İngiliz Merkezli Şark Politikası ve II. ABDÜLHAMİD
Joan
Haslip’den Tercüme: Zeki Doğan
“Kamus
namustur.
Kamusa
uzanan el namusa uzanmış demektir.”
Cemil
Meriç
Abdülhamid’ in Doğumu
Sultan
Abdülmecit hamamda bulunduğu sırada haremağa-sı mes’ut hâdisenin müjdesini
getirdi. Haremde bir şehzade dünyaya gelmişti. Sultan bu habere çok memnun
oldu. Çünkü, şimdiye kadar doğan beş çocuğundan yalnız
biri erkekti. Gayri ihtiyarî elini beline doğru uzattı. Harem ağasım
mükâfatlandırmak için para çantasını arıyordu. Fakat çıplak olduğunun farkına
varınca derhal kaşları çatıldı. Zira bu gibi hallerde elinin boş olması pek iyi bir alâmet değildi.
Çocuğun
annesi acaba kimdi? Haremindeki yüzlerce kadın arasında Osmanlı Hanedanına bir
şehzade hediye eden bu bahtiyar gözde hangisiydi? Böyle hallerde dünyaya gelen
şehzade bir çok tehlikelere maruz kalabilirdi. Zira, bir gün mutlaka Valide Sultan olmak ihtirası içinde
kıvranan haremdeki kadınlardan her biri rakibesinin bu saadetini baltalamak
için herşeyi yapmaktan geri kalmazdı. Bu itibarla bebeği bu gibilerin yapacağı
fenalıklardan korumak lâzımdı.
Şehzâdenin
annesinin kim olduğunu öğrenince Sultan derin bir sükûta daldı. Herkesin
şüphesini çeken bu endişeli sessizlik, uzun seneler genç şehzâdenin annesi,
genç ve güzel Tiri-müjgân’dı, Sultan bu gözdesini ilk zamanlar çılgın gibi
seviyordu. Fakat onunla beraber geçirdikleri bir gecenin sabahında yastığın
üzerinde hafif kan lekeleri görmüştü. O geceden beri kendisine hastalık sirayet
edeceğinden korkarak bu güzel kızı ihmâl etmişti. İşte.şimdi
bu veremli genç kızın hanedanına bir erkek çocuk hediye ettiğini öğrenince
endişe etmeye başlamıştı.
Haremağası
bu doğumdan dolayı efendisinin endişesini merak ve tecessüsle gözetliyordu.
Sultanın yüzünde beliren en küçük değişikliklerin mânâsını anlamaya alışık olan
haremağası doğumun resmen ilânı hususundaki Padişah iradesini bekliyordu. Ancak
bu suretle doğumdan haberdar edilecek olan Sadrazam vaziyeti Babıâliye
bildirecekti. Fakat o sabah (22 Eylül 1842, Hicrî 1258) Sultan Abdülmecit,
doğumun ilânına ait hiç bir vesika imzalamadan Kızlararağasını huzurundan
uzaklaştırdı. Bu suretle de şehzade üç gün isimsiz ve doğumu resmen tanınmamış
vaziyette kaldı. Çok garip olan bu gecikme esnasında âdet veçhile Sultan, ne
zaman ve nerede hâmile kaldığını Ti-rimüjgâna sordurdu. Aldığı cevap onu memnun
etmişti... Abdülmecit henüz yirmi iki yaşında olmasına rağmen harem de pek çok
aşk hayatı yaşamıştı. Bununla beraber kış kış sabahı hamama gitmek üzere
hazırlanan bu güzel kıza rastladığını hatırlıyordu. Fakat suyun kötü bir alâmet
olduğu hususundaki bâtıl inancı yüzünden bu doğumu ilân etmek için tereddüt
ediyordu. Böylece üç günlük bir gecikmeden sonra bir gün Kızlarağası merasim
elbiseleri giymiş olan maiyetiyle birlikte muhteşem saray kayığına bindi ve
Abdülhamid’in doğumuna ait padişah fermanını Babıâlideki Sadrazama götürdü.
Fermanda bu mesut hâdisenin bütün nâzırlara ve yüksek memurlara duyurulması,
yedi gün yedi gece müddetle hergün beş. pâre top atılıp, geceleri de şenlikler
yapılması irade ediliyordu. Fakat resmî şenliklere rağmen sebebi izah edilmeyen
gecikmeden dolayı bir çok esassız ve mânâsız
dedikodular dolaşmaya başladı. Her ne kadar Tirimüjgân, Haseki Sultan ilân
edilerek kendisine bir çok hediyeler takdim ediliyorsa
da haremdeki dedikodular günlerce devam ediyordu.
Genç
Sultanın Viyana’dan getirttiği muhteşem karyolada yatan güzel kız top seslerini
duyup, Üsküdar minarelerindeki ışıkları görünce sonsuz bir sevinç ve saadete
gömüldü. Fakat kararsız geçen üç gün zarfında müthiş bir işkence ve ızdırap
içinde kıvranmıştı. Oğlunun istikbalinden emin olmak için ilk top sesini derin
bir heyecan ve korku ile beklemişti. Şimdi mes’uttu. Bundan sonra bütün ümit ve
ihtirasları sadece bu yavrunun üzerinde toplanıyordu. Oğlu, Osmanlı tahtı
üzerinde üçüncü derece hak sahibiydi. Çünkü OsmanlIlarda, hânedanın en yaşlı
erkeği tahta birinci derecede vâris oluyordu. Sultan Ab-dülmecid’in iki
yaşındaki oğlu Murat’tan başka on bir yaşında bir de kardeşi Abdülaziz
vardı. Şehzade Abdülaziz, Sultan Mah-mud’un en çok sevdiği bir karısından
dünyaya gelmişti. Çok sıhhatli ve gürbüzdü. Bununla beraber bir gün küçük
Abdülha-mid’in de tahta geçmesi ihtimali vardı. Saray ihtilâlleri bu işi belki
biraz daha çabuklaştırabilirdi. Tirimüjgân bunları düşünerek derin bir hayâle
dalmıştı. Nitekim yaşlı haremağalarının anlattığına göre, asrın başlarında
yeniçerilerin o zamanki padişahı öldürmeleri üzerine Sultan Mahmut genç yaşında
tahta oturmuştu.
İstikbâle
ait ihtiras dolu hayaller bu genç kadının yegâne tesellisiydi. Sultandan en
küçük bir haber gelmemesine rağmen günlerini bu hayaller içinde geçiriyordu.
Henüz on dokuz yaşında hayatının sona ermesini ve aşk sahasında iktisap ettiği
tecrübe ve kabiliyetlerinin âtıl kalmasını da aslâ arzu etmiyordu. Bir şehzade
annesi olarak kendisinin terkedilip Padişahın maiyetindeki paşalardan birisi
ile evlendirilmeyi de kat’iyen kabul etmiyordu.
Henüz
bir sene evvel Padişaha bir erkek çocuk vermeyi düşündükçe, çok mesut bir
istikbale kavuşacağını tahayyül ederdi.
Bir
bayram günü idi. Sultan Abdülmecit yeni evlenmiş olan kızkardeşinin
Amavutköy’deki yalısına gelmişti. İşte bu sırada talih, Tirimüjgânın yüzüne gülmüştü.
Henüz ondört yaşındaki prenses yalıdaki bütün cariyeler arasından onu seçerek
kardeşinin önünde raks ettirdi. Bu suretle padişahın çok hoşuna giden
Tirimüjgân, bayram hediyesi olarak yalıdan saraya gönderildi.
Harem
hiyerarşisine göre genç kız henüz “gedikli” olmuş bir cariyeden başka bir şey
değildi. Bu ünvan altında harema-ğalarından ve kadın kalfalardan saray terbiye
ve usullerine ait ders alması icabediyordu. Az zamanda herşeyi öğrendi ve kısa
bir müddet sonra da Sultanın dâvetine mazhar oldu. Güzelliği ve kabiliyetleri
sayesinde “gözde” olmuştu. Esvapçıbaşı ona en güzel elbiseleri giydirip
ziynetler takıyordu. Haremağaları da artık önünde saygı ile eğilmeye
başlamışlardı. Bir akşam ateşler içinde kıvrandığı sırada Padişah tarafından
sonuncu defa çağrılmıştı. Hâmile olduğunun anlaşılmaması için hastalığını
gizlemişti. O gece Sultan çok hararetli ve ihtiraslıydı. Genç kız da Sultanın
arzularma ayni hararetle mukabele etti. Fakat tam bu sırada şiddetli bir
öksürük nöbetine yakalanarak ona bütün talihini kaybettiren hâl başına geldi.
Bu meş’um geceyi takibeden sessiz ve yalnız geçen aylar zarfında gözden
düşmesine sebep olan halleri ve yakalandığı öksürük nöbetini sık sık
hatırlıyordu. Fakat müslümanlarm halifesi, yedi denizin hâkimi, Allahın yer-yüzündeki
temsilcisi olan padişah Abdülmecidin bu kadar basit bir öksürükten dolayı
kendisinden bu derece nefret edeceğini ve karnında taşıdığı çocuğun istikbalini
lekeleyebileceğim nasıl tahmin edebilirdi? Sultanın bu kadar korkak ve vehimli
olduğunu asla düşünemiyordu. Fakat Osmanlı hânedamnın otuzbirinci Sultanı olan
Abdülmecit, henüz onyedi yaşında tahta geçtiği vakit, sadece geniş bir
imparatorluğu değil, aynı zamanda büyük bir korku ve vehimi tevarüs etmişti.
Osmanlı hükümdarları, devleti bu korku ve vehm ile idare etmişlerdi. Saray
daima hâ-nedan mensupları arasındaki geçimsizliklere, kanlı kardeş kavgalarına
sahne olmuştur. Bazen de Yeniçeri ocaklarının ayaklanması ile hayatlarını
haremde bir mahpus gibi geçirmiş olan genç ve beceriksiz şehzadeler tahta oturmuşlardı.
Abdülmecid’in
babası Sultan Mahmud da böyle bir ayaklanma neticesinde hükümdar olmuştu.
Bundan sonra her ne kadar şehzadeler saraylarda kapalı kalmamışlar ama, her zaman için tahttaki kardeşleri veya yakınları
tarafından şüphe ve endişe mevzuu olmuşlardır. Türkiye Sultan Mahmut’un
şahsında, Fatih Sultan Mehmet’e ve Kanunî Sultan Süleyman’a lâyık bir halef
bulmuştu. Bu hükümdarın üzerinde daha doğuşunda efsanevi bir dedikodu
dolaşıyordu. Annesi, İmparatoruçe Josephine’in kuzini olan güzel ve câzip bir
melez kızdı. Genç kız Fransada yetiştiği manastırdan çıktıktan sonra babasının
Martinikteki çiftliğine gitmek üzereyken yolda korsanlar tarafından esir
edilerek Tunus Bey’ine satılmıştı. Genç kızın güzelliğine hayran olan Tunus
Bey’i onu, hediye olarak Sultan Birinci Abdülhamid’e gönderdi. Adı Mille Aimee
du Buc de Rivry olan bu Fransız kızından (Nakşidil Sultan) Birinci
Abdülhamid’in Mahmut isimli oğlu dünyaya geldi. Yeniçerilerin ayaklanmaları
esnasında kurnaz Fransız, oğlu Mahmud’u kurtarmaya muvaffak oldu. Anlatılanlar
herhangi bir vesikaya müstenit olmayıp tamamen saray dedikodularından
ibarettir. Fakat Sultan Mahmut’un zamanımıza intikal eden resimlerine ve
tarihçilerin onu tarif edişlerine göre bu hikâyenin aslı olsa gerektir.
Sultan
Mahmut kısa boylu, ince, zeki ve enerjik bir insandı. İyi tahsil görmüştü.
Fakat bir insanın enerjisi çökmekte olan bir imparatorluğun enkazını toplayıp
onu yeniden eski haşmetine yükseltmeye kâfi gelmiyordu. Sultan Mahmut’un tahta
geçtiği sırada Rusya tarafından tahrik edilen isyan hareketleri Balkanlarda çok
esaslı bir tehlike yaratıyordu. İngilteredeki liberal idare ise müstakil bir
Yunan devleti kurulması telkin ve teşvik ediyordu....
Mısır’da Mehmet Ali adında maceraperest ve şımarık bir paşa Osmanlı Hükümdarının
oradaki nüfuz ve hâkimiyetini sarsmaya başlamıştı. Diğer taraftan imparatorluk dahilinde ehliyetsiz ellerdeki bozuk idare işlerin başarı
ile yürütülmesine mâni oluyordu. Genç padişahın memlekette yapmak istediği
yeniliklerin mânâsını kimse anlamıyor, bu yüzden Sultan kimseden yardım
görmüyordu. Memleketin içinde bulunduğu bu şartlar, Sultanın muzaffer olmasına
mâni olmamakla beraber, bedbaht neticeler doğurmaktan da geri kalmadı. Herşeye
rağmen Sultan Mahmut, ortaçağ müstebitlerinin usullerini tatbik etmekten de
çekinmiyerek mücadelesine devam etti.
îlk
hamlede Yeniçeri ocaklarını kapatmaya teşebbüs etti. Seçkin askerlerden ibaret
olan bu ocak mensupları büyük imtiyazlara sahipti. Yeniçerilerin hemen tamamı
esir edilen hristi-yan çocuklarından ibaretti. Bunlar daha küçük yaşlarda iken
İslâm terbiyesine göre yetiştirilirler ve böylece mutaassıp birer müslüman
olurlardı. Asırlar boyunca Yeniçeriler çok dindar ve fakat âsi ruhlu bir
müslüman ordusu teşkil etmişti. Osmanlı imparatorluğunun yükselme devirlerinde
ve İstanbul’un fethinde beyaz keçeli Yeniçeriler daima ordunun ön saflarında,
Viyana-nm muhasarasında ise mevzilerini en son terkeden cesur askerler
olmuştur. Fakat sultanların nüfuz ve otoritelerinin zayıfladığı devirlerde ise
çok tehlikeli bir unsur olmaya başlamışlardı. Davulların gümbürtüsü şehrin her
tarafında akisler yaratır, Sultanlar onların ayaklanmalarından müthiş şekilde
tedirgin olurlardı. Sultan Mahmut Yeniçerilerin bu şekildeki nümayişleri
karşısında korkacak ve onların her arzusunu yerine getirecek zayıf karakterli
ve hükümdar değildi. Yapmak istediği yeniliklere karşı Yeniçeriler ayaklanmaya
teşebbüs ettikleri zaman, onların bu ihanetine karşı kendisini korumak için
halktan yardım istedi. Padişahın bu iradesine bütün İstanbul halkı evlerinde
mevcut silâhları ellerine alarak büyük bir hırs ve arzu ile itaat ettiler.
Yalnız bir günde on binden fazla Yeniçeri askeri imha edildi. Sultan Mahmut
Yeniçerilerden merhametsizce intikam aldı. Boğaz ve Marmara denizi Yeniçeri
cesetleriyle doldu. Asileri yok etmek için padişah çok vahşi usullere başvurdu.
Fakat bundan sonra bu ortaçağ haarbeleri üzerine modern bir ordu kurdu. Avrupa
usullerine göre açılan deniz ve kara harp okulları bu ordunun belli başlı
kaynağı oldu.
Diğer
taraftan Osmanlı tarihinde ilk defa olarak Avrupa devletleri nezdine resmî
elçiler gönderildi. İstanbul’da dünya hâdiselerini Türk umumî efkârına nakleden
gazeteler çıkarıldı. O zamana kadar münhasıran Rum ve Ermenilerin elinde olan
iç ve dış ticaret ile Türkler de meşgul olmaya başladı. Bu maksatla yabancı
memleketlere Türk unsurlar da seyahatler yaptı. Fakat reformların
gerçekleştirilmesi, bilhassa müslüman Türklerin hristiyanlara karşı olan kin ve
nefretlerini, yumuşatmak için büyük çapta mücadale etmek lâzım geldi. Türk
ordularının Avru-paya dehşet saçtığı, padişahların gazabına uğrayan hristiyan
devletlere mensup elçilerin Yedikule zindanlarında boğduruldu-ğu devirden kalan
ve yalnız Kur’an hükümlerine göre yürütülen eski ve verimsiz idare reformların
tahakkuku için büyük güçlükler arzediyordu. Müslüman ve hristiyan tebaa
arasında müsavat tesisine samimiyet ve cesaretle karar veren Sultan Mahmut,
softaların tehlike teşkil eden muhalefetleri ile karşılaştı. Fakat batı düşünce
ve fikirlerine olan hayranlığına rağmen devlet idaresinde Doğuya mahsus sert
usullere başvurmaktan da geri kalmadı. Bu suretle softaların teşvik ve tahrik
ettiği bir ayaklanma teşebbüsünü merhametsizce bastırdı.
Reform
sahasındaki düşüncelerinin gerçekleştiremeyişi onun azimkâr olmamasından değil,
halkın henüz bu reformları hazmedecek olgunluğa sahip bulunmamasından ve bu
hususta garplıların herhangi bir desteğini görmeyişinden ileri gelmiştir.
Nitekim Yunan İstiklâl Harbi sırasında, birbirine rakip olan İngiltere, Fransa
ye Rusya gibi üç büyük devlet Osmanlılar aleyhine derhal kendi aralarında
birleşivemıişlerdi.
Osmanlı
donanmasının Navarinde imha edilmesiyle büsbütün zayıflayan Osmanlı Devletine
karşı İngiltere, Rusyanın tecavüzünü teşvik etti. Yunanistanın kaybı ve yapılan
Edirne Andlaşmasının ağırlığı, İngiltere ve Fransamn Mısır Valisi Mehmet Ali
Paşayı destekliyerek Suriyeyi zaptettirmeleri gibi hâdiseler Sultan Mahmut’un
cesaretini kırdı. 1839 yılında ölümü ile, zor şartlar
içinde devletin idaresini henüz on yedi yaşmdaki oğlu Abdülmecid’e terketmiş
oldu.
Sultan
Mahmut’un vehm ve şüphe içinde saltanat sürmesine mukabil, oğlu Abdülmecid daha
müsamahakâr bir idare şekli tatbikini tasavvur ediyordu. Tahta çıkışı ile
beraber ilân edilen Gülhane Hattı Hümayunla bütün tebaasının hukuken eşit
olduğu, herkesten adalet dairesinde vergi alınacağı vaad ediliyordu. Sultan
Mahmut tarafından Avrupa’da tahsil ettirilen Mustafa Reşit Paşa’nın telkin
ettiği bu fikirleri garp âlemi, modern Türkiye’nin büyük bir başarısı olarak
sempati ile karşılamıştı.
Büyük
garp devletleri Rusyanın genişlemesinden ve Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa’nın
ihtiraslarından korktuğu için, mütereddit ve zayıf karakterli genç Sultana,
babasından esirgedikleri alâkayı fazlasıyla göstermek lüzumunu hissettiler.
Fakat bütün iyi niyetlerine rağmen genç Padişah Abdülmecit kendisinden beklenen
üstün vasıflara malik olmaktan uzaktı.
Devletin
idaresinde Saltanat Şûrasından daha çok, harem mühim rol oynuyordu.
İmparatorluğun batılılaşmasıyla haremin nüfuzunun azalacağından korkan harem
ağaları genç nâzırların başarı göstermelerine mâni olmaktaydılar. Yabancı
devlet elçileri genç padişahı memleketin müstakbel kurtarıcısı olarak takdir
ediyorlardı... Fakat haremi idare eden Kızlarağası, diğer şehzadeler gibi
Abdülmecidin de çekingen ve zayıf mizaçlı olduğunu biliyordu.
Abdülmecit
Osmanlı İmparatorluğunun haritasını ilk defa olarak ancak, babası ölüm
yatağında iken görmüştü. O zamandan beri Kafkasyadan İran körfezine, Tuna’dan
Nil vadisine kadar uzanan otuz beş milyon nüfuslu İmparatorluğun azameti ve
genişliği genç şehzadenin kafasını allak bullak etmişti. Bu geniş
imparatorluğun herhangi bir yerinde meydana gelebilecek isyan hareketleri
geceleri rüyasında onu korkutuyordu. Genç Sultana ârız olan bu korku ve vehim
daha henüz beşikte iken küçük Ab-dülhamid’e de musallat oldu denilebilir.
II
Ingiliz Elçisi
Sir Stratford Canning
ABDÜLHAMİD’in
dünyaya geldiği 1842 senesinde Sir Stratford Canning dördüncü defa olarak Büyük
Britanya’nın Bab-ı Ali nezdindeki sefirliğine tâyin edildi. Doğu meselesi had
safhadaydı. Bu vaziyette Lord Palmerston, Osmanlı İmparatorluğunun bütünlüğünün
muhafazasını desteklemekte İngiltere’nin menfaati olduğuna kanaat getirmişti.
Bunu teminen yaratılışları itibariyle şüpheci olan Türklerin itimadını
kazanmaya muvaffak olmuş bulunan hür ve cesur mizaçlı bir sefirin İstanbul’a
tâyininde fayda görüldü.
Genç
İngiliz diplomatı otuz sene evvel maslahatgüzar bulunduğu sırada Topkapı
sarayının bahçesindeki bir köşkte Sultan Mahmut tarafından kabul edilmişti. O
zaman Batılılaşma hareketleri Osmanlı Sarayına henüz girmemişti. Sarayın bahçe-v
sindeki köşkler Padişahın resmî ikametgâhını teşkil ediyor ve her tarafta
Yeniçeriler dolaşıyordu. Yüksek memurlar hâlâ Kanunî Süleyman zamanındaki
sırmalı kıyafetleri taşıyordu. Sultan Mahmut, Doğunun efsanelerinden gelmiş,
hemen hemen İlâhî bir şahsiyet halindeydi. Avrupalı sefirleri, altın yaldızlı
demir parmaklıklar arkasında oturmuş vaziyette küçük bir salonda sükûnetle
kabul ederdi. Tahtın yanında daima yarısı kınından dışarı çıkmış bir hançer
bulunurdu.
Sir
Stratford 1842 ilkbaharında Tophanedeki gümrük iskelesinde vapurdan karaya
çıktı. On senedenberi Türkiye’ye gelmemişti. Bu müddet zarfında İngiltere’nin
Osmanlı devletine karşı takibettiği tarafsızlık politikasından istifade eden
Ruslar, Karadenizde olduğu kadar Boğazlar üzerindeki nüfuzlarını da tahkim
etmişlerdi. Mısırda Mehmet Ali Paşa ile yaptığı mücadelede büyük devletlerin
yardımından mahrum kalan Sultan Mahmut ezelî düşmanı Rus Çarına yakınlık
göstermeye mecbur olmuştur. Hünkâr İskelesi Andlaşması ile Türkiye, Rusya harp
hâlindeyken boğazları yabancı gemilere kapatmayı taahhüt ediyordu. Bundan başka
Rusların Boğaziçi sahillerinde asker bulundurması ve Mehmet Ali Paşa’nm büyük
bir Arap-Mısır İmparatorluğu kurmak hususundaki emelleri İngilizleri Doğu
işlerinde tarafsız kalmanın mümkün olmayacağına inandırmıştı.
Sir
Stratford’un Beyoğlu’ndaki sefarethaneye geri gelmesi Saint-Petersbourg
hükümetine İngiltere’nin ananevi William Pitt politikasına tekrar dönmek
zaruretinde kaldığını anlatıyordu. Bu politika İstanbul’un, Hindistan’m esaslı
bir kapısı olduğu gerçeği üzerine kurulmuştur.
Sultânın
ve Bab-ı Ali’nin kendisini hararetli bir şekilde kabul etmesine rağmen Sir
Stratford, İngiltere’nin karşılaştığı güçlüklerin hiç birisini hemen ortaya
atmadı. Bu sırada Avrupa’da bir harbin patlamasına sebep olabilecek buhran
henüz halledilmişti. Müşterek tehlike karşısında rakip devletler, aralarındaki
ihtilâfları gizliyorlardı. Bundan başka Avrupa’da korkunç bir açlık da hüküm
sürüyordu. Daha önce Piyana kongresinde gündeme gelen bazı iddialar yeniden
ortaya atılmıştı. Varlıklarını ilâh adaletten aldığına inanan krallık
müesseselerinin himayesi bahis konusuydu. Bunların başında Hanovre, Hohenzolem,
Habsbourg, Romanoff ve hattâ Osmanlı hânedanı vardı. Avusturya ve İngiltere
donanmaları tarafından taarruza uğrayan Mehmet Ali Paşa, Filistin ve Suriye
üzerindeki iddialarından vazgeçmeye, sadece Mısır’da (Paşalık) ile iktifa
etmeye ve bunun için de Bab-ı Ali’ye her sene vergi ödemeye mecbur edildi.
Diğer taraftan Rusya’da Avrupa Birliğine dahil
devletlere karşı iyi niyetini ispat için Hünkâr İskelesi Andlaşmasının bu
devletler aleyhindeki hükümlerini değiştirmeye rıza gösterdi bunun yerine kaim
olmak üzere ayrı bir Boğazlar Andlaşması yapıldı. Bu andlaşmaya göre İstanbul
ve Çanakkale boğazları, Türkiye’nin harp hâlinde olması müstesna, bütün yabancı
devletlerin harp gemilerine kapalı olacaktı.
Her
ne kadar Abdülmecit yabancı devlet elçilerini İstanbul’un ve fes giymiş
vaziyette kabul ederek Batılılaşmayı tercih ettiğini yaymak istemişse de,
imparatorluğu idare eden paşaların büyük ekseriyeti reform fikrine açıkça
muarız kalıyorlardı. Merkeze uzak vilâyetlerin valileri keyfî hareketlerine
devam ederek köylülerden istedikleri gibi ve zorla vergi alıyorlardı. Müslüman
ve Hıristiyan tebaanın hepsine hukuken eşit muamele yapılacağını vaadeden
Gülhane Hat-ı Hümayununun ilânından üç sene geçtiği halde bu hattı hümayunun
hükümleri Bab-ı âli duvarlarının ötesinde kuru bir sözden ibaret kalıyordu.
Osmanlı İmparatorluğu dinî hükümlere göre idare edildiğinden bunları
değiştirmek mümkün olmuyordu. Yeryüzünde Allahın gölgesi gibi çok mübalâğalı
unvanlara sahip olmasına rağmen padişahlar, devlet içinde en yüksek dinî makamı
işgal eden Şeyh-ül İs-lâmlar tarafından imza edilen bir fetva ile azil
olunabiliyorlardı.
Sir
Stratford Canning, İstanbul’a tam selâhiyetle gelmişti. İcabında genç sultana
tavsiyelerde bulunabilecek ve devletin idaresinde nizamı tesis için ona mümkün
olan yardımı yapacaktı. Fakat Abdülmecid’in bütün iyi niyetleri böyle bir
vazifenin lâyıkı ile yapılmasına kâfi değildi. Çünkü devlet hâzinesi iflâs
halindeydi. Memurlar uzun zamandan beri maaşlarını alamıyordu. Askerler
ücretlerini alabilmek için zaman zaman itaatsizlik gösterip ayaklanıyordu. Buna
rağmen padişahın kızkardeşlerin-den birinin düğünü için sarfedilen para, bir
vilâyetin yıllık gelirinden fazla oluyordu. Anadoluya giden yollar çamur
deryası içinde olup geçilmez haldeydi. Fakat diğer taraftan genç padişah Ermeni
asıllı Balian’a Boğaz sahilinde İtalyan tarzında muhteşem saraylar
yaptırıyordu. Hiç kimsenin şahsî masraflarını azaltmak hususunda Abdülmecid’e
en küçük*bir tavsiyede bulunması mümkün değildi. Tahtın yegâne vârisi olarak
haremde yetişen genç sultanın ağzından çıkan her söz emir telâkki ediliyordu.
Çocukluğundanberi, etrafını çeviren dalkavuklar arasında yaşamıştj. Bu sebepten
Stratford Canning tasarruf hususundaki tavsiyelerinde daha fazla ısrara cesaret
edemiyordu. Reşit Paşa’nın, memleketin tabiî zenginliklerinin
değerlendirilmesi, yolların islâhı hakkındaki projeleri, haremin istekleri
uğruna bütçeden çıkarılmış ve çılgınca yapılan masrafları hiç kimse
önleyememişti.
Sarayda,
Stratford Canning’in girmeye aslâ muvaffak olmadığı kapalı kapıların arkasında
esrarengiz bir âlem vardı. Kendisini gözdelerinin kollarına terkeden
Abdülmecit, Rum patriğine, Arap şeyhine, Ermeni tüccarına verdiği sözleri unutuyordu.
Bu kadın ve haremağaları âleminde, Fatih Sultan Meh-med’in, Paleologlann altın
saraylarının duvarlarını yıktığı gün-denberi hiç bir şey değişmemişti. Bir sürü
dalavere, entrika ve sefahat yuvası olan Rum İmpâratoriçelerinin daireleri
aynen OsmanlI sultanlarının da haremi olmuştu. Gayri tabiî bir yaşayış
tarzından giderilmesi mümkün olmayan bir takım kötülükler doğmuştu. Fatih
Sultan Mehmed’in peygamberin yeşil sancağını Ayasofya kilisesine çektiğinden
iki asır sonra bile sarayda hâlâ ayyaş ve ahlâksız kimseler bulunuyordu. Sultan
Mahmut dahi, saraydaki kadınların ve haremağalarımn miktarını azaltmak için en
küçük bir teşebbüste bulunamamıştı. Umumiyetle zenci ve cahil esirlerden
seçilen (Kızlarağası), imparatorluğun en nüfuzlu ve mühim şahsiyetlerinden biri
olarak kalmıştır.
Abdülmecit
devamlı şekilde büyük devletlerin kendi ülkesini zaptedeceği, kanlı isyanlar
olacağı, Balkanlarda hristiyan halkın müslümanlara karşı ayaklanacağı, Suriyede
Manini’lerin Durzîlere saldıracağı korkusu içindeydi. Çok zayıf ve hemen tesir
altında kalabilen bir karaktere sahip olan Abdülmecid, kendisine korku ve
dehşet veren telkinlerle haremden çıkınca büyük devletlerin bütün isteklerini
reddetmeye hazır bir halde bulunurdu. Onun bu hali, İngiltere sefiri ile
müzakereye oturunca-ya kadar devam ederdi. Canning’in padişah üzerindeki
hissedilir tesiriyle haremin tavsiyelerinin kıymeti kalmazdı.
Sünnet
oluncaya kadar haremde anneleriyle beraber yaşayan şehzadelerin tahsil ve
terbiyeleri üzerinde harem ağalarının oynadığı rol ehemmiyetli bir tehlike
teşkil ediyordu. Haremdeki kadınların kapalı ’-U yaptıkları gezintiler hariç,
dış âlemle aslâ t°naa« edılempy,n selı/a<ic.ıcı
üveyden tamamen habersiz k-m-' 1
ıs
uçuk Abdülhamid’c gelince, onun hâli daha da kötüydü. Bir şehzade annesi olan
Tirimüjgân, saraya girdiği günkü gibi hâlâ bir sığıntı muamelesi görüyordu.
Çocuk annesi olmuş diğer kadınlar, bir paşanın hareminden çıkıp padişah gözdesi
olduktan sonra bütün itibarını kaybeden bu genç kızın menşei hakkında bıkıp
uzanmadan çok kötü dedikodular yapıyorlardı. Küçük Ab-dülhamid bütün gününü
annesinin odasında geçiriyordu. Daima bedbaht olan annesinin bitip tükenmeyen
iniltilerini dinliyordu. Tedavi edilmemekten dolayı her gün biraz daha eriyen
annesinin hayali, Abdülhamid’in hayatı boyunca gözünün önünden as-lâ gitmemiştir .Hele bu hali, padişah babasının daha çok alâka
ve sevgisine mazhar olan küçük kız ve erkek kardeşlerinin anneleriyle mukayese
edince teessürü büsbütün şiddetlenmiştir.
Haremde
çok sık meydana gelen çocuk ölümlerine rağmen Sultan Abdülmecid’in aile
fertleri her sene biraz daha çoğalıyordu. Fakat küçükAbdülhamid diğer
kardeşlerinin oyunlarına nâdiren iştirak eder, sadece onların sözlerini hasta
annesine anlatmak için aralarına girerdi. Çok küçük yaşta kapıları ve haremağalarmın
kendi aralarında yaptıkları dedikoduları dinlemek gibi bir itiyada sahip oldu.
Gözde kızlardan birisinin daha padişahın ihmaline uğramış olması,
kardeşlerinden birinin ve bilhassa büyük kardeşi Murat’m hastalanması gibi
hâdise ve dedikoduları, muzdarip, hasta ve kimsesiz annesini memnun edeceğini
bilerek ona anlatırdı.
Altı
yaşındayken haremde galeyan yaratan mühim bir hâdise meydana geldi. Padişah
Abdülmecid, âşık olduğu Mısırlı güzel bir kızla evleneceğini ilân etmişti. Bu
evlenme saray an’anelerine muhalifti. Hiç bir Osmanlı padişahı, tebaasından
biri ile evlenemezdi. Bu sebepten sarayın harem dairesi asırlar boyunca
cariyelerle dolmuştur. Padişah bunlarla hemen hemen meşru, bir evlenme
yapmazdı. O zamana kadar gelmiş geçmiş otuz bir hükümdardan üçü müstesna,
diğerleri bu kaideye son derece sâdık kalmışlardır. Abdülmecid’in bu âni kararı
yabancıların tehlikeli ve zararlı bir telkini olarak yorumlanmış ve sarayda
herkesin itirazına uğramıştır. Fakat bu itirazlara rağmen Abdülmecid evlenme
merasimini yaptırdı ve genç karısının şerefine de saray bahçesinde yeni bir
köşk inşa ettirdi. 1848 Haziran ayının bir gününde, bu evliliğinden dolayı
saray ve devlet erkânının tebriklerini bu köşkde kabul etti. Tebrike gelenler
arasında iki oğlu Murat ve Abdülhamid de bulunuyordu. Abdülha-mid ilk defa
olarak selâmlıkda görünüyordu. Büyük kardeşi Murad’a karşı beslediği kıskançlık
duygusu, onu tahtın yanında babası ile beraber görünce büsbütün alevlendi.
Fakat az sonra Abdülmecid onun da oğlu olduğunu hatırlayarak yanma çağırdı.
Küçük Abdülhamid, memleketin her tarafından padişahı tebrike gelmiş olan yüksek
memur ve eşraf arasında ürkek adımlarla ilerleyerek babasının yanma gitti.
Sultan, çocuğun ürkek ve çekingen hâlini dikkatle tetkik ediyordu. Fakat ona
karşı müşfik olmaktan ziyade kızgın bir hâli vardı. Abdülmecid halim ve selim
bir padişahtı. Bununla beraber bu zayıf ve çelimsiz çocuğa karşı en küçük bir
sevgi ve şefkat hissi duymadığı belliydi. Zâten Abdülhamid de kendisini
sevdirecek ve hoşa gidecek güzel vasıflara sahip değildi. Henüz altı yaşında
olmasına rağmen ağır ve uyuşuk göz kapaklarının gölgelendirdiği gözleriyle
etrafına şüphe ve itimatsızlık hissi içinde bakardı. En küçük basit
hareketlerinde bile âdeta maksatlı bir gizlilik vardı. Bu sebeple onun şeker ve
çerez tepsilerine gizlice bakışlarını ve nâdide hediyeleri alıp hemen
saklamasını, padişah nefret ve tiksinti ile seyrediyordu.
Annesi
Tirimüjgânın, onun doğuşundan itibaren bedbaht olmasından dolayı üzerine
serdiği esrar perdesi, içinde yaşadığı kadın âleminin dedikoduları ve
kıskançlıkları Abdülhamid’i mârazî bir şahsiyet yapmıştı. Muhitindekilerin
itimadını ve sevgisini kazanamamaktan dolayı da bir hırs ve duygusallık
içindeydi.
Padişahın
oğluna karşı olan davranışı, saray halkı tarafından hemen farkedildiği için,
onlar da küçük Abdülhamid’e aynı şekilde davranıyorlardı. Murad’ın mağrur ve
herkesten hürmet gören hareketleri yanında küçük kardeşi Hamid çok silik
kalıyordu. Bu itibarla onun merasim salonunu gizlice terketmiş olmasının kimse
farkına varmamıştı.
Bir
gün Sir Stratford Canning, padişahın huzuruna çıkmak için bahçeden geçerken,
bir havuzun başında yalnız başına oturan bir çocuğa tesadüf etti. Bu çocuğun
böyle bir yerde bulunabilmesi için, onun mutlaka şehzadelerden biri olması
lâzım geldiğini düşündü.
Küçük
çocuğu âdeta bir hükümdarmış gibi hürmetle selâmladı. Sefirin heybetli ve vakur
hâli, maiyetindekilerin parlak üniformaları, küçük Abdülhamid’in yaralı izzeti
nefsi üzerinde büyük bir tesir yarattı. Sefir, onun mahçup ve sıkılgan hâlini
görünce, kendisinin bir şehzadeden ziyade merhamete lâyık bir çocuk olduğuna
hükmetti ve derin bir şefkatle elini çocuğun omuzuna koydu. Sir Stratford
Canning’in bu sıcak alâkası Abdülhamid’in hâfızasında, bir yabancı tarafından
kendisine ilk defa gösterilen bir şefkat ve muhabbet eseri olarak tatlı ve
unutulmaz bir hâtıra hâlinde kaldı.
III
Tirimüjgan
ın Ölümü
Abdülhamid
1849 yılında sünnet oluncaya kadar bir daha selâmlığa adımını atamadı.
Aralarında yaş farkı bulunmasına rağmen Sultan Abdülmecit her iki oğlunu
birarada sünnet ettirmeye karar verdi. Bu vesile ile de ayni yaştaki fakir
çocuklar dâvet edilerek büyük bir sünnet düğünü tertiplendi. Hânedan-daki bir
geleneğe göre şehzadelerin sünnetleri sarayın dışındaki bir yerde kurulan
çadırlarda olurdu. Bu maksatla Haydarpaşa’da büyük hazırlıklar yapıldı. Sultan
ve maiyetinin iştirak ettiği sünnet düğünü altı gün altı gece devam etti. Bu
muhteşem ve garip merasim uzun zaman dillere destan oldu. Üsküdar’dan Kadıköy’e
kadar, bütün paşa konaklarının bahçeleri, yaldızlı direklerinde bayraklar
dalgalanan yüzlerce çadırdan ibaret beyaz ve rengârenk bir orman halindeydi.
Geceleri camilerin kubbeleri ve minareleri ışıklarıyla aydınlatılmıştı.
Donanmadan atılan havaî fişekler gece eğlencelerine ayrı bir neşe katıyordu.
Halk durmadan eğleniyordu. Sultanın çadırı, sünnet edilen fakir çocukların
çadırlarının yanında kurulmuştu. Ortada tam bir panayır havası vardı.
Şekerciler, şerbetçiler, hokkabazlar, meddahlar, karagöz oyunları ile yeşil ve
beyaz sarıklı softalar ve mollalar birbirlerine karışmıştı.
Hergün
binden fazla çocuk sünnet ediliyordu. Bir tarafta pilâv kazanları kaynarken,
diğer tarafta da kuzular kızartılıyordu. Her akşam güneş battıktan sonra
Padişah, çocukların çadırlarını dolaşıyor, o gün sünnet edilenlere elbise, para
vesaire gibi çeşitli hediyeler dağıtıyordu. Abdülmecid’in bu hareketleri halkın
çok hoşuna gidiyordu. Kimse bu masrafların devlete son derece pahalıya mal
olduğunu söylemeye cesaret edemiyordu.
Abdülhamid
ilk defa olarak yedi yaşında iken sünnet merasimi için annesinin yanından
yarılıp müstakbel tebaasının arasına karışmıştı. Boğazın mavi sularında süzülen
muhteşem saltanat kayığında babasının yanma oturunca sonsuz bir gurur duydu.
Fakat az sonra Üsküdar iskelesindeki muazzam kalabalığı görünce müthiş bir
korkuya kapıldı. Haremağaları ona daima fena bir şekilde halk korkusu telkin
etmişlerdi. Halk ise, rejimin bozulmasından ve devlet idaresindeki
suiistimallerden tamamen haremağalarını mes’ul tutarak onlardan nefret
ediyordu. Bu bedbahtlar da küçük şehzadelere,' halka karşı derin bir
itimatsızlık hissi aşılayarak âdeta intikamlarını alıyorlardı. Bu telkinler
küçük Abdülhamid üzerinde büyük bir tesir yaratıyordu. Bu itibarla
haremağalarmın halk aleyhinde uydurup anlattığı hikâyelere o kadar inanmıştı
ki, Üsküdar iskelesinde tezahürat yaparak kendilerini karşılayan halkın
herbirinin elinde kendisine uzanmış bir silâh olduğunu ve halkın “Padişahımız
çok yaşa!...” diye yükselen sesinde düşmanca ifadeler
bulunduğunu zannediyordu. Bir taraftan da kardeşi Murat’ı taklit ederek cesur
görünmeye çalışıyorsa da halkın kendisine dehşet veren bakışları karşısında
korkudan titremesine mâni olamıyordu. Bu ürkekliğine rağmen sünnetçinin bıçağı
karşısında en küçük bir korku ve sızı alâmeti göstermedi.
Küçük
Abdülhamid’in çocukluk devresi bu şekilde âni ve sert bir şekilde nihayet
bulduğu sırada kendisine, annesinin ölüm hâlinde olduğu haberi getirildi.
Padişahın bütün haremi ile beraber Haydarpaşaya nakline hastalığı mâni
olduğundan Tiri-müjgân Çırağan sarayında bırakılmıştı. Fakat karşı sahillerdeki
sünnet şenliklerini pencereden seyrederken kendisini fena halde üşüttüğünden
yatağa düştü ve bir daha da kalkamadı. Öldüğü zaman henüz yirmi altı yaşında
olan genç kadın, oğlunun çocukluğu üzürene düşürdüğü gölgeden başka tarihte bir
iz bırakmamıştır. Bu gölge Abdülhamid büyüdükçe, her gün biraz daha
koyulaşıyordu. Çünkü yedi yaşındaki küçük çocuğun içine düştüğü yalnızlık, onun
Padişah olduğu zaman hissettiği yalnızlıktan daha az zâlim ve merhametsiz
değildi. Abdülhamid bütün ömrü, boyunca, genç yaşında kaybettiği annesinin
şefkat ve alâkasını daima aramıştır.
Abdülmecid’in
hususî hekimi Rum Zoğrafos’un anlattığına göre, yedi yaşındaki Abdülhamid
annesinin ölümüne son derece üzülmüştü. Ölümünden sonra annesini son defa görmek
için koşarak odasma gelmiş ve üzerindeki örtüyü kaldırıp yüzüne doya doya
bakmıştı. Saray geleneklerine göre, küçük Abdül-hamid’in mutlaka bir üvey
anneye sahip olması icabediyordu. Esasen çocuğu olmayan bütün saray kadınları
da bir gün valide sultan olmak emeliyle şehzadeleri evlât edinmeye can
atıyorlardı.
Sultan
Abdülmecit, çocuğu olmayan ve fakat kendisini çok sevip beğendiği dördüncü
karısı güzel Perestû’yu, Abdül-hamid’e üvey anne olarak seçti. Perestû’nun
annelik vazifesi çok kolay olmadı. Çünkü Abdülhamid öz annesini bir türlü
unutamıyordu. Önceleri üvey annesinin kendisine gösterdiği sevgiyi ve şefkati
yadırgadı. Perestû, öksüz Abdülhamid’e karşı o kadar anlayış ve sabır gösterdi
ki, nihayet küçük şehzade ona öz annesi gibi yakın hisler beslemeye başladı.
Perestû’nun nâzik muamelesi Abdülhamid üzerinde tesirini gösterdi ve onu
etrafındakilere karşı daha sokulgan ve sevimli bir hâle getirdi. Yıl-dız
köşkünü ziyaret edenler, az zamanda küçük şehzadeye hayranlık duymaya
başlamışlardı. Fakat Perestû’nun bütün gayretleri Abdülhamid’in diğer
kardeşlerine olan kıskançlık hislerini değiştirmeye muktedir olamadı.
Kardeşlerine karşı beslediği kin ve intikam duygularıyla gözleri kararan
Abdülhamid onların kendisine karşı gösterdiği yakınlığa daima soğuk ve hattâ
sert bir şekilde mukabele ederdi. Anlatılanlara göre, sıcak bir yaz günü
kardeşleri uyurken, onların eşyalarını gizlice alıp kendi odasına götürmüştü.
Bu gibi iki iki hâdiseden sonra, kardeşleri de artık ondan uzaklaşmaya
başladılar. Padişahın kulağına giden bu gibi vak’alardan sonra, Sultan
Abdülmecid’in bu oğluna olan şefkat ve muhabbeti büsbütün azaldı. Padişah ile
ikinci oğlu arasındaki bu gizli nefret duygusu her sene biraz daha açık bir
şekilde kendisini gösterdi. Sünnetten sonra genç şehzadeler haremden selâmlığa
geçmişlerdi. Artık askerî merasimlerde ve cuma selâmlıklarında babalarına
refakat etmek hakkını kazanmışlardı. Bu merasimlerde Murat daima babasının
yanında yer aldığı halde, Abdülhamid hiç bir zaman orada görülmezdi.
Perestû,
üvey oğlunun mâruz kaldığı bu muameleden Padişaha şikâyette bulunduğu vakit,
Abdülmecid, onun sevilecek ve hoşa gidecek vasıflardan mahrum olduğunu ileri
sürer ve Abdülhamid’in kendisine endişe veren, istikbal için hiç bir şey
vaadetmeyen yegâne evlâdı olduğunu söylerdi. Diğer taraftan hocalarının ve
lalasının da onun hakkındaki müşahede ve kanaatleri pek müsbet değildi. Lalası,
onun esrarengiz ve mahçup bir tabiatta olduğunu, görünüşte güzel cariyelere
karşı ilgisiz kaldığını söylüyordu. Hocaları ise, genç Abdülhamid’in
imparatorluğa ait her şeye karşı garip bir alâka gösterdiğini anlatırlardı.
Siyaset ve hattâ tarih, şehzadelere öğretilmesi yasak bilgilerdendi. Onlara
sadece Kur’an ve biraz da sathî şekilde müzik, fransızca ve Osmanlı
padişahlarına ait meşhur vak’alarm efsaneleştirilmiş hikâyeleri öğretilirdi.
Eğer aralarından biri, daha geniş bilgi sahibi olmaya istidat ve temayül
gösterirse, ona sadece eski şiirler okumaya kâfi gelecek kadar Arapça ve Farsça
dersi verilirdi. Fakat Abdülhamid böyle geniş bilgi sahibi olacak istidada
sahip bir çocuk değildi. Pratik bir zekâsı vardı. Genç yaşmdanberi aktüel
hâdiselere karşı canlı bir alâka duyardı. Matematik ve geometriye de hissedilir
bir şekilde temayül ve heves beslerdi. Haremde para işlerine bakan
haremağaları, küçük şehzadeyi sık sık hesap defterini karıştırarak içindekileri
büyük bir zevkle okuyup tetkik ettiğini görürlerdi. Fakat rakkamlarla ve günlük
hâdiselerle ilgilenmesi, onun, muhitinde cesaretle hareket etmesi için kâfi
vasıflar değildi. Üvey annesi Perestû onun, daha az zararlı olabilecek işlerle
meşgul olması için elinden gelen gayreti gösteriyordu. Abdülhamid’i
marangozluğa teşvik eden ve bu san’atı ona sevdiren üvey annesi olmuştur.
Perestû’nun
üvey oğluna karşı gösterdiği yakınlığın ve katlandığı fedakârlığın derecesi ne
olursa olsun ölen annesinin hayali Abdülhamid ile onun arasına daima bir kâbus
gibi dikiliyordu. Küçük şehzade dostlarını seçecek çağa gelince, çok hoşlandığı
büyük annesini sık sık ziyarete başladı. Bu suretle büyük takdir ve tefrik
kabiliyetine sahip olduğunu ispat ediyordu. Zira veliaht Abdülazi’in annesi
olan büyük annesi Valide Sultan Pertevnihal, devrinde dikkate değer
kadınlarından biriydi. Bir hamamda tellâklık yaptığı sırada, bir gün, tebdil
gezen Sultan Mahmut sokakta ona rastladı. Başının üzerinde
bir çamaşır bohçası. taşıyordu. Hâli ve güzelliği padişahın hoşuna
gittiğinden saraya götürüldü. Bu tarihten sonra Pertevnihalin yıldızı parlamaya
başladı. Padişah onu, diğer karılarından daha çok sevmişti. Yaşlandığı halde
bile hâlâ onun nüfuz ve tesirinden kendisini kurtaramıyordu. Saraydan başka bir
âlemin mevcudiyetinden habersiz olan güzel ve zarif Çerkeş kız'.arının aksine,
Pertevni-hal, ölünceye kadar halk kadını olarak kaldı ve gençlik arkadaşlarıyla
olan münasebetlerini devam ettirdi. Sokak dedikoduları ve halk hikâyeler,
anlatarak padişahı eğlendirmesini çok iyi beceriyordu. Mutaassıp derecede
dindardı. Anadolu köylülerinin iptidaî ve bâtıl inanışlarını daima muhafaza
ederdi. Padişahın cami ve medreselerde yapmak istediği yeniliklere halkın
muarız olduğunu ilk defa o haber verdi. Hristiyanlara sempati göstermesi
yüzünden Sultan Mahmud’un saltanatının feci şekilde nihayete ereceğine
inanıyordu.
Bu
zeki, fakat mutaassıp kadının padişah üzerinde yarattığı tehlikeli şekildeki
nüfuzundan, entrikalarından ve oğlu Abdü-laziz’i, Abdülmecid’in yerine veliaht
yapmak hususundaki gayretlerinden dolayı, nâzırlar padişaha, ondan kurtulmak
çarelerini aramasını tavsiye etmişlerdi. Bu tip saray kadınlarının eskiden
boğdurularak denize atılmalarına mukabil, çok merhametli olan Sultan Mahmut
böyle bir usule başvurmadı. Sadece Abdülaziz’i istediği gibi hareket etmesinde
serbest bıraktı, fakat annesi Per-tevnihali saray hareminde göz hapsinde
yaşamaya mecbur etti. Böylece çok sevdiği oğlundan ayrılan Pertevnihal,
zamanını ruhları çağırmak, yıldız falına bakmak suretiyle geçirmeye başladı.
Bir taraftan da kendisini bu hâle düşürenlerin kahrolması ve oğlunun da bir ân
evvel tahta geçmesi için dua ediyordu. Ha-remağalarımn kendisine bir fenalık
yapmasından korkan bu garip kadm Abdülhamid’i en yakın bir dost olarak
bulmuştu. Yalnızlık ve padişahın ihmali, her ikisini birbirlerine iyice
yaklaştırmıştı. Sultan Mahmud’un gözdesi ile torunu arasında böylece acayip bir
samimiyet kuruldu. Saatlerce başbaşa kalıyorlar, Arapça eski kitapları
karıştırarak esrarengiz mevzulardan mânâlar çıkarmaya çalışıyorlardı.
·
IV
Kırım
Harbi
Haremi
sık sık ziyaret eden çingene falcılar meş’um kehanetlerde bulunarak çok yakında
müslümanlarla hristiyanların yanyana harbe gireceklerini söylemekten
çekinmiyorlardı.
Halbuki
bu sırada Padişahın nâzırları, hükümdarın tahta çıktığı gün Türk halkına
vaadettiği İslâhat ve yenilikleri tahakkuk ettirmek için samimî bir gayret
gösteriyorlardı. Avusturya ve Rusya’nın, Macaristan, İtalya ve Polonya’da çıkan
isyanları bastırmakla meşgul oldukları sırada, Osmanlı İmparatorluğu iç
meselelerini intizama sokmak için müsait bir zaman bulmuştu. Avrupamn hürriyet
taraftarı devletleri, Sultan Abdülmecid’in İslâm geleneklerine sâdık kalarak,
Rusların ve AvusturyalIların zulmünden kurtulmak için Türk topraklarına
sağınmaya mecbur kalan Macar ve PolonyalIlara karşı gösterdiği iyi muameleden
dolayı padişaha çok sıcak ve samimi sevgi hisleri besliyorlardı. Bundan başka
Sultan Abdülmecid’in imparatorluk dahilindeki bütün
esir pazarlarını resmen kaldırması da Batıkların hayranlığını kazanmasına
vesile olmuştu. Fakat saltanat haremi için Çerkeş kızlarının alınıp satılmasına,karşı Türk dostu olan bir kısım AvrupalIlar göz
yumuyorlardı.
Islâhat
ve yenilik hareketlerini, başarmakta kararsızlık göstermesine rağmen,
Abdülmecid’in, vilâyetlerde verginin mültezimler vasıtasiyle alınmasını men
edişi ve lâik okullar açılması hususunda takdire değer tedbirler aldığı
görülmüştür. Gerçi bu tedbirlerin alınmasında Reşit ve Ali paşaların gayreti
ile İngiliz Sefiri Sir Strafford Canning’in desteği de mühim rol oynamıştır.
İngiltere Sefiri, çökmek üzere olan bir imparatorluğun mirasına göz dikmiş
bulunan Rus Çarının plânlarını bozmak için -nasıl olursa olsun- “Hasta adamı”
kurtarmaya büyük gayret sarfediyordu.
1850
yılında Avusturya ve Rusya’nın Macar ve Polonyah milliyetçi mültecileri teslim
etmesi hususunda Sultan Mecid’i zorladıkları zaman, Britanya donanmasının
Bezika körfezinde bulunmasından cesaret alan Padişah, teklifi mağrur bir
şekilde reddetmişti. Bu hâdise üzerine Sir Stratford Canning’in İngiliz
donanmasını padişahın yardımına çağırmasının asıl sebebinin memleketinin yüksek
menfaatlerinden ziyade evvelce kendisinin Saint - Petersbourg’a sefir tayinini
kabul etmeyen Rus Çarına olan şahsî iğbirarından ileri geldiğini, söyleyenler
bulundu. Fakat Britanya harp gemilerinin Osmanlı sularında görünmesi, Çar
Nicola’nın 1844 ilkbaharında Londra’ya ziyaretinberi beslediği hayallerini
dağıtamadı. Bu ziyaret esnasında genç Kraliçe Victoria ve onun Başvekili Lord
Aberdeen nezdinde kazandığı başarı, İngiltere’nin Osmanlı İmparatorluğunu
müdafaa için as-lâ silâha sarılmıyacağı hususunda Çar’a tam bir kanaat
vermişti. Diğer taraftan da İngiltere ve Fransanın Doğu memleketlerinde ticarî
üstünlük için giriştikleri şiddetli rekabet yüzünden, kendisine karşı hiç bir
şekilde birleşemiyeceklerine inanmıştı. Ayrıca 1852 de Fransa’da Napolyon’un
tekrar iktidara gelmeleri Rusya’ya, Osmanlı İmparatorluğunun enkazını paylaşmak
için İngiltere’nin kendisiyle işbirliği yapacağı ümidini verdi.
Çünkü
İngiltere, Osmanh İmparatorluğuna yardım ederek onun Fransa ile ittifak
etmesini görmektense, Rusya ile birleşip bu imparatorluğu paylaşmayı tercih
edebilirdi. Hiç bir diplomatik mütala, Büyük Katerina’nın torununun, Fransa
tahtına çıkan Louis-Napoleon’u ayni seviyede taç sahibi olarak kabul edeceğini
mümkün kılamazdı. Bu sebepten de Fransızların İmparatoru, kendisine bu unvanı
lâyık görmeyen Rus Çarını aslâ affetmezdi.
Büyük
devletler arasındaki ilk ihtilâf, Filistindeki
“Mukaddes mahal”in muhafazasının Rum mu, yoksa Lâtin papazlarına mı ait olduğu
meselesi yüzünden çıktı. Fransa, Kanunî Sultan Süleyman devrinden beri bu
hakkın kendisine ait olduğunu iddia ediyordu. Çünkü kanunî Sultan Süleyman,
Doğu memleketlerine ait limanlarda ticaret yapmak hakkı ile beraber Kudüs’teki
“Mukaddes mahaF’in muhafazasını ve bu bölgede Fransızlara geniş bir dinî
faaliyette bulunmak imtiyazını Fransa Kralı François I’e bahşetmişti. Meşhur
kapitülâsyonların menşei İstanbul’un fethinde yalnız Galata ve Beyoğlu’nda
oturan Venedikli ve Ceneviz unsurlara tanınan imtiyazların, bu suretle büyük
bir Avrupa devletine de tanınmış olmasıyla başladı. Eğer bu imtiyazlar asırlar
boyunca sırasıyla Fransızların düşmanlarına ve rakiplerine de verilmiş ise, bu,
Büyük İhtilâl esnasında ve onu tâkip eden yıllarda, Fransanın Filistindeki
dindar kitlelerle meşgul olmamasından ve kendisini Haçlı Lâtin İmparatorluğunun
meşru vârisi saymaya devam etmemesinden ileri gelmiştir. Fakat diğer yandan
Rusya, Mukaddes İttifak tarafından Doğu Avrupa’daki milliyetçilik
hareketlerinin ezilmiş olmasından beri, Türkiye’deki hristiyan azınlığın
koruyucusu rolünü yeniden ve şerbetçe üzerine almış görünüyordu. Bu rol
azınlığın haklarını merhametsizce boğmuş olan zâlim bir idareye karşı
benimsenmişti.
Abdülmecid
iyi hareketlerine rağmen, kendisini mutlâki-yet idaresinin nankör icapları
içine düşmüş telâkki ediyordu. Filhakika onun için Mukaddes Topraklar üzerinde
Fransız silâhlarının olmaması veya bu toprakların Rum veya Lâtin papazlarının
elinde bulunmasının hiç bir ehemmiyeti yoktu. O sırada Sultan Abdülmecid’i
meşgul eden ve ilgilendiren yegâne iş, Dolmabahçe Sarayının inşasıydı.
Padişah
yeni sarayın inşaası ve tefrişi için Ermeni mimarı ile saatlerce konuşuyor,
Avrupa mağazalarına girip ve göz kamaştıracak ihtişam ve değerde çeşitli
eşyalar sipariş ediyordu. Meselâ dört ton ağırlığında kristal âvizeler, üç yüz
otuz mumluk muazzam şamdanlar satın almıştı. Diğer taraftan padişaha hoş
görünmek isteyen büyük devletler, yeni saray için gayet kıymetli hediyeler
göndermekte birbirleriyle âdeta yarış ediyorlardı. Kraliçe Victoria büyük ve
kıymetli bir saat, genç François-Jo-seph çok zârif ve pahalı kristal takımlar,
Fransa nâdide porselenler, Rus Çarı da beyaz ayı postları göndermişti. Fakat bu
hediyelerin padişaha takdimi ile beraber, bunları gönderen devlet-' lerin
elçileri fırsattan istifade ederek hemen padişahın huzuruna kabullerini talep
ediyorlardı. Her ne kadar İngiltere sefiri sir Stratford Canning az zaman evvel
İstanbul’a tâyin edilmiş ise de, temsil ettiği imparatorluk ve krallık tacı,
ona müstesna bir prestij kazanıyordu. 1853
ilkbaharında’Abdülmecid, nihayet kendisini Dolmabahçe Sarayının zevklerinden
ayırmak lüzumunu hissetti. Bu suretle tahtının, hristiyan devletler
arasındaki basit rekabetler yüzünden tehlike ile karşı karşıya bulunduğu
hakikatini gördü.
Rus
Çarı Nicolas, padişaha büyük bir dostluk gösteriyor, Osmanlı hudutları içindeki
Rum azınlığın himayesi kendisine bırakılmak şartıyla bir ittifak yapmayı teklif
ediyordu. Bu hakkın Rusyaya verilmesi, Çarın Avrupa’daki bütün Türk
vilâyetlerine müdahale etmesini ve hattâ sadece Boğazlar üzerinde değil, Ege ve
Akdenizdeki Yunan adalarına da el atmasını kabul etmek olurdu. Ayrıca buralarda
yaşayan ve Osmanlı devleti nüfusunun üç de birini teşkil eden on iki milyonluk
tebaa üzerindeki Padişah nüfuz ve otoritesinin de kaybedilmesin neticesini
verebilirdi. Bu itibarla Sultan Abdülmecid Rus teklifinin Osmanlı
İmparatorluğunun bütünlüğü ile bağdaşamıyacağını beyan etti. Bir kaç gün sonra
da İngiliz ve Fransız donanmalarının Bezika körfezine girmelerine müsaade etmek
suretiyle teklifin reddedildiğini ve bu iki devletle emri vâki şeklinde bir
anlaşma yaptığını bildirmiş oldu.
Bu
sırada bütün yaz mevsimi boyunca Avusturya ile siyasî görüşmelere devam
edilmişti. Fakat müttefiklerinin baskısına daha fazla mukavemet edemiyen
Osmanlı İmparatorluğu sonbaharda Rusyaya resmen harp ilân etti ve bu suretle de
müttefik donanması Çanakkale boğazına girdi.
Bir
asır içinde beşinci defa olarak Anadolu köylüsü Rus ordusu ile çarpışmak üzere
köylerini terkediyordu. Elbise, gıda, vasıta ve silâh bakımından çok ağır
şartlar içinde bulunan Türk askerleri ölmeden evvel halifelerine son bir
hizmette bulunmak ve şehitlik mertebesine erişerek peygamberlerinin vadettiği
cennete kavuşmak için çöllerden ve dağlık bölgelerden yorucu ve çetin bir
yürüyüşe geçtiler. Şimdiye kadar bu savaşlarda daima sarsılmaz bir iman ve
inancın derin tesirleri görülmüştü, peygamberin yeşil sancağı açıldığı zaman
her asker “Mukaddes Cihad”a iştirak ettiğine inandırdı. Fakat bu defa en basit
ve saf bir müslüman askeri dahi “Gâvurlar” ile
müslümanların yanya-na ve omuz omuza harbe girmelerinin mânâsını anlamıyordu.
Paris’de İmparator Napoleon III. askerlerini “Suriye’ye hareket” marşının
nağmeleri altında toplarken daima zafere olan inancından bahsediyordu.
Londra’da Lord Palmerston, parlâmentoda verdiği beyanatta, İngiltere’nin harbe
iştirakinin asıl sebebi olarak Hindistan yolunun korunması olduğunu ileri
sürüyordu. Osmanlı Sultanı ise, harp ilânı hususundaki kararını haklı
gösterecek herhangi bir beyanda bulunmak ihtiyacını aslâ hissetmemişti. Esasen
Türkler doğuştan askerdiler. Harp başladı. Kırım’da girişilen ilk kış
savaşlarında müttefik askerlerinin uğradıkları güçlükler, harbin sevk ve
idaresindeki beceriksizlikler, çok bozuk olan ikmal teşkilâtı, kolera salgınına
uğrayanların Üsküdar hastahanelerindeki perişan halleri ve daha bir takım
yokluklar harp muhabirleri tarafından bütün bütün dünyaya duyurulunca
İngilterede büyük bir şiddetli bir galeyan başladı, ve
hükümetin düşmesine sebep oldu. Fakat bütün bu sıkıntı ve mahrumiyetler
padişahın askerleri tarafından derin bir tevekkül ile karşılanıyordu.
Kırım
harbinde türlü facialar arkasında meydana gelen kahramanca hareketlerin
hikâyeleri herşeyi birden aydınlığa kavuşturmuştu. Vazifelerinin ne olduğunu
bilerek askerlerini ölüme süren genç İngiliz subayları, birliğinin başında
savaşa atılmakta ısrar eden Fransız Generali Saint Arnaud’nun amansız bir
hastalığa yakalanışı, Florance Nightingale ve bir avuç hastabakıcı kadından
ibaret grupun asilâne hizmetleri unutulmaz fedakârlıklar cümlesindendir.
Türklere
gelince, onlar hakkındafazla bir şey bilinmiyor. Fakat gıdasız ve bakımsız Türk
askerlerinin, Balkan dağları ve Kars’ı sonuna kadar inatla ve kahramanca
müdafaa etitkleri açık bir hakikattir. Onların bu harpteki fedakârlıklarından
ve kahramanlıklarından zamanımıza fazla bir'hâtıra intikal etmemiştir. Harp
etmek, savaşta ölmek Türk askerinin âdeta büyük bir imtiyazı ve hasletidir.
Harp başarısızlıkla biterse onlar bunun neticelerini aslâ kabul etmek
istemezler. Açlık ve soğuktan hareketsiz kalan Türk askerlerini Üsküdar
hastahanesinde tedavi eden kadın hastabakıcılar onların bu duygularını yakından
görmüşlerdir. Abdülmecid, Kırım harp sahasını ziyaret ettiği zaman refakatindeki
generaller ile İngiliz ve Fransız birliklerini de teftiş edip oyları
selâmlamıştı. Padişahın bu hareketi Türk askerleri arasında derin bir tepki
yaratmıştır. Çünkü “Yeryüzünde Allahın gölgesi” olarak tanıdıkları
padişahlarının kırmızı yüzlü, dizleri çıplak İngiliz ve Fransız askerlerinin
karşısında selâm durmasını aslâ hoş karşılamamışlardır.
Türkler
sadece harp meydanında hristiyanlarla yanyana bulunmaya tahammül etmekle
kalmamışlardı. Sulhün sağlanmasından sonra Türkiye’nin her tarafına, harp
zamanından daha çok miktarda dağılmış olan hristiyanlara karşı olan nefret
hislerini daima belli etmişlerdir. Üsküdar da servi ağaçlarının altına gömülen
askerleri ziyarete gelenlerden başka, bir çok
hristiyan mühendis, iş adamı, teknisyeni de Türkiye’ye gelmişti. Türk halkı
hristiyanlarla işbirliği yapmak için henüz olgun ve anlayışlı bir seviyeye
yükselmemişti. Husule gelen hoşnutsuzluğa karşı devlet de âciz ve müdafaasız
kalmıştı. Türkiye henüz çok geri bir memleket idi. Burada yapılacak ıslâhata ve
yeniliklere sağlam bir karakter vermek ve başka ırk ve dinlere mensup
azınlıkların haklarına saygı göstermek lüzumunu Türk halkına öğretmek için
mutlaka uzun bir zamana ihtiyaç vardı. Bizzat Sultan bile bu sahada henüz
kendisini iptidaî ve geri düşüncelerden kurtaramamıştı. Otuzbeş yaşındaki
Abdülmecit yenilik dâvasını başarıya ulaştırabilmek ve bu mücadeleye devam
edebilmek için fikren hazır değildi, onun bundan sonraki hareketleri bazen
kendi halkını, bazen de Garplı müttefiklerini avutmaktan başka bir şey
olmuyordu.
Daha
tehlikeli olan cihet ise, politika sahasında çocuklarını istikbale hazırlamak
için Padişahın herhangi bir teşebbüse geçmemiş olmasıydı. Şehzadelerin devam
ettikleri okul, Avrupa kültürüne've tesirine karşı tamamen kapalıydı. Ders
programları asla değiştirilmiyordu. Şehzadeler için harp olayları, çok uzak,
hattâ saçma bir ihtimal idi. Saray halkı, boğazın karşı kıyısındaki Üsküdar’da
bulunan tıklım tıklım hasta ve yaralı askerlerle dolu bakımsız ve bir sürü
zararlı haşeratm istilâ ettiği hastaha-nelerden âdeta habersizdi. Onlarla en
küçük bir ilgileri yoktu. Müttefik Fransız ve İngiliz askerlerinin boğazdan
gemilerle naklinden, Beyoğlu caddelerinde dolaştıklarından genç şehzadeler
hemen hemen tamamen habersizdi. Hattâ onlar için yeni müttefik devletler bile
mevcut değildi.
radıkları
güçlükler, harbin sevk ve idaresindeki beceriksizlikler, çok bozuk olan ikmal
teşkilâtı, kolera salgınına uğrayanların Üsküdar hastahanelerindeki perişan
halleri ve daha bir takım yokluklar harp muhabirleri tarafından bütün bütün
dünyaya duyurulunca İngilterede büyük bir şiddetli bir galeyan başladı, ve hükümetin düşmesine sebep oldu. Fakat bütün bu
sıkıntı ve mahrumiyetler padişahın askerleri tarafından derin bir tevekkül ile
karşılanıyordu.
Kırım
harbinde türlü facialar arkasında meydana gelen kahramanca hareketlerin
hikâyeleri herşeyi birden aydınlığa kavuşturmuştu. Vazifelerinin ne olduğunu
bilerek askerlerini ölüme süren genç İngiliz subayları, birliğinin başında
savaşa atılmakta ısrar eden Fransız Generali Saint Arnaud’nun amansız bir
hastalığa yakalanışı, Florance Nightingale ve bir avuç hastabakıcı kadından
ibaret grupun asilâne hizmetleri unutulriıaz fedakârlıklar cümlesindendir.
Türklere
gelince, onlar hakkındafazla bir şey bilinmiyor. Fakat gıdasız ve bakımsız Türk
askerlerinin, Balkan dağları ve Kars’ı sonuna kadar inatla ve kahramanca
müdafaa etitkleri açık bir hakikattir. Onların bu harpteki fedakârlıklarından
ve kahramanlıklarından zamanımıza fazla bir hâtıra intikal etmemiştir. Harp
etmek, savaşta ölmek Türk askerinin âdeta büyük bir imtiyazı ve hasletidir.
Harp başarısızlıkla biterse onlar bunun neticelerini aslâ kabul etmek
istemezler. Açlık ve soğuktan hareketsiz kalan Türk askerlerini Üsküdar
hastahanesinde tedavi eden kadın hastabakıcılar onların bu duygularını yakından
görmüşlerdir. Abdülmecid, Kırım harp sahasını ziyaret ettiği zaman
refakatindeki generaller ile İngiliz ve Fransız birliklerini de teftiş edip
oyları selâmlamıştı. Padişahın bu hareketi Türk askerleri arasında derin bir
tepki yaratmıştır. Çünkü “Yeryüzünde Allahın gölgesi” olarak tanıdıkları
padişahlarının kırmızı yüzlü, dizleri çıplak İngiliz ve Fransız askerlerinin
karşısında selâm durmasını aslâ hoş karşılamamışlardır.
Türkler
sadece harp meydanında hristiyanlarla yanyana bulunmaya tahammül etmekle
kalmamışlardı. Sulhün sağlanmasından sonra Türkiye’nin her tarafına, harp
zamanından daha çok miktarda dağılmış olan hristiyanlara karşı olan nefret
hislerini daima belli etmişlerdir. Üsküdar da servi ağaçlarının altma gömülen
askerleri ziyarete gelenlerden başka, bir çok
hristiyan mühendis, iş adamı, teknisyeni de Türkiye’ye gelmişti. Türk halkı
hristiyanlarla işbirliği yapmak için henüz olgun ve anlayışlı bir seviyeye
yükselmemişti. Husule gelen hoşnutsuzluğa karşı devlet de âciz ve müdafaasız
kalmıştı. Türkiye henüz çok geri bir memleket idi. Burada yapılacak ıslâhata ve
yemliklere sağlam bir karakter vermek ve başka ırk ve dinlere mensup
azınlıkların haklarına saygı göstermek lüzumunu Türk halkına öğretmek için
mutlaka uzun bir zamana ihtiyaç vardı. Bizzat Sultan bile bu sahada henüz
kendisini iptidaî ve geri düşüncelerden kurtaramamıştı. Otuzbeş yaşındaki
Abdülmecit yenilik dâvasını başarıya ulaştırabilmek ve bu mücadeleye devam
edebilmek için fikren hazır değildi, onun bundan sonraki hareketleri bazen
kendi halkını, bazen de Garplı müttefiklerini avutmaktan başka bir şey
olmuyordu.
Daha
tehlikeli olan cihet ise, politika sahasında çocuklarını istikbale hazırlamak
için Padişahın herhangi bir teşebbüse geçmemiş olmasıydı. Şehzadelerin devam
ettikleri okul, Avrupa kültürüne've tesirine karşı tamamen kapalıydı. Ders
programları asla değiştirilmiyordu. Şehzadeler için harp olayları, çok uzak,
hattâ saçma bir ihtimal idi. Saray halkı, boğazın karşı kıyısındaki Üsküdar’da
bulunan tıklım tıklım hasta ve yaralı askerlerle dolu bakımsız ve bir sürü
zararlı haşeratın istilâ ettiği hastaha-nelerden âdeta habersizdi. Onlarla en
küçük bir ilgileri yoktu. Müttefik Fransız ve İngiliz askerlerinin boğazdan
gemilerle naklinden, Beyoğlu caddelerinde dolaştıklarından genç şehzadeler
hemen hemen tamamen habersizdi. Hattâ onlar için yeni müttefik devletler bile
mevcut değildi.
·
IV
Sulh
Hayâlleri
Harp
bitmişti. Sulh’ü sağlamak için İngiltere sefiri kostümlü bir balo veriyordu.
Fakat bu balo şimdiye kadar verilenlerden hiç birine benzemiyordu. Zira tarihte
ilk defa olarak bir Türk Padişahı ve İslâm Halifesi, bir ecnebi sefarethanesine
adımını atıyordu. Padişahı karşılayan sefir' Lord Stratford, o gece diplomatlık
mesleğinin en büyük zaferini kazanıyordu. Kırk beş sene önce Sultan Mahmud’un
tahtı önünde diz çöktüğü zaman, bir gün onun'oğlu olan bir Türk padişahını
misafir edeceğini asla tasavvur ve tahayyül etmemişti. Hattâ bir hafta evveline
kadar, bu ziyarete saray erkânının, padişahın gelenekleri ve mukaddes
imtiyazlarım ihlâl edeceğini ileri sürerek mani olacaklarından endişe duymuştu.
Fakat Çırağan’a hâkim tepelerde, padişahın saraydan ayrıldığına delâlet eden
fener ışıkları belirince herşey anlaşıldı. Saltanat alayına iştirak edenlerin,
“Padişahım çok yaşa!...” avazelerine Beyoğlu
caddelerindeki AvrupalIların da alkışları karışıyordu. Sonra, Galatasaray’daki
bir İngiliz bataryasının salvoları işitildi. Muhteşem
saltanat arabası, maiyetinde bir müfreze asker ve Türk nâzırları ile müttefik
ordularına mensup generaller olduğu halde seferethaneye doğru yavaş yavaş
ilerliyordu. Padişah, sefarethanenin büyük kapısından içeri girdiği zaman
halkın heyecanı son haddini bulmuştu. Kemerli kapının üzerinde renkli ışıklarla
yazılmış yanyana iki isim okunuyordu: Kraliçe Victoria Sultan Abdülmecit...
Lord
Stratford sadece büyük bir sefir değildi. Aynı zamanda, herkesi kendisine
hayran eden büyük bir teşkilâtçıydı. Aldığı tertibat sayesinde, Padişah
arabasından inip İngiltere Seferat-hanesine dahil
olduğu esnada, Marmara denizinde demirli bulunan İngiliz donanmasından atılan
yüzbir pare top ateşiyle selâmlanıyordu. İlk önce şaşıran, fakat hemen sonra bu
top seslerinin mânasını anlayan Abdülmecit, müttefiki devletin sefiri
tarafından kendisine gösterilen bu yüksek dostluk tezahüründen dolayı son
derecede memnun kaldı. Daima melânkolik bir ifade taşıyan yüzü bir anda parladı
ve tatlı şekilde gülümseyerek elini sefir Lord Stratford’a uzattı. Sefir için
padişahın bu hareketi çok büyük ve müstesna bir şeref teşkil ediyordu. Çünkü
şimdiye kadar hiç bir Türk padişahı, değil bir ecnebinin, hattâ kendi
tebaasından en yüksek mevkileri işgal eden bir şahsiyetin bile elini
sokmamıştı... Bir şeref kıtası selâma durduğu sırada Alman lejyonuna mensup
orkestra ilk defa Türk, sonra da İngiliz millî marşını çaldı. Büyük salona
giren Padişah, orada İngiliz sefiresi
tarafından karşılandı. Son
derece zarif bir kadın olan sefire, Saxe porselenlerinin üzerindeki işlemeler
model alınarak hazırlanmış çok şahane bir tuvalet giyinmişti. Sefire Lady
Strat-ford’un bütün incelik ve zerafetini göstererek muhteşem ve müzeyyen bir
dekor içindeki salonda Padişahı karşılaması, Abdül-mecidi hem şâşırtmış, hem de
son derece memnun etmişti.
Salonun
her tarafa hâkim köşesinde hazırlanan tahta oturan Padişah, etrafında nâzırları
ve büyük devletlere mensup sefirler olduğu hâlde, yarı çıplak, zarif ve güzel
hanımları kolları
V
Sulh
Hayâlleri
Harp
bitmişti. Sulh’ü sağlamak için İngiltere sefiri kostümlü bir balo veriyordu.
Fakat bu balo şimdiye kadar verilenlerden hiç birine benzemiyordu. Zira tarihte
ilk defa olarak bir Türk Padişahı ve İslâm Halifesi, bir ecnebi sefarethanesine
adımını atıyordu. Padişahı karşılayan sefir Lord Stratford, o gece diplomatlık
mesleğinin en büyük zaferini kazanıyordu. Kırk beş sene önce Sultan Mahmud’un
tahtı önünde diz çöktüğü zaman, bir gün onun oğlu olan bir Türk padişahını
misafir edeceğini asla tasavvur ve tahayyül etmemişti. Hattâ bir hafta evveline
kadar, bu ziyarete saray erkânının, padişahın gelenekleri ve mukaddes
imtiyazlarını ihlâl edeceğini ileri sürerek mani olacaklarından endişe
duymuştu. Fakat Çırağan’a hâkim tepelerde, padişahın saraydan ayrıldığına
delâlet eden fener ışıkları belirince herşey anlaşıldı. Saltanat alayına
iştirak edenlerin, “Padişahım çok yaşa!...”
avazelerine Beyoğlu caddelerindeki AvrupalIların da alkışları karışıyordu.
Sonra, Galatasaray’daki bir İngiliz bataryasının salvoları
işitildi. Muhteşem saltanat arabası, maiyetinde bir müfreze asker ve Türk
nâzırları ile müttefik ordularına mensup generaller olduğu halde seferethaneye
doğru yavaş yavaş ilerliyordu. Padişah, sefarethanenin büyük kapısından içeri
girdiği zaman halkın heyecanı son haddini bulmuştu. Kemerli kapının üzerinde
renkli ışıklarla yazılmış yanyana iki isim okunuyordu: Kraliçe Victoria Sultan
Abdülmecit...
Lord
Stratford sadece büyük bir sefir değildi. Aynı zamanda, herkesi kendisine
hayran eden büyük bir teşkilâtçıydı. Aldığı tertibat sayesinde, Padişah
arabasından inip İngiltere Seferat-hanesine dahil
olduğu esnada, Marmara denizinde demirli bulunan İngiliz donanmasından atılan
yüzbir pare top ateşiyle selâmlanıyordu. İlk önce şaşıran, fakat hemen sonra bu
top seslerinin mânasını anlayan Abdülmecit, müttefiki devletin sefiri
tarafından kendisine gösterilen bu yüksek dostluk tezahüründen dolayı son
derecede memnun kaldı. Daima melânkolik bir ifade taşıyan yüzü bir anda parladı
ve tatlı şekilde gülümseyerek elini sefir Lord Stratford’a uzattı. Sefir için
padişahın bu hareketi çok büyük ve müstesna bir şeref teşkil ediyordu. Çünkü
şimdiye kadar hiç bir Türk padişahı, değil bir ecnebinin, hattâ kendi
tebaasından en yüksek mevkileri işgal eden bir şahsiyetin bile elini
sıkmamıştı... Bir şeref kıtası selâma durduğu sırada Alman lejyonuna mensup
orkestra ilk defa Türk, sonra da İngiliz millî marşını çaldı. Büyük salona
giren Padişah, orada İngiliz sefiresi tarafından karşılandı. Son derece zarif
bir kadın olan sefire, Saxe porselenlerinin üzerindeki işlemeler model alınarak
hazırlanmış çok şahane bir tuvalet giyinmişti. Sefire Lady Stratford’un bütün
incelik ve zerafetini göstererek muhteşem ve müzeyyen bir dekor içindeki
salonda Padişahı karşılaması, Abdül-mecidi hem şâşırtmış, hem de son derece
memnun etmişti.
Salonun
her tarafa hâkim köşesinde hazırlanan tahta oturan Padişah, etrafında nâzırları
ve büyük devletlere mensup sefirler olduğu hâlde, yan çıplak, zarif ve güzel
hanımları kollan arasında sıkı sıkıya tutarak ortada dönen Lord Stratford’un
dâ-vetlilerine büyük bir şaşkınlık ve hayranlıkla bakıyordu. Dâvet-liler
arasında bulunan Times gazetesinin muhabirinin yazdığına göre; “Sultan,
dansedenleri çok bâriz bir hayranlıkla seyretti. Kadınların kıyafeti, onların
güzellik ve zerafetine ayrı bir ihtişam veriyordu.” Bu sırada Abdülmecit
mizacında bir insan için -her ne kadar kendisi iyi bir tahsil görmüş ise de bu
son derece güzel kadın ve kızların, Padişahın hoşuna gitmek maksadıyla Lord
Stratford tarafından bir araya getirilmiş “odalık” lardan ibaret olmadığına zor
inanılabilirdi. Filhakika bunlar Beyoğ-lu’nun Avrupa kolonisine mensup ciddî ve
hürmete lâyık hanımlardı. Baloda Padişah değil, sefaret sekreterine kadar
herkes coşkun bir şekilde eğlendi. Şehrin her ırka mensup yüksek tabakası
baloda temsil ediliyordu. Çok eski bir aristokrasinin sembolü olan Fener Rum
Patriğinin yanında Musevilerin Hahambaşı ve Ermeni Başpiskoposu da yer almıştı.
Din ve mezhep ayrılıkları şampanya seli içinde boğulmuş gibiydi. Sık sık
müttefik devletlerin, Sivastopol kahramanlarının, Fransız İmparatorunun,
İngiltere Kraliçesinin şerefine içiliyordu. Sultanın tahtının arkasındaki
duvarda Ingiltere Kraliçesinin büyük bir resmi bulunuyordu. Abdülmecit, sadece
bir lütuf ve cemilekârlık olmak üzere şerbet dolu kadehini, sefir ile bir defa
kaldırdı. Zira Padişahların hususî hayatları mazide de asla açıklanmamıştır.
Onların ne yeyip, ne içtiklerini sadece kendilerine hizmet etmek imtiyazına
sahip bulunan haremağası bilirdi.
1856
yılının 31 Ocak gecesinde verilen bu suvarede her şey mükemmel ve muntazam bir
şekilde cereyan etmişti. Gece-yarısı Padişah, seferethaneyi terkettiği zaman
binlerce müslü-man ve hristiyan halk otuzaltı milyonluk tebaasının
mukadderatına hâkim olan samûr kürklü padişahlarının nârin siluetini görebilmek
için saatlerdenberi karlı sokaklarda bekleşiyordu. Abdülmecit o gece saraya
gitmedi. Geceyi, eniştelerinden birinin yalısında geçirdi. Birkaç zamandan beri
gecelerini hareminin dışında geçirmeyi âdet edinmişti.
Faziletli
bir insan ve dürüst bir koca olan Lord Stratford dö Redcliffe, saray hareminde,
kendisinin Padişaha bir Ermeni metres temin ettiğine dair bir dedikodu
dolaştığını işitince son derecede şaşırmıştı. Fakat henüz otuz beş yaşındaki
Padişahın cinsî hayatının akamete uğramış olduğu anlaşılınca bu dedikoduların
da esassız olduğu meydana çıktı.
Padişahın
bu hâli, onun kendisini tamamen içkiye vermiş olması kadar tehlikeli değildi.
Çünkü içki, mutaassıp müslü-manlarca en çok nefret edilen kötülüklerden
birisidir. Türkiye’nin Avrupa topluluğu arasında yer alacağı ve yeni bir irade
ile bütün tebaanın can ve malları üzerindeki emniyet ölçülerinin teyit ve
genişletileceği, bunları teminen Gülhane Hatt-ı Şerifinin hazırlandığı bir
sırada Padişahın mânen ve maddeten çökmüş olduğuna dair ilk emareleri göstermiş
olduğu anlaşılıyordu.
Büyük
başarısına rağmen Lord Stratford, o akşam, kendi kendisinğe; Padişah vazifesini
yalnız başına takip edemiyecek hâle gelirse onunla istişare etmeye ve onu iknaa
imkân bulamı-yacağını düşünmeye başlamıştı. Sadrâzam Reşit Paşa sadece halkın
değil, fakat padişahın da zaman zaman gözünden düşüyordu. Hâlen de tedavisi
mümkün olmayan bir hastalığa yakalanmıştı. Vazifelerini çok defa Hariciye Nâzın
Ali Paşaya bırakmak zorunda kalıyordu. Fakat Ali Paşa halka, İslâm dininin
temel prensiplerine aykırı olan fikirleri kabul ettirmeye Reşit Paşadan daha
fazla muvaffak olabilecek miydi? Müslüman ahali, bundan sonra din ve ırk farkı
gözetilmeksizin bütün tebaanın kanun önünde eşit sayılması hususundaki
prensiplere uymaya razı olacak mıydı?
O
zamanlar henüz onaltı yaşında bulunan şehzade Murat, Padişahın refakatinde
baloya getirilmemişti. Her ne kadar genç arasında sıkı sıkıya tutarak ortada
dönen Lord Stratford’un dâ-vetiilerine büyük bir şaşkınlık ve hayranlıkla
bakıyordu. Dâvet-liler arasında bulunan Times gazetesinin muhabirinin yazdığına
göre; “Sultan, dansedenleri çok bâriz bir hayranlıkla seyretti. Kadınların
kıyafeti, onların güzellik ve zerafetine ayrı bir ihtişam veriyordu.” Bu sırada
Abdülmecit mizacında bir insan için -her ne kadar kendisi iyi bir tahsil görmüş
ise de bu son derece güzel kadın ve kızların, Padişahın hoşuna gitmek
maksadıyla Lord Stratford tarafından bir araya getirilmiş “odalık” lardan
ibaret olmadığına zor inanılabilirdi. Filhakika bunlar Beyoğlu’nun Avrupa
kolonisine mensup ciddî ve hürmete lâyık hanımlardı. Baloda Padişah değil,
sefaret sekreterine kadar herkes coşkun bir şekilde eğlendi. Şehrin her ırka mensup
yüksek tabakası baloda temsil ediliyordu. Çok eski bir aristokrasinin sembolü
olan Fener Rum Patriğinin yanında Musevilerin Hahambaşı ve Ermeni Başpiskoposu
da yer almıştı. Din ve mezhep ayrılıkları şampanya seli içinde boğulmuş
gibiydi. Sık sık müttefik devletlerin, Sivastopol kahramanlarının, Fransız
İmparatorunun, İngiltere Kraliçesinin şerefine içiliyordu. Sultanın tahtının
arkasındaki duvarda İngiltere Kraliçesinin büyük bir resmi bulunuyordu.
Abdülmecit, sadece bir lütuf ve-cemilekârlık olmak üzere şerbet dolu kadehini,
sefir ile bir defa kaldırdı. Zira Padişahların hususî hayatları mazide de asla
açıklanmamıştır. Onların ne yeyip, ne içtiklerini sadece kendilerine hizmet
etmek imtiyazına sahip bulunan haremağası bilirdi.
1856
yılının 31 Ocak gecesinde verilen bu suvarede her şey mükemmel ve muntazam bir
şekilde cereyan etmişti. Gece-yarısı Padişah, seferethaneyi terkettiği zaman
binlerce müslü-man ve hristiyan halk otuzaltı milyonluk tebaasının
mukadderatına hâkim olan samûr kürklü padişahlarının nârin siluetini görebilmek
için saatlerdenberi karlı sokaklarda bekleşiyordu. Abdülmecit o gece saraya
gitmedi. Geceyi, eniştelerinden birinin yalısında geçirdi. Birkaç zamandan beri
gecelerini hareminin dışında geçirmeyi âdet edinmişti.
Faziletli
bir insan ve dürüst bir koca olan Lord Stratford dö Redcliffe, saray hareminde,
kendisinin Padişaha bir Ermeni metres temin ettiğine dair bir dedikodu
dolaştığını işitince son derecede şaşırmıştı. Fakat henüz otuz beş yaşındaki
Padişahın cinsî hayatının akamete uğramış olduğu anlaşılınca bu dedikoduların
da esassız olduğu meydana çıktı.
Padişahın
bu hâli, onun kendisini tamamen içkiye vermiş olması kadar tehlikeli değildi.
Çünkü içki, mutaassıp müslü-manlarca en çok nefret edilen kötülüklerden
birisidir. Türkiye’nin Avrupa topluluğu arasında yer alacağı ve yeni bir irade
ile bütün tebaanın can ve malları üzerindeki emniyet ölçülerinin teyit ve
genişletileceği, bunları teminen Gülhane Hatt-ı Şerifinin hazırlandığı bir
sırada Padişahın mânen ve maddeten çökmüş olduğuna dair ilk emareleri göstermiş
olduğu anlaşılıyordu.
Büyük
başarısına rağmen Lord Stratford, o akşam, kendi kendisinğe; Padişah vazifesini
yalnız başına takip edemiyecek hâle gelirse onunla istişare etmeye ve onu iknaa
imkân bulamı-yacağını düşünmeye başlamıştı. Sadrâzam Reşit Paşa sadece halkın
değil, fakat padişahın da zaman zaman gözünden düşüyordu. Hâlen de tedavisi
mümkün olmayan bir hastalığa yakalanmıştı. Vazifelerini çok defa Hariciye Nâzın
Ali Paşaya bırakmak zorunda kalıyordu. Fakat Ali Paşa halka, İslâm dininin
temel prensiplerine aykırı olan fikirleri kabul ettirmeye Reşit Paşadan daha
fazla muvaffak olabilecek miydi? Müslüman ahali, bundan sonra din ve ırk farkı
gözetilmeksizin bütün tebaanın kanun önünde eşit sayılması hususundaki
prensiplere uymaya râzı olacak mıydı?
O
zamanlar henüz onaltı yaşında bulunan şehzade Murat, Padişahın refakatinde
baloya getirilmemişti. Her ne kadar genç şehzadenin bir haremi ve şahsına
mahsus ikametgâhı varsada, böyle bir baloya iştirâk edebilmesi için çok genç olduğu
resmen beyan edilmişti. Onüç yaşındaki küçük Abdülhamid ise-, ertesi gün sefire
tarafından çocuklar için verilen baloya, büyük olduğu ileri sürülerek
kendisinden küçük kardeşleriyle birlikte gönderilmemişti. Küçük şehzadelerin
ecnebi nüfuzundan henüz müteessir olacaklarına ihtimal verilmiyordu. Fakat
onlardan büyük olan Murat ve Abdülhamid, yabancı telkin ve tesirlerden masun
bulundurulmak için âdet veçhile daima göz altında
tutuluyorlardı. Padişahın kardeşi şehzade Abdülaziz’e gelince; İngiltere sefiri
şüpheyi çekmemek maksadiyle balo için ona dâve-tiye göndermemişti. Bu sırada
müstakbel hükümdarların dış âlemle temasları Türkiye’nin yükselmesinde pek
mühim bir rol oynamayabilirdi. Fakat bu sahada da, saraya ait herşeyde olduğu
gibi, İngiltere sefiri bu gibi işlere müdahale etmek kudretinde değildi.
Bütün
bunlara rağmen saray usûllerinde bâzı ilerlemeler olmuştur. Genç şehzadeler
imparatorluğun yüksek memur ve şahsiyetlerinin tebrik ve hediye takdimi
merasimlerinde babalarının refakatinde tahtın yanında yer alıyorlar, Padişah
ile birlikte caddelerde at üstünde giderken halkın alkışlarına mazhrr
oluyorlardı. Onların bu hareketi her yerde sevinçle karşılanıyor, hükümet
merkezini neş’eli bir hava kaplıyordu. Kahveleıdeki müttefik askerleri de
halkın bu neş’esine iştirak ediyor, Avrupa mallarının satıldığı mağazaların
önünde serbestçe dolaşan kalabalık, büyük devletlerin himayesindeki Rum ve
Ermenilere yeniden itimat ve emniyet telkin ediyordu, o zamana kadar, mevkileri
itibariyle halk tarafından yaklaşılamaz bir varlık olduğu zannedilen genç
şehzadeler, müttefik subaylar, hattâ kadınlar tarafından selâmlanıyorlardı.
Şehzade
Murat tarafından zevkle karşılanan bu değişiklikler, Abdülhamid’in hoşuna
gitmiyordu. İhtiyar Pertevnihal ile kendisine din dersleri vermekle vazifeli
şeyh ve mollaların tesiri altında bulunan küçük şehzade, ecnebilerin babasının
hükümdar olduğu topraklar üzerinde serbestçe dolaşmalarını asla
hazme-demiyordu. Fakat diğer taraftan da müttefiklerin fedakârlıklarından ve
Kırım harbinde gösterdikleri yararlılıklarda tamamen habersizdi.
Haremağalarmın
tahrif ederek kendisine anlattıkları hikâyelerin tesirinden kat’iyen
kurtulamıyordu. Bu hikâyelere göre: Hristiyan azınlığa padişahın ordusunda
askerlik yapmak hakkı tanındığı halde, onlar bunu kabul etmemişler ve bedel
ödemek suretiyle askerlik hizmetinden muaf tutulmayı tercih etmişlerdir.
Van’daki Ermeniler Rus birliklerine tahsis maksadiyle muhteşem bir kışla inşa
ettirmişler, Kars’ta da Ruslar gelmeden evvel müslümanları kesmişlerdir.
Sarayda devamlı surette anlatılan bu hikâyeler genç ve sâkin şehzade üzerinde
kötü tesirler yaratmıştı.
Harem
kurallarından birinin terkedilmesi çok çirkin bir hâdiseye sebep olmuştu.
Padişahın emriyle saraya mensup kadınlar sadece açık arabalarla şehirde gezmek
hakkına değil, aynı zamanda çarşıda alış veriş yapmak müsaadesine de sahip
olmuşlardı. Eskiden saray kadmları araba ile çarşıya gider ve fakat
arabalarından inip alış veriş yapamazlardı. İstedikleri şeyler uşaklar
tarafından arabaya getirilir, burada beğendiklerini alırlardı. Şimdi sahip
oldukları hakdan geniş şekilde istifade ediyor ve her gün hareme mensup
yaşmaklı kadınların atlı haremağa-ların nezareti altında Galata köprüsünden
kafile halinde geçtikleri görülüyordu.
Birgün,
iki güzel ve genç saraylı kadın köprüden geçerken atlı bir Fransız subayı ile
karşılaştılar. Kazandıkları serbestiden cesaret alan saraylılar, yakışıklı
Fransız subayına elleriyle işaret yaptılar. Subay da onlara çapkınca bir selâm
vererek mukabele-şehzadenin bir haremi ve şahsına mahsus ikametgâhı varsada,
böyle bir baloya iştirâk edebilmesi için çok genç olduğu resmen beyan
edilmişti. Onüç yaşındaki küçük Abdülhamid ise, ertesi gün sefire tarafından
çocuklar için verilen baloya, büyük olduğu ileri sürülerek kendisinden küçük
kardeşleriyle birlikte gönderilmemişti. Küçük şehzadelerin ecnebi nüfuzundan
henüz müteessir olacaklarına ihtimal verilmiyordu. Fakat onlardan büyük olan
Murat ve Abdülhamid, yabancı telkin ve tesirlerden masun bulundurulmak için
âdet veçhile daima göz altında tutuluyorlardı.
Padişahın kardeşi şehzade Abdülaziz’e gelince; İngiltere sefiri şüpheyi
çekmemek maksadiyle balo için ona dâve-tiye göndermemişti. Bu sırada müstakbel
hükümdarların dış âlemle temasları Türkiye’nin yükselmesinde pek mühim bir rol
oynamayabilirdi. Fakat bu sahada da, saraya ait herşeyde olduğu gibi, İngiltere
sefiri bu gibi işlere müdahale etmek kudretinde değildi.
Bütün
bunlara rağmen saray usûllerinde bâzı ilerlemeler olmuştur. Genç şehzadeler
imparatorluğun yüksek memur ve şahsiyetlerinin tebrik ve hediye takdimi
merasimlerinde babalarının refakatinde tahtın yanında yer alıyorlar, Padişah
ile birlikte caddelerde at üstünde giderken halkın alkışlarına mazhrr
oluyorlardı. Onların bu hareketi her yerde sevinçle karşıknıyor, hükümet
merkezini neş’eli bir hava kaplıyordu. Kahveleıdeki müttefik askerleri de
halkın bu neş’esine iştirak ediyor, Avrupa mallarının satıldığı mağazaların
önünde serbestçe dolaşan kalabalık, büyük devletlerin himayesindeki Rum ve
Ermenilere yeniden itimat ve emniyet telkin ediyordu, o zamana kadar, mevkileri
itibariyle halk tarafından yaklaşılamaz bir varlık olduğu zannedilen genç
şehzadeler, müttefik subaylar, hattâ kadınlar tarafından selâmlanıyorlardı.
Şehzade
Murat tarafından zevkle karşılanan bu değişiklikler, Abdülhamid’in hoşuna
gitmiyordu. İhtiyar Pertevnihal ile kendisine din dersleri vermekle vazifeli
şeyh ve mollaların tesiri altında bulunan küçük şehzade, ecnebilerin babasının
hükümdar olduğu topraklar üzerinde serbestçe dolaşmalarını asla
hazme-demiyordu. Fakat diğer taraftan da müttefiklerin fedakârlıklarından ve
Kırım harbinde gösterdikleri yararlılıklarda tamamen habersizdi.
Haremağalarının
tahrif ederek kendisine anlattıkları hikâyelerin tesirinden kat’iyen
kurtulamıyordu. Bu hikâyelere göre: Hristiyan azınlığa padişahın ordusunda
askerlik yapmak hakkı tanındığı halde, onlar bunu kabul etmemişler ve bedel
ödemek suretiyle askerlik hizmetinden muaf tutulmayı tercih etmişlerdir.
Van’daki Ermeniler Rus birliklerine tahsis maksadiyle muhteşem bir kışla inşa
ettirmişler, Kars’ta da Ruslar gelmeden evvel müslümanları kesmişlerdir.
Sarayda devamlı surette anlatılan bu hikâyeler genç ve sâkin şehzade üzerinde
kötü tesirler yaratmıştı.
Harem
kurallarından birinin terkedilmesi çok çirkin bir hâdiseye sebep olmuştu.
Padişahın emriyle saraya mensup kadınlar sadece açık arabalarla şehirde gezmek
hakkına değil, aynı zamanda çarşıda alış veriş yapmak müsaadesine de sahip
olmuşlardı. Eskiden saray kadınları araba ile çarşıya gider ve fakat
arabalarından inip alış veriş yapamazlardı. İstedikleri şeyler uşaklar
tarafından arabaya getirilir, burada beğendiklerini alırlardı. Şimdi sahip
oldukları hakdan geniş şekilde istifade ediyor ve her gün hareme mensup
yaşmaklı kadınların atlı haremağa-ların nezareti altında Galata köprüsünden kafile
halinde geçtikleri görülüyordu.
Birgün,
iki güzel ve genç saraylı kadın köprüden geçerken atlı bir Fransız subayı ile
karşılaştılar. Kazandıkları serbestiden cesaret alan saraylılar, yakışıklı
Fransız subayına elleriyle işaret yaptılar. Subay da onlara çapkınca bir selâm
vererek mukabelede bulundu. Fakat bir anda haremağasının kırbacı Fransız
subayının yüzünde şakladı. Bunun üzerine derhal kılıcına asılan genç subay,
köprüyü dolduran kalabalığın ortasında kılıcını zenci haremağasının göğsüne
sapladı. Bu hâdise büyük bir heyecan yarattı. Az daha beynelmilel bir mesele
olacaktı. Saray hizmetkârlarından birisi, bir hristiyan tarafından tecavüze
uğramıştı. Halbuki saraya mensup herkes muazzez bir
varlık sayılırdı. Fakat bir haremağasının da şiddet kullanarak bir ecnebiye
hükmetmesine zaman müsait değildi. Hâdise üzerine Bab-ı Aliye dâvet edilen
Fransız birlikleri kumandanı Mareşal Canrobert: “Bir zenci tarafından herkesin
önünde hakarete uğrayan bir Fransız subayı başka türlü hareket edemezdi. Ya
orada mütecavizi öldürecek, ya da rütbesine ve meslekine lâyık olmadığını
anlayarak istifasını verecekti...” diyerek subayının haklı olduğunu söyledi.
Padişah
ve hükümet bu izahat ile iktifa etmeye mecbur oldu. Fakat hâdise sarayda çok
geniş bir tepki yaratmıştı. Haremağaları, uzun zamandan beri suistimal
ettikleri imtiyazlarından dolayı herhangi bir tehlike ile karşılaşmamışlardı.
Fakat şimdi bu imtiyazlarını kullandıkları zaman artık himaye
edilmi-yeceklerini görmüşlerdi. AvrupalIların ilk ve tesirli nüfuzu bu suretle
saray haremine de girmişti. Abdülhamid bu vak’ayı üvey annesinin konağındaki
kadınlardan dinlemiştir.
Artık
kırbaç cezası resmen kaldırılmıştı. Saray kadınları da haremağalarının
zulmünden kurtulmuşlardı. Saraydaki disiplin yavaş yavaş gevşemişti.
Hekimlerin, dişçilerin, hattâ hristiyan pedikürcülerin hareme girmelerine
müsaade edilmişti. Hiçbir devirde para, asla bu kadar bol olmamıştı. Zira Kırım
zaferinden sonra sarraflar cömertçe borç para veriyorlardı. Her zaman olduğu
gibi, yine bu borç paraların çoğunu saray alıyordu. Çünkü sarayda peşin maaş
alan yüzlerce haremağası, hizmetçi ve beslenecek üç bin insan vardı.
Saray
kadınlarının çocuklar kadar bile paranın kıymeti hakkında bilgileri yoktu.
Çılgınca masraf yapıyorlardı. Hele âdet hâline gelmiş olan Avrupa modasına
uymak arzusu, kadınların para sarfetmek hususundaki gayretlerini büsbütün
kamçılıyordu. Eski kıyafetlerini tamamen terketmişler, şimdi İmparato-riçe
Eugenie gibi parlak ayakkabılar, Paris modeli danteller, sun’i çiçekler
kullanıyorlardı. İhtiyar Pertevnihal kadın bile bu modaya uymaktan geri
kalmıyor, bu uğurda bol bol para harcıyordu. Fakat onun bu israfı küçük Şehzade
Abdülhamid tarafından hoş karşılanmıyordu. Çok küçük yaşındanberi haremin
masraflarıyla meşgul olmuş bulunan Abdülhamid, hocası Kemal Bey, Padişahın
hâzinesinden seller gibi akıp giden para mevzuunda biraz izahat vermek
cesaretini göstermişti. İngiltere tarafından borç verilen üç milyon lira için,
Mısırdan alman vergiler karşılık gösterilmişti. Bu para dahi sarayın
ihtiyaçlarına kâfi gelmediğinden Türkiyeyi ziyareti beklenen ve bunun için
büyük hazırlıklar yapılan Fransız imparatorundan da borç istemeye lüzum
görülmüştü. Fakat Fransız İmparatorunun bu ziyareti gerçekleşmedi.
21
Şubat 1856 Hatt-ı Hümayun’u ile Padişah, evvelce ilân edilen garantileri teyit
ve tekrara lüzum görmüştü. Fakat memleketin yalnız Kur’an ve Şeriat hükümleri
dairesinde idaresini isteyen müslüman ahali, Padişahın “Sınıf ve din farkı
gözetilmeksizin bütün tebaanın müsavi olduğu” hususundaki iradesini hoş
karşılamadı. Bu şekilde, müslüman olmayanlarla, müslü-manlar arasındaki farkın
ortadan kaldırılmış olması, tatbiki mümkün olmayan kıymetsiz bir karar olmaktan
ileri geçemiyordu. Gülhane Hatt-ı Hümayununda vaadedilenlerden daha ileri
haklar tanınmış olsaydı, tepkinin şiddeti bir derece mâzur görülebilirdi. Fakat
fesat kaynağı, olan yüksek mevkilerdeki din ulemasının devamlı tesiri altında
bulunan Türk halkı, bunların telkin ve tahrikleriyle daha ziyade hristiyanların
kendilerinden faz-de bulundu. Fakat bir anda haremağasınm kırbacı Fransız
subayının yüzünde şakladı. Bunun üzerine derhal kılıcına asılan genç subay,
köprüyü dolduran kalabalığın ortasında kılıcını zenci haremağasınm göğsüne
sapladı. Bu hâdise büyük bir heyecan yarattı. Az daha beynelmilel bir mesele
olacaktı. Saray hizmetkârlarından birisi, bir hristiyan tarafından tecavüze
uğramıştı. Halbuki saraya mensup herkes muazzez bir
varlık sayılırdı. Fakat bir haremağasınm da şiddet kullanarak bir ecnebiye
hükmetmesine zaman müsait değildi. Hâdise üzerine Bab-ı Aliye dâvet edilen
Fransız birlikleri kumandanı Mareşal Canrobert: “Bir zenci tarafından herkesin
önünde hakarete uğrayan bir Fransız subayı başka türlü hareket edemezdi. Ya
orada mütecavizi öldürecek, ya da rütbesine ve meslekine lâyık olmadığını
anlayarak istifasını verecekti...” diyerek subayının haklı olduğunu söyledi.
Padişah
ve hükümet bu izahat ile iktifa etmeye mecbur oldu. Fakat hâdise sarayda çok
geniş bir tepki yaratmıştı. Haremağaları, uzun zamandan beri suistimal
ettikleri imtiyazlarından dolayı herhangi bir tehlike ile karşılaşmamışlardı.
Fakat şimdi bu imtiyazlarını kullandıkları zaman artık himaye edilmi-yeceklerini
görmüşlerdi. AvrupalIların ilk ve tesirli nüfuzu bu suretle saray haremine de
girmişti. Abdülhamid bu vak’ayı üvey annesinin konağındaki kadınlardan
dinlemiştir.
Artık
kırbaç cezası resmen kaldırılmıştı. Saray kadınları da haremağalarının
zulmünden kurtulmuşlardı. Saraydaki disiplin yavaş yavaş gevşemişti.
Hekimlerin, dişçilerin, hattâ hristiyan pedikürcülerin hareme girmelerine
müsaade edilmişti. Hiçbir devirde para, asla bu kadar bol olmamıştı. Zira Kırım
zaferinden sonra sarraflar cömertçe borç para veriyorlardı. Her zaman olduğu
gibi, yine bu borç paraların çoğunu saray alıyordu. Çünkü sarayda peşin maaş
alan yüzlerce haremağası, hizmetçi ve beslenecek üç bin insan vardı.
Saray
kadınlarının çocuklar kadar bile paranın kıymeti hakkında bilgileri yoktu.
Çılgınca masraf yapıyorlardı. Hele âdet hâline gelmiş olan Avrupa modasına
uymak arzusu, kadınların para sarfetmek hususundaki gayretlerini büsbütün
kamçılıyordu. Eski kıyafetlerini tamamen terketmişier, şimdi împarato-riçe
Eugenie gibi parlak ayakkabılar, Paris modeli danteller, sun’i çiçekler
kullanıyorlardı. İhtiyar Pertevnihal kadın bile bu modaya uymaktan geri
kalmıyor, bu uğurda bol bol para harcıyordu. Fakat onun bu israfı küçük Şehzade
Abdülhamid tarafından hoş karşılanmıyordu. Çok küçük yaşındanberi haremin
masraflarıyla meşgul olmuş bulunan Abdülhamid, hocası Kemal Bey, Padişahın
hâzinesinden seller gibi akıp giden para mevzuunda biraz izahat vermek
cesaretini göstermişti. İngiltere tarafından borç verilen üç milyon lira için,
Mısırdan alınan vergiler karşılık gösterilmişti. Bu para dahi sarayın
ihtiyaçlarına kâfi gelmediğinden Türkiyeyi ziyareti beklenen ve bunun için
büyük hazırlıklar yapılan Fransız imparatorundan da borç istemeye lüzum
görülmüştü. Fakat Fransız İmparatorunun bu ziyareti gerçekleşmedi.
21
Şubat 1856 Hatt-ı Hümayun’u ile Padişah, evvelce ilân edilen garantileri teyit
ve tekrara lüzum görmüştü. Fakat memleketin yalnız Kur’an ve Şeriat hükümleri
dairesinde idaresini isteyen müslüman ahali, Padişahın “Sınıf ve din farkı
gözetilmeksizin bütün tebaanın müsavi olduğu” hususundaki iradesini hoş
karşılamadı. Bu şekilde, müslüman olmayanlarla, müslü-manlar arasındaki farkın
ortadan kaldırılmış olması, tatbiki mümkün olmayan kıymetsiz bir karar olmaktan
ileri geçemiyordu. Gülhane Hatt-ı Hümayununda vaadedilenlerden daha ileri
haklar tanınmış olsaydı, tepkinin şiddeti bir derece mâzur görülebilirdi. Fakat
fesat kaynağı, olan yüksek mevkilerdeki din ulemasının devamlı tesiri altında
bulunan Türk halkı, bunların telkin ve tahrikleriyle daha ziyade hristiyanların
kendilerinden fazla Padişah tarafından himaye gördüklerine inandırılıyordu. Bu
vaziyet karşısında Türk devlet adamları padişahın aynı zamanda İslâm Halifesi
sıfatiyle, Avrupaya uygun bir politika takip etmeye muktedir olamayacağım
anladılar.
Bununla
beraber daha ziyade İngiltere sefiri Lord Strat-ford ve Fransız meslektaşını
eseri olan Hatt-ı Hümayun, Paris konferansı için toplanmış olan Avrupa devlet
adamları üzerinde çok müspet bir intiba bırakmıştı. Osmanlı İmparatorluğunun
bütünlüğünü korumayı ve Karadenizin bir Rus gölü hâline gelmesine mâni olmayı
taahhüt etmiş bulunan İngiltere ve Fransa Hükümetleri, hristiyan tebaa
üzerindeki baskmm azaltılacağı hususunda, Padişahın vaadlerine tam bir itimat
gösterdiler ve bu va-adlerin yerine getirilip getirilmediğini kontrol etmek
için hiç bir tedbir almadılar.
Mevcut
andlaşmanın özel bir maddesi, Büyük devletlerin Türkiye’nin, iç işlerine
karışmasını esasen menetmiş bulunuyordu.
Müstakbel
Avusuturya Şansölyesi Baron Von Beust gibi tecrübeli müşahitler, andlaşmanın
tatbikinin mümkün olmadığını daha başlangıçta anlamışlardı. Bunlara göre
“Padişahın, İslâhat ve yenilikler lehine gösterdiği gayretlerin sebebi, şahsî
mevkiini korumak endişesinden ileri geliyordu. Diğer taraftan, mağlûbiyetinin
ertesi günü yeni Rus Çarı Aleksandr II, Karadeniz bölgesinin
tarafsızlaştırılmasına rıza göstermesine rağmen, ileride çok müsait olan
Karadeniz sahillerinde bir tersane inşaa ettirmek isteyen büyük bir devlete
mâni olunamıyacağına kaniydi. Çünkü bu bölge her ne kadar Türk hâkimiyetinde
bulunuyorsa da orada yaşayan İslâv ırkına mensup milletler üzerinde siyasî bir
nüfuz icrasına kimse mâni olamazdı.
Andlaşma
aynı zamanda çok fakat, kifayetsiz derecede sert idi. Fransız sefirinin
Viyanada Von Beust’e dediği gibi “Andlaşmanın maddeleri okunduğu zaman kimin
mağlûp, kimin galip gelmiş olduğu üzerinde tereddüt hasıl
oluyor”du. Ve bu sebeple Çar Nikolas’nın eski bir düşmanı olan Lord
Strat-ford’un Lord Clarendon’a İstanbul’dan gönderdiği bir mektupta:
“Nicolas’nın
Rusyası görünüşe göre tamamen dize gelmiştir. Fakat Rusyanın nüfuzu gittikçe
artmaktadır. Bu gün her ne kadar Rusların fazla uzayan kolları kesilmiş ise de,
çok kısa bir zaman içinde hızla inkişaf edip kuvvetlenmesi ihtimali tamamen
ortadan kaldırılmış değildir” denilmektedir.
İhtiyar
Büyükelçi gelecek hakkında oldukça önemli bir endişe hissi beslemektedir. Bu
itibarla Paris’de toplanan devlet adamlarından daha anlayışlı ve ileri görüşlü
olarak, idaresi güç büyük bir imparatorluk olan Osmanlı Devletinin etrafım
çeviren muhtemel düşmanlar tarafından tehdit edilmek tehlikesiyle karşı karşıya
kaldığını daha şimdiden görüyordu.
Büyükelçi
mektubunda devamla diyor ki:
“Yunanistan,
tehlikeli olmaktan uzaklaştırılmış bir yılandan başka bir şey değildir. İran dahi
tarafsızlığını her zaman unutabilir. Sırbistandan Karadağ kadar olan bölgeye
yayılmış bulunan İslâv ırkına mensup halk, daima himaye edilmek ihtiyacı
içindedir. Padişahın Asya hududunun müdafaası sağlam değildir. Kafkasyayı
temizlemek, Kırımı silâhtan tecrit etmek icabediyor.”
Zira
her şeyden evvel Lord Stratford, Rusya’dan korkuyordu. Kendi ifadesine göre
“Rusya’nın kudreti altmış milyon cahil ve mutaassıp esir halk arasından
seçilmiş ve körükörüne herşeye itaat eden bir milyon askere dayanıyordu.”
Bu
devamlı korku sadece Lord Strafford’un Lord Clarendon’a yazdığı mektupta açığa
vurulmuyordu, fakat onun şahsî hâtıra defterinde de el yazısı ile belirtilmiş
bulunuyordu.
la
Padişah tarafından himaye gördüklerine inandırılıyordu. Bu vaziyet karşısında
Türk devlet adamları padişahın aynı zamanda îslâm Halifesi sıfatiyle, Avrupaya
uygun bir politika takip etmeye muktedir olamayacağını anladılar.
Bununla
beraber daha ziyade İngiltere sefiri Lord Strat-ford ve Fransız meslektaşını
eseri olan Hatt-ı Hümayun, Paris konferansı için toplanmış olan Avrupa devlet
adamları üzerinde çok müspet bir intiba bırakmıştı. Osmanlı İmparatorluğunun
bütünlüğünü korumayı ve Karadenizin bir Rus gölü hâline gelmesine mâni olmayı
taahhüt etmiş bulunan İngiltere ve Fransa Hükümetleri, hristiyan tebaa
üzerindeki baskının azaltılacağı hususunda, Padişahın vaadlerine tam bir itimat
gösterdiler ve bu va-adlerin yerine getirilip getirilmediğini kontrol etmek
için hiç bir tedbir almadılar.
Mevcut
andlaşmanm özel bir maddesi, Büyük devletlerin Türkiye’nin, iç işlerine
karışmasını esasen menetmiş bulunuyordu.
Müstakbel
Avusuturya Şansölyesi Baron Von Beust gibi tecrübeli müşahitler, andlaşmanm
tatbikinin mümkün olmadığını daha başlangıçta anlamışlardı. Bunlara göre
“Padişahın, İslâhat ve yenilikler lehine gösterdiği gayretlerin sebebi, şahsî
mevkiini korumak endişesinden ileri geliyordu. Diğer taraftan, mağlûbiyetinin
ertesi günü yeni Rus Çarı Aleksandr II, Karadeniz bölgesinin
tarafsızlaştırılmasma rıza göstermesine rağmen, ileride çok müsait olan
Karadeniz sahillerinde bir tersane inşaa ettirmek isteyen büyük bir devlete
mâni olunamıyacağına kaniydi. Çünkü bu bölge her ne kadar Türk hâkimiyetinde
bulunuyorsa da orada yaşayan İslâv ırkına mensup milletler üzerinde siyasî bir
nüfuz icrasına kimse mâni olamazdı.
Andlaşma
aynı zamanda çok fakat, kifayetsiz derecede sert idi. Fransız sefirinin
Viyanada Von Beust’e dediği gibi “Andlaşmanın maddeleri okunduğu zaman kimin
mağlûp, kimin galip gelmiş olduğu üzerinde tereddüt hasıl
oluyor”du. Ve bu sebeple Çar Nikolas’nm eski bir düşmanı olan Lord
Strat-ford’un Lord Clarendon’a İstanbul’dan gönderdiği bir mektupta:
“Nicolas’nın
Rusyası görünüşe göre tamamen dize gelmiştir. Fakat Rusyamn nüfuzu gittikçe
artmaktadır. Bu gün her ne kadar Rusların fazla uzayan kolları kesilmiş ise de,
çok kısa bir zaman içinde hızla inkişaf edip kuvvetlenmesi ihtimali tamamen
ortadan kaldırılmış değildir” denilmektedir.
İhtiyar
Büyükelçi gelecek hakkında oldukça önemli bir endişe hissi beslemektedir. Bu
itibarla Paris’de toplanan devlet adamlarından daha anlayışlı ve ileri görüşlü
olarak, idaresi güç büyük bir imparatorluk olan Osmanlı Devletinin etrafını
çeviren muhtemel düşmanlar tarafından tehdit edilmek tehlikesiyle karşı karşıya
kaldığını daha şimdiden görüyordu.
Büyükelçi
mektubunda devamla diyor ki:
“Yunanistan,
tehlikeli olmaktan uzaklaştırılmış bir yılandan başka bir şey değildir. İran
dahi tarafsızlığını her zaman unutabilir. Sırbistandan Karadağ kadar olan
bölgeye yayılmış bulunan İslâv ırkına mensup halk, daima himaye edilmek
ihtiyacı içindedir. Padişahın Asya hududunun müdafaası sağlam değildir.
Kafkasyayı temizlemek, Kırımı silâhtan tecrit etmek icabediyor.”
Zira
her şeyden evvel Lord Stratford, Rusya’dan korkuyordu. Kendi ifadesine göre
“Rusya’nın kudreti altmış milyon cahil ve mutaassıp esir halk arasından
seçilmiş ve körükörüne herşeye itaat eden bir milyon askere dayanıyordu.”
Bu
devamlı korku sadece Lord Strafford’un Lord Clarendon’a yazdığı mektupta açığa
vurulmuyordu, fakat onun şahsî hâtıra defterinde de el yazısı ile belirtilmiş
bulunuyordu.
“Eski
Roma, hâkimiyetini silâh kuvvetiyle genişletiyordu. Ama her gittiği yere
medeniyetini de götürüyordu. Bu suretle muzaffer kumandanlar, işgal ettiği
yerlerde kendilerine mutavaat gösteren halk arasında mevcut olabilecek bilgili
ve kurnaz kimselerin tesirine girmemiş oluyordu. Fakat Rusyanın aç kurtları
böyle bir imkân ve görüşe elbette ki sahip değildir. Onlar gagalarını güneş
tarafına çeviren yırtıcı bir kuş gibidir. Kanatlarının gölgesinde daima bir
şeamet ve uğursuzluk gizlidir. Oraya sığınanı her zaman bir felâket bekler. Rus
askeri tek bir deli gömleği taşımakla iktifa etmez. Çantaları, düşmanlarına
giydirilecek daha bir çok deli gömleği ile doludur.”
İngiliz
sefiri Lord Stratford’un bu peygamberane görüşlü rini, Paris’te Tuileries
sarayında toplanmış olan devlet adamları nazarı itibara almadılar. Rus delegesi
Kont Orloff, toplantının en çok sevilen ve itimat edilen bir adamı oldu. Kırım
zaferinden sonra yapılan hâtalar, yirmi sene, Abdülhamid tahta çıktığı zaman İmparatorluğunun
bütünlüğünü garanti eden büyük devletler kendisini terketmek istediği anda
meyvelerini vermeye başladı.
·
VI
Abdülhamid
ve Avrupahlar
İngiltere
seferethanesinde verilen balonun üzerinden beş sene geçmişti. Avrupa ve Asyanın
meşhur hekimleri otuz dokuz yaşındaki bir padişahın hayatını kurtarmak için
Dolmabahçe Sarayında toplanmışlardı. Padişahın hastalığı küçük yaşlarında
yakalandığı tüberküloz idi. Fakat tanınmış Viyanalı mütehassıslar hastalığın
asıl sebebini, cinsî münasebetlerdeki ifrata atfediyorlardı.
Kırım
harbinin takip eden seneler, büyük hayâl kırıklıkları yarattı. Abdülmecit
giriştiği ıslâhat ve yenilik hareketlerinin fena neticeler doğurduğunu gördü.
Alman kararlar tamamen tesirsiz kalmış, müslümanlarla hristiyanlar arasındaki
kin ve nefret duyguları büsbütün şahlanarak bir çok
kanlı vakalara ve yağmacılıklara sebep olmuştu. 1858 senesinde Reşit Paşa’nm
ölümü ve Lord Stratford’un emekli olması padişahı en kudretli bir nâzın ile, çok yakın bir dostundan mahrum etmişti. O zamandan beri
ıslâhat ve yenilik aleyhtarları ile saray entrikacılarına karşı padişahın
mücadele etmeye takâti kalmamıştır. İmparatorluk
“Eski
Roma, hâkimiyetini silâh kuvvetiyle genişletiyordu. Ama her gittiği yere
medeniyetini de götürüyordu. Bu suretle muzaffer kumandanlar, işgal ettiği
yerlerde kendilerine mutavaat gösteren halk arasında mevcut olabilecek bilgili
ve kurnaz kimselerin tesirine girmemiş oluyordu. Fakat Rusyanın aç kurtları
böyle bir imkân ve görüşe elbette ki sahip değildir. Onlar gagalarını güneş
tarafına çeviren yırtıcı bir kuş gibidir. Kanatlarının gölgesinde daima bir
şeamet ve uğursuzluk gizlidir. Oraya sığınanı her zaman bir felâket bekler. Rus
askeri tek bir deli gömleği taşımakla iktifa etmez. Çantaları, düşmanlarına
giydirilecek daha bir çok deli gömleği ile doludur.”
İngiliz
sefiri Lord Stratford’un bu peygamberane görüşlü rini, Paris’te Tuileries
sarayında toplanmış olan devlet adamları nazarı itibara almadılar. Rus delegesi
Kont Orloff, toplantının en çok sevilen ve itimat edilen bir adamı oldu. Kırım
zaferinden sonra yapılan hâtalar, yirmi sene, Abdülhamid tahta çıktığı zaman
İmparatorluğunun bütünlüğünü garanti eden büyük devletler kendisini terketmek
istediği anda .meyvelerini vermeye başladı.
VI
Abdülhamid
ve Avrupahlar
İngiltere
seferethanesinde verilen balonun üzerinden beş sene geçmişti. Avrupa ve Asyanın
meşhur hekimleri otuz dokuz yaşındaki bir padişahın hayatını kurtarmak için Dolmabahçe
Sarayında toplanmışlardı. Padişahın hastalığı küçük yaşlarında yakalandığı
tüberküloz idi. Fakat tanmmış Viyanalı mütehassıslar hastalığın asıl sebebini,
cinsî münasebetlerdeki ifrata atfediyorlardı.
Kırım
harbinin takip eden seneler, büyük hayâl kırıklıkları yarattı. Abdülmecit
giriştiği ıslâhat ve yenilik hareketlerinin fena neticeler doğurduğunu gördü.
Alınan kararlar tamamen tesirsiz kalmış, müslümanlarla hristiyanlar arasındaki
kin ve nefret duyguları büsbütün şahlanarak bir çok
kanlı vakalara ve yağmacılıklara sebep olmuştu. 1858 senesinde Reşit Paşa’nın
ölümü ve Lord Stratford’un emekli olması padişahı en kudretli bir nâzın ile, çok yakın bir dostundan mahrum etmişti. O zamandan beri
ıslâhat ve yenilik aleyhtarları ile saray entrikacılarına karşı padişahın
mücadele etmeye takâti kalmamıştır. İmparatorluk içinde hristiyan azınlığı
himaye etmek için yapılan tantanalı va-adlerden sonra taassubun önüne
geçilmesinin mümkün olmadığı meydana çıktı. Lübnanda bir kasırga gibi tahribat
yapan, altı bin Marunî’nin ölümü ve bir çok şehirlerin
harabe haline gelmesine sebep olan kanlı hâdiseler meydana geldi. Şam’da bütün
hristiyan mahalleleri tamamen yakılıp yıkıldı. Cidde’de haç günü Fransız
konsolosu öldürüldü. Türk garnizonunun gözleri önünde Avrupalı halkın bir kısmı
kılıçtan geçirildi. Bu hâdiseler Avrupa’da çok şiddetli bir tepki yarattı,
İngiltere ve Fransa böyle hunharlıklara mâni olamayan bir hükümetin artık
desteklene-miyeceğine ve Osmanlı devletinin mutlaka bir ecnebi müdahalesine
mahkûm bulunduğuna kanaat getirdi. Bozulan asayiş ve nizamı yerine getirmeye
yardım için Beyrut’a Fransız birlikleri çıkarıldı. Diplomatik formüllere göre
bu birliklerin “âsilere karşı padişaha yardım olmak için İmparator Napoleon
tarafından gönderildiği” ilân edildi. Bu hareket dünyaya karşı ispat ediyordu
ki, Paris Andlaşmasma rağmen, Türkiye, Avrupa topluluğu içinde yer almaya henüz
hazır değildir. Karadenizin diğer tarafındaki Aleksandr Il’nin Rusyası, Kırım
harbinin yaralarını yavaş yavaş sarmak fırsatı buluyordu.
Çok
iyi niyetler taşıyan bir teşebbüs, bedbaht neticeler vermişti. 1856 Hatt-ı
Hümayun’unun otuz sekiz maddeden ibaret hükümleri’ arasında sadece sonuncusu
olan “Avrupa sermayesi, bilgisi ve tekniğinden Türkiye’nin istifadesi zarureti”
sağlam ve ciddî bir şekilde tatbik imkânı bulmuştu. Osmanlı ülkeleri, anonim
şirket kurucuları ve spekülâtörlerinin adeta bir cenneti olmuştu. Bunun yanında.................... her çeşit
yabancı
maceraperestler,
devletten aylık alamayan memurlara ve paşalara rüşvet vermek suretiyle Bab-ı
Aliye kolayca nüfuz etmek imkânını buldular.
Şimendifer,
Banka ve postahane büroları, vapurculuk kumpanyası ve maden ocakları işletmek
imtiyazları, Mezopotamya’da sulama kanalları tesisi, Süveyş kanalının açılması
gibi hayali projeler, Dolmabahçede ölüm yatağında olan padişahın tasavvur edip
özlediği şeylerdi. Fakat onun endişelerini giderecek ve gelecek hakkında
kendisine itimat ve cesaret verecek kabiliyette olan Reşit paşa ve Stratford
Canning artık mevcut değildi. 1861 yazmın lâtif bir sabahında bahçelerden
nâdide gül kokuları yayıldığı bir sırada gelecek artık onun için önemini
kaybetmişti. Bitişik salonda toplanmış olan kadınların hıçkırıkları ve
feryatları artık padişaha hayat vermeye kâfi değildi.
Sultanın
yatağının yanında ayakta duran iki oğlu, hayata gözlerini kapamış olan
babalarının önünde şimdi aynı seviyede öneme haiz idiler. Fakat Murat,
kadınlara has bir teessür içindeydi. Abdülhamid’in sapsarı kesilen yüzünde ise
anlaşılmaz ve soğuk bir mânâ vardı. Genç şehzade bütün sevgisini, on iki sene
evvel kaybettiği annesine vermişti. Yaşı küçük olduğu için, babasının ölümü ile
ne bir şey kazanıyordu, ne bir şey kaybediyordu. Sadece, babası tarafından çok
sevilen Murad’a karşı, şimdi kendisi gibi ayni şekilde yalnız ve bu sevgiden
mahrum kaldığından dolayı gizli bir zevk duyuyordu. Bundan sonra her ikisi de
amcaları Abdülaziz tarafından sıkı bir göz hapsine alındılar ve diğer
şehzadelere tahtın yolunu kapatan iki vâris olarak kaldılar.
Böylece
Abdülmecit ölmüştü... Sabaha karşı “Sultanlar Sultanı. Müslümanların halifesi,
Mukaddes beldenin hâmisi ve yeryüzünde “Allahın Gölgesi” Boğaziçindeki mermer
sarayından İstanbul’da babasının yattığı türbeye nakledildi.
Haliç’de
derin akisler yaratan yüz bir pâre top atışı ile yeni Padişahın tahta çıktığı ilân
edildi. Avrupalı diplomatlar Ab-dü'aziz’in nasıl bir adam olduğunu merakla
öğrenmek istiyorlardı. On beş senedenberi bir kaç kadın ile iktifa ederek kendi
halinde yaşayan bu pehlivan yapılı adam hakkında pek az şey içinde hristiyan
azınlığı himaye etmek için yapılan tantanalı va-adlerden sonra taassubun önüne
geçilmesinin mümkün olmadığı meydana çıktı. Lübnanda bir kasırga gibi tahribat
yapan, altı bin Marunî’nin ölümü ve bir çok şehirlerin
harabe haline gelmesine sebep olan kanlı hâdiseler meydana geldi. Şam’da bütün
hristiyan mahalleleri tamamen yakılıp yıkıldı. Cidde’de haç günü Fransız
konsolosu öldürüldü. Türk garnizonunun gözleri önünde Avrupah halkın bir kısmı
kılıçtan geçirildi. Bu hâdiseler Avrupa’da çok şiddetli bir tepki yarattı,
İngiltere ve Fransa böyle hunharlıklara mâni olamayan bir hükümetin artık
desteklene-miyeceğine ve Osmanlı devletinin mutlaka bir ecnebi müdahalesine
mahkûm bulunduğuna kanaat getirdi. Bozulan asayiş ve nizamı yerine getirmeye
yardım için Beyrut’a Fransız birlikleri çıkarıldı. Diplomatik formüllere göre
bu birliklerin “âsilere karşı padişaha yardım olmak için İmparator Napoleon
tarafından gönderildiği” ilân edildi. Bu hareket dünyaya karşı ispat ediyordu
ki, Paris Andlaşmasına rağmen, Türkiye, Avrupa topluluğu içinde yer almaya
henüz hazır değildir. Karadenizin diğer tarafındaki Aleksandr H’nin Rusyası,
Kırım harbinin yaralarını yavaş yavaş sarmak fırsatı buluyordu.
Çok
iyi niyetler taşıyan bir teşebbüs, bedbaht neticeler vermişti. 1856 Hatt-ı
Hümayun’unun otuz sekiz maddeden ibaret hükümleri arasında sadece sonuncusu
olan “Avrupa sermayesi, bilgisi ve tekniğinden Türkiye’nin istifadesi zarureti”
sağlam ve ciddî bir şekilde tatbik imkânı bulmuştu. Osmanlı ülkeleri, anonim
şirket kurucuları ve spekülatörlerinin adeta bir cenneti
olmuştu. Bunun yanında .................... her çeşit yabancı
maceraperestler,
devletten aylık alamayan memurlara ve paşalara rüşvet vermek suretiyle Bab-ı
Aliye kolayca nüfuz etmek imkânını buldular.
Şimendifer,
Banka ve postahane büroları, vapurculuk kumpanyası ve maden ocakları işletmek
imtiyazları, Mezopotamya’da sulama kanalları tesisi, Süveyş kanalının açılması
gibi hayali projeler, Dolmabahçede ölüm yatağında olan padişahın tasavvur edip
özlediği şeylerdi. Fakat onun endişelerini giderecek ve gelecek hakkında
kendisine itimat ve cesaret verecek kabiliyette olan Reşit paşa ve Stratford
Canning artık mevcut değildi. 1861 yazmin lâtif bir sabahında bahçelerden
nâdide gül kokuları yayıldığı bir sırada gelecek artık onun için önemini
kaybetmişti. Bitişik salonda toplanmış olan kadınların hıçkırıkları ve
feryatları artık padişaha hayat vermeye kâfi değildi.
Sultanın
yatağının yanında ayakta duran iki oğlu, hayata gözlerini kapamış olan
babalarının önünde şimdi aynı seviyede öneme haiz idiler. Fakat Murat,
kadınlara has bir teessür içindeydi. Abdülhamid’in sapsarı kesilen yüzünde ise
anlaşılmaz ve soğuk bir mânâ vardı. Genç şehzade bütün sevgisini, on iki sene
evvel kaybettiği annesine vermişti. Yaşı küçük olduğu için, babasının ölümü ile
ne bir şey kazanıyordu, ne bir şey kaybediyordu. Sadece, babası tarafından çok
sevilen Murad’a karşı, şimdi kendisi gibi ayni şekilde yalnız ve bu sevgiden
mahrum kaldığından dolayı gizli bir zevk duyuyordu. Bundan sonra her ikisi de
amcaları Abdülaziz tarafından sıkı bir göz hapsine alındılar ve diğer
şehzadelere tahtın yolunu kapatan iki vâris olarak kaldılar.
Böylece
Abdülmecit ölmüştü... Sabaha karşı “Sultanlar Sultanı, Müslümanların halifesi,
Mukaddes beldenin hâmisi ve yeryüzünde “Allahın Gölgesi” Boğaziçindeki mermer
sarayından İstanbul’da babasının yattığı türbeye nakledildi.
Haliç’de
derin akisler yaratan yüz bir pâre top atışı ile yeni Padişahın tahta çıktığı
ilân edildi. Avrupah diplomatlar Ab-dülaziz’in nasıl bir adam olduğunu merakla
öğrenmek istiyorlardı. On beş senedenberi bir kaç kadın ile iktifa ederek kendi
halinde yaşayan bu pehlivan yapılı adam hakkında pek az şey biliniyordu.
Kendisinin çok mütevazi ve basit zevklere sahip
olduğu, yenilikten ziyade muhafazakâr eğilimli bulunduğu, tamamen eski âdet ve
kanunlara bağlı bir kimse olduğu söyleniyordu. Haremindeki dokuz yüz kadım,
mutfaklarındaki üç yüz ah-çısı ve bir sürü bahçıvan ve mimari ile Dolmabahçe
Sarayı şimdi onu bekliyordu. Abdülaziz bu kadar bir servet karşısında acaba
sarsılmayacak bir karaktere sahip bulunuyor mu idi? Çok bilgisiz ve böyle bir
vazife için iyi hazırlanmamış olan yeni padişah müstebit bir idarenin mâruz
kalacağı tehlikeleri bertaraf edebilecek miydi?.. Onun
başlıca vasfı, zekâsından ziyade sadece sağlam bir bünyeye sahip olmaktan
ibaretti. Babası Sultan Mahmud’un müstebit mizacına, Abdülaziz cahil annesinden
tevarüs ettiği bâtıl itikat ve hurafelere inanmak gibi ancak iptidaî şeyler
katabiliyordu. Bir ihtilâl devresi içinde bulunan geniş bir imparatorluk
üzerinde hâkimiyet kurmak gayesiyle işbaşına geçen bir sultan için bu inanışlar
çok tehlikeli bir miras teşkil ediyordu.
İlk
icraatını tamamen insani gayelerle yaptığını ispat etmiş oldu. Ölen kardeşinin
haremini nizama sokması, buna delâlet ediyordu. Henüz çok genç yaşta olan
yüzlerce kadını Topka-pı Sarayında daimî surette esarete mahkûm etmek yerine
şehzade annesi olmayanların hepsine istedikleri gibi evlenmek müsa-desi verdi.
'Kardeşi Abdülmecid’in yangı küçük yaşta ölen otuz kadar çocuğuna çok âlicenap
şekilde muamele etti. Bunlardan iki erkek çocuğa şehir içinde ve dışında çok
kıymetli malikâneler tahsis etti.
Fakat
maalesef Abdülaziz’in genç veliaht Murad’a karşı, kendisini kurtaramadığı
kıskançlık duyguları, onunla olan münasebetlerinin çok geçmeden bozulmasına
sebep oldu. Ama Abdülhamid, amcasının hükümdarlığının ilk senelerinde,
babasının sağlığında kavuşamadığı bir serbestlik içinde yaşadı. Babası
Abdülmecit sağken Dolmabahçe sarayındaki bütün maiyetinin
en
küçük hareketleri padişahın haremağaları tarafından sıkı bir kontrole tâbi
tutuluyordu. Halbuki şimdi, zarif bir semt olan
Maslakta geniş bir konağa sahip olduğu gibi, Tarabya’da ve Kâğıthane’de de iki
ayrı yazlık köşke sahipti. Kendisine ayda sekiz yüz elli sterling tutarında
tahsisat bağlanmıştı. Bazan hakikî karakterine zıt olan çılgınca masraflar
yapacak kadar kendisinden geçiyordu.
Genç
Abdülhamid’in şimdi iki tane kadın hâmisi vardı. Biri eski dostu Pertevnihal ki
Valide Sultan sıfatıyla bütün nüfuzunu onun lehinde kullanıyordu. Diğeri de
yeni padişahın ihtiraslı ve ateşli aşkına mazhar olan üvey annesi Perestû idi.
Bu iri mavi gözlü kadının birbirini takibeden iki padişahın kalbini fethetmeye
muvaffak olduğunu hatırlayanlar hâlâ mevcut idi. Abdülaziz’in haremindeki bütün
kadınlar arasından onu seçmiş olması, Perestû’nun ne kadar sihirli bir
güzelliğe sahip olduğunu ispat eder. Hattâ inanılması güç olmasma rağmen çocuğu
olmayan ve şarklılara göre de yaşı geçkin bulunan bu kadın ile padişahın
evlenmek istediği bile rivayet edilmektedir. Ne olursa olsun Perestû,
Abdülaziz’in bu ileri derecedeki arzularını yerine getirmek için hiç bir gayret
göstermemiştir. Bir şehzadenin üvey annesi olarak her zaman saray haremini
terketmek hakkına sahip idi ve bu itibarla da düşmanları tarafından ortaya
atılan dedikodulara rağmen küçük Abdülhamid’in yeni ikâmetgâhına yerleşti.
Abdülhamid
bütün hayatı boyunca kadınlarla olan münasebetlerinde daima nâzik ve kibar
görünmüştür... Hattâ bazen bir erkeğin kadınlara karşı gösteremiyeceği derecede
onlara itimat telkin etmiştir. Bu bakımdan üvey annesine nankörlük yaptığı
hususundaki efsane, son derecede faziletli bir veliahde karşı onu çekemiyen,
cahil, mürteci ve merhametsiz bir kardeşin iftirasından ibaret kalmıştır. “Her
iki kardeşi tefrik etmek için portreleri tetkik edilirse, Murad’ın yayvan ağzı
ile irade kudretinden mahrum bir görünüş arzeden çenesi, onun zihnî bir tereddi
içinde olduğuna ve babası gibi aynı fena itiyatlara eğilimli meş’um bir
karakter taşıdığına delâlet eder. Kardeşi Abdülhamid’in ise daha ziyade kapalı
ve karakterini gizleyen yüz hatları, onunki ile taban tabana zıt bir ifade
taşımaktadır. Ağır ve yumuşak göz kapakları, iri siyah gözleri onun bütün
esrarını muhafaza etmektedir. Kemerli ve oldukça büyük burnu ile gurur ifa eden
dudaklarında çok zeki ve kurnaz bir yaratılışa sahip olduğunun belirtileri
vardır. Bununla beraber fiziyonomi bakımından Abdülha-mid çirkin ve sevimsiz de
sayılmaz. Birinin hoşuna gitmek istediği zaman tatlı bir şekilde güler. Yüzünde
sevimli çizgiler hasıl olur. Gür ve ahenkli sesi ile
dinleyicilerini derhal tesiri ve nüfuzu altına almasını bilirdi.”
Daha
henüz çocukluğunda münasebet kurduğu yabancılar üzerinde çok iyi bir tesir
bırakan Abdülhamid hakkındaki bu sözler seyyah ve müsteşrik Macar Vambery’e aittir.
Vambery
oldukça çetin ve maceralı geçen mesleğinin ilk yıllarında derviş kıyafetine
girerek Asya memleketlerinde dolaşmış, bu arada İstanbul’da padişah kızlarına
(Sultan-Prenses) Fransızca dersler vermek suretiyle hayatını kazanmak zarurata
kalmıştır. İşte bu sırada Reşit Paşa’nın oğlu ile evli olan Abdül-mecidin büyük
kızı Prenses Fatmanın konağında o zaman henüz on üç yaşında bulunan
Abdülhamid’e tesadüf etmişti. Genç şehzade de Fransızca derslere iştirak için
kızkardeşinin konağına devam ediyordu. Bu vesile ile onu yakından tanımış olan
Vam-bery’nin anlattıklarına göre; “Abdülhamid çok sessiz ve hareketsiz bir
çocuktu. Derslerde sadece haremağasının getirdiği kahveyi almak için yerinden
kımıldardı. Siyah gözlerini hocasının üzerine dikerek onun ağzından çıkacak her
Fransızca kelimeyi koparır gibi çekip almak isterdi. Kız kardeşi uşaklara emir
vermek için salondan çıktığı zaman, hocasına hemen mahçup ve hafif bir sesle
hitap ederek ders hakkında nâdiren izahat istedikten sonra hemen Reşit Paşa,
kız kardeşi ve hocası hakkında sualler sorardı.”
Vambery’nin
bu sözlerinden Abdiilhamid’in kardeşleri ve muhiti hakkında bilgi yapmak
hususundaki çok küçük yaşlarda başlayan alışkanlığının henüz kaybolmadığı
anlaşılmaktadır. Bununla beraber onun herşeyden şüphe etmek istidadında olan
tabiatına rağmen, aynı zamanda dostluklar kurmak temayülünün de kuvvetli olduğu
meydana çıkmaktadır.
Bundan
sonra Vambery, Abdülhamid’i ancak otuz sene sonra tekrar görebildi. Bu müddet
zarfında silik ve sönük bir çocuk olarak kalan Abdülhamid çok müstebit bir
padişah olmuştu. Fakat eski hocasını asla unutmamıştı. Huzuruna çıkar/
ziyaretçisinin kim olduğunu hemen anlamakta gecikmedi. Nitekim Vambery,
kendisine prenses Fatmanm hocası olduğunu hatırlatınca, birden büyük bir neş’e
ile iki elini birden uzatarak Vambery’e iltifat etti. Vambery, çok yorucu ve
tehlikeli geçen maceralı hayatını anlatınca, derhal, neden daha evvel kendisini
aramadığını, her türlü dostluk ve yardımı göstermekten zevk duyabileceğini
söyledi. Padişahın huzurunda bulunan herkesten şüphe edilirdi. Fakat Vambery,
hayatının sonuna kadar Sultan Abdülhamid ile huzurda bir tercüman olmadan
bulunmaya itimat ve müsaade edilen nadir AvrupalIlardan biri olmuştur.
Murad’ın
ve Abdülhamid’in geniş bir serbestliğe kavuştukları ilk senelerde saray
dışındaki kimselerle tesis ettikleri diğer dostluklar zamanla unutulmuşlardır.
Sultan Abdülaziz henüz şüphe ve endişe içinde düşmeden devlet idaresine devam
ettiği sırada çok olgun ve zeki bir adam olan Ali Paşa’mn tavsiyesi üzerine
yeğenlerinin AvrupalIlarla sık sık buluşmasına müsaade ediyordu. Bu devrede
Fransızların İstanbul’daki nüfuzu en yüksek mertebesine yükselmişti. Lord
Bulwer adında garip ve keyfine düşkün bir sefir tarafından temsil edilen Büyük
Britanya ise Stratford Canning zamanında kazandığı prestijinin
büyük bir kısmını kaybetmişti. İngiltere sefirinin Rum asıllı metresi ile
Marmara denizindeki bir adada aşk hayatı geçirdiği saatlerde Fransız
hâriciyesinin becerikli diplomatları Doğu memleketlerinde Fransız üstünlüğünü
yeniden tesis için türlü entrikalar çeviriyorlardı.
Reşit
Paşa’nm yerini alan devlet adamlarının gözleri, Britanya yerine tercihen
Fransaya doğru çevrildi. Kırım harbinden sonra Osmanlı ordusunda vazife kabul
ederek Türkiye’de kalan İngiliz subayları, Fransız hükümeti tarafından
gönderilen teknisyenlerle rekabete girişmek zorunda kaldılar. Yeni açılan lâik
okulların başına Fransız Profesörleri getirildi. Bütün çarşı-pazar Fransız
malları tarafından istilâ edildi. Beyoğlu salonlarında genç şehzadeler,
ihtiyatsız bir şekilde Paris modasına ve Fransa’dan ne gelmiş ise ona karşı
derin bir hayranlık gösteriyorlardı. Diğer taraftan büyük bir merak ve ilgi ile
dış ve iç politika olayları üzerinde yapılan münakaşalara iştirak ediyorlar,
kadınlarla birlikte aynı masaya oturarak yemek yemesini, öğreniyorlardı. İçki
ve kadın Murat için büyük bir tehlike teşkil ediyordu. Murat ve Abdülhamid zevk
ve safa âleminde iki arkadaş olmuşlardı. Yaratılıştan mahcup ve çekingen
olmaları, onları birbirlerine iyice yaklaştırmıştı. Fakat batı âdetlerine
alıştıklarından itibaren birbirlerini yine terkettiler.
Murat’ın
polisin dikkatini çekecek kadar açıkça, hükümeti tenkit eden gazeteciler ve
fikir adamları arasına karışmasına mukabil, daha ihtiyatlı ve kurnaz olan
kardeşi, Beyoğlu’ndaki kahveler yerine Galatadaki bankalara gitmeyi tercih
ediyordu. Bu suretle Abdülhamid Rum Bankacı Zarifi ve Ermeni borsa simsarı
Assani ile bu devrede sıkı bir dostluk kurmuştu. Uzun seneler devamınca onun bu
dostluklara sadık kalarak, bu şüpheli tatlı su frenklerini Yıldız Sarayında
verdiği tantanalı ziyafetlere dâvet etmesi, bazı yabancı sefirlerin
şikâyetlerini mucib oldu.
Abdülhamid
incilerle işlemeli perdelerin arkasındaki Banka Muhasebe Servislerinin havasız
ve loş odalarında meşgul olmayı çok severdi. Önce çekinerek, sonra da yavaş
yavaş cesaret göstererek Galata borsasında oynamaya başladı. İlk defa bankacı
Zarifi’nin tavsiyelerine uyarak borsada yaptığı yatırımlardan çok memnun
olmuştu. Zira tahta çıktığı sırada yetmiş bin lira değerinde bir servet
toplamış bulunuyordu. Ayrıca da bilhassa yine ilk defa olarak paranın kuvvet ve
kudretini öğrenmişti. Herkes onunla gayet serbest ve ekseriya tedbirsiz
konuşuyordu. Hakikati öğrenmek hususundaki açık arzusu onunla konuşanları,
karşılarındakinin büyük bir maziye sahip müstebit bir hükümdar ailesine mensup
olduğunu unutacak kadar tahrik ediyordu. Böylece Abdülhamid babası
Abdülmecid’in yabancı devletlerden sekiz milyon lira borç aldıktan başka
hâzinenin kâğıt para basmaya mecbur olması ve bu da kâfi gelmediğinden yavaş
yavaş Galatadaki özel sermayedarlara başvurmak ihtiyacını duyması suretiyle
yaptığı israfla Osmanlı devletini uçurumun kenarına nasıl götürmüş olduğunu
öğrenmişti.
Fakat
şimdi hususî sermayeden istifade mümkün olmuyordu. Hâzineye ait borç senetleri
itibarını kaybetmeye başlamıştı. Hükümetin, Türk parasının kıymetini korumak
için büyük garp devletlerinden yeniden borç istemekten başka çaresi kalmamıştı.
Kırım harbinde birleşen devletler, Paris konferans masasının etrafında, Türk
devletinin istiklâlini ortadan kaldırmaya mâtuf her türlü teşebbüsün harp
sebebi olacağını kabul ve taahhüt etmelerine rağmen sonradan bu âhitlerini
yerine getirmediler.
Lüzumsuz
münakaşalardan sonra, Tuna beyliklerini tek bir hakimiyet
altında toplamak için Bab-ı Ali’den cebir kullanarak istiklâllerini istemekte
serbest bıraktılar. Türkiye’nin kontrolü altındaki altı kaleden ikisinin zabtı
suretiyle Sırbistan’ın Andlaşmayı bozması karşısında hiç bir Fransız ve İngiliz
askeri yerinden kıpırdamadı. Kırım harbi sırasında ilân edilen güzel beyanatlar
mâzide kalmıştı. Müdahale etmek yerine müdafaaya geçmek arzusu hâkim olmuştu.
Osmanlı devletinin yeniden aldığı borçlar, büyük devletlere yeni hak ve
imtiyazlar veriyordu.
Galatanın
küflü duvarlarından Haliç’in mavi sularına uzanan dar sokaklarda ısrarla
dolaşan rivayetlere göre; “Paris ve Londra tarafından tayin edilecek bir
istişarî heyetin vesayetinde bir Anglo-Fransız müessesesi ile Osmanlı
Bankasının birleşeceği söyleniyordu. Diğer taraftan da Fuat Paşa bir bütçe
hazırlamaya teşebbüs edecekti. Bu dedikodular şüphe ile karşılanıyordu. Zira
böyle bir bütçe için lüzumlu olan esasları bilmeyen bir nâzır, nasıl olur da bu
işe teşebüs edebilirdi?.. Yine genç Ab-dülhamid’in
öğrendiğine göre, amcasının idare ettiği imparatorluk kadrosu içindeki hiç bir
nâzır muntazam bir hesap tutmuyordu. Kadastro plânları yoktu. 1839 ve 1856
İslâhat hareketlerine rağmen, hâlâ vilâyetlerde iltizam usulü ile vergi almak
sistemi tatbik ediliyordu. Dalavereden ve rüşvetten başka bir şey bahis konusu
olmuyordu. Abdülhamid, Valide Sultan Per-tevnihal ve etrafını çeviren molla ve
-şeyhlerin telkinleriyle yabancılara karşı kin ve nefret duymasına rağmen
onlardan çok şeyler öğrenmişti. Bu suretle de bir imparatorluğun nasıl idare
edilebileceğinin sadece AvrupalIlardan öğrenebileceğini ve onların bilgileri
kadar zayıf taraflarından da istifade etmenin mümkün olabileceğini anlamıştı.
·
VII
Avrupaya
Seyahat
1867
ilkbaharında Beyoğlu’ndaki sefarethanelerde padişahın meşhur Avrupa
seyahatinden başka bir şey konuşulmuyordu. Bugüne kadar hiç bir Osmanlı
hükümdarı, ordunun başında sefere hareket müstesna, imparatorluk hudutlarından
dışarı çıkmamıştı. Bu itibarla Napoleon III tarafından Paris’te açılacak
sergiyi ziyarete davet edilen Abdülaziz derhal bu daveti reddetmişti. Fakat
Babıâli erkânı, Türkiye ile Avrupa arasındaki bu şahsî temaslar sayesinde yeni
bir dostluk kurularak tekrar borç almak fırsatını belirdiğini gördü. Hemen
padişah nezdinde teşebbüse geçerek onu hristiyan bir memleketi ziyaret etmeye
ikna için bütün gayret ve maharetlerini gösterdiler. Hattâ padişahın şiddetli
muhalefeti önlendikten sonra saraydaki dedikodularla da mücadele etmek icab
etti. Bütün zorluklar ortadan kaldırılarak hiç bir hânedan ile alâkası ve
yakınlığı olmayan OsmanlI padişahının bu seyahatinin uygun olmadığını ileri
süren hareme ve harem ağalarına rağmen sert mizaçlı Abdülaziz ikna edildi. Bu
vesile ile de saraydaki muazzam personel kadrosu ya-
vaş
yavaş makûl nispetlere indirildi.
Padişahın
en yaşlı iki yeğeni Murat ve Abdülhamid de Paris seyahatinde amcalarına refakat
etmek üzere dâvet edildiler. Bu dâvet sadece padişahın temennisi üzerine
yapılmamıştı. Zira tahta çıktığından beri onun, yeğenleri hakkında gösterdiği
dostluk temayüllerinin kısa bir zaman sonra yerine bâzı şüphelere bıraktığı
biliniyordu. Esasen Osmanh Sarayında Padişah ile vârisleri arasındaki
münasebetlerin daima huzursuzluk ve endişe mevzuu olması alelâde hallerdendi.
Fakat daima mümkün görülen bir hükümet darbesi ve saltanat değişikliği korkusu,
genç şehzadelerin Türkiye’de bırakılmaması için kâfi bir sebep teşkil ediyordu.
Bu suretle henüz yirmi beş yaşındaki Abdülhamid Avrupayı görmek için
beklemediği bir fırsata kavuşmuş oldu. Murat’tan daha zeki olan Abdülhamid bu
seyahat haberini öğrenince ne fazla bir neşe, ne de herhangi bir isteksizlik
gösterdi. Kardeşi Murat, Paris seyahatinin hayaliyle âdeta bayram yaptığı ve
asabî mizaçlı padişahın önünde açıkça Fransızca bilgisinden dolayı övündüğü
zaman, Abdülhamid gayet sesiz ve hattâ somurtkan bir tavır takınıyordu.
Vambery’e göre; Fransızca öğrenmek için hocasının ağzından çıkan.her
kelimeyi koparacak kadar ilgi ve hırs gösteren genç şehzade padişahın huzurunda
mahsus böyle davranıyordu. Paris’te geniş bilgisi ve zekâsı sayesinde kendisine
düşen vazifeyi yaptı. Orada hislerini gizlemesini bilen bu genç adamın her
şeyle ilgilendiği ve bunlar hakkında esaslı malûmat aldığı kimsenin gözünden
kaçmamıştı. Aradan otuz sene geçmesine rağmen Abdülhamid, Pariste gezdiği
caddeleri ve kendisine takdim edilen subayların isimlerini hâlâ hatırlıyordu.
Bu
seyahat esnasında Fransa, İkinci İmparatorluğun sonuncu parlak ve ihtişamlı
günlerini yaşıyordu. Muhtelif memleketlerden gelen ziyaretçiler Champ de
Mars’daki sergiye akın ediyorlardı. Halk, Tuileries sarayına giden
imparatorlar, krallar, prensler ve devlet adamları kafilesini çılgınca
alkışlıyordu. Tâ-cidarlardan hiç birisi haşmetli Türk Sultanı kadar alâka
toplayamamıştı. Esasen padişah henüz Paris’e gelmeden evvel, hakkında bir çok hayalî dedikodular dolaşıyordu. Anlatıldığına göre;
altın yaldızlı arabası, hükmettiği ülkelerin prensleri tarafından çekiliyordu.
Hristiyan topraklarına basacak olan ayaklarının kirlenmemesi için ayakkabısına
Marmara Denizinin kumları doldurulmuştu. Bâzı kimseler ise, padişahın prensler
tarafından çekilen arabasını, zenci esirlerin idare ettiği altın zincirlere
bağlanmış aslan ve fil sürüsünden ibaret bir kortejin takip ettiğini tahmin
ediyorlardı. 30 Haziran 1867 günü öğleden sonra Paris’in Lyon garında kırmızı
halılar üzerine sâde, bir fes giymiş mavi redingotlu, kısa boylu tıknaz adamın
trenden indiği görülünce herkes şaşırmıştı.
Asık
suratlı hissiz bir şahsiyet olan Sultan Abdülaziz şerefine verilen bir çok ziyafetlere iştirak ediyor, elini alnına kaldırmak
suretiyle şark usulüne göre selâmlıyordu. Fakat her hareketiyle muhitini
küçümsediği ve onlara ehemmiyet vermediği belli oluyordu. Tercümanlık
vazifesini gören Hariciye Nâzın Fuat Paşa, büyük bir maharetle Napoleon III’ü
ikna etmek için efendisinin “Fransız İmparatorunun kudret ve haşmetinden çok mütehassis kaldığım, onunla dost ve müttefik olmakla büyük
bir bahtiyarlık aduyduğunu” ifade ediyordu. Bu ziyaret esnasında padişahın
yalnız bir defa tebessüm ettiği görüldü. Tuileries sarayında verilen muhteşem
bir ziyafette imparatoriçe Eugenie, padişahın küçük oğlu şehzade Yusuf
İzzettin’i okşayarak ona bir kutu çikolata hediye etmişti. İmparatoriçenin bu
hareketi padişahın çok hoşuna gitti, ve hafifçe
tebessüm etmesine vesile oldu. Fakat İmparatoriçe Eugenie, şehzade Murat ile
hararetli bir şekilde konuşmaya başlayınca işler değişti. İmparatoriçe,
şehzadeyi güzel Fransızca konuştuğu için tebrik ettikten sonra bir müddet de
kendisini nâzik bir şekilde dinleyen şehzade Abdül-hamid ile meşgul olmak
istedi. Abdülhamid’in soğuk ve sevimsiz hâlini görünce tekrar Murad’a dönerek konuşmaya
devam etti. îşte İmparatoriçenin bu hareketleri padişahın yüzünde hasıl olan tebessümün hemen silinip kaşlarının çatılmasına
sebep oldu.
Fuat
Paşa ile yaptığı bir görüşme sırasında Napoleon III, iki kardeşin birbirlerine
hiç benzemediklerini, birinin ateşli ve cevval, diğerinin ise durgun ve daha
farklı olduğunu söyledi. İmparator bu sözleri, padişahın hiddetini teskin etmek
maksa-diyle söylemişti. Yoksa Abdülhamid’in de, güzel kadınlarla dolu bir
sarayda kardeşi gibi sevimli görünmek isteyeceğinden şüphe etmiyordu. Saraya
mensup her erkek gibi Napoleon IlI’de şehvet düşkünüydü. Fakat büyük bir
İmparatorluğu idare etmek çabası uğruna Morny düşesinin veya Castiglione
kontesinin göz kamaştıran güzelliği karşısında başını başka tarafa çevirmesini
bilmişti.
Osmanlı
şehzadelerine refakate memur edilen genç Fransız subayları, hep ciddî ve siyasî
mes’elelerle meşgul olmak yerine onları Paris’in sihirli gece hayatına sokmak
için can atıyorlardı. Nihayet şehzadeleri buna ikna-ederek Maxim’s gazinosunda
varyete artisti kızların da iştirâkiyle hususî ve çok samimî hareketlere müsait
müteaddit ziyafetler tertiplediler. Bu ziyafetlerde Murad, şampanyadan konyağa
kadar her çeşit içkiye, sıhhatine zarar verecek derecede alâka gösterdi.
Abdülhamid ise önündeki şarap kadehine aslâ dokunmadan zaman zaman sarhoş olan
kardeşini seyrediyordu. Ertesi gün Murat sözlerini ve hareketlerini kontrol
edemiyecek halde ve “Gazab-ı Şahane” yi tahrik edecek şekilde padişahın
huzuruna çıkıyordu.
Bu
“gazab’-ı şahane” her an için harekete geçebilirdi. Zira Sultan Abdülaziz,
Paristeki ikametinden pek az hoşlanmıştı. Diğer taraftan Fuat Paşa da Fransa
yüksek mali mahfillerinden ümit ettiği kadar borç para almaya muvaffak
olamamıştı. Ayrıca Padişah da, Napoleon III ün Martinique’li melez bir Fransız
olan büyük annesi tarafından akraba olduklarını ileri sürmeye cesaret etmesini
çok kaba bir hareket, hattâ hakaret telâkki ederek ev sahibine karşı haksız bir
hoşnutsuzluk hissediyordu. Nihayet Fransa seyahati sona ererek padişah ve
şehzadeler İngilte-reye geçmek üzere Boulogne’da İmparator Napoleon IlI’e veda
ederek İmparatorluk yatı “Reine-Hortense”e bindiler.
O
sırada İngiltere Kraliçesi Victoria’nın kocası öldüğü için, dul kalan kraliçe
mâtem tutmak maksadiyle inzivaya çekilmişti. Haftalarca süren müzakere ve
münakaşalardan sonra Başvekil Lord Derby, Osmanlı Padişahım karşılamak üzere
Kraliçeyi inzivasını ve matemini terk için zor ikna edebildi.
Abdülaziz’in
Avrupa seyahatinden hoşlanmadığı kadar, Kraliçe Victoria da Osmanlı padişahı
ile karşılaşmak istemiyordu. Fakat ortada mevcut olan siyasî menfaatlerin
ehemmiyeti Kraliçe veya Padişahın temayüllerinden fedakârlık etmelerini
icabettiriyordu. Fransa ile Rusya arasındaki yeni dostluk andlaş-ması, Süveyş
kanalının ikmaliyle Ortadoğu’da Fransız nüfuzunun artması, Hidiv İsmail
Paşa’nın Bab-ı âli’den bağımsızlığını almaya teşebbüs etmesi gibi bir çok mühim sebepler Büyük Britanyanm İstanbul ile olan
bağlarının kuvvetlendirilmesini zarurî kılıyordu. Diğer taraftan da
Fransa-Rusya Andlaşmasıyla Hidiv’in menfaatleri desteklendiği takdirde
Britanyanm yardımından Osmanlı İmparatorluğunun emin olması lâzımdı. Bu
itibarla Kraliçe Victoria, misafirlerini, Londra’ya geldiklerinin ertesi günü
Widsor’a öğle yemeğine dâvet etti. Yemek her iki tarafa da büyük bir şeref ve
gurur verecek şekilde tertiplenmişti. Fakat bir hayli uzun süren konuşmaların
sıkıcılığı da son haddini bulmuştu. Sultan ve maiyeti Londraya döner dönmez,
Kraliçe de Osborne’e çekildi.
Ziyafette,
misafirlere tamamen İngiliz yemekleri ikram edilmişti. Yemek çeşitlerinin
zenginliği Osmanlı şehzadelerini şaşırtmıştı. Bizzat Abdülaziz,
kendisininkinden daha geniş ve daha çeşitli ırklara mensup insanların yaşadığı
bir imparatorluğa hükmeden bu şişman ve yaşlı kadının huzurunda üzgün ve
sevimsiz halini terketmişti. Küçük oğlu şehzade Yusuf İzzettin’e gelince,
kendisini büyük bir şefkatle öpen Kraliçenin ve Teck Prensesinin gösterdiği bu
alâka karşısında korkusunu ve şaşkınlığını gizlemek için zorluk çekiyordu.
Fakat her ne kadar müs-lümanlık akidelerine göre bir kadının hükümdar olması
garip geliyorsa da, Kraliçe Victoria’nın görülmemiş ağırbaşlılığı Padişaha ve
yeğenlerine büyük bir hürmet ve hayranlık telkin etmişti. Kraliçe, bilhassa
Abdülhamid üzerinde derin bir tesir yarattı.
Kendisinden
son derece emin olarak İngiltere’nin bütünlüğünü sağlama ve emniyetli bir
şekilde temsil eden bu sâde ve mütevazi kraliçenin
huzurunda genç şehzadelerin asabi hâli kalmamıştı.
Eğlenceler
diyarı Paris şehrinin semalarını süsleyen parlak güneş, padişahın ve
şehzadelerin Douvres’a indiği sırada koyu bulutların arkasına gizlenmişti.
Fakat misafirleri karşılamak için gemiye kadar gelen Galler prensesinin bu
nâzik hareketi, çiçeklerle süslenmiş rıhtımda biriken halkın samimî tezahüratı,
misafirleri çok memnun etti. Osmanlı Padişahını istemeyerek ağırlayan
Kraliçenin hareketine mukabil, Majestenin hükümeti ve Londranın yüksek mâli
mahfilleri, Padişah ve şehzadelere İngiltere’nin bütün kudret ve haşmetini
göstermek için büyük gayret sarfetmişlerdi.
Çok
süratli bir tren Touvres ile ile Londra arasını iki saatte katederek
şehzadeleri hayran etti. Kraliyet Muhafız Alayına mensup bir süvari birliği,
Charing Cross’dan Buckingham sarayına kadar kafileye refakat etti. Marlborough
House’m balkonlarındaki saraya mensup zarif kadınlar ve genç kızlar kafileyi
şiddetle alkışlıyorlardı. Halkın bu tezahüratı, resmî karşılamadan daha büyük
ve tesirliydi.
Her
ne kadar Kırım harbindenberi yeni bir nesil meydana gelmiş ise de, Türklerin bu
harpte gösterdikleri kahramanlıklar halâ hafızalarda yaşıyordu. Misyoner
teşekküller ve mutaassıp hristiyan muhitler tarafından yaygara ile ilân edilmiş
olan Arabistan ve Lübnan’daki katliam hâdiseleri, Sivastopol’daki savaşların
efsaneleşen kahramanlarının kıymetini azaltmaya asla muvaffak olamamıştı. İslâv
taraftarlığı propagandası henüz iyice yayılmamış, Türklerin hristiyanlara
işkence yaptığına dair hikâyeler ise halk toplulukları içine kâfi derecede
sızmamıştı.
Paris’te
İmparator Napoleon, misafirlerini memnun etmek için Elysee sarayını, binbir
gece masallarındaki dekorlarla tezyin ve tefriş ettirmişti. Fakat İngiltere
Kraliçesi daha nâzik ve asîl bir tarzda hareket ederek Osmanlı padişahını
Avrupalı bir hükümdar gibi kendi hususî sarayında misafir etti. Kraliçenin bu
hareketi belki de bir tesadüften ibaretti. Yatak odasında şark zevkine ait hiç
bir şey yoktu. Padişaha tahsis edilen daire, Temmuz ayında Kewden getirilmiş
nâdide çiçeklerle süslenmişti. AvrupalIlara karşı bir nefret hissi duymasına
rağmen Sultan Ab-dülaziz, kendisine gösterilen kabul tarzından son derece
mem-npn kaldı ve bu seyahati tertip ettiğinden dolayı Fuat Paşa’yı tebrik etti.
İngiltere’nin padişah üzerinde iyi bir tesir yaratmasına mukabil, Abdülaziz de
İngilizler tarafından sevilmişti. Guild-hall’de verilen muhteşem ziyafete at
üstünde gitmesi ve ziyafette bir nutuk söylemesi halkın daha da çok hoşuna
gitmişti. İngiliz mallarına Osmanlı memleketlerinde geniş satış imkânları
verileceği hakkındaki sözleri, ticaret âlemine mensup kimseler tarafından
coşkun bir şekilde alkışlanmıştı. Şüphesiz ki padişah, İngiltere’den borç almak
istiyordu. Fakat bu istek son derece itimat ve emniyet telkin eder bir şekilde
yapılıyordu. John Bull, Türklerin esasen çok şerefli ve haysiyetli insanlar
olduğunu ya-kinen biliyordu. Bu itibarla şereflerine verilen ziyafetlerde ve
balolarda Osmanlı padişaahı ve yeğenleri çok samimî bir alkış topladılar.
Bütün
bunlara rağmen Abdülaziz’in İngiltere seyahatinden geniş çapta faydalanmak için
kâfi derecede kültürü ve tecrübesi yoktu. Yeğenlerinin dahi meşrutî bir
krallığın prensiplerini anlayıp hazmetmeleri mümkün değildi. Çünkü onlara
verilen iptidâi bilgiler, meşrutî krallık hakkında zihinlerinde yanlış ve
hatalı anlayışların teşekkülüne sebep olmuştu. Murat, hiç anlamadığı halde
daima, demokratik bir rejimden heyecanla bahsederdi. Fakat kardeşi kadar
bilgisiz olmakla beraber daha zeki ve kurnaz olan Abdülhamid, hayranlık duyduğu
bir devlet idaresinin zaaf ve kusurlarını araştırmak istiyordu.
\^C)n
sene sonra tahta çıkan Abdülhamid, İngiltere’de geçirdiği birTıaftalık
seyahatten sık sık bahsederdi. Britanya sefiri Henry Layard, onun, askerî
merasimlerden ve garden partilerden vakit ayırarak İngilterae’de bir çok şeyler görüp öğrenmiş olmasına hayret ediyordu.
Abdülhamid, sanayi alanında devamlı surette genişlemesi sebebiyle İngiltere’nin
zaman zaman yiyecek sıkıntısı çektiğini biliyordu. Keza Türkiye için olduğu
gibi, İngiltere için de bir azınlıklar meselesinin güçlükler yarattığı gözünden
kaçmamıştı. Sefir Layard, genç Türk padişahının, Fenians ayaklanmasını bütün
teferruatıyla bildiğini, bu suretle meşrutî kralların dahi devamlı bir
öldürülme ve darbe korkusu içinde yaşadığını görmekten az çok memnuniyet
hissettiğini anlamıştı.
İngiltere
seyahatinin son merhalesi Spithead limanındaki bir deniz geçit resmi ile
kapanmıştı. Kraliçenin hâtıra defterinde bu seyahate ait güzel sözler vardır.
Deniz merasimi günü sağnak halinde yağan yağmur, merasimi takip edilemez hâle
getirmiş ve misafirleri de son derece rahatsız etmişti. Her ne kadar padişahın
deniz yolculuğuna mütehammil olduğu iddia edilirsa de, bir gemiye ayak basar
basmaz rahatsızlandığı gözden kaçmamıştır. Kraliçe Victoria’nın hâtıra
defterinde aynen şu satırlar yazılıdır: “Padişah ile geminin büyük salonunda
bizi yanyana oturur vaziyette görenler çok şaşırabilirdi. Diğer dâvetliler
ötedeki salondalar... Padişah deniz tutmasına zor tahammül ediyor... Sık sık kamarasına
iniyordu. Çok yazık ki, bu yüzden harp gemilerinin geçidini rahat vç iyi bir
şekilde takip edemedi.”
Fakat
padişahın bu haline mukabil, yeğenleri merasimin en küçük teferrüatını bile
kaçırmadılar ve unutulmaz hâtıralarla ayrıldılar. Kraliçe bundan tamamen
habersiz kalmıştı. Osmanlı şehzadelerine, bütün kudret ve ihtişamını göstermiş
olan kraliyet donanması, onlar üzerinde derin bir tesir bıraktı. Saltanatının
devam ettiği otuz seneden fazla bir müddetle, İngiltere sefirleri devamlı
şekilde İngiliz donanmasını Osmanlı sularında göstermek suretiyle Abdülhamid’i
tehdit etmişlerdir. Çünkü padişahın otuz sene evvel gördüğü İngiliz
donanmasının kudret ve haşmeti asla hafızasından silinmemişti. Bu yüzden de
İngiliz donanmasının Osmanlı sularına girdiği her defa, İngiliz sefirlerinin
taleplerini yerine getirmek mecburiyetini hissetmiştir.
Kraliyet
yatı harp gemilerinin arasından geçerken Kraliçe Victoria Padişaha “Dizbağı
nişanını” takdime karar verdi. Kraliçenin bizzat söylediği gibi: “Padişaha
Hindistan Yıldızı nişanını vermeyi tercih ederdi. Bu nişan hristiyan olmayan
bir kimse için daha uygun düşerdi. Fakat o anda kafasında Dizbağı nişanı
canlanmıştı.”
Resmî
program sona ermişti. O akşam hususî aşçısı tarafından hazırlanan pilâvı
yedikten sonra Buckingham sarayında yatağına çekilen padişah, Kraliçe
Victoria’ya hitaben yazdırdığı mektupta diyordu ki: “Majestelerinin nâzik
kabulünden dolayı son derece mütehassis oldum.” Fakat
bu seyahatten en çok neden hoşlandığı veliaht Murad’a sorulsaydı o, mutlaka,
Criptol Palace’da tertip edilen gece şenliklerinden bahsederdi. Bu sara-ym
evvelce yanan kısmının yeniden inşasl için Murat şahsî tahsisatından bin
sterling teberru etti.
Kraliçe,
vazifesini gayet güzel bir şekilde yapmıştı. Diğer taraftan kraliyet erkânı da
tertip ettikleri ziyafetler ve balolarla değerli misafirlerine karşı hakikaten
muhteşem bir alâka göstermişlerdi. Lord Stratford gibi emekli olmuş mâziye ait
büyük şahsiyetler, Osmanlı şehzadelerini ağırlamak için birbirleriyle âdeta
rekabete girişmişlerdi. Yabancı bir diyarda Abdülhamid, Lord Strafford’un
şahsında kıymetli ve eski bir dost bulmuştu. Tamamen genç şehzade ile meşgul
olan eski büyük elçi, ona ilk defa babasının
selâmlığında kendi haline bırakılmış küçük bir çocuk olarak tesadüf edişinin
hâtırasını taşıyordu. Fakat İngiltere’nin gıda ve iklinı şartları nârin
bünyesine pek uygun gelmemişti. Hareket günü trene doğru âdeta sürüklenerek
büyük bir zahmetle ilerleyebilmişti. Padişah ve şehzadeler Viyana’ya vasıl
oldukları zaman Abdülhamid, hastalandığı için merasimlere iştirak edemedi. Bu
merasimler İlâhi âdalet prensiplerinin son iki mümessili arasında ve tarihte
ilk defa olarak bir dostluk havası içinde cereyan ediyordu. Bunlardan birisi
İslâm Halifesi ve Osmanlı Padişahı Sultan Abdülaziz, diğeri de menşeini
mukaddes Roma-Cermen İmparatorlarından alan Avusturya İmparatoru
François-Joseph idi.
Aradan'geçen
uzun seneler sonra Avusturya sarayında kendisine gösterilen alâka ve ihtimamı,
Abdülhamid hatırlamaktan büyük bir zevk duyardı. Seyahatte hastalanarak yatağa
düştüğü sırada Avusturya İmparatoru François-Joseph, sıhhatiyle hergün meşgul
olmuş ve ona çiçek ve Schönbrun’ün nâdi-de meyvelerinden göndermişti.
Abdülhamid’in, Yıldıza ziyaretine gelen Avrupalı misafirlerine karşı gösterdiği
son derece mültefit ve cemilekâr muamele tarzı, Avusturya İmparatorunun
kendisine gösterdiği samimi alâkanın hâtırasından mülhem olmuştur denilebilir.
·
VIII
Rus
Tehditleri Flora Cordier
Abdülhamid
Viyana’dan döndüğü zaman henüz yirmi beş yaşındaydı. Bu devirde onun siyaset
sahasında bir rol oynaması, bu seyahatte elde ettiği büyük tecrübe ve
istifadelerin mahsulü olmuştur. Fakat dokuz sene müddetle yeğenlerini şiddetli
bir şekilde kıskanan bir amca tarafından tembel ve âtıl bir hayata mahkûm
edilmişti. Hattâ Abdülaziz kendi oğlu lehine yeğenlerini ortadan kaldırtmayı
bile tasmim ve tasavvur etmiştir.
Avrupa’ya
yaptığı seyahatten sonra Abdülaziz fena bir gurura kapılmıştı. Kendisini,
Allahın seçtiği Sultanlar Sultanı olduğunu düşünerek daima Kralların ve
Kraliçelerin üstünde bir hükümdar olarak görüyordu. Fuat ve Ali Paşalar
iktidarda kaldıkları müddetçe bu gururundan istifade ederek onu, kendisinden
evvelki padişahların yolunda yürümeye ve yenilik hareketlerini devam ettirmeye
muvaffak olmuşlardır. Fakat bu ikik kıymetli devlet adamının 1871’de ölümü ile
Türkiye’nin iç ve dış politikasında mühim değişiklikler oldu. Üzerinde büyük
nüfuzu olan iki devlet adamından kurtulan Abdülaziz, kendisini tamamen acaip
ihtiraslarına terketti. Çok kısa bir zaman sonra onun delirdiğine dair şayialar
dolaşmaya başladı. İçine düştüğü vehim ve sıkıntıdan kurtulmak için bir hayâl
âleminde yaşamak istiyordu. Üç gün için İstanbul’a gelmiş olan İmparatoriçe
Eug'-nie şerefine Beylerbeyi sarayının parlak duvarlarını sedefle kaplatmış,
Paris’li bir kuyumcuya kıymetli taşlarla işlemeli maassif altın sofra takımı
sipariş etmişti. İngiliz tersanelerinde çok pahalı deniz harp gemileri
yaptırmıştı. Bütün bunlar onun gittikçe artan endişelerinin birer işaretiydi.
Bu
gurur hastalığı (megalomanie) çok garip hâl ve hareketler şeklinde tezahür
ediyordu. Maiyetinden, kendisine çok iğrenç bir surette uşaklık etmelerini
istiyor, dizleri üzerinde sürtünerek yürümelerini, hattâ şarkta bile hoş
karşılanmayacak şekilde kendisine tantanalı tâbirlerle hitap etmelerini
emrediyor, bazan kendi kendisine komik oyunlar oynamaktan bıkınca, çocukça
eğlenceler tertip ediyordu. Sarayın merasim salonlarında horoz dövüşleri
yaptırıyor, kan ter içinde horbzları kovalayarak onları yakalayıp boyunlarına
imparatorluğun en yüksek nişanlarını takıyordu.
Saltanatm
vârisi olan şehzadeler sessiz bir şekilde ve hiç bir şey yapmaya muktedir
olamadan yalnız padişahın şansını değil ve fakat devletin de yavaş yavaş
çöküşünü üzüntü ile sey-rediyorlardı.'Kifayetsiz olduğu kadar rüşvetçi ve irtikapçı nâzır-lar ıslahat ve yenilik hareketlerini tamamen
ihmâl etmişlerdi. Onların bu aczinden ve zaafından istifade etmesini bilen yeni
Rus sefiri General îgnatieff Balkan yarımadasının bütün kilit noktalarında
işbaşına kendi ajanlarını getiriyordu.
Paris
Andlaşmasının imzasından on üç sene geçmişti. Çarlık Rusya'sının ihtirasları
yeniden şahlanmış, gözlerini bir defa daha Boğazların üzerine dikmişti. Bu defa
arada şu fark vardı ki, Rus Çarı önceleri Ortodoks dininin müdafii Unvanına
mukabil şimdi “İslâv kardeşlerin hâmisi” tavrını takınmıştı. Padişahın Avrupa
topraklarındaki vilâyetlerinde Rus konsolosları tarafından zevk ve idare
edilerek İstanbul’daki Rus sefirinden, para yardımı gören gizli cemiyetlerin
adedi çoğalmıştı. Siyasî durumun nezaketi bu tahriklerin faaliyetini
kolaylaştırıyordu. Sedan’da Fransızları mağlûp eden Prusya ordusu, ayni şekilde
bu defa Avrupa ve Şark devletlerinin kudretini de sarsmaya başlamıştı. Sedan zaferinden
bir ay sonra Rus Çarı, Bismarck’dan, tarafsızlığının mükâfatı olarak Paris
Andlaşmasına dahil bulunan Karadeniz hakkmdaki
hükümleri bozmaya hazırlanıyordu.
Mağlûp
Fransa ve Sadowa’da ağır şekilde hezimete uğrayan Avusturya’dan sonra, Paris
Andlaşmasının ihlâli karşısında yalnız İngiltere ve Türkiye mukavemet
edebilecek durumda kalmıştı. Fakat İngiltere’de iktidarda liberal bir hükümet
vardı. Bu hükümetin başında da küçük milletlerin hâmisi vaziyetindeki eski bir
Türk düşmanı olan Mr. Gladstone bulunuyordu. Bu itibarla İngiltere hâriciyesi
işe müdahale edemeyeceğini derin bir teessürle ifade ile sadece
Saint-Petersbourg yerine Londra’da bir konferans toplanması üzerine İsrar
etmekle yetindi.
Eski
müttefikleri tarafından terkedilen Osmanlı İmparatorluğu Rusların çevirdiği
entrikaların arasında kaldı ve bu fırsattan yeni Rus sefiri geniş çapta
istifade etmek imkânını buldu. Uzun seneler hizmet gördüğü Uzak-Doğu’da şarklı
siyaset adamlarıyla nasıl münasebet kurulacağını öğrenmiş olan General
İgnatieff son derece kurnaz, yalan söylemesini ve dalkavukluk yapmasını iyi
beceren bir diplomat idi. Panslavizm’in istikbaline onun kadar inanan bir kimse
yoktu denilebilir.
Bosna’da
Rus ajanları tarafından tahrik edilen bir ayaklanma olmuştu. Bunun üzerine
Bab-ı Ali Rusya’dan yardım istedi. General İgnatieff, mahalli konsoloslardan
aldığı roporlara göre ayaklanmanın hükümete mübalâğalı bir şekilde
aksettiril-diğini, bu işe aşırı bir ehemmiyet verilmeden sükûnetle karşılamanın
daha münasip olacağını söyleyerek Osmanlı hükümetini tedbir almamak hususunda
ikna etti. Müslüman arazi sahiplerinin yanında hristiyan köylülerle meskûn olan
Bosna, Pan-Slâv hareketler için çok müsait bir bölgeydi. Rus ajanlarının
mahareti ve Bab-ı Alinin kötü idaresinin sebebiyet verdiği halkın kaynaşması,
çok geçmeden umumî bir ayaklanma hâline geldi. Padişah bu vaziyet karşısında
Rusya’nın ve Avusturya’nın arabuluculuğunu kabul etmek zorunda kaldı.
1875’de,
çılgınca yapılan israflardan sonra, hazine o kadar berbat bir duruma düştü ki,
nihayet Padişah Avrupa’h alacaklılara, borçlarını ödemek imkânına sahip
olmadığını bildirdi. Bu beyanat, Rusya müstesna, her tarafta şiddetli bir
protesto fırtınasının kopmasına sebep oldu. Rusya, alman bu akıllıca tedbirden
dolayı Padişahı resmen tebrik etti.
Rus
diplomasisi şimdi her sahada zafer kazanıyordu. Hattâ kıskanç bir şekilde
yabancılara kapalı bulundurulan saray haremi bile Rus’lara açılmıştı. General
İgnatieff’in çok güzel ve câzip karısı, Valide Sultan tarafından hararetli bir
şekilde sarayda kabul edildi.. Abdülhamid’in eski bir
dostu olan Valide Sultan Pertevnihal, büyük bir siyasî nüfuz tesis etmişti.
İradesi zayıflayan oğlu Sultan Abdülaziz tamamen onun hâkimiyeti altına
girmişti. Bu suretle Valide Sultan, devlet hâzinesinden geniş çapta masraf yapıyordu.
Mücevherlere olan ihtirası her sene biraz daha artıyordu. Aynı günde elli takım
elbise almakta tereddüt göstermiyor, sonra saraya gelince bunları yaşına ve
başına uygun görmeyerek etrafındaki kadın ve câriyelere dağıtıyordu, onun bu
hareketleri Ali Paşa’nın gözünden kaçmamış ve kendisine masraflarının kontrol
altına alınması hususunda cesurane bir ihtarda bulunulmuştu. Ali Paşa’nın bu
davranışım hakaret sayan Valide Sultan onu aslâ affetmemiştir. Paşa’nın
ölümünden sonra Valide Sultan Pertevniahal, onun taraftarlarının iktidara
gelmesine mâni olmak için bütün nüfuzunu kullandı. Jön Türk-lere karşı
beslediği kin ve nefret, bilindiği gibi onu Rus elçisinin en kudretli bir dostu
yaptı. Bu suretle kendisine Rus Çarı tarafından çok kıymetli mücevherler ve
kürkler hediye edildi.
Pertevnihal’in
düşmanlarına karşı amansız bir kin beslemesine mukabil, dostlarına karşı da o
nispette sadakat gösterdiği bilinmektedir. Bu sadakat bilhassa Padişahın
yeğenlerine karşı açıkça tezahür ediyordu. Halk arasında daha fazla sevilen
Murad için daima bir şüphe ve nefret hissettiği hâlde Abdülha-mid’e olan
dostluğunu ve himayesini yaşatmaya devam ediyordu. Genç şehzadeye karşı son
derece itimat eder, kendisine olan dostluğundan dolayı minnetarlığını ona sık
sık gösterirdi. Abdülhamid onun sayesinde taht etrafında çevrilen dolapları
öğrenmiş oluyordu.
Abdülhamid
bu devirde çok sâkin bir hayat sürüyordu milletlerarası siyasî durumu ancak çok
sıkı şekilde sansüre tâbi tutulan Türk gazetelerinden takip edebiliyordu.
Selâmlık merasimlerine ıştirâk ettiği zamanlar, nâzırlar ile görüşmesine
müsaade edilmiyordu. Bu yüzden uzun zamandan beri Galata bankerleri padişahın
bu yeğeninin önünde siyasî meselelerden bahsetmekten çekiniyorlardı. Fakat
Abdülhamid, Valide Sultan Per-tevnihalden bir çok
şeyleri öğreniyordu. İhtiyar kadın tarafından toplanan doğru veya yanlış
bilgilere göre: Türkiye’nin yeni siyasî temayül ve istikametini, Rus sefirinin
âniden şöhret kazandığını haber almıştı. Esasen kendisinin, yeni sadrâzam
Mahmut Nedim Paşa ile Mısır Hidivi arasında dostluk tesisi hususunda padişahı
ikna etmek suretiyle zekâ ve kabiliyetini ispat ettiğini işitmişti. O sırada
Mısır Hidivi Boğaziçinde bir saray inşa ettiriyor ve bu vesile ile cömertçe
bahşiş dağıtarak herkesin kalbini kazanıyordu..
Bir
sabah Galata’da, Rum bankerlerinden birine tesadüf eden Abdülhamid’e, banker,
padişahın Mısır üzerindeki hükümranlık haklarını, Ermeni bankerleri tarafından
garanti edilecek muayyen bir para mukabilinde Mısır hidivine satmak üzere
olduğunu anlatmıştı. Fakat Pertevnihal’in bu satış işinden haberi yoktu. Esasen
onun haberi olsa da, böyle bir şeyin ehemmiyetini anlayamazdı. Bunu, iptidaî
bir sâfiyet içinde hiç endişe duymadan kabul hazırdı. Ona göre sadrâzam Mahmut
Nedim, Allah tarafından gönderilmiş bir dâhi idi. Çünkü padişahın kasasını
dolduracak yeni bir gelir kaynağı bulmuştu.
İmparatorluğu
yavaş yavaş uçuruma götüren hâdiseler karşısında genç şehzadenin ne gibi bir
tepki gösterdiğini anlamak çok güç idi. Bir taraftan Abdülhamid’in, Halifenin
mutlak kudret ve selâhiyetlerine karşı tam bir inancı vardı. Fakat diğer
taraftan da amcasının yaptığı çılgınca hareketlerin kendisini bir saltanat
mirasından mahrum bırakmasından da korkuyordu. Ab-dülaziz’in saltanat
üzerindeki hakların değiştirilmesi imkânları üzerinde bâzı ulema ile
istişareler yaptığı biliniyordu. Bu teşebbüs ner ne kadar münhasıran kardeşi
Murat aleyhine yapılmış ise de, yine de gözde uzak bulundurulmamalıydı.
Abdülhamid bu endişelerinden Pertevnihal’e bahsetti. O da tanıdıkları Suriye’li
bir şeyhin kehanetine müracaatı tavsiye etti. Şeyh Kâğıtha-nedeki köşke dâvet
edildi. Haliç’e ve Eyüb’ün servi ormanlarına bakan balkona oturdular, şeyh genç
şehzade üzerinde kehanette bulunarak dedi ki:
İki
sene soma siz Eyüp camiinde Osman’ın kılıcını kuşanacaksınız ve bu suretle de
halife ve padişah ilân edileceksiniz.”
Derin
bir huşû içinde telâffuz edilen bu sözler, bir daha aslâ tekrarlanmadı.
Abdülhamid’in sormak istediği bir çok sualler şeyhin
mânâlı bakışları arasında cevapsız kaldı. Daha fazla ifşaatta bulunmayan şeyh,
Suriye’ye avdet etti. Fakat söylediği bir kaç kelime Abdülhamid’i ikna etmeye
kâfi geldi.
Filhakika
genç şehzadenin uzun zaman beklemeye tahammülü yoktu. Kâğıthanedeki çiftliğini
işletmek ve zaman zaman Galata’da borsa oyunu oynamak suretiyle sâkin bir hayat
sürerek sabır ve tahammül ile zamanın geçmesini beklemeye başladı. Fakat ara
sıra yalnız kaldığı zamanlarda Murad ile kendisinin, babalarının tahtı üzerinde
iki vâris olduklarını düşünüyordu. Ama fazla miktarda içki içmesi Murad’ı ağır
şekilde hasta etmişti. Hususî doktoru Rum Mavroyani’nin haber verdiğine göre,
Murad bu itiyadını terketmezse kısa bir zamanda harap olabilirdi. Doktorun bu
teşhisinden sonra Murad şarap müstesna, rakı gibi sert içkileri içmekten
vazgeçmişti.
Murad’ın
kadınlara karşı da büyük zaafı vardı. Her ne kadar çapkın bir tabiatte ise de,
bünyesinin böyle sefih bir hayata tahammülü olmadığı belliydi. Murad’ın
gelirinin büyük bir kısmını kadınlara hasretmesine mukabil, Perestû tarafından
idare edilen ve daha az kalabalık olan Abdülhamid’in haremi onunki kadar
pahalıya mâl olmuyordu. Abdülhamid bütün hayatı boyunca cinsî münasebetlerin
zevkinden ziyade hissi bir alâkanın ihtiyacı içindeydi. Ama bu arzularını da
kendi hareminde gerçekleştirmek istiyordu. Güzel kadınlardan ziyade zeki
olanlara karşı hayranlık gösteriyordu. Böyle bir kadın ile karşılaşabilmek için
Beyoğlu’nun hristiyan muhitinde dolaşmaya başladı. İlk defa olarak Belçika’h
bir kız ile münasebet kurdu.
Flora
Cordier adındaki bu kızdan zamanımıza pek az bir bilgi kalmıştır. Gözlerinin
içi gülen sarışın bir güzel olan bu kız, Beyoğlu’nda bir moda evi işletiyordu.
Dükkânı, Avrupa’h zârif ve kibar gençlerin buluşma yeriydi. Genç kız Abdülhamid
ile olan münasebetlerinde evliliğe müncer olacak kadar ihtiras göstermekten
çekinmiyordu. Hattâ söylendiğine göre onun bu ihtirası gizlice tahakkuk
etmişti. îki sene sonra Abdülhamid tahta çıktığı zaman İngiliz başvekili Mr.
Disraeli, Lord Salisbury’e yazdığı bir mektupta diyordu ki:
“Yeni
padişahın yalnız bir karısı vardır. Bu da Beyoğ-lu’nda mode evi işleten
Belçikalı bir kızdır. Padişah şehzadeliği zamanında genç kızın dükkânında sık
sık gider ve ondan eldiven satın alırdı. Bu sırada ona sonsuz bir hayranlık
duymuştur. Bir gün genç kıza demişti ki: - Benimle evleneceğinizi
zannedi-yormusunuz?...
Genç
kız cevap verdi: - Niçin... Elbette... ve böylece
evlendiler. Bu genç kız şehzadeye saray hayatı aleyhinde devamlı şekilde
telkinde bulunmuştur. Kısaca bir Roxelane (Hürrem Sultan), Abdülhamid de bir
Kanunî Sultan Süleyman... Değil mi?..”
İngiltere
Başvekilinin bu şairane sözlerine rağmen Mile Cordier, Roxelane gibi bir
padişah karısı olmaya lâyık kimse değildi. Bununla beraber bir kaç sene
müddetle Abdülhamid’e hayatında mahrum kaldığı sevgi,ve
aşkı bol bol vermiştir. Onun lehine kaydedilebilecek diğer bir husus da
dükkânın İstanbul’un âdeta bir dedikodu merkezi olmasıdır. Fakat genç
Abdülhamid bu dedikodulardan zevk almayacak kadar ilgisizlik gösterirdi. Mile
Cordier, hristiyanlarla müslümanlarm birleşmesinden ve memlekette anayasa
hükümeti kurulmasını İsrarla isteyen yenilik taraftarlarının faaliyetlerinden
Abdülhamid’in en küçük bir şüphe ve endişe duymadığım hayretle görmüştü. Genç
şehzade ilk defa olarak, hakarete uğrayan hristiyanların durumlarından
şikâyetçi olduklarını ve memlekette yapılacak yeniliklerin tahakkuku için
bütün'ümitlerin Tuna Valisi ve Devlet Şûrası Reisi Mithat Paşa üzerinde
toplandığını da bu Belçikalı metresinin gevezeliklerinden öğrenmişti. Hristiyan
halk lehine bâzı ciddî değişiklikler yapmayı düşünen Mithat Paşa’nın emelleri
ve siyasî temayülleri bu küçük Belçika’lı kız için büyük şeyler ifade
etmeyebilirdi. Sadece Flora Cordier şehzadeye umumî ıztırabı ve hiddeti ifşa
ile iktifa ediyordu. Esasen bu hususlar halkın her tabakası arasına yayılmıştı.
Bundan sadece saray haberdar değildi-
·
IX
Saraya
Baskın
Abdülaziz
fırtınalı bir denizde bocalayan dümcnsiz bir gemi gibiydi. 1876 ilkbaharında
İngiltere Sefiri Sir Henry Elliot not defterine şunları yazıyordu;
“Paşalardan
sokaktaki hammallara ve Boğazdaki kayıkçılara kadar, kimse artık düşüncesini
saklamaya lüzum görmüyor. Bütün ağızlarda (Kanun-u Esasi) kelimesi dolaşıyor.
Eğer padişah, bunu halka vermeyi red ederse tahttan indirilmesi hemen hemen
önlenemiyecek bir teşebbüs haline gelecektir.”
O
sene kış çok sert geçmişti. Anadolu’da soğuktan ve açlıktan binlerce insan can
vermişti. İstanbul mültecilerle dolup taşıyordu. Camiler ve medreseler
yıkılacak kadar insan ile dolmuştu. Sokaklarda, başı boş
köpeklerden daha fazla dilenci dolaşıyordu. Müslümanların an’anevî
misafirseverlikleri çetin-bir imtihan geçiriyordu. Zenginler ve fakirler aynı
şekilde hükümetten nefret ediyorlardı. Hükümet merkezinde memnuniyetsizlik
arttıkça, vilâyetlerden de, zaman zaman çok fena haberler geliyordu. Sırbistan
ve Karadağdan hareket eden kafile halindeki gönüllüler, ayaklanan Boşnakların
yardımına koşuyordu. Bulgaristan’da birkaç seneden beri çok iyi bir şekilde
komşuluk yapan müslüman ve hristiyan halkın dinî hisleri Panslâv fesatçılar
tarafından iyice körüklenmişti. Selânik’de ayaklanan mutaassıp müslümanlar
Fransız ve Alman konsoloslarını katletmişlerdi. 1876 ilkbaharında Şark meselesi
bütün Avrupa hükümetlerinin bir defa daha dikkatle üzerinde durmayı icabettiren
bir hal almıştı. (Drei Kaiser Bund-Üçlü îttifak)m üç partöneri olan Avusturya,
Almanya ve Rusya İmparatorları Osmanlı Padişahını, uzun zamandan beri
vaadettiği İslâhatı ve yenilikleri tatbik sahasına koymamakla itham ederek,
eğer bu taahhütlerini yerine getirmezse “hristiyan tebaayı himaye için”
müdahalede bulunmak mecburiyetinde kalacaklarını açıkça bildirdiler.
Bununla
beraber AvrupalIların farkedemedikleri bir husus vardı; bizzat gayri memnun
olan Türk milleti için, yabancı devletlerin müdahale tehdidi ağır bir zillet ve
hakaret teşkil ediyordu. Resmen faaliyeti yasak edilen “Jön Türkler Partisi”
zaman geçtikçe gizli bir kuvvet kazanıyordu. Müslüman ve hristiyan halk şimdi
Mithat Paşayı şef olarak nazarı itibare alıyordu. Hükümet merkezinde ötedenberi
muhafazakâr sınıfı temsil eden medrese talebeleri (mollalar) bile yenilik
taraftarlarının dâvalarına iştirâk ediyorlardı. Nitekim 10 Mayıs günü iki bin
kadar medrese talebesi Harbiye Nezaretine gitmekte olan padişahın oğlu şehzade
Yusuf İzzettin’i tevkif ederek, Rus taraftarı olan sadrâzamın derhal azlini ve
yerine Mithat Paşa’nın getirilmesini istediler.
Bir
ihtilâl tehlikesinden korkan Padişah hemen Mithat Paşayı huzura çağırdı. Fakat
sekiz günden beri Paşa, hükümet merkezinde değildi. Esasen Mithat Paşa,
Abdülaziz tahtta kaldıkça hiç bir ıslâhat ve yenilik hareketinin gayesine
ulaştırıl a-mayacağına kaaniydi. Bu buhranlı durum karşısında âciz kalan
padişah hareme kapanarak vaktini onyedi yaşındaki bir Çerkeş kızının koliarı
arasında geçiriyordu. İddia edildiğine göre, genç Çerkeş kızı padişahın zayıf
karakteri üzerinde şiddetli bir nüfuz tesis etmişti.
Onun
arzularını yerine getirmek için padişah bir milyon lira sarfetmekten
çekinmemişti. Abdülaziz’in hafinden başka bir çare kalmıyordu. . Bu itibarla
Mithat Paşa, hâlen şehir dışındaki bir konakta mahpus yaşayan veliahd ile dâva
uğruna temasa geçti. Bu temasların teferrüatı hakkında fazla birşey bilinmiyor.
Keza Abdülhamid’in de bu görüşmelerde hazır bulunup bulunmadığı malûm değildir.
Fakat hâdiselerin takibettiği seyir nazarı itibare alınırsa onun herşeyden
malûmatı olduğu veya ihtilâl hareketinde mühim bir rol oynayan eniştesi Mahmut
Celâ-lettine Mithat Paşa tarafından gerekli izahat verildiği anlaşılmaktadır.
Alelâde hallerde tahta karşı yapılacak bir harekete iş-tirâk edebilecek en
sonuncu şahıs Abdülhamid olabilirdi. Fakat bu sırada istikbalinin tehlikeye
düşebileceği korkusu ihtilâl korkusundan daha kuvvetli olduğundan itimat
etmediği kimselerle birleşmeye ve nefret ettiği kardeşini desteklemeye mecbur
bulunuyordu.
Halk
arasında yenilik taraftan ve fazilet timsali olarak bilinen şehzade Murat,
Avrupa seyahatinden sonra tamamen değişmiş ve anlaşılmaz bir takım demokrasi
sloganlarının hararetli bir taraftarı kesilmişti. Sürdüğü hayat tarzı,
sıhhatini altüst etmişti. Eskiden içkiye olan düşkünlüğü bir temayül
halindeyken şimdi fena bir itiyat şeklini almıştı. İçkinin tesiriyle mânen ve
maddeten çökmüştü. Fakat mahpus hayatında kurtulduktan sonraki devreye ait
şehzade Murat’ın kusur ve zaaflarını pek az kimse biliyordu. Mithat Paşa,
Murat’ın bu fena huylarından şüphelenmekle beraber iktidarda istediği gibi
serbest kalarak dizginleri elinde tutabileceğini tahmin ediyordu.
Filhakika
Mithat Paşa’nın en hâkim vasfı muhteris olmasıydı. Fakat bu ihtiras, şahsî
gayelerden ziyade memleketinin iyiliği içindi. Ondokuzuncu asır Türkiyesinde,
idaresi altındaki vilâyetlerde bütün fenalıkları ortadan kaldırmış olması, onun
en müspet icraatı olarak belirmişti. Bu parlak neticeler Bab-ı Ali’nin tıklım
tıklım dolu koridorlarına merhametsiz bir şekilde saldırarak, oradaki bir takım
tufeyli, irtikapçı ve rüşvetçi kimseleri
uzaklaştırmakla elde edilmişti. Mithat Paşa servetini, mevkiini ve hattâ
hayatını, memleketinin hür bir anayasaya sahip olması için fedaya hazırdı.
“Sultan Abdülaziz’in hal’inin münakaşa kabul etmeyen zarureti” üzerinde
mutabakat hasıl olup karar verildiği zaman, Hükümet
azalan arasında sadece Mithat paşa ile Harbiye Nâzın hayatlarını ortaya koyarak
bir darbe yapmak çin teşebbüse geçmişlerdir.
O
sırada padişaha karşı halkın kin ve nefreti açıkça ifade ediliyordu. Nitekim
bunu yakından bilen Büyük Britanya sefiri yazdığı bir mektupta;
“Abdülaziz’in
hal’i artık sadece bir gün mes’elesidir.” diyordu. Fakat çok gariptir ki, böyle
bir hareket yapılacağı hak-kmdaki dedikodulardan şehrin her tarafında casusları
olan sarayın ve Rus sefaretinin haberi olmamıştı. Anlatıldığına göre Saray
baskınının 29 Mayıs gecesi yapılacağı tesbit edildiği sırada Abdülaziz saltanat
salonunda horoz dövüşü seyrettikten sonra gayet rahat bir şekilde yatak odasına
çekilmişti. Rus sefiri İgn-atieff ise Berlin muhtırasının son hazırlıklarını
görüşmek üzere Avusturya sefaretinde akşam yemeğinde bulunuyordu. İngiltere’nin
muhalif kaldığı Boşnak mes’elesi hakkındaki bu muhtıra ertesi günü padişaha
takdim edilecekti. General Ignatieff, Avusturya sefirinin nefis yemeklerini
yerken, Harbiye Nâzırınm emrine giren kara ve deniz birliklerinin saray üzerine
yürüyüşe geçeceğine aslâ ihtimal vermiyordu.
Fırtınalı
bir geceydi. Karadeniz cihetinde esen şiddetli bir rüzgâr köpükler saçarak
Boğaz sularını kamçılıyordu. Asya sahilindeki küçük bir sandalda bulunan bir
kaç kişilik grup yağmurdan adamakıllı ıslanıyordu. Bunlarda, baskında vazife
alacak kimselerin hâli yoktu. Hepsi de gece yarısı böyle bir yolculuk yapmaya
alışkın olmayan yaşlı ve itibarlı siyaset adamlarıydı. Karşılarında Boğazın
diğer sahilinde Dolmabahçe Sarayı’nın karanlıktaki silueti yükseliyordu,
sarayın ıslak mermer duvarlarının üzerinde arasıra akisler yaratan bir ışık
parlıyordu. Bu ışıklar âdeta yaklaşan bir tehlikenin işaretine benziyordu.
Büyük zorluklarla Boğazı geçtikten sonra arabaların ve atların evvelce tesbit
edilen yerde bulunamaması derin bir şaşkınlık yarattı. Nihayet bir saat sonra
aradıklarını buldular. Mithat Paşa saraya yapılan baskından halkı haberdar
etmek üzere hemen İstanbul tarafına, diğer arkadaşları da kışlalara doğru
hareket etti.
Dolmabahçe
saati geceyarısmdan sonra biri çalmak suretiyle sanki Abdülaziz’in âkibetini
ilân ediyordu. Bu son dakikada beyaz mermer sarayında tuzağa yakalanan Abdülaziz’i
kurtarmak için herhangi bir hareket yapmaya artık imkân kalmamıştı. Zira
sarayın etrafı ve kapıları sarılmıştı. Abdülaziz’in çok iftihar ettiği
donanmasının yeni gemileri, şimdi onun kaçabileceği yolları kesmekle vazifeli
olarak Marmarada dolaşıyordu.
HİÇ
bir şeyden haberi olmayan padişah, yanında genç ve güzel çerkes kızı olduğu
halde altın işlemeli yatağında derin bir uykuya dalmıştı. Gecenin karanlığını
yırtan silâh seslerini bir takım gürültüler takibetti,
ve bir anda bahçenin kumsal tarhlarını çiğneyen asker çizmelerinin gıcırtıları
etrafa yayıldı. Padişaha sâdık Arnavut muhafızlar, gelenlere mâni olmaya
teşebbüs ettilerse de kolayca bertaraf edildiler. Mütecavizler hemen sarayın
kapısını zorlamaya başladılar. Hakikî ve sert bir asker olan Harbiye Nâzın
için, sarayın saltanat dairesine girmek için de zor olmadı. Başlarında, beyaz
gece elbisesiyle dev gibi Kızlara-ğası olduğu halde bir sürü haremağası salonda
ayakta duran padişahın etrafım çevirmişti. Abdülaziz yarı giyinmiş vaziyette
elinde bir kılıç dimdik ayakta duruyordu. Çerkeş kızı korkudan hıçkırarak
efendisinin koluna asılmıştı. Bir taraftan peçesi ile yüzünü kapatmayı da ihmal
etmemişti.
Abdülaziz
ilk önce mukavemet etmeye teşebbüs etti. Ancak Harbiye Nâzın elindeki fetvayı
gösterince kılıcını kınına sokmaya râzı oldu. Fetvayı imzalamış olan Şeyh-ül
İslâm, İmparatorluğun en yüksek dinî reisiydi. Padişahları azletmek, şeriat
hükümlerine göre sadece onun iktidarında bulunuyordu. Fetva okunduktan sonra
Abdülaziz mukadderata boyun eğdi. Bu sırada iri yarı bir kadın olan Valide
Sultan haremden çıkageldi. Saçları darmadağınık, yüzü açıktı. Birden Harbiye
Nâzırının üzerine atılarak kınalı tırnakları ile Paşa’nın yüzünü tırmalamaya,
sırmalı terlikleriyle de karnım tekmelemeye başladı. Artık Valide Sultan
Pertevnihal, bir anda eski halk kadını Besime oluvermiş, oğlunu kurtarmak için
herhangi bir köylü kadın gibi kavgaya koyulmuştu. Fakat daha önce garip bir
şekilde sükûnet bulmuş olan padişah, şimdi yerde yatan annesini yakalamaya
çalışan askerlere birkaç söz söylemiyecek kadar şaşırmıştı ve az sonra da hiç
bir muhalefet ve mümanaat göstermeden sarayın kapısı önünde bekleyen arabaya
götürüldü.
Sarayda
bu hâdiseler olurken İstanbul tarafında bulunan Mithat Paşa endişeli saatler
geçiriyordu. Yalnız başına ve iliklerine kadar ıslanarak Harbiye Nezaretine
gelmişti. Nezaretin kapısındaki nöbetçi onu tanımıyordu. Bir müddet bekledikten
sonra, civardaki kışlalara kumanda eden subayın yanma güçbelâ gitmek imkânını
buldu. Eğer bir başarısızlık şayiası çıkarsa, oradaki birlikler pekâlâ aleyhte
bir harekete geçebilirdi. Fakat şafak sökerken saraya yapılan baskının ve bu
suretle de padişahın hal edildiğinin muvaffakiyetle neticelendiğini ilân eden
top sesleri işitildi. Büyük bir ferahlık hisseden Mithat Paşa bulunduğu yerden
çıktı ve neşeli tezahürata vesile olan sevinçli haberi halka ilân etti. Eski
padişaha karşı halkın nefreti o kadar şiddetliydi ki yapılanların doğru
olmadığına dair en küçük bir mırıltı bile duyulmadı. Askerlerle beraber gönüllü
bir maiyet erkânı gibi Mithat Paşa’nın peşine düşen halk, şehrin civarındaki
şehzade Murad’ın konağına kadar geldi.
Mithat
Paşa konağa vasıl olduğu sırada Murat henüz uykudaydı, Saray baskınını
hazırlayanlar veliahdin kendi görüşlerine iştirak edip bir anayasanın ilânına
rıza göstereceğine ve hiç bir şeye karışmadan plânlarını tatbik etmelerine göz
yumacağına tamamen itimat ediyorlardı. Haremağalarından biri hâdiseyi haber
vermek için şehzadeyi uyandırdığı zaman Murat ilk önce dehşetli bir korkuya
kapıldı. Devamlı şekilde öldürüleceğini vehmederek yaşadığı için, haberin yalan
olduğunu, bir tuzak kurularak kendisinin amcasına teslim edilmek istendiğini
zannetti. Mithat Paşa’nın, konağına gelmesi bile ona emniyet vermeye kâfi
değildi. Yatağının üzerinde büzülmüş vaziyette durmadan; “Amcamı serbest
bırakınız!” diye mırıldanıyordu.
Bu
zavallı mahlûk karşısında Mithat Paşa, uğruna canını feda ettiği dâvasının
kaybedilmek tehlikesine mâruz kaldığım anladı. Şehzâdenin önünde diz çökerek
ona cesaret tavsiye etmeye başladı. Şehzâdeye;
“Abdülaziz’in
vaadlerini yerine getirmek için vaktin artık geçmiş olduğunu, herşeyin olup
bittiğini, halkın padişah olarak kendisini beklediğini, nâzırlarm Harbiye
nezaretinde toplu bir halde emrine hazır olduklarını” bildirdi. Fakat Murat’tan
gözyaşından başka bir cevap gelmiyordu. Genç, fakat hasta olan şehzade iktidar
yükünün altında âdeta şimdiden ezildiğini hissediyordu. Bu sırada Mithat Paşa
birden Abdülhamid’i hatırladı. Babaları Abdülmecit zamanında bu iki şehzadenin
birbirlerinden son derecede nefret ettiklerini, yekdiğerine aslâ itimat
göstermediğini biliyordu. Sert bir sesle dedi ki “Zat-ı şahaneleri tahta
çıkmayı kabul buyurmazlarsa, bu hak sizden sonra gelen ilk vâris kardeşiniz
Abdülhamid’e intikal edecektir.” Nefret ettiği bu ismi işiten yeis içindeki
genç şehzâdeye âdeta yeni bir hayatiyet gelmişti. Birden kendini kaybedercesine
“Asla!... Asla!...” diye
bağırarak yatağından fırladı. Sonra biraz sâkinleşin-ce: “Allahın dediği olur.
Milletimin başına geçeceğim.” dedi.
Mithat
Paşa inatçı şehzadeyi tahta oturtmak için bu şekilde ikna ettiği sırada, diğer
arkadaşları da Harbiye Nezaretinde toplanıyorlardı. Henüz bir kaçı bir araya
gelmişti ki, şehzade Abdülhamid’in geldiği haberi verildi. Bu haberi orada
bulunanların hepsi de hayretle karşıladı. Saraya yapılacak baskın tasavvurundan
haberi olmadığı zan edilen şehzadenin bu kadar çabuk bir zamanda nasıl
geldiğini herkes birbirine soruyordu. Fakat şehzadenin yanında eniştesi Mahmut
Celâlettin, en zengin ve en kudretli paşalardan biriydi. Onun, yüksek rütbede
subaylar üzerindeki nüfuzu bilindiği için baskından, daha önce haberdar
edilmişti. Sâkin bir tevazu ve nezaketle genç şehzade şaşkın nâzırların
ellerini sıktı. Nâzırlardan bâzısı şehzadeyi belki de ilk defa görüyordu. Pala
gibi eğri ve iri burnunun ikiye ayırdığı soğuk ve solgun yüzü, şimdiye kadar
asla bu derece hissiz ve somurtkan olmamıştı. Ağır gözkapaklarının altına
gizlenen koyu gözlerinde hiç bir mâna ve canlılık yoktu. Onun, kardeşiyle olan
münasebetlerinin derecesini bilenler, kendisinin veliaht olarak kat’iyen arzu
edilmiyeceğini tahmin ediyorlardı. Fakat Murat, devleti, modern bir hükümdar
olarak idareyi vaadetmişti ve esasen meşrutiyet anayasası saltanat vârislerinin
zehirlenmesine veya katledilmesine aslâ cevaz vermiyordu. Sabahın alaca ve
rutubetli karanlığında, Abdülhamid, Dolmabahçe’den atılacak top sesi ile
verilecek işareti beklemişti ve top sesini duyunca da başka bir haber
beklemeden kardeşinin tahta çıkışını sâdık tebaadan biri olarak ilk defa tebrik
etmek için Harbiye nezaretine
koşmuştu.
Birkaç
aydanberi Murad’ın sıhhatiyle ilgilenen Abdülha-mid, onun ırsî bir sinir
hastalığına yakalanmış olduğuna hekimlerin kanaat getirdiklerini biliyordu.
Aşırı derecede kadına ve içkiye olan iptilâsı yüzünden Murad’ın zaten bozuk
olan dengesinin âni heyecanlar karşısmda sarsıldığı ilk hamlede meydana çıktı.
Çünkü Mithat Paşa tarafından refakat edilen, refakat değil, âdeta desteklenerek
Harbiye nezaretindeki Şûra salonuna giren Murat, acınacak bir halde olduğunu
isbat ediyordu. Yeni bir devrin şafağında tahta çıkan şehzâde nâzırları kabul
etmek için kararsız ve titrek adımlarla ilerledi. O kadar şiddetli bir sarsıntı
geçiriyordu ki, kılıcını bile zor tutabiliyordu. Muhteşem ve tantanalı cülûs
yeminini hemen hemen anlaşılamayacak bir sesle telâffuz etti.
Bu
sırada nezaretin önündeki meydanda toplanmış olan askerler “Padişahım çok yaşa!...” diye bağırıyorlardı. Marmara denizindeki donanmadan
atılan topların gürültüsü yeni hükümdarın tahta çıktığını ilân ediyordu. Fakat
Harbiye Nezaretindeki salonda toplanmış olan nâzırlar meyyus ve üzgün bir
şekilde yan gözle birbirlerine bakıyorlardı. Kendilerine hâkim olmak
istemelerine rağmen gayrı ihtiyarî nazarlarını genç şehzade Ab-dülhamid’e doğru
çevirdiler.
Sultan
Murad’ ın Çok Kısa Süren Saltanatı
Türkiye
yeni bir hükümdara sahip olmuştu. Sultan Murat İmparatorluğun her tarafında
(Islahatçı-Yenilik taraftarı Murat) ünvanı ile alkışlanıp selâmlanıyordu. Haber
Avrupa’da da aynı heyecanla karşılanmıştı. Fakat İstanbulda yalnız Rus sefiri
General İgnatieff ihtiyatlı ve soğuk bir vaziyet muhafaza ediyordu.
Beyoğlu’ndâki Avrupa kolonisi arasında korkulu ve şüpheli bir hava yaratmak
maksadıyla da sefarethanenin etrafında özel emniyet tedbirleri aldırmıştı.
Fakat çok geçmeden General İgnatieff dahi hâdisenin müslümanlar kadar,
hristiyanlar tarafından da çok müsait karşılandığını kabule mecbur oldu.
İhtiyati bir tedbir olarak İstanbul’da ilân edilen fevkalâde hal, bir kaç
saatten fazla devam etmedi. 31 Mayıs öğleden sonra tekrar açılan kahveler
sevinç içinde olan halkın istilâsına uğradı. Pazarlarda ve eğlence yerlerinde
oynatılan Karagöz oyunlarında günün mevzuu olan iki şahsiyetin taklitleri
yapılmaya başlandı. Seyircileri çok eğlendiren bu şahsiyetlerden biri Rus
taraftarı olarak tanınan ve kendisine Nedimof ismi takılan eski sadrâzam Mahmut
Nedim Paşa, diğeri de Rus sefiri General İgnatieff idi.
Fakat
halkın bu sevinci, melânkolik bir hastalığa yakalanmış olan genç padişahı
kurtarmak için nâzırların ve hekimlerin büyük gayret ve faaliyet gösterdikleri
sarayda en küçük bir aksiseda yaratmıyordu. Murat, kendi namına tanzim edilen
ferman ve iradeleri bir çocuk uysallığı ile imzalıyordu. Fakat sefirlerin
tebriklerini kabul etmek sırası gelince, padişah öyle şiddetli buhranlar
geçirmeye başladı ki, hekimler tebrik merasiminin tâ-likine lüzum gördüler.
Vaziyet çok ciddi bir hal almıştı. Mithat Paşa bir an bile padişahı yalnız
bırakmaya cesaret edemiyordu. Bu yüzden “Biad” merasimi de gayrî muayyen bir
zamana bırakıldı. Sultan Murad’ın sarsılan sinirlerinin yavaş yavaş istirahat
ve sükûnet içinde tabiî haline gelebileceği ümid ediliyordu. Fakat müteakip
haftalar zarfında meydana gelen hâdiseler, bütün ümitlerin kaybolduğunu
gösterdi.
Eski
Padişah Abdülaziz’in hayatına son verdiği hakkında-ki haber şehre yayılınca,
herkes onun öldürülmüş olduğuna ihtimal verdi. Fakat İstanbul’un en meşhur on
dokuz hekimi ile sefaret hekimlerinin müşterek beyannameleri ve eski Sultanın
haremindeki kadınlarla harem ağalarının şehadeti, Abdülaziz’in intihar ettiğine
inanmak için ciddî delilleri teşkil etti. Şehitlere göre eski padişah hal
edildiğinin ertesi günü derin bir ümitsizliğe kapılmıştı ve bu yüzden de üç
defa kendisini pencereden atmaya teşebbüs etmişti. Bir ihtiyat tedbiri olmak
üzere, haremdeki kadınlar makas ve bıçak gibi kesici âletleri saklamaya lüzum
görmüşlerdi. Verilen bir haber doğru ise, eski padişahın annesi İhtiyar Valide
Sultan Pertevnihal, oğlunun ölümüne sebep olan yegâne kimse idi. 4 Haziran
sabahı, Abdülaziz, sakalını düzeltmek üzere annesinden bir makas istedi. Pertevnihal
sultan ona istediği makası getirdi ve odasında yalnız bıraktı. Kadınlardan
birini de odanın penceresine nöbetçi koymaktan başka bir tedbir almadı. İşte,
hâdiseyi bu pencerede bekleyen eski padişahın gözdesi güzel çerkes kızı görüp
haber vermişti. Gözlerini, efendisinin oturduğu sandalyeden ayırmayan genç
kadın, birdenbire Abdülaziz’in ölümü halefi Murat üzerinde çok feci bir tesir
yarattı. Dengesi iyice bozulmuş olan bedbaht Murat, kendisini amcasının kaatili
olarak görüyordu. Bu yüzden vaziyetin çok tehlikeli bir hal aldığını anlayan
annesi yeni Valide Sultan, hemen Mithat Paşayı bularak ondan, Viyana’nın en
tanınmış bir sinir mütehassısının getirtilmesini istedi.
Aradan
hayli zaman geçmesine rağmen genç Sultan halkın karşısına çıkmıyor ve onların bu
arzularını mükâfatlandırmak için herhangi bir harekette bulunmuyordu. Cuma
günleri Dolmabahçe camiinin önünde toplanan kalabalık sadece kapalı bir
arabanın geçtiğine şahit oluyordu. Halkın sevinci çok geçmeden yerini, derin
bir şüphe ve endişeye bıraktı. Eski padişahın intiharı, İstanbul’un muhafazakâr
unsurları arasında şiddetli bir tepki yarattı. Birkaç gün sonra da Abdülaziz’in
gözdesi güzel çerkes kızı öldü. Çok muazzam bir kalabalık genç kadının
cenazesini Üsküdar mezarlığına kadar takip etti. Fakat bu ölüm daha fecî
hâdiselerin başlangıcından başka bir şey değildi. Ölen çerkes kızının, eski
padişaha çok sâdık olmak ve iyi silâh kullanmakla tarîman subay kardeşi
Bağdat’a sürgün edilmişti. Bu suretle kendisine hakaret ve tecavüz edildiğine
kani olan genç subay, Harbiye nazırından intikam almaya karar verdi .Bir gün fazla miktarda afyon yutarak üzerine dört
tane tabanca aldı. Tabancalardan ikisini beline, diğerlerini de çizmelerinin
kenarına yerleştirdi. Hemen Bab-ı Ali’ye giderek kabine toplantısından çıkmakta
olan nazırlardan evvelâ Harbiye, sonra da Hariciye nâzırının üzerine ateş etti.
Her iki nazır da öldürülmüştü. Kendisini yakalamak isteyen iki kişiyi daha yere
seren genç subay, ancak yedi kişiyi öldürüp sekiz kişiyi de yaraladıktan sonra
yakalanabildi.
Kalabalık
bir halk kitlesinin huzurunda asılıncaya kadar cesaretini ve metanetini
muhafaza eden subay, hiç bir suikast düşüncesi olmadığım, sadece Harbiye
nâzırından intikam almak istediğini söylemekten başka bir itirafta bulunmamakta
ısrar etti. Fakat mutaassıp bir gencin bu mücerret hâdisesi, doğmakta olan yeni
bir rejimin ölüme mahkûmiyetinin ilk belirtisi oldu. Bu hâdiseyi müteakip
Sultan Murat aklım tamamen kaybetti. Doktor Leidersdorff Viyana’dan geldiği
zaman padişahın hususî doktoru ve İstanbul Akıl Hastahanesinin Müdürü, Sultanın
artık tedavisi mümkün olmadığını açıkça beyan etmiş idi. Bununla beraber doktor Leidersdorff bu fikre iştirak etmedi. Kronik alkolizm
halinin bir seri şoklarla vehamet kesbetmiş olduğunu, hastanın üç ay müddetle
mutlak bir istirahate tâbi-tutulması ve her türlü heyecandan uzak
bulundurulması suretiyle tedavisinin ihtimal dahilinde
olabileceğini söyledi. Bu teşhis, nâzırları daha sıkıntılı ve müşkül bir
vaziyete sokuyordu. Zira imparatorluk, tarihin en nâzik bir devresinde
hükümdarsız kalmış olacaktı.
İmparatorluğun
her tarafında, padişahın tebaasına vaadet-tiği anayasanın ilânı bekleniyordu.
Yeni padişahın tahta çıktığının birinci günü Mithat Paşa tarafından neşredilen
iradede, yapılacak yenilikler ve İslâhat ile Sultanın tebaası arasında mutlak
müsavatı temin için, hattâ şeriat hükümlerinden bâzısmın bile tatbik
edilmiyeceği ilân ve ifade edilnuşti. Bu irade Avrupa’da çok müspet bir tesir
yapmıştı. Prens Bismarck ve Kont Andras-say, Prens Gortchakoff’u müştereken ikna
ederek, genç Sultana, devlet teşkilâtım bir nizam altına sokmak üzere zaman
verilmesi ve bu itibarla Berlin muhtırasının da daha müsait bir tarihe
bırakılması hususunda anlaşmışlardı. Fakat aradan henüz bir ay geçmeden büyük
siyasî hâdiseler oldu ve Balkanlar yeniden ateş aldı.
Türkiye’ye
saldırmak için Sırbistan ve Karadağ, Bosna’daki isyan hareketlerine iştirak
etmişti. Diğer taraftan Rus ajanlarının tahrikiyle Bulgaristan’da ve
Bosııa’dakine benzer bir ayaklanma oldu. Mayıs ayında silâha sarılan hristiyanlar
müslü-man komşularına saldırmaya başladı. Müslüman köylerine hücum eden
Bulgarlar Türk kadınlarına tecavüz edip, köyleri yakıp yıktılar. Yüz kadar Türk
askeri ve polisi katledildi. Bunun üzerine gayrimuntazam kuvvetler halinde
harekete geçen müs-lüman ahali kendilerini müdafaaya teşebbüs etti.
Bütün
bu hâdiseler ve Bulgar katliâmı dünyada şiddetli bir tepki yarattı. Hergün
biraz daha vehamet kespeden vaziyet karşısında âciz kalan Türk hükümeti
toplanarak, Temmuz ayının ilk günlerinde kardeşinin hastalığının devamı
müddetince şehzade Abdülhamid’e nâip sıfatiyle saltanata geçmesini teklif
ettiler.
Birkaç
aydanberi Abdülhamid, Boğaziçinin en güzel plâjı ve yabancı sefirlerin yazlık
ikametgâhlarının bulunduğu Tarab-yadaki villâsında oturuyordu. Yazın güneşten
ve rüzgârdan gümüş gibi parlayan ahşap yalıları ile küçük limanında rengârenk
yelkenlilerin dolaştığı, çiçek ve manolya bahçelerinin içindeki Tarabya eşine
az tesadüf edilen güzellikte bir yerdi.
Abdülhamid
haremini şehirdeki konağına bırakmıştı. Bu durum onun Mille Cordier ile
evlendiği hakkındaki dedikoduların gürültülü bir şekilde yayılmasına sebep
olmuştu. Şüphesiz ki genç şahzade hayatında ilk defa olarak ciddî şekilde
âşıktı. Bu küçük Belçikalı kız ile çok mesut bir hayat sürüyordu. Gençti. Aşka karşı
büyük bir ihtiras duyuyordu. Tarabyanın gül bahçelerinde bir aşk âleminin engin
güzellikleri vardı. Diğer taraftan hayatında ilk ve son defa hür ve serbest
idi. Kardeşi kapalı kapıların arkasında hükümdarlık yaptığı müddetçe daima
böyle kalacağını hissediyordu. Tarabyada birçok paşalardan daha sâde ve
basit bir şekilde yaşıyordu. Maiyeti sadece bir yâver, bir kâtip ve bir
doktordan ibaretti. Doktoru ve şahsî dostu Mavroya-ni’yi zaman zaman şehre
göndererek padişahın sıhhati hakkında yeni haberler alıyordu. Bu suretle
kardeşinin tedavisi üzerinde Viyanah mütehassısın, diğer meslekdaşlarından daha
fazla bir başarı sağlayamadığını ve son haftalarda Murad’ın iki defa kendisini
sarayın penceresinden denize atmaya teşebbüs ettiğini öğrenmişti. Bu sebepten
padişahın ikamet ettiği dairenin pencerelerine demir parmaklıklar koymak
zarureti hasıl olmuştu.
Abdülhamid’i
çok iyi tanıyan Mavroyani, buna rağmen, getirdiği haberlerin onun üzerinde
nasıl bir tesir yaptığmı anla-yamıyordu. Daima yarı kapalı duran gözlerinde,
tartarak ölçülü bir şekilde yaptığı konuşmalarında kardeşine karşı bir şefkat
ve merhamet hissinin olup olmadığını da farketmek zor idi. Hayal kırıklığı
içinde geçen kin ve ihtiras yılları artık tamamen unutulmuş gibiydi. Fakat
veliaht Abdülhamid, düşüncesini açıklayacak en küçük bir söz ve hareketten
dikkatle sakınıyordu. Gecelerini Tarabyada Flora Cordier’nin kolları arasında,
gündüzlerini de Beyoğlu’nda büyük bir şirketin müdürü olan komşusu İngiliz Mr.
Thomson ile ahbaplık ederek sâkin bir şekilde geçiriyordu.
Mr.
Thomson, veliaht tarafından gezintilere dâvet edildiği zaman sonsuz bir gurur
duyardı. Bu gezintiler esnasında İngiltere’nin takibettiği politika hakkında
veya kendi memleketinin anayasasına dair veliahde sık sık sualler
soruyordurAbdülhamid Bulgaristanda olup biten hâdiselerden son derecede bir
dehşet ve heyecan duyuyordu. Katliamların Avrupa’da önlenemiyen fena akisleri
ona endişe veriyordu. Avrupa umumî efkârından bu derecede endişe duyan ve geniş
bilgi sahibi bir Osmanlı şehzadesine rastlamak çok istisnaî bir haldir.
Mr.
Thomson, şahzadenin samimiyetinden ve onun Avru-apakların zihniyet ve
telâkkilerini anlamak için gösterdiği alâkadan dolayı hayretler içindeydi. Onun
bilgisizliğini itiraf edişinde bile hoşa giden birşeyler vardı. Hattâ bir gün
gayet samimi, bir şekilde: “Bizim gibi haremağalarının yetiştirdiği esir
çocuklardan ne beklenebilir?.. “ demişti. Fakat Mr.
Thomson, liberal prensiplerden bahsetmeye ve hristiyanlara karşı müslüman-ların
takındığı tavrı tenkide başladığı zaman, şehzadenin birden suratı asılır ve
nâzik bir şekilde mevzuu değiştirirdi.
Bununla
beraber Abdülhamid, Mr. Thomson ile yaptığı konuşmalardan çok istifade
etmiştir. Nitekim kendisine naiplik vazifesi teklif ve takdime gelen Mithat
Paşa üzerinde, bu sayede çok müspet bir tesir bıraktı. Abdülhamid ile Mithat
Paşa evvelce yalnız Sultan Murad’m tahta çıkışı günü birbirlerine
rastlamışlardı. Daha evvel tanışmıyorlardı. Bu defa Abdülhamid’i yakından
tanıyan Mithat Paşa, onun siyasî mes’elelere dair derin vukufunu görünce
şaşırmıştı. Fakat bununla beraber genç veli-ahdi çok mütevazi
bulmuştu. Hele herşeyden fazla onun naiplik vazifesini kabule çok az temayül
göstermesi paşayı büsbütün hayretlere düşürdü.
Abdülhamid
padişahın tedavi edilemeyeceğine henüz tam mânâsıyla kaani olmayan ihtiyar
sadrazam Mehmet Rüştü Pa-şa’nın esaslı bir karara varabilmek için tereddüt
içinde olduğunu biliyordu. Diğer taraftan İstanbul Ordu Kumandanlığını da
uhdesinde muhafaza eden ve eski padişahın hal’inde mühim bir rol oynayan yeni
Harbiye Nâzın Redif Paşa ile, kendisini padişahlar
tâyin edecek kadar üstün bir kudret sahibi zanneden eniştesi haris ve mağrur
bir şahsiyet olan Mahmut Celâlettin Paşa, Murad’m tahttan feragatinde İsrar
ediyorlardı. Mithat Paşa ise ne bunların , ne de
sadrazamın fikrindeydi. O sadece anayasanın hazırlanıp tatbikini kendisine
maletmek istiyordu. Bu itibarla naiplik vazifesini kabul etmek, Mithat Paşa’nın
oyununa gelmek ve onun emirlerini şimdiden yerine getirmek olacaktı.
Aksi
takdirde azledilmek tehlikesini göze almak lâzımdı.
Bütün
bunları düşünen Abdülhamid, gayet kurnaz ve fakat nâzik bir şekilde, hükümetin
kendisine tevcih etmek istediği bu şerefe henüz lâyık olmadığını beyan ederek,
kardeşinin yakın bir zamanda sıhhatine kavuşacağı ümidinde olduğunu ifade etmek
suretiyle muhatabını memnun etmeye çalıştı. Daha demokratik bir anayasa
hazırlanması lüzumuna dair, nâzırlardan daha ileri fikirler serdederek Mithat
Paşa üzerinde derin ve müspet bir tesir bırakmıştı.
Mithat
Paşa gibi çok tecrübeli ve inançlarına son derecede bağlı bir siyaset adamının
ilk defa konuştuğu genç bir şehzadenin vaadlerine inanmış olması çok garip bir
şeydir. Fakat umumî vaziyet çok ümit kırıcı ve tehlikeliydi. Yabancıların,
bilhassa Rusya’nın baskısı altındaki hükümet bir karar almaya kendisini mecbur
görüyordu. Doktor Leidersdorff’un son raporları Mu-rad’ın
tedavisi hakkında artık fazla bir ümit beslemeye cevaz vermiyordu. Ramazan
bayramı da yaklaşıyordu. O devirde bir padişahın bayramlarda halka görünmesinde
büyük bir zaruret vardı.
Bu
itibarla Abdülhamid’in tahta çıkması hususunda kat’î bir karar vermek üzere
arkadaşlarını ve bilhassa sadrâzam ile Şeyh-ül İslâmi ikna etmek vazifesi daha
ziyade Mithat Paşaya düşmüştü. Nihayet 30 Ağustos 1876 tarihinde lüzumlu fetva
Saltanat Divanında okundu. Bu fetvada, akli muvazenesini kaybetmiş olan bir
padişahın hükümdarlık vazifesini yapmaya şeriat mucibince muktedir olamıyacağı
beyan ediliyordu. Netice itibariyle de Sultan Murad, kardeşi Abdülhamid lehine
padişahlıktan resmen hâl edilmiş oluyor ve Osmanlı hanedanının otuz dördüncü
Sultanı olarak Abdülhamid tahta çıkıyordu.
·
XI
Abdülhamid
Padişah
31
Ağustos sabahının erken saatlerinde Abdülhamid, Top-kapı Sarayında padişah ilân
edilmek üzere üvey annesinin Ni-şantaşmdaki konağını terketti. Şehrin
semalarında, minarelerden yükselen ezan sesleri akisler yaratıp sokaklarda
sakalarla, ham-malların yaygaraların birbirine karışırken her günkü gibi yeni
bir hayat başlıyordu.
Fakat
Abdülhamid için hayatının en mühim bir devresinin açıldığı bu sırada o,
kendisini her zamankinden daha yalnız hissediyordu. Üvey oğlu ile daima haremde
yaşayan Perestû, Ni-şantaşmdaki konağını muhafaza etmişti. Zaman zaman oraya
çekilmekten derin bir huzur duyuyordu.. İşte o geceyi
Perestû’nun bu konağında geçiren Abdülhamid üvey annesinin odasına doğru
uzandı. Annesinin hayâl ve tasavvurları nihayet hakikat olmuştu. Artık
ihtiraslarını tatmin edecekti. Fakat ilk önce milletinin karanlık hâli
gözlerinin önünde canlandı. Milleti?.. Bu öyle bir
tâbirdi ki, hâlâ kendisine bile yabancı geliyordu. Çünkü çeşitli dinlere ve
ırklara mensup bu insanlar hakkında neler biliyordu?..
Adının, Balkan dağlarında ve Arabistan’ın kızgın çöllerindeki çadırların
altında yaşayan insanlar tarafından şerefle anılması için, acaba bu insanların
emellerini gerçekleştirebilecek miydi?.. Halka
gelince, bu solgun yüzlü, kemer burunlu, melânkolik bakışlı adamı dikkatle
tetkik ediyordu. Nârin görünüşlü bünyesine rağmen ataları Ertuğrul ve Osman
gibi ata binmesini iyi biliyordu. Gazeteler ise, henüz onun faziletlerini
methetmek ve “Islâhatçı Murad”ın herkesin hayalini meşgul eden durumunu
açıklamak için zaman bulamamıştı. Bu düşünceler genç sultanın asabî hâlinden
ileri gelen bir kâbus muydu?.. Yoksa, Abdülhamid,
kendisinin tahtta zorla geçmiş olduğuna ihtimal verilmesinden mi korkuyordu?..
Şüphe
ve tereddütleri, maiyetindeki sadrâzam ve Şeyh-ül İslâm ile,
ecdadının yıllarca ikâmet ettiği Topkapı Sarayına gelince dağıldı. Hırkai
Saadet ve mukaddes eşyanın bulunduğu daireye giderken avluları ve bahçeleri
geçtiği sırada, buralarda geçen çocukluğunu hatırlıyordu. Nihayet “Biad”
merasimi yapıldı ve Şeyh’ül İslâm kendisinin bundan sonra “Abdülmecit Han oğlu
Abdülhamid Han, Sultanlar Sultam, müminlerin emi-ri, iki cihanın ve denizlerin
hâkimi, mukaddes beldelerin hâmisi” olarak anılacağım ilân etti.
Kısa
süren merasimden sonra, Orta kapıdan çıktı ve Yavuz Sultan Selim’in İran
seferinden getirdiği altın tahta oturdu. Bu esnada etrafını çeviren ulema ve
din adamları İlâhiler okudu. Sonra da askerî muzika millî marşı çaldı. Askerler
ve bütün saray erkânı “Padişahım çok yaşa!...” diye
bağırarak yeni padişahı selâmladılar. Ayni anda Haliç’in durgun sularında derin
akisler yapan top sesleri yeni padişahın tahta çıkmış olduğunu ilân ediyordu.
Şehir baştanbaşa bayraklarla donatılmıştı.
Abdülhamid
padişah olmuştu. İlk niyazcılar ayaklarına kapanarak önünde diz çöküp, elpençe
divan durdular. Hükümet merkezinde yaşayan gayri müslim azınlıkların reisleri
herkesten önce tebriklerini arzettikten hemen sonra, memleketin, bütün tebaası
ile huzur ve sükûn içinde terakki ve inkişafı hususuna hizmet uğruna yeni
padişahlarının emir ve hizmetinde olduklarını büyük bir emniyet duygusu içinde
beyan ettiler. Nâzırlar ve devletin ileri gelen şahsiyetleri, padişahın eteğini
öpmek için âdeta birbirleriyel yarış ediyorlardı. Genç padişah takdimcileri,
arzu ve istirhamları saatlerce dinledi.
Arada
ve çok kısa bir zaman istirahate çekilerek soğuk bir şey içmek imkânını
bulabildi. Vakit hayli ilerlemişti. Ancak öğleden sonra çok yorgun ve bitkin
bir halde Sarayburnundan saltanat kayığına binerek Dolmabahçeye geldi.
Batmakta
olan güneşin, camlarında ve mermer duvarlarında tatlı akisler bıraktığı
Dolmabahçe Sarayı yeni sahibini karşılıyordu. Rengârenk çiçeklerle dolup taşan
bahçeleri âdeta yanıp tutuşuyordu. Fıskiyelerden ışıklı sular fışkırıyordu.
Sarayın saltanat dairesinin pencerelerindeki parmakhlıklar henüz sökülmüştü.
Yaldızlı kapıların kapitonajları ortadan kaldırılmıştı. Başları yerde yeni
efendilerinin ilk emirlerini bekleyen dalkavuklar güruhu için Sultan Murat
artık bir hükümdar değildi. Sessizce, hemen hemen gizli bir şekilde bir gece
evvel bedbaht Murat, amcası Abdülaziz’in zillet ve ıztırap içinde hayatına
kıydığı meş’um Çırağan Sarayına nakledilmişti. Murat ile beraber güzel
cariyeler ve kadınlar, küçük ve henüz beşikteki çocuklardan ibaret haremi de
karanlık bir âlemde yaşamak üzere saraydan ayrılmıştı. Fakat Dolmabahçe’nin
ihtişamı yeni sahibi için hiç de cazip ve uğurlu görünmüyordu. Genç, fakat
vehim içinde olan Abdülhamid, amcası Abdülaziz’in bu sarayda bir fare gibi
tuzağa düşürülmüş olduğunu aslâ unutmuyordu. Zihni devamlı olarak bu kuşkunun
tesiri altındaydı.
Sarayın,
Boğaza bakan muhteşem ve geniş mermer cephesi ile müstesna güzelliği ona aslâ
emniyet ve itimat vermiyordu. Bina her zaman Marmara Denizinden gelecek harp
gemileri veya Üskadar’da mevzilenecek toplar için açık ve rahat bir hedef
teşkil diyordu. Sonsuz bir emniyet ve huzur isteyen Abdülha-mid, yüzlerce
hizmetkârın dolaştığı geniş salonlarda târifi kabil olmayacak derecede sıkıntı
hissediyor, bu yüzden de sinirleri bozuluyordu. Mütevazi
haremi, babası Abdülmecid’in hayatının son senelerinde dokuz yüz kadın ve
cariyeyi bulan kadro için inşa edilen bu muhteşem sarayda âdeta kaybolmuştu.
Saraydaki her şey, çılgınca yapılan bir israfın ve sefahatin eserlerini
taşıyordu. Abdülmecit zamanında saray mutfağında günde üç yüz kuzu pişirildi.
Sarayın her tarafına serpiştirilmiş olan lüks möb-le ve eşyalar da, eskiden
cereyan etmiş aşk ve sefahat âlemlerinin âdeta silinmez izleri kalmıştı. Bu
çılgınca yapılmış israf ve ihtişamdan çok müteessir olan Abdülhamid saray
geleneklerine samimiyetle sadakat gösteren bir kimseydi. Bu itibarla aşçı
yamaklarına kadar herkese bir rütbe verilmiş olan sarayda çok karışık olan bu
işleri tanzim ve yoluna koymakta müşkülât çekiyordu. Cülûs ve tevcih
merasimleri arasında geçen ilk haftalar zarfında yeni padişah tahtın icaplarına
yavaş yavaş alışıyordu.
Nihayet
“Kılıç kuşanma merasimine” sıra gelmişti. Bu merasime iştirak etmek için
İmparatorluğun her tarafından İstanbul’a akın akın insan geliyordu. 7 Eylül
sabahı şehrin caddeleri ve rıhtımları sarıklı, fesli, kefyeli ve mölon şapkalı,
âdeta karınca gibi kaynaşan halk ile tıklım tıklım dolmuştu. Dolma-\ bahçe’den
hareketle Haliçteki Eyüp Sultan Camiine giden saltanat kayıklarından ibaret
alayı görebilmek için halk birbirini çiğniyordu. Rıhtımlarda kavun satanlardan,
gümrük hammalla-nndan, Bahriye nezareti rıhtımında padişahı karşılamak için
bekleyen Kaptan Paşaya kadar herkes en güzel elbiselerini giy-nıı.jti. Sahil boyundaki bütün yollara Türk, Arnavut, Arap
ve Çerkeslerden mürekkep deniz ve kara askerleri sıralanmıştı.
Parlak
güneş altında, her birinin üzerindeki nişanlar etrafa kıvılcımlar saçıyor, her
birliğe ait bandonun ayrı ayrı çaldığı mahallî ve millî marşlar bir âhenk
kargaşalığı içinde garip bir uğultu hâlini alıyordu.
On
dört kürekçinin çektiği beyaz renkli, altın yaldızlı saltanat kayığında kırmızı
bir şemsiye altında oturan padişah, Haliç sularında ilerlerken yerli ve yabancı
gemiler tarafından selâmlanıyor, sabilerde biriken onbinlerce halkın “Padişahım
çok yaşa!..” âvazeleriyle alkışlanıyordu.
Suriye’li
şeyhin hakikat olan kehanetine karşı aslâ nankörlük göstermemiş olan
Abdülhamid, Eyüp merasim alayına iştirak etmek için ihtiyar şeyhi de
Lübnan’daki tekkesinden İstanbul’a getirtmişti. Fatih Sultan Mehmet tarafından,
Peygamberin bayraktarının türbesini muhafaza için inşa ettirilmiş olan Eyüp
Sultan Camii, İstanbul’un dört yüz camiinden en itibarlı ve hürmete lâyık
olanıdır. Burada, Osmanlı Padişahlarına, hâne-danın kurucusunun taktığı tarihî
ve efsanevi kılıç, geleneğe göre merasimle kuşatılırdı. Şimdi de mukaddes
emanetlerin muhafaza edildiği gümüş parmaklıklar önünde yer almak sırası
Abdül-hamid’e gelmişti. Ancak iri yapılı bir adamın taşıyabileceği ağır ve
tarihî kılıç, genç sultanın nârin bünyesi üzerinde tahammülü güç bir yük teşkil
ediyordu. Merasime başkanlık eden şişman ve sakallı bir şeyh, geleneğe uyarak
padişahın sol omuzunu öpmek için hafifçe eğilmeye mecbur oldu. Fakat onun
ağırbaşlı ve emniyetli hâli vücudunun gayri tabiîliğini unutturuyordu. Bu sâde merasimde
bir kaç ulema ve imamdan başka kimse bulunmadı. Fakat camiin avlusu ve civarı
mahşerî bir kalabalık ile doluydu. Nâzırlar, yâverler, paşalar ve şeyhler, at
üzerinde maiyetleriyle beraber şehrin caddelerine dizilmişlerdi. Padişah
camiden çıkmış, alayın önündeki yerini alarak harekete geçmişti.
Eskiden
padişahların Avrupa’nın fethi için sefere çıktıkları zaman geçtikleri
Edirnekapı’dan ve Bizans’tan kalma surların harabeleri önünde ilerleyen
saltanat alayı, İstanbul’un dar sokaklarına girdi. Önce peygamberin yeşil
sancağı, Şeyh-ül İslâm ve muhteşem üniformalarıyla zaptiyeler, sipahiler ve
bos-tancıbaşılar gidiyordu. İlâhî bir otoritenin mümessili, Türklerin Padişahı
olmaktan başka bütün Müslümanların Halifesi, Mukaddes emanetin vârisi olan
Abdülhamid, iki yanında kalpaklı Arnavut muhafız askerleri olduğu halde ağır
ağır ilerliyordu.
Bu
merasimden iki gün sonra Mithat Paşa yeni hükümdarın siyasî nutkunun
müsveddesini padişahın tasvibine arzetmiş-ti.. Nutkun
metni, hemen hemen eski Padişahın Murad’ın tahta geçtiği zaman neşrettiği
nutkun aynıydı. Bu sebepten Sultan Abdülhamid’in pek hoşuna gitmemişti. Çünkü
Mithat Paşa bu vesile ile Abdülhamid’e, Tarabya’da kendisine yaptığı vaadleri
ve taahhüdleri de hatırlatmış oluyordu. Bununla beraber Padişah, hiç bir itirazda
bulunmadan nutuk metnini aynen tasvip etti. Fakat bâzı kısımlarını mavi kalemle
çizip eski metin ile alâkası olmayan notlar ilâve ederek gönderince, Mithat
Paşa, anayasanın tehlike ile karşılaşabileceğini farketmeye başladı.
Çok
gariptir ki, daha tahta çıktığının ilk günü kendisine itimatsızlık telkin eden
nâzırlara karşı Abdülhamid, herhangi bir şekilde harekete geçmemiştir. Henüz
veliahtken, dostu Mr. Thomson’a, tahta çıktığı zaman nâzırların arzularına
kapılmayacağını, beğenmediklerini sür’atle vazifelerinden uzaklaştıracağını
söylemiş ve ilâve ederek:
Şahsî
menfaatlerinden ziyade ammenin menfaatlerini düşünenleri iş başına getirmek
lâzımdır. İlk vazifem devlet mâliyesini yeni baştan tesis ve tanzim etmektir.
Türkiye’den alacaklı olanların hakkım korumak, bunları temin için de ciddî
surette tasarrufa riayet etmek şarttır. Ben bu sahada en iyi örnek olacağım”
demişti.
Abdülhamid,
bu düşüncelerinin, üzerinde iyi bir intiba bırakmak istediği İngiltere sefirine
nakledeceğini bilerek Mr. Thomson’a izah etmişti. Ayrıca görünüşte samimi
davranarak, kendisinin hangi noktaya kadar genç ve tecrübesiz olduğunu da
anlatmak istiyordu. Ve hiç çekinmeden de; kendisinin, mümkün olduğu kadar her
hususta İngiltere hükümetinin fikir ve telkinleriyle hareket etmek tasavvurunda
olduğunu beyan ediyordu.
Padişahın
bu fikirlerini bilen ve Mithat Paşa’mn da yakın dostu ve müşaviri mesabesinde
bulunan İngiltere Sefiri Sir Henry Elliot için vaziyet çok nâzikti. “Genç
sultanın güzel ümitler verdiği” hususunda İngiltere Başvekili Disraeli ile
mutabakat halinde olan sefir Mehmet Rüştü ve Mithat Paşalardan kurtulmanın
mümkün olduğunu Mr. Thomson vasıtasıyla Padişaha bildirmenin şimdilik
tedbirsizlik olacağına kaaniydi.
Eğer
Sir Henry Elliot, Abdülhamid’in karakteri hakkında en küçük bir bilgiye sahip
bulunuyorsa, Hâzırlarının halk üzerindeki nüfuzunu Padişaha hatırlatmanın onu
büsbütün endişeye sevketmek olacağını elbetteki tahmin ederdi. Mehmet Rüştü
Paşa ihtiyardı, kısa bir zaman sonra üzerindeki vazifenin ağırlığından kurtulmak
istiyordu. Fakat henüz elli dört yaşında olan Mithat Paşa çok enerjik ve
mücadeleci bir adamdı. Uzun bir maziye sahip bir hükümdar ailesinin, mutlakiyet
idaresinin icaplarına uygun geleneklerine göre yetiştirilmiş olan genç bir
padişahın arzularına râm olacak kadar dalkavuk tabiatlı bir kimse de değildi.
Abdülhamid’in,
Mithat Paşaya karşı duyduğu ve onun ölümüne kadar derin bir mücadele içinde
geçen memnuniyetsizliğinin sebebi tamamen şahsidir. Veya söylendiği gibi,
Mithat Paşa’mn tahta çıktığı gün Abdülhamid’i imzalamaya mecbur ettiği
taahhütlerinden ileri gelmektedir. Bu taahhütlere göre Abdülhamid, kardeşi
Murad iyileştiği takdirde tahttan feragate ve bu hususu kontrol için de
hekimlerin, Çırağan Sarayında hasta yatan Murad’ı tedavi maksadiyle kendisini ziyarete
müsaade edeceğine söz vermişti.
Dolmabahçe’nin
göz kamaştıran ihtişamı içinde, Abdülhamid büyük bir enerji ile çalışmaya
koyulmuştu. Nâzırların hoş görmemesine rağmen İmparatorluğun en uzak
köşelerinde cereyan eden hâdiseleri ısrarla öğrenmek istiyor, Valilerden gelen
bütün raporları okuyor, Kürdistan kabileler arasında vukua gelen herhangi bir
ihtilâf ve çarpışma hakkında veya Anadolu demiryolu imtiyazlarına dair izahat
talep ediyordu. Sabah ezanında çalışma odasına geçiyor, gece geç vakitlere kadar
meşgul oluyordu. En küçük ve ehemmiyetsiz bir teferrüat bile dikkatinden
kaçmıyordu. Hükümet işlerine sıkı bir ilgi gösterdiği ilk aylarda, en basit
hususlar için huzura çıkmak isteyenleri de derhal kabul ediyordu.
·
XII
Abdülhamid’
in Zekası
Padişahın
özel dairesinde, Osmanh İmparatorluğu hudutlarının Kuzeyde Azak denizine,
Batıda da Viyana kapılarına kadar uzandığı zamanı gösteren bir harita
bulunuyordu. Abdülhamid bu haritayı aslâ tetkik etmezdi. Şehzadelere mahsus
okulda öğretilmeyen tarihî vak’alar üzerinde ders vermek üzere Avrupa’dan
profesörler getirtildi. Bu sayede memleketin devamlı şekilde gerilemekte
olduğunu, kaybedilmiş harplerin heyecanlı safhalarını, bu harplerden sonra
imzalanan andlaşmaların ağır hükümlerini, ezelî düşmanlıkta Habsbourg’ların
yerine geçen Romanoff’larla olan münasebetleri öğrenmişti.
Küçük
Kaynarca, Bükreş, Edirne ve daha bir çok isimler ona,
kaybedilen zengin bölgeleri, Rus’ların Balkanlara devamlı şekilde sızmış
olduklarını anlatıyordu. Ayrıca Rusya tarafından teşvik ve
tahrik edilen Yunanlıların ve İslâvların zaman zaman ayaklanmış olduklarını,
Tuna Beyliklerinin bir Hohenzollern hükümeti altında birleştiklerini, Sırbistan
ve Karadağ’ın istiklâllerini almaya kalkıştıklarını ve Paris Konferansında
Osmanh İmparatorluğunun bütünlüğünü müdafaayı taahhüt eden büyük devletlerin,
Türk topraklarına vâki saldırıları karşısında bir protesto hareketinde bile
bulunmayarak taahhütlerini yerine getirmediklerini, bütün teferruatıyla
öğrenmişti.
Bu
bilgilerin tesiriyle daha çok bir korku ve endişe duyan genç padişah, şimdi
Avrupa’dan Türkiye’ye kalan toprakları harita üzerinde tetkik edince,
buralarının Ege ile Adriyatik denizi arasındaki vahşî ve dağlık bölgelerden
ibaret olduğunu, Rum, Arnavut, Sırp ve Bulgar gibi iptidaî ve bozguncu halk
yığınlarıyla meskûn bulunduğunu, bu insanların ayrı ayrı birbirlerinden nefret
ettikleri kadar, Türklerden de hoşlanmadıklarını anladı. Ecdadı,
bu bölgede yaşayan insanların ırk ayrılıklarına aslâ ehemmiyet vermemişti. İlk
padişahlar için bunların hepsi de “Rum” idi. Bab-ı Ali’ye vergi ve haraçlarını
ödemeye, Yeniçeri ocağının ve devlet idaresinin ihtiyacı olan esir çocukları
vermeye devam ettikçe, dinlerini muhafazada ve iç mücadelelerinde tamamen
serbest bırakılmışlardı.
Abdülhamid,
Bulgaristan’ın mevcudiyetinden o zamana kadar haberdar bile değildi. Sadece
çocukluğunda Varna bahçelerinden gül esansları ve şurupları getiren ihtiyar
Bulgar kadınlarını tanıyordu. Fakat şimdi huzura kabul ettiği bütün sefirler,
onun dikkatini Bulgaristan’da kısa bir zaman evvel cereyan eden hâdiselere
çekiyorlardı. Avrupa devletleri, tahta çıkmadan evvel yapılan cinayetlerden
bile onu mes’ul tutuyorlardı. Bulgar'ların yaptıklarını ise bir meşrû müdafaa
olarak telâkki ediyorlardı. Abdülhamid, Bulgaristan’da yapılmış olan mezalimi
ve katliamları takbih etmekte belki de semimiydi. Zira henüz veliaht bulunduğu
sırada dostu Mr. Thomson’a demişti ki: “İngiltere parlâmentosunda sarfedilen
ağır sözler, eğer mezalimin mes’ullerine hasredilseydi, mâzur ve hakh
görülebilirdi.” Abdülhamid bu suretle başıbozuk kuvvetler tarafından vahşî
şekilde meydana getirilen hareketlere karşı teessüflerini ve Avru-
pa’da
husule gelen tepkilerin de haklı olduğunu ifade etmiş bulunuyordu:
Genç
padişah, kendisine bir destek sağlamak maksadıyla İngiltere’ye karşı daha
müsamahakâr davranmak lüzumunu hissetmişti. Zira İngiltere o sırada, Osmanlı
İmparatorluğunun topraklarına göz dikmeyen ve bilâkis menfaatlerinin müşterek
olduğuna inanan yegâne büyük devlet idi. Meşhur İngiliz Sefiri Sir Stratford
Canning’in hâtırası hâlâ Abdülhamid’in hâfızasın-da yaşıyordu. Yeni sefir Sir
Elliot’yu ilk defa huzura kabul ettiği zaman, babası Abdülmecid’in İngiltere’ye
ve Büyükelçi Sir Stratford Canning’e karşı duyduğu hayranlıktan bahsetti.
Anlattığı bir hâtırasına göre; “Abdülhamid henüz yedi yaşındayken bir gün
babasının huzuruna çağrılmıştı. Huzurda Sultan Me-cid’in ihtiyar bir hristiyan
ile çok samimî şekilde sohbet ettiklerini gördü. Bu ihtiyara sarayın bahçesinde
bir defa tesadüf ettiğini derhal hatırlamıştı. Salona girdiğini gören babası,
hemen yaklaşmasını ve yanındaki ihtiyarın elini öpmesini emretmişti. Böyle bir
hareket ona çok ağır gelmiş ve ağlamasına sebep olmuştu. Bunun üzerine
öfkelenen Sultan Mecit; - Bu Mösyö’nün kim olduğunu biliyor musun? Kendisi
Büyük Britanya sefiri ve memleketimizin ve hânedammızın en iyi dostudur. İngilizler
de bizim en sâdık müttefikimizdir, demişti.”
Bu
sözlerle sefir Sir Henry Elliot’nun gururunu okşayan Abdülhamid, ona, Sir
Stratford Canning’in tâkip ettiği yolun benimsenmesini telkin etmek istemişti.
Şüphesiz ki, sefir ve bilhassa İngiltere Başvekili, Rus emperyalizminin
tehdidine karşı memleketlerinin Orta ve Uzak-Doğudaki menfaatlerini korumak
fırsatını buldukları için çok memnun olabilirlerdi. Fakat İngiltere’de itibar
edilmesi zarurî büyük bir kuvvet olan “umumî efkâr”, bu sırada an’anevî İngiliz
siyasetinin tâkibini mümkün kılmıyordu.
Abdülhamid
tahta çıktığı gün İngiltere’de muhalefet lideri liberalist Mr. Gladstone
tarafından bir broşür neşredilmişti. Bu broşürde Türklerin, insanlığın, en
büyük düşmanı olduğu belirtiliyor ve medenî dünyadan onların bütün silâh ve
ağırlıklarıyla birlikte Avrupa’nın dışına atılması isteniyordu. Bulgaristan’da
yapılan mezalim ve katliamlar sebebiyle iyice hiddetlenmiş olan ve hakarete
uğradığma inanan hristiyanlık âlemi nâmına İngiltere’de Muhafazakâr Hükümete karşı
böylece büyük bir kampanya açıldı. İnsanlık dostu geçinen papazlar, siyaset
adamları, gazeteciler ve misyonerler, Mr. Gladstone’m açtığı bayrak altmda
toplandılar.
Diğer
taraftan da Bulgaristan’daki hâdiseler yüzünden yüzde sekiz oranında değer
kaybeden Osmanlı borç senedi hâmilleri bu kampanyayı büsbütün tahrik
ediyorlardı. İngiltere’nin her tarafında muazzam mitingler tertip edildi.
Başvekil Disraeli’nin Avam kamarasında itidal tavsiye etmek için “Her ne kadar
on iki bin kişinin katledilmiş olması müthiş bir hâdise ise de, bu, Britanya
İmparatorluğunun siyasetini değiştirmesi ve anlaşmalarından vazgeçmesi için
kâfi bir sebep değildir.” şeklindeki sözleri, yalnız muhalifler tarafından
değil, kendi partisine mensup meb’uslar tarafından da yuhalanmıştı.
Çok
seneler sonra Abdülhamid, Bulgaristan’da yapılan katliamları “kendi
memleketinde vukua gelebilen hâdiselerin en bedbahtı olduğunu” söylemek
suretiyle teyit etmiştir. Abdülhamid tahta çıkarken, İngiltere’nin dostluğuna
samimî olarak güveniyordu ve bu itibarla Britanya hükümetinin tavsiyelerine
riayet edeceğini vaadediyordu. Fakat bunları söylerken İngiltere’deki
hükümetlerin “Umumî efkâr” karşısında âciz ve hareketsiz kalabileceğini de
biliyordu. Vaziyetten ilk istifade eden Rusya oldu. Bab-ı Ali’ye karşı bir
saldırı harbine hazırlanmak üzere Sırbistan taraflarına açıkça asker yığmaya
başladı. Fakat yapılan hudut çarpışmaları daima Türklerin zaferiyle
neticelendi. Rus elçisi General İgnatieff’in iki yüzlü
bir şekilde sinsice beyan ettiği gibi “Bulgaristan katliamı, daha önceleri
kazanmaya aslâ muvaffak olamadığı İngiliz umumî efkârının desteğini temin
etmişti.” Kabinesinde fikir ayrılıkları husule gelen İngiltere Başvekili
Disraeli, büyük devletlerin İstanbul’da bir konferans toplamalarına râzı oldu.
Bu konferansta Türkiye, bir harbe müncer olabilecek isyan bölgelerinde barışı
tesis için Avrupa devletleri tarafından verilen kararı kabule zorlanacaktı.
Bulgaristan
katliamları meselesinde imkân dahilinde olan her şeyi
ve hattâ daha fazlasını yapmaya âmade olan yeni padişahın gururunu ve
hassasiyetini böyle bir müdahaleden başka hiç bir şey daha ziyade
yaralayamazdı.
İngiltere’nin
İstanbul Sefiri Sir Henry Elliot’nun bu husustaki görüşlerine göre: “Yaz
mevsimi sonlarına doğru Bulgaristan’da sükûnet teessüs etmişti. Müslüman ahali,
yaptıkları aşırı hareketlerin tesiri altındaki şaşkınlıktan kurtulmuştu. Tekrar
böyle bir harekete teşebbüs, hükümet kuvvetlerinin karşısında mümkün olamazdı.
Yakılan ve yıkılan köyler, hükümetin ve halkın yardımı ile kısa bir zamanda
yeniden imar ve ihya edilmişti. Yerlerini yurtlarını terkedip dâğılan halk
tekrar sükûnetle köylerine geliyordu.”
Fakat
yapılan mezalimin ve meydana gelen olayların doğrudan doğruya mes’ulü olan
kimselerin cezalandırılması bahis konusu olunca, padişah böyle bir harekete
geçmekten kaçındı. Çünkü ilk defa Bulgar’lar ayaklanmışlar, Türk köylerine
saldırıp müslüman kadınlarının ırzlarına tecavüz etmişlerdi. Ayrıca camilere ve
müslüman mezarlıklarına saygısızca hareketlerde bulunmuşlardı. Bu itibarla
Kur’an hükümlerine göre bu gibi hareketlerin suçluları “Kızgın demir ile
dağlanarak mahvedilmeli-dirler.” idi. Memurlar ise azledilebilirler veya uzak
vilâyetlere sürülebilirlerdi. Fakat Abdülhamid, halife sıfatıyla, dinlerini
müdafaa için mücadele eden kimselere de böyle bir ceza veremezdi.
Şu
halde Abdülhamid’in samimiyetinin derecesi ne idi?..
Bu soru kendiliğinden ortaya çıkıyordu. Zira, bir
takım müşa-hidlerin teyit ettiklerine göre Abdülhamid hakikî bir dindar da
değildi. Bu şüphe onu en iyi tanıyan Avrupacılardan biri olan bizzat Vambery
tarafından ileri sürülmüştür. Vambery’e göre Abdülhamid “Tasavvufa mütemayildi
ve bu yüzden taassubun aşırı hareketlerinde kendisini daima uzak tutardı. Diğer
taraftan onunla nâzik dinî mes’elelerde münakaşa yapıldığı zaman, kendisinin
açık bir şekilde “şüpheci” olduğu tezahür ediyordu. Fakat genç padişah her
mânâda derin bir şekilde dindar değildi. Bu itibarla dindar müslümanlara farz
olan vazifelerin pek azmi yerine getiriyordu.”
Onun
bu “şüpheci” hâli, Ramazan ayına tesadüf eden tahta çıkışının ilk haftalarında
açık bir şekilde belli oldu. Hergün Haliç üzerindeki ahşap köprüden geçerek
veya saltanat kayığı ile Sarayburnunu giderek oradaki camilerde namaz kıldığı
görülüyordu.
Resmen
katılmaya mecbur olduğu dinî merasimlerin dışında İstanbul halkı Abdülhamid’i
sık sık hanedâna mensup kimselerin türbelerini ziyaretle dua ettiğine de şahit
oluyordu. En sık ziyaret ettiği yer, büyük babası Sultan Murad’ın türbesiy-di.
Acaba
Abdülhamid aslan yürekli bir cesur padişahın sahip olduğu incelik, zekâ, ziyasî
meharet, cesaret gibi vasıflarıyla kendisine kuvvet vermesi için mi dua
ediyordu? Nitekim Sultan Mahmud’un eskiden karşılaştığı meseleler bugün de
Abdülhamid’in karşısına çıkmıştı. Eskiden Yunanistan’da meydana gelen isyanlar,
şimdi Bulgaristan’a intikal ve sirayet etmişti. İgnatieff tarafından idare
edilen ve geniş bir şebeke halinde çalışan Rus tahrikçileri durmadan
Bulgar’ları kışkırtıyordu. Fakat Sultan Mahmut herşeye meydan okuyarak
memleketin kapılarını bütün yeniliklere açmıştı. Abdülhamid ise çekingenlik
gösteriyordu. Memleketin herhangi bir parçasını veya sahip olduğu hak ve
imtiyazlardan bir tekini bile yenilik uğruna tehlikeye sokmaktan korkuyordu.
Diğer taraftan Sultan Mahmud’un torunu olmasına mukabil, ürkek ve korkak bir
cariye olan Tirimüj-gân’m oğluydu. Sultan Mahmut ise mağrur bir Fransız
melezden doğmuştu.
Abdülhamid
ramazan ayında Sultan Mahmud’un türbesine giderken yalnız olmuyordu.
Saraydan
çıkarken, dev gibi bir haremağasının takip ettiği bir araba da saltanat
arabasının peşinden gidiyordu. Araba türbesinin önünde durunca siyahlara
bürünmüş heybetli bir siluet ağır adımlarla süzülerek türbeye girerdi. Osmanlı
hanedânmda-ki geleneklere göre bir padişahın başı dik vaziyette, sağma soluna
bakmadan ata binmesi icab ediyordu. Arabanın üzerindeki saltanat armalarını
göstermek veya ihtiyar bir kadının üzüntülerini tahrik etmek Abdülhamid’e
yakışan hareketler değildi. Valide Sultan Pertevnihal, artık mâzinrn gölgesine
çekilmiştir. Bundan sonra, o, sadece dizlerinin dibine' oturarak Arapça bir kaç
kelimeyi heceleyen ve henüz tahta geçmeyi rüyasında bile hayâl edemeyen küçük
bir erkek çocuğun hâtıralarım muhafaza etmeliydi.
Pertevnihal
artık unutulmuştu. Fakat onun muhteris bir çocuk üzerinde bıraktığı gayri tabii
sevgi hâlâ devam ediyordu. Nâzırlarm bazan uzun zaman beklemelerine rağmen, din
adamları ve kâhinler her saat padişah ile temas kurup huzura kabul
ediliyorlardı. Ramazan ayında ise Sultan Abdülhamid’in sazrâ-zama dahi
bahşetmediği bir şeref Suriye’li şeyhe fazlasıyla veriliyor ve kendisi sık sık
padişahın iftar sofrasına davet ediliyordu.
Padişah
Ramazan ayında dinî vecibelerini çok ciddî bir şekilde yerine getirir, bu ayda
hiç bir hristiyan, huzura kabul edilemezdi. Bu kaide yalnız sefirlere değil ve
fakat padişahın Mr. Thomson, Rus banker Zarifi ve hususî hekimi Mavroyani gibi
en yakın dostlarına bile tatbik edilirdi.
Flora
Cordier’ye karşı, Ramazanda istisnaî bir muamele yapılıp yapılmadığı
bilinmiyor. Filvaki, Murad’m hâl haberi ile Tarabya safalarmm bozulmasından
beri Abdülhamid’in sevgilisi olan bu Belçikalı kızdan bahsedildiği hiç
duyulmamıştı. Abdülhamid’in tahta çıkmasıyla BelçikaTı kızın Beyoğlu ve
Tarab-ya’daki mağazaları da ânİ olarak kapanmıştı.
Dolaşan
rivayete göre, kendisi Avrupa’ya gönderilmişti. Fakat bazıları da, onun hareme
girdiğini ısrarla söylüyorlardı. Böylece İngiliz Başvekilinin dediği gibi
“küçük kız yeni bir Ro-xelane (Hürrem Sultan) olmuştu. Bu dedikodulardan sonra
“Mile Cordier’in İslâm olduğuna dair” dolaşan kuvvetli şayialar herkesi
şaşırtmıştı. Acaba Belçikalı genç kız, padişah ile evlenmek ihtirasına mı,
yoksa haremde bir “gözde” olarak debdebeli bir hayatın câzibesine mi
kapılmıştı? Ne olursa olsun yaşmak ve ferace giymeyi kabul etmek suretiyle,
istikbali için çok meşum olabilecek bir karar vermişti. Çünkü Abdülhamid’in
gözünde, onun güzel ve sevimli görünen tarafı sadece bir ecnebî kadın olmasıydı.
Müslüman bir kadın olarak katlanacağı sınırlı yaşayış tarzı içinde, artık
Flora’ya bedeni güzelliğinden başka, bir meziyet kalmıyordu. Halbuki,
Valide Sultan ve Kızlarağası tarafından temin edilen odalıklar kadar ne genç ne
de güzeldi.
“Gözde”
olduğu tarihten itibaren bu Belçikalı kızın hayatı hakkında pek az şey
bilinmektedir. Abdülhamid onu, nüfuzundan son derece çekindiği üvey annesiyle
kat’iyen temas ettirme-mişti ve hattâ varlığından bile üvey annesini haberdar
etmemişti. Üvey anne Perestû dindar olduğu kadar da mahir bir politikacıydı.
Abdülmecit zamanında, padişahın Ermeni metreslerine karşı yapmadığı kalmamıştı.
Şimdi de eğer Flora ile Abdülhamid’in münasebetlerini bilirse onu saraydan ve
kendisinden uzaklaştırmak için elinden gelen her şeyi yapardı. Bu itibarla genç
padişah Florayı saraydan uzak konaklardan birine yerleştirmişti. Fakat zavallı
genç kız orada eski dostlarından mahrum bir halde çok geçmeden bütün
canlılığını ve neşesini kaybetti. Az zaman sonra da kendisiyle evlenecek kadar
ona âşık olan Abdülhamid tarafından terkedildi.
Denilebilir
ki, Flora Cordier dahi, İslâm halifesi olarak daha ciddî bir rol oynamak
isteyen Abdülhamid’in siyasî ihtiraslarının kurbanı oldu. Padişahın bundan
sonraki aşk hayatı sadece hareme inhisar etti. Abdülhamid, ileride göreceğimiz
gibi, hareminde karılarına ve çocuklarına çok şefkatli, muhabbetli ve dikkatli
bir erkek olarak kalmıştır. Fakat hakikî bir aşkdan daima mahrum olarak yaşadı.
Aradan uzun seneler geçtikten sonra, çok zeki “kadın”larından birinin söylediği;
“Abdülhamid kocaların en iyisi en anlayışlısıydı. Fakat o aslâ kimseyi sevmedi.
Hattâ kendisini bile..”
·
XIII
İstanbul
Konferansı
“Büyük
devletleri İstanbul’da toplanacak bir konferansa daveti uygun görmüş
bulunuyoruz. Konferansta her devlet iki delege tarafından temsil edilecektir.
Delegelerden biri o devletin İstanbul’daki sefiri olacaktır. Ayrıca her
delegasyona altı müşavir iştirak edecektir. İngiltere’yi bizzat temsil etmeyi
arzu ediyorum.”
Bu
sözler, İngiltere Başvekili Disraeli’nin yakın dostu ve sırdaşı Lady Bradford’a
yazdığı bir mektuptan alınmıştır. Eğer Disraeli kendi tasavvurlarını tatbik
edebilseydi, 4 Kasım 1876, bedbaht İstanbul Konferansının tarihi şüphesizki çok
daha başka olabilirdi. Zira onun Şark Meselesi üzerindeki derin vukufu ve ileri
görüşlülüğü “Rus Sefiri îgnatieff’in makyavelce kombinezonlarını” bozmak için
müessir bir kuvvet teşkil edebilirdi. Fakat Disraeli, kendi yerine İstanbul’a
Hindistan nâzın Lord Salisbury’i gönderdi. Heyecansız, tefekkür kudretinden
mahrum ve son derece de şüpheci bir adam olan Lord Salisbury’nin konferanstaki
tutum ve davranışını, bu vazifeyi aldığı zaman karısına yazdığı mektuptaki şu
satırlar çok açık ifade etmektedir; “Bu teklifin reddi mânen mümkün değildir.
Kabulü de benim için tamamen bir angarya olacaktır. Bir defa ihtisasım
dışındadır. Sonra da, bana müthiş şekilde rahatsızlık verecek bir deniz
yolculuğu yapmaya mecbur olacağım. Ve, nihayet
neticesi başarısızlık olacak bir sürü Fransızca konuşmalara iştirak zaruretinde
kalacağım.”
Konferanstan
sonra en kudretli bir nâzır olarak İngiltere Hâriciyesinin başına getirilecek
olan bir adamın çok garip ve hazin itirafları..
Lord
Salisbury ve heyeti, 1876’nın kış mevsiminde Padişahın en çok misafirperverlik
göstermek istediği büyük davetliler arasındaydı. Sonbaharın başlarında Bab-ı
Ali mecburî olarak Sırbistan ve Karadağ ile bir mütareke imzasına muvafakat
etmişti. Halbuki sulh yapmak bahanesiyle Rus Çarı,
Bulgaristan’ı askerî işgal altına almayı teklif ve isyan eden Bosna ve Hersek
vilâyetleri için de muhtariyet talep ediyordu. Her ne kadar bu teklif ve talep
Rusya’nın bir oyunu ise de, Britanya Hükümeti de vaziyet icabı bu görüşlerin
'yanında yer almaya hazır bir haldeydi.
Rusya’nın,
sözde, bu iyi niyetlerine karşı bir teminat vermeyi kabul, eden İngiltere,
Balkanlarda sulhün sağlanması için gerekli tedbirleri müzakere etmek üzere
büyük devletleri bir konferansa dâvet teşebbüsünü eline aldı. Bu suretle, kendi
hükümet merkezinde Türkler, Avrupa’Uların vereceği kararlara uymaya mecbur
edilebileceklerdi. Fakat Abdülhamid her ne kadar kızıp hiddetlenmiş ise de,
öyle bir siyasî taktik kullandı ki, bütün hayatı boyunca bu, onun en kuvvetli
bir tarafı ve kozu olarak kaldı.
Lord
Salisbury İstanbul’a gelir gelmez Padişahın huzuruna kabul edildi. Sir Henry
Elliot’nun da hazır bulunduğu bu görüşme için Elliot diyor ki: “Padişahın
kabulü bundan daha samimî olamazdı.”
Abdülhamid,
İngiliz delegelerini resmen Muayede salonunda kabul edecek yerde, sadece saray
tercümanı ile birlikte hususî dairesinde kabul etmişti. Kendileri, başka hiç
kimsenin ayak basamayacağı bir hah üzerinde duruyordu. Şark âdetlerine pek
vâkıf olmayan Lord Salisbury, koltuğuna rahatça oturmuş vaziyette kahve
fincanını elinde tutuyordu. Lord bu haldeyken, büyük bir iltifat olmak üzere,
padişah kendisine bir sigara uzattı. Lord-Salisbury, Sultanın mânası
anlaşılmayan gözlerinin içinde ve, yarı kır düşmüş
sakalının gölgelediği çenesinin arkasında gizlenen demir gibi iradenin henüz
farkında değildi. Geleneğe göre bütün padişahlar tahta çıktıkları günden itibaren
sakal bırakmaya mecburdular. Ağzından çıkan ağır ve sürükleyici sözleri
tercüman sâdıkane bir şekilde naklettiği sırada Abdülhamid, Lord Salisbury’e,
İngiltere’nin sempatisini ve dostluğunu kazanacağına güvendiğini de ilâve etti.
Britanya hükümetinin İslâhat hareketleri ve imtiyazlar hakkındaki fikirlerini
her zaman kabule hazır olduğunu, hattâ memleketinin menfaatlerinin ve
hükümranlık haklarının müsaadesi nispetinde, bu hususta daha da ileri
gidebileceğini söyledi.
Lord
Salisbury çok temkinli şekilde verdiği cevapta; alınması lâzımgelen kararların
teferruatı hakkında şu anda Zat-ı Şahaneye bilgi vermekten mahrum bulunduğunu,
fakat diğer delegelerle görüştükten sonra gerekli malûmatı arzedeceğini ifade
etti.
Bu
görüşmeleri yapacağı günün akşamı da, vaziyeti arz ve müzakere etmek üzere
Zat-ı Şahanenin lütfedeceği akşam yemeğinde hazır bulunacağı hususundaki
muvafakatini de şimdiden bildirdi. Fakat günler geçti. Lord Salisbury’den
hiçbir haber çıkmadı. Yemeğe ne zaman geleceği hakkında saraydan kendisine
gönderilen mesajlar hep cevapsız ve kaldı. Hattâ herhangi bir mazaret dahi
bildirmedi.
Lord
Salisbury’nin bu hareketinden bir mâna çıkarmanın güçlüğü anlaşılıyor. Şüphesiz
ki onun önceden teşekkül eden kanaat ve menfi hislerinin tesiri altında kaldığı
belli olmaktadır. Lord Salisbury İstanbul’a, herşeye ve herkese karşı aslâ
itimat etmeyerek gelmişti. Türkiye’nin içinde bulunduğu mes’elelere karşı olan
bilgisizliğinin farkına varmakla beraber, bu hususta İstanbul sefirinin
tecrübesinden ve malûmatından da istifade etmek istemiyordu. Çünkü sefirin
Mithat Paşa’nın yakın dostu ve Türk muhibbi olmasından şüphe ediyordu. Mithat
Paşa, ilk anda ona kin ve nefret duygusu telkin etmişti. General İgnatieff’e
karşı olan tutumu da henüz müsbet değildi. Her ne kadar önceleri Türk nâzın
kadar, Rus sefirinin de itimada şayan olmadığını beyan etmiş ise de, aradan çok
geçmeden İgnatiff’e inanarak büyük bir ihtiyatsızlıkla Ruslar’ın vaadlerine
kapıldı.
Sir
Henry Elliot’nun anlattığına göre; Lord Salisbury İs-tanbula geldiği gündenberi
onunla bir türlü bağdaşamamıştı. Konferansın mevzuu ve takip edilecek şahsî
görüşlerinden sefire kat’iyen bahsetmemişti. Sefir Sir Henry Elliot, ancak ilk
toplantı başlaymca, konferans mevzuunu diğer delegelerle ayni anda
öğrenebilmiştir. Lord Salisbury ile sefir arasındaki bu anlaşmazlık, İngiliz
kolonisinin devam ettiği Beyoğlu kahvelerinde anlatılmaya ve Lord Salisbury’nin
îgnatieff ile şehir içinde yaptıkları araba gezintilerinden nefretle
bahsedilmeye başlandı.
Tahminlerin
aksine olarak Rus diplomatı önceleri çok uzlaşıcı ve İngiliz teliflerini kabule
eğilimli göründü. Rusya’nın isteklerini özetleyerek dedi ki; “konferansa
iştirak edecek Türk delegesinden en az birisinin hristiyan olması hususunda
Türkle-re baskı yapmak lâzımdır.” Fakat, Padişahın ve
müşavirlerinin Lord Salisbury’e itimat etmedikleri, bu itibarla Türklere
tavsiyelerde bulunmak yerine onları şiddetli tedbirler ile tehdit etmenin daha
tesirli olacağı hususundaki telkinleri çok tehlikeli oluyordu. Bir taraftan da
General îgnatieff, sarayda kullandığı ve padişahın maiyetinde mühim mevkilerde
bulunan gizli ajanları vasıtasıyla da Türkler nezdinde, Lord Salisbury’nin
inatçı, şedit., tehlikeli ve hattâ eski bir Türk
düşmanı olduğu yolunda propagandalar yaptırıyordu. Bu suretle iki taraf
arasında bir itimatsızlık havası yaratan Rus sefiri, Türklerin izzeti
nefislerini rencide edip onları mukavemet tahrik etmenin en iyi hareket tarzı
olacağı hususunda da Britanya delegesini ikna etmişti.
Rus
sefaretinde dokuz defa yapılan hazırlık toplantısına hiç bir Türk delegesi
dâvet edilmedi. Bu toplantılarda büyük devletlerin delegeleri, Bab-ı Ali’ye
zorla kabul ettirilecek şartları tesbit ettiler. Hattâ İgnatieff’e göre,
asgariye indirildiği ifade edildiği halde Bulgaristan’daki hristiyan azınlığa
ve Bosna’ya, o kadar geniş bir muhtariyet hakkı tanınıyordu ki, bunların
Türkler tarafından kabulüne kat’iyen imkân olamazdı. Diğer taraftan bu
şartların Türk Hükümetine takdim tarzı da o derece alçakça idi ki, “Teklif
edilen şartlar üzerinde müzakere ve münakaşa bahis konusu olmayacak, şartlar
Türkler tarafından ya aynen kabul veya red edilecekti.” Red, elbetteki bir
harbe sebeb olacaktı.
İşte
Abdülhamid tahta çıktıktan sonra geçen üç ay zarfında bu çetin vaziyetlerle
karşılaşmıştı. Fakat bu müddet içinde genç padişah, milletinin hasletlerini
tanımış ve her türlü menfaatlerin üstünde millî gurur ve haysiyetin bahis
konusu olduğunu anlamıştı.
Çok
fena giyim, bakım, cephane ve gıda şartları içinde çarpışan Türk askerleri, Rus
subayları tarafından sevk ve idare edilen mağrur Suplar karşısında zafer
üzerine zafer kazanıyorlardı. Abdülhamid’in, Avrupa’İdarin ve bilhassa
Rus’ların emrine boyun eğmesi, yalnız askerlerinin kazandığı zaferin
neticelerinden mahrum kalmasını değil ve fakat kendisini Halife olarak tanıyan
bütün müslümanların gözleri önünde de değersiz bir varlık haline düşmesine
sebep olacaktı.
Diğer
taraftan da teklif edilen şartlan red etmek, bir harbin kabulü demekti. Bu öyle
bir harp olabilirdi ki, bir tek müttefike sahip olmadan göze alınması lâzımdı.
Esasen Rus orduları da Prut üzerinde toplanıyordu. Bu zıt haller karşısında
Abdülhamid, Mithat Paşa tarafından teklif edilen hâl çaresini tetkik etmek
zorunda kaldı.
Mithat
Paşa diyordu ki; “Millete bir anayasa vermenin zamanı gelmiştir. Çok asilâne
bir şekilde yapılacak olan bu hareket Avrupa delegelerini şaşırtıp onları
birbirlerine düşürebilir. Yalnız Avrupa vilâyetlerinde yaşayan hristiyanlara
değil, İmparatorluğun bütün ahalisine verilecek hürriyet ve eşitlik hakları,
Rus’ların öne sürdükleri bahaneleri hiçe indirebilir ve konferansı bir anda
mânâsız bir hâle getirebilir. Zira Rus Çarı bile, eğer umumî efkârın Türkiye
lehine tecelli ettiğini görürse, taleplerinde İsrara cesâret gösteremez.”
Üç
aydanberi Mithat Paşa’nm projesini baltalamak hususunda elinden geleni yapan
Sultan Abdülhamid için şimdi, onun tavsiyesiyle bir karar vermek çok müşkül
idi. Daha henüz çocukken bile “Kanunu Esasî” kelimesinden nefret ederdi. Fakat
şu anda Mithat Paşa ve onun “Kanunu Esasi projesi” kendi itibarını kurtaracak
yegâne hâl çaresi teşkil ediyordu. Bu itibarla konferansın resmen açılmasından
üç gün evvel “Kanunu Esasî babası olarak tanınan” Mithat Paşa sadrazamlığa
tâyin edildi.
Muhteşem
bir dramın temsili için hazırlanan dekoru, Abdülhamid, gülünç ve acıklı bir
faciaya tahvil etmekte gecikmedi. 23 Aralık 1876 sabahı büyük devletlerin
delegeleri Türkiye’nin kaderine karar vermek üzere Bahriye Nezaretinin büyük
salonunda toplandılar. Hava çok soğuk ve rutubetliydi. Pencerelerden hafifçe
sızan güneş ışığı, diplomatların çehresine her zamankinden daha ciddî ve daha
şüpheci bir mâna veriyordu Her-birinin yüzünde, konferansın akamete
uğramasından sonra cereyan edecek hâdiselerin vehameti şimdiden belirmişti.
Önceden
verdikleri
kararların ittifakla alındığı iddia edilmesine rağmen, her delege kendi
memleketinin menfaatleri üzerinde gizli ve sinsi bir gayret sarfediyordu. Bu
yüzden salona âdeta ağır bir husumet havası hâkim olmuştu.
Konferansın
başlangıç formaliteleri henüz ikmal edilmişti ki, Haliç’in karşı sahillerinden
atılan top seslerinin derin akisleri işitildi. Herkes şaşırmıştı. Acaba Türkler
isyan mı edeceklerdi?... Yoksa bu top sesleri,
AvrupalIların isteklerine ve baskılarına karşı bir cevap mı teşkil ediyordu?... Gayri ihtiyarî bütün gözler Türk delegesinin üzerine
çevrildi. Heyecandan sapsarı bir hâle gelmiş olan Türkiye Hariciye Nâzın Saffet
Paşa, ağır ağır yerinden kalkarak şunları söyledi: “Efendiler, şu anda Harbiye
Nazareti kulesinden atıldığını duyduğunuz top sesleri, Padişah hazretleri
tarafından bütün tebaanın eşit hak ve hürriyetlerini teminat altına alan
Kanuanu Esasinin ilânına işarettir. Bu büyük hâdise münasebetiyle, bundan sonra
konferans çalışmalarının lüzumsuz olacağım zannediyorum.”
Bu
beyanat soğuk bir sükût ile karşılandı. Az sonra Rus sefiri kısa, fakat sert ve
kaba bir ifade ile, Saffet Paşa’nın beyanatına en
küçük bir ilgi göstermeden, konferansın gündemine geçilmesini teklif etti.
Fakat Rus delegesinden başkası, dikkatle hazırlanmış olan vesikalarla,
haritaları ve istatistikleri aslâ tetkik etmiyordu Bu sırada sokaklarda
Padişahı ve Kanunu Esasiyi çılgınca alkışlayan müslüman ve hristiyan halkın
yaptığı tezahürat karşısında delegelerin hiç biri konferansa ilgi
göstermiyordu. Üzerinde “Kanunu Esasî” kelimesi yazılı bayraklar taşıyan
medrese talebeleri (molla), caddelerde dolaşıyor, halka Kanunu Esasî metnine
ait broşürler dağıtıyordu. Ne olduğunu anlamadan garip bir şaşkınlık ve neş’e
içindeki halk, bundan sonra kendi hükümetlerini bizzat seçecek, dinî
serbestlik, okullara ve hür bir basına kavuşacaktı. Halkın bu coşkunluğu
karşısında Bab-ı Ali’nin önünde hazırlanmış çiçeklerle süslü kürsüye çıkan
Mithat Paşa, milletine geniş bir hürriyet verdiğinden dolayı padişaha açıkça
şükranlarını ifade eden nutuklar çekiyordu.
Bahriye
Nezaretinde toplanan konferansın o günkü celsesi sona ermişti. Kürklerine
bürünüp özel arabalarına binen delegeler, ışıklarla ve bayraklarla donatılmış
caddelerden geçerek ikametgâhlarına giderken, artık Türkiye’nin kendi
mukadderatını eline almış olduğunu görmekle, konferanstaki müzakere ve
münakaşaların boş olduğuna tamamen kanaat getirmişlerdi.
Fakat
İgnatieff, Rus isteklerini açıkça ifade ederek, eğer Türkiye bunları kabul
etmezse Çar ordusunun Prut üzerinde harekete geçeceğini söylüyordu. Avusturya
delegesi ise daha ziyade uzlaştırma taraftarıydı. İkili bir idare hükümdarının
mümessili olarak, keza iki taraflı bir siyâset tâkip ediyordu. (Drei Ka-iser
Bund-Üçlü ittifak)’a sadık olarak Bosna’ya bir nâzar atfettiği zaman, Rusya’nın
Balkanların güneyine sızmasına mâni olmak için herşeyi gözönüne alıyordu.
Türkler
ise gayet mağrur ve inatçı bir tavır takınmışlardı. Fransa delegesi,
Bulgaristan katliamlarından bahsetmek istediği zaman ona Saint-Barthelmy ve
Eylül katliamlarını hatırlatmakta aslâ tereddüt etmiyorlardı. Sadece Lörd
Salisbury derin bir sükût muhafaza ediyor. Kendisine tamamen yabancı olan
mes’ele-yi şuurlu bir nizama sokmak için düşünüyordu. Konferans açılmadan evvel
Sir Henry Elliot bir defa daha “Mithat Paşa ve taraftarlarının İslâhat ve
yenilikleri tahakkuk ettirmek için çok samimi bir gayret sarfettikleri, bu
itibarla bir İngiliz nâzırının Türk Hükümet üzerinde nüfuz sahibi olması için
vaziyetin son derece müsait bulunduğu” hususunda Lord Salisbury’i iknaa
teşebbüs etmişti. Fakat Lord Salisbury bunları dinledikten sonra tekrar Rus
sefaretine yemeğe gidiyordu. İgnatieff, yemekte havyar ile beraber içilen
votkanın verdiği neş’e içinde, eğer Sir henry Elliot, İstanbul’daki
vazifesinden çekilirse konferans çalışmalarının çok kolaylaşacağını, çünkü
İngiliz sefirinin Mithat Paşa ile olan dostluğu Türklere, Avrupalılarm her
hususta bir ve beraber olmadığı kanaatini verdiğini sık sık tekrarlıyordu.
Lord
Salisbury, Rus’ların telkin ve nüfuzlarına o kadar kapılmıştı ki, bu
temayüllerini Lord Derby’e yazacak kadar işi ileri götürmüştü. Bu mektup
Disraeli’ye gönderildiği zaman Başvekil, haklı bir tepki duydu.
Birkaç
sene sonra Lord Salisbury, sefir Elliot’nun tavsiyelerine uymayarak Padişah ile
gizlice temasa geçmemek suretiyle büyük bir hatâ yaptığını itiraf etmiştir.
Daha sonraları Harbiye nâzın olunca, İngiltere’nin Türkiye’deki sefirine
Abdülhamid üzerinde şahsî nüfuz tesis etmelerini ısrarla tavsiye etmiştir.
Çünkü Abdülhamid’in bütün imparatorluk idaresi üzerinde geniş bir kontrol
sistemi kurduğunu anlamıştı.
Abdülhamid,
İstanbul konferansında büyük kozunu oynamakla beraber Mithat Paşaya olan
husumetini devam ettirdi. Camilerin ve resmî binaların ışıklarla donatıldığı bu
gece Dol-mabahçe kesif bir karanlık içindeydi. Mithat
Paşa saraya geldiği zaman kendisine, Zat-ı Şahanenin rahatsız bulunduğu
söylendi. Fakat sımsıkı kapalı perdelerin arkasındaki Sultanın çalışma odası
bütün gece ışıklı kalmıştı. Abdülhamid Anayasa projesini gözden geçiriyordu ve
bilhassa 113 numarayı taşıyan, buhran halinde alınacak tedbirler hakkındaki
hükümleri ihtiva eden madde üzerinde duruyordu. Bu maddeye kısa bir not ilâve
ederek, Padişaha sürgün hakkı tanıyan bir hüküm koydu. Sadece birkaç satırdan
ibaret olan bu hükmün, metin okunurken kolay kolay farkına varılamazdı. Fakat
saltanat mühürünü kendisine götüren mabeyn kâtibi bu vesikayı mühürlediği zaman
Sultanın sinsice tebessüm ettiğini gördü. Ve, vesika
Padişahın ittifatlı ifadelerini taşıyan bir irade ile Sadrâzam hazretlerine
gönderildi.
·
XIV
Abdülhamid
Maskesini Çıkarıyor
İstanbul
konferansında Türkler nâzik ve fakat ciddî bir ifade ile Avrupa’ya “Hayır!...” dediler. Bir ay süren faydasız münakaşalardan sonra
delegeler bavullarını toplamak zorunda kaldılar. Acaba Türkleri böyle bir
mukavemete hangi sebepler sevketmişti? Rusya’nın zayıf olmasından mı, yoksa
Lord Salis-bury’nin Avrupacıların her hususuta beraber olduklarına dair verdiği
mükerrer teminata rağmen, İngiltere’nin Osmanlı İmparatorluğuna yapılacak bir
tecavüz karşısında tarafsız bir müşahit olarak kalmayı tecviz etmeyeceği
hususunda Ruslar’da beliren kanaatten mi cesaret alıyorlardı?
Konferansta
çok şiddetli bir şekilde hareket etmiş olan diplomatlar bu suallere cevap
bulmakta zorluk çekiyorlardı.
Delegelerin
İstanbul’u terkettiği gün kar yağıyordu. Fakat şiddetli soğuğa rağmen
Abdülhamid sarayın balkonunda göründü. Elindeki dürbün ile Sarayburnundan dönüş
yapmakta olan yabancı gemileri seyrediyordu.
Padişahın
verdiği kıymetli hediyeler ve Mecidiye nişanları, misafirlerin ayrılmasına bir
ihtişam ve başarı şekli veremedi. Lord Salisbury, Abdülhamid’den huzura
kabulünü istediği zaman, Zat-ı Şahanenin diş ağrısından rahatsız olduğu
bahanesiyle arzusu reddedildi. General İgnatieff ise böyle bir istekde bulunmak
nezaketini bile göstermeye cesaret edemedi. Onun çok şiddetli bir nutku sadece
Türkleri değil, fakat bir kısım delegeleri de hayretler içinde bırakmıştı.
İgnatieff bu nutku ile Padişahı ve Hâzırlarını, Avrupa’da sulhün tesisine karşı
gelmekle itham ederek Rusların sabrının artık taşmış olduğunu beyan ettikten sonra
konferans salonunu terketmişti.
Avrupalı
diplomatlar hiddetli bir şekilde İstanbul’dan ayrılmışlardı. Fakat Abdülhamid,
verdiği “Hayır!...” cevabından dolayı hiç bir endişe
duymuyordu. Büyük devletlere mensup delegelerden her biri görüşünü açıklarken, diğerlerini
şüphe ile gözetlediğini padişah çok iyi biliyordu. Rusya’nın (Drei
Kaiser Bund-Üçlü ittifakının iki partöneri, General İgnatieff’i misâl alarak
Türklere kötü muamele yapmaya kafiyen temayül göstermemişlerdi. Diğer taraftan
İngiltere Başvekili Disraeli, halka verdiği bütün nutuklarında uzlaştırıcı ve
ılımlı bir dil kullanıyordu. Londra’da, Balkanlarda harb eden Türk askerleri
için para toplamak maksadiyle yapılan Sutherland Dük’ünün başkanlığındaki
toplantıda cömert bir Lord önemli miktarda bağışta bulunmuştu. Bütün bunlardan
Abdülhamid ne İngiltere’nin, ne de merkez devletlerinin Rusya’yı hareketlerinde
serbest bırakmıya-cakları kanaatine varmıştı. Padişah sadece bir hususta
General İgnatieff’e minnettarlık duyuyordu; Konferansın pahalıya malo-lan komik haline son verdiği için... Zira şimdi iç
meselelerle meşgul olmak ve Mithat Paşa’nm hesabını görmek için tamamen serbest
kalıyordu. Hür ve serbest bir seçimle teşkilini va-adettiği Meclisi Mebusan’ı
halk büyük bir heyecan ve tasviple karşılamıştı. Şimdi bu vaadin yerine
getirilmesi bekleniyordu. Fakat Kanunu Esasi’ye kuvvet veren bir adamdan
kurtulduktan sonra bu kanunun metninde vaadedilen şeyler ölü bir sözden ibaret
kalabilirdi. Bu düşüncelerle, hattâ diplomatlar henüz İstanbul’u terketmeden evvel,
Abdülhamid, sadrâzamın nasıl uzaklaştırılacağını bile tesbit etmişti.
Mithat
Paşa mes’elesi dikkatle tetkik edilmeye değer bir önem arzetmektedir. Bu tetkik
neticesinde Abdülhamid’in tutumu ve içinde bulunduğu ruh hâleti meydana çıkar.
Sadrâzamına olan davranışında ilk defa olarak, onun hükümdarlığı müddetin-ce
işlediği facialara sebep olan vehim ve şüphe hissinin neticelerini müşahede
ediyoruz. Mithat Paşa’nın sert ve kesin hareketleri, kendisine karşı
Abdülhamid’in beslediği kuşkuları ortadan kaldırmaya imkân vermiyordu. Onun
padişaha hitaben yazdığı yazılarda, mutlak bir hükümdarın istemeye hakkı
olduğuna inandığı son derecede hürmetkâr bir üslûp kullandığına Abdüi-hamıd
kaani değildi. Mithat Paşa’nm “Anayasanın ilânında, mutlakiyetin ilgası, Zat-ı
Şahanenin vazife ve haklarının tasrihi, keza nâzırların vazife ve
selâhiyetlerinin tesbit ve tâyini, bir kelime ile tam ve geniş bir hürriyetin
millete temini gayesi vardır.” şeklinde yazdığı mektubu okurken Abdülhamid
kendisinin açık bir şekilde tahkir edildiği zehabına kapılmıştı. Mithat
Pa-şa’nm kullandığı bu hoşa gitmeyen tâbirler padişaha, onun, memleketinin
menfaati uğruna iki padişahı tahttan indirmekte tereddüt etmediğini ve eğer bir
gün yine zaruret hissederse bu üçüncüsünü de tahttan indirebileceğine hazır
olduğunu düşündü.
Abdülhamid
tasavvurlarını tatbik için müsait bir zamanı bekliyordu. Ve yine bekliyordu ki,
muhtelif sefaretler İstanbul konferansı hakkmdaki raporlarım yazsınlar ve
Osmanh İmparatorluğunun kendi işlerini sadece kendisi
halletmeye muktedir olduğunu Avrupa’ya göstermek için Mithat paşa Sırbistan ile
şerefli bir sulh andlaşması yapsın. Fakat âniden husule gelen bir hâdise
padişahı iyice şaşırmıştı. Mithat Paşa, Maliye nâzırmın azlini istemek
suretiyle, saltanata ait imtiyazları çiğnemeye cesaret etmişti. Sadrâzam,
devlet hâzinesine mahsus muayyen bir meblâğın gizlice padişahın şahsî
hesaplarına nakledildiğini iddia etmek cür’etinde bulunmuştu. Abdülhamid,
devlet erkânına daima tasarruf tavsiye ederdi. Bu itibarla çok basit
alışkanlıklar, kendisinden önceki padişahlarınkilerle büyük bir dengesizlik
gösterirdi.
İşgüzar
Maliye Nâzın, padişahın şahsî tahsisatını altın para ile ödemek suretiyle ona
iki misli bir kıymet kazandırmıştı. Mithat Paşa bu hâdiseyi açıkladığı zaman
Abdülhamid, affı mümkün olmayan hareketinden dolayı, çok itimat ettiği Maliye
Nâzınnı azletmeye mecbur oldu.
5
Şubat 1877 sabahı Mithat Paşa, uzun zamandan beri millete vaadedilmiş olan
yenilik ve İslâhatın yapılması hususlarını görüşmek üzere padişahın huzuruna
dâvet edildi. Kendisine, Zat-ı Şahanenin bu işlerin bir an evvel tatbikine
başlanması-namuvaffakat etmiş olduğu da ayrıca bildirildi.
Hiç
birşeyden şüphe etmeyen Mithat Paşa araba ile saraya gitti. Fakat yolda evinin
önünden geçerken kapıların etrafında askerlerin beklediğini görmüştü. Bunun
üzerine bir tuzağa düşürülüp düşürülmeyeceğini düşünmeye başladı. Dolmabahçe’ye
gelince kendisini hemen küçük bekleme salonuna aldılar ve padişahın emirlerini
beklemesini söylediler. Bu arada pencereden dışarı bakarken şüphelerinin
hakikat olduğunu anladı. “İzzettin” adındaki saltanat yatı rıhtımda bağlı
duruyordu. Yatın bu mevsimde Boğazda olması normal değildi. Bacalarından duman
tüten gemi harekete hazır bir vaziyetteydi. En cesur bir adamın bile bir
felâketin yaklaşması karşısında korku duymamasına imkân yoktur.
Havasız
ve boğucu odada yalnızdı. Harem tarafından hafif bir piyano sesi geliyordu.
Takriben bir saat sonra kapı açıldı. Zat-ı Şahanenin başkâtibi Sait Paşa içeri
girdi. Üzüntülü olduğu belliydi. Hürmetle sadrazâm paşanın elini öptükten sonra
getirdiği irâdeyi uzattı. Bir an sükût edip, nâzik ve yine hürmetkar
bir şekilde sadaret mührünün kendisine teslimi ricasında bulundu. Fazla bir
heyecan göstermeyen Mithat Paşa bu suretle kaderine boyun eğerek Sait Paşa’nın
refakatinde rıhtımda bekleyen yata götürüldü.
Abdülhamid
darbeyi vurmuştu. Kanunu Esasinin 113üncü maddesine ilâve ettiği birkaç
satırlık hüküm şimdi tatbik ediliyordu. Bu hüküm ile padişaha tanınan sürgün
hakkının ilk kurbanı da Sadrâzam Mithat Paşa oluyordu.
Mithat
Paşa sürgüne götürülmek üzere yata bindirildiği sırada Abdülhamid de haremin
bronz kapılarının arkasına çekilerek, halkın bu hâdiseye karşı göstermesi
muhtemel tepkileri sinirli bir şekilde bekliyordu. Acaba halk, çok sevdiği
sadrazamın azledilmesine muhalefet edecek miydi? Bu takdirde Mithat Paşayı
tekrar hükümet merkezine çağırfnaktan ve daha müsait bir fırsatı beklemekten
başka çare kalmayacaktı. Bu maksatla “İzzettin” yatının süvarisi yirmi dört
saat içinde Marmara’da demirli kalmak emrini aldı. Bu süre geçince, eğer yeni
bir mesaj almazsa, Mithat Paşa’nın Avrupa’da seçeceği bir limana doğru yoluna
devam edecekti.
Padişah,
bütün plânlarını itina ile hazırlamıştı. Fakat buna rağmen yine de çekiniyordu.
Mithat Paşayı azletmek suretiyle ilk defa olarak içine bir isyan korkusu
düşmüştü. Bundan sonra saltanatını gizlice ve yavaş yavaş tahribe çalışacak bir
muhalefetle daima mücadele etmesi lâzım gelecekti. Çünkü Mithat Paşa mâruz
kaldığı bu muamele karşısında susmayacaktı. Onun Avrupa’da nüfuzlu dostları
vardı. Bütün Avrupa basım lehine harekete geçebilirdi .
Padişahın
bozulan sinirlerini yatıştırmak maksadıyla piyanoda Offenbach’dan ve
Meyerbeer’den parçalar çalan üvey annesi, onun, şu anda hükümdarlığının en
buhranlı dakikalarını yaşadığını farkediyordu. Abdülhamid’in en küçük
jestlerini, bir kadımnki kadar muntazam ve sinirli ellerinin hareketlerini,
teşbihinin taneleriyle oynamasını, sessizce oturuş tarzını, boynunu hafifçe
omuzlarının arasına sokuşunu, sonra âniden ürkek bir şekilde yerinden kalkarak
etrafını dinlemesini dikkat ve endişe ile tâkip eden üvey annesi, onun bir
isyanın ilk akislerinden şüphelenmekte olduğu mânasını çıkarıyordu.
Hafifçe
havaya kalkan bir el, ihtiyar kadının piyano çalmasını durdurmuştu. Abdülhamid
sırmalı perdeleri aralamış, Marmara Denizine doğru açılmakta olan İzzettin
yatını seyrediyordu. Perestû’ya işittirmek maksadıyla; “Mithat Paşa, padişahına
güçlük çıkarmak çılgınlığını gösterdi.” diye mırıldandı. Onun bu soğuk ve donuk
sesi, üvey annesinin birden buz kesilmesine kâfi geldi.
Abdülhamid
yirmi dört saattanberi haremdeydi. Kafiyelerin ve haremağalarınm getirdikleri
sokak dedikodularına göre, halk, hâdise karşısında nasıl hareket edeceğini
bilmiyordu. Saraydan yayılan bazı iftiralar, padişaha sâdık kulaklara kadar
erişmişti. Çünkü Mithat Paşa’nın dostu kadar, bir çok
da düşmanı vardı.
Fakat
bütün başarılarına rağmen padişah yine de asabî ve huzursuz idi. Ne üvey
annesi, ne de “kadm”ları onu eğlendirmeye muvaffak olamıyorlardı. Muhteşem
salonları ve aynalı koridorlarıyla Dolmabahçe Sarayından artık'nefret ediyprdu.
Sarayın Marmaraya gelen harp gemilerinin çok yakınında ve unutmak istediği
kardeşi Murad’ın bulunduğu Çırağan Sarayının da civarda olması ona gittikçe
endişe veriyordu.
Mithat
Paşa’nın evinde ve şahsî evrakı arasında yapılan araştırmalarda, Abdülhamid’in
kardeşi Murat iyileştiği takdirde onun lehine tahttan feragat edeceğine dair
imzaladığı taahhütname bulunamamıştı.
Abdülhamid,
kardeşinin sıhhî durumu hakkında tam ve esaslı bir malûmat almak istiyordu.
Bunun için de Mithat Pa-şa’mn sürgüne gönderilmesini tâkip eden geceyi en
münasip bir zaman olarak seçti ve tahta çıktığından beri ilk defa olarak
Çıra-ğan sarayına gitti.
Çocukluğunda
dinlediği peri masallarındaki yaldızlı saraylara benzeyen Çırağan artık
gölgelerin dolaştığı loş ve sessiz bir konaktan başka bir şey değildi.
Sultanların terkettiği bütün şark sarayları gibi Çırağan’ın da yaldızları
dökülmüş, döşemeleri yıpranmıştı. Koridorlarda birbirleriyle gevezelik eden
işsiz haremağaları, padişahın kendilerine doğru yaklaşmakta olduğunu görünce
hemen yerlere kapandılar. Hastanın tedavisi için artık kendilerine lüzum
kalmadığını bilen hekimler de bir miktar bahşiş ümidiyle derhal padişahın
önünde elpençe divan durarak, hastanın vaziyetinin bir aydanberi çok
vahimleştiğini beyan ettiler. Fakat Abdülhamid hekimlerin raporlarına olduğu
kadar, beyanlarına da itimat etmiyordu.
Kardeşi
Murat için amansız bir kin besleyen Abdülhamid, bir delinin yanında mahpus
kalmaya mahkûm edilen genç ve güzel kadınları görünce, merhamet duygularının
harekete geçmesine mâni olamadı. Padişaha olan husumetini gizlemek için büyük
bir gayret sarfettiği belli olan Murad’m annesi, onu gayet memnun bir tavırla
karşıladı.
Abdülhamid
bu kadının, bedbaht annesi Tirimüjgâna ne ■ kadar merhametsizce eziyet ettiğini
aslâ unutmuyordu. Buna rağmen hiç bir şey hatırlamıyormuş gibi ihtiyar kadının
elini hürmetle öptü. Derhal yerine getirilmek üzere bir arzusu olup olmadığını
öğrenmek istedi. Murat daha önce yatak odasına çekilmişti. Annesi onun çok
uyuduğundan bahsetti. Murad’m bu hâli, buhranlı zamanlarını sükûnetle geçirmesi
için hekimler tarafından verilen ilâçlardan ileri geliyordu. Eski Valide
Sultan, bu ilâçların oğlunun gittikçe azalan kuvvet ve kudretini büsbütün
tahrip ettiğine kaani olduğunu söylemek cesaretinde bulundu. Kendisine verilen
izahatı dinleyen Abdülhamid, Murad’ın yattığı odanın kapısına geldi. Eski
Padişah bir müddet evvel uyandırılmıştı. Tahttaki değişiklikten beri iki kardeş
ilk defa karşı karşıya geldiler. Anahtar deliğine kulaklarını yapıştıran
haremağaları bile, onların aralarında ne konuştuklarını işitemediler. Esasen
Murad’m kaderi artık tâyin edilmişti. Onu kurtaracak olan yegâne adam ise, şu
anda Marmara denizinde Avrupa’ya doğru yol alıyordu.
·
XV
Yeni
Bir Buhran
Mithat
Paşa’nın azil ve sürgün edilişi Abdülhamid’in tasavvurundan daha korkunç ve
tehlikeli haller yaratmaya başlamıştı. Haber, Avrupa basınında olduğu kadar,
parlâmentolarında da geniş tepkilere sebep oldu. Fransa’da Meb’usan Meclisinde
M. Thiers: “Türkiye’nin en kötü düşmanı bile, padişaha böyle şeytanca bir
tavsiyede bulunmayı düşünemezdi.” diyecek kadar ileri gitti. Bu itibarla
Abdülhamid, Mithatpaşayı, tantanalı bir ünvan ile uzak vilâyetlerden birine
göndererek orada küflenmeye mahkûm etmenin en isabetli hareket olacağını
düşündü.
Padişah,
şimdi sür’atle bir buhran yaratan Şark Meselesi yüzünden, kendisine hasım
kesilen bir Avrupa ile karşı karşıyaydı. Rusya yeniden harekete geçmişti.
General İgnatieff, batı memleketlerinde büyük bir seyahat yaparak, bir Türk-Rus
harbi halinde Avrupa devlet adamlarının ne gibi bir tavır takınacaklarını
anlamak için nabız yoklaması yapıyordu. Lord Salisbury’le olan dostluğu,
kendisinin bir gün müddetle Hatfield Şatosunda misafir edilmesini temin etti.
Fakat bu ziyaret öyle bir zamana rastlamıştı ki, Lord Salisbury’nin kabinedeki
bütün mesai arkadaşları, bilhassa başvekil, Rusya’nın isteklerini son haddine
vardırdığı takdirde İstanbul’u savunmak için plânlar yapıyorlardı.
İngiltere
üzerinde iyi bir etki yaratmak isteyen padişah da kendisine göre tedbirler
alıyordu. Bu cümleden olarak 19 Mart 1877 günü kanunu Esasiye göre kuruları ilk
Osmanlı Meclisi Mebusamnın muhteşem bir şekilde toplanması için kendi sarayının
toplanması çok tarihî bir hâdise teşkil ediyordu. Fakat Avrupa’da ilgi ve
heyecan yaratmak için yapılan bu hareket çok geç kalmıştı. Dolmabahçe’nin
debdebeli dekorları içinde, entariden koyun postu kürke kadar mühtelif
kıyafetler taşıyan mebuslar, ilk defa olarak devletin idaresine iştirak etmek
üzere imparatorluğun dört köşesinden buraya gelmişlerdi. Muhteşem kristal âvizelerden
fışkırıp duvarlardaki aynalarda ve mermer döşemelerde akisler yapan ışık
çağlayanları Bağdat’tan, Edirne’den, Sivas’tan, Erzurum’dan gelmiş bu adamların
baba yâni çehrelerini garip bir şekilde aydınlatıyordu. Her biri, memleketin
içinde bulunduğu durumu mümkün değilmiş gibi görünen meseleleri görüşmek üzere
burada toplanmışlardı. Aksaklıkların sadece kendi vilâyetlerinde olmayıp,
imparatorluğun her tarafına yayılmış olduğunu da bu vesile ile iyice
öğrenmişlerdi. Devlet idaresi Beyrut’ta nasılsa, Selânikte de aynıydı.
Abdülhamid
çok mükemmel bir rol yapıyordu. Gösterdiği anlayış ve müsamahaya hayran olmamak
kabil değildi. Meclis Reis Vekilliliğine Ermeni bir mebus tâyin etmiş,
kendisine de yâver olarak iki Yahudi gencini seçmişti. Padişahın Meclisi açış
nutku, başkâtibi Sait Paşa tarafından okundu. Padişah bu nutkunda, milletine
yine aydın ufuklar ve terakkiler getireceğinden bahsediyordu. Bundan sonra
bütün tebaası, tıpkı bir ailenin çocukları gibi itibar ve ilgi görecekler, aynı
kanunların himayesi altında bulunacaklardı. Buna karşılıkta de o, tebaasından
sadece, tam bir emniyet ve adalet duyguları üzerine kurulmuş olan Kanunu
Esasinin getirdiği iyilikler içinde mutlu ve müreffeh olarak yaşamalarım, daima
bir ve beraber olmalarım istiyordu. Bu müsamaha ruhu, yalnız siyasî sahada
kalmıyor, hânedana kadar genişleyerek Sultanın kardeşleri asırlardanberi ilk
defa olarak Devlet Şûrasına kabul ediliyorlardı. Abdülhamid’in hiç muhabbet
göstermediği kardeşleri hakkında aldığı bu karar hayretle karşılandı. Şehzade
Reşat ve Vahideddin’in merasim esnasında Padişahın tahtının yanında hazır
bulunmaları, Çırağan Sarayında hasta yatan eski padişah hakkında sual sormaya
hazır seslerin sükût etmesine sebep oldu.
Dolmabahçe
Sarayındaki açılış merasiminden sonra Meclisi Mebusanın merkezi Haliç
kenarındaki adliye nezaretine nakledildi. Müteakip senelerde Meclis toplantısı
defalarca tâlik edilmek suretiyle Padişah Kanununu Esasî hükümlerini, resmî
salnamelerde neşredilen esbabı mucibeden mahrum beyannamelerle ortadan kaldırıyordu.
Böylece de -Türk veya yabancı olsun- Türkiye’de kısa süren hürriyet idaresinin
bir tecelligâhı olmuş bulunan Meclis binasının kırık pencerelerine doğru bakmak
bile padişaha karşı işlenmiş en ağır bir ihanet fiili olmaya başladı. Zira, Abdülhamid’in tahminlerinin aksine olarak demokrasi
tecrübesi muvaffak olmuştu. Türkler, tabiatleri itibariyle demokrattırlar.
Tecrübesizliklerine ve parlâmento usullerini bilmemelerine rağmen, mebusların
büyük ekseriyeti kabiliyetlerini suiistimallerin ortadan kaldırılması
hususundaki samimiyetlerini göstermişlerdi. Yabancı tecavüzlere karşı hristiyan
tebaanın imparatorluğu muhafaza ve müdafaa etmek hususundaki azimkârlıklarından
dolayı çok müsbet bir intiba edinmişlerdi. Bab-ı Ali’ye hareket ve canlılık
veren bir ruh girmiş, Abdülha-mid, milleti tarafından âdeta tapılırcasma
sevilen bir mâbut olmuştu.
Demokratik
bir hükümdar rolü oynamaya mecbur olduğu haftalar içinde padişah, bir koru
içindeki küçük bir köşke giden Beşiktaş sırtlarındaki dik ve tozlu yollarda at
ile gezintiler yapıyordu. Babası tarafından bir “gözde”si için inşa ettirilmiş
olan bir köşk Yıldız adiyle tanınıyordu. Son derecede güzel olan bu beyaz
mermer köşkten İstanbul ve Boğazın seyrine doyum olmuyordu. Fakat Abdülhamid’i
buraya çeken şey, köşkün güzelliğinden ziyade, sâkin ve her yerden uzak
olmasıydı. Padişah orada kendisini gayet rahat hissederdi. Mütecessis
nazarlardan, âsilerin ve nümayişçi kimselerin dikkatinden tamamen mâsun olurdu.
Yıldızın yüksek sırtlarından, Karadeniz ve Marmara denizlerinden gelen bütün
harb gemilerini daha uzaklardayken görmek mümkündü. Bu suretle zamanında
emniyet tedbirleri alınabilirdi. Abdülhamid herşeyden evvel sağlam bir emniyet
ihtiyacı hissediyordu. İkametgâhının ihtişamı ile herkesin gözlerini
kamaştırmak arzusu onda aslâ yoktu. Deniz sahilindeki İtalyan stilindeki
saraylar, milleti kadar, onun da hoşuna gitmiyordu. Yıldız’da ayrı ayrı inşa
edilmiş olan binalar, eski padişahlar tarafından da çok sevilirdi. O, yüksek
duvarlarla çevrilmiş geniş park içinde yeraltı geçitleri ve gizli kapıları
olan, saraydan ziyade bir kır evi inşa ettirmeyi düşünüyordu. Böyle yere
mabeyn-lerinin ve yâverlerinin haberi olmadan sık sık gidip gelebilirdi.
Gizlice
hazırlamakta olduğu inşaata ait projeler son şeklini alıncaya kadar her akşam
Yıldız’a gitmeye devam etti. Nihayet bir gün bu çıplak ve tenha tepeye yüzlerce
işçi ve kalfa getirildi. Bunların her biri ayrı ekipler halinde çalışmaya
başladı. Projelerin hazırlanmasında kendileriyle müşavere edilmiş olan mimar ve
mühendislere plânın tamamı aslâ gösterilmemişti. Bu itibarla, daha sonraları
geniş bir sahaya yayılmış olan Yıldız’ın kollarını teşkil eden binalar
arasındaki gizil yolları padişahtan başkasının bilmediği söylenmektedir.
Yıldız’ın
inşası, dış politika üzerinde Abdülhamid’e âdeta yeni bir cesaret veriyordu.
Zira 1877 yılının bu Mart ayında, büyük devletler tarafından son defa yapılan
sulh teşebbüslerine
11.
Ahdülhamid • 129
karşı
padişah, büyük bir inat ve azimle muhalefet ediyordu.
İngiltere’de,
General İgnatieff’in yüksek ikna kabiliyeti ona büyük birşey kazandıramamıştı.
Sadece “Londra protokolü” adı altında her mânaya çekilebilen bir vesika
imzasıyla iktifa olunmuştu. Bu protokole göre; büyük
devletler, Türkiye-Sırbis-tan arasındaki kesin bir sulh andlaşması yapılmasını
temenni etmekten derin bir zevk duyduklarını, fakat Osmanlı hükümeti tarafından
vaadedilen İslâhat ve yeniliklerin de ciddiyetle tatbiki hususundaki samimi
arzularını ifadeye lüzum gördüklerini, hris-tiyan ahalinin durumu islâh
edilmediği takdirde doğudaki umumî sulh ve huzuru en iyi şekilde tesis için
gerekli tedbirleri almak gayesiyle müştereken hareket etmek hakkını muhafaza
ettiklerini ifade ve teyit ediyorlardı.
Protokolü
imza etmiş olan bazı büyük devletler bu tecrübe ba! or unun neticelerinden
esasen şüphe ve tereddüt gösteriyorlardı. İngiltere Başvekili Disrael’nin
müşahedelerine göre; “Protokol imza edildikten sonra her taraftan aldığım
mektuplarda bizim zaferimizden, Rusya’nın ise mağlûbiyetinden bahsediliyordu.
Fakat bana göre mes’ele en iyi şekilde aydınlığa çıkarılamamıştır.”
denilmektedir. Her ne kadar İngiltere bir dostluk eseri olarak padişahı bu
protokolü kabule zorlamış ise de, Abdülha-mid biraz da tedbirsizlik göstererek,
imparatorluğunun dahilî işlerine Avrupa’nın bir
müdahalesi olarak telâkki ettiği protokolü kat’iyetle reddetmişti.
Londra
protokolünün Türkiye tarafından reddi, bir takım hâdiseler yarattı. Çünkü
îgnatieff bütün tatlı sözlerine rağmen “Hasta adamın” mirasını taksim hususunda
Fransa, İngiltere, Almanya ve Avusturya’yı, Rusya’nın yanında yer almaya ikna
edememişti. “Doğudaki hristiyanları müdafaaya”kararlı olan Rusya, şimdi yeni
bir “Haçlı seferi” hazırlamak için bahane arıyordu. İngiltere’nin padişaha
“harbi önlemek için her türlü feda-
kârlığa
razı olmasını” tavsiye etmek maksadıyla Türkiye’ye yeni bir sefir gönderdiği
sırada Rus orduları da daha önceden Prut üzerinde toplanmıştı.
Yeni
İngiliz sefiri Henry Layard hem bir arkelog, hem de diplomattı. Vazifesinde
muvaffak olmak için bütün vasıflara sahipti. Türklere olan sevgisi Büyükelçi
sir Stratford Canning’in emrinde genç yaşta hizmet ederken başlamış, Ninova’da
yaptığı hafriyat sırasında ise iyice artmıştı. Fakat 20 nisan
1877 de İstanbul’a indiği zaman, Osmanlı İmparatorluğu artık harp uçurumunun
kenarına gelmişti. Felâketi önlemek padişahın kudretinde değildi. Her çeşit
müttefikin yardım ve desteğinden mahrum bulunan Türklerin şimdi yegâne kuvveti
islâmiyetin verdiği imandı. Ve bu imanla dolu olan mütevekkil ve kaderlerine
rıza gösteren Türkler, Rus’ların kendilerine saldırmasına bekliyordu. Sefir
Henry Layard Bab-ı Ali’de büyük bir gevşeklik ve karışıklık içinde işi uzatmak
maksadiyle beceriksizce teşebbüslere geçildiğini müşahade ediyordu. Yeni
sadrâzam Etem Paşa tam bir ümitsizlik içindeydi. Hariciye nâzın Saffet Paşa ise
asabî krizler geçiriyordu. Devamlı olarak Yıldız’da ikâmet eden Padişahın
tasvibi alınmadan hiç bir devlet işi yürümüyordu.
İngiltere
sefiri İstanbul’a geldikten dört gün sonra padişahın huzuruna kabul edildi.
Yıldız ’m büyük kapısını merasim arabası ile geçen Henry Layard’a hariciye
Nâzın refakat ediyordu. Bu sırada sefir, şüphesiz ki hakkında zıt şeyler söylenen
Ab-dülhamid’in nasıl bir adam olduğunu düşünüyordu. Halktan uzak bir yerde,
kapalı bir vaziyette yaşayan padişah herşeye rağmen kendisini hükümetinin
çalışmalarına iştirak ettirecek birinci adamdı.
Sarayı,
yüksek duvarlarını bitişiğinde bulunan kışlalardaki Arnavut askerleri muhafaza
ediyordu. Bir ay evveline gelinceye kadar boş bir araziden ibaret olan bu
yerler şimdi çiçek tarhları, havuzlar ve gölleriyle bir park haline
getirilmişti. Ağaç dallarında nâdide kuşlar uçuşuyor, çalıların arasında
dolaşan acaip hayvanlar dik dik yüzünüze bakıyordu. Henry Layard bütün
bunlardan, mahçup ve kendi benzerlerine itimat etmeyen padişahın kuşlara ve
hayvanlara karşı derin bir hayranlık duyduğunu anlamıştı.
Arabalar
üç katlı bir binanın önünde durdu. Sefir ve maiyeti Zat-ı Şahannenin Başkâtibi
Sait Paşa tarafından karşılandı. Mermer merdivenlerden çıkarak birinci kattaki
kabul salonuna alınan misafirlere kahve ve şurup ikram edildi. Sonra
Başmabe-yinci kendilerine takdim edildi. Her ne kadar Yıldız, bir saraya benzemiyorsa
da Abdülhamid orada şark saraylarına mahsus bütün ihtişam ve debdebeyi
yaşatıyordu. Altın sırmalı ve parlak nişanlarla süslü elbiseler giymiş olan
mabeyn memurları, uşaklar ve haremağaları, yerlere kadar eğilerek selâmlamak
suretiyle sefiri salondan salona geçirdiler. Nihayet hükümdarın huzuruna
girildi. Fes ve redingot giymiş olan ince ve nâzik bir adam misafirleri
karşılamak üzere ayağa kalktı. Layard’m gözüne çarpan ilk şey, padişahın
melânkolik hali ile solgun yüzü ve saçlarıyla sakalının koyu siyah rengi oldu.
Sefiri'.karşıladığı sırada Abdül-hamid’in dudaklarında çok câzip ve lâtif bir
tebessüm belirmişti. Fakat konuşurken çok ümitsiz ve bedbin bir tavır
takınıyordu.
Tercümanlık
vazifesini Hariciye nâzın ifa ediyordu. Padişah, gözleri yaşararak sulh
hakkındaki arzularını “Bütün tebaamın saadet ve refahı için lüzumlu ve mutlaka
tatbike kararlı olduğum yenilik ve İslâhatı sulh ve huzura kavuşmadan nasıl
olur da tahakkuk ettirebilirim.” şeklinde ifade ediyordu. Meyus bir halde, iki
memleket arasına giren ve bazı hâdiselerin sebebi olan sis perdesinden dolayı,
kendisine aslâ mes’uliyet düşmediğinden bahsetti. Bu görüşmelerde padişah
Layard’ı, sâfiyeti ve samimiyeti üzerinde tamamen ikna etmeye muvaffak olmuştu.
Bu
itibarla sefir İngiltere Hariciye nezaretine yazdığı mektupta diyordu ki;
“Padişah, bana çok sevimli, iyi niyetli, doğru sözlü, nâzik ve İnsanî
duygularla mücehhez, tebaasının hayrı için elinden gelen herşeyi zevkle yapmaya
hazır bir kimse olarak göründü.”
Bu
samimiyet sahtemiydi, yoksa Abdülhamid hakikaten İngiltere’nin yardımını ve
müzaheretini istiyor muydu? Birdenbire zıt fikir ve hisler altında, sulh
arzusunda olduğunu İsrarla teyit ediyordu. Fakat mağrur ve harpçi bir adam olan
eniştesi Mahmut Celâlettin Paşa’nın tesirine kapılınca da Rus Çarına meydan
okuyordu. Bütün bunlara rağmen sulhü veya harbi tercih etmek artık Sultanın
insiyatifinde olan bir mesele değildi. Henry Layard 24 Nisan 1877 akşamı
Yıldız’dan ayrıldığı vakit Rus orduları Prut’u geçmişlerdi ve bir asır içinde
dördüncü defa olarak Türkiye harbetmek mecburiyetiyle karşılaşıyordu.
·
XVI
Türk
- Rus Harbi
Boğazın
iki yakasında kendisini gösteren taze bahar havası ile birlikte bir yabancı
istilâsının tehdidi memleketin ufuklarını bir kâbus gibi çökmüş görünüyordu.
Beyoğlu’ndaki
Rus sefaretinin önünde toplanan kalabalık, kapının üstündeki Çarlık armasına
bir örtü çekildiğini gördü. Bu sırada Anadolu’dan Üsküdar’a doğru ilk asker
kafileleri geliyordu. Bu defa artık, Marmara denizine demirlemiş müttefik
donanması, caddelerde dolaşarak Türklerin cesaretini arttıran müttefik
askerleri yoktu. Bu harp Batılılara karşı müslümanla-rm mücadelesiydi.
Camilerde Peygamberin yeşil sancağı açılmış, din adamları da askerlerle
birlikte yürüyüşe geçmişti.
Umumi
heyecana kapılan Abdülhamid, ecdadının şanlı geleneklerine göre, kendisini
büyük bir kumandan olarak görüyordu. Hattâ Tuna boylarında çarpışan ordunun
başına geçmek için oraya gitmek istiyordu. Fakat eniştesi Mahmut Celâlettin
Paşa, onu bu fikrinden vazgeçirdi. Paşa, Topçu Kumandanı sıfatıyla Yıldız’m
askerî müşavirleri üzerinde çok meş’um bir nüfuz icra ediyordu. Rus’ların
Tuna’ya doğru bütün kuvvetleriyle ilerledikleri sırada, cepheye müteaddit
emirler verilip, peşinden iptâl ediliyordu. Kumandanlık mevkilerine
kabiliyetsiz paşalar getirilmişti. Padişahın eniştesine hürmet göstermeyi,
dalkavukluk yapmayı ihmal eden yeni yetişmiş genç ve bilgili subaylar bir
kenara itilivermişti.
Osmanlı
ordusunda hizmet görmüş olan eski bir İngiliz süvari subayı General Valentine
Baker’in bu harbe ait anlattığı hâzin hikâyelere göre; hükümet merkezindeki
birçok paşaların kıskançlıkları ve entrikaları ile cephedeki kumandanların fecî
ihmalleri yüzünden Türk askerlerinin feragatkâr kahramanlıkları tamamen
faydasız ve boş bir hareket olmuştur. Her ne kadar bütün vazifelerini hakkıyla
yapmaya çalışmasına rağmen, Abdülhamid, hiç bir suretle bir askerî şefin
kabiliyet ve liyakatine sahip olamamıştır. İradesi, bazen iyimserlik, bazen de
ümitsizlikle alt üst oluyor, çok sağlam olan dinî, inançları zaman zaman yerini
şüpheciliğe bırakıyordu. Cesareti kırılıp ürkek bir hal alıyordu.
Yeni
İngiliz sefiri geldiğinden birkaç hafta sonra padişah ile sıkı bir dostluk
kurmaya muvaffak oldu. Hemen her gün Yıl-dız’dan gönderilen bir mesajla
kendisinden bir malûmat veya tavsiye isteniyordu. Sefirin anlattığına göre; çok
sevimli ve anlayışlı olan padişah, altından kalkamayacağı kadar bir çok mes’elelerle meşguldü. Hükümetin dizginlerini elleri
arasında tutmakta ısrar ediyor, en küçük teferruatla bile uğraşmayı vazife
sayıyordu. “Üzerindeki yükün bir hammalın bile taşıyamayacağı kadar ağır”
olduğunu söylediği zaman genç padişaha Henry Layard büyük bir hürmet göstererek
“Zat-ı Şahanenin herhangi bir memura tevdi edebileceği işlerle uğraşmak
suretiyle yorulduğunu” söyleyince Padişah, sarayda itimat edebileceği bir tek
kimse olmadığını derin bir üzüntü ile ifade ediyordu. Kardeşinin iyileşerek
tekrar tahta geçmesinden ve eniştesi haris Mahmut Celâlettin Paşa’nm bir
suikast tertip edeceğinden devamlı surette korku ve endişe duyuyordu. Esasen Layard
da bu paşanın müşavirlik vazifesinin çok tehlikeli olduğunu görüyordu.
Padişahın
bir suikastten korkusunu teyit edecek bazı hareketler seziliyordu. İngiltere Hariciye nezaretine yazdığı bir mektupta Layard; “Sultan
Murad’ın annesinin gizli bir ajanının İngiltere sefaretine girmeye muvaffak
olduğunu, eski Valide Sultan, oğlunun tamamen iyileşerek devleti idare edecek
hale geldiğinden bahisle İngiltere’nin oğlu lehine destek ve alâka
göstermesini, hattâ sefirin bir gece gizlice Çırağan sarayına gelerek Murad’ı
bizzat görmesini rica ettiğini” bildiriyordu. Çok tehlikeli olan bu
teklifi Layard nazarı itibare almadı. Esasen sefirin istihbaratına nazaran
bedbaht Murat tam mânasıyla çıldırmıştı.
Bu
suikast ve fesat havasında elbetteki Dâmat Mahmut Celâlettin Paşa gibi şüpheli
bir şahsiyet için padişahı devamlı bir kuşku içinde tutmak kolay oluyordu. Bu
suretle padişah o hâle geldi ki, artık korku ve şüphe onda bir sâbit fikir
halini aldı. Bu buhranlı aylar zarfında Abdülhamid meşhur “cumal” defterini
tanzim ederek, devrine ait en mühim-hâdiselerin cereyanını hazırladı.
Sefir
Henry Layard hâtıratında bundan bahsederken diyor ki; “Padişah herşeyi dikkatle
not ettiği (Curnal) defteri sayesinde asla hiçbir hususu unutmuyordu.
Muhafazasında fayda gördüğü beyanat ve müşahadeleri bu deftere yazmak
suretiyle, vâki görüşmelerimizde bundan bana binaen bahse imkân buluyordu.”
Fakat
sefir burada sadece padişahın özel hâtıra (Cumal) defterinden bahsediyor. Halbuki senelerce Yıldız’ın arşivlerini dolduran gizli
(Cumal) dosyalarının mevcudiyetinden habersiz görünüyor. Bu dosyalarda teamüle
göre doğrudan doğruya Babı Ali’ye gönderilmesi icabeden Türk sefirlerinin
hususî raporlarından, İstanbul kahvelerinde vazife gören veya hizmetçi olarak
Hâzırların yanında çalışan hafiyelerin âdi ihbarlarına kadar her şey vardı.
Hükümet merkezinde, Rum bankacı Zarifi’den sadra zama kadar bütün mühim
şahsiyetlerin Yıldız’da gizli bir dos yası tutuluyordu. Rusların Tuna’yı
geçtiği ve hükümet merkezi ni tehdit ettikleri günlere tesadüf eden harbin en
vahim bir za manında bile Abdülhamid, hafiyelerden gelen raporları ve zabıt lan her akşam tetkik etmek için vakit bulabiliyordu. Bazen
yor gunluktan bitkin bir halde, önündeki dosya yığınına başını ko yup
uyuyakalıyordu. Raporları yüksek sesle okumakla vazifeli genç ve güzel bir
kadın mevzuun değiştirilmesini veya sultanm küçük bir işaret yapmasını
beklemeden hemen dosyaları kaldırıp, yeni bir aşk sahnesinin başlayacağı
gecenin karanlığında ortadan kayboluyordu.
Başka
zamanlarda, bilhassa sinirli olduğu hallerde, Abdülhamid çok müşfik ve
ihtiraslı bir âşık gibi yanmda mutlaka bir kadının bulunmasını istiyor,
annesinin boynuna sarılan bir çocuk gibi o da kadının boynuna sarılarak kalıyor
ve günlerce haremden çıkmıyordu. Akşamları Yıldız’a dâvet edilen nâzırlar ve
paşalar, zenci bir haremağası tarafından karşılanıp parkın ortasındaki bir
köşke götürülürlerdi. Orada şark tarzında tefriş edilmiş küçük bir salonda
kanarya kafesleri arasındaki bir divana uzanmış olan padişah tarafından kabul
edilirlerdi. Bu kabullerde ekseriya sırmalı bir perdenin arkasından kadın
fısıltıları işitilirdi. Padişah misafirlerine bir sürü sual sorar ve aldığı
cevaplar üzerinde kendi fikirlerini aslâ söylemezdi. Bu görüşmelerde nâ-zırlar
ve paşalar, kendilerine veya diğer arkadaşlarına zarar getirebilecek herhangi
bir gaf yapmamak için son derece dikkat ve itina göstermeye mecbur olurlardı.
Acaba
Abdülhamid bazen, biraz haşin tabiatlı olan Mithat Paşayı geniş ihtisasından ve
Avrupa Devlet adamlarını yakından tanınmış olmasından dolayı arıyor muydu? Veya
onun yokluğundan acı ve pişmanlık hissediyor muydu?..
Sadrazam
Etem Paşa çok namuslu ve sadık bir adamdı. Fakat Padişaha, hakikatleri aynen
söyleyecek cesarete sahip değildi. Halbuki bazı
zamanlar, padişah, hakikatleri bilmek ve öğrenmek istiyordu. Diğer taraftan
Mahmut Celâlettin Paşa’nın ise dalkavukluklarından artık nefret etmeye
başlamıştı. Bu sebeplerden dolayı genç Sait Paşaya karşı büyük muhabbet ve
itimat gösteriyordu. Sait Paşa, Mahmut Celâlettin Paşa’nın tavsiyesiyle saraya
kabul edilmişti. Fakat çok geçmeden paşadan uzaklaşmış, kabiliyeti ve istidadı
sayesinde Başkâtip olmuştu. Boyunun kısalığı yüzünden Küçük Sait Paşa nâmiyle
anılan Sait Paşa, otuz seneden fazla süren hükümdarlığı zamanında
Abdülha-mid’in hizmetinde bulunmuştur.
İngiltere
Sefiri Henry Layard, Küçük Sait Paşa ile Yıldız köşkünde padişah tarafından
verilen bir ziyafette tanıştığını anlatmaktadır. Avrupa tarzında verilen bir
ziyafete bir cemilekâr-hk olmak üzere sefirin eşi Mrs. (Bn.) Layard da dâvet
edilmişti. Henry Layard’m Sait Paşa hakkında edindiği ilk intiba pek müsbet
olmamıştı. Paşa’nın sivri dişlerini göstererek karşısındakine sert ve dik bir
şekilde bakışı ilk anlarda pek hoşa gitmiyordu. Fakat Sultan Abdülhamid’in
nâzikâne bir şekilde sefire Mrs. (Bn) Layard’ı çiçeklerden ve kuşlardan
bahsederek kuş bahçesinde gezdirdiği sırada Sait Paşa da sefir Layard’a
padişahın son günlerde bozulan sıhhî durumundan bahsediyordu. Genç adam
padişahın sıhhatine karşı o kadar samimî bir ilgi gösteriyordu ki, onun bu hâli
karşısında, Layard’m üzerinde evvelce hâsıl olan menfi intiba tamamen
silinmişti. Bundan sonra birçok defa yapılan görüşmelerde Sait Paşa’nın siyasî
olgunluğu ve samimiliği sefir Henry Layard’m takdir ve hayranlığını mucip
olmuştur.
Tercümanlık
yaptığı sırada Sait Paşa daima dürüst ve sâdık bir şekilde hareket eder,
sefirin sözlerindeki mânanın sertliğini hiç değiştirmeden padişaha aynen
naklederdi. Hattâ bir gün Layard’m “Bulgaristan’daki katliamlar ve mezalimler
sebebiyle İngiltere’nin tarafsız kalmaya karar verdiği” hususundaki beyanını da
tek kelimesini değiştirmeden tercüme etmişti. Abdülhamid ise İngiltere’den aslâ
beklemediği bu cevabı hiçbir hiddet ve öfke alâmeti göstermeden sükûnetle
dinlemişti. Padişah bir hâdise karşısındaki üzüntüsünü veya bir şeyin hoşuna
gitmediğini nâdiren belli ederdi. Fakat görüşmede hazır bulunan bazı nâzırlar
Rusların tecavüzü karşısında İngiltere’nin böyle bir karara varmasının mevcut
ittifakı açıkça bozmuş olacağını ifade ettiler. Abdülhamid sadece bir defa
gerçek durumun Avrupalılarca iyi bilinmemesinden şikâyetçi olmuştur.
Bulgaristan’da yapıldığı iddia edilen Türk mezaliminin İngiltere’de yarattığı
tepki kadar, acaba, Kafkasyada Ruslar tarafından Türk çocuklarının katli ve
müslüman kadınların ırz ve namuslarına yapılan tecavüzler de aynı şekilde tepki
yaratmış mıdır? demişti.
Layard
padişahın bu sözleri söylediği zamanki kadar hiddetlendiğini aslâ görmemişti.
“Avrupa bizi, birçok insanın hayatına malolacak müthiş bir harbi tahrik eden
mutaassıp ve vahşi bir millet olarak itham ediyor. Fakat kendi dinlerine mensup
olmayanları imha eden Bulgarları, Ermenileri ve Yunanlıları bu vahşete sevk ve
teşvik eden mutaassıplar için ne demek lâzım- \\ dır?
Bunlar kimdir?”
İslâm
Birliğinin müstakbel lideri sıfatıyla elinin altındaki müslüman kuvvetleri
kasdeden Abdülhamid sözlerine şunları ilâve etti: “Ben, Rus Çarının aksine,
şimdiye kadar dinî taassubu körükliyerek, onun gibi bir haçlı ordusu tahrikine
teşebbüs etmedim. Fakat belki bir gün gelecek ki, Ermenistan’da ve
Bulgaristan’da dinaşlarınm katline şahit olan İslâm âleminin haklı öfkesini
daha fazla frenlemeye muktedir olamayacağım. Onların taassubu bir kere
ayaklanırsa Batı Dünyası, bilhassa İngiltere bundan çok büyük zarar
görecektir.”
Padişah
bu şekilde konuşurken Afganistan’dan ve Türkistan’dan yardım için îstanbula
gelen hey’etlerin temaslarını, İngiltere sefirinin şüphe ve endişe ile müşahede
ettiğini biliyordu. Söylendiğine göre bu hey’etler Rusya’ya karşı yapılacak
harekât ile ilgiliydi. Fakat İngiltere’nin Doğu’da önemli menfaatleri vardı.
Hindistan hududunda meydana gelecek herhangi bir dinî ayaklanmaya karşı aslâ
bigâne kalamazdı. Diğer taraftan İngiltere Mısır Hidivinin Süveyş Kanal
Şirketindeki hissesini satın almak, Kraliçe Victoria’yı Hindistan
İmparatoriçesi ilân etmek suretiyle nüfuz bölgesini Kahire’den Kâbile kadar
genişletmişti. Sefir Henry Layard ve İngiltere Başvekili Rusya’nın Balkanlara
ve Ermenistana doğru genişlemek suretiyle sadece İstanbul’u değil, fakat Fırat
vâdisini ve İran Körfezini de tehdit etmesi karşısında tarafsız kalmanın
yaratacağı tehlikeyi çok iyi görüyorlardı.
Ayrıca,
muhtemel tehlikenin azametini daha iyi farkeden Kraliçe Victoria, İstanbul
sefirinin raporlarına ilgisizlik gösteren hükümet âzalarının büyük ekseriyetine
karşı iyice kızıyordu. 1877 Temmuzunda Başvekil Disraeli (Lord Beaconsfield)’ye
bir mektup yazarak, Büyük Britanya’nın menfaatlerinin tehlikede olduğunun
Lordlar ve Avam kamaralarına izah edilmesini istedi. Kraliçe bu mektubunda
diyordu ki; “Çok zâlim ve vahşî bir şekilde cereyan eden muharebeler,
hristiyanların müdafaası için değil, yeni ülkeler fethi maksadıyla
yapılmaktadır. Ruslar da Türkler kadar zâlim ve gaddardır.”
Sevgili
Kraliçesinin emirlerini icraya h.;'ir olan Ba “kil
Disraeli, durumdan hükümeti haberci Tn. fakat majc in
nâzırları arasından ancak üçü dışında diğerleri Rusya’'.
harbe
girmeye temayül göstermedi.
Bu
sırada Ruslar Bulgaristan içerlerine doğru ilerliyorlardı. Balkanlardaki kilit
noktalarım birer birer zaptetmişler, öncü birlikleri Trakya ovalarına yayılmaya
başlamıştı. Sefil ve perişan mülteci kafileleri, çarpışmaların şiddeti
karşısında İstanbul istikametinde kaçıyorlardı. Bu vaziyet karşısında Bab-ı
Ali’de Rusya ile müzakereye geçmek zaruretinden bahsedilmeye başlandı. Temmuz
ayı sonunda Layard’m İngiltere hariciye nezaretine yazdığı raporda; “Bugünlerde
Türkiye ile Rusya arasında bir sulh yapılmasını beklemek lâzımdır. Bu sulh,
Almanya’nın tazyiki altında ve onun tesbit edeceği şartlar dahilinde
olacaktır. Vahim bir şekilde ihlâli bahis konusu olan İngiltere’nin menfaatleri
bu andlaşmada aslâ nazarı itibare alınmayacaktır” diyordu ve hükümetinden
derhal tedbir alınmasını istiyordu. Bu maksatla da İngiltere’nin tarafsızlık
politikasından ayrılıp Gelibolu yarımadasını işgal etmesini tavsiye ediyor ve
İngiltere donanmasının Türk kara sularına girmesine padişahın rıza gösterdiğini
bildiriyordu.
Fakat
Layard’m bu önemli ve acil raporu henüz İngiltere hâriciyesine gelmede harbin
yönünü değiştiren önemli bir hâdise oldu. Bulgaristan’da ilerleyen Rus
ordusunun sağ kanadına rastlayan büyük yol kavşağında bulunan Plevne şehrindeki
Türk Kumandanı Gazi Osman Paşa düşmanı büyük çapta bozguna uğratmıştı. Ruslar
şehri zabta muvaffak otamayarak muhasara ile iktifa ediyorlardı. Yüzbin kişilik
çok üstün Rus ve Rumen kuvvetleri karşısında şehirdeki küçük Türk garnizonu beş
ay müddetle mukavemet etti.
Hâdise,
Avrupa’nın bütün merkezlerinde geniş akisler yarattı. Şark Mes’eiesi yeni ve
mühim bir safhaya girmişti. Acaba “Hasta adam” yeniden canlanmak üzere miydi?
·
XVII
Ayastefanos
Andlaşması
Abdülhamid
beş ay müddetle galip bir milletin şefi olmak hayali içinde avundu. Bulgar
hududundaki Umumî Karargâha Yıldız’dan bağlanan hususî hat ile çektiği
telgraflarda kumandanları yeni fedakârlıklara ve zaferlere teşvik ediyordu.
Avrupa’nın gözleri, Rusların bütün kuvvetleriyle saldırdığı Plev-ne’ye
dikilmişti. Rus saldırıları Türkler tarafından daima büyük bir başarı ile
püskürtülüyordu. Fakat kış mevsimi bastırınca açlık ve hastalık feci bir
tahribat yapmaya başladı. Bu vaziyette kahraman Türk garnizonu daha uzun müddet
tutunamadı, 10 Aralık’ta garnizondan artık hiç bir haber alınamadı. Yirmi dört
saatlik endişe verici bir sükûttan sonra bütün Türk milleti Plev-ne’nin
düştüğünü ve bu suretle de İstanbul yolunun düşmana tamamen açıldığını öğrendi.
Karışıklık
öyle bir hal aldı ki, padişah hudutta olup bitenlerin teferrüatını ancak
İngiltere sefirinden öğrenebiliyordu. Sefir Henry Layard’m anlattıklarına göre;
uykusuzluktan gözleri şişen padişah heyecanlı bir şekilde, ilk defa yaralı Türk
esirlerinin kurtarılması, konuşma ilerledikçe de her şeyi itiraf ederek, bir
mütareke imzalanması hususunda Kraliçe Victoria’nın Rus Çarı nezdinde tavassutta
bulunmasını rica etti.
Her
türlü imkân ve kaynaktan mahrum kalan Türkiye’ye son darbeyi vurmak için
Sırbistan da Ruslara iltihak etmişti. Padişah bu ihanet karşısında iyice
sinirlenmişti. Çünkü bir sene evvel bu memleket, Osmanlı ordularının
tahribatından ancak büyük devletlerin müdahalesi ve bizzat padişahın merhameti
sayesinde kurtulmuştu.
Sir
Henry Layard, ışık karşısında büsbütün solgun bir renk alan ve asabiyetten
korkunç bir hâle giren Abdülhamid’in çehresine bakarken Sait Paşa’nın sözlerini
hatırlıyordu. Paşa demişti ki; “Zat-ı Şahanenin aklî melekesi, bâzı vehimlerin
tesiri altında bulunmaktadır. En küçük bir gürültü, meselâ bahçedeki ağaçların
hışırdaması veya sert bir şekilde kapatılan bir kapının gürültüsü, onun, elini
daima samur kürkünün cebinde bulundurduğu altın fildişi kabzalı tabancasına
uzatmak için kâfi geliyordu.”
Abdülhamid’i
en çok ne ve kim korkutuyordu?.. İstanbul üzerine
doğru yürüyen düşman ordusu mu?... Yoksa yeni toplanan
Meclis-i Meb’usandaki kendi milletinin mümessilleri mi?
Layard’m
tavsiyesi üzerine Padişah Meclis’i Meb’usanı Dolmabahçe’de yeni bir toplantıya
çağırdı. Toplantı başlar başlamaz derhal Ruslarla bir anlaşmaya varılmasını
teminen İngil-tere’nin arabuluculuk yapması hususunun müzakeresini istedi.
Kendisi böyle bir usule başvurmaya aklından bile geçirmiyordu. Fakat tarafsız
devletlere mensup sefirlerin sulh lehine müşterek bir harekete geçebilmeleri
için bu yoldaki vâki tavsiyeye uymak zaruretini hissetmişti. Prens Bismarck’m
şahsî ihtirasları körükleyerek Türkiye’nin taksimi hususunda ortaya attığı
teklif ve tertipler, sulh ümitlerini kısa bir zamanda ortadan kaldırmıştı.
Çünkü
Bismarck, bu sâyede Almanya’nın iki kuvvetli komşusu Avusturya ve Rusya ile
devamlı bir şekilde temas kaynağı temin edeceğini tasarlıyordu. Arzusu hilâfına
Meclisin açılışına razı olmak ve orada hazır bulunmak mecburiyeti Abdülhamid’in
asabmı iyice bozmuştu. Nitekim bu toplantı, evvelce meb’usla-rın şiddetli ve
coşkun alkışlarla kabul ettikleri harp ilânı kararının verildiği toplantıya
aslâ benzememişti. Bir kısım meb’uslaı padişahı dahi bir çok
hususlarda tenkide cesaret göstermişlerdi, Açıkça ifade edilmemekle beraber bu
tenkitler de, harbin feci surette neticelenmesinden padişahın sorumlu tutulmak
istendiğini anlamak zor olmuyordu.
Toplantı
tarihinden bir hafta sonra İngiltere Başvekili Lord Beaconsfield (Disraeli),
sır ortağı Lady Bradford’a yazdığı mektupta diyordu ki; “Padişahın, Rusya ile
sulh yapmak hususunda tavassut etmemizi istediğini ve bu vazifeyi Majestenin
hükümetinin de kabul ettiğini öğrenmekle memnun olacağım zannediyorum.”
*
Plevne’nin
düşmesi, İngilizlerin içinde bulunduğu uyuşukluktan kurtulmasına sebep oldu.
Kabinede Lord Beaconsfield (Disraeli)nin arkadaşları şimdi, şeflerinin görüşüne
iştirak etmeye başlamışlardı. Fakat İngiliz hâriciyesinin başında bulunan Lord
Derby’nin tedbirli olmak düşüncesi yüzünden Londra ile Saint-Petersbourg
arasındaki temas ve muhaberelerinin çok ağır cereyan etmesi, Rus'ların
görüşmelere muvafakatlarını bildirmeden önce Edimeye doğru ilerlemelerine sebep
oldu. Türk-lerin mukavemeti artık kırılmıştı. En parlak savaşlarından birini
veren Rus Ordusu, Tırnova’daki önemli Türk kuvvetlerini kuşatmak için Balkan
dağlarını ve karla kapalı Şipka Geçidini aşmaya muvaffak olmuştu. Ocak ayının
sonlarına doğru Abdülhamid artık tam bir ümitsizliğe düşmüştü. Nihayet Rus Çarı
nezrimde şefaatte bulunmak üzere İngiltere Kraliçesi Victoria’ya şahsî bir
telgraf çekti.
Rusya
ile Türkiye arasındaki ihtilâf bir harbe müncer olacak hâle geldiğinden beri
kraliçe Victoria, hükümeti ile anlaşmazlık halindeydi. Bir
çok defalar, tarafsızlık politikasını terket-mesi için hükümete İsrarda
bulunmuştu. Hattâ bunda o kadar ileri gitmişti ki “Barbarların ayaklarım öpecek
kadar alçalan bir memleketin hükümdarı olmaktansa tahttan feragati tercih
edeceğini” söyleyerek hükümet azalarını tehdit etmişti. Rus Çarı Aleksandra
hitaben yazdırdığı telgrafdaki “daima sulh taraftarı olduğunuzu beyan
ettiğinize göre, bir an evvel görüşmelere başlamanızı ümit ediyorum.” gibi mağrurane
sözler, muzaffer Se-zar’m gururunu okşamak için söylenmiş değildi. Fakat
Alek-sandr da aynı şekilde mağrur bir edâ ile verdiği cevapta: “Ateş kese
şartlarının tesbiti hususunda sadece Avrupa ve Asyadaki ordularımın
kumandanları selâhiyetlidir.” demişti. Bu suretle Türkleri doğrudan doğruya
cephedeki askerî şeflerle müzakereye mecbur etmek isteyen Rus Çarı, dıştan
gelecek her türlü müdahaleyi men ediyordu. En son dakikaya kadar İngilizlerin
harbe gireceğini ümit eden Abdülhamid, şimdi sulhü tesise gayret gösterdiği
sırada, bile, İngiltere’nin kendisini terkettiğine kanaat getirmişti.
Bu
başarısız teşebbüsler devam ederken Rus ordusunun topları artık Trakya tepeleri
arasmda akisler yapıyordu. Kazak askerlerinin, kocalarının gözleri önünde
hâmile kadınları kılıçtan geçirdikleri, bâkire müslüman kızlarının mahrem
yerlerine haç şeklinde kızgın demir yapıştırdıkları hakkındaki vahşet ve zulmün
mülteciler tarafından anlatılan hikâyeleri her tarafa yayılıyor ve büyük bir
panik yaratıyordu. İstanbul’a sığman elli binden fazla mülteci, eski Bizans’ın
yeraltmdaki küflü dehlizlerinde ve su sarnıçlarında barınıyordu. Birbirlerine
sarılmak suretiyle kendilerini soğuktan ve rutubetten korumak isteyen bu bîçare
insanları artık camiler ve medreseler de almıyordu. Padişah, sarayların çoğunu
mültecilere tahsis etmişti. Bundan ibret alan zengin paşalar da konaklarının
kapılarını açmışlardı. Fakat mültecilerin dertlerine derman olacak hakikî ve
ciddi bir teşkilât mevcut edğildi. Bu umumî kargaşalığa cepheden gelen yaralılar,
kaçaklar ve yağmacılar da ilâve edilirse, vaziyetin ne kadar vahim bir hal
aldığı anlaşılır.
Bu
bozgun ve ümitsizlik havası içinde Abdülhamid kaçınılması mümkün olmayan meş’um
neticeye râzı oldu ve Rus cephesine bir meb’usu murahhas olarak gönderdi. Hiçbir
yabancı diplomat bu teşebbüsten haberdar edilmemişti. Çünkü Rusların ilk şartı,
görüşmelerin çok gizli ve özel olarak yapılmasıydı. Büyük Britanya şefiri,
padişahın hareketlerini büyük bir dikkatle takip ediyordu. Mutlak bir kanaate
sahip olmamakla beraber, iki hasım devlet arasında görüşmelere başlandığından
şüpheleniyordu. Abdülhamid’in böyle sıkışık bir zamanda hayret edilecek
derecede kendisine hâkim olması buna delâlet ediyordu. Belki de padişah harbe
sebep olan uyuşmazlıkları şimdi tekrar ve gizlice, diplomatik yollardan yeniden
düzene sokacağını ümit ediyordu. Çünkü sulh şartları belli olmadan hemen bir
mütareke sağlamak için delegelerin selâhiyetlerini tehdit etmemeye özellikle
itina göstermişti. Fakat Ruslar. da onun tahmin
etmediği derecede mütarekeye istekli göründüler. Türk delegeleri düşman
hatlarını geçtikten sonra, kendilerinden bir hafta haber alınamadı ve bir
mütareke vaadine rağmen Rus ordusu bütün Avrupanın hayret ve nefretini mucip
bir şekilde ileri hareketlerine devam etti.
Lord
Beaconsfield (Disraeli), hâtıra defterine 7 Şubat 1877 tarihinde şu satırları
yazıyordu: “Çok heyecanlı bir gün geçirdik. Dün akşam İstanbul’dan
öğrendiğimize göre Ruslar bütün telgraf hatlarını kesmişler. Haberler ancak
Bombay üzerinden alınabiliyor. Ruslar İstanbul’a ve Gelibolu’ya doğru
ilerlemektedir. Artık bu iki şehir onların elinde demektir.”
Çok
soğukkanlı olan İngilizler, uzun zamandan beri Kraliçeleri tarafından
hissedilen nefret ve endişe duygularını şimdi kendileri de açıkça ifade
ediyorlardı. Kamuoyunun bu tepkisi karşısında Lord Derby Hariciye nezaretinden
çekildi. Ve, Büyük Britanya donanması Türk sularına
hareket emrini aldı. İngiltere’nin bu kararlan verdiği sırada, Avusturya da
harekete geçmeye hazırlanıyordu. Çünkü AvusturyalIlar, harbi kazanan Rus
çarının, Reishstadt’daki vaadlerini unutmasından korkuyorlardı. Fakat bütün
devletlerin bu müşterek hareketleri çok geç kalmıştı. Britanya donanmasının
Çanakkale Boğazına girdiği esnada Türk delegeleri mâruz kaldıkları sert muamele
ve tedhitler karşısında Rusların şartlarını kabule ve bu muamelelere alışmaya
mecbur olmuşlardı. Abdülhamid’in bütün diplomatik mahareti, Rus generallerin
mağrur ve sert tavırları karşısında sonuçsuz kalmıştı. Düşman toplarının
hükümet merkezini tehdit edecek bir mesafeye girdiği ve Rusların İstanbul’a on
kilometre uzaktaki Yeşilköy’de çadır kurdukları bir sırada Padişah, İngiliz
harb gemilerinin Çanakkale Boğazından geçmesine müsaade eden fermanı imzalamaya
cesaret gösteremedi. Fakat buna rağmen, İngiliz donanması Türkler tarafından
herhangi bir mukavemete mâruz kalmadan 15 Şubat’ta Çanakkale Boğazını geçti ve
Haliç ağzında demirlemek üzere Marmaraya girdi.
Abdülhamid
Yıldız sarayından İngiliz harb gemilerinin Marmaradaki manevralarını dürbünle
seyrediyordu. Bu suretle haftalardanberi ilk defa olarak zayıf da olsa bir ümit
ışığı görüyordu. Belki de bu harb gemileri ona Ayastefanos Andlaşmasın-dan vazgeçmek imkânlarını getiriyordu. Bu utanç verici
anlaşma, memleketini parçalıyor, Avrupa’da Romanya, Sırbistan ve Karadağ’a tam
bir istiklâl vermek, Ege denizinden Karadenize kadar uzanan bir bölgede büyük
bir Bulgaristan kurmak suretiyle Osmanlı İmparatorluğunun kuvvet ve kudretini
tamamen ortadan kaldırıyordu.
Anlaşmanın
şartları henüz resmen gizli tutuluyordu. Fakat Abdülhamid, her türlü devlet
sırrını söylemekte mahzur görmediği özel doktoruna, anlaşmada îngilizlerin ve
AvusturyalIların Balkanlardaki menfaatlerini büyük çapta zedeleyecek maddeler
bulunduğunu ve bunların adı geçen devletlerin sefirlerince çabucak
öğrenildiğinden emin olduğunu söylemişti. Doktor Mav-royani de lâf arasında ve
sırf bir gevezelik olarak İngiliz sefiri Layard’a padişahın bu sözlerini nakletmişti.
Fakat bu ifşaat veya gevezelik tamamen plânlı bir şekilde olup, padişaha
ölçüsüz derecede bir fayda sağladı. Aldıkları bu malûmat ile Layard ve
Avusturya sefiri Şubat sonlarına doğru, Rusların ilk plânını elde etmiş
oldular.
Sarayburnu
açıklarına demirlemiş olan harb gemileri Ayastefanos Andlaşmasma karşı
İngiltere’nin âdeta bir cevabını teşkil ediyordu. Prensip olarak harb gemileri
diğer milletlerin ve ihlâl edildiği takdirde bizzat İngiltere’nin menfaatlerini
korumak için orada bulunuyorlardı. Fakat gemilerde temizlik yapan askerler bile
uzaktan Rus çadırlarını gördükleri zaman, ne için oraya geldiklerini pek âlâ
biliyorlar ve koro halinde: “Biz harb istemiyoruz. Fakat icabederse ona da
hâzırız. Harb gemilerimiz olduğu kadar paramız da, askerimiz de var. Kuşlar
İstanbul’a as-lâ sahip olamayacaklardır.” diye bağırıyorlardı. Doktor
Mavro-yani bu sözleri tercüme ettiği zaman Abdülhamid, uzun zamandan beri ilk
defa tebessüm etti. Bu sözler hâtırasını daima muhafaza ettiği 1860 yılının
kendinden emin ve sağlam İngilteresi-nin sahip olduğu cesaretin bir ifadesiydi.
Yine bu sözler, eski Başvekil Gladstone’in fena telkinlerinin tesirine girmeyen
İngiltere Kraliçesinin asil hareketinin bir nişanesiydi ve Marmara sahillerinde
kamp kurmuş olan müstevli Ruslara bir cevap teşkil ediyordu: “Buradan
çekilmeniz lâzım.”
Abdülhamid,
Kırım harbinin bu eski iki hasmının bu kadar yakın bir şekilde karşı karşıya
bulundukları müddetçe, İstanbul’un emniyet altında kalacağım biliyordu.
Rus
Çarı, ordusunu teftiş için Yeşilköy’e gelmişti. Fakat Ayasofya’da yapılmasını
tasavvur ettiği dinî merasime iştirak edemeden Livadya’daki portakal bahçesine
dönmeye mecbur olacaktı.
Panslavizm’in
baş havvarisi olan General İgnatieff ise artık gözden düşmüştü. Çünkü Ruslar
her ne kadar Türkiye’yi mağlûp etmişler ve ganimetten mühim hisseler vermek
suretiyle büyük devletleri kazanmanın çarelerini aramış iseler de yine de
Ayastefanos Andlaşmasmm hükümleri yerine Avrupa devletleri arasında toplanacak
bir kongrenin vereceği karara uymayı kabul etmişlerdi.
İngiliz
donanması ile Rus ordusu, altı ay birbirlerine bir top menzili mesafede
beklediler. Ne Ruslar İstanbul’a girmeye, ne de İngilizler çıkartma yapmaya
teşebbüs edebildiler. İlk baharın bu lâtif günlerinde
padişahın en çok hoşuna giden şey sarayın balkonunda sigara ve kahve içerek,
İstanbul sularında sıralanan büyük devletlerin silâhlı kuvvetlerini
seyretmekti. Bu İstanbul ki, herkesin göz diktiği ve fakat bir türlü eline
geçire-mediği, sihirli sulardan fışkırmış bir serap kadar güzeldi. Türkiye
mağlûp edilebilir ve harabeye çevrilebilirdi. Fakat güzelliğiyle mağrur
İstanbul’un sefalete ve harap olmaya mahkûm varlığı daima dünyanın en mühim bir
su yolu olarak kıymetini muhafaza edecek ve onun en
bitkin fıâli bile, birbirine rakip büyük devletler arasında muvazene kuracak
bir kuvveti sinesinde yaşatmaya devam edecektir.
Artık
heyecan yaratacak hareketlerde bulunmak zamanı değildi. Gurur ve cesaret Türk
milletinin belli başlı vasfı ve hasletidir. Bu vasıfların kendisinde de mevcut
olduğunu Abdülha-mid ispata gayret etmiştir. Fakat Türk milletinin gurur ve
cesareti zilletten ve bozgundan başka bir mükâfat görmemişti. Şu halde
imparatorluğu, ancak onun sabrı ve zekâsı kurtarabilirdi. Bunun için de
başkalarının zaaflarından istifade etmeyi bilmek şarttı.
Abdülhamid,
Balkanlarda yaşayan şımarık milletlerin çok geçmeden kendilerini kurtaran
Rusların karşı geleceklerini, îs-lâvlarm ve Rumların Türklere yaptığı gibi
onlara da merhametsizce ve nankörce ihanet edeceklerini biliyordu.
Bütün
bunları gözden geçiren padişah bundan sonra daima harplerden mümkün olduğu
kadar kaçınmanın zaruretini, kendi milletinin huzuru için diğer milletlerin
kendi aralarında devamlı bir ihtilâf ve husumet halinde bulunmalarını teşvik
için tertipler düşünmeye başladı.. Fakat böyle bir
politikayı takip edebilmek için kuvvetli bir otorite ve hâkimiyet tesisini şart
görüyordu. Bu sebeple Meclisi feshetmenin ve mebusları memleketlerine
göndermenin lüzumuna kaaniydi.
Tatlı
bir bahar günüydü. Yıldız’dan İstanbul’a indi. Bir günlük ömrü kalan Osmanlı
Meclisi Mebusanın sonuncu toplantısına iştirak edecekti. Fakat bunu kendisinden
başka kimse bilmiyordu. Filhakika maksadına ihanet edebilecek hiç bir kuvvet ve
kudret mevcut edğildi. Mecliste, Erzurum mebuslarından birisinin saray
tahsisatından azaltma yapılması hakkındaki uzun konuşmasını dikkatle ve
görünüşte tasvip eder bir şekilde dinledi. Fakat onu yakından tanıyanlar koyu
siyah gözlerinde beliren endişe verici ışığı ve daima solgun çehresindeki asabi
kızıllığı farkettiler. Meclis Reisi, bu beklenmedik ziyaretinden dolayı
kendisine kürsüden teşekkür etti... Reis bu konuşmasını yaparken toplantı
sonunda evlerine dönecek mebusların, memleketlerine gitmeleri hususunda bir
padişah fermanı bulacaklarından aslâ haberi yoktu ve böyle bir şeyi
akıllarından dahi geçirmiyordu.
Abdülhamid
darbeyi vurmak için en müsait zamanı seçmişti. Çünkü Türk halkı bir taraftan
Rusların İstanbul’u işgal etmesinden, diğer taraftan da ekmek fiatlarına zam
yapılmasından korkuyordu. Bu itibarla hiç kimse siyasî hürriyetini muhafaza
etmek meselesiyle meşgul değildi.
Meclisin
feshedildiği ve mebusların memleketlerine dönmeleri hususundaki padişah
iradesine sadece bir kaç mebus itaat etmemek cesaretini gösterdi. Bunlar da
memleketleri yerine, sürgündeki Mithat Paşa’mn yolunu tuttular.
Avrupa
gazeteleri tarafından hararetle karşılanmış olan Kanunu Esasinin tatbiki
neticesinde kurulan Osmanlı Meclisi Mebusanı böylece kimsenin dikkatini
çekmeden sönüp gitti. Çünkü bu sırada büyük devletler yakında toplanacak olan
Berlin Kongresinde ele alınacak meselelerin şimdiden halliyle meşgul
bulunuyorlardı ve Yakın Doğuda bir kuvvetler muvazenesi kurabilmekten endişe
ediyorlardı. Bu itibarla Türklerin siyasî hürriyetleriyle ilgilenecek zemin ve
zamana sahip değillerdi. İşte bu sebeplerden dolayı Ayastefanos Andlaşmasınm
imzasından henüz bir ay geçmişti ki, Abdülhamid en küçük bir tepki ile
karşılaşmadan milleti üzerinde ilk zaferi kazandı.
·
XVIII
Ali
Suavi Vak’ ası
Meclis
gailesinden kendisini kurtarmış olan Abdülhamid ıe de huzur içinde değildi. İki
kişi vardı ki, ona durmadan rahatsızhk veriyor, gecesini gündüzünü
zehrediyordu. Bunlardan bl ' urağandaki (Deli Murat), diğeri de Avrupa’da çok
itibar görmekte olan Mithat Paşa idi. Mithat Paşa’nın, memleketinin mes’eleleri
hakkında yazdığı İngiliz gazetelerinde neşredilen son makaleleri, padişahı
iyice hiddetlendirmişti. Eğer Mithat Paşa, Rusya’nın hizmetine girerek vatanına
ihanet etmiş olsaydı, Abdülhamid’i bu derece kızdıramazdı. Saray hafiyelerinin
raporlarına göre tutulan “Curnal” larda daima ona ait bir kaç imâ ve kinaye
vardı. Padişahın zaafını ve çekingenliğini bilen hafiyeler, şehirde meydana
gelen bütün kargaşalıklardan hep Mithat Paşayı mes’ul gösteriyorlardı. Bu
suretle de paşayı yeniden eline geçirmek arzusu Abdülhamid için terkedemediği
bir sâbit fikir haline gelmişti. Eskiden Mithat Paşa ile aralarında sıkı
dostluk bulunan Kâmil Paşaya, eski sadrazam ile. temasa
geçmesini emretti. Böylece Mithat Paşa’nın para sıkıntısı içinde olduğunu
öğrenince aff-ı şahanenin bir teminatı olmak üzere Kâmil Paşa vasıtasıyla
kendisine bin lira ihsan-ı şahanede bulundu. Aynı zamanda Mithat Paşaya bu
vesile ile, istediği takdirde memleketine dönebileceği
ve seviyesine uygun yüksek bir mevkiye getirilebileceği de anlatılmış oluyordu.
Mithat Paşa, padişahm bu ihsanını büyük bir nezaket ve minnettarlık duygusu ile
karşıladı ve bir sene sonra da tuzağa düştü. Memleket hasretine dayanamıyarak
Avrupa’daki vazifesinin artık sona erdiğine kanaat getirmişti. Berlin
Konferansı ile Şark Mes’elesi intizama sokulmuştu. Avrupa’da, bilhassa
İngiltere’de bundan sonra Abdülhamid, iyiliksever bir despot olarak tanınmaya
başladı. Başvekil Lord Beaconsfield (Disraeli)nin tavsif ve tâbirine göre
“Sultan Abdülhamid ne sefih, ne müstebit, ne mutaassıp ve ne de fesat bir adam
değildi.”
Aniden
zuhur eden bir hâdise Mithat Paşa’nın durumunu son derece tehlikeli bir hale
düşürdü. Çünkü Abdülhamid 1878 ilkbaharında yapılan ve fakat muvafak olamayan
bir ihtilâl hareketinden Mithat Paşayı mes’ul tutmuştu. Memleketin her
tarafındaki açlık ve sefalet umumî memnuniyetsizliği alevlendirmiş, böylece de demagogların ve fesatçıların harekete geçmesine fırsat
verilmişti.
Umumî
hoşnutsuzluk öyle bir hal almıştı ki, bir fesatçı ile bir gayri memnun
birbirinden ayırt edilemez olmuştu. Bu sebepten işsiz bir öğretmen olan Ali
Suavi’nin aşırı hareket ve sözleri ilk önce pek göze batmadı. Ali Suavi eskiden
sarayın himayesine mazhar olmuş bir kimseydi. Aslen Buharah olan Ali Suavi,
İstanbul’a gelerek şahsî gayret ve kabiliyetleri sayesinde Galatasaray
Sultanisine kendisini öğretmen tâyin ettirmeye mu-'vaffak
olmuştu.
Çalışmaları
ve başarıları padişahın dikkatini çekmiş ve büyük oğlu şehzade Selim’e onu
mürebbi tâyin etmişti. Fakat genç Ali Suavi bir İngiliz mürebbiyesiyle sevişip
evlenince işler karıştı. Fena şöhret sahibi olan bu kadın, kocasına hem iyice
hâkim olmuş, hem de onu aldatmaya başlamıştı. -Ayrıca da genç öğretmenin
kafasına Batıklara mahsus “tehlikeli fikirler” sokmuştu. Ali Suavi’nin bu
tutumu ve benimsediği yeni fikirler, şehzade mürebbiliğiyle bağdaşamaz bir hal
teşkil ediyordu. Kendi bilgisizliğini bizzat farkeden padişah, çocuklarına
modern ve ileri fikirlere açık bir tahsil yaptırmak lüzumuna kaaniy-di. Fakat
bu ileri fikirlere karşı duyduğu heyecan ve alâka, krallarının kafasını kesen
milletlerin bu hareketlerini mâzur gösteren ve Anayasa dahilinde
kurulan hükümetlerin faziletlerinden bahseden Fransız veya İngiliz tarihlerini,
çocuklarının öğrenmesine müsaade edecek kadar olgunlaşmış değildi. İhtilâlci
temayüllerinden daha önce aslâ şüphe edilmeyen Ali Suavî, ihtiyatsızca saraydan
uzaklaştırıldı. Diğer taraftan Beyoğlu’nda zengin bir Ermeni tüccarın
himayesine giren karısı da kendisini terke-dince bedbaht Ali Suavî işsiz ve
serseri bir vaziyette ortada kaldı.
Cami
avlularındaki şadırvanların etrafında barınan mültecilerin arasına karışarak,
bir rejim değişikliği takdirinde kendisi gibi ne bir şey kaybedecek, ne de
kazanacak olan bu kimselere karşı ateşli nutuklar çekmeye başladı. Beslediği
hayallerin inkisara uğramasından doğan ıstırabı, mülteci kıyafetine giren Rus
ajanları tarafından devamlı surette istismar edildi. Fakir mahallelerdeki
halkı, bu sahte mülteci kıyafetindeki Rus ajanları; “Abdülhamid, meşru padişah
Murat’tan saltanatı gaspederek onu Çırağan’a hapsetti ve milleti de bu korkunç
harp felâketine sürükledi.” diyerek isyana teşvik ediyorlardı. Zavallı Ali
Suavî, onların bu propagandaları için çok elverişli bir vasıta olmuştu. Bir
kurtarıcı rolü oynamak maksadıyla pejmürde kıyafetli, kendisi gibi perişan ve
ümitsiz kimseleri etrafına toplamaya başladı. Hemen hepsi de kaybedilmekte olan
asil dâvaları uğruna canlarını vermeye hazır bulunuyorlardı.
Yıldız
Parkı bayramlarda, halkın ziyaretine açılıyordu. Bu, demokratik bir devlet
idaresinin icaplarına uyarak Abdülha-mid’in halka tanıdığı nâdir imtiyazlardan
biriydi. İşte böyle bir bayrama rastlayan 18 Mayıs 1878 günü, güneşli ve sıcak
bir havada, zengin ve fakir, şehrin kalabalık semtlerinden gelen halk, parkın
yeşil çimenlerine ve padişahın gül bahçelerine doğru akın ediyordu. Saray
bahçevanları (Bostancılar), yerlere atılan kâğıtları toplamak ve çiçekleri koparanlara
mâni olmak için nöbet tutuyorlardı. Fakat öğle namazına rastlayan bir saatte
bahçedeki kalabalık arasında ayrılan küçük bir grubun ağaçların gölgesi içinde
kaybolduğunu ve Yıldız Parkını Çırağan Sarayına bağlayan köprüye giden dar
yoldan aşağı doğru indiğini kimse farketmedi. Çırağan, öğle sıcağının
uyuşukluğu içinde âdeta derin bir uykuya dalmıştı. Hiç bir canlının kıpırdadığı
görülmüyordu. Nöbetçiler bile oldukları yerde uyukluyorlardı. Ağır ve derin
sükûneti sadece bir piyanonun âhenksiz sesi bozuyordu. İşte tam bu sırada Ali
Suavî ve üç yüz kadar fedaisi, herhangi bir mukavemet ve silâh ateşine mâruz
kalmadan Çırağan Sarayının bahçesine girdiler.
Henüz
uyku sersemliğinden kurtulamamış olan askerler ve haremağaları, ihtilâlcilerin
sert hücumları karşısında iyice bocaladılar. Kadınlar, kendilerini kurtarmaya
gelenlerin perişan hali karşısında korkudan bağrışıyorlardı.
Bu
sırada piyanonun ahenksiz ve fakat hazin bir parçayı terennüm eden donuk sesi
hâlâ devam ediyordu: Doğrudan doğruya müzik sesinin geldiği tarafa giden Ali
Suavi, nihayet Mu-rad’m odasını buldu. Tebaası
üzerinde büyük ümitler besleyen mahlû padişah Sultan Murat karşısında ağzından
salyalar akan bedbaht ve ahmak bir adam buldu. Korkak ve ürkek bakışlı adam
kapıdan içeri girerken o da piyanonun arkasına saklandı. Ali Suavî’nin
kendisini odadan dışarı çıkarmak için uğraşması karşısında çevik bir hareketle
mukavemet gösterdi. Fakat bu sırada her tarafa tehlike işareti verilmişti.
Padişahın Arnavut muhafızları, Yıldız parkının yamaçlarından koşar adımlarla
Çıra-ğana doğru hücuma geçmişlerdi. Ali Suavî, askerlerin ilk darbesine mâruz
kalanların arasındaydı. Vak’aya şahit olan bazı kimselerin ifade ve iddiasına
göre; Arnavut muhafızlar gelmeden evvel Ali Suavî öldürülmüştü. Hattâ bu
kimseler Murad’ı, elindeki tabancayı havaya boşaltarak salondan salona
koştuğunu gördüklerini ve tabancasının Ali Suavî’ye ait olduğunu teyit
etmişlerdir.
Bu
hâdisede seksen isyancı öldürülmüş, diğerleri de hapse mahkûm edilmişlerdi.
Fakat bu mânâsız teşebbüs Abdülhamid üzerinde derin bir tesir bırakmıştı. O
zamandan beri padişah Yıldız Sarayına kapandı ve her geçen, yıl biraz daha
artan dış âlemin verdiği korku yüzünden Yıldız Sarayını âdeta muhkem bir şato
hâline getirdi. Yıldız parkı halka kapatıldı ve Abdülhamid sadece cuma
selâmlıklarında halka görünmekle iktifa etti. Nâdiren de bayram günlerinde
geleneğe uyarak Topkapı Sarayına gitmeye devam etti.
İngiliz
sefiri Henry Layard’ın anlattığına göre: “Ali Suavî isyânı, hanedanın gelmiş
geçmiş diğer mensuplarında, bilhassa Sultan İbrahim’de olduğu gibi
Abdülhamid’in şuurunda da irsî bir vehmin tomurcuklanmasına sebep olmuştur.”
Padişah,
Ali Suavî’nin kendi teşebbüsü ile harekete geçmiş olduğuna inanamıyordu.
Çırağan’a yapılan bu baskının Mithat Paşa’nın telkini ve Rus’ların para yardımı
ile kendi hayatına karşı girişilmiş bir suikast olduğundan emin bulunuyordu.
Bütün çocukluk devresine hâkim olan korku ve dehşet duygusu şimdi geceleri
uykusunu kaçırarak onu büsbütün rahatsız ediyordu. İsyanın ertesi günü Sadrazam
Sâdık paşa’nın da bu suikast ile alâkalı olduğuna kanaat getirerek talihsiz
paşayı derhal azletti.
Abdülhamid’e
çok sâdık olan Küçük Sait Paşa bile, padişahın lüzumsuz heyecanlarını teskin
etmek maksadıyla suçluların sorgularında bizzat hazır bulunmak hususundaki
arzusuna mâni olmak isteyince kendisi de suikast ile alâkalı gösterilmek
şüphesinden kurtulamadı. Abdülhamid, gizli polisin işkence ile suçlulara
yaptırdıkları itirafları bir perde ile kapatılmış parmaklıkların arkasında
yorulmadan saatlerce dinliyor, Mithat Paşa ’mn da hâdisede parmağı olduğuna
dair yapılacak bir itirafı bizzat işitmek istiyordu. Soruşturmaları dinlerken
büsbütün gerilen ve bozulan sinirleri kendisini maddeten ve mânen harap ediyor,
o hâle geliyordu ki, âdeta muvazenesini kaybedeceğinden korkuluyordu. Saltanat
Şûrasının gizli bir toplantısında naiplik mes’elesi bile ortaya atılıp münakaşa
edilmişti. Çünkü padişah, hasta olduğunu bahane ederek üstüste ikidefa cuma
selâmlıklarında hazır bulunmamıştı. Bu nâzik devre esnasında imparatorluk fiilen
özel doktoru ve üvey annesi tarafından idare edilmişti.
Henry
Layard Abdülhamid ile yaptığı ve tercüman olarak Doktor Mavroyani’nin bulunduğu
garip bir gece mülâkatından da bahsetmektedir. İngiliz sefiri akşam üstü Yıldız’a davet edilmişti. Fakat saraya geldiği
zaman kendisine padişahın haremde olduğu ve biraz sonra huzura kabul edileceği
bildirildi. Göl kenarındaki küçük bir köşkte akşam yemeği hazırlanmıştı. Layard
tek başına muhteşem yemek masasına oturdu. Sessizce servis yapan garsonlar
çeşitli yemekler getiriyordu. Uzak bir yerden getirildiği belli olan yemekler,
çeşitlerin zenginliğine rağmen soğuk ve hazmı güç türdendi. Fakat dekorun
güzelliği ve ihtişamı bu mahzurları fazlasıyla telâfi ediyordu. Mehtap
zamanıydı. Bahçeden etrafa tatlı bir yasemin kokusu yayılıyor, ağaçlarda
bülbüller ötüyordu. Fakat Layard Yıldız’ın bu güzelliklerine hayran kalmasına
rağmen kendisini, ciddî bir endişenin tesirinden de kurtaramıyordu. Padişahın
geçirmekte olduğu asabî buhranlar bundan daha nâzik bir zamana tesadüf
edemezdi. Berlin kongresinin açılışından evvel bazı hayatî meselelerin halli
bahis konusuydu.
Hintli
Birliklerini Malta’ya, donanmasını da Marmara’ya gönderen İngiltere, Rus Çarını
Ayastefanos Andlaşmasının yerine, Avrupa devletleri arasında toplanacak bir
kongrede verilecek kararları kabule mecbur etmek için ilk tedbirlerini almıştı.
Yortuları geçirmek üzere Rus ordusunun Edirne’de toplandığı sırada İngiliz
donanması da Bezika körfezine çekilmişti. Fakat Britanya İmparatorluğu
elbetteki bir hayır cemiyeti değildi. Lord Beanconfield (Disraeli) Türkiye’ye
yardımı kabul etmekle bunun teminatını veya mükâfatını almayı da hesaplamıştı.
İki devlet arasında gizli müzakereler cerayan ederken Ali Suavî hâdisesinin
meydana gelmesi padişahın moralini iyice bozmuş ve âdeta onu herhangi bir
karara varmaktan âciz hâle getirmişti.
Sait
Paşa, Sefir Henry Layard’ı padişahın huzuruna götürmek için yanma geldiği zaman
saat onbir idi.
Sait
Paşa’nın mağrur çehresinde beliren ifadeden onun dahi kendi istikbalinden
endişe duyduğu belli oluyordu. Tatlı bir ay ışığının, aydınlattığı parktan
sükûnetle geçerek duvarlarla çevrili bahçe içindeki bir binaya girdiler. Bu
bina padişahın harem dairesiydi. Buradan, daha küçük bir bahçe içindeki Mabeyn
köşküne geldiler. Padişahın hususî dairesi bu köşkteydi. Bir yabancı sefir ilk
olarak bu köşkten içeri giriyordu. Köşkün kapısında nöbet bekleyen iki
haremağasının, bu saatte padişahın bir yabancı tarafından ziyaretini hoş
karşılamayan bir tavır takındıkları Layard’m gözünden kaçmamıştı. Layard huzura
dahil olunca, Sait Paşa da ayrılmaya mecbur oldu.
Çünkü Zat-ı Şahanenin sefir hazretlerini yalnız olarak kabul edeceği önceden
haber verilmişti. Layard çiçeklerle ve nâdide kuşlarla dolu bir kuş bahçesinden
daha geçirilerek küçük bir salona götürüldü. Padişah orada bir divana uzanmış
vaziyetteydi. Yanındada özel doktoru Mavroyani ayakta duruyordu.
Layard
ilk bakışta Abdülhamid’in normal bir halde olmadığını anlamıştı. Gözleri,
görülmemiş bir derecede parlıyordu. Şakakları iyice kızarmıştı. Misafirine,
heyecandan titreyen bir sesle hitap ederek hemen mevzua girdi. Çok itimat
ettiği kaynaklardan öğrendiğine göre hayatına karşı bugünlerde suikast
yapılacağını, belki de bir kaç saatlik ömrü kaldığını açıkladı.
Tercümanlık
yapan Mavroyani, padişahın bu sözlerini Fenerli Rumlara has bir incelik ve
zarafetle naklediyordu. Victoria İngiltere’sinde haremler daima bir merak ve
tecessüs mevzuu olmuştu. Bu sebeple Kraliçe’nin de görüş ve telâkkilerine
hürmeten, Türkiye, İngiltere sarayı nezdine daima bir hristiyan sefir tâyinine
dikkat ve itina göstermişti. Doktor Mavroyani de bunları bildiği için padişahın
dört karısından ve bir erkek çocuk dünyaya getiren gözdesinden sefire
bahsetmedi.
İngiliz
sefiri Layard bu sözleri dinledikten sonra padişahı teskine ve ona emniyet
vermeye teşebbüs ettiyse de Abdülhamid hiç bir nasihat ve tavsiyeyi kabul etmek
istemiyordu. Bununla beraber görüşmelerin sonuna doğru biraz sükûnet buldu.. Görüşme bittikten sonra Mavroyani, Layard’a Yıldız’ın
kapısına kada refakat etti ve bu arada Padişahın hastalığının sür’atle tedavi
edileceği ümidinde olduğunu söyledi. İlâve ederek dedi ki: “Zat-ı Şahane
çocukluğundan beri bâzı sâbit fikirlerin tesiri altındadır. Bir zamanlar da
kalb sektesinden öleceğine inanıyordu. Fakat ona musallat olan bu çeşit
fikirler ve zaman zaman gösterdiği ruhî depresyonlar çok kısa devam etmektedir.
Eğer sefir hazretleri biraz sabır gösterirlerse, Zat-ı Şahanenin bir kaç gün
içinde devlet işleriyle meşgul olacak derecede iyileşeceğini müşahade
buyuracaklardır. Kendilerinin arzularını şimdilik onu memnun edecek tarzda
yerine getirmekten başka çare olmadığı kanaatindeyim.”
Mavroyani’nin
yüzünde beliren mütebessim ve fakat şüpheyi dâvet eden çizgileri gören sefir
Layard, Abdülhamid’in bu adama ne dereceye kadar itimat gösterdiğini merak
etmeye başladı. Eğer Mavroyani, sağlık konularıyla beraber padişaha siyasî
telkin ve tavsiyelerde de bulunuyorsa onun çok önemli bir şahsiyet
olabileceğini düşündü.
Türkiye
ile İngiltere arasındaki gizli müzakerelerin memnuniyet verici bir şekilde
neticelenmesi ve bu suretle Rus baskısına karşı Türkiye’nin Asya cihetindeki
vilâyetlerinin müdafaası karşılığında Padişah Kıbrıs adasını İngiltere’ye
bırakmaya karar verirse, bu husus daha ziyade Fenerli iki Rum sayesinde elde
edilmiş olacaktı. Bunlardan birisi hâlen Türkiye’nin Londra Sefiri Musurus,
diğeri de banker Zarifi idi. Şimdi bunlardan başka bir üçüncü Rum olan
Mavroyani’den de faydalanmak sefir Layard için akıllıca bir hareket olabilirdi.
Saraydan
çıkıp sefaretin Tarabya’daki yazlık köşküne gitmek üzere arabasına binen
Layard, Boğazın mehtaplı güzel gecelerinden birinde yol alırken kendi_ kendisine
düşünüyordu: Acaba İngiltere’nin Kıbrıs’a hakikaten ihtiyacı var mıydı?
Halbuki
kendisi Fırat ağzındaki Şat-el Arap gibi İran körfezinde bir yerde imtiyaz
alınmasını İngiltere’nin menfaatlerine daha uygun görüyordu. Fakat
İngiltere’nin mukadderatını ellerinde tutan büyük emperyalist Başvekil Lord
Beancansfield (Disraeli) Kıbrıs’a “Doğulu Asya’nın anahtarı” olarak değer
veriyordu. Nitekim otuz sene evvel gençliğinde yazdığı (Tancre-de) adındaki bir
romanda Britanya’nın bir gün Kıbrıs’ı eline geçirebileceğini telmih ederek,
romanda Kudüs’e giden ticaret adamlarına “İngilizler Kıbrıs’ı istiyorlar ve
bunu mutlaka alacaklar” dedirtiyordu.
·
XIX
Ermeni
M e s ele si
5
Mayıs 1878 de Lord Beanconsfield (Disraeli) Kraliçe Victoria’ya şunları
yazıyordu; “Rus tecavüzüne karşı Asya’daki topraklarının garantisi hususunda
Türkiye ile yapılacak savunma anlaşması karşılığında Bab-ı Ali’ce Kıbrıs,
Majestelerine verilirse, İngiltere’nin Akdeniz bölgesindeki kudreti geniş çapta
artacak ve Majestelerinin Hindistan İmparatorluğu da önemli bir şekilde tahkim
ve takviye edilmiş olacaktır.”
Bu
mektupta, Tancrede romanı müellifi kendisini iktidar da tutmak için çok siyasî
bir lisan kullanıyordu. Rus’yanın As ya’daki müstakbel istilâ arzularına karşı
koymak için bir temi nat olmak üzere İngiltere’nin “Avrupa’da sulhü sarsmayacak
şe kilde harp malzemesi stoku yapabileceği ve lüzumu hâlinde Su riye ve
Anadolu’da harekete geçebilecek birlikleri toplayabile ceği” müsait bir üsse
ihtiyacı vardı. Kıbrıs, Suriye ve Anado lu’ya yakın olmak gibi avantajlardan
başka, bu tarihte diğer bü yük devletlerin kıskançlıklarını tahrik etmeyecek
derecede önemsiz bir yerdi.
Altı
ay evvel Bab-ı Ali Britanya hükümetine, padişahın Osmanlı ülkelerinden bir
kısmım satmaya veya kiralamaya niyetli olduğunu, bu arada Kıbrıs’ın
İngiltere’ye bırakılmasının hiç bir zorluk ile karşılaşmıyacağını, fakat
İngiltere Hariciye Nezaretinde Devlet Sekreterliğine yeni tâyin edilen Lord
Salis-bury’nin verdiği beyanatın işleri altüst ettiğini imalı olarak
bildirmişti. Lord Salisbury bu beyanatında demişti ki: “Hakikaten tesirli ve iç
ihtilâflar yüzünden tehlikeye düşmeyecek bir müdafaa anlaşması için ilk önce
Bab-ı Ali’nin hristiyan halka iyi muamele edeceğine dair ciddî teminat vermesi
şarttır.”
“Ciddî
teminat” tâbiri Abdülhamid’i hiddetlendirmiş ve aynı zamanda da
şüphelendirmişti. Ali Suavî hâdisesi patlak verdiği sırada Kıbrıs mes’elesi
henüz askıdaydı. Padişah açık ve kat’î bir taahhüde girmeyi kabul etmiyordu.
Fakat bu feci maceranın ertesi günü Henry Layard, Doktor Mavroyani’nin şahsında
beklenmedik bir müttefik bulmuştu. Çünkü Mavroyani henüz çocukken, evvelce
Yunan takım adalarından birindeki Kio şehrinde yapılan
katliamlardan kurtulan bazı kimseleri tanımış ve bunların mâruz kaldığı
muamelelerin fecaatinden son derecede ıstırap duymuştu. Bu sebeple Anadolu’da
yaşayan dindaşlarının geniş çapta istifade edeceği bir anlaşmayı imzaya
padişahı ikna için bütün nüfuzunu kullanmaya hazırdı. Nitekim İstanbul’daki
paşaların ve softaların tesirine kapılmadan Abdülhamid’i ikna etti ve Berlin
Kongresinin açılışından dokuz gün sonra 4 Temmuzda Sultan Abdülhamid İngiliz
sefiri Layard’ın arzu ettiği şekilde tanzim olunan Kıbrıs anlaşmasını imzaladı.
Anlaşmanın
acele ile yazılan çok kısa metni, sadece şu esaslı maddeyi ihtiva ediyordu; “Büyük
Britanya yeni bir Rus tecavüzü hâlinde Asya’daki ülkelerini müdafaa için
Padişaha yardımda bulunmayı taahhüt eder. Diğer taraftan da Padişah buna
mukabil, müttefiki ile mutabık olarak lüzumlu ıslahat ve yenilikleri bu
ülkelerde de yapmayı vaad eder. Taahhütlerini yerine getirebilmesi için Büyük
Britanya’ya imkân vermek maksadıyla Padişah, Orta Şark’ta kuvvetli bir yer
almasını teminen Kıbrıs adasını Büyük Britanya tarafından işgal ve idareye
terke-der. Bunun için de Büyük Britanya Padişaha her sene bir tazminat ödemeyi
kabul eder. Ayrıca, Rusya Asya’da işgal ettiği OsmanlI ülkelerini tahliye
edince îngilizlerin de Kıbrıs adasını tahliye ve terketmesi hususunda taraflar
mutabık kalmışlardır.”
Mavroyani’nin
bazı dedikodulara sebebiyet veren ifşaatı istisna edilirse, bu gizli anlaşmanın
hükümleri bir müddet açıklanmamıştır. Anlaşma bir ay sonra neşredildiği vakit,
Berlin’de toplanan diplomatları son derecede şaşırttı. İngiltere’nin rakipleri
ise bu anlaşmanın yeni bir “İngiliz hainliği” olduğuna kanaat getirdiler. Diğer
taraftan böyle bir anlaşmanın temin ve imzası Mr. Layard için büyük bir şahsî
zafer olarak takdir edilmişti. Fakat padişahın itimadı Layard’a pahalıya
maloldu. Filhakika İngiltere’nin kendisine müttefik olmasını satın almış olan
Abdülhamid yalnız Rusya’ya karşı değil, fakat bütün büyük devletlere karşı da
memleketinin menfaatlerini koruduğuna inanıyordu. Nitekim o zamandan beri
Berlin Konferansında Türk delegelerinin mâruz kaldığı muamelelerden dolayı
tamamen Layard mes’ul tutuldu.
Sefir
Layard’ın karşılaştığı zorluklar bu suretle gittikçe artıyordu. Ali Suavî
hâdisesinden on gün sonra Abdülhamid devlet işleriyle tekrar yakından meşgul
olmaya başladığı zaman sinirleri son derecede gergin bir hâl almıştı. Berlin’de
tehlikeli bir oyun oynamakta olduğunu büyük bir heyecanla seziyordu.
İmparatorluğunun Asya bölgesindeki geniş ülkelerinin feda edilmesi için
Türkiye’nin zorlandığını haber almıştı. Bunun üzerine Kongrede Türkiye’yi
temsil etmek üzere Rum asıllı bir diplomat olan Karatodori’yi gönderdi.
Böylece, Türk topraklarından herhangi bir parçasının yabancılara terki
hususundaki anlaşmaya konacak imzanın mes’uliyetini ve şerefsizliğini bir
Müslüman yerine bir hristiyana yükletmeyi tercih ettiğini göstermek istiyordu.
Fakat Karatodori her ne kadar değeri inkâr edilemez maharette, Disraeli’nin
tâbiri ile “Mükemmel bir Fenerli Rum tipi, aynı zamanda sâkin ve ikna edici”
bir diplomat idiyse de bir Bismarck’m veya bir Gortchakoff’un acı ve sert
sözlerine mukabele edecek çapta değildi. Berlinde, Avrupa’nın en parlak devlet
adamları toplanmıştı. Kongrede sadece, Türklerin gururunu ve alınganlıklarını
anlayabilecek derecede Şark Meselelerinde derin vukufu olan Lord Beanconsfield
(Dısraeli) bulunmuyordu. Halbuki delegelerin
arasındaki büyük ekseriyet Türklerin bu vasıflarını bilmiyor ve padişahın
mümessilini iyi muamele etmiyordu.
Abdülhamid’in
bütün diplomatlara karşı beslediği görülmemiş derecedeki itimatsızlık hissi,
Türk delegesinin durumunu büsbütün güçleştiriyordu. Padişah, alınacak kararlar
üzerinde tam ve selâhiyetle konuşabilmek için, delegelere açık ve sarih talimat
vermemek itiyadındaydı.
Konferans
dağıldıktan sonra Berlinde fena bir taktik kullanıldığını anlamıştı. Hattâ beş
sene sonra “Times” gazetesinin muhabiri Henry de Blowitz’e verdiği birbeyanat
esnasında hâ-tasını açıkça itiraf etmişti.
Gazeteci
bu mülâkatta padişaha fikirlerini açıkça söylemeye cesaret ederek demişti ki:
“Türkiye, kongrede, iyi tâlimat ve selâhiyet almış kimseler tarafından temsil
edilmemekle vahim bir hâta yapmıştır. Delegelerin devlete sadık olmaları ve iyi
niyet sahibi bulunmaları kâfi gelmemiştir. Bu yüzden Prens Bismarck’m önünde
titredikleri görülmüştür.”
Padişah
gazeteciye verdiği cevapta; bunları, Berlin kongresinde bulunmak için hiç bir
hak ve Unvanları olmayan Ru-menlerin ve Yunanların da çalışmalara iştiraklerini
öğrendiği zaman farkettiğini ve bu yüzden Türk delegelerinin “Çok müşkül
vaziyette bulunuyorduk. Düşman kapılarımızda bekliyordu. Avrupa’lıların adalet
anlayışına pek fazla güvenemiyorduk” şeklinde vâki protestolarına meydana
verilmemiştir.
Kongreden
beş sene sonra söylenen bu sözler. Berlinde alman kararların akabinde
Abdülhamid’in hissettiği ıstırabın henüz sönmeyen akisleriydi. Avrupa devlet
adamlarından bir kısmının, üzerinde münakaşa ettikleri bölgelerin vasıf ve
karakterini bilmeden Balkanlardaki Türk topraklarını parçalamaya karar
vermelerini görmek Padişahın gururu üzerinde son derecede acı ve merhametsiz
bir çöküntü yaratmıştı. Ayastefanos’da kurulmuş olan Büyük Bulgaristan, Lord
Beaconsfield (Disraeli) nin gayretleri sayesinde Tuna ve Balkan adağları
arasına sıkıştırılmış dar bir şerit haline getirildi. Diğer taraftan da Balkan
dağlarının güneyinde tamamen sun’î bir vilâyet kurularak Doğu Rumeli adı
altında Türkiye’ye iade edildi. Fakat Ayastefanos’ta kaybettiği toprakların
üçte ikisinin Türkiye’ye iadesini temin eden İngiltere’nin bu hareketine karşı
minnettarlık duymasına rağmen, Abdülhamid, Britanya delegelerinin bu vilâyete
hristi-yan bir vali tâyin hususundaki ısrarlarını öğrenince derin bir üzüntü
duydu.
Bosna
ve Hersek’in Avusturya’hlar tarafından işgali padişahı daha da şiddetli bir
şekilde müteessir etti. Bütün harb esnasında Avusturya-Macaristan İkilisi,
ikiyüzlü bir rol oynamıştı. Reichstad’da yapılan gizli bir anlaşma ile Padişaha
tarafsız kalacağını vaadeden Avusturya buna rağmen, Rusya’nın bütün \
kuvvetlerini Türkiye’ye karşı kullanmasına müsamaha etmişti. Fakat Rus’lar
büyük kuvvetlerle ileri harekâta geçtikleri zaman (Drangnanch Osten-Şark’a
doğru genişleme) siyasetlerinin tehlikeye girdiğini görünce de hemen karar ve
kanaat değiştirdi ve ordusunu Karpatlarda harekete geçirdi. Şimdi de ganimetten
hissesini almak için Reichstadt’da kendisine vaadedilen vilâyetleri istiyordu.
Avusturya, Türkiye’nin yalnız Bosna ve Hersek’i terketmesini değil, kendisinin
buraları resmen zaptetmesi için padişahın talepde bulunmasmda ısrar ediyordu.
“Avrupa
Birliğini yaşatmak”, İngiliz politikasının ana hatlarından biriydi. Bu sebepten
Türk dostu olan İngiltere’nin İstanbul sefiri Henry Layard’a müşkül bir vazife
düşüyordu. İleride Rusya’ya karşı Avrupa’daki Türk topraklarının müdafaasının
bilhassa Avusturya’ya ait olduğunu ve Balkan yarımadasında İslâv devletleri
zincirine mâni olmak için Avusturya’nın Bosna-Hersek’i işgaline müsaade
edilmesi icabettiğini padişaha anlatmak lâzımdı.
Abdülhamid
İngiliz sefirinin bu teklifini hemen reddetti. Yıldız’daki müzakerelerde çok
hazin sahneler cerayan etmişti. Hattâ Henry Layard ihanetle ve
samimiyetsizlikle itham edildi.
Almanya
müstesna hiç bir büyük devlet Osmanlı İmparatorluğunun içinde bulunduğu güç
şartlarla aslâ ilgilenmiyordu. Fransa, ileride Tunus’un işgalini imâ ediyor,
İtalya açıkça Trab-lus’dan bahsediyordu. Diğer taraftan Yunanistan, Sırbistan
ve Karadağ gibi küçük milletler kendilerine tanınan istiklâlden memnun
olmadıklarını ileri sürerek hudutlarının Osmanh İmparatorluğu aleyhine genişletilmesini
hayâl ediyorlardı. Ayrıca muhtelif ırklara mensup teşekküller de, milletler
gibi, Berlin Kongresinde kendilerinin dinlenmesi çarelerini arıyorlardı.
Padişahın Ermeni tebaasına mensup bir murahhas hey’etin çok fena bir şekilde
kongre önüne çıkarak, çiğnenen haklarından bir mâruz bulundukları muamelelerden
bahsetmesi ve müstakil bir Ermenistan kurulması hususunda teklifte bulunması,
Rus’ların zaten büyük bir kısmını işgal ettiği bu bölge hakkında padişahı
hissedilir bir güçlükle karşılaştırmıştı.
Kendisinden
evvelki padişahlar gibi Abdülhamid de Er-menilere karşı son derece âdil ve
müsamahakâr davranıyordu. Hattâ Kırım harbinde bazı Ermenilerin yaptıkları
ihanet bile unutulmuştu. Ermeniler arasından birçok kimseler Bab-ı Ali’de
olduğu kadar sarayda da önemli mevkilere yerleştirilmişlerdi. Türk halkı ise
Rum, Yahudi ve Ermeni tüccarlardan son derece nefret ediyordu. Halbuki Abdülhamid daha gençliğinde Rum ve Ermeni borsa
simsarlarıyla Galata sarrafları arasında birçok dostlar edinmişti. Padişahın
her türlü mâli operasyonlardan elde edilen menfaatlere ve faizciliğe karşı
gösterdiği temayül, Türk ve İslâm geleneklerine o kadar aykırı düşüyordu ki, bu
yüzden annesinin Ermeni asıllı olduğu hususunda yeniden dedikodular dolaştığı
işitiliyordu. Esasen saltanata geçtiği zamandan beri Ermeniler refah ve saadet
içinde yaşıyorlardı. Bu sebepten onlardan bahsedilirken “Millet-i sâdıka”
tâbiri kullanılıyordu.
Ve
işte bu “millet-i sâdıka”, Rus ajanları ve Amerikan misyonerleri tarafından
teşvik ve tahrik edilerek istiklâl istiyordu ve Berlin kongresinde zulüm görmüş
bir millet olarak hazır bulunuyordu. İnsanî duyguları yüksek olan birçok Avrupa
devlet adamları, bilhassa Lord Salisbury, onlara karşı derin bir sempati
gösteriyorlardı. Bu yüzden de Rus’lar tarafından Ayastefa-nos Andlaşmasına
ilâve edilen “Bab-ı Ali’nin Ermenilerle meskûn vilâyetlerde yapılacağını
vaadettiği İslâhat ve yeniliklere büyük devletlerin nezaret etmek hakkı” olduğu
hususundaki madde Berlinde de tantanalı bir surette tasdik edildi. Bilhassa bu
madde Abdülhamid’i çok kızdırmıştı. Hele İngiltere’nin, bu İslâhat ve yenilik
hareketlerinin gayesine ulaşıp ulaşmadığını kontrol için askerî konsoloslar
tâyin etmek istemesi onu büsbütün sinirlendirmişti.
Berlin
kararları önünde Abdülhamid’in boyun eğmesini temin etmek gibi güşkül bir
vazifenin yerine getirilmesi yine İngiliz sefiri Henry Layard’a düştü. Padişah
ile sefir arasındaki münasebetler artık çetin bir safhaya girmişti. Bu itibarla
La-yard’ın Zat-ı Şahaneye Makedonya, Epir ve Arnavutluk’tan ibaret elli bin
kilometre karelik bölgenin Osmanlı İmparatorulğu hudutları içinde kalmasının
İngiltere’nin büyük çaptaki gayretleri sayesinde temin edildiğini hatırlatması
lâzım geliyordu.
Yıldız’da
daima sık sık akşam yemekleri verilirdi. Sefir ve eşinin bu yemeklerde görmeye
alıştıkları gayet nâzik muameleler artık yavaş yavaş kaybolmaya başlamıştı.
Hattâ La-yard, evvelce gurur ve iftiharla-kabul ettiği bu dâvetlere şimdi
iştirâk etmekten korku ve endişe duyuyordu. Sıcak yaz gecelerini geçirdiği
Tarabya’daki yazlık sefarethanenin bahçesinde serinlediği bir sırada âniden
Yıldız’a dâvet ediliyor ve orada gece yarısına kadar havasız ve sıkıcı küçük
bir odada kalmaya mecbur oluyordu. Çünkü padişah güneş battıktan sonra aslâ
dışarı çıkmıyordu. Bu daracık odada Abdülhamid’in uzun şikâyetlerini ve
istikbale ait can sıkıcı tahmin ve tasavvurlarını dinlemek zorunda kalıyordu.
Padişaha göre: “Bir gün gelecek ki, Avrupa, Berlinde verilen kararlardan dolayı
pişman olacaktır. Şöhretli devlet adamları, halkının hususiyetlerini bilmeden
Balkan yarımadasını parçalamak kararını vermişlerdir. Yunanlılar
Bulgar-laşmayı, Amavutlar Karadağlılar ile bir arada yaşamayı aslâ kabul
temezler. Zaten daha şimdiden Bosna’daki Avusturya işgal ordusu halk tarafından
taş yağmuruna tutulmakta ve harekete mâruz kalmaktadır. Halbuki
bu ordu onları kurtarmaya gelmişti.”
Abdülhamid’in
Berlin kararlarını kötüleyen sözlerini dinledikten sonra Layard, vazifesinin ne
kadar güç ve hattâ boş olduğunu anlamaya başlıyordu.
Otuz
sene evvelki selefi büyükelçi Stratford Canning’in söylediğine göre: “Eğer
Türkiye’de, Padişahın hükümetleri üze--rinde yabancı bir kuvvetin baskısı
olmazsa İslâhat hareketleri gayesine ulaşamaz.”
Fakat
Henry Layard, Stratford Canning gibi kuvvetli ve nüfuzlu bir sefir değildi ve
Abdülhamid’in şahsında, Sultan Me-cit gibi yumuşak ve zayıf bir karakter de
bulamıyordu. Bu nârin bedende, bu melânkolik ve iri siyah gözlerin arkasında
yabancıların saldırılarına karşı çökmekte olan bir imparatorluğu müdafaaya
azimli hırslı ve inatçı, çelik gibi bir irade vardı. Henry La-yard Abdülhamid’i
çok çeşitli mizaçda görmüştü. Bunların her biri hakikî mahiyetinin sadece bir
tarafını temsil ediyordu. Fakat onda hâkim olan şey, yalnız Osmanlı
İmparatorluğunun padişahı olarak değil, İslâm Halifesi olarak da nüfuz ve
şöhretini muhafaza etmek arzusu idi. Hiç bir yabancı devletin tazyiki,
Abdülhamid’i, Kur’anın ve şeriatın emirlerine uygun olmayan bir reformu yapmaya
veya bir imtiyazı vermeye aslâ mecbur edemez ve o da, halifesi bulunduğu üçyüz
milyon müslümanm kendisine baş kaldırmasını
icabettirebilecek böyle bir harekette bulunmayı göze alamazdı.
Berlin
Andlaşmasının imzasından beri iki sene geçmişti. Bu müddet zarfında Abdülhamid
İstanbul’dan hiç dışarı çıkmadan mutlak ve müstebit bir hükümdar olarak bir
imparatorluğun kaderine hâkim olmuştu. Öyle bir imparatorluk ki, bir çok parçalanmalara uğradığı halde Avusturya, Almanya ve
Fransa’nın toplamından daha geniş bir sahaya yayılmıştı. Abdülhamid, Rus
harbinden sonra feshettiği meclisi bir daha kurmaya teşebbüs etmemişti. Artık
Bab-ı Ali tamamen saraya bağlıydı. Yıldız’daki bürolar İmparatorluğun her
tarafından gelen raporları ve müracaatları tasnif etmek için gece gündüz çalışıyordu.
Çünkü hiç bir kanun, hiç bir nizamname, hattâ en basit işlere taallûk edenler
bile Padişah fazla çalışmaktan ileri gelen buhranlı bir zamanında, Beyoğlu
eğlence yerlerinin tâbi olacağı kaidelere ait talimatnameleri bile bizzat
tetkik etmişti.
Müminlerin
emiri, yeryüzünde Allahın gölgesi olan padişah o kadar kapalı ve yalnız
yaşıyordu ki, Cuma Selâmlıklarından başka zamanlar saraydan dışarı çıkmıyordu.
Halk padişahın solgun yüzünü ve melânkolik gözlerini ancak yeşil renkli sâde
arabasının penceresinden baktığı zamanlar kaçamak bir şekilde görebiliyordu.
Bazan da sür.’atle giden açık bir arabada ona tesadüf edebiliyordu. Daima mütevazi bir şekilde giyinen Abdül-hamid kendisini yaya veya
at üstünde tâkip eden vezirlerin ve paşaların muhteşem üniformaları arasında
pek sönük kalıyordu. Ali Suavî hâdisesinden beri daima öldürmek endişesi içinde
yaşıyordu. Camiye giderken umumiyetle şehzadelerden birini yanına alıyordu. Bu
suretle çocuğu da öldürmekten çekinecek bir kimsenin kendisine ateş
edemiyeceğine inanarak teselli buluyordu.
1879’
da Abdülhamid
Abdülhamid’in
baskıcı bir idare kurmasının sebebi, milletinin henüz parlâmento hükümetleri
tarafından idare edilecek olgunlukta olmadığına kendisinin samimi şekilde
inanmış olmasıdır. Türk parlâmentosunun umumiyetle fırtınalı geçen son
toplantısından birinde Abdülhamid şöyle bir itirafta bulunmuştu: “Babam Sultan
Abdülmecid’i taklit ederek, müstakil müesseseler vasıtasiyle ve ikna yolu ile
İslâhat yapmaya teşebbüs etmekle büyük hata ettim. Bundan sonra büyük babam
Sultan Mah-mud’un yolunu tâkip edeceğim. Büyük babam, muhafazası Allah
tarafından bana tevdi edilen milletimin ancak kuvvet ve şiddetle idare
edilebileceğini anlamıştı.”
Padişah,
selâhiyetlerinin Allah tarafından verildiğine inandığı için, iradesine hiç bir
şekilde muhalefet edilmesini kabul etmiyordu. Bu sebeple Avrupa’ya sığınmak
isteyen Türklerin miktarı her sene biraz daha artıyordu. Avrupa’ya kaçanların,
kendisine verdiği endişe kadar, padişah, yabancıların düşmanca tenkitlerinden
de çekiniyordu. Bu yüzden şüpheli politikacıların Türkiye’yi terketmek için
pasaport almalarına daha çok müşkülât çıkarmak isteniyordu. Fakat zaten az olan
maaşlarını zamanında alamayan Türkiye gibi bir memleketteki memurlar
vazifelerini kolaylıkla suiistimal edebiliyorlar ve istenilen herşeyi
yapıyorlardı.
Abdülhamid
yabancı milletlerin tepkilerinden çok müteessir oluyordu. Sabahleyin kalkınca
Avrupa gazetetelerinin tercüme edilen hülâsalarını dikkatle okurdu. Hoşuna
gitmeyen bir makale veya haber onu bütün gün üzmeye kâfi gelirdi. Yazının
talihsiz mütercimi hakaretlere mâruz kalarak padişahın huzuruna çağırılır,
yazıyı tekrar kelime kelime tercümeye mecbur tutularak, padişah, yazılanların
doğru olup olmadığını bizzat kontrol ederdi.
Mütercimler
ve kâtipler çok yorucu bir şekilde çalışıyorlardı. Çünkü yazın olduğu gibi
kışın da hergün sabahın dördü ile beşi arasında kalkan padişahın emirlerini
yerine getirmeleri lâzım geliyordu. Abdülhamid saat altıda mutlaka çalışma
odasında olurdu. Kahvecibaşımn, huzurunda pişirdiği kahveyi, haremağaları
tarafından hususî suretle hazırlanmış bir tütünden sarılmış sigarası,
ile beraber içerdi. Ağızlık kullanmayı çok severdi. Bu şekilde kahvesini ve
sigarasını içtiği sırada başkâtibin okuduğu devlet işlerine ait mühim raporları
dinlerdi. Arada bir lüzum gördüğü hususlarda başkâtipten izahat alırdı. Eğer
verilen izahat hoşuna gitmezse, bahis konusu meselenin iyice tetkik edilmesini
emrederdi. Günlük raporların okunması bitince, ikinci bir kâtip yabancı
memleketlerden gelen haberlerin hülâsasını getirirdi. Müteakiben de sadrâzam
huzura dâvet edilir ve o günün işleri ve meseleleri hakkında padişahın
emirlerini alırdı. Huzurda hiç bir münakaşa ve fikir beyanında bulunulmazdı.
Sadece padişahın sorduğu suallere cevap vermekle iktifa edilmesi lâzımdı.
Kahve
ve sigara tiryakisi olan Abdülhamid gayet az yemek yerdi. Sofrasında,
kendisinden evvelki padişahların mükellef ve çeşitli yiyeceklerine mukabil,
nâdiren bir tabaktan fazla yemek bulunurdu. Yedikleri şeyler çok basit olmasma
rağmen büyük bir dikkat ve itina ile hazırlanıldı. İçtiği süt, saraya ait bir
çiftlikte gece ve gündüz sıkı bir kontrol altında bulundurulan ineklerden
sağılır, aşçıları, demir kapılı ve pencereleri parmaklıklı hususî bir mutfakta
çalışırdı. Yemekler padişahın sofrasına getirilmeden evvel Başmabeyinci Osman bey tarafından muayeneye tâbi tutulurdu. Padişahın
hayatı ve sıhhati üzerinde muhafızlık vazifesi gören Başmabeyinci sarayda en
mühim bir mevkii işgal ederdi.
Günün
muayen saatlerinde Yıldız’a gelen ziyaretçiler, mutfaklardan Küçük Mabeyn
köşküne taşman Zat-ı Şahaneye mahsus yemek tepsilerini büyük bir merak ve
tecessüs ile seyrederdi. İlkönce altm sırmalı üniforma giymiş iki görevli
içinde yemek takımları bulunan üstü bir şal ile örtülü arabayı iterek geçerler,
bunu siyah renkli bir kumaşla dikkatle örtülmüş ve mühürlenmiş büyük bir gümüş
tepsi taşıyan uşak tâkip ederdi. Bundan sonra aynı şekilde muhafaza altına
alınmış ve mühürlenmiş ekmek sepetini taşıyan ikinci bir uşak gelirdi. Nihayet
kapalı şişe içinde Kâğıthane suyu getiren uşak görünürdü. Abdülhamid, bir
falcının sadece Kâğıthane suyu içmek şartıyla muhteşem ve uzun bir saltanat
süreceğini söylediğindenberi başka bir su içmiyordu. Sarayın mutfaklarında üç
bin kişi için yemek hazırlanırdı. Hizmetçiler tarafından mutfaklardan köşklere
taşman tepsilerdeki kebapların ve pilâvların iştah açıcı kokusu etrafa
yayılırdı.
Yıldız’daki
yemek servislerinin seyrinden zevk alanlar için daha başka bir garip sahneler
de vardı.
Bunların
en meraklısı ve belki de en heyecanlı olanı, Yıl-diz parkının muhtelif
yerlerine serpiştirilen küçük kahvehanelerde cereyan ederdi. Padişah, yalnız
başına yaptığı gezintilerde bir şey içmek istediği zaman bu kahvelere uğrar ve
lâlettayin bir müşteri gibi içtiği, kahvenin parasını kendisi öderdi. Böylece
hür bir insan olmanın zevkini tatmış olurdu. Fakat bu gibi hallerde bile içtiği
kahve mutlaka kahvecibaşı tarafından hazırlanıldı. Ama bu gezintiler
Abdülhamid’e, şehzade iken Boğaz sahillerindeki kahvelerde kimse tarafından
tanınmadan oturduğu zamanları şüphesiz ki aslâ unutturamazdı. Çünkü o zamanlar
oralarda kendisine zehirli bir içki verileceğinden kafiyen şüphe etmezdi.
Kendisi normal bir çağdaki genç bir adamın zevklerine sahipti. Ata binmeyi,
avlanmayı, kürek çekmeyi ve yüzmeyi çok severdi. Fakat şimdi dış âlemin korkusu
yüzünden bütün faaliyeti, yüksek duvarlarla çevrili Yıldız parkının içinde
kalıyordu. Şehzade iken Belgrat ormanlarında yaptığı at gezintilerinin yanında
şimdi padişah olarak Yıldız parkının gayet bakımlı yollarında yaptığı
gezintiler çok tatsız oluyordu. Parkın sun’î gölünde, kayık safasma çıkması
şehzadeyken, mehtaplı bir gecede Boğaziçinde yaptığı gezintilerin verdiği zevki
aslâ vermiyordu.
Abdülhamid
en tatlı zamanlarını haremde Sultanların ve çocuklarının arasındayken
geçirirdi. Harem hayatının ahengi, mizacına çok güzel intibak ediyordu. Kendisi
eğer neş’eli ise, haremde saz sesleri ve kahkahalar yükseliyor, en basit
nükteleri bile büyük bir hayranlık yaratıyordu. Üzgün olduğu zamanlarda da, en
genç cariyelere kadar bütün kadınlar onun gibi derin derin düşünceye
dalıyorlardı.
Mrs.
Bayan Layard- veya Lady Layard- (çünkü kocası Berlin anlaşmasından sonra asalet
payesi kazanmıştı) sık sık Haremi Hümayunu ziyaret ederdi. Bu vesile ile sarayı
yakından tanımış olan İngiliz sefiresinin anlattığına göre; harem son derece
kıymetli ve o nisbette de garip eşya ile tefriş edilmişti. Viyana veya
Paris’ten getirilmiş pelüş döşemeli koltuk ve kanape takımları, fevkalâde güzel
işlemeli perdelerin ve nâdide halıların yanında pek zevksiz bir şekilde yerleştirilmişti.
Aynen muhafaza edilen bazı kıymetsiz eşya ve guguklu İsviçre saatleri, Çin
İmparatorlarının hediye ettiği paha biçilmez porselen vazolarla komşuluk
ediyordu. Gümüş bir masa üzerindeki mücevherle süslü akik taşından yapılmış
sigara tablaları yanında Padişahın son defa İngiltere’den aldığı fare kapanı
vardı. Aynı ahenksizlik kadınların giyimlerinde de görülüyordu. Muhteşem eski
saray elbiseleri ile geniş etekli bir rop giymiş ve zümrüt işlemeli kemer
takmış olan Valide Sultan gibi yaşlı kadınlar yanında, genç kadınların Avrupa
modasına uygun yarı çıplak dekolte elbiseleri tam bir
tezat teşkil ediyordu.
Görenlerin
anlattıklarına göre, “muhteşem bir güzelliğin hâlâ kaybolmamış izlerini
muhafaza eden sarışın bir kadın” olan Abdülhamid’in üvey annesi misafirlerini
imparatoriçe tavır ve edasıyla kabul ediyordu. Sarayın en güzel mücevherlerini
taşıyan bu kadın, Padişah dahil, herkesten büyük bir
hürmet görüyordu. Hattâ padişahın en başta gelen gözdesi olan müstesna bir
Gürcü güzeli Cemile Sultan bile onun arkasından yürüyordu. Kendisinden daha
yaşlı kadınlar dahi, o konuşurken susuyorlar, görüşmelere nâdiren iştirâk
ediyorlardı.
Saray
haremine ait sahip olduğumuz bu bilgiler, haremi ziyaret etmiş olan yabancı
kadınların mektuplarından ve hâtıralarından nakledilmiştir. Fakat bu kadınların
hiç birisi Lady La-yarda’ın kazandığı itimat ve teveccühe mazhar
olamamışlardır. Çünkü Lady Layard, Kırım harbinde gönüllü hastabakıcılık
yaptığı sırada padişahın askerlerinin yaralarını sardığından Abdülhamid’in
minnettarlığını kazanmıştı. Bu itibarla da Padişahın sofrasına dâvet edilen ilk
yabancı kadın olmak şerefine lâyık görülmüştü. Abdülhamid Lady Layard’a o kadar
itimat göstermiştir ki, şehzadelerin İngiltere sefaretine çaya gitmelerine dahi
müsaade etmişti. Diğer taraftan Berlin Andlaşmasımn tatbikinden doğan
ihtilâflar dolayısıyla Sefir Layard’a teveccühü azalan Padişah, Lady Layard’a
karşı eski dostluk ve nezaketini muhafaza ediyordu.
Bir
gün padişah kendisini ziyarete gelen Lady Layard’a, tercümanlık yapan ve esasen
sefirenin de mükemmel bir Beyoğlu Fransızcası konuştuğundan dolayı dikkatini
çekmiş olan genç bir cariyeden bahsederek dedi ki: “Bu genç kız diğerlerinden
daha çok bilgilidir. Çocukluğunu Beyoğlu’nda bir moda evinin sahibi olan
Belçikalı bir kadının yanında geçirmiştir. Bu kadın son dercede zeki ve
kültürlü bir kiliseydi” Lady Layard, padişahın bu suretle Flora Cordier’yi imâ
ettiğini anlayarak şaşırmıştı. Çünkü Flora Cordier’nin âniden ortadan
kaybolması bir çok dedikodulara ve yorumlara vesile
olmuştu. Abdülhamid’in bu genç kızın hareketlerine karşı müsamaha göstermesi ve
onun, huzurunda oturmasına ve kendisiyle şakalaşıp gevezelik etmesine müsaade
etmesi Lady Layard’ı büsbütün şaşırtıyordu.
Çok
ciddî ve sıkı bir hiyerarşinin hâkim olduğu saray hareminde küçük ve güzel bir
kız, bildiği gibi hareket ediyor, ne haremağaları, ne de kadınlar ona bir şey
söylemeye cesaret edebiliyorlardı. Lard Layard, çocukluğunu Beyoğlu’nda
geçirmiş olan genç kızın yüz hatlarında Belçikalı Flora Cordier’nin izleri
bulunduğunu farketmişti. Eğer genç kız kalbini Padişahın büyük oğlu Selim’e
kaptırmasaydı, üzerindeki esrar perdesi belki de kalkmamış olacaktı. Henüz
onsekiz yaşında olan Şehzade Selim şahsî bir “hâne”ye sahip olmuştu. Genç
şehzade padişahın gözünden uzak bir yerde ikamete mecbur edildi. Abdülhamid’in,
ileri fikirlere ve yeniliklere yürekten taraftar olmasına rağmen haremde hâlâ
ortaçağ kanunları bütün şiddetiyle tatbik ediliyordu. İşte genç ve mâsum kız bu
kanunların bir kurbanı olarak Boğazın serin ve mavi sularına gömülüp kayboldu.
Abdülhamid’in
irade ve arzusu ile öldürülen biri daha vardı: Mithat Paşa... Büyük devletler
Anadoluda ve Suriyed'e kendilerine imtiyazlar verilmesini ve hristiyan ahali
lehine bâzı İslâhat yapılmasını ısrarla istedikleri zaman Abdülhamid,
AvrupalIlara hoş görünmek ve bu vesileyle de Mithat Paşayı eline geçirmek için,
paşayı Avrupa’dan getirtip Suriyeye Vali tayine karar verdi. Mithat Paşa,
Padişahın iradesine uyarak Suriye’deki vazifesine başladı. Evvelce vazife
gördüğü yerlerde olduğu gibi Suriye’de de bozulan idareyi kısa bir zamanda
ıslâh etti ve gerek müslüman, gerekse hristiyan ahalinin sevgi ve itimadını
kazandı. Fakat ahlâksız memurların değiştirilmesi ve bâzı sahalarda daha geniş
İslâhat yapılması hususunda İstanbuia yaptığı müracaatlar cevapsız kalıyordu.
Padişah, azılı bir düşmanını İmparatorluğun en sevilen bir şahsiyeti haline
getirmeyi asla akimdan geçilmemişti. Bu itibarla İngiltere sefirinin 1879
sonbaharında yaptığı Suriye seyahatini ve sefirin Şam’da Mithat Paşa ile buluşmasını
katiyen hoş karşılamadı.
Berlin
Andlaşmasmı imza eden diğer devletlerden daha ciddî olarak İngiltere Andlaşma
hükümlerinin hakikaten tatbik edilip edilmediğini kontrola kararlı bulunuyordu.
Bu sırada Rusya ve Avusturya, aldıkları ganimet hissesinden dolayı çok
memnundular. Fransa da Tunus’ta bir takım entrikalar çeviriyordu. Prens
Bismarck ise, kendi görüşüne göre Türkiyeyi va-adlerini yerine getirmeye mecbur
etmek için Almanya’nın hiçbir tazyik yapmadığını beyan etmişti. Sadece
İngiltere, aynı zamanda İnsanî duyguların tesiri altında olarak, Ermenilerle
meskûn vilâyetlerde İslâhat yapılması hususunda padişahı zorlamaya başlamıştı.
Diğer taraftan Lord Salisbury’ye göre; Şark Meselesi Türkiye’nin sadece
Avrupa’daki vilâyetleriyle alâkalı değildi. Asyadaki ülkeleri de bu mes’ele’nin
içine giriyordu. Bu sebeplerden dolayı daima vehim ve şüphe içinde bulunan
Abdülhamid İngiliz Sefirinin Şam’a gidip Mithat Paşayı ziyaret etmesinden
kendisi ile görüşülüp iradesi alınmadan yeni bir islâhat hareketi yapılacağına
kaniydi.
Suriye
seyahatinden İstanbul’a dönen İngiliz Sefiri Layard padişahı çok sinirli bir
halde buldu. İngiltere’nin Anadolu ve Suriyedeki reformların tatbikini bir
askerî müşahit vasıtasıyla kontrol ettirmeye karar vermesi Padişah tarafından
ağır bir hakaret olarak telâkki edilmişti. Bunun üzerine Abdülhamid diğer
devletlerin rekabet hislerini tahrike karar verdi. Kıbrıs Andlaş-masından beri
diğer büyük devletler İngiltere’nin Anadolu’da bir himaye sistemi kurmaya
kararlı olduğundan şüphe ediyorlardı.
Diğer
taraftan Lord Salisbury zaten hoşa gitmeyen siyasî tutumu ile sadece padişahı
İngiltefeye karşı gelmeye zorlamakla kalmıyor, Avrupa birliğinin ahengini de
bozmaya çalışıyordu. Fakat bu siyasetin asıl tehlikeli ve kötü tarafı
İngiltere’nin müdahalesini icap ettirecek şekilde hâdiseler çıkarılması
hususundaki tahrik ve kendilerine İngilizlerin her yönden yardımcı olacağına
dair Ermenilere verilen cesaret idi.
Layard,
Osmanlı devletinin yüksek mevkilerinde, tecrübeli Avrupalı şahsiyetlere itimat
gösterilmesi ve bazı imtiyazlar verilmesi hususunda padişahı nafile yere iknaa
gayret ediyordu. Çünkü Abdülhamid, AvrupalIlara karşı derin bir husumet ve
nefret besliyordu. Bununla beraber İstanbul’da iki İngiliz vardı ki, Layard
bunlara çok güveniyordu...
Bunlardan
biri padişahın eski dostu ve halen de itimadını muhafaza eden Mr. Thomson,
diğeri de General Baker (Paşa) idi. General Baker, gençliğinde Kırım harbine
iştirak etmiş ve fakat sonra, büyük dedikodulara sebebiyet veren bir rezaleti
müteakip Britanya ordusundan ayrılmaya mecbur olmuştu.
İşte
bu Baker Paşa, Türk Jandarma kuvvetlerini teşkilâtlandırmakla vazifeliydi.
Padişah kendisine yardımcı olmak üzere oniki İngiliz subayı tayin etmek
hususunda tam bir selâhiyet
vermişti.
1879-1880’un kış mevsiminde Baker Paşa, padişahın itimadını hâlâ muhafaza
ediyordu. Zekâsı ve kurnazlığı sayesinde Yıldızda sıcak bir alâka görüyordu.
Aylarca
süren bir tereddüt devresinden sonra îngiliz sefiri Sir Henry Layard
Salisbury’ye yazdığı mektupta; “Zat-ı Şahane, Anadoluda yapılmakta olan
İslâhatı kontrol etmek üzere General Baker (Paşa)yı Umumî müfettiş olarak
tâyine muvafakat etti.” diyordu. Fakat bu tayin Layard’m meslek hayatında
kazandığı son muvaffakiyet oldu. 1880 Nisanında İngilterede Muhafazakâr Parti
iktidardan düştü. Yerine de Bulgaristanda yapılan mezalime karşı geniş bir
kampanya açarak Abdülhamid’in tahta geçtiği ilk aylarını kendisine zehir eden
William Ewert Gladstone ikinci defa Büyük Britanya Başvekili oldu. Yeni hükümet
iktidara geçer geçmez Sefir Sir Henry Layard’ı İstanbul’dan geri çağırdı.
·
XXI
Yeni
Ingiliz Sefiri:
George Goschen
Sir
Henry Layard’ın yerine tanınmış bir politikacı olan Ri-pon mebusu George
Goschen Bab-ı Ali nezdine Büyük Britanya sefiri olarak tayin edildi. Bu zat,
selefine asla benzemiyordu. Herşeyden evvel meslekten yetişmiş bir diplomat
değildi. Fakat Başvekil Mr. Gladstone’un kendisine kabinede yer vermesi için
bazı zorluklarla karşılaştığı tanınmış bir siyaset adamıydı. Bu itibarla Berlin
Andlaşmasının tatbikatına nezaret etmek gibi özel bir vazife ile İstanbula
sefir olarak gönderilmişti. Bu vazifesinde uzun zaman kalmayacağını bilen Mr.
Goschen alâlade bir sefir gibi hareketlerinde tereddüt göstermek hüzumunu
hissetmiyordu. Bu sebeple akredite olduğu hükümet nezdinde icabında sert
muamelede bulunmaktan veya “hükümet üzerinde baskı yapmaktan çekinmeyecek kadar
işi ileri götürebilecek” bir mevkideydi.
Başvekil
Mr. Gladstone ile aynı siyasî görüşler üzerinde tamamen mutabıktı. Bu görüşe
göre: “Türkler Avrupayı bütün silâhları ve ağırlıkları ile birlikte terketmeden
Şark meselesi halledilemezdi.” Diğer devletlerce bir menfaat görülmediğinden
dolayı Berlin’de halledilmeyen bu mesele, İngiltere’nin gözünde birinci
derecede ehemmiyeti haizdi. Sadece İngiltere hükümeti, bilhassa Başvekil Mr.
Gladstone, Tesalya ve Epir içine alabilecek şekilde Yunanistan veyahutta Dulcigno
ve Antivari limanlarını ihtiva edecek tarzda Karadağ hudutlarının düzeltilip
düzeltilmeyeceğini tesbit ile meşguldü.
Siyasî
görüş ve fikirlerinden başka Mr. Göschen, bir kaç sene evvel Mısır’da oynadığı
rol sebebiyle de Abdülhamid’in hoşuna gitmiyordu. 1876 da Hidiv İsmail Paşa’nm
israfı yüzünden hazine bonolarının ödenemediği zaman Mr. Goschen, İngiliz
alacaklıları namma Kahireye gönderilmişti. Kendisi ve Fransız meslekdaşları
tarafından tanzim edilen rapora istinaden Hidiv büyük devletlerin bir (Düyun-u
Umumiye Komisyonu) kurmasını ve yabancıların tayin edeceği iki murakıp
tarafından mâli işlerinin kontrolünü kabule mecbur edilmişti. Sefir Sir Henry
Layard’ın teyit ve ifade ettiğine göre; Sultan Abdülhamid, İmparatorluğunun
mâli işlerine yabancıların müdahale etmesine karşı son derece titizlik
gösteriyordu. Bu itibarla “şimdi Mr. Gladstone hükümetinin kendisine Mısır
Hidivi gibi muamele etmek niyetinde olduğuna ve böylece sefir Mr. Goschen’in
bir nevi vasilik yapmak istiyeceğine” kani bulunuyordu.
Bu
sebeplerden İngiliz Muhafazakâr Partisinin iktidardan düşmesi Padişahı iyice
korkutuyordu. Her ne kadar iki seneden beri İngiltere’nin tutumundan şikâyetçi
görünüyor idiyse de Disraeli iktidarda kaldığı müddetçe saltanatının emniyet
altında bulunacağını da biliyordu. Sefir Layard’ın geri çağrıldığını öğrenince
nefret hislerini açıkça belli etti ve bu hareketi, şahsına yapılmış bir hareket
telâkki etti. Hattâ yeni tayin edilecek sefiri kabul etmeyeceğini söyleyecek
kadar ileri gitmişti. Fakat daha makûl hareket etmesi hususunda Layard’ın
kendisine yaptığı tavsiyeleri kabul etti. Sir Henry Layard İstanbul’dan
ayrılırken padişahın ve milletinin itimat ve muhabbetiyle beraber, gördüğü
hizmetlerin bir mükâfatı olarak Abdülhamid tarafından kendisine hediye edilen
Fâtih Sultan Mehmet’in Bellini imzalı şaheser tablosunu da götürüyordu. Fakat ne
yazık ki, İngilterede Sir Layard’ın şahsına karşı gösterilen saygısızlık, onun
İstanbul’da bıraktığı fevkalâde iyi tesirlerin de silinmesine sebep oldu ve
adı, padişahın itimadına ihanet edenlerin listesine ilâve edildi.
Padişah
bir müddet, Mr. Goschen ile mücadele ve hesaplaşmak zorunda kaldı. Esasen
atılgan tabiatlı ve siyasî incelikten mahrum bir şahsiyet olan sefirin
hareketleri diğer meslektaşlarını da kızdırıyordu. Sefaret baş tercümanının
fikir ve tavsiyelerine rağmen, daha ilk defa umuma karşı yaptığı konuşmalarda,
Osmanlı idaresi hakkında tenkitlerde bulundu. Abdülhamid onun bu hareketlerini
hafiyeleri vasıtasıyla tesbit edince İngiltere Sefaretine derhal şu notayı gönderdi;
“Zat-ı Şahane, Mr. Osc-hen’in hususî bir görüşmede kendilerine tevdiine lüzum
göreceği bütün müşahedelerini nazarı itibare almaya hazırdır. Ancak
kendilerini, tebaası nezdinde küçük düşürecek ve vekarı için tecavüz
sayılabilecek bir tenkidi halka karşı açıkça yapılmasını mutlak surette
reddeder.” Bundan sonra Mr. Goschen umumî yerlerde ölçüsüz şekilde konuşmaktan
vazgeçmeye ve bilâkis mûtad olan hürmetkâr ve nâzik ve terbiyeli hareketleri
çok uzun zaman devam etmedi. Küçük milletlerin hâmisi rolünde olan Başvekil Mr.
Gladstone Balkan beyliklerinin içinde en fazla himayeye lâyık gördüğü küçük
Karadağın haklarını korumaya karar verdi. Berlin Andlaşmasına göre Karadağa
verilmesi kabul edilen şehirlerin teslimini Arnavutluk tabiî olarak red ve
protesto edince, İngiltere, andlaşmayı imza eden büyük devletlere şu çareyi
teklif etti; “Arnavutluk’un bu şehirleri yerine Bab-ı Ali’nin Adriyatik
sahillerindeki Dulcigno ve Antivari kasabala-nn Karadağa terketmesi...”
Abdülhamid
bu notaya verdiği cevabta, “Yaşadığı müddetçe buna ve buna benzer bir
fedakârlığa asla râzı olmayacağını” bildirdi. Padişahın bu cevabı Ermenistanda
yapılması bahis konusu edilen İslâhat ile alâkalı teşebbüslere karşı gösterdiği
tepkiden daha sert ve ciddî idi. Çünkü Avrupa devletleri arasında artık birlik
kalmadığını tecrübe ile anlamış bulunuyordu. Bu bakımdan gelecek günler,
Padişahı hakh çıkardı. Gerçektende İngiltere’nin teşvik ve tahrikiyle Adriyatik
denizinde milletlerarası bir deniz gösterisi yapıldığı zaman bile Türkiye,
büyük devletlerin isteklerini kat’iyetle red etmişti. Bu itibarla İngiltere
Bab-ı Ali’yi boyun eğmeye zorlama hususundaki teşebbüslerinde yalnız kaldı.
Artık Yıldız’da yeniden bir iyimserlik havası esmeye başlamış ve bu defa
İngiltere’nin kendi kuvvetine fazla güvenmekte hata ettiğine ihtimal
verilmişti. Halbuki İngiltere hiç bir zaman tek başına
harekete cesaret edecek bir devlet değildi. Onu bu yola sevkeden sefirin geri
çağrılacağı ve mesleğinden azledileceği zannediliyordu. Bütün bunları hayalinde
canlandıran padişahın, Hariciye Vekili ile bu mes’eleleri görüşürken tatlı
tatlı tebessüm ettiği bile görüldü. Fakat sarayın bu iyimserliği Bab-ı Ali’de
hiç de müsbet bir akis yaratmıyordu. Mr. Goschen’in değerini iyi bilen Hariciye
Nâzın Karatodori, kendisini beğenmiş haris bir kimse olan sefirin bütün
kabiliyetlerini ortaya koymaya kararlı olduğunu seziyordu. Hükümeti ona,
hareketlerinde tam bir selâhiyet vermişti. Bu adam, verdiği karardan
vazgeçmektense bir harp tehlikesini göze alacak kadar haristi.
Adriyatik’teki
manevra sahasından Avusturya harp gemileri ayrıldıktan iki gün sonra Mr.
Goschen, şahsî ve mühim bir mesaj takdim edeceğinden bahisle Padişahın huzuruna
kabulünü istedi. Bu mesaj bir ültimatomdu: “Eğer Zat-ı
Şahane bahis konusu kasabaları teslimi reddederse, İngiltere donanması Zat-ı
Şahanenin topraklan içinde bulunan ve adı şimdilik açıklanmayacak olan büyük
bir limanını işgal edecektir.”
Padişah
ile sefir karşı karşıya bulunuyorlardı. Salona derin bir sessizlik çöktü.
Sefirin çok soğukkanlı olduğunu ve kendisine fazlasıyla güvendiğini bilen
tercüman, şu anda onun heyecandan titrediğini farketti. Geniş ve yaldızlı bir
koltuğa gömülmüş olan padişah ise ayaklarını kimsenin basamayacağı sihirli
halıya doğru uzatmış, küçük ellerinin ince parmaklarıyla teşbihinin kehribar
tanelerini şıkırdatıyordu. İlk anlarda Mr. Gosc-hen’in sözlerinden bir şey
anlamamış gibiydi. Çünkü saatler kadar uzun süren tam beş dakika müddetle
susmuştu. Sadece ağır gözkapaklarınm altında gözlenen iri siyah gözlerinin
sarılığı hiddetten alev gibi parlıyordu. Kemerli burnunun etrafındaki çizgiler
büsbütün derinleşmişti. Alt dudağını öne doğru uzatarak h
.yret ve taaccüp içinde olduğunu belli ediyordu. Yüzü yeis ve hüzünden
donuk bir hal almıştı. Abdülhamid şu anda mutlaka eski devirleri düşünüyordu.
Bir zamanlar ecdadı, böyle şımarık ve mağrur bir elçiyi Yedikule zindanlarına
hapsettirirler ve hiç bir devlet de buna itirazda bulunmaya cesaret edemezdi.
Nihayet
Padişah yüksek ve gür bir sesle cevabını verdi. Bir defa daha bu cevap gayet
ciddî bir şekilde telâffuz edilen “Hayır!...”,oldu.
Fakat Mr. Goschen hâlâ asîl bir ihtişam ve debdebe içindeki “Hasta adam”m blöfü
ve zoru karşısında taleplerinden vazgeçecek bir diplomat değildi. Aynı akşam
Adri-yatikte demirli bulunan İngiliz donanmasına gönderilen bir mesaj ile
“Gizli talimat alınıncaya kadar harekete hazır bulunması” bildirildi. Bu mesaj
Yıldız’a bildirilmek üzere Dulcignodaki Türk makamları tarafından daha erken
saatlerde ele geçirilememişti Yirmi dört saatten beri sarayın havası oldukça değişmişti.
Sarayda
büyük bir kargaşalık ve şaşkınlık hâkimdi. Tercümanlar gelip gidiyor, yüzleri
sararmış ve morarmış nâzırlar bekleme odalarında padişahın iradesine
bekliyorlardı. Haremağaları ayaklarının ucuna basarak, korkudan gözleri dışarı
fırlamış vaziyette bekleme odalarına girip çıkıyorlardı. İngiliz sefirinin
karşısında kendisine hâkim olmaya gayret eden Padişahın sinirleri iyice
bozulmuş, ümit ile ümitsizlik arasında bocalıyordu. Ne nâzırlar, ne de üvey
annesi onu teskine muvaffak olamıyorlardı. Yalnız Doktor Mavroyani kendisine
müsekkin bir ilâç verince biraz sükûnet buldu ve Dulcignodan gelen mesajı sâkin
bir şekilde okudu.
İngilizler
harekete geçmeye kararlıydılar. Padişahın büyük bir limanını işgale
hazırlanıyorlardı. Şüphesiz ki bu limanın İzmir olabileceğini anlamak için
keramet sahibi olmaya lüzum yoktu. Abdülhamid’in hâfızasmda eski hâtıralar
tekrar canlanıyordu. Şehzadeyken Spithead’e gördüğü İngiliz donanmasının
ihtişamı ve kudreti şimdi gözlerinin önündeydi. Manevra sahasından fırtınaya ve
engin denizlere meydan okuyan ve bir anda etrafı inleten top sesleriyle İngiliz
harp gemilerinin yaptığı gösteriler hâlâ hayâlinde ve hâtırasında yaşıyordu. Halbuki bu gösteriler İngiltere’yi ziyaret eden Osmanlı
Padişahı ve şehzadelerine karşı sadece bir misafirperverlik tezahürleriydi.
Fakat şimdi bu top sesleri hakikî mermi atan zırhlılardan gelebilir ve en güzel
Türk limanını bombardıman ederek harabeye çevirebilirdi. Padişahın yatak
odasına bitişik odada geceyi geçiren Doktor Mavroyani, şafak vakti kalktığı
zaman Padişahtan başkâtibini çağırması emrini aldı.
Bir
kaç saat sonra öğle güneşinin kıvılcımlar saçtığı Adri-yatikteki İngiliz
donanması harekete hazır olduğu sırada Sul^ tan Abdülhamid’in forsunu taşıyan
bir kayığın sahilden gemiye doğru geldiği Amirale haber verildi. Kayıkta ayakta
duran bir adam elindeki bir kâğıda durmadan sallıyordu. Nihâyet Padişah şehri
teslime mecbur olmuştu.
Bu
suretle Mr. Goschen, vazifesinde büyükbir başarı kazanmıştı. Fakat kendisinden
evvelki sefirlerin Bab-ı Ali ile İngiltere arasında kurdukları iyi
münasebetleri büyük bir emek ve o nispette de güçlükler pahasına devam ettirmek
hususundaki muvaffakiyetlerini birkaç saat içinde yok etmişti. Bugünden sonra
sefirin padişah ile arasındaki bütün münasebetler kesilmiş ve artık kat’iyen
huzura kabul edilmemişti. Yunanistan‘hududunun düzenlenmesine ait görüşmeleri
ancak Türkiye hariciye nâzın ile yapabiliyordu.
Artık
tamamiyle saraya kapanan Abdülhamid, günlerini, İmparatorluğun haritası
üzerinde derin derin düşünerek geçiriyordu. Berlin kongresinde kaybedilmiş olan
yerleri kendi eliyle haritaya işaret ediyordu. Ancak Trakya, Makedonya, Girit,
Oni-ki Adalar ve sun’î olarak kurulan Doğu Rumeli vilâyeti gibi bölgeler
evvelce Viyana’yı tehdit etmiş olan büyük İmparatorluğun elinde mevcut
bulunuyordu. Fakat hâlâ, parçalanmış ve anavatandan koparılmış bu ülkeler,
büyük devletlerin hasis rekabetleri sayesinde zayıf bağlarla muhafaza
edilmişlerdi.
Abdülhamid
bilhassa İngiltere’ye karşı derin bir kin ve nefret besliyordu. Hele
İngiltere’de iktidarda bulunan liberal Hükümetin, sefir Sir Henry Layard’m
sadece Kraliçe ve Muhafazakâr hükümet tarafından okumak maksadıyla İstanbul’dan
gönderdiği'gizli telgrafları ve raporları Parlâmento huzurunda açıklaması
padişahın nefretini büsbütün arttırdı. Her ne kadar bu gizli telgraflarda
padişahın şahsını hedef tutan kısımlar ortadan kaldırılmış ise de, yine de
açıklananlar ve Abdülhamid’in şahsı, devlet idaresi ve hükümeti hakkında bir çok ağır tenkitleri ihtiva ediyordu. İngiltere
hükümetinin bu hareketine Padişah kadar Türk halkı da kızmıştı. Yabancı elçiler
ise başarılarını daima kıskandıkları eski bir meslektaşlarına karşı onu
küçültücü mahiyetteki bu açıklamalardan dolayı âdeta memnun olmuşlardı. Fakat
hâdise hiç kimseyi Sir Henry Layard’dan fazla kızdır-mamıştı. Çünkü Layard,
Hükümetinin bu davranışını bu itima- • dm suiistimali olarak telâkki ediyordu.
Bu sebepten Liberal Parti ile bozuşarak vaktinden evvel emekli olmayı istedi ve
meslekten ayrıldı.
İngiliz
Parlâmentosunda açıklanan gizli raporlarda Abdül-hamid’i kızdıran en mühim
hususlardan biri Mithat Paşaya ait kısımdı. Mithat Paşa sefir Layard’m bu
raporunda; “Eğer faaliyetleri saray tarafından devamlı surette engele
uğratılmasaydı, memleketini kurtaracak yegâne adam” olarak gösterilmişti. Bu kısımlar,
Layard’ın Suriye seyahatinden sonra yazılmıştı. O sırada Mithat Paşa İslâhat
teşebbüslerinde sistemli olarak cesaretinin kırıldığını gördüğü için Suriye
Valiliğinden istifa ettiğine dair olan mektubunu Hükümete göndermişti. Mithat
Paşa’nın bu kararında sefir Layard’ın parmağı olduğundan şüphelenen Padişah
İstanbul’a dönüşünde sefiri huzuruna kabul etmemiş ve Mithat Paşa’yı da İzmir
Genel Valiliğine tâyin etmişti.
Abdülhamid
eski sadrâzamından kendisini kurtarmaya henüz karar vermemişti. Fakat 1881 Mart
ayında meydana gelen birbirinden tamamen farklı iki hâdise harekete geçmesi
için onu tahrike kâfi geldi. Rusyada, padişahın eski düşmanı olan Çar ikinci
Aleksandr Nihilistler tarafından katledilmişti.. Bir
hükümdarın öldürülmesi padişahın müthiş bir vehme kapılmasına sebep oldu.
Bundan sonra sadece üvey annesinin hazırladığı yemekleri yemeye başladı.
Akşamları ise yatak odasına girme.-den evvel her yeri aratarak bir bomba
olmadığından tamamen emin olduktan sonra kapıdan adımını atıyordu. Hele uzun seneler
sürgünde kaldıktan sonra İstanbul’a dönen eski sadrâzam Mahmut Nedim Paşayı
huzuruna kabul etmesi daha büyük kan=_ şıklıklara vesile oldu. Memleketin mâlî
sahadaki iflâsından herkesten ziyade Mahmut Nedim Paşa mes’uldü. Fakat onun
elinde mühim bir koz vardı; Mahmut Nedim Paşa, Mithat Pa-şa’nın amansız bir
düşmanıydı.
Padişah,
Mahmut Nedim Paşa’mn kendisine naklettiği rivayetlere dikkatle kulak-vermişti.
Bu rivayetlere göre merhum Sultan Abdülaziz intihar etmemişti. Mithat Paşa ve
Damat Mahmut Celâlettin Paşa tarafından para ile temin edilen bir haydut çetesi
tarafından öldürülmüştü. Eski sadrâzam, hâdiseyi yakından görenlerin henüz sağ
olduğunu da iddia ediyordu. Bunları teyit için Zat-ı Şahanenin, hâlen Topkapı
Sarayında yaşamakta olan eski Valide Sultandan vaziyeti sorması kâfiydi. Bu
suretle Pertevnihal Sultanın, kendisine son derece elim bir ıztırap veren
faciadan sonra kanaatini tamamen değiştirmiş olduğu evvelden öğrenilmiş
olacaktı. İhtiyar Valide Sultan önceleri, oğlunun ölümüne kendisinin sebebiyet
verdiğine inanıyordu.
Mart
ayının soğuk bir günüydü. Karadenizden zehir gibi rüzgâr esiyordu. Zifirî bir
karanlık içinde kalan İstanbul camilerinin muhteşem silûeti şehri âdeta
kurşundan bir örtü ile ezer gibiydi. Selvi ormanları, Haliçe kadar uzanan mezarlıkların
üzerine ağır bir mâtem elbisesi gibi yayılmıştı. Bu sıkıntılı ve sert havada
samur kürkünün içinde titreyen padişah araba ile Topka-pı Sarayına gidiyordu.
Padişahın
saraya geldiği duyulunca bir hareket ve kaynaşma başladı. Bütün kadınlar, en yaşlılarına
varıncaya kadar, aynaların önüne koşup en güzel mücevherlerini takarak
süsleniyorlardı. Fakat Padişah etrafını çevirenlere hiç bakmadım sarayın
avlusundan geçti.
Pertevnihal
Sultan bu sarayda, eski Valide Sultanlara lâyık bir şekilde yaşıyordu. Abdülhamid
onu kendi sarayında misafir etmek istemişti. Fakat ihtiyar sultan gençliğini
geçirdiği yere çekilmeyi tercih etmişti. Burada bile bir çok
entrikalar çevirmeye fırsat buluyordu. Sonra haftalar içinde Mahmudiye camiinde
namaz kıldığı sırada eski sadrâzam Mahmut Nedim Paşa’mn camiin avlusunda
dolaştığı görülmüştü. Pertevnihal Sultan, oğlu Abdülaziz’in ölümündeki
mes’uliyet payından kendisini kurtarmak için herhangi bir rivayeti bile kabule
eğilimliydi. İşte bu sebeple kısa bir zamanda Mithat Paşa’nm emriyle bir
bahçevan ve bir eski pehlivandan ibaret iki kişilik çetenin Çırağana girerek
oğlunu öldürdükleri hakkındaki rivayete inanıvermişti. Mahmut Nedim Paşa’nm çok
kurnazca anlattığı vak’aları Per-tevnihal büyük bir sâfiyetle kabul ve tasvip
ediyordu. Abdülha-mid’in kendisini ziyarete geldiği bu sırada artık oğlunun
öldürüldüğü hususunda tam bir inanç sahibiydi. Nitekim padişaha, imamlar
cenazeyi yıkarken cesedin göğsünde bir kama yarası gördüğünü söyledi.
B
öylece Abdülhamid, Topkapı Sarayından gayet memnun bir şekilde ayrıldı.
Haremağalarına emir vererek saraydaki kadınlara bir torba altın dağıttırdı.
Aynı akşam Mahmut Nedim Paşa saraya dâvetle Dahiliye
Nâzırlığına tâyin edildi. Altı hafta kadar sonra da başta Mithat Paşa olmak
üzere, padişahın eniştesi Damat Mahmut Celâlettin Paşa, eski Şeyhülislâm
Hayrullah Efendi ile merhum Abdülaziz’in maiyetinde bulunmuş iki yâ-ver, bir
bahçevan ve bir pehlivanın, padişahlarım öldürmek suçundan tevkif edildikleri
resmen ilân olundu.
·
XXII
Mısır
da Arabi Paşa İsyanı
Mithat
Paşa ve suç ortaklan hakkmdaki soruşturmaların açıldığı hafta, İngiltere Sefiri
Mr. Goschen de İstanbul’dan ayrılmıştı. Sefir Mr. Goschen, liberal Hükümetin
bütün âzalarının kendi görüşünde olmamasına rağmen, yine de vazifesini
memnuniyet verici bir şekilde yaptığı kanaatindeydi. Başvekil Mr. Gladstone’ın
Türkiye hakkmdaki şahsî hisleri ne olursa olsun, Büyük Britanya’nın dış
politikası, Osmanlı İmparatorluğunun bütünlüğünü muhafaza etmek prensibine
sâdık kalıyordu. Bu itibarla Mr. Gladstone, Ripon meb’usu Mr. Goschen’in
faydasız bir şekilde Türkiye’de açtığı yaraların tedavisini arzu ediyordu.
Kraliçe Victoria bu defa Bab-ı Ali nezdine sefir olarak en parlak
diplomatlarından biri Lord Dufferin’i tâyin etti. Lord Dufferin, mesleğinin ilk
yıllarını doğuda geçirmişti. O zamanki Başvekil onu, yapılan mezalim ve
katliamları tahkik için Lübnan’a göndermişti. Lord Dufferin bu vesile ile
muhtelif din ve ırklara mensup kimselerle nasıl temas edileceği hakkmdaki
incelikleri göstermişti. Kindisi sadece yüksek kabiliyette bir şahsiyet değil,
aynı zamanda müstesna bir nezaket ve sevimliliğe sahip bir kimseydi.
Lord
Dufferin İstanbul’a geldiği sırada günün en önemli hâdisesi, başlamakta olan
dâvaların muhakemesiydi. Meşruti bir idarenin ve hür bir basının lüzumuna inanan
yeni nesil mensuplan, şimdi Yıldız tarafından verilen talimatlarıyla yazılan
makaleleri derin bir nefretle okuyorlardı. Bu makalelerde, dâvaları henüz
görülmemiş olan Mithat Paşa ve diğer arkadaşlarının suçlu oldukları açıkça ilân
ediliyordu. Diğer taraftan Padişahın kendi eniştesini bile suçlu sandalyesine
oturtmakta tereddüt göstermemesi Boğaziçinin muhteşem yalılarında zevk ve safa
süren zengin paşaları müthiş surette korkutuyordu.
Dâvaların
tamamen hukuk ve kanun dairesinde görüleceği intibaını yaratmak için büyük
gayretler sarfediliyor ve mahkeme salonuna yabancı gazeteciler ile sefaret
tercümanları da dâ-vet olunuyordu. Fakat bir emniyet tedbiri olmak üzere Mithat
ve Mahmut Celâlettin Paşalar İstanbul Adliye Sarayı hapishanesi yerine
Yıldız’daki binalardan birine hapsedilmişlerdi. Soruşturmalarda mahkeme
sefahatinin bir hayli ilerlemiş olduğu görülüyordu. Esasen, suçlulardan eski
pehlivan ve bahçevan gerekli itiraflarda bulunmuşlardı. Fakat Padişahın
eniştesi Damat Mahmut Celâlettin Paşa kendisini suçlu gösterecek en küçük bir
şey söylemeyi reddediyordu. Mithat Paşaya gelince, iddiaların aksini ispata
muktedir olamayacağını ve esasen hakkmdaki hükmün peşinen verilmiş olduğunu
anlayıncaya kadar cesaretle kendini müdafaaya devam etmişti. Mahkeme hey’eti
arasındaki ulemadan bir zat hariç, âzaların hepsi, suçluların ölüm cezasına
mahkûm edilmeleri kararma iştirak ettiler.1 2’
Kararları
müteakip çıkan şayialara göre, hâkimler hey’eti bu iş için padişah tarafından
ücretle tutulmuş aşağılık ve vicdanlarını satan kimselerdi.
Fakat
halen de Mithat Paşa’nın Abdülaziz'in ölümünde hiç bir rol oynamadığı mutlâk ve
kat’î surette tasdik edilmemektedir.
Kararlardan
üç gün sonra tarafsız bir müşahit olan Lord Dufferin’in, dostu ve kuzeni Sir
Clare Ford’a yazdığı mektupta; “Biraz müsamaha ve merhamet göstermek icabederse
denilebilir ki, duruşmalar çok hatalı bir şekilde neticelendirilmiştir. Hattâ
en ehemmiyetsiz suçlular ile Mithat Paşa aleyhindeki zayıf deliller nazarı
itibare alınırsa haklarında tamamen gayri hukukî bir hüküm verilmiştir. Ölüm
cezalarının infazına mani olmak için bütün gayretimi sarfedeceğim. Çünkü böyle
bir cezanın infazı çok fena bir numune olabilir.” (,)
Lord
Dufferin mahkûmların affı hususunda teşebbüse geçerken yalnız kalmadı. Büyük
devletlere mensup diğer sefirler de aynı şekilde müdahalede bulunarak ölüm
cezalarının müebbet sürgüne tahvili hususunda padişahı ikna ettiler. Abdülhamid
bu teşebbüsler karşısında asîlâne bir anlayış göstermek istedi, Affın, şahsı
bakımından hiç bir ehemmiyeti yoktu. Arabistan’a sürgün edilecek olan mahkûmlar
esasen bir an evvel ölümü temenni edecek kadar ıstırap çekeceklerdi. Mithat Paşa
ve diğer mahkûmlar Mekke civarındaki Taif zindanlarına gönderildikleri zaman,
aileleri ve dostları artık onları bir daha görebilmek ümidini tamamen
kaybettiler.
Kararlardan
sonra bir müddet Padişah huzur ve sükuna kavuştuğu
intibaını verdi. Kafiyelerin bütün “curnal” leri dosyalarda terkedildi. Hattâ
Abdülhamid bir iki defa saray dışında ge- 3 zintiler yaptı. Halkın sık sık ziyaret
ettiği yerlerde göründü. Padişahın mizacındaki bu hoş değişiklik, dış
politikasına kadar sirayet etti. İngiltere ile olan mücadelesinden vazgeçti.
Sefir Lord Dufferin’i fevkalâde nâzik bir şekilde kabul etti. Fakat maalesef bu
sırada Mısır üzerinde kara bulutlar toplanmaya başladı.
Yavuz
Sultan Selim’in Mısır’ı fethederek Memlûk Sultanından Halifelik hakkını
aldığından beri Osmanlı padişahları Mısır’a, tahtın en kıymetli bir varlığı
olarak itibar ederlerdi. Fakat her ne kadar resmen padişaha bağlı kalmış ise
de, Mehmet Ali Paşa’nın veraset yolu ile ailesine intikal edecek şekilde
padişahtan zorla Mısır Hidiviliğini alması OsmanlIların gurur ve itibarını
iyice sarsmıştı. Abdülaziz’in zayıf idaresi altında Hidiv İsmail Paşa bol bol
bahşiş ve muhteşem hediyeler dağıtmak suretiyle nüfuzunu bir hayli arttırmıştı.
Fakat istiklâlini para ile satın almak ve Mısır’ı modern bir devlet haline
getirmek için yaptığı muazzam masraflar nihayet hâzinesini tamtakır hale
getirdi. Hidivin bu müşkül duruma düşmesi Mısır’ı Avrupacıların kontrolü altına
geçmeye mecbur etti.
Abdülhamid
tahta çıktığı sırada İmparatorluğun haklarını almaya iyice kararlıydı.
Padişahın kudreti, her zaman tehlikeye uğrayabilecek şekilde sadece maddî
değildi. O, aynı zamanda müslümanlarm Halifesi olarak da dinî bir kudrete
sahipti. Kahire, İslâm âleminin en büyük merkezlerinden biriydi. En eski ve en
mübarek mabetlerden bir kaçı Libya çölünde bulunuyordu. 1879 da Hidiv İsmail
Paşa, bir hükümet darbesi yaptı ve Mısır’da devlet idaresinde vazife gören
Avrupalı nazırları memleketinden kovdu. Hidiv’in büyük devletlere karşı bu
şekilde kahramanca ve cür’etle kafa tutması, söylendiğine göre, padişahın
kendisine verdiği cesaretten ileri gelmişti. Fakat Hidiv İsmail Paşa bu darbeyi
yaparken her şeyi göze almış bulunuyordu. Büyük devletler, bilhassa İngiltere
ve Fransa derhal harekete geçmeye hazırlandılar. Bundan sonra Nil vâdisi onlar
için çok ehemmiyetli oluyordu. Bu bölgenin müsrif bir despotun elinde kalmasına
aslâ razı olamazlardı. Bu sebepten Hidiv İsmail Paşayı, oğlu Tevfik Paşa lehine
hidivlikten feragate mecbur ettiler.
Bu
vaziyette Abdülhamid çok müşkül bir duruma düşmüştü. Himayesi altındaki devlet
reislerinden birinin İngiltere ve Fransa tarafından tâyinine müsamaha etmesi
tebaası kadar dünyanın her tarafına yayılmış olan milyonlarca müslümanın
gözünden düşmesine sebep olacaktı. Bu itibarla Osmanhk hâne-danının eski
kanunlarına uygun bir şekilde ve istiklâl esasları dahilinde
hareket ederek Mehmet Ali Paşa’nm hayatta kalan tek oğlunu Hidivliğe tâyine
karar verdi. Fakat bu tâyin, büyük devletlerle yeniden bir ihtilâfa müncer
olabilirdi. Hariciye Nâzırlı-ğmı devamlı surette muhafaza eden Karatodori,
hâdiseyi Padişahı memnun edecek tarzda halletmeye muvaffak oldu. Kurnaz ve
mâhir bir diplomat olan Rum asıllı Karatodori Abdülhamid’i ikna ederek, geç
kalmadan son çarenin tatbiki tavsiyesinde bulundu. Bu çare; Mısırdaki Tevfik
Paşaya hemen bir telgraf çekilerek kendisinin Hidivliğe tâyin edilmiş olduğunu
tebliğ etmek ve aynı zamanda bu kararı Londra ve Paris’teki Türk elçileri
vasıtasıyla ilgili devletlere bildirmekten ibaretti. Bu suretle padişahın itibari
hiç bir kayba uğramayacaktı ve tebaası da onun bir kere daha büyük devletlerin
emirlerini kabule mecbur olduğunu bilmeyecekti.
Abdülhamid
mutaassıp bir dindar değildi. Fakat böyle tanınmayı arzu ettiği gibi,
dindarların nüfuzuna karşı hususî bir ilgi gösteriyordu. İki senedenberi
Padişahın nâzırları, Peygamber sülâlesine mensup olanlara mahsus yeşil sarık
saran müte-cessis bakışlı iri yarı genç bir adamın sarayı sık sık ziyaret
etmesini hergün artan bir şüphe ve itimatsızlıkla tâkip ediyorlardı. Aslen
Halepli olan Abdül-Hüda adındaki bu şahıs Rus harbinin sonuna doğru İstanbul’a
gelmişti. Hemşehrilerinden biri sâye-sinde padişahın huzuruna çıkmaya muvaffak
olmuştu. Kendisi İlâhî ve tasavvufî fikirlere sahip ve peygamber sülâlesine
mensup on ikinci asırda yaşanmış meşhur mutasavvıf El- Sait El Ri-fa ahfadından
olmakla iftihar ediyordu. El-Sait El Rifa, bir çeşit dervişlik tarikatının
kurucusuydu. Bu tarikat, İslâmiyetteki yüzlerce tarikatin en gizlilerinden ve
en mutaassıp duygular yayanlarından biriydi. Genç adam mühim bir vazifenin
ifası için İs-tanbula gelmişti.. Bu vazifeyi ifa
hususunda son derece azimli ve kararlıydı. Abdülhamid’in şahsında, getirdiği
bir mesajı kabule hazır bir temayül buldu.
Padişah
ile sadece Arap âlemi namına değil ve fakat yer-yüzündeki bütün müslümanlar
adına konuşuyordu. Padişaha diyordu ki: “Hind denizi sahillerindeki büyük
şehirlerde ve Okyanus adalarında zat-ı şahanenin idaresine girmek isteyen
milyonlarca müslüman varken Avrupa’da kaybedilen bir kaç vilâyetin ne
ehemmiyeti olabilirdi?..”
Abdül-Hüdanın
lâtif ve ahenkli sesi, Padişahın hayalindeki Büyük İslâm Birliğinin rüyasını
canlandırıyordu. İslâm âleminin birleşmesi, Batının maddî kuvvetlerine karşı
muazzam bir dinî imparatorluk olabilirdi.
Bu
fikir; Abdülhamid’in zihninde, tahta çıktığından beri kendiliğinden
tomurcuklanmaya başlamıştı. Bu sebeple Ben-gal’den veya Türkistan’dan gelerek
padişaha saygı ve bağlılıklarını arzeden bir şahsiyet daima sarayda izaz ve
ikram görüp misafir edileceğinden emin bulunurdu. Bâzı sefirlerle, bilhassa
Büyük Britanya sefiri ile yaptığı görüşmelerde Abdülhamid, elinin altında
bulundurduğu dinî kudret ve kuvveti sık sık hatırlatacak imalarda bulunurdu.
Fakat ilk defa olarak padişahın bu hayâlini Abdül-Hüda siyaset sahnesine
çıkartmıştı. Bu itibarla Mısır buhranının hâd safhaya girdiği 1881 yılında
Abdül-Hüda, padişahın en yakın ve mahrem müşavirleri arasında yer almıştı.
Mısır’da
vuku bulan Arabî Paşa isyanının tarihi ve neticeleri bizce iyi bilinmektedir.
Bu isyan her şeyden evvel bir milliyetçilik hareketiydi ve Avrupa
otoriteleriyle, Türkiye taraftarı paşalara ve Çerkeslere karşıydı. Arabî Paşa
(Mısır, Mısırlılarındır.) düsturunu istismar ederek sür’atle, hemen hemen
memleketin her tarafında büyük bir rağbet kazandı. Büyük devletler bu hareketin
kısa bir zamanda zayıf ve bitkin Hidivi sarsacağını biliyorlardı. Fakat bu
mes’ele karşısında kullanılacak vasıta üzerinde anlaşamıyorlardı. İngiltere’de
bu defa eski muhalefet lideri Mr. Gladstone, Hidivin otoritesini temin
vazifesinin, tâbi olduğu Osmanlı Padişahına ait bulunduğunu ileri sürüyordu.
Fransa ise, Tunus ve Cezayirdeki menfaatlerinin bozulmaması için, Türk kuvvetlerinin
Kuzey Afrikada görünmesine her ne pahasına olursa olsun mâni olmaya kararlıydı.
Bu ayrı görüş ve ihtilâflar, hâdisede kuvvetli bir tesir icra ediyordu.
İngiltere ve Fransa tarafından desteklenen Hidiv, eğer açıkça Padişahtan yardım
istemek selâhiyetini haiz olsaydı. Abdülhamid sarsılan otoritesini tesis için
müsait fırsatı yakalamış olacak, böylece de zayıf düşen tâbiinin imdadına
koşacaktı. Fakat bu meselede padişah ile tam bir işbirliği yapmak ancak altı ay
sonra talep edilmiş, bu arada da vaziyet büsbütün karışık bir hal almıştı.
Halkın
tazyikine mukavemet edemiyen Hidiv, Arabî Paşayı Harbiye Nâzırlığına tâyine
mecbur olmuştu. İngiltere ve Fransa, bunun üzerine Hidive klâsik şekilde bir
protesto notası gönderdiler. Notada müdahaleye mecbur kalacakları
bildiriliyordu. Fakat bu nota Mısır halkını, büyük devletlerin aleyhine
çevirmekten başka bir işe yaramadı. Adet olduğu veçhile vaziyetten diğer Avrupa
devletleri de haberdar edilmişti. Prens Bis-marck ve Rus Çarı, İngiliz ve
Fransızların müdahale prensiplerinin lehindeydiler. Çünkü Prens Bismarck bu
suretle, Fransızların Alsace-Lorraine hakkındaki taleplerine mâni olacağını ve
İngiltere ile de iyi münasebetler kurabileceğini ümit ediyordu. Çar ise,
İngiltere’nin Şark politikasını, Boğazlar yerine, Süveyş kanalı üzerine tevcih
etmesini görmekle memnun oluyordu. İngiliz ve Fransız harp gemilerinden ibaret
bir filo İskenderiye açıklarında manevra yapmaya başladı. Bu hareket Mısırın
her tarafmda büyük bir heyecan yaratmaya sebep oldu. Fakat bu sırada Fransada hükümet
düştü. İngilizlerle müştereken müdahaleye taraftar olan Gambetta Başvekillikten
ayrıldı. Yerine M. de Freycinet geldi, yeni Başvekil, ekseriyetle Mısır
harekâtına muhalif olan Fransız kamuoyunun görüşlerine uygun olarak, Fran-sanın
Orta - Doğuda böyle bir maceraya atılması için hazır bulunmadığı kanaatindeydi.
Bu suretle 1 Temmuz 1882 de Mebu-san Meclisinde, hiç bir hâlin Fransayı
Mısır’da bir askerî müdahaleye sürükleyemeyeceğini açıkça beyan etti. Birkaç
gün sonra da Fransız harp gemileri İskenderiye’yi terkederek Kraliyet
donanmasını, hızla karışan durum karşısında yalnız bıraktı.
Fransanm
sahneden çekilmesinden ve İstanbul’da toplanan, fakat Türklerin katılmayı kabul
etmedikleri sefirler konferansının başarısızlığa uğramasından sonra İngiliz
donanması İs-kenderiyeyi bombardıman edince, Kahire ve İskenderiye’deki
Avrupahlar sokak ortasında öldürüldüler. Bunun üzerine padişah, Avrupa birliği
namına Mısıra askerî kuvvet göndermeye dâvet edildi. Abdülhamid, Halifelik
unvanına bir gölge düşürmemek için müslüman bir milleti tenkil maksadıyla, o
günkü şartlar altında AvrupalIların ricasını kabul ederek Mısıra askerî kuvvet
göndermekte tereddüt gösterdiğinden dolayı pek fazla tenkit edilemez.
Buhranın
başladığı sırada Hidiv, hâdiselerin araştırılması için bir hey’et
gönderilmesini istediği zaman Abdülhamid derhal bu işi tâcil etmişti. Çünkü
böyle bir hareket, onun düşünce ve telâkkilerine uygundu.
Ayrı
ayrı iki soruşturma hey’eti göndermeyi daha uygun görmüştü. Hey’etten biri
açıkça Hidiv tarafından, diğeri de Ara-bî Paşa tarafından gizlice kabul ve
tasvibe şayan görüldü. Ab-dülhamid, Bab-ı Ali’nin haberi olmadan Mısır’daki
milliyetçi lider Arabî Paşa ile gizli muharebe yapıyordu. Padişah, Arabî
Paşa’mn Mısırı fethederek ve İslâm âlemini de ikna suretiyle Halifenin
etrafında büyük bir İslâm Birliği kurulmasında tesirli bir rol oynayabileceğini
ümit ediyordu. Fakat âsi milliyetçiler Mısırdaki Türkleri de bertaraf etmeye
başlayınca, Abdülhamid, bunları himaye etmekle bir şey kazanamayacağını anladı.
İstanbul’da
toplanan sefirler konferansının başarısızlıkla dağılmasından sonra Mısır
mes’elesi daha ziyade İngiltereye ait bir iş mahiyetini aldı. Daha evvelden bir
seferi kuvveti yola çıkaran Liberal hükümet Mısır meselesinde Türk-İngiliz
işbirliği prensibine daima sâdık kaldı. Fakat Abdülhamid’in kararsız hâli bâzı
gerekli teminatm verilmesini zarurî kılıyordu. İlk önce Abdülhamid, Mısıra
girecek Türk - İngiliz kuvvetlerinin Arabî Paşa taraftan asî kuvvetleri sonuna
kadar takip etmemesini, sadece Hidiv’in otoritesini kurduktan sonra Mısır’ı
terketmesinin uygun olacağını ileri sürdü. Bunun üzerine padişahtan iki
vesikanın imzası rica edildi. Bunlardan biri, Arabî Paşa ve taraftarlarının
hareketini redden beyanname, diğeri de Türk - İngiliz Kuvvetlerinin işgal
edeceği sahanın tayini ile işgal müddet ve şartlarının tesbitine ait askerî bir
anlaşma idi.
Bu
mühim görüşmelere iştirak eden İngiliz sefiri Lord Dufferin, sekreter olarak
yanında kayınbiraderi Sir Herold Ni-colson’u bulunduruyordu. Sir Herold
Nicolson 1882 yılının çok hareketli geçen Ağustos - Eylül aylarında cereyan
eden hâdiseleri anlatırken, Abdülhamid’in Büyük Britanya tarafından Mısır’ın
işgaline müncer olan, hayatının en mühim hatasını işlediğini yazmakta ve
şunları açıklamaktadır: “Padişah, kendisine takdim edilen iki vesikayı da
imzalamakta tereddüt etti. Abdülhamid, Arabî Paşa’mn aleyhine geçmek suretiyle
İslâm âlemindeki itibarını kaybedeceğinden korkuyordu. Ayrıca, Büyük Britanya
ile müştereken Mısır’a müdahale hakkını verecek bir vesikayı imzalamakla tâbii
Mısır Hidivi üzerindeki hükümranlık nüfuzunun da ileride tamamen ortadan
kalkabileceğinden endişe ediyordu. Bu iki halde de Padişah tereddüt göstermekte
belki de mazur olabilirdi. Fakat İngiltere hükümetinin Mısır’da harekete
geçmeye mutlaka kararlı olduğunu farketmemekle büyük çapta aldanmıştı.
İngiltere’de çarklar bir defa dönmeye başlayınca, artık onları durdurmanın son
derecede güç olacağını Padişah takdir edememiştir.”
Sait
Paşa, uygun görülecek bâzı şartlar altında, İngiltere ile müştereken Mısır’a
müdahale hususunda Padişahı ikna edebilmek için büyük gayretler sarfetmişti.
Bir ara Padişah vesikaları imzaya muvafakat ettiyse de, bunlardan bâzen birini,
bâzen de diğerini imzada tereddüt gösterdi. Etrafındaki müşavirler, kendisine
çok zıt ve muhtelif fikirler veriyorlardı. Bu sırada Mısır’a çıkarılacak Türk
Birlikleri geride toplanmış olup, orada harekâta geçmek için anlaşmanın
imzasını bekliyordu. Zaman gittikçe daralıyordu. Küçük bir İngiliz birliği daha
önce Mısır’a çıkarılmıştı. Bunun üzerine Arabi Paşa da “Mukaddes Cihat” ilân
etmişti. 6 Eylül’de Abdülhamid, gazetelerde tamamen hatalı bir haber
neşrettirdi. Lord Dufferin, Padişahın bu müphem tutumu karşısında küplere
bindi. Bab-ı Ali’nin hâtayı tashih hususundaki gayretleri ve gösterdiği mâzaret
hiç bir işe yaramadı. Padişahın sarih bir karar vermekten uzaklaştığını gören
Sait Paşa, onu ikna için hâlâ uğraşıyordu Nihayet 15 Eylül’de Lord Dufferin’e
bâzı detay hariç olmak üzere anlaşmanın ve beyannamenin, kabul edildiği
bildirildi.
Sir
Herold Nicolson’un anlattığına göre; o gün öğleden sonra saat üçte Padişah ile
son bir görüşme yapmak üzere Lord Dufferin Yıldıza gitti. Yeni şartlar gözden
geçirildi. Padişah bu şartların bir kere nâzırlarıyla müzakere edilmesini
teklif etti.
Lord
Dufferin Türk nâzırlarını, kabulünde hiç bir mahzur kalmayan şartların ve
andlaşmamn tasvibi hususunda ikna edebilmek için tam beş saat uğraştı. Fakat
yine hiç bir karara yarılamadan akşam oldu. Saat 9 da nazırlar Padişah ile
ikinci defa görüşmek üzere salonu terkettiler. Saat 10 da müzakerelere tekrar
başlandı. Gece yarısına doğru Padişahın şafakla beraber anlaşmayı imza
edebileceği ümitleri belirdi. Nâzırlar hey’eti bir defa daha Sait Paşa ve
Sadrazam Asım Paşa ile Padişahın çalışma odasına giden koridordaki camlı
kapıların arkasında kayboldular. Saraydaki yüzlerce saat, gece yarısından sonra
biri çalıyordu. Sekreter Nicolson’un aynen yazdığı gibi Saat biri çeyrek gece
Padişahın akıl hocalarından birinin uğursuz siluetinin saltanat dairesine doğru
gizli ve sinsi adımlarla ilerlediği görüldü.” Bu, Abdül-Hüda idi Müzakerelerin
devamı müddetince Padişahın böyle bir beyanatı imzalamasına mâni olmak için
Abdül-Hüda bütün nüfuzunu kullanıyordu .Onun iddia ve
telkinlerine göre: “Zat-ı Şahane bu beyenatı imzalamakla Arap âlemindeki bütün
itibarını kaybedebilirdi.” Beyoğlu diplomatlarına göre bu adam, İngiliz
aleyhtarı bir teşkilâtın para ile kullandığı ajanlardan biriydi
.Bu sırada onun sarayda -görünmesi müzakerelerin başarısızlıkla
neticeleneceğine delâlet ediyordu.
Yirmi
dakika sonra Asım ve Sait Paşalar huzurdan döndükleri zaman, Zat-ı Şahanenin,
anlaşmanın yeni şartlarla dahi tasdikinin imkânsız gördüğünü, bu itibarla
müzakerelere devam edilmesinin zarurî olduğunu bildirdiler. Saat, sabaha karşı
biri kırkbeş geçiyordu. On bir saate yakın bir zamandan beri Lord Dufferin ve
sekreter: Nicolson yaldızlı, fakat sert sandalyelerde oturarak padişahın
müşavirlerinin anlayış ve itidal göstermelerini beklemişlerdi. Şimdi artık
sefirin sabrı kalmamıştı. Sait Pa-şa’nın son sözleri ona hiç Jbir hareket ve
ümit vermemişti. Bu itibarla yorgun ve üzgün bir halde arabasına binerek
Yıldız’dan çıktı ve kendisini Trabya’daki yazlık sefarete götürecek olan
sahilde bekleyen şalupanm yanma geldi. Şalupa sefaret binasına yaklaşınca,
sefir kançılarya dairesindeki ışıkların hâlâ yanmakta olduğunu hayretle gördü.
Rıhtımda da bir sekreter kendisini bekliyordu. Eline şifreli bir telgraf vardı.
Bu telgraf dokuz saat evvel gelmişti. Fakat bilinmeyen bir sebepten dolayı
kendisine verilmek üzere Yıldıza gönderilmemişti. Telgrafta Lord Dufferin’den,
yeni bir talimat alınmadan anlaşmanın imza edilmemesi rica ediliyor ve aynı
sabah İngiliz kuvvetlerinin Tal - al - Kebirde Arabi Paşayı tam bir bozguna
uğrattıkları bildiriliyordu.
Öğleden
sonra Sait Paşa, padişahın anlaşmayı hemen imza edeceğini sefire bildirmek
üzere Tarabyaya geldi. Fakat çok yorgun, biraz mahçup bir tavır ile Lord
Dufferin, artık çok geç kalındığı cevabını verdi. Sefir çok iyi anlamıştı ki,
ne yapılan açıklamalar, ne de verilen teminatlar Abdülhamid’i ve nâzırla-rını,
hattâ diplomat meslektaşlarını ikna etmeye aslâ kâfi gelmeyecekti. Çünkü
İngilizlerin kendi başlarına Mısır meselesini halletmesi için Bab-ı Ali zaman
kazanmak maksadıyla işi uzatıyordu.
Bu
itibarla Sefir Lord Dufferin acı bir şekilde tebessüm ederek Sait Paşaya dedi
ki: “Zat-ı Şahanenin dün tereddüt göstermesi, benim diplomatik şöhretimi
yeniden teyid ve tesbit etmiştir. Fakat bana namuslu ve haysiyetli bir adam
olarak tanınmak şerefini kaybettirmiştir.
·
XXIII
İngilizler
Mısır’ da
İngiltere’nin
Mısır’ı işgal etmesi Abdülhamid için aslâ marnlamayacak bir darbe oldu. Bu
işgalin geçici mahiyette olacağı ve hükümranlık hakkının devamının tanınacağı
hususunda kendisine verilen ciddî teminatlar, İngilizlerin niyetlerinin samimi
olduğuna padişahı inandıramamıştı. Bu hâdiseden sonra Abdülhamid, Rusya’dan
ziyade İngiltere’den korkmaya başladı, îngiltereye olan düşmanlığını belli
etmeye cesaret gösteremiyordu ama, fırsat buldukça
İngiliz menfaatlerine karşı gelmekten zevk alıyordu. Lord Dufferin ve Hindistan., nezareti, Padişahın Kuzey-Batı hududundaki âsi Pathanlar
aşiretini gizlice destekliyorlardı. İngilizlerin bu faaliyetlerine mâni olmak
isteyen Padişah Mısır’da ve Sudan’da propaganda yaptırmak için büyük paralar
sarfediyordu. Ayrıca da Sina yarımadasında ve İran körfezinde bulunan Türk
garnizonları takviye ediliyordu. Abdülhamid, bir kısmı tehlikeli bir kısmı asap
bozucu olmak üzere ne yapabiliyorsa, hepsini Büyük Britanya aleyhine
kullanmaktan çekinmiyordu.
Abdülhamid
Mısır hakkında takip ettiği politikanın başarısızlığa uğramasına sebep olanları
araştırmaya teşebbüs etmedi. Zira bu hususta ittiham edebilecek tek adaıjı da
hususî bir vazife ile kendisini Mısır’a göndertmenin yolunu bulmuştu. Bu adam
Abdül - Hûda idi. Arap âlemini çok iyi tanıyan Abdi - Hûda buralardaki medrese
ve tekkelere kasden padişahın ajanlarını yerleştiriyordu. Ayrıca da Abdülhamid
ile Arabistan ve Suriye şeyhleri arasında irtibat vazifesi görüyordu. Abdül -
Hûda az zamanda büyük bir mevki kazanmıştı. On sene müddetle padişahın gizli
bir müşaviri olarak mühim roller oynadı.
Abdülhamid
bir komedi mi oynuyordu, yoksa hakikaten bu dâvaya samimiyetle inanıyor muydu?.. Bu hususta kesin bir bilgi yoktur. Fakat ne olursa olsun
(Panislamizm - İslâm Birliği)' anlayışı, gayet kurnaz ve dâhiyane izler
taşımaktadır. Bunun Avrupa aleyhtarı bir hareket telâkki edilmesine rağmen,
hakikatte yegâne kaynağı, önceleri Abdülhamid’in dahilde ve hariçte itibarını
yükseltmek gayesiyle tamamen defansif bir teşebbüstü.
Ayrıca da her zaman Türkiye’nin menfaatlerime düşman bir siyaset güden ve
bünyelerinde müslüman ahali bulunan büyük devletlere bâzı zorluklar çıkarmaktı.
Fakat
daha sonraları Osmanlı İmparatorluğu üzerinde Almanların nüfuzu artmaya
başlayıpta bilhassa genç Kayzer , Abdülhamid’in yegâne
Avrupah hâmisi ve dostu olunca, Panislamizm hareketi de mütecaviz bir politika
tâkibi halini aldı. İşte bu devirde Yıldızın kararları üzerinde Abdül -
Hûda’dan daha müessir bir Arap daha türedi: Arap İzzet Paşa...
1880
senelerinde Abdül - Hûda şöhretinin zirvesine erişmiş, ünvanlar ve nişanlara
garkolmuştu. Onun gizli bir kudrete sahip oluşuna, kehanet sahasındaki
istidadına son derece itimat eden Abdülhamid, gerek rüyalarının tâbiri, gerekse
Kur’anm anlaşılması güç bir faslının tercüme ve tefsiri onu gece gündüz her
saat huzuruna çağırıyordu.
Bâzen
çok mühim kararlarda Abdül - Hüdanın lehte fikri alıncaya kadar bekleyen
Bab-ıâli paşaları, bu hâle iyice sinirleniyorlardı. Fakat padişahın hususî
hekimi Abdül - Hüdaya artık tahammül gösteremiyordu. Mavroyani, heyecan verici,
bu gizli görüşmelerin sinirli ve kararsız bir adam olan Abdülhamid üzerinde
feci tesirler yaptığına ihtimal veriyordu. Padişahın sıhhati yeniden
bozulmaktaydı. Mithat Paşa’nın sürgüne gönderilmesiyle elde edilen kısa süren
sükûnet birkaç aydan fazla devam etmemişti. Mavroyaniye, padişahın sadece maddî
bünyesi değil, fikrî ve ruhî hâli de endişe veriyordu. Abdülhamid tekrar
kendisini son derecede meşgul eden “curnalleri” okuyup tetkike başlamıştı. Bu
itibarla padişahın, Mithat Paşa’nın caniyane hareketinden ve Allahın böyle
sefil bin insanın bir an evvel canını almamasından şikâyet eder mahiyetteki
sözleri herşeye kâfi geldi. Bunları dikkatle dinleyen Kızlarağası, Taifdeki
Türk makamlarına derhal gizli bir telgraf çekti. Aradançok geçmeden 18 Mayıs
1883 günü Yıldıza gelen bir telgrafta, bir gece evvel Mithat Paşa hazretleriyle
Damat Mahmut Celâlettin Paşa hasretlerinin salgın halindeki lekeli humma
hastalığından kurtulamayarak vefat ettikleri bildiriliyordu.
Padişaha
karşı büyük bir hizmet ifâ edilmişti. Fakat bu hizmet daha ziyade saray
dalkavuklarının işgüzar gayretlerinden ileri gelmişti. Aniden vukua gelen bu
iki ölüm haberi birdenbire geniş bir şüphe yarattı. Bizzat padişahın,
mahremlerine (Aptallar, çok adi bir şey yaptılar) şeklinde şikâyetçi olduğu
işitildi.
Ne
Türkiye’de, ne de Avrupa’da paşaların hastalıktan dolayı ölmüş olmalarına pek
inanılmadı. Nitekim aradan haftalar geçtikten sonra aynı zindanda yatan
mahkûmlardan birinin Mithat Paşa’nın ailesine yazdığı mektupta deniliyordu ki:
“Paşa hazretleri hastalık yüzündene ölmemiştir. Hakikatte aynı gece ve aynı
anda Mahmut Celâlettin Paşa ile beraber her ikisi de boğularak
öldürülmüşlerdir.”
Başka
bir rivayete göre de Abdülhamid, Mithat Paşa’nın öldüğünden kat’i surette emin
değildi. Fakat bir gün Tayif’den saraya esrarengiz bir sandık geldi. Üzerindeki
etikette (Japon fildişi. Zat-ı Şahanenin şahsına
teslim edilecektir.) Yazısı vardı. Sandık açılınca
içinden Mithat Paşa’nın tahnit edilmiş kesik başı çıktı.
Herşeye
rağmen tamamen uydurulmuş olan bu Binbir Gece masallarına lâyık hayalî ve
korkunç hikâyeler, birkaç sene sonra inanılabilir bir mahiyet aldı. Çünkü aşırı
derecede heyecana kapılan padişah vehim alâmetleri gösteriyordu. Hattâ çok
sâ-kin ve soğukkanlı olduğu zamanlarda bile tebaasından binlerce-sinin
öldürülmesi lâzım geldiğinden rahatça bahsedebiliyordu. Abdülhamid artık acaip
ve garip haller içinde yaşıyordu. Bazen saçma fikirlerin tesirinde olmasına
rağmen ekseriyetle temkinli ve hukuken sıhhatli bir kimse intibaını veriyordu.
Sadece sefirleri değil, tanınmış yabancı ziyaretçileri de huzuruna kabul edecek
kadar modem görüşleri kâfi derecede benimsemişti.4 5’
“Times”
gazetesi muhabiri Henry de Blowitz, Viyana demiryolu hattının açılışı
münasebetiyle hareket eden ilk trenle İs-tanbula gelmişti, Blowitz, padişahın
huzuruna çıkabilmek için karışık bir merasime tâbi olunduğunu biliyordu. Fakat
İstanbula geldikten yirmi dört saat sonra Yıldıza kabul edilmenin yollarını
öğrendi. Muhtelif sebep ve vesilelerle Abdülhamid’in itimadını kazanmış bir çok kimseler mevcuttu. Bunlar sadece Boğa-ziçinin
muhteşem yalılarında zevk ve safa içinde yaşayan paşalar değildi. Daha ziyade
Beyoğlu sokaklarında veya Galata bankalarının muhasebe servislerinde görülen
kimselerdi. Garip bir tesadüf eseri olarak Blowitz “Vakit” gazetesinin
başyazarı ve Türklerin hiç sevmediği bir Ermeni ile tanıştı. “Vakit” padişaha
taraftar bir gazeteydi. îşte bu Ermeni başyazar, bekleme salonlarında geçen bir
haftalık bir beklemeden sonra Blowitz’e yeni inşa edilen Hamidiye camiindeki
selâmlık merasimine iştirak için bir dâvetiye teminine muvaffak oldu. Blowitz,
bu dâvetin tanınmış her yabancıya gösterilen nâzik bir muameleden ibaret
olduğunu zannediyordu. Halbuki Ermeni gazetecinin
tavassutu ile Sait Paşa’mn müstesna bir alâkasını mazhar olmuştu.
Yaşmın
ilerlemiş olmasına rağmen hâlâ korku hisleri içinde yaşayan Abdülhamid, Yıldız
Sarayı kışlalarına bitişik olarak inşa edilen küçük beyaz camiye nâdiren
gitmeye cesaret ederdi. İşte Times’in muhabiri Henry de Blowitz,
Padişahın namaz kılmaya geldiği bu camide yapılan cuma selâmlığı merasiminde
iştirak etmişti. Çok muhteşem bir şekilde cerayan eden merasimde, piyade
askerlerinin kırmızı fesleri ve mavi üniformalarıyla, süvarilerin gri ve yeşil
üniformaları, zuhafların sarıkları ve rüzgârda dalgalanan beyaz fistanları,
keza Arnavut muhafızların sırmalı, çepkenleri tam bir kontrast
teşkil ediyordu. Askerler ve bine katları o kadar disiplinli ve talimliydiler
ki, merasimin devamı müddetince hemen hemen en küçük falsolu bir hareket
yaptıkları görülmedi.
Tepelerin
yamaçları merasimi seyretmek için gelmiş olan halk ile doluydu. Kadınlar ve
çocukları küçük gruplar halinde yerlerde oturuyorlardı. Hiç bir müslüman erkek,
çocuklarının ve eşlerinin bu merasime iştirakine mâni olmaya cesaret edemezdi.
Herkes oturduğu yerde heyecanla, Yıldız kapılarının açılmasını bekliyordu. Bir
lando arabası ile ağır ağır saraydan çıkan padişahı, saraylı hanımların
(Sultanların) kapalı arabaları tâkip ediyordu. Kısa bir müddet camide kalan
padişahı, kalabalık seyirci kitlesi büyük bir heyecan ve gürültülü alkışlarla
selâmladı.
Muhafızlara
mahsus salonda pencerenin kenarındaki bir sıraya oturmuş olan Henry ve
Blovvitz, yanındaki Dr. Mavroya-ni’ye “Padişahın hakikaten şu anda namaz kılıp
kılmadığını” sordu. Burada dahî padişahın misafiri olan Times Gazetesinin
muhabirine merasimden sonra Yıldız Sarayında hazır olacağına dair bir “irade”
verildi.
“Hayır.
Şu anda padişah namaz kılmıyor.” diye cevap veren Mavroyani, AvrupalIların
padişah hakkındaki yüzlerce hatalı bilgilerinden birini daha tashih ve tavzih
etti. Bu cami sadece ibadete tahsis edilmemişti. Burada birçok mes’eleler de
görüşülebilirdi. Selâmlık merasimi, halkın haftada bir defa padişahlarını
görebilmeleri için tertiplenirdi. Mavroyani’nin oradaki vazifesi şüphesiz ki
Türk âdetleri hakkında bir yabancıya izahat vermek değildi. Fakat bu vesileyle
de padişahın sıhhati hakkında çıkarılan şayiaları yalanlamak istiyordu. Eğer
Mavroyani, Blowitzin Yıldıza dâvet edildiği gibi, padişahı görmediğini de
bilmeseydi, anlatılan yalanlara karşı birşey yapmak lüzumunu hissetmezdi. Çok
haince uydurulan iftiralarda belirtildiği gibi hususi hekimi padişahı aslâ
hasta görmemişti. Filhakika Mavroyani, efendisi hakkında çok mübalâğalı bir
şekilde konuşuyordu.
Bu
dalkavukça sözlerin arkasında gizlenen acaiplik kolayca meydana çıkıyor ve bu
suretle Mavroyani; bile kendi sözlerine inandığına kaani değildi. Bununla
beraber kendisinin mübalâğalı karakterine rağmen, beyanları, muhatabını tesir
altına alabiliyordu. Zira Blowitz selâmlıktan sonra kendisini padişahın
huzurunda bulduğu zaman, karşısında erkekçe hareketleri ve kaim sesiyle genç
bir adam gördü. Fakat Abdülhamid’in, Mithat Paşa’mn ölümünden sadece birkaç
hafta sonra çekilen fotoğrafında, sevimli bir kimse hali aslâ yoktu. Padişah,
Avrupa stilinde döşenmiş küçük bir salonda Blowitz’i çok büyük bir tevazu ile
kabul etti.
Mavroyani,
padişahın sıhhatinin iyi olduğundan bahsetmek suretiyle yabancı bir gazetecinin
üzerinde müspet bir tesir yaratmak istemişti. Kabul esnasında Abdülhamid kendi
şahsından değil, sadece memleketinden bahsederek dediki: “Bir
çoklarının tedavisini mümkün görmedikleri (Hasta Adam) düşmanlarını
çatlatacak derecede sür’atle sıhhate kavuşmaktadır.” Blo-witz gazeteci olarak
kongreyi takip için gittiği Berlin’de rnün-hasıran Abdülhamid’in kusuru
yüzünden Türk delegelerinin yaptığı hataları değil ve fakat büyük devletlerin
gösterdikleri anlayış ve müsamahadan onların istifade edememiş olduklarını da
görmüştü. Padişah Berlin’de mâruz kaldığı hezimeti ve fena muameleleri
heyecanlı bir şekilde anlatarak dedi ki: “Bulgaristan ve Tesalya şimdi, Osmanlı
imparatorluğuna tâbi oldukları zamandan acaba daha mı çok mes’uttur?”
Fakat
yapılan hatalar tamamen mâziye ait bulunuyordu. Şimdi en mühim mes’ele Mısır
hâdiseleriydi. Bu itibarla görüşmelerin devamı müddetince
münakaşa mevzuu ne olursa olsun, Abdülhamid sözü mutlaka Mısır mes’elesi
üzerine getirerek “İngilizler Mısırı acaba tahliye edecek mi? Edecekse ne
zaman?” diye soruyordu’ Padişahın çok kurnazca sorduğu bu suallere Blovvitz,
yalnız başına harekete geçmesini hoş karşılamamış olan böyle tehlikeli ve
pahalı bir şekilde İngiltere’nin Mısırda yalnız başına harekete geçmesini hoş
karşılamamış olan İngiliz umumî efkârının görüşlerini bildirmekle iktifa etti. Bu
görüşe göre “İngiliz umumî efkârı, harekâta geçildikten sonra sür’at-li bir
tahliyenin de aleyhindedir. Bununla beraber Türkiye, İngiltere ve Fransanın
dostluğuna olan güvenini muhafaza edebilir.”
Fakat
padişah sadece Mısır mes’elesini değil, Fransa’nın Tunus’u işgalini de telmih
ederek “Bununla beraber ne Fransa, ne de İngiltere haklarımı ihlâl etmekte
tereddüt göstermediler.” diye cevap verdi. Çünkü Mısır’da Britanya aleyhinde
bir hareket başladığı sırada padişah, Kuzey Afrika’daki hükümdarlık haklarından
feragat ederek Fransa ile işbirliği yapabilirdi. Padişahın bu tevazuundan ve
açık konuşmasından cesaret alan Blo-witz, Mısır’a kuvvet göndermeyi reddetmek
suretiyle müthiş bir hâta yaptığını hatırlattı. Bunun üzerine Abdülhamid mevzuu
birden değiştirdi ve genç gazeteciye daha ne kadar müddet İstanbul’da kalmak
istediğini sorarak görüşmelerin bittiğine işaret etti.
·
XXIV
Almanya
imparatoru II. Guillaume’un
İstanbul’ u Ziyareti
1889
Ekim ayının sonlarında İstanbul bir imparatorun ziyaretini kabule
hazırlanıyordu. Genç Alman İmparatoru tahta geçeliden beri Prens Bismarck’ın
muhalefetine rağmen bu seyahati yapmakta İsrar ediyordu. Bu vesile ile Yıldız
parkında yüz yirmi dâvetliyi alabilecek şekilde hususî olarak Merasim köşkü
inşa ettirildi. Köşkün tefrişiyle padişah bizzat meşgul oldu. Hattâ kapıları ve
paravanları süsleyen bazı ağaç işlemeler kendisi tarafından yapıldı.
Bedbaht
Teşrifatçıbaşı, karşılama hazırlıklarını görüşmek üzere gece ve gündüz her saat
saraya çağrılıyordu. Büyük ziyafete dâvet edilecek olanların listesi birkaç
defa gözden geçirilmiş ve Rus - Fransız ittifakına taraftar bazı mühim
şahsiyetlerin ve paşaların isimleri listeden çıkarılmıştı. Padişah, kuvvetli
ha-
fızası
sayesinde yirmi sene evvel Buckingham Palasta ve Tuile-ries sarayındaki
ziyafetlerde kendilerine ikram edilen yemekleri bütün teferrüatıyla
hatırlıyordu. İngiltere Kraliçesi Victoria’nın torunu olan Alman İmparatoru
şerefine verilecek ziyafetlerde bu yemeklerin hazırlanması için Fransa’dan bir
aşçı getirtilmişti.
Abdülhamid
bazen, sıhhati için çok zararlı olabilecek bu ziyaretten şikâyetçi oluyordu.
Fakat yeni dostu Alman İmparatorunu hoşnut etmek için hiç bir fedakârlıktan da
kaçınmıyordu. Çünkü, başvekilinin münasip görmediği bu seyahati yapmakta ısrar
eden Alman imparatoru, sadece bir hükümdar olarak değil, fakat İslâm Halifesi
sıfatıyla da Abdülhamid’e tâzimlerini takdim arzusunu izhar etmişti..
Hakikatte
ise İkinci Guillaume’un bu ziyareti, Kont Hatz-feldt adındaki kurnaz bir
sefirin çevirdiği manevraların bir neti-cesiydi. Mısır buhranı sırasında bu
zeki sefir, İngiltere’nin OsmanlI Sarayındaki mümtaz mevkiini kaybetmekte
olduğunu görmüş ve Almanya’nın bu yeri işgal etmeye en lâyık bir devlet
olabileceğini düşünmüştü.
Ne
Kont Hatzfeld, ne de kendisinden sonra gelen sefirler hiç bir zaman bir Sir
Stratford Canning gibi mühim bir rol oynamayı ümit etmiyorlardı. Onlar
politikayı bir tarafa bırakarak herşeyden evvel Alman malları için bir pazar
temini ve Yakın -Doğu’da bir Alman nüfuz bölgesi tesisiyle meşgul oluyorlardı.
Yavaş yavaş ve muntazam surette Almanlar Türkiye’ye sızmaya başlamışlardı. Eğer
padişahın salgın hastalıklarla mücadele için hekime, demiryolu inşa ettirmek,
madenleri işletmek için mühendise veya teknisyene ihtiyacı varsa almanya
bunları hemen temine hazırdı. Ve böylece Alman hükümeti, modern Avrupa
usullerine göre Osmanlı Ordusunu tâlim ve teçhiz için meşhur General Von Der
Goltz’ı, padişahın emrine verdiği zaman Kont Hatzfeldt en büyük zaferini
kazanmış oldu.
Generalleri
ve teknisyenleri, bir tüccar grubunun tâkibetti-ği görüldü. Az zamanda (Made in
Germany) markası Selâ-nik’ten Bağdata kadar bütün Osmanlı memleketlerini
istilâya başladı.
Bâzı
aristokrat devletlere mensup meslektaşlarının aksine Alman sefirleri ticarî
mevzularda Bab-ı Ali nezdinde bir başarısızlığa uğramayı aslâ akıllarına
getirmiyorlardı.
Böylece
sessiz ve gizli bir surette Almanya’nın (Drang nach Osten - Şarka doğru
genişleme) politikası başlamış oldu. Padişahların en vesveselisi olan Abdülhamid,
mukabilinde çok az şey isteyerek memleketine yardıma hazır olan sessiz Alman
teknisyenlerine karşı derin bir minnettarlık hissediyordu.
Harbe
müteakip Türkiye’nin karşılaştığı mâli zorluklar için de Avrupa’nın yardımına
muhtaç olmaksızın yaşayabileceğine padişah kaani değildi. Kendisi daima,
bilhassa mâli mevzularda, bir yabancı müdahalesinden nefret ederdi. Fakat
devlet hâzinesi hergün biraz daha müzayakaya düşerek hususî kaynak ve
bankalardan borç almaya mecbur olunca, Sait Paşa’nın tavsiyelerini dahi
dinlemeden, Düyun-u Umumiye mes’elesini görüşmek üzere yabancı alacaklıların
mümessillerini İstanbul’a dâvet etmek zaruretinde kaldı. Bu toplantıdan sonra
Osmanlı Düyun’u Umumiye İdaresi kuruldu. İngiltere, Almanya, Fransa, Avusturya
ve İtalya’dan gönderilen maliyecilerden ibaret bir hey’et tarafından idare
edilecek olan bu teşkilât, ispirtolu içkiler, tütün, ipek ve tuzdan alınan
vergileri tahsil ederek yabancılardaki Osmanlı borç senetlerinin taksitlerini
ve faizlerini ödeyecekti.
Alman
İmparatoru İstanbul’a geldiği zaman Düyun-u Umumîye İdaresi yedi seneden b^ri
faaliyetine devam ediyordu ve bu adı taşıyan bina, şehrin en mühim
dairelerinden biriydi. Tarihte ilk defa bu şekilde yapılan bir gelir ve alacak
tahsilâtınm artan nispetler dahilinde üçte ikisi doğrudan
doğruya Türk hâzinesine ödeniyordu.
Küçük
bir yabancı grup tarafından gayet iyi idare edilen bu teşkilâta karşı
Abdülhamid’in şüpheleri her gün biraz daha artıyordu. Ama Türkiye
alacaklılarının itimadını yeniden kazanmıştı. Bu yüzden, İlkbaharın geldiğine
delâlet eden kırlangıç kuşları gibi Alman iş adamlarının Türkiye’yi istilâ
etmesi, bu itimadın açık bir tezahürüydü.
On
seneden beri imparatorluk idaresi, harpten sefil ve perişan çıkan bir kısım
halkı çeşitli bölgelere dağıtıyordu. Boşnak ve Çerkeş mülteciler Suriye ve
Filistin’e yerleştirilmişti. İstanbul’dan itibaren en uzak vilâyetlere kadar
her yerde hastahane-ler ve okullar inşa edilmişti. Padişah, irticaî
temayüllerine rağmen, muhtelif din okullarında yetişmekte olan gerilik
taraftarı kimselere iyi bir tahsil verilmesinin lüzumuna kaaniydi. Bu maksatla
İdarî ve teknik kollejler açıldı. Buralarda devlet kadrosunda vazife alacak
gençler yetiştiriliyordu. Tıbbiye okulunun yeni binası, padişahın şahsî
yardımıyla inşa ve teçhiz edilmişti.
1880
seneleri, Abdülhamid’in saltanatının altın çağı olmuştu. Bu devrede
imparatorluk işleri de intizama sokulmuştu. Berlin Andlaşmasından beri padişah,
hayatta kalabilmek için her ne pahasına olursa olsun tarafsızlığı muhafaza
etmenin şart olduğuna kanaat getirmişti..
Rus
Kuvvetlerinin memleketi terketmelerinden bir kaç sene sonra Bulgaristan’da
ayaklanmalar olduğu zaman, Abdülhamid müdahalede bulunmaktan kat’î surette
içtinap etti. Bu hal, AvrupalIların hayretini mucip olmuştu. Halbuki
Berlin Andlaş-masına göre Padişaha, Doğu Rumeli’ye müdahale hakkı tanınmıştı.
Fakat bu vilâyetin halkı Bulgaristan ile birleşmek için ayaklandığı zaman hiç
bir Türk askeri yerinden kımıldamadı. Padişah bu vilâyetlerdeki otoritesini
devam ettirmek maksadıyla, hükümet ve kumandanlar tarafından devamlı surette
teşvik edilmekteydi. Fakat Ahdülhamid, Aleksandr tarafından idare edilecek bir
Birleşik Bulgaristan’ın Ayastefanos Andlaşmasıyla Rusya’nın kurmayı düşündüğü
Büyük İslâv devletine aslâ ben-zemiyeceğini gayet iyi biliyordu. Rus Çarının
genç kuzeni Aleksandr, Rusya’dan ziyade, başına geçtiği kendi memleketinin
menfaatlerine daha bağlı görünüyordu. Nitekim Çara sâdık bir şekilde hizmet
etmek üzere tâyin edilen Rus subaylarının hepsi, hiç bir sebep ve bahane
gösterilmeden memleketlerine iade edildiler.
Bu
şartlar altında böyle bir Bulgaristan Türkiye’den çok, Rusya, hattâ Avusturya
için tehlikeliydi. Bu itibarla padişah, emri vâkii aynen kabul etti ve Prens
Aleksandr’ı Doğu Rumeli valisi olarak tâyin etti. Fakat Avustur’yanın
teşvikiyle bir kaç hafta sonra Sırbistan Bulgaristan’a harp ilân edince
Padişah, kendisine tâbi prensin yardım hususundaki müracaatına cevap bile
vermedi. Kendi imparatorluğunun döküntülerinden meydana gelen bu iptidaî
devletlerin mevcudiyetini kabul etmeyen Ahdülhamid, onları birbirinin
boğazlarına sarılmış görmekten sonsuz bir saadet duyuyordu. Avusturya,
Sırbistan’ı utanç verici bir mağlûbiyete uğramaktan kurtarmak için müdahaleye
mecbur oldu. Rusyâ ise, bizzat tahta geçirdiği bir prensten kurtulmak için
devamlı surette fesat çıkarmakla meşguldü. Abdülhamid, Rusların Prens
Aleksandr’ı kaçırmaya, sonra da onu tahttan feragate zorlamaya teşebbüs
ettikleri zaman bile fırsattan istifade etmeyi düşünmedi.
Abdülhamid’in
Balkan politikası yirmi sene müddetle tamamen (Divide ut regnes - Hâkim olmak
için dağıt...) prensibi üzerinde yürüdü. Rakip devletler
arasındaki ihtilâfları devam ettirmeye itina göstererek Avrupa’da çıkan
bir harbe iştirâk etmemeye muvaffak oldu. Abdülhamid, tarafsızlığını takviye
edecek olan Alman İmparatorunun bu ziyaretinin uzun hâdiseler zincirinin ilk
halkalarını teşkil edeceğini ve bir gün memleketinin çok feci bir harbe
sürüklenerek Osmanh saltanatını ortadan kaldırmaya müncer olacağını aslâ tahmin
etmiyordu.
2
Kasım 1889 günü İstanbul top sesleri arasında uyandı. Büyük misafir Alman
İmparatorunu getiren geminin Marmara denizine girdiği ilân ediliyordu.
Yıldız’da ise, bir imparatorun ziyaretini düşünerek uykusuz geçirdiği bir
geceden sonra padişah yorgun ve bitkin bir halde uyanıyordu. Bugün o, her günkünden
daha genç ve dinç görünmeliydi. Fakat aynaya akseden yüz hatları, onun
vaktinden evvel ihtiyarladığını gösteriyordu. Altı sene evvel Henry ve
Blawitz’in yazdığına göre Abdülha-mid, henüz en olgun çağını yaşıyordu. Fakat
aradan geçen altı sene zarfında husule gelen devamlı âsap bozuklukları onu
tamamen sarsmıştı.
Henüz
kırkyedi yaşından fazla değildi. Fakat sakalında ilk beyazlar, üvey annesinin
bizzat hazırladığı ilâçlarla devamlı surette boyanmamış olsaydı tamamen meydana
çıkabilirdi. O kadar zayıflamıştı ki, daha fazla kilo kaybetmekten korktuğu
için çok sevdiği hamam zevkinden bile kendisini mahrum ediyordu.
Padişahların
makyaj merasimi eski günlerde, Fransız kral-larınmki ile boy ölçüşecek kadar
teferrüath ve karışıktı. Fakat Abdülhamid bunu çok basitleştirdi. Sabah
tuvaleti ve giyimi yarım saatten fazla devam etmezdi. Bu sırada yanında
bulunmakla vazifeli olanlar, nâzırlar kadar nüfuz ve kudret sahibi kimselerdi.
Bunlardan Lütfi Ağa, herkesin çekinip nefret ettiği, kölelikten yetişmiş bir
şahıstı. Fakat padişahın o kadar itimadını kazanmıştı ki, şehzadelerin
hareketlerini bile bu adam kontrol edebiliyor ve icabında onlar hakkında
hafiyelik yapıyordu. Hare-mağası Behram Ağa ise, padişahın en mutemet bir
hafiyesiydi. Fakat bu şahısların en mühimmi ve en nüfuzlusu, padişahın süt kardeşi olan İsmet Ağa idi. İsmet Ağa, esvapçıbaşı
olarak daima padişahın yanında bulunurdu.
Abdülhamid
ile Arnavut süt annesinin bu oğlu karşısında çok garip
bir benzerlik vardı. Vücutları hemen hemen birbirinin aynıydı. Padişahın bütün
elbise ve üniformalarının provası İsmet’in üzerinde yapılırdı. Hattâ bâzı
merasimlerde halkın karşısına Abdülhamid yerine İsmet çıkarılırdı. Yıldız’da
otüz sene müddetle padişahın huzuruna serbestçe girip çıkmak imtiyazını
muhafaza edebilen yegâne adam bu İsmet oldu. İşte Alman İmparatorunu karşılamak
üzere padişahın son hazırlıklarını ikmal eden de İsmet idi. İsmet padişahın
zayıf ve ince beline kılıcını kuşatıp, redingotunun üzerine de bütün
nişanlarını taktı.
Padişah
bu vaziyette halkın karşısına çıkmadan evvel hareme uğramak itiyadındaydı. Zira
kendisine heybetli ve sıhhatli bir ha! veren kızıl
boyaları şakaklarına gizlice sürmeye sadece üvey annesi ve kadınlar mezun idi.
Hohenzollern
Hânedanına mensup Alman İmparatoru İkinci Gullaume’ı getiren vapur Sarayburnunu
dolaştığı sırada öğle vakti olmuştu. Hava padişahın 'arzusu gibi çok güzeldi.
Sonbahar güneşi, yaz mevsiminde olduğu gibi İstanbul’un muhteşem siluetini
renkten renge sokuyor, camilerin kurşun kubbelerini gümüş gibi parlatıyordu. Diğer
taraftan da selvi ormanlarını bronzlaştırarak Bizans’ın göz kamaştıran eski
ihtişamının altın rengindeki harabeleri üzerine yayılıyordu.
İmparator
Guillaume bu manzaranın sihirli güzelliği karşısında hayran olmuştu. Gemisi Ege
denizinde yol aldığı sırada, adaların önünden geçerken efsaneleşmiş bir çok hâdiseler gözlerinin önünde canlanmıştı. Truva
sahillerinde, Hector kadar asil, Achille gibi yiğit olan Homer’in
kahramanlarının her birinin heybetli saflarını karşısında görür gibiydi.
Misafir olacağı Türk hükümdarı hakkında fazla birşey bilmiyordu. Öğrendikleri
ise, hep birbirinden farklı ve zıt şeylerdi. Sefir Hatzfeldt ve Prens Bismarck,
padişahın değerini ve politik sahada Hâzırlardan daha mâhir olduğunu yakından
biliyorlardı. General Von Der Goltz ise aksine olarak Abdülhamid’in
Harbiye’deki Alman nüfuz ve tesirini hoş karşılamamasından dolayı bütün yabancı
subaylara olduğu gibi kendisine de gerekli selâhiyeti vermemesini onun dar
görüşlülüğüne atfediyordu. Generale göre Türk askeri, dünyanın en iyi askerlerinden
biriydi. Fakat padişah o kadar ürkek ve çekingendi ki, askerî merasimlerde
silâh ile nişan almmasını yasak etmişti.
Top
ve siren sisleri arasında, Alman İmparatorunu getiren vapur Boğaza girdi.
Sonbahar güneşinin göz kamaştıran ışıkları, mermer saraylar üzerinde parlak
akisler yaratıyor, bandoların çaldığı marşların coşkun nâğmeleri semaya
yükseliyordu. Binlerce asker sahil boyunda sıralanmış bütün binalar Türk ve
Alman bayraklarıyla donatılmıştı.
Abdülhamid,
yanında sadrâzam olduğu halde misafirlerini Dolmabahçe rıhtımında bekliyordu.
Tahta çıktığından beri ilk defa olarak eşitlik esasları dairesinde Avrupah bir
hükümdar ile karşılaşıyordu. Fakat bir İmparatoriçe ile yanyana oturmuş
vaziyette araba ile şehrin caddelerinden geçerken, mutaassıp müs-lüman halkın,
bu hareketini nasıl karşılayacağını düşünmekten ve bilhassa hristiyan bir
kadının elini öperken, Şeyhülislâmın takınabileceği menfi tavırdan daha
şimdiden korkmaktan kendini alamıyordu.
İmparator
rıhtıma ayak bastığı anda padişahın endişeleri dağıldı. Hohenzollem hânedanına
mensup Guillaume Abdülha-mid’e, genç ve dinç hâliyle çok sevimli görünmüştü.
Hararetli ve sert bir şekilde el sıkışında bile samimî bir emniyet ve itimat
hissi vardı. Fakat Abdülhamid sonradan, Guillaume’ın sol kolundaki felçli
hâlini gizlemek için böyle hareket ettiğini anladı. Hattâ Kayzerin bu
gösterişli tavrından kendisi gibi mütereddit ve sinirli bir yaratılışa sahip
olduğunu farketmekte gecikmedi.
Alman
Hükümdarları, padişahın gösterdiği ilgi ve nezaketten dolayı son derecede
memnun kalmışlardı. Çünkü daha önce İran şahmı ziyaret eden Avusturya
İmparatorunun bu şark despotlarında gördüğü fena itiyatlar bir müddet Avrupa
saraylarında dedikodu mevzuu yapılmış, hattâ çirkin hareketlerin tavsifine
misal teşkil etmişti.
Fakat
Sultan Abdülhamid’in misafirlerine gösterdiği yüksek nezaket ve inceliği
görenlerin buna hayran olmamaları imkânsızdı. Padişah çok kibar ve asil bir
şekilde Alman İmparato-riçesinin elini öptükten sonra muhteşem saltanat
arabasına kadar kendisine nezaketle refakat etmek inceliğini göstermişti. Hele
OsmanlIlara has saminî duygularla bu ziyaretten hissettiği memnuniyeti ifade
etmesi, genç Kayzerin daha da çok hoşuna gitmişti.
Hükümdarlar,
Yıldız’a kadar yol boyunca sıralanmış olan askerlerin “Çok Yaşa” âvazeleri ve
çelikten parlak bir duvar teşkil eden süngüleri arasından geçtiler. Guillaume,
Von Der Goltz’m bir kaç sene içinde Türk askerlerine Prusya ordusunun nizam ve
disiplinini vermiş olduğunu takdirle gördü. Bu görüşlerini padişaha söylediği
zaman Abdülhamid, kendisini hafifçe tebessüm ederek dinledi. Fakat ağır göz
kapaklarının altında gizlenen iri siyah gözlerinde derin bir öfkenin izleri
belirmişti.
Süngülerin
arkasında çok güç zabtolunan halk bütün kuvvetiyle “Padişahım çok yaşa” diye
haykırıyordu. Her ne kadar askerî birliklere Alman hükümdarlarının da
alkışlanması emri verilmiş ise de, sokaktaki adam için yeryüzünde mukaddes
olarak tanınan sadece bir hükümdar vardı: Padişah..
Sultan
Abdülhamid eldivenli nârin eliyle kendisini (Yeryüzünde Allahın gölgesi) olarak
görmeye devam edenlerin bu coşkun tezahüratına vâkur bir şekilde mukabele
ediyordu.
·
XXV
Ziyaret
Günleri
Alman
hükümdarları İstanbul’da tam beş gün, beş gece, İmparatoriçe Augusta’nm tâbiri ile, “Binbir gece Masallarındaki hayâl âlemi” içinde
yaşadılar. Som altından yapılmış sofra takımlarıyla yemek yediler. Her sabah
padişah tarafından gönderilen çok kıymetli hediyeler aldılar.
Abdülhamid,
Yıldız Parkındaki sarayı misafirlerine bizzat büyük bir gururla gezdirdi. Her
sene bakımı, saray hâzinesine binlerce liraya malolan yabanî hayvanlar bahçesi,
dünyanın en güzel Arap atlarını yetiştiren ahırlar, en nadide kuşların uçuştuğu
salmalıklar, misafirler tarafından büyük bir hayranlıkla seyredildi. Yıldız’m
bazı ziyaretçileri gibi İmparatoriçe de Padişahın hayvanlara ve çiçeklere karşı
gösterdiği sevgiden dolayı çok mütehassis oldu. Hele
meşhur gül bahçesi ziyaret edilirken Abdülhamid’in takdim ettiği ortasında
pırlanta bir broş bulunan çiçek buketi İmparatoriçeyi daha da çok hayran
bıraktı.
Saltanat
hâzinesini ziyarette Yavuz Sultan Selim’e ait kıymetli mâdem ve taşlarla
işlemeli kılıç imparator Guillaume’u şaşırtmayı kâfi geldi. Görülen her şeyin
mutlaka tarihî bir şöhrete sahip olması bilhassa İmparatoriçenin hayret ve
ilgisini mucip oluyordu. Lâlettayin bir şehir konağına benzeyen basit bir
atmosfer içindeki Potsdam sarayı ile Osmanlı sarayları arasında çok büyük fark
vardı. Potsdam’da masraf hesaplarını bizzat İmparator kontrol ediyordu.
Abdülhamid
misafirlerini büyük çapta tesir altına almaya muvaffak olmuştu. Kendisi ise
onların takdirini kazanmaktan ayrıca ve son derecede memnun oluyordu. Kayzer’in
yeni açılan okullara ve kolejlere bilhassa Pangaltı’daki Harbiye’ye karşı alâka
göstermesi ve Türkiye’nin askerî kaynaklarından heyecanla bahsetmesi, takip
ettiği politikanın doğruluğu hakkında Padişah için bir teminat teşkil ediyordu.
Eğer
1877 de büyük devletlerin zımnî bir muvafakatları olmasaydı, Rusya bu harbi
aslâ göze alamazdı. Şimdi Almanya’nın ittifakını temin etmiş olan Türkiye,
istiklâlini muhafaza için daha şanslı ve kuvvetli bir hâle geliyordu. Gittikçe
artan bu emniyet hisleri Padişahın tavır ve hareketlerinin samimiyetinden belli
oluyordu.
Almanya,
müstemlekelerin taksiminde ehemmiyetli bir hisse alabilmek için mücadele
meydanına çok geç atılmıştı. Afrika’da ganimet kavgası yapılırken İngiltere ve
Fransa aslan payının üzerine atılmışlardı. Rus’ların ihtirası Uzak-Doğu yolunu
kapatıyordu. Bu vaziyette (Drang nach Osten- Şark’a doğru genişleme) politikası
için Osmanlı ülkelerinden başka bir yol bulmak mümkün değildi. Osmanlı
İmparatorluğu fakirlikten değil, bolluktan ve zenginlikten ölüyordu. Çünkü
Osmanlı Padişahı dünyanın en verimli ve fakat henüz işletilemeyen topraklarına
sahipti. Bu topraklar kıymetlendirildiği takdirde, Padişah için olduğu kadar
müttefiki Almanya için de bitmez tükenmez bir servet kaynağı olabilirdi.
Kayzer’in
hayalleri gittikçe genişliyordu; Alman mühendisleri ve teknisyenleri Suriye ve
Bâbil imparatorluklarını yeniden ihya edebilirlerdi. Geniş bir kanal ve
demiryolu şebekesi Arabistan’ı İran körfezinden İstanbul’a bağlayabilir, sun’î
gübre sâyesinde geniş Arabistan çölü verimli bir hale getirilebilirdi. Onun
gibi yaratılışta olan bir kimse için bu hayaller sür’atle hakikat olabilirdi.
Çok mütereddit bir kimse olan Abdülhamid bile Doğu Anadolu’nun kalkındırılması
için Kayzer’in yaptığı yardım teklifi karşısında hayranlığını saklayamamıştı.
“Majestelerinin
Fransızca bildiğini zannediyorum.” Bu cümleyi işiten Kayzer derhal yanındaki
tercümanlara çekilmelerini işaret etti. Bu suretle Padişah ile misafirler
arasmdaki engel kalkmıştı. Şimdi ikisi de Fransızca konuşuyorlardı. Gerçi
Fran-sızcaları iyi değildi ama, anlaşmalarına kâfi
geliyordu. Böylece başbaşa saatlerce konuştular.
Hükümdarların
âniden gizli bir görüşme yapmaları saray erkânının, Bab-ı Ali’nin ve yabancı
sefirlerin bu yeni dostluk hakkında bir takım faraziyelerde bulunmalarına yol
açtı.
Yabancı
sefirlerin ekseriyetinin kanaatlerine muhalif olarak İngiltere Sefiri Sir
William Wite, Türkiye ile Almanya arasında doğmakta olan dostluğu İngiltere’nin
lehinde telâkki ediyordu. Ve, hükümdarların yaptığı
gizli görüşmelere ait raporunda “Hiç bir siyasî mes’elenin münakaşa edilmemiş”
olduğunu zannettiğini yazıyordu. O sırada İngiltere’de, Kraliçe Victoria’nın
torunu olan Alman İmparatoru hakkında iyi niyetlerden başka birşey
düşünülmüyordu. İngiltere Başvekili de Kayzer’in an’anevî Rus ittifakından
ayrılmaya kararlı olduğu yolundaki hareketleri büyük bir memnuniyetle karşılıyordu.
Birkaç
senedenberi Saint-Petersbourg, Bab-ı Ali’ye karşı daha uzlaşıcı davranıyordu.
İngiltere Hâriciyesinin istihbaratına nazaran Abdülhamid, Rus Çarının aşırı
isteklerine daha yumuşak cevaplar vermeye başlamıştı. Bu itibarla İkinci
Guilla-ume’un ziyareti İngiliz’lerin iki bakımdan hoşuna gidiyordu. Bu ziyaret
Rus Çarını kuşkulandırdığı gibi, Sefir Sir William Wi-te’in yazdığı şekilde;
“Abdülhamid Rusya ile Almanya arasında eskisi gibi sınırsız bir itimat havası
olmadığını görecek kadar zekidir. Bu itibarla istiklâlini muhafaza etmek ve
Türkiye’yi yeni bir ittifak yapmaya zorlayan Rus’lara karşı mukavemet göstermek
için vaziyetten istifade etmesini bilecektir.”
Alman
hükümdarlarının İstanbul’a geldikleri günün akşamı verilen ziyafet, şimdiye
kadar Yıldız’da görülmemiş derecede muhteşem ve debdebeliydi. Yüz yirmi
dâvetlinin hepsine de masif altın ve kıymetli taşlarla işlenmiş kristal
takımlarla servis yapıldı. Fransız aşçılar tarafından hazırlanan yemeklerin
nefaseti günlerce gazetelere mevzu oldu. Padişahın şarklı aşçılarının
hazırladığı hazmı güç yemeklere alışmış olan yabancı sefirler, bu defa
yediklerini aslâ unutamamışlardır. Yıldızda verilen ziyafetler umumiyetle bir
vecibenin yerine getirilmesi şeklinde telâkki edildiğinden çok sıkıcı olurdu.
Yemeklere iştirak eden Türkler, Padişahın huzurunda konuşmaya aslâ cesaret
edemiye-rek sessiz bir şekilde otururlar, sudan ve şerbetlerden başka bir-şey
içmezlerdi. Bu sebepten yemekler daima sönük ve neş’esiz geçerdi. Halbuki bu akşam padişah, ziyafete iştirak edenlerin
serbestçe konuşabileceklerini emretmişti. Kendisi de gayet neş’eli ve keyifli
bir şekilde tercüman vasıtasıyla İmparatoriçe ile konuşuyordu. Abdülhamid,
tebaasının önünde kat’iyen Fransızca konuşmazdı. Onun bu hâli ziyafetin
havasını yumuşatmış ve samimîleştirmişti. Fakat Padişah, neş’eli olmasına
rağmen Fransız aşçının hazırladığı harikulâde nefis yemeklerin hiçbirine
dokunmadı. Perhiz yaptığını ileri sürerek, hususî aşçısının pişirdiği sadece
yumurtalı pilâvı yemekle iktifa etti.
Alman
İmparatorunun misafirliği müddetince bundan başka resmî ziyafet tertip
edilmedi. Müteakip günlerde tamamen hususî mahiyette verilen akşam yemeklerine
Alman sefiri Kont Rodawitz müstesna, hiç bir diplomat dâvet olunmadı.
Yemeklerde sadece hâlen Hariciye nezaretine getirilmiş bulunan ve daima
Padişahın en çok itimat ettiği müşaviri olan Sait Paşa ile genç Kayzer’in
ölçüsüz hareketlerini frenlemek maksadıyla babası tarafından vazifelendirilen
Herbert Von Bismarck, Padişahın kendisinden nefret ettiği ve fakat lüzumuna da
kaani bulunduğu Colrnar Von Der Goltz iştirâk ederdi.
Dâvetliler
arasında birisi daha vardı ki, Kayzer onu daima dikkatle dinlerdi: Alman
Mühendisi Von Pressek..
Bu
zat yirmi senedenberi Osmanlı devletinin hizmetinde çalışıyordu. Von Pressel,
çok kabiliyetli bir adamdı. Hayatı boyunca, Türkiye’nin Asya bölgesindeki
ülkelerini, İstanbul’dan Bağdata kadar demiryolu ile birbirine bağlamayı
düşünmüştü. Gerçi bu fikir tamamen ona ait değildi. Daha evvelce asrm
ortalarında bir İngiliz topçu subayı olan Francis Chesney İskenderun’dan İran
körfezindeki Kuveyte kadar bir hat inşaası için imtiyaz almıştı. Fakat
İngiltere hükümeti kadar Londra piyasasının da ilgi göstermemesi yüzünden
projesinden vazgeçmeye mecbur kalmıştı. Bundan sonra da Abdülaziz’in padişah
olduğu sırada bu işe bizzat Türkler teşebbüs ettiler. Dünyanın en meşhur ve en
büyük rekabet mevzuu olan bu hattın inşası için Almanya’dan Von Pressel’i
getirttiler.
Fakat
yirmi senedenberi Von Pressel devamlı müşkülât ve sıkıntılarla karşılaştı. Rus
harbini müteakip meydana gelen mâli buhran Türkleri 91 Km.’lik Haydarpaşa -
İzmit arasındaki en kıymetli hattı bile satmaya mecbur etti. Bir İngiliz -
Yunan Şirketi tarafından satın alman bu hatta, aradan
sekiz sene geçtiği halde bir tek ray döşenmemişti. Türkiye’de daha evvel başka
demiryolu imtiyazı almış olan İngiliz’lerin kurnazca ve fakat anlaşılmaz bir
şekilde işe yanaşmamaları üzerine Şirket de hattı Deutsche Bank’a sattı.
Almanlar işi üzerlerine aldıktan az zaman sonra herşey değişti. Kayzer’in
seyyahalinden altı ay evvel Deutsche Bank, Stutgart Bank’m iştirakıyla (Anadolu
Osmanh Demiryolları) adında bir şirket kurdu. Bu suretle hattın Ankara’ya kadar
uzatılması imtiyazını da aldı.
Von
Pressel, İmparatorun şahsında eserini tamamlayacak çok kuvvetli bir taraftar bulmasıydı,
hayallerinin tahakkukunu göremezdi.
Bundan
sonra Von Pressel’in demiryolu, Kayzer’in demiryolu oldu. Böylece Deutshe
Bank’ın mümessilleri bütün müzakerelerde yalnız sefirlerinin şahsında değil,
aynı zamanda bizzat Kayzer’in şahsında da büyük bir diplomatik destek
kazandılar. Von Pressel’in projeleri Abdülhamid’in de tasvibine mazhar
oluyordu. Çünkü Padişahın îslâm Birliği hakkındaki siyasetinin gayelerinden
biri de bütün müslümanları Halife olarak İstanbul’dan kolayca idare edebileceği
vasıtaların temininden ibaretti. Şüpheci veya gerçekçi, ne olursa olsun,
Abdülhamid, Asya’da demiryolu hattı inşaasımn icabettireceği mâli imkâna Türk
hâzinesinin sahip bulunmadığını ve diğer taraftan da Avrupa’dan alınacak bir
yardımının umumiyetle çok pahalıya malo-lacağını biliyordu.
Kayzer’in
camileri ziyaret ettiği sırada İmparatoriçe de refakatinde Kızlarağası ve
Padişahın evli kızı Zekiye Sultan olduğu halde haremi hümayuna resmî bir
ziyaret yapıyordu. Haremdeki kabul tarzı pek başarılı olmadı. İmparatoriçe Augusta
çok mahçup ve çekingen bir kadındı. Bu itibarla Padişahın üvey validesinin
saraylılara mahsus çok teferrüatlı ve mücevherlerle süslü kıyafeti ve etrafını
çeviren birbirinden güzel ve genç kadınların aynı şekilde giyinmiş olmaları
onun için çok ahenksiz ve sıkıcı bir manzara teşkil ediyordu. Türk âdetlerine
tamamen yabancı olan genç İmparatoriçe, Padişahın üvey annesinin kendisine
uzattığı mücevherlerle süslü küçük elini öpmeyi aslâ düşünmemişti. Sadece onu
sıkmakla iktifa etmişti. Bu hareket, orada hazır bulunan saraya mensup
sultanları güvendir-mişti.
Zekiye
Sultanın tercümanlık yaptığı bu ziyarette, on dört yaşındaki Naime Sultan,
misafirler şerefine piyanoda Alman müziği çaldı.
İmparatoriçe
haremde verilen on beş kişilik bir ziyafette hazır bulundu. Millî danslar
seyretti. Genç prensesin güçlükle tercüme ettiği gayet mültefit sözleri
dinledi. Haremden ayrılırken Padişahın en küçük kızları üç ve beş yaşındaki iki
güzel çocuğun kendisine gayet merasimli şekilde takdim ettikleri kıymetli
taşlardan yapılmış bir buketi aldı. Augusta bir defa daha kendi tâbiriyle
Binbir Gece Masallarındaki hayâl âlemini yaşamış oluyordu.
Ziyafet
ve merasimle arasında beş gün çok çabuk geçti. Büyük Britanya Sefiri, Alman
hükümdarlarının ziyareti esnasında hiç bir ehemmiyetli siyasî mes’elenin
konuşulmadığı hususundaki kanaatinde aldanmıyordu. Fakat bu kısa zaman zarfında
ileride çok tehlikeli neticeler verecek olan bir dostluğun temelleri atılmış
oluyordu. Kayzer’in kendisini medheden sözlerinden cesaret alan Abdülhamid kendi
kudretine tam bir itimat gösterdi. Ve bundan sonra Alman ittifakına son derece
inandı. İmparator Guillaume ayrılacağı gece, Abdülhamid’e Hohenzol-lem nişanını
takdim etti. Abdülhamid’i selâmlamak için hafifçe öne doğru eğilince padişah da
fesini çıkardı ve ilk defa olarak umuma karşı başı açık vaziyette göründü.
Hareket günü Dolma-bahçe’de verilen öğle yemeğinde Kayzer Padişah ve Türk
milletine karşı aslâ sarsılmayacak olan Alman dostluğunun şerefine kadeh
kaldırdı.
Veda
sırasında Kayzer, Abdülhamid’i büyük bir hararetle kucakladı. Bu hareketten son
derecede sıkılan padişahın boyalı bıyıkları İmparatorun yanaklarım okşamıştı.
·
XXVI
Ermenistan
Üzerindeki
Kara Bulutlar
Ziyafetler
sona ermiş, Abdülhamid de tekrar Yıldız’ın yalnızlığına gömülmüştü. Hiç kimse
onun gözlerinin içine bakmaya veya sözlerine herhangi bir şekilde itiraz etmeye
cesaret edemiyordu. Çalışma masasının üzerinde raporlarla dolu mâhut dosyalar
yığın hâlindeydi. Bu raporlarda umumî memnuniyetsizlikten ve ayaklanma
ihtimallerinden başka bir meseleden bahsedilmiyordu. Büyük masraflara mal olan
ve her tarafa yaygın bulunan hafiyelik teşkilâtı sâyesinde Abdülhamid,
imparatorluğun en ücra köşelerinde olup bitenlerden haberdar oluyordu. Fakat bu
suretle meselâ Makedonya’da hüküm süren karışıklığı, Girit ve Yemen’de açık bir
şekilde isyan havası estiğini, Ermenistan’da ihtilâlci gizli cemiyetlerin
adedinin günden güne arttığını öğrenerek huzuru büsbütün kaçıyordu.
Ermenistan,
Padişahın başında devamlı bir gaileydi. Çünkü Abdülhamid’in çok âdil ve İnsanî
bir şekilde muamele ettiği Ermeniler, Rus ajanlarının tahrikinden ve Amerikan
misyonerlerinin verdiği demokrasi bilgilerinden aldıkları cesaretle istiklâl
istiyorlardı. Ayastefanos Andlaşması yapılırken Rus’lar ilk şart olarak
Ermeni’lerin yaşadığı bölgede İslâhat yapılması lüzumunu ileri sürmüşlerdi.
Fakat Berlin Kongresinde ise İngiltere, istenilen İslâhatın yapılabilmesi için
ilk defa Rus kuvvetlerinin bu bölgeleri tahliye etmesi icabettiği hususunda
ısrar etmişti. Bu suretle İngilizler padişaha karşı çok büyük bir hizmette
bulunmuş oldular. Çünkü Abdülhamid işgal ordusunun ayrılmasıyla siyasî bir
anlaşma yapabilmek için gerekli hürriyete sahip olacaktı.
1881’de
hiç bir vaad yerine getirilmediği bir sırada Çar İkinci Aleksandr’m katliyle
Ermenistan hakkındaki Rus politikası tamamen değişti. Yeni Çar Üçüncü Aleksandr
çok despot bir hükümdardı. Hürriyet ve istiklâl fikirlerine karşı mutlak
surette muhalifti. Rus Ermenistanmda Ermeni dili ile tedrisat yapan bütün
okulları kapattırarak Ermenilere ağır bir darbe vurdu. Bundan başka büyük bir
ekseriyeti Gregoryen olan Ermenileri Ortodoks mezhebine girmeye mecbur etti.
Üçüncü Aleksandr’m, hükümdarlık haklarına dair olan anlayışı Abdülha-mid’inki
ile tamamıyla aynıydı. Ne kendi memleketinde, ne de komşularının ülkesinde
ihtilâlci ve isyankâr temayülleri ayaklandırmaya aslâ göz yummuyordu. Türk
Ermenistanmda Pans-lâv komitecileri şeklindeki gizli cemiyetleri teşkilâtlandıran
ve bunlara mâli yardımda bulunan Rus konsoloslarını derhal geri çağırttı.
Padişaha şahsen teminat vererek “Bab-ı Ali son anlaşma şartlarını yerine
getirmeye ve bilhassa harp tazminatını ödemeye devam ettiği müddetçe
Türkiye’nin dahili işlerine karışmaya aslâ arzu
etmediğini” bildirdi.
Böylece
Rus’ların destek ve yardımından mahrum kalan Ermeniler, bu defa da Batı
devletlerine ve bilhassa İngiltere’ye yöneldiler. O sırada İngiltere’de,
Asya’nın en eski ve en çok zulüm gören hristiyan ahalisinden biri olarak
Ermenilerin dâvasına karşı büyük bir ilgi gösteriliyordu. Bir kaç seneden beri
Bab-ı Ali’ye ve Berlin Andlaşmasını imza eden büyük devletlere İngiltere’den
Ermeni mes’elesinin sür’atle hallini isteyen notalar ay ağıyordu. Fakat katolik
Ermenilerin hâmisi rolünde olan Fransa müstesna, hiç bir Avrupa devleti artık
Ermenistan ile ilgilenmiyordu. Prens Bismarck İngiltere hükümetine verdiği
cevapta çok sert ve açık bir şekilde; “Almanya, Ermenistanda yapılacak İslâhat
ile kendisini aslâ ilgili görmemektedir. Bu itibarla bundan sonra bu meselenin
terkedilmesinin uygun olacağı kanaatindedir.” demişti..
Bununla beraber İngiltere, Berlin Andlaş-masınm 61 inci maddesini ısrarla
hatırlatarak İstanbul’daki sefirini Ermeni meselesini halletmesi için padişaha
baskı yapmasını, gerekirse tehdit etmekle vazifelendirmişti.
Mısır
meselesinin ihdasından beri Padişah İngilizlere karşı derin bir düşmanlık hissi
besliyordu. Bu sebepten Mısır’daki İngiliz işgalinin şartlarını ve devamını
görüşmek üzere Lord Salis-bury tarafından hususî surette gönderilen delegeyi
dahi kabul etmemişti. Abdülhamid Fransayı, Mısır Hidivini, hattâ Sudan
Mehdisini İngilizler aleyhine devamlı şekilde tahrik edip, Kahi-re’deki
gazetelere büyük paralar vererek İslâm Birliği propagandası yaptırdıktan sonra
da bir netice alamayınca, artık İngiliz’lerin Mısır’ı tahliye etmeye aslâ
niyetleri olmadığını anladı.
Mısır
meselesinden dolayı şiddetli bir surette hiddetlenmiş olan Padişah, Ermeni
meselesi ortaya atıldığı zaman derhal daha şiddetli bir tepki ve muhalefet
gösterdi. Abdülhamid, asırlarca sulh ve huzur içinde beraber yaşamaya alışmış
Ermenilerle Kürtler arasına Avrupa’lı misyonerlerin düşmanlık soktuğunu açıkça
görüyordu. Bu yüzden Avrupa’nın ve onun zararlı cereyanlarının faaliyetlerini
hoş karşılamıyordu. Yapılan propagandalarla, Avrupa veya Amerika’ya göç etmiş
zengin Ermeniler, Kilikya ve Kürdistan’daki dindaşlarının kurtuluş dâvasına
hizmet için para yardımına dâvet ediliyorlardı.
Hakikatte
bu Ermenistan nerede ve nasıl bir bölgeydi? Bir avuç hür fikirli geçinen Rus
liberallerinin Türkiye ve Rusya hudutları arasında bir Ermeni devleti kurmak
istedikleri biliniyordu. Acaba böyle bir devletin tabiiyetine İstanbul’un refah
içinde yaşayan sarraf ve murabahacılarıyla, İzmir’in ve Adana’mn keza zengin pamuk
tüccarları iltihak ederek, aynı dine mensup olmaktan başka müşterek karakter
taşımayan dağlık bölgenin çobanlıkla geçinen vahşî insanlarıyla bir arada
yaşamaya razı olacaklar mıydı? Ermenistan taraftarlığı hareketi bir ihtilâlci
propagandadan başka birşey değildi. Padişah bütün bu hareketlerden sade Avrupa
değil, Amerika’yı da mes’ul tutuyordu. Çünkü büyük babası Sultan Mahmud’un çok
asîl duygularla imparatorluğun çeşitli bölgelerinde açılmasına müsaade ettiği
Amerikan kollejlerinde vazife alan misyonerler, hristiyan tebaa üzerinde
zararlı telkinler yapıyorlardı.
Abdülhamid
protestan olan bu misyonerlere hiç bir zaman itimat etmemiştir. Bulgaristanda
karşılaşılan güçlüklerin büyük kısmı doğrudan doğruya Boğaziçindeki Robert
Kollej tarafından yaratılmıştı. Çünkü milliyetçi Bulgar Şefi Stambouloff bu
kollejde yetiştirilmişti. Diğer taraftan Padişah, Ermenistan lehine müdahalede
bulunulmasını teminen Avrupamn şiddetli bir politika takip etmesi için çalışan
gizli Hmçak Cemiyetinin de bu misyonerlerden teşvik ve tahrik gördüğüne
kaaniydi. 1885 yılına doğru Hmçak Cemiyeti gizli emellerini tahakkuk ettirmek
için faaliyete geçerek silâhlı çeteler teşkil etti. Bu çeteler devamlı surette
Kürt beylerini taciz etmeye başladı. Hakikati söylemek lâzım gelirse bu Kürt beyleri
de uzun zamandan beri çalışkan ve zeki olan Ermeni halkına çok sert
davranıyorlardı. Fakat şimdiye kadar Ermeniler, Kürtlerin bu hareketleri
karşısında sabır ve tevekkül göstermişler hattâ zaman zaman Türk Valileri de
kendi hâkimiyetleri altına alan Kürt Beylerinin zulmüne katlanmışlardı. Çünkü
İstanbul’dan tâyin edilen vali ve kaymakamlar, Kürdistanın dağlık bölgesinde
yaşayan vahşi kabileler üzerinde kâfi derecede otorite kuramıyorlardı. Kürtler
umumiyetle yağmacılık yapmak maksadıyla padişahın ordusunda gönüllü olarak
harbe iştirak ederlerdi. Bilhassa Rusya ile yapılan muharebelere giren Kürt
aşiretleri, yolları üzerinde ne bulurlarsa talân ve yağma ederek cepheden
dönerlerdi. İstanbul halkı için en müthiş ve korkunç harp menkıbeleri olarak
bunları anlatılırdı.
Fakat
şimdi Ermeniler de baş kaldırmışlardı. Doğu
Ana-dolunun dağlık bölgelerinde Kürtler ile Ermeni Hınçak çeteleri arasında
kanlı ve amansız bir boğuşma başlamıştı. Mahallî makamlar büyük bir endişe
içindeydiler, İstanbul’a durmadan müracaat ederek takviye kuvvetleri
istiyorlardı.. Müslüman olduklarından dolayı Padişahın
himayesinde bulunan Kürtlerin hareketi mâzur görülerek bütün suç ve kabahat
Ermenilere yükletiliyordu.
Kayzer’in
seyahati esnasında Ermenilerle meskûn vilâyetlerden gelen isyan teşebbüsleri
hakkındaki raporlar, Padişahın masasında bir yığın teşkil ediyordu. Yeni
müttefikinin desteğinden kuvvet alan Abdülhamid Ermenilerin bu ayaklanma
teşebbüslerini tamamen ezmeye karar verdi.
Devamlı
surette uykusuz kalmaktan dolayı Padişahın sinirleri tekrar ve iyice
bozulmuştu. Geceleri geç vakte kadar haremağaları ve nöbetçiler onun salondan
salona odadan odaya dolaştığını görüyorlardı. Nefeslerini tutup en küçük bir
hareket yapmamaya dikkat ederek kendisine yol veriyorlardı. Çünkü Padişah bu
gibi hallerde herhangi bir şekilde korkutulduğu takdirde hemen cebindeki
tabancanın tetiğine basıyordu ve hedefini de katiyen şaşırmıyordu. Böyle bir
gezinti ânında, birden önüne çıkan bir bahçevan bu hatasını hayatı ile
ödemişti.
Abdülhamid’i
çok düşündüren tedhişçiler, onun Ermeni mes’elesini soğukkanlılrkla tetkik
etmesine imkân vermiyordu.
Otuz
sene gibi uzun bir zaman ortalarda görünmeyen Profesör Vambery tekrar
İstanbul’a gelmişti. Padişah onu eski bir dost olarak kabul etti. Görüşmeler
sırasında Vambery, Ermeni meselesinin Padişahı çok meşgul ettiğini farketti.
Çünkü bu mesele, daima hristiyanlara karşı yapıldığı ileri sürülen zulüm
iddialarıyla ilgili bulunuyordu.
Padişah
diyordu ki: “Avrupa, Yunanistan ve Romanya’yı almak suretiyle Türk devletinin
ayaklarım kesti. Bulgaristanın, Sirbistamn ve Mısır’ın kaybı ise bizi
kollarımızdan mahrum bırakmıştır. Şimdi de Ermenileri ayaklandırmak suretiyle
ciğerlerimizi sökmek istiyorlar.”
Padişah
bu sözlerle bilhassa İngiltereyi kastediyordu. Bu itibarla Vambery, Padişahın
öfkelenmekte pek de haksız olmadığını tahmin ediyordu. “Her ne kadar
Ermenistandaki ayaklanmalara karşı ilgisiz kalmaya dikkat gösterilmiş ise de
İngiliz ajanlarının Kuzey Anadoluda faaliyette bulunduğundan hiç şüphe
edilmemektedir.”
Eğer
Padişah hâdiseler karşısında soğukkanlılığını muhafaza edebilmiş olsaydı,
isyana iştirak eden Ermenilerin pek az miktarda olduğunu anlayabilirdi.
Vaadedilen imtiyazların verilmesi ve İdarî İslâhatın yapılması suretiyle Ermeni
halkın büyük ekseriyeti, protestan misyonerlerinin veya kendi başpikoposları-mn
tavsiyelerini dinlemeye temayül gösterebilirlerdi. Abdülha-mid’in
düşüncelerinin aksine olarak, bunlar şiddete müracaata aslâ taraftar
değillerdi. Fakat Padişah makul olabilecek herhangi bir teklifi artık kabul
etmiyordu. Bir tek Ermeninin adından bahsedilmesi onu çileden çıkarmaya kâfi
geliyordu. 1891 yılının başlarında bir akşam Vambery’e dedi ki: “Sana temin
ederim ki Ermenileri dize getirmekte geç kalmayacağım. Onları susturacak çareyi
gayet iyi biliyorum.” Vambery o geceyi büyük bir endişe içinde geçirdi. Nitekim
iki gün sonra bu endişesi tahakkuk etti; Padişahın bir iradesiyle “Hamidiye”
adı verilen ve Kürtlerden ibaret bir başıbozuk süvari birliği kuruluyordu. Bu
birlik, Ermeni âsileri tenkil etmek üzere harekete geçecekti. Büyük bir kumar
oynamaktaydı.
Şimdiye
kadar tereddüt gösteren bir çok Ermenilerin
iltihakıyla Hınçak Çeteleri de kuvvetlenip çoğalmaya başlamıştı. Diğer taraftan
isyana iştirak hususunda, geniş bir bölgeye yayılmış olan ve şimdiye kadar
asırlarca boynunu bükmeye mecbur kalmış bulunan Ermeniler büyük bir gayretle
hazırlanıyorlardı. Hükümet bu harekete karşı toplu halde tevkifler yapmak
suretiyle tedbir alıyordu. Halifelerinin himayesinden emin olan Kürtler de
zaman zaman tecavüzlerini arttırıyorlardı Van Gölü bölgesinde yapılan
katliamlar, hâdiselerin ileride nasıl bir seyir takip edeceğini daha şimdiden
anlatıyordu. Ermenistan’daki yabancı konsoloslar, sefaretlerine müracaat ederek
çok geç kalınmadan müdahale edilmesini ısrarla istiyorlardı. Fakat İstanbul’da
demiryolu imtiyazı alınması için büyük bir rekabet ve mücadele başlamıştı.
Şimdiye kadar büyük devletler arasındaki birlik aslâ
bu kadar sarsılmamış ve Abdülhamid de aslâ bu kadar kendisinden emin olmamıştı.
Yeni
İngiliz sefiri Sir Clare Ford İstanbula gelişinin henüz sekizinci gününde
şehirde ağır bir tedhiş havası görmekle şaşkınlığa uğramıştı. Kültürlü ve
sanatkâr ruhlu bir adam olan yeni sefir daha evvel Romada ve Madridde çok
başarı göstermişti. Fakat Türkiye’deki entrikalar arasında çok geçmeden
mevkiini kaybetti. İngiltere’nin bu yeni sefirinin bu politikacıdan ziyade bir
salon adamı olduğunu gören Padişah onu okşamak suretiyle tarafına çekmeye
muvaffak oldu. Daha sonra 1893 de İstanbula sefir olan müsteşar Arthur Nicolson
bu vaziyeti yakından görünce büyük bir ümitsizliğe kapılmıştı.
Padişah
bu sözler karşısında içini çekerek başını hafifçe kaldırmakla iktifa etii.
Abdülhamid’in bu jestine dikkat eden Terrel, sözlerinin tesir ettiğinden emin
olarak memnun oldu. Bu suretle edindiği “Abdülhamid’in mükemmel bir adam
olduğu” hakkındaki kanaatini dostu Nicolson’a da itiraf etti.
İngilizler
birşeye kolayca inanmayan bir mizaca sahiptirler. Sir Clare Ford, bu sırada
mezun olduğundan, İngiliz hariciye nezaretinin gönderdiği sıkı bir talimat
üzerine Arthur Nicol-sun, Sait Paşa ile sert bir görüşme yaptı ve idama mahkûm
edilen iki Ermeni profesörün serbest bırakılmasını ısrarla istedi.
Türkler,
İngiltere’nin bu mevzuda çok taassup gösterdiğini, hakikatte bu işin onları
aslâ ilgilendirmediğini söylediler. Çünkü profesörlerin mensup oldukları
Merzifon Kolleji Amerikalılara aitti ve suçlular da Türk tebaasıydı. Nitekim
Avusturya ve Almanya sefirleri, hâdise karşısında ihtiyatlı bir sükûtu tercih
ettiler. Fransız Sefiri Cambon ise açıkça Türklerin tarafını tuttu. Bu vaziyet
karşısında dahi İngiltere hükümeti tehdit usullerine başvurmakta tereddüt
göstermedi ve Abdülhamid bir kere daha Britanyanın baskısına mâruz kaldı. Fakat
Padişah fırsat zuhur ettiği andan itibaren kendi memleketinde sadece kendisinin
hükümran olduğunu ispata kararlı ve azimliydi.
·
XXVII
Ermeni
Ayaklanmasının Yarattığı Kanlı Olaylar
·
1894
yılı yazında Hınçak komitecilerinin büyük bir kısmı Sason dağlarında sarılarak
yakalandılar. Mahallî hükümet makamları diğerlerini de ele geçirrtlek
maksadıyla Ermenilerle meskûn köylere Hamidiye müfrezeleri gönderdi. Bu bölgede
yaşayan ve hayvancılıkla geçinen Ermeniler büyük bir inatla kendilerine karşı
durmaya kalkıştılar. Doğu hududunda yabancılar tarafından gönderilen silâhlarla
hristiyan ahalinin müslüman-ları öldürmekte olduğu İstanbul’da duyulunca çok
hiddetlenen padişah, isyanın her ne pahasına olursa olsun bastırılarak âsilerin
cezalandırılması için valilere tam ve geniş selâhiyetler verdi.
Derhal
her tarafta bir tedhiş havası esmeye başladı. Reisleri ve şeyhleri tarafından
tahrik edilen Kürtler, Allah adına serbest bırakıldılar. Yabancı sefirler bir
protesto hareketine geçinceye kadar bir çok âsi Ermeni
cezalandırıldı. Büyük devletlerin sefirleri boş yere hukukî yollardan meşgul
oldukları sırada olaylar Sason’dan Van’a, Bitlis’ten Diyarbakır’a, Trabzon’dan
Erzurum’a kadar yayılmıştı.
Bâzı
valiler asayişi temin için takviye kuvvetleri istedikleri sırada askerî
birlikler Padişahın şahsî emniyetli için İstanbul’da toplanıyordu. Arap ve
Süryanî askerlerin, Arnavut mûha-fız kıt’alarma iltihak etmeleriyle Abdülhamid,
birbirlerinden nefret eden muhtelif ırka mensup bu muhafızlar sâyesinde
kendisini daha çok emniyette hissediyordu. Saray hafiyeleri de faaliyetlerini
biraz daha arttırıyorlardı. Sefaretlere mensup genç ateşelerin Belgart
ormanlarında tertipledikleri zararsız eğlenceler, polisin şüphesini çekiyordu.
Yeni yapılan Pera Palas otelinin açılışı münasebetiyle verilen basit bir opera
temsiline, dâ-vetl ilerden ziyade hafiyeler gelmişti. Zengin bir Rum’un evinde
tertiplenecek olan bir balo, Ermeni komitecilerinin gizlice toplanmasına meydan
vermemek bahanesiyle bizzat Sadrâzamın emriyle yasak edilmişti.
1894
de Sir Clare Ford’un yerine tâyin edilen yeni İngiliz sefiri Sir Philip Currie,
inatçı meslektaşlarının muvafakatini almak ve bu suretle Avrupa’lı komiserlerin
kontrolü altında tatbik edilecek bir ıslahat plânını kabule Padişahı zorlamak
için bütün kudret ve nüfuzunu kullandı. Az zaman evvel meydana gelen
hâdiselerden dolayı çok üzüntü duyan diğer sefirler, aralarındaki mücadele ve
ihtilâfları unutmaya hazır bulunuyorlardı. Fakat kendi aralarında mutabakata
varılsa da hükümetleri yine ayrı bir farklı bir politika tâkip ediyordu. Çar
Rusya’sı, Türk Er-menistanının bir muhtariyete kavuşmasını aslâ istemiyordu.
Çünkü Maverayı Kafkastaki Ermeniler bundan istifade ederek derhal istiklâl
talebinde bulunabilirlerdi. Diğer taraftan Suriye hakkmdaki Fransız politikası,
İskenderun’da bulunacak bir İngiliz donanması ile başarıya ulaşamazdı. Bu
sebeplerle Rusya ve Fransa, İngiltere’nin zecrî tedbirlerle Osmanlı
İmparatorluğunu tehdit etmesini desteklemekten çekindiler ve böylece padişah
büyük devletlerin protestosunun blöften ibaret kalacağını anlamış oldu.
İngiltere’de
bizzat Başvekil Gladstone, içinde bulunduğu sessizliği bozarak padişahı “Koca
katil”, Fransa’da Clemence-au da “Yıldız canavarı” “Kızıl Sultan” tâbirlerini
kullanarak tel’in ettiler.
·
1895
yılı Eylülünde İstanbul’da Ermenilerin yaptığı bir nümayiş, büyük bir galeyana
sebep oldu, hattâ sefarethane kapılarının önüne kadar her yerde kanlı hâdiseler
vukua geldi.
·
1896
yılı Ağustos ayının son günlerinde Ermeni âsiler Av-rupamn dikkatini çekebilmek
için ümitsizce bir teşebbüse daha geçerek İstanbul’daki Osmanlı Bankasına
çılgınca bir baskın yaptılar. Bugüne kadar geçen on bir ay içinde katliamlar
devamlı surette birbirini tâkip etmişti.
Mabeyn
kâtiplerinden birinin anlattığına göre; bir gün İngiltere sefiri ile yaptığı
fırtınalı bir görüşmeden sonra Abdülhamid yazı masasmın üzerine kapanmış,
başını ellerinin arasında tutuyor, bütün vücudu sarsılırcasma hıçkıra hıçkıra
ağlıyordu.
İstanbul’da
uzun müddet kalmış olan bir İngiliz kadınının Cuma selâmlığında gördüğü
padişahı târif edişine göre; “Zavallı bir hükümdar... Tamamiyle çökmüş. Çok bedbaht olduğu belli. Şarklılara has iri siyah
gözlerinde hakikî bir korkunun derin izleri var. Günlerce hâyalimden gitmeyen
bu gözler, kimbilir hangi meş’um bir hâdisenin dehşetine saplanmışlardı.”
Trabzon’da
cereyan eden hâdiselerden bir gün sonra Yıl-dız’a akşam yemeğine dâvet edilmiş
olan Paul Combon, Padişah çok keyifli olduğunu, Ermenistan meselesine aslâ
temas etmediğini yazmaktadır.
Abdülhamid
sadece, Ferdinand de Saxe - Cobourg’u resmen Bulgaristan prensi olarak tanıyıp
tanımamak endişesi içindeydi. Vambery’e göre; Padişahın, yapılanlardan
pişmanlık ve ıstırap duyduğu zamanlar olmuştur. Fakat alman tedbirlerin lüzumu
üzerinde en küçük bir şüphe ve tereddüt göstermemiştir. Ermenistan mes’elesinin
halli için yegâne çarenin “Ermenileri ortadan kaldırmak” olduğuna iyice kanaat
getirmişti. Bu söz padişahın yeni kâtibi izzet Bey (Arap İzzet Paşa) tarafından
sarfedilmiştir. İzzet Bey, Şamlı bir Süryani olup Saraya, Şeyh Abdül-Hüda
vasıtasıyla yerleştirilmişti. Büyük arazi sahibi zengin bir Arabm oğluydu.
Lazarist rahipleri arasında yetişmişti. Bu itibarla mutaassıp müslümanların,
cahili bulundukları geniş bir görüşe ve anlayışa sahipti. Fakat,
bu Avrupa’lı tahsil ve terbiye cilâsmın altında Fırattan, Akdenize kadar uzanan
bölgenin bütün ticaretini ellerinde bulunduran Ermeni tüccar ve sarraflarına
karşı tam bir Arap kini yatıyordu. Diğer saray erkânından daha zeki olan İzzet
Bey, Abdülhamid’in Panislâm ve Alman ittifakı politikasının çok hararetli bir
taraftarıydı. Alman ittifakı, bir tarafın siyasî, diğer tarafın da İktisadî
menfaatlerini birbirine bağlayacak bir yol idi. Padişahın Ermenistan mevzuundaki
muhafazakârlığı büyük çapta İzzet Beyin her gün biraz daha artan nüfuzuna
atfedilebilir.
İzzet
Beyin politikasına muhalafet edenlerin hepsi de bir kaç gün içinde tasfiye
edildi. O zamana kadar çok lüzumlu bir şahsiyet olan ve Ermeni tedibine nâfile
yere karşı bulunan Küçük Sait Paşa bile bu tasfiyeden kurtulamadı. Vazifesinden
azle-dildiği gün İngiltere sefaretine iltica etmek çarelerini aradı.
Nihayet
Ermeniler ürkek bir siyaset tâkibi suretiyle mücadele edilemeyeceğini
anladılar. 1896 yılı Ağustos ayının son günlerinden birinde bombalarla mücehhez
yirmi kadar Ermeni fedaisi güpe gündüz Osmanlı Bankasına bir baskın yaptı ve
Bankayı ellerine geçirmeye muvaffak oldular. Lüzumsuz, fakat mükemmel bir
şekilde yapılan bu baskında bir çok mâsum memur
öldürüldü.
Bankanın
içine mevzilenmiş olan yirmi Ermeni fedaisi, binayı muhasara eden polisin ve
askerlerin üzerine bomba savurmaya devam ediyorlardı. Nihayet bankanın
tahripten kurtarılması için yabancı sefirler muhasaranın kaldırılacağı
hususunda fedailerle müzakereye geçtiler ve onlara memleketi serbestçe
terkedebilmeleri için müsaade alacakları vaadinde bulundular. Bu şekilde
kurnazca hareket etmeye sefirleri teşvik eden Bankanın Müdürü Sir Edgar Vincent
oldu. Sir Edgar Vincent, baskından haberdar olur olmaz müdüriyet odasının
penceresinden dışarı atlayarak kendisini kurtarmıştı. Yabancı sefirleri böyle
bir teşebbüse ikna için bütün maharetini ve zekâsını kullanmıştı. Esasen
bankanın tahribi ile Bab-ı Ali’nin de büyük menfaatleri tehlikeye girmiş
olacaktı. Bu suretle bankadan çıkarılan fedailer, kendilerini muhafaza eden
yabancıların himayesinde Sir Edgar Vincent’in limandaki yatına götürüldüler.
Bu
defa Batı’yı büyük bir korku aldı. Almanya dahil,
Berlin Andlaşmasını imza eden devletler nâmına Fransızca yazılmış açık bir
telgrafla Padişaha: “Tediplerin derhal durdurulması, eğer vaziyet devam ederse
kendisinin ve hânedamnın tahtının tehlikeye gireceği” bildirildi.
Büyük
devletlerin tehditlerinden daha ziyade, kendi milletinin gösterdiği tepki,
Abdülhamid üzerinde tesirli oldu. Bir sürü kendini bilmez ipsiz sapsız takımı
tarafından ikna edilen aşırı ve vahşîyane hareketler, ilk defa ulema sınıfının
ayaklanmasına sebep oldu. Bu cümleden olarak Eyüp Sultan camiinin imamları,
Haliç’ten kayıkla geçerek kaçan HasköyTü Ermenileri camiye sokarak sakladılar.
Abdülhamid’i,
işbirliği yapmakla itham eden diplomatik lisanla yazılmış müşterek bir notada,
büyük devletler Padişaha şunları bildiriliyorlardı; “Resmî makamların gözleri
önünde ve onların bâzı ajanlarının işbirliğiyle meydana getirilmiş olan böyle
bir kuvvet son derecede tehlikeli bir silâhtır. Bugün İmparatorluğun bir kısım
halkı üzerine saldıran bu kara kuvvet, yarın yabancı kolonilerine karşı da
kullanılabilir veya, hattâ, şimdi onların
faaliyetlerine müsamaha edenlerin aleyhine de dönebilir.”
Bu
sözler Padişahın hissetmeye başladığı korku ve vehimlerine bir cevap teşkil
ediyordu. Kanlı hâdiselerin üçüncü günü (28 Ağustos Cuma) akşamı bir emir
çıkarılarak “Tecavüzler yasak edildi.”
XXVIII
1897
Türk - Yunan Harbi
Kayzer
müstesna, bütün Avrupa Padişahı mahkûm etmek için birleşmişti. Alman İmparatoru
II. Gullaume Abdülhamid’e karşı şahsî duygularını bildirmek için bu nâzik
zamanı seçmiş ve İmparatorluk ailesinin bir resmini padişaha göndermişti. Bu
suretle Kayzer, padişaha verilen protesto notasının altındaki Alman sefirinin
imzasının resmî bir jestten ibaret olduğunu ve dostunun Ermenilere karşı
davranışında mâzur bulunduğunu ifade etmiş ohıyordu.
Abdülhamid
bütün hayatı boyunca memleketini kapitülâsyonlardan kurtarmak ihtirası içinde
yanıp tutuşmuştu. Son yıllara kadar yabancıların sahip olduğu imtiyazlar hiçbir
zaman onun için tahammülü bu kadar zor bir hal almamıştı. Avrupa’h gazeteciler
İstanbul’daki yabancı postahaneler sayesinde Türkiye’ye ait haberleri sansürden
kolayca kaçırmak imkânını buluyorlardı.
Hele
hükümet merkezinde asayişi temin için yabancı sefaretlere mensup tercümanların
yardımına muhtaç olmak suretiyle kapitülâsyonların büsbütün
kuvvetlendirilmesinden padişah son derecede üzüntü duyuyordu.
1896
Eylül ayında meydana gelen hâdiselere şahit olanlar, Türkiye’de milletlerarası
bir kontrolün zaruretini hissettiren sahneleri şöyle anlatmışlardır: “Binlerce
Ermeninin sığındığı kiliselere giren sefaret tercümanları onları evlerine
dönmeye ikna için çok çalışmışlardır. Büyük devletlerin verdiği teminat onları
her türlü müdahale ve tecavüzden mâsum kılmış ve bulundukları yerlere hiç bir
Osmanlı memuru sokulmamıştır.”
Padişahın
bütün itibarının sarsıldığı, yabancı memleketlerde şahsına karşı derin bir
nefret hissi uyandığı ve kendi memleketinde de hoşnutsuzlukların arttığı, bütün
kudret ve ihtişamının çökmeye yüz tuttuğu bir sırada âniden patlak veren Yunan
harbi tehdidi, bütün Türk milletinin onun etrafında toplanıp birleşmesine
sebebiyet verdi.
Bir
senedenberi Girit’te vaziyet çok gergindi. Yunanistan’ın istiklâle
kavuşmasından elli sene sonra Girit’liler Türk hâkimiyeti altında çok güç bir
sabır gösteriyorlardı. Adadaki hristiyan ahalinin ekseriyetinin Türk idaresine
karşı dağınık bir tarzda isyana teşebbüs etmesi merhametsiz bir şekilde
bastırılmıştı. Bu hal, büyük devletlerin müdahalesi sayesinde Padişahın bazı
tedbirler almasını mucip olmuş ise de, bu tedbirler de kısa bir, zaman sonra
tesirsiz kalmıştı. Ve Ermeni katliamı esnasında bu fırsattan istifade eden
Abdülhamid Girit’teki hristiyan valiyi azlederek yerine azınlığa mensup bir
müslümanı tâyin etti. Bu suretle bir defa daha ada üzerinde korkunç bir taassup
havası esmeye başladı. Müslüman valiye karşı açıkça isyan eden hristiyan ahali,
anavatanları Yunanistan’dan yardım istedi. Umumî efkârın tazyikine tahammül
edemeyen Kral George de adaya askerî kuvvet göndermek zorunda kaldı. Fakat
Yunanistan’ın bu hareketi büyük devletler tarafından da hoş karşılanmadı.
Abdül-hamid’i memnun eder şekilde, adaya vâki tecavüzden tamamen Yunan hükümeti
mes’ul görüldü. 1897 Şubat ayının başlarında büyük devletlerin harb gemileri
Suda körfezine geldi. Bu suretle de muhtelif Avrupa hükümetlerinin ele aldığı
Ermeni mes’elesine ait dosyalar, unutulmaya terkedildi.
Eğer
büyük devletler hemen harekete geçselerdi, belki harbe mâni olabilirdi. Fakat
bir kere daha nota ve ültimatom yazmak suretiyle bir
hayli zaman kaybedildi. Bu müddet zarfına da Atina’daki umumî heyecan
adamakıllı şahlandı. Filhakika ne Kral, ne de Padişah bir harbi aslâ arzu
etmiyorlardı. Yunan Kralı son dakikaya kadar büyük devletlerin düşmanlığa engel
olacaklarını ümit ediyordu. Padişah ise şahsan Türklerin Avrupa’dan kovulması
neticesini verebilecek böyle bir ihtilâfa kat’iyen temayül göstermiyordu. Eğer
bizzat Abdülhamid’e kalsaydı, evvelce Bulgaristan için tatbik ettiği pasif bir
politika takibine karar verirdi. Fakat Yunanistan, Adadaki kuvvetlerini geri
çekmeyi reddedince ve bilhassa Kara ordusu ile Türk hududunu tecavüz edince
harbe taraftar olanların başında bulunan Türkiye Er-, kân-ı Harbiye Reisi
(Serasker) Yıldız’a yapılan toplantıda Ab-dülhamid’in fikirlerine iştirak
etmedi ve harbe karar verildi.
Von
Der Goltz tarafından yetiştirilen genç Türk subayları da esasen düşman ile
kozlarını paylaşmak için büyük bir arzu ve heves gösteriyorlardı. Padişahın
Berlin’deki büyük müttefiki, yeni Osmânlı ordusunun harb gücünü tecrübe ve
Krupp fabrikaları tarafından yapılan silâhların ve topların tesirini göstermek
için mütemadiyen onu teşvik ve tahrik ediyordu. Osmanlı Ordusunun kuvvet ve
kudretini görmek hususunda istical eden Kay-zer, kızkardeşinin Yunan veliahdi
olması gibi hissî düşüncelere aslâ ehemmiyet vermiyordu. Fakat Abdülhamid hâla
tereddüt içindeydi. Yunanlıların Girid’e asker çıkarmasından ancak iki ay sonra
Türkiye Yunanistan’a harb ilân etti. Onbeş seneden beri Haliç’de demirli
bulunan beş eski harb gemisi halkın heyecanlı tezahüratı arasında Marmara’ya
açıldı.
Ancak
otuz gün devanı eden bu harb Abdülhamid’in büyük bir şöhret kazanmasına vesile
oldu. Baştan sonuna kadar Yunanlılar birbirini tâkip eden feci mağlûbiyetlere
uğradılar. Harbe girerken yüksek bir moral gösteren Yunan ordusu tamamen
dağılmaktan kendisini kurtaramadı ve Alman usulüne göre yetiştirilmiş
subayların idare ettiği çok disiplinli Türk Ordusu tarafından her bakımdan
hezimete uğratıldı. Birkaç gün içinde Türkler Tesalyaye doğru ilerlediler ve
Larisa’yı aldılar. Bir iki hafta sonra da Yunan hükümet merkezindeki harb
taraftarlığı bir balon gibi söndü, yerini geniş bir paniğe terketti. Vaziyet o
kadar vahimdi ki, büyük devletler yeniden müdahaleye mecbur oldular ve
düşmanlığa son verdirdiler.
Zafer
neş’esi içindeki Türkiye artık her türlü sıkıntı ve üzüntüleri unutmuşa
benziyordu. Bizzat Jön Türkler bile seslerini kısmışlardı. İstanbul
caddelerinde mağrur ve muzaffer bir şekilde gezen Abdülhamid, halk tarafından
coşkun bir tezahüratla alkışlanıp Gazi ünvanıyla selâmlanıyordu.
Henüz
iki ay evvel Ramazana tesadüf günlerde öldürülmek korkusu yüzünden saraydan
dışarı çıkmaya cesaret edemeyen Padişah, İstanbul’da her sene yapılan
Peygambere ait mukaddes eşyanın ziyaretine giderken son dakikada büyük bir
vehme kapılmış, merasim alayını terkederek Dolmabahçe’den Top-kapı sarayına
kayıkla geçmişti. Fakat şimdi halkın içten gelen alkışları, askerlerinin itimat
telkin eden tavırları ona sonsuz bir neş’e veriyordu.
Avrupa’h
sefirler onu asla bu derece keyifli görmemişlerdi. Eski düşmanı Sir Philip
Currie Padişahı, Ermenilere yardım teşkilâtını desteklemeye bile mütemayil
bulmuştu. Nitekim Ermeni tebaasının ıstıraplarını dindirmeye çalışan Britanya
Güvenlik Komitesine açıkça teşekkür edecek kadar kurnazca bir harekete dahi
tevessül etmişti.
Abdülhamid,
İngiltere Kraliçesi Victoria’nın tahta çıkışının altmışıncı yıldönümünün
verdiği fırsattan faydalanarak demişti ki; “Eğer İngiltere ile bir ihtilâfımız
varsa, buna ne İngiliz milleti, ne de Kraliçe hazretleri sebebiyet vermiştir.
İhtilâfın asıl ve hakikî müsebbipleri bâzı siyaset adamlarıdır.”
Sadrâzamdan
itibaren bütün Türk nâzırları, Majeste Kraliçenin yıldönümleri şerefine
sefarette verilen suvareye iştirâk hususunda Padişahtan hususî surette emir
aldılar. Ayrıca sefaret kilisesinde yapılan jübile duasında Osmanlı
İmparatorluğu yüksek makam sahibi beş hristiyan memur tarafından temsil edildi.
İngiliz
umumî efkârının mühim bir kısmı bu ânî değişikliği çok güç kabul ediyordu.
Nitekim Kraliçe’nin yıldönümünü tebrik için Padişah tarafından hususî surette
Londra’ya gönderilen hey’ete karşı Başvekil Mr. Gladstone’un hasmâne bir
nümayişe tevessül etmesi, iki memleket arasındaki münasebetleri bir kere daha
gerginleştirmişti. Fakat Kraliçe Victoria çok diplomat bir hükümdardı. Bu
itibarla Padişahın hey’etini, dostluk hislerinin ihya edildiğine delâlet eden
bir sempati ile kabul etti. Diğer taraftan Padişah şahsen duyduğu hürmetin bir
nişanesi olarak, Tarabya’daki yazlık sefarethanede verilen ziyafette
misafirleri eğlendirmek için altmış kişilik bir müzisyen ve artist grubu
gönderdi.
İstanbul’da
sulh konferansının açıldığı zaman, bu ânî dostluğun hakikî sebebi de anlaşıldı.
Bu konferansta Türkiye, Tesalya’nm büyük bir kısmının kendisine bırakılmasını
ve on milyon lira tutarında bir harp tazminatı ödenmesini istedi. Eğer
Abdülhamid kendisinin Kayzer tarafından desteklendiğine gü-venmeseydi, bu kadar
mühim istekle ortaya çıkmaya cesaret edemezdi. Fakat diğer Avrupa milletleri
Tesalya’nm Türk hâkimiyeti altına girmesini aslâ arzu etmiyorlardı. Bu itibarla
Padişah bir hudut tashihi ve dört milyon liralık tazminat ile iktifaya mecbur
kaldı.
Çok
çapraşık ve dikenli olan Girit mes’elesine gelince, bu da ânî bir kararla
bertaraf edildi. Adanın himayesini bizzat büyük devletler kendi üzerlerine
aldılar. Bu mevzuda Almanya ve müttefiki Avusturya, diğer Avrupa milletlerinden
tamamen ayrı düşünce ve kanaatteydiler. Bu sebeple harp gemilerini Girit’ten
çektiler ve hristiyanlarla müslümanların bütün otoritelere karşı açık bir isyan
hâlinde bulundukları adanın asayişini temin gibi nankör bir vazifeyi İngiltere,
Rusya, Fransa ve İtalyaya bıraktılar.
Denilebilir
ki, bu harp ekonomik bakımdan Türkiye için istifadeli olmuştur. Ayrıca muzaffer
Türk askerleri, AvrupalIların müdahalesine karşı ayaklanmak hakkını da
almışlardır. Fakat asıl mühimmi, bu harp sayesinde Padişah, yalnız imparatorluk
hudutları içinde değil bütün İslâm âleminde de büyük bir itibar kazanmıştı.
Osmanh Ordusuna yardım için Hindli prensler büyük bağışlarda bulunuyorlardı.
Pasifik ve Hind okyanusundaki adalara dağılmış olan müslümanlardan Yıldıza
tebrik yağıyordu. Bugüne kadar İngiltere’nin Hindistan İşleri Nezareti
Halifenin Hint müslümanları üzerindeki nüfuzunu asgariye indirmek çarelerini
arıyordu. Fakat buna rağmen Abdülhamid’in İslâm Birliği propagandası
meyvelerini vermeye başlamıştı. Müslüman olmayan bir kimsenin iştirakine
müsaade edilmeyen Kurban Bayramında kurban kesmek için at üzerinde Dolma-bahçe
sarayına gelen padişahı alkışlamak üzere gayet gösterişli elbiseler giymiş olan
Hint prensleri de Arap şeyhlerin yanında yer almışlardı.
Kordiplomatik
arasında bayram merasimini tâkip etmiş olan Britanya sefaretine mensup genç bir
sekreter babasına yazdığı mektupta şunları söylemektedir; “Kurban Bayramı bende
büyük bir tesir husule getirdi. Bu bayram, padişahın ne kadar muazzam bir
kudrete sahip bulunduğunu ve ona bir kötülük yapmaya teşebbüs etmenin ne kadar boş
olduğunu ispat etmektedir.”
Sekiz
ay evvel aynı genç adam Sultan Abdülhamid’in, kendi hükümet merkezinde, yabancı
devletler tarafından tehdit edildiğini görmüştü. Hattâ bir sene önce Jön
Türklerin mutlak surette isyan edeceği hususunda müteaddit dedikodular
dolaştığını, sözüne itimat edilebilen siyaset adamlarının Padişahın bir seneden
fazla saltanatta kalamayacağını söylediklerini de işit-mişti. Bununla beraber
harp ihtimali karşısında bütün Türkler Padişahlarının etrafında toplanmışlardı.
Şimdi Abdülhamid artık tamamen her şeye hâkim bulunuyordu..
Balkan
milletlerinin en haris prensleri bile bu defa Yıldızın bu yaşlı adamıtıa sonsuz
bir hürmet göstermeye mecbur olmuşlardı. 1897 yılının Kurban bayramı
merasiminde hazır bulunan prens ve paşalar arasında Padişahtan resmen
Bulgaristan Prensliği ve Doğu Rumeli Valiliği almış olan Ferdinand da vardı.
Prens Ferdinand dahi Padişah kadar kurnaz ve zeki bir adamdı. Nitekim her
ikisinin de tahta geçmesini temin etmiş olan Mithat Paşa ve Stambouloff aynı
akıbete mâruz kalmışlardı. Filhakika Ferdinand, eski nâzın ve rehberi
Stambouloffa’un katli ile doğrudan doğruya ilgili değildi ama,
suçluları cezalandırmak için de hiç bir ciddî teşebbüste bulunmamıştı.
Prens
Ferdinand’ın, kendisine'hürmet göstermeye hazır olmasma mukabil Padişah da ona
lûtufkâr bir muamele yapmaya mütemayildi. Damarlarında Bourbon’ların kanı akan
bir prensin tâzimlerini kabul etmek düşüncesi, Abdülhamid’in gururunu son
derecede okşuyordu. Ayrıca birbirlerine itimatsızlık duymalarına rağmen,
Abdülhamid ve Ferdinand yanyana gelmekten de derin bir zevk alıyorlardı. Bu
buluşmadan sonra Prens, yabancı devlet adamlarıyla yaptığı görüşmelerde
Sultanlar Sultanı olan Abdülhamid’e tâbi olmakla gurur duyduğunu ifadede aslâ
kusur etmiyordu.
1897
yılı yaz mevsiminde İstanbul ziyaretçilerle dolmuştu. Gittikçe artan
dermansızlığına ve hâd safhaya varan uykusuzluğuna rağmen Abdülhamid, yabancı
misafirlerine hüsnü kabul göstermek için sonsuz bir gayret sarfediyordu. Şahsî
itiyatlarındaki sâdelik ve tasarruf hususundaki aşırı gayretiyle
maiye-tindekilere ve yabancı hükümdarlara kıymetli hediyeler vermek hususunda
yaptığı israf tam bir tezat teşkil ediyordu. Onun bu cömertliği daha ziyade
umumî efkârı tesir altında bırakmak maksadına atfedilebilir. Fakat tamamen
ilgisiz görünmesine rağmen, artık ihtiyar bir kadın olan ve sürgün hayatı
yaşayan eski Fransız İmparatoriçesi Eugenie’ye İstanbulu ziyaretinde çok nâzik
ve mertçe bir misafirperverlik gösterdi...
Eugenie,
Yıldızda, halâ bir hükümdarmış gibi kabul gördü. Bu vaziyet Fransa Sefiri Paul
Cambon’u çok müşkül bir duruma düşürmüştü. Abdülhamid eski împaratoriçeye böyle
mert ve asîl bir harekette bulunmakla şüphesiz ki, Paris ziyareti sırasında
Eugenie’nin Tuileries Sarayında kardeşi Murad’a nispetle kendisine gösterdiği daha
sathî alâkaya bir mukabelede bulunmuş oluyordu.
Abdülhamid
ile vâki görüşmelerinde, Murad’m isminden bahsetmemesi hususunda ihtiyar
împaratoriçeye çok sıkı ve ciddî bir tavsiyede bulunulmuştu. Boğazın
kayıkçıları bile Çıra-ğan sarayının önünden geçerken başlarını başka tarafa
çeviriyorlar, arabacılar atlarını daha süratli sürüyorlardı. Çünkü herkes saray
civarında dolaşan hafiyelerin herhangi bir şekilde kendilerini eski Padişahı
kurtarmaya teşebbüs etmekle itham etme-| lerinden
korkuyordu. Aradan yirmi sene geçmesine rağmen Ab
dülhamid
halâ, artık bir hayaletten başka bir şey olmayan ve Çı-rağan da mahpus hayatı
yaşayan Murad’dan son derecede çekiniyordu. Bu itibarla hiç kimse, Padişahın
nefret ettiği Murad’m isminden bahse cesaret edemiyordu. Ayda bir defa
hekimlerden j
ibaret bir
hey’et eski padişahın sıhhati hakkında Abdülhamid’e
bir
rapor takdim ediyordu. Bu raporlar dahi, her sene neşredilen [i
1876
Kanun-i Esasisinin tâlikine dair olan esaslar kadar basit ve
sathî
idi.
·
XXIX
Alman
İmparatorunun İstanbul’ u ikinci Ziyareti
1898
Ekim ayında İmparator Guillaume ikinci defa olarak olarak İstanbul’a geldi. Bu
ziyaret imparatorun, Kudüs’te yeni inşa edilen Luteryen Kilisesinin açılışı
için Filistin’e gitmeden evvel yapılmıştı. Ziyaretin zamanı bundan daha iyi
seçilemezdi. Çünkü aynı tarihte Girit’teki vaziyet, Abdülhamid’in dört büyük
devlet ile olan münasebetlerini iyice gerginleştirmişti. Bu dört devlet,
dünyanın diğer kısımlarındaki ihtilâfları ne olursa olsun, adadaki asayişi
temin için sıkı bir işbirliği yapmak hususunda mutabık bulunuyorlardı. Bu
suretle de Girit limanındaki Türk garnizonunun takviye edilmesine mâni
olmuşlardı. Limandaki İngiliz bölgesinde bulunan müslümanların ayaklanması
neticesinde İngiliz konsoloshanesi ateşe verilip viskonsül ile bir kısım
memurlar yakılınca, amirallerin de sabrı tükendi ve adadaki kuvvetlerini geri
çekmesi için Padişaha müşterek bir nota verdiler. Bu notada adadaki Türk
bayrağını muhafaza için sadece sembolik bir kuvvet bırakılmasına müsaade
ediliyordu.
Abdülhamid
İngiltere, Fransa, Rusya ve İtalya harp gemilerine karşı meydan okuyacak
kudrette değildi. Bu itibarla müttefik devletlerin isteklerine boyun eğdi.
Sadece adada itibarî şekilde vesayeti muhafazaya ve son derece ağır şartlar
altında Vâ-li olarak bir Rum prensinin tâyinini kabule mecbur oldu. Bu hâl ve
vaziyet içinde Türkiye’ye dost kalan yegâne Avrupah devlet Almanya olmuştu.
Girit’ten harp gemilerini çeken ve ültimatomu
imzalamayı reddeden Kayzer, Padişahı son derecede minnettar etti. Alman
ittifakına açıkça muarız olan Vambery’e Abdülhamid bir gün demişti ki: “Alman
İmparatoru ile tesis ettiğim dostluğu tenkit faydasızdır. Çünkü bütün
AvrupalIlar bana mümkün olan her çeşit fenalığı yapmak istedikleri şu sırada,
dostluk ve yardım eli uzatan yegâne millet Almanlar olmuştur.”
Padişah
ikinci Guillaume’un kendisine gösterdiği yakınlığın hakikî maksadının ne
olduğuna aslâ temas etmek istemiyordu. Bu seyahatin sadece mukaddes ve dinî
sebeplerden ileri gelmediğimi anlamak zor değildi. Kudüsteki yeni Luteryen
kilisesinin açılışı hiç bir surette Harbiye Nâzın Prens Bulow ile Deutsche Bank
mümessili Dr. Siemens’in İmparatora refakatlerini icabettirmezdi. Almanlar için
Padişahtan Bağdat demiryolu imtiyazının alınması hususunda en müsait zaman
zuhur etmişti.
Almanyanın
yeni sefiri Mareşal Baron Von Bilberstein’in gayretlerine ve padişahın yüksek
memurlarına bol miktarda rüşvet vermesine rağmen Konya - Bağdat hattının
imtiyazını almak uzun zaman sürüncemede kalmıştı.
Abdülhamid
sadece büyük devletlerin kıskançlıklarım tahrik etmek suretiyle tarafsız bir
siyaset takip etmesine rağmen, bir gün kendisine harbe mecbur edeceğinden
korkarak herhangi bir devlete imtiyaz vermekten çekiniyordu. Afrika’da,
İngiltere ve Fransa arasında had safhaya giren müstemlekecilik
rekabeti
yüzünden Abdülhamid, Fransa veya müttefiki Rusya’ya cephe almakta mahzur
görmüyordu. Hattâ Kayzer’in dostluğunu muhafaza etmek için Almanyamn
emperyalist siyasetinin tahakkukunu temin bakımından en küçük bir maksat
taşımıyordu. Bu suretle bir defa daha vakit kazanmış oluyordu.
Misafirlerine
karşı son derece mültefit davranmak ve onları hediyelere garketmekle beraber
imtiyaz hususunda hiçbir sarih taahhüde girmedi. Sadece Sirkeci ile yeni inşa
edilen Haydarpaşa garı arasındaki feribot servisini Almanlara kiralamakla
iktifa etti. Yeni garın resmen açılışında Kayzer ile beraber hazır bulunuşu,
Alman İmparatoruna esas mes’eleleri unutturup, dikkatini başka tarafa çevirmesi
maksadına mâtuf bulunuyordu.
Bununla
beraber imparatora karşı, geçenki ziyaretten daha muhteşem olarak gösterilen
misafirperverlik ve Padişahın bir kardeş gibi duyduğu samimi ilgi, kafasında
bambaşka projeler bulunan Guilliaume’u memnun etmeye kâfi gelmedi. Fransa
sefaretine mensup yüksek bir memurun tahminine göre Alman İmparatorunun Şarka
yaptığı bu seyyahat Türkiye hâzinesine altı milyonu hediye olmak üzre otuz
milyon franga malolmuştur. Türkler hiç bir yabancıya ve Avrupalıya aslâ bu
kadar hararetli bir misafirperverlik göstermemişlerdi.
Muhtelif
hisler altında bulunan yabancı sefirler, nişanlarla süslü muhteşem bir üniforma
giymiş olan Alman İmparatorunu, beyaz bir at üzerinde İstanbul caddelerinden
geçerken halkın coşkun bir şekilde alkışladığına şahit olmuşlardı. İngüizler ve
AvusturyalIlar bu seyahatten hayırlı neticeler çıkacağına ihtimal veriyorlardı.
Fransızlar ve Ruslar ise ihtiyatlı bir sükût içinde kalmayı tercih ediyorlardı.
Fakat Fransız sefiri Paul Cambon, itiyadı olduğu veçhile müstehzi bir dil ile
bu hâli şöyle anlatıyor: “Kayzer her ne kadar harpten ve deniz savaşından
bahsediyorsa da, çeşitli askerî üniformalarla süslenmesine rağmen, ken-dişi ne
kara, ne de deniz askeridir. Sadece acemi bir seyyahtır. Fakat Padişahın
şahsında hakikî bir sağmal inek bulmaya muvaffak olmuştur.”
Fransız
basınında neşredilmekte olan yüzlerce karikatürde daha fena bir şekilde
Türkiye, ayakları, İngiltere, Rusya, Fransa ve İtalya tarafından zorla tutulmak
suretiyle Almanyanın sağdığı bir inek olarak temsil ediliyordu. Başkâtip Arap
İzzet Paşa, bu karikatürleri padişaha göstermeye aslâ cesaret edememişti.
Kayzer’in
ikinci ziyareti şerefine tamamen yenilenmiş olan Merasim Köşkünde, İmparator ve
İmparatoriçe, herşeyden evvel arzularının yerine getirilmesini temenni
ediyorlardı. Kocasının çok hareketli geçen hayatına intibak edebilmek için
sar-fettiği gayretten dolayı vaktinden evvel ihtiyarlamış olan silik ve mahçup
İmparatoriçe Augusta, Bin Bir Gece Masallarındaki hayâl âleminin zevk ve
heyecanını yaşadığı Osmanlı sarayında âdeta sarhoş gibiydi. Fakat Guillaume
sabırsızlanıyordu. Şarklılara mahsus diplomatik oyunlar Kayzeri hiddetlendirmişti.
Padişaha karşı her ne kadar derin bir sempati besliyorsa da şiddetli bir
kıskançlık hissi altında gittikçe şüpheleri artıyordu. Çünkü Abdülhamid Bağdat
demiryoluna ait imtiyaz mes’elesi hakkında bir karara varmayı, Fransa ile
İngiltere arasındaki Afrika müstemlekeleri ihtilâfının nasıl halledileceğini
bekleyerek kasten geçiktiriyordu.
Mütekabil
mültefit ve nâzikâne muamelelere ve kıymetli hediyeler teatisine rağmen hava
oldukça gerginleşmişti. (Bu sırada Kayzer, İstanbul’da Sultanahmet meydanındaki
meşhur çeşmeyi yaptırdı.) Hakikatte her iki hükümdar Mavi Nil bölgesinde
cereyan eden hâdiseler neticeleninceye kadar birbirleriyle pek az ilgilendiler.
Yıldızın telgraf hatları, İngiliz ve Fransız Başvekillerinin en son kararlarını
Abdülhamid’e intikal ettirmek için gece gündüz durmadan çalışıyordu. Bu
hâdiseler acaba bütün Avrupayı harbe sürükleyecek şekilde İngiltere ile Fransa
arasında bir husumete müncer olacakmıydı?.. Bu
vaziyette Türkiye tarafsızlığından istifade ederek Mısın
tekrar eline geçirebilir ve Kuzey Afrika Arapları nezdindeki itibarını tekrar
tesis edebilirdi.
Kayzer
dahi bu mes’ele ile çok yakından ve fakat ayrı cepheden ilgileniyordu. Çünkü
Afrika müstemlekeleri için İngiltere ile Fransa kendi aralarında çarpışmak
mecburiyetinde kalırlarsa Kayzer de Asya’da tamamen serbest kalabilecekti.
Afrika
buhranı had safhaya geldiği sırada Alman İmparatoru ve İmparatoriçesi de
Filistine gitmek üzere 27 Ekimde İstanbul’dan ayrıldılar. İki hükümdar
atasındaki dostluk, görünüşte devam etmesine rağmen Kayzer, hayalindeki
imtiyazlara kavuşamamıştı. Bu husustaki üzüntüsünü Osmanlı Nâzırları ile vâki
görüşmesinde ifade etmekten kendisini alamadı.
Abdülhamid,
Kayzerin bu sözlerinden habersizmiş gibi davranarak misafirlerini Dolmabahçe
rıhtımında çok samimî bir şekilde uğurladı. Adeta aralarında hiç bir ihtilâf
vukua gelmemişti.
Akşam
oluyordu. Padişah Yıldıza doğru yol alırken, caddenin iki tarafına sıralanmış
olan meraklıların çehreleri zor tefrik ediliyordu.' Abdülhamid karanlıkta araba
ile yolculuk etmek kadar hiç bir şeyden nefret etmezdi. Muhafız askerlerinin
ellerindeki fenerlerin ve caddelerin lâmbalarının ışığı altında zaman zaman
parlayan çehrelerin her biri Padişahın gözlerine korkunç birer câni gibi
görünüyordu. Avusturya İmparatoriçesi güzel Elisabeth’in fecî bir şekilde
öldürülmesinden sonra Abdülhamid de devamlı bir suikast korkusu içinde
yaşıyordu. İmparatoriçe-nin katili mahkemede Elizabeth’e karşı hiç bir
düşmanlığı olmadığını ve sadece onun bir tahtta sahip bulunmasının bu cinayete
sebebiyet verdiğini itiraf etmiş ve hakkındaki karar okunurken “Yaşasın
İhtilâl!” diye bağırmıştı. Abdülhamid’e bu izahatı, ziyareti sırasında Kayzer
vermişti. Bundan sonra Padişah halkın karşısına çıkacağı zaman elbiselerinin
altına bir zırhlı gömlek giymeyi âdet edinmişti.
Yıldız
Sarayına gelip de kapılar kapandığı zaman büyük bir huzur ve emniyet duydu.
Fakat bu defa da karşısında zeki bir adam bulamamaktan dolayı üzülüyordu. Eğer
Arap İzzet Beyi huzurunda görseydi Kayzer’in özlediği imtiyaza ait fermanı
imzalamaya râzı olabilirdi. Fakat kurnaz bir adam olan İzzet Bey yerine
AvrupalIlarla her türlü ittifaka açıkça muarız ve eski ekole mensup namuslu ve
son derecede faziletli bir Türk olan Süreyya Bey huzuruna geldi.
Süreyya
Bey Mabeyn Başkâtibi sıfatıyla, dünyanın dört köşesinden gelen raporları tetkik
ve tasnif etmekle vazifeliydi. Bu raporların hiçbiri padişaha arzedilemiyecek
kadar ehemmiyetsiz değildi. Zira Padişahın seneler ilerledikçe artan en büyük
kusuru tefrik ve temyiz kabiliyetindeki zaafıydı.
Tesadüfen
veya kasten, Süreyya Bey Mezopotamya askerî makamlarından gelen bir raporu Padişahın
tetkik edeceği evrakın en üstüne koydu. Bu raporda, Alınanlardan mürekkep bir
arkeolog grubunun Musul bölgesinde güya harfiyat yapmak maksadıyla petrol
araştırmasıyla meşgul olduğunun tesbit edildiği bildiriliyordu. Rapora göz atar
atmaz, Abdülhamid’in Alınanlara karşı şimdiye kadar gizlediği itimatsızlık
açığa çıktı. Demek ki bu suretle dostu Kayzer elindeki son imkânlardan da onu
mahrum etmek istiyordu!
Böylece
Guillaume’un şark seyyahati Abdülhamid’in nazarında derhal şüpheli bir hal
aldı.
Arap
İzzet Beyin tavsiyesi üzerine Padişah yalnız Kay-zer’in Türkiyeyi ziyaretine
muvafakat etmekle kalmamış, memleketine gelen bu hükümdarın çok muhteşem bir
şekilde misafir edilmesi için büyük masraflar yapılmasını da kabul etmişti.. Abdülhamid’in asıl maksadı, Almanya ile bir ittifak
yaptığını gururla ilân etmek ve Kayzer’in şarka karşı gösterdiği yakınlığı
destekler görünmek suretiyle belki de Hindistan yolunu emniyette bulundurmak
için devamlı güçlüklerle karşılaşan İngiltere ile Almanya'nın arasını açmaktı.
Fakat İngiltere’nin, Kayzer’in bu seyahatinde bir mahzur görmemesi, hattâ
müspet karşılaması padişahı oldukça öfkelendirmişti. Hele Times gazetesinin bu
seyahatte hususî bir muhabir bulundurması ve seyahatin Cook Ajansının
organisazyonu ile yapılması da çok mânidardı. Diğer taraftan bir İngiliz
gazetesinde çıkan bir yazı Padişahın hiç hoşuna gitmemişti. Bu yazıda
deniliyordu ki: “Alman İmparatorunun Mukaddes Topraklar üzerindeki seyahati
için alınan mükemmel tertibat Cook Ajansının organizasyon sahasındaki başarısı
ile mümkün olmuştur. Bu başarısından dolayı Cook Ajansını tebrik etmek
lâzımdır.”
Abdülhamid
Almanların bu iki yüzlü hareketinin delillerinden
bahsettiği vakit Arap İzzet Bey aslâ bu kadar sâkin ve soğukkanlı görünmemişti.
Halen kendisini Alınanlara satılmış olmakla itham ederek Kudüs’te Kayzer’-i
karşılamak için yapılan hazırlıklara mâni olmasını emrettiği zaman İzzet Bey
büsbütün hareketsiz kaldı. Filhakika İzzet Bey Padişahın bu gibi iradeleri
karşısında işin nasıl idare edileceğini gayet iyi biliyordu. Defalarca
padişahın gözünden düşmek tehlikesine mâruz kalmıştı. Fakat daima kendisini
kurtarmaya muvaffak olmuştu. Abdülhamid’e, görünürde çok sâdık ve bağlı
olmasına rağmen, hakikatte ondan nefret ediyordu. Almanların Mezopotamyadaki
faaliyetlerinden îzzet Bey tamamen haberdardı. Padişahtan gizli olarak, Alman
jeologlarının araştırmalarının müsbet bir neticeye intikal edip etmediğini
dikkatle takip ediyordu. Padişahın servete karşı ne kadar haris olduğuna da çok
yakından vâkıftı. Bu itibarla, mevkiinin aslâ tehlike ile karşılaşmayacağına,
bilâkis gittikçe kuvvet kazanacağına kaniydi. Bunun da saraya gelecek şu
mealdeki bir raporla mümkün olacağına emindi; ”Musul civarındaki küçük bir
bölgenin Maverayı Kafkastaki petrol sahalarından çok daha verimli olduğu tesbit
edilmiştir.”
Padişahın
öfkesinin geçip, yerini menfaatlerini hesaplayacak temayüllere terkettiği
zamanı bekleyen İzzet Bey, imtiyaz avcılarının, akbabalar gibi bu bölgeler
üzerine üşüşmesinden evvel buraları Zat-ı Şahanenin İlâhi himayesine almasının
daha akıllıca bir hareket olacağını münasip bir şekilde Abdülhamid’e izah etti.
Ayrıca Zat-ı Şahanenin bu bölgede şahsına mahsus geniş arazisi bulunduğuna
göre, işi çok gizli olarak neticelendirmenin zarurî olduğuna işaret etti.
Ertesi
gün bir “iradei şahane” İzzet-el Abid’in paşalığa terfi ettirildiğini ilân
ediyordu.
Bu
sırada Kayzer, az daha seyahatini tehlikeye düşürebilecek engellerin farkına
varmadan düşüncelerini serbestçe ortaya atmıştı. Suriye ve Filistin halkı,
böyle muhteşem bir kafileyi as-lâ görmemişti. Söylemek caiz ise, İmparator
Hayfa’da karaya ayak basar basmaz hemen sahneye çıktı. Derhal etrafına toplanan
gazetecilere, seyahatten çok memnun olduğunu ifade etti. İmparatorluğun en
yüksek memurlarından ibaret yirmi yedi kişilik maiyeti ve altı yüz askerden
teşkil edilmiş muhafızlarıyla Yafa’dan Kudüs’e doğru tam bir zafer yürüyüşü
yaptı. Ayyıldız-h Türk bayraklarıyla Kartal armalı Alman bayrakları, Cook
Ajansının flâmaları arasında birbirine karışıyordu..
Cook Ajansı tarafından temin edilen beş yüz katır, imparatorun geceyi
geçireceği yerlerdeki istirahatini sağlayacak yirmi altı çadır ile çeşitli
yiyecek, içecek ve eşyayı, aşçıları ve tercümanları taşıyordu. Seyahat
esnasında her türlü konfor temin edilmişti.
Kayzer,
Haçlı seferlerine iştirak eden süvariler gibi muhteşem bir üniforma giymiş
olduğu halde Kudüse girdi. Kendisini tozdan ve güneşten koruyan beyaz ipekli
kumaştan yapılmış hacılara mahsus kaputu ve başlığı ile dindar halk üzerinde
büyük bir tesir yaratmıştı. Hele kortej şehrin yakınlarına gelince, yere ayak
basar basmaz tozlu yolun ortasında diz çökerek dua etmesi, karşılayan
kalabalığı büsbütün coşturdu. Bu hareketi bir kısım dünya basınında alay mevzuu
olmasına rağmen, rolünü muhteşem ve mutantan bir şekilde yaptığı inkâr
edilemezdi. Alman Luteryen kilisesini açması, (Meryem Ana) evi yapılmak üzere
katolik Almanlar için bir yer satın alması, müslüman ve yahudi cemaatlerine
mensup mümessilleri kabul etmesi, hocalarla, hahamlarla, tüccar ve sarraflarla
ayrı ayrı görüşmesi, maddî maksatlar için olmayıp sulh ve huzurun tesisinden,
insanlığın saadetine hizmetten ibaretti. Elde ettiği başarı, şimdiye kadar
seyahatini hoş karşılamış olan İngiltere Başvekili Lord Salis-bury’yi
endişelendirebilecek mahiyetteydi. Bu “sulh ve huzur havarisi”nin yeni bir
ticaret pazarından İngiltereyi uzaklaştırmak niyetinde olup olmadığı
düşünülmeye başlanmıştı.
Padişahın
ümitleri nihayet tahakkuk ediyordu. İngiltere hükümeti ile Kraliçe Victoria’nın
torunu olan Alman İmparatoru arasındaki münasebetlerde hafif bir çatlak
görünmeye başlamıştı. Diğer taraftan Afrika’dan gelen yeni haberlere göre,
Fran-sızlar çekilmeye hazırlanıyorlardı. Çünkü Ruslar, Fransızlar için
çarpışmaya henüz hazır olmadıklarını açıkça bildirmişlerdi. Fakat İngilizlerin
Mısır üzerindeki baskıları gittikçe artıyordu. Bu vaziyette İngilizleri
Mısırdan kendi kuvvetiyle çıkarmanın mümkün olmadığını gören Abdülhamid, İzzet
Paşa’nın tavsiyesine uymaya ve dostu Kayser hakkında daha çok dikkat ve itina
göstermeye mecbur oldu.
Guillaume
Filistinde başka, Suriye’de başka bir rol oynuyordu. Suriye’de Bedevi Şeyhleri
gibi giyinerek, Prens Bulow’u bile şaşırtacak bir tarzda, Selâhattin-i
Eytubî’nin türbesine çelenk koydu. Şam’a yaptığı ziyaret, seyahatinin son ve en
mühim merhalesi oldu. Büyük bir topluluk önünde Harunürreşit ile Charlmagne
arasındaki dostluğu hatırlatarak, şimdi de kendisinin Osmanlı padişahı ve üç
yüz milyon müslümanın halifesi olan Sultan Abdülhamid’in en yakın dostu
olduğunu beyan etti.
Guillaume
öyle bir rol oynuyordu ki, bunun faydası kadar zararı da büyük olabilirdi.
Avrupayı ve bizzat milletinin büyük bir kısmını şaşırtan nutku, İslâm âleminde
heyecan ve alâka ile karşılanmıştı. Padişah bu nutka, minnettarlık duygularını
açıkça ifade ederek cevap verdi. Fakat diplomasi çarkları Doğuda harekete
geçmek için çok ağır dönüyordu. Abdülhamid’ten başka hiç kimse meşhur bir
atalar sözünün doğruluğuna inanmıyordu: “Acele işe şeytan karışır.”
Nihayet
aradan bir sene geçmeden 27 Ekim 1899 da, Konya’dan Bağdat’a ve İran körfezine
uzatılacak demiryolu hattına ait imtiyazın Alınanlara verilmesine Padişahın
muvafakat ettiği Anadolu demiryolları Şirketi ile Deutsche Bank Müdürlüklerine
bildirildi.
·
XXX
Hicaz
Demiryolu
Abdülhamid’in
saltanata geçişinin yirmibeşinci yılı ile beraber yeni bir asır da doğmuştu.
Paris’te, Londra’da veya Cenevre’de mahrumiyet içinde yaşayan mülteci Türklerin
ümitleri henüz tahakkuk etmemişti. Padişah sadece tahtını muhafaza etmekle
kalmamış, zamanla efsaneleşen "bir zırha bürünmüştü. Aydın zümrenin
kendisinden nefret etmesine, ordu mensuplarının ise devamlı tenkitlerine
mukabil, milletinin büyük bir ekseriyeti tarafından sevilen bir varlık olmuştu.
İstanbul’un fakir halkı için Abdülhamid merhametli ve şefkatli bir “Baba” idi.
Şehrin ahşap mahallelerinde sık sık vukua gelen yangınlarda felâkete
uğrayanlara her türlü yardımı yapıyordu. Kendisinin tasarrufa son derecede
riayetkâr olduğu, mağdur kimselerin şikâyetlerine karşı yakın ilgi gösterdiği,
günlük hayatını çok sâde ve etrafındakilere karşı derin bir şefkat ve muhabbetle
geçirdiği hususundaki medhüsenâlar İmparatorluğun her tarafına yayılmıştı.
Tahta çıkışının yirmibeşinci yıldönümüne rastlayan bu sırada İngiltere bütün
dikkatini Transval’de cereyan eden hâdiselere hasretmiş, Rusya ise Uzak -
Doğu’da büyük bir maceraya atılmıştı. Halbuki
Abdülhâmit, bütün dindar müslümanların gözünde hayatmm en büyük bir eseri
olacak mühim bir işle meşguldü. Padişah ve Halife sıfatıyla demiryolunu Şam’dan
itibaren mukaddes beldeler Mekke ve Medine’ye uzatmaya karar verdiğini bütün Müslümanlara
ilân etti. Hac farizasını yerine getirebilmek için bir çok
zorluk ve zahmetlere katlanmaya mecbur olan zayıf veya ihtiyar kimseler bundan
soma Kâbeye kolaylıkla gitmek imkânını bulabileceklerdi. Bu hattın inşası için
kurulacak şirkete hiç bir hristiyanm sermaye yatırmasına müsaade edilmemişti.
Hat tamamen dindar müslümanların gönül rızasıyla verecekleri paralarla inşa
edilecekti. Bu maksatla ilk defa olarak Padişah elli bin lira ödeyip listenin
başma kendi adını yazdırdı.
Sermayeye
iştirak hususunda yaptığı davet, müslümanlar arasında sür’atle yayıldı ve kısa
bir zamanda büyük mukabele gördü. Hindistanlı prensler yardım hususunda
birbirleriyle âdeta yarış ediyorlardı. Pasifik adalarında yaşayan en fakir ve en mü-tevazi kimselere kadar bütün müslümanlar Halifenin
dâvetine icabet ederek mühim miktarda para yatırdılar. Müslümanlar arasında
mütehassıs teknisyenin az olması Padişahı Alman ve İtalyan mühendisler
kullanmaya mecbur etti. Fakat kendilerine cennette bir yer temin edecek olan bu
hattın ehemmiyetli bir kısmı müslüman köylüler ve askerler tarafından sonsuz
bir şevk ve arzu ile çalışılarak inşa edildi.
Hicaz
demiryolunun tesisi bütün dünyaya Türklerin istedikleri zaman herşeyi yapmaya
muktedir olacaklarım ve her türlü zorlukları bertaraf edebileceklerini ispat
ediyordu. İklim, arazi durumu, çapulcu Bedevilerin baskınları gibi., karşılaştırılan her türlü zorluklara rağmen, iş o kadar
muntazam ve sür’atle ilerliyordu ki, Padişahın para toplanmasını ilân ettikten
sonra demiryolu Medine yakıtlarına ulaştırılmıştı.
Bu
hattm inşası hususundaki fikrin umumiyetle Arap İzzet Paşadan geldiği
söylenmektedir. Fakat başka bir ihtimale göre de, Hac farizasını yerine
getirmek maksadıyla Müslüman ahalinin Mekke’ye gitmeye nâfile yere zorlanarak
onlara işkence yapıldığı hakkında Kraliçe Victoria’nın Padişaha yazdığı şikâyet
mektubu vesile olmuştur. Abdülhamid’i yakından tanıyanlar ise onun mutaassıp
bir dindar olmadığını, hususî hayatında Kur’anın emrettiği namaz gibi farz olan
dinî vecibeleri ihmal ettiğini söylüyorlardı. Fakat çok muhtemeldir ki,
hakikatte dinî ihtiyaçlardan ziyade siyasî ve stratejik zaruretlere cevap veren
Hicaz demiryolunun inşası hususunda müslümanlık propagandası büyük bir başarı
sağlamıştır. Hattâ Mısır’daki İngiliz makamları, Sina yarımadasının
yakınlarından geçen bu hattın ileride sebep olacağı tehlikeden şimdiden
korkmaya başlamışlardır. Fakat bu sırada İngiltere hükümeti Transval’daki
hâdiselerle meşgul olduğu için Abdülhamid, teşebbüsünü gayesine ulaştırmaya
muvaffak olmuştu.
Öyle
anlaşılıyordu ki, çok uzun ve fakat mâceralı geçen bu saltanatın üzerine kızgın
bir güneşin kavurucu sıcaklığı gelmeye hazırlanıyordu. İngiltere ve Amerikadaki
Ermeniler devamlı surette nümayişler tertip ediyorlardı. Nitekim Kürdistanın
dağlık bölgeleri içinde kaybolmuş köylerde yapılan katliamlar, artık dünya
basınının dikkatinden kaçmıyordu. Makedonya kazan gibi kaynamaya başlamıştı.
Berlin Andlaşmasında vaadedi-len reformlar Padişah tarafından askıda
bırakıldığı müddetçe Bulgarlar, Sırplar ve Amavutlar haklarını istemekten
vazgeçmiyorlar, haydutluk ve eşkiyalık vak’aları gittikçe artıyordu.
Balkanlardaki statükonun muhafazasında Rusya ve
Avusturya’nın menfaatleri olmasına mukabil Abdülhamid’in küçük Balkan
prenslikleri arasındaki rekabeti körüklemesine diğer büyük devletler pek
aldırış etmiyorlardı.
Uzun
senelerden beri ilk defa olarak Türkiye hudutları tecavüzlere karşı mâsum
bulunuyordu. Ama padişah hususî hayatında kendisini yine de emniyette
hissetmiyordu. Mütevazi halk tabakası ona efsanevî bir
şahsiyet gibi âdeta tapıyordu. Fakat kardeşi Murat yaşadığı müddetçe
Abdülhamid, kendisini bir gasp olarak telâkki ediyordu. Ali Suavî vak’ası eski
padişahı kurtarmak için yapılan teşebbüslerin birincisiydi. Filvaki bu
teşebbüslerin herbirini ciddî tedbirler tâkip etmişti. Hattâ Şeyhülislâm,
kardeşinin ortadan kaldırılmasının vâcip olduğu hussun-da Padişaha üç defa
fetva vermişti. Fakat, Murat’ın mevcudiyetini düşünmek
onun gecesini ve gündüzünü tehir etmesine rağmen Abdülhamid bu fetvaların
hükümlerini yerine getirmemişti. Padişahın istibdadının kurbanı olarak sürgüne
gönderilenlerin arasında bizzat kendisinin çok yakın akrabaları ve eski
dostları da bulunuyordu. Sabırlı bir kimse olan Mavroyani bile bilâhare
neşredilmek üzere hususî ve gizli bir hâtıra defteri tutmakla itham olunarak
nihayet Padişahın gözünden düşmüştü. Çok itimat ettiği yegâne hekiminin kaybı
Padişahın sıhhati için çok feci oldu. Çünkü zaman zaman çok tecrübeli olan
hekiminin şahsî bilgilerine müracaata ihtiyaç hissediyordu. Bu sebepten
kendisine verilen ilâçları almayı da reddediyor, ya da yirmi kutu ilâcı ayrı
ayrı bardaklara boşaltarak tesadüfen birisini seçip içmek suretiyle zehirlenmek
tehlikesini nispeten azaltmış olduğunu zannediyordu.
Dostluk
münasebetlerini devam ettirdiği Macar Yahudisi Vambery, yeni açılacak
üniversitede felsefe ve ekonomi politik okutmak istediği zaman Padişahın
şüphesini celbetmişti... Abdülhamid bu gibi bilgilerin tecrübesiz bir çocuğun
eline verilen keskin bir bıçak kadar milleti için tehlikeli olacağına kaaniydi.
Nihayet üniversite açmak tasavvurundan vazgeçti. Vambery ve Avrupa’ya dönmek
üzere İstanbul’dan ayrıldı. Fakat çok garip bir şekilde, Üniversiteye tahsis
edilen bina da 1908 yılında Meclis-i Meb’usan’a verildi.
Bazı
devlet adamlarının yolsuzluklarına karşı müsamaha göstermeyerek onları tenkide
cesaret eden Padişaha sâdık kimseler, icat edilen bahanelerle uzak vilâyetlere
sürgün edilirken hristiyan dönmeler, maceracı tatlı su frenkleri ve kurnaz
Araplar servet sahibi oluyorlar ve bir gecede paşalığa terfi ediyorlardı.
Padişah, ahlâksızlıklarıyla alay edebilmek için nâzırlarınm yolsuzluk yapmasını
beklerdi. Meselâ ihtiyar Bahriye Nâzırınm hırsızlıklarından sık sık bahsederdi.
Fakat buna rağmen ihtiyar nâzır, Padişaha karşı yapılacak bir isyanda vazife
almaması için Türk donanmasını hareketten mahrum bir halde Haliçte tuttuğundan
dolayı mevkiini muhafaza ediyordu. Bir gün Abdülha-mid’e meşhur bir hokkabazın
çatalları yuttuğu hakkındaki hünerleri anlatılmıştı. Padişah hemen cevap
vererek, bunda o kadar büyük bir hüner görmediğini, çünkü Bahriye Nâzırınm hiç
bir rahatsızlık hissetmeden muazzam harp gemilerini yuttuğunu söylemişti.
Avrupalı
ziyaretçiler, Padişahın iki yüzlülüğü karşısında
hayret etmişlerdi. Huzurundaki nâzırlara ve yüksek memurlara ziyadesiyle
iltifat ettikten sonra onlar salondan çıkınca arkalarından kendilerini hemen
alçaklık ve namussuzlukla itham ederdi. Fakat ayrıca da birbirleri aleyhine
kendisine malûmat vermeleri için onları okşayarak sıra ile dinlerdi.
Böylece
îslâm Birliği fikrinin yaratıcısı ve teşvikçisi olan Abdül - Hûda ile Arap
İzzet Paşa arasındaki rekabeti kasten alevlendirmişti. Bunun neticesi olarak
Arap İzzet Paşa’nın entrikaları yüzünden Abdül-Hüda göz diktiği Şey-ül İslâmlık
makamından mahrum kalmıştı. Fakat bâtıl inançlara bağlı olan Padişah ihtiyar
şeyhe, kehanet sahasındaki kabiliyetlerinden dolayı İslâm Şûrasında yüksek bir
mevki vermişti. İslâm Birliği dâvasının inkişaflarını gözden geçirmek için
haftada bir defa Yıldızda toplanan İslâm Şûrası münasebetiyle Padişah ile
yakından temas imkânını bulan Abdül-Hüda da İzzet Paşa’nın başarı sağlamasına
mâni olmaktan zevk alıyordu.
1896
yazında Siyonizm’in en hararetli taraftarlarından biri olan Dr. Herzl
İstanbul’a gelmişti. Maksadı, millî bir Yahudi bölgesi kurmak için Padişahtan
Filistin’in bir kısmını kiralamaktı. Dr. Herzl, AvusturyalI bir dönme olan
Veyis Paşa’nın delâletiyle saraya nüfuz etmeye muvaffak oldu. Teklif ettiği
mühim miktardaki rüşvet ve bedel İzzet Paşa kadar, Padişahın da ilgisini
çekecek değerdeydi. Hayfa limanı ve Yafa’nın portakal bahçeleriyle Filistindeki
binlerce hektar arazi Padişahın şahsî emlâkma dahil
bulunuyordu. Abdülhamid saray hâzinesini İslâh ve takviye için olduğu kadar,
Beynelmilel Yahudi teşkilâtının sevgisini kazanarak ileride ehemmiyetli bir
istikraz yapmak imkânına da sahip olmak için büyük bir fırsat çıktığına
kaaniydi.
Doktor
Herzl, arzusuna kavuşacağını ümit ettiği bir sırada Abdül - Hûda işin farkına
vardı. Dinî Müşavir sıfatıyla, bu alış - verişin bütün Arap âleminde itibarım
geniş çapta sarsacağı hususunda Padişahı ikna etti. Tahta çıkışının
yirmişebinci yıldönümünün yaklaştığı sırada Abdülhamid daha ziyade manevî
ihtiraslarının tesiri altında kaldı ve Yahudilerin teklifini reddetti. Doktor
Herzl, tarihin seyrini değiştirebilecek olan bu ziyaretin yegâne hâtırası
olarak Padişahın kendisine hediye ettiği altın bir enfiye kutusu ile birlikte
İstanbul’u terke mecbur oldu.
Abdülhamid
bütün gayretini Asya vilâyetlerindeki hâkimiyetini kuvvetlendirmeye sarfettiği
sırada İstanbul milletlerarası bir merkez haline geliyordu. Haftada üç defa
gelen (Orient Express - Doğu Ekspresi), her defasında bir sürü spekülâtör ve
mâlî dalavereci getiriyordu. Fiatların çok garip şekilde inip çıktığı İstanbul
B orsasında çılgınca kombinezonlar tertip ediliyordu. Maalesef büyük
dalaverelerle yapılan bu kombinezonlarda umumiyetle para kaybeden hep Türkler
oluyordu. Bu işlerdeki tecrübe ve dalavereli tertipleri bilmeyen Türkler,
Rumlar ve Er-meniler tarafından devamlı surette aldatılıyordu. Fakat borsada
yapılan bu dalavereler, müslümanların hristiyanlara olan kin ve düşmanlıklarını
da daha^iyade arttırıyordu.
Padişahın
bâzı nâzırları bütçelerini denk getirmeye muktedir değillerdi. AvrupalIlardan
ibaret Düyun-u Umumiye Meclisi tarafından kontrol edilen sınaî tesislerin
gittikçe zenginleşmesine mukabil Bab-ı Ali’nin mâliyesi devamlı bir
intizamsızlık ve sıkıntı içindeydi. Padişahın sıkı bir tasarruf sağlamak
hususundaki şahsî gayretlerine rağmen saray, çılgınca yapılan bir israf içinde
idare ediliyordu.
Abdülhamid
artık ihtiyarlıyordu. Fakat her sene haremindeki kadınların adedi biraz daha
çoğalıyordu. Kadınların kendisine daha çok yakınlık ve ilgi göstermesi, fizik
kudreti azaldıkça padişah için bir kat daha lüzumlu oluyordu. Gerek çalışma
sırasında, gerekse istirahat halinde, yanında mutlâka kadınlar bulunuyordu.
Bulaşıcı bir hastalığa yakalanmaktan korktuğu için eldivenli elleriyle zarflan
ve istidaları açarken bile çalışma masasının yanında daima peçeli bir kadın
silueti görmek mümkündü.
Yeni
asrın tesiri ve havası yavaş yavaş hareme giriyordu. Paris’ten ve Viyana’dan
getirtilen dekolte elbiseler giyen sultanlar keza
Avrupa möbleleriyle dolu salonlarda (alafranga) yemek yiyorlar, en son yazılan
Fransızca romanlardan veya diplomatik skandallardan bahsediyorlardı.
Abdülhamid, sultanların dış âlemle temaslarını teşvik ederdi. Çünkü bu suretle
nâzırlar hakkında faydalı bilgiler toplamayı ümit ediyordu. Böyle bilgiler
olmasa da sultanların dışarıda gördüklerini anlatarak gevezelik yapmaları onu
eğlendiriyordu.
Yeni
asrın başında İstanbul şehri de saltanat haremi gibi tezatlar içindeydi. Pera
Palas Oteli elektrik ışıklarıyla pırıl pırıl aydmlatırılırken şehrin diğer
kısımları öyle bir karanlık içindeydi ki, akşam olunca buralarda silâhlı bir
muhafız olmadan dolaşmak çok tehlikeliydi. Bir Fransız elektrik kumpanyası
tarafından Abdülhamid’i “dinamit” ile “dinamo”nun aynı şeyler olmadığı ve
sarayda yapılacak elektrik tesisatının hiç bir tehlike vermeyeceği hussunda
ikna etmek için büyük gayret sarfetmesi lâzım geldi. Bununla beraber Padişah
böyle tehlikeli bir yeniliğin tebaası tarafından kullanılmasını kabul
etmiyordu. Otellerin, konulan yasaktan hariç tutulmasının yegâne sebebi,
turistlerin bırakacağı dövizlere duyulan ihtiyaçtan ileri geliyordu. Fakat
telefon bahis konusu olunca, Yıldıza bir hat çekilmesi için en mahir kimseler
bile padişahı ikna etmeye muvaffak olamadılar.
İstanbul’da
modern bir mahalle kurmaya teşebbüs edenler, devamlı olarak Padişahın şüphesini
celbetmişlerdir. Sir Edgard Vincent, daha sonra da Lord d’Abemon, yazdıkları
hâtıralarında herhangi bir mes’elede Padişah ile anlaşabilmek için ne büyük
zorluklara mâruz kaldıklarını anlatmaktadırlar. Bâzen bir “iradei şahane”
haftalarca hattâ aylarca neşredilmeden bekletiliyordu. Bu gecikmeler esnasında
bir imtiyaz ihsanı temennisinde bulunanlar Padişahın hususî kâtiplerini veya
saray mabeyninin ileri gelenlerini defalarca ziyarete mecbur kalıyorlar,
teşrifat kaidelerine riayet ederek günler ve saatler kaybediyorlardı.
Saray
protokolüne göre, görüşmelerin bütün ziyaretçilerin huzurunda yapılmasına pek
lüzum görülmüyordu.
Bu
engellere rağmen diplomatlar ve iş adamları birbirleri aleyhine konuşmakta hiç
bir mahzur görmüyorlardı. İmtiyaz almak için yapılan müzakerelere şimdi
Amerikalılar da iştirak etmeye başlamışlardı. Ermenilere yardım teşkilâtında
vazife almak üzere Amerikadan gelmiş olan bir hayır işleri misyonunun
reisi, Ermeni piskoposlarının rapor ve tavsiyeleri üzerine Mezopotamya petrol
kuyularına karşı büyük bir alâka göstermişti. Bir kaçı müstesna, yabancı
diplomatların ekserisinin hareket tarzı Abdülhamid’in tutumunu haklı
çıkarıyordu.
Demiryolu
imtiyazları mes’elesi, büyük devletler arasında
başlıca ihtilâf mevzuu olmuştu. Bu rekabetten Almanlar galip çıkmadan bir kaç
ay evvel bir İngiliz grubu, daha elverişli şartlar ileri sürerek bu imtiyazları
almaya teşebbüs etmişti. Bu sırada İngilizler, yeni elçileri Sir Nicholas
O’Canna sâyesinde de padişahtan iyi muamele görüyorlardı. Fakat ne İngiltere
hükümeti ve ne de Londra’nın yüksek mâli mehafili bu teşebbüsü kâfi derecede
desteklemediği için Almanlar imtiyazları almaya muvaffak oldular.
İngiltere
için mes’ut bir tesadüf olarak ileriyi gören bâzı şahsiyetler, kendi
menfaatlerini korumak için bir takım hazırlıklara giriştiler. Almanların
imtiyazlara sahip olduğu haberinden az sonra, o zamanlar Hindistan Umumî Valisi
olan Lord Cur-zon, tehlikenin farkına vararak, merkezî Avrupa demiryolunun İran
körfezine bağlanmasında fena bir maksat bulunduğunu sezdi. Lord Curzon,
İngiltere hükümetinden talimat beklemeyecek kadar cesur bir adamdı. Hemen
teşebbüsü ele alarak, İran körfezindeki İngiliz mümessiline Kuveyt’e gidip şeyh
ile gizli bir anlaşma yapması hususunda emir verdi. Bu anlaşmaya göre, Şeyh,
İngiltere’nin himayesini kabul edecek ve İngiliz mümessilinin rızası olmadan
milletlerarasık hiç bir taahhüde girmeyecekti. Bir kaç sene sonra, liman
tesisleri ve demiryolu istasyonu kurulması için Kuveyt’e temas yapmaya giden
Alman Teknik Komisyonu, Şeyhin muhalefeti ile karşılaşınca bir hayli
şaşırmıştı. Bunun üzerine Padişah, hâkimiyetini ispat için Kuveyt’e bir seferî
kuvvet gönderdi. Fakat İngilizler daha evvel davranmışlardı. Böylece Kuveyt
limanında İngiliz harp gemilerinin görülmesi, Abdülhamid’e ve onun Alman
müttefikine, Büyük Britanya’nın İran Körfezi sahillerinde hiç bir rakibin
bulunmasına müsaade etmeyeceğini fiilî şekilde ihtar etmiş oluyordu.
·
XXXI
Jön
Türklerin isyanı
Masrafı
Padişah tarafından verilerek bastırılan binlerce nüsha Kur’an-ı Kerim bütün
müslüman âlemine dağıtılıyor, Bağdat Demiryolu Torosların sarp dağlarını delip
geçiyor, Me-zopotamyada yeni petrol kuyuları açılıyordu. Artık Abdülhamid Asya
bölgesinde yaşayan tebaasının maddî ve mânevi saadetini temin edecek her türlü
meseleyi halletmek üzereydi ki imparatorluğun Avrupa hudutlarında bir isyanın
patlak verdiği haber alındı.
Berlin
Andlaşmasmda Avrupa Devlet adamlarının, daha evvel Ayastefanos Andlaşmasıyla Rusların
Bulgarlara vaadettiği ülkenin Türkiye’ye bırakılmasından, yâni yirmi beş
seneden beri Makedonya kazan gibi kaynıyordu. Makedonya, Padişah tarafından
lüzumlu İslâhat yapılmak şartıyla Türk kalacaktı. Fakat bir çeyrek asır geçtiği
halde, Abdülhamid vaadlerini yerine getirmek için en küçük bir gayret
sarfetmemişti. İdare eskisi gibi bozuk ve âsayişi teminden âcizdi. Rum, Bulgar
ve Arnavut unsurlar arasındaki ananevi düşmanlık, sık sık fecî ve kanlı
hâdiselere sebep oluyordu. Padişah, onların arasındaki rekabeti devamlı şekilde
tahrik ediyor fakat gizlice de Arnavutları destekliyordu. Eskiden Kültlerin
Ermenistanda oynadıkları rol gibi, Ar-navutlar da aynı şekilde hareket ederek
hristiyan komşularının topraklama tecavüz ediyorlardı.
Abdülhamid
Avrupanm tepkisinden ve protestosundan habersiz gibi davranıyordu. Filhakika
Balkan devletleri birbirlerine düştükçe ve Avusturya da, gayesi Selânik olan
Şarka doğru genişleme politikasına sarıldıkça, diğer taraftan Rus Çarı,
Ferdi-nand’ı tanımayarak Rusya ile Bulgaristanm arası açık bulundukça, Büyük
Devletlerin Makedonya ve Ermenistan işlerini tanzim için anlaşabileceklerine
inanmak güçtü. Fakat yirminci asrın doğuşu ile beraber yeni siyasî cereyanlar
beliriyor, Kraliçe Victoria’nm ölümü ise artık bir devrin kapandığını işaret
ediyordu. Boerler’e karşı açılan harp Avrupa’da fena bir tesir yaratmıştı. Bu
yüzden îngilizler şimdi yeni müttefikler arıyordu. Yeni müttefik ve dostlar
tedariki hususunda yeni Kral Yedinci Ed-vard kadar becerikli bir kimse daha
tasavvur edilemezdi. Onun Paris ve Reval seyahati Abdülhamid için olduğu kadar,
başarı ile yürüttüğü (Divide ut regnes - Hâkim olmak için dağıt.) politikası
için de çok tehlikeli neticeler verecek mahiyetteydi.
Fransa
ile İngiltere arasında bir yakınlaşma mümkündü. İtalya ile Fransa ise bir
dostluk tesisi için karşılıklı teşebbüslere geçmişlerdi. Rusya ve Avusturya,
Balkanlarda işbirliği yapmak için mutabakata varmışlardı. Rus Çarı, Ferdinand’ı
Bulgar Prensi olarak tanımayı kabul etmişti. Balkanlarda statükonun
muhafazasında müşterek menfaatleri vardı. Makedonyanın birbirine rakip
prenslerden birinin eline geçmesine mâni olmak hususunda sözü geçen devletler
kararlıydılar. Ne Avusturya, ne Rusya, Avrupa hudutları içinde bir anarşinin
hüküm sürmesine aslâ müsamaha edecek durumda değillerdi. Makedonyâdaki Bulgar
azınlıkları gizli komiteler kurduğu zaman, bütün Makedonyada patlak veren
isyanı bastırmak için Padişah başıbozuk kuvvetler göndermek zaruretinde
kalınca, Rusya ve Avusturya Abdülha-mid’e karşı müştereken harekete geçeceklerini
bildirmeye karar verdiler.
Manastır’da
bir Amavut’un Rus Konsolosunu öldürmesi, düşünülen müdahaleyi tahrik etti.
İngiltere’nin telkin ve desteği ile Avusturya ve Rusya Hariciye Nâzırları
tarafından hazırlanan “Murtzeg programı” denilen bir proje ile Abdülhamid’den
başıbozuk kuvvetlerini geri çekmesi ve Avrupah subayların kontrolü altında bir
Türk jandarması teşkil edilmesi istendi.
Abdülhamid
bu istekleri yerine getireceğini bir defa daha vaadetti. Fakat hemen hemen hiç
bir şey yapmadı. İtibarını kurtarmak ve Büyük Devletleri avutmak için aldığı
yarım tedbirler, asilerin hiddetini ve şiddetini arttırmaktan başka bir işe
yaramadı. Bir çok teşebbüslerden sonra vazifeye
başlamaları temin edilen bir avuç Avrupah subayın ümitsiz gayretleri memlekette
asayişin sağlanması hususunda bir başarı gösteremedi. Hattâ kontrolleri altında
bırakılan muhtelif bölgeler konusunda Büyük Devletler
arasında ihtilâf çıktığı zaman, Padişahın dostu olan Kayzer, Makedonyada
asayişi tesis için işbirliği yapmayı reddetti. Abdülhamid, bu milletlerarası
zâbıta kuvvetinin, memleketinde çok kısa bir müddet vazife göreceğini ümit
etmişti. Nitekim evvelce Türk-Rus harbinden sonra îngilizler tarafından
Anadoluya gönderilen askerî konsoloslar da vazifelerinde çok kısa bir zaman kalmışlardı.
1903
den 1907 ye kadar meydana gelen hâdiseler Padişahın beslediği ümitlerin
tahakkuk etmesine sebep oldu. Filhakika Rusya, Uzak - Doğudaki fecî mağlûbiyet
ve dahilde karşılaştığı zorluklar yüzünden dikkatini
Boğazlardan ve Balkanlardan çevirmeye mecbur olmuştu. Avusturya ise, Bosna’dan
Yenipazar sancağına uzanan demiryolu hattını inşa etmek müsaadesini kazanmak
için Türkiye ile gizlice müzakereye girişmişti.
Her
taraftan devamlı surette tâciz edilen Abdülhamid, diplomatik sahada oldukça
mâhirdi. Kendisine en çok İngilizler müşkülât çıkarıyorlardı. Sir Nicolas
O’Connor’un şahsî nüfuzu bile, İngiltere’nin Makedonyada adlî ve mali ıslâhat
yapılması hususunda Padişaha verdiği notaların sertliğini hafifletmeye kâfi
gelmiyordu. Almanya dahil, İngiltere’nin teşvikiyle
toplanan Büyük Devletler, Makedonyanın mâli durumunu kontrol etmek için
milletlerarası bir komite kurulmasını temin hususunda Padişaha kollektif bir
nota daha verdiler. Kayzer, bu ıslâhatın yapılmasının Türkiye mâliyesi için de
çok yerinde olacağını sür’atle Padişaha bildirdi. Fakat bu harekete çok üzülen
Abdülhamid, hükümranlık haklarının çiğnendiğini ileri sürerek yapılan
tekliflere karşı beş ay muhalefet ve mukavemet gösterdi. Ama bu defa Avrupahlar
teşebbüslerinde ısrar ederek 1905 Aralık ayında dört harp gemisi ile Midilli
Adasını işgal ettiler. Yabancı harb gemilerinin Türk sularında bulunması
Abdülhamid’i korkuttu ve vâki teklifleri kabule mecbur etti. Fakat Padişahın bu
uysallığı daha tehlikeli bir hâdisenin doğmasına sebep oldu. Aradan birkaç ay
geçmeden Türk ajanları tarafından yapılan bir tahrik neticesinde İskenderiye’de
AvrupalIlara karşı bir ayaklanma oldu. Az sonra da Türk kuvvetleri bir Mısır
şehrini işgal ettiler. Bu suretle Türkiye, İngiltere’nin Makedonyaya vâki
müdahalesine karşı Mısırda İngilizlerden intikam almak istiyordu.
“Akabe
Buhranı” adı ile ânılan bu harekât ile Padişah, hudutlarını Süveyş kanalına
doğru genişletmek niyetindeydi. Ama çok geçmeden Lord Cromer hâdiseyi önlemeye
muvaffak oldu. Fakat bu sırada Mısırda İngiliz aleyhtarlığı iyice yayılmaya
başlamıştı. Mısırlıların millî hisleri Halifenin lehine olarak şiddetle inkişaf
ediyordu. Bazı Alman diplomatları bilhassa tanınmış bir arkeolog olan genç
Baron Von Oppenhein iki taraflı bir rol oynuyordu. Hicaz demiryolunun varış
noktası olan Ma-an şehrini sık sık ziyaret etmesi, İngiliz makamlarını
kuşkulan-dırmaya başlamıştı. Bütün bunlar Abdülhamid’in hâlâ mücadele edecek
bir kuvvete sahip olduğunu ispat ediyordu.
1904
ilkbaharında eski padişah Murat ölmüştü. Bu suretle Abdülhamid bir gasıp olarak
tanınmak korkusundan nihayet kurtulmuştu. Murad’m ölümünden iki ay sonra bir
bayram günü İstanbul’da çok şiddetli bir zelzele oldu. O sırada Abdülhamid
Dolmabahçe Sarayının muayede salonunda yapılan merasimde hazır bulunuyordu.
Hâdiseye şahit olan bir diplomatın anlattığına göre; Saray müthiş bir surette
sarsılmış, salonun tavanına ası lı olan dört ton ağırlığındaki muazzam avize
korkunç bir gürültü ile yere düşerek parçalanmıştı.
Hazır
bulunanların hepsinin büyük bir telâşa kapılarak sağa sola kaçışmalarına rağmen
Abdülhamid kendisinden beklenmeyecek derecede bir soğukkanlılık göstererek
tahtından kımıl-damamıştı.
Daima
bir hançer darbesiyle öldürülmek vehmi içinde yaşayan Padişah bir gün
Yıldızdaki hususî tiyatrodan çıkarken genç bir subayın kama ile kendisini
öldürmeye teşebbüs etmesi karşısında gösterdiği cesaret, Mabeyn mensuplarını
bir hayli şaşırtmıştı. Müteakip sene 1095 yılında, yeni bir suikast teşebbüsü
daha oldu. Dinamit yüklü bir araba Padişahın nâmaz kılmakta olduğu Hamidiye camii önünde infilâk etmişti. Bu hâdisenin talihsiz
kurbanlarının cesetleri, Padişah camiden çıkmadan evvel derhal kaldırılmış ve
hiçbir şey olmamış gibi Cuma selâmlığı merasimine devam edilmişti. Merasimden
sonra açık arabası ile sür’atle Saraya giden Padişahı, sırmalı üniformalar
giymiş olan paşalar nefesleri kesilmiş bir vaziyette takip ediyorlardı. Fakat
bu defa Yıldızı büyük bir telâş aldı. İnfilâk hâdisesinin artık bir delinin
çılgınlığı olarak kabulüne imkân yoktu. Nitekim ciddî bir suikast dedikodusu
bütün Avrupaya yayıldı. Polis Müdürü, yapılan suikastten Ermenileri suçlu
buluyordu. Fakat şehirde ika edilen herhangi bir cinayeti Ermenilere maletmek
âdeta itiyat haline gelmişti. Tevkif edilenlerin işkence altındaki itirafları
Padişahı teskine kâfi gelmiyordu. Dinamit yüklü bir arabanın muhafız
kıt’alarının önünden geçebilmesini izah etmek mümkün değildi. Yoksa yâverlerin
arasında bir hain mi vardı?
Sürgündeki
Türklerin faaliyetlerine ait en esaslı bilgilerin kaynağı olan Paris Sefiri
Münir Paşa’nın raporlarında, Jön Türklerin teşebbüsü ile kurulan “İttihat ve
Terakki Komitesi” admdaki gizli bir teşekkülün mevcudiyetinden bahsediliyordu.
Her ne kadar Padişahın ehemmiyetli bir halife ordusu bulunuyorsa da harekâtı
idare edenlerin hüviyetlerini tesbit etmek mümkün olmuyordu.
İmparatorluğun
her tarafında yüzlerce suçsuz kimse tevkif edilmişti. Sansürün şiddeti
arttırılmış, yabancı memleketlerden gelen mektup vesair posta müraselâtı bile
kontrol altına alınmıştı. Polis idaresinin hâkim olduğu bir devlet kadrosu
içinde yetişmiş olan vali ve kaymakamlar Yıldızın’emirlerini harfiyyen icra
ediyorlar. Selânik’ten Bağdad’a kadar uzanan muazzam İmparatorluğun hiç bir
şehirde en küçük bir hürriyet nefesi alınmasına bile meydan.vermiyorlardı.
Abdülhamid
şimdi, kendi emellerine hizmet etmeyen politika adamlarını en uzak vilâyetlere
sürmek suretiyle evvelce ektiği şiddet tohumlarının meyvelerini topluyordu.
Meselâ yüksek bir vazife ile Suriye’ye uzaklaştırılmış olan bir Mithat
Paşa’nın, akidelerine taraftar olanlarla işbirliği yapmadan orada üç sene
geçirmesi mümkün olmamıştı. Kumandanlarının beceriksizliklerini ve
kabiliyetsizliklerini tenkit etmek cür’etinde bulunan genç subaylar eşkiyalarla
dolu Makedonya bölgesindeki kışlalara sürüldükleri zaman Padişahın rejimine
büyük bir sadakat göstermeye mecbur oluyorlardı.
Eğer
mücadele edilecek sadece Nicoela Karadağımn bir Obrenoviç’i veya Ferdinand
Bulgaristamn bir Karayorgisi olsaydı, Abdülhamid bunların hakkından
gelebilirdi. Dürzî emirleri ve Arap şeyhleri ise, Padişahın ihsan ve
iltifatlarına mazhar olarak sadakatlerini muhafaza ediyorlardı. Fakat
Abdülhamid’e en büyük zorluğu çıkaran ve başarısızlığına sebep olan asıl unsur,
kendisinin iyi tanımadığı tebaası, Osmanlı Türkleriydi. İslâm Birliği hayalleri
içine dalmış olan Padişah, Selânik civarında doğmakta olan yeni milliyetçilik
hareketlerinden tamamen habersizdi. Müslüman Türklerin azınlıkta bulunduğu
Eğenin bu zengin liman şehrindeki Üçüncü Ordunun genç subayların bir kısmı,
şehir nüfusunun üçte birini teşkil eden Yahudi asıllı kimselerin kurdukları
“Mason Locaları” ile temasa geçtiler. Padişah bu locaların bozguncu ve zararlı
faaliyetlerinden daima şüpheleniyordu. Esasen kardeşi Murat’ın “Türk Fran -
Masonluğunun büyük üstadlığını” kabulü zamanından beri Abdülhamid masonlardan
nefret ediyordu. Selânikteki en mühim Mason Localarından biri, İtalyanların
himayesi altında gayet rahat ve serbest bir faaliyet gösteriyordu. Bu locayı
ortadan kaldırmak için girişilecek herhangi bir teşebbüs, Trablus’u ele
geçirmek için fırsat bekleyen İtalya ile bir savaşa müncer olabilirdi.
Türk
ihtilâlci hareketinin Turancılıkla ilgili olup olmadığı kat’î surette
bilinmiyordu. Parise ve Cenevreye iltica eden küçük bir grup tarafından kurulan
“İttihat ve Terakki Komitesi”, Makedonya’da açıkça faaliyete geçtiği zaman,
karakterini tamamen değiştirmişti. Komitenin Paristeki şefleri şairlerden ve
idealistlerden ibaretti. Bunlar sadece Mithat Paşa’nın Kanun-u Esasisinin kabul
ve tatbikini görmek istiyorlardı. Makedonyada-kiler ise, Avrupanın devamlı
müdahalesiyle Türk jandarma teşkilâtında vazife gören yabancı subaylardan
memnun olmayan, yabancı kapitalistlere memleketlerini satan Arap maceraperestlere
karşı düşman olan aksiyon adamlarından ibaretti. Büyük ekseriyeti orduda
vazifeli bulunan komite mensubu subaylar, maaşlarım zamanında alamadıklarından,
buna mukabil Bağdat Demiryolu için Almanlara tediyede bulunabilmek maksadıyla
hâzinenin karşılık aramasına şikâyetçiydiler. Her ne kadar komitenin
başındakiler ekseriyetle Yahudi ve Arnavut asıllı kimseler idiyseler de Resne
ve Manastır kışlalarında “Türkiye Türkler içindir.” parolası dillerde
dolaşıyordu.
1908
yılı başlarında siyasî hâdiseler, tam mânasıyla kararlı ve azimli bir şekilde
patlak vermeye başladı. İtalya, Sinusî kabilelerinin tecavüzlerine karşı
kalonisini himaye etmek bahanesiyle Trablus’da bir deniz tatbikatı tertipledi.
Büyük Devletler Girit’teki kuvvetlerini geri çektiler.
Bu
suretle adanın Yunanistan’a iltihakı tehlikesi belirdi. İngiltere’de iktidara
geçen Liberal Parti hükümetinin bâzı âzala-rı Balkan Komitecilerinin taraftarı
olarak bir kaç senedenberi Makedonyadaki Türkler konusunda İngiltere’nin daha
ciddî bir tavır takmmasını isteyen kimselerden ibaretti. Fakat asrın en büyük
bir diplomatik hâdisesi olarak tavsif edilen “Reval Mülâka-tı” patlak verince
bütün bunlar, ikinci-plâna düştü. Karadenizde bir tenezzühe çıkan Kral Yedinci
Edvard, Padişahın İngiltere ile Rusya arasındaki "ekabeti körüklemeye
mâtuf dış politikasını bir darbede tahrip edercesine yeğeni Rus Çarı İkinci
Nicolas ile bir dostluk andlaşması imzaladı. Bu haberi öğrenen Abdülhamid o
kadar hiddetlendi ki, Makedonyanın harap kışlalarındaki genç subayların
ihtilâlci faaliyetlerine karşı beslediği öfkenin hiç değeri kalmadı.
Reval’de
Kral Edvard’a refakat eden yüksek şahsiyetler, söylendiğine göre, zamanlarının
büyük bir kısmını Makedonya meselesini münakaşa etmekle geçirmişlerdi. Bu
suretle de bütün bölgenin sulh ve huzura kavuşması hususunda yapılan bir proje
İngiltere Hâriciyesi tarafından açıklanmış oldu. İttihat ve Terak-
ki
Komitesinin nazarında İngiltere ile Rusya arasındaki bu yakınlaşmaya, Padişahın
tâkip ettiği politika sebebiyet vermişti. Türkiye Hariciye Nâzın, hükümetinin
Makedonya’da bundan sonra hiç bir imtiyaz tanımayacağını Avrupa’h sefirlere
bildirmeye mecbur oldu. Çünkü Reval Mülakatının, Makedonya’nın da, geçmişte
Doğu Rumeli, Mısır ve Tunus’a karşı girişilen hareketler gibi bir gün
Türkiye’nin elinden alınabileceğini ispat ediyordu.
Siyasî
mülteciler, bâzen derviş veya Arnavut köylüsü bâ-zen da liman amelesi veya hoca
kıyafetinde yük gemileriyle ve küçük sandallarla gizlice Türkiye’ye
dönüyorlardı. İttihat ve Terakki Komitesi âzaları, Anadolu ve Suriye askerî
garnizonlarında propaganda yapmak için Selânik’i terketmişlerdi. Otuz
sene-denberi yasak edildiği için unutulmuş olan “Kanun-u Esasî” kelimesi
yeniden dillerde dolaşmaya başlamıştı.
Acaba
Padişahın nâzırları bu harekâtın ehemmiyetini anlamamışlar mıydı? Yoksa
kafiyeler, gerekli ihbarı yapmaya cesaret mi edememişlerdi? Fakat herhalde
Abdülhamid, vaziyetin vehametini farketmemişti.
Padişah
Paristeki Münir Paşa ile muhabereye devamla, Jön Türklerden bir kaçının
yakalanarak Fransız Hükümeti tarafından Türkiye’ye iadesi hususunda temasa
geçmesini İsrarla istiyordu. Halbuki bu sırada Komite
âzalarının başlıcaları Türkiye’ye dönmüş bulunuyorlardı.
Hattâ
2 Temmuz 1908 günü bir piyade birliği kumandanı Niyazi Bey, tabur kasasından
mevcut dört bin mecidiyeyi alarak; müslümanlar ve hristiyanlar namına isyan
bayrağını açmak için emrindeki kuvvetlerle birlikte dağa çıktığı ve ayrıca
parlak bir erkânı harp subayı olan Enver Bey de yüz elli kişilik kuvvetiyle
Resne Dağlarına çekildiği zaman Abdülhamid hiç bir ciddî tedbir almadı.
Makedonya’da
devamlı surette ayaklanmalar oluyordu. Bu ayaklanmaları bastırmak için oraya
Anadolu’da Padişaha sâdık kuvvetlerden bir tabur göndermek kâfi gelebilir ve
asayiş sağlanabilirdi. Ama Padişah kendisine has bir taktikle ihtilâlci şeflerin
araşma tefrika sokmaya gayret ediyordu. Niyazi Bey kendisini asî ilân ettiği
sırada Abdülhamid, Enver Bey’i, terfiler vaadederek İstanbul’a çağırmıştı.
Fakat padişahı daha fena sürprizler bekliyordu. İlk defa Enver Bey, Zat-ı
Şahanenin çok lûtuf-kâr dâvetine hiç bir cevap vermedi. Az zaman sonra da 8
Temmuzda Padişahın itimat ve teveccühüne mazhar olmuş paşalardan biri olan
Kuzey Makedonya Kuvvetleri Başkumandanı Ma-nastır’da öldürüldü. Makedonya’daki
bütün Türk garnizonlarının isyanına hristiyanların da iştirâk ettiği öğrenildi.
Üçüncü Ordu artık tamamıyla isyan halindeydi. Padişah, isyanın elebaşılarından
birini ele geçirebilirse, vaziyetin düzeleceğine ka-aniydi. Bu maksatla
Anadolu’dan gönderilen bir taburluk kuvvet ilk parti olarak Selânik’te karaya çıkarıldı.
Fakat âsilere ateş edecek yerde, bu kuvvetler de onlara iltihak ettiler ve
silâhlarını fırlatarak “Hürriyet, Müsavat, Terakki!...”
diye bağırdılar.
23
Temmuz 1908 günü İttihat ve'Terakki faaliyetinin Manastırdaki merkez komitesi,
Zat-ı Şahaneye bir ültimatom vererek yirmi dört saat
zarfında Kanun-u Esasî ilân ve tatbik edilmediği takdirde İkinci ve Üçüncü
Orduların İstanbul’a yürüyeceğini bildirdi.
·
XXXII
ittihat ve Terakki Komitesi
Yıldız
Sarayının yüzlerce saati unutulmayacak dakikalar geçişini âdeta sayar gibiydi.
Padişah Küçük Mabeyin Köşküne çekilmişti. Bahçelerde ve sarayın avlularında
toplanan müstahdemler birbirlerine son haberleri fısıldıyorlardı:
Ordu
parçalanıyormuş... Henüz kim olduğu bilinmeyen bir paşa tabanca kurşunu ile
katledilmiş... Hafiyeler, ölünceye kadar dövülmüşler... Halk Yıldız’a doğru
yürüyüşe geçmiş.. Kanun-u Esasinin ilânı
isteniyormuş... Polis, hâdiselere karşı hiç bir harekette bulunmuyormuş...”
Padişahın
huzuruna gitmekte olan Arap îzzet Paşa’nm sakallı nârin silueti yanlarından
geçerken fısıltılar da kesildi. İzzet Paşa, Padişaha hayırlı bir haber
getirmemişti. Umumî bir isyanın ârifesinde bulunuluyordu. Bütün İmparatorluk dahilinde valiler ve kaymakamlar Jön Türklerle işbirliği
yapıyordu. Selâ-nik’te, Bağdat’ta ve Erzurum’da vazife gören hafiyeler
katledilmişti.
Abdülhamid’in
durumu hiç de iyi değildi. Ya çarpışmak, ya da Kanun-u Esasî’yi tatbik etmek
lâzımdı. Her iki halde de Padişah ölüm kararım kendi eliyle imzalamış olacaktı.
Fakat Padişahta mukavemet edecek cesaret ve kuvvet var mıydı? İzzet Paşa buna
aslâ kaani değildi. Bununla beraber Abdülhamid sakin görünüyordu. Lâkin bu
sükûnet İzzet Paşa’nın endişesini büsbütün arttırmıştı. Tahtım muhafaza etmesi
için mücadeleye mecbur olduğu hususunda bu yorgun ve ihtiyar adam nasıl ikna
edebilirdi?
Kuvvete
kuvvetle mukabele etmek lâzımdır. Zat-ı Şahane, büyük pederleri Sultan
Mahmut’un eskiden Yeniçerilere yaptığı gibi, Jön Türklere de aynı şiddetle
davranmalıdır. Saraya yürüyen halka kapıları açtırınız. Aralarına girerek bir
babanın evlâtlarıyla konuşması gibi onlarla konuşunuz..
Deyiniz ki, Jön Türkler haindirler. Bu suretle bir saatten az bir zaman içinde
bütün halk Padişahlarını alkışlayıp sâdakatlerini gösterecektir.”
Padişah
kısık bir sesle İzzet Paşaya cevap veriyor; “Ben artık ihtiyarladım. Fakat
yaşadığım müddetçe, dahilî bir harbe sebebiyet
verdiğim aslâ söylenemiyecektir. Sen gençsin, İzzet... Bütün dünyanın
kapıları sana açıktır.”
•
Bu
sözleri söyleyerek kalemi eline alan Abdülhamid, masanın üzerindeki bir kâğıdın
altını imzaladı. Sonra kâğıdı İzzet Paşaya uzatarak dedi ki:
İşte,
Avrupa’nın herhangi bir yerine gitmenize müsaade eden ferman... Tekrar
İstanbul’a gelirseniz, eski günlerinizin çok değişmiş olduğunu göreceksiniz.
Türkiye artık sadece küçük bir memleket olacak..
Demokrasi bir mezhep mücadelesi haline gelecek... Zannetmem ki, milletim bu
günkünden daha mes’ut olsun..”
İzzet
Paşa, Padişahın elini son defa olarak göz yaşlan içinde öptü. Bütün metanetini
kaybetmişti. Sözleri boğazında
düğümleniyordu.
Daha şimdiden perişan bir mültecinin ıstırabım hisseder gibiydi.
îzzet
Paşa gitmişti. Abdülhamid, hayatında ilk defa olarak kendisini terkedilmiş ve
şaşkın bir vaziyette görüyordu. Hükümet merkezinde, acaba itimat edebileceği
bir kimse kalmamış mıydı? Yoksa memleketinin kapılarını yabancılara açtığı,
hris-tiyan bir devlet reisi ile dostluk kurduğu için Allahın gazâbına mı
uğruyordu? Kayzer’in dostluğundan hiç bir şey beklemiyordu. Bağdat Demiryolu
için kilometre üzerinden taahhüt edilen bedel ödendiği müddetçe Almanya
İmparatoru Hohenzollern hanedanına mensup Guillaume bakımından Osmanlı tahtında
Abdülhamid’in veya kardeşi Reşad’ın bulunmasının ne ehemmiyeti vardı? Belki de
İngiltere ile anlaşmak daha akıllıca bir hareket olabilirdi. Şüphesiz ki Küçük
Sait Paşa haklıydı. Böyle Padişah bir takım düşüncelere dalmıştı. Ermeni
katliamı sırasında Küçük Sait Paşa ona dış politikası Osmanlı İmparatorluğunun
bütünlüğü muhafaza zarureti üzerine kurulmuş olan yegâne büyük devlet olan
İngiltere ile ihtilâfa düşülmemesini tavsiye etmişti. Bu tavsiyeleri kabul
etmeyen Padişah, Sait Paşayı mevkiinden uzaklaştırmıştı. Fakat şu anda kendi
kendisine, otuz seneden beri gelip geçmiş sadrâzamlar arasında en itimada şayan
olanın Sait Paşa olduğunu itiraf ediyordu. Hükümdarlığının en yapıcı ve faydalı
işleri, Osmanlı Düyun-u Umumîye İdaresi, Mülkiye Mektebi, Pangaltı Harbiyesi,
Üsküdar Tıbbiyesi.. gibi
müesseseler hep Sait Paşa’nın telkiniyle kurulmuştu. Abdülhamid şimdi, onu,
ciddî bir sürgüne mecbur etmediğini düşünmekten zevk duyuyordu. İhtiyar Paşa
hastalandığı zaman İstanbul’a geri gelmesine ve Nişantaşındaki konağında
oturmasına müsaade etmişti. Padişah bunları düşünürken niçin onu hâlâ
kendisinden uzakta bulundurduğunu üzüntü ile hatırladı.
Asya
yakasındaki tepelerin arkasında şafak sökmek üzereydi. Üsküdar minarelerinde
sabah ezanı okunurken Sait Paşa, ceketinin düğmelerini ilikleyerek bir kere
daha arabacısına Yıldız yolunu tutmasını emretti. Sarayın genç muhafızları,
eskilerin çok iyi tanıdığı bu sert ve yayvan ağızlı, dikkatle taranmış yuvarlak
ak sakallı simayı tanımadılar. Fakat aralarındaki eski
ve yaşlı bir muhafız (Dikkat!...) komutunu verince
kapılar açıldı. Zira Küçük Sait Paşa geliyordu. Bu ziyaret Paşa’nın
sadrâ-zamlığı kabul ettiğinden başka bir mâna taşıyamazdı. Buhranlı zamanlarda
Yıldız parkının bu dar yollarını kaç defa çiğnemişti. Her defasında da saray
derin bir uykuda olurdu. Fakat bu gece Padişah gibi bütün saray da uyanıktı.
Abdülhamid,
Sait Paşayı çalışma odasında bekliyordu. Önündeki masanın üzerinde bir
Makedonya haritası vardı.
“Benim
için çantanda ne var, Sait?” diye sordu. Sanki,
verilecek cevabı önceden biliyor gibiydi. Sait paşa hiç tereddüt etmeden;
“Şevketmeap size Kanun-u Esasiyi getirdim.” dedi.
Paşa
şu sırada bu sözlerin, hayatına mı malolacağını, yoksa onu altıncı defa olarak
sâdaret makamına mı getireceğini kes-tiremiyordu. Sâdece Padişahın elini,
üzerinde altın savatlı bir tabancı ile teşbih bulunan masaya doğru uzattığını
gördü. Abdülhamid titreyen parmaklarıyla kehribar teşbihini aldı, derin derin
düşünmeye başladı. Teşbih taneleri asabî parmakları arasında şıkırdayarak yer
değiştiriyordu. Fakat Padişahı ve onun her türlü itiyadını çok iyi bilen Sait
Paşa hiç tahmin etmediği bir şekilde Abdülhamid’in fikir değiştirmiş olduğunu
hayretle müşahede etti. Padişah her kelimesini ayrı bir kuvvetle telâffuz
ederek dedi ki; “Ben bütün samimiyetimle Kanun-u Esasiye taraftarım. Milletim
ondan istifadeye hazır bulunduğu anda, bu kanunu tatbik etmeye daima niyet
ettim. Şimdi derhal tatbikata geçilmesi ve siyasî mahkûmların da affı ilân
edilsin!...”
Büyük
bir hürmetle yerlere kadar kapanıp Padişahı selâmlayan Sait Paşa, aynı zamanda
yeryüzünde Allahın gölgesi ve devrinin en büyük taktisyenine tâzimlerini
arzediyordu.
Kanun-u
Esasinin ilânına ait “irade” 24 Temmuz Cuma günü sabah gazetelerinde
neşredildi. Bütün İstanbul sevinçten âdeta çıldırmıştı. Her yerde Kanun-u
Esasinin kabul ve tatbiki yeni bir devrin başlangıcı olarak selâmlanıyordu.
Yalnız İstanbul’da değil, Padişah irâdesinin neşrini bekleyen İttihat ve
Terakki Komitesinin bulunduğu Manastır ve Selânikte, Şam’da Bağdat’ta, Van’da
ve Trabzon’da da şenlikler yapıldı.
Ayasofya
Meydanında ve Galata köprüsünde herkesi şaşırtan hâdiseleri görenlerin
anlattıklarına nazaran, Rumlar ve Bulgarlar, Kürtler ve Ermeniler birer kardeş
gibi birbirlerine sarılmışlardı. Jön Türkleri temsil eden genç subaylar, bundan
sonra yahudilerin, müslümanların ve hristiyanların birbirlerine düşman
olmayacaklarını ilân ederek, Osmanlı milletinin refah ve saadeti için
müştereken çalışacakları hakkında meydanlarda halka nutuklar çekiyorlardı.
Göğüslerinde kırmızı beyaz hürriyet kokartları bulunan son derece neş’eli ve
heyecanlı hocalar, softalar ve mollalar sokaklarda şenlik yapıyorlardı.
Dükkânlarını açık bırakarak kalabalığın arasına karışan esnaflar, beyaz önlüklü
kasaplar Bab-ı Ali’nin etrafında toplanmışlar. Padişahı alkışlıyorlardı. Bu
sırada Selânik’teki tezahürat ile İstanbul’daki arasında büyük bir fark vardı.
Hükümet merkezinde Padişah hâlâ halk tarafından “Baba Hamid” olarak
alkışlanıyor ve yapılanlar onun bir ileri görüşlülüğü ve lûtfu olarak telâkki
ediliyordu, halbuki Selânik’teki hâl daha başka
türlüydü. Orada Komitenin genç şefleri bir ihtilâl kahramanı gibi selâmlanıp
ilgi görüyorlardı. Enver Bey bir topçu alayının başında caddelerde zafer yürüyüşü
yaptığı sırada Padişah sadece bir kaç kişinin tezahüratına mazhar olmuştu. Bir
gün evvel İstanbul’a yürüyüşü yaptığı sırada Padişah sadece bir kaç kişinin
tezahüratına mazhar olmuştu. Bir gün evvel İstanbul’a yürüyüşe geçmeye
hazırlanan İkinci ve Üçüncü Ordu subayları şimdi Kanun-u Esasiye ve Padişaha
sâ-dakat yemini ediyorlardı. Fakat şüphesiz ki onların Padişaha karşı
ayaptıkları sâdakat yeminleri de Abdülhamid’in 26 Temmuz günü Kanun-u Esasiye
riayet edeceği hususunda yaptığı yemin gibi sahte ve geçiciydi. O gün sarayın
kapılarına kadar gelen altmış bin kişi Padişaha karşı görülmemiş şekilde bir
tezahüratta bulunmuştu.
Halk
şimdiye kadar Padişahı sadece açık bir arabada camiye giderken, muhafızların
süngüleri arasında görebiliyordu. Fakat bir defa Padişah sarayın balkonunda
halkın karşısına çıkmıştı. Nârin silueti ile Temmuz güneşinin altında
heyecandan titreyerek halka, kendisinden neler beklediğini sordu.
Jön
türklerin Padişah aleyhindeki propagandalar artık unutulmuştu. Halkın arasından
bir ses: “Şevketmeap efendimizin sıhhat ve afiyette olmasından başka bir şey
istemiyoruz. Otuz iki senedenberi hainler, efendimizin yüzünü görmekten bizi
mahrum ettiler. Allaha şükür olsun, şimdi karşımızdasm!...”
diye bağırınca heyecan bir kat daha arttı. Bu sözler Abdülhamid’i son derece mütehassis etti. Fakat onun gibi ileri görüşlü politik bir
adamın şu cevabının samîyetine zor inanılabilirdi; “Hainlerin beni sizden
ayırdığı doğrudur. Fakat artık devir değişmiştir.”
Filhakika
bir gün evvel İttihat ve Terakki Komitesi âzasından birinin* Padişaha imza
ettirdiği bir irâde ile Bahriye Nâzın ve Mabeyn kâtipleri azlettirilmişti.
Abdülhamid halka karşı hitabesine devamla:
Saltanata
geçtiğim zaman milletime, bir Kanun-u Esasi kabul ve tatbik edeceğimi
vaadetmiştim. Fakat kanunu feshe mecbur oldum. Zira milletim henüz böyle bir
kanundan istifade edecek halde değildi. Şimdi bu kanunun tesbit ve tâyin edilen
tarzda ve ciddiyetle tatbikine karar vermiş bulunuyorum.” Balkonun diğer
tarafında bulunan Şeyhülislâmı yanına çağırarak, onun önünde Kanun-u Esasiye
harfiyyen riayet edeceğine ve onu koruyacağına dair parlak kelimelerle yemin
etti.
İşte
böylece Abdülhamid demokrat bir hükümdar olarak fikirlerini ilk defa açıkça
beyan etmişti. Fakat bundan sonra sert tenkitlere tahammül göstermesi lâzım
geliyordu. Milletine telkin ettiği hürmete ve bu hürmetin sâiklerine rağmen Jön
Türk-ler, görünüşte Padişaha sâdık oldukları halde onu saltanattan
uzaklaştırmaya kararlı bulunuyorlardı. Fakat şimdiden hiçbiri Abdülhamid’in
Padişahlık ve Halifelik otoritesine karşı gelmeye cesaret edemiyordu. Bununla
beraber başka yollardan hücuma geçmişlerdi. Saraya mensup paşaların
hırsızlıklarından ve dalaverelerinden bahsetmek suretiyle Padişahın itibarını
sarsmak istiyorlardı. Her ne kadar İttihat ve Terakki Komitesi resmen iktidarda
değilse de, ancak komitenin arzularına râmolacak bir hükümet kurulması müsamaha
edebileceklerini açıkça söylüyorlardı. Diğer taraftan kendisinden hesap sormak
istedikleri yegâne adam Arap İzzet Paşayı ellerinden kaçırmışlardı. İzzet Paşa
24 Temmuz sabahı ailesi ve hizmetçileriyle beraber hiç bir engele rastlamadan
Avrupa’ya hareket etmişti. Abdülhamid, kendisine sâdık kimselerin
değiştirilmesi karşısında herhangi bir tepki ve merhamet hissi göstermiyordu.
Ama İzzet Paşa’nın kaçtığını öğrenince memnun olmuştu. Çünkü İzzet Paşa,
Padişahın Komitece bilinmesini aslâ arzu etmediği bâzı mâli ve hususî işlerini
de tedvir etmişti. Halk Mezopotamya’daki zengin petrol sahalarının istimlâk
edildiğinden, Deutsche Bank ve bâzı Amerikan kumpanyalarıyla müzakereler
yapıldığından habersizdi. Padişah, kendisine sâdık ve mahremiyetine vâkıf
müşavirlerinden mahrum kalmaktan aslâ memnun değildi. Çünkü komite âzaları,
şahsî servetinin muhtelif kısımlarını tetkike başlamışlardı. Henüz bir ay
geçmişti ki, Yıldız’daki hususî tiyatro kapatıldı ve üç yüz kişilik müzisyen
kadrosu yetmiş beşe, iki yüz doksan subaydan ibaret yaverler kadrosu da otuza
indirildi.
Saraya
ait meşhur Arap atları harası devlet müessesesi ha-
11.
Abdülhamid • 285 iine
getirildi. Alınan bütün bu tedbirler onu şahsen müteessir etmiyordu ama, gurur ve izzeti nefsini derin bir şekilde yaralıyordu.
Şeyhülislâm
ile Harbiye ve Bahriye Nâzırlarım tâyin etmek hakkının Padişaha ait olduğu
hususundaki “iradei şahaneye” riayetten suçlu görülen Küçük Sait Paşa’yı
İttihatçılar mevkiinden uzaklaştırdıkları vakit bile Padişah herhangi bir
şekilde muhalefet göstermedi. B öylece en sâdık bir veziri, vazifelerini
ihtiyar Kâmil Paşaya terke mecbur edilmişti. Sebep olar.ak
da, Kâmil Paşa’nın İngiltere taraftarı olmasının bu sırada komitece çok faydalı
görüldüğü ileri sürülmüştü. Bu andan itibaren Padişah anladı ki, Sait veya
Kâmil Paşa’ların hattâ başka aksakallı vezirlerin sadrâzam olmasının pek
ehemmiyeti yoktu, esas olan genç subayların ve sürgünden gelen ihtilâlci
aydınların itimadını ve sâdakatini kazanmaktı. Her ne pahasına olursa olsun
tahtını muhafazaya kararlıydı, şu halde sertlik yerine muhabbetle, zor yerine
hulûs aile muamele etmek icabediyordu. Bunları düşünen Padişah, ilk defa olarak
şahsî gelirlerinin vergisini teşkil eden dört yüz bin lirayı zamanından evvel
Devlet hâzinesine ödedi. Üniversite için hazırlanmış olan sarayı, yeni Meclis-i
Meb-usan’a vererek millet hizmetine tahsis etti.
Nihayet
17 Aralık 1908 günü hayatının en büyük fedakârlığında bulunarak mutlak
hükümdarlık haklarından tantanalı bir şekilde vazgeçti.
Yeni
seçimlerin yapılması ve bu suretle yeni Meclis-i Meb’usanın toplanması için beş
ay beklemek lâzımdı. Aralık ayının girmesiyle, meşrutiyet idaresinin verdiği
neş’e ve heyecan yavaş yavaş sükûnet bulmuştu. Bir kere daha Türkiye’nin
kaderi, 24 Temmuz hâdiselerinin dünya basınında yarattığı heyecana rağmen, her
zaman olduğu gibi Avrupa’da güzel sözlerden başka bir destek bulmuyordu.
Avusturya - Macaristan, Berlin Andlaşmasını ihlâl ederek 1878 senesinden beri
askerî işgal altında bulunduğu Bosna - Hersek vilâyetlerini kendisine ilhak
ettiği zaman hiç bir Avrupa Devleti tepki göstermedi. Bulgaristan Prensi
Ferdinand, Krallara mahsus bir merasimle karşılandığı Viyana seyahatinden dönüp,
memleketinin istiklâlini ilân edip Çar unvanını aldığı zaman, Almanya
İmparatoru bile müttefiki Türkiye lehine en küçük bir protesto hareketinde
bulunmadı.
Birbirine
çok sıkı şekilde bağlı olan bu iki hâdise Türkiye’nin her tarafında geniş
tepkiler yaratmıştı. Avusturya mallarına karşı resmen boykot ilân edildi,
hristiyanlarla müslümanlar arasındaki kardeşlik sevgisinden artık bahsedilmez
oldu. Bu sırada 17 Aralık sabahı Ayasofya meydanında iyiniyetlerle ve samimî
bir vatanperverlik ve mes’ut bir istikbal ümidiyle toplanmış olan
milletvekilleri, yeni Meclis-i Meb’usanı heyecanlı bir merasimle açtılar.
Eriyen
kar sularıyla yıkanmış olan İstanbul, kış güneşinin parlak ziyası altında pırıl
pırıldı. Berrak semâda ayyıldızlı kırmızı Türk bayrakları dalgalanıyordu.
Caddelere toplanmış olan halk, milletvekillerini, yeşil sarıklı zuaf ve beyaz
fistanlı Arnavut askerleriyle, uzun entarili Hicaz meb’uslarmı ve bütün
imparatorluğu temsil eden her çeşit din ve ırka mensup kırk kadar sarıklı ve
taçlı din adamlarını çılgınca alkışlıyordu. İstanbul’un fethinden beri
Ayasofya, bu kadar muhteşem ve parlak üniformaları, altın sırmalı elbiseleri,
göz kamaştıran kılıçları ve yatağanları aslâ bir arada görmemişti. Merasimin
ihtişamına karşı sadece sokaklarda başıboş dolaşan veya parlak kış güneşinin
altında kıvrılıp yatan köpekler bigâne kalmışlardı.
Meclis-i
Meb’usan sarayındaki meb’uslar, Padişahın gelmesini bekliyorlardı. Fakat hiçbir
hükümdarları hakkında bâriz bir dostluk tezahürü göstermiyordu. Çünkü
aralarında pek çoğu, kanaatlerinden dolayı senelerce sürgünde veya zindanda
ıztırap çekmişti. Kor - diplomatik locasındaki yabancı sefirler yorgunluktan
bitkin halde, bir devletin doğuşuna belki de şüphe içinde iştirak ediyorlardı.
Aralarında alçak sesle, salonda bulunan üç mühim şahsiyet hakkmdaki
düşüncelerini birbirlerine fısıldayarak söylüyorlardı. Toplantı salonunda Enver
Bey, bir Dürzi emi-rinin yanında oturuyordu. İhtilâlin bu mütevazi
genç kahramanının her yerde resimleri satılıyordu. Yüzündeki sert çizgiler,
sâ-kin görünüşlü hâli, onun mütevazi bir aileye mensup
olduğunu hiç de belli etmiyordu. Başka tarafta görülen iri siyah gözlü, yağız
çehreli, sağlam yapılı adam, İttihat ve Terakki Komitesinin beyni olarak
bilinen Talât bey idi. Haris ve genç erkânı harp zâ-biti ile eski posta memuru
tam bir tezat teşkil ediyordu. Ve nihayet Cemal Bey, trioyu tamamlıyordu. Cemal
beyin hovardalık ve çapkınlık mâceraları İstanbul’da ve Selânik’te dillere
destandı. Bu garip triomvira, bir milletin hürriyete kavuşmasına yardım etmek
için vazifeliydi.
Sefirlerin
şüpheli hallerinde şaşılacak bir şey yoktu. Çünkü onlar, yapılanların bir
Turancılık hareketinin manevrasından ibaret olduğunu biliyorlardı. Bu sırada
birden dışarıdaki kalabalığın coşkun tezahüratı Meclis salonunda geniş akisler
yarattı. Padişah Sultan Abdülhamid geliyordu.
283
Ne
Fatih Sultan Mehmet, ne Kanunî Muhteşem Sultan Süleyman, ne de büyük babası
Sultan Mahmut, Abdülhamid’in yol boyunca mazhar olduğu muazzam tezahürata aslâ
muhatap olmamışlardı. Adeta o, kendisine saldıran kuvvetlere karşı amansız bir
hücuma çıkmış bir silâhşörün heybet ve azametiyle İstanbul caddelerinden
hışımla geçiyordu.
Saltanat
locasına girince Meclis hey’etini, beyaz eldivenli eliyle yorgun, fakat mağrur
bir şekilde selâmladı. Az soma da kâtiplerden biri tarafından Padişahın Meclisi
açış nutku okundu. Nutuk bitince bir Mekke Meb’usu kürsüye gelerek dua etmeye
başladı. Padişah hemen tahttan ayağa kalkarak ellerini havaya doğru açıp duaya
iştirâk etti. Salondaki muhtelif dinlere mensup Yahudi, Fran - mason, hristiyan
ve hattâ hiç bir inanç sahibi olmayan meb’uslar da îslâm Halifesini takliden
dua ettiler.
XXXIII
Karşı
İhtilâl Teşebbüsleri
(31 Mart vak’
ası)
Aradan
beş ay geçmişti. Görünüşe göre Ahdülhamid, meşruti bir hükümdarlığın icaplarına.tamamen intibak etmişti, şimdi milletinin
himayesini yakından hissettiği için vehim ve endişelerinden kısmen sıyrılmıştı.
Artık sık sık halkın karşısına çıkıyor ve İstanbul’un büyük camilerinde namaz
kılmakta mahzur görmüyordu. Meb’uslar şerefine Yıldız sarayında verilen büyük
ziyafet, dâvetlilerin Padişaha karşı sonsuz bir hürmet ve tâzim histeriyle
nihayet bulmuştu, ziyafette bir çok garip şeyler
görüldü. Ahmet Rıza Bey gibi, hayatını yıllarca sürgünde geçirmiş ve çıkardığı
gazetede Padişaha karşı çok şiddetli hücumlarda bulunmuş bir kimse
Abdülhamid’in sağında oturmuştu. En sert ve haşin ihtilâlciler, saraydan
ayrılırken padişahın elini derin bir saygı ile öpmüşlerdi. Abdülhamid de onlara
karşı, yaşlı gözlerle, milletinin itimadını kazandığından beri kendisini aslâ bu
kadar mes’ut hissetmediğini söyleyerek mukabele etmişti.
Abdülhamid
belki de bu iki yüzlü ve müstehzi hareketlerden derin
bir zevk alıyordu. Bilhassa çok nefret ettiği Balkan Komitecilerini temsilen
kendisini ziyaret eden İngiliz liberallerinden ibaret bir hey’eti kabul ettiği
gün cereyan eden sahne onu garip bir şekilde neş’elendirmişti. Bu defa
müteveffa İngiliz Başvekili Mr. Gladstone’un bu çömezlerine hoş görünmeye
gayret etmiş ve onların Makedonya hakkmdaki görüşlerini dikkatle dinlemişti.
Fakat artık hiç bir şey yapmaya muktedir olamayan Balkan Komitecilerinin
mümessillerini kabul etmesi İttihat ve Terakki Komitesince tasvip edilmemiş,
bundan sonra kendisinin hükümet işlerine karışmaması hususunda karar alınmasına
sebep olmuştu. Halbuki senelerden beri sabahtan akşama
kadar aralıksız çalışmaya alışmış olan Padişah, şimdi hiç de arzu etmediği
şekilde vaktini boş olarak geçirmeye mecbur olmuştu. Artık piyano çalmakla,
haremde sohbet etmekle ve çok sevdiği Ankara kedilerini okşamakla meşgul
oluyordu. Halbuki onun entrikalardan uzak olarak kendi
hâlinde kalması, düşmanları için daha çok tehlikeliydi. İttihatçılar her ne
kadar onu, çok itimat ettiği yirmi bin kadar kafiyesinden mahrum ettilerse de,
ne saray mensuplarının İstanbul ile Yıldız arasında mekik dokumalarına, ne de
din adamlarının Halifelerine karşı tâzimde bulunmalarına mâni olamamışlardı.
Abdülhamid,
hürriyet havarilerinin ilericilik uğruna irtikâp ettikleri hataları gördükçe
büyük bir zevk duyuyordu. “Türkiye, Türkler içindir.”, “Boyunduruktan
kurtulalım!...” sloganlarıyla iktidara gelmiş olanlar,
şimdi imparatorluğu yeniden teşkilâtlandırmak için tekrar yabancılardan ibaret
bir hey ’eti dâ-vete mecbur olmuşlardı. Bu suretle Mâliyede bir Fransız,
Gümrüklerde de bir İngiliz bulunuyordu. Bir başka İngiliz de uzun zamandan beri
ihmâl edilmiş olan Deniz Kuvvetlerini islâha memur edilmişti. Bu İngiliz, harp
gemilerinin güvertelerinde Türk subaylarının sebze yetiştirmekte olduklarını
görünce müthiş surette korkmuştu. Ticaret Odasında bir Alman, jandarma
teşkilâtında da bir İtalyan çalışıyordu.
Bütün
bu “temizlik hareketleri” bir kısım halk nezdinde İttihatçıları büsbütün
sevimsiz hâle getiriyordu. Ordu mensupları arasında bile mırıldanmalar
başlamıştı. Bu cümleden olarak durumu beğenmediklerini açıkça belli eden
Yıldız’daki bir alaya mensup subaylar, eskiden olduğu gibi sür’atle Arabistan
çöllerine sürüldüler. Küçük bir azınlığın gösterdiği hoşnutsuzluk gittikçe
genişliyordu. İttihatçı subayların şımarıklıkları açıkça tenkit ediliyordu.
İttihatçı subaylar ise orduda nizam ve disiplini muhafaza etmek endişesiyle askerleri
sıkı bir tâlime tâbi tutuyorlar, onlara istirahat edecek zaman bile
bırakmıyorlardı.
Abdülhamid
büyük bir sabır ve tevekkül ile bekliyordu. Kendisine sorup danışmaya dahi
lüzum görülmeden tanzim edilen “iradeleri” hiç ses çıkarmadan gayet uysal bir
şekilde imzalıyordu. Çünkü bu iradelerin sert ve haşin bir muhalefete
çarpacağını biliyordu. Nitekim İstanbul’da kızlara mahsus bir okul açılması
buna bir misaldi. Filhakika şahsen, bu işe muhalif değildi. Çok sene evvel bu
mes’eleyi bizzat, Lady Layard ile münakaşa bile etmişti. Fakat bir çoklarında olduğu gibi, dindar çevrelerde yarattığı
hoşnutsuzluklar sebebiyle bu projeden vazgeçmişti. İşte şimdi de hükümet
merkezinde bir dedikodu dolaşıyordu. “Memleket, namuslu müslüman kızlarını
baştan çıkarmaya kararlı dinsizler tarafından idare ediliyor.”
Dinî
taassup ateşi, tekrar alevlenmişti. Medreselerde olduğu gibi, İstanbul’un kenar
semtlerinde de karşı bir ihtilâl hareketi kendisini belli etmeye başlamıştı.
İlkbahar mevsiminin başlarında, mutaassıp dindarlardan, işsiz kalmış
hafiyelerden, tenzil edilmiş paşa ve subaylardan ibaret bir grup “İttihâd-ı
Muhammedi Cemiyeti” adı altında bir teşkilât kurmuşlardı. Bu teşkilâtın
mensupları Selânik’li Yahudi ve Fran-masonların suikastleri-ne karşı şeriatı
korumaya ahdetmişlerdi.
Henüz
hükümet merkeziyle irtibatı olmayan îttihat ve Terakki Komitesi, gittikçe artan
bu düşmanlığın farkında değildi. Sadece iktidar mes’ullerini tehdit ederek
istediklerini yaptıran gizli bir cemiyet hâlinde kalmaya devam ediyordu.
Bir
gün Mecliste fırtınalı bir toplantı oldu. Sadrâzam Kâmil Paşa, Komiteye meydan
okumak cesaretini göstermişti. Bunun üzerine Enver Bey ve arkadaşları,
tabancalarının namlularını meb’uslara doğru çevirerek nüfuz ve kuvvetlerini
ispat ettiler. Ertesi gün de Kâmil Paşa azledildi ve yerine eskiden Makedonya
Umumî Müfettişliği yapmış olan ve hâlen de İttihatçılara sâdık bir adam olarak
tanınan Hilmi Paşa tâyin edildi.
Aynı
zamanda hem İttihatçılara, hem de mürtecilere çatmakla meşhur bir gazetecinin
öldürülmesi, daha büyük bir fırtınanın kopmasına sebep oldu. Söylendiğine göre,
İttihatçılara mensup bir subay üniforması taşıyan kaatil kaçmıştı. Hükümet,
kaçan kaatilin hüviyetini tesbite teşebbüs etmemekle itham ediliyordu. Hâdise
büyük heyecan yaratmıştı. Maktulü sevmemelerine rağmen mültecilerden ibaret
büyük bir kalabalık cenaze merasimine iştirâk etti.
“Yaşasın
şeriat!...”, “İttihatçılara ölüm!...” nâraları ayyuka
çıkıyordu. Halk o kadar heyecanlıydı ki, polis dahi müdahalede bulunmaya
cesaret edemedi.
Ertesi
gün İstanbul silâh sesleriyle uyandı. Sokağa çıkmaya cesaret edenler, belli
başlı meydanların ve resmî binaların askerî birlikler tarafından işgal edilmiş
olduklarını gördüler. Fakat bunlar kumandansız ve intizamsız bir yığın askerden
ibaretti. Çünkü dövülmekten veya hapsedilmekten korkan subayların hepsi
kaçmıştı.
İsyan,
gece yarısı Taksim Kışlasında patlak vermişti. Çavuşlar ve neferler, subaylara
karşı ayaklanmışlar, diğer kışlalardaki arkadaşlarına haber göndererek
Selânikli dinsizlere karşı, dinlerini korumak için kendilerine iltihak etmeleri
hususunda onları da tahrik etmişlerdi. Bir kaç saat zarfında İstanbul
garnizonunun büyük bir kısmı, harekâta iştirâk etmişti. Hiç bir ciddî
mukavemetle karşılaşılmadan otuz sekiz subay öldürülmüş, elli kadarı da
yaralanmıştı. Öğleye doğru İstanbul şehri, tamamen çavuşların eline geçmişti.
Ayasofya’daki Meclis binası galeyan hâlindeki askerler tarafından sarılmıştı.
Gür sesleriyle bağırarak, şeriat hükümlerine hürmet edecek bir hükümet
kurulmasını istiyorlardı. Beş yüz meb’ustan sadece altmışı, askerlerin
karşısına çıkmaya cesaret edebilmişti. Fakat kadınların serbest hayata atılması
fikrini savunan İttihatçı bir gazetenin müdürü zannedilen Lâzkiye meb’usu genç
bir Dürzî Emiri askerler tarafından yakalanıp Meclis binasının önünde
paramparça edilince, bu meb’uslar da dışarı çıkmakla büyük hata işlediklerini
anladılar.
Hâdiseler
karşısında İttihat ve Terakki Komitesi tamamen sinip gizlenmişti. Komitenin
mümessili olarak Hükümetin başında bulunan Sadrâzam Hilmi Paşa da istifasını verdi.
Akşam olunca heyecan ve korku son haddini buldu. Polisler bile, bir yenilik
olmak üzere fes yerine başlarına.giydirilen miğferleri
attılar. İlâhiler okuyarak sokaklarda dolaşan askerler sık sık havaya ateş
ediyorları. Dinî bir harbin alâmeti olan Mehdi’nin siyah sancağı Galata
Köprüsüne dikildiği zaman hristiyan semtlerinde büyük bir korku ve telâş
başladı. Hâdiseyi görenlerin anlattıklarına göre, her tarafa küfürler savurarak
bağırıp çağıran, subayları tarafından terkedilmiş askerler, en aziz saydıkları
inançlarının ve geleneklerinin tehlikede olduğunu zannediyorlardı.
Bu
hâdiselerde Abdülhamid nasıl bir rol oynamıştı?..
Bu
sual çok kere ortaya atılmıştır. Haremağalarından Nâdir Ağa tevkif edildikten
sonra, bu mukabil ihtilâlin Yıldız tara-fmdan tertip edildiğini söylemiştir.
Ona göre, bir kaç gün evvel Padişah, bir ecnebi bankasındaki hesabından iki
milyon lira çekmiş ve bu parayı oğlu şehzade Burhanettin vasıtasıyla âsilere
dağıtmıştı. Fakat ölüm tehdidi altında söyletilen bir adamın itirafları pek de
itibar edilecek değerde değildir. Esasen büyük çapta itimada lâyık görülen Sait
ve Kâmil paşaların şehadetine göre, Abdülhamid bu isyan hareketine tamamen
yabancıydı. Zaten sıhhati iyice bozulmuş olan Padişah, isyanın patlak
vermesinden, herkesten ziyade korkmuştu.
13
Nisan 1909 (31 Mart 1325) akşamı muazzam bir halk kitlesi padişahı coşkun bir
şekilde alkışlamıştı. Bu itibarla Abdülhamid, fırsattan istifade ile Kanun-u
Esasiyi feshederek tekrar istibdat idaresi kurmaya pekâlâ muvaffak olabilirdi.
Fakat o, aslâ böyle bir şey düşünmedi ve nitekim Kâmil Paşayı da tekrar iş
başına getirmeye teşebbüs etmedi. Tevfik Paşa’nm Sadrâzam olması onun için kâfi
bir emniyet ve itimat teşkil etti. Tevfik Paşa mutedil bir siyaset tâkip
edileceğine delâlet ediyordu. İlk icraatı, şüphesiz ki, Yıldız’dan telkin
edilmiş olarak, derhal Selânik ile temasa geçmek ve Kanun-u Esasinin tehlikede
olmadığı hususunda İttihat ve Terakki Komitesine teminat vermek oldu.
Kargaşalıklar yeniden başladığı zaman Padişah iki taraflı bir tavır takınmıştı.
Bir gün harp gemilerinden birine mensup askerlerden ibaret bir grup âniden
Yıldız’a geldi, Sarayın avlusunda sımsıkı bağlanmış bir deniz yüzbaşısını
Padişaha göstererek, onun geminin toplarını saraya tevcih etmek için emir
verdiğini söylediler. İnsan karnından müthiş surette çekinen Padişah,
kalabalığın bu bedbaht subayı parçalayıp öldürmesini görmemek için hemen
saraydan içeri girdi. Fakat hâdiseden ancak yirmi dört saat sonra bir irade
imzalayarak cinayetlere mâni olmak maksadıyla nasihat vermek üzere din
adamlarım kışlalara gönderdi. Belki de bu gibi hâdiselerin Avrupalılar
tarafından hoş karşılanmayacağından çekiniyordu.
Eğer
Padişahın tutumu biraz garip karşılanıyorsa, İttihatçıların davranışı da ondan
daha az acayip değildi. Filhakika İttihatçılar yeni kargaşalıklar çıkmasının
Padişahın hal’i için çok mükemmel bir bahane teşkil edeceğini ümit ediyorlardı.
İstanbul’da
bir ihtilâl çıktığı haberi, bütün Rumeli şehirlerinde büyük telâş yaratmasına
rağmen, Selânikte’ki İttihat ve Terakki Komitesinin umumî karargâhında en küçük
bir tepki görülmüyordu. İttihatçı şefler, bekledikleri fırsatın nihayet
çıktığına inanıyorlardı. Onlar, yeni hükümetin Kanun-u Esasinin tehlikede
olmadığı hususunda kendilerine verdiği teminata aslâ itibar etmiyorlardı. Otuz
bin kişilik başsız bir kuvvetin himayesindeki bir hükümet, medrese mollalarının
hırslı bir ayaklanması karşısında ciddî bir teminat vermeye muktedir olamazdı.
Hükümet merkezinden Selânik’e ilk gelen mültecilerin anlattıklarına göre,
Padişah da âsillerle beraberdi 16 Nisan’da Se-lânik’ten Bab-ı Ali’ye gelen bir
mesajda, Mahmut Şevket Pa-şa’nın kumandası altındaki Üçüncü Ordunun asayişi
tesis etmek üzere İstanbul’a doğru yürüyüşe geçtiği bildirildi. Fakat Yıl-dız’a
çekilmiş esatiri bir varlık telâkki edilen Abdülhamid’in nüfuzu hâlâ o kadar
büyüktü ki, İttihat ve Terakki Komitesinin en şiddetli ve amansız âzaları,
hattâ-Mahmut Şevket Paşa bile mes’uliyeti açıkça onun şahsına yüklemeye cesaret
edemiyorlardı. Ordusu ile beraber İstanbul’a elli kilometre yaklaşmış olan
Mahmut Şevket paşa hâlâ “Padişahım çok yaşa!...” diye
bağırarak dua ediyordu. Sadrâzamdan Paşaya gelen bir mesajda; “Zat-ı Şahane,
ordunun hayırlısıyla İstanbul’a gelmesini bekliyor. Kaybedilecek, kazanılacak
veya korkulacak hiç bir şey yoktur. Zat-ı Şahane daima Kanun’u Esasî
taraftarıdır ve onun en büyük muhafızıdır.” deniliyordu.
Karşı
ihtilâlciler altı gün müddetle İstanbul’a hâkim oldular. İlk yirmi dört saat
zarfında nispeten daha az taşkınlıklar olmuştu, fakat şehirde bütün işler
durmuştu. Meclis-i Meb’usan ancak bir kaç meb’usla toplanabiliyordu. Makedonya
Ordusunun gelmekte olduğu haberi ise, şehir hayatım büsbütün felce uğrattı.
Halkın yarısı saklanmıştı. Sefarethaneler mültecilerle dolmuştu. Hristiyanlar,
Ermeni isyanında olduğu gibi, âsilerin Kürtleri silâhlandırmalarından korkarak
büyük bir endişe içinde yaşıyorlardı. Türkiye’nin güneşinde yeniden katliamlar
yapıldığı haberi, Ermeni mahallelerinde misli görülmemiş bir telâş yarattı. Bu
haberlere göre. Adana’da, on iki sene evvel Urfa’da ve Van’dakilere benzeyen
hâdiseler olmuştu. Selânik Ordusu acaba zamanında yetişebilecek miydi? Üç
haftadan evvel yapılması mümkün görülmeyen bu harekât altı günde ikmal edildi.
Padişah
Yıldız’dan hâdiseleri çok büyük bir alâka ile tâkip ediyordu. İsyandan iki gün
sonra ilk defa olarak Cuma selâmlığında halkın karşısına çıktı. Fakat merasimde
hiç bir subayın bulunmayışı nazarı dikkati çekiyordu. Anlatıldığına göre,
çavuşların ve askerlerin muhafazasında araba ile camiye giden Padişah çok
neş’eliydi. Halkın arasındaki softalar, hocalar ve mollalar Padişahı çılgınca
alkışlıyorlardı. Şimdiye kadar hiç vâki olmadığı halde, ulemadan biri Padişah
için yüksek sesle dua ediyordu. Fakat Abdülhamid’in enerjisi gittikçe azalmaya
başlamıştı. O’nu mânen ve maddeten hasta olarak tavsif eden Sait ve Kâmil
Paşalar şüphesiz ki çok haklıydılar.
İstanbul’da
kendilerine bir kumandan bekleyen otuz bin asker vardı. Fakat Padişah hâlâ
nâfile yere yaptığı entrikalarla vakit kaybediyordu. Selânik Ordusunun ileri
harekâtına mâni olmak için şahsî kaynaklardan toplanan paralarla muazzam
masraflar yapılmıştı. Askerlere, hocalara ve imamlara arkadaşlarını
ayaklandırmak için pek çok para dağıtıldı. Fakat bu paraların pek az kısmı,
hakikî maksada hizmet edecek kimselerin eline geçti.
Asilerin
herhangi bir müdafaa plânları yoktu. Heyecan ateşi sönüp, etraf sükûnet
bulunca, âsilerin büyük bir kısmı neden ayaklandıklarını birbirlerine sormaya
başladılar. Selânik’ten gelen askerler çok iyi yetiştirilmişlerdi. İnsan ruhunu
gayet iyi bilen meşhur bir Paşa’mn kumandası altındaki bu askerler için
Kumandan Paşa diyordu ki; “Onlar, İttihat ve Terakki Komitesi adına değil,
Osmanlı Ordusu adına mücadele ediyorlar.”
Masonların
ve din aleyhtarı kimselerin emellerine hizmet ettikleri yolunda yapılan propagandalar,
askerlerin cesaretini asla kıramamıştı. Tâkip ettiği usulün İstanbul’da hoş
karşılanmadığını anlayan İttihat ve Terakki Komitesi, bir müddet kulis
arkasında kalmayı tercih etti. Temmuz ihtilâlinin iki kahramanı Enver ve Niyazi beyler, Mahmut Şevket Paşa’mn emrine girmişlerdi.
(
XXXIV
Abdülhamid’
in Hal’ i
Meşhur
ve tarihî Fener semtinin kafesli pencereleriyle, dükkânların kapalı kepenkleri
arkasında korku ve heyecandan titreyen kimseler, Bab-ı Ali’nin tozlu dosyalarla
dolu odalarında, Galata Bankalarında, rıhtımlarda bekleyen, yük gemilerinde,
Gümrük bürolarında çalışan herkes, şehre kimin hâkim olduğunu henüz bilmiyordu.
İstanbul halkı bir korku ve meçhuller içinde yaşıyordu. Şehirde, akıl ve
hayâlden geçmeyen olan Se-lânik Ordusu altı günden az bir zamanda İstanbul’a on
kilometre mesafedeki Yeşilköy’e gelip yerleşmişti. Mukabil ihtilâl başladığı
zaman düşük seviyeli basın şiddetle İttihat ve Terakki Komitesi aleyhine
neşriyat yapıyordu. Fakat şimdi ise tamamen değişmişti. İlk defa olarak hiç kimsenin
henüz söylemeye cesaret edemediği bir şekilde gazeteler, Padişahın tahttan
feragat etmesinden bile bahsediyorlardı.
Yıldız’a
sâdık bâzı kimselerin şehri terketmeleri, Padişahın efsanevî kuvvetine olan
inançların kaybolduğuna delâlet ediyordu. İstanbul’un bombardıman edilmesinden
korkan paşalar ve bir kısım halk yollara düşmüştü. Bizzat saraya mensup olanlar
da telâşlanmıştı. Bunları teskin ve mevkiini tahkim etmek maksadıyla
Abdülhamid, âsayişi tesis için Üçüncü Ordu’yu kendisinin çağırmış olduğunu ilân
etti.
Yeşilköy’de
Orduyu karşılayıp iaşe etmek üzere gerekli hazırlıklar ve yiyecek stokları
yapıldı. Abdülhamid, ayrıca bir de mümessil tâyin ederek, gelenlerle müzakere
için kendisine tam selâhiyet verdi. Fakat Padişahın mümessilinin vereceği
teminata itimat gösterilecek miydi? Şüphesiz ki Mahmut Şevket Paşa’nın,
emirlerine itaat edecek âsileri affedeceği ve Padişahın hal’i hususundaki her
türlü harekâta mâni olacağına dair verdiği beyanata da inanmamak lâzımdı.
Mahmut Şevket Paşa, böyle bir kararın ancak Meclis-i Meb’üsan ve Şeyhülislâm
tarafından alınabileceğini söylüyordu.
23
Nisan Cuma sabahı Selânik Ordusu Kâğıthaneye geldi. Abdülhaamit bu haberi
öğrendiği zaman, hayret edilecek derecede soğukkanlı ve kendisine hâkimdi. Bir çok karanlık ihtimallere rağmen, geleneğe uymaya karar
verdi ve Cuma selâmlığına iştirâk etti. Önceki merasimlere nispetle bugün halk
daha çekingen duruyordu. Fakat Abdülhahıid hâlâ “Yeryüzünde Allahın gölgesi”
ünvanını muhafaza ediyormuş gibi, merasim büyük bir ihtişamla yapıldı. İstanbul
halkı son defa olarak Padişahın hafifçe öne eğilmiş siluetini, açık bir araba
içinde geçerken gördü, ve yine son defa olarak Abdülhamid derinden boğuk bir
sesle söylenen “Padişahım çok yaşa!...” seslerini
işitti. Fakat yabancı sefirlere mahsus tribünü selâmlamak için döndüğü zaman,
orada hiç bir sefirin bulunmadığını gördü.
Tâze
ilkbahar havasının yayıldığı berrak semâda derin akisler yaratan top
gürültüleri duyuluyordu. Edirnekapı’daki kışlalarda bulunan askerler Selânik
Ordusuna teslim olmaya başlamışlardı. Mahmut Şevket paşa kuvvetleri üç koldan
şehre giriyordu. Asi askerlerin pek azı mukavemet gösteriyordu. Büyük bir kısmı
hiç silâh kullanmadan teslim oldu. İstanbul bir saatten az bir zamanda işgal ve
zaptedilmişti. Sadece isyanın merkezi olan Taksim kışlası mukavemet ediyordu.
Kışlayı saran Selanik kuvvetlerine, Enver Bey kumandanlık yapıyordu. Büyük bir
ustalıkla barikatlar aşıldı ve dört saatlik bir mücadeleden sonra kışla teslim
alındı. Akşama doğru şehrin dörtte üçü Selanik’ten gelen askerlerin eline
geçmişti.
Bir
şehrin zabtından sonra, mücadelede vazife almayan silâhsız halka aslâ bu kadar
iyi ve nâzik muamele edildiği görülmemiştir. Askerler, tramvaya binmek isteyen
yaşlı hanımlara yardım ediyorlar, askerî mektep talebeleri yabancı sefaretler
önünde muhafızlık yapıyorlardı. Mücadeleden bir saat sonra dışarı çıkıp kahveleri
dolduran halk, cereyan eden hâdiselerin münakaşasını ediyordu. Hiç kimse
Padişahın ne olacağını bilmiyordu. Bununla beraber ihtiyar “Baba Hamid”
hakkında askerler arasında başlayan mırıldanmalara göre onun daha uzun zaman
tahtını muhafaza edemeyeceği anlaşılıyordu.
Padişahın
kaderini tâyin etmek üzere Ayan ve Meb’usan Meclisleri âzaları, Yeşilköy’deki
umumî karargâaha dâvet edilmişlerdi. Almanya sefirinin Abdülhamid lehine bâzı
teşebbüslere geçtiği biliniyordu. Fakat İttihat ve Terakki Komitesi, Padişah
aleyhine öyle bir ithamname hazırlamıştı ki, bunun karşısında onu sadece hal
ile iktifa etmek, ihtilâlcileri büsbütün tahrik ederek Abdülhamid’in ölüm
cezasına mahkûm edilmesini istemelerine sebep olabilirdi.
Meclislerin
müşterek toplantısına Ayan Meclisi reisi sıfatıyla Küçük Sait Paşa başkanlık
ediyordu. Toplantının yapıldığı bina her ne kadar İttihatçı kuvvetler
tarafından sarılarak, Padişahın hal’ine karar verildi. Bununla beraber son
karar, şeyhülis-lâm’a bırakıldı. Çünkü Kanunî Muhteşem Sultan Süleyman
devrinden gelen an’aneyi bizzat ateşli ihtilâlciler bile bozmaya cesaret
edemiyorlardı.
Abdülhamid
bugün istikbalinin tehlikede olduğunu acaba biliyor muydu? Artık silâh sesleri
kesilmiş olan şehirden hiçbir gürültü gelmiyordu. Dışarıda tatlı bir mehtap
vardı. Sokaklarda şarkı söyleyen askerlerle, başıboş köpeklerin ulumasından
başka bir ses yoktu. Yıldız’m karadan ve denizden, her yer ile irtibatı
kesilmişti. Hattâ bir kaç gündenberi Dolmabahçe rıhtımında demirli bulunan
Saltanat yatı da ortadan kaybolmuştu. Hiç kimse yatın ihtilâlcilerin safına
geçen donanmaya iltihak ettiğini Abdülhamid’e söylemeye cesaret edemiyordu.
Keza o da, kimseye bir şey sormadan dışarıda olup biten hâdiselere karşı
tamamen kayıtsız bir halde bulunuyordu.
Saray
mensuplarının, içine düştükleri dehşete rağmen, Padişah, Selânik birliklerinin
zaferine karşı hiç bir heyecan göstermeden, sadece kendisine bir suikast
yapılmasından endişe ediyordu.
O’nun
hâlâ bir mucize yaratacağına inananlar vardı.
Hakikatte
ise artık o, ilâhlaşmış efsanevî varlığı içinde kendisine bir kurtuluş çaresi
arayan hasta bir ihtiyardan başka birşey değildi. Hayâl edilen efsanevî
kuvvetten hiç bir eser yoktu.
Ertesi
sabah Selânik kuvvetleri Yıldız’da ve Üsküdarda kalan son mukavemetçi taburlara
karşı da hücuma geçti. Silâh sesleriyle uyanan haremağası Nâdir Ağa, hemen
efendisinin kapısına koştu. Padişah, üzerinde rop döşambrı olduğu halde
odasından dışarı çıktı. Kendisine; “Zat-ı şahaneye sâdık kuvvetlerin,
haydutları ezmekte olduğu” arzedildi. Zira hiç kimse Makedonya kuvvetlerinin
Abdülhamid’e düşman olduğunu söylemeye değil, düşünmeye bile cesaret
edemiyordu. Padişah, o gün dahi, yapılmakta olan çarpışmaların kendisine karşı
olduğunu bilmiyormuş gibi davranmaya devam etti. Her günkü gibi banyosunu
yaptıktan sonra çalışma odasına geçti. Bazısı artık hiç bir ilgi çekmeyen,
vilâyetlerden gelmiş raporları tetkik ile meşgul oldu. Öğleye doğru top sesleri
kesilmişti. Yddız’da mukavemet gösteren iki tabura mensup askerler ya teslim
olmuşlar, ya da kaçmışlardı. Makedonya birlikleri sarayı muhasara etmeye
başlamışlardı. Bu askerler o kadar disiplinliydiler ki, bir teki bile, Umumî
Karargâhtan emir almadan saray parkına girmeye teşebbüs etmiyordu. Nihayet
ertesi akşam, yâni 25 nisan 1909 Pazar günü
şeyhülislâm lüzumlu fetvayı verdi:
“Eğer
müslümanların imamı, umumun hakkını gaspeder-se, eğer adalet icaplarına
uymayarak tebaasını öldürdükten sonra yalan yere yemin ederse... Eğer onun
varlığı, dahilî bir harbin çıkmasına sebep olarak halk
arasında kan dökülmesini icap ettirirse, eğer onun uzaklaştırılmasıyla
memlekete sulh ve huzur geleceği sâbit olursa, iktidarı elinde bulunduranların
bu imamı azle veya tahttan indirmeye karar vermeleri caiz midir? Bu takdirde
hangi çareye baş vurulmalıdır?...”
Şeyhülislâm,
her ne kadar en yüksek dinî makamı işgal ediyorsa da, şu sırada her türlü
iktidar ve selâhiyetin İttihat ve Terakki Komitesinin elinde olduğunu da iyi
biliyordu. Bu itibarla cevabı; “Caizdir.” oldu.
Aradan
seneler geçtikten soma Abdülhamid, bu hâdiselere karşı ne yapması icabettiğini
çok düşündü. Eskiden yaptığı gibi büyük devletler arasındaki
rekabeti körükleyerek onlardan birisini kendisine yardıma çağırabilirdi veya
Asya yakasına geçerek İslâm Halifesi sıfatıyla SelânikTi âsilere karşı
“Mukaddes Cihat” ilân edebilirdi. Eğer pısırıklık göstermeseydi, bütün bunları
yapabilirdi.
Cumartesi
akşamından itibaren Yıldız’ın aşçı, uşak, marangoz, elektrikçi gibi basit ve mütevazi müstahdemleri saraydan kaçmışlardı. Bu suretle
evvelce bin kişiyi bulan müstahdem kadrosu yüze inmişti. Sarayın cereyanı
kesildiği için ışıkları sönmüştü. Sultanlar, terkedileiı saray kilerindeki
soğuk yiyecekleri yemeğe mecbur olmuşlardı.
Abdülhamid,
kendisinin ve maiyetindekilerin üzüntülerini unutturmak için ışıkların
yakılmasını ve müzik çalınmasını istedi. Fakat büyük bir ihmal eseri olarak
sarayda mum stoku yapılmamıştı. Henüz kaçmamış olan müzisyenler, Padişahın
hoşuna giden parçaları çaldılar. Fakat müziğin hoş nağmeleri, Yıldız’ın her
tarafını istilâ etmiş olan korku ve telâşı gidermeye kâfi gelmedi.
Nihayet
pazar günü içinde Yıldız Sarayının en gizli yerlerine kadar her tarafı
Makedonya birliklerine açıldı.
İstanbul’da
Padişaha diş bileyen bir kitle saray parkını işgal etmiş, İttihatçıların
gözünde birer kahraman olmak için sağa sola silâh sıkıp bomba atıyorlardı.
Fakat saray mensuplarının içine düştükleri müthiş korku ve telâş, âdeta
aşılması güç bir mânia teşkil ediyordu.
Yaptığı
hatâların kâbusu içindeki padişah, artık yerinde duramıyor, salondan salona,
koridordan koridora geçerek muz-darip ve perişan bir halde dolaşıyordu.
Salonları dolduran kıymetli eşyaları tetkik ediyor, elindeki altın anahtarlarla
paha biçilmez hâzineleri saklayan kasaları-açıyordu. Fakat şu anda dünyanın bu
kıymetli elmaslarına ve mücevherlerine sahip olmak neye yarardı?
Abdülhamid,
maiyetindekiler! teskin etmek maksadıyla, durmadan,
Selânik ordusunu kendi emniyeti için bizzat dâvet ettiğini söylüyordu. Fakat
Kızlarağasından en genç câriyelere kadar herkes şimdi şu suali soruyordu.
“Padişahı
ne yapacaklar?.. Biz ne olacağız?..”
Haremağaları kendi istikballerini daha karanlık görüyorlardı. Yaptıkları zulüm
ve şımarıklıklardan dolayı hapishanelere sürüleceklerini, ya da darağaçlarını
boylayacaklarını düşünüyorlardı. Hele mutlaka bütün hayatları müddetince
dilencilik yapmaya muhtaç olacaklardı. Fakat genç kadınlardan bazısı, bilhassa
Padişahın dâvetine aslâ mazhar olmayanlar, Makedonya kuvvetlerinin gel-meşinden
âdeta gizli bir sevinç duyuyorlardı. Padişah ise, kendisini bekleyen âkibet
hakkında herhangi birşey hissettirmiyordu. Şeyhülislâmın fetvası ne olursa
olsun tuzağa yakalanan bir fare gibi şimdi kendisini tamamen İttihatçıların
ellerine düşmüş görüyordu.
27
Nisan sabahı yeni başkâtibi, dört kişiden ibaret bir Meclis hey’etinin
kendisini görmek istediklerini arzedince Abdülhamid, mukadderatının tâyin
edilmiş olduğunu anladı. Son defa olarak ziyaretçilerini bekletmek hususundaki
zevkini tatmin etti.
Padişaha
azledildiğini tebliğe memur olan bu dört kişilik hey’et içinde hiçbiri de Türk
değildi. Yahudi, Rum ve Ermeni ırkına mensup olan delegelerden Reis Esat Paşa
hariç, ötekilerin hepsi de İttihat ve Terakki Komitesinin nüfuzlu âzalarıydı.
Hey’et
âzaları, sevinçli olmaktan ziyade sıkıntılı bir halde Küçük Mabeyn köşkünün
park tarafındaki kabul salonunda bekliyorlardı. Muhafızlık vazifesi yapan otuz
kadar haremağasmın giren çıkanı kontrole yarayan duvar aynalarına akseden
çehrelerindeki korkunç manzara görülecek şeydi. Padişah hâlâ ortada yoktu.
Bitişik odadaki papağanın Arapça bir şeyler söylediği duyuluyordu.
Guguklu
saatlerin tik-takları âdeta artık kesilmiş gibiydi. Nihayet kapı açıldı.
Beraberinde on yedi yaşındaki oğlu Abdur-rahman olduğu halde Abdülhamid ürkek
adımlarla salona girdi. Dört meb'ustan sadece Esat Paşa, Padişahı yakından
görmemişti. Abdülhamid, tasavvur edilemiyecek kadar küçülmüş, omuzlarında
dalgalanan askerî üniformasının apoletleri altında bir iskelet hâlini almıştı.
Nezaket kaidelerine uygun bir kaç cümle ta-ati edildikten sonra Padişah, bedeni
kadar nârin ve zayıf bir sesle sordu;
Arzunuz
nedir. Neler oldu?”
Sert
bir asker tavrıyla cevap veren Esat Paşa:
Alınan
fetva mucibince millet sizi azletti. Meclis-i Meb’usan, sizin ve ailenizin
şahsî emniyetlerinizi taahhüt eder. Endişeyi mucip hiç bir şey yoktur.” dedi.
Salona
derin bir sessizlik çöktü. Padişah, söylenenleri sanki duymamış gibiydi. Fakat
bu hal onun eski bir itiyadıydı. Bir müddet sonra, hiç bir faydası olmayacak
bir kurnazlıkla tevekkül göstererek, evvelce aynı vaziyetle karşılaşan amcası
Abdü-laziz’in söylediği gibi:
Kısmet
böy leymiş!..” dedi.
Şimdiye
kadar tebaasına, kaynağını şiddetten alan bir hürmet telkin etmişti. Fakat
şimdi bizzat kendisi bir şiddetin tesiri altındaydı. Kendisi aslâ ve câni ve
zâlim değildi. Tarih bir gün onun, daima milletinin saadeti için çalıştığını
yazacaktı. Artık ihtiyarlamıştı. Eğer milleti onun azlini mutlaka arzu
ediyorsa, hiç olmazsa bundan sonraki ömrünü Çırağan sarayında geçirmeye müsaade
edilmesini istedi. Nitekim kendisi de, kardeşi Murat’ı tam yirmi beş sene huzur
ve sükûn içinde orada bırakmıştı.
Esat
Paşa, arzularını Meclise bildireceğini vaadetti. Padişaha, sürgün yeri olarak
Selânik’in seçildiği hususundaki kararı tebliğ etmek vazifesi, bu hey’ete ait
değildi.
Abdülhamid’in
muhafazasına memur edilen subaylar saraya geldiği zaman saat, akşamın dokuzuydu.
Bu defa Padişah, etrafında bir kaç haremağası ve bendegânı olduğu halde
gelenleri bekliyordu. Muhafız grubunun kumandanı olan bir paşa, hiç bir
merasime lüzum görmeden doğrudan doğruya söze başlayarak, kardeşi Reşad’ın
“İkinci Mehmet” ünvanıyla tahta geçtiğini, iki padişahın aynı zamanda bir
şehirde ikâmetleri mümkün olmadığından kendisini Selânik’e götürmekle vazifeli
kılındıklarını Abdülhamid’e bildirdi.
Abdülhamid,
kendisine herşeyi kaybettirmeye sebep olan Selânik şehrinin, şimdi de sürgün
yeri olduğunu Öğrenince artık sinirlerine hâkim olamadı. Son bir defa daha
vaziyeti protesto etmek istedi ve bayıldı. Muhafız kumandam getirdiği talimatı
okumak için Padişahın kendisine gelmesini bekledi. Bu tâlimata göre Abdülhamid
üç karısını, dört cariyesini, iki oğlu ile dört haremağasmı ve on dört
hizmetçisini beraberinde Selânik’e götürebilecekti. Yolda lâzım olmayacak diğer
eşyası sonradan gönderilecekti. Zat-ı şahanenin bu talimata uyacak bütün arzusu
yerine getirilecekti. Fakat Abdülhamid şimdi bunları düşünecek ve münakaşa
edecek halde değildi. Hâdiseye şahit olanlardan birinin anlattığına göre,
gözlerini ellerinin üzerine diken Padişah derin bir düşünceye dalmış, insiyaki
bir şekilde gözlerini açıp kapıyordu. Şimdi bütün heyecanlardan sıyrılmış gibi
sun’i bir uyku hâlindeydi. Kendisi ile beraber gidemiyecek olan yaşlı ve hasta
üvey annesine veda edişi, o kadar soğuk ve ciddî oldu ki, sanki bir yabancıdan
ayrılıyor gibiydi. Haremağalarma sadece hafif bir baş işaretiyle veda etti.
Saat
gece yarısını gösteriyordu. Arabalar hazırlanmıştı. Solgun yüzlü titrek bir
ihtiyar, bir imparatorluğu otuz üç sene idare ettiği saraym kapısında son defa
tevakkuf ediyordu. Şimdi kendisine muhafızlık yapan askerler, onu,
silâhlarıyla, kadmlar ise hıçkırıklar içinde uğurluyorlardı. Peşini bırakmayan
haremağaları eteklerini öperken, saraym bir köşesinde kalmış olan papağanın
alay edercesine “Padişahım çok yaşa!” diye bağırdığı duyuluyordu.
Abdülhamid’
in Son Ydları
•Abdülhamid
Alâtini Köşküne yerleştirildi. Bu bina, Selâ-nik’in en büyük ve en güzel bir
villâsıydı. Bir Yahudi bankerine ait olan bina, Jandarma teşkilâtını İslaha
memur İtalyan Generali Robilant’a iki sene için kiralanmıştı. Abdülhamid ile
daima iyi münasebetler kurmuş olan General, hükümet makamlarının eski Padişah
için bina bulmakta müşkülât çektiğini öğrenince, çok nâzik bir jest yaparak
villâyı terkedebileceğini teklif etti.
Aniden
İtalya’ya gideceklerinden dolayı büyük bir sevinç duyan Generalin kızları acele
ile bavullarını topladılar ve villâdaki kıymetli eşya ve möbleleri olduğu gibi,
Padişahın haremine bırakmak hususunda annelerini de ikna ettiler. Fakat villâya
gece yarısı gelen Abdülhamid, yirmi saatlik bir yolculuktan sonra Alâtini
köşkünü kâfi derecede konforlu bulmadı. Köşkte hamam yerine Avrupa tarzında
banyolar vardı. Karyolalar ve yataklar kadınların hoşuna gitmemişti.
Abdülhamid’in, tâlimat çerçevesinde kalacak her türlü arzusunu yerine getirmek
hususunda emir almış olan muhafız subayları gece yarısı olmasına rağmen bir
mobilya mağazasını açtırarak lüzumlu eşyayı temin ettiler.
Abdülhamid’e,
sürgünün ilk haftasında gösterilen itibar, hiç bir eski hükümdara
gösterilmemiştir. İstanbul’dan Selâ-anik’e kadar kendisine Saltanat vagonu
tahsis edilmişti. Şark Demiryolları idaresi tarafından yirmi sene evvel
Padişaha hediye edilmiş olan bu vagon şimdiye kadar Abdülhamid tarafından hiç
kullanılmamıştı. Eski Pâdişâhı, istasyonda, Selânik Belediye Reisi ve muhafız
olarak emrine verilen ve fakat yaver gibi hizmet eden iki subay karşılamıştı.
Selânik’in sütünün ve yumurtasının tâze olmadığmdan şikâyet ettiği zaman
İstanbul’dan bir memur nezaretinde elli tavuk ve hâliskan iki beyaz inek
gönderilmişti. Kendisine gösterilen bu dikkat ve ihtimamdan cesaret alan
Abdülhamid, ilk önce çok sevdiği kedilerini, sonra da Saint - Bernard cinsi
köpeğini, daha sonra da sıkıldığını ileri sürerek en genç ve güzel iki
cariyesini ve ayrıca iki haremağasım da istedi. Fakat bunlar gelince de sanki
senelerdenberi kendileriyle berabermiş gibi hiç ilgilenmedi.
İttihat
ve Terakki Komitesinin Abdülhamid’in arzularına karşı gösterdiği bu cömertlik
ve uysallık sebepsiz değildi. Eski Padişahm hariçte mühim miktarda bir servete
sahip olduğu biliniyordu. İttihatçılar bir an evvel bu serveti ele geçirmek
istiyorlardı. Hayatını kurtarmak için asılarak Galata Köprüsünde teşhir edilen
Kızlarağasının âkibetine düşmek istemeyen Nâdir Ağa devamlı surette muhbirlik
yapıyordu. Abdülhamid’i isyanı teşvik ile itham ediyor, sarayın bir çok sırlarını açıklayacağını bildiriyordu. Eski
Padişahın servetini tesbit için kurulan özel komisyona mensup subaylara Nâdir
Ağa, Yıldız hâzinelerini muhafaza eden yeraltı bir tesisat olduğunu ihbar
etmişti. Fakat bu yeraltı tesisatta ele geçirilen yarım milyon lira değerinde
on bir torba altın ve kıymetli taşlarla demiryolu hisse senetleri, Komisyonu
tatmin etmemişti. Saraydan ayrılırken acele ile -veya kasten- Abdülhamid’in
unuttuğu bir defterde, servetinin büyük kısmının ecnebi bankalarda bulunduğu
yazılıydı. Kendi rızası olmadan başkasına ödenmesi mümkün olmayan bir servete Ab-dülhamid
hâlâ sahip oldukça daha bir çok karışıklıklar
çıkarabilirdi.
Çünkü
Abdülhamid’in en kurnaz ve sâdık adamlarından biri olan Arap İzzet paşa
Avrupa’ya kaçmıştı. Belki bir gün eski padişahın bu paralarının yardımıyla yeni
bir mukabil isyan tertip edebilirdi. îşte bu parayı ele geçirebilmek için
Abdülhamid’in itimadını kazanmak zaruriydi.
Alâtini
köşkünde vazifeli olan iki genç subay Abdülhamid’in vatanseverlik duygularını
okşayarak ona, asîlâne hareket ettiği ve yeni hükümete yardımda bulunduğu
takdirde sürgün cezasının uzun sürmeyeceğini anlatmak emrini almışlardı. Vazifeleri
kolay değildi. Zira eski Padişah hâlen çok bitkin görünüyor ve pek az
konuşuyordu. Zamanının çoğunu, pencereden denize dalgın dalgın bakmakla
geçiriyordu. Fakat günden güne sıhhati düzeliyor, cesareti artıyordu. İlkbahar
güneşi ve Ege’nin serin rüzgârları onu biraz dışarı çıkmaya tahrik etmişti.
Yıldız parkındaki güller kadar güzel çiçekleri bulunan villânın bahçesinde
gezinti yapmaktan zevk almaya başladı. Muhafızları ile gayet iyi anlaşmıştı.
Mücevherlerinin müsadere edilmesinden üzgün olan kadınları ise Alâtini
villâsını rahat ve sevimli bulmaya başlamışlardı. Abdülhamid yavaş yavaş
hayattan zevk alıyor, hattâ siyasetle bile meşgul oluyordu. Fakat okuduğu
gazetelerdeki haberler onun hoşuna gidecek mahiyette değillerdi.
Demokrasinin
iyilikleri çok ağır tezahür ediyordu. İttihatçılar yaptıkları hataları halktan
gizlemek için Abdülhamid rejimi aleyhinde şiddetli bir kampanya açmışlardı.
Saray erkânı Galata Köprüsünde kurulan darağaçlarında asıldığı sırada Yıldız,
bütün hâzineleriyle halkın ziyaretine açılmıştı. Bu vesile ile gazeteciler
mahzenleri ve yeraltı geçitlerini gezmeye dâvet edilmişti.
Sürgüne
gönderildiğinin ilk haftalarında Abdülhamid, hareminin ortadan kaldırıldığını
ve kadınlarının dağıtıldığını gazetelerden öğrendi, ittihatçılar yüzlerce kadına
ömürleri sonuna kadar bakmak mecburiyetiyle karşılaşınca, bir kurnazlık yaparak
Kafkas ve Balkan köylerine birer tamim gönderip eskiden kızlarını veya
kızkardeşlerini satmak ve kaçırtmak suretiyle kaybetmiş olan kimseleri, masrafı
hükümetten verilmek suretiyle İstanbul’a dâvet ederek akrabalarını geri almak
hakkını tanıdılar. Çok
saçma olan bu fikir ile Abdülhamid karılarının önünde kurnazca alay etmekten
zevk duyuyordu. Sarayın lüks hayatına alışmış olan güzel kadınların şimdi
köylerde yük hayvanı gibi çalışarak yaşamaları nasıl tasavvur edebilirdi?
Nitekim kadınlardan birinin memleket hasretinden dolayı duyduğu ıstırap, mâruz
kalacağı hayat şartları kendisine anlatılmak suretiyle çabuk zail olmuştu.
Abdülhamid şimdi kendisini avutan bu kadınların birgün onu terkedip yalnız
bırakırlarsa, her tarafında basımlarının bulunduğu bu şehirde tek başına ne
yapacağını düşünerek üzülüyordu. Yalnız kalacağını hatırladıkça, şimdiye kadar
kendisine muhabbet gösteren kadınlara karşı zaman zaman sert ve hırçın bir muamele
yapıyordu. Muhafızları ona teminat vermek için, hükümet hakkındaki siyasetini
değiştirerek ehemmiyetsiz bir jest yapmasını sık sık tekrarlıyorlardı.
Yeni
hükümet fakirdi. Türkiye’nin düşmanları onun bu fakirliğinden istifade
ediyorlardı. Eğer Şevketmeap, ona bir yardımda bulunursa, hükümetin de bu
harekete elbette nankörlük göstermeyeceğini ifade ediyorlardı. Abdülhamid bu
sözleri sadece dinlemekle yetiniyordu. Fakat günler ve haftalar birbirini takip
ettikçe, istikbal daha çok karanlık bir hal alıyordu. Nihayet, mahiyeti önceden
anlaşılması mümkün olmayan bir şekilde, kararını bildirdi. Selânikte mahpus
bulundukça ecnebi bankalardaki serveti ne işe yarayabilirdi? Fakat hürriyetinin
iadesi için İttihatçılarla müzakereye geçebilmek maksadıyla belki bu servet bir
vasıta olabilirdi. Yeni rejim büyük müşküller içindeydi. İttihatçı şefler
arasında ihtilâf başgösteriyordu. Komite, hükümet idaresini henüz eline
almamıştı ve tekrar aksakalhlardan ibaret bir kabine kurulmuştu. Avrupa’h
subaylardan bazısı Makedonya’yı terkettiği zaman, yeniden ayaklanmalar oldu ve
yine bir çok kan döküldü. Bu ayaklanmaları bastırmak
için ayrı kanaat taşıyan kimselerle meskûn bölgelerden birlikler getirildi.
Arabistan’da da Vahabîler baş kaldırmıştı. Adana’da
Ermenile-re karşı yapılan katliamdanberi Fransız harp gemileri İskenderun
limanında demirli bulunuyordu. Hazine boşalmıştı. İngiliz Liberalleri
tarafından gösterilen heyecanlı alâkaya rağmen İttihatçılar İngiltere’den borç
para almaya muvaffak olamamışlardı.
Düşmanlarının
böylece güçlük içinde olduğunu gazetelerden öğrenen Abdülhamid, eğer kendisine
hürriyetini iade ederlerse herşeyin yoluna girebileceğini söylüyor, genç
muhafız subaylar da onun da fikirlerine uymak inceliğini gösteriyorlardı. Fakat
bu sırada Abdülhamid istikbal için mutlak bir garanti istiyordu. Diyordu ki,
eğer kendisi parasından mahrum edilirse ileride ailesiyle beraber sıkıntıya
düşmemesi için nasıl bir teminata sahip olabilirdi?
Muhafızlar,
Osmanlı devletinin asîl ve âlicenap olduğundan kendisine şimdi göstereceği
cömertliğe ileride aynı şekilde mukabele edeceğinden bahsettiler. Ve, dediler ki, “Meclis efendimize ve üfulünüz halinde
ailenize ayda bin lira maaş tahsis edebilir.” Bununla beraber Abdülhamid hâlâ
tereddüt ediyordu. Fakat zaman, şüphe ve tereddüt göstermekte onu haklı
çıkardı.
1909
Temmuzunda bir gün, genç muhafızlardan Fethi Beye (Fethi Okyar), bir Credit
Lyonnais’ye, diğeri de Deutsche Bank’a hitaben yazılmış iki mektup verdi. Bu
mektuplarda, adı geçen bankalarda mevcut para ve hisse senetlerinin Selânik
Şubelerine gönderilmesi bildiriliyordu. İttihat ve terakki Komitesinin meşhur
Mâliye Nazın Cavit bey hemen Alâtini Köşküne giderek
Türk hükümeti nâmına, içinde bir milyon seksen bin liralık demiryolu tahvili,
para ve muhtelif kıymetler bulunan kasaları teslim aldı. Cavit
bey bütün bir gün öğleden sonra Abdülhamid ile tatlı tatlı sohbet etti.
Abdülhamid, eski günlerinin med-hüsenâsını zevkle dinledi. Banka
direktörlerinin kendisini ikaz eder mahiyetteki kapalı sözlerini ve Cavit beyin
muhafız subayları tebrik edişini âdeta ne duymuş, ne de görmüştü. Bu subaylar
aradan az zaman geçtikten sonra kendilerine vaadedilmiş olan yüksek mevkilere
tâyin olundular.
Fakat
Abdülhamid’in, İttihatçılar tarafından iğfal edildiğini arılaması için uzun bir
zaman geçmesine lüzum kalmadı. Kendisine vaadedilen hürriyet verilmedikten
başka, şimdi onu daha sıkı şekilde muhafaza etmek için tedbirler alıyorlardı.
Aylık tahsisatı muntazaman ödenmekle beraber, diğer hususular hakkında hükümete
yazdığı mektuplara gayet kaçamaklı cevaplar veriliyordu. Abdülhamid artık
tamamen âciz kaldığını anlayınca, sadece karılarına üzüntü veren fecî buhranlar
geçirmeye başladı. Sükûnet bulunca da, bahtsızlığndan dolayı hıçkıra hıç-kıra
ağlıyordu.
Mâzide
birçok ölüm tehlikesi geçirmiş olan bu zayıf ve nahif ihtiyar daha dokuz sene
yaşayacak ve memleketinin başına gelecek felâketlere ıstırap içinde iştirak
edecekti. Hâdiseler, İttihatçıların tahmin ve tasavvur etmedikleri kadar ters
dönmeye başlamıştı. 1911 de İtalya Trablus’a sahip olmak için müsait bir fırsat
yakaladı. Ne Enver beyin kahramanlıkları, ne de Mustafa Kemal gibi genç bir
subayının kabiliyetleriyle sevk ve idare ettiği Arap birlikleri hiç bir başarı
gösteremedi. Sadece kuvvetli bir filo ile taarruza geçen İtalyanlar Trablus’a
hâkim oldu.
Türkiye
bu savaşlarda yalnız Afarikada kalan son ülkelerini değil, Ege denizindeki
Oniki Adaları da terke mecbur oldu. Fecî, fakat kaçınılması mümkün olmayan
Trablus harbini, bir sene sonra meydana gelen hâdiseler fersah fersah geride
bıraktı. Birinci Balkan Harbi patlak vermişti. Bu sebeple Abdülhamid’i de
İstanbul’a geri götürmek zarureti hâsıl oldu. Sıra ile,
Bulgaristan, Yunanistan ve Sırbistan’ın göz diktiği Selânik bir harp sahası
olabilirdi. Bu üç müttefik kadar garip ve birbirine zıt bir topluluğu tarih
şimdiye kadar aslâ bir araya getirmemiştir.
Abdülhamid’in
haklı olarak söylediği gibi İtihatçıların aşırı milliyetçiliği ve lüzumsuz
gururları olmasaydı, bu üç devletin reisleri ve Karadağ Kralı aslâ
birleşemezlerdi. Hattâ çok zeki bir devlet adamı olan Yunanlı Venizelos bir
Balkan ittifakını aklından bile geçiremezdi.
Abdülhamid’in
üç senelik sürgünden sonra İstanbul’a dönmesi çok hâzin bir hâdise teşkil etti.
Eski bir dosta karşı bir cemilekârlık veya Ege denizindeki harp gemileri
Yunanlılar tarafından devamlı surette tâciz edilen İttihatçılara karşı bir
yardım olsun elhasıl nasıl telâkki edilirse edilsin, Alman İmparatoru Kayzer
Guillaume, sefarete ait karakol gemisini Abdülhamid’i almak üzere Selâniğe
gönderdi. Geminin subayları arasında Abdülhamid’in evvelce yâverliğini yapmış
olan Şerif Paşa da vardı. Eski Padişah, Şerif Padaşadan cepheye ait son
haberleri sordu. Türk Ordusu ağır bir bozguna uğramış, Lüleburgaz civarında
tamamen dağılmıştı.
Harp
sahasında binlerce insan ölmüş, bir o kadarı da yollarda kolera hastalığından
telef olmuştu. Cephede ne hastahane, ne de ilâç vardı. Yaralılar ve hastalar
Trakya ovalarının bataklıklarında soğuktan donarak ölüyorlardı.
Lüleburgaz
harbinden onbeş gün sonra Türkiye hemen hemen Avrupa’daki bütün ülkelerini
kaybetmişti. Sırplar Üsküb’ü ve Manastırı zaptetmişler, Yunanlılar ise Girit’i
İlhak etmeye teşebbüs etmişlerdi. Bu teşebbüs ve isteklerini Selânik’e kadar
teşmil ediyorlardı. Bulgarlar ve Edirne’yi muhasara altına almışlardı.
Bu
haberleri öğrenen ihtiyar Padişah meyus bir hâlde mırıldanarak; “Eğer ben
tahtta olsâydım, bunların hiç biri aslâ vukua gelmezdi” dedi. Dış
politikasındaki başlıca prensibi, Balkanlarda devamlı bir geçimsizlik
yaratmaktı. Fakat Komitenin bu genç adamları diplomatik sahadaki inceliklerden
ne anlardı?
Abdülhamid,
Beylerbeyi sarayında ikâmet etmek veya mahkûmiyetini geçirmek üzere İstanbul’a
götürüldüğü sırada Bulgarlar, hükümet merkezinin son müdafaa hatlarına karşı
taarruza geçmişlerdi. Avrupa’da, artık İstanbul’un kime ait olacağı düşünülmeye
başlamıştı. Rusya, Almanya ve İngiltere, acaba, göz diktikleri bu hâzinenin
sadece bir devletin eline geçmesine müsaade edecekler miydi? Veya İstanbul
herkese açık milletlerarası bir liman mı olacaktı? Hiç kimse artık Balkan’larda
statükonun muhafaza edilmesinden bahsetmiyordu. Ve
yine, hiç kimse, şahsî ıstırabını unutarak bütün dikkatini, imparatorluğunun
harabeleri üzerine çeviren bu ihtiyarın fikrini almak istemiyordu.
Beylerbeyi
sarayına yaklaşırken Abdülhamid sadece bir arzu izhar etti; Kendisine öyle bir
oda verilsin ki, oradan ne İstanbul, ne Dolmabahçe, ne de Yıldız Sarayının
bulunduğu yeşil tepeler görülsün...
Nihayet
Abdülhamid altı sene müddetle memleketi üzerinde cereyan eden fecî hâdiseleri
her şeyden âciz ve metrûk bir vaziyette seyrederek eriyip bitti. Balkan
Harbinin galipleri arasında ikinci bir ihtilâf baş gösterip tekrar harp çıktığı
zaman talih, kısa bir müddet Türk milletinin yüzüne gülmüştü. Enver Bey bir
hükümet darbesi yaparak kabine âzalarını istifa ettirdi. Harbiye Nâzırmı
öldürdü. Halkın coşkun tezahüratıyla iktidarı eline aldı. Bu fırsattan istifade
ederek Edirne’yi düşman istilâsından kurtardı. Fakat kısa süren bu zafer
devresinden sonra felâketler yine birbirini tâkip etti. Enver Bey ve partisi
iktidara geçtiğinden beri Türkiye çaresiz vaziyette Almanya’nın harp katarına
katılmış bulunuyordu. Evvelce Abdülhamid Almanya’ya karşı büyük bir yakınlık -
göstermişti. Fakat kat’iyen muayyen bir taahhüde girmemişti. Halbuki
İttihatçılar, Berlin ile askerî bir anlaşma yaptılar, 1914 sonbaharının meş’um
bir gününde, Almanların Goeben ve Breslav adındaki iki harp gemisi, bir Türk
destroyeriyle birlikte Karadenizdeki Rus gemilerine taarruz etmek maksadıyla
Boğazdan dışarı çıktı.
Abdülhamid
kadar hiç kimse bir harpten memleketinin ne kadar az şey kazanacağını veya ne
kadar çok şeyler kaybedeceğini bilemezdi. Bir kumar oynar gibi İttihatçılar
bütün ümitlerini ve imparatorluğun istikbali için eskiden besledikleri
ihtiraslarını, Mezopotamya’nın zengin petrol kaynaklarını, türkiye’nin İslâm
milletleri üzerindeki otoritesini tamamen tesadüfe bıraktılar. Abdülhamid’in
hayatının en büyük eseri olan imparatorluk bir harabeye dönmek üzereydi.
Eskiden çok korktuğu ölümü, şimdi kendisi istediği hâlde, dört sene daha
beklemek bahtsızlığına uğradı. Son senelerini nasıl geçirdiği hakkında fazla
bir şey bilinmemektedir. Fakat kadrosu çok azaltılmış olan haremine mensup en
güzel kadınlardan bir kaçının, müsaadesini alarak kendisini terkettiği
malûmdur. Kadınlardan yalnız biri, Müşfika Sultan, hayatının sonuna kadar
yanında kaldı. Abdülhamid’in sıhhatine karşı büyük itina gösteren Müşfika
Sultan, onun alâka duyduğu yegâne okunacak şey olan gazeteleri saatlerce
okuyarak ihtiyar padişahı teselli etti. Bununla beraber Abdülhamid, Gelibolu’da
memleketinin kalbine fırlatılan topların Boğaza kadar gelen seslerini, İngiliz
denizaltılarının Marmara denizine girmesiyle İstanbul halkı arasında yarattığı
telâş ve korku haberlerini işitince, vatanının istikbalinde beliren felâketler
karşısında milletine duyduğu yakınlığı şimdiye kadar aslâ bu derecede büyük ve
bu derecede samimî bir şekilde hissetmemişti. Fâcialar birbirini tâkip ediyordu
ve “Baba Hamid”in Padişah olduğu mes’ut devirlerin hâtırası halk arasında
fısıltı hâlinde kulaktan kulağa naklediliyordu.
Abdülhamid
1918 Ocak ayına kadar yaşadı. Bir gün yatağının başına hekimler çağrıldı. Bütün
hayatında öldürülmekten korkan Padişah, vefakâr karısı Müşfika Sultanın kolları
arasında ıstırap çekmeden, sâkin bir şekilde gözlerini dünyaya kapadı. Allahın
rahmeti, altı ay sonra Boğaz sularında sıralanacak olan galip devletlerin harp
gemilerini görmek zilletinden onu korumuştu.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar