İSMAİL HAKKI BUASEVİ'NİN KİTABU'S-SİLSİLETİL-CELVETİYYE'Sİ
Hazırlayan: İlyas EFENDİ
Hamd,
âlemleri yaratıp, onları Celâl ve Cemâline ayna yapan Yüce Rabbimize, salât u
selâm "levlâk" saltanatının sâhibi Hz. Muhammed salla'llâhü aleyhi
ve selleme, âline ve hidâyet semâsının yıldızları olan seçkin ashâbına olsun.
Yüce
Allah, sayısız mahlûkâtı arasından insanı İlâhî emirlerinin muhâtabı olarak
seçti. Onu esmâ ve sıfatlarının tecellîlerine mazhar kıldı. Yer yüzünde onu
kendisine halîfe ta'yîn etti. Ancak bu mazhariyetini, yaratılışındaki
üstünlüğünü sürdürebilmesi ve hilâfet görevini gerçekleştirebilmesi,
yaratılışının gâyesi olan İlâhî ma'rifetullâh'ı elde edebilmesine, zâhirini
şerîat-ı Ahmediyyeye ve bâtınını da hakikat-ı Muhammediyyeye uydurmasına
bağlıdır.
İşte
bu âlî maksadlarm gerçekleşmesinde bir katkı olsun diye, bizden önce bu yola
sülük etmiş olan hayırlı seleflerimizin zikr-i cemîllerini yâd etmek ve
sadaka-i câriye kabilinden olan eserlerini gün yüzüne çıkarmak için; gönüllerin
Cenâb-ı Resûl'ün boyasıyla insibâğı demek olan tasavvuf âleminin parlak bir
yıldızı olan Şeyh İsmâil Hakkı Bursevî'nin yetişmesinde madden ve mânen etkisi
olan Celvetî Tarîkatı meşâyihinin hayâtlarını içeren Kitâbu's-silsile'yi tez
çalışmamıza konu olarak aldık. Ki toprağı iyi olan yerin bitirdiği de
güzeldir emr-i celîlinin tezâhürü bilinsin.
İsmâil
Hakkı Bursevî hazretleri'nin 1137/1724 yılında kaleme aldığı ve Silsilename-i
Celvetiyye diye de adlandırılan bu eseri ile ilgili çalışmamızı üç bölüm
ha1inde sunduk:
Birinci bölümde; silsile kavramını ve
tasavvuf açısmdan önemini incelemeye çalıştık.
İkinci bölümde ise celvetiyye tarikatı
şeyhlerinin birbirleri ile olan maddî ve ma'nevî irtibatları husûsu üzerinde
durmaya çalıştık.
Üçüncü
bölümde ise İsmail Hakkı Bursevî hazretleri'nin Kitâbu's-silsile'sinin
latin alfâbesine aktarılmış hâli yer almakta. İstifâdeyi kolaylaştırmak ve asıl
metinle karşılaştırmayı sağlamak için varak numaralarını [ ] içerisinde
verdik. Celvetiyye meşâyihinin hayâtları hakkında daha fazla bilginin
bulunabileceği kaynakları dip notlarda belirtmeye çalıştık. Metinde yer alan
âyetlerin sûre ve âyet numaralarını verdik. Ve hadîsleri Kütüb-i tis'â
çerçevesinde tahrîc etmeğe çalıştık.
Müellif nüshası Millet kütüphânesi şer'iyye
bölümü 1040 da bulunan silsilenâmede kullanılan bazı kelimeleri günümüz
Türkçesi ile ifâde ettik.
Gebze Kasım-1994
GİRİŞ
SİLSİLE
Tasavvufi
terbiye; bir arada bulunma ve in'ikâs yoluyla gerçekleştiği, hâl ve duyguların
yansıması ile terakki hâsıl olduğu için bir mûrşid nezâretinde bulunmayı
gerektirir[22].
Tasavvuf,
Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in mânevi mirası demek olduğundan,
vârisleri olan kimselerin zât-ı pâk (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ile mânevi
bir neseb bağına sâhip olmaları zorunlu sayılmıştır.
Lugatta
zincir anlamına gelen silsile; tasavvuf terminolojisinde, tarikat şeyhlerinin
ûstâd zinciri[23], şeyhlerin
silsilesini doğrudan doğruya Peygamber'in ta'İlmine bağlayan mânevi şecere
demektir. Bilinen en eski silsile isnâdı Huldî (ö. 348/959)'ye âittir.
Klâsik isnâd milâdî XIII. asırdan itibâren tesbit edilmiştir[24].
İnsan,
yapısı itibâri ile telkinden çok tatbîkden hoşlanan, ideal örnek arayan ve
ondan haz alan bir varlıkdır. Bu yüzden Cenâb-ı Hak, her devirde Peygamber göndererek
ideal şahsiyetleri müşahhas örnekler halinde insanlığa sunmuşdur. Son Nebi ve
âhirzaman Peygamberinden sonra da onun ahlâkıyla ahlâklanmış, ve O'nun ma'nevî
mîrâsına hak kazanmış kimseleri bu vazifeye memûr kılmışdır.
"Ashabım
yıldızlar gibidir. Onlardan hangisine tâbi' olursanız hidâyete
ulaşırsınız." hadîs-i
şerifi, farklı karakter yapılarına sâhip insanların ashâb içinde kendilerine
bir örnek şahsiyet bulabileceklerini imâ ederek bizi örnek, ideal şahsiyetler
aramaya yönlendiriyor. Bu yüzdendir ki Hz. Peygamber'in (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) devlet reisliği ve dîni otoritesi halîfede toplanırken, ma'nevî-ruhanî
otoritesi, bu otoriteyi temsîle lâyık bu tip kimselere intikal etmiş, teblîğ
ve irşâd vazifesi bunlar eliyle yapılagelmişdir.
İlk
devirlerde âbid, zâhid, nâsik gibi sıfatlarla yâd edilen Allah dostları, Hicrî
II. asırdan itibâren sûfî adıyla anılmaya başlamışlardır.
Aslında
ilk hicrî asırlarda tefsir, hadîs ve fıkıh gibi İslâmî ilimlerde de bir rivâyet
zinciri aranmaktaydı. Hicrî III. asırdan itibaren İslâmî ilimler yazılıp kayda
geçmeye başlayınca silsile zorunluluğu da zaman içerisinde terkedildi.
Tasavvuf
ricali ise ilimlerinin gereği silsile ananesini terketmediler. Hatta ilk
asırlarda şifâhî olarak nakledilen silsile an'anesini zamanla yazılı hale getirdiler
.
Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'den günümüze kadar devam eden iki
silsile vardır. Bunlardan biri Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh),
diğeri Hz. Ebû Bekir ( radiya'llâhü anh) vâsıtasıyla Resûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) 'e ulaşır[25] .
Bütün
tarîkatlerde silsile vardır. Ancak silsilede bulunan şahısların bazıları
birbiriyle görüşmesi tarihi olarak mümkün görülmemektedir.[26]
Silsilede
yer alan şeyhlere "Silsile ricâli” denir.
Allah'dan
sâlike iki yoldan feyz gelir:
a) Doğrudan
yani aracısız olarak Allah'dan.
b) Silsile
ricâli vâsıtası ile Allah'dan.
Şeyhe
veya mürîde rûhânîler yoluyla feyzin ulaşır.
Buna
feyz-i isnadı ve fuyûzât-ı silsile-i celile gibi isimler verilir[27].
Zîrâ
nefes, ya bi'l-vâsıta, ervâh-ı kûlliyenin birinden veya bilâ-vâsıta Allah
Teâlâ'dan gelir. Gerçi bilâ-vâsıta olan nadirdir. Üveys el-Karânî gibi
ki hiç bir kimsenin sohbet-i cismâniyye ve rûhâniyyesine dâhil olmamıştır ki
meslek-i nebevidir. Zîrâ Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
hazretleri'nin muallimi bi-lâ vâsıta Allah Teâlâ'dır.[28]
Silsile
son derece önemlidir. Silsilesini bilmeyen sâlik, nesebini bilmeyen kişi
gibidir.
Arif-i
Rabbânî İmam Abdulvehhab Şa'râni hazretleri "Medâricü's-sâlikîn" kitabında
der ki:
"Ey
tâlib-i hakikat! Şuna inan ki, sülük ettiğin tarîkteki âba u ecdadını
bilmelisin. Girdiği yolda rehberlerini tanımayan sâlik a'mâdır. Yâni kördür.
Ve böyle bir sâlik Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem)'in, âbâ ve
ecdâdını tanımadan onlardan başkasına bağlanan!arve intisab edenler hakkındaki
:
"Babasından
gayrısma intisâb edene Allah lanet etsin!" hadîsinin hükmüne girer.
İbnü'l-Fârıd
(r.h): "Bizim
aramızdaki manevi neseb, cisme bağlı olan nesebden daha yakın ve kuvvetlidir.
" der.
Çünkü ruh sana hakikat cihetinden, yani
hakikat-ı insâniyyeden merbuttur. Sen rûhunla insansın. Senin ruhuna baba olan
zât her zaman sana rehberlik eder, fakat cismen baba olan kimse ise bu
mertebede değildir. Bunun için rûhen baban olan zâta intisâb ve irşâdma
tebeiyyet her şeyden evvel gelir.
Selef-i
sâlihîn sâliklere her asırda âbâ ve ecdâdının hayâtlarını, âdâblarını ve
ahlâklarını öğretmişler ve bütû sâlikleri şu noktada toplamışlardır ki:
Bir
inşân-1 kâmile, bir cemâate bağlı olmayan kimse, yolda kaybedilmiş kimsedir. 0
kimsenin irşâd makamına oturması câiz değildir. Ancak zâhirî ve mânevi
nesebinin tebeyyünûnden ve bir şeyh-i kâmilden ahz-ı feyz edip onun bütün
mânevi mirasına lâyık olacak hâle gelip tarîkin bütün inceliklerini bilip
şeyhi tarafından irşâda me'zûn olduktan sonra telkîn-i zikri yapabilir.
İmam
Şa'rânî: "Telkîn-i
zikrin sırrı, müteselsilen tâ Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'e
varıncaya kadar bütün kalblerin birbirine irtibatını teinin etmektir. Resûl-i
Ekrem'e müracaattan sonra kalbler Allah'a bağlanır. Bu durumda sâlikin
istifâdesinin en az derecesi, silsile-i şerîfeyi teşkil eden sâdât-ı kirâmin
ervâhının sâlikin şeyhi vâsıtasıyla icâbetlerine nâil olmasıdır. Bu şekilde
sâdâtın yoluna girmeyen kimse onlardan sayılmaz. Silsileyi yüz kere okusa bile
ona icâbet etmezler[29].
"
Kur'ân-1
Kerîm'de Hz. Risâlet (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ' in hanımlarını "mü'mirilerin
anaları" [Ahzâb, 33/6], "mü'mini er in kardeş" [Hucûrat,
39/10], olduklarını belirten âyetlerle Hz. Peygamberin "Ben sizin
babanız makâmındayım" [Ebû Dâvûd, tahare, 4] hadîs-i şerifi İslâm
ümmetini büyük bir âileye benzetmiştir. Tarîkatler bu âile anlayışını
yaşatmışlardır[30].
Ya'nî
ekâmil-i nâs ezvâc-ı Nebeviyye gibidir ki; şâir nâsın ümmehâtı gibidir. Ya'nî
ümmehât, evlâd-ı sûriyyeyi terbiye ettikleri gibi ekâmil-i nâs dahî evlâd-ı
ma'neviyye olanları terbiye ederler ki; ümmühât-ı sûriyyenin mâye-i terbiyeleri
leben ve bunların, feyz-i İlâhîdir. Ve bunlar dahî terbiyeyi Cenâb-ı
Nübüvvet'ten bulmuşlardır[31].
Silsile
bu âilenin, Resûlullah'a ulaşan soy kütüğüdür. Tarikatların silsilelerinden
bahseden eserlere "silsilename" denir.
Silsilede
yer alan her şeyhin bir önceki şeyhten fiilen terbiye görmesi, bir sonraki
şeyhi fiilen irşâd etmesi şart değildir. Meselâ Ca'fer Sâdık (h. 148), Bâyezid
(h. 261) ile fiilen görüşmemiştir. Bâyezid, Ca'fer-i Sâdık'ın vefatından
sonra dünyâya geldiğinden silsilede bir kopukluk söz konusudur. Bu kopukluk
Üveysîlikle ortadan kalkar. Yani Bâyezidi, Ca'fer-i Sâdık'm ruhu ölümünden sonra
terbiye etmiştir[32].
Üveysîlik;
Herhangi
bir şeyhe bağlanmadan doğrudan Hz. Peygamber'in rûhu ve maneviyatı tarafından
irşâd ve terbiye edilmektir.
İsmail
Hakkı bu
tarife yeni bir açıklama eklemiştir: "Hangi mürîd ki fethi şeyh elinden
olmaya ol mürîd üveysîdir, gerek zâhirde şeyhi olsun gerekse olmasın"[33].
Bu duruma Şeyh Üftâde ve Bahaeddîn Nakşibend örnek olarak
zikredilebilir. Her ikisi de zâhirde bir şeyhe intisab etmişlerdir. Ama
fetihleri zâhirî şeyhleri elinde olmamıştır.
Bi-hasebi'1-hakîka üveysî olmak sureta
ittisale mâni' değildir. Nitekim yetim olanın dahî silsilesi vardır, gerçi
yetimdir. Zîrâ fi' 1-mesel gökten zenbil ile inmez, ve yerden dahî çıkmaz.
Belki izdivâc-ı sûrîden gelir. Binâen-alâ-hâzâ yetîm-i ma'nevî dahî böyledir[34].
Allah'ın,
sohbet eden ile sohbet edilen, seven ile sevilenin arasını te'lîf etmesi ve
uzlaştırmasının bir neticesi olarak, mürîd, doğan bir çocuğun babasının bir
parçası olduğu gibi, sanki şeyhinin bir parçası olur. 0nun ahlâkı ve özelliğini
taşır. Müridin bu yeni hâli ikinci ve mânevi doğum olarak nitelendirilir.
Kişinin birinci doğumu onun âlem-i mülk ile olan irtibâtını sağlar. İkinci
doğum ise melekût âlemi ile olan irtibâtını temin eder.
Mânevi
doğuma sâhip olmayan kimse, peygamberlerin mirasçısı olmaya hak kazanamaz. 0,
ne kadar anlayışlı ve zeki de olsa ikinci doğumu yoksa, peygamber vârisliği
kendisine ulaşmaz. Çünkü anlayış ve zekâ aklın bir neticesidir. Halbuki akıl
şeriatın nurundan mahrum olursa mülk âleminde ne kadar dolaşırsa dolaşsın
melekût âlemine terakki edemez. Bu âleme giremez. Akıl mülk âleminde tasarrufa
muktedir olduğu hâlde melekût âlemine müdâhale edemez.[35]
Sâdık
ve samîmi olan bir mürîd , şeyhinin irâde ve yönetimine girerse, onun edebi ile
edeplenir. Bir mumdan yakılan bir başka mum gibi şeyhin bâtınından müridin
bâtınına hâl sirâyet eder. Şeyhin güzel ve etkili tavrı müride yansır. Şeyhin
sözleri müridin gönlüne telkin edilir. Te'sîrli sözler onun iç dünyâsında
mânevi bir aşı etkisi yapar.
Cenâb-ı
Hakk'm yakınlaştırması ve İlâhî bir te'lîf ile sohbet edenler arasında mânevi
bir yakınlaşma meydana gelir. Fıtrî temizlik ve rûhî alâkanın bulunması ile mürîd
öylesine şeyhinin edeb ve ihtiyârma bürünür ki bir noktadan sonra şeyhinin
irâdesini de terkederek Allah'ın irâdesine teslîmiyyet noktasına yükselir.
Şeyhinde aldığı ve anladığı pek çok şeyi Hakk'dan almaya ve anlamaya başlar.
Bütünü ile anlatılan bu hayırların başı sohbet ve şeyhlerin hûzur ve meclîsine
devâm etmektir.[36]
Sohbet-i
rûhâniyye sohbet-i cismâniyyeden ekaldir. Zîrâ sohbet-i rûhâniyyeden ahz etmeye
ziyâde letâfet-i rûh lâzımdır. Bu ise her sâlike müyesser olmaz. Sülük sohbet-i
cismâniyyeye mevkûf oldu. Zîrâ hisle ülfet ziyâde ve ahz dahî esheldir. Onun
için ebvâb-ı mürşidde tereddüd ederler ve sohbetlerine dâhil olurlar ve feyz-i
İlâhî bulurlar[37].
İnde'1-meşâyih
sohbet-i cismâniyye ile ahz etmek sahîh olduğu gibi hâlet-i insilâhda sohbet-i
rûhâniyye ile dahî sahihtir[38].
Tarikat
şeyhleri ve tasavvuf mensupları zaman içerisinde liyâkati olmayan ve seyr u
sülük görmemiş nâ-ehil kimselerin şeyhlik iddiâsma kalkışmasını önlemek için
bir icâzet zorunluluğu getirdiler.
İcâzet;
şeyhlerin, mürîd yetiştirmek üzere ehliyetini isbatlamış ve seyr u sülûkünü
tamamlamış olan mensuplarına verdikleri yazılı veyâ şifâhî izindir. Eğer verilen
izin yazılı belge ile kayıt altına alınmışsa o belgeye "icazetname"
adı verilir. Şeyhten icâzet alan sâlik "halîfe" sayılır,
tekke açmasına ruhsat verilirdi. Halifelik icâzetine "hilâfetnâme"
de denilir[39].
Hilâfet
ve zuhûr-ı sırr-ı silsile, müstahlefin zuhûrdan butûna intikâlinden sonradır[40].
Erbâb-ı
enfâsm nefes-i nefisleri muttasıl olup sırr-ı hilâfet zuhur etmek müstahlefin
zuhûrdan butûna intikal ve irtihâlinden sonradır. Zîrâ ki iki sıddık bir
yerde müctemi' olmaz. Onun için bir şehirde iki halîfe olmak iki rûh bir
bedende olmak gibidir.
Pes
eyyâm-ı mûstahlifde halîfeye i'tâ olunan maânî mîras kabilinden değil, belki
hediyye ve atıyye kâbilindendir. Zîrâ mîrâs halef olmağa mevkuftur. Nitekim
şer' yüzünde vâlid vefat etmedikçe oğluna mîras yoktur. Belki vâlidi tarafından
ikrâm ve in'âm vardır. Çünkü müstahlif muhtazır ola, onun nefes-i ahîri
halîfenin hilâfetine mut taşıl olur. Şöyle ki tarfetü'1-ayn infisâl bulunmaz[41].
"Suâl
olunursa ki silsile-i ma'neviyye nedir? Cevâp budur ki dünyâda enbiyâya (a.s)
verese zuhûr etmektir, ki onların mirasları ilm-i billâhdır. Ve ol vârislere "hulefâ"
derler ki evlâd-ı sûriyye pederleri yerine kâim oldukları gibi evlâd-ı
ma'nevî dahî enbiyâ makamına kâim olurlar. Zîrâ gerçi nefes-i nefîs-i hakikat
vârisden vârise ve velîden velîyedir. Velâkin bu babda re's olan nebidir. Bu
sebepden güyâ halef olanlar hemen nebi mekülesinden ahz-ı nefes etmiş gibi
olurlar[42].
Hilâfetnâmelerde
silsile ricâli tek tek ve sıra ile yazılır.
Tarikat
âyinlerinde, saygıya delâlet eden ünvanla zikredilen silsile ricâlinden bol bol
feyz geldiğine, hattâ bunların ruhlarının fiilen âyinlere katıldığına itikad
edilir[43]. "Salihlerin
anıldığı yere sekînet, rahmet nuzûl eder" kavli de bunu te'yid eder.
İnsanları
irşad etmek üzere Cenâb-ı Hakk'ın seçtiği kimseler, Hâdî ismi şerifinin
mazharıdırlar. Bunlar aynı zamanda mehdî-meşrebtirler.
Ve
mehdî-meşreb olanlara "ümmehât" derler. Zîrâ etfâl-i tarikat
olanlar onların şîr-i feyzleriyle terbiyetyâb olurlar. Ya'nî rahm-i
isti’dâdlarına mâye-i nefes sabbolunduktan sonra veled-i kâlb olup vücûd-ı
ma'nevî bulurlar. Velâkin meblâg-ı ricâle bâliğ olunca ricalin hıdânelerinde
olmağa muhtaçlardır. Ve illâ nakıs kalırlar.
Âdem
(a.s) Ebu'1-beşerdir. Çünkü ilk yaratılan insan O'dur. Diğer insanlar onun
zürriyetinden çoğalmıştır. Hz. Risâlet-meâb Efendimiz ise;
"Ebu'l-ervâh"dır. Bir hadîs-i şerifde; "Allah'ın ilk
yarattığı şey, Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem) 'nün nurudur" buyurulmaktadır.
Bu itibarla O, bütün ruhlara öncü ve onların mânen hayât kaynağıdır.
Silsile
yoluyla feyz-i İlâhî, müridin kalbine sabbolunur. Tabii doğumda, babanın
sulbüne tevdi edilen çocuğa âit özellikler, her bir çocuğun zerreleri adedince
çocukların sulblerine intikal eder. Babalar bu zerreleri taşıyarak neslini
devam ettirir. Sulblerine bir şey bırakılmayanların nesli kesiliyor. Şeyhlerin
durumları da aynen böyledir.
Bâzılarının
ikinci doğum dediğimiz hâdise ile mânevi çocukları çoğalır, mürşidlerinden
aldıkları ilim ve hâli başkalarına aktarırlar. Bu ilim ve hâller sohbet yoluyla
Hz. Peygamber'den kendisine nasıl ulaştı ise onları mürîdlerine yansıtırlar.
Böylece şeyhlerin nesli devam etmiş olur. Bazı şeyhlerin evlâdları az ve
bazılarının da nesli kesilmiş olur. Bu nesil, kâfirlerin Hz. Peygamber için: "0,
ebterdir. Nesli kesilmiştir." dedikleri zaman Cenâb-ı Hakk'm: "Asıl
sana buğzedenlerin nesli kesiktir" diye onlara cevap verdiği nesildir.
Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in nesli kıyamete kadar devam
edecektir. Mânevi bir silsile ile ilim mîrâsı, ilim ehline intikal edecek ve
bu neslin devamlılığı sağlanacaktır[44].
Çünkü mânevi doğum, İblis'in sonsuzluk ağacı diye tanıttığı ve Hz. Âdem'i
yanılttığı buğday ağacından değil, ilim ve gerçek sonsuzluk ağacından alınmış
ilim ve hikmetten meydana gelmiştir24.
Pes
tertîb-i kâinat maslahat ve hikmeti müştemil olmuştur. Onun için nikâh şâir
nevâfil-i hayrattan efdaldir. Zîrâ onda sırr-ı îcâd vardır. Ya'nî îcâdda kâinat
müteselsil olduğu gibi nikâhda dahî zürriyet zuhûru ile silsile mümted olur. Ve
kıyâmete dek hâneler tevhîdden hâlî olmaz.
Ve
nikâhla ehl-i tevhîde beka geldiği gibi enfâs-ı tayyibenin biri birine ittisâli
ile dahî beka gelir. Çünki nikâh-ı sûrîye kailsin, nikâh-ı ma'nevîye dahî kail
ol ki silsile-i ma'nevîyyedir. Zîrâ silsile-i ma'neviyye olmasa âlem bî-rûh
kalıp hayvan gibi kalır25.
İzdivâc-ı
mâ'nevî izdivâc-ı sûrînin sıhhatine mevkûf tur26.
Allah'ın
insanoğluna İlâhî ikramı olan "ruh nefhi" ile Hz. Adem (a.s)
ilim ve hikmet sâhibi oldu. Yeryüzündeki İlâhî hitabı işitme ve cevap verme
özelliği Hz. Adem'in (a.s) topraktan halk edilen cesedi vâsıtası ile ona geçti.
Yeryüzünden alınan parçalar oranında onda hevâ ve heves meydana geldi. Bunların
etkisi ile elini, buğday ağacı da denilen fenâ ağacına uzattı. Bu yüzden
bedenine fenâ ârız oldu. Kalbi hikmet, kalıbı hevâ ve heves kaynağı oldu.
Zâhirî
ve tabîî
doğuma fenâ ârız oldu. Çünkü aslı fânidir. Manevî doğumla intikal
eden ilim ve hikmet ise fenâdan korunmuş oldu27.
Ve hayr-ı müteaddî
emr-i lâzımdan efdâldir. Onun için enbiyâ ve kümmel-i evliyâ da'vet ve tebliğ
için ba's ve irsâl olunmuşlardır. Ve onlar ki akimlerdir; ya hiç |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
veled
gelmemek hasebi ile veyâhut gelip münkariz olmak ciheti ile. Ba'zı rivâyât
üzere silsile-i kümeyliye gibi. Nitekim dâiresinde zikr olunmuştur. Bu
meküleler silsileden min vechi'1-hâric olurlar. Zîrâ hakîkat-i silsile
kıyâmete dek memdûd olandır[45].
Silsilede
nazar hâl ve kemâledir. Yoksa nesebe değildir . Şol yüzden ki buradan neseb
ile murâd neseb-i takvâdır ki âl-i Resûl'den murâd fi'l-hakîka bu neseb
ehlidir.
Ekâbir-i
ricâle ittisâl salâh-ı hâl ve sâlihât-ı a'mâlledir[46].
Silsile-i
ma'neviyyede ilmi diriden diriye ahzederler. Sûret-i silsilede ise böyle
değildir. Belki onlar ölüden ölüye istifâde kılarlar, ulemâ-i rusûmun ekseri
gibi. Onun için onlardan ahz-i ulûm edenlerde berekât-ı kesîre yoktur. Fe emma
erbâb-ı hakâikın bir dersi ve yek nefesi hezâr ders ve nefes olur. Bu cihetten
tâlib-i hakâik olan silsile-i sûriyyeye iltifat etmez. Husûsan ki bu a'sârda
ulemâ-i hakâikten gayrisinin silsilesi müştebeh ve medhûldur. Zîrâ bu'd-ı zamanla
avârız-ı fâside muhâlata etmiştir. Ulemâ-i hakâik hâli ise böyle değildir[47].
Dünyâ
işlerinin tanzimini der-uhde eden ümerânın, dînen münker olmayan emirlerine
itâat, İlâhî düstûr gereğidir. Bâtın âlemini i'mâr ve nefsini tezkiye etmek
isteyen bir mürîd de mürşidine râm olmalıdır. Çünkü mürşidler selâtîn-i
ma'neviyyedir ki kavânîni nas ve kavi û fiilleri mesmû' ve ma'mûl olmak
mu'tekıdlerine muhtastır[48].
Kâmilin
muktedâ ve metbû' olduğu iktida ve tebeiyyetten sonradır. Ve kemâlinden sonra
dahî iktidâdan hâlî değildir32.
Silsiletü'z-zeheb
(altın
silsile); İçinde ehl-i beytten bir kimsenin yer aldığı silsile demektir.
CELVETÎ
TARİKATININ SİLSİLESİ
1. 2
. |
Resûl-i Müctebâ Hz.
Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) [v. 11/632 ] |
||
Hz. Ali |
(r
.a) |
[v. 48/668 ] |
|
3
. |
Kümeyi b. Ziyâd |
(rh.a) |
[v. 83/702 ] |
4
. |
Haşan Basrî |
(rh.a) |
[v.
110/668 ] |
5
. |
Habîb-i A'cemi |
(rh.a) |
[v.
150/767 ] |
6. |
Dâvûd-ı Tâî |
(rh.a) |
[v.
184/800 ] |
7. |
Ma'ruf-u Kerhî |
(rh.a) |
[v.
200/815 ] |
8
. |
Seriy es-Sakatî |
(rh.a) |
[v.
253/867 ] |
9. |
Cüneyd-i Bağdâdî |
(k.
s) |
[v.
297/909 ] |
10
. |
Mimşâd-i Dîneri |
(k.
s) |
[v.
299/912 ] |
11. |
Muhammed Dîneri |
(k.
s) |
[V.
367/977 ] |
12
. |
Muhammed Bekri |
(k.s) |
[v.
400/1009] |
13
. |
Kâdî Vasiyyuddîn |
(k.
s) |
[v.
452/1064] |
14
. |
Ömer Bekri |
(k.s) |
[v.
487/1094] |
15
. |
Ebu'n-Necîb Sühreverdî |
(k.s) |
[v.
563/1167] |
16. |
Kutbuddîn el-Ebherî |
(k.s) |
[v.
623/1226] |
17. |
Ruknüddîn Nuhhasî |
(k.s) |
[v.
628/1231] |
18
. |
Şihâbuddîn et-Tebrîzî |
(k.s) |
[v.
638/1240] |
19
. |
Cemâleddîn et-Tebrîzî |
(k.s) |
[v.
672/1273] |
20. |
Zâhid-i Gîlânî |
(k.s) |
[V.
700/1300] |
21. |
Safiyyüddîn Erdebîlî |
(k.s) |
[v.
735/1334] |
22
. |
Sadreddîn Erdebîlî |
(k.s) |
[v.
794/1392] |
23
. |
Alâeddîn Erdebîlî |
(k.s) |
[v.
833/1429] |
24
. |
Şeyh Şah İbrâhim
Erdebîlî |
(k.s) |
[v.
851/1447] |
25. |
Hamîdüddîn Aksarâyî |
(k.s) |
[v.
815/1412] |
26
. |
Hacı Bayram Veli |
(k.s) |
[v.
833/1429] |
27. |
Hızır Dede el-Muk'ad |
(k.s) |
[v.
918/1512] |
28
. |
Muhyiddin Üftâde |
(k.s) |
[v.
988/1580] |
29. |
Mahmûd Hüdâyî |
(k.s) |
[v.1038/1628] |
30. |
Muk'ad Ahmed Efendi |
(k.s) |
[v.1049/1639] |
31. |
Zâkirzâde Abdullah
Efendi |
(k.s) |
[v.1068/1657] |
32
. |
Osman Fazlî el-İlâhî |
(k.s) |
[v.1102/1690] |
33
. |
İsmâil Hakkı Bursevî |
(k.s) |
[v.1137/1724] |
SİLSİLE RİCALİNİN BİRBİRLERİ İLE İRTİBATI
Peygamberimiz
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) zâhir ve bâtın ilimlerinin menşeidir. O'nun hal
ve hareketleri, takrirleri İslâmî ilimlerin ikinci kaynağı olmuştur.
Tasavvuf;
O'nun ma'nevî yönünü teşkil ettiğine göre, O'ndan günümüze ulaşan silsile-i
ma'neviyye ricâlini ve İlâhî feyzin nasıl intikal ettiğine bir göz atalım.
Resûlullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) bir gün Hz. Ali (r.a)'ye "Ey Ali! Gözlerini
yum üç sefer benim söylediğim Lâ ilâhe illallah kelime-i tevhidini dinle. Sonra
ben de gözlerimi yumup kelime-i tevhidi senden dinleyeyim[49]"
buyurdu.
Hz.
Ali'ye ve Hz. Fâtımâ'ya ve oğulları Haşan ve Hüseyin hazerâtma (r.a) âl-i
âbâ derler. Zîrâ bir gün bir iktizâ ile Resul-i Ekrem (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) bir siyah aba-pûş olup zikr olunan 4 nefer kimseyi ol aba
içine alıp dışarı çıktılar. Pes bu i'tibarla ol çâr kimse ol abayı telebbüs
etmiş oldular.
İşte bu Hz. Ali'ye telkîn-i zikir ilbâs-ı
hırkadır. Hz. Ali kendisinden sonra sırr-ı silsileyi Haşan Basrî'ye
nakletmiştir.
Haşan
Basri, hicretin
ilk yıllarında yaşamış tâbiînin büyüklerindendir. Babası İslâm fütûhâtı
sırasında esir edilerek Meysan'dan Medine'ye götürülmüştür.
Zeyd
b. Sâbit'in âzadlıları arasına girerek Ümmü Seleme âzadlılarından Hayrâ adında
bir kadın ile izdivâcdan hicri 21 de Medine'de dünyâya gelmiştir.
Vâdi'1-Kurâ'da yetişti. Oradan Basrâ'ya gitti. Basra'da kuvvetli seciyesi,
zühd ve takvâsı, ilmi ve belâğatı ile büyük şöhret kazandı. Bir çok İslâmî
İlimlerin doğuşunda onun tesiri vardır[50].
Hz.
Ali (r.a) vefat ettiğinde 18 yaşında idi. Hz. Ali'ye Medine-i Mükerreme'de
mülâki olduğu Seyyid Şerif' in Keşşaf haşiyesi 'nde kaydedilmektedir.
Ehl-i hadîs, Hz. Haşan'ın Hz. Ali'den ilkâı nefes ve ilbâsı hırka ettiğine
kail değillerdir. Belki nefes Haşan'a Kümeyi vâsıtası ile ulaşmıştır derler.
İmam-ı
Ali bir vakitte Basra'ya kudüm edip mescid-i Basra'da müzekkirlerin
minberlerini hedm ve kendilerini mescidden ihrâc ettiğinde Haşan meclisine
murûr eyleyip "nedir nakl ettiğin?" diye suâl ettikde Haşan dahî;
"ol ma'nâdır ki Resûlullah'tan bize bâliğ olmuştur." diye cevâp
verince İmam Ali bu sözden hazzedip bunda eser-i hayır vardır diye Haşan'ı
meclisinde ibkâ ettiği Haşan'a îsâl-i nefes ve ilbâs-ı hırka hükmündedir.
Ancak
bâzı silsilelerde Kümeyi b. Ziyâd'm nakledilmiş olması bu tereddüddendir.
Kümeyi b. Ziyâd'm başka silsilesi varsa da kopuktur.
Zeynüddîn
Hâf i (k.s), Avârifü '1 -Maârif hâşiyesi' nde; Haşan Basrî'nin Hz. Ali'nin
elinden hilâfeti ahzettiği meşâyih icâzetinde sâbittir demektedir[51].
Hicrî 110/728 de vefât etti.
Habîb-i
A'cemî (öl.150/767).Künyesi
Ebû Muhammed'dir. Haşan Basrî, İbni Şîrîn, Bekir b. Abdullah b. Müzenî'nin
sohbetlerine devam etti.
Önceleri
fâiz ile uğrâşırken bil-âhare Haşan Basrî'nin vaaz ve nasihatlerinden
müteessir olup tevbe etti.
İlm-i İlâhî ve nefes-i Rahmânîyi Haşan
Basrî'den ahz edip ihtisâs-ı İlâhî ile şeyhu's-silsile ve reisü't-tâifetizs-sûfiyye
oldu ve âfakta iştihar-ı tâm buldu[52].
Dâvûd-ı
Tâî (öl.184/800-801).
VIII. asırda yaşamıştır. Künyesi Ebû Süleyman, lakabı Sirâceddîn'dîr. Babasının
adı Nasır'dir. Tay kabilesine mensûb olduğu için Tâî ve Küfe' de doğduğu için
Küf i nisbeleriyle meşhûrdur. Bağdâd'da vefât etti. Kabri oradadır.
Gençliğinde
ilim tahsiliyle meşgûl olan Dâvûd-ı Tâi, tâbiînden İmam-ı A'zâm, Abdulmelik b.
Umeyr, Habîb b. Ebî Amre, Hamid et-Tavîl, İsmâil b. Ebî Hâlid, Süleyman
elA'meş, Muhammed b. Abdurrahman b. Ebî Leylâ gibi büyüklerden hadîs dinleyip
ders gördü.
Dâvûd-ı
Tâî İmâm-ı A'zâm'ın 20 sene derslerine devam ederek aklî ve naklî ilimleri
tahsil etti. İlim tahsili yanında tasavvufa meyletti. Habîb-i A'cemî'nin
sohbetlerine devam etti[53].
Bu hâl üzere gittikten sonra bâtınında
dâiye ve cez-besi kuvvet bulmakla meclis-i Habîb-i A'cemî'ye dâhil ve O'nun
bey'ât ve irâdet-gerdesi olup nefes-i nefisi ahzetti. Ve tarîk-ı ricâlullâha
sülük edip gitti. Ve vâris-i Habîb olup makâm-ı irşadda seccâde-i hilâfete
oturdu[54].
Maruf
Kerhî (öl.200/815).
Adı Ma'rûf b. Fîrûz, Künyesi Ebû Mahfûz'dur. Bağdâd'm Kerh beldesinden olduğu
için Kerhî diye nisbelenmiştir.
Hıristiyan
bir anne-babanın çocuğu iken bilâhare İmam Ali Rızâ elinde müslûman oldu.
İbtidâ tasavvufu ondan ahz etmiştir.
Ma'rûf,
Bekir b. Huneys, Rabi' b. Sabih'den hadîs
öğrendi. Dâvûd-ı Tâî'den tasavvuf yolunun
inceliklerini öğrendi. Ve âhir nefes-i Hakk'a mazhar olup nefh-i ruha kadir
oldu39.
Seriyy-i
Sakatî (öl.253/867)
. İsmi Seriyy b. Muğlis es-Sakatî, künyesi, Ebu'1-Kasen'dir. Cüneyd-i
Bağdadî'nin dayısıdır. Hâris-i Muhâsibî ve Bişr-i Hafî ile çağdaşdır. Huşeym b.
Beşir, Ebu Bekir b. İyaş, Yezîd b. Hârûn'dan hadîs dinledi, ilim öğrendi.
Ticâret ile uğraşırdı. Ve Seriy âhir
Ma'rûf'a mürîd olup tahsîl-i hâl ve tekmîl-i makam edip sâhib-i nefes oldu. Ve
şeyhi Ma'ruf yerine seccâde-i irşâdda kaldı. Ve sâlikler ondan rüşd-i tâm
buldular. Ve silsile-i tarikat onunla kuvvet buldu. Ve zencîr-i zer gibi evliyâ
ona dizilip geldi40.
Cüneyd-i
Bağdâdî (öl.
297/909) . Asıl adı Cüneyd b. Muhammed'dir. Ebu'1-Kasım künyesidir. 207'de
Nihâvend'de doğdu. Bağdâd'da büyüdü ve orada vefat etti, dayısının yanına
defnedildi.
İmâm
Şâfii'nin talebelerinden Ebû Sevr İbrâhim b. Hâlid'den fıkıh okdu. 20 yaşında
iken onun huzurunda fetvâ verdi. Tasavvufu dayısı Serî ve Hâris el-Muhâsibî ile
tevekkül ve zühdü ile tanınan Ebû Câfer el-Haddâd'dan öğrendi.
Cüneyd
ilim ile tasavvufu şahsında toplamıştı. İrşad husûsunda fevkalâde bir isti'dâda
sahip bulunduğundan zamanının bütün sûfîler tarafından "Seyyidü'
t-tâife" olarak tanınmıştır.
Muhabbet
ve Üns makamlarını kabul ettiğinden dolayı doğan anlaşmazlık üzerine Gulam
Halîl'in etkisi ile ken
Bursevî, a.g.e., vr.37a.
dişi
ve mürîdleri tâkibe uğradı.
Cüneyd-i
Bağdâdî sûf ilerin ûmmî olmalarına cevaz verirken aynı müsâmahayı mürşidler
için göstermez.
Şathiyyattan uzak kalmakla berâber bu gibi
söz ehillerini müdâfaa ve söylediklerini te'vil ederdi[55].
Mimşâd-ı
Dîneverî (öl.299/912)
. Dînever'de doğup büyüdü. Doğum târihi bilinmemektedir. Küçük yaştan itibâren
doğum yeri olan Dînever'de tahsilini tamamlayan Mimşâd Cüneyd-i Bağdâdî, Ruveym
b. Ahmed ve Süfyân-ı Sevrî gibi büyük velilerle aynı dönemde yaşadı. Yahyâ
el-Celâ, Serî Sakatî ve Ma'rûf el-Kerhî ile görüşüp sohbetlerinde bulundu[56] .
III.
tabaka ricâlinden olup "miftâhu'1-mezheb" ünvânı ile ma'rûf
olan Mimşâd'm asıl adı Ahmed, Künyesi Ebû Ali ve Ebû'1-havârî'dir. Hızır (a.s)
delâletiyle Cüneyd-i Bağdâdî'den feyz aldı.
Sülemî Mimşâd ismini "Mümşâz"
olarak zikretmektedir[57] .
Muhammed Dîneverî (öl .400/1009) Aşıladı,
Ebû Abdullah Muhammed b. Abdulhâlik'tır. Buhara yakınlarında Râmiten'de doğmuş,
tahsil için Bağdâd'a gitmiştir[58]. Nefes-i
hilâfeti Mimşâd'dan almıştır.
Muhammed Bekrî'nin Muhammed Dîneverî'ye
intisâbının nasıl olduğu husûsunda bilgiye sahip değiliz.
Kâdî
Vâsiyyuddîn (öl
.452/1060) . Ebû Bekir (r.a) nesÜndendir. Muhammed Dîneverî amcasıdır.
Sühreverd'de doğup Bağdâd'da yetişti. Al-i Selçûktan İbrâhim Han zamanında
Sûhreverd'e kadı tâyin edildi.
İsmi
kaynaklarda kâdî Vecîhüddîn Ömer el-Bekri diye geçmektedir45.
Ömer
el-Bekrî (öl.487/1094)
Ömer el-Bekri'nin ismi Tıbyânû'1-vesâil'de yer almamaktadır. Kadı Vecîhüddîn
Ömer el-Bekrî ismi sehven iki ayrı isim olarak mı yer aldı bilemiyoruz.
Ebu'n-Necîb
Sühreverdî (öl.
563/1167) . Adı Abdulkâhir, künyesi Ebu'n-Necîb, lakabı Ziyâeddîn'dir. 488/1096
yılında Sühreverd'de doğdu. İlim tahsili için Bağdâd'a geldi. Nizamiye
Medresesine girdi. Orada Ali b. Pinhan'dan hadîs, Es'âd el-Mihenî'den fıkıh
okudu. Bir ara İsfehân'a gitti. Orada Ebû Ali el-Haddâd'dan hadîs dinledi. İmâm
Gazzâlî'nin kardeşi Ahmed Gazzâlî'ye talebelik eden Abdulkâhir es-Sühreverdî,
mâişetini temin için Bağdâd'da suculuk da yaptı. Bununla birlikte ilim ve
tasavvufla ilgisini hiç kesmeden sürdürdü. Bağdâd'da Dicle nehrinin batı
cihetinde yaptırdığı medresede ders okuttu. 545/1148 yılında Nizâmiye
Medresesine müderris tâ'yin edildi ve bu göreve 12 yıl aralıksız devam etti.
Ebû
Bekir (r.a) neslinden olan Abdulkâhir es-Sühreverdî, Şeyh Ömer el-Bekrî'de feyz
almış ve seccâde-i İrşâda oturmuştur. Nizâmiye Medresesindeki derslerini ve
Bağdâd'ı bırakarak Şam taraflarına seyahate çıktı. Tekrar Bağdâd'a dönünce
kendi medrese ve tekkesine yerleşerek orada tedris ve irşâd hizmetini sürdürdü.
Abdulkâdir Geylânî (ö.561/1166) ile çağdaş ve arkadaştı. O'nunla sık sık
görüşürdü. 563/1168 târihinde vefât etti[59].
Kutbuddîn el-Ebherî (öl.623/1226). Asıl adı
Ebû Reşîd Kutbuddîn Ebû Bekir b. Ahmed b. Muhammed el-Ebherî'dir. İlim talebi
için Bâğdâd'a gitti. Orada Ebu'n-Necîb'le karşılaştı ve tarikatı ondan aldı,
irşâd için Şam'a gitti[60].
Ruknuddîn
Sincânî (öl.628/1231)
. Asıl adı Ebu'lGanâim Ruknuddîn Muhammed b. Fazl es-Sincânî veya Sincâsî veyâ
Nahhâsî'dir[61].
Kutbuddîn'den
tarikat i nasıl aldığı husûsunda bilgiye sâhip değiliz.
Şihâbuddîn
Mahmûd et-Tebrîzî (öl.638/1240)
Cemâleddîn
et-Tebrîzî (öl.672/1273)
. Adı, Muhammed, Künyesi Ebu'l-Hasan ve lakabı Cemâleddîn'dir. Mısır'da
Câmiu'1-Ezher Medresesinde ilim tahsilinde bulunduğu için, Ezherî diye nisbet
edilmiştir. Seyyid olup nesebi, Hz. Hüseyin'e ulaşır. Şiraz nâhiyelerinden
Kalincâr'a bağlı Yenkenler köyünde doğdu.
İlk
öğrenimini memleketinde gördü. Mısır'a gitti. Tahsîlini Ezher'de tamamladıktan
sonra Tebriz'e yerleşti. Şihâbüddîn Tebrîzî'ye intisab etti. Seyr u sülûkünü tamamladıktan
sonra şeyhi tarafından Gîlân taraflarına halîfe olarak gönderildi. Gîlân
yakınlarında bulunan Poteste isimli köye yerleşen Cemâleddîn Ezherî uzun yıllar
burada halkı irşad etti. Gîlân şehri civarında bulunan Lenger-Künân mevkiinde
vefat etti. Kabri oradadır[62].
İbrahim
Zâhid Gîlânî (61.700/1300)
Adı Tâceddîn İbrâhîm b. Rûşen Emir b. Bâbil b. Şeyh Bündâr el-Kûrdî es-Sincânî'dir.
Zâhid lakabı olup Şeyhi Cemâleddîn Tebrîzî (672/1273) tarafından verilmiştir.
Gîlan
nâhiyelerinden Siyavrûd'da doğmuş ve ilk tahsilini orada görmüştür. İlim
tahsili için Şiraz'a gitmiş, orada ilm-i zâhiri ikmâl edincede tasavvufa
meylederek Şihâbuddîn Sühreverdî (587/1191) halîfelerinden meşhûr şâir Sa'dî
Şirâzî (691/1292)'ye bey'at etmişti. Fakat bilâhare şeyhi Sa'dî onu
memleketine göndermiş ve orada mukîm olan Cemâleddîn Tebrîzî'ye intisab
etmesini söylemişti .
Bunun
üzerine İbrâhim, Şiraz'dan Gîlân'a gelmiş ve Cemâleddîn Ezherî (Tebrîzî)'ye
intisâb ederek, şeyhinin vefâtına kadar ona hizmet etmiştir. 700/1300 târihinde
vefat etmiştir[63].
Safiyyüddîn
el-Erdebîlî (öl.735/1334)
. Adı İshak b. Cibril; künyesi Ebu'l-feth, nisbeti el-Kürdî es-Sincânî'dir.
Erdebîl
sûfîleri olarak bilinen Safevîlerin ilki olan Safiyyüddîn 650/1252 yılında
Erdebîl'in Kelhoran köyünde doğdu. İmam Mûsâ Kâzım neslinden olduğu rivâyet
edilir.
Safiyyüddîn,
Erdebîl ulemâsı arasında kendi temâyülüne uygun bir mürşid bulamayınca Şirâz'a
gitti, şirâz'da Şeyh Rukneddîn Beyzâvî ve Emir Abdullah gibi mutasavvıfların
sohbetlerine katıldı. Emir Abdullah kendisine İbrâhîm Zâhid Gîlânî'yi tavsiye
etti.
Safiyyüddîn
4 yıl geçtikten sonra İbrâhîm Zâhid'e Gîlan'da mülâkî olmuştur. İntisâbında 25
yaşındaydı. Şeyhinin vefâtına kadar 25 yıl yanında kaldı. Şeyhinin vefâtıyla
kızı Bibi Fatma ile evlenerek maddî ve ma'nevî vârisi olmuştur.
Kısa zamanda Erdebîl'de büyük şöhret
kazanmıştır. 35 yıl irşad vazifesini îfâ etti. 85 yaşında iken 735/1334 de
vefât etti[64].
Sadruddîn
Mûsâ el-Erdebîlî (öl.794/1392).
704/1305 yılında doğdu. Babasının vefâtıyla 30 yaşlarında bulunan Sadreddîn
o'nun yerine şeyh olmuş ve zamânmda tarikatın şöhreti, nüfûzu ve mürîdleri
arttı.
Âhir
ömründe hac vazifesini îfâ için Hicaza gitmiş dönüşünde Medine'den
Peygamberimizin kızı Hz. Fâtıma (r.a) tarafından yapıldığı söylenen sancağı da
berâberinde getirmiştir.(783/1380)
60 yıla yakın şeyhlik yaptıktan sonra
794/1392 yılında vefat etti52.
Alâeddîn
Ali Erdebîlî (öl.833/1429).
Şeyh Sadreddîn' in vefât etmesinden sonra oğlu Alâeddîn Ali şeyh oldu.
Babasının ve dedesinin nufûz ve şöhretinden istifâde ederek devrinde büyük bir
i'tibâra mazhar oldu. Timur tarafından Erdebîl'i köyleri ile birlikteki arâzide
müstakil olarak hareket etme hakkı tanındı.
Timur'un
Anadolu seferi (1402)nden berâberinde getirdiği Türkmenler, Hâce Ali'nin
şefâatı ile serbest bırakılıncâ onun mürîdi oldular. Bir kısmı Anadolu'ya dönen
bu Türkmenler Hâce Ali ve Erdebîl Safevîleri hakkında propaganda yapmaya
başladılar.
Şeyh
Hâce Ali (833/1429) yılında Kudüs'te vefât etmiş ve oraya defnolunmuştur.
Mezarı bugün "Seyyid Ali Acemi" olarak bilinmektedir[65].
Şeyh-Şah İbrahim (öl.851/1447) . Babası
Hâce Ali'nin yerine postnişîn oldu. Babası gibi büyük bir i'tibâr kazanarak
gerek İran gerek Türkiye'de yayılmış olan tarikatın daha da yaygınlaşmasını
sağladı[66].
Hamiddüddîn
Aksarayî (öl.
815/1412) .Kayseri'de doğdu. Babasının adı Şemseddîn Mûsâ'dır. Halk arasında
"Somuncu Baba" diye meşhûrdur. Aksaray'a nisbeti orada vefat etmiş
olduğundandır.
Tarikat
neşvesini önce babasından almış, babası vâsıtasıyla "Ebheriyye"
tarîkma sülük etmiştir.
Babasının
vefâtıyla ilim tahsili için muhtelif memleketleri dolaşmıştır. Şam seyâhati
sırasında "Hankâh-ı Bâyezidiyye" de bulunan tarikat pirleriyle pek
çok sohbetlerde bulundu.
Hamîdûddîn'
in tarikat feyzini kimden aldığı husûsunda açık ve kesin bilgiye sâhip değiliz.
Kaynaklar onun zâhiren Erdebil'de Hâce Alaeddin Ali'den ahz-ı tarik ettiğini[67] esâsen
sultânu'1-ârifin Bâyezid-i Bistâmi ruhâniyyetinden terbiyet bulduğunu ve
Hızır'la sohbetleri olup Üveysî meşrep olduğunu kaydetmektedirler. Ancak onun
Tebriz istikâmetine ve Erdebîl'e ne zaman gittiği ve kime intisab ettiği husûsu
net değildir.
İbrâhim
Erdebilî (851/1447)'ye intisâbı târihen imkansızdır. Bursa Ulu Câmii'n
açılışında (802/1400) zamânın kutbu sıfatiyle hutbe irâd etmesi, onun o zaman
seyr u sülûkünü tamamlamış olduğunu göstermektedir. Bu duruma göre Hamiduddîn
Şeyh Sadreddîn (794/1392) 'e intisab etmiş olması târihen daha uygun
görünmektedir.
Hamîdüddîn, mürîdi Hacı Bayram ile birlikte
Bursa'dan ayrılıp Hicaz'a gitti. Haccı ifâdan sonra Aksaray'a gelip yerleşti.
815/1412 yılında vefat edinceye kadar orada ikâmet etti ve oraya defnedildi[68].
Hacı
Bayram Velî (öl.
833/1429) . Adı Numan, babasının adı "Koyunluca Ahmed" dir. Şeyh
Hamîdüddîn'e kurban bayramında intisabı sebebiyle kendisine şeyhi tarafından
"Bayram" lakabı verildi.
Önceleri
ilim tahsili ile meşgul olup Ankara ve Bursa' da aklî ve nakli ilimleri tahsil
edip Melike Hâtûn adında bir hayır sâhibesi tarafından yaptırılan Kara
Medrese'ye müderris oldu.
Şeyh
Hamîdüddîn'e intisab ederek müderrisliği bıraktı. İntisâbından bir müddet
sonra birlikte Şam'a gitmişler ve hac vazifesini ifâdan sonra Aksaray'a
dönmüşdüler. Şeyhi vefat edinceye kadar ondan ayrılmadı. Şeyhinin vefâtından
sonra Ankara'ya döndü.
Hacı
Bayram Velî'nin intisâbınm ne zaman ve nerede gerçekleştiği kaynaklarda farklı
olarak nakledilmektedir[69].
Hızır
Dede el-Muk'ad (öl.918/1512).
Mihalıç kasabasında koyun çobanlığı yaparken soğuktan ayakları donarak muk'ad
(kötürüm) olmuş "gayrın ganemini ra'yetmektense kendi kuvvâ-i rûhâniyyemi
ra'yetmek evlâdır" diyerek çobanlığı bıraktı. Bursa'ya gelerek Ulu Câmiin
yanında Eski Minâre dibinde ikâmet etti.
Çoban
Şeyh diye ma'rûf olan Hızır Dede, medrese tahsili yapmamış olmasına rağmen
rü'ya ta'bîri ve bâzı hastalıkların tedâvîsi gibi bir takım bilgiler
sâhibiydi.
Hızır
Dede'nin kime intisâb ettiği husûsunda kesin bir bilgiye sâhip değiliz. İsmail
Hakkı onu Hacı Bayram'm halîfesi[70] olarak
gösteriyorsa da Şakâik-ı Nu'mâniyye'de Hacı Bayram'ın halîfeleri arasında Hızır
Dede'nin adı zikredilmemiştir.
Hulvî,
Lemezâtta Hızır Dede'nin Hacı Bayram'm rûhâniyyetinden istifâde etmiş olduğunu
başka bir rivâyette ise silsilenin, Hızır Dede, Şeyh Muhyiddîn, Hamdullah
Çelebî, Akşemseddîn ve Hacı Bayram şeklinde olduğunu nakletmektedir.
Harîrizâde
Kemâleddîn Efendi, Hızır Dede'nin Akbıyık'tan inâbe almış olmasının târihen
daha uygun göründüğünü ifâde eder. Nitekim bu görüş Akbıyık ve Hızır Dede'nin
Bursa'da ikâmet etmiş olmaları bakımından uygun düşmektedir .
Hızır
Dede'nin hayâtı hakkında ayrıntılı bilgiye sâhip olmadığımız gibi vefat târihi
husûsunda da kesin bilgiye sâhip değiliz. Üftâde'nin Hızır Dede'ye intisâbının
çocuk yaşlarda gerçekleştiğini kabul edersek 913-918/ 1507-1512 yıllarında
vefat ettiği tahmin olunabilir.
Hüseyin
Vassaf Bey, Hızır Dede'nin mezârının Pınarbaşı kabristanının üstünde Üç Kozlar
mevkiinde olduğunu belirtmektedir[71].
Üftâde
(öl.988/1580)
. Adı mehmed, lakabı Muhyiddîn, mahlası Üftâde'dir. Babası çocuk yaşlarında
Manyas'dan Bursa'ya gelip Araplar mahallesine yerleşmiştir. Üftâde 895/1490
yılında Bursa'da dünyâya geldi.
Üftâde'nin
"seyyid" olduğuna dâir bir rivâyet varsa da herhalde sulbî değil
ma'nevî olsa gerektir.
Çocukluğunda
babası onu bir kazzâzın (ipekçi) yanma çalışmak üzere verdi. Bu işi, yeni içine
girdiği vecd dünyâsını alt üst ettiği için sevemedi.
Hızır
Dede'ye intisâbmdan sonra, şeyhi onu ilm-i zâhir tahsiline teşvik ederek bu
ilimlerde ilerlemesini istemiştir. Hattâ ona 14 akçe verip Ebu'l-Leys Mukaddimesi
aldırarak bir dervişe okutturdu. Muhtelif câmi'lerde kürsü vâizliği, Emir
Sultan Câmii'nde hatiplik yapmış olması onun iyi bir medrese eğitimi görmüş
olduğunu gösterir .
Üftâde
genç yaşma rağmen büyük bir teslimiyetle bağlandığı şeyhi Hızır Dede'nin
nezdinde kemâle ermiş, şeyhinin vefâtmdan sonra da Muhyiddîn b. A'râbî'nin
rûhâniyyetinden Üveysî tarîk ile istifâze etmiştir Hayâtının sonuna kadar,
Uludağ eteğinde yaptırdığı tekke ve bitişiğinde câmide irşadla meşgul olmuş ve
tarikatını yaymıştır. Bu tekkenin yerinde daha önce bir kilise var iken, Üftâde
kendisine hürmet ve sevgi duyan Kânûnî'den buraya câmi yapmak üzere ricâ ile
izin almıştır.
Bursa'da
muhtelif makamları olan Hz. Üftâde, Atîk Ali Paşa Câmii'nde halvet, Kaygan
Câmiinde i'tikâf etmiş Umur Bey Mahallesi Câmiinde cuma kılmıştır. Doğan Bey
mahallesinde bir evde de ayda bir ikâmet etmiştir.
Hz.
Üftâde 93 yaşında 12 cemâziyel-evvel 988/1580 de Bursa'da vefât etmiştir. Hisar
Câmii yanındaki türbeye defnedilmiştir[72].
Hüdâyî (öl.1038/1628). Asıl adı
Mahmûd'dur. Hüdâyî ismi ise şiirlerinde kullandığı mahlasıdır ve şeyhi Üftâde
(988/1580) tarafından verilmiştir. Aziz ismi kendi eserlerinde kaydedilmediğine
göre hayâtını yazan biografi müelliflerinin ta'zîmen kullandıkları bir sıfat
olmalıdır.
948/1543
târihinde Koçhisar'da doğdu. Babasının adı Fadlullah b. Mahmud'dur. İlk
tahsilini Sivrihisar'da yaptı. İlim ve irfânını artırmak için o devrin en
büyük ilim merkezi olan İstanbul'a geldi. Ayasofya Medresesine devam etti.
Nâzırzâde Ramazan Efendi (984/1576)'nin talebesi olurken bir yandan da halveti
meşâyıhmdan Nûreddînzâde Muslihiddîn Efendi (981/1573)'nin sohbetlerine devam
etti.
Nâzırzâde'nin
yanında Edirne Sultan Selim Medresesi 'nde muid ve mülâzım olarak görev yaptı.
Daha sonra Nâzırzâde'ye Mısır ve Şam kadılıklarında nâiblik yaptı. 981/1573
târihinde hocası ile birlikte Bursa'ya tâyin olarak Ferhâdiye Medresesi'ne
müderris ve Mahkeme-i Suğrâ'ya (Câmi-i Atik'e) nâib oldu.
Gördüğü
bir rüyâ üzerine öteden beri Kaygan Câmii'nde vaazlarına devam ettiği ve
kerâmetlerine şahit olduğu Bursa'nm büyük mürşidi Üftâde'ye Zilkade 984/Aralık
1576 târihinde intisâb ederek müderrislik ve nâiblikten ayrıldı.
İntisabtan
sonra çile dolu bir hayât başladı. Şeyhi Üftâde'nin emri ile malını mülkünü
fakir fukarâya dağıttı. Üç yılda seyr u sülûkünü tamamlayarak şeyhi tarafından
Sivrihisar'a halîfe nasbolundu (Zilhicce 987/ocak 1580). Bundan altı ay sonra
da Şeyh Üftâde vefât etti.
Aziz
Mahmûd Hüdâyî, şeyhi Üftâde'nin vefâtından sonra Rumeli ve İstanbul'un
muhtelif yerlerinde ikâmet etti. 1003/1589 târihinde Üsküdar'da şimdiki
zâviyesinin inşâsı tamamlanınca burada ikâmete başladı. Fâtih Câmii vâizliği
ile müfessir ve muhaddisliğine tayin edildi. Daha sonra buradaki görevi bırakıp
kendi tekkesindeki câmiin hatîbliğini ve Üsküdar Mihrimâh Sultan Câmii'nin
perşembe vâizliğini üstlenmiştir. Ayrıca Sultan Ahmed Câmii'nde her ayın ilk
pazartesi günü vaaz etmeyi kabul etmiştir.
Hüdâyî,
Celvetiyye tarikatını hutbeleri, tefsîrhadîs dersleri, rüyâ tâbirleri,
telkinleri, kerâmetleri ve hakkmdaki menkıbeleriyle geniş bir tabakaya yaymayı
başarmıştır. Hüdâyî Dergâhı en fakirinden vezirlere ve pâdişâhlara kadar
siyâset ve ilim adamlarını, şâirleri, mûsikî üstadlarını sînesinde topladı.
Üç
defa hacca gitti. Hüdâyî III. Murad, III. Mehmed, I. Ahmed, II. Osman ve IV.
Murad ile yakın ilişkiler içinde olmuştur.
Hüdâyî,
çok bereketli ve hareketli bir ömür sürdükten sonra doksan yaşları civârında 3
Safer 1038/1 Ekim 1623 salı akşamı Hakk'a yürümüştür. Zâviyesinde kendi
yaptırdığı türbeye defnedilmiştir[73].
Muk'ad
Ahmed Efendi (1049/1639)
. Çoğu zaman Dizdârzâde Ahmed Efendi ile karıştırılmaktadır. Dizdârzâde her ne
kadar Hüdâyî'nin halîfelerinden ise de Hazret'in makamına kâim olmamıştır.
Dizdârzâde
Hüdâyî'nin sağlığında seyr u sülûkünü tamamlayıp İzmir'e ve daha sonra
Edirne'ye halife olarak ta'yin olundu. Orada inşâ ettirdiği hankâhda irşad
faaliyetinde bulundu. 1032/1623 târihinde orada vefât etti.
Muk'ad
Ahmed Efendi ise Hüdâyî'nin ser-halîfesi olup, pirlik makamı hulefâsmdan olan
Filibeli İsmâil Efendi (1052/1642)'nin kendisine mev'ûd olan âsitâne şeyhliğini
kabul etmemesi üzerine meşveret sonucunda post nişîn oldu, ve silsile-i feyzde
yer aldı.
İsmâil
Hakkı silsilenâmede bu iki şahsı birbirine karıştırmıştır[74].
Zâkirzâde
Abdullah Efendi (öl.1068/1657).
Babası, Hüdâyî Âsitânesi zâkirbaşısı olan Şa'bân Efendi'dir.
Şa'bân Efendi Hüdâyî'nin halîfelerindendir.
Bu yüzden "Zâkirzâde" diye meşhûrdur.
Abdullah
Efendi Hüdâyî devrine yetişmiş olmakla berâber seyr u sülûkünü Muk'ad Ahmed
Efendi'den tamamlamıştır. Manisa'da bir müddet halîfe sıfâtıyla irşadda bulunduktan
sonra İstanbul'a geldi ve Zeyrek Zâviyesi şeyhliğine ta'yîn edildi. Bilâhere
Atik Ali Paşa Câmii harîminde bulunan Kasım Çelebi Zâviyesi'ne nakledildi. Daha
sonra ise Tophâne Kılıç Ali Paşa Câmii ve Fâtih Câmii vâizliğine getirildi.
1068/1657 de vefât edince Üsküdar'da Miskinler Tekkesi'ne defnedildi.
"Bîçâre"
mahlasıyla yazdığı şiirleri mevcûttur63.
Atpazarî
Osman Fazlî (öl.1102/1690)
. "Fazl-î İlâhî" diye meşhûr olan Osman Efendi, 1041/1632'de Şumnu'da
doğdu. İstanbul Fâtih civârında Atpazarî semtinde ikâmet ettiğinden
"Atpazârî" diye meşhûr olmuştur. İlk bilgilerini babasından aldı.
Daha sonra Edirne'ye giderek Aziz Mahmud Hüdâyî'nin halîfesi Saçlı İbrâhim
Efendi'ye intisâb etti. Şeyhi onun gönül ve zekâsındaki isti'dâdı keşfederek
onu İstanbul'a gönderdi. İstanbul'da Zâkirzâde Abdullah Efendi' ye intisâb
etti. Osman Fazlî, aynı zamanda şer'î ilimler okutan bir müderris ve Fâtih
Câmii vâizi olan Zâkirzâde'nin yanında hem ilmini hem de sülûkünü tamamladı.
Zâkirzâde tarafından "Aydos" kasabasına halîfe olarak irşada me'mûr
edildi (1065/1655) .
Şeyhinin
vefâtına kadar orada kaldı. Şeyhinin vefâtından sonra Filibe'ye daha sonra da
1083/1672'de İstanbul'a geldi. Atpazarî'nda Kul Câmii imam hatipliği, muhtelif
câmi'lerde vaaz ve irşâd hizmetlerini îfâ etti. Bu sırada evlendi. Satın aldığı
evinin yanında dervişleri için zâviye odaları yaptırdı.
II.
Süleyman zamanındaki bir isyanda büyük hizmetleri görülmüş ve ayaklanma onun
gayretleriyle bastırılabilmişti.
Tekke-Medrese
mücâdelesinin alevlendiği bir devrede yaşamış olan Osman Efendi çeşitli
isnâdlar sebebiyle 1093/1682'de önce memleketi Şumnu'ya sürgün edilmiştir. 3 ay
sonra tekrar İstanbul'a döndü. Daha sonra 1101/1690 da Magosa'da ikâmete mecbur
edildi.
Magosa'da sürgünde bulunduğu esnâda
1102/1690 yılında vefat ederek oraya defnedildi[75].
Şeyh
İsmâil Hakkı Bursevî (öl.1137/1724).
Tanınmış Türk âlim ve ahlâkçısı olup, devrinin verimli mutasavvıf
muharririerindendir. Babası Mustafa Efendi, büyük İstanbul yangınından sonra
İstanbul'u terkedip, bu gün Bulgaristan sınırları içinde kalan Aydos
kasabasına akrabalarının yanma gitti.
İsmâil
Hakkı 1063/1652 târihinde orada dünyâya geldi. Daha 3 yaşında iken babası
tarafından, Zâkirzâde'nin halîfesi sıfâtıyle orada bulunan Osman Fazlı
el-İlâhî'nin huzûruna çıkarıldı. Tahsilinin ilk beş yılını Aydos'da Şeyh Ahmed
Efendi'nin yanında, daha sonraki yedi yıllık bölümünü şeyhinin tavsiyesi üzerine
Edirne'de meşhûr âlimlerden Şeyh Abdulbâkî Efendi'den sarf, nahiv, mantık,
ilm-i beyân, fıkıh, kelâm, tefsir ve hadîs okuyarak sürdürdü. Tahsilini 1673
târihinde bitirdi. Ma'nevî bir işâretle İstanbul'a gelmiş bulunan şeyhi Osman
Fazlî'nin da'vetine icâbet ederek, O'nun muhtelif câmîlerde verdiği vaaz ve
sohbetlerine iştirâk etti. Zâhirî ve bâtınî ilimleri şeyhinin nezâretinde
tamamlayarak icâzet aldı.
İrşad
göreviyle 1086/1675 yılında halîfe olarak Üs-
küp'e gitti. Burada altı sene kalmış ve
Şeyh Mustafa Uşşâkî'nin kızı Ayşe Hanım'la burada 1088/1677'de evlenmiştir.
1092/1681'de ikinci tâyin yeri olan Köprülü (Veleze) 'ye ve oradan da
Usturumca'ya geçti. Burada 1093-1096/ 1682-1685'e kadar görev yaptı.
1096/1685'de Bursa'ya Osman Fazlî'nin halîfesi olan Sunullah Efendi'nin yerine
halîfe olarak nasbolundu. Hayâtının 23 yılını alan "Rûhu'l-Beyân"
adlı dört ciltlik meşhûr Kur'ân tefsirini burada tamamladı.
1112/1700 ve 1124/1711 yıllarında iki sefer
hacca gitti. İlk seferinde Sûriye üzerinden karayoluyla giderken eşkiyânm
hucûmuna uğrayıp soyuldu ve bir mu'cize kabilinden kurtularak Şam'a ilticâ
etti. Oradan da Bursa'ya döndü. Bir takım ma'nevî işâretler gereği 1129/1717'de
tekrar Şam'a gitti. Üç sene kaldığı bu beldede on kadar eser te'lîf etti. Vatan
hasretine dayanamayıp İstanbul'a döndü. 1720-1722 yıllarını geçirdiği
Üsküdar'da tasavvuf ve ahlâk üzerine bir çok eser yazdı. 1137/ 1722 senesinde
nihâî olarak Bursa'ya döndü. Bütün kitaplarını vakfederek bir kütüphâne, câmî
ve tekke inşâ ettirdi.
İsmâil Hakkı Bursevî hazretleri son
günlerini de eser te'lîf i ile geçirdi ve "Kitâbu' n-Netîce"
ile de ilim hayâtını kapadı. 1725 yılında vefat etti. Vasiyeti üzere, Tuz
Pazarı civârındaki tekkesine defnedildi[76].
KİTÂBU'S-SİLSİLE
ıjfa*t jlkjaSJI Âijj jJJf l#>âlxl
. |«~^LL ijjjJLLI âJLmJL»
•
e tj* * •
* 1*^1 4İ4j. (jijll <ıUlj . j.s-'^b İ*ÜI LjU.| ÂJLuJI IL^UI
[Bu, Celvetî tarikatının silsilesidir.
Allah onu şeytanın desiselerinden korusun. Halkalarını birbirine bağlasın.
Allah, Şeyh İsmail Hakkı'yı (ki onu yüce mertebelere ulaştırsın) açık
ma'nâları, gizli hakikatleri hâvi bu yüce tarîkati, kendisine yönelen bir kısım
ihvanın istekleri doğrultusunda olabildiğince açıklamaya muktedir kılsın.
Muvaffak kılan Allah'dır, ve recâ O'ndandır. Bütün yönlerden ilticâ' O'nadir.]
Eûzu
billahi mine'ş-şeytani'r-racîm
Oldu
kurb-i harîm-i Rahmanı
Sebeb-i
bu'd-i şerr-i şeytânı
Eyleyen
Hakk'a ilticâ her dem Basar ol merkez-i sebâta kadem
Her
kimin kim ola melâz-ı Hudâ
Olmaya
bîmi dîvden aslâ
Nurdur
zikr-i pâk-i Rabb-i enîs
Gider
ânınla zulmet-i iblis
Hakkı'yâ
kıl eûzu billâhi
Diline
vird ü hırz her gâhı [2a]
Bismiİlâhi'r-rahmani'r-rahim
Besmele
oldu ser-i sûreye tâc Gazabı etmeğe rahmet-târâc
Oldu
tûbâ gibi kadd-i memdûd Medd-i rahmetle eder aleme cûd
Sın'de
olmakla üç dendan
Diş
biler rahmete her bir şeytan
Lafzatullah
gözedir izz u celâl
İsm-i
Rahmân eder arz-ı cemâl
Mü'minin
mu'temedi oldu Rahim Hakkı'yâ beste âna bâb-ı cîm
Mervîdir ki; Elif-i rahmân nice oldu diye
Resûl'den (salla’llâhü aleyhi ve sellem) suâl olunca Lpjbuyurdular. Ve
elifinden ta'vîzan bâ-ı besmeleyi tatvîlle emreylediler, kezâ fî tefsiri'1-enmûzec.
Zâhir olan,
elif-i şeytan elif-i rahmândan mesrûktur. Zîrâ şeytan aslında şetane'dendir.
"Baude" ma'nâsına. Gûyâ şeytanın murâdı elif-i rahmânla dâire-i
rahmet-i vâsiaya duhûldür. Velâkin şeytan için rahmet-i sıfâtiyye yoktur. Belki
şâir eşkıyâ gibi ol dahî rahmet-i zâtiyye dâiresindedir [2b] .
Ve rahmet-i
zâtiyye ve sıfâtiyyenin farkı nedir? Burada tahrîr olunmaz , belki onu erbabı
bilir ve setr eyler, fehfaz.
Ve besmele-i şerîfde bir sırr-ı İlâhî dahî
budur ki; Cenâb-ı Risâlet (salla’llâhü aleyhi ve sellem) sîn
yazılmadıkça bâ'yı tatvîl etmekten nehyetmişlerdir. Onun için ba'zı kûttâb^'f——
şeklinde yazıp sîni ve dendanlarını kitâbet etmediği için Hz. Ömer (r.a)
muttali' olunca; ta'zîr ile emreyledi ve ona bir kaç sevt darb ettiler,
kezâ fî tefsîr-i fusûli'lmufassai.
Pes bundan fehm olundu ki hatt-ı ta'lîkda
zikrolunduğu üzere > sûretinde
yazdıkları hatâ-i mahzdır. Zîrâ bu sûrette harf-i besmeleyi tayyetmiş olur ki
vaz'-ı Şâri'a muhâlifdir. Ve'l-ıyâzu billâhi teâlâ [Allah korusun ! ] .
Rabbu'1-âlemin celle
şânuhû ve azze sultânuhû ve behere burhânuhû. Ey mü'min!
Lafzatullah'da fi'l-hakîkâ iki resm vardır. Biri ratkdır ki budur [3a]
: ıül Nitekim hatt-ı nesih-i reyhânîde böyle yazılır. Ve biri dahî fetkdır ki
bu uslûb üzerinedir: Nitekim
hatt-ı celî
şeyhde bi-hasebi'1-gâlib
bu resmde imlâ ederler. Evvelki resm, asl-ı vücûda ve ikinci fer'-i vücûda
nâzırdır. İkisi dahî haktır, velâkin esrârını bilen yoktur, meğer ki nâdir ola.
Zîrâ bu ma'nâ dekâik-ı tasavvuftandır. Velâkin ism-i Rahmân yazılmak ta'lîm-i Şâria muhâliftir. Belki resminde olmalıdır.
Ey ârif-i
şuûn-i Hak ve ey vâkıf-ı sırr-ı mutlak! Biz bu makamda sadede gelelim ki; Ki
tabu's-silsile,
Allâh Teâlâ ile bed' olundu. Zîrâ mebde-i cemî'-i kâinat ve menşe-i cümle-i
mevcûdâttır ki, hubb-i zâtî-i ma'nevîsi ile ism-i Nûr'dan tecellî eyleyip
îcâd-ı âlem eylemiş ve mertebe-i nâsût insana gelince tertîb-i bedî'le tertîb
kılmıştır. Ve âlem-i ibdâı, sûreti mushafda ibdâ' eyleyip akl-ı evveli sûver-i
tekvîniyyeye kelime-i ûlâ gibi etmiştir ki, Kur'ân'da gelir; JjU* »Ujiâ j
[Yâsîn,36/39][Ay için bir takım menziller ta'yîn ettik] [3b].
Ya'nî Allah teâlâ seyr-i kamer için 28 menzil takdir eyleyip tertîb-i kâinâtı dahî
28 mertebe kıldı. Ve hurûf-i teheccîyi dahî onun üzerine binâ kılıp adedini 28
kıldı. Gerçi başka i'tibarla yirmi sekizden ziyâde ve otuz ikiye bâliğ olur.
Ve insan bu
28 menzili devr edip noktadan harf ve harfden kelime ve kelimeden sûre
olmuştur. Hakâyik-ı ilâhiyye ve kevniyyeyi cem' etmiştir. Bu sebebden insana nKur'ân-x
fi'lî" derler ki kevn-i câmî'dir demektir, yoksa Kur'ân gibi gayr-ı
mahlûktur demek değildir. Zîrâ Kur'ân âlem-i cem' ve vucûbtan kelâm-1
tenzilidir. İnsan ise âlem-i fark ve imkândan kelâm-ı tekvînîdir. Velâkin
fehm-i esrâr etmeyen nâdan Ül [ben kur'ân'ım] diyen hakkında dahlederler.
Ve Rabbü'l-âlemin'in âlem ve Âdem'i halktan
murâdı esmâ ve sıfâtını izhâr ve sırr-ı zâtını ibrâzdır. Zîrâ nokta hurûf ve
kelimât olmadıkça tafsîl bulmaz.
Hak Teâlâ'nın ise bir ismi Mufassıl ve
biri dahî Müdebbir'dir. Binâen-alâ-hâzâ, takdir ve tedbîr-i [4a]
ezelîsi üzere şuûnât-ı muhtelifeyi tafsil eylemiştir ki âlem ve ahvâli gûnâ-gûn
alimdir, ve Âdem onun icmâlidir Pes tertîb-i kâinat maslahat ve hikmeti
müştemil olmuş tur. Onun için nikâh şâir nevâfîl-i hayrâttan efdaldir. Zîrâ
onda sırr-ı îcâd vardır. Ya'ni îcâdda kâinât müteselsil olduğu gibi nikâhda
dahî zürriyet zuhûru ile silsile mümted olur. Ve kıyâmete dek hâneler
tevhîdden hâlî olmaz.
Nazar eyle ki küffârla muhârabe olunmak
İ'lâ-yı Kelimetullah içindir. Maa-hâzâ küffâr dahî ibâdullahdır. Velâkin
küffârm hâli şirkdir ve küfür dedikleri da'vâ-yı şerîkdir. Kelimetullah ise
kelime-i tevhîd ve îmandır. Kelime-i tevhîd ise âlî gerektir. Zîrâ vücûd-ı Hak
vâhiddir. İmdi izhâr-ı tevhîd lâzım geldi. Bu cihetten tâife-i sûfiyye cehr ile
zikrullah ederler. Zîrâ cehirde zikrini i'lâ vardır.
Ve nikâhla ehl-i tevhîde beka geldiği gibi
enfâs-ı tayyibenin biri birine ittisâli ile dahî [4b] beka gelir.
Çünki nikâh-ı sûriye kailsin, nikâh-ı ma'nevîye dahî kail ol ki silsile-i
ma'nevîyyedir. Zîrâ silsile-i ma'neviyye olmasa âlem bî-rûh kalıp hayvan gibi
kalır.
Suâl olunursa ki silsile-i ma'neviyye
nedir? Cevâp budur ki dünyâda enbiyâya (a.s) verese zuhûr etmektir, ki onların
mirasları ilm-i billâhdır. Ve ol vârislere "hulefâ" derler ki
evlâd-ı sûriyye pederleri yerine kâim oldukları gibi evlâd-ı ma'nevî dahî
enbiyâ makamına kâim olurlar. Zîrâ gerçi nefes-i nefîs-i hakikat vârisden vârise
ve velîden velîyedir. Velâkin bu bâbda re's olan ne-
bîdir. Bu sebepden güyâ halef olanlar hemen nebî mekülesinden ahz-ı nefes etmiş
gibi olurlar. Onun için hadîste gelir; û* ûb ûA [Beni görene ve beni göreni
görene ne mutlu66] ya'ni sırr-ı İlâhî birdir. Velâkin sûreti
muhtelif aynalarda zuhûr etmiştir. Pes mûrşid ve mûrebbîlerin kesretinden
sırr-ı vahdet müteaddid olmak lâzım gelmez. Bu yüzden cümle-i enbiyâ ve cemî'-i
evliyâ fi'l-hakîka cihet-i vâhide üzerinedir. Ve mukaddem ve muahhar [5a]
geldikleri i'tibarladır ki; her zaman halkını irşâda dâirdir.
Ve Hâtemü' 1-Enbiyâ'ya gelince sırr-ı
enbiyâ nice ise Hz. Mehdî'ye muttasıl oluncaya dek sırr-ı evliyâ dahî böyledir.
Ve her asrın mehdisi ve deccâlı vardır ki, mehdisi Hâdî isminde ve deccâlı
Mudil ismindedir.
Ve mehdî-meşreb olanlara "ümmehât"
derler. Zîrâ etfâl-i tarikat olanlar onların şîr-i feyzleriyle terbiyetyâb
olurlar. Ya'nî rahm-i isti'dâdlarma mâye-i nefes sab olunduktan sonra veled-i
kalb olup vücûd-ı ma'nevî bulurlar. Velâkin meblâğ-ı ricâle bâliğ olunca
ricâlin hıdânelerinde olmağa muhtaçlardır. Ve illâ nâkıs kalırlar, fa'lem
zâlik. [Bunu bil!]
Ve kemâl-i insânî 40 senede hâsıl olur. Bu
dahî nefes evlâdından olduğu sûrettedir. Ve nefes-i vekâlet ile nefes-i
hilâfetin farkı vardır: Nefes-i vekâlet şeyhin hayâtında olan vekâlettir
ki; ona dahî fi'l-cümle hilâfet derler. Velâkin hilâfet-i hakîkıyye odur
ki şeyhin nefesi vefâtı hâlinde ona intikâl eyleye. Ve ondan sonra dahî [5b]
bir müstaidd-i kâmile muttasıl olup bu veçhile silsile bula. Ve bu ma'nâ
evlâda intikâl etmez. Meğer ki ziyâde kâbil ola. Belki ecânibden müstaid
olanların birine intikal eder. Gerek kendi sâkin olduğu şehirde olsun ve gerek
gayride olsun ve taklîdle seccâdede cülûs etmek lâşey'dir. Zîrâ silsilede nazar
hâl ve kemâledir. Yoksa nesebe değildir. Şol yüzden ki buradan neseb ile murâd
neseb-i takvâdır ki âl-i Resûl'den murâd fi'l-hakîka bu neseb ehlidir.
Ba'de-zâ ma'lûm ola ki; asl-ı âlem vâhiddir
ki Allah
66. |
Deylemî,
11/3926. |
Teâlâ'dır.
Ve O'na asl-ı ma'nevî derler ki âlem-i kıdeme nazırdır. Kezâlik asl-ı âlem
vâhiddir ki akl-ı evveldir. Ve ona asl-ı rûhânî derler ki âlem-i hudûsa
nâzirdir. Ve kezâlik asl-ı âlem vâhiddir ki cism-i küldür. Ve ona aslı cismânî
derler ki bu dahî âlem-i hudûsa ve imkâna dâirdir.
Pes
bi-hasebi'1-merâtib usûl-i âlem bu üç nesnedir ki asl-ı İlâhî-i ma'neviden esmâ
ve sıfât teselsül bulmuştur. Gerçi sıfât zâttan mufârık değildir. Ve asl-ı [6a]
akl-ı rûhânîden cümle ervâh müteselsil olmuştur. Nitekim j
»Ûl ûv j»il j LJ [Âdem su ve toprak arasında iken ben peygamberdim.[77]
] ve dahî^j> (jhJ o»L’tBen Allah dan ve mü'minler nûrumun
feyzindendir[78].]
ona işâret eder. Zîrâ nübüvvet tevâbi' iktizâ eder. 01 vakitte ise etbâ'-ı
ervâh-ı kümmel idi ki rûh-ı Nebevi bi'l-fiil onlara meb'ûs olup tevhide ve
kendini tasdike da'vet kıldı.
Ve
kezâlik mü'minler onun feyz-i nûrundan olmak, makam-1 rûhâniyyette taayyün
iledir. Ve illâ cismâniyet yüzünden sulb-i Nebevi'den müteselsil değillerdir.
Belki sulb-i Âdem'den hurûc etmişlerdir. Gerçi sulb-i Âdem dahî sulb-i
Nebevi'den hâriç değildir. Zîrâ cümle enbiyâ (a.s) sûret-i Muhammediyye'dir,
fe'fhem cidden, [iyice anla!]
Ve
asl-ı cismânîden cemi'-i ecsâm tevellûd edip tabîiyyat ve unsûriyyât ondan
müteşa'abdır. Onun cismi Âdem'dir ki ebu'1-beşerdir. Ve ebu'1-beşerin
zûrriyyetinin âhiri dahî, Çin vilâyetinde âhir zamanda tevellûd edecek
bir veleddir ki âhiru' 1-evlâddır. Ya'nî ondan sonra dünyâya bir mevlûd dahî
gelmeyip akam-i sâri olsa gerektir. Ve kıyâmetin kıyâmı [6b] ondan
sonradır ki küffâr üzerinedir mutlaka, fa'rifhu. [anla!]
Ve
bu takrirden fehmolundu ki vatan üçtür: Biri, vatan-ı gaybîdir ki ekâmil-i nâsm
vatanıdır. Ya'nî asl-ı evveldir ki bi-hasebi's-sülûk silsile ol asla
müntehi olmadıkça sâlik gurbetten halâs olmaz. Gerçi ol makam dahî bi'n-nisbe
gurbettir ki âşinâsı kıllet üzerinedir. Zîrâ âlem-i gayb mutlaktır ki ol âleme
dâhil olana "mechûl" derler. Zîrâ âlem-i ecsâm ve ervâhtan
güzer etmiş ve âlem-i alemden âlem-i zâta duhûl kılmıştır. Oranın bâbı her
ârife meftûh değildir. Onun için dâhilinde olanın hâli mechûldür.
Ve biri dahî vatan-ı rûhânîdir ki tabaka-i
vustâ ehlinin vatanıdır ki tabaka-i ûlâ ehli sırla dâhil-i âlem-i gayb
oldukları gibi tabaka-i vustâ ehli dahî rûhla dâhili âlem-i akl olurlar. Ve ona
nasl-ı sânı" derler ki: I4UI oUloStl IjiJî o' [Nisâ, 4/58] [Gerçekten Allah
size, emânetleri ehline
vermeyi emreder] âyetinde
onlar da dâhillerdir. Zîrâ bi-hasebi's-sülük, mertebe-i ecsâmdan terakkileri ve
ba'zı emânâtı mahalline te'diyeleri vardır ve bu vatanda kalan [7a]
kemâ-yenbegî gurbetten halâs olmuş olmaz. Belki fi'l-mesel yol ortasında kalmış
olur. Ve bu vatanın âşinâsı kesirdir. Evvelki gibi azîz değildir. Lıy j ji-JI j
[Ben küçüklüğümde ye
tim,
büyüklüğümde garîbdim] mazmûnu
evvelkine nâzırdır, İkinciye değil. Zîrâ gurbet-i mutlaka ve vatan-ı evvel-i
aslî-i mutlak evvelkidir.
Ve
biri dahî vatan-ı cismânîdir ki asl-ı sâlisdir. Ve cemî'-i nâs cesedleriyle bu
vatanda sâkinlerdir. Zîrâ cesed turâbdan me'hûzdur. Pes tûrâb, cesedin vatan-ı
aslîsidir. Onun için ehl-i his ve onunla i'tilâfı gâlip olanlar bu âlemi bâkî
sanıp bağlar ve bahçeler ve dıy'alar ve emsâli hissiyât ve müşâhedâta gönül
verip cesedlerini dahî ona i'mâl ederler. Ve vatan-ı rûh ve sırra hareket
kılmazlar. Bu ise gâyet denâetten nâşîdir. Zîrâ cesedin türâbdan mahlûk olduğu
nefh-i rûhdan ötürüdür. Rûh ise ulvîdir ki emr-i İlâhîdir. Ve bâtm-ı rûh sırr-ı
Hak'tır.
Pes
maksûd-ı bizzât olan vatanı nisyân eyleyip gayr1 maksûd olan vatanda umûr-ı
cesediyye-i türâbiyye ile mukayyed olmak cehilden ve hasâset tab'ındandır [7b]
. Zîrâ Kur'ân'da bu silsile-i vücûd halkalarının hidâyetini nihâyete îsâl
etmişlerdir .Ve devr-i tekmîl eylemişlerdir.
Sana
âr değil midir ki hacca niyyet etmiş iken varıp yol üzerinde bir karyede
kalasın? Ve şehrî iken kurevî olasın ve dânişin yok mudur ki?
Âlem-i
vücûd nuhâs ve kimyâ gibidir. Ya'nî nuhâsı ibtida' isti'malde rasasla mutallâ
ederler. Zîrâ bi-lâ tılâ' isti'mâli mekruhtur. Ve sonra bir amel-i mahsûsla
fidda ve ba'dehû zeheb olur ki aslu'1-ecsâddır. Velâkin tedrîce muhtaçtır. Zîrâ
mevlûd-i felâsifenin ednâyı müddeti, müddet-i cenin gibi 9 aydır. Ve ekseri
müddeti 7 senedir ki iksîr-i a'zam bu 7 senede terbiye-i kâmileden gelir.
Ve
7 ism-i İlâhî ki sülük için vaz' olunmuştur. Yevm-i İlâhî ile 7 bin olur ki her
isim için bin sene taayyün bulur. Zîrâ devr-i âdemî ki devr-i sünbüledir, 7
bin senedir. Pes Hak teâlâ kemâl-i kereminden 7 bin seneyi 40 seneye tenzil
edip ol müddet-i tavîlede [8a] hâsıl olacak kemâli bu müddet-i
kasîraya ta'lîk eyledi. Ve 7 bin senede hâsıl olacak iksir 40 senede vücûd
buldu. Nitekim ûd-i fağfûrinin terbiyesi dahî bu müddettedir.
Pes
nuhâs hâlini, iksîr-i feyzle sûret-i zehebe istihale murâd eyleyen 40 sene
âlem-i fenâda tekmil-i fenâ için kûşîş ü ihtimam eder. Ba'dehû sabg-ı İlâhî bir
daha fenâ ve tagyîr bulmaz ve bâkî kalır, fefhem. [anla!]
Ey ârif! İşte bu takrîrâttan silsile-i
ma'neviyyede ilmi [diriden diriye] ahzederler. Sûret-i silsilede ise böyle
değildir. Belki onlar c*e-4 [ölüden ölüye] istifâde
kılarlar ulemâi rusûmun ekseri gibi. Onun için onlardan ahz-i ulûm edenlerde
berekât-ı kesîre yoktur. Fe-emmâ erbâb-ı hakâikm bir dersi ve yek nefesi hezâr
ders ve nefes olur. Bu cihetten tâlib-i hakâik olan silsile-i sûriyyeye iltifat
etmez. Husûsan ki bu a'sârda ulemâ-i hakâikten gayrisinin silsilesi mûştebeh ve
medhûldur. Zîrâ bu'd-ı zamanla avârız-ı fâside muhâlata etmiştir [8b]
. Ulemâ-i hakâik hâli ise böyle değildir. Zîrâ tecellî-i İlâhî ve feyz-i küllî
ehli hurşîd-vâr dav'-i ilminden rûşendir.
NAZM
Hakdır aslım silsilemde mâsivâ.
yoktur ebedî Kul hüvellâhü Ehâdı oku Vallâhüssamed
Bir nesebdir bu neseb kim
nisbeti yoktur ânın Hakk-ı Mutlak'da sayılmaz silsile içre aded
Silsile
nür'un alâ nur oldu yâ zencîr-i zer
Cümlesi
bir halkadır açma adedden sen saded
Hâşimîyim
derse ger ma'nîde bir âl-i Resul
Eyleme
ânı sakın sehv ile bu surette red
Ben ne Üftâde ne Mahmüd
Hüdâyî'yim bugün Hakkı -yı bî-çâreyim Yâ Rabb Allah el-meded
Ma'lûm
olâ ki; Cenâb-ı Bârî'den sonra (celle şânuhû) silsile-i irtibatta mukaddem olan
İsrâfîl'dir (a.s) Zîrâ her sene levh-i mahfuza nazar edip nüsah-i umûr-ı
muhtelefe-i dünyeviyyeyi erbâbma teslim eden odur. Kezâlik ulûm-i hükmiyye-i
gaybiyye dahî ibtidâ ona ilkâ olunup badehû tertîb ile mahalline îsâl kılınır.
Zîrâ [9a] ulûm ikidir:
Biri
emr u nehiydir ki makâm-ı kûrsî-i Kerîm'dir. Ve Cebrâîl emr u nehyi bi-lâ
vâsıta oradan ahz ve tenzil eder. Ve ona "kademeyn" derler ki
arş-ı a'lâdan ol mahalle mûtedellîdir. Bu sebepden insanda kesb için iki el ve
iki ayak halk olundu. Ve sağ el soldan ve ayakdan efdal kılındı. Bu sebepden
hilkat-i Âdem'de (a. s) yedeyn tahsis olundu. Zîrâ gerçi yemîn ve şimâl
denilir.
Fe-emmâ ÂSjL* hlS” j vefkınca cemâl
ve celâli meâlde birdir ki yemîndir. Pes ayağın kesb için temeşşîsi yedin
batşına mevkûfdur. Onun için Kur'ân'da: 5”
L*s
[Şûrâ,42/30][ellerinizin kazandığı
sebebi iledir] diye tahsis olundu. Maa-hâzâ [Mâide,
5/66] [şüphesiz yeraltı ve yerüstü
ni'metlerinden yerlerdi] dahî kesb-i ercüle işâret eder ki ilm-i kesbî
sûretidir ki âb gibidir. Nitekim ilm-i vehbî fevkidir ki leben ve asel ve hamr
gibidir, fefhem cidden, [iyice anla!]
Ve
İsrafil 3 sene kadar Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) 'e
kable'n nübüvve mukârenet kıldı. Ya'nî Cenâb-ı Nübüvvet onun savtını işitir ve
ilkâ ettiği nesneyi ahzederdi. Velâkin şahsını görmezdi. Ve bu meküleye "hâtif"
derler [9b]. Hattâ sûre-i fâtiha merre-i ûlâda lisân-ı
İsrâfîl'den ilkâ olunmuştur diye rivâyet vardır. Zîrâ iki kere nüzûl etmiştir.
Ve
ikinci ilm-i hikmete dâir olan ilmi verâsettir ki bu ilmi ifâzâda İsrâfîl
reisdir.
Ve
İsrâfîl "abdurrahmân" ma'nâsmadır. Mazhar-ı ism-i Rahmân ise Resûlullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) 'dir. Bu cihetten Abdurrahman; hâdim-u
ismi'r-rahmân demek olduğu Hz. Risâlet'e hâdim olmaktır. Onun ise hizmeti
hizmet-i ilimdir. Şol cihetten ki enbiyânın dünyâya taalluku yoktur. Belki
akvâmı dîne da'vet ederler ki şer'-i zâhirdir. Veya tevhîdi hakîkîye irşâd
ederler ki şer'-i bâtındır.
Zîrâ
velâyet mertebesi nübüvvetin lübbü gibidir. 0nun için Hz. Hızır (a.s)'a
mertebe-i velâyetten ilm-i zâyid i'tâ olundu ki havâssın bu ilimde tefâvütü
azîmi vardır. Gerçi asl-ı nübüvvet ve ilhamda berâberlerdir. Feemmâ ma'nâda
mufâzala mukarrerdir. Ve bu tefâvüt esmâ-i ilâhiyyenin tefâvütünden nâşîdir. Bu
ma'nâdan hikmet-i ilâhiyye halkın isti'dâdta tefâvütünü iktizâ etti.
Ve
nefh-i sûrun İsrâfîl'e ihtisâsı [10a] bu ma'nâdandır ki nefh-i sûr
feyze ve i'dâma ve îcâda işârettir. Ve nufûsun kubûr-ı bedenden kıyâmı ecsâmın
kubûr-ı arzdan kıyâmı gibidir ki evvelkine kıyamet-i suğrâ ve İkinciye kıyamet-i
kübrâ derler. Ve iki kıyâmet dahî nefh-i nefese mevkûftur. Velâkin nefh-i
İsrâfîl nüfûsa ve nefh-i Cebrâîl kulûba râci' olmakla ikisinin meyânında fark
hâsıl olur. Zîrâ her nefes, ikâmet-i kıyâmet ma'nâsma değildir. Belki enfâs
vardır ki feyz-i mutlaka dâirdir ki sıfât-ı cebrâîliyye budur.
Ve
İsrâfîl'in mazharı mürşid-i kâmildir ki onun nefhinden kıyâmet-i suğrâ-yı mürîd
kopar ve haşr-i ma'nevî vâki' olur ki fenâ ve bekaya dâir kâr-ı azimdir.
Elhâsıl
nefh-i İsrâfîl imâte-i nüfûs ve nefh-i Cebrâîl ihyâ-i kulûb içindir. Bu
cihetten meyânlarında fark hâsıl oldu, fa'lem zâlik. [Bunu bil!]
"Ubeydullah"
demektir ki; Allah kulcâğızıdır. Ve onun rütbesi İsrâfîl'den sonradır [10b]
. Ve silsile-i feyz, Hak Teâlâ'dan İsrâfîl'e ve İsrâfîl'den Mîkâîl'edir. Ve
Mîkâîl bu cihetden melekü'1-erzâktır; gerek erzâk-ı sûriyye-i cesediyye
ve gerek erzâk-ı ma'neviyye-i rûhiyye. Onun için Resûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) memleketû'1-vücûddur. Onu vezîr ittihaz eyledi ve vech-i
arzda Ebû Bekir Sıddık (r.a) yerine kâim oldu.
Zîrâ
Ebû Bekir (r.a) mazhar-ı ma'rifettir. Ve kezâlik mâl-ı tayyibi ile Resûlullah'a
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) şâyeste hizmetler etmişdir. Onun için ol
dahî vezârete lâyık olmuştur. Gerçi kendi eyyâm-ı hilâfetinde kutbu'1-vakt ve
sultânü'z-zamân idi. Zîrâ hilâfet ve zuhûr-ı sırr-ı silsile, müstahlefin
zuhûrdan butûna intikâlinden sonradır. Ve intikalle ta'bîr olunduğu ekâmil-i
nâsın ihyâ-i hakîkiyye olduğuna işarettir. Kâle Teâlâ:
«U>l
Jj <û)l cA lA-A*' [Bakara,
2/154] [Allah yolunda öldürülenlere "ölüler" demeyin. Bilakis
onlar diridirler] ûAb* ffu [Al-i İmrân, 3/169] [onlar rableri katında
rızıklara mazhar olmaktadırlar].
Zîrâ
maktûl ikidir; biri seyf-i zâhirle cihâd-ı asgarda maktûldür ki ona "şehîd"
derler. Ve biri seyf-i bâtınla cihâd-ı ekberde maktûldür ki ona "sıddîk"
derler. Ve bir kimse bu iki maktûlden birine mazhar oldu [lla]
ya'nî meyyit oldu dese Kur'ân'a muhâlefet ettiği için terk-i edep etmiş veyâ
âsî olmuş olur. Belki dünyâdan intikal etti demek gerektir.
Ve hadîste gelir; Ja û* û.A^. J-Ûji*.AI
[Mü'minler ölmezler, bilakis bir evden diğer eve göçerler.] Ya'nî bir
mahalleden bir mahalleye veyâhut bir hâneden bir hâneye intikal etmek mevti
muktazî olmadığı dünyâdan âhirete intikal etmek dahî kâmile göre mevti
müstelzim olmadı. Belki mevt dedikleri rûhun bedenden mufârakatıdır. Ve bu
mufârakatla beden-i kâmil münhal olmaz. Zîrâ berekât-ı rûh bedene sâriyedir. Bu
yüzden cesed zî-rûh gibi oldu. Zî-rûha ise meyyit denilmez.
Ve
bu takrirden fehm olundu ki İsrâfîl'de fi'l-cümle kahr ve gazab sıfâtı vardır.
Mîkâîl ise böyle değildir. Belki rahmette Resûlullah'a (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) karîbtir. Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ise "Rahmeten
li'l-âlemîn"dir. Ya'nî dünyâya halkın başına kıyâmet koparmak için
gelmemiştir Belki ihyâ için gelmiştir. Ve seyf ile meb'ûs olduğu def'i mazarr
ve celb-i menâfi' içindir. Ve hadîste gelir ÎİJ40 Ul lil [Ben, ancak
hidâyete erdirici bir rahmetim] .
İşte
bu rahmet-i [llb] küllîyenin sırrıdır ki ûmem-i mûkezzibe-i ûlâ
üzerine nâzil olan mesulât ve ukubât bu ümmet üzerine nâzil olmamıştır. Kale
Teâlâ:
cJİj
aDI [Enfâl,8/33] [Halbuki
sen onların içinde iken, Allah onlara azab edecek değildir]. Ya'nî
Resûlullâh (salla’llâhü aleyhi ve sellem) 'in vücûd-1 şerîfleri halk arasında
oldukça O'nun rahmet-i sâriyesi sebebiyle gazâb-ı âmm merfû'dur. O'nun için bu
ümmete "ümmet-i merhume" denildi.
Ve vârislerinin vücûdları dahî böyledir ki
her asır 124 bin evliyâyı müştemildir. Pes Hak Teâlâ bu evliyâya nazar edip
dünyâda halkın suedâ ve eşkıyâsını muâfât üzere kılar. Fa'lem zâlik ve kün alâ
basiretin. [Bunu bil ve basiret üzere ol!]
Ma'nâsı "abdullah" demektir.
Sadr-ı Risâlet'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bir ism-i şerifleri
abdullahdır. Kemâ kale Teâlâ: »jjcJu <d)l i** [Cin,
72/19] [Allah/m kulu, O'na yalvar
maya kalkınca] ve cemî'-i aktâbın ism-i
İlâhîsi abdullahdır. İsm-i kevnîsi her ne [12a] olursa olsun ve
ibâdet ve ubûdiyyet ve ubûdet, ilâhiyyet ve ulûhiyyet ve ulûhet
mukâbelesindedir ki evvelkisi mertebe-i ef'âle ve İkincisi mertebe-i sıfâta ve
üçüncüsü mertebe-i zâta göredir, siu: aUI [Zümer, 39/36] [Allah
kuluna kâfî değil mi?]
de
olan izâfette bu cümlesi dâhildir. Zîrâ sırr-i hûviyyet ile mutehakkık olan
kimsede cemî'-i merâtib mevcûddur. Onun için zâhir ve bâtın, cemî'-i mü'minîn
ve mü'minâta ism-i Kâfî havâledir.
Ve
Cebrâîl vezîr-i sânî-i semâvîdir. Ömer Fârûk (r.a) vezîr-i sânî-i arzî
olduğu gibi ve silsile-i feyz Mîkâîl'den Cebrâîl'e muttasıl olur. Pes Cebrâîl
rütbede Mîkâîl'den aşağıdır. Gerçi her sâfil olan âlîden mefdûl olmak lâzım
gelmez. Velâkin burada öyle değil. Mîkâîl Cebrâîl'den efdal olmağa zâhib
olmuşlardır.
Ve
demişlerdir ki; İsrâfîl, mazharu'1-hayât ve'ladldir. Ve Mîkâîl mazharu'1-irâdet
ve'l-cûddur. Ve Cebrâîl mazharu'1-ilm ve'1-kavldir ki evvel ki i'tibarla
rûhu'l-kuds ve ikinci i'tibarla rûhu'l-emin derler ve Azrâîl mazhar-ı
kudretdir. Onun için kahr-ı cebâbire edip mevt ve fenâ ile onları zelîl [12b]
kılar. Bu sebebten Azrâîl silsile-i feyzde dâhil değildir. Belki melâikeye göre
Cebrâîl'de müntehi olur.
Ve
Cebrâîl ve Ömer ikisi meşreb-i vâhid üzeredir. Zîrâ Hz. Ömer'de şer'-i gâlib
vardır. Cebrâîl dahî emr u nehyi getirmiştir ki şer' onlardan ibârettir. Gerçi
Kur'ân, emr u nehyden gayr-i ahvâli dahî mutezammındır. Ve teklîf dedikleri bu
ikisidir ki; cin dahî hadd-i teklif de dâhildir. Ve ins ve cinne "sekaleyn"
derler, vûcûdda teahhurlarından ötürü. Zîrâ sekiyi olan nesne
batıy'ü'l-hareket olur.
Dünyâya
ise 7 aded mahlûk gelmiştir ki altıncısı kavm-i candır ki müddetlerinden 60 bin
sene murûr ettikten sonra yedinci mertebede Âdem gelmiştir ki bunun müddeti
devr-i sünbüledir. Ya'nî 7 bin yıldır.
Ve
ümem-i ûlâda 25 kutub gelmiştir, fekat. Zîrâ enbiyâ çok gelmiştir. 124 bin
veyahût 224 bindir. Bu ümmeti merhûme içinde ise her asırda kutb-ı vûcûd vardır
ki medâr-ı âlemdir. Vesâir aktâb ve efrâd her asırda gâh 124 bin gâh daha
ziyâde olur. Ve bunlar enbiyâ [13a] makamına kâimlerdir. Onun için
şerâi' ve hakâik ile kâim olup zâhir ve bâtın, nizâm-ı âleme sebeb olmuşlardır.
Ve silsile-i tarikat bunlara merbûttur.
Velâkin
irşâdda kutub olmak şart değildir. Belki kutbiyyet mertebedir, saltanat gibi.
Belki şart olan ayne'l-yakîn ehli olmaktır. Bunlar ise her asırda müteaddit
olur. Ve kutb-ı vücûd dahî tecelî-i hakkî ile vûcûd bulur.
NAZM
Nedir
cihanda medar-ı devâir-i esma Vücüd-ı kutb ki oldur azîz-i arz u semâ
Bu
nokta içre yirmi sekiz hurûfu bilen
Maârif
ehli yanında olur kati esmâ
Eğerçi
şekli ânın bir değil bin olmuştur Veli secencel-i vahdette birdirür sîmâ
Efendi
çeşm-i anâsırla bakma eşyâya
Kalır
bu gözle nazar eyleyen kişi a'mâ
Melâike
sana nisbetle hâdim-i derdir
Bu
hâli bilmeyesin sen ne haldir ammâ
Ne
vechle gelip açılmasın yüzü gözü
Ki
feyz-i Hak verir erbâb-ı hakka neşv u nemâ
Nola
olursa güher rîz-i hâme-i Hakkı Güher-nisar ide geldi taşınca bir deryâ [13b]
Ve
lehû
Nihâi-i
sidre vü tûbâ gibi olup aktâb Eder tenâvül-i ber ol nihâiden ahbâb
Cihanda
ehl-i nefes hizmetinde kâim ol Bilürsen oldu ne merbüblar sonu erbâb
Bu
halkaya yürü ser-beste ol bu silsilede
Bu
halkadan olur elbette halka feth-i bâb
Fenâya
ermeğe halvet gerektir ehl-i dile
Bakâyı
celvet ile buldu cümle şeyh u şebâb
Birisi oldı 'ev ednâ' birisidir
'kavseyn' Bu feyz ile velî bir olmağa gerektir kâb
Şarâb-ı nâb
gibi kıl sirişk-i çeşm-î revân
Derûnu
âteş-i aşkıyle eyle Hakkı kebâb
RASÛL-İ BÂ-SÂFÂ NEBİYY-İ
PÜR VEFA MUHAMMED MUSTAFÂ
(Sallâllâhü aleyhi vesellem)
Bâlâda
işâret olunduğu üzere emr u nehy, Cebrâîl (a.s) vesatatı ile sidretü'1-müntehâ
tarafından beri vârid olur ki makâm-ı Cibril'dir. Zîrâ arş-ı a'lâdan kademin
oraya nüzûl ve tedellî etmiştir. Ve bu ahz ve tenzilde Cibril ile Hak Teâlâ
arasında melâikeden ne Mîkâîl ve ne İsrâfîl ve ne hod gayrîler vâsıtası [14a]
yoktur.
Ve
Cibril akl-ı küllin mazharıdır. Pes bir sâil vâkıasmda Cibril'i görse veyâ
âlem-i misâlde insilâhmda iken temessül eylese kendi aklını görmüş olur. Aklı
Cibril gibi ve dimâğı sidretü'1-müntehâ gibidir. Zîrâ Cibril kendi teayyünü
makamından enbiyâdan gayriye zâhir olmaz. Gerçi ehl-i mekr bilmeyip gördüğü
sûreti, Cibril olmak zanneder.
Ve
Cibril'in vürûdu gâh âlem-i insilâhda ve gâh âlem-i hisde "Dıhye" veyâ
bir a'râbî sûretindedir. Ve vahyin bundan gayri dahî hâlât-ı şettâsı vardır.
Ve Dıhye dedikleri sahâbî (r.a) ecmel-i ricâl-i arab idi. Ya'nî ol kadar
hüsndâr idi ki Medine'ye kudûmunda oranın hâtûnları onu gördükte hamli olanlar
hamlini vaz' ettiler.
Pes
Cibril'in ekseriyâ Dıhye süretinde nüzûlü güyâ Allah Teâlâ tarafından demek
oldu ki; "Yâ Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) benim ile senin
meyânında hüsn ve cemâlden gayri nesne yoktur". Ve bunda ümmete dahî
müjde vardır ki Hak Teâlâ'nm onlara hüsn-i muâmelesidir. Zîrâ Allah Teâlâ ve
Resûlûllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ve vâsıta olan Cibril cemîl olunca ortada
olan muâmelât dahî cemile olur. İşte bu ma'nâ, Cib-
4J7
rîl'in
bilâvâsıta tenzil [14b] ettiğidir ki Hz. Kur'ân dır. Cemile ve
Kur'ân lafzı ve ma'nânın mecmûudur. Onun için mu'çizdir. Kûtüb-i evvelin ise
lafzı cihetinden mu'ciz değil idi. Ve Kur'ân'a "kelâm-ı tenzili" derler.
İnsanı kâmile kelâm-ı tekvini dedikleri gibi.
Ve
bâ'zı kelimât-ı kudsiyye vardır ki Resûlullah (a.s.v) onu leyle-i
mi'râcda bilâ-vâsıta ahz etmiştir. Ve bu nev'in ba'zısı nazm ile hiledir.
[Âmenerrasûlû] ve ba'zı âyât-ı kur'âniyye gibi ki ona Kur'ân derler. Ve
bâ'zısı nazm ile değil belki ma'nâsıyledir. Mi'râca müteallik yazdıkları esrâr
gibi ve ba'zı kelimât-ı ilâhiyye gibi dahî vardır ki Resûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) onu Cibril'den ve Cibril Mîkâîl'den ve Mikâîl İsrâfîl'den ve
İsrâfîl dahî bizzat Allâhü Teâlâ'dan ahz etmiştir. Hadîs-i besmele gibi sûre-i
fâtihaya vaslı hakkında vârid olmuştur. Ve bu mekülelerin ma'nâsı hakkında
müstefâd ve lafzı Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'e muzâfdır.
İşte
hadîs-i kudsînin Kur'ân'dan farkı budur. Ya'nî hadîs-i kudsî ile
Kur'ân ma'nâda birdir ki ikisi dahî kelâm-ı İlâhîdir. Ve libasta berâber
değildir ki; Kur'ân m nazm ve ma'nâsı cemîan Hakk'a muzâfdır [15a] .
Hadîs-i kudsînin ise lafzı Resûl'e muzâfdır. Onun için mahlûktur. Zîrâ mahlûka
muzâf olan dahî mahlûktur. Kur'ân ise Kelâmullahtır ki gayr-ı mahlûktur. Bir
kimse ona mahlûktur dese kâfir olur. Zîrâ Kur'ân'm mahlûkıyyetine zâhib olmak
-Hâşâ!Hakk'm mahlûkıyyetine kavi olur. Şol cihetten ki Kur'ân kelâmdır ki
sıfât-ı İlâhiyyedir. Ve sıfat ise zâta mûsteniddir.
Ve
demişlerdir ki kelâm âhiru's-sıfâtı's-seb'dir ki; hayât ve ilim ve kudret ve
sem' ve basar ve kelâmdır. Nazar eyle ki velîde en âhir zuhûr eden sıfat kelâmdır.
Suâl
olunursa ki Uİjâ Ul [Zuhruf,43/3] [Biz onu arapça Kur'ân kıldık] âyet-i
Kur'ân'm mahlûkıyyetine delâlet eder, zîrâ mec'ûldür. Cevâp budur ki câ'lin
müteallakı fi'l-hakîka arabiyyettir. Yoksa Kur'ân değildir. Ve cânib-i
arabiyyet mahlûk olmaktan cânib-i kelâmiyyet mahlûk olmak lâzım gelmez. Zîrâ
arabiyyet kelâmın kisvesidir. Ve kisve vakt-ı tenzîlde lisân-ı Cibril'den
olur. Çünki Hak Teâlâ her kavme irsâl ettiği peygamberi ol kav-
min lisânı üzere ba's eyledi. Tâ ki emr-i
Hak mütebeyyin ola. Lâ-cerem Kur'ân dahî ibtidâ arab'a münzel olmakla lisân-ı
arabî ile kisvelendi.
Ve
illâ Allah Teâlâ [15b] hiç bir dil ile mevsûf değildir. Süryânî,
İbrânî, Hindî, Fârisî, Arabî ve emsâli gibi belki Allâh Teâlâ Âdem'e 700 bin
lügat ta'lîm etmiştir ki zürriyyeti arasında mütedâvildir. Ve O'nun zürriyyeti
125 sınıftır ki maşrık ve mağrib meyânmda müteferrikdir. Ve ihtilâf-ı elvân ve
ihtilâf-ı elsine Kur'ân'da mezkûrdur. Kale Teâlâ: aîLI
j
[Rum, 30/22] [O'nun âyetlerinden biri de, gökleri ve yeri yaratması, lisanlarınızın
ve renklerinizin değişik olmasıdır].
Ve
kale Teâlâ: [Bakara, 2/247] [Allah her şeyi ihata eden ve her şeyi
bilendir].
Ve
bundan fehm olundu ki Allâh Teâlâ her lügat ile tekellüm eder. Gerçi eşref-i
lügat arabî ve fârisî ve türkîdir. Zîrâ ehlullah bu elsineyi söylemişlerdir. Ve
ehl-i nârın lügati, lisân-ı acemdir dedikleri fârisînin gayrıdır. Zîrâ
arabm mukabili mutlak acemdir. Yoksa husûs üzerine fârisî değildir.
Ve
Hak Teâlâ'nm her lügat ile tekellüm eylediği iki vecihle ma'lûm olur:
Biri:
Mükâşiflere vârid olan hıtâbât-ı İlâhiyyedir. Ve biri dahî lisân-ı halkdır.
Zîrâ demişlerdir ki; "lisânü'l-halk lisânü'1-Hak" ve hadîsde
gelir;
aJLJ
I »jlc jLJ jlÜI Ya' nî bu kelâmı diyen
imam değildir. Belki imam ağzından Allah Teâlâ'dır ki, dehân-1 mazhardan
tekellüm eder [16a] . Nitekim cemâatin xJ-l JJj Ujj dedikleri dahî
böyledir. Velâkin bi-hasebi'l-merâtib imam ve cemâat meyânmda temâyüz vardır.
Ve demişlerdir ki: fe'fhem. [anla!]
İşte
bu takrirden fehm olundu ki Cenâb-ı Risâlet'in iki vecihle Hak'tan istifâdesi
vardır ki biri; bi'l-vâsıta ve biri dahî; bilâ-vâsıtadır. Ve bilâ-vâsıta olan
mertebeye işâret eyleyip buyurmuştur ki:
J—dUb»
jlJ <^*—4 [Benim, Allah
ile bir vaktim olur ki onda hiç bir mukarreb melek ve gönderilmiş nebî beni
meşgul edemez[79]]
. Zîrâ
maksûd vech-i hâsdan ahzını beyandır.
Ve
şol ki vesâtat-ı Cibrîl iledir, bi-tarîkı's-silsiledir, vech-i âmmdandır. Ve
ehlullah indinde iki tarîk dahî sabittir. Gerek bi'l-vâsıta ve gerek
bilâ-vâsıta. Zîrâ insan iki nesneyi hâmildir ki biri; ceseddir ki aklı evvelden
beri silsile ile gelip vücûdu hâricî bulmuşdur. Ve biri; rûhdur ki Âllah Teâlâ
onu bilâ-vâsıta nefh etmişdir. Nitekim buyurur:
[Sâd,
38/72] [ona ruhumdan üfledim] . Ve tâife-i felâsife bu ma'nâdan gâfil
olup ahz-ı feyzi vâsıtaya hasretmişlerdir. Zîrâ onların nazarları silsile-i
kâinatadır ki mürettebdir. Âlem-i gaybtan bilâ-vâsıta ahz ve zevkleri yoktur.
Ve
bu ümmetin kemâline nazar eyle! bilâ-vâsıta ahzda enbiyâ ile [16b]
müşterektirler. Zîrâ ümem-i sâbıka bâtın-ı enbiyâdan, enbiyâ dahî mişkât-ı Hz.
Nübüvvet'ten ahz ederlerdi. Bu cihetten ümemin iktibâsı bi'l-vâsıta ve enbiyânın
bilâ-vâsıta idi. Fe-emmâ bu ümmetin Hz. Risâlet ile aralarına vâsıta girmez.
Belki bizzat ahz ederler. Bu cihettendir ki hadîste vârid olmuştur: UJlf <^1
»Llc
[Ümmetimin
âlimleri ben-î İsrâilin peygamberleri gibidir[80].] Ve bu ma'nâdan
demişlerdir ki; Hz. Nübüvvet hâlen ümmet arasındadır. Zîrâ şer'î,
kıyâmete dek bâkîdir. Ve nûr-i nübüvveti şer'-i mutahharda ve nûr-i velâyeti
bâtın-ı kutubtadır ki şer'-i rahmânî ve sırr-ı rahmânî birdir velâkin mezâhiri
yüzünden ilâ-yevmi'1-kıyâm müteselsil olup gitmektedir. Çünki Resûlullah'm
bizzat ahzmda silsile i'tibâr olundu. Kezâlik ondan ahzeyleyende dahî i'tibâr
olundu.
Ve
ahz ikidir ki biri ahz-ı hadîstir ki, ona ahz-ı zâhir derler. Ve onda
silsile mu'teberdir. Nitekim kütüb-i sitteden ma'lûmdur.
Ve Câbir (r.a) bir
hadîs için Medine-i münevvere' den Mısır'a varıp lisân-ı râvîden
o hadîsi tashîh etti. Ve ilim için sefer ve seyâhat etmek oradan kaldı. Ve
hadîste gelir ki: cruaJL [Çin'de bile olsa ilmi arayınız[81]] ve
yine gelir: j>JJI J4II o* [Beşikten
mezara
kadar ilmi taleb ediniz]
ve yine
gelir: ***0*
(4-** [İlim talebi bütün müslümanlara bir fârîzâdır[82].]
[17a]
Ve
biri ahz-ı bâtındır ki Kur'ân ve hadîsin hakâikı ve ilm-i ezvâktır.
Ve Ebû Hüreyre (r.a.)
buyurmuştur ki: "Bir ilim getirdim ki cümleye onu neşrederim ve
bir ilim dahî getirdim ki eğer onu bes ve tefrîk etsem kat'-ı hulkum ederler"
diye boğazlarına işaret ettiler. Murâd ilm-i esrârdır ki erbâbınm gayriye
ifşâ olunca, fukahâ onu te'vîl edemeyip kailinin katline fetvâ verirler. Mansûr
Hallâc' ın ve Seyyid Nesimî ve Şihâbuddin Maktûl'ün ve
emsâlinin katillerine fetvâ ve hüccet verdikleri gibi zîra demişlerdir ki : Âr* Velâkin erbâbma göre bu
dahî başka silsiledir.
<->j Jâj [Tâ hâ, 20/114] [Rabbim ilmimi artır
de!]
âyetinde
ilimle murâd bu ilm-i İlâhîdir ve ilm-i Hızır dahî budur ve talebi ile
emrolunan ilmin ekseri bu ilimdir. Gerçi ilm-i ferâiz dahî farzdır ki ona ilm-i
hâl derler ki bu hâl kal mukabelesinde olan hâl değildir. Belki vakt-i hâl
dedikleridir. Zîrâ insana herhalde muâmelâtma göre bir türlü ilim teveccüh eder
ve o vakt [17b] hükmü ile mukayyed olana ibnü'1-vakt derler.
Ve Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) kendilerinden sonra îsâl-i ilimle tavsiye etmişlerdir. Nitekim
gelir; Âj jh [Benden bir âyet bile
olsa nakledin[83]]
ve yine
gelir,uJlilI [Şâhid olan burada
bulunmayana ulaş
tırsın[84]]
ve
bunun zâhiri ilm-i ahkâma ve bâtını ilm-i hikem ve hakâika nâzırdır.
Suâl
olunursa ki; Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) melâikeden ahz
edince melâike ondan a'lem olmak lâzım gelir. Cevap budur ki; melâikenin
ta'lîmi ile gerçi muallimlik mertebesi sabit olur. Onun için Kur'ân'da: ı^3^. û* ıMo*
dlJI [Tâ hâ, 20/114] [Sana
O'nun vahyi tamamlanmazdan önce Kur'ân'ı okumakta acele etme!] denildi. Tâ
ki teaccül ve telakkufda musâraat ile muallimi olan Cibril'i sebketmeye.
Velâkin sâbit olan sûret-i ta'1imdir. Yoksa hakîkat-i ta'lîm değildir. Ve illâ
melek beşerden a'lem olmak lâzım gelir. Melek ise ilmu'1-esmâyı ebu'l-beşer
Âdem'den teallûm eyledi. Ve ol babda Âdem onlara hoca oldu. Resûlullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) ise Âdem'den ve şâirlerinden efdaldir. Pes
Âdem'den efdal olmayan melek Âdem'den efdal olan Nebiyy-i azîm'den ne vech ile
efdal olur [18a] . Onun için [Meryem,
19/1] nüzûl ettikde Resûlullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) [bildim] buyurdular. Orada
Cibril: "Yâ
Muhammed!
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) benim bilmediğim ilmi sen neden bildin? dedi.
Pes
ma'lûm oldu ki Cibril'in tenzil ve ta'lîm ettiği ilmin sûretidir. Yoksa
hakikati değildir. Belki hakikatini Allah Teâlâ ve Resûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) ve hatmu'l evliyâ ve kümmel-i beşer bilir. Ve sırrı budur ki
melek insanın cûz'ûdûr ki insan cem'iyyet-i neşe'de ondan ekmeldir. Zîrâ
esmâ-i cemâliyye ve celâliyyeyi câmi'dir. Melek ise yalnız cenâh-ı cemâl
üzerinedir. Bu sebepdendir ki melekte muhabbet olur, ki muhabbet nurdur. Ve
asl-ı melek nûr sıfattır. Aşk olmaz, ki aşk nâdirdir. Belki nâr ve nûr insanda
olur. Ve şol ki nâr-ı aşktır, anâsır ve ahkâmını ihrâk içindir.
Ve
şol ki nûrdur kalp ve rûhu tenvir içindir. Velâkin insanın nûru, zâttır. Zîrâ
nefhde rûh zâta muzâf olmuştur. Bu sebepden ona rûh-i yâî ve rûh-i zâti ve
rûh-i izâfî ve rûh-i sultânî ve rûh-i revân derler. Velâkin âsârı kümmel-i
evliyâda zâhir olur. Ekser-i suadâda bulunan tecelliyât-ı sıfâtiyye ve
esmâiyyedir, fa'rif. [Bil!] Ey mü'min! Bu beyandan ma'lûm oldu ki kâmilin
muktedâ [18b] ve metbû' olduğu iktida ve tebeiyyetten sonradır. Ve
kemâlinden sonra dahî iktidâdan hâlî değildir. Nitekim Kur'ân'da gelir; ^'-4^
[En'âm,6/90] [sen de onların yoluna uy!] ve şerâi'de mensûhat olduğu
gibi bi-hasebi'z-zaman tarîkta dahî vardır.
Zîrâ
nesh zâhir-i ameledir, yoksa bâtın-1 ilme değildir.
Pes
vâris-i ekmelin gâh olur ki kânun ettiği nesnelerin ba'zısı mûtegayyir olur.
Eğer tagyîr mûbtedî ile değil ise. Zîrâ mübtedî tagyîre kadir değildir. Meğer
ki hevâsına tâbi' olup tebdîl-i rusûm eyleye. Belki tagyîr eden yine bir
müntehidir. Zîrâ müntehi şâri' gibidir ki şer'-i evveli nesh etmeye kadirdir.
Ve
bundan fehm olundu ki ba'zı evliyâ enbiyâ ve ba' zı evliyâ rusul gibidir. Ve
rusul gibi olan kümmeldir, ve ehl-i kalemdir. Zîrâ kitâbdır ve kitâb rusûlde
olur.
Elhâsıl
zâhir-i fetvâ bi-hasebi'1-ahvâl ve'l-eşhâs ve'l-ezmân mûtegayyir olduğu gibi
zâhir-i kavânîn-i havâs dahî mûtegayyir olur, husûsan ki âhir zamanda. Gerçi
silsile bâkîdir, velâkin rusûm evvelki rusûm değildir.
Ve
hicret-i Nebeviyye'nin 200 senesine gelince rusûm-i hakâik ke'l-evvel imiş.
Sonra tagyîr kabul etmeye bed' edip ilâ-hâze'1-ân. Ger ulemâ-i [19a]
zâhir ve ger ulemâ-i hakâikm rusûmu tegayyur üzerinedir. Zîrâ her tâifenin
libâsı bi-hasebi'1-gâlib libâs-ı ehli beldedir Meğer ki kati zâhid ve ziyâde
melâmet ehli ola ki rusûma iltifat etmeye. Fe-emmâ hakâika tegayyur gelmez. Zîrâ
tegayyur gelse kıyamet kâim olmak lâzım gelir.
Şu kadar denilir ki erbâb-ı hakâik adem-i
isti'dâdından kıllet kabûl etmiştir. Evâildeki gibi zâhid ve ârif nâdirdir. Bu
cihetten Haşan Basrî (r.h) demiştir ki: Û-Ai? f& ya'nî ol
vakitteûjt** ^^^[iki günü eşit olan aldanmıştır] derler ve günden güne
terakki bulurlar imiş, şimdi hâl yevmen fe-yevmen tenezzüldedir. Zîrâ kurb i
kıyâmettir ki kıyâmetin kıyâmı eşkıyânm tasallut ve isti'lâsını iktizâ eder.
Onun için Mehdî âhir zamanda gelir. Zîrâ tabîb marîza göre olur velâkin
çekmeyip yine sekte gibi halle mizâc bozulur.
EMÎRU'L-MÜ'MİNİN
YA'ŞUBE'L-MÜSLİMÎN
ESEDULLÂHİ'L-GÂLİB
ALİYYÜ'BNİ EBÎ TÂLİB (K.V) [19b]
Ma'lûm
ola ki Hz. Ali hakkında "radiyellâhu anh" denildiği gibi
"kerreme'llahu vecheh" dahî denilir ki Allah Teâlâ onun zâtını tekrîm
ve ta'zîm eyleye demektir. Ve bu ibare şâir sahabe hakkında ıtlâk olunmayıp
tekrîm-i vechin ona ihtisâsını bir kaç vechi vardır.
Evvelkisi
budur ki sıbyandan ibtidâ kemerbend-i İslâm olan Ali'dir. Zîrâ Mekke-i
Mûkerreme'de kaht u galâ vâki' olup, pederi Ebû Tâlib dahî fakîru'l-hâl ve
kesîru'l-iyâl olmakla evlâdının herbirini bir yere teslîm ve hıdânesine tefviz
edip Ali'yi dahî Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'m
hizmetlerine vermiş idi. Ali yedi yaşına erdikte Fahr-i Alem hazretler'i
nübüvvetle muallim olunca, Ali ol sinn ü sâlde iken arz-ı İslâm olundukta kabul
etmiştir. Pîrânı sahâbeden Ebû Bekir Sıddîk (r.a) gibi.
Ve
buradan demişlerdir ki; "sabinin İslâmî sahihtir." Ve sabî
olmakla îmânı nâfile olmaz. Zîrâ îmân şâir tekâlif gibi bûlûğ ve adem-i
bülûğla tefâvüt kabul eylemez. Belki farzdır denilir. Gerek bâliğda ve gerek
na-bâliğda. Gerçi bulûğ ve tûl-i ömr ile kemâlât ziyâdedir [20a] .
Onun için hâl-i sabâvette intikal edenler noksan üzerine intikal ederler. Ve
âhirette derecât-ı âbâ ve ümmehâta vusûlleri bi-tarîki'1-hâl değil belki hâli
ol makamın bi'l-fiil sâhibi olan kimsenin sıfatıdır.
Ve
ikinci vechi budur ki; İmâm-ı Ali'nin vâlidesi Fâtıma binti Esed b. Hâşim zamân-ı
câhiliyyetinden secde-i sanem murâd ettikde Ali onun batnmda iken secdesine
mâni' olurdu. Sonra zamân-ı nübüvvet oldukta Fâtıma-i mezkûre dâire-i İslâm'a
dâhile oldu. Ve vefâtında Resûlullah hâzır olup onu kendi eliyle defneyledi.
Velâkin pederi Ebû Tâlib'e söz kâr etmeyip âhir dünyâdan câhiliyyet üzerine
gitti. Şöyle ki bir kimse onun îmânına zâhib olsa hark-ı icma' etmiş olur.
Velâkin Resûlullah'ı eziyyet-i küffârdan ziyâde himâye ve ona nusret üzerine
olmakla azâbı tahfîf olunduğu hadîs-i sahîh ile sâbittir.
Ve
rivâyet-i İmam Kurtûbî üzre; hacc-ı veda'da vâlideyni ya'nî Resûlullah'm pederi
Abdullah ve vâlidesi Âmine ihyâ olunup temkîn-i îman olundu.
Cedd-i Resûlullah olan Abdulmuttâlib ise [2 0b] gerçi evâilinde
câhiliyyet üzerine idi. Fe-emmâ leyle-i vilâdet-i nebeviyyede kâ'be içinde
bulunup ba'zı alâmet müşâhede etmekle şirkten tâib olup Cebel-i Hirâ'da taabbûd
ederdi. Pes Abdulmuttalib gerçi bi'set-i Resul zamânına ermedi. Velâkin
dünyâdan bi'l-ittifak tevhîd üzerine gitti.
Ve üçüncü vechi budur ki; İmâm-ı Ali iki
taraftan ya'nî peder ve mâder-i cânibinden hâşimîdir. Zîrâ pederi Ebû Tâlib,
Abdulmuttalib oğlu ve Abdulmuttalib dahî Hâşim'in ferzendidir. Ve vâlidesi
Fâtıma, Esed kızı ve Esed dahî Hâşim oğludur. Bu cihetten İmam Ali dünyâya
geldikde ol vakitte pederi Ebû Tâlib Mekke'de hâzır olmamakla vâlidesi onun
ismini Esed vaz' etmiş sonra pederi kudüm edip ismini Ali vaz' eyleyip
bu beyti söyledi. Zîrâ nazma kadir idi. Ve ol beyit budur:
[O'na
Ali ismini verdim, ilmin izzeti onun için devam etsin diye. Çünki izzetin
hayırlısı devamlı olanıdır.]
Aceb
ilhâm-ı İlâhî ve tefe'ül-i âlîdir ki Ali hakkında vâki' olmuştur. Nitekim
sâbi'-i vilâdet-i nebeviyye'de Abdulmuttalib Cenâb-ı Risâlet'e "Muhammed"
ile tesmiye edip âbâ ve ecdâdınızda bu isim [21a] yoktur. Bu hafidinizi
neden Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ile tesmiye ettiniz? diye suâl
ettiklerinde: tû' [Gökte ve yerde çokça övülmesi için] dedi.
Ve
dördüncü vech-i tekrîmi budur ki Cenâb-ı Nübüvvet 'in bedriyyetinden hulefâdan
her birine bir nev' pertev aks edip meselâ; Ebû Bekir'e pertev-i sıdk ve
Ömer'e pertev-i adi ve Osman'a pertev-i hayâ isâbet ettikde Ali (r.a) ve anhüm
pertev-i ilm ile müstezıy' ve şâirlerden onunla ziyâde muzıy' oldu. Nitekim j [Ben ilmin şehriyim Ali'de onun kapısıdır75]
ve
emsâli ona dâldir. Bu vecihden demişlerdir ki Cenâb-ı Nübüvvet'e akreb-ı nâs
İmam Ali'dir ki imâmü' 1-âlem ve sırru'1-enbiyâdır. Ve İmam Ali "efrâd"
dedikleri tâife-i celîledendir, Abdullah İbni Abbas gibi. Ve eyyâm-ı
hilâfetinde kutb-ı zâhir ve bâtın olmuşdur. Ve Ali'nin uluvv-i şânı ol kadardır
ki İmâm Şafiî (r.h) bu rubâi ile ona işâret etmişdir: Rubâî J |j^
|JJâJ û'
Ya'nî Abdullah b. Sebe dedikleri kimse İmam
Ali'ye
[sen
gerçek ilahsın] demiş idi. Sonra, Ali onu Medâin'e nefy etti. Ve hadîste
gelir ki [21b] cûl j
Ul L L«YI «1a> IjjI [Ey Ali, ben ve sen bu ümmetin babası
makamındayız7S] . Ya'nî
Ali, Hâşimî olanlara sûrette vâlid olduğu gibi ekâmil-i ümmete dahî ma'nâda
vâlid olup cemî'-i turuk-ı Hakka ehlinin silsile-i tarikatı ona müntehidir.
Ve
bundan Hz. Fâtıma-i Zehrâ'nm (r.a) ümmü'1-mü'minîn olması lâzım geldi,
ezvâc-ı mutahhara gibi (r.a) . Velâkin ezvâc-ı mutahharanın
ümmehâtü'1-mü'minîn olduğu yalnız sebep yüzündendir. Hz. Fâtıma ise sebep ve
nesebin ikisini dahî câmi'dir. Zîrâ ne kadar Hâşimîler var ise neseben oradan
müteselsildir. Ve şâir ekâmil-i nâs dahî Hz. Ali vesatatı ile ona muzâfdır.
Zîrâ Ali sebeben ve neseben "ESau' 1-kül" dür. Gûyâ Hz. Nûh
gibi "eb-i sânî"dir ki zürriyyet-i Âdem O'ndan müteselsil
olmuştur.
Velâkin
bu makamda murâd olan evlâd-ı hakîkiyyedir mecâziyye değil. Ve Âdem-i hakîkînin
evveli ervâhda akl-ı evvel ve ecsâmda Ebu'1-beşerdir. Ve âhiri ervâhda Cibrili
Emin ve ecsâmda nübüvvet cihetinden Cenâb-ı Risâlet'tir (a. s) . Ve velâyet
cihetinden evveli Ali ve âhiri Hz. Mehdî'dir (r.a) Ve bu esnâda gelen
âdem-i hakîkînin [22a] adedini Allah Teâlâ bilir.
Suâl
olunursa ki cihâr yardan Hz. Sıddîk ve Fârûk ve Zinnûreyn dahî (r.a) kümmel-i
evliyâdan ve Âdem-i Hakîkîdir ki kutb-ı zâhir ve kutb-ı bâtın olmuşlardır. Pes
zahir olan mertebe-i velâyette Âdem-i hakîkî ibtidâ Hz. Sıddîk i'tibar
olunmak gerektir. Nitekim ba'de'1-enbiyâ bi'l-ittifak efdalü'1-beşer O'dur.
Cevap budur ki bizim kelamımız mutlak
Âdem-i hakîkîde değil, belki silsileye mutaallik olan Âdem'dedir. Fahr-i
âlem'den sonra ibtidâ'-ı silsile ise Hz. Âli'dir. Onun için Hz. Fâtıma'nın
kemâline tansıys olunmuştur. Zîrâ hânedân-ı sâhib-i silsiledir. Ve vâlidesi Hatice-i
kübrâ dahî (r.a) böyledir. Ki O'nun dahî kemâli tasrîh olunmuştur. Şâir
havâtîn hakkında Meryem ile Asiye'den
Benzer
bir hadîs için bkz. Ebû Dâvud, Tahâre,4. gayri tansıys olunmuş yoktur ki mansûsun-aleyhâ olan bu 4
hâtûndur. Ve bundan zâhir olur ki şâirler bunların mertebesine bâliğa
değillerdir. Her kim olursa olsun.
Ve Âişe'nin (r.a) hakkında Â-iSlc j»
<a^ [Dininizin üçte birini Âişe'den alınız77] ve
emsâli vârid olduğu Âişe'nin kemâl-i mutlakına delâlet [22b] etmez.
Zîrâ Âişe'den me'hûz olan şerâi'dir, hakâik değildir. Ve mufâzalada hüküm budur
ki min-vechin fâzıl olan min-vechin mefdûl olur. Nitekim f2'* [Siz dünyâ
işlerini
daha iyi bilirsiniz.78] ona
dâldir. Ve hulefâi selâse ile Hz. Ali hâli dahî böyledir.
Elhâsıl
Ashâbm ba'zı umûrda a'lemiyyetinden min külli'1-vücûh a'lemiyetleri lâzım
gelmediği gibi. Nitekim umûr-ı dünyâ ile kayd olunduğu ona nâzırdır. Şâir
mufâzala vâki' olan umûr dahî böyledir ve bundan madde-i Ali'ye göre rafz lâzım
gelmez. Ve Fâtıma ve Âişe dahî bu hâl üzere ahz ü fehm oluna ve Fâtıma ba'zı
kerâmette Hz. Meryem pâyesinde kılındığı mansûstur.
İşte
âriflerin nazarları hakâikadır ki silsile-i hakikat, hakâik ve maârif iledir.
Onun için benât-ı nebeviyye ve ezvâc-ı mutahhardan Fâtıma'dan gayrı müteselsil
yoktur ve hulefâ-i selâsenin gerçi ba'zı zürriyetleri muttasıldır. Onun için
Bekrî ve Ömerî derler. Fe-emmâ müntehâ-i silsile Ali'dir. Fefhem cidden. [İyi
anla!] Ba'de-zâ nübüvvet bir nûr-i İlâhîdir ki ibtidâ' zuhûru Ebu'l-Beşer
Âdem'de hilâl ve intihâ-i zuhûru Seyyidü'1-Beşer'de bedir gibidir ki bu tefâvüt
zuhûr i'tibâri iledir. Yoksa asl-ı nübüvvet birdir. Nitekim
û*' [Beni Yunus b. Mettâ'ya
tafdil etmeyi
niz79]
ona
dâldir [23a] .
Ve kezâlik velâyet dahî bir sırr-ı İlâhîdir
ki bu ümmete nisbetle min-haysü's-silsile ibtidâ' zuhûru Hz. Alî'de hilâl ve
intihâ-i zuhûru hâtemû'1-evliyâda bedir gibidir. Yoksa asl-ı velâyet dahî
birdir. Pes asl-ı velâyette Ali mefdûl olmak lâzım gelmez. Asl-ı nübüvvette
77. |
Buharx, |
Fedâil,30. |
78 . |
Müslim. |
Fedâil,141. |
79. |
Buhârî, |
Enbiyâ,34-36 |
Âdem
ve Yûnus ve emsâli mefdûl olmak lâzım gelmediği gibi. Velâkin emr-i nübüvvet
ve emr-i velâyetin zuhûr ve tafsili tedricîdir ki her asırda kemâli zuhûr ve
keşf iktizâ etmemiştir. Bu vecihden evâil-i evliyâ rumûz ve işâretle iktifâ
ettiler ve hakâiki ya lisanla veyâ kalem ile tafsil etmediler. Tâ ki
hatmu'1-evliyâ zamânı oldukda tafsil ve tansıyse me'zûn olup 3 nesnede ziyâde
beyan gösterdi ki biri rahmet-i vâsia-i İlâhiyye ve biri sırr-ı kazâ ve kader
ve biri emr-i vahdettir ki vahdet-i vücûda zâhib olup ol bâbta ızhâr-ı berâhîn
ettiğidir. Ve cümle-i enbiyâ ve evliyâ bu meslek üzerine sâliklerdir. Ve bunların
aralarında A* demiyen yokdur.
Ve
ulemâ-i rusûmun eşbehleri ise böyle diyenleri bâ'zı fırâk-ı nasârâya ilhâk
etmişler ve niceler dahi mezheb-i vücûdîdir demişlerdir ki ne vücûddan ve ne
[23b] mezhebden haberleri vardır.
İşte
hatmû'1-evliyânın vücûdu cemi' -i enbiyâ ve kümmel-i evliyâya siper olmuştur ki
o mekûle fehm-i gâmız nesneyeyi inkâr edip hatme nisbet ve onu ikfâr ederler.
Ve ikfâr hakkında risâleler tahrîr ederler ve muhammede müzemmem derler.
Bilmezler ki fî-nefsi'1-emr muhammed olan müzemmem olmaz, belki müzemmem olan
onların muhayyel müzemmemleridir. Ve eğer hâtemü'1-evliyâ ortada olmayaydı
enbiyâya ta'n ile kâfir olurlardı. Gerçi evliyâya dahî taarruz etmek küfr-i
ma'neviden hâlî değildir. Zîrâ evliyâ mezâhir-i enbiyâ ve
esrâru'1-murselindir.
Ve
sûret-i velâyette zâhir oldukları hatemiyyet-i nübüvvetten ötürüdür. Ya'nî
mahall-i nübüvvete bâliğ olmuşlardır. Velâkin onlar için bi'l-fiil nübüvvet yoktur.
Zîrâ nübûvvet-i fiiliyye nüzûl-i Cebrâîl ile olur. Cebrâîl ise hatm-i
nübüvvetden sonra kimseye nüzûl etmez.
Ve
İmâmı Gazzâlî'nin (r.a) "nübüvvet kesbiyyedir" dediği ma'nâ-yı
mezkûra râci'dir. Ya'nî mertebe-i nübüvvet gerçi kesb olunur, velâkin
bi'l-fiil nübüvvet ihtisâs-ı İlâhîdir, saltanat gibi. Gerçi şâir merâtib-i fâzıla
dahî min-haysü'1-hakîka ihtisâs ve fazl bâbındandır. Fefhem [24a] ,
ve lâ tahref ani'1-hakkı's-sarih. [Anla ve apaçık gerçekten sapma!]
Ve
ilim gerçi Hz. Ali'ye muhtas değildir. Zîrâ Hz.
Sıddîk'm
dahî mârifette yed-i tûlâsı vardı. Velâkin Ali'de olan mezîd-i ilim şâirlerde
mefküddur. Zîrâ ulûm-i arabiyyeden işâret etmediği yoktur. İlm-i iksîr ve ilm-i
vefk ve cifr ve emsâli gibi ve tasavvufun dahî ba'zı ıstılahâtına remz
etmiştir. Ve dest-i Hak'tan ve dest-i Resûlullah' tan hırka telebbüs etmiştir:
Ve
dest-i Hak'tan telebbûsü ma'nevidir. Kale Teâlâ fi' 1-hadîsi' 1-kudsî :
[Ben ne semâma ne de yere sığdım. Fakat
muttaki kul ıranın kalbine sığdım80] . Zîrâ bü hadîste kalb-i
inşân-1 kâmili libâsa teşbih vardır ki libâs sûret-i inşânı müştemil olduğu
gibi kalb dahî sırr-ı Hakk'ı ol vecihle muhît oldu. Gerçi min-vechin esmâillâh
dahî ona libâstır ki onun hakâikı ile tahakkuk etmek zînet-i vücûd ve hılye-i
dildir.
Ve
dest-i Resûl'den telebbûsü hissidir. Nitekim Hz. Ali'ye ve Hz. Fâtımâ'ya ve
oğulları Haşan ve Hüseyin hazerâtına (r.a) âl-i âbâ derler. Zîrâ bir gün
bir iktizâ ile Resûl-i Ekrem (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bir siyah
abâ-pûş olup zikrolunan 4 nefer kimseyi ol abâ içine alıp dışarı çıktılar. Pes
bu [24b] i'tibarla ol çâr kimse ol abâyı telebbüs etmiş oldular.
Zîrâ abâ onları müştemil oldu.
Ve bir vakitte yine yed-i mûbârekeleriyle
ser-i Ali'ye İmâme bend edip ucunu arkalarına doğru irhâ ve irsâl ettiler ki
ona hâlen taylaşan derler. Ve ol taylaşan ol imâmenin ziyâdesidir. Ve
ziyâdelikte sırr-ı İlâhî budur ki Ali ol vakitten sonra her nesnede ziyâdelik
bulup meselâ bir avuç su ile abdest alırlardı. Zîrâ elinde mütezâyid olur
mûntekıs olmazdı. Ve yedinde bir çöpe muhtâc olsa bir karış ağaç bir âsâ kadar
memdûd olurdu. Ve şâir umûrda dahî hâl bu vecihle idi. İşte hırka ve tâc ve imâme
sâlikte bu sır üzerine gerektir. Tâ ki berekâtını bula
NAZM
Gel
derviş hırka giyelim
Gel
derviş hırka giyelim
Feth
ola bâb-ı müsemmâ Gel derviş hırka giyelim
Âşıkm maksûdu hûdur
Gel
derviş hırka giyelim
Şöhreti olmaz hakirin
Gel
derviş hırka giyelim [25a]
Hakka
oldun ise bende Gel derviş hırka giyelim
Şâh-ı aşka bes değil mi bir abâ dervişler
Nâmı kim derviş ola neyler kabâ dervişler
Bu
tecerrüd hırkasında pâdişahlık vardır
Âlem-i
ma'nâda sultan oldu hâ dervişler
İbn-i
Edhem tâcını giy tâ ki sultan olasın Dil yeter neyler bugün taht u serâ
dervişler çıktı hırka-i tecerrüd ile bâr-i mâsivâ dervişler
Çün
beheşt-i heşti Âdem dâneye kıldı furûht Bir pula saymaz cihânı Hakkı'yâ
dervişler
Ba'de-zâ
ma'lûm ola ki beyne's-sûfiyyeti'1-muhakkıkîn müteâref olan telebbüs-i hırka
Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) 'den sabit olmamıştır, belki onun
hakkında vârid olan eserler bâtıldır diye ehl-i hadîs inkâr etmişler ve tarîk-ı
inâd ve taassuba gitmişlerdir. Zîrâ onlardan sûfî nâmına kâmil kati nâdirdir.
Ve tâife-i fukahâ dahî böyledir.
Onun
için zeyy-ı ulemâda olanların ekseri ile'l-ân ve ilâ-kıyâmi' ssolmuşlardır.
Hattâ ahd-i Mehdî-i Muntazır'da (r.a) hâzır olan fukahâ [25b] imkân
olsa Mehdi'yi katlederlerdi. Zîrâ zamân-ı Mehdi'de kütüb-i fıkhıyye-i
ictihâdiyye muattala olup sadr-ı evvelin ameli üzerine amel olunsa gerektir,
velâkin katline imkan yoktur. Zîrâ sâhibu's-seyftir ki cemî'i halk onun taht-ı
seyfinde makhûr olsa gerektir ve şol tâife ki Mehdi gibi müceddid-i dîn ve
dünyâya bu veçhile adâvet üzerine ola maa-hazâ vakt-ı hurûcu; âsâr-ı sahihle
müberhen ve icmâ'-ı ümmet ile kemâlâtı mübeyyendir.
Pes
şâirlere ne vecihle ehl-i buğz ve kin oldukları ma'lûm-ı ehl-i yakîndir.
Bizim
bâlâda telebbüs-i hırka hakkında işâretimiz kâfi ve beyânımız vâfîdir. Husûsan
ki icâzât-ı meşâyih kibârda kâbiren-an-kâbir sübûtu bâhirdir. Bunlar ise selâtîni
ma'neviyyedir ki kavânîni nass ve kavi ü fiilleri mesmû' ve ma'mûl olmak
mu'tekıdlerine muhtastır. Ve şol yerde ki âdet-i müstemirre-i âmme ya'nî
nass olmayan mahalde hucec-i şer'iyyeden ola, nitekim ehl-i zahir kaildir. Ya
âdât-ı müstemirre-i hâssa, ehl-i tâat ve erbâb-ı dile neden burhan olmaz?
Kemâl-i
cehillerinden "kitapta, ki tabu't-tâc
ve'lhırka yoktur" derler. Ya kitâbu'1-ferv ve' 1-imame var mıdır ki onlara
mübtelâlar ve zînet-i dünyâya kemâl-i tehalük üzere olmuşlardır [2 6a]
.
Maa-hâzâ
zamân-ı evvelde ve sadr-ı mukaddemde ulemâ ki kurrâ denilir; zühd-i tâm
üzerine olduklarından başlarına şemle sarınırlar ve üzerlerine haşin abâlar
giyerlerdi. Ve selâtîn-i osmâniyye evâiline dek ulemâ bu üslûb üzerine iken
âhir ne mağrûrlar zuhûr etti ve gülşen-i âlemi ne makule zâğlar tuttu. Zâhir
budur ki şer'-i mutahharın işi bitti ve kâr-ı âlem gâyete yetti.
Ve
şeyh-i meşâyihi'd-dünyâ Muhyiddînü'1-Arabî (k.s) den menkûldür ki onlar
dest-i Hızır'dan (a.s) hırka telebbüs etmişlerdir. Ve deryâ-yı mağribde
giderken Hz. Hızır onların sefinelerine dâhil olmuştur. Zira gerçi Hızır
âlem-i berde ve İlyas âlem-i bahrda olur diye meşhûrdur velâkin emr-i
gâlibîdir. Zîrâ ervâh-ı âliye müdebbirrâttır ki onlar için mekân-ı mahsûs
yoktur.
Ve
bu fakir Hakkı, tarîk-i hacda elifât-ı erbaada ve gayrîde ve nefs-i mescid-i
haramda Hz. Hızır'a bir kaç
kerre mülâki olup hayır dualarına sezâvâr
ettiler ve nice akabât ve berâzihtan izn-i İlâhî ile tahlîs edip ba'dehû koyup
gittiler. Ve Hızır'ın hayâtı bî-iştibah ve ashâb-ı enfâs-ı kaviyyeden biri dahî
O'dur.
Zîrâ
nefes, ya bi'l-vâsıta ervâh-ı külliyenin birinden veyâ bilâ-vâsıta Allah
Teâlâ'dan gelir. Gerçi bilâvâsıta olan nadirdir [26b] . Üveys
el-Karanî gibi ki hiç bir kimsenin sohbet-i cismâniyye ve rûhâniyyesine
dâhil olmamıştır ki meslek-i nebevîdir. Zîrâ Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) hazretleri'nin muallimi bilâ-vâsıta Allah Teâlâ'dır.
Ve
rusûm-ı şerâi' ve tarâik kimi tasrîh ve kimi remizle onlardan kalmıştır. Gerçi
rumuzla olanı istihrâc etmek ekâmil-i ümmete mahsûstur. Ve sohbet-i rûhâniyye
sohbet-i cismâniyyeden ekaldir. Zîrâ sohbet-i rûhâniyyeden ahz etmeye ziyâde
letâfet-i rûh lâzımdır. Bu ise her sâlike müyesser olmaz. Sülük sohbet-i
cismâniyyeye mevkuf oldu. Zîrâ hisle ülfet ziyâde ve ahz dahî esheldir. Onun
için ebvâb-ı mürşidde tereddüd ederler ve sohbetlerine dâhil olurlar ve feyz-i
İlâhî bulurlar ve hırka-i teberrük giyerler. Ve ol meslekin hükmü ne ise ona
göre rusûma murâât ederler. Ve sadr-ı evvelde olan rusûmun hâlen bakâyâsı
vardır. Meselâ;
Resûlullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) siyah abâ ve beyaz ridâ ve ba'zı humretle
muhattat ridâ ve emsâli sevbleri giymişler. Gerçi bütün kırmızı telebbüs
etmediler ve belki aceme teşebbüh lâzım gelir diye nehyettiler[85]. Ve "amâim
arabın tîcânıdır[86]"
buyurdular. Ya'nî arab, acem gibi başına [27a] taç giymedi belki
imâmelerine hemen şöyle bend ederler veyâhut beyaz kelle-pûş üzerine sararlar
ki Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ba'zı evkâtta amel etmişlerdir.
Ve
başa giydiklerinin mecmûuna kûlâh derler gerekse tâc-ı şâhî ve külâh-ı gedâ
olsun. Bu a'sârda külah keçeden mûstasna' olan nesnede şâyi'dir. Ve Cenâb-ı
Risâlet kable' 1-bi'se deve tüyünden kelle-pûş isti'mâl ederlerdi. Külâh-ı
mevleviyyân ondan ahz olunmuştur. Ve ba'de'l-bi'se siyâh imâme bend ettiler.
Nitekim feth-i Mekke günü ol vecihle vâki' olmuştur. Zîrâ siyâh renk âlem-i
celâle işârettir. Hz. Ka'be gibi ki Zât-ı ahadiyyeye nâzırdır, onun için
perdesi dahî siyâhtır.
Pes
siyah ile Zât-ı ahadiyyenin münâsebeti oldu. 0nun için leyi-i zât derler
gerçi orada leyi ü nehâr yoktur. Belki zâta leyi dedikleri celâlinden ve esmâ
ve sıfâta nehâr dedikleri cemâlinden ötürüdür. Bu ma'nâdandır ki akşam oldukda
jUifiStl «dil Jİ* [Yüce Allah'ın mahluku geldi] buyururlardı.
Ve ilm-i zâtta olan zulmet-i hakîkıyyeye
zili-i hakîkî derler ki nûr mukabelesinde değildir. Zîrâ nûr mahlûktur ve
mahlûka mukabil olan dahî mahlûktur. Belki Allah Teâlâ nûru'l-envâr ve
sırru'1-esrârdır ki ona vücûd-ı mutlak-ı hakîkî derler yoksa vücûd-ı[27b]
mutlak-ı mukayyed değil. Nitekim j nedir bilmeyenler Hakka vücûd-ı mutlak itlâk
edenlere dahlederler.
NAZM
Gel
beri âşık-ı agâh olan meydâna gel
Gel
beri ey ârif~i billâh olan merdâne gel
Bak ne vechiyle siyah oldı
libâs-ı kâ'benin Gecede eyle nazar gündüzleri seyrâna gel
Âhiru'1-envârdır nûr-ı siyâhı
sâlikin Zulmet-i küfr içre bu nün görüp îmâna gel
Küfr
müşkildir velî îmân esheldir kati
Sırrını
fehm eyleyüp iş bu
Hırka
ve tâc-ı tarîkat herkese olmaz sezâ
Hakkı'yâ
giyderme ânı değme bir uryâna gel
EHASS-U
EHLİ'L-İNKIYÂD
KÜMEYL b. ZİYÂD
Kümeyi
Zübeyr vezni üzerinedir ki kâmilin tasgiridir. Hz. Ali'nin (k.v) musâhibi ve
sâhibü's-sır ve nâmûsu idi. Gerek esrâr-ı zâhire ve gerek esrâr-ı bâtme. Onun
için nefes-i hakikati ona nefh etti. Ve hırkâ-i tarikat ilbâs edip kendi
makamına halîfe alıkoyup gitti. Ve silsile-! ma'rifet Kümeyi vesatatı ile
gâyete yetti. Bu dahî [28a] özge isti'dâd ve acep kabiliyettir ki
herkese i'tâ olunmaz.
Kümeyi
hicret-i nebeviyyenin sekseninci târihinde Haccâc elinde kati ve istişhâd
olundu. Ve Kümeyi'in ba'zı ahvâli Haşan'da gelir, İnşâallâhü Teâlâ.
Suâl
olunursa ki; Ali'nin asıl halîfesi oğlu İmam Haşan'dır, pes Kümeyi ne vecihle
tavassut eder?
Cevap
budur ki; İmam Haşan'ın (r.a) hilâfeti kutbiyyet-i zâhire va bâtme iledir. Zîrâ
6 ay kadar pederi makamına emîrü'l mü'minîn olup [hilâfet benden sonra 3 0
senedir[87]],
sırrı onunla müstekmil oldu. Kümeyi'in hâli ise hilâfet-i bâtınedir ki
silsileye dâirdir.
Pes
Kümeyi'in Ali'ye nisbeti Huzeyfetü'1-Yemânî' nin (r.a) Resûlullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem)'e nisbeti gibidir ki Huzeyfe dahî Resûl'ün
sâhib-i sırrı idi. Velâkin her sâhib-i sır olan halîfe olmaz. Belki sırr-ı
ekber sâhibi olan Ebû Bekir (r.a.) halîfedir. Ve bu sırr-ı azîmden ötürü
Cenâb-ı Risâlet feth-i Mekke esbâbına mübâşeret ve etraftan ehl-i îmânı da'vet
ve azimet vaktinde bu sırrı Ebû Bekir ve Ömer'den gayriye bildirmedi. Tâ ki
halk onu Mekke'ye bir merhale kaldıkta bildiler. İşte sâhib-i sır olanların
dehanları fıstık gibi olur. Yoksa rummân [28b] şekâfeti gibi
dânehâ-i esrârı göstermez, belki batnında zabt eder.
Mervîdir
ki Hz. Risâlet ve kûmâşte-i esrâr Hubâb-ı İzzet (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
teşrif-i meymenet-âsâr-ı Medîne-i Münevvere kıldıklarında ba'zı sahabe ile
mübâyaa-yı sâniye vâki' olunca encâm-ı tavsiyede gûşlarma esrârdan bir nesne
dahî isrâr eyleyip "Zinhar bir kimseden bir nesne suâl ve talebinde
olmayasınız[88]"
diye buyurduklarında ol ahdi bir mertebede muhâfaza kıldılar ki onlardan
biri cemel veyâ feres üzerinde iken ellerinden sevtları sakıt olsa piyâde
olanların birine "alıver şu sevtı" demezlerdi. Belki nâzil
olup kendileri ahzederlerdi. Tâ ki tavsiye-yi nebeviyye muktezâsı üzere
kimseden bir nesne taleb etmek lâzım gelmeye. Gerekse ol matlûb olan nesne
me'kûlâttan olmasın. Velâkin lafz-ı nebevinin muhtemelât ve müştemilâtmdandır.
İşte derece-i kurba erip iltifât-ı tâm bulanlar, bu meküle dikkat ve hıfz-ı
vasıyyet ile bulmuşlardır. Ve her biri bir takrîb ile ba'zı hâssa ihrâziyle
müstes'id olmuşlardır.
Nitekim
Hz. Âişe'nin hemşiresi Esmâ'nın zevci Zübeyr hakkında (r.a) "Bu ümmetin
havârîsi Zübeyr'dir[89]"
denilip [29a] Hz. İsâ'nm (a. s) havârîsi yerine vaz' olundu ki
İsâ'nm havâss-ı ashâbı ve mahrem-i esrâr olan ahbâbıdır.
Ve
nitekim übeyde b. el-Cerrâh (r.a) dahî »A*
[Bu
ümmetin emîni[90]]
diye
serefrâz ve şâir sahâbe meyânında mümtâz oldular. Zîrâ sırr-ı emânet zâtında
gâlib ve mîzân-ı ahlâkında râcih idi. Pes bu ma'nâ ta'yîn ve tahsise bâdî ve
bâis oldu. Ve alâ-hâzâ.
Bâ'de-zâ
ma'lûm ola ki erbâb-ı enfâsm nefes-i nefisleri muttasıl olup sırr-ı hilâfet
zuhûr etmek müstahlefin zuhûrdan butûna intikal ve irtihâlinden sonradır. Zîrâ
ki "iki sıddık bir yerde müctemi' olmaz". Onun için bir
şehirde iki halîfe olmak iki rûh bir bedende olmak gibidir.
Pes
eyyâm-ı müstahlifde halîfeye i'tâ olunan maânî mîras kabilinden değil, belki
hediyye ve atıyye kabîlindendir. Zîrâ mîrâs halef olmağa mevkûftur. Nitekim
şer'
yüzünde
vâlid vefat etmedikçe oğluna miras yoktur. Belki vâlidi tarafından ikrâm ve
in'âm vardır. Çünki müstahlif muhtazır ola, onun nefes-i ahiri halîfenin
hilâfetine muttasıl olur. Şöyle ki tarfetü'1-ayn infisâl bulunmaz, eğer kutb-ı
vücûd ise zîrâ kutub medâr-ı âlemdir. Ve bekâ-i âlem ittisâl-i [29b]
enfâsa mevküftur. Ve illâ ânı vâhidde âlem fenâ bulmak lâzım gelir. Şol
cihetten ki bi-rûh cesed mûtelâşîdir. Kale Teâlâ: Vj lu[Bakara, 2/255] [Kendisine
ne uyku ne de uyuklama gelir] Ya'nî: sine ve nevm gaflet mekülesindendir.
Gafletle ise nizâm-ı âleme halel gelir.
Pes
bundan evtâd-ı erbaa ve ebdâl-i seb'a sırrı dahî zâhir oldu ki bunlar dahî
me'mûr oldukları etrâf ve eknâfı nefes-i Rahmânî ile zabt ve hıfz ederler.
Gerçi ki insanın hıfz-ı mukayyedi Hak Teâlâ'nm hıfz-ı mutlakı gi-bi değildir.
Zîrâ cemî'-i merâtibde alâ-vechi'1-kemâl zabt-ı avâlim eden Allah Teâlâ'dır.
Ve
bundan fehm olunur ki eczâ-yı âlemden bir nesneye (gerek insan ve gayri) fenâ
ve helâk târî olmak iktizâ eylese ol vakitte Allah Teâlâ onun hıfzına müvekkel
olan insan-ı kâmili nev'an gaflet ile mübtelâ edip ol esnâda ol nesnenin rûh-i
insânîsi veyâ hayvânîsi veyâ nebâtîsini kabz eder.
Bu sebebten remzedip demişlerdir ki; bir
kimse namaz üzerine dâim olsa ona mevt zafer bulmaz, zîrâ huzûr-ı maallah
ehlidir. Onun için Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'e semm-i Hayber 4
seneden sonra intikallerine karîb te'sîr eyledi. Zîrâ mevt tabiat üzerine vârid
[30a] olur, rûh üzerine değil. 01 tabiata beşeriyyet derler[91].
NAZM
Gel imdi mürşîd-i kâmilden eyle
ahz-ı nefes Reh-i dalâle düşüp tâ be-key hevâ ve heves
Dıraht-ı
vadi-i eymende nâr nûr oldu
Derûn-u
Musa'yı pür şu'le kıldı vakt-i kabes
Nefes
ne veçhile menfûh olursa rahm-i dile
Veled o
şekille eyler tecellî âleme pes
Vücûd-ı
kâmil-i inşân sûret-i Hakdır
Bu
sırra vâkıf olup bir nefes alırsan bes
Sırr-ı
semâya erer ehl-i tâcın ey Hakkı
Bu
hırkaya hased eyler felekteki atlas
EKMEL-İ
EHL-İ ASRI
HASEN b. YESÂRÎ-İ BASRÎ
(k.A.s)
Ma'lûm
ola ki meşâyih-i izam hakkında "kaddesâllâhü esrârahüm" dedikleri
ıstılâh-ı mahsûstur ki ta'zîmen ıtlak olunur. Sahâbeye "radıyallâhü
anhüm" ve şâirlere ”rahimehumullâh" dedikleri gibi ve
takdis-i esrâr idâmeye mahmûldûr, eazzehullâhu. . gibi. Allah Teâlâ onun
izzetini dâim eylesin demektir. Ve takdis, mâsivâdan sırrını tatilindir. Gûyâ
vâki' [3 0b] olmuştur ki ondan haber verir. Onun için sîga-i mâzî
ile îrâd eyler. Ve râhimekellâh ve emsâli dahî böyledir ki ma'nâyı, emirde
haberdir. Ve emir duâ ve niyâza mahmûldûr.
Haşan'm
pederi Yesar kûttâb-ı vahiyden Zeyd b. Sabit'in kulu idi ki
esfel-i Basra'da "Meysan" derler (feth-i mimle) bir kasabadan
seby olunmuş idi. Ve Haşan' ın vâlidesi ezvâc-ı mutahharadan (r.a) Ümmü
Seleme'nin câriye ve hâdimesi idi. Vâlidesinin meşgalesi olduğu vakitte Haşan
ağlasa Ümmü Seleme sedyini onun ağzına verirdi. Ve Haşan'a hikmet ve
fesâhat onun sebebi ile hâsıl oldu.
Haşan
Hz. Ömer (r.a) hilâfetinden 2 sene kaldıkda dünyâya gelip hicretin yüz onuncu
receb-i gurresinde Basra'da vedâ'-ı âlem-i fâni kıldı. Cenâzesi meşhed-i azîm
idi. Ve kabri Basra'da idi. Hâlen ziyâretgâhdır.
Haşan'ın
Hz. Osman'dan (r.a) semâı ve İbni Abbas'dan ve gayriden rivâyeti vardır.
Binâen-alâ-hâzâ ekâbir-i tâbi în dendir. Ve Medine-i Münevvere'de Hz.
Ali'ye mülâki olmuştur diye Seyyid Şerif'in Keşşaf haşiyesinde tasrîh olunmuşdur. Lâkin
mutlak likâı, rivâyeti müstelzim değildir diye ehl-i hadîs Haşan'm İmâm-ı
Ali'den rivâyeti [31a] sâbit değildir demişlerdir. Bu cihetten İmam
Ali'nin Haşan'a ilkâ-ı nefes ve ilbâs-ı hırka ettiğine kail değillerdir. Belki
Haşan'a nefes Kümeyi b. Ziyâd'dan muttasıl olmuştur derler.
Velâkin
Avârifu' 1-maârif haşiyesi'nde Şeyh Zeynüddîn el-Hâfî (k.s) demiştir
ki; "icâzet-i meşâyıhda bu vech ile mastûr ve kâbiren-an-kâbirin nakl-i
evliyâ ile böyle meşhûrdur ki matla'-ı âfitâb-ı irşâd ve menba'-i feyz-i akdes,
Rabbi'l-ibâd Resûl-i Muhterem (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Hazretleri nefes-i
nefisi Hz. Ali'ye, îsâl ve hırka-i latifi dahî ona ilbâs edip İmam Ali dahî
Haşan Basri'ye vâsıl kılmıştır" . İntehâ bi'l-ma'nâ.
Bu
fakirin fehm ettiği budur ki İmâm-ı Ali bir vakitte Basra'ya kudüm edip
mescid-i Basra'da müzekkirlerin minberlerini hedm ve kendilerini mescidden
ihrâc ettiğinde Haşan meclisine murûr eyleyip "nedir nakl ettiğin?"
diye suâl ettikde Haşan dahî; "ol ma'nâdir ki Resûlullah'tan bize bâliğ
olmuştur." diye cevâp verince İmâm-ı Ali bu sözden hazzedip bunda eser-i
hayır vardır diye Haşan'ı meclisinde ibkâ ettiği Haşan'a îsâl-i nefes ve
ilbâs-ı hırka hükmündedir.
Maa-hâzâ
inde'1-meşâyih sohbet-i cismâniyye ile ahz etmek sahîh olduğu [31b]
gibi hâlet-i insilâhda sohbet-i rûhâniyye ile dahî sahihtir. Nitekim rûh-ı
Mansûr 150 seneden sonra rûh-ı Hallâc'a tecellî eyledi. Ve her seher-i a'lâda
7 kutubla erbâb-ı insilâha hallerine münâsib levn ile hil'at-i ilâhiyye ilbâs
olunur.
Ve demişlerdir ki; Kümeyi b. Ziyâd'm başka
silsilesi vardır ki ondördüncü neferde munkatı'dır. Nitekim zikr olunur: Hz.
Ali ve Kümeyi b. Ziyâd ve Abdülvâhid b. Zeyd ve Ebû Yâkûb
es-Sûsî ve Yâ'kûb en-Nehrecûrî ve Abdullah b. Osman el-Mekkî ve
Ya'kûb et-Taberî ve Ebu'lKâsım b. Ramazan ve Ebu'l-Abbas b.
İdrîs ve Dâvûd b. Muhammed el-Kudsî ve Muhammed el-Mankesîlî ve
İsmâil elKasarî ve Ahî Ali ibn-i Muhammed Lâla ve Şerefüddîn
b. Muhammed ve Necmüddîn el-Esferâîni. Pes bu tertîbten ve
inkıta'dan fehm olundu ki Haşan Basrî tarikatı başkadır. Ve ile'1-ân
muttasıldır. Bu cihetten Haşan, Ali'nin oğludur, fefhem cidden. [İyi anla!]
Ve
bu silsilenâmedeki Kümeyi dereolunduğu vukû'-ı ihtilâfa binâendir. Ve Futûhât-ı
Mekkiye'de
gelir ki; Haşan Basrî ve Ebû Hâmid Gazzâlî ruesâ-i tarîkattendir [32a]
.
Ve Hasen gâlibu'1-hüzn idi. Ve onunla İbni
Şîrîn'i yüz derece güzer etti. Zîrâ hüzün inde ehlillâh makâmât ı âliyedendir.
Onun için Hz. Ya'kûb firâk-ı Yûsûf (a.s) bahânesiyle hüzünle mübtelâ
olup müddet-i tavîle beytü'lhüzne mülâzemet eyledi. Ve nevha-i Nûh ve âh-ı
İbrâhîm (a.s) gibi vakti nevha ve âhla murûr etti. Ve evsâf-ı Nebeviyyede gelir
ki; [devamlı
mahzun
ve düşünceli idi]. Ve bu ma'nâya delâlet
eder ki şol hadîs ki gelir: uL-iî ic j jl oUtS' LjJI
[Dünyâda
sanki bir garip ve yolcu gibi ol, kendini ölülerden say![92]] . Zîrâ garîb ve misâfir ve
meyyit misâl olan kimsenin yüzü gülmez. Belki mâtemzede hâli gibi halle gezer.
Ve demişlerdir ki Haşan Basri İmâm-ı
A'zam'a göre Hızır'ın Hz. Mûsâ'ya nisbeti gibi idi. Ya'nî Mûsâ ve Ebû
Hanîfe'den her biri gerçi hakâika vâsıl idi. Velâkin irşâd-ı ümmet için
şerâi'le tekayyüdleri ziyâde idi Bu cihetten, İmam, şemsiyyû'1-meşreb ve Haşan
kameriyyü'1-meşreb oldu. Ya'nî felek-i İmam, felek-i Haşan'dan evsa' idi. Onun
için İmam ehl-i umûma rahmet olup ism-i Rahmân'a mazhar oldu. Ve mezhebi dav'-i
şems gibi etrâfa münteşir oldu, ve sirâcû'1-ûmme denildi [32b] . Ve
Haşan ehl-i husûsa rahmet olup mazhar-ı ism-i Rahîm oldu. Ve kulûb-i havâssı
envâr-ı ma'rifetle inâre eyledi. Kale Teâlâ:
[Yunus,
10/5] [Güneşi ışıklı, ayıda parlak kılan O'dur.J, ve kale Teâlâ:
1*1^ Jju> JjL; [Furkan, 25/61]
[Gökte
burçları var eden, onların içinde bir çerağ ve nurlu bir ay barındıran Allah,
yüceler yücesidir].
(49^1*
jjil lîjAl İçkili üU-b” J-ol ûb oljLi'yi »i*
Ey
sâlik! bu makamda bir râz-ı nihânî dahî zuhûr etti ki Haşan Basrî dâire-i
velâyete değil, belki ba'zıları derece-i kutbiyyete kadem basmıştır diye zâhib
olmuştur.
Pes bundan ebeveynin sıhhat-ı nikâhı lâzım
geldi. Zîrâ zinadan tevellüd eden kimse ebedî veliyy-i hâss-ı örfî olmaz demişlerdir.
Ve bu makamda Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) buyurmuşlardır ki: ''i & oJj "Ben
sahîh nikâhla
dünyâya
geldim, zinâdan değil." Zîrâ
câhiliyyet sıhhat-ı nikâha mâni' değildir. Ve velâyete mâni' olan zinâdır.
Gerekse sûrette İslâm içinde olsun. Şol cihetten ki gâh olur ki müslimin
sûret-i nikâhı olur, velâkin hakikatte dürüst değildir. Ya ba'zı şurûtuna
adem-i mukârenetle ki evvel-i tezvîcde olur. Ve yâhut ba'de'n-nikâh münâfî bulunur
ya kavlen veyâ fi'len. Onun için inde'1-iştibâh tecdide muhtaçtır. Ve eğer
nikâh [33a] bu vech üzerine olmazsa mevlûdden hayr yoktur. Ya'nî
gerçi veled-i zinâ olan kimse zâhirde salâhına binâen kâdî, imam ve şâhid ve
emsâli olmak dürüst olur. Velâkin aslı fâsid olmakla ictihâd etse dahî pâye-i
velâyete kadem basmaz. Zîrâ izdivâc-ı mâ'nevî izdivâc-ı sûrînin sıhhatine
mevküftur.[93]
NAZM
Alan
bu nefesden dilâ bû-yı hâl
Sahîhu'n-nesebdir
sahîhu'n-neseb
İden pûteyi halde nefesi kâl
Sahîhu'n-nesebdir sahîhu'n-neseb
Nesebden
muradım nedir izdivaç
Ki
ola nikâhı sahîhü'l-mizâc
Bu sûk-ı hakîkatde bulan revâc
Sahîhu'n-nesebdir sahîhu'n-neseb
Menî sulb-i tâbirden
itse nüzûl
Olur
silsile halka bend-i kabul
Nefes virmeye fi'1-hakîka usûl
Sahîhu'n-nesebdir sahîhu'n-neseb
Nefes-i pâk
olmak tahammuddürür hemân
Dil-i
kabil oldu yeri bî-güman
Nedir Hakkı'yâ ehl-i dem her
zaman Sahîhu'n-nesebdir sahîhu'n-neseb
BEZM-İ
NUŞ-Â-NUŞ CÂM-I FEYZÂ [33b] FEYZİN CEM-İ SÂKI-İ KEVSER-İ MA'RİFET
HABÎB-İ A'CEMÎ (k.A.s)
Lisân-ı
âmmede Habîb-i Acemî dedikleri, galattır. Belki a'cemî demek gerektir. Zîrâ
acem arabm zıddıdır ki acem cinsinden olana acemî derler, gerekse lisânı fasîh
olsun. Habîb ise Haşan gibi Basra ehlindendir. Ve a'cemî lisânı fasîh
olmayandır, gerekse arabî olsun. Ve Habîb'e a'cemî dedikleri lisânında illet ve
leknet olduğu içindir. Ki Kur'ân'ı bir hoş tecvîd edemez, ve'1-hamdülillâh' da
hamdin hâ'sını he okurdu. Ve alâ-hâzâ. Velâkin keşf tarîki ile maânî-i Kur'ân'ı
fehm ederdi.
Mısır'da
şuyûh-u şu'râvîden Ali Havvâs gibi ki ûmmiyy-i mahz idi. Diyâr-ı rûmda
Yûnus Emre dedikleri gibi. Velâkin hakâik-i Kur'ân söylerdi. Ve hiç ona bir
mûşkil olmazdı.
Ve
Habîb-i mezkûre der idi ki: "Gerçi lisânım a'cemidir velâkin kalbim
arabîdir" . Nitekim Konya'da musâhibi Mevlânâ olan Husâmeddîn'in ceddi
demiştir:
j
. Zîrâ ol asrın muânid ve müteannidleri onu ta'cîz ve bize [34a]
va'z eyle diye teklif ettiklerinde ol gece Resûlullâh'ı (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) vâkıada görüp ifâde-i arabiyyet ve ifâza-i nutk etmeleri ile sabâh oldukta
murâdları üzerine va'z eyleyip emseytü kürdiyyen ilh. dedikleri, zîrâ
kürdiyyü'1-asl idi. Ve ma'rifet asla nazar etmez belki isti'dâda nazırdır.
Ve
Kur'ân'da gelir: MJt*
[Nahl,16/103][kendisine
nisbet ettikleri şahsın dili yabancıdır. Halbuki bu kur'ân apaçık bir
Arapçadır]. Ya'nî Mekke-i Mükerreme'de 2 nasrânî oğlanı var idi ki kılıca
ve demire cilâ verirlerdi. Ve ba'zı nesne okurlardı. Ve Resûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) gâhîce onların yanlarından murûr edip okudukları nesneyi
dinlerlerdi. Bu cihetden tâğıyân-ı Kureyş Hz. Kur'ân'ı ol 2 oğlanın ta'lîmidir
diye iftirâ ederlerdi.
Allah
Teâlâ cevâp verdi ki: Onların dilleri a'cemiyye-i gayr-i beyyinedir. Kur'ân
ise; csb* pes Kur'ân onlardan müstefâddır demek fasîh ve gayr-ı fasihi adem-i
temyizdendir.
Ve
Kur'ânda gelir: ULJ j
[Kasas,
28/34]
[Kardeşim Harun'un dili benimkinden daha düzgündür] . Ya'nî Fir'avn bir
gevher ve bir cemre ile zamân-ı sabâvet-i Mûsâ'da (a.s) Mûsâ'yı imtihan edince
Mûsâ ol cemreyi alıp ağzına kodukta lisânı muhterak olmakla kelâmı [34b]
bir miktar ibâne ve ifsâh edemezdi. Sonra nübüvveti halinde ol ukde ondan
münhal olup şâir mu'cizâta ilhâk olundu.
Nitekim
ba'zı zeban-besteler vardır ki kelâm-i dünyâda beste ve tilâvet-i Kur'ân'da
lisanlari küşâdedir ve makarrımız olan belde-i Bursa'da pîrân-ı tarikatımızdan Şeyh
Üftâde (k.s) evâilinde gelen Abdulmü'mîn ki kendine muzâf olan
câmi'-i şerif derûnunda âsûdedir. Onun dahî lisânında ukde olup velâkin
müdârese-i ihyâ-i ulûm için câmi'-i kebîre çıkdıkta lisânı açılır. Ve esnâ-i
takrîrde belli olmazdı diye, nakl olunmuşdur.
İşte
kimi lisânında lahn eder ve kimi îmânında. Pes îmânda lahnden hazer edip enbiyâ
ve evliyâya itâleden beste-zebân olmak gerektir. Ve illâ hâtimesinde zuhûr
eder. Nitekim Hz. Mûsâ'nın fâtihasında akd zuhûr edip âhir kelîmullah olmasına
bâis oldu. İşte böyle ukdenin zararı olmaz. Elhâsıl el-cezâu min cinsi'1-amel
mûcibince; "dilini tutmayanın, âhir dili tutulur".
Ba'de-zâ
Habîb evâilinde Basra'da ribâ-hor idi. Bir gûn mescid-i Basrâ'da meclis-i
Haşan'a dâhil olup hikmeti Bârî Haşan ol gûn ribâya müteallik va'z etmekle
Habîb'e te'sîr edip Haşan elinde [35a] tâib ve müstağfir oldu. Ve
O'na irâdet getirdi. Ve nefes-i nefîsi aldı.
Ve
O'ndan çok kerâmât-ı kevniyye zuhûr etti ki Haşan' da ol kerâmât yok idi.
Belki Haşan'ın kerâmâtı, kerâmât-ı ilmiyye idi ki bu kerâmât şâir havârık-ı
âdâtdan efdaldir Zîrâ havârık-ı âdet dedikleri umûr-ı kevniyyedir. Ba'zı
mugayyebattan ihbâr ve meşy ale'l-mâ' ve tayerân ale'l-havâ ve ihrâc-ı künûz ve
emsâli gibi. Kerâmât-ı ilmiyye ise maksûdun bi'z-zattır. Zîrâ ilm-i İlâhî dedikleridir
ki Hakk'm zât ve sıfat ve ef'âline mütealliktir.
Nazar
eyle ki Hz.Sıddîk'da (r.a) maârif-i ilâhiyye var idi. Gerçi ondan bir hârik-ı
âdet nesne sudur etmedi ve ma'rifetiyle şâirler üzerine tercih olundu. Kale
Teâlâ
JÂj
[Tâ hâ, 20/114] [De ki: Rabbim ilmimi arttır!] ya'nî burada matlûb olan
ilimden murâd, ilm-i ahkâm değildir, zîrâ müntehidir, belki ilm-i İlâhîdir ki
gayr-i müntehidir ve bir dahî insana her mevtinde yâr ve musâhib olan ilm-i
İlâhîdir ki ilm-i şer'î dünyâda kalır. Gerçi ol ilm ile ma'mûl olan sâlihâtm
sevâbı bâkî ve uhrevîdir.
Ve
bu ümmette kerâmât-ı kevniyyesi gâlib iki kimse gelmiştir ki biri; garbidir ki Şeyh
Ebû Medyen Mağribî'dir ve biri şarkîdir ki Şeyh Abdulkâdir [35b]
el-Cîlânîdir (k.s).
Ve
kerâmât-ı ilmiyyede gâlib olanların eşheri Hatmu'1-evliyâ ve ba'dehû
Sadruddin-i Konevî ve ba'dehû Şeyh Fazlî-i İlâhî'dir ki bu Fakir'in şeyhidir
(k.A.e). Zîrâ bu üçü ilm-i İlâhîde ism-i Mufassıla mazharlardır ki bunların
kalemlerinde olan tefâsîl-i bedîa, gayri kûmmel-i eviiyâda yoktur.
Ve'l-hâsıl
Habîb-i A'cemî dahî bu kerâmâtın ikisini dahî câmi' idi gerçi ehl-i kalem
değildi, velâkin kerâmât-ı kevniyyesi, ilmiyyesi üzerine râcih idi.
Pes
ilm-i İlâhî ve nefes-i Rahmânîyi Haşan Basrî'den ahzedip ihtisâs-ı İlâhî ile şeyhu's-silsile
ve reisü'ttâifeti's-sûfiyye oldu ve âfakta iştihâr-ı tâm buldu[94].
jj
JJIj » L-i aUI
(paâ
Tâî,
Tay kabilesine mensûbtur ki Hâtem-i Sahiyy-i meşhûrun kabilesidir ve
kabîle-i Hâtem'e intisâbiyle ona dahî sehâ ve cûd sâri olup tıraş olduğu
vakitte dünyâya adem-i i'tibardan berbere altın verirdi.
Ve
İmâm-ı Ebû Hanîfe [3 6a] ile 2 0 yıl kadar sohbet edip bu hâl
üzere gittikten sonra bâtınında dâiye ve cezbesi kuvvet bulmakla meclis-i
Habîb-i A'cemî'ye dâhil ve O'nun bey'at ve irâdet-kerdesi olup nefes-i nefisi
ahzetti. Ve tarîk-ı ricâlullâha sülük edip gitti. Ve vâris-i Habîb olup makam-1
irşâdda seccâde-i hilâfete oturdu. Esrârı çok ve garâibi hadden artık zâhiren
ve bâtmen sâdâttan kimsedir. Ki vasfdan ganî ve beyandan müstâğnîdir.
Hicret-i Nebeviyyenin 165 inde vedâ'-ı
âlem-i fânî kılmıştır.[95]
NAZM
İşidenler
sadâ-yı Dâvûdu Zikr
u teşbih ederdi ma'bûdu
Söz
ki ateş-misâl ola dilde
Cân
içinde yakar heman
udu
Gir
tarîk-ı Hakk'a ticâret kıl
Edesin
tâ ki özge bir sudu
Allah
Allah diyen değil mahrum
Eder
Allah ana dahî cûdu
Şâh
isen de Habîb'e hizmet et Çün bulursun Ayâz ü Mahmûdu
Hakkı
'ya Âdem olmayan âşık Kaldı gaflette âkıbet uyudu [36b]
ÂŞİYÂNE-İ
TARİKATIN KESÎRU'L-FERAHI EBU MAHFUZ MA'RÛF el-KERHÎ
Kerh
(hâ-i mu'cemeyle) Bağdat'ta bir mahallenin ismidir. Ma'rûf b. Fîrûz el-Kerhî
mevâlî-i Ali b. Mûsâ erRızâ'dan idi. Ya'nî Ma'rûf sabiyy-i nasrânî iken eimme-i
isnâ aşerden Ali Rızâ yedinde İslâm'a gelip ona hizmet ederdi. İbtidâ
tasavvufu ondan ahz etmiştir. Sonra Şeyh Dâvûd-ı Tâî meclis ve sohbetine
muttasıl olup riyâzât ve mücâhedât eyledi. Ve âhir nefes-i Hakk'a mazhar olup
nefh-i rûha kadir oldu.
İmam
Kuşeyrî ve
şâirler şehâdetleri ile meşâyîh-i kibârdan ma'dûddur. Ve Ehl-i Bağdat kabri ile
istişfâ edip Ma'rûf'un kabri tiryâk-ı mûcerrebtir derlerdi. Kerâmâtta ve
isnâd-ı ehâdîsde yed-i tûlâsı vardı.
Hicret-i
Nebeviyyenin 200 veyâ iki yüz birinde za-
mân-ı Me'mun'da intikâl eylemişlerdir.
Bir
gün Ma'rûf şakirdi Seriyyü's-Sakatî'ye Allah Teâlâ'dan hâcetin olduğu vakitte "Ya
Rab! Ma'rûf hürmetine hâcetimi kaza ve muradımı reva eyle, de!" diye
tavsiye eyledi. Ve Seriy dahî ol veçhile duâ edip [37a] mukdilmerâm
olurdu. Ve hâlâ halkın mektupları üzerinde yazdıkları bî-hürmet-i
Ma'rûfi'1-Kerhî oradan kalmışdır.
Ve
bir kârda filan sebebi ile veyâ bir duâda filan hürmeti için demek meşrû'dur.
Zîrâ Cenâb'ı Nübüvvet (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'den dahî sâdır olmuşdur.
Kemâ kale : crdîl-JI
.
jJI <iLU. Zîrâ
burada Hak hürmet mânâsınadır. Ve kemâ kale: jül (Ul JJI (Jl :jUa6ü
blU. 5^ jUI
fSıL’U"Siz yolunuzu sapıtmışlar değil miydiniz? Allah benimle sizi
hidâyete erdirdi. Ateş çukurunun kenarında değil miydiniz? Allah benimle
sizi kurtardı[96]."
Zîrâ burada
"bâ"lar sebebiyyedir.
Ba'de-zâ
suâl olunursa ki Ma'rûf zikrolunduğu üzere mevâlîdendir ki Ali Rızâ'nın kulu ve
Hz. Ali gibi (r.a) sabâvetinde iken dâhil-i dâire-i İslâm olmuştur. Pes bu
ma'nâ velâyetine mâni' değil midir?
Cevap
budur ki: Velâyete mâni' olan zinâdan tevellüd etmektir. Ve tarikatta i'tibar
nikâhadır. Yoksa nesebe ve hürrû'1-asl olmağa değildir. Zîrâ nesebin ekserî
câhiliyyete muttasıldır. Velâkin ehl-i câhiliyyetin nikâhları sahîhdir. Pes
Ma'rûf dahî nesebde Haşan Basrî ve Ebû Yezîd Bestâmî gibidir ki ebeveynin
nikâhları sahîhdir. Onun için mevâlîden oldukları velâyetlerine zarar
vermemiştir.
Ve demişlerdir ki Tavus
b. Keysan ehl-i Yemen'in ve Mekhûl [37b] ehl-i Şam'ın ve ehl-i Cezîre'nin
Meymun b. Mihrân ve ehl-i Harem'in Dahhâk b. Müzâhim ve ehl-i Basra'nın Haşan,
şeyhi idiler ki zamanlarında ilm ü dinde bunlara mûrâcaat olunurdu.
Maa-hâzâ cümlesi mevâlîden ya'nî abîd ve seby cinsindendir. Ve ba'zı rivâyette
İmâm Ebû Hanîfe'nin nesebine dahî bu meküle ubûdiyyet tedâhul etmiştir.
Ve'l-ilmu indellâhi Teâlâ. [Doğrusunu Allah bilir . ]
Elhâsıl
sıhhat-i velâyette sıhhat-i nikâh ve dîn lâzımdır ki; dîn velede ve sıhhat ve
nikâh vâlideyne dâir.dir. Ve İslâmî hâdis olmak ve hürrû'1-asl olmamak zarar
vermez. Ve illâ sahâbe dahî (r.a) medhûl olmak lâzım gelirdi. Zîrâ Bilâl
Habeşî ve Selmân-ı Fârisî ve Süheyb-i Rûmî ve niceler dahî seby ve abîd
cinsinden idi.
Ve
Bilâl seyyidü'1-ebrâr ve reîsü'1-müezzinîn ve hazîne-i dâr-ı nübüvvet
olup, Selmân dahî ol kadar teşrif zâyid buldu ki hakkında U* jU— [Selmân
bizden, ehl-i beyttendir.”] denildi. Ve tahâret-i bâtmesi sebebiyle âl-i
Resûl'den kılındı. İşte bu sırr-ı azimdir ki Kur'ân'da gelir:
[Ahzab,33/33][Ey
Ehl-i Beyt! Allah sizden sadece günâhı gidermek ve sizi tertemiz kılmak ister]
. Ve bu mekuleye haseben Hâşimî ve âl-i Resûl derler. Hasebi olmayıp neseb
da'vâsında olmak cünûndur. Ve bu mekre mübtelâ olmuş çok ehl-i [38a]
tefsîr ve hadîs ve ehl-i meşihat vardır. Velâkin ekâbir-i ricâle ittisâl
salâh-ı hâl ve sâlihât-ı a'mâlledir. Emâniyy-i fâriga ve âmâl-i mücerrede ile
değildir. Fe kün min ehli'l-ma'nâ lâ min ehli'd-da'vâ.[97]
[98] [Mânâ
ehli ol! dâvâ ehli değil.]
NAZM
Bûy-ı
güldür onu gayriden şeref-râz eyleyen
Sanma
kim rengi ruhudur ânı mümtâz eyleyen
Hûb
olan ârâyîş-i meşşâtâya kılmaz nazar
Nâz
ederse hüsn ucundan nâz eder nâz eyleyen
El
kanadiyle kişi uçmaz hevâ-yı Hû'ya hâ
Bâl
şevkiyle uçar Mevlâ'ya pervâz eyleyen
Her
nefes bir râhdır Hakka o yoldan kıl sülük
Gitmedi
çok merhale yer adımın az eyleyen
Hakkı'ya
ney-veş tutar sıyt-ı sadâsı âlemi
Çehresin
tâb-ı riyâzatla bugün sâz eyleyen
EVLİYANIN FITRATI ŞEYH
SERİYY-İ SAKATI
Kaddesallâhü sirrahû
Seriyy
(yâ'nın teşdîdi ile) sabiyy vezni üzerinedir. "Şerre seriyyi" derler,
makbûl ve mergûb sır ma'nâsına. Sakatîde yâ nisbet içindir. Sakat, rediyy-i
metâ', ya'nî meta'm sâkıtı ve alçağıdır.
Seriy
evâilinde Bağdat'ta dükkânda oturup hûrda-mürd nesneler [38b] bey'
ederdi, ve rahîs verirdi. Metâ'm alçağını satıp ucuz verdiği için sakata
nisbet edip dediler. Rûmda eskiciler çarşısı ve bit pazarı dedikleri gibi ki
oralarda metâ'm alçağı ve ucuzu satılır.
Mahkîdir
ki bir gün Seriy dükkânda otururken Ma'rûfi Kerhî bir yetimin elini tutup ve
Seriyy'e getirip "Şu yetimi giydir" dedi. Serî ol yetimi
giydirip Ma'rûf'dan duâ ricâ ettikde Ma'rûf dahî duâ eyleyip "Allah
Teâlâ dünyâyı kalbine düşman eylesin!" dedi. Pes bu nefes kalbi
Seriyy'e te'sîr edip gittikçe dünyâdan soğudu ve mâsivâyı kendine düşman
edindi. Zîrâ Ma'rûf'un dünyâyı tahsîs etdiği muazzam-ı hicâb olduğundandır. Ve
illâ murâdı cemi' -i mâsivâdır.
Nitekim
câl> U elVjJ [99] denildi.
Ya'nî 18 bin âlemi halk etmezdim demektir. Velâkin eflâk muazzam-ı ekvân
olmakla tahsîs-i bi'z-zikr olundu.
Ve
Seriy âhir Ma'rûf'a mûrîd olup tahsil-i hâl ve tekmil-i makam edip sâhib-i
nefes oldu. Ve şeyhi Ma'rûf yerine seccâde-i irşâdda kaldı. Ve sâlikler ondan
rüşd-i tâm buldular. Ve silsile-i tarikat onunla kuvvet buldu [39a]
. Ve zencir-i zer gibi evliyâ ona dizilip geldi.
Ve
Seriy Cüneyd-i Bağdâdî'nin dayısı ya'nî Cüneyd Seriy'nin kız kardeşi oğlu idi
ki İbnü'l-hâle, Seriy'nin anasının kız kardeşi oğludur derlerdi. Babasının
kardaşı oğluna ibnu'l-âmm dedikleri gibi.
İşte Seriy'nin aynası sebebi ile Ma'rûf
dahî zâhir ve meşhûd ve ma'rûf oldu. Onun için ekâmil-i nâs irşâd-ı nâsa
harisler ve halîfe nasbma mâyillerdir. Husûsan ki halîfeye şeyhin nefes-i
küllisi ve teveccüh-û âlîsi ola. Fefhem cidden[100].
[İyi anla!]
NAZM
Bakma zinhar evliyaya sakat
Yoktur onlarda vaz'-ı cây-ı nukat
Ger Seriyye denir ise Sakatı
Sakatî onda nisbet oldu fekat
İstikâmet gerekdir âdemde Ki
odur fi'l-hakîka hadd-i vasat
Halka-i
müfreğadır iş bu vücûd Yokdur dâiresinde hiç hat
Ger
bu sırr-ı Seriyy'i bilmezsen
Öğrenip
Hakkı'dan ve de! kat, kat
MÂİDE-İ
MÂ'RİFETİN LEZZETİ VE TADI
SEYYİDÜ'T-TÂİFE CÜNEYD-İ [39b] BAĞDADÎ
(Kaddesallâhü sırrahü'1-Latîf)
Şeyh
Cûneyd-i Bağdâdî olmakla vasf ettikleri Şeyh Cüneyd-i Erdebîlî 'den ihtiraz
içindir ki şâhân-ı acem bu Erdebîlî'nin silsilesindendir. Mezkûr Erdebîlî'nin
ol taraflarda bî-had etbâ'ı var idi. Ve sultân-ı vakt olayım diye 40 sene
ictihâd etti. Âhir murâdma zafer bulamayıp vâli-yi vilâyet-i Şirvan olan Sultan
Halil elinde kati olunup etbâ'ı perîşan kılındı.
Şeyh
Cüneyd-i Bağdâdî'nin aslı bilâd-ı Cebel'den "Nihâvent" dedikleri
şehirdendir. Kendi Bağdat'ta dünyâya gelmiş ve orada neşv ü nemâ bulmuşdur ki
nefes-i tarikat i dayısı Şeyh Seriyy-i Sakatî'den ahz etmiştir.
Ve
ol vakitte mezheb-i Sevrî şâyi' olmakla Cüneyd ol mezheb üzerine olup ol mezheb
üzerine fetvâ verirdi. Gerçi ehlullah ehâdiyyu't-tarîktir, fefhem [anla!]. Ve
ol fetvâ ile tesettür ederdi.
Ve
ol asırda Hallaç dahî gerçi ilm-i zâhirde kâmil idi. Velâkin galebe-i hâlle
kendini zabt edemeyip âhir da'vâsi sebebi ile ber-dâr oldu.
Ve
Cüneyd'in kenâr-ı Dicle'de Mescid-i Şûnîziyye nâm mescidde hücresi [40a]
vardı. Demişlerdir ki ol hücre ile'l-ân Şeyh Cüneyd'in nazarında mahfûzdur,
metrûk değildir. Ve Bistam'da Ebû Yezid'in savmaası olan beytu'lebrâr ve Tirmid'de
Hakîm Ebû Abdullah Muhammed b. Ali'nin ve Cebele'de imâreti İbni Edhem dahî
böyledir, diye ba'zı ekâbir-i meşâyih tasrîh etmişlerdir.
Ve
bu Hakîm Tirmîdî ki mûddeî ve muhakkiki temyiz için 157 suâl tahrîr edip
bilâ-cevâb alıkoymuştur. Ve O'-
nun muradı ne idiğini Şeyh-i Meşâyıhı'd-dünyâ Muhyiddîn-i Arâbî bilmiş ve Kitâb-ı Fütuhatta şerh eylemiştir.
Ve
Şeyh Cüneyd demiştir ki: li* Luaİ# Ya'nî
bir hakikate şer'den sened olmadıkça makbûl değildir. Onun için demişlerdir ki
«o-JI I-Aj ve te'vîle
dâir olan mahal erbabına ihâle olunmak gerektir. Zîrâ Kitâb ve sünnetten hâriç
nesne yoktur. Kale Teâlâ:
VJaI IJLl-U [Nahl, 16/43] [Eğer
bilmiyorsanız, bilenlere sorun]. Ve şol ki hakâik değil, belki hayâlât
mekülesidir, te'vîl etmeyip sâhibi üzerine tarh etmelidir.
Ve
Şeyh Cüneyd demişdir ki: "Her ne şey ki kalb-i inşânı Hakk'a
tahrik eyleye, mubahdır". Pes bu kelâm bir emr-i küllidir ki tahtından
cüz'iyyât-ı kesîresi vardır ki [40b] ârife hafî değildir.
Ve
Şeyh Ebû Süleyman Dârânî (k.s.) demiştir ki: "Bizim
hakâyıkımızda iki şâhid vardır ki, biri Kitâb ve biri Sünnettir". Ya'nî
bu iki nesne ol hakikatin hakkıyyetine şahâdet etmese da'vâ-yı mücerrede olup
mesmü' olmaz. Velâkin ba'zı zâhirî şer'den hâriç görünür nesneler vardır ki
bâtını insanı Hakk'a tahrik eder. Kavi-i Cüneyd üzerine mübah olmak lâzım
gelir. Velâkin inde'1-kümmel her mübah ma'mûlûn-bih değildir. Belki mübah
onlara göre mekr-i İlâhîdir. Ve burası mezâlik-ı akdâmdandır ki bir hoş fehm
etmelidir.
Elhâsıl
ekmel odur ki hâline gâlib ola, ve her mübah ile amel etmeye. Ve Cüneyd-i
Bağdâdî'nin hakkmdaki seyyidü't-tâifeti's-sûfiyye denilmiştir. Bu vasıf
onu şâir evsâfından muğnîdir.
Zîrâ
"seyyid" sevâddandır. Sevâd cemâat-ı kesîre demektir. Pes seyyid
mütevellî-i sevâd ve cemâat-ı kesîre demek olur.
Ve hadîste gelir: "Size
sevâd-ı a'zam gerekir[101]".
Ve demişlerdir ki; ve seyyidde şeref-i azîm olmakla "seyyidu'1-kavm"
denilir. Seyyidu's-sevb ve seyyidu'1-feres denilmez. Çünki seyyidü'1-kavm olan
kimsenin mühezzebü'n-nefs [41a] olmak şartındandır. Lâ-cerem
nefsinde fâzıl olanlara "seyyid" denildi .
Nitekim Hz. Yahyâ (a.s.)
hakkında gelir: [Âl-i İmran,3/39][Efendi ve iffetli].
Ve seyyidü' t-tâife
Cüneyd 297 târihinde vedâ'-ı âletti-i fâni kılmış ve hâristân-ı âlemden
bülbül-i cânı ravza-i cinân-ı azîm olmuştur[102].
âjl I-* İİmAA Jjllcl ^2jl J
»yla
C/jb U
NAZM
Çû
oldu şems-i hakikat Cüneyd-î Bağdadî O gün bugündür O'nun söylenir güzel adı
Nesîm-i
rahmet-i Hak esti gülşen-i diline
Bu
oldu neşv ü nemasına bâis ve bâdı
Bu
halka urve-i vüskâ olupdürür halka
Bu
halkadan geçer elbet cihâdı evtâdı
İlâhî
silsile-i ehl-i hakka bendeyle Ne yola gittiler ise kıl âna irşâdı
Târîk-i
hakta ta'bler çekip gider Hakkı Ererse menzil-i vasla ne var eyâ Hâdî
MEYDÂN-1
MAHABBETİN ERİ ŞEYH MİMŞÂD-I DİNEVERÎ [41b]
Mimşâd
(kesr-i mimle) esmâ-i a'cemiyyedendir, nitekim nisbeti dahî ona dâldir. Zîrâ
lügat-i arabiyyede "meşd" yoktur ve Dînever (dâl-i mühmelenin
kesri ve nûn ve vavm fethalariyle) acemde bilâd-ı cebelden bir beldenin
ismidir ki nazargâh-i Hak olmuştur.
Şol ma'nâdan ki oradan
ulemâ-i zâhir ve urefâ-i bâtından halk-ı kesîr zuhûr etmiş ve çemen-zârı
isti'dâdında çok kâbiliyyetli sebze-i ter bitmiştir ki ez-cûmle Mimşâd'dır ki
Cûneyd'den ahz-ı feyz eylemiş ve nefes alıp hırka-i tarîkati telebbüs kılmıştır
ve Cüneyd'in yedinden gerçi cur'a nûş-ı feyz olanlar bisyâr ve terbiye-i
kemâlresânmdan kamet-i tûbâ bulanlar bî-şümârdır, velâkin Mimşâd'm isti'dâdı
vasatu'd-dâirede nokta varolmağa mûsted'î olup zencîr-i zer-i tarîkatte halka-i
mustakılle-i kaviyye olduğu rahmet-i hassa-i İlâhiyyeden ma'dûddur. Kale Teâlâ: (3x1
JJI [En'am, 6/124] [Allah, peygamberliğini kime vereceğini daha iyi
bilir.] J
jLiuj •t» [Kasas, 28/68] [Rabbin,
dilediğini yaratır ve seçer.] s
Uu [Âl-i İmran,3/74] [Rahmetini
dilediğine ayırır.]
(J 4—ij (jlâ
Yİ JjûJI u-Jj .^1 oüi İ4xU [Kim nefsinde hayır
bulursa Allah'a hamdetsin, kim de bundan başkasını bulursa kendinden başkasını
kınamasın. Ya'nî nefsi bunu elde etmedi. Yaratılışı bu hayrı ortaya çıkardı.
Fiil ancak kuvve hâlinde olandan meydana gelir.] Fe'fhem zâlik" [Bunu
anla!] [42a] .
99.
Geniş bilgi içinbkz. Sefine, II, vr.252;
Tabakâtü'1-Evliyâ, s.288-289; Câmiu Kerâmâti*1-Evl£yâ, 11/493; Sıfatü's-Safve,
IV/78; Hilyetü'1-Evliyâ, X/353; Nefahâtü'1-Üna, s.144; Tezkîretü'1-Evliyâ,
s.620-623; Tabakâtü's-Sûfiyye, s.216-218; Tabakâtü'1-Kübrâ, 1/87 Lemezât, vr.
117a-120b; Risâle-i Kuşeyrî, s. 157.
NAZM
Oldu
çün bend-i gayrden âzâd Şâd-kâm oldu
hâtır-ı Mimşâd
Nice
ma'mür kıldı şehr-i dili
Oldu feyz-i Cüneydi-i Bağdâd
Bula görsün bir özge mi 'mârı
Her kim oldu ise harâb-âbad
Kâmilin
tut elin kıyam eyle
Etmeden
dehr hâkini berbâd
Kevser-i ma'rifetle çeşmedürür
Dil-i pür-feyz pâk-i hâs-ı ibâd
Leblerin tut o çeşme-i feyze
Bulasın ağzın içre tâ kim dad
Hakkı
âb-ı hayâtı içtin kim
Feyz-i Hakkıyle pür durur bu
sevâd
KEMÂL-İ MÂ'RİFETİN BEHREVERİ
ŞEYH
MUHAMMED DÎNEVERÎ
Kuddıse
sirruhu
Bu dahî âteş-i Mimşâd-ı Dîneverî'den ahz-ı
kabs edip çerâğ-ı tarikatı uyandırmış [42b] . Ve kânûn-i aşk u muhabbeti
yandırmış bir erdir. Bu cihetten bi-hasebi'1-kâbiliyye silsiletü'z-zehebe
sülükte altın gibi azîz olmuş ve tarh-ı iksîr-i hakikatle başka hâssa
bulmuştur. Aslı budur ki, çünki Mimşâd pây-ı kemâlle Dînever'e bastı ve
gerden-i nefs-i emmâreyi kesti ve kılıcını fi'l-mesel arşa astı.
Lâ-cerem
ayağı bastığı toprak zâyi' olmayıp Allah Teâlâ ol hâkden Âdem-i hakîkî olan
Şeyh Muhammed'i halk eyledi. Ve pâdişâh geçtiği yer belli oldu. Ve bu mahal bir
sırr-ı İlâhîdir ki erbâbı bilir.
Tefekkür
eyle! Ebu'l-beşer Âdem'in (a.s) vaz'-ı kadem ettiği mevziin cümlesi şehristân
oldu. Ve Cenâb-ı Nübüv-vet ve Risâlet'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
mevâtıy-i akdâmı çemen zâr ve şükûfezar olurdu. Zîrâ hayât-ı zâtiyeden zât-ı
kerîmine hayât aks etmiş idi. Bu meküle hayâtın ise şânı ihyâ ey-1emektir.
Nitekim
Hızır'ın (a.s.) oturduğu yer ne kadar yâbis olsa fi'l-hâl yeşillenirdi. Ve
Cibril'in râkib olduğu dâbbe feresü'1-hayât olmakla bastığı yerde giyâh-ı sebz
zuhûr ederdi.
Sâmirî
feres-i
Cibril'de bu sûreti müşâhede edince eserinden bir kabza türâb ahz edip izâbe
ettiği cevher [43a] gûsâle peykere tarh edince huvâr hâsıl olup nitekim
kıssası sûre-i Tâhâ'dadır.
Ve Yahyâ (a. s) istişhâd olundukda
kuvvet-i hayâtında demi galeyân edip üzerine 70 bin âdem zebh olunmadıkça sâkin
olmadı. İşte kâmillerin vâsıl olduğu hayât bu meküle hayât-ı İlâhiyyedir.
Yoksa hayât-ı kevniyye değil[103].
NAZM
Her
kimin zâtında var sırr-ı hayât Cümle-i ahvâli olur tayyibât
Nefh-i
Cibril erdi çünki Meryem'e
Doğdu İsâ'dan bu denli beyyinât
Ger
nefes aldınsa kâmilden bugün Tâze bittin bu nefesden çün nebat
Tûtî-i
ruha kafes olup bu hâk Verirdiler ona gıdâ kand ü nebât
Sûret-i âlem kamu telvîn ise
Ârife temkinden be sdir sebat
Ger
fenâ ve ger bekadır hâl-i dil Yokdur âlemde beka için berât
Menzile erdi bu denli reh-revân
Durma sende sâlik isen adım at
Evvel ü âhir çû yârın Hakdürür
Hakkı'yâ ağyâra etme il tifât [43b]
ŞARÂB-I AŞKDAN BULAN
SEKRİ ŞEYH MUHAMMED BEKRİ
Kuddise sirruhû
Bekrî
(bâ-i muvahhedenin fethiyle) zâhir olan budur ki Ebû Bekir Sıddîk'a (r.a)
mensûbtur. Ve ba'zıları Diyâr-ı Bekr'edir dediler. Velâkin mürekkebi
nisbetinde ihtilâf vardır. Bu sûrette def'-i iştibâh için Diyâr-ı Bekrî demeli
idi. Velâkin bu ibâret hiç bir silsilede vâki' olmamıştır .
Diyâr-ı
Bekir bilâd-ı Bekir demektir ki Bekir burada cedd-i kabiledir. Ve ondan teşa'ub
eden evlâdın bilâdma, Diyarbekir demişlerdir ki ibtidâsı Bahr-ı Hürmüz'den
Irâk-ı Arab'a ve Ermeni ve Azerbeycan ve Şehrezor ve Erbil ve Musul ve Âmid ve
Sivas ve Mar'aş ve Adana ve Haleb ve Kayseri ve arz-ı Şâm'a dekdir.
Ve
bu şehirlerin ehâlîsi ekrâddır ki tavâif-i muhtelifedir ki kendi lisanlarından
mâadâ Arabî ve Türkî dahî tekellüm ederler.
Pes
bu takrirden fehm olundu ki burada diyâr, dârın cem'i olup hâne ma'nâsma
değildir. Zîrâ menzile "dâr" dedikleri iki ma'nâ içindir. Biri budur
ki duvarla idâre olunur. Ve biri dahî tasarrufât-ı beyt için, içinde devr
olunur [44a] . Ya'nî sâhibi mesâlihi için sağa ve sola döner. Ve
bilâd dahî böyledir ki onda devr ve tasarruf vâ
ki' olur. Kale Teâlâ: Ijjtf oeâJI *-♦& [Âl-i İmran, 3/196] [İnkârcılarm
diyar diyar dolaşması, sakın seni aldatmasın] .
Ve
dâr ile kabile dahî murâd olunur. Dâr-ı beniyyu'n-neccâr ve dâr-i beni'l-eşhel
gibi ve dâru'l-ensâr kabâil-i ensârdır.
Elhâsıl
Şeyh Muhammed, mezkûr Şeyh Muhammed Dîneverî'ye mubâyaa edip nefs ve tabîatini
bey' ve kalb ve rûhunu iştirâ' edip ticâret-i râbiha-i uhreviyye etmekle
şeref-râz ve akrânından mümtâz olmuş ve silsile-i tarikate nefes-i rahmâni-yi
külli yüzünden duhûl bulmuştur.
Kani böyle âşık ki sohbet-i yâr için terk-i
diyâr ede, kat'-i bevâdî ve mufâviz edip ûftân ü hîzân dost deyip gide. Gel
imdi böyle nefesten hissedâr ol ve hırka-i tecerrüd telebbüs edip sultanlığı
dervişlikte bul. Vallâhu'l-muîn ve hüve kaviyyü'1-metîn[104].
[Allah muin ve kaviyyü' 1-metindir. ]
MÜNSÎ-İ
ZİKRİ'S-SELEFİ'L-MÂZÎ VASIYYÜDDÎN el-KADI Kuddise sirruhû [44b]
Vasıyyûddin
bi-tarîkı't-tefe'ul ism-i kevnîdir ki emr-i din ona tavsiye olunmuş ve hıfz u
himâye ve tedbîri ona müfevvaz kılınmış demektir. Ve ba'zı tefe'ul vardır ki
onun nice hakâikı zuhûr edip vâki'a mutâbık gelir.
Şeyh
mezbûr hâli gibi ki hâmil-i emânet-i kübrâ olup Şeyh Muhammed mezkûrun vasıysi
ve kûmâşte-i esrârı olmuş ve onun yedinden tâc u hırka-i tarikat telebbüs edip âhir
saltanat-ı ma'neviyye pâyesini bulmuştur.
Evâil hâlinde Kâdî iken
cezbe-i ilâhiyye zuhûru ile kazâ ve kader onu semt-i tecride cezb ve JV
1^;"; [Zâriyât, 51/50][Allah'a kaçın] mûcibince kazadan kâdı-i
Hakk'a firâr etti. Nitekim niceler tâc u taht u menâsıbı terk edip derviş
oldular. Ve mansıb-ı izzet ve rif'ati dervişlikte buldular.
Zîrâ
kâdî ve müftî ve müderris ve belki sultan tarîk-ı tecride duhûl edip derviş
olurlar. Fe-emmâ derviş olan bu mekûle menâsıbdan bir nesne kabûl etmez. Zîrâ
mansıb hâli, ehl-i örfündür.
Bu
cihettendir ki şeyhim Seyyidü'l Aktâb (k.s) eyyâm ı hayâtında bu Fakîr'e
Diyâr-ı Rûmiyye'den Üsküb'de sâkin iken fetvâ arz olundukta Şeyh âlî-meşreb
şeyhler, müftî olmazlar diye red edip bu Fakîr'e tahrîr ettikleri [45a]
nâmenin ünvânmda bu ibârete tahrîr buyurmuşlardır ki
[Sizi takva
hizmeti için seçip fetvâ çalışmasından, helâkten, zarar ve şerden korumak için
alıkoyan, kurtuluşa, hayır ve faydaya cezbeden Allah'ın ismi ile. Bu arapça
arîz bir mektuptur[105]. ]
NAZM
Şâh-ı
âlemsin sana besdir bu iklim-i vücûd
Özge
Âdemsin kamu âlem sana eyler sücûd
Verdi
hep perverdigârâ kabz u bas t âlemi
Var
iken Mevlâ-yı mutlak abdde neyler kuyûd
Hâb-ı
gaflet nice bir nergis gibi bu bâğda
Gül
cemâlin ide gör gülzâr-ı âlemde şuhûd
Halka-i
tecride gir terk-i alâik eyleyip
Kim
bu halka oldu çeşm-i çeşme-i ihsân vücûd
Ahker-i
aşkı yakıb şol micmer-i dilde dine
Hakkı'yâ
verdin meşâmm-ı câna özge bû-yı ûd
HUR-I
MAKSURAT -I HAKÂİKIN BEKRİ ŞEYH ÖMER BEKRİ
Bu
nisbet dahî evvelki gibi Hz. Ebî Bekre'dir (r.a) . Ve vech-i [45b]
sânî dahî caizdir. Gerçi mercûhdur. Ma'lûm ola ki ubûdiyyet ve ma'rifet
Sıddîk'a mensûbdur. Ve bu nisbetin ma'nâsı budur ki bu iki ma'nâ Ebû Bekir'de
kemâl üzerine idi. Ki matmah-ı nazar bu iki nesnedir Hattâ Şeyh-i Ekber
(k.s.a) Hazretleri Kitâb-ı Fütuhatta.; evliya-i zamâne, beni,
sen ma'rifet ve ubûdiyyette kadem-i Sıddîk üzerinesin diye şehâdetleri ile
iftihâr etmiştir.
Fi'l-hakîka
bu meşrebden zâik olan veli kâmil belki ekmeldir. Zîrâ ma'rifetullâh
a'zamü'1-fezâildir. Ve ubû-diyyet ilhâddan müncîdir. Pes her ârifin ubûdiyyeti
ma'-rifetine göredir, fahfezhu.
Elhâsıl
Şeyh Ömer'in bağ-ı istidâdma dahî nesîm-i nefes-i Vasıyyüddîn el-Kâdî hübûb
edip derûnunda gül-teri ma'rifet şükûfde olup gülzâr-ı âleme gelip bülbül olduğuna
değdi. Ve âhir Vasıyyüddîn'in vasîsi olup zimâm-ı tarikat onun yedine teslim
olundu. Ve irşâd-ı nâs ona müfevvâz kılındı. Bunun dahî terbiyesi,
Diyârbekir'dedir[106] .
NAZM
Şecer-i rahmet olup Şeyh Ömer
Verdi bâğ-ı amele özge semer
Ol
kadar terbiyyeden buldu kemâl Gûher oldu nefesinden mermer [46a]
ŞEYH
EBU'N-NECÎB ABDULKAHİR es-SÜHREVERDÎ(K.S)
Sühreverd
(damm-ı sin ve sükûn-ı hâ ve feth-i râ ve vav'la) Irâk-ı acemden "Zencan"
dedikleri yerde bir kasabadır. Ma'lûm ola ki Sühreverdî üç kimsedir ki biri
Şihâbüddîn Ömer Şühreverdi'dir ki "Avârifü'1-maârîf" sâhibidir.
Ve
biri dahî: Şihâbüddîn Yahya el-Maktûl'dür ki "hifanetü'
1-işrâk" sâhibidir. Ve ittifâk-ı ulemâ onun üzerinedir ki hikmet-i
bahsiyye ve zevkiyyeyi cem' etmiş ancak Şihâbüddîn el-Maktûl'dür ki ulemâ-i
Haleb onun ilhâdına zâhip olup Sultana siâyetle kati ettirdiler. Ve
ba'de'l-katl onun kellesi söylemiştir diye mervîdir. Ve ba'zıları dediler ki
Şeyhin kendi iltimâs ve ihtiyârı ile bir hücrede habs ve deri duvâr olunup ol
veçhile bâb-ı dîdâr açılmış ve dünyâdan ukbâya ve belki Mevlâya göçmüştür .
Ve biri dahî: Ebu'n-Necîb Ziyâeddîn
Abdulkâhir elBekrî'dir ki Sâhibu'1-Avârif'in ammi ve Ebû Bekir
evlâdındandır. Ve sâhibu'1-Avârif [46b] ondan ve Şeyh Abdulkâdir
Cîlânî'den ahz-ı tasavvuf edip Irâk-ı Arab, ya'nî Bağdat'da meşhûr olanların
âhiridir. Burada silsile bendi tarikat olan Ebu'n-Necîb'tir ki Şeyh Ömer
Bekrî'den ahz-ı nefes etmiş ve seccâde-i irşâda oturmuş ve selef yoluna
Bağdat'ta 563 senesinde intikal eylemiştir.[107]
NAZM
Kime isterse Hazret-i Bârı Hami ider bu
tarîkatte bârı Cem'olup bir yere kamu
esrar Bu'n-Necîb oldu onun enbârı
BOSTAN-I KERAMETİN
ABHERİ KUTBUDDİN el-EBHERÎ
Ebher,
Ca'fer vezni üzere âb-herden ta'rîb olunmuştur ki; değirmen suyu demektir.
Ebher cinân-ı dünyâdan ma'dûd olan Kazvin ile Zencan arasında bir
şehirdir ve nevâhî-i İsfehan'da dahî bir kasabadır.
Kutbuddin
mezkûr ki zübde-i hukemâ-i ilâhiyye-i zevkıyye ve Esîruddin mufaddal ki
mantıkta "sâhib-i îsâgoci" dir. Ve umdetü' 1-hukemai'
1-bahsiyye' 1-cedeliyyedir ki ikisi dahî şehr-i Ebherdendir.
Nazar
eyle ki bir şecereden iki smv gibi nemâ [47a] bulmuşlar ve her biri
bir cânibe meyi eylemişlerdir. Biri zâhir-i dînin kutbu ve biri dahî bâtın
ehlinin kutbudur ve Kutbuddin, Ebû'n-necîb terbiyesi ile eser-i necâbet bulduğu
selâsilde ondan sonra resmolunduğundan zâhirdir.
Ve silsile-i Kutbuddin'in bir halkası dahî
ba'zı vesâit ile Şems-i Tebrîzî ve Mevlânâ Hudâvendigâr'a muttasıl
olur. Zihî er ki her cânibde mertliği zuhûr etmiş ve meydân-ı ma'rifette çevgân
tutmuştur[108].
NAZM
Eğerçi
döndürür kutb üstüne Hak cümle eflâkî Medâr-ı kutb-ı eflâk oldu ammâ Âdem-i
bâkî
Neden şol dür re-i beyzâ olur
yâkute-i hamrâ Ne ma'nâdan dü renk etdi Hudâ ol cevher-i pâkî
Aceb nefes ve aceb rüh ve aceb
sırr-ı İlâhîdir Ki bir ejderden olmaz zerre denli kimsenin pâki
Neden
verdi dehân-ı halka lezzet güfte-i Hakkı İderken mâsivâ-yı Hak'dan ol bîçâre
imsâki
KALB-I ZER-İ İBRÎZ EDEN NUHÂSI
ŞEYH RÜKNEDDÎN MUHAMMED en-NAHHÂSÎ
Nahhâs
(nün'un fethi ve hâ-i mühmelenin teşdidi ile) şeddâd vezni üzerine bakırcı ve
bakır [47b] bey' edici ma'nâsma, Şeyh Mezbûr'a nuhhâs denilmeyip
nuhhâsa nisbet olunduğu delâlet eder ki nuhhâslık kendi kârı değildi. Nitekim
ba'zı ulemâ ve meşâyıh evâil-i halde ashâb-ı hıref ve sânâyi'den idiler. Belki
ba'zı münâsebetle Şeyhin lakabı olmuştur. Ve ba'zılar ki nuhhâsî yerine gayrı
nisbet yazarlar. Velâkin tavâmir-i musahhahada müsbet olana muhâliftir.
Mezkûr Rükneddîn, tarikatı Kutbuddin
el-Ebherî'den görmüş ve dâire-i melekûta onun şevki ile girmiş. Ve âhir
merkez-vâr olup durmuş ve nokta gibi vasata oturmuştur[109].
Nefeane'llâhu Teâlâ bi-berekâtihi [Allâhü Teâlâ bizi onun bereketleriyle
faydalandırsın!].
CÂME-İ
MÂ'RİFETİN SÂHİB-İ TATRÎZÎ ŞEYH ŞİHÂBUDDÎN MUHAMMED et-TEBRÎZÎ (K.S)
Âzerbeycân
ki verâ-i Irâk'da iklim-i ma'rûfdur. Tibrîz (te'nin kesri ile) ekber-i
müdûnüdür. Ya'nî ol iklimin müştemil olduğu şehirlerin a'zamı Tibrîz'dir ki
şeyh Şihâbuddîn Muhammed orada âlem-i şuhûdu teşrif etmiş ve sahâ-i ayn-ı
hâriciye konup âhir göçüp [48a] gitmiştir.
Tarîkati, mezkûre Rükneddîn'den
ahz eyleyip vasl-ı Hudâ'ya yol bulmuş ve âhir seccâde-i irşâdda halîfe-i a'zam
olmuştur. Zîrâ silsilenin evveli ona muntakıl ve âhiri dahî ona muttasıldır[110]. Fa'lem
zâlik [Bunu bil!].
NAZM
Re cm-i şeytân etti Şeyh Şihâb
Âteşi gitti kaldı safî âb
Kim ki
bu nârı etmedi itfâ
Dûzah-i
bu'de girdi çekti azâb
Bu
anâsır belâdır insana
Bu
belâdan çeker çekerse ıkâb
Geldi
a'râfa ehl-i berzâh hep Ne cehennem ne hod ikâb u sevâb
Sun
İlâhî! şarâb-ı ma'rifetin
Yandık
ateşlere misâl-i kebâb
Sanadır
ilticâmız ey Mevlâ!
Eylegil
kularma fethu'l-bâb
Kılma
senden bu Hakkı 'yı mahcûb İzzetin hakkı eyle ref'i hicâb
FELEK-İ
ESRARIN EBR-İ NEMRÎZİ
CEMÂLÜDDÎN et-TEBRÎZÎ (K.S) [48b]
Bu Şeyh-i ma'rifet-nihâd ve sâhib-i irşâd
dahî, Tibrîz'de mâder-zâd olup, Şeyh Şihâb Muhammed sâbıkdan sülük eyleyip
esrâr-ı sâbıka ve lâhika defter-i kalbine kaydolmuş ve hilâfet-i uzmâ ile
şâirlerden imtiyâz bulmuşdur. Onun için külliyât-ı silsileden ma'dûd bir
halka-i zerrîn ve vücûd-ı bihbûddur ki, fi'l-hakîka dîn hüsn ü cemâli ve ziyâde
ârayiş ve kemâli onda nümâyân olmuş ve çehre-i hâlinde eseri "hâil"
gibi kalmıştır. Nitekim basireti olanlara ayândır[111].
Var mıdır
bu cihanda âyâ Eylemiş böyle bir çerâğı ihya
Çünki
oldu Cenâb-ı şeyh Şihâb
Dilleri
yakdı şule-i Vehhâbı
Uyanıp
geldi, güldü rûy-ı cemâl
Gül
gibi tâzelendi bâğ-ı kemâl
Nefes-i
Âdem'i alıp âhû
Miskle
tutdu âlemi yâ hû
Nola
söylerse sırr-ı mutlakdan Aldı Hakkı dahî nefes Hak'dan
GÜLŞEN-İ
ZÜHD Ü TAKVANIN BÜLBÜL-İ NÂLÂNI ŞEYH İBRAHİM ez-ZÂHİD el-GÎLÂNÎ [49a]
(Kuddise sırruhu's-seriyyi's-sârî)
Gîlan
(kâf-ı
aceminin kesri ile) acemde verâ-i Taberistan'da bir iklimdir. Ta'rîb edip Cilan
derler. Gûnâhda cünâh dedikleri gibi.
Nitekim
ba'zıları zâhib olmuşlardır: Zühd; imsâki mübah olup elde bulunan
nesneyi terktir. Pes ma'dûmu ve imsâki mübah olmayan nesneyi terk etmek zühdden
addolunmaz . Burada zühd ile murâd zühd-i hakîkîdir ki terk-i mâsivâdır. Gerçi
zühd-i şer'î dahî onda dâhildir. Velâkin havâss-ı evliyâdan ba'zıları tesettür
için tecemmül ihtiyâr edip suret-i dünyâ ile zâhir olmuşlardır. Pes bu
mekülelerde tecemmül-i sûrî zühd-i hakîkîyi münâfî değildir. Zîrâ maksûd terk-i
taallukâttır. Yoksa terk-i suver-i taallukât değildir.
Demişlerdir
ki: Zâhid-i Gîlânî'ye gelince usûl-i esmâ üzerine sülük yok idi. Sonra
O'nun eyyâmında esmâdan usûl olan seb'a ve isnâ aşeri intihâb edip onun üzerine
tedriçle ihsâ ettiler. Ve halvet çıkardılar, (hâ-i mu'ceme ile) ve âhir celvete
erdiler. İşte bu ma'nâdan Zâhid mezkûr halvetin nokta-i fevkâniyyesini tahtına
tenzîl edip celvet eyledi, (cim ile) ve nisbet-i celvetiyye ibtidâ O'ndan
kalıp "Reîsü't-tâifeti'1-celvetiyye" oldu. Mukaddem bu i'tibâr
[49b] yok idi.
Gerçi
celvet (cim ile) halvetden evlâdır derler. Vech-i evleviyyet budur ki; halvet
(hâ ile) "makam-ı ev ednâ"dır ki mahall-i cem'dir. Ona dâire-i
sâniye derler Zîrâ dâire-i ûlâ "makam-ı kâbe kavseyn"dir ki
makam-ı sıfâttır.
Ve
sâlik hîn-i urûcda kavseynin hatt-ı mütevehhimi olan makam-ı kurbu gûzer edip
kendi aynı, ayn-ı Hak'da bi'l-külliye fenâ buldu, ki ikisi bir olur demek değildir.
Zîrâ hâdis ile kadîm imtizâc etmek muhâldir. Belki vücûd-ı kevnî taayyûnâtından
fenâ bulup, vücûdu vâcib-i aslî üzerine zuhûr eder demektir. İşte "Hak'la
birliğe bitti" dedikleri budur ki bu sözle ehl-i fehme ilhâd yoktur.
Ve
ba'zıları burada ya'nî mertebe-i fenâ-i küllî olan "ev ednâ"da kalmışlardır
ki mertebe-i zâttır. Ve tenezzülü ihtiyâr etmemişlerdir. Ebû Yezid Bestâmî ve
emsâli gibi. Zîrâ bî-gâile mertebedir ki sâhibinin kendi zevkine dâirdir.
Ve
makâm-ı celvet (cim ile) nüzûl i'tibâri ile "makâm-ı kâbe kavseyn"dir
ki makam-1 sıfât ve farkdır. Ve sâlik bu makamda hey'et-i Hak üzerine celâ
ve zuhûr bulup makam-1 zât'da üryan oldukdan sonra burada libâs-ı esmâ-i
ilâhiyye ile telebbüs eder. Bu ise makam-ı tebliğdir ki makâm-ı enbiyâ ve
kümmel-i evliyâdır. Ve ziyâde suûbetinden [50a] p »UjSjl (»j * LûStl Jil [Belaların
en şiddetlisi enbiyaya sonra evliyaya sonra mertebe mertebe
diğerlerine[112]]
denildi.
Ve yine hadîste gelir sP-5’
Cuijl
L» [Hiç bir nebiye bana edildiği kadar eziyet edilmedi[113]] . Pes ibtilâda enbiyâya
muvâfakat ve tebliğde onlarla iştirak kendi zevkine meşgul olanların hâlinden
evlâ oldu. Bu cihettendir ki bu ümmette ruhbâniyyetten nehyolundu.
Elhâsıl
eğer bir sâlik halvetde kalırsa nisbeti celvetî olsa (cim ile) dahî
halvetidir. Ve eğer oradan hurûc edip meşhed-i sıfâta nüzûl ve duhûl ederse
celvetî olur (cim ile), gerekse nisbeti halveti olsun. Pes celvete (cim ile)
tarîk-ı halvetden gayri yol yoktur.
Ve
halvet fenâdır ki Lâ ilâhe illellah ona nâzındır. Ve celvet (cim ile)
bekadır ki Muhamnedun Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ona
dâirdir. Ve bu bakaya bakâ-i resm derler ki abdin hakkıyle bakası resminin
bakası iledir ki abdin bu makamda hem kendine ve hem Hakk'a şuûr ve ma'rifeti
vardır. Makam-ı fenâda ise kendi nefsine şuûru yoktur. Çünki iki ilm bir
ilimden hayırlıdır ki farkları örf-i ilm farklarıdır. Lâ-cerem bâkî fâniden
efdal geldi. Zîrâ hayr-ı müteaddîsi vardır.
Ey
mü'min! bu icmâli bildinse turuk-ı Hak'da olan tefâvütü ve ahvâl-i süllâki fark
eyledin. Ve bundan Zâhid-i Gîlânî'nin şeref-i [50b] azîmi zuhûr
etti. Zîrâ tarîk-ı sahâbede olduğu ma'lûm oldu ki tevhîd ve mücâhede ve zühd ve
takvâ-yı hakîkîdir.
Ve
biri dahî budur ki nokta ile iki mertebeye işâret eyledi. Ve hâ'nın cîm'e
avdetini beyân kıldı. Zîrâ hâ muahhardır cim'den. Nitekim halveti dâhî
muahhardır celvetîden . Ve hâ'nın rucûu cim'e olduğu gibi, halvetinin rucû'u
dahî celvetîyedir. Zîrâ celvet, nihâyet-i merâtibtir. Nitekim bâlâda takrir
olundu. Fe-emmâ celvetî (cim ile) halvete rucû' etmez. Zîrâ halvetten çıkana
bir dahî halvet olmaz. Meğer ki i'tibarla ola.
Nitekim
Fahr-i Âlem (salla’llâhü aleyhi ve sellem) kable'n-nübüvve gâr-ı Hirâ'da
halvette idi. Sonra makâm-ı nübüvvette, celvette oldu. Tâ ki nihâyeti tebliğ ve
gâyeti da'vet oldu. Ve ol
vakitte, Sûre-i Nasr nüzûl edip ’b [Nasr, 110/3] denildi. Ya'nî min-ba'd, kendini
ke'l-evvel gafr ve setr eyle! ki tafsilin tamam olup dâire-i icmâle duhûlün
karîb oldu ki, ol ma'nâ mevt-i tabiî ile hâsıl olur. Fe'fhem cidden [İyi
anla!].
Ve
bundan celvet ehline
"Biz
sonradan gelen öncüleriz[114]"
sırrı
zuhûr eyledi. Zîrâ cim mukaddem hâ muahhardır. Sûret bulup hâ dahî cim'e rucû'
ettiği gibi akl-ı evvel dahî elif-i Ahmed'den ve mîm-i Muhammed'e (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) nüzûl [51a] eyledi. Maa-hâzâ elif dahî bu mimdir
ki "em" Âdem'dir ki çâr sıfâtla sûret-i Muhammed'de zuhûr edip âhir
Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) kendi sûret-i asliyyesine rucû'
etmiştir.
Pes
Âdem' in takaddümü Muhammed' in takaddümünü münâf î olmadı. Ve halvetinin hâ
ile takaddümü dahî böyledir. Zîrâ tevhîd esmâdan mukaddemdir. Onun için
Lâilâhe İllallah "ünvânü' 1-esmâ ve efdalü'l-ezkâr[115]"dır.
Elhâsıl bu sırr-ı bedî' üzerinedir ki
kurûn-i muahharda gelip meşreb-i sahâbe üzerine olanlar mukaddem gelip bu
meşreb üzerine olmayanlardan mukaddem i'tibar olunur. Onun için nice kurûn-i
âhire ehli vardır ki idâd-ı sahâbeden yazılır. Meşrebinin hükmü ve mûşâhede-i
Cenâb-ı Nübüvvet üzere. Gerçi bu makamın münkiri çokdur. Velâkin bizim
kelâmımızın yüzü onlara değildir.[116]
NAZM
Surette halk oldum velî
Ben celvetîyim celvetî [51b]
ŞEYH SAFİYÜDDÎN
el-ERDEBÎLÎ (K.S.)
Erdübil
(feth-i
hemze ve damm-ı dâl ile) Âzerbeycân' ın ekber müdünü ve a'zam-ı bilâdıdır.
Mezkûr Şeyh Ebû İshâk Safiyuddîn, Zâhid-i Gîlânî yedinden şarâb-ı hâl içmiş ve
âhir kendinden ve cemî'-i mâsivâdan geçmiş ve âhir Erdebil'de 735 senesinde
dünyâdan göçmüştür. Zamânının gavsı olmak menkûldür.
01
asırda Pâdişâhân-ı [52a] Moğol ona ziyâde mu'tekıd idiler. Kelimât-ı
âliyesi vardır ki bir kitabtır. Şeyh mezkûr bir gece vâkıasmda gördü ki:
batmada kelb piçeleri hürûr ve sıyâh ederler, uyanıp ağladı. Ve "benim
zahrımdan mülûk-ü benî Ümeyye gibi nâ-halef kimseler gelseler gerektir", dedi.
Ve âhir kızıl baş tâifesi onun silsilesinden geldi.
Şâh
İsmâil ve
Şah Tahmasb ve Şâh Abbas gibi ki bunlar ve bunlardan teşa'ub
edenler ne din üzere oldukları ma'lûm-ı âlemiyândır. Velâkin bu ma'nâdan Şeyhin
kemâline noksan gelmez. Zîrâ enbiyâda dahî (a.s) vâki' olmuştur. Nitekim sulb-i
Âdem'den Kâbîl ve sulb-i Nûh'dan Ken'an geldi. Ve sulbü oğlu
olduğu sûrette. Zîrâ ba'zıları Ken'an Nûh'un üvey oğlu idi demişlerdir. Nitekim
mahallinde mübeyyendir. Ve sırrı budur ki Cemâl-i İlâhî celâli mutazammmdır.
Bu
cihetten hiç bir mazhar-ı Cemâl ve Celâl yoktur ki cemâlinde celâl ve celâlinde
cemâl olmaya. Pes mü'mi-
nin cemâli bi'l-fiil ve celâli bi'l-kuwedir. Ve kâfirin aksi üzerinedir ki
celâli bi'l-fiil ve cemâli bi'l-kuvvedir. Ve buradandır ki Hz. Mevlânâ Konya'da
ruhbâna murûr etdikde onlara tapu kılmıştır, gerçi zâhir-i şer'a muhâliftir.
Velâkin ba'zı umur vardır ki mağlûbu'1-halden sudûr etmekle "dîvânerâ
kalem nîst" kabilinden [52b] olur. Ve bunda dahî tafsil vardır
ki bu mahalde keşfi haram olur.
Şeyh
Muhyiddînü'1-Ârâbî (k.s) buyurmuşlardır ki ."Bir kimsenin âhare
inhinası menhî olmak, inhina fi'lhakîka kendi kendine olmakladır". Ya'nî
eğer mertebe i'ti bâriyle sıfattan zâta ve farkdan cem'a ve fer'den asla olsa
"lâ-be's" olur. Nitekim Resûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
diye tahiyyâtta kendi kendine selâm verdi.
Ve merâtibe i'tibar vardır. Ve illâ hakâik bâtıl olmak lâzım gelir[117].
NAZM
Âkil
û ferzâne iken bir velî Gelse sulbünden nola ger bir delî
Ol
delî ânın celâlinden gelir
Sûretâ
gerçi helâlinden gelir
Şendedir
sırr-ı velî sırr-ı delî
Birliğe
eriş sanasın de belî
Cüz'ü
iken Âdem'in ehl-i felek Secde kıldı âna bak bunca melek
Hazret-i
Kutb ericek kutbiyyete Akl-ı evvelden varınca gâyete
Secde eyler âna bu cümle vücûd
Fi'l-hakîka Hakk'adır, Hakkıl sücûd
EHL-İ
KEMALİN NEBÎLİ
ŞEYH SADRÜDDÎN [53a]
MUSA el-ERDEBÎLÎ (K.S)
Mezkûr Sadreddîn Mûsâ, Şeyh Safiyyuddîn'in
veled-i sulbîsidir ki câm-ı ma'rifeti vâlidi yedinden nûş edip bezm-i vahdette
safâlar sürmüş verâ-yı matlûbu görmüş ve âhir vâlid-i mâcidi seccâdesine
oturmuştur. Zîrâ enbiyâda (a.s) nicelerinin evlâdı dahî enbiyâ olduğu gibi
ba'zı evliyânın evlâdı vâlidine ayna olmuş ve sûret-i kemâli bulmuştur. Gerçi
ba'zı merâtib mîras değildir, kutbiyyet gibi. Belki gâh olur ki vâlidinin ba'zı
maârifine vâris olup kutbiyyeti gayre intikâl eder115. Kale Teâlâ:
NAZM
Yâ İlâhî! bir nefes ver tâ ki
hârım gül ola Açıla hâlim gülistânı dilim bülbül ola
Dâsitân edem on iki ismi binbir
perdede Bâğ-ı dilde her biri bir dâne-i sünbül ola
Tıfl-ı dilde her ne denli
kabiliyet yok ise Feyz-i akdesin meded kıl tâ ki akl-ı kül ola
Nicesin kıldın burâk-ı himmet-i
câna süvâr Kuvvet-i dil ver bana da tâ sana düldül ola
Yâ İlâhî! bezm-i vasla da'vet
eyle kulların Onların biri de şâhâ iş bu Hakkı kul ola [53b]
CENNET-İ MA'NEVİYYENİN
SELSEBÎLİ
HOCA ALİ ERDEBÎLÎ (K.S)
Hoca
(damm-ı hâ'i mu'ceme ve vâv-ı resmî ile) bay ve pîr ve azîz ve dânişmend
ma'nâlarına gelir. Burada murâd pîr-i tarikat ve azîz-i hankâh-ı hakikat
demektir. Zîrâ "hoca" alâ-sabıkı'z-zikr olan Sadrüddîn'in ferzend-i
sulbîsîdir. Bu sûrette Safiyyuddîn' in hafîdi olmuş olur. Velâkin tarikatı
Erdebil'de pederi Sadreddîn'den görmüş ve onun nefes-i nefîsi ile azîzü'l-kavm
olup seccâde-i irşâda oturmuştur.
Ve
irşâd dedikleri ma'nâ, ilme'l-yakîn ile hâsıl olmaz. Belki ayne'l-yakîn ehli
olmaya muhtacdır. Zîrâ tecellî üçtür ki:
Biri;
tecellî-i İlmî ve biri; tecellî-i aynî ve biri; tecellî-i hakkidir. Ve
tecellî-i İlmî ehli henüz Hak'dan mahcûbtur. İlm-i zâhirde ehl-i nazar ve
istidlâl gibi. Zîrâ delil medlule delâlet etdiği gibi ilim dahî gerçi ma'lûma
irşâd eder. Velâkin irşâdla îsâl bir değildir, itlimle olan irşâdda râh-ı
savâbdan udûl etmek [54a] câizdir. Fe-emmâ ayniyle olan irşâd
matlûba bi'l-fiil mûsıldir.
İşte bundan mefhûm oldu ki her hâl sâhibi
olan sâlik irşâda kadir değildir. Belki henüz kendi sâliktir ki başka mürşide
zarureti vardır. Gerçi bu ma'nâdan bî-haberler cehille âlemi ifsâd etmişler ve
ne meküle râh-ı dalâle girip gitmişlerdir erbâbı bilir11®.
NAZM
Ey hoca-i
cihan ki aliyyü'l -makamsın
Gûya
sipihr-i hâlde hurşîd-nâmsm
Geçdin peder yerine ve sadr
oldu merteben Bâlâ terin-i cem'-i havâs ve avamsın
İ.A. Safevîler md.r
X/53; Browne, a.g.e., IV/45; Sefine, II, vr. 254a.
Hakkı eğer sülûkünü hak bilmese
senin Der miydi Hak yolunda delîl-i enamsın
GAYDAT-I
KERÂMÂT-I HAKKIYYENİN KABİLİ
ŞEYH İBRAHİM el-MA'RUF
Bİ-ŞEYH ŞÂH el-ERDEBÎLÎ [54b]
Mezkûr
Şeyh Şâh, Şeyh Hoca Ali'nin sulh oğludur ki bu dahî vâlid-i mâcidinden
iktibâs-ı envâr ve ictilâb-ı esrar eyleyip tâc-ı keramet ve hırka-i hırkat
giymiş ve kendini câme-i âriye-i sivâdan soymuş JJI
[Bakara,2/115][Her
nereye dönerseniz Allah'ın vechi oradadır] namâzını ikâmet için pederini
imam ittihâz edip ona uymuştur.
Ve
bu meküle silsile nâdir vâki' olur ki bir kâmilin ûç tabakaya dek evlâdı
halka-bend-i kemâl ola. Ve peyveste-i Hakk'a ittisâl bula. Zîrâ ekser evlâd-ı
meşâyih sadedden hâriç ve dâire-i tenezzülde dâhil oldukları hafî değildir. Ve
evlâd-ı sulbiyye hâl ve makamdan haberdar olsalar dahî ahfâd ve a'kâbı avâmm-ı
nâsa ittisâl bulurlar. Ve akvâl ve ef'âl ve libâsda onlar gibi olurlar.
Ve
bu Şeyh-i Şâh'dan sonra oğlu Şeyh Cüneyd gelmiştir ki Sultan Halil yedinde
küşte olmuştur. Nitekim bâlâda işâret olundu. Ve onun oğlu Şeyh Haydar dahî
cem'i ahbâb edip kendi hâlinde olmakla Vâlî-yi Şirvân elinde maktûl oldu. Ve
revâfız tâifesi ve acem şahları ondan teşa'ub edip kendi nefislerinde olan
fezâhatlerinden mâ-adâ âl ve ashâb ve ehl-i sünnete teaddîlerinden nâşî âhir
cezâlarını buldular.
rebesi ile kendileri azl ve ahz, kal'alan
zabt olunup maktûl ve mahzûl oldular. Ve memâlik-i acem bi' 1-külliyye ehl-i
sünnete musahhar oldu[118].
NAZM
Ger mukırr-ı
Hazret-i Kur'ân isen ashabı sev Hazret-i Peygamber'in yâri olan ahbâbı sev
Çün
bilirsin muktedâyı ehl-i îman olduğun
Gel
İmâm-ı pâk dîn-i minber ü mihrâbı sev
Ger
Ebû Bekr ü Alî'dir cümlesi âlî dürür Biribirinden yürü fark etme şeyh u şâbı
sev
Cümle-i
Kur'ân içinde dere olupdur çâr yâr Yâ neden tenhâ ricâl-i süre-i ahzâbı sev
Kimi
ırk-ı ma'nevîden kimi sûrî'den gelir
Aslı
çünkim bir damardır cümle-i inşânı sev
Rabbına
îman ve tasdîkm Resûl'e var ise Hem çü Hakkı dîn içinde ehl-i dil erbâbı sev
ÎSM-İ A'ZAMIN
ÂLÎ SARÂYI
ŞEYH
HÂMİD el-AKSARAY! (K.S)
Aksaray
Anadolu'da
bir kasabadır. Şeyh Hâmid'in pederi Şemsüddîn Mûsâ Kayseri'lidir [55b]
. Şeyh Hâmid ki, Hamîdeddin dahî derler, Aksaray'da sakin olmuştur. Velâkin
tarikatı ibtidâ vâlidi Şemseddîn'den görmüş ve onun terbiyesiyle ba'zı hâlât ve
mâkâmâta ermiştir. Sonra Erdebil'de Şeyh-Şâh Efendi'ye vâsıl olmuş ve kemâlât-ı
hakîkıyyeden ne buldu ise onun yüzünden bulmuştur Ve ba'zıları onu Üveysî'dir
demişlerdir.
Üveysî
odur ki: ^*$31 j işâreti üzerine hiç bir kimsenin sohbet-i cismâniyye ve
rûhâniyyesine dâhil olmayıp belki Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
gibi ümmî ve muallimi bizzat Allah Teâlâ ola. Gerçi nadir vâki' olur. Zîrâ
ziyâde isti'dâda ve zâtî meşreb olmağa mevkûfdur. Ve bir sâlikin ki fethi
mürşid elinden olmaya ona "Üveysî" derler. Gerekse ba'zı şuyûha
hizmet etsin. Ve bu ümmet içinde üveysî ve üveysiyân olduğu gibi zamân-ı Mûsâ
da dahî (a.s) Burh-i Esved derler (bâ-i muvâhhadenin dammı ve hâ-i
mu'ceme ile) bir siyah çerde bende var idi. Ki onun meşrebi üzerine gelenlere "Burhiyân"
derler.
Ve
bunların makamları makâm-ı mahbûbiyettir. Onun için Hak Teâlâ'ya naz ve
niyazları geçer. Ve şâirlerden kabûle karîn olmayan muâmelât onlardan
makbûldur. Ve hadîste gelir: Cjjicjâİ
"Ne yaparsanız yapın, şüphesiz sizi bağışladım.118,1 Ol mertebeye [56a]
remizdir.
Biz
yine sadede gelelim. Şeyh Hâmid hakkında gerçi ba'zıları "Üveysî"
dediler. Fe-emmâ bi-hasebi' 1-hakîka üveysî olmak sûretâ ittisâle mâni'
değildir. Nitekim yetim olanın dahî silsilesi vardır, gerçi yetimdir. Zîrâ
fi'lmesel gökten zenbil ile inmez, ve yerden dahî çıkmaz. Belki izdivâc-ı
sûrîden gelir. Binâen-alâ-hâzâ yetîm-i ma'nevî dahî böyledir. Fa'rifhu [Bil!].
Ve
Şeyh Hâmid, zamânmda medâr-ı âlem ve sebeb-i bekâ-yı benî Âdem yâni kutb-ı
vücûd olup cemî'-i kâinat ona secde kılmışdır. Zîrâ sînesi Hakk'ın aynası olmuş
ve Hakk-ı mahmûd, sûret-i Hâmid'de zuhûr eyleyip esmâ ve sıfatı onunla cilâ
bulmuştur.
Ve zamân-ı kutbiyyetinde berâ-yı tesettür
Bursa'ya gelip ekmek satardı. Ve somunlar mû'minler! diye bir tahta üzerinde
halka ekmek arz ederdi. Onun için ona "Ekmekçi Dede" derlerdi.
Ve mû'minler diye ekmeği mû'minlere arzından fehm olunur ki o mekülelerin bey'
ettiği nân ve gayri, tayyib nesne mü'mine nasîb olmak münâsibtir. Zîrâ
Buhârî,
Tefsîr-i sûre 60, 1; Ebû Dâvud, Sûnne,8. Cihad,98; Tirmizi, Tefsîr-i sûre 60,
1,35
eczâ-i
mü'minden olup cennete onunla bile duhûl eder.
Ve
cümle mat'ûmât ve meşrûbât ve melbûsât lisân-ı hâlle mü'mine nasîb olduğunu
taleb eder. Ve gerçi Rahmân ve Rezzâk isimlerinden kâfire dahî rızık vardır. Bu
ma'nâdan ötürü hadîste gelir ki: ^3
j/L "Yemeğini ancak muttakîler yesin.[119]"
Çünki
Yıldırım [56b] Bayezid Hân-ı Osmânî Bursa'da câmî-i kebir ve
ma'bed-i münîri binâ eyledi. Dâmâdı olan Seyyid Buhârî ki, "Emir
Sultan" demekle ma'rûfdur. Onlara haber gönderip ibtidâ cum'asında
gelip minberde va'z eylesin dedikde onlar dahî cevap verip bu şehirde bizden
a'lem kimse vardır ki; "Ekmekçi Dede"dir dedikde fi'l-hakîka
Ekmekçi Dede'den va'z iltimâs olundukda:
"Hay
Emir!.. ne aceb bizi fâş etdin". deyip gelip va'z edip Sûre-i Fâtihaya 7
kat ma'nâ verdi ki allâme-i zamâne Şemseddîn el-Fenârî karşısında
otururdu. Dedi ki evvelki verdiği ma'nâ bizim bildiğimiz, İkincinin kimi ma'lûm
ve kimi mechûl ve bâkî ma'nâ fehimden bi'l-külliye hâricdir.
Bu
sebepden ba'de'1-meclîs hay ve hışm ile Ekmekçi Dede dükkânına varıp hâlini arz
ettikte onlar dahî: "Bu hey'etle merkebime binip şehri bir kere devr
edersen matlûbun hâsıl olur dedi. Mevlânâ Fenârî dahî bir mikdar ser-be-ceyb
tefekkür olup bu ma'nâyı nefsim kabul etmedi deyince, Şeyh dahî imdi var
tenezzül eyleyip buraya geldiğin mikdârı, bizim ilmimizden mûntefi' ol diye
nefes eyledi.
Mevlânâ
Fenârî ol nefesin te'şirinden Sûre-i Fâtiha üzerine tasavvufâne tefsir te'lîf
eyledi. Eğer merkebe râkib olaydı terakkî-i zâyid bulurdu [57a] .
Fe-emmâ
nefs-i insan, insanı hâline koymaz ve kişilik da'vâsma düşürür. Ve hevâ
tarafına uçurur. Pes
<d)l
Jic [Âl-i
İmrân, 3/19] [Allah katında din, şüphesiz İslâmiyet'tir.] mûcibince,
dîn-i hakîkî; istislâm ve terk-i i'tirâzdır. Ve terk-i i'tirâz, irâdetin sekizinci
şartıdır.
Ve Şeyh Hâmid ol gece merkebine sûvâri olup
Aksaray tarafına gitmiş ve orada ihtifâ etmiştir. Ve Bursa'da kendine muzâf
mescîd-i şerif vardır[120].
NAZM
Gönül
Kâ'besin kıl ziyaret bu gün Ânı et edersen imaret bu gün
Bu
pazar içinde nefesdir murâd
Yürü eyle özge ticâret bugün
Yârın
süt bulunmaz kesâda düşer
Çeken nefs elinden hasâret
bugün
Sunarlar
mey-i feyzi elbet sana Olursa dilin pür harâret bugün
Beğenmezse saff-i niâli kişi
Nice bula Hakkı sadâret bugün
MESLEK-İ HAKİKATİN REHREVERÎ
el-HACI BAYRAM el-ANKARAVÎ (K.S.) [57b]
Ankara,
ehl-i
Rûm'un Engüriyye dedikleri medîne-i kebîredir ki ta'rîb edip
"Ammûriye" dediler (ayn-ı mühmelenin fethi ve mim-i müşeddedenin
dammı ile). Evâilde makarr-ı mülûk-ü nasarâ idi. Sonra hulefâ-i Abbâsiyyeden
VIII. Mu'tasım Billâh feth edip eyâdî-i nasarâdan istihlâs eyledi.
Hacı
Bayram Ankara nevâhîsinden bir karyedendir ki "Çubuk suyu" nâm
nehrin kenarındadır. Hacı Bayram'm pederine "Koyunluca Ahmed" derlerdi.
Ki üç evlâdı var idi ki ekberi, Bayram ve evsatı, Safiyyüddîn ve asgari, Ebdâl
Murad idi.
Hacı
Bayram okuyup-yazıp ehl-i ilm olup müderris iken Şeyh Hâmid'e erişip reng-i
hâle boyandı. Ve onun câmı lebrîzi feyzinden kandı. Ve ıyd-1 visâle erip bayram
eyledi.
Demişlerdir
ki: Hacı Bayram ricâlullahdan tasarruf sâhibi idi. Velâkin halîfesi Yazıcızâde
(sâhib-i Muhammediyye) 'nin maârifi ona gâlib idi. Ve Hacı Bayram muâsır-ı
Seyyid Buhârî olmakla ba'zı evkatta Bursa'ya gelirler ve Seyyid-i mezkûr'a
mülâki olup sohbet ederlerdi. Ve âhir Seyyid'i Hacı Bayram gasl edip namazını
kılmıştır.
Ve
Hacı Bayram'ın vefâtı 833 târihinde Ankara'da vâki' olmuştur. Ve ile'l-ân
türbesi ziyâretgâh-ı âlemiyândır.
Ve
onun Sâhib-i Muhammediyye'den [58a] gayrı halîfeleri vardır.
Ezcümle "Şeyh-i Germiyânî" meşhûrdur ki Husrev u Şîrîn'i
nazm etmiş ve onda çok bedâyi' ve sanayi' vaz' eylemişdir. Ve nazmının mebânî
ve maânîsi efvâhda şöhretyâbdır. Hattâ ba'zı nazmını melâike tesbîh ve vird
eylemişlerdir.
Ve
O'nun kemâl-i aklı ve idrâki ol kadar idi ki Bursa'ya murûr edip Germiyan'a
giderken Sultan Murâd-ı Sânî ki Ebu'1-Feth'in vâlididir. Haber aldıkta
ve imtihan kıldıkta vezîr ittihâz etmek murâd eyledi. Velâkin hussâd mâni'
olup ba'zı hedâya ile vilâyeti cânibine irsâl ettiler.
Ve
onun ya'nî Şeyh Hacı Bayram'm bir halîfesi dahî "Akşemseddîn" dedikleri
azîz nâmdârdır ki feth-i Konstantiniyye'de bulunup Hz. Eyyûb Ensârî'nin (r.a)
kabr-i münîfini O ta'yîn eyledi. Ve ziyâde müteşerri' velî idi. Nitekim her
yüzden hüsn ü hâli âsârından zâhir ve envârından bâhirdir. Bunun Sâhib-i
Muhammediyye'den temkîni ziyâdedir. Zîrâ Sâhib-i Muhammediyye gark-ı deryâ-i
fenâdır. Nitekim kitabından ma'lûmdur. Akşemseddîn ise böyle değildir. Belki
nûr-ı siyâha girmiş çıkmıştır. Fefhem cidden [İyi anlâ!].
Ve
Hacı Bayram' ın etbâından biri dahî "Akbıyık Meczûb"tur ki
Bursa'da âsûdedir. Ve Bunun ba'zı ahvalde Sahihi Muhammediyye [58b]
ve Akşemseddin üzerine galebesi vardır.
Ve
Hacı Bayram'a muzâf Edirne'de Câmi'-i Atikte cânib-i şimâlîde bir
"kürsî-i tavîlü'1-kad" vardır ki orada va'z ederlermiş. Hâlen
teberrük olunup tahtında i'tikâf ederler.
Ve
Hacı Bayram'm şeyhâne ve tasavvufâne nazmları vardır. Ashâb-ı esrârdan olduğuna
delâlet eder. Ezcümle "Çalabım bir şâr yaratmış iki cihan
arasında" dediği nazmıdır ki bu Fakir ol nazmı şerhedip tafsil üzere
kaleme getirmişimdir.
Ve
demişlerdir ki nazm evliyânm kerâmâtmdandır, gerek âlim olsun ve gerek ümmî. Zîrâ
âlim-i hakâik onu îrâs eder. Yûnus Emre gibi ki aslında ümmiyy-i mahzdır.
Velâkin kemâlâtı âlemde intişâr-1 tâm bulmuştur. Ve bizim zamânımızda Bursa'da "Gedâyî
Baba" derler bir ümmiyy-i sırf pir âdem var idi ki kuvvet-i riyâzetle
Yûnus Emre gibi kelimât-ı âliyesi var idi. Sonra secde hâlinde âhirete intikâl
eyledi, Rahmetullâhi aleyh.
Ve Şeyh Hacı Bayram ve Yûnus Emre ve
emsâli, aslında kurevî olmak velâyetlerine mâni' değildir. Belki mâni'-i
velâyet olan nikâh-ı ebeveynin adem-i sıhhati veyâ gayr-ı tarîkla kendinin
zinâdan tevellüdüdür. Çünki veledü'rrüşde ola veledû'z-zâniye olmaya. Kurevî ve
beledî olmakta fark kalmaz. Belki nazar [59a] isti'dâdadır[121].
NAZM
Feyz-i akdesden şunun, kim
katresi derya olur Dil döker dünyâya her sözü dürr-i yekta olur
Bu sevâd-ı
âlemi dilden şu kim tathîr eder
Sîreti
suret bulup lafzı kamu ma'nâ olur
Mürşid-i kâmil elinden her kim
içdi dolu câm Bu şarâb-ı aşkdan aklı onun yağma olur
Levh-i
dilden nakş-ı gayrî mahvedip ümmî olan
Mazhar-ı
sırr-ı Seriyyi aileme'1-esmâ olur
Hey nice ümmî
olur şol kim vücûdu mushafı
Evvelinden
âhire dek âyet-i mesnâ olur
Ger
ene'1-Kur'ân derse sırrını ârif bilir
Ettiği
da'vâya ânın hücceti akvâ olur
Hakkı'yâ Hak'dan udûl etme!
bakıp münkirlere Kavl-i bâtıldan hakîkat ehli bî-pervâ olur
ŞEYH HIZIR DEDE
el-MUK'AD (K.S)
Hazar
(hâ-i mu'çemenin fethi ile) hazrettendir ki yeşillik demektir. Aslında âb-ı
hayâtı nûş eden Belyâ b. Melikan b. Fâliğ b. Gâbir b. Şâlih b. Erfehaşd b.
Sâm b. Nuh'un [59b] (a.s) lakabıdır ki bir gün bir arz-ı yâbis
üzerine cûlûs ettikte hayât-ı Belyâ'dan te'sîr zuhûr edip ol mahal yeşillenip
ter u tâze olmakla "Hızır" diye telkîb olundu. Sonra
teberrüken beyne'n-nâs isim olup kaldı.
Vasat-ı
baharda yevm-i ma'hûda rûz-ı Hızır dedikleri buradan ahz olunmuştur. Zîrâ ol
eyyâmda sebzeler kuvvetlenir, ve şükûfeler açılır. Ve arz-ı yâbise-i meyyite
hayât -ı cedîde bulur.
Ve
dağların ekser-i halde tâzeliği ehlullâhın nazarındandır. Zîrâ cibâl,
ricâlullâh'a işârettir. Ki ricâlin cibâl gibi sebâtı ve temkini vardır. Bi-hasebi'1-gâlib
dağlarda ve mağaralarda sâkin olurlar. Gerçi bu a'sârda gâyet nedrettedir.
Mezkûr
Hızır Dede, Bursa sancağında "Mihaliç" nâm kasaba sahrâsmda
ra'y-i ganem ederken ayakları berd-i havadan veremnâk olmakla ganem-i gayrı,
ra'y etmekten ise kendi kuvâ-yı rûhâniyyemi ra'y etmek evlâdzr diye
çerâgâhda hareketten bi'z-zarûre tekâud ihtiyar eyleyip gelip Bursa'da câmi'-î
Kebîr'de eski minâre dedikleri Minâre-i atikaya istinâd belki ezân-ı dâim
ve salât-ı kaimenin vâzı' ve şâri'i olan Rabbü'1-ibâda i'timâd eyledi.
Ve
pây, amelden kaldıysa dest, [60a] sübh-a gerdan olmağa kadir ve
zeban dahî zikr-i Hudâ-yı kahire henüz muktedirdir diye dergâh-ı melekûte
müteveccih olup zikir ve tâata meşgûl oldu.
Ve
bir vakitte ki sâlifu' z-zikir Hacı Bayram Bursa'ya mülâkât-ı Seyyid Buhâri
için gelmiş idi. Hızır Dede ona mubâyaa edip taht-ı irâdetinde oldu. Ve ictihâd
eyleyip hâl ve makamdan ne buldu ise minâre dibinde buldu. Tasarrufa kadir
kimse idi. Ve ol zamanda Câmi'-i Kebir'in pencereleri içinde ba'zı ehl-i teshir
ve tasarruf sâkin olurlardı. Ve teshirleri gece içinde belli olurdu ki,
ba'zılarının hücresine arslan duhûl ederdi ki ba'zı ervâhın sûreti idi.
Ve
Şeyh Hızır Dede Bursa'da "Pınarbaşı" makberesinde âsûdedir. Ve
Eski Minâre dibi ile'l-ân onun şerefi ile şerefyâb ve müteberrik ki fukarâ-i
sâlihin ve ahbâbtır.
İmdi
nazar eyle şu isti'dâda ki bir kimse çoban iken zümre-i hûbândan ola. Nitekim
Hz. Mûsâ, râî-i ganem-i Şuayb olup (a.s) sonra nâil-i devlet-i nübüvvet oldu.
Ve
Hz. Risâlet (salla’llâhü aleyhi ve sellem) dahî kable'n-nübüvve nevâhi-i
Mekke-i Mükerreme'de Kureyş'in develerini ra'y ederdi.
Bu
cihetten bir kimseye "Bire çoban!" deseler [60b] , ya
Peygamber çoban değil miydi? dese ta'zîr olunup kesr-i ırz ve hedm-i binâ-i
vakar olunur. Zîrâ, hâlen beyne'nnâs çoban ve ümmî ve emsâli elfâz-ı zemdendir,
elkâb-ı müşerrefeden değildir. Fa'lem zâlik[122]
[Bunu bil!] .
Kangı
dil kim anda isti'dâd var Lâ-cerem ağzında ânın dâd var
Hızr-veş
âb-ı hayât içse n'ola Ol ki Hak'dan kalbine imdâd var
Müddeîye
eyleme hiç feth-i bâb
Söyleme
râzı ki anda yâd var
Kîmyâ
oldu bu gün ma'nâ eri Cismi yok dillerde kuru âd var
Bir
aceb inkâra düşdü şimdi nâs Onda kim hakkında nün ve sâd var
Tâbi-i
Hakkı olur erbâb-ı Hak
Onda
zîrâ hak yola irşâd var
KEVNEYNDEN
AZADE HAKKA DİLDÂDE Hz. ŞEYH MUHAMMED ÜFTÂDE (kaddesellahü sirrahül-latîf)
Mezkûr
Şeyh Üftâde'nin pederi hâl-i sabâvetinde, Bursa sancağında "Manyas
ovası" [61a] dedikleri mahalden (ki nûn'un yâ-ı müsennât-ı
tahtâniyye üzerine takdimi iledir). Bursa'ya gelip tavattun eylemiş sonra Şeyh
Üftâde Bursa'da "Eynebek çarşısı" (ki fethi hemze ve sûkûn-ı
yâı tahtıyye ve nûnladır) üstünde "Azebler" nâm mahalde bir
hânede teşrif-i âlem-i şühûd etmiştir.
Sonra
vâlidesi vâkıasmda onu bir süt deryâsma çıkarken gördükte feza' ile uyanıp
pederine ifâde etti. Ol dahi oğlumuz ehl-i ilm ve ehl-i kemâl olur diye ta'bir
eyledi.
Ve
fi'l-hakîka ilm-i nahvi okurken ulûm ona münkeşife olup bir dahî üstâza
mürâcaât etmedi. Ve talebe-i ulûma ifâdeye başladı. Ve istihrâc etmediği ilim
kalmadı. Hattâ vaaz ve nasihat sadedinde olduğu demlerde vâkıasında Mevlânâ'yı
görüp; "Bizim Mesnevimizden dahî naklediniz dedikte ol dahî biz lisân-ı
fârisî bilmeyiz, deyince, Mevlânâ dahî hele sen bed' eyle ol lisân sana
münkeşîf olur" dedi. Ve fi'l-hakîka Lo* j c-^.1 kadıyyesi gibi
kabilinden olup her va'zında Mesnevi den birkaç beyit okuyup lisân-ı
tasavvuf üzerine tahkîkât-ı belîğa ve tedkîkât-ı bedîa ederdi.
Nitekim
Hz. Hüdâyî'nin (k.s) [61b] cem' ettiği kelimât-ı Şeyh ki elsinede vâkıât
diye şâyi'dir. Bir mikdârı onda mezkûr ve ba'zı ebyâtı ve tahkiki orada
mastûrdur.
Ve ol vakitte "Cinânî" derler
(kesr-i cim ile) ahbâb ve etbâ'dan bir şâir var idi ki manzûmesinde Şeyh Üftâde
hakkında bu beyti hoş demiştir:
Beyt
Düşenler
bulurdu onunla kıyâm
Ona gerçi Üftâde derlerdi nâm
Ve Üftâde diye lakabına
bâis bu olmuş ki; gâyet hûbavaz olmakla evâilde Bursa'da Cami'-i Kebîr
minâresinde ve bir mescidde hasbî ezan verirdi. Şöyle ki halk onu istimâ' için
müctemi' olurlardı. Sonra ona bir kaç akçe vazîfe ta'yîn olunmakla ol gece
vâkıasında mertebenden "Üftâde" oldun yâni sükut buldun,
dediklerinde ol dahî vazifeyi kabul etmeyip kelime-i mezkûre lakab olup kaldı.
Nitekim
Şeyh Sadreddin el-Konevî (k.s) Konya'da Celâleddîn er-Rûmî'ye mülâkât ve
mücâlese ettikçe "Mevlânâ şöyle" ve "Mevlânâ böyle" demekle
Mevlânâ lafzı Sâhib-i Mesnevi'ye lakab olup kaldı. Ve nefes-i nefîs-i Şeyh zayi'
olmadı. Ve ile'l-ân ol lakab ile söylenip iştihâr buldu.
Ve
Hayr-ı Nessâc gibi ki [62a] bir Nessâc ona mülâki olup cJ]
[sen benim kölemsin] dedi. 01 dahî ol vakitte felek-i sem'de bu-lunup ol
kelâmı Hak'dan istimâ' ile [evet] deyip onun kârhânesine varıp bir sene kadar
nesc kârına meşgul oldu. Ya'nî çullahlık etti. Sonra o Nessâc ona "sen
benim kulum değilsin" diye kûşâd verdi. Ve Hayr ismini ki ol Nessâc
vaz' etmiş idi, teberrüken üzerinde kaldı.
Şeyh
Üftâde mukaddem "Muhyiddîn" tahallus eder ve onun üzerine
ba'zı kelimât-ı irfâniyye söylerdi. Sonra Üftâde lafzı üzerine karar
verdi. Ve nazmları âhirinde onu îrâd eyledi.
Ve
Şeyhin riyâzât ve mücâhedâtı hadden bî-rûn ve ahvâli bedîası hesabdan efzûndur.
Evâilde kazzâz dükkânında otururken sâlifu'z-zikir Hızır Dede'ye muhabbet edip
varıp ona mubâyaa kılmış ve 8 sene kadar hizmetinde olmuştur. Velâkin keşfi
Şeyh'in, ya'nî Hızır Dede'nin intikâlinden sonra vâki' olmuştur. Bu sebebdeh
ba'zıları ona Üveysî derler.
Ve
dâhil-i hisârda Türbe Camii demekle müştehir olan mahal, evâilde kilise
olmakla Şeyh onu Sultan Süleymân-ı Osmânî'ye arz edip Câmi'-i Muhammedi
olmak üzere ibtidâ ağaçtan ve sonra kârgir [62b] binâ edip 20 kese
akçe sarf eyledi. Ve o kadar mal onda muddehir değildi. Velâkin ricâlullâhın
bir hâli vardır ki, bir nesne ile me'mûr olsalar cânib-i gaybdan esbâbı zuhûr
eder. Gerçi erbâb-ı zahir bu makamı bir hoş idrak eylemezler. Ve meşâyih-ı
kibârı gmâya nisbet ederler. Derviş-i hakîkî ise ganî olmaz. Fefhem cidden
[İyi anla!].
Ve
Şeyhin türbesi ol câmi'-i lâmi'in harîminde vâki' olmuştur ki; sinn-i şerifleri
doksan üçe bâliğ oldukta 988 târihinde vedâ'-ı âlem-i fânî kılmışlar ve ravza-i
rıdvân-ı hirâmân olmuşlar ve bekâ-yı sermedi bulmuşlardır. Ve "Pınarbaşı"
makberesi ta'bîr olunan makberenin üstünde, buk'a-i münîfeleri dahî vardır
ki eyyâm-ı hayâtta ehil ve evlâdı ile orada sakin olurlar ve terbiye-i fukarâ
ederlerdi ki, orası mukaddemâ bir mescid idi ki ervâh-ı âliye oraya hâzır olup
namaz kılarlardı. Şeyh ona muttali' olmakla o makamda zâviye binâsma bâis oldu.
Ve
birkaç zaman Seyyid Buhârî Câmiinde hitâbet eyledi. Zîrâ ricâl-i devlet
tarafından cebr ile tahmil olunmuş idi. Ve hem kabul etmemek sadedinde
olduklarında[63a] vâkıalarında Seyyid Buhâri zâhir olup: "Bizim
hitâbetimi-
zi ve câmiimizde hizmetimizi kabul ediniz" demeleri ile onlar dahî
muhâlefet etmeyip ba'zı cum'alarda varıp hitâbet ederler idi. Velâkin
vazifesini ba'zı sûllâke taksîm etmişlerdir ki onlar alırlardı.2Ve Şeyh ondan
eki etmezdi.
Ve
ol vakitte fulûs ve dirhem-i ceyyid râyic idi ki 4 akçe ile taayyüş mümkin idi.
Onun için ol sâliklere beher yevm dörder akçe ta'yîn edip gayrî kesbden men'
ederlerdi .
Ve
imaret nâm ve lahm-ı kurbânı çokluk tenâvul etmezlerdi. Vaktinde aşûre aşı
tabh ederlerdi. Ve fukarâ ile salât-ı Regâib ve Berâat ve Kadir kılarlar ve
fezâil-i azîme zikr eylerlerdi. Ve vaktinde sünnet üzerine mevlid okutup
ta'zîm-i Nebevî kılarlardı. Ve zenân ve sıbyân müctemi' olmaktan hazer eylerler
ve tenhâca meclis ederlerdi. Sonra çok zaman murûr etmeden bu nizamlara halel
geldi ve evza' bozuldu. Ve hâlen tekkelerin hâli harâb ve dervîşân nâmına
olanların ekseri gurâb oldu.
Ve
Şeyh'in Bursa'da makâmâtı vardır ki teberrük olunur. Ezcümle Ali Paşa-yı
Atîk Camii ki; orada [63b] bir zaman halvet etmişlerdir. Ve Kaygan
Camii ki; orada i'tikâf eylemişlerdir. Ve Umur Bey mahallesi Câmii ki; onda
cum'a kılmışlardır. Ve Doğan Bey mahallesinde bir hâne-i ma'hûd ki; orada beher
şehir bir kere ihyâ olunur.
Bu
fakîr Hz. Kur'ân'm takrîren ve tahriren tefsirini hatm esnâsmda (ki 1117 de
vâki' olmuştur) , makâmât-ı mezkûrenin cümlesini devr ve birer sûre nakli ve
zikrullah ile ihyâ edip cem'iyyet-i uzmâ ile duâlar ve senâlar olunmuştur.
Ve
Şeyh Üftâde kümmel-i evliyâdan ma'hûddur ki fenâ ve bekayı cem' eylemiş fark ve
cem'den kelimât-ı âliye söylemiştir. Ve onun şartı üzere Hakk'a vusûlüne bu
nazmı delâlet eder;
lanlara hicâb-ı zulmet ve ruhanî olanlara
hicâb-ı nûr derler. Ve sülûkün evveli mevâlîd ve anâsırdandır. Ondan tabîiyyâta
ve ondan ervaha ve ondan âlem-i ceberûtadır ki âlem-i sıfâttır. Ve ondan âlem-i
lâhûtadır ki âlem-i zâttır. Çünki sâlik [64*] oUUSn JJI jl
[Nisa,4/58]
[Allah size emânetleri ehline vermenizi
emreder]
mucibince vakt-i nuzûl-i evvelde telebbüs ettiği libâslardan tecerrüd ede. Ve
emânâtı mahalline te'diye eyleye. Ve sırr-ı mücerredi Cenâb-ı Hazret'e mülâki
olup vakti gele. Melâike-i nûriyye istikbâl edip müjde ve tehniye edeler. Ve
onu Hz. Zât'a i’zâz ve ikrâmla idhâl eyleyeler.
Ve
ol makâm-ı âlî makâm-ı hüviyyet olmakla onun zikri "Yâ
hû. . ve Yâ Men hû. . ve Yâ Men lâ ilahe İllâ hû"dur ki, aktâb bu vech ile zikrederler.
Bu mertebeye "tehlîl" derler ki makâm-ı ev ednâdır. Ve ba'dehû
eğer kâbe kavseyn' e nüzûl-i sânî mukadder olup nüzûl ederse makâm-ı farka
gelir ki makâm-ı halktır. Velâkin bu nüzûl min-ba'd ona hicâb olmaz. Belki kâbe
kavseyn ve ev ednâ bir olur. Ve zevk ve lezzeti bundan sonra bulur. Ve irşâd-ı
nâs bu ta'kıyde menûttur ki makâm-ı celvetîdir (cim ile). Nitekim bâlâda dahî
bir mikdar işâret olundu.
Pes
Şeyh Üftâde bu makâmât-ı dolaşmış ve her nesnenin sırrına ulaşmıştır ki; hem
ma'lûm ve hem mechûldur. Ma'lûmiyyeti budur ki zâhirde beşeriyyet
mertebesindedir. Mechûliyyeti budur ki sırrı gaybü'1-gaybdadır ki hiç Hak'tan
gayrı kimsenin [64b] ona ittilâ'ı yoktur. Bu cihetten Şeyh Üftâde
buyurmuştur ki: "Beni ehil ve evlâd ve etbâımdan hiç kimse
bilmemiştir" . Bu kelâmdan Şeyh'in murâdı budur ki onu ancak nefes-i
nefisi evlâdından olan bilir ki intikâlinden sonra makâm-ı ma'nevîsinde seccâde
nişîn-i irşâd olan halîfedir. Yoksa makâm-ı sûrîsinden değil.
Ve
Şeyh, kemâl üzere iki kimse terbiye etmiştir. Fakat biri Kemâl Dede dedikleridir
ki Pınarbaşı makberesinde medfûndur. Ve bu Kemâl 4 mertebeden ya'nî şerîat ve
tarikat ve ma'rifet ve hakikatten hissemend olmuştur. Velâkin Şeyhin makâmına
kâim olup halîfe olmamıştır. Ya'nî Şeyhin hilâfet yüzünden vârisi değildir.
Ve
biri Hüdâyî Efendi'dir ki bundan sonra tercemesi gelse demektir.
İnşâallâhü Teâlâ. İşte Şeyh'in vârisi budur ki kendinden sonra nefesini ona
îsâl eylemiş ve silsile-i irşâdı ona muttasıl kılmıştır.
Pes hakikatte her kâmilin halîfesi bir
olur. Nitekim her asrın kutbu vâhiddir. Zîrâ âlem bir ceseddir ki bir cesedde
iki rûh olmaz. Bir memlekette iki pâdişâh olmadığı gibi. Ve Hakk'ın vücûb-ı
vücûdu ve vahdeti dahî bundan zâhir olur[123].
Fa'rif [65a] [Bil!].
NAZM
On
sekiz bin âlemi tuttu sadâsı âşıkın
Erişir
yerden göğe elbet nidası âşıkın
Nicesi Üftâde olmaz pâyine
herkes ânın Cân u baş ve mâl fi mülk olur fedâsı âşıkın
Hızr elinde nûş-ı câm eden olur
zinde ebed Feyz-i pâk-i Hak'dır ey dil gam zedâsı âşıkın
Bilse ger zâhid cihanda âşıkın
sultanlığın Sıdk ile olurdu bâbında gedâsı âşıkın
Cümle vârı yok ider yoklukta
bulur varlığı Gâyeti varlık fenâdır ibtidâsı âşıkın
Şeyh Fazlı vü Hüdâyî vü O dahî
Üftâde'dir Bîrlerdir lâ-cerem Hakkı hüdâsı âşıkın
Elhamdü lillâhi alâ lâhıkı'1-hidâye ve
sâbikı'1-inâye [Şu
an ki hidâyet ve geçen inâyetten ötürü Allâh'a hamd olsun].
BİLEN BULAN HUDAYI ŞEYH
MAHMUD HÜDÂYÎ
kaddesellâhu sırrahu'1-latîf
Aslında
Koç Hisar dedikleri kasabadandır ki orada milh-i hacer ma'deni vardır ki
Anadolu tarafına oradan milh münteşir olur ve develerle Bursa'ya dahî
celbederler [65b] , memdûh tuzdur.
Ve
Şeyh Hüdâyî, Cüneyd-i Bağdadî neslinden olmak üzere kendi lisanlarından
meşhûr ve mütevâtirdir, ve siyâdetleri dahî vardır. Velâkin yedlerinde
senetleri olmadığı ecilden destârbend-i sefîd imiş. Sonra zamân-ı
mükâşefesinde Cenâb-ı Nübüvvet (salla’llâhü aleyhi ve sellem) cânibinden işâret
ve emir olunmakla yeşil destar sarınmışlar ve hâlen Üsküdar' da türbeleri
sandukası serinde dahî imâmeleri ahdardır.
Şeyh
mezkûr evâilinde ba'zı halvetiyeye (hâ-i mu'ceme ile) mubâyaa edip, (velâkin
henüz eyyâm-ı şebâbeti olmakla) Bursa'ya gelip orada "Ferhâdiyye"
nâm medreseye müderris ve mahkeme-i suğrâda nâib olup bu hâl üzere 36 yaşma
vusûlde ba'zı işârât hasebi ile sâbiku'z-zikr Şeyh Üftâde'ye mübâyaa edip 3
seneye kadar ictihâd-ı tâm ve ihtimâm-ı mâ-lâ-kelâm edip Celvetî uslûbu üzerine
dahî sülükten sonra Anadolu'da Seferihisar nâm kasabaya istihlâf
olunmakla ehil ve lyâlini Bursa'dan oraya nakledip 6 ay kadar meks eyledi.
Ve
sâbıkan orada "Baba Yûsuf" nâmına Halvetiyye erenlerinden bir
azîz var idi ki Hz. Hüdâyî ondan [66a] bir mikdâr tarîk-i esmâ
görmüş ve tecelliyât-ı ilmiyyeden hayli merâtibe ermiş idi.
Ve
teehhülü dahî dâire-i halvetiyyeden olmakla sihri ya'nî kaynı "Ali
Çelebi" nâm kimse ile sohbet ederdi. Ve ol vakitte Baba Yûsuf dünyâdan
intikal etmiş bulunmakla Hz. Hüdâyî O'nun türbesinde murâkabede iken Baba Yûsuf
zâhir olup; "Hoş geldiniz! Bu makam bizim değil, s izindir" demiş
idi.
Velâkin
müddet-i mezkûreden sonra Hz. Hûdâyî'ye işâret-i semâviye vâki' olmakla oradan
ehil ve lyâlini tekrar Bursa'ya nakleylemiş ve Şeyh'i ziyâret kasd etmiş idi
Gelip âl-i Fenâri'den "Şâh Efendi" kadîm âşinâsı olmakla oraya
nüzûl ve Şeyh Üftâde ile bir kaç gün sohbetten sonra kendine ve Şeyh'e Üsküdar
tarafı zâhir olup bi'l-âhire işâret-i ilâhiyye mucibince Üsküdar'a intikâle
emir olundu. O dahî oradan ya'nî Bursa'dan ehil ve lyâli ile Üsküdar'a varıp Rûmî
Mehmed Paşa Camii kurbunda bir hânede 16 sene kadar mücâhede eyledi. Tâ ki
Sultan Ahmed-i Evvel' in bir vâkıâsı olup meşâyih bu vâkıayı ta'bîr eylesin
diye emretmesiyle her ne vecihle ta'bîr olundu ise Sultan Ahmed' e pesend
gelmeyip: "Benim rüyamın [66b] ta'bîri bu değildir"
demiş idi.
Ahir
Üsküdar'da bir sûfî vardır, varalım ona dahî arz edelim diye getirip arz
ettikte Hz. Hüdâyî dahî ta'bîrini yazıp vârid olan vâsıtanın yedine verdi. Ol
dahî gelip Sultan'a arz ettikte; "işte benim rüyamın ta'bîri
budur" diye vâfir mahzûz ve melzûz olup Hz. Hüdâyî'ye 1000 altın sürre
irsâl eyledi. Ol dahî kadîmden belâ-keşi olan hâtununu çağırıp "İstediğin
yalan dünyâ şu değil mi idi?" diye tarafına tarh edip kendi aslâ ona
taarruz etmedi. Ertesi gün Sultan Ahmed tebdîl-i câme edip gelip dest-i
bûs edip mürîd ve mu'tekidi oldu. Ve O'nun yüzünden çok terakki buldu.
Ba'de
ezîn dünyâ ona bir vecihle ikbâl eyledi ki, had ve hasrı olmadı. Hattâ
zâviyesine 80 bin kuruş vakf olundu. Ve Hz. Hüdâyî zâviyesini mâlî kudreti ile
bina eyledi. Sultan Ahmed'e binâ ettirmedi Ve bu devlet-i uzmâya eyyâm-ı
sülûkünde iki vâkıa işâret etmiş idi.
Biri
budur ki; Hz. Yûsuf'un kerîmesini Hz. Davud'a (a.s) akd etmişlerdi.
Ve
biri dahî Hz. Hüdâyî'yi [67a] bir mer'e-i semine kucaklamış idi. Ol
vakitte Şeyh bu işâretleri izdivâc-ı dünyâ ile ta'bîr eyleyip; "bir zaman
ola ki Padişahlar rikâbmda yürüyeler" buyurmuş idi. Fi'l-hakîka Sultan
Ahmed onun rikâbmda yürüyüp ta'zîm-î tâm eyler ve gâhice zâviyede gelip kendi
ile sohbet ederdi. İbtidâda çektiği meşakkın mükâfâtı dünyâ cihetinden dahî
hâsıl oldu.
Zîrâ
Bursa içinde bu kadar izzet-i vücûdu var iken medrese ve niyâbetten kendini
azletti. Hattâ latife etmişlerdir ki; "müderris olduk, nâib olduk, hiç
bir kimse üzerime nokta koymadı. Âhir biz bir nokta koyup, nâib iken tâib
olduk" buyurdular.
Ve
bundan fehm olunur ki menâsıb-ı dünyâ sâlik-i ile'İlâh olanlara maâsî
mekülesinden ma'dûddur. Zîrâ sedd-i râh ve hicâb-ı Cenâb-ı İlâh'dır. Ve ol
vakitte ki kendini dünyâdan azl eyledi. Hânesinde dahî memâlikini âzâd ve şâir
emlâki tefrîk edip hubz-i yâbis ile iktifâ eyledi. Ve zarûret-i dünyâdan nice
geceler iyâli ile zulmette kalıp îkâd edecek şem' ve zeyt bulmadılar. Ve
evlâdına çûh yerine abâ-i esved ilbâs etti.
Ve
seherlerde vakt-i vudû'da mâ-i câriden "Yâ dâim Yâ dâim" zikrini
işitirdi [67b] . Ve kendinin kemâl-i istîdâdı ve Şeyh'in kuvvet-i
irşâdı ile 30 senede hâsıl olacak maânî kendine 3 senede hâsıl oldu. JJI
J-3İ oUS “t-ie [Hadîd, 57/21] [Bu Allah'ın fazlıdır, onu dilediğine
verir]. Ve mezbûrun sülûkü, Şeyh'in avâhir-i ömründe vâki' olmuş idi ki
zamân-ı ittisâlinden gâyete dek 4 sene kadar ancak var idi.
Ve
Hz. Hüdâyî envâ-ı ulûmdan behrever olmakla Hz. Kur'ân'ı evvelinden âhirine dek
intihâb tarîki ile tefsir ve nîce te'vîlât-ı latife ile meşhûn edip 2 cild-i
kebîr etmişler ve ismini Nefâisu'1-mecâlis diye vaz' eylemişlerdir.
Ve manzûm Cem' ve Fark Risalesi ve Tarîkatnâme ve Câiniu'l
-fedâil
ve 5-10 kadar resâil ve kütüb dahî onlarındır. Ve 300'e karîb ilâhiyyâtı vardır
ki; cümle hakâika onda remz ve cemî'-i esrârı dercetmişlerdir. Bir vecihle ki
bu vâdide onun fevkinde kelâm-ı manzûm cem' olmak hiç bir ârife makdûr
değildir.
Gerçi
ba'zı müddeiyân ol İlâhiler hakkında; "onlar duâ-i mahzdır. Yoksa
onlarda maârif-i hakîkiyye ve ahvâli tecelliyât yoktur" diye zû'm
ederler. Velâkin Hak'dan bî-haber olan böyle makamda ne desin ki, kelimât-ı
âliyeye [68a] bakar gibi bakar. Bu cihetten ba'zı urefâ demişlerdir
ki : •
Zîrâ
kelâm ki cevâmi' mekülesinden ola. Her mertebeye nâzır ve onda hisse-i kâmil
ve kasır vardır ki; herkesin fehmine râci' ve idrâkine dâirdir.
Ve
Şeyh'in lisân-ı arabî üzerine tecelliyâtı vardır ki zamân-ı hayâtında ihfâ edip
ba'de'1-intikal onu türkî ile terceme eylemişlerdir. Ve onda kutbiyyetine
şevâhîd-i kesîre vardır. Ve ittifâk-ı urefâ dahî onun üzerinedir.
Ve
demişlerdir ki; "kutb-i vücûd, tavîlü'1-ömr olur". Bu ma'nâda
Hz. Hüdâyî, Şeyh Üftâde gibi doksanı mûtecâviz olduğu halde 1038 târihinde
hırâmân-ı âlem-i kuds olmuş ve makam-ı kurb-i Hak'da karar bulmuştur.
Ve
bu Fakîr, ibtidâ bilâd-ı rûmîyeden şehr-i Üsküb'e istihlâf olunduğumda,
dâmâdı olduğum Şeyh Mustafa el-Uşşâkî naklederdi ki: "Hz. Hüdâyî
yevm-i hamîsde Üsküdar'da Mihrimah Camiinde va'z ederlerdi. Ve âdetleri bu idi
ki ba'de'1-va'z ve' t-tevhîd, kürsîden nüzûl edip üzerlerinde yorgan gibi bir
hırkalarının yenini uzatıp kendileri serbe-ceyb hırka olup halk ol hırkanın
tarâf-ı [68b] kemmini takbîl edip geçerlerdi. Bir gün ben dahî
eyyâm-ı civânîde ol câmi'de meclîste hâzır olup nöbet-i takbîl bana geldikte
azîz merhum serlerini re£' edip bir kerre yüzüme nazar eylediler ve yine
hey'et-i ûlâ üzerine başlarını aşağıya ittiler".
Şeyh
Mustafa-i mezkûr ki bu hikâyeyi ettiği vakitte 85 yaşında idi. Der idi ki; "meğer
onların bizim yüzümüze baktıkları tarîka duhûlümüze işâret imiş".
Sonra Edirne'ye gelip orada, medresede tahsil-i ulûmda iken ona dahî
bir işâret-i garîbe vâki' olup Hz. Hüdâyî'nin nazarı te'sîri ile ol vakitte
Edirne'de mûteayyin olan Şeyh Muslihiddîn el-Uşşâkiye mubâyaa edip bir
kaç zaman hizmetinden sonra bilâd-ı Üsküb'e istihlâf olunmuş ve her-bar Hz. Hüdâyî
'yi zikr eder ve menâkıbını söylerdi. Ve kendileri bir hafîfü'1-lıhye ve
mu'tedîlü'1-cûsse kimse idi.
Ve
Hz. Hüdâyî'nin tarikatı etrâf-ı âleme münteşir idi. Zîrâ bir vakitte ki âlem-i
ma'nâda İstanbul ile Üsküdar ortasında bir minârede ezan vermişlerdi, sırr-ı
mezkûre dâirdir. Zîrâ ezan ki; dâvet-i ile'llâhdır. Ol meyânda vâki' olduğu
diyâr-ı Rûm ve Anadolu'ya da'vetinin intişârına telvîhdir [69a] .
Ve
Tarikat-ı Celvetiyye gerçi ibtidâ Zâhîd-i Gîlânî'de taayyün buldu. Nitekim
tercümesinde murûr etmiştir. Velâkin tafsili Hz. Hüdâyî'de zuhûr eyledi.
Meselâ 13 terekten tâç giymek onun sünnetidir ki 12 terek, on iki esmâya ve on
üçüncü onun min-haysü'1-mecmû' ehâdiyyetidir. Zîrâ her adet birer birer i'tibar
olunduğu gibi min-haysü'1-mecmû' dahî i'tibâr olunur.
Ve
mûbtedîlere huff-ı siyâh ve zikirlere huff-ı âsumânî ve halîfelere huff-i asfar
dahî onlardan ta'yîn olunmuştur. Ve bunların cümlesinin na'ünleri, ya'nî pabuçları
kırmızıdır. Ve kırmızıda kefereye teşebbüh lâzım gelmez. Zîrâ teşebbüh, huf ve
pabucun ikisi dahî kırmızı olmakladır ki nasarâ hâlidir. Veyâ ikisi dahî kebûdî
olmakladır ki yehûd hâlidir.
Suâl
olunursa ki ikisi dahî asfar olmak enseb idi. Zîrâ cümle-i mü'mininin hâlidir.
Cevâb
budur ki: Ehl-i îmân'm ekseri avâm-ı nâsdır ki ehl-i gaflettir. Ehl-i gaflete
teşebbüh ise tenezzülden hâlî değildir. Bu cihetten erbâb-ı sülük için kırmızı
pabuç ve huff-i esved ve ezrâk ta'yîn olundu. Ve libasda dahî beyaz ve siyâh ve
yeşil ve şâir elvân üzerine tercih kılındı. Zîrâ beyaz cemâle, siyâh celâle ve
yeşil [69b] kemâle işârettir. Ve ahmer ve emsâlinden men' olundu. Zîrâ
şöhretten ve teşebbühten hâlî değildir.
Ve
yine Hz. Hüdâyî'den mütevâtirendir ki; imâmelerinin mukaddemi muttasıl ve
hemvâr ve muahhirleri müteferriktir ki ittisâli aynü'l-cem'e işârettir. Ve
vech-i insan dahî hakîkate nâzırdır. Onun için ba'de'd-duâ elini yüzüne mesh
etmek memdûhdur. Pes ittisâl, taraf-ı vecihde olmak hakîkate ensebtir. Ve infisâl
farka münâsibtir ki aynü' 1-cem' in mukabilidir. Elhâsıl insanın
vech ve kafası cem' ve farktır ki tülbendin ol iki keyfiyeti bu iki ma'nâya
remzdir.
Sûret
ve ma'nâ ise biribirine mutâbık gerektir. Onun için tâlib-i vahdet olan kimse
dâbûlî, yâni alaca giymekten lisân-1 erbâb-ı hakâik üzerine men' olundu. Zîrâ
alaca elvandır, ve edne'l-emr iki levnden olmadıkça alaca denilmez. İkilik ise
birliğe mâni'dir, fa'lem zâlike va'mel.
Bu
a'sarda sûret-i dervîşanda olanların halleri harâbdır ki ekseri kendi zeyy-i
mahsûslarından çıkmışlar ve erkân-1 tarîkatı yıkmışlar ve kütüb-i usûlü
yakmışlardır. Bu sebepden demişlerdir ki: • Ya'nî usûl-i şeriatı muraât lâzım
geldiği gibi usûl-i tarikatı dahî [70a] muhâfaza lâzımdır. Ve illâ
evdâ'ı erbâb-ı hakâik zâyi' ve abes olmak lâzım gelir. İşte böyle olanlar ve
usûlü tağyir kılanlar, nefes-i nefîsi meşâyihdan mahrum olmuşlar ve bâb-ı
hakikatten dışarı kalmışlardır.
Pes
tarîk-ı irâdete sülük ziyâde su'bdur ki menzile vusûl, deyme bir sâlike
müyesser olmamış ve sadr-ı vusûlde culûsu binde biri bulmamışdır. Ve'l-emru
bi-yedi'İlâhi Teâlâ. [İş Allah'ın kudret elindedir.]
Ba'de-zâ
evliyâdan ehl-i kalem olanlar enbiyâdan rusûl menzilesindedir, ki ashâb-ı
kûtûb'dür. Nazar eyle Şeyh Hüdâyî'ye ki şeyhi, Üftâde'nin sırrına mazhar olduğu
gibi sebeb-i iştihâr-ı tâmmı dahî olmuştur. Zîrâ Şeyh Üftâde ahz-ı kalem
etmedi. Ancak bir iki hutbe inşâ edip tahrîr eyledi.
Şeyh
Hüdâyî ise ism-i Mufassıle mazhar olup Şeyh'in kemâlâtını kaleme getirdi. Ve
Şeyh'in bedeli olup O'nun göreceği işi bu bitirdi. İşte dünyâda Âdem'e ayna
olunca böyle gerektir ki cemî'-i suver-i hakâik onda zâhir ve cümle-i eşkâl-i
maârif onda bâhir ola. Ve gâh olur ki tarafeynde kalem zuhûr edip sânî
evvelin, yâni halîfe müstahlifîn nekkâdı [70b] olur.
Şeyh-i meşâyihı'd-dünyâ Muhyiddîn el-Ârâbî
ile Şeyh Sadreddîn el-Konevî gibi ki (k.A.s); Şeyh Sadr, Şeyh Muhyiddîn' in
hakâyıkını nakd eylemiş ve özge zebân söylemiştir ki ukûl onun hayretinde
kalmış ve aceb deryâ-yı efkâre dalmışdır. Nitekim erbâb-ı dânişe hafî değildir[124].
NAZM
Nakd eyle bugün hâli bu pazar
ele girmez Her yerde beyim dirhem ü dinar ele girmez
Bir
âyine bul suret-i Rahman ola anda
Bîdâr
ola gör bir dahî dîdâr ele girmez
Girmişken ele fırsatı fevt
eylemez âkil Dîvâr u dere bakma ki deyyâr ele girmez
Tâ sohbet-i
ağyârı ki terk etmeyesin sen
Bezm-i
emele dâhil olup yâr ele girmez
Gavvâs
olup dalmaz isen bahr-i fenâya
Esrâr-ı
Hüdâ'dan dür-i şehvâr ele girmez
Şehbâz
olan Âdem alır elbette şikârı
Zâğ
olsa eğer nice hünkâr ele girmez
Levh-i
dile bu ma'rifet-i Hakkı'yı nakş et
Ko
gafleti kim böyle kalem-kâr ele girmez. [71a]
MISR-I
MA ARİFİN NEBAT VE KANDI ŞEYH DİZDARZÂDE AHMED EFENDİ (K.S)
Diz
(dâim kesri ile) kal'a demektir. Mezkûr Ahmed Efendi'nin pederi kal'a hâfızı ve
zâbiti olmakla kendisi "dizdarzade" demekle şöhretyâb olmuş ve
şuyû-i intişâr bulmuştur ki; Hz. Hüdâyî'nin eşbeh-i hulefâ ve akreb-i
veresesidir.
Mukaddem Bursa'ya istihlâf olunmuş idi. Bir
müddet orada sükûndan sonra Hz. Hüdâyî vedâ'-ı âlemi fânî ve azm-ı cihân-ı
câvidân ve meyi-i cinân-ı rıdvân kıldıkta yerine evlâdı zukûrden kâim olacak
akabi kalmamak ile fukarâ-i bâbi'llâh mezbûr Ahmet Efendi'den âsitâne-i Hüdâyî
'de seccâde-nişîn-i irşâd olmasını sâil olmakla ittifakla Bursa'dan Üsküdar'a
nakledip zâviyedâr-ı Hz. Şeyh
ettiler.
Ve kadem-be-kadem onun irşâdı yoluna gittiler.
Ve
cûmle-i erbâb-ı zevkin ittifâkı bunun üzerinedir ki seccâde-i [71b]
Şeyh'de sebh-a-gerdân-ı meşîhât olanlardan ancak iki zâik gelmiştir ki biri;
Mestur
A hm a
tEfendi ve
biri dahî Ehl-i Cennet Efendi'dir ki bu dahî hulefâ-i Hüdâyî'den sâhib-i
mezâk bir azîz-i memdûhi'1-âfâk idi. İkisinin dahî türbeleri ol dâirededir.
Fe-emmâ
Ehl-i Cennet Efendi Ahmet Efendi'ye nisbetle bir mikdâr ehl-i kalem idi ki
ba'zı ilâhiyât-ı mu'teberesi vardır. Ama Ahmet Efendi, Üftâde Efendi gibi kalem
tutmamış ve öyle ümmî gibi gelip gitmiştir. Gerçi şân-ı âlîsi vardır ki zevkte
cümleye gâlibtir. Onun için silsilei meşâyihda dâhildir.
Ehl-i
Cennet Efendi dahî gerçi âsitâne şeyhi olmuştur. Velâkin nefes evlâdından
akabi mefkûd ve silsilesi munkatıadır. Kale Teâlâ: »li» jj [Al i İmran,
3/74] [Allah dilediğini rahmetiyle seçer] . Ahmet Efendi ise
mevsûlü's-silsiledir. Nitekim min ba'd gelir İnşâallâhü Teâlâ[125].
NAZM
İlâhî bir nazar kıl hâlime
iksir ola hâlim
Nuhâsım
ayn-ı zer eyle diğer-gün etme ahvâlim
Yakıb kal olmaz ise bûte-i aşk
içre ger cânım Kesâde erişe elbet revâcın bulmaya kâlim [72a]
Hasebde silsilem ermezse ger
Sultân-ı Kevneyn'e Ne veçhile edip da'vâ diyem ben Hazrete âlim
Giyersem câme-i İsmâîl'e tâc-ı
vekarı ger
Külâhım
çarha ere atlasa fahr ede bu şalım
Bana devlet yeter Hakkı ki
Hakk'a olmuşum mensûb
Gerçi
iş bu dünyâda ne mülküm var ne hod mâlım
ERBAB-I ZİKRİN
DİL-PESENDİ
ZÂKİRZÂDE ABDULLAH EFENDİ (K.S)
Şeyh
Abdullah Efendi'nin vâlidi Hz. Hüdâyî'nin meclis-i ihyâsında ser-zâkirânı olup
ekseri ilâhiyyât-ı Hüdâyî’ye şeyhâne besteler edip okuduğu hasebiyle oğlu Şeyh
Abdullah "zâkirzâde" demekle müştehîr olmuş
ve ol vecihle dillerde cer yân bulmuştur. Gerçi kendi, zamân-ı Hüdâyî'ye ermiş
ve onu görmüştür. Velâkin henüz ünfüvân-ı ömrü ve bidâyet-i emr olmakla sülûkü
sâlifu'z-zikr Dizdarzâde Ahmed Efendi'den görüp menzil-i vasla dek pûyan ve
sadr-ı meclis-i a'yân olmuştur.
Bunun
dahî gerçi kalemi yoktur [72b] . Velâkin âşıkane İlâhîleri vardır
ki mahlasları "bî-çâre"dir.
İstanbul'da
Ali Paşâ zâviyesinde Şeyh ve Fâtih Sultan Câmiinde yevm-i sülesâda vâiz idi.
Ziyâde ehl-i lisân ve ehl-i takrîr olup kelimât-ı âliye söyler ve ekser-i
makâlâtını tasavvuf eylerdi. Uşşâkı bisyâr ve meclisinde hâzır olanlar bîşumâr
idi.
Vezirin
câmiine muttasıl olan kubbeyi dahî bunlar zabt edip içinde fukarâ iskân ederler
ve süllâk-ı tarîkat terbiye eylerlerdi. Ve ol kubbe zamân-ı fetihde Şeyh
İlâhî elinde
idi. Sonra Bâli-i Sûfî'ye ba'dehû
Zâkirzâde'ye intikal eyledi. Gâh medrese nâmı ile zabt olundu ve gâh hankâh
kılındı. Sonra kubbesi münşâk ve vasatı düzine gibi açıldı. Ve evvelki
rağbetinden sâkıt oldu.
Ve Şeyh İlâhî-i Sîmâvî
izdihâm-ı nâsdan Vardâr Yenicesi dedikleri kasabaya ve
Bâli Efendi dahî Sofya tarafına hicret edip
orada bir sefh-i cebelde karyede kaldı. İşte ehlullah dünyâdan bu vecihle firâr
ederlerdi, ehl-i zamâne Hak'dan [73a] firar ettikleri gibi.
Ve'1-iyâzü billâhi Teâlâ[126].
[Allah korusun! ]
NAZM
Zikri
hakk'a şuğl eder her kim.
ki mezkûr isteye Şükr ider ni'metlere şol diline meşkûr isteye
Gerçi
kim zulmette olur âb-ı hayvan dediler
Zulmet-i tenden çıkar amma şu kim nûr
isteye
Kâ'be-i
cân u dili eyler imaret lâ-cerem
Kangı âşık kim felekte beyt-i ma'mûr isteye
Nefsini
pâmâl eder hâk-i tevâzu'da ebed Diline mânend-i Süleyman sohbete mûr isteye
Hakkı'ya
nûn ve'l-kalem feyzinden olur behremend Şol ki Kur'ân içre sırr-ı pâk ve7t
tûr isteye
MEMLEKET-İ
MA'RİFETİN PÂDİŞÂHI CEMRE CÂHI
eş-ŞEYHÜ'L-FERÎD es-SEYYİD OSMAN el-FAZLÎ el-İLÂHÎ
(K.S)
Bu abd-i fakir Hakkı kulun şeyhidir.
Vatan-ı aslîsi diyar-ı rûmiyyeden bahr-i esved tarafında "Şumnu" dedikleri
kasabadır (şm-ı mu'çemenin [73b] dammı ve mimin sükûnu ve nunla).
Vâlidi es-Seyyid Fethullah, ziyâde zâbit kimse olmakla, oğlu Seyyid Osmanı 17
yaşına gelince haneden dışarı çıkarmayıp terbiyesinde olduktan sonra vefat
etmekle, Seyyid Osman dahî eyyam-ı civânîde olmakla bir gün hane bî-rûn olup
çarşıda kahvehâne tarafına murûr edip görse ki bir şâir hûb-âvâz çalıp çağırır.
Onun okuduğu kelimâttan LS'jS' jU» fehvâsı üzerine ziyâde mü
teessir
olup gelip vâlidesinden me'zûn olup okumak ve yazmak ve sülük sevdâsı ile
şehr-i Edirne'de Hz. Hüdâyî'nin halîfesi "Saçlı İbrâhim Efendi" demekle
meşhûr-ı afâk olan şeyhe muttasıl oldukda, Şeyh bunun mezîd-i ictihâd ve
kuvvet-i isti'dadına bakıp terbiyesinden âciz olmakla, Seyyid Osman dahî oradan
İstanbul cânibine şedd-i rahl olup ve rabt-ı hizam edip âsitâne-i Hüdâyî'ye
vusûlünde, ol vakitte âsitânede seccâde-nişîn olan Hz. Hüdâyî'nin kızı oğlu "Mes'ûd
Çelebi" meczûb olmakla irşâda adem-i kudretinden mürîdân-ı Hz.
Hüdâyî'den bir pîr-i nûrânî [74a] oradan Seyyid Osman'ı, ilhâm-ı
İlâhî ile alıp İstanbul'da sâlifu'z-zikr Zâkirzâde Abdullah Efendi'ye teslîm
etmiştir.
Şeyh'im
hazretlerinden mesmûumdur ki demişlerdir: "Mezkûr Zâkirzâde huzuruna
ibtidâ duhulümde mutâlea-i cemallerin ettiğim gibi, işte ben şeyhi buldum diye
kalbime mülhem olup, şeyh dahî, işte bize bir hakkânî mürîd geldi diye hâtırâ-i
mahmudeleri olmuş". Tarafeynden bu irtibâtı kavî ile bir kaç sene
içtihâd ve hizmette olmuşlar ve bir miktar dahî ulûm-ı edebiyyeden okumuşlar.
Zâkirzâde
merhûm ona; "Emir Çelebi sende Şeyh-i Ekber meşrebi vardır"
der imiş.
Bir
gün Zâkirzâde'nin bir hizmet-i sakîlesi vâki' olup şurada mürîdlerden bir kimse
yok mudur? diye tefahhus ettiklerinde herkes kesl-i nefsânî ucundan hâmuş ve
icâbetten sâkit oldukta Seyyid Osman hücre bî-rûn olup; "hizmet nedir?
buyurun" dedikte Zâkirzâde dahî: "Emir Çelebi senin dersin
vardır ki bu hizmete mâni'dir deyince, ol dahî: "Sultânım, ulûm-ı
evvelin ve âhirin münkeşif olacağını [74b] bilsem yine hizmetinizi
ihtiyar ederim" demiş ve Zâkirzâde bu sözden ziyâde mahzûz olup: "Emir
Çelebi, Allâhu Teâlâ sana ulûm-ı evvelin ve âhirini keşfetsin" diye
duâ ve nefes etmeleri ile, duâ dahî sitâresinde vâkî olmaklığı şeyhimden
mesmûumdur. Ki buyurmuşlardır: "Bir gece cemî'-i ulûm kalbime munsâb
olup bilmediğim nesne kalmadı. Ve ilm-i iksire varınca münkeşif oldu"
demişlerdir. Bu cihetten derlerdi ki;"bu tarikat iki nesneden ibârettir
ki biri müridden hizmet ve biri şeyhten nefestir".
Ve
yine buyurdular ki;" bir gün şeyhim Zâkirzâde bana hilâfet teklif edip
ben dahî sultânım ben sizin hizmetinizi ihtiyâr ederim diye imtina' ettiğimde
ol gece vakıamda Allâhu Teâlâ'yı gördüm ki mushafı bana uzatıp; "al
kelâmımı, dahî kullarımı bana da'vet eyle!" diye ferman edince ol heybetle
bî-dâr olup j mucibince irâdetimi irâdât-ı şeyhte ifna edip ol dahî beni
Edirne tarafına "Aydos" nam kasabaya (feth-i
hemze ve sukûn-i yâ-i müsennât ve damm-i dâl-i mühmele [75a] ile)
istihlâf eyledi. Fe-emmâ kasaba-i mezkûrede bir kaç sene meksimden sonra oradan
hicrete isti'zan edince Şeyh dahî benim vefatıma dek orada mukîm olup ba'dehu
muhayyer ol demişler.
Bi-emri'İlâhi
teâlâ Şeyh 6 ay sonra karargâhı huldberîn edip ol dahî işaret-i ilâhiyye ile
medine-i Filibe tarafına nehdat eylemiş. Filibe (kesr-i fa ve lâmla ve
bâ-i muvahhade ile) meşâhîr-i bilâd-ı rûmiyyedendir. Ve orada 15 seneden
mütecâviz zaman ikâmet ve neşr-i ulûm ve icrâ-yı âdâb-ı şeriat ve erkân-ı
tarikattan sonra bir gün kaylûlede iken çeşm-i hayâle âlem-i gaybdan ol vecihle
ayan olur ki 300 kadar evliyâ gelip O'nun vasatına zincir bend edip ve oradan
cezb eyleyip İstanbul'da Edirnekapısı nâm mahalle geldikte Şeyh'i oradan
içeri idhâl edip var imdi senin makamın budur "At Pazarında Kul Camii"ni
irâet etmeleri ile Şeyh dahî bî-dâr olduğu gibi vudû' ve şükr, vudu'dan sonra
bu kazıyyeye kimseyi âgâh etmeyip bir külâh ve bir asa [75b] ve bir
filar ile İstanbul' a müteveccih olup gelip ta'yîn olunduğu mahalde karar
eylemiştir. Bu cihetten elsine-i nâsta "At Pazarî Emîr Efendi" demekle
şöhret bulmuş idi.
Ve
mesmûumdur ki buyurdular; "İstanbul'a duhûlümden sonra ba'zı ahbabla
Şeyh-i Ekber'in (k.s.a) Fusûs nâm kitabını müzâkere
ederdim. Ba'zı ehl-i inkâra aksettikte "Emîr Efendi, Şeyh-i Ekber'li mi
imiş?" diye ta'n etmeleriyle ol gece hitâb-ı gayrî vâki'olup;
"ceddin yolunu tut ki, setr yoludur" denilmek hasebiyle ben dahî min
ba'd berâ-yı tesettür bu bâbı iğlâk ve bâb-ı ilm-i zâhiri feth edip tedrise
meşgul oldum".
İşte
ol tedrîs esnâsında İlm-i Âdâbta Hanefiyye'yi ve İlm-i Beyanda Mutavvel
ve Muhtasar
ve İlm-i Usûl-i Fıkıhta Tenkıyh ve Telvîhi şerh eyleyip
beyne'1-ulemâ velvele-endâz oldu. Şöyle ki mecliste hâriç ve dâhilinden 200
kadar tâlip müctemi' olurdu.
Ve huzûrî olan fukarâyı ba'de't-tahsîl ve
terbiye Rum ve Anadolu ve bilâd-ı arab'a istihlâf ederdi. Şöyle ki ilmi ihyâ ve
cehli [76a] imâte eyledi. Ve yine bu esnâda Sadr Konevî'nin Miftâhu'l-gayb’ını ve Tefsîr~i
Fatihasını
şerh eyleyip i'câz mertebesini göstermiştir. Zîrâ Tefsîr-i Fâtihâ hususunda
Mevlânâ Fenârî demiştir ki:
Ve
Şeyh Üftâde, Hüdâyî'ye hitâb edip acaba bu kitabı bu asırda fehmeder var mıdır?
diye buyurmuştur. Ya'nî 400 seneden beri ulemâ onun hakkında -şerhten kat'ı
nazarfehimden bile âciz iken Şeyh mezbûr âhir onu kaleme getirip ol asırda
allâme-i enâm Şeyhu'1-İslâm Debbağzâde Mustafa Efendi onu
görünce:(ba'de't-takbîl) "Biz bu şanın mü'miniyiz, velâkin fehmden
âciziz" diye insaf etmişlerdir. Ve Şeyh'in ol kitâbı şerhi,
tecelliyât-ı berkıyyesi zamanıydı. Ol külliyet esnâsmda Tecelliyât-ı
berkıyye nâm
kitab-ı celîli tasnîf etmiştir ki makdûr-ı beşer değil belki mu'cîz
hükmündedir.
Ve
bir risâle-i irfâniyye-leri dahî vardır ki Mantıku't-tayr olmak
hasebiyle onu ancak Süleymân-ı vakt olan fehm eyler. Ve tahrîr ettiği resâil ve
eylediği tahrîrâtı bediiye nihâyet yoktur [76b] . Ve âhir ilm-i
iksirde bir risâle tahrîr etmiştir. Beyne ehli-1 iksîr şâyi' ve mütedâvildir.
Ve ba'zı ulûm-ı garibeyi izhâra vakt veyâhut me'zûn olmamak hasebiyle "benimle
âhirete bile gider" diye mesmûum olmuştur.
Ve
Sultan Muhammed Râbi' ziyâde mu'tekidi olmakla sarayına da'vet eyler ve
vaaz ve zikrullah ettirirdi. Ve müşkili olan mevâzı'dan suâl eylerdi. Ve şehr-i
Ramazan'da Şeyh'in iftar ettiği nândan taleb edip teberrüken kendi ve havâssı
onunla iftar ederlerdi.
Ve
şeyh merhûmun cümle-i garâibindendir ki ihtifâya kadir idi ki bir defâ 4 ay
savmaasmda oturdu. Ve hiç bir kimse ona muttali' olmadı.
Ve
İstanbul'da zorbâzular isti'lâsıyla ihtilâl-i azîm vaki' olup din u devlet zîr
u zeber olunca işâret-i İlâhiyye ile araya girip zorbâzuları kati ve ehl-i
menâsıbın münâsibini ta'yîn ve dîn ve devleti takvîm eyleyip ahâliyi müsterih
kılmıştır. Bu vâkıa-i hâileden bir kaç sene mukaddem lisanlarından mesmûum idi
ki; "bizim İstanbul'da pâdişâh olmamız vardır" demişlerdi.
Fi'l-vâki'
Sultan [77a] Süleymân-ı Sânî cülûsunde ihtilâl-i azîm vâki'
olunca bir vecihle def' etti ki ukûl ol tedbîr-i İlâhîden mütehayyire oldu. Ve
kendi ol zuhûr ve kuvvât-ı galebe hasebiyle saltanat pâyesini ve Sadreddîn
el-Konevî'den sonra bu meküle müdebbir ve mufassıl isimlerine mazhar kimse
geldiği ma'lûm değildir. Nitekim Kitâbü'1-hitâb nâm eserimiz de sâlis-i
selâse olmak üzere tahkik olunmuştur.
Mukaddemâ
"Fazlî" tehallus ederlerdi. Sonra İlâhî ile dahî
tahallüs edip hem zâtî ve hem sıfâtî olduklarını iş'âr etmişlerdir. Nitekim
bizzat dest-i İlâhî'den mushâf def' olunduğu zâtî olduklarına delâlet eder ki
her kâmilde bu meküle bilâ-vâsıta muâmele-i ilâhiyye olmaz. Hattâ bu ma'nâda
Cüneyd-i Bağdâdî üzerine rüçhanları vardır ki: Cüneyd, dayısı Seriyy-i Sakatî'den
hilâfet kabûl etmeyince ol gece rüyâsmda Cenâb-ı Risâlet (salla’llâhü aleyhi
ve sellem) cânibinden ta'yîn olundu. Ve fazlı olduğu budur ki ulûm ve ahvâli,
bi-tarîki'1-keşf ve'1-fazli'1-İlâhî'dir.
Âvâhîr
ömründe ba'zı vüzerâ onlara garaz ve hased etmekle cezîre-i Kıbrıs'da Magosa
[77b] kal'asma iksâ etmiştir. Şeyhimden mesmûumdur ki
buyurdular: "Bu ma'nâ bana 4 ay mukaddem işaret olunmuş ve cânib-i
gaybden ifâde kılınmış idi. Velâkin makamında sabit ol ve mukayyed olma. Zîrâ
bunda hikmet-i bedîamız vardır denilmekle ol hâl üzerine sükûn iktizâ' eyledi.
Yoksa onlar benim karamı nerede görürlerdi" demişlerdir.
Ve kendileri Magosa'ya
duhûlden sonra vezir-i mezbûr kendi etbâı elinde verâ-i Belgrad'da "Serem
orası" nam mahalde katlolunup onun yanınca 60-70 bin âdem dahî telef
olmuşlardır. Nitekim enbiyâ istişhâdında hükm-i İlâhî budur. Ve verese-i enbiyâ
dahî enbiyâ hükmündedir Ve ol vakitte hasûd maktûlun rûhu huzûr-ı şeyhe ihzâr
olunup Şeyh dahî; "bizim suçumuz ne idi ki bizi buraya iksâ
ettin?" dedikte cevâba kadir olmayıp ba'de'l-iâde yine sâkit olunca
oradan şiddetle ref' olunduğu lisân-ı şeyhden mesmûum olmuştur. İşte nefy-i
evliyâ dahî kati hükmündedir. Kale Teâlâ: JjüJI [Bakara, 2/191]
[Fitne
adam öldürmekten daha kötüdür]
4»
jl [Allah'
ın gazabı bir peygamberi öldürene ve
öldürülmesine
karşı çok şiddetlidir[127]]
[78a]
Ve
Hz. Şeyh'in turâbı, kal'a-i Magosa'da şühedâ meyânında olmakla vefâtı ve defni
orada vâki' olmuştur. Nitekim bu fakir târihinde demiştir:
Nazm
Bülbül-i hoş lehçe-i gülzâr-ı
ma'nâ, ya'nî şeyh Bulmadı âhir bu fânide bakaya râyiha.
Kudsiyân-ı pâk-dil, Hakkı el
açıp dediler Rüh-ı pâkiyçün Azizin okuyalım fâtiha.
Ma'lûm
ola ki Hz. Şeyh sinn-i erbaine dâhil oldukta Kul Câmi'-i harîminde bir hücrede
40 gün mu'tekîf olup kırkıncı sabah ki zilhiccenin ondokuzuncu cum'a günüdür.
İşrak vaktinde fukarâ tevhidde iken
J
cıulj (3^43 cJLfl j.jJI [Mâide, 5/3] [Bugün size dininizi ikmâl
ettim, üzerinize ni'metimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm'ı
beğendim] denilip velâdetleri 1041 senesinin zilhiccesi ondokuzunda işrâk
vaktinde olup vefatları 1104 zilhiccesinin ondokuzuncu günü işrak vaktinde
olmak üzere işâret olunmuştur. Bu sûrette fenâ-i ma'nevîsi sekseninci senesinde
ve fenâi sûrîsi 104. târihinde [78b] , 40 sene fenâ ve 23 sene
bekaya nâzır olup sinn-i şerifleri sinn-i Nebevi üzerine 63 olmak lâzım gelir.
Velâkin Magosa'ya nüzûllerinde, perhiz ile
me'mûr olup be-her şeb bir miktar nânla sudan gayrı nesne tenâvül etmeyip bu
hâl üzerine bir sene murûr ettikte, bu fakir dahi kendilerinin da'vetleri
hasebi ile Bursa'dan meşyenale'l-vech huzurlarına dâhil oldukta; "buraya
geleli gerçi bir sene oldu velâkin üç yaşadık" buyurdular. Ya'nî şol
ma'nâ ki husûlü 3 seneye muallak idi. Bir senede hâsıl olup 2 senesi mensûh
oldu demektir. Onun için vefatları 1102 de şehr-i mezkûrun ondokuzunda vâki'
oldu. Nitekim Temâmu'1-feyz nâm kitabımızda
meşrûhdur.
Ve
sinn-i şerifleri sinn-i Nebeviye mutabık geldi. Zîrâ sinn-i Nebevi'de dahî
ihtilâf vardır ki; altmış birinde ve üçünde ve beşinde olmak mervîdir. Pes
Şeyh'in vakt-i vefatta ömürleri 61 olmuş olur.
Ve
ol vakitte buyurdular ki; "bu tarafa geldikte[79a]
vücûdumuzda asla bakiyye kalmadı.Cibril nüzûl etse böyle vakitte nüzul eder.
Velâkin j [Nübüvvet kesildi mübeşşerat kaldı[128]
mucibince
min-ba'd nübüvvet olmaz. Eğer hayât var ise hayât-ı tayyibe-i bâkıyedir. Ve
illâ dünyâda bakaya zaruret yoktur, zîrâ maksûd hâsıldır"
, Ve Hz.
Sevh ba'zı tahrîrâtında demiştir ki oUj-iSJI & Ulkcl (^İJI aUj-kİIj £»4-1 j JjÂIIjuij
j»lL>
I s-iiSÜljı ûu-, j
İÜ, £*4[Keşiflerden,
farkdan sonra cem' makamının keşfi ve cem' den sonra fark makamının keşfi
vardır. Allah'a hamd olsun ki bize farkdan sonra cem' makamında vâki' olan
birinci keşfi 1068 senesinin başında, cem'den sonra fark makamında vâki' olan
ikinci keşfi 1091 senesinin başında ihsan buyurdu.]
Ve
buyurmuşlardır ki; "ibtidâ tecelli-i ilmide hakâyık-ı âfâk münkeşif
olup ba'dehû hakâyık-ı enfüse ve ba' dehû hakâyık-ı Kur'ân'a terakki hâsıl olur
ki; bu üç mertebe üç nüshadır. Ve onların aslı Hakâyıku'r-Rahmân nüshasıdır.
Ve kütüb-i erbaa bu 4 nüshaya işârettir".
Ve
Hz. Şeyh'in sülûkü kümmel-i evliyâ sülûkü üzerine olmakla kesîru'n-nikâh idi.
Hattâ 4 menkûha ve 18 [79b] süriyyeyi cem' etti. Ve Hz. Hüdayî dahî
bu kuvvet üzerine idi. Ve bu ma'nâ hasâis-i kümmelden olduğu kesret-i nikâh ı
Nebevi'den me'hûzdur.
Ve
Hz. Şeyh U j I [Ümmetimin hayırlısı hafî olanlarıdır] mucibince şöhreti
sevmez ve dâim tesettür üzerine idi. Hattâ benim üzerime türbe binâ olunmasın
belki hemen tezkire-i duâ olmak üzere başım ucuna bir taş nasb olunsun derdi.
Ve
Şeyh Zâkirzâde dahî bu uslûbu ihtiyâr edip Üsküdar'da sahrâda definle vasiyyet
etti. Ve ol vecihle medfûn oldu. Ve Hz. Şeyh'in kabri dahî hâriç-i kal'ada
kubûr-ı şühedâ arasında vâki' olup ba'zı ahbâb Konya'da Şeyh Sadreddîn'in
sandukası gibi taşdan sanduka etmişlerdir, diye mervîdir. Zîrâ bu fakîr hîn-i
intikâlinde orada mevcûd olmayıp li-ecli'1-maslaha me'zûnen yine Bursa'ya
avdet vâki' olmuş idi.
Ve Şeyh'in tefâsil-i hâli zabt ü kalemden
bî-rûn ve takrir-i zebândan hâriçtir. Ve bir miktar beyânı ve kelimâtı ve
Tarîk-i Celvetî'ye müteallik olan ahvâl Kitâb-u
Tamâm!'1-feyz
nâm eserimizdedir ki, Hz. Şeyh'in intikâli mün'akis olduktan sonra te'lîf [80a]
olunmuştur. Vallâhü'lMufîz ve'l-cevvâd ve'l-hamdu leh bilâ-nef âd[129]. [Allah
mufîz ve cevvâddır, sonu olmayan hamd onundur.]
NÂZM
Cümle
âlem cism ü anın cânıdır Şeyhim benim
Belki her can vü dilin
cânânıdır şeyhim benim
Milket-i
Osmâniyânm var ise sultânı ger
Mülk-i ma'nâ tahtının
Osmânı'dır şeyhim benim
Devr-i Âdem'den beri
bir noktadır sırr-ı vücûd
Fi'1-hakîka merkez-i devrânıdır
şeyhim benim
Her ne feyz-i pâk kim mîzâb-ı
Rahmet'den akar Havz-ı mâ-lâ-mal ve şâdurânidır şeyhim benim
Cevher-i yektâ-yı irfan isteyen
gelsin beri Cümle esrâr-ı Huda'nın kânıdır şeyhim benim
Âdem-i ma'nadan aldım ben bu sırrı
Hakkı'yâ Âlemin hoş suret-i Rahmânıdır şeyhim benim
el-ABDU'L-MUHTAÇ
İLÂ MEZÎDİ'T-TERAKKİ
eş-ŞEYH İSMAİL HAKKI
Gafera zunûbe vücûdihî
bi-fazli’İlâhi vücûdihî
Ma'lûm
ola ki; bu fakirin vâlidi Mustafa, İstanbul'da Aksaray mahallesinde
dünyâ'ya gelip sonra harîk-ı kebîr meşhur vâki' oldukta esas [80b]ve
rahatları muhterık ve nizâm-ı halleri muhtel ve müfterik olmakla oradan hicret
edip şeyhim merhûm seyyidü'1-aktâb Fazlı-i İlâhî'nin ibtidâ istihlâf olunduğu
mârre'z-zikr kasaba-i Aydos'ta tevattun etmeleri ile bu fakir, Hz. Şeyh' in
orada eyyâmı ikâmetinde mastabâ-i vücûda vaz'-ı kadem edip sinnim üçe bâliğ
oldukta vâlidim beni Hz. Şeyh huzûruna getirir, ve takbîl-i yed ettirirmiş.
Bu
cihetten gâhice; "sen bizim 3 yaşından beri mürîdimizsin diye"
buyururla8dı. Sonra 10 yaşına erdikte Edirne'de halîfe-i evveli ve
zevi'1-kurebâtından olan Seyyîd Abdülbâki Efendi hizmetlerine tefviz
olunup irsâl-i mehâsin edince orada kıraat ve kitâbetten sonra şeyhim ol
vakitte, medîne-i Filibe'den İstanbul'a hicret etmiş bulunmakla ol cânibe kıyâm
gösterib varıp dâhil-i meclis-i âli oldukta ol saat mubâyaaya işâret edip, telkini
zikr ettikten sonra ashâb-ı idâdından olup, bir müddet orada ders ve hizmetle
mukayyed iken bir gün ba'de'l-işrâk kaiden hâbda [81a] ser-be-ceyb hırka
olmuş iken gördüm ki Hz. Şeyh bâb-ı harem'den bî-rûn olup bu Fakir'i orada
gördükte: "Gel göreyim, sana bu tarîkta isti'dât gelmiş midir?"
diye işâret edip bu Fakir dahî varıp başımı rükbeleri üzerine vaz' eyleyip
uzanıp yattım. Onlar dahî yed-i mübârekelerini cebheme vaz' edip; "hâ.
. senin isti'dâdın gelmiş., hâ senin isti'dadın gelmiş." diye iki kere
bu edayı ettikte "Bismi'İlâhi'r-rahmâni'rrahîm " deyip Sûre-i
Fatiha'yı mine'1-evvel ile'1-âhir okuyup mine'1-karın ile'1-kadem nefh edip;
"var imdi seni Bursa'ya halîfe ettim" buyurdular.
Ve
ol vakitte Mutavvel kitabı okunurdu. Bu
nefhden sonra mutavvel etval olup gayrı iş zuhûr etti. Sinn û sâlim henüz
yirmiden mütecâviz idi ki nefy-i mezkûr sebebi ile feth-i İlâhî vâki' olup
âyât ve ahâdîs üzerine te'vîlât tahrîr etmeye başladım.
Ve
vakt-ı âhirde dahî şeyh-i meşâyıhı'd-dünyâ Muhyiddîn el-Arâbî Hazretleri zâhir
olup dehânımı takbîl etti. Fakîr dahî ayağını öptüm ve bu sebepden [81b]
dahî başka esrâr zuhûr edip Şeyh Abdülkâdir Geylânî ve İbrahim b. Ethem ve
pîrân-ı tarikatımızdan Şeyh Üftâde ve Hz. Hüdâyî tarafından dahî istifâdeler
vaki' oldu.
Ve
enbiyâdan (a.s) ibtidâ Âdem (a.s) ve sonra Cenâbı Nübüvvet (salla’llâhü aleyhi
ve sellem) temessül edip sırr-ı hâl ve münâsebeti ricâl ne idiği münkeşif oldu.
Çekilen
âlâm ve şedâide nihâyet yoktur. Zîrâ mukaddem li-ecli't-temhîd bilâd-ı
rûmiyyeden belde-i Üsküb'e istihlâf olunup etrafında 10 sene kadar devrden
sonra Bursa' ya nakl olunup müddet-i kalîle murûrunda fiten-i dîn u dünyâ zuhûr
edip, Hz. Şeyh dahî kal'a-yı Magosa'ya iksâ olunmakla biz dahî; "can
gitti beden ne durur" diye o tarafa kemer beste-i azimet olup,
vusûlümüzde bir kaç gün sohbet-i hâs esnâsında bir gün ziyâde incizâb-ı rûhânî
ve tecelli-i Rahmânî vâki' olmakla bu fakire kelimât-ı Hüdâiyye'den bir İlâhî
ve akabinde sûre-i Yûsuf'dan ba'zı âyâtı okutup ol cezbe esnâsında duâ-yı azîm
ettikten sonra; "seni [82a] buraya getiren mîrâsındır. Zîrâ
senden gayriye kalbimde tealluk bulmadım." deyip musebbaha parmağını
ağızları ortasına koyup, "Bu nefes benden sonra sana vâsıl olur"
diye nutk etmeleri ile rukbeleri takbîl olunup zevk ve surur bî-nihâye ve neşât
ve inbisât-ı bîgâye hâsıl oldu.
Ve
mukaddemâ hayalde vâki' olan ma'nâ sûret buldu. Ve bu esnâda iki kerre sırr-ı
saltanat zuhûr edip UjÛjj dJ
[inşirah,
94/4] [Senin şanını ve ününü yüceltmedik mi?] ile mübeşşer ve dahî jJJlâ
[Müddessir, 74/2] [Kalk artık uyar!] ile muhatab olduğumuz hafî
olmaya.
Ve
esmâ-i İlâhiyyeden Abdullah ve Abdulkâdir ve Abdullatîf ve Mahmûd ve Kıblet-ü
ehli's-semâ ve emsâli ile tesmiye olunduğumuz Varidat-ı
Kübrâ'da
ve şâir âsârımızda mubeyyendir. Ve cümle-i âsârımız 100 adetten mütecâvizdir.
Ezcümle
3 mücelled-i kebîr Tefsîr-i rûhi'l-beyân ve Şerh-i
Hadîs-i Erbain
ve Şerh-i Âdâb ve Usûl-i Hadîs'te Şerh-i
Nuhbetü' 1-fiker
ki mecmuâ-yı kübrâdır.Ve Ki tabii'2hitâb ve Kitâbû'n-necât ve Kitâb-ı
Kebîr
ve Nakdü' 1 -hâl ve Ki
tâbü ' 1 -Hakkı' s-sarîh ve' 1-keşfi 's-Sahîh ve Kitâbü'nnetîce ve Şerhü'
1 -Muhammediyye
ve Şerhü'1-Mesnevî ve Tuhfe-i
Hâskiyye
ve Şerh-i tefsîri'l-Fâtiha [82b]ve Şerhü'1kebâir ve Temâmü'l
-feyz
ve emsâli gibi ki kimi lisân-i arabî ile tahrîr ve kimi zebân-ı türkî ile
takrîr olunmuştur. Ve manzûmelerimiz 10 binden ziyâdedir.
Ve
Şeyhim Hazretleri'nin eser-i celîlleri olan Tefsîr-i
Fâtihâ-i Konevî
şerhini tekmilinden sonra, cum'a günü bir saât-ı mübârakede bu Fakîr'i da'vet
edip o şerhi tefsiri (ki mücelled-i kebîrdir) yedime sunup "Al şunu!
işte 3 6 yıllık mahsûlündür. Allah Teâlâ sana dahî ziyâdesini ihsan
eyeleye" diye duâ ettiler. Ve orada sırr-ı ricâl ne idiği bir mertebe
dahî münkeşif oldu.
Ve
onların bu Fakîr hakkında enfâs-ı tayyibesindendir ki; "Allah Teâlâ
bana bir halîfe verdi ki onu Hz. Pîr'e, ya'nî Şeyh Hüdâyî'ye vermedi"
buyurmuştur.
Ve
yine buyurmuştur ki: "Allah Teâlâ seni Hz. Pir'in sırrına mazhar
eylemiştir". Ve bu kelâm ol cihetten onlardan sâdır oldu ki bu Fakîr
onların meclislerinde kelimât-ı âlîyesini zabt edip lisân-ı arabî ile terceme
ederdim. Hz. Hüdâ'yî Şeyh Üftâde'nin kelimâtını terceme ettiği gibi. Nitekim
bir miktarı Temâmu'1-feyz [83a] nâm
kitâbımız zeylinde tahrîr olunmuştur.
Ve
bu Fakîr'e Hz. Şeyh'in vefâtından sonra Sultan Mustafa gününde da'vet
tarîki ile iki defâ gazâ ve ba'dehû iki defâ dahî hac müyesser olup ibtidâ
elifât-ı erbaada vâki' olan hac'da te'lif olunan Esrâr-ı
Hac,
kütübi celîle ile "Alâ" kurbunda, urban yağmasında gitti.
Ve
Haremeyn-i Şerifeyn'de vâki' olan işârât-ı latîfe kimi ba'zı âsârımızda
mazbût ve kimi dahî metruktür.
Ve
Hz. Şeyh'in intikâlinden 28 sene murûrundan sonra
Dımeşkı'ş-Şâm'a hicretle me'mûr olmakla
ehil ve evlad ile Bursa'dan Şam'a azimet edip varıp orada 3 sene kadar meksden
sonra, Allâhü Teâlâ'nın izni ve Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
Hazretleri'nin işâreti ve veled-i ekberi olduğum Şeyh Muhyiddîn el-Arabî'nin
ibareti ve Hz. Hızır'ın imdâdı ve iâneti ve Hz. Şeyh'in mirâren icâzeti ile
İstanbul cânibine müteveccih olup gelip 3 sene kadar Üsküdar'da meks ve
ikametten sonra tekrar Bursa'ya sevk-i İlahî vâki' ol-makla oradan semend-i
azimete[83b] suvar olup gelip yine makamımızda karar vâki' oldu.
Ve
Kitaba'1-hitab
ve'n-necat ve Amme tefsiri üzerine şerh Şam-ı Şerîf'te tahrîr olundu ve Üsküdar'da
3 senede tamam 30 adet kitap te'lîf kılındı ve etrafa bi-hasebi'liktiza
mekâtib-i tavîle yazıldı ve nîce tahrîrât dahî beyaza geldi ve bu makamda dahî
kelam vardır velâkin liecli'1-maslaha ve't-tesettür tayyolundu.
Ve
Üsküdar'da olduğum halde bir gece Hz. Muhammed Üftâde ve Mahmûd Hüdâyî (k.A.s)
temessül edip gelip yanıma oturdular ve Hz. Üftâde ağaz-ı kelâm edip; "işte
Üftâde, Üftâde ve Hüdâyî, Hüdâyî diye diye âhir sende onlara eriştin"
buyurdu. Ve Bursa tarafına işâret vâki' olup sizi sağ tarafımıza alalım diye
remz olundu.
Ve
Hz. Hüdâyî ile ba'zı mülâtafat vâki' oldu. Levni sufrete mâil, hafîfu'1-lihye
ve mu'tedîlü'1-cüssedir Ve Şeyh Üftâde tavîlü'l-kad ve tavîlü'1-lihyedir ki
bunun dahî levni bir miktar sufrete mâildir.
Ve
Şam'da olduğum halde Şeyh-i Ekber (k.s.e) bir kaç kere temessül edip; "şol
ki halk ona yaprak der. O bizim yanımızda habîs [84a] ve
harâmdır" buyurdu. Ve Şeyhimden dahî mesmûumdur ki; "şurb-i
duhân eden nefsânî ve şeytânîdir" dedi. Ve mezâmîrin cümlesinin
hürmetini tasrîh etti.
Ve
Şam'da ikâmetim halinde metâlib-i âliyeden bir matlab-ı âlî hâsıl oldu ki
derece-i sohbettir. Ya'nî bir gece bî-dâr ve iğmâz-ı ayn üzerine iken Cenâb-ı
Risâlet (salla’llâhü aleyhi ve sellem) muhâzâtıma gelip 1 ,*1 ı>*nKim
ismimi gerçekleştirirse onun ismi gerçekleşir" buyurdular. Ve bu
Fakîr'i derece-i semâ' ve rivâyete yetirdiler. Ve bu kelâmın şerhi gayrı
mahaldedir. İşte hâbda görüp işitmekle yakazada olmak berâber değildir. Ve bu
meküle maânî-i garibeyi ekser ehl-i rusûm inkâr ederler. Onun için icmal
olundu. Velâkin onların inkârından ötürü bi'lkülliye dehân-beste ve
hâme-şikeste olmak sezâ değildir. Zîrâ bu meküle meânîyi tasrîhde nice erbâb-ı
isti'dâdı irşâd vardır.
Ve
bu Fakir bir zaman bir kâdı'nın meclisinde bulunmuş idim. Orada Hz. Hüdâyî'nin
ba'zı ilâhiyyâtma muttali' oldukta bu sözlerden ne hâsıl diye inkâr eyledi. Ve
hâlen dahî ne meküle muteannidler vardır ki sıdk u salâh ve kemâli müteayyin
[84b] olan kimselere itâle-i lisân edip gezerler. Ve muâhaza-i
Hak'dan bî-haberlerdir. Zîrâ Allah Teâlâ evliyâsı için, esed-i gadûb, Şiblî
için ettiği gazap gibi gazap eyler. Velâkin imhal etmekle ihmâl etti, kıyâs
ederler. Ve onlardan birinin ile'1-ân felâh bulduğu yoktur. Ve ile'l-ebed dahî
felâh ve necât bulmazlar. Fi'1-mesel; hadîdi bârid darb ederler. İşte evliyâyı
sebb-ü şetm ettirmemek için sedd-i zerîa edip ehl-i inkâr arasında onlara
müteallik kelâmdan hazer-i azîm gerektir.
Esrâr-ı
İlâhiyyenin hûd ketmi umûr-ı vâcibedendir. Zîrâ onun dahî keşfi ile fitne-i
azîme zuhûr eyler ki fitnetu'1-mahyânın bir nev'idir. Husûsan ki bu a'sârin
hâli bitti. Ve bu kâr gâyete yetti. Ve zimâm-ı emir, dest-i sufehâ ve ehl-i
inkâra teslîm olundu. Bu cihetten
İa-JJL
[Al-iİmran,
3/21] [Peygamberlerin canlarına kıyanlar ve adâleti emreden insanları
öldürenler] sırrı zuhûr etti.
Evliyây-ı
kibâr ile musâharet olmadığı sûrette bâri muhabbet ve irtibatla münâsebet
gerektir. Zîrâ vârid olmuştur ki: û* £• "Kişi sevdiği ile beraberdir[130]."
Ve demişlerdir ki; cA [85a] Ya'nî rûz-ı haşirde şüfea olan
havâs-ı ümmeti kendine husemâ etmek iyi değildir. Belki mu'cîb-i hasâret ve
helâktır.
Gerçi
Şeyh-i Ekber ve misk-i ezfer ve kibrit-i ahmer (k.s.e) rahmet-i vâsiası
hasebiyle demiştir ki: "Bizim kıyamette şefaatimiz bizi inkâr
edenleredir". Ya'nî bizi ikrâr üzere olanlar şefaate muhtaç olmayıp
yalnız afv u gufrâna değil belki nîce fazl u ihsâna dahî mazhar olurlar. Zîrâ
o meküle mezâhir-i külliyeyi ikrar etmek ikrârı Hak ve inkârı dahî inkâr-ı
Hak'dır. Ve Hak kendini ikrâr edene azâb etmez. Meğer ki ikrârı, ba'zı inkâr
ile mahlût ve tevhidi şirkle müzdevic ola. Vallâhu âsımu'libâd.
Ve
bu Fakir Hz. Şeyh'in (k.s) tavsiyesi ile intikallerinden sonra damatları olup,
münâsebet-i ma'neviyyeden sonra müsâheret-i sûriyye dahî vâki' olmuştur. Ve
Fahr-i Âlem (salla’llâhü aleyhi ve sellem) buyurmuşlardır ki: "Yâ Rab!
Her kim ile ki musâheret ettim ve her kim ki benimle musâharet etti mağfiret
eyle". Ya'nî ümmetinin âl-i Resûl ile şeref-i musâheret ine işâret
eyler. Zîrâ esbâb-ı mağfiretten biri dahî odur. Ve bunda [85b] Hz.
Sıddîk ve Fârûk'un husûsu hâline ve Hz. Zinnûreyn ve Murtazâ'nın şeref ve
kemâline remz vardır. Zîrâ kerime-i Sıddîk, Âişe ve duhter-i Fârûk, Hafsa akd-i
Resûl'de vâki' olmuştur. Ve kezâlike Rukiyye ve Ümmü Gülsüm'ü Zinnûreyn'e ve
Fâtımâ'yı Murtazâ'ya tezvîc etmişlerdir (r.a).
Ve
bu sırr-ı sâbık zaman-ı lâhikda dahî cârî olup kalmıştır. Velâkin sırrı ve
sûreti cem' etmek nâdir vâki' olur. oLiî
J o[Ömür bitmeden Peygamberin suret ve sırrı ile bağ kur].
Ba'de-zâ
bu fakir'in velâdeti 1063 zilkadesi evâilinde yevm-i ehadde vâki' olmuştur ki
hâlen 1137 dir. Ve sâl-i ömür 75'e baliğ olmuştur. Ve vakt-i vefât dahî târîf-i
İlâhî ile müteayyin oldu, kıyâs olunur. Velâkin setri vâcib ve ihfâsı lâzım
olan umûrdandır. Ve ona müteallik ba'zı nazm bi-tarîki'r-remz gayrı mahalde
yazılmıştır.
Ey
Mü'min! Bu cümle tahrîr olunan -Hâşâ!temeddûh tarîki ile değildir. Belki
evliyânm nefesini izhâr ve silsilesine irtibâta tahrîzdir [86a] . Heman
hüsn ü zan üzerine olup bu silsilenâmede dere olunan kelimât-ı âliye ile âmil
olasın.
Ve
Şeyhimden mesmûum idi ki; "ben Hz. Ali'ye erince otuz birinciyim"
buyurmuş idi. Bu fakir dahî kelb-i Ashâb ı Kehf, sekizinci olduğu gibi bu
silsile-i tarîkat-ı celvetiyye'nin otuzikincisi olmuş olur.Fa'lem zâlik
va'kbil. [Bunu bil ve kabul et!]
NAZM
Gel
beri bu halkaya bend eyle kendin derdmend Ola gör zencîr-i aşk-ı Hz. Mevlâ'ya
bend
Aşkdır Mansûr'u ber-dâr
eyleyen bu dârda Sen dahî al sal boynuna aşk-ı İlâhîden kemend
Her ne denlu dür olursa
menzili vasl-ı
Var ise cünbiş dil ü
cânında durma sür semend
Şol
erenler bâğına gir miyve-çîn ol ey gönül Mısr-ı ma'nâya eriş, oldun ise cûyâ-yı
kand
Câm-ı aşkı celvetî
bezminde içdin Hakkı'yâ Ânın için zevk-i hâlin oldu gâyet dil-pesend
Ba'de-zâ
bu silsile-i celvetiyyede dercolunan İbrahim Zâhid Gîlânî, mebde-i
celvetiyândır. Nitekim tafsili murûr etmiştir. Gerçi ba'zı halvetiyye ol
mebdei, Şeyh Üftâde Efendi zannederler. Şu kadar vardır ki zamân-ı Gîlânî'de
Celvetî [86b] , hilâl ve zamân-ı Üftâde'de kamer ve zamân-ı
Hüdâyî'de bedir gibi mütecellî olup kâr-ı zuhûr gâyete resîde oldu.
Hz.
Kur'ân'm cem'i gibi ki Hz. Sıddîk (r.a) zamanında Kur'ân suhuf-i müteaddide
müsbet idi. Ve ümmühât-ı mü' minînden Hz. Hafsâ'da (r.a) emâneten vaz' olunmuş
idi. Fe-emmâ hâlen mushaf-ı vâhidde olduğu gibi böyle bir yerde tertibi yok
idi. Tâ ki Hz. Osman (r.a) eyyâm-ı hilâfetinde ba'zı ihtilâf vâki' olmak
sebebi ile evrâkta tertîb eyleyip cümlesini mushaf-ı vâhidde dere eyledi. Ve
ile'lân eyâdî-i nâsda ol veçhile mahfûz olup kaldı. Onun için ona "Câmiu'1-Kur'ân"
dediler. Zîrâ taşlar ve kemikler ve ruk'alar üzerinde olan âyâtı ve hâricde
yazılmayıp sinelerde mahfûz olanları bir yere cem' eyledi.
Ve
hikmet onun üzerinedir ki insanın kemâli tedricîdir, melâike gibi def'î
değildir. Ve bu tedrîc nefh-i rûhda dahî murâât olundu. Zîrâ Âdem'in (a.s)
cesedine def'aten vâhideten sereyan etmedi. Belki tedriçle münteşir [87a]
oldu. Şöyle ki gözleri onunla rûşenâ olduğu halde henüz sair cesedi tahmîr olduğu
gibi sûret-i hâkde idi. Ve Âdem ona nazar edip ibret aldı. Onun için ekâmili
nâs hadd-i tevâzu'dan çıkmazlar. Şâirler ise a'mâlardır ki bu sûreti görmezler.
Fe kün min ehli'1-besâir [Basiret ehli ol!].
Elhâsıl
ekser-i umûrda tedrîc i'tibâr olundu. Zîrâ nübüvvette tedrîc olunca velâyette
dahî vardır. Ya'nî zuhûr hasebi ile tefâvüt bulunur. Ve bu dahî bâlâda işâret
olunmuş idi ki usûl-i esmâ ile sülük etmek Zâhid-i Gîlânî'den kaldı. Gerçi
Celvetiyye'nin (cimle) sülükleri tevhîd iledir, esmâ ile değildir. Velâkin bu
ma'nâ ihsâ-i esmâyı münâfî değildir. Onun için vakt-i halvette ne vech ile
işâret olunursa esmâ-i ilâhiyye ile vird olunur.
Suâl
olunursa ki; yâ Zâhîd-i Gîlânî'den evvel sülük ne vech ile idi?
Cevap
budur ki; âlem ve Âdem bu nizâmı, yevm-i İlâhîden 6 günde bulduğu gibi erbâb-ı
sülük dahî tedrîc ile buldu. Ve her sâlik esmâ-i ilâhiyyeden [87b]
ve usûlden hâline münâsib veçhile amel ederdi. Ve ekser halde kelime-i
tayyibeye meşgûl olurlardı.
Ve
esmâ-i ilâhiyye 1001 adettir ki Kitâb ve Sünnetde kimi sarîh ve kimi dahî ef'âl
ve sıfattan ahz olunmuştur. Zîrâ bir nesneyi ki Hak Teâlâ kendine muzâf kıla,
fiil ise kendi fiilidir, ve sıfat ise kendi sıfatıdır. Gerçi ulemâ-i hadîs ve
şâir ehl-i rusûm burada tevakkuf edip esmâ-i ilâhiyye tevkîfiyye'dir derler.
Ya'nî Şâri'in ona îkâf ve ıtlâı ve itlâkına izniyledir. Fe-emmâ bu ma'na zahire
göre ve kasırlara nazar iledir. Yoksa âlim-i hakikat, cümlesinin itlâkına
ruhsat verir.
Nazar eyle ki sultân-ı
a'zam'a "sultan ve hakan ve pâdişâh ve melikü'1-mülûk ve şevketlü ve
azemetlü" derler. Ve şâir elkâb-ı ta'zîmle vasf ederler. Fe-emmâ
mücâmi'dir demezler. Maa-hâzâ ol dahî şâir mütezevvicler gibi mücamaa eder. Ve
şâir ahvâl dahî ona kıyas oluna. [ 8 8a] . j*1 çA -4^
Ve
esmâ-i İlâhiyye'nin 1001 olduğu âlem ve Âdem'in
zâhir ve bâtınına teveccüh hasebi iledir.
Ve illâ dahî esmâ-i ilâhiyye vardır ki ilminde onu istîsâr ve ihtiyâr etmiştir.
Bu sırr-ı İlâhi için ba'zı ruesâ demişlerdir ki 4,1$” 1/ ve
Arifler bu kelâmı makbûl tutmuş
lardır.
Zîrâ âlem-i imkânda hâlen olan mertebeden ziyâde bedî' ve acîb nesne olsa ya
buhul veyâ acz lâzım gelir. Teâlellâhü an zâlik [Allah bundan münezzehtir.]
Ve
avâlim-i seyrâniyye üç yüz altmış bindir ki cümlesi 1001 isimle doludur. Ve
kümmel-i nâs bu avâlimi seyr ve esmâsını mükâşefe ve müsemmiyyâtını müşâhade
ederler. Zîrâ âlem-i zuhur sûreten ve ma'nen temâşâ içindir. Pes onda seyr
olunmadık ve sırrı bilinmedik nesne yoktur. Hattâ Kur'ân'm müteşâbihatı dahî
ehline ma'lûmdur.
JJI^I
Jjjb (4*4 Uj [Âl-i
İmrân, 3/7] [onun te'vîlini ancak Allah bilir] da olan vakf ve hasr onu
münâfî değildir. Zîrâ maksûd Allah bilir ve Allah bildirdiği ibâd bilir demektir.
Nitekim hadîste gelir:
[Benim
velî kullarım kubbelerim altındadır. Onları benden başkası bilmez] [88b] ya'nî
evliyâyı Allah Teâlâ bilir. Gayriyetten halâs olan dahî bilir. Zîrâ gayriyetten
halâs olduktan sonra bilen yine Allah Teâlâ'dır. Pes hasr dürüsttür. Fefhem
cidden [İyi anla!].
1001
ismin külliyâtı doksan dokuza tenzîl olunmuştur. Bu 99 kitap ve sünnette
sarihtir. Ya'nî 1001 ismin ifâde ettiği maânîyi 99 dahî ifâde eder. Velâkin
külliyât olmakla herkesin idrâki müsâade etmez ve aklı ermez Zîrâ ba'zı maânî
vardır ki bi'1-kuvvedir. Ve müctehidin ictihâd-ı nastan mes'eleyi istinbât
ettiği gibi. Mükâşifin keşfi dahî cûz'iyyenin mefhûmâtını, külliyyâtta olan
kuvvetten fiile ihrâc eder. Her akl ve her keşf ise bu dâireye güncâyiş bulmaz.
Ve illa tefâvüt bulunmaz. 0nun için mutun yazarlar, ya'nî müntehi olanlara ve
şerh ederler mutavassıtlara ve hâşiye eyler mübtedîlere. Fefhem cidden [İyi
anla!].
Ve
eşbâh-ı mütekelliminden Ebû İshâk el-Esferâinî 99 ismi yirmi beşe tenzîl
edip o mecmûun mefhûmâtını [89a] bu, yirmi beşte bulmuştur. İşte akl
ve idrâk mertebesi ol gâyete müntehî olup yekûn buldukta erbâb-ı mükâşefenin
tuvânâları ve ashâb-ı müşâhedenin bînâları idrâkta terakkî ve keşfle Hak'tan
telakkî edip zikr olunan yirmi beşi 12 esmaya tenzil ve usûl-i esmâ diye
tesmiye etmişler ve her birinde ya'nî her bir usûlde 100 fer' ve belki 1000
şu'be bulmuşlardır.
Ve
tevhidin 12 babı vardır ki her bâb 1000 bâb olur, dedikleri budur. Maa hazâ kel
ime-i tevhidin aded-i hurufu dahî onikidir. Ya'nî "Lâ ilahe illallah,
Muhammedün Resûlulah"dan her biri on ikişer harftir. Aceb emr-i
bedî'dir ki lutf ve ma'nâ biribirine muvâfık olmuştur. Ve bundan sırr-ı
münâsebet ahzolunur. Gerçi herkes sırr-ı münâsebete ve muvâfakat-ı aded-i
hurûfa vâkıf olmaz.
Ve
ol 12 esmâ-ı [89b] usûliyye sâlikân-i celvetiyyeye göre (cim ile)
bunlardır, ki zikrolunur: iUIYI Jl Y
ç-Ui
ujUj jlp aUI Ve bu 12 ismin
beşi
ki ism-i Kahhâr'a gelincedir, "esmâ-i fenâiyye"dir ki
halvetiyyenin halveti orada tamam olur. Ve hamse-i bâkıyye "esmâ-i
bekâiyye" dir ki celvetiyye'nin (cim ile) sülüklerinin nihâyetidir.
Gerekse isimle halveti olsun. Zîrâ halvet, celvetin memerridir. Ve ekâmil-i
celvetiyye meâlde halvetidir. Nitekim bâlâda şerh olunmuştur.
Ve
bu ma'nâdan demişlerdir ki: Cinân, İbn-i Abbas (r.a)'m zâhib olduğu
üzere yedidir. Pes yediden 3 cennet ehl-i halvetin ve 4 cennet dahî ehl-i
celvetindir. Ve ol 3 cennetten murâd; cennetü'1-fenâ fi'l-ef'âl ve cennetü'
1-fenâ fi's-sıfât ve cennetü'1-fenâ fi'z-zâttır. Ve bu merâtibe cennet demek
müşâhedât hasebiyledir. Ve illâ fenâda naîm olmaz. Ve ol [90a] 4
cennetten murâd, zikrolunan 3 cennet ve cennet-i cem'u'1-cem'dir. Zîrâ
celvetiyye (cim ile) ehl-i bekadan olmakla cem' ve farkı cem' ederler. Bu
ma'nâ ise fenâda cârî değildir.
Pes
dâire-i ûlâ yâni hîn-i urûcda "Kâbe kavseyn" dir ki henüz
farktır. Velâkin makam-1 kurb'dur ki meyanda ancak hatt-ı mütevehhem vardır.
Ve dâire-i sânîye "Ev ednâ" dır ki makam-ı cem' dir. Pes fark
başkadır ki mertebe-i hicâbdır.Ve cem' dahî başkadır ki mertebe-i keşfdir.
Ba'de-ezîn eğer mukadder olup, ev ednâ'dan kabe kavseyn'e nüzûl vâki' olursa
libâs-ı Hak'la nüzûl eder ki Hak Teâlâ ne veçhile ezdâdı cem' ettiyse [Hadîd,57/3]
[O her şeyden öncedir; kendisinden sonra kimsenin kalmıyacağı son'dur; varlığı
âşikârdıf; gerçek mâhiyeti insan için gizlidir.] gibi.
İnsan-1
kâmil dahî fark ve cem' ve halk ve Hakkı cem' edip ehadühûmâ ile âharden
muhtecib olmaz. İşte
cü
(Jl [inşirah,
94/1] [Biz senin göğsünü açıp genişletmedik mi?] sırrı budur.
Ve
insan-ı kâmil bu mertebede da'vet ve tebliğ ile me'mûr olur. Ya gayriye veyâ
kendi nefsine göre. Zîrâ kable'1-vusûl nefsini tecrîde da'vet ederdi. Şimdi
esmâ-i ilâhiyye libası ile telebbüs ve ahlâk-ı [90b] Rahmâniyye ile
tahalluka da'vet edip halvetten bu libasla celvete zuhûr eder. İşte fi'l-hakîka
celvetî budur.
Meselâ
bir kimse hamama duhûl etse tecerrûd edip libâsını çıkarır. Ve hamama mutlak
setr ile girer. Farz eyle ki şimdi Padişah ol kimseye bir bohça siyâb gönderip
hamamdan bî-rûn oldukta kendi libaslarını bıraksın ve benim gönderdiğim esvâbı
giysin dese eski libâsa ne veçhile rağbet kalmaz ise evsâf-ı nefsâniyyeye dahî
i'tibar kalmaz .
Pes hamam "âlem-i ev ednâ" dır
ki oraya setr ile duhûl etmek imkân mertebesine işârettir ki ebedî bâkîdir. Ve
bu makamda şeb-i mîrâc'da Hz. Resûl (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Cenâb-ı
Hazret'e duhûlde ibtidâ kelâmı JJIYİ Ul
[Ben
kulum, Allah'dan başka ilah yoktur] demek
oldu. Ya'nî makam-ı fenâ'da, fi'l-cümle resm-i vûcûd gösterdi ki ekmeliyyet
budur. Ve ol hamama duhûl edenin soyunup terk ettiği libaslar, kendinin sıfât-ı
nefsâniyyesi sûretidir ki onunla telebbüs eder ve kâr tutardı [91a]
.
Ve
libâs-ı şâhî ahlâk-ı ilâhiyyedir ki min-ba'd Hak ile zuhûr edip onunla kâr
tutmaktır. Zîrâ Hak'la iş tutmak nefisle olan gibi değildir. Ve her iş gerçi
Hak'ladır velâkin mahcûb olan visâli ne bilir. Ve bî-tahâret olan taharetten ne
anlar. Ya'nî şol kimse ki nefsin necâsetiyle mütelevvisdir. Rûhun ıtriyle
muattar olmaz. Meğer ki vudû'-ı hakîkî ile pâk ola, fe'fhem cidden [İyi anla!].
Ba'de-zâ
bu tertîb ve takrirden fehm olundu ki "Lâ ilâhe illellah" evvelü'1-esmâdır
ki sâlik-i meczûbun virdidir. Zîrâ hikmet-i ilâhiyye üzerine cezbe sülükten
sonradır. Bu sebebden makbûldür. Ve celâle meczûb sâlike göre virddir. Pes
her mübtediye evvel-i emirden celâle vird olmaz. Gerçi müteşeyyıhlar galat
ederler.
Ve
kelime-i tevhîdde olan nefy-i âlem lâ-taayyuna işârettir ki zât-ı baht
dedikleri âlem-i ıtlâktır. Ve celâle de isbât-ı âlemi taayyüne işârettir, ki
âlem-i zâttır. Bu cihetten dediler ki: Taayyün-i İlâhînin evveli, hüviyyet-i
zâtiyye ve âhiri, kelâmdır.
Ve
taayyün-i kevnînin evveli rûh-ı [91b] Muhammedi ve âhiri neş'et-i
insâniyyedir. Ve bu ta’yîn merâtibi tefhim
içindir. Ve illa Allâhü Teâlâ, lâ teayyün ve teayyünden ve şâir ıtlâkâttan
münezzehdir.
Ve
taayyün-i sânî mertebe-i esmâ ve sıfat ve taayyüni sâlis mertebe-i ef'aldir ki
hurufda 3 nokta bu 3 taayyüne işârettir. Ve illâ nokta birdir ki gaybdır, ve
ona fj/ derler. Ve onun sûreti , dir, ki mertebe-i şehâdettir. Ve onun tafsili:
[Kalem,68/1][Nûn.
Kaleme ve yazdıklarına and olsun], ki taayyunât-ı tahtâniyyedir. Ve ona
[Sâffât,
37/1] [Saf saf dizilmişlere yemin olsun) işâret eder. Zîrâ melâike
hilkatte ve rütbede saf saf oldukları gibi sûret-i âlem dahî tertîb üzerine
halk olunmuş ve saf saf kılmmışdır. Ve merâtib-i ma'neviyye dahî sufûf-ı
âlemiyye ve âdemiyye tefâvüt üzerinedir. Velâkin fehm ve idrâke muhtâcdır. Kale
Teâlâ: çA
[Bakara, 2/253] [O peygamberlerin bir
kısmını diğerlerinden üstün kıldık] . Ve buradandır ki merâtib-i sûriyye
ehli, gerek ulemâ ve gerek ümerâ mecâlisde tertîb üzerine otururlar, ve ol
tertîb onlara esmâ-i ilâhiyyeden gelir, fa'rif [Bil!].
NAZM
[92a]
Gel imdi
noktadan şerh eyle esmayı haber söyle
Bu esmâ
içre ta'rîf et müsemmâyı haber söyle
Bu
insan tılsımından gir derûn-ı kenz-i mahfîye Çıkar bu lafz içinden şol muammayı
haber söyle
Nedir
nûn ve'1-kalem ve's-saffetin müşkilin hallet Ne tertîb üzre ettiler bu eşyayı
haber söyle
Neden
tûtî olur gûya neden hüdhüd olur mürşid Nedir ağlattıran inlettiren nâyı haber
söyle
Nedir
şol küfr ü îman kim Bize lâzım olan Hak'tır ko
Diyenler
bunda "lâ mevcûde illâ hû" bilir Hakkı Gel ey Hakkı bilirsen iş bu
ma'nâyı haber söyle
Ve
kelime-i Kahhâr fenâ-yı ma'nevîye işârettir ki fenâ-yı iradî dahî
derler. Ki vücûd-ı insânînin taayyunâtı fenâ bulur. Nefha-i ûlâda suver-i
kevniyye fena bulduğu gibi. Ve ona kıyâmet-i suğrâ derler. Gerçi
fi'l-hakîka kıyamet-i kübrâdır. Ve nefhâ-i ûlâ ile hâsıl olan mertebeye kıyâmet-i
kübrâ derler. Gerçi fi'l-hakîka kıyâmet-i suğrâdır. Zîrâ ma'nâ ki insandır,
sûretten akvâdır. Ki âlemdir ve âlemin sûreti fânidir ve ma'nâsı bâkî olduğu
gibi insan dahî böyledir.
Ve
âlemde fenâ ve tegayyur kabul etmez nesne olduğu [92b] gibi arş ve
kûrsî ve ervâh gibi âdem de vardır ki ekâmil-i nâsdır. Zîrâ bu mekülelerin
ecsâdı fenâ ve tefessüh kabûl etmeyip kıyâmete dek bâkî kalır. Zîrâ berekât-ı
ervâh ecsâda sereyan etmekle ecsâd dahî ervâh hükmünde olur.
Ey
mü'min! Aceb sırr-i İlâhîdir ki bu enfüs ve âfâk biribirine mutâbıkdır, fa'rif
[bil!].
Ve esmâ-i mezkûrede ism-i vâhid, zât-ı
vâhidiyyeye işârettir ki mertebe-i sıfâttır. Nitekim ma kablinde olan Vehhâb
ve Fettâh mertebe-i ef'.âldir. Vâhid zât-ı ehadiyyeye
işârettir. Binâen-alâ-hâzâ bunda ef'alden sıfata ve sıfattan zât'a terakki
vardır. Zîrâ ef'âl sıfatın perdesi ve sıfat dahî zâtın hicâbıdır, ya'nî
mahcûblara göre. Ve illâ Hak Teâlâ mükâşiflere bî-perdedir, ki onlar ef'âlde
sıfâtı, mükâşefe ve sıfatta zâtı müşâhade ederler. Âsârda ef'âli müşâhede
ettikleri gibi.
Ve
Samed ismi zât-ı vâhidiyye ve zât-ı ehâdiyyeden hâsıl ola. Mertebe-i
câmiâya nâzırdır. Zîrâ Samed, masmûddur ki muhtâcün ileyhdir. Cemî'-i âlem ise
[93a]Allah Teâlâ'ya muhtâcdır. Zîrâ Rabbü'1-âlemin'dir.
Pes
âlemin neticesi iftikâr ve Hakk'm sıfatı gınâyı mutlaktır. Ve bir kimse ki
âlemin Hakk'a iftikârıyla rucûunu bilse terk-i da'vâ eder. Ya'nî zâtında
mütecellî olan cânib-i vûcûba nazar etmez, belki cânib-i imkâna nazar eder.
Çûnki kendi indinde cânib-i imkân gâlib ola, da'vâya vûcûd vermez. Ve hadîste
gelir: ekJI jlÂsaYL <e^uxl («4^1
[Ey
Allah'ım beni sana muhtaç olmakla müstağni kıl] .
Ve
kâmiller duâ edip dediler ki: "Yâ Rabb! Bizi senden fakir eyle ve sana
fakir eyle!". Ya'nî fakrun mine'llâh odur ki revâih-i rubûbiyyetten
özüne bir râyiha işmâm etmeyesin. Elhâsıl cânib-i Hak'da râyiha-i ubûdiyyet olmadığı
gibi senin cânibinde dahî râiha-i rubûbiyyet olmamak gerektir. Ve illâ abd-ı
mahz olmazsın, ve ekmeliyyet mertebesini bulmazsın. Ve bu ma'nâya işâret edip
hadîste gelir: [Senden sana sığınırım[131]]. Fefhem
cidden.
Ve
bundan fehm olunur ki hakîkat-ı hayât ve ilim ve irâdet ve kudret ve kelâm ve
sem' ve basar ile men'üt olan Allah Teâlâ'dır. Ve şol ki [93b] zevk
ve lems ve kuvvet-i âkile ve müfekkire ve hayâliyye derler. Bunlar sıfât-ı
kevniyye ve kuvâ-yı nefsâniyyedir ki insana mahsûstur. Hak Teâlâ o meküleden
beridir.
Ba'de-za
esmâ-i müfredenin cümlesi vird-i leylî ve kelime-i tevhîd vird-i
nehârîdir. Zîrâ leyi zâta işarettir ki müteferrid ve mütevahhiddir. Ve
nehâr sıfata işarettir ki müterekkib ve mütekessirdir. Bu cihetten terkibi
müştemil olan kelime-i tayyibe nehâra ve müfredât olanlar leyle münâsip geldi.
Ve müfredâtta olan hurûf terkîbten addolunmaz. Zîrâ harf-i vâhid isim olmaz.
Meğer ki kâide-i teksîriyye üzerine ola ki ehl-i teksîr bir isimden yalnız bir
harfe mülâzemet ederler.
Meselâ; lafzatullah'dan
"elif, elif" diye vird eylerler. Bu sûrette harfin mûsemmâsı olan
lafz-ı elif yine 3 harfden mürekkep olmuş olur. Ve bu nazîri huccâcm telebbüs
ettikleri ihramdır. Zîrâ ihram gerçi melbûsâta göre muhayyat değil belki
basittir. Fe-emmâ mensûc olduğu cihetten yine terkîbten hâlî değildir. Bu
zarûretten ötürü [94a] aİS'dji>_ ile amel olunur. Ve illa kâ'be ki zât-ı
ehadiyyeye işarettir, min külli'1-vücûh terkîbten ârîdir. Pes ona münâsib olan
libastan basit nesne idi, ki onda asla terkîb olmaya rişte gibi çünkü bu
vecihle libas olmaya imkân yok ve uryânen sa'y ve tavaf dahî meşru' değildir.
Nesc ile iktifâ olunup, basit hakîkî hükmünde kılındı.
Ve kânûn-u celvetiyye (cim ile) budur ki
eğer ehl-i halvet değil ise kelime-i tevhidi be-her yevm yedişer yüz kerre ihsâ
eyleye. Zîrâ 7 ismin her biri 100'er ismi müştemil olmakla 700 hükmündedir.
Bâri 700 zımnında 7 ismi muhâfazâ eyleye ve eğer şeyhten me'zûn olup 7 ismin
veyâhut 12 usûlün her birini vird ederse edne'l-emr her birini yüzer kerre
tekrâr eyleye ve eğer vaktinin müsâadesi var ise her birini yedişer yüz kerre
diye ve eğer ehl-i halvet ise onun için aded-i mahsûs ve ism-i muayyen olmaz.
Belki cemî'-i evkâtta bilâ-futûr ve lâ-kesel zikrullaha iştigâl
lâzımdır. Meğer ki [94b] ol esnâda cânibi gaybtan ba'zı esmâ
bi-hasebi'1-hâl tahsîs oluna bu sûrette şeyhin ta'yîni ile ona meşgûl olur. Ve
gâliben müessir olan "kelime-i tevhîd ve kelime-i hû"dur. Gerçi
kelime-i tevhîd efdâlu'1-ezkârdır. Fa'lem zâlik va'mel. [Bunu bil ve amel et!].
NAZM
Zikr
edelim Hakk'ın güzel âdını
Gelin Allah Allah diyelim yâ hû
Komayalım
dilimizden yâdını Gelin Allah Allah diyelim yâ hû
Hak
dilinden zikr edelim her nefes Hû çekelim kırılınca bu kafes
Mâsivâdan
Allah bize bes
Gelin
Allah Allah diyelim yâ hû
Cân
ü teni bunda koyup gidelim
Sırrile
Mevlâya mi'râc edelim
Zikr
yeter gayri fikri nidelim Gelin Allah Allah diyelim yâ hû
Var
iken gönülde bunca endîşe
Takmayalım
adımızı dervişe
Yetmez
mi Hakkı'yâ bize bu pişe [95a]
Gelin
Allah Allah diyelim yâ hû
Ey
mü'min! Tevhîd ile sülûkûn fâidesi budur ki tevhîd, sâlikin evhamını izâle ve
hayâlâtını ifna edip makam-1 ayna isal ve meclis-i Hazret'e idhâl eder. Esmâ
ile sülükte ise hatar çoktur. Zîrâ hayâl gâlib olup sâlik bir makamın sâhibi
oldum sanır, maa hâzâ vâsıl olduğu makam hayâlidir, makâm-ı kâlbî ve aynî
değildir. Hatta ba'zı müddeiyâna müsâdefe vâki' oldu ki; "ben her gece
mi'râc ederim" diye da'va ederdi. Maa hâzâ zâhirde asla şer'a riâyeti
yoktur. Ve "bana münkerât sûretinde olan nesneler sedd-i râh
olmaz" diye i'tikât eylemiştir. Bî-haberdir ki vârid olan hitâbât ve
hâsıl olan elfâz ve maânî■hayâlden gelir. Bu ise mekr-i İlâhîdir.
Evliyâ-yı
kibârdan Ebû Ali Rudbârî'den (k.s) suâl olunmuş ki; bir kimse ki
istimâ'-ı melâhî eder ve bana helâldir der. Zîrâ ben bir dereceye erdim ki
ihtilâf-ı ahvâl bana te'sîr eylemez diye da'vâ eyler bu mekûlenin [95b]
hakkında ne dersin dediklerinde cevâbında Ebû Ali buyurdu ki: -a* Ya'nî öyle makama vâsıl
olmak da'vâsini eden vâsıl oldu, velâkin cehenneme vâsıl oldu. Yoksa cennete ve
Hakk'a değil. Zîrâ haram olan nesne helâl olacak makam yoktur. Belki her
makamda helâl olan helâl ve haram olan dahî haramdır.Pes kuvvet-i hâlin
tahlîl-i haramda te'sîri yoktur. Belki her bâbta murâât-ı şer' lâzımdır.
Gerekse ol haram olan nesne haram li-gayrihi olsun.
Ey
mü'min! mezâlik-ı akdamın biri dahî bu makamdır. Zîrâ bir mezheb sâhibi bir
nesnenin hılline zâhib olmakla şâir ashâb-ı mezâhibin ihtilâfı var iken onunla
amel etmek husûsan havass-ı nâsa mercûhla ameldir. Zîrâ akvâ olan mahall-i
ihtilâfta ihtiyâttır. Velâkin bu a'sârda böyle ehl-i ihtiyât olmaz. Bir velînin
tenezzüle müteallik veyâ kendine mahsûs olan hâl ile amel [96a]
eder, terakkiye müteallik olan umurun yanına uğramazlar. Kibâr ise bâis-i
terakki olan umûra hass etmişlerdir. Ve mâ adasından tahzîr ve tenfîr
eylemişlerdir. İşte bir asırdır ki âlem, hak sûretinde bâtıl ile meşhûndur.[132]
NAZM
Zâğlar
tuttu bu gülistânı Dinlemez kimse andelîbânı Var iken bağda has u hâşâk Kim
bilir kadr-i verd~i handânı
Ma'lûm
ola ki sâlik-i tarîkat-ı Muhammediyye olana farz olan budur ki; mâsivâyı
kalbinden ihrâc eyleye ki ona "infisâl" derler ki sırr-ı [96b]
vudû'dur. Zîrâ vudû'dan murâd, mâsivâdan infisâl ve salâttan murâd Hakk'a
ittisâldir.
Meselâ
bir kimse bir hizmet için sefer ve seyehat etse ibtidâ alâka-yı vatanı ve
umûr-ı mâniayı terk edip ba'dehû yola revân olur. Zîrâ mâdem ki kalbinde
gayriye incizâb vardır, matlûb olan nesneye hemm ve azimet tâm olmaz. Bu ise
umûr-ı lâzimedendir.
Bu
cihetten ûmem-i ûlâda bir peygamber gazâya hurûc etse şuğl-i şâgili olan
kimseyi istishâb etmezdi. Mesalâ: Henüz teehhül etmiş olan veyâhut bir nesne
binâsı sadedinde ola veyâhut hayvanâtının netâcma muntazır ola ve alâ-hâzâ.
Zîrâ ittifâk-ı kulûb olmadıkçâ maslahat bitmez. Ki teferruk ve ihtilafdan nehy
olunmuştur.
Mesel-i
meşhûrdur ki; "bir hanede iki sarıklı olmaz" derler. Zîrâ her
biri bir tarafa çekip umûr-ı hânenin ihtilâl ve teşevvüşüne bâis olur. Çünki
emr-i dünyâ muhtel ola, emr-i dîn dahî muhtel olur. Zîrâ nizâm-ı dîn nizâm-ı
dünyâ üzerine mevküfdur [97a] . Nazar eyle ki bir diyâra küffâr
müstevli olsa halkı perişan olup ezan ve ikâmet ve şâir vâcibattan kalırlar.
İmdi bâtm-ı inşâna dahî nefs ve şeytan ve hevâ müstevli olsa zâhirî dahî
ihtilâl üzerine olur.
Tefekkür
eyle ki efkâr-ı fâsidesi gâlib olan kimse kıldığı namazın aded-i rek'âtını
bilmez, ve ekseri halde umûr-ı dînde yanılır. Zîrâ kalbi elinde değildir. Çünki
içerde huzûr ve vicdan olmaya dışarısı dahî harâb olur.
Ve
esnâf-ı mâsiva 9 nesnedir ki melek ve felek ve kevkeb ve tabiat ve unsur ve
ma'den ve nebât ve hayvan ve kevkeb ve tabiat ve unsur ve ma'den ve nebât ve
hayvan ve insandır ki tertîb üzerinedir. Zîrâ ibtidâ mahlûk olan akl-ı evveldir
ki melâikeden ma'dûddur. Ya'nî melâike iki kısımdır:
Biri
ervah-ı mücerrededir ki saff-ı evveldedir. Ve biri dahî ecsâm-ı latifedir ki "ammânı-s
semâvât"tır. Zîrâ ervâh-ı mücerrede-i âliye âlem ve Âdem'den bî-şuur
ve tedbîr-i umurdan ma'zûldur. Ve bunlar Âdem'e secde ile me'mûr olan [97b]
melâike idâdından hâriçlerdir.Onun için onlara aslında "ervah" derler,
melâike demezler. Zîrâ melek odur ki bir kârda istihdâm oluna. Ve onun için
heykeli nûrâni-i-latîf ola. Ve felek mecre'1-kevâkibtir ki âlem-i ulvîde
devreden budur. Yoksa semâvât değildir. Zîrâ semâvât sebât-ı dâim üzerinedir ki
ibtidâ halk olunduğu vakitte ebvâbı ve şâir ahvâli ve ammârı ne veçhile ise
hâlâ yine ol hâl üzerinedir. Ve tabîat unsuru netice-i terkibidir.
Şol
ki tabiatı latifedir. Melâike ve ervâha mahsûsdur. Ve ekserîni Âdem'de olan
tabîat-ı kesifedir Ve hiç bir mevcûd yoktur, ger cismânî ve ger rûhânî ki onda
tabîat olmaya. Hattâ akl-ı evvel dahî tabîat üzerine mebnîdir. Pes tabîat
mebnâ-yı vücûd ve aslü'1-küldür.
Ve
ba'z-ı ârifîn demiştir ki: â* fi jl oJj Ya'nî mâderim
olan tabîat-ı külliye pederim olan akl-ı evveli doğurdu. Ya'nî akl-ı evvel
cümle-i mahlûkâtm vâlidi [98a] iken yine tabîat üzerine mebnîdir ki
tabîat mertebe ve zuhûrda onun üzerine mebnîdir. Pes bu aceb haldir ki fer'
asıl üzerine mebnî iken burada aks olup asıl fer' üzerine mebnî oldu. Çünki
akl-ı evvel tabîat üzerine mebnî ola. İlâ-âhiri'1-mevcûdât ondan tevellüd
edenler dahî ol tabîat üzerine mecbûl oldu. Nitekim demişlerdir ki; s*
Ve
Kur'ân'da gelir ki: «İfLi
[İsrâ,
17/84] [De ki: Herkes kendi mîzac ve meşrebine göre iş yapar].
Velâkin
her emr-i İlâhî ki bir nesne üzerine murûr eyleye, o nesne eğer kesîf ise o emr
dahî tekessüf ve illâ talattuf eder. Nitekim bir mâ-i azb arz-ı şureye murûr
ile uzûbeti mütegayyîr olur. Ve zeheb dahî keyfiyyât-ı muhtelife-i zeminden
evsâfı istihâle edip fiddâ veyâ nuhâs veyâ hadîd veyâ emsâli nesne olur ve
cesedâniyyeti tegayyur bulur.
İşte
buradan insân-ı kâmil ile gayrın farkı bilindi. Zîrâ insan-ı kâmilin fıtratı
selîme ve hilkati latifedir ki onun zâtında emr-i İlâhîyi tagyîr edecek [98b]
keyfiyet yoktur. Bu cihetten onun tabiatı mele-i a'lânın tabiatına mülhakadır
ki tabîat-ı latifedir. Ya'nî bir tabiattır ki guyâ anâsır üzerine mebnî değil
ve ondan mizâc mahsûsda mütekeyyif olmamışdır. Belki asl-ı nûr olan tabiattır.
Onun için böyle yerde kıyâs-ı nefs câiz değildir. Ki miski deme kıyâs etmek
gibi fâsiddir. Çünki evliyâ bu mîzâcda ola.
Kıyâs
eyle! mîzâc-ı enbiyâyı ve rusulü ve ulü'l-azm i ve husûsen mîzâc-ı nebeviyi ki;
a'delü'1-emzecedir. Bir veçhile ki ol mîzâcda hiçbir mahlûk gelmemiştir.
Suâl
olunursa ki; Çünki hüküm mîzâcdan müberrâdır, pes mizâc üzerine mebnî olmamak
gerek idi. Cevap budur ki: Kemâl-i insânî terkîb-i mizâc üzerinedir. Ve illâ melek
olmak lâzım gelir, ve sûret-i âdemiyye bâtıl olur.
Suâl
olunursa ki; Mâsiva yoktur, pes sâlik neden munfasıl olur ki munfasıl ve
muttasıl olduğu bir nesnedir?
Cevap
budur ki mâsivâ demek [99a] hakâyık-ı esmâ ve sıfâtiyyenin mezâhiri
olan eşyâya göredir. Eşyâda taayyüni mahsûs hâdis olmakla gayrı denilir. Ve
illâ esmâ ve sıfat müsemmâya mugâyır değildir. Nitekim erbab-ı hakâyık
bilirler. Çünki insanın vücûdunda kuvây-ı muhtelife ve âfâkta dahî mevcûdât-ı
mütenevvia halk olundu. Lâ-cerem kalb-i inşân ona takallübden hâli olmadı.
Meselâ
sem'i mesmuata ve basarı mubsarâta ve şâir kuvâyı ve âzâsı dahî mâ-hulika-leh
olan gayriye tehavvûl eyledi. Ve eşyâda Hak'la tasarruf kalmadı. Lâ-cerem
mâsivâya taallûk etmiş oldu.
Ve
bu ma'na emr-i azîm olmakla insân-ı kâmil terbiyesine zarûret geldi. Tâ ki
ecsâm-ı mahsûseden ve i'tilâf-ı hissiyâttan kat' ve ervâhı dahî ervâh-ı
ma'kuleden ve muyûl-ı ma'neviyyeden fasl edip sırrını merkez-i a'lâya tevcih ve
nokta-i vahdete tahvil ve menzil-i hüviyet-i zâtiyyeye teslîk eyleye. İşte sülük
ve teslîk dedikleri budur [99b] . Velâkin çünki bu merâtibde
zulmânî ve nûrânî yetmiş bin hicâp vardır. Lâ-cerem emr-i sülük su'b oldu.
Ve
sâlikin hâli şol ibn-i sebilin hâline müşâbih oldu ki; tarîk-ı mehûfde
giderken harâminin birinden halâs olur, biri ile dahî mübtelâ olur. Ve
alâ-hâzâ, ya bin belâ ile menzile erer veyâhut âhir vasat-ı tarîkta helâk
olur. İmdi "ez-zâhir ünvanü'1-bâtın" mûcibince zâhirden bâtına
udûl ile ve suretten hakikate istidlâl et! Ve bu tarîkin ahvâlini fehm edip
rufeka ve mürşidden munfasıl olma. Ve illâ yolda kalırsın veyâhud dâll olursun.
Ve "cemaatten şârid olan helâk olur" diye vârid olmuştur. Ve
münferid olup yola gitme, ve illâ şeytan refikin olur. Ve insan kendi kendine
mutabaat edip müstakil olmak olmaz. Zîrâ âdet-i ilâhiyyeye muhâliftir. Kendine
insanın vahdetten kesrete nüzûlü terfihledir [100a] . Ve yine
kesretten vahdete urûcu böyledir. Velâkin menâzil besyâr ve mehûf olmakla
rufeka ve mürşid lâzımdır, fa'rif [bil!].
İşte
silsilenin bir ma'nâsı dahî budur ki katâr katâr olup giderler. Ya'nî
biribirilerine murtebıtlardır.
Nazar
eyle ki tarîk-ı hac'da "salma deve" derler ki başı boş
demektir ne veçhile perişandır. Ve ona râkib olan dahî menzile geç vâsıl olur
Zîrâ zimâmı râkib elinde olmayıp oLL* kabilinden olmakla her gördüğü nebâta
meyi edip çep u rasta inhirâfdan hâli değildir.
Ey
sâlik ! Ka'be-i hakikat ki; "Rabbü'1-beyt"tir ona sülük dahî
âfâttan hâlî değildir. Belki bu ma'nâ sülûk-i sûrîden eşeddir. Zîrâ mahzûrâtı
mahsûs değildir ki sâlik ondan hazer ede, ve henüz tarîkta olan a'mâ gibidir.
Zîrâ mübtedîdir ki bu yolun garibidir.
Ve
demişler: [100b] Ya'nî a'mâyı irşâd lâzım geldiği gibi garibe dahî
âşinâ ve sâlike dahî delil ve def-i a'dâ içün esliha gerektir. Ve akvâ silah,
mürşide irtibât-ı tâm ve tevhide iştigaldir. Zîrâ vahdet kesreti perişan eder.
1 .» >•>• Kale Teâlâ: ;
[Gâfir, 40/16] [Bugün hükümranlık
kimindir? Kahhâr olan tek Allah'ındır]. Ya'nî bu âyet-i kerîmede ulûhiyyet
ve vahdet ve kahr tahsis olundu. Zîrâ kıyâmet-i kübrâda eşya aslına rucu' edip
sûretten hurûc ettiği gibi kıyâmet-i suğrâda dahî kahr-ı vahdet ve satvet-i zât
ile taayyunât makhûre olup asl-ı insan ki nûr-i Hak'dır. Ona râci' olur ve ona
rucu' demek bi' 1-i' tibardır. Zîrâ ol ma'nânın tahakkukundan evvel dahî
Hak'ladır. Velâkin esbâb-ı hâilenin haylûleti i'tibarıyla karîb olan baîd gibi
görünür ve vatan-ı gurbetten addolunur. Çünki hâil ve hicâp mürtefi' ola [101a]
, ve basiret inkişâf bula a'mâ iken bînâ gibi olur ki güneş a'mâya hafî olduğu
âmâdandır. Ve illâ dav'ı âfitâb ona mün'akistir, fa'rif [bil!].
NAZM
Gel
beri feyz-i ferâvânla umman olalım
Dökelim
kanlı yaşı dür ile mercan olalım
Dîde-i
sırrımıza kühl-i cilayı çekelim
Açalım
gözlerimiz şâhid-i Rahman olalım
Bize
bizden katı akreb iken ol Rabb-i Kerîm
Biz
niçin dür düşüp pürgâm-ı hicran olalım
İbn-i
Edhem gibi derviş olup âlemde
Sûretâ merd-i
gedâ ma'nîde sultân olalım
Çün
bizi alsa gerek bâd-ı fenâ âhir kâr
Gel
bugün zerre gibi hâk ile yeksân olalım
Hakkı'yâ
menzil-i vasi ise murâd u maksûd
Koyalım
gayri yolu peyrev-i merdân olalım
Ma'lûm ola ki mâsivâdan munfasıl olmak
kat'-ı alâka ile olur. Pes infisâl onun vücûdundan inkitâı müstelzim olmaz.
Gerçi ekâmil-i nâsm ekseri [101b] zühd ve tecerrüd ile gelip
gitmişlerdir.
Zîrâ
Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ve mebde-i silsile Hz. Ali (k.v)
terk-i külli ihtiyâr etmişlerdir. Velâkin eğer izni şer' ve işâret-i hakikat
ile dünyâ ile izdivâc lâzım gelirse lâ-be'sdir.
Nitekim
Sadreddîn-i Konevî (k.s) kendini sûret-i tecemmülde gösterir ve der idi ki: "Mülûkâne
geçinelim fakirane yatalım". Ve Ebû Hâmid Gazzâlî'nin birâderi
Ahmed Gazzâlî dahî bu uslûb üzerine idi. Hattâ bir gün, "bu efrâsı
böyle besleyip neylersiniz ki; kayd u alâkadır" dediklerinde, "biz
atları kazığa bağlarız yoksa kalbimize bağlamayız" diye cevap verdi.
Elhâsıl
bizim sünnet-i tarikat dediğimiz budur ki: Meselâ; namazın farzı ve sünneti
vardır ki farzı; fi'lhakîka huzûr-ı kalb ile olmaktır. Ve sünneti; mükellef
olduğu cihetten teklifle hâzır olmaktır. Ya'nî [102a] kendinin
mükellef ve me'mûr olup sâcid ve âbid-i Hak olduğunu ihzârdır ki; bu ma'nâ Hak
ile huzûra mâni' değildir. Zîrâ salât münâcâttır ki; dâî ve med'uv arasında
bir hâlettir.
Pes
kendinden bi'l-külliye münselâh olsa münâcî denilmez. Zîrâ ol vakitte Hak
bi-nefsihi münâcî olmuş olur. Bu yüzden salât, hâlet-i berzâhiyyedir ki Rab ve
abd meyânını cem' eyler. Ve şâir ibâdâtm sünneti dahî böyledir.
Bakâ-i
resm ile olmak sünnettir. Zîrâ Hz. Nübüvvet' in sünneti âlem-i bekadandır ki
cem' ve farkı câmi'dir. Ve vücûdu, dünyâya şer' ile taallûk etmek dahî
sünnettir. Ya'nî gerçi her makamda şer' lâzımdır. Velâkin vücûdu, dünyâya
taallûk lâzım değildir. Zîrâ eğer lâzım olsa niceleri dünyâyı bi'1-külliyye
tarh etmezlerdi. Çünki vücûd i dünyâya taalluk ede. Maa-hâzâ ol vücûd-i terkî
gibi fiilî dahî farz değildir [102b] .
Bâri
ol taallûk nikâh-i şer' ve izn-i hakikat ile ola. Nikâh-ı şer' budur ki;
taalluk ettiği nesne şer'de murahhas ola. Ve izn-i hakikat budur ki; taalluku
kendi nefsâniyyeti ile olmaya. Belki huzûr-ı kalb ile ola. Ve bu sûrette kendi
cânibini dahî fi'l-cümle mülâhaza etmek muzır olmaz, belki sünnettir ve illâ
cebr-i mutlak lâzım gelir. Ve burası bir makam-1 âlîdir ki ekâmil-i nâsın
hâlidir. Zîrâ fenâ ve bekadan bî-haber olan kimse bu sırrı fehmeylemez ve fehm
etse dahî amel ve zevk fehmin gayrıdır.
Elhâsıl,
sâlike dünyâyı terk lâzım oldu, velâkin vücûdu terk değil, belki alâkasını
terktir. Ve bî-alâka iken zikrolunan veçhile zâhir-i vücûda taalluk sünnettir,
yoksa farz değildir. Ve illâ emr-i mûşkil olurdu.
Ve
mahkîdir ki Hallâc-ı Mansur'dan da'vâ-yı "ene'lHakk" sâdır
oldukta cânib-i Nübüvvet'ten [103a] "Yâ Mansur! serden
geçmelisin" diye işâret vâki' oldukta zâhiri üzerine hami edip da'vâsi
üzerine musir ve âhir ber-dâr olup serden geçti. Zîrâ ârifler demişlerdir ki
Hz. Nübüvvet' in ol ibâretle murâdları zâhir sırrı terk ve vücûd-ı zâhirîden
fenâ değil idi. Belki da'vâdan fenâ ve ol sırrı setr idi.
Pes
demek oldu ki; Yâ Mansur! eğer bu da'vâ üzerine musir olursan sırrı ifşâ
ettiğin için seri verirsin. Gel imdi dimâğından bu hayâli bî-rûn eyle ve bu
ma'nâdan fenâ bul ki senin serini vermekten murâd bu fenâdır Yoksa fenâi sûrî
değil.
Ve
Şeyhimden (k.s) mesmûumdur ki buyurmuştur ki; "bu da'vâ bana evâilimde
arız olup yine tarfetü' 1-aynda zail olmuştur". Velâkin Mansûr'a ıtâle
etmek câiz değildir meğer ki mertebede onun fevkinde [103b] ola
kümmel-i evliyâ gibi. Ve ol vakitte ki Mansûr ber-dâr oldu Şeyh Şiblî (k.s)
oraya gelip:"İkimiz bir kadehden nûş etmiş idik, velâkin biz sahvâ
geldik. 0 sekirde kaldı" dedi. Ya'nî eğer benim gibi sahv ve ifâkat
bulmuş olaydı da'vâdan halâs olurdu ve helâkten necât bulurdu.
Ey
Ârif! nazar eyle ki Allah Teâlâ Mansûr'u ber-dârî mûbtelâlarm serdârı eyledi,
tâ ki ibret-i urefâ olup hiç bir kimse bu da'vâda olmaya. Zîrâ bu da'vânm
zâhir-i vücûda zararı olduğu gibi bâtın-ı hâle dahî zarârı vardır. Bu
sebebdendir ki Mansûr'un rûhu 300 yıl meclis-i Resûl'den (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) mahcûb oldu. Tâ ki cümle-i ervâh-ı enbiyâ mûctemi' olup şefaat ettiler.
Ve Seyyid Nesîmî ve Şihâbüddîn el-Maktûl dahî böyledir ki gerçi
bunlar [104a] dahî fehm-i hüsn ile fehmeylemişier. Velâkin şol
nesne ki setr içün idi. Onu izhâr ettiler ve hallerine gâlib olup efrâd-ı nâs
gibi melâmiyyeden olmadılar.
Zîrâ aslında melâmiyye zevâhir-i ahvâlde
amme-i nâs ile müşârik olanlardır. Onun için ol babda nefisleri onlara melâmet
eder. Zîrâ halleri mestûrdur. Nefis ise zuhûr-ı hâl ister, tâ ki cânib-i
halktan âsâr-ı rağbet vücûda gele, ve murâd-ı nefs hâsıl ola. İşte kâmilin
nefsi, kâmile melâmet eder. Zîrâ zebûn ve mağlûbdur. Nâkıs ise kendi nefsini
melâmet eder. Zîrâ nefsi gâlibdir, fa'rifu'l-fark [farkı anla!].
NAZM
Dalıp
batır-i gama çekme melâmet
Kenarı
tut ger istersen selâmet
Ko
Zeyd
ü Arnr'la her giz cidâli
Cedel
zîrâ olur şirke alâmet
Kerametten
sâyılmaz hark-ı âdâ t Zebûn etmektir nefsi kerâmet [104b]
Kazâ
etmez şu kim deyn-i Hüdâyı Çeker lâ büd kıyâmette garâbet
Şu
kim hıl'at giyer esmâ yüzünden Bulur sultân-veş kadr u fehâmet
Vudû
al Hakkı'yâ hûnâb-ı dilden Yüzün ağ ola tâ rûz-ı kıyamet
Ma'lûm
ola ki Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) cenâblarının vech-i melâhat
isri ve cebîn-i mûnîrlerinden ve şâir eczâ-i bedenlerinden tereşşuh eden
arakları misk ve anber gibi râyihadâr idi. Şöyle ki; hâtûnlar onu penbe ile
cem' edip tıyblarına meze ederler ve teattur eylerlerdi. Böyle zâtı şerîf ve
beden-i lâtîf iken yine tetayyubu severlerdi. Ve cânib-i Hak'tan tahbîb
olunduğum nesnedir derlerdi.
Ba'zı
hûkemâ-i ilâhiyye hikmette demişlerdir ki beden-i insan, hame-i mesnûndan halk
olundu. Lâ-cerem ol râyiha-i kerihe eczâ-i bedene [105a] sâri oldu.
İşte Hazret' in isti'mâl-i tıybi iksâr ettikleri râyiha-i tıyneti izâle için
idi. Tâ ki cism-i nazîfleri ecsâm-ı melâike gibi letâfet-pezîr olup münâsebet-i
ehl-i melekût etmeye sezâ ola. Bu cihettendir ki; [Beni nûr kıl] diye
duâ ederlerdi. Tâ ki nûrâniyyet ve nezâfette melâikeye mültehik olalar. Gerçi
cem'iyyet-i neşe' cihetinden onlardan ekmel ve cemi'-i mevcûdattan efdaldir.
Ve
kezâlik âmme-i nâsm eklettiği ba'zı me'kûlattan imtinâ ederlerdi. Gerçi
gayrilerin tenâvülüne ruhsat verirlerdi. Zîrâ ba'zı hayvanatta ve me'kûlatta
havâs-sı rediyye vardır ki meşreb-i inşân-ı kâmile münâsib değildir. Belki
şerîatte helâl iken tarikatta mekrûhdan addolunur. Zîrâ her helâl olan nesne
tayyib olmak lâzım gelmez. Sûm ve basal ve lahm-i bakar ve ma'z ve emsâli
gibi.
Pes
sâlikân-ı tarîkate havass-ı rediyyesi olan nesneyi eki ve şurbetmek mekrûhdur,
tıybi münâfî olup râyihayı kerîhesi olan nesne gibi [105b] . Bir
yerde ki; mubâhü'l-asl olan taamdan hâsıl olan ve dırdan yâni diş diplerinde
kalan bakıyye-i taamdan hâsıl olan râhiya-i kerîheden melâike teneffür eyleye.
Şâir muharram veyâ meşkûktan hâsıl olanın hâli nicedir, teemmül oluna.
Ve
isti'mâl-i misvak mubaha göredir. Yoksa gayr-ı mubahdan ârız olan râyiha izâle
olunsa dahî çi fâide. Zîrâ râyiha-i sûriyye zâil olduğu surette yine râyiha-i
ma'neviyyesi bâkiyedir. Ve ikisi müctemi' olsa hâl, diger-gün olur. Ve râyihâ-i
ma'neviyye dediğimiz muharram ve mekrûhun hakikâti yüzünden zuhûr eden
râyihâdır, helâlde olduğu gibi.
Meselâ
şehidin kanı kıyâmette misk gibi râyihâdâr olsa gerektir. Maa hâzâ kanın
sûretinde öyle râyihâ yoktur.
Ve
ba'zı ehl-i vera' perhizleri vaktinde ellerini taâma meddetseler, eğer ol taâm
haram veyâ müştebeh ise parmaklarının damarları hareket eder veyâhut yedleri
[106a] medde mutâvaat etmez veyâ ol taâm hınzır sûretinde görünür
veyâ ondan bir râyiha-i kerihe zuhûr ederdi. Şöyle ki istişmâm olunurdu. İşte
her me'kûl ve meşrûb ve melbûs hakkında şeriatta helâldır denilmez. Zîrâ helâl
ve haram nassa muhtaçtır. Ve helâl olduğu sûrette dahî havass-ı rediyyesinden
hazer olunur.
Ey
mü'min! Bundan şer'in hükmü ma'lûm oldu. Ya'nî şer'in tahlil ve tahrîmi celb-i
menâfi' ve def'i mazar içindir. Zîrâ insan kendi aklına kalsa nice habâisi
istetâba eder, arab-ı bevâdî gibi.
Pes hadd-i şer'i tecâvüz
eden tayyibten habise taaddî eder. Ve akl-ı kâsırına tâbi' olur. Ve ba'zı
nesnelere şer'de fi'l-cümle ruhsat verilip tenfîr olunmadığı imtihân-ı İlâhî
kabilinden olmakladır. Ya'nî belki ol nesneye ruhsat yüzü göstermek imtihan
kabilinden ola Nitekim gelir; jl ^1
[Bakara, 29/2] [O, yerde ne varsa
hepsini sizin için yarattı.] J-bj
[iosb]
[Mülk,2/67][Hanginizin
daha güzel davranacağını sınamak için] . Ve burada lafz-ı
ahsenden fehm olunur ki ba'zı amel hasen ve ba'zı ahsendir, kabîh ve akbah
olduğu gibi.
Pes a'mâl ve insan
tabakât-ı muhtelifedir. Bu sebebten herkes kendi ırz ve dînine göre hareket
etmek gerektir . Kale Teâlâ j j çş!
[Ahzâb,33/33][Sizden
günâhı gidermek için]
Ey
mü'min! Eğer bu takririn gavrine erdin ve hakikatini basiretinle gördün ise
helâl ve haramı ve müştebeh ve lâyık ve gayr-ı lâyıkı teşhis ettin ve herkesin
mertebesini fehmeyledin ve bildin ki ehl-i beled ile ehl-i karye beraber
değildir. Ve sultan ile raiyyet her hâlde mûşarik olmazlar.
Velâkin
bilmek ve bulmak ve olmak dedikleri üç sıfât-ı âliyedir ki
değme şahısta bulunmaz ve bulunsa dahî biri bulunur ki; ilmdir, yoksa vicdân ve
husûl nerede olur ki biri; ayne'l-yakîn ve biri dahî hakka'1-yakîndir. Ya'nî
ayn ve haktır ki kalbte râsih ve sâbittir [107a] . Zîrâ ba'zı ilm ve
ayn ve hak vardır ki râsih olmadığından sâhibi zelzele ve ıztıraptan hâlî olmaz
ve kalbinde itminan ve sükûn bulmaz.
NAZM
İlmi
ko ayna eriş tâ can
u dil bula sükûn
Ermedinse
"kün fe-kâne" bulmadı hâlin yekûn
Her taayyun-i evveli sensin
şenindir bu zuhur Suretinden Hak senin gösterdi hem yüz bin şuûn
Oldu
Âdem evvel ü âhir Muhammmed Mustafâ
Bir
elif bir mimde hatm oldu esrâr-ı kurun
Çün
gözünle göresin ayne'1-yakînin yüzünü
Bir
göre a'yân-ı eşyâyı kamu ayne' 1-uyun
Gel
bugün er noktanın sırrına devr-i cimden
Sünbüle
bu devr içinde devr ey zü'l-funûn
Sırr-ı
nahnu'1-âhirûne's-sâbikûn oldu ayân Fehm eder Hakkı bu sırrı var ise ehl-i
derûn
Ey
ârif-i nükte-senc ve ey hüküm ve hakâika hızâne ve genç! Silsilenin halkaları
birikirine murtabıt ve her biri dahî fî nefsi'1-emr devr-i muntabık [107b]
olup evvel ve âhiri berâber olduğu gibi nefs-i silsilenin dahî mübtedâsı
müntehâsma mültekî olmuş ve ikisi bu devr içre bir özge birlik sûretini
bulmuştur. İşte budur ki; hidâyet ve gâyet birdir derler.
Ve
Cüneyd-i Bağdâdî'ye (k.s) suâl edip L> dediklerinde ol dahî ^1 diye cevap
verdi. Zîrâ emr-i vücûd devridir, yoksa hattî değildir. Ve illâ hiç bir fert
Hakk'a vâsıl olmayıp ok gibi yabana atılmak lâzım gelir. Yaban ise mutlaktır,
biz ise mukayyediz.
Ve
ol ıtlâk mebdeu'l-kül olan elife mahsûsdur. Şâir hurûf mukayyedâttır, nitekim
sûretleri dahî asıldan udûllerini izhâr eder. Pes emsile-i muhtelife dedikleri
ile bu hurûf birdir. Efdal olan fiildir ki; ameli ciheti ile müessirdir. Ondan
sonra hurûf-i müşebbehedir ki; bunlar dahî fiil gibi teşebbühleri yüzünden
âmillerdir. Gerçi fiil mertebesinde [108a] değillerdir. Ve ondan
sonra "innemâ" gibilerdir ki amelden mekfûfdur. Şu kadar
vardır ki mazmûn-u kelâmı te'kîd eyler.
Ey
mü'min! İşte fiil insan-ı kâmil-i muhakkik ve hurûf-i müşebbehe insan-ı nâkıs-ı
mukalliddir. Ve şâirleri te'kîd-i dîn içindir. Ulemâ-i zâhir gibi ki bunların
ulemâ-i hakikate taklîd ve teşebbühleri yoktur. Mutasavvifei müteşebbihe gibi.
İmdi bu hurûf elife ve elif dahî noktaya müntehi olur.
Ve
şol ağacın en âhir meyvesinin çekirdeği aslına rucû' ettiği gibi cem'î-i söz
dahî âyâta ve âyât kelimâta ve kelimât hurûfa ve hurûf noktaya râci' oldu. Ve
senin bâ, tâ, sâ ilh. dediğin hurûfun aslı meğer bir nokta imiş. Tecelli-i
esmâ hasebi ile suver-i muhtelifede görünmüş. Çûnki aJI j [Fussilet, 41/21] [Dönüş
O'nadır] vârid oldu.
Lâ-cerem hüviyyât-ı cemî' i ekvân
hûvviyet-i vâhideye döndü. Ve keserât, vâhidât ve vâhidât dahî vahdet-i
hakîkıyye merkezine kondu. Ve Hak ayn-ı Ali'de göründü. Ve onun hıl'at-ı
sırrıyle büründü [108b] . Ve silsilenin âhiri evveli ile bir perde
örüldü. Görmek istersen aç gözün bilmek dilersen yum gözün.
Vallâhü'1-evvelü'1-âhir.
NAZM
Bahr-ı feravân isen sakla bu
dürdâneyi
Ger
gühere kân isen bekle güher haneyi
Hak kimi uyandırır halktan
usandırır
Aşk
oduna yandırır cân çü pervâneyi
Hâcen olup nûr-i Hak ondan
alırsın sebak
Zulmeti
ko nura bak fer'i ko bul âneyi
Aşk-ı İlâhî ahad şevk-i Huda
Samed Bir pula almaz ebed âkil u ferzâneyi
Hakk'ı
bul Hakk'a er gülşene gir gonca der
Cânını
Allah'a ver tek bul o cânânı
Ma'lûm ola ki Hz.
İdris (a.s) 16 sene aslâ eki u şurb ve menâm etmeyip riyâzet-i tâmme ile
heyâkil-i ulviyye ve ervâh-ı âliyyeye muttasıl olmuştur. Nitekim Kur'ân'da; LLt İJlSL» j [Meryem, 19/57] [Onu
üstün
bir makama yücelttik].
Onlar
buyurmuşlardır ki; Biz ki meâşir-i enbiyâ [109a] yüz hudûs âlemi
ikrâr ederiz. Velâkin evveli ma'lûm ve mazbûtumuz değildir. Ya'nî evveli
mazbut olmamak, kıdemini iktizâ etmez. Nitekim hukemâ-i gayr-ı islâmiyye zâhib
olmuşlardır. Ve hattâ semâvât hark ve iltiyâm kabûl etmez, belki olduğu hal
üzerine sâbit olur demişlerdir. Fe-emmâ şer' bunun hilâfınadır. Kale Teâlâ; *;I'S!
[İnşikak,84/1][Gök yarıldığı zaman].
Ve demişlerdir ki : Ebu'1-beşer Âdem'den
(a. s) mukaddem altı nev' mahlûk gelmişdir ki esmâsı bunlardır. Has, bes, tas,
dem, tam, cân ve cân kavminin Âdem'e gelince mûddet-i intişâsı 60 bin yıldır.
Ve kıyâmete dek dahî te'hîr olunmuşlardır. Kale Teâlâ: Jl
<*r* Mil
[A'raf,7/15]
[Sen muhakkak mühlet verilenlerdensin]. Ve Âdem'in devri, devr-i sünbüle
dedikleridir ki 7 bin yıldır.
Ve bu ümmet-i merhûmenin
ömrü bin yıldır. Ya'nî kusûr ve küsürden ma-ada. Zîrâ Cenâb-ı Nübüvvet
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) 6 bin sene tamam olmazdan evvel teşrîf-i âlem-i
şuhûd etmişlerdir. Pes ol küsûrun tamamı ve bâkî a'vâmm küsûrundan gayrı ömr-i
ümmet yevm-i İlâhî [109b] ile bir gündür ki bin senedir. Kale Teâlâ: lu jl
j
[Hac,22/47][Muhakkak ki, Rabbinin
nezdinde bir gün sizin saymakta olduğunuz bin yıl gibidir].
Ve
İbn-i Abbas gibi ki "hibru hâzibi'l-ümme"dir. Vâfirâttan
ma'dûddur (r.a) buyurmuştur ki;b*^l û* ÇJI
Ya'nî
ömr-i dünyâ ki Âdem'den berisidir âhiret haftalarından bir haftadır ki 7
gündür. Ya'nî 7 bin yıldır.
Ve
ehrâmât-ı Mısır ki, beriyyede 7 adet binâ-i rasîn ve hısn-ı haşindir, idris'in
(a.s) binâsıdır ki tûfân-ı Nûhî (a.s) ilmi ile istihrâc edip hıfz-ı ulûm için
ol binâları kurmuş ve ol uslûb-ı bedî' üzerine vaz' ve te'sîs edip nakş-ı
bu'l-aceb vurmuştur.
Ve
demişlerdir ki; ma'nâ-yı mezkûr emr-i garîbtir. Zîrâ ehrâm-ı Mısır amel
olunduğu vakitte nesr-i tâir esed burcunda idi ki, hâlen cüdey burcundadır. Ve
ashâb-ı tesyîr-i kevâkib demişlerdir ki; kevâkib-i sâbite her 60 senede veyâhut
100 senede ancak bir derece kat' eyler. Pes his onun intikâlini idrâk etmez.
Seyyârâtm ki
[Tekvîr,
81/16] [gözüken, gezegenler] derler [110a] intikâlâtını
idrâk ettiği gibi pes ehrâmâtın bânisi ma'lûm olmamak lâzım gelir. Maa hâzâ
bânîsi bi'lkat' nasdandır.
Ve
bu ma'nâyı te'yid eder, şol eser ki; vârid olmuştur: Ya'nî "Ebu'l-beşer'den
evvel yüz bin Âdem geldi". Denilmiştir ki onlar bu Âdem'in ecdâd-ı
evvelidir. Ve'l-İlmu indellâhi Teâlâ [Bu konudaki bilgi Allah katindadır].
Ve
burûc-ı kevâkib; hamel ve sevr ve cevzâ ve sera t an ve esed
ve sünbüle ve mizan ve akreb ve kavs ve cüdey
ve delv ve hûddur ki mecmûu 12 burcdur.
Ve
cümle-i enbiyâ (a.s) kevkeb-i müşteride sahn-ı şuhûda vaz'-ı kadem etmişlerdir.
Pes sitâreler içinde ondan es'ad sitâre yoktur. Ve felek-i atlas ibtidâ mîzan
burcunda harekete ağaz etmiştir. Ve yine mîzan burcuna duhûl ettikte kıyâmet
kâime olsa gerektir.
Ve
Hz. Risâlet (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) ikinci mîzânm evâilinde âlem-i ayna
ermişler ve vücûd-ı hârici yüzünü görmüşlerdir. Ve mîzân adl-ı tâmme [110b]
işâret olmakla Kur'ân'da
jlj-Jl
[Rahmân,
55/7] [mizanı, dengeyi koydu] buyurdu. Ve Âdem eşrât-ı saatten ma'dûd
olup Hz. Nübüvvet dahî tekârub-ı zamanda kudüm ettikleri kendi
temsillerinden mûbeyyendir. Ki buyurmuşlardır: LtLJIj Ul "Ben, kıyamet
bu ikisi gibi olduğu halde ba's oldum[133]"
Ya'nî usbu-ı müsebbaha ile vustânın tekârubu nice ise vücûd-ı Nebevi ile
vücûd-ı kıyametin tekârubu dahî beyledir. Ve buradan ahz edip ba'zı urefâ
buyurmuşlardır ki: "Her eşrât-ı saatten olan nesne mezmûm olmaz. Belki
niceleri memdûhdur". Tezyîn-i mesâhif ve tezvîk-ı mesâcid ve emsâli
gibi. Fe'fhem cidden [İyi anla!].
Ve avâhir-i zamanda Çin vilâyetinde
(ki aksâ-yı bilâdı şarktır) bir hâtûn bir kız ve bir oğlan tev'em doğursa
gerektir. Ki kız evvel ve oğlan onun ardınca doğsa gerektir. Ve oğlanın kız
akabinde vilâdeti âlemin akamine yâni kısırlığına delâlettir ki ondan sonra bir
dahî dünyâya veled gelmeyip, gittikçe emr-i vücûd zuhûrdan butûna intikal
eylese gerektir. Ve veled-i hâtemin [llla] da'vetini kimse kabul
etmeyip _x>|
aju>
sırrı
zuhûr etse gerektir.
Nitekim
Ebu'l-beşer Âdem'in (a.s) Havvâ'dan (r.a) ibtidâ bir oğlu ve bir kızı tev'em
dünyâya gelmişlerdir ki; Çin'de doğan iki veledin aksi üzerine evvel oğlan ve
sonra kız doğmuştur. Tâ ki dünyâda zürriyetin intişârına alâmet ola. Zîrâ mer'e
(ki tabiât-ı ûlâ ve nefs-i külliyeye işârettir) olmasa silsile-i âlem vücûd
bulmaz, buradan zenin fazlı zâhir olur. Zîrâ cemî'-i eczâ-i âlem tabiat
üzerine mebnîdir, nitekim bâlâda şerh olundu.
Ve
demişlerdir ki; havatînin enfâs ve a'mâlinden halk olunan melâike ricâlden halk
olunandan akvâdır. Ve kuvvet-i nisâ bu âyetten mefhûmdur ki gelir:
tâUî juu jJL» j j JJ! jlâ Ij
[Tahrîm,
66/4] [Eğer Peygamber'e karşı birbirinize arka verirseniz bilesiniz ki onun
dostu ve yardımcısı Allah, Cebrâîl ve mü'minlerin iyileridir. Bunların ardından
meleklerde ona yardımcıdırlar] . Fefhem cidden [İyi anla!] .
Ve intişâ' ve ventişâr-ı ma'neviden dahî
zenân ile ta'bîr olunduğu acep sırr-ı İlâhîdir. Niteklim bi-tarîkı'l-işâre
gelir: 4*ljjl j [Ahzâb,33/6] [Peygamber'in
hanımları
mü'minlerin analarıdır] [lllb]
. Ya'nî ekâmil-i
nâs ezvâc-ı Nebeviyye gibidir ki; şâir
nâsın ümmehâtı gibidir. Ya'nî ûmmehât evlâd-ı sûriyyeyi terbiye ettikleri gibi
ekâmil-i nâs dahî evlâd-ı ma'neviyye olanları terbiye ederler ki; ûmmühât-ı
sûriyyenin mâye-i terbiyeleri leben ve bunların, feyz-i İlâhidir. Ve bunlar
dahî terbiyeyi Cenâb-ı Nübüvvet'ten bulmuşlardır. Zîrâ Cenâb-ı Nebevi müessir
ve fâil ve onlar müteessir ve münfeildir. Zevceyn halleri gibi bu cihetten
evliyâdan ehl-i tasarruf ve te'sir olanlar memdûhlardır. Kale Teâlâ: ûA
L_jic
aUu j ÜL'I j lîljSa
jl »Lie u-^>j[Şûrâ, 42/49-50] [Dilediğine kız çocukları,
dilediğine de erkek çocukları bahşeder. Yahut onları, hem erkek hem de kız
çocukları olmak üzere çift verir. Dilediğini de kısır kılar] . Ya'nî bu
âyet-i şerife zukûr-ı ehl-i tasarrufa işârettir ki onlar ef'al
mertebesindedir. Nitekim şerhi sebk etmiştir.
Ve
hayr-ı müteaddî emr-i lâzımdan efdâldir. Onun için enbiyâ ve kümmel-i evliyâ
da'vet ve tebliğ için ba's ve irsâl olunmuşlardır. Ve onlar ki akimlerdir; ya
hiç veled gelmemek hasebi ile veyâhut [112a] gelip münkariz olmak
ciheti ile. Ba'zı rivâyât üzere silsile-i kümeyliye gibi. Nitekim dâiresinde
zikr olunmuştur. Bu meküleler silsileden min vechi'1-hâriç olurlar. Zîrâ
hakîkat-i silsile kıyâmete dek memdûd olandır.
Ve
bu fakir'e işâret olunmuştur ki benim silsilemden yâ sûriyye veyâ ma'neviyye
bir kimse zuhûr etse gerektir ki; Rûm ve Anadolu'nun vilâyeti onunla ihtinam
bulsa gerektir . Jljjb jJlil il jlij Yj ^Ikâil Y İj^jsöUI JUsâl j a-»L*5İ
Ey mü'min! İşte bu devr-i sünbüle
târifinden silsile i âlem ve Âdem ne olduğu zâhir ve âhir evvele devr ve
mültekî olduğu bâhir oldu. Zîrâ bu silsilenâmeyi böyle serdetmekten maksûd
yalnız esmâsını zikr ve elkâbını beyan ve biribirine sûreta irtibâtını ayan
değildir. Belki devr-i sûri ve ma'nevinin mecmuunu ifâdedir. Tâ ki nüfûs onunla
ülfet ve ervâh-ı [112b] cemiyyet ve esrâr-ı celvet edip istînâs
bula. Ve halvet ve celvet sırrı biline. Ve zuhûr ve butûn ve hizmet ve nefes
nedir idrâk oluna. Ve ona göre Hakk'a tarîk buluna. Zîrâ maksûd Hakk'a kurbet
ve Cenâb-ı Hazret'e vuslattır ki îman ve i'tikât ve ilm ve amel ve takvâ ve
sülük üzerine mebnî bir emr-i azîmdir.
NAZM
Nedir tarîk-i
inâyet tarîk-i bey'attir
Ki
müntehâ-yı tarikat Huda'ya vuslattır
Gel imdi mürşid-i kâmil elin
bugün tuta gör Ki kâmilin eli miftâh-ı bâb-ı Hazrettir
Sülükle
bulunur menzil-i murâda vusul
Tarîk-i
Hakk'a sülük eylemek saâdettir
Ne fehm eder bu kitâbm kelâmını
münkir Ki hâl-i münkir-i nâdân hep cehâlettir
Kitâb ayn-ı
vücûd oldu nakşını seyret
Ki
sırr-ı Hazret-i Kur'ân'a hoş delâlettir
Çü kudret-i ahadîdir bu levha
vaz'-ı kalem Bu dest-i Hakkı-i nâçâr mahz âlettir
Ba'de
zâ bu silsile-i zerrin halka-i celvetî kalem-i zerrinkâr abd-i fakir Şeyh
İsmâil Hakkıy^JİAj^ş JJI
bjS
v>ı »u JJ ile san'at-ı der'i Dâvûd
gibi sert ve halka be-halka ekârib ve hemvâr olanlar biribirine rabt ve
ebâid ve ecânib tard olunup Hicret-i Nebeviyyenin 1137. sâli muhtevi olduğu
şehr-i Rebîu'1-evvelin bedrinde medîne-i Bursa' da Tuz Pazarı kurbunda
binâ olunan câmi'i lâmi-i Muhammedîye muttasıl olan kûtüphânede encâm-ı reşide
ve imzâ-i ihtitam keşide olmuştur
U5b
U15 j (ÖUHj
Gel beri ey sûfî-i sâf-dil ve
nîk-nâm Nergisini aç yeter bağ-ı fenada menâm
Halka-i zerrindir silsile-i
celvetî
Kubbe-i
İslâmda dâiredir ve's-selâm [113b]
Görmeye
hiç böyle bir kıymeti zencîr-i zerr Çekse de dil çeşnine kühl-i cila rûz u şâm
Meclis-i
irfana çok kimse gelüpdür velî
Gelmedi
bu Celvetî gibi kibar u kirân
Silsile-i
zerre var bend ede gör kendini
Kadr
ile altun olup bulasın i'zâz-ı tâm
Eyledi
Hak bu zeri Hakkı elinden a tâ
Urmadı
bu sikkeyi bu deme dek hâs u
âznm
Harf-i
güherdâr ile söyledi târihini
Silsile-i
Celvetî oldu zeheb bî-kelâm [114*]
NETİCE
İsmâil
Hakkı Bursevî hazretlerinin Ki tabu's-silsile isimli eseri üzerindeki
çalışmamızı burada tamamlamış bulunmaktayız .
Günümüzün
biyografik eserlerinde kullanılan ve de sâdece hayâtı anlatılan kişinin
özelliklerinden bahsetmek şeklinde olan uslûbun, Bursevî'nin zamanında pek
revaçta olmadığı söylenebilir. Ayrıca ilmi ile âmil bir şeyh-i mükemmilin kalem
kullanması ancâk feyz aldığı mürşidinden kendisine intikal eden mîrâsı gelecek
nesillere aktarmak düşüncesi veya sâlihlerin menkıbelerinin anlatımıyla
mürîdlerinde tevârüs-i hâli gerçekleştirmek gâyesi için düşünülebilir.
Devrin
usûlüne uygun olarak müellif, tarikat ricâlinin kısaca hayât hikâyelerini
anlatırken tasavvuftan habersiz olan okuyuculara da bu sistem hakkında yer yer
bilgiler verir.
Şeyh
İsmâil Hakkı silsilenâmede tasavvufa yöneltilen eleştirilere ma'kul cevaplar
verir. Muhatapların zihninde oluşabilecek şüphe ve tereddütlere çözümler sunar.
Tarîkata
intisab etmiş olan kimselere farz, sünnet ve mekruh olan şeyleri anlatmakla,
aynı zamanda irşadıyle mükellef bulunduğu mürîdlerini îkaz etmektedir.
İsmail
Hakkı daha kendi döneminde, tasavvufun kendini bilmezler eliyle zaafa
uğratıldığını söylemekte ve zâhir ulemâsının bu ilmin inceliklerine lakayd
kalmalarını tenkid etmektedir.
İlbâs-ı
hırka, telkîn-i zikir, nefes-i vekâlet, hilâfet, üveysîlik, neseb-i ma'neviyye
ve silsile gibi tasavvufun önemli konularını kendisine yakışır bir dirâyetle
izâh eder. İzâhlarınm akabinde de gereği ile âmil olunmasını tavsiye eder.
Eserini Celvetî Tarikatının yüceliğini ifâde eden bir şiir ile bitirir.
BİBLİYOGRAFYA
Abdulbâkî, Muhammedi Fuâd; el-Mu'cemu'
1-Müfehres li Elfâ zı ' 1-Kur'ani'1-Kerîm, İstanbul, 1982.
Abdulmecîd b. Muhammed; Hadâiku'1-verdiyye
fî ecillâi'nnakşıbendiyye,
Kahire 1890.
Aclûnî, İsmail b. Muhammed; Keşfu'l-hafâ
ve müzîlü'1ilbâs amma iştehera mine'1-ehâdîs ala elsineti'nnâs, Beyrut 1352, I-II.
Afîfeddîn Abdullah b. Es'âd el-Yâfiî; Mir'âtü'1-Cinân
ve İbretü' 1-yakzân fî ma'rifet-i havadisi'z-zaman, Beyrut 1970, II.
Ahmed b. Hanbel; Müsned, İstanbul 1992, Çağrı
yayınları, I-VI.
Ahmed Saîd Süleyman; Vahdetü'1-vucûd
ve ba'du'l-efkâri'lbâtmiyyeti fi'l-kütübi't-Türkiyyeti li İsmail Hakkî
el-Bursevî
Mecelletü Külliyeti'1-Âdâb, Câmiatü'1-Kahire, II. 1968.
Askalanî, İbn Hacer; Tehzîbü't-Tehzîb, Haydarabad 19071910, I.
el-İsâbe fî temyîzi's-sahabe, Bağdad 1328, I.
Âşıkpaşazâde; Âşıkpaşazâde Târihi, İstanbul 1332, Atâyî
Ataullah Efendi; (Nev'izâde), Hadaiku'1-hakâik
fî tekmileti'ş-şakâik,
İstanbul 1287, I-II.
Ateş, Süleyman; Cüneyd-i
Bağdadî ve Mektupları,
İstanbul 1970.
Atpazârî; el-Lâihâtü'1-berkıyyât (haz. Bedreddîn
Çetiner) , DİA Ktp., nr.10674.
Attar, Ferîdüddîn; Tezkîretü'1-evliyâ, (trc. Süleyman Uludağ),
İstanbul 1991.
Aynî, Mehmed. Ali; Türk
Azizleri I İsmail Hakkı Bursevî, İstanbul
1944.
--- Menâkıb-ı Hacı Bayrâm-ı Velî, İstanbul 1343.
--- "İsmail Hakkı Bursevî Hakkında Bir
Tedkik", Dâru'l-Funûn
İlâhiyât Fakültesi Mecmûası, c.II, sy.9, İstanbul 1928.
Ayvansarâyî
Hafız Hüseyin; Hadikatü'1-cevâmi, İstanbul 1281, II.
Bahadıroğlu,
Mustafa; Üftâde, Tasavvufi Görüşleri ve
Celvetiyye Tarikatı,
(Basılmamış Yüksek lisans tezi), Bursa 1990.
Babanzâde,
Bağdatlı İsmâil Paşa; İzâhu'1-meknûn, İstanbul 1947, I.
--- Hediyyetü'1-ârifîn, İstanbul 1951-55, I.
Baldırzâde,
Selisi Şeyh Mehmed; Ravza-i Evliya, BEEK, Orhan ktp. nu.
1018/1.
Bosnavî,
Sarı Abdullah Efendi; Semerâtü'1-fuâd fi'lmebdei
ve'1-meâd,
İstanbul 1288.
Brockelman, Cari; (GAL) I-II-III, Leiden,
1943-1949. (Suppl.) I-II, Leiden,
1937-1942.
Breme G.
Edward, A Literary History of Persia, Cambridge 1977, IV.
Buhârî, Ebû
Abdillah Muhammed b. İsmâil; Sahih, I-VIII, İstanbul 1992.
Bülent Rauf;
İsmail
Hakkı Bursevî Translation of and Commentary on Fusus al-Hikam by Muhyiddîn İbn
Arabi,
rendered into English by Bülent Rauf with the help of R. Brass and H.
Tolemache. Oxford and İstanbul, Muhyiddîn İbn Arabî Society, 1986, 264 pp.
Bursalı
Mehmed Tahir, Osmanlı Müellifleri, I-III, İstanbul 1972.
--- Mevlânâ Şeyh İsmâil Hakkı el-Celvetî, İstanbul 1329. Hacı Bayram
Veli,
İstanbul 1925.
Bursevî,
İsmâil Hakkı, Temâmü'l-feyz, Süleymâniye Ktp., Hâlet
Efendi, nr. 244.
--- Kitâbü'l-hitâb, İstanbul 1292.
--- Mecmüâtü'1-esrar, Âtıf Efendi Ktp., nr. 1500.
Dârimi, Ebû
Muhammed. Abdullah b. Abdurrahman, Sünen, İstanbu 11992, I-II.
Deringör,
Ruhnevâz; İsmail Hakkı Bursevî ve Türkçe
Eserleri,
(Mezûniyet Tezi) İstanbul Üniversitesi Ktp., nr.2514.
Deyiemi, Ebû
Şuca' Şirâveyh b. Şehredâr; el-Firdevs bi
me'sûri'1-hitâb,
Beyrut 1986, I-V.
Ebû
Dâvud; Sünen, İstanbul 1992, I-V.
Ebû Nuaym
Ahmed b. Abdullah el-İsfehânî; Hilyetü'1-evliyâ
ve tabakâtü"1-asfiyâ,
Mısır 1974, II.
Ebu'l-feyz
Menûfî; Cemheretü'1-evliya, Kahire 1967, II.
Erdoğan, Fırat; "Ki tabu'n-Netice ve
İnsan",
İslâm
İlimleri
Enstitüsü Dergisi, 11/205, Ankara 1975. Ethem Cebecioğlu; Hacı
Bayram Velî,
Ankara 1991. Evliyâ Çelebi; Seyahatname, İstanbul 1314, I-II.
Gazzîzâde Şeyh Abdullatîf, Hulâsatü"1-Vefeyât, BEEK, Orhan,1016.
Hansârî,
Muhammed Bakır b. Zeynelâbidîn, Ravdâtü'1-Cennât
fî ahvâl-i ulemâ ve's-sâdât,
Tahran 1959.
Harîrizâde
M. Kemâleddîn Efendi, Tıbyân-ü vesâili'lhakâyık, Süleymâniye Ktp.,
İbrâhim Ef. blm., 4302, I-III.
Hatîb
el-Bağdâdî; Târih-i Bağdâd, Kahire 1349, I-XV.
Hayreddîn Zirikli; el-A'lâm, Beyrut 1984, I-X.
Heyet; Kur'ân-ı
Kerîm ve Türkçe açıklamalı meâli
Medîne-i Münevvere 1992.
Hindi, Ali
el-Muttaki; Kenzu'1-ummâl fî
süneni'1-akvâl, Beyrut
1986, I-XVI.
Herevi, Ebû
İsmâil Abdullah el-Ensârî; Tabakâtü'sSûfiyye, Tahran 1983.
Hoca Sa'deddîn Efendi; Tâcü't-Tevârih, Ankara 1992, I.
Hocazade Ahmed Hilmi; Ziyâret-i Evliya, İstanbul 1325. Hadîkatü'l-Evliyâ, İstanbul 1317.
Hucvîrî, Ali b. Osman
el-Cullâbî; Keşfü'1-mahcüb (trc.
Süleyman
Uludağ) İstanbul 1982.
Hulvî Mahmûd Efendi; Lemezât-ı
Hulviyye ez-Lemeât-ı Ulviyye, Süleymâniye
Ktp. Hacı Mahmûd Ef. blm., 4536.
Hüdâyî, Azîz Mahmûd; Vâkıât (kısmî trc. Mehmed
Muizzeddîn) İsmail Erünsâl ktp.
--- Menâkıb-ı Üftâde, (Selîmağa ktp. , Hüdâyî
blm.) 982. İbn Ebî Ya'lâ; Tabakât-ı
Hanâbile,
Beyrut ts., I.
İbn Hal likan, Ebû Abbas Şemseddîn Ahmed; Vefeyâtü'l-a'yân
ve enbâu ebnâi'z-zaman,
Beyrut 1978, II.
İbn
Kesîr; el-Bidâye ve'n-Nihâye, Beyrut 1981, I-XII.
İbn
Mâce,Sünen, İstanbul 1992, I-II.
İbn
Mûlakkîn, Sirâceddîn Ebû Hafs Ömer b. Ahmed Mısrî;
Tabaka tü' 1
-evliya,
Beyrut 1986.
İbn Nedim; Fihrist, Beyrut 1978.
İbn Sa'd,
Ebû Abdillah Muhammed; Tabâkât-ı İbn-i Sa'd, Beyrut 1968, VII.
İbnü'1-Cevzî; el
-Muntazam,
Beyrut 1992, I-X.
--- Haşan Basrî (trc. Mustafa Kaya),
İstanbul
--- Sıfâtü's-safve, Beyrut 1979, I-III.
İbnû'l-Esîr;
el-Lübâb
fî tehzîbi'1-ensâb,
Beyrut ts., I.
İbnü'l-İmâd; Şezerâtü
'z-Zeheb fî ahbâri men zeheb,
Beyrut Kahire 1350, I-V.
İsmâil Beliğ; Güldeste-i
riyâz-ı irfan,
Bursa 1302.
Kâmil Kepecioğlu; Bursa
Kütüğü,
BEEK, Genel Kit., nu. 4520, I-IV.
Kara,
Mustafa; Bursa'da Tarikatlar ve Tekkeler
II,
Bursa
Kâtip Çelebî; Fezleke, İstanbul 1286, I-II.
Kocatürk,
Vasfi Mâhir; Tekke Şiirleri Antolojisi ., Ankara 1968
Kuşeyrî,
Abdulkerîm,Kuşeyrî Risalesi, trc. S. Uludağ,
İstanbul 1991.
Lâmiî Mahmûd
b. Osman; Terceme-i Nefahâtü' 1-Üns, İstanbul 1270 .
Mâlik
b. Enes, Muvattâ, Mısır 1321, I-II.
M. Ali
Cengiz, Yüksel Adıgüzel, Mehmed Gülseren; Somuncu
Baba,
İstanbul 1965.
Mecdî
Efendi; Şakayık-ı Nu'mâniyye Tere.
(Hadâiku'şşakâyık),
İstanbul 1269.
Mehmed Sâmi Sünbülî; Esmâr-ı
esrar,
İstanbul 1316.
Mehmed Süreyya; Sicill-i
Osmânî,
İst. 1308, I-IV.
Mehmed
Şemseddîn; Yâdigâr-ı Şemsî, Bursa 1332.
Muallim
Nâci; Esâmi, İstanbul 1308.
Muhammed Şeref Celâl; Dirâsât
fi' t-tasawufi' 1-İslâmiyye, Beyrut
ts.
Murat Yurtsever; Bursalı
İsmail Hakkı Divânı
(İnceleme metin), Dokrora tezi, Uludağ Üniversitesi, 1990 .
Münâvî,
Abdurraûf; el-Feyzu'l-Kadir Şerh
el-Câmiu'ssağîr,
Beyrut ts., I-VI.
--- el-Kevakibü'd-dürriyye fî
terecâcimi's-sâdâti'ssüfiyye,
Kahire 1938, I.
Müneccimbaşı
Derviş Ahmed; Sahâifü'1-ahbâr, (trc. Şâir Ahmed Nedim)
İstanbul 1285, I.
Müslim
b. Haccâc el-Kuşeyri; Sahih, İstanbul 1992, I-III.
Mustakimzâde,
Sa'deddîn Süleyman Efendi; Tâc risâlesi, Süleymâniye ktp. Pertev
paşa, 611.
Nebhânî Yusuf b.İsmâil, Câmiu
Kerâmâti'1-evliyâ,
Mısır 1962, I-II.
Nesai, Ebû Abdurrahmân
Ahmed b. Şuayb; Sünen, İstanbul 1992, I-VIII.
Ömer Rıza
Kehhâle; Mu'cemü'l-Müellifin, Beyrut 1957, IXV.
Osmanzâde Hüseyin
Vassaf, Sefînetü'l-evliyâ, Süleymâniye Ktp. yazma
bağışlar blm., 2305, I-V.
Sâbûnî, M. Ali; Tenvîru'1-Ezhân
min Tefsiri Rûhı'l -Beyân, İsmâil
Hakkî el-Bursevî, (ihtisar ve tahkik), Dımeşk 1988.
Subkî, Ebû Nasr
Tâceddîn; Tabakâtü'ş-Şâfiiyye, Beyrut 1964, II.
Şa'rânî,
Abdulvehhâb; Tabakâtü'1-kübrâ, Mısır 1988, I .
Şehristâni, Muhammed b. Abdulkerim; el-Milel
ve'n-nihal, Beyrut
1968, I.
Şemseddîn
Sami; Kamusu'1-A'lâm, İstanbul 1306, I-VI.
Şenel,
Osman; İsmâil Hakkı Bursevî'nin Hayatı, Eserleri
ve el-Funûn'u,
İstanbul Üniversitesi Merkez kitaplık, Edebiyat Fakültesi Kitaplığı, TH I
nr.66.
Şeyhî Mehmed; Vakâyiu'l-fudalâ, Beyazıt Ktp.,
Veliyyüddîn Efendi, 2361-62, I-II.
Sahhaf Es'ad Efendi; Tercüme-i
Hâli İsmâil Hakkı,
(Pend-i Attar Şerhi Mukaddimesi), Süleymâniye Ktp., Hekimoğlu blm. nr.980.
Sâkıb
Yıldız; Türk Müfessiri İsmâil Hakkı, Hayatı,
Eserleri ve Tefsir İlmindeki Metodu, orijinali Fransızca olan basılmamış
doktora tezi, Erzurum 1976.
Sem'ânî;
el-Ensâb, Beyrut 1976, VII.
Sülemî,
Ebû Abdurrahman; Tabakâtü's-sûfiyye, Mısır 1953.
Tirmîzî, Ebû İsâ
Muhammed b. İsâ; Sünen, Mısır 1937-1965, I-V.
Taşköprîzâde,
Keşfü'z-Zünûn, İstanbul 1941, I-II.
--- eş-Şakayıku'n-nu'mâniyye fî
Ulemâi'd-devleti'1osmâniyye,
Beyrut 1975.
Uşşâkîzâde İbrâhim
Efendi; Zeyl-i Şakâik (nşr. H. J. Kissling),
Wiesbaden 1965.
Wensinck, A.
J., Mu'cemü'l-müfehres li enfâsi'1-hadîsi'nnebevî, Leiden 1936, İstanbul
1986, VIII.
Yâkut, Şihâbuddîn b.
Abdillah; Mu'cemü'1-buldân, Beyrut 1957, I-V.
Yenice,
Hüseyin, İsmâil Hakkı Bursevî'nin
Muhammediyye
Şerhinin
I. cildinde Tasavvufî İstılah ve Semboller (Yayınlanmamış Yüksek
Lisans tezi, 166 sahife, M. Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, 1978.)
Yıldız, Dr.
Sâkıb, "Türk Müfessiri İsmail Hakkı
Bursevînin Hayatı
İslâmî İlimler Fakültesi Dergisi, sy. 1, s. 103-126, Erzurum 1975.
Yılmaz,
Haşan Kâmil; Azız Mahmûd Hüdâyî ve
Celvetiyye Tarikatı,
İstanbul 1980.
--- Altın Silsile, İstanbul 1994.
--- Gönül Erleri, İstanbul 1991.
Zehebî, el-İber
fî haberi-men gaber,
Beyrut 1985, I-IV. Siyer-i
a'lâmi'n-nübelâ,
Beyrut 1985, I-XXIII.
[22] Yılmaz,
Haşan Kâmil, Altın Silsile, İstanbul 1994, s.7.
[23] Uludağ,
Süleyman, Tasavvufî Terimler Sözlüğü, İstanbul 1991, s. 433
[24] İ.A.
Tarikat md. XII/110 .
[25] Yılmaz,
a.g.e., s.7.
[26] Yılmaz,
H. Kâmil, Gönül Erleri, İstanbul 1991, s.8.
[28] Bursevî,
Silsile, vr. 26b.7.
[29] Hânî, Muhammed b. Abdullah,
el-Behaetü' s-seniyye, trc. Ali Hüsrevoglu, İstanbul 1989, s.28.
[30] Yılmaz,
Altın Silsile, s.8.
[31] Bursevî, a.e., vr. 112a
[32] Uludağ,
a.g.e., s. 433
[33] Bursevî, a.e., vr. 56a.
[34] Bursevî, a.e., vr. 56b.
[35] Sühreverdî,
Avârifu'1-maârif, trc. H. Kâmil Yılmaz, İrfan Gündüz, İstanbul 1990, s.106-107.
[36] Sühreverdî,
a.g.e., s. 124.
[37] Bursevî,
a.g.e., vr. 27a.
[38] Bursevî,
a.e., vr. 31b.
[39] Yılmaz,
Altın Silsile, s.11.
[40] Bursevî,
a.e., vr. İla.
[41] Bursevî,
a.e., vr. 29b.
[42] Bursevî,
a.e., vr. 5a.
[43] Uludağ,
a.g.e., s.433
[45] Bursevî, a.g.e., vr.!12a.
[46] Bursevî, a.e., vr. 38b.
[47] Bursevî, a.e., vr. 8b.
[48] Bursevî, a.e., vr. 26a.
[49] Bursevî,
Temâznu'1-f eyz, Tahkîk Ramazan Muslu, İstanbul 1994, M.Ü. Sosyal Bilimler
Enstitüsü, Basılmamış yüksek lisans tezi, s. 103.
[50] Altıntaş,
Hayrâni, Tasavvuf Târihi, Ankara 1986, s.59.
[51] Bursevî,
a.e., vr. 31b.
[52] Bursevî,
a.e., vr. 36a.
[53] Heyet,
Evliyalar Ansiklopedisi, İstanbul 1992, IV/428-439.
[54] Bursevî,
a.e., vr. 36b.
[56] Heyet, a.g.e., VIII/233-235.
[57] Hulvî, lemezât, vr. 117a.
[58] Hulvî, a.e., vr. 123a.
[59] Sühreverdî,
Avârifu'1-maârif trc.
mukaddimesi.
[60] Hulvî,
a.g.e., vr. 139a.
[61] Hulvî,
a.e., a.y.
[62] Heyet,
a.g.e., IV/309-315.
[63] Yılmaz,
H. Kâmil, Aziz Mahmûd Hüdâyî ve Celvetiyye tarikatı, İstanbul 1980, s.154-156.
[64] Yılmaz,
Celvetiyye tarikatı, s.165-159.
[65] Yılmaz,
a.g.e., s.159-160.
[66] Yılmaz,
a.g.e., s. 160-161.
[67] Tıbyan
11/222.
[68] Yılmaz,
a.e., s. 164.-169.
[69] Yılmaz,
a.e., s.169-173.
[70] Bursevî,
a.g.e., vr. 60b.
[71] Yılmaz, a.e., s.176-178; Kara,
Mustafa, Bursa'da Tarikatlar ve Tekkeler, Bursa 1993, s.101-102.
[73] Yılmaz,
a.g.e., s.37-102; Kara, a.g.e., s.110-113.
[74] Yılmaz,
a.g.e., s.125, 259.
[75] Yılmaz, a.g.e., s.239-240; Kara,
a.g.e., s.150-152; Namlı, Ali, Atpazârî ve Temâraü'1-feyz II, İstanbul 1994,
Basılmamış yüksek lisans tezi mukaddimesi.
[76] Yılmaz, a.e., s. 240-241; Kara,
a.g.e., s. 143-149; İ.A. İsmâil Hakkı Bursalı md. Muslu, Ramazan, Bursevî ve
Temâmül-feyz I, İstanbul 1994, Basılmamış Yüksek lisans tezi mukaddimesi.
[77] Keşfu'1-hafâ,
11/169, nr.2007, 11/173, nr.2017.
[78] Keşfu'1-hafâ,
1/273, nr.619.
[79] Keşfu'1-hafâ,
11/226, nr. 2159.
[80] Keşfu'1-hafâ,
11/83, nr.1744.
[81] Keşfü'1-hafâ,
1/154, nr.397.
[82] İbn
Mâce, Mukaddime, 17.
[83] Buhârî, Enbiyâ, 50; Tirmizî,
İlim, 13; Dârimî, Mukaddime, 4 6; Ahmed b. Hanbel, II, 159, 202, 214.
[84] Buhârî,
İlim,9,10,37. Hac,132. Sayd,8. Edâhî,5. Megâzî,51. Fiten,8. Tevhîd,24; Müslim,
Hac,446. Kasâme,29,30; Ebû Dâvud, Tatawu',10; Tirmîzî, Hac,l; Mesâi, Hac,111;
Dârimî, Menâsik,72; Ahmed b. Hanbel,IV,13,32, V,4,37,9,40,49,72,342,
366,441,VI,385,456
[85] Hindi,
XV/41164.
[86] Keşfü'1-hafâ,
11/94. nr.1783.
[88] Müslim,
Zekât,35; İbn Mâae, Zekât,25; Ahmed b. Hanbel,V,275-277,279,281.
[89] Buharı,
Cihad,40,41,135. Fedâilü's-sahâbe,13. Megâzi,29; Müslim, Fedâilü'ssahâbe,
48;İbnMâce, Mukaddime,11; Ahmed b. Hanbel,I,89,102,103,III,307,314, 338,365.
[90] Buhârî,
Fedâilü's-sahâbe,53-55; Tirmizi, Menâkıb,22; İbn Mâce, Mukaddime,11; Ahmed b.
Hanbel, 1,18,11,122,125,146,175,184,189,212,245,281,286.
[91] İbn
İmâd, Ptihâbuddîn Ebu' 1-felâh,Şezerâtü'z-zeheb £î ahbâri men zeheb,
Beyrut 1986. V/91; İbn Hacer, el-Askalanî, el-İsâbe f£ temyizi' s-sahabe,
Bağdadl328, III/318; Harlrizâde M. Kemâleddîn Efendi, Tıbyân-ü
vesâili'1-hakâyık, Süleymâniye Ktp., İbrâhim Ef. blm., 4302, III, vr.122-126;
Hulvî Mahmûd Efendi, Lemezât-ı Hulviyye ez-Lemeât-ı Ulviyye, Süleymâniye Ktp.
Hacı Mahmûd Ef. blm., 4536, vx.37b-38a; Zirikli, Hayrettin, A'lâm, Kahire
1954-1959, V/234.
[92] Buhârî,
Rikak,3; Tirmizi, Zühd,25; İbn Mâca, Zühd,3; Ahmed b. Hanbel, 11,24,41,131.
[93] Geniş
bilgi için bkz. Ebû Abdillah Muhammed İbn Sa'd, Tabâkât-ı İbn-i Sa'd, Beyrut
1968, VII/114-156; Ebû Nuaym Ahmed b. Abdullah el-İsfehânî, Hilyetü'levliyâ ve
tabakâtü'1-asfiyâ, Mısır 1974, 11/131-161;
Ferîdûddîn Attar,
Tezkîretü'1-evliyâ,
(trc. Süleyman Uludağ),İstanbul 1991, s. 69-85; Yusuf b. İsmâil en-Nebhânî,
Câmiu kerâmâti'1-evliyâ, Beyrut 1989, 11/21; Ebû Abbas Şemseddîn Ahmed b.
Hallikan, Vefeyâtü'1-a'yân ve enbâu ebnâi'z-zaman Beyrut 1978, 11/69-72;
Ebu'1-ferec İbnü'1-Cevzî, Sıfatü’s-safve, Beyrut 1979,III/155; Abdulvehhâb
Şa'rânî, Tabakâtü'1-kübrâ, Mısır 1988, 1/25; İbnül-cevzî, Haşan Basrî (trc.
Mustafa Kaya), İstanbul 1992;Abdurraûf el-Münâvî, el-Kevakibü'ddürriyye fî
terecâaimi's-sâdâti's-sûfiyye, Kahire 1938, 1/17; Ebu'l-feyz Menûfî,
Cemheretü'1-evliyâ, Kahire 1967, 11/94-96; Zehebî, Siyer-i a'1âm4' n
nübelâ, Beyrut 1985, IV/563-577; Ali b. Osman el-Cullâbî el-Hucvîrî,
Keşfü'1mahcûb (trc. Süleyman Uludağ) İstanbul 1982, S.179-1Ş0; lemezât,
68a-76a; Osmanzâde Hüseyin Vassaf,Sefînetü'1-evliyâ, Süleymâniye yazma
ba-ğışlar, 2305, I, vr. 25a-27a; İbnü'l-İmâd, Şezerât,1/136; Hocazâde Ahmed
Hilmi, Hadîka-tü'levliyâ, III/97-104; İbn Nedim, Fihrist, Beyrut 1978, s.183;
Şehristânî Muhammed b. Abdulkerim, el-Milel ve'n-nihal, Beyrut 1968, 1/32.
[94] Geniş
bilgi için bkz. Nebhânî, Câmi-u Kerâmâti'1-Evliyâ, 11/17-19; Ebû Nuaym,
Hilyetü'1-Evliyâ, VI/149-155; İbn Eacer, Tehzîbü't-Tehzîb,Haydarabad
19071910,11/189; Attar, Tez-kîretü'1-Evliyâ s.96102; Hucvîrî,Keşfü'1-Mahaüb,
s.183-184; Hulvî, Lemezât, vr.81a-86a; Vassaf, Sefînetü'1-evliyâ I,vr.26a-27a;
İbn Mülakkîn Sirâceddîn Ebû Hafs Ömer b. Ahmed Mısrî,Tabakâtü'l-evliyâ, Beyrut
1986,182-186; Mûnâvî, el-Kevakibü'd-dürriyye, 1/100; Zehebî, A'lâmü'n-nübelâ,
VI/143-144;İbnü'1-Cevzî, Sıfâtü's-safve, III/316-321.
[95] Geniş
bilgi için bkz. Ebû Nuaym, Hilyetü’1-evliyâ, VII/335-367; Şa'rânî,
Tabakâtü'1-Kübrâ, 1/65; Tezkîretü'1-evliyâ, s.290-296; Risâle-i Kuşeyrî,
s.123-124; Nebhânî, Câmiu Kerâmâti'1-Evliyâ, 11/63; Lâmiî Mahmûd b. Osman,
Terceme-i Nefahâtü'1-Üns, İstanbul 1270, s. 94; İbn Hallikan, Vefeyâtü'lA'yân,
11/259-262; Keşfu'l-mahaûb, s. 207-208; İbnû'l-İmâd, Şezerât, 11/256; Ebû
Abdurrahman es-Sülemî, Tabakâtü's-sûfiyye, Mısır 1953, s. 85; İbnû'lCevzî,
Sıfatü's-Safve, III/131-146; Vassaf, Sefînetü'1-Evliyâ, I,vr.27a-28b; Tabakât-ı
İbn-i Sa'd, VII/ 256-276; Zirikli, el-A'lâm, 11/235; Tabakâtü'levliyâ, s.
200-203; Hulvî, Lemezât, vr. 88b-92a; el-Kevâkibü'd-dürriyye, 1/103;
A'lâmü'n-nübelâ, VII/422-425.
[97] Keşfu'1-hafâ,
11/558, nr.1505.
[98] Geniş
bilgi işinbkz. Ebû Nuaym, Hilyetü'1-evliyâ, VIII/360-368; Tezkîretü'levliyâ, s.
349; Sûlemî, Tabakâtü's-sûfiyye, s.83-90; İbn Hallikan, Vefeyâtü'lA'yân,
V/231-232; Nefahâtü'1-Üns, s. 92; Risâle-i Kuşeyrî, s.116-117; Min
A'lâmi'l-&rifîn, s. 67;Hatîb el-Ba°dâdî, Târih-i Bağdâd, KIII/199;
Tabakâtü'levliyâ, s.280-285; Muhammed Şeref Celâl, Dirâsât fi't-taaavvufi'1-İalâmiyye,
Beyrut ts., s.115; Sıfatü's-Safve, 11/318-324; Abdulmecîd b. Muhammed,
Hadâiku'1-verdiyye fî ecillâi'n-nakşıbendiyye, Kahire 1890, s.42; Tabakâtü'
1-Kübrâ, 1/61; Câmiu Kerâmâti'1-evliyâ, 11/491; Keşfü'1-mahaüb, s.212-213;
Sefîne, I, vr, 29a; Lemezât, vr. 95a-99a; el-Kevâkibü'd-dürriyye, 1/268-269;
A'lâmü'nnübelâ, IX/329-345; Hadîkatü'1-evliya, II/5-8; Şezerât, 1/360.
[99] Kaşfu'1-hafâ,
11/214,ur. 2123.
[100] Geniş
bilgi için bkz. Tabakâtü's-Sûfiyye, s.48-55; Hilyetü'1-Evliyâ, X/116128;
Tabakâtü'1-Kübrâ, 1/63; Risâle-i Kuşeyrî, s.117-119; Vefeyâtü'l-A'yân,
11/357-358; Sıfatü's-Safve, 11/371-386; Şezerât, 11/127; Târih-i Bağdâd,
IX/187; İbn Kesir, el-Bidâye ven-Nihâye, Beyrut 1981, XI/13; Tezkîretü'1Evliyâ,
s.355-366; Nefahâtü'1-Üns, s.92; Câmiu Kerâmâti'1-Evliyâ, 11/88-89;
Keşfü'1-Mahcüb, s.208-210; Tabakâtü'1-Evliyâ, s.160-165; Sefînetü'1-Evliyâ,
I,vr.30a; Lemezât, vr. 103a-106a; Hadîkatül-evliyâ, III/9-14.
[102] Geniş
bilgi için bkz. Tabakâtü's-Sûfiyye, s.155-163; Hilyetü'1-Evliyâ, X/255287;
Sıfatü's-Safve, 11/416-425; Tabakâtü'1-Kübrâ, 1/72-73; Vefeyâtü'l-A'yân,
1/373-374; Ebû Nasr, Tâceddîn Subkî, Tabakâtü'ş-Şâfiiyye, Beyrut 1964, 11/260;
Hatîb el-Bağdâdî, Târih-i Bağdâd, kahire 1349, VII/ 241; İbn Ebî Ya'lâ Tabakât-ı
Hanâbile, Beyrut ts., 1/128; Tezkîretü'1-Evliyâ, s.437-472; camin
Kerâmâti'1-Evliyâ, 11/11-14; Nefehâtü'1-Üna, s.81; el-Bidâye ve'n-Nihâye,
XI/113; Keşfü'1-Mahaûb, s.229-232; Ebû İsmâil Abdullah el-Ensârî el-Herevî,
Tabakâtü's-Sûfiyye, Tahran 1983, s.161; Şezerât,!!/ 229; Risâle-i Kuşeyrî, s.
155; Hadâiku' 1-Verdiyye, s. 56; Ömer Rıza Kehhâle, Mu'cemü'1-Müellifîn, Beyrut
1957, III/162; Taşköprîzâde, Keşfü'z-Zünûn, İstanbul 1941, s.1727, 1806;
Muhammed Bakır b. Zey-nelâbidîn Hansârî, Ravdâtü'1-Cennât fi ahvâl-i ulemâ
ve's-sâdât. Tahran 1959, s.164; Brockelman GAL-1, 199, Supp-1, 345, 2/214;
Hazînetü'1-Asfiyâ, 1/81; Dirâsât f i't-Tasawufi'1-İslâmî, s.235; Afîfeddîn
Abdullah b. Es'âd el-Yâfiî, Mir'âtü'1-Cinân ve İbretü'1-yakzân fî ma'rifet-i
havadisi'z-zaman, Beyrut 1970, 11/231; Tabakâtü'1-Evliyâ, s.126174; Sefine,
I,vr.30a; Lemezât, vr.108a-114b; el-kevâkibü'd-dürriyye, 1/212 218;
A'lâmü'n-nübelâ, XIV/66-67; Risâle-i Kuşeyrî, s.139-140; Ateş, Süleyman,
Cüneyd-i Bağdadî ve Mektupları, İstanbul 1970.
[103] Geniş
bilgi için bkz. Lemezât, vr.123b-127a; Sefine, II, vr.253; Tabakâtü'sSûfiyye,
s.515-517; Tabakâtü'1-kübrâ, 1/108; Hilye, 1/383; Tabakâtü'1-evliyâ, s.296-298.
Tam adı, Necîbûddin Muhammed b.
Abdullah el-ma'rûf bi-ammeveyh el-Bekrî'dir. Lemezât, 128b-129a; Sefine,
11/254.
[107] İbn
Kesîr, el-Bidâye ve'n-Nihâye, XII/244; es-Sem'ânî, el-Ensâb, Beyrut 1976,
VII/197; İbnü'l-İmâd, Şezerâtü*z-Zeheb, IV/153-154; İbn Hailikan,
Vefeyâtü*1-A'yân, 11/201-205; Şa’rânî, Tabakâtü*1-Kübrâ, 1/140; Zehebî, el-İber
fî haberi -men gaber, Beyrut 1985, IV/ 181; İbnû'l-Esîr, el-Lübâb fî
tehzîbi*1-ensâb, Beyrut ts., 11/159; Yakut, Mu* cemü'1-buldan, Beyrut ts.,
III/289-290; İbnü'1-Cevzî, el-Muntazam, Beyrut 1992, X/255; SAL, 1,436; Suppl.,
1,780; Hüseyin Vassâf, Sefînetü'l-Evliyâ, I,vr.234-235; Subkî,
Tabakâtü*ş-Şâfiiyyeti*1-KÜbrâ, Kahire ts. , VI1/173-174; Hocazâde,
Hadîkatü*1-Evliya, s.18-24; Lemezât, vr.134a-136b; Siyer-i a*lâm, XX/475.
Tam adı, Ebû Reşîd Kutbuddin Ebû
Bekir b. Ahmed b. Muhammed el-Ebherî'dir. Lemezât, vr. 139a-141b; Tibyân, I,
vr.32-34; Sefine, II, vr.253.
[109] Tam adı, Ebu'l-Ganâim Ruknuddîn
Muhammed b. Fazl Sincâsî veyâ Necâşî'dir.
Geniş bilgi için bkz. Lemezât,
vr.143b-146a; Sefine, II, vr.255.
Geniş bilgi için bkz.
Lemezât, vr.l48a-153b.
[112] Dârimî,
Rikak,67.
[113] Münâvî,
V/7852.
[114] Buhârî,
Cutn'a,l,12. Vudu',68. Enbiyâ,54. Eymân.l. Diyât,15. Ta'bir,40.
Tevhîd,35; Müslim, Cum'a,19,21; Nesâi, Cum'a,l; Dârimî, Mukaddime,8.
[115] İbn
Mâce, Edeb,55.
[116] Lemezât,
vr. 170a-170b; Müneccim başı Derviş Ahmed, Sahâifü'1-ahbâr, (trc. Şâir Ahmed
Nedîm) İstanbul 1285, III/180; Browne G. Edward, A Literary History of Persia,
Cambridge 1977, IV/43.
Kâmûsu'1-A’lâm, IV/2961;
Safvetü's-Safâ, (Süleymâniye ktp. Ayasofyablm. 3099, Hekimoğlu Ali, 775);
Lemezât, 153b-155b; Tıbyan, 11/222; İ.A. Safiyyüddîn md. , X/65; Brome, a.g.e.
IV/43; Mustakimzâde Sa'deddîn Süleyman Efendi, Tâo risalesi, Süleymâniye ktp.
Pertev paşa s.611. Sefine, 11/253.
İ.A. Cüneydmd., III/242; İ.A.
Kızılbaş md., VI/789; Tıbyân, 11/222; Sefine, II, vr.254; Tao risalesi,
vr.l53ab.
[120] Geniş bilgi için bkz. Mecdî Ef.,
Şakayık-ı Nu'mâniyye Tere. (Hadâiku'ş-şakâyık) , İstanbul 1269, s.74; Hoca
Sa'deddîn Ef., Tâeü' t-Tevârih, Ankara 1992, 11/425; Nefahâtü'1-Üns, s.683;
Âşıkpaşazâde Târihi, s.201; Semerâtü'1-Fuâd, s.7; OsmanlI Müellifleri, 1/54;
Tıbyan, 1/172; Lâ'lîzade, Melâmiyye, 14; Sefine, II, vr.254-255;
eş-Şakâyıku'n-nu'mâniyye fi ulemâi'd-devleti'1-osmâniyye, Beyrut 1975, s.35; M.
Ali Cengiz, Yüksel Adıgüzel, Mehmed Gülseren, Sonuncu Baba, İstanbul
1965;Mehmed Sami Sûnbülî, Esmâr-ı esrar, İst. 1316, s.21; Uşşâkizâde Seyyid
İbrahim, Zeyl-i şakayık, Wiesbaden 1965, s.64. Lemezât.vr. 186b.
Şakâyık-ı
Nu'mâniyye Tere., s.77; Nefehâtü'1-Üns Tere., s.684; Aynî, Mehmed Ali,
Menâkıb-ı Hacı Bayram-ı Velî, İstanbul 1343; Tâcü't-Tevârih, 11/428; OsmanlI
Müellifleri, 1/56; Bursalı Mehmed Tâhir, Hacı Bayram Velî, İstanbul 1925;
Tıbyân, 1/174; Sefîne, 11/256; Ethem Cebecioğlu, Hacı Bayram Velî, Ankara 1991.
[122] İsmâil Beliğ, Güldeste-i riyâz-x
irfân, Bursa 1302, s. 107; Hocazade Ahmed Hilmi, Ziyâret-i Evliya, İst. 1325.
s.67; Sefine, 11/361; Baldırzâde Selisi Şeyh Mehmed, Ravza-i Evliya, BEEK,
Orhan ktp. nu. 1018/1, vr. 11b; Menâkıb, 31; Mehmed Şemseddîn, Yâdigâr-ı Şemsi,
Bursa 1332, s. 28; Kâmil Kepecioğlu, Bursa Kütüğü, BEEK, Genel Kit., nu. 4520,
11/241; Sarı Abdullah Bosnevî, Semerâtü'1-Fuâd fi Mebdei ve'l-Mead, İstanbul
1288, s. 145; Nev'izâde Ataî, Hadayiku'1-Hakâik fi Tekmilet'ş-Şakaik, İst.
1268, 11/358; Tıbyan, II/244b.
[123]
Geniş bilgi için bkz. Menâkıb-ı Üftâde, (Selîmağa ktp., Hüdâyî böl.982);
Şakâyık-ı Nu'mâniyye Zeyli (Atâî), s.357; Osman.il Müellifleri, 1/22;
Sefînetü'lEvliyâ, 11/362; Yâdigâr-i Şemsî, s.27; Azîz Mahmûd Hüdâyî, Vâkıât
(kısmî trc. Mehmed Muizzeddîn) İsmâil Erünsâl ktp. ; Lemezât, vr. 187;
Şemseddîn Sâmî, Kâmûsu'1-A'lâm, İstanbul 1306, 11/999; Güldeste, s.109; Ravza-i
Evliya, 12a; Mehmed Süreyya, Sicill-i Osmânî, İst. 1308, 1/391;
Hulâsatü'1-Vefeyât, 16a; Mustafa Bahadıroglu, Üftâde, Tasavvüfî Görüşleri ve
Celvetiyye Tarikatı, (Basılmamış Yüksek lisans tezi), Bursa 1990.
[124]
Geniş bilgi için bkz . en-Nebhânî, Câmiu Kerâmâti'1-evliya, 11/451; Kâtip Çelebi,
Fezleke, İstanbul 1286, 11/114 Ayvansarâyî Hafız Hüseyin, Hadîkatü'1-cevâmi,
İstanbul 1281, 11/196-203; Lemezât, vr. 187a; Semerâtü' 1-fuâd, s. 145; Atâyi
Ataullah Ef. (Nev'izâde), Hadaiku'1-hakâik, 11/760-762; Evliyâ Çelebi,
Seyahatname, İstanbul 1314, 1/479; Sefine, II, vr.372a-382a; Harîrizâde,
Tıbyân, I, vr. 227a-245b; Mustakimzâde Sa'deddin Efendi, Menâkıb-ı Melâmiyye,
(Süleymâniye Ktp., Nâfiz Paşa Bitti.) 1164, vr. 10; Mehmed Tâbir, OsmanlI Müellifleri,
İstanbul 1333, 1/41; Peçevî İbrâhitn Efendi, Peçevi Tarihi, İstanbul 1283,
11/357; eş-Şakaik, s. 224; Muhibbi, Hulâsâtü'1-eser, IV/327-329; Yılmaz,
H.Kâmil, Aziz Mahmûd Hüdâyi ve Celvetiyye Tarikatı, İstanbul 1982; Ziver
Tezveren, Seyyid Aziz Mahmûd Hüdâyî , İstanbul 1984.
Geniş bilgi
için bkz. Hadâiku’ 1-h.akâyık fi tekmileti' ş-şakayık, 11/675;
Fezleke, 11/45;
Sefine, III, vr,16a.
Geniş bilgi
için bkz. Şeyhî Mehmed, Vakâyiu'1-fudalâ, vr. I/288ab; Uşşâkîzâde, Zeyl-i
Şakayık, vr. 544 vd.; Süreyya Mehmed, Sicill-i Oamânî, İstanbul 1308, III/420;
Sefine, III/27-29; Kocatürk, Vasfi Mahir, Tekke Şiirleri Antolojisi, Ankara
1968, s.310.
[129] Geniş bilgi için bkz. Atpazârî,
el-Lâihâtü'1-berkıyyât (haz. Bedreddîn Çetiner) , DİA Ktp., nr.10674, Giriş, s.
22-66 •Kanfı'i • e-mvnfir» 11/1181; İsmâil Hakki Bursevî, Temâmü'1-feyz,
Süleymâniye Ktp., Hâlet Efendi, nr. 244, vr. 89a-167a; a.mlf.,
MeomÛatü'1-esrâr, Âtıf Efendi Ktp., nr.1500, vr. 73b-101b; a.mlf.,
Kitâbü'1-hitâb, İstanbul 1292, s. 295; Uşşâkîzâde, Zeyl-i Şakâik (nşr. H. J.
Kissling) , Wiesbaden 1965, e.686; Râşid, Târih., III/123-124; Vassâf, Sefine,
III/22-26; OsmanlI Müellifleri, 1/15; Babanzâde Bağdatlı İsmâil Paşa,
İzâhu'lmeknûn, İstanbul 1947, 1/565; Hediyyetü'1-ârifîn, 1/657-658; M. Ali
Aynî, Türk Azizleri X: İsmâil Hakkı Bursalı, İstanbul 1944, s. 23-49; Oktay
Aslanapa, Kıbrısta Türk Eserleri, İstanbul 1975, s. 25; Sâkıb Yıldız, Türk
Müfessiri İsmâil Hakkı, Hayatı, Eserleri ve Tefsir İlmindeki Metodu, orijinali
Fransızca olan basılmamış doktora tezi, Erzurum 1976, s. 23-40; B. Mehmed
Tahir, "Atpazârî Osman Fazlı-i İlâhî”, SR, sy. 28/210(1330), s. 29-30.
Müslim,
Salât,222; Ebû Dâvud, Salât,148. Vitr,5; Tirmizl, Deavât,112; Mesai,
Tahâre,119.Sehv,89; İbn Mâae, Dua,3; Ahmed b. Hanbel,I, 9S,118,150,VI,58,201.
[132] Geniş bilgi için bkz .
Mu'cetnû'1-Müellifin, 11/266; Esmâü'1-Müellifîn, 1/219; Sahhaf Es'ad Efendi,
Teroüme-i Hâl-i İsmail Hakkı, (Pend-i Attar Şerhi Mukaddimesi) , Sûleymâniye
Ktp., Hekimoğlu blm. nr.980; Sefine, III/37; Kamûsu'lA'lâm, 11/950; Münşaât-ı
Aziziyye fî Asâr-i Osmaniye, Nûri Efendi nşr. İstanbul 1385, s.288; Osmanlı
Müellifleri, 1/28; Sâkıb Yıldız, Büyük Türk Müfessiri İsmail Hakkı Bursevî
(Aslı fransızca doktora tezinin müellif tarafından yapılan tercemesinin 1975
tarihli daktilo nüshası); Muallim Naci, Esâmi, İstanbul 1308, s.59; M.Tâhir
Bursalı, Mevlânâ Şeyh İsmail Hakkı el-Celvetî, İstanbul 1329; M.Ali Aynî,
“İsmail Hakkı Bursevî Hakkında Bir Tedkik", Dâru'l-Funûn İlâhiyât
Fakültesi Mecmûası, II, sy.9, İstanbul 1928, s.108-131; M.Ali Aynî, Türk
Azizleri I İsmail Hakkı Bursevî, İstanbul 1944; Ahmed Saîd Süleyman,
"Vahdetü'1-vucûd ve ba'du'1-efkâri'1-bâtıniyyeti fi'1-kütübi't-Türkiyyeti
li İsmail Hakkî el-Bursevî”, Mecelletü Külliyeti'1-Âdâb, Câmiatü'1-Kahire, II.
1968; Erdoğan Fırat, "Kitâbu'n-Netîce ve İnsan", İslâm İlimleri
Enstitüsü Dergisi, 11/205, Ankara 1975; Ruhnevâz Deringör, İsmail Hakkı Bursevî
ve Türkçe Eserleri, (Mezûniyet Tezi) İstanbul Üniversitesi Ktp., nr.2514; Dr.
Sâkıb Yıldız, "Türk Müfessiri İsmail Hakkı Bursevî'nin Hayatı",
İslâmî İlimler Fakültesi Dergisi, sy. 1, s. 103-126, Erzurum 1975; Hüseyin
Yenice, İsmail Hakkı Bursevî'nin Muhammediyye Şerhinin I. cildinde Tasavvufî
İstılah ve Semboller, Yayımlanmamış Yüksek Lisans tezi, 166 sahife, M. Û.
Sosyal Bilimler Enstitüsü, 1978; Bülent Rauf, İsmail Hakkı Bursevî Translation
of and Commentary on Fusus al-Hikam by Muhyiddîn İbn Arabî, rendered into
English by Bülent Rauf with the help of R. Brass and H. Tolemache. Oxford and
İstanbul, Muhyiddîn İbn Arabî Society, 1986, 264 pp.; Osman Şenel, İsmail Hakkı
Bursevî'nin Hayatı, Eserleri ve el-Funûn'u, İstanbul Üniversitesi Merkez
Kitaplık, Edebiyât Fakültesi Kitaplığı, TH I, nr.66; M.Ali Sâbûnî,
Tenvîru'lEzhân min Tefsiri Rûhı'1-Beyân, İsmâil Hakkî el-Bursevî, (ihtisar ve
tahkîk), Dımeşk 1988; Murat Yurtsever, Bursalı İsmâil Hakkı Divânı (İnceleme
metin), Dokrora tezi, Uludağ Üniversitesi, 1990.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar