltere’de bu defa eski muhalefet lideri Mr. Gladstone, Hidivin otoritesini temin vazifesinin, tâbi olduğu Osmanlı Padişahına ait bulunduğunu ileri sürüyordu. Fransa ise, Tunus ve Cezayirdeki menfaatlerinin bozulmaması için, Türk kuvvetlerinin Kuzey Afrikada görünmesine her ne pahasına olursa olsun mâni olmaya kararlıydı. Bu ayrı görüş ve ihtilâflar, hâdisede kuvvetli bir tesir icra ediyordu. İngiltere ve Fransa tarafından desteklenen Hidiv, eğer açıkça Padişahtan yardım istemek selâhiyetini haiz olsaydı. Abdülhamid sarsılan otoritesini tesis için müsait fırsatı yakalamış olacak, böylece de zayıf düşen tâbiinin imdadına koşacaktı. Fakat bu meselede padişah ile tam bir işbirliği yapmak ancak altı ay sonra talep edilmiş, bu arada da vaziyet büsbütün karışık bir hal almıştı.

Halkın tazyikine mukavemet edemiyen Hidiv, Arabî Paşayı Harbiye Nâzırlığına tâyine mecbur olmuştu. İngiltere ve Fransa, bunun üzerine Hidive klâsik şekilde bir protesto notası gönderdiler. Notada müdahaleye mecbur kalacakları bildiriliyordu. Fakat bu nota Mısır halkını, büyük devletlerin aleyhine çevirmekten başka bir işe yaramadı. Adet olduğu veçhile vaziyetten diğer Avrupa devletleri de haberdar edilmişti. Prens Bis-marck ve Rus Çarı, İngiliz ve Fransızların müdahale prensiplerinin lehindeydiler. Çünkü Prens Bismarck bu suretle, Fransızların Alsace-Lorraine hakkındaki taleplerine mâni olacağını ve İngiltere ile de iyi münasebetler kurabileceğini ümit ediyordu. Çar ise, İngiltere’nin Şark politikasını, Boğazlar yerine, Süveyş kanalı üzerine tevcih etmesini görmekle memnun oluyordu. İngiliz ve Fransız harp gemilerinden ibaret bir filo İskenderiye açıklarında manevra yapmaya başladı. Bu hareket Mısırın her tarafmda büyük bir heyecan yaratmaya sebep oldu. Fakat bu sırada Fransada hükümet düştü. İngilizlerle müştereken müdahaleye taraftar olan Gambetta Başvekillikten ayrıldı. Yerine M. de Freycinet geldi, yeni Başvekil, ekseriyetle Mısır harekâtına muhalif olan Fransız kamuoyunun görüşlerine uygun olarak, Fran-sanın Orta - Doğuda böyle bir maceraya atılması için hazır bulunmadığı kanaatindeydi. Bu suretle 1 Temmuz 1882 de Mebu-san Meclisinde, hiç bir hâlin Fransayı Mısır’da bir askerî müdahaleye sürükleyemeyeceğini açıkça beyan etti. Birkaç gün sonra da Fransız harp gemileri İskenderiye’yi terkederek Kraliyet donanmasını, hızla karışan durum karşısında yalnız bıraktı.

Fransanm sahneden çekilmesinden ve İstanbul’da toplanan, fakat Türklerin katılmayı kabul etmedikleri sefirler konferansının başarısızlığa uğramasından sonra İngiliz donanması İs-kenderiyeyi bombardıman edince, Kahire ve İskenderiye’deki Avrupahlar sokak ortasında öldürüldüler. Bunun üzerine padişah, Avrupa birliği namına Mısıra askerî kuvvet göndermeye dâvet edildi. Abdülhamid, Halifelik unvanına bir gölge düşürmemek için müslüman bir milleti tenkil maksadıyla, o günkü şartlar altında AvrupalIların ricasını kabul ederek Mısıra askerî kuvvet göndermekte tereddüt gösterdiğinden dolayı pek fazla tenkit edilemez.

Buhranın başladığı sırada Hidiv, hâdiselerin araştırılması için bir hey’et gönderilmesini istediği zaman Abdülhamid derhal bu işi tâcil etmişti. Çünkü böyle bir hareket, onun düşünce ve telâkkilerine uygundu.

Ayrı ayrı iki soruşturma hey’eti göndermeyi daha uygun görmüştü. Hey’etten biri açıkça Hidiv tarafından, diğeri de Ara-bî Paşa tarafından gizlice kabul ve tasvibe şayan görüldü. Ab-dülhamid, Bab-ı Ali’nin haberi olmadan Mısır’daki milliyetçi lider Arabî Paşa ile gizli muharebe yapıyordu. Padişah, Arabî Paşa’mn Mısırı fethederek ve İslâm âlemini de ikna suretiyle Halifenin etrafında büyük bir İslâm Birliği kurulmasında tesirli bir rol oynayabileceğini ümit ediyordu. Fakat âsi milliyetçiler Mısırdaki Türkleri de bertaraf etmeye başlayınca, Abdülhamid, bunları himaye etmekle bir şey kazanamayacağını anladı.

İstanbul’da toplanan sefirler konferansının başarısızlıkla dağılmasından sonra Mısır mes’elesi daha ziyade İngiltereye ait bir iş mahiyetini aldı. Daha evvelden bir seferi kuvveti yola çıkaran Liberal hükümet Mısır meselesinde Türk-İngiliz işbirliği prensibine daima sâdık kaldı. Fakat Abdülhamid’in kararsız hâli bâzı gerekli teminatm verilmesini zarurî kılıyordu. İlk önce Abdülhamid, Mısıra girecek Türk - İngiliz kuvvetlerinin Arabî Paşa taraftan asî kuvvetleri sonuna kadar takip etmemesini, sadece Hidiv’in otoritesini kurduktan sonra Mısır’ı terketmesinin uygun olacağını ileri sürdü. Bunun üzerine padişahtan iki vesikanın imzası rica edildi. Bunlardan biri, Arabî Paşa ve taraftarlarının hareketini redden beyanname, diğeri de Türk - İngiliz Kuvvetlerinin işgal edeceği sahanın tayini ile işgal müddet ve şartlarının tesbitine ait askerî bir anlaşma idi.

Bu mühim görüşmelere iştirak eden İngiliz sefiri Lord Dufferin, sekreter olarak yanında kayınbiraderi Sir Herold Ni-colson’u bulunduruyordu. Sir Herold Nicolson 1882 yılının çok hareketli geçen Ağustos - Eylül aylarında cereyan eden hâdiseleri anlatırken, Abdülhamid’in Büyük Britanya tarafından Mısır’ın işgaline müncer olan, hayatının en mühim hatasını işlediğini yazmakta ve şunları açıklamaktadır: “Padişah, kendisine takdim edilen iki vesikayı da imzalamakta tereddüt etti. Abdülhamid, Arabî Paşa’mn aleyhine geçmek suretiyle İslâm âlemindeki itibarını kaybedeceğinden korkuyordu. Ayrıca, Büyük Britanya ile müştereken Mısır’a müdahale hakkını verecek bir vesikayı imzalamakla tâbii Mısır Hidivi üzerindeki hükümranlık nüfuzunun da ileride tamamen ortadan kalkabileceğinden endişe ediyordu. Bu iki halde de Padişah tereddüt göstermekte belki de mazur olabilirdi. Fakat İngiltere hükümetinin Mısır’da harekete geçmeye mutlaka kararlı olduğunu farketmemekle büyük çapta aldanmıştı. İngiltere’de çarklar bir defa dönmeye başlayınca, artık onları durdurmanın son derecede güç olacağını Padişah takdir edememiştir.”

Sait Paşa, uygun görülecek bâzı şartlar altında, İngiltere ile müştereken Mısır’a müdahale hususunda Padişahı ikna edebilmek için büyük gayretler sarfetmişti. Bir ara Padişah vesikaları imzaya muvafakat ettiyse de, bunlardan bâzen birini, bâzen de diğerini imzada tereddüt gösterdi. Etrafındaki müşavirler, kendisine çok zıt ve muhtelif fikirler veriyorlardı. Bu sırada Mısır’a çıkarılacak Türk Birlikleri geride toplanmış olup, orada harekâta geçmek için anlaşmanın imzasını bekliyordu. Zaman gittikçe daralıyordu. Küçük bir İngiliz birliği daha önce Mısır’a çıkarılmıştı. Bunun üzerine Arabi Paşa da “Mukaddes Cihat” ilân etmişti. 6 Eylül’de Abdülhamid, gazetelerde tamamen hatalı bir haber neşrettirdi. Lord Dufferin, Padişahın bu müphem tutumu karşısında küplere bindi. Bab-ı Ali’nin hâtayı tashih hususundaki gayretleri ve gösterdiği mâzaret hiç bir işe yaramadı. Padişahın sarih bir karar vermekten uzaklaştığını gören Sait Paşa, onu ikna için hâlâ uğraşıyordu Nihayet 15 Eylül’de Lord Dufferin’e bâzı detay hariç olmak üzere anlaşmanın ve beyannamenin, kabul edildiği bildirildi.

Sir Herold Nicolson’un anlattığına göre; o gün öğleden sonra saat üçte Padişah ile son bir görüşme yapmak üzere Lord Dufferin Yıldıza gitti. Yeni şartlar gözden geçirildi. Padişah bu şartların bir kere nâzırlarıyla müzakere edilmesini teklif etti.

Lord Dufferin Türk nâzırlarını, kabulünde hiç bir mahzur kalmayan şartların ve andlaşmamn tasvibi hususunda ikna edebilmek için tam beş saat uğraştı. Fakat yine hiç bir karara yarılamadan akşam oldu. Saat 9 da nazırlar Padişah ile ikinci defa görüşmek üzere salonu terkettiler. Saat 10 da müzakerelere tekrar başlandı. Gece yarısına doğru Padişahın şafakla beraber anlaşmayı imza edebileceği ümitleri belirdi. Nâzırlar hey’eti bir defa daha Sait Paşa ve Sadrazam Asım Paşa ile Padişahın çalışma odasına giden koridordaki camlı kapıların arkasında kayboldular. Saraydaki yüzlerce saat, gece yarısından sonra biri çalıyordu. Sekreter Nicolson’un aynen yazdığı gibi Saat biri çeyrek gece Padişahın akıl hocalarından birinin uğursuz siluetinin saltanat dairesine doğru gizli ve sinsi adımlarla ilerlediği görüldü.” Bu, Abdül-Hüda idi Müzakerelerin devamı müddetince Padişahın böyle bir beyanatı imzalamasına mâni olmak için Abdül-Hüda bütün nüfuzunu kullanıyordu .Onun iddia ve telkinlerine göre: “Zat-ı Şahane bu beyenatı imzalamakla Arap âlemindeki bütün itibarını kaybedebilirdi.” Beyoğlu diplomatlarına göre bu adam, İngiliz aleyhtarı bir teşkilâtın para ile kullandığı ajanlardan biriydi .Bu sırada onun sarayda -görünmesi müzakerelerin başarısızlıkla neticeleneceğine delâlet ediyordu.

Yirmi dakika sonra Asım ve Sait Paşalar huzurdan döndükleri zaman, Zat-ı Şahanenin, anlaşmanın yeni şartlarla dahi tasdikinin imkânsız gördüğünü, bu itibarla müzakerelere devam edilmesinin zarurî olduğunu bildirdiler. Saat, sabaha karşı biri kırkbeş geçiyordu. On bir saate yakın bir zamandan beri Lord Dufferin ve sekreter: Nicolson yaldızlı, fakat sert sandalyelerde oturarak padişahın müşavirlerinin anlayış ve itidal göstermelerini beklemişlerdi. Şimdi artık sefirin sabrı kalmamıştı. Sait Pa-şa’nın son sözleri ona hiç Jbir hareket ve ümit vermemişti. Bu itibarla yorgun ve üzgün bir halde arabasına binerek Yıldız’dan çıktı ve kendisini Trabya’daki yazlık sefarete götürecek olan sahilde bekleyen şalupanm yanma geldi. Şalupa sefaret binasına yaklaşınca, sefir kançılarya dairesindeki ışıkların hâlâ yanmakta olduğunu hayretle gördü. Rıhtımda da bir sekreter kendisini bekliyordu. Eline şifreli bir telgraf vardı. Bu telgraf dokuz saat evvel gelmişti. Fakat bilinmeyen bir sebepten dolayı kendisine verilmek üzere Yıldıza gönderilmemişti. Telgrafta Lord Dufferin’den, yeni bir talimat alınmadan anlaşmanın imza edilmemesi rica ediliyor ve aynı sabah İngiliz kuvvetlerinin Tal - al - Kebirde Arabi Paşayı tam bir bozguna uğrattıkları bildiriliyordu.

Öğleden sonra Sait Paşa, padişahın anlaşmayı hemen imza edeceğini sefire bildirmek üzere Tarabyaya geldi. Fakat çok yorgun, biraz mahçup bir tavır ile Lord Dufferin, artık çok geç kalındığı cevabını verdi. Sefir çok iyi anlamıştı ki, ne yapılan açıklamalar, ne de verilen teminatlar Abdülhamid’i ve nâzırla-rını, hattâ diplomat meslektaşlarını ikna etmeye aslâ kâfi gelmeyecekti. Çünkü İngilizlerin kendi başlarına Mısır meselesini halletmesi için Bab-ı Ali zaman kazanmak maksadıyla işi uzatıyordu.

Bu itibarla Sefir Lord Dufferin acı bir şekilde tebessüm ederek Sait Paşaya dedi ki: “Zat-ı Şahanenin dün tereddüt göstermesi, benim diplomatik şöhretimi yeniden teyid ve tesbit etmiştir. Fakat bana namuslu ve haysiyetli bir adam olarak tanınmak şerefini kaybettirmiştir.

·        XXIII

İngilizler Mısır’ da

İngiltere’nin Mısır’ı işgal etmesi Abdülhamid için aslâ marnlamayacak bir darbe oldu. Bu işgalin geçici mahiyette olacağı ve hükümranlık hakkının devamının tanınacağı hususunda kendisine verilen ciddî teminatlar, İngilizlerin niyetlerinin samimi olduğuna padişahı inandıramamıştı. Bu hâdiseden sonra Abdülhamid, Rusya’dan ziyade İngiltere’den korkmaya başladı, îngiltereye olan düşmanlığını belli etmeye cesaret gösteremiyordu ama, fırsat buldukça İngiliz menfaatlerine karşı gelmekten zevk alıyordu. Lord Dufferin ve Hindistan., nezareti, Padişahın Kuzey-Batı hududundaki âsi Pathanlar aşiretini gizlice destekliyorlardı. İngilizlerin bu faaliyetlerine mâni olmak isteyen Padişah Mısır’da ve Sudan’da propaganda yaptırmak için büyük paralar sarfediyordu. Ayrıca da Sina yarımadasında ve İran körfezinde bulunan Türk garnizonları takviye ediliyordu. Abdülhamid, bir kısmı tehlikeli bir kısmı asap bozucu olmak üzere ne yapabiliyorsa, hepsini Büyük Britanya aleyhine kullanmaktan çekinmiyordu.

Abdülhamid Mısır hakkında takip ettiği politikanın başarısızlığa uğramasına sebep olanları araştırmaya teşebbüs etmedi. Zira bu hususta ittiham edebilecek tek adaıjı da hususî bir vazife ile kendisini Mısır’a göndertmenin yolunu bulmuştu. Bu adam Abdül - Hûda idi. Arap âlemini çok iyi tanıyan Abdi - Hûda buralardaki medrese ve tekkelere kasden padişahın ajanlarını yerleştiriyordu. Ayrıca da Abdülhamid ile Arabistan ve Suriye şeyhleri arasında irtibat vazifesi görüyordu. Abdül - Hûda az zamanda büyük bir mevki kazanmıştı. On sene müddetle padişahın gizli bir müşaviri olarak mühim roller oynadı.

Abdülhamid bir komedi mi oynuyordu, yoksa hakikaten bu dâvaya samimiyetle inanıyor muydu?.. Bu hususta kesin bir bilgi yoktur. Fakat ne olursa olsun (Panislamizm - İslâm Birliği)' anlayışı, gayet kurnaz ve dâhiyane izler taşımaktadır. Bunun Avrupa aleyhtarı bir hareket telâkki edilmesine rağmen, hakikatte yegâne kaynağı, önceleri Abdülhamid’in dahilde ve hariçte itibarını yükseltmek gayesiyle tamamen defansif bir teşebbüstü. Ayrıca da her zaman Türkiye’nin menfaatlerime düşman bir siyaset güden ve bünyelerinde müslüman ahali bulunan büyük devletlere bâzı zorluklar çıkarmaktı.

Fakat daha sonraları Osmanlı İmparatorluğu üzerinde Almanların nüfuzu artmaya başlayıpta bilhassa genç Kayzer , Abdülhamid’in yegâne Avrupah hâmisi ve dostu olunca, Panislamizm hareketi de mütecaviz bir politika tâkibi halini aldı. İşte bu devirde Yıldızın kararları üzerinde Abdül - Hûda’dan daha müessir bir Arap daha türedi: Arap İzzet Paşa...

1880 senelerinde Abdül - Hûda şöhretinin zirvesine erişmiş, ünvanlar ve nişanlara garkolmuştu. Onun gizli bir kudrete sahip oluşuna, kehanet sahasındaki istidadına son derece itimat eden Abdülhamid, gerek rüyalarının tâbiri, gerekse Kur’anm anlaşılması güç bir faslının tercüme ve tefsiri onu gece gündüz her saat huzuruna çağırıyordu.

Bâzen çok mühim kararlarda Abdül - Hüdanın lehte fikri alıncaya kadar bekleyen Bab-ıâli paşaları, bu hâle iyice sinirleniyorlardı. Fakat padişahın hususî hekimi Abdül - Hüdaya artık tahammül gösteremiyordu. Mavroyani, heyecan verici, bu gizli görüşmelerin sinirli ve kararsız bir adam olan Abdülhamid üzerinde feci tesirler yaptığına ihtimal veriyordu. Padişahın sıhhati yeniden bozulmaktaydı. Mithat Paşa’nın sürgüne gönderilmesiyle elde edilen kısa süren sükûnet birkaç aydan fazla devam etmemişti. Mavroyaniye, padişahın sadece maddî bünyesi değil, fikrî ve ruhî hâli de endişe veriyordu. Abdülhamid tekrar kendisini son derecede meşgul eden “curnalleri” okuyup tetkike başlamıştı. Bu itibarla padişahın, Mithat Paşa’nın caniyane hareketinden ve Allahın böyle sefil bin insanın bir an evvel canını almamasından şikâyet eder mahiyetteki sözleri herşeye kâfi geldi. Bunları dikkatle dinleyen Kızlarağası, Taifdeki Türk makamlarına derhal gizli bir telgraf çekti. Aradançok geçmeden 18 Mayıs 1883 günü Yıldıza gelen bir telgrafta, bir gece evvel Mithat Paşa hazretleriyle Damat Mahmut Celâlettin Paşa hasretlerinin salgın halindeki lekeli humma hastalığından kurtulamayarak vefat ettikleri bildiriliyordu.

Padişaha karşı büyük bir hizmet ifâ edilmişti. Fakat bu hizmet daha ziyade saray dalkavuklarının işgüzar gayretlerinden ileri gelmişti. Aniden vukua gelen bu iki ölüm haberi birdenbire geniş bir şüphe yarattı. Bizzat padişahın, mahremlerine (Aptallar, çok adi bir şey yaptılar) şeklinde şikâyetçi olduğu işitildi.

Ne Türkiye’de, ne de Avrupa’da paşaların hastalıktan dolayı ölmüş olmalarına pek inanılmadı. Nitekim aradan haftalar geçtikten sonra aynı zindanda yatan mahkûmlardan birinin Mithat Paşa’nın ailesine yazdığı mektupta deniliyordu ki: “Paşa hazretleri hastalık yüzündene ölmemiştir. Hakikatte aynı gece ve aynı anda Mahmut Celâlettin Paşa ile beraber her ikisi de boğularak öldürülmüşlerdir.”

Başka bir rivayete göre de Abdülhamid, Mithat Paşa’nın öldüğünden kat’i surette emin değildi. Fakat bir gün Tayif’den saraya esrarengiz bir sandık geldi. Üzerindeki etikette (Japon fildişi. Zat-ı Şahanenin şahsına teslim edilecektir.) Yazısı vardı. Sandık açılınca içinden Mithat Paşa’nın tahnit edilmiş kesik başı çıktı.

Herşeye rağmen tamamen uydurulmuş olan bu Binbir Gece masallarına lâyık hayalî ve korkunç hikâyeler, birkaç sene sonra inanılabilir bir mahiyet aldı. Çünkü aşırı derecede heyecana kapılan padişah vehim alâmetleri gösteriyordu. Hattâ çok sâ-kin ve soğukkanlı olduğu zamanlarda bile tebaasından binlerce-sinin öldürülmesi lâzım geldiğinden rahatça bahsedebiliyordu. Abdülhamid artık acaip ve garip haller içinde yaşıyordu. Bazen saçma fikirlerin tesirinde olmasına rağmen ekseriyetle temkinli ve hukuken sıhhatli bir kimse intibaını veriyordu. Sadece sefirleri değil, tanınmış yabancı ziyaretçileri de huzuruna kabul edecek kadar modem görüşleri kâfi derecede benimsemişti.4 5

“Times” gazetesi muhabiri Henry de Blowitz, Viyana demiryolu hattının açılışı münasebetiyle hareket eden ilk trenle İs-tanbula gelmişti, Blowitz, padişahın huzuruna çıkabilmek için karışık bir merasime tâbi olunduğunu biliyordu. Fakat İstanbula geldikten yirmi dört saat sonra Yıldıza kabul edilmenin yollarını öğrendi. Muhtelif sebep ve vesilelerle Abdülhamid’in itimadını kazanmış bir çok kimseler mevcuttu. Bunlar sadece Boğa-ziçinin muhteşem yalılarında zevk ve safa içinde yaşayan paşalar değildi. Daha ziyade Beyoğlu sokaklarında veya Galata bankalarının muhasebe servislerinde görülen kimselerdi. Garip bir tesadüf eseri olarak Blowitz “Vakit” gazetesinin başyazarı ve Türklerin hiç sevmediği bir Ermeni ile tanıştı. “Vakit” padişaha taraftar bir gazeteydi. îşte bu Ermeni başyazar, bekleme salonlarında geçen bir haftalık bir beklemeden sonra Blowitz’e yeni inşa edilen Hamidiye camiindeki selâmlık merasimine iştirak için bir dâvetiye teminine muvaffak oldu. Blowitz, bu dâvetin tanınmış her yabancıya gösterilen nâzik bir muameleden ibaret olduğunu zannediyordu. Halbuki Ermeni gazetecinin tavassutu ile Sait Paşa’mn müstesna bir alâkasını mazhar olmuştu.

Yaşmın ilerlemiş olmasına rağmen hâlâ korku hisleri içinde yaşayan Abdülhamid, Yıldız Sarayı kışlalarına bitişik olarak inşa edilen küçük beyaz camiye nâdiren gitmeye cesaret ederdi. İşte Times’in muhabiri Henry de Blowitz, Padişahın namaz kılmaya geldiği bu camide yapılan cuma selâmlığı merasiminde iştirak etmişti. Çok muhteşem bir şekilde cerayan eden merasimde, piyade askerlerinin kırmızı fesleri ve mavi üniformalarıyla, süvarilerin gri ve yeşil üniformaları, zuhafların sarıkları ve rüzgârda dalgalanan beyaz fistanları, keza Arnavut muhafızların sırmalı, çepkenleri tam bir kontrast teşkil ediyordu. Askerler ve bine katları o kadar disiplinli ve talimliydiler ki, merasimin devamı müddetince hemen hemen en küçük falsolu bir hareket yaptıkları görülmedi.

Tepelerin yamaçları merasimi seyretmek için gelmiş olan halk ile doluydu. Kadınlar ve çocukları küçük gruplar halinde yerlerde oturuyorlardı. Hiç bir müslüman erkek, çocuklarının ve eşlerinin bu merasime iştirakine mâni olmaya cesaret edemezdi. Herkes oturduğu yerde heyecanla, Yıldız kapılarının açılmasını bekliyordu. Bir lando arabası ile ağır ağır saraydan çıkan padişahı, saraylı hanımların (Sultanların) kapalı arabaları tâkip ediyordu. Kısa bir müddet camide kalan padişahı, kalabalık seyirci kitlesi büyük bir heyecan ve gürültülü alkışlarla selâmladı.

Muhafızlara mahsus salonda pencerenin kenarındaki bir sıraya oturmuş olan Henry ve Blovvitz, yanındaki Dr. Mavroya-ni’ye “Padişahın hakikaten şu anda namaz kılıp kılmadığını” sordu. Burada dahî padişahın misafiri olan Times Gazetesinin muhabirine merasimden sonra Yıldız Sarayında hazır olacağına dair bir “irade” verildi.

“Hayır. Şu anda padişah namaz kılmıyor.” diye cevap veren Mavroyani, AvrupalIların padişah hakkındaki yüzlerce hatalı bilgilerinden birini daha tashih ve tavzih etti. Bu cami sadece ibadete tahsis edilmemişti. Burada birçok mes’eleler de görüşülebilirdi. Selâmlık merasimi, halkın haftada bir defa padişahlarını görebilmeleri için tertiplenirdi. Mavroyani’nin oradaki vazifesi şüphesiz ki Türk âdetleri hakkında bir yabancıya izahat vermek değildi. Fakat bu vesileyle de padişahın sıhhati hakkında çıkarılan şayiaları yalanlamak istiyordu. Eğer Mavroyani, Blowitzin Yıldıza dâvet edildiği gibi, padişahı görmediğini de bilmeseydi, anlatılan yalanlara karşı birşey yapmak lüzumunu hissetmezdi. Çok haince uydurulan iftiralarda belirtildiği gibi hususi hekimi padişahı aslâ hasta görmemişti. Filhakika Mavroyani, efendisi hakkında çok mübalâğalı bir şekilde konuşuyordu.

Bu dalkavukça sözlerin arkasında gizlenen acaiplik kolayca meydana çıkıyor ve bu suretle Mavroyani; bile kendi sözlerine inandığına kaani değildi. Bununla beraber kendisinin mübalâğalı karakterine rağmen, beyanları, muhatabını tesir altına alabiliyordu. Zira Blowitz selâmlıktan sonra kendisini padişahın huzurunda bulduğu zaman, karşısında erkekçe hareketleri ve kaim sesiyle genç bir adam gördü. Fakat Abdülhamid’in, Mithat Paşa’mn ölümünden sadece birkaç hafta sonra çekilen fotoğrafında, sevimli bir kimse hali aslâ yoktu. Padişah, Avrupa stilinde döşenmiş küçük bir salonda Blowitz’i çok büyük bir tevazu ile kabul etti.

Mavroyani, padişahın sıhhatinin iyi olduğundan bahsetmek suretiyle yabancı bir gazetecinin üzerinde müspet bir tesir yaratmak istemişti. Kabul esnasında Abdülhamid kendi şahsından değil, sadece memleketinden bahsederek dediki: “Bir çoklarının tedavisini mümkün görmedikleri (Hasta Adam) düşmanlarını çatlatacak derecede sür’atle sıhhate kavuşmaktadır.” Blo-witz gazeteci olarak kongreyi takip için gittiği Berlin’de rnün-hasıran Abdülhamid’in kusuru yüzünden Türk delegelerinin yaptığı hataları değil ve fakat büyük devletlerin gösterdikleri anlayış ve müsamahadan onların istifade edememiş olduklarını da görmüştü. Padişah Berlin’de mâruz kaldığı hezimeti ve fena muameleleri heyecanlı bir şekilde anlatarak dedi ki: “Bulgaristan ve Tesalya şimdi, Osmanlı imparatorluğuna tâbi oldukları zamandan acaba daha mı çok mes’uttur?”

Fakat yapılan hatalar tamamen mâziye ait bulunuyordu. Şimdi en mühim mes’ele Mısır hâdiseleriydi. Bu itibarla görüşmelerin devamı müddetince münakaşa mevzuu ne olursa olsun, Abdülhamid sözü mutlaka Mısır mes’elesi üzerine getirerek “İngilizler Mısırı acaba tahliye edecek mi? Edecekse ne zaman?” diye soruyordu’ Padişahın çok kurnazca sorduğu bu suallere Blovvitz, yalnız başına harekete geçmesini hoş karşılamamış olan böyle tehlikeli ve pahalı bir şekilde İngiltere’nin Mısırda yalnız başına harekete geçmesini hoş karşılamamış olan İngiliz umumî efkârının görüşlerini bildirmekle iktifa etti. Bu görüşe göre “İngiliz umumî efkârı, harekâta geçildikten sonra sür’at-li bir tahliyenin de aleyhindedir. Bununla beraber Türkiye, İngiltere ve Fransanın dostluğuna olan güvenini muhafaza edebilir.”

Fakat padişah sadece Mısır mes’elesini değil, Fransa’nın Tunus’u işgalini de telmih ederek “Bununla beraber ne Fransa, ne de İngiltere haklarımı ihlâl etmekte tereddüt göstermediler.” diye cevap verdi. Çünkü Mısır’da Britanya aleyhinde bir hareket başladığı sırada padişah, Kuzey Afrika’daki hükümdarlık haklarından feragat ederek Fransa ile işbirliği yapabilirdi. Padişahın bu tevazuundan ve açık konuşmasından cesaret alan Blo-witz, Mısır’a kuvvet göndermeyi reddetmek suretiyle müthiş bir hâta yaptığını hatırlattı. Bunun üzerine Abdülhamid mevzuu birden değiştirdi ve genç gazeteciye daha ne kadar müddet İstanbul’da kalmak istediğini sorarak görüşmelerin bittiğine işaret etti.

·        XXIV

Almanya imparatoru II. Guillaume’un

İstanbul’ u Ziyareti

1889 Ekim ayının sonlarında İstanbul bir imparatorun ziyaretini kabule hazırlanıyordu. Genç Alman İmparatoru tahta geçeliden beri Prens Bismarck’ın muhalefetine rağmen bu seyahati yapmakta İsrar ediyordu. Bu vesile ile Yıldız parkında yüz yirmi dâvetliyi alabilecek şekilde hususî olarak Merasim köşkü inşa ettirildi. Köşkün tefrişiyle padişah bizzat meşgul oldu. Hattâ kapıları ve paravanları süsleyen bazı ağaç işlemeler kendisi tarafından yapıldı.

Bedbaht Teşrifatçıbaşı, karşılama hazırlıklarını görüşmek üzere gece ve gündüz her saat saraya çağrılıyordu. Büyük ziyafete dâvet edilecek olanların listesi birkaç defa gözden geçirilmiş ve Rus - Fransız ittifakına taraftar bazı mühim şahsiyetlerin ve paşaların isimleri listeden çıkarılmıştı. Padişah, kuvvetli ha-

fızası sayesinde yirmi sene evvel Buckingham Palasta ve Tuile-ries sarayındaki ziyafetlerde kendilerine ikram edilen yemekleri bütün teferrüatıyla hatırlıyordu. İngiltere Kraliçesi Victoria’nın torunu olan Alman İmparatoru şerefine verilecek ziyafetlerde bu yemeklerin hazırlanması için Fransa’dan bir aşçı getirtilmişti.

Abdülhamid bazen, sıhhati için çok zararlı olabilecek bu ziyaretten şikâyetçi oluyordu. Fakat yeni dostu Alman İmparatorunu hoşnut etmek için hiç bir fedakârlıktan da kaçınmıyordu. Çünkü, başvekilinin münasip görmediği bu seyahati yapmakta ısrar eden Alman imparatoru, sadece bir hükümdar olarak değil, fakat İslâm Halifesi sıfatıyla da Abdülhamid’e tâzimlerini takdim arzusunu izhar etmişti..

Hakikatte ise İkinci Guillaume’un bu ziyareti, Kont Hatz-feldt adındaki kurnaz bir sefirin çevirdiği manevraların bir neti-cesiydi. Mısır buhranı sırasında bu zeki sefir, İngiltere’nin OsmanlI Sarayındaki mümtaz mevkiini kaybetmekte olduğunu görmüş ve Almanya’nın bu yeri işgal etmeye en lâyık bir devlet olabileceğini düşünmüştü.

Ne Kont Hatzfeld, ne de kendisinden sonra gelen sefirler hiç bir zaman bir Sir Stratford Canning gibi mühim bir rol oynamayı ümit etmiyorlardı. Onlar politikayı bir tarafa bırakarak herşeyden evvel Alman malları için bir pazar temini ve Yakın -Doğu’da bir Alman nüfuz bölgesi tesisiyle meşgul oluyorlardı. Yavaş yavaş ve muntazam surette Almanlar Türkiye’ye sızmaya başlamışlardı. Eğer padişahın salgın hastalıklarla mücadele için hekime, demiryolu inşa ettirmek, madenleri işletmek için mühendise veya teknisyene ihtiyacı varsa almanya bunları hemen temine hazırdı. Ve böylece Alman hükümeti, modern Avrupa usullerine göre Osmanlı Ordusunu tâlim ve teçhiz için meşhur General Von Der Goltz’ı, padişahın emrine verdiği zaman Kont Hatzfeldt en büyük zaferini kazanmış oldu.

Generalleri ve teknisyenleri, bir tüccar grubunun tâkibetti-ği görüldü. Az zamanda (Made in Germany) markası Selâ-nik’ten Bağdata kadar bütün Osmanlı memleketlerini istilâya başladı.

Bâzı aristokrat devletlere mensup meslektaşlarının aksine Alman sefirleri ticarî mevzularda Bab-ı Ali nezdinde bir başarısızlığa uğramayı aslâ akıllarına getirmiyorlardı.

Böylece sessiz ve gizli bir surette Almanya’nın (Drang nach Osten - Şarka doğru genişleme) politikası başlamış oldu. Padişahların en vesveselisi olan Abdülhamid, mukabilinde çok az şey isteyerek memleketine yardıma hazır olan sessiz Alman teknisyenlerine karşı derin bir minnettarlık hissediyordu.

Harbe müteakip Türkiye’nin karşılaştığı mâli zorluklar için de Avrupa’nın yardımına muhtaç olmaksızın yaşayabileceğine padişah kaani değildi. Kendisi daima, bilhassa mâli mevzularda, bir yabancı müdahalesinden nefret ederdi. Fakat devlet hâzinesi hergün biraz daha müzayakaya düşerek hususî kaynak ve bankalardan borç almaya mecbur olunca, Sait Paşa’nın tavsiyelerini dahi dinlemeden, Düyun-u Umumiye mes’elesini görüşmek üzere yabancı alacaklıların mümessillerini İstanbul’a dâvet etmek zaruretinde kaldı. Bu toplantıdan sonra Osmanlı Düyun’u Umumiye İdaresi kuruldu. İngiltere, Almanya, Fransa, Avusturya ve İtalya’dan gönderilen maliyecilerden ibaret bir hey’et tarafından idare edilecek olan bu teşkilât, ispirtolu içkiler, tütün, ipek ve tuzdan alınan vergileri tahsil ederek yabancılardaki Osmanlı borç senetlerinin taksitlerini ve faizlerini ödeyecekti.

Alman İmparatoru İstanbul’a geldiği zaman Düyun-u Umumîye İdaresi yedi seneden b^ri faaliyetine devam ediyordu ve bu adı taşıyan bina, şehrin en mühim dairelerinden biriydi. Tarihte ilk defa bu şekilde yapılan bir gelir ve alacak tahsilâtınm artan nispetler dahilinde üçte ikisi doğrudan doğruya Türk hâzinesine ödeniyordu.

Küçük bir yabancı grup tarafından gayet iyi idare edilen bu teşkilâta karşı Abdülhamid’in şüpheleri her gün biraz daha artıyordu. Ama Türkiye alacaklılarının itimadını yeniden kazanmıştı. Bu yüzden, İlkbaharın geldiğine delâlet eden kırlangıç kuşları gibi Alman iş adamlarının Türkiye’yi istilâ etmesi, bu itimadın açık bir tezahürüydü.

On seneden beri imparatorluk idaresi, harpten sefil ve perişan çıkan bir kısım halkı çeşitli bölgelere dağıtıyordu. Boşnak ve Çerkeş mülteciler Suriye ve Filistin’e yerleştirilmişti. İstanbul’dan itibaren en uzak vilâyetlere kadar her yerde hastahane-ler ve okullar inşa edilmişti. Padişah, irticaî temayüllerine rağmen, muhtelif din okullarında yetişmekte olan gerilik taraftarı kimselere iyi bir tahsil verilmesinin lüzumuna kaaniydi. Bu maksatla İdarî ve teknik kollejler açıldı. Buralarda devlet kadrosunda vazife alacak gençler yetiştiriliyordu. Tıbbiye okulunun yeni binası, padişahın şahsî yardımıyla inşa ve teçhiz edilmişti.

1880 seneleri, Abdülhamid’in saltanatının altın çağı olmuştu. Bu devrede imparatorluk işleri de intizama sokulmuştu. Berlin Andlaşmasından beri padişah, hayatta kalabilmek için her ne pahasına olursa olsun tarafsızlığı muhafaza etmenin şart olduğuna kanaat getirmişti..

Rus Kuvvetlerinin memleketi terketmelerinden bir kaç sene sonra Bulgaristan’da ayaklanmalar olduğu zaman, Abdülhamid müdahalede bulunmaktan kat’î surette içtinap etti. Bu hal, AvrupalIların hayretini mucip olmuştu. Halbuki Berlin Andlaş-masına göre Padişaha, Doğu Rumeli’ye müdahale hakkı tanınmıştı. Fakat bu vilâyetin halkı Bulgaristan ile birleşmek için ayaklandığı zaman hiç bir Türk askeri yerinden kımıldamadı. Padişah bu vilâyetlerdeki otoritesini devam ettirmek maksadıyla, hükümet ve kumandanlar tarafından devamlı surette teşvik edilmekteydi. Fakat Ahdülhamid, Aleksandr tarafından idare edilecek bir Birleşik Bulgaristan’ın Ayastefanos Andlaşmasıyla Rusya’nın kurmayı düşündüğü Büyük İslâv devletine aslâ ben-zemiyeceğini gayet iyi biliyordu. Rus Çarının genç kuzeni Aleksandr, Rusya’dan ziyade, başına geçtiği kendi memleketinin menfaatlerine daha bağlı görünüyordu. Nitekim Çara sâdık bir şekilde hizmet etmek üzere tâyin edilen Rus subaylarının hepsi, hiç bir sebep ve bahane gösterilmeden memleketlerine iade edildiler.

Bu şartlar altında böyle bir Bulgaristan Türkiye’den çok, Rusya, hattâ Avusturya için tehlikeliydi. Bu itibarla padişah, emri vâkii aynen kabul etti ve Prens Aleksandr’ı Doğu Rumeli valisi olarak tâyin etti. Fakat Avustur’yanın teşvikiyle bir kaç hafta sonra Sırbistan Bulgaristan’a harp ilân edince Padişah, kendisine tâbi prensin yardım hususundaki müracaatına cevap bile vermedi. Kendi imparatorluğunun döküntülerinden meydana gelen bu iptidaî devletlerin mevcudiyetini kabul etmeyen Ahdülhamid, onları birbirinin boğazlarına sarılmış görmekten sonsuz bir saadet duyuyordu. Avusturya, Sırbistan’ı utanç verici bir mağlûbiyete uğramaktan kurtarmak için müdahaleye mecbur oldu. Rusyâ ise, bizzat tahta geçirdiği bir prensten kurtulmak için devamlı surette fesat çıkarmakla meşguldü. Abdülhamid, Rusların Prens Aleksandr’ı kaçırmaya, sonra da onu tahttan feragate zorlamaya teşebbüs ettikleri zaman bile fırsattan istifade etmeyi düşünmedi.

Abdülhamid’in Balkan politikası yirmi sene müddetle tamamen (Divide ut regnes - Hâkim olmak için dağıt...) prensibi üzerinde yürüdü. Rakip devletler arasındaki ihtilâfları devam ettirmeye itina göstererek Avrupa’da çıkan bir harbe iştirâk etmemeye muvaffak oldu. Abdülhamid, tarafsızlığını takviye edecek olan Alman İmparatorunun bu ziyaretinin uzun hâdiseler zincirinin ilk halkalarını teşkil edeceğini ve bir gün memleketinin çok feci bir harbe sürüklenerek Osmanh saltanatını ortadan kaldırmaya müncer olacağını aslâ tahmin etmiyordu.

2 Kasım 1889 günü İstanbul top sesleri arasında uyandı. Büyük misafir Alman İmparatorunu getiren geminin Marmara denizine girdiği ilân ediliyordu. Yıldız’da ise, bir imparatorun ziyaretini düşünerek uykusuz geçirdiği bir geceden sonra padişah yorgun ve bitkin bir halde uyanıyordu. Bugün o, her günkünden daha genç ve dinç görünmeliydi. Fakat aynaya akseden yüz hatları, onun vaktinden evvel ihtiyarladığını gösteriyordu. Altı sene evvel Henry ve Blawitz’in yazdığına göre Abdülha-mid, henüz en olgun çağını yaşıyordu. Fakat aradan geçen altı sene zarfında husule gelen devamlı âsap bozuklukları onu tamamen sarsmıştı.

Henüz kırkyedi yaşından fazla değildi. Fakat sakalında ilk beyazlar, üvey annesinin bizzat hazırladığı ilâçlarla devamlı surette boyanmamış olsaydı tamamen meydana çıkabilirdi. O kadar zayıflamıştı ki, daha fazla kilo kaybetmekten korktuğu için çok sevdiği hamam zevkinden bile kendisini mahrum ediyordu.

Padişahların makyaj merasimi eski günlerde, Fransız kral-larınmki ile boy ölçüşecek kadar teferrüath ve karışıktı. Fakat Abdülhamid bunu çok basitleştirdi. Sabah tuvaleti ve giyimi yarım saatten fazla devam etmezdi. Bu sırada yanında bulunmakla vazifeli olanlar, nâzırlar kadar nüfuz ve kudret sahibi kimselerdi. Bunlardan Lütfi Ağa, herkesin çekinip nefret ettiği, kölelikten yetişmiş bir şahıstı. Fakat padişahın o kadar itimadını kazanmıştı ki, şehzadelerin hareketlerini bile bu adam kontrol edebiliyor ve icabında onlar hakkında hafiyelik yapıyordu. Hare-mağası Behram Ağa ise, padişahın en mutemet bir hafiyesiydi. Fakat bu şahısların en mühimmi ve en nüfuzlusu, padişahın süt kardeşi olan İsmet Ağa idi. İsmet Ağa, esvapçıbaşı olarak daima padişahın yanında bulunurdu.

Abdülhamid ile Arnavut süt annesinin bu oğlu karşısında çok garip bir benzerlik vardı. Vücutları hemen hemen birbirinin aynıydı. Padişahın bütün elbise ve üniformalarının provası İsmet’in üzerinde yapılırdı. Hattâ bâzı merasimlerde halkın karşısına Abdülhamid yerine İsmet çıkarılırdı. Yıldız’da otüz sene müddetle padişahın huzuruna serbestçe girip çıkmak imtiyazını muhafaza edebilen yegâne adam bu İsmet oldu. İşte Alman İmparatorunu karşılamak üzere padişahın son hazırlıklarını ikmal eden de İsmet idi. İsmet padişahın zayıf ve ince beline kılıcını kuşatıp, redingotunun üzerine de bütün nişanlarını taktı.

Padişah bu vaziyette halkın karşısına çıkmadan evvel hareme uğramak itiyadındaydı. Zira kendisine heybetli ve sıhhatli bir ha! veren kızıl boyaları şakaklarına gizlice sürmeye sadece üvey annesi ve kadınlar mezun idi.

Hohenzollern Hânedanına mensup Alman İmparatoru İkinci Gullaume’ı getiren vapur Sarayburnunu dolaştığı sırada öğle vakti olmuştu. Hava padişahın 'arzusu gibi çok güzeldi. Sonbahar güneşi, yaz mevsiminde olduğu gibi İstanbul’un muhteşem siluetini renkten renge sokuyor, camilerin kurşun kubbelerini gümüş gibi parlatıyordu. Diğer taraftan da selvi ormanlarını bronzlaştırarak Bizans’ın göz kamaştıran eski ihtişamının altın rengindeki harabeleri üzerine yayılıyordu.

İmparator Guillaume bu manzaranın sihirli güzelliği karşısında hayran olmuştu. Gemisi Ege denizinde yol aldığı sırada, adaların önünden geçerken efsaneleşmiş bir çok hâdiseler gözlerinin önünde canlanmıştı. Truva sahillerinde, Hector kadar asil, Achille gibi yiğit olan Homer’in kahramanlarının her birinin heybetli saflarını karşısında görür gibiydi. Misafir olacağı Türk hükümdarı hakkında fazla birşey bilmiyordu. Öğrendikleri ise, hep birbirinden farklı ve zıt şeylerdi. Sefir Hatzfeldt ve Prens Bismarck, padişahın değerini ve politik sahada Hâzırlardan daha mâhir olduğunu yakından biliyorlardı. General Von Der Goltz ise aksine olarak Abdülhamid’in Harbiye’deki Alman nüfuz ve tesirini hoş karşılamamasından dolayı bütün yabancı subaylara olduğu gibi kendisine de gerekli selâhiyeti vermemesini onun dar görüşlülüğüne atfediyordu. Generale göre Türk askeri, dünyanın en iyi askerlerinden biriydi. Fakat padişah o kadar ürkek ve çekingendi ki, askerî merasimlerde silâh ile nişan almmasını yasak etmişti.

Top ve siren sisleri arasında, Alman İmparatorunu getiren vapur Boğaza girdi. Sonbahar güneşinin göz kamaştıran ışıkları, mermer saraylar üzerinde parlak akisler yaratıyor, bandoların çaldığı marşların coşkun nâğmeleri semaya yükseliyordu. Binlerce asker sahil boyunda sıralanmış bütün binalar Türk ve Alman bayraklarıyla donatılmıştı.

Abdülhamid, yanında sadrâzam olduğu halde misafirlerini Dolmabahçe rıhtımında bekliyordu. Tahta çıktığından beri ilk defa olarak eşitlik esasları dairesinde Avrupah bir hükümdar ile karşılaşıyordu. Fakat bir İmparatoriçe ile yanyana oturmuş vaziyette araba ile şehrin caddelerinden geçerken, mutaassıp müs-lüman halkın, bu hareketini nasıl karşılayacağını düşünmekten ve bilhassa hristiyan bir kadının elini öperken, Şeyhülislâmın takınabileceği menfi tavırdan daha şimdiden korkmaktan kendini alamıyordu.

İmparator rıhtıma ayak bastığı anda padişahın endişeleri dağıldı. Hohenzollem hânedanına mensup Guillaume Abdülha-mid’e, genç ve dinç hâliyle çok sevimli görünmüştü. Hararetli ve sert bir şekilde el sıkışında bile samimî bir emniyet ve itimat hissi vardı. Fakat Abdülhamid sonradan, Guillaume’ın sol kolundaki felçli hâlini gizlemek için böyle hareket ettiğini anladı. Hattâ Kayzerin bu gösterişli tavrından kendisi gibi mütereddit ve sinirli bir yaratılışa sahip olduğunu farketmekte gecikmedi.

Alman Hükümdarları, padişahın gösterdiği ilgi ve nezaketten dolayı son derecede memnun kalmışlardı. Çünkü daha önce İran şahmı ziyaret eden Avusturya İmparatorunun bu şark despotlarında gördüğü fena itiyatlar bir müddet Avrupa saraylarında dedikodu mevzuu yapılmış, hattâ çirkin hareketlerin tavsifine misal teşkil etmişti.

Fakat Sultan Abdülhamid’in misafirlerine gösterdiği yüksek nezaket ve inceliği görenlerin buna hayran olmamaları imkânsızdı. Padişah çok kibar ve asil bir şekilde Alman İmparato-riçesinin elini öptükten sonra muhteşem saltanat arabasına kadar kendisine nezaketle refakat etmek inceliğini göstermişti. Hele OsmanlIlara has saminî duygularla bu ziyaretten hissettiği memnuniyeti ifade etmesi, genç Kayzerin daha da çok hoşuna gitmişti.

Hükümdarlar, Yıldız’a kadar yol boyunca sıralanmış olan askerlerin “Çok Yaşa” âvazeleri ve çelikten parlak bir duvar teşkil eden süngüleri arasından geçtiler. Guillaume, Von Der Goltz’m bir kaç sene içinde Türk askerlerine Prusya ordusunun nizam ve disiplinini vermiş olduğunu takdirle gördü. Bu görüşlerini padişaha söylediği zaman Abdülhamid, kendisini hafifçe tebessüm ederek dinledi. Fakat ağır göz kapaklarının altında gizlenen iri siyah gözlerinde derin bir öfkenin izleri belirmişti.

Süngülerin arkasında çok güç zabtolunan halk bütün kuvvetiyle “Padişahım çok yaşa” diye haykırıyordu. Her ne kadar askerî birliklere Alman hükümdarlarının da alkışlanması emri verilmiş ise de, sokaktaki adam için yeryüzünde mukaddes olarak tanınan sadece bir hükümdar vardı: Padişah..

Sultan Abdülhamid eldivenli nârin eliyle kendisini (Yeryüzünde Allahın gölgesi) olarak görmeye devam edenlerin bu coşkun tezahüratına vâkur bir şekilde mukabele ediyordu.

·        XXV

Ziyaret Günleri

Alman hükümdarları İstanbul’da tam beş gün, beş gece, İmparatoriçe Augusta’nm tâbiri ile, “Binbir gece Masallarındaki hayâl âlemi” içinde yaşadılar. Som altından yapılmış sofra takımlarıyla yemek yediler. Her sabah padişah tarafından gönderilen çok kıymetli hediyeler aldılar.

Abdülhamid, Yıldız Parkındaki sarayı misafirlerine bizzat büyük bir gururla gezdirdi. Her sene bakımı, saray hâzinesine binlerce liraya malolan yabanî hayvanlar bahçesi, dünyanın en güzel Arap atlarını yetiştiren ahırlar, en nadide kuşların uçuştuğu salmalıklar, misafirler tarafından büyük bir hayranlıkla seyredildi. Yıldız’m bazı ziyaretçileri gibi İmparatoriçe de Padişahın hayvanlara ve çiçeklere karşı gösterdiği sevgiden dolayı çok mütehassis oldu. Hele meşhur gül bahçesi ziyaret edilirken Abdülhamid’in takdim ettiği ortasında pırlanta bir broş bulunan çiçek buketi İmparatoriçeyi daha da çok hayran bıraktı.

Saltanat hâzinesini ziyarette Yavuz Sultan Selim’e ait kıymetli mâdem ve taşlarla işlemeli kılıç imparator Guillaume’u şaşırtmayı kâfi geldi. Görülen her şeyin mutlaka tarihî bir şöhrete sahip olması bilhassa İmparatoriçenin hayret ve ilgisini mucip oluyordu. Lâlettayin bir şehir konağına benzeyen basit bir atmosfer içindeki Potsdam sarayı ile Osmanlı sarayları arasında çok büyük fark vardı. Potsdam’da masraf hesaplarını bizzat İmparator kontrol ediyordu.

Abdülhamid misafirlerini büyük çapta tesir altına almaya muvaffak olmuştu. Kendisi ise onların takdirini kazanmaktan ayrıca ve son derecede memnun oluyordu. Kayzer’in yeni açılan okullara ve kolejlere bilhassa Pangaltı’daki Harbiye’ye karşı alâka göstermesi ve Türkiye’nin askerî kaynaklarından heyecanla bahsetmesi, takip ettiği politikanın doğruluğu hakkında Padişah için bir teminat teşkil ediyordu.

Eğer 1877 de büyük devletlerin zımnî bir muvafakatları olmasaydı, Rusya bu harbi aslâ göze alamazdı. Şimdi Almanya’nın ittifakını temin etmiş olan Türkiye, istiklâlini muhafaza için daha şanslı ve kuvvetli bir hâle geliyordu. Gittikçe artan bu emniyet hisleri Padişahın tavır ve hareketlerinin samimiyetinden belli oluyordu.

Almanya, müstemlekelerin taksiminde ehemmiyetli bir hisse alabilmek için mücadele meydanına çok geç atılmıştı. Afrika’da ganimet kavgası yapılırken İngiltere ve Fransa aslan payının üzerine atılmışlardı. Rus’ların ihtirası Uzak-Doğu yolunu kapatıyordu. Bu vaziyette (Drang nach Osten- Şark’a doğru genişleme) politikası için Osmanlı ülkelerinden başka bir yol bulmak mümkün değildi. Osmanlı İmparatorluğu fakirlikten değil, bolluktan ve zenginlikten ölüyordu. Çünkü Osmanlı Padişahı dünyanın en verimli ve fakat henüz işletilemeyen topraklarına sahipti. Bu topraklar kıymetlendirildiği takdirde, Padişah için olduğu kadar müttefiki Almanya için de bitmez tükenmez bir servet kaynağı olabilirdi.

Kayzer’in hayalleri gittikçe genişliyordu; Alman mühendisleri ve teknisyenleri Suriye ve Bâbil imparatorluklarını yeniden ihya edebilirlerdi. Geniş bir kanal ve demiryolu şebekesi Arabistan’ı İran körfezinden İstanbul’a bağlayabilir, sun’î gübre sâyesinde geniş Arabistan çölü verimli bir hale getirilebilirdi. Onun gibi yaratılışta olan bir kimse için bu hayaller sür’atle hakikat olabilirdi. Çok mütereddit bir kimse olan Abdülhamid bile Doğu Anadolu’nun kalkındırılması için Kayzer’in yaptığı yardım teklifi karşısında hayranlığını saklayamamıştı.

“Majestelerinin Fransızca bildiğini zannediyorum.” Bu cümleyi işiten Kayzer derhal yanındaki tercümanlara çekilmelerini işaret etti. Bu suretle Padişah ile misafirler arasmdaki engel kalkmıştı. Şimdi ikisi de Fransızca konuşuyorlardı. Gerçi Fran-sızcaları iyi değildi ama, anlaşmalarına kâfi geliyordu. Böylece başbaşa saatlerce konuştular.

Hükümdarların âniden gizli bir görüşme yapmaları saray erkânının, Bab-ı Ali’nin ve yabancı sefirlerin bu yeni dostluk hakkında bir takım faraziyelerde bulunmalarına yol açtı.

Yabancı sefirlerin ekseriyetinin kanaatlerine muhalif olarak İngiltere Sefiri Sir William Wite, Türkiye ile Almanya arasında doğmakta olan dostluğu İngiltere’nin lehinde telâkki ediyordu. Ve, hükümdarların yaptığı gizli görüşmelere ait raporunda “Hiç bir siyasî mes’elenin münakaşa edilmemiş” olduğunu zannettiğini yazıyordu. O sırada İngiltere’de, Kraliçe Victoria’nın torunu olan Alman İmparatoru hakkında iyi niyetlerden başka birşey düşünülmüyordu. İngiltere Başvekili de Kayzer’in an’anevî Rus ittifakından ayrılmaya kararlı olduğu yolundaki hareketleri büyük bir memnuniyetle karşılıyordu.

Birkaç senedenberi Saint-Petersbourg, Bab-ı Ali’ye karşı daha uzlaşıcı davranıyordu. İngiltere Hâriciyesinin istihbaratına nazaran Abdülhamid, Rus Çarının aşırı isteklerine daha yumuşak cevaplar vermeye başlamıştı. Bu itibarla İkinci Guilla-ume’un ziyareti İngiliz’lerin iki bakımdan hoşuna gidiyordu. Bu ziyaret Rus Çarını kuşkulandırdığı gibi, Sefir Sir William Wi-te’in yazdığı şekilde; “Abdülhamid Rusya ile Almanya arasında eskisi gibi sınırsız bir itimat havası olmadığını görecek kadar zekidir. Bu itibarla istiklâlini muhafaza etmek ve Türkiye’yi yeni bir ittifak yapmaya zorlayan Rus’lara karşı mukavemet göstermek için vaziyetten istifade etmesini bilecektir.”

Alman hükümdarlarının İstanbul’a geldikleri günün akşamı verilen ziyafet, şimdiye kadar Yıldız’da görülmemiş derecede muhteşem ve debdebeliydi. Yüz yirmi dâvetlinin hepsine de masif altın ve kıymetli taşlarla işlenmiş kristal takımlarla servis yapıldı. Fransız aşçılar tarafından hazırlanan yemeklerin nefaseti günlerce gazetelere mevzu oldu. Padişahın şarklı aşçılarının hazırladığı hazmı güç yemeklere alışmış olan yabancı sefirler, bu defa yediklerini aslâ unutamamışlardır. Yıldızda verilen ziyafetler umumiyetle bir vecibenin yerine getirilmesi şeklinde telâkki edildiğinden çok sıkıcı olurdu. Yemeklere iştirak eden Türkler, Padişahın huzurunda konuşmaya aslâ cesaret edemiye-rek sessiz bir şekilde otururlar, sudan ve şerbetlerden başka bir-şey içmezlerdi. Bu sebepten yemekler daima sönük ve neş’esiz geçerdi. Halbuki bu akşam padişah, ziyafete iştirak edenlerin serbestçe konuşabileceklerini emretmişti. Kendisi de gayet neş’eli ve keyifli bir şekilde tercüman vasıtasıyla İmparatoriçe ile konuşuyordu. Abdülhamid, tebaasının önünde kat’iyen Fransızca konuşmazdı. Onun bu hâli ziyafetin havasını yumuşatmış ve samimîleştirmişti. Fakat Padişah, neş’eli olmasına rağmen Fransız aşçının hazırladığı harikulâde nefis yemeklerin hiçbirine dokunmadı. Perhiz yaptığını ileri sürerek, hususî aşçısının pişirdiği sadece yumurtalı pilâvı yemekle iktifa etti.

Alman İmparatorunun misafirliği müddetince bundan başka resmî ziyafet tertip edilmedi. Müteakip günlerde tamamen hususî mahiyette verilen akşam yemeklerine Alman sefiri Kont Rodawitz müstesna, hiç bir diplomat dâvet olunmadı. Yemeklerde sadece hâlen Hariciye nezaretine getirilmiş bulunan ve daima Padişahın en çok itimat ettiği müşaviri olan Sait Paşa ile genç Kayzer’in ölçüsüz hareketlerini frenlemek maksadıyla babası tarafından vazifelendirilen Herbert Von Bismarck, Padişahın kendisinden nefret ettiği ve fakat lüzumuna da kaani bulunduğu Colrnar Von Der Goltz iştirâk ederdi.

Dâvetliler arasında birisi daha vardı ki, Kayzer onu daima dikkatle dinlerdi: Alman Mühendisi Von Pressek..

Bu zat yirmi senedenberi Osmanlı devletinin hizmetinde çalışıyordu. Von Pressel, çok kabiliyetli bir adamdı. Hayatı boyunca, Türkiye’nin Asya bölgesindeki ülkelerini, İstanbul’dan Bağdata kadar demiryolu ile birbirine bağlamayı düşünmüştü. Gerçi bu fikir tamamen ona ait değildi. Daha evvelce asrm ortalarında bir İngiliz topçu subayı olan Francis Chesney İskenderun’dan İran körfezindeki Kuveyte kadar bir hat inşaası için imtiyaz almıştı. Fakat İngiltere hükümeti kadar Londra piyasasının da ilgi göstermemesi yüzünden projesinden vazgeçmeye mecbur kalmıştı. Bundan sonra da Abdülaziz’in padişah olduğu sırada bu işe bizzat Türkler teşebbüs ettiler. Dünyanın en meşhur ve en büyük rekabet mevzuu olan bu hattın inşası için Almanya’dan Von Pressel’i getirttiler.

Fakat yirmi senedenberi Von Pressel devamlı müşkülât ve sıkıntılarla karşılaştı. Rus harbini müteakip meydana gelen mâli buhran Türkleri 91 Km.’lik Haydarpaşa - İzmit arasındaki en kıymetli hattı bile satmaya mecbur etti. Bir İngiliz - Yunan Şirketi tarafından satın alman bu hatta, aradan sekiz sene geçtiği halde bir tek ray döşenmemişti. Türkiye’de daha evvel başka demiryolu imtiyazı almış olan İngiliz’lerin kurnazca ve fakat anlaşılmaz bir şekilde işe yanaşmamaları üzerine Şirket de hattı Deutsche Bank’a sattı. Almanlar işi üzerlerine aldıktan az zaman sonra herşey değişti. Kayzer’in seyyahalinden altı ay evvel Deutsche Bank, Stutgart Bank’m iştirakıyla (Anadolu Osmanh Demiryolları) adında bir şirket kurdu. Bu suretle hattın Ankara’ya kadar uzatılması imtiyazını da aldı.

Von Pressel, İmparatorun şahsında eserini tamamlayacak çok kuvvetli bir taraftar bulmasıydı, hayallerinin tahakkukunu göremezdi.

Bundan sonra Von Pressel’in demiryolu, Kayzer’in demiryolu oldu. Böylece Deutshe Bank’ın mümessilleri bütün müzakerelerde yalnız sefirlerinin şahsında değil, aynı zamanda bizzat Kayzer’in şahsında da büyük bir diplomatik destek kazandılar. Von Pressel’in projeleri Abdülhamid’in de tasvibine mazhar oluyordu. Çünkü Padişahın îslâm Birliği hakkındaki siyasetinin gayelerinden biri de bütün müslümanları Halife olarak İstanbul’dan kolayca idare edebileceği vasıtaların temininden ibaretti. Şüpheci veya gerçekçi, ne olursa olsun, Abdülhamid, Asya’da demiryolu hattı inşaasımn icabettireceği mâli imkâna Türk hâzinesinin sahip bulunmadığını ve diğer taraftan da Avrupa’dan alınacak bir yardımının umumiyetle çok pahalıya malo-lacağını biliyordu.

Kayzer’in camileri ziyaret ettiği sırada İmparatoriçe de refakatinde Kızlarağası ve Padişahın evli kızı Zekiye Sultan olduğu halde haremi hümayuna resmî bir ziyaret yapıyordu. Haremdeki kabul tarzı pek başarılı olmadı. İmparatoriçe Augusta çok mahçup ve çekingen bir kadındı. Bu itibarla Padişahın üvey validesinin saraylılara mahsus çok teferrüatlı ve mücevherlerle süslü kıyafeti ve etrafını çeviren birbirinden güzel ve genç kadınların aynı şekilde giyinmiş olmaları onun için çok ahenksiz ve sıkıcı bir manzara teşkil ediyordu. Türk âdetlerine tamamen yabancı olan genç İmparatoriçe, Padişahın üvey annesinin kendisine uzattığı mücevherlerle süslü küçük elini öpmeyi aslâ düşünmemişti. Sadece onu sıkmakla iktifa etmişti. Bu hareket, orada hazır bulunan saraya mensup sultanları güvendir-mişti.

Zekiye Sultanın tercümanlık yaptığı bu ziyarette, on dört yaşındaki Naime Sultan, misafirler şerefine piyanoda Alman müziği çaldı.

İmparatoriçe haremde verilen on beş kişilik bir ziyafette hazır bulundu. Millî danslar seyretti. Genç prensesin güçlükle tercüme ettiği gayet mültefit sözleri dinledi. Haremden ayrılırken Padişahın en küçük kızları üç ve beş yaşındaki iki güzel çocuğun kendisine gayet merasimli şekilde takdim ettikleri kıymetli taşlardan yapılmış bir buketi aldı. Augusta bir defa daha kendi tâbiriyle Binbir Gece Masallarındaki hayâl âlemini yaşamış oluyordu.

Ziyafet ve merasimle arasında beş gün çok çabuk geçti. Büyük Britanya Sefiri, Alman hükümdarlarının ziyareti esnasında hiç bir ehemmiyetli siyasî mes’elenin konuşulmadığı hususundaki kanaatinde aldanmıyordu. Fakat bu kısa zaman zarfında ileride çok tehlikeli neticeler verecek olan bir dostluğun temelleri atılmış oluyordu. Kayzer’in kendisini medheden sözlerinden cesaret alan Abdülhamid kendi kudretine tam bir itimat gösterdi. Ve bundan sonra Alman ittifakına son derece inandı. İmparator Guillaume ayrılacağı gece, Abdülhamid’e Hohenzol-lem nişanını takdim etti. Abdülhamid’i selâmlamak için hafifçe öne doğru eğilince padişah da fesini çıkardı ve ilk defa olarak umuma karşı başı açık vaziyette göründü. Hareket günü Dolma-bahçe’de verilen öğle yemeğinde Kayzer Padişah ve Türk milletine karşı aslâ sarsılmayacak olan Alman dostluğunun şerefine kadeh kaldırdı.

Veda sırasında Kayzer, Abdülhamid’i büyük bir hararetle kucakladı. Bu hareketten son derecede sıkılan padişahın boyalı bıyıkları İmparatorun yanaklarım okşamıştı.

·        XXVI

Ermenistan Üzerindeki

Kara Bulutlar

Ziyafetler sona ermiş, Abdülhamid de tekrar Yıldız’ın yalnızlığına gömülmüştü. Hiç kimse onun gözlerinin içine bakmaya veya sözlerine herhangi bir şekilde itiraz etmeye cesaret edemiyordu. Çalışma masasının üzerinde raporlarla dolu mâhut dosyalar yığın hâlindeydi. Bu raporlarda umumî memnuniyetsizlikten ve ayaklanma ihtimallerinden başka bir meseleden bahsedilmiyordu. Büyük masraflara mal olan ve her tarafa yaygın bulunan hafiyelik teşkilâtı sâyesinde Abdülhamid, imparatorluğun en ücra köşelerinde olup bitenlerden haberdar oluyordu. Fakat bu suretle meselâ Makedonya’da hüküm süren karışıklığı, Girit ve Yemen’de açık bir şekilde isyan havası estiğini, Ermenistan’da ihtilâlci gizli cemiyetlerin adedinin günden güne arttığını öğrenerek huzuru büsbütün kaçıyordu.

Ermenistan, Padişahın başında devamlı bir gaileydi. Çünkü Abdülhamid’in çok âdil ve İnsanî bir şekilde muamele ettiği Ermeniler, Rus ajanlarının tahrikinden ve Amerikan misyonerlerinin verdiği demokrasi bilgilerinden aldıkları cesaretle istiklâl istiyorlardı. Ayastefanos Andlaşması yapılırken Rus’lar ilk şart olarak Ermeni’lerin yaşadığı bölgede İslâhat yapılması lüzumunu ileri sürmüşlerdi. Fakat Berlin Kongresinde ise İngiltere, istenilen İslâhatın yapılabilmesi için ilk defa Rus kuvvetlerinin bu bölgeleri tahliye etmesi icabettiği hususunda ısrar etmişti. Bu suretle İngilizler padişaha karşı çok büyük bir hizmette bulunmuş oldular. Çünkü Abdülhamid işgal ordusunun ayrılmasıyla siyasî bir anlaşma yapabilmek için gerekli hürriyete sahip olacaktı.

1881’de hiç bir vaad yerine getirilmediği bir sırada Çar İkinci Aleksandr’m katliyle Ermenistan hakkındaki Rus politikası tamamen değişti. Yeni Çar Üçüncü Aleksandr çok despot bir hükümdardı. Hürriyet ve istiklâl fikirlerine karşı mutlak surette muhalifti. Rus Ermenistanmda Ermeni dili ile tedrisat yapan bütün okulları kapattırarak Ermenilere ağır bir darbe vurdu. Bundan başka büyük bir ekseriyeti Gregoryen olan Ermenileri Ortodoks mezhebine girmeye mecbur etti. Üçüncü Aleksandr’m, hükümdarlık haklarına dair olan anlayışı Abdülha-mid’inki ile tamamıyla aynıydı. Ne kendi memleketinde, ne de komşularının ülkesinde ihtilâlci ve isyankâr temayülleri ayaklandırmaya aslâ göz yummuyordu. Türk Ermenistanmda Pans-lâv komitecileri şeklindeki gizli cemiyetleri teşkilâtlandıran ve bunlara mâli yardımda bulunan Rus konsoloslarını derhal geri çağırttı. Padişaha şahsen teminat vererek “Bab-ı Ali son anlaşma şartlarını yerine getirmeye ve bilhassa harp tazminatını ödemeye devam ettiği müddetçe Türkiye’nin dahili işlerine karışmaya aslâ arzu etmediğini” bildirdi.

Böylece Rus’ların destek ve yardımından mahrum kalan Ermeniler, bu defa da Batı devletlerine ve bilhassa İngiltere’ye yöneldiler. O sırada İngiltere’de, Asya’nın en eski ve en çok zulüm gören hristiyan ahalisinden biri olarak Ermenilerin dâvasına karşı büyük bir ilgi gösteriliyordu. Bir kaç seneden beri Bab-ı Ali’ye ve Berlin Andlaşmasını imza eden büyük devletlere İngiltere’den Ermeni mes’elesinin sür’atle hallini isteyen notalar ay ağıyordu. Fakat katolik Ermenilerin hâmisi rolünde olan Fransa müstesna, hiç bir Avrupa devleti artık Ermenistan ile ilgilenmiyordu. Prens Bismarck İngiltere hükümetine verdiği cevapta çok sert ve açık bir şekilde; “Almanya, Ermenistanda yapılacak İslâhat ile kendisini aslâ ilgili görmemektedir. Bu itibarla bundan sonra bu meselenin terkedilmesinin uygun olacağı kanaatindedir.” demişti.. Bununla beraber İngiltere, Berlin Andlaş-masınm 61 inci maddesini ısrarla hatırlatarak İstanbul’daki sefirini Ermeni meselesini halletmesi için padişaha baskı yapmasını, gerekirse tehdit etmekle vazifelendirmişti.

Mısır meselesinin ihdasından beri Padişah İngilizlere karşı derin bir düşmanlık hissi besliyordu. Bu sebepten Mısır’daki İngiliz işgalinin şartlarını ve devamını görüşmek üzere Lord Salis-bury tarafından hususî surette gönderilen delegeyi dahi kabul etmemişti. Abdülhamid Fransayı, Mısır Hidivini, hattâ Sudan Mehdisini İngilizler aleyhine devamlı şekilde tahrik edip, Kahi-re’deki gazetelere büyük paralar vererek İslâm Birliği propagandası yaptırdıktan sonra da bir netice alamayınca, artık İngiliz’lerin Mısır’ı tahliye etmeye aslâ niyetleri olmadığını anladı.

Mısır meselesinden dolayı şiddetli bir surette hiddetlenmiş olan Padişah, Ermeni meselesi ortaya atıldığı zaman derhal daha şiddetli bir tepki ve muhalefet gösterdi. Abdülhamid, asırlarca sulh ve huzur içinde beraber yaşamaya alışmış Ermenilerle Kürtler arasına Avrupa’lı misyonerlerin düşmanlık soktuğunu açıkça görüyordu. Bu yüzden Avrupa’nın ve onun zararlı cereyanlarının faaliyetlerini hoş karşılamıyordu. Yapılan propagandalarla, Avrupa veya Amerika’ya göç etmiş zengin Ermeniler, Kilikya ve Kürdistan’daki dindaşlarının kurtuluş dâvasına hizmet için para yardımına dâvet ediliyorlardı.

Hakikatte bu Ermenistan nerede ve nasıl bir bölgeydi? Bir avuç hür fikirli geçinen Rus liberallerinin Türkiye ve Rusya hudutları arasında bir Ermeni devleti kurmak istedikleri biliniyordu. Acaba böyle bir devletin tabiiyetine İstanbul’un refah içinde yaşayan sarraf ve murabahacılarıyla, İzmir’in ve Adana’mn keza zengin pamuk tüccarları iltihak ederek, aynı dine mensup olmaktan başka müşterek karakter taşımayan dağlık bölgenin çobanlıkla geçinen vahşî insanlarıyla bir arada yaşamaya razı olacaklar mıydı? Ermenistan taraftarlığı hareketi bir ihtilâlci propagandadan başka birşey değildi. Padişah bütün bu hareketlerden sade Avrupa değil, Amerika’yı da mes’ul tutuyordu. Çünkü büyük babası Sultan Mahmud’un çok asîl duygularla imparatorluğun çeşitli bölgelerinde açılmasına müsaade ettiği Amerikan kollejlerinde vazife alan misyonerler, hristiyan tebaa üzerinde zararlı telkinler yapıyorlardı.

Abdülhamid protestan olan bu misyonerlere hiç bir zaman itimat etmemiştir. Bulgaristanda karşılaşılan güçlüklerin büyük kısmı doğrudan doğruya Boğaziçindeki Robert Kollej tarafından yaratılmıştı. Çünkü milliyetçi Bulgar Şefi Stambouloff bu kollejde yetiştirilmişti. Diğer taraftan Padişah, Ermenistan lehine müdahalede bulunulmasını teminen Avrupamn şiddetli bir politika takip etmesi için çalışan gizli Hmçak Cemiyetinin de bu misyonerlerden teşvik ve tahrik gördüğüne kaaniydi. 1885 yılına doğru Hmçak Cemiyeti gizli emellerini tahakkuk ettirmek için faaliyete geçerek silâhlı çeteler teşkil etti. Bu çeteler devamlı surette Kürt beylerini taciz etmeye başladı. Hakikati söylemek lâzım gelirse bu Kürt beyleri de uzun zamandan beri çalışkan ve zeki olan Ermeni halkına çok sert davranıyorlardı. Fakat şimdiye kadar Ermeniler, Kürtlerin bu hareketleri karşısında sabır ve tevekkül göstermişler hattâ zaman zaman Türk Valileri de kendi hâkimiyetleri altına alan Kürt Beylerinin zulmüne katlanmışlardı. Çünkü İstanbul’dan tâyin edilen vali ve kaymakamlar, Kürdistanın dağlık bölgesinde yaşayan vahşi kabileler üzerinde kâfi derecede otorite kuramıyorlardı. Kürtler umumiyetle yağmacılık yapmak maksadıyla padişahın ordusunda gönüllü olarak harbe iştirak ederlerdi. Bilhassa Rusya ile yapılan muharebelere giren Kürt aşiretleri, yolları üzerinde ne bulurlarsa talân ve yağma ederek cepheden dönerlerdi. İstanbul halkı için en müthiş ve korkunç harp menkıbeleri olarak bunları anlatılırdı.

Fakat şimdi Ermeniler de baş kaldırmışlardı. Doğu Ana-dolunun dağlık bölgelerinde Kürtler ile Ermeni Hınçak çeteleri arasında kanlı ve amansız bir boğuşma başlamıştı. Mahallî makamlar büyük bir endişe içindeydiler, İstanbul’a durmadan müracaat ederek takviye kuvvetleri istiyorlardı.. Müslüman olduklarından dolayı Padişahın himayesinde bulunan Kürtlerin hareketi mâzur görülerek bütün suç ve kabahat Ermenilere yükletiliyordu.

Kayzer’in seyahati esnasında Ermenilerle meskûn vilâyetlerden gelen isyan teşebbüsleri hakkındaki raporlar, Padişahın masasında bir yığın teşkil ediyordu. Yeni müttefikinin desteğinden kuvvet alan Abdülhamid Ermenilerin bu ayaklanma teşebbüslerini tamamen ezmeye karar verdi.

Devamlı surette uykusuz kalmaktan dolayı Padişahın sinirleri tekrar ve iyice bozulmuştu. Geceleri geç vakte kadar haremağaları ve nöbetçiler onun salondan salona odadan odaya dolaştığını görüyorlardı. Nefeslerini tutup en küçük bir hareket yapmamaya dikkat ederek kendisine yol veriyorlardı. Çünkü Padişah bu gibi hallerde herhangi bir şekilde korkutulduğu takdirde hemen cebindeki tabancanın tetiğine basıyordu ve hedefini de katiyen şaşırmıyordu. Böyle bir gezinti ânında, birden önüne çıkan bir bahçevan bu hatasını hayatı ile ödemişti.

Abdülhamid’i çok düşündüren tedhişçiler, onun Ermeni mes’elesini soğukkanlılrkla tetkik etmesine imkân vermiyordu.

Otuz sene gibi uzun bir zaman ortalarda görünmeyen Profesör Vambery tekrar İstanbul’a gelmişti. Padişah onu eski bir dost olarak kabul etti. Görüşmeler sırasında Vambery, Ermeni meselesinin Padişahı çok meşgul ettiğini farketti. Çünkü bu mesele, daima hristiyanlara karşı yapıldığı ileri sürülen zulüm iddialarıyla ilgili bulunuyordu.

Padişah diyordu ki: “Avrupa, Yunanistan ve Romanya’yı almak suretiyle Türk devletinin ayaklarım kesti. Bulgaristanın, Sirbistamn ve Mısır’ın kaybı ise bizi kollarımızdan mahrum bırakmıştır. Şimdi de Ermenileri ayaklandırmak suretiyle ciğerlerimizi sökmek istiyorlar.”

Padişah bu sözlerle bilhassa İngiltereyi kastediyordu. Bu itibarla Vambery, Padişahın öfkelenmekte pek de haksız olmadığını tahmin ediyordu. “Her ne kadar Ermenistandaki ayaklanmalara karşı ilgisiz kalmaya dikkat gösterilmiş ise de İngiliz ajanlarının Kuzey Anadoluda faaliyette bulunduğundan hiç şüphe edilmemektedir.”

Eğer Padişah hâdiseler karşısında soğukkanlılığını muhafaza edebilmiş olsaydı, isyana iştirak eden Ermenilerin pek az miktarda olduğunu anlayabilirdi. Vaadedilen imtiyazların verilmesi ve İdarî İslâhatın yapılması suretiyle Ermeni halkın büyük ekseriyeti, protestan misyonerlerinin veya kendi başpikoposları-mn tavsiyelerini dinlemeye temayül gösterebilirlerdi. Abdülha-mid’in düşüncelerinin aksine olarak, bunlar şiddete müracaata aslâ taraftar değillerdi. Fakat Padişah makul olabilecek herhangi bir teklifi artık kabul etmiyordu. Bir tek Ermeninin adından bahsedilmesi onu çileden çıkarmaya kâfi geliyordu. 1891 yılının başlarında bir akşam Vambery’e dedi ki: “Sana temin ederim ki Ermenileri dize getirmekte geç kalmayacağım. Onları susturacak çareyi gayet iyi biliyorum.” Vambery o geceyi büyük bir endişe içinde geçirdi. Nitekim iki gün sonra bu endişesi tahakkuk etti; Padişahın bir iradesiyle “Hamidiye” adı verilen ve Kürtlerden ibaret bir başıbozuk süvari birliği kuruluyordu. Bu birlik, Ermeni âsileri tenkil etmek üzere harekete geçecekti. Büyük bir kumar oynamaktaydı.

Şimdiye kadar tereddüt gösteren bir çok Ermenilerin iltihakıyla Hınçak Çeteleri de kuvvetlenip çoğalmaya başlamıştı. Diğer taraftan isyana iştirak hususunda, geniş bir bölgeye yayılmış olan ve şimdiye kadar asırlarca boynunu bükmeye mecbur kalmış bulunan Ermeniler büyük bir gayretle hazırlanıyorlardı. Hükümet bu harekete karşı toplu halde tevkifler yapmak suretiyle tedbir alıyordu. Halifelerinin himayesinden emin olan Kürtler de zaman zaman tecavüzlerini arttırıyorlardı Van Gölü bölgesinde yapılan katliamlar, hâdiselerin ileride nasıl bir seyir takip edeceğini daha şimdiden anlatıyordu. Ermenistan’daki yabancı konsoloslar, sefaretlerine müracaat ederek çok geç kalınmadan müdahale edilmesini ısrarla istiyorlardı. Fakat İstanbul’da demiryolu imtiyazı alınması için büyük bir rekabet ve mücadele başlamıştı. Şimdiye kadar büyük devletler arasındaki birlik aslâ bu kadar sarsılmamış ve Abdülhamid de aslâ bu kadar kendisinden emin olmamıştı.

Yeni İngiliz sefiri Sir Clare Ford İstanbula gelişinin henüz sekizinci gününde şehirde ağır bir tedhiş havası görmekle şaşkınlığa uğramıştı. Kültürlü ve sanatkâr ruhlu bir adam olan yeni sefir daha evvel Romada ve Madridde çok başarı göstermişti. Fakat Türkiye’deki entrikalar arasında çok geçmeden mevkiini kaybetti. İngiltere’nin bu yeni sefirinin bu politikacıdan ziyade bir salon adamı olduğunu gören Padişah onu okşamak suretiyle tarafına çekmeye muvaffak oldu. Daha sonra 1893 de İstanbula sefir olan müsteşar Arthur Nicolson bu vaziyeti yakından görünce büyük bir ümitsizliğe kapılmıştı.

Padişah bu sözler karşısında içini çekerek başını hafifçe kaldırmakla iktifa etii. Abdülhamid’in bu jestine dikkat eden Terrel, sözlerinin tesir ettiğinden emin olarak memnun oldu. Bu suretle edindiği “Abdülhamid’in mükemmel bir adam olduğu” hakkındaki kanaatini dostu Nicolson’a da itiraf etti.

İngilizler birşeye kolayca inanmayan bir mizaca sahiptirler. Sir Clare Ford, bu sırada mezun olduğundan, İngiliz hariciye nezaretinin gönderdiği sıkı bir talimat üzerine Arthur Nicol-sun, Sait Paşa ile sert bir görüşme yaptı ve idama mahkûm edilen iki Ermeni profesörün serbest bırakılmasını ısrarla istedi.

Türkler, İngiltere’nin bu mevzuda çok taassup gösterdiğini, hakikatte bu işin onları aslâ ilgilendirmediğini söylediler. Çünkü profesörlerin mensup oldukları Merzifon Kolleji Amerikalılara aitti ve suçlular da Türk tebaasıydı. Nitekim Avusturya ve Almanya sefirleri, hâdise karşısında ihtiyatlı bir sükûtu tercih ettiler. Fransız Sefiri Cambon ise açıkça Türklerin tarafını tuttu. Bu vaziyet karşısında dahi İngiltere hükümeti tehdit usullerine başvurmakta tereddüt göstermedi ve Abdülhamid bir kere daha Britanyanın baskısına mâruz kaldı. Fakat Padişah fırsat zuhur ettiği andan itibaren kendi memleketinde sadece kendisinin hükümran olduğunu ispata kararlı ve azimliydi.

·        XXVII

Ermeni Ayaklanmasının Yarattığı Kanlı Olaylar

·        1894 yılı yazında Hınçak komitecilerinin büyük bir kısmı Sason dağlarında sarılarak yakalandılar. Mahallî hükümet makamları diğerlerini de ele geçirrtlek maksadıyla Ermenilerle meskûn köylere Hamidiye müfrezeleri gönderdi. Bu bölgede yaşayan ve hayvancılıkla geçinen Ermeniler büyük bir inatla kendilerine karşı durmaya kalkıştılar. Doğu hududunda yabancılar tarafından gönderilen silâhlarla hristiyan ahalinin müslüman-ları öldürmekte olduğu İstanbul’da duyulunca çok hiddetlenen padişah, isyanın her ne pahasına olursa olsun bastırılarak âsilerin cezalandırılması için valilere tam ve geniş selâhiyetler verdi.

Derhal her tarafta bir tedhiş havası esmeye başladı. Reisleri ve şeyhleri tarafından tahrik edilen Kürtler, Allah adına serbest bırakıldılar. Yabancı sefirler bir protesto hareketine geçinceye kadar bir çok âsi Ermeni cezalandırıldı. Büyük devletlerin sefirleri boş yere hukukî yollardan meşgul oldukları sırada olaylar Sason’dan Van’a, Bitlis’ten Diyarbakır’a, Trabzon’dan Erzurum’a kadar yayılmıştı.

Bâzı valiler asayişi temin için takviye kuvvetleri istedikleri sırada askerî birlikler Padişahın şahsî emniyetli için İstanbul’da toplanıyordu. Arap ve Süryanî askerlerin, Arnavut mûha-fız kıt’alarma iltihak etmeleriyle Abdülhamid, birbirlerinden nefret eden muhtelif ırka mensup bu muhafızlar sâyesinde kendisini daha çok emniyette hissediyordu. Saray hafiyeleri de faaliyetlerini biraz daha arttırıyorlardı. Sefaretlere mensup genç ateşelerin Belgart ormanlarında tertipledikleri zararsız eğlenceler, polisin şüphesini çekiyordu. Yeni yapılan Pera Palas otelinin açılışı münasebetiyle verilen basit bir opera temsiline, dâ-vetl ilerden ziyade hafiyeler gelmişti. Zengin bir Rum’un evinde tertiplenecek olan bir balo, Ermeni komitecilerinin gizlice toplanmasına meydan vermemek bahanesiyle bizzat Sadrâzamın emriyle yasak edilmişti.

1894 de Sir Clare Ford’un yerine tâyin edilen yeni İngiliz sefiri Sir Philip Currie, inatçı meslektaşlarının muvafakatini almak ve bu suretle Avrupa’lı komiserlerin kontrolü altında tatbik edilecek bir ıslahat plânını kabule Padişahı zorlamak için bütün kudret ve nüfuzunu kullandı. Az zaman evvel meydana gelen hâdiselerden dolayı çok üzüntü duyan diğer sefirler, aralarındaki mücadele ve ihtilâfları unutmaya hazır bulunuyorlardı. Fakat kendi aralarında mutabakata varılsa da hükümetleri yine ayrı bir farklı bir politika tâkip ediyordu. Çar Rusya’sı, Türk Er-menistanının bir muhtariyete kavuşmasını aslâ istemiyordu. Çünkü Maverayı Kafkastaki Ermeniler bundan istifade ederek derhal istiklâl talebinde bulunabilirlerdi. Diğer taraftan Suriye hakkmdaki Fransız politikası, İskenderun’da bulunacak bir İngiliz donanması ile başarıya ulaşamazdı. Bu sebeplerle Rusya ve Fransa, İngiltere’nin zecrî tedbirlerle Osmanlı İmparatorluğunu tehdit etmesini desteklemekten çekindiler ve böylece padişah büyük devletlerin protestosunun blöften ibaret kalacağını anlamış oldu.

İngiltere’de bizzat Başvekil Gladstone, içinde bulunduğu sessizliği bozarak padişahı “Koca katil”, Fransa’da Clemence-au da “Yıldız canavarı” “Kızıl Sultan” tâbirlerini kullanarak tel’in ettiler.

·        1895 yılı Eylülünde İstanbul’da Ermenilerin yaptığı bir nümayiş, büyük bir galeyana sebep oldu, hattâ sefarethane kapılarının önüne kadar her yerde kanlı hâdiseler vukua geldi.

·        1896 yılı Ağustos ayının son günlerinde Ermeni âsiler Av-rupamn dikkatini çekebilmek için ümitsizce bir teşebbüse daha geçerek İstanbul’daki Osmanlı Bankasına çılgınca bir baskın yaptılar. Bugüne kadar geçen on bir ay içinde katliamlar devamlı surette birbirini tâkip etmişti.

Mabeyn kâtiplerinden birinin anlattığına göre; bir gün İngiltere sefiri ile yaptığı fırtınalı bir görüşmeden sonra Abdülhamid yazı masasmın üzerine kapanmış, başını ellerinin arasında tutuyor, bütün vücudu sarsılırcasma hıçkıra hıçkıra ağlıyordu.

İstanbul’da uzun müddet kalmış olan bir İngiliz kadınının Cuma selâmlığında gördüğü padişahı târif edişine göre; “Zavallı bir hükümdar... Tamamiyle çökmüş. Çok bedbaht olduğu belli. Şarklılara has iri siyah gözlerinde hakikî bir korkunun derin izleri var. Günlerce hâyalimden gitmeyen bu gözler, kimbilir hangi meş’um bir hâdisenin dehşetine saplanmışlardı.”

Trabzon’da cereyan eden hâdiselerden bir gün sonra Yıl-dız’a akşam yemeğine dâvet edilmiş olan Paul Combon, Padişah çok keyifli olduğunu, Ermenistan meselesine aslâ temas etmediğini yazmaktadır.

Abdülhamid sadece, Ferdinand de Saxe - Cobourg’u resmen Bulgaristan prensi olarak tanıyıp tanımamak endişesi içindeydi. Vambery’e göre; Padişahın, yapılanlardan pişmanlık ve ıstırap duyduğu zamanlar olmuştur. Fakat alman tedbirlerin lüzumu üzerinde en küçük bir şüphe ve tereddüt göstermemiştir. Ermenistan mes’elesinin halli için yegâne çarenin “Ermenileri ortadan kaldırmak” olduğuna iyice kanaat getirmişti. Bu söz padişahın yeni kâtibi izzet Bey (Arap İzzet Paşa) tarafından sarfedilmiştir. İzzet Bey, Şamlı bir Süryani olup Saraya, Şeyh Abdül-Hüda vasıtasıyla yerleştirilmişti. Büyük arazi sahibi zengin bir Arabm oğluydu. Lazarist rahipleri arasında yetişmişti. Bu itibarla mutaassıp müslümanların, cahili bulundukları geniş bir görüşe ve anlayışa sahipti. Fakat, bu Avrupa’lı tahsil ve terbiye cilâsmın altında Fırattan, Akdenize kadar uzanan bölgenin bütün ticaretini ellerinde bulunduran Ermeni tüccar ve sarraflarına karşı tam bir Arap kini yatıyordu. Diğer saray erkânından daha zeki olan İzzet Bey, Abdülhamid’in Panislâm ve Alman ittifakı politikasının çok hararetli bir taraftarıydı. Alman ittifakı, bir tarafın siyasî, diğer tarafın da İktisadî menfaatlerini birbirine bağlayacak bir yol idi. Padişahın Ermenistan mevzuundaki muhafazakârlığı büyük çapta İzzet Beyin her gün biraz daha artan nüfuzuna atfedilebilir.

İzzet Beyin politikasına muhalafet edenlerin hepsi de bir kaç gün içinde tasfiye edildi. O zamana kadar çok lüzumlu bir şahsiyet olan ve Ermeni tedibine nâfile yere karşı bulunan Küçük Sait Paşa bile bu tasfiyeden kurtulamadı. Vazifesinden azle-dildiği gün İngiltere sefaretine iltica etmek çarelerini aradı.

Nihayet Ermeniler ürkek bir siyaset tâkibi suretiyle mücadele edilemeyeceğini anladılar. 1896 yılı Ağustos ayının son günlerinden birinde bombalarla mücehhez yirmi kadar Ermeni fedaisi güpe gündüz Osmanlı Bankasına bir baskın yaptı ve Bankayı ellerine geçirmeye muvaffak oldular. Lüzumsuz, fakat mükemmel bir şekilde yapılan bu baskında bir çok mâsum memur öldürüldü.

Bankanın içine mevzilenmiş olan yirmi Ermeni fedaisi, binayı muhasara eden polisin ve askerlerin üzerine bomba savurmaya devam ediyorlardı. Nihayet bankanın tahripten kurtarılması için yabancı sefirler muhasaranın kaldırılacağı hususunda fedailerle müzakereye geçtiler ve onlara memleketi serbestçe terkedebilmeleri için müsaade alacakları vaadinde bulundular. Bu şekilde kurnazca hareket etmeye sefirleri teşvik eden Bankanın Müdürü Sir Edgar Vincent oldu. Sir Edgar Vincent, baskından haberdar olur olmaz müdüriyet odasının penceresinden dışarı atlayarak kendisini kurtarmıştı. Yabancı sefirleri böyle bir teşebbüse ikna için bütün maharetini ve zekâsını kullanmıştı. Esasen bankanın tahribi ile Bab-ı Ali’nin de büyük menfaatleri tehlikeye girmiş olacaktı. Bu suretle bankadan çıkarılan fedailer, kendilerini muhafaza eden yabancıların himayesinde Sir Edgar Vincent’in limandaki yatına götürüldüler.

Bu defa Batı’yı büyük bir korku aldı. Almanya dahil, Berlin Andlaşmasını imza eden devletler nâmına Fransızca yazılmış açık bir telgrafla Padişaha: “Tediplerin derhal durdurulması, eğer vaziyet devam ederse kendisinin ve hânedamnın tahtının tehlikeye gireceği” bildirildi.

Büyük devletlerin tehditlerinden daha ziyade, kendi milletinin gösterdiği tepki, Abdülhamid üzerinde tesirli oldu. Bir sürü kendini bilmez ipsiz sapsız takımı tarafından ikna edilen aşırı ve vahşîyane hareketler, ilk defa ulema sınıfının ayaklanmasına sebep oldu. Bu cümleden olarak Eyüp Sultan camiinin imamları, Haliç’ten kayıkla geçerek kaçan HasköyTü Ermenileri camiye sokarak sakladılar.

Abdülhamid’i, işbirliği yapmakla itham eden diplomatik lisanla yazılmış müşterek bir notada, büyük devletler Padişaha şunları bildiriliyorlardı; “Resmî makamların gözleri önünde ve onların bâzı ajanlarının işbirliğiyle meydana getirilmiş olan böyle bir kuvvet son derecede tehlikeli bir silâhtır. Bugün İmparatorluğun bir kısım halkı üzerine saldıran bu kara kuvvet, yarın yabancı kolonilerine karşı da kullanılabilir veya, hattâ, şimdi onların faaliyetlerine müsamaha edenlerin aleyhine de dönebilir.”

Bu sözler Padişahın hissetmeye başladığı korku ve vehimlerine bir cevap teşkil ediyordu. Kanlı hâdiselerin üçüncü günü (28 Ağustos Cuma) akşamı bir emir çıkarılarak “Tecavüzler yasak edildi.”

XXVIII

1897 Türk - Yunan Harbi

Kayzer müstesna, bütün Avrupa Padişahı mahkûm etmek için birleşmişti. Alman İmparatoru II. Gullaume Abdülhamid’e karşı şahsî duygularını bildirmek için bu nâzik zamanı seçmiş ve İmparatorluk ailesinin bir resmini padişaha göndermişti. Bu suretle Kayzer, padişaha verilen protesto notasının altındaki Alman sefirinin imzasının resmî bir jestten ibaret olduğunu ve dostunun Ermenilere karşı davranışında mâzur bulunduğunu ifade etmiş ohıyordu.

Abdülhamid bütün hayatı boyunca memleketini kapitülâsyonlardan kurtarmak ihtirası içinde yanıp tutuşmuştu. Son yıllara kadar yabancıların sahip olduğu imtiyazlar hiçbir zaman onun için tahammülü bu kadar zor bir hal almamıştı. Avrupa’h gazeteciler İstanbul’daki yabancı postahaneler sayesinde Türkiye’ye ait haberleri sansürden kolayca kaçırmak imkânını buluyorlardı.

Hele hükümet merkezinde asayişi temin için yabancı sefaretlere mensup tercümanların yardımına muhtaç olmak suretiyle kapitülâsyonların büsbütün kuvvetlendirilmesinden padişah son derecede üzüntü duyuyordu.

1896 Eylül ayında meydana gelen hâdiselere şahit olanlar, Türkiye’de milletlerarası bir kontrolün zaruretini hissettiren sahneleri şöyle anlatmışlardır: “Binlerce Ermeninin sığındığı kiliselere giren sefaret tercümanları onları evlerine dönmeye ikna için çok çalışmışlardır. Büyük devletlerin verdiği teminat onları her türlü müdahale ve tecavüzden mâsum kılmış ve bulundukları yerlere hiç bir Osmanlı memuru sokulmamıştır.”

Padişahın bütün itibarının sarsıldığı, yabancı memleketlerde şahsına karşı derin bir nefret hissi uyandığı ve kendi memleketinde de hoşnutsuzlukların arttığı, bütün kudret ve ihtişamının çökmeye yüz tuttuğu bir sırada âniden patlak veren Yunan harbi tehdidi, bütün Türk milletinin onun etrafında toplanıp birleşmesine sebebiyet verdi.

Bir senedenberi Girit’te vaziyet çok gergindi. Yunanistan’ın istiklâle kavuşmasından elli sene sonra Girit’liler Türk hâkimiyeti altında çok güç bir sabır gösteriyorlardı. Adadaki hristiyan ahalinin ekseriyetinin Türk idaresine karşı dağınık bir tarzda isyana teşebbüs etmesi merhametsiz bir şekilde bastırılmıştı. Bu hal, büyük devletlerin müdahalesi sayesinde Padişahın bazı tedbirler almasını mucip olmuş ise de, bu tedbirler de kısa bir, zaman sonra tesirsiz kalmıştı. Ve Ermeni katliamı esnasında bu fırsattan istifade eden Abdülhamid Girit’teki hristiyan valiyi azlederek yerine azınlığa mensup bir müslümanı tâyin etti. Bu suretle bir defa daha ada üzerinde korkunç bir taassup havası esmeye başladı. Müslüman valiye karşı açıkça isyan eden hristiyan ahali, anavatanları Yunanistan’dan yardım istedi. Umumî efkârın tazyikine tahammül edemeyen Kral George de adaya askerî kuvvet göndermek zorunda kaldı. Fakat Yunanistan’ın bu hareketi büyük devletler tarafından da hoş karşılanmadı. Abdül-hamid’i memnun eder şekilde, adaya vâki tecavüzden tamamen Yunan hükümeti mes’ul görüldü. 1897 Şubat ayının başlarında büyük devletlerin harb gemileri Suda körfezine geldi. Bu suretle de muhtelif Avrupa hükümetlerinin ele aldığı Ermeni mes’elesine ait dosyalar, unutulmaya terkedildi.

Eğer büyük devletler hemen harekete geçselerdi, belki harbe mâni olabilirdi. Fakat bir kere daha nota ve ültimatom yazmak suretiyle bir hayli zaman kaybedildi. Bu müddet zarfına da Atina’daki umumî heyecan adamakıllı şahlandı. Filhakika ne Kral, ne de Padişah bir harbi aslâ arzu etmiyorlardı. Yunan Kralı son dakikaya kadar büyük devletlerin düşmanlığa engel olacaklarını ümit ediyordu. Padişah ise şahsan Türklerin Avrupa’dan kovulması neticesini verebilecek böyle bir ihtilâfa kat’iyen temayül göstermiyordu. Eğer bizzat Abdülhamid’e kalsaydı, evvelce Bulgaristan için tatbik ettiği pasif bir politika takibine karar verirdi. Fakat Yunanistan, Adadaki kuvvetlerini geri çekmeyi reddedince ve bilhassa Kara ordusu ile Türk hududunu tecavüz edince harbe taraftar olanların başında bulunan Türkiye Er-, kân-ı Harbiye Reisi (Serasker) Yıldız’a yapılan toplantıda Ab-dülhamid’in fikirlerine iştirak etmedi ve harbe karar verildi.

Von Der Goltz tarafından yetiştirilen genç Türk subayları da esasen düşman ile kozlarını paylaşmak için büyük bir arzu ve heves gösteriyorlardı. Padişahın Berlin’deki büyük müttefiki, yeni Osmânlı ordusunun harb gücünü tecrübe ve Krupp fabrikaları tarafından yapılan silâhların ve topların tesirini göstermek için mütemadiyen onu teşvik ve tahrik ediyordu. Osmanlı Ordusunun kuvvet ve kudretini görmek hususunda istical eden Kay-zer, kızkardeşinin Yunan veliahdi olması gibi hissî düşüncelere aslâ ehemmiyet vermiyordu. Fakat Abdülhamid hâla tereddüt içindeydi. Yunanlıların Girid’e asker çıkarmasından ancak iki ay sonra Türkiye Yunanistan’a harb ilân etti. Onbeş seneden beri Haliç’de demirli bulunan beş eski harb gemisi halkın heyecanlı tezahüratı arasında Marmara’ya açıldı.

Ancak otuz gün devanı eden bu harb Abdülhamid’in büyük bir şöhret kazanmasına vesile oldu. Baştan sonuna kadar Yunanlılar birbirini tâkip eden feci mağlûbiyetlere uğradılar. Harbe girerken yüksek bir moral gösteren Yunan ordusu tamamen dağılmaktan kendisini kurtaramadı ve Alman usulüne göre yetiştirilmiş subayların idare ettiği çok disiplinli Türk Ordusu tarafından her bakımdan hezimete uğratıldı. Birkaç gün içinde Türkler Tesalyaye doğru ilerlediler ve Larisa’yı aldılar. Bir iki hafta sonra da Yunan hükümet merkezindeki harb taraftarlığı bir balon gibi söndü, yerini geniş bir paniğe terketti. Vaziyet o kadar vahimdi ki, büyük devletler yeniden müdahaleye mecbur oldular ve düşmanlığa son verdirdiler.

Zafer neş’esi içindeki Türkiye artık her türlü sıkıntı ve üzüntüleri unutmuşa benziyordu. Bizzat Jön Türkler bile seslerini kısmışlardı. İstanbul caddelerinde mağrur ve muzaffer bir şekilde gezen Abdülhamid, halk tarafından coşkun bir tezahüratla alkışlanıp Gazi ünvanıyla selâmlanıyordu.

Henüz iki ay evvel Ramazana tesadüf günlerde öldürülmek korkusu yüzünden saraydan dışarı çıkmaya cesaret edemeyen Padişah, İstanbul’da her sene yapılan Peygambere ait mukaddes eşyanın ziyaretine giderken son dakikada büyük bir vehme kapılmış, merasim alayını terkederek Dolmabahçe’den Top-kapı sarayına kayıkla geçmişti. Fakat şimdi halkın içten gelen alkışları, askerlerinin itimat telkin eden tavırları ona sonsuz bir neş’e veriyordu.

Avrupa’h sefirler onu asla bu derece keyifli görmemişlerdi. Eski düşmanı Sir Philip Currie Padişahı, Ermenilere yardım teşkilâtını desteklemeye bile mütemayil bulmuştu. Nitekim Ermeni tebaasının ıstıraplarını dindirmeye çalışan Britanya Güvenlik Komitesine açıkça teşekkür edecek kadar kurnazca bir harekete dahi tevessül etmişti.

Abdülhamid, İngiltere Kraliçesi Victoria’nın tahta çıkışının altmışıncı yıldönümünün verdiği fırsattan faydalanarak demişti ki; “Eğer İngiltere ile bir ihtilâfımız varsa, buna ne İngiliz milleti, ne de Kraliçe hazretleri sebebiyet vermiştir. İhtilâfın asıl ve hakikî müsebbipleri bâzı siyaset adamlarıdır.”

Sadrâzamdan itibaren bütün Türk nâzırları, Majeste Kraliçenin yıldönümleri şerefine sefarette verilen suvareye iştirâk hususunda Padişahtan hususî surette emir aldılar. Ayrıca sefaret kilisesinde yapılan jübile duasında Osmanlı İmparatorluğu yüksek makam sahibi beş hristiyan memur tarafından temsil edildi.

İngiliz umumî efkârının mühim bir kısmı bu ânî değişikliği çok güç kabul ediyordu. Nitekim Kraliçe’nin yıldönümünü tebrik için Padişah tarafından hususî surette Londra’ya gönderilen hey’ete karşı Başvekil Mr. Gladstone’un hasmâne bir nümayişe tevessül etmesi, iki memleket arasındaki münasebetleri bir kere daha gerginleştirmişti. Fakat Kraliçe Victoria çok diplomat bir hükümdardı. Bu itibarla Padişahın hey’etini, dostluk hislerinin ihya edildiğine delâlet eden bir sempati ile kabul etti. Diğer taraftan Padişah şahsen duyduğu hürmetin bir nişanesi olarak, Tarabya’daki yazlık sefarethanede verilen ziyafette misafirleri eğlendirmek için altmış kişilik bir müzisyen ve artist grubu gönderdi.

İstanbul’da sulh konferansının açıldığı zaman, bu ânî dostluğun hakikî sebebi de anlaşıldı. Bu konferansta Türkiye, Tesalya’nm büyük bir kısmının kendisine bırakılmasını ve on milyon lira tutarında bir harp tazminatı ödenmesini istedi. Eğer Abdülhamid kendisinin Kayzer tarafından desteklendiğine gü-venmeseydi, bu kadar mühim istekle ortaya çıkmaya cesaret edemezdi. Fakat diğer Avrupa milletleri Tesalya’nm Türk hâkimiyeti altına girmesini aslâ arzu etmiyorlardı. Bu itibarla Padişah bir hudut tashihi ve dört milyon liralık tazminat ile iktifaya mecbur kaldı.

Çok çapraşık ve dikenli olan Girit mes’elesine gelince, bu da ânî bir kararla bertaraf edildi. Adanın himayesini bizzat büyük devletler kendi üzerlerine aldılar. Bu mevzuda Almanya ve müttefiki Avusturya, diğer Avrupa milletlerinden tamamen ayrı düşünce ve kanaatteydiler. Bu sebeple harp gemilerini Girit’ten çektiler ve hristiyanlarla müslümanların bütün otoritelere karşı açık bir isyan hâlinde bulundukları adanın asayişini temin gibi nankör bir vazifeyi İngiltere, Rusya, Fransa ve İtalyaya bıraktılar.

Denilebilir ki, bu harp ekonomik bakımdan Türkiye için istifadeli olmuştur. Ayrıca muzaffer Türk askerleri, AvrupalIların müdahalesine karşı ayaklanmak hakkını da almışlardır. Fakat asıl mühimmi, bu harp sayesinde Padişah, yalnız imparatorluk hudutları içinde değil bütün İslâm âleminde de büyük bir itibar kazanmıştı. Osmanh Ordusuna yardım için Hindli prensler büyük bağışlarda bulunuyorlardı. Pasifik ve Hind okyanusundaki adalara dağılmış olan müslümanlardan Yıldıza tebrik yağıyordu. Bugüne kadar İngiltere’nin Hindistan İşleri Nezareti Halifenin Hint müslümanları üzerindeki nüfuzunu asgariye indirmek çarelerini arıyordu. Fakat buna rağmen Abdülhamid’in İslâm Birliği propagandası meyvelerini vermeye başlamıştı. Müslüman olmayan bir kimsenin iştirakine müsaade edilmeyen Kurban Bayramında kurban kesmek için at üzerinde Dolma-bahçe sarayına gelen padişahı alkışlamak üzere gayet gösterişli elbiseler giymiş olan Hint prensleri de Arap şeyhlerin yanında yer almışlardı.

Kordiplomatik arasında bayram merasimini tâkip etmiş olan Britanya sefaretine mensup genç bir sekreter babasına yazdığı mektupta şunları söylemektedir; “Kurban Bayramı bende büyük bir tesir husule getirdi. Bu bayram, padişahın ne kadar muazzam bir kudrete sahip bulunduğunu ve ona bir kötülük yapmaya teşebbüs etmenin ne kadar boş olduğunu ispat etmektedir.”

Sekiz ay evvel aynı genç adam Sultan Abdülhamid’in, kendi hükümet merkezinde, yabancı devletler tarafından tehdit edildiğini görmüştü. Hattâ bir sene önce Jön Türklerin mutlak surette isyan edeceği hususunda müteaddit dedikodular dolaştığını, sözüne itimat edilebilen siyaset adamlarının Padişahın bir seneden fazla saltanatta kalamayacağını söylediklerini de işit-mişti. Bununla beraber harp ihtimali karşısında bütün Türkler Padişahlarının etrafında toplanmışlardı. Şimdi Abdülhamid artık tamamen her şeye hâkim bulunuyordu..

Balkan milletlerinin en haris prensleri bile bu defa Yıldızın bu yaşlı adamıtıa sonsuz bir hürmet göstermeye mecbur olmuşlardı. 1897 yılının Kurban bayramı merasiminde hazır bulunan prens ve paşalar arasında Padişahtan resmen Bulgaristan Prensliği ve Doğu Rumeli Valiliği almış olan Ferdinand da vardı. Prens Ferdinand dahi Padişah kadar kurnaz ve zeki bir adamdı. Nitekim her ikisinin de tahta geçmesini temin etmiş olan Mithat Paşa ve Stambouloff aynı akıbete mâruz kalmışlardı. Filhakika Ferdinand, eski nâzın ve rehberi Stambouloffa’un katli ile doğrudan doğruya ilgili değildi ama, suçluları cezalandırmak için de hiç bir ciddî teşebbüste bulunmamıştı.

Prens Ferdinand’ın, kendisine'hürmet göstermeye hazır olmasma mukabil Padişah da ona lûtufkâr bir muamele yapmaya mütemayildi. Damarlarında Bourbon’ların kanı akan bir prensin tâzimlerini kabul etmek düşüncesi, Abdülhamid’in gururunu son derecede okşuyordu. Ayrıca birbirlerine itimatsızlık duymalarına rağmen, Abdülhamid ve Ferdinand yanyana gelmekten de derin bir zevk alıyorlardı. Bu buluşmadan sonra Prens, yabancı devlet adamlarıyla yaptığı görüşmelerde Sultanlar Sultanı olan Abdülhamid’e tâbi olmakla gurur duyduğunu ifadede aslâ kusur etmiyordu.

1897 yılı yaz mevsiminde İstanbul ziyaretçilerle dolmuştu. Gittikçe artan dermansızlığına ve hâd safhaya varan uykusuzluğuna rağmen Abdülhamid, yabancı misafirlerine hüsnü kabul göstermek için sonsuz bir gayret sarfediyordu. Şahsî itiyatlarındaki sâdelik ve tasarruf hususundaki aşırı gayretiyle maiye-tindekilere ve yabancı hükümdarlara kıymetli hediyeler vermek hususunda yaptığı israf tam bir tezat teşkil ediyordu. Onun bu cömertliği daha ziyade umumî efkârı tesir altında bırakmak maksadına atfedilebilir. Fakat tamamen ilgisiz görünmesine rağmen, artık ihtiyar bir kadın olan ve sürgün hayatı yaşayan eski Fransız İmparatoriçesi Eugenie’ye İstanbulu ziyaretinde çok nâzik ve mertçe bir misafirperverlik gösterdi...

Eugenie, Yıldızda, halâ bir hükümdarmış gibi kabul gördü. Bu vaziyet Fransa Sefiri Paul Cambon’u çok müşkül bir duruma düşürmüştü. Abdülhamid eski împaratoriçeye böyle mert ve asîl bir harekette bulunmakla şüphesiz ki, Paris ziyareti sırasında Eugenie’nin Tuileries Sarayında kardeşi Murad’a nispetle kendisine gösterdiği daha sathî alâkaya bir mukabelede bulunmuş oluyordu.

Abdülhamid ile vâki görüşmelerinde, Murad’m isminden bahsetmemesi hususunda ihtiyar împaratoriçeye çok sıkı ve ciddî bir tavsiyede bulunulmuştu. Boğazın kayıkçıları bile Çıra-ğan sarayının önünden geçerken başlarını başka tarafa çeviriyorlar, arabacılar atlarını daha süratli sürüyorlardı. Çünkü herkes saray civarında dolaşan hafiyelerin herhangi bir şekilde kendilerini eski Padişahı kurtarmaya teşebbüs etmekle itham etme-|            lerinden korkuyordu. Aradan yirmi sene geçmesine rağmen Ab

dülhamid halâ, artık bir hayaletten başka bir şey olmayan ve Çı-rağan da mahpus hayatı yaşayan Murad’dan son derecede çekiniyordu. Bu itibarla hiç kimse, Padişahın nefret ettiği Murad’m isminden bahse cesaret edemiyordu. Ayda bir defa hekimlerden j            ibaret bir hey’et eski padişahın sıhhati hakkında Abdülhamid’e

bir rapor takdim ediyordu. Bu raporlar dahi, her sene neşredilen [i             1876 Kanun-i Esasisinin tâlikine dair olan esaslar kadar basit ve

sathî idi.

·        XXIX

Alman İmparatorunun İstanbul’ u ikinci Ziyareti

1898 Ekim ayında İmparator Guillaume ikinci defa olarak olarak İstanbul’a geldi. Bu ziyaret imparatorun, Kudüs’te yeni inşa edilen Luteryen Kilisesinin açılışı için Filistin’e gitmeden evvel yapılmıştı. Ziyaretin zamanı bundan daha iyi seçilemezdi. Çünkü aynı tarihte Girit’teki vaziyet, Abdülhamid’in dört büyük devlet ile olan münasebetlerini iyice gerginleştirmişti. Bu dört devlet, dünyanın diğer kısımlarındaki ihtilâfları ne olursa olsun, adadaki asayişi temin için sıkı bir işbirliği yapmak hususunda mutabık bulunuyorlardı. Bu suretle de Girit limanındaki Türk garnizonunun takviye edilmesine mâni olmuşlardı. Limandaki İngiliz bölgesinde bulunan müslümanların ayaklanması neticesinde İngiliz konsoloshanesi ateşe verilip viskonsül ile bir kısım memurlar yakılınca, amirallerin de sabrı tükendi ve adadaki kuvvetlerini geri çekmesi için Padişaha müşterek bir nota verdiler. Bu notada adadaki Türk bayrağını muhafaza için sadece sembolik bir kuvvet bırakılmasına müsaade ediliyordu.

Abdülhamid İngiltere, Fransa, Rusya ve İtalya harp gemilerine karşı meydan okuyacak kudrette değildi. Bu itibarla müttefik devletlerin isteklerine boyun eğdi. Sadece adada itibarî şekilde vesayeti muhafazaya ve son derece ağır şartlar altında Vâ-li olarak bir Rum prensinin tâyinini kabule mecbur oldu. Bu hâl ve vaziyet içinde Türkiye’ye dost kalan yegâne Avrupah devlet Almanya olmuştu. Girit’ten harp gemilerini çeken ve ültimatomu imzalamayı reddeden Kayzer, Padişahı son derecede minnettar etti. Alman ittifakına açıkça muarız olan Vambery’e Abdülhamid bir gün demişti ki: “Alman İmparatoru ile tesis ettiğim dostluğu tenkit faydasızdır. Çünkü bütün AvrupalIlar bana mümkün olan her çeşit fenalığı yapmak istedikleri şu sırada, dostluk ve yardım eli uzatan yegâne millet Almanlar olmuştur.”

Padişah ikinci Guillaume’un kendisine gösterdiği yakınlığın hakikî maksadının ne olduğuna aslâ temas etmek istemiyordu. Bu seyahatin sadece mukaddes ve dinî sebeplerden ileri gelmediğimi anlamak zor değildi. Kudüsteki yeni Luteryen kilisesinin açılışı hiç bir surette Harbiye Nâzın Prens Bulow ile Deutsche Bank mümessili Dr. Siemens’in İmparatora refakatlerini icabettirmezdi. Almanlar için Padişahtan Bağdat demiryolu imtiyazının alınması hususunda en müsait zaman zuhur etmişti.

Almanyanın yeni sefiri Mareşal Baron Von Bilberstein’in gayretlerine ve padişahın yüksek memurlarına bol miktarda rüşvet vermesine rağmen Konya - Bağdat hattının imtiyazını almak uzun zaman sürüncemede kalmıştı.

Abdülhamid sadece büyük devletlerin kıskançlıklarım tahrik etmek suretiyle tarafsız bir siyaset takip etmesine rağmen, bir gün kendisine harbe mecbur edeceğinden korkarak herhangi bir devlete imtiyaz vermekten çekiniyordu. Afrika’da, İngiltere ve Fransa arasında had safhaya giren müstemlekecilik

rekabeti yüzünden Abdülhamid, Fransa veya müttefiki Rusya’ya cephe almakta mahzur görmüyordu. Hattâ Kayzer’in dostluğunu muhafaza etmek için Almanyamn emperyalist siyasetinin tahakkukunu temin bakımından en küçük bir maksat taşımıyordu. Bu suretle bir defa daha vakit kazanmış oluyordu.

Misafirlerine karşı son derece mültefit davranmak ve onları hediyelere garketmekle beraber imtiyaz hususunda hiçbir sarih taahhüde girmedi. Sadece Sirkeci ile yeni inşa edilen Haydarpaşa garı arasındaki feribot servisini Almanlara kiralamakla iktifa etti. Yeni garın resmen açılışında Kayzer ile beraber hazır bulunuşu, Alman İmparatoruna esas mes’eleleri unutturup, dikkatini başka tarafa çevirmesi maksadına mâtuf bulunuyordu.

Bununla beraber imparatora karşı, geçenki ziyaretten daha muhteşem olarak gösterilen misafirperverlik ve Padişahın bir kardeş gibi duyduğu samimi ilgi, kafasında bambaşka projeler bulunan Guilliaume’u memnun etmeye kâfi gelmedi. Fransa sefaretine mensup yüksek bir memurun tahminine göre Alman İmparatorunun Şarka yaptığı bu seyyahat Türkiye hâzinesine altı milyonu hediye olmak üzre otuz milyon franga malolmuştur. Türkler hiç bir yabancıya ve Avrupalıya aslâ bu kadar hararetli bir misafirperverlik göstermemişlerdi.

Muhtelif hisler altında bulunan yabancı sefirler, nişanlarla süslü muhteşem bir üniforma giymiş olan Alman İmparatorunu, beyaz bir at üzerinde İstanbul caddelerinden geçerken halkın coşkun bir şekilde alkışladığına şahit olmuşlardı. İngüizler ve AvusturyalIlar bu seyahatten hayırlı neticeler çıkacağına ihtimal veriyorlardı. Fransızlar ve Ruslar ise ihtiyatlı bir sükût içinde kalmayı tercih ediyorlardı. Fakat Fransız sefiri Paul Cambon, itiyadı olduğu veçhile müstehzi bir dil ile bu hâli şöyle anlatıyor: “Kayzer her ne kadar harpten ve deniz savaşından bahsediyorsa da, çeşitli askerî üniformalarla süslenmesine rağmen, ken-dişi ne kara, ne de deniz askeridir. Sadece acemi bir seyyahtır. Fakat Padişahın şahsında hakikî bir sağmal inek bulmaya muvaffak olmuştur.”

Fransız basınında neşredilmekte olan yüzlerce karikatürde daha fena bir şekilde Türkiye, ayakları, İngiltere, Rusya, Fransa ve İtalya tarafından zorla tutulmak suretiyle Almanyanın sağdığı bir inek olarak temsil ediliyordu. Başkâtip Arap İzzet Paşa, bu karikatürleri padişaha göstermeye aslâ cesaret edememişti.

Kayzer’in ikinci ziyareti şerefine tamamen yenilenmiş olan Merasim Köşkünde, İmparator ve İmparatoriçe, herşeyden evvel arzularının yerine getirilmesini temenni ediyorlardı. Kocasının çok hareketli geçen hayatına intibak edebilmek için sar-fettiği gayretten dolayı vaktinden evvel ihtiyarlamış olan silik ve mahçup İmparatoriçe Augusta, Bin Bir Gece Masallarındaki hayâl âleminin zevk ve heyecanını yaşadığı Osmanlı sarayında âdeta sarhoş gibiydi. Fakat Guillaume sabırsızlanıyordu. Şarklılara mahsus diplomatik oyunlar Kayzeri hiddetlendirmişti. Padişaha karşı her ne kadar derin bir sempati besliyorsa da şiddetli bir kıskançlık hissi altında gittikçe şüpheleri artıyordu. Çünkü Abdülhamid Bağdat demiryoluna ait imtiyaz mes’elesi hakkında bir karara varmayı, Fransa ile İngiltere arasındaki Afrika müstemlekeleri ihtilâfının nasıl halledileceğini bekleyerek kasten geçiktiriyordu.

Mütekabil mültefit ve nâzikâne muamelelere ve kıymetli hediyeler teatisine rağmen hava oldukça gerginleşmişti. (Bu sırada Kayzer, İstanbul’da Sultanahmet meydanındaki meşhur çeşmeyi yaptırdı.) Hakikatte her iki hükümdar Mavi Nil bölgesinde cereyan eden hâdiseler neticeleninceye kadar birbirleriyle pek az ilgilendiler. Yıldızın telgraf hatları, İngiliz ve Fransız Başvekillerinin en son kararlarını Abdülhamid’e intikal ettirmek için gece gündüz durmadan çalışıyordu. Bu hâdiseler acaba bütün Avrupayı harbe sürükleyecek şekilde İngiltere ile Fransa arasında bir husumete müncer olacakmıydı?.. Bu vaziyette Türkiye tarafsızlığından istifade ederek Mısın tekrar eline geçirebilir ve Kuzey Afrika Arapları nezdindeki itibarını tekrar tesis edebilirdi.

Kayzer dahi bu mes’ele ile çok yakından ve fakat ayrı cepheden ilgileniyordu. Çünkü Afrika müstemlekeleri için İngiltere ile Fransa kendi aralarında çarpışmak mecburiyetinde kalırlarsa Kayzer de Asya’da tamamen serbest kalabilecekti.

Afrika buhranı had safhaya geldiği sırada Alman İmparatoru ve İmparatoriçesi de Filistine gitmek üzere 27 Ekimde İstanbul’dan ayrıldılar. İki hükümdar atasındaki dostluk, görünüşte devam etmesine rağmen Kayzer, hayalindeki imtiyazlara kavuşamamıştı. Bu husustaki üzüntüsünü Osmanlı Nâzırları ile vâki görüşmesinde ifade etmekten kendisini alamadı.

Abdülhamid, Kayzerin bu sözlerinden habersizmiş gibi davranarak misafirlerini Dolmabahçe rıhtımında çok samimî bir şekilde uğurladı. Adeta aralarında hiç bir ihtilâf vukua gelmemişti.

Akşam oluyordu. Padişah Yıldıza doğru yol alırken, caddenin iki tarafına sıralanmış olan meraklıların çehreleri zor tefrik ediliyordu.' Abdülhamid karanlıkta araba ile yolculuk etmek kadar hiç bir şeyden nefret etmezdi. Muhafız askerlerinin ellerindeki fenerlerin ve caddelerin lâmbalarının ışığı altında zaman zaman parlayan çehrelerin her biri Padişahın gözlerine korkunç birer câni gibi görünüyordu. Avusturya İmparatoriçesi güzel Elisabeth’in fecî bir şekilde öldürülmesinden sonra Abdülhamid de devamlı bir suikast korkusu içinde yaşıyordu. İmparatoriçe-nin katili mahkemede Elizabeth’e karşı hiç bir düşmanlığı olmadığını ve sadece onun bir tahtta sahip bulunmasının bu cinayete sebebiyet verdiğini itiraf etmiş ve hakkındaki karar okunurken “Yaşasın İhtilâl!” diye bağırmıştı. Abdülhamid’e bu izahatı, ziyareti sırasında Kayzer vermişti. Bundan sonra Padişah halkın karşısına çıkacağı zaman elbiselerinin altına bir zırhlı gömlek giymeyi âdet edinmişti.

Yıldız Sarayına gelip de kapılar kapandığı zaman büyük bir huzur ve emniyet duydu. Fakat bu defa da karşısında zeki bir adam bulamamaktan dolayı üzülüyordu. Eğer Arap İzzet Beyi huzurunda görseydi Kayzer’in özlediği imtiyaza ait fermanı imzalamaya râzı olabilirdi. Fakat kurnaz bir adam olan İzzet Bey yerine AvrupalIlarla her türlü ittifaka açıkça muarız ve eski ekole mensup namuslu ve son derecede faziletli bir Türk olan Süreyya Bey huzuruna geldi.

Süreyya Bey Mabeyn Başkâtibi sıfatıyla, dünyanın dört köşesinden gelen raporları tetkik ve tasnif etmekle vazifeliydi. Bu raporların hiçbiri padişaha arzedilemiyecek kadar ehemmiyetsiz değildi. Zira Padişahın seneler ilerledikçe artan en büyük kusuru tefrik ve temyiz kabiliyetindeki zaafıydı.

Tesadüfen veya kasten, Süreyya Bey Mezopotamya askerî makamlarından gelen bir raporu Padişahın tetkik edeceği evrakın en üstüne koydu. Bu raporda, Alınanlardan mürekkep bir arkeolog grubunun Musul bölgesinde güya harfiyat yapmak maksadıyla petrol araştırmasıyla meşgul olduğunun tesbit edildiği bildiriliyordu. Rapora göz atar atmaz, Abdülhamid’in Alınanlara karşı şimdiye kadar gizlediği itimatsızlık açığa çıktı. Demek ki bu suretle dostu Kayzer elindeki son imkânlardan da onu mahrum etmek istiyordu!

Böylece Guillaume’un şark seyyahati Abdülhamid’in nazarında derhal şüpheli bir hal aldı.

Arap İzzet Beyin tavsiyesi üzerine Padişah yalnız Kay-zer’in Türkiyeyi ziyaretine muvafakat etmekle kalmamış, memleketine gelen bu hükümdarın çok muhteşem bir şekilde misafir edilmesi için büyük masraflar yapılmasını da kabul etmişti.. Abdülhamid’in asıl maksadı, Almanya ile bir ittifak yaptığını gururla ilân etmek ve Kayzer’in şarka karşı gösterdiği yakınlığı destekler görünmek suretiyle belki de Hindistan yolunu emniyette bulundurmak için devamlı güçlüklerle karşılaşan İngiltere ile Almanya'nın arasını açmaktı. Fakat İngiltere’nin, Kayzer’in bu seyahatinde bir mahzur görmemesi, hattâ müspet karşılaması padişahı oldukça öfkelendirmişti. Hele Times gazetesinin bu seyahatte hususî bir muhabir bulundurması ve seyahatin Cook Ajansının organisazyonu ile yapılması da çok mânidardı. Diğer taraftan bir İngiliz gazetesinde çıkan bir yazı Padişahın hiç hoşuna gitmemişti. Bu yazıda deniliyordu ki: “Alman İmparatorunun Mukaddes Topraklar üzerindeki seyahati için alınan mükemmel tertibat Cook Ajansının organizasyon sahasındaki başarısı ile mümkün olmuştur. Bu başarısından dolayı Cook Ajansını tebrik etmek lâzımdır.”

Abdülhamid Almanların bu iki yüzlü hareketinin delillerinden bahsettiği vakit Arap İzzet Bey aslâ bu kadar sâkin ve soğukkanlı görünmemişti. Halen kendisini Alınanlara satılmış olmakla itham ederek Kudüs’te Kayzer’-i karşılamak için yapılan hazırlıklara mâni olmasını emrettiği zaman İzzet Bey büsbütün hareketsiz kaldı. Filhakika İzzet Bey Padişahın bu gibi iradeleri karşısında işin nasıl idare edileceğini gayet iyi biliyordu. Defalarca padişahın gözünden düşmek tehlikesine mâruz kalmıştı. Fakat daima kendisini kurtarmaya muvaffak olmuştu. Abdülhamid’e, görünürde çok sâdık ve bağlı olmasına rağmen, hakikatte ondan nefret ediyordu. Almanların Mezopotamyadaki faaliyetlerinden îzzet Bey tamamen haberdardı. Padişahtan gizli olarak, Alman jeologlarının araştırmalarının müsbet bir neticeye intikal edip etmediğini dikkatle takip ediyordu. Padişahın servete karşı ne kadar haris olduğuna da çok yakından vâkıftı. Bu itibarla, mevkiinin aslâ tehlike ile karşılaşmayacağına, bilâkis gittikçe kuvvet kazanacağına kaniydi. Bunun da saraya gelecek şu mealdeki bir raporla mümkün olacağına emindi; ”Musul civarındaki küçük bir bölgenin Maverayı Kafkastaki petrol sahalarından çok daha verimli olduğu tesbit edilmiştir.”

Padişahın öfkesinin geçip, yerini menfaatlerini hesaplayacak temayüllere terkettiği zamanı bekleyen İzzet Bey, imtiyaz avcılarının, akbabalar gibi bu bölgeler üzerine üşüşmesinden evvel buraları Zat-ı Şahanenin İlâhi himayesine almasının daha akıllıca bir hareket olacağını münasip bir şekilde Abdülhamid’e izah etti. Ayrıca Zat-ı Şahanenin bu bölgede şahsına mahsus geniş arazisi bulunduğuna göre, işi çok gizli olarak neticelendirmenin zarurî olduğuna işaret etti.

Ertesi gün bir “iradei şahane” İzzet-el Abid’in paşalığa terfi ettirildiğini ilân ediyordu.

Bu sırada Kayzer, az daha seyahatini tehlikeye düşürebilecek engellerin farkına varmadan düşüncelerini serbestçe ortaya atmıştı. Suriye ve Filistin halkı, böyle muhteşem bir kafileyi as-lâ görmemişti. Söylemek caiz ise, İmparator Hayfa’da karaya ayak basar basmaz hemen sahneye çıktı. Derhal etrafına toplanan gazetecilere, seyahatten çok memnun olduğunu ifade etti. İmparatorluğun en yüksek memurlarından ibaret yirmi yedi kişilik maiyeti ve altı yüz askerden teşkil edilmiş muhafızlarıyla Yafa’dan Kudüs’e doğru tam bir zafer yürüyüşü yaptı. Ayyıldız-h Türk bayraklarıyla Kartal armalı Alman bayrakları, Cook Ajansının flâmaları arasında birbirine karışıyordu.. Cook Ajansı tarafından temin edilen beş yüz katır, imparatorun geceyi geçireceği yerlerdeki istirahatini sağlayacak yirmi altı çadır ile çeşitli yiyecek, içecek ve eşyayı, aşçıları ve tercümanları taşıyordu. Seyahat esnasında her türlü konfor temin edilmişti.

Kayzer, Haçlı seferlerine iştirak eden süvariler gibi muhteşem bir üniforma giymiş olduğu halde Kudüse girdi. Kendisini tozdan ve güneşten koruyan beyaz ipekli kumaştan yapılmış hacılara mahsus kaputu ve başlığı ile dindar halk üzerinde büyük bir tesir yaratmıştı. Hele kortej şehrin yakınlarına gelince, yere ayak basar basmaz tozlu yolun ortasında diz çökerek dua etmesi, karşılayan kalabalığı büsbütün coşturdu. Bu hareketi bir kısım dünya basınında alay mevzuu olmasına rağmen, rolünü muhteşem ve mutantan bir şekilde yaptığı inkâr edilemezdi. Alman Luteryen kilisesini açması, (Meryem Ana) evi yapılmak üzere katolik Almanlar için bir yer satın alması, müslüman ve yahudi cemaatlerine mensup mümessilleri kabul etmesi, hocalarla, hahamlarla, tüccar ve sarraflarla ayrı ayrı görüşmesi, maddî maksatlar için olmayıp sulh ve huzurun tesisinden, insanlığın saadetine hizmetten ibaretti. Elde ettiği başarı, şimdiye kadar seyahatini hoş karşılamış olan İngiltere Başvekili Lord Salis-bury’yi endişelendirebilecek mahiyetteydi. Bu “sulh ve huzur havarisi”nin yeni bir ticaret pazarından İngiltereyi uzaklaştırmak niyetinde olup olmadığı düşünülmeye başlanmıştı.

Padişahın ümitleri nihayet tahakkuk ediyordu. İngiltere hükümeti ile Kraliçe Victoria’nın torunu olan Alman İmparatoru arasındaki münasebetlerde hafif bir çatlak görünmeye başlamıştı. Diğer taraftan Afrika’dan gelen yeni haberlere göre, Fran-sızlar çekilmeye hazırlanıyorlardı. Çünkü Ruslar, Fransızlar için çarpışmaya henüz hazır olmadıklarını açıkça bildirmişlerdi. Fakat İngilizlerin Mısır üzerindeki baskıları gittikçe artıyordu. Bu vaziyette İngilizleri Mısırdan kendi kuvvetiyle çıkarmanın mümkün olmadığını gören Abdülhamid, İzzet Paşa’nın tavsiyesine uymaya ve dostu Kayser hakkında daha çok dikkat ve itina göstermeye mecbur oldu.

Guillaume Filistinde başka, Suriye’de başka bir rol oynuyordu. Suriye’de Bedevi Şeyhleri gibi giyinerek, Prens Bulow’u bile şaşırtacak bir tarzda, Selâhattin-i Eytubî’nin türbesine çelenk koydu. Şam’a yaptığı ziyaret, seyahatinin son ve en mühim merhalesi oldu. Büyük bir topluluk önünde Harunürreşit ile Charlmagne arasındaki dostluğu hatırlatarak, şimdi de kendisinin Osmanlı padişahı ve üç yüz milyon müslümanın halifesi olan Sultan Abdülhamid’in en yakın dostu olduğunu beyan etti.

Guillaume öyle bir rol oynuyordu ki, bunun faydası kadar zararı da büyük olabilirdi. Avrupayı ve bizzat milletinin büyük bir kısmını şaşırtan nutku, İslâm âleminde heyecan ve alâka ile karşılanmıştı. Padişah bu nutka, minnettarlık duygularını açıkça ifade ederek cevap verdi. Fakat diplomasi çarkları Doğuda harekete geçmek için çok ağır dönüyordu. Abdülhamid’ten başka hiç kimse meşhur bir atalar sözünün doğruluğuna inanmıyordu: “Acele işe şeytan karışır.”

Nihayet aradan bir sene geçmeden 27 Ekim 1899 da, Konya’dan Bağdat’a ve İran körfezine uzatılacak demiryolu hattına ait imtiyazın Alınanlara verilmesine Padişahın muvafakat ettiği Anadolu demiryolları Şirketi ile Deutsche Bank Müdürlüklerine bildirildi.

·        XXX

Hicaz Demiryolu

Abdülhamid’in saltanata geçişinin yirmibeşinci yılı ile beraber yeni bir asır da doğmuştu. Paris’te, Londra’da veya Cenevre’de mahrumiyet içinde yaşayan mülteci Türklerin ümitleri henüz tahakkuk etmemişti. Padişah sadece tahtını muhafaza etmekle kalmamış, zamanla efsaneleşen "bir zırha bürünmüştü. Aydın zümrenin kendisinden nefret etmesine, ordu mensuplarının ise devamlı tenkitlerine mukabil, milletinin büyük bir ekseriyeti tarafından sevilen bir varlık olmuştu. İstanbul’un fakir halkı için Abdülhamid merhametli ve şefkatli bir “Baba” idi. Şehrin ahşap mahallelerinde sık sık vukua gelen yangınlarda felâkete uğrayanlara her türlü yardımı yapıyordu. Kendisinin tasarrufa son derecede riayetkâr olduğu, mağdur kimselerin şikâyetlerine karşı yakın ilgi gösterdiği, günlük hayatını çok sâde ve etrafındakilere karşı derin bir şefkat ve muhabbetle geçirdiği hususundaki medhüsenâlar İmparatorluğun her tarafına yayılmıştı. Tahta çıkışının yirmibeşinci yıldönümüne rastlayan bu sırada İngiltere bütün dikkatini Transval’de cereyan eden hâdiselere hasretmiş, Rusya ise Uzak - Doğu’da büyük bir maceraya atılmıştı. Halbuki Abdülhâmit, bütün dindar müslümanların gözünde hayatmm en büyük bir eseri olacak mühim bir işle meşguldü. Padişah ve Halife sıfatıyla demiryolunu Şam’dan itibaren mukaddes beldeler Mekke ve Medine’ye uzatmaya karar verdiğini bütün Müslümanlara ilân etti. Hac farizasını yerine getirebilmek için bir çok zorluk ve zahmetlere katlanmaya mecbur olan zayıf veya ihtiyar kimseler bundan soma Kâbeye kolaylıkla gitmek imkânını bulabileceklerdi. Bu hattın inşası için kurulacak şirkete hiç bir hristiyanm sermaye yatırmasına müsaade edilmemişti. Hat tamamen dindar müslümanların gönül rızasıyla verecekleri paralarla inşa edilecekti. Bu maksatla ilk defa olarak Padişah elli bin lira ödeyip listenin başma kendi adını yazdırdı.

Sermayeye iştirak hususunda yaptığı davet, müslümanlar arasında sür’atle yayıldı ve kısa bir zamanda büyük mukabele gördü. Hindistanlı prensler yardım hususunda birbirleriyle âdeta yarış ediyorlardı. Pasifik adalarında yaşayan en fakir ve en mü-tevazi kimselere kadar bütün müslümanlar Halifenin dâvetine icabet ederek mühim miktarda para yatırdılar. Müslümanlar arasında mütehassıs teknisyenin az olması Padişahı Alman ve İtalyan mühendisler kullanmaya mecbur etti. Fakat kendilerine cennette bir yer temin edecek olan bu hattın ehemmiyetli bir kısmı müslüman köylüler ve askerler tarafından sonsuz bir şevk ve arzu ile çalışılarak inşa edildi.

Hicaz demiryolunun tesisi bütün dünyaya Türklerin istedikleri zaman herşeyi yapmaya muktedir olacaklarım ve her türlü zorlukları bertaraf edebileceklerini ispat ediyordu. İklim, arazi durumu, çapulcu Bedevilerin baskınları gibi., karşılaştırılan her türlü zorluklara rağmen, iş o kadar muntazam ve sür’atle ilerliyordu ki, Padişahın para toplanmasını ilân ettikten sonra demiryolu Medine yakıtlarına ulaştırılmıştı.

Bu hattm inşası hususundaki fikrin umumiyetle Arap İzzet Paşadan geldiği söylenmektedir. Fakat başka bir ihtimale göre de, Hac farizasını yerine getirmek maksadıyla Müslüman ahalinin Mekke’ye gitmeye nâfile yere zorlanarak onlara işkence yapıldığı hakkında Kraliçe Victoria’nın Padişaha yazdığı şikâyet mektubu vesile olmuştur. Abdülhamid’i yakından tanıyanlar ise onun mutaassıp bir dindar olmadığını, hususî hayatında Kur’anın emrettiği namaz gibi farz olan dinî vecibeleri ihmal ettiğini söylüyorlardı. Fakat çok muhtemeldir ki, hakikatte dinî ihtiyaçlardan ziyade siyasî ve stratejik zaruretlere cevap veren Hicaz demiryolunun inşası hususunda müslümanlık propagandası büyük bir başarı sağlamıştır. Hattâ Mısır’daki İngiliz makamları, Sina yarımadasının yakınlarından geçen bu hattın ileride sebep olacağı tehlikeden şimdiden korkmaya başlamışlardır. Fakat bu sırada İngiltere hükümeti Transval’daki hâdiselerle meşgul olduğu için Abdülhamid, teşebbüsünü gayesine ulaştırmaya muvaffak olmuştu.

Öyle anlaşılıyordu ki, çok uzun ve fakat mâceralı geçen bu saltanatın üzerine kızgın bir güneşin kavurucu sıcaklığı gelmeye hazırlanıyordu. İngiltere ve Amerikadaki Ermeniler devamlı surette nümayişler tertip ediyorlardı. Nitekim Kürdistanın dağlık bölgeleri içinde kaybolmuş köylerde yapılan katliamlar, artık dünya basınının dikkatinden kaçmıyordu. Makedonya kazan gibi kaynamaya başlamıştı. Berlin Andlaşmasında vaadedi-len reformlar Padişah tarafından askıda bırakıldığı müddetçe Bulgarlar, Sırplar ve Amavutlar haklarını istemekten vazgeçmiyorlar, haydutluk ve eşkiyalık vak’aları gittikçe artıyordu. Balkanlardaki statükonun muhafazasında Rusya ve Avusturya’nın menfaatleri olmasına mukabil Abdülhamid’in küçük Balkan prenslikleri arasındaki rekabeti körüklemesine diğer büyük devletler pek aldırış etmiyorlardı.

Uzun senelerden beri ilk defa olarak Türkiye hudutları tecavüzlere karşı mâsum bulunuyordu. Ama padişah hususî hayatında kendisini yine de emniyette hissetmiyordu. Mütevazi halk tabakası ona efsanevî bir şahsiyet gibi âdeta tapıyordu. Fakat kardeşi Murat yaşadığı müddetçe Abdülhamid, kendisini bir gasp olarak telâkki ediyordu. Ali Suavî vak’ası eski padişahı kurtarmak için yapılan teşebbüslerin birincisiydi. Filvaki bu teşebbüslerin herbirini ciddî tedbirler tâkip etmişti. Hattâ Şeyhülislâm, kardeşinin ortadan kaldırılmasının vâcip olduğu hussun-da Padişaha üç defa fetva vermişti. Fakat, Murat’ın mevcudiyetini düşünmek onun gecesini ve gündüzünü tehir etmesine rağmen Abdülhamid bu fetvaların hükümlerini yerine getirmemişti. Padişahın istibdadının kurbanı olarak sürgüne gönderilenlerin arasında bizzat kendisinin çok yakın akrabaları ve eski dostları da bulunuyordu. Sabırlı bir kimse olan Mavroyani bile bilâhare neşredilmek üzere hususî ve gizli bir hâtıra defteri tutmakla itham olunarak nihayet Padişahın gözünden düşmüştü. Çok itimat ettiği yegâne hekiminin kaybı Padişahın sıhhati için çok feci oldu. Çünkü zaman zaman çok tecrübeli olan hekiminin şahsî bilgilerine müracaata ihtiyaç hissediyordu. Bu sebepten kendisine verilen ilâçları almayı da reddediyor, ya da yirmi kutu ilâcı ayrı ayrı bardaklara boşaltarak tesadüfen birisini seçip içmek suretiyle zehirlenmek tehlikesini nispeten azaltmış olduğunu zannediyordu.

Dostluk münasebetlerini devam ettirdiği Macar Yahudisi Vambery, yeni açılacak üniversitede felsefe ve ekonomi politik okutmak istediği zaman Padişahın şüphesini celbetmişti... Abdülhamid bu gibi bilgilerin tecrübesiz bir çocuğun eline verilen keskin bir bıçak kadar milleti için tehlikeli olacağına kaaniydi. Nihayet üniversite açmak tasavvurundan vazgeçti. Vambery ve Avrupa’ya dönmek üzere İstanbul’dan ayrıldı. Fakat çok garip bir şekilde, Üniversiteye tahsis edilen bina da 1908 yılında Meclis-i Meb’usan’a verildi.

Bazı devlet adamlarının yolsuzluklarına karşı müsamaha göstermeyerek onları tenkide cesaret eden Padişaha sâdık kimseler, icat edilen bahanelerle uzak vilâyetlere sürgün edilirken hristiyan dönmeler, maceracı tatlı su frenkleri ve kurnaz Araplar servet sahibi oluyorlar ve bir gecede paşalığa terfi ediyorlardı. Padişah, ahlâksızlıklarıyla alay edebilmek için nâzırlarınm yolsuzluk yapmasını beklerdi. Meselâ ihtiyar Bahriye Nâzırınm hırsızlıklarından sık sık bahsederdi. Fakat buna rağmen ihtiyar nâzır, Padişaha karşı yapılacak bir isyanda vazife almaması için Türk donanmasını hareketten mahrum bir halde Haliçte tuttuğundan dolayı mevkiini muhafaza ediyordu. Bir gün Abdülha-mid’e meşhur bir hokkabazın çatalları yuttuğu hakkındaki hünerleri anlatılmıştı. Padişah hemen cevap vererek, bunda o kadar büyük bir hüner görmediğini, çünkü Bahriye Nâzırınm hiç bir rahatsızlık hissetmeden muazzam harp gemilerini yuttuğunu söylemişti.

Avrupalı ziyaretçiler, Padişahın iki yüzlülüğü karşısında hayret etmişlerdi. Huzurundaki nâzırlara ve yüksek memurlara ziyadesiyle iltifat ettikten sonra onlar salondan çıkınca arkalarından kendilerini hemen alçaklık ve namussuzlukla itham ederdi. Fakat ayrıca da birbirleri aleyhine kendisine malûmat vermeleri için onları okşayarak sıra ile dinlerdi.

Böylece îslâm Birliği fikrinin yaratıcısı ve teşvikçisi olan Abdül - Hûda ile Arap İzzet Paşa arasındaki rekabeti kasten alevlendirmişti. Bunun neticesi olarak Arap İzzet Paşa’nın entrikaları yüzünden Abdül-Hüda göz diktiği Şey-ül İslâmlık makamından mahrum kalmıştı. Fakat bâtıl inançlara bağlı olan Padişah ihtiyar şeyhe, kehanet sahasındaki kabiliyetlerinden dolayı İslâm Şûrasında yüksek bir mevki vermişti. İslâm Birliği dâvasının inkişaflarını gözden geçirmek için haftada bir defa Yıldızda toplanan İslâm Şûrası münasebetiyle Padişah ile yakından temas imkânını bulan Abdül-Hüda da İzzet Paşa’nın başarı sağlamasına mâni olmaktan zevk alıyordu.

1896 yazında Siyonizm’in en hararetli taraftarlarından biri olan Dr. Herzl İstanbul’a gelmişti. Maksadı, millî bir Yahudi bölgesi kurmak için Padişahtan Filistin’in bir kısmını kiralamaktı. Dr. Herzl, AvusturyalI bir dönme olan Veyis Paşa’nın delâletiyle saraya nüfuz etmeye muvaffak oldu. Teklif ettiği mühim miktardaki rüşvet ve bedel İzzet Paşa kadar, Padişahın da ilgisini çekecek değerdeydi. Hayfa limanı ve Yafa’nın portakal bahçeleriyle Filistindeki binlerce hektar arazi Padişahın şahsî emlâkma dahil bulunuyordu. Abdülhamid saray hâzinesini İslâh ve takviye için olduğu kadar, Beynelmilel Yahudi teşkilâtının sevgisini kazanarak ileride ehemmiyetli bir istikraz yapmak imkânına da sahip olmak için büyük bir fırsat çıktığına kaaniydi.

Doktor Herzl, arzusuna kavuşacağını ümit ettiği bir sırada Abdül - Hûda işin farkına vardı. Dinî Müşavir sıfatıyla, bu alış - verişin bütün Arap âleminde itibarım geniş çapta sarsacağı hususunda Padişahı ikna etti. Tahta çıkışının yirmişebinci yıldönümünün yaklaştığı sırada Abdülhamid daha ziyade manevî ihtiraslarının tesiri altında kaldı ve Yahudilerin teklifini reddetti. Doktor Herzl, tarihin seyrini değiştirebilecek olan bu ziyaretin yegâne hâtırası olarak Padişahın kendisine hediye ettiği altın bir enfiye kutusu ile birlikte İstanbul’u terke mecbur oldu.

Abdülhamid bütün gayretini Asya vilâyetlerindeki hâkimiyetini kuvvetlendirmeye sarfettiği sırada İstanbul milletlerarası bir merkez haline geliyordu. Haftada üç defa gelen (Orient Express - Doğu Ekspresi), her defasında bir sürü spekülâtör ve mâlî dalavereci getiriyordu. Fiatların çok garip şekilde inip çıktığı İstanbul B orsasında çılgınca kombinezonlar tertip ediliyordu. Maalesef büyük dalaverelerle yapılan bu kombinezonlarda umumiyetle para kaybeden hep Türkler oluyordu. Bu işlerdeki tecrübe ve dalavereli tertipleri bilmeyen Türkler, Rumlar ve Er-meniler tarafından devamlı surette aldatılıyordu. Fakat borsada yapılan bu dalavereler, müslümanların hristiyanlara olan kin ve düşmanlıklarını da daha^iyade arttırıyordu.

Padişahın bâzı nâzırları bütçelerini denk getirmeye muktedir değillerdi. AvrupalIlardan ibaret Düyun-u Umumiye Meclisi tarafından kontrol edilen sınaî tesislerin gittikçe zenginleşmesine mukabil Bab-ı Ali’nin mâliyesi devamlı bir intizamsızlık ve sıkıntı içindeydi. Padişahın sıkı bir tasarruf sağlamak hususundaki şahsî gayretlerine rağmen saray, çılgınca yapılan bir israf içinde idare ediliyordu.

Abdülhamid artık ihtiyarlıyordu. Fakat her sene haremindeki kadınların adedi biraz daha çoğalıyordu. Kadınların kendisine daha çok yakınlık ve ilgi göstermesi, fizik kudreti azaldıkça padişah için bir kat daha lüzumlu oluyordu. Gerek çalışma sırasında, gerekse istirahat halinde, yanında mutlâka kadınlar bulunuyordu. Bulaşıcı bir hastalığa yakalanmaktan korktuğu için eldivenli elleriyle zarflan ve istidaları açarken bile çalışma masasının yanında daima peçeli bir kadın silueti görmek mümkündü.

Yeni asrın tesiri ve havası yavaş yavaş hareme giriyordu. Paris’ten ve Viyana’dan getirtilen dekolte elbiseler giyen sultanlar keza Avrupa möbleleriyle dolu salonlarda (alafranga) yemek yiyorlar, en son yazılan Fransızca romanlardan veya diplomatik skandallardan bahsediyorlardı. Abdülhamid, sultanların dış âlemle temaslarını teşvik ederdi. Çünkü bu suretle nâzırlar hakkında faydalı bilgiler toplamayı ümit ediyordu. Böyle bilgiler olmasa da sultanların dışarıda gördüklerini anlatarak gevezelik yapmaları onu eğlendiriyordu.

Yeni asrın başında İstanbul şehri de saltanat haremi gibi tezatlar içindeydi. Pera Palas Oteli elektrik ışıklarıyla pırıl pırıl aydmlatırılırken şehrin diğer kısımları öyle bir karanlık içindeydi ki, akşam olunca buralarda silâhlı bir muhafız olmadan dolaşmak çok tehlikeliydi. Bir Fransız elektrik kumpanyası tarafından Abdülhamid’i “dinamit” ile “dinamo”nun aynı şeyler olmadığı ve sarayda yapılacak elektrik tesisatının hiç bir tehlike vermeyeceği hussunda ikna etmek için büyük gayret sarfetmesi lâzım geldi. Bununla beraber Padişah böyle tehlikeli bir yeniliğin tebaası tarafından kullanılmasını kabul etmiyordu. Otellerin, konulan yasaktan hariç tutulmasının yegâne sebebi, turistlerin bırakacağı dövizlere duyulan ihtiyaçtan ileri geliyordu. Fakat telefon bahis konusu olunca, Yıldıza bir hat çekilmesi için en mahir kimseler bile padişahı ikna etmeye muvaffak olamadılar.

İstanbul’da modern bir mahalle kurmaya teşebbüs edenler, devamlı olarak Padişahın şüphesini celbetmişlerdir. Sir Edgard Vincent, daha sonra da Lord d’Abemon, yazdıkları hâtıralarında herhangi bir mes’elede Padişah ile anlaşabilmek için ne büyük zorluklara mâruz kaldıklarını anlatmaktadırlar. Bâzen bir “iradei şahane” haftalarca hattâ aylarca neşredilmeden bekletiliyordu. Bu gecikmeler esnasında bir imtiyaz ihsanı temennisinde bulunanlar Padişahın hususî kâtiplerini veya saray mabeyninin ileri gelenlerini defalarca ziyarete mecbur kalıyorlar, teşrifat kaidelerine riayet ederek günler ve saatler kaybediyorlardı.

Saray protokolüne göre, görüşmelerin bütün ziyaretçilerin huzurunda yapılmasına pek lüzum görülmüyordu.

Bu engellere rağmen diplomatlar ve iş adamları birbirleri aleyhine konuşmakta hiç bir mahzur görmüyorlardı. İmtiyaz almak için yapılan müzakerelere şimdi Amerikalılar da iştirak etmeye başlamışlardı. Ermenilere yardım teşkilâtında vazife almak üzere Amerikadan gelmiş olan bir hayır işleri misyonunun reisi, Ermeni piskoposlarının rapor ve tavsiyeleri üzerine Mezopotamya petrol kuyularına karşı büyük bir alâka göstermişti. Bir kaçı müstesna, yabancı diplomatların ekserisinin hareket tarzı Abdülhamid’in tutumunu haklı çıkarıyordu.

Demiryolu imtiyazları mes’elesi, büyük devletler arasında başlıca ihtilâf mevzuu olmuştu. Bu rekabetten Almanlar galip çıkmadan bir kaç ay evvel bir İngiliz grubu, daha elverişli şartlar ileri sürerek bu imtiyazları almaya teşebbüs etmişti. Bu sırada İngilizler, yeni elçileri Sir Nicholas O’Canna sâyesinde de padişahtan iyi muamele görüyorlardı. Fakat ne İngiltere hükümeti ve ne de Londra’nın yüksek mâli mehafili bu teşebbüsü kâfi derecede desteklemediği için Almanlar imtiyazları almaya muvaffak oldular.

İngiltere için mes’ut bir tesadüf olarak ileriyi gören bâzı şahsiyetler, kendi menfaatlerini korumak için bir takım hazırlıklara giriştiler. Almanların imtiyazlara sahip olduğu haberinden az sonra, o zamanlar Hindistan Umumî Valisi olan Lord Cur-zon, tehlikenin farkına vararak, merkezî Avrupa demiryolunun İran körfezine bağlanmasında fena bir maksat bulunduğunu sezdi. Lord Curzon, İngiltere hükümetinden talimat beklemeyecek kadar cesur bir adamdı. Hemen teşebbüsü ele alarak, İran körfezindeki İngiliz mümessiline Kuveyt’e gidip şeyh ile gizli bir anlaşma yapması hususunda emir verdi. Bu anlaşmaya göre, Şeyh, İngiltere’nin himayesini kabul edecek ve İngiliz mümessilinin rızası olmadan milletlerarasık hiç bir taahhüde girmeyecekti. Bir kaç sene sonra, liman tesisleri ve demiryolu istasyonu kurulması için Kuveyt’e temas yapmaya giden Alman Teknik Komisyonu, Şeyhin muhalefeti ile karşılaşınca bir hayli şaşırmıştı. Bunun üzerine Padişah, hâkimiyetini ispat için Kuveyt’e bir seferî kuvvet gönderdi. Fakat İngilizler daha evvel davranmışlardı. Böylece Kuveyt limanında İngiliz harp gemilerinin görülmesi, Abdülhamid’e ve onun Alman müttefikine, Büyük Britanya’nın İran Körfezi sahillerinde hiç bir rakibin bulunmasına müsaade etmeyeceğini fiilî şekilde ihtar etmiş oluyordu.

·        XXXI

Jön Türklerin isyanı

Masrafı Padişah tarafından verilerek bastırılan binlerce nüsha Kur’an-ı Kerim bütün müslüman âlemine dağıtılıyor, Bağdat Demiryolu Torosların sarp dağlarını delip geçiyor, Me-zopotamyada yeni petrol kuyuları açılıyordu. Artık Abdülhamid Asya bölgesinde yaşayan tebaasının maddî ve mânevi saadetini temin edecek her türlü meseleyi halletmek üzereydi ki imparatorluğun Avrupa hudutlarında bir isyanın patlak verdiği haber alındı.

Berlin Andlaşmasmda Avrupa Devlet adamlarının, daha evvel Ayastefanos Andlaşmasıyla Rusların Bulgarlara vaadettiği ülkenin Türkiye’ye bırakılmasından, yâni yirmi beş seneden beri Makedonya kazan gibi kaynıyordu. Makedonya, Padişah tarafından lüzumlu İslâhat yapılmak şartıyla Türk kalacaktı. Fakat bir çeyrek asır geçtiği halde, Abdülhamid vaadlerini yerine getirmek için en küçük bir gayret sarfetmemişti. İdare eskisi gibi bozuk ve âsayişi teminden âcizdi. Rum, Bulgar ve Arnavut unsurlar arasındaki ananevi düşmanlık, sık sık fecî ve kanlı hâdiselere sebep oluyordu. Padişah, onların arasındaki rekabeti devamlı şekilde tahrik ediyor fakat gizlice de Arnavutları destekliyordu. Eskiden Kültlerin Ermenistanda oynadıkları rol gibi, Ar-navutlar da aynı şekilde hareket ederek hristiyan komşularının topraklama tecavüz ediyorlardı.

Abdülhamid Avrupanm tepkisinden ve protestosundan habersiz gibi davranıyordu. Filhakika Balkan devletleri birbirlerine düştükçe ve Avusturya da, gayesi Selânik olan Şarka doğru genişleme politikasına sarıldıkça, diğer taraftan Rus Çarı, Ferdi-nand’ı tanımayarak Rusya ile Bulgaristanm arası açık bulundukça, Büyük Devletlerin Makedonya ve Ermenistan işlerini tanzim için anlaşabileceklerine inanmak güçtü. Fakat yirminci asrın doğuşu ile beraber yeni siyasî cereyanlar beliriyor, Kraliçe Victoria’nm ölümü ise artık bir devrin kapandığını işaret ediyordu. Boerler’e karşı açılan harp Avrupa’da fena bir tesir yaratmıştı. Bu yüzden îngilizler şimdi yeni müttefikler arıyordu. Yeni müttefik ve dostlar tedariki hususunda yeni Kral Yedinci Ed-vard kadar becerikli bir kimse daha tasavvur edilemezdi. Onun Paris ve Reval seyahati Abdülhamid için olduğu kadar, başarı ile yürüttüğü (Divide ut regnes - Hâkim olmak için dağıt.) politikası için de çok tehlikeli neticeler verecek mahiyetteydi.

Fransa ile İngiltere arasında bir yakınlaşma mümkündü. İtalya ile Fransa ise bir dostluk tesisi için karşılıklı teşebbüslere geçmişlerdi. Rusya ve Avusturya, Balkanlarda işbirliği yapmak için mutabakata varmışlardı. Rus Çarı, Ferdinand’ı Bulgar Prensi olarak tanımayı kabul etmişti. Balkanlarda statükonun muhafazasında müşterek menfaatleri vardı. Makedonyanın birbirine rakip prenslerden birinin eline geçmesine mâni olmak hususunda sözü geçen devletler kararlıydılar. Ne Avusturya, ne Rusya, Avrupa hudutları içinde bir anarşinin hüküm sürmesine aslâ müsamaha edecek durumda değillerdi. Makedonyâdaki Bulgar azınlıkları gizli komiteler kurduğu zaman, bütün Makedonyada patlak veren isyanı bastırmak için Padişah başıbozuk kuvvetler göndermek zaruretinde kalınca, Rusya ve Avusturya Abdülha-mid’e karşı müştereken harekete geçeceklerini bildirmeye karar verdiler.

Manastır’da bir Amavut’un Rus Konsolosunu öldürmesi, düşünülen müdahaleyi tahrik etti. İngiltere’nin telkin ve desteği ile Avusturya ve Rusya Hariciye Nâzırları tarafından hazırlanan “Murtzeg programı” denilen bir proje ile Abdülhamid’den başıbozuk kuvvetlerini geri çekmesi ve Avrupah subayların kontrolü altında bir Türk jandarması teşkil edilmesi istendi.

Abdülhamid bu istekleri yerine getireceğini bir defa daha vaadetti. Fakat hemen hemen hiç bir şey yapmadı. İtibarını kurtarmak ve Büyük Devletleri avutmak için aldığı yarım tedbirler, asilerin hiddetini ve şiddetini arttırmaktan başka bir işe yaramadı. Bir çok teşebbüslerden sonra vazifeye başlamaları temin edilen bir avuç Avrupah subayın ümitsiz gayretleri memlekette asayişin sağlanması hususunda bir başarı gösteremedi. Hattâ kontrolleri altında bırakılan muhtelif bölgeler konusunda Büyük Devletler arasında ihtilâf çıktığı zaman, Padişahın dostu olan Kayzer, Makedonyada asayişi tesis için işbirliği yapmayı reddetti. Abdülhamid, bu milletlerarası zâbıta kuvvetinin, memleketinde çok kısa bir müddet vazife göreceğini ümit etmişti. Nitekim evvelce Türk-Rus harbinden sonra îngilizler tarafından Anadoluya gönderilen askerî konsoloslar da vazifelerinde çok kısa bir zaman kalmışlardı.

1903 den 1907 ye kadar meydana gelen hâdiseler Padişahın beslediği ümitlerin tahakkuk etmesine sebep oldu. Filhakika Rusya, Uzak - Doğudaki fecî mağlûbiyet ve dahilde karşılaştığı zorluklar yüzünden dikkatini Boğazlardan ve Balkanlardan çevirmeye mecbur olmuştu. Avusturya ise, Bosna’dan Yenipazar sancağına uzanan demiryolu hattını inşa etmek müsaadesini kazanmak için Türkiye ile gizlice müzakereye girişmişti.

Her taraftan devamlı surette tâciz edilen Abdülhamid, diplomatik sahada oldukça mâhirdi. Kendisine en çok İngilizler müşkülât çıkarıyorlardı. Sir Nicolas O’Connor’un şahsî nüfuzu bile, İngiltere’nin Makedonyada adlî ve mali ıslâhat yapılması hususunda Padişaha verdiği notaların sertliğini hafifletmeye kâfi gelmiyordu. Almanya dahil, İngiltere’nin teşvikiyle toplanan Büyük Devletler, Makedonyanın mâli durumunu kontrol etmek için milletlerarası bir komite kurulmasını temin hususunda Padişaha kollektif bir nota daha verdiler. Kayzer, bu ıslâhatın yapılmasının Türkiye mâliyesi için de çok yerinde olacağını sür’atle Padişaha bildirdi. Fakat bu harekete çok üzülen Abdülhamid, hükümranlık haklarının çiğnendiğini ileri sürerek yapılan tekliflere karşı beş ay muhalefet ve mukavemet gösterdi. Ama bu defa Avrupahlar teşebbüslerinde ısrar ederek 1905 Aralık ayında dört harp gemisi ile Midilli Adasını işgal ettiler. Yabancı harb gemilerinin Türk sularında bulunması Abdülhamid’i korkuttu ve vâki teklifleri kabule mecbur etti. Fakat Padişahın bu uysallığı daha tehlikeli bir hâdisenin doğmasına sebep oldu. Aradan birkaç ay geçmeden Türk ajanları tarafından yapılan bir tahrik neticesinde İskenderiye’de AvrupalIlara karşı bir ayaklanma oldu. Az sonra da Türk kuvvetleri bir Mısır şehrini işgal ettiler. Bu suretle Türkiye, İngiltere’nin Makedonyaya vâki müdahalesine karşı Mısırda İngilizlerden intikam almak istiyordu.

“Akabe Buhranı” adı ile ânılan bu harekât ile Padişah, hudutlarını Süveyş kanalına doğru genişletmek niyetindeydi. Ama çok geçmeden Lord Cromer hâdiseyi önlemeye muvaffak oldu. Fakat bu sırada Mısırda İngiliz aleyhtarlığı iyice yayılmaya başlamıştı. Mısırlıların millî hisleri Halifenin lehine olarak şiddetle inkişaf ediyordu. Bazı Alman diplomatları bilhassa tanınmış bir arkeolog olan genç Baron Von Oppenhein iki taraflı bir rol oynuyordu. Hicaz demiryolunun varış noktası olan Ma-an şehrini sık sık ziyaret etmesi, İngiliz makamlarını kuşkulan-dırmaya başlamıştı. Bütün bunlar Abdülhamid’in hâlâ mücadele edecek bir kuvvete sahip olduğunu ispat ediyordu.

1904 ilkbaharında eski padişah Murat ölmüştü. Bu suretle Abdülhamid bir gasıp olarak tanınmak korkusundan nihayet kurtulmuştu. Murad’m ölümünden iki ay sonra bir bayram günü İstanbul’da çok şiddetli bir zelzele oldu. O sırada Abdülhamid Dolmabahçe Sarayının muayede salonunda yapılan merasimde hazır bulunuyordu. Hâdiseye şahit olan bir diplomatın anlattığına göre; Saray müthiş bir surette sarsılmış, salonun tavanına ası lı olan dört ton ağırlığındaki muazzam avize korkunç bir gürültü ile yere düşerek parçalanmıştı.

Hazır bulunanların hepsinin büyük bir telâşa kapılarak sağa sola kaçışmalarına rağmen Abdülhamid kendisinden beklenmeyecek derecede bir soğukkanlılık göstererek tahtından kımıl-damamıştı.

Daima bir hançer darbesiyle öldürülmek vehmi içinde yaşayan Padişah bir gün Yıldızdaki hususî tiyatrodan çıkarken genç bir subayın kama ile kendisini öldürmeye teşebbüs etmesi karşısında gösterdiği cesaret, Mabeyn mensuplarını bir hayli şaşırtmıştı. Müteakip sene 1095 yılında, yeni bir suikast teşebbüsü daha oldu. Dinamit yüklü bir araba Padişahın nâmaz kılmakta olduğu Hamidiye camii önünde infilâk etmişti. Bu hâdisenin talihsiz kurbanlarının cesetleri, Padişah camiden çıkmadan evvel derhal kaldırılmış ve hiçbir şey olmamış gibi Cuma selâmlığı merasimine devam edilmişti. Merasimden sonra açık arabası ile sür’atle Saraya giden Padişahı, sırmalı üniformalar giymiş olan paşalar nefesleri kesilmiş bir vaziyette takip ediyorlardı. Fakat bu defa Yıldızı büyük bir telâş aldı. İnfilâk hâdisesinin artık bir delinin çılgınlığı olarak kabulüne imkân yoktu. Nitekim ciddî bir suikast dedikodusu bütün Avrupaya yayıldı. Polis Müdürü, yapılan suikastten Ermenileri suçlu buluyordu. Fakat şehirde ika edilen herhangi bir cinayeti Ermenilere maletmek âdeta itiyat haline gelmişti. Tevkif edilenlerin işkence altındaki itirafları Padişahı teskine kâfi gelmiyordu. Dinamit yüklü bir arabanın muhafız kıt’alarının önünden geçebilmesini izah etmek mümkün değildi. Yoksa yâverlerin arasında bir hain mi vardı?

Sürgündeki Türklerin faaliyetlerine ait en esaslı bilgilerin kaynağı olan Paris Sefiri Münir Paşa’nın raporlarında, Jön Türklerin teşebbüsü ile kurulan “İttihat ve Terakki Komitesi” admdaki gizli bir teşekkülün mevcudiyetinden bahsediliyordu. Her ne kadar Padişahın ehemmiyetli bir halife ordusu bulunuyorsa da harekâtı idare edenlerin hüviyetlerini tesbit etmek mümkün olmuyordu.

İmparatorluğun her tarafında yüzlerce suçsuz kimse tevkif edilmişti. Sansürün şiddeti arttırılmış, yabancı memleketlerden gelen mektup vesair posta müraselâtı bile kontrol altına alınmıştı. Polis idaresinin hâkim olduğu bir devlet kadrosu içinde yetişmiş olan vali ve kaymakamlar Yıldızın’emirlerini harfiyyen icra ediyorlar. Selânik’ten Bağdad’a kadar uzanan muazzam İmparatorluğun hiç bir şehirde en küçük bir hürriyet nefesi alınmasına bile meydan.vermiyorlardı.

Abdülhamid şimdi, kendi emellerine hizmet etmeyen politika adamlarını en uzak vilâyetlere sürmek suretiyle evvelce ektiği şiddet tohumlarının meyvelerini topluyordu. Meselâ yüksek bir vazife ile Suriye’ye uzaklaştırılmış olan bir Mithat Paşa’nın, akidelerine taraftar olanlarla işbirliği yapmadan orada üç sene geçirmesi mümkün olmamıştı. Kumandanlarının beceriksizliklerini ve kabiliyetsizliklerini tenkit etmek cür’etinde bulunan genç subaylar eşkiyalarla dolu Makedonya bölgesindeki kışlalara sürüldükleri zaman Padişahın rejimine büyük bir sadakat göstermeye mecbur oluyorlardı.

Eğer mücadele edilecek sadece Nicoela Karadağımn bir Obrenoviç’i veya Ferdinand Bulgaristamn bir Karayorgisi olsaydı, Abdülhamid bunların hakkından gelebilirdi. Dürzî emirleri ve Arap şeyhleri ise, Padişahın ihsan ve iltifatlarına mazhar olarak sadakatlerini muhafaza ediyorlardı. Fakat Abdülhamid’e en büyük zorluğu çıkaran ve başarısızlığına sebep olan asıl unsur, kendisinin iyi tanımadığı tebaası, Osmanlı Türkleriydi. İslâm Birliği hayalleri içine dalmış olan Padişah, Selânik civarında doğmakta olan yeni milliyetçilik hareketlerinden tamamen habersizdi. Müslüman Türklerin azınlıkta bulunduğu Eğenin bu zengin liman şehrindeki Üçüncü Ordunun genç subayların bir kısmı, şehir nüfusunun üçte birini teşkil eden Yahudi asıllı kimselerin kurdukları “Mason Locaları” ile temasa geçtiler. Padişah bu locaların bozguncu ve zararlı faaliyetlerinden daima şüpheleniyordu. Esasen kardeşi Murat’ın “Türk Fran - Masonluğunun büyük üstadlığını” kabulü zamanından beri Abdülhamid masonlardan nefret ediyordu. Selânikteki en mühim Mason Localarından biri, İtalyanların himayesi altında gayet rahat ve serbest bir faaliyet gösteriyordu. Bu locayı ortadan kaldırmak için girişilecek herhangi bir teşebbüs, Trablus’u ele geçirmek için fırsat bekleyen İtalya ile bir savaşa müncer olabilirdi.

Türk ihtilâlci hareketinin Turancılıkla ilgili olup olmadığı kat’î surette bilinmiyordu. Parise ve Cenevreye iltica eden küçük bir grup tarafından kurulan “İttihat ve Terakki Komitesi”, Makedonya’da açıkça faaliyete geçtiği zaman, karakterini tamamen değiştirmişti. Komitenin Paristeki şefleri şairlerden ve idealistlerden ibaretti. Bunlar sadece Mithat Paşa’nın Kanun-u Esasisinin kabul ve tatbikini görmek istiyorlardı. Makedonyada-kiler ise, Avrupanın devamlı müdahalesiyle Türk jandarma teşkilâtında vazife gören yabancı subaylardan memnun olmayan, yabancı kapitalistlere memleketlerini satan Arap maceraperestlere karşı düşman olan aksiyon adamlarından ibaretti. Büyük ekseriyeti orduda vazifeli bulunan komite mensubu subaylar, maaşlarım zamanında alamadıklarından, buna mukabil Bağdat Demiryolu için Almanlara tediyede bulunabilmek maksadıyla hâzinenin karşılık aramasına şikâyetçiydiler. Her ne kadar komitenin başındakiler ekseriyetle Yahudi ve Arnavut asıllı kimseler idiyseler de Resne ve Manastır kışlalarında “Türkiye Türkler içindir.” parolası dillerde dolaşıyordu.

1908 yılı başlarında siyasî hâdiseler, tam mânasıyla kararlı ve azimli bir şekilde patlak vermeye başladı. İtalya, Sinusî kabilelerinin tecavüzlerine karşı kalonisini himaye etmek bahanesiyle Trablus’da bir deniz tatbikatı tertipledi. Büyük Devletler Girit’teki kuvvetlerini geri çektiler.

Bu suretle adanın Yunanistan’a iltihakı tehlikesi belirdi. İngiltere’de iktidara geçen Liberal Parti hükümetinin bâzı âzala-rı Balkan Komitecilerinin taraftarı olarak bir kaç senedenberi Makedonyadaki Türkler konusunda İngiltere’nin daha ciddî bir tavır takmmasını isteyen kimselerden ibaretti. Fakat asrın en büyük bir diplomatik hâdisesi olarak tavsif edilen “Reval Mülâka-tı” patlak verince bütün bunlar, ikinci-plâna düştü. Karadenizde bir tenezzühe çıkan Kral Yedinci Edvard, Padişahın İngiltere ile Rusya arasındaki "ekabeti körüklemeye mâtuf dış politikasını bir darbede tahrip edercesine yeğeni Rus Çarı İkinci Nicolas ile bir dostluk andlaşması imzaladı. Bu haberi öğrenen Abdülhamid o kadar hiddetlendi ki, Makedonyanın harap kışlalarındaki genç subayların ihtilâlci faaliyetlerine karşı beslediği öfkenin hiç değeri kalmadı.

Reval’de Kral Edvard’a refakat eden yüksek şahsiyetler, söylendiğine göre, zamanlarının büyük bir kısmını Makedonya meselesini münakaşa etmekle geçirmişlerdi. Bu suretle de bütün bölgenin sulh ve huzura kavuşması hususunda yapılan bir proje İngiltere Hâriciyesi tarafından açıklanmış oldu. İttihat ve Terak-

ki Komitesinin nazarında İngiltere ile Rusya arasındaki bu yakınlaşmaya, Padişahın tâkip ettiği politika sebebiyet vermişti. Türkiye Hariciye Nâzın, hükümetinin Makedonya’da bundan sonra hiç bir imtiyaz tanımayacağını Avrupa’h sefirlere bildirmeye mecbur oldu. Çünkü Reval Mülakatının, Makedonya’nın da, geçmişte Doğu Rumeli, Mısır ve Tunus’a karşı girişilen hareketler gibi bir gün Türkiye’nin elinden alınabileceğini ispat ediyordu.

Siyasî mülteciler, bâzen derviş veya Arnavut köylüsü bâ-zen da liman amelesi veya hoca kıyafetinde yük gemileriyle ve küçük sandallarla gizlice Türkiye’ye dönüyorlardı. İttihat ve Terakki Komitesi âzaları, Anadolu ve Suriye askerî garnizonlarında propaganda yapmak için Selânik’i terketmişlerdi. Otuz sene-denberi yasak edildiği için unutulmuş olan “Kanun-u Esasî” kelimesi yeniden dillerde dolaşmaya başlamıştı.

Acaba Padişahın nâzırları bu harekâtın ehemmiyetini anlamamışlar mıydı? Yoksa kafiyeler, gerekli ihbarı yapmaya cesaret mi edememişlerdi? Fakat herhalde Abdülhamid, vaziyetin vehametini farketmemişti.

Padişah Paristeki Münir Paşa ile muhabereye devamla, Jön Türklerden bir kaçının yakalanarak Fransız Hükümeti tarafından Türkiye’ye iadesi hususunda temasa geçmesini İsrarla istiyordu. Halbuki bu sırada Komite âzalarının başlıcaları Türkiye’ye dönmüş bulunuyorlardı.

Hattâ 2 Temmuz 1908 günü bir piyade birliği kumandanı Niyazi Bey, tabur kasasından mevcut dört bin mecidiyeyi alarak; müslümanlar ve hristiyanlar namına isyan bayrağını açmak için emrindeki kuvvetlerle birlikte dağa çıktığı ve ayrıca parlak bir erkânı harp subayı olan Enver Bey de yüz elli kişilik kuvvetiyle Resne Dağlarına çekildiği zaman Abdülhamid hiç bir ciddî tedbir almadı.

Makedonya’da devamlı surette ayaklanmalar oluyordu. Bu ayaklanmaları bastırmak için oraya Anadolu’da Padişaha sâdık kuvvetlerden bir tabur göndermek kâfi gelebilir ve asayiş sağlanabilirdi. Ama Padişah kendisine has bir taktikle ihtilâlci şeflerin araşma tefrika sokmaya gayret ediyordu. Niyazi Bey kendisini asî ilân ettiği sırada Abdülhamid, Enver Bey’i, terfiler vaadederek İstanbul’a çağırmıştı. Fakat padişahı daha fena sürprizler bekliyordu. İlk defa Enver Bey, Zat-ı Şahanenin çok lûtuf-kâr dâvetine hiç bir cevap vermedi. Az zaman sonra da 8 Temmuzda Padişahın itimat ve teveccühüne mazhar olmuş paşalardan biri olan Kuzey Makedonya Kuvvetleri Başkumandanı Ma-nastır’da öldürüldü. Makedonya’daki bütün Türk garnizonlarının isyanına hristiyanların da iştirâk ettiği öğrenildi. Üçüncü Ordu artık tamamıyla isyan halindeydi. Padişah, isyanın elebaşılarından birini ele geçirebilirse, vaziyetin düzeleceğine ka-aniydi. Bu maksatla Anadolu’dan gönderilen bir taburluk kuvvet ilk parti olarak Selânik’te karaya çıkarıldı. Fakat âsilere ateş edecek yerde, bu kuvvetler de onlara iltihak ettiler ve silâhlarını fırlatarak “Hürriyet, Müsavat, Terakki!...” diye bağırdılar.

23 Temmuz 1908 günü İttihat ve'Terakki faaliyetinin Manastırdaki merkez komitesi, Zat-ı Şahaneye bir ültimatom vererek yirmi dört saat zarfında Kanun-u Esasî ilân ve tatbik edilmediği takdirde İkinci ve Üçüncü Orduların İstanbul’a yürüyeceğini bildirdi.

·        XXXII

ittihat ve Terakki Komitesi

Yıldız Sarayının yüzlerce saati unutulmayacak dakikalar geçişini âdeta sayar gibiydi. Padişah Küçük Mabeyin Köşküne çekilmişti. Bahçelerde ve sarayın avlularında toplanan müstahdemler birbirlerine son haberleri fısıldıyorlardı:

Ordu parçalanıyormuş... Henüz kim olduğu bilinmeyen bir paşa tabanca kurşunu ile katledilmiş... Hafiyeler, ölünceye kadar dövülmüşler... Halk Yıldız’a doğru yürüyüşe geçmiş.. Kanun-u Esasinin ilânı isteniyormuş... Polis, hâdiselere karşı hiç bir harekette bulunmuyormuş...”

Padişahın huzuruna gitmekte olan Arap îzzet Paşa’nm sakallı nârin silueti yanlarından geçerken fısıltılar da kesildi. İzzet Paşa, Padişaha hayırlı bir haber getirmemişti. Umumî bir isyanın ârifesinde bulunuluyordu. Bütün İmparatorluk dahilinde valiler ve kaymakamlar Jön Türklerle işbirliği yapıyordu. Selâ-nik’te, Bağdat’ta ve Erzurum’da vazife gören hafiyeler katledilmişti.

Abdülhamid’in durumu hiç de iyi değildi. Ya çarpışmak, ya da Kanun-u Esasî’yi tatbik etmek lâzımdı. Her iki halde de Padişah ölüm kararım kendi eliyle imzalamış olacaktı. Fakat Padişahta mukavemet edecek cesaret ve kuvvet var mıydı? İzzet Paşa buna aslâ kaani değildi. Bununla beraber Abdülhamid sakin görünüyordu. Lâkin bu sükûnet İzzet Paşa’nın endişesini büsbütün arttırmıştı. Tahtım muhafaza etmesi için mücadeleye mecbur olduğu hususunda bu yorgun ve ihtiyar adam nasıl ikna edebilirdi?

Kuvvete kuvvetle mukabele etmek lâzımdır. Zat-ı Şahane, büyük pederleri Sultan Mahmut’un eskiden Yeniçerilere yaptığı gibi, Jön Türklere de aynı şiddetle davranmalıdır. Saraya yürüyen halka kapıları açtırınız. Aralarına girerek bir babanın evlâtlarıyla konuşması gibi onlarla konuşunuz.. Deyiniz ki, Jön Türkler haindirler. Bu suretle bir saatten az bir zaman içinde bütün halk Padişahlarını alkışlayıp sâdakatlerini gösterecektir.”

Padişah kısık bir sesle İzzet Paşaya cevap veriyor; “Ben artık ihtiyarladım. Fakat yaşadığım müddetçe, dahilî bir harbe sebebiyet verdiğim aslâ söylenemiyecektir. Sen gençsin, İzzet... Bütün dünyanın kapıları sana açıktır.”

Bu sözleri söyleyerek kalemi eline alan Abdülhamid, masanın üzerindeki bir kâğıdın altını imzaladı. Sonra kâğıdı İzzet Paşaya uzatarak dedi ki:

İşte, Avrupa’nın herhangi bir yerine gitmenize müsaade eden ferman... Tekrar İstanbul’a gelirseniz, eski günlerinizin çok değişmiş olduğunu göreceksiniz. Türkiye artık sadece küçük bir memleket olacak.. Demokrasi bir mezhep mücadelesi haline gelecek... Zannetmem ki, milletim bu günkünden daha mes’ut olsun..

İzzet Paşa, Padişahın elini son defa olarak göz yaşlan içinde öptü. Bütün metanetini kaybetmişti. Sözleri boğazında

düğümleniyordu. Daha şimdiden perişan bir mültecinin ıstırabım hisseder gibiydi.

îzzet Paşa gitmişti. Abdülhamid, hayatında ilk defa olarak kendisini terkedilmiş ve şaşkın bir vaziyette görüyordu. Hükümet merkezinde, acaba itimat edebileceği bir kimse kalmamış mıydı? Yoksa memleketinin kapılarını yabancılara açtığı, hris-tiyan bir devlet reisi ile dostluk kurduğu için Allahın gazâbına mı uğruyordu? Kayzer’in dostluğundan hiç bir şey beklemiyordu. Bağdat Demiryolu için kilometre üzerinden taahhüt edilen bedel ödendiği müddetçe Almanya İmparatoru Hohenzollern hanedanına mensup Guillaume bakımından Osmanlı tahtında Abdülhamid’in veya kardeşi Reşad’ın bulunmasının ne ehemmiyeti vardı? Belki de İngiltere ile anlaşmak daha akıllıca bir hareket olabilirdi. Şüphesiz ki Küçük Sait Paşa haklıydı. Böyle Padişah bir takım düşüncelere dalmıştı. Ermeni katliamı sırasında Küçük Sait Paşa ona dış politikası Osmanlı İmparatorluğunun bütünlüğü muhafaza zarureti üzerine kurulmuş olan yegâne büyük devlet olan İngiltere ile ihtilâfa düşülmemesini tavsiye etmişti. Bu tavsiyeleri kabul etmeyen Padişah, Sait Paşayı mevkiinden uzaklaştırmıştı. Fakat şu anda kendi kendisine, otuz seneden beri gelip geçmiş sadrâzamlar arasında en itimada şayan olanın Sait Paşa olduğunu itiraf ediyordu. Hükümdarlığının en yapıcı ve faydalı işleri, Osmanlı Düyun-u Umumîye İdaresi, Mülkiye Mektebi, Pangaltı Harbiyesi, Üsküdar Tıbbiyesi.. gibi müesseseler hep Sait Paşa’nın telkiniyle kurulmuştu. Abdülhamid şimdi, onu, ciddî bir sürgüne mecbur etmediğini düşünmekten zevk duyuyordu. İhtiyar Paşa hastalandığı zaman İstanbul’a geri gelmesine ve Nişantaşındaki konağında oturmasına müsaade etmişti. Padişah bunları düşünürken niçin onu hâlâ kendisinden uzakta bulundurduğunu üzüntü ile hatırladı.

Asya yakasındaki tepelerin arkasında şafak sökmek üzereydi. Üsküdar minarelerinde sabah ezanı okunurken Sait Paşa, ceketinin düğmelerini ilikleyerek bir kere daha arabacısına Yıldız yolunu tutmasını emretti. Sarayın genç muhafızları, eskilerin çok iyi tanıdığı bu sert ve yayvan ağızlı, dikkatle taranmış yuvarlak ak sakallı simayı tanımadılar. Fakat aralarındaki eski ve yaşlı bir muhafız (Dikkat!...) komutunu verince kapılar açıldı. Zira Küçük Sait Paşa geliyordu. Bu ziyaret Paşa’nın sadrâ-zamlığı kabul ettiğinden başka bir mâna taşıyamazdı. Buhranlı zamanlarda Yıldız parkının bu dar yollarını kaç defa çiğnemişti. Her defasında da saray derin bir uykuda olurdu. Fakat bu gece Padişah gibi bütün saray da uyanıktı.

Abdülhamid, Sait Paşayı çalışma odasında bekliyordu. Önündeki masanın üzerinde bir Makedonya haritası vardı.

“Benim için çantanda ne var, Sait?” diye sordu. Sanki, verilecek cevabı önceden biliyor gibiydi. Sait paşa hiç tereddüt etmeden; “Şevketmeap size Kanun-u Esasiyi getirdim.” dedi.

Paşa şu sırada bu sözlerin, hayatına mı malolacağını, yoksa onu altıncı defa olarak sâdaret makamına mı getireceğini kes-tiremiyordu. Sâdece Padişahın elini, üzerinde altın savatlı bir tabancı ile teşbih bulunan masaya doğru uzattığını gördü. Abdülhamid titreyen parmaklarıyla kehribar teşbihini aldı, derin derin düşünmeye başladı. Teşbih taneleri asabî parmakları arasında şıkırdayarak yer değiştiriyordu. Fakat Padişahı ve onun her türlü itiyadını çok iyi bilen Sait Paşa hiç tahmin etmediği bir şekilde Abdülhamid’in fikir değiştirmiş olduğunu hayretle müşahede etti. Padişah her kelimesini ayrı bir kuvvetle telâffuz ederek dedi ki; “Ben bütün samimiyetimle Kanun-u Esasiye taraftarım. Milletim ondan istifadeye hazır bulunduğu anda, bu kanunu tatbik etmeye daima niyet ettim. Şimdi derhal tatbikata geçilmesi ve siyasî mahkûmların da affı ilân edilsin!...

Büyük bir hürmetle yerlere kadar kapanıp Padişahı selâmlayan Sait Paşa, aynı zamanda yeryüzünde Allahın gölgesi ve devrinin en büyük taktisyenine tâzimlerini arzediyordu.

Kanun-u Esasinin ilânına ait “irade” 24 Temmuz Cuma günü sabah gazetelerinde neşredildi. Bütün İstanbul sevinçten âdeta çıldırmıştı. Her yerde Kanun-u Esasinin kabul ve tatbiki yeni bir devrin başlangıcı olarak selâmlanıyordu. Yalnız İstanbul’da değil, Padişah irâdesinin neşrini bekleyen İttihat ve Terakki Komitesinin bulunduğu Manastır ve Selânikte, Şam’da Bağdat’ta, Van’da ve Trabzon’da da şenlikler yapıldı.

Ayasofya Meydanında ve Galata köprüsünde herkesi şaşırtan hâdiseleri görenlerin anlattıklarına nazaran, Rumlar ve Bulgarlar, Kürtler ve Ermeniler birer kardeş gibi birbirlerine sarılmışlardı. Jön Türkleri temsil eden genç subaylar, bundan sonra yahudilerin, müslümanların ve hristiyanların birbirlerine düşman olmayacaklarını ilân ederek, Osmanlı milletinin refah ve saadeti için müştereken çalışacakları hakkında meydanlarda halka nutuklar çekiyorlardı. Göğüslerinde kırmızı beyaz hürriyet kokartları bulunan son derece neş’eli ve heyecanlı hocalar, softalar ve mollalar sokaklarda şenlik yapıyorlardı. Dükkânlarını açık bırakarak kalabalığın arasına karışan esnaflar, beyaz önlüklü kasaplar Bab-ı Ali’nin etrafında toplanmışlar. Padişahı alkışlıyorlardı. Bu sırada Selânik’teki tezahürat ile İstanbul’daki arasında büyük bir fark vardı. Hükümet merkezinde Padişah hâlâ halk tarafından “Baba Hamid” olarak alkışlanıyor ve yapılanlar onun bir ileri görüşlülüğü ve lûtfu olarak telâkki ediliyordu, halbuki Selânik’teki hâl daha başka türlüydü. Orada Komitenin genç şefleri bir ihtilâl kahramanı gibi selâmlanıp ilgi görüyorlardı. Enver Bey bir topçu alayının başında caddelerde zafer yürüyüşü yaptığı sırada Padişah sadece bir kaç kişinin tezahüratına mazhar olmuştu. Bir gün evvel İstanbul’a yürüyüşü yaptığı sırada Padişah sadece bir kaç kişinin tezahüratına mazhar olmuştu. Bir gün evvel İstanbul’a yürüyüşe geçmeye hazırlanan İkinci ve Üçüncü Ordu subayları şimdi Kanun-u Esasiye ve Padişaha sâ-dakat yemini ediyorlardı. Fakat şüphesiz ki onların Padişaha karşı ayaptıkları sâdakat yeminleri de Abdülhamid’in 26 Temmuz günü Kanun-u Esasiye riayet edeceği hususunda yaptığı yemin gibi sahte ve geçiciydi. O gün sarayın kapılarına kadar gelen altmış bin kişi Padişaha karşı görülmemiş şekilde bir tezahüratta bulunmuştu.

Halk şimdiye kadar Padişahı sadece açık bir arabada camiye giderken, muhafızların süngüleri arasında görebiliyordu. Fakat bir defa Padişah sarayın balkonunda halkın karşısına çıkmıştı. Nârin silueti ile Temmuz güneşinin altında heyecandan titreyerek halka, kendisinden neler beklediğini sordu.

Jön türklerin Padişah aleyhindeki propagandalar artık unutulmuştu. Halkın arasından bir ses: “Şevketmeap efendimizin sıhhat ve afiyette olmasından başka bir şey istemiyoruz. Otuz iki senedenberi hainler, efendimizin yüzünü görmekten bizi mahrum ettiler. Allaha şükür olsun, şimdi karşımızdasm!...” diye bağırınca heyecan bir kat daha arttı. Bu sözler Abdülhamid’i son derece mütehassis etti. Fakat onun gibi ileri görüşlü politik bir adamın şu cevabının samîyetine zor inanılabilirdi; “Hainlerin beni sizden ayırdığı doğrudur. Fakat artık devir değişmiştir.”

Filhakika bir gün evvel İttihat ve Terakki Komitesi âzasından birinin* Padişaha imza ettirdiği bir irâde ile Bahriye Nâzın ve Mabeyn kâtipleri azlettirilmişti. Abdülhamid halka karşı hitabesine devamla:

Saltanata geçtiğim zaman milletime, bir Kanun-u Esasi kabul ve tatbik edeceğimi vaadetmiştim. Fakat kanunu feshe mecbur oldum. Zira milletim henüz böyle bir kanundan istifade edecek halde değildi. Şimdi bu kanunun tesbit ve tâyin edilen tarzda ve ciddiyetle tatbikine karar vermiş bulunuyorum.” Balkonun diğer tarafında bulunan Şeyhülislâmı yanına çağırarak, onun önünde Kanun-u Esasiye harfiyyen riayet edeceğine ve onu koruyacağına dair parlak kelimelerle yemin etti.

İşte böylece Abdülhamid demokrat bir hükümdar olarak fikirlerini ilk defa açıkça beyan etmişti. Fakat bundan sonra sert tenkitlere tahammül göstermesi lâzım geliyordu. Milletine telkin ettiği hürmete ve bu hürmetin sâiklerine rağmen Jön Türk-ler, görünüşte Padişaha sâdık oldukları halde onu saltanattan uzaklaştırmaya kararlı bulunuyorlardı. Fakat şimdiden hiçbiri Abdülhamid’in Padişahlık ve Halifelik otoritesine karşı gelmeye cesaret edemiyordu. Bununla beraber başka yollardan hücuma geçmişlerdi. Saraya mensup paşaların hırsızlıklarından ve dalaverelerinden bahsetmek suretiyle Padişahın itibarını sarsmak istiyorlardı. Her ne kadar İttihat ve Terakki Komitesi resmen iktidarda değilse de, ancak komitenin arzularına râmolacak bir hükümet kurulması müsamaha edebileceklerini açıkça söylüyorlardı. Diğer taraftan kendisinden hesap sormak istedikleri yegâne adam Arap İzzet Paşayı ellerinden kaçırmışlardı. İzzet Paşa 24 Temmuz sabahı ailesi ve hizmetçileriyle beraber hiç bir engele rastlamadan Avrupa’ya hareket etmişti. Abdülhamid, kendisine sâdık kimselerin değiştirilmesi karşısında herhangi bir tepki ve merhamet hissi göstermiyordu. Ama İzzet Paşa’nın kaçtığını öğrenince memnun olmuştu. Çünkü İzzet Paşa, Padişahın Komitece bilinmesini aslâ arzu etmediği bâzı mâli ve hususî işlerini de tedvir etmişti. Halk Mezopotamya’daki zengin petrol sahalarının istimlâk edildiğinden, Deutsche Bank ve bâzı Amerikan kumpanyalarıyla müzakereler yapıldığından habersizdi. Padişah, kendisine sâdık ve mahremiyetine vâkıf müşavirlerinden mahrum kalmaktan aslâ memnun değildi. Çünkü komite âzaları, şahsî servetinin muhtelif kısımlarını tetkike başlamışlardı. Henüz bir ay geçmişti ki, Yıldız’daki hususî tiyatro kapatıldı ve üç yüz kişilik müzisyen kadrosu yetmiş beşe, iki yüz doksan subaydan ibaret yaverler kadrosu da otuza indirildi.

Saraya ait meşhur Arap atları harası devlet müessesesi ha-

11. Abdülhamid • 285 iine getirildi. Alınan bütün bu tedbirler onu şahsen müteessir etmiyordu ama, gurur ve izzeti nefsini derin bir şekilde yaralıyordu.

Şeyhülislâm ile Harbiye ve Bahriye Nâzırlarım tâyin etmek hakkının Padişaha ait olduğu hususundaki “iradei şahaneye” riayetten suçlu görülen Küçük Sait Paşa’yı İttihatçılar mevkiinden uzaklaştırdıkları vakit bile Padişah herhangi bir şekilde muhalefet göstermedi. B öylece en sâdık bir veziri, vazifelerini ihtiyar Kâmil Paşaya terke mecbur edilmişti. Sebep olar.ak da, Kâmil Paşa’nın İngiltere taraftarı olmasının bu sırada komitece çok faydalı görüldüğü ileri sürülmüştü. Bu andan itibaren Padişah anladı ki, Sait veya Kâmil Paşa’ların hattâ başka aksakallı vezirlerin sadrâzam olmasının pek ehemmiyeti yoktu, esas olan genç subayların ve sürgünden gelen ihtilâlci aydınların itimadını ve sâdakatini kazanmaktı. Her ne pahasına olursa olsun tahtını muhafazaya kararlıydı, şu halde sertlik yerine muhabbetle, zor yerine hulûs aile muamele etmek icabediyordu. Bunları düşünen Padişah, ilk defa olarak şahsî gelirlerinin vergisini teşkil eden dört yüz bin lirayı zamanından evvel Devlet hâzinesine ödedi. Üniversite için hazırlanmış olan sarayı, yeni Meclis-i Meb-usan’a vererek millet hizmetine tahsis etti.

Nihayet 17 Aralık 1908 günü hayatının en büyük fedakârlığında bulunarak mutlak hükümdarlık haklarından tantanalı bir şekilde vazgeçti.

Yeni seçimlerin yapılması ve bu suretle yeni Meclis-i Meb’usanın toplanması için beş ay beklemek lâzımdı. Aralık ayının girmesiyle, meşrutiyet idaresinin verdiği neş’e ve heyecan yavaş yavaş sükûnet bulmuştu. Bir kere daha Türkiye’nin kaderi, 24 Temmuz hâdiselerinin dünya basınında yarattığı heyecana rağmen, her zaman olduğu gibi Avrupa’da güzel sözlerden başka bir destek bulmuyordu. Avusturya - Macaristan, Berlin Andlaşmasını ihlâl ederek 1878 senesinden beri askerî işgal altında bulunduğu Bosna - Hersek vilâyetlerini kendisine ilhak ettiği zaman hiç bir Avrupa Devleti tepki göstermedi. Bulgaristan Prensi Ferdinand, Krallara mahsus bir merasimle karşılandığı Viyana seyahatinden dönüp, memleketinin istiklâlini ilân edip Çar unvanını aldığı zaman, Almanya İmparatoru bile müttefiki Türkiye lehine en küçük bir protesto hareketinde bulunmadı.

Birbirine çok sıkı şekilde bağlı olan bu iki hâdise Türkiye’nin her tarafında geniş tepkiler yaratmıştı. Avusturya mallarına karşı resmen boykot ilân edildi, hristiyanlarla müslümanlar arasındaki kardeşlik sevgisinden artık bahsedilmez oldu. Bu sırada 17 Aralık sabahı Ayasofya meydanında iyiniyetlerle ve samimî bir vatanperverlik ve mes’ut bir istikbal ümidiyle toplanmış olan milletvekilleri, yeni Meclis-i Meb’usanı heyecanlı bir merasimle açtılar.

Eriyen kar sularıyla yıkanmış olan İstanbul, kış güneşinin parlak ziyası altında pırıl pırıldı. Berrak semâda ayyıldızlı kırmızı Türk bayrakları dalgalanıyordu. Caddelere toplanmış olan halk, milletvekillerini, yeşil sarıklı zuaf ve beyaz fistanlı Arnavut askerleriyle, uzun entarili Hicaz meb’uslarmı ve bütün imparatorluğu temsil eden her çeşit din ve ırka mensup kırk kadar sarıklı ve taçlı din adamlarını çılgınca alkışlıyordu. İstanbul’un fethinden beri Ayasofya, bu kadar muhteşem ve parlak üniformaları, altın sırmalı elbiseleri, göz kamaştıran kılıçları ve yatağanları aslâ bir arada görmemişti. Merasimin ihtişamına karşı sadece sokaklarda başıboş dolaşan veya parlak kış güneşinin altında kıvrılıp yatan köpekler bigâne kalmışlardı.

Meclis-i Meb’usan sarayındaki meb’uslar, Padişahın gelmesini bekliyorlardı. Fakat hiçbir hükümdarları hakkında bâriz bir dostluk tezahürü göstermiyordu. Çünkü aralarında pek çoğu, kanaatlerinden dolayı senelerce sürgünde veya zindanda ıztırap çekmişti. Kor - diplomatik locasındaki yabancı sefirler yorgunluktan bitkin halde, bir devletin doğuşuna belki de şüphe içinde iştirak ediyorlardı. Aralarında alçak sesle, salonda bulunan üç mühim şahsiyet hakkmdaki düşüncelerini birbirlerine fısıldayarak söylüyorlardı. Toplantı salonunda Enver Bey, bir Dürzi emi-rinin yanında oturuyordu. İhtilâlin bu mütevazi genç kahramanının her yerde resimleri satılıyordu. Yüzündeki sert çizgiler, sâ-kin görünüşlü hâli, onun mütevazi bir aileye mensup olduğunu hiç de belli etmiyordu. Başka tarafta görülen iri siyah gözlü, yağız çehreli, sağlam yapılı adam, İttihat ve Terakki Komitesinin beyni olarak bilinen Talât bey idi. Haris ve genç erkânı harp zâ-biti ile eski posta memuru tam bir tezat teşkil ediyordu. Ve nihayet Cemal Bey, trioyu tamamlıyordu. Cemal beyin hovardalık ve çapkınlık mâceraları İstanbul’da ve Selânik’te dillere destandı. Bu garip triomvira, bir milletin hürriyete kavuşmasına yardım etmek için vazifeliydi.

Sefirlerin şüpheli hallerinde şaşılacak bir şey yoktu. Çünkü onlar, yapılanların bir Turancılık hareketinin manevrasından ibaret olduğunu biliyorlardı. Bu sırada birden dışarıdaki kalabalığın coşkun tezahüratı Meclis salonunda geniş akisler yarattı. Padişah Sultan Abdülhamid geliyordu.

283

Ne Fatih Sultan Mehmet, ne Kanunî Muhteşem Sultan Süleyman, ne de büyük babası Sultan Mahmut, Abdülhamid’in yol boyunca mazhar olduğu muazzam tezahürata aslâ muhatap olmamışlardı. Adeta o, kendisine saldıran kuvvetlere karşı amansız bir hücuma çıkmış bir silâhşörün heybet ve azametiyle İstanbul caddelerinden hışımla geçiyordu.

Saltanat locasına girince Meclis hey’etini, beyaz eldivenli eliyle yorgun, fakat mağrur bir şekilde selâmladı. Az soma da kâtiplerden biri tarafından Padişahın Meclisi açış nutku okundu. Nutuk bitince bir Mekke Meb’usu kürsüye gelerek dua etmeye başladı. Padişah hemen tahttan ayağa kalkarak ellerini havaya doğru açıp duaya iştirâk etti. Salondaki muhtelif dinlere mensup Yahudi, Fran - mason, hristiyan ve hattâ hiç bir inanç sahibi olmayan meb’uslar da îslâm Halifesini takliden dua ettiler.

XXXIII

Karşı İhtilâl Teşebbüsleri

(31 Mart vak’ ası)

Aradan beş ay geçmişti. Görünüşe göre Ahdülhamid, meşruti bir hükümdarlığın icaplarına.tamamen intibak etmişti, şimdi milletinin himayesini yakından hissettiği için vehim ve endişelerinden kısmen sıyrılmıştı. Artık sık sık halkın karşısına çıkıyor ve İstanbul’un büyük camilerinde namaz kılmakta mahzur görmüyordu. Meb’uslar şerefine Yıldız sarayında verilen büyük ziyafet, dâvetlilerin Padişaha karşı sonsuz bir hürmet ve tâzim histeriyle nihayet bulmuştu, ziyafette bir çok garip şeyler görüldü. Ahmet Rıza Bey gibi, hayatını yıllarca sürgünde geçirmiş ve çıkardığı gazetede Padişaha karşı çok şiddetli hücumlarda bulunmuş bir kimse Abdülhamid’in sağında oturmuştu. En sert ve haşin ihtilâlciler, saraydan ayrılırken padişahın elini derin bir saygı ile öpmüşlerdi. Abdülhamid de onlara karşı, yaşlı gözlerle, milletinin itimadını kazandığından beri kendisini aslâ bu kadar mes’ut hissetmediğini söyleyerek mukabele etmişti.

Abdülhamid belki de bu iki yüzlü ve müstehzi hareketlerden derin bir zevk alıyordu. Bilhassa çok nefret ettiği Balkan Komitecilerini temsilen kendisini ziyaret eden İngiliz liberallerinden ibaret bir hey’eti kabul ettiği gün cereyan eden sahne onu garip bir şekilde neş’elendirmişti. Bu defa müteveffa İngiliz Başvekili Mr. Gladstone’un bu çömezlerine hoş görünmeye gayret etmiş ve onların Makedonya hakkmdaki görüşlerini dikkatle dinlemişti. Fakat artık hiç bir şey yapmaya muktedir olamayan Balkan Komitecilerinin mümessillerini kabul etmesi İttihat ve Terakki Komitesince tasvip edilmemiş, bundan sonra kendisinin hükümet işlerine karışmaması hususunda karar alınmasına sebep olmuştu. Halbuki senelerden beri sabahtan akşama kadar aralıksız çalışmaya alışmış olan Padişah, şimdi hiç de arzu etmediği şekilde vaktini boş olarak geçirmeye mecbur olmuştu. Artık piyano çalmakla, haremde sohbet etmekle ve çok sevdiği Ankara kedilerini okşamakla meşgul oluyordu. Halbuki onun entrikalardan uzak olarak kendi hâlinde kalması, düşmanları için daha çok tehlikeliydi. İttihatçılar her ne kadar onu, çok itimat ettiği yirmi bin kadar kafiyesinden mahrum ettilerse de, ne saray mensuplarının İstanbul ile Yıldız arasında mekik dokumalarına, ne de din adamlarının Halifelerine karşı tâzimde bulunmalarına mâni olamamışlardı.

Abdülhamid, hürriyet havarilerinin ilericilik uğruna irtikâp ettikleri hataları gördükçe büyük bir zevk duyuyordu. “Türkiye, Türkler içindir.”, “Boyunduruktan kurtulalım!...” sloganlarıyla iktidara gelmiş olanlar, şimdi imparatorluğu yeniden teşkilâtlandırmak için tekrar yabancılardan ibaret bir hey ’eti dâ-vete mecbur olmuşlardı. Bu suretle Mâliyede bir Fransız, Gümrüklerde de bir İngiliz bulunuyordu. Bir başka İngiliz de uzun zamandan beri ihmâl edilmiş olan Deniz Kuvvetlerini islâha memur edilmişti. Bu İngiliz, harp gemilerinin güvertelerinde Türk subaylarının sebze yetiştirmekte olduklarını görünce müthiş surette korkmuştu. Ticaret Odasında bir Alman, jandarma teşkilâtında da bir İtalyan çalışıyordu.

Bütün bu “temizlik hareketleri” bir kısım halk nezdinde İttihatçıları büsbütün sevimsiz hâle getiriyordu. Ordu mensupları arasında bile mırıldanmalar başlamıştı. Bu cümleden olarak durumu beğenmediklerini açıkça belli eden Yıldız’daki bir alaya mensup subaylar, eskiden olduğu gibi sür’atle Arabistan çöllerine sürüldüler. Küçük bir azınlığın gösterdiği hoşnutsuzluk gittikçe genişliyordu. İttihatçı subayların şımarıklıkları açıkça tenkit ediliyordu. İttihatçı subaylar ise orduda nizam ve disiplini muhafaza etmek endişesiyle askerleri sıkı bir tâlime tâbi tutuyorlar, onlara istirahat edecek zaman bile bırakmıyorlardı.

Abdülhamid büyük bir sabır ve tevekkül ile bekliyordu. Kendisine sorup danışmaya dahi lüzum görülmeden tanzim edilen “iradeleri” hiç ses çıkarmadan gayet uysal bir şekilde imzalıyordu. Çünkü bu iradelerin sert ve haşin bir muhalefete çarpacağını biliyordu. Nitekim İstanbul’da kızlara mahsus bir okul açılması buna bir misaldi. Filhakika şahsen, bu işe muhalif değildi. Çok sene evvel bu mes’eleyi bizzat, Lady Layard ile münakaşa bile etmişti. Fakat bir çoklarında olduğu gibi, dindar çevrelerde yarattığı hoşnutsuzluklar sebebiyle bu projeden vazgeçmişti. İşte şimdi de hükümet merkezinde bir dedikodu dolaşıyordu. “Memleket, namuslu müslüman kızlarını baştan çıkarmaya kararlı dinsizler tarafından idare ediliyor.”

Dinî taassup ateşi, tekrar alevlenmişti. Medreselerde olduğu gibi, İstanbul’un kenar semtlerinde de karşı bir ihtilâl hareketi kendisini belli etmeye başlamıştı. İlkbahar mevsiminin başlarında, mutaassıp dindarlardan, işsiz kalmış hafiyelerden, tenzil edilmiş paşa ve subaylardan ibaret bir grup “İttihâd-ı Muhammedi Cemiyeti” adı altında bir teşkilât kurmuşlardı. Bu teşkilâtın mensupları Selânik’li Yahudi ve Fran-masonların suikastleri-ne karşı şeriatı korumaya ahdetmişlerdi.

Henüz hükümet merkeziyle irtibatı olmayan îttihat ve Terakki Komitesi, gittikçe artan bu düşmanlığın farkında değildi. Sadece iktidar mes’ullerini tehdit ederek istediklerini yaptıran gizli bir cemiyet hâlinde kalmaya devam ediyordu.

Bir gün Mecliste fırtınalı bir toplantı oldu. Sadrâzam Kâmil Paşa, Komiteye meydan okumak cesaretini göstermişti. Bunun üzerine Enver Bey ve arkadaşları, tabancalarının namlularını meb’uslara doğru çevirerek nüfuz ve kuvvetlerini ispat ettiler. Ertesi gün de Kâmil Paşa azledildi ve yerine eskiden Makedonya Umumî Müfettişliği yapmış olan ve hâlen de İttihatçılara sâdık bir adam olarak tanınan Hilmi Paşa tâyin edildi.

Aynı zamanda hem İttihatçılara, hem de mürtecilere çatmakla meşhur bir gazetecinin öldürülmesi, daha büyük bir fırtınanın kopmasına sebep oldu. Söylendiğine göre, İttihatçılara mensup bir subay üniforması taşıyan kaatil kaçmıştı. Hükümet, kaçan kaatilin hüviyetini tesbite teşebbüs etmemekle itham ediliyordu. Hâdise büyük heyecan yaratmıştı. Maktulü sevmemelerine rağmen mültecilerden ibaret büyük bir kalabalık cenaze merasimine iştirâk etti.

“Yaşasın şeriat!...”, “İttihatçılara ölüm!...” nâraları ayyuka çıkıyordu. Halk o kadar heyecanlıydı ki, polis dahi müdahalede bulunmaya cesaret edemedi.

Ertesi gün İstanbul silâh sesleriyle uyandı. Sokağa çıkmaya cesaret edenler, belli başlı meydanların ve resmî binaların askerî birlikler tarafından işgal edilmiş olduklarını gördüler. Fakat bunlar kumandansız ve intizamsız bir yığın askerden ibaretti. Çünkü dövülmekten veya hapsedilmekten korkan subayların hepsi kaçmıştı.

İsyan, gece yarısı Taksim Kışlasında patlak vermişti. Çavuşlar ve neferler, subaylara karşı ayaklanmışlar, diğer kışlalardaki arkadaşlarına haber göndererek Selânikli dinsizlere karşı, dinlerini korumak için kendilerine iltihak etmeleri hususunda onları da tahrik etmişlerdi. Bir kaç saat zarfında İstanbul garnizonunun büyük bir kısmı, harekâta iştirâk etmişti. Hiç bir ciddî mukavemetle karşılaşılmadan otuz sekiz subay öldürülmüş, elli kadarı da yaralanmıştı. Öğleye doğru İstanbul şehri, tamamen çavuşların eline geçmişti. Ayasofya’daki Meclis binası galeyan hâlindeki askerler tarafından sarılmıştı. Gür sesleriyle bağırarak, şeriat hükümlerine hürmet edecek bir hükümet kurulmasını istiyorlardı. Beş yüz meb’ustan sadece altmışı, askerlerin karşısına çıkmaya cesaret edebilmişti. Fakat kadınların serbest hayata atılması fikrini savunan İttihatçı bir gazetenin müdürü zannedilen Lâzkiye meb’usu genç bir Dürzî Emiri askerler tarafından yakalanıp Meclis binasının önünde paramparça edilince, bu meb’uslar da dışarı çıkmakla büyük hata işlediklerini anladılar.

Hâdiseler karşısında İttihat ve Terakki Komitesi tamamen sinip gizlenmişti. Komitenin mümessili olarak Hükümetin başında bulunan Sadrâzam Hilmi Paşa da istifasını verdi. Akşam olunca heyecan ve korku son haddini buldu. Polisler bile, bir yenilik olmak üzere fes yerine başlarına.giydirilen miğferleri attılar. İlâhiler okuyarak sokaklarda dolaşan askerler sık sık havaya ateş ediyorları. Dinî bir harbin alâmeti olan Mehdi’nin siyah sancağı Galata Köprüsüne dikildiği zaman hristiyan semtlerinde büyük bir korku ve telâş başladı. Hâdiseyi görenlerin anlattıklarına göre, her tarafa küfürler savurarak bağırıp çağıran, subayları tarafından terkedilmiş askerler, en aziz saydıkları inançlarının ve geleneklerinin tehlikede olduğunu zannediyorlardı.

Bu hâdiselerde Abdülhamid nasıl bir rol oynamıştı?..

Bu sual çok kere ortaya atılmıştır. Haremağalarından Nâdir Ağa tevkif edildikten sonra, bu mukabil ihtilâlin Yıldız tara-fmdan tertip edildiğini söylemiştir. Ona göre, bir kaç gün evvel Padişah, bir ecnebi bankasındaki hesabından iki milyon lira çekmiş ve bu parayı oğlu şehzade Burhanettin vasıtasıyla âsilere dağıtmıştı. Fakat ölüm tehdidi altında söyletilen bir adamın itirafları pek de itibar edilecek değerde değildir. Esasen büyük çapta itimada lâyık görülen Sait ve Kâmil paşaların şehadetine göre, Abdülhamid bu isyan hareketine tamamen yabancıydı. Zaten sıhhati iyice bozulmuş olan Padişah, isyanın patlak vermesinden, herkesten ziyade korkmuştu.

13 Nisan 1909 (31 Mart 1325) akşamı muazzam bir halk kitlesi padişahı coşkun bir şekilde alkışlamıştı. Bu itibarla Abdülhamid, fırsattan istifade ile Kanun-u Esasiyi feshederek tekrar istibdat idaresi kurmaya pekâlâ muvaffak olabilirdi. Fakat o, aslâ böyle bir şey düşünmedi ve nitekim Kâmil Paşayı da tekrar iş başına getirmeye teşebbüs etmedi. Tevfik Paşa’nm Sadrâzam olması onun için kâfi bir emniyet ve itimat teşkil etti. Tevfik Paşa mutedil bir siyaset tâkip edileceğine delâlet ediyordu. İlk icraatı, şüphesiz ki, Yıldız’dan telkin edilmiş olarak, derhal Selânik ile temasa geçmek ve Kanun-u Esasinin tehlikede olmadığı hususunda İttihat ve Terakki Komitesine teminat vermek oldu. Kargaşalıklar yeniden başladığı zaman Padişah iki taraflı bir tavır takınmıştı. Bir gün harp gemilerinden birine mensup askerlerden ibaret bir grup âniden Yıldız’a geldi, Sarayın avlusunda sımsıkı bağlanmış bir deniz yüzbaşısını Padişaha göstererek, onun geminin toplarını saraya tevcih etmek için emir verdiğini söylediler. İnsan karnından müthiş surette çekinen Padişah, kalabalığın bu bedbaht subayı parçalayıp öldürmesini görmemek için hemen saraydan içeri girdi. Fakat hâdiseden ancak yirmi dört saat sonra bir irade imzalayarak cinayetlere mâni olmak maksadıyla nasihat vermek üzere din adamlarım kışlalara gönderdi. Belki de bu gibi hâdiselerin Avrupalılar tarafından hoş karşılanmayacağından çekiniyordu.

Eğer Padişahın tutumu biraz garip karşılanıyorsa, İttihatçıların davranışı da ondan daha az acayip değildi. Filhakika İttihatçılar yeni kargaşalıklar çıkmasının Padişahın hal’i için çok mükemmel bir bahane teşkil edeceğini ümit ediyorlardı.

İstanbul’da bir ihtilâl çıktığı haberi, bütün Rumeli şehirlerinde büyük telâş yaratmasına rağmen, Selânikte’ki İttihat ve Terakki Komitesinin umumî karargâhında en küçük bir tepki görülmüyordu. İttihatçı şefler, bekledikleri fırsatın nihayet çıktığına inanıyorlardı. Onlar, yeni hükümetin Kanun-u Esasinin tehlikede olmadığı hususunda kendilerine verdiği teminata aslâ itibar etmiyorlardı. Otuz bin kişilik başsız bir kuvvetin himayesindeki bir hükümet, medrese mollalarının hırslı bir ayaklanması karşısında ciddî bir teminat vermeye muktedir olamazdı. Hükümet merkezinden Selânik’e ilk gelen mültecilerin anlattıklarına göre, Padişah da âsillerle beraberdi 16 Nisan’da Se-lânik’ten Bab-ı Ali’ye gelen bir mesajda, Mahmut Şevket Pa-şa’nın kumandası altındaki Üçüncü Ordunun asayişi tesis etmek üzere İstanbul’a doğru yürüyüşe geçtiği bildirildi. Fakat Yıl-dız’a çekilmiş esatiri bir varlık telâkki edilen Abdülhamid’in nüfuzu hâlâ o kadar büyüktü ki, İttihat ve Terakki Komitesinin en şiddetli ve amansız âzaları, hattâ-Mahmut Şevket Paşa bile mes’uliyeti açıkça onun şahsına yüklemeye cesaret edemiyorlardı. Ordusu ile beraber İstanbul’a elli kilometre yaklaşmış olan Mahmut Şevket paşa hâlâ “Padişahım çok yaşa!...” diye bağırarak dua ediyordu. Sadrâzamdan Paşaya gelen bir mesajda; “Zat-ı Şahane, ordunun hayırlısıyla İstanbul’a gelmesini bekliyor. Kaybedilecek, kazanılacak veya korkulacak hiç bir şey yoktur. Zat-ı Şahane daima Kanun’u Esasî taraftarıdır ve onun en büyük muhafızıdır.” deniliyordu.

Karşı ihtilâlciler altı gün müddetle İstanbul’a hâkim oldular. İlk yirmi dört saat zarfında nispeten daha az taşkınlıklar olmuştu, fakat şehirde bütün işler durmuştu. Meclis-i Meb’usan ancak bir kaç meb’usla toplanabiliyordu. Makedonya Ordusunun gelmekte olduğu haberi ise, şehir hayatım büsbütün felce uğrattı. Halkın yarısı saklanmıştı. Sefarethaneler mültecilerle dolmuştu. Hristiyanlar, Ermeni isyanında olduğu gibi, âsilerin Kürtleri silâhlandırmalarından korkarak büyük bir endişe içinde yaşıyorlardı. Türkiye’nin güneşinde yeniden katliamlar yapıldığı haberi, Ermeni mahallelerinde misli görülmemiş bir telâş yarattı. Bu haberlere göre. Adana’da, on iki sene evvel Urfa’da ve Van’dakilere benzeyen hâdiseler olmuştu. Selânik Ordusu acaba zamanında yetişebilecek miydi? Üç haftadan evvel yapılması mümkün görülmeyen bu harekât altı günde ikmal edildi.

Padişah Yıldız’dan hâdiseleri çok büyük bir alâka ile tâkip ediyordu. İsyandan iki gün sonra ilk defa olarak Cuma selâmlığında halkın karşısına çıktı. Fakat merasimde hiç bir subayın bulunmayışı nazarı dikkati çekiyordu. Anlatıldığına göre, çavuşların ve askerlerin muhafazasında araba ile camiye giden Padişah çok neş’eliydi. Halkın arasındaki softalar, hocalar ve mollalar Padişahı çılgınca alkışlıyorlardı. Şimdiye kadar hiç vâki olmadığı halde, ulemadan biri Padişah için yüksek sesle dua ediyordu. Fakat Abdülhamid’in enerjisi gittikçe azalmaya başlamıştı. O’nu mânen ve maddeten hasta olarak tavsif eden Sait ve Kâmil Paşalar şüphesiz ki çok haklıydılar.

İstanbul’da kendilerine bir kumandan bekleyen otuz bin asker vardı. Fakat Padişah hâlâ nâfile yere yaptığı entrikalarla vakit kaybediyordu. Selânik Ordusunun ileri harekâtına mâni olmak için şahsî kaynaklardan toplanan paralarla muazzam masraflar yapılmıştı. Askerlere, hocalara ve imamlara arkadaşlarını ayaklandırmak için pek çok para dağıtıldı. Fakat bu paraların pek az kısmı, hakikî maksada hizmet edecek kimselerin eline geçti.

Asilerin herhangi bir müdafaa plânları yoktu. Heyecan ateşi sönüp, etraf sükûnet bulunca, âsilerin büyük bir kısmı neden ayaklandıklarını birbirlerine sormaya başladılar. Selânik’ten gelen askerler çok iyi yetiştirilmişlerdi. İnsan ruhunu gayet iyi bilen meşhur bir Paşa’mn kumandası altındaki bu askerler için Kumandan Paşa diyordu ki; “Onlar, İttihat ve Terakki Komitesi adına değil, Osmanlı Ordusu adına mücadele ediyorlar.”

Masonların ve din aleyhtarı kimselerin emellerine hizmet ettikleri yolunda yapılan propagandalar, askerlerin cesaretini asla kıramamıştı. Tâkip ettiği usulün İstanbul’da hoş karşılanmadığını anlayan İttihat ve Terakki Komitesi, bir müddet kulis arkasında kalmayı tercih etti. Temmuz ihtilâlinin iki kahramanı Enver ve Niyazi beyler, Mahmut Şevket Paşa’mn emrine girmişlerdi.

(

XXXIV

Abdülhamid’ in Hal’ i

Meşhur ve tarihî Fener semtinin kafesli pencereleriyle, dükkânların kapalı kepenkleri arkasında korku ve heyecandan titreyen kimseler, Bab-ı Ali’nin tozlu dosyalarla dolu odalarında, Galata Bankalarında, rıhtımlarda bekleyen, yük gemilerinde, Gümrük bürolarında çalışan herkes, şehre kimin hâkim olduğunu henüz bilmiyordu. İstanbul halkı bir korku ve meçhuller içinde yaşıyordu. Şehirde, akıl ve hayâlden geçmeyen olan Se-lânik Ordusu altı günden az bir zamanda İstanbul’a on kilometre mesafedeki Yeşilköy’e gelip yerleşmişti. Mukabil ihtilâl başladığı zaman düşük seviyeli basın şiddetle İttihat ve Terakki Komitesi aleyhine neşriyat yapıyordu. Fakat şimdi ise tamamen değişmişti. İlk defa olarak hiç kimsenin henüz söylemeye cesaret edemediği bir şekilde gazeteler, Padişahın tahttan feragat etmesinden bile bahsediyorlardı.

Yıldız’a sâdık bâzı kimselerin şehri terketmeleri, Padişahın efsanevî kuvvetine olan inançların kaybolduğuna delâlet ediyordu. İstanbul’un bombardıman edilmesinden korkan paşalar ve bir kısım halk yollara düşmüştü. Bizzat saraya mensup olanlar da telâşlanmıştı. Bunları teskin ve mevkiini tahkim etmek maksadıyla Abdülhamid, âsayişi tesis için Üçüncü Ordu’yu kendisinin çağırmış olduğunu ilân etti.

Yeşilköy’de Orduyu karşılayıp iaşe etmek üzere gerekli hazırlıklar ve yiyecek stokları yapıldı. Abdülhamid, ayrıca bir de mümessil tâyin ederek, gelenlerle müzakere için kendisine tam selâhiyet verdi. Fakat Padişahın mümessilinin vereceği teminata itimat gösterilecek miydi? Şüphesiz ki Mahmut Şevket Paşa’nın, emirlerine itaat edecek âsileri affedeceği ve Padişahın hal’i hususundaki her türlü harekâta mâni olacağına dair verdiği beyanata da inanmamak lâzımdı. Mahmut Şevket Paşa, böyle bir kararın ancak Meclis-i Meb’üsan ve Şeyhülislâm tarafından alınabileceğini söylüyordu.

23 Nisan Cuma sabahı Selânik Ordusu Kâğıthaneye geldi. Abdülhaamit bu haberi öğrendiği zaman, hayret edilecek derecede soğukkanlı ve kendisine hâkimdi. Bir çok karanlık ihtimallere rağmen, geleneğe uymaya karar verdi ve Cuma selâmlığına iştirâk etti. Önceki merasimlere nispetle bugün halk daha çekingen duruyordu. Fakat Abdülhahıid hâlâ “Yeryüzünde Allahın gölgesi” ünvanını muhafaza ediyormuş gibi, merasim büyük bir ihtişamla yapıldı. İstanbul halkı son defa olarak Padişahın hafifçe öne eğilmiş siluetini, açık bir araba içinde geçerken gördü, ve yine son defa olarak Abdülhamid derinden boğuk bir sesle söylenen “Padişahım çok yaşa!...” seslerini işitti. Fakat yabancı sefirlere mahsus tribünü selâmlamak için döndüğü zaman, orada hiç bir sefirin bulunmadığını gördü.

Tâze ilkbahar havasının yayıldığı berrak semâda derin akisler yaratan top gürültüleri duyuluyordu. Edirnekapı’daki kışlalarda bulunan askerler Selânik Ordusuna teslim olmaya başlamışlardı. Mahmut Şevket paşa kuvvetleri üç koldan şehre giriyordu. Asi askerlerin pek azı mukavemet gösteriyordu. Büyük bir kısmı hiç silâh kullanmadan teslim oldu. İstanbul bir saatten az bir zamanda işgal ve zaptedilmişti. Sadece isyanın merkezi olan Taksim kışlası mukavemet ediyordu. Kışlayı saran Selanik kuvvetlerine, Enver Bey kumandanlık yapıyordu. Büyük bir ustalıkla barikatlar aşıldı ve dört saatlik bir mücadeleden sonra kışla teslim alındı. Akşama doğru şehrin dörtte üçü Selanik’ten gelen askerlerin eline geçmişti.

Bir şehrin zabtından sonra, mücadelede vazife almayan silâhsız halka aslâ bu kadar iyi ve nâzik muamele edildiği görülmemiştir. Askerler, tramvaya binmek isteyen yaşlı hanımlara yardım ediyorlar, askerî mektep talebeleri yabancı sefaretler önünde muhafızlık yapıyorlardı. Mücadeleden bir saat sonra dışarı çıkıp kahveleri dolduran halk, cereyan eden hâdiselerin münakaşasını ediyordu. Hiç kimse Padişahın ne olacağını bilmiyordu. Bununla beraber ihtiyar “Baba Hamid” hakkında askerler arasında başlayan mırıldanmalara göre onun daha uzun zaman tahtını muhafaza edemeyeceği anlaşılıyordu.

Padişahın kaderini tâyin etmek üzere Ayan ve Meb’usan Meclisleri âzaları, Yeşilköy’deki umumî karargâaha dâvet edilmişlerdi. Almanya sefirinin Abdülhamid lehine bâzı teşebbüslere geçtiği biliniyordu. Fakat İttihat ve Terakki Komitesi, Padişah aleyhine öyle bir ithamname hazırlamıştı ki, bunun karşısında onu sadece hal ile iktifa etmek, ihtilâlcileri büsbütün tahrik ederek Abdülhamid’in ölüm cezasına mahkûm edilmesini istemelerine sebep olabilirdi.

Meclislerin müşterek toplantısına Ayan Meclisi reisi sıfatıyla Küçük Sait Paşa başkanlık ediyordu. Toplantının yapıldığı bina her ne kadar İttihatçı kuvvetler tarafından sarılarak, Padişahın hal’ine karar verildi. Bununla beraber son karar, şeyhülis-lâm’a bırakıldı. Çünkü Kanunî Muhteşem Sultan Süleyman devrinden gelen an’aneyi bizzat ateşli ihtilâlciler bile bozmaya cesaret edemiyorlardı.

Abdülhamid bugün istikbalinin tehlikede olduğunu acaba biliyor muydu? Artık silâh sesleri kesilmiş olan şehirden hiçbir gürültü gelmiyordu. Dışarıda tatlı bir mehtap vardı. Sokaklarda şarkı söyleyen askerlerle, başıboş köpeklerin ulumasından başka bir ses yoktu. Yıldız’m karadan ve denizden, her yer ile irtibatı kesilmişti. Hattâ bir kaç gündenberi Dolmabahçe rıhtımında demirli bulunan Saltanat yatı da ortadan kaybolmuştu. Hiç kimse yatın ihtilâlcilerin safına geçen donanmaya iltihak ettiğini Abdülhamid’e söylemeye cesaret edemiyordu. Keza o da, kimseye bir şey sormadan dışarıda olup biten hâdiselere karşı tamamen kayıtsız bir halde bulunuyordu.

Saray mensuplarının, içine düştükleri dehşete rağmen, Padişah, Selânik birliklerinin zaferine karşı hiç bir heyecan göstermeden, sadece kendisine bir suikast yapılmasından endişe ediyordu.

O’nun hâlâ bir mucize yaratacağına inananlar vardı.

Hakikatte ise artık o, ilâhlaşmış efsanevî varlığı içinde kendisine bir kurtuluş çaresi arayan hasta bir ihtiyardan başka birşey değildi. Hayâl edilen efsanevî kuvvetten hiç bir eser yoktu.

Ertesi sabah Selânik kuvvetleri Yıldız’da ve Üsküdarda kalan son mukavemetçi taburlara karşı da hücuma geçti. Silâh sesleriyle uyanan haremağası Nâdir Ağa, hemen efendisinin kapısına koştu. Padişah, üzerinde rop döşambrı olduğu halde odasından dışarı çıktı. Kendisine; “Zat-ı şahaneye sâdık kuvvetlerin, haydutları ezmekte olduğu” arzedildi. Zira hiç kimse Makedonya kuvvetlerinin Abdülhamid’e düşman olduğunu söylemeye değil, düşünmeye bile cesaret edemiyordu. Padişah, o gün dahi, yapılmakta olan çarpışmaların kendisine karşı olduğunu bilmiyormuş gibi davranmaya devam etti. Her günkü gibi banyosunu yaptıktan sonra çalışma odasına geçti. Bazısı artık hiç bir ilgi çekmeyen, vilâyetlerden gelmiş raporları tetkik ile meşgul oldu. Öğleye doğru top sesleri kesilmişti. Yddız’da mukavemet gösteren iki tabura mensup askerler ya teslim olmuşlar, ya da kaçmışlardı. Makedonya birlikleri sarayı muhasara etmeye başlamışlardı. Bu askerler o kadar disiplinliydiler ki, bir teki bile, Umumî Karargâhtan emir almadan saray parkına girmeye teşebbüs etmiyordu. Nihayet ertesi akşam, yâni 25 nisan 1909 Pazar günü şeyhülislâm lüzumlu fetvayı verdi:

“Eğer müslümanların imamı, umumun hakkını gaspeder-se, eğer adalet icaplarına uymayarak tebaasını öldürdükten sonra yalan yere yemin ederse... Eğer onun varlığı, dahilî bir harbin çıkmasına sebep olarak halk arasında kan dökülmesini icap ettirirse, eğer onun uzaklaştırılmasıyla memlekete sulh ve huzur geleceği sâbit olursa, iktidarı elinde bulunduranların bu imamı azle veya tahttan indirmeye karar vermeleri caiz midir? Bu takdirde hangi çareye baş vurulmalıdır?...

Şeyhülislâm, her ne kadar en yüksek dinî makamı işgal ediyorsa da, şu sırada her türlü iktidar ve selâhiyetin İttihat ve Terakki Komitesinin elinde olduğunu da iyi biliyordu. Bu itibarla cevabı; “Caizdir.” oldu.

Aradan seneler geçtikten soma Abdülhamid, bu hâdiselere karşı ne yapması icabettiğini çok düşündü. Eskiden yaptığı gibi büyük devletler arasındaki rekabeti körükleyerek onlardan birisini kendisine yardıma çağırabilirdi veya Asya yakasına geçerek İslâm Halifesi sıfatıyla SelânikTi âsilere karşı “Mukaddes Cihat” ilân edebilirdi. Eğer pısırıklık göstermeseydi, bütün bunları yapabilirdi.

Cumartesi akşamından itibaren Yıldız’ın aşçı, uşak, marangoz, elektrikçi gibi basit ve mütevazi müstahdemleri saraydan kaçmışlardı. Bu suretle evvelce bin kişiyi bulan müstahdem kadrosu yüze inmişti. Sarayın cereyanı kesildiği için ışıkları sönmüştü. Sultanlar, terkedileiı saray kilerindeki soğuk yiyecekleri yemeğe mecbur olmuşlardı.

Abdülhamid, kendisinin ve maiyetindekilerin üzüntülerini unutturmak için ışıkların yakılmasını ve müzik çalınmasını istedi. Fakat büyük bir ihmal eseri olarak sarayda mum stoku yapılmamıştı. Henüz kaçmamış olan müzisyenler, Padişahın hoşuna giden parçaları çaldılar. Fakat müziğin hoş nağmeleri, Yıldız’ın her tarafını istilâ etmiş olan korku ve telâşı gidermeye kâfi gelmedi.

Nihayet pazar günü içinde Yıldız Sarayının en gizli yerlerine kadar her tarafı Makedonya birliklerine açıldı.

İstanbul’da Padişaha diş bileyen bir kitle saray parkını işgal etmiş, İttihatçıların gözünde birer kahraman olmak için sağa sola silâh sıkıp bomba atıyorlardı. Fakat saray mensuplarının içine düştükleri müthiş korku ve telâş, âdeta aşılması güç bir mânia teşkil ediyordu.

Yaptığı hatâların kâbusu içindeki padişah, artık yerinde duramıyor, salondan salona, koridordan koridora geçerek muz-darip ve perişan bir halde dolaşıyordu. Salonları dolduran kıymetli eşyaları tetkik ediyor, elindeki altın anahtarlarla paha biçilmez hâzineleri saklayan kasaları-açıyordu. Fakat şu anda dünyanın bu kıymetli elmaslarına ve mücevherlerine sahip olmak neye yarardı?

Abdülhamid, maiyetindekiler! teskin etmek maksadıyla, durmadan, Selânik ordusunu kendi emniyeti için bizzat dâvet ettiğini söylüyordu. Fakat Kızlarağasından en genç câriyelere kadar herkes şimdi şu suali soruyordu.

“Padişahı ne yapacaklar?.. Biz ne olacağız?..” Haremağaları kendi istikballerini daha karanlık görüyorlardı. Yaptıkları zulüm ve şımarıklıklardan dolayı hapishanelere sürüleceklerini, ya da darağaçlarını boylayacaklarını düşünüyorlardı. Hele mutlaka bütün hayatları müddetince dilencilik yapmaya muhtaç olacaklardı. Fakat genç kadınlardan bazısı, bilhassa Padişahın dâvetine aslâ mazhar olmayanlar, Makedonya kuvvetlerinin gel-meşinden âdeta gizli bir sevinç duyuyorlardı. Padişah ise, kendisini bekleyen âkibet hakkında herhangi birşey hissettirmiyordu. Şeyhülislâmın fetvası ne olursa olsun tuzağa yakalanan bir fare gibi şimdi kendisini tamamen İttihatçıların ellerine düşmüş görüyordu.

27 Nisan sabahı yeni başkâtibi, dört kişiden ibaret bir Meclis hey’etinin kendisini görmek istediklerini arzedince Abdülhamid, mukadderatının tâyin edilmiş olduğunu anladı. Son defa olarak ziyaretçilerini bekletmek hususundaki zevkini tatmin etti.

Padişaha azledildiğini tebliğe memur olan bu dört kişilik hey’et içinde hiçbiri de Türk değildi. Yahudi, Rum ve Ermeni ırkına mensup olan delegelerden Reis Esat Paşa hariç, ötekilerin hepsi de İttihat ve Terakki Komitesinin nüfuzlu âzalarıydı.

Hey’et âzaları, sevinçli olmaktan ziyade sıkıntılı bir halde Küçük Mabeyn köşkünün park tarafındaki kabul salonunda bekliyorlardı. Muhafızlık vazifesi yapan otuz kadar haremağasmın giren çıkanı kontrole yarayan duvar aynalarına akseden çehrelerindeki korkunç manzara görülecek şeydi. Padişah hâlâ ortada yoktu. Bitişik odadaki papağanın Arapça bir şeyler söylediği duyuluyordu.

Guguklu saatlerin tik-takları âdeta artık kesilmiş gibiydi. Nihayet kapı açıldı. Beraberinde on yedi yaşındaki oğlu Abdur-rahman olduğu halde Abdülhamid ürkek adımlarla salona girdi. Dört meb'ustan sadece Esat Paşa, Padişahı yakından görmemişti. Abdülhamid, tasavvur edilemiyecek kadar küçülmüş, omuzlarında dalgalanan askerî üniformasının apoletleri altında bir iskelet hâlini almıştı. Nezaket kaidelerine uygun bir kaç cümle ta-ati edildikten sonra Padişah, bedeni kadar nârin ve zayıf bir sesle sordu;

Arzunuz nedir. Neler oldu?”

Sert bir asker tavrıyla cevap veren Esat Paşa:

Alınan fetva mucibince millet sizi azletti. Meclis-i Meb’usan, sizin ve ailenizin şahsî emniyetlerinizi taahhüt eder. Endişeyi mucip hiç bir şey yoktur.” dedi.

Salona derin bir sessizlik çöktü. Padişah, söylenenleri sanki duymamış gibiydi. Fakat bu hal onun eski bir itiyadıydı. Bir müddet sonra, hiç bir faydası olmayacak bir kurnazlıkla tevekkül göstererek, evvelce aynı vaziyetle karşılaşan amcası Abdü-laziz’in söylediği gibi:

Kısmet böy leymiş!..” dedi.

Şimdiye kadar tebaasına, kaynağını şiddetten alan bir hürmet telkin etmişti. Fakat şimdi bizzat kendisi bir şiddetin tesiri altındaydı. Kendisi aslâ ve câni ve zâlim değildi. Tarih bir gün onun, daima milletinin saadeti için çalıştığını yazacaktı. Artık ihtiyarlamıştı. Eğer milleti onun azlini mutlaka arzu ediyorsa, hiç olmazsa bundan sonraki ömrünü Çırağan sarayında geçirmeye müsaade edilmesini istedi. Nitekim kendisi de, kardeşi Murat’ı tam yirmi beş sene huzur ve sükûn içinde orada bırakmıştı.

Esat Paşa, arzularını Meclise bildireceğini vaadetti. Padişaha, sürgün yeri olarak Selânik’in seçildiği hususundaki kararı tebliğ etmek vazifesi, bu hey’ete ait değildi.

Abdülhamid’in muhafazasına memur edilen subaylar saraya geldiği zaman saat, akşamın dokuzuydu. Bu defa Padişah, etrafında bir kaç haremağası ve bendegânı olduğu halde gelenleri bekliyordu. Muhafız grubunun kumandanı olan bir paşa, hiç bir merasime lüzum görmeden doğrudan doğruya söze başlayarak, kardeşi Reşad’ın “İkinci Mehmet” ünvanıyla tahta geçtiğini, iki padişahın aynı zamanda bir şehirde ikâmetleri mümkün olmadığından kendisini Selânik’e götürmekle vazifeli kılındıklarını Abdülhamid’e bildirdi.

Abdülhamid, kendisine herşeyi kaybettirmeye sebep olan Selânik şehrinin, şimdi de sürgün yeri olduğunu Öğrenince artık sinirlerine hâkim olamadı. Son bir defa daha vaziyeti protesto etmek istedi ve bayıldı. Muhafız kumandam getirdiği talimatı okumak için Padişahın kendisine gelmesini bekledi. Bu tâlimata göre Abdülhamid üç karısını, dört cariyesini, iki oğlu ile dört haremağasmı ve on dört hizmetçisini beraberinde Selânik’e götürebilecekti. Yolda lâzım olmayacak diğer eşyası sonradan gönderilecekti. Zat-ı şahanenin bu talimata uyacak bütün arzusu yerine getirilecekti. Fakat Abdülhamid şimdi bunları düşünecek ve münakaşa edecek halde değildi. Hâdiseye şahit olanlardan birinin anlattığına göre, gözlerini ellerinin üzerine diken Padişah derin bir düşünceye dalmış, insiyaki bir şekilde gözlerini açıp kapıyordu. Şimdi bütün heyecanlardan sıyrılmış gibi sun’i bir uyku hâlindeydi. Kendisi ile beraber gidemiyecek olan yaşlı ve hasta üvey annesine veda edişi, o kadar soğuk ve ciddî oldu ki, sanki bir yabancıdan ayrılıyor gibiydi. Haremağalarma sadece hafif bir baş işaretiyle veda etti.

Saat gece yarısını gösteriyordu. Arabalar hazırlanmıştı. Solgun yüzlü titrek bir ihtiyar, bir imparatorluğu otuz üç sene idare ettiği saraym kapısında son defa tevakkuf ediyordu. Şimdi kendisine muhafızlık yapan askerler, onu, silâhlarıyla, kadmlar ise hıçkırıklar içinde uğurluyorlardı. Peşini bırakmayan haremağaları eteklerini öperken, saraym bir köşesinde kalmış olan papağanın alay edercesine “Padişahım çok yaşa!” diye bağırdığı duyuluyordu.

Abdülhamid’ in Son Ydları

•Abdülhamid Alâtini Köşküne yerleştirildi. Bu bina, Selâ-nik’in en büyük ve en güzel bir villâsıydı. Bir Yahudi bankerine ait olan bina, Jandarma teşkilâtını İslaha memur İtalyan Generali Robilant’a iki sene için kiralanmıştı. Abdülhamid ile daima iyi münasebetler kurmuş olan General, hükümet makamlarının eski Padişah için bina bulmakta müşkülât çektiğini öğrenince, çok nâzik bir jest yaparak villâyı terkedebileceğini teklif etti.

Aniden İtalya’ya gideceklerinden dolayı büyük bir sevinç duyan Generalin kızları acele ile bavullarını topladılar ve villâdaki kıymetli eşya ve möbleleri olduğu gibi, Padişahın haremine bırakmak hususunda annelerini de ikna ettiler. Fakat villâya gece yarısı gelen Abdülhamid, yirmi saatlik bir yolculuktan sonra Alâtini köşkünü kâfi derecede konforlu bulmadı. Köşkte hamam yerine Avrupa tarzında banyolar vardı. Karyolalar ve yataklar kadınların hoşuna gitmemişti. Abdülhamid’in, tâlimat çerçevesinde kalacak her türlü arzusunu yerine getirmek hususunda emir almış olan muhafız subayları gece yarısı olmasına rağmen bir mobilya mağazasını açtırarak lüzumlu eşyayı temin ettiler.

Abdülhamid’e, sürgünün ilk haftasında gösterilen itibar, hiç bir eski hükümdara gösterilmemiştir. İstanbul’dan Selâ-anik’e kadar kendisine Saltanat vagonu tahsis edilmişti. Şark Demiryolları idaresi tarafından yirmi sene evvel Padişaha hediye edilmiş olan bu vagon şimdiye kadar Abdülhamid tarafından hiç kullanılmamıştı. Eski Pâdişâhı, istasyonda, Selânik Belediye Reisi ve muhafız olarak emrine verilen ve fakat yaver gibi hizmet eden iki subay karşılamıştı. Selânik’in sütünün ve yumurtasının tâze olmadığmdan şikâyet ettiği zaman İstanbul’dan bir memur nezaretinde elli tavuk ve hâliskan iki beyaz inek gönderilmişti. Kendisine gösterilen bu dikkat ve ihtimamdan cesaret alan Abdülhamid, ilk önce çok sevdiği kedilerini, sonra da Saint - Bernard cinsi köpeğini, daha sonra da sıkıldığını ileri sürerek en genç ve güzel iki cariyesini ve ayrıca iki haremağasım da istedi. Fakat bunlar gelince de sanki senelerdenberi kendileriyle berabermiş gibi hiç ilgilenmedi.

İttihat ve Terakki Komitesinin Abdülhamid’in arzularına karşı gösterdiği bu cömertlik ve uysallık sebepsiz değildi. Eski Padişahm hariçte mühim miktarda bir servete sahip olduğu biliniyordu. İttihatçılar bir an evvel bu serveti ele geçirmek istiyorlardı. Hayatını kurtarmak için asılarak Galata Köprüsünde teşhir edilen Kızlarağasının âkibetine düşmek istemeyen Nâdir Ağa devamlı surette muhbirlik yapıyordu. Abdülhamid’i isyanı teşvik ile itham ediyor, sarayın bir çok sırlarını açıklayacağını bildiriyordu. Eski Padişahın servetini tesbit için kurulan özel komisyona mensup subaylara Nâdir Ağa, Yıldız hâzinelerini muhafaza eden yeraltı bir tesisat olduğunu ihbar etmişti. Fakat bu yeraltı tesisatta ele geçirilen yarım milyon lira değerinde on bir torba altın ve kıymetli taşlarla demiryolu hisse senetleri, Komisyonu tatmin etmemişti. Saraydan ayrılırken acele ile -veya kasten- Abdülhamid’in unuttuğu bir defterde, servetinin büyük kısmının ecnebi bankalarda bulunduğu yazılıydı. Kendi rızası olmadan başkasına ödenmesi mümkün olmayan bir servete Ab-dülhamid hâlâ sahip oldukça daha bir çok karışıklıklar çıkarabilirdi.

Çünkü Abdülhamid’in en kurnaz ve sâdık adamlarından biri olan Arap İzzet paşa Avrupa’ya kaçmıştı. Belki bir gün eski padişahın bu paralarının yardımıyla yeni bir mukabil isyan tertip edebilirdi. îşte bu parayı ele geçirebilmek için Abdülhamid’in itimadını kazanmak zaruriydi.

Alâtini köşkünde vazifeli olan iki genç subay Abdülhamid’in vatanseverlik duygularını okşayarak ona, asîlâne hareket ettiği ve yeni hükümete yardımda bulunduğu takdirde sürgün cezasının uzun sürmeyeceğini anlatmak emrini almışlardı. Vazifeleri kolay değildi. Zira eski Padişah hâlen çok bitkin görünüyor ve pek az konuşuyordu. Zamanının çoğunu, pencereden denize dalgın dalgın bakmakla geçiriyordu. Fakat günden güne sıhhati düzeliyor, cesareti artıyordu. İlkbahar güneşi ve Ege’nin serin rüzgârları onu biraz dışarı çıkmaya tahrik etmişti. Yıldız parkındaki güller kadar güzel çiçekleri bulunan villânın bahçesinde gezinti yapmaktan zevk almaya başladı. Muhafızları ile gayet iyi anlaşmıştı. Mücevherlerinin müsadere edilmesinden üzgün olan kadınları ise Alâtini villâsını rahat ve sevimli bulmaya başlamışlardı. Abdülhamid yavaş yavaş hayattan zevk alıyor, hattâ siyasetle bile meşgul oluyordu. Fakat okuduğu gazetelerdeki haberler onun hoşuna gidecek mahiyette değillerdi.

Demokrasinin iyilikleri çok ağır tezahür ediyordu. İttihatçılar yaptıkları hataları halktan gizlemek için Abdülhamid rejimi aleyhinde şiddetli bir kampanya açmışlardı. Saray erkânı Galata Köprüsünde kurulan darağaçlarında asıldığı sırada Yıldız, bütün hâzineleriyle halkın ziyaretine açılmıştı. Bu vesile ile gazeteciler mahzenleri ve yeraltı geçitlerini gezmeye dâvet edilmişti.

Sürgüne gönderildiğinin ilk haftalarında Abdülhamid, hareminin ortadan kaldırıldığını ve kadınlarının dağıtıldığını gazetelerden öğrendi, ittihatçılar yüzlerce kadına ömürleri sonuna kadar bakmak mecburiyetiyle karşılaşınca, bir kurnazlık yaparak Kafkas ve Balkan köylerine birer tamim gönderip eskiden kızlarını veya kızkardeşlerini satmak ve kaçırtmak suretiyle kaybetmiş olan kimseleri, masrafı hükümetten verilmek suretiyle İstanbul’a dâvet ederek akrabalarını geri almak hakkını tanıdılar. Çok saçma olan bu fikir ile Abdülhamid karılarının önünde kurnazca alay etmekten zevk duyuyordu. Sarayın lüks hayatına alışmış olan güzel kadınların şimdi köylerde yük hayvanı gibi çalışarak yaşamaları nasıl tasavvur edebilirdi? Nitekim kadınlardan birinin memleket hasretinden dolayı duyduğu ıstırap, mâruz kalacağı hayat şartları kendisine anlatılmak suretiyle çabuk zail olmuştu. Abdülhamid şimdi kendisini avutan bu kadınların birgün onu terkedip yalnız bırakırlarsa, her tarafında basımlarının bulunduğu bu şehirde tek başına ne yapacağını düşünerek üzülüyordu. Yalnız kalacağını hatırladıkça, şimdiye kadar kendisine muhabbet gösteren kadınlara karşı zaman zaman sert ve hırçın bir muamele yapıyordu. Muhafızları ona teminat vermek için, hükümet hakkındaki siyasetini değiştirerek ehemmiyetsiz bir jest yapmasını sık sık tekrarlıyorlardı.

Yeni hükümet fakirdi. Türkiye’nin düşmanları onun bu fakirliğinden istifade ediyorlardı. Eğer Şevketmeap, ona bir yardımda bulunursa, hükümetin de bu harekete elbette nankörlük göstermeyeceğini ifade ediyorlardı. Abdülhamid bu sözleri sadece dinlemekle yetiniyordu. Fakat günler ve haftalar birbirini takip ettikçe, istikbal daha çok karanlık bir hal alıyordu. Nihayet, mahiyeti önceden anlaşılması mümkün olmayan bir şekilde, kararını bildirdi. Selânikte mahpus bulundukça ecnebi bankalardaki serveti ne işe yarayabilirdi? Fakat hürriyetinin iadesi için İttihatçılarla müzakereye geçebilmek maksadıyla belki bu servet bir vasıta olabilirdi. Yeni rejim büyük müşküller içindeydi. İttihatçı şefler arasında ihtilâf başgösteriyordu. Komite, hükümet idaresini henüz eline almamıştı ve tekrar aksakalhlardan ibaret bir kabine kurulmuştu. Avrupa’h subaylardan bazısı Makedonya’yı terkettiği zaman, yeniden ayaklanmalar oldu ve yine bir çok kan döküldü. Bu ayaklanmaları bastırmak için ayrı kanaat taşıyan kimselerle meskûn bölgelerden birlikler getirildi. Arabistan’da da Vahabîler baş kaldırmıştı. Adana’da Ermenile-re karşı yapılan katliamdanberi Fransız harp gemileri İskenderun limanında demirli bulunuyordu. Hazine boşalmıştı. İngiliz Liberalleri tarafından gösterilen heyecanlı alâkaya rağmen İttihatçılar İngiltere’den borç para almaya muvaffak olamamışlardı.

Düşmanlarının böylece güçlük içinde olduğunu gazetelerden öğrenen Abdülhamid, eğer kendisine hürriyetini iade ederlerse herşeyin yoluna girebileceğini söylüyor, genç muhafız subaylar da onun da fikirlerine uymak inceliğini gösteriyorlardı. Fakat bu sırada Abdülhamid istikbal için mutlak bir garanti istiyordu. Diyordu ki, eğer kendisi parasından mahrum edilirse ileride ailesiyle beraber sıkıntıya düşmemesi için nasıl bir teminata sahip olabilirdi?

Muhafızlar, Osmanlı devletinin asîl ve âlicenap olduğundan kendisine şimdi göstereceği cömertliğe ileride aynı şekilde mukabele edeceğinden bahsettiler. Ve, dediler ki, “Meclis efendimize ve üfulünüz halinde ailenize ayda bin lira maaş tahsis edebilir.” Bununla beraber Abdülhamid hâlâ tereddüt ediyordu. Fakat zaman, şüphe ve tereddüt göstermekte onu haklı çıkardı.

1909 Temmuzunda bir gün, genç muhafızlardan Fethi Beye (Fethi Okyar), bir Credit Lyonnais’ye, diğeri de Deutsche Bank’a hitaben yazılmış iki mektup verdi. Bu mektuplarda, adı geçen bankalarda mevcut para ve hisse senetlerinin Selânik Şubelerine gönderilmesi bildiriliyordu. İttihat ve terakki Komitesinin meşhur Mâliye Nazın Cavit bey hemen Alâtini Köşküne giderek Türk hükümeti nâmına, içinde bir milyon seksen bin liralık demiryolu tahvili, para ve muhtelif kıymetler bulunan kasaları teslim aldı. Cavit bey bütün bir gün öğleden sonra Abdülhamid ile tatlı tatlı sohbet etti. Abdülhamid, eski günlerinin med-hüsenâsını zevkle dinledi. Banka direktörlerinin kendisini ikaz eder mahiyetteki kapalı sözlerini ve Cavit beyin muhafız subayları tebrik edişini âdeta ne duymuş, ne de görmüştü. Bu subaylar aradan az zaman geçtikten sonra kendilerine vaadedilmiş olan yüksek mevkilere tâyin olundular.

Fakat Abdülhamid’in, İttihatçılar tarafından iğfal edildiğini arılaması için uzun bir zaman geçmesine lüzum kalmadı. Kendisine vaadedilen hürriyet verilmedikten başka, şimdi onu daha sıkı şekilde muhafaza etmek için tedbirler alıyorlardı. Aylık tahsisatı muntazaman ödenmekle beraber, diğer hususular hakkında hükümete yazdığı mektuplara gayet kaçamaklı cevaplar veriliyordu. Abdülhamid artık tamamen âciz kaldığını anlayınca, sadece karılarına üzüntü veren fecî buhranlar geçirmeye başladı. Sükûnet bulunca da, bahtsızlığndan dolayı hıçkıra hıç-kıra ağlıyordu.

Mâzide birçok ölüm tehlikesi geçirmiş olan bu zayıf ve nahif ihtiyar daha dokuz sene yaşayacak ve memleketinin başına gelecek felâketlere ıstırap içinde iştirak edecekti. Hâdiseler, İttihatçıların tahmin ve tasavvur etmedikleri kadar ters dönmeye başlamıştı. 1911 de İtalya Trablus’a sahip olmak için müsait bir fırsat yakaladı. Ne Enver beyin kahramanlıkları, ne de Mustafa Kemal gibi genç bir subayının kabiliyetleriyle sevk ve idare ettiği Arap birlikleri hiç bir başarı gösteremedi. Sadece kuvvetli bir filo ile taarruza geçen İtalyanlar Trablus’a hâkim oldu.

Türkiye bu savaşlarda yalnız Afarikada kalan son ülkelerini değil, Ege denizindeki Oniki Adaları da terke mecbur oldu. Fecî, fakat kaçınılması mümkün olmayan Trablus harbini, bir sene sonra meydana gelen hâdiseler fersah fersah geride bıraktı. Birinci Balkan Harbi patlak vermişti. Bu sebeple Abdülhamid’i de İstanbul’a geri götürmek zarureti hâsıl oldu. Sıra ile, Bulgaristan, Yunanistan ve Sırbistan’ın göz diktiği Selânik bir harp sahası olabilirdi. Bu üç müttefik kadar garip ve birbirine zıt bir topluluğu tarih şimdiye kadar aslâ bir araya getirmemiştir.

Abdülhamid’in haklı olarak söylediği gibi İtihatçıların aşırı milliyetçiliği ve lüzumsuz gururları olmasaydı, bu üç devletin reisleri ve Karadağ Kralı aslâ birleşemezlerdi. Hattâ çok zeki bir devlet adamı olan Yunanlı Venizelos bir Balkan ittifakını aklından bile geçiremezdi.

Abdülhamid’in üç senelik sürgünden sonra İstanbul’a dönmesi çok hâzin bir hâdise teşkil etti. Eski bir dosta karşı bir cemilekârlık veya Ege denizindeki harp gemileri Yunanlılar tarafından devamlı surette tâciz edilen İttihatçılara karşı bir yardım olsun elhasıl nasıl telâkki edilirse edilsin, Alman İmparatoru Kayzer Guillaume, sefarete ait karakol gemisini Abdülhamid’i almak üzere Selâniğe gönderdi. Geminin subayları arasında Abdülhamid’in evvelce yâverliğini yapmış olan Şerif Paşa da vardı. Eski Padişah, Şerif Padaşadan cepheye ait son haberleri sordu. Türk Ordusu ağır bir bozguna uğramış, Lüleburgaz civarında tamamen dağılmıştı.

Harp sahasında binlerce insan ölmüş, bir o kadarı da yollarda kolera hastalığından telef olmuştu. Cephede ne hastahane, ne de ilâç vardı. Yaralılar ve hastalar Trakya ovalarının bataklıklarında soğuktan donarak ölüyorlardı.

Lüleburgaz harbinden onbeş gün sonra Türkiye hemen hemen Avrupa’daki bütün ülkelerini kaybetmişti. Sırplar Üsküb’ü ve Manastırı zaptetmişler, Yunanlılar ise Girit’i İlhak etmeye teşebbüs etmişlerdi. Bu teşebbüs ve isteklerini Selânik’e kadar teşmil ediyorlardı. Bulgarlar ve Edirne’yi muhasara altına almışlardı.

Bu haberleri öğrenen ihtiyar Padişah meyus bir hâlde mırıldanarak; “Eğer ben tahtta olsâydım, bunların hiç biri aslâ vukua gelmezdi” dedi. Dış politikasındaki başlıca prensibi, Balkanlarda devamlı bir geçimsizlik yaratmaktı. Fakat Komitenin bu genç adamları diplomatik sahadaki inceliklerden ne anlardı?

Abdülhamid, Beylerbeyi sarayında ikâmet etmek veya mahkûmiyetini geçirmek üzere İstanbul’a götürüldüğü sırada Bulgarlar, hükümet merkezinin son müdafaa hatlarına karşı taarruza geçmişlerdi. Avrupa’da, artık İstanbul’un kime ait olacağı düşünülmeye başlamıştı. Rusya, Almanya ve İngiltere, acaba, göz diktikleri bu hâzinenin sadece bir devletin eline geçmesine müsaade edecekler miydi? Veya İstanbul herkese açık milletlerarası bir liman mı olacaktı? Hiç kimse artık Balkan’larda statükonun muhafaza edilmesinden bahsetmiyordu. Ve yine, hiç kimse, şahsî ıstırabını unutarak bütün dikkatini, imparatorluğunun harabeleri üzerine çeviren bu ihtiyarın fikrini almak istemiyordu.

Beylerbeyi sarayına yaklaşırken Abdülhamid sadece bir arzu izhar etti; Kendisine öyle bir oda verilsin ki, oradan ne İstanbul, ne Dolmabahçe, ne de Yıldız Sarayının bulunduğu yeşil tepeler görülsün...

Nihayet Abdülhamid altı sene müddetle memleketi üzerinde cereyan eden fecî hâdiseleri her şeyden âciz ve metrûk bir vaziyette seyrederek eriyip bitti. Balkan Harbinin galipleri arasında ikinci bir ihtilâf baş gösterip tekrar harp çıktığı zaman talih, kısa bir müddet Türk milletinin yüzüne gülmüştü. Enver Bey bir hükümet darbesi yaparak kabine âzalarını istifa ettirdi. Harbiye Nâzırmı öldürdü. Halkın coşkun tezahüratıyla iktidarı eline aldı. Bu fırsattan istifade ederek Edirne’yi düşman istilâsından kurtardı. Fakat kısa süren bu zafer devresinden sonra felâketler yine birbirini tâkip etti. Enver Bey ve partisi iktidara geçtiğinden beri Türkiye çaresiz vaziyette Almanya’nın harp katarına katılmış bulunuyordu. Evvelce Abdülhamid Almanya’ya karşı büyük bir yakınlık - göstermişti. Fakat kat’iyen muayyen bir taahhüde girmemişti. Halbuki İttihatçılar, Berlin ile askerî bir anlaşma yaptılar, 1914 sonbaharının meş’um bir gününde, Almanların Goeben ve Breslav adındaki iki harp gemisi, bir Türk destroyeriyle birlikte Karadenizdeki Rus gemilerine taarruz etmek maksadıyla Boğazdan dışarı çıktı.

Abdülhamid kadar hiç kimse bir harpten memleketinin ne kadar az şey kazanacağını veya ne kadar çok şeyler kaybedeceğini bilemezdi. Bir kumar oynar gibi İttihatçılar bütün ümitlerini ve imparatorluğun istikbali için eskiden besledikleri ihtiraslarını, Mezopotamya’nın zengin petrol kaynaklarını, türkiye’nin İslâm milletleri üzerindeki otoritesini tamamen tesadüfe bıraktılar. Abdülhamid’in hayatının en büyük eseri olan imparatorluk bir harabeye dönmek üzereydi. Eskiden çok korktuğu ölümü, şimdi kendisi istediği hâlde, dört sene daha beklemek bahtsızlığına uğradı. Son senelerini nasıl geçirdiği hakkında fazla bir şey bilinmemektedir. Fakat kadrosu çok azaltılmış olan haremine mensup en güzel kadınlardan bir kaçının, müsaadesini alarak kendisini terkettiği malûmdur. Kadınlardan yalnız biri, Müşfika Sultan, hayatının sonuna kadar yanında kaldı. Abdülhamid’in sıhhatine karşı büyük itina gösteren Müşfika Sultan, onun alâka duyduğu yegâne okunacak şey olan gazeteleri saatlerce okuyarak ihtiyar padişahı teselli etti. Bununla beraber Abdülhamid, Gelibolu’da memleketinin kalbine fırlatılan topların Boğaza kadar gelen seslerini, İngiliz denizaltılarının Marmara denizine girmesiyle İstanbul halkı arasında yarattığı telâş ve korku haberlerini işitince, vatanının istikbalinde beliren felâketler karşısında milletine duyduğu yakınlığı şimdiye kadar aslâ bu derecede büyük ve bu derecede samimî bir şekilde hissetmemişti. Fâcialar birbirini tâkip ediyordu ve “Baba Hamid”in Padişah olduğu mes’ut devirlerin hâtırası halk arasında fısıltı hâlinde kulaktan kulağa naklediliyordu.

Abdülhamid 1918 Ocak ayına kadar yaşadı. Bir gün yatağının başına hekimler çağrıldı. Bütün hayatında öldürülmekten korkan Padişah, vefakâr karısı Müşfika Sultanın kolları arasında ıstırap çekmeden, sâkin bir şekilde gözlerini dünyaya kapadı. Allahın rahmeti, altı ay sonra Boğaz sularında sıralanacak olan galip devletlerin harp gemilerini görmek zilletinden onu korumuştu.


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar