Print Friendly and PDF

İSMAİL HAKKI BUASEVİ'NİN KİTABU'S-SİLSİLETİL-CELVETİYYE'Sİ

Bunlarada Bakarsınız

 

Hazırlayan: İlyas EFENDİ

 ÖNSÖZ

Hamd, âlemleri yaratıp, onları Celâl ve Cemâline ay­na yapan Yüce Rabbimize, salât u selâm "levlâk" saltana­tının sâhibi Hz. Muhammed salla'llâhü aleyhi ve selleme, âline ve hidâyet semâsının yıldızları olan seçkin ashâbına olsun.

Yüce Allah, sayısız mahlûkâtı arasından insanı İlâhî emirlerinin muhâtabı olarak seçti. Onu esmâ ve sıfatları­nın tecellîlerine mazhar kıldı. Yer yüzünde onu kendisine halîfe ta'yîn etti. Ancak bu mazhariyetini, yaratılışın­daki üstünlüğünü sürdürebilmesi ve hilâfet görevini ger­çekleştirebilmesi, yaratılışının gâyesi olan İlâhî ma'rifetullâh'ı elde edebilmesine, zâhirini şerîat-ı Ahmediyyeye ve bâtınını da hakikat-ı Muhammediyyeye uydurmasına bağlıdır.

İşte bu âlî maksadlarm gerçekleşmesinde bir katkı olsun diye, bizden önce bu yola sülük etmiş olan hayırlı seleflerimizin zikr-i cemîllerini yâd etmek ve sadaka-i câriye kabilinden olan eserlerini gün yüzüne çıkarmak için; gönüllerin Cenâb-ı Resûl'ün boyasıyla insibâğı demek olan tasavvuf âleminin parlak bir yıldızı olan Şeyh İsmâil Hakkı Bursevî'nin yetişmesinde madden ve mânen et­kisi olan Celvetî Tarîkatı meşâyihinin hayâtlarını içeren Kitâbu's-silsile'yi tez çalışmamıza konu olarak aldık. Ki toprağı iyi olan yerin bitirdiği de güzeldir emr-i celîlinin tezâhürü bilinsin.

İsmâil Hakkı Bursevî hazretleri'nin 1137/1724 yılın­da kaleme aldığı ve Silsilename-i Celvetiyye diye de ad­landırılan bu eseri ile ilgili çalışmamızı üç bölüm ha1inde sunduk:

Birinci bölümde; silsile kavramını ve tasavvuf açısmdan önemini incelemeye çalıştık.

İkinci bölümde ise celvetiyye tarikatı şeyhlerinin birbirleri ile olan maddî ve ma'nevî irtibatları husûsu üzerinde durmaya çalıştık.

Üçüncü bölümde ise İsmail Hakkı Bursevî hazretleri'nin Kitâbu's-silsile'sinin latin alfâbesine aktarılmış hâli yer almakta. İstifâdeyi kolaylaştırmak ve asıl me­tinle karşılaştırmayı sağlamak için varak numaralarını [ ] içerisinde verdik. Celvetiyye meşâyihinin hayâtları hakkında daha fazla bilginin bulunabileceği kaynakları dip notlarda belirtmeye çalıştık. Metinde yer alan âyet­lerin sûre ve âyet numaralarını verdik. Ve hadîsleri Kütüb-i tis'â çerçevesinde tahrîc etmeğe çalıştık.

Müellif nüshası Millet kütüphânesi şer'iyye bölümü 1040 da bulunan silsilenâmede kullanılan bazı kelimeleri günümüz Türkçesi ile ifâde ettik.

Gebze Kasım-1994

GİRİŞ

SİLSİLE

Tasavvufi terbiye; bir arada bulunma ve in'ikâs yo­luyla gerçekleştiği, hâl ve duyguların yansıması ile te­rakki hâsıl olduğu için bir mûrşid nezâretinde bulunmayı gerektirir[22].

Tasavvuf, Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in mânevi mirası demek olduğundan, vârisleri olan kimselerin zât-ı pâk (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ile mânevi bir neseb bağına sâhip olmaları zorunlu sayıl­mıştır.

Lugatta zincir anlamına gelen silsile; tasavvuf terminolojisinde, tarikat şeyhlerinin ûstâd zinciri[23], şeyh­lerin silsilesini doğrudan doğruya Peygamber'in ta'İlmine bağlayan mânevi şecere demektir. Bilinen en eski silsile isnâdı Huldî (ö. 348/959)'ye âittir. Klâsik isnâd milâdî XIII. asırdan itibâren tesbit edilmiştir[24].

İnsan, yapısı itibâri ile telkinden çok tatbîkden hoşlanan, ideal örnek arayan ve ondan haz alan bir varlıkdır. Bu yüzden Cenâb-ı Hak, her devirde Peygamber gön­dererek ideal şahsiyetleri müşahhas örnekler halinde in­sanlığa sunmuşdur. Son Nebi ve âhirzaman Peygamberinden sonra da onun ahlâkıyla ahlâklanmış, ve O'nun ma'nevî mîrâsına hak kazanmış kimseleri bu vazifeye memûr kılmışdır.

"Ashabım yıldızlar gibidir. Onlardan hangisine tâbi' olursanız hidâyete ulaşırsınız." hadîs-i şerifi, farklı karakter yapılarına sâhip insanların ashâb içinde kendi­lerine bir örnek şahsiyet bulabileceklerini imâ ederek bizi örnek, ideal şahsiyetler aramaya yönlendiriyor. Bu yüzdendir ki Hz. Peygamber'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) devlet reisliği ve dîni otoritesi halîfede toplanırken, ma'nevî-ruhanî oto­ritesi, bu otoriteyi temsîle lâyık bu tip kimselere inti­kal etmiş, teblîğ ve irşâd vazifesi bunlar eliyle yapılagelmişdir.

İlk devirlerde âbid, zâhid, nâsik gibi sıfatlarla yâd edilen Allah dostları, Hicrî II. asırdan itibâren sûfî adıyla anılmaya başlamışlardır.

Aslında ilk hicrî asırlarda tefsir, hadîs ve fıkıh gibi İslâmî ilimlerde de bir rivâyet zinciri aranmaktay­dı. Hicrî III. asırdan itibaren İslâmî ilimler yazılıp kayda geçmeye başlayınca silsile zorunluluğu da zaman içerisinde terkedildi.

Tasavvuf ricali ise ilimlerinin gereği silsile ananesini terketmediler. Hatta ilk asırlarda şifâhî olarak nakledilen silsile an'anesini zamanla yazılı hale getir­diler .

Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'den günümüze kadar devam eden iki silsile vardır. Bunlardan biri Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh), diğeri Hz. Ebû Bekir ( radiya'llâhü anh) vâsıtasıyla Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) 'e ula­şır[25] .

Bütün tarîkatlerde silsile vardır. Ancak silsilede bulunan şahısların bazıları birbiriyle görüşmesi tarihi olarak mümkün görülmemektedir.[26]

Silsilede yer alan şeyhlere "Silsile ricâli” denir.

Allah'dan sâlike iki yoldan feyz gelir:

a)  Doğrudan yani aracısız olarak Allah'dan.

b)  Silsile ricâli vâsıtası ile Allah'dan.

Şeyhe veya mürîde rûhânîler yoluyla feyzin ulaşır.

Buna feyz-i isnadı ve fuyûzât-ı silsile-i celile gibi isimler verilir[27].

Zîrâ nefes, ya bi'l-vâsıta, ervâh-ı kûlliyenin birinden veya bilâ-vâsıta Allah Teâlâ'dan gelir. Gerçi bilâ-vâsıta olan nadirdir. Üveys el-Karânî gibi ki hiç bir kimsenin sohbet-i cismâniyye ve rûhâniyyesine dâhil olmamıştır ki meslek-i nebevidir. Zîrâ Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hazretleri'nin muallimi bi-lâ vâsıta Allah Teâlâ'dır.[28]

Silsile son derece önemlidir. Silsilesini bilmeyen sâlik, nesebini bilmeyen kişi gibidir.

Arif-i Rabbânî İmam Abdulvehhab Şa'râni hazretleri "Medâricü's-sâlikîn" kitabında der ki:

"Ey tâlib-i hakikat! Şuna inan ki, sülük ettiğin ta­rîkteki âba u ecdadını bilmelisin. Girdiği yolda rehber­lerini tanımayan sâlik a'mâdır. Yâni kördür. Ve böyle bir sâlik Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem)'in, âbâ ve ecdâdını tanımadan onlardan başkasına bağlanan!arve intisab edenler hakkındaki :

"Babasından gayrısma intisâb edene Allah lanet etsin!" hadîsinin hükmüne girer.

İbnü'l-Fârıd (r.h): "Bizim aramızdaki manevi neseb, cisme bağlı olan nesebden daha yakın ve kuvvetlidir. " der.

Çünkü ruh sana hakikat cihetinden, yani hakikat-ı insâniyyeden merbuttur. Sen rûhunla insansın. Senin ruhu­na baba olan zât her zaman sana rehberlik eder, fakat cismen baba olan kimse ise bu mertebede değildir. Bunun için rûhen baban olan zâta intisâb ve irşâdma tebeiyyet her şeyden evvel gelir.

Selef-i sâlihîn sâliklere her asırda âbâ ve ecdâdının hayâtlarını, âdâblarını ve ahlâklarını öğretmişler ve bütû sâlikleri şu noktada toplamışlardır ki:

Bir inşân-1 kâmile, bir cemâate bağlı olmayan kimse, yolda kaybedilmiş kimsedir. 0 kimsenin irşâd makamına oturması câiz değildir. Ancak zâhirî ve mânevi nesebinin tebeyyünûnden ve bir şeyh-i kâmilden ahz-ı feyz edip onun bütün mânevi mirasına lâyık olacak hâle gelip tarîkin bü­tün inceliklerini bilip şeyhi tarafından irşâda me'zûn olduktan sonra telkîn-i zikri yapabilir.

İmam Şa'rânî: "Telkîn-i zikrin sırrı, müteselsilen tâ Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'e varıncaya kadar bütün kalblerin birbirine irtibatını teinin etmektir. Resûl-i Ekrem'e mü­racaattan sonra kalbler Allah'a bağlanır. Bu durumda sâlikin istifâdesinin en az derecesi, silsile-i şerîfeyi teşkil eden sâdât-ı kirâmin ervâhının sâlikin şeyhi vâsı­tasıyla icâbetlerine nâil olmasıdır. Bu şekilde sâdâtın yoluna girmeyen kimse onlardan sayılmaz. Silsileyi yüz kere okusa bile ona icâbet etmezler[29]. "

Kur'ân-1 Kerîm'de Hz. Risâlet (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ' in hanımları­nı "mü'mirilerin anaları" [Ahzâb, 33/6], "mü'mini er in kar­deş" [Hucûrat, 39/10], olduklarını belirten âyetlerle Hz. Peygamberin "Ben sizin babanız makâmındayım" [Ebû Dâvûd, tahare, 4] hadîs-i şerifi İslâm ümmetini büyük bir âileye benzetmiştir. Tarîkatler bu âile anlayışını yaşatmışlar­dır[30].

Ya'nî ekâmil-i nâs ezvâc-ı Nebeviyye gibidir ki; şâ­ir nâsın ümmehâtı gibidir. Ya'nî ümmehât, evlâd-ı sûriyyeyi terbiye ettikleri gibi ekâmil-i nâs dahî evlâd-ı ma'neviyye olanları terbiye ederler ki; ümmühât-ı sûriyyenin mâye-i terbiyeleri leben ve bunların, feyz-i İlâhî­dir. Ve bunlar dahî terbiyeyi Cenâb-ı Nübüvvet'ten bul­muşlardır[31].

Silsile bu âilenin, Resûlullah'a ulaşan soy kütüğü­dür. Tarikatların silsilelerinden bahseden eserlere "sil­silename" denir.

Silsilede yer alan her şeyhin bir önceki şeyhten fi­ilen terbiye görmesi, bir sonraki şeyhi fiilen irşâd et­mesi şart değildir. Meselâ Ca'fer Sâdık (h. 148), Bâyezid (h. 261) ile fiilen görüşmemiştir. Bâyezid, Ca'fer-i Sâdık'ın vefatından sonra dünyâya geldiğinden silsilede bir kopukluk söz konusudur. Bu kopukluk Üveysîlikle orta­dan kalkar. Yani Bâyezidi, Ca'fer-i Sâdık'm ruhu ölümün­den sonra terbiye etmiştir[32].

Üveysîlik; Herhangi bir şeyhe bağlanmadan doğrudan Hz. Peygamber'in rûhu ve maneviyatı tarafından irşâd ve terbiye edilmektir.

İsmail Hakkı bu tarife yeni bir açıklama eklemiştir: "Hangi mürîd ki fethi şeyh elinden olmaya ol mürîd üveysîdir, gerek zâhirde şeyhi olsun gerekse olmasın"[33]. Bu duruma Şeyh Üftâde ve Bahaeddîn Nakşibend örnek olarak zikredilebilir. Her ikisi de zâhirde bir şeyhe intisab etmişlerdir. Ama fetihleri zâhirî şeyhleri elinde olma­mıştır.

Bi-hasebi'1-hakîka üveysî olmak sureta ittisale mâ­ni' değildir. Nitekim yetim olanın dahî silsilesi vardır, gerçi yetimdir. Zîrâ fi' 1-mesel gökten zenbil ile inmez, ve yerden dahî çıkmaz. Belki izdivâc-ı sûrîden gelir. Binâen-alâ-hâzâ yetîm-i ma'nevî dahî böyledir[34].

Allah'ın, sohbet eden ile sohbet edilen, seven ile sevilenin arasını te'lîf etmesi ve uzlaştırmasının bir neticesi olarak, mürîd, doğan bir çocuğun babasının bir parçası olduğu gibi, sanki şeyhinin bir parçası olur. 0nun ahlâkı ve özelliğini taşır. Müridin bu yeni hâli ikinci ve mânevi doğum olarak nitelendirilir. Kişinin bi­rinci doğumu onun âlem-i mülk ile olan irtibâtını sağlar. İkinci doğum ise melekût âlemi ile olan irtibâtını temin eder.

Mânevi doğuma sâhip olmayan kimse, peygamberlerin mirasçısı olmaya hak kazanamaz. 0, ne kadar anlayışlı ve zeki de olsa ikinci doğumu yoksa, peygamber vârisliği kendisine ulaşmaz. Çünkü anlayış ve zekâ aklın bir neti­cesidir. Halbuki akıl şeriatın nurundan mahrum olursa mülk âleminde ne kadar dolaşırsa dolaşsın melekût âlemi­ne terakki edemez. Bu âleme giremez. Akıl mülk âleminde tasarrufa muktedir olduğu hâlde melekût âlemine müdâhale edemez.[35]

Sâdık ve samîmi olan bir mürîd , şeyhinin irâde ve yönetimine girerse, onun edebi ile edeplenir. Bir mumdan yakılan bir başka mum gibi şeyhin bâtınından müridin bâtınına hâl sirâyet eder. Şeyhin güzel ve etkili tavrı müride yansır. Şeyhin sözleri müridin gönlüne telkin edilir. Te'sîrli sözler onun iç dünyâsında mânevi bir aşı etkisi yapar.

Cenâb-ı Hakk'm yakınlaştırması ve İlâhî bir te'lîf ile sohbet edenler arasında mânevi bir yakınlaşma meydana gelir. Fıtrî temizlik ve rûhî alâkanın bulunması ile mü­rîd öylesine şeyhinin edeb ve ihtiyârma bürünür ki bir noktadan sonra şeyhinin irâdesini de terkederek Allah'ın irâdesine teslîmiyyet noktasına yükselir. Şeyhinde aldığı ve anladığı pek çok şeyi Hakk'dan almaya ve anlamaya baş­lar. Bütünü ile anlatılan bu hayırların başı sohbet ve şeyhlerin hûzur ve meclîsine devâm etmektir.[36]

Sohbet-i rûhâniyye sohbet-i cismâniyyeden ekaldir. Zîrâ sohbet-i rûhâniyyeden ahz etmeye ziyâde letâfet-i rûh lâzımdır. Bu ise her sâlike müyesser olmaz. Sülük sohbet-i cismâniyyeye mevkûf oldu. Zîrâ hisle ülfet zi­yâde ve ahz dahî esheldir. Onun için ebvâb-ı mürşidde tereddüd ederler ve sohbetlerine dâhil olurlar ve feyz-i İlâhî bulurlar[37].

İnde'1-meşâyih sohbet-i cismâniyye ile ahz etmek sahîh olduğu gibi hâlet-i insilâhda sohbet-i rûhâniyye ile dahî sahihtir[38].

Tarikat şeyhleri ve tasavvuf mensupları zaman içeri­sinde liyâkati olmayan ve seyr u sülük görmemiş nâ-ehil kimselerin şeyhlik iddiâsma kalkışmasını önlemek için bir icâzet zorunluluğu getirdiler.

İcâzet; şeyhlerin, mürîd yetiştirmek üzere ehliyeti­ni isbatlamış ve seyr u sülûkünü tamamlamış olan mensup­larına verdikleri yazılı veyâ şifâhî izindir. Eğer veri­len izin yazılı belge ile kayıt altına alınmışsa o bel­geye "icazetname" adı verilir. Şeyhten icâzet alan sâlik "halîfe" sayılır, tekke açmasına ruhsat verilirdi. Hali­felik icâzetine "hilâfetnâme" de denilir[39].

Hilâfet ve zuhûr-ı sırr-ı silsile, müstahlefin zuhûrdan butûna intikâlinden sonradır[40].

Erbâb-ı enfâsm nefes-i nefisleri muttasıl olup sırr-ı hilâfet zuhur etmek müstahlefin zuhûrdan butûna intikal ve irtihâlinden sonradır. Zîrâ ki iki sıddık bir yerde müctemi' olmaz. Onun için bir şehirde iki halîfe olmak iki rûh bir bedende olmak gibidir.

Pes eyyâm-ı mûstahlifde halîfeye i'tâ olunan maânî mîras kabilinden değil, belki hediyye ve atıyye kâbilindendir. Zîrâ mîrâs halef olmağa mevkuftur. Nitekim şer' yüzünde vâlid vefat etmedikçe oğluna mîras yoktur. Belki vâlidi tarafından ikrâm ve in'âm vardır. Çünkü müstahlif muhtazır ola, onun nefes-i ahîri halîfenin hilâfetine mut taşıl olur. Şöyle ki tarfetü'1-ayn infisâl bulunmaz[41].

"Suâl olunursa ki silsile-i ma'neviyye nedir? Cevâp budur ki dünyâda enbiyâya (a.s) verese zuhûr etmektir, ki onların mirasları ilm-i billâhdır. Ve ol vârislere "hulefâ" derler ki evlâd-ı sûriyye pederleri yerine kâim oldukları gibi evlâd-ı ma'nevî dahî enbiyâ makamına kâim olurlar. Zîrâ gerçi nefes-i nefîs-i hakikat vârisden vâ­rise ve velîden velîyedir. Velâkin bu babda re's olan ne­bidir. Bu sebepden güyâ halef olanlar hemen nebi mekülesinden ahz-ı nefes etmiş gibi olurlar[42].

Hilâfetnâmelerde silsile ricâli tek tek ve sıra ile yazılır.

Tarikat âyinlerinde, saygıya delâlet eden ünvanla zikredilen silsile ricâlinden bol bol feyz geldiğine, hattâ bunların ruhlarının fiilen âyinlere katıldığına itikad edilir[43]. "Salihlerin anıldığı yere sekînet, rah­met nuzûl eder" kavli de bunu te'yid eder.

İnsanları irşad etmek üzere Cenâb-ı Hakk'ın seçtiği kimseler, Hâdî ismi şerifinin mazharıdırlar. Bunlar aynı zamanda mehdî-meşrebtirler.

Ve mehdî-meşreb olanlara "ümmehât" derler. Zîrâ etfâl-i tarikat olanlar onların şîr-i feyzleriyle terbiyetyâb olurlar. Ya'nî rahm-i isti’dâdlarına mâye-i nefes sabbolunduktan sonra veled-i kâlb olup vücûd-ı ma'nevî bulurlar. Velâkin meblâg-ı ricâle bâliğ olunca ricalin hıdânelerinde olmağa muhtaçlardır. Ve illâ nakıs kalır­lar.

Âdem (a.s) Ebu'1-beşerdir. Çünkü ilk yaratılan insan O'dur. Diğer insanlar onun zürriyetinden çoğalmıştır. Hz. Risâlet-meâb Efendimiz ise; "Ebu'l-ervâh"dır. Bir hadîs-i şerifde; "Allah'ın ilk yarattığı şey, Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem) 'nün nurudur" buyurulmaktadır. Bu itibarla O, bü­tün ruhlara öncü ve onların mânen hayât kaynağıdır.

Silsile yoluyla feyz-i İlâhî, müridin kalbine sabbolunur. Tabii doğumda, babanın sulbüne tevdi edilen çocuğa âit özellikler, her bir çocuğun zerreleri adedince çocuk­ların sulblerine intikal eder. Babalar bu zerreleri taşı­yarak neslini devam ettirir. Sulblerine bir şey bırakıl­mayanların nesli kesiliyor. Şeyhlerin durumları da aynen böyledir.

Bâzılarının ikinci doğum dediğimiz hâdise ile mânevi çocukları çoğalır, mürşidlerinden aldıkları ilim ve hâli başkalarına aktarırlar. Bu ilim ve hâller sohbet yoluyla Hz. Peygamber'den kendisine nasıl ulaştı ise onları mürîdlerine yansıtırlar. Böylece şeyhlerin nesli devam et­miş olur. Bazı şeyhlerin evlâdları az ve bazılarının da nesli kesilmiş olur. Bu nesil, kâfirlerin Hz. Peygamber için: "0, ebterdir. Nesli kesilmiştir." dedikleri zaman Cenâb-ı Hakk'm: "Asıl sana buğzedenlerin nesli kesiktir" diye onlara cevap verdiği nesildir.

Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in nesli kıyamete kadar devam edecektir. Mânevi bir silsile ile ilim mîrâsı, ilim ehli­ne intikal edecek ve bu neslin devamlılığı sağlanacak­tır[44]. Çünkü mânevi doğum, İblis'in sonsuzluk ağacı diye tanıttığı ve Hz. Âdem'i yanılttığı buğday ağacından değil, ilim ve gerçek sonsuzluk ağacından alınmış ilim ve hikmetten meydana gelmiştir24.

Pes tertîb-i kâinat maslahat ve hikmeti müştemil ol­muştur. Onun için nikâh şâir nevâfil-i hayrattan efdaldir. Zîrâ onda sırr-ı îcâd vardır. Ya'nî îcâdda kâinat müteselsil olduğu gibi nikâhda dahî zürriyet zuhûru ile silsile mümted olur. Ve kıyâmete dek hâneler tevhîdden hâlî olmaz.

Ve nikâhla ehl-i tevhîde beka geldiği gibi enfâs-ı tayyibenin biri birine ittisâli ile dahî beka gelir. Çünki nikâh-ı sûrîye kailsin, nikâh-ı ma'nevîye dahî kail ol ki silsile-i ma'nevîyyedir. Zîrâ silsile-i ma'neviyye olmasa âlem bî-rûh kalıp hayvan gibi kalır25.

İzdivâc-ı mâ'nevî izdivâc-ı sûrînin sıhhatine mevkûf tur26.

Allah'ın insanoğluna İlâhî ikramı olan "ruh nefhi" ile Hz. Adem (a.s) ilim ve hikmet sâhibi oldu. Yeryüzündeki İlâhî hitabı işitme ve cevap verme özelliği Hz. Adem'in (a.s) topraktan halk edilen cesedi vâsıtası ile ona geçti. Yeryüzünden alınan parçalar oranında onda hevâ ve heves meydana geldi. Bunların etkisi ile elini, buğday ağacı da denilen fenâ ağacına uzattı. Bu yüzden bedenine fenâ ârız oldu. Kalbi hikmet, kalıbı hevâ ve heves kayna­ğı oldu.

Zâhirî ve tabîî doğuma fenâ ârız oldu. Çünkü aslı fânidir. Manevî doğumla intikal eden ilim ve hikmet ise fenâdan korunmuş oldu27.

Ve hayr-ı müteaddî emr-i lâzımdan efdâldir. Onun için enbiyâ ve kümmel-i evliyâ da'vet ve tebliğ için ba's ve irsâl olunmuşlardır. Ve onlar ki akimlerdir; ya hiç

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

veled gelmemek hasebi ile veyâhut gelip münkariz olmak ciheti ile. Ba'zı rivâyât üzere silsile-i kümeyliye gibi. Nitekim dâiresinde zikr olunmuştur. Bu meküleler silsile­den min vechi'1-hâric olurlar. Zîrâ hakîkat-i silsile kıyâmete dek memdûd olandır[45].

Silsilede nazar hâl ve kemâledir. Yoksa nesebe de­ğildir . Şol yüzden ki buradan neseb ile murâd neseb-i takvâdır ki âl-i Resûl'den murâd fi'l-hakîka bu neseb ehlidir.

Ekâbir-i ricâle ittisâl salâh-ı hâl ve sâlihât-ı a'mâlledir[46].

Silsile-i ma'neviyyede ilmi diriden diriye ahzederler. Sûret-i silsilede ise böyle değildir. Belki onlar ölüden ölüye istifâde kılarlar, ulemâ-i rusûmun ekseri gibi. Onun için onlardan ahz-i ulûm edenlerde berekât-ı kesîre yoktur. Fe emma erbâb-ı hakâikın bir dersi ve yek nefesi hezâr ders ve nefes olur. Bu cihetten tâlib-i hakâik olan silsile-i sûriyyeye iltifat etmez. Husûsan ki bu a'sârda ulemâ-i hakâikten gayrisinin silsilesi müştebeh ve medhûldur. Zîrâ bu'd-ı zamanla avârız-ı fâside muhâlata etmiştir. Ulemâ-i hakâik hâli ise böyle değil­dir[47].

Dünyâ işlerinin tanzimini der-uhde eden ümerânın, dînen münker olmayan emirlerine itâat, İlâhî düstûr gere­ğidir. Bâtın âlemini i'mâr ve nefsini tezkiye etmek iste­yen bir mürîd de mürşidine râm olmalıdır. Çünkü mürşidler selâtîn-i ma'neviyyedir ki kavânîni nas ve kavi û fiille­ri mesmû' ve ma'mûl olmak mu'tekıdlerine muhtastır[48].

Kâmilin muktedâ ve metbû' olduğu iktida ve tebeiyyetten sonradır. Ve kemâlinden sonra dahî iktidâdan hâlî değildir32.

Silsiletü'z-zeheb (altın silsile); İçinde ehl-i beytten bir kimsenin yer aldığı silsile demektir.

Metin Kutusu: Bursevî, a.e., vr. 19a.
Metin Kutusu: 32.


CELVETÎ TARİKATININ SİLSİLESİ

1.

2 .

Resûl-i Müctebâ Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) [v. 11/632 ]

Hz. Ali

(r .a)

[v.      48/668 ]

3 .

Kümeyi b. Ziyâd

(rh.a)

[v.      83/702 ]

4 .

Haşan Basrî

(rh.a)

[v. 110/668 ]

5 .

Habîb-i A'cemi

(rh.a)

[v. 150/767 ]

6.

Dâvûd-ı Tâî

(rh.a)

[v. 184/800 ]

7.

Ma'ruf-u Kerhî

(rh.a)

[v. 200/815 ]

8 .

Seriy es-Sakatî

(rh.a)

[v. 253/867 ]

9.

Cüneyd-i Bağdâdî

(k. s)

[v. 297/909 ]

10 .

Mimşâd-i Dîneri

(k. s)

[v. 299/912 ]

11.

Muhammed Dîneri

(k. s)

[V. 367/977 ]

12 .

Muhammed Bekri

(k.s)

[v. 400/1009]

13 .

Kâdî Vasiyyuddîn

(k. s)

[v. 452/1064]

14 .

Ömer Bekri

(k.s)

[v. 487/1094]

15 .

Ebu'n-Necîb Sühreverdî

(k.s)

[v. 563/1167]

16.

Kutbuddîn el-Ebherî

(k.s)

[v. 623/1226]

17.

Ruknüddîn Nuhhasî

(k.s)

[v. 628/1231]

18 .

Şihâbuddîn et-Tebrîzî

(k.s)

[v. 638/1240]

19 .

Cemâleddîn et-Tebrîzî

(k.s)

[v. 672/1273]

20.

Zâhid-i Gîlânî

(k.s)

[V. 700/1300]

21.

Safiyyüddîn Erdebîlî

(k.s)

[v. 735/1334]

22 .

Sadreddîn Erdebîlî

(k.s)

[v. 794/1392]

23 .

Alâeddîn Erdebîlî

(k.s)

[v. 833/1429]

24 .

Şeyh Şah İbrâhim Erdebîlî

(k.s)

[v. 851/1447]

25.

Hamîdüddîn Aksarâyî

(k.s)

[v. 815/1412]

26 .

Hacı Bayram Veli

(k.s)

[v. 833/1429]

27.

Hızır Dede el-Muk'ad

(k.s)

[v. 918/1512]

28 .

Muhyiddin Üftâde

(k.s)

[v. 988/1580]

29.

Mahmûd Hüdâyî

(k.s)

[v.1038/1628]

30.

Muk'ad Ahmed Efendi

(k.s)

[v.1049/1639]

31.

Zâkirzâde Abdullah Efendi

(k.s)

[v.1068/1657]

32 .

Osman Fazlî el-İlâhî

(k.s)

[v.1102/1690]

33 .

İsmâil Hakkı Bursevî

(k.s)

[v.1137/1724]

SİLSİLE RİCALİNİN BİRBİRLERİ İLE İRTİBATI

Peygamberimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem) zâhir ve bâtın ilimlerinin menşeidir. O'nun hal ve hareketleri, takrirleri İslâmî ilimlerin ikinci kaynağı olmuştur.

Tasavvuf; O'nun ma'nevî yönünü teşkil ettiğine göre, O'ndan günümüze ulaşan silsile-i ma'neviyye ricâlini ve İlâhî feyzin nasıl intikal ettiğine bir göz atalım.

Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bir gün Hz. Ali (r.a)'ye "Ey Ali! Gözlerini yum üç sefer benim söylediğim Lâ ilâhe illallah kelime-i tevhidini dinle. Sonra ben de gözlerimi yumup kelime-i tevhidi senden dinleyeyim[49]" buyurdu.

Hz. Ali'ye ve Hz. Fâtımâ'ya ve oğulları Haşan ve Hüseyin hazerâtma (r.a) âl-i âbâ derler. Zîrâ bir gün bir iktizâ ile Resul-i Ekrem (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bir siyah aba-pûş olup zikr olunan 4 nefer kimseyi ol aba içine alıp dışarı çıktılar. Pes bu i'tibarla ol çâr kimse ol abayı telebbüs etmiş oldular.

İşte bu Hz. Ali'ye telkîn-i zikir ilbâs-ı hırkadır. Hz. Ali kendisinden sonra sırr-ı silsileyi Haşan Basrî'ye nakletmiştir.

Haşan Basri, hicretin ilk yıllarında yaşamış tâbiînin büyüklerindendir. Babası İslâm fütûhâtı sırasında esir edilerek Meysan'dan Medine'ye götürülmüştür.

Zeyd b. Sâbit'in âzadlıları arasına girerek Ümmü Se­leme âzadlılarından Hayrâ adında bir kadın ile izdivâcdan hicri 21 de Medine'de dünyâya gelmiştir. Vâdi'1-Kurâ'da yetişti. Oradan Basrâ'ya gitti. Basra'da kuvvetli seciye­si, zühd ve takvâsı, ilmi ve belâğatı ile büyük şöhret kazandı. Bir çok İslâmî İlimlerin doğuşunda onun tesiri vardır[50].

Hz. Ali (r.a) vefat ettiğinde 18 yaşında idi. Hz. Ali'ye Medine-i Mükerreme'de mülâki olduğu Seyyid Şe­rif' in Keşşaf haşiyesi 'nde kaydedilmektedir. Ehl-i hadîs, Hz. Haşan'ın Hz. Ali'den ilkâı nefes ve ilbâsı hırka et­tiğine kail değillerdir. Belki nefes Haşan'a Kümeyi vâsı­tası ile ulaşmıştır derler.

İmam-ı Ali bir vakitte Basra'ya kudüm edip mescid-i Basra'da müzekkirlerin minberlerini hedm ve kendilerini mescidden ihrâc ettiğinde Haşan meclisine murûr eyleyip "nedir nakl ettiğin?" diye suâl ettikde Haşan dahî; "ol ma'nâdır ki Resûlullah'tan bize bâliğ olmuştur." diye cevâp verince İmam Ali bu sözden hazzedip bunda eser-i hayır vardır diye Haşan'ı meclisinde ibkâ ettiği Haşan'a îsâl-i nefes ve ilbâs-ı hırka hükmündedir.

Ancak bâzı silsilelerde Kümeyi b. Ziyâd'm nakledil­miş olması bu tereddüddendir. Kümeyi b. Ziyâd'm başka silsilesi varsa da kopuktur.

Zeynüddîn Hâf i (k.s), Avârifü '1 -Maârif hâşiyesi' nde; Haşan Basrî'nin Hz. Ali'nin elinden hilâfeti ahzettiği meşâyih icâzetinde sâbittir demektedir[51].

Hicrî 110/728 de vefât etti.

Habîb-i A'cemî (öl.150/767).Künyesi Ebû Muhammed'dir. Haşan Basrî, İbni Şîrîn, Bekir b. Abdullah b. Müzenî'nin sohbetlerine devam etti.

Önceleri fâiz ile uğrâşırken bil-âhare Haşan Basrî'­nin vaaz ve nasihatlerinden müteessir olup tevbe etti.

İlm-i İlâhî ve nefes-i Rahmânîyi Haşan Basrî'den ahz edip ihtisâs-ı İlâhî ile şeyhu's-silsile ve reisü't-tâifetizs-sûfiyye oldu ve âfakta iştihar-ı tâm buldu[52].

Dâvûd-ı Tâî (öl.184/800-801). VIII. asırda yaşamış­tır. Künyesi Ebû Süleyman, lakabı Sirâceddîn'dîr. Babası­nın adı Nasır'dir. Tay kabilesine mensûb olduğu için Tâî ve Küfe' de doğduğu için Küf i nisbeleriyle meşhûrdur. Bağdâd'da vefât etti. Kabri oradadır.

Gençliğinde ilim tahsiliyle meşgûl olan Dâvûd-ı Tâi, tâbiînden İmam-ı A'zâm, Abdulmelik b. Umeyr, Habîb b. Ebî Amre, Hamid et-Tavîl, İsmâil b. Ebî Hâlid, Süleyman elA'meş, Muhammed b. Abdurrahman b. Ebî Leylâ gibi büyük­lerden hadîs dinleyip ders gördü.

Dâvûd-ı Tâî İmâm-ı A'zâm'ın 20 sene derslerine devam ederek aklî ve naklî ilimleri tahsil etti. İlim tahsili yanında tasavvufa meyletti. Habîb-i A'cemî'nin sohbetle­rine devam etti[53].

Bu hâl üzere gittikten sonra bâtınında dâiye ve cez-besi kuvvet bulmakla meclis-i Habîb-i A'cemî'ye dâhil ve O'nun bey'ât ve irâdet-gerdesi olup nefes-i nefisi ahzetti. Ve tarîk-ı ricâlullâha sülük edip gitti. Ve vâris-i Habîb olup makâm-ı irşadda seccâde-i hilâfete oturdu[54].

Maruf Kerhî (öl.200/815). Adı Ma'rûf b. Fîrûz, Kün­yesi Ebû Mahfûz'dur. Bağdâd'm Kerh beldesinden olduğu için Kerhî diye nisbelenmiştir.

Hıristiyan bir anne-babanın çocuğu iken bilâhare İmam Ali Rızâ elinde müslûman oldu. İbtidâ tasavvufu ondan ahz etmiştir.

Ma'rûf, Bekir b. Huneys, Rabi' b. Sabih'den hadîs

öğrendi. Dâvûd-ı Tâî'den tasavvuf yolunun inceliklerini öğrendi. Ve âhir nefes-i Hakk'a mazhar olup nefh-i ruha kadir oldu39.

Seriyy-i Sakatî (öl.253/867) . İsmi Seriyy b. Muğlis es-Sakatî, künyesi, Ebu'1-Kasen'dir. Cüneyd-i Bağdadî'nin dayısıdır. Hâris-i Muhâsibî ve Bişr-i Hafî ile çağdaşdır. Huşeym b. Beşir, Ebu Bekir b. İyaş, Yezîd b. Hârûn'dan hadîs dinledi, ilim öğrendi.

Ticâret ile uğraşırdı. Ve Seriy âhir Ma'rûf'a mürîd olup tahsîl-i hâl ve tekmîl-i makam edip sâhib-i nefes oldu. Ve şeyhi Ma'ruf yerine seccâde-i irşâdda kaldı. Ve sâlikler ondan rüşd-i tâm buldular. Ve silsile-i tarikat onunla kuvvet buldu. Ve zencîr-i zer gibi evliyâ ona dizilip geldi40.

Cüneyd-i Bağdâdî (öl. 297/909) . Asıl adı Cüneyd b. Muhammed'dir. Ebu'1-Kasım künyesidir. 207'de Nihâvend'de doğdu. Bağdâd'da büyüdü ve orada vefat etti, dayısının yanına defnedildi.

İmâm Şâfii'nin talebelerinden Ebû Sevr İbrâhim b. Hâlid'den fıkıh okdu. 20 yaşında iken onun huzurunda fetvâ verdi. Tasavvufu dayısı Serî ve Hâris el-Muhâsibî ile tevekkül ve zühdü ile tanınan Ebû Câfer el-Haddâd'dan öğrendi.

Cüneyd ilim ile tasavvufu şahsında toplamıştı. İrşad husûsunda fevkalâde bir isti'dâda sahip bulunduğundan za­manının bütün sûfîler tarafından "Seyyidü' t-tâife" olarak tanınmıştır.

Muhabbet ve Üns makamlarını kabul ettiğinden dolayı doğan anlaşmazlık üzerine Gulam Halîl'in etkisi ile ken

39.

40.

 

Bursevî, a.g.e., vr.37a.

 

dişi ve mürîdleri tâkibe uğradı.

Cüneyd-i Bağdâdî sûf ilerin ûmmî olmalarına cevaz ve­rirken aynı müsâmahayı mürşidler için göstermez.

Şathiyyattan uzak kalmakla berâber bu gibi söz ehil­lerini müdâfaa ve söylediklerini te'vil ederdi[55].

Mimşâd-ı Dîneverî (öl.299/912) . Dînever'de doğup bü­yüdü. Doğum târihi bilinmemektedir. Küçük yaştan itibâren doğum yeri olan Dînever'de tahsilini tamamlayan Mimşâd Cüneyd-i Bağdâdî, Ruveym b. Ahmed ve Süfyân-ı Sevrî gibi büyük velilerle aynı dönemde yaşadı. Yahyâ el-Celâ, Serî Sakatî ve Ma'rûf el-Kerhî ile görüşüp sohbetlerinde bu­lundu[56] .

III. tabaka ricâlinden olup "miftâhu'1-mezheb" ünvânı ile ma'rûf olan Mimşâd'm asıl adı Ahmed, Künyesi Ebû Ali ve Ebû'1-havârî'dir. Hızır (a.s) delâletiyle Cü­neyd-i Bağdâdî'den feyz aldı.

Sülemî Mimşâd ismini "Mümşâz" olarak zikretmekte­dir[57] .

Muhammed Dîneverî (öl .400/1009) Aşıladı, Ebû Abdul­lah Muhammed b. Abdulhâlik'tır. Buhara yakınlarında Râmiten'de doğmuş, tahsil için Bağdâd'a gitmiştir[58]. Nefes-i hilâfeti Mimşâd'dan almıştır.

Muhammed Bekrî'nin Muhammed Dîneverî'ye intisâbının nasıl olduğu husûsunda bilgiye sahip değiliz.

Kâdî Vâsiyyuddîn (öl .452/1060) . Ebû Bekir (r.a) nes­Ündendir. Muhammed Dîneverî amcasıdır. Sühreverd'de do­ğup Bağdâd'da yetişti. Al-i Selçûktan İbrâhim Han zama­nında Sûhreverd'e kadı tâyin edildi.

İsmi kaynaklarda kâdî Vecîhüddîn Ömer el-Bekri diye geçmektedir45.

Ömer el-Bekrî (öl.487/1094) Ömer el-Bekri'nin ismi Tıbyânû'1-vesâil'de yer almamaktadır. Kadı Vecîhüddîn Ömer el-Bekrî ismi sehven iki ayrı isim olarak mı yer aldı bilemiyoruz.

Ebu'n-Necîb Sühreverdî (öl. 563/1167) . Adı Abdulkâhir, künyesi Ebu'n-Necîb, lakabı Ziyâeddîn'dir. 488/1096 yı­lında Sühreverd'de doğdu. İlim tahsili için Bağdâd'a gel­di. Nizamiye Medresesine girdi. Orada Ali b. Pinhan'dan hadîs, Es'âd el-Mihenî'den fıkıh okudu. Bir ara İsfehân'a gitti. Orada Ebû Ali el-Haddâd'dan hadîs dinledi. İmâm Gazzâlî'nin kardeşi Ahmed Gazzâlî'ye talebelik eden Abdulkâhir es-Sühreverdî, mâişetini temin için Bağdâd'da suculuk da yaptı. Bununla birlikte ilim ve tasavvufla ilgisini hiç kesmeden sürdürdü. Bağdâd'da Dicle nehrinin batı cihetinde yaptırdığı medresede ders okuttu. 545/1148 yılında Nizâmiye Medresesine müderris tâ'yin edildi ve bu göreve 12 yıl aralıksız devam etti.

Ebû Bekir (r.a) neslinden olan Abdulkâhir es-Sühreverdî, Şeyh Ömer el-Bekrî'de feyz almış ve seccâde-i İrşâda oturmuştur. Nizâmiye Medresesindeki derslerini ve Bağdâd'ı bırakarak Şam taraflarına seyahate çıktı. Tekrar Bağdâd'a dönünce kendi medrese ve tekkesine yerleşerek orada tedris ve irşâd hizmetini sürdürdü. Abdulkâdir Geylânî (ö.561/1166) ile çağdaş ve arkadaştı. O'nunla sık sık görüşürdü. 563/1168 târihinde vefât etti[59].

Kutbuddîn el-Ebherî (öl.623/1226). Asıl adı Ebû Reşîd Kutbuddîn Ebû Bekir b. Ahmed b. Muhammed el-Ebherî'dir. İlim talebi için Bâğdâd'a gitti. Orada Ebu'n-Necîb'le karşılaştı ve tarikatı ondan aldı, irşâd için Şam'a gitti[60].

Ruknuddîn Sincânî (öl.628/1231) . Asıl adı Ebu'lGanâim Ruknuddîn Muhammed b. Fazl es-Sincânî veya Sincâsî veyâ Nahhâsî'dir[61].

Kutbuddîn'den tarikat i nasıl aldığı husûsunda bilgi­ye sâhip değiliz.

Şihâbuddîn Mahmûd et-Tebrîzî (öl.638/1240)

Cemâleddîn et-Tebrîzî (öl.672/1273) . Adı, Muhammed, Künyesi Ebu'l-Hasan ve lakabı Cemâleddîn'dir. Mısır'da Câmiu'1-Ezher Medresesinde ilim tahsilinde bulunduğu için, Ezherî diye nisbet edilmiştir. Seyyid olup nesebi, Hz. Hüseyin'e ulaşır. Şiraz nâhiyelerinden Kalincâr'a bağlı Yenkenler köyünde doğdu.

İlk öğrenimini memleketinde gördü. Mısır'a gitti. Tahsîlini Ezher'de tamamladıktan sonra Tebriz'e yerleşti. Şihâbüddîn Tebrîzî'ye intisab etti. Seyr u sülûkünü ta­mamladıktan sonra şeyhi tarafından Gîlân taraflarına ha­lîfe olarak gönderildi. Gîlân yakınlarında bulunan Poteste isimli köye yerleşen Cemâleddîn Ezherî uzun yıllar bu­rada halkı irşad etti. Gîlân şehri civarında bulunan Lenger-Künân mevkiinde vefat etti. Kabri oradadır[62].

İbrahim Zâhid Gîlânî (61.700/1300) Adı Tâceddîn İbrâhîm b. Rûşen Emir b. Bâbil b. Şeyh Bündâr el-Kûrdî es-Sincânî'dir. Zâhid lakabı olup Şeyhi Cemâleddîn Tebrîzî (672/1273) tarafından verilmiştir.

Gîlan nâhiyelerinden Siyavrûd'da doğmuş ve ilk tah­silini orada görmüştür. İlim tahsili için Şiraz'a gitmiş, orada ilm-i zâhiri ikmâl edincede tasavvufa meylederek Şihâbuddîn Sühreverdî (587/1191) halîfelerinden meşhûr şâir Sa'dî Şirâzî (691/1292)'ye bey'at etmişti. Fakat bi­lâhare şeyhi Sa'dî onu memleketine göndermiş ve orada mu­kîm olan Cemâleddîn Tebrîzî'ye intisab etmesini söylemiş­ti .

Bunun üzerine İbrâhim, Şiraz'dan Gîlân'a gelmiş ve Cemâleddîn Ezherî (Tebrîzî)'ye intisâb ederek, şeyhinin vefâtına kadar ona hizmet etmiştir. 700/1300 târihinde vefat etmiştir[63].

Safiyyüddîn el-Erdebîlî (öl.735/1334) . Adı İshak b. Cibril; künyesi Ebu'l-feth, nisbeti el-Kürdî es-Sincânî'dir.

Erdebîl sûfîleri olarak bilinen Safevîlerin ilki olan Safiyyüddîn 650/1252 yılında Erdebîl'in Kelhoran köyünde doğdu. İmam Mûsâ Kâzım neslinden olduğu rivâyet edilir.

Safiyyüddîn, Erdebîl ulemâsı arasında kendi temâyülüne uygun bir mürşid bulamayınca Şirâz'a gitti, şirâz'da Şeyh Rukneddîn Beyzâvî ve Emir Abdullah gibi mutasavvıf­ların sohbetlerine katıldı. Emir Abdullah kendisine İbrâ­hîm Zâhid Gîlânî'yi tavsiye etti.

Safiyyüddîn 4 yıl geçtikten sonra İbrâhîm Zâhid'e Gîlan'da mülâkî olmuştur. İntisâbında 25 yaşındaydı. Şeyhinin vefâtına kadar 25 yıl yanında kaldı. Şeyhinin vefâtıyla kızı Bibi Fatma ile evlenerek maddî ve ma'nevî vârisi olmuştur.

Kısa zamanda Erdebîl'de büyük şöhret kazanmıştır. 35 yıl irşad vazifesini îfâ etti. 85 yaşında iken 735/1334 de vefât etti[64].

Sadruddîn Mûsâ el-Erdebîlî (öl.794/1392). 704/1305 yılında doğdu. Babasının vefâtıyla 30 yaşlarında bulunan Sadreddîn o'nun yerine şeyh olmuş ve zamânmda tarikatın şöhreti, nüfûzu ve mürîdleri arttı.

Âhir ömründe hac vazifesini îfâ için Hicaza gitmiş dönüşünde Medine'den Peygamberimizin kızı Hz. Fâtıma (r.a) tarafından yapıldığı söylenen sancağı da berâberinde getirmiştir.(783/1380)

60 yıla yakın şeyhlik yaptıktan sonra 794/1392 yılında vefat etti52.

Alâeddîn Ali Erdebîlî (öl.833/1429). Şeyh Sadred­dîn' in vefât etmesinden sonra oğlu Alâeddîn Ali şeyh oldu. Babasının ve dedesinin nufûz ve şöhretinden isti­fâde ederek devrinde büyük bir i'tibâra mazhar oldu. Timur tarafından Erdebîl'i köyleri ile birlikteki arâzide müstakil olarak hareket etme hakkı tanındı.

Timur'un Anadolu seferi (1402)nden berâberinde ge­tirdiği Türkmenler, Hâce Ali'nin şefâatı ile serbest bırakılıncâ onun mürîdi oldular. Bir kısmı Anadolu'ya dönen bu Türkmenler Hâce Ali ve Erdebîl Safevîleri hakkında propaganda yapmaya başladılar.

Şeyh Hâce Ali (833/1429) yılında Kudüs'te vefât etmiş ve oraya defnolunmuştur. Mezarı bugün "Seyyid Ali Acemi" olarak bilinmektedir[65].

Şeyh-Şah İbrahim (öl.851/1447) . Babası Hâce Ali'nin yerine postnişîn oldu. Babası gibi büyük bir i'tibâr ka­zanarak gerek İran gerek Türkiye'de yayılmış olan tarika­tın daha da yaygınlaşmasını sağladı[66].

Hamiddüddîn Aksarayî (öl. 815/1412) .Kayseri'de doğdu. Babasının adı Şemseddîn Mûsâ'dır. Halk arasında "Somuncu Baba" diye meşhûrdur. Aksaray'a nisbeti orada vefat etmiş olduğundandır.

Tarikat neşvesini önce babasından almış, babası vâ­sıtasıyla "Ebheriyye" tarîkma sülük etmiştir.

Babasının vefâtıyla ilim tahsili için muhtelif mem­leketleri dolaşmıştır. Şam seyâhati sırasında "Hankâh-ı Bâyezidiyye" de bulunan tarikat pirleriyle pek çok soh­betlerde bulundu.

Hamîdûddîn' in tarikat feyzini kimden aldığı husûsunda açık ve kesin bilgiye sâhip değiliz. Kaynaklar onun zâhiren Erdebil'de Hâce Alaeddin Ali'den ahz-ı tarik et­tiğini[67] esâsen sultânu'1-ârifin Bâyezid-i Bistâmi ruhâniyyetinden terbiyet bulduğunu ve Hızır'la sohbetleri olup Üveysî meşrep olduğunu kaydetmektedirler. Ancak onun Tebriz istikâmetine ve Erdebîl'e ne zaman gittiği ve kime intisab ettiği husûsu net değildir.

İbrâhim Erdebilî (851/1447)'ye intisâbı târihen im­kansızdır. Bursa Ulu Câmii'n açılışında (802/1400) zamânın kutbu sıfatiyle hutbe irâd etmesi, onun o zaman seyr u sülûkünü tamamlamış olduğunu göstermektedir. Bu duruma göre Hamiduddîn Şeyh Sadreddîn (794/1392) 'e intisab etmiş olması târihen daha uygun görünmektedir.

Hamîdüddîn, mürîdi Hacı Bayram ile birlikte Bursa'dan ayrılıp Hicaz'a gitti. Haccı ifâdan sonra Aksaray'a gelip yerleşti. 815/1412 yılında vefat edinceye kadar orada ikâmet etti ve oraya defnedildi[68].

Hacı Bayram Velî (öl. 833/1429) . Adı Numan, babasının adı "Koyunluca Ahmed" dir. Şeyh Hamîdüddîn'e kurban bay­ramında intisabı sebebiyle kendisine şeyhi tarafından "Bayram" lakabı verildi.

Önceleri ilim tahsili ile meşgul olup Ankara ve Bur­sa' da aklî ve nakli ilimleri tahsil edip Melike Hâtûn adında bir hayır sâhibesi tarafından yaptırılan Kara Medrese'ye müderris oldu.

Şeyh Hamîdüddîn'e intisab ederek müderrisliği bırak­tı. İntisâbından bir müddet sonra birlikte Şam'a gitmiş­ler ve hac vazifesini ifâdan sonra Aksaray'a dönmüşdüler. Şeyhi vefat edinceye kadar ondan ayrılmadı. Şeyhinin vefâtından sonra Ankara'ya döndü.

Hacı Bayram Velî'nin intisâbınm ne zaman ve nerede gerçekleştiği kaynaklarda farklı olarak nakledilmektedir[69].

Hızır Dede el-Muk'ad (öl.918/1512). Mihalıç kasaba­sında koyun çobanlığı yaparken soğuktan ayakları donarak muk'ad (kötürüm) olmuş "gayrın ganemini ra'yetmektense kendi kuvvâ-i rûhâniyyemi ra'yetmek evlâdır" diyerek ço­banlığı bıraktı. Bursa'ya gelerek Ulu Câmiin yanında Eski Minâre dibinde ikâmet etti.

Çoban Şeyh diye ma'rûf olan Hızır Dede, medrese tah­sili yapmamış olmasına rağmen rü'ya ta'bîri ve bâzı has­talıkların tedâvîsi gibi bir takım bilgiler sâhibiydi.

Hızır Dede'nin kime intisâb ettiği husûsunda kesin bir bilgiye sâhip değiliz. İsmail Hakkı onu Hacı Bayram'm halîfesi[70] olarak gösteriyorsa da Şakâik-ı Nu'mâniyye'de Hacı Bayram'ın halîfeleri arasında Hızır Dede'nin adı zikredilmemiştir.

Hulvî, Lemezâtta Hızır Dede'nin Hacı Bayram'm rûhâniyyetinden istifâde etmiş olduğunu başka bir rivâyette ise silsilenin, Hızır Dede, Şeyh Muhyiddîn, Hamdullah Çelebî, Akşemseddîn ve Hacı Bayram şeklinde olduğunu nak­letmektedir.

Harîrizâde Kemâleddîn Efendi, Hızır Dede'nin Akbıyık'tan inâbe almış olmasının târihen daha uygun göründü­ğünü ifâde eder. Nitekim bu görüş Akbıyık ve Hızır Dede'­nin Bursa'da ikâmet etmiş olmaları bakımından uygun düş­mektedir .

Hızır Dede'nin hayâtı hakkında ayrıntılı bilgiye sâ­hip olmadığımız gibi vefat târihi husûsunda da kesin bil­giye sâhip değiliz. Üftâde'nin Hızır Dede'ye intisâbının çocuk yaşlarda gerçekleştiğini kabul edersek 913-918/ 1507-1512 yıllarında vefat ettiği tahmin olunabilir.

Hüseyin Vassaf Bey, Hızır Dede'nin mezârının Pınar­başı kabristanının üstünde Üç Kozlar mevkiinde olduğunu belirtmektedir[71].

Üftâde (öl.988/1580) . Adı mehmed, lakabı Muhyiddîn, mahlası Üftâde'dir. Babası çocuk yaşlarında Manyas'dan Bursa'ya gelip Araplar mahallesine yerleşmiştir. Üftâde 895/1490 yılında Bursa'da dünyâya geldi.

Üftâde'nin "seyyid" olduğuna dâir bir rivâyet varsa da herhalde sulbî değil ma'nevî olsa gerektir.

Çocukluğunda babası onu bir kazzâzın (ipekçi) yanma çalışmak üzere verdi. Bu işi, yeni içine girdiği vecd dünyâsını alt üst ettiği için sevemedi.

Hızır Dede'ye intisâbmdan sonra, şeyhi onu ilm-i zâhir tahsiline teşvik ederek bu ilimlerde ilerlemesini istemiştir. Hattâ ona 14 akçe verip Ebu'l-Leys Mukaddi­mesi aldırarak bir dervişe okutturdu. Muhtelif câmi'lerde kürsü vâizliği, Emir Sultan Câmii'nde hatiplik yapmış ol­ması onun iyi bir medrese eğitimi görmüş olduğunu göste­rir .

Üftâde genç yaşma rağmen büyük bir teslimiyetle bağlandığı şeyhi Hızır Dede'nin nezdinde kemâle ermiş, şeyhinin vefâtmdan sonra da Muhyiddîn b. A'râbî'nin rûhâniyyetinden Üveysî tarîk ile istifâze etmiştir Hayâtının sonuna kadar, Uludağ eteğinde yaptırdığı tekke ve bitişiğinde câmide irşadla meşgul olmuş ve tarikatını yaymıştır. Bu tekkenin yerinde daha önce bir kilise var iken, Üftâde kendisine hürmet ve sevgi duyan Kânûnî'den buraya câmi yapmak üzere ricâ ile izin almıştır.

Bursa'da muhtelif makamları olan Hz. Üftâde, Atîk Ali Paşa Câmii'nde halvet, Kaygan Câmiinde i'tikâf etmiş Umur Bey Mahallesi Câmiinde cuma kılmıştır. Doğan Bey mahallesinde bir evde de ayda bir ikâmet etmiştir.

Hz. Üftâde 93 yaşında 12 cemâziyel-evvel 988/1580 de Bursa'da vefât etmiştir. Hisar Câmii yanındaki türbeye defnedilmiştir[72].

Hüdâyî (öl.1038/1628). Asıl adı Mahmûd'dur. Hüdâyî ismi ise şiirlerinde kullandığı mahlasıdır ve şeyhi Üftâ­de (988/1580) tarafından verilmiştir. Aziz ismi kendi eserlerinde kaydedilmediğine göre hayâtını yazan biografi müelliflerinin ta'zîmen kullandıkları bir sıfat olmalıdır.

948/1543 târihinde Koçhisar'da doğdu. Babasının adı Fadlullah b. Mahmud'dur. İlk tahsilini Sivrihisar'da yap­tı. İlim ve irfânını artırmak için o devrin en büyük ilim merkezi olan İstanbul'a geldi. Ayasofya Medresesine devam etti. Nâzırzâde Ramazan Efendi (984/1576)'nin talebesi olurken bir yandan da halveti meşâyıhmdan Nûreddînzâde Muslihiddîn Efendi (981/1573)'nin sohbetlerine devam etti.

Nâzırzâde'nin yanında Edirne Sultan Selim Medrese­si 'nde muid ve mülâzım olarak görev yaptı. Daha sonra Nâzırzâde'ye Mısır ve Şam kadılıklarında nâiblik yaptı. 981/1573 târihinde hocası ile birlikte Bursa'ya tâyin olarak Ferhâdiye Medresesi'ne müderris ve Mahkeme-i Suğrâ'ya (Câmi-i Atik'e) nâib oldu.

Gördüğü bir rüyâ üzerine öteden beri Kaygan Câmii'nde vaazlarına devam ettiği ve kerâmetlerine şahit olduğu Bursa'nm büyük mürşidi Üftâde'ye Zilkade 984/Aralık 1576 târihinde intisâb ederek müderrislik ve nâiblikten ayrıl­dı.

İntisabtan sonra çile dolu bir hayât başladı. Şeyhi Üftâde'nin emri ile malını mülkünü fakir fukarâya dağıt­tı. Üç yılda seyr u sülûkünü tamamlayarak şeyhi tarafın­dan Sivrihisar'a halîfe nasbolundu (Zilhicce 987/ocak 1580). Bundan altı ay sonra da Şeyh Üftâde vefât etti.

Aziz Mahmûd Hüdâyî, şeyhi Üftâde'nin vefâtından son­ra Rumeli ve İstanbul'un muhtelif yerlerinde ikâmet etti. 1003/1589 târihinde Üsküdar'da şimdiki zâviyesinin inşâsı tamamlanınca burada ikâmete başladı. Fâtih Câmii vâizliği ile müfessir ve muhaddisliğine tayin edildi. Daha sonra buradaki görevi bırakıp kendi tekkesindeki câmiin hatîbliğini ve Üsküdar Mihrimâh Sultan Câmii'nin perşembe vâizliğini üstlenmiştir. Ayrıca Sultan Ahmed Câmii'nde her ayın ilk pazartesi günü vaaz etmeyi kabul etmiştir.

Hüdâyî, Celvetiyye tarikatını hutbeleri, tefsîrhadîs dersleri, rüyâ tâbirleri, telkinleri, kerâmetleri ve hakkmdaki menkıbeleriyle geniş bir tabakaya yaymayı başarmıştır. Hüdâyî Dergâhı en fakirinden vezirlere ve pâdişâhlara kadar siyâset ve ilim adamlarını, şâirleri, mûsikî üstadlarını sînesinde topladı.

Üç defa hacca gitti. Hüdâyî III. Murad, III. Mehmed, I. Ahmed, II. Osman ve IV. Murad ile yakın ilişkiler içinde olmuştur.

Hüdâyî, çok bereketli ve hareketli bir ömür sürdük­ten sonra doksan yaşları civârında 3 Safer 1038/1 Ekim 1623 salı akşamı Hakk'a yürümüştür. Zâviyesinde kendi yaptırdığı türbeye defnedilmiştir[73].

Muk'ad Ahmed Efendi (1049/1639) . Çoğu zaman Dizdârzâde Ahmed Efendi ile karıştırılmaktadır. Dizdârzâde her ne kadar Hüdâyî'nin halîfelerinden ise de Hazret'in maka­mına kâim olmamıştır.

Dizdârzâde Hüdâyî'nin sağlığında seyr u sülûkünü ta­mamlayıp İzmir'e ve daha sonra Edirne'ye halife olarak ta'yin olundu. Orada inşâ ettirdiği hankâhda irşad faali­yetinde bulundu. 1032/1623 târihinde orada vefât etti.

Muk'ad Ahmed Efendi ise Hüdâyî'nin ser-halîfesi olup, pirlik makamı hulefâsmdan olan Filibeli İsmâil Efendi (1052/1642)'nin kendisine mev'ûd olan âsitâne şeyhliğini kabul etmemesi üzerine meşveret sonucunda post nişîn oldu, ve silsile-i feyzde yer aldı.

İsmâil Hakkı silsilenâmede bu iki şahsı birbirine karıştırmıştır[74].

Zâkirzâde Abdullah Efendi (öl.1068/1657). Babası, Hüdâyî Âsitânesi zâkirbaşısı olan Şa'bân Efendi'dir.

Şa'bân Efendi Hüdâyî'nin halîfelerindendir. Bu yüzden "Zâkirzâde" diye meşhûrdur.

Abdullah Efendi Hüdâyî devrine yetişmiş olmakla berâber seyr u sülûkünü Muk'ad Ahmed Efendi'den tamamlamış­tır. Manisa'da bir müddet halîfe sıfâtıyla irşadda bulun­duktan sonra İstanbul'a geldi ve Zeyrek Zâviyesi şeyhli­ğine ta'yîn edildi. Bilâhere Atik Ali Paşa Câmii harîminde bulunan Kasım Çelebi Zâviyesi'ne nakledildi. Daha son­ra ise Tophâne Kılıç Ali Paşa Câmii ve Fâtih Câmii vâizliğine getirildi. 1068/1657 de vefât edince Üsküdar'da Miskinler Tekkesi'ne defnedildi.

"Bîçâre" mahlasıyla yazdığı şiirleri mevcûttur63.

Atpazarî Osman Fazlî (öl.1102/1690) . "Fazl-î İlâhî" diye meşhûr olan Osman Efendi, 1041/1632'de Şumnu'da doğdu. İstanbul Fâtih civârında Atpazarî semtinde ikâmet ettiğinden "Atpazârî" diye meşhûr olmuştur. İlk bilgile­rini babasından aldı. Daha sonra Edirne'ye giderek Aziz Mahmud Hüdâyî'nin halîfesi Saçlı İbrâhim Efendi'ye intisâb etti. Şeyhi onun gönül ve zekâsındaki isti'dâdı keş­federek onu İstanbul'a gönderdi. İstanbul'da Zâkirzâde Abdullah Efendi' ye intisâb etti. Osman Fazlî, aynı za­manda şer'î ilimler okutan bir müderris ve Fâtih Câmii vâizi olan Zâkirzâde'nin yanında hem ilmini hem de sülû­künü tamamladı. Zâkirzâde tarafından "Aydos" kasabasına halîfe olarak irşada me'mûr edildi (1065/1655) .

Şeyhinin vefâtına kadar orada kaldı. Şeyhinin vefâtından sonra Filibe'ye daha sonra da 1083/1672'de İstan­bul'a geldi. Atpazarî'nda Kul Câmii imam hatipliği, muh­telif câmi'lerde vaaz ve irşâd hizmetlerini îfâ etti. Bu sırada evlendi. Satın aldığı evinin yanında dervişleri için zâviye odaları yaptırdı.

II. Süleyman zamanındaki bir isyanda büyük hizmet­leri görülmüş ve ayaklanma onun gayretleriyle bastırılabilmişti.

Tekke-Medrese mücâdelesinin alevlendiği bir devrede yaşamış olan Osman Efendi çeşitli isnâdlar sebebiyle 1093/1682'de önce memleketi Şumnu'ya sürgün edilmiştir. 3 ay sonra tekrar İstanbul'a döndü. Daha sonra 1101/1690 da Magosa'da ikâmete mecbur edildi.

Magosa'da sürgünde bulunduğu esnâda 1102/1690 yılın­da vefat ederek oraya defnedildi[75].

Şeyh İsmâil Hakkı Bursevî (öl.1137/1724). Tanınmış Türk âlim ve ahlâkçısı olup, devrinin verimli mutasavvıf muharririerindendir. Babası Mustafa Efendi, büyük İstan­bul yangınından sonra İstanbul'u terkedip, bu gün Bulga­ristan sınırları içinde kalan Aydos kasabasına akrabala­rının yanma gitti.

İsmâil Hakkı 1063/1652 târihinde orada dünyâya gel­di. Daha 3 yaşında iken babası tarafından, Zâkirzâde'nin halîfesi sıfâtıyle orada bulunan Osman Fazlı el-İlâhî'nin huzûruna çıkarıldı. Tahsilinin ilk beş yılını Aydos'da Şeyh Ahmed Efendi'nin yanında, daha sonraki yedi yıllık bölümünü şeyhinin tavsiyesi üzerine Edirne'de meşhûr âlimlerden Şeyh Abdulbâkî Efendi'den sarf, nahiv, mantık, ilm-i beyân, fıkıh, kelâm, tefsir ve hadîs okuyarak sür­dürdü. Tahsilini 1673 târihinde bitirdi. Ma'nevî bir işâretle İstanbul'a gelmiş bulunan şeyhi Osman Fazlî'nin da'vetine icâbet ederek, O'nun muhtelif câmîlerde verdiği vaaz ve sohbetlerine iştirâk etti. Zâhirî ve bâtınî ilimleri şeyhinin nezâretinde tamamlayarak icâzet aldı.

İrşad göreviyle 1086/1675 yılında halîfe olarak Üs-

küp'e gitti. Burada altı sene kalmış ve Şeyh Mustafa Uşşâkî'nin kızı Ayşe Hanım'la burada 1088/1677'de evlenmiş­tir. 1092/1681'de ikinci tâyin yeri olan Köprülü (Veleze) 'ye ve oradan da Usturumca'ya geçti. Burada 1093-1096/ 1682-1685'e kadar görev yaptı. 1096/1685'de Bursa'ya Osman Fazlî'nin halîfesi olan Sunullah Efendi'nin yerine halîfe olarak nasbolundu. Hayâtının 23 yılını alan "Rûhu'l-Beyân" adlı dört ciltlik meşhûr Kur'ân tefsirini burada tamamladı.

1112/1700 ve 1124/1711 yıllarında iki sefer hacca gitti. İlk seferinde Sûriye üzerinden karayoluyla gider­ken eşkiyânm hucûmuna uğrayıp soyuldu ve bir mu'cize ka­bilinden kurtularak Şam'a ilticâ etti. Oradan da Bursa'ya döndü. Bir takım ma'nevî işâretler gereği 1129/1717'de tekrar Şam'a gitti. Üç sene kaldığı bu beldede on kadar eser te'lîf etti. Vatan hasretine dayanamayıp İstanbul'a döndü. 1720-1722 yıllarını geçirdiği Üsküdar'da tasavvuf ve ahlâk üzerine bir çok eser yazdı. 1137/ 1722 senesinde nihâî olarak Bursa'ya döndü. Bütün kitaplarını vakfederek bir kütüphâne, câmî ve tekke inşâ ettirdi.

İsmâil Hakkı Bursevî hazretleri son günlerini de eser te'lîf i ile geçirdi ve "Kitâbu' n-Netîce" ile de ilim hayâtını kapadı. 1725 yılında vefat etti. Vasiyeti üzere, Tuz Pazarı civârındaki tekkesine defnedildi[76].

KİTÂBU'S-SİLSİLE

ıjfa*t                     jlkjaSJI Âijj jJJf l#>âlxl . |«~^LL ijjjJLLI âJLmJL»

Metin Kutusu: yi***! 0^	ij!a*i	^yâyJI JUJ£ 4İ!I
Metin Kutusu: çy2> (J>.*,iM<ıl	JjialI	OJMJI

e                 tj* *                 • * 1*^1 4İ4j. (jijll <ıUlj .         j.s-'^b İ*ÜI LjU.| ÂJLuJI IL^UI

[Bu, Celvetî tarikatının silsilesidir. Allah onu şeytanın desiselerinden korusun. Halkalarını birbirine bağlasın. Allah, Şeyh İsmail Hakkı'yı (ki onu yüce mer­tebelere ulaştırsın) açık ma'nâları, gizli hakikatleri hâvi bu yüce tarîkati, kendisine yönelen bir kısım ihva­nın istekleri doğrultusunda olabildiğince açıklamaya muk­tedir kılsın. Muvaffak kılan Allah'dır, ve recâ O'ndandır. Bütün yönlerden ilticâ' O'nadir.]

Eûzu billahi mine'ş-şeytani'r-racîm

Oldu kurb-i harîm-i Rahmanı

Sebeb-i bu'd-i şerr-i şeytânı

Eyleyen Hakk'a ilticâ her dem Basar ol merkez-i sebâta kadem

Her kimin kim ola melâz-ı Hudâ

Olmaya bîmi dîvden aslâ

Nurdur zikr-i pâk-i Rabb-i enîs

Gider ânınla zulmet-i iblis

Hakkı'yâ kıl eûzu billâhi

Diline vird ü hırz her gâhı [2a]

Bismiİlâhi'r-rahmani'r-rahim

Besmele oldu ser-i sûreye tâc Gazabı etmeğe rahmet-târâc

Oldu tûbâ gibi kadd-i memdûd Medd-i rahmetle eder aleme cûd

Sın'de olmakla üç dendan

Diş biler rahmete her bir şeytan

Lafzatullah gözedir izz u celâl

İsm-i Rahmân eder arz-ı cemâl

Mü'minin mu'temedi oldu Rahim Hakkı'yâ beste âna bâb-ı cîm

Mervîdir ki; Elif-i rahmân nice oldu diye Resûl'den (salla’llâhü aleyhi ve sellem) suâl olunca Lpjbuyurdular. Ve elifinden ta'vîzan bâ-ı besmeleyi tatvîlle emreylediler, kezâ fî tefsiri'1-enmûzec.

Zâhir olan, elif-i şeytan elif-i rahmândan mesrûktur. Zîrâ şeytan aslında şetane'dendir. "Baude" ma'nâsına. Gûyâ şeytanın murâdı elif-i rahmânla dâire-i rahmet-i vâsiaya duhûldür. Velâkin şeytan için rahmet-i sıfâtiyye yoktur. Belki şâir eşkıyâ gibi ol dahî rahmet-i zâtiyye dâiresindedir [2b] .

Ve rahmet-i zâtiyye ve sıfâtiyyenin farkı nedir? Burada tahrîr olunmaz , belki onu erbabı bilir ve setr eyler, fehfaz.

Ve besmele-i şerîfde bir sırr-ı İlâhî dahî budur ki; Cenâb-ı Risâlet (salla’llâhü aleyhi ve sellem) sîn yazılmadıkça bâ'yı tatvîl et­mekten nehyetmişlerdir. Onun için ba'zı kûttâb^'f—— şeklinde yazıp sîni ve dendanlarını kitâbet etmediği için Hz. Ömer (r.a) muttali' olunca; ta'zîr ile emreyledi ve ona bir kaç sevt darb ettiler, kezâ fî tefsîr-i fusûli'lmufassai.

Pes bundan fehm olundu ki hatt-ı ta'lîkda zikrolunduğu üzere    > sûretinde yazdıkları hatâ-i mahzdır. Zîrâ bu sûrette harf-i besmeleyi tayyetmiş olur ki vaz'-ı Şâri'a muhâlifdir. Ve'l-ıyâzu billâhi teâlâ [Allah koru­sun ! ] .

ALLAH

Rabbu'1-âlemin celle şânuhû ve azze sultânuhû ve behere burhânuhû. Ey mü'min! Lafzatullah'da fi'l-hakîkâ iki resm vardır. Biri ratkdır ki budur [3a] : ıül Nite­kim hatt-ı nesih-i reyhânîde böyle yazılır. Ve biri dahî fetkdır ki bu uslûb üzerinedir:                  Nitekim hatt-ı celî

şeyhde bi-hasebi'1-gâlib bu resmde imlâ ederler. Evvelki resm, asl-ı vücûda ve ikinci fer'-i vücûda nâzırdır. İkisi dahî haktır, velâkin esrârını bilen yoktur, meğer ki nâdir ola. Zîrâ bu ma'nâ dekâik-ı tasavvuftandır. Ve­lâkin ism-i Rahmân     yazılmak ta'lîm-i Şâria muhâliftir. Belki                        resminde olmalıdır.

Ey ârif-i şuûn-i Hak ve ey vâkıf-ı sırr-ı mutlak! Biz bu makamda sadede gelelim ki; Ki tabu's-silsile, Allâh Teâlâ ile bed' olundu. Zîrâ mebde-i cemî'-i kâinat ve menşe-i cümle-i mevcûdâttır ki, hubb-i zâtî-i ma'nevîsi ile ism-i Nûr'dan tecellî eyleyip îcâd-ı âlem eylemiş ve mertebe-i nâsût insana gelince tertîb-i bedî'le tertîb kılmıştır. Ve âlem-i ibdâı, sûreti mushafda ibdâ' eyleyip akl-ı evveli sûver-i tekvîniyyeye kelime-i ûlâ gibi et­miştir ki, Kur'ân'da gelir; JjU* »Ujiâ j [Yâsîn,36/39][Ay için bir takım menziller ta'yîn ettik] [3b]. Ya'nî Allah teâlâ seyr-i kamer için 28 menzil tak­dir eyleyip tertîb-i kâinâtı dahî 28 mertebe kıldı. Ve hurûf-i teheccîyi dahî onun üzerine binâ kılıp adedini 28 kıldı. Gerçi başka i'tibarla yirmi sekizden ziyâde ve otuz ikiye bâliğ olur.

Ve insan bu 28 menzili devr edip noktadan harf ve harfden kelime ve kelimeden sûre olmuştur. Hakâyik-ı ilâhiyye ve kevniyyeyi cem' etmiştir. Bu sebebden insana nKur'ân-x fi'lî" derler ki kevn-i câmî'dir demektir, yok­sa Kur'ân gibi gayr-ı mahlûktur demek değildir. Zîrâ Kur'ân âlem-i cem' ve vucûbtan kelâm-1 tenzilidir. İnsan ise âlem-i fark ve imkândan kelâm-ı tekvînîdir. Velâkin fehm-i esrâr etmeyen nâdan Ül [ben kur'ân'ım] diyen hakkında dahlederler.

Ve Rabbü'l-âlemin'in âlem ve Âdem'i halktan murâdı esmâ ve sıfâtını izhâr ve sırr-ı zâtını ibrâzdır. Zîrâ nokta hurûf ve kelimât olmadıkça tafsîl bulmaz.

Hak Teâlâ'nın ise bir ismi Mufassıl ve biri dahî Müdebbir'dir. Binâen-alâ-hâzâ, takdir ve tedbîr-i [4a] ezelîsi üzere şuûnât-ı muhtelifeyi tafsil eylemiştir ki âlem ve ahvâli gûnâ-gûn alimdir, ve Âdem onun icmâlidir Pes tertîb-i kâinat maslahat ve hikmeti müştemil ol­muş tur. Onun için nikâh şâir nevâfîl-i hayrâttan efdaldir. Zîrâ onda sırr-ı îcâd vardır. Ya'ni îcâdda kâinât müte­selsil olduğu gibi nikâhda dahî zürriyet zuhûru ile sil­sile mümted olur. Ve kıyâmete dek hâneler tevhîdden hâlî olmaz.

Nazar eyle ki küffârla muhârabe olunmak İ'lâ-yı Kelimetullah içindir. Maa-hâzâ küffâr dahî ibâdullahdır. Velâkin küffârm hâli şirkdir ve küfür dedikleri da'vâ-yı şerîkdir. Kelimetullah ise kelime-i tevhîd ve îmandır. Kelime-i tevhîd ise âlî gerektir. Zîrâ vücûd-ı Hak vâhiddir. İmdi izhâr-ı tevhîd lâzım geldi. Bu cihetten tâife-i sûfiyye cehr ile zikrullah ederler. Zîrâ cehirde zikrini i'lâ vardır.

Ve nikâhla ehl-i tevhîde beka geldiği gibi enfâs-ı tayyibenin biri birine ittisâli ile dahî [4b] beka gelir. Çünki nikâh-ı sûriye kailsin, nikâh-ı ma'nevîye dahî kail ol ki silsile-i ma'nevîyyedir. Zîrâ silsile-i ma'neviyye olmasa âlem bî-rûh kalıp hayvan gibi kalır.

Suâl olunursa ki silsile-i ma'neviyye nedir? Cevâp budur ki dünyâda enbiyâya (a.s) verese zuhûr etmektir, ki onların mirasları ilm-i billâhdır. Ve ol vârislere "hulefâ" derler ki evlâd-ı sûriyye pederleri yerine kâim ol­dukları gibi evlâd-ı ma'nevî dahî enbiyâ makamına kâim olurlar. Zîrâ gerçi nefes-i nefîs-i hakikat vârisden vâ­rise ve velîden velîyedir. Velâkin bu bâbda re's olan ne-
bîdir. Bu sebepden güyâ halef olanlar hemen nebî mekülesinden ahz-ı nefes etmiş gibi olurlar. Onun için hadîste gelir; û* ûb ûA [Beni görene ve beni göre­ni görene ne mutlu66] ya'ni sırr-ı İlâhî birdir. Velâkin sûreti muhtelif aynalarda zuhûr etmiştir. Pes mûrşid ve mûrebbîlerin kesretinden sırr-ı vahdet müteaddid olmak lâzım gelmez. Bu yüzden cümle-i enbiyâ ve cemî'-i evliyâ fi'l-hakîka cihet-i vâhide üzerinedir. Ve mukaddem ve mu­ahhar [5a] geldikleri i'tibarladır ki; her zaman halkını irşâda dâirdir.

Ve Hâtemü' 1-Enbiyâ'ya gelince sırr-ı enbiyâ nice ise Hz. Mehdî'ye muttasıl oluncaya dek sırr-ı evliyâ dahî böyledir. Ve her asrın mehdisi ve deccâlı vardır ki, meh­disi Hâdî isminde ve deccâlı Mudil ismindedir.

Ve mehdî-meşreb olanlara "ümmehât" derler. Zîrâ etfâl-i tarikat olanlar onların şîr-i feyzleriyle terbiyetyâb olurlar. Ya'nî rahm-i isti'dâdlarma mâye-i nefes sab olunduktan sonra veled-i kalb olup vücûd-ı ma'nevî bulur­lar. Velâkin meblâğ-ı ricâle bâliğ olunca ricâlin hıdânelerinde olmağa muhtaçlardır. Ve illâ nâkıs kalırlar, fa'lem zâlik. [Bunu bil!]

Ve kemâl-i insânî 40 senede hâsıl olur. Bu dahî ne­fes evlâdından olduğu sûrettedir. Ve nefes-i vekâlet ile nefes-i hilâfetin farkı vardır: Nefes-i vekâlet şeyhin hayâtında olan vekâlettir ki; ona dahî fi'l-cümle hilâfet derler. Velâkin hilâfet-i hakîkıyye odur ki şeyhin nefesi vefâtı hâlinde ona intikâl eyleye. Ve ondan sonra dahî [5b] bir müstaidd-i kâmile muttasıl olup bu veçhile sil­sile bula. Ve bu ma'nâ evlâda intikâl etmez. Meğer ki zi­yâde kâbil ola. Belki ecânibden müstaid olanların birine intikal eder. Gerek kendi sâkin olduğu şehirde olsun ve gerek gayride olsun ve taklîdle seccâdede cülûs etmek lâşey'dir. Zîrâ silsilede nazar hâl ve kemâledir. Yoksa nesebe değildir. Şol yüzden ki buradan neseb ile murâd neseb-i takvâdır ki âl-i Resûl'den murâd fi'l-hakîka bu neseb ehlidir.

Ba'de-zâ ma'lûm ola ki; asl-ı âlem vâhiddir ki Allah

 

 

 

66.


Deylemî, 11/3926.


 

 

Teâlâ'dır. Ve O'na asl-ı ma'nevî derler ki âlem-i kıdeme nazırdır. Kezâlik asl-ı âlem vâhiddir ki akl-ı evveldir. Ve ona asl-ı rûhânî derler ki âlem-i hudûsa nâzirdir. Ve kezâlik asl-ı âlem vâhiddir ki cism-i küldür. Ve ona aslı cismânî derler ki bu dahî âlem-i hudûsa ve imkâna dâir­dir.

Pes bi-hasebi'1-merâtib usûl-i âlem bu üç nesnedir ki asl-ı İlâhî-i ma'neviden esmâ ve sıfât teselsül bul­muştur. Gerçi sıfât zâttan mufârık değildir. Ve asl-ı [6a] akl-ı rûhânîden cümle ervâh müteselsil olmuştur. Ni­tekim j »Ûl ûv j»il j LJ [Âdem su ve toprak arasında iken ben peygamberdim.[77] ] ve dahî^j> (jhJ o»L’tBen Allah dan ve mü'minler nûrumun feyzindendir[78].] ona işâret eder. Zîrâ nübüvvet tevâbi' iktizâ eder. 01 vakitte ise etbâ'-ı ervâh-ı kümmel idi ki rûh-ı Nebevi bi'l-fiil onlara meb'ûs olup tevhide ve kendini tasdike da'vet kıldı.

Ve kezâlik mü'minler onun feyz-i nûrundan olmak, ma­kam-1 rûhâniyyette taayyün iledir. Ve illâ cismâniyet yü­zünden sulb-i Nebevi'den müteselsil değillerdir. Belki sulb-i Âdem'den hurûc etmişlerdir. Gerçi sulb-i Âdem dahî sulb-i Nebevi'den hâriç değildir. Zîrâ cümle enbiyâ (a.s) sûret-i Muhammediyye'dir, fe'fhem cidden, [iyice anla!]

Ve asl-ı cismânîden cemi'-i ecsâm tevellûd edip tabîiyyat ve unsûriyyât ondan müteşa'abdır. Onun cismi Âdem'dir ki ebu'1-beşerdir. Ve ebu'1-beşerin zûrriyyetinin âhiri dahî, Çin vilâyetinde âhir zamanda tevellûd edecek bir veleddir ki âhiru' 1-evlâddır. Ya'nî ondan sonra dünyâya bir mevlûd dahî gelmeyip akam-i sâri olsa gerek­tir. Ve kıyâmetin kıyâmı [6b] ondan sonradır ki küffâr üzerinedir mutlaka, fa'rifhu. [anla!]

Ve bu takrirden fehmolundu ki vatan üçtür: Biri, vatan-ı gaybîdir ki ekâmil-i nâsm vatanıdır. Ya'nî asl-ı evveldir ki bi-hasebi's-sülûk silsile ol asla müntehi ol­madıkça sâlik gurbetten halâs olmaz. Gerçi ol makam dahî bi'n-nisbe gurbettir ki âşinâsı kıllet üzerinedir. Zîrâ âlem-i gayb mutlaktır ki ol âleme dâhil olana "mechûl" derler. Zîrâ âlem-i ecsâm ve ervâhtan güzer etmiş ve âlem-i alemden âlem-i zâta duhûl kılmıştır. Oranın bâbı her ârife meftûh değildir. Onun için dâhilinde olanın hâ­li mechûldür.

Ve biri dahî vatan-ı rûhânîdir ki tabaka-i vustâ eh­linin vatanıdır ki tabaka-i ûlâ ehli sırla dâhil-i âlem-i gayb oldukları gibi tabaka-i vustâ ehli dahî rûhla dâhili âlem-i akl olurlar. Ve ona nasl-ı sânı" derler ki: I4UI oUloStl IjiJî o' [Nisâ, 4/58] [Gerçekten Allah

size, emânetleri ehline vermeyi emreder] âyetinde onlar da dâhillerdir. Zîrâ bi-hasebi's-sülük, mertebe-i ecsâmdan terakkileri ve ba'zı emânâtı mahalline te'diyeleri vardır ve bu vatanda kalan [7a] kemâ-yenbegî gurbetten halâs olmuş olmaz. Belki fi'l-mesel yol ortasında kalmış olur. Ve bu vatanın âşinâsı kesirdir. Evvelki gibi azîz değildir.                    Lıy j ji-JI                  j [Ben küçüklüğümde ye­

tim, büyüklüğümde garîbdim] mazmûnu evvelkine nâzırdır, İkinciye değil. Zîrâ gurbet-i mutlaka ve vatan-ı evvel-i aslî-i mutlak evvelkidir.

Ve biri dahî vatan-ı cismânîdir ki asl-ı sâlisdir. Ve cemî'-i nâs cesedleriyle bu vatanda sâkinlerdir. Zîrâ cesed turâbdan me'hûzdur. Pes tûrâb, cesedin vatan-ı as­lîsidir. Onun için ehl-i his ve onunla i'tilâfı gâlip olanlar bu âlemi bâkî sanıp bağlar ve bahçeler ve dıy'alar ve emsâli hissiyât ve müşâhedâta gönül verip cesedlerini dahî ona i'mâl ederler. Ve vatan-ı rûh ve sırra hareket kılmazlar. Bu ise gâyet denâetten nâşîdir. Zîrâ cesedin türâbdan mahlûk olduğu nefh-i rûhdan ötürüdür. Rûh ise ulvîdir ki emr-i İlâhîdir. Ve bâtm-ı rûh sırr-ı Hak'tır.

Pes maksûd-ı bizzât olan vatanı nisyân eyleyip gayr1 maksûd olan vatanda umûr-ı cesediyye-i türâbiyye ile mukayyed olmak cehilden ve hasâset tab'ındandır [7b] . Zîrâ Kur'ân'da bu silsile-i vücûd halkalarının hidâyetini nihâyete îsâl etmişlerdir .Ve devr-i tekmîl eylemişlerdir.

Sana âr değil midir ki hacca niyyet etmiş iken va­rıp yol üzerinde bir karyede kalasın? Ve şehrî iken kurevî olasın ve dânişin yok mudur ki?

Âlem-i vücûd nuhâs ve kimyâ gibidir. Ya'nî nuhâsı ibtida' isti'malde rasasla mutallâ ederler. Zîrâ bi-lâ tılâ' isti'mâli mekruhtur. Ve sonra bir amel-i mahsûsla fidda ve ba'dehû zeheb olur ki aslu'1-ecsâddır. Velâkin tedrîce muhtaçtır. Zîrâ mevlûd-i felâsifenin ednâyı müd­deti, müddet-i cenin gibi 9 aydır. Ve ekseri müddeti 7 senedir ki iksîr-i a'zam bu 7 senede terbiye-i kâmileden gelir.

Ve 7 ism-i İlâhî ki sülük için vaz' olunmuştur. Yevm-i İlâhî ile 7 bin olur ki her isim için bin sene ta­ayyün bulur. Zîrâ devr-i âdemî ki devr-i sünbüledir, 7 bin senedir. Pes Hak teâlâ kemâl-i kereminden 7 bin se­neyi 40 seneye tenzil edip ol müddet-i tavîlede [8a] hâ­sıl olacak kemâli bu müddet-i kasîraya ta'lîk eyledi. Ve 7 bin senede hâsıl olacak iksir 40 senede vücûd buldu. Nitekim ûd-i fağfûrinin terbiyesi dahî bu müddettedir.

Pes nuhâs hâlini, iksîr-i feyzle sûret-i zehebe is­tihale murâd eyleyen 40 sene âlem-i fenâda tekmil-i fenâ için kûşîş ü ihtimam eder. Ba'dehû sabg-ı İlâhî bir daha fenâ ve tagyîr bulmaz ve bâkî kalır, fefhem. [anla!]

Ey ârif! İşte bu takrîrâttan silsile-i ma'neviyyede ilmi [diriden diriye] ahzederler. Sûret-i sil­silede ise böyle değildir. Belki onlar c*e-4 [ölüden ölüye] istifâde kılarlar ulemâi rusûmun ekseri gibi. Onun için onlardan ahz-i ulûm edenlerde berekât-ı kesîre yok­tur. Fe-emmâ erbâb-ı hakâikm bir dersi ve yek nefesi hezâr ders ve nefes olur. Bu cihetten tâlib-i hakâik olan silsile-i sûriyyeye iltifat etmez. Husûsan ki bu a'sârda ulemâ-i hakâikten gayrisinin silsilesi mûştebeh ve medhûldur. Zîrâ bu'd-ı zamanla avârız-ı fâside muhâlata et­miştir [8b] . Ulemâ-i hakâik hâli ise böyle değildir. Zîrâ tecellî-i İlâhî ve feyz-i küllî ehli hurşîd-vâr dav'-i ilminden rûşendir.

NAZM

Hakdır aslım silsilemde mâsivâ. yoktur ebedî Kul hüvellâhü Ehâdı oku Vallâhüssamed

Bir nesebdir bu neseb kim nisbeti yoktur ânın Hakk-ı Mutlak'da sayılmaz silsile içre aded

Silsile nür'un alâ nur oldu yâ zencîr-i zer

Cümlesi bir halkadır açma adedden sen saded

Hâşimîyim derse ger ma'nîde bir âl-i Resul

Eyleme ânı sakın sehv ile bu surette red

Ben ne Üftâde ne Mahmüd Hüdâyî'yim bugün Hakkı -yı bî-çâreyim Yâ Rabb Allah el-meded

İSRAFİL

Ma'lûm olâ ki; Cenâb-ı Bârî'den sonra (celle şânuhû) silsile-i irtibatta mukaddem olan İsrâfîl'dir (a.s) Zîrâ her sene levh-i mahfuza nazar edip nüsah-i umûr-ı muhtelefe-i dünyeviyyeyi erbâbma teslim eden odur. Ke­zâlik ulûm-i hükmiyye-i gaybiyye dahî ibtidâ ona ilkâ olunup badehû tertîb ile mahalline îsâl kılınır. Zîrâ [9a] ulûm ikidir:

Biri emr u nehiydir ki makâm-ı kûrsî-i Kerîm'dir. Ve Cebrâîl emr u nehyi bi-lâ vâsıta oradan ahz ve tenzil eder. Ve ona "kademeyn" derler ki arş-ı a'lâdan ol mahal­le mûtedellîdir. Bu sebepden insanda kesb için iki el ve iki ayak halk olundu. Ve sağ el soldan ve ayakdan efdal kılındı. Bu sebepden hilkat-i Âdem'de (a. s) yedeyn tahsis olundu. Zîrâ gerçi yemîn ve şimâl denilir.

Fe-emmâ ÂSjL* hlS” j vefkınca cemâl ve celâli meâlde birdir ki yemîndir. Pes ayağın kesb için temeşşîsi yedin batşına mevkûfdur. Onun için Kur'ân'da:      5” L*s

[Şûrâ,42/30][ellerinizin kazandığı sebebi iledir] diye tahsis olundu. Maa-hâzâ                                                                                                  [Mâide,

5/66] [şüphesiz yeraltı ve yerüstü ni'metlerinden yerler­di] dahî kesb-i ercüle işâret eder ki ilm-i kesbî sûretidir ki âb gibidir. Nitekim ilm-i vehbî fevkidir ki leben ve asel ve hamr gibidir, fefhem cidden, [iyice anla!]

Ve İsrafil 3 sene kadar Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) 'e kable'n nübüvve mukârenet kıldı. Ya'nî Cenâb-ı Nübüvvet onun savtını işitir ve ilkâ ettiği nesneyi ahzederdi. Velâkin şahsını görmezdi. Ve bu meküleye "hâtif" derler [9b]. Hattâ sûre-i fâtiha merre-i ûlâda lisân-ı İsrâfîl'den il­kâ olunmuştur diye rivâyet vardır. Zîrâ iki kere nüzûl etmiştir.

Ve ikinci ilm-i hikmete dâir olan ilmi verâsettir ki bu ilmi ifâzâda İsrâfîl reisdir.

Ve İsrâfîl "abdurrahmân" ma'nâsmadır. Mazhar-ı ism-i Rahmân ise Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) 'dir. Bu cihetten Abdurrahman; hâdim-u ismi'r-rahmân demek olduğu Hz. Risâlet'e hâdim olmaktır. Onun ise hizmeti hizmet-i ilimdir. Şol cihetten ki enbiyânın dünyâya taalluku yoktur. Belki akvâmı dîne da'vet ederler ki şer'-i zâhirdir. Veya tevhîdi hakîkîye irşâd ederler ki şer'-i bâtındır.

Zîrâ velâyet mertebesi nübüvvetin lübbü gibidir. 0nun için Hz. Hızır (a.s)'a mertebe-i velâyetten ilm-i zâyid i'tâ olundu ki havâssın bu ilimde tefâvütü azîmi var­dır. Gerçi asl-ı nübüvvet ve ilhamda berâberlerdir. Feemmâ ma'nâda mufâzala mukarrerdir. Ve bu tefâvüt esmâ-i ilâhiyyenin tefâvütünden nâşîdir. Bu ma'nâdan hikmet-i ilâhiyye halkın isti'dâdta tefâvütünü iktizâ etti.

Ve nefh-i sûrun İsrâfîl'e ihtisâsı [10a] bu ma'nâdandır ki nefh-i sûr feyze ve i'dâma ve îcâda işârettir. Ve nufûsun kubûr-ı bedenden kıyâmı ecsâmın kubûr-ı arzdan kıyâmı gibidir ki evvelkine kıyamet-i suğrâ ve İkinciye kıyamet-i kübrâ derler. Ve iki kıyâmet dahî nefh-i nefese mevkûftur. Velâkin nefh-i İsrâfîl nüfûsa ve nefh-i Cebrâîl kulûba râci' olmakla ikisinin meyânında fark hâsıl olur. Zîrâ her nefes, ikâmet-i kıyâmet ma'nâsma değildir. Belki enfâs vardır ki feyz-i mutlaka dâirdir ki sıfât-ı cebrâîliyye budur.

Ve İsrâfîl'in mazharı mürşid-i kâmildir ki onun nefhinden kıyâmet-i suğrâ-yı mürîd kopar ve haşr-i ma'nevî vâki' olur ki fenâ ve bekaya dâir kâr-ı azimdir.

Elhâsıl nefh-i İsrâfîl imâte-i nüfûs ve nefh-i Cebrâîl ihyâ-i kulûb içindir. Bu cihetten meyânlarında fark hâsıl oldu, fa'lem zâlik. [Bunu bil!]

MÎKÂÎL

"Ubeydullah" demektir ki; Allah kulcâğızıdır. Ve onun rütbesi İsrâfîl'den sonradır [10b] . Ve silsile-i feyz, Hak Teâlâ'dan İsrâfîl'e ve İsrâfîl'den Mîkâîl'edir. Ve Mîkâîl bu cihetden melekü'1-erzâktır; gerek erzâk-ı sûriyye-i cesediyye ve gerek erzâk-ı ma'neviyye-i rûhiyye. Onun için Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) memleketû'1-vücûddur. Onu vezîr ittihaz eyledi ve vech-i arzda Ebû Bekir Sıddık (r.a) yerine kâim oldu.

Zîrâ Ebû Bekir (r.a) mazhar-ı ma'rifettir. Ve kezâlik mâl-ı tayyibi ile Resûlullah'a (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şâyeste hiz­metler etmişdir. Onun için ol dahî vezârete lâyık olmuş­tur. Gerçi kendi eyyâm-ı hilâfetinde kutbu'1-vakt ve sultânü'z-zamân idi. Zîrâ hilâfet ve zuhûr-ı sırr-ı silsile, müstahlefin zuhûrdan butûna intikâlinden sonradır. Ve in­tikalle ta'bîr olunduğu ekâmil-i nâsın ihyâ-i hakîkiyye olduğuna işarettir. Kâle Teâlâ:

«U>l Jj <û)l cA lA-A*' [Bakara, 2/154] [Allah yo­lunda öldürülenlere "ölüler" demeyin. Bilakis onlar diri­dirler] ûAb* ffu [Al-i İmrân, 3/169] [onlar rableri ka­tında rızıklara mazhar olmaktadırlar].

Zîrâ maktûl ikidir; biri seyf-i zâhirle cihâd-ı asgarda maktûldür ki ona "şehîd" derler. Ve biri seyf-i bâ­tınla cihâd-ı ekberde maktûldür ki ona "sıddîk" derler. Ve bir kimse bu iki maktûlden birine mazhar oldu [lla] ya'nî meyyit oldu dese Kur'ân'a muhâlefet ettiği için terk-i edep etmiş veyâ âsî olmuş olur. Belki dünyâdan intikal etti demek gerektir.

Ve hadîste gelir; Ja û* û.A^. J-Ûji*.AI [Mü'minler ölmezler, bilakis bir evden diğer eve göçerler.] Ya'nî bir mahalleden bir mahalleye veyâhut bir hâneden bir hâneye intikal etmek mevti muktazî olmadığı dünyâdan âhirete intikal etmek dahî kâmile göre mevti müstelzim olmadı. Belki mevt dedikleri rûhun bedenden mufârakatıdır. Ve bu mufârakatla beden-i kâmil münhal olmaz. Zîrâ berekât-ı rûh bedene sâriyedir. Bu yüzden cesed zî-rûh gibi oldu. Zî-rûha ise meyyit denilmez.

Ve bu takrirden fehm olundu ki İsrâfîl'de fi'l-cümle kahr ve gazab sıfâtı vardır. Mîkâîl ise böyle değildir. Belki rahmette Resûlullah'a (salla’llâhü aleyhi ve sellem) karîbtir. Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ise "Rahmeten li'l-âlemîn"dir. Ya'nî dünyâya hal­kın başına kıyâmet koparmak için gelmemiştir Belki ihyâ için gelmiştir. Ve seyf ile meb'ûs olduğu def'i mazarr ve celb-i menâfi' içindir. Ve hadîste gelir ÎİJ40 Ul lil [Ben, ancak hidâyete erdirici bir rahmetim] .

İşte bu rahmet-i [llb] küllîyenin sırrıdır ki ûmem-i mûkezzibe-i ûlâ üzerine nâzil olan mesulât ve ukubât bu ümmet üzerine nâzil olmamıştır. Kale Teâlâ:

cJİj aDI [Enfâl,8/33] [Halbuki sen onların içinde iken, Allah onlara azab edecek değildir]. Ya'nî Resûlullâh (salla’llâhü aleyhi ve sellem) 'in vücûd-1 şerîfleri halk arasında ol­dukça O'nun rahmet-i sâriyesi sebebiyle gazâb-ı âmm merfû'dur. O'nun için bu ümmete "ümmet-i merhume" denildi.

Ve vârislerinin vücûdları dahî böyledir ki her asır 124 bin evliyâyı müştemildir. Pes Hak Teâlâ bu evliyâya nazar edip dünyâda halkın suedâ ve eşkıyâsını muâfât üze­re kılar. Fa'lem zâlik ve kün alâ basiretin. [Bunu bil ve basiret üzere ol!]

CEBRAİL

Ma'nâsı "abdullah" demektir. Sadr-ı Risâlet'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bir ism-i şerifleri abdullahdır. Kemâ kale Teâlâ: »jjcJu <d)l i**   [Cin, 72/19] [Allah/m kulu, O'na yalvar­

maya kalkınca] ve cemî'-i aktâbın ism-i İlâhîsi abdullahdır. İsm-i kevnîsi her ne [12a] olursa olsun ve ibâdet ve ubûdiyyet ve ubûdet, ilâhiyyet ve ulûhiyyet ve ulûhet mukâbelesindedir ki evvelkisi mertebe-i ef'âle ve İkincisi mertebe-i sıfâta ve üçüncüsü mertebe-i zâta göredir, siu:   aUI [Zümer, 39/36] [Allah kuluna kâfî değil mi?]

de olan izâfette bu cümlesi dâhildir. Zîrâ sırr-i hûviyyet ile mutehakkık olan kimsede cemî'-i merâtib mevcûddur. Onun için zâhir ve bâtın, cemî'-i mü'minîn ve mü'minâta ism-i Kâfî havâledir.

Ve Cebrâîl vezîr-i sânî-i semâvîdir. Ömer Fârûk (r.a) vezîr-i sânî-i arzî olduğu gibi ve silsile-i feyz Mîkâîl'den Cebrâîl'e muttasıl olur. Pes Cebrâîl rütbede Mîkâîl'den aşağıdır. Gerçi her sâfil olan âlîden mefdûl olmak lâzım gelmez. Velâkin burada öyle değil. Mîkâîl Cebrâîl'den efdal olmağa zâhib olmuşlardır.

Ve demişlerdir ki; İsrâfîl, mazharu'1-hayât ve'ladldir. Ve Mîkâîl mazharu'1-irâdet ve'l-cûddur. Ve Ceb­râîl mazharu'1-ilm ve'1-kavldir ki evvel ki i'tibarla rûhu'l-kuds ve ikinci i'tibarla rûhu'l-emin derler ve Azrâîl mazhar-ı kudretdir. Onun için kahr-ı cebâbire edip mevt ve fenâ ile onları zelîl [12b] kılar. Bu sebebten Azrâîl silsile-i feyzde dâhil değildir. Belki melâikeye göre Cebrâîl'de müntehi olur.

Ve Cebrâîl ve Ömer ikisi meşreb-i vâhid üzeredir. Zîrâ Hz. Ömer'de şer'-i gâlib vardır. Cebrâîl dahî emr u nehyi getirmiştir ki şer' onlardan ibârettir. Gerçi Kur'ân, emr u nehyden gayr-i ahvâli dahî mutezammındır. Ve teklîf dedikleri bu ikisidir ki; cin dahî hadd-i tek­lif de dâhildir. Ve ins ve cinne "sekaleyn" derler, vûcûdda teahhurlarından ötürü. Zîrâ sekiyi olan nesne batıy'ü'l-hareket olur.

Dünyâya ise 7 aded mahlûk gelmiştir ki altıncısı kavm-i candır ki müddetlerinden 60 bin sene murûr ettik­ten sonra yedinci mertebede Âdem gelmiştir ki bunun müd­deti devr-i sünbüledir. Ya'nî 7 bin yıldır.

Ve ümem-i ûlâda 25 kutub gelmiştir, fekat. Zîrâ en­biyâ çok gelmiştir. 124 bin veyahût 224 bindir. Bu ümmeti merhûme içinde ise her asırda kutb-ı vûcûd vardır ki medâr-ı âlemdir. Vesâir aktâb ve efrâd her asırda gâh 124 bin gâh daha ziyâde olur. Ve bunlar enbiyâ [13a] makamına kâimlerdir. Onun için şerâi' ve hakâik ile kâim olup zâhir ve bâtın, nizâm-ı âleme sebeb olmuşlardır. Ve silsi­le-i tarikat bunlara merbûttur.

Velâkin irşâdda kutub olmak şart değildir. Belki kutbiyyet mertebedir, saltanat gibi. Belki şart olan ayne'l-yakîn ehli olmaktır. Bunlar ise her asırda mü­teaddit olur. Ve kutb-ı vücûd dahî tecelî-i hakkî ile vûcûd bulur.

NAZM

Nedir cihanda medar-ı devâir-i esma Vücüd-ı kutb ki oldur azîz-i arz u semâ

Bu nokta içre yirmi sekiz hurûfu bilen

Maârif ehli yanında olur kati esmâ

Eğerçi şekli ânın bir değil bin olmuştur Veli secencel-i vahdette birdirür sîmâ

Efendi çeşm-i anâsırla bakma eşyâya

Kalır bu gözle nazar eyleyen kişi a'mâ

Melâike sana nisbetle hâdim-i derdir

Bu hâli bilmeyesin sen ne haldir ammâ

Ne vechle gelip açılmasın yüzü gözü

Ki feyz-i Hak verir erbâb-ı hakka neşv u nemâ

Nola olursa güher rîz-i hâme-i Hakkı Güher-nisar ide geldi taşınca bir deryâ [13b]

Ve lehû

Nihâi-i sidre vü tûbâ gibi olup aktâb Eder tenâvül-i ber ol nihâiden ahbâb

Cihanda ehl-i nefes hizmetinde kâim ol Bilürsen oldu ne merbüblar sonu erbâb

Bu halkaya yürü ser-beste ol bu silsilede

Bu halkadan olur elbette halka feth-i bâb

Fenâya ermeğe halvet gerektir ehl-i dile

Bakâyı celvet ile buldu cümle şeyh u şebâb

Birisi oldı 'ev ednâ' birisidir 'kavseyn' Bu feyz ile velî bir olmağa gerektir kâb

Şarâb-ı nâb gibi kıl sirişk-i çeşm-î revân

Derûnu âteş-i aşkıyle eyle Hakkı kebâb

RASÛL-İ BÂ-SÂFÂ NEBİYY-İ PÜR VEFA MUHAMMED MUSTAFÂ
(Sallâllâhü aleyhi vesellem)

Bâlâda işâret olunduğu üzere emr u nehy, Cebrâîl (a.s) vesatatı ile sidretü'1-müntehâ tarafından beri vârid olur ki makâm-ı Cibril'dir. Zîrâ arş-ı a'lâdan kademin oraya nüzûl ve tedellî etmiştir. Ve bu ahz ve tenzilde Cibril ile Hak Teâlâ arasında melâikeden ne Mîkâîl ve ne İsrâfîl ve ne hod gayrîler vâsıtası [14a] yoktur.

Ve Cibril akl-ı küllin mazharıdır. Pes bir sâil vâkıasmda Cibril'i görse veyâ âlem-i misâlde insilâhmda iken temessül eylese kendi aklını görmüş olur. Aklı Cib­ril gibi ve dimâğı sidretü'1-müntehâ gibidir. Zîrâ Cibril kendi teayyünü makamından enbiyâdan gayriye zâhir olmaz. Gerçi ehl-i mekr bilmeyip gördüğü sûreti, Cibril olmak zanneder.

Ve Cibril'in vürûdu gâh âlem-i insilâhda ve gâh âlem-i hisde "Dıhye" veyâ bir a'râbî sûretindedir. Ve vah­yin bundan gayri dahî hâlât-ı şettâsı vardır. Ve Dıhye dedikleri sahâbî (r.a) ecmel-i ricâl-i arab idi. Ya'nî ol kadar hüsndâr idi ki Medine'ye kudûmunda oranın hâtûnları onu gördükte hamli olanlar hamlini vaz' ettiler.

Pes Cibril'in ekseriyâ Dıhye süretinde nüzûlü güyâ Allah Teâlâ tarafından demek oldu ki; "Yâ Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) benim ile senin meyânında hüsn ve cemâlden gayri nesne yoktur". Ve bunda ümmete dahî müjde vardır ki Hak Teâlâ'nm onlara hüsn-i muâmelesidir. Zîrâ Allah Teâlâ ve Resûlûllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ve vâsıta olan Cibril cemîl olunca or­tada olan muâmelât dahî cemile olur. İşte bu ma'nâ, Cib-

4J7

rîl'in bilâvâsıta tenzil [14b] ettiğidir ki Hz. Kur'ân dır. Cemile ve Kur'ân lafzı ve ma'nânın mecmûudur. Onun için mu'çizdir. Kûtüb-i evvelin ise lafzı cihetinden mu'ciz değil idi. Ve Kur'ân'a "kelâm-ı tenzili" derler. İn­sanı kâmile kelâm-ı tekvini dedikleri gibi.

Ve bâ'zı kelimât-ı kudsiyye vardır ki Resûlullah (a.s.v) onu leyle-i mi'râcda bilâ-vâsıta ahz etmiştir. Ve bu nev'in ba'zısı nazm ile hiledir. [Âmenerrasûlû] ve ba'zı âyât-ı kur'âniyye gibi ki ona Kur'ân derler. Ve bâ'zısı nazm ile değil belki ma'nâsıyledir. Mi'râca müte­allik yazdıkları esrâr gibi ve ba'zı kelimât-ı ilâhiyye gibi dahî vardır ki Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) onu Cibril'den ve Cibril Mîkâîl'den ve Mikâîl İsrâfîl'den ve İsrâfîl dahî bizzat Allâhü Teâlâ'dan ahz etmiştir. Hadîs-i besmele gi­bi sûre-i fâtihaya vaslı hakkında vârid olmuştur. Ve bu mekülelerin ma'nâsı hakkında müstefâd ve lafzı Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'e muzâfdır.

İşte hadîs-i kudsînin Kur'ân'dan farkı budur. Ya'nî hadîs-i kudsî ile Kur'ân ma'nâda birdir ki ikisi dahî kelâm-ı İlâhîdir. Ve libasta berâber değildir ki; Kur'ân m nazm ve ma'nâsı cemîan Hakk'a muzâfdır [15a] . Hadîs-i kud­sînin ise lafzı Resûl'e muzâfdır. Onun için mahlûktur. Zîrâ mahlûka muzâf olan dahî mahlûktur. Kur'ân ise Kelâmullahtır ki gayr-ı mahlûktur. Bir kimse ona mahlûktur dese kâfir olur. Zîrâ Kur'ân'm mahlûkıyyetine zâhib ol­mak -Hâşâ!Hakk'm mahlûkıyyetine kavi olur. Şol cihet­ten ki Kur'ân kelâmdır ki sıfât-ı İlâhiyyedir. Ve sıfat ise zâta mûsteniddir.

Ve demişlerdir ki kelâm âhiru's-sıfâtı's-seb'dir ki; hayât ve ilim ve kudret ve sem' ve basar ve kelâmdır. Na­zar eyle ki velîde en âhir zuhûr eden sıfat kelâmdır.

Suâl olunursa ki Uİjâ Ul [Zuhruf,43/3] [Biz onu arapça Kur'ân kıldık] âyet-i Kur'ân'm mahlûkıyyetine delâlet eder, zîrâ mec'ûldür. Cevâp budur ki câ'lin müteallakı fi'l-hakîka arabiyyettir. Yoksa Kur'ân değildir. Ve cânib-i arabiyyet mahlûk olmaktan cânib-i kelâmiyyet mahlûk olmak lâzım gelmez. Zîrâ arabiyyet kelâmın kisve­sidir. Ve kisve vakt-ı tenzîlde lisân-ı Cibril'den olur. Çünki Hak Teâlâ her kavme irsâl ettiği peygamberi ol kav-

min lisânı üzere ba's eyledi. Tâ ki emr-i Hak mütebeyyin ola. Lâ-cerem Kur'ân dahî ibtidâ arab'a münzel olmakla lisân-ı arabî ile kisvelendi.

Ve illâ Allah Teâlâ [15b] hiç bir dil ile mevsûf de­ğildir. Süryânî, İbrânî, Hindî, Fârisî, Arabî ve emsâli gibi belki Allâh Teâlâ Âdem'e 700 bin lügat ta'lîm etmiş­tir ki zürriyyeti arasında mütedâvildir. Ve O'nun zürriyyeti 125 sınıftır ki maşrık ve mağrib meyânmda müteferrikdir. Ve ihtilâf-ı elvân ve ihtilâf-ı elsine Kur'ân'da mezkûrdur. Kale Teâlâ: aîLI

j [Rum, 30/22] [O'nun âyetlerin­den biri de, gökleri ve yeri yaratması, lisanlarınızın ve renklerinizin değişik olmasıdır].

Ve kale Teâlâ: [Bakara, 2/247] [Allah her şeyi ihata eden ve her şeyi bilendir].

Ve bundan fehm olundu ki Allâh Teâlâ her lügat ile tekellüm eder. Gerçi eşref-i lügat arabî ve fârisî ve türkîdir. Zîrâ ehlullah bu elsineyi söylemişlerdir. Ve ehl-i nârın lügati, lisân-ı acemdir dedikleri fârisînin gayrıdır. Zîrâ arabm mukabili mutlak acemdir. Yoksa husûs üzerine fârisî değildir.

Ve Hak Teâlâ'nm her lügat ile tekellüm eylediği iki vecihle ma'lûm olur:

Biri: Mükâşiflere vârid olan hıtâbât-ı İlâhiyyedir. Ve biri dahî lisân-ı halkdır. Zîrâ demişlerdir ki; "lisânü'l-halk lisânü'1-Hak" ve hadîsde gelir;

aJLJ I »jlc jLJ jlÜI Ya' nî bu kelâmı diyen imam değildir. Belki imam ağzından Allah Teâlâ'dır ki, dehân-1 mazhardan tekellüm eder [16a] . Nitekim cemâatin xJ-l JJj Ujj dedikleri dahî böyledir. Velâkin bi-hasebi'l-merâtib imam ve cemâat meyânmda temâyüz vardır. Ve demişlerdir ki: fe'fhem. [anla!]

İşte bu takrirden fehm olundu ki Cenâb-ı Risâlet'in iki vecihle Hak'tan istifâdesi vardır ki biri; bi'l-vâsıta ve biri dahî; bilâ-vâsıtadır. Ve bilâ-vâsıta olan mer­tebeye işâret eyleyip buyurmuştur ki:

J—dUb» jlJ <^*—4 [Benim, Allah ile bir vaktim olur ki onda hiç bir mukarreb melek ve gönde­rilmiş nebî beni meşgul edemez[79]] . Zîrâ maksûd vech-i hâsdan ahzını beyandır.

Ve şol ki vesâtat-ı Cibrîl iledir, bi-tarîkı's-silsiledir, vech-i âmmdandır. Ve ehlullah indinde iki tarîk dahî sabittir. Gerek bi'l-vâsıta ve gerek bilâ-vâsıta. Zîrâ insan iki nesneyi hâmildir ki biri; ceseddir ki aklı evvelden beri silsile ile gelip vücûdu hâricî bulmuşdur. Ve biri; rûhdur ki Âllah Teâlâ onu bilâ-vâsıta nefh etmişdir. Nitekim buyurur:

[Sâd, 38/72] [ona ruhumdan üfledim] . Ve tâife-i felâsife bu ma'nâdan gâfil olup ahz-ı feyzi vâsıtaya hasretmişlerdir. Zîrâ onların nazarları silsile-i kâinatadır ki mürettebdir. Âlem-i gaybtan bilâ-vâsıta ahz ve zevkleri yoktur.

Ve bu ümmetin kemâline nazar eyle! bilâ-vâsıta ahzda enbiyâ ile [16b] müşterektirler. Zîrâ ümem-i sâbıka bâtın-ı enbiyâdan, enbiyâ dahî mişkât-ı Hz. Nübüvvet'ten ahz ederlerdi. Bu cihetten ümemin iktibâsı bi'l-vâsıta ve en­biyânın bilâ-vâsıta idi. Fe-emmâ bu ümmetin Hz. Risâlet ile aralarına vâsıta girmez. Belki bizzat ahz ederler. Bu cihettendir ki hadîste vârid olmuştur: UJlf <^1 »Llc

[Ümmetimin âlimleri ben-î İsrâilin peygamberleri gibidir[80].] Ve bu ma'nâdan demişlerdir ki; Hz. Nübüvvet hâlen ümmet arasındadır. Zîrâ şer'î, kıyâmete dek bâkîdir. Ve nûr-i nübüvveti şer'-i mutahharda ve nûr-i velâyeti bâtın-ı kutubtadır ki şer'-i rahmânî ve sırr-ı rahmânî birdir velâkin mezâhiri yüzünden ilâ-yevmi'1-kıyâm müteselsil olup gitmektedir. Çünki Resûlullah'm bizzat ahzmda silsile i'tibâr olundu. Kezâlik ondan ahzeyleyende dahî i'tibâr olundu.

Ve ahz ikidir ki biri ahz-ı hadîstir ki, ona ahz-ı zâhir derler. Ve onda silsile mu'teberdir. Nitekim kütüb-i sitteden ma'lûmdur.

Ve Câbir (r.a) bir hadîs için Medine-i münevvere' den Mısır'a varıp lisân-ı râvîden o hadîsi tashîh etti. Ve ilim için sefer ve seyâhat etmek oradan kaldı. Ve hadîste gelir ki: cruaJL [Çin'de bile olsa ilmi arayınız[81]] ve yine gelir: j>JJI J4II o*   [Beşikten mezara

kadar ilmi taleb ediniz] ve yine gelir: ***0*

(4-** [İlim talebi bütün müslümanlara bir fârîzâdır[82].] [17a]

Ve biri ahz-ı bâtındır ki Kur'ân ve hadîsin hakâikı ve ilm-i ezvâktır.

Ve Ebû Hüreyre (r.a.) buyurmuştur ki: "Bir ilim ge­tirdim ki cümleye onu neşrederim ve bir ilim dahî getir­dim ki eğer onu bes ve tefrîk etsem kat'-ı hulkum eder­ler" diye boğazlarına işaret ettiler. Murâd ilm-i esrârdır ki erbâbınm gayriye ifşâ olunca, fukahâ onu te'vîl edemeyip kailinin katline fetvâ verirler. Mansûr Hallâc' ın ve Seyyid Nesimî ve Şihâbuddin Maktûl'ün ve emsâlinin katillerine fetvâ ve hüccet verdikleri gibi zîra demiş­lerdir ki :     Âr*    Velâkin erbâbma göre bu

dahî başka silsiledir.

<->j Jâj          [Tâ hâ, 20/114] [Rabbim ilmimi artır

de!] âyetinde ilimle murâd bu ilm-i İlâhîdir ve ilm-i Hızır dahî budur ve talebi ile emrolunan ilmin ekseri bu ilimdir. Gerçi ilm-i ferâiz dahî farzdır ki ona ilm-i hâl derler ki bu hâl kal mukabelesinde olan hâl değildir. Belki vakt-i hâl dedikleridir. Zîrâ insana herhalde muâmelâtma göre bir türlü ilim teveccüh eder ve o vakt [17b] hükmü ile mukayyed olana ibnü'1-vakt derler.

Ve Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) kendilerinden sonra îsâl-i ilimle tavsiye etmişlerdir. Nitekim gelir; Âj jh [Benden bir âyet bile olsa nakledin[83]] ve yine gelir,uJlilI    [Şâhid olan burada bulunmayana ulaş­

tırsın[84]] ve bunun zâhiri ilm-i ahkâma ve bâtını ilm-i hikem ve hakâika nâzırdır.

Suâl olunursa ki; Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) melâikeden ahz edince melâike ondan a'lem olmak lâzım gelir. Cevap budur ki; melâikenin ta'lîmi ile gerçi muallimlik mertebesi sa­bit olur. Onun için Kur'ân'da: ı^3^. û* ıMo*

dlJI [Tâ hâ, 20/114] [Sana O'nun vahyi tamamlanmazdan önce Kur'ân'ı okumakta acele etme!] denildi. Tâ ki teaccül ve telakkufda musâraat ile muallimi olan Cibril'i sebketmeye. Velâkin sâbit olan sûret-i ta'1imdir. Yoksa hakîkat-i ta'lîm değildir. Ve illâ melek beşerden a'lem olmak lâzım gelir. Melek ise ilmu'1-esmâyı ebu'l-beşer Âdem'den teallûm eyledi. Ve ol babda Âdem onlara hoca ol­du. Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ise Âdem'den ve şâirlerinden efdaldir. Pes Âdem'den efdal olmayan melek Âdem'den efdal olan Nebiyy-i azîm'den ne vech ile efdal olur [18a] . Onun için [Meryem, 19/1] nüzûl ettikde Resûlullah

(salla’llâhü aleyhi ve sellem)         [bildim] buyurdular. Orada Cibril: "Yâ

Muhammed! (salla’llâhü aleyhi ve sellem) benim bilmediğim ilmi sen neden bildin? dedi.

Pes ma'lûm oldu ki Cibril'in tenzil ve ta'lîm ettiği ilmin sûretidir. Yoksa hakikati değildir. Belki hakikati­ni Allah Teâlâ ve Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ve hatmu'l evliyâ ve kümmel-i beşer bilir. Ve sırrı budur ki melek insanın cûz'ûdûr ki insan cem'iyyet-i neşe'de ondan ekmeldir. Zî­râ esmâ-i cemâliyye ve celâliyyeyi câmi'dir. Melek ise yalnız cenâh-ı cemâl üzerinedir. Bu sebepdendir ki melek­te muhabbet olur, ki muhabbet nurdur. Ve asl-ı melek nûr sıfattır. Aşk olmaz, ki aşk nâdirdir. Belki nâr ve nûr insanda olur. Ve şol ki nâr-ı aşktır, anâsır ve ahkâmını ihrâk içindir.

Ve şol ki nûrdur kalp ve rûhu tenvir içindir. Velâ­kin insanın nûru, zâttır. Zîrâ nefhde rûh zâta muzâf ol­muştur. Bu sebepden ona rûh-i yâî ve rûh-i zâti ve rûh-i izâfî ve rûh-i sultânî ve rûh-i revân derler. Velâkin âsârı kümmel-i evliyâda zâhir olur. Ekser-i suadâda bulu­nan tecelliyât-ı sıfâtiyye ve esmâiyyedir, fa'rif. [Bil!] Ey mü'min! Bu beyandan ma'lûm oldu ki kâmilin muktedâ [18b] ve metbû' olduğu iktida ve tebeiyyetten sonra­dır. Ve kemâlinden sonra dahî iktidâdan hâlî değildir. Nitekim Kur'ân'da gelir; ^'-4^ [En'âm,6/90] [sen de onların yoluna uy!] ve şerâi'de mensûhat olduğu gibi bi-hasebi'z-zaman tarîkta dahî vardır.

Zîrâ nesh zâhir-i ameledir, yoksa bâtın-1 ilme değildir.

Pes vâris-i ekmelin gâh olur ki kânun ettiği nesne­lerin ba'zısı mûtegayyir olur. Eğer tagyîr mûbtedî ile değil ise. Zîrâ mübtedî tagyîre kadir değildir. Meğer ki hevâsına tâbi' olup tebdîl-i rusûm eyleye. Belki tagyîr eden yine bir müntehidir. Zîrâ müntehi şâri' gibidir ki şer'-i evveli nesh etmeye kadirdir.

Ve bundan fehm olundu ki ba'zı evliyâ enbiyâ ve ba' zı evliyâ rusul gibidir. Ve rusul gibi olan kümmeldir, ve ehl-i kalemdir. Zîrâ kitâbdır ve kitâb rusûlde olur.

Elhâsıl zâhir-i fetvâ bi-hasebi'1-ahvâl ve'l-eşhâs ve'l-ezmân mûtegayyir olduğu gibi zâhir-i kavânîn-i havâs dahî mûtegayyir olur, husûsan ki âhir zamanda. Gerçi silsile bâkîdir, velâkin rusûm evvelki rusûm değildir.

Ve hicret-i Nebeviyye'nin 200 senesine gelince rusûm-i hakâik ke'l-evvel imiş. Sonra tagyîr kabul etmeye bed' edip ilâ-hâze'1-ân. Ger ulemâ-i [19a] zâhir ve ger ulemâ-i hakâikm rusûmu tegayyur üzerinedir. Zîrâ her tâifenin libâsı bi-hasebi'1-gâlib libâs-ı ehli beldedir Meğer ki kati zâhid ve ziyâde melâmet ehli ola ki rusûma iltifat etmeye. Fe-emmâ hakâika tegayyur gelmez. Zîrâ te­gayyur gelse kıyamet kâim olmak lâzım gelir.

Şu kadar denilir ki erbâb-ı hakâik adem-i isti'dâdından kıllet kabûl etmiştir. Evâildeki gibi zâhid ve ârif nâdirdir. Bu cihetten Haşan Basrî (r.h) demiştir ki: Û-Ai? f& ya'nî ol vakitteûjt** ^^^[iki günü eşit olan aldanmıştır] derler ve günden güne terakki bulurlar imiş, şimdi hâl yevmen fe-yevmen tenezzüldedir. Zîrâ kurb i kıyâmettir ki kıyâmetin kıyâmı eşkıyânm tasallut ve isti'lâsını iktizâ eder. Onun için Mehdî âhir zamanda ge­lir. Zîrâ tabîb marîza göre olur velâkin çekmeyip yine sekte gibi halle mizâc bozulur.

EMÎRU'L-MÜ'MİNİN YA'ŞUBE'L-MÜSLİMÎN

ESEDULLÂHİ'L-GÂLİB ALİYYÜ'BNİ EBÎ TÂLİB (K.V) [19b]

Ma'lûm ola ki Hz. Ali hakkında "radiyellâhu anh" denildiği gibi "kerreme'llahu vecheh" dahî denilir ki Allah Teâlâ onun zâtını tekrîm ve ta'zîm eyleye demektir. Ve bu ibare şâir sahabe hakkında ıtlâk olunmayıp tekrîm-i vechin ona ihtisâsını bir kaç vechi vardır.

Evvelkisi budur ki sıbyandan ibtidâ kemerbend-i İs­lâm olan Ali'dir. Zîrâ Mekke-i Mûkerreme'de kaht u galâ vâki' olup, pederi Ebû Tâlib dahî fakîru'l-hâl ve kesîru'l-iyâl olmakla evlâdının herbirini bir yere teslîm ve hıdânesine tefviz edip Ali'yi dahî Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'m hizmetlerine vermiş idi. Ali yedi yaşına erdikte Fahr-i Alem hazretler'i nübüvvetle muallim olunca, Ali ol sinn ü sâlde iken arz-ı İslâm olundukta kabul etmiştir. Pîrânı sahâbeden Ebû Bekir Sıddîk (r.a) gibi.

Ve buradan demişlerdir ki; "sabinin İslâmî sahihtir." Ve sabî olmakla îmânı nâfile olmaz. Zîrâ îmân şâir tekâ­lif gibi bûlûğ ve adem-i bülûğla tefâvüt kabul eylemez. Belki farzdır denilir. Gerek bâliğda ve gerek na-bâliğda. Gerçi bulûğ ve tûl-i ömr ile kemâlât ziyâdedir [20a] . Onun için hâl-i sabâvette intikal edenler noksan üzerine intikal ederler. Ve âhirette derecât-ı âbâ ve ümmehâta vusûlleri bi-tarîki'1-hâl değil belki hâli ol makamın bi'l-fiil sâhibi olan kimsenin sıfatıdır.

Ve ikinci vechi budur ki; İmâm-ı Ali'nin vâlidesi Fâtıma binti Esed b. Hâşim zamân-ı câhiliyyetinden secde-i sanem murâd ettikde Ali onun batnmda iken secdesi­ne mâni' olurdu. Sonra zamân-ı nübüvvet oldukta Fâtıma-i mezkûre dâire-i İslâm'a dâhile oldu. Ve vefâtında Resû­lullah hâzır olup onu kendi eliyle defneyledi. Velâkin pederi Ebû Tâlib'e söz kâr etmeyip âhir dünyâdan câhiliyyet üzerine gitti. Şöyle ki bir kimse onun îmânına zâhib olsa hark-ı icma' etmiş olur. Velâkin Resûlullah'ı eziyyet-i küffârdan ziyâde himâye ve ona nusret üzerine olmakla azâbı tahfîf olunduğu hadîs-i sahîh ile sâbittir.

Ve rivâyet-i İmam Kurtûbî üzre; hacc-ı veda'da vâlideyni ya'nî Resûlullah'm pederi Abdullah ve vâlidesi Âmine ihyâ olunup temkîn-i îman olundu. Cedd-i Resûlul­lah olan Abdulmuttâlib ise [2 0b] gerçi evâilinde câhiliyyet üzerine idi. Fe-emmâ leyle-i vilâdet-i nebeviyyede kâ'be içinde bulunup ba'zı alâmet müşâhede etmekle şirkten tâib olup Cebel-i Hirâ'da taabbûd ederdi. Pes Abdulmuttalib gerçi bi'set-i Resul zamânına ermedi. Ve­lâkin dünyâdan bi'l-ittifak tevhîd üzerine gitti.

Ve üçüncü vechi budur ki; İmâm-ı Ali iki taraftan ya'nî peder ve mâder-i cânibinden hâşimîdir. Zîrâ pederi Ebû Tâlib, Abdulmuttalib oğlu ve Abdulmuttalib dahî Hâşim'in ferzendidir. Ve vâlidesi Fâtıma, Esed kızı ve Esed dahî Hâşim oğludur. Bu cihetten İmam Ali dünyâya geldikde ol vakitte pederi Ebû Tâlib Mekke'de hâzır olmamakla vâ­lidesi onun ismini Esed vaz' etmiş sonra pederi kudüm edip ismini Ali vaz' eyleyip bu beyti söyledi. Zîrâ nazma kadir idi. Ve ol beyit budur:

[O'na Ali ismini verdim, ilmin izzeti onun için devam et­sin diye. Çünki izzetin hayırlısı devamlı olanıdır.]

Aceb ilhâm-ı İlâhî ve tefe'ül-i âlîdir ki Ali hak­kında vâki' olmuştur. Nitekim sâbi'-i vilâdet-i nebeviyye'de Abdulmuttalib Cenâb-ı Risâlet'e "Muhammed" ile tes­miye edip âbâ ve ecdâdınızda bu isim [21a] yoktur. Bu ha­fidinizi neden Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ile tesmiye ettiniz? diye suâl ettiklerinde: tû' [Gökte ve yerde çokça övülmesi için] dedi.

Ve dördüncü vech-i tekrîmi budur ki Cenâb-ı Nübüv­vet 'in bedriyyetinden hulefâdan her birine bir nev' per­tev aks edip meselâ; Ebû Bekir'e pertev-i sıdk ve Ömer'e pertev-i adi ve Osman'a pertev-i hayâ isâbet ettikde Ali (r.a) ve anhüm pertev-i ilm ile müstezıy' ve şâirlerden onunla ziyâde muzıy' oldu. Nitekim j [Ben ilmin şehriyim Ali'de onun kapısıdır75] ve emsâli ona dâldir. Bu vecihden demişlerdir ki Cenâb-ı Nübüvvet'e akreb-ı nâs İmam Ali'dir ki imâmü' 1-âlem ve sırru'1-enbiyâ­dır. Ve İmam Ali "efrâd" dedikleri tâife-i celîledendir, Abdullah İbni Abbas gibi. Ve eyyâm-ı hilâfetinde kutb-ı zâhir ve bâtın olmuşdur. Ve Ali'nin uluvv-i şânı ol ka­dardır ki İmâm Şafiî (r.h) bu rubâi ile ona işâret etmişdir: Rubâî J |j^ |JJâJ û'

Ya'nî Abdullah b. Sebe dedikleri kimse İmam Ali'ye

[sen gerçek ilahsın] demiş idi. Sonra, Ali onu Medâin'e nefy etti. Ve hadîste gelir ki [21b] cûl j Ul L L«YI «1a> IjjI [Ey Ali, ben ve sen bu ümmetin babası makamındayız7S] . Ya'nî Ali, Hâşimî olanlara sûrette vâlid olduğu gibi ekâmil-i ümmete dahî ma'nâda vâlid olup cemî'-i turuk-ı Hakka ehlinin silsile-i tarikatı ona müntehidir.

Ve bundan Hz. Fâtıma-i Zehrâ'nm (r.a) ümmü'1-mü'minîn olması lâzım geldi, ezvâc-ı mutahhara gibi (r.a) . Ve­lâkin ezvâc-ı mutahharanın ümmehâtü'1-mü'minîn olduğu yalnız sebep yüzündendir. Hz. Fâtıma ise sebep ve nesebin ikisini dahî câmi'dir. Zîrâ ne kadar Hâşimîler var ise neseben oradan müteselsildir. Ve şâir ekâmil-i nâs dahî Hz. Ali vesatatı ile ona muzâfdır. Zîrâ Ali sebeben ve neseben "ESau' 1-kül" dür. Gûyâ Hz. Nûh gibi "eb-i sânî"dir ki zürriyyet-i Âdem O'ndan müteselsil olmuştur.

Velâkin bu makamda murâd olan evlâd-ı hakîkiyyedir mecâziyye değil. Ve Âdem-i hakîkînin evveli ervâhda akl-ı evvel ve ecsâmda Ebu'1-beşerdir. Ve âhiri ervâhda Cibrili Emin ve ecsâmda nübüvvet cihetinden Cenâb-ı Risâlet'tir (a. s) . Ve velâyet cihetinden evveli Ali ve âhiri Hz. Mehdî'dir (r.a) Ve bu esnâda gelen âdem-i hakîkînin [22a] adedini Allah Teâlâ bilir.

Suâl olunursa ki cihâr yardan Hz. Sıddîk ve Fârûk ve Zinnûreyn dahî (r.a) kümmel-i evliyâdan ve Âdem-i Hakîkî­dir ki kutb-ı zâhir ve kutb-ı bâtın olmuşlardır. Pes za­hir olan mertebe-i velâyette Âdem-i hakîkî ibtidâ Hz. Sıddîk i'tibar olunmak gerektir. Nitekim ba'de'1-enbiyâ bi'l-ittifak efdalü'1-beşer O'dur.

Cevap budur ki bizim kelamımız mutlak Âdem-i ha­kîkîde değil, belki silsileye mutaallik olan Âdem'dedir. Fahr-i âlem'den sonra ibtidâ'-ı silsile ise Hz. Âli'dir. Onun için Hz. Fâtıma'nın kemâline tansıys olunmuştur. Zîrâ hânedân-ı sâhib-i silsiledir. Ve vâlidesi Hatice-i kübrâ dahî (r.a) böyledir. Ki O'nun dahî kemâli tasrîh olunmuştur. Şâir havâtîn hakkında Meryem ile Asiye'den

Benzer bir hadîs için bkz. Ebû Dâvud, Tahâre,4. gayri tansıys olunmuş yoktur ki mansûsun-aleyhâ olan bu 4 hâtûndur. Ve bundan zâhir olur ki şâirler bunların mer­tebesine bâliğa değillerdir. Her kim olursa olsun.

Ve Âişe'nin (r.a) hakkında Â-iSlc j» <a^ [Di­ninizin üçte birini Âişe'den alınız77] ve emsâli vârid olduğu Âişe'nin kemâl-i mutlakına delâlet [22b] etmez. Zîrâ Âişe'den me'hûz olan şerâi'dir, hakâik değildir. Ve mufâzalada hüküm budur ki min-vechin fâzıl olan min-vechin mefdûl olur. Nitekim          f2'* [Siz dünyâ

işlerini daha iyi bilirsiniz.78] ona dâldir. Ve hulefâi selâse ile Hz. Ali hâli dahî böyledir.

Elhâsıl Ashâbm ba'zı umûrda a'lemiyyetinden min külli'1-vücûh a'lemiyetleri lâzım gelmediği gibi. Nitekim umûr-ı dünyâ ile kayd olunduğu ona nâzırdır. Şâir mufâzala vâki' olan umûr dahî böyledir ve bundan madde-i Ali'ye göre rafz lâzım gelmez. Ve Fâtıma ve Âişe dahî bu hâl üzere ahz ü fehm oluna ve Fâtıma ba'zı kerâmette Hz. Mer­yem pâyesinde kılındığı mansûstur.

İşte âriflerin nazarları hakâikadır ki silsile-i ha­kikat, hakâik ve maârif iledir. Onun için benât-ı nebeviyye ve ezvâc-ı mutahhardan Fâtıma'dan gayrı müteselsil yoktur ve hulefâ-i selâsenin gerçi ba'zı zürriyetleri muttasıldır. Onun için Bekrî ve Ömerî derler. Fe-emmâ müntehâ-i silsile Ali'dir. Fefhem cidden. [İyi anla!] Ba'de-zâ nübüvvet bir nûr-i İlâhîdir ki ibtidâ' zuhûru Ebu'l-Beşer Âdem'de hilâl ve intihâ-i zuhûru Seyyidü'1-Beşer'de bedir gibidir ki bu tefâvüt zuhûr i'tibâri iledir. Yoksa asl-ı nübüvvet birdir. Nitekim

û*'                     [Beni Yunus b. Mettâ'ya tafdil etmeyi­

niz79] ona dâldir [23a] .

Ve kezâlik velâyet dahî bir sırr-ı İlâhîdir ki bu ümmete nisbetle min-haysü's-silsile ibtidâ' zuhûru Hz. Alî'de hilâl ve intihâ-i zuhûru hâtemû'1-evliyâda bedir gibidir. Yoksa asl-ı velâyet dahî birdir. Pes asl-ı velâyette Ali mefdûl olmak lâzım gelmez. Asl-ı nübüvvette

77.

Buharx,

Fedâil,30.

78 .

Müslim.

Fedâil,141.

79.

Buhârî,

Enbiyâ,34-36

Âdem ve Yûnus ve emsâli mefdûl olmak lâzım gelmediği gi­bi. Velâkin emr-i nübüvvet ve emr-i velâyetin zuhûr ve tafsili tedricîdir ki her asırda kemâli zuhûr ve keşf ik­tizâ etmemiştir. Bu vecihden evâil-i evliyâ rumûz ve işâretle iktifâ ettiler ve hakâiki ya lisanla veyâ kalem ile tafsil etmediler. Tâ ki hatmu'1-evliyâ zamânı oldukda tafsil ve tansıyse me'zûn olup 3 nesnede ziyâde beyan gösterdi ki biri rahmet-i vâsia-i İlâhiyye ve biri sırr-ı kazâ ve kader ve biri emr-i vahdettir ki vahdet-i vücûda zâhib olup ol bâbta ızhâr-ı berâhîn ettiğidir. Ve cümle-i enbiyâ ve evliyâ bu meslek üzerine sâliklerdir. Ve bunla­rın aralarında A* demiyen yokdur.

Ve ulemâ-i rusûmun eşbehleri ise böyle diyenleri bâ'zı fırâk-ı nasârâya ilhâk etmişler ve niceler dahi mezheb-i vücûdîdir demişlerdir ki ne vücûddan ve ne [23b] mezhebden haberleri vardır.

İşte hatmû'1-evliyânın vücûdu cemi' -i enbiyâ ve kümmel-i evliyâya siper olmuştur ki o mekûle fehm-i gâmız nesneyeyi inkâr edip hatme nisbet ve onu ikfâr ederler. Ve ikfâr hakkında risâleler tahrîr ederler ve muhammede müzemmem derler. Bilmezler ki fî-nefsi'1-emr muhammed olan müzemmem olmaz, belki müzemmem olan onların muhayyel müzemmemleridir. Ve eğer hâtemü'1-evliyâ ortada olmayaydı enbiyâya ta'n ile kâfir olurlardı. Gerçi evliyâya dahî taarruz etmek küfr-i ma'neviden hâlî değildir. Zîrâ ev­liyâ mezâhir-i enbiyâ ve esrâru'1-murselindir.

Ve sûret-i velâyette zâhir oldukları hatemiyyet-i nübüvvetten ötürüdür. Ya'nî mahall-i nübüvvete bâliğ olmuşlardır. Velâkin onlar için bi'l-fiil nübüvvet yok­tur. Zîrâ nübûvvet-i fiiliyye nüzûl-i Cebrâîl ile olur. Cebrâîl ise hatm-i nübüvvetden sonra kimseye nüzûl etmez.

Ve İmâmı Gazzâlî'nin (r.a) "nübüvvet kesbiyyedir" dediği ma'nâ-yı mezkûra râci'dir. Ya'nî mertebe-i nübüv­vet gerçi kesb olunur, velâkin bi'l-fiil nübüvvet ihtisâs-ı İlâhîdir, saltanat gibi. Gerçi şâir merâtib-i fâ­zıla dahî min-haysü'1-hakîka ihtisâs ve fazl bâbındandır. Fefhem [24a] , ve lâ tahref ani'1-hakkı's-sarih. [Anla ve apaçık gerçekten sapma!]

Ve ilim gerçi Hz. Ali'ye muhtas değildir. Zîrâ Hz.

Sıddîk'm dahî mârifette yed-i tûlâsı vardı. Velâkin Ali'de olan mezîd-i ilim şâirlerde mefküddur. Zîrâ ulûm-i arabiyyeden işâret etmediği yoktur. İlm-i iksîr ve ilm-i vefk ve cifr ve emsâli gibi ve tasavvufun dahî ba'zı ıstılahâtına remz etmiştir. Ve dest-i Hak'tan ve dest-i Re­sûlullah' tan hırka telebbüs etmiştir:

Ve dest-i Hak'tan telebbûsü ma'nevidir. Kale Teâlâ fi' 1-hadîsi' 1-kudsî :

[Ben ne semâma ne de yere sığdım. Fakat muttaki kul ıranın kalbine sığdım80] . Zîrâ bü hadîste kalb-i inşân-1 kâmili libâsa teşbih vardır ki libâs sûret-i inşânı müştemil ol­duğu gibi kalb dahî sırr-ı Hakk'ı ol vecihle muhît oldu. Gerçi min-vechin esmâillâh dahî ona libâstır ki onun hakâikı ile tahakkuk etmek zînet-i vücûd ve hılye-i dildir.

Ve dest-i Resûl'den telebbûsü hissidir. Nitekim Hz. Ali'ye ve Hz. Fâtımâ'ya ve oğulları Haşan ve Hüseyin hazerâtına (r.a) âl-i âbâ derler. Zîrâ bir gün bir iktizâ ile Resûl-i Ekrem (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bir siyah abâ-pûş olup zikrolunan 4 nefer kimseyi ol abâ içine alıp dışarı çıktılar. Pes bu [24b] i'tibarla ol çâr kimse ol abâyı telebbüs et­miş oldular. Zîrâ abâ onları müştemil oldu.

Ve bir vakitte yine yed-i mûbârekeleriyle ser-i Ali'ye İmâme bend edip ucunu arkalarına doğru irhâ ve irsâl ettiler ki ona hâlen taylaşan derler. Ve ol taylaşan ol imâmenin ziyâdesidir. Ve ziyâdelikte sırr-ı İlâhî bu­dur ki Ali ol vakitten sonra her nesnede ziyâdelik bulup meselâ bir avuç su ile abdest alırlardı. Zîrâ elinde mütezâyid olur mûntekıs olmazdı. Ve yedinde bir çöpe muhtâc olsa bir karış ağaç bir âsâ kadar memdûd olurdu. Ve şâir umûrda dahî hâl bu vecihle idi. İşte hırka ve tâc ve imâ­me sâlikte bu sır üzerine gerektir. Tâ ki berekâtını bula

NAZM

Metin Kutusu: Alalım Hızır elini Tutalım nefes yolunuGel derviş hırka giyelim

Gel derviş hırka giyelim

Metin Kutusu: Hallola tâ bu muamma Hırkadadır cümle esmâ
Bülbülün murâdı budur Tarîk-i tecerrüd şudur
Abadır sevbi fakîrin Sözün dinleyelim pirin
Hakkı gibi eğer sende
Reyler fâhir câme tende
ve lehû
Feth ola bâb-ı müsemmâ Gel derviş hırka giyelim

Âşıkm maksûdu hûdur

Gel derviş hırka giyelim

Şöhreti olmaz hakirin

Gel derviş hırka giyelim [25a]

Hakka oldun ise bende Gel derviş hırka giyelim

Şâh-ı aşka bes değil mi bir abâ dervişler Nâmı kim derviş ola neyler kabâ dervişler

Bu tecerrüd hırkasında pâdişahlık vardır

Âlem-i ma'nâda sultan oldu hâ dervişler

Metin Kutusu: İbn-i Meryem çarha İstemez bir dervişİbn-i Edhem tâcını giy tâ ki sultan olasın Dil yeter neyler bugün taht u serâ dervişler çıktı hırka-i tecerrüd ile bâr-i mâsivâ dervişler

Çün beheşt-i heşti Âdem dâneye kıldı furûht Bir pula saymaz cihânı Hakkı'yâ dervişler

Ba'de-zâ ma'lûm ola ki beyne's-sûfiyyeti'1-muhakkıkîn müteâref olan telebbüs-i hırka Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) 'den sabit olmamıştır, belki onun hakkında vârid olan eserler bâtıldır diye ehl-i hadîs inkâr etmişler ve tarîk-ı inâd ve taassuba gitmişlerdir. Zîrâ onlardan sûfî nâmına kâmil kati nâdirdir. Ve tâife-i fukahâ dahî böyledir.

Onun için zeyy-ı ulemâda olanların ekseri ile'l-ân ve ilâ-kıyâmi' ssolmuşlardır. Hattâ ahd-i Mehdî-i Muntazır'da (r.a) hâzır olan fukahâ [25b] imkân olsa Mehdi'yi katlederlerdi. Zîrâ zamân-ı Mehdi'de kütüb-i fıkhıyye-i ictihâdiyye muattala olup sadr-ı evvelin ameli üzerine amel olunsa gerektir, velâ­kin katline imkan yoktur. Zîrâ sâhibu's-seyftir ki cemî'i halk onun taht-ı seyfinde makhûr olsa gerektir ve şol tâife ki Mehdi gibi müceddid-i dîn ve dünyâya bu veçhile adâvet üzerine ola maa-hazâ vakt-ı hurûcu; âsâr-ı sahihle müberhen ve icmâ'-ı ümmet ile kemâlâtı mübeyyendir.

Pes şâirlere ne vecihle ehl-i buğz ve kin oldukları ma'lûm-ı ehl-i yakîndir.

Bizim bâlâda telebbüs-i hırka hakkında işâretimiz kâfi ve beyânımız vâfîdir. Husûsan ki icâzât-ı meşâyih kibârda kâbiren-an-kâbir sübûtu bâhirdir. Bunlar ise se­lâtîni ma'neviyyedir ki kavânîni nass ve kavi ü fiilleri mesmû' ve ma'mûl olmak mu'tekıdlerine muhtastır. Ve şol yerde ki âdet-i müstemirre-i âmme ya'nî nass olmayan ma­halde hucec-i şer'iyyeden ola, nitekim ehl-i zahir kail­dir. Ya âdât-ı müstemirre-i hâssa, ehl-i tâat ve erbâb-ı dile neden burhan olmaz?

Kemâl-i cehillerinden "kitapta, ki tabu't-tâc ve'lhırka yoktur" derler. Ya kitâbu'1-ferv ve' 1-imame var mı­dır ki onlara mübtelâlar ve zînet-i dünyâya kemâl-i teha­lük üzere olmuşlardır [2 6a] .

Maa-hâzâ zamân-ı evvelde ve sadr-ı mukaddemde ulemâ ki kurrâ denilir; zühd-i tâm üzerine olduklarından başla­rına şemle sarınırlar ve üzerlerine haşin abâlar giyer­lerdi. Ve selâtîn-i osmâniyye evâiline dek ulemâ bu üslûb üzerine iken âhir ne mağrûrlar zuhûr etti ve gülşen-i âlemi ne makule zâğlar tuttu. Zâhir budur ki şer'-i mutahharın işi bitti ve kâr-ı âlem gâyete yetti.

Ve şeyh-i meşâyihi'd-dünyâ Muhyiddînü'1-Arabî (k.s) den menkûldür ki onlar dest-i Hızır'dan (a.s) hırka telebbüs etmişlerdir. Ve deryâ-yı mağribde giderken Hz. Hı­zır onların sefinelerine dâhil olmuştur. Zira gerçi Hızır âlem-i berde ve İlyas âlem-i bahrda olur diye meşhûrdur velâkin emr-i gâlibîdir. Zîrâ ervâh-ı âliye müdebbirrâttır ki onlar için mekân-ı mahsûs yoktur.

Ve bu fakir Hakkı, tarîk-i hacda elifât-ı erbaada ve gayrîde ve nefs-i mescid-i haramda Hz. Hızır'a bir kaç

kerre mülâki olup hayır dualarına sezâvâr ettiler ve nice akabât ve berâzihtan izn-i İlâhî ile tahlîs edip ba'dehû koyup gittiler. Ve Hızır'ın hayâtı bî-iştibah ve ashâb-ı enfâs-ı kaviyyeden biri dahî O'dur.

Zîrâ nefes, ya bi'l-vâsıta ervâh-ı külliyenin birin­den veyâ bilâ-vâsıta Allah Teâlâ'dan gelir. Gerçi bilâvâsıta olan nadirdir [26b] . Üveys el-Karanî gibi ki hiç bir kimsenin sohbet-i cismâniyye ve rûhâniyyesine dâhil olmamıştır ki meslek-i nebevîdir. Zîrâ Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hazretleri'nin muallimi bilâ-vâsıta Allah Teâlâ'dır.

Ve rusûm-ı şerâi' ve tarâik kimi tasrîh ve kimi re­mizle onlardan kalmıştır. Gerçi rumuzla olanı istihrâc etmek ekâmil-i ümmete mahsûstur. Ve sohbet-i rûhâniyye sohbet-i cismâniyyeden ekaldir. Zîrâ sohbet-i rûhâniyyeden ahz etmeye ziyâde letâfet-i rûh lâzımdır. Bu ise her sâlike müyesser olmaz. Sülük sohbet-i cismâniyyeye mevkuf oldu. Zîrâ hisle ülfet ziyâde ve ahz dahî esheldir. Onun için ebvâb-ı mürşidde tereddüd ederler ve sohbetlerine dâhil olurlar ve feyz-i İlâhî bulurlar ve hırka-i teberrük giyerler. Ve ol meslekin hükmü ne ise ona göre rusûma murâât ederler. Ve sadr-ı evvelde olan rusûmun hâlen bakâyâsı vardır. Meselâ;

Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) siyah abâ ve beyaz ridâ ve ba'zı humretle muhattat ridâ ve emsâli sevbleri giymişler. Ger­çi bütün kırmızı telebbüs etmediler ve belki aceme teşebbüh lâzım gelir diye nehyettiler[85]. Ve "amâim arabın tîcânıdır[86]" buyurdular. Ya'nî arab, acem gibi başına [27a] taç giymedi belki imâmelerine hemen şöyle bend ederler veyâhut beyaz kelle-pûş üzerine sararlar ki Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ba'zı evkâtta amel etmişlerdir.

Ve başa giydiklerinin mecmûuna kûlâh derler gerekse tâc-ı şâhî ve külâh-ı gedâ olsun. Bu a'sârda külah keçe­den mûstasna' olan nesnede şâyi'dir. Ve Cenâb-ı Risâlet kable' 1-bi'se deve tüyünden kelle-pûş isti'mâl ederlerdi. Külâh-ı mevleviyyân ondan ahz olunmuştur. Ve ba'de'l-bi'se siyâh imâme bend ettiler. Nitekim feth-i Mekke günü ol vecihle vâki' olmuştur. Zîrâ siyâh renk âlem-i celâle işârettir. Hz. Ka'be gibi ki Zât-ı ahadiyyeye nâzırdır, onun için perdesi dahî siyâhtır.

Pes siyah ile Zât-ı ahadiyyenin münâsebeti oldu. 0nun için leyi-i zât derler gerçi orada leyi ü nehâr yok­tur. Belki zâta leyi dedikleri celâlinden ve esmâ ve sıfâta nehâr dedikleri cemâlinden ötürüdür. Bu ma'nâdandır ki akşam oldukda jUifiStl «dil Jİ* [Yüce Allah'ın mahluku geldi] buyururlardı.

Ve ilm-i zâtta olan zulmet-i hakîkıyyeye zili-i ha­kîkî derler ki nûr mukabelesinde değildir. Zîrâ nûr mah­lûktur ve mahlûka mukabil olan dahî mahlûktur. Belki Allah Teâlâ nûru'l-envâr ve sırru'1-esrârdır ki ona vücûd-ı mutlak-ı hakîkî derler yoksa vücûd-ı[27b] mutlak-ı mukayyed değil. Nitekim j nedir bilmeyenler Hakka vücûd-ı mutlak itlâk edenlere dahlederler.

NAZM

Gel beri âşık-ı agâh olan meydâna gel

Gel beri ey ârif~i billâh olan merdâne gel

Bak ne vechiyle siyah oldı libâs-ı kâ'benin Gecede eyle nazar gündüzleri seyrâna gel

Âhiru'1-envârdır nûr-ı siyâhı sâlikin Zulmet-i küfr içre bu nün görüp îmâna gel

Küfr müşkildir velî îmân esheldir kati

Metin Kutusu: sözün irfâna gelSırrını fehm eyleyüp iş bu

Hırka ve tâc-ı tarîkat herkese olmaz sezâ

Hakkı'yâ giyderme ânı değme bir uryâna gel

EHASS-U EHLİ'L-İNKIYÂD
KÜMEYL b. ZİYÂD

(serrehullâhu sürüre'1-a'yâd)

Kümeyi Zübeyr vezni üzerinedir ki kâmilin tasgiri­dir. Hz. Ali'nin (k.v) musâhibi ve sâhibü's-sır ve nâmûsu idi. Gerek esrâr-ı zâhire ve gerek esrâr-ı bâtme. Onun için nefes-i hakikati ona nefh etti. Ve hırkâ-i tarikat ilbâs edip kendi makamına halîfe alıkoyup gitti. Ve sil­sile-! ma'rifet Kümeyi vesatatı ile gâyete yetti. Bu dahî [28a] özge isti'dâd ve acep kabiliyettir ki herkese i'tâ olunmaz.

Kümeyi hicret-i nebeviyyenin sekseninci târihinde Haccâc elinde kati ve istişhâd olundu. Ve Kümeyi'in ba'zı ahvâli Haşan'da gelir, İnşâallâhü Teâlâ.

Suâl olunursa ki; Ali'nin asıl halîfesi oğlu İmam Haşan'dır, pes Kümeyi ne vecihle tavassut eder?

Cevap budur ki; İmam Haşan'ın (r.a) hilâfeti kutbiyyet-i zâhire va bâtme iledir. Zîrâ 6 ay kadar pederi ma­kamına emîrü'l mü'minîn olup [hilâfet benden sonra 3 0 senedir[87]], sırrı onunla müstekmil oldu. Kümeyi'in hâli ise hilâfet-i bâtınedir ki silsileye dâir­dir.

Pes Kümeyi'in Ali'ye nisbeti Huzeyfetü'1-Yemânî' nin (r.a) Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'e nisbeti gibidir ki Huzeyfe da­hî Resûl'ün sâhib-i sırrı idi. Velâkin her sâhib-i sır olan halîfe olmaz. Belki sırr-ı ekber sâhibi olan Ebû Be­kir (r.a.) halîfedir. Ve bu sırr-ı azîmden ötürü Cenâb-ı Risâlet feth-i Mekke esbâbına mübâşeret ve etraftan ehl-i îmânı da'vet ve azimet vaktinde bu sırrı Ebû Bekir ve Ömer'den gayriye bildirmedi. Tâ ki halk onu Mekke'ye bir merhale kaldıkta bildiler. İşte sâhib-i sır olanların dehanları fıstık gibi olur. Yoksa rummân [28b] şekâfeti gibi dânehâ-i esrârı göstermez, belki batnında zabt eder.

Mervîdir ki Hz. Risâlet ve kûmâşte-i esrâr Hubâb-ı İzzet (salla’llâhü aleyhi ve sellem) teşrif-i meymenet-âsâr-ı Medîne-i Münevvere kıldıklarında ba'zı sahabe ile mübâyaa-yı sâniye vâki' olunca encâm-ı tavsiyede gûşlarma esrârdan bir nesne dahî isrâr eyleyip "Zinhar bir kimseden bir nesne suâl ve ta­lebinde olmayasınız[88]" diye buyurduklarında ol ahdi bir mertebede muhâfaza kıldılar ki onlardan biri cemel veyâ feres üzerinde iken ellerinden sevtları sakıt olsa piyâde olanların birine "alıver şu sevtı" demezlerdi. Belki nâzil olup kendileri ahzederlerdi. Tâ ki tavsiye-yi nebeviyye muktezâsı üzere kimseden bir nesne taleb etmek lâ­zım gelmeye. Gerekse ol matlûb olan nesne me'kûlâttan ol­masın. Velâkin lafz-ı nebevinin muhtemelât ve müştemilâtmdandır. İşte derece-i kurba erip iltifât-ı tâm bulan­lar, bu meküle dikkat ve hıfz-ı vasıyyet ile bulmuşlar­dır. Ve her biri bir takrîb ile ba'zı hâssa ihrâziyle müstes'id olmuşlardır.

Nitekim Hz. Âişe'nin hemşiresi Esmâ'nın zevci Zübeyr hakkında (r.a) "Bu ümmetin havârîsi Zübeyr'dir[89]" denilip [29a] Hz. İsâ'nm (a. s) havârîsi yerine vaz' olundu ki İsâ'nm havâss-ı ashâbı ve mahrem-i esrâr olan ahbâbıdır.

Ve nitekim übeyde b. el-Cerrâh (r.a) dahî »A*

[Bu ümmetin emîni[90]] diye serefrâz ve şâir sahâbe meyânında mümtâz oldular. Zîrâ sırr-ı emânet zâtında gâlib ve mîzân-ı ahlâkında râcih idi. Pes bu ma'nâ ta'yîn ve tah­sise bâdî ve bâis oldu. Ve alâ-hâzâ.

Bâ'de-zâ ma'lûm ola ki erbâb-ı enfâsm nefes-i ne­fisleri muttasıl olup sırr-ı hilâfet zuhûr etmek müstahlefin zuhûrdan butûna intikal ve irtihâlinden sonradır. Zîrâ ki "iki sıddık bir yerde müctemi' olmaz". Onun için bir şehirde iki halîfe olmak iki rûh bir bedende olmak gibidir.

Pes eyyâm-ı müstahlifde halîfeye i'tâ olunan maânî mîras kabilinden değil, belki hediyye ve atıyye kabîlindendir. Zîrâ mîrâs halef olmağa mevkûftur. Nitekim şer'

yüzünde vâlid vefat etmedikçe oğluna miras yoktur. Belki vâlidi tarafından ikrâm ve in'âm vardır. Çünki müstahlif muhtazır ola, onun nefes-i ahiri halîfenin hilâfetine muttasıl olur. Şöyle ki tarfetü'1-ayn infisâl bulunmaz, eğer kutb-ı vücûd ise zîrâ kutub medâr-ı âlemdir. Ve bekâ-i âlem ittisâl-i [29b] enfâsa mevküftur. Ve illâ ânı vâhidde âlem fenâ bulmak lâzım gelir. Şol cihetten ki bi-rûh cesed mûtelâşîdir. Kale Teâlâ: Vj lu[Bakara, 2/255] [Kendisine ne uyku ne de uyuklama gelir] Ya'nî: sine ve nevm gaflet mekülesindendir. Gafletle ise nizâm-ı âleme halel gelir.

Pes bundan evtâd-ı erbaa ve ebdâl-i seb'a sırrı dahî zâhir oldu ki bunlar dahî me'mûr oldukları etrâf ve eknâfı nefes-i Rahmânî ile zabt ve hıfz ederler. Gerçi ki in­sanın hıfz-ı mukayyedi Hak Teâlâ'nm hıfz-ı mutlakı gi-bi değildir. Zîrâ cemî'-i merâtibde alâ-vechi'1-kemâl zabt-ı avâlim eden Allah Teâlâ'dır.

Ve bundan fehm olunur ki eczâ-yı âlemden bir nesne­ye (gerek insan ve gayri) fenâ ve helâk târî olmak ikti­zâ eylese ol vakitte Allah Teâlâ onun hıfzına müvekkel olan insan-ı kâmili nev'an gaflet ile mübtelâ edip ol esnâda ol nesnenin rûh-i insânîsi veyâ hayvânîsi veyâ nebâtîsini kabz eder.

Bu sebebten remzedip demişlerdir ki; bir kimse namaz üzerine dâim olsa ona mevt zafer bulmaz, zîrâ huzûr-ı maallah ehlidir. Onun için Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'e semm-i Hayber 4 seneden sonra intikallerine karîb te'sîr eyledi. Zîrâ mevt tabiat üzerine vârid [30a] olur, rûh üzerine değil. 01 tabiata beşeriyyet derler[91].

NAZM

Gel imdi mürşîd-i kâmilden eyle ahz-ı nefes Reh-i dalâle düşüp tâ be-key hevâ ve heves

Dıraht-ı vadi-i eymende nâr nûr oldu

Derûn-u Musa'yı pür şu'le kıldı vakt-i kabes

Nefes ne veçhile menfûh olursa rahm-i dile

Veled o şekille eyler tecellî âleme pes

Vücûd-ı kâmil-i inşân sûret-i Hakdır

Bu sırra vâkıf olup bir nefes alırsan bes

Sırr-ı semâya erer ehl-i tâcın ey Hakkı

Bu hırkaya hased eyler felekteki atlas

EKMEL-İ EHL-İ ASRI

HASEN b. YESÂRÎ-İ BASRÎ (k.A.s)

Ma'lûm ola ki meşâyih-i izam hakkında "kaddesâllâhü esrârahüm" dedikleri ıstılâh-ı mahsûstur ki ta'zîmen ıt­lak olunur. Sahâbeye "radıyallâhü anhüm" ve şâirlere ”rahimehumullâh" dedikleri gibi ve takdis-i esrâr idâmeye mahmûldûr, eazzehullâhu. . gibi. Allah Teâlâ onun izzetini dâim eylesin demektir. Ve takdis, mâsivâdan sırrını tat­ilindir. Gûyâ vâki' [3 0b] olmuştur ki ondan haber verir. Onun için sîga-i mâzî ile îrâd eyler. Ve râhimekellâh ve emsâli dahî böyledir ki ma'nâyı, emirde haberdir. Ve emir duâ ve niyâza mahmûldûr.

Haşan'm pederi Yesar kûttâb-ı vahiyden Zeyd b. Sabit'in kulu idi ki esfel-i Basra'da "Meysan" derler (feth-i mimle) bir kasabadan seby olunmuş idi. Ve Haşan' ın vâlidesi ezvâc-ı mutahharadan (r.a) Ümmü Seleme'nin câriye ve hâdimesi idi. Vâlidesinin meşgalesi olduğu va­kitte Haşan ağlasa Ümmü Seleme sedyini onun ağzına verir­di. Ve Haşan'a hikmet ve fesâhat onun sebebi ile hâsıl oldu.

Haşan Hz. Ömer (r.a) hilâfetinden 2 sene kaldıkda dünyâya gelip hicretin yüz onuncu receb-i gurresinde Bas­ra'da vedâ'-ı âlem-i fâni kıldı. Cenâzesi meşhed-i azîm idi. Ve kabri Basra'da idi. Hâlen ziyâretgâhdır.

Haşan'ın Hz. Osman'dan (r.a) semâı ve İbni Abbas'dan ve gayriden rivâyeti vardır. Binâen-alâ-hâzâ ekâbir-i tâ­bi în dendir. Ve Medine-i Münevvere'de Hz. Ali'ye mülâki olmuştur diye Seyyid Şerif'in Keşşaf haşiyesinde tasrîh olunmuşdur. Lâkin mutlak likâı, rivâyeti müstelzim değil­dir diye ehl-i hadîs Haşan'm İmâm-ı Ali'den rivâyeti [31a] sâbit değildir demişlerdir. Bu cihetten İmam Ali'­nin Haşan'a ilkâ-ı nefes ve ilbâs-ı hırka ettiğine kail değillerdir. Belki Haşan'a nefes Kümeyi b. Ziyâd'dan mut­tasıl olmuştur derler.

Velâkin Avârifu' 1-maârif haşiyesi'nde Şeyh Zeynüddîn el-Hâfî (k.s) demiştir ki; "icâzet-i meşâyıhda bu vech ile mastûr ve kâbiren-an-kâbirin nakl-i evliyâ ile böyle meşhûrdur ki matla'-ı âfitâb-ı irşâd ve menba'-i feyz-i akdes, Rabbi'l-ibâd Resûl-i Muhterem (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Hazretleri nefes-i nefisi Hz. Ali'ye, îsâl ve hırka-i latifi dahî ona ilbâs edip İmam Ali dahî Haşan Basri'ye vâsıl kılmış­tır" . İntehâ bi'l-ma'nâ.

Bu fakirin fehm ettiği budur ki İmâm-ı Ali bir va­kitte Basra'ya kudüm edip mescid-i Basra'da müzekkirlerin minberlerini hedm ve kendilerini mescidden ihrâc ettiğinde Haşan meclisine murûr eyleyip "nedir nakl et­tiğin?" diye suâl ettikde Haşan dahî; "ol ma'nâdir ki Resûlullah'tan bize bâliğ olmuştur." diye cevâp verince İmâm-ı Ali bu sözden hazzedip bunda eser-i hayır vardır diye Haşan'ı meclisinde ibkâ ettiği Haşan'a îsâl-i nefes ve ilbâs-ı hırka hükmündedir.

Maa-hâzâ inde'1-meşâyih sohbet-i cismâniyye ile ahz etmek sahîh olduğu [31b] gibi hâlet-i insilâhda sohbet-i rûhâniyye ile dahî sahihtir. Nitekim rûh-ı Mansûr 150 se­neden sonra rûh-ı Hallâc'a tecellî eyledi. Ve her seher-i a'lâda 7 kutubla erbâb-ı insilâha hallerine münâsib levn ile hil'at-i ilâhiyye ilbâs olunur.

Ve demişlerdir ki; Kümeyi b. Ziyâd'm başka silsi­lesi vardır ki ondördüncü neferde munkatı'dır. Nitekim zikr olunur: Hz. Ali ve Kümeyi b. Ziyâd ve Abdülvâhid b. Zeyd ve Ebû Yâkûb es-Sûsî ve Yâ'kûb en-Nehrecûrî ve Ab­dullah b. Osman el-Mekkî ve Ya'kûb et-Taberî ve Ebu'lKâsım b. Ramazan ve Ebu'l-Abbas b. İdrîs ve Dâvûd b. Muhammed el-Kudsî ve Muhammed el-Mankesîlî ve İsmâil elKasarî ve Ahî Ali ibn-i Muhammed Lâla ve Şerefüddîn b. Muhammed ve Necmüddîn el-Esferâîni. Pes bu tertîbten ve inkıta'dan fehm olundu ki Haşan Basrî tarikatı başkadır. Ve ile'1-ân muttasıldır. Bu cihetten Haşan, Ali'nin oğlu­dur, fefhem cidden. [İyi anla!]

Ve bu silsilenâmedeki Kümeyi dereolunduğu vukû'-ı ihtilâfa binâendir. Ve Futûhât-ı Mekkiye'de gelir ki; Haşan Basrî ve Ebû Hâmid Gazzâlî ruesâ-i tarîkattendir [32a] .

Ve Hasen gâlibu'1-hüzn idi. Ve onunla İbni Şîrîn'i yüz derece güzer etti. Zîrâ hüzün inde ehlillâh makâmât ı âliyedendir. Onun için Hz. Ya'kûb firâk-ı Yûsûf (a.s) bahânesiyle hüzünle mübtelâ olup müddet-i tavîle beytü'lhüzne mülâzemet eyledi. Ve nevha-i Nûh ve âh-ı İbrâhîm (a.s) gibi vakti nevha ve âhla murûr etti. Ve evsâf-ı Nebeviyyede gelir ki;                                                     [devamlı mahzun

ve düşünceli idi]. Ve bu ma'nâya delâlet eder ki şol ha­dîs ki gelir: uL-iî ic j      jl oUtS' LjJI

[Dünyâda sanki bir garip ve yolcu gibi ol, kendini ölü­lerden say![92]] . Zîrâ garîb ve misâfir ve meyyit misâl olan kimsenin yüzü gülmez. Belki mâtemzede hâli gibi halle gezer.

Ve demişlerdir ki Haşan Basri İmâm-ı A'zam'a göre Hızır'ın Hz. Mûsâ'ya nisbeti gibi idi. Ya'nî Mûsâ ve Ebû Hanîfe'den her biri gerçi hakâika vâsıl idi. Velâkin irşâd-ı ümmet için şerâi'le tekayyüdleri ziyâde idi Bu ci­hetten, İmam, şemsiyyû'1-meşreb ve Haşan kameriyyü'1-meşreb oldu. Ya'nî felek-i İmam, felek-i Haşan'dan evsa' idi. Onun için İmam ehl-i umûma rahmet olup ism-i Rahmân'a mazhar oldu. Ve mezhebi dav'-i şems gibi etrâfa münteşir oldu, ve sirâcû'1-ûmme denildi [32b] . Ve Haşan ehl-i husûsa rahmet olup mazhar-ı ism-i Rahîm oldu. Ve kulûb-i havâssı envâr-ı ma'rifetle inâre eyledi. Kale Teâlâ:

[Yunus, 10/5] [Güneşi ışıklı, ayıda parlak kılan O'dur.J, ve kale Teâlâ:

1*1^                                  Jju> JjL; [Furkan, 25/61]

[Gökte burçları var eden, onların içinde bir çerağ ve nurlu bir ay barındıran Allah, yüceler yücesidir].

(49^1* jjil lîjAl İçkili üU-b” J-ol                    ûb oljLi'yi »i*

Ey sâlik! bu makamda bir râz-ı nihânî dahî zuhûr etti ki Haşan Basrî dâire-i velâyete değil, belki ba'zıları derece-i kutbiyyete kadem basmıştır diye zâhib olmuştur.

Pes bundan ebeveynin sıhhat-ı nikâhı lâzım geldi. Zîrâ zinadan tevellüd eden kimse ebedî veliyy-i hâss-ı örfî olmaz demişlerdir. Ve bu makamda Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) buyurmuşlardır ki:     ''i & oJj "Ben sahîh nikâhla

dünyâya geldim, zinâdan değil." Zîrâ câhiliyyet sıhhat-ı nikâha mâni' değildir. Ve velâyete mâni' olan zinâdır. Gerekse sûrette İslâm içinde olsun. Şol cihetten ki gâh olur ki müslimin sûret-i nikâhı olur, velâkin hakikatte dürüst değildir. Ya ba'zı şurûtuna adem-i mukârenetle ki evvel-i tezvîcde olur. Ve yâhut ba'de'n-nikâh münâfî bu­lunur ya kavlen veyâ fi'len. Onun için inde'1-iştibâh tecdide muhtaçtır. Ve eğer nikâh [33a] bu vech üzerine olmazsa mevlûdden hayr yoktur. Ya'nî gerçi veled-i zinâ olan kimse zâhirde salâhına binâen kâdî, imam ve şâhid ve emsâli olmak dürüst olur. Velâkin aslı fâsid olmakla ictihâd etse dahî pâye-i velâyete kadem basmaz. Zîrâ izdivâc-ı mâ'nevî izdivâc-ı sûrînin sıhhatine mevküftur.[93]

NAZM

Alan bu nefesden dilâ bû-yı hâl

Sahîhu'n-nesebdir sahîhu'n-neseb

İden pûteyi halde nefesi kâl Sahîhu'n-nesebdir sahîhu'n-neseb

Nesebden muradım nedir izdivaç

Ki ola nikâhı sahîhü'l-mizâc

Bu sûk-ı hakîkatde bulan revâc Sahîhu'n-nesebdir sahîhu'n-neseb

Menî sulb-i tâbirden itse nüzûl

Olur silsile halka bend-i kabul

Nefes virmeye fi'1-hakîka usûl Sahîhu'n-nesebdir sahîhu'n-neseb

Nefes-i pâk olmak tahammuddürür hemân

Dil-i kabil oldu yeri bî-güman

Nedir Hakkı'yâ ehl-i dem her zaman Sahîhu'n-nesebdir sahîhu'n-neseb

BEZM-İ NUŞ-Â-NUŞ CÂM-I FEYZÂ [33b] FEYZİN CEM-İ SÂKI-İ KEVSER-İ MA'RİFET HABÎB-İ A'CEMÎ (k.A.s)

Lisân-ı âmmede Habîb-i Acemî dedikleri, galattır. Belki a'cemî demek gerektir. Zîrâ acem arabm zıddıdır ki acem cinsinden olana acemî derler, gerekse lisânı fasîh olsun. Habîb ise Haşan gibi Basra ehlindendir. Ve a'cemî lisânı fasîh olmayandır, gerekse arabî olsun. Ve Habîb'e a'cemî dedikleri lisânında illet ve leknet olduğu için­dir. Ki Kur'ân'ı bir hoş tecvîd edemez, ve'1-hamdülillâh' da hamdin hâ'sını he okurdu. Ve alâ-hâzâ. Velâkin keşf tarîki ile maânî-i Kur'ân'ı fehm ederdi.

Mısır'da şuyûh-u şu'râvîden Ali Havvâs gibi ki ûmmiyy-i mahz idi. Diyâr-ı rûmda Yûnus Emre dedikleri gibi. Velâkin hakâik-i Kur'ân söylerdi. Ve hiç ona bir mûşkil olmazdı.

Ve Habîb-i mezkûre der idi ki: "Gerçi lisânım a'ce­midir velâkin kalbim arabîdir" . Nitekim Konya'da musâhibi Mevlânâ olan Husâmeddîn'in ceddi demiştir:

j . Zîrâ ol asrın muânid ve müteannidleri onu ta'cîz ve bize [34a] va'z eyle diye teklif ettiklerinde ol gece Resûlullâh'ı (salla’llâhü aleyhi ve sellem) vâkıada görüp ifâde-i arabiyyet ve ifâza-i nutk etmeleri ile sabâh ol­dukta murâdları üzerine va'z eyleyip emseytü kürdiyyen ilh. dedikleri, zîrâ kürdiyyü'1-asl idi. Ve ma'rifet asla nazar etmez belki isti'dâda nazırdır.

Ve Kur'ân'da gelir: MJt*

[Nahl,16/103][kendisine nisbet ettikleri şahsın dili ya­bancıdır. Halbuki bu kur'ân apaçık bir Arapçadır]. Ya'nî Mekke-i Mükerreme'de 2 nasrânî oğlanı var idi ki kılıca ve demire cilâ verirlerdi. Ve ba'zı nesne okurlardı. Ve Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) gâhîce onların yanlarından murûr edip okudukları nesneyi dinlerlerdi. Bu cihetden tâğıyân-ı Kureyş Hz. Kur'ân'ı ol 2 oğlanın ta'lîmidir diye iftirâ ederlerdi.

Allah Teâlâ cevâp verdi ki: Onların dilleri a'cemiyye-i gayr-i beyyinedir. Kur'ân ise; csb* pes Kur'ân onlardan müstefâddır demek fasîh ve gayr-ı fasihi adem-i temyizdendir.

Ve Kur'ânda gelir: ULJ j [Kasas,

28/34] [Kardeşim Harun'un dili benimkinden daha düzgün­dür] . Ya'nî Fir'avn bir gevher ve bir cemre ile zamân-ı sabâvet-i Mûsâ'da (a.s) Mûsâ'yı imtihan edince Mûsâ ol cemreyi alıp ağzına kodukta lisânı muhterak olmakla ke­lâmı [34b] bir miktar ibâne ve ifsâh edemezdi. Sonra nü­büvveti halinde ol ukde ondan münhal olup şâir mu'cizâta ilhâk olundu.

Nitekim ba'zı zeban-besteler vardır ki kelâm-i dün­yâda beste ve tilâvet-i Kur'ân'da lisanlari küşâdedir ve makarrımız olan belde-i Bursa'da pîrân-ı tarikatımızdan Şeyh Üftâde (k.s) evâilinde gelen Abdulmü'mîn ki kendine muzâf olan câmi'-i şerif derûnunda âsûdedir. Onun dahî lisânında ukde olup velâkin müdârese-i ihyâ-i ulûm için câmi'-i kebîre çıkdıkta lisânı açılır. Ve esnâ-i takrîrde belli olmazdı diye, nakl olunmuşdur.

İşte kimi lisânında lahn eder ve kimi îmânında. Pes îmânda lahnden hazer edip enbiyâ ve evliyâya itâleden beste-zebân olmak gerektir. Ve illâ hâtimesinde zuhûr eder. Nitekim Hz. Mûsâ'nın fâtihasında akd zuhûr edip âhir kelîmullah olmasına bâis oldu. İşte böyle ukdenin zararı olmaz. Elhâsıl el-cezâu min cinsi'1-amel mûcibince; "di­lini tutmayanın, âhir dili tutulur".

Ba'de-zâ Habîb evâilinde Basra'da ribâ-hor idi. Bir gûn mescid-i Basrâ'da meclis-i Haşan'a dâhil olup hikmeti Bârî Haşan ol gûn ribâya müteallik va'z etmekle Habîb'e te'sîr edip Haşan elinde [35a] tâib ve müstağfir oldu. Ve O'na irâdet getirdi. Ve nefes-i nefîsi aldı.

Ve O'ndan çok kerâmât-ı kevniyye zuhûr etti ki Ha­şan' da ol kerâmât yok idi. Belki Haşan'ın kerâmâtı, kerâmât-ı ilmiyye idi ki bu kerâmât şâir havârık-ı âdâtdan efdaldir Zîrâ havârık-ı âdet dedikleri umûr-ı kevniyyedir. Ba'zı mugayyebattan ihbâr ve meşy ale'l-mâ' ve tayerân ale'l-havâ ve ihrâc-ı künûz ve emsâli gibi. Kerâmât-ı ilmiyye ise maksûdun bi'z-zattır. Zîrâ ilm-i İlâhî dedik­leridir ki Hakk'm zât ve sıfat ve ef'âline mütealliktir.

Nazar eyle ki Hz.Sıddîk'da (r.a) maârif-i ilâhiyye var idi. Gerçi ondan bir hârik-ı âdet nesne sudur etmedi ve ma'rifetiyle şâirler üzerine tercih olundu. Kale Teâlâ

JÂj [Tâ hâ, 20/114] [De ki: Rabbim ilmimi art­tır!] ya'nî burada matlûb olan ilimden murâd, ilm-i ahkâm değildir, zîrâ müntehidir, belki ilm-i İlâhîdir ki gayr-i müntehidir ve bir dahî insana her mevtinde yâr ve musâhib olan ilm-i İlâhîdir ki ilm-i şer'î dünyâda kalır. Gerçi ol ilm ile ma'mûl olan sâlihâtm sevâbı bâkî ve uhrevîdir.

Ve bu ümmette kerâmât-ı kevniyyesi gâlib iki kimse gelmiştir ki biri; garbidir ki Şeyh Ebû Medyen Mağribî'­dir ve biri şarkîdir ki Şeyh Abdulkâdir [35b] el-Cîlânîdir (k.s).

Ve kerâmât-ı ilmiyyede gâlib olanların eşheri Hatmu'1-evliyâ ve ba'dehû Sadruddin-i Konevî ve ba'dehû Şeyh Fazlî-i İlâhî'dir ki bu Fakir'in şeyhidir (k.A.e). Zîrâ bu üçü ilm-i İlâhîde ism-i Mufassıla mazharlardır ki bun­ların kalemlerinde olan tefâsîl-i bedîa, gayri kûmmel-i eviiyâda yoktur.

Ve'l-hâsıl Habîb-i A'cemî dahî bu kerâmâtın ikisini dahî câmi' idi gerçi ehl-i kalem değildi, velâkin kerâmât-ı kevniyyesi, ilmiyyesi üzerine râcih idi.

Pes ilm-i İlâhî ve nefes-i Rahmânîyi Haşan Basrî'den ahzedip ihtisâs-ı İlâhî ile şeyhu's-silsile ve reisü'ttâifeti's-sûfiyye oldu ve âfakta iştihâr-ı tâm buldu[94].

jj JJIj » L-i aUI (paâ

ZÂHİD-İ FENÂÎ

DERVİŞ DÂVÜD-İ TÂÎ (k.A.s)

Tâî, Tay kabilesine mensûbtur ki Hâtem-i Sahiyy-i meşhûrun kabilesidir ve kabîle-i Hâtem'e intisâbiyle ona dahî sehâ ve cûd sâri olup tıraş olduğu vakitte dünyâya adem-i i'tibardan berbere altın verirdi.

Ve İmâm-ı Ebû Hanîfe [3 6a] ile 2 0 yıl kadar sohbet edip bu hâl üzere gittikten sonra bâtınında dâiye ve cez­besi kuvvet bulmakla meclis-i Habîb-i A'cemî'ye dâhil ve O'nun bey'at ve irâdet-kerdesi olup nefes-i nefisi ahzetti. Ve tarîk-ı ricâlullâha sülük edip gitti. Ve vâris-i Habîb olup makam-1 irşâdda seccâde-i hilâfete oturdu. Esrârı çok ve garâibi hadden artık zâhiren ve bâtmen sâdâttan kimsedir. Ki vasfdan ganî ve beyandan müstâğnîdir.

Hicret-i Nebeviyyenin 165 inde vedâ'-ı âlem-i fânî kılmıştır.[95]

NAZM

İşidenler sadâ-yı Dâvûdu Zikr u teşbih ederdi ma'bûdu

Söz ki ateş-misâl ola dilde

Cân içinde yakar heman udu

Gir tarîk-ı Hakk'a ticâret kıl

Edesin tâ ki özge bir sudu

Allah Allah diyen değil mahrum

Eder Allah ana dahî cûdu

Şâh isen de Habîb'e hizmet et Çün bulursun Ayâz ü Mahmûdu

Hakkı 'ya Âdem olmayan âşık Kaldı gaflette âkıbet uyudu [36b]

ÂŞİYÂNE-İ TARİKATIN KESÎRU'L-FERAHI EBU MAHFUZ MA'RÛF el-KERHÎ

Kerh (hâ-i mu'cemeyle) Bağdat'ta bir mahallenin is­midir. Ma'rûf b. Fîrûz el-Kerhî mevâlî-i Ali b. Mûsâ erRızâ'dan idi. Ya'nî Ma'rûf sabiyy-i nasrânî iken eimme-i isnâ aşerden Ali Rızâ yedinde İslâm'a gelip ona hizmet ederdi. İbtidâ tasavvufu ondan ahz etmiştir. Sonra Şeyh Dâvûd-ı Tâî meclis ve sohbetine muttasıl olup riyâzât ve mücâhedât eyledi. Ve âhir nefes-i Hakk'a mazhar olup nefh-i rûha kadir oldu.

İmam Kuşeyrî ve şâirler şehâdetleri ile meşâyîh-i kibârdan ma'dûddur. Ve Ehl-i Bağdat kabri ile istişfâ edip Ma'rûf'un kabri tiryâk-ı mûcerrebtir derlerdi. Kerâmâtta ve isnâd-ı ehâdîsde yed-i tûlâsı vardı.

Hicret-i Nebeviyyenin 200 veyâ iki yüz birinde za-
mân-ı Me'mun'da intikâl eylemişlerdir.

Bir gün Ma'rûf şakirdi Seriyyü's-Sakatî'ye Allah Te­âlâ'dan hâcetin olduğu vakitte "Ya Rab! Ma'rûf hürmetine hâcetimi kaza ve muradımı reva eyle, de!" diye tavsiye eyledi. Ve Seriy dahî ol veçhile duâ edip [37a] mukdilmerâm olurdu. Ve hâlâ halkın mektupları üzerinde yazdık­ları bî-hürmet-i Ma'rûfi'1-Kerhî oradan kalmışdır.

Ve bir kârda filan sebebi ile veyâ bir duâda filan hürmeti için demek meşrû'dur. Zîrâ Cenâb'ı Nübüvvet (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'den dahî sâdır olmuşdur. Kemâ kale : crdîl-JI

. jJI <iLU. Zîrâ burada Hak hürmet mânâsınadır. Ve kemâ kale: jül (Ul JJI (Jl :jUa6ü blU. 5^ jUI fSıL’U"Siz yolunuzu sapıtmışlar değil miydiniz? Allah benimle sizi hidâyete erdirdi. Ateş çukurunun kenarında değil miydiniz? Allah benimle sizi kurtardı[96]." Zîrâ bu­rada "bâ"lar sebebiyyedir.

Ba'de-zâ suâl olunursa ki Ma'rûf zikrolunduğu üzere mevâlîdendir ki Ali Rızâ'nın kulu ve Hz. Ali gibi (r.a) sabâvetinde iken dâhil-i dâire-i İslâm olmuştur. Pes bu ma'nâ velâyetine mâni' değil midir?

Cevap budur ki: Velâyete mâni' olan zinâdan tevellüd etmektir. Ve tarikatta i'tibar nikâhadır. Yoksa ne­sebe ve hürrû'1-asl olmağa değildir. Zîrâ nesebin ekserî câhiliyyete muttasıldır. Velâkin ehl-i câhiliyyetin ni­kâhları sahîhdir. Pes Ma'rûf dahî nesebde Haşan Basrî ve Ebû Yezîd Bestâmî gibidir ki ebeveynin nikâhları sahîh­dir. Onun için mevâlîden oldukları velâyetlerine zarar vermemiştir.

Metin Kutusu: 92.Ve demişlerdir ki Tavus b. Keysan ehl-i Yemen'in ve Mekhûl [37b] ehl-i Şam'ın ve ehl-i Cezîre'nin Meymun b. Mihrân ve ehl-i Harem'in Dahhâk b. Müzâhim ve ehl-i Bas­ra'nın Haşan, şeyhi idiler ki zamanlarında ilm ü dinde bunlara mûrâcaat olunurdu. Maa-hâzâ cümlesi mevâlîden ya'nî abîd ve seby cinsindendir. Ve ba'zı rivâyette İmâm Ebû Hanîfe'nin nesebine dahî bu meküle ubûdiyyet tedâhul etmiştir. Ve'l-ilmu indellâhi Teâlâ. [Doğrusunu Allah bi­lir . ]

Elhâsıl sıhhat-i velâyette sıhhat-i nikâh ve dîn lâ­zımdır ki; dîn velede ve sıhhat ve nikâh vâlideyne dâir.dir. Ve İslâmî hâdis olmak ve hürrû'1-asl olmamak zarar vermez. Ve illâ sahâbe dahî (r.a) medhûl olmak lâzım ge­lirdi. Zîrâ Bilâl Habeşî ve Selmân-ı Fârisî ve Süheyb-i Rûmî ve niceler dahî seby ve abîd cinsinden idi.

Ve Bilâl seyyidü'1-ebrâr ve reîsü'1-müezzinîn ve hazîne-i dâr-ı nübüvvet olup, Selmân dahî ol kadar teşrif zâyid buldu ki hakkında U* jU— [Selmân bizden, ehl-i beyttendir.”] denildi. Ve tahâret-i bâtmesi se­bebiyle âl-i Resûl'den kılındı. İşte bu sırr-ı azimdir ki Kur'ân'da gelir:

[Ahzab,33/33][Ey Ehl-i Beyt! Allah sizden sadece günâhı gidermek ve sizi tertemiz kılmak ister] . Ve bu mekuleye haseben Hâşimî ve âl-i Resûl derler. Hasebi olmayıp neseb da'vâsında olmak cünûndur. Ve bu mekre mübtelâ olmuş çok ehl-i [38a] tefsîr ve hadîs ve ehl-i meşihat vardır. Ve­lâkin ekâbir-i ricâle ittisâl salâh-ı hâl ve sâlihât-ı a'mâlledir. Emâniyy-i fâriga ve âmâl-i mücerrede ile de­ğildir. Fe kün min ehli'l-ma'nâ lâ min ehli'd-da'vâ.[97] [98] [Mânâ ehli ol! dâvâ ehli değil.]

NAZM

Bûy-ı güldür onu gayriden şeref-râz eyleyen

Sanma kim rengi ruhudur ânı mümtâz eyleyen

Hûb olan ârâyîş-i meşşâtâya kılmaz nazar

Nâz ederse hüsn ucundan nâz eder nâz eyleyen

El kanadiyle kişi uçmaz hevâ-yı Hû'ya hâ

Bâl şevkiyle uçar Mevlâ'ya pervâz eyleyen

Her nefes bir râhdır Hakka o yoldan kıl sülük

Gitmedi çok merhale yer adımın az eyleyen

Hakkı'ya ney-veş tutar sıyt-ı sadâsı âlemi

Çehresin tâb-ı riyâzatla bugün sâz eyleyen

EVLİYANIN FITRATI ŞEYH SERİYY-İ SAKATI
Kaddesallâhü sirrahû

Seriyy (yâ'nın teşdîdi ile) sabiyy vezni üzerinedir. "Şerre seriyyi" derler, makbûl ve mergûb sır ma'nâsına. Sakatîde yâ nisbet içindir. Sakat, rediyy-i metâ', ya'nî meta'm sâkıtı ve alçağıdır.

Seriy evâilinde Bağdat'ta dükkânda oturup hûrda-mürd nesneler [38b] bey' ederdi, ve rahîs verirdi. Metâ'm al­çağını satıp ucuz verdiği için sakata nisbet edip dedi­ler. Rûmda eskiciler çarşısı ve bit pazarı dedikleri gibi ki oralarda metâ'm alçağı ve ucuzu satılır.

Mahkîdir ki bir gün Seriy dükkânda otururken Ma'rûfi Kerhî bir yetimin elini tutup ve Seriyy'e getirip "Şu yetimi giydir" dedi. Serî ol yetimi giydirip Ma'rûf'dan duâ ricâ ettikde Ma'rûf dahî duâ eyleyip "Allah Teâlâ dünyâyı kalbine düşman eylesin!" dedi. Pes bu nefes kalbi Seriyy'e te'sîr edip gittikçe dünyâdan soğudu ve mâsivâyı kendine düşman edindi. Zîrâ Ma'rûf'un dünyâyı tahsîs etdiği muazzam-ı hicâb olduğundandır. Ve illâ murâdı ce­mi' -i mâsivâdır.

Nitekim câl> U elVjJ [99] denildi. Ya'nî 18 bin âlemi halk etmezdim demektir. Velâkin eflâk muazzam-ı ekvân olmakla tahsîs-i bi'z-zikr olundu.

Ve Seriy âhir Ma'rûf'a mûrîd olup tahsil-i hâl ve tekmil-i makam edip sâhib-i nefes oldu. Ve şeyhi Ma'rûf yerine seccâde-i irşâdda kaldı. Ve sâlikler ondan rüşd-i tâm buldular. Ve silsile-i tarikat onunla kuvvet buldu [39a] . Ve zencir-i zer gibi evliyâ ona dizilip geldi.

Ve Seriy Cüneyd-i Bağdâdî'nin dayısı ya'nî Cüneyd Seriy'nin kız kardeşi oğlu idi ki İbnü'l-hâle, Seriy'nin anasının kız kardeşi oğludur derlerdi. Babasının kardaşı oğluna ibnu'l-âmm dedikleri gibi.

İşte Seriy'nin aynası sebebi ile Ma'rûf dahî zâhir ve meşhûd ve ma'rûf oldu. Onun için ekâmil-i nâs irşâd-ı nâsa harisler ve halîfe nasbma mâyillerdir. Husûsan ki halîfeye şeyhin nefes-i küllisi ve teveccüh-û âlîsi ola. Fefhem cidden[100]. [İyi anla!]

NAZM

Bakma zinhar evliyaya sakat Yoktur onlarda vaz'-ı cây-ı nukat

Ger Seriyye denir ise Sakatı Sakatî onda nisbet oldu fekat

İstikâmet gerekdir âdemde Ki odur fi'l-hakîka hadd-i vasat

Halka-i müfreğadır iş bu vücûd Yokdur dâiresinde hiç hat

Ger bu sırr-ı Seriyy'i bilmezsen

Öğrenip Hakkı'dan ve de! kat, kat

MÂİDE-İ MÂ'RİFETİN LEZZETİ VE TADI
SEYYİDÜ'T-TÂİFE CÜNEYD-İ [39b] BAĞDADÎ
(Kaddesallâhü sırrahü'1-Latîf)

Şeyh Cûneyd-i Bağdâdî olmakla vasf ettikleri Şeyh Cüneyd-i Erdebîlî 'den ihtiraz içindir ki şâhân-ı acem bu Erdebîlî'nin silsilesindendir. Mezkûr Erdebîlî'nin ol ta­raflarda bî-had etbâ'ı var idi. Ve sultân-ı vakt olayım diye 40 sene ictihâd etti. Âhir murâdma zafer bulamayıp vâli-yi vilâyet-i Şirvan olan Sultan Halil elinde kati olunup etbâ'ı perîşan kılındı.

Şeyh Cüneyd-i Bağdâdî'nin aslı bilâd-ı Cebel'den "Nihâvent" dedikleri şehirdendir. Kendi Bağdat'ta dünyâya gelmiş ve orada neşv ü nemâ bulmuşdur ki nefes-i tarikat i dayısı Şeyh Seriyy-i Sakatî'den ahz etmiştir.

Ve ol vakitte mezheb-i Sevrî şâyi' olmakla Cüneyd ol mezheb üzerine olup ol mezheb üzerine fetvâ verirdi. Ger­çi ehlullah ehâdiyyu't-tarîktir, fefhem [anla!]. Ve ol fetvâ ile tesettür ederdi.

Ve ol asırda Hallaç dahî gerçi ilm-i zâhirde kâmil idi. Velâkin galebe-i hâlle kendini zabt edemeyip âhir da'vâsi sebebi ile ber-dâr oldu.

Ve Cüneyd'in kenâr-ı Dicle'de Mescid-i Şûnîziyye nâm mescidde hücresi [40a] vardı. Demişlerdir ki ol hücre ile'l-ân Şeyh Cüneyd'in nazarında mahfûzdur, metrûk de­ğildir. Ve Bistam'da Ebû Yezid'in savmaası olan beytu'lebrâr ve Tirmid'de Hakîm Ebû Abdullah Muhammed b. Ali'nin ve Cebele'de imâreti İbni Edhem dahî böyledir, diye ba'zı ekâbir-i meşâyih tasrîh etmişlerdir.

Ve bu Hakîm Tirmîdî ki mûddeî ve muhakkiki temyiz için 157 suâl tahrîr edip bilâ-cevâb alıkoymuştur. Ve O'-
nun muradı ne idiğini Şeyh-i Meşâyıhı'd-dünyâ Muhyiddîn-i Arâbî bilmiş ve
Kitâb-ı Fütuhatta şerh eylemiştir.

Ve Şeyh Cüneyd demiştir ki: li* Luaİ# Ya'nî bir hakikate şer'den sened olmadıkça makbûl değil­dir. Onun için demişlerdir ki «o-JI I-Aj ve te'vîle dâir olan mahal erbabına ihâle olunmak gerektir. Zîrâ Kitâb ve sünnetten hâriç nesne yoktur. Kale Teâlâ:

VJaI IJLl-U [Nahl, 16/43] [Eğer bilmiyorsa­nız, bilenlere sorun]. Ve şol ki hakâik değil, belki hayâlât mekülesidir, te'vîl etmeyip sâhibi üzerine tarh et­melidir.

Ve Şeyh Cüneyd demişdir ki: "Her ne şey ki kalb-i inşânı Hakk'a tahrik eyleye, mubahdır". Pes bu kelâm bir emr-i küllidir ki tahtından cüz'iyyât-ı kesîresi vardır ki [40b] ârife hafî değildir.

Ve Şeyh Ebû Süleyman Dârânî (k.s.) demiştir ki: "Bi­zim hakâyıkımızda iki şâhid vardır ki, biri Kitâb ve biri Sünnettir". Ya'nî bu iki nesne ol hakikatin hakkıyyetine şahâdet etmese da'vâ-yı mücerrede olup mesmü' olmaz. Ve­lâkin ba'zı zâhirî şer'den hâriç görünür nesneler vardır ki bâtını insanı Hakk'a tahrik eder. Kavi-i Cüneyd üzeri­ne mübah olmak lâzım gelir. Velâkin inde'1-kümmel her mübah ma'mûlûn-bih değildir. Belki mübah onlara göre mekr-i İlâhîdir. Ve burası mezâlik-ı akdâmdandır ki bir hoş fehm etmelidir.

Elhâsıl ekmel odur ki hâline gâlib ola, ve her mübah ile amel etmeye. Ve Cüneyd-i Bağdâdî'nin hakkmdaki seyyidü't-tâifeti's-sûfiyye denilmiştir. Bu vasıf onu şâir evsâfından muğnîdir.

Zîrâ "seyyid" sevâddandır. Sevâd cemâat-ı kesîre de­mektir. Pes seyyid mütevellî-i sevâd ve cemâat-ı kesîre demek olur.

Metin Kutusu: 97.Ve hadîste gelir: "Size sevâd-ı a'zam gerekir[101]". Ve demişlerdir ki; ve seyyidde şeref-i azîm olmakla "seyyidu'1-kavm" denilir. Seyyidu's-sevb ve seyyidu'1-feres denilmez. Çünki seyyidü'1-kavm olan kimsenin mühezzebü'n-nefs [41a] olmak şartındandır. Lâ-cerem nefsinde fâzıl olanlara "seyyid" de­nildi .

Nitekim Hz. Yahyâ (a.s.) hakkında gelir: [Âl-i İmran,3/39][Efendi ve iffetli].

Ve seyyidü' t-tâife Cüneyd 297 târihinde vedâ'-ı âle­tti-i fâni kılmış ve hâristân-ı âlemden bülbül-i cânı ravza-i cinân-ı azîm olmuştur[102].

âjl             I-* İİmAA                                      Jjllcl ^2jl J

»yla C/jb U

NAZM

Çû oldu şems-i hakikat Cüneyd-î Bağdadî O gün bugündür O'nun söylenir güzel adı

Nesîm-i rahmet-i Hak esti gülşen-i diline

Bu oldu neşv ü nemasına bâis ve bâdı

Bu halka urve-i vüskâ olupdürür halka

Bu halkadan geçer elbet cihâdı evtâdı

İlâhî silsile-i ehl-i hakka bendeyle Ne yola gittiler ise kıl âna irşâdı

Târîk-i hakta ta'bler çekip gider Hakkı Ererse menzil-i vasla ne var eyâ Hâdî

MEYDÂN-1 MAHABBETİN ERİ ŞEYH MİMŞÂD-I DİNEVERÎ [41b]

Mimşâd (kesr-i mimle) esmâ-i a'cemiyyedendir, ni­tekim nisbeti dahî ona dâldir. Zîrâ lügat-i arabiyyede "meşd" yoktur ve Dînever (dâl-i mühmelenin kesri ve nûn ve vavm fethalariyle) acemde bilâd-ı cebelden bir bel­denin ismidir ki nazargâh-i Hak olmuştur.

Şol ma'nâdan ki oradan ulemâ-i zâhir ve urefâ-i bâ­tından halk-ı kesîr zuhûr etmiş ve çemen-zârı isti'dâdında çok kâbiliyyetli sebze-i ter bitmiştir ki ez-cûmle Mimşâd'dır ki Cûneyd'den ahz-ı feyz eylemiş ve nefes alıp hırka-i tarîkati telebbüs kılmıştır ve Cüneyd'in yedinden gerçi cur'a nûş-ı feyz olanlar bisyâr ve terbiye-i kemâlresânmdan kamet-i tûbâ bulanlar bî-şümârdır, velâkin Mimşâd'm isti'dâdı vasatu'd-dâirede nokta varolmağa mûsted'î olup zencîr-i zer-i tarîkatte halka-i mustakılle-i kaviyye olduğu rahmet-i hassa-i İlâhiyyeden ma'dûddur. Kale Teâlâ:                                                 (3x1 JJI [En'am, 6/124] [Allah, pey­gamberliğini kime vereceğini daha iyi bilir.]                                                 J

jLiuj •t» [Kasas, 28/68] [Rabbin, dilediğini yaratır ve seçer.]   s Uu   [Âl-i İmran,3/74] [Rahmetini

dilediğine ayırır.]

(J 4—ij (jlâ

JjûJI u-Jj .^1 oüi İ4xU [Kim nefsinde hayır bulursa Allah'a hamdetsin, kim de bundan başkasını bulursa kendinden başkasını kınamasın. Ya'nî nefsi bunu elde etmedi. Yaratılışı bu hayrı ortaya çıkardı. Fiil ancak kuvve hâlinde olandan meydana gelir.] Fe'fhem zâlik" [Bunu anla!] [42a] .

99.      Geniş bilgi içinbkz. Sefine, II, vr.252; Tabakâtü'1-Evliyâ, s.288-289; Câmiu Kerâmâti*1-Evl£yâ, 11/493; Sıfatü's-Safve, IV/78; Hilyetü'1-Evliyâ, X/353; Nefahâtü'1-Üna, s.144; Tezkîretü'1-Evliyâ, s.620-623; Tabakâtü's-Sûfiyye, s.216-218; Tabakâtü'1-Kübrâ, 1/87 Lemezât, vr. 117a-120b; Risâle-i Kuşeyrî, s. 157.

NAZM

Oldu çün bend-i gayrden âzâd Şâd-kâm oldu hâtır-ı Mimşâd

Nice ma'mür kıldı şehr-i dili

Oldu feyz-i Cüneydi-i Bağdâd

Bula görsün bir özge mi 'mârı Her kim oldu ise harâb-âbad

Kâmilin tut elin kıyam eyle

Etmeden dehr hâkini berbâd

Kevser-i ma'rifetle çeşmedürür Dil-i pür-feyz pâk-i hâs-ı ibâd

Leblerin tut o çeşme-i feyze Bulasın ağzın içre tâ kim dad

Hakkı âb-ı hayâtı içtin kim

Feyz-i Hakkıyle pür durur bu sevâd

KEMÂL-İ MÂ'RİFETİN BEHREVERİ

ŞEYH MUHAMMED DÎNEVERÎ

Kuddıse sirruhu

Bu dahî âteş-i Mimşâd-ı Dîneverî'den ahz-ı kabs edip çerâğ-ı tarikatı uyandırmış [42b] . Ve kânûn-i aşk u mu­habbeti yandırmış bir erdir. Bu cihetten bi-hasebi'1-kâbiliyye silsiletü'z-zehebe sülükte altın gibi azîz olmuş ve tarh-ı iksîr-i hakikatle başka hâssa bulmuştur. Aslı budur ki, çünki Mimşâd pây-ı kemâlle Dînever'e bastı ve gerden-i nefs-i emmâreyi kesti ve kılıcını fi'l-mesel ar­şa astı.

Lâ-cerem ayağı bastığı toprak zâyi' olmayıp Allah Teâlâ ol hâkden Âdem-i hakîkî olan Şeyh Muhammed'i halk eyledi. Ve pâdişâh geçtiği yer belli oldu. Ve bu mahal bir sırr-ı İlâhîdir ki erbâbı bilir.

Tefekkür eyle! Ebu'l-beşer Âdem'in (a.s) vaz'-ı kadem ettiği mevziin cümlesi şehristân oldu. Ve Cenâb-ı Nübüv-vet ve Risâlet'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) mevâtıy-i akdâmı çemen zâr ve şükûfezar olurdu. Zîrâ hayât-ı zâtiyeden zât-ı kerîmine hayât aks etmiş idi. Bu meküle hayâtın ise şânı ihyâ ey-1emektir.

Nitekim Hızır'ın (a.s.) oturduğu yer ne kadar yâbis olsa fi'l-hâl yeşillenirdi. Ve Cibril'in râkib olduğu dâbbe feresü'1-hayât olmakla bastığı yerde giyâh-ı sebz zuhûr ederdi.

Sâmirî feres-i Cibril'de bu sûreti müşâhede edince eserinden bir kabza türâb ahz edip izâbe ettiği cevher [43a] gûsâle peykere tarh edince huvâr hâsıl olup nite­kim kıssası sûre-i Tâhâ'dadır.

Ve Yahyâ (a. s) istişhâd olundukda kuvvet-i hayâtında demi galeyân edip üzerine 70 bin âdem zebh olunmadıkça sâkin olmadı. İşte kâmillerin vâsıl olduğu hayât bu mekü­le hayât-ı İlâhiyyedir. Yoksa hayât-ı kevniyye değil[103].

NAZM

Her kimin zâtında var sırr-ı hayât Cümle-i ahvâli olur tayyibât

Nefh-i Cibril erdi çünki Meryem'e

Doğdu İsâ'dan bu denli beyyinât

Ger nefes aldınsa kâmilden bugün Tâze bittin bu nefesden çün nebat

Tûtî-i ruha kafes olup bu hâk Verirdiler ona gıdâ kand ü nebât

Sûret-i âlem kamu telvîn ise Ârife temkinden be sdir sebat

Ger fenâ ve ger bekadır hâl-i dil Yokdur âlemde beka için berât

Menzile erdi bu denli reh-revân Durma sende sâlik isen adım at

Evvel ü âhir çû yârın Hakdürür Hakkı'yâ ağyâra etme il tifât [43b]

ŞARÂB-I AŞKDAN BULAN SEKRİ ŞEYH MUHAMMED BEKRİ
Kuddise sirruhû

Bekrî (bâ-i muvahhedenin fethiyle) zâhir olan budur ki Ebû Bekir Sıddîk'a (r.a) mensûbtur. Ve ba'zıları Diyâr-ı Bekr'edir dediler. Velâkin mürekkebi nisbetinde ihti­lâf vardır. Bu sûrette def'-i iştibâh için Diyâr-ı Bekrî demeli idi. Velâkin bu ibâret hiç bir silsilede vâki' ol­mamıştır .

Diyâr-ı Bekir bilâd-ı Bekir demektir ki Bekir burada cedd-i kabiledir. Ve ondan teşa'ub eden evlâdın bilâdma, Diyarbekir demişlerdir ki ibtidâsı Bahr-ı Hürmüz'den Irâk-ı Arab'a ve Ermeni ve Azerbeycan ve Şehrezor ve Erbil ve Musul ve Âmid ve Sivas ve Mar'aş ve Adana ve Haleb ve Kayseri ve arz-ı Şâm'a dekdir.

Ve bu şehirlerin ehâlîsi ekrâddır ki tavâif-i muhte­lifedir ki kendi lisanlarından mâadâ Arabî ve Türkî dahî tekellüm ederler.

Pes bu takrirden fehm olundu ki burada diyâr, dârın cem'i olup hâne ma'nâsma değildir. Zîrâ menzile "dâr" dedikleri iki ma'nâ içindir. Biri budur ki duvarla idâre olunur. Ve biri dahî tasarrufât-ı beyt için, içinde devr olunur [44a] . Ya'nî sâhibi mesâlihi için sağa ve sola dö­ner. Ve bilâd dahî böyledir ki onda devr ve tasarruf vâ­
ki' olur. Kale Teâlâ: Ijjtf oeâJI *-♦& [Âl-i İmran, 3/196] [İnkârcılarm diyar diyar dolaşması, sakın seni al­datmasın] .

Ve dâr ile kabile dahî murâd olunur. Dâr-ı beniyyu'n-neccâr ve dâr-i beni'l-eşhel gibi ve dâru'l-ensâr kabâil-i ensârdır.

Elhâsıl Şeyh Muhammed, mezkûr Şeyh Muhammed Dîneverî'ye mubâyaa edip nefs ve tabîatini bey' ve kalb ve rûhunu iştirâ' edip ticâret-i râbiha-i uhreviyye etmekle şeref-râz ve akrânından mümtâz olmuş ve silsile-i tarikate nefes-i rahmâni-yi külli yüzünden duhûl bulmuştur.

Kani böyle âşık ki sohbet-i yâr için terk-i diyâr ede, kat'-i bevâdî ve mufâviz edip ûftân ü hîzân dost de­yip gide. Gel imdi böyle nefesten hissedâr ol ve hırka-i tecerrüd telebbüs edip sultanlığı dervişlikte bul. Vallâhu'l-muîn ve hüve kaviyyü'1-metîn[104]. [Allah muin ve kaviyyü' 1-metindir. ]

MÜNSÎ-İ ZİKRİ'S-SELEFİ'L-MÂZÎ VASIYYÜDDÎN el-KADI Kuddise sirruhû [44b]

Vasıyyûddin bi-tarîkı't-tefe'ul ism-i kevnîdir ki emr-i din ona tavsiye olunmuş ve hıfz u himâye ve ted­bîri ona müfevvaz kılınmış demektir. Ve ba'zı tefe'ul vardır ki onun nice hakâikı zuhûr edip vâki'a mutâbık gelir.

Şeyh mezbûr hâli gibi ki hâmil-i emânet-i kübrâ olup Şeyh Muhammed mezkûrun vasıysi ve kûmâşte-i esrârı olmuş ve onun yedinden tâc u hırka-i tarikat telebbüs edip âhir saltanat-ı ma'neviyye pâyesini bulmuştur.

Metin Kutusu: 101.Evâil hâlinde Kâdî iken cezbe-i ilâhiyye zuhûru ile kazâ ve kader onu semt-i tecride cezb ve JV 1^;"; [Zâriyât, 51/50][Allah'a kaçın] mûcibince kazadan kâdı-i Hakk'a firâr etti. Nitekim niceler tâc u taht u menâsıbı terk edip derviş oldular. Ve mansıb-ı izzet ve rif'ati dervişlikte buldular.

Zîrâ kâdî ve müftî ve müderris ve belki sultan tarîk-ı tecride duhûl edip derviş olurlar. Fe-emmâ derviş olan bu mekûle menâsıbdan bir nesne kabûl etmez. Zîrâ mansıb hâli, ehl-i örfündür.

Bu cihettendir ki şeyhim Seyyidü'l Aktâb (k.s) eyyâm ı hayâtında bu Fakîr'e Diyâr-ı Rûmiyye'den Üsküb'de sâkin iken fetvâ arz olundukta Şeyh âlî-meşreb şeyhler, müftî olmazlar diye red edip bu Fakîr'e tahrîr ettikleri [45a] nâmenin ünvânmda bu ibârete tahrîr buyurmuşlardır ki

 

 

[Sizi takva hizmeti için seçip fetvâ çalışmasından, helâkten, zarar ve şerden korumak için alıkoyan, kurtuluşa, hayır ve faydaya cezbeden Allah'ın ismi ile. Bu arapça arîz bir mektuptur[105]. ]

NAZM

Şâh-ı âlemsin sana besdir bu iklim-i vücûd

Özge Âdemsin kamu âlem sana eyler sücûd

Verdi hep perverdigârâ kabz u bas t âlemi

Var iken Mevlâ-yı mutlak abdde neyler kuyûd

Hâb-ı gaflet nice bir nergis gibi bu bâğda

Gül cemâlin ide gör gülzâr-ı âlemde şuhûd

Halka-i tecride gir terk-i alâik eyleyip

Kim bu halka oldu çeşm-i çeşme-i ihsân vücûd

Ahker-i aşkı yakıb şol micmer-i dilde dine

Metin Kutusu: 102.Hakkı'yâ verdin meşâmm-ı câna özge bû-yı ûd

HUR-I MAKSURAT -I HAKÂİKIN BEKRİ ŞEYH ÖMER BEKRİ

Bu nisbet dahî evvelki gibi Hz. Ebî Bekre'dir (r.a) . Ve vech-i [45b] sânî dahî caizdir. Gerçi mercûhdur. Ma'lûm ola ki ubûdiyyet ve ma'rifet Sıddîk'a mensûbdur. Ve bu nisbetin ma'nâsı budur ki bu iki ma'nâ Ebû Bekir'de kemâl üzerine idi. Ki matmah-ı nazar bu iki nesnedir Hat­tâ Şeyh-i Ekber (k.s.a) Hazretleri Kitâb-ı Fütuhatta.; ev­liya-i zamâne, beni, sen ma'rifet ve ubûdiyyette kadem-i Sıddîk üzerinesin diye şehâdetleri ile iftihâr etmiştir.

Fi'l-hakîka bu meşrebden zâik olan veli kâmil belki ekmeldir. Zîrâ ma'rifetullâh a'zamü'1-fezâildir. Ve ubû-diyyet ilhâddan müncîdir. Pes her ârifin ubûdiyyeti ma'-rifetine göredir, fahfezhu.

Elhâsıl Şeyh Ömer'in bağ-ı istidâdma dahî nesîm-i nefes-i Vasıyyüddîn el-Kâdî hübûb edip derûnunda gül-teri ma'rifet şükûfde olup gülzâr-ı âleme gelip bülbül oldu­ğuna değdi. Ve âhir Vasıyyüddîn'in vasîsi olup zimâm-ı tarikat onun yedine teslim olundu. Ve irşâd-ı nâs ona müfevvâz kılındı. Bunun dahî terbiyesi, Diyârbekir'de­dir[106] .

NAZM

Şecer-i rahmet olup Şeyh Ömer Verdi bâğ-ı amele özge semer

Ol kadar terbiyyeden buldu kemâl Gûher oldu nefesinden mermer [46a]

GÜLZÂR-I MÂ'RİFETİN VERDİ

ŞEYH EBU'N-NECÎB ABDULKAHİR es-SÜHREVERDÎ(K.S)

Sühreverd (damm-ı sin ve sükûn-ı hâ ve feth-i râ ve vav'la) Irâk-ı acemden "Zencan" dedikleri yerde bir kasa­badır. Ma'lûm ola ki Sühreverdî üç kimsedir ki biri Şihâbüddîn Ömer Şühreverdi'dir ki "Avârifü'1-maârîf" sâhibidir.

Ve biri dahî: Şihâbüddîn Yahya el-Maktûl'dür ki "hifanetü' 1-işrâk" sâhibidir. Ve ittifâk-ı ulemâ onun üze­rinedir ki hikmet-i bahsiyye ve zevkiyyeyi cem' etmiş an­cak Şihâbüddîn el-Maktûl'dür ki ulemâ-i Haleb onun ilhâdına zâhip olup Sultana siâyetle kati ettirdiler. Ve ba'de'l-katl onun kellesi söylemiştir diye mervîdir. Ve ba'zıları dediler ki Şeyhin kendi iltimâs ve ihtiyârı ile bir hücrede habs ve deri duvâr olunup ol veçhile bâb-ı dîdâr açılmış ve dünyâdan ukbâya ve belki Mevlâya göç­müştür .

Ve biri dahî: Ebu'n-Necîb Ziyâeddîn Abdulkâhir elBekrî'dir ki Sâhibu'1-Avârif'in ammi ve Ebû Bekir evlâdındandır. Ve sâhibu'1-Avârif [46b] ondan ve Şeyh Abdulkâdir Cîlânî'den ahz-ı tasavvuf edip Irâk-ı Arab, ya'nî Bağdat'da meşhûr olanların âhiridir. Burada silsile bendi tarikat olan Ebu'n-Necîb'tir ki Şeyh Ömer Bekrî'den ahz-ı nefes etmiş ve seccâde-i irşâda oturmuş ve selef yoluna Bağdat'ta 563 senesinde intikal eylemiştir.[107]

NAZM

Kime isterse Hazret-i Bârı Hami ider bu tarîkatte bârı Cem'olup bir yere kamu esrar Bu'n-Necîb oldu onun enbârı

BOSTAN-I KERAMETİN ABHERİ KUTBUDDİN el-EBHERÎ

Ebher, Ca'fer vezni üzere âb-herden ta'rîb olunmuş­tur ki; değirmen suyu demektir. Ebher cinân-ı dünyâdan ma'dûd olan Kazvin ile Zencan arasında bir şehirdir ve nevâhî-i İsfehan'da dahî bir kasabadır.

Kutbuddin mezkûr ki zübde-i hukemâ-i ilâhiyye-i zevkıyye ve Esîruddin mufaddal ki mantıkta "sâhib-i îsâgoci" dir. Ve umdetü' 1-hukemai' 1-bahsiyye' 1-cedeliyyedir ki ikisi dahî şehr-i Ebherdendir.

Nazar eyle ki bir şecereden iki smv gibi nemâ [47a] bulmuşlar ve her biri bir cânibe meyi eylemişlerdir. Biri zâhir-i dînin kutbu ve biri dahî bâtın ehlinin kutbudur ve Kutbuddin, Ebû'n-necîb terbiyesi ile eser-i necâbet bulduğu selâsilde ondan sonra resmolunduğundan zâhirdir.

Ve silsile-i Kutbuddin'in bir halkası dahî ba'zı ve­sâit ile Şems-i Tebrîzî ve Mevlânâ Hudâvendigâr'a mutta­sıl olur. Zihî er ki her cânibde mertliği zuhûr etmiş ve meydân-ı ma'rifette çevgân tutmuştur[108].

NAZM

Eğerçi döndürür kutb üstüne Hak cümle eflâkî Medâr-ı kutb-ı eflâk oldu ammâ Âdem-i bâkî

Metin Kutusu: Ne bilsin rütbe-i kutbu Ne anlar akl-ı evvelden Metin Kutusu: şu kim aşkiyle devr etmez şunun kim yoktur idrâki

 

 

Neden şol dür re-i beyzâ olur yâkute-i hamrâ Ne ma'nâdan dü renk etdi Hudâ ol cevher-i pâkî

Aceb nefes ve aceb rüh ve aceb sırr-ı İlâhîdir Ki bir ejderden olmaz zerre denli kimsenin pâki

Metin Kutusu: 105.Neden verdi dehân-ı halka lezzet güfte-i Hakkı İderken mâsivâ-yı Hak'dan ol bîçâre imsâki

KALB-I ZER-İ İBRÎZ EDEN NUHÂSI ŞEYH RÜKNEDDÎN MUHAMMED en-NAHHÂSÎ

Nahhâs (nün'un fethi ve hâ-i mühmelenin teşdidi ile) şeddâd vezni üzerine bakırcı ve bakır [47b] bey' edici ma'nâsma, Şeyh Mezbûr'a nuhhâs denilmeyip nuhhâsa nisbet olunduğu delâlet eder ki nuhhâslık kendi kârı değildi. Nitekim ba'zı ulemâ ve meşâyıh evâil-i halde ashâb-ı hıref ve sânâyi'den idiler. Belki ba'zı münâsebetle Şeyhin lakabı olmuştur. Ve ba'zılar ki nuhhâsî yerine gayrı nis­bet yazarlar. Velâkin tavâmir-i musahhahada müsbet olana muhâliftir.

Mezkûr Rükneddîn, tarikatı Kutbuddin el-Ebherî'den görmüş ve dâire-i melekûta onun şevki ile girmiş. Ve âhir merkez-vâr olup durmuş ve nokta gibi vasata oturmuş­tur[109]. Nefeane'llâhu Teâlâ bi-berekâtihi [Allâhü Teâlâ bizi onun bereketleriyle faydalandırsın!].

CÂME-İ MÂ'RİFETİN SÂHİB-İ TATRÎZÎ ŞEYH ŞİHÂBUDDÎN MUHAMMED et-TEBRÎZÎ (K.S)

Âzerbeycân ki verâ-i Irâk'da iklim-i ma'rûfdur. Tibrîz (te'nin kesri ile) ekber-i müdûnüdür. Ya'nî ol ikli­min müştemil olduğu şehirlerin a'zamı Tibrîz'dir ki şeyh Şihâbuddîn Muhammed orada âlem-i şuhûdu teşrif etmiş ve sahâ-i ayn-ı hâriciye konup âhir göçüp [48a] gitmiştir.

Metin Kutusu: 107.Tarîkati, mezkûre Rükneddîn'den ahz eyleyip vasl-ı Hudâ'ya yol bulmuş ve âhir seccâde-i irşâdda halîfe-i a'zam olmuştur. Zîrâ silsilenin evveli ona muntakıl ve âhi­ri dahî ona muttasıldır[110]. Fa'lem zâlik [Bunu bil!].

NAZM

Re cm-i şeytân etti Şeyh Şihâb Âteşi gitti kaldı safî âb

Kim ki bu nârı etmedi itfâ

Dûzah-i bu'de girdi çekti azâb

Bu anâsır belâdır insana

Bu belâdan çeker çekerse ıkâb

Geldi a'râfa ehl-i berzâh hep Ne cehennem ne hod ikâb u sevâb

Sun İlâhî! şarâb-ı ma'rifetin

Yandık ateşlere misâl-i kebâb

Sanadır ilticâmız ey Mevlâ!

Eylegil kularma fethu'l-bâb

Kılma senden bu Hakkı 'yı mahcûb İzzetin hakkı eyle ref'i hicâb

FELEK-İ ESRARIN EBR-İ NEMRÎZİ
CEMÂLÜDDÎN et-TEBRÎZÎ (K.S) [48b]

Bu Şeyh-i ma'rifet-nihâd ve sâhib-i irşâd dahî, Tibrîz'de mâder-zâd olup, Şeyh Şihâb Muhammed sâbıkdan sülük eyleyip esrâr-ı sâbıka ve lâhika defter-i kalbine kaydol­muş ve hilâfet-i uzmâ ile şâirlerden imtiyâz bulmuşdur. Onun için külliyât-ı silsileden ma'dûd bir halka-i zerrîn ve vücûd-ı bihbûddur ki, fi'l-hakîka dîn hüsn ü cemâli ve ziyâde ârayiş ve kemâli onda nümâyân olmuş ve çehre-i hâ­linde eseri "hâil" gibi kalmıştır. Nitekim basireti olan­lara ayândır[111].

NAZM

Var mıdır bu cihanda âyâ Eylemiş böyle bir çerâğı ihya

Çünki oldu Cenâb-ı şeyh Şihâb

Dilleri yakdı şule-i Vehhâbı

Uyanıp geldi, güldü rûy-ı cemâl

Gül gibi tâzelendi bâğ-ı kemâl

Nefes-i Âdem'i alıp âhû

Miskle tutdu âlemi yâ hû

Nola söylerse sırr-ı mutlakdan Aldı Hakkı dahî nefes Hak'dan

GÜLŞEN-İ ZÜHD Ü TAKVANIN BÜLBÜL-İ NÂLÂNI ŞEYH İBRAHİM ez-ZÂHİD el-GÎLÂNÎ [49a] (Kuddise sırruhu's-seriyyi's-sârî)

Gîlan (kâf-ı aceminin kesri ile) acemde verâ-i Taberistan'da bir iklimdir. Ta'rîb edip Cilan derler. Gûnâhda cünâh dedikleri gibi.

Nitekim ba'zıları zâhib olmuşlardır: Zühd; imsâki mübah olup elde bulunan nesneyi terktir. Pes ma'dûmu ve imsâki mübah olmayan nesneyi terk etmek zühdden addolun­maz . Burada zühd ile murâd zühd-i hakîkîdir ki terk-i mâsivâdır. Gerçi zühd-i şer'î dahî onda dâhildir. Velâkin havâss-ı evliyâdan ba'zıları tesettür için tecemmül ihtiyâr edip suret-i dünyâ ile zâhir olmuşlar­dır. Pes bu mekülelerde tecemmül-i sûrî zühd-i hakîkîyi münâfî değildir. Zîrâ maksûd terk-i taallukâttır. Yoksa terk-i suver-i taallukât değildir.

Demişlerdir ki: Zâhid-i Gîlânî'ye gelince usûl-i esmâ üzerine sülük yok idi. Sonra O'nun eyyâmında esmâdan usûl olan seb'a ve isnâ aşeri intihâb edip onun üze­rine tedriçle ihsâ ettiler. Ve halvet çıkardılar, (hâ-i mu'ceme ile) ve âhir celvete erdiler. İşte bu ma'nâdan Zâhid mezkûr halvetin nokta-i fevkâniyyesini tahtına ten­zîl edip celvet eyledi, (cim ile) ve nisbet-i celvetiyye ibtidâ O'ndan kalıp "Reîsü't-tâifeti'1-celvetiyye" oldu. Mukaddem bu i'tibâr [49b] yok idi.

Gerçi celvet (cim ile) halvetden evlâdır derler. Vech-i evleviyyet budur ki; halvet (hâ ile) "makam-ı ev ednâ"dır ki mahall-i cem'dir. Ona dâire-i sâniye derler Zîrâ dâire-i ûlâ "makam-ı kâbe kavseyn"dir ki makam-ı sıfâttır.

Ve sâlik hîn-i urûcda kavseynin hatt-ı mütevehhimi olan makam-ı kurbu gûzer edip kendi aynı, ayn-ı Hak'da bi'l-külliye fenâ buldu, ki ikisi bir olur demek değil­dir. Zîrâ hâdis ile kadîm imtizâc etmek muhâldir. Belki vücûd-ı kevnî taayyûnâtından fenâ bulup, vücûdu vâcib-i aslî üzerine zuhûr eder demektir. İşte "Hak'la birliğe bitti" dedikleri budur ki bu sözle ehl-i fehme ilhâd yoktur.

Ve ba'zıları burada ya'nî mertebe-i fenâ-i küllî olan "ev ednâ"da kalmışlardır ki mertebe-i zâttır. Ve te­nezzülü ihtiyâr etmemişlerdir. Ebû Yezid Bestâmî ve em­sâli gibi. Zîrâ bî-gâile mertebedir ki sâhibinin kendi zevkine dâirdir.

Ve makâm-ı celvet (cim ile) nüzûl i'tibâri ile "makâm-ı kâbe kavseyn"dir ki makam-1 sıfât ve farkdır. Ve sâlik bu makamda hey'et-i Hak üzerine celâ ve zuhûr bulup makam-1 zât'da üryan oldukdan sonra burada libâs-ı esmâ-i ilâhiyye ile telebbüs eder. Bu ise makam-ı tebliğdir ki makâm-ı enbiyâ ve kümmel-i evliyâdır. Ve ziyâde suûbetinden [50a] p »UjSjl (»j * LûStl Jil [Belaların en şiddetlisi enbiyaya sonra evliyaya sonra mertebe mertebe

diğerlerine[112]] denildi. Ve yine hadîste gelir sP-5

Cuijl L» [Hiç bir nebiye bana edildiği kadar eziyet edilmedi[113]] . Pes ibtilâda enbiyâya muvâfakat ve tebliğde onlarla iştirak kendi zevkine meşgul olanların hâlinden evlâ oldu. Bu cihettendir ki bu ümmette ruhbâniyyetten nehyolundu.

Elhâsıl eğer bir sâlik halvetde kalırsa nisbeti cel­vetî olsa (cim ile) dahî halvetidir. Ve eğer oradan hurûc edip meşhed-i sıfâta nüzûl ve duhûl ederse celvetî olur (cim ile), gerekse nisbeti halveti olsun. Pes celvete (cim ile) tarîk-ı halvetden gayri yol yoktur.

Ve halvet fenâdır ki Lâ ilâhe illellah ona nâzın­dır. Ve celvet (cim ile) bekadır ki Muhamnedun Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ona dâirdir. Ve bu bakaya bakâ-i resm derler ki abdin hakkıyle bakası resminin bakası iledir ki abdin bu makamda hem kendine ve hem Hakk'a şuûr ve ma'rifeti vardır. Makam-ı fenâda ise kendi nefsine şuûru yoktur. Çünki iki ilm bir ilimden hayırlıdır ki farkları örf-i ilm farklarıdır. Lâ-cerem bâkî fâniden efdal geldi. Zîrâ hayr-ı müteaddîsi vardır.

Ey mü'min! bu icmâli bildinse turuk-ı Hak'da olan tefâvütü ve ahvâl-i süllâki fark eyledin. Ve bundan Zâhid-i Gîlânî'nin şeref-i [50b] azîmi zuhûr etti. Zîrâ tarîk-ı sahâbede olduğu ma'lûm oldu ki tevhîd ve mücâhede ve zühd ve takvâ-yı hakîkîdir.

Ve biri dahî budur ki nokta ile iki mertebeye işâret eyledi. Ve hâ'nın cîm'e avdetini beyân kıldı. Zîrâ hâ mu­ahhardır cim'den. Nitekim halveti dâhî muahhardır celvetîden . Ve hâ'nın rucûu cim'e olduğu gibi, halvetinin rucû'u dahî celvetîyedir. Zîrâ celvet, nihâyet-i merâtibtir. Nitekim bâlâda takrir olundu. Fe-emmâ celvetî (cim ile) halvete rucû' etmez. Zîrâ halvetten çıkana bir dahî halvet olmaz. Meğer ki i'tibarla ola.

Nitekim Fahr-i Âlem (salla’llâhü aleyhi ve sellem) kable'n-nübüvve gâr-ı Hirâ'da halvette idi. Sonra makâm-ı nübüvvette, celvette oldu. Tâ ki nihâyeti tebliğ ve gâyeti da'vet oldu. Ve ol
vakitte, Sûre-i Nasr nüzûl edip ’b [Nasr, 110/3] de­nildi. Ya'nî min-ba'd, kendini ke'l-evvel gafr ve setr eyle! ki tafsilin tamam olup dâire-i icmâle duhûlün karîb oldu ki, ol ma'nâ mevt-i tabiî ile hâsıl olur. Fe'fhem cidden [İyi anla!].

Ve bundan celvet ehline

"Biz sonradan gelen öncüleriz[114]" sırrı zuhûr eyledi. Zîrâ cim mukaddem hâ muahhardır. Sûret bulup hâ dahî cim'e rucû' ettiği gibi akl-ı evvel dahî elif-i Ahmed'den ve mîm-i Muhammed'e (salla’llâhü aleyhi ve sellem) nüzûl [51a] eyledi. Maa-hâzâ elif dahî bu mimdir ki "em" Âdem'dir ki çâr sıfâtla sûret-i Muhammed'de zuhûr edip âhir Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) kendi sûret-i asliyyesine rucû' etmiştir.

Pes Âdem' in takaddümü Muhammed' in takaddümünü münâf î olmadı. Ve halvetinin hâ ile takaddümü dahî böyledir. Zî­râ tevhîd esmâdan mukaddemdir. Onun için Lâilâhe İllallah "ünvânü' 1-esmâ ve efdalü'l-ezkâr[115]"dır.

Elhâsıl bu sırr-ı bedî' üzerinedir ki kurûn-i muah­harda gelip meşreb-i sahâbe üzerine olanlar mukaddem ge­lip bu meşreb üzerine olmayanlardan mukaddem i'tibar olu­nur. Onun için nice kurûn-i âhire ehli vardır ki idâd-ı sahâbeden yazılır. Meşrebinin hükmü ve mûşâhede-i Cenâb-ı Nübüvvet üzere. Gerçi bu makamın münkiri çokdur. Velâkin bizim kelâmımızın yüzü onlara değildir.[116]

NAZM

Metin Kutusu: Ey nisbetim iden suâl Celvetdürür çünkü meal

 

 

Metin Kutusu: Hakdır benim aslım belî Oldu tarîkim çün celîSurette halk oldum velî Ben celvetîyim celvetî [51b]

Metin Kutusu: Âhir benimdir bu zuhûr Ben celvetîyim celvetî
Metin Kutusu: Evvel benimdir iş bu nûr Sen var halvetde otur
Metin Kutusu: Devr-i kamerde gelmişim Bu yolda Hakkı olmuşum Metin Kutusu: 01 devri dilde bulmuşum Ben celvetîyim celvetî

SIRR-I "KUL HÂZİHİ SEBİLİ"

ŞEYH SAFİYÜDDÎN el-ERDEBÎLÎ (K.S.)

Erdübil (feth-i hemze ve damm-ı dâl ile) Âzerbeycân' ın ekber müdünü ve a'zam-ı bilâdıdır. Mezkûr Şeyh Ebû İshâk Safiyuddîn, Zâhid-i Gîlânî yedinden şarâb-ı hâl iç­miş ve âhir kendinden ve cemî'-i mâsivâdan geçmiş ve âhir Erdebil'de 735 senesinde dünyâdan göçmüştür. Zamânının gavsı olmak menkûldür.

01 asırda Pâdişâhân-ı [52a] Moğol ona ziyâde mu'tekıd idiler. Kelimât-ı âliyesi vardır ki bir kitabtır. Şeyh mezkûr bir gece vâkıasmda gördü ki: batmada kelb piçeleri hürûr ve sıyâh ederler, uyanıp ağladı. Ve "benim zahrımdan mülûk-ü benî Ümeyye gibi nâ-halef kimseler gel­seler gerektir", dedi. Ve âhir kızıl baş tâifesi onun silsilesinden geldi.

Şâh İsmâil ve Şah Tahmasb ve Şâh Abbas gibi ki bun­lar ve bunlardan teşa'ub edenler ne din üzere oldukları ma'lûm-ı âlemiyândır. Velâkin bu ma'nâdan Şeyhin kemâline noksan gelmez. Zîrâ enbiyâda dahî (a.s) vâki' olmuştur. Nitekim sulb-i Âdem'den Kâbîl ve sulb-i Nûh'dan Ken'an geldi. Ve sulbü oğlu olduğu sûrette. Zîrâ ba'zıları Ken'an Nûh'un üvey oğlu idi demişlerdir. Nitekim mahal­linde mübeyyendir. Ve sırrı budur ki Cemâl-i İlâhî celâli mutazammmdır.

Bu cihetten hiç bir mazhar-ı Cemâl ve Celâl yoktur ki cemâlinde celâl ve celâlinde cemâl olmaya. Pes mü'mi-
nin cemâli bi'l-fiil ve celâli bi'l-kuwedir. Ve kâfirin aksi üzerinedir ki celâli bi'l-fiil ve cemâli bi'l-kuvvedir. Ve buradandır ki Hz. Mevlânâ Konya'da ruhbâna murûr etdikde onlara tapu kılmıştır, gerçi zâhir-i şer'a muhâliftir. Velâkin ba'zı umur vardır ki mağlûbu'1-halden sudûr etmekle "dîvânerâ kalem nîst" kabilinden [52b] olur. Ve bunda dahî tafsil vardır ki bu mahalde keşfi haram olur.

Şeyh Muhyiddînü'1-Ârâbî (k.s) buyurmuşlardır ki ."Bir kimsenin âhare inhinası menhî olmak, inhina fi'lhakîka kendi kendine olmakladır". Ya'nî eğer mertebe i'ti bâriyle sıfattan zâta ve farkdan cem'a ve fer'den asla olsa "lâ-be's" olur. Nitekim Resûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)

diye tahiyyâtta kendi kendine selâm verdi. Ve merâtibe i'tibar vardır. Ve illâ hakâik bâtıl olmak lâzım gelir[117].

NAZM

Âkil û ferzâne iken bir velî Gelse sulbünden nola ger bir delî

Ol delî ânın celâlinden gelir

Sûretâ gerçi helâlinden gelir

Şendedir sırr-ı velî sırr-ı delî

Birliğe eriş sanasın de belî

Cüz'ü iken Âdem'in ehl-i felek Secde kıldı âna bak bunca melek

Metin Kutusu: 114 .Hazret-i Kutb ericek kutbiyyete Akl-ı evvelden varınca gâyete

Secde eyler âna bu cümle vücûd Fi'l-hakîka Hakk'adır, Hakkıl sücûd

EHL-İ KEMALİN NEBÎLİ

ŞEYH SADRÜDDÎN [53a] MUSA el-ERDEBÎLÎ (K.S)

Mezkûr Sadreddîn Mûsâ, Şeyh Safiyyuddîn'in veled-i sulbîsidir ki câm-ı ma'rifeti vâlidi yedinden nûş edip bezm-i vahdette safâlar sürmüş verâ-yı matlûbu görmüş ve âhir vâlid-i mâcidi seccâdesine oturmuştur. Zîrâ enbiyâda (a.s) nicelerinin evlâdı dahî enbiyâ olduğu gibi ba'zı evliyânın evlâdı vâlidine ayna olmuş ve sûret-i kemâli bulmuştur. Gerçi ba'zı merâtib mîras değildir, kutbiyyet gibi. Belki gâh olur ki vâlidinin ba'zı maârifine vâris olup kutbiyyeti gayre intikâl eder115. Kale Teâlâ:

NAZM

Yâ İlâhî! bir nefes ver tâ ki hârım gül ola Açıla hâlim gülistânı dilim bülbül ola

Dâsitân edem on iki ismi binbir perdede Bâğ-ı dilde her biri bir dâne-i sünbül ola

Tıfl-ı dilde her ne denli kabiliyet yok ise Feyz-i akdesin meded kıl tâ ki akl-ı kül ola

Nicesin kıldın burâk-ı himmet-i câna süvâr Kuvvet-i dil ver bana da tâ sana düldül ola

Yâ İlâhî! bezm-i vasla da'vet eyle kulların Onların biri de şâhâ iş bu Hakkı kul ola [53b]

CENNET-İ MA'NEVİYYENİN SELSEBÎLİ
HOCA ALİ ERDEBÎLÎ (K.S)

Hoca (damm-ı hâ'i mu'ceme ve vâv-ı resmî ile) bay ve pîr ve azîz ve dânişmend ma'nâlarına gelir. Burada murâd pîr-i tarikat ve azîz-i hankâh-ı hakikat demektir. Zîrâ "hoca" alâ-sabıkı'z-zikr olan Sadrüddîn'in ferzend-i sulbîsîdir. Bu sûrette Safiyyuddîn' in hafîdi olmuş olur. Ve­lâkin tarikatı Erdebil'de pederi Sadreddîn'den görmüş ve onun nefes-i nefîsi ile azîzü'l-kavm olup seccâde-i irşâda oturmuştur.

Ve irşâd dedikleri ma'nâ, ilme'l-yakîn ile hâsıl ol­maz. Belki ayne'l-yakîn ehli olmaya muhtacdır. Zîrâ te­cellî üçtür ki:

Biri; tecellî-i İlmî ve biri; tecellî-i aynî ve biri; tecellî-i hakkidir. Ve tecellî-i İlmî ehli henüz Hak'dan mahcûbtur. İlm-i zâhirde ehl-i nazar ve istidlâl gibi. Zîrâ delil medlule delâlet etdiği gibi ilim dahî gerçi ma'lûma irşâd eder. Velâkin irşâdla îsâl bir değildir, it­limle olan irşâdda râh-ı savâbdan udûl etmek [54a] câizdir. Fe-emmâ ayniyle olan irşâd matlûba bi'l-fiil mûsıldir.

İşte bundan mefhûm oldu ki her hâl sâhibi olan sâlik irşâda kadir değildir. Belki henüz kendi sâliktir ki baş­ka mürşide zarureti vardır. Gerçi bu ma'nâdan bî-haberler cehille âlemi ifsâd etmişler ve ne meküle râh-ı dalâle girip gitmişlerdir erbâbı bilir11®.

NAZM

Ey hoca-i cihan ki aliyyü'l -makamsın

Gûya sipihr-i hâlde hurşîd-nâmsm

Geçdin peder yerine ve sadr oldu merteben Bâlâ terin-i cem'-i havâs ve avamsın

Metin Kutusu: 116.İ.A. Safevîler md.r X/53; Browne, a.g.e., IV/45; Sefine, II, vr. 254a.

Metin Kutusu: Bezm-i ezelde
Lâ-büd ebedde
Huccâc kasd-ı Sen kâsidân-ı
Metin Kutusu: çün seni cem âleme sâkî-i Metin Kutusu: e tdi pâdişâh camsın
Metin Kutusu: kâ'be-i ulyâ ederse ger hazrete beytü'l-haramsın

Hakkı eğer sülûkünü hak bilmese senin Der miydi Hak yolunda delîl-i enamsın

GAYDAT-I KERÂMÂT-I HAKKIYYENİN KABİLİ

ŞEYH İBRAHİM el-MA'RUF Bİ-ŞEYH ŞÂH el-ERDEBÎLÎ [54b]

Mezkûr Şeyh Şâh, Şeyh Hoca Ali'nin sulh oğludur ki bu dahî vâlid-i mâcidinden iktibâs-ı envâr ve ictilâb-ı esrar eyleyip tâc-ı keramet ve hırka-i hırkat giymiş ve kendini câme-i âriye-i sivâdan soymuş JJI

[Bakara,2/115][Her nereye dönerseniz Allah'ın vechi ora­dadır] namâzını ikâmet için pederini imam ittihâz edip ona uymuştur.

Ve bu meküle silsile nâdir vâki' olur ki bir kâmi­lin ûç tabakaya dek evlâdı halka-bend-i kemâl ola. Ve peyveste-i Hakk'a ittisâl bula. Zîrâ ekser evlâd-ı meşâyih sadedden hâriç ve dâire-i tenezzülde dâhil olduk­ları hafî değildir. Ve evlâd-ı sulbiyye hâl ve makamdan haberdar olsalar dahî ahfâd ve a'kâbı avâmm-ı nâsa it­tisâl bulurlar. Ve akvâl ve ef'âl ve libâsda onlar gibi olurlar.

Ve bu Şeyh-i Şâh'dan sonra oğlu Şeyh Cüneyd gel­miştir ki Sultan Halil yedinde küşte olmuştur. Nitekim bâlâda işâret olundu. Ve onun oğlu Şeyh Haydar dahî cem'i ahbâb edip kendi hâlinde olmakla Vâlî-yi Şirvân elinde maktûl oldu. Ve revâfız tâifesi ve acem şahları ondan teşa'ub edip kendi nefislerinde olan fezâhatlerinden mâ-adâ âl ve ashâb ve ehl-i sünnete teaddîlerinden nâşî âhir cezâlarını buldular.

rebesi ile kendileri azl ve ahz, kal'alan zabt olunup maktûl ve mahzûl oldular. Ve memâlik-i acem bi' 1-külliyye ehl-i sünnete musahhar oldu[118].

NAZM

Ger mukırr-ı Hazret-i Kur'ân isen ashabı sev Hazret-i Peygamber'in yâri olan ahbâbı sev

Çün bilirsin muktedâyı ehl-i îman olduğun

Gel İmâm-ı pâk dîn-i minber ü mihrâbı sev

Ger Ebû Bekr ü Alî'dir cümlesi âlî dürür Biribirinden yürü fark etme şeyh u şâbı sev

Cümle-i Kur'ân içinde dere olupdur çâr yâr Yâ neden tenhâ ricâl-i süre-i ahzâbı sev

Kimi ırk-ı ma'nevîden kimi sûrî'den gelir

Aslı çünkim bir damardır cümle-i inşânı sev

Rabbına îman ve tasdîkm Resûl'e var ise Hem çü Hakkı dîn içinde ehl-i dil erbâbı sev

ÎSM-İ A'ZAMIN ÂLÎ SARÂYI
ŞEYH HÂMİD el-AKSARAY! (K.S)

Aksaray Anadolu'da bir kasabadır. Şeyh Hâmid'in pe­deri Şemsüddîn Mûsâ Kayseri'lidir [55b] . Şeyh Hâmid ki, Hamîdeddin dahî derler, Aksaray'da sakin olmuştur. Ve­lâkin tarikatı ibtidâ vâlidi Şemseddîn'den görmüş ve onun terbiyesiyle ba'zı hâlât ve mâkâmâta ermiştir. Sonra Erdebil'de Şeyh-Şâh Efendi'ye vâsıl olmuş ve kemâlât-ı hakîkıyyeden ne buldu ise onun yüzünden bulmuştur Ve ba'zıları onu Üveysî'dir demişlerdir.

Üveysî odur ki: ^*$31 j işâreti üzerine hiç bir kimsenin sohbet-i cismâniyye ve rûhâniyyesine dâhil olmayıp belki Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) gibi ümmî ve muallimi bizzat Allah Teâlâ ola. Gerçi nadir vâki' olur. Zîrâ ziyâde isti'dâda ve zâtî meşreb olmağa mevkûfdur. Ve bir sâlikin ki fethi mürşid elinden olmaya ona "Üveysî" derler. Gerekse ba'zı şuyûha hizmet etsin. Ve bu ümmet içinde üveysî ve üveysiyân olduğu gibi zamân-ı Mûsâ da dahî (a.s) Burh-i Esved derler (bâ-i muvâhhadenin dammı ve hâ-i mu'ceme ile) bir siyah çerde bende var idi. Ki onun meşrebi üzerine gelenlere "Burhiyân" derler.

Ve bunların makamları makâm-ı mahbûbiyettir. Onun için Hak Teâlâ'ya naz ve niyazları geçer. Ve şâirlerden kabûle karîn olmayan muâmelât onlardan makbûldur. Ve ha­dîste gelir: Cjjicjâİ "Ne yaparsanız yapın, şüphesiz sizi bağışladım.118,1 Ol mertebeye [56a] remizdir.

Biz yine sadede gelelim. Şeyh Hâmid hakkında gerçi ba'zıları "Üveysî" dediler. Fe-emmâ bi-hasebi' 1-hakîka üveysî olmak sûretâ ittisâle mâni' değildir. Nitekim yetim olanın dahî silsilesi vardır, gerçi yetimdir. Zîrâ fi'lmesel gökten zenbil ile inmez, ve yerden dahî çıkmaz. Belki izdivâc-ı sûrîden gelir. Binâen-alâ-hâzâ yetîm-i ma'nevî dahî böyledir. Fa'rifhu [Bil!].

Ve Şeyh Hâmid, zamânmda medâr-ı âlem ve sebeb-i bekâ-yı benî Âdem yâni kutb-ı vücûd olup cemî'-i kâinat ona secde kılmışdır. Zîrâ sînesi Hakk'ın aynası olmuş ve Hakk-ı mahmûd, sûret-i Hâmid'de zuhûr eyleyip esmâ ve sıfatı onunla cilâ bulmuştur.

Ve zamân-ı kutbiyyetinde berâ-yı tesettür Bursa'ya gelip ekmek satardı. Ve somunlar mû'minler! diye bir tah­ta üzerinde halka ekmek arz ederdi. Onun için ona "Ekmek­çi Dede" derlerdi. Ve mû'minler diye ekmeği mû'minlere arzından fehm olunur ki o mekülelerin bey' ettiği nân ve gayri, tayyib nesne mü'mine nasîb olmak münâsibtir. Zîrâ

Buhârî, Tefsîr-i sûre 60, 1; Ebû Dâvud, Sûnne,8. Cihad,98; Tirmizi, Tefsîr-i sûre 60, 1,35

eczâ-i mü'minden olup cennete onunla bile duhûl eder.

Ve cümle mat'ûmât ve meşrûbât ve melbûsât lisân-ı hâlle mü'mine nasîb olduğunu taleb eder. Ve gerçi Rahmân ve Rezzâk isimlerinden kâfire dahî rızık vardır. Bu ma'nâdan ötürü hadîste gelir ki: ^3 j/L "Yemeğini ancak muttakîler yesin.[119]"

Çünki Yıldırım [56b] Bayezid Hân-ı Osmânî Bursa'da câmî-i kebir ve ma'bed-i münîri binâ eyledi. Dâmâdı olan Seyyid Buhârî ki, "Emir Sultan" demekle ma'rûfdur. Onlara haber gönderip ibtidâ cum'asında gelip minberde va'z ey­lesin dedikde onlar dahî cevap verip bu şehirde bizden a'lem kimse vardır ki; "Ekmekçi Dede"dir dedikde fi'l-hakîka Ekmekçi Dede'den va'z iltimâs olundukda:

"Hay Emir!.. ne aceb bizi fâş etdin". deyip gelip va'z edip Sûre-i Fâtihaya 7 kat ma'nâ verdi ki allâme-i zamâne Şemseddîn el-Fenârî karşısında otururdu. Dedi ki evvelki verdiği ma'nâ bizim bildiğimiz, İkincinin kimi ma'lûm ve kimi mechûl ve bâkî ma'nâ fehimden bi'l-külliye hâricdir.

Bu sebepden ba'de'1-meclîs hay ve hışm ile Ekmekçi Dede dükkânına varıp hâlini arz ettikte onlar dahî: "Bu hey'etle merkebime binip şehri bir kere devr edersen mat­lûbun hâsıl olur dedi. Mevlânâ Fenârî dahî bir mikdar ser-be-ceyb tefekkür olup bu ma'nâyı nefsim kabul etmedi deyince, Şeyh dahî imdi var tenezzül eyleyip buraya gel­diğin mikdârı, bizim ilmimizden mûntefi' ol diye nefes eyledi.

Mevlânâ Fenârî ol nefesin te'şirinden Sûre-i Fâtiha üzerine tasavvufâne tefsir te'lîf eyledi. Eğer merkebe râkib olaydı terakkî-i zâyid bulurdu [57a] .

Fe-emmâ nefs-i insan, insanı hâline koymaz ve kişi­lik da'vâsma düşürür. Ve hevâ tarafına uçurur. Pes

<d)l Jic [Âl-i İmrân, 3/19] [Allah katında din, şüphesiz İslâmiyet'tir.] mûcibince, dîn-i hakîkî; istislâm ve terk-i i'tirâzdır. Ve terk-i i'tirâz, irâdetin se­kizinci şartıdır.

Ve Şeyh Hâmid ol gece merkebine sûvâri olup Aksaray tarafına gitmiş ve orada ihtifâ etmiştir. Ve Bursa'da kendine muzâf mescîd-i şerif vardır[120].

NAZM

Gönül Kâ'besin kıl ziyaret bu gün Ânı et edersen imaret bu gün

Bu pazar içinde nefesdir murâd

Yürü eyle özge ticâret bugün

Yârın süt bulunmaz kesâda düşer

Çeken nefs elinden hasâret bugün

Sunarlar mey-i feyzi elbet sana Olursa dilin pür harâret bugün

Beğenmezse saff-i niâli kişi Nice bula Hakkı sadâret bugün

MESLEK-İ HAKİKATİN REHREVERÎ

el-HACI BAYRAM el-ANKARAVÎ (K.S.) [57b]

Ankara, ehl-i Rûm'un Engüriyye dedikleri medîne-i kebîredir ki ta'rîb edip "Ammûriye" dediler (ayn-ı mühmelenin fethi ve mim-i müşeddedenin dammı ile). Evâilde makarr-ı mülûk-ü nasarâ idi. Sonra hulefâ-i Abbâsiyyeden VIII. Mu'tasım Billâh feth edip eyâdî-i nasarâdan istihlâs eyledi.

Hacı Bayram Ankara nevâhîsinden bir karyedendir ki "Çubuk suyu" nâm nehrin kenarındadır. Hacı Bayram'm pederine "Koyunluca Ahmed" derlerdi. Ki üç evlâdı var idi ki ekberi, Bayram ve evsatı, Safiyyüddîn ve asgari, Ebdâl Murad idi.

Hacı Bayram okuyup-yazıp ehl-i ilm olup müderris iken Şeyh Hâmid'e erişip reng-i hâle boyandı. Ve onun câmı lebrîzi feyzinden kandı. Ve ıyd-1 visâle erip bayram eyledi.

Demişlerdir ki: Hacı Bayram ricâlullahdan tasarruf sâhibi idi. Velâkin halîfesi Yazıcızâde (sâhib-i Muhammediyye) 'nin maârifi ona gâlib idi. Ve Hacı Bayram muâsır-ı Seyyid Buhârî olmakla ba'zı evkatta Bursa'ya gelirler ve Seyyid-i mezkûr'a mülâki olup sohbet ederlerdi. Ve âhir Seyyid'i Hacı Bayram gasl edip namazını kılmıştır.

Ve Hacı Bayram'ın vefâtı 833 târihinde Ankara'da vâ­ki' olmuştur. Ve ile'l-ân türbesi ziyâretgâh-ı âlemiyândır.

Ve onun Sâhib-i Muhammediyye'den [58a] gayrı halîfe­leri vardır. Ezcümle "Şeyh-i Germiyânî" meşhûrdur ki Husrev u Şîrîn'i nazm etmiş ve onda çok bedâyi' ve sanayi' vaz' eylemişdir. Ve nazmının mebânî ve maânîsi efvâhda şöhretyâbdır. Hattâ ba'zı nazmını melâike tesbîh ve vird eylemişlerdir.

Ve O'nun kemâl-i aklı ve idrâki ol kadar idi ki Bur­sa'ya murûr edip Germiyan'a giderken Sultan Murâd-ı Sânî ki Ebu'1-Feth'in vâlididir. Haber aldıkta ve imtihan kıl­dıkta vezîr ittihâz etmek murâd eyledi. Velâkin hussâd mâni' olup ba'zı hedâya ile vilâyeti cânibine irsâl etti­ler.

Ve onun ya'nî Şeyh Hacı Bayram'm bir halîfesi dahî "Akşemseddîn" dedikleri azîz nâmdârdır ki feth-i Konstantiniyye'de bulunup Hz. Eyyûb Ensârî'nin (r.a) kabr-i münîfini O ta'yîn eyledi. Ve ziyâde müteşerri' velî idi. Nitekim her yüzden hüsn ü hâli âsârından zâhir ve envârından bâhirdir. Bunun Sâhib-i Muhammediyye'den temkîni ziyâdedir. Zîrâ Sâhib-i Muhammediyye gark-ı deryâ-i fenâdır. Nitekim kitabından ma'lûmdur. Akşemseddîn ise böyle değildir. Belki nûr-ı siyâha girmiş çıkmıştır. Fefhem cidden [İyi anlâ!].

Ve Hacı Bayram' ın etbâından biri dahî "Akbıyık Meczûb"tur ki Bursa'da âsûdedir. Ve Bunun ba'zı ahvalde Sa­hihi Muhammediyye [58b] ve Akşemseddin üzerine galebesi vardır.

Ve Hacı Bayram'a muzâf Edirne'de Câmi'-i Atikte câ­nib-i şimâlîde bir "kürsî-i tavîlü'1-kad" vardır ki orada va'z ederlermiş. Hâlen teberrük olunup tahtında i'tikâf ederler.

Ve Hacı Bayram'm şeyhâne ve tasavvufâne nazmları vardır. Ashâb-ı esrârdan olduğuna delâlet eder. Ezcümle "Çalabım bir şâr yaratmış iki cihan arasında" dediği naz­mıdır ki bu Fakir ol nazmı şerhedip tafsil üzere kaleme getirmişimdir.

Ve demişlerdir ki nazm evliyânm kerâmâtmdandır, gerek âlim olsun ve gerek ümmî. Zîrâ âlim-i hakâik onu îrâs eder. Yûnus Emre gibi ki aslında ümmiyy-i mahzdır. Velâkin kemâlâtı âlemde intişâr-1 tâm bulmuştur. Ve bizim zamânımızda Bursa'da "Gedâyî Baba" derler bir ümmiyy-i sırf pir âdem var idi ki kuvvet-i riyâzetle Yûnus Emre gibi kelimât-ı âliyesi var idi. Sonra secde hâlinde âhirete intikâl eyledi, Rahmetullâhi aleyh.

Ve Şeyh Hacı Bayram ve Yûnus Emre ve emsâli, aslında kurevî olmak velâyetlerine mâni' değildir. Belki mâni'-i velâyet olan nikâh-ı ebeveynin adem-i sıhhati veyâ gayr-ı tarîkla kendinin zinâdan tevellüdüdür. Çünki veledü'rrüşde ola veledû'z-zâniye olmaya. Kurevî ve beledî olmak­ta fark kalmaz. Belki nazar [59a] isti'dâdadır[121].

NAZM

Feyz-i akdesden şunun, kim katresi derya olur Dil döker dünyâya her sözü dürr-i yekta olur

Bu sevâd-ı âlemi dilden şu kim tathîr eder

Metin Kutusu: 121.Sîreti suret bulup lafzı kamu ma'nâ olur

Mürşid-i kâmil elinden her kim içdi dolu câm Bu şarâb-ı aşkdan aklı onun yağma olur

Levh-i dilden nakş-ı gayrî mahvedip ümmî olan

Mazhar-ı sırr-ı Seriyyi aileme'1-esmâ olur

Hey nice ümmî olur şol kim vücûdu mushafı

Evvelinden âhire dek âyet-i mesnâ olur

Ger ene'1-Kur'ân derse sırrını ârif bilir

Ettiği da'vâya ânın hücceti akvâ olur

Hakkı'yâ Hak'dan udûl etme! bakıp münkirlere Kavl-i bâtıldan hakîkat ehli bî-pervâ olur

NAKD-I HÂLİ BÎ-ADD

ŞEYH HIZIR DEDE el-MUK'AD (K.S)

Hazar (hâ-i mu'çemenin fethi ile) hazrettendir ki yeşillik demektir. Aslında âb-ı hayâtı nûş eden Belyâ b. Melikan b. Fâliğ b. Gâbir b. Şâlih b. Erfehaşd b. Sâm b. Nuh'un [59b] (a.s) lakabıdır ki bir gün bir arz-ı yâbis üzerine cûlûs ettikte hayât-ı Belyâ'dan te'sîr zuhûr edip ol mahal yeşillenip ter u tâze olmakla "Hızır" diye telkîb olundu. Sonra teberrüken beyne'n-nâs isim olup kaldı.

Vasat-ı baharda yevm-i ma'hûda rûz-ı Hızır dedikleri buradan ahz olunmuştur. Zîrâ ol eyyâmda sebzeler kuvvet­lenir, ve şükûfeler açılır. Ve arz-ı yâbise-i meyyite ha­yât -ı cedîde bulur.

Ve dağların ekser-i halde tâzeliği ehlullâhın nazarındandır. Zîrâ cibâl, ricâlullâh'a işârettir. Ki ricâlin cibâl gibi sebâtı ve temkini vardır. Bi-hasebi'1-gâlib dağlarda ve mağaralarda sâkin olurlar. Gerçi bu a'sârda gâyet nedrettedir.

Mezkûr Hızır Dede, Bursa sancağında "Mihaliç" nâm kasaba sahrâsmda ra'y-i ganem ederken ayakları berd-i havadan veremnâk olmakla ganem-i gayrı, ra'y etmekten ise kendi kuvâ-yı rûhâniyyemi ra'y etmek evlâdzr diye çerâgâhda hareketten bi'z-zarûre tekâud ihtiyar eyleyip gelip Bursa'da câmi'-î Kebîr'de eski minâre dedikleri Minâre-i atikaya istinâd belki ezân-ı dâim ve salât-ı kaimenin vâzı' ve şâri'i olan Rabbü'1-ibâda i'timâd eyledi.

Ve pây, amelden kaldıysa dest, [60a] sübh-a gerdan olmağa kadir ve zeban dahî zikr-i Hudâ-yı kahire henüz muktedirdir diye dergâh-ı melekûte müteveccih olup zikir ve tâata meşgûl oldu.

Ve bir vakitte ki sâlifu' z-zikir Hacı Bayram Bursa'­ya mülâkât-ı Seyyid Buhâri için gelmiş idi. Hızır Dede ona mubâyaa edip taht-ı irâdetinde oldu. Ve ictihâd eyle­yip hâl ve makamdan ne buldu ise minâre dibinde buldu. Tasarrufa kadir kimse idi. Ve ol zamanda Câmi'-i Kebir'in pencereleri içinde ba'zı ehl-i teshir ve tasarruf sâkin olurlardı. Ve teshirleri gece içinde belli olurdu ki, ba'zılarının hücresine arslan duhûl ederdi ki ba'zı ervâhın sûreti idi.

Ve Şeyh Hızır Dede Bursa'da "Pınarbaşı" makberesinde âsûdedir. Ve Eski Minâre dibi ile'l-ân onun şerefi ile şerefyâb ve müteberrik ki fukarâ-i sâlihin ve ahbâbtır.

İmdi nazar eyle şu isti'dâda ki bir kimse çoban iken zümre-i hûbândan ola. Nitekim Hz. Mûsâ, râî-i ganem-i Şuayb olup (a.s) sonra nâil-i devlet-i nübüvvet oldu.

Ve Hz. Risâlet (salla’llâhü aleyhi ve sellem) dahî kable'n-nübüvve nevâhi-i Mekke-i Mükerreme'de Kureyş'in develerini ra'y ederdi.

Bu cihetten bir kimseye "Bire çoban!" deseler [60b] , ya Peygamber çoban değil miydi? dese ta'zîr olunup kesr-i ırz ve hedm-i binâ-i vakar olunur. Zîrâ, hâlen beyne'nnâs çoban ve ümmî ve emsâli elfâz-ı zemdendir, elkâb-ı müşerrefeden değildir. Fa'lem zâlik[122] [Bunu bil!] .

NAZM

Kangı dil kim anda isti'dâd var Lâ-cerem ağzında ânın dâd var

Hızr-veş âb-ı hayât içse n'ola Ol ki Hak'dan kalbine imdâd var

Müddeîye eyleme hiç feth-i bâb

Söyleme râzı ki anda yâd var

Kîmyâ oldu bu gün ma'nâ eri Cismi yok dillerde kuru âd var

Bir aceb inkâra düşdü şimdi nâs Onda kim hakkında nün ve sâd var

Tâbi-i Hakkı olur erbâb-ı Hak

Onda zîrâ hak yola irşâd var

KEVNEYNDEN AZADE HAKKA DİLDÂDE Hz. ŞEYH MUHAMMED ÜFTÂDE (kaddesellahü sirrahül-latîf)

Mezkûr Şeyh Üftâde'nin pederi hâl-i sabâvetinde, Bursa sancağında "Manyas ovası" [61a] dedikleri mahalden (ki nûn'un yâ-ı müsennât-ı tahtâniyye üzerine takdimi iledir). Bursa'ya gelip tavattun eylemiş sonra Şeyh Üftâde Bursa'da "Eynebek çarşısı" (ki fethi hemze ve sûkûn-ı yâı tahtıyye ve nûnladır) üstünde "Azebler" nâm mahalde bir hânede teşrif-i âlem-i şühûd etmiştir.

Sonra vâlidesi vâkıasmda onu bir süt deryâsma çı­karken gördükte feza' ile uyanıp pederine ifâde etti. Ol dahi oğlumuz ehl-i ilm ve ehl-i kemâl olur diye ta'bir eyledi.

Ve fi'l-hakîka ilm-i nahvi okurken ulûm ona münkeşife olup bir dahî üstâza mürâcaât etmedi. Ve talebe-i ulû­ma ifâdeye başladı. Ve istihrâc etmediği ilim kalmadı. Hattâ vaaz ve nasihat sadedinde olduğu demlerde vâkıasında Mevlânâ'yı görüp; "Bizim Mesnevimizden dahî naklediniz dedikte ol dahî biz lisân-ı fârisî bilmeyiz, deyince, Mevlânâ dahî hele sen bed' eyle ol lisân sana münkeşîf olur" dedi. Ve fi'l-hakîka Lo* j c-^.1 kadıyyesi gibi kabilinden olup her va'zında Mesnevi den birkaç beyit okuyup lisân-ı tasavvuf üzerine tahkîkât-ı belîğa ve tedkîkât-ı bedîa ederdi.

Nitekim Hz. Hüdâyî'nin (k.s) [61b] cem' ettiği kelimât-ı Şeyh ki elsinede vâkıât diye şâyi'dir. Bir mikdârı onda mezkûr ve ba'zı ebyâtı ve tahkiki orada mastûrdur.

Ve ol vakitte "Cinânî" derler (kesr-i cim ile) ahbâb ve etbâ'dan bir şâir var idi ki manzûmesinde Şeyh Üftâde hakkında bu beyti hoş demiştir:

Beyt

Düşenler bulurdu onunla kıyâm
Ona gerçi Üftâde derlerdi nâm

Ve Üftâde diye lakabına bâis bu olmuş ki; gâyet hûbavaz olmakla evâilde Bursa'da Cami'-i Kebîr minâresinde ve bir mescidde hasbî ezan verirdi. Şöyle ki halk onu istimâ' için müctemi' olurlardı. Sonra ona bir kaç akçe vazîfe ta'yîn olunmakla ol gece vâkıasında mertebenden "Üf­tâde" oldun yâni sükut buldun, dediklerinde ol dahî vazi­feyi kabul etmeyip kelime-i mezkûre lakab olup kaldı.

Nitekim Şeyh Sadreddin el-Konevî (k.s) Konya'da Celâleddîn er-Rûmî'ye mülâkât ve mücâlese ettikçe "Mevlânâ şöyle" ve "Mevlânâ böyle" demekle Mevlânâ lafzı Sâhib-i Mesnevi'ye lakab olup kaldı. Ve nefes-i nefîs-i Şeyh za­yi' olmadı. Ve ile'l-ân ol lakab ile söylenip iştihâr buldu.

Ve Hayr-ı Nessâc gibi ki [62a] bir Nessâc ona mülâki olup cJ] [sen benim kölemsin] dedi. 01 dahî ol va­kitte felek-i sem'de bu-lunup ol kelâmı Hak'dan istimâ' ile [evet] deyip onun kârhânesine varıp bir sene ka­dar nesc kârına meşgul oldu. Ya'nî çullahlık etti. Sonra o Nessâc ona "sen benim kulum değilsin" diye kûşâd verdi. Ve Hayr ismini ki ol Nessâc vaz' etmiş idi, teberrüken üzerinde kaldı.

Şeyh Üftâde mukaddem "Muhyiddîn" tahallus eder ve onun üzerine ba'zı kelimât-ı irfâniyye söylerdi. Sonra Üf­tâde lafzı üzerine karar verdi. Ve nazmları âhirinde onu îrâd eyledi.

Ve Şeyhin riyâzât ve mücâhedâtı hadden bî-rûn ve ahvâli bedîası hesabdan efzûndur. Evâilde kazzâz dükkâ­nında otururken sâlifu'z-zikir Hızır Dede'ye muhabbet edip varıp ona mubâyaa kılmış ve 8 sene kadar hizmetinde olmuştur. Velâkin keşfi Şeyh'in, ya'nî Hızır Dede'nin in­tikâlinden sonra vâki' olmuştur. Bu sebebdeh ba'zıları ona Üveysî derler.

Ve dâhil-i hisârda Türbe Camii demekle müştehir olan mahal, evâilde kilise olmakla Şeyh onu Sultan Süleymân-ı Osmânî'ye arz edip Câmi'-i Muhammedi olmak üzere ibtidâ ağaçtan ve sonra kârgir [62b] binâ edip 20 kese akçe sarf eyledi. Ve o kadar mal onda muddehir değildi. Velâkin ricâlullâhın bir hâli vardır ki, bir nesne ile me'mûr olsa­lar cânib-i gaybdan esbâbı zuhûr eder. Gerçi erbâb-ı za­hir bu makamı bir hoş idrak eylemezler. Ve meşâyih-ı kibârı gmâya nisbet ederler. Derviş-i hakîkî ise ganî ol­maz. Fefhem cidden [İyi anla!].

Ve Şeyhin türbesi ol câmi'-i lâmi'in harîminde vâki' olmuştur ki; sinn-i şerifleri doksan üçe bâliğ oldukta 988 târihinde vedâ'-ı âlem-i fânî kılmışlar ve ravza-i rıdvân-ı hirâmân olmuşlar ve bekâ-yı sermedi bulmuşlar­dır. Ve "Pınarbaşı" makberesi ta'bîr olunan makberenin üstünde, buk'a-i münîfeleri dahî vardır ki eyyâm-ı hayât­ta ehil ve evlâdı ile orada sakin olurlar ve terbiye-i fukarâ ederlerdi ki, orası mukaddemâ bir mescid idi ki ervâh-ı âliye oraya hâzır olup namaz kılarlardı. Şeyh ona muttali' olmakla o makamda zâviye binâsma bâis oldu.

Ve birkaç zaman Seyyid Buhârî Câmiinde hitâbet eyle­di. Zîrâ ricâl-i devlet tarafından cebr ile tahmil olun­muş idi. Ve hem kabul etmemek sadedinde olduklarında[63a] vâkıalarında Seyyid Buhâri zâhir olup: "Bizim hitâbetimi-
zi ve câmiimizde hizmetimizi kabul ediniz" demeleri ile onlar dahî muhâlefet etmeyip ba'zı cum'alarda varıp hitâbet ederler idi. Velâkin vazifesini ba'zı sûllâke taksîm etmişlerdir ki onlar alırlardı.2Ve Şeyh ondan eki etmez­di.

Ve ol vakitte fulûs ve dirhem-i ceyyid râyic idi ki 4 akçe ile taayyüş mümkin idi. Onun için ol sâliklere be­her yevm dörder akçe ta'yîn edip gayrî kesbden men' eder­lerdi .

Ve imaret nâm ve lahm-ı kurbânı çokluk tenâvul et­mezlerdi. Vaktinde aşûre aşı tabh ederlerdi. Ve fukarâ ile salât-ı Regâib ve Berâat ve Kadir kılarlar ve fezâil-i azîme zikr eylerlerdi. Ve vaktinde sünnet üzerine mevlid okutup ta'zîm-i Nebevî kılarlardı. Ve zenân ve sıbyân müctemi' olmaktan hazer eylerler ve tenhâca meclis eder­lerdi. Sonra çok zaman murûr etmeden bu nizamlara halel geldi ve evza' bozuldu. Ve hâlen tekkelerin hâli harâb ve dervîşân nâmına olanların ekseri gurâb oldu.

Ve Şeyh'in Bursa'da makâmâtı vardır ki teberrük olu­nur. Ezcümle Ali Paşa-yı Atîk Camii ki; orada [63b] bir zaman halvet etmişlerdir. Ve Kaygan Camii ki; orada i'tikâf eylemişlerdir. Ve Umur Bey mahallesi Câmii ki; onda cum'a kılmışlardır. Ve Doğan Bey mahallesinde bir hâne-i ma'hûd ki; orada beher şehir bir kere ihyâ olunur.

Bu fakîr Hz. Kur'ân'm takrîren ve tahriren tefsiri­ni hatm esnâsmda (ki 1117 de vâki' olmuştur) , makâmât-ı mezkûrenin cümlesini devr ve birer sûre nakli ve zikrullah ile ihyâ edip cem'iyyet-i uzmâ ile duâlar ve senâlar olunmuştur.

Ve Şeyh Üftâde kümmel-i evliyâdan ma'hûddur ki fenâ ve bekayı cem' eylemiş fark ve cem'den kelimât-ı âliye söylemiştir. Ve onun şartı üzere Hakk'a vusûlüne bu nazmı delâlet eder;

Metin Kutusu: Geçesin âlem-i ferşi
Gele muştucular karşı
Metin Kutusu: Dahî hem kürsî ve arşı De gil yâhû veyâ men hû
Metin Kutusu: Zîrâ sâlik Hakk'a vâsıl etmelidir ki kimi cismânî ve
Metin Kutusu: olunca yetmiş bin perde hark kimi rûhânîdir ki cismânî o

lanlara hicâb-ı zulmet ve ruhanî olanlara hicâb-ı nûr derler. Ve sülûkün evveli mevâlîd ve anâsırdandır. Ondan tabîiyyâta ve ondan ervaha ve ondan âlem-i ceberûtadır ki âlem-i sıfâttır. Ve ondan âlem-i lâhûtadır ki âlem-i zât­tır. Çünki sâlik [64*]                                                                  oUUSn                    JJI jl

[Nisa,4/58] [Allah size emânetleri ehline vermenizi emre­der] mucibince vakt-i nuzûl-i evvelde telebbüs ettiği li­bâslardan tecerrüd ede. Ve emânâtı mahalline te'diye eyleye. Ve sırr-ı mücerredi Cenâb-ı Hazret'e mülâki olup vakti gele. Melâike-i nûriyye istikbâl edip müjde ve tehniye edeler. Ve onu Hz. Zât'a i’zâz ve ikrâmla idhâl eyleyeler.

Ve ol makâm-ı âlî makâm-ı hüviyyet olmakla onun zik­ri "Yâ hû. . ve Yâ Men hû. . ve Yâ Men lâ ilahe İllâ hû"dur ki, aktâb bu vech ile zikrederler. Bu mertebeye "tehlîl" derler ki makâm-ı ev ednâdır. Ve ba'dehû eğer kâbe kav­seyn' e nüzûl-i sânî mukadder olup nüzûl ederse makâm-ı farka gelir ki makâm-ı halktır. Velâkin bu nüzûl min-ba'd ona hicâb olmaz. Belki kâbe kavseyn ve ev ednâ bir olur. Ve zevk ve lezzeti bundan sonra bulur. Ve irşâd-ı nâs bu ta'kıyde menûttur ki makâm-ı celvetîdir (cim ile). Nite­kim bâlâda dahî bir mikdar işâret olundu.

Pes Şeyh Üftâde bu makâmât-ı dolaşmış ve her nesne­nin sırrına ulaşmıştır ki; hem ma'lûm ve hem mechûldur. Ma'lûmiyyeti budur ki zâhirde beşeriyyet mertebesindedir. Mechûliyyeti budur ki sırrı gaybü'1-gaybdadır ki hiç Hak'tan gayrı kimsenin [64b] ona ittilâ'ı yoktur. Bu ci­hetten Şeyh Üftâde buyurmuştur ki: "Beni ehil ve evlâd ve etbâımdan hiç kimse bilmemiştir" . Bu kelâmdan Şeyh'in murâdı budur ki onu ancak nefes-i nefisi evlâdından olan bilir ki intikâlinden sonra makâm-ı ma'nevîsinde seccâde nişîn-i irşâd olan halîfedir. Yoksa makâm-ı sûrîsinden değil.

Ve Şeyh, kemâl üzere iki kimse terbiye etmiştir. Fa­kat biri Kemâl Dede dedikleridir ki Pınarbaşı makberesinde medfûndur. Ve bu Kemâl 4 mertebeden ya'nî şerîat ve tarikat ve ma'rifet ve hakikatten hissemend olmuştur. Ve­lâkin Şeyhin makâmına kâim olup halîfe olmamıştır. Ya'nî Şeyhin hilâfet yüzünden vârisi değildir.

Ve biri Hüdâyî Efendi'dir ki bundan sonra tercemesi gelse demektir. İnşâallâhü Teâlâ. İşte Şeyh'in vârisi bu­dur ki kendinden sonra nefesini ona îsâl eylemiş ve silsile-i irşâdı ona muttasıl kılmıştır.

Pes hakikatte her kâmilin halîfesi bir olur. Nite­kim her asrın kutbu vâhiddir. Zîrâ âlem bir ceseddir ki bir cesedde iki rûh olmaz. Bir memlekette iki pâdişâh ol­madığı gibi. Ve Hakk'ın vücûb-ı vücûdu ve vahdeti dahî bundan zâhir olur[123]. Fa'rif [65a] [Bil!].

NAZM

On sekiz bin âlemi tuttu sadâsı âşıkın

Erişir yerden göğe elbet nidası âşıkın

Nicesi Üftâde olmaz pâyine herkes ânın Cân u baş ve mâl fi mülk olur fedâsı âşıkın

Hızr elinde nûş-ı câm eden olur zinde ebed Feyz-i pâk-i Hak'dır ey dil gam zedâsı âşıkın

Bilse ger zâhid cihanda âşıkın sultanlığın Sıdk ile olurdu bâbında gedâsı âşıkın

Cümle vârı yok ider yoklukta bulur varlığı Gâyeti varlık fenâdır ibtidâsı âşıkın

Şeyh Fazlı vü Hüdâyî vü O dahî Üftâde'dir Bîrlerdir lâ-cerem Hakkı hüdâsı âşıkın

Elhamdü lillâhi alâ lâhıkı'1-hidâye ve sâbikı'1-inâye [Şu an ki hidâyet ve geçen inâyetten ötürü Allâh'a hamd olsun].

BİLEN BULAN HUDAYI ŞEYH MAHMUD HÜDÂYÎ
kaddesellâhu sırrahu'1-latîf

Aslında Koç Hisar dedikleri kasabadandır ki orada milh-i hacer ma'deni vardır ki Anadolu tarafına oradan milh münteşir olur ve develerle Bursa'ya dahî celbederler [65b] , memdûh tuzdur.

Ve Şeyh Hüdâyî, Cüneyd-i Bağdadî neslinden olmak üzere kendi lisanlarından meşhûr ve mütevâtirdir, ve siyâdetleri dahî vardır. Velâkin yedlerinde senetleri olmadı­ğı ecilden destârbend-i sefîd imiş. Sonra zamân-ı mükâşefesinde Cenâb-ı Nübüvvet (salla’llâhü aleyhi ve sellem) cânibinden işâret ve emir olunmakla yeşil destar sarınmışlar ve hâlen Üsküdar' da türbeleri sandukası serinde dahî imâmeleri ahdardır.

Şeyh mezkûr evâilinde ba'zı halvetiyeye (hâ-i mu'ce­me ile) mubâyaa edip, (velâkin henüz eyyâm-ı şebâbeti ol­makla) Bursa'ya gelip orada "Ferhâdiyye" nâm medreseye müderris ve mahkeme-i suğrâda nâib olup bu hâl üzere 36 yaşma vusûlde ba'zı işârât hasebi ile sâbiku'z-zikr Şeyh Üftâde'ye mübâyaa edip 3 seneye kadar ictihâd-ı tâm ve ihtimâm-ı mâ-lâ-kelâm edip Celvetî uslûbu üzerine dahî sülükten sonra Anadolu'da Seferihisar nâm kasabaya istih­lâf olunmakla ehil ve lyâlini Bursa'dan oraya nakledip 6 ay kadar meks eyledi.

Ve sâbıkan orada "Baba Yûsuf" nâmına Halvetiyye erenlerinden bir azîz var idi ki Hz. Hüdâyî ondan [66a] bir mikdâr tarîk-i esmâ görmüş ve tecelliyât-ı ilmiyyeden hayli merâtibe ermiş idi.

Ve teehhülü dahî dâire-i halvetiyyeden olmakla sihri ya'nî kaynı "Ali Çelebi" nâm kimse ile sohbet ederdi. Ve ol vakitte Baba Yûsuf dünyâdan intikal etmiş bulunmakla Hz. Hüdâyî O'nun türbesinde murâkabede iken Baba Yûsuf zâhir olup; "Hoş geldiniz! Bu makam bizim değil, s izindir" demiş idi.

Velâkin müddet-i mezkûreden sonra Hz. Hûdâyî'ye işâ­ret-i semâviye vâki' olmakla oradan ehil ve lyâlini tek­rar Bursa'ya nakleylemiş ve Şeyh'i ziyâret kasd etmiş idi Gelip âl-i Fenâri'den "Şâh Efendi" kadîm âşinâsı olmakla oraya nüzûl ve Şeyh Üftâde ile bir kaç gün sohbetten son­ra kendine ve Şeyh'e Üsküdar tarafı zâhir olup bi'l-âhire işâret-i ilâhiyye mucibince Üsküdar'a intikâle emir olun­du. O dahî oradan ya'nî Bursa'dan ehil ve lyâli ile Üskü­dar'a varıp Rûmî Mehmed Paşa Camii kurbunda bir hânede 16 sene kadar mücâhede eyledi. Tâ ki Sultan Ahmed-i Evvel' in bir vâkıâsı olup meşâyih bu vâkıayı ta'bîr eylesin diye emretmesiyle her ne vecihle ta'bîr olundu ise Sultan Ah­med' e pesend gelmeyip: "Benim rüyamın [66b] ta'bîri bu değildir" demiş idi.

Ahir Üsküdar'da bir sûfî vardır, varalım ona dahî arz edelim diye getirip arz ettikte Hz. Hüdâyî dahî ta'bîrini yazıp vârid olan vâsıtanın yedine verdi. Ol dahî gelip Sultan'a arz ettikte; "işte benim rüyamın ta'bîri budur" diye vâfir mahzûz ve melzûz olup Hz. Hüdâyî'ye 1000 altın sürre irsâl eyledi. Ol dahî kadîmden belâ-keşi olan hâtununu çağırıp "İstediğin yalan dünyâ şu değil mi idi?" diye tarafına tarh edip kendi aslâ ona taarruz et­medi. Ertesi gün Sultan Ahmed tebdîl-i câme edip gelip dest-i bûs edip mürîd ve mu'tekidi oldu. Ve O'nun yüzün­den çok terakki buldu.

Ba'de ezîn dünyâ ona bir vecihle ikbâl eyledi ki, had ve hasrı olmadı. Hattâ zâviyesine 80 bin kuruş vakf olundu. Ve Hz. Hüdâyî zâviyesini mâlî kudreti ile bina eyledi. Sultan Ahmed'e binâ ettirmedi Ve bu devlet-i uzmâya eyyâm-ı sülûkünde iki vâkıa işâret etmiş idi.

Biri budur ki; Hz. Yûsuf'un kerîmesini Hz. Davud'a (a.s) akd etmişlerdi.

Ve biri dahî Hz. Hüdâyî'yi [67a] bir mer'e-i semine kucaklamış idi. Ol vakitte Şeyh bu işâretleri izdivâc-ı dünyâ ile ta'bîr eyleyip; "bir zaman ola ki Padişahlar rikâbmda yürüyeler" buyurmuş idi. Fi'l-hakîka Sultan Ah­med onun rikâbmda yürüyüp ta'zîm-î tâm eyler ve gâhice zâviyede gelip kendi ile sohbet ederdi. İbtidâda çektiği meşakkın mükâfâtı dünyâ cihetinden dahî hâsıl oldu.

Zîrâ Bursa içinde bu kadar izzet-i vücûdu var iken medrese ve niyâbetten kendini azletti. Hattâ latife et­mişlerdir ki; "müderris olduk, nâib olduk, hiç bir kimse üzerime nokta koymadı. Âhir biz bir nokta koyup, nâib iken tâib olduk" buyurdular.

Ve bundan fehm olunur ki menâsıb-ı dünyâ sâlik-i ile'İlâh olanlara maâsî mekülesinden ma'dûddur. Zîrâ sedd-i râh ve hicâb-ı Cenâb-ı İlâh'dır. Ve ol vakitte ki kendini dünyâdan azl eyledi. Hânesinde dahî memâlikini âzâd ve şâir emlâki tefrîk edip hubz-i yâbis ile iktifâ eyledi. Ve zarûret-i dünyâdan nice geceler iyâli ile zulmette kalıp îkâd edecek şem' ve zeyt bulmadılar. Ve evlâdına çûh yerine abâ-i esved ilbâs etti.

Ve seherlerde vakt-i vudû'da mâ-i câriden "Yâ dâim Yâ dâim" zikrini işitirdi [67b] . Ve kendinin kemâl-i istîdâdı ve Şeyh'in kuvvet-i irşâdı ile 30 senede hâsıl olacak maânî kendine 3 senede hâsıl oldu. JJI J-3İ oUS “t-ie [Hadîd, 57/21] [Bu Allah'ın fazlıdır, onu dilediğine verir]. Ve mezbûrun sülûkü, Şeyh'in avâhir-i ömründe vâ­ki' olmuş idi ki zamân-ı ittisâlinden gâyete dek 4 sene kadar ancak var idi.

Ve Hz. Hüdâyî envâ-ı ulûmdan behrever olmakla Hz. Kur'ân'ı evvelinden âhirine dek intihâb tarîki ile tef­sir ve nîce te'vîlât-ı latife ile meşhûn edip 2 cild-i kebîr etmişler ve ismini Nefâisu'1-mecâlis diye vaz' ey­lemişlerdir. Ve manzûm Cem' ve Fark Risalesi ve Tarîkatnâme ve Câiniu'l -fedâil ve 5-10 kadar resâil ve kütüb dahî onlarındır. Ve 300'e karîb ilâhiyyâtı vardır ki; cümle hakâika onda remz ve cemî'-i esrârı dercetmişlerdir. Bir vecihle ki bu vâdide onun fevkinde kelâm-ı manzûm cem' olmak hiç bir ârife makdûr değildir.

Gerçi ba'zı müddeiyân ol İlâhiler hakkında; "onlar duâ-i mahzdır. Yoksa onlarda maârif-i hakîkiyye ve ahvâli tecelliyât yoktur" diye zû'm ederler. Velâkin Hak'dan bî-haber olan böyle makamda ne desin ki, kelimât-ı âliyeye [68a] bakar gibi bakar. Bu cihetten ba'zı urefâ demiş­lerdir ki : •

Zîrâ kelâm ki cevâmi' mekülesinden ola. Her mertebe­ye nâzır ve onda hisse-i kâmil ve kasır vardır ki; herke­sin fehmine râci' ve idrâkine dâirdir.

Ve Şeyh'in lisân-ı arabî üzerine tecelliyâtı vardır ki zamân-ı hayâtında ihfâ edip ba'de'1-intikal onu türkî ile terceme eylemişlerdir. Ve onda kutbiyyetine şevâhîd-i kesîre vardır. Ve ittifâk-ı urefâ dahî onun üzerinedir.

Ve demişlerdir ki; "kutb-i vücûd, tavîlü'1-ömr olur". Bu ma'nâda Hz. Hüdâyî, Şeyh Üftâde gibi doksanı mûtecâviz olduğu halde 1038 târihinde hırâmân-ı âlem-i kuds olmuş ve makam-ı kurb-i Hak'da karar bulmuştur.

Ve bu Fakîr, ibtidâ bilâd-ı rûmîyeden şehr-i Üsküb'e istihlâf olunduğumda, dâmâdı olduğum Şeyh Mustafa el-Uşşâkî naklederdi ki: "Hz. Hüdâyî yevm-i hamîsde Üsküdar'da Mihrimah Camiinde va'z ederlerdi. Ve âdetleri bu idi ki ba'de'1-va'z ve' t-tevhîd, kürsîden nüzûl edip üzerlerinde yorgan gibi bir hırkalarının yenini uzatıp kendileri serbe-ceyb hırka olup halk ol hırkanın tarâf-ı [68b] kemmini takbîl edip geçerlerdi. Bir gün ben dahî eyyâm-ı civânîde ol câmi'de meclîste hâzır olup nöbet-i takbîl bana gel­dikte azîz merhum serlerini re£' edip bir kerre yüzüme nazar eylediler ve yine hey'et-i ûlâ üzerine başlarını aşağıya ittiler".

Şeyh Mustafa-i mezkûr ki bu hikâyeyi ettiği vakitte 85 yaşında idi. Der idi ki; "meğer onların bizim yüzümüze baktıkları tarîka duhûlümüze işâret imiş". Sonra Edirne'­ye gelip orada, medresede tahsil-i ulûmda iken ona dahî bir işâret-i garîbe vâki' olup Hz. Hüdâyî'nin nazarı te'sîri ile ol vakitte Edirne'de mûteayyin olan Şeyh Muslihiddîn el-Uşşâkiye mubâyaa edip bir kaç zaman hizmetinden sonra bilâd-ı Üsküb'e istihlâf olunmuş ve her-bar Hz. Hü­dâyî 'yi zikr eder ve menâkıbını söylerdi. Ve kendileri bir hafîfü'1-lıhye ve mu'tedîlü'1-cûsse kimse idi.

Ve Hz. Hüdâyî'nin tarikatı etrâf-ı âleme münteşir idi. Zîrâ bir vakitte ki âlem-i ma'nâda İstanbul ile Üs­küdar ortasında bir minârede ezan vermişlerdi, sırr-ı mezkûre dâirdir. Zîrâ ezan ki; dâvet-i ile'llâhdır. Ol meyânda vâki' olduğu diyâr-ı Rûm ve Anadolu'ya da'vetinin intişârına telvîhdir [69a] .

Ve Tarikat-ı Celvetiyye gerçi ibtidâ Zâhîd-i Gîlânî'de taayyün buldu. Nitekim tercümesinde murûr etmiş­tir. Velâkin tafsili Hz. Hüdâyî'de zuhûr eyledi. Meselâ 13 terekten tâç giymek onun sünnetidir ki 12 terek, on iki esmâya ve on üçüncü onun min-haysü'1-mecmû' ehâdiyyetidir. Zîrâ her adet birer birer i'tibar olunduğu gibi min-haysü'1-mecmû' dahî i'tibâr olunur.

Ve mûbtedîlere huff-ı siyâh ve zikirlere huff-ı âsumânî ve halîfelere huff-i asfar dahî onlardan ta'yîn olunmuştur. Ve bunların cümlesinin na'ünleri, ya'nî pa­buçları kırmızıdır. Ve kırmızıda kefereye teşebbüh lâzım gelmez. Zîrâ teşebbüh, huf ve pabucun ikisi dahî kırmızı olmakladır ki nasarâ hâlidir. Veyâ ikisi dahî kebûdî ol­makladır ki yehûd hâlidir.

Suâl olunursa ki ikisi dahî asfar olmak enseb idi. Zîrâ cümle-i mü'mininin hâlidir.

Cevâb budur ki: Ehl-i îmân'm ekseri avâm-ı nâsdır ki ehl-i gaflettir. Ehl-i gaflete teşebbüh ise tenezzül­den hâlî değildir. Bu cihetten erbâb-ı sülük için kırmızı pabuç ve huff-i esved ve ezrâk ta'yîn olundu. Ve libasda dahî beyaz ve siyâh ve yeşil ve şâir elvân üzerine tercih kılındı. Zîrâ beyaz cemâle, siyâh celâle ve yeşil [69b] kemâle işârettir. Ve ahmer ve emsâlinden men' olundu. Zî­râ şöhretten ve teşebbühten hâlî değildir.

Ve yine Hz. Hüdâyî'den mütevâtirendir ki; imâmelerinin mukaddemi muttasıl ve hemvâr ve muahhirleri mütefer­riktir ki ittisâli aynü'l-cem'e işârettir. Ve vech-i in­san dahî hakîkate nâzırdır. Onun için ba'de'd-duâ elini yüzüne mesh etmek memdûhdur. Pes ittisâl, taraf-ı vecihde olmak hakîkate ensebtir. Ve infisâl farka münâsibtir ki aynü' 1-cem' in mukabilidir. Elhâsıl insanın vech ve kafası cem' ve farktır ki tülbendin ol iki keyfiyeti bu iki ma'nâya remzdir.

Sûret ve ma'nâ ise biribirine mutâbık gerektir. Onun için tâlib-i vahdet olan kimse dâbûlî, yâni alaca giymek­ten lisân-1 erbâb-ı hakâik üzerine men' olundu. Zîrâ ala­ca elvandır, ve edne'l-emr iki levnden olmadıkça alaca denilmez. İkilik ise birliğe mâni'dir, fa'lem zâlike va'mel.

Bu a'sarda sûret-i dervîşanda olanların halleri harâbdır ki ekseri kendi zeyy-i mahsûslarından çıkmışlar ve erkân-1 tarîkatı yıkmışlar ve kütüb-i usûlü yakmışlardır. Bu sebepden demişlerdir ki: • Ya'nî usûl-i şeriatı muraât lâzım geldiği gibi usûl-i tarikatı dahî [70a] muhâfaza lâzımdır. Ve illâ evdâ'ı erbâb-ı ha­kâik zâyi' ve abes olmak lâzım gelir. İşte böyle olanlar ve usûlü tağyir kılanlar, nefes-i nefîsi meşâyihdan mah­rum olmuşlar ve bâb-ı hakikatten dışarı kalmışlardır.

Pes tarîk-ı irâdete sülük ziyâde su'bdur ki menzile vusûl, deyme bir sâlike müyesser olmamış ve sadr-ı vusûlde culûsu binde biri bulmamışdır. Ve'l-emru bi-yedi'İlâhi Teâlâ. [İş Allah'ın kudret elindedir.]

Ba'de-zâ evliyâdan ehl-i kalem olanlar enbiyâdan rusûl menzilesindedir, ki ashâb-ı kûtûb'dür. Nazar eyle Şeyh Hüdâyî'ye ki şeyhi, Üftâde'nin sırrına mazhar olduğu gibi sebeb-i iştihâr-ı tâmmı dahî olmuştur. Zîrâ Şeyh Üftâde ahz-ı kalem etmedi. Ancak bir iki hutbe inşâ edip tahrîr eyledi.

Şeyh Hüdâyî ise ism-i Mufassıle mazhar olup Şeyh'in kemâlâtını kaleme getirdi. Ve Şeyh'in bedeli olup O'nun göreceği işi bu bitirdi. İşte dünyâda Âdem'e ayna olunca böyle gerektir ki cemî'-i suver-i hakâik onda zâhir ve cümle-i eşkâl-i maârif onda bâhir ola. Ve gâh olur ki ta­rafeynde kalem zuhûr edip sânî evvelin, yâni halîfe müstahlifîn nekkâdı [70b] olur.

Şeyh-i meşâyihı'd-dünyâ Muhyiddîn el-Ârâbî ile Şeyh Sadreddîn el-Konevî gibi ki (k.A.s); Şeyh Sadr, Şeyh Muh­yiddîn' in hakâyıkını nakd eylemiş ve özge zebân söylemiş­tir ki ukûl onun hayretinde kalmış ve aceb deryâ-yı efkâre dalmışdır. Nitekim erbâb-ı dânişe hafî değildir[124].

NAZM

Nakd eyle bugün hâli bu pazar ele girmez Her yerde beyim dirhem ü dinar ele girmez

Bir âyine bul suret-i Rahman ola anda

Bîdâr ola gör bir dahî dîdâr ele girmez

Metin Kutusu: hizmet gerek evvel her-bâr ele girmez
Metin Kutusu: Şeyhin nefesin almağa Tut dâmen-i ahyârı ki

 

 

Girmişken ele fırsatı fevt eylemez âkil Dîvâr u dere bakma ki deyyâr ele girmez

Tâ sohbet-i ağyârı ki terk etmeyesin sen

Bezm-i emele dâhil olup yâr ele girmez

Gavvâs olup dalmaz isen bahr-i fenâya

Esrâr-ı Hüdâ'dan dür-i şehvâr ele girmez

Şehbâz olan Âdem alır elbette şikârı

Zâğ olsa eğer nice hünkâr ele girmez

Levh-i dile bu ma'rifet-i Hakkı'yı nakş et

Ko gafleti kim böyle kalem-kâr ele girmez. [71a]

MISR-I MA ARİFİN NEBAT VE KANDI ŞEYH DİZDARZÂDE AHMED EFENDİ (K.S)

Diz (dâim kesri ile) kal'a demektir. Mezkûr Ahmed Efendi'nin pederi kal'a hâfızı ve zâbiti olmakla kendisi "dizdarzade" demekle şöhretyâb olmuş ve şuyû-i intişâr bulmuştur ki; Hz. Hüdâyî'nin eşbeh-i hulefâ ve akreb-i veresesidir.

Mukaddem Bursa'ya istihlâf olunmuş idi. Bir müddet orada sükûndan sonra Hz. Hüdâyî vedâ'-ı âlemi fânî ve azm-ı cihân-ı câvidân ve meyi-i cinân-ı rıdvân kıldıkta yerine evlâdı zukûrden kâim olacak akabi kalmamak ile fukarâ-i bâbi'llâh mezbûr Ahmet Efendi'den âsitâne-i Hüdâ­yî 'de seccâde-nişîn-i irşâd olmasını sâil olmakla itti­fakla Bursa'dan Üsküdar'a nakledip zâviyedâr-ı Hz. Şeyh

ettiler. Ve kadem-be-kadem onun irşâdı yoluna gittiler.

Ve cûmle-i erbâb-ı zevkin ittifâkı bunun üzerine­dir ki seccâde-i [71b] Şeyh'de sebh-a-gerdân-ı meşîhât olanlardan ancak iki zâik gelmiştir ki biri;

Mestur A hm a tEfendi ve biri dahî Ehl-i Cennet Efendi'dir ki bu dahî hulefâ-i Hüdâyî'den sâhib-i mezâk bir azîz-i memdûhi'1-âfâk idi. İkisinin dahî türbeleri ol dâirede­dir.

Fe-emmâ Ehl-i Cennet Efendi Ahmet Efendi'ye nisbetle bir mikdâr ehl-i kalem idi ki ba'zı ilâhiyât-ı mu'teberesi vardır. Ama Ahmet Efendi, Üftâde Efendi gibi kalem tutmamış ve öyle ümmî gibi gelip gitmiştir. Gerçi şân-ı âlîsi vardır ki zevkte cümleye gâlibtir. Onun için silsi­lei meşâyihda dâhildir.

Ehl-i Cennet Efendi dahî gerçi âsitâne şeyhi olmuş­tur. Velâkin nefes evlâdından akabi mefkûd ve silsilesi munkatıadır. Kale Teâlâ: »li» jj [Al i İmran, 3/74] [Allah dilediğini rahmetiyle seçer] . Ahmet Efendi ise mevsûlü's-silsiledir. Nitekim min ba'd gelir İnşâallâhü Teâlâ[125].

NAZM

İlâhî bir nazar kıl hâlime iksir ola hâlim

Nuhâsım ayn-ı zer eyle diğer-gün etme ahvâlim

Yakıb kal olmaz ise bûte-i aşk içre ger cânım Kesâde erişe elbet revâcın bulmaya kâlim [72a]

Hasebde silsilem ermezse ger Sultân-ı Kevneyn'e Ne veçhile edip da'vâ diyem ben Hazrete âlim

Giyersem câme-i İsmâîl'e tâc-ı vekarı ger

Külâhım çarha ere atlasa fahr ede bu şalım

Bana devlet yeter Hakkı ki Hakk'a olmuşum mensûb

Gerçi iş bu dünyâda ne mülküm var ne hod mâlım

ERBAB-I ZİKRİN DİL-PESENDİ
ZÂKİRZÂDE ABDULLAH EFENDİ (K.S)

Şeyh Abdullah Efendi'nin vâlidi Hz. Hüdâyî'nin meclis-i ihyâsında ser-zâkirânı olup ekseri ilâhiyyât-ı Hüdâyî’ye şeyhâne besteler edip okuduğu hasebiyle oğlu Şeyh Abdullah "zâkirzâde" demekle müştehîr olmuş ve ol vecihle dillerde cer yân bulmuştur. Gerçi kendi, zamân-ı Hüdâyî'ye ermiş ve onu görmüştür. Velâkin henüz ünfüvân-ı ömrü ve bidâyet-i emr olmakla sülûkü sâlifu'z-zikr Dizdarzâde Ah­med Efendi'den görüp menzil-i vasla dek pûyan ve sadr-ı meclis-i a'yân olmuştur.

Bunun dahî gerçi kalemi yoktur [72b] . Velâkin âşıka­ne İlâhîleri vardır ki mahlasları "bî-çâre"dir.

İstanbul'da Ali Paşâ zâviyesinde Şeyh ve Fâtih Sul­tan Câmiinde yevm-i sülesâda vâiz idi. Ziyâde ehl-i lisân ve ehl-i takrîr olup kelimât-ı âliye söyler ve ekser-i makâlâtını tasavvuf eylerdi. Uşşâkı bisyâr ve meclisinde hâzır olanlar bîşumâr idi.

Vezirin câmiine muttasıl olan kubbeyi dahî bunlar zabt edip içinde fukarâ iskân ederler ve süllâk-ı tarîkat terbiye eylerlerdi. Ve ol kubbe zamân-ı fetihde Şeyh İlâ­hî elinde idi. Sonra Bâli-i Sûfî'ye ba'dehû Zâkirzâde'ye intikal eyledi. Gâh medrese nâmı ile zabt olundu ve gâh hankâh kılındı. Sonra kubbesi münşâk ve vasatı düzine gi­bi açıldı. Ve evvelki rağbetinden sâkıt oldu.

Metin Kutusu: 126.Ve Şeyh İlâhî-i Sîmâvî izdihâm-ı nâsdan Vardâr Yeni­cesi dedikleri kasabaya ve Bâli Efendi dahî Sofya tarafı­na hicret edip orada bir sefh-i cebelde karyede kaldı. İşte ehlullah dünyâdan bu vecihle firâr ederlerdi, ehl-i zamâne Hak'dan [73a] firar ettikleri gibi. Ve'1-iyâzü billâhi Teâlâ[126]. [Allah korusun! ]

NAZM

Zikri hakk'a şuğl eder her kim. ki mezkûr isteye Şükr ider ni'metlere şol diline meşkûr isteye

Gerçi kim zulmette olur âb-ı hayvan dediler

Zulmet-i tenden çıkar amma şu kim nûr isteye

Kâ'be-i cân u dili eyler imaret lâ-cerem

Kangı âşık kim felekte beyt-i ma'mûr isteye

Nefsini pâmâl eder hâk-i tevâzu'da ebed Diline mânend-i Süleyman sohbete mûr isteye

Hakkı'ya nûn ve'l-kalem feyzinden olur behremend Şol ki Kur'ân içre sırr-ı pâk ve7t tûr isteye

MEMLEKET-İ MA'RİFETİN PÂDİŞÂHI CEMRE CÂHI
eş-ŞEYHÜ'L-FERÎD es-SEYYİD OSMAN el-FAZLÎ el-İLÂHÎ

(K.S)

Bu abd-i fakir Hakkı kulun şeyhidir. Vatan-ı aslîsi diyar-ı rûmiyyeden bahr-i esved tarafında "Şumnu" dedik­leri kasabadır (şm-ı mu'çemenin [73b] dammı ve mimin sü­kûnu ve nunla). Vâlidi es-Seyyid Fethullah, ziyâde zâbit kimse olmakla, oğlu Seyyid Osmanı 17 yaşına gelince hane­den dışarı çıkarmayıp terbiyesinde olduktan sonra vefat etmekle, Seyyid Osman dahî eyyam-ı civânîde olmakla bir gün hane bî-rûn olup çarşıda kahvehâne tarafına murûr edip görse ki bir şâir hûb-âvâz çalıp çağırır. Onun okudu­ğu kelimâttan LS'jS' jU»     fehvâsı üzerine ziyâde mü­

teessir olup gelip vâlidesinden me'zûn olup okumak ve yazmak ve sülük sevdâsı ile şehr-i Edirne'de Hz. Hüdâyî'nin halîfesi "Saçlı İbrâhim Efendi" demekle meşhûr-ı afâk olan şeyhe muttasıl oldukda, Şeyh bunun mezîd-i ictihâd ve kuvvet-i isti'dadına bakıp terbiyesinden âciz olmakla, Seyyid Osman dahî oradan İstanbul cânibine şedd-i rahl o­lup ve rabt-ı hizam edip âsitâne-i Hüdâyî'ye vusûlünde, ol vakitte âsitânede seccâde-nişîn olan Hz. Hüdâyî'nin kızı oğlu "Mes'ûd Çelebi" meczûb olmakla irşâda adem-i kudretinden mürîdân-ı Hz. Hüdâyî'den bir pîr-i nûrânî [74a] oradan Seyyid Osman'ı, ilhâm-ı İlâhî ile alıp İstanbul'da sâlifu'z-zikr Zâkirzâde Abdullah Efendi'ye teslîm etmiştir.

Şeyh'im hazretlerinden mesmûumdur ki demişlerdir: "Mezkûr Zâkirzâde huzuruna ibtidâ duhulümde mutâlea-i ce­mallerin ettiğim gibi, işte ben şeyhi buldum diye kalbime mülhem olup, şeyh dahî, işte bize bir hakkânî mürîd geldi diye hâtırâ-i mahmudeleri olmuş". Tarafeynden bu irtibâtı kavî ile bir kaç sene içtihâd ve hizmette olmuşlar ve bir miktar dahî ulûm-ı edebiyyeden okumuşlar.

Zâkirzâde merhûm ona; "Emir Çelebi sende Şeyh-i Ekber meşrebi vardır" der imiş.

Bir gün Zâkirzâde'nin bir hizmet-i sakîlesi vâki' olup şurada mürîdlerden bir kimse yok mudur? diye tefahhus ettiklerinde herkes kesl-i nefsânî ucundan hâmuş ve icâbetten sâkit oldukta Seyyid Osman hücre bî-rûn olup; "hizmet nedir? buyurun" dedikte Zâkirzâde dahî: "Emir Çe­lebi senin dersin vardır ki bu hizmete mâni'dir deyince, ol dahî: "Sultânım, ulûm-ı evvelin ve âhirin münkeşif olacağını [74b] bilsem yine hizmetinizi ihtiyar ederim" demiş ve Zâkirzâde bu sözden ziyâde mahzûz olup: "Emir Çelebi, Allâhu Teâlâ sana ulûm-ı evvelin ve âhirini keş­fetsin" diye duâ ve nefes etmeleri ile, duâ dahî sitâresinde vâkî olmaklığı şeyhimden mesmûumdur. Ki buyurmuş­lardır: "Bir gece cemî'-i ulûm kalbime munsâb olup bilme­diğim nesne kalmadı. Ve ilm-i iksire varınca münkeşif ol­du" demişlerdir. Bu cihetten derlerdi ki;"bu tarikat iki nesneden ibârettir ki biri müridden hizmet ve biri şeyh­ten nefestir".

Ve yine buyurdular ki;" bir gün şeyhim Zâkirzâde ba­na hilâfet teklif edip ben dahî sultânım ben sizin hizme­tinizi ihtiyâr ederim diye imtina' ettiğimde ol gece va­kıamda Allâhu Teâlâ'yı gördüm ki mushafı bana uzatıp; "al kelâmımı, dahî kullarımı bana da'vet eyle!" diye ferman edince ol heybetle bî-dâr olup j mucibince irâdetimi irâdât-ı şeyhte ifna edip ol dahî beni Edirne tarafına "Aydos" nam kasabaya (feth-i hemze ve sukûn-i yâ-i müsennât ve damm-i dâl-i mühmele [75a] ile) istihlâf eyledi. Fe-emmâ kasaba-i mezkûrede bir kaç sene meksimden sonra oradan hicrete isti'zan edince Şeyh dahî benim ve­fatıma dek orada mukîm olup ba'dehu muhayyer ol demişler.

Bi-emri'İlâhi teâlâ Şeyh 6 ay sonra karargâhı huldberîn edip ol dahî işaret-i ilâhiyye ile medine-i Filibe tarafına nehdat eylemiş. Filibe (kesr-i fa ve lâmla ve bâ-i muvahhade ile) meşâhîr-i bilâd-ı rûmiyyedendir. Ve orada 15 seneden mütecâviz zaman ikâmet ve neşr-i ulûm ve icrâ-yı âdâb-ı şeriat ve erkân-ı tarikattan sonra bir gün kaylûlede iken çeşm-i hayâle âlem-i gaybdan ol vecihle ayan olur ki 300 kadar evliyâ gelip O'nun vasatına zincir bend edip ve oradan cezb eyleyip İstanbul'da Edirnekapısı nâm mahalle geldikte Şeyh'i oradan içeri idhâl edip var imdi senin makamın budur "At Pazarında Kul Camii"ni irâet etmeleri ile Şeyh dahî bî-dâr olduğu gibi vudû' ve şükr, vudu'dan sonra bu kazıyyeye kimseyi âgâh etmeyip bir külâh ve bir asa [75b] ve bir filar ile İstanbul' a müte­veccih olup gelip ta'yîn olunduğu mahalde karar eylemiş­tir. Bu cihetten elsine-i nâsta "At Pazarî Emîr Efendi" demekle şöhret bulmuş idi.

Ve mesmûumdur ki buyurdular; "İstanbul'a duhûlümden sonra ba'zı ahbabla Şeyh-i Ekber'in (k.s.a) Fusûs nâm ki­tabını müzâkere ederdim. Ba'zı ehl-i inkâra aksettikte "Emîr Efendi, Şeyh-i Ekber'li mi imiş?" diye ta'n etmele­riyle ol gece hitâb-ı gayrî vâki'olup; "ceddin yolunu tut ki, setr yoludur" denilmek hasebiyle ben dahî min ba'd berâ-yı tesettür bu bâbı iğlâk ve bâb-ı ilm-i zâhiri feth edip tedrise meşgul oldum".

İşte ol tedrîs esnâsında İlm-i Âdâbta Hanefiyye'yi ve İlm-i Beyanda Mutavvel ve Muhtasar ve İlm-i Usûl-i Fı­kıhta Tenkıyh ve Telvîhi şerh eyleyip beyne'1-ulemâ velvele-endâz oldu. Şöyle ki mecliste hâriç ve dâhilinden 200 kadar tâlip müctemi' olurdu.

Ve huzûrî olan fukarâyı ba'de't-tahsîl ve terbiye Rum ve Anadolu ve bilâd-ı arab'a istihlâf ederdi. Şöyle ki ilmi ihyâ ve cehli [76a] imâte eyledi. Ve yine bu esnâda Sadr Konevî'nin Miftâhu'l-gayb’ını ve Tefsîr~i Fa­tihasını şerh eyleyip i'câz mertebesini göstermiştir. Zî­râ Tefsîr-i Fâtihâ hususunda Mevlânâ Fenârî demiştir ki:

Ve Şeyh Üftâde, Hüdâyî'ye hitâb edip acaba bu kitabı bu asırda fehmeder var mıdır? diye buyurmuştur. Ya'nî 400 seneden beri ulemâ onun hakkında -şerhten kat'ı nazarfehimden bile âciz iken Şeyh mezbûr âhir onu kaleme geti­rip ol asırda allâme-i enâm Şeyhu'1-İslâm Debbağzâde Mus­tafa Efendi onu görünce:(ba'de't-takbîl) "Biz bu şanın mü'miniyiz, velâkin fehmden âciziz" diye insaf etmişler­dir. Ve Şeyh'in ol kitâbı şerhi, tecelliyât-ı berkıyyesi zamanıydı. Ol külliyet esnâsmda Tecelliyât-ı berkıyye nâm kitab-ı celîli tasnîf etmiştir ki makdûr-ı beşer de­ğil belki mu'cîz hükmündedir.

Ve bir risâle-i irfâniyye-leri dahî vardır ki Mantıku't-tayr olmak hasebiyle onu ancak Süleymân-ı vakt olan fehm eyler. Ve tahrîr ettiği resâil ve eylediği tahrîrâtı bediiye nihâyet yoktur [76b] . Ve âhir ilm-i iksirde bir risâle tahrîr etmiştir. Beyne ehli-1 iksîr şâyi' ve mütedâvildir. Ve ba'zı ulûm-ı garibeyi izhâra vakt veyâhut me'zûn olmamak hasebiyle "benimle âhirete bile gider" di­ye mesmûum olmuştur.

Ve Sultan Muhammed Râbi' ziyâde mu'tekidi olmakla sarayına da'vet eyler ve vaaz ve zikrullah ettirirdi. Ve müşkili olan mevâzı'dan suâl eylerdi. Ve şehr-i Ramazan'da Şeyh'in iftar ettiği nândan taleb edip teberrüken ken­di ve havâssı onunla iftar ederlerdi.

Ve şeyh merhûmun cümle-i garâibindendir ki ihtifâya kadir idi ki bir defâ 4 ay savmaasmda oturdu. Ve hiç bir kimse ona muttali' olmadı.

Ve İstanbul'da zorbâzular isti'lâsıyla ihtilâl-i azîm vaki' olup din u devlet zîr u zeber olunca işâret-i İlâhiyye ile araya girip zorbâzuları kati ve ehl-i menâsıbın münâsibini ta'yîn ve dîn ve devleti takvîm eyleyip ahâliyi müsterih kılmıştır. Bu vâkıa-i hâileden bir kaç sene mukaddem lisanlarından mesmûum idi ki; "bizim İstan­bul'da pâdişâh olmamız vardır" demişlerdi.

Fi'l-vâki' Sultan [77a] Süleymân-ı Sânî cülûsunde ihtilâl-i azîm vâki' olunca bir vecihle def' etti ki ukûl ol tedbîr-i İlâhîden mütehayyire oldu. Ve kendi ol zuhûr ve kuvvât-ı galebe hasebiyle saltanat pâyesini ve Sadreddîn el-Konevî'den sonra bu meküle müdebbir ve mufassıl isimlerine mazhar kimse geldiği ma'lûm değildir. Nitekim Kitâbü'1-hitâb nâm eserimiz de sâlis-i selâse olmak üzere tahkik olunmuştur.

Mukaddemâ "Fazlî" tehallus ederlerdi. Sonra İlâhî ile dahî tahallüs edip hem zâtî ve hem sıfâtî olduklarını iş'âr etmişlerdir. Nitekim bizzat dest-i İlâhî'den mushâf def' olunduğu zâtî olduklarına delâlet eder ki her kâmil­de bu meküle bilâ-vâsıta muâmele-i ilâhiyye olmaz. Hattâ bu ma'nâda Cüneyd-i Bağdâdî üzerine rüçhanları vardır ki: Cüneyd, dayısı Seriyy-i Sakatî'den hilâfet kabûl etmeyin­ce ol gece rüyâsmda Cenâb-ı Risâlet (salla’llâhü aleyhi ve sellem) cânibinden ta'yîn olundu. Ve fazlı olduğu budur ki ulûm ve ahvâli, bi-tarîki'1-keşf ve'1-fazli'1-İlâhî'dir.

Âvâhîr ömründe ba'zı vüzerâ onlara garaz ve hased etmekle cezîre-i Kıbrıs'da Magosa [77b] kal'asma iksâ etmiştir. Şeyhimden mesmûumdur ki buyurdular: "Bu ma'nâ bana 4 ay mukaddem işaret olunmuş ve cânib-i gaybden ifâ­de kılınmış idi. Velâkin makamında sabit ol ve mukayyed olma. Zîrâ bunda hikmet-i bedîamız vardır denilmekle ol hâl üzerine sükûn iktizâ' eyledi. Yoksa onlar benim kara­mı nerede görürlerdi" demişlerdir.

Ve kendileri Magosa'ya duhûlden sonra vezir-i mezbûr kendi etbâı elinde verâ-i Belgrad'da "Serem orası" nam mahalde katlolunup onun yanınca 60-70 bin âdem dahî telef olmuşlardır. Nitekim enbiyâ istişhâdında hükm-i İlâhî budur. Ve verese-i enbiyâ dahî enbiyâ hükmündedir Ve ol vakitte hasûd maktûlun rûhu huzûr-ı şeyhe ihzâr olunup Şeyh dahî; "bizim suçumuz ne idi ki bizi bura­ya iksâ ettin?" dedikte cevâba kadir olmayıp ba'de'l-iâde yine sâkit olunca oradan şiddetle ref' olunduğu lisân-ı şeyhden mesmûum olmuştur. İşte nefy-i evliyâ dahî kati hükmündedir. Kale Teâlâ:                                               JjüJI                        [Bakara, 2/191]

[Fitne adam öldürmekten daha kötüdür]

jl [Allah' ın gazabı bir peygamberi öldürene ve

öldürülmesine karşı çok şiddetlidir[127]] [78a]

Ve Hz. Şeyh'in turâbı, kal'a-i Magosa'da şühedâ meyânında olmakla vefâtı ve defni orada vâki' olmuştur. Ni­tekim bu fakir târihinde demiştir:

Nazm

Bülbül-i hoş lehçe-i gülzâr-ı ma'nâ, ya'nî şeyh Bulmadı âhir bu fânide bakaya râyiha.

Kudsiyân-ı pâk-dil, Hakkı el açıp dediler Rüh-ı pâkiyçün Azizin okuyalım fâtiha.

Ma'lûm ola ki Hz. Şeyh sinn-i erbaine dâhil oldukta Kul Câmi'-i harîminde bir hücrede 40 gün mu'tekîf olup kırkıncı sabah ki zilhiccenin ondokuzuncu cum'a günüdür. İşrak vaktinde fukarâ tevhidde iken

J cıulj (3^43 cJLfl j.jJI [Mâide, 5/3] [Bugün size dininizi ikmâl ettim, üzerinize ni'metimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm'ı beğendim] de­nilip velâdetleri 1041 senesinin zilhiccesi ondokuzunda işrâk vaktinde olup vefatları 1104 zilhiccesinin ondoku­zuncu günü işrak vaktinde olmak üzere işâret olunmuştur. Bu sûrette fenâ-i ma'nevîsi sekseninci senesinde ve fenâi sûrîsi 104. târihinde [78b] , 40 sene fenâ ve 23 sene bekaya nâzır olup sinn-i şerifleri sinn-i Nebevi üzerine 63 olmak lâzım gelir.

Velâkin Magosa'ya nüzûllerinde, perhiz ile me'mûr olup be-her şeb bir miktar nânla sudan gayrı nesne tenâvül etmeyip bu hâl üzerine bir sene murûr ettikte, bu fakir dahi kendilerinin da'vetleri hasebi ile Bursa'dan meşyenale'l-vech huzurlarına dâhil oldukta; "buraya geleli ger­çi bir sene oldu velâkin üç yaşadık" buyurdular. Ya'nî şol ma'nâ ki husûlü 3 seneye muallak idi. Bir senede hâ­sıl olup 2 senesi mensûh oldu demektir. Onun için vefat­ları 1102 de şehr-i mezkûrun ondokuzunda vâki' oldu. Ni­tekim Temâmu'1-feyz nâm kitabımızda meşrûhdur.

Ve sinn-i şerifleri sinn-i Nebeviye mutabık geldi. Zîrâ sinn-i Nebevi'de dahî ihtilâf vardır ki; altmış bi­rinde ve üçünde ve beşinde olmak mervîdir. Pes Şeyh'in vakt-i vefatta ömürleri 61 olmuş olur.

Ve ol vakitte buyurdular ki; "bu tarafa geldikte[79a] vücûdumuzda asla bakiyye kalmadı.Cibril nüzûl etse böyle vakitte nüzul eder. Velâkin j [Nübüvvet kesildi mübeşşerat kaldı[128] mucibince min-ba'd nübüvvet olmaz. Eğer hayât var ise hayât-ı tayyibe-i bâkıyedir. Ve illâ dünyâda bakaya zaruret yoktur, zîrâ maksûd hâsıldır"

, Ve Hz. Sevh ba'zı tahrîrâtında demiştir ki oUj-iSJI & Ulkcl (^İJI aUj-kİIj £»4-1 j JjÂIIjuij

j»lL> I s-iiSÜljı ûu-, j İÜ, £*4[Keşiflerden, farkdan sonra cem' makamının keşfi ve cem' den sonra fark makamının keşfi vardır. Allah'a hamd olsun ki bize farkdan sonra cem' makamında vâki' olan birinci keşfi 1068 senesinin başında, cem'den sonra fark makamın­da vâki' olan ikinci keşfi 1091 senesinin başında ihsan buyurdu.]

Ve buyurmuşlardır ki; "ibtidâ tecelli-i ilmide hakâyık-ı âfâk münkeşif olup ba'dehû hakâyık-ı enfüse ve ba' dehû hakâyık-ı Kur'ân'a terakki hâsıl olur ki; bu üç mer­tebe üç nüshadır. Ve onların aslı Hakâyıku'r-Rahmân nüs­hasıdır. Ve kütüb-i erbaa bu 4 nüshaya işârettir".

Ve Hz. Şeyh'in sülûkü kümmel-i evliyâ sülûkü üzerine olmakla kesîru'n-nikâh idi. Hattâ 4 menkûha ve 18 [79b] süriyyeyi cem' etti. Ve Hz. Hüdayî dahî bu kuvvet üzerine idi. Ve bu ma'nâ hasâis-i kümmelden olduğu kesret-i nikâh ı Nebevi'den me'hûzdur.

Ve Hz. Şeyh U j I [Ümmetimin hayırlısı hafî olanlarıdır] mucibince şöhreti sevmez ve dâim te­settür üzerine idi. Hattâ benim üzerime türbe binâ olun­masın belki hemen tezkire-i duâ olmak üzere başım ucuna bir taş nasb olunsun derdi.

Ve Şeyh Zâkirzâde dahî bu uslûbu ihtiyâr edip Üskü­dar'da sahrâda definle vasiyyet etti. Ve ol vecihle medfûn oldu. Ve Hz. Şeyh'in kabri dahî hâriç-i kal'ada kubûr-ı şühedâ arasında vâki' olup ba'zı ahbâb Konya'da Şeyh Sadreddîn'in sandukası gibi taşdan sanduka etmiş­lerdir, diye mervîdir. Zîrâ bu fakîr hîn-i intikâlinde orada mevcûd olmayıp li-ecli'1-maslaha me'zûnen yine Bur­sa'ya avdet vâki' olmuş idi.

Ve Şeyh'in tefâsil-i hâli zabt ü kalemden bî-rûn ve takrir-i zebândan hâriçtir. Ve bir miktar beyânı ve kelimâtı ve Tarîk-i Celvetî'ye müteallik olan ahvâl Kitâb-u Tamâm!'1-feyz nâm eserimizdedir ki, Hz. Şeyh'in intikâli mün'akis olduktan sonra te'lîf [80a] olunmuştur. Vallâhü'lMufîz ve'l-cevvâd ve'l-hamdu leh bilâ-nef âd[129]. [Allah mufîz ve cevvâddır, sonu olmayan hamd onundur.]

NÂZM

Cümle âlem cism ü anın cânıdır Şeyhim benim

Belki her can vü dilin cânânıdır şeyhim benim

Milket-i Osmâniyânm var ise sultânı ger

Mülk-i ma'nâ tahtının Osmânı'dır şeyhim benim

Devr-i Âdem'den beri bir noktadır sırr-ı vücûd

Fi'1-hakîka merkez-i devrânıdır şeyhim benim

Her ne feyz-i pâk kim mîzâb-ı Rahmet'den akar Havz-ı mâ-lâ-mal ve şâdurânidır şeyhim benim

Cevher-i yektâ-yı irfan isteyen gelsin beri Cümle esrâr-ı Huda'nın kânıdır şeyhim benim

Âdem-i ma'nadan aldım ben bu sırrı Hakkı'yâ Âlemin hoş suret-i Rahmânıdır şeyhim benim

el-ABDU'L-MUHTAÇ İLÂ MEZÎDİ'T-TERAKKİ
eş-ŞEYH İSMAİL HAKKI

Gafera zunûbe vücûdihî bi-fazli’İlâhi vücûdihî

Ma'lûm ola ki; bu fakirin vâlidi Mustafa, İstanbul'­da Aksaray mahallesinde dünyâ'ya gelip sonra harîk-ı ke­bîr meşhur vâki' oldukta esas [80b]ve rahatları muhterık ve nizâm-ı halleri muhtel ve müfterik olmakla oradan hic­ret edip şeyhim merhûm seyyidü'1-aktâb Fazlı-i İlâhî'nin ibtidâ istihlâf olunduğu mârre'z-zikr kasaba-i Aydos'ta tevattun etmeleri ile bu fakir, Hz. Şeyh' in orada eyyâmı ikâmetinde mastabâ-i vücûda vaz'-ı kadem edip sinnim üçe bâliğ oldukta vâlidim beni Hz. Şeyh huzûruna getirir, ve takbîl-i yed ettirirmiş.

Bu cihetten gâhice; "sen bizim 3 yaşından beri mürîdimizsin diye" buyururla8dı. Sonra 10 yaşına erdikte Edirne'de halîfe-i evveli ve zevi'1-kurebâtından olan Seyyîd Abdülbâki Efendi hizmetlerine tefviz olunup irsâl-i mehâsin edince orada kıraat ve kitâbetten sonra şeyhim ol vakitte, medîne-i Filibe'den İstanbul'a hicret etmiş bulunmakla ol cânibe kıyâm gösterib varıp dâhil-i meclis-i âli oldukta ol saat mubâyaaya işâret edip, tel­kini zikr ettikten sonra ashâb-ı idâdından olup, bir müddet orada ders ve hizmetle mukayyed iken bir gün ba'de'l-işrâk kaiden hâbda [81a] ser-be-ceyb hırka olmuş iken gördüm ki Hz. Şeyh bâb-ı harem'den bî-rûn olup bu Fakir'i orada gördükte: "Gel göreyim, sana bu tarîkta isti'dât gelmiş midir?" diye işâret edip bu Fakir dahî va­rıp başımı rükbeleri üzerine vaz' eyleyip uzanıp yattım. Onlar dahî yed-i mübârekelerini cebheme vaz' edip; "hâ. . senin isti'dâdın gelmiş., hâ senin isti'dadın gelmiş." diye iki kere bu edayı ettikte "Bismi'İlâhi'r-rahmâni'rrahîm " deyip Sûre-i Fatiha'yı mine'1-evvel ile'1-âhir okuyup mine'1-karın ile'1-kadem nefh edip; "var imdi seni Bursa'ya halîfe ettim" buyurdular.

Ve ol vakitte Mutavvel kitabı okunurdu. Bu nefhden sonra mutavvel etval olup gayrı iş zuhûr etti. Sinn û sâlim henüz yirmiden mütecâviz idi ki nefy-i mezkûr se­bebi ile feth-i İlâhî vâki' olup âyât ve ahâdîs üzerine te'vîlât tahrîr etmeye başladım.

Ve vakt-ı âhirde dahî şeyh-i meşâyıhı'd-dünyâ Muhyiddîn el-Arâbî Hazretleri zâhir olup dehânımı takbîl et­ti. Fakîr dahî ayağını öptüm ve bu sebepden [81b] dahî başka esrâr zuhûr edip Şeyh Abdülkâdir Geylânî ve İbrahim b. Ethem ve pîrân-ı tarikatımızdan Şeyh Üftâde ve Hz. Hüdâyî tarafından dahî istifâdeler vaki' oldu.

Ve enbiyâdan (a.s) ibtidâ Âdem (a.s) ve sonra Cenâbı Nübüvvet (salla’llâhü aleyhi ve sellem) temessül edip sırr-ı hâl ve münâsebeti ricâl ne idiği münkeşif oldu.

Çekilen âlâm ve şedâide nihâyet yoktur. Zîrâ mukad­dem li-ecli't-temhîd bilâd-ı rûmiyyeden belde-i Üsküb'e istihlâf olunup etrafında 10 sene kadar devrden sonra Bursa' ya nakl olunup müddet-i kalîle murûrunda fiten-i dîn u dünyâ zuhûr edip, Hz. Şeyh dahî kal'a-yı Magosa'ya iksâ olunmakla biz dahî; "can gitti beden ne durur" diye o tarafa kemer beste-i azimet olup, vusûlümüzde bir kaç gün sohbet-i hâs esnâsında bir gün ziyâde incizâb-ı rûhânî ve tecelli-i Rahmânî vâki' olmakla bu fakire kelimât-ı Hüdâiyye'den bir İlâhî ve akabinde sûre-i Yûsuf'dan ba'zı âyâtı okutup ol cezbe esnâsında duâ-yı azîm ettikten son­ra; "seni [82a] buraya getiren mîrâsındır. Zîrâ senden gayriye kalbimde tealluk bulmadım." deyip musebbaha par­mağını ağızları ortasına koyup, "Bu nefes benden sonra sana vâsıl olur" diye nutk etmeleri ile rukbeleri takbîl olunup zevk ve surur bî-nihâye ve neşât ve inbisât-ı bîgâye hâsıl oldu.

Ve mukaddemâ hayalde vâki' olan ma'nâ sûret buldu. Ve bu esnâda iki kerre sırr-ı saltanat zuhûr edip UjÛjj dJ [inşirah, 94/4] [Senin şanını ve ününü yüceltmedik mi?] ile mübeşşer ve dahî jJJlâ [Müddessir, 74/2] [Kalk artık uyar!] ile muhatab olduğumuz hafî olmaya.

Ve esmâ-i İlâhiyyeden Abdullah ve Abdulkâdir ve Abdullatîf ve Mahmûd ve Kıblet-ü ehli's-semâ ve emsâli ile tesmiye olunduğumuz Varidat-ı Kübrâ'da ve şâir âsârımızda mubeyyendir. Ve cümle-i âsârımız 100 adetten mütecâvizdir.

Ezcümle 3 mücelled-i kebîr Tefsîr-i rûhi'l-beyân ve Şerh-i Hadîs-i Erbain ve Şerh-i Âdâb ve Usûl-i Hadîs'te Şerh-i Nuhbetü' 1-fiker ki mecmuâ-yı kübrâdır.Ve Ki tabii'2hitâb ve Kitâbû'n-necât ve Kitâb-ı Kebîr ve Nakdü' 1 -hâl ve Ki tâbü ' 1 -Hakkı' s-sarîh ve' 1-keşfi 's-Sahîh ve Kitâbü'nnetîce ve Şerhü' 1 -Muhammediyye ve Şerhü'1-Mesnevî ve Tuhfe-i Hâskiyye ve Şerh-i tefsîri'l-Fâtiha [82b]ve Şerhü'1kebâir ve Temâmü'l -feyz ve emsâli gibi ki kimi lisân-i arabî ile tahrîr ve kimi zebân-ı türkî ile takrîr olun­muştur. Ve manzûmelerimiz 10 binden ziyâdedir.

Ve Şeyhim Hazretleri'nin eser-i celîlleri olan Tef­sîr-i Fâtihâ-i Konevî şerhini tekmilinden sonra, cum'a günü bir saât-ı mübârakede bu Fakîr'i da'vet edip o şerhi tefsiri (ki mücelled-i kebîrdir) yedime sunup "Al şunu! işte 3 6 yıllık mahsûlündür. Allah Teâlâ sana dahî ziyâde­sini ihsan eyeleye" diye duâ ettiler. Ve orada sırr-ı ricâl ne idiği bir mertebe dahî münkeşif oldu.

Ve onların bu Fakîr hakkında enfâs-ı tayyibesindendir ki; "Allah Teâlâ bana bir halîfe verdi ki onu Hz. Pîr'e, ya'nî Şeyh Hüdâyî'ye vermedi" buyurmuştur.

Ve yine buyurmuştur ki: "Allah Teâlâ seni Hz. Pir'in sırrına mazhar eylemiştir". Ve bu kelâm ol cihetten on­lardan sâdır oldu ki bu Fakîr onların meclislerinde kelimât-ı âlîyesini zabt edip lisân-ı arabî ile terceme eder­dim. Hz. Hüdâ'yî Şeyh Üftâde'nin kelimâtını terceme etti­ği gibi. Nitekim bir miktarı Temâmu'1-feyz [83a] nâm kitâbımız zeylinde tahrîr olunmuştur.

Ve bu Fakîr'e Hz. Şeyh'in vefâtından sonra Sultan Mustafa gününde da'vet tarîki ile iki defâ gazâ ve ba'dehû iki defâ dahî hac müyesser olup ibtidâ elifât-ı erbaada vâki' olan hac'da te'lif olunan Esrâr-ı Hac, kütübi celîle ile "Alâ" kurbunda, urban yağmasında gitti.

Ve Haremeyn-i Şerifeyn'de vâki' olan işârât-ı latîfe kimi ba'zı âsârımızda mazbût ve kimi dahî metruktür.

Ve Hz. Şeyh'in intikâlinden 28 sene murûrundan sonra

Dımeşkı'ş-Şâm'a hicretle me'mûr olmakla ehil ve evlad ile Bursa'dan Şam'a azimet edip varıp orada 3 sene kadar meksden sonra, Allâhü Teâlâ'nın izni ve Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Hazretleri'nin işâreti ve veled-i ekberi olduğum Şeyh Muhyiddîn el-Arabî'nin ibareti ve Hz. Hızır'ın imdâdı ve iâneti ve Hz. Şeyh'in mirâren icâzeti ile İstanbul cânibine müteveccih olup gelip 3 sene kadar Üsküdar'da meks ve ikametten sonra tekrar Bursa'ya sevk-i İlahî vâki' ol-makla oradan semend-i azimete[83b] suvar olup gelip yine makamımızda karar vâki' oldu.

Ve Kitaba'1-hitab ve'n-necat ve Amme tefsiri üzerine şerh Şam-ı Şerîf'te tahrîr olundu ve Üsküdar'da 3 senede tamam 30 adet kitap te'lîf kılındı ve etrafa bi-hasebi'liktiza mekâtib-i tavîle yazıldı ve nîce tahrîrât dahî be­yaza geldi ve bu makamda dahî kelam vardır velâkin liecli'1-maslaha ve't-tesettür tayyolundu.

Ve Üsküdar'da olduğum halde bir gece Hz. Muhammed Üftâde ve Mahmûd Hüdâyî (k.A.s) temessül edip gelip ya­nıma oturdular ve Hz. Üftâde ağaz-ı kelâm edip; "işte Üftâde, Üftâde ve Hüdâyî, Hüdâyî diye diye âhir sende onlara eriştin" buyurdu. Ve Bursa tarafına işâret vâki' olup sizi sağ tarafımıza alalım diye remz olundu.

Ve Hz. Hüdâyî ile ba'zı mülâtafat vâki' oldu. Levni sufrete mâil, hafîfu'1-lihye ve mu'tedîlü'1-cüssedir Ve Şeyh Üftâde tavîlü'l-kad ve tavîlü'1-lihyedir ki bunun dahî levni bir miktar sufrete mâildir.

Ve Şam'da olduğum halde Şeyh-i Ekber (k.s.e) bir kaç kere temessül edip; "şol ki halk ona yaprak der. O bizim yanımızda habîs [84a] ve harâmdır" buyurdu. Ve Şeyhimden dahî mesmûumdur ki; "şurb-i duhân eden nefsânî ve şeytânîdir" dedi. Ve mezâmîrin cümlesinin hürmetini tasrîh etti.

Ve Şam'da ikâmetim halinde metâlib-i âliyeden bir matlab-ı âlî hâsıl oldu ki derece-i sohbettir. Ya'nî bir gece bî-dâr ve iğmâz-ı ayn üzerine iken Cenâb-ı Risâlet (salla’llâhü aleyhi ve sellem) muhâzâtıma gelip 1 ,*1 ı>*nKim ismimi gerçekleştirirse onun ismi gerçekleşir" buyurdu­lar. Ve bu Fakîr'i derece-i semâ' ve rivâyete yetirdiler. Ve bu kelâmın şerhi gayrı mahaldedir. İşte hâbda görüp işitmekle yakazada olmak berâber değildir. Ve bu meküle maânî-i garibeyi ekser ehl-i rusûm inkâr ederler. Onun için icmal olundu. Velâkin onların inkârından ötürü bi'lkülliye dehân-beste ve hâme-şikeste olmak sezâ değildir. Zîrâ bu meküle meânîyi tasrîhde nice erbâb-ı isti'dâdı irşâd vardır.

Ve bu Fakir bir zaman bir kâdı'nın meclisinde bulun­muş idim. Orada Hz. Hüdâyî'nin ba'zı ilâhiyyâtma mutta­li' oldukta bu sözlerden ne hâsıl diye inkâr eyledi. Ve hâlen dahî ne meküle muteannidler vardır ki sıdk u salâh ve kemâli müteayyin [84b] olan kimselere itâle-i lisân edip gezerler. Ve muâhaza-i Hak'dan bî-haberlerdir. Zîrâ Allah Teâlâ evliyâsı için, esed-i gadûb, Şiblî için etti­ği gazap gibi gazap eyler. Velâkin imhal etmekle ihmâl etti, kıyâs ederler. Ve onlardan birinin ile'1-ân felâh bulduğu yoktur. Ve ile'l-ebed dahî felâh ve necât bulmaz­lar. Fi'1-mesel; hadîdi bârid darb ederler. İşte evliyâyı sebb-ü şetm ettirmemek için sedd-i zerîa edip ehl-i inkâr arasında onlara müteallik kelâmdan hazer-i azîm gerektir.

Esrâr-ı İlâhiyyenin hûd ketmi umûr-ı vâcibedendir. Zîrâ onun dahî keşfi ile fitne-i azîme zuhûr eyler ki fitnetu'1-mahyânın bir nev'idir. Husûsan ki bu a'sârin hâli bitti. Ve bu kâr gâyete yetti. Ve zimâm-ı emir, dest-i sufehâ ve ehl-i inkâra teslîm olundu. Bu cihetten

İa-JJL [Al-iİmran, 3/21] [Peygamberlerin canlarına kıyanlar ve adâleti emreden in­sanları öldürenler] sırrı zuhûr etti.

Evliyây-ı kibâr ile musâharet olmadığı sûrette bâri muhabbet ve irtibatla münâsebet gerektir. Zîrâ vârid ol­muştur ki: û* £• "Kişi sevdiği ile beraberdir[130]." Ve demişlerdir ki; cA [85a] Ya'nî rûz-ı ha­şirde şüfea olan havâs-ı ümmeti kendine husemâ etmek iyi değildir. Belki mu'cîb-i hasâret ve helâktır.

Gerçi Şeyh-i Ekber ve misk-i ezfer ve kibrit-i ahmer (k.s.e) rahmet-i vâsiası hasebiyle demiştir ki: "Bizim kıyamette şefaatimiz bizi inkâr edenleredir". Ya'nî bizi ikrâr üzere olanlar şefaate muhtaç olmayıp yalnız afv u gufrâna değil belki nîce fazl u ihsâna dahî mazhar olur­lar. Zîrâ o meküle mezâhir-i külliyeyi ikrar etmek ikrârı Hak ve inkârı dahî inkâr-ı Hak'dır. Ve Hak kendini ikrâr edene azâb etmez. Meğer ki ikrârı, ba'zı inkâr ile mahlût ve tevhidi şirkle müzdevic ola. Vallâhu âsımu'libâd.

Ve bu Fakir Hz. Şeyh'in (k.s) tavsiyesi ile intikal­lerinden sonra damatları olup, münâsebet-i ma'neviyyeden sonra müsâheret-i sûriyye dahî vâki' olmuştur. Ve Fahr-i Âlem (salla’llâhü aleyhi ve sellem) buyurmuşlardır ki: "Yâ Rab! Her kim ile ki musâheret ettim ve her kim ki benimle musâharet etti mağ­firet eyle". Ya'nî ümmetinin âl-i Resûl ile şeref-i musâ­heret ine işâret eyler. Zîrâ esbâb-ı mağfiretten biri dahî odur. Ve bunda [85b] Hz. Sıddîk ve Fârûk'un husûsu hâline ve Hz. Zinnûreyn ve Murtazâ'nın şeref ve kemâline remz vardır. Zîrâ kerime-i Sıddîk, Âişe ve duhter-i Fârûk, Hafsa akd-i Resûl'de vâki' olmuştur. Ve kezâlike Rukiyye ve Ümmü Gülsüm'ü Zinnûreyn'e ve Fâtımâ'yı Murtazâ'ya tezvîc etmişlerdir (r.a).

Ve bu sırr-ı sâbık zaman-ı lâhikda dahî cârî olup kalmıştır. Velâkin sırrı ve sûreti cem' etmek nâdir vâ­ki' olur.       oLiî J   o[Ömür bitmeden Peygamberin suret ve sırrı ile bağ kur].

Ba'de-zâ bu fakir'in velâdeti 1063 zilkadesi evâilinde yevm-i ehadde vâki' olmuştur ki hâlen 1137 dir. Ve sâl-i ömür 75'e baliğ olmuştur. Ve vakt-i vefât dahî târîf-i İlâhî ile müteayyin oldu, kıyâs olunur. Velâkin setri vâcib ve ihfâsı lâzım olan umûrdandır. Ve ona mü­teallik ba'zı nazm bi-tarîki'r-remz gayrı mahalde yazıl­mıştır.

Ey Mü'min! Bu cümle tahrîr olunan -Hâşâ!temeddûh tarîki ile değildir. Belki evliyânm nefesini izhâr ve silsilesine irtibâta tahrîzdir [86a] . Heman hüsn ü zan üzerine olup bu silsilenâmede dere olunan kelimât-ı âliye ile âmil olasın.

Ve Şeyhimden mesmûum idi ki; "ben Hz. Ali'ye erince otuz birinciyim" buyurmuş idi. Bu fakir dahî kelb-i Ashâb ı Kehf, sekizinci olduğu gibi bu silsile-i tarîkat-ı celvetiyye'nin otuzikincisi olmuş olur.Fa'lem zâlik va'kbil. [Bunu bil ve kabul et!]

NAZM

Gel beri bu halkaya bend eyle kendin derdmend Ola gör zencîr-i aşk-ı Hz. Mevlâ'ya bend

Aşkdır Mansûr'u ber-dâr eyleyen bu dârda Sen dahî al sal boynuna aşk-ı İlâhîden kemend

Metin Kutusu: HudâHer ne denlu dür olursa menzili vasl-ı

Var ise cünbiş dil ü cânında durma sür semend

Şol erenler bâğına gir miyve-çîn ol ey gönül Mısr-ı ma'nâya eriş, oldun ise cûyâ-yı kand

Câm-ı aşkı celvetî bezminde içdin Hakkı'yâ Ânın için zevk-i hâlin oldu gâyet dil-pesend

Ba'de-zâ bu silsile-i celvetiyyede dercolunan İbra­him Zâhid Gîlânî, mebde-i celvetiyândır. Nitekim tafsili murûr etmiştir. Gerçi ba'zı halvetiyye ol mebdei, Şeyh Üftâde Efendi zannederler. Şu kadar vardır ki zamân-ı Gîlânî'de Celvetî [86b] , hilâl ve zamân-ı Üftâde'de kamer ve zamân-ı Hüdâyî'de bedir gibi mütecellî olup kâr-ı zu­hûr gâyete resîde oldu.

Hz. Kur'ân'm cem'i gibi ki Hz. Sıddîk (r.a) zama­nında Kur'ân suhuf-i müteaddide müsbet idi. Ve ümmühât-ı mü' minînden Hz. Hafsâ'da (r.a) emâneten vaz' olunmuş idi. Fe-emmâ hâlen mushaf-ı vâhidde olduğu gibi böyle bir yer­de tertibi yok idi. Tâ ki Hz. Osman (r.a) eyyâm-ı hilâfe­tinde ba'zı ihtilâf vâki' olmak sebebi ile evrâkta tertîb eyleyip cümlesini mushaf-ı vâhidde dere eyledi. Ve ile'lân eyâdî-i nâsda ol veçhile mahfûz olup kaldı. Onun için ona "Câmiu'1-Kur'ân" dediler. Zîrâ taşlar ve kemikler ve ruk'alar üzerinde olan âyâtı ve hâricde yazılmayıp sine­lerde mahfûz olanları bir yere cem' eyledi.

Ve hikmet onun üzerinedir ki insanın kemâli tedricî­dir, melâike gibi def'î değildir. Ve bu tedrîc nefh-i rûhda dahî murâât olundu. Zîrâ Âdem'in (a.s) cesedine def'aten vâhideten sereyan etmedi. Belki tedriçle münte­şir [87a] oldu. Şöyle ki gözleri onunla rûşenâ olduğu halde henüz sair cesedi tahmîr olduğu gibi sûret-i hâkde idi. Ve Âdem ona nazar edip ibret aldı. Onun için ekâmili nâs hadd-i tevâzu'dan çıkmazlar. Şâirler ise a'mâlardır ki bu sûreti görmezler. Fe kün min ehli'1-besâir [Basiret ehli ol!].

Elhâsıl ekser-i umûrda tedrîc i'tibâr olundu. Zîrâ nübüvvette tedrîc olunca velâyette dahî vardır. Ya'nî zu­hûr hasebi ile tefâvüt bulunur. Ve bu dahî bâlâda işâret olunmuş idi ki usûl-i esmâ ile sülük etmek Zâhid-i Gîlânî'den kaldı. Gerçi Celvetiyye'nin (cimle) sülükleri tev­hîd iledir, esmâ ile değildir. Velâkin bu ma'nâ ihsâ-i esmâyı münâfî değildir. Onun için vakt-i halvette ne vech ile işâret olunursa esmâ-i ilâhiyye ile vird olunur.

Suâl olunursa ki; yâ Zâhîd-i Gîlânî'den evvel sülük ne vech ile idi?

Cevap budur ki; âlem ve Âdem bu nizâmı, yevm-i İlâ­hîden 6 günde bulduğu gibi erbâb-ı sülük dahî tedrîc ile buldu. Ve her sâlik esmâ-i ilâhiyyeden [87b] ve usûlden hâline münâsib veçhile amel ederdi. Ve ekser halde keli­me-i tayyibeye meşgûl olurlardı.

Ve esmâ-i ilâhiyye 1001 adettir ki Kitâb ve Sünnetde kimi sarîh ve kimi dahî ef'âl ve sıfattan ahz olunmuştur. Zîrâ bir nesneyi ki Hak Teâlâ kendine muzâf kıla, fiil ise kendi fiilidir, ve sıfat ise kendi sıfatıdır. Gerçi ulemâ-i hadîs ve şâir ehl-i rusûm burada tevakkuf edip es­mâ-i ilâhiyye tevkîfiyye'dir derler. Ya'nî Şâri'in ona îkâf ve ıtlâı ve itlâkına izniyledir. Fe-emmâ bu ma'na za­hire göre ve kasırlara nazar iledir. Yoksa âlim-i haki­kat, cümlesinin itlâkına ruhsat verir.

Nazar eyle ki sultân-ı a'zam'a "sultan ve hakan ve pâdişâh ve melikü'1-mülûk ve şevketlü ve azemetlü" der­ler. Ve şâir elkâb-ı ta'zîmle vasf ederler. Fe-emmâ mücâmi'dir demezler. Maa-hâzâ ol dahî şâir mütezevvicler gibi mücamaa eder. Ve şâir ahvâl dahî ona kıyas oluna. [ 8 8a] .  j*1 çA   -4^

Ve esmâ-i İlâhiyye'nin 1001 olduğu âlem ve Âdem'in

zâhir ve bâtınına teveccüh hasebi iledir. Ve illâ dahî esmâ-i ilâhiyye vardır ki ilminde onu istîsâr ve ihtiyâr etmiştir. Bu sırr-ı İlâhi için ba'zı ruesâ demişlerdir ki 4,1$” 1/                                    ve Arifler bu kelâmı makbûl tutmuş­

lardır. Zîrâ âlem-i imkânda hâlen olan mertebeden ziyâde bedî' ve acîb nesne olsa ya buhul veyâ acz lâzım gelir. Teâlellâhü an zâlik [Allah bundan münezzehtir.]

Ve avâlim-i seyrâniyye üç yüz altmış bindir ki cüm­lesi 1001 isimle doludur. Ve kümmel-i nâs bu avâlimi seyr ve esmâsını mükâşefe ve müsemmiyyâtını müşâhade ederler. Zîrâ âlem-i zuhur sûreten ve ma'nen temâşâ içindir. Pes onda seyr olunmadık ve sırrı bilinmedik nesne yoktur. Hattâ Kur'ân'm müteşâbihatı dahî ehline ma'lûmdur.

JJI^I Jjjb (4*4 Uj [Âl-i İmrân, 3/7] [onun te'vîlini ancak Allah bilir] da olan vakf ve hasr onu münâfî değildir. Zîrâ maksûd Allah bilir ve Allah bildirdiği ibâd bilir demek­tir. Nitekim hadîste gelir:

[Benim velî kullarım kubbelerim altındadır. Onları benden başkası bilmez] [88b] ya'nî evliyâyı Allah Teâlâ bilir. Gayriyetten halâs olan dahî bilir. Zîrâ gayriyetten halâs olduktan sonra bilen yine Allah Teâlâ'dır. Pes hasr dü­rüsttür. Fefhem cidden [İyi anla!].

1001 ismin külliyâtı doksan dokuza tenzîl olunmuş­tur. Bu 99 kitap ve sünnette sarihtir. Ya'nî 1001 ismin ifâde ettiği maânîyi 99 dahî ifâde eder. Velâkin külli­yât olmakla herkesin idrâki müsâade etmez ve aklı ermez Zîrâ ba'zı maânî vardır ki bi'1-kuvvedir. Ve müctehidin ictihâd-ı nastan mes'eleyi istinbât ettiği gibi. Mükâşifin keşfi dahî cûz'iyyenin mefhûmâtını, külliyyâtta olan kuvvetten fiile ihrâc eder. Her akl ve her keşf ise bu dâireye güncâyiş bulmaz. Ve illa tefâvüt bulunmaz. 0nun için mutun yazarlar, ya'nî müntehi olanlara ve şerh ederler mutavassıtlara ve hâşiye eyler mübtedîlere. Fef­hem cidden [İyi anla!].

Ve eşbâh-ı mütekelliminden Ebû İshâk el-Esferâinî 99 ismi yirmi beşe tenzîl edip o mecmûun mefhûmâtını [89a] bu, yirmi beşte bulmuştur. İşte akl ve idrâk mertebesi ol gâyete müntehî olup yekûn buldukta erbâb-ı mükâşefenin tuvânâları ve ashâb-ı müşâhedenin bînâları idrâkta terakkî ve keşfle Hak'tan telakkî edip zikr olunan yirmi beşi 12 esmaya tenzil ve usûl-i esmâ diye tesmiye etmişler ve her birinde ya'nî her bir usûlde 100 fer' ve belki 1000 şu'be bulmuşlardır.

Ve tevhidin 12 babı vardır ki her bâb 1000 bâb olur, dedikleri budur. Maa hazâ kel ime-i tevhidin aded-i hurufu dahî onikidir. Ya'nî "Lâ ilahe illallah, Muhammedün Resûlulah"dan her biri on ikişer harftir. Aceb emr-i bedî'dir ki lutf ve ma'nâ biribirine muvâfık olmuştur. Ve bundan sırr-ı münâsebet ahzolunur. Gerçi herkes sırr-ı münâsebete ve muvâfakat-ı aded-i hurûfa vâkıf olmaz.

Ve ol 12 esmâ-ı [89b] usûliyye sâlikân-i celvetiyyeye göre (cim ile) bunlardır, ki zikrolunur: iUIYI Jl Y

ç-Ui ujUj jlp                        aUI Ve bu 12 ismin

beşi ki ism-i Kahhâr'a gelincedir, "esmâ-i fenâiyye"dir ki halvetiyyenin halveti orada tamam olur. Ve hamse-i bâkıyye "esmâ-i bekâiyye" dir ki celvetiyye'nin (cim ile) sülüklerinin nihâyetidir. Gerekse isimle halveti olsun. Zîrâ halvet, celvetin memerridir. Ve ekâmil-i celvetiyye meâlde halvetidir. Nitekim bâlâda şerh olunmuştur.

Ve bu ma'nâdan demişlerdir ki: Cinân, İbn-i Abbas (r.a)'m zâhib olduğu üzere yedidir. Pes yediden 3 cennet ehl-i halvetin ve 4 cennet dahî ehl-i celvetindir. Ve ol 3 cennetten murâd; cennetü'1-fenâ fi'l-ef'âl ve cenne­tü' 1-fenâ fi's-sıfât ve cennetü'1-fenâ fi'z-zâttır. Ve bu merâtibe cennet demek müşâhedât hasebiyledir. Ve illâ fenâda naîm olmaz. Ve ol [90a] 4 cennetten murâd, zikrolunan 3 cennet ve cennet-i cem'u'1-cem'dir. Zîrâ celvetiyye (cim ile) ehl-i bekadan olmakla cem' ve farkı cem' eder­ler. Bu ma'nâ ise fenâda cârî değildir.

Pes dâire-i ûlâ yâni hîn-i urûcda "Kâbe kavseyn" dir ki henüz farktır. Velâkin makam-1 kurb'dur ki meyanda an­cak hatt-ı mütevehhem vardır. Ve dâire-i sânîye "Ev ednâ" dır ki makam-ı cem' dir. Pes fark başkadır ki mertebe-i hicâbdır.Ve cem' dahî başkadır ki mertebe-i keşfdir. Ba'de-ezîn eğer mukadder olup, ev ednâ'dan kabe kavseyn'e nüzûl vâki' olursa libâs-ı Hak'la nüzûl eder ki Hak Teâlâ ne veçhile ezdâdı cem' ettiyse [Hadîd,57/3] [O her şeyden öncedir; kendisinden sonra kim­senin kalmıyacağı son'dur; varlığı âşikârdıf; gerçek mâ­hiyeti insan için gizlidir.] gibi.

İnsan-1 kâmil dahî fark ve cem' ve halk ve Hakkı cem' edip ehadühûmâ ile âharden muhtecib olmaz. İşte

(Jl [inşirah, 94/1] [Biz senin göğsünü açıp geniş­letmedik mi?] sırrı budur.

Ve insan-ı kâmil bu mertebede da'vet ve tebliğ ile me'mûr olur. Ya gayriye veyâ kendi nefsine göre. Zîrâ kable'1-vusûl nefsini tecrîde da'vet ederdi. Şimdi esmâ-i ilâhiyye libası ile telebbüs ve ahlâk-ı [90b] Rahmâniyye ile tahalluka da'vet edip halvetten bu libasla celvete zuhûr eder. İşte fi'l-hakîka celvetî budur.

Meselâ bir kimse hamama duhûl etse tecerrûd edip li­bâsını çıkarır. Ve hamama mutlak setr ile girer. Farz ey­le ki şimdi Padişah ol kimseye bir bohça siyâb gönderip hamamdan bî-rûn oldukta kendi libaslarını bıraksın ve be­nim gönderdiğim esvâbı giysin dese eski libâsa ne veçhile rağbet kalmaz ise evsâf-ı nefsâniyyeye dahî i'tibar kal­maz .

Pes hamam "âlem-i ev ednâ" dır ki oraya setr ile du­hûl etmek imkân mertebesine işârettir ki ebedî bâkîdir. Ve bu makamda şeb-i mîrâc'da Hz. Resûl (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Cenâb-ı Hazret'e duhûlde ibtidâ kelâmı JJIYİ  Ul

[Ben kulum, Allah'dan başka ilah yoktur] demek oldu. Ya'­nî makam-ı fenâ'da, fi'l-cümle resm-i vûcûd gösterdi ki ekmeliyyet budur. Ve ol hamama duhûl edenin soyunup terk ettiği libaslar, kendinin sıfât-ı nefsâniyyesi sûretidir ki onunla telebbüs eder ve kâr tutardı [91a] .

Ve libâs-ı şâhî ahlâk-ı ilâhiyyedir ki min-ba'd Hak ile zuhûr edip onunla kâr tutmaktır. Zîrâ Hak'la iş tut­mak nefisle olan gibi değildir. Ve her iş gerçi Hak'ladır velâkin mahcûb olan visâli ne bilir. Ve bî-tahâret olan taharetten ne anlar. Ya'nî şol kimse ki nefsin necâsetiyle mütelevvisdir. Rûhun ıtriyle muattar olmaz. Meğer ki vudû'-ı hakîkî ile pâk ola, fe'fhem cidden [İyi anla!].

Ba'de-zâ bu tertîb ve takrirden fehm olundu ki "Lâ ilâhe illellah" evvelü'1-esmâdır ki sâlik-i meczûbun vir­didir. Zîrâ hikmet-i ilâhiyye üzerine cezbe sülükten son­radır. Bu sebebden makbûldür. Ve celâle meczûb sâlike gö­re virddir. Pes her mübtediye evvel-i emirden celâle vird olmaz. Gerçi müteşeyyıhlar galat ederler.

Ve kelime-i tevhîdde olan nefy-i âlem lâ-taayyuna işârettir ki zât-ı baht dedikleri âlem-i ıtlâktır. Ve ce­lâle de isbât-ı âlemi taayyüne işârettir, ki âlem-i zât­tır. Bu cihetten dediler ki: Taayyün-i İlâhînin evveli, hüviyyet-i zâtiyye ve âhiri, kelâmdır.

Ve taayyün-i kevnînin evveli rûh-ı [91b] Muhammedi ve âhiri neş'et-i insâniyyedir. Ve bu ta’yîn merâtibi tefhim içindir. Ve illa Allâhü Teâlâ, lâ teayyün ve teayyünden ve şâir ıtlâkâttan münezzehdir.

Ve taayyün-i sânî mertebe-i esmâ ve sıfat ve taay­yüni sâlis mertebe-i ef'aldir ki hurufda 3 nokta bu 3 taayyüne işârettir. Ve illâ nokta birdir ki gaybdır, ve ona fj/ derler. Ve onun sûreti , dir, ki mertebe-i şehâdettir. Ve onun tafsili:

[Kalem,68/1][Nûn. Kaleme ve yazdıklarına and olsun], ki taayyunât-ı tahtâniyyedir. Ve ona

[Sâffât, 37/1] [Saf saf dizilmişlere yemin olsun) işâret eder. Zîrâ melâike hilkatte ve rütbede saf saf oldukları gibi sûret-i âlem dahî tertîb üzerine halk olunmuş ve saf saf kılmmışdır. Ve merâtib-i ma'neviyye dahî sufûf-ı âlemiyye ve âdemiyye tefâvüt üzerinedir. Velâkin fehm ve idrâke muhtâcdır. Kale Teâlâ: çA

[Bakara, 2/253] [O peygamberlerin bir kısmını diğer­lerinden üstün kıldık] . Ve buradandır ki merâtib-i sûriyye ehli, gerek ulemâ ve gerek ümerâ mecâlisde tertîb üze­rine otururlar, ve ol tertîb onlara esmâ-i ilâhiyyeden gelir, fa'rif [Bil!].

NAZM [92a]

Gel imdi noktadan şerh eyle esmayı haber söyle

Bu esmâ içre ta'rîf et müsemmâyı haber söyle

Bu insan tılsımından gir derûn-ı kenz-i mahfîye Çıkar bu lafz içinden şol muammayı haber söyle

 

Nedir nûn ve'1-kalem ve's-saffetin müşkilin hallet Ne tertîb üzre ettiler bu eşyayı haber söyle

Neden tûtî olur gûya neden hüdhüd olur mürşid Nedir ağlattıran inlettiren nâyı haber söyle

Metin Kutusu: biri Haktır biri bâtıl da'vâyı haber söyleNedir şol küfr ü îman kim Bize lâzım olan Hak'tır ko

Diyenler bunda "lâ mevcûde illâ hû" bilir Hakkı Gel ey Hakkı bilirsen iş bu ma'nâyı haber söyle

Ve kelime-i Kahhâr fenâ-yı ma'nevîye işârettir ki fenâ-yı iradî dahî derler. Ki vücûd-ı insânînin taayyunâtı fenâ bulur. Nefha-i ûlâda suver-i kevniyye fena bul­duğu gibi. Ve ona kıyâmet-i suğrâ derler. Gerçi fi'l-hakîka kıyamet-i kübrâdır. Ve nefhâ-i ûlâ ile hâsıl olan mertebeye kıyâmet-i kübrâ derler. Gerçi fi'l-hakîka kıyâmet-i suğrâdır. Zîrâ ma'nâ ki insandır, sûretten akvâdır. Ki âlemdir ve âlemin sûreti fânidir ve ma'nâsı bâkî olduğu gibi insan dahî böyledir.

Ve âlemde fenâ ve tegayyur kabul etmez nesne olduğu [92b] gibi arş ve kûrsî ve ervâh gibi âdem de vardır ki ekâmil-i nâsdır. Zîrâ bu mekülelerin ecsâdı fenâ ve te­fessüh kabûl etmeyip kıyâmete dek bâkî kalır. Zîrâ berekât-ı ervâh ecsâda sereyan etmekle ecsâd dahî ervâh hük­münde olur.

Ey mü'min! Aceb sırr-i İlâhîdir ki bu enfüs ve âfâk biribirine mutâbıkdır, fa'rif [bil!].

Ve esmâ-i mezkûrede ism-i vâhid, zât-ı vâhidiyyeye işârettir ki mertebe-i sıfâttır. Nitekim ma kablinde olan Vehhâb ve Fettâh mertebe-i ef'.âldir. Vâhid zât-ı ehadiyyeye işârettir. Binâen-alâ-hâzâ bunda ef'alden sıfata ve sıfattan zât'a terakki vardır. Zîrâ ef'âl sıfatın perdesi ve sıfat dahî zâtın hicâbıdır, ya'nî mahcûblara göre. Ve illâ Hak Teâlâ mükâşiflere bî-perdedir, ki onlar ef'âlde sıfâtı, mükâşefe ve sıfatta zâtı müşâhade ederler. Âsârda ef'âli müşâhede ettikleri gibi.

Ve Samed ismi zât-ı vâhidiyye ve zât-ı ehâdiyyeden hâsıl ola. Mertebe-i câmiâya nâzırdır. Zîrâ Samed, masmûddur ki muhtâcün ileyhdir. Cemî'-i âlem ise [93a]Allah Teâlâ'ya muhtâcdır. Zîrâ Rabbü'1-âlemin'dir.

Pes âlemin neticesi iftikâr ve Hakk'm sıfatı gınâyı mutlaktır. Ve bir kimse ki âlemin Hakk'a iftikârıyla rucûunu bilse terk-i da'vâ eder. Ya'nî zâtında mütecellî olan cânib-i vûcûba nazar etmez, belki cânib-i imkâna na­zar eder. Çûnki kendi indinde cânib-i imkân gâlib ola, da'vâya vûcûd vermez. Ve hadîste gelir: ekJI jlÂsaYL <e^uxl («4^1

[Ey Allah'ım beni sana muhtaç olmakla müstağni kıl] .

Ve kâmiller duâ edip dediler ki: "Yâ Rabb! Bizi sen­den fakir eyle ve sana fakir eyle!". Ya'nî fakrun mine'llâh odur ki revâih-i rubûbiyyetten özüne bir râyiha işmâm etmeyesin. Elhâsıl cânib-i Hak'da râyiha-i ubûdiyyet ol­madığı gibi senin cânibinde dahî râiha-i rubûbiyyet olma­mak gerektir. Ve illâ abd-ı mahz olmazsın, ve ekmeliyyet mertebesini bulmazsın. Ve bu ma'nâya işâret edip hadîste gelir: [Senden sana sığınırım[131]]. Fefhem cidden.

Ve bundan fehm olunur ki hakîkat-ı hayât ve ilim ve irâdet ve kudret ve kelâm ve sem' ve basar ile men'üt olan Allah Teâlâ'dır. Ve şol ki [93b] zevk ve lems ve kuvvet-i âkile ve müfekkire ve hayâliyye derler. Bunlar sıfât-ı kevniyye ve kuvâ-yı nefsâniyyedir ki insana mah­sûstur. Hak Teâlâ o meküleden beridir.

Ba'de-za esmâ-i müfredenin cümlesi vird-i leylî ve kelime-i tevhîd vird-i nehârîdir. Zîrâ leyi zâta işaret­tir ki müteferrid ve mütevahhiddir. Ve nehâr sıfata işa­rettir ki müterekkib ve mütekessirdir. Bu cihetten terki­bi müştemil olan kelime-i tayyibe nehâra ve müfredât olanlar leyle münâsip geldi. Ve müfredâtta olan hurûf terkîbten addolunmaz. Zîrâ harf-i vâhid isim olmaz. Meğer ki kâide-i teksîriyye üzerine ola ki ehl-i teksîr bir isim­den yalnız bir harfe mülâzemet ederler.

Metin Kutusu: 131.Meselâ; lafzatullah'dan "elif, elif" diye vird ey­lerler. Bu sûrette harfin mûsemmâsı olan lafz-ı elif yine 3 harfden mürekkep olmuş olur. Ve bu nazîri huccâcm telebbüs ettikleri ihramdır. Zîrâ ihram gerçi melbûsâta gö­re muhayyat değil belki basittir. Fe-emmâ mensûc olduğu cihetten yine terkîbten hâlî değildir. Bu zarûretten ötü­rü [94a] aİS'dji>_ ile amel olunur. Ve illa kâ'be ki zât-ı ehadiyyeye işarettir, min külli'1-vücûh terkîbten ârîdir. Pes ona münâsib olan libastan basit nesne idi, ki onda asla terkîb olmaya rişte gibi çünkü bu vecihle libas olmaya imkân yok ve uryânen sa'y ve tavaf dahî meşru' değildir. Nesc ile iktifâ olunup, basit hakî­kî hükmünde kılındı.

Ve kânûn-u celvetiyye (cim ile) budur ki eğer ehl-i halvet değil ise kelime-i tevhidi be-her yevm yedişer yüz kerre ihsâ eyleye. Zîrâ 7 ismin her biri 100'er ismi müştemil olmakla 700 hükmündedir. Bâri 700 zımnında 7 ismi muhâfazâ eyleye ve eğer şeyhten me'zûn olup 7 ismin veyâ­hut 12 usûlün her birini vird ederse edne'l-emr her biri­ni yüzer kerre tekrâr eyleye ve eğer vaktinin müsâadesi var ise her birini yedişer yüz kerre diye ve eğer ehl-i halvet ise onun için aded-i mahsûs ve ism-i muayyen ol­maz. Belki cemî'-i evkâtta bilâ-futûr ve lâ-kesel zikrullaha iştigâl lâzımdır. Meğer ki [94b] ol esnâda cânibi gaybtan ba'zı esmâ bi-hasebi'1-hâl tahsîs oluna bu sû­rette şeyhin ta'yîni ile ona meşgûl olur. Ve gâliben mü­essir olan "kelime-i tevhîd ve kelime-i hû"dur. Gerçi kelime-i tevhîd efdâlu'1-ezkârdır. Fa'lem zâlik va'mel. [Bunu bil ve amel et!].

NAZM

Zikr edelim Hakk'ın güzel âdını

Gelin Allah Allah diyelim yâ hû

Komayalım dilimizden yâdını Gelin Allah Allah diyelim yâ hû

Hak dilinden zikr edelim her nefes Hû çekelim kırılınca bu kafes

Mâsivâdan Allah bize bes

Gelin Allah Allah diyelim yâ hû

Cân ü teni bunda koyup gidelim

Sırrile Mevlâya mi'râc edelim

Zikr yeter gayri fikri nidelim Gelin Allah Allah diyelim yâ hû

Var iken gönülde bunca endîşe

Takmayalım adımızı dervişe

Yetmez mi Hakkı'yâ bize bu pişe [95a]

Gelin Allah Allah diyelim yâ hû

Ey mü'min! Tevhîd ile sülûkûn fâidesi budur ki tevhîd, sâlikin evhamını izâle ve hayâlâtını ifna edip ma­kam-1 ayna isal ve meclis-i Hazret'e idhâl eder. Esmâ ile sülükte ise hatar çoktur. Zîrâ hayâl gâlib olup sâlik bir makamın sâhibi oldum sanır, maa hâzâ vâsıl olduğu makam hayâlidir, makâm-ı kâlbî ve aynî değildir. Hatta ba'zı müddeiyâna müsâdefe vâki' oldu ki; "ben her gece mi'râc ederim" diye da'va ederdi. Maa hâzâ zâhirde asla şer'a riâyeti yoktur. Ve "bana münkerât sûretinde olan nesneler sedd-i râh olmaz" diye i'tikât eylemiştir. Bî-haberdir ki vârid olan hitâbât ve hâsıl olan elfâz ve maânî■hayâlden gelir. Bu ise mekr-i İlâhîdir.

Evliyâ-yı kibârdan Ebû Ali Rudbârî'den (k.s) suâl olunmuş ki; bir kimse ki istimâ'-ı melâhî eder ve bana helâldir der. Zîrâ ben bir dereceye erdim ki ihtilâf-ı ah­vâl bana te'sîr eylemez diye da'vâ eyler bu mekûlenin [95b] hakkında ne dersin dediklerinde cevâbında Ebû Ali buyurdu ki: -a* Ya'nî öyle makama vâsıl olmak da'vâsini eden vâsıl oldu, velâkin cehenneme vâsıl oldu. Yoksa cennete ve Hakk'a değil. Zîrâ haram olan nes­ne helâl olacak makam yoktur. Belki her makamda helâl o­lan helâl ve haram olan dahî haramdır.Pes kuvvet-i hâlin tahlîl-i haramda te'sîri yoktur. Belki her bâbta murâât-ı şer' lâzımdır. Gerekse ol haram olan nesne haram li-gayrihi olsun.

Ey mü'min! mezâlik-ı akdamın biri dahî bu makamdır. Zîrâ bir mezheb sâhibi bir nesnenin hılline zâhib olmakla şâir ashâb-ı mezâhibin ihtilâfı var iken onunla amel et­mek husûsan havass-ı nâsa mercûhla ameldir. Zîrâ akvâ olan mahall-i ihtilâfta ihtiyâttır. Velâkin bu a'sârda böyle ehl-i ihtiyât olmaz. Bir velînin tenezzüle müteal­lik veyâ kendine mahsûs olan hâl ile amel [96a] eder, te­rakkiye müteallik olan umurun yanına uğramazlar. Kibâr ise bâis-i terakki olan umûra hass etmişlerdir. Ve mâ ada­sından tahzîr ve tenfîr eylemişlerdir. İşte bir asırdır ki âlem, hak sûretinde bâtıl ile meşhûndur.[132]

NAZM

Zâğlar tuttu bu gülistânı Dinlemez kimse andelîbânı Var iken bağda has u hâşâk Kim bilir kadr-i verd~i handânı

Metin Kutusu: Misk ü anber gelir meşâma dehan Kimi derviş ve kimi şeyh geçer
Hakkı'ya Hakk'a ilticâ eyle
Metin Kutusu: Var iken bu nider bu halk ânı Kande o kande hâl-i rûhâni
Bâzdır çünki bâb-ı rahmânî

FARZU'T-TARİKAT

Ma'lûm ola ki sâlik-i tarîkat-ı Muhammediyye olana farz olan budur ki; mâsivâyı kalbinden ihrâc eyleye ki ona "infisâl" derler ki sırr-ı [96b] vudû'dur. Zîrâ vudû'dan murâd, mâsivâdan infisâl ve salâttan murâd Hakk'a ittisâldir.

Meselâ bir kimse bir hizmet için sefer ve seyehat etse ibtidâ alâka-yı vatanı ve umûr-ı mâniayı terk edip ba'dehû yola revân olur. Zîrâ mâdem ki kalbinde gayriye incizâb vardır, matlûb olan nesneye hemm ve azimet tâm olmaz. Bu ise umûr-ı lâzimedendir.

Bu cihetten ûmem-i ûlâda bir peygamber gazâya hurûc etse şuğl-i şâgili olan kimseyi istishâb etmezdi. Mesalâ: Henüz teehhül etmiş olan veyâhut bir nesne binâsı sade­dinde ola veyâhut hayvanâtının netâcma muntazır ola ve alâ-hâzâ. Zîrâ ittifâk-ı kulûb olmadıkçâ maslahat bitmez. Ki teferruk ve ihtilafdan nehy olunmuştur.

Mesel-i meşhûrdur ki; "bir hanede iki sarıklı olmaz" derler. Zîrâ her biri bir tarafa çekip umûr-ı hânenin ih­tilâl ve teşevvüşüne bâis olur. Çünki emr-i dünyâ muhtel ola, emr-i dîn dahî muhtel olur. Zîrâ nizâm-ı dîn nizâm-ı dünyâ üzerine mevküfdur [97a] . Nazar eyle ki bir diyâra küffâr müstevli olsa halkı perişan olup ezan ve ikâmet ve şâir vâcibattan kalırlar. İmdi bâtm-ı inşâna dahî nefs ve şeytan ve hevâ müstevli olsa zâhirî dahî ihtilâl üze­rine olur.

Tefekkür eyle ki efkâr-ı fâsidesi gâlib olan kimse kıldığı namazın aded-i rek'âtını bilmez, ve ekseri halde umûr-ı dînde yanılır. Zîrâ kalbi elinde değildir. Çünki içerde huzûr ve vicdan olmaya dışarısı dahî harâb olur.

Ve esnâf-ı mâsiva 9 nesnedir ki melek ve felek ve kevkeb ve tabiat ve unsur ve ma'den ve nebât ve hayvan ve kevkeb ve tabiat ve unsur ve ma'den ve nebât ve hayvan ve insandır ki tertîb üzerinedir. Zîrâ ibtidâ mahlûk olan akl-ı evveldir ki melâikeden ma'dûddur. Ya'nî melâike iki kısımdır:

Biri ervah-ı mücerrededir ki saff-ı evveldedir. Ve biri dahî ecsâm-ı latifedir ki "ammânı-s semâvât"tır. Zî­râ ervâh-ı mücerrede-i âliye âlem ve Âdem'den bî-şuur ve tedbîr-i umurdan ma'zûldur. Ve bunlar Âdem'e secde ile me'mûr olan [97b] melâike idâdından hâriçlerdir.Onun için onlara aslında "ervah" derler, melâike demezler. Zîrâ me­lek odur ki bir kârda istihdâm oluna. Ve onun için heyke­li nûrâni-i-latîf ola. Ve felek mecre'1-kevâkibtir ki âlem-i ulvîde devreden budur. Yoksa semâvât değildir. Zîrâ semâvât sebât-ı dâim üzerinedir ki ibtidâ halk olunduğu vakitte ebvâbı ve şâir ahvâli ve ammârı ne veçhile ise hâlâ yine ol hâl üzerinedir. Ve tabîat unsuru netice-i terkibidir.

Şol ki tabiatı latifedir. Melâike ve ervâha mahsûsdur. Ve ekserîni Âdem'de olan tabîat-ı kesifedir Ve hiç bir mevcûd yoktur, ger cismânî ve ger rûhânî ki onda ta­bîat olmaya. Hattâ akl-ı evvel dahî tabîat üzerine mebnîdir. Pes tabîat mebnâ-yı vücûd ve aslü'1-küldür.

Ve ba'z-ı ârifîn demiştir ki: â* fi jl oJj Ya'nî mâderim olan tabîat-ı külliye pederim olan akl-ı evveli doğurdu. Ya'nî akl-ı evvel cümle-i mahlûkâtm vâlidi [98a] iken yine tabîat üzerine mebnîdir ki tabîat mertebe ve zuhûrda onun üzerine mebnîdir. Pes bu aceb haldir ki fer' asıl üzerine mebnî iken burada aks olup asıl fer' üzerine mebnî oldu. Çünki akl-ı evvel tabîat üzerine mebnî ola. İlâ-âhiri'1-mevcûdât ondan tevellüd edenler dahî ol tabîat üzerine mecbûl oldu. Nitekim de­mişlerdir ki; s*

Ve Kur'ân'da gelir ki: «İfLi

[İsrâ, 17/84] [De ki: Herkes kendi mîzac ve meşrebine göre iş yapar].

Velâkin her emr-i İlâhî ki bir nesne üzerine murûr eyleye, o nesne eğer kesîf ise o emr dahî tekessüf ve il­lâ talattuf eder. Nitekim bir mâ-i azb arz-ı şureye murûr ile uzûbeti mütegayyîr olur. Ve zeheb dahî keyfiyyât-ı muhtelife-i zeminden evsâfı istihâle edip fiddâ veyâ nuhâs veyâ hadîd veyâ emsâli nesne olur ve cesedâniyyeti tegayyur bulur.

İşte buradan insân-ı kâmil ile gayrın farkı bilindi. Zîrâ insan-ı kâmilin fıtratı selîme ve hilkati latifedir ki onun zâtında emr-i İlâhîyi tagyîr edecek [98b] keyfi­yet yoktur. Bu cihetten onun tabiatı mele-i a'lânın tabi­atına mülhakadır ki tabîat-ı latifedir. Ya'nî bir tabiat­tır ki guyâ anâsır üzerine mebnî değil ve ondan mizâc mahsûsda mütekeyyif olmamışdır. Belki asl-ı nûr olan ta­biattır. Onun için böyle yerde kıyâs-ı nefs câiz değil­dir. Ki miski deme kıyâs etmek gibi fâsiddir. Çünki evliyâ bu mîzâcda ola.

Kıyâs eyle! mîzâc-ı enbiyâyı ve rusulü ve ulü'l-azm i ve husûsen mîzâc-ı nebeviyi ki; a'delü'1-emzecedir. Bir veçhile ki ol mîzâcda hiçbir mahlûk gelmemiştir.

Suâl olunursa ki; Çünki hüküm mîzâcdan müberrâdır, pes mizâc üzerine mebnî olmamak gerek idi. Cevap budur ki: Kemâl-i insânî terkîb-i mizâc üzerinedir. Ve illâ me­lek olmak lâzım gelir, ve sûret-i âdemiyye bâtıl olur.

Suâl olunursa ki; Mâsiva yoktur, pes sâlik neden munfasıl olur ki munfasıl ve muttasıl olduğu bir nes­nedir?

Cevap budur ki mâsivâ demek [99a] hakâyık-ı esmâ ve sıfâtiyyenin mezâhiri olan eşyâya göredir. Eşyâda taay­yüni mahsûs hâdis olmakla gayrı denilir. Ve illâ esmâ ve sıfat müsemmâya mugâyır değildir. Nitekim erbab-ı hakâyık bilirler. Çünki insanın vücûdunda kuvây-ı muhtelife ve âfâkta dahî mevcûdât-ı mütenevvia halk olundu. Lâ-cerem kalb-i inşân ona takallübden hâli olmadı.

Meselâ sem'i mesmuata ve basarı mubsarâta ve şâir kuvâyı ve âzâsı dahî mâ-hulika-leh olan gayriye tehavvûl eyledi. Ve eşyâda Hak'la tasarruf kalmadı. Lâ-cerem mâsivâya taallûk etmiş oldu.

Ve bu ma'na emr-i azîm olmakla insân-ı kâmil terbi­yesine zarûret geldi. Tâ ki ecsâm-ı mahsûseden ve i'tilâf-ı hissiyâttan kat' ve ervâhı dahî ervâh-ı ma'kuleden ve muyûl-ı ma'neviyyeden fasl edip sırrını merkez-i a'lâya tevcih ve nokta-i vahdete tahvil ve menzil-i hüviyet-i zâtiyyeye teslîk eyleye. İşte sülük ve teslîk dedikleri budur [99b] . Velâkin çünki bu merâtibde zulmânî ve nûrânî yetmiş bin hicâp vardır. Lâ-cerem emr-i sülük su'b oldu.

Ve sâlikin hâli şol ibn-i sebilin hâline müşâbih ol­du ki; tarîk-ı mehûfde giderken harâminin birinden halâs olur, biri ile dahî mübtelâ olur. Ve alâ-hâzâ, ya bin be­lâ ile menzile erer veyâhut âhir vasat-ı tarîkta helâk olur. İmdi "ez-zâhir ünvanü'1-bâtın" mûcibince zâhirden bâtına udûl ile ve suretten hakikate istidlâl et! Ve bu tarîkin ahvâlini fehm edip rufeka ve mürşidden munfasıl olma. Ve illâ yolda kalırsın veyâhud dâll olursun. Ve "cemaatten şârid olan helâk olur" diye vârid olmuştur. Ve münferid olup yola gitme, ve illâ şeytan refikin olur. Ve insan kendi kendine mutabaat edip müstakil olmak olmaz. Zîrâ âdet-i ilâhiyyeye muhâliftir. Kendine insanın vah­detten kesrete nüzûlü terfihledir [100a] . Ve yine kesret­ten vahdete urûcu böyledir. Velâkin menâzil besyâr ve mehûf olmakla rufeka ve mürşid lâzımdır, fa'rif [bil!].

İşte silsilenin bir ma'nâsı dahî budur ki katâr katâr olup giderler. Ya'nî biribirilerine murtebıtlardır.

Nazar eyle ki tarîk-ı hac'da "salma deve" derler ki başı boş demektir ne veçhile perişandır. Ve ona râkib olan dahî menzile geç vâsıl olur Zîrâ zimâmı râkib elinde olmayıp oLL* kabilinden olmakla her gördüğü nebâta meyi edip çep u rasta inhirâfdan hâli değildir.

Ey sâlik ! Ka'be-i hakikat ki; "Rabbü'1-beyt"tir ona sülük dahî âfâttan hâlî değildir. Belki bu ma'nâ sülûk-i sûrîden eşeddir. Zîrâ mahzûrâtı mahsûs değildir ki sâlik ondan hazer ede, ve henüz tarîkta olan a'mâ gibidir. Zîrâ mübtedîdir ki bu yolun garibidir.

Ve demişler: [100b] Ya'nî a'mâyı irşâd lâzım geldiği gibi garibe dahî âşinâ ve sâlike dahî de­lil ve def-i a'dâ içün esliha gerektir. Ve akvâ silah, mürşide irtibât-ı tâm ve tevhide iştigaldir. Zîrâ vah­det kesreti perişan eder. 1 .» >•>• Kale Teâlâ: ;

[Gâfir, 40/16] [Bugün hükümranlık kimindir? Kahhâr olan tek Allah'ındır]. Ya'nî bu âyet-i kerîmede ulûhiyyet ve vah­det ve kahr tahsis olundu. Zîrâ kıyâmet-i kübrâda eşya aslına rucu' edip sûretten hurûc ettiği gibi kıyâmet-i suğrâda dahî kahr-ı vahdet ve satvet-i zât ile taayyunât makhûre olup asl-ı insan ki nûr-i Hak'dır. Ona râci' olur ve ona rucu' demek bi' 1-i' tibardır. Zîrâ ol ma'nânın ta­hakkukundan evvel dahî Hak'ladır. Velâkin esbâb-ı hâile­nin haylûleti i'tibarıyla karîb olan baîd gibi görünür ve vatan-ı gurbetten addolunur. Çünki hâil ve hicâp mürtefi' ola [101a] , ve basiret inkişâf bula a'mâ iken bînâ gibi olur ki güneş a'mâya hafî olduğu âmâdandır. Ve illâ dav'ı âfitâb ona mün'akistir, fa'rif [bil!].

NAZM

Gel beri feyz-i ferâvânla umman olalım

Dökelim kanlı yaşı dür ile mercan olalım

Dîde-i sırrımıza kühl-i cilayı çekelim

Açalım gözlerimiz şâhid-i Rahman olalım

Bize bizden katı akreb iken ol Rabb-i Kerîm

Biz niçin dür düşüp pürgâm-ı hicran olalım

İbn-i Edhem gibi derviş olup âlemde

Sûretâ merd-i gedâ ma'nîde sultân olalım

Çün bizi alsa gerek bâd-ı fenâ âhir kâr

Gel bugün zerre gibi hâk ile yeksân olalım

Hakkı'yâ menzil-i vasi ise murâd u maksûd

Koyalım gayri yolu peyrev-i merdân olalım

SÜNNET-İ TARİKAT

Ma'lûm ola ki mâsivâdan munfasıl olmak kat'-ı alâka ile olur. Pes infisâl onun vücûdundan inkitâı müstelzim olmaz. Gerçi ekâmil-i nâsm ekseri [101b] zühd ve tecerrüd ile gelip gitmişlerdir.

Zîrâ Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ve mebde-i silsile Hz. Ali (k.v) terk-i külli ihtiyâr etmişlerdir. Velâkin eğer izni şer' ve işâret-i hakikat ile dünyâ ile izdivâc lâzım gelirse lâ-be'sdir.

Nitekim Sadreddîn-i Konevî (k.s) kendini sûret-i tecemmülde gösterir ve der idi ki: "Mülûkâne geçinelim fa­kirane yatalım". Ve Ebû Hâmid Gazzâlî'nin birâderi Ahmed Gazzâlî dahî bu uslûb üzerine idi. Hattâ bir gün, "bu efrâsı böyle besleyip neylersiniz ki; kayd u alâkadır" de­diklerinde, "biz atları kazığa bağlarız yoksa kalbimize bağlamayız" diye cevap verdi.

Elhâsıl bizim sünnet-i tarikat dediğimiz budur ki: Meselâ; namazın farzı ve sünneti vardır ki farzı; fi'lhakîka huzûr-ı kalb ile olmaktır. Ve sünneti; mükellef olduğu cihetten teklifle hâzır olmaktır. Ya'nî [102a] kendinin mükellef ve me'mûr olup sâcid ve âbid-i Hak ol­duğunu ihzârdır ki; bu ma'nâ Hak ile huzûra mâni' değil­dir. Zîrâ salât münâcâttır ki; dâî ve med'uv arasında bir hâlettir.

Pes kendinden bi'l-külliye münselâh olsa münâcî de­nilmez. Zîrâ ol vakitte Hak bi-nefsihi münâcî olmuş olur. Bu yüzden salât, hâlet-i berzâhiyyedir ki Rab ve abd meyânını cem' eyler. Ve şâir ibâdâtm sünneti dahî böyledir.

Bakâ-i resm ile olmak sünnettir. Zîrâ Hz. Nübüvvet' in sünneti âlem-i bekadandır ki cem' ve farkı câmi'dir. Ve vücûdu, dünyâya şer' ile taallûk etmek dahî sünnettir. Ya'nî gerçi her makamda şer' lâzımdır. Velâkin vücûdu, dünyâya taallûk lâzım değildir. Zîrâ eğer lâzım olsa ni­celeri dünyâyı bi'1-külliyye tarh etmezlerdi. Çünki vücûd i dünyâya taalluk ede. Maa-hâzâ ol vücûd-i terkî gibi fi­ilî dahî farz değildir [102b] .

Bâri ol taallûk nikâh-i şer' ve izn-i hakikat ile ola. Nikâh-ı şer' budur ki; taalluk ettiği nesne şer'de murahhas ola. Ve izn-i hakikat budur ki; taalluku kendi nefsâniyyeti ile olmaya. Belki huzûr-ı kalb ile ola. Ve bu sûrette kendi cânibini dahî fi'l-cümle mülâhaza et­mek muzır olmaz, belki sünnettir ve illâ cebr-i mutlak lâzım gelir. Ve burası bir makam-1 âlîdir ki ekâmil-i nâsın hâlidir. Zîrâ fenâ ve bekadan bî-haber olan kimse bu sırrı fehmeylemez ve fehm etse dahî amel ve zevk fehmin gayrıdır.

Elhâsıl, sâlike dünyâyı terk lâzım oldu, velâkin vü­cûdu terk değil, belki alâkasını terktir. Ve bî-alâka iken zikrolunan veçhile zâhir-i vücûda taalluk sünnettir, yoksa farz değildir. Ve illâ emr-i mûşkil olurdu.

Ve mahkîdir ki Hallâc-ı Mansur'dan da'vâ-yı "ene'lHakk" sâdır oldukta cânib-i Nübüvvet'ten [103a] "Yâ Mansur! serden geçmelisin" diye işâret vâki' oldukta zâhiri üzerine hami edip da'vâsi üzerine musir ve âhir ber-dâr olup serden geçti. Zîrâ ârifler demişlerdir ki Hz. Nübüv­vet' in ol ibâretle murâdları zâhir sırrı terk ve vücûd-ı zâhirîden fenâ değil idi. Belki da'vâdan fenâ ve ol sırrı setr idi.

Pes demek oldu ki; Yâ Mansur! eğer bu da'vâ üzerine musir olursan sırrı ifşâ ettiğin için seri verirsin. Gel imdi dimâğından bu hayâli bî-rûn eyle ve bu ma'nâdan fenâ bul ki senin serini vermekten murâd bu fenâdır Yoksa fe­nâi sûrî değil.

Ve Şeyhimden (k.s) mesmûumdur ki buyurmuştur ki; "bu da'vâ bana evâilimde arız olup yine tarfetü' 1-aynda zail olmuştur". Velâkin Mansûr'a ıtâle etmek câiz değildir me­ğer ki mertebede onun fevkinde [103b] ola kümmel-i evliyâ gibi. Ve ol vakitte ki Mansûr ber-dâr oldu Şeyh Şiblî (k.s) oraya gelip:"İkimiz bir kadehden nûş etmiş idik, velâkin biz sahvâ geldik. 0 sekirde kaldı" dedi. Ya'nî eğer benim gibi sahv ve ifâkat bulmuş olaydı da'vâdan ha­lâs olurdu ve helâkten necât bulurdu.

Ey Ârif! nazar eyle ki Allah Teâlâ Mansûr'u ber-dârî mûbtelâlarm serdârı eyledi, tâ ki ibret-i urefâ olup hiç bir kimse bu da'vâda olmaya. Zîrâ bu da'vânm zâhir-i vü­cûda zararı olduğu gibi bâtın-ı hâle dahî zarârı vardır. Bu sebebdendir ki Mansûr'un rûhu 300 yıl meclis-i Resûl'den (salla’llâhü aleyhi ve sellem) mahcûb oldu. Tâ ki cümle-i ervâh-ı enbiyâ mûctemi' olup şefaat ettiler. Ve Seyyid Nesîmî ve Şihâbüddîn el-Maktûl dahî böyledir ki gerçi bunlar [104a] da­hî fehm-i hüsn ile fehmeylemişier. Velâkin şol nesne ki setr içün idi. Onu izhâr ettiler ve hallerine gâlib olup efrâd-ı nâs gibi melâmiyyeden olmadılar.

Zîrâ aslında melâmiyye zevâhir-i ahvâlde amme-i nâs ile müşârik olanlardır. Onun için ol babda nefisleri on­lara melâmet eder. Zîrâ halleri mestûrdur. Nefis ise zuhûr-ı hâl ister, tâ ki cânib-i halktan âsâr-ı rağbet vü­cûda gele, ve murâd-ı nefs hâsıl ola. İşte kâmilin nefsi, kâmile melâmet eder. Zîrâ zebûn ve mağlûbdur. Nâkıs ise kendi nefsini melâmet eder. Zîrâ nefsi gâlibdir, fa'rifu'l-fark [farkı anla!].

NAZM

Dalıp batır-i gama çekme melâmet

Kenarı tut ger istersen selâmet

Ko Zeyd ü Arnr'la her giz cidâli

Cedel zîrâ olur şirke alâmet

Kerametten sâyılmaz hark-ı âdâ t Zebûn etmektir nefsi kerâmet [104b]

Kazâ etmez şu kim deyn-i Hüdâyı Çeker lâ büd kıyâmette garâbet

Şu kim hıl'at giyer esmâ yüzünden Bulur sultân-veş kadr u fehâmet

Vudû al Hakkı'yâ hûnâb-ı dilden Yüzün ağ ola tâ rûz-ı kıyamet

MEKRUH-İ TARİKAT

Ma'lûm ola ki Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) cenâblarının vech-i melâhat isri ve cebîn-i mûnîrlerinden ve şâir eczâ-i be­denlerinden tereşşuh eden arakları misk ve anber gibi râyihadâr idi. Şöyle ki; hâtûnlar onu penbe ile cem' edip tıyblarına meze ederler ve teattur eylerlerdi. Böyle zât­ı şerîf ve beden-i lâtîf iken yine tetayyubu severlerdi. Ve cânib-i Hak'tan tahbîb olunduğum nesnedir derlerdi.

Ba'zı hûkemâ-i ilâhiyye hikmette demişlerdir ki beden-i insan, hame-i mesnûndan halk olundu. Lâ-cerem ol râyiha-i kerihe eczâ-i bedene [105a] sâri oldu. İşte Haz­ret' in isti'mâl-i tıybi iksâr ettikleri râyiha-i tıyneti izâle için idi. Tâ ki cism-i nazîfleri ecsâm-ı melâike gibi letâfet-pezîr olup münâsebet-i ehl-i melekût etmeye sezâ ola. Bu cihettendir ki; [Beni nûr kıl] di­ye duâ ederlerdi. Tâ ki nûrâniyyet ve nezâfette melâikeye mültehik olalar. Gerçi cem'iyyet-i neşe' cihetinden on­lardan ekmel ve cemi'-i mevcûdattan efdaldir.

Ve kezâlik âmme-i nâsm eklettiği ba'zı me'kûlattan imtinâ ederlerdi. Gerçi gayrilerin tenâvülüne ruhsat ve­rirlerdi. Zîrâ ba'zı hayvanatta ve me'kûlatta havâs-sı rediyye vardır ki meşreb-i inşân-ı kâmile münâsib değil­dir. Belki şerîatte helâl iken tarikatta mekrûhdan addo­lunur. Zîrâ her helâl olan nesne tayyib olmak lâzım gel­mez. Sûm ve basal ve lahm-i bakar ve ma'z ve emsâli gibi.

Pes sâlikân-ı tarîkate havass-ı rediyyesi olan nes­neyi eki ve şurbetmek mekrûhdur, tıybi münâfî olup râyi­hayı kerîhesi olan nesne gibi [105b] . Bir yerde ki; mubâhü'l-asl olan taamdan hâsıl olan ve dırdan yâni diş dip­lerinde kalan bakıyye-i taamdan hâsıl olan râhiya-i kerîheden melâike teneffür eyleye. Şâir muharram veyâ meşkûktan hâsıl olanın hâli nicedir, teemmül oluna.

Ve isti'mâl-i misvak mubaha göredir. Yoksa gayr-ı mubahdan ârız olan râyiha izâle olunsa dahî çi fâide. Zîrâ râyiha-i sûriyye zâil olduğu surette yine râyiha-i ma'neviyyesi bâkiyedir. Ve ikisi müctemi' olsa hâl, diger-gün olur. Ve râyihâ-i ma'neviyye dediğimiz muharram ve mekrûhun hakikâti yüzünden zuhûr eden râyihâdır, helâlde olduğu gibi.

Meselâ şehidin kanı kıyâmette misk gibi râyihâdâr olsa gerektir. Maa hâzâ kanın sûretinde öyle râyihâ yok­tur.

Ve ba'zı ehl-i vera' perhizleri vaktinde ellerini taâma meddetseler, eğer ol taâm haram veyâ müştebeh ise parmaklarının damarları hareket eder veyâhut yedleri [106a] medde mutâvaat etmez veyâ ol taâm hınzır sûretinde görünür veyâ ondan bir râyiha-i kerihe zuhûr ederdi. Şöyle ki istişmâm olunurdu. İşte her me'kûl ve meşrûb ve melbûs hakkında şeriatta helâldır denilmez. Zîrâ helâl ve haram nassa muhtaçtır. Ve helâl olduğu sûrette dahî havass-ı rediyyesinden hazer olunur.

Ey mü'min! Bundan şer'in hükmü ma'lûm oldu. Ya'nî şer'in tahlil ve tahrîmi celb-i menâfi' ve def'i mazar içindir. Zîrâ insan kendi aklına kalsa nice habâisi istetâba eder, arab-ı bevâdî gibi.

Pes hadd-i şer'i tecâvüz eden tayyibten habise taaddî eder. Ve akl-ı kâsırına tâbi' olur. Ve ba'zı nesnelere şer'de fi'l-cümle ruhsat verilip tenfîr olunmadığı imtihân-ı İlâhî kabilinden olmakladır. Ya'nî belki ol nesneye ruhsat yüzü göstermek imtihan kabilinden ola Nitekim ge­lir;  jl  ^1

[Bakara, 29/2] [O, yerde ne varsa hepsini sizin için yarat­tı.]     J-bj [iosb]

[Mülk,2/67][Hanginizin daha güzel davranacağını sınamak için] . Ve burada lafz-ı ahsenden fehm olunur ki ba'zı amel hasen ve ba'zı ahsendir, kabîh ve akbah olduğu gibi.

Pes a'mâl ve insan tabakât-ı muhtelifedir. Bu sebebten herkes kendi ırz ve dînine göre hareket etmek gerek­tir . Kale Teâlâ   j                 j çş!

[Ahzâb,33/33][Sizden günâhı gidermek için]

Ey mü'min! Eğer bu takririn gavrine erdin ve hakika­tini basiretinle gördün ise helâl ve haramı ve müştebeh ve lâyık ve gayr-ı lâyıkı teşhis ettin ve herkesin merte­besini fehmeyledin ve bildin ki ehl-i beled ile ehl-i karye beraber değildir. Ve sultan ile raiyyet her hâlde mûşarik olmazlar.

Velâkin bilmek ve bulmak ve olmak dedikleri üç sıfât-ı âliyedir ki değme şahısta bulunmaz ve bulunsa dahî biri bulunur ki; ilmdir, yoksa vicdân ve husûl nerede olur ki biri; ayne'l-yakîn ve biri dahî hakka'1-yakîndir. Ya'nî ayn ve haktır ki kalbte râsih ve sâbittir [107a] . Zîrâ ba'zı ilm ve ayn ve hak vardır ki râsih olmadığından sâhibi zelzele ve ıztıraptan hâlî olmaz ve kalbinde itmi­nan ve sükûn bulmaz.

NAZM

İlmi ko ayna eriş tâ can u dil bula sükûn

Ermedinse "kün fe-kâne" bulmadı hâlin yekûn

Her taayyun-i evveli sensin şenindir bu zuhur Suretinden Hak senin gösterdi hem yüz bin şuûn

Oldu Âdem evvel ü âhir Muhammmed Mustafâ

Bir elif bir mimde hatm oldu esrâr-ı kurun

Çün gözünle göresin ayne'1-yakînin yüzünü

Bir göre a'yân-ı eşyâyı kamu ayne' 1-uyun

Gel bugün er noktanın sırrına devr-i cimden

Sünbüle bu devr içinde devr ey zü'l-funûn

Sırr-ı nahnu'1-âhirûne's-sâbikûn oldu ayân Fehm eder Hakkı bu sırrı var ise ehl-i derûn

SIRRU'S-SİLSİLE

Ey ârif-i nükte-senc ve ey hüküm ve hakâika hızâne ve genç! Silsilenin halkaları birikirine murtabıt ve her biri dahî fî nefsi'1-emr devr-i muntabık [107b] olup ev­vel ve âhiri berâber olduğu gibi nefs-i silsilenin dahî mübtedâsı müntehâsma mültekî olmuş ve ikisi bu devr içre bir özge birlik sûretini bulmuştur. İşte budur ki; hidâyet ve gâyet birdir derler.

Ve Cüneyd-i Bağdâdî'ye (k.s) suâl edip L> de­diklerinde ol dahî ^1 diye cevap verdi. Zîrâ emr-i vücûd devridir, yoksa hattî değildir. Ve illâ hiç bir fert Hakk'a vâsıl olmayıp ok gibi yabana atılmak lâ­zım gelir. Yaban ise mutlaktır, biz ise mukayyediz.

Ve ol ıtlâk mebdeu'l-kül olan elife mahsûsdur. Şâir hurûf mukayyedâttır, nitekim sûretleri dahî asıldan udûllerini izhâr eder. Pes emsile-i muhtelife dedikleri ile bu hurûf birdir. Efdal olan fiildir ki; ameli ciheti ile müessirdir. Ondan sonra hurûf-i müşebbehedir ki; bunlar dahî fiil gibi teşebbühleri yüzünden âmillerdir. Gerçi fiil mertebesinde [108a] değillerdir. Ve ondan sonra "innemâ" gibilerdir ki amelden mekfûfdur. Şu kadar vardır ki mazmûn-u kelâmı te'kîd eyler.

Ey mü'min! İşte fiil insan-ı kâmil-i muhakkik ve hurûf-i müşebbehe insan-ı nâkıs-ı mukalliddir. Ve şâirleri te'kîd-i dîn içindir. Ulemâ-i zâhir gibi ki bunların ulemâ-i hakikate taklîd ve teşebbühleri yoktur. Mutasavvifei müteşebbihe gibi. İmdi bu hurûf elife ve elif dahî nok­taya müntehi olur.

Ve şol ağacın en âhir meyvesinin çekirdeği aslına rucû' ettiği gibi cem'î-i söz dahî âyâta ve âyât kelimâta ve kelimât hurûfa ve hurûf noktaya râci' oldu. Ve se­nin bâ, tâ, sâ ilh. dediğin hurûfun aslı meğer bir nokta imiş. Tecelli-i esmâ hasebi ile suver-i muhtelifede gö­rünmüş. Çûnki aJI j [Fussilet, 41/21] [Dönüş O'nadır] vârid oldu.

Lâ-cerem hüviyyât-ı cemî' i ekvân hûvviyet-i vâhideye döndü. Ve keserât, vâhidât ve vâhidât dahî vahdet-i hakîkıyye merkezine kondu. Ve Hak ayn-ı Ali'de göründü. Ve onun hıl'at-ı sırrıyle büründü [108b] . Ve silsilenin âhiri evveli ile bir perde örüldü. Görmek istersen aç gö­zün bilmek dilersen yum gözün. Vallâhü'1-evvelü'1-âhir.

NAZM

Bahr-ı feravân isen sakla bu dürdâneyi

Ger gühere kân isen bekle güher haneyi

Hak kimi uyandırır halktan usandırır

Aşk oduna yandırır cân çü pervâneyi

Hâcen olup nûr-i Hak ondan alırsın sebak

Zulmeti ko nura bak fer'i ko bul âneyi

Aşk-ı İlâhî ahad şevk-i Huda Samed Bir pula almaz ebed âkil u ferzâneyi

Hakk'ı bul Hakk'a er gülşene gir gonca der

Cânını Allah'a ver tek bul o cânânı

DEVRÜ'S-SÜMBÜLE

Ma'lûm ola ki Hz. İdris (a.s) 16 sene aslâ eki u şurb ve menâm etmeyip riyâzet-i tâmme ile heyâkil-i ulviyye ve ervâh-ı âliyyeye muttasıl olmuştur. Nitekim Kur'ân'da;                   LLt İJlSL» j                          [Meryem, 19/57] [Onu

üstün bir makama yücelttik].

Onlar buyurmuşlardır ki; Biz ki meâşir-i enbiyâ [109a] yüz hudûs âlemi ikrâr ederiz. Velâkin evveli ma'­lûm ve mazbûtumuz değildir. Ya'nî evveli mazbut olmamak, kıdemini iktizâ etmez. Nitekim hukemâ-i gayr-ı islâmiyye zâhib olmuşlardır. Ve hattâ semâvât hark ve iltiyâm kabûl etmez, belki olduğu hal üzerine sâbit olur demişlerdir. Fe-emmâ şer' bunun hilâfınadır. Kale Teâlâ; *;I'S! [İnşikak,84/1][Gök yarıldığı zaman].

Ve demişlerdir ki : Ebu'1-beşer Âdem'den (a. s) mukad­dem altı nev' mahlûk gelmişdir ki esmâsı bunlardır. Has, bes, tas, dem, tam, cân ve cân kavminin Âdem'e gelince mûddet-i intişâsı 60 bin yıldır. Ve kıyâmete dek dahî te'hîr olunmuşlardır. Kale Teâlâ:                                                                                 Jl <*r* Mil

[A'raf,7/15] [Sen muhakkak mühlet verilenlerdensin]. Ve Âdem'in devri, devr-i sünbüle dedikleridir ki 7 bin yıl­dır.

Ve bu ümmet-i merhûmenin ömrü bin yıldır. Ya'nî kusûr ve küsürden ma-ada. Zîrâ Cenâb-ı Nübüvvet (salla’llâhü aleyhi ve sellem) 6 bin sene tamam olmazdan evvel teşrîf-i âlem-i şuhûd etmişler­dir. Pes ol küsûrun tamamı ve bâkî a'vâmm küsûrundan gayrı ömr-i ümmet yevm-i İlâhî [109b] ile bir gündür ki bin senedir. Kale Teâlâ:    lu                                                                         jl j

[Hac,22/47][Muhakkak ki, Rabbinin nezdinde bir gün sizin saymakta olduğunuz bin yıl gibidir].

Ve İbn-i Abbas gibi ki "hibru hâzibi'l-ümme"dir. Vâfirâttan ma'dûddur (r.a) buyurmuştur ki;b*^l û* ÇJI

Ya'nî ömr-i dünyâ ki Âdem'den berisidir âhiret haf­talarından bir haftadır ki 7 gündür. Ya'nî 7 bin yıldır.

Ve ehrâmât-ı Mısır ki, beriyyede 7 adet binâ-i rasîn ve hısn-ı haşindir, idris'in (a.s) binâsıdır ki tûfân-ı Nûhî (a.s) ilmi ile istihrâc edip hıfz-ı ulûm için ol binâları kurmuş ve ol uslûb-ı bedî' üzerine vaz' ve te'sîs edip nakş-ı bu'l-aceb vurmuştur.

Ve demişlerdir ki; ma'nâ-yı mezkûr emr-i garîbtir. Zîrâ ehrâm-ı Mısır amel olunduğu vakitte nesr-i tâir esed burcunda idi ki, hâlen cüdey burcundadır. Ve ashâb-ı tesyîr-i kevâkib demişlerdir ki; kevâkib-i sâbite her 60 senede veyâhut 100 senede ancak bir derece kat' eyler. Pes his onun intikâlini idrâk etmez. Seyyârâtm ki

[Tekvîr, 81/16] [gözüken, gezegenler] derler [110a] intikâlâtını idrâk ettiği gibi pes ehrâmâtın bânisi ma'lûm olmamak lâzım gelir. Maa hâzâ bânîsi bi'lkat' nasdandır.

Ve bu ma'nâyı te'yid eder, şol eser ki; vârid ol­muştur: Ya'nî "Ebu'l-beşer'den evvel yüz bin Âdem gel­di". Denilmiştir ki onlar bu Âdem'in ecdâd-ı evvelidir. Ve'l-İlmu indellâhi Teâlâ [Bu konudaki bilgi Allah katindadır].

Ve burûc-ı kevâkib; hamel ve sevr ve cevzâ ve se­ra t an ve esed ve sünbüle ve mizan ve akreb ve kavs ve cüdey ve delv ve hûddur ki mecmûu 12 burcdur.

Ve cümle-i enbiyâ (a.s) kevkeb-i müşteride sahn-ı şuhûda vaz'-ı kadem etmişlerdir. Pes sitâreler içinde on­dan es'ad sitâre yoktur. Ve felek-i atlas ibtidâ mîzan burcunda harekete ağaz etmiştir. Ve yine mîzan burcuna duhûl ettikte kıyâmet kâime olsa gerektir.

Ve Hz. Risâlet (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) ikinci mîzânm evâilinde âlem-i ayna ermişler ve vücûd-ı hârici yüzünü görmüşler­dir. Ve mîzân adl-ı tâmme [110b] işâret olmakla Kur'ân'da

jlj-Jl [Rahmân, 55/7] [mizanı, dengeyi koydu] buyur­du. Ve Âdem eşrât-ı saatten ma'dûd olup Hz. Nübüvvet dahî tekârub-ı zamanda kudüm ettikleri kendi temsillerinden mûbeyyendir. Ki buyurmuşlardır: LtLJIj Ul "Ben, kıyamet bu ikisi gibi olduğu halde ba's oldum[133]" Ya'nî usbu-ı müsebbaha ile vustânın tekârubu nice ise vücûd-ı Nebevi ile vücûd-ı kıyametin tekârubu dahî beyledir. Ve buradan ahz edip ba'zı urefâ buyurmuşlardır ki: "Her eşrât-ı saatten olan nesne mezmûm olmaz. Belki niceleri memdûhdur". Tezyîn-i mesâhif ve tezvîk-ı mesâcid ve emsâli gibi. Fe'fhem cidden [İyi anla!].

Ve avâhir-i zamanda Çin vilâyetinde (ki aksâ-yı bilâdı şarktır) bir hâtûn bir kız ve bir oğlan tev'em doğursa gerektir. Ki kız evvel ve oğlan onun ardınca doğsa gerektir. Ve oğlanın kız akabinde vilâdeti âlemin akamine yâni kısırlığına delâlettir ki ondan sonra bir dahî dün­yâya veled gelmeyip, gittikçe emr-i vücûd zuhûrdan butûna intikal eylese gerektir. Ve veled-i hâtemin [llla] da'vetini kimse kabul etmeyip                                                                _x>| aju>

sırrı zuhûr etse gerektir.

Nitekim Ebu'l-beşer Âdem'in (a.s) Havvâ'dan (r.a) ibtidâ bir oğlu ve bir kızı tev'em dünyâya gelmişlerdir ki; Çin'de doğan iki veledin aksi üzerine evvel oğlan ve sonra kız doğmuştur. Tâ ki dünyâda zürriyetin intişârına alâmet ola. Zîrâ mer'e (ki tabiât-ı ûlâ ve nefs-i külliyeye işârettir) olmasa silsile-i âlem vücûd bulmaz, bura­dan zenin fazlı zâhir olur. Zîrâ cemî'-i eczâ-i âlem ta­biat üzerine mebnîdir, nitekim bâlâda şerh olundu.

Ve demişlerdir ki; havatînin enfâs ve a'mâlinden halk olunan melâike ricâlden halk olunandan akvâdır. Ve kuvvet-i nisâ bu âyetten mefhûmdur ki gelir:

tâUî juu               jJL» j j                    JJ! jlâ Ij

[Tahrîm, 66/4] [Eğer Peygamber'e karşı birbirinize arka ve­rirseniz bilesiniz ki onun dostu ve yardımcısı Allah, Cebrâîl ve mü'minlerin iyileridir. Bunların ardından me­leklerde ona yardımcıdırlar] . Fefhem cidden [İyi anla!] .

Ve intişâ' ve ventişâr-ı ma'neviden dahî zenân ile ta'bîr olunduğu acep sırr-ı İlâhîdir. Niteklim bi-tarîkı'l-işâre gelir:    4*ljjl j [Ahzâb,33/6] [Peygamber'in

hanımları mü'minlerin analarıdır] [lllb] . Ya'nî ekâmil-i

nâs ezvâc-ı Nebeviyye gibidir ki; şâir nâsın ümmehâtı gi­bidir. Ya'nî ûmmehât evlâd-ı sûriyyeyi terbiye ettikleri gibi ekâmil-i nâs dahî evlâd-ı ma'neviyye olanları terbi­ye ederler ki; ûmmühât-ı sûriyyenin mâye-i terbiyeleri leben ve bunların, feyz-i İlâhidir. Ve bunlar dahî terbi­yeyi Cenâb-ı Nübüvvet'ten bulmuşlardır. Zîrâ Cenâb-ı Ne­bevi müessir ve fâil ve onlar müteessir ve münfeildir. Zevceyn halleri gibi bu cihetten evliyâdan ehl-i tasarruf ve te'sir olanlar memdûhlardır. Kale Teâlâ:     ûA

L_jic aUu j ÜL'I j lîljSa jl »Lie u-^>j[Şûrâ, 42/49-50] [Dilediğine kız çocukları, dilediğine de erkek çocukları bahşeder. Yahut onları, hem erkek hem de kız çocukları olmak üzere çift verir. Dilediğini de kısır kılar] . Ya'nî bu âyet-i şerife zukûr-ı ehl-i tasarrufa işârettir ki on­lar ef'al mertebesindedir. Nitekim şerhi sebk etmiştir.

Ve hayr-ı müteaddî emr-i lâzımdan efdâldir. Onun için enbiyâ ve kümmel-i evliyâ da'vet ve tebliğ için ba's ve irsâl olunmuşlardır. Ve onlar ki akimlerdir; ya hiç veled gelmemek hasebi ile veyâhut [112a] gelip münkariz olmak ciheti ile. Ba'zı rivâyât üzere silsile-i kümeyliye gibi. Nitekim dâiresinde zikr olunmuştur. Bu meküleler silsileden min vechi'1-hâriç olurlar. Zîrâ hakîkat-i sil­sile kıyâmete dek memdûd olandır.

Ve bu fakir'e işâret olunmuştur ki benim silsilemden yâ sûriyye veyâ ma'neviyye bir kimse zuhûr etse gerektir ki; Rûm ve Anadolu'nun vilâyeti onunla ihtinam bulsa ge­rektir . Jljjb jJlil il jlij Yj ^Ikâil Y İj^jsöUI JUsâl j a-»L*5İ

Ey mü'min! İşte bu devr-i sünbüle târifinden silsile i âlem ve Âdem ne olduğu zâhir ve âhir evvele devr ve mültekî olduğu bâhir oldu. Zîrâ bu silsilenâmeyi böyle serdetmekten maksûd yalnız esmâsını zikr ve elkâbını be­yan ve biribirine sûreta irtibâtını ayan değildir. Belki devr-i sûri ve ma'nevinin mecmuunu ifâdedir. Tâ ki nüfûs onunla ülfet ve ervâh-ı [112b] cemiyyet ve esrâr-ı celvet edip istînâs bula. Ve halvet ve celvet sırrı biline. Ve zuhûr ve butûn ve hizmet ve nefes nedir idrâk oluna. Ve ona göre Hakk'a tarîk buluna. Zîrâ maksûd Hakk'a kurbet ve Cenâb-ı Hazret'e vuslattır ki îman ve i'tikât ve ilm ve amel ve takvâ ve sülük üzerine mebnî bir emr-i azîmdir.

NAZM

Nedir tarîk-i inâyet tarîk-i bey'attir

Ki müntehâ-yı tarikat Huda'ya vuslattır

Gel imdi mürşid-i kâmil elin bugün tuta gör Ki kâmilin eli miftâh-ı bâb-ı Hazrettir

Sülükle bulunur menzil-i murâda vusul

Tarîk-i Hakk'a sülük eylemek saâdettir

Ne fehm eder bu kitâbm kelâmını münkir Ki hâl-i münkir-i nâdân hep cehâlettir

Kitâb ayn-ı vücûd oldu nakşını seyret

Ki sırr-ı Hazret-i Kur'ân'a hoş delâlettir

Çü kudret-i ahadîdir bu levha vaz'-ı kalem Bu dest-i Hakkı-i nâçâr mahz âlettir

Ba'de zâ bu silsile-i zerrin halka-i celvetî kalem-i zerrinkâr abd-i fakir Şeyh İsmâil Hakkıy^JİAj^ş JJI

bjS v>ı »u JJ ile san'at-ı der'i Dâvûd gibi sert ve halka be-halka ekârib ve hemvâr olanlar biribirine rabt ve ebâid ve ecânib tard olunup Hicret-i Nebeviyyenin 1137. sâli muhtevi olduğu şehr-i Rebîu'1-evvelin bedrinde medîne-i Bursa' da Tuz Pazarı kurbunda binâ olunan câmi'i lâmi-i Muhammedîye muttasıl olan kûtüphânede encâm-ı reşide ve imzâ-i ihtitam keşide olmuştur

U5b U15                       j (ÖUHj

Gel beri ey sûfî-i sâf-dil ve nîk-nâm Nergisini aç yeter bağ-ı fenada menâm

Halka-i zerrindir silsile-i celvetî

Kubbe-i İslâmda dâiredir ve's-selâm [113b]

Görmeye hiç böyle bir kıymeti zencîr-i zerr Çekse de dil çeşnine kühl-i cila rûz u şâm

Meclis-i irfana çok kimse gelüpdür velî

Gelmedi bu Celvetî gibi kibar u kirân

Silsile-i zerre var bend ede gör kendini

Kadr ile altun olup bulasın i'zâz-ı tâm

Eyledi Hak bu zeri Hakkı elinden a tâ

Urmadı bu sikkeyi bu deme dek hâs u âznm

Harf-i güherdâr ile söyledi târihini

Silsile-i Celvetî oldu zeheb bî-kelâm [114*]

NETİCE

İsmâil Hakkı Bursevî hazretlerinin Ki tabu's-silsile isimli eseri üzerindeki çalışmamızı burada tamamlamış bu­lunmaktayız .

Günümüzün biyografik eserlerinde kullanılan ve de sâdece hayâtı anlatılan kişinin özelliklerinden bahsetmek şeklinde olan uslûbun, Bursevî'nin zamanında pek revaçta olmadığı söylenebilir. Ayrıca ilmi ile âmil bir şeyh-i mükemmilin kalem kullanması ancâk feyz aldığı mürşidinden kendisine intikal eden mîrâsı gelecek nesillere aktarmak düşüncesi veya sâlihlerin menkıbelerinin anlatımıyla mürîdlerinde tevârüs-i hâli gerçekleştirmek gâyesi için düşünülebilir.

Devrin usûlüne uygun olarak müellif, tarikat ricâlinin kısaca hayât hikâyelerini anlatırken tasavvuftan habersiz olan okuyuculara da bu sistem hakkında yer yer bilgiler verir.

Şeyh İsmâil Hakkı silsilenâmede tasavvufa yöneltilen eleştirilere ma'kul cevaplar verir. Muhatapların zihninde oluşabilecek şüphe ve tereddütlere çözümler sunar.

Tarîkata intisab etmiş olan kimselere farz, sünnet ve mekruh olan şeyleri anlatmakla, aynı zamanda irşadıyle mükellef bulunduğu mürîdlerini îkaz etmektedir.

İsmail Hakkı daha kendi döneminde, tasavvufun kendi­ni bilmezler eliyle zaafa uğratıldığını söylemekte ve zâhir ulemâsının bu ilmin inceliklerine lakayd kalmalarını tenkid etmektedir.

İlbâs-ı hırka, telkîn-i zikir, nefes-i vekâlet, hi­lâfet, üveysîlik, neseb-i ma'neviyye ve silsile gibi ta­savvufun önemli konularını kendisine yakışır bir dirâyetle izâh eder. İzâhlarınm akabinde de gereği ile âmil olunmasını tavsiye eder. Eserini Celvetî Tarikatının yüce­liğini ifâde eden bir şiir ile bitirir.

BİBLİYOGRAFYA

Abdulbâkî, Muhammedi Fuâd; el-Mu'cemu' 1-Müfehres li Elfâ zı ' 1-Kur'ani'1-Kerîm, İstanbul, 1982.

Abdulmecîd b. Muhammed; Hadâiku'1-verdiyye fî ecillâi'nnakşıbendiyye, Kahire 1890.

Aclûnî, İsmail b. Muhammed; Keşfu'l-hafâ ve müzîlü'1ilbâs amma iştehera mine'1-ehâdîs ala elsineti'nnâs, Beyrut 1352, I-II.

Afîfeddîn Abdullah b. Es'âd el-Yâfiî; Mir'âtü'1-Cinân ve İbretü' 1-yakzân fî ma'rifet-i havadisi'z-zaman, Beyrut 1970, II.

Ahmed b. Hanbel; Müsned, İstanbul 1992, Çağrı yayınları, I-VI.

Ahmed Saîd Süleyman; Vahdetü'1-vucûd ve ba'du'l-efkâri'lbâtmiyyeti fi'l-kütübi't-Türkiyyeti li İsmail Hakkî el-Bursevî Mecelletü Külliyeti'1-Âdâb, Câmiatü'1-Kahire, II. 1968.

Askalanî, İbn Hacer; Tehzîbü't-Tehzîb, Haydarabad 19071910, I.

 el-İsâbe fî temyîzi's-sahabe, Bağdad 1328, I. Âşıkpaşazâde; Âşıkpaşazâde Târihi, İstanbul 1332, Atâyî Ataullah Efendi; (Nev'izâde), Hadaiku'1-hakâik fî tekmileti'ş-şakâik, İstanbul 1287, I-II.

Ateş, Süleyman; Cüneyd-i Bağdadî ve Mektupları, İstanbul 1970.

Atpazârî; el-Lâihâtü'1-berkıyyât (haz. Bedreddîn Çetiner) , DİA Ktp., nr.10674.

Attar, Ferîdüddîn; Tezkîretü'1-evliyâ, (trc. Süleyman Uludağ), İstanbul 1991.

Aynî, Mehmed. Ali; Türk Azizleri I İsmail Hakkı Bursevî, İstanbul 1944.

---  Menâkıb-ı Hacı Bayrâm-ı Velî, İstanbul 1343.

---  "İsmail Hakkı Bursevî Hakkında Bir Tedkik", Dâru'l-Funûn İlâhiyât Fakültesi Mecmûası, c.II, sy.9, İstanbul 1928.

Ayvansarâyî Hafız Hüseyin; Hadikatü'1-cevâmi, İstanbul 1281, II.

Bahadıroğlu, Mustafa; Üftâde, Tasavvufi Görüşleri ve Celvetiyye Tarikatı, (Basılmamış Yüksek lisans tezi), Bursa 1990.

Babanzâde, Bağdatlı İsmâil Paşa; İzâhu'1-meknûn, İstanbul 1947, I.

---  Hediyyetü'1-ârifîn, İstanbul 1951-55, I.

Baldırzâde, Selisi Şeyh Mehmed; Ravza-i Evliya, BEEK, Orhan ktp. nu. 1018/1.

Bosnavî, Sarı Abdullah Efendi; Semerâtü'1-fuâd fi'lmebdei ve'1-meâd, İstanbul 1288.

Brockelman, Cari; (GAL) I-II-III, Leiden, 1943-1949.  (Suppl.) I-II, Leiden, 1937-1942.

Breme G. Edward, A Literary History of Persia, Cambridge 1977, IV.

Buhârî, Ebû Abdillah Muhammed b. İsmâil; Sahih, I-VIII, İstanbul 1992.

Bülent Rauf; İsmail Hakkı Bursevî Translation of and Commentary on Fusus al-Hikam by Muhyiddîn İbn Arabi, rendered into English by Bülent Rauf with the help of R. Brass and H. Tolemache. Oxford and İstanbul, Muhyiddîn İbn Arabî Society, 1986, 264 pp.

Bursalı Mehmed Tahir, Osmanlı Müellifleri, I-III, İstanbul 1972.

---  Mevlânâ Şeyh İsmâil Hakkı el-Celvetî, İstanbul 1329.  Hacı Bayram Veli, İstanbul 1925.

Bursevî, İsmâil Hakkı, Temâmü'l-feyz, Süleymâniye Ktp., Hâlet Efendi, nr. 244.

---  Kitâbü'l-hitâb, İstanbul 1292.

--- Mecmüâtü'1-esrar, Âtıf Efendi Ktp., nr. 1500.

Dârimi, Ebû Muhammed. Abdullah b. Abdurrahman, Sünen, İstanbu 11992, I-II.

Deringör, Ruhnevâz; İsmail Hakkı Bursevî ve Türkçe Eserleri, (Mezûniyet Tezi) İstanbul Üniversi­tesi Ktp., nr.2514.

Deyiemi, Ebû Şuca' Şirâveyh b. Şehredâr; el-Firdevs bi me'sûri'1-hitâb, Beyrut 1986, I-V.

Ebû Dâvud; Sünen, İstanbul 1992, I-V.

Ebû Nuaym Ahmed b. Abdullah el-İsfehânî; Hilyetü'1-evliyâ ve tabakâtü"1-asfiyâ, Mısır 1974, II.

Ebu'l-feyz Menûfî; Cemheretü'1-evliya, Kahire 1967, II. Erdoğan, Fırat; "Ki tabu'n-Netice ve İnsan", İslâm

İlimleri Enstitüsü Dergisi, 11/205, Ankara 1975. Ethem Cebecioğlu; Hacı Bayram Velî, Ankara 1991. Evliyâ Çelebi; Seyahatname, İstanbul 1314, I-II. Gazzîzâde Şeyh Abdullatîf, Hulâsatü"1-Vefeyât, BEEK, Orhan,1016.

Hansârî, Muhammed Bakır b. Zeynelâbidîn, Ravdâtü'1-Cennât fî ahvâl-i ulemâ ve's-sâdât, Tahran 1959.

Harîrizâde M. Kemâleddîn Efendi, Tıbyân-ü vesâili'lhakâyık, Süleymâniye Ktp., İbrâhim Ef. blm., 4302, I-III.

Hatîb el-Bağdâdî; Târih-i Bağdâd, Kahire 1349, I-XV. Hayreddîn Zirikli; el-A'lâm, Beyrut 1984, I-X.

Heyet; Kur'ân-ı Kerîm ve Türkçe açıklamalı meâli Medîne-i Münevvere 1992.

Hindi, Ali el-Muttaki; Kenzu'1-ummâl fî süneni'1-akvâl, Beyrut 1986, I-XVI.

Herevi, Ebû İsmâil Abdullah el-Ensârî; Tabakâtü'sSûfiyye, Tahran 1983.

Hoca Sa'deddîn Efendi; Tâcü't-Tevârih, Ankara 1992, I. Hocazade Ahmed Hilmi; Ziyâret-i Evliya, İstanbul 1325.         Hadîkatü'l-Evliyâ, İstanbul 1317.

Hucvîrî, Ali b. Osman el-Cullâbî; Keşfü'1-mahcüb (trc.

Süleyman Uludağ) İstanbul 1982.

Hulvî Mahmûd Efendi; Lemezât-ı Hulviyye ez-Lemeât-ı Ulviyye, Süleymâniye Ktp. Hacı Mahmûd Ef. blm., 4536.

Hüdâyî, Azîz Mahmûd; Vâkıât (kısmî trc. Mehmed Muizzeddîn) İsmail Erünsâl ktp.

---  Menâkıb-ı Üftâde, (Selîmağa ktp. , Hüdâyî blm.) 982. İbn Ebî Ya'lâ; Tabakât-ı Hanâbile, Beyrut ts., I.

İbn Hal likan, Ebû Abbas Şemseddîn Ahmed; Vefeyâtü'l-a'yân ve enbâu ebnâi'z-zaman, Beyrut 1978, II.

İbn Kesîr; el-Bidâye ve'n-Nihâye, Beyrut 1981, I-XII.

İbn Mâce,Sünen, İstanbul 1992, I-II.

İbn Mûlakkîn, Sirâceddîn Ebû Hafs Ömer b. Ahmed Mısrî;

Tabaka tü' 1 -evliya, Beyrut 1986.

İbn Nedim; Fihrist, Beyrut 1978.

İbn Sa'd, Ebû Abdillah Muhammed; Tabâkât-ı İbn-i Sa'd, Beyrut 1968, VII.

İbnü'1-Cevzî; el -Muntazam, Beyrut 1992, I-X.

---  Haşan Basrî (trc. Mustafa Kaya), İstanbul

1992   .

---  Sıfâtü's-safve, Beyrut 1979, I-III.

İbnû'l-Esîr; el-Lübâb fî tehzîbi'1-ensâb, Beyrut ts., I.

İbnü'l-İmâd; Şezerâtü 'z-Zeheb fî ahbâri men zeheb, Beyrut Kahire 1350, I-V.

İsmâil Beliğ; Güldeste-i riyâz-ı irfan, Bursa 1302.

Kâmil Kepecioğlu; Bursa Kütüğü, BEEK, Genel Kit., nu. 4520, I-IV.

Kara, Mustafa; Bursa'da Tarikatlar ve Tekkeler II, Bursa

1993   .

Kâtip Çelebî; Fezleke, İstanbul 1286, I-II.

Kocatürk, Vasfi Mâhir; Tekke Şiirleri Antolojisi ., Ankara 1968

Kuşeyrî, Abdulkerîm,Kuşeyrî Risalesi, trc. S. Uludağ, İstanbul 1991.

Lâmiî Mahmûd b. Osman; Terceme-i Nefahâtü' 1-Üns, İstanbul 1270 .

Mâlik b. Enes, Muvattâ, Mısır 1321, I-II.

M. Ali Cengiz, Yüksel Adıgüzel, Mehmed Gülseren; Somuncu Baba, İstanbul 1965.

Mecdî Efendi; Şakayık-ı Nu'mâniyye Tere. (Hadâiku'şşakâyık), İstanbul 1269.

Mehmed Sâmi Sünbülî; Esmâr-ı esrar, İstanbul 1316.

Mehmed Süreyya; Sicill-i Osmânî, İst. 1308, I-IV.

Mehmed Şemseddîn; Yâdigâr-ı Şemsî, Bursa 1332.

Muallim Nâci; Esâmi, İstanbul 1308.

Muhammed Şeref Celâl; Dirâsât fi' t-tasawufi' 1-İslâmiyye, Beyrut ts.

Murat Yurtsever; Bursalı İsmail Hakkı Divânı (İnceleme metin), Dokrora tezi, Uludağ Üniversitesi, 1990 .

Münâvî, Abdurraûf; el-Feyzu'l-Kadir Şerh el-Câmiu'ssağîr, Beyrut ts., I-VI.

---  el-Kevakibü'd-dürriyye fî terecâcimi's-sâdâti'ssüfiyye, Kahire 1938, I.

Müneccimbaşı Derviş Ahmed; Sahâifü'1-ahbâr, (trc. Şâir Ahmed Nedim) İstanbul 1285, I.

Müslim b. Haccâc el-Kuşeyri; Sahih, İstanbul 1992, I-III.

Mustakimzâde, Sa'deddîn Süleyman Efendi; Tâc risâlesi, Süleymâniye ktp. Pertev paşa, 611.

Nebhânî Yusuf b.İsmâil, Câmiu Kerâmâti'1-evliyâ, Mısır 1962, I-II.

Nesai, Ebû Abdurrahmân Ahmed b. Şuayb; Sünen, İstanbul 1992, I-VIII.

Ömer Rıza Kehhâle; Mu'cemü'l-Müellifin, Beyrut 1957, IXV.

Osmanzâde Hüseyin Vassaf, Sefînetü'l-evliyâ, Süleymâniye Ktp. yazma bağışlar blm., 2305, I-V.

Sâbûnî, M. Ali; Tenvîru'1-Ezhân min Tefsiri Rûhı'l -Beyân, İsmâil Hakkî el-Bursevî, (ihtisar ve tahkik), Dımeşk 1988.

Subkî, Ebû Nasr Tâceddîn; Tabakâtü'ş-Şâfiiyye, Beyrut 1964, II.

Şa'rânî, Abdulvehhâb; Tabakâtü'1-kübrâ, Mısır 1988, I . Şehristâni, Muhammed b. Abdulkerim; el-Milel ve'n-nihal, Beyrut 1968, I.

Şemseddîn Sami; Kamusu'1-A'lâm, İstanbul 1306, I-VI.

Şenel, Osman; İsmâil Hakkı Bursevî'nin Hayatı, Eserleri ve el-Funûn'u, İstanbul Üniversitesi Merkez kitap­lık, Edebiyat Fakültesi Kitaplığı, TH I nr.66.

Şeyhî Mehmed; Vakâyiu'l-fudalâ, Beyazıt Ktp., Veliyyüddîn Efendi, 2361-62, I-II.

Sahhaf Es'ad Efendi; Tercüme-i Hâli İsmâil Hakkı, (Pend-i Attar Şerhi Mukaddimesi), Süleymâniye Ktp., Hekimoğlu blm. nr.980.

Sâkıb Yıldız; Türk Müfessiri İsmâil Hakkı, Hayatı, Eserleri ve Tefsir İlmindeki Metodu, orijinali Fransızca olan basılmamış doktora tezi, Erzurum 1976.

Sem'ânî; el-Ensâb, Beyrut 1976, VII.

Sülemî, Ebû Abdurrahman; Tabakâtü's-sûfiyye, Mısır 1953.

Tirmîzî, Ebû İsâ Muhammed b. İsâ; Sünen, Mısır 1937-1965, I-V.

Taşköprîzâde, Keşfü'z-Zünûn, İstanbul 1941, I-II.

---  eş-Şakayıku'n-nu'mâniyye fî Ulemâi'd-devleti'1osmâniyye, Beyrut 1975.

Uşşâkîzâde İbrâhim Efendi; Zeyl-i Şakâik (nşr. H. J. Kissling), Wiesbaden 1965.

Wensinck, A. J., Mu'cemü'l-müfehres li enfâsi'1-hadîsi'nnebevî, Leiden 1936, İstanbul 1986, VIII.

Yâkut, Şihâbuddîn b. Abdillah; Mu'cemü'1-buldân, Beyrut 1957, I-V.

Yenice, Hüseyin, İsmâil Hakkı Bursevî'nin Muhammediyye

Şerhinin I. cildinde Tasavvufî İstılah ve Sem­boller (Yayınlanmamış Yüksek Lisans tezi, 166 sahife, M. Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, 1978.)

Yıldız, Dr. Sâkıb, "Türk Müfessiri İsmail Hakkı Bursevînin Hayatı İslâmî İlimler Fakültesi Dergisi, sy. 1, s. 103-126, Erzurum 1975.

Yılmaz, Haşan Kâmil; Azız Mahmûd Hüdâyî ve Celvetiyye Tarikatı, İstanbul 1980.

---  Altın Silsile, İstanbul 1994.

---  Gönül Erleri, İstanbul 1991.

Zehebî, el-İber fî haberi-men gaber, Beyrut 1985, I-IV.         Siyer-i a'lâmi'n-nübelâ, Beyrut 1985, I-XXIII.



[22]               Yılmaz, Haşan Kâmil, Altın Silsile, İstanbul 1994, s.7.

[23]               Uludağ, Süleyman, Tasavvufî Terimler Sözlüğü, İstanbul 1991, s. 433

[24]               İ.A. Tarikat md. XII/110 .

[25]               Yılmaz, a.g.e., s.7.

[26]               Yılmaz, H. Kâmil, Gönül Erleri, İstanbul 1991, s.8.

6".             Uludağ, a.g.e., s.179

[28]              Bursevî, Silsile, vr. 26b.7.

[29]               Hânî, Muhammed b. Abdullah, el-Behaetü' s-seniyye, trc. Ali Hüsrevoglu, İstanbul 1989, s.28.

[30]               Yılmaz, Altın Silsile, s.8.

[31]               Bursevî,           a.e.,         vr.    112a

[32]               Uludağ, a.g.e., s.                       433

[33]               Bursevî,            a.e.,         vr.    56a.

[34]               Bursevî,            a.e.,         vr.    56b.

[35]               Sühreverdî, Avârifu'1-maârif, trc. H. Kâmil Yılmaz, İrfan Gündüz, İstanbul 1990, s.106-107.

[36]               Sühreverdî, a.g.e., s. 124.

[37]               Bursevî, a.g.e., vr. 27a.

[38]               Bursevî, a.e., vr. 31b.

[39]               Yılmaz, Altın Silsile, s.11.

[40]               Bursevî, a.e., vr. İla.

[41]               Bursevî, a.e., vr. 29b.

[42]               Bursevî, a.e., vr. 5a.

[43]               Uludağ, a.g.e., s.433

Sühreverdî, a.g.e., s.107-108.

[45]               Bursevî,        a.g.e., vr.!12a.

[46]               Bursevî,        a.e.,        vr.         38b.

[47]               Bursevî,        a.e.,        vr.         8b.

[48]               Bursevî,        a.e.,        vr.          26a.

[49]               Bursevî, Temâznu'1-f eyz, Tahkîk Ramazan Muslu, İstanbul 1994, M.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Basılmamış yüksek lisans tezi, s. 103.

[50]               Altıntaş, Hayrâni, Tasavvuf Târihi, Ankara 1986, s.59.

[51]               Bursevî, a.e., vr. 31b.

[52]               Bursevî, a.e., vr. 36a.

[53]               Heyet, Evliyalar Ansiklopedisi, İstanbul 1992, IV/428-439.

[54]               Bursevî, a.e., vr. 36b.

il.               İ.A. Cûneyd md. X/6 5.

[56]               Heyet,      a.g.e., VIII/233-235.

[57]               Hulvî,       lemezât, vr. 117a.

[58]               Hulvî,      a.e., vr. 123a.

[59]               Sühreverdî, Avârifu'1-maârif                                 trc. mukaddimesi.

[60]               Hulvî, a.g.e., vr. 139a.

[61]                  Hulvî, a.e., a.y.

[62]               Heyet, a.g.e., IV/309-315.

[63]               Yılmaz, H. Kâmil, Aziz Mahmûd Hüdâyî ve Celvetiyye tarikatı, İstanbul 1980, s.154-156.

[64]               Yılmaz, Celvetiyye tarikatı, s.165-159.

[65]               Yılmaz, a.g.e.,                s.159-160.

[66]               Yılmaz, a.g.e.,                s. 160-161.

[67]               Tıbyan 11/222.

[68]               Yılmaz, a.e., s. 164.-169.

[69]               Yılmaz, a.e., s.169-173.

[70]               Bursevî, a.g.e., vr. 60b.

[71]               Yılmaz, a.e., s.176-178; Kara, Mustafa, Bursa'da Tarikatlar ve Tekkeler, Bursa 1993, s.101-102.

Yılmaz, a.g.e., s.178-182; Kara, a.g.e., s.99-109.

[73]               Yılmaz, a.g.e., s.37-102; Kara, a.g.e., s.110-113.

[74]               Yılmaz, a.g.e., s.125, 259.

[75] Yılmaz, a.g.e., s.239-240; Kara, a.g.e., s.150-152; Namlı, Ali, Atpazârî ve Temâraü'1-feyz II, İstanbul 1994, Basılmamış yüksek lisans tezi mukaddimesi.

[76] Yılmaz, a.e., s. 240-241; Kara, a.g.e., s. 143-149; İ.A. İsmâil Hakkı Bursalı md. Muslu, Ramazan, Bursevî ve Temâmül-feyz I, İstanbul 1994, Basılmamış Yüksek lisans tezi mukaddimesi.

[77]               Keşfu'1-hafâ, 11/169, nr.2007, 11/173, nr.2017.

[78]               Keşfu'1-hafâ, 1/273, nr.619.

[79]               Keşfu'1-hafâ, 11/226, nr. 2159.

[80]               Keşfu'1-hafâ, 11/83, nr.1744.

[81]               Keşfü'1-hafâ, 1/154, nr.397.

[82]               İbn Mâce, Mukaddime, 17.

[83]               Buhârî, Enbiyâ, 50; Tirmizî, İlim, 13; Dârimî, Mukaddime, 4 6; Ahmed b. Hanbel, II, 159, 202, 214.

[84]               Buhârî, İlim,9,10,37. Hac,132. Sayd,8. Edâhî,5. Megâzî,51. Fiten,8. Tevhîd,24; Müslim, Hac,446. Kasâme,29,30; Ebû Dâvud, Tatawu',10; Tirmîzî, Hac,l; Mesâi, Hac,111; Dârimî, Menâsik,72; Ahmed b. Hanbel,IV,13,32, V,4,37,9,40,49,72,342, 366,441,VI,385,456

[85]               Hindi, XV/41164.

[86]               Keşfü'1-hafâ, 11/94. nr.1783.

Ahmed b. Hanbel, V,220,221; Ebû Dâvud, Sünne,8; Tirmizî, Fiten,48.

[88]               Müslim, Zekât,35; İbn Mâae, Zekât,25; Ahmed b. Hanbel,V,275-277,279,281.

[89]               Buharı, Cihad,40,41,135. Fedâilü's-sahâbe,13. Megâzi,29; Müslim, Fedâilü'ssahâbe, 48;İbnMâce, Mukaddime,11; Ahmed b. Hanbel,I,89,102,103,III,307,314, 338,365.

[90]               Buhârî, Fedâilü's-sahâbe,53-55; Tirmizi, Menâkıb,22; İbn Mâce, Mukaddime,11; Ahmed b. Hanbel, 1,18,11,122,125,146,175,184,189,212,245,281,286.

[91]               İbn İmâd, Ptihâbuddîn Ebu' 1-felâh,Şezerâtü'z-zeheb £î ahbâri men zeheb, Beyrut 1986. V/91; İbn Hacer, el-Askalanî, el-İsâbe f£ temyizi' s-sahabe, Bağdadl328, III/318; Harlrizâde M. Kemâleddîn Efendi, Tıbyân-ü vesâili'1-hakâyık, Süley­mâniye Ktp., İbrâhim Ef. blm., 4302, III, vr.122-126; Hulvî Mahmûd Efendi, Lemezât-ı Hulviyye ez-Lemeât-ı Ulviyye, Süleymâniye Ktp. Hacı Mahmûd Ef. blm., 4536, vx.37b-38a; Zirikli, Hayrettin, A'lâm, Kahire 1954-1959, V/234.

[92]               Buhârî, Rikak,3; Tirmizi, Zühd,25; İbn Mâca, Zühd,3; Ahmed b. Hanbel, 11,24,41,131.

[93]               Geniş bilgi için bkz. Ebû Abdillah Muhammed İbn Sa'd, Tabâkât-ı İbn-i Sa'd, Beyrut 1968, VII/114-156; Ebû Nuaym Ahmed b. Abdullah el-İsfehânî, Hilyetü'levliyâ ve tabakâtü'1-asfiyâ, Mısır 1974,     11/131-161; Ferîdûddîn Attar,

Tezkîretü'1-evliyâ, (trc. Süleyman Uludağ),İstanbul 1991, s. 69-85; Yusuf b. İsmâil en-Nebhânî, Câmiu kerâmâti'1-evliyâ, Beyrut 1989, 11/21; Ebû Abbas Şemseddîn Ahmed b. Hallikan, Vefeyâtü'1-a'yân ve enbâu ebnâi'z-zaman Beyrut 1978, 11/69-72; Ebu'1-ferec İbnü'1-Cevzî, Sıfatü’s-safve, Beyrut 1979,III/155; Abdulvehhâb Şa'rânî, Tabakâtü'1-kübrâ, Mısır 1988, 1/25; İbnül-cevzî, Haşan Basrî (trc. Mustafa Kaya), İstanbul 1992;Abdurraûf el-Münâvî, el-Kevakibü'ddürriyye fî terecâaimi's-sâdâti's-sûfiyye, Kahire 1938, 1/17; Ebu'l-feyz Menûfî, Cemheretü'1-evliyâ, Kahire 1967, 11/94-96; Zehebî, Siyer-i a'1âm4' n nübelâ, Beyrut 1985, IV/563-577; Ali b. Osman el-Cullâbî el-Hucvîrî, Keşfü'1mahcûb (trc. Süleyman Uludağ) İstanbul 1982, S.179-1Ş0; lemezât, 68a-76a; Osmanzâde Hüseyin Vassaf,Sefînetü'1-evliyâ, Süleymâniye yazma ba-ğışlar, 2305, I, vr. 25a-27a; İbnü'l-İmâd, Şezerât,1/136; Hocazâde Ahmed Hilmi, Hadîka-tü'levliyâ, III/97-104; İbn Nedim, Fihrist, Beyrut 1978, s.183; Şehristânî Muhammed b. Abdulkerim, el-Milel ve'n-nihal, Beyrut 1968, 1/32.

[94]               Geniş bilgi için bkz. Nebhânî, Câmi-u Kerâmâti'1-Evliyâ, 11/17-19; Ebû Nuaym, Hilyetü'1-Evliyâ, VI/149-155; İbn Eacer, Tehzîbü't-Tehzîb,Haydarabad 19071910,11/189; Attar, Tez-kîretü'1-Evliyâ s.96102; Hucvîrî,Keşfü'1-Mahaüb, s.183-184; Hulvî, Lemezât, vr.81a-86a; Vassaf, Sefînetü'1-evliyâ I,vr.26a-27a; İbn Mülakkîn Sirâceddîn Ebû Hafs Ömer b. Ahmed Mısrî,Tabakâtü'l-evliyâ, Beyrut 1986,182-186; Mûnâvî, el-Kevakibü'd-dürriyye, 1/100; Zehebî, A'lâmü'n-nübelâ, VI/143-144;İbnü'1-Cevzî, Sıfâtü's-safve, III/316-321.

[95]               Geniş bilgi için bkz. Ebû Nuaym, Hilyetü’1-evliyâ, VII/335-367; Şa'rânî, Tabakâtü'1-Kübrâ, 1/65; Tezkîretü'1-evliyâ, s.290-296; Risâle-i Kuşeyrî, s.123-124; Nebhânî, Câmiu Kerâmâti'1-Evliyâ, 11/63; Lâmiî Mahmûd b. Osman, Terceme-i Nefahâtü'1-Üns, İstanbul 1270, s. 94; İbn Hallikan, Vefeyâtü'lA'yân, 11/259-262; Keşfu'l-mahaûb, s. 207-208; İbnû'l-İmâd, Şezerât, 11/256; Ebû Abdurrahman es-Sülemî, Tabakâtü's-sûfiyye, Mısır 1953, s. 85; İbnû'lCevzî, Sıfatü's-Safve, III/131-146; Vassaf, Sefînetü'1-Evliyâ, I,vr.27a-28b; Tabakât-ı İbn-i Sa'd, VII/ 256-276; Zirikli, el-A'lâm, 11/235; Tabakâtü'levliyâ, s. 200-203; Hulvî, Lemezât, vr. 88b-92a; el-Kevâkibü'd-dürriyye, 1/103; A'lâmü'n-nübelâ, VII/422-425.

Buhârî, Megâzi,56; Müslim, Zekât,139; Ahmed b. Hambel, 111,57,76,104,253, IV,42,45.

[97]               Keşfu'1-hafâ, 11/558, nr.1505.

[98]               Geniş bilgi işinbkz. Ebû Nuaym, Hilyetü'1-evliyâ, VIII/360-368; Tezkîretü'levliyâ, s. 349; Sûlemî, Tabakâtü's-sûfiyye, s.83-90; İbn Hallikan, Vefeyâtü'lA'yân, V/231-232; Nefahâtü'1-Üns, s. 92; Risâle-i Kuşeyrî, s.116-117; Min A'lâmi'l-&rifîn, s. 67;Hatîb el-Ba°dâdî, Târih-i Bağdâd, KIII/199; Tabakâtü'levliyâ, s.280-285; Muhammed Şeref Celâl, Dirâsât fi't-taaavvufi'1-İalâmiyye, Beyrut ts., s.115; Sıfatü's-Safve, 11/318-324; Abdulmecîd b. Muhammed, Hadâiku'1-verdiyye fî ecillâi'n-nakşıbendiyye, Kahire 1890, s.42; Tabakâtü' 1-Kübrâ, 1/61; Câmiu Kerâmâti'1-evliyâ, 11/491; Keşfü'1-mahaüb, s.212-213; Sefîne, I, vr, 29a; Lemezât, vr. 95a-99a; el-Kevâkibü'd-dürriyye, 1/268-269; A'lâmü'nnübelâ, IX/329-345; Hadîkatü'1-evliya, II/5-8; Şezerât, 1/360.

[99]               Kaşfu'1-hafâ, 11/214,ur. 2123.

[100]             Geniş bilgi için bkz. Tabakâtü's-Sûfiyye, s.48-55; Hilyetü'1-Evliyâ, X/116128; Tabakâtü'1-Kübrâ, 1/63; Risâle-i Kuşeyrî, s.117-119; Vefeyâtü'l-A'yân, 11/357-358; Sıfatü's-Safve, 11/371-386; Şezerât, 11/127; Târih-i Bağdâd, IX/187; İbn Kesir, el-Bidâye ven-Nihâye, Beyrut 1981, XI/13; Tezkîretü'1Evliyâ, s.355-366; Nefahâtü'1-Üns, s.92; Câmiu Kerâmâti'1-Evliyâ, 11/88-89; Keşfü'1-Mahcüb, s.208-210; Tabakâtü'1-Evliyâ, s.160-165; Sefînetü'1-Evliyâ, I,vr.30a; Lemezât, vr. 103a-106a; Hadîkatül-evliyâ, III/9-14.

İbn Mâce, Fiten,8; Ahmed b. Hanbel, IV,278,357,383.

[102]             Geniş bilgi için bkz. Tabakâtü's-Sûfiyye, s.155-163; Hilyetü'1-Evliyâ, X/255287; Sıfatü's-Safve, 11/416-425; Tabakâtü'1-Kübrâ, 1/72-73; Vefeyâtü'l-A'yân, 1/373-374; Ebû Nasr, Tâceddîn Subkî, Tabakâtü'ş-Şâfiiyye, Beyrut 1964, 11/260; Hatîb el-Bağdâdî, Târih-i Bağdâd, kahire 1349, VII/ 241; İbn Ebî Ya'lâ Tabakât-ı Hanâbile, Beyrut ts., 1/128; Tezkîretü'1-Evliyâ, s.437-472; camin Kerâmâti'1-Evliyâ, 11/11-14; Nefehâtü'1-Üna, s.81; el-Bidâye ve'n-Nihâye, XI/113; Keşfü'1-Mahaûb, s.229-232; Ebû İsmâil Abdullah el-Ensârî el-Herevî, Tabakâtü's-Sûfiyye, Tahran 1983, s.161; Şezerât,!!/ 229; Risâle-i Kuşeyrî, s. 155; Hadâiku' 1-Verdiyye, s. 56; Ömer Rıza Kehhâle, Mu'cemü'1-Müellifîn, Beyrut 1957, III/162; Taşköprîzâde, Keşfü'z-Zünûn, İstanbul 1941, s.1727, 1806; Muhammed Bakır b. Zey-nelâbidîn Hansârî, Ravdâtü'1-Cennât fi ahvâl-i ulemâ ve's-sâdât. Tahran 1959, s.164; Brockelman GAL-1, 199, Supp-1, 345, 2/214; Hazînetü'1-Asfiyâ, 1/81; Dirâsât f i't-Tasawufi'1-İslâmî, s.235; Afîfeddîn Abdullah b. Es'âd el-Yâfiî, Mir'âtü'1-Cinân ve İbretü'1-yakzân fî ma'rifet-i havadisi'z-zaman, Beyrut 1970, 11/231; Tabakâtü'1-Evliyâ, s.126174; Sefine, I,vr.30a; Lemezât, vr.108a-114b; el-kevâkibü'd-dürriyye, 1/212 218; A'lâmü'n-nübelâ, XIV/66-67; Risâle-i Kuşeyrî, s.139-140; Ateş, Süleyman, Cüneyd-i Bağdadî ve Mektupları, İstanbul 1970.

[103]             Geniş bilgi için bkz. Lemezât, vr.123b-127a; Sefine, II, vr.253; Tabakâtü'sSûfiyye, s.515-517; Tabakâtü'1-kübrâ, 1/108; Hilye, 1/383; Tabakâtü'1-evliyâ, s.296-298.

Tam adı, Necîbûddin Muhammed b. Abdullah el-ma'rûf bi-ammeveyh el-Bekrî'dir. Lemezât, 128b-129a; Sefine, 11/254.

Tam adı, Ebû Hafs Ömer Kadî Vecîhûddîn'dir. Lemezât, vr. 129a-131b; Sefine, 11/254.

Lemezât, 131b-132b; Sefine, II, vr.254.

[107] İbn Kesîr, el-Bidâye ve'n-Nihâye, XII/244; es-Sem'ânî, el-Ensâb, Beyrut 1976, VII/197; İbnü'l-İmâd, Şezerâtü*z-Zeheb, IV/153-154; İbn Hailikan, Vefeyâtü*1-A'yân, 11/201-205; Şa’rânî, Tabakâtü*1-Kübrâ, 1/140; Zehebî, el-İber fî haberi -men gaber, Beyrut 1985, IV/ 181; İbnû'l-Esîr, el-Lübâb fî tehzîbi*1-ensâb, Beyrut ts., 11/159; Yakut, Mu* cemü'1-bul­dan, Beyrut ts., III/289-290; İbnü'1-Cevzî, el-Muntazam, Beyrut 1992, X/255; SAL, 1,436; Suppl., 1,780; Hüseyin Vassâf, Sefînetü'l-Evliyâ, I,vr.234-235; Subkî, Tabakâtü*ş-Şâfiiyyeti*1-KÜbrâ, Kahire ts. , VI1/173-174; Hocazâde, Hadîkatü*1-Evliya, s.18-24; Lemezât, vr.134a-136b; Siyer-i a*lâm, XX/475.

Tam adı, Ebû Reşîd Kutbuddin Ebû Bekir b. Ahmed b. Muhammed el-Ebherî'dir. Lemezât, vr. 139a-141b; Tibyân, I, vr.32-34; Sefine, II, vr.253.

[109] Tam adı, Ebu'l-Ganâim Ruknuddîn Muhammed b. Fazl Sincâsî veyâ Necâşî'dir.

Geniş bilgi için bkz. Lemezât, vr.143b-146a; Sefine, II, vr.255.

Geniş bilgi için bkz. Lemezât, vr.l48a-153b.

Geniş bilgi için bkz. Lemezât, 164a-167b.

[112]             Dârimî, Rikak,67.

[113]             Münâvî, V/7852.

[114]             Buhârî, Cutn'a,l,12. Vudu',68. Enbiyâ,54. Eymân.l. Diyât,15. Ta'bir,40.
Tevhîd,35; Müslim, Cum'a,19,21; Nesâi, Cum'a,l; Dârimî, Mukaddime,8.

[115]             İbn Mâce, Edeb,55.

[116]             Lemezât, vr. 170a-170b; Müneccim başı Derviş Ahmed, Sahâifü'1-ahbâr, (trc. Şâir Ahmed Nedîm) İstanbul 1285, III/180; Browne G. Edward, A Literary History of Persia, Cambridge 1977, IV/43.

Kâmûsu'1-A’lâm, IV/2961; Safvetü's-Safâ, (Süleymâniye ktp. Ayasofyablm. 3099, Hekimoğlu Ali, 775); Lemezât, 153b-155b; Tıbyan, 11/222; İ.A. Safiyyüddîn md. , X/65; Brome, a.g.e. IV/43; Mustakimzâde Sa'deddîn Süleyman Efendi, Tâo risa­lesi, Süleymâniye ktp. Pertev paşa s.611. Sefine, 11/253.

İ.A. Cüneydmd., III/242; İ.A. Kızılbaş md., VI/789; Tıbyân, 11/222; Sefine, II, vr.254; Tao risalesi, vr.l53ab.

Tirmizi, Zûhd,56; Ebû Dâvud, 16; Ahmed b. Hanbel,III,38.

[120] Geniş bilgi için bkz. Mecdî Ef., Şakayık-ı Nu'mâniyye Tere. (Hadâiku'ş-şakâyık) , İstanbul 1269, s.74; Hoca Sa'deddîn Ef., Tâeü' t-Tevârih, Ankara 1992, 11/425; Nefahâtü'1-Üns, s.683; Âşıkpaşazâde Târihi, s.201; Semerâtü'1-Fuâd, s.7; OsmanlI Müellifleri, 1/54; Tıbyan, 1/172; Lâ'lîzade, Melâmiyye, 14; Sefi­ne, II, vr.254-255; eş-Şakâyıku'n-nu'mâniyye fi ulemâi'd-devleti'1-osmâniyye, Beyrut 1975, s.35; M. Ali Cengiz, Yüksel Adıgüzel, Mehmed Gülseren, Sonuncu Baba, İstanbul 1965;Mehmed Sami Sûnbülî, Esmâr-ı esrar, İst. 1316, s.21; Uşşâkizâde Seyyid İbrahim, Zeyl-i şakayık, Wiesbaden 1965, s.64. Lemezât.vr. 186b.

Şakâyık-ı Nu'mâniyye Tere., s.77; Nefehâtü'1-Üns Tere., s.684; Aynî, Mehmed Ali, Menâkıb-ı Hacı Bayram-ı Velî, İstanbul 1343; Tâcü't-Tevârih, 11/428; OsmanlI Müellifleri, 1/56; Bursalı Mehmed Tâhir, Hacı Bayram Velî, İstanbul 1925; Tıbyân, 1/174; Sefîne, 11/256; Ethem Cebecioğlu, Hacı Bayram Velî, Ankara 1991.

[122] İsmâil Beliğ, Güldeste-i riyâz-x irfân, Bursa 1302, s. 107; Hocazade Ahmed Hilmi, Ziyâret-i Evliya, İst. 1325. s.67; Sefine, 11/361; Baldırzâde Selisi Şeyh Mehmed, Ravza-i Evliya, BEEK, Orhan ktp. nu. 1018/1, vr. 11b; Menâkıb, 31; Mehmed Şemseddîn, Yâdigâr-ı Şemsi, Bursa 1332, s. 28; Kâmil Kepecioğlu, Bursa Kütüğü, BEEK, Genel Kit., nu. 4520, 11/241; Sarı Abdullah Bosnevî, Semerâtü'1-Fuâd fi Mebdei ve'l-Mead, İstanbul 1288, s. 145; Nev'izâde Ataî, Hadayiku'1-Hakâik fi Tekmilet'ş-Şakaik, İst. 1268, 11/358; Tıbyan, II/244b.

[123] Geniş bilgi için bkz. Menâkıb-ı Üftâde, (Selîmağa ktp., Hüdâyî böl.982); Şakâyık-ı Nu'mâniyye Zeyli (Atâî), s.357; Osman.il Müellifleri, 1/22; Sefînetü'lEvliyâ, 11/362; Yâdigâr-i Şemsî, s.27; Azîz Mahmûd Hüdâyî, Vâkıât (kısmî trc. Mehmed Muizzeddîn) İsmâil Erünsâl ktp. ; Lemezât, vr. 187; Şemseddîn Sâmî, Kâmûsu'1-A'lâm, İstanbul 1306, 11/999; Güldeste, s.109; Ravza-i Evliya, 12a; Mehmed Süreyya, Sicill-i Osmânî, İst. 1308, 1/391; Hulâsatü'1-Vefeyât, 16a; Mustafa Bahadıroglu, Üftâde, Tasavvüfî Görüşleri ve Celvetiyye Tarikatı, (Basılmamış Yüksek lisans tezi), Bursa 1990.

[124] Geniş bilgi için bkz . en-Nebhânî, Câmiu Kerâmâti'1-evliya, 11/451; Kâtip Çele­bi, Fezleke, İstanbul 1286, 11/114 Ayvansarâyî Hafız Hüseyin, Hadîkatü'1-cevâmi, İstanbul 1281, 11/196-203; Lemezât, vr. 187a; Semerâtü' 1-fuâd, s. 145; Atâyi Ataullah Ef. (Nev'izâde), Hadaiku'1-hakâik, 11/760-762; Evliyâ Çelebi, Seyahatname, İstanbul 1314, 1/479; Sefine, II, vr.372a-382a; Harîrizâde, Tıbyân, I, vr. 227a-245b; Mustakimzâde Sa'deddin Efendi, Menâkıb-ı Melâmiyye, (Süleymâniye Ktp., Nâfiz Paşa Bitti.) 1164, vr. 10; Mehmed Tâbir, OsmanlI Müel­lifleri, İstanbul 1333, 1/41; Peçevî İbrâhitn Efendi, Peçevi Tarihi, İstanbul 1283, 11/357; eş-Şakaik, s. 224; Muhibbi, Hulâsâtü'1-eser, IV/327-329; Yılmaz, H.Kâmil, Aziz Mahmûd Hüdâyi ve Celvetiyye Tarikatı, İstanbul 1982; Ziver Tezveren, Seyyid Aziz Mahmûd Hüdâyî , İstanbul 1984.

Geniş bilgi için bkz. Hadâiku’ 1-h.akâyık fi tekmileti' ş-şakayık, 11/675;

Fezleke, 11/45; Sefine, III, vr,16a.

Geniş bilgi için bkz. Şeyhî Mehmed, Vakâyiu'1-fudalâ, vr. I/288ab; Uşşâkîzâde, Zeyl-i Şakayık, vr. 544 vd.; Süreyya Mehmed, Sicill-i Oamânî, İstanbul 1308, III/420; Sefine, III/27-29; Kocatürk, Vasfi Mahir, Tekke Şiirleri Antolojisi, Ankara 1968, s.310.

Buharı, Megâzi,24; Müslim, Cihad.,106; Muvatta, Sefer,85; Ahmed b. Hanbel, 1,288,11,317,492.

Buhârî, Rû'yâ,2; Ahmed b. Hanbel, V,404,VI,381.

[129] Geniş bilgi için bkz. Atpazârî, el-Lâihâtü'1-berkıyyât (haz. Bedreddîn Çetiner) , DİA Ktp., nr.10674, Giriş, s. 22-66 •Kanfı'i • e-mvnfir» 11/1181; İsmâil Hakki Bursevî, Temâmü'1-feyz, Süleymâniye Ktp., Hâlet Efendi, nr. 244, vr. 89a-167a; a.mlf., MeomÛatü'1-esrâr, Âtıf Efendi Ktp., nr.1500, vr. 73b-101b; a.mlf., Kitâbü'1-hitâb, İstanbul 1292, s. 295; Uşşâkîzâde, Zeyl-i Şakâik (nşr. H. J. Kissling) , Wiesbaden 1965, e.686; Râşid, Târih., III/123-124; Vassâf, Sefine, III/22-26; OsmanlI Müellifleri, 1/15; Babanzâde Bağdatlı İsmâil Paşa, İzâhu'lmeknûn, İstanbul 1947, 1/565; Hediyyetü'1-ârifîn, 1/657-658; M. Ali Aynî, Türk Azizleri X: İsmâil Hakkı Bursalı, İstanbul 1944, s. 23-49; Oktay Aslanapa, Kıbrısta Türk Eserleri, İstanbul 1975, s. 25; Sâkıb Yıldız, Türk Müfessiri İsmâil Hakkı, Hayatı, Eserleri ve Tefsir İlmindeki Metodu, orijinali Fransızca olan basılmamış doktora tezi, Erzurum 1976, s. 23-40; B. Mehmed Tahir, "Atpazârî Osman Fazlı-i İlâhî”, SR, sy. 28/210(1330), s. 29-30.

Buhârî, İman,14, Müslim, İman,67; Tilmizi, İman,19. Zühd,10; İbn Mâce, Fiten,23.

Müslim, Salât,222; Ebû Dâvud, Salât,148. Vitr,5; Tirmizl, Deavât,112; Mesai, Tahâre,119.Sehv,89; İbn Mâae, Dua,3; Ahmed b. Hanbel,I, 9S,118,150,VI,58,201.

[132] Geniş bilgi için bkz . Mu'cetnû'1-Müellifin, 11/266; Esmâü'1-Müellifîn, 1/219; Sahhaf Es'ad Efendi, Teroüme-i Hâl-i İsmail Hakkı, (Pend-i Attar Şerhi Mukad­dimesi) , Sûleymâniye Ktp., Hekimoğlu blm. nr.980; Sefine, III/37; Kamûsu'lA'lâm, 11/950; Münşaât-ı Aziziyye fî Asâr-i Osmaniye, Nûri Efendi nşr. İstan­bul 1385, s.288; Osmanlı Müellifleri, 1/28; Sâkıb Yıldız, Büyük Türk Müfessiri İsmail Hakkı Bursevî (Aslı fransızca doktora tezinin müellif tarafından yapı­lan tercemesinin 1975 tarihli daktilo nüshası); Muallim Naci, Esâmi, İstanbul 1308, s.59; M.Tâhir Bursalı, Mevlânâ Şeyh İsmail Hakkı el-Celvetî, İstanbul 1329; M.Ali Aynî, “İsmail Hakkı Bursevî Hakkında Bir Tedkik", Dâru'l-Funûn İlâhiyât Fakültesi Mecmûası, II, sy.9, İstanbul 1928, s.108-131; M.Ali Aynî, Türk Azizleri I İsmail Hakkı Bursevî, İstanbul 1944; Ahmed Saîd Süleyman, "Vahdetü'1-vucûd ve ba'du'1-efkâri'1-bâtıniyyeti fi'1-kütübi't-Türkiyyeti li İsmail Hakkî el-Bursevî”, Mecelletü Külliyeti'1-Âdâb, Câmiatü'1-Kahire, II. 1968; Erdoğan Fırat, "Kitâbu'n-Netîce ve İnsan", İslâm İlimleri Enstitüsü Dergisi, 11/205, Ankara 1975; Ruhnevâz Deringör, İsmail Hakkı Bursevî ve Türkçe Eserleri, (Mezûniyet Tezi) İstanbul Üniversitesi Ktp., nr.2514; Dr. Sâkıb Yıldız, "Türk Müfessiri İsmail Hakkı Bursevî'nin Hayatı", İslâmî İlimler Fakültesi Dergisi, sy. 1, s. 103-126, Erzurum 1975; Hüseyin Yenice, İsmail Hakkı Bursevî'nin Muhammediyye Şerhinin I. cildinde Tasavvufî İstılah ve Semboller, Yayımlanmamış Yüksek Lisans tezi, 166 sahife, M. Û. Sosyal Bilimler Enstitüsü, 1978; Bülent Rauf, İsmail Hakkı Bursevî Translation of and Commentary on Fusus al-Hikam by Muhyiddîn İbn Arabî, rendered into English by Bülent Rauf with the help of R. Brass and H. Tolemache. Oxford and İstanbul, Muhyiddîn İbn Arabî Society, 1986, 264 pp.; Osman Şenel, İsmail Hakkı Bursevî'nin Hayatı, Eserleri ve el-Funûn'u, İstanbul Üniversitesi Merkez Kitaplık, Edebiyât Fakültesi Kitaplığı, TH I, nr.66; M.Ali Sâbûnî, Tenvîru'lEzhân min Tefsiri Rûhı'1-Beyân, İsmâil Hakkî el-Bursevî, (ihtisar ve tahkîk), Dımeşk 1988; Murat Yurtsever, Bursalı İsmâil Hakkı Divânı (İnceleme metin), Dokrora tezi, Uludağ Üniversitesi, 1990.

Buhârî, Rikak,39. Talak,25. Tefsîr-i sûre 79,1; Müslim, Cum'a,43. Fiten,132135; Ahztıed b. Hanbel,IV,309,V,92,103,107; İbn Mâce, Mukaddime,7. Fiten,25; Dârimî, Rikak,46.


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar