HZ. PEYGAMBER’E YAPILAN SAYGISIZLIKLAR VE İLGİLİ HADİSLERİN DEĞERLENDİRİLMESİ
GİRİŞ
Dünya
sevgi ve saygı üzerine kurulmuştur. Dünyada ve ahirette mutlu olmanın yolu
yaratılmış bütün varlıkları sevme ve onlara gereken saygıyı göstermekten
geçmektedir. Çatışmaların yaşanmadığı bir toplumun var olması, ancak kişilerin
birbirlerine karşı saygı duymalarına bağlıdır.
Saygı,
sözlükte değeri, üstünlüğü, yaşlılığı, yararlılığı, kutsallığı dolayısıyla bir
kimseye veya bir şeye karşı sevgi ile çekinme karışımı bir bağlılık ve takdir
duygusuna dayalı olarak dikkatli, özenli ve ölçülü davranma durumu, hürmet,
ihtiram, başkalarını rahatsız etmekten çekinme duygusu gibi manalara gelir.[1]
Saygıda itibar etme, iyice düşünerek ihtiyatlı ve dikkatli davranma,
riayet etme, hatır sayma, edepli davranma[2] gibi
tutum ve davranışlar söz konusudur. Bununla birlikte hürmet, ihtiram ve ta’zim
sözcükleri de saygıyla eş anlamlı olarak kullanılan kelimelerdir.
Bu
konuda Din Psikoloğu Şentürk’ün açıklamaları bizim için aydınlatıcı
mahiyettedir: “Saygı kavramını daha anlaşılır bir hale getirmek için şöyle bir
yaklaşım uygun olabilir. Saygı kelimesi saymak kökünden geldiğine göre
dilimizde bulunan, birini ‘adamdan saymak, adam yerine koymak, hesaba katmak,
dikkate almak, önem vermek,’ gibi deyimler bize bu konuda bir ipucu verebilir.
Birisi için, adamdan saymak, adam yerine koymak, demek ne demektir? Ona değer
vermek, varlığını kabul etmek, onu yok saymamak demektir. Buradan başlayarak
saygının anlamını, hürmet etmek, kişinin hakkını, hukukunu gözetmek, onun
büyüklüğünü, üstünlüğünü kabul etmek ve buna uygun tavır ve davranışlarda bulunmak;
hoşa giden özellikleri, tutum ve davranışları sebebiyle onu beğenip sevmek,
hayran olmak, takdir etmek, nezaket, dikkat ve ihtimam göstermek; onun sevgi ve
beğenisini kazanma arzu ve çabası içinde bulunmak gibi sevgiye dayananlar
yanında, bu davranışları gereken titizlikle yapamamış olmaktan endişe ederek
ondan utanmak, çekinmek gibi korku yönü ağır basan tutum ve davranışları da
içine alacak şekilde genişletmek mümkündür.[3]
Saygı
kavramına bir başka açıdan bakacak olursak; saygı, insanın kendisine ve
başkalarına karşı takındığı bir tavır olması dolayısıyla, kişinin bu tavra
sahip olduğu sıradaki bilinç düzeyi önemlidir. Kişiden beklenen saygı
davranışının yerli yerince olabilmesi için onun hem kendini her yönüyle
bilmesi, tanıması yani sağlıklı bir benlik algısına sahip olması, hem de içinde
bulunduğu ortamda kimlerin ve nelerin, ne olduğu, ne kadar önemli ve değerli
olduğuyla ilgili bilgi, algı ve bilinç düzeyi önem arz eder. Burada işin içine,
kişinin inanç ve değerler dünyası da girmektedir. Buna göre kişinin şahsiyetini
oluşturup geliştirebilmesi açısından, sosyokültürel hayatta nelere değer verip
vermeyeceği, neleri benimseyip benimsemeyeceği, nelere katlanıp katlanmayacağı
konusunda karar verebilmesi için bilgilenmesi, kültür seviyesini yükseltmesi
gerekmektedir. Buna göre saygının iki yönü vardır: 1- Kişi, bir başkasına, onu
sevdiği ve takdir ettiği için saygı duyar, saygı gösterir. 2- Ondan korktuğu ve
çekindiği için saygı gösterir. Öyleyse saygı duymanın ve saygılı davranmanın
sevgi ve korku gibi iki temel duyguya dayandığını, iki ayağının bulunduğunu
söyleyebiliriz. Bazı saygı davranışlarında bunun sevgi yönü ağır basarken,
bazılarında da korku yönü daha etkili olabilir.”[4]
Bu
açıklamaların ışığında saygı kavramıyla ilgili olarak iki boyutlu bir tasnif
yapabiliriz. Bunlardan birincisi, sevgi ve bağlılık temeline dayanan saygıdır.
Kişi sevdiği, gönülden bağlandığı ve yücelttiği muhatabına karşı, bu duyguların
bir sonucu olarak saygıda kusur etmemeye çalışır. İkinci tip saygı, korku
boyutu ağır basan bir saygıdır. Kişi korktuğu, büyüklüğünden çekindiği,
şerrinden emin olmak istediği zata karşı da bir saygıda bulunur, bulunma gereği
duyar. Nitekim bir kimsenin Allah’a karşı saygısının da iki boyutu vardır.
Bunun bir boyutunda, kişinin Allah’ı, hakkında edindiği gerekli bilgilerle
tanıyarak, verdiği bunca nimetler karşısında sevmesi, takdir ve şükran
duygularıyla O’na bağlanması; diğer boyutunda ise, birtakım kusurları,
günahları karşısında da O’nun azametinden, kudretinden ve kahrından korkması,
ancak engin rahmetinden de ümitli olarak bağışlanma arzusu içinde O’na saygılı
davranması söz konusudur. Buradaki saygı, birinci boyutuyla sevgi ve takdire dayalı,
içten gelen bir saygı türüdür. İkinci boyutunda ise korku ve çekinmeye dayalı
bir saygı söz konusudur.
Saygı
kavramında bulunan “katlanma” anlamı da psikolojik ve sosyal fonksiyonları
itibariyle önemlidir. Bir memurun amirini sevmese de makamı gereği ona saygı
duyması veya bir toplum içerisinde çeşitli gurup, din, ırk, renk, dil ve görüş
farklılıkları olan kimselerin bulunması ve bu çeşitlilik içerisinde bir kesimin
diğerinin görüş, tutum ve davranışlarını beğenmese dahi meşru sınırlar
çerçevesinde bunlara saygı duyması katlanmak, boyun eğmek anlamında bir
saygıdır. Bu saygının kaynağı da daha çok korku ve çekinme duygusuna dayalı,
dış kaynaklı ve baskı sonucu oluşan bir saygı türüdür
Bu
genel yaklaşımdan sonra, saygıyı, kişinin saygı bilincine bağlı olarak içten
gelen, iç kaynaklı saygı ve ona kendi dışından empoze edilen, dış kaynaklı
saygı olarak ikiye ayırmak mümkündür. Burada sevgi ve takdire bağlı olan iç
kaynaklı saygının daha sağlıklı ve daha güvenilir; korku ve endişeye dayalı
olan dış kaynaklı saygının ise daha sağlıksız ve güvenilmez bir saygı tipi
olduğunu söyleyebiliriz. Nitekim kişilik değerleri ve din konularında
çalışmalarıyla tanınan Amerika’lı meşhur psikolog Allport, dinin yaşanış
şekilleri bakımından da bu tasnifi yapmakta ve iç kaynaklı dini yaşayışı olumlu
karşılayıp takdir ederken, dış kaynaklı, dış güdümlü veya dış beklentiye
yönelik dindarlığı makbul saymamakta, samimi ve olgun bir dindarlık olarak
görmemektedir.[5]
Saygısızlık
kavramına gelince, sözlüklerde gereken saygıyı göstermemek, saygılı olmamak,[6] düşüncesizlik,
kabalık, edepsizlik, hürmetsizlik,[7] gibi
anlamlarla açıklanmaktadır. Görüleceği üzere saygısızlık, saygının zıddı olan
tutum ve davranışlardır. Buradan hareketle saygının ve saygısızlığın psikolojik
tahlilini yapmak gerekirse, saygı genellikle olumlu duygu ve düşüncelere dayalı
olumlu tutum ve davranışları içerir. Saygısızlık ise genellikle olumsuz duygu
ve düşüncelere dayalı olumsuz tutum ve davranışları ifade eder.[8]
Esasen
tüm araştırmalarımıza rağmen saygı ve saygısızlık kavramıyla alakalı olarak
kapsam ve sınırları çizilerek yapılmış bir çalışmaya rastlayamadık.
Saygısızlığın yukarıdaki tanımlarına şunları da ekleyebiliriz: Bir söz veya
fiil yapılırken bir kasıt (art niyet) söz konusu olduğunda bu eylem saygısızlık
olarak kabul edilebileceği gibi, herhangi bir kasıt olmasa dahi hareketin
bizatihi kendisi saygı sınırını aşabilir. Aynı zamanda herhangi bir eylemin
saygısızlık kapsamına girip girmemesi muhatabın statüsüne göre de
değişebilecektir. Örneğin işyerinde iki kimsenin birbiriyle ilişkilerinde herhangi
bir söz veya fiil normal bir davranış kabul edilebilirken, iki kişiden
birisinin amir, diğerinin de memur olması halinde bu hareketin amire karşı
yapılması, eylemi saygısızlık olarak değerlendirmeye sebep olabilir. Biz bu
çalışmamızda, kavramın sözlük anlamından yola çıkarak bütün anlamlarını
kapsayan geniş bir sınırını çizerek, bu sınırın içine girebilecek olumsuz tavır
ve davranışları saygısızlık kapsamında ele aldık. Buna göre muhataba karşı
herhangi bir art niyet sonucu yapılan, statüsü gereği hoş kaçmayan, muhatabı
üzen veya öfkelendiren, netice itibariyle muhatabın tepkisine yol açan tüm
olumsuz tutum ve davranışları saygısızlık kapsamı içerisinde değerlendirdik.
1.2.
Hz. Peygamber’e Saygı Ve
Saygısızlık
Saygının
yapmış olduğumuz bu ikili tasnifine göre, Sahabenin Hz. Peygamber’e karşı
saygısını birinci boyuttaki saygı sınırları içerisinde düşünebiliriz. Hz.
Peygamber’in, etrafında sevgi halkası oluşturmuş olan Sahabe tarafından doruk
noktada sevilip sayılması, tarihte başka hiçbir şahsa nasip olmamıştır. Sahabe,
Resulüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ın Allah katındaki değerini idrak
etmiş, kendilerine dünya ve ahiret saadetini vadeden Hz. Peygamber’e gönülden
bağlanmış, bu sevgi O’nun otoritesinin bir gereği olan itaat ve saygıyı da
beraberinde getirmiştir.
Kur’an-ı
Kerimde saygı kelimesinin karşılığı olarak “Jj ” kökünden tef’ıl babında
masdarı olan “jj ^> ”
kelimesine rastlanmaktadır ve bu kelime tespit edebildiğimiz kadarıyla sadece
şu ayette geçmektedir: “Muhakkak ki biz, seni bir şahit, bir müjdeci ve
uyarıcı olarak gönderdik ki; Allah’a ve Resulü’ne iman edesiniz, ona destek
olup saygı gösteresiniz ve Allah’ı da sabah akşam tesbih ve tenzih edesiniz.’[9] Bu
ayetin tefsirinde Elmalılı (1358/1942) şunları söylemektedir: “Burada mananın
bir kaç yönü vardır: Bu dört emrin her biri elçilik, şahitlik, müjdeleyicilik
ve uyarıcılıktan her birine terettüp etmesidir. Şöyle ki; Peygamber olarak
gönderilme, Allah’a ve Resulü’ne imanı gerektirir, şahadet ta’zizi yani dinine
yardım ile güçlendirmeyi; müjdeleme, güzel karşılamayı ve saygıyı; uyarma da
azaptan korunmak için tenzih ve tesbihi gerektirir veya her biri bu dördünü
gerektirir. Bunların dördünün toplamı birden öncekilerin her birine terettüp
eder ki bu da ikinci manadır. Bu iki takdirde zamirler hep Allah’a yöneliktir.
Diğer bir ihtimale göre de( ®jJâjjsjjjJ*)jzamirleri Peygamber’e,
(<j^-AA) zamiri Allah’a yöneliktir ki bu şekilde üzerinde vakıf vardır. Yani
okurken burada durulur. Mushaflarımızda da buraya mutlak vakıf işareti olan “^”
harfinin konulması da bu manaya göredir.”[10]
Hadislerde
de “j^Â>” mastarından bazı kelimeler saygı göstermek, saygılı olmak
anlamında kullanılmıştır.[11] Meşhur
bir hadiste Allah Resulü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), “Küçüklerimize
merhamet etmeyen (sevgi göstermeyen), büyüklerimizi saymayan (saygı
göstermeyen) kimse bizden değildir”[12] buyurmuşlardır.
Hadis müelliflerinden Darimi’nin Süneni’ndeki bir bab da Tevgîru’l-Ulema
(Âlimlere saygı) başlığını taşımaktadır.[13] Bu
kelimenin yanı sıra Arapça ve Türkçede saygı genellikle ta’zim ve hürmet kelimeleriyle
ifade edilmektedir.
Resulüllah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem)’a karşı tam bir saygı ve bağlılık içerisinde
hareket eden Sahabe, öncelikli olarak bu davranışını Kur’an-ı Kerim’den
almaktadır.[14] Kur’an-ı
Kerimin birçok ayetinde Müslümanlara, Allah ile birlikte Resulü’ne (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) de itaat etmeleri emredilmiş,[15] hatta
Resule itaatin Allah’a itaat olduğu,[16] Allah’ı
sevmenin ve O’nun tarafından sevilmenin yolunun ancak peygamberini sevmek ve
O’na uymakla mümkün olduğu,[17] bildirilmiştir.
Kur’an diğer peygamberlerden ismiyle bahsederken Hz. Peygamber’e ayrı bir önem
vererek ismiyle hitap etmemiştir.[18] Hz.
Peygamber’e karşı konuşurken dahi gerekli saygıyı göstermeyi Allah Teala
emretmiştir. Ayet-i kerimede “Ey iman edenler! Seslerinizi Peygamberin
sesinden fazla yükseltmeyin. Birbirinizle yüksek sesle konuştuğunuz gibi onunla
da öylece konuşmayın. Yoksa siz farkında olmadan bütün emekleriniz hiçe
iniverir”[19] buyrulmaktadır.
Bu ister lafzî, isterse mecazî olarak anlaşılsın Hz. Peygamber’e hitap ederken
sevgiye dayanan bir saygının gösterilmesi istenmektedir. “Ayet-i Kerime’deki
ifade Sahabe söz konusu olduğunda lafzî bir anlam taşırken, Sahabe ve sonraki
nesiller için mecazî anlam taşımaktadır. Yani birinin kişisel görüşleri ve
tercihleri Hz. Peygamber tarafından duyurulan kesin yasal buyrukların ve ahlaki
kayıtların üstüne çıkmamalıdır.”[20]
Hz.
Peygamber ile konuşurken dikkat edilecek bu titizlik yetmemekte, ayrıca Allah’ın
ve meleklerin Hz. Peygamber’e salât ettikleri (övdükleri) belirtilerek bütün
müminlerin de buna katılıp içtenlikle O’na salât ve selam etmesi istenmektedir.[21]
“Allah’ın salâtı, Nebisini rahmetine mazhar etmesi, onun şanını
yüceltmesidir. Meleklerin salâtı, Hz. Peygamber ’in şanını yüceltme, müminler
için duadır. Müminlerin salâtı da, duadır. Selamları ise o’na güven verme, ona
kendileri tarafından vâki olabilecek zarar, saygısızlık gibi olumsuz durumlardan
teminat verme anlamına gelmektedir.”[22]
Hz.
Peygamber de bu vesileyle Allah Teala’nın ayet-i kerimede bildirmiş olduğu
emrini teyiden kendisine salât ve selam edilmesini tavsiye ederek bu emri yerine
getirenlere müjdeler vermiştir. Bunlardan örnek olarak “Kim bana (bir kere)
salât okursa Allah da ona on salât okur ve on günahını affeder, (mertebesini)
on derece yükseltir[23] [24] “Kıyamet
günü bana insanların en yakın olanı, bana en çok salâvat okuyandır" '' hadislerini
zikredebiliriz. Ulema salât ve selam okumanın vücubiyeti hususunda ihtilaf
etmiştir. Hangi şartlarda vacip olduğu hususunda ihtilaf olsa da, en uygun
olanı Hz. Peygamber’in ismi her zikredildiğinde okumaktır. Ancak, Kur’an
okurken ve hutbe dinlerken salâvat getirmek vacip değildir.[25]
Kur’an-ı
Kerim daha da detaya girerek Resulüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ın
evinde yemek yemede edepli davranılması[26] ve
Hz. Peygamber’in evinin dışından O’na seslenilmemesi konularında da uyarıda
bulunmuş;[27] ayrıca
Resulüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ın önüne geçmeyi yasaklamıştır.[28] [29] Görüleceği
üzere Allah Teala bu ayetlerde Resulüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’a
saygı konusunda en ince detaya kadar inerek Hz. Peygamber’e karşı saygılı
davranmanın önemine işaret etmiştir.
Resulüllah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ın Allah katındaki değerini kavramış olan
Sahabe, Hz. Peygamber’den gelen bütün emir ve talimatları, gereğince yerine
getirmeye çalışmışlardır. Kendilerine mükemmel olarak örnek olan ve yol
gösteren Allah Resulü’nün (salla’llâhü aleyhi ve sellem) açtığı bu yola
mallarını ve canlarını adayan Sahabe O’nu o kadar saygı ve dikkatle
dinlemişlerdir ki, bu esnada “Öyleki başlarına birer kuş konmuşçasma"' bir itina içerisinde
bulunmuşlardır. Nitekim en ideal iletişim de anlatanla dinleyenin ortak ideal
ve düşüncelere sahip olup aynı arzu ve gaye içinde bulunmaları halinde
gerçekleşmektedir.[30] Dolayısıyla
bir tarafta Kur’an’ın ifadesiyle kendini helak edercesine çabalayan bir
Peygamber,[31] diğer
tarafta ise hayatını Kur’an’ın ruhuna uygun hale getiren bu rehbere teslim
olmuş Sahabe olunca, iletişimin en ideali yaşanmıştır.[32]
Sahabenin
Hz. Peygamber’e karşı sevgi, saygı ve bağlılığını inanmayanlar dahi itiraf
etmek durumunda kalmışlardır. Nitekim bu duruma Hudeybiye’de şahit olmuş olan
Mekke’nin ileri gelenlerinden Urve b. Mesud, Kureyşe, “Ey kavmim, Vallahi
birçok krallar gördüm, heyet halinde Kayser ’e, Kisrâ’ya ve Necaşi’ye gittim.
Ama Muhammed’in ashabının ona tazim ettiği kadar, hiçbir kralın adamlarının
tazim ettiğini görmedim’”[33] diyerek
itiraf etmiştir. Yine aynı şekilde Hudeybiye antlaşmasını yenilemek için
Medine’ye gelen ve olumlu cevap alamayan Ebu Süfyan da Mekke’ye döndüğünde
kavmine “Ben size her birinin kalpleri bir kalbe bağlı olan bir kavimden
geldim””[34] [35] diyerek
Sahabenin Hz. Peygamber’e bağlılığını dile getirmiştir. Bunun gibi Bedir
savaşına giderken Hz. Peygamber, teker teker gurupların moral ve bağlılığını
ölçmek istediğinde Mikdâd b. Amr’ın (ra), “Ya Resulullah! Biz
Israiloğulları’nın Hz. Musa’ya ‘ Git, sen ve Rabb’in, ikiniz onlarla çarpışın,
biz burada oturalım ’ dediği gibi demeyiz. Biz ancak senin yanında, seninle
birlikte çarpışırız deriz””33 demesi
ashabın bağlılığını ortaya koymaktadır.
Hz.
Peygamber ile Sahabe arasında zannedildiği gibi bir resmiyet de söz konusu
olmamıştır. Allah Resulü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Sahabe’ye fikir ve
düşüncelerini açıklamada fazlasıyla serbestlik sağlamış, Hz. Peygamber ile
Sahabe arasındaki ilişki Sahabe ile beşer-Resul ilişkisi olarak geçmiş[36] ve
Arneldez’in ifadesiyle Resulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), hiçbir zaman
despot bir kimse olmamıştır.[37]
Hz.
Peygamber’i canından aziz bilen Sahabe, Allah Resulü (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)’ne karşı tazimini sergilemek adına zirve noktada tutum ve davranışlar
sergilemişlerdir. Hatta öyle ki bazen Allah Resulü (salla’llâhü aleyhi ve
sellem), ashabının kendisine karşı saygı da olsa ölçüyü kaçırmamaları yönünde
tavrını koymuş, yanlarına gittiğinde Sahabenin ayağa kalkmalarını dahi
nehyetmiştir.[38] Bundan
dolayıdır ki Enes b. Malik (ra), “Kendileri için Hz. Peygamber ’den daha
sevimli kimse olmamasına rağmen Sahabe, hoşlanmadığını bildikleri için Hz.
Peygamber ’i gördüklerinde ayağa kalkmazlardı” demektedir.[39]
Sahabe
aynı zamanda Mescidi Nebevi’ye girmeyi Hz. Peygamber’in huzuruna girmek gibi
görüp sessizce, edeb ve saygı ile girip çıkmışlardır. Sahabe genelde bu şekilde
hareket ederken herhangi bir dalgınlık sonucu edebe aykırı davranışlar vuku
bulduğunda da anında ikaz etmişlerdir.
Bir
zaman Mescid-i Nebevîde yüksek sesle konuşulması üzerine Hz. Ömer, sesli
konuşanların kimler olduğunu sormuş ve kendisine Taif ahalisinden oldukları
söylenince de Hz. Ömer “Eğer siz bu şehir ahalisinden olsaydınız muhakkak
canınızı acıtırdım. Siz Allah Resulü (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ’nün
mescidinde seslerinizi yükseltiyorsunuz öyle mi?!” diyerek onları azarlamış
ve bu yaptıkları hareketin Hz. Peygamber’e bir saygısızlık olduğunu dile
getirmiştir.[40]
Yukarıda
Mescidi Nebevide yapılan edebe muhalif hareketlerin Hz. Peygamber’in şahsına
yapılmış bir saygısızlık olarak addedildiği gibi ehl-i beytine dil uzatmak,
hayatta olanlara hürmette kusur etmek de aynı şekilde saygısızlık sayılmıştır.
Nitekim ehl-i beytin faziletin ve üstünlüğüne temas eden ayetlerin[41] yanı
sıra birçok hadiste[42]
de onlara sevgi beslenmesi istenmiş ve bu sevginin Hz. Peygamber’i
sevmenin bir gereği olduğu vurgulanmıştır.[43] Bu
husustan dolayı Peygamber’in ailesi ve yakın akrabaları Müslümanlar nezdinde
müstesna bir mevkiye sahiptir.
1.2.2.
Hz. Peygamber’e
Saygısızlık
Çalışmamızın
konusu gereği saygının muhatabı Hz. Peygamberdir. Yukarıda da temas ettiğimiz
gibi herhangi bir art niyet olsun veya olmasın Hz. Peygamber’i üzen veya
kızdıran, O’nun statüsüne uygun düşmeyen bir tarzdaki davranışları, Onu üzen
veya öfkelendiren, makamı gereği haksızca itirazı, akıbeti büyük zarara yol
açan emrine muhalefeti, dinen uygun olmayan teklifi... vb tüm olumsuz tutum ve
davranışları saygısızlık kapsamı içerisinde değerlendirdik.
Çalışmamızın
birinci bölümünü oluşturan “Sahabenin Hz. Peygamber ’e karşı saygı
sınırlarını zorlayıcı tutumları" başlığı altında bu türden
davranışları ele aldık. Esasında bize göre saygı sınırlarını aşan bu
davranışlardan bir kısmı, o dönemin sosyo-kültürel yapısı itibariyle o
davranışı sergileyen kişi veya toplum tarafından saygısızlık addedilmeyebilir.
Fakat bugün itibariyle biz, bu tür davranışları çizmiş olduğumuz saygısızlık
kavramına dâhil olduğundan ele almaktayız.
Hayatları
vahyin ve Hz. Peygamber’in müşahedesi altında şekillenen Sahabe de neticede bir
insandır. İnsanlıklarının gereği olarak da içlerinden hata yapanlar
olabilmiştir. Nitekim bazen Hz. Peygamber’e karşı olumsuz tutum ve
davranışlarda da bulunabilmişlerdir. Hz. Peygamber, Sahabeden sadır olan bazı
menfi söz ve fiillerden bir kısmını açıklamak suretiyle onları ihtar ederek
düzeltmiş, bazılarını da mazur görerek herhangi bir müdahalede bulunmamıştır. Bu
tür eylemleri hafif saygısızlık sınırları içerisinde görmek durumundayız. Ancak
art niyet olmasa dahi Sahabe tarafından Hz. Peygamber’e karşı saygı sınırlarını
aşan tavırlar da vuku bulmuştur. Sahabe’nin Allah Resulü’ne (salla’llâhü aleyhi
ve sellem) karşı saygı sınırını aşan tutum ve davranışlarının bir kısmını başta
Kur’an-ı Kerim eleştirmiştir. Bedir savaşı öncesi Sahabenin müşrik ordusuyla
karşılaşmamak için Hz. Peygamberle tartışmaları,[44]
Uhud’da Sahabeden bazılarının birbiriyle tartışıp Hz. Peygamber’in emrine
muhalefet etmeleri,[45] yine
Uhud savaşında Hz. Peygamber’in öldürüldüğüne dair yalan haberlerin yayılması
üzerine Müslümanların telaşa kapılmaları[46] dolayısıyla
Kur’an tarafından uyarılmışlardır.
Hz.
Peygamber’in yaklaşık yirmi üç yıllık risaleti döneminde Sahabenin yukarıda da
temas ettiğimiz üzere, O’na itaat ve bağlılıkları bilinen bir gerçektir. Ancak
Hz. Peygamber’e karşı saygı sınırlarını aşan söz ve davranışlar genellikle Hz.
Peygamber’i yeterince tanıyamamış ve O’nun terbiyesinde yetişmemiş Bedevîler
başta olmak üzere, Sahabeden de sadır olmuştur. Gerçi yirmi üç yıl gibi geniş
bir zaman dilimi içerisinde bakılınca, bu olumsuz tutum ve davranışların ne
kadar az olduğu görülecektir. Bu olumsuz tavırlar genellikle siyasi ve askeri
konularda ortaya çıkmış, Hz. Peygamber’in şahsına ve otoritesine zarar verecek
şekilde de olmamıştır.
Çalışmamızın
ikinci bölümünde ise bir söz veya fiilin saygısızlık kapsamında
değerlendirildiğinin açık göstergelerinden birisi olan art niyet unsuru taşıyan
tutum ve davranışları ele almaya çalıştık. Bu olumsuz tutum ve davranışları
ise, münafık, müşrik ve Ehl-i Kitap zümreleri sergilemiş ve onların Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’e karşı duruşları her zaman düşmanca
olmuştur. Müşrik, ehl-i kitap ve münafıkları bu gurup içerisinde ayrı ayrı
değerlendirdik. Bu guruplar Hz. Peygamber’in risaleti boyunca fırsat buldukları
her zaman ve mekânda saygısızlık yapmaktan geri kalmamışlardır. Hz. Peygamber’i
halkın gözünden düşürmek için karalama kampanyalarıyla başlayan bu tavırlar güç
yetirebildikleri zamanlarda işkenceye dönüşmüş, kimi zaman alay ve iftiralarla
devam etmiş; tüm bunlardan istediklerini elde edemedikleri için de Hz.
Peygamber’in vücudunu ortadan kaldırmaya teşebbüse kadar uzanmıştır. Resulüllah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem), gayrimüslimlerin bu gerek aleni ve gerek sinsi
teşebbüslerinden, bazen Cebrail (as)’in haber vermesiyle, kimi zaman ashabının
uyarılarıyla, kimi zamanda da kendi sezgi ve tecrübeleriyle korunmuştur. Her
halükarda Allah Teala, Hz. Peygamber’i muhafaza buyurmuştur.
BİRİNCİ
BÖLÜM
HZ.
PEYGAMBER’E SAHABE TARAFINDAN YAPILAN SAYGI SINIRLARINI ZORLAYICI TUTUM VE
DAVRANIŞLAR
1.
GANİMET KONUSUNDAKİ TUTUM
VE DAVRANIŞLAR
İçinde
yaşadığımız dönemde insanoğlunun geçimi için teknolojik ve endüstriyel
ürünlerin ne kadar önemli olduğu aşikârdır. Bununla birlikte bugün bir toprak
parçası da devletlerarasında çok önem arz etmekte ve bu sebepten dolayı
beraberinde savaşları netice vermektedir. Bununla birlikte önceki yüzyıllarda
ise bu ihtiyaç savaşlar ve fetihler neticesinde elde edilen ganimetlerde ön
plana çıkmıştır. Zaman zaman savaşlardan kazanılan ganimet hırsı da insanları
çatışmaya sürükleyebilmiştir. Ekonomik kazanım tarih boyunca insanoğlunun
ayrılmaz bir tutkusu olmuş, insanoğlu bu tutkunun getirmiş olduğu hırsla
çeşitli saldırılarda bulunmuş ve akıl almaz cinayetlere teşebbüs etmiştir.
Bugün
başta ekonomik kazanç maksadıyla insanoğlunun ulaştığı hırsın ne kadar
yükseldiği görülmektedir. Ulaşılan bu hırsın neticesinde bir devletin başka bir
devlete savaş açtığı, birçok zulüm ve vahşeti sergilediği görülmektedir. Bu
başlık altında ele almaya çalıştığımız Müslümanların Hz. Peygamber’e karşı
ekonomik maksatlı yaptıkları ağır eleştirileri Hz. Peygamer’e karşı saygı
sınırını aşan tutum ve davranışlar olarak değerlendirirken, bugün insanoğlunun
ulaştığı hırsla kıyaslandığında ise normal görüldüğü müşahede edilmektedir.
Müslümanlar
tarafından Hz. Peygamber’e karşı yapılan bu konudaki eleştiriler, bazen
toplumsal hareket olarak kendini göstermiş, çoğunlukla ise bireysel ve ganimet
hırsının ön plana çıkması sonucunda vuku bulmuştur. Bu konuyla ilgili yaşanan
olumsuz tutum ve davranışlar ganimet taksimi, ganimet hırsı ve ganimet
hırsızlığı olarak üç başlık altında değerlendirilmeye çalışılmıştır.
1.1.
Ganimet Taksimi
Esnasındaki Tutum ve Davranışlar
Kazanılmış
olan savaşların sonucunda elde edilen ganimetlerin taksimi bazen sorun
olabilmiştir. Konuyla ilgili olarak ele alacağımız rivayetlerden birisi Allah
Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün ganimet dağıtımı esnasında maruz
kaldığı çirkin ve tehlikeli bir itirazdır. Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve
sellem), bir ganimet dağıtımı esnasında İslâm’a yeni girenleri ısındırmak
amacıyla onlara ganimetten daha büyük pay verince bu durum Sahabe tarafından
yadırganmıştır. Bunun üzerine Nebi (salla’llâhü aleyhi ve sellem), “Siz bana
vahiy geldiği halde güvenmiyor musunuz? Bu dağıtımı onları İslam’a ısındırmak
amacıyla yaptım” diye cevap verince orada bulunanlardan göz çukurları içine
göçmüş, çıkık yanaklı, sakalı gür, açık alınlı, başı tıraşlı ve elbisesi
sıvanmış biri bu gerekçeden de memnun olmayarak “Allah’tan kork ya Muhammed”
demiştir. Resûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’da “Allah’tan korkmaya
en layık ben değil miyim? Yazıklar olsun sana” buyurmuştur. Adamın bu sözü
üzerine Halid b. Velid (ra) onu öldürmek için izin istemiş; Allah Resûlü (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)’de “Belki namaz kılıyordur” diyerek izin vermeyince
Halid (ra) “Nice namaz kılanlar vardır ki kalbinde olmayan şeyleri diliyle
söyler" uyarısında bulunmuştur. Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) da “Ben insanların kalbini yarmakla emrolunmadım” demiştir.
Sonra Nebi (salla’llâhü aleyhi ve sellem), bu adamın arkasından “Bu adamın
neslinden öyle bir kavim gelecek ki, Kur ’an’ı okuyacaklar fakat bu onların
boğazlarından geçmeyecek ve onlar okun yaydan çıktığı gibi dinden çıkıp gidecekler”
buyurmuştur.[47]
Rivayetin
başka bir tarikinde bu şahsın Temim oğullarından Zu’l-Huvaysıra olduğu, “Adil
ol! Ey Allah’ın Resûlü” deyince Hz. Peygamber’in “ Ben adil olmazsam kim
adil olur? Yazıklar olsun sana” buyurduğu, bunun üzerine de Hz. Ömer
(ra)’in onu öldürmek için izin istediği; fakat Resûlüllah (salla’llâhü aleyhi
ve sellem)’ın yukarıdaki belirttiğimiz benzer gerekçeyle izin vermediği
bildirilmektedir.[48]
Abdullah
b. Mes’ud (ra)’dan gelen rivayete göre ise hâdise hicretin altıncı yılında vuku
bulan Huneyn günü yaşanmıştır. Allah Resulü (salla’llâhü aleyhi ve sellem),
ganimet taksiminde bir kısım şahısları başkalarına tercih edince orada bulunan
bir adam bu taksimin adil olmadığını ve Allah’ın rızasının gözetilmediği bir
taksim olduğunu dile getirmiştir. Bu söz kendisine haber verilince Resûlüllah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)’ın rengi değişmiş ve “Allah ve Resûlü adil olmazsa başka
kim olur” deyip devamında “Allah Teala Musa (as)’ya rahmet eylesin. O
bundan daha fazla eziyet gördüğü halde sabretti” buyurmuştur.[49]
İlk
rivayetteki şahsın kimliği hakkında kesin bir bilgi bulunmamaktadır. İbn Hacer
ismine vakıf olamadığını söylerken[50]
Abdullah b. Mes’ud (ra)’un rivayetinde adam ifadesiyle geçen şahsın
ise münafıklardan Muattib b. Kuşeyr el-Amrî olduğu bildirilmektedir.[51] İkinci
rivayette geçen şahsın ise Temim Oğullarından Zu’l- Huvaysıra’nın ise Hurkus b.
Zuheyr es-Sâidî[52]
olduğu söylenmektedir.[53]
Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in ganimet dağıtımında bu kadar ağır
ve ölçüsüzce itirazda bulunan şahsın Sahabe şuurunu taşıması (Hz. Peygamber’in
yanında bulunup onun sünnetiyle yoğrulması) mümkün görünmemektedir. Kur’an-ı
Kerimde Sahabenin Resûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ın yanında ona
inanan, destekleyen, itaat ve ittiba içerisinde olan [54],
ona tabi olan[55],
hicret eden(muhacir) ve onları barındıran(ensar)[56]
kişiler olarak öne çıktığını görmekteyiz.
Kur’an-ı
Kerim Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’i yeterince tanıyamayıp
sünnetin ruhunu kavrayamamış bazı Bedevîlerin olumsuz hareketlerinden
bahsetmektedir.[57]
Hatta konumuzla alakalı olarak Bedevîlerin Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)’in zekât ve sadaka taksiminde ona dil uzattıklarını da haber
vermektedir.[58]
Dolayısıyla
Bedevîlerin en belirgin özelliği olan sert ve kaba davranışları sebebiyle Sahabenin
kınanması gerçeklere aykırıdır. Sahabe’nin yaptığı eleştiri ve itirazlarda
saygınlık ve belli bir ölçü ortaya konmuştur. Bundan dolayı Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)’e karşı böyle olumsuz davranışların Sahabenin davranışlarıyla
karıştırılmaması gerekir.[59] Bedevîlerin
buna benzer ortamlarda O’nu fiilen taciz ettikleri de rivayet edilmektedir.
Nitekim
Bedevîlerin ganimet taksiminde Hz. Peygamber’e karşı bu haşin tutumlarına
Cirane’de şahit olmaktayız. Huneyn savaşında ele geçen ganimetlerin Cirane’de
taksimi sırasında Bedevîlerden bazıları ganimet istemek için Hz. Peygamber’in
etrafını sarıp O’nu son derece üzerek dikenli semüre ağacının altına sığınmaya
mecbur bırakmışlardır. Ridası ağacının dikenlerine takılınca Hz. Peygamber,
onlara "Ridamı veriniz. Şayet şu ağacın dikenleri adedince elimde
ganimet devesi ve sığır bulunsa muhakkak onları aranızda taksim ederim. Siz
beni ne cimri, ne korkak ne de yalancı olarak itham edebilirsiniz'’” demek
zorunda kalmıştır.[60]
Bir başka zamanda beytülmâlden kendisine yardım edilmesini isteyen bir
Bedevînin Hz. Peygamber’in cübbesini boynunda iz bırakacak şekilde sertçe
çekerek isteğini bildirdiği rivayet edilmektedir.[61] Görüleceği
üzere Bedevîlerin eski adetlerini bırakıp Hz. Peygamber’in sünnetiyle
yoğrularak Sahabe şuuruna ulaşması kolay olmamış ve zaman almıştır.
Konumuzla
ilgili olarak Müslümanların ganimet sırasında Hz. Peygamber’in huzurunda
tartışmaları da söz konusu olmuştur. Bedir harbi sonrasında Müslümanların
savaştaki yararlılıklarına göre daha fazla ganimet alabilmek için düşmanın
peşine düşüp kovaladık diyenler, ganimeti topladık diyenler ve Hz. Peygamber’in
çadırını koruduk diyerek Hz. Peygamber’in huzurunda tartışmışlardır. Bunun
üzerine nazil olan ayet[62]
neticesinde Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), ganimetleri
eşit olarak paylaştırmıştır.[63]
Allah
Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ne karşı ganimet dağıtımındaki
maslahatının anlaşılamamasından dolayı Ensar’ın gençleri tarafından saygı
sınırını aşabilecek şekilde sesli itirazların yaşandığı da rivayet
edilmektedir. Hz. Peygamber, Huneyn galibiyeti sonucu elde edilen ganimetleri
dağıtırken sonradan Müslüman olan Kureyş ulularından bazılarının kalplerini
ısındırmak için her birine yüzer deve vermiştir. Bu durumu gören Ensar’dan
bazıları "Allah, Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ’ı
bağışlasın, kılıçlarımızdan onların kanları akarken o, bizi bırakıp onlara
veriyor ”[64], "Savaş
olduğunda biz çağrılıyoruz, ganimet ise başkalarına dağıtılıyor””[65],
"Kavmine kavuştu başkasını ne yapsın””[66] şeklinde
saygı sınırını zorlayan ifadelerde bulunmuşlardır. Bu sözler kendisine ulaşınca
Hz. Peygamber, onları bir çadırda toplayarak söyledikleri sözlerin neyin nesi
olduğunu sorduğunda Ensar, bu sözlerin aklı başında olanlar tarafından değil
bazı küçük toy insanlar tarafından söylendiğini bildirmişlerdir. Bunun üzerine
Hz. Peygamber, ganimetleri cahiliyet döneminden tam kurtulamamış olanları
İslam’a ısındırmak için verdiğini, onların mallarla geriye dönerken
kendilerinin ise Peygamber’le dönmelerinin daha hayırlı olduğunu bildirmiştir.
Bu sözler üzerine Ensar topluluğu, Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nden
razı olduklarını açıklamışlardır.[67]
İbn
Teymiyye, Sahabenin Hz. Peygamber’e karşı din maslahatlarıyla alakalı olarak
dünyevi işlerde O’nun kendi ictihadlarına itiraz edebildiklerini, dolayısıyla
burada Ensar’ın gençlerinin itiraz etmelerindeki sebebin Hz. Peygamber’in,
ganimeti kendi içtihadıyla taksim ettiğini düşünmelerinden dolayıdır
demektedir.[68]
Yukarıda
Hz. Peygamber’e karşı yapılan eleştiride gençlerin olması önem arz etmektedir.
Yaşlıların yıllardır Hz. Peygamber’in yanında bulunmaları dolayısıyla Allah
Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün tasarruflarını kavrayabilmişlerdir.
Gençler ise toyluklarının verdiği bir acelelikle Resûlullah (salla’llâhü aleyhi
ve sellem)’ın tasarrufunu kavrayamayarak saygı sınırını zorlayıcı böyle bir
eleştiride bulunabilmişlerdir.[69] Hz.
Peygamber’in hutbesinden sonra Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nden
razı olduklarını bildirmeleri ise yaptıkları hatadan dolayı pişman olduklarını
göstermektedir.
Allah
Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün uygulamasındaki haklılığı Safvan b. Ümeyye’nin
itirafından da anlaşılmaktadır. Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün
kalplerini İslam’a ısındırmak için bolca ganimet verdiği kimselerden olan
Safvan “Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), insanlar arasında en
sevmediğim kimseydi. Ama Huneyn günü bana o kadar mal verdi ki, bana insanların
en hayırlısı oluverdi' demiştir.[70]
[71]
Allah
Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), yine adamın birine vadi dolusu koyun
vermiş, o zatta bu cömertlik karşısında hayretler içerisinde kalarak kavmine
dönüp şöyle demiştir: “Koşun Müslüman olun, Muhammed fakirlikten korkmadan
çok büyük ihsanlarda bulunuyor”7 Bu kimselerin mala
düşkünlüğünü çok iyi bilen Hz. Peygamber, yapmış olduğu cömertliğiyle onların
gönlünü fethetmiştir. Nitekim Enes b. Malik (ra), bununla ilgili olarak şunları
söylemektedir: “Bir kimse sırf dünyalık isteyerek İslam’a girerdi. Fakat
İslam’a girince artık Müslümanlık ona dünyadan da dünya üzerindekilerden de hoş
gelirdi.”17' Hz.
Peygamber’in cömertliği, bulunduğu ortamda bazı insanlar için adeta İslam’a
açılan bir kapı olmuştur.
Hz.
Peygamber’in şahsında örnekleri görüldüğü üzere cömertlik, paylaşma ve infak
etme gibi hasletleri şiar edinen toplumlar, sahip oldukları ilmi ve iktisadi
birikimleri tahakküm aracı olarak kullanmayıp paylaşım aracı olarak kullanan
medeniyetler oluşturmuşlardır. Bu bağlamda İslam medeniyeti, sahip oldukları bu
meziyetleri bünyesinde barındıran, infak eden, barış ve adaletin teminatı bir
medeniyet olmuştur.[72] [73]
1.2.
Ganimet Hırsından Dolayı
Sergilenen Tutum ve Davranışlar
Hz.
Peygamber’in her zaman Müslümanların yanında bulunması, Müslümanların
acıktıklarında, susuz kaldıklarında veya bir olumsuzlukla karşılaştıklarında
Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün duası ve bereketiyle çözüm
bulunması Müslümanları yanlarında Hz. Peygamber olduğu müddetçe
yenilmeyecekleri zehabına sevk etmiştir. Fakat insanoğlunun çalışıp
çabalamaması, yapılacak işleri terk etmesi neticesinde olumsuzluklarla
karşılaşması gayet normaldir. Belki de Sahabe’nin Hz. Peygamber’e duydukları
aşırı güven Uhud’da görevlerini ihmal etmelerine sebep olmuş olabilir.
Hz.
Peygamber Uhud savaşı başlamadan önce Abdullah b. Cübeyr (ra) komutasındaki
elli kişilik bir okçu birliğini Uhud’un karşısında yer alan Ayneyn tepesine
yerleştirmiştir. Savaşta Müşriklerin, Müslümanları arkadan vurmasını
engellemekle vazifeli bu guruba Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), “Kuşların
bizi parçaladığını görseniz dahi, ben emir vermedikçe yerlerinizden ayrılmayın
” diyerek sıkı sıkı tembihte bulunmuştur. Savaşın başlarında Ashab düşmana
karşı galip gelerek bir taraftan düşmanı kovalamış, bir taraftan da ganimet
toplamaya başlamıştır. Bu durumu gören Okçular’ın çoğu başkanları Abdullah b.
Cübeyr (ra)’in uyarılarına rağmen ganimete iştirak etmek için yerlerini terk
etmiş ve o gün henüz Müslüman olmayan Halid b. Velid bu fırsatı değerlendirerek
aniden saldırmış, bu beklenmedik saldırı karşısında Müslümanlar etrafa
dağılmıştır. Daha sonra tekrar yeniden toplanıp Allah Resûlü (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)’nün etrafında etten bir kale oluşturan Sahabe Allah Resûlü (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)’nü kâfirlere karşı korumuşlardır. Netice itibariyle
Okçulardan büyük kısmının[74],
Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün yerlerinizde kalın emrine
muhalefet edip tepeyi terk etmesi sonucu savaşın seyri değişmiş ve savaş
Müslümanların yenilgisiyle sonuçlanmıştır.[75]
[76]
Bulundukları
mevziiyi hiçbir şart altında terk etmemeleri çok açık ve net bir şekilde
açıklanmıştır. Görülen o ki içlerinden bazıları eski cahiliye adetlerinden biri
olan yağmacılığı henüz içlerinden atabilmiş değildir.
Bu
olayla ilgili olarak nazil olan ayet-i kerime de “Allah size yaptığı yardım
vaadini gerçekleştirdi: O’nun izni ile o düşmanlarınızı kırıp geçiriyordunuz.
Allah’ın, size arzuladığınız galibiyeti göstermesine kadar, böylece bu vaad
yerine geldi. Ama sonra siz isyan ettiniz, verilen emir hakkında çekiştiniz,
yılgınlık gösterdiniz. O esnada kiminiz dünya menfaatini istiyordu, kiminiz
âhiret mükâfatını. Sonra Allah sizi denemek için, onlara karşı size verdiği
desteği geri çekti, bozguna uğradınız. Bununla beraber sizin kusurlarınızı
bağışladı da! Zaten Allah müminlere bol lütuf ve inayet sahibidir”16 buyrulmaktadır.
Sahabenin niyetleri kötü olmasa da Allah Teala bu ayet-i kerimeyle, onların
yaptıklarının yanlış olduğunu ve Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün
emrine uymaları gerektiğini belirtmiştir.[77] Müminlere
hitap eden bu ayet-i kerimede geçen “p^*” kelimesiyle haber verilen isyan, Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in savaş başlamadan önce Müslümanlara
yerlerinde kalmalarını emrettiği halde onların bu emre muhalefet etmeleridir.[78] Allah
Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün yerleştirdiği okçular yerlerinde
kalsaydı, müşrikler onları kuşatıp hezimeti zafere çeviremezlerdi. İşte isyan
bu şekilde fırsatların kaçmasına ve düşmanların zafer kazanmasına sebep
olmuştur.[79]
Razi’ye
göre ayet-i kerime’deki işaret edilen hataların bazısı şunlardır: Okçuların
çoğunluğunun Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün emrine itaatteki
inceliği kavrayamayarak kendilerine ayrılmamalarını hatırlatan komutanları ile
tartışmaları, okçuların yerlerini terk ederek birliği bozmaları ve ganimet
peşine düşmeleridir.[80]
[81] [82] Fakat
Allah Teala, Uhud savaşında Sahabe’nin hatalarını belirtip ikaz ettiği iki
ayet-i kerimede de “Muhakkak ki Allah sizin kusurlarınızı bağışladı"^ ve “Muhakkak ki Allah
onları affetti”8 buyurarak
onları affettiğini bildirmektedir. Bu hususu Allah Teala hiçbir şüpheye mahal
vermeksizin ayet-i kerimelerin başında yer alan tekid ve kasem ifade eden “°^”
edatlarıyla da bunu açıkça ortaya koymaktadır. Bu edat muhakkak ki, hiç şüpheniz
olmasın, gibi manaları haizdir.[83] Kur’an’i
açıdan bakıldığında Sahabe hakkında su-i zan etmenin caiz olmadığı
görülecektir.
Bir
başka rivayette ise bir Bedevînin ganimet hırsından dolayı Hz. Peygamber’in
müjdesini dahi kabul etmediğini görmekteyiz. Ebû Mûsa el-Eşâri (ra)’nin
rivayetine göre Cirane’de ganimetler dağıtılırken bir Bedevî Hz. Peygamber’e
gelerek “Bana vaad etmiş olduğun şeyi daha vermeyecek misin” deyince Hz.
Peygamber de ona ganimet hissesini yakında vereceğini, sabrederse sevap
kazanacağını müjdelemiştir. Bu söz üzerine Bedevî “Bu müjdeleri bana vere
vere çoğalttın”[84] şeklinde
saygı sınırını aşan bir ifadeyle cevap vererek Hz. Peygamber’i kızdırmıştır.[85]
Allah
Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Müellefe-i Kulûb’dan saydığı Uyeyne b.
Hısn, Akra b. Habis gibi kimselere fazlasıyla ganimetten pay verdiği halde, Hz.
Peygamber’in yine onlardan biri olarak saydığı Abbas b. Mirdas, ganimet
hırsıyla Uyeyne ve Akra’nın kendisinden fazla almasını hazmedememiştir. Hz.
Peygamber’e itirazını, kendisinin onlardan aşağı kalır tarafının olmadığını
bildiren şiiriyle ortaya koymuş ve razı oluncaya kadar ganimetten pay almıştır.[86]
Ganimet
hırsından dolayı Hz. Peygamber’e karşı bu çeşit bir ifadeyi kullanan kişinin
Sahabe şuurunu taşıması uzak görünmektedir. Rivayette de özellikle Bedevî
olduğunun vurgulanması bu gerçeği yansıtmaktadır. Gerek ferdi olarak ve gerekse
kabile reislerine uyarak İslamiyet’i kabul eden Bedevîlerin bir kısmı
nefislerini terbiye edip eski huylarını bırakacak kadar Hz. Peygamber’le
beraber olamadığından İslam’ı yeterince benimseyememişlerdir. Bundan dolayı da
kendilerinden Hz. Peygamber’e karşı saygı sınırını aşabilecek tutum ve
davranışlar sadır olabilmiştir.
Nitekim
ganimet hırsı kimi zaman kazanılan zaferi dahi gölgede bırakabilmiştir.
Müslümanların ilk ve önemli savaşı olan Bedir arifesinde müşriklerle savaşın
kesinleştiği anda dahi Müslümanlardan bazılarının Mekke kervanını takip edip
savaşmamayı dile getirdikleri bildirilmektedir.[87] Hatta
bu ilk galibiyetleri olan Bedir zaferinin ardından bile bazılarının Hz.
Peygamber’e “Sana kervanın üzerine gitmek düşerdi. Ondan başka şeylerle
uğraşmak gerekmezdi”[88] dedikleri
rivayet edilmektedir.
Bir
muallim olarak Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), etrafındaki insanları
eğitebilmek ve hakkı öğretebilmek için büyük bir sabır ve hoşgörü içerisinde
yılmadan çalışmıştır.
Konumuzla
ilgisi biraz uzaktan olmakla birlikte bağlantılı olan bir başka tutum ve
davranış ta Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün Mescidde hutbe
okuduğu esnada cereyan etmiştir. Ekonomik kaygıdan dolayı gösterilen bu olumsuz
tutum öncelikli olarak Kur’an tarafından ikaz edilmiştir. Olay şu şekilde
meydana gelmiştir: Suriye’den yiyecek yüklü bir kervan Cuma vaktinde Medîne’ye
gelmiş ve adet gereği kafilenin geldiğini haber vermek maksadıyla def, dümbelek
çalınmıştır. Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), tam bu esnada hutbe
irad etmektedir. Def sesi işitilince cemaatin çoğu Hz. Peygamber’i ayakta
bırakarak dışarı çıkmış, rivayetlere göre Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)’nün yanında ise on iki kişi kalmıştır. [89] Allah
Teala, Sahabenin çoğunluğu tarafından yapılan bu hataya işaret ederek onları
uyarmıştır.[90]
Sahabe
o dönemde hutbeyi terk etmenin mahzurlu olmadığını zannetmektedir. Sahabenin
yaptığı bu hareketin sebebi kıtlık ve pahalılıkla beraber hutbeyi bırakıp da
çıkmanın bir sakıncasının olmadığını zannetmeleridir.[91] Rivayete
göre Medine’de açlık olmuş ve buna bağlı olarak fiyatlar fahiş bir şekilde
artmıştır. Bir cuma günü Hz. Peygamber hutbede iken Dihye ibn Halîfe’nin
yiyecek yüklü kervanı Şam’dan Medine’ye gelmiş ve Dihye bir tellâl çıkararak
insanlara bu kervanın geldiğini ilân ettirmiştir. İçlerinde Hz. Ebu Bekr ve Hz.
Ömer’in de bulunduğu 12 kişi dışında herkes Hz. Peygamber’i hutbede bırakıp
Mescid-i Nebeviden çıkmış ve bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil olmuştur.[92]
Şiiler
bu vakıayı Sahabeye dil uzatmak için kullanmışlardır. Şiilere göre Sahabenin
çoğunun ticaret ve eğlenceye koşması, dünyayı tercih etmelerinden dolayıdır.
Fakat bu çok yersiz ve gerçeklerden uzaktır. Bu vakıa hicretten kısa bir zaman
sonra meydana gelmiş ve o tarihte Cuma namazı yeni kılınmaya başladığından
kural ve kaideleri daha oturmamıştır. Bunun yanında müşrikler Medine’ye o
yıllarda ekonomik ambargo uyguladığından Medine’de zaruri ihtiyaç maddelerini
temin etme sıkıntısı ortaya çıkmıştır. Açlık ve pahalılığın olduğu bu şartlarda
kervandaki yiyecek mallarının hemen bitmesi endişesini taşıyanlar kervana
fırlamıştır.[93]
Diğer
taraftan da Sahabe de bir insandır. Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nden
aldıkları terbiye onlara tedricen yıllar içinde verilmiştir. Bu terbiye onların
ihtiyaç, eksiklik ve hatalarına göredir. Sahabe de ne zaman bir eksiklik ve
zaaf belirdiyse Allah ve Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), o hususa
dikkatlerini çekerek o yönde özel bir eğitim ve terbiye programına başlamışlardır.
Nitekim burada da Cuma namazı konusunda ticaret kafilesi olayı ortaya çıkınca
Allah Teala, gereken uyarıda bulunmuş, bununla birlikte Allah Resûlü (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) de konuyla ilgili kaideleri onlara anlatmıştır.[94]
Şayet
Sahabenin yaptığı bu hatanın sebebi, imanından kaynaklanan bir zaaf veya
dünyayı ahirete tercih etmeleri olsaydı, Allah Teala’nın ayette gördüğümüz
ikazı daha başka olurdu. Fakat ayet-i kerime onları cehennemle veya başka bir
durumla tehdit etmeyip, Allah katında ahiret de olan nasibin buradaki eğlence
ve ticaretten hayırlı olduğunu hatırlatarak uyarmaktadır.[95]
Burada
Sahabe’nin yapması gereken tutum ve davranış hutbeyi terk etmemesidir. Fakat
Cuma namazı ve hutbesi ile ilgili kuralların yeni yeni ortaya konması ve
Sahabenin hutbeyi terk etmede bir mahzur olmadığını zannederek mescidi terk
etmeleri bilmeyerek işledikleri bir hatadır. Bu gerçekten dolayı hutbeyi terk
eden sahabiler hakkında su-i zann etmek caiz olmasa gerektir.
Konu
başlığımız olan ganimet konusunda Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün
kızmış olduğu hususlardan birisi ganimet hırsızlığıdır. Nitekim konuyla ilgili
bir rivayette Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), elde edilmiş olan
ganimetlerin dağıtımından önce bir araya getirilmesi için ilan ettirmesine
rağmen bir adamın - ilanı duyduğu halde- uzun bir zaman sonra bir yuları
getirip Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ne vermek istemesi O’nu
kızdırmıştır. Adamın bildirdiği mazereti de kabul etmeyen Allah Resûlü (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) “Şayet sen bunu kıyamet günü dahi getirmiş olsan asla
kabul etmeyeceğim” diyerek tepkisini ortaya koymuştur.[96]
Bu
olayda da Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün ganimetlerin bir
araya getirilmesini emretmesine rağmen o anda emre uymama söz konusudur. Emrine
uymamaya karşı da tepkisi sert olmuştur.
Benzeri
bir başka rivayette de Hayber fethinden elde edilen ganimetlerin taksim
edilmesinden önce bir örtüyü çalan Mid’am adında bir şahıs, fetihten sonra
ordunun konakladığı bir yerde serseri bir kurşuna kurban gitmiştir. Durumu
bilmeyen Sahabe “Ne mutlu ona ki şehid oldu” dediklerinde Allah Resûlü (salla’llâhü
aleyhi ve sellem), çaldığı örtüden dolayı “ Hayber ganimetleri taksim
edilmeden aldığı örtü ateş olup onu yakacaktır” buyurmuştur. Hz.
Peygamber’in bu sözünü duyan başka birisi aynı yolla elde ettiği iki ayakkabı
bağını getirerek Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’a teslim etmiş,
Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem) de “ ateşten bağcık ”
diyerek öfkesini ifade etmiştir.[97]
Allah
Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), ganimet mallarının dağıtımından önce
alınmasını yasaklamış, buna uymayanları da görüldüğü üzere sert tepkiyle
karşılamıştır. Hz. Peygamber’in ganimetlerin dağıtılmasına izin vermeden
veya kendisi dağıtmadan çalmak, emrine karşı muhalefet demektir. Nitekim
ganimet mallarının dağıtılmadan alınmasının yasaklamasına rağmen Cirane’de bazı
Müslümanların bu yasağa uymadığını haber alan Hz. Peygamber “Ganimet
mallarından elinizde ne varsa veriniz. Ganimet malına ihanet edenler için
ganimet, kıyamet günü ayıpların en kötüsü ve cehennem ateşi olacaktır' ' demiştir.
Ganimet
malından çalmak başkalarının hakkını çiğnemek demektir. Hz. Peygamber, yaşamı
boyunca hak ve hukuka çok önem vermiştir. Nitekim Allah Resûlü (salla’llâhü
aleyhi ve sellem), ölüm hastalığındayken yaptığı vasiyetlerden birinde bu
hususa dikkat çekerek şöyle buyurmuştur: “Ben hangi kişinin malından
almışsam, malım buradadır. O kimse gelip alsın. Şunu biliniz ki benim nazarımda
sizin en önde geleniniz, varsa hakkı benden alan veya hakkını bana helal eden
kişidir ki; Rabbimin huzuruna onun sayesinde helalleşmiş olarak kavuşacağım.'
Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bütün içtenliğiyle bu sözleri sarf
ettiğinde adamın biri ayağa kalkarak kendisine üç dirhem verdiğini bildirmiş,
Hz. Peygamber de adamın doğru söylediğini bildirerek yanındaki Fadl (ra)’a
adama üç dirhem vermesini emir buyurmuştur.[98]
[99] Allah
Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), konuşmasına devamla “Ey insanlar!
Kimin üzerine geçen bir hakkı varsa dünyada rezil olurum demeden onu hemen
ödesin. İyi bilin ki dünya rüsvaylığı, ahiret rüsvaylığından daha hafiftir''
deyince adamın birisi kalkarak kendisinin bir zaman savaş ganimetine ihanet
edip üç dirhem üzerine aldığını bildirmiştir. Hz. Peygamber’in bunu neden
yaptığını sorması üzerine, adam ihtiyacı olduğu için yaptığını bildirmiş, bunun
üzerine Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), yanında bulunan Fadl
(ra)’a bu adamdan Beytülmal’e üç dirhem teslim almasını buyurmuştur.[100]
Görüldüğü
üzere Hz. Peygamber, ashabının zaafı oldukları konularda sık sık uyararak
onlara doğruyu, hakikati göstermiştir.
2.
HZ. PEYGAMBER’İ KANDIRMAYA
TEŞEBBÜS
Hz.
Peygamber’in ahlakına ters düşen tutum ve davranışlardan birisi de tacirin
sattığı malın kusurunu alıcıya söylememesi durumudur. Kendisi de bir tacir olan
Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), bu konuda da ashabını uyarmaktan
geri durmamıştır.
Nitekim
insan hayatının büyük bir kısmını ticaret, ticaretin de can damarını alış-veriş
teşkil etmektedir. Dünya malı ile insan arasındaki hassas ve sağlam bağ
nedeniyle, insan genellikle adalet dengesini kötülük lehine bozabilmektedir.
Geçmişten bu yana topluma yön veren ahlaki, hukuki ve dini kurallar ticaret
konusunda da bazı normlar koymuşlardır. Şüphesiz İslâm dini de ticaret
hayatıyla ilgili temel prensipler koyarak, kandırmayı, hileyi, faizi... vb
şeyleri yasaklamıştır.[101]
Allah
Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), bir gün Medîne pazarında gezerken gıda
maddeleri satan bir adama uğrayıp nasıl satış yaptığını sormuş ve aldığı
cevaptan sonra beğendiği erzakın içine elini soktuğunda alt kısmının hileli ve
ıslak olduğunu fark etmiştir. Bunun sebebini sorduğunda adam yağmurun
ıslattığını söyleyince Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem) “Öyleyse
insanların görmesi için alt kısmını neden üste koymadın, alt kısmını ayrı üst
kısmını ayrı fiyata sat. Bizi aldatan bizden değildir ” cevabını vermiştir.[102]
Allah
Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), satıcıya nasıl sattığını sorduğunda
satıcı gerçeği söylemediği halde Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ın
kontrol ederek işin gerçeğini açığa çıkarması O’nun ticarette ne derece
deneyimli olduğunu göstermektedir. Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ın
küçüklüğünden itibaren ticaretle uğraştığı hatta kârlı satışlar yaptığı
bilinmektedir. Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), küçük yaştan
itibaren kendini ticari hayatın içinde bulmuş, amcasıyla beraber çıktığı
ticaret yolculuklarında Şam ve Yemen gibi ülkelere gitmiştir. Her konuda olduğu
gibi ticarette de güvenilir bir kimse olarak kabul edilmiştir ve çevresine de
bu konuda güven telkin etmiştir. Bu dönemlerde kazandığı ticari tecrübesini
daha sonraki yıllarda bu olayda olduğu gibi zaman zaman kullanmıştır.
Resûlullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem), satıcıya söylemiş olduğu bu sözüyle ticaretle
ilgili önemli bir prensip vazetmiş ve bunu aynı zamanda hayatında uygulamıştır.
Satıcı, satacağı mal ne olursa olsun alıcıya mal hakkında her şeyi bildirmeli,
alıcı ondan sonra karar vermelidir. Çeşitli hilelerle müşteriyi kandırarak
satış yapmak Hz. Peygamber’in ahlakına ters düşen bir davranıştır.
Buradaki
rivayetin farklı versiyonlarında ise Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ın
gıdayı kontrol etmesinin kendisine vahiyle bildirildiği rivayet edilmektedir.[103] Fakat
böylesine sıradan bir olayda Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün
ticarî tecrübesiyle çözülebilecek bir durumun vahiyle bildirilmesi uzak bir
ihtimal gözükmektedir.
Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in her söz ve fiilini vahiy olarak
algılama, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in geçmiş milletlerin
tarihlerinden ve insanların genel karakterlerinden hareketle zan, tahmin ve
tefekkürüne dayanarak bildirdiği bazı kanaatlerine gaybi bir haber niteliği
atfetme, beşeri vasıtaları görmezlikten gelerek, bildirdiği her haberin
arkasında ilahi bir ihbar olduğunu varsayma, bunları bir peygamberlik alameti
ve mucize olarak görme, özellikle Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’e
yetişemeyen tâbiilerden itibaren başlayan ve zaman ilerledikçe katlanarak
gelişen bir eğilim olup, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’i yanlış
yorumlamanın bir sonucudur.[104]
Konumuzla
alakalı olarak bir başka rivayette şu şekildedir: Bir Bedevî ile Allah Resûlü (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) arasında satış akdi meydana gelmiş ve Hz. Peygamber,
Bedevîden at satın almıştır. Bedevî satıştan sonra atı başkalarına satabilmek
için bu satışı inkâr etmiş ve Hz. Peygamber ile bu konuda tartışırlarken
Bedevî, Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nden şahit göstermesini
istemiştir. Tartışmayı duyarak oraya toplanmış olan Müslümanlar Bedevîye “Yazıklar
olsun. Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) haktan başka bir şey söylemez1”
diyerek Bedevîye tepkilerini ortaya koymuşlardır. Toplulukta bulunan Huzeyme b.
Sabit (ra) ise şahit göstermesi konusunda ısrar eden Bedevîye kendisinin bu
satışa şahit olduğunu söyleyince, Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem),
Huzeyme (ra)’ye satış esnasında orada olmadığı halde neye göre şahitlik
yaptığını sormuş, Huzeyme (ra) de Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ne
“Peygamberliğine inandığım için şahitlik yapıyorum”” cevabını vermiştir.[105]
Rivayetten
anlaşılacağı üzere Hz. Peygamber’i aldatmaya yeltenen kişinin Bedevî olduğu
vurgulanıyor. Orada bulunan topluluğun tepkisine rağmen Hz. Peygamber’e karşı
hala şahit göstermesi konusunda ısrarı henüz Hz. Peygamber’in sünnetiyle
yoğrulmayıp tasarruflarını kavrayamadığını göstermektedir. Hz. Peygamber’in
tasarruflarını kavramış olup o şuura ulaşmış olan Huzeyme (ra)’nin tavrını da
görmüş bulunuyoruz. Birisi orada bulunmadığı halde ortada Peygamber olduğu için
şahitlik yapıyor, diğeri Hz. Peygamber’i aldatmaya teşebbüs edebiliyor.
Bedevilerin eski adetlerini bırakıp Sahabe şuuruna ulaşmaları zaman almıştır.
Hz.
Peygamber’in kandırılmaya çalışıldığı bir olay da Taif kuşatmasında
yaşanmıştır. Uyeyne adında bir şahıs Hz. Peygamber’e, Taif tarafından hatırının
sayıldığını dolayısıyla Taif halkıyla konuşarak onları İslam’a davet
edebileceğini söylemiş ve O’ndan izin almıştır. Uyeyne, Taif’lilerin yanına
vardığında tam tersine Hz. Peygamber’in şimdiye kadar kendileri gibi birisiyle
karşılaşmadığını, kalelerinin sağlam olduğunu ve direnmeye devam etmeleri
gerektiğini bildirmiştir. Geri döndüğünde Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)’nün ne konuştuğunu sorması üzerine, bozuntuya vermeden onları Müslüman
olmaya davet ettiğini söylemiştir. Bunun üzerine öfkelenen Resûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem), yalan söylediğini bildirerek Taif’lilere söylediği sözleri
ifşa edince Uyeyne af dileyerek Allah’a tevbe ettiğini bildirmiştir. Hz.
Ömer’in öldürmek için müsaade istemesine Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve
sellem), böyle zamanlarda söylediği “insanların Muhammed ashabını öldürtüyor
diye konuşmalarını istemem’” gerekçesiyle izin vermemiştir.[106]
Kaynakların
belirttiğine göre Uyeyne, Huneyn’de müellefe-i kulübten sayılarak kendisine yüz
deve verilmiş[107]
daha sonra irtidat edip Hz. Ebu Bekir’in hilafeti döneminde tekrar
Müslüman olmuş,[108] fakat
İslam’ın kendisinde makes bulmadığı bir şahıstır. Uyeyne yukarıda aktarmış
olduğumuz hareketin benzerlerini gerek hayatı boyunca Hz. Peygamber’e[109] gerekse
halifelere[110]
karşı da yapmıştır. Hayatı boyunca Münafıkça bir tutum içinde
hareket eden Uyeyne’nin kalbinde imanın tam yerleşmediği görülmektedir.
3.
HZ. PEYGAMBER’İN EMRİNE
MUHALEFET (ASKERÎ DİSİPLİNSİZLİK)
Müminler
Kur’an’da buyrulduğu üzere Allah’a ve Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ne
itaat etmekle emrolunmuş[111]
aynı zamanda Allah ve Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ne karşı
isyan etmekten de nehyedilmiştir.[112] Tüm
Müslümanlara seslenen bu ayet-i kerimelerin ilk muhatabları olan Sahabe nesli
de Kur’an-ı kerimin bildirdiği bu emre tam bir teslimiyet göstermiş ve Allah
Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nü canlarından aziz bilmiştir.
Fakat
Sahabenin de neticede bir insan olmalarından dolayı bazen bir kısmı Hz.
Peygamber’in emir ve yasaklarını çeşitli sebeplerden dolayı yerine getirmeyip
bir anlamda sözünü dinlemeyebilmişlerdir. Hz. Peygamber’e karşı Sahabenin bu
tavırları incelendiğinde bir kısmı zahiren muhalefet gibi görünse de netice
itibariyle uygun görülmüş olumlu davranışlardır. Bir kısmı ise itaatsizlikle
birlikte “emir’” veya “nehiy ” olmayıp bağlayıcılık
taşımadığından dolayı yerine getirilmediğinde itaatsizlik sayılamayacak
davranışlardır. Diğer bir kısmında ise belli mazeretleri olsa dahi netice
itibariyle Hz. Peygamber’in emrini yerine getirmeyip yasağını ihlal söz
konusudur.[113] Biz
bu davranış kısımları arasında tezimizle alakalı olan üçüncü kısım davranışları
ele alacağız.
Hz.
Peygamber, ashabıyla birlikte hac için Mekke’ye geldiğinde Hz. Peygamber’in “Haccmızı
umreye çeviriniz”” emrine karşılık Müslümanlar “Biz hac için ihrama
girdik, nasıl olurda umre olarak sayarız ” diyerek itiraz etmişlerdir.
Bunun üzerine Hz. Peygamber, “Ben ne diyorsam onu yapınız”” demesine
rağmen yine aynı tepkiyle karşılaşmıştır. Kızgın bir şekilde Hz. Aişe’nin
odasına girmiş ve bu halini gören Hz. Aişe’nin ne olduğunu sorması üzerine, Hz.
Peygamber de kendisine inananların verdiği emir karşısında uymayıp tereddüt
etmelerine kızdığını haber vermiştir.[114]
Benzer
vakıa Veda Haccı’nda da yaşanmıştır. Allah Resûlu (salla’llâhü aleyhi ve
sellem), yanında kurbanlık hayvan getirdiği için ihramdan çıkmamış, fakat
ashabına ihramdan çıkmalarını bildirmiştir. Ashab ihramdan çıkmak istemeyince
Allah Resûlu (salla’llâhü aleyhi ve sellem), çok kızmış ve ne olduğunu soran
Hz. Aişe’ye “Adamlara emir verdim, fakat baktım ki emirlerim karşısında
tereddüt ediyorlar. Bu iş tekrar başıma gelse yanımda hedy getirmez, onu satın
alır ve bunların çıktığı gibi ihramdan çıkardım”” diyerek kızgınlığının
sebebini açıklamıştır.[115] Ashab
anlaşıldığına göre hac için geldikleri halde ihramdan çıkma onlara tuhaf
geldiğinden dolayı tereddüde düşmüşlerdir.
Mekke’nin
fethine Ramazan ayında çıkıldığından dolayı yolda Kurâa’l- Ğamîm bölgesine gelindiğinde
Hz. Peygamber, ordunun oruç tutmaması gerektiğini göstermek için herkesin
görebileceği bir mevkide bir bardak su isteyip içmiştir. Buna rağmen ordudaki
bazı insanların hala oruç tuttuklarını öğrenince kızmış ve “Onlar âsidirler,
onlar asidirler" demiştir.[116] Burada
Allah Resûlu (salla’llâhü aleyhi ve sellem), düşmana karşı kuvvetlenmek için
orucun bozulmasını istemiştir. Fakat oruçlarını bozmayan kimseler, durumun
ciddiyetini kavrayamamış olanlardır.[117]
Allah
Resûlu (salla’llâhü aleyhi ve sellem), bildirdiği şeylere uymamayı -ki ibadet
dışında da olsa- isyan olarak nitelendirmiştir. Nebi (salla’llâhü aleyhi ve
sellem), Tebük Gazvesine hazırlık yaparken “Bizimle kuvvetli bineği olan
kimseler gelsin” buyurmuştur. Buna rağmen genç ve aksi bir devesi olan bir
adam da orduya katılmış, fakat deve onu yere atınca adam ölmüştür. Bunu gören
halkın şahsın şehit olduğunu dile getirmeleri üzerine Allah Resûlu (salla’llâhü
aleyhi ve sellem), Bilal (ra)’e “Cennete asi giremez” sözünü duyurmasını
emretmiştir.[118]
Görüleceği üzere yapılan iş cihad dahi olsa Allah Resûlu (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)’nün emrine uygun olmadıkça kabul edilemeyeceği
vurgulanmaktadır.
Yukarıdaki
olaya benzer bir hadise de bir savaş esnasında olmuştur. Bir savaşta Allah
Resûlu (salla’llâhü aleyhi ve sellem), düşman karşıda olmasına rağmen “Kimse
savaşmasın” emrini vermiştir. Ancak bu emre rağmen orduda bulunanlardan
biri düşmana saldırmış ve öldürülmüştür. Allah Resûlu (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)’ne bu kişinin şehit düştüğü haber verilince Allah Resûlu (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) “Ben savaştan nehyettikten sonra mı?” diye sormuş ve
evet cevabını alınca “Asi cennete giremez” buyurmuştur.[119] Burada
da şehidlik mertebesinin dahi Allah Resûlu (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün
emrine uygun olmadıkça kazanılamayacağı belirtilmektedir. Bir başka rivayette
de ateşkes emrinden sonra bir kişi düşmana ok atmış ve düşman tarafından
öldürülmüş. Allah Resûlu (salla’llâhü aleyhi ve sellem), o kişinin ateşkes
emrinden sonra öldürüldüğünü öğrenince cenazenin yanından ayrılmış ve cenaze
namazını kılmamıştır.[120]
Aynı
şekilde Allah Resûlu (salla’llâhü aleyhi ve sellem), sözlerine itaat
edilmediğini haber aldığında da çeşitli tepkilerde bulunmuştur. Ashabdan Cafer
(ra)’in şehid olması dolayısıyla üzgün bir durumdayken kendisine Cafer (ra)’in
evindeki kadınların ağlaştıkları haberi gelmiş, üzüntülü haldeyken dahi atılan
çığlıkların sünnetine aykırı olması dolayısıyla tepki göstermiş ve çığlıkların
susturulmasını emretmiştir. Haberi götüren kişi kadınların bundan
vazgeçmediğini bildirmiş, Allah Resûlu (salla’llâhü aleyhi ve sellem) tekrar
menetmesini buyurmuş, fakat o kişi tekrar gelerek vazgeçmediklerini bildirince
“ Git ağızlarına toprak saç”” buyurmuştur.[121] Kişiye
böylesine en üzgün anlarında dahi Allah Resûlu (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün
emri kendi duygu ve hissiyatından önce gelmelidir. Bu konuyla ilgili olarak ta
Allah Resûlu (salla’llâhü aleyhi ve sellem), bir hadis-i şeriflerinde “Duyguları
benim getirdiğime tabi olmadıkça hiç biriniz (kâmil manada) Müslüman
olamazsınız" buyurmaktadır.[122]
Benzer
bir itaatsizlik örneği ehli eşek eti yenmesi konusunda yaşanmıştır. Hayber
kalelerinin birinden çıkan eşekleri Müslümanlar, boğazlayıp pişirmeye
kalktıklarında bunu duyan Hz. Peygamber, “Onları dökün. Kaplarını da kırın'”
buyurmuştur. Ashabtan birinin etleri döküp kapları yıkasak demesi üzerine
Hz. Peygamber, bunu olumlu karşılamıştır. Ama açlıktan dolayı Allah Resûlü (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)’nün emrine muhalefet edip eşek etini yiyenler olduğu anlaşılmaktadır
ki Enes b. Malik (ra)’in anlattığına göre birisi Hz. Peygamber’e üç defa
gelerek “Eşeklerin eti hergün yenir oldu”” demiştir. Bu durum üzerine
Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), üçüncü defa aynı yasağı hatırlatarak
“Allah ve Resûlü, sizi ehli eşeklerin etini yemekten men eder. Çünkü o
murdardır. Onlardan hiç yemeyip dökün” buyurmuş ve bundan sonra insanlar
emre uymuştur.[123] Nitekim
eşeklerin kesildiği Hayber’in reisi’nin Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)’ne gelerek söylediği sözden de anlaşılmaktadır. Allah Resûlü (salla’llâhü
aleyhi ve sellem), beraberinde Müslüman bir grupla Hayber kalesinde
konakladığında, Hayber’in kibirli reisi Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)’a gelerek “Ey Muhammed! Eşeklerimizi kesmeniz, meyvelerimizi yemeniz
sizin için hak mıdır?” demiştir. Hz. Peygamber, gelen bu habere öfkelenerek
Müslümanları toplattırmış ve onlara nasihat ederek ehl-i kitabın haklarını
bildirmiştir.[124]
Uhud
savaşından ders alınmadığının bir göstergesini Huneyn de görmekteyiz. Huneyn’de
Müslümanlar pusuya düşünce kaçmaya başlamış ve Hz. Peygamber’in onları savaşa
geri çağırmasına rağmen çevresine ancak yüz kişi kadar toplanmıştır.[125]
[126] Savaşın
Müslümanların galip geldiği bölümünde ise kavmiyetçiliğin ağır basarak hainlik
derecesine varan bir tutumun ortaya konduğu rivayet edilmektedir. Huneyn
savaşında Havazin kabilesi mağlup olup kaçarken Hz. Peygamber, onların takip
edilmelerini emretmiştir. Öncü birlik olan Süleym oğullalarının ise bu emre
uymadıklarını görünce Hz. Peygamber, “Ey Allahım! Bükme oğullarını sana
havale ediyorum. Onlar benim kavmime silah çektikleri halde kendi kavimlerine
gelince silahları kaldırdılar' diyerek şikâyetini dile getirmiştir.
Hz.
Peygamber’e karşı savaştaki bu toplu itaatsizlik gibi bazı savaşlarda ferdi
veya cemaat halinde savaşmama isteği, ganimet peşine düşülmesi, kendi kaybolan
devesinin peşine düşmesi gibi itirazlar, itaatsizlikler yaşanmıştır. Allah
Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Hudeybiye savaşına giderken yolda
ordunun “Seniyetü’l-Mürar" tepesine çıkmalarını emir buyurur ve
çıkanların İsrailoğulları’ndan affedilen günahlar kadar günahlarının
affolunacağını bildirir. Bu söze rağmen Müslümanların içinde bulunan bir
Bedevî, Hz. Peygamber’in emrini dinlemeyip, kaybolan devesini aramaya koyulunca
Hz. Peygamber, tepeye toplananların kaybolan devesini aramaya koyulan kişi
dışında günahlarının bağışlandığını açıklamıştır. Hz. Peygamber’in bu adamı kınayan
konuşmasının ardından bazı Müslümanlar, adamın yanına gidip af dilemesini
söyledikleri halde Bedevî, aynı tutumuna devam ederek kaybolan devesini
bulmasının kendisi için daha hayırlı olacağını söylemiştir.[127]
Rivayette
anlatılan şahsın Hz. Peygamber’in kendisini kınayan konuşmasından sonra dahi
hala eski tutum ve davranışlarına devam etmesi Bedevî zihniyetini hiç
kaybetmediğini göstermektedir. Kaybolan devesini Hz. Peygamber’in uyarısından
daha önde tutan bu zihniyetteki insanları irşatta Allah Resûlü (salla’llâhü
aleyhi ve sellem), çetin mücadeleler vermiştir.
Allah
Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), ashabının olumsuz tutum ve
davranışlarını her alanda eğitmeye çalıştığı gibi özellikle savaşlarda
kendisine karşı yapılan birçok itaatsizlikle mücadele etmiştir. Yine Mekke’nin
fethinde Hz. Peygamber’in öldürme yasağına rağmen Huzaa’lı olan Hiraş kan
davalılarından Cüneydib’i öldürmüştür. Huzaa’lıların Hz. Peygamber’den af
dilemeleri fayda vermemiş ve Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), “Şayet
bir kâfir için bir Müslüman’ı öldürseydim, öldürdüğü Huzaa’lı için Hıraş’ı
öldürürdüm” buyurmuştur.[128] Aslında
bu söz Hz. Peygamber’in emrine muhalefet eden kimse için çok açık bir uyarıdır.
Allah Resûlsü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün emrine karşı savaşlarda
yapılan muhalefetlerin burada olduğu gibi büyük çoğunluğu şahsi kin, husumet
veya intikam hırsından kaynaklanmıştır.
Konumuzla
alakalı olarak karşımıza çıkan bir başka rivayette Hz. Peygamber’in emrine
muhalefetten de öte bir ihlal ve neticesi çok kötü sonuçlar doğurabilecek bir
tutum ve davranışı görmekteyiz. Hz. Peygamber, Mekke’yi kan dökmeden
fethedebilmek için sefer hazırlıklarını çok gizli bir şekilde yürütmüştür.
Şayet müşrikler tarafından, Müslümanların Mekke’yi fethetmek maksadıyla harekete
geçtikleri bilinseydi gerekli önlemler alınıp Mekke’nin savunulması için her
türlü girişimde bulunulurdu. Netice itibariyle de çok sayıda can kaybı olur ve
çetin mücadelelere sahne olabilirdi.
Hz.
Peygamber, Kureyş’e herhangi bir haber veya casusun ulaşmaması için dua etmiş,[129] hatta
Kureyş’e haber sızmasını önlemek amacıyla da Mekke’ye giden yolları
tutturmuştur. Fakat ashab’tan Hatıb b. Ebî Beltea (ra), Kureyşe bir mektup
yazarak Hz. Peygamber’in Mekke’ye bir savaş hazırlığında olduğunu haber vermek
istemiş, mektubu ücretle kiraladığı bir kadınla göndermiştir. Bütün kaynakların
ittifakla bildirdiğine göre Hz. Peygamber, Cebrail (as)’in haber vermesiyle
durumdan haberdar olmuş ve Hz. Ali ile Hz. Zübeyr’i gönderip kadını
yakalatarak, mektubun Kureyş’e ulaşmasına engel olmuştur. Durumun ortaya
çıkması üzerine Hz. Peygamber’den hemen karar vermemesini isteyen Hz. Hatıb,
kendisinin Kureyş’te bir sığıntı olduğunu ve muhacirlerin Mekke’de kalan ailelerini
koruyacak akrabaları olduğu halde kendi ailesini Mekke’de koruyacak
akrabalarının olmadığını, dolayısıyla bu hareketi müşrikler nezdinde ailesini
koruyacak bir eli olması arzusuyla yaptığını İslam’dan dönme kastının
olmadığını bildirir. Hz. Peygamber, onun doğru söylediğini belirterek herhangi
bir müdahalede bulunmamıştır. Hz. Ömer’in münafık olduğu gerekçesiyle öldürmek
istemesine Hz. Peygamber, onun Bedir savaşına katıldığını ifade ederek izin
vermemiştir. Bu olay üzerine de ayet-i kerime[130] nazil
olmuştur. [131]
[132] [133]
Hatıb
b. Beltea (ra)’nın bu davranışı her ne kadar ailesini korumaya yönelik olsa da
netice itibariyle Hz. Peygamber’in emrine muhalefet olan bir tutum ve
davranıştır. Fakat Bedir savaşına katılmış olması onun affına vesile olmuştur.
Netice itibariyle Sahabeden sadır olan bu muhalefet Hz. Peygamber’in
şahsiyetine veya otoritesine yönelik olmayıp, Sahabenin ailesine yönelik
zaafından kaynaklanmıştır.
4.
DİNEN UYGUN OLMAYAN TUTUM
VE DAVRANIŞLAR
İslamdan
önceki dinlerin mensupları tarafından yapılan söz ve fiilleri taklit etmek te
dinden uzaklaşmanın sebeplerinden biridir. Allah Resûlu (salla’llâhü aleyhi ve
sellem), bu gerçeği de “Andolsun ki siz, sizden öncekilerin gittiği yola
kulacı kulacına, arşını arşınına, karışı karışına uyacaksınız. Onlar daracık
bir keler deliğine girse, siz de o deliğe gireceksiniz" ' ve “Bu ümmetin en
şerlileri daha önceki Ehl-i kitabın sünnetlerini adım adım takip
edecekler" '' sözlerinde
haber vermiştir. Bu hadisler sünneti terk etme şekillerini göstermektedir.
Huneyn’e
gidilirken yol üzerinde kâfirlerin silahlarını asıp etrafında ibadet ettikleri
bir ağaç bulunmaktadır. Ashab’tan Ebu Vakıd el-Leysi (ra), bu ağacın
kendilerine de kâfirler gibi silah asılan bir ağaç edinilmesini Allah Resûlü (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)’ne teklif edince Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem),
tepki göstermiş ve şöyle buyurmuştur: “Allahü Ekber! Yemin olsun ki bu
teklif, Benî İsrail’in Musa (as)’ya dediği gibidir. Onlar: ‘bizim de
onlar (puta tapan kavim) gibi ilahımız olsun, bize de bir tanrı yapıver’
demişlerdi.[134]
Siz cahil bir topluluksunuz. Dikkat edin onlar sünnetlerdir. Sizden öncekilerin
sünnetlerini birer birer irtikâb edeceksiniz.' "
Allah
Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bir ağaca kutsallık atfetmeyi geçmiş
ümmetlere benzemek sebebiyle sünnetten ayrılma saydığı gibi geçmiş ümmetlerin
yaptığı söz ve fiillere benzer üsluplara dahi razı olmamıştır. Bununla ilgili
olarak “Yahudiler’in Havralarını, Hıristiyan’ların kiliselerini
yükselttikleri gibi sizin de benden sonra mescidlerinizi yükselteceğinizi bitiyorum" ' diyerek Müslümanların bu
şekilde Ehl-i kitaba benzemesini sünnetten ayrılma olarak görmüştür.
Bir
başka zamanda gencin biri Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ne
gelerek “Ya Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bana zina yapmak için
izin ver” deyince orada bulunanlar gencin üzerine yürümüş ve onu
ayıplamışlardır. Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), genci yanına
çağırarak bu fiilin teker teker annesine, kız kardeşine, halasına, teyzesine
yapılmasını isteyip istemediğini sormuş ve her defasında gençten hayır cevabını
alınca da, gencin zina yapacağı kimsenin de bir başkasının annesi, kızkardeşi,
halası veya teyzesi olacağını ima ederek başka insanların da buna razı
olmayacaklarını bildirmiştir. Sonra da Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve
sellem), elini gencin üzerine koyarak “Ya Rabbi günahlarını affet, kalbini
temizle ve ferecini muhafaza buyur" diye dua etmiş, genç bu günden
sonra hiçbir menfi eğilimde bulunmamış ve edeb timsali bir insan haline
gelmiştir.134 [135] [136] [137]
Öğretilerinde
insan kaybetme değil de kazanma merkezli bir siyaset uygulayan Hz. Peygamber’in
böyle bir teklif karşısında uygulamış olduğu yaklaşımdan O’nun aynı zamanda
insan psikolojini de çok iyi bilip uyguladığı anlaşılmaktadır. Dinin
yasakladığı bir fiil için kendisinden bu fiili yapmak için izin istemeye gelen
genci, sorduğu sorularla teklifin çirkinliğine inandırmış ve bundan
menetmiştir.
Konumuzla
alakalı bir başka olay olarak Benî Esed ile birlikte gelerek Müslüman olan Benî
Zinye kabilesinin dinen uygun olmayan tutumu rivayet edilmektedir. Allah Resûlü
(salla’llâhü aleyhi ve sellem), Benî Zinye’nin “At Çulları” anlamına
gelen kabile ismini “Rişde oğulları” olarak değiştirmek istemiştir. Benî
Zinye bunu kabul etmeyerek Hz. Peygamber’in daha önce ismini değiştirdiği
Gatafan kabilesi gibi olmak istemediklerini belirtmişlerdir.[138] Benî
Zinye kabilesi kendi ismini değiştirmek istemediği gibi daha önceki isimleri
Benî Abdu’l-Uzza b. Gatafan olan kabilenin Hz. Peygamber tarafından Benî
Abdullah b. Gatafan olarak değiştirilmesini bile “Muhavvele Oğulları” diyerek
kınamışlardır.[139]
Haddi
zatında Müslüman olmuş olan bir kabilenin cahiliye devrinin putu olan Uzza’nın
kulu olması söz konusu değildir. Onlar da Allah’ın kuludur. Bu durum kınanacak
değil övülecek bir durumdur. Anlaşılan o ki Benî Zinye, geleneklerini koruma
adına Hz. Peygamber’e itiraz etmiş, Müslüman olmanın şuuruna henüz
ulaşamadıkları için de Hz. Peygamber’in ismini dinen uygun şekilde değiştirdiği
kabileyi küçümsemişlerdir.
Hz.
Peygamber’e inanç yönünden de ilginç istek ve arzular teklif edilmiştir.
Nitekim bu kabilelerden biri olan Abdülkays heyeti Hz. Peygamber’e çok uzak
yerden geldiklerini, aralarında Mudar kabilesinin olmasından dolayı da ancak
haram aylarda gelebileceklerini söyleyerek O’ndan yapılması kolay olup yapınca
cennete gidecekleri kısa yoldan bir şeyler emretmesini istemişlerdir.[140]
Bir
başka kabile olan Sakif’i temsil eden heyet Medîne’ye gelip Müslüman olduktan
sonra meşhur putları Tağıye’ye üç yıl dokunulmamasını istemişler, bu istekleri
kabul edilmeyince iki yıl, o da kabul edilmeyince bir yıl, o da kabul
olunmayınca bir aya kadar isteklerini devam ettirmişlerdir.[141]
Anlaşıldığı
kadarıyla bu şekilde tutum ve davranışlar ortaya koyanların daha yolun başında
oldukları görülmektedir. İslâm’da imanın esasları tam uygulanmak zorundadır.
Rivayetlerde de geçtiği üzere bu kimseler yeni Müslüman olduklarında bu
söylemlerde bulunmuşlardır. Eski inançlarından kalma tutum ve davranışları bir
anda atabilmeleri elbette kolay olmasa gerektir.
Hz.
Peygamber devrinde bazılarının İslam’a girdikten sonra herhangi bir musibet
başlarına gelince münafıklık ettiği görülmüştür. Nitekim Medîne’ye gelen bir
grup Müslüman olduktan bir müddet sonra vebaya tutulmuş ve gruptan bazıları
Medîne’den nefret ettiklerini söylemişlerdir. Kendilerine “Allah Resûlü (salla’llâhü
aleyhi ve sellem), size güzel bir örnek değil mi” dendiğinde dahi
tutumlarını değiştirmeyerek Medîne’den çıkıp gitmişlerdir. Hz. Peygamber, bu
kimseler hakkında “Medine, demirci körüğü gibidir. Temizi tutar, kir-pası
dışarı atar” buyurmuştur.[142]
Burada
anlatılan kişilerin, yeni dine girmekle bütün problemlerin aşılacağını
sandıkları anlaşılmaktadır. Yukarıdaki tutuma benzer bir davranış ta Humma
hastalığına tutulmuş bir Bedevî tarafından sergilenmiştir. Humma hastalığına
tutulmuş bir Bedevî Hz. Peygamber’e gelerek “Ya Resûlullah! Beni Bedeviliğe
geri döndür” demiştir. Hâlbuki bu şahıs bir gün önce gelerek Hz.
Peygamber’e beyat etmiştir. Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), bu
söze kulak asmamış, Bedevî, bu sözleri tekrarlayıp yine Resûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem), buna yanaşmayınca adam çekip gitmiştir.[143]
İnsanoğlunun
nefsine tabi olmak istemesinin bir örneğini de Hz. Peygamber ile Müessir b.
Ğıferatü’l-Abdî arasında geçen bir vakıada görmekteyiz. Hz. Peygamber, beş
vakit namaz kılmak, Ramazan orucu tutmak, Kabe’yi tavaf etmek, Zekat vermek ve
Allah yolunda cihat etmek üzere ona beyat ettirip Müslümanlık sözü almıştır.
Müessir de “Ya Resûlullah! Ben bunların hepsini yapamam. Benim ancak kendime
ve aileme yetecek kadar malım var. Cihada gelince nefsimin bunu kabul
etmeyeceğinden, dolayısıyla Allah’ın gazabına uğramaktan korkarım” demiştir.
Bunun üzerine elini ondan çeken Hz. Peygamber, “Cihadyok, sadaka yok, o
halde cennete nasıl gideceksin” buyurur. Hz. Peygamber’in bu çıkışından
sonra Müessir, hatasını anlayıp “Uzat elini ey Allah’ın Resûlü! Bunları
yapmak için sana biat edeceğim” diyerek Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)’ne biat etmiştir.[144] Hz.
Peygamber, Müessir’in yapmış olduğu ve dinen uygun olmayan bu teklife karşı
tepkisini koymuş, teklifin İslam’a uygun olmadığını dile getirerek muhatabına
gerçeği göstermiştir.
5.
HZ. PEYGAMBER’İN VERDİĞİ
HÜKME İTİRAZ
Allah
Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün herhangi bir meselede vermiş olduğu
nihaî karar ister Kur’an’î olsun, isterse kendi ictihadına dayansın bütün
Müslümanlar için bağlayıcıdır. Nitekim Kur’an’da bu gerçek “Allah ve Resûlü
herhangi bir meselede hüküm bildirdikten sonra, hiçbir erkek veya kadın
müminin, o konuda başka bir tercihte bulunma hakları yoktur. Kim Allah’a ve
elçisine isyan ederse besbelli bir sapıklığa düşmüş olur" " “Hayır,
hayır! Senin Rabbin hakkı için, onlar aralarında ihtilaf ettikleri meselelerde
seni hakem kılıp, sonra da verdiğin hükümden ötürü içlerinde hiçbir sıkıntı
duymaksızın sana tam bir teslimiyetle bağlanmadıkça iman etmiş olmazlar" ' ayet-i kerimeleriyle
açıklanmıştır.
Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem), vahiy gelmeyen konularda kendi
içtihadıyla hüküm vermiştir. Nitekim kendisine sorulan birçok meseleye fetva
vermiş, kendisine sunulan birçok dava hakkında da hüküm koymuştur. O’nun bu
fetva ve hükümleri hakkında müstakil eserler dahi oluşturulmuştur.[145] [146] [147]
Hz.
Peygamber, kendisine sunulan davalarda zahire göre hüküm vermiştir. [148]
[149] Kendisine
arz edilen bir dava neticesinde söylemiş olduğu şu söz O’nun beşeri yönünü ve
zahire göre hüküm verdiğini göstermektedir: “Ben ancak bir beşerim. Siz bana
davalar getiriyorsunuz. Belki biriniz delilini diğerinden daha güzel ifade eder
de, ben de onun lehine hüküm vermiş olabilirim. Böyle bir şekilde kime
kardeşinin hakkından bir şey vermişsem, o onu sakın almasın. Zira alırsa o
takdirde ben ona ancak bir ateş parçası vermiş olurum.""
Hz.
Peygamber’in herhangi bir meselede vermiş olduğu bir hükme itiraz sadedinde, bu
itirazları doğrudan ve dolaylı (aracı göndermek suretiyle) olarak iki kısımda
incelenmiştir.
Sahabe
genellikle Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün verdiği emirleri
yerine getirmiş ve O’na itaat etmiştir. Ancak birkaç münferit olayda bu sınır
aşılmıştır. Bu olaylardan birinde Hz. Peygamber’in akrabasını kayırdığı
gerekçesiyle haksız bir itiraz söz konusudur. Sahabe’den Zübeyr b. Avvam (ra)
ile Humeyd el-Ensâri, aralarında tarla sulama meselesinden dolayı anlaşamayıp
durumu Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’e bildirmişlerdir. İki
tarafı da dinleyen Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem), suyu kullanım
önceliğini Zübeyr (ra)’e vermiştir. Ensâri, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi
ve sellem)’in Zübeyr’i halasının oğlu olması hasebiyle kayırdığını dile
getirerek bu hükme karşı çıkmıştır. Bunun üzerine duruma öfkelenen ve yüzünün
rengi değişen Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’de onun bu itirazına
karşılık “Ya Zübeyr, hurmalığı sula, sonra suyu hurma ağaçlarının köklerine
varıncaya kadar bırakma” diyerek Ensâri’yi kısmen sudan mahrum etmekle
cezalandırmıştır. Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in verdiği hükme
itiraz Allah Teala’nın bu konuda uyarısına[150] da
sebep olmuştur.[151]
Aslında
Hz Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in vermiş olduğu ilk hükümde Hz.
Zübeyr (ra)’e önce tarlayı kendisinin sulamasını sonrada suyu komşusu olan
Ensâri’ye bırakmasını emretmiştir. Hz. Zübeyr (ra), suyu ilk önce kullanmada
haklıdır ve Hz Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in verdiği bu ilk
hükümde geniş bir hoşgörü vardır. Fakat Ensâri’nin Hz. Zübeyr (ra)’i kayırdığı
zannıyla antlaşmaya itiraz etmesinden dolayı Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi
ve sellem) de Hz. Zübeyr (ra)’e hakkını vermiş ve Ensâri’yi de suyun
geciktirilmesi ile cezalandırmıştır.[152]
Hz.
Peygamber’i töhmet altında bırakan söz, düşünce ve fiillerden uzak durmak
gerekir. Dolayısıyla Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ın Allah’ın
elçisi olma vasfını çok iyi kavrayıp hakkındaki düşünceleri bu vasfını göz
önünde bulundurarak Hz. Peygamber’in her türlü kararına veya hükmüne teslim
olmak gerekmektedir.[153]
Allah
Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), bağlayıcılık noktasındaki verdiği hükme
itiraz edenleri hiç hoş karşılamamıştır. Kaynakların bildirdiği başka bir
rivayete göre ise Huzeyl Kabilesinden iki kadın kendi aralarında kavga etmiş ve
birinin diğerine attığı taş neticesinde hem kadının karnındaki cenin hem de
kadın ölmüştür. Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem), kadının diyetini
âkılesine yüklerken cenin için de bir köle veya cariye vermelerine
hükmetmiştir. Bu hüküm üzerine öldüren kadının kardeşi olan bedevî Alâ b Mesruh
el-Hıcezî[154] “Ya
Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)! Yiyip içmeyen, konuşmayan hatta sesi
dahi çıkmayan bir cenin için ben nasıl diyet öderim?! Böyle şeylerin hükmü
batıl olur”diye itiraz edince Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem),
“Bu adam kâhinlerin kardeşlerindendir” diyerek öfkesini ortaya
koymuştur.[155]
Allah
Resulü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün hükmüne bu şekilde itiraz eden
kişiler O’nu yeterince tanımayan, çevresinde pek bulunmamış ve genellikle çöl
hayatı yaşayan Bedevî kimselerdir. Mizaçları ve nebevi terbiyeden uzak
kalmaları sebebiyle Bedevîlerden gelen bu şekil itirazlara Hz. Peygamber’in
nebevi atmosferini teneffüs etmiş olan Sahabede pek rastlanmaz.[156]
Bir
başka rivayette ise biri tarafından ayağından yaralanan şahıs hakkında Allah
Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), gerekli olan hükmü vermesine rağmen,
yaralı kişi kısas istemiştir. Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün o
kişiye yarasının iyileşinceye kadar beklemesini söylemesine karşılık yaralı
kişi kısasta ısrar etmiştir. Bunun üzerine kısas yapılmış ve kısas yapılan kişi
iyi olduğu halde asıl yaralı kişi sakat kalmıştır. Kısasta ısrar eden şahıs
Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ne karşı bu durumdan dolayı
yakınınca Hz. Peygamber “Ben sana yaran iyileşene kadar kısas yapma dememe
rağmen sen isyan ettin. Allah Teala seni (rahmetinden) uzaklaştırdı ve
topallığınla kaldın” buyurmuştur.[157] Bir
başka rivayette ise “ Sana hiçbir şey yok, çünkü sen hakkını aldın”
dediği bildirilmektedir.[158]
[159]
Görüldüğü
üzere Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), sözünü dinlemeyene kızmış,
bunun kendisine bir isyan olduğunu belirtmiş ve kendisine isyan edenin bir
şekilde zarar göreceğini dile getirmiştir. Netice itibariyle Hz. Peygamberin
taşımış olduğu ilahi misyonu gereği verdiği bir hükümde adaletli davranmaması,
kayırması, gereksiz hüküm vermesi söz konusu değildir. Duygularının tesirine
kapılarak itiraz etmemek Hz. Peygamber’in verdiği hükmü kabul etmek gerektiğini
görmekteyiz.
Hz.
Peygamber’e bu konuda yapılan itirazın bir nev’i de Kur’an’ın okunuşu konusunda
yapılmıştır. Ashab’tan Übey b. Ka’b (ra), ashabtan başka biriyle bir ayetin
okunuşu hakkında ihtilaf etmiş ve durumu Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)’a götürmüşlerdir. Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), ihtilaf
ettikleri ayet-i okutmuş ve ikisinin de güzel, doğru okuduklarını buyurmuştur.
Bunun üzerine Übey (ra) “İkimizinki birden güzel ve doğru olmaz” deyince
Hz. Peygamber, Übey (ra)’i göğsünden itmiş ve “Kur ’an bana nazil oldu'" diyerek
Kur’an söz konusu olduğunda da yapılan itirazı sünnetle bağdaştırmış ve
tepkiyle karşılamıştır.
Netice
de Kur’an-ı Kerim Hz. Peygamber’e nazil olduğuna göre onu en iyi bilecek olan
da elbette Hz. Peygamber’dir. Kur’an’ın emir ve yasaklarını insanlara tebliğ
eden Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), kendi yaşantısıyla da bunu
ortaya koymuştur. Sahabe’nin buradaki itirazı elbette ki Hz. Peygamber’in
bilmediğinden veya yanlış hüküm verdiğinden dolayı olmamıştır. Belki o anki
kendisinin daha doğru okuduğu duygu ve düşüncesinin ağır basması neticesinde
gayr-i ihtiyari bir çıkışta bulunmuş olabilir. Fakat söz konusu Kur’an-ı Kerim
olduğu için Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), herhangi bir olumsuz
tavra karşı tepkisini ortaya koymuştur.
5.2.
Dolaylı Yoldan (Aracı
Gönderme) İtiraz
Hz.
Peygamber’in verdiği hükme razı olmamak ve muhalefet etmek çok büyük bir
tehlikedir.[160] Bu
konuda dikkat edilmesi gereken en önemli husus da Hz. Peygamber’in hüküm
verirken kendi nefsi için değil de risaletinin gereği olarak adil karar vermesi
ve ilahi kontrol altında tutulması durumudur. Bir varlığın sevilmesi, ona karşı
hissiyatların müspet yönde ilerlemesini, menfi yönlerde ise kör ve sağır
durumuna düşmesini iktiza eder.[161] Fakat
Hz. Peygamber’in sevgisi bu manadaki bir sevgi olmamıştır. Adaleti tatbik etme
hususunda Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nde bu sevgi
görülmemektedir.
Rivayetlere
göre Mahzûm kabilesinden olan bir kadın hırsızlık yapmıştır. Hırsızlık yapan
kadının halası olduğunu söyleyen Ömer b. Ebî Seleme (ra), Hz. Peygamber’den
cezasının düşürülmesini istemiştir. Kadının akrabaları da cezasının düşürülmesi
için Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün yakın çevresinden olan
Üsame (ra)’yi aracı olarak göndermişlerdir. Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) “Allah Teala’nın emrettiği cezalar hususunda şefaat mi istiyorsun?”
diyerek Üsame (ra)’yi azarlamıştır. Bu duruma öfkelenen Resûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) bir hutbe îrad ederek, önceki kavimlerin aralarında güçlü
kimseler hırsızlık yaptıklarında ceza vermeyip, zayıflar çaldığında ise
cezalandırdıkları için helak olduklarını vurguladıktan sonra "Kızım
Fatıma (ra) dahi bu işi yapsaydı mutlaka elini keserdim”” buyurmuştur.[162]
Hz.
Peygamber’in burada özellikle Kızı Fatıma (ra)’yı örnek vermesi, hırsızlık
yapan kadının adının da Fatıma olmasından dolayıdır. Böylelikle Allah Resûlü (salla’llâhü
aleyhi ve sellem), hiç tanımadığı Fatıma ile kızı Fatıma’yı ilahi hüküm
karşısında eşit tuttuğunu göstermektedir.[163]
Hz.
Peygamber’in burada kızı Hz. Fatıma’yı örnek vermesinin bir başka izahı olarak
ta olayın meydana geldiği zamanda Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ın
hayatta kalan tek kızının Hz. Fatıma olması olabilir. Önemli olan burada Allah
Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün karşısında kim olursa olsun adaleti
ikame ettirme isteği ve gayretidir.
İslam
kayıtsız bir eşitlik hakkı ortaya koymuştur. Bu eşitlik, bütün insanları
içerisine almaktadır. İnsanlar arasında kardeşlik ve sevgiyi tesis etmeyi gaye
edinen Allah Resulü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), insanların sahip oldukları
konumları bakımlarından hiçbir farkınolmadığını ve aradaki farkları ortadan
kaldırmak için “insanların tarağın dişleri gibi eşit olduğunu”
belirtmiştir. Kısaca İslam, şekle ve görünüşe önem vermeyerek, dünyadaki
muamelelerde herhangi bir ayrıcalığa sahip olmaksızın, insanlar arasındaki
üstünlüğün ancak takvaya bağlı olduğunu vurgulamıştır.[164]
Buna
benzer bir vakıa da hicretten sonra vuku bulmuştur. Bu vakıa da hicretten sonra
Medine’deki Müslümanların içinde de arkası kuvvetli olanların ceza almaması
gerektiğine dair düşünce içerisinde olanları göstermesi bakımından dikkate
değer bir hadisedir. Hadise kaynaklarda şu şekilde aktarılmaktadır: Enes b.
Nadr (ra)’ın kızkardeşi olan er-Rubeyyi, Ensar’dan olan bir cariyenin dişini
kırarak yaralamıştır. Suçun cezasız kalmamasını isteyen bir gurup durumu Allah
Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ne arz ederek kısas istemişlerdir. Hz.
Peygamber de kısas yapılmasını emretmiştir. Bunun üzerine Enes (ra)’in amcası
ve bir kısım kimseler itiraz ederek hükmün durdurulmasını isterler. Hz.
Peygamber de “Kısas Allah Teala’nın farz olan bir hükmüdür” diyerek
aracıları reddetmiştir.[165]
Kaynaklar
her ne kadar yaralının velisinin rızası üzerine suçlu olan kadına kısas
uygulanmadığını bildirse de Hz. Peygamber’in hükmü uygulamadaki azmi ortaya
çıkmaktadır. Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün Allah’ın
hükümlerini her türlü şartlarda tatbik etmesindeki ısrarı O (salla’llâhü aleyhi
ve sellem)’nun insanlar arasında fark gözetmeksizin herkesi eşit sayan adalet
düşüncesinin bir ürünüdür. Hz. Peygamber bu hakikati bütün insanlığa seslendiği
Veda hutbesinde de şu şekilde dile getirmiştir: “...Ey insanlar! Rabbiniz
bir, ceddiniz birdir. Hepiniz Âdem’den türemiş bulunuyorsunuz. Âdem ise
topraktan (yaratılmış) dır. Allah indinde en mükerrem ve makbul olanınız, O
’ndan korkup çekineninizdir. Bir Arabın Arap olmayan üzerinde bir üstünlüğü
yoktur; (varsa) bu, takva yönündendir..”16
Hz.
Peygamber’in suçu olan kimseyi cezalandırıp adaleti ikame etmesindeki azmi
Yahudiler arasında vuku bulan davalardaki verdiği hükümlerden de
anlaşılmaktadır. Nitekim hicret sonrasında Benî Nadir ile Benî Kureyza
arasındaki katl olayında da Hz. Peygamber katilin Benî Nadir kabilesindeki
şerefine itibar etmeyip adaletin gereği olarak katilin kısasa binaen
öldürülmesine hükmetmiştir.[166] [167]
Hz.
Peygamber’in bu tutumu meydana gelen hadiseler karşısında adaletin gerektirdiği
şekilde hüküm vererek, bulunduğu devirdeki yaklaşık bütün topluluklarda egemen
olan asabiyetin neden olduğu zulmü ortadan kaldırmış ve toplum üzerinde önemli
tesirler icra etmiştir. İnsanların ırk, neseb, kabilecilik gibi duygularla
birbirinden üstün oldukları vehmiyle sık sık kavgaya tutuştukları dönemde
“insanları tarağın dişleri gibi eşit sayan”[168] adalet
düşüncesini tatbik etmek ilk defa Hz. Peygamber’e nasip olmuştur.[169]
6.
HZ. PEYGAMBER’İN
AKRABALARINA MÜSAMAHA GÖSTERDİĞİ GEREKÇESİYLE İTİRAZ
Allah
Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Bedir savaşında müşriklerin bozulup
kaçmaya başladığı bir hengâmede ashabına Haşimoğulları ve diğer kabilelerden
bazılarının Bedir harbine müşrikler tarafından zorla çıkarıldıklarını
bildirerek öldürülmemelerini istemiştir. Bir rivayette de özellikle amcası
Abbas, Talib( Ebu Talib’in oğlu), Nevfel ve Ebû Süfyan’ın zorla savaşa
çıkarıldığını belirterek, bunların öldürülmemelerini bildirmiştir.[170] Allah
Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in bu sözünden sonra İslam ordusu
içerisinde yer alan Ebû Huzeyfe b. Utbe (ra), bunu duyunca “Babalarımızı,
oğullarımızı, kardeşlerimizi öldüreceğiz de Abbas’ı mı bırakacağız. Allah’a
yemin ederim ki ona rastlarsam kılıcımı etine daldıracağım” demiştir. Bu
sözler kendine ulaşınca Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Hz. Ömer’e
dönerek “Ey Hafs’ın babası! Resûlullah’ın amcasının yüzüne vurulur mu?”
diyerek üzüntüsünü dile getirmiştir. Hz. Ömer, Ebu Huzeyfe (ra)’nin münafıklık
yaptığını ileri sürerek öldürmek için Hz. Peygamber’den izin istemiştir. Ebû
Huzeyfe, daha sonraları sarf ettiği bu sözlerden dolayı pişman olduğu ve bunu
ancak şehid olmasının kurtarabileceğini düşündüğü rivayet edilmektedir. Ebu
Huzeyfe, Yemame’de şehit düşmüştür.[171]
Diğer
bir rivayette Ebu Huzeyfe’nin söylediği söz Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)’ne ulaştığında Hz. Peygamber, ona bu sözü söyleyip söylemediğini
sormuş, Ebu Huzeyfe’de babasının amcasının ve kardeşinin öldürüldüğünü görünce
dayanamayıp bu sözü sarf ettiğini belirtmiştir. Bunun üzerine Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem), “Senin baban, amcan ve kardeşin bizimle savaşmakta
gönüllüydüler. Fakat Haşimoğulları savaşa zorla çıkarıldılar ” buyurmuştur.[172] Nitekim
Kureyş ordusu Mekke’den gelirken Haşimoğulları savaşa katılmayıp Mekke’de
kalmış, ordu Mekke’den bir konak mesafede istirahatta iken Ebu Cehil’in
dikkatini çekmiş ve Ebu Cehil, Benî Haşim’in Mekke’de kalması durumunda
Müslümanların zaferinin onlarında zaferi olacağı, eğer kendileri kazanırsa o
zaman da Haşimoğullarının Mekke’deki kendi çoluk çocuklarından intikam
alacaklarını söyleyerek kavmini uyarmış ve geri dönerek Abbas, Nevfel, Talib ve
Akil’i zorla getirmişlerdir.[173] Hatta
müşrikler Haşimoğullarından geri kalan kimselerin Hz. Peygamber’in tarafına
geçmesi korkusuyla onları bir çadırda toplayıp başlarına nöbetçi dikmişlerdir.[174]
Hz.
Peygamber, sadece Haşimoğullarını değil, Mekke döneminde O’nu destekleyenleri,
Mekke’deyken üç yıllık boykotu kırmaya çalışanları ve Müslümanlara yardımcı
olan minnet duyduğu kimselerin de öldürülmelerini istememiştir. Amcası Hz.
Abbas ise yeğenine her zaman desteğini sürdürmüştür. Hatta Hz. Abbas’ın Bedir
savaşından veya hicretten önce Müslüman olduğu, fakat kavminden korktuğu için
Müslümanlığını gizlediği bildirilmektedir.[175] Nitekim
bunlardan birisi olan Ebü’l-Bahterî de Hz. Peygamber ve ashabının Mekke’deyken
Müşriklerin üç yıllık boykotunu kıran müşrik kişidir.[176] Müslümanlara
yardımından dolayı Hz. Peygamber, onun da öldürülmesini istememiştir. Savaş
esnasında ashabtan Mücezzir b. Ziyad (ra), Ebü’l-Bahterî ile karşılaşmış ve ona
Hz. Peygamber’in emrini bildirerek teslim olmasını istemiştir. Ebü’l-Bahterî,
bir arkadaşına daha eman verilmesi halinde teslim olacağını söylemiş, fakat
Mücezzir (ra), bu isteğini Hz. Peygamber’in sadece kendisine eman verdiğini
belirterek kabul etmemiştir. Bunun üzerine Ebü’l-Bahterî, yaşama isteği uğruna
arkadaşını ölüme terk ettiği için Kureyş kadınlarının kendisini
ayıplamalarından endişe ederek savaşmaya devam etmiş ve öldürülmüştür.[177]
Hz.
Peygamber’e karşı Ebu Huzeyfe (ra)’nin bu şekilde konuşması saygı sınırlarını
aşan bir davranıştır. Kaldı ki Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), hak
olan bir şeyi söyler. Rivayetlerde gördüğümüz kadarıyla da zaten Allah Resûlü (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)’nün dokunmayın dediği kimseler Müşriklerin zorla savaşa
getirdiği kimselerdir. Fakat Ebu Huzeyfe (ra)’nin daha sonra söylediği bu
sözden endişe duyması ve yaptığı bu hatanın ancak şehitlikle affedilebileceğini
söylemesi pişman olduğunu göstermektedir. Bu sözün kendisinden sadır olmasının
sebebi kendisinin de ifade ettiği gibi savaş ortamında akrabalarının ölümünden
dolayı üzüntü duyup o anki halet-i rûhiyesinden kaynaklandığını göstermektedir.
Ayrıca tevbesini şehitlik üzerine yapması ve Yemame’de şehid olması Ebu Huzeyfe
(ra)’nin pişmanlığındaki samimiyetini göstermektedir.
Bu
konuyla alakalı olarak daha önce bahsetmiş olduğumuz Hz. Zübeyr ile Ensari’nin
tarla sulama meselesinde Hz. Peygamber’in Zübeyr (ra)’e öncelik vermesini,
O’nun halasının oğlu olmasından dolayı kayırdığını zannederek Hz. Peygamber’e
itiraz eden Humeyd el-Ensari’yi de zikredebiliriz.[178]
Hz.
Peygamber’e bu konuda bir başka eleştiri de Ensar’dan gelmiştir. Mekke’nin
fethedildiği günlerde Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Safa
tepesine çıkıp Allah’a dua ederken Ensar’ın da kendi aralarında “Allah,
Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ’a yurdunun fethini nasip etti. Artık
burada oturur mu? Ne dersiniz?” şeklinde konuştukları bildirilmektedir. Hz.
Peygamber, onlardaki bu durumu sezerek ne konuştuklarını sormuş, onların
geçiştirmek istemesine rağmen ısrar edince konuştuklarını haber vermişlerdir.
Hz. Peygamber, onlara bundan Allah’a sığındığını, hayatının da ölümünün de
onlarla olduğunu belirterek onları uyarmıştır.[179] Bir
başka rivayette ise Ensar’ın Mekke fethedildiğinde beklenilenin aksine Hz.
Peygamber’in Kureyş’ten intikam almayıp onları affetmesi, Hz. Peygamber’in
yurdu olan Mekke’ye yerleşeceği endişesini doğurmuş ve aralarında “Adamı
şehrine karşı bir merhamet kapladı” şeklinde konuştukları ve bu konuşmaları
vahiyle haber alan Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün, onlara
haber aldığı şeyleri söyleyip söylemediklerini sorduğu, Ensar’ın evet demesi
üzerine onlara hitaben “Hayır ben Allah’ın kulu ve Resûlü (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)’yüm. Ben Allah’a ve size hicret ettim. Hayatım da sizinle,
ölümüm de sizinle olacaktır” buyurduğu bildirilmektedir.[180]
Burada
Ensar’ın Hz. Peygamber’e karşı söyledikleri sözler her ne kadar O’nu çok sevip
kıskanmalarından dolayı[181] söylenmiş
olsa da bizim çizmiş olduğumuz saygı sınırlarını aşan söylemlere girmektedir.
Hz. Peygamber’in duyduğunda hoşuna gitmemesi, Hz. Peygamber’den “adam”
diye bahsedilmesi Hz. Peygamber’in makamı gereği uygun düşmemektedir. Fakat
şunu da belirtmek gerekir ki Hz. Peygamber’in uyarısından sonra hatalarını
anlayarak ağlamaları neticesinde Hz. Peygamber, onların samimiyetine inanarak
affettiğini belirtmiştir.[182] Hz.
Peygamber’in yanında uzun süre kalıp O (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nun
tasarruflarını kavrayan ve hayatlarını sünnetle yoğurmuş olan şahıslar Hz.
Peygamber’e karşı yapmış oldukları saygı sınırını zorlayan davranışlarında
ısrar etmemiş ve geri adım atmıştır.
Allah
Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Mekke’yi özellikle içerisinde Kabe’nin
bulunması sebebiyle sevmiş,[183] [184] daha
sonra hicret etmiş olduğu yer olan Medine’yi de kendilerine sevdirmesini
Allah’tan istemiş ve şöyle buyurmuştur: “Allahım, Mekke’yi nasıl sevdiysek
Medine’yi de bize öyle, hatta daha çok sevdir." "' Nitekim Hz. Peygamber,
Medine’yi ve halkını da derin bir sevgi içerisinde sevmiştir. Allah Resûlü (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)’nün Ensar’a “Ölümüm de sizinle olacaktır’” dediği gibi
Hz. Peygamber, Medine’de vefat etmiş ve Kabri de Medine’de bulunmaktadır.
Aynı
olayın ele aldığımız iki farklı rivayetinden birincisinde Allah Resûlü (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)’nün Ensar’ın konuşmalarını sezdiği, ikincisinde ise Vahiyle
haber aldığı bildirilmektedir. İkinci rivayet daha sahih olmasına rağmen
birinci rivayet gerçeği daha çok yansıtmaktadır. Çalışmamız boyunca bundan
başka bir kısım rivayetlerde de Hz. Peygamber’in kendi tecrübesiyle veya beşer
vasıtasıyla ihbarın yanında aynı olayların ilahi ihbar şeklinde de rivayet
edildiğine rastladık. Bu durum günümüz hadiscilerinden Hatipoğlu’nun dediği
gibi Hz. Peygamber’in, her söz ve fiilini vahiy olarak algılama, tecrübe ve
tefekkürüne dayanarak bildirdiği bazı kanaatlerine gaybi bir haber niteliği
atfetme, beşeri vasıtaları görmezlikten gelerek bildirdiği her haberin
arkasında ilahi bir ihbar olduğunu varsayma, bunları bir peygamberlik alameti
ve mucize olarak görme şeklinde gelişen Hz. Peygamber’i yanlış yorumlama
eğiliminin bir sonucu olsa gerektir.[185]
Allah
Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), zaman zaman kendisine gelen veya
kendisinden aktarılan yanlış haberler sebebiyle sıkıntılı anlar yaşamıştır.
Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), böyle durumlarda ani hareket
etmeyerek gerekli tahkikatı yaptırıp gerçeğin gün yüzüne çıkmasını beklemiş,
daha sonra müdahalede bulunmuştur.
Hz.
Peygamber’in Beni Müstalik Oğulları’na zekat memuru olarak göndermiş olduğu
Velid b. Utbe (ra)’yi gittiği yerde kalabalık bir topluluk karşılamıştır. Velid
(ra) ile bu kabile arasında cahiliyeden kalma bir düşmanlık söz konusu
olduğundan Hz. Velid, kendisine doğru gelen atlıların kendisini öldüreceklerini
zannederek korkup Medine’ye kaçmıştır. Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)’ın huzuruna geldiğinde gerçeği saptırarak durumu “Onlar dinlerinden
dönmüşler. Zekâtı vermiyorlar. Neredeyse beni de öldüreceklerdi” şeklinde
aktarmıştır.[186]
Hz.
Peygamber, bu haber üzerine öfkelenmiş ve Mustalikoğullarına karşı savaş açmayı
düşünmüş; fakat daha öncesinde Halid b. Velid (ra)’i göndererek durumu teftiş
ettirmiştir. Hz. Halid durumu gözlemlemiş, onların ezan okuduklarına hatta gece
namazı dahi kıldıklarına şahit olmuştur. Halid b. Velid (ra) durumu gelerek
Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’a anlatmıştır.[187] Bir
başka rivayete göre ise Hz. Peygamber, tahkikat için adam çıkardığında, kendilerine
zekâtlarını tahsil etmek üzere kimsenin gelmemesi sebebiyle
Mustalikoğulları’nın lideri Haris b. Dırar da halktan topladığı zekâtları
alarak ashabıyla Hz. Peygamber’e gelirken yolda bu heyetle karşılaşmıştır.
Heyettekiler Haris’e zekâtları neden vermediklerini sormuş, Haris’in de elçiyi
görmediğini kendisine gelmediğini söylemesi üzerine dönüp Hz. Peygamber’in
huzuruna gelmişlerdir. Hz. Peygamber’in elçiyi neden öldürmek istediklerini
sorduğunda Haris gerçeği anlatmıştır. Bunun üzerine nazil olan ayetlerle
birlikte[188]
olayın iç yüzü anlaşılmıştır.[189]
Velid
(ra), gerçeği çarpıtarak haber vermiştir. Bu sebep üzerine inen ayet-i kerime,
sürekli uygulanacak bir esası bildirmektedir.[190] Aynı
zamanda Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün yaptığı davranışı da
tasvip etmektedir. Ayet-i Kerime “Ey iman edenler, herhangi bir fâsık size
bir haber getirecek olursa, onu iyice tahkik edin, doğruluğunu araştırın. Yoksa
gerçeği bilmeyerek, birtakım kimselere karşı fenalık edip sonra yaptığınıza
pişman olursunuz'” demektedir.[191]
Velid
b. Ukbe (ra)’nin her ne sebeple olursa olsun Hz. Peygamber’e gelip gerçeği
çarptırarak söylemesi Hz. Peygamber’in yanlış yönlendirilmesine sebep
olabileceği için uygun olmayan bir tutumdur.
Görüldüğü
üzere ayet gerçek olmayan bir haberi getiren kimseyi Fasık olarak
nitelendirmektedir. Gerçeği çarpıtmak fıska girer. Bundan dolayı fasıkın
verdiği haberin tahkik edilmesi gerekir.[192]
“Hz.
Peygamber’in ashabı genel olarak doğru, dürüst, takva sahibi insanlar olarak
kabul edilmişlerdir. Buna göre âyette geçen fâsık kelimesi, Velîd’in değil, ona
yalan haberi taşıyan meçhul kişinin niteliğidir.[193] Âyetten
çıkan genel hüküm, durumu bilinmeyen veya yalancı, günahtan çekinmez olarak
tanınan kimselerin verdikleri haberlere ve bilgilere güvenilmemesi, bunlara
göre hüküm verilmemesi ve harekete geçilmemesidir.”[194]
Konuyla
ilgili olarak Hz. Peygamber’in gönderdiği emrin gerçekliğinden saptırılarak
aktarıldığına da rastlamaktayız. Önemli bir itaatsizlik olan bu tutum Mekke’nin
fethinde vuku bulmuştur. Mekke’nin fethedildiği gün Müslümanlar şehre akın
ederken Ebu Süfyan b. Harb, Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ne
gelerek Hz. Halid’in Kureyş ile savaştığını haber vermiştir. Halbuki Hz.
Peygamber, savaş öncesinde şehri savaşsız teslim alacaklarını ashabına
duyurmuştur. Bu durumu haber alan Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem),
Ensar’dan olan bir kişiyi Hz. Halid’e göndererek ondan savaş yapmamasını
istediğini bildirmesini ister. Fakat Hz. Peygamberden emir alan bu kişi gerçeği
bildirmemiştir. Savaş sonunda Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem),
Halid b. Velid (ra)’e hitaben “Ey Halid! Ben sana kimseyi öldürmeyeceksin
diye haber göndermedim mi?” buyurduğunda Hz. Halid cevap olarak “Hayır.
Sen bana gücümün yettiği kadar kişiyi öldüreyim diye haber gönderdin”
demiştir. Hz. Peygamber, görev verdiği kimseyi çağırarak emrini neden yerine
getirmediğini sorduğunda o kişi yaptığı hatadan daha büyük mazeret ileri
sürerek ilginç bir cevap vermiştir: “Öyle emrettin. Senin emrini yerine
getirmek istedim. Fakat Allah da başka türlü olmasını diledi ve Allah’ın dediği
oldu” demiştir.[195] Bir
başka varyantında ise şu şekilde söylediği bildirilmektedir: “Sen bir işin
olmasını diledin. Allah’ta başka bir işin olmasını diledi. Allahın olmasını
dilediği iş seninkinden daha baskın çıktı. Olanı önlemeye güç yetiremedim ”[196] Savaşta
Hz. Halid’in kırk müşriği öldürdüğü bildirilmektedir. Allah Resûlü (salla’llâhü
aleyhi ve sellem), “Allah’ın takdir ettiğinde hayır vardır”[197] buyurarak
Ensar’lı kişiye herhangi bir muamelede bulunmamıştır.[198]
Hz.
Peygamber’in, görevlendirdiği bir elçinin görevini yapmayarak ihanet etmesi
neticesinde herhangi bir muamele bulunmaması o anki içinde bulunulan siyasi
ortamdan kaynaklanabilir.
Konumuzla
alakalı ilginç bir hadise de daha Hz. Peygamber hayattayken O’nun adına sahte
tasarruflarda bulunulduğunu göstermesi açısından dikkate değerdir. Rivayet şu
şekilde aktarılmaktadır: Hz. Peygamber’in elbisesine benzeyen bir elbise
giyinen bir şahıs, Medîne’ye iki mil uzaklıkta bulunan Benî Leys kabilesine
gelerek, kendisini Hz. Peygamber’in gönderdiğini ve kendisine dilediği kadınla
evlenme hakkı tanıdığını söyleyerek önceden dünür olduğu halde kendisine
verilmeyen hanımın evine yerleşme imkânına kavuşmuştur. Durumu garipseyen
kabile halkı Hz. Peygamber’e haberci göndererek sordurmuşlardır. Hz. Peygamber,
olaydan haberdar olur olmaz derhal Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’i görevlendirerek,
o şahsı diri olarak yakaladıklarında öldürmelerini, ölü olarak bulduklarında
ise ateşte yakmalarını emretmiş ve ayrıca “Benim adıma bile bile yalan haber
uyduran kişi cehennemdeki yerine hazırlansın'” buyurmuşlardır. Hz. Ebu
Bekir ve Hz. Ömer kabileye geldiklerinde adamın yılan sokması sonucu öldüğünü
öğrenmişlerdir.[199]
Ahmed
Emin’in bu rivayet hakkında Hz. Peygamber’in bu hadisi söylemesine sebep olan
bir olayın olması gerektiği, zann-ı galip bu hadisin bir vakıa’ya mebni olarak
söylendiğini göstermektedir şeklindeki görüşünü eleştiren ve ileri sürdüğü bu
iddianın gerçekle ilgisinin olmadığını belirten Sibâi, öncelikli olarak bu bu
rivayetin mutemed eserlerin hiçbirinde sebeb-i vurûduyla alâkalı bir açıklama
bulunmadığını bildirmektedir. Bununla birlikte Resûlullah (salla’llâhü aleyhi
ve sellem) zamanında birtek sahabinin bile Hz. Peygamber adına yalan
uydurduğunun tespit edilememiş, dolayısıyla bu rivayetin herhangi bir olay
sonucu söylenmiş olabileceğini düşünenlerin görüşleri zandan öteye
geçmemektedir.[200]
Bu
rivayeti sağlam kabul eden yakın zaman hadiscilerinden Sıddîki de bu rivayeti
temel alarak Hz. Peygamber’in düşmanlarının, O (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nu
yanlış tanıtarak halıkı aleyhinde kışkırtmak için hadis uydurduklarını ve hadis
uydurmacılığının Hz. Peygamber döneminde başladığını söylemektedir.[201]
Rivayetin
sahih kabul edilmesi halinde hukuki açıdan sıkıntı çıkmaktadır. Zira rivayet
Hz. Peygamberin, suçlanan şahsı dinlemeden ve itham edenlerle yüzleştirmeden
şahsın infazına hükmettiğini bildirmektedir. Hâlbuki şahsın suçsuz olma durumu
da mevcuttur. O takdirde infaz gerçekleştikten sonra şahsın suçsuz olduğu
ortaya çıkarsa nasıl hareket edilecektir?[202] Rivayetin
sebeb-i vûrudunda belirtildiği üzere sevdiği kıza sahip olmak için yalan
söyleyen bir müslümanın katli yerine had cezası takdir edilmesi daha uygun
olacaktır. Keza bu suç katli gerektirecek bir suç olarak görülmemektedir.
Rivayetin sebeb-i vûruduyla ilgili sağlam bir delil olmadığından dolayı Hz.
Peygamber’in “Benim adıma bile bile yalan haber uyduran kişi cehennemdeki
yerine hazırlansın' ifadesini, sözlerinin olduğu gibi aktarılması
noktasında sözlerine bir şeyler katılması veya sözlerinin eksiltilmesinden
sakındırmak için söylediğini düşünmek en makul olan düşünce olacaktır.[203]
Rivayetin
sebeb-i vûrudunun muteber hadis kitaplarında yer almaması, rivayet senedinde
sıkıntılı ravilerinin bulunması ve muteber esesrlerde Hz.
Peygamber’in
sadece “Benim adıma bile bile yalan haber uyduran kişi cehennemdeki yerine
hazırlansın'” sözünün aktarılması, sahabenin de Hz. Peygamber’in bu sözünü
işitmeleri üzerine hadis aktarırken çok dikkatli davranması,[204] [205] yukarıda
sözlerini aktardığımız günümüz hadiscilerinden Yıldırımın dediği gibi Hz.
Peygamber’in muteber kaynaklarda yer alan ifadesinin, kendi sözlerine bir
şeyler karıştırılmasından sakındırmak amacıyla söylediğini düşünmek en isabetli
düşünce olsa gerektir.
8.
HZ. PEYGAMBER İLE
CEDELLEŞME / HZ. PEYGAMBER’İN HUZURUNDA TARTIŞMA
Bu
başlık altında incelemeye çalıştığımız rivayetler Hz. Peygamber’e kasıtlı bir
muhalefet olmaksızın, Hz. Peygamber’in emrini anında kabul etmeyip O’na belli
gerekçeler sunmak yoluyla yapılan itirazi eylemlerdir. Bir manada cedel olarak
adlandırdığımız bu tutum Hz. Peygamber’in emrine rağmen bazen birkaç defa arka
arkaya aynı gerekçeyi sunmak şeklinde bir itiraz keyfiyetine dönüşmüştür.
Bir
gece Hz. Peygamber, kızı Fatıma (ra)’nın evine giderek, yatmakta olan kızı ve
damadına “Namaz kılmaz mısınız”” diye sorduğunda Hz. Ali “Ya
Resûlullah, nefislerimiz Allah Teala’nın elindedir, bizi kaldırmak istediğinde
kaldırır”” demiştir. Bu söz üzerine Hz. Peygamber, dönüp gitmiş ve giderken
de dizine vurarak “ ...İnsan cedele her şeyden daha düşkündür””70 ayetini
okumuştur.[206] Hz.
Ali’nin bu sözü itiraz gibi gözükmekle beraber Hz. Peygamber kendisine inatla
itiraz eden kimseye gösterdiği tepkiyi göstermediğinden kötü niyetle verilmiş
bir cevap değildir.[207]
Bununla beraber el-Muhalleb, Hz. Ali’nin Nebi (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)’nin çağrısına bu şekilde karşılık vermeye hakkının olmadığını ve
çağrıya uyması gerektiğini bildirir.[208]
Bir
başka defasında ise Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), ölüm döşeğinde
iken Hz. Aişe’den yerine babasının namaz kıldırmasını söylemesini istemiştir.
Hz. Aişe de babasının namaz kıldırırken ağlamaktan sesini duyuramayacağı
gerekçesiyle Nebi (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’den namazı kıldırması için
Ömer (ra)’e emretmesini istemiştir. Hz. Aişe aynı zamanda Hz. Hafsa (ra)’dan bu
sözlerinin aynısını Nebi (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ye söylemesini de
istemiştir. Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) emrini tekrar etmesine
rağmen Hz. Aişe de aynı cevabı vermiştir. Nebi (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
üç veya dördüncü defa emrini bildirmesine rağmen aynı tutum devam edince[209] Allah
Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), “Şüphesiz sizler, Yusuf (as)’un
savahibisiniz (karşılaştığı kadınlar gibisiniz). Ebû Bekr ’e (ra) emredin
namazı o kıldırsın” diyerek onları bir manada azarlamıştır. Bunun üzerine
Hz. Ebu Bekir mihraba geçip namazı kıldırmıştır.[210] Bir
başka rivayete göre de Hz. Ömer’in sesini duyunca öfkeli bir şekilde “Hayır,
hayır, hayır! Namazı İbn Ebî Kuhâfe kıldırsın” diyerek verdiği emre
muhalefet edenleri uyarmıştır.[211] İbnu’t-Tîn,
Hz. Peygamber’in emirlerinin vücubiyet ifade ettiğini, dolayısıyla emrettiği
konuda O (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’na tekrar müracaatın mekruh olduğunu
bildirir.[212] Bu
olayda hanımlarının Nebi (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nin emrine uymamak gibi
bir düşüncelerin olmamasına rağmen, yapılan hareket emre uymama olmuştur.[213]
Bu
vakıa Resûlullah’ın bir işi ne derece ciddi tutup işinde ne derece kararlı
olduğunu göstermektedir. Hâlbuki Hz. Peygamber o anda yerinden kalkamayacak
kadar hasta, Hz. Ömer ise namaz kıldıramayacak bir insan değildir.[214]
Bu
konu başlığı altında Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in öfkelenip
sert tepki verdiği bir başka cedelleşmeyi de görmekteyiz. Zira Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)’in en hassas olduğu konulardan birisi de cahiliyyeden kalma
bir kan davası veya bir husumetten dolayı adam öldürülmesi durumudur. Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in göndermiş olduğu bir seriyyedeki
Müslüman tarafından sıkıştırılıp görünüşte kâfir sayılan birinin “Ben
Müslümanım”” dediği halde öldürülmesi Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)’i bir hayli öfkelendirmiştir. Bu yüzden Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem), öldüren şahıs hakkında ağır sözler sarf etmiştir. Öldürülen
şahsın kılıç korkusuyla Müslüman olduğu şeklindeki mazeret Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)’in kızıp yüzünü çevirmesine sebep olmuş, buna rağmen üç defa
aynı mazeretin öne sürülmesi Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’i
iyice öfkelendirmiş ve bu mazeretlere itibar etmeyerek üç defa “Allah
müminin katilini affetmez’” buyurmuştur.[215]
Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem), sunulan gerekçeden hoşnut olmadığını
yüzünü çevirerek belirtmesine rağmen ısrar edilmesi O’nun sert tepki vermesine
sebep olmuştur. Israr edilmemiş olsa bu kadar sert tepki belki de olmayacaktır.
Bu cedelleşme Hz. Peygamber’e karşı saygı sınırlarını aşmaktadır. Benzer bir
vakıa Üsame b. Zeyd (ra)’in başından geçmesine rağmen Üsame (ra), mazeret beyan
etmek bir tarafa hatasını anlayıp sesini çıkarmamış Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)’in “Demek onu kelime-i tevhid getirdikten sonra öldürdün
ha ?” şeklindeki sözünden dolayı da çok üzülmüştür.[216] Fakat
kişinin üzülme ve af dileme yerine ısrarla mazeretini savunması Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)’i öfkelendirmektedir.
Nitekim
bir ordunun başında komutan olarak gönderdiği Hz. Ali’nin savaşta bir cariyeyi
kendisine alması üzerine rahatsız olanların bu durum hakkındaki şikâyetlerini
Hz. Peygamber dinlemek istememiştir. Buna rağmen şikâyetçi olan dört kişi her
defasında Peygamber’in yüzünü çevirmesine rağmen teker teker Hz. Ali hakkında
şikâyetlerini dile getirmişlerdir. Dördüncü kişinin ardından Hz. Peygamber
kızmış ve öfkeli bir şekilde üç kez “Ali’den ne istiyorsunuz? Ali bendendir,
ben de ondanım. O benden sonraki her müminin velisidir”” buyurmuştur.[217]
Hz.
Peygamber’in kendisine yapılan tutum ve davranışlardan hoşnut olmadığını
gösteren fiziki tepkisinden sonra aynı tavır ve davranışa devam etmek
saygı
sınırını zorlayan bir davranıştır. Hz. Peygamber, fiziki tepkisinin itibara
alınmayışı durumunda burada görüldüğü gibi fiziki tepkiden daha sert sözlü
tepkiler vermiştir.
Hz.
Peygamber’in huzurunda tartışmak ta hoş olmayan tavır ve davranışlardandır.
Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), huzurunda nadirde de olsa yapılan
tartışmalardan hoşnut olmamış ve bunları tepkiyle karşılamıştır.
Nitekim
ölüm hastalığında Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün yazı yazacak
kağıt kalem istediği ve “ Size bir vasiyet yazayım ki bundan sonra hiçbir
zaman yolunuzu şaşırmayasınız'’” dediği bildirilmektedir. Hz. Ömer (ra) de,
Hz. Peygamber’in hastalığının şiddetli olduğunu ve Allah’ın kitabının
kendilerine yeteceğini bildirerek buna engel olmuş ve orada bulunan Sahabe
arasında yazı malzemesinin getirilip getirilmemesi konusunda münakaşa
çıkmıştır. Bunun üzerine Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) “Yanımdan
kaçılın! Benim yanımda tartışmak olmaz" ' buyurarak tepkisini dile getirmiştir.
Bir
başka defasında da Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Kadir Gecesini
ilan etmek üzere aile fertlerini uyandırmaya kalkmış ve yanında vuku bulan bir
kavgaya dikkat kesilmesi üzerine Kadir Gecesinin hangi gece olduğu kendisine
unutturulmuştur. Ümmet, Peygamberin yanında vuku bulan bir kavga yüzünden Kadir
Gecesinin hangi gece olduğunu kesin olarak bilmekten mahrum kalmıştır. Allah
Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bu olay üzerine “Ben size Kadir
Gecesi’ni haber vermek için çıkmıştım. Falan ile filan kavga ettikleri için o
bilgi benden kaldırıldı. Belki bu şekilde olması hakkınızda daha hayırlıdır.
Kadir Gecesi’ni yirmi dokuz, yirmi yedi ve yirmi beşinci gecelerde arayın ”
buyurmuştur.[218] [219]
Hadiste
gecenin unutturulmasının bir kayıp olduğuna işaret edilmekle birlikte sonucunun
ümmet için bir hayır olabileceği de bildirilmektedir. Fakat Hz. Peygamber’in
huzurunda tartışmanın, yüksek sesle konuşmanın ve sesi Allah Resûlü (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)’nün sesinden fazla yükseltmenin farkına varılmadan amelleri
boşa giderebileceği de bildirilmektedir.[220]
Kader
konusuna dair tartışmaları da Hz. Peygamber tepkiyle karşılamıştır. Nitekim Ebu
Hureyre (ra)’nin rivayet ettiğine göre Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve
sellem), Sahabe’nin yanına çıktığı bir gün onların kaderle ilgili
tartıştıklarına şahit olmuş ve aşırı derecede öfkeli bir şekilde “Siz
bununla mı emrolundunuz ve ben size bunun için mi gönderildim? Dikkat edin
sizden öncekiler bu konuda tartıştıkları için helak oldular. Bundan sonra bu
konuda tartışmamanızı emrediyorum1” demiştir.[221]
Hz.
Peygamber’in yapılan bu tartışmayı keserek müdahalede bulunduğu başka bir olay
mescidde yaşanmıştır. Ashab’tan Kab (ra), İbn Ebi Hadred’de olan alacağını
mescidde istemiş ve bu yüzden aralarında tartışma çıkmıştır. Tartışma sebebiyle
seslerini o kadar yükseltmişler ki Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem),
onların sesini evinden duymuştur. Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem),
odasının perdesini aralayıp Kab (ra)’a işaret ederek “Alacağının yarısından
vazgeç”” demiş, Kab (ra) da Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ın bu
isteğini kabul etmiştir. Bunun üzerine Hz. Peygamber, İbn Ebî Hadred’e hitaben “Kalk
sen de borcunu öde”” buyurmuştur.[222] Sahabe
elbette ki bu davranışıyla Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ı rahatsız
etmek istememiştir. O anki tartışmanın rehavetiyle istenmeden sesler yükselmiş
olmalıdır. Fakat her ne sebeple olursa olsun Mescid-i Nebevide Allah Resûlü (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)’nün evinden duyacağı şekilde yüksek sesle konuşmak hiç
şüphesiz saygı sınırlarını zorlayan ve uygun olmayan bir davranıştır. Allah
Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), onların bu olumsuz tutum ve
davranışlarını yüzlerine vurmayarak kırmamış ve müdahalesiyle iki sahabi
arasında çıkan antlaşmazlığı gidermiştir.
Hz. Peygamber’in huzurunda kararını beklemeden ve aynı
zamanda O’nu etkilemek için vali tayini konusunda Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer’in
tartıştıkları rivayet edilmektedir. Kalabalık bir heyet halinde gelerek
Müslüman olan Benî Temim heyetine Hz. Peygamber,
komutan/vali atamak istemiştir. Hz. Ömer ve Hz. Ebubekir, kendilerine yakın
olan iki kişinin tayininin yapılması için Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)’nün önünde yüksek sesle konuşmaya başlamışlardır. Hz. Ebu Bekir’in
Ka’ka b. Mabed’i, Hz. Ömer’in ise bunu kabul etmeyerek Akra b. Hâbis’i kumandan
tayin etmesi için Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’a baskı yapmaya
çalıştıkları bildirilmektedir. İkisi de birbirini, kendisine muhalefet ettiği
gerekçesiyle Hz. Peygamber’in huzurunda münakaşa edip seslerini yükseltmeleri
ve tartışmayı ilerletmeleri sebebiyle Kur’an-ı Kerim “Ey iman edenler! Söz
ve hareketlerinizde ileri gidip de Allah’ın ve Resûlü’nün önüne geçmeyin.
Allaha karşı gelmekten sakının. Allah her şeyi hakkıyla işitir ve bilir. Ey
iman edenler! Seslerinizi Peygamberin sesinden fazla yükseltmeyin. Birbirinizle
yüksek sesle konuştuğunuz gibi O (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nunla da öylece
konuşmayın. Yoksa siz farkında olmadan bütün emekleriniz hiçe iniverin”2 ayetleriyle
uyarmıştır.[223] [224]
Bu
ayet-i kerime nazil olduktan sonra Hz. Ebu Bekir ile Hz. Ömer’in çok üzülüp
pişman oldukları ve bundan sonra Hz. Peygamber’in yanında o kadar alçak sesle
konuştukları, çoğu zaman Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün “işitemedim,
tekrarlar mısın!” dediği rivayetin devamında bildirilmiştir.
Görüldüğü
gibi Hz. Peygamber’in yanında yetişip, tasarruflarını kavrayarak O (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)’nun sünnetiyle hayatını tanzim eden şahıslar yapmış oldukları
davranışın hata olduğunu anladıkları veya kendilerine bildirildikleri an
hatalarını terk etmiş ve af yoluna başvurmuşlardır.
9.
HZ. PEYGAMBER’E KARŞI
MÜNASEBETSİZLİK
İzin
almaksızın herhangi bir kimsenin evine girmeyi İslam yasaklamıştır. Hele hele
bu yasak Hz. Peygamber için söz konusu olduğunda şüphesiz ki bu daha da büyük
önem arz etmektedir. Hz. Peygamber’in evine izinsiz girerek O’nu rahatsız etmek
bizzat ayetle yasaklanmıştır. Yemek yemek veya sohbet dinlemek için evine
gidildiğinde izinsiz girilemeyeceği, uygunsuz zamanlarda ve izinsiz olarak
ziyaret edilmesinin O’nu rahatsız ettiği, fakat bunu utandığından dolayı dile
getiremediği de Kur’an’da haber verilmektedir.[225]
Kaynakların
belirttiğine göre Uyeyne b. Hısn el-Fezârî adında Ebu Malik künyeli şahıs,
Mekke’nin fethinden sonra Müslüman olduğu, imanı kuvvetli olmayıp Hz. Peygamber
tarafından kalbi İslam’a ısındırılmaya çalışılan(müellefe-i kulûb) birisidir.[226] Nitekim
Huneyn ganimetleri dağıtılırken Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ona
yüz deve vermiştir.[227] Hz.
Peygamber’in vefatından sonra Hz. Ebubekir’in hilafeti döneminde irtidad edip[228] peygamberliğini
ilan etmiş olan Tuleyha’ya iltihak etmiş, Tuleyha savaşta yenilip de kaçtığında
Uyeyne esir edilip Hz. Ebubekir’e getirilmiş ve Hz. Ebubekir’in telkiniyle
İslam’a dönmüştür.[229]
Uyeyne
adlı bu şahıs bir gün izin almadan Hz. Peygamber’in yanına girmiş, Allah Resûlü
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) de kendisine “ izin nerede1”
diye sorduğunda Uyeyne, saygısızca “Şimdiye kadar yanına girmek için Mudar
kabilesindeki kimseden izin istemiş değilim”” demiştir.[230] Rivayetin
devamında Hz. Aişe de o anda Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün
yanındadır. Bu şahıs Hz. Aişe’yi kastederek “Şu pembe tenli kimdir””
diye sorunca, Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem) de “Müminlerin
anasıdır”” demiştir. Adam bu defa da “Sana daha güzeli bulunamadı
mı?” diye sorar. Adam çıktıktan sonra orada bulunan Hz. Aişe de “Ya
Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bu adam kimdir' diye sorunca da
Hz. Peygamber “Peşinden gidilen bir ahmaktır. Bu gördüğün şahıs kabilesinin
başkanıdır”” cevabını vermiştir.[231]
Aynı
vakıayı anlatan benzer bir rivayette ise Uyeyne’nin izinsiz olarak Allah Resûlü
(salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün huzuruna girip, Hz. Aişe ile ilgili sözü
söylediğinde Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün “Dışarı çık,
girmek için izin iste”” buyurduğu, Uyeyne’nin de izin istememek için yeminli
olduğunu söylediği bildirilmektedir.[232]
Şahsın
konuşmalarından anlaşıldığına göre her ne kadar Müslüman olmuş ise de cahili
adetlerinden kurtulamayıp Bedevîliğin özelliklerinden olan kaba tutum ve
davranışı sergilemektedir. Sahabe şuuruna erişememiş bu zat rivayetten
anlaşıldığına göre kavminin önde gelenlerinden birisidir ve kavmine karşı
takındığı tavrı Hz. Peygamber’e karşı da sergilemektedir. İzin istememe
gerekçesinden kavminin insanlarıyla Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nü
eş tuttuğunu görmekteyiz. Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün
huzurunda Müminlerin annelerindan Hz. Aişe’ye karşı sergilediği tavır ise zaten
Bedevî birisi olduğunu açıkça gözler önüne sermektedir.
Uyeyne’nin
İslama girmeden önce de Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ne karşı
ihanetini kaynaklar belirtmektedir. Uyeyne’nin memleketi çoraklaşınca kavmiyle
birlikte Medîne’ye gelmiş ve Hz. Peygamber onu İslam’a davet etmiştir. Ne
Müslüman olduğunu, ne de inkâr ettiğini bildirmeyen Uyeyne, Allah Resûlü (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)’ne kendisini biraz tanımak istediğini bildirmiş, bunun
üzerine Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem) de ona üç ay müddet
tanımıştır. Bu üç ay zarfında kavmiyle birlikte beldede iyice beslenmiş,
hayvanları da iyice sütlenmiştir. Giderayak iyice semizlenen devesiyle Hz.
Peygamber’in merada otlayan sağılır durumdaki develerini yağma etmiştir.[233]
Uyeyne’nin
ikiyüzlülüğü Hz. Peygamber’in Taif kuşatmasında da ortaya çıkmıştır. Kuşatmanın
devam ettiği bir ara Uyeyne, Hz. Peygamber’in huzuruna çıkarak, Taif’lilerle
konuşmayı ve onları İslam’a davet etmeyi arzuladığını bildirerek izin
istemiştir. Kendisine izin verilen Uyeyne, Taif’lilerin yanına vardığında tam
tersine Hz. Peygamber’in şimdiye kadar kendileri gibi birisiyle
karşılaşmadığını, kalelerinin sağlam olduğunu ve direnmeye devam etmeleri
gerektiğini bildirmiştir. Geri döndüğünde Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)’nün onlarla ne konuştuğunu sorması üzerine, bozuntuya vermeden Müslüman
olmaya davet ettiğini söylemesi üzerine öfkelenen Resûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem), yalan söylediğini bildirerek Taif’lilere söylediği sözleri
ifşa edince Uyeyne, af dileyerek Allah’a tevbe ettiğini bildirmiştir. Hz.
Ömer’in öldürmek için müsaade istemesine Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve
sellem), böyle zamanlarda söylediği “insanların Muhammed ashabını öldürtüyor
diye konuşmalarını istemem’” gerekçesiyle izin vermemiştir.[234]
Uyeyne,
bu olumsuz tutumunu Hz. Peygamber’den sonraki dört halife döneminde de
sürdürmüştür. İbn Abbas (ra)’ın rivayet ettiğine göre Uyeyne bir gün Medîne’ye
gittiğinde kardeşinin oğlu olan Hürr İbn Kays’ın evine misafir olmuştur. Hürr
ise Hz. Ömer’in yakınlarından bir kimsedir. Hz. Ömer, meclisinde genç veya
yaşlı bir kısım kurra ve fakihleri bulundurmaktadır. Uyeyne, Kardeşinin oğlu olan
Hürr’den Hz. Ömer’in meclisine girmek için izin istettirir ve izin verilince
meclise girerek “Yeter artık! Ey Emirü’l-Mü’minin bize bolca vermediğin
gibi, aramızda da adaletle hükmetmiyorsun!” demiştir. Bu sözlere öfkelenen
Hz. Ömer, onu dövmek için üzerine yürüdüğünde Hürr araya girerek Hz. Ömer’e,
Allah’ın Kur’an’da Hz. Peygamber’e “Sen af ve müsamaha yolunu tut, iyiliği
emret, cahillere aldırış etme""
emrettiğini söyleyerek Uyeyne’nin cahillerden biri olduğunu ifade etmiştir.
Hürr (ra), ayet-i okuyunca Hz. Ömer olduğu yerde kalarak hiçbir şey
yapmamıştır.[235] [236] Hâlbuki
aynı kişi Hz. Osman’ın hilafeti döneminde de ona giderek “Ey Affan oğlu! Sen
bize Hz. Ömer ’in takınmış olduğu tavırla idare et. O, hem bize ihsan ederek
zenginleştirdi, hem de bizi korkutarak yola getirdi” demiştir.[237]
Uyeyne
b. Hısn hakkında varid olan rivayetlerin tümünü ele aldığımızda bu kişinin
sürekli münafıklara has tutum ve davranışlar sergilediği görülmektedir.
Uyeyne’nin, İslam’a girişi, Hz. Peygamber dönemindeki saygı sınırlarını aşan
tutum ve davranışları, Hz. Peygamber’in vefatından sonra irtidat etmesi, tekrar
Müslüman olduğunda ise halifelere karşı tutumu, münafık olabileceği hissini
uyandırmakla birlikte en iyi ihtimalle Müslüman olması halinde de bu kişinin
İslamda sebat edemediği görülmektedir.
Hz.
Peygamber’in bazı kimseler tarafından sergilenen kaba ve lüzumsuz
davranışlardan hiçbir zaman hoşlanmamış ve her zaman rahatsızlık duymuştur.
İslam ordusu Bedir savaşına giderken yolda karşılaştıkları bir Bedeviden bilgi
almak istemişler fakat adamın bilgisinin olmadığını anlamışlardır. Ordudaki
bazı kişiler karşılaştıkları adamdan Peygamber’e selam vermesini istemişler,
adam selam verip arkasından Hz. Peygamber’e “Eğer sen Peygamber isen devemin
karnındakini bana bildir” demiş ve devamında bazı şeyler söylemiştir. Hz.
Peygamber, henüz herhangi bir girişimde bulunmadan orada bulunan Seleme b.
Selâme (ra), Bedevi’ye “O soruyu Peygamber ’e değil gel bana sor. Ben sana
haber vereyim”” diyerek bazı şeyler söylemiştir. Seleme (ra)’nin yaptığı bu
davranış Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün hiç hoşuna gitmemiş ve
adama karşı çok kaba ve fahiş şeyler söylediğini belirterek Seleme (ra)’den
yüzünü çevirmiştir.[238] Hz.
Seleme, buna benzer bir tavrını Bedir savaşı sonunda da sergilemiştir. Hz.
Peygamber, Bedir savaşından galip olarak ordusuyla Medine’ye döndüğünde,
Medine’deki Müslümanlar, Hz. Peygamber’i ve mücahitleri kutlamışlardır. Hz.
Seleme, Hz. Peygamber’in huzurunda kutlayanlara dönerek “Bizi ne için
kutluyorsunuz? Allah’a yemin olsun ki biz, bağlanmış develer gibi saçları
dökülmüş ihtiyarlarla karşılaştık ve onları boğazladık” şeklinde lüzumsuz
sözler sarfetmiştir. Hz. Peygamber, onu kırmadan savaştıkları kimselerin
Kureyş’in eşraf ve reisleri olduklarını belirtmiştir.[239]
Bu
rivayetlerin ilki cahiliye Arabının Peygamber anlayışını ve bir peygamberden
beklentisini ortaya koyması açısından oldukça ilginçtir. Hz. Peygamber,
karşısında son derece rahat davranan ve gereksiz bir tavır ortaya koyan Seleme
(ra)’yi de kırmadan tepkisini ortaya koymuştur.
Buna
benzer Hz. Peygamber’in huzurunda rahat ve laubali tavırların sergilendiği bir
davranış da Mekke’nin fethinde yaşanmıştır. Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve
sellem), Mekke’nin fethinden sonra Müslüman olmak isteyenlerden bey’atlarını
almıştır. Beyat vermeye gelen kadınlardan biri olan Hind b. Utbe’nin, Hz.
Peygamber’e sorduğu sorular ve verdiği cevaplarla sergilediği münasebetsiz
tutum ilginçtir. Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün “Allah’a
hiçbir şeyi ortak koşmamak üzere bey’at ediniz”” dediğinde Hint “Sen
bizi erkeklere yaptırmadığın şeylere bey’at ettiriyorsun. Buna da bey’at ederiz”
demiştir. Bununla birlikte Hind’in Hz. Peygamber’e sorduğu ve verdiği cevaplar
şunlardır: “Ey Allah’ın elçisi! Şeref sahibi hür kadın zina eder mi. ?”
“Biz çocuklarımızı yetiştirdik, sen ise onlar büyüdükten sonra Bedir ’de
öldürdün.” Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), en son olarak
bildirdiği “Hayırlı ve güzel işler hususunda bana muhalefet etmemek üzere
bey’at ediniz”” teklifine de “Zaten biz hayırlı ve güzel işlerde sana
muhalefet etmemek üzere toplanmadık mı” diyerek söz yarışına girmiştir.[240] Allah
Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), kadınlara bey’at ettirirken onlarla
musafahalaşmamıştır.[241] Hz.
Peygamber’in kadınlardan aldığı bey’at, özellikle cahiliyye dönemindeki inanç
ve içtimaî hayat itibariyle İslâm’ın kabul etmediği hususlara karşı olmuş ve
her Müslüman kadının cahiliyye örf, adet ve inançlarından uzak kalması şart
koşulmuştur.[242]
Hz.
Peygamber’in sergilemiş olduğu engin hoşgörü ve sevgi politikası sayesinde
insanlar o kadar rahat davranabilmişlerdir ki bu olay dahi Hz. Peygamber’in
insan sevgisine dayalı bir toplum oluşturduğunun en bariz göstergesidir. Yapılan
münasebetsiz tutum ve davranış ise henüz İslam’a yeni girme eğiliminde olan bir
kişi olması ve Arab’ın yapısında olan sert mizacından dolayı mazur
görülebilmektedir.
10.
HZ. PEYGAMBER’İ
ÖFKELENDİREN / KIZDIRAN TUTUM VE DAVRANIŞLAR
Hz.
Peygamber de her şeyden önce diğer bütün peygamberler gibi bir beşerdir. Bundan
dolayı tüm insanlar gibi O (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’da gülme, ağlama,
sevme, sevilme, kızıp öfkelenme gibi duygulara sahiptir. Bu noktadan hareketle
Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün de yer yer öfkelendiğini ve bu
durumun da gayet tabii bir durum olduğunu söylemek gerekir. Nitekim Nebi (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)’nin “Ben ancak bir beşerim. Normal bir kimsenin kızdığı
gibi ben de kızabilirim’”[243] şeklindeki
sözleri bu hususa vurgu yapmaktadır.
Fakat
Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün öfkesi normal insanların
öfkesinden farklılık arz eder. Bu durum O’nun peygamberliğinin bir sonucudur.
O’ndan öfkeli anında dahi yanlış bir söz söyleme veya yanlış bir hüküm verme
durumu hâsıl olmamıştır. Nitekim Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün
bu mevzuda da “Ya Rabbi gerek hoşnutluk gerekse öfke hallerinde daima bana
hak söz söylemeyi nasip et””[244] diyerek
yapmış olduğu duayı görmekteyiz. Bununla birlikte Allah Resûlü (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)’nün kendi nefsi ve çıkarları uğruna değil, sadece Allah’ın
yasaklarının çiğnenmesi halinde öfkelendiği ve yalnız Allah için öç aldığı
bildirilmiştir.[245]
Bütün
bunlarla birlikte Sahabe de Hz. Peygamber’i öfkelendirmemeye çalışmıştır.
Nitekim Hz. Ömer (ra)’in, kızı Hz. Hafsa’yı Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)’ı öfkelendirmemesi zira Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ı
öfkelendirmenin Allah’ı öfkelendirmek olduğunu belirterek uyarmasını
görmekteyiz.[246] [247] Yine
aynı şekilde Hz. Abbas’ı rahatsız eden bir olay karşısında Hz. Peygamber’in
insanları uyarması üzerine ashabın “Senin öfkenden Allah’a sığınırız, bizim
için af dile”241 diyerek
Hz. Peygamber’i üzmekten kaçındıkları rivayet edilmektedir. Bu gerçekten
hareketle ashabın Hz. Peygamber’i öfkelendiren hareketlerinin, ya kasıtsız, ya
cahillikten ya da Bedevîliği henüz üzerinden atamamaktan kaynaklandığı
görülmektedir.
Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem), zekât toplamak için gönderdiği bir
memurun dönüşte zekât dışındaki bir malı,-mal sahibinin kendisine hediye olarak
verdiği gerekçesiyle- zimmetine geçirmesine kızmış ve öfkesini “Bizim
vazifelendirdiğimiz memura ne oluyor da, getirdiği zekât için bu size ait, şu da
bana hediye diyebiliyor. O ana- babasının evinde otursun da görsün bakalım aynı
şekilde hediye alabiliyor mu?” sözleriyle dile getirmiştir.[248]
Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in öfkelenmesine sebep olan hususlardan
birisi de bilgi sahibi olunmayan konularda ısrarcı olunmasıdır. Sahabeden biri,
Ümmü Yahya adında bir kadınla evlenince, siyahî olan bir cariye gelip her
ikisini de emzirdiğini, sütkardeş olduklarını ve bu yüzden evlenemeyeceklerini
söylemiştir. Bunun üzerine sahabi, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’e
gelerek durumu arz etmiş fakat Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
yüzünü çevirmiştir. Sahabi, kadının yalancı olduğunu söyleyince Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem), “Ne biliyorsun ki kadın söyleyeceğini söylemiş, sen de
eşini bırak”[249] diyerek
sahabi’nin bilgisinin olamayacağı bu durumda görüş beyan etmesini sert tepkiyle
karşılamıştır.
Konumuzla
alakalı olarak Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in öfkelenmesine
sebep olan başka bir durum ise kapıyı çaldıktan sonra ki konuşma adabıyla
ilgilidir. Rivayete göre Cabir b. Abdullah (ra), babasının borcuyla alakalı bir
durumu Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ile görüşmek için evine
gelip kapısını vurduktan sonra Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in
“kim o?” sorusuna karşılık “ben, ben” diye cevap vermesine
kızmıştır. Bundan dolayı Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) de Cabir
(ra)’e verdiği cevabı aynen tekrar ederek rahatsızlığını dile getirmiştir.[250]
Mâlâyâni
konulardaki ısrarda Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in öfkelenmesine
sebep olan tutum ve davranışlardan bir diğeridir. Nitekim kaybolmuş olan
develere ne yapılması gerektiği hususunda bir adamın Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)’e ısrarla sorması üzerine öfkelenerek “Sana ne ondan,
hayvanı sahibi buluncaya dek rahat bırak, hayvan kendi kendine su içip otunu
yiyebilir”5 demiştir.
Bir
başka rivayette de elinde yumurta büyüklüğünde bir altın parçası olan bir
adamın -kendisi muhtaç olduğu halde- elindekini getirip sadaka olarak vermek
istemesi Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’i kızdırmıştır. Allah
Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), almamak için adamdan yüzünü çevirmiş
olmasına rağmen adam o kadar ısrar etmiştir ki Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi
ve sellem) yüzünü ne tarafa çevirirse adam o tarafa dönüp altını uzatmıştır.
Bunun üzerine Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), kızgınlıkla altın
parçasını alarak adama doğru fırlatmıştır. Ravi’nin anlattığına göre şayet
altın parçası adama isabet etseydi onu acıtacak veya yaralayacaktı. Çünkü Allah
Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), kendisi sadakaya muhtaç olduğu halde
böyle bir infakta bulunup insanlara el-avuç açmasına razı değildir.[251] [252]
Şahsın
burada bir art niyeti olmamasına ve aksine iyilik yapmak istemesine rağmen
ısrarcı olmasından dolayı Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nü
kızdırmıştır. Aynı zamanda Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), bir
malın hepsinin verilmesinin dinen uygun olmadığını belirtmek amacıyla da bu
sert harekette bulunmuş olabilir. Hz. Peygamber’in uygulamalarında en fazla
malın üçte birine müsaade ettiğini görmekteyiz. Nitekim Tebük seferinden geri
kalmaları sebebiyle ikaz edilenlerden Ebu Lübabe, günahını itiraf edenlerden
olup bundan dolayı daha sonraki nazil olan ayet’te bu kimselerin tevbelerinin
kabul edildiğinin işaret edilmesi üzerine Hz. Peygamber’e gelerek “ Tevbemin
içinde evimi bütün mal ve mülkümü Allah Yolunda infak etmek var. Çünkü evimiz
ve rahatımız için bir farzı (cihad) yerine getiremedik” diyerek bütün her
şeyini vermek istemiş, fakat Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Ebu
Lübabe (ra)’nin malının hepsini değil sadece üçte birini alıp dağıtmıştır.[253] Kur’an
ve sünnet aşırı derecede şahsi tutkuları önleyici ahlaki öğütler ortaya
koymuştur. Bununla ilgili olarak yine Hz. Peygamber, malının tamamını Allah
yolunda harcamak üzere ölüm döşeğinde vasiyet etmek isteyen Sa’d b. Malik
(ra)’in tutumunu hoş karşılamamıştır. Sa’d
(ra)’ın,
çocuklarına bir şey bırakmadığını öğrenen Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve
sellem), önce malın onda dokuzunu bırakmasını istemiş, Sa’d (ra)’ın ısrarı
üzerine onu dahi çok bulduğu halde malının üçte birini vasiyet etmesine izin
vermiştir.[254]
Bir
başka öfkelendiği husus cemaatle namazın terki noktasındadır. Allah Resûlü (salla’llâhü
aleyhi ve sellem), cemaatle namaz kılmaya çok önem vermekte ve bu konuda gevşek
davrananlara da kızmaktadır.[255] Bir
defasında sabah namazında farza durulduğu bir anda mescidin bir köşesinde iki
rekât sünneti kıldıktan sonra cemaata katılan bir kişiye Allah Resûlü (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) ‘sen hangi namaza itibar ettin? Kendi başına kıldığına mı,
bizimle kıldığına mı’[256] diyerek
nazik bir üslupla kızgınlığını ifade etmiştir.
Hz.
Peygamber döneminde mescid, birlik ve beraberliğin meydana gelmesinde ve
Müslümanların birbirlerin durumlarından haberdar olma yönüyle önemli rol
oynamıştır. Hz. Peygamber, ashabı içerisinde birinin cemaate devam edemediğini
gördüğü zaman o kimseyi araştırmış ve ilgilenmiştir. Nitekim Mescid-i Nebevî’yi
devamlı olarak süpüren zenci bir kadını Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve
sellem), bir ara göremeyince merak edip ashabına sormuştur. Sahabe, kadının
öldüğünü bildirdiğinde Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), “Bana
haber vermeniz gerekmez miydi” buyurarak tepkisini ortaya koymuştur. Sahabe
bu durumu pek fazla önemsememiştir. İnsan olarak herkese değer veren Hz.
Peygamber, ashabın bu tutumundan hoşlanmamıştır. Hz. Peygamber, Sahabeden
kadının mezarını göstermelerini istemiş, gidip kabri üzerinde cenaze namazı
kılmış ve kadına dua etmiştir.[257]
Muharref
kitapların okunması da Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nü kızdıran
durumlardan biridir. Nitekim Hz. Ömer (ra), Medîne’deki Yahudi kabilelerinden
Kureyzaoğullarına mensup bir kimseden Tevrat bölümleri almış ve bunu Allah
Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ne getirip arz etmiştir. Bunu gören Allah
Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), kızmış ve yüzünün rengi değişmiştir.
Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün kızdığını anlayan Hz. Ömer (ra)
“Allah’ı rab, İslam’ı din ve Muhammed’i Resûl olarak kabul ettik”
diyerek Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün gönlünü almaya
çalışmıştır. Arkasından Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), “Canım
kudret elinde olan Allah’a yemin olsun ki, şayet Musa (as) aranızda olsaydı ve
beni bırakıp ona uysaydınız dalalete düşerdiniz. Çünkü siz ümmetler içinde
benim nasibimsiniz, ben de peygamberler arasında sizin nasıbınızım'2"' diyerek
yapılan hareketin yanlışlığına dikkat çekmiştir.
Kuran-ı
Kerim hakkındaki yanlış telakkiler ve ayet-i kerimelerin yanlış yorumlanması da
Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in öfkelenmesine sebep olan
hususlar içerisindedir. Çünkü Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem),
Kur’anın pratik olarak yaşantısını aktarmıştır. Hz. Aişe de O’nun için “ Ahlakı
Kur ’an ahlakıdır " diyerek
bu hususa parmak basmaktadır. Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Veda
Haccında “Ey insanlar, ilim kaldırılmadan evvel onu almaya çalışın”
dediğinde bu sözün manasını tam anlayamayan bir sahabi Allah Resûlü (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)’ne hitaben “Ya Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)!
Kur ’an aramızda ve biz onu eş, çoluk-çocuklarımıza öğretmişken ilim nasıl
kaldırılır” demiştir. Hz. Peygamber bu söze kızarak “ Anan yitirsin
seni! Yahudi ve Hıristiyanların kitapları ellerinde olduğu halde tek harfine
bile uymadıklarını görmüyor musun? Dikkat edin ilmin kaldırılmasının bir şekli
de âlimlerin ölmesidir”6 buyurmuştur.
Hz.
Peygamber’in kendi şahsına yönelik olarak yapılan yanlış kanaatlere de
rastlamaktadır. Hz. Peygamber bu tip kanaatlerden de bir hayli rahatsız olup
öfkelenmiştir. Bir Bedevî Hz. Peygamber hakkında “Bu dostunuz her çoban oğlu
çobanı yüceltip, her bey oğlu beyi de alçaltmak istiyor' demiştir.
Böylesine yanlış bir kanaatten rahatsız olan Hz. Peygamber, adamın yakasına
yapışacak kadar kızmıştır.[258] [259] [260] [261] Buradan
anlaşılması gereken, bir insanın değerinin çoban veya bey olmasıyla değil,
Kelime-i Tevhid’e bağlılığı ve şirkten uzak olmasıyla ölçüleceğidir. Hadisin
devamında da Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), şirk ve kibrin
tehlikesine dikkat çekip kelime-i tevhidin önemini vurgulamaktadır.
Allah
Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün öfkelendiği zamanki tepkilerinde
farklılıklar görmekteyiz. Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), bazen
karşıdaki kişiye bu tutumunun yersiz olduğunu bildirmek suretiyle tepkisini
ortaya koymuş, kimi zaman darılmış, kimi zaman çekip gitmiş, kimi zaman bağırıp
çığırmış, kimi zaman da fiilî olarak cezayı müeyyide uygulamıştır. Tüm bu
tepkileri öfkesinin şiddetine göre değişiklik göstermiştir.
Hz.
Peygamber, birlik ve beraberliğin bozulmaması adına ashabı özellikle de
komutanları hakkındaki küçük düşürücü söz, fiil ve şiddete de karşı çıkmıştır.
Nitekim Halid b. Velid (ra), bir kişinin öldürdüğü düşman üzerindeki eşyayı
almak istemesine (selb) karşı çıktığı için Avf b. Malik (ra) tarafından Resûlullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem)’a şikâyet edilmiştir. Allah Resûlü (salla’llâhü
aleyhi ve sellem), Halid (ra)’e niçin adamın eşyayı almasına engel olduğunu
sorduğunda Hz. Halid, kendisine çok göründüğü için men ettiğini söylemiş ve
neticede Hz. Peygamber, Halid (ra)’in aleyhine eşyanın adama verilmesine hükmetmişti.
Karardan sonra Hz. Peygamber’in huzurundan ayrılırlarken Avf (ra)’ın, Hz.
Halid’e ridasını tutarak “Gördün mü? Ben sana Allah Resûlü (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) ’nden bu şekilde bir karar çıkartabileceğimi söylememiş
miydim?'” şeklindeki sözlerini işiten Hz. Peygamber öfkelenmiş ve “Ey
Halid sakın verme ona, sakın verme ona! Siz komutanlarımı rahat bırakmayacak
mısınız?””[262] diyerek
öfkesini dile getirmiş ve daha önceki vermiş olduğu hükmü de iptal etmiştir.
Hz.
Peygamber’in bir meselede hükmünü verirken herhangi bir kimseyi kayırması veya
bir baskı sonucu tesir altında kalması düşünülemez. Hz. Peygamber, hayatı
boyunca kendisine getirilen davalara adaletle hükmetmiştir. Sahabenin
Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’a karşı uygun olmayan bu sözü sarf
etmesi karşısında Hz. Peygamber’in Sahabî’ye gerekli ihtarda bulunması gayet
normal bir durumdur.
Bu
konuda dikkat çeken bir başka hadiseyi İbn İshak aktarmaktadır: Hz. Peygamber,
çevresinde bir gurup insan otururken onlara hastalıktan bahisle “Şüphesiz
mümine hastalık geldiği ve Allah ona şifa verdiği zaman o hastalığı onun için
geçmiş günahlarına bir kefaret geleceği için de bir ibret olur. Münafık ise
hasta olup ta iyileştiği zaman ailesi tarafından sonradan salıverilen ve niçin
bağlanıp niçin salınıverildiği bilinmeyen bir deve gibi olur" şeklinde
konuşur. Çevresinde oturanlardan biri “Hastalanmak nedir. Vallahi ben hiç
hasta olmadım”” deyince Hz. Peygamber kızarak “Ayrılyanımızdan. Sen
bizden değilsin”” buyurur.[263]
Hz.
Peygamber’in bu şekildeki tepkisinin nedeni gerçekten iman etmeyip o toplulukta
bulunan bir kişi olmasından dolayı veya Hz. Peygamber’in sözlerini inkâr
mahiyetinde söylemiş bulunduğundan dolayı olabilir. Hz. Peygamber’in
söylediklerini inkâr etmek en azından imanın yerleşmediğini gösterir.
Allah
Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), kendine olmadık eziyet ve işkenceler
yapan insanlara dahi beddua etmekten kaçınmış, bilakis onlar için Allah’tan af
ve mağfiret dilemiştir. Hatta kendisinden bazı müşrikler için beddua etmesi
istenilince “Ben lanet okuyucu olarak gönderilmedim; rahmet peygamber ’i
olarak gönderildim’” buyurmuştur.[264]
Fakat Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün emrine, sünnetine
uyulmadığı takdirde (sırf dini sâiklerle) bedduada bulunduğunu da görmekteyiz.
Bir defasında Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) yanında sol eliyle
yemek yiyen Büsr b. Râi’l ayr’a “Sağ elinle ye” buyurmuş, fakat Büsr de “sağ
elimle yiyemiyorum”” cevabını verince Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) da “yiyemez ol” demiş ve bundan sonra Büsr elini ağzına
götürememiştir.[265]
Tabiî
ki burada kasıtsız olarak sağ eliyle yiyemeyen birisine karşı bir beddua söz
konusu değildir. Zaten böyle bir durum İslam dininin temel ilkelerine ters
düşmektedir. Rivayetin devamında bildirildiği üzere Resûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)’ın, Büsr’ün gerçekten sağ eliyle yiyemediği için değil,
kibrinden dolayı böyle söylediği için beddua ettiğini görmekteyiz.[266] [267] Çünkü
kasıtsız olarak bu şekilde hareket özelde Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)’nün emrini hafife alma, genelde ise sünnete muhalefet etmek demektir.
Bir hadis-i şeriflerinde de Nebi (salla’llâhü aleyhi ve sellem) “Biriniz
yemek yiyeceğinde sağ eliyle yesin. Bir şey içtiğinde de sağ eli ile içsin.
Çünkü ancak şeytan sol eliyle yer ve içer'"" buyurmaktadır.
Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem), çok yönlü bir kişiliğe sahiptir. O
bir aile reisi, imam, bir komutan, alış-veriş yapan ve çarşı-pazarı denetleyen
bir tüccar ve aynı zamanda bir devlet başkanıdır. Nebi (salla’llâhü aleyhi ve
sellem), devlet başkanı sıfatıyla uygun görmediği zararlı davranışlarından
dolayı herhangi bir kimseyi istediği yere sürgün etme yetkisine de sahiptir.
Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), kendi yürüyüşünü ve bazı
hareketlerini taklit eden Hakem b. Ebi’l-As’a bedduada bulunarak kendisine öyle
olasın demiş, hakem de o günden sonra yalpalayarak yürür olmuş ve onu Taif’e
sürgün etmiştir. Hakem, Taif’te Hz. Osman (ra)’ın hilafetine kadar sürgün
kalmıştır.[268] Hz.
Osman (ra)’ın izin verme gerekçesi olarak Hakem b. Ebi’l-As’ın cezasının
tamamlanmasını dile getirdiği rivayet edilmiştir.[269]
Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in cezalandırması sürgünle kalmamış,
işlenen suçun büyüklüğüne göre ceza durumunda da artış olmuştur. Ureyne
kabilesinden bazı şahıslar sıtma hastalığına yakalanmış, bunun üzerine Allah
Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem) yakalandıkları bu hastalıktan
kurtulmaları için onları beytü’l-mal’a ait olan develerin otlatıldığı meraya
göndermiştir. Bu şahısların burada çobanı öldürüp irtidat ederek kaçmaları
üzerine Nebi (salla’llâhü aleyhi ve sellem), onlar üzerine bir birlik çıkarıp
katilleri yakalatarak hak ettikleri cezaya (ölüm) çarptırmıştır.[270]
Allah
Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün bu cezaları uygulamasındaki hedefi
İslam’ın ve ümmetin menfaat ve maslahatını gözetmektir. Verdikleri ahde ihanet
eden ve imandan sonra irtidat edip cinayet işleyen hainler cezayı hak etmişlerdir.[271]
İslamın
yeni yeni gelişmeye başladığı bir dönemde ihanetin karşılıksız kalmaması her
zamankinden daha çok önem arz etmektedir. Bir kişinin bile heder edilmesi İslam
için çok büyük kayıplara yol açacak ve ihanet İslam’a girme eğiliminde olanları
menfi yönde etkileyebilecektir. Bu hakikatten dolayı böylesine bir ihanetin
cezasız kalması düşünülemeyecektir.
Hz.
Peygamber’in yapılan harekete kızgınlığını şahsı uyararak ve tutumunun yanlış
olduğunu belirterek tepkisini ortaya koyduğu bir tutumunu kendisini ayıplayan
bir şahsa karşı görmekteyiz. Hz. Peygamber’e itaatin ve İslam’ın gereklerinden
birisi de sünnet olarak ortaya konan değerlere sahip çıkmak, bunların bütün
değerlerden üstün olduğunu kabul etmek ve sünneti küçük düşürücü tutum ve
davranışlardan uzak durmaktır. Bununla birlikte Allah Resûlü (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)’nün ortaya koyduğu sünnetten dolayı şahsını ayıplamamak da
Müslümanlığın bir gereğidir.
Rivayetlere
göre Hz. Peygamber’in çömelerek abdest bozduğunu gören birisi yanında bulunan
kişilere Bakın, kadın gibi küçük abdest yapıyor' diyerek Resûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)’ı ayıplamıştır. Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem),
bu sözleri duyunca bu ayıplamanın yersiz olduğunu belirtmiştir.[272] Netice
itibariyle Nebi (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nin bu fiili ashabına karşı
tuvalet âdâbını göstermek amacıyla yapmış olduğu bir harekettir. Allah Resûlü (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) her alanda ashabına her şeyi öğrettiği gibi bu âdâbı da
öğretmektedir.
Nesâî’nin
Sünen’ine hâşiye yazan Sindî, Hz. Peygamber’i ayıplayan bu kişinin münafık
olabileceğini söylemektedir. İsrailoğullarının idarecilerinin yaptığı gibi bu
şahıs ta Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nü ayıplayarak O’nu yapmış
olduğu iyi fiilden menetmek istemiş, bağırıp çağırarak kendi düşüncesine göre
yapılan işin edebe aykırı olduğunu belirtmiş ve kadınlar gibi çömelmiş diyerek
Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ın cehennem ehlinden olacağını
söylemiştir. Ama Hz. Peygamber’i bu şekilde ayıplayan kişinin Müslüman olması
durumunda ise Peygamber’in bu fiilininin cahiliye dönemindeki adetlere ters
düştüğünden ve ilk defa böyle bir fiili görüp garipsemesinden dolayı bu şekilde
davranmış olabileceği de söylenmiştir.[273]
Yaptığı
harekete darılarak o kişiyle belli bir süre konuşmadığı bir durumu eşleriyle
hacca giderken yaşanan olay sonucunda görmekteyiz. Eşlerinden Hz. Safiye’nin
devesinin çökmesi sebebiyle kervan durmak zorunda kalmıştır. Bu duruma üzülen
Hz. Safiye ağlamaya başlamış ve Hz. Peygamber, teskin etmeye çalışırken Hz.
Safiye’nin ağlamaya devam etmesine kızıp onu azarlamıştır. Ardından Hz.
Zeyneb’den devesinin birini Hz. Safiye (ra)’ye ödünç vermesini istemiş, ama Hz.
Zeyneb’in ise “Şu senin Yahudi (kızına) mı ödünç verecek mişim?”
şeklindeki cevabına öfkelenmiş ve Mekke’ye varıp da hacdan Medîne’ye dönünceye
kadar Hz. Zeyneb’le konuşmamıştır.[274]
Hz.
Peygamber’in çekip gitmesine bir örnek olarak da mescidde yaşanan bir vakıayı
zikredebiliriz. Hz. Peygamber davet edildiği bir Mescid’de başka birinin
izinsiz olarak ulu orta konuşmasına öfkelenerek kalkıp gitmiştir. Mescide davet
edenler ise bu duruma üzülerek birbirlerini kınamış ve gidip Hz. Peygamber’i
ikna ederek tekrar mescide getirip öğütlerini dinlemişlerdir.[275] Hz.
Peygamber’in burada olduğu gibi bazı durumlarda yaptığı sözsüz uyarı daha
etkili olabilmiştir. Nitekim bugünkü modern psikolojiye de sözsüz uyarılar,
sözlü olan uyarılara göre daha etkilidir.[276]
Allah
Resûlu (salla’llâhü aleyhi ve sellem), niyetleri sünnete uymak olduğu halde
verdiği emirleri geciktirenlere karşı da sitem etmiştir. Allah Resûlu (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) bir defasında ashabına gazveye çıkmalarını emrettiğinde
Abdullah b. Revaha (ra), öğle namazını Allah Resûlu (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) ile beraber kılmak, şefaate sebep olur arzusu ile O’nunla selamlaşıp
duasını almak için gazveye gecikmiştir. Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem),
ona gazveye zamanında giden Sahabenin fazilette kendini fazlasıyla geçtiğini,
yeryüzündeki her şeyi infak etse onların ecrine ulaşamayacağını, dolayısıyla
emrine zamanında uymamanın ne kadar büyük kayba sebep olabileceğini ince bir
serzenişle bildirmiştir.[277]
Hz.
Peygamber’in seslenişine her şeyi bırakıp hemen karşılık vermek Sahabenin
mükellef olduğu görevlerindendir. Ashabdan Ebû Saîd el-Muallâ (ra), bir gün
mescide namaz kılarken Hz. Peygamber kendisini çağırmış, fakat namazda olduğu
için bu çağrıya hemen icabet etmemiş ve namazını bitirip Allah Resûlü (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)’nün yanına geldiğinde Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) neden kendisine cevap vermediğini sorduğunda el- Muallâ (ra) “Namaz
kılıyordum Ya Resûlullah'’” cevabını vermiştir. Bunun üzerine Allah Resûlü (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) “Allah Teala ‘Ey iman edenler! Allah ve Resûlü size hayat
verecek hakikatlere sizi dâvet ettiğinde ona icabet edin’[278]
buyurmadı mı?” diyerek bu hareketini hoş karşılamamıştır.[279]
Hz.
Peygamber’in bir kimseyi çağırması halinde hemen karşılık verilmesi gerektiğini
belirten yukarıdaki ayet-i kerime ve hadis, âlimler tarafından farklı
şekillerde algılanmıştır.[280]
Burada
sahabinin geç cevap vermesinden dolayı Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)’ın uyarısı emrin derhal yerine getirilmesi gerektiğini göstermektedir.
Bir kimsenin meşguliyeti ne olursa olsun Peygamberin çağrısına kulak vermesi
gerekir. Buradaki kastedilen emir her çağırana namazda iken cevap vermek değil,
Hz. Peygamberin her çağrısına cevap vermek şeklindedir. Allah Teala namazda
iken konuşmayı yasaklamış, sonra namazda Peygamber’in çağrısına karşılık vermek
bundan istisna edilmiştir. Bundan dolayı namazda iken Peygamber’in çağrısına
kulak vermek namazı bozmaz denmiştir. Şafii ve bazı âlimlerin görüşü budur.
Bazı Şafiî ulemasına göre ise cevap vermeden dolayı namazın bozulması
muhtemelse de cevap vermek vaciptir.[281]
Allah
Resûlu (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün öfkelenmesi neticesinde tehditte
bulunduğu durumlarda mevcuttur. Kur’anı Kerim başkalarının evine izin istemeden
girilmemesini bildirmiş,[282] Hz.
Peygamber de bu yönde tatbik etmiştir. Bir defasında Allah Resûlu (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) taranırken izinsiz olarak kendisini kapı deliğinden izleyen
bir kişiye “ Senin baktığını görseydim, şunu (tarak) gözüne sokardım’”
buyurmuştur.[283]
Yapılan hareket çirkin bir hareket olduğu için Allah Resûlu (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)’nün tepkisi de sert olmuştur. Zira aile mahremiyeti, uygunsuz
bir hali... vs gibi durumlar olabilir. Allah Resûlu (salla’llâhü aleyhi ve
sellem), bu hallerden dolayı “izin isteme, ancak bakmaktan(alıkoyması için)
dolayı kılınmıştır' buyurmuştur.[284]
Hz.
Peygamber, yasak olduğu halde haram ayda savaş yapan Abdullah b. Cahş (ra)’a
kızmış ve getirmiş olduğu ganimetleri almayarak tepkisini ortaya koymuştur.[285]
Fazla
ve yersiz soru sormak ta Hz. Peygamber’i öfkelendirmiştir. Nitekim bir
hadisinde geçmiş ümmetlerin, peygamberlerine çok soru sormaktan ve onlara
ihtilaf etmelerinden dolayı helaka uğradıklarını bildirmektedir.[286]
Bir
defasında Sahabeden bazılarının çok soru sorması ve bazı şeylerin
açıklanmasında ısrar etmeleri üzerine Allah Resûlu (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) öfkelenerek minbere çıkmış ve “Bugün bana ne sorarsanız sorun,
muhakkak ki size cevap vereceğim”” diyerek üzüntüsünü dile getirmiştir. Hz.
Peygamber’in bu halini gören Sahabe de son derece üzülmüş ve başlarını yere
eğerek ağlamışlardır.[287]
Bir
problemin çözümü için veya bir konuda bilgi almak için edeb sınırları
içerisinde soru sormanın herhangi bir sakıncası olmasa gerektir. Burada
özellikle “fazla ve yersiz” soru sormaya dikkat çekilmiştir.[288] [289] Nitekim
“Her kim öğrendiği bir ilim kendisine sorulur da o kişi saklarsa, kıyamet
günü ona ateşten bir gem vurulur”'" hadisi de soru sorma
yasağının umumî olmadığını göstermektedir.
Peygamberlerin
dışında hiçkimse ismet sıfatını haiz değildir. Sahabenin içerisinde de insan
olmalarının gereği olarak hata yapanlar olabilmiş ve Hz. Peygamber’e karşı
olumsuz tutum ve davranışlarda bulunabilmişlerdir. Sahabe’nin Hz. Peygamber’e
karşı sergiledikleri saygı sınırlarını aşan tutum ve davranışlarını kendi
arasında iki grupta incelemek gerekir. Buraya kadarki ele almış olduğumuz
rivayetlerde Sahabi şuurunu taşıyanlar diye tanımladığımız, Hz. Peygamber’in
nebevi atmosferinden istifade etmiş, O (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nun
tasarruflarını kavrayabilmiş olan şahısların, sergilemiş oldukları yanlış tavır
ve davranışlarında, Kur’an-ı Kerim tarafından veya Hz. Peygamber tarafından
uyarıldıklarında veyahut ta kendileri farkına vardıklarında bu tutum ve
davranışlarında ısrarcı olmadıkları ve hemen bu yanlış hareketlerinden vazgeçip
af dileme yoluna başvurdukları görülmektedir. Fakat Sahabi toplululuğu
içerisinde kabul edilmekle beraber, kabile reislerinin Müslüman olmasıyla
birlikte İslam’a girmiş ve zamanla İslam’a ısınabilme eğiliminde olan ya da
yeni Müslüman olup da henüz eski adetlerini tam olarak bırakamayan Bedevî diye
tanımladığımız şahıslar, önceki hayat tarzları gereği katı ve sert tutum ve
davranışlarını Müslüman olduktan sonra da sergileyebilmişlerdir. Hz.
Peygamber’e karşı saygı sınırlarını zorlayan tutum ve davranışlar genellikle bu
Bedevî diye adlandırdığımız O (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nun terbiyesinde
yetişmemiş, Allah Resulü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nü yeterince
tanıyamamış ve tasarruflarını ilk etapta kavrayamamış olan zümre tarafından
sergilenmiştir. Yukarıda da belirtildiği gibi bu kimseler İslam’a yeni girmenin
ve eski câhilî adetlerinden henüz kurtulamamanın yansıması olarak Hz.
Peygamber’e
karşı saygı sınırlarını aşan tutum ve davranışlarda bulunmuşlardır. Hz.
Peygamber, bunlara karşı uygulamış olduğu geniş müsamaha ve hoşgörü sayesinde
Bedevî topluluğundaki şahıslardan büyük bir kısmınının kaba tutum ve
davranışlarını zamanla izâle etmiştir.
İKİNCİ
BÖLÜM
HZ.
PEYGAMBER’E MÜŞRİK, MÜNAFIK VE EHL-İ KİTAP TARAFINDAN YAPILAN SAYSISIZLIKLAR,
DÜŞMANCA TUTUM VE DAVRANIŞLAR
A. FİİLİ
YAPILAN DÜŞMANCA TUTUM VE DAVRANIŞLAR
1.
HZ. PEYGAMBER’İ ÖLDÜRME TEŞEBBÜSLERİ
Müşrik,
Allah’a ortaklar koşan ve onu inkâr eden kimse demektir.[290] Kur’an-ı
Kerimde müşriklerle ilgili olarak puta tapan cahiliye müşriklerinin Allah’a
şirk koşarak inandıkları,[291] taptıkları
putların kendilerini Allah’a yaklaştıracağını[292] ve
kendileri için Allah katında şefaatçi olacaklarını zannettikleri[293] bildirilmiştir.
Hâlbuki Kur’an, putların kendilerine hiçbir faydasının olmadığını[294] ve
putların kıyamet günü kendine tapanları şikâyet edecekleri,[295] yüzüstü
bırakacakları,[296]
putların müşriklerle birlikte cehenneme yakıt olacakları,[297] müşriklerin
cehennemde ebedi kalacaklarını[298] haber
vermektedir.
Hz.
Peygamber’e karşı fırsat buldukları zamanlarda her türlü sözlü ve fiili
saldırılardan vazgeçmeyen Müşrikler yaptıkları hakaretlerin, ambargonun,
iftiraların ve karalama kampanyalarının sonuç vermemesi üzerine son çare olarak
Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ın vücudunu ortadan kaldırmaya
çalışmışlardır. Mekke’de zulümlerin iyice artmasıyla beraber Allah’ın emriyle
Müslümanlar, Medîne’ye hicret etmişlerdir. Müslümanların göç etmesi ve
beraberinde Medineli Ensar’ın onlara kucak açmasıyla telaşa kapılan müşrikler,
Hz. Peygamber’in de hicret edip güçlenerek kendilerine karşı savaşıp başlarına
geçeceği korkusuyla harekete geçmişlerdir.
Hz.
Peygamber’i ortadan kaldırma teşebbüsüne ilk adımın bu dönemde atıldığını
görmekteyiz. Müslümanların hicretle birlikte genişlemesinden rahatsız olan
müşrikler derhal Dâru’n-Nedve’de toplanma kararı almış, toplantıda sunulan
çözüm yollarının içerisinde Ebu Cehil’in ortaya attığı fikir olan Hz.
Peygamber’in öldürülmesi fikrinde karar kılınmıştır.[299] Cebrail
(as), müşriklerin aldığı bu karardan Hz. Peygamber’i haberdar ederek yapması
gerekenleri bildirmiş, Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem) de gerekli
önlemleri alarak hareket etmiştir. Müşrikler tarafından alınan bu karar
uygulamaya geçmiş, müşrikler Hz. Peygamber’i hicret boyu öldürmek için uğraşmış
fakat muvaffak olamamışlardır. Medine’ye Hicret boyunca çeşitli mucizeler vuku
bulmuş ve Allah Teala, Resûl (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ünü korumuştur.[300]
Hz.
Peygamber, Medine’ye ulaştığında Medine Site İslam Devleti’ni kurarak,
etraftaki kabilelerle antlaşma yapmıştır. Müşriklerin, etraftaki Yahudi
kabilelerini Müslümanlara karşı kışkırtması, Medine’de ortaya çıkan Münafık
zümresiyle[301]
işbirliği yapmaları gibi saldırgan tutum ve davranışlarına devam etmeleri
Bedir savaşının çıkmasını netice vermiştir. Cihad izninin verilmesiyle[302] müşriklerle
Bedir savaşı yapılmış ve savaş Müslümanların zaferiyle sonuçlanmıştır.
Bedir
savaşının Müslümanların zaferiyle sonuçlandığını öğrenen ve kahrolan Medineli
Yahudi olan Ka’b b. Eşref,[303] yanına
almış olduğu kırk adamıyla Mekke’ye gelmiş ve Ebu Süfyan ile Hz. Peygamber’i
öldürmek için karşılıklı yeminleşmişlerdir.[304] Ka’b,
bununla birlikte Mekke’de kaldığı müddetçe insanları Resûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)’ın aleyhine kışkırtmış, şiirler söyleyerek Allah Resûlü (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)’nü hicvetmiştir.
Cebrail
(as), Ebû Süfyan’la Ka’b’ın yaptığı bu antlaşmayı Hz. Peygamber’e haber
verdiğinde Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) “Allah’ım! Beni Ka’b b.
Eşreften kurtar. O hem kötülüğü açığa vurmakta hem de yaymaktadır” diyerek
bedduada bulunmuştur.[305]
Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), bu bedduayla birlikte şairi
olan Hassan b. Sabit (ra)’i Ka’b’ın şiirlerini sabote etmek üzere
görevlendirmiş, bunun üzerine Hassan b. Sabit (ra), Kab’ın Mekke müşriklerini
tahrik eden ve Hz. Peygamber’in aleyhinde söylediği şiirlerine cevap verip
ipliğini pazara çıkarmıştır. Ka’b’ın, kaldığı evin sahibinin karısı olan
Atike’ye karşı tavırlarını da ortaya dökünce Ka’b, pılını pırtısını toplayıp
sığınacak kapı aramış, işin çıkmaza girdiğini görünce de Medine’ye geri
dönmüştür.[306]
Mekke’de
tutunamayan Ka’b, Medine’ye dönünce de şiir ve sataşmalarına devam etmiş ve
Müslümanların kadınlarını da diline dolamasıyla[307] haddini
aşan Ka’b’ın Hz. Peygamber’e karşı küfründen sonra Resûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem), “Beni ve Ashabı’mı Ka’b’ın elinden kim kurtarır ve
cezasını verir” buyurmuş, Sahabe’den Muhammed b. Mesleme (ra) de vazifeyi
üzerine almıştır. Muhammed b. Mesleme (ra), yanına aldığı yardımcıları ile
birlikte Ka’b’ı kaldığı kalede öldürmüştür.[308]
Yahudi
kabileleri Ka’b’ın öldürülmesinden çekinip benzerinin kendi başlarına da
gelebileceğinden korkmuşlar, Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem),
onlara geçmişte Ka’b’ın işlediği söz ve fiilleri hatırlatarak onları bir
antlaşmaya çağırmış ve bir antlaşma metni yazılmıştır.[309] Ka’b’ın
öldürülmesi ağır bir tesir bırakmıştır ki aralarında daha önce var olup ta
çiğnenen antlaşma yenilenmiştir. Fakat İslam aleyhine çalışmaya tekrar devam
etmeleri onların yeni antlaşmayı iyi niyetlerinden değil de korktukları için
yaptıklarını göstermektedir.
Ka’b
b. Eşref’in öldürülmesi ilk anda bir aldatma görülse de işin içerisinde bir
hakikat vardır ki; İbn Eşref, diğer Yahudiler gibi Benî Nadir’le yapılan
antlaşmaya dâhil bir antlaşmalıdır. Nadir Oğullarının başı olması
münasebetiyle, Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nü hicvetmesi,
Müslümanların düşmanlarıyla işbirliği yapması, müşrik ölüleri için yas tutması,
onları Müslümanlara karşı kışkırtması antlaşmayı bozup kanını heder ettiğinin
bir delilidir. Kab’ın yakını olan ve güvendiği kimselerle aldatılıp öldürülmesi
ise harp durumunda caiz olan bir hareket olup Hz. Peygamber’in izniyle
gerçekleşmiştir.[310]
Kureyş
müşrikleri, Bedir’de uğramış oldukları hezîmetin intikamını almak için Uhud’a
büyük bir heyecan ve kinle çıkmışlardır. Savaş öncesi Resûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)’ı gördükleri yerde öldüreceklerine dair yeminleşen şahıslar
Uhud savaşında Müslümanların bozulmaya başlaması üzerine cesaretlenerek Allah
Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ne karşı saldırıya geçmişlerdir. Bu
kişilerden birisi olan Übey b. Halef, atını mahmuzlayarak “Muhammed nerede?
Gelip benimle çarpışsın” diye naralar atmaya başlamış, daha sonra Hz.
Peygamber’i fark ederek atını O’na doğru sürmüş, Übey’in önünü kesmek isteyen
Sahabe’ye ise Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), müsaade etmemiştir.
Übey, Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ne karşı “Sen kurtulursan,
ben kurtulmayayım’” diye bağırarak gelirken Resûlü Ekrem (salla’llâhü
aleyhi ve sellem), Haris b. Sime (ra)’nin mızrağını alarak etrafındakilere dağılmalarını
emretmiş, O’nun bu halini gören Übey, korkup kaçmaya yeltenirken Hz.
Peygamber’in fırlattığı Mızrak’ın darbesiyle boynundan bir yara alınca,
arkadaşları onu alarak çadıra götürmüşlerdir. Übey, bir taraftan yarasının
acısıyla inlerken; bir taraftan da “Muhammed beni öldürdü”” diye
bağırırken, arkadaşları yarasının çok hafif olduğunu söylediklerinde Übey “O
(Muhammed) bana, Mekke’deyken seni ben öldüreceğim31 demişti. Vallahi o benim
üstüme sadece tükürse bile yine beni öldürür”” diyerek cevap vermiştir.
Gerçekten de Ubey, Mekke’ye varmadan Şerif denilen yerde almış olduğu yaradan
dolayı ölmüştür.[311] [312]
Hz.
Peygamber’i öldürmek için yeminleşenlerden bir diğeri olan Utbe b. Ebî Vakkas
ise Aşere-i Mübeşşere’den olan ve ok atarken Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi
ve sellem)’nün “Anam babam sana feda olsun”” dediği meşhur sahabi Sa’d
b. Ebî Vakkas (ra)’ın kardeşidir.[313] Resûlullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ın aleyhinde yaptığı propaganda ve hicivli
sözlerle yetinmeyen Utbe, kinini savaş meydanına kadar taşımıştır. Uhud’da daha
önce de ifade edildiği gibi Sahabe’nin dağılmaya başladığı anda Hz. Peygamber’i
öldürmeye yeminleşen müşriklerden İbn Kamia ve İbn Şihab kılıçla Resûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)’a saldırırken Utbe, yerden aldığı taş parçasını Allah Resûlü (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)’nün yüzüne fırlatmış ve dudak ve alnını yaralayıp dişini
kırmıştır.[314]
Allah
Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), mübarek dişi kırıldığında Utbe’ye
bakarak “Yılına erişemesin”” diye bedduada bulunmuştur. Sa’d (ra),
kardeşinin Hz. Peygamber’i yaraladığını duyunca büyük üzüntü duymuş ve “Vallahi
hiç kimseyi öldürmeye hırsım, Utbe’yi öldürmeye olan hırsım kadar değildir”
diyerek düşman saflarına saldırmıştır.[315] Sa’d
(ra), bir ara müşrik saflarında kardeşini görünce, düşman saflarını yarmak için
iki defa hücum etmiş, ikisinde de safları yarmış fakat Utbe’yi gözünden
kaybetmiş, üçüncü defa dalışında ise Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve
sellem), “Ey Allah’ın kulu! Sen ne yapmak istiyorsun? Sen kendini öldürtmek
mi istiyorsun?” diyerek engellemiştir.[316]
Allah
Resûl (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nü kendi canlarından aziz bilen Sahabe, O (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)’nun kılına zarar gelmesine dayanamamış, Resûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)’a zarar veren kişi kardeşi dahi olsa onu öldürmekten
çekinmemiştir. Hz. Peygamber’in, etrafında sevgi halkası oluşturmuş olan Sahabe
tarafından doruk noktada sevilip sayıldığı kadar tarihte başka hiçbir şahıs
sevilip sayılmamıştır.
Hz.
Peygamber’in yüzünün kanadığını gören Sahabe’den Hatib b. Ebî Beltea (ra), bunu
Utbe’nin yaptığını öğrenince peşine düşmüş ve onu öldürmüştür.[317]
Hz.
Peygamber’i öldürmeye kararlı şahıslardan bir diğeri olan İbn Kamia da diğer
arkadaşları gibi savaş esnasında Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’a
saldırmış, fakat Mus’ab b. Ümeyr (ra)’i Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) zannederek şehid etmiştir. İbn Kamia’nın, Hz. peygamber’i öldürdüğünü
zannederek “Muhammed’i öldürdüm”” diye bağırması Uhud’da Sahabe’nin bir
ara dağılmasına sebep olmuştur. Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem),
İbn Kamia’nın, Mus’ab (ra)’ı şehit ettiğini görünce “Allahım, ibn Kamia’yı
zelil eyle”” diye bedduada bulunmuştur.[318]
Allah
Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nü şehid edemediğini anlayan İbn Kamia,
Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’a hırsla saldırarak kılıcını
indirdiğinde Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), sendeleyerek
arkasındaki çukura düşmüş ve böylelikle İbn Kamia’nın kılıcı tam hedefini
bulamamıştır. Fakat kılıcın darbesiyle Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)’ın sağ omuzu ile elmacık kemiği yaralanmış, parçalanan miğferinin iki
halkası yanağına batmıştır.[319]
Resûlullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem)’a karşı kininden dolayı yaşlı olmasına rağmen
Hz. Peygamber’i öldürtmeye yeltenenler de olmuştur. Yaşlı bir kadın olan
Ümmü’l- Kırfe[320]
Benî Fezare kabilesinin lideri ve Hz. Peygamber’i öldürmeye yemin
etmiş bir kişidir. Kininden dolayı Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün
Kâbe yakınlarında otlamakta olan yirmi devesine baskın yapıp sürdürmüş ve aynı
zamanda Sahabe’den Ebu Zerr el- Ğıfârî (ra)’nin oğlunu da şehid etmiştir.
Ashab’tan
Zeyd b. Harise (ra) ve arkadaşları ticaret için Şam’a giderken Benî Fezare
kabilesinden bir gurup, onlara saldırmış ve kafilenin mallarını yağmalayarak
bazı kişileri de şehid etmiştir. Daha sonra yaralı olarak kurtulan Zeyd b.
Harise (ra) komutasında Beni Fezare kabilesine yapılan seferde Müslümanlar
galip gelmiş, Ümmü’l-Kırfe’nin çocukları bu savaşta öldürülmüş ve Ümmü’l-Kırfe
de yakalanmıştır. Araplar arasında meşhur olan şöhret ve makamı kaybolunca Hz.
Peygamber’e küfretmeye teşebbüs edince, Zeyd b. Harise (ra)’nin emriyle Allah
Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ne küfrüne karşılık olarak ölüm cezası
tatbik edilmiştir.[321]
Hz.
Peygamber’in yaralanması, saldırıya uğraması ve kanının akıtılmaya çalışılması
gibi eylemlerin benzerleri beşer tarihinde daha önce de yaşanmıştır. Bu
eylemlerin en feci olanı ise Peygamberlerin katlidir. Nitekim tevhide düşman
olan ve inanmamakta direnen kavimler Hz. Zekeriya (as)’ı içine sıkıştırdıkları
bir ağacın kabuğuyla beraber kesmiş, Hz. Yahya (as)’nın ise başını kopararak şehid
etmişlerdir.[322]
Bir
kısım insanlar da Hz. Peygamber’i öldürmeye teşebbüs ederken, gördükleri
mucizenin tesiriyle iman etmişlerdir. Safvan b. Ümeyye ile Hz. Peygamber’i
öldürmek üzere anlaşarak Medine’ye gelen Umeyr b. Vehb, Hz. Peygamber’in
karşısına çıktığında Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ın ona “Sen
Safvan’a şunları söyledin. Safvan da sana şunları söyledi” diyerek yaptığı
açıklama karşısında Umeyr “Bizim konuştuklarımızı duyan olmamıştı”
diyerek Müslüman olmuştur.[323]
Nitekim
Uhud savaşında öldürülen babasının hıncıyla Huneyn’de Hz. Peygamber’i öldürmek
isteyen Şeybe b. Osman, Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün
sağından ve solundan yaklaşmaya çalışmış, fakat Hz. Abbas ve amcasının oğlu Ebu
Süfyan b. Haris tarafından durdurulmuştur. Hz. Peygamber’in arkasından yaklaşan
Şeybe, tam kılıcını indirmek üzereyken Hz. Peygamber ile aralarında aniden ateş
yalımı peyda olmuş, kendisini yakacağını zanneden Şeybe geri çekilmiş ve O’nun
Allah tarafından korunduğunu anlamıştır. Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)’nün yanına çağırarak ona dua etmesiyle Müslüman olan Şeybe, düşmana
karşı savaşmaya başlamıştır.[324]
Hz.
Peygamber’in alenî olarak vücudunun ortadan kaldırılmaya yönelik Münafık,
Müşrik ve Ehl-i Kitap zümrelerinin başvurduğu ikinci yol Hz. Peygamber’e
suikast teşebbüsü olmuştur. Hz. Peygamber’in Medîne’ye gelmesiyle münafık
olarak adlandırılan, Evs ve Hazrec kabilelerinden çıkar kaygısı, korku gibi
nedenlerle samimi olmayıp Müslüman gözüken Medineliler olmuştur.[325] Zira
bir düşünce, dava, ideoloji başarıya ulaştığı zaman nifakın ortaya çıkması söz
konusudur. Münafığın baş silahı olan nifak, Müslümanların güçsüz oldukları
Mekke’de değil, Medine’de etkili olmaya başlamıştır.[326]
Münafık
inanmadığı halde kendisini mümin olarak gösteren kimse demektir. Bu kelimenin “
Tarla faresinin bir tehlike anında kaçmasını sağlamak için yuvasına
hazırladığı birden fazla çıkış noktasının yakalanmaya çalışıldığında birinden
girip diğerinden çıkması" şeklindeki kök manasından hareketle münafık
da “Dinin bir kapısından girip diğerinden çıkan çift karakterli şahsiyet”
olarak tanımlanmıştır. Münafık inanç noktasında kendisine iki çıkış yolu
koymuş, bunlardan biri Müslüman olduğunu açıklaması; diğeri de kâfir olduğunu
gizlemesidir.[327]
İnanç
açısından bakıldığında Medine’de Müslüman Araplar, Müşrik Araplar ve Ehl-i
kitap olan Yahudilerle, az sayıda Hıristiyanlardan oluşan üç zümre mevcuttu.
Fakat Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün Medine’ye hicret ederek
orada devlet reisliği pozisyonunu elde etmesiyle münafık zümresi oluşmuştur.
Dolayısıyla bu topluluğun oluşmasındaki en önemli etken Allah Resûlü (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)’nün Medine’de kazandığı siyasi nüfuz ve siyasi hâkimiyettir.[328]
Medine’de
oluşan bu münafık zümresinden ömrünün sonuna kadar nifak içerisinde kalanlar
fırsat buldukça Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün Medine’ye
hicretinden itibaren her türlü itham, iftira, alay, suikast... vb, kötü
muameleleri yapmaktan geri kalmamışlardır.
Nifak’ın
zirve noktaya ulaştığı Tebük seferinde de her türlü entrikaya karşı
istediklerini elde edemeyen münafıklar artık iyice aşağılaşarak sefer dönüşü
Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’e karşı suikast teşebbüsünde
bulunmuşlardır. Zira onlar bu kadar nifaktan sonra Allah Resûlü (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)’nün kendilerine karşı bugünden sonra ciddi tedbirler
alacağını çok iyi bildiklerinden çareyi Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)’ın vücudunu ortadan kaldırmakta görmüşlerdir. Beyhakî’nin belirttiğine
göre bu suikastı tasarlayanlar oniki kişidir.[329] İbn
Kesir, bu oniki kişinin isimlerini vermektedir.[330]
Münafıkların
teşebbüs edip de gerçekleştiremedikleri suikast şu şekilde cereyan etmiştir:
Tebük savaşından dönüşte dar bir boğazdan geçilirken, orduya daha geniş bir yerden
geçmelerini haber veren Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem),
kendisinin ise bu dar boğazdan geçeceğini bildirmiştir. Böyle bir anı bekleyen
münafıklar, maskelerini takarak kritik bir mevkîye yerleşmişlerdir. Fakat Allah
Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), bu suikasttan ilahi uyarı neticesi
haberdar olmuş ve münafıkların suikast yapmalarına fırsat vermeden onları
dağıttırmıştır. Münafıkları dağıtma emrini alan Huzeyfetü’l-Yemânî (ra),
sopayla üzerlerine saldırınca maskeli münafıklar tanınmamak için ordunun içine
kaçışmışlardır.[331]
Başka
bir rivayete göre ise Münafıklar, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’i,
devesinin üzerinde uyumuş halde giderken düşürüp boynunu kırdırarak öldürmeyi
tasarlamışlardır.[332] Onların
kendi aralarındaki bu konuşmalarını duyan Huzeyfetü’l- Yemânî (ra), onlarla
devesinin üzerinde uyuyan Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün
arasına girip sesini yükselterek Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ı
uyandırmıştır. Nebi (salla’llâhü aleyhi ve sellem), bu kimselerin kimler
olduğunu sorduğunda Huzeyfe (ra), isimleriyle birlikte münafıkları söylemiş,
bunun üzerine Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Huzeyfe (ra)’ye bu
kişileri kimseye söylememesini bildirmiştir.[333] Bir
başka rivayette ise bu suikast teşebbüsünde bulunanların münafıklar olduğu ve
isimlerini Huzeyfe (ra)’ye Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün
söylediği bildirilmektedir.[334] Münafıkların
bu amaçlarına ulaşamadıklarını nazil olan ayet-i kerime de bildirmektedir.[335]
Suikasta
teşebbüsün ertesi gününde münafıkların bu kötü muameleri ordu içerisinde
duyulunca Sahabe, münafıkların cezalandırılmasını, hatta Useyd b. Hudayr (ra)
gibi bazıları da idam edilmelerini istemiştir. Fakat Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)’in Kelime-i Tevhîd’i söyleyen herhangi bir kimsenin
öldürülemeyeceğini bildirmesi üzerine ordu sakinleşmiştir.[336]
Görüleceği
üzere Hz. Peygamber, aradaki insan faktörünün yardımıyla suikasttan
kurtulmuştur. Hz. Peygamber, ilahi koruma altında olmakla birlikte kendisi de
hayatı boyunca tedbire riayet etmiştir. Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve
sellem), hayatı boyunca tehlikelerden ilahi ihbar alarak korunmamış, kimi zaman
burada olduğu gibi beşer vasıtasıyla haberdar olmuş, kimi zaman da tedbirini
alıp tecrübesini kullanarak hareket etmiştir.
Allah
Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), vahiy yoluyla münafıklar hakkında kısmen
bilgilendirilmiş olsa da[337]
onlara karşı tedbir almakla birlikte ayrı bir statü belirlememiştir.
Onlara karşı gösterdiği sabır, müsamaha ve ihtiyat esasına dayanan
stratejisiyle, onların müşrikler safına geçmesini önleyerek vahdeti korumuş ve
bir topluluk oluşturup teşkilatlanmalarını da engellemiştir.[338]
Münafıklar
tarafından girişilen bu teşebbüsün yanında Yahudilerin de Hz. Peygamber’e karşı
buna benzer teşebbüsleri vuku bulmuştur. Medine’de bulunan üç büyük Yahudi
kabilesinden biri olan Nadir Oğulları Hz. Peygamber’e karşı ilk suikastı tertip
eden Yahudi kabilesi olmuştur. Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem),
ashabıyla birlikte aralarında daha önceden yapılmış olan antlaşma (Medine
anayasası) gereği, Âmr b. Ümeyye’nin öldürmüş olduğu iki kişinin diyetini
istemek için Benî Nadir yurduna gitmiştir.[339]
Yahudiler
ashabıyla birlikte Hz. Peygamber’i bir binanın gölgesinde “Siz şöyle bir
otura durun, biz sizin istediğiniz yardımı yapar ayrıca size yemek de ikram
ederiz1” diyerek ağırlamak istemişlerdir. Yahudilerin bu şekilde
karşılayışları Hz. Peygamber’e suikast için bir ön adım olmuştur. Resûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)’ın böyle küçük bir birlikle yurtlarına gelmesini fırsat bilip
onu öldürmek isteyen Benî Nadir kabilesinin üyeleri bir bahaneyle Hz. Peygamber
(salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in yanından ayrılmış ve aralarında istişare
ederek[340] Hz.
Peygamber’in bulunduğu binanın damına aralarından birisinin çıkarak Allah
Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün tepesine taş yuvarlayıp öldürmesini
kararlaştırmışlardır. Amr b. Cahhaş adlı bir münafık, bu vazifeyi üzerine alıp
binanın damına çıktığı bir esnada Yahudilerin suikastı Allah tarafından
kendisine haber verilen Hz. Peygamber, hiçbir şey söylemeden yerinden kalkıp
hızla oradan uzaklaşarak Medine’nin yolunu tutmuş, beraberindekiler de O’nu
takip etmişlerdir.[341]
İlahî
ihbar neticesinde Yahudilerin suikastı başarısız olmuştur. Kur’an-ı Kerim’in
haber verdiği Yahudi tiplemesine bakıldığında, Yahudilerin Allah Resûlü (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)’ne karşı bir suikast teşebbüsünde bulunmaları eskiden beri
yapa geldikleri adetlerden olduğu görülmektedir. Çünkü onlar ayet-i
kerime’lerin bildirdiğine göre kendi Peygamberlerini dahi öldürmekten
çekinmemişlerdir.[342]
Benî
Nadir’in bu ihaneti cezasız kalmamış ve Benî Nadiroğulları Medine’den
sürülmüşlerdir.[343] Nadir
Yahudileri Hz. Peygamber’e suikast teşebbüsünde bulunma, Medine antlaşmasını
tek taraflı bozma, müşriklerle işbirliği yapma gibi ihanetlerinin cezası olarak
Medine’den sürülmüştür. Carl Brockelmann gibi bir oryantalistin, Hz.
Peygamber’in önemsiz bahanelerle Kaynuka ve Nadir Yahudilerini Medine’den
çıkardığı iddiası insaf ölçülerine sığmamaktadır.[344] Burada
görüleceği üzere Nadiroğullarının sergilediği tutum ve davranışlar önemli
derecede yapılmış olan ihanetlerdir. Bu hadise sebebiyle nazil olan ayet-i
kerime’de Allah Teala şöyle buyurmuştur: “Ey iman edenler! Allah’ın size
olan şu nimetini hatırlayın: Hani bir topluluk size el uzatmaya, sizi öldürüp
yok etmeye teşebbüs etmişti de O, bunların ellerini size zarar vermekten menetmişti.
Allah’ın hukukuna haksızlık etmekten sakının! Müminler yalnız Allah’a
dayansınlar.'”[345]
Müslümanların
Bedir’deki zaferi, suçlu olan Benî Kaynuka’nın Medine’den sürülmeleri Nadir
Oğullarını hem bir kıskançlığa hem de endişeye sevk etmiştir. Hz.
Peygamber’in
adaleti uygulama noktasındaki hassasiyetinden dolayı Yahudilerin yaptığı bazı
suçlara karşı önlem alması Benî Nadirin sabrını hepten taşırmıştır.[346]
Hz.
Peygamber, meydana gelen hadiseler karşısında adaletin gerektirdiği şekilde
hüküm vermesi, bulunduğu devirdeki yaklaşık bütün topluluklarda egemen olan
asabiyetin neden olduğu zulmü ortadan kaldırmış ve toplum üzerinde önemli
tesirler icra etmiştir. Bununla birlikte Hz. Peygamber’e inanmayan kesimler de
bu durumdan devamlı rahatsız olmuş ve ayak diremeye çalışmışlardır.
2.
HZ. PEYGAMBER’İN DAVET
MEKTUBUNA KARŞI SAYGISIZLIK
Kendisinden
önce gönderilen Peygamberler gibi bir kavme, kabileye mahsus olmayan Allah
Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün yapmış olduğu davet umumidir ve hitab
alanı tüm insanlıktır. Bu hususu açıklayan ayet-i kerimelerden birinde şöyle
buyrulmaktadır: “Ey Resûlüm, Biz seni bütün insanlığa rahmetimizin
müjdecisi, azabımızın uyarıcısı olarak gönderdik, lâkin insanların ekserisi
bunu bilmezler.”[347]
Hicretin
yedinci senesindeki Hudeybiye antlaşması sonrasında İslam daveti adına müsait
bir ortam oluşmuştur. Zira antlaşma gereği müşriklerle on yıl savaş
yapılmayacaktır. Bu zamanı fırsat bilen Hz. Peygamber, İslâm’ı duyurmak adına
çevre hükümdarlara davet mektupları göndermiştir.
Bu
vesileyle ashabdan Abdullah b. Huzafe (ra)’yi İran Kisrası Hüsrev Perviz’e,
Hatıb b. Ebî Beltaa (ra)’yı Mısır Firavunu Mukavkıs’a, Salit b. Amr (ra)’ı
Yemame valisi Havza b. Ali’ye, Şuca b. Vehb (ra)’i Gassan Meliki Münzir b.
Haris b. Ebî Şemir’e, Amr b. Ümeyye ed-Demrî (ra)’yi Habeş Necâşîsi Ashame’ye
ve Dıhyetü’l-Kelbi (ra)’yi Rum Kayser’i[348] Heraklius’a
göndermiştir.[349]
Hz.
Peygamberin dine davet amaçlı gönderdiği elçilerin tamamı İslâm’î konuları
özümsemiş, dini hükümleri titizlikle eda eden, halim selim, güzel konuşan,
belağat sahibi kimselerdir.[350] Dolayısıyla
Hz. Peygamber, gittikleri ülkelerde hükümdarlar karşısında güzel bir intiba
bırakabilmek için gönderdiği elçilerin gerek dini ve gerekse kültürel açıdan kabiliyetli
kimseler olmasına özen göstermiştir.[351]
Hz.
Peygamber, davet mektuplarını gönderdiği meliklerin altında mühür olmayan
mektupları okumayacaklarına dair Sahabe’nin görüşünü değerlendirerek üzerinde
üç satır ve üç kelimeden meydana gelen gümüşten bir mühür yaptırmıştır. [352]
Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), bu mührü daima parmağında
taşımış, herhangi bir vesikayı mühürlemek gerekirse mührü basması için
yanındakilere vermiş, sonra tekrar parmağına takmıştır.[353] Ayrıca
Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), elçilere hediye vererek gittikleri
yerlerin büyüklerine takdim etmelerini istemiştir.[354] Allah
Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), gönderdiği elçilerine “Kolaylaştırın
güçleştirmeyin, müjdeleyin nefret ettirmeyin'” tavsiyesinde bulunmuş,[355] gittikleri
yerlere geceleyin girmemelerini, güzelce temizlenip iki rekât namaz kılarak
Allah’a duada bulunduktan sonra mektubu sağ elle vermelerini öğütlemiştir.[356]
İran’a
gönderilen Hz. Abdullah b. Huzafe, vardığında saraya kabul edilmiş ve mektubu
bizzat Kisra’nın eline teslim etmiştir. Kisra mektubu kâtibine okutmuş ve
mektubun başındaki “Bismillahirrahmanirrahim! Allah Resûlü Muhammed’den Fars
büyüğü Kisra’ya!...”” hitabı kendisini son derece hiddetlendirmiştir.
Mektubun devamının okunmasına izin vermeyip muhtevasını öğrenmeden “Şu işe
bak! Benim kölem olan bir kişi kalkıp bana mektup yazabiliyor” diyerek
mektubu alıp saygısızca parçalamıştır.[357]
Hz.
Abdullah b. Huzafe, Medine’ye gelip durumu anlattığında Allah Resûlü (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) “Ya Rabbi! Nasıl o benim mektubumu parçaladıysa Sen de
onun mülkünü parçala!” diye Kisra’ya bedduada bulunmuştur.[358]
Hırsını
alamayan Kisra, Yemen valisi Bazan’a Kureyşten Peygamberlik davasında bulunan
kişiyi yakalayıp getirmesi için kuvvetli iki kişi göndermesini bildirir. Bazan
derhal emri yerine getirerek iki adamı Hz. Peygamber’i yakalayıp getirmeleri
için gönderir. Bu iki kişi Hz. Peygamber’e, kendisini götürmek için
geldiklerini bildirdiğinde,[359] Allah
Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), onlara hitaben Allah Teala’nın Kisra’ya
oğlu Şireveyh’i musallat kıldığını, Şireveyh’in de babasını falan ayda filan
gecede ve gecenin de filan saatinde öldürdüğünü haber vermiştir.[360] Bununla
birlikte Bazan’ı İslama davet ederek elçileri göndermiş, Bazan olup bitenleri
duyunca şaşırarak bu sözlerinin sahibi bir Peygamber’dir demekten kendini
alamamıştır.[361] Bir
müddet beklendikten sonra Kisra’nın öldürüldüğü haberi gelip Hz. Peygamber’in
tarif ettiği zamana rast gelince[362]
bu mucize karşısında Bazan Müslüman olmuş[363] ve
İran valilerinden ilk Müslüman olan kişi olmuştur.[364] Sa’d
b. Ebî Vakkas (ra) da İran saltanatına son vermiştir.[365]
Gönderilen
mektuplardan biri de daha önce belirtildiği gibi Gassan Hükümdarı Haris’edir.
Elçi Şuca b. Vehb (ra), mektubu sunduğunda Haris mektubu açıp baktığında “Bismillahirrahmanirrahim!
Allah’ın Resûlü Muhammed’den Haris b. Ebî Şim’e! Doğru yolda olan, Allah’a iman
eden ve Peygamber ’ini tasdik edenlere selam olsun. Ben seni eşi ve ortağı
olmayan bir Allah’a davet ediyorum. Şayet davetimi kabul edersen, hükümdar
olarak yine mülkünde kalacaksın”” yazılı olduğunu gördü.[366]
Bu
ifadeler karşısında hiddetlenen Haris, mektubu yere fırlatmış ve öfkeli bir
şekilde “Saltanatımı benden alacak olan kimmiş, o kendisine tabi olanlarla
benim üzerime gelmeden önce ben onun üzerine gideceğim1”
demiştir.[367]
Hıncını
alamayarak Medine üzerine yürümeye karar veren Haris, atlarının nallanmasını
emretmiş ve elçi Şuca (ra)’ya dönerek “Git sahibine gördüklerini haber ver””
diyerek onu göndermiştir. Kayser’e de mektup yazarak durumu bildirmiş, Fakat
Kayser’den gelen haber kendi kararının hilafına olmuştur. Kayser’in bu
uyarısından sonra sakinleşen Haris, elçiyi ikinci kez huzuruna çağırmış ve yüz
altın verilmesini emrederek göndermiştir.[368] Elçi
Şuca b. Vehb (ra), Haris’in mektuba ve kendisine karşı takındığı tavrı Hz.
Peygamber’e bildirince Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), “Saltanatı
yok olsun” diye bedduada bulunmuş ve aradan fazla bir zaman geçmeden Haris
ölmüş, yerine geçen Cebele b. Eyhem de Gassani saltanatının son hükümdarı
olmuştur.[369]
[370]
Hz.
Peygamber’in Yemame emîri Hevze’ye gönderdiği mektup kendisine ulaşınca mektubu
okuyup nazik bir şekilde kabul edemeyeceğini elçiye bildirmiştir. Bu menfi
cevabının altında saltanatta kalma arzusunun yattığını o dönemdeki bir
Hıristiyan büyüğüne söylediği şu söz ortaya koymaktadır: “Ben kavmimin
hükümdarıyım. Şayet ona tabi olsaydım hükümdarlık yapmayacaktım!”310
Hevze
b. Ali, Medine’ye dönen elçiye birtakım hediyelerle bir mektup gönderdi. Hevze,
mektubunda “Davet ettiğin şey çok güzel. Ben kavmimin hatip ve şairiyim. Araplar
benim kavmimden korkarlar. Bana işinden bazı salahiyetler ver de sana tabi
olayım” şeklinde saygısızca bir teklifte bulunmuş, Hz. Peygamber bu
saygısız teklif’e karşılık “Yerdeki bir hurma koruğunu bile istese onu dahi
vermem”” diyerek kendisine tabi o kadar insanın imanına mani olduğu için
Hevze’ye “Elindeki her şey yok olup gitsin ’ diyerek beddua da
bulunmuştur. Bu olaydan bir yıl sonra Cebrail (as), Hevze’nin küfür içerisinde
öldüğünü haber vermiştir.[371]
Bu
davetlerin dışında Hz. Peygamber’in Şam’a gönderdiği elçi Haris b. Umeyr
(ra)’in yolda giderken Mute yakınlarında Şurahbil b. Amr el-Gassani tarafından
önü kesilmiş, kendisinin Hz. Peygamber’in elçisi olduğu öğrenilince de şehid
edilmiştir.[372]
Böylelikle
Hz. Peygamber’in bu davet mektuplarına Habeşistan hükümdarı Necaşi ve Bizans
hükümdarı Heraklius’un cevabı gayet olumlu olmuş; hatta Necaşi Müslüman olmuş[373],
Heraklius ise Hz. Peygamber’in hak peygamber olduğunu anlamış fakat kavminin bu
işe tepki vermesinden dolayı ve dünyadaki saltanatı için imanını gizlemiştir.[374] Aynı
şekilde Mısır kıralı Mukavkıs ta Hz. Peygamber’in risaletini ikrar etmiş, fakat
kavminin kendisini dinlemeyeceği endişesi ve saltanatının elinden gideceği
korkusuyla olup bitenlerden ne halkına bahsetmiş ne de Müslüman olmuştur.[375] Yemame
Emiri Hevze de elçiye gayet iyi davranmış fakat Hükümdarlığını kaybetme
korkusuyla Müslümanlığı kabule yanaşmamıştır.[376]
Yukarıda
da bahsedildiği üzere geriye kalan iki kişi ise bu davete menfi muamelede
bulunmuşlardır. Bunlardan İran Kisrası, saygısızca Hz. Peygamber’in mektubunu
yırtmış, Gassan Hükümdarı Haris te buna benzer bir saygısızlıkla haddini aşarak
davet mektubunu yere fırlatmıştır.
Bu
davetlerin dışında Hz. Peygamber, Mekkenin fethinden sonra Umman Hükümdarı
Ceyfer ve kardeşi Abd’i islama davet etmiş ve ikisi de Müslüman olmuşlardır.[377]
Tüm
insanlığa gönderilen Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), hitabı gereği
bütün insanlara ulaşmaya çalışmıştır. Kur’an-ı Kerim’in ifadesiyle kendini
helak edercesine çabalayan Peygamber,[378] müsait
ortam bulduğu an tebliğ dairesini genişletmiş ve ulaşabildiği yerlere kadar
davetini duyurmaya çalışmıştır. O dönem itibariyle şartlar gereği bu davet
mektupla başlamış, daha sonra fetihlerle birlikte tebliğ alanı genişlemiştir.
Hayatını davasına adayan Hz. Peygamber, kendinden sonraki nesillere de davetini
en ücra köşelere kadar ulaştırılmasını emir buyurmuştur. Daha ilk nesil olan
Sahabe bu uğurda uzun mesafeler kat etmiştir.
3.
HZ. PEYGAMBER’E KARŞI
FERDÎ VE TOPLU İHANET
Bu
başlık altında Hz. Peygamber’e karşı düşmanca tutum ve davranışlar sergileyen
topluluklardan Münafık zümresinin yapmış olduğu menfi tutum ve davranışlarını
ele alacağız. Hz. Peygamber’in karşısına çıkıp onunla mücadele etmeye cüret
edemeyen münafık ruhlu kimseler, Hz. Peygamber’e karşı yapacakları ihaneti
Müslüman kılığına girerek yapmaya teşebbüs etmişlerdir. İslamiyet’in yeni yeni
genişlemeye başladığı ve bir kişinin bile hayatını kaybetmesinin Müslümanlar
için ağır yaralar açacağı bir dönemde Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)’ne karşı Münafıklar tarafından yapılan gerek ferdî ve gerekse toplu
ihanetler Müslümanlar için can kayıplarına sebep olmuş, Hz. Peygamber’i çok
büyük sıkıntılara sokmuştur. Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem),
kendisine yapılan bu ihanetlere imkân bulduğunda müdahale etmiş, bizzat
müdahale edemediğinde ihaneti yapanlar hakkında bedduada bulunmuştur.
İbn
Atiyye’nin, Süddî’den yaptığı rivayete göre Taif’te bulunan Sakif kabilesine
mensup ve kabilesi arasında saygın, sözü dinlenen Ahnes b. Şüreyk b. Amr
adındaki zat, bir gün Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’a gelerek
Müslüman olduğunu bildirmiş ve Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem),
buna çok sevinmiş, fakat geriye dönerken de yolda Müslüman bir kavme rastlayıp,
onların ekinlerini yakıp, hayvanlarını öldürmüştür. Bu hareketinden dolayı onun
hakkında ayet-i kerimeler nazil olmuştur.[379]
İlk
zamanlar bir İslam düşmanı olan Ahnes, Ebu Cehil ve Ebû Süfyanla beraber
buluşarak geceleri Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in okuduğu
Kur’an’ı dinler ve onu beğendiğini söylerdi.[380] İbn
İshak’ın anlattığına göre ise Ebû Cehil, Ebû Süfyân, Ahnes b. Şerîk gibi
putperest büyükleri bazı gecelerde birbirlerinden habersiz olarak Resûlullahın (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) bulunduğu yere giderek gizlice onun Kur’an okumasını dinler,
yolda tesadüfen karşılaştıklarında da birbirlerini suçlarlardı.[381]
Kur’an-ı
Kerim’de münafıkların imandan çok küfre yakın oldukları,[382]
müminlerle karşılaştıklarında inandıklarını söyleyip, taraftarlarıyla bir
araya geldiklerinde ise müminlerle alay ettiklerini söyledikleri,[383] dine
olan bağlılıklarının dünyevi menfaatlere göre değiştiği bildirilmektedir.[384]
Münafıkların
psikolojik durumlarıyla alakalı olarak da[385] Müslümanlara
karşı kin duydukları,[386] Hz.
Peygamber’e isyan hususunda gizli faaliyetler yürüttükleri,[387]
açıklanmaktadır. Kur’an perspektifinden bakıldığında da Münafıkların
ihanet edebileceği ve dikkat edilmesi gereken şahıslar olduğu görülmektedir.
Münafıkların
konumuzla alakalı bir başka tavırları da Uhud savaşından sonra vuku bulmuştur.
Uhud savaşının neticelerinden biri de, Medine çevresindeki Arapların
Müslümanlara karşı cesaretlenmeleri olmuştur.[388] Yalan
haber yaymak suretiyle uhud savaşını Müslümanlar için bir hezimet olarak
yansıtan Yahudi, Münafık ve müşriklerin etraftaki kabileleri kışkırtması sonucu
civardaki kabileler ayaklanmışlardır. Bunun üzerine Allah Resûlü (salla’llâhü
aleyhi ve sellem), Esedoğulları üzerine Ebu Seleme (ra) komutasında yüz elli
kişilik ordu göndermiş ve Medine’yi basma teşebbüsünde bulunan bu topluluk
dağıtılmıştır.[389]
Durum
Esedoğullarının itaat altına alınmasıyla sona ermemiş, Halid b. Süfyan’ın ayrı
bir ordu kurarak Medine’yi basmayı amaçladığı öğrenilince de, Allah Resûlü (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) Halid’i ortadan kaldırma vazifesini suffa ehlinden olan
Abdullah b. Uneys (ra)’e vermiş, Abdullah (ra) da bir fırsatını bulup Halid b.
Süfyan’ı öldürerek vazifesini yerine getirmiştir.[390] Bu
çabalarının sonuç vermemesi dolayısıyla açıktan Müslümanlara karşı
koyamayacaklarını anlayan nifak gurupları, intikam duygularını sinsice
gidermenin yoluna koyulmuşlardır.
Halid
b. Süfyan’ın öldürülmesiyle harekete geçen Lıhyaoğulları, Adal ve Kare kabilelerinin
münafıklarıyla işbirliğine girmişlerdir.[391] Masum
kılığına giren Adal ve Kare kabilesine mensup altı kişilik bir gurup Resûlullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem)’a gelerek, kabilelerinde İslâm’ın yayıldığı
gerekçesiyle Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nden Kur’an okutup
İslam’ı anlatacak muallimler istemişlerdir.[392] Allah
Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), onların bu isteği karşısında, Asım b.
Sabit (ra) başkanlığında on kişilik sahabi’yi heyetle göndermiştir.[393] Yolda
giderken heyetten biri ayrılıp durumu Lıhyaoğulları’na haber vermiş,
Lıhyaoğulları’nın okçuları ve eli kılıç tutanları gelerek sahabilerin etrafını
sarmışlardır. Reci kuyusu başında pusuya düşen ve kahramanca savaşan
sahabilerden yedisi orada şehid olmuş, Mekke’ye götürmek üzere teslim aldıkları
üç sahabiden Abdullah b. Tarık (ra), yolda fırsatını bulup kaçarken taşla şehid
edilmiş, Hubeyb b. Adiyy (ra) ve Zeyd b. Desinne (ra)’yi de Mekke’de
satmışlardır.[394] Bedir
ve Uhud savaşlarına katılan bu iki sahabi[395] Mekkeliler
tarafından Bedir’in intikamını almak gayesiyle, çeşitli işkencelerle şehid
edilmişlerdir. Türlü işkencelerle Allah Teala yolunda ilk idam edilen Hubeyb
(ra) ve sonra da Zeyd (ra) olmuştur. İdamdan önce iki rekât namaz kılmak için
izin isteyen Hubeyb (ra), bu hareketiyle idam öncesi iki rekât namaz kılma adet
ve sünnetini başlatan ilk kişi olmuştur. Allah Resûlu (salla’llâhü aleyhi ve
sellem), bu ihaneti yapanlara bir ay boyunca namazlardan sonra beddua etmiştir.[396]
Görüleceği
üzere başta masum kılığına giren münafıklar, Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi
ve sellem)’ne gelerek “Biz Müslüman olduk, bize irşad heyeti gönder”
diye yalvarıp daha sonra da heyeti haince okçuların eline bırakmışlardır.
Kalpleri nifak tohumlarıyla dolu, ikiyüzlülük, yalan ve ihaneti kendilerine
ilke edinmiş olan münafıkların Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ne
yaptıkları bu ihanet ilk olmayıp sonda olmayacak büyük çapta bir ihanettir.
Allah
Resûlu (salla’llâhü aleyhi ve sellem), kendisini kandırmaya teşebbüs eden bir
kimsenin kendisini ikinci defa kandırmaya teşebbüs etmesine bu fırsatı vermemiş
ve gerekli cezayı uygulamıştır. Benî Cümh kabilesinin şairi olan Ebu Azze,
fakir ve çoluk çocuğu fazla olan bir kimsedir. Bu müşrik şair Bedir savaşına
katılmış ve şiirleriyle Kureyşi desteklemiştir. Bedir de esir edilmiş olan Ebu
Azze serbest bırakılma şartlarından biri olan dörtbin dirhemi ödeme imkânına da
sahip olmadığından[397]
Hz. Peygamber’le görüşmüş ve ona ödeme imkânının olmadığını
bildirerek eman istemiştir.[398] Allah
Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün eman vermesi üzerine Ebu Azze
Müslümanların zararına ve Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ın aleyhine
olan hiçbir zararlı faaliyete katılmayacağına dair söz vermiş ve orada Hz.
Peygamber’in lehine şiir söylemeye ve onu methetmeye başlamış,[399] serbest
olarak Mekke’ye dönmüştür.[400]
Bedir’den
sonra yapılan Uhud savaşına hazırlanma aşamasında Müşrikler Ebu Azze’ye gelip
onun zayıf noktası olan dünyaya meylini harekete geçirerek onu Bedirde olduğu
gibi şiirleriyle destek olmasına ikna etmişlerdir. Zayıf karakterli ve
menfaatine düşkün olan Ebu Azze, Uhud’a katılmış ve savaş sonunda geri çekilen
müşrik birliklerinin içerisindeyken sabaha doğru Asım b. Sabit (ra) tarafından
yakalanmıştır. Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ın huzuruna getirilen
Ebu Azze, Resûlullah’ın Bedirdeki verdiği sözü hatırlatırcasına yüzüne
bakmasına karşılık Bedirdeki gibi aynı mazeretleri tekrar etmeye başlamıştır.
Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), “Sen bana Bedir ’de söz verdiğin
halde sözünü yerine getirmedin. Vallahi bundan sonra ellerini yanaklarına sürüp
Muhammed’e iki defa ihanet ettim(kandırdım) diyerek Mekke’de gezmene müsaade
etmeyeceğim” diyerek ihanetine karşılık ölüm cezasısını tatbik ettirmiştir.[401]
Mümin
insan merhametli, sabırlı, affedici ve yardımsever insandır. Fakat mümin
kandırılmaya bilhassa iki defa aldatılmaya izin vermez. Allah Resûlü (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) de bu gerçeği dile getiren bir sözlerinde “Şüphesiz Mümin
aynı delikten iki defa sokulmaz” buyurmuştur.[402]
Burada
olduğu gibi Münafık ruhlu insanlarda görülen bir özellik te her ortamın
hesabını yapmalarıdır. Menfaat nereden gelirse oraya yönelmeyi ilke edinen bu
tipler, fırsat verildikçe ihanete devam edeceklerdir. Kur’an’da cimri, yalancı
ve kibir sahibi oldukları,[403] maddi
menfaat için namaz kıldıkları, gerçekte ibadette isteksiz oldukları,[404] Allah’ı
ve müminleri alaya aldıkları,[405] bildirilmektedir.
Netice itibariyle münafık, içerisinde saklamaya çalıştığı birçok psikolojik
hastalıkla, kendisinden sakınılması gereken bir görüngüdür.[406]
Münafık
zümresi özellikle fırsat buldukları an Hz. Peygamber’i arkadan vurmaya
çalışmaktan geri durmamışlardır. Tebük savaşı Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi
ve sellem)’nün farklı bir taktik uyguladığı savaştır. Diğer savaşların tersine
bu savaşta Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), nereye gidileceğini
söylemeden, gidilecek yerin uzaklığını, zamanın dar olduğunu, düşmanın
çokluğunu bildirerek ashabına hazırlık yapmalarını bildirmiştir. Bu durumu
fırsat olarak değerlendiren münafıklar, savaş öncesi ve sonrasında bir hayli
nifak faaliyetine girişmişlerdir.
Savaş
öncesinde Münafıkların ilk ihaneti Süveylim isminde bir Yahudi’nin evinde
toplanmakla başlamıştır. Zira münafıklar bu evde toplanarak Tebük savaşına katılmak
isteyenlere mani olmaya çalışmışlardır. Münafıkların bu ihaneti kendisine
ulaşınca Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), ashabtan Talha b.
Ubeydullah (ra) başkanlığında bir ekip göndererek bu evi yıktırmıştır[407]
Savaş
hazırlıkları esnasında Münafıkların Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’a
karşı yaptıkları bir başka ihanet te Mescid-i Dırar’ı inşa etmeleridir. Allah
Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Tebük seferi için hazırlanırken mescidi
yaptıran münafık gurup “Ya Resûlullah! Yağmurlu günde hasta ve uzağa
gidemeyecek kimselerin namaz kılabilmesi için bir mescid yaptık'’” diyerek
Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’dan mescide gelip namaz kıldırmasını
istemişlerdir.[408]
Zahiren bakıldığında masumane bir söylem olarak görünen bu ifadeler
aslında menhus bir niyetin ürününden başka bir şey değildir. Münafıkların
sürekli başvurdukları silah olan yalan ve ikiyüzlülük burada da kendini
göstermiştir. Bu defa da siyasi ve etnik ayrımcılık denemesine teşebbüs
ettikleri görülmektedir. Niyette İslam Cemaatini bölmek olan bu tutum ve
davranış ilahi ihbar neticesinde akîm kalmıştır.
Müslümanlar
bir savaş hazırlığında iken, böyle zor bir ortamda münafıkların Resûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)’a bu şekilde teklif götürmeleri de dikkat çekicidir. Nifak’ın
zirveye çıktığı bir dönemde Nebi (salla’llâhü aleyhi ve sellem), sıkıntının
etkisiyle mescide gitmeyeceğini söylese[409]
münafıklar ayaklanıp iç savaş tehlikesi oluşturabilirlerdi.
Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) buranın nifak yuvası olduğunu
hissediyordu. Fakat ortada kesin bir delil ve ilahi bir uyarı da olmadığından
yukarıdaki tehlikeleri göz önüne alarak olumlu cevap vermiştir. Nitekim
Mescid-i Dırar’ı[410] inşa
edilirken onu yapanlardan biri olan Bahzec’e Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi
ve sellem) “Yazıklar olsun bununla ne yapmak istiyorsun ’ diye sormuş.
Bahzec de ‘Ya Resûlallah! Vallahi iyilikten başka bir şey düşünmüyorum"
demiştir.[411]
Ayrıca
münafıkların Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’e yaptıkları bu
teklifin altında yatan nifakı bazı Sahabeler de sezmiştir. Sahabeden Asım b.
Adiyy (ra), Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ın münafıklara olumlu
cevap vermesini yadırgayarak “Vallahi, bu mescidi münafıklardan başkası
yapmaz"” demiştir. Hatta bu Sahabeler Tebük seferinden dönünceye kadar
vahy-i ilâhî’nin geleceğini ümit etmişlerdir.[412]
Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Tebük seferinden dönerken işin iç
yüzü kendisine vahiyle bildirilmiş,[413] bunun
üzerine Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), birlik göndererek Mescid-i
yakıp yıktırmıştır[414]
Kendi
aralarında herhangi bir şekilde toplanarak cemaatleşemeyen münafık zümresi,
ibadet ve dindarlık gibi masumane bir bahane vasıtasıyla toplanıp nifaklarını
organize etmek gayesiyle bu mescidi yapmışlardı. Resûlullah (salla’llâhü aleyhi
ve sellem) işte bu nefret verici gayeye karşı olduğundan[415] sert
tedbirler almış ve Münafıkların bu şekilde bu tertiple toplanmasını kanun dışı
bir hareket olarak değerlendirmiştir.[416]
Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), bu tutumuyla aynı zamanda onların
etnik ayrımcılık çabalarını da önlemiştir.
Tarihçi
Heykel, Mescid-i Dırar’ın yaktırılmasıyla münafıklara karşı yürütülen siyasetin
şiddetlenmesini şöyle açıklamaktadır: Tebük seferinden sonra İslam, Medine’nin
dışına çıkıp Arabistan’ın her tarafına, hatta Arabistan’ın da dışına çıkmak
üzere idi. Dolayısıyla Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in de
kontrolünün dışına çıkmış oluyordu. Bu zamandan itibaren Müslümanlar arasında
çıkacak problemlerin takip edebilmesi mümkün değildi. Eğer ciddi önlemler
alınmazsa münafıklar eskisinden daha tehlikeli olabilirlerdi. Böyle bir zamanda
münafıklara göz yumulmayıp, aksine sert tedbirler alınması gerekmekteydi.
Bundan dolayı Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Tebük seferinden
sonra onlara karşı daha şiddetli davranmıştır.[417]
4.
BİLİNÇLİ ( SOSYAL-SİYASÎ
)İTAATSİZLİK
Bu
başlığımız altında da Hz. Peygamber’e karşı her türlü kötü muameleyi
sergilemekten geri durmayan Münafık topluluğunun saygısızca yaptıkları tutum ve
davranışları inceleyeceğiz.
Hz.
Peygamber’e bey’at etmek Müslüman olmanın bir şiarıdır. Allah Resûlü (salla’llâhü
aleyhi ve sellem), zaman zaman İslam’a girenlerden biatlarını almış, emir ve
yasakları bildirmiştir. Erkek-kadın herkesten biat alan Resûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem), İslam’a giren kimselere kural ve kaideleri öğretmiş,
Müslümanlara ise yeni bir şevk, heyecan ve dinamizm kazandırmıştır. Ayrıca Hz.
Peygamber’in Müslüman kadınlardan alacağı bey’at şartları da Kur’an-ı Kerim’de
belirtilmiştir.[418]
Münafık
zümresinden Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ne karşı her türlü
muhalefet ve itaatsizliğin sergilenmesi yanında ilk etnik ayrımcılık
denemelerine teşebbüs de vuku bulmuştur. Ensar’ın Seleme Oğullarından ve Seleme
Oğullarının lideri olan Cedd b. Kays b. Sahr[419] adındaki
münafık, Hudeybiye’de Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Müslümanları
bey’at’a çağırırken Müslümanların arasında bulunduğu halde yapılan biat’tan
kaçarak devesinin arkasına saklanmıştır. Onun bu halinden dolayı Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)’in hakkında “Ağacın altında biat edenlerden kırmızı deve
sahibi (Cedd b. Kays) hariç, kimse cehenneme girmeyecektir” buyurduğu
kimsedir.[420]
Cedd
b. Kays, nifak hareketlerinin tırmandığı Tebük seferinde, Allah Resûlü (salla’llâhü
aleyhi ve sellem), sefer hazırlığı ile uğraştığı zaman da Resûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)’a gelerek “Ya Resûlullah! Asfaroğullarının kızlarını
görürsem dayanamam da günaha girerim. Bundan dolayı bana izin ver” deyip
zafiyetini ileri sürerek savaştan geri kalan ve bu davranışıyla Kur’an-ı Kerim’de[421] Münafıkların
cihaddan geri kalan kimselerin niteliklerine örnek teşkil eden kimse olduğu
bildirilmiştir.[422]
Cedd’in
oğlu olan Abdullah (ra), babasının Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ne
karşı savaş döneminde yaptığı bu harekete üzülmüş ve babasının yaptığı bu nifak
hareketinden dolayı onu kınamıştır. Oğlunun bu müdahalesine kızan Cedd, oğlunun
yüzüne ayakkabıyı çarpmış, bunun üzerine oğlu babasına hiçbir şey demeden
oradan ayrılmıştır. Bedir ashabından olan Abdullah (ra), babasının yaptığı bu
çirkin hareketi münafıklık olarak değerlendirmiştir.[423]
İbn
Hacer, Cedd’in daha sonra tevbe ettiğini ve Hz. Osman (ra) zamanında vefat
ettiğini bildirir.[424]
Allah
Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), çarşı pazarı denetleyen bir tüccar,
ashabının önünde imam, savaşta komutan olduğu gibi aynı zaman da bir devlet
başkanıdır. Hz. Peygamber’in devlet başkanlığı sıfatıyla yapmış olduğu çağrıya
uyulmayarak, ilk siyasi ayrımcılık hareketine teşebbüs edilmiştir.
Hz.
Peygamber’e karşı bilinçli olarak yapılan bu ferdi itaatsizlikle beraber gerek
ferdî ve gerekse toplu olarak Münafık zümresinin daha başka itaatsizlikleri de
vuku bulmuştur. Bedir savaşını müteakip Evs ve Hazrec kabilelerinin içerisinde
bulunan müteredditler Müslümanlar arasına girince nifak hareketlerinde artış
olmuştur. Yahudiler tarafından eğitilen ve desteklenen bu münafık zümre nifaklarını
mescide kadar taşımış, mescid’de Müslümanları dinleyip sonra da onlarla alaya
kalkışmışlardır. Mescid kurallarına uymayıp, yüksek sesle konuşarak dedikodu
yapan münafıkların bu zararlı konuşmaları çoğalınca Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem), onların mescid içerisindeki kirli düşüncelerini yüzlerine
vurmuş ve bu şekilde hareket ederek münafıklık yapanların ayağa kalkarak Allah
Teala’dan af dilemelerini istemiştir. Hz. Peygamber’in bu emrine karşılık
topluluk ayağa kalkmamıştır. Allah Resûlu (salla’llâhü aleyhi ve sellem), bunun
üzerine münafıkları ayağa kaldırarak onlara “Allah Teala’dan korkunuz”
diye ihtarda bulunmuştur.[425] Başka
bir rivayette ise bu olayın akıbeti biraz daha farklı sonuçlanmıştır. Rivayete
göre ayağa kalkmayan münafıklar Mescidten zorla kovulmuşlardır.[426]
Kur’an’da
mescidler “Allah’ın yapılmasını emrettiği ve adının anılmasını istediği
ibadet yerleri”[427]
[428]
olarak tarif edilmiştir. Dolayısıyla ibadetlerin huşu içerisinde
yapılabilmesi, Rab-kul münasebetinin sağlanabilmesi ve manevi bir havanın
teneffüs edilebilmesinde mescid ortamının rolü büyüktür. Kur’an münafıkların
ibadetle ilgili olarak ta “Maddi menfaat için namaz kıldıkları, gerçekte
ibadette isteksiz oldukları"' ' uyarısında bulunmaktadır.
Görüleceği
üzere Mescid adabını çiğneyip manevi atmosferi kasıtlıca bozan münafıklar,
yaptıkları saygısızlığın bilincinde olarak ta Hz. Peygamber’in emrine muhalefet
etmişlerdir. Hz. Peygamber’in bu kasıtlı saygısızlığa karşı sözlü olarak
tepkisini ortaya koymakla yetinip herhangi bir fiili eylemde bulunmaması
münafıklara karşı yürütmüş olduğu politikanın bir sonucudur. Allah Resûlü (salla’llâhü
aleyhi ve sellem), onlara karşı, kendisine inanmayan diğer guruplardan farklı
bir siyaset uygulamıştır.[429]
Nebi (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nin münafıklara karşı takip ettiği
siyasetin bütün hedefi bunların ayrı bir cemaat halinde İslam toplumundan
kopmasını önlemektir.[430] Buradaki
hareketinin altında yatan sebep ise münafıkların örgütlenme girişimlerini
engellemektir. Bu gayeye matuf olarak Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) onların gerek camide ve gerekse hususi evlerde Müslümanlardan ayrı
olarak toplanmalarını engellemiştir.
Hz.
Peygamber, Müslümanların genişlemeye başladığı bu dönemde Münafıklara karşı
herhangi fiili bir yaptırımda bulunmamakla beraber, onların bir araya gelerek topluluk
oluşturmasına engel olucu tedbirlerde bulunmuştur. Resûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem), nifakın zirveye çıktığı Tebük savaşının ardından güçlenmiş
bir vaziyette Münafıkların düşmanca tutum ve davranışlarına gerekli
yaptırımlarda bulunmuştur.[431]
Hz.
Peygamber’e karşı bilinçli olarak yapılan bir başka itaatsizlik te Tebük
savaşından sonra vuku bulmuştur. Nifakın zirve noktaya çıkıp, bir hayli
sıkıntılarla başlayan Tebük gazvesinden dönüşte Nâga diye isimlendirilen vadideki
kayanın altında akan küçük bir su pınarı mevcuttur. Allah Resûlü (salla’llâhü
aleyhi ve sellem), bu mevkideki suyun yanına kendinden önce kimsenin
gitmemesini, eğer gidecek olurlarsa da suya dokunmamalarını bildirmiştir. Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in bu ikazını hafife alan münafıklardan
bir gurup, herkesten önce gidip emrini dinlemeyerek suyu karıştırmışlardır. Bu
kişiler Muattıb b. Kuşeyr, Haris b. Yezidetü’t-Tâî, Vedîa b. Sabit ve Zeyd b.
Lusayt adındaki münafıklardır.[432] Allah
Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem) suyun başına gelip sudan eser kalmadığını
görünce kendisinden daha önce kimin geldiğini sormuş ve daha önce gelenlerin
isimleri bildirilince Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) “ben sizi
bundan men etmemiş miydim?” diyerek tepkisini ortaya koymuştur. Münafıklar’ın
“Duyuruyu işitmemiştik” diyerek özür beyan etmeleri üzerine Allah Resûlü (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) onların özrünü kabul etmiştir.[433] Daha
sonra ise Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ın bir mucizesi olarak
suyun kaynağı gürleşmiş ve bolca istifade edilmiştir. Buna rağmen sudan
istifade eden münafıklardan Vedia b. Samit “Bunun benzeri daha önce de
yapılmıştır”” diyerek mucizeyi küçük görmüş, kabullenmediğini bu sözleriyle
ortaya koymuş ve küstahça bir tavır takınmıştır.[434]
Münafıklar,
Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’e karşı o kadar kin duymuş ve
saygısızlıklarda bulunmuşlardır ki, gün geçtikçe onun etrafında insanların
çoğalması, her geçen gün daha çok sevilmesi, münafıkları daha çok rahatsız etmiştir.
Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün her davranışını kıskanmakta,
davranışlarına değer vermemekteydiler. Münafıklar, bilinçli itaatsizlikle
beraber burada olduğu gibi Hz. Peygamber’in mucizelerinde de kıskançlık krizine
yakalanmışlardır.[435] Allah
Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün burada da herhangi bir cezayı
müeyyide uygulamamış olması daha önce de belirtmiş olduğumuz münafıklara karşı
uyguladığı siyasetin sonucudur. Böyle itaatsizlikleri sineye çekmekle beraber,
ne zaman ki daha toplu ve siyasi-etnik itaatsizlikle beraber ihanet vuku bulmuş
o takdirde önlem almıştır.
5.
HZ. PEYGAMBER’E REVA
GÖRÜLEN DÜŞMANCA TUTUM VE DAVRANIŞLAR
Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem), risalet hayatı boyunca müşriklerle
muhatap olmuştur. Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ne karşı her
türlü eziyet, işkence, tahkir ve zulmü reva gören bu güruh her zaman Resûlullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ın karşısında yer almış ve vahye ayak
diremişlerdir. Hz. Peygamber’in tebliğ ettiği din onların hayat tarzını siliyor
ve bambaşka bir hayata çağırıyordu. Eski adetlerinden ayrılmak istemeyip,
dolayısıyla menfaatlerini kaybetmek istemeyen müşrikler, Peygamber’e karşı
hiçbir zaman müsamaha göstermemişlerdir.
Allah
Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün tebliğ dairesi genişledikçe şirkten
kendini kurtaramamış gönüller telaşa kapılmıştır. “Şimdi sen, sana ne
emredilmişse onu açıkça onlara söyle! O müşriklerden yüz çevir!”[436] ayet-i
indiğinde Hz. Peygamber Mekkelilere toptan İslamiyet’i ve Peygamberliği’ni
duyurmak için Safa tepesine çıkmış ve halka tebliğde bulunmuştur.[437] Hz.
Peygamber, Halka uyarılarını yapmış, daveti kabul edenlerin cennete gideceğini
aksi takdirde kendisinin hiçbir şekilde faydasının olamayacağını da
konuşmasında belirtmiştir.[438]
Allah
Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün bu konuşmasından sonra kabileler
yavaş yavaş ısınırken dinleyenler arasındaki Ebu Leheb şaşkına dönmüş ve eline
bir taş parçası alıp “Helak olasıca! Bizi bunun için mi çağırdın'”
diyerek Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’a fırlatmıştır. Bunun üzerine
de Ebu Leheb hakkında Tebbet suresi nazil olmuştur.[439]
Ayet-i
Kerime de “Cehennem oduncusu””[440] olarak
zikredilen karısı Ümmü Cemil’in de Tebbet suresi nazil olduktan sonra iyice
hıncı artmış ve Ümmü Cemil, artık yerinde duramaz olmuştur. Eline bir taş
alarak Mescid-i Haram’a gelmiş ve Hz. Peygamber’le Hz. Ebubekir beraber
otururlarken Hz. Ebubekir’e “Arkadaşın nerede. O beni hicvetmiş. Şayet onu
görürsem şu taşı onun ağzına vuracağım”” demiş ve Hz. Peygamber’i göremeden
geri dönmüştür.[441]
Buna
benzer bir vakıa da Ebu Cehil tarafından yapılmıştır. Bir gün kabilesine
“Vallahi, secde ederken Muhammed’i görürsem başını şu taşla ezeceğim””
diye söz vermiş, ertesi günde zor kaldırabildiği bir taş alarak Kâbe’ye
gitmiştir. Hz. Peygamber’i secde halinde görmüş ve ve tam taşı kaldırıp vuracakken
elleri Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) namazını bitirene dek havada
asılı kalmış ve namaz bittiğinde eli çözülebilmiştir.[442]
Böylesi
mucizevî olaylara rağmen Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nü
rahatsız etmekten vazgeçmeyen Ebu Cehil bir başka gün de “Vallahi,
Muhammed’i secdede görürsem boynuna basıp yere sürteceğim”” diye yemin
etmiştir. Bu esnada çıkagelen Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ne
İbn Abbas (ra) durumu bildirince sinirlenen Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve
sellem), kapıdan girmeyi dahi beklemeden duvardan aşıp Kabe’nin içine girerek
Alak Suresi’ni sonuna kadar okuyup secdeye kapanmıştır. Etraftakilerin de “Ey
Ebu Cehil, işte Muhammed” demeleri üzerine Ebu Cehil Hz. Peygamber’in
üzerine doğru yürümeye başlamışken bir anda geri dönmüştür. Etrafındakilerin “Ne
oldu, neden geri döndün’ diye sorduklarında Ebu Cehil onlardan daha şaşkın
bir vaziyette “Benim gördüğümü siz görmüyor musunuz? Vallahi onunla benim
aramda ateşten bir uçurum açıldı” diyerek cevap vermiştir. Hz. Peygamber de
bu konuda “Şayet Ebu Cehil bana yaklaşsaydı, melekler onu parça parça
ederlerdi” buyurmuştur.[443]
Ebu
Cehil bizzat kendisi hakaret ve eziyette bulunduğu gibi aynı zamanda
başkalarını da bu iş için sürekli kışkırtmıştır. Allah Resûlü (salla’llâhü
aleyhi ve sellem), Kâbe’de huşu içerisinde namaz kılarken müşriklerden bir
gurup da mescidi haram civarında toplanmış konuşuyorlarken aralarında bulunan
Ebu Cehil “içinizden hanginiz bugün falancalarda boğazlanmış devenin
işkembesini getirip Hz. Peygamber secdedeyken onun üzerine koyar” diyerek
seslenmiş Ukbe b. Ebî Muayt da bu işi üstlenerek deve işkembesini Resûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem), secdedeyken iki küreği üzerine koymuş ve müşrik topluluğu
kahkahalarla bu olayı seyretmiştir. Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün
bu durum karşısında dudaklarından üç defa “Allahım, Kureyşi sana havale
ediyorum” cümlesi dökülmüştür. Ukbe b. Ebi Muayt, bir başka defasında ise
namaz kılarken Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ne saldırmış ve
üzerindeki ridası ile boğmaya çalışmış, diğer müşrikler de başına üşüşerek
kafasını yarıp sakalını yolmuşlardır.[444]
Müşriklerin
Hz. Peygamber’in davetini engelleme adına daha birçok girişimleri de söz
konusudur. Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Ukaz panayırında
dışardan gelen halka davasını anlatırken tevhidin timsali olarak davet
esnasında şehadet parmağını kaldırdığında müşrikler “Muhammed parmağı ile
sihir yapıyor” diyerek halkı soğutmaya çalışmışlardır.[445]
Aynı
şekilde Mekke’ye Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ile görüşüp İslam’ı
sorup soruşturmak amacıyla gelen yabancıları onunla görüştürmemek için de
müşrikler ellerinden geleni yapmışlardır. Bunlardan biri olarak Devs
kabilesinin şairi Tufeyl b. Amr, Mekke’ye geldiğinde müşrikler hemen yanına
giderek Hz. Peygamber’in kendilerini dağıttığını, her şeyi altüst ettiğini,
sihirli sözleriyle baba-oğul arasını açtığını dile getirmişler ve devamında da “Sakın
sen onunla konuşma. Bizim kavmimizin başına gelen senin kavminin de başına
gelmesin” diyerek onun, Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ile
konuşmasına engel olmaya çalışmışlardır. Fakat Tufeyl, onları dinlemeyerek
Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ile konuşmuş ve Müslüman olmuştur.[446] Ama
Şair A’şa’nın Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ile görüşmesine engel
olan müşrikler Hz. Peygamber hakkında ileri sürdükleri çeşitli karalamalarla
Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ile görüştürmeden yurduna dönmesine
sebep olmuşlardır.[447]
Allah
Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün hayatı boyunca en çok zulüm gördüğü
topluluk müşrik topluluğu olmuştur. Hz. Peygamber’in risaletinden itibaren
atalarının dininden vazgeçmeyeceklerini söyleyerek vahye ayak direyen bu
topluluk Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ne karşı nübüvvetin
başlarında alay, tahkir, kötü propaganda gibi faaliyetlerle engel olmaya
çalışmışlar, Müslümanların gün geçtikçe ilerlemesi ve kendi çabalarının boşa
gitmesi onları kin ve öfkeye sevk etmiş, sonunda Hz. Peygamber’in vücudunu
ortadan kaldırmaya teşebbüs edecek kadar zulümde yarışmışlardır.
Kur’an-ı
Kerimde Müslümanlara, Kâfirleri kendi inançlarıyla başbaşa bırakmalarını,[448] aile
ilişkilerine son vermek ve onları yalnız bırakmak için onlardan kesinlikle kız
alışverişi yapmamalarını,[449] en
yakın akrabaları dahi olsa müşrikler için istiğfarda bulunmamalarını[450] emretmiştir.
Hadis-i
Şeriflerde de Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), müşriklerle hiçbir
bağlantısının olmadığını “Ben müşriklerden değilim’” sözüyle ortaya
koymuştur.[451] Cahiliye
devri yemini olan putlar üzerine yemin yasaklanmış ve kefaret olarak ta
kelime-i tevhid getirilmesi şart koşulmuştur.[452] Allah
Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), biat alırken müşriklerden ayrılmak[453] ve
Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmamak[454]
şartını da ortaya koymuştur. Bir hadiste de müşriklerin amellerinin
Allah katında geçerli olmadığı bildirilerek putperestlerin işi olan putların
alınıp satılmasıyla yaptıkları ticaret, şarap ve domuz eti ticareti gibi kabul
edilerek haram kılınmıştır.[455]
Eski
adetlerinden ayrılmak istemeyip, dolayısıyla menfaatlerini kaybetmek istemeyen
müşrikler Peygamber’e karşı hiçbir zaman müsamaha göstermemiştir. Risalet
hayatı boyunca müşriklerle mücadele eden Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve
sellem), Ehl-i kitab’a sağladığı cizye müsamahasını müşriklere göstermemiştir.
Ehl-i kitab’ın cizye vererek kendi beldelerinde ikamet etmelerine müsaade eden
Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), müşriklere karşı bu müsamahayı
sergilememiştir.
Hz.
Peygamber’e karşı reva görülen düşmanca tutum ve davranışların müşriklerin yanı
sıra hicretle birlikte ortaya çıkan Münafık zümresi tarafından da
sergilendiğini görmekteyiz.
Münafıklar
gizliden inkâr eden ve iç barışıklığı olmayan kimselerdir. Onların bu hali
hemen her zaman amellerine yansıdığından kesin bir tavır sergileyememişlerdir.[456]
Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in münafıklarla münasebeti daha
Medine’ye varmadan hicret esnasında başlamıştır. Rivayete göre Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)’in hicret esnasında ikamet ettiği Kuba denilen yerde Amr b.
Avf oğullarının münafıkları tarafından evi taşlanmıştır. Bu olay üzerine Allah
Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün “Bu nasıl komşuluk” diyerek
oradan ayrıldığı bildirilmiştir.[457]
Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’e karşı yapılan bu hareketin sebebi ne
olabilir? Bir yandan Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’i canından aziz
bilen Amr b. Avf oğulları, diğer taraftan ona bu saygısızlığı yapanlar da aynı
topluluktan ve Kuba’lı kimselerdir. Sosyal olarak değerlendirildiğinde zıt iki
kuvvetli dava aynı yerde mücadeleye başladığı zaman orada nifak hareketleri
ortaya çıkar. Zira iki taraftan hangi tarafa katılacağını bilmeyen ve
menfaatperest birtakım kimseler iki kuvvete de yaranmak için nifak hareketine başvururlar.[458]
Böylelikle
Münafıklar, Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün tebliğ hayatının
Medine’ye hicret döneminden itibaren, yapacakları her türlü itham, iftira ve
kötü muamelelere bir başlangıç yapmışlardır.
Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in Medine’ye gelmesiyle kendisine ilk
muhalefet edenler arasında özellikle siyasi ve dünyevi menfaat sağlamak
amacıyla İslam’ı zahiren kabul eden menfaatperest kişiler vardır. Bu
kimselerden bazıları bulundukları ortamda gözden düşmemek için nifak yoluna
başvurmuşlar ve çıkar sağlamışlardı.[459]
Hz.
Peygamber’in Medine’ye gelip bütün teveccühleri üzerine çekmesi, Medine’de daha
önce hükümdarlık hayalleri kuran Abdullah b. Übey’in bu planını suya
düşürmüştür. Medine halkının Allah Resûlu (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün
etrafında toplanması ve İbn Übey’in kavminin de kendinden uzaklaşıp İslam’a
girmesi İbn Übey’in kin ve nifakını gizleyerek istemeye istemeye Müslüman
gözükmesine sebep olmuştur.[460] İbn
Übey, Müslüman gözükmüş olsa da hayatının sonuna kadar her fırsatta gerek
açıktan ve gerekse sinsice Müslümanların kuyusunu kazmayı ve Resûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)’a karşı her türlü muhalefeti yapmayı sürdürmüştür.
Konumuzla
alakalı olarak İbn Übey’in her türlü saldırılarının yanında fiili olarak
yaptığı şu saygısızlık ta dikkate değerdir. Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve
sellem), Medine’deki antlaşmayı bozup Müslümanların arkasından kuyu kazan
Kaynuka Yahudilerini onbeş gün süren muhasara sonunda teslim almıştır.
Kuşatmanın devam ettiği günlerde Abdullah İbn Übey, Hz. Peygamber’in yanına
gelerek işbirliği içerisinde olduğu Kaynukaoğullarını affetmesini istemiştir.
Hz. Peygamber’in ağırdan almasına rağmen isteğini sürekli bildirmiştir. Sonunda
Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün yüzünü ondan çevirmesine
karşılık elini arkasından atarak yakasına yapışmış ve Hz. Peygamber’in beni
bırak deyip yüzünün kızarmasına rağmen Kaynukaoğullarına iyilik yapmadığın
müddetçe “Vallahi seni bırakmam” diyebilmiştir. Allah Resûlü (salla’llâhü
aleyhi ve sellem), İbn Übey’e lanet ederek Kaynukaoğullarının ellerini
çözdürmüş, öldürülmelerinden vazgeçip Medine’den sürülmelerini emretmiştir.[461] Bunun
gibi İbn Übey’in hayatı boyunca nifak hareketlerinde başrol oynamasında
Medinede’ki siyasî nüfusu, maddî gücü ve otoritesini kaybetmesi sebep olmuştur.[462]
İbn
Übey’in Hz. Peygamber’e karşı bu kadar küstahça bir tavır sergileyebilmesi,
arkasında hâlâ kendisini destekleyen insanların olduğunu göstermektedir. Kendi
başına bu saygısızlığı yapması mümkün görünmemektedir. Hz. Peygamber, o an
itibariyle münafıkların bu saygısızlıklarını sineye çekmiştir. Çünkü herhangi
bir cezayı müeyyide İbn Übey’i daha meşhur hale getirip yandaşlarını tahrik
edebilirdi. Fakat uzun soluklu uygulamış olduğu siyasetle onların bir araya
gelip teşkilatlanmasını önleyerek güç kazanmalarını engellemiştir.
B. SÖZLÜ
YAPILAN SAYGISIZLIKLAR
1.
HZ. PEYGAMBER’İ KÜÇÜK DÜŞÜRMEYE YÖNELİK SÖYLEMLER
Hz.
Peygamber’in risaletini ilan etmesinden itibaren vahye ayak direyen Müşrikler,
zaman zaman Hz. Peygamber’e karşı O (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nu halkın
gözünden düşürmek ve nefislerini tatmin etmek için küçük düşürücü söylemlerde
bulunmuşlardır. Müşrikler Hz. Peygamber’in risaletinden itibaren tahkir ve
alayvari tutum ve davranışlarından taviz vermemişlerdir. O (salla’llâhü aleyhi
ve sellem)’nu ve ashabını yalnız bulduklarında eza ve cefa çektirmişler, bunu
yapamadıklarında da Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ı özellikle
arkadaşları yanında halka mahçup etmek için alaya almışlardır. Kureyşin Allah
Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ne karşı bu alayları nübüvvetin ilk
yıllarında başlamıştır. Bir ara vahyin gelmesi gecikince müşrikler “Rabbin
seni terk etti” diyerek alaya almışlardır. Bunun üzerine nazil olan Duha
suresi Allah Teala’nın onu unutmadığını ve ona destek olacağını açıklamıştır.[463]
Müşrikler
Hz. Peygamber’e yapmış oldukları mal-mülk, reislik gibi tekliflerin kabul
edilmediğini görünce “Ya Muhammed! Sen bizim memleketin dar ve suyunun az
olduğunu, yaşantımızın zor olduğunu bilirsin. Seni gönderen Allah’a söyle de
bizi sıkıştıran şu dağları kaldırıp burayı genişletsin, Suriye ve Irak
ırmakları gibi buradan su akıtsın. Bu dünyadan göçmüş olan atalarımızı
aralarında Kusayy b. Kilab da bulunarak diriltsin. Kusayy doğru sözlü birisi
idi. Atalarımıza senin söylediklerinin doğru olup olmadığını soralım. Onlar
seni tasdik ederlerse sende istediklerimizi yerine getirirsen sana inanırız. Bu
isteklerimizin yerine gelmesiyle senin Allah’ın yanındaki değerini anlamış
oluruz” diyerek alay etmişlerdir.[464]
Hâkeza
Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Taif’e gittiğinde reislerden
birisi “Şayet seni Allah Peygamber olarak gönderdiyse Kabe’nin örtüsünü
yırtarım” demiş, bir başkası da “Allah’a yemin olsun ki seninle asla
konuşmayacağım. Zira sen bir peygambersen ben haddimi aşarak senin gibi
birisiyle konuşmaya cüret edemem, eğer Peygamber değil de bir yalancı isen o
zaman da seninle konuşmaya tenezzül etmem” diyerek Hz. Peygamber’i
küçümsemiş ve alaya almıştır.[465]
Vahye
ayak direten bu insanlar, atalarının dini olan eski inançlarını terk etmemiş ve
Hz. Peygamber’e ayak direyerek küfür bataklığında sürünmüşlerdir. Hz.
Peygamber’in davetini engellemek amacıyla her türlü tahkirlere müracat eden
müşrikler, Hz. Peygamber, yanlarından geçerken birbirlerine işaret ederek “işte
Abdülmuttalip oğullarının kendisiyle gökten konuşulan oğlu”[466] diyerek
alay etmiş, Hz. Peygamber’i çok iyi tanıdıkları halde mecnun, kâhin, sihirbaz,
şair gibi sözlerle Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ne iftira
atmışlardır. Hz. Peygamber’in, müşriklerin putlarını kötülemeye, putperestliğin
aleyhinde konuşmaya, özellikle putların ve putperestlerin cehenneme yakıt
olacaklarını bildiren ayetlerin nazil olmaya başlamasından[467]
itibaren müşrikler, O’nun Peygamberliğini tehlikeli görmüş ve düşmanca
tutum ve davranışlarda bulunmuşlardır.
Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in Medine’ye gelmesiyle kendisine ilk
muhalefet edenler arasında özellikle siyasi ve dünyevi menfaat sağlamak
amacıyla İslamı zahiren kabul eden menfaatperest kişiler vardı. Bu kimselerden
bazıları bulundukları ortamda gözden düşmemek için nifak yoluna başvurmuşlar ve
çıkar sağlamışlardı.[468]
Bu
münafıkların en önde gidenlerinden birisi olarak, Allah Resûlü (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)’nün Medine’ye hicretinden önce Medine şehrinde sonraları
nifak hareketlerini organize edecek olan Abdullah b. Übey b. Selûl adında bir
şahsın öne çıktığını görmekteyiz. Kaynaklarımızda belirtildiğine göre hicretten
önce vuku bulan bu kavgalardan yorgun düşen Medineli Evs ve Hazrec kabilesi
aralarında anlaşarak İbn Übey’i Medine’ye kral yapmaya karar vermişler, başına
giydirecekleri tacı dahi kuyumculara sipariş etmişlerdir.[469] Fakat
Abdullah İbn Übey’in hükümdar olma hayalleri Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)’ın Medine’ye gelmesiyle suya düşmüş ve Müslümanların O’nun etrafında
toplanması ve kavminin de kendinden uzaklaşıp İslâm’a girdiğini görmesi kin ve
nifakını gizleyerek istemeye istemeye Müslüman görünmesine sebep olmuştur.[470] Fakat
hayatının sonuna kadar her fırsatta gerek açıktan ve gerekse sinsice
Müslümanların kuyusunu kazmayı ve Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’a
karşı her türlü muhalefeti yapmayı sürdürmüştür.
Allah
Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem) daha Medine’ye girerken, Abdullah b. Übey
b. Selül evinin önünde, yanında bulunan bir toplulukla beraber oturmaktadır.
Übey b. Selül, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in kendisine
geleceğini zannederek “Git, sen seni davet edenlerin yanına var” diyerek
Medine’deki ilk muhalefetine başlamıştır.[471] Günümüz
hadiscilerinden Canan, İbn Übey’in yaptığı bu muhalefetin siyasi olduğunu
söylemektedir.[472]
Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in Medine’ye gelmesiyle siyasi
nüfuzunu kaybeden İbn Übey, yukarıda da anlatıldığı üzere her fırsatta
peygamber’e karşı menfi tavır takınmıştır. O bu menfi tavırlarıyla nifak
hareketlerinin elebaşısı olmuştur. İbn Übey’in evi hicretten sonraki ilk
zamanlarda nifak hareketlerinin karargâhı olarak kullanılmıştır. Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem), günlerden bir gün hasta olan Sa’d b. Ubâde (ra)’yi ziyarete
giderken İbn Übey, evinin gölgesinde aralarında yeni Müslüman olanların,
Medine’li müşriklerin ve Yahudilerin bulunduğu bir gurupla oturmaktadır. Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem), yanlarına geldiğinde İbn Übey,
elbisesiyle burnunu kapatıp yüzünü ekşiterek “Üzerimizi tuzlatma"
şeklinde saygısızca bir tavır takınmıştır. Böyle seviyesiz ve hakaretvari bir
söze rağmen Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Üsame b. Zeyd (ra)’in
tenkisinden inerek topluluğa selam vermiş ve Kur’an okumuştur. İyilik yapanları
cennetle müjdeleyip, kötülük yapanları da cehennemle uyararak onları İslam’a
davet etmiştir. Bunun üzerine saygısızlıkta sınır tanımayan İbn Übey
saygısızlığını daha da ilerleterek “Ey kişi! Ben söylediklerinden bir şey
anlamıyorum. Bu söylediklerin hak ve gerçekse bunlardan daha güzel bir şey
olamaz. Ama sen meclisimize gelip de bizi bununla cezalandırma (rahatsız etme).
Evinde otur ve bu söylediklerini sana gelen kimselere anlat” demiştir.
Orada bulunan Abdullah b.
Revaha
(ra) ve bazı Müslümanlar da İbn Übey’e ciddi muhalefet etmiş, Allah Resûlü (salla’llâhü
aleyhi ve sellem), onları teskin etmiştir.[473] Kendisine
yapılan muhalefeti gören İbn Übey, okuduğu şiirle[474] çaresizliğini
dile getirmiştir.
Abdullah
b. Übey b. Selül’ün Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ne karşı
takındığı çirkin tavrın siyasi olduğu rivayetin devamında yer alan Sa’d b.
Ubade (ra)’nin Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’e söylediği sözden
anlaşılmaktadır. Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem), İbn Übey’in bu
tavrından rahatsız olup, oradan ayrılarak Sa’d b. Ubade (ra)’nin evine gelmiş
ve ona üzüntüsünü anlatmıştır. Bunun üzerine Sa’d (ra), “Ya Resûlallah! Sen
İbn Übey’in kusurunu affet ve onu mazur gör. Seni bize gönderen Allah Teala’ya
yemin ederim ki, Allah Teala’nın iradesi sana peygamberlik vermek suretiyle
tecelli etti. Hâlbuki şu belde halkı İbn Übey’in başına taç giydirip,
hükümdarlık sarığı takarak kendilerine hükümdar yapmaya hazırlanıyorlardı.
Fakat Yüce Allah Teala’nın seni bize peygamber olarak göndermesiyle onların bu
düşünceleri gerçekleşemedi. Bu duruma İbn Übey çok üzüldü. O bu hareketi bundan
dolayı yapmıştır” demiştir.[475]
İbn
Übey’in saygısızlıkları bunlarla da kalmamış, o her türlü menfi tavırlarını
elinden geldiğince yapmaya çalışmıştır. Bir defasında da eşeğe binmiş olarak
yanına gelen Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ne, İbn Übey “Benden
uzaklaş! Vallahi beni senin eşeğinin kokusu rahatsız etti” demiştir.
Ensardan birisi’nin İbn Übey’e müdahale etmesi sonucunda Ensari’nin adamlarıyla
İbn Übey’in adamları arasında kavga çıkmıştır.[476]
Görüleceği
üzere bu rivayet İbn Übey’i destekleyenlerin olduğunu göstermesi açısından
dikkat çekicidir. Dolayısıyla İbn Übey’in Hz. Peygamber’e karşı takınmış olduğu
bu çirkin tavrın arkasında adamlarına güvenmesi söz konusudur. Aksi takdirde
kendi başına bu şekilde saygısızca tutum ve davranış takınabilmesi mümkün
gözükmemektedir.
Yukarıdaki
Sa’d (ra)’ın sözünden de anlaşılacağı üzere Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)’in Medine’ye gelişi ve hem dini, hem de dünyevi anlamda lider olarak
tanınması, İbn Übey’in dört gözle beklediği otoritesini yerle bir etmiştir. Bu
durumu gayet iyi bilen Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), onun
gönlünü almak için, yaptığı bazı olumsuz davranışlarına göz yummuş ve İslâm’a
ısınması için gelişmeleri zamana bırakmıştır.[477]
Münafıkların
gizli liderliğini üstlenen ve nifak hareketlerinin baş organizatörü olan İbn
Übey’in her fırsatta Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’e karşı
asılsız itham, iftira ve menfi tavırlara yöneldiğini daha önce söylemiştik. O
savaşlara dahi katılırken fitne ateşini tutuşturmak niyetiyle katılmıştır. Kimi
zamanda savaş anında ekibiyle birlikte cepheyi terk ederek karakterini ortaya
koymuştur.
Vakıdî’nin
bildirdiği rivayete göre Abdullah İbn Übey, Uhud Savaşı’da Sahabeden
bazılarının şehid olmasına sevinmiş ve “Muhammed bana karşı çıkıp ta görüşü
kıt olan kimselere uydu”[478]
diyerek Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ile alay
etmiştir. Bu söylemiyle İbn Übey, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’i
küçümsemekte, güya Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün kendisini
dinlemeyip gençleri dinlemesini peygamberliğine yakıştıramamaktadır. Ona göre
Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem), genç Sahabenin görüşüne uyarak
Uhud’a çıkarak yanlış yapmıştır.
İslam
Tarihçisi Sezikli, İbn Übey’in Medine’de kalma fikrinde ısrarlı olmadığını,
aksi takdirde savaş için dışarıya çıkılacağı belli olduğunda İbn Übey’in savaşa
gelmemesi gerektiğini ifade etmektedir. İbn Übey’in Uhud’a gidişindeki ana
sebep, nifakı ve ilk nifak topluluğunu bölgeye daha fazla yaymaktır.[479] Kur’an-ı
Kerim münafıkların bu tutum ve davranışlarını haber vermiştir.[480]
[481]
İbn
Übey’in yukarıdaki sözü söylerken bu duygulara hâkim olduğunu Uhud savaşından
sonraki münafık ve Yahudilerin Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem) için
“Peygamber olsaydı yenilmez ve adamları öldürülmezdi. O ancak hükümdarlığı
istiyor ki üstünlük bir ona, bir karşı tarafa geçiyor"'' şeklindeki söylemleri de
ortaya koymaktadır. Münafıkların genel düşüncesi budur ve Uhud savaşı bir
yenilgidir. Bu yenilgi Hz. Peygamber’in küçümsenmesi için bir gerekçe olmuştur.
Aynı
şekilde münafıkların Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in
peygamberliğine karşı küçümseyici tutum içinde oldukları Uhud savaşında Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in öldürüldüğü haberinin yayılması
üzerine verdikleri tepkiden de anlaşılmaktadır. Ya’kubî, Uhud savaşında Hz.
Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem)’in öldürüldüğü söylentisinin de
münafıklar tarafından ortaya atıldığı görüşündedir.[482] Bu
söylentinin üzerine münafıklar orduda bulunan halka seslenerek “Muhammed
peygamber olsaydı öldürülmezdi. Artık kardeşlerinizin yanına dönün. Keşke İbn
Übey’e bir elçi göndersek de bizim için Ebu Süfyan’dan eman alsa. Artık
Muhammed öldü. Müşrikler üzerinize gelip sizi ezmeden kavminize dönün”[483] diyerek
nifaklarını ortaya koymuşlardır. Bu rivayetten münafıkların aynı zamanda korkak
bir topluluk olup, Hz. Peygamber’i hafife alarak ilk fırsatta zahiren girmiş
oldukları İslâm’dan dönmeye meyilli olduklarını görmekteyiz.
Yine
Uhud savaşı sıralarında vuku bulan şu hadise de münafıkların Hz. Peygamber’e
karşı küçümseyici tutum ve davranış sergilediklerini göstermektedir. Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Uhud savaşına giderken Evs
kabilesinin münafıklarından olan Mirba b. Kayzî’nin bahçe duvarından
atlamıştır. Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’i bahçesinden geçirmek
istemeyen Mirba “Ey Muhammed! Eğer gerçekten sen Allah Resûlü (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) isen bahçemden geçmen sana helal olmaz” diyerek yerden bir
avuç toprak almış ve “Vallahi! Bu toprağın başkalarını rahatsız etmeyeceğini
bilsem sana atardım” demiştir. Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in
yanında bulunan Müslümanlar, Mirba’nın sözüne kızarak onun üzerine yürümek
istemişlerse de Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), “Bırakın onu! O
hem kalbi hem de gözü kör bir adamdır” diyerek mani olmuştur.[484] Bu
olayda da Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ne kin duyan bir
münafığın yapabileceği tipik bir saygısızca tutum ve davranış örneği mevcuttur.
Görüldüğü
üzere münafıkların Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hakkında
alayvari sözleri gaflet anında, gelişigüzel söylenmiş sözler kabilinden
değildir. Tamamen bilinçli ve kararlı söylemlerdir. Onların bu türden
ifadeleri, içlerinde gizledikleri inkârın veya Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi
ve sellem)’ne karşı duydukları kin ve nefretin dışa yansımasıdır.[485]
Konumuzla
alakalı olarak yer alan başka bir rivayette ise münafıkların, Allah Resûlü (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)’nün kaybolan devesini bahane ederek Peygamberliği’ni
küçümsedikleri anlatılmaktadır. Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem),
Tebük seferine giderken Zeyd b. Lusayb adındaki bir münafık[486],
bir konaklama esnasında Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in Kusva
adındaki devesi kaybolunca “Muhammed peygamber olduğunu ve semadan kendisine
haberler geldiğini söylediği halde, o kaybolan devesinin nerede olduğunu dahi
bilmiyor” diyerek alaya almıştır. Kendisine ulaşan bu sözler üzerine Allah
Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem) “Vallahi ben ancak Allah Teala’nın
bana bildirdiğinden başkasını bilemem. Ama Allah Teala şimdi bana onun yerini
gösterdi” deyip, devenin bulunduğu yeri tarif etmiş ve deve tarif edilen
yerde bulunmuştur.[487] Zeyd
b. Lusayb, Tebük seferinde, Bedir ashabından olan Umare b. Hazm’ın kafilesinde
bulunurken, bu olaydan sonra Umare, hemen harekete geçerek Zeyd b. Lusayt’ı
kafilesinden kovmuştur.[488]
Tebük
seferi bilindiği üzere nifak hareketlerinin tırmandığı bir gazve olmuş ve bu
savaşta münafıklar toplu olarak güç gösterisine kalkışmışlardır. Münafıklar
hakkında en fazla ayet-i kerime’nin Tebük seferinde nazil olması[489] ve
bu ayet-i kerime’lerin münafıkların İslam toplumundaki yerini keskin hatlarla
ayırması dolayısıyla bu günden sonra onlarla olan ilişkiler hoşgörü çizgisinden
çıkıp ayırıcı bir çizgiye dönüşmüştür.[490]
Hz.
Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in peygamberliğine inanmadığını aleni
olarak söyleyemeyen münafıklar, buldukları ilk fırsatta onu yıpratıp itibarını
zedeleyerek inananları O’ndan uzaklaştırmayı kendilerine amaç edinmişlerdir.[491] Fitne
ve fesad çıkarabilmek için avcının avını gözlemlediği gibi Hz. Peygamber’i sıkı
denetim altında tutmuşlardır. Her fırsatı ganimet bilen münafıklar hendek
kazılırken Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün, Kisra’nın beyaz
saraylarını gördüğünü söylemesi üzerine de “Korkumuzdan hendek kazıyor,
tuvalet ihtiyacımızı gidermek için bir yere gitmekten korkuyoruz, hâlbuki
MuhammedKisra’nın saraylarından bahsediyor" demişlerdir.[492]
Akılları sıra Hz. Peygamber’in nübüvveti gereği geleceğe matuf verdiği haberi
küçümsemek suretiyle O’nunla alay etmeye kalkışmışlardır.
Rivayetlerden
de anlaşıldığına göre Münafıklar her fırsatta Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi
ve sellem)’ne karşı menfi muamelelerde bulunmaktan çekinmemişlerdir. Onların bu
tutumları fırsatını bulduklarında fiile dönüşmüş, uygun ortam oluşamadıysa en
azından sözlü olarak devam etmiştir. Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)’nün hicretiyle birlikte kendisine yapılan bu menfi muameleler, bu zümre
içerisinde kalbinde imanın hiç mâkes bulmadığı insanlar tarafından hayatı
boyunca devam etmiştir.
Hz.
Peygamber’e karşı küçük düşürücü söylemler sadece münafıklardan gelmemiş, Ehl-i
kitap denilen Yahudi ve Hıristiyan zümresinden de gelmiştir. Kur’an-ı Kerimde
Ehl-i kitap hakkında, onların içinde övgüye layık kimselerin bulunduğu gibi,
bir kısmının da emanete riayet etmeyip Allah hakkında yalan uydurdukları,[493] içlerinde
kâfirlerin de bulunduğu,[494] Allah’ın
ayetlerini inkâr ettikleri,[495] hakkı
batıla karıştırdıkları,[496] Allah’ın
gazabına uğradıkları ve Peygamberlerini öldürdükleri,[497] Müslümanları
küfre döndürmek istedikleri,[498] Tevrat
ve İncil’i hakkıyla uygulamadıkları,[499] açıklanmaktadır.
Hz.
Peygamber döneminde Ehl-i kitap içerisinde insaf ve vicdan sahibi bir kısım
şahıslar Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün risaletini kabul
ederek Müslüman olmuştur. Bunun dışındaki Kitap Ehli özellikle de Yahudiler Hz.
Peygamber’e karşı düşmanca tutum ve davranış içerisine girmişlerdir. Yahudiler
Medine anayasasındaki antlaşmayı bozan ilk kavim olduğu gibi, zaman zaman
Müslümanları arkadan vurmaya çalışmış, kimi zaman da Müslümanların
düşmanlarıyla işbirliği yapmış, netice itibariyle her fırsatta Hz. Peygamber’in
ve Müslümanların karşısında yer almışlardır. Hz. Peygamber’i öldürmek için
suikast teşebbüsüne kadar ileri giden Yahudiler başarısız olmuş ve gerekli
cezalara çarptırılmışlardır.
Medine’de
bulunan üç büyük Yahudi kabilesinden biri olan Benî Kaynuka, en çok fitne
fesada yeltenen cüretkar kabile olması dolayısıyla sürekli kışkırtma,
Müslümanlar arasında fitne tohumları saçma ve Kureyş ile işbirliği yapma gibi
antlaşmaya muhalif davranışlarıyla antlaşmayı bozmuşlardır.[500] Yahudilerin
Kaynukaoğulları çarşısında Yahudi bir kuyumcuya uğrayan Müslüman bir kadına
sarkıntılık yaparak olay çıkarmaları bardağı taşıran ve antlaşmayı ortadan
kaldıran son hadise olmuştur.[501]
Allah
Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Medine’de bulunan ve Yahudi
kabilelerinin içerisinde en cesaretlisi olan[502] [503]
bu topluluğun taşkınlıklarının ardından Kaynuka çarşısında onları
toplayıp nasihat etmeye çalıştığında Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)’e karşı “Ya Muhammed! Çarpışma nedir bilmeyen bir kavimle harbetmen
seni yanıltmasın. Vallahi sen bizimle harbettiğinde nasıl adamlar olduğumuzu
görürsün”53 diyerek
Hz. Peygamber’i küçümseyici tarzda cevap vermişlerdir.[504] Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Medine’de yapılan antlaşmayı ilk
bozan Beni Kaynuka Yahudileri’ni[505] gelen
vahiy gereği[506] on
beş gece[507] süren
muhasara sonunda teslim alıp Medine’den sürdürmüştür.[508] Medine’yi
terk eden Benî Kaynuka Yahudilerinin şam bölgesine yerleştikleri
nakledilmektedir.[509]
Yahudi
tarihçi İsrâel Velfenson, Benî Kaynuka gazvesiyle ilgili olarak yorumunda
şunları söylemektedir: “Kaynuka Oğulları, Muhammed’e büyük bir cüretle red
cevabı vermiştir. Görünen odur ki Kaynuka Yahudileri her şeyden önce Muhammed
ile olabilecek bir çarpışmada müttefikleri olan Hazrec kabilesinin yardımına
güvenerek bu cevabı vermiştir. Çünkü Benî Kaynuka gibi küçük bir kabilenin
Medine’deki en büyük topluluğa harp ilan etmesi düşünülemez. Ancak Hazrec
kabilesi onların yardımına koşmak için harekete geçmemiştir.”51
Kaynukaoğullarının
Medine’den sürülme nedeni İslâm’ı kabul etmeyişlerinden dolayı olmayıp,
antlaşmayı bozarak Medine’nin iç huzurunu bozmalarından dolayıdır. Zira Hz.
Peygamber, onlarla barış içerisinde yaşamayı kabul edip antlaşma yapmış ve
kimseye de Medine’de kalma karşılığı olarak İslâm’ı kabul etme şartı koşmamıştır.[510] [511] Bu
gerçekten dolayı Carl Brockelmann gibi bir oryantalistin, Hz. Peygamber’in
önemsiz bahanelerle Kaynuka ve Nadir Yahudilerini Medine’den çıkardığı iddiası
insaf ölçülerine sığmamaktadır.[512]
Hz.
Peygamber’e karşı saygısızca bir söylem de Ebû Âmir adındaki bir kişiden
gelmiştir. Ebû Âmir Evs kabilesine mensup olup ve sürekli İslam aleyhinde
çalışan bir kişidir. Ölünceye kadar Müslümanlara karşı durmuş ve nifak
hareketlerinde İbn Übey’le birlikte başrol oynamıştır.
Hamidullah,
Ebû Âmir’i anlatırken şunları kaydeder: O her halükârda entelektüel merak
sahibiydi. Gerçekten o putperest bir ailede dünyaya gelmesine rağmen, Ehl-i
Kitâbla sohbete girişmek için onlarla buluşuyor ve kendini Hıristiyan keşişleri
tarafından cezp edilmiş görüyordu. Bunun için onlarla görüşmek gerekçesiyle
Suriye ve Filistin’e birçok seyahatlerde bulundu.[513] Belâzuri
de Ebû Âmir’in Hıristiyanlığa meylettiğini, rahiplerle muhabbet kurduğunu ve
sık sık Şam’ı ziyaret ettiğini rivayet eder.[514] İslam’dan
önce bu kişiye “Ebu Âmir er-Rahib” dendiği, fakat İslam aleyhindeki
faaliyetlerinden dolayı Hz. Peygamber’in ona rahib denmesini yasakladığı
bildirilmektedir.[515]
Allah
Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Medine’ye geldiğinde Ebû Amir,
Peygamberin huzuruna çıkmış ve Hz. Peygamber’e getirdiği dinin ne olduğunu
sormuş, Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem) de Hz. İbrahim (as)’in dini
olan Hanif dini olduğunu söylemiştir. Amir, kendisinin de o dine bağlı olduğunu
söylemesi üzerine Hz. Peygamber, kendisinin Hanif dinine bağlı olamayacağını
söylemiştir. Bunun üzerine Ebû Âmir “Ya Muhammed! Sen Hanif dininde olmayanı
dine soktun” diyerek saygısızca ithamda bulunmuştur. Ebû Amir’in bu
ifadesinden İslam’ın tevhid akidesinin, mesuliyet duygusunun kendisine ağır
geldiği anlaşılmaktadır. Çünkü onlar İbrahim dinini kendi arzularına göre
değiştirmiş, tevhid akidesini şirke boğmuşlardır.[516] Hz.
Peygamber, dediği gibi bir şey değiştirmeyip Hanif dinine saflık getirdiğini
bildirmesi üzerine de Ebû Amir “Allah yalan söyleyen kimseyi kovulmuş, garip
ve yalnız başına öldürsün'” diyerek Hz. Peygamber’i öfkelendirmiştir. Bunun
üzerine Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ da “Kim yalan söylüyorsa
Allah onu dediğin gibi yapsın”[517] diyerek
Ebû Amir’in saygısızlığına son noktayı koymuştur.
Ebû
Âmir, Hz. Peygamber’in Medine’ye hicretinden sonra Medine’den ayrılmış[518],
Bedir’e[519] ve
Uhud savaşına müşrikler safında katılmıştır.[520] Uhud
savaşını onun başlattığı[521] ve
Müslümanların karargâhlarını kuracakları yerlere çukurlar kazdırıp üzerlerini
kamufle ettiği, hatta Hz. Peygamber’in bu çukurlardan birine düşerek miğferinin
iki halkasının yanağına saplandığı rivayet edilmektedir.[522]
Uhud savaşında Müslüman olan oğluyla karşı cephelerde yer almıştır. Ebû
Âmir Uhud savaşında “Gasîlu’l-Melâike””[523] lakabıyla
tanınan ve şehid düşen Hanzala (ra)’nın babasıdır.[524]
Olayın
geçmiş olduğu dönem önemlidir. Hz. Peygamber, Medine’ye yeni geldiği bir
dönemde kendilerine eski teveccühün yönelmemesi, menfaatlerinin kesilmesi gibi
sebeplerle Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ne kin ve öfke duyan
kimseler saygısızlığa yeltenebilmişlerdir. İslam’ın yeni yeni gelişmeye başladığı
bu dönemde arkalarındaki güce dayanarak Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)’ın huzuruna çıkan bu kimseler, zamanla kavimlerinin İslam’a girmesiyle
ellerindeki gücü kaybetmiş ve hüsrana mahkûm olmuşlardır.
2.
HZ. PEYGAMBER’E KARŞI
EDEPSİZLİKTE AŞAĞILAŞMA (KELİME OYUNLARI)
Bu
başlık altında Ehl-i Kitap olarak adlandırdığımız Yahudi ve Hıristiyan
topluluklarından Yahudilerin Hz. Peygamber’e karşı kelime oyunlarıyla
sergiledikleri saygısızlıkları ele alacağız. Yahudiler, öteden beri gönderilen
Peygamberlere tavır almış, onların bazılarını yalanmış, bazılarını da
öldürmüşlerdir.[525] Hz.
Hz. Peygamber’i de kendi evlatlarından daha iyi bildikleri halde[526] O’na
da ayak diremiş ve inanmamışlardır. Yahudiler, kimi zaman müşriklerle beraber
olmuş, kimi zaman da münafıklarla işbirliği yapmıştır. Hz. Peygamber’e karşı
çeşitli bahanelerle inanmadıklarını belirten Yahudiler, sürekli düşmanca tutum
ve davranışlarda bulunmuşlardır. Konumuzla alakalı olarak ele alacağımız
rivayetlerde onların Hz. Peygamber’e karşı kin duyduğunu ve ne kadar
aşağılaştığını görmekteyiz. Ayet-i Kerime’de Yahudilerin Hz. Peygamber’e karşı
Allah’ın öğrettiği selamdan farklı bir şekilde selam verdikleri bildirilmektedir.[527]
Hz.
Peygamber’in önemle üzerinde durduğu konulardan birisi de selamlaşmaktır.
Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Allah katında en makbul insanın
karşılaşmada selamı önce veren kimse olduğunu bildirmiştir.[528] Karşılaştığı
herkesle selamlaşan Hz. Peygamber, çocuklara[529] ve
kadınlara da[530]
selam vermiş, Ehl-i kitaptan olan kimselerin selamını ise “Ve
aleyküm” diyerek alınmasını öğütlemiştir.[531]
Yahudilerin
konuyla ilgili olarak takındıkları tutum ve davranış Hz. Aişe’den rivayetle şu
şekilde anlatılmaktadır: Bir kısım Yahudiler Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi
ve sellem)’e gelerek “Es-Sâmu aleykum ey Ebu’l-Kasım”” şeklinde selam
vermişlerdir. Onların bu sözü üzerine de Hz. Aişe “Es-Sâmu aleyküm. Allah
size lâyıkınızı versin" diyerek Yahudilere karşılık vermiştir. Bunun
üzerine Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Hz. Aişe’ye dönerek “Ey
Aişe, Allah kötü sözü ve kötü söz söylemeyi sevmez” buyurunca cevap olarak
Hz. Aişe “Ey Allah’ın elçisi, görmedin mi ne söylüyorlar?” demiş,
Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) da Hz. Aişe’ye “Es-Sâmu aleyküm
(Aynısı sizin üzerinize olsun)” diye cevap verdiğimi duymadın mı?””
Buyurmuş ve bu olay üzerine ayet[532]
nazil olmuştur. Bu rivayeti Buhari nüzul kaydı olmaksızın
zikretmiştir.[533]
İbn
Zeyd’den gelen rivayete göre Hz. Peygamber’e gelip bu saygısızlığı yapan
Yahudiler üç kişidir.[534]
Bu
rivayetin Enes (ra)’den gelen varyantına göre ise Yahudilerin bu kurnazlığını
Sahabe dahi sezememektedir. Yahudiler gelip Hz. Peygamber’e “Es- Sâmu
aleyküm”” şeklinde selam verdiklerinde yanında bulunan Sahabeler bu sözü
selam zannederek almışlardır. Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem),
ashabına bunun bir selam olmadığını anlatmış ve kendilerine Ehl-i Kitap’tan
birinin selam vermesi durumunda onlara karşılık aynı şekilde söylediğin sana
olsun anlamına gelen “Ve Aleyküm”” şeklinde cevaplamalarını
bildirmiştir.[535]
Abdullah
ibn Amr (ra)’dan gelen bir rivayete göre de Yahudiler, Hz. Peygamber’e “Es-Samü
aleyküm” şeklinde selam verdikten sonra daha da küstahlaşarak “Bu
söylediklerimizden dolayı Allah bizi cezalandırmasın sakın”” diyerek kendi
aralarında alaya almaktadırlar. Bundan dolayı ayet nazil olmuştur.[536]
“Sâm”
kelimesinin ölüm manasına geldiğini bilen Yahudiler, Hz. Peygamber’i bu şekilde
selamlayarak ölümün O’nun üzerine olmasını temenni etmişlerdir. Hz. Peygamberde
bu sinsi niyetlerini dikkate alarak onları kendi selamlarıyla karşılamıştır.
Kelimeleri eğip bükerek, farklı manalara gelebilecek
kelimeleri
kullanarak Hz. Peygamber ile alay etmeleri onların ne derece aşağılaştıklarını
göstermektedir.
Nitekim
Yahudilerin Hz. Peygamber’e karşı farklı manaya gelebilecek kelimelerle alay
etmelerine bir başka örnek olarak ta “Râina”” kelimesini kullandıklarını
görmekteyiz. Raina kelimesini Arapların Hz. Peygamber’e karşı kullandıklarını
gören Yahudiler buna çok sevinmişlerdir. “Bizi gör, gözet” anlamındaki
bu kelime Yahudilerin konuşmalarında küfür manasına geldiğinden Yahudiler, Hz.
Peygamber’e artık gizlice değil de açıktan sebbedebiliriz diyerek bu durumu
fırsat bilmişlerdir. Bundan sonra Yahudiler, Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)’a gelerek “Ya Muhammed Râina”” deyip aralarında gülüşmeye
başlamışlardır. Sad b. Muaz (ra), onların bu konuşmalarını keşfetmiş ve
Yahudilere lanet okuyarak bu kelimeyi tekrar kullandıklarında boyunlarını
vuracağını söylemiştir. Yahudilerin aşağılaşarak bu kelimeyi siz de söylemiyor
musunuz demeleri üzerine ayet-i kerime[537] nazil
olmuştur.[538] Taberî,
Hz. Peygamber’e karşı bu saygısızlığı yapan kişinin Kaynukaoğullarından Rifaa
b. Zeyd b. es-Saib olduğunu bildirmektedir.[539]
Başka
bir yoruma göre “râinâ”” kelimesi Arapça’da hakaret anlamı taşımamakla
birlikte, İbranî dilinde “râinâ”” gibi telaffuz edilen bir hakaret
kelimesi bulunmaktadır. Medine Yahudilerinin hakaret maksadıyla bu kelimeyi
kullandıkları, hatta Hz. Peygamber ile tartışırken aynı kelimeyi telaffuz
ettikleri[540] için
ayette Müslümanlara, bunun yerine aynı anlama gelen “unzurnâ””
kelimesini kullanmaları öğütlenmiştir.[541]
Ayet-i
kerimenin sonunda kafirler için acıklı bir azaptan bahsetmektedir.[542]
Fakat ayete konu olan topluluk Yahudilerdir. Yahudilere kafirler diye
hitap edilmesi onların Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’a karşı
hitapta yaptıkları bu saygısızlığın şüpheye mahal vermeyecek derecede küfre
götürdüğüne işaret etmektedir.[543]
Cenab-ı
Hakk açık bir şekilde gerek Yahudi gerekse Hıristiyanların kesinlikle Allah
Resûlü’nden, İslam dininden ve Müslümanlardan razı olmayacaklarını
bildirmektedir. [544]
Onlar her fırsatta saygısızlık yapma eğilimindedirler. Onları ancak
kendi dinlerine tabi olmak memnun edecektir. Bu durum İslam düşmanlarının her
zaman ve zeminde yaptıkları ahvaldir. Öyle bir kompleks içindedirler ki İslam
dinini kabul etmemek ve Müslümanlara saldırmak için her yolu denerler. Onlar
için korkunç olan şey, İslam var oldukça kendilerinin yok olma korkusudur.[545]
Yahudilerin
bu saygısız tutum ve davranışlarına karşı nazil olan ayet-i kerimeler
Müslümanları, onların kurdukları tuzaklara karşı uyarmıştır. Onlar, daima O (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)’nun bir açığını yakalamak için pusuda beklemiş, kaypak ve
hakaret manasına gelen kelimeler kullanarak edepsizlikte aşağılaşmışlardır.
3.
HZ.
PEYGAMBER’E YAPILAN İTHAM VE İFTİRALAR
3.1.
Şahsına Yönelik İtham Ve İftiralar
Müşriklerin
Hz. Peygamber’i küçük düşürmeye yönelik haksız itham ve iftiralarından
bazılarını Kur’an-ı Kerim haber vermektedir. Allah Teala’nın göndermiş olduğu
bütün peygamberlerle alay edilip küçümsendiği gibi,[546] Kur’an-ı
Kerim’in uyarılarından hoşnut olmayan müşrikler de Hz. Muhammed (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)’in peygamberliğini aklın kabul etmediği delice bir iddia
olarak görüp küçümseyerek O’na mecnun iftirasını atmışlardır.[547]
Mecnun
kelimesi sözlükte “Örtünmek, gizlenmek, aklını kaybetmek” gibi manalara
gelmektedir.[548] Mecnun
kelimesi genel anlamıyla “Akıl hastası, deli”” şeklinde açıklamak mümkün
olduğu gibi o dönemki inanışlar ışığında “Cinlenmiş, cinin hâkimiyetine
girmiş”” şeklinde yorumlamak da mümkündür. Müşriklerin gözünde görülmez
âlemin bilgisine sahip olduğunu söyleyen insana bu bilginin tabiatüstü bir
varlık tarafından gökten indirildiği düşünülmüştür. Müşriklere göre bu varlık
Allah, melek veya şeytan olsun hepsi de cindir.[549]
Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in mecnun olmadığını iftirayı atanlar
da bilmektedirler.
O’nun
insanların en akıllısı olduğunu ve bu denli kesin deliller ve mükemmel hükümler
getiren birisinin elbette mecnun olmayacağını bildikleri halde tüm bunlara
rağmen onlar, Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün kendilerine tabi
olmasını istemekte, fakat bunun imkansız olduğunu da bildiklerinden,[550] makamlarının
elden gideceği ve riyasetlerinin haleldar olacağı korkusuyla,[551] Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’e verilen lütuflara hased etmelerinden[552] ve
halk tabakasının ona uymasını engellemek ve onu küçük düşürmek için mecnunluk
iftirasını ortaya atmışlardır.[553]
Ayet-i
Kerime, Hz. Peygamberi (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’i mecnunlukla suçlamanın
bir düşüncesizlik olduğunu, Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün
onlara müjdeleyici, korkutucu, ileride yaşanacak tehlikelerden korumak için
görevli bir elçi olduğunu
bildirmektedir.[554]
Müşriklerin
Hz. Peygamber(s.a.v)’e saldırgan tutum ve davranışları bununla sınırlı
kalmayıp, değişik iftiralarla devam etmiştir. Hz. Peygamber, müşriklere
Allah’tan başka ilah yok dediğinde müşrikler kendi inandıkları putları
bırakmama sebebi olarak “Mecnun bir şair ’in sözüne mi bakacağız'”
diyerek saygısızlıklarına ve
iftiraya
devam etmişlerdir.[555]
Müşriklerin
Hz. Peygamber’in davetini engelleyemediklerinden dolayı atmış oldukları şairlik
iftirasının altında yatan sebep, zamanın (ölümün) nice büyük şairleri alıp
götürdüğünden hareketle Hz. Peygamber’in de ölüp gideceğini dolayısıyla bu işi
zamana bırakmanın uygun olacağı düşüncesidir.[556]
O
dönemde şairlik mesleği toplumda önemli bir yer işgal etmektedir. Halk arasında
çeşitli vesilelerle edebi yarışmaların yapıldığı bilinmektedir. Araplardaki
genel anlayışa göre görünmeyen âlem hakkında ilk elden bilgi sahibi olan kimse
şâirdir. Şair bu bilgisini, cinlerle ruhsal ilişki kurarak almaktadır. Bundan
dolayı o çağlarda şairlik, çevresindeki havada uçuştuklarına inanılan görünmez
ruhlarla direkt ilişki kurmaktan gelen bir bilgiye dayanmaktadır. Keza Arap
inanışına göre erkek veya dişi cin, bir adamı sevgisine layık görürse onun
üzerine atılır, onu yere atar, göğsüne çıkar ve onu dünyada kendisinin sözcüsü
olmağa zorlardı ki bu o kişinin şiir seremonisinin başlangıcıdır. O andan
itibaren o adama şâir denmektedir. Her şâirin, zaman zaman gelip kendisine
ilham veren özel bir cinni vardır. Örneğin İslâm öncesi devrin en büyük
şâirlerinden olan el-A’şâ el-Ekber’in cinni, Mishal adını taşırdı ki kesici
bıçak anlamına gelen bu kelime, şâirin fasih, etkili dilini sembolize
etmektedir.[557]
Şairler
hakkında bu düşünceye sahip Araplar, Hz. Peygamber’i de cinden ilham alan bir
şâir olarak görmüşlerdir. Kur’an-ı Kerim, Hz. Peygamber’in cinle bir ilgisinin
olmadığını, cinnin ona asla sahib olamayacağını ısrarla vurgulamış, Hz.
Peygamber’e gelen vahyin kaynağının cin değil Allah olduğunu belirtmiştir.[558]
Şâir
ile Hz. Peygamber arasında büyük fark vardır. Şâirler, gerçek bir temeli
olmayan, gerçek üzerine kurulmayan sözleri söylemelerinden dolayı Kur’an’da
Effâk olarak nitelenmektedirler. Effâk, söylediklerinin doğru olup olmadığını
düşünmeyen, ağzına geleni, hoşuna gideni söyleyen kimsedir. Oysa Hz.
Peygamber’in söylediği doğru ve kesin bilgiden[559] başka
bir şey değildir.[560] Kur’an-ı
Kerim, müşriklerin bu itham ve iftiralarına cevap vererek onların tutmuş olduğu
bu yolun yanlışlığını haber vermiştir.
Ku’an-ı
Kerim, Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ne karşı yapılan
iftiralardan biri olarak ta O’nun büyülendiğini iddia ettiklerini haber
vermektedir. Konuyla ilgili olarak iftiranın haber verildiği ayet-i kerime’den
birinde şöyle buyrulmaktadır: “ Onlar senin okuyuşunu dinlerken ne maksatla
dinlediklerini, kulis yaparken insanlara: Siz, sadece sihir tesirinde kalmış
birinin peşinde gidiyorsunuz, aklınızı kullanın! Diye fısıldaşarak vesvese
verdiklerini pekiyi biliyoruz.”56
İslâm’ın
ilk yıllarında putperest Arapların büyücülükle yakından ilgileri olmuştur.
Bundan dolayı büyücüye, kâhine, gaipten haber verene rağbet edilir ve her yerde
onlar aziz tutulurdu. Araplar da daha çok tütsüleme, tılsım yapma, üfleme,
yıldızlara bakıp gelecekten haber verme, yatay ve dikey olarak içindeki sayılar
toplandığında aynı rakamı bulan kareler çizme revaçta idi. İslâm dini,
getirdiği ilâhî hakikatlerle bunların hepsini haram kılıp kökünden yasaklamış
ve inananları bu gibi hurafelerden kurtarmıştır.[561]
[562]
Bu
ayet-i kerime’nin nüzul sebebi ile ilgili olan rivayete göre Resûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem), Hz. Ali (ra)’nin bir yemek hazırlamasını isteyerek, Kureyşin
ileri gelenlerini yemeğe davet etmiş, davet sırasında onlara ayetler okuyarak
kendilerini Tevhid inancını kabul etmeye çağırmıştır. Onlara bu çağrıya kulak
verdikleri takdirde -sandıklarının aksine- itibar kaybetmek şöyle dursun, hem
kendi çevrelerinde öncekine göre daha çok saygı göreceklerini hem de Arap
olmayanlar nezdinde itibar kazanacaklarını ifade etmiştir. Fakat onlar bu
çağrıyı kabul etmemekle kalmayıp, bir de Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve
sellem), konuşurken nezaket kurallarını hiçe sayarak fısıltılı konuşmalarla
onun büyülenmiş olduğunu ileri sürmüşlerdir.[563] Ayet’in
şahıs bazında Kureyş müşriklerinden Velid b. Muğire hakkında indiği de rivayet
edilmiştir. Rivayete göre Velid, insanları Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)’nden nefret ettirebilmek için O’nun sihir yapan veya sihre uğrayan
birisi olduğunu söylemektedir.[564]
Kureyş
müşrikleri’nin Hz. Peygamber’i büyülenmiş birisi olarak nitelemelerinin sebebi
olarak, Hz. Peygamber’in kendilerini ahiret, hesap, cennet ve cehennemle
uyarmasının aslı olmayan vehimden ibaret birer durum olduğunu; dolayısıyla
böyle akla mantığa uymayan şeyleri söyleyen birisinin büyü tesiri altında
kalmış olacağını düşünmeleri olduğu bildirilmiştir.[565]
Kur’an-ı
Kerîm, müşriklerin bu iftirayı atmalarına karşılık cevap olarak onların
sapıtarak, dalâlete düşerek ve delil sunmaktan aciz kalarak yollarını
şaşırdıklarını bildirmektedir.[566]
Mekkeli
putperestlerin bütün amaçlarının Kur’an mesajını ortadan kaldırmak olduğu halde
öncelikle Allah Rasülü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün şahsını hedef
almalarının sebebi Hz. Peygamber’in misyonunu bitirdikleri takdirde Kur’anın
misyonunun da biteceğine inanmalarıdır. Müşrikler, Kur’an ile onun tebliğcisi
olan Hz. Peygamber’i ayrı değerlendirmemektedirler. Fakat Kur’an-ı Kerim, Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in şahsına yapılmış olan bütün
saldırıların bizzat Allah Teala’ya yapılmış olduğunu verdiği cevaplarla
vurgulamaktadır. Bu durum Allah’ın Kur’an’ın misyonu ile onu yaşayan ve taşıyan
Hz. Peygamber’in misyonunu ayırmadığının bir göstergesidir.[567]
Münafıklar
Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’i rahatsız etmek için ellerine
geçen bütün fırsatları kullanmaya çalışmışlardır. Hatta o kadar bu işe
kendilerini kaptırmışlardır ki, onun mahrem hayatına dahi dil uzatabilecek
cesareti gösterebilmişlerdir. Münafıkların en etkili iftiraları Benî Mustalık
gazvesi dönüşünde vuku bulmuştur. İfk Hâdisesi olarak tarihe geçen bu olayda
Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün muhterem zevcelerinden Hz.
Aişe’ye[568] iftira
atılmıştır. Hz. Peygamber’in hanımlarının şahsında yapılan iftira aynı zamanda
kendisine yapılmış demektir.
Kaynaklarda uzunca anlatılan rivayeti kısaca şu şekilde
aktarabiliriz: Benî Mustalık savaşında Hz. Peygamber’e hanımlarından Hz. Âişe
arkadaşlık etmiştir. Savaş dönüşü ordu Medine yakınlarında konaklamış, hareket
edileceği sırada Hz. Âişe tabiî ihtiyacı için kafileden geride kalmıştır. Deve
üzerindeki hevdeç içinde taşınan Hz. Âişe, zayıf olduğundan farkına varılamayıp
kafile hareket etmiş, Hz. Âişe ihtiyacını giderdikten sonra kolyesini
düşürdüğünü fark edip onu ararken kafileyi kaçırmış, ordunun konakladığı yere
geldiğinde ise sadece ordunun unuttuğu malzemeleri toplamakla görevli (artçı)
olan Safvan (ra) kalmıştır. Safvan (ra), Hz. Âişe’yi devesine bindirip kendisi
de yaya olarak Medine’ye dönmüşlerdir. Bu durumu gören
Münafıkların elebaşısı İbn Übey, yaygara çıkarıp namus iftirası atarak
dedikodunun yayılmasına sebep olmuştur. Dedikoduyu en son işiten Hz. Âişe,
iftiranın dehşetinden donup kalmış ve Hz. Peygamber’den izin isteyerek
babasının evine dönmüştür. Bu iftiradan üzüntü duyarak yataklara düşen Hz.
Aişe, bir ay kadar sonra inen vahiyle[569] masumluğu
Allah tarafından kıyamete kadar ebediyyen tescil edilmiştir.[570]
İbn
Übey bu nifak hareketini arkadan gizlice organize etmiştir. Allah Resûlü (salla’llâhü
aleyhi ve sellem), ashabtan Hz. Ömer, Hz. Ali, Hz. Osman,[571] Hz.
Berîre, Hz. Üsame b. Zeyd[572]
Hz. Zeyneb b. Cahş,[573] Hz.
Ümmü Eyman,[574] Ebû
Eyyub el-Ensârî[575]
nin görüşlerini aldıktan sonra genel olarak ashabına hitaben, İbn Übey’e
karşı kendisine kimin yardım edeceğini sorarak, ailesi hakkında hayırdan başka
bir şey bilmediğini, iftiraya uğrayan diğer sahabi Hz. Safvan için de aynı
duygular içerisinde olduğunu ifade etmiştir.[576] Ayrıca
Hz. Safvan hakkında “Ben olmadan evime girmiş değildir. Hangi sefere
çıkmışsam benimle beraber olmuştuk” demiştir.[577]
Allah
Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün bu hitabetinden de anlaşılacağı üzere
İbn Übey’in bu olaydan sorumlu olduğu biliniyor ve hedef olarak o seçiliyordu.
Fakat Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), onun öldürülmesini
istememiştir. Zira İbn Übey’in böyle bir zamanda öldürülmesi nifakın daha da
artıp bir iç savaşın başlamasına neden olabilirdi.[578]
Diğer
taraftan iftiraya uğrayan Safvân b. el-Muattal (ra), kendisiyle ilgili
söylentileri duyunca “Sübhânallah! Allah’a yemin olsun ki, ben daha hiçbir
dişinin eteğini kaldırmış değilim” demiştir.[579] Hz.
Aişe, Safvan (ra)’ın daha sonraları şehid olarak vefat ettiğini söylemektedir.[580]
Münafıkların
bu fitnesine Müslümanlardan da inananlar olmuştur. İbn Übey’in başlattığı bu
iftira kampanyasına katılanlar arasında Hz. Peygamber’in şairi Hassan b. Sabit
(ra), Mıstah b. Usase (ra), Hamne b. Cahş (ra) ve halktan bazıları vardır.[581] Bu
kişilerden Hassan (ra), şiirinde Safvan (ra)’ı ve onun kavmi olan Mudar’lardan
Müslüman olanları alaya almış,[582] bunu
duyan Safvan (ra), kılıç darbesiyle Hassan (ra)’ı yaralamış,[583] Allah
Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), bu iki sahabi’yi barıştırmıştır.[584]
Atılan
bu iftira nedeniyle ortalık iyice kızışmış, Münafıkların tutuşturduğu ateş
İslâm toplumuna sıçramış ve Müslümanlar ağır bir imtihandan geçmiştir. Hz. Aişe
(ra)’nin beratını bildiren vahiyden anlaşıldığına göre müminlerin, birbirlerine
sahip çıkmaları ve hüsnü zann beslemeleri etkili bir üslupla dile
getirilmiştir. Asr-ı saadette müminlerin birbirine sahip çıkıp kol kanat
germeleriyle ilgili olarak bol ve güzel örnekler bulunmaktadır. Ayet-i
Kerime’ye göre böyle bir nifakın yayılışı karşısında Müslümanların söylemesi
gereken söz “Bu büyük bir iftiradır” sözüdür.[585]
Nazil olan ayetler Müslümanların, münafıklara karşı uyanık olmalarını ve
oyuna gelmemelerini en güzel şekilde dile getirmiştir.
Bu
olayda Müslümanların çoğunluğu Hz. Aişe ve Hz. Safvan hakkında atılan bu
iftiraya inanmamışlardır. Bu yalana inanmayanlardan birisi olan Hz. Halid
b.Zeyd Eba Eyyub el-Ensârî’ye hanımı: “İnsanların, Hz. Aişe hakkında ne
söylediklerini duymadın mı?” demesi üzerine Hz. Halid, hanımına cevaben “Evet
duydum. Fakat bu bir yalandır. Ey Eyyub’un annesi sen böyle, bir şey yapar
mısın?” demiş, hanımı da “Hayır vallahi yapmam” cevabını verince Hz.
Halid de “Vallahi Hz. Aişe senden daha hayırlıdır” demiştir.[586] Rivayetin
bir başka tarikinde Hz. Halid’in hanımına “Neler konuşuluyor duyuyor
musun?'” dediğinde hanımı cevaben “Şayet sen Safvan’ın yerinde olsaydın,
Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ın ırzına, namusuna kötü gözle bakar
mıydın?” diye soruyla cevap vermesinin ardından Hz. Halid’in “Hayır”
cevabını müteakip hanımının da “Ben de Hz. Aişe’nin yerinde olsaydım
Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’a ihanet etmezdim. Oysa Hz. Aişe
benden, Hz. Safvan da senden hayırlıdır” demiştir.[587]
Benzer bir rivayet Übey b. Ka’b (ra) için de anlatılmaktadır.[588]
Nazil
olan ayet-i kerimelerden sonra münafık olmadıkları halde dedikodunun
yayılmasına katılan Hassan b. Sabit (ra), Mıstah b. Usase (ra), Hamne b. Cahş
(ra)’a bu husustaki ayet-i kerime doğrultusunda[589] iftira
cezası olarak seksener sopa vurulmuştur.[590]
Olayda
başrol oynayan İbn Übey’e had vurulmamasının sebebini Umerî şu şekilde
açıklamaktadır: “Had vurulması İbn Übey’in suçuna bir keffarettir. Hâlbuki o
Allah Teala’nın ahirette büyük azap hazırladığı biridir. Hadd vurulmaya layık
değildir. Aynı zamanda o suç teşkil edecek şekilde açıkça hareket etmemiş,
gizliden organize etmiştir.”[591]
Bu
olay Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in zevcesi nezdinde kendi
şahsına yapılmış bir iftiradır. Hedef yine Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)’nü yıpratmaktır. Bu olay aynı zamanda Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)’ın peygamberliğine de bir delil olmaktadır. Çünkü Allah Resûlü (salla’llâhü
aleyhi ve sellem), gerçekten bir elçi olmasaydı hanımına yapılan bu iftira
karşısında uzun süre vahiy beklemez, ailesi hakkında bu iftiranın yayılmasına
izin vermez ve eşinin suçsuzluğunu ilan ederdi. Ama o bu olaydan çok rahatsız
olmasına rağmen vahyin gelişine kadar sabretmiştir.[592]
İbn
Cüzey, tefsirinde bu olayda beş yönden hayrın bulunduğunu söylemektedir ki
bunlar, Müminlerin annesi Hz. Aişe’nin suçsuz oluşunun ortaya çıkarılması,
hakkında vahiy indirmek suretiyle Allah’ın onu şereflendirmesi, aleyhinde
çıkarılan iftiradan dolayı Hz. Aişe’nin bolca sevap kazanması, müminlere
nasihat edilmesi ve iftiracılardan intikam alınacağının bildirilmesidir.[593]
Kur’an-ı
Kerim birçok ayette münafıklardan bahsetmektedir. Hatta münafikun adlı müstakil
bir sure de bulunmaktadır. Bu surede münafıkların itikadi durumları, psikolojik
yapıları, ahlaki bozuklukları, ahiretteki konumları, toplumdaki yerleri, Hz.
Peygamber’e ve müminlere karşı tutumları gibi özellikleri ayrıntılı bir biçimde
anlatılmaktadır.[594]
Müslüman
toplum içerisinde en tehlikeli topluluk olan Münafıklar,[595] Allah
Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ne karşı fırsat buldukları anda itham ve
iftiralarını sergilemekten geri durmamış, burada olduğu gibi o kadar ileri
gitmişlerdir ki; hanımlarına dahi dil uzatma gayreti içerisine girişmiş ve
nihayetinde Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün vücudunu ortadan
kaldırmak için suikast teşebbüsüne kadar yeltenmişlerdir. Konumuzla ilgili
olarak Kur’an’da Allah’ı ve müminleri alaya aldıkları,[596] Müslümanlara
karşı kin duydukları[597]
ve Hz. Peygamber’e isyan hususunda gizli faaliyetler yürüttükleri[598]
bildirilen ve zahiren Müslüman göründükleri için ne zaman ne yapacakları
kestirilemeyen münafıklara karşı diğer inanmayan güruhlara nazaran daha
dikkatli olunması gerektiği anlaşılmaktadır.
Münafık,
Müşrik ve Ehl-i Kitap zümrelerinin Hz. Peygamber’e karşı sergiledikleri tutum
ve davranışlarını ele aldığımız bu bölümde, bu toplulukların Hz. Peygamber’e
karşı kıskançlık ve kin duymalarının sonucu olarak sürekli düşmanca tutum ve
davranışlar sergiledikleri görülmektedir. Saygısızlıkta sınır tanımayan bu
topluluklar yakaladıkları her fırsatta gerek sözlü ve gerekse fiili olarak
menfi tavırlarını ortaya koyarak saygısızlıklarını sergilemişlerdir.
Öncelikli
olarak Hz. Peygamber’in nübüvvetini ilan etmesiyle birlikte vahye ayak direyen
müşrikler tarafından Hz. Peygamber’e karşı başlatılan alay, hakaret, menfi
propaganda, işkence ve zulümlerin, Müslümanların çoğalmaya başlamasıyla beraber
iyice şiddetlendiği görülmektedir. Müşrikler, kin ve düşmanlıklarını Hz.
Peygamber’i öldürmeye teşebbüs edecek kadar ilerletmiştir. Hz. Peygamber’in
Medine’ye hicretiyle birlikte ortaya çıkan Münafık topluluğu da zaman zaman
fırsat geçtikçe Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ne karşı
saygısızlık yapmaktan geri durmamış ve bu topluluk ta Resûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)’ın vücudunu ortadan kaldırmaya teşebbüs edecek kadar
düşmanlıkta sınır tanımamıştır. Ehl-i Kitap olarak adlandırılan Yahudi ve
Hıristiyan toplulukları da özellikle Yahudiler olmak üzere Hz. Peygamber’e
hasetliklerinin sonucu olarak sürekli menfi tavır takınmışlardır. Allah Resûlü (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)’nün Medine’deki yaptığı antlaşmayı ve Medine’nin iç huzurunu
bozan Yahudi topluluğu Hz. Peygamber ile sürekli savaş ve çatışma halinde olmuştur.
Bu grup ta Hz. Peygamber’e suikast teşebbüsünde bulunacak kadar düşmanlıklarını
ilerletmiştir.
Hz.
Peygamber’i öldürmeye teşebbüs edecek kadar kin ve düşmanlıkta ileri giden bu
guruplar netice itibariyle bu amaçlarına ulaşamamışlardır. Hayatı bu topluluklara
karşı mücadele içerisinde geçen ve bunlara karşı gerekli önlemleri alan Allah
Resulü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), bunların düşmanlıklarından ve sinsi
planlarından kimi zaman ilahi ikaz neticesinde, kimi zaman aradaki beşer
vasıtasıyla ve kimi zaman da tecrübesini konuşturarak korunmuştur.
Bu
toplulukların tamamı Hz. Peygamber’e karşı düşmanca tavır takınmakla birlikte
bunların içerisinde en tehlikelisinin Münafıklar olduğu görülmektedir. Zira
Münafıklar, zahiren iman etmiş gözüktüklerinden Müslüman toplum içerisinde gerek
ferdi ve gerekse toplu olarak ne zaman ne yapacakları pek bilinememektedir.
Diğer gruplara göre tanınması ve önlem alınması daha zor olan münafık
topluluğuna karşı daha dikkatli olunması gerektiği aşikârdır.
SONUÇ
Hz.
Peygamber’e saygı sınırlarını zorlayan tutum ve davranışlar çerçevesinde
çalışmamızın Sahabe ile ilgili kısmının çağrıştırdığı anlam, ilk anda farklı
gelebilir. Sahabe de bazı durumlarda Resulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’a
karşı menfi tutum ve davranışta bulunabilmiştir. Çalışmamızda sahabe’nin
yaptığı bu davranışların içerisinde çizmiş olduğumuz saygısızlık kapsamına
giren daha doğrusu saygı sınırlarını zorlayan tutum ve davranışlar
incelenmiştir. Sahabe’nin zaman zaman saygı sınırını aşmadan Hz. Peygamber’e
karşı özgürce duygu, düşünce ve tavırlarını sergileyebilmesi O (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)’nun göstermiş olduğu engin hoşgörüsünün bir sonucudur. Ondört
asır önce Müslümanların Resulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ın yanında
sergiledikleri hür düşünce ve tavırlar O’ndan sonraki hiçbir topluluk ve
yönetim modelinde görülememiştir.
Hayatları
vahyin ve Hz. Peygamber’in müşahedesi altında şekillenen Sahabe de neticede bir
insandır. İnsanlık âleminde peygamberlerin dışında kimse ismet sıfatını haiz
değildir. Sahabenin içerisinde de insan olmalarının gereği olarak hata yapanlar
olabilmiş ve Hz. Peygamber’e karşı saygı sınırlarını zorlayıcı ve davranışlarda
bulunabilmişlerdir. Sahabe’nin Hz. Peygamber’e karşı sergiledikleri saygı
sınırlarını aşan tutum ve davranışlarını da kendi arasında iki ayırarak
değerlendirmek gerektiği kanaatindeyiz. Sahabi şuurunu taşıyanlar diye
tanımladığımız Hz. Peygamber’in nebevi atmosferinden istifade etmiş, O (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)’nun tasarruflarını kavrayabilmiş olan şahıslar, sergilemiş
oldukları yanlış tavır ve davranışlarında, Kur’an-ı Kerim tarafından veya Hz.
Peygamber tarafından uyarıldıklarında veyahut ta kendileri farkına
vardıklarında bu tutum ve davranışlarında ısrarcı olmayıp hemen vazgeçmiş ve af
dileme yolunu tutmuşlardır.
Bununla
birlikte Sahabenin yapmış olduğu yanlış tutum ve davranışlar neticesinde ikaz
edildiği ayet-i kerime’lerde aynı zamanda onları Allah’ın affettiği de
vurgulanmıştır. Dolayısıyla konuya Kur’an perspektifinden bakıldığında Sahabe
hakkında su-i zann yapılmasının caiz olmadığı kanaatindeyiz. Fakat sahabi
toplululuğu içerisinde kabul edilmekle beraber, kabile reislerinin Müslüman
olmasıyla birlikte İslam’a girmiş ve zamanla İslam’a ısınabilme eğiliminde olan
ya da yeni Müslüman olup da henüz eski adetlerini tam olarak bırakamayan Bedevî
diye tanımladığımız şahıslar, önceki hayat tarzları gereği katı ve sert tutum
ve davranışlarını Müslüman olduktan sonra da sergilemişlerdir. Hz. Peygamber’e
karşı saygı sınırlarını zorlayan tutum ve davranışlar genellikle bu Bedevî diye
adlandırdığımız Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ın terbiyesinde
yetişmemiş, Allah Resulü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nü yeterince tanıyamamış
ve tasarruflarını ilk etapta kavrayamamış olan zümre tarafından sergilenmiştir.
Yukarıda da belirtildiği gibi bu kimseler İslam’a yeni girmenin ve eski câhilî
adetlerinden henüz kurtulamamanın yansıması olarak Hz. Peygamber’e karşı saygı
sınırlarını aşan tutum ve davranışlarda bulunmuşlardır. Hz. Peygamber, bunlara
karşı uygulamış olduğu geniş müsamaha ve hoşgörü sayesinde zamanla onların bu
kaba tutum ve davranışlarını izale etmiştir.
Netice
itibariyle sahabe’nin hatasız ve günahsız olmadığı, insan olmaları gereği bazı
yanlış tutum ve davranışlar sergileyebilmeleri gayet normaldir. Fakat
sahabe’nin Hz. Peygamber’e omuz vermesi ve O (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’na
gönülden bağlanması, İslâmı muhafaza adına düşmanlara karşı vargücüyle mücadele
etmesi, yaptıkları hatalar neticesinde ısrarcı olmayıp bağışlanmayı istemeleri
affedilmelerine vesile olmuştur. Allah Teala’nın, İslam’ın ilk nesli ve
muhafızı olan sahabeyi yaptıkları hatalar neticesinde uyardığı ayetlerde
affettiğini de görmekteyiz. Sahabe’nin yaptığı bazı yanlış tutum ve
davranışları Hz. Peygamber’in de bu hataları yapan Sahabe’yi, İslâm’ı savunmak
için yapılan savaşlara katıldıkları veya kendisini çok sevdikleri gerekçesiyle
affettiğine rastlamaktayız. Sahabe’nin savaşlarda gösterdikleri yararlılıklar
ve Hz. Peygamber’i canlarından aziz bilmeleri bağışlanmalarına sebep olmuştur.
Hz.
Peygamber’in bütün tasarruflarının aradaki beşer fonksiyonunun görmezlikten
gelinerek vahiy gibi algılanmasının O (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nun yanlış
yorumlanmasının bir tezahürü olduğu sonucuna varılmıştır. Çalışmamız boyunca
karşılaştığımız aynı hadiseyi haber veren bir kısım rivayetlerde Hz.
Peygamber’in haber alma şeklinin kendi tecrübesiyle veya beşer vasıtasıyla
meydana gelmesi yanında, aynı olaylarda Allah Resulü (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)’nün ilahi ihbar neticesinde haberdar olduğu şeklindeki rivayetlere de
rastladık. Bu durum günümüzün hadis üstadlarından Hatipoğlu’nun dediği gibi Hz.
Peygamber’in, her söz ve fiilini vahiy olarak algılama, tecrübe ve tefekkürüne
dayanarak bildirdiği bazı kanaatlerine gaybi bir haber niteliği atfetme, beşeri
vasıtaları görmezlikten gelerek bildirdiği her haberin arkasında ilahi bir
ihbar olduğunu varsayma, bunları bir peygamberlik alameti ve mucize olarak
görme şeklinde gelişen Hz. Peygamber’i yanlış yorumlama eğiliminin bir sonucu olduğu
kanaatine varılmıştır.
Hz.
Peygamber’e karşı ikinci bölümde ele almış olduğumuz Münafık, Müşrik ve Ehl-i
Kitap tarafından sürekli düşmanca tutum ve davranışların sergilendiğini görmüş
bulunmaktayız. Bu gruplar, Hz. Peygamber’e karşı buldukları ilk fırsatta her
türlü saygısızlık ve düşmanca tavır takınmaktan geri durmamıştır. Hz.
Peygamber’i öldürmeye teşebbüs edecek kadar düşmanlıkta ileri giden bu
grupların sinsi teşebbüslerine karşı vahyin kontrolü altında olan Hz.
Peygamber, tedbiri elden bırakmamış, bu haince planlardan kimi zaman ilahi
ihbar neticesinde, kimi zaman aradaki beşeri vasıtalar neticesinde ve kimi
zaman da bilgi ve tecrübesini konuşturarak haberdar olmuş ve korunmuştur.
Bu
toplulukların tamamı Hz. Peygamber’e karşı düşmanca tavır takınmakla birlikte
bunların içerisinde en tehlikelisinin Münafıklar olduğu görülmektedir. Zira
Münafıklar, zahiren iman etmiş gözüktüklerinden Müslüman toplum içerisinde
gerek ferdi ve gerekse toplu olarak ne zaman ne yapacakları pek
bilinememektedir. Hz. Peygamber, kendi döneminde Münafıklara karşı tedbir
almakla birlikte onlar için ayrı bir statü belirlememiştir. Hz. Peygamber,
Münafıklara gösterdiği sabır ve hoşgörüye siyasetiyle onların müşrikler safına
geçmesini önleyerek vahdeti korumuş ve bir topluluk oluşturup
teşkilatlanmalarını engellemiştir. Medine’de Müslümanların belli bir güce
ulaşmasına kadar Münafıkların her türlü entrikalarına karşı bu hoşgörü
siyasetine devam eden Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem),
Müslümanların iyice güçlendiği ve arap yarımadasının dahi dışına çıkılmaya
başlandığı Tebük Savaşı sonrasında Münafıklara önceki hoşgörüsünü
göstermemiştir. İslâm dairesinin genişlemesiyle Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)’in de bir nebze kontrolünün dışına çıkılması ve bu zamandan
itibaren Müslümanlar arasında çıkacak problemlerin takip edilebilmesinin
zorlaşacağından dolayı böyle bir dönemde Münafıklara karşı ciddi önlemler
alınmadığı takdirde eskisinden daha tehlikeli olabilecekleri gerçeğinden
hareketle Münafıklara karşı hoşgörü siyaseti terkedilmiştir. Hz. Peygamber,
Müslümanlığın genişleyip arap yarımadasının dışına çıkılmaya başlandığı
dönemden itibaren Münafıkların açıkça İslâm toplumuna yönelik bölücü
çalışmaları ve ihanetleri olduğu takdirde de onlara karşı cezayı müeyyide
uygulamaktan kaçınmamış ve gerekli cezaları tatbik ettirmiştir. Diğer gruplara
göre tanınması ve önlem alınması daha zor olan münafık topluluğuna karşı daha
dikkatli olunması gerektiği aşikârdır.
Münafık,
Müşrik ve Ehl-i Kitap toplulukları tarafından Hz. Peygamber’e yapılan düşmanca
tutum ve davranışların sadece o dönemde kalmayıp aradan geçen süre zarfında
bugüne kadar devam ettiği ortadadır. Bu tutumu yakın dönemimizde yaşanan
karikatür krizinde de görmüş olmaktayız. Son dönemde Batı’da dini ve siyasi
taassuptan kaynaklanan son derece seviyesiz yazı ve karikatürlerin gün yüzüne
çıkması Hz. Peygamber döneminden bu yana devam ede gelen İslam karşıtlığını
hatırlatmaktadır. Gümüz Müslümanları ise bu tür düşmanca tutum ve davranışlara
prim vermemeli, bunu da yaparken düşmanın silahıyla silahlanıp çağdaş yöntemler
kullanarak tepkisini ortaya koymalıdır.
KAYNAKÇA
Kitaplar
ABDURREZZAK,
Ebû Bekr Abdurrezzak b. Hemmâm es-San’ânî (211/827), el-Musannef, (tah:
Habîburrahman el-A’zamî), I. Baskı, Beyrut 1392/1972.
ABDÜSSELAM,
Izzuddin Abdü’l-Aziz es- Süleymî, Tefsiru’l-Kur’an, (tahk: Abdullah b.
İbrahim b. Abdullah el-Vüheybi), I. Baskı, Daru İbni Hazm, Beyrut 1416/1996.
AÇIKEL,
Y., Hadislerde Ehl-i Beyt, (Basılmamış Doktora Tezi), Isparta 1999.
AHMED
b. Hanbel (241/855), el-Müsned, Çağrı Yayınları, (y.y), (t.y).
AĞIRMAN,
C., Hz. Peygamber’in Sünnetinde İtaat, İstanbul 2004.
ALİ
B. EBÎ TALİB (40/661), Nehcü’l-Belâğa, (tah: Muhammed Ebu’l-Fadl
İbrahim), Daru’l-Ceyyid, I. Baskı, Beyrut 1408/1988.
ALİYYÜ’L-KÂRÎ,
Nureddin Ali b. Muhammed (1014/1605), Esraru’l-
Merfûa
fî’l-Ahbari’l-Mevdûa, (tah: Muhammed Said b.
Besyûnî), daru’l- Kütübi’l-Ilmiyye, II, baskı, Beyrut, 1405/1980.
ALÛSÎ,
Ebu Fadl Şehabeddin es-Seyyid Mahammed (1270/1854), Rûhu’l- Meânî,
(Tashih: Muhammed Hüseyin el Arab), Daru’l-Fikr, Beyrut 1417/1997.
ARNALDEZ,
Roger, Hz. Muhammed, (Çev: Burhanettin Semi), İstanbul 1982.
ATEŞ,
S., Kur’an Ansiklopedisi, Kuba Yayınları, İstanbul 1997.
AYNÎ,
Bedruddin Ebû Muhammed Mahmud b. Ahmed (855/1451), Umdetu’l-Kârî Şerhu
Sahîhi’l-Buharî, Daru’t-Tabâatu’l-Âmirati, (y.y), (t.y).
BEĞAVÎ,
Ebû Muhammed el-Hüseyn b. Mes’ûd, Mesâbîhu’s-Sünne, Beyrut 1407/1987.
BELAZURI,
Ahmed b. Yahya b. Cabir (279/892), Ensabü’l-Eşraf, (tah: Muhammed
Hamidullah), Daru’l-Marife, Mısır 1959.
BEYDÂVÎ,
Nasruddin Ebu Said Abdullah b. Ömer b. Muhammed (791/1389), Envâru’t-Tenzîl
ve Esrâru’t-Te’vil, Daru’l-Fikr, Beyrut 1416/1996.
BEYHAKÎ,
Ebû Bekr Ahmed b. el-Hüseyin (458/1066), Delâilu’n-Nübüvve, Nşr:
Abdulmu’ti Kal’acî, Beyrut 1405/1985.
BROCKELMANN,
C., İslam Milletleri ve Devletleri Tarihi, (çev: Neşet Çağatay), Ankara
1964.
BUHÂRI,
Ebû Abdullah Muhammed b. İsmail (256/870), el-Câmiu’s-Sahîh, Çağrı
Yayınları, (y.y), (t.y).
BÛTÎ,
M. Said Ramazan, Fıkhu’s-Sîre (Peygamberimiz (s.a.v)’in Uygulamasıyla
İslâm), (ter: Ali Nar, Orhan Aktepe), Gonca yayınevi, X. Baskı, İstanbul 1992.
CANAN,
İ., Hadis Ansiklopedisi Kütüb-i Sitte, Akçağ Yayınevi, İstanbul, (t.y).
CEVDET
PAŞA, A. (1895), Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hülefa, Bedir Yayınevi,
İstanbul 1386/1966.
CÜCELOĞLU,
D., İnsan ve Davranışı, Remzi Kitabevi, 11. Baskı, İst 2002 ÇAPAN, E., Kur’ân-ı
Kerîm’de Sahabe, Işık Yayınları, İzmir 2004.
DÂRİMÎ,
Ebû Muhammed Abdullah b. Abdurrahman (255/869), es-Sünen, Çağrı
Yayınları, (y.y), (t.y).
DEYLEMÎ,
Ebû Şüca’ Şirveyh b. Şehredâr, b. Şirveyh (509/1115), el-Firdevs bi Me’sûri’l-Hıtâb,
(tah: Said b. Besyûnî Zeğğlül), Beyrut 1406/1986.
DİYARBEKRÎ,
Hüseyin Muhammed (990/1582), Târihu’l-Hamis fî ahvâli enfesi’n-Nefîs,
Mısır, (t.y).
DEMİRCAN,
A., Hz. Peygamber Devrinde Münafıklar, Esra Yayınları, İstanbul 1996.
DERVEZE,
Muhammed İzzet b. Abdilhâdi b. Derviş (1405/1984), et- Tefsîru’l-Hadis (Nüzul
Sırasına Göre Kur’an Tefsiri), (ter: Şaban Karataş ve arkadaşları), Ekin
Yayınları, II. Baskı, İstanbul 1998.
EBU
ABDURRAHMAN, Mukbil ibn Hâdî, es-Sahîhu’1-Müsned min Esbâbi’n-Nüzûl,
Kuveyt, IV. Baskı, Daru’l-Erkam, 1984.
EBÛ
DÂVÛD, Süleyman b. Eş’as es-Sicistânî (275/888), es-Sünen, Çağrı
Yayınları, (y.y), (t.y).
EBÛ
YUSUF, Ya’kub b. İbrahim (182/798), Kitabü’l-Harâc, Bulak, 1302/1882.
ELMALILI,
M. Hamdi Yazır (1358/1942), Hak Dini Kur’an Dili, (sad: İsmail Karaçam
ve Arkadaşları), Azim Neşriyat, İstanbul (t.y).
EMİROĞLU,
H. T., Esbab-ı Nüzul, Konya 1965.
ERUL,
B., Sahabenin Sünnet Anlayışı, II. Baskı, T.D.V. Yayınları, Ankara 2000.
ESBAHÂNÎ,
Ebû Nua’ym (430/1038), Delâilu’n-Nübüvve, (tahkik: Muhammed Ravvâs
Kal’aci, Abdülberr Abbâs) III. Baskı, Beyrut 1412/1991. ESED, Muhammed (1992), Kur’an
Mesajı, (ter: Cahit Koytak, Ahmet Ertürk), İşaret Yayınları, VI. Baskı,
İstanbul 1999.
GÖRMEZ,
M., Sünnet ve Hadisin Anlaşılması ve yorumlanmasında Metodoloji Sorunu,
T.D.V. Yayınları, Ankara 1997.
GÜNER,
O., Resulullah’ın Ehl-i Kitap’la Münasebetleri, Fecr Yayınevi, Ankara
1997.
HALEBÎ,
Ali b. Burhâneddîn (1044/1634), İnsânü’l-Uyûn fî Sîreti’l- Emîni’l-Me’mûn (es-Sîretü’l-Halebiyye),
(y.y), (t.y).
HAMİDULLAH,
M., Hz. Peygamber’in Altı Orjinal Mektubu, (Çev: Mehmet Yazgan), Beyan
Yayınları, İstanbul 1990.
...................... , Hz. Peygamber’in
Savaşları,(çev: Nazire Erinç Yurter), Acar Matbaası,
(t.y).
.......................... , İslâm
Peygamberi, (çev: Salih Tuğ), İrfan Yayınları, V. Baskı, İstanbul 1993.
HAŞİMİ,
M. A., Kur’an’da Resulullah, (Çev: Nureddin Yıldız), Risale Yayınları,
İstanbul 1987.
HATİPOĞLU,
N., Peygamberimiz Döneminde Müşrik ve Münafık Liderler, Ta-Ha
Yayıncılık, Kasım 1999.
HEYKEL,
M., Hazreti Muhammed Mustafa, (Çev: Ömer Rıza Doğrul), İnkılâp Kitabevi,
İstanbul 1985.
HEYSEMÎ,
Nureddin Ali b. Ebîbekr (807/1405), Mecmau’z-Zevaid ve Menbaü’l-Fevaid,
Daru’l-Kütübi’l İlmiye, Beyrut (t.y).
HUMEYDÎ,
Ebû Bekr Abdullah b. ez-Zubeyr el-Kureşî (219/834), Musned, (tah:
Hüseyin Selim Esed), I. Baskı, Daru’s-Sekâ, Dımeşk 1996.
IZUTSU,
Toshihiko, Kur’anda Allah ve İnsan (çev: Süleyman Ateş), Kevser
yayınları, Ankara, (t.y).
............... , Kur’an’da Dînî ve
Ahlâkî Kavramlar, (ter: Selâhattin Ayaz),
İstanbul, (t.y).
İBN
ABDİLBER, Ebû Ömer Yusuf (463/1071), el-İstîâb fî Ma’rifeti’l- Ashâb,
Dâru’n-Nehdati, Mısr, Kahire, (t.y).
İBN
CÜZEY, Ebü’l-Kâsım Muhammed b. Ahmed el-Kelbi, Kitebü’t-Teshil
li-Ulumi’t-Tenzil, (tah: Muhammed Abdülmün’ım Yunisi, İbrâhim Atve Avad),
Darü’l-Kütübi’l-Hâdise, Kahire (t.y).
İBN
EBÎ HÂTİM, Muhammed Abdurrahman b. Ebî Hâtim er-Râzî, Kitâbü’-Cerh
ve’t-Ta’dil, Daru’l-Kutubi’l İlmiye, Beyrut 1952.
İBNÜ’L-ESÎR,
Izzüddîn Ebu’l-Hasen Ali b. Muhammed (630/1232), Üsdü’l- Ğabe fî
Ma’rifeti’s-Sahâbe, Daru’s-Şa’b, (y.y), 1390/1970.
İBN
HACER, Ahmed b. Ali b. Hacer el-Askalânî (852/1448), Fethu’l-Bârî bi Şerhi
Sahîhî’l-Buhârî, (tah: Abdülaziz b. Abdullah b. Baz), Daru’l-Fikr, Beyrut,
1416/1996.
............................................................................. , el-İsabe, fî Temyîzi’s- Sahabe, (tah:
Adil Ahmed Abdu’l-Mevcud, Ali Muhammed Muaviz), Daru’l- Kütübi’l İlmiyye, I.
Baskı, Beyrut 1995/1415.
........................................................................ , Tehzîbu’t-Tehzîb, (tah:
Mustafa
Abdulkadir Atâ’), Beyrut 1994.
İBN
HİŞAM, Ebu Muhammed Abdülmelik (218/833), es-Sîretü’n- Nebeviyye, (tah:
Mustafa es-Sakka, İbrahim el-Ebyari, Abdü’l-Hafiz Şibli), İhyaü’t-Türasi’l-Arabi,
III. Baskı, Beyrut 1391/1971.
İBN
İSHAK, Muhammed (151/768), Siratü İbn İshak, (tah: Muhammed Hamidullah),
Konya 1401/1981.
İBN
KAYYIM EL-CEVZİYYE Şemsuddîn Ebî Abdillah Muhammed b. Ebî Bekr (751/1350), Fetavâ
Rasûlillah, (tah: Mustafa Aşûr), Kahire, 1980.
İBN
KESÎR, Ebu’l-Fidâ İsmâil b. Ömer (774/1372), Hadislerle Kur’an- Kerim
Tefsiri, (Ter: Bekir Karlığa ve Bedrettin Çetiner)Çağrı Yayınları, İstanbul
1996.
..................................................... Tefsîru’l-Kur’ani’l-Azîm,
Dâru İbn
Hazm,
I. Baskı, Beyrut, 1420/2000.
.................................................. el-Bidâye ve’n-Nihaye,
Daru’l-
Marife,
I. Baskı, Beyrut 1966.
İBN
KUTEYBE, Ebû Muhammed Abdullah b. Müslim (276/889), el-Maârif (Nebiler
ve Sahabîler’in Sîreti), (ter: Hasan Ege), Şelâle Yayınları, İstanbul (t.y).
İBN
MÂCE, Ebu Abdullah Muhammed b. Yezid el-Kazvînî (273/886), es- Sünen,
Çağrı Yayınları, (y.y), (t.y).
İBN
MANZUR, Ebu’l-Fadl Cemâluddin Muhammed İbn Mükerrem (711/1311), Lisanü’l-Arab,
Daru’l-Fikr, Beyrut 1990.
İBN
SA’D, Ebû Abdullah Muhammed (230/845), et-Tabakatü’l-Kübra, Daru Sadr,
Beyrut (t.y).
İBN-İ
SEYYİDİ’N-NÂS (734/1334), Uyûnû’l-Eser fî Fünuni’l-Meğazî ve’ş-Şemâil
ve’s-Siyer, I. Baskı, Beyrut 1977.
İBN
TEYMİYYE, Ahmed b. Abdulhalim b. Abdüsselâm (728/1328), es- Sârimu’l-Meslûl
alâ Şâtimi’r-Rasûl, (tah: Seyyid İmran), Dâru’l-Hadîs, Kahire 1423/2003.
İSLAMOĞLU,
M., Üç Muhammed, İki Tasavvur Bir Gerçek, Denge Yayınları, X. Baskı,
İstanbul 2006.
İŞCAN,
H., Kur’ân’a Göre Münafıkların Özellikleri, Işık Yayınları, İstanbul
2003.
KANDEMİR,
Y., Mevzû Hadîsler (Menşe’i Tanıma yolları Tenkîdi), D.İ.B, Yayınları,
II. Baskı, Ankara 1980.
KAPAR,
M. A., Hz. Muhammed’in Müşriklerle Münasebeti, İlim Yayınları, İstanbul
1987.
.............. , İslâmın İlk Döneminde
Bey’at Ve Seçim Sistemi, Beyan Yayınları,
İstanbul 1998.
KARAMAN,
H. ve Arkadaşları, Kur’an Yolu, D.İ.B, Yayınları, Ankara 2006. KASTALLANÎ,
Ahmed b. Muhammed (924/1517), İrşâdü’s-Sârî, IV. Baskı, (yy), (t.y).
KAZANCI,
A. L., Çeşitli Yönleriyle Nübüvvet Kavramı, Marifet Yayınları, İstanbul
1997.
KETTÂNÎ,
Muhammed Abdulhayy b. Abdülkebir b. Muhammed, Nizamü’l-
Hükümeti’n-Nebeviyyeti, (et-Terâtîbu’l-İdâriyye), (Neşreden: Hasan Ca’na),
Beyrut (t.y).
KÖKSAL,
M. A., İslam Tarihi, Şamil Yayınları, İstanbul 1987.
KURT,
H., İslâm İnancına Göre Nifak ve Münafık, Nesil Yayınları, İstanbul
2004.
KURTUBÎ,
Ebû Abdullah Muhammed b. Ahmed el-Ensâri (671/1273), el- Camiu Li
Ahkami’l-Kur’an, Daru’l-Fikr, Beyrut 1415/1995.
MÂLİK
b. Enes (179/795), el-Muvatta, Çağrı Yayınları, (y.y), (t.y).
MERAĞİ,
Ahmed Mustafa (1945), Tefsiru’l-Meraği, V. Baskı, (y.y), 1394/1978.
MEVDÛDÎ,
Ebû’l Al’â (1979), Tefhîmu’l-Kur’an, (komisyon), İnsan Yayınları, II.
Baskı, İstanbul, 1991.
MİRAS,
Kâmil, Sahîh-i Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarih Tercemesi ve Şerhi, V,
Baskı, D.İ.B Yayınları, Ankara 1981.
MÜNÂVÎ,
Muhammed Abdürrauf (1031/1622), Feyzu’l-Kadîr Şerhu Câmiu’s-Sağir, I. Baskı,
Mısır 1356/1938.
MÜSLİM,
Ebu’l-Huseyn Müslim b. Haccac el-Kuşeyrî (261/875), el- Câmiu’s-Sahih,
Çağrı Yayınları, (y.y), (t.y).
NAİM,
A., Sahih-i Buhârî Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercemesi ve şerhi, VII.
Baskı, D.İ.B Yayınları, Ankara 1981.
NEDVİ,
Ebu’l-Hasen el-Hasenî, es-Sîretü’n-Nebeviyye, (tercüme: Osman
keskioğlu), İst, 1961.
NESÂÎ,
Ebû Abdurrahman Ahmed b. Şuayb (303/969), es-Sünen, Çağrı Yayınları,
(y.y), (t.y).
NESEFÎ,
Abdullah b. Ahmed b.Mahmud (710/1310), (tah: Zekeriyya İmran), Medârikü’t-Tenzîl
ve Hakâikû’t-Te’vil, Daru’l-Kütübi’l- Ilmiyye, Beyrut 1995.
OKİÇ,
M. Tayyib, Bazı Hadis Meseleleri Üzerine Tetkikler, İstanbul 1959.
ÖNKAL,
A., Rasûlüllah’ın İslâm’a Davet Metodu, Kitap Dünyası Yayınları, XVI.
Baskı, Konya 2006.
RÂZİ,
Fahruddîn Muhammed b. Ömer b. Huseyn b. Hasan b. Ali et-Teymi (606/1209), Tefsîru’l-Kebîr
Mefâtîhu’l-Gayb, (ter: Suat Yıldırım ve arkadaşları), Huzur Yayınevi,
İstanbul 2002.
RIZA,
Muhammed, Muhammed Rasûlullah, Mısır 1971.
SÂBÛNÎ,
Muhammed Ali, en-Nübüvvetu ve’l-Enbiyâ, Dımeşk 1989.
SAİD
HAVVA, el-Esas fî’s-Sünne ve Fıkhihâ, Kahire 1989.
SAKALLI,
T., Hadislerle İslâm’da Hoşgörü ve Kolaylık, Çağlayan Yayınları, İzmir
1996.
SAMİ,
Ş., Kamûs-i Türkî, Çağrı Yayınları, İstanbul, (t.y).
SEZİKLİ,
A., Hz. Peygamber Devrinde Nifak Hareketleri, T.D.V
Yayınları,
Ankara, 1994.
SIDDÎKÎ,
Muhammed Zübeyr, Hadis Edebiyatı Tarihi, (ter: Yusuf Ziya kavakçı),
İstanbul, 1966.
SİBÂÎ,
Mustafa, İslâm Hukukunda Sünnet, (çev: Kamil Tunç), Girişim Yayınları,
İstanbul, 1989.
SİNDÎ,
Ebu’l-Hasan Nureddin b. Abdülhâdî, Hâşiye ala’s-Süneni’n-Nesâî, (nşr:
Muhammed Emin Demec), Beyrut (t.y).
SOLMAZ,
N. M., İ. L. ÇAKAN., Kur’an-ı Kerim’e Göre Peygamberler ve Tevhid Mücadelesi,
Ensar Neşriyet, İstanbul 1988.
SURUÇ,
S., Kâinatın Efendisi Peygamberimizin Hayatı, Nesil Yayınları, İstanbul
2004.
SUYÛTÎ,
Celaleddin Abdurrahman b. Ebi Bekr (911/1505), Lübâbu’n- Nükûl fî
Esbab’in-Nüzul, II. Baskı, Kahire 1373/1954.
TABERÂNÎ,
Ebu’l-Kâsım Süleyman b. Ahmed (360/971), el-Mu’cemu’1- Kebîr, (tah:
Hamdi Abdülmecîd es-Selefî), I. Baskı, Bağdad 1399/1979.
TABERÎ,
Ebû Cafer Muhammed b. Cerîr (310/922), Câmi’ul-Beyân an Te’vili Ayi’l-Kur’an,
Daru’l-Fikr 1415/1995.
............................................................ , Târihu’l-Ümem ve’l-Mülûk, tahkik:
Muhammed
Ebu’l-Fadl İbrahim, Beyrut (t.y).
TAHAVÎ,
Ebu Cafer Ahmed b. Muhammed b. Seleme (321/933), Müşkilü’l- Âsar, (tas:
Muhammed Abdüsselam Şahin), Daru’l-Kütübi’l-Ilmiyye, I. Baskı, Beyrut 1410/
1995.
TİRMİZÎ,
Ebû İsa Muhammed b. İsa (279/892), es-Sünen, Çağrı Yayınları, (y.yX
(t.y).
UĞUR,
M., Hicrî Birinci Asırda İslâm Toplumu, Çağrı Yayınları, İstanbul 1980.
UMERÎ,
E. Z., Medîne Toplumu, (çev: Nureddin Yıldız), Risale Yayınları,
İstanbul 1992.
URALER,
A., Sahabe Uygulaması Olarak Sünnete Bağlılık, Işık Yayınları, İzmir
2004.
VAKIDÎ,
Muhammed b. Ömer (207/822), Kitâbü’l-Meğâzî, (tah: Marsden Jones),
Beyrut, 1966.
YA’KUBÎ,
Ahmed b. Ebi Ya’kub b. Ca’fer b. Vehb (292/905), Târihu’l- Ya’kûbî,
Beyrut 1379/1960.
YILDIRIM,
A., Din, Dünyevîleşme ve Zühd, Araştırma Yayınları, Ankara 2005.
YILDIRIM,
C., İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları, (t.y).
YILDIRIM,
E., Geleneksel Hadis Yorumculuğu, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2001.
....................... ,.. Hadis Problemleri, Umran
Yayınları, İstanbul 1417/1996.
YILDIRIM,
S., Kur’an-ı Hakîm ve Açıklamalı Meali, Işık Yayınları, İstanbul 2002.
YILDIZ,
A., Hz. Peygamber ve Gizli Düşmanları Münafıklar, İz Yayıncılık,
İstanbul 2000.
ZEBİDÎ,
Muhibbüddin Ebû Feyz Seyyid Muhammed Murtaza el-Huseyni el- Vasıti (1205/1790),
Tacu’l-Arus min Cevahiri’l-Kâmus, Daru’l-Fikr, Beyrut, 1994.
ZEHEBÎ,
Ebû Abdillah Muhammed b. Ahmed b. Osman (748/1348), Mîzânü’l-İ’tidâl fî
Nakdi’r-Ricâl, (tah: Ali Muhammed el-Becâvî), Dâru’l- Fikr, Beyrut (t.y).
ZEMAHŞERÎ,
Ebu’l-Kasım Cârullah Mahmud b. Ömer (538/1143), el-
Keşşâf
an Hakâiki’t-Tenzîl ve Uyûni’l-Ekavîl fi Vücühi’t-Te’vîl,
Daru’l- Marife, Beyrut (t.y).
ZUHAYLÎ,
Vehbe, et-Tefsiru’l-Münir, (Ter: Hamdi Aslan ve arkadaşları), (tas: Musa
Duman), Risale Yayınları, İstanbul 2005.
AÇIKEL,
Y, “Hz.
Peygamber’in Evrensel Mesajlarından Rahmet”, III.
Kutlu
Doğum Sempozyumu, S.D.Ü.İ.F Yayınları, Isparta 2000.
AÇIKEL,
Y, “Hz. Peygamber’in Evrensel Mesajlarından Müsâvât”, IV.
Kutlu
Doğum Sempozyumu, S.D.Ü.İ.F Yayınları, Isparta 2001.
AÇIKEL,
Y, “Hz. Peygamber’in Evrensel Mesajlarından Adalet Prensibi”, VI. Kutlu
Doğum Sempozyumu, S.D.Ü.İ.F Yayınları, Isparta 2003.
CANAN,
İ., “Hz. Peygamber’in Münafıklara Karşı Takip Ettiği Siyaset”, Diyanet
Dergisi, XVI, IV, Ankara 1977.
HAMİDULLAH,
M., “Hz. Peygamber’in Büyük Düşmanlarının Psikolojisi” (ter:İsmail
Yakıt), A.Ü.İ.F.D, VI, Erzurum 1986.
HATİBOĞLU,
M. S., “Hz. Peygamber’i Yanlış Yorumlama Tezahürleri”, İ. A, II, 1986.
KAYIKLIK,
H., “Allport’a Göre Dinî Yaşayışa Gelişimsel Bir Açılım,” Dinî
Araştırmalar Dergisi, V, S: XV, Ankara 2003.
ŞENTÜRK,
H., “Sosyal İlişkilerde Saygı Kavramı: Saygının ve Saygısızlığın
Psikolojisine Genel Bir Yaklaşım”, (Yayınlanmamış Makale).
YURDAYDIN,
H. G., “İslam Devletlerinde Müslüman Olmayanların Durumu”, A.Ü.İ.F.D,
XXVII, Ankara 1985.
ALPER,
H., “Münafık”, D.İ.A, İstanbul 2006.
AYCAN,
İ., “Ebü’l-Bahterî”, D.İ.A, İstanbul 1994.
DÖNMEZ,
İ. K., “Cünun”, D.İ.A, İstanbul 1993.
KOÇYİĞİT,
T., “Abdullah b. Übey b. Selül”, D.İ.A, İstanbul. 1988.
[1] Türkçe
Sözlük, (Heyet), Türk Dil Kurumu, Ankara 1988, II, 1268; Örnekleriyle Türkçe
Sözlük, (Heyet), Milli Eğitim Bakanlığı, Ankara 1996, IV, 2463; Ferit
DEVELLİOĞLU, Neval KILIÇKINI, Büyük Türkçe Sözlük, İstanbul 1975,
s.1037.
[2] Şemsettin SAMİ, Kamûs-i
Türki, Çağrı Yayınları, İstanbul, (t.y), s. 545.
[3] Habil ŞENTÜRK, “Sosyal İlişkilerde
Saygı Kavramı: Saygının ve Saygısızlığın Psikolojisine Genel Bir Yaklaşım”,
(Yayınlanmamış Makale), s. 1.
[4] ŞENTÜRK, “Sosyal İlişkilerde
Saygı Kavramı: Saygının ve Saygısızlığın Psikolojisine Genel Bir Yaklaşım”,
s. 1.
[5] Hasan
KAYIKLIK, “Allport’a Göre Dinî Yaşayışa Gelişimsel Bir Açılım,” Dinî
Araştırmalar Dergisi, Ankara 2003, S. XV, V, 136.
[6] Türkçe Sözlük, II, 1268.
[7] Seyfettin ALTAYLI, Azerbaycan
Türkçe Sözlüğü, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1994, II, 1020.
[8] ŞENTÜRK, “Sosyal İlişkilerde
Saygı Kavramı: Saygının ve Saygısızlığın Psikolojisine Genel
Bir Yaklaşım”,
s. 2.
[9] 48/ Fetih 8-9.
[10] ELMALILI,
M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, (sad: İsmail Karaçam ve
Arkadaşları), Azim Neşriyat, İstanbul, (t.y), VII,161.
[11] AHMED B. HANBEL, el-Müsned,
Çağrı Yayınları, (y.y), (t.y), I, 275, II, 207; TİRMİZÎ, Ebû İsa Muhammed b.
İsa, es-Sünen, Çağrı Yayınları, (y.y), (t.y), Birr 15.
[12] TİRMİZÎ, Birr 15;
MÜNAVÎ, Abdurrauf, Feyzu’l-Kadîr Şerhu Camiu’s-Sağir, I. Baskı, Mısır
1356/1938, V, 388.
[13] DARİMİ, Ebû Muhammed Abdullah b.
Abdurrahman, Sünen-i DÂRİMÎ, Çağrı Yayınları, (y.y), (t.y ), Mukaddime
37.
[14] “Muhakkak ki: Biz, seni bir şahit, bir
müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik ki Allah’a ve Resulüne iman edesiniz, ona
destek olup saygı gösteresiniz ve Allah’ı da sabah akşam tesbih ve tenzih edesiniz.”
48/ Fetih 8-9.
[15] 3/Âl-i
İmran 32- 132; 4/Nisa 59; 5/Maide 92; 8/Enfal I, 20- 46.
[16] 4/Nisa 80.
[17] 3/Âl-i İmran 31.
[18] SÂBÛNÎ,
Muhammed Ali, en-Nübüvvetu ve’l-Enbiyâ, Dımeşk, 1989, s. 24-25.
[19] 49/Hucurat 2.
[20] Muhammed ESED, Kur’an Mesajı,
(ter: Cahit Koytak, Ahmet Ertürk), İşaret Yayınları, VI. Baskı, İst 1999, s.
1054.
[21] Muhakkak
ki Allah ve melekleri Peygambere hep salât ederler. Ey iman edenler! Siz de ona
salât edin ve tam bir içtenlikle selam verin. 33/ Ahzab 56.
[22] Suat YILDIRIM, Kur’an-ı
Hakîm ve Açıklamalı Meali, Işık Yayınları, İstanbul 2002, s. 425.
[23] NESÂÎ, Ebû Abdurrahman Ahmed b. Şuayb,
es-Sünen, Çağrı Yayınları, (y.y), (t.y), Sehv 55.
[24] TİRMİZÎ,
Salât 357.
[25] İbrahim CANAN, Hadis
Ansiklopedisi Kütüb-i Sitte, Akçağ Yayınevi, (t.y), İstanbul, VI, 133.
[26] 33/
Ahzab 53.
[27] 49/ Hucurat 4.
[28] 49/
Hucurat 1.
[29] AHMED B. HANBEL, IV, 278.
[30] Özcan BAŞKAN, Bildirişim, İst
1988, s. 21.
[31] 18/Kehf
6.
[32] Mehmet GÖRMEZ, Sünnet ve Hadisin
Anlaşılması ve Yorumlanmasında Metodoloji Sorunu, T.D.V. Yayınları, Ankara
1997, s. 170.
[33] AHMED
B. HANBEL, IV, 329-330.
[34] ABDURREZZAK, Ebû Bekr Abdurrezzak b.
Hemmâm es-San’ânî, el-Musannef, (tah: Habîburrahman el-A’zamî), I.
Baskı, Beyrut 1392/1972, V, 375.
[35] İBN SA’D, Ebû Abdullah Muhammed, et-Tabakatü’l-Kübra,
Daru Sadr, Beyrut (t.y), III, 162.
[36] Bu ilişkiyi göstermesi adına şu
rivayetler dikkat çekicidir: Cabir b. Semure’ye (ra) Resulullah ile sohbet edip
etmedikleri sorulduğunda o, “çok defa sohbet ederdik. Resulullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem), sabah namazını kıldıktan sonra namazgâhından güneş yükselene
dek kalkmazdı. Bu sırada Sahabe onunla sohbet eder, mescidde şiirler okur,
cahiliye işlerini anar ve gülerler, Hz. Peygamber de onlara tebessüm ederdi”
demektedir. Bkz: MÜSLİM, Mesacid 286; Zeyd b. Sabit (ra) de bu soruya “Dünyadan
bahsedersek o da bizimle dünyadan bahseder, yemekten bahsedersek o da yemekten
bahsederdi. Bunları da mı size haber vereyim” şeklinde cevaplamıştır. Bkz: İBN
SA’D, Tabakat, I, 365.
[37] Roger ARNALDEZ, Hz. Muhammed,
(Çev: Burhanettin Semi), İstanbul, 1982, s. 32.
[38] AHMED B. HANBEL, V,
256; EBU DAVUD, Süleyman b. Eş’as es-Sicistânî, es-Sünen, Çağrı
Yayınları, (y.y), (t.y), Edeb 165.
[39] TİRMİZÎ, Edeb 13.
[40] BUHÂRÎ, Ebû Abdullah Muhammed b.
İsmail, el-Câmiu’s-Sahîh, Çağrı Yayınları, (y.y), (t.y), Salât 83.
[41] 33/
Ahzab 53; 42/Şûra 23.
[42] Konuyla ilgili olarak geniş bilgi
için Bkz: Yusuf AÇIKEL, Hadislerde Ehl-i Beyt, (Basılmamış Doktora
Tezi), Isparta 1999, s. 85-187.
[43] AHMED
B. HANBEL, VI, 292; TİRMİZÎ, Menakıb 20- 30- 31; NESÂÎ, İman 19.
[44] 8/ Enfal 5-8.
[45] 3/Âl-i İmran 152.
[46] 3/Âl-i İmran 144.
[47] AHMED
B. HANBEL, III, 68-73; BUHÂRÎ, Meğazî 61, Enbiya 6, Tevhid 23, İstitâbetü’l-
Mürteddîn 6; MÜSLİM, Ebu’l-Huseyn b. Haccac el-Kuşeyrî, el-Câmiu’s-Sahih,
Çağrı Yayınları, (y.y), (t.y), Zekat 143-144-158; EBÛ DÂVÛD, Sünnet 28; NESÂÎ,
Zekat 79.
[48] ABDURREZZAK, Musannef,
X, 146; İBN HİŞAM, Ebu Muhammed Abdülmelik, es-Sîretü’n- Nebeviyye,
(tah: Mustafa es-Sakka, İbrahim el-Ebyari, Abdü’l-Hafiz Şibli),
İhyâü’t-Türasi’l- Arabi, III. Baskı, Beyrut 1391/1971, II, 496; BUHÂRÎ, Edeb
95, Menâkıb 25; MÜSLİM, Zekat 148; EBÛ DÂVÛD, Sünnet, 31.
[49] HUMEYDÎ, Ebû Bekr Abdullah b.
ez-Zubeyr el-Kureşî, Musned, (tah: Hüseyin Selim Esed), I. Baskı,
Daru’s-Sekâ, Dımeşk 1996, I, 210; BUHÂRÎ, Enbiya 28; Meğazi 56; MÜSLİM, Zekat
140.
[50] İBN
HACER, Ahmed b. Ali b. Hacer el-Askalânî, Fethu’l-Bârî bi Şerhi
Sahîhî’l-BUHÂRÎ, (tah: Abdülaziz b. Abdullah b. Baz), Daru’l-Fikr, Beyrut,
1416/1996, XIV, 298.
[51] İBNÜ’L ESÎR, Izzüddîn Ebu’l-Hasen
Ali b. Muhammed, Üsdü’l-Ğabe fî Ma’rifeti’s-Sahâbe, Daru’s-Şa’b, (y.y),
1390/1970, V, 225.
[52] Hurmuzan’a karşı komutan olarak
savaşıp onun yenilmesinde büyük rol oynamıştır. Hz. Ali (ra) ile Sıffında aynı
safta iken, daha sonraları haricîlerin safına geçip Hz. Alî (ra)’nin
karşıtlarından olmuş ve H. 37’de öldürülmüştür. Bkz: İBNÜ’L-ESÎR, Üsdü’l-Ğâbe,
I, 474 -475.
[53] İBN HACER, Fethu’l-Bârî, XIV,
298.
[54] 7/Araf 157
[55] 8/Enfal 64; 9/Tevbe 117.
[56] 8/Enfal 72-74;
[57] 9/Tevbe 90; 48/Fetih 11.
[58] 9/Tevbe 58.
[59] Bünyamin ERUL, Sahabenin Sünnet
Anlayışı, II. Baskı, T.D.V Yayınları, Ankara 2000, s. 138.
[60] AHMED B. HANBEL, IV, 84; BUHÂRÎ,
Cihad 24.
[61] BUHÂRÎ,
Humus 19.
[62] 8/ Enfal 1.
[63] AHMEDJ5.
HANBEL, V, 324.
[64] BUHÂRÎ, Menakibü’l-Ensar
1.
[65] BUHÂRÎ,
Meğazî 56.
[66] AHMED B. HANBEL, III,
76.
[67] BUHÂRÎ,
Meğazi 56; MÜSLİM, Zekât 133; TİRMİZÎ, Menakıb 65.
[68] İBN TEYMİYYE, Ahmed b. Abdulhalim b.
Abdüsselâm, es-Sârimu’l-Meslûl alâ Şâtimi’r- Rasûl, (tah: Seyyid İmran),
Dâru’l-Hadîs, Kahire 1423/2003, s. 147.
[69] ERUL, Sahabe’nin Sünnet Anlayışı,
s. 126.
[70] MÜSLİM, Fedâil 59; TİRMİZÎ, Zekât
30-110.
[71] MÜSLİM,
Fedâil 57-58.
[73] Ahmet YILDIRIM, Din,
Dünyevileşme ve Zühd, Araştırma Yayınları, Ankara 7005, s. 178.
[74] VAKİDÎ,
Muhammed b. Ömer, Kitâbü’l-Meğâzî, (tah: Marsden Jones), Beyrut, 1966,
I, 229230. VAKIDÎ’ye göre tepede elli kişilik okçu birliğinden on kişi
kalmıştır.
[75] BUHÂRÎ, Meğazi 17,
Cihad 164; EBÛ DÂVÛD, Cihad 106; Muhammed HAMİDULLAH, Hz. Peygamber’in
Savaşları, (çev: Nazire Erinç Yurter), Acar Matbaa, s. 55; ELMALILI, Hak
Dini,
II, 436. Elmalılı, tepede sekiz kişinin kaldığını bildirir.
[76] 3/ Âl-i İmran 152.
[77] Aynur URALER, Sahabe Uygulaması
Olarak Sünnete Bağlılık, Işık Yayınları, İzmir 2004, s.
III.
[78] KURTUBÎ,
Ebû Abdullah Muhammed b. Ahmed el-Ensâri, el-Camiu Li Ahkami’l-Kur’an,
Daru’l-Fikr, Beyrut 1415/1995, II, 223.
[79] SAİD
HAVVA, el-Esas fî’s-Sünne ve Fıkhihâ, Kahire, 1989, II, 595.
[80] RAZİ, Fahruddîn Muhammed b. Ömer b.
Huseyn b. Hasan b. Ali et-Teymi, Tefsîru’l-Kebîr Mefâtîhu’l-Gayb (ter:
Suat Yıldırım ve arkadaşları ), Huzur Yayınevi, İstanbul 2002, VII, 117.
[81] 3/ Âl-i İmran 152.
[82] 3/ Âl-i İmran 155.
[83] ÂLÛSÎ, Ebu Fadl Şehabeddin es-Seyyid
Mahammed, Rûhu’l-Meânî, (Tashih: Muhammed Hüseyin el Arab), Daru’l-Fikr,
Beyrut 1417/1997, III, 141.
[84] BUHÂRÎ,
Meğazi 56; MÜSLİM, Fedailü’s-Sahâbe 164. Rivayetin devamında Hz. Peygamber’in Bedevîye
kızdığı, daha sonra Ebû Mûsa el-Eş’ari (ra) ve Bilâl Habeşî (ra)’ye dönerek
“Verdiğim Müjdemi reddetti. Müjdemi siz kabul ediniz ” buyurduğu, onlarında
kabul ettiği bildirilmektedir.
[85] Allah Resûlü(ra), Taife gitmeden
önce Huneyn ganimetlerini Ci’rane’ye toplattırmış ve Taif dönüşü taksim
edeceğini umuma ilan etmişti. Bedevî’nin kendisine verildiğini söylediği va’d
bu umumî va’d olmalıdır. Bununla birlikte Hz. Peygamber, bu bedevî’ye hususi
surette va’detmiş de olabilir. Kâmil, MİRAS, Sahîh-i Buhârî Muhtasarı
Tecrîd-i Sarih Tercemesi ve Şerhi, V, Baskı, D.İ.B Yayınları, Ankara 1981,
X, 339.
[86] İBN SA’D, Tabakat,
IV, 272.
[87] VAKIDÎ,
Meğâzî, I, 100-102. “Allah iki topluluktan birine sizi galip kılacağını
vâd ettiğinde siz silahsız olan topluluğun (kervanın) sizin olmasını arzu
ediyordunuz. Hâlbuki Allah ise, emirleriyle hakkı üstün kılmak ve şirkin
kuvvetini yok ederek kâfirlerin ardını kesmek istiyordu ki o suçlu müşrik
gürûhu hoşlanmasa da, hak olan İslâm’ı yüceltsin, batıl olan şirki de ortadan
kaldırsın” ayet-i kerimeleri de Müslümanların bu tutumunu eleştirmiştir. Bkz:
8/Enfal 7-8.
[88] İBN
SA’D, Tabakat, II, 22-23.
[89] AHMED B. HANBEL, III, 370; BUHÂRÎ,
Tefsîr 62; Cuma 38, Buyû 11; MÜSLİM, Cuma 3638; TİRMİZÎ, Tefsîr 63.
[90] “Onlar bir ticaret veya bir eğlence
görünce oraya doğru sökün edip, seni hutbe verirken ayakta bırakıverdiler. De
ki: Allah’ın nezdinde âhirette olan nasip, buradaki eğlenceden ve ticaretten
elbette
daha hayırlıdır. Allah rızık verenlerin en hayırlısıdır.” Bkz: 62/ Cuma 11.
[91] ÂLÛSÎ,
Rûhu’l-Meânî, XV, 154; ELMALILI, Hak Dini, VIII, 61.
[92] ÂLÛSÎ, Rûhu’l-Meânî, XV, 154;
ELMALILI, Hak Dini, VIII, 61.
[93] MEVDUDÎ, Ebû’l Al’â, Tefhîmu’l-Kur’an,
(Komisyon), İnsan Yayınları, II. Baskı, İstanbul, 1991, VI, 315.
[94] MEVDUDİ, Tefhim, VI, 315.
[95] Ergün
ÇAPAN, Kur’ân-ı Kerîm’de Sahabe, Işık Yayınları, İzmir 2004, s. 50.
[96] AHMED B. HANBEL, II,
213; EBÛ DÂVÛD, Cihad 133.
[97] MÂLİK, b. Enes, el-Muvatta,
Çağrı Yayınları, (y.y), (t.y), Cihad 25; BUHÂRÎ, Meğazi 38.
[98] MÂLİK,
Cihad 22; AHMED B. HANBEL, V, 316.
[99] İBN SA’D, Tabakat, II, 255.
[100] TABERÎ, Ebû Ca’fer
Muhammed b. Cerîr, Târihu’l-Ümem ve’l-Mülûk, (tah: Muhammed Ebu’l- Fadl
İbrahim), Beyrut, (t.y), III, 190.
[101] Talat SAKALLI, Hadislerle İslâm’da
Hoşgörü ve Kolaylık, Çağlayan Yayınları, İzmir 1996, s. 79.
[102] AHMED B. HANBEL, II, 50; III, 466; IV,
45; DÂRİMÎ, Buyû, 10; MÜSLİM, İman 164; İBN MÂCE, Ebu Abdullah Muhammed b.
Yezid el-Kazvînî, es-Sünen, Çağrı Yayınları, (y.y), (t.y), Taharet 36;
TİRMİZÎ, Buyû 74.
[103] AHMED
B. HANBEL, II, 242; EBÛ DÂVÛD, Buyû 52.
[104] HATİBOĞLU, M. Said, “Hz.
Peygamber’i Yanlış Yorumlama Tezahürleri”, İ. A, 1986, S. II, 5-11.
[105] AHMED B. HANBEL, V, 215-216.
[106] VAKIDÎ,
Meğâzî, III, 932-933; HALEBÎ, Ali b. Burhâneddîn, İnsânü’l-Uyûn fî
Sîreti’l- Emîni’l-Me’mûn (es-Sîretü’l-HALEBÎyye), (y.y), (t.y), III,
267.
[107] BUHÂRÎ, Farzu’l-Humus 57;
İBNÜ’L-ESÎR, Üsdü’l-Ğâbe, IV, 331.
[108] İBNÜ’L-ESÎR, Üsdü’l-Ğâbe, IV,
331.
[109] İBN ABDİLBER, Ebû Ömer Yusuf
(463/1071), el-İstîâb fî Ma’rifeti’l-Ashâb, Dâru’n-Nehdati, Mısr,
Kahire, (t.y), III, 1250; İBN HACER, el-İsabe, fî Temyîzi’s-Sahabe,
(tah: Adil Ahmed Abdu’l-Mevcud, Ali Muhammed Muaviz), Daru’l-Kütübi’l Ilmiyye,
I. Baskı, Beyrut 1995/1415, IV, 768.
[110] BUHÂRÎ, İ’tisâm 2, Tefsir 7; İBN
KUTEYBE, Ebû Muhammed Abdullah b. Müslim, el-Maârif (Nebiler ve
Sahabîler’in Sîreti), (ter: Hasan Ege), Şelâle Yayınları, İstanbul (t.y) s.
209.
[111] 4/Nisa
54, 80; 8/Enfal 20, 24.
[112] 33/Ahzab 36; 4/Nisa 14, 65.
[113] ERUL, Sahabenin Sünnet Anlayışı,
s. 144.
[114] AHMED B. HANBEL, IV, 286;
İBN MÂCE, Menasik 41.
[115] MÜSLİM, Hacc 130.
[116] HUMEYDÎ,
Müsned, II, 540; MÜSLİM, Sıyam 90; TİRMİZÎ, Savm 18; NESÂÎ, Sıyam 49.
Humeydî’nin rivayetinde ise insanların oruç tutmakta zorlandığı ve gözlerini
Peygamber’e dikmeleri üzerine Hz. Peygamber’in ikindiden sonra bir bardak su
isteyip herkesin gözü önünde içtiği, bunu gören bazılarının hemen oruçlarını
bozarken, bazılarının ise oruca devam ettiklerini gören Hz. Peygamber’in “onlar
asidir” dediği haber verilmektedir.
[117] URALER, Sahabe Uygulaması Olarak
Sünnete Bağlılık, s. 99.
[118] ABDURREZZAK, Musannef, V, 178.
[119] ABDURREZZAK, Musannef,
V, 178-179.
[120] ABDURREZZAK, Musannef, V, 176.
[121] BUHÂRÎ,
Cenaiz 41-46; Meğazi, 44; MÜSLİM, Cenaiz 30.
[122] BEĞAVÎ, Ebû Muhammed el-Hüseyn b.
Mes’ûd, Mesâbîhu’s-Sünne, Beyrut 1407/1987, I, 160.
[123] BUHÂRÎ, Meğazi 38.
[124] Ebû
Davud, İmâre 33.
[125] AHMED B. HANBEL, V, 286;
TABERİ, Tarih, III, 74.
[126] VAKIDÎ, Meğâzî,
III, 912-913.
[127] VAKIDÎ, Meğâzî,
II, 586; MÜSLİM, Sıfatü’l-Münafikun 12.
[128] İBN
HİŞAM, Sîre, II, 57-58.
[129] İBN HİŞAM, Sîre,
IV, 39.
[130] “Ey iman
edenler! Benim de sizin de düşmanlarınızı dost edinmeyin. Onlar size gelen
gerçeği reddettikleri halde, siz onlara sevgi sunuyorsunuz. Resulullahı ve
sizi, sırf Rabbiniz olan Allah’a inandığınız için, vatanınızdan kovuyorlar. Siz
Benim yolumda cihad etmek ve Benim rızamı kazanmak için yurdunuzdan çıkarılmayı
göze aldıysanız, nasıl olur da onlara sevgi gösterip sır verirsiniz? Hâlbuki
Ben sizin gizlediğiniz ve açıkladığınız her şeyi bilmekteyim. Doğrusu içinizden
kim bunu yaparsa, artık doğru yoldan sapmış olur.” Bkz: 60/Mümtahine 1.
[131] İBN HİŞAM, Sîre, IV, 40-41; HUMEYDÎ,
Müsned, I, 27; AHMED B. HANBEL, I, 79-105; BUHÂRÎ, Meğazi 9, Tefsir 60;
MÜSLİM, Fedailü’s-Sahâbe 161; EBÛ DÂVÛD, Cihad 108.
[132] AHMED B. HANBEL, II, 325, III, 84, V,
218; BUHÂRÎ, İ’tisam 14, Enbiya 50; MÜSLİM, İlim 6; İBN MÂCE, Fiten 17;
TİRMİZÎ, Fiten 18.
[133] AHMED B. HANBEL, IV, 125.
[134] 7/
A’raf 138. Ayet-i Kerime’de Musa (as), kavminin başka toplulukların taptıkları
putlardan kendisinin de yapmasını istemeleri karşısında ‘gerçekten cahil bir
milletsiniz’ buyurmuştur. Allah Resûlu (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’de bu
düşüncede olanları cehalatle tavsif etmiştir.
[135] AHMED B.
HANBEL, V, 218.
[136] İBN
MÂCE, Mesacid 2.
[137] AHMED B.
HANBEL, V, 256.
[138] İBN SA’D, Tabakat, I, 292.
[139] İBNÜ’L-ESÎR,
Üsdü’l-Ğâbe, II, 31.
[140] AHMED B. HANBEL, I, 228.
[141] İBN HİŞAM, Sîre,
IV, 184-185.
[142] AHMED B. HANBEL, III, 185.
[143] AHMED B.
HANBEL, III, 307; BUHÂRÎ, Fezailü’l-Medîne 10.
[144] İBN İSHAK, Muhammed, Sîratü
İbn İshak. (tah: Muhammed Hamidullah), Konya 1401/1981, s. 271.
[145] 33/ Ahzab 36.
[146] 4/ Nisa 65.
[147] Bunlardan
birisi olarak Bkz: İBN KAYYIM EL-CEVZİYYE, Şemsuddîn Ebî Abdillah Muhammed b.
Ebî Bekr, Fetavâ Rasûlillah, (tah: Mustafa Aşûr), Kahire, 1980.
[148] BUHÂRÎ,
İ’tisâm 5.
[149] AHMED B. HANBEL, VI, 307- 320; BUHÂRÎ,
Şehâdât 27, Ahkâm 20; MÜSLİM, Akdiye 4-5; EBÛ DÂVUD, Akziye 7; TİRMİZÎ, Ahkâm
11.
[150] 4/ Nisa 65.
[151] AHMED
B. HANBEL, I, 165-166; BUHÂRÎ, sulh 12; MÜSLİM, Fedail 129; İBN MÂCE, Mukaddime
2; EBÛ DÂVÛD, Akdiye, 31; TİRMİZÎ, Ahkâm 26; NESÂÎ, Kudat 19, 27.
[152] ERUL, Sahabenin Sünnet Anlayışı,
s. 114.
[153] Cemal AĞIRMAN, Hz. Peygamber’in
Sünnetinde İtaat, İstanbul 2004, s. 283.
[154] İBNÜ’L-ESÎR,
Üsdü’l-Ğâbe, IV, 77-78.
[155] AHMED B. HANBEL, II, 274, 535; BUHÂRÎ,
Tıb 46; MÜSLİM, Kasâme 36; EBÛ DÂVÛD, Diyât 19; NESÂÎ, Kasame 39.
[156] ERUL,
Sahabenin Sünnet Anlayışı, s. 113.
[157] ABDURREZZAK, Musannef, IX, 454;
AHMED B. HANBEL, II, 217. Krş: ERUL, Sahabenin Sünnet Anlayışı, s. 113.
[158] ABDURREZZAK, Musannef, IX, 453.
[160] 24/Nur 47-48.
[161] EBÛ DÂVÛD, Edeb 116.
[162] BUHÂRÎ, Enbiya 18; MÜSLİM, Hudûd 8-11;
EBÛ DÂVÛD, Hudûd 4; İBN MÂCE, Hudûd 4. Konuyla ilgili geniş değerlendirme için
Bkz: Yusuf AÇIKEL, “Hz. Peygamber’in Evrensel Mesajlarından Adalet Prensibi”,
VI. Kutlu Doğum Sempozyumu, S.D.Ü.İ.F Yayınları, Isparta
2003, s. 74-77.
[163] Ahmet
Lütfi KAZANCI, Çeşitli Yönleriyle Nübüvvet Kavramı, Marifet Yayınları, İstanbul
1997, s. 112.
[164] Yusuf AÇIKEL, “Hz.
Peygamber’in Evrensel Mesajlarından Müsâvât”, IV. Kutlu Doğum Sempozyumu,
S.D.Ü.İ.F Yayınları, Isparta 2001, s. 434-436.
[165] BUHÂRÎ, Sulh 8, Tefsir 33; MÜSLİM,
Kasâme 24; EBÛ DÂVÛD, Diyât 32; NESÂÎ, Kasâme 17-18; İBN MÂCE, Diyât 16.
[166] Muhammed HAMİDULLAH, İslâm
Peygamberi, (çev: Salih Tuğ), İrfan Yayınları, V. Baskı, İst. 1993, s. 276.
[167] EBÛ
DÂVÛD, Diyat 1; NESÂÎ, Kasâme 8-9. Geniş bir değerlendirme için Bkz: AÇIKEL, “Hz.
Peygamber’in Evrensel Mesajlarından Adalet Prensibi”, s. 74-77.
[168] DEYLEMÎ, Ebû Şüca’ Şirveyh b.
Şehredâr, b. Şirveyh, el-Firdevs bi Me’sûri’l-Hıtâb, (tah: Said b.
Besyûnî Zeğğlül), Beyrut 1406/1986, IV, 300.
[169] Mücteba UĞUR, Hicrî Birinci Asırda
İslâm Toplumu, Çağrı Yayınları, İst. 1980, s. 43.
[170] İBN SA’D,
Tabakat, IV, 10.
[171] İBN
HİŞAM, Sîre, II, 281; İBN SA’D, Tabakat, IV, 11.
[172] İBN SA’D, Tabakat, IV, 11.
[173] İBN HİŞAM, Sîre, II, 271.
[174] İBN SA’D, Tabakat, II, 11.
[175] İBN SA’D, Tabakat,
IV, 10, 31.
[176] İrfan
AYCAN, “Ebü’l-Bahterî”, D.İ.A, İstanbul 1994, X, 296.
[177] İBN HİŞAM, Sîre, II, 281-282.
[178] AHMED B. HANBEL, I,
165-166; BUHÂRÎ, Sulh 12; MÜSLİM, Fedail 129; İBN MÂCE, Mukaddime 2; EBÛ DÂVÛD,
Akdiye, 31; TİRMİZÎ, Ahkâm 26; NESÂÎ, Kudat 19- 27.
[179] İBN
HİŞAM, Sîre, IV, 59.
[180] AHMED B. HANBEL, II, 538; MÜSLİM, Cihad
84.
[181] Rivayetin devamında Ensar’ın bu
sözleri sadece Allah’ı ve Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nü
kıskandıklarından dolayı söyledikleri bildirilmektedir. Bkz: AHMED B. HANBEL,
II, 538; MÜSLİM, Cihad 84.
[182] Rivayetin sonunda Hz. Peygamber’in
Ensar’ı tasdik edip mazur gördüğü bildirilmektedir. Bkz: AHMED B. HANBEL, II,
538; MÜSLİM, Cihad 84.
[183] Allah Resûlü (salla’llâhü
aleyhi ve sellem), Medine’ye hicret edeceği bir esnada Kabe’ye bakarak “Vallahi
sen, benim dünyada en çok sevmiş olduğum yersin. Şayet senin halkın beni zorla
çıkarmasaydı vallahi çıkmazdım” buyurmuştur. Bkz: İBN MACE, Menasik 103;
TİRMİZÎ, Menakıb 68; DARİMÎ, Siyer 66.
[184] BUHÂRÎ, Fezailü’l-Medîne 12.
[185] M. Said HATİBOĞLU, “ Hz.
Peygamber’i Yanlış Yorumlama Tezahürleri”, İ. A, 1986, II, 511.
[186] İBN HİŞAM, Sîre, II, 292.
[187] ELMALILI,
Hak Dini, VII, 196.
[188] 49/Hucurat 6-8.
[189] AHMED B.
HANBEL, IV, 279.
[190] “ Böylesine asılsız bir habere
dayanılarak büyük bir faciaya yol açılabilirdi. Bu bakımdan Allah Teala, önemli
bir konuda getirilen bir habere hemen güvenmemelerini, haberi getiren şahsın
itimada layık olup olmadığını araştırmalarım, bu şahsın fasık ve zahiren
itimada layık bir kişi olmadığı anlaşılırsa, getirdiği haber doğrultusunda
harekete geçmeden önce haberin doğruluğunu tahkik etmelerini Müslümanlar’a bir
ilke olarak vazetmiştir. Bu ilahi emirden, geniş bir sahayı kapsayan oldukça
önemli bir şer'i ilke ortaya çıkmaktadır. Bu ilke ışığında, bir İslam
devletinin, güvenilir olmayan bir kimsenin getirdiği bir habere dayanarak bir
şahıs, bir grup veya bir millete savaş açmasının caiz olmadığı anlaşılmaktadır.”
Bkz: MEVDUDÎ, Tefhim, V, 438.
[191] 49/ Hucurat 6.
[192] N. Mehmet SOLMAZ, İsmail Lütfi ÇAKAN, Kur’an-ı
Kerim’e Göre Peygamberler ve Tevhid Mücadelesi, Ensar Neşriyet, İstanbul
1988, III, 187-188.
[193] Velid
(ra), Benî Mustalık kabilesinin zekat veıgisini toplamak üzere yolda iken
birisi, bu kabileden silahlı bir gurubun yola çıktığı haberini getirmiştir.
Bkz: AHMED B. HANBEL, IV 279.
[194] Hayrettin KARAMAN ve Arkadaşları, Kur’an
Yolu, D.İ.B, Yayınları, Ankara 2006, V, 43.
[195] DİYARBEKRÎ, Hüseyin Muhammed, Târihu’l-Hamis
fî ahvâli enfesi’n-Nefîs, Mısır, (t.y), II, 84; HALEBÎ, Sîre, III,
219.
[196] M. Asım KÖKSAL, İslam Tarihi,
Şamil Yayınları, İstanbul 1987, XV, 268.
[197] VAKIDÎ, Meğâzî, II, 286; İBN
SA’D, Tabakat, II, 136.
[198] HALEBÎ, Sîre,
III, 219-220.
[199] HEYSEMÎ,
Mecme’u’z-Zevâid ve Menbeu’l-Fevâid, Daru’l-Kütübi’l İlmiye, Beyrut
(t.y), I, 145; ALİYYÜ’L-KÂRÎ, Nureddin Ali b. Muhammed, Esraru’l-Merfûa
fî’l-Ahbârî’l-Mevdûa, (tah: Muhammed Said b. Besyûnî),
daru’l-Kütübi’l-Ilmiyye, II, baskı, Beyrut, 1405/1980, s. 1718. Abdullah b.
Amr’dan gelen bu rivayetin senedinde Atâ’ b. es-Sâib (136/753) el-Kûfi adlı
şahıs bulunmaktadır. Hadis münekkitçileri tarafından bu şahsın ihtilat ettiği
bildirilmektedir. İbn Main (233/847), Şu’be (160/777) ve es-Sevrî (161/778)
dışındaki Atâ’dan hadis işitenlerin tamamının Atâ’nın hadisleri karıştırmaya
başladığı dönemde işittiklerini bildirmektedir. Bkz: İBN HACER, Tehzîbu’t-Tehzîb,
(tah: Mustafa Abdulkadir Atâ’), Beyrut 1994, VII, 203-206. Rivayetin bir başka
tarikinin senedinde bulunan Sâlih b. Hayan el-Kureşî adlı şahıs da hadis
münekkitçilerinin tamamı tarafından zayıf kabul edilmiştir. Bkz: İBN HACER, Tehzîbu’t-Tehzîb,
IV, 386-387. Zehebî (748/1347), son noktayı koyarak bu rivayetin hiçbir
tarikinin sahih olmadığını söyler. Bkz: ZEHEBÎ, Ebû Abdillah Muhammed b. Ahmed
b. Osman, Mîzânü’l-İ’tidâl fî Nakdi’r-Ricâl, (tah: Ali Muhammed
el-Becâvî), Dâru’l-Fikr, Beyrut (t.y), II, 292-293.
[200] SİBÂÎ, Mustafa, İslâm Hukukunda
Sünnet, (çev: Kamil Tunç), Girişim Yayınları, İstanbul, 1989, s. 211.
[201] SIDDÎKÎ,
Muhammed Zübeyr, Hadis Edebiyatı Tarihi, (ter: Yusuf Ziya kavakçı),
İstanbul, 1966, s. 119. Mevzû Hadislerle ilgili çalışması bulunan günümüz
hadiscilerinden Yaşar Kandemir de rivayetle ilgili olarak şunları
söylemektedir: “Hz. Peygamber’in söylemediği bir sözü, yapmadığı bir işi ve
tasvib etmediği bir hareket tarzını O (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’na nispet
etmek, Peygamber aleyhinde yapılmış bir iftira olduğuna göre, yukarıda
anlatılan hâdise de bu karakteri taşımakta ve böylece vaz’ (uydurma)
kelimesinin şümûlüne girmektedir... Şurasını da belirtmek gerekir ki, Hz.
Peygamber bu münferit hâdise dışında böyle bir vak’aya tesadüf edemiyoruz.
Bunun en büyük âmili de muhakkak ki, Hz. Peygamber’in bu kabil isnatları bizzat
tekzib edeceği düşüncesidir. Bkz: Yaşar KANDEMİR, Mevzû Hadîsler (Menşe’i
Tanıma yolları Tenkîdi), D.İ.B, Yayınları, II. Baskı, Ankara 1980, s. 25.
[202] Bu duruma benzer bir
vakıa da Enes b. Malik (ra)’ten gelen rivayette mevcuttur. Rivayete göre adamın
birisi Allah Resûlü (san)’nün ümm-ü veled cariyesiyle itham edilince Resûlullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem), Hz. Ali (ra)’yi itham edilen şahsın boynunu
vurmak üzere göndermiştir. Hz. Ali (ra), adamın yanına vardığında adamı bir
kuyunun içinde suda serinler vaziyette bulmuştur. Hz. Ali (ra), adamı kuyudan
dışarı çıkardığı vakit adamın tenasül uzvunun kesik olduğunu görmüştür. Bunun
üzerine adamı öldürmekten vazgeçip Hz. Peygamber’e gelerek durumu anlatmıştır.
Bkz: MÜSLİM, Tevbe 49.
[203] Enbiya YILDIRIM, Hadis Problemleri,
Umran Yayınları, İstanbul 1417/1996, s. 20-21.
[204] İBN EBÎ
HÂTİM, Muhammed Abdurrahman b. Ebî Hâtim er-Râzî, Kitâbü’-Cerh ve’t-Ta’dil,
Daru’l-Kutubi’l İlmiye, Beyrut 1952, II, 7.
[205] 1 8/
Kehf 54.
[206] BUHÂRÎ,
İ’tisam 18, Teheccüd 5, Tevhid 31; MÜSLİM, Misafirin 206; İBN HACER, Fethu’l-
Bârî, XV, 251.
[207] URALER, Sahabe Uygulaması Olarak
Sünnete Bağlılık, s. 104.
[208] İBN
HACER, Fethu’l-Bârî, XV, 252.
[209] Hz. Aişe’nin, babasının imametini
arzu etmeyip Hz. Peygamber’in emrine karşı gelmesinin iki sebebi vardır.
Birincisi Hz. Peygamber hayatta iken onun yerine geçebilecek bir kimseyi halkın
sevebileceğini düşünmemesi, ikincisi de babasının hilafete salahiyetini herkes
bildiğinden halkın babasını o makamda görmekle Hz. Peygamber’in vefatının
yaklaşmasını istidlal etmelerini hoş görmemesidir. Bkz: Ahmed NAİM, Sahih-i
Buhârî Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercemesi ve Şerhi, VII. Baskı, D.İ.B
Yayınları, II, 632-633.
[210] MÂLİK, Sefer 82; AHMED B. HANBEL, IV,
412-413, VI, 96-202; DÂRİMÎ, Mukaddime 14; BUHÂRÎ, Enbiyâ 19, İ’tisam 5, Ezan
39; TİRMİZÎ, Menakıb 16. (Hz. Peygamber Savahib-i Yusuf demekle içlerinde
olanın tersini beyan edip bunda ısrar etmelerinden dolayı teşbihte bulunmuştur.
Bilindiği gibi Zeliha aslında Yusuf’a olan aşkındaki mazeretini Mısır’ın ileri
gelen kadınlarına göstermek amacıyla onlara ziyafet verip kendilerine son
derece ikram ve in’amda bulunmuştu. Züleyha’nın asıl niyeti ziyafet değil,
ziyafet vesilesiyle Yusuf’u kadınlara gösterip aşık olmasındaki özrünü ispat
etmekti. Hz. Aişe’nin de gerçek maksadı babasını insanların nefret ve
teşeum’undan korumak olduğu halde bundan hiç bahsetmeyip yalnız babasının
kıraatini cemaatine duyuramayacağından bahsediyordu. Maksadına ulaşmak için
ısrarcı tavrıyla Züleyha’ya benzediğinden buradaki teşbih daha kuvvetli
düşmüştür. ‘Sahibe-i Yusuf’ demek varken ‘Savahib-i Yusuf’ buyurulması, yani
müfred yerine cemi lafzın kullanılması Arap dilinde cins murad edilerek yerine
göre mecaz olan bir beyan şeklidir. Bundan dolayı Savahib-i Yusuf’un manası
‘Sizler, Sahibe-i Yusuf Zeliha cinsinden kadınlar gibisiniz’ demektir.) Bkz:
NAİM, Tecrid Tercemesi, II, 633.
[211] AHMED
B. HANBEL, IV, 322; EBÛ DÂVÛD, Sünnet 11. Ahmed b. Hanbel’in Müsned’inde öfkeli
bir şekilde ifadesi yoktur.
[212] İBN HACER, Fethu’l-Bârî, XV,
211.
[213] URALER, Sahabe Uygulaması Olarak
Sünnete Bağlılık, s. 104
[214] KAZANCI, Çeşitli
Yönleriyle Nübüvvet Kavramı, s. 63.
[215] AHMED B. HANBEL, V, 289, IV, 110.
[216] AHMED B. HANBEL, V, 200, 208; BUHÂRÎ,
Meğâzi 45; Diyat 2; MÜSLİM, İman 158- 160; EBÛ DÂVÛD, Cihad 95.
[217] AHMED B. HANBEL, IV, 437; TİRMİZÎ,
Menakıb 19.
[218] AHMED B. HANBEL, I, 325; BUHÂRÎ, İlim
39.
[219] BUHÂRÎ, Fadlu Leyleti’l-Kadr 4.
Rivayetin başka bir tarikinde ise Hz. Peygamber’e rüyasında Kadir Gecesi’nin
gösterildiği fakat eşlerinden birinin uykudan uyandırması sonucunda Kadir
Gecesi’ni unuttuğu bildirilmektedir. Bkz: MÜSLİM, Sıyâm 40. Rivayetin
Abdurrezzak (211/827)’ın musannefinde aktardığı başka bir varyantında ise Hz.
Peygamber’in Kadir Gecesi’ni sohbet esnasında unuttuğu haber verilmektedir.
Rivayete göre Allah Resulü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), bir sohbet
esnasındayken ashabına hitaben “Size Kadir gecesini haber vereyim mi?” buyurmuş
ve ashabın cevaben haber vermesini istediklerini bildirmeleri üzerine Hz.
Peygamber, bir müddet sustuktan sonra ashabına Kadir gecesini az önce bildiğini
fakat şu anda kendisine unutturulduğunu söylemiştir. Bkz: Abdurrezzak, Musannef
IV, 249. Rivayetlerde görüleceği üzere Hz. Peygamber’in Kadir Gecesi’ni unutma
nedeni farklılık arzetmektedir. İBN HACER (852/1448), aktarmış olduğumuz BUHÂRÎ
ve MÜSLİM’in rivayetlerindeki unutma hâdisesinin ayrı ayrı zamanlarda olduğunun
düşünülebileceğini söylemekle birlikte bu iki rivayeti birleştirerek iki
olayında peşpeşe yaşanmış olabileceğini de söylemektedir. O takdirde Hz.
Peygamber’e rüyasında Kadir Gecesi gösterilirken eşlerinden birinin kendisini
uyandırdığını, bu esnada Hz. Peygamber’in dışarıda vuku bulan tartışmaya kulak
kesildiğini ve onları ayırmak için dışarıya çıktığında ise gecenin vaktini
unuttuğunu bildirir. Hatta Abdurrezzak’ın İbn Müseyyeb’ten mürsel olarak aktardığı rivayete de yer vererek bu rivayetin unutma olayının
birkaç defa gerçekleştiğinin delili olduğunu da açıklamaktadır. Bkz: İBN HACER,
Fethu’l-Bârî, IV, 801. Konuyla ilgili geniş bir değerlendirme için Bkz:
Enbiya YILDIRIM, Geleneksel Hadis Yorumculuğu, Rağbet Yayınları,
İstanbul, 2001, s. 98-103.
[220] 49/ Hucurat 2.
[221] AHMED B. HANBEL, II, 178; İBN MÂCE,
Mukaddime 10; TİRMİZÎ, Kader 1.
[222] BUHÂRÎ, Salât 71.
[223] 49/Hucurat 1-2.
[224] AHMED B. HANBEL, IV, 6; BUHÂRÎ,
Tefsir 49, İ’tisam 5; TİRMİZÎ, Tefsir 50. Tirmizi bu rivayete Hasen Garib
demiştir.
[225] 3 3/ Ahzab 53.
[226] İBNÜ’L-ESİR, Üsdü’l-Ğabe, IV,
331.
[227] BUHÂRÎ,
Farzu’l-Humus, 57.
[228] İBN HACER, el-İsabe,
IV, 639.
[229] İBNÜ’L-ESÎR, Üsdü’l-Ğâbe, IV,
331.
[230] İBNÜ’L-ESÎR, Üsdü’l-Ğâbe, IV,
331.
[231] İBN
ABDİLBER, el-İstîâb, III, 1250; HEYSEMÎ, Mecme’u’z-Zevâid, VII,
92.
[232] İBN HACER, Fethu’l-Bârî,
IV, 768.
[233] İBN KUTEYBE, el-Maârif, s. 208.
[234] HALEBÎ, Sîre, III, 267.
[235] 7/A’raf 199.
[236] BUHÂRÎ,
İ’tisam 2, Tefsir 7; İBNÜ’L-ESÎR, Üsdü’l-Ğâbe, IV, 331.
[237] İBN KUTEYBE, el-Maarif, s.
208-209.
[238] İBN HİŞAM, Sîre,
II, 265.
[239] İBN HİŞAM, Sîre, II, 297.
[240] TABERÎ, Tarih
III, 62. Hz. Peygamber’in, mümin kadınlardan alacağı bey’at şartları ayet-i
kerime’de belirtilmiştir. “Ey Peygamber! Mümin hanımlar; Allah’a hiç bir
sûrette ortak tanımamak hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocuklarını
öldürmemek, hiç yoktan yalan uydurup iftira atmamak, bulduğu bir çocuğu,
kocasına isnad etmemek veya gayr-ı meşrû bir çocuk dünyaya getirip onu kocasına
mal etmemek, senin kendilerine emredeceğin meşrû olan herhangi bir konuda sana
karşı gelmemek hususlarında sana biat etmeye geldiklerinde, sen de onların
biatlarını kabul et ve onlar için Allah’tan af dile. Çünkü Allah gafurdur,
rahîmdir.” Bkz: 60/Mümtehine 12.
[241] TABERÎ, Tarih III, 62.
[242] Mehmet Ali KAPAR, İslâmın
İlk Döneminde Bey’at Ve Seçim Sistemi, Beyan Yayınları, İstanbul 1998, s.
38.
[243] AHMED B. HANBEL, II, 243, 493; V, 427;
VI, 52; MÜSLİM, Birr 95; EBÛ DÂVÛD, Sünnet 10.
[244] AHMED B.
HANBEL, IV, 264; NESÂÎ, Sehv 62.
[245] MÂLİK, Muvatta,
Hüsnü’l-Hulûk 2; AHMED B. HANBEL, V, 130, 223, 232; VI, 114, 116, 182, 262;
BUHÂRÎ, Menakıb 23, Edeb 80; MÜSLİM, Fedail 77; EBÛ DÂVÛD, Edeb 4.
[246] BUHÂRÎ,
Mezalim 25, Nikah 83, İlim 27, Libas 31; MÜSLİM, Talak 30-34; TİRMİZÎ, Tefsîr
41; NESÂÎ, Sıyam 14.
[247] AHMED B. HANBEL, I, 300; NESÂÎ, Kasâme
23.
[248] AHMED B. HANBEL, V, 423; DÂRİMÎ, Zekât
31, Sîre 51; BUHÂRÎ, Eyman ve’n-Nüzûr 3.
[249] AHMED B. HANBEL, IV, 7-8; DÂRİMÎ,
Nikâh 51; BUHÂRÎ, İlim 26; Buyû 3; Nikâh 24; EBÛ DÂVÛD, Akdiye 18; TİRMİZÎ,
Rada 4; NESÂÎ, nikah 44.
[250] BUHÂRÎ, İstizan 17;
MÜSLİM, Edeb 38- 39; İBN MÂCE, Edeb 17; EBÛ DÂVÛD, Edeb 128; TİRMİZÎ, İstizan
18.
[251] MÂLİK, Akdiye 46; AHMED B. HANBEL, IV,
116,117; V, 193; BUHÂRÎ, İlim 28, Lukata 2- 911, Talak 22; MÜSLİM, Lukata 2-
4- 6; İBN MÂCE Lukata 1- 2; EBÛ DÂVÛD, Lukata 1; TİRMİZI. Ahkâm 35.
[252] DÂRİMÎ,
Zekât 25; EBÛ DÂVÛD, Zekât 39. Ebû Dâvûd’un Sünen’inde kızgınlıkla ifadesi
yoktur.
[253] ABDURREZZAK,
Musannef, V, 406; AHMED B. HANBEL, III, 452.
[254] TİRMİZÎ, Cenaiz 6.
[255] AHMED B. HANBEL, III, 377; Darimî,
Salât 19; MÜSLİM, Mesacid 251- 254; TİRMİZÎ, Salat 48.
[256] MÜSLİM, Salatü’l-Müsafirîn ve Kasruha
67; NESÂÎ, İmame 61; EBÛ DÂVÛD, Tatavvu 5.
[257] BUHÂRÎ, Salât 72, Cenaiz 66; MÜSLİM,
Cenaiz 23. Rivayette Mescidi süpüren kimsenin erkek olma ihtimalinden de söz
edilmiş, fakat hadisin ravisi olan Ebû Hureyre, “Galiba kadındı” diyerek
ihtimali ortadan kaldırmıştır. Bkz: BUHÂRÎ, Salât 74.
[258] AHMED B. HANBEL, III, 471; DÂRİMÎ,
Mukaddime 39.
[259] AHMED B.
HANBEL, VI, 91, 111, 163, 188; MÜSLİM, Misafirin 139; EBÛ DÂVÛD, Tatavvû 26;
NESÂÎ, Kıyamü’l-Leyl 2.
[260] AHMED B. HANBEL, V, 266; DÂRİMÎ,
Mukaddime 26.
[261] AHMED B.
HANBEL, II, 225.
[262] AHMED B.
HANBEL, VI, 26-28; MÜSLİM, Cihad ve’s-Siyer 43; EBÛ DÂVÛD, Cihad 137.
[263] İBN İSHAK, Sîre, s. 293;
EBÛ DÂVUD, Cenaiz 1. Bu Rivayet Münafığın hastalıktan ders almayacağını, tevbe
etmeyeceğini ve hastalığının ne geçmişteki hatalarının affına, ne de geleceğe
yönelik olarak günah işlememek hususunda bir fayda vermeyeceğini ortaya
koymaktadır. Bkz: Canan, Hadis Ansiklopedisi Kütüb-i Sitte, VI, 296.
[264] MÜSLİM, Birr, 87. Konuyla ilgili
geniş bilgi için bkz: Yusuf AÇIKEL, “Hz. Peygamber’in Evrensel Mesajlarından
Rahmet”, III. Kutlu Doğum Sempozyumu, S.D.Ü.İ.F Yayınları, Isparta 2000, s.
259-268.
[265] AHMED B. HANBEL, IV, 46; DÂRİMÎ,
Et’ıme 9; BUHÂRÎ, Et’ıme 2; MÜSLİM, Eşribe, 107108; İBN HACER, Fethu’l-Bârî
X, 655.
[266] MÜSLİM,
Eşribe, 107.
[267] İBN MÂCE, Et’ıme 8;
TİRMİZÎ, Et’ıme 9.
[268] KETTÂNÎ,
Muhammed Abdulhayy b. Abdülkebir b. Muhammed, Nizamü’l-Hükümeti’n-
Nebeviyyeti (et-Terâtîbu’l-İdâriyye), (Neşreden: Hasan Ca’na),
Beyrut (t.y), I, 301.
[269] KETTÂNÎ, Terâtîbu’l-İdâriyye,
I, 301.
[270] BUHÂRÎ, Diyat 22, Zekât 68,
Meğâzî, 36; MÜSLİM Kasâme 9; İBN MÂCE, Hudud 20; TİRMİZÎ, Et’ıme 38; İBN KESİR,
Ebu’l-Fidâ’ İsmail, el-Bidâye ve’n-Nihaye, Daru’l-Marife, I. Baskı,
Beyrut 1966, IV, 179-180.
[271] Ahmet
ÖNKAL, Rasûlüllah’ın İslâm’a Davet Metodu, Kitap Dünyası Yayınları, XVI.
Baskı, Konya 2006, s. 321-322.
[272] EBÛ DÂVÛD, Tahâret 11; Neseî, Tahâret
26.
[273] SİNDÎ, Ebu’l-Hasan Nureddin b.
Abdülhâdî, (nşr: Muhammed Emin Demec), Hâşiye ale’s- Süneni’n-Nesâî,
Beyrut (t.y), I, 27-28.
[274] AHMED B.
HANBEL, VI, 338; EBÛ DÂVÛD, Sünnet 3.
[275] AHMED B. HANBEL, III,
470.
[276] Doğan
CÜCELOĞLU, İnsan ve Davranışı, Remzi Kitabevi, XI. Baskı, İstanbul 2002,
s. 275.
[277] AHMED B. HANBEL, III, 438; TİRMİZÎ,
Cuma 28.
[278] 8/ Enfal
24.
[279] AHMED B.
HANBEL, IV, 211; BUHÂRÎ, Tefsîr 8; EBÛ DÂVÛD, Vitr 15; TİRMİZÎ, Sevâbu’l-
Kur’an 1; NESÂÎ, İftitah 26;
[280] Dâvûdi’ye (270/883) göre
ayette yer alan Hz. Peygamber’in seslenmesine karşılık verme namazda olan
birisi için geçerli değildir. Şafiiye göre ise namazda iken Hz. Peygamber’in
seslenişine cevap vermek farzdır. Karşılık vermeyen günaha girmiş olur. İbn
Hacer’e göre de Davudî’nin iddiasının delili yoktur. Şafii’ye göre ise namazda
iken dahi Hz. Peygamber’in çağrısına cevap vermek vaciptir; fakat namazın
bozulup bozulmama noktasında ihtilaf edilmiştir. Malikî Mezhebinden Abdulvehhab
ve ebu’l-Velid’e göre ise namazda dahi olsa Hz. Peygamber’e icabet farzdır.
Şayet kişi icabet etmezse günaha girer. Bkz: İBN HACER, Fethu’l-Bârî,
IX, 6-7.
[281] İBN
HACER, Fethu’l-Bârî, IX, 7.
[282] 24/Nur 27.
[283] BUHÂRÎ, Libâs 75; İsti’zân 11; MÜSLİM,
Edeb 40- 41.
[284] AHMED
B. HANBEL, V, 330; BUHÂRÎ, İsti’zan 11, Diyat 23; MÜSLİM, Edeb 40-41; EBÛ
DÂVÛD, Edeb 136.
[285] İBN HİŞAM, Sîre, II, 254. Haram
ayında yaşanan bu olay üzerine Müşrikler bunu bir malzeme olarak kullanarak
şehir ve köylerde propaganda yapmışlardır. Bkz: Ekrem Ziyâ UMERÎ, Medîne
Toplumu, (çev: Nureddin Yıldız), Risale Yayınları, İstanbul 1992, s. 103;
Bu konuda nazil olan ayet-i kerime (2/Bakara 217) ise haram ayının hürmetini
zikretmekle birlikte, müşriklerin Müslümanlara sıkıntı çıkarması ve onları
Mescid-i Haram’ı ziyeret etmekten engelleyip Mekke’den çıkarmalarının daha
büyük suç olduğunu vurgulamıştır.
[286] AHMED B. HANBEL, II,
247, 258, 312, 428; BUHÂRÎ, İ’tisam 2; MÜSLİM, Hac 411; İBN MÂCE, Mukaddime 1;
Tirmiz’i, İlim 17; NESÂÎ, Hac 1.
[287] BUHÂRÎ,
İ’tisam 3.
[288] ‘Benim babam kimdir?’, ‘Benim
kıyamette varacağım yer neresidir?’ gibi özellikle rahatsız edici şekilde
gereksiz, henüz vuku bulmamış, cevabı hoşa gitmeyecek türden sorular
yasaklanmıştır. Geniş bilgi için Bkz: AYNÎ, Bedruddin Ebû Muhammed Mahmud b.
Ahmed, Umdetu’l-Kârî Şerhu Sahîhi’l-Buhârî, Daru’t-Tabâatu’l-Âmirati,
(y.y), (t.y), XI, 466-470; KASTALLÂNÎ, Ahmed b. Muhammed, İrşâdü’s-Sârî,
IV Baskı, (y.y), (t.y), X, 349-354.
[289] TİRMİZÎ,
İlim 3.
[290] İBN
MANZUR, Lisanü’l-Arab, XI, 363.
[291] 12/Yusuf 106.
[292] 39/Zümer 3.
[293] 10/Yunus 18.
[294] 30/Rum
13; 39/Zümer 38.
[295] 1 9/Meryem 82.
[296] 1 0/Yunus 29.
[297] 21/Enbiya
98.
[298] 98/Beyyine 6.
[299] İBN SA’D, Tabakat,
I, 227; İBN HİŞAM, Sîre, II, 124-126.
[300] Hz.
Peygamber’in hicret yolculuğu ve bu yolculukta vuku bulan hadiseler için Bkz:
İBN HİŞAM, Sîre, II, 126-136.
[301] Adnan
DEMİRCAN, Hz. Peygamber Devrinde Münafıklar, Esra Yayınları, İstanbul
1996, s. 27.
[302] “Kendilerine
savaş açılan müminlere, savaşmaları için izin verildi. Çünkü onlar zulme maruz
kaldılar. Allah onlara zafer vermeye elbette kadirdir.” Bkz: 22/Hac 39.
[303] Ka’b b. Eşref hakkında geniş bilgi
için Bkz: İBN HİŞAM, Sîre, III, 55.
[304] DİYAR-I BEKRİ, Tarih, I, 517.
[305] İBN SA’D, Tabakat, II, 32.
[306] İBN
HİŞAM, Sîre, III, 56-58.
[307] İBN
HİŞAM, Sîre, III, 58.
[308] İBN HİŞAM, Sîre,
III, 60; BUHÂRÎ, Meğâzî 15, Cihad 158; MÜSLİM, Cihad 158-159; EBÛ DÂVUD, Cihad
169; TABERÎ, Tarih II, 487-490.
[309] EBÛ DÂVUD, Harac 22.
[310] TAHAVÎ, Ebu Cafer Ahmed b. Muhammed
b. Seleme, Müşkîlü’l-Âsar, (tas: Muhammed Abdüsselam Şahin),
Daru’l-Kütübi’l-Ilmiyye, I. Baskı, Beyrut 1410/ 1995, I, 54.
[311] Übey,
bu sözüyle Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ile aralarında geçen şu
vakıa’yı kastetmektedir: Ubey, Mekke’de Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) ile karşılaştığında ‘Ya Muhammed! Benim güçlü bir atım var ve ben bu
atımı her gün özel yemle besliyorum. Bir gün o ata binip seni öldüreceğim’
derdi. Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) da ‘İnşallah ben seni
öldüreceğim’ diyerek cevap verirdi. Bkz: İBN SA’D, Tabakat, II, 46; İBN
HİŞAM, Sîre, III, 89.
[312] İBN HİŞAM, Sîre, III, 89.
[313] İBN HİŞAM, Sîre, III, 87.
[314] İBN SA’D, Tabakat, II, 45; İBN
HİŞAM, Sîre, III, 85; Miras, Sahîh-i Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarih
Tercemesi ve Şerhi, X, 200.
[315] İBN HİŞAM, Sîre,
III, 91.
[316] KÖKSAL, İslam
Tarihi, III, 178.
[317] KÖKSAL, İslam Tarihi, III, 183.
[318] İBN HİŞAM, Sîre, III, 77-87.
[319] VAKIDÎ, Meğâzî, I, 244-245.
[320] İBN HİŞAM, Sîre, IV,
265.
[321] İBN-İ
SEYYİD’İN-NAS, Uyunu’l-Eser fî Fünuni’l-Meğazî ve’ş-Şemail ve’s-Siyer,
I. Baskı, Beyrut 1977, II, 144-145.
[322] TABERÎ, Tarih, I, 547.
[323] İBN KESİR, el-Bidaye ve’n-Nihaye,
III, 313-314.
[324] İBN
SEYYİD’İN-NAS, Uyuni’l-Eser, II, 246-247.
[325] Toshihiko IZUTSU, Kur’an’da Dînî ve
Ahlâkî Kavramlar, (ter: Selâhattin Ayaz), İstanbul (t.y), s. 244.
[326] DEMİRCAN,
Hz. Peygamber Devrinde Münafıklar, s. 40.
[327] İBN MANZUR, Ebu’l-Fadl Cemâluddin
Muhammed İbn Mükerrem, Lisanü’l-Arab, Daru’l-Fikr, Beyrut, 1990, X, 359;
ZEBİDÎ, Muhibbüddin Ebû Feyz Seyyid Muhammed Murtaza el-Huseyni el-Vasıti, Tacu’l-Arus
min Cevahiri’l-Kâmus, Daru’l-Fikr, Beyrut, 1994, XIII, 463.
[328] İbrahim CANAN, “Hz.
Peygamber’in Münafıklara Karşı Takip Ettiği Siyaset”, Diyanet Dergisi, S. IV,
Ankara 1977, XVI, s. 241.
[329] BEYHAKÎ,
Ebû Bekr Ahmed b. el-Hüseyin, Delâilu’n-Nübüvve, (Nşr: Abdulmu’ti
Kal’acî), Beyrut 1405/1985, V, 259.
[330] İBN KESİR, Ebü’l-Fidâ Imâdüddîn
İsmâil b. Ömer, Tefsîru’l-Kur’ani’l-Azîm, Dâru İbn Hazm, I. Baskı,
Beyrut, 1420/2000, s. 890. Suikasta teşebbüs edenler şunlardır: Muattib b.
Kuşeyr, Vedîa b. Sabit, Cedd b. Abdillah b. Nebtel b. Haris, Haris b. Yezid
et-Tâi, Evs b. Kayzî, Haris b. Süveyd, Sa’d b. Zürâre, Kays b. Nehd, Süveyd b.
Dâis, Kays b. Amr b. Sehl, Zeyd b. Lusayt, Sülâle b. el- Berham. Bkz: İBN
KESÎR, Tefsir, s. 890.
[331] AHMED B. HANBEL, V, 453.
[332] ESBAHÂNÎ,
Ebû Nua’ym, Delâilu’n-Nübüvve, (tah: Muhammed Ravvâs Kal’aci, Abdülberr
Abbâs), III. Baskı, Beyrut 1412/1991, II, 528.
[333] ESBAHÂNÎ, Delâilu’n-Nübüvve,
II, 528.
[334] TABERÂNÎ, Ebu’l-Kâsım Süleyman b.
Ahmed, el-Mu’cemu’1-Kebîr, (tah: Hamdi Abdülmecîd es-Selefî), I. Baskı,
Bağdad 1399/1979, III. 181.
[335] “Onlar Allah’a yemin ederek,
olumsuz bir şey söylemediklerini ileri sürerler. Hâlbuki küfür sözünü
söylediler, İslâm’a girdikten sonra inkâr ettiler, başaramadıkları, netice
alamadıkları birtakım cinayetlere yeltendiler. Münafıkların Peygamber’e ve
müminlere kin beslemelerinin tek sebebi, Allah ve Resûlünün kendi lütfu ile
müminlerin ihtiyaçlarını gidermesiydi. Onlar tövbe ederlerse, haklarında
hayırlı olur. Yok yüz çevirirlerse, Allah onları dünyada da âhirette de acı bir
azaba uğratır. Onlara dünyada, ne bir hâmi, ne de bir yardımcı
bulunur.” 9/ Tevbe 74.
[336] VAKIDÎ, Meğâzî, III, 1043.
[337] 9/ Tevbe 101; 47/ Muhammed 29-30.
[338] CANAN, “Hz. Peygamber’in
Münafıklara Karşı Takip Ettiği Siyaset”, s. 250.
[339] İBN HİŞAM, Sîre,
III, 199.
[340] İçlerinden
Selam b. Mişkem, arkadaşlarına bu suikastı yapmamayı, Hz. Peygamber’in bunu
haber alacağını ve bu eylemin aralarında bulunan antlaşmayı bozmak demek
olduğunu bildirmiş, fakat gurup onun sözünü dinlemeyerek suikasta karar
vermişlerdir. Bkz: İBN SA’D, Tabakat, II, 57.
[341] İBN SA’D, Tabakat, II, 57; İBN
HİŞAM, Sîre, III, 199.
[342] 3/ Al-i İmrân 21, 112.
[343] İBN HİŞAM, Sîre, III, 200-205;
YA’KUBÎ, Ahmed b. Ebi Ya’kub b. Ca’fer b. Vehb, Târihu’l- Ya’kûbî,
Beyrut 1379/1960, II, 49.
[344] Carl BROCKELMANN, İslam
Milletleri ve Devletleri Tarihi, (çev: Neşet Çağatay), Ankara 1964, s. 23.
[345] 5/ Maide 11; Ayet-i Kerime’nin Sebeb-i
Nüzuli için bkz: İBN KESİR, Tefsir, 595.
[346] Beni
Nadir, Beni Kureyza’ya karşı kendisini üstün görmektedir. Bundan dolayı da
Kureyza’lı biri kabilelerinden birini öldürdüğünde katil cezası uyguladığı
halde, Nadirli biri Kureyza’lıyı öldürürse yüz deve yükü hurma diyeti vererek
işi geçiştirmektedirler. Hicretten sonra Nadirli biri Kureyza’lılardan birini
öldürmüş ve katilin kabilesi alışılageldik şekilde işi kapatmak istediklerinde
Kureyzalılar buna itiraz ederek davayı Hz. Peygamber’e getirmişlerdir. Allah
Resulü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), katilin Benî Nadir kabilesindeki
şerefine itibar etmeyip adaletin gereği olarak katilin kısasa binaen
öldürülmesine hükmetmiştir. Bkz: EBÛ DÂVÛD, Diyat 1; NESÂÎ, Kasâme 8-9.
[347] 3 4/ Sebe 28. Konuyla ilgili diğer
ayetler için bkz: 7/ Araf 158; 4/ Nisa 79.
[348] O dönemde Rum (Bizans) devlet
başkanına Kayser, İran Şahına Kisra, Mısır devlet başkanına Firavun, Yemen
hükümdarına Tubba, Habeş hükümdarına ise Necaşî denilmektedir. Bkz: Salih
SURUÇ, Kainatın Efendisi Peygamberimizin Hayatı, Nesil Yayınları,
İstanbul 2004, II, 349.
[349] İBN SA’D, Tabakat,
I, 258; BELAZURİ, Ahmed b. Yahya b. Câbir, Ensabü’l-Eşraf, (tah:
Muhammed Hamidullah), Daru’l-Marife, Mısır 1959, I, 531; Taberî, Tarih II,
644; MİRAS, Tecrid
Tercemesi, X, 448.
[350] HAMİDULLAH,
İslam Peygamberi, II, 1081.
[351] Osman GÜNER, Resûlullah’ın Ehl-i
Kitap’la Münasebetleri, Fecr Yayınevi, Ank. 1997, s. 311.
[352] AHMED B. HANBEL, III,
198; MÜSLİM, Libas 56-58; Ebû Dâvud, Hatem 1; NESÂÎ, Zînet 4748.
[353] Muhammed
HAMİDULLAH, Hz. Peygamber’in Altı Orjinal Mektubu, (ter: Mehmet Yazgan),
Beyan Yayınları, İstanbul 1990, s. 66.
[354] İBN SA’D, Tabakat,
I, 265.
[355] AHMED
B. HANBEL, I, 239, 283, 365; BUHÂRÎ, Meğazi 62, Edeb 80, İlim 11; MÜSLİM, Cihad
6-8; EBÛ DÂVUD, Edeb 17.
[356] İBN SA’D, Tabakat,
I, 282.
[357] İBN SA’D, Tabakat, I, 260;
TABERÎ, Tarih, II, 654-655.
[358] BUHÂRÎ, İlim 7.
[359] TABERÎ, Tarih,
II, 655.
[360] İBN SA’D, Tabakat,
I, 260.
[361] TABERÎ, Tarih,
II, 655-656.
[362] İBN SA’D, Tabakat,
I, 260.
[363] TABERÎ, Tarih,
II, 656.
[364] Ahmet CEVDET PAŞA, Kısas-ı
Enbiya ve Tevarih-i Hülefa, Bedir Yayınevi, İstanbul 1386/1966, I, 182.
[365] Babasını öldüren Şireveyh, altı ay
yaşayabilmişim Saltanatın verdiği hırs ile kardeşlerini de öldürmüştür. Kendine
halef olacak erkek çocuğu da olmadığından halk Şireveyh’in Buran adındaki
kızını tahta geçirmiştir. Bunu haber alan Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve
sellem), “Mukadderatını bir kadının eline bırakan millet felah bulmaz!”
buyurmuşlardır. Bkz: MİRAS, Sahihi BUHARÎ Muhtasarı Tecridi Sarih Tercemesi,
X, 450.
[366] HALEBÎ, Sîre, III, 455.
[367] İBN SA’D, Tabakat, I, 261.
[368] HALEBÎ, Sîre,
III, 456.
[369] İBN SA’D, Tabakat, I, 261.
[370] İBN-İ SEYYİD’N-NAS, Uyunu’l-Eser,
II, 343.
[371] İBN SA’D, Tabakat,
I, 262; İBN-İ SEYYİD’N-NAS, Uyunu’l-Eser, II, 342-343.
[372] VAKIDİ, Meğâzî,
II, 755.
[373] İBN SA’D, Tabakat, I, 258.
[374] İbn Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihaye,
III, 504.
[375] İBN SA’D, Tabakat, I, 260.
[376] İBN-İ SEYYİD’N-NAS, Uyunu’l-Eser,
II, 270.
[377] İBN SA’D, Tabakat, I, 263;
İBN-İ SEYYİD’N-NAS, Uyunu’l-Eser, II, 340-341.
[378] 1 8/Kehf 6.
[379] TABERÎ, Tarih II, 181; İBN
HACER, el-İsâbe, I, 192; “İnsanlardan öylesi vardır ki dünya hayatına dair
sözleri senin hoşuna gider. Üstelik sözünün özüne uyduğuna Allah’ı da şahit
gösterir. Hâlbuki gerçekte o düşmanların en yamanıdır.” “Senin yanından
ayrılınca, ülkede fesat çıkarmaya çalışır, Ürünleri ve nesilleri mahvetmek için
uğraşır. Allah, elbette fesadı (bozgunculuğu) sevmez.” “O adama: “Allah’tan
kork da fesat çıkarma!” denildiğinde, Kendini benlik ve gurur kaplar ve bu, onu
daha fazla günaha sürükler. Böylesinin hakkından cehennem gelir. Gerçekten ne
fena yataktır o cehennem!” 2/ Bakara 2004-206. Bu âyetlerin Ahnes ibn Şureyk
hakkında nazil olduğuna dair ikinci bir rivayette onun, Bedr savaşı öncesindeki
münafıklığının nüzul sebebi olduğu anlaşılıyor. Bu rivayet şöyledir: Ahnes,
Bedr gazvesine çıkılacağı gün halîfi olduğu Zuhre oğullarına savaşa çıkmayın
diye işaret ederek “Muhammed sizin kız kardeşinizin oğludur. Eğer yalancı ise
insanların ona karşı gelmeleri size yeter. Eğer davasında sadık ise zaten size
ihtiyacı yoktur (Rabbi onu muzaffer kılacaktır ve siz onun zaferi ile)
demiştir. Zuhre oğulları da “Evet, doğrusu hayır senin söylediğindedir” deyip
Bedir’e çıkılacağı nida olununca bu münafık Zuhre oğullan içinde kalmış ve
üçyüz kişi oldukları halde geri dönmüşlerdir. Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi
ve sellem)’e Zuhre oğulları ve Ahnes’in döndükleri haber verilince özellikle
Ahnes’in durumuna şaşmış ve asıl adı Ubeyy ibn Şureyk iken onu “dönücü, dönen”
anlamına gelen Ahnes diye isimlendirmiştir. Ancak Fahreddin Razi bu rivayeti
naklettikten sonra zayıf olduğunu kaydetmiştir. Bkz: H. Tahsin EMİROĞLU, Esbab-ı
Nüzul, Konya 1965, I, 186-187.
[380] İBN
KESÎR, el-Bidaye ve’n-Nihaye, III, 64.
[381] İBN KESÎR, Hadislerle Kur’an- Kerim
Tefsiri, IX, 4776.
[382] 3/Âl-i İmran 167.
[383] 2/Bakara 14.
[384] 22/ Hac 11.
[385] 6 3/Münafikun 7.
[386] 3/Âl-i İmran 119.
[387] 5 8/Mücadile 8.
[388] UMERÎ, Medîne
Toplumu, s. 144.
[389] VAKIDÎ, Meğâzî, I, 341.
[390] İBN SA’D, Tabakat,
II, 51.
[391] VAKIDÎ,
Meğâzî, I, 354.
[392] İBN HİŞAM, Sîre, III, 178; İBN
SA’D, Tabakat, II, 55.
[393] VAKIDÎ, Meğâzî, I, 355; AHMED
B. HANBEL, II, 294; BUHARÎ, Meğazi, 38. VAKIDÎ, yedi kişinin gittiğini
bildirir: Mersed b. Ebi Mersed, Halid b. el-Bükeyr. Abdullah b. Tarık, Muattib
b. Ubeyd, Hubeyb b. Adiyy, Zeyd b. Desinne, Âsım b. Sabit. On kişi olup Mersed
b. Mersed başkanlığında ve on kişi olup Âsım b. Sabit başkanlığında olduğu da
söylenmektedir. VAKIDÎ, Meğazî, I, 355.
[394] İBN SA’D, Tabakat, II, 56; İBN
HİŞAM, Sîre, III, 180.
[395] İBN HİŞAM, Sîre, II, 173;
İBNÜ’L-ESÎR, Üsdü’l- Ğabe, II, 286.
[396] BUHARÎ,
Meğazî 38; EBÛ DÂVUD, Cihad 115, Cenaiz 6.
[397] İBN
HİŞAM, Sîre, III, 6.
[398] İBN HİŞAM, Sîre, II, 315.
[399] “Sen Allah’ın Resûlü Muhammed’sin. Sen
öyle bir insansın ki, yüce Allah’ın yardımıyla insanları hak ve hidayete davet
ediyorsun.” Bkz: İBN HİŞAM, Sîre, III, 110.
[400] İBN HİŞAM, Sîre, III, 110.
[401] İBN HİŞAM, Sîre, III, 110.
[402] AHMED B.
HANBEL, II, 115-379.
[403] 9/Tevbe
67; 63/ Münafikun 1, 5.
[404] 4/Nisa 142.
[405] 9/Tevbe
65, 79.
[406] Hamdi İŞCAN, Kur’ân’a Göre
Münafıkların Özellikleri, Işık Yayınları, İstanbul, 2003, s. 117.
[407] İBN HİŞAM, Sîre, IV, 160.
[408] İBN HİŞAM, Sîre,
IV, 173-174.
[409] Allah
Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), münafıkların bu teklifine “Şu anda
sefere çıkmak üzereyim, şayet seferden döner de Allah Teala izin verirse
mescidinize gelip size namaz kıldırırız” şeklinde cevap vermiştir. Bkz: İBN
HİŞAM, Sîre, IV, 173.
[410] Dırar Mescidini yapanlar oniki
kişidir: Hizâm b. Hâlid, Sa’lebe b. Hâtıb, Muattıb b. Kuşeyr, Ebû Habîbe b.
el-Ez’ar, Abbâd b. Huneyf, Câriye b. Âmir, Câriyenin iki oğlu Mucemmi’ b.
Câriye ve Zeyd b. Câriye, Nebtel b. el-Hâris, Bahzec, Bicâd b. Osmân, Vedi’a b.
Sâbit. Bkz: İBN HİŞaM, Sîre,
IV, 174. İbnü’l-Esîr, Mahşi b. Humeyr’in dırar ashabından olduğunu, fakat daha
sonraları tevbe ederek isminin Abdullah b. Abdurrahman olarak değiştirilip
Yemame savaşında şehid olduğunu bildirir. Bkz: İBNÜ’L-ESÎR, Üsdü’l-Ğabe,
V, 126.
[411] TABERÎ, Tefsir, XI, 24.
[412] VAKİDİ, Meğâzî, III, 1048.
[413] 9/ Tevbe 107-110.
[414] BUHÂRÎ,
Salât 46, MÜSLİM, Mesacid, 263.
[415] CANAN, “Hz. Peygamber’in
Münafıklara Karşı Takip Ettiği Siyaset”, s. 250.
[416] Ahmet SEZİKLİ, Hz.
Peygamber Devrinde Nifak Hareketleri, T.D.V Yayınları, Ankara, 1994, s.
186.
[417] Muhammed HEYKEL, Hazreti Muhammed
Mustafa, (Çev: Ömer Rıza Doğrul), İnkılâp Kitabevi, İstanbul, 1985, s. 427.
[418] “Ey
Peygamber! Mümin hanımlar; Allah’a hiç bir sûrette ortak tanımamak hırsızlık
yapmamak, zina etmemek, çocuklarını öldürmemek, hiç yoktan yalan uydurup iftira
atmamak, bulduğu bir çocuğu, kocasına isnad etmemek veya gayr-ı meşrû bir çocuk
dünyaya getirip onu kocasına mal etmemek, senin kendilerine emredeceğin meşrû
olan herhangi bir konuda sana karşı gelmemek hususlarında sana biat etmeye
geldiklerinde, sen de onların biatlarını kabul et ve onlar için Allah’tan af
dile. Çünkü Allah gafurdur, rahimdir.” Bkz: 60/Mümtehine 12.
[419] İBN
HACER, el-İsâbe, I, 575.
[420] TİRMÎZÎ,
Menâkıb 59.
[421] “İçlerinden bazıları: ‘Bana izin ver,
beni fitneye ve isyana düşürme, başımı derde sokma!’ der. Bilmiş ol ki, fitneye
zaten kendileri düşmüşlerdir. Cehennem elbette kâfirleri her taraftan
kuşatacaktır.” 9/ Tevbe 49.
[422] İBN HİŞAM, Sîre, IV, 159-160;
TABERÎ, Tarih III, 101. Bu âyet nazil olunca Rasulullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem), Benî Seleme Kabilesi’ne -ki Cedd de o kabiledendir- “Ey
Seleme Oğulları, sizin ulunuz kimdir?” buyurmuş, Onlar da: “Cedd b. Kays'tır,
ne var ki o, cimrinin, korkağın tekidir” demişlerdir. Bunun üzerine Resûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem), “Cimrilikten daha büyük bir hastalıklı olan kimdir? Bilakis
sizin ulunuz, beyaz tenli, cömert bir delikanlı olan Amr ibnu’l-Cemûh’tur”
buyurmuştur. Bkz: İBNÜ’L-ESÎR, Üsdü’l-Ğâbe, IV, 206-207.
[423] VAKIDİ, Meğâzî, III, 992-993.
[424] İBN
HACER, el-İsâbe, I, 576.
[425] AHMED
B. HANBEL, V, 273.
[426] İBN HİŞAM, Sîre, II, 175.
[427] 24/Nur 36.
[428] 4/Nisa 142.
[429] DEMİRCAN,
Hz. Peygamber Devrinde Münafıklar, s. 121-129.
[430] CANAN, “Hz.
Peygamber’in Münafıklara Karşı Takip Ettiği Siyaset”, s. 249.
[431] Hz. Peygamber, Münafıkların Tebük
savaşına katılmak isteyenlere mani olmak için toplandıkları Yahudî Süveylimin
evini Tebük dönüşü yıktırmıştır. Bkz: İBN HİŞAM, Sîre, IV, 160;
Münafıkların, Müslüman cemaati bölüp nifak yaymak adına inşa ettikleri Mescid-i
Dırar’ı da Tebük savaşı dönüşünde yaktırmıştır. Bkz: BUHÂRÎ, Salât 46, MÜSLİM,
Mesacid 263.
[432] VÂKIDÎ, Meğâzî,
III, 1039. Rivayetin AHMED B. HANBEL ve Malik’te geçen varyantında Hz.
Peygamber’in emrini dinlemeyip suyu karıştıranların isimleri belirtilmeden iki
kişi olduğu bildirilmektedir. Hz. Peygamber, gelip pınarın kanştınldığını
görünce karıştıran o iki kişiye öfkelenerek sebbetmiş ve azarlamıştır. Bkz:
MALİK, Sefer 2; AHMED B. HANBEL, V, 238.
[433] AHMED B.
HANBEL, V, 391.
[434] VAKIDÎ, Meğâzî, III, 1039.
[435] Hudeybiye
seferindeyken Müslümanların suyu azalmış durumdaydı. Kuyuda bulunan suyun az
olduğu Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’e haber verilmiş ve Allah
Resulü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün duası neticesinde bir mucize vuku
bularak kuyu suyla dolup taşmıştı. Bu sırada kuyunun başında Cedd b. Kays, Evs,
ve İbn Übey gibi münafıklar bulunmaktaydı. Münafıkların elebaşı olan İbn Übey,
buna benzer bir durumu daha önce de gördüğünü söylemesi üzerine Evs b. Havliye
(ra), İbn Übey’e ‘Allah seni ve bu görüşünü kahretsin’ demiş. Bu konuşmaları
haber alan Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem), İbn Übey’e benzer bir
olayı nerede gördüğünü sormuş, o da daha önce böyle bir vakıa görmediğini
itiraf etmek zorunda kalmıştır. Bkz: VAKIDİ, Meğâzî, II, 588-589. Başka
bir rivayette de Tebük yolundaki Hıcr mevkiinde susuzluk had safhaya
ulaştığında ordu Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’tan yağmur yağması
için dua istemiş, Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün duası
neticesinde ordu suya kanmıştı. Hatta bineklerine de sudan yüklemişlerdi. Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’i bir türlü çekemeyen münafıklar bu
olayı ‘ bu iş gelip geçici bir bulutun işidir’ diyerek geçiştirmek ve gerçeği
görmemek istemişlerdir. Bkz: TABERÎ, Tarih, III, 105-106.
[436] 1 5/ Hıcr 94.
[437] MİRAS, Tecrid
Tercümesi, IX, 246.
[438] İBN SA’D, Tabakat,
I, 199- 200.
[439] BUHÂRÎ,
Tefsîr 2, Cenaiz 98; MÜSLİM, İman 355; TABERÎ, Tarih, II, 319.
[440] 111/ Tebbet 4.
[441] İBN
HİŞAM, Sîre, IV, 381.
[442] İBN HİŞAM, Sîre,
I, 319.
[443] MÜSLİM,
Sıfatü’l-Kıyame 38.
[444] MÜSLİM, Sıfatü’l-Kıyame 39.
[445] AHMED B. HANBEL, IV, 57.
[446] İBN HİŞAM, Sîre,
II, 22-23; İBN SA’D, Tabakat, IV, 237.
[447] İBN
HİŞAM, Sîre, II, 28.
[448] 109/Kafirun 1-6.
[449] 2/Bakara 221.
[450] 9/Tevbe 113.
[451] İBN
MACE, Edâhi 1.
[452] MÜSLİM, İman 5.
[453] NESÂÎ,
Bey’at 17.
[454] AHMED B. HANBEL, IV, 14.
[455] MÜSLİM, Musâkât 71.
[456] Abdullah YILDIZ, Hz. Peygamber ve
Gizli Düşmanları Münafıklar, İz Yayıncılık, İstanbul, s. 42.
[457] YA’KUBÎ,
Târih, II, 41.
[458] NEDVİ, Ebu’l-Hasen
el-Hasenî, es-Sîretü’n-Nebeviyye, (tercüme: Osman keskioğlu), İst, 1961,
s. 136-137.
[459] M. Tayyib OKİÇ, Bazı Hadis
Meseleleri Üzerine Tetkikler, İstanbul 1959, s. 62.
[460] İBN
SA’D, Tabakat, III, 540; BUHÂRÎ, Tefsir 15, Edeb 115.
[461] İBN SA’D, Tabakat, II, 29. İbn
Übey, bununla da kalmayıp Kaynukaoğullannın Medine’de kalması için de
Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ile konuşmaya gelmiş fakat ashab
tarafından engellenmiştir. Bkz: VAKIDÎ, Meğâzî, I, 177-178; İbn Übey bu
saygısız tavrıyla Yahudilerin bağlı olan ellerini çözdürmeye muvaffak olmuş,
fakat sürülmelerini engelleyememiştir. Kaynukaoğullannın Medine’den sürülme
nedeni İslâm’ı kabul etmeyişlerinden dolayı değildir. İslam onlarla barış
içinde yaşamayı kabul ediyordu. Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem) de
kimseye Medine’de kalma karşılığı olarak İslâm’ı kabul etme şartı koşmuyordu.
Bilakis yapılan antlaşmada onların din hürriyetleri de kayıtlıydı. Sürgün
edilişleri Medine’nin iç huzurunu bozmaya yönelik olarak ortaya koydukları
düşmanlık ruhundan dolayıdır. Bkz: UMERÎ, Medîne Toplumu, s. 69.
[462] DEMİRCAN, Hz. Peygamber
Devrinde Münafıklar, s. 44.
[463] AHMED
İBN HANBEL, IV,312-313;
MÜSLİM, Cihad 114; BUHÂRÎ, Tefsir 1. Buharî’de Cündeb b. Süfyan’dan
gelen rivayete göre Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), rahatsızlandığı
için iki ya da üç gece namaza kalkamayınca, müşrik kadının birisi gelip: ‘Ey
Muhammed! Ben senin şeytanının seni terkettiğini zannediyorum. İki ya da üç
geceden beri senin yakınlarına geldiğini görmüyorum’ demiş, bunun üzerine
Allah, Duha suresini indirmiştir.
[464] İBN HİŞAM, Sîre,
I, 316.
[465] İBN
HİŞAM, Sîre, II, 61.
[466] İBN SA’D, Tabakat,
I, 199.
[467] “Hem
siz, hem de Allah’tan başka taptığınız tanrılar, hepiniz cehennem odunusunuz,
siz hep beraber cehenneme gireceksiniz.” “Eğer onlar gerçekten tanrı olsalardı
oraya girmezlerdi. Ama hepsi orada ebedî olarak kalacaklardır.” “Onlar orada
inim inim inleyecekler, kendilerini sevindirecek hiçbir haber de işitmeyeceklerdir.”
21/Enbiya 98-100.
[468] OKİÇ, Bazı Hadis
Meseleleri Üzerine Tetkikler, s. 62.
[469] BUHARÎ, Tefsir, 67, İsti’zan 20;
MÜSLİM, Cihad, 40-116.
[470] İBN
HİŞAM, Sîre, I, 584-585; İBN SA’D, Tabakat, III, 540; BUHARÎ,
Tefsir 15, Edeb, 115.
[471] HALEBÎ, Sîre II, 180-203.
[472] CANAN, “Hz.
Peygamber’in Münafıklara Karşı Takip Ettiği Siyaset”, s. 241.
[473] AHMED
B. HANBEL, V, 203; BUHARÎ, Merda, 15, Edeb, 115; MÜSLİM, Cihâd 116.
[474] ‘Senin kölen senin
düşmanın olduğu zaman zelil olursun, seninle güreş tutan kimselere yenilirsin,
şahin kuşunun kanadı olmadan kalkması mümkün müdür? Şayet bir gün kanadı
kesilirse o düşecektir. Bkz: İBN HİŞAM, Sîre, II, 91.
[475] AHMED
B. HANBEL, V, 203; BUHARÎ, Merda, 15, Edeb, 115; MÜSLİM, Cihâd 116.
[476] AHMED B.
HANBEL, III, 157.
[477] Talat
KOÇYİĞİT, “Abdullah b. Übey b. Selül”, D.İ.A, İstanbul 1988, I, 140.
[478] VÂKIDÎ, Meğâzî, I, 219.
[479] SEZİKLİ, Hz. Peygamber
Devrinde Nifak Hareketleri, s. 77.
[480] “İki
ordunun karşılaştığı gün başınıza gelen musîbet Allah’ın izniyle olmuştu. Bu da
O’nun müminleri ayırd etmesi, münafıklık yapanları da meydana çıkarması için
idi. O münafıklara: “Gelin, Allah yolunda savaşın veya hiç olmazsa düşmanınızın
size ve ailelerinize saldırmasını önleyin” denildiğinde: “Biz savaş olacağını
bilseydik size katılırdık” dediler. Doğrusu o gün onlar imandan ziyade küfre
yakın idiler. Onlar, ağızlarıyla, kalplerinde olmayan şeyleri söylüyorlardı.
Ama Allah onların gizlediklerini pek iyi bilir. Onlar o münafıklardır ki
kendileri savaşa çıkmayıp evde oturmaları yetmiyor gibi, bir de kalkıp bilgiçlik
taslayarak savaşta şehid olan arkadaşları hakkında: “Sözümüze kulak verselerdi
böyle öldürülmezlerdi” derler. De ki: “Eğer, iddianızda tutarlı iseniz, haydi
elinizden geliyorsa kendinizi ölümün elinden kurtarın bakalım!”3/Âl-i İmrân,
166-167.
[481] BEYHAKÎ, Delailü’n-Nübüvve,
III, 217.
[482] YA’KUBÎ, Tarih, II, 47.
[483] DİYARBEKRÎ,
Târih, I, 489.
[484] İBN HİŞAM, Sîre, I, 523-524;
II, 65.
[485] Hasan KURT, İslâm
İnancına Göre Nifak ve Münafık, Nesil Yayınları, İst. 2004, s. 163.
[486] Benî
Kaynuka Yahudilerinden olup, İslam’a sığınmak için Müslüman görünen bir Yahudi
âlimidir. Bkz: İBN HİŞAM, Sîre, II, 161.
[487] İBN HİŞAM, Sîre, II, 174.
[488] TABERÎ, Târih, III, 106.
[489] 9/ Tevbe
38-127.
[490] UMERÎ,
Medîne Toplumu, s. 253.
[491] DEMİRCAN, Hz. Peygamber Devrinde
Münafıklar, s. 163.
[492] İBN
KESÎR, el-Bidaye ve’n-Nihaye, III, 194.
[493] 3/ Âl-i İmran 75.
[494] 2/Bakara 105.
[495] 3/ Âl-i İmran 70.
[496] 3/ Âl-i İmran 71.
[497] 3/ Âl-i İmran 112.
[498] 2/Bakara
109; 3/Âl-i İmran 69, 72, 99, 100.
[499] 5/Maide 66
[500] SURUÇ, Kâinatın
Efendisi Peygamberimizin Hayatı, II,62.
[501] İBN HİŞAM, Sire, III, 51; İBN
SA’D, Tabakat, II,29; VAKİDİ, Meğazî, I, 176-177.
[502] İBN SA’D, Tabakat, II,29.
[503] İBN HİŞAM, Sîre, III, 50;
VAKİDİ, Meğâzî, I, 176.
[504] “İnkâr edenlere de ki:
‘Siz mağlup olacak, haşredilip toplanacak ve cehenneme sürüleceksiniz.’ Orası
ne fena bir yataktır!” 3/ Âl-i İmran 12. Bu ayet Beni Kaynuka Oğullarının
yukarıda belirtildiği gibi verdikleri saygısızca cevap üzerine nazil olmuştur.
Bkz: SUYUT-İ, Celaleddin Abdurrahman b. Ebi Bekr, Lübâbu’n-Nükûl fî
Esbab’in-Nüzul, II. Baskı, Kahire 1373/1954, s. 44.
[505] İBN HİŞAM, Sîre, III, 51.
[506] “Seninle
sözleşme yapan bir millette sözleşmeye aykırı bir hainlik alameti tesbit
edersen, savaş açmadan önce anlaşmanın artık geçersiz kaldığını ilan et ki bunu
bilme hususunda iki taraf da eşit olsun. Çünkü Allah hainleri asla sevmez.” 8/
Enfal 58. Rivayet için bkz: İBN SA’D, II, 29. Bu âyet İslâmın uluslararası
ilişkilerde çok önemli bir prensibini vermektedir. Herhangi bir tarafla anlaşma
yapan kimse, süre bitinceye kadar anlaşmaya bağlı kalacaktır. Eğer ahdi bozmak
için sebepler ortaya çıkmışsa, anlaşma ancak karşı tarafa haber verdikten sonra
bozulabilir. Halbuki Cahiliye döneminde, karşı tarafa haber vermeden tek
taraflı bozma olduğu gibi 20. asırda da bunun çok örneği vardır. Mesela ikinci
dünya savaşında Almanya bir açıklama yapmadan Rusya’ya saldırmış, aynı şekilde
İngiltere ve Rusya, İran’a karşı askeri harekâta başlamışlardır. Bkz: Suat
YILDIRIM, Kur’an-ı Hakîm ve Açıklamalı Meali, s. 183.
[507] İBN HİŞAM, Sîre, II, 49.
[508] VAKIDİ, Meğazi I, 176-177; İBN
SA’D, Tabakat II, 29.
[509] VAKIDİ, Meğâzî, I,
176.
[510] Muhammed RIZA, Muhammed Rasûlullah,
Mısır 1971, s. 182.
[511] UMERÎ,
Medîne Toplumu, s. 69.
[512] BROCKELMANN, İslam
Milletleri ve Devletleri Tarihi, (çev: Neşet Çağatay), Ankara 1964, s. 23.
[513] Muhammed
HAMİDULLAH, “Hz. Peygamber’in Büyük Düşmanlarının Psikolojisi”, (ter:
İsmail Yakıt), A.Ü.İ.F.D, S. VI, Erzurum 1986, s. 216.
[514] BELÂZURÎ, Ensâb, I, 281.
[515] İBN
HİŞAM, Sîre, II, 235.
[516] Nihat
HATİPOĞLU, Peygamberimiz Döneminde Müşrik ve Münafık Liderler, Ta-Ha Yayıncılık,
Kasım 1999, s. 100.
[517] İBN HİŞAM, Sîre, II, 236. Hz.
Peygamber’in yıllar önce haber verdiği gibi Ebû Âmir, küfür, irtidad, nifak,
yalancılıkla dolu bir hayatın neticesinde gittiği Mekke’den Mekkenin fethiyle
Taife, Taiflilerin Müslüman olmasıyla da Şam’a gitmiş ve orada kovulmuş, yalnız
ve garip bir şekilde ölmüştür. Bkz: İBN HİŞAM, Sîre, II, 236.
[518] İBN HİŞAM, Sîre, II, 237.
[519] İBN SA’D, Tabakat,
III, 541.
[520] VAKIDÎ, Meğâzî,
I, 205.
[521] VAKIDİ, Meğâzî, I, 223. İBN
HİŞAM, Sîre, III, 71.
[522] VAKIDÎ, Meğâzî, I, 244-245.
[523] Evlendiği gecenin sabahında gusûl
almadan evden çıkmış ve savaşa biran önce iştirak etmiştir. Hz. Peygamber, onu
meleklerin yıkadığını görmüş ve durumu eşinden sordurunca Hanzala (ra)’nın
gusûl abdesti almadan cihada katıldığını öğrenmiştir. Bundan dolayı kendisine
‘meleklerin yıkadığı kişi’ anlamına gelen bu lakab verilmiştir. Bkz: BELÂZURÎ, Ensâb,
I, 320.
[524] İBN HİŞAM, Sîre,
II, 234; ESBAHANÎ, Delailün-Nübüvve, II, 485, 486.
[525] “Biz
Mûsâ’ya kitap verdik. Ondan sonra peşpeşe peygamberler gönderdik. Meryem’in
oğlu Îsâ’ya da mûcizeler, açık deliller verdik ve onu Ruhu’l Kudüs (Cebrâil)
ile destekledik. Demek size her ne zaman bir peygamber gelip de nefislerinizin
hoşlanmadığı bir şey getirirse kafa tutacak, onların kimine yalancı deyip
kimini öldüreceksiniz ha!” 2/Bakara 87.
[526] 2/Bakara 146.
[527] “Böyle
kulis yapmaları men edilmişken, kendilerine yasaklanan bir işi tekrar yapıp
günah, zulüm, Peygambere isyan hususunda kulis yapan, fısıldaşan kimseleri
görmüyor musun? Senin yanına vardıklarında, sana Allah’ın öğrettiği selamdan
başka bir şekilde selam verirler. Kendi içlerinden de: “Allah bizi bu
söylediklerimizden dolayı cezalandırsa ya!” diye alay ederler. Onların
hakkından ancak cehennem gelir! Muhakkak onlar oraya girecekler. Orası
gidilecek ne fena yerdir!”58/Mücadele 8.
[528] EBÛ DAVUD, Edeb 144;
TİRMİZÎ, İsti’zan 6.
[529] BUHÂRÎ,
İsti’zan 14; MÜSLİM, Selam 14; EBÛ DAVUD, Edeb 147; TİRMİZÎ, İsti’zan 8.
[530] BUHÂRÎ, İsti’zan 15; EBÛ
DAVUD, Edeb 148; TİRMİZÎ, İsti’zan 9. Ulema kadınlara selam verme hususunda bazı
kıstaslar ortaya koymuş ve özellikle dikkat çeken genç hanımlara selam
verilmesi konusunda şayet fitneye sebep olacaksa dikkatli olunmasını tavsiye
etmiştir. Bkz: İBN HACER, Fethu’l-Bârî XII, 299.
[531] BUHARÎ, İsti’zan 22; MÜSLİM, Selam 6;
Ebu Davud, Edeb 149.
[532] 5
8/Mücadele 8.
[533] MALİK, Selam 3; BUHÂRÎ, Edeb,
38, Cihad 98, İsti’zan 22; MÜSLİM, Selâm, 10-12; TİRMİZÎ, İstî’zân 12, Tefsir
59.
[534] TABERİ, Ebû Cafer
Muhammed b. Cerir, Cami’ul-Beyan an Te’vili Ayi’l-Kur’an, Daru’l-Fikr
1415/1995, XIV,21.
[535] KURTUBİ, el-Cami, IX, 261-262.
[536] EBÛ ABDİRRAHMAN, Mukbil ibn Hâdî vadii,
es-Sahîhu’l-Müsned min Esbâbi’n-Nüzûl, Kuveyt, IV. Baskı, Daru’l-Erkam,
1984, s. 149
[537] “Ey iman edenler! (Siz,
onların böylesi kötü etkilerine karşı uyanık olun, mesela) “Râina” demeyin, “ Unzurna’”
deyin ve dinleyip itaat edin. Kâfirler için acı veren bir azap vardır.”
2/Bakara 104.
[538] RAZÎ,
Mefatih, III, 295; SUYUTİ, Lübabü’n-Nükul, s. 38.
[539] TABERÎ, Tefsîr, I, 659.
[540] 4/Nisa
46.
[541] TABERÎ,
Tefsîr, I, 658.
[542] 2/Bakara
104.
[543] Ahmed Mustafa MERAĞİ, Tefsiru’l-Meraği,
V Baskı, 1394/1978, (y.y), I, 184-185.
[544] 2/Bakara 120.
[545] M. Ali, HAŞİMİ, Kur’an’da
Resûlullah, (Çev: Nureddin Yıldız), Risale Yayınları, İst. 1987, s.
96.
[546] 15/Hıcr
11; 43/Zuhruf 7.
[547] “O kâfirler, alay ederek:
“Ey o kendisine kitap indirilmiş olan!” dediler, “mutlaka sen bir delisin!”
15/Hıcr 6.
[548] İbrahim
Kâfî DÖNMEZ, ‘Cünun’, D.İ.A, İstanbul 1993, VIII, 125.
[549] Toshihiko IZUTSU, Kur’anda
Allah ve İnsan (çev: Süleyman Ateş), Kevser yayınları, Ankara, (t.y),
s.161.
[550] ÂLÛSÎ, Rûhu’l-Meânî,
X,77; RÂZİ, Mefatih, XVI,445; BEYDAVİ, Nasruddin Ebu Said Abdullah b.
Ömer b. Muhammed, Tefsiru’l-Beydavi, Envâru’t-Tenzîl ve Esrâru’t-Te’vil,
Daru’l-Fikr, Beyrut 1416/1996, IV, 162.
[551] RÂZİ, Mefatih, XVI,446.
[552] NESEFÎ, Abdullah b. Ahmed b. Mahmud,
(tah: Zekeriyya İmran), Medârikü’t-Tenzîl ve Hakâikû’t-Te’vil,
Daru’l-Kütübü’l Ilmiyye, Beyrut 1995, II,717; BEYDAVİ, V,377.
[553] RÂZİ, Mefatih, XVI,445.
[554] 7Araf
184.
[555] 37/Saffat 35-36.
[556] ZEMAHŞERÎ, Ebu’l-Kasım Cârullah Mahmud
b. Ömer, el-Keşşâf an Hakâiki’t-Tenzîl ve Uyûni’l-Ekavîl fi Vücühi’t-Te’vîl,
Daru’l-Marife, Beyrut (t.y), IV, 25. Katade, kâfirlerden bir topluluğun
yandaşlarına “Siz Muhammed’in ölümünü bekleyiniz. Filan oğullarının şairinin
işini ölüm hallettiği gibi, ölüm sizi de Muhammed’den kurtaracaktır” dediğini
bildirmektedir. Dahhak da bu sözleri söyleyenlerin Abdu’d-Dar oğulları olduğunu
söylemektedir. Onlar bu sözleriyle O’nun şair olduğunu ve nasıl bundan önce
şairler öldüyse onunda öleceğini düşünmektedirler. Üstelik babası da genç yaşta
öldüğü için onun da babası gibi genç yaşta öleceğini düşünmüşlerdir Bkz:
KURTUBÎ, el-Cami, IX, 67. Müşrikler bu söylemleriyle akılları sıra
geleneklerine tutunmuş olup, atalarının gitmiş olduğu yolu terk etmemiş
olmaktadırlar. Putlarına bağlılıklarından dolayı da kendileriyle övünüp
“Sabretmesek ve tutunmasak peygamber gösterdiği çaba ve çalışmalar sonucu bizi
neredeyse inançlarımızdan saptıracaktı” demektedirler. 25/Furkan 42. Onların
Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
hakkında çeşitli senaryolar yazmaları peygamberin davetinin başarıya
ulaşmasından korku duyduklarını göstermektedir.
[557] Süleyman ATEŞ, Kur’an Ansiklopedisi,
Kuba Yayınları, İstanbul 1997, XIII, 81-85.
[558] “Böyle iken tuttular, cinleri Allah’a
şerik yaptılar; hâlbuki bunları da O yaratmıştır. Bundan başka O’na birtakım
oğullar ve kızlar yakıştırdılar. Ne dediklerini bildikleri yok. O, müşriklerin
Kendisine isnad ettikleri bu gibi nitelendirmelerden münezzehtir, yücedir.”
6/Enam 100.
[559] 26/Şuara 192-196, 210-212, 221-226.
[560] IZUTSU, Kur’anda
Allah ve İnsan, s. 159-162.
[561] 17/İsra
47. .
[562] Celal YILDIRIM, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları, (t.y), VII, 35163517.
[563] KURTUBÎ,
el-Cami, V, 244-245; ZUHAYLÎ, Vehbe, et-Tefsiru’l-Münir, (Ter:
Hamdi Aslan ve arkadaşları), (tas: Musa Duman), Risale Yayınları, İstanbul 2005,
VIII, 79-80.
[564] ABDÜSSELAM, Izzeddin
Abdü’l-Aziz es- Süleymî, Tefsiru’l-Kur’an, (tahk: Abdullah b. İbrahim b.
Abdullah el-vüheybi), I. Baskı, Daru İbni Hazm, Beyrut 1416/1996, II, 220.
[565] DERVEZE, Muhammed İzzet b. Abdilhâdi
b. Derviş, et-Tefsiru’l-Hadis (Nüzul Sırasına Göre Kur’an Tefsiri),
(ter: Şaban Karataş ve arkadaşları), Ekin Yayınları, II. Baskı, İstanbul 1998,
II,
350-351.
[566] 17/İsra
48; 25/Furkan 9.
[567] Mustafa İSLÂMOĞLU, Üç Muhammed,
İki Tasavvur Bir Gerçek, Denge Yayınları, 10. Baskı, İstanbul 2006, s.
137.
[568] İslâma göre Hz.
Peygamber, müminlerin öz nefislerinden daha evladır. Hz. Peygamber’in hanımları
da müminlerin anneleri hükmündedir. 33/Ahzab 6. Hz. Peygamber’in vefatından
sonra hanımlarıyla nikâhlanmak da haramdır. 33/ Ahzab 53.
[569] 24/Nur
11-26.
[570] Rivayet için küçük
nüanslarla Bkz: İBN HİŞÂM, Sîre, III,
311; AHMED B. HANBEL, IV, 195; VI, 367; VI, 195; BUHÂRÎ, Şehadet 15, Tefsîr 11,
Meğâzî 34; MÜSLİM, Tevbe 56; TİRMİZÎ, Tefsîru’l-Kur’ân 25.
[571] HALEBÎ, Sîre III, 47.
[572] VAKIDÎ, Meğazî,
II, 430; AHMED B. HANBEL, VI, 196; MÜSLİM, Tevbe, 56.
[573] VAKIDÎ, Meğazî, II, 430; AHMED
B. HANBEL, VI, 197.
[574] VAKIDÎ, Meğazî, II, 430-431.
[575] İBN HİŞAM, Sîre, III, 315.
[576] AHMED B. HANBEL, VI, 196; BUHÂRÎ,
Meğâzî, 34; MÜSLİM, Tevbe, 56.
[577] TİRMÎZİ, Tefsîr 25.
[578] Hz. Peygamber, İbn
Übey’in öldürülmesini isteseydi Sahabe onu mutlaka öldürürdü. Sahabe’den Usayd
b. Hudayr (ra), Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ın, İbn Übey’i
öldürmemizi istediğini bilseydik onun kellesini getirirdik dediği
bildirilmektedir. Hz. Usayd, Haris b. Hazme (ra)’yi, İbn Übey’i öldürmeye
giderken engellediği ve Haris (ra)’e “Kılıcın ancak Resûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)’ın emriyle kullanılacağı ve Hz. Peygamber’in, İbn Übey’i
öldürmeyle ilgili bir emrinin olmadıgını” söylediği rivayet edilmektedir. Bkz:
VAKIDÎ, Meğazî, II, 431-432.
[579] AHMED B.
HANBEL, VI, 198; BUHÂRÎ, Meğâzî 34, Tefsir 11; TİRMİZÎ, Tefsir 25.
[580] TİRMİZİ, Tefsir, 25.
[581] AHMED B.
HANBEL, VI, 196; BUHÂRÎ, Tefsir 6; MÜSLİM, Tevbe 56.
[582] İBN HİŞAM, Sîre, III, 317.
[583] İBNÜ’L-ESÎR, Üsdü’l-Ğâbe, III,
30.
[584] İBN HİŞAM, Sîre, III, 318-319.
[585] 24 / Nur 16.
[586] TABERİ, Tefsir, X, 128.
[587] ZEMAHŞERİ,
Keşşaf, III, 53; NESEFÎ, Tefsir, II,153.
[588] VAKIDÎ, Meğâzî, II, 434.
[589] 24/Nur
4.
[590] İBN
HİŞAM, Sîyer, III, 347.
[591] UMERÎ, Medine Toplumu, s. 185.
[592] BÛTÎ, M. Said Ramazan, Fıkhu’s-Sîre
(Peygamberimiz (s.a.v)’in Uygulamasıyla İslâm), (ter: Ali Nar, Orhan
Aktepe), Gonca yayınevi, X. Baskı, İstanbul 1992, s. 301-302.
[593] İBNÜ’L-CÜZEY,
Ebü’l-Kâsım Muhammed b. Ahmed el-Kelbi, Kitebü’t-Teshil li-Ulumi’t- Tenzil,
(tahkik: Muhammed abdülmün’im Yunisi, İbrâhim Atve Avad),
Darü’l-Kütübi’l-Hadise, Kahire (tarihsiz), III, 131-132.
[594] Hülya
ALPER, “Münafık”, D.İ.A, İstanbul 2006, XXXI, 565.
[595] Münafıkların toplum içerisinde ne
derece tehlikeli olduklarını ortaya koyma adına Hz. Ali’nin kendi dönemindeki
münafık tiplerini ortaya koyan hutbesi dikkate değerdir. Bir hutbesinde “Ey
Allah’ın kulları! Size Allah’tan korkmayı öğütler nifak ehlinden
(münafıklardan) sakındırırım. Çünkü onlar sapanlar ve saptıranlardır; hata eden
ve ettirenlerdir; renkten renge girip, çeşit çeşit sözler söyleyip bir yol
üzerinde durmayanlardır. Onlar kendilerine uymanız için bütün hileli
destekleriyle size destek verirler, her tarafta sizi gözetlerler. Onların
kalpleri hastadır. Yüz görünümleri temiz ve caziptir. Gizlice yürür ve
bedendeki hastalık gibi sinsice hareket ederler. Onların dış görünüşleri deva,
sözleri şifa, ama davranış ve amelleri dermansız bir hastalıktır. Onlar, bolluk
ve rahatlığı kıskanan kimseler olup bela ve sıkıntılara destek veren ve
ümitleri karanlığa çeviren kimselerdir. Münafık denilen bu kimseler,
nifaklarını yayarlar. Zihinleri karıştırırlar. Vehm ve şüphe verirler. Onlar,
şeytanın hizbi (takımı) dır.” Daha sonra Hz. Ali “Şeytan onların akıllarını
çelmiş de onlara, Allah’ı hatırlamayı unutturmuştur. İşte onlar şeytanın takımıdır
ve şunu unutmayın ki şeytanın takımı ziyan ve hüsrana mahkûmdur” 58/Mücadele 19
ayet-i kerime’sini okuyarak hutbesini tamamlamıştır. Bkz: ALİ B. EBÎ TALİB, Nehcü’l-Belâğa,
(tah: Muhammed Ebu’l-Fadl İbrahim), Daru’l-Ceyyid, I. Baskı, Beyrut 1408/1988,
I, 449-451.
[596] 9/Tevbe 65, 79.
[597] 3/Âl-i İmran 119.
[598] 5 8/Mücadile 8.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar