Print Friendly and PDF

HZ. PEYGAMBER’E YAPILAN SAYGISIZLIKLAR VE İLGİLİ HADİSLERİN DEĞERLENDİRİLMESİ

 


Hazırlayan: Aşır ÖRENÇ

GİRİŞ

1.   TEMEL KAVRAMLAR

1.1.   Saygı ve Saygısızlık

Dünya sevgi ve saygı üzerine kurulmuştur. Dünyada ve ahirette mutlu olmanın yolu yaratılmış bütün varlıkları sevme ve onlara gereken saygıyı göstermekten geçmektedir. Çatışmaların yaşanmadığı bir toplumun var olması, ancak kişilerin birbirlerine karşı saygı duymalarına bağlıdır.

Saygı, sözlükte değeri, üstünlüğü, yaşlılığı, yararlılığı, kutsallığı dolayısıyla bir kimseye veya bir şeye karşı sevgi ile çekinme karışımı bir bağlılık ve takdir duygusuna dayalı olarak dikkatli, özenli ve ölçülü davranma durumu, hürmet, ihtiram, başkalarını rahatsız etmekten çekinme duygusu gibi manalara gelir.[1] Saygıda itibar etme, iyice düşünerek ihtiyatlı ve dikkatli davranma, riayet etme, hatır sayma, edepli davranma[2] gibi tutum ve davranışlar söz konusudur. Bununla birlikte hürmet, ihtiram ve ta’zim sözcükleri de saygıyla eş anlamlı olarak kullanılan kelimelerdir.

Bu konuda Din Psikoloğu Şentürk’ün açıklamaları bizim için aydınlatıcı mahiyettedir: “Saygı kavramını daha anlaşılır bir hale getirmek için şöyle bir yaklaşım uygun olabilir. Saygı kelimesi saymak kökünden geldiğine göre dilimizde bulunan, birini ‘adamdan saymak, adam yerine koymak, hesaba katmak, dikkate almak, önem vermek,’ gibi deyimler bize bu konuda bir ipucu verebilir. Birisi için, adamdan saymak, adam yerine koymak, demek ne demektir? Ona değer vermek, varlığını kabul etmek, onu yok saymamak demektir. Buradan başlayarak saygının anlamını, hürmet etmek, kişinin hakkını, hukukunu gözetmek, onun büyüklüğünü, üstünlüğünü kabul etmek ve buna uygun tavır ve davranışlarda bulunmak; hoşa giden özellikleri, tutum ve davranışları sebebiyle onu beğenip sevmek, hayran olmak, takdir etmek, nezaket, dikkat ve ihtimam göstermek; onun sevgi ve beğenisini kazanma arzu ve çabası içinde bulunmak gibi sevgiye dayananlar yanında, bu davranışları gereken titizlikle yapamamış olmaktan endişe ederek ondan utanmak, çekinmek gibi korku yönü ağır basan tutum ve davranışları da içine alacak şekilde genişletmek mümkündür.[3]

Saygı kavramına bir başka açıdan bakacak olursak; saygı, insanın kendisine ve başkalarına karşı takındığı bir tavır olması dolayısıyla, kişinin bu tavra sahip olduğu sıradaki bilinç düzeyi önemlidir. Kişiden beklenen saygı davranışının yerli yerince olabilmesi için onun hem kendini her yönüyle bilmesi, tanıması yani sağlıklı bir benlik algısına sahip olması, hem de içinde bulunduğu ortamda kimlerin ve nelerin, ne olduğu, ne kadar önemli ve değerli olduğuyla ilgili bilgi, algı ve bilinç düzeyi önem arz eder. Burada işin içine, kişinin inanç ve değerler dünyası da girmektedir. Buna göre kişinin şahsiyetini oluşturup geliştirebilmesi açısından, sosyokültürel hayatta nelere değer verip vermeyeceği, neleri benimseyip benimsemeyeceği, nelere katlanıp katlanmayacağı konusunda karar verebilmesi için bilgilenmesi, kültür seviyesini yükseltmesi gerekmektedir. Buna göre saygının iki yönü vardır: 1- Kişi, bir başkasına, onu sevdiği ve takdir ettiği için saygı duyar, saygı gösterir. 2- Ondan korktuğu ve çekindiği için saygı gösterir. Öyleyse saygı duymanın ve saygılı davranmanın sevgi ve korku gibi iki temel duyguya dayandığını, iki ayağının bulunduğunu söyleyebiliriz. Bazı saygı davranışlarında bunun sevgi yönü ağır basarken, bazılarında da korku yönü daha etkili olabilir.”[4]

Bu açıklamaların ışığında saygı kavramıyla ilgili olarak iki boyutlu bir tasnif yapabiliriz. Bunlardan birincisi, sevgi ve bağlılık temeline dayanan saygıdır. Kişi sevdiği, gönülden bağlandığı ve yücelttiği muhatabına karşı, bu duyguların bir sonucu olarak saygıda kusur etmemeye çalışır. İkinci tip saygı, korku boyutu ağır basan bir saygıdır. Kişi korktuğu, büyüklüğünden çekindiği, şerrinden emin olmak istediği zata karşı da bir saygıda bulunur, bulunma gereği duyar. Nitekim bir kimsenin Allah’a karşı saygısının da iki boyutu vardır. Bunun bir boyutunda, kişinin Allah’ı, hakkında edindiği gerekli bilgilerle tanıyarak, verdiği bunca nimetler karşısında sevmesi, takdir ve şükran duygularıyla O’na bağlanması; diğer boyutunda ise, birtakım kusurları, günahları karşısında da O’nun azametinden, kudretinden ve kahrından korkması, ancak engin rahmetinden de ümitli olarak bağışlanma arzusu içinde O’na saygılı davranması söz konusudur. Buradaki saygı, birinci boyutuyla sevgi ve takdire dayalı, içten gelen bir saygı türüdür. İkinci boyutunda ise korku ve çekinmeye dayalı bir saygı söz konusudur.

Saygı kavramında bulunan “katlanma” anlamı da psikolojik ve sosyal fonksiyonları itibariyle önemlidir. Bir memurun amirini sevmese de makamı gereği ona saygı duyması veya bir toplum içerisinde çeşitli gurup, din, ırk, renk, dil ve görüş farklılıkları olan kimselerin bulunması ve bu çeşitlilik içerisinde bir kesimin diğerinin görüş, tutum ve davranışlarını beğenmese dahi meşru sınırlar çerçevesinde bunlara saygı duyması katlanmak, boyun eğmek anlamında bir saygıdır. Bu saygının kaynağı da daha çok korku ve çekinme duygusuna dayalı, dış kaynaklı ve baskı sonucu oluşan bir saygı türüdür

Bu genel yaklaşımdan sonra, saygıyı, kişinin saygı bilincine bağlı olarak içten gelen, iç kaynaklı saygı ve ona kendi dışından empoze edilen, dış kaynaklı saygı olarak ikiye ayırmak mümkündür. Burada sevgi ve takdire bağlı olan iç kaynaklı saygının daha sağlıklı ve daha güvenilir; korku ve endişeye dayalı olan dış kaynaklı saygının ise daha sağlıksız ve güvenilmez bir saygı tipi olduğunu söyleyebiliriz. Nitekim kişilik değerleri ve din konularında çalışmalarıyla tanınan Amerika’lı meşhur psikolog Allport, dinin yaşanış şekilleri bakımından da bu tasnifi yapmakta ve iç kaynaklı dini yaşayışı olumlu karşılayıp takdir ederken, dış kaynaklı, dış güdümlü veya dış beklentiye yönelik dindarlığı makbul saymamakta, samimi ve olgun bir dindarlık olarak görmemektedir.[5]

Saygısızlık kavramına gelince, sözlüklerde gereken saygıyı göstermemek, saygılı olmamak,[6] düşüncesizlik, kabalık, edepsizlik, hürmetsizlik,[7] gibi anlamlarla açıklanmaktadır. Görüleceği üzere saygısızlık, saygının zıddı olan tutum ve davranışlardır. Buradan hareketle saygının ve saygısızlığın psikolojik tahlilini yapmak gerekirse, saygı genellikle olumlu duygu ve düşüncelere dayalı olumlu tutum ve davranışları içerir. Saygısızlık ise genellikle olumsuz duygu ve düşüncelere dayalı olumsuz tutum ve davranışları ifade eder.[8]

Esasen tüm araştırmalarımıza rağmen saygı ve saygısızlık kavramıyla alakalı olarak kapsam ve sınırları çizilerek yapılmış bir çalışmaya rastlayamadık. Saygısızlığın yukarıdaki tanımlarına şunları da ekleyebiliriz: Bir söz veya fiil yapılırken bir kasıt (art niyet) söz konusu olduğunda bu eylem saygısızlık olarak kabul edilebileceği gibi, herhangi bir kasıt olmasa dahi hareketin bizatihi kendisi saygı sınırını aşabilir. Aynı zamanda herhangi bir eylemin saygısızlık kapsamına girip girmemesi muhatabın statüsüne göre de değişebilecektir. Örneğin işyerinde iki kimsenin birbiriyle ilişkilerinde herhangi bir söz veya fiil normal bir davranış kabul edilebilirken, iki kişiden birisinin amir, diğerinin de memur olması halinde bu hareketin amire karşı yapılması, eylemi saygısızlık olarak değerlendirmeye sebep olabilir. Biz bu çalışmamızda, kavramın sözlük anlamından yola çıkarak bütün anlamlarını kapsayan geniş bir sınırını çizerek, bu sınırın içine girebilecek olumsuz tavır ve davranışları saygısızlık kapsamında ele aldık. Buna göre muhataba karşı herhangi bir art niyet sonucu yapılan, statüsü gereği hoş kaçmayan, muhatabı üzen veya öfkelendiren, netice itibariyle muhatabın tepkisine yol açan tüm olumsuz tutum ve davranışları saygısızlık kapsamı içerisinde değerlendirdik.

1.2.   Hz. Peygamber’e Saygı Ve Saygısızlık

1.2.1.   Hz. Peygamber’e Saygı

Saygının yapmış olduğumuz bu ikili tasnifine göre, Sahabenin Hz. Peygamber’e karşı saygısını birinci boyuttaki saygı sınırları içerisinde düşünebiliriz. Hz. Peygamber’in, etrafında sevgi halkası oluşturmuş olan Sahabe tarafından doruk noktada sevilip sayılması, tarihte başka hiçbir şahsa nasip olmamıştır. Sahabe, Resulüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ın Allah katındaki değerini idrak etmiş, kendilerine dünya ve ahiret saadetini vadeden Hz. Peygamber’e gönülden bağlanmış, bu sevgi O’nun otoritesinin bir gereği olan itaat ve saygıyı da beraberinde getirmiştir.

Kur’an-ı Kerimde saygı kelimesinin karşılığı olarak “Jj ” kökünden tef’ıl babında masdarı olan jj ^> ” kelimesine rastlanmaktadır ve bu kelime tespit edebildiğimiz kadarıyla sadece şu ayette geçmektedir: “Muhakkak ki biz, seni bir şahit, bir müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik ki; Allah’a ve Resulü’ne iman edesiniz, ona destek olup saygı gösteresiniz ve Allah’ı da sabah akşam tesbih ve tenzih edesiniz.’[9] Bu ayetin tefsirinde Elmalılı (1358/1942) şunları söylemektedir: “Burada mananın bir kaç yönü vardır: Bu dört emrin her biri elçilik, şahitlik, müjdeleyicilik ve uyarıcılıktan her birine terettüp etmesidir. Şöyle ki; Peygamber olarak gönderilme, Allah’a ve Resulü’ne imanı gerektirir, şahadet ta’zizi yani dinine yardım ile güçlendirmeyi; müjdeleme, güzel karşılamayı ve saygıyı; uyarma da azaptan korunmak için tenzih ve tesbihi gerektirir veya her biri bu dördünü gerektirir. Bunların dördünün toplamı birden öncekilerin her birine terettüp eder ki bu da ikinci manadır. Bu iki takdirde zamirler hep Allah’a yöneliktir. Diğer bir ihtimale göre de( ®jJâjjsjjjJ*)jzamirleri Peygamber’e, (<j^-AA) zamiri Allah’a yöneliktir ki bu şekilde üzerinde vakıf vardır. Yani okurken burada durulur. Mushaflarımızda da buraya mutlak vakıf işareti olan “^” harfinin konulması da bu manaya göredir.”[10]

Hadislerde de “j^Â>” mastarından bazı kelimeler saygı göstermek, saygılı olmak anlamında kullanılmıştır.[11] Meşhur bir hadiste Allah Resulü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), “Küçüklerimize merhamet etmeyen (sevgi göstermeyen), büyüklerimizi saymayan (saygı göstermeyen) kimse bizden değildir”[12] buyurmuşlardır. Hadis müelliflerinden Darimi’nin Süneni’ndeki bir bab da Tevgîru’l-Ulema (Âlimlere saygı) başlığını taşımaktadır.[13] Bu kelimenin yanı sıra Arapça ve Türkçede saygı genellikle ta’zim ve hürmet kelimeleriyle ifade edilmektedir.

Resulüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’a karşı tam bir saygı ve bağlılık içerisinde hareket eden Sahabe, öncelikli olarak bu davranışını Kur’an-ı Kerim’den almaktadır.[14] Kur’an-ı Kerimin birçok ayetinde Müslümanlara, Allah ile birlikte Resulü’ne (salla’llâhü aleyhi ve sellem) de itaat etmeleri emredilmiş,[15] hatta Resule itaatin Allah’a itaat olduğu,[16] Allah’ı sevmenin ve O’nun tarafından sevilmenin yolunun ancak peygamberini sevmek ve O’na uymakla mümkün olduğu,[17] bildirilmiştir. Kur’an diğer peygamberlerden ismiyle bahsederken Hz. Peygamber’e ayrı bir önem vererek ismiyle hitap etmemiştir.[18] Hz. Peygamber’e karşı konuşurken dahi gerekli saygıyı göstermeyi Allah Teala emretmiştir. Ayet-i kerimede “Ey iman edenler! Seslerinizi Peygamberin sesinden fazla yükseltmeyin. Birbirinizle yüksek sesle konuştuğunuz gibi onunla da öylece konuşmayın. Yoksa siz farkında olmadan bütün emekleriniz hiçe iniverir”[19] buyrulmaktadır. Bu ister lafzî, isterse mecazî olarak anlaşılsın Hz. Peygamber’e hitap ederken sevgiye dayanan bir saygının gösterilmesi istenmektedir. “Ayet-i Kerime’deki ifade Sahabe söz konusu olduğunda lafzî bir anlam taşırken, Sahabe ve sonraki nesiller için mecazî anlam taşımaktadır. Yani birinin kişisel görüşleri ve tercihleri Hz. Peygamber tarafından duyurulan kesin yasal buyrukların ve ahlaki kayıtların üstüne çıkmamalıdır.”[20]

Hz. Peygamber ile konuşurken dikkat edilecek bu titizlik yetmemekte, ayrıca Allah’ın ve meleklerin Hz. Peygamber’e salât ettikleri (övdükleri) belirtilerek bütün müminlerin de buna katılıp içtenlikle O’na salât ve selam etmesi istenmektedir.[21] “Allah’ın salâtı, Nebisini rahmetine mazhar etmesi, onun şanını yüceltmesidir. Meleklerin salâtı, Hz. Peygamber ’in şanını yüceltme, müminler için duadır. Müminlerin salâtı da, duadır. Selamları ise o’na güven verme, ona kendileri tarafından vâki olabilecek zarar, saygısızlık gibi olumsuz durumlardan teminat verme anlamına gelmektedir.”[22]

Hz. Peygamber de bu vesileyle Allah Teala’nın ayet-i kerimede bildirmiş olduğu emrini teyiden kendisine salât ve selam edilmesini tavsiye ederek bu emri yerine getirenlere müjdeler vermiştir. Bunlardan örnek olarak “Kim bana (bir kere) salât okursa Allah da ona on salât okur ve on günahını affeder, (mertebesini) on derece yükseltir[23] [24] “Kıyamet günü bana insanların en yakın olanı, bana en çok salâvat okuyandır" '' hadislerini zikredebiliriz. Ulema salât ve selam okumanın vücubiyeti hususunda ihtilaf etmiştir. Hangi şartlarda vacip olduğu hususunda ihtilaf olsa da, en uygun olanı Hz. Peygamber’in ismi her zikredildiğinde okumaktır. Ancak, Kur’an okurken ve hutbe dinlerken salâvat getirmek vacip değildir.[25]

Kur’an-ı Kerim daha da detaya girerek Resulüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ın evinde yemek yemede edepli davranılması[26] ve Hz. Peygamber’in evinin dışından O’na seslenilmemesi konularında da uyarıda bulunmuş;[27] ayrıca Resulüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ın önüne geçmeyi yasaklamıştır.[28] [29] Görüleceği üzere Allah Teala bu ayetlerde Resulüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’a saygı konusunda en ince detaya kadar inerek Hz. Peygamber’e karşı saygılı davranmanın önemine işaret etmiştir.

Resulüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ın Allah katındaki değerini kavramış olan Sahabe, Hz. Peygamber’den gelen bütün emir ve talimatları, gereğince yerine getirmeye çalışmışlardır. Kendilerine mükemmel olarak örnek olan ve yol gösteren Allah Resulü’nün (salla’llâhü aleyhi ve sellem) açtığı bu yola mallarını ve canlarını adayan Sahabe O’nu o kadar saygı ve dikkatle dinlemişlerdir ki, bu esnada “Öyleki başlarına birer kuş konmuşçasma"' bir itina içerisinde bulunmuşlardır. Nitekim en ideal iletişim de anlatanla dinleyenin ortak ideal ve düşüncelere sahip olup aynı arzu ve gaye içinde bulunmaları halinde gerçekleşmektedir.[30] Dolayısıyla bir tarafta Kur’an’ın ifadesiyle kendini helak edercesine çabalayan bir Peygamber,[31] diğer tarafta ise hayatını Kur’an’ın ruhuna uygun hale getiren bu rehbere teslim olmuş Sahabe olunca, iletişimin en ideali yaşanmıştır.[32]

Sahabenin Hz. Peygamber’e karşı sevgi, saygı ve bağlılığını inanmayanlar dahi itiraf etmek durumunda kalmışlardır. Nitekim bu duruma Hudeybiye’de şahit olmuş olan Mekke’nin ileri gelenlerinden Urve b. Mesud, Kureyşe, “Ey kavmim, Vallahi birçok krallar gördüm, heyet halinde Kayser ’e, Kisrâ’ya ve Necaşi’ye gittim. Ama Muhammed’in ashabının ona tazim ettiği kadar, hiçbir kralın adamlarının tazim ettiğini görmedim’”[33] diyerek itiraf etmiştir. Yine aynı şekilde Hudeybiye antlaşmasını yenilemek için Medine’ye gelen ve olumlu cevap alamayan Ebu Süfyan da Mekke’ye döndüğünde kavmine “Ben size her birinin kalpleri bir kalbe bağlı olan bir kavimden geldim””[34] [35] diyerek Sahabenin Hz. Peygamber’e bağlılığını dile getirmiştir. Bunun gibi Bedir savaşına giderken Hz. Peygamber, teker teker gurupların moral ve bağlılığını ölçmek istediğinde Mikdâd b. Amr’ın (ra), “Ya Resulullah! Biz Israiloğulları’nın Hz. Musa’ya ‘ Git, sen ve Rabb’in, ikiniz onlarla çarpışın, biz burada oturalım ’ dediği gibi demeyiz. Biz ancak senin yanında, seninle birlikte çarpışırız deriz””33 demesi ashabın bağlılığını ortaya koymaktadır.

Hz. Peygamber ile Sahabe arasında zannedildiği gibi bir resmiyet de söz konusu olmamıştır. Allah Resulü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Sahabe’ye fikir ve düşüncelerini açıklamada fazlasıyla serbestlik sağlamış, Hz. Peygamber ile Sahabe arasındaki ilişki Sahabe ile beşer-Resul ilişkisi olarak geçmiş[36] ve Arneldez’in ifadesiyle Resulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), hiçbir zaman despot bir kimse olmamıştır.[37]

Hz. Peygamber’i canından aziz bilen Sahabe, Allah Resulü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ne karşı tazimini sergilemek adına zirve noktada tutum ve davranışlar sergilemişlerdir. Hatta öyle ki bazen Allah Resulü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), ashabının kendisine karşı saygı da olsa ölçüyü kaçırmamaları yönünde tavrını koymuş, yanlarına gittiğinde Sahabenin ayağa kalkmalarını dahi nehyetmiştir.[38] Bundan dolayıdır ki Enes b. Malik (ra), “Kendileri için Hz. Peygamber ’den daha sevimli kimse olmamasına rağmen Sahabe, hoşlanmadığını bildikleri için Hz. Peygamber ’i gördüklerinde ayağa kalkmazlardı” demektedir.[39]

Sahabe aynı zamanda Mescidi Nebevi’ye girmeyi Hz. Peygamber’in huzuruna girmek gibi görüp sessizce, edeb ve saygı ile girip çıkmışlardır. Sahabe genelde bu şekilde hareket ederken herhangi bir dalgınlık sonucu edebe aykırı davranışlar vuku bulduğunda da anında ikaz etmişlerdir.

Bir zaman Mescid-i Nebevîde yüksek sesle konuşulması üzerine Hz. Ömer, sesli konuşanların kimler olduğunu sormuş ve kendisine Taif ahalisinden oldukları söylenince de Hz. Ömer “Eğer siz bu şehir ahalisinden olsaydınız muhakkak canınızı acıtırdım. Siz Allah Resulü (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ’nün mescidinde seslerinizi yükseltiyorsunuz öyle mi?!” diyerek onları azarlamış ve bu yaptıkları hareketin Hz. Peygamber’e bir saygısızlık olduğunu dile getirmiştir.[40]

Yukarıda Mescidi Nebevide yapılan edebe muhalif hareketlerin Hz. Peygamber’in şahsına yapılmış bir saygısızlık olarak addedildiği gibi ehl-i beytine dil uzatmak, hayatta olanlara hürmette kusur etmek de aynı şekilde saygısızlık sayılmıştır. Nitekim ehl-i beytin faziletin ve üstünlüğüne temas eden ayetlerin[41] yanı sıra birçok hadiste[42] de onlara sevgi beslenmesi istenmiş ve bu sevginin Hz. Peygamber’i sevmenin bir gereği olduğu vurgulanmıştır.[43] Bu husustan dolayı Peygamber’in ailesi ve yakın akrabaları Müslümanlar nezdinde müstesna bir mevkiye sahiptir.

1.2.2.   Hz. Peygamber’e Saygısızlık

Çalışmamızın konusu gereği saygının muhatabı Hz. Peygamberdir. Yukarıda da temas ettiğimiz gibi herhangi bir art niyet olsun veya olmasın Hz. Peygamber’i üzen veya kızdıran, O’nun statüsüne uygun düşmeyen bir tarzdaki davranışları, Onu üzen veya öfkelendiren, makamı gereği haksızca itirazı, akıbeti büyük zarara yol açan emrine muhalefeti, dinen uygun olmayan teklifi... vb tüm olumsuz tutum ve davranışları saygısızlık kapsamı içerisinde değerlendirdik.

Çalışmamızın birinci bölümünü oluşturan “Sahabenin Hz. Peygamber ’e karşı saygı sınırlarını zorlayıcı tutumları" başlığı altında bu türden davranışları ele aldık. Esasında bize göre saygı sınırlarını aşan bu davranışlardan bir kısmı, o dönemin sosyo-kültürel yapısı itibariyle o davranışı sergileyen kişi veya toplum tarafından saygısızlık addedilmeyebilir. Fakat bugün itibariyle biz, bu tür davranışları çizmiş olduğumuz saygısızlık kavramına dâhil olduğundan ele almaktayız.

Hayatları vahyin ve Hz. Peygamber’in müşahedesi altında şekillenen Sahabe de neticede bir insandır. İnsanlıklarının gereği olarak da içlerinden hata yapanlar olabilmiştir. Nitekim bazen Hz. Peygamber’e karşı olumsuz tutum ve davranışlarda da bulunabilmişlerdir. Hz. Peygamber, Sahabeden sadır olan bazı menfi söz ve fiillerden bir kısmını açıklamak suretiyle onları ihtar ederek düzeltmiş, bazılarını da mazur görerek herhangi bir müdahalede bulunmamıştır. Bu tür eylemleri hafif saygısızlık sınırları içerisinde görmek durumundayız. Ancak art niyet olmasa dahi Sahabe tarafından Hz. Peygamber’e karşı saygı sınırlarını aşan tavırlar da vuku bulmuştur. Sahabe’nin Allah Resulü’ne (salla’llâhü aleyhi ve sellem) karşı saygı sınırını aşan tutum ve davranışlarının bir kısmını başta Kur’an-ı Kerim eleştirmiştir. Bedir savaşı öncesi Sahabenin müşrik ordusuyla karşılaşmamak için Hz. Peygamberle tartışmaları,[44] Uhud’da Sahabeden bazılarının birbiriyle tartışıp Hz. Peygamber’in emrine muhalefet etmeleri,[45] yine Uhud savaşında Hz. Peygamber’in öldürüldüğüne dair yalan haberlerin yayılması üzerine Müslümanların telaşa kapılmaları[46] dolayısıyla Kur’an tarafından uyarılmışlardır.

Hz. Peygamber’in yaklaşık yirmi üç yıllık risaleti döneminde Sahabenin yukarıda da temas ettiğimiz üzere, O’na itaat ve bağlılıkları bilinen bir gerçektir. Ancak Hz. Peygamber’e karşı saygı sınırlarını aşan söz ve davranışlar genellikle Hz. Peygamber’i yeterince tanıyamamış ve O’nun terbiyesinde yetişmemiş Bedevîler başta olmak üzere, Sahabeden de sadır olmuştur. Gerçi yirmi üç yıl gibi geniş bir zaman dilimi içerisinde bakılınca, bu olumsuz tutum ve davranışların ne kadar az olduğu görülecektir. Bu olumsuz tavırlar genellikle siyasi ve askeri konularda ortaya çıkmış, Hz. Peygamber’in şahsına ve otoritesine zarar verecek şekilde de olmamıştır.

Çalışmamızın ikinci bölümünde ise bir söz veya fiilin saygısızlık kapsamında değerlendirildiğinin açık göstergelerinden birisi olan art niyet unsuru taşıyan tutum ve davranışları ele almaya çalıştık. Bu olumsuz tutum ve davranışları ise, münafık, müşrik ve Ehl-i Kitap zümreleri sergilemiş ve onların Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’e karşı duruşları her zaman düşmanca olmuştur. Müşrik, ehl-i kitap ve münafıkları bu gurup içerisinde ayrı ayrı değerlendirdik. Bu guruplar Hz. Peygamber’in risaleti boyunca fırsat buldukları her zaman ve mekânda saygısızlık yapmaktan geri kalmamışlardır. Hz. Peygamber’i halkın gözünden düşürmek için karalama kampanyalarıyla başlayan bu tavırlar güç yetirebildikleri zamanlarda işkenceye dönüşmüş, kimi zaman alay ve iftiralarla devam etmiş; tüm bunlardan istediklerini elde edemedikleri için de Hz. Peygamber’in vücudunu ortadan kaldırmaya teşebbüse kadar uzanmıştır. Resulüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), gayrimüslimlerin bu gerek aleni ve gerek sinsi teşebbüslerinden, bazen Cebrail (as)’in haber vermesiyle, kimi zaman ashabının uyarılarıyla, kimi zamanda da kendi sezgi ve tecrübeleriyle korunmuştur. Her halükarda Allah Teala, Hz. Peygamber’i muhafaza buyurmuştur.


BİRİNCİ BÖLÜM

HZ. PEYGAMBER’E SAHABE TARAFINDAN YAPILAN SAYGI SINIRLARINI ZORLAYICI TUTUM VE DAVRANIŞLAR

1.   GANİMET KONUSUNDAKİ TUTUM VE DAVRANIŞLAR

İçinde yaşadığımız dönemde insanoğlunun geçimi için teknolojik ve endüstriyel ürünlerin ne kadar önemli olduğu aşikârdır. Bununla birlikte bugün bir toprak parçası da devletlerarasında çok önem arz etmekte ve bu sebepten dolayı beraberinde savaşları netice vermektedir. Bununla birlikte önceki yüzyıllarda ise bu ihtiyaç savaşlar ve fetihler neticesinde elde edilen ganimetlerde ön plana çıkmıştır. Zaman zaman savaşlardan kazanılan ganimet hırsı da insanları çatışmaya sürükleyebilmiştir. Ekonomik kazanım tarih boyunca insanoğlunun ayrılmaz bir tutkusu olmuş, insanoğlu bu tutkunun getirmiş olduğu hırsla çeşitli saldırılarda bulunmuş ve akıl almaz cinayetlere teşebbüs etmiştir.

Bugün başta ekonomik kazanç maksadıyla insanoğlunun ulaştığı hırsın ne kadar yükseldiği görülmektedir. Ulaşılan bu hırsın neticesinde bir devletin başka bir devlete savaş açtığı, birçok zulüm ve vahşeti sergilediği görülmektedir. Bu başlık altında ele almaya çalıştığımız Müslümanların Hz. Peygamber’e karşı ekonomik maksatlı yaptıkları ağır eleştirileri Hz. Peygamer’e karşı saygı sınırını aşan tutum ve davranışlar olarak değerlendirirken, bugün insanoğlunun ulaştığı hırsla kıyaslandığında ise normal görüldüğü müşahede edilmektedir.

Müslümanlar tarafından Hz. Peygamber’e karşı yapılan bu konudaki eleştiriler, bazen toplumsal hareket olarak kendini göstermiş, çoğunlukla ise bireysel ve ganimet hırsının ön plana çıkması sonucunda vuku bulmuştur. Bu konuyla ilgili yaşanan olumsuz tutum ve davranışlar ganimet taksimi, ganimet hırsı ve ganimet hırsızlığı olarak üç başlık altında değerlendirilmeye çalışılmıştır.

1.1.   Ganimet Taksimi Esnasındaki Tutum ve Davranışlar

Kazanılmış olan savaşların sonucunda elde edilen ganimetlerin taksimi bazen sorun olabilmiştir. Konuyla ilgili olarak ele alacağımız rivayetlerden birisi Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün ganimet dağıtımı esnasında maruz kaldığı çirkin ve tehlikeli bir itirazdır. Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem), bir ganimet dağıtımı esnasında İslâm’a yeni girenleri ısındırmak amacıyla onlara ganimetten daha büyük pay verince bu durum Sahabe tarafından yadırganmıştır. Bunun üzerine Nebi (salla’llâhü aleyhi ve sellem), “Siz bana vahiy geldiği halde güvenmiyor musunuz? Bu dağıtımı onları İslam’a ısındırmak amacıyla yaptım” diye cevap verince orada bulunanlardan göz çukurları içine göçmüş, çıkık yanaklı, sakalı gür, açık alınlı, başı tıraşlı ve elbisesi sıvanmış biri bu gerekçeden de memnun olmayarak “Allah’tan kork ya Muhammed” demiştir. Resûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’da “Allah’tan korkmaya en layık ben değil miyim? Yazıklar olsun sana” buyurmuştur. Adamın bu sözü üzerine Halid b. Velid (ra) onu öldürmek için izin istemiş; Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’de “Belki namaz kılıyordur” diyerek izin vermeyince Halid (ra) “Nice namaz kılanlar vardır ki kalbinde olmayan şeyleri diliyle söyler" uyarısında bulunmuştur. Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) da “Ben insanların kalbini yarmakla emrolunmadım” demiştir. Sonra Nebi (salla’llâhü aleyhi ve sellem), bu adamın arkasından “Bu adamın neslinden öyle bir kavim gelecek ki, Kur ’an’ı okuyacaklar fakat bu onların boğazlarından geçmeyecek ve onlar okun yaydan çıktığı gibi dinden çıkıp gidecekler” buyurmuştur.[47]

Rivayetin başka bir tarikinde bu şahsın Temim oğullarından Zu’l-Huvaysıra olduğu, “Adil ol! Ey Allah’ın Resûlü” deyince Hz. Peygamber’in “ Ben adil olmazsam kim adil olur? Yazıklar olsun sana” buyurduğu, bunun üzerine de Hz. Ömer (ra)’in onu öldürmek için izin istediği; fakat Resûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ın yukarıdaki belirttiğimiz benzer gerekçeyle izin vermediği bildirilmektedir.[48]

Abdullah b. Mes’ud (ra)’dan gelen rivayete göre ise hâdise hicretin altıncı yılında vuku bulan Huneyn günü yaşanmıştır. Allah Resulü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), ganimet taksiminde bir kısım şahısları başkalarına tercih edince orada bulunan bir adam bu taksimin adil olmadığını ve Allah’ın rızasının gözetilmediği bir taksim olduğunu dile getirmiştir. Bu söz kendisine haber verilince Resûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ın rengi değişmiş ve “Allah ve Resûlü adil olmazsa başka kim olur” deyip devamında “Allah Teala Musa (as)’ya rahmet eylesin. O bundan daha fazla eziyet gördüğü halde sabretti” buyurmuştur.[49]

İlk rivayetteki şahsın kimliği hakkında kesin bir bilgi bulunmamaktadır. İbn Hacer ismine vakıf olamadığını söylerken[50] Abdullah b. Mes’ud (ra)’un rivayetinde adam ifadesiyle geçen şahsın ise münafıklardan Muattib b. Kuşeyr el-Amrî olduğu bildirilmektedir.[51] İkinci rivayette geçen şahsın ise Temim Oğullarından Zu’l- Huvaysıra’nın ise Hurkus b. Zuheyr es-Sâidî[52] olduğu söylenmektedir.[53]

Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in ganimet dağıtımında bu kadar ağır ve ölçüsüzce itirazda bulunan şahsın Sahabe şuurunu taşıması (Hz. Peygamber’in yanında bulunup onun sünnetiyle yoğrulması) mümkün görünmemektedir. Kur’an-ı Kerimde Sahabenin Resûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ın yanında ona inanan, destekleyen, itaat ve ittiba içerisinde olan [54], ona tabi olan[55], hicret eden(muhacir) ve onları barındıran(ensar)[56] kişiler olarak öne çıktığını görmekteyiz.

Kur’an-ı Kerim Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’i yeterince tanıyamayıp sünnetin ruhunu kavrayamamış bazı Bedevîlerin olumsuz hareketlerinden bahsetmektedir.[57] Hatta konumuzla alakalı olarak Bedevîlerin Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in zekât ve sadaka taksiminde ona dil uzattıklarını da haber vermektedir.[58]

Dolayısıyla Bedevîlerin en belirgin özelliği olan sert ve kaba davranışları sebebiyle Sahabenin kınanması gerçeklere aykırıdır. Sahabe’nin yaptığı eleştiri ve itirazlarda saygınlık ve belli bir ölçü ortaya konmuştur. Bundan dolayı Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’e karşı böyle olumsuz davranışların Sahabenin davranışlarıyla karıştırılmaması gerekir.[59] Bedevîlerin buna benzer ortamlarda O’nu fiilen taciz ettikleri de rivayet edilmektedir.

Nitekim Bedevîlerin ganimet taksiminde Hz. Peygamber’e karşı bu haşin tutumlarına Cirane’de şahit olmaktayız. Huneyn savaşında ele geçen ganimetlerin Cirane’de taksimi sırasında Bedevîlerden bazıları ganimet istemek için Hz. Peygamber’in etrafını sarıp O’nu son derece üzerek dikenli semüre ağacının altına sığınmaya mecbur bırakmışlardır. Ridası ağacının dikenlerine takılınca Hz. Peygamber, onlara "Ridamı veriniz. Şayet şu ağacın dikenleri adedince elimde ganimet devesi ve sığır bulunsa muhakkak onları aranızda taksim ederim. Siz beni ne cimri, ne korkak ne de yalancı olarak itham edebilirsiniz'’” demek zorunda kalmıştır.[60] Bir başka zamanda beytülmâlden kendisine yardım edilmesini isteyen bir Bedevînin Hz. Peygamber’in cübbesini boynunda iz bırakacak şekilde sertçe çekerek isteğini bildirdiği rivayet edilmektedir.[61] Görüleceği üzere Bedevîlerin eski adetlerini bırakıp Hz. Peygamber’in sünnetiyle yoğrularak Sahabe şuuruna ulaşması kolay olmamış ve zaman almıştır.

Konumuzla ilgili olarak Müslümanların ganimet sırasında Hz. Peygamber’in huzurunda tartışmaları da söz konusu olmuştur. Bedir harbi sonrasında Müslümanların savaştaki yararlılıklarına göre daha fazla ganimet alabilmek için düşmanın peşine düşüp kovaladık diyenler, ganimeti topladık diyenler ve Hz. Peygamber’in çadırını koruduk diyerek Hz. Peygamber’in huzurunda tartışmışlardır. Bunun üzerine nazil olan ayet[62] neticesinde Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), ganimetleri eşit olarak paylaştırmıştır.[63]

Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ne karşı ganimet dağıtımındaki maslahatının anlaşılamamasından dolayı Ensar’ın gençleri tarafından saygı sınırını aşabilecek şekilde sesli itirazların yaşandığı da rivayet edilmektedir. Hz. Peygamber, Huneyn galibiyeti sonucu elde edilen ganimetleri dağıtırken sonradan Müslüman olan Kureyş ulularından bazılarının kalplerini ısındırmak için her birine yüzer deve vermiştir. Bu durumu gören Ensar’dan bazıları "Allah, Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ’ı bağışlasın, kılıçlarımızdan onların kanları akarken o, bizi bırakıp onlara veriyor[64], "Savaş olduğunda biz çağrılıyoruz, ganimet ise başkalarına dağıtılıyor””[65], "Kavmine kavuştu başkasını ne yapsın””[66] şeklinde saygı sınırını zorlayan ifadelerde bulunmuşlardır. Bu sözler kendisine ulaşınca Hz. Peygamber, onları bir çadırda toplayarak söyledikleri sözlerin neyin nesi olduğunu sorduğunda Ensar, bu sözlerin aklı başında olanlar tarafından değil bazı küçük toy insanlar tarafından söylendiğini bildirmişlerdir. Bunun üzerine Hz. Peygamber, ganimetleri cahiliyet döneminden tam kurtulamamış olanları İslam’a ısındırmak için verdiğini, onların mallarla geriye dönerken kendilerinin ise Peygamber’le dönmelerinin daha hayırlı olduğunu bildirmiştir. Bu sözler üzerine Ensar topluluğu, Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nden razı olduklarını açıklamışlardır.[67]

İbn Teymiyye, Sahabenin Hz. Peygamber’e karşı din maslahatlarıyla alakalı olarak dünyevi işlerde O’nun kendi ictihadlarına itiraz edebildiklerini, dolayısıyla burada Ensar’ın gençlerinin itiraz etmelerindeki sebebin Hz. Peygamber’in, ganimeti kendi içtihadıyla taksim ettiğini düşünmelerinden dolayıdır demektedir.[68]

Yukarıda Hz. Peygamber’e karşı yapılan eleştiride gençlerin olması önem arz etmektedir. Yaşlıların yıllardır Hz. Peygamber’in yanında bulunmaları dolayısıyla Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün tasarruflarını kavrayabilmişlerdir. Gençler ise toyluklarının verdiği bir acelelikle Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ın tasarrufunu kavrayamayarak saygı sınırını zorlayıcı böyle bir eleştiride bulunabilmişlerdir.[69] Hz. Peygamber’in hutbesinden sonra Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nden razı olduklarını bildirmeleri ise yaptıkları hatadan dolayı pişman olduklarını göstermektedir.

Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün uygulamasındaki haklılığı Safvan b. Ümeyye’nin itirafından da anlaşılmaktadır. Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün kalplerini İslam’a ısındırmak için bolca ganimet verdiği kimselerden olan Safvan “Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), insanlar arasında en sevmediğim kimseydi. Ama Huneyn günü bana o kadar mal verdi ki, bana insanların en hayırlısı oluverdi' demiştir.[70] [71]

Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), yine adamın birine vadi dolusu koyun vermiş, o zatta bu cömertlik karşısında hayretler içerisinde kalarak kavmine dönüp şöyle demiştir: “Koşun Müslüman olun, Muhammed fakirlikten korkmadan çok büyük ihsanlarda bulunuyor”7 Bu kimselerin mala düşkünlüğünü çok iyi bilen Hz. Peygamber, yapmış olduğu cömertliğiyle onların gönlünü fethetmiştir. Nitekim Enes b. Malik (ra), bununla ilgili olarak şunları söylemektedir: “Bir kimse sırf dünyalık isteyerek İslam’a girerdi. Fakat İslam’a girince artık Müslümanlık ona dünyadan da dünya üzerindekilerden de hoş gelirdi.”17' Hz. Peygamber’in cömertliği, bulunduğu ortamda bazı insanlar için adeta İslam’a açılan bir kapı olmuştur.

Hz. Peygamber’in şahsında örnekleri görüldüğü üzere cömertlik, paylaşma ve infak etme gibi hasletleri şiar edinen toplumlar, sahip oldukları ilmi ve iktisadi birikimleri tahakküm aracı olarak kullanmayıp paylaşım aracı olarak kullanan medeniyetler oluşturmuşlardır. Bu bağlamda İslam medeniyeti, sahip oldukları bu meziyetleri bünyesinde barındıran, infak eden, barış ve adaletin teminatı bir medeniyet olmuştur.[72] [73]

1.2.   Ganimet Hırsından Dolayı Sergilenen Tutum ve Davranışlar

Hz. Peygamber’in her zaman Müslümanların yanında bulunması, Müslümanların acıktıklarında, susuz kaldıklarında veya bir olumsuzlukla karşılaştıklarında Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün duası ve bereketiyle çözüm bulunması Müslümanları yanlarında Hz. Peygamber olduğu müddetçe yenilmeyecekleri zehabına sevk etmiştir. Fakat insanoğlunun çalışıp çabalamaması, yapılacak işleri terk etmesi neticesinde olumsuzluklarla karşılaşması gayet normaldir. Belki de Sahabe’nin Hz. Peygamber’e duydukları aşırı güven Uhud’da görevlerini ihmal etmelerine sebep olmuş olabilir.

Hz. Peygamber Uhud savaşı başlamadan önce Abdullah b. Cübeyr (ra) komutasındaki elli kişilik bir okçu birliğini Uhud’un karşısında yer alan Ayneyn tepesine yerleştirmiştir. Savaşta Müşriklerin, Müslümanları arkadan vurmasını engellemekle vazifeli bu guruba Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), “Kuşların bizi parçaladığını görseniz dahi, ben emir vermedikçe yerlerinizden ayrılmayın ” diyerek sıkı sıkı tembihte bulunmuştur. Savaşın başlarında Ashab düşmana karşı galip gelerek bir taraftan düşmanı kovalamış, bir taraftan da ganimet toplamaya başlamıştır. Bu durumu gören Okçular’ın çoğu başkanları Abdullah b. Cübeyr (ra)’in uyarılarına rağmen ganimete iştirak etmek için yerlerini terk etmiş ve o gün henüz Müslüman olmayan Halid b. Velid bu fırsatı değerlendirerek aniden saldırmış, bu beklenmedik saldırı karşısında Müslümanlar etrafa dağılmıştır. Daha sonra tekrar yeniden toplanıp Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün etrafında etten bir kale oluşturan Sahabe Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nü kâfirlere karşı korumuşlardır. Netice itibariyle Okçulardan büyük kısmının[74], Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün yerlerinizde kalın emrine muhalefet edip tepeyi terk etmesi sonucu savaşın seyri değişmiş ve savaş Müslümanların yenilgisiyle sonuçlanmıştır.[75] [76]

Bulundukları mevziiyi hiçbir şart altında terk etmemeleri çok açık ve net bir şekilde açıklanmıştır. Görülen o ki içlerinden bazıları eski cahiliye adetlerinden biri olan yağmacılığı henüz içlerinden atabilmiş değildir.

Bu olayla ilgili olarak nazil olan ayet-i kerime de “Allah size yaptığı yardım vaadini gerçekleştirdi: O’nun izni ile o düşmanlarınızı kırıp geçiriyordunuz. Allah’ın, size arzuladığınız galibiyeti göstermesine kadar, böylece bu vaad yerine geldi. Ama sonra siz isyan ettiniz, verilen emir hakkında çekiştiniz, yılgınlık gösterdiniz. O esnada kiminiz dünya menfaatini istiyordu, kiminiz âhiret mükâfatını. Sonra Allah sizi denemek için, onlara karşı size verdiği desteği geri çekti, bozguna uğradınız. Bununla beraber sizin kusurlarınızı bağışladı da! Zaten Allah müminlere bol lütuf ve inayet sahibidir”16 buyrulmaktadır. Sahabenin niyetleri kötü olmasa da Allah Teala bu ayet-i kerimeyle, onların yaptıklarının yanlış olduğunu ve Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün emrine uymaları gerektiğini belirtmiştir.[77] Müminlere hitap eden bu ayet-i kerimede geçen “p^*” kelimesiyle haber verilen isyan, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in savaş başlamadan önce Müslümanlara yerlerinde kalmalarını emrettiği halde onların bu emre muhalefet etmeleridir.[78] Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün yerleştirdiği okçular yerlerinde kalsaydı, müşrikler onları kuşatıp hezimeti zafere çeviremezlerdi. İşte isyan bu şekilde fırsatların kaçmasına ve düşmanların zafer kazanmasına sebep olmuştur.[79]

Razi’ye göre ayet-i kerime’deki işaret edilen hataların bazısı şunlardır: Okçuların çoğunluğunun Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün emrine itaatteki inceliği kavrayamayarak kendilerine ayrılmamalarını hatırlatan komutanları ile tartışmaları, okçuların yerlerini terk ederek birliği bozmaları ve ganimet peşine düşmeleridir.[80] [81] [82] Fakat Allah Teala, Uhud savaşında Sahabe’nin hatalarını belirtip ikaz ettiği iki ayet-i kerimede de “Muhakkak ki Allah sizin kusurlarınızı bağışladı"^ ve “Muhakkak ki Allah onları affetti”8 buyurarak onları affettiğini bildirmektedir. Bu hususu Allah Teala hiçbir şüpheye mahal vermeksizin ayet-i kerimelerin başında yer alan tekid ve kasem ifade eden “°^” edatlarıyla da bunu açıkça ortaya koymaktadır. Bu edat muhakkak ki, hiç şüpheniz olmasın, gibi manaları haizdir.[83] Kur’an’i açıdan bakıldığında Sahabe hakkında su-i zan etmenin caiz olmadığı görülecektir.

Bir başka rivayette ise bir Bedevînin ganimet hırsından dolayı Hz. Peygamber’in müjdesini dahi kabul etmediğini görmekteyiz. Ebû Mûsa el-Eşâri (ra)’nin rivayetine göre Cirane’de ganimetler dağıtılırken bir Bedevî Hz. Peygamber’e gelerek “Bana vaad etmiş olduğun şeyi daha vermeyecek misin” deyince Hz. Peygamber de ona ganimet hissesini yakında vereceğini, sabrederse sevap kazanacağını müjdelemiştir. Bu söz üzerine Bedevî “Bu müjdeleri bana vere vere çoğalttın”[84] şeklinde saygı sınırını aşan bir ifadeyle cevap vererek Hz. Peygamber’i kızdırmıştır.[85]

Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Müellefe-i Kulûb’dan saydığı Uyeyne b. Hısn, Akra b. Habis gibi kimselere fazlasıyla ganimetten pay verdiği halde, Hz. Peygamber’in yine onlardan biri olarak saydığı Abbas b. Mirdas, ganimet hırsıyla Uyeyne ve Akra’nın kendisinden fazla almasını hazmedememiştir. Hz. Peygamber’e itirazını, kendisinin onlardan aşağı kalır tarafının olmadığını bildiren şiiriyle ortaya koymuş ve razı oluncaya kadar ganimetten pay almıştır.[86]

Ganimet hırsından dolayı Hz. Peygamber’e karşı bu çeşit bir ifadeyi kullanan kişinin Sahabe şuurunu taşıması uzak görünmektedir. Rivayette de özellikle Bedevî olduğunun vurgulanması bu gerçeği yansıtmaktadır. Gerek ferdi olarak ve gerekse kabile reislerine uyarak İslamiyet’i kabul eden Bedevîlerin bir kısmı nefislerini terbiye edip eski huylarını bırakacak kadar Hz. Peygamber’le beraber olamadığından İslam’ı yeterince benimseyememişlerdir. Bundan dolayı da kendilerinden Hz. Peygamber’e karşı saygı sınırını aşabilecek tutum ve davranışlar sadır olabilmiştir.

Nitekim ganimet hırsı kimi zaman kazanılan zaferi dahi gölgede bırakabilmiştir. Müslümanların ilk ve önemli savaşı olan Bedir arifesinde müşriklerle savaşın kesinleştiği anda dahi Müslümanlardan bazılarının Mekke kervanını takip edip savaşmamayı dile getirdikleri bildirilmektedir.[87] Hatta bu ilk galibiyetleri olan Bedir zaferinin ardından bile bazılarının Hz. Peygamber’e “Sana kervanın üzerine gitmek düşerdi. Ondan başka şeylerle uğraşmak gerekmezdi”[88] dedikleri rivayet edilmektedir.

Bir muallim olarak Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), etrafındaki insanları eğitebilmek ve hakkı öğretebilmek için büyük bir sabır ve hoşgörü içerisinde yılmadan çalışmıştır.

Konumuzla ilgisi biraz uzaktan olmakla birlikte bağlantılı olan bir başka tutum ve davranış ta Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün Mescidde hutbe okuduğu esnada cereyan etmiştir. Ekonomik kaygıdan dolayı gösterilen bu olumsuz tutum öncelikli olarak Kur’an tarafından ikaz edilmiştir. Olay şu şekilde meydana gelmiştir: Suriye’den yiyecek yüklü bir kervan Cuma vaktinde Medîne’ye gelmiş ve adet gereği kafilenin geldiğini haber vermek maksadıyla def, dümbelek çalınmıştır. Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), tam bu esnada hutbe irad etmektedir. Def sesi işitilince cemaatin çoğu Hz. Peygamber’i ayakta bırakarak dışarı çıkmış, rivayetlere göre Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün yanında ise on iki kişi kalmıştır. [89] Allah Teala, Sahabenin çoğunluğu tarafından yapılan bu hataya işaret ederek onları uyarmıştır.[90]

Sahabe o dönemde hutbeyi terk etmenin mahzurlu olmadığını zannetmektedir. Sahabenin yaptığı bu hareketin sebebi kıtlık ve pahalılıkla beraber hutbeyi bırakıp da çıkmanın bir sakıncasının olmadığını zannetmeleridir.[91] Rivayete göre Medine’de açlık olmuş ve buna bağlı olarak fiyatlar fahiş bir şekilde artmıştır. Bir cuma günü Hz. Peygamber hutbede iken Dihye ibn Halîfe’nin yiyecek yüklü kervanı Şam’dan Medine’ye gelmiş ve Dihye bir tellâl çıkararak insanlara bu kervanın geldiğini ilân ettirmiştir. İçlerinde Hz. Ebu Bekr ve Hz. Ömer’in de bulunduğu 12 kişi dışında herkes Hz. Peygamber’i hutbede bırakıp Mescid-i Nebeviden çıkmış ve bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil olmuştur.[92]

Şiiler bu vakıayı Sahabeye dil uzatmak için kullanmışlardır. Şiilere göre Sahabenin çoğunun ticaret ve eğlenceye koşması, dünyayı tercih etmelerinden dolayıdır. Fakat bu çok yersiz ve gerçeklerden uzaktır. Bu vakıa hicretten kısa bir zaman sonra meydana gelmiş ve o tarihte Cuma namazı yeni kılınmaya başladığından kural ve kaideleri daha oturmamıştır. Bunun yanında müşrikler Medine’ye o yıllarda ekonomik ambargo uyguladığından Medine’de zaruri ihtiyaç maddelerini temin etme sıkıntısı ortaya çıkmıştır. Açlık ve pahalılığın olduğu bu şartlarda kervandaki yiyecek mallarının hemen bitmesi endişesini taşıyanlar kervana fırlamıştır.[93]

Diğer taraftan da Sahabe de bir insandır. Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nden aldıkları terbiye onlara tedricen yıllar içinde verilmiştir. Bu terbiye onların ihtiyaç, eksiklik ve hatalarına göredir. Sahabe de ne zaman bir eksiklik ve zaaf belirdiyse Allah ve Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), o hususa dikkatlerini çekerek o yönde özel bir eğitim ve terbiye programına başlamışlardır. Nitekim burada da Cuma namazı konusunda ticaret kafilesi olayı ortaya çıkınca Allah Teala, gereken uyarıda bulunmuş, bununla birlikte Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem) de konuyla ilgili kaideleri onlara anlatmıştır.[94]

Şayet Sahabenin yaptığı bu hatanın sebebi, imanından kaynaklanan bir zaaf veya dünyayı ahirete tercih etmeleri olsaydı, Allah Teala’nın ayette gördüğümüz ikazı daha başka olurdu. Fakat ayet-i kerime onları cehennemle veya başka bir durumla tehdit etmeyip, Allah katında ahiret de olan nasibin buradaki eğlence ve ticaretten hayırlı olduğunu hatırlatarak uyarmaktadır.[95]

Burada Sahabe’nin yapması gereken tutum ve davranış hutbeyi terk etmemesidir. Fakat Cuma namazı ve hutbesi ile ilgili kuralların yeni yeni ortaya konması ve Sahabenin hutbeyi terk etmede bir mahzur olmadığını zannederek mescidi terk etmeleri bilmeyerek işledikleri bir hatadır. Bu gerçekten dolayı hutbeyi terk eden sahabiler hakkında su-i zann etmek caiz olmasa gerektir.

1.3.   Ganimet Hırsızlığı

Konu başlığımız olan ganimet konusunda Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün kızmış olduğu hususlardan birisi ganimet hırsızlığıdır. Nitekim konuyla ilgili bir rivayette Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), elde edilmiş olan ganimetlerin dağıtımından önce bir araya getirilmesi için ilan ettirmesine rağmen bir adamın - ilanı duyduğu halde- uzun bir zaman sonra bir yuları getirip Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ne vermek istemesi O’nu kızdırmıştır. Adamın bildirdiği mazereti de kabul etmeyen Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem) “Şayet sen bunu kıyamet günü dahi getirmiş olsan asla kabul etmeyeceğim” diyerek tepkisini ortaya koymuştur.[96]

Bu olayda da Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün ganimetlerin bir araya getirilmesini emretmesine rağmen o anda emre uymama söz konusudur. Emrine uymamaya karşı da tepkisi sert olmuştur.

Benzeri bir başka rivayette de Hayber fethinden elde edilen ganimetlerin taksim edilmesinden önce bir örtüyü çalan Mid’am adında bir şahıs, fetihten sonra ordunun konakladığı bir yerde serseri bir kurşuna kurban gitmiştir. Durumu bilmeyen Sahabe “Ne mutlu ona ki şehid oldu” dediklerinde Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), çaldığı örtüden dolayı “ Hayber ganimetleri taksim edilmeden aldığı örtü ateş olup onu yakacaktır” buyurmuştur. Hz. Peygamber’in bu sözünü duyan başka birisi aynı yolla elde ettiği iki ayakkabı bağını getirerek Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’a teslim etmiş, Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem) de “ ateşten bağcık ” diyerek öfkesini ifade etmiştir.[97]

Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), ganimet mallarının dağıtımından önce alınmasını yasaklamış, buna uymayanları da görüldüğü üzere sert tepkiyle karşılamıştır. Hz. Peygamber’in ganimetlerin dağıtılmasına izin vermeden veya kendisi dağıtmadan çalmak, emrine karşı muhalefet demektir. Nitekim ganimet mallarının dağıtılmadan alınmasının yasaklamasına rağmen Cirane’de bazı Müslümanların bu yasağa uymadığını haber alan Hz. Peygamber “Ganimet mallarından elinizde ne varsa veriniz. Ganimet malına ihanet edenler için ganimet, kıyamet günü ayıpların en kötüsü ve cehennem ateşi olacaktır' ' demiştir.

Ganimet malından çalmak başkalarının hakkını çiğnemek demektir. Hz. Peygamber, yaşamı boyunca hak ve hukuka çok önem vermiştir. Nitekim Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), ölüm hastalığındayken yaptığı vasiyetlerden birinde bu hususa dikkat çekerek şöyle buyurmuştur: “Ben hangi kişinin malından almışsam, malım buradadır. O kimse gelip alsın. Şunu biliniz ki benim nazarımda sizin en önde geleniniz, varsa hakkı benden alan veya hakkını bana helal eden kişidir ki; Rabbimin huzuruna onun sayesinde helalleşmiş olarak kavuşacağım.' Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bütün içtenliğiyle bu sözleri sarf ettiğinde adamın biri ayağa kalkarak kendisine üç dirhem verdiğini bildirmiş, Hz. Peygamber de adamın doğru söylediğini bildirerek yanındaki Fadl (ra)’a adama üç dirhem vermesini emir buyurmuştur.[98] [99] Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), konuşmasına devamla “Ey insanlar! Kimin üzerine geçen bir hakkı varsa dünyada rezil olurum demeden onu hemen ödesin. İyi bilin ki dünya rüsvaylığı, ahiret rüsvaylığından daha hafiftir'' deyince adamın birisi kalkarak kendisinin bir zaman savaş ganimetine ihanet edip üç dirhem üzerine aldığını bildirmiştir. Hz. Peygamber’in bunu neden yaptığını sorması üzerine, adam ihtiyacı olduğu için yaptığını bildirmiş, bunun üzerine Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), yanında bulunan Fadl (ra)’a bu adamdan Beytülmal’e üç dirhem teslim almasını buyurmuştur.[100]

Görüldüğü üzere Hz. Peygamber, ashabının zaafı oldukları konularda sık sık uyararak onlara doğruyu, hakikati göstermiştir.

2.    HZ. PEYGAMBER’İ KANDIRMAYA TEŞEBBÜS

Hz. Peygamber’in ahlakına ters düşen tutum ve davranışlardan birisi de tacirin sattığı malın kusurunu alıcıya söylememesi durumudur. Kendisi de bir tacir olan Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), bu konuda da ashabını uyarmaktan geri durmamıştır.

Nitekim insan hayatının büyük bir kısmını ticaret, ticaretin de can damarını alış-veriş teşkil etmektedir. Dünya malı ile insan arasındaki hassas ve sağlam bağ nedeniyle, insan genellikle adalet dengesini kötülük lehine bozabilmektedir. Geçmişten bu yana topluma yön veren ahlaki, hukuki ve dini kurallar ticaret konusunda da bazı normlar koymuşlardır. Şüphesiz İslâm dini de ticaret hayatıyla ilgili temel prensipler koyarak, kandırmayı, hileyi, faizi... vb şeyleri yasaklamıştır.[101]

Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), bir gün Medîne pazarında gezerken gıda maddeleri satan bir adama uğrayıp nasıl satış yaptığını sormuş ve aldığı cevaptan sonra beğendiği erzakın içine elini soktuğunda alt kısmının hileli ve ıslak olduğunu fark etmiştir. Bunun sebebini sorduğunda adam yağmurun ıslattığını söyleyince Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem) “Öyleyse insanların görmesi için alt kısmını neden üste koymadın, alt kısmını ayrı üst kısmını ayrı fiyata sat. Bizi aldatan bizden değildir ” cevabını vermiştir.[102]

Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), satıcıya nasıl sattığını sorduğunda satıcı gerçeği söylemediği halde Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ın kontrol ederek işin gerçeğini açığa çıkarması O’nun ticarette ne derece deneyimli olduğunu göstermektedir. Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ın küçüklüğünden itibaren ticaretle uğraştığı hatta kârlı satışlar yaptığı bilinmektedir. Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), küçük yaştan itibaren kendini ticari hayatın içinde bulmuş, amcasıyla beraber çıktığı ticaret yolculuklarında Şam ve Yemen gibi ülkelere gitmiştir. Her konuda olduğu gibi ticarette de güvenilir bir kimse olarak kabul edilmiştir ve çevresine de bu konuda güven telkin etmiştir. Bu dönemlerde kazandığı ticari tecrübesini daha sonraki yıllarda bu olayda olduğu gibi zaman zaman kullanmıştır.

Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), satıcıya söylemiş olduğu bu sözüyle ticaretle ilgili önemli bir prensip vazetmiş ve bunu aynı zamanda hayatında uygulamıştır. Satıcı, satacağı mal ne olursa olsun alıcıya mal hakkında her şeyi bildirmeli, alıcı ondan sonra karar vermelidir. Çeşitli hilelerle müşteriyi kandırarak satış yapmak Hz. Peygamber’in ahlakına ters düşen bir davranıştır.

Buradaki rivayetin farklı versiyonlarında ise Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ın gıdayı kontrol etmesinin kendisine vahiyle bildirildiği rivayet edilmektedir.[103] Fakat böylesine sıradan bir olayda Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün ticarî tecrübesiyle çözülebilecek bir durumun vahiyle bildirilmesi uzak bir ihtimal gözükmektedir.

Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in her söz ve fiilini vahiy olarak algılama, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in geçmiş milletlerin tarihlerinden ve insanların genel karakterlerinden hareketle zan, tahmin ve tefekkürüne dayanarak bildirdiği bazı kanaatlerine gaybi bir haber niteliği atfetme, beşeri vasıtaları görmezlikten gelerek, bildirdiği her haberin arkasında ilahi bir ihbar olduğunu varsayma, bunları bir peygamberlik alameti ve mucize olarak görme, özellikle Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’e yetişemeyen tâbiilerden itibaren başlayan ve zaman ilerledikçe katlanarak gelişen bir eğilim olup, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’i yanlış yorumlamanın bir sonucudur.[104]

Konumuzla alakalı olarak bir başka rivayette şu şekildedir: Bir Bedevî ile Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem) arasında satış akdi meydana gelmiş ve Hz. Peygamber, Bedevîden at satın almıştır. Bedevî satıştan sonra atı başkalarına satabilmek için bu satışı inkâr etmiş ve Hz. Peygamber ile bu konuda tartışırlarken Bedevî, Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nden şahit göstermesini istemiştir. Tartışmayı duyarak oraya toplanmış olan Müslümanlar Bedevîye “Yazıklar olsun. Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) haktan başka bir şey söylemez1 diyerek Bedevîye tepkilerini ortaya koymuşlardır. Toplulukta bulunan Huzeyme b. Sabit (ra) ise şahit göstermesi konusunda ısrar eden Bedevîye kendisinin bu satışa şahit olduğunu söyleyince, Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Huzeyme (ra)’ye satış esnasında orada olmadığı halde neye göre şahitlik yaptığını sormuş, Huzeyme (ra) de Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ne “Peygamberliğine inandığım için şahitlik yapıyorum”” cevabını vermiştir.[105]

Rivayetten anlaşılacağı üzere Hz. Peygamber’i aldatmaya yeltenen kişinin Bedevî olduğu vurgulanıyor. Orada bulunan topluluğun tepkisine rağmen Hz. Peygamber’e karşı hala şahit göstermesi konusunda ısrarı henüz Hz. Peygamber’in sünnetiyle yoğrulmayıp tasarruflarını kavrayamadığını göstermektedir. Hz. Peygamber’in tasarruflarını kavramış olup o şuura ulaşmış olan Huzeyme (ra)’nin tavrını da görmüş bulunuyoruz. Birisi orada bulunmadığı halde ortada Peygamber olduğu için şahitlik yapıyor, diğeri Hz. Peygamber’i aldatmaya teşebbüs edebiliyor. Bedevilerin eski adetlerini bırakıp Sahabe şuuruna ulaşmaları zaman almıştır.

Hz. Peygamber’in kandırılmaya çalışıldığı bir olay da Taif kuşatmasında yaşanmıştır. Uyeyne adında bir şahıs Hz. Peygamber’e, Taif tarafından hatırının sayıldığını dolayısıyla Taif halkıyla konuşarak onları İslam’a davet edebileceğini söylemiş ve O’ndan izin almıştır. Uyeyne, Taif’lilerin yanına vardığında tam tersine Hz. Peygamber’in şimdiye kadar kendileri gibi birisiyle karşılaşmadığını, kalelerinin sağlam olduğunu ve direnmeye devam etmeleri gerektiğini bildirmiştir. Geri döndüğünde Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün ne konuştuğunu sorması üzerine, bozuntuya vermeden onları Müslüman olmaya davet ettiğini söylemiştir. Bunun üzerine öfkelenen Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), yalan söylediğini bildirerek Taif’lilere söylediği sözleri ifşa edince Uyeyne af dileyerek Allah’a tevbe ettiğini bildirmiştir. Hz. Ömer’in öldürmek için müsaade istemesine Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), böyle zamanlarda söylediği “insanların Muhammed ashabını öldürtüyor diye konuşmalarını istemem’” gerekçesiyle izin vermemiştir.[106]

Kaynakların belirttiğine göre Uyeyne, Huneyn’de müellefe-i kulübten sayılarak kendisine yüz deve verilmiş[107] daha sonra irtidat edip Hz. Ebu Bekir’in hilafeti döneminde tekrar Müslüman olmuş,[108] fakat İslam’ın kendisinde makes bulmadığı bir şahıstır. Uyeyne yukarıda aktarmış olduğumuz hareketin benzerlerini gerek hayatı boyunca Hz. Peygamber’e[109] gerekse halifelere[110] karşı da yapmıştır. Hayatı boyunca Münafıkça bir tutum içinde hareket eden Uyeyne’nin kalbinde imanın tam yerleşmediği görülmektedir.

3.    HZ. PEYGAMBER’İN EMRİNE MUHALEFET (ASKERÎ DİSİPLİNSİZLİK)

Müminler Kur’an’da buyrulduğu üzere Allah’a ve Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ne itaat etmekle emrolunmuş[111] aynı zamanda Allah ve Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ne karşı isyan etmekten de nehyedilmiştir.[112] Tüm Müslümanlara seslenen bu ayet-i kerimelerin ilk muhatabları olan Sahabe nesli de Kur’an-ı kerimin bildirdiği bu emre tam bir teslimiyet göstermiş ve Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nü canlarından aziz bilmiştir.

Fakat Sahabenin de neticede bir insan olmalarından dolayı bazen bir kısmı Hz. Peygamber’in emir ve yasaklarını çeşitli sebeplerden dolayı yerine getirmeyip bir anlamda sözünü dinlemeyebilmişlerdir. Hz. Peygamber’e karşı Sahabenin bu tavırları incelendiğinde bir kısmı zahiren muhalefet gibi görünse de netice itibariyle uygun görülmüş olumlu davranışlardır. Bir kısmı ise itaatsizlikle birlikte “emir’” veya “nehiy ” olmayıp bağlayıcılık taşımadığından dolayı yerine getirilmediğinde itaatsizlik sayılamayacak davranışlardır. Diğer bir kısmında ise belli mazeretleri olsa dahi netice itibariyle Hz. Peygamber’in emrini yerine getirmeyip yasağını ihlal söz konusudur.[113] Biz bu davranış kısımları arasında tezimizle alakalı olan üçüncü kısım davranışları ele alacağız.

Hz. Peygamber, ashabıyla birlikte hac için Mekke’ye geldiğinde Hz. Peygamber’in “Haccmızı umreye çeviriniz”” emrine karşılık Müslümanlar “Biz hac için ihrama girdik, nasıl olurda umre olarak sayarız ” diyerek itiraz etmişlerdir. Bunun üzerine Hz. Peygamber, “Ben ne diyorsam onu yapınız”” demesine rağmen yine aynı tepkiyle karşılaşmıştır. Kızgın bir şekilde Hz. Aişe’nin odasına girmiş ve bu halini gören Hz. Aişe’nin ne olduğunu sorması üzerine, Hz. Peygamber de kendisine inananların verdiği emir karşısında uymayıp tereddüt etmelerine kızdığını haber vermiştir.[114]

Benzer vakıa Veda Haccı’nda da yaşanmıştır. Allah Resûlu (salla’llâhü aleyhi ve sellem), yanında kurbanlık hayvan getirdiği için ihramdan çıkmamış, fakat ashabına ihramdan çıkmalarını bildirmiştir. Ashab ihramdan çıkmak istemeyince Allah Resûlu (salla’llâhü aleyhi ve sellem), çok kızmış ve ne olduğunu soran Hz. Aişe’ye “Adamlara emir verdim, fakat baktım ki emirlerim karşısında tereddüt ediyorlar. Bu iş tekrar başıma gelse yanımda hedy getirmez, onu satın alır ve bunların çıktığı gibi ihramdan çıkardım”” diyerek kızgınlığının sebebini açıklamıştır.[115] Ashab anlaşıldığına göre hac için geldikleri halde ihramdan çıkma onlara tuhaf geldiğinden dolayı tereddüde düşmüşlerdir.

Mekke’nin fethine Ramazan ayında çıkıldığından dolayı yolda Kurâa’l- Ğamîm bölgesine gelindiğinde Hz. Peygamber, ordunun oruç tutmaması gerektiğini göstermek için herkesin görebileceği bir mevkide bir bardak su isteyip içmiştir. Buna rağmen ordudaki bazı insanların hala oruç tuttuklarını öğrenince kızmış ve “Onlar âsidirler, onlar asidirler" demiştir.[116] Burada Allah Resûlu (salla’llâhü aleyhi ve sellem), düşmana karşı kuvvetlenmek için orucun bozulmasını istemiştir. Fakat oruçlarını bozmayan kimseler, durumun ciddiyetini kavrayamamış olanlardır.[117]

Allah Resûlu (salla’llâhü aleyhi ve sellem), bildirdiği şeylere uymamayı -ki ibadet dışında da olsa- isyan olarak nitelendirmiştir. Nebi (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Tebük Gazvesine hazırlık yaparken “Bizimle kuvvetli bineği olan kimseler gelsin” buyurmuştur. Buna rağmen genç ve aksi bir devesi olan bir adam da orduya katılmış, fakat deve onu yere atınca adam ölmüştür. Bunu gören halkın şahsın şehit olduğunu dile getirmeleri üzerine Allah Resûlu (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Bilal (ra)’e “Cennete asi giremez” sözünü duyurmasını emretmiştir.[118] Görüleceği üzere yapılan iş cihad dahi olsa Allah Resûlu (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün emrine uygun olmadıkça kabul edilemeyeceği vurgulanmaktadır.

Yukarıdaki olaya benzer bir hadise de bir savaş esnasında olmuştur. Bir savaşta Allah Resûlu (salla’llâhü aleyhi ve sellem), düşman karşıda olmasına rağmen “Kimse savaşmasın” emrini vermiştir. Ancak bu emre rağmen orduda bulunanlardan biri düşmana saldırmış ve öldürülmüştür. Allah Resûlu (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ne bu kişinin şehit düştüğü haber verilince Allah Resûlu (salla’llâhü aleyhi ve sellem) “Ben savaştan nehyettikten sonra mı?” diye sormuş ve evet cevabını alınca “Asi cennete giremez” buyurmuştur.[119] Burada da şehidlik mertebesinin dahi Allah Resûlu (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün emrine uygun olmadıkça kazanılamayacağı belirtilmektedir. Bir başka rivayette de ateşkes emrinden sonra bir kişi düşmana ok atmış ve düşman tarafından öldürülmüş. Allah Resûlu (salla’llâhü aleyhi ve sellem), o kişinin ateşkes emrinden sonra öldürüldüğünü öğrenince cenazenin yanından ayrılmış ve cenaze namazını kılmamıştır.[120]

Aynı şekilde Allah Resûlu (salla’llâhü aleyhi ve sellem), sözlerine itaat edilmediğini haber aldığında da çeşitli tepkilerde bulunmuştur. Ashabdan Cafer (ra)’in şehid olması dolayısıyla üzgün bir durumdayken kendisine Cafer (ra)’in evindeki kadınların ağlaştıkları haberi gelmiş, üzüntülü haldeyken dahi atılan çığlıkların sünnetine aykırı olması dolayısıyla tepki göstermiş ve çığlıkların susturulmasını emretmiştir. Haberi götüren kişi kadınların bundan vazgeçmediğini bildirmiş, Allah Resûlu (salla’llâhü aleyhi ve sellem) tekrar menetmesini buyurmuş, fakat o kişi tekrar gelerek vazgeçmediklerini bildirince “ Git ağızlarına toprak saç”” buyurmuştur.[121] Kişiye böylesine en üzgün anlarında dahi Allah Resûlu (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün emri kendi duygu ve hissiyatından önce gelmelidir. Bu konuyla ilgili olarak ta Allah Resûlu (salla’llâhü aleyhi ve sellem), bir hadis-i şeriflerinde “Duyguları benim getirdiğime tabi olmadıkça hiç biriniz (kâmil manada) Müslüman olamazsınız" buyurmaktadır.[122]

Benzer bir itaatsizlik örneği ehli eşek eti yenmesi konusunda yaşanmıştır. Hayber kalelerinin birinden çıkan eşekleri Müslümanlar, boğazlayıp pişirmeye kalktıklarında bunu duyan Hz. Peygamber, “Onları dökün. Kaplarını da kırın'” buyurmuştur. Ashabtan birinin etleri döküp kapları yıkasak demesi üzerine Hz. Peygamber, bunu olumlu karşılamıştır. Ama açlıktan dolayı Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün emrine muhalefet edip eşek etini yiyenler olduğu anlaşılmaktadır ki Enes b. Malik (ra)’in anlattığına göre birisi Hz. Peygamber’e üç defa gelerek “Eşeklerin eti hergün yenir oldu”” demiştir. Bu durum üzerine Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), üçüncü defa aynı yasağı hatırlatarak “Allah ve Resûlü, sizi ehli eşeklerin etini yemekten men eder. Çünkü o murdardır. Onlardan hiç yemeyip dökün” buyurmuş ve bundan sonra insanlar emre uymuştur.[123] Nitekim eşeklerin kesildiği Hayber’in reisi’nin Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ne gelerek söylediği sözden de anlaşılmaktadır. Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), beraberinde Müslüman bir grupla Hayber kalesinde konakladığında, Hayber’in kibirli reisi Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’a gelerek “Ey Muhammed! Eşeklerimizi kesmeniz, meyvelerimizi yemeniz sizin için hak mıdır?” demiştir. Hz. Peygamber, gelen bu habere öfkelenerek Müslümanları toplattırmış ve onlara nasihat ederek ehl-i kitabın haklarını bildirmiştir.[124]

Uhud savaşından ders alınmadığının bir göstergesini Huneyn de görmekteyiz. Huneyn’de Müslümanlar pusuya düşünce kaçmaya başlamış ve Hz. Peygamber’in onları savaşa geri çağırmasına rağmen çevresine ancak yüz kişi kadar toplanmıştır.[125] [126] Savaşın Müslümanların galip geldiği bölümünde ise kavmiyetçiliğin ağır basarak hainlik derecesine varan bir tutumun ortaya konduğu rivayet edilmektedir. Huneyn savaşında Havazin kabilesi mağlup olup kaçarken Hz. Peygamber, onların takip edilmelerini emretmiştir. Öncü birlik olan Süleym oğullalarının ise bu emre uymadıklarını görünce Hz. Peygamber, “Ey Allahım! Bükme oğullarını sana havale ediyorum. Onlar benim kavmime silah çektikleri halde kendi kavimlerine gelince silahları kaldırdılar' diyerek şikâyetini dile getirmiştir.

Hz. Peygamber’e karşı savaştaki bu toplu itaatsizlik gibi bazı savaşlarda ferdi veya cemaat halinde savaşmama isteği, ganimet peşine düşülmesi, kendi kaybolan devesinin peşine düşmesi gibi itirazlar, itaatsizlikler yaşanmıştır. Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Hudeybiye savaşına giderken yolda ordunun “Seniyetü’l-Mürar" tepesine çıkmalarını emir buyurur ve çıkanların İsrailoğulları’ndan affedilen günahlar kadar günahlarının affolunacağını bildirir. Bu söze rağmen Müslümanların içinde bulunan bir Bedevî, Hz. Peygamber’in emrini dinlemeyip, kaybolan devesini aramaya koyulunca Hz. Peygamber, tepeye toplananların kaybolan devesini aramaya koyulan kişi dışında günahlarının bağışlandığını açıklamıştır. Hz. Peygamber’in bu adamı kınayan konuşmasının ardından bazı Müslümanlar, adamın yanına gidip af dilemesini söyledikleri halde Bedevî, aynı tutumuna devam ederek kaybolan devesini bulmasının kendisi için daha hayırlı olacağını söylemiştir.[127]

Rivayette anlatılan şahsın Hz. Peygamber’in kendisini kınayan konuşmasından sonra dahi hala eski tutum ve davranışlarına devam etmesi Bedevî zihniyetini hiç kaybetmediğini göstermektedir. Kaybolan devesini Hz. Peygamber’in uyarısından daha önde tutan bu zihniyetteki insanları irşatta Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), çetin mücadeleler vermiştir.

Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), ashabının olumsuz tutum ve davranışlarını her alanda eğitmeye çalıştığı gibi özellikle savaşlarda kendisine karşı yapılan birçok itaatsizlikle mücadele etmiştir. Yine Mekke’nin fethinde Hz. Peygamber’in öldürme yasağına rağmen Huzaa’lı olan Hiraş kan davalılarından Cüneydib’i öldürmüştür. Huzaa’lıların Hz. Peygamber’den af dilemeleri fayda vermemiş ve Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), “Şayet bir kâfir için bir Müslüman’ı öldürseydim, öldürdüğü Huzaa’lı için Hıraş’ı öldürürdüm” buyurmuştur.[128] Aslında bu söz Hz. Peygamber’in emrine muhalefet eden kimse için çok açık bir uyarıdır. Allah Resûlsü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün emrine karşı savaşlarda yapılan muhalefetlerin burada olduğu gibi büyük çoğunluğu şahsi kin, husumet veya intikam hırsından kaynaklanmıştır.

Konumuzla alakalı olarak karşımıza çıkan bir başka rivayette Hz. Peygamber’in emrine muhalefetten de öte bir ihlal ve neticesi çok kötü sonuçlar doğurabilecek bir tutum ve davranışı görmekteyiz. Hz. Peygamber, Mekke’yi kan dökmeden fethedebilmek için sefer hazırlıklarını çok gizli bir şekilde yürütmüştür. Şayet müşrikler tarafından, Müslümanların Mekke’yi fethetmek maksadıyla harekete geçtikleri bilinseydi gerekli önlemler alınıp Mekke’nin savunulması için her türlü girişimde bulunulurdu. Netice itibariyle de çok sayıda can kaybı olur ve çetin mücadelelere sahne olabilirdi.

Hz. Peygamber, Kureyş’e herhangi bir haber veya casusun ulaşmaması için dua etmiş,[129] hatta Kureyş’e haber sızmasını önlemek amacıyla da Mekke’ye giden yolları tutturmuştur. Fakat ashab’tan Hatıb b. Ebî Beltea (ra), Kureyşe bir mektup yazarak Hz. Peygamber’in Mekke’ye bir savaş hazırlığında olduğunu haber vermek istemiş, mektubu ücretle kiraladığı bir kadınla göndermiştir. Bütün kaynakların ittifakla bildirdiğine göre Hz. Peygamber, Cebrail (as)’in haber vermesiyle durumdan haberdar olmuş ve Hz. Ali ile Hz. Zübeyr’i gönderip kadını yakalatarak, mektubun Kureyş’e ulaşmasına engel olmuştur. Durumun ortaya çıkması üzerine Hz. Peygamber’den hemen karar vermemesini isteyen Hz. Hatıb, kendisinin Kureyş’te bir sığıntı olduğunu ve muhacirlerin Mekke’de kalan ailelerini koruyacak akrabaları olduğu halde kendi ailesini Mekke’de koruyacak akrabalarının olmadığını, dolayısıyla bu hareketi müşrikler nezdinde ailesini koruyacak bir eli olması arzusuyla yaptığını İslam’dan dönme kastının olmadığını bildirir. Hz. Peygamber, onun doğru söylediğini belirterek herhangi bir müdahalede bulunmamıştır. Hz. Ömer’in münafık olduğu gerekçesiyle öldürmek istemesine Hz. Peygamber, onun Bedir savaşına katıldığını ifade ederek izin vermemiştir. Bu olay üzerine de ayet-i kerime[130] nazil olmuştur. [131] [132] [133]

Hatıb b. Beltea (ra)’nın bu davranışı her ne kadar ailesini korumaya yönelik olsa da netice itibariyle Hz. Peygamber’in emrine muhalefet olan bir tutum ve davranıştır. Fakat Bedir savaşına katılmış olması onun affına vesile olmuştur. Netice itibariyle Sahabeden sadır olan bu muhalefet Hz. Peygamber’in şahsiyetine veya otoritesine yönelik olmayıp, Sahabenin ailesine yönelik zaafından kaynaklanmıştır.

4.    DİNEN UYGUN OLMAYAN TUTUM VE DAVRANIŞLAR

İslamdan önceki dinlerin mensupları tarafından yapılan söz ve fiilleri taklit etmek te dinden uzaklaşmanın sebeplerinden biridir. Allah Resûlu (salla’llâhü aleyhi ve sellem), bu gerçeği de “Andolsun ki siz, sizden öncekilerin gittiği yola kulacı kulacına, arşını arşınına, karışı karışına uyacaksınız. Onlar daracık bir keler deliğine girse, siz de o deliğe gireceksiniz" ' ve “Bu ümmetin en şerlileri daha önceki Ehl-i kitabın sünnetlerini adım adım takip edecekler" '' sözlerinde haber vermiştir. Bu hadisler sünneti terk etme şekillerini göstermektedir.

Huneyn’e gidilirken yol üzerinde kâfirlerin silahlarını asıp etrafında ibadet ettikleri bir ağaç bulunmaktadır. Ashab’tan Ebu Vakıd el-Leysi (ra), bu ağacın kendilerine de kâfirler gibi silah asılan bir ağaç edinilmesini Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ne teklif edince Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), tepki göstermiş ve şöyle buyurmuştur: “Allahü Ekber! Yemin olsun ki bu teklif, Benî İsrail’in Musa (as)’ya dediği gibidir. Onlar:bizim de onlar (puta tapan kavim) gibi ilahımız olsun, bize de bir tanrı yapıver’ demişlerdi.[134] Siz cahil bir topluluksunuz. Dikkat edin onlar sünnetlerdir. Sizden öncekilerin sünnetlerini birer birer irtikâb edeceksiniz.' "

Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bir ağaca kutsallık atfetmeyi geçmiş ümmetlere benzemek sebebiyle sünnetten ayrılma saydığı gibi geçmiş ümmetlerin yaptığı söz ve fiillere benzer üsluplara dahi razı olmamıştır. Bununla ilgili olarak “Yahudiler’in Havralarını, Hıristiyan’ların kiliselerini yükselttikleri gibi sizin de benden sonra mescidlerinizi yükselteceğinizi bitiyorum" ' diyerek Müslümanların bu şekilde Ehl-i kitaba benzemesini sünnetten ayrılma olarak görmüştür.

Bir başka zamanda gencin biri Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ne gelerek “Ya Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bana zina yapmak için izin ver” deyince orada bulunanlar gencin üzerine yürümüş ve onu ayıplamışlardır. Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), genci yanına çağırarak bu fiilin teker teker annesine, kız kardeşine, halasına, teyzesine yapılmasını isteyip istemediğini sormuş ve her defasında gençten hayır cevabını alınca da, gencin zina yapacağı kimsenin de bir başkasının annesi, kızkardeşi, halası veya teyzesi olacağını ima ederek başka insanların da buna razı olmayacaklarını bildirmiştir. Sonra da Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), elini gencin üzerine koyarak “Ya Rabbi günahlarını affet, kalbini temizle ve ferecini muhafaza buyur" diye dua etmiş, genç bu günden sonra hiçbir menfi eğilimde bulunmamış ve edeb timsali bir insan haline gelmiştir.134 [135] [136] [137]

Öğretilerinde insan kaybetme değil de kazanma merkezli bir siyaset uygulayan Hz. Peygamber’in böyle bir teklif karşısında uygulamış olduğu yaklaşımdan O’nun aynı zamanda insan psikolojini de çok iyi bilip uyguladığı anlaşılmaktadır. Dinin yasakladığı bir fiil için kendisinden bu fiili yapmak için izin istemeye gelen genci, sorduğu sorularla teklifin çirkinliğine inandırmış ve bundan menetmiştir.

Konumuzla alakalı bir başka olay olarak Benî Esed ile birlikte gelerek Müslüman olan Benî Zinye kabilesinin dinen uygun olmayan tutumu rivayet edilmektedir. Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Benî Zinye’nin “At Çulları” anlamına gelen kabile ismini “Rişde oğulları” olarak değiştirmek istemiştir. Benî Zinye bunu kabul etmeyerek Hz. Peygamber’in daha önce ismini değiştirdiği Gatafan kabilesi gibi olmak istemediklerini belirtmişlerdir.[138] Benî Zinye kabilesi kendi ismini değiştirmek istemediği gibi daha önceki isimleri Benî Abdu’l-Uzza b. Gatafan olan kabilenin Hz. Peygamber tarafından Benî Abdullah b. Gatafan olarak değiştirilmesini bile “Muhavvele Oğulları” diyerek kınamışlardır.[139]

Haddi zatında Müslüman olmuş olan bir kabilenin cahiliye devrinin putu olan Uzza’nın kulu olması söz konusu değildir. Onlar da Allah’ın kuludur. Bu durum kınanacak değil övülecek bir durumdur. Anlaşılan o ki Benî Zinye, geleneklerini koruma adına Hz. Peygamber’e itiraz etmiş, Müslüman olmanın şuuruna henüz ulaşamadıkları için de Hz. Peygamber’in ismini dinen uygun şekilde değiştirdiği kabileyi küçümsemişlerdir.

Hz. Peygamber’e inanç yönünden de ilginç istek ve arzular teklif edilmiştir. Nitekim bu kabilelerden biri olan Abdülkays heyeti Hz. Peygamber’e çok uzak yerden geldiklerini, aralarında Mudar kabilesinin olmasından dolayı da ancak haram aylarda gelebileceklerini söyleyerek O’ndan yapılması kolay olup yapınca cennete gidecekleri kısa yoldan bir şeyler emretmesini istemişlerdir.[140]

Bir başka kabile olan Sakif’i temsil eden heyet Medîne’ye gelip Müslüman olduktan sonra meşhur putları Tağıye’ye üç yıl dokunulmamasını istemişler, bu istekleri kabul edilmeyince iki yıl, o da kabul edilmeyince bir yıl, o da kabul olunmayınca bir aya kadar isteklerini devam ettirmişlerdir.[141]

Anlaşıldığı kadarıyla bu şekilde tutum ve davranışlar ortaya koyanların daha yolun başında oldukları görülmektedir. İslâm’da imanın esasları tam uygulanmak zorundadır. Rivayetlerde de geçtiği üzere bu kimseler yeni Müslüman olduklarında bu söylemlerde bulunmuşlardır. Eski inançlarından kalma tutum ve davranışları bir anda atabilmeleri elbette kolay olmasa gerektir.

Hz. Peygamber devrinde bazılarının İslam’a girdikten sonra herhangi bir musibet başlarına gelince münafıklık ettiği görülmüştür. Nitekim Medîne’ye gelen bir grup Müslüman olduktan bir müddet sonra vebaya tutulmuş ve gruptan bazıları Medîne’den nefret ettiklerini söylemişlerdir. Kendilerine “Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), size güzel bir örnek değil mi” dendiğinde dahi tutumlarını değiştirmeyerek Medîne’den çıkıp gitmişlerdir. Hz. Peygamber, bu kimseler hakkında “Medine, demirci körüğü gibidir. Temizi tutar, kir-pası dışarı atar” buyurmuştur.[142]

Burada anlatılan kişilerin, yeni dine girmekle bütün problemlerin aşılacağını sandıkları anlaşılmaktadır. Yukarıdaki tutuma benzer bir davranış ta Humma hastalığına tutulmuş bir Bedevî tarafından sergilenmiştir. Humma hastalığına tutulmuş bir Bedevî Hz. Peygamber’e gelerek “Ya Resûlullah! Beni Bedeviliğe geri döndür” demiştir. Hâlbuki bu şahıs bir gün önce gelerek Hz. Peygamber’e beyat etmiştir. Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), bu söze kulak asmamış, Bedevî, bu sözleri tekrarlayıp yine Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), buna yanaşmayınca adam çekip gitmiştir.[143]

İnsanoğlunun nefsine tabi olmak istemesinin bir örneğini de Hz. Peygamber ile Müessir b. Ğıferatü’l-Abdî arasında geçen bir vakıada görmekteyiz. Hz. Peygamber, beş vakit namaz kılmak, Ramazan orucu tutmak, Kabe’yi tavaf etmek, Zekat vermek ve Allah yolunda cihat etmek üzere ona beyat ettirip Müslümanlık sözü almıştır. Müessir de “Ya Resûlullah! Ben bunların hepsini yapamam. Benim ancak kendime ve aileme yetecek kadar malım var. Cihada gelince nefsimin bunu kabul etmeyeceğinden, dolayısıyla Allah’ın gazabına uğramaktan korkarım” demiştir. Bunun üzerine elini ondan çeken Hz. Peygamber, “Cihadyok, sadaka yok, o halde cennete nasıl gideceksin” buyurur. Hz. Peygamber’in bu çıkışından sonra Müessir, hatasını anlayıp “Uzat elini ey Allah’ın Resûlü! Bunları yapmak için sana biat edeceğim” diyerek Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ne biat etmiştir.[144] Hz. Peygamber, Müessir’in yapmış olduğu ve dinen uygun olmayan bu teklife karşı tepkisini koymuş, teklifin İslam’a uygun olmadığını dile getirerek muhatabına gerçeği göstermiştir.

5.    HZ. PEYGAMBER’İN VERDİĞİ HÜKME İTİRAZ

Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün herhangi bir meselede vermiş olduğu nihaî karar ister Kur’an’î olsun, isterse kendi ictihadına dayansın bütün Müslümanlar için bağlayıcıdır. Nitekim Kur’an’da bu gerçek “Allah ve Resûlü herhangi bir meselede hüküm bildirdikten sonra, hiçbir erkek veya kadın müminin, o konuda başka bir tercihte bulunma hakları yoktur. Kim Allah’a ve elçisine isyan ederse besbelli bir sapıklığa düşmüş olur" " “Hayır, hayır! Senin Rabbin hakkı için, onlar aralarında ihtilaf ettikleri meselelerde seni hakem kılıp, sonra da verdiğin hükümden ötürü içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın sana tam bir teslimiyetle bağlanmadıkça iman etmiş olmazlar" ' ayet-i kerimeleriyle açıklanmıştır.

Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem), vahiy gelmeyen konularda kendi içtihadıyla hüküm vermiştir. Nitekim kendisine sorulan birçok meseleye fetva vermiş, kendisine sunulan birçok dava hakkında da hüküm koymuştur. O’nun bu fetva ve hükümleri hakkında müstakil eserler dahi oluşturulmuştur.[145] [146] [147]

Hz. Peygamber, kendisine sunulan davalarda zahire göre hüküm vermiştir. [148] [149] Kendisine arz edilen bir dava neticesinde söylemiş olduğu şu söz O’nun beşeri yönünü ve zahire göre hüküm verdiğini göstermektedir: “Ben ancak bir beşerim. Siz bana davalar getiriyorsunuz. Belki biriniz delilini diğerinden daha güzel ifade eder de, ben de onun lehine hüküm vermiş olabilirim. Böyle bir şekilde kime kardeşinin hakkından bir şey vermişsem, o onu sakın almasın. Zira alırsa o takdirde ben ona ancak bir ateş parçası vermiş olurum.""

Hz. Peygamber’in herhangi bir meselede vermiş olduğu bir hükme itiraz sadedinde, bu itirazları doğrudan ve dolaylı (aracı göndermek suretiyle) olarak iki kısımda incelenmiştir.

5.1.    Doğrudan İtiraz

Sahabe genellikle Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün verdiği emirleri yerine getirmiş ve O’na itaat etmiştir. Ancak birkaç münferit olayda bu sınır aşılmıştır. Bu olaylardan birinde Hz. Peygamber’in akrabasını kayırdığı gerekçesiyle haksız bir itiraz söz konusudur. Sahabe’den Zübeyr b. Avvam (ra) ile Humeyd el-Ensâri, aralarında tarla sulama meselesinden dolayı anlaşamayıp durumu Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’e bildirmişlerdir. İki tarafı da dinleyen Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem), suyu kullanım önceliğini Zübeyr (ra)’e vermiştir. Ensâri, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in Zübeyr’i halasının oğlu olması hasebiyle kayırdığını dile getirerek bu hükme karşı çıkmıştır. Bunun üzerine duruma öfkelenen ve yüzünün rengi değişen Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’de onun bu itirazına karşılık “Ya Zübeyr, hurmalığı sula, sonra suyu hurma ağaçlarının köklerine varıncaya kadar bırakma” diyerek Ensâri’yi kısmen sudan mahrum etmekle cezalandırmıştır. Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in verdiği hükme itiraz Allah Teala’nın bu konuda uyarısına[150] da sebep olmuştur.[151]

Aslında Hz Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in vermiş olduğu ilk hükümde Hz. Zübeyr (ra)’e önce tarlayı kendisinin sulamasını sonrada suyu komşusu olan Ensâri’ye bırakmasını emretmiştir. Hz. Zübeyr (ra), suyu ilk önce kullanmada haklıdır ve Hz Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in verdiği bu ilk hükümde geniş bir hoşgörü vardır. Fakat Ensâri’nin Hz. Zübeyr (ra)’i kayırdığı zannıyla antlaşmaya itiraz etmesinden dolayı Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) de Hz. Zübeyr (ra)’e hakkını vermiş ve Ensâri’yi de suyun geciktirilmesi ile cezalandırmıştır.[152]

Hz. Peygamber’i töhmet altında bırakan söz, düşünce ve fiillerden uzak durmak gerekir. Dolayısıyla Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ın Allah’ın elçisi olma vasfını çok iyi kavrayıp hakkındaki düşünceleri bu vasfını göz önünde bulundurarak Hz. Peygamber’in her türlü kararına veya hükmüne teslim olmak gerekmektedir.[153]

Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), bağlayıcılık noktasındaki verdiği hükme itiraz edenleri hiç hoş karşılamamıştır. Kaynakların bildirdiği başka bir rivayete göre ise Huzeyl Kabilesinden iki kadın kendi aralarında kavga etmiş ve birinin diğerine attığı taş neticesinde hem kadının karnındaki cenin hem de kadın ölmüştür. Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem), kadının diyetini âkılesine yüklerken cenin için de bir köle veya cariye vermelerine hükmetmiştir. Bu hüküm üzerine öldüren kadının kardeşi olan bedevî Alâ b Mesruh el-Hıcezî[154] “Ya Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)! Yiyip içmeyen, konuşmayan hatta sesi dahi çıkmayan bir cenin için ben nasıl diyet öderim?! Böyle şeylerin hükmü batıl olur”diye itiraz edince Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem), “Bu adam kâhinlerin kardeşlerindendir” diyerek öfkesini ortaya koymuştur.[155]

Allah Resulü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün hükmüne bu şekilde itiraz eden kişiler O’nu yeterince tanımayan, çevresinde pek bulunmamış ve genellikle çöl hayatı yaşayan Bedevî kimselerdir. Mizaçları ve nebevi terbiyeden uzak kalmaları sebebiyle Bedevîlerden gelen bu şekil itirazlara Hz. Peygamber’in nebevi atmosferini teneffüs etmiş olan Sahabede pek rastlanmaz.[156]

Bir başka rivayette ise biri tarafından ayağından yaralanan şahıs hakkında Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), gerekli olan hükmü vermesine rağmen, yaralı kişi kısas istemiştir. Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün o kişiye yarasının iyileşinceye kadar beklemesini söylemesine karşılık yaralı kişi kısasta ısrar etmiştir. Bunun üzerine kısas yapılmış ve kısas yapılan kişi iyi olduğu halde asıl yaralı kişi sakat kalmıştır. Kısasta ısrar eden şahıs Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ne karşı bu durumdan dolayı yakınınca Hz. Peygamber “Ben sana yaran iyileşene kadar kısas yapma dememe rağmen sen isyan ettin. Allah Teala seni (rahmetinden) uzaklaştırdı ve topallığınla kaldın” buyurmuştur.[157] Bir başka rivayette ise “ Sana hiçbir şey yok, çünkü sen hakkını aldın” dediği bildirilmektedir.[158] [159]

Görüldüğü üzere Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), sözünü dinlemeyene kızmış, bunun kendisine bir isyan olduğunu belirtmiş ve kendisine isyan edenin bir şekilde zarar göreceğini dile getirmiştir. Netice itibariyle Hz. Peygamberin taşımış olduğu ilahi misyonu gereği verdiği bir hükümde adaletli davranmaması, kayırması, gereksiz hüküm vermesi söz konusu değildir. Duygularının tesirine kapılarak itiraz etmemek Hz. Peygamber’in verdiği hükmü kabul etmek gerektiğini görmekteyiz.

Hz. Peygamber’e bu konuda yapılan itirazın bir nev’i de Kur’an’ın okunuşu konusunda yapılmıştır. Ashab’tan Übey b. Ka’b (ra), ashabtan başka biriyle bir ayetin okunuşu hakkında ihtilaf etmiş ve durumu Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’a götürmüşlerdir. Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), ihtilaf ettikleri ayet-i okutmuş ve ikisinin de güzel, doğru okuduklarını buyurmuştur. Bunun üzerine Übey (ra) “İkimizinki birden güzel ve doğru olmaz” deyince Hz. Peygamber, Übey (ra)’i göğsünden itmiş ve “Kur ’an bana nazil oldu'" diyerek Kur’an söz konusu olduğunda da yapılan itirazı sünnetle bağdaştırmış ve tepkiyle karşılamıştır.

Netice de Kur’an-ı Kerim Hz. Peygamber’e nazil olduğuna göre onu en iyi bilecek olan da elbette Hz. Peygamber’dir. Kur’an’ın emir ve yasaklarını insanlara tebliğ eden Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), kendi yaşantısıyla da bunu ortaya koymuştur. Sahabe’nin buradaki itirazı elbette ki Hz. Peygamber’in bilmediğinden veya yanlış hüküm verdiğinden dolayı olmamıştır. Belki o anki kendisinin daha doğru okuduğu duygu ve düşüncesinin ağır basması neticesinde gayr-i ihtiyari bir çıkışta bulunmuş olabilir. Fakat söz konusu Kur’an-ı Kerim olduğu için Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), herhangi bir olumsuz tavra karşı tepkisini ortaya koymuştur.

5.2.    Dolaylı Yoldan (Aracı Gönderme) İtiraz

Hz. Peygamber’in verdiği hükme razı olmamak ve muhalefet etmek çok büyük bir tehlikedir.[160] Bu konuda dikkat edilmesi gereken en önemli husus da Hz. Peygamber’in hüküm verirken kendi nefsi için değil de risaletinin gereği olarak adil karar vermesi ve ilahi kontrol altında tutulması durumudur. Bir varlığın sevilmesi, ona karşı hissiyatların müspet yönde ilerlemesini, menfi yönlerde ise kör ve sağır durumuna düşmesini iktiza eder.[161] Fakat Hz. Peygamber’in sevgisi bu manadaki bir sevgi olmamıştır. Adaleti tatbik etme hususunda Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nde bu sevgi görülmemektedir.

Rivayetlere göre Mahzûm kabilesinden olan bir kadın hırsızlık yapmıştır. Hırsızlık yapan kadının halası olduğunu söyleyen Ömer b. Ebî Seleme (ra), Hz. Peygamber’den cezasının düşürülmesini istemiştir. Kadının akrabaları da cezasının düşürülmesi için Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün yakın çevresinden olan Üsame (ra)’yi aracı olarak göndermişlerdir. Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem) “Allah Teala’nın emrettiği cezalar hususunda şefaat mi istiyorsun?” diyerek Üsame (ra)’yi azarlamıştır. Bu duruma öfkelenen Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bir hutbe îrad ederek, önceki kavimlerin aralarında güçlü kimseler hırsızlık yaptıklarında ceza vermeyip, zayıflar çaldığında ise cezalandırdıkları için helak olduklarını vurguladıktan sonra "Kızım Fatıma (ra) dahi bu işi yapsaydı mutlaka elini keserdim”” buyurmuştur.[162]

Hz. Peygamber’in burada özellikle Kızı Fatıma (ra)’yı örnek vermesi, hırsızlık yapan kadının adının da Fatıma olmasından dolayıdır. Böylelikle Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), hiç tanımadığı Fatıma ile kızı Fatıma’yı ilahi hüküm karşısında eşit tuttuğunu göstermektedir.[163]

Hz. Peygamber’in burada kızı Hz. Fatıma’yı örnek vermesinin bir başka izahı olarak ta olayın meydana geldiği zamanda Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ın hayatta kalan tek kızının Hz. Fatıma olması olabilir. Önemli olan burada Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün karşısında kim olursa olsun adaleti ikame ettirme isteği ve gayretidir.

İslam kayıtsız bir eşitlik hakkı ortaya koymuştur. Bu eşitlik, bütün insanları içerisine almaktadır. İnsanlar arasında kardeşlik ve sevgiyi tesis etmeyi gaye edinen Allah Resulü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), insanların sahip oldukları konumları bakımlarından hiçbir farkınolmadığını ve aradaki farkları ortadan kaldırmak için “insanların tarağın dişleri gibi eşit olduğunu” belirtmiştir. Kısaca İslam, şekle ve görünüşe önem vermeyerek, dünyadaki muamelelerde herhangi bir ayrıcalığa sahip olmaksızın, insanlar arasındaki üstünlüğün ancak takvaya bağlı olduğunu vurgulamıştır.[164]

Buna benzer bir vakıa da hicretten sonra vuku bulmuştur. Bu vakıa da hicretten sonra Medine’deki Müslümanların içinde de arkası kuvvetli olanların ceza almaması gerektiğine dair düşünce içerisinde olanları göstermesi bakımından dikkate değer bir hadisedir. Hadise kaynaklarda şu şekilde aktarılmaktadır: Enes b. Nadr (ra)’ın kızkardeşi olan er-Rubeyyi, Ensar’dan olan bir cariyenin dişini kırarak yaralamıştır. Suçun cezasız kalmamasını isteyen bir gurup durumu Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ne arz ederek kısas istemişlerdir. Hz. Peygamber de kısas yapılmasını emretmiştir. Bunun üzerine Enes (ra)’in amcası ve bir kısım kimseler itiraz ederek hükmün durdurulmasını isterler. Hz. Peygamber de “Kısas Allah Teala’nın farz olan bir hükmüdür” diyerek aracıları reddetmiştir.[165]

Kaynaklar her ne kadar yaralının velisinin rızası üzerine suçlu olan kadına kısas uygulanmadığını bildirse de Hz. Peygamber’in hükmü uygulamadaki azmi ortaya çıkmaktadır. Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün Allah’ın hükümlerini her türlü şartlarda tatbik etmesindeki ısrarı O (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nun insanlar arasında fark gözetmeksizin herkesi eşit sayan adalet düşüncesinin bir ürünüdür. Hz. Peygamber bu hakikati bütün insanlığa seslendiği Veda hutbesinde de şu şekilde dile getirmiştir: “...Ey insanlar! Rabbiniz bir, ceddiniz birdir. Hepiniz Âdem’den türemiş bulunuyorsunuz. Âdem ise topraktan (yaratılmış) dır. Allah indinde en mükerrem ve makbul olanınız, O ’ndan korkup çekineninizdir. Bir Arabın Arap olmayan üzerinde bir üstünlüğü yoktur; (varsa) bu, takva yönündendir..”16

Hz. Peygamber’in suçu olan kimseyi cezalandırıp adaleti ikame etmesindeki azmi Yahudiler arasında vuku bulan davalardaki verdiği hükümlerden de anlaşılmaktadır. Nitekim hicret sonrasında Benî Nadir ile Benî Kureyza arasındaki katl olayında da Hz. Peygamber katilin Benî Nadir kabilesindeki şerefine itibar etmeyip adaletin gereği olarak katilin kısasa binaen öldürülmesine hükmetmiştir.[166] [167]

Hz. Peygamber’in bu tutumu meydana gelen hadiseler karşısında adaletin gerektirdiği şekilde hüküm vererek, bulunduğu devirdeki yaklaşık bütün topluluklarda egemen olan asabiyetin neden olduğu zulmü ortadan kaldırmış ve toplum üzerinde önemli tesirler icra etmiştir. İnsanların ırk, neseb, kabilecilik gibi duygularla birbirinden üstün oldukları vehmiyle sık sık kavgaya tutuştukları dönemde “insanları tarağın dişleri gibi eşit sayan”[168] adalet düşüncesini tatbik etmek ilk defa Hz. Peygamber’e nasip olmuştur.[169]

6.    HZ. PEYGAMBER’İN AKRABALARINA MÜSAMAHA GÖSTERDİĞİ GEREKÇESİYLE İTİRAZ

Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Bedir savaşında müşriklerin bozulup kaçmaya başladığı bir hengâmede ashabına Haşimoğulları ve diğer kabilelerden bazılarının Bedir harbine müşrikler tarafından zorla çıkarıldıklarını bildirerek öldürülmemelerini istemiştir. Bir rivayette de özellikle amcası Abbas, Talib( Ebu Talib’in oğlu), Nevfel ve Ebû Süfyan’ın zorla savaşa çıkarıldığını belirterek, bunların öldürülmemelerini bildirmiştir.[170] Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in bu sözünden sonra İslam ordusu içerisinde yer alan Ebû Huzeyfe b. Utbe (ra), bunu duyunca “Babalarımızı, oğullarımızı, kardeşlerimizi öldüreceğiz de Abbas’ı mı bırakacağız. Allah’a yemin ederim ki ona rastlarsam kılıcımı etine daldıracağım” demiştir. Bu sözler kendine ulaşınca Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Hz. Ömer’e dönerek “Ey Hafs’ın babası! Resûlullah’ın amcasının yüzüne vurulur mu?” diyerek üzüntüsünü dile getirmiştir. Hz. Ömer, Ebu Huzeyfe (ra)’nin münafıklık yaptığını ileri sürerek öldürmek için Hz. Peygamber’den izin istemiştir. Ebû Huzeyfe, daha sonraları sarf ettiği bu sözlerden dolayı pişman olduğu ve bunu ancak şehid olmasının kurtarabileceğini düşündüğü rivayet edilmektedir. Ebu Huzeyfe, Yemame’de şehit düşmüştür.[171]

Diğer bir rivayette Ebu Huzeyfe’nin söylediği söz Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ne ulaştığında Hz. Peygamber, ona bu sözü söyleyip söylemediğini sormuş, Ebu Huzeyfe’de babasının amcasının ve kardeşinin öldürüldüğünü görünce dayanamayıp bu sözü sarf ettiğini belirtmiştir. Bunun üzerine Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem), “Senin baban, amcan ve kardeşin bizimle savaşmakta gönüllüydüler. Fakat Haşimoğulları savaşa zorla çıkarıldılar ” buyurmuştur.[172] Nitekim Kureyş ordusu Mekke’den gelirken Haşimoğulları savaşa katılmayıp Mekke’de kalmış, ordu Mekke’den bir konak mesafede istirahatta iken Ebu Cehil’in dikkatini çekmiş ve Ebu Cehil, Benî Haşim’in Mekke’de kalması durumunda Müslümanların zaferinin onlarında zaferi olacağı, eğer kendileri kazanırsa o zaman da Haşimoğullarının Mekke’deki kendi çoluk çocuklarından intikam alacaklarını söyleyerek kavmini uyarmış ve geri dönerek Abbas, Nevfel, Talib ve Akil’i zorla getirmişlerdir.[173] Hatta müşrikler Haşimoğullarından geri kalan kimselerin Hz. Peygamber’in tarafına geçmesi korkusuyla onları bir çadırda toplayıp başlarına nöbetçi dikmişlerdir.[174]

Hz. Peygamber, sadece Haşimoğullarını değil, Mekke döneminde O’nu destekleyenleri, Mekke’deyken üç yıllık boykotu kırmaya çalışanları ve Müslümanlara yardımcı olan minnet duyduğu kimselerin de öldürülmelerini istememiştir. Amcası Hz. Abbas ise yeğenine her zaman desteğini sürdürmüştür. Hatta Hz. Abbas’ın Bedir savaşından veya hicretten önce Müslüman olduğu, fakat kavminden korktuğu için Müslümanlığını gizlediği bildirilmektedir.[175] Nitekim bunlardan birisi olan Ebü’l-Bahterî de Hz. Peygamber ve ashabının Mekke’deyken Müşriklerin üç yıllık boykotunu kıran müşrik kişidir.[176] Müslümanlara yardımından dolayı Hz. Peygamber, onun da öldürülmesini istememiştir. Savaş esnasında ashabtan Mücezzir b. Ziyad (ra), Ebü’l-Bahterî ile karşılaşmış ve ona Hz. Peygamber’in emrini bildirerek teslim olmasını istemiştir. Ebü’l-Bahterî, bir arkadaşına daha eman verilmesi halinde teslim olacağını söylemiş, fakat Mücezzir (ra), bu isteğini Hz. Peygamber’in sadece kendisine eman verdiğini belirterek kabul etmemiştir. Bunun üzerine Ebü’l-Bahterî, yaşama isteği uğruna arkadaşını ölüme terk ettiği için Kureyş kadınlarının kendisini ayıplamalarından endişe ederek savaşmaya devam etmiş ve öldürülmüştür.[177]

Hz. Peygamber’e karşı Ebu Huzeyfe (ra)’nin bu şekilde konuşması saygı sınırlarını aşan bir davranıştır. Kaldı ki Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), hak olan bir şeyi söyler. Rivayetlerde gördüğümüz kadarıyla da zaten Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün dokunmayın dediği kimseler Müşriklerin zorla savaşa getirdiği kimselerdir. Fakat Ebu Huzeyfe (ra)’nin daha sonra söylediği bu sözden endişe duyması ve yaptığı bu hatanın ancak şehitlikle affedilebileceğini söylemesi pişman olduğunu göstermektedir. Bu sözün kendisinden sadır olmasının sebebi kendisinin de ifade ettiği gibi savaş ortamında akrabalarının ölümünden dolayı üzüntü duyup o anki halet-i rûhiyesinden kaynaklandığını göstermektedir. Ayrıca tevbesini şehitlik üzerine yapması ve Yemame’de şehid olması Ebu Huzeyfe (ra)’nin pişmanlığındaki samimiyetini göstermektedir.

Bu konuyla alakalı olarak daha önce bahsetmiş olduğumuz Hz. Zübeyr ile Ensari’nin tarla sulama meselesinde Hz. Peygamber’in Zübeyr (ra)’e öncelik vermesini, O’nun halasının oğlu olmasından dolayı kayırdığını zannederek Hz. Peygamber’e itiraz eden Humeyd el-Ensari’yi de zikredebiliriz.[178]

Hz. Peygamber’e bu konuda bir başka eleştiri de Ensar’dan gelmiştir. Mekke’nin fethedildiği günlerde Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Safa tepesine çıkıp Allah’a dua ederken Ensar’ın da kendi aralarında “Allah, Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ’a yurdunun fethini nasip etti. Artık burada oturur mu? Ne dersiniz?” şeklinde konuştukları bildirilmektedir. Hz. Peygamber, onlardaki bu durumu sezerek ne konuştuklarını sormuş, onların geçiştirmek istemesine rağmen ısrar edince konuştuklarını haber vermişlerdir. Hz. Peygamber, onlara bundan Allah’a sığındığını, hayatının da ölümünün de onlarla olduğunu belirterek onları uyarmıştır.[179] Bir başka rivayette ise Ensar’ın Mekke fethedildiğinde beklenilenin aksine Hz. Peygamber’in Kureyş’ten intikam almayıp onları affetmesi, Hz. Peygamber’in yurdu olan Mekke’ye yerleşeceği endişesini doğurmuş ve aralarında “Adamı şehrine karşı bir merhamet kapladı” şeklinde konuştukları ve bu konuşmaları vahiyle haber alan Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün, onlara haber aldığı şeyleri söyleyip söylemediklerini sorduğu, Ensar’ın evet demesi üzerine onlara hitaben “Hayır ben Allah’ın kulu ve Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’yüm. Ben Allah’a ve size hicret ettim. Hayatım da sizinle, ölümüm de sizinle olacaktır” buyurduğu bildirilmektedir.[180]

Burada Ensar’ın Hz. Peygamber’e karşı söyledikleri sözler her ne kadar O’nu çok sevip kıskanmalarından dolayı[181] söylenmiş olsa da bizim çizmiş olduğumuz saygı sınırlarını aşan söylemlere girmektedir. Hz. Peygamber’in duyduğunda hoşuna gitmemesi, Hz. Peygamber’den “adam” diye bahsedilmesi Hz. Peygamber’in makamı gereği uygun düşmemektedir. Fakat şunu da belirtmek gerekir ki Hz. Peygamber’in uyarısından sonra hatalarını anlayarak ağlamaları neticesinde Hz. Peygamber, onların samimiyetine inanarak affettiğini belirtmiştir.[182] Hz. Peygamber’in yanında uzun süre kalıp O (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nun tasarruflarını kavrayan ve hayatlarını sünnetle yoğurmuş olan şahıslar Hz. Peygamber’e karşı yapmış oldukları saygı sınırını zorlayan davranışlarında ısrar etmemiş ve geri adım atmıştır.

Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Mekke’yi özellikle içerisinde Kabe’nin bulunması sebebiyle sevmiş,[183] [184] daha sonra hicret etmiş olduğu yer olan Medine’yi de kendilerine sevdirmesini Allah’tan istemiş ve şöyle buyurmuştur: “Allahım, Mekke’yi nasıl sevdiysek Medine’yi de bize öyle, hatta daha çok sevdir." "' Nitekim Hz. Peygamber, Medine’yi ve halkını da derin bir sevgi içerisinde sevmiştir. Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün Ensar’a “Ölümüm de sizinle olacaktır’” dediği gibi Hz. Peygamber, Medine’de vefat etmiş ve Kabri de Medine’de bulunmaktadır.

Aynı olayın ele aldığımız iki farklı rivayetinden birincisinde Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün Ensar’ın konuşmalarını sezdiği, ikincisinde ise Vahiyle haber aldığı bildirilmektedir. İkinci rivayet daha sahih olmasına rağmen birinci rivayet gerçeği daha çok yansıtmaktadır. Çalışmamız boyunca bundan başka bir kısım rivayetlerde de Hz. Peygamber’in kendi tecrübesiyle veya beşer vasıtasıyla ihbarın yanında aynı olayların ilahi ihbar şeklinde de rivayet edildiğine rastladık. Bu durum günümüz hadiscilerinden Hatipoğlu’nun dediği gibi Hz. Peygamber’in, her söz ve fiilini vahiy olarak algılama, tecrübe ve tefekkürüne dayanarak bildirdiği bazı kanaatlerine gaybi bir haber niteliği atfetme, beşeri vasıtaları görmezlikten gelerek bildirdiği her haberin arkasında ilahi bir ihbar olduğunu varsayma, bunları bir peygamberlik alameti ve mucize olarak görme şeklinde gelişen Hz. Peygamber’i yanlış yorumlama eğiliminin bir sonucu olsa gerektir.[185]

7.    GERÇEKLERİ SAPTIRMAK

Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), zaman zaman kendisine gelen veya kendisinden aktarılan yanlış haberler sebebiyle sıkıntılı anlar yaşamıştır. Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), böyle durumlarda ani hareket etmeyerek gerekli tahkikatı yaptırıp gerçeğin gün yüzüne çıkmasını beklemiş, daha sonra müdahalede bulunmuştur.

Hz. Peygamber’in Beni Müstalik Oğulları’na zekat memuru olarak göndermiş olduğu Velid b. Utbe (ra)’yi gittiği yerde kalabalık bir topluluk karşılamıştır. Velid (ra) ile bu kabile arasında cahiliyeden kalma bir düşmanlık söz konusu olduğundan Hz. Velid, kendisine doğru gelen atlıların kendisini öldüreceklerini zannederek korkup Medine’ye kaçmıştır. Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ın huzuruna geldiğinde gerçeği saptırarak durumu “Onlar dinlerinden dönmüşler. Zekâtı vermiyorlar. Neredeyse beni de öldüreceklerdi” şeklinde aktarmıştır.[186]

Hz. Peygamber, bu haber üzerine öfkelenmiş ve Mustalikoğullarına karşı savaş açmayı düşünmüş; fakat daha öncesinde Halid b. Velid (ra)’i göndererek durumu teftiş ettirmiştir. Hz. Halid durumu gözlemlemiş, onların ezan okuduklarına hatta gece namazı dahi kıldıklarına şahit olmuştur. Halid b. Velid (ra) durumu gelerek Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’a anlatmıştır.[187] Bir başka rivayete göre ise Hz. Peygamber, tahkikat için adam çıkardığında, kendilerine zekâtlarını tahsil etmek üzere kimsenin gelmemesi sebebiyle Mustalikoğulları’nın lideri Haris b. Dırar da halktan topladığı zekâtları alarak ashabıyla Hz. Peygamber’e gelirken yolda bu heyetle karşılaşmıştır. Heyettekiler Haris’e zekâtları neden vermediklerini sormuş, Haris’in de elçiyi görmediğini kendisine gelmediğini söylemesi üzerine dönüp Hz. Peygamber’in huzuruna gelmişlerdir. Hz. Peygamber’in elçiyi neden öldürmek istediklerini sorduğunda Haris gerçeği anlatmıştır. Bunun üzerine nazil olan ayetlerle birlikte[188] olayın iç yüzü anlaşılmıştır.[189]

Velid (ra), gerçeği çarpıtarak haber vermiştir. Bu sebep üzerine inen ayet-i kerime, sürekli uygulanacak bir esası bildirmektedir.[190] Aynı zamanda Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün yaptığı davranışı da tasvip etmektedir. Ayet-i Kerime “Ey iman edenler, herhangi bir fâsık size bir haber getirecek olursa, onu iyice tahkik edin, doğruluğunu araştırın. Yoksa gerçeği bilmeyerek, birtakım kimselere karşı fenalık edip sonra yaptığınıza pişman olursunuz'” demektedir.[191]

Velid b. Ukbe (ra)’nin her ne sebeple olursa olsun Hz. Peygamber’e gelip gerçeği çarptırarak söylemesi Hz. Peygamber’in yanlış yönlendirilmesine sebep olabileceği için uygun olmayan bir tutumdur.

Görüldüğü üzere ayet gerçek olmayan bir haberi getiren kimseyi Fasık olarak nitelendirmektedir. Gerçeği çarpıtmak fıska girer. Bundan dolayı fasıkın verdiği haberin tahkik edilmesi gerekir.[192]

“Hz. Peygamber’in ashabı genel olarak doğru, dürüst, takva sahibi insanlar olarak kabul edilmişlerdir. Buna göre âyette geçen fâsık kelimesi, Velîd’in değil, ona yalan haberi taşıyan meçhul kişinin niteliğidir.[193] Âyetten çıkan genel hüküm, durumu bilinmeyen veya yalancı, günahtan çekinmez olarak tanınan kimselerin verdikleri haberlere ve bilgilere güvenilmemesi, bunlara göre hüküm verilmemesi ve harekete geçilmemesidir.”[194]

Konuyla ilgili olarak Hz. Peygamber’in gönderdiği emrin gerçekliğinden saptırılarak aktarıldığına da rastlamaktayız. Önemli bir itaatsizlik olan bu tutum Mekke’nin fethinde vuku bulmuştur. Mekke’nin fethedildiği gün Müslümanlar şehre akın ederken Ebu Süfyan b. Harb, Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ne gelerek Hz. Halid’in Kureyş ile savaştığını haber vermiştir. Halbuki Hz. Peygamber, savaş öncesinde şehri savaşsız teslim alacaklarını ashabına duyurmuştur. Bu durumu haber alan Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Ensar’dan olan bir kişiyi Hz. Halid’e göndererek ondan savaş yapmamasını istediğini bildirmesini ister. Fakat Hz. Peygamberden emir alan bu kişi gerçeği bildirmemiştir. Savaş sonunda Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Halid b. Velid (ra)’e hitaben “Ey Halid! Ben sana kimseyi öldürmeyeceksin diye haber göndermedim mi?” buyurduğunda Hz. Halid cevap olarak “Hayır. Sen bana gücümün yettiği kadar kişiyi öldüreyim diye haber gönderdin” demiştir. Hz. Peygamber, görev verdiği kimseyi çağırarak emrini neden yerine getirmediğini sorduğunda o kişi yaptığı hatadan daha büyük mazeret ileri sürerek ilginç bir cevap vermiştir: “Öyle emrettin. Senin emrini yerine getirmek istedim. Fakat Allah da başka türlü olmasını diledi ve Allah’ın dediği oldu” demiştir.[195] Bir başka varyantında ise şu şekilde söylediği bildirilmektedir: “Sen bir işin olmasını diledin. Allah’ta başka bir işin olmasını diledi. Allahın olmasını dilediği iş seninkinden daha baskın çıktı. Olanı önlemeye güç yetiremedim[196] Savaşta Hz. Halid’in kırk müşriği öldürdüğü bildirilmektedir. Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), “Allah’ın takdir ettiğinde hayır vardır[197] buyurarak Ensar’lı kişiye herhangi bir muamelede bulunmamıştır.[198]

Hz. Peygamber’in, görevlendirdiği bir elçinin görevini yapmayarak ihanet etmesi neticesinde herhangi bir muamele bulunmaması o anki içinde bulunulan siyasi ortamdan kaynaklanabilir.

Konumuzla alakalı ilginç bir hadise de daha Hz. Peygamber hayattayken O’nun adına sahte tasarruflarda bulunulduğunu göstermesi açısından dikkate değerdir. Rivayet şu şekilde aktarılmaktadır: Hz. Peygamber’in elbisesine benzeyen bir elbise giyinen bir şahıs, Medîne’ye iki mil uzaklıkta bulunan Benî Leys kabilesine gelerek, kendisini Hz. Peygamber’in gönderdiğini ve kendisine dilediği kadınla evlenme hakkı tanıdığını söyleyerek önceden dünür olduğu halde kendisine verilmeyen hanımın evine yerleşme imkânına kavuşmuştur. Durumu garipseyen kabile halkı Hz. Peygamber’e haberci göndererek sordurmuşlardır. Hz. Peygamber, olaydan haberdar olur olmaz derhal Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’i görevlendirerek, o şahsı diri olarak yakaladıklarında öldürmelerini, ölü olarak bulduklarında ise ateşte yakmalarını emretmiş ve ayrıca “Benim adıma bile bile yalan haber uyduran kişi cehennemdeki yerine hazırlansın'” buyurmuşlardır. Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer kabileye geldiklerinde adamın yılan sokması sonucu öldüğünü öğrenmişlerdir.[199]

Ahmed Emin’in bu rivayet hakkında Hz. Peygamber’in bu hadisi söylemesine sebep olan bir olayın olması gerektiği, zann-ı galip bu hadisin bir vakıa’ya mebni olarak söylendiğini göstermektedir şeklindeki görüşünü eleştiren ve ileri sürdüğü bu iddianın gerçekle ilgisinin olmadığını belirten Sibâi, öncelikli olarak bu bu rivayetin mutemed eserlerin hiçbirinde sebeb-i vurûduyla alâkalı bir açıklama bulunmadığını bildirmektedir. Bununla birlikte Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) zamanında birtek sahabinin bile Hz. Peygamber adına yalan uydurduğunun tespit edilememiş, dolayısıyla bu rivayetin herhangi bir olay sonucu söylenmiş olabileceğini düşünenlerin görüşleri zandan öteye geçmemektedir.[200]

Bu rivayeti sağlam kabul eden yakın zaman hadiscilerinden Sıddîki de bu rivayeti temel alarak Hz. Peygamber’in düşmanlarının, O (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nu yanlış tanıtarak halıkı aleyhinde kışkırtmak için hadis uydurduklarını ve hadis uydurmacılığının Hz. Peygamber döneminde başladığını söylemektedir.[201]

Rivayetin sahih kabul edilmesi halinde hukuki açıdan sıkıntı çıkmaktadır. Zira rivayet Hz. Peygamberin, suçlanan şahsı dinlemeden ve itham edenlerle yüzleştirmeden şahsın infazına hükmettiğini bildirmektedir. Hâlbuki şahsın suçsuz olma durumu da mevcuttur. O takdirde infaz gerçekleştikten sonra şahsın suçsuz olduğu ortaya çıkarsa nasıl hareket edilecektir?[202] Rivayetin sebeb-i vûrudunda belirtildiği üzere sevdiği kıza sahip olmak için yalan söyleyen bir müslümanın katli yerine had cezası takdir edilmesi daha uygun olacaktır. Keza bu suç katli gerektirecek bir suç olarak görülmemektedir. Rivayetin sebeb-i vûruduyla ilgili sağlam bir delil olmadığından dolayı Hz. Peygamber’in “Benim adıma bile bile yalan haber uyduran kişi cehennemdeki yerine hazırlansın' ifadesini, sözlerinin olduğu gibi aktarılması noktasında sözlerine bir şeyler katılması veya sözlerinin eksiltilmesinden sakındırmak için söylediğini düşünmek en makul olan düşünce olacaktır.[203]

Rivayetin sebeb-i vûrudunun muteber hadis kitaplarında yer almaması, rivayet senedinde sıkıntılı ravilerinin bulunması ve muteber esesrlerde Hz.

Peygamber’in sadece “Benim adıma bile bile yalan haber uyduran kişi cehennemdeki yerine hazırlansın'” sözünün aktarılması, sahabenin de Hz. Peygamber’in bu sözünü işitmeleri üzerine hadis aktarırken çok dikkatli davranması,[204] [205] yukarıda sözlerini aktardığımız günümüz hadiscilerinden Yıldırımın dediği gibi Hz. Peygamber’in muteber kaynaklarda yer alan ifadesinin, kendi sözlerine bir şeyler karıştırılmasından sakındırmak amacıyla söylediğini düşünmek en isabetli düşünce olsa gerektir.

8.    HZ. PEYGAMBER İLE CEDELLEŞME / HZ. PEYGAMBER’İN HUZURUNDA TARTIŞMA

Bu başlık altında incelemeye çalıştığımız rivayetler Hz. Peygamber’e kasıtlı bir muhalefet olmaksızın, Hz. Peygamber’in emrini anında kabul etmeyip O’na belli gerekçeler sunmak yoluyla yapılan itirazi eylemlerdir. Bir manada cedel olarak adlandırdığımız bu tutum Hz. Peygamber’in emrine rağmen bazen birkaç defa arka arkaya aynı gerekçeyi sunmak şeklinde bir itiraz keyfiyetine dönüşmüştür.

Bir gece Hz. Peygamber, kızı Fatıma (ra)’nın evine giderek, yatmakta olan kızı ve damadına “Namaz kılmaz mısınız”” diye sorduğunda Hz. Ali “Ya Resûlullah, nefislerimiz Allah Teala’nın elindedir, bizi kaldırmak istediğinde kaldırır”” demiştir. Bu söz üzerine Hz. Peygamber, dönüp gitmiş ve giderken de dizine vurarak “ ...İnsan cedele her şeyden daha düşkündür””70 ayetini okumuştur.[206] Hz. Ali’nin bu sözü itiraz gibi gözükmekle beraber Hz. Peygamber kendisine inatla itiraz eden kimseye gösterdiği tepkiyi göstermediğinden kötü niyetle verilmiş bir cevap değildir.[207] Bununla beraber el-Muhalleb, Hz. Ali’nin Nebi (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nin çağrısına bu şekilde karşılık vermeye hakkının olmadığını ve çağrıya uyması gerektiğini bildirir.[208]

Bir başka defasında ise Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), ölüm döşeğinde iken Hz. Aişe’den yerine babasının namaz kıldırmasını söylemesini istemiştir. Hz. Aişe de babasının namaz kıldırırken ağlamaktan sesini duyuramayacağı gerekçesiyle Nebi (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’den namazı kıldırması için Ömer (ra)’e emretmesini istemiştir. Hz. Aişe aynı zamanda Hz. Hafsa (ra)’dan bu sözlerinin aynısını Nebi (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ye söylemesini de istemiştir. Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) emrini tekrar etmesine rağmen Hz. Aişe de aynı cevabı vermiştir. Nebi (salla’llâhü aleyhi ve sellem) üç veya dördüncü defa emrini bildirmesine rağmen aynı tutum devam edince[209] Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), “Şüphesiz sizler, Yusuf (as)’un savahibisiniz (karşılaştığı kadınlar gibisiniz). Ebû Bekr ’e (ra) emredin namazı o kıldırsın” diyerek onları bir manada azarlamıştır. Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir mihraba geçip namazı kıldırmıştır.[210] Bir başka rivayete göre de Hz. Ömer’in sesini duyunca öfkeli bir şekilde “Hayır, hayır, hayır! Namazı İbn Ebî Kuhâfe kıldırsın” diyerek verdiği emre muhalefet edenleri uyarmıştır.[211] İbnu’t-Tîn, Hz. Peygamber’in emirlerinin vücubiyet ifade ettiğini, dolayısıyla emrettiği konuda O (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’na tekrar müracaatın mekruh olduğunu bildirir.[212] Bu olayda hanımlarının Nebi (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nin emrine uymamak gibi bir düşüncelerin olmamasına rağmen, yapılan hareket emre uymama olmuştur.[213]

Bu vakıa Resûlullah’ın bir işi ne derece ciddi tutup işinde ne derece kararlı olduğunu göstermektedir. Hâlbuki Hz. Peygamber o anda yerinden kalkamayacak kadar hasta, Hz. Ömer ise namaz kıldıramayacak bir insan değildir.[214]

Bu konu başlığı altında Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in öfkelenip sert tepki verdiği bir başka cedelleşmeyi de görmekteyiz. Zira Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in en hassas olduğu konulardan birisi de cahiliyyeden kalma bir kan davası veya bir husumetten dolayı adam öldürülmesi durumudur. Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in göndermiş olduğu bir seriyyedeki Müslüman tarafından sıkıştırılıp görünüşte kâfir sayılan birinin “Ben Müslümanım”” dediği halde öldürülmesi Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’i bir hayli öfkelendirmiştir. Bu yüzden Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem), öldüren şahıs hakkında ağır sözler sarf etmiştir. Öldürülen şahsın kılıç korkusuyla Müslüman olduğu şeklindeki mazeret Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in kızıp yüzünü çevirmesine sebep olmuş, buna rağmen üç defa aynı mazeretin öne sürülmesi Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’i iyice öfkelendirmiş ve bu mazeretlere itibar etmeyerek üç defa “Allah müminin katilini affetmez’” buyurmuştur.[215]

Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem), sunulan gerekçeden hoşnut olmadığını yüzünü çevirerek belirtmesine rağmen ısrar edilmesi O’nun sert tepki vermesine sebep olmuştur. Israr edilmemiş olsa bu kadar sert tepki belki de olmayacaktır. Bu cedelleşme Hz. Peygamber’e karşı saygı sınırlarını aşmaktadır. Benzer bir vakıa Üsame b. Zeyd (ra)’in başından geçmesine rağmen Üsame (ra), mazeret beyan etmek bir tarafa hatasını anlayıp sesini çıkarmamış Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in “Demek onu kelime-i tevhid getirdikten sonra öldürdün ha ?” şeklindeki sözünden dolayı da çok üzülmüştür.[216] Fakat kişinin üzülme ve af dileme yerine ısrarla mazeretini savunması Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’i öfkelendirmektedir.

Nitekim bir ordunun başında komutan olarak gönderdiği Hz. Ali’nin savaşta bir cariyeyi kendisine alması üzerine rahatsız olanların bu durum hakkındaki şikâyetlerini Hz. Peygamber dinlemek istememiştir. Buna rağmen şikâyetçi olan dört kişi her defasında Peygamber’in yüzünü çevirmesine rağmen teker teker Hz. Ali hakkında şikâyetlerini dile getirmişlerdir. Dördüncü kişinin ardından Hz. Peygamber kızmış ve öfkeli bir şekilde üç kez “Ali’den ne istiyorsunuz? Ali bendendir, ben de ondanım. O benden sonraki her müminin velisidir”” buyurmuştur.[217]

Hz. Peygamber’in kendisine yapılan tutum ve davranışlardan hoşnut olmadığını gösteren fiziki tepkisinden sonra aynı tavır ve davranışa devam etmek

saygı sınırını zorlayan bir davranıştır. Hz. Peygamber, fiziki tepkisinin itibara alınmayışı durumunda burada görüldüğü gibi fiziki tepkiden daha sert sözlü tepkiler vermiştir.

Hz. Peygamber’in huzurunda tartışmak ta hoş olmayan tavır ve davranışlardandır. Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), huzurunda nadirde de olsa yapılan tartışmalardan hoşnut olmamış ve bunları tepkiyle karşılamıştır.

Nitekim ölüm hastalığında Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün yazı yazacak kağıt kalem istediği ve “ Size bir vasiyet yazayım ki bundan sonra hiçbir zaman yolunuzu şaşırmayasınız'’” dediği bildirilmektedir. Hz. Ömer (ra) de, Hz. Peygamber’in hastalığının şiddetli olduğunu ve Allah’ın kitabının kendilerine yeteceğini bildirerek buna engel olmuş ve orada bulunan Sahabe arasında yazı malzemesinin getirilip getirilmemesi konusunda münakaşa çıkmıştır. Bunun üzerine Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) “Yanımdan kaçılın! Benim yanımda tartışmak olmaz" ' buyurarak tepkisini dile getirmiştir.

Bir başka defasında da Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Kadir Gecesini ilan etmek üzere aile fertlerini uyandırmaya kalkmış ve yanında vuku bulan bir kavgaya dikkat kesilmesi üzerine Kadir Gecesinin hangi gece olduğu kendisine unutturulmuştur. Ümmet, Peygamberin yanında vuku bulan bir kavga yüzünden Kadir Gecesinin hangi gece olduğunu kesin olarak bilmekten mahrum kalmıştır. Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bu olay üzerine “Ben size Kadir Gecesi’ni haber vermek için çıkmıştım. Falan ile filan kavga ettikleri için o bilgi benden kaldırıldı. Belki bu şekilde olması hakkınızda daha hayırlıdır. Kadir Gecesi’ni yirmi dokuz, yirmi yedi ve yirmi beşinci gecelerde arayın ” buyurmuştur.[218] [219]

Hadiste gecenin unutturulmasının bir kayıp olduğuna işaret edilmekle birlikte sonucunun ümmet için bir hayır olabileceği de bildirilmektedir. Fakat Hz. Peygamber’in huzurunda tartışmanın, yüksek sesle konuşmanın ve sesi Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün sesinden fazla yükseltmenin farkına varılmadan amelleri boşa giderebileceği de bildirilmektedir.[220]

Kader konusuna dair tartışmaları da Hz. Peygamber tepkiyle karşılamıştır. Nitekim Ebu Hureyre (ra)’nin rivayet ettiğine göre Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Sahabe’nin yanına çıktığı bir gün onların kaderle ilgili tartıştıklarına şahit olmuş ve aşırı derecede öfkeli bir şekilde “Siz bununla mı emrolundunuz ve ben size bunun için mi gönderildim? Dikkat edin sizden öncekiler bu konuda tartıştıkları için helak oldular. Bundan sonra bu konuda tartışmamanızı emrediyorum1 demiştir.[221]

Hz. Peygamber’in yapılan bu tartışmayı keserek müdahalede bulunduğu başka bir olay mescidde yaşanmıştır. Ashab’tan Kab (ra), İbn Ebi Hadred’de olan alacağını mescidde istemiş ve bu yüzden aralarında tartışma çıkmıştır. Tartışma sebebiyle seslerini o kadar yükseltmişler ki Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), onların sesini evinden duymuştur. Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), odasının perdesini aralayıp Kab (ra)’a işaret ederek “Alacağının yarısından vazgeç”” demiş, Kab (ra) da Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ın bu isteğini kabul etmiştir. Bunun üzerine Hz. Peygamber, İbn Ebî Hadred’e hitaben “Kalk sen de borcunu öde”” buyurmuştur.[222] Sahabe elbette ki bu davranışıyla Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ı rahatsız etmek istememiştir. O anki tartışmanın rehavetiyle istenmeden sesler yükselmiş olmalıdır. Fakat her ne sebeple olursa olsun Mescid-i Nebevide Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün evinden duyacağı şekilde yüksek sesle konuşmak hiç şüphesiz saygı sınırlarını zorlayan ve uygun olmayan bir davranıştır. Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), onların bu olumsuz tutum ve davranışlarını yüzlerine vurmayarak kırmamış ve müdahalesiyle iki sahabi arasında çıkan antlaşmazlığı gidermiştir.

Hz. Peygamber’in huzurunda kararını beklemeden ve aynı zamanda O’nu etkilemek için vali tayini konusunda Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer’in tartıştıkları rivayet edilmektedir. Kalabalık bir heyet halinde gelerek Müslüman olan Benî Temim heyetine Hz. Peygamber, komutan/vali atamak istemiştir. Hz. Ömer ve Hz. Ebubekir, kendilerine yakın olan iki kişinin tayininin yapılması için Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün önünde yüksek sesle konuşmaya başlamışlardır. Hz. Ebu Bekir’in Ka’ka b. Mabed’i, Hz. Ömer’in ise bunu kabul etmeyerek Akra b. Hâbis’i kumandan tayin etmesi için Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’a baskı yapmaya çalıştıkları bildirilmektedir. İkisi de birbirini, kendisine muhalefet ettiği gerekçesiyle Hz. Peygamber’in huzurunda münakaşa edip seslerini yükseltmeleri ve tartışmayı ilerletmeleri sebebiyle Kur’an-ı Kerim “Ey iman edenler! Söz ve hareketlerinizde ileri gidip de Allah’ın ve Resûlü’nün önüne geçmeyin. Allaha karşı gelmekten sakının. Allah her şeyi hakkıyla işitir ve bilir. Ey iman edenler! Seslerinizi Peygamberin sesinden fazla yükseltmeyin. Birbirinizle yüksek sesle konuştuğunuz gibi O (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nunla da öylece konuşmayın. Yoksa siz farkında olmadan bütün emekleriniz hiçe iniverin2 ayetleriyle uyarmıştır.[223] [224]

Bu ayet-i kerime nazil olduktan sonra Hz. Ebu Bekir ile Hz. Ömer’in çok üzülüp pişman oldukları ve bundan sonra Hz. Peygamber’in yanında o kadar alçak sesle konuştukları, çoğu zaman Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün “işitemedim, tekrarlar mısın!” dediği rivayetin devamında bildirilmiştir.

Görüldüğü gibi Hz. Peygamber’in yanında yetişip, tasarruflarını kavrayarak O (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nun sünnetiyle hayatını tanzim eden şahıslar yapmış oldukları davranışın hata olduğunu anladıkları veya kendilerine bildirildikleri an hatalarını terk etmiş ve af yoluna başvurmuşlardır.

9.    HZ. PEYGAMBER’E KARŞI MÜNASEBETSİZLİK

İzin almaksızın herhangi bir kimsenin evine girmeyi İslam yasaklamıştır. Hele hele bu yasak Hz. Peygamber için söz konusu olduğunda şüphesiz ki bu daha da büyük önem arz etmektedir. Hz. Peygamber’in evine izinsiz girerek O’nu rahatsız etmek bizzat ayetle yasaklanmıştır. Yemek yemek veya sohbet dinlemek için evine gidildiğinde izinsiz girilemeyeceği, uygunsuz zamanlarda ve izinsiz olarak ziyaret edilmesinin O’nu rahatsız ettiği, fakat bunu utandığından dolayı dile getiremediği de Kur’an’da haber verilmektedir.[225]

Kaynakların belirttiğine göre Uyeyne b. Hısn el-Fezârî adında Ebu Malik künyeli şahıs, Mekke’nin fethinden sonra Müslüman olduğu, imanı kuvvetli olmayıp Hz. Peygamber tarafından kalbi İslam’a ısındırılmaya çalışılan(müellefe-i kulûb) birisidir.[226] Nitekim Huneyn ganimetleri dağıtılırken Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ona yüz deve vermiştir.[227] Hz. Peygamber’in vefatından sonra Hz. Ebubekir’in hilafeti döneminde irtidad edip[228] peygamberliğini ilan etmiş olan Tuleyha’ya iltihak etmiş, Tuleyha savaşta yenilip de kaçtığında Uyeyne esir edilip Hz. Ebubekir’e getirilmiş ve Hz. Ebubekir’in telkiniyle İslam’a dönmüştür.[229]

Uyeyne adlı bu şahıs bir gün izin almadan Hz. Peygamber’in yanına girmiş, Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem) de kendisine “ izin nerede1 diye sorduğunda Uyeyne, saygısızca “Şimdiye kadar yanına girmek için Mudar kabilesindeki kimseden izin istemiş değilim”” demiştir.[230] Rivayetin devamında Hz. Aişe de o anda Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün yanındadır. Bu şahıs Hz. Aişe’yi kastederek “Şu pembe tenli kimdir”” diye sorunca, Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem) de “Müminlerin anasıdır”” demiştir. Adam bu defa da “Sana daha güzeli bulunamadı mı?” diye sorar. Adam çıktıktan sonra orada bulunan Hz. Aişe de “Ya Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bu adam kimdir' diye sorunca da Hz. Peygamber “Peşinden gidilen bir ahmaktır. Bu gördüğün şahıs kabilesinin başkanıdır”” cevabını vermiştir.[231]

Aynı vakıayı anlatan benzer bir rivayette ise Uyeyne’nin izinsiz olarak Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün huzuruna girip, Hz. Aişe ile ilgili sözü söylediğinde Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün “Dışarı çık, girmek için izin iste”” buyurduğu, Uyeyne’nin de izin istememek için yeminli olduğunu söylediği bildirilmektedir.[232]

Şahsın konuşmalarından anlaşıldığına göre her ne kadar Müslüman olmuş ise de cahili adetlerinden kurtulamayıp Bedevîliğin özelliklerinden olan kaba tutum ve davranışı sergilemektedir. Sahabe şuuruna erişememiş bu zat rivayetten anlaşıldığına göre kavminin önde gelenlerinden birisidir ve kavmine karşı takındığı tavrı Hz. Peygamber’e karşı da sergilemektedir. İzin istememe gerekçesinden kavminin insanlarıyla Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nü eş tuttuğunu görmekteyiz. Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün huzurunda Müminlerin annelerindan Hz. Aişe’ye karşı sergilediği tavır ise zaten Bedevî birisi olduğunu açıkça gözler önüne sermektedir.

Uyeyne’nin İslama girmeden önce de Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ne karşı ihanetini kaynaklar belirtmektedir. Uyeyne’nin memleketi çoraklaşınca kavmiyle birlikte Medîne’ye gelmiş ve Hz. Peygamber onu İslam’a davet etmiştir. Ne Müslüman olduğunu, ne de inkâr ettiğini bildirmeyen Uyeyne, Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ne kendisini biraz tanımak istediğini bildirmiş, bunun üzerine Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem) de ona üç ay müddet tanımıştır. Bu üç ay zarfında kavmiyle birlikte beldede iyice beslenmiş, hayvanları da iyice sütlenmiştir. Giderayak iyice semizlenen devesiyle Hz. Peygamber’in merada otlayan sağılır durumdaki develerini yağma etmiştir.[233]

Uyeyne’nin ikiyüzlülüğü Hz. Peygamber’in Taif kuşatmasında da ortaya çıkmıştır. Kuşatmanın devam ettiği bir ara Uyeyne, Hz. Peygamber’in huzuruna çıkarak, Taif’lilerle konuşmayı ve onları İslam’a davet etmeyi arzuladığını bildirerek izin istemiştir. Kendisine izin verilen Uyeyne, Taif’lilerin yanına vardığında tam tersine Hz. Peygamber’in şimdiye kadar kendileri gibi birisiyle karşılaşmadığını, kalelerinin sağlam olduğunu ve direnmeye devam etmeleri gerektiğini bildirmiştir. Geri döndüğünde Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün onlarla ne konuştuğunu sorması üzerine, bozuntuya vermeden Müslüman olmaya davet ettiğini söylemesi üzerine öfkelenen Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), yalan söylediğini bildirerek Taif’lilere söylediği sözleri ifşa edince Uyeyne, af dileyerek Allah’a tevbe ettiğini bildirmiştir. Hz. Ömer’in öldürmek için müsaade istemesine Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), böyle zamanlarda söylediği “insanların Muhammed ashabını öldürtüyor diye konuşmalarını istemem’” gerekçesiyle izin vermemiştir.[234]

Uyeyne, bu olumsuz tutumunu Hz. Peygamber’den sonraki dört halife döneminde de sürdürmüştür. İbn Abbas (ra)’ın rivayet ettiğine göre Uyeyne bir gün Medîne’ye gittiğinde kardeşinin oğlu olan Hürr İbn Kays’ın evine misafir olmuştur. Hürr ise Hz. Ömer’in yakınlarından bir kimsedir. Hz. Ömer, meclisinde genç veya yaşlı bir kısım kurra ve fakihleri bulundurmaktadır. Uyeyne, Kardeşinin oğlu olan Hürr’den Hz. Ömer’in meclisine girmek için izin istettirir ve izin verilince meclise girerek “Yeter artık! Ey Emirü’l-Mü’minin bize bolca vermediğin gibi, aramızda da adaletle hükmetmiyorsun!” demiştir. Bu sözlere öfkelenen Hz. Ömer, onu dövmek için üzerine yürüdüğünde Hürr araya girerek Hz. Ömer’e, Allah’ın Kur’an’da Hz. Peygamber’e “Sen af ve müsamaha yolunu tut, iyiliği emret, cahillere aldırış etme"" emrettiğini söyleyerek Uyeyne’nin cahillerden biri olduğunu ifade etmiştir. Hürr (ra), ayet-i okuyunca Hz. Ömer olduğu yerde kalarak hiçbir şey yapmamıştır.[235] [236] Hâlbuki aynı kişi Hz. Osman’ın hilafeti döneminde de ona giderek “Ey Affan oğlu! Sen bize Hz. Ömer ’in takınmış olduğu tavırla idare et. O, hem bize ihsan ederek zenginleştirdi, hem de bizi korkutarak yola getirdi” demiştir.[237]

Uyeyne b. Hısn hakkında varid olan rivayetlerin tümünü ele aldığımızda bu kişinin sürekli münafıklara has tutum ve davranışlar sergilediği görülmektedir. Uyeyne’nin, İslam’a girişi, Hz. Peygamber dönemindeki saygı sınırlarını aşan tutum ve davranışları, Hz. Peygamber’in vefatından sonra irtidat etmesi, tekrar Müslüman olduğunda ise halifelere karşı tutumu, münafık olabileceği hissini uyandırmakla birlikte en iyi ihtimalle Müslüman olması halinde de bu kişinin İslamda sebat edemediği görülmektedir.

Hz. Peygamber’in bazı kimseler tarafından sergilenen kaba ve lüzumsuz davranışlardan hiçbir zaman hoşlanmamış ve her zaman rahatsızlık duymuştur. İslam ordusu Bedir savaşına giderken yolda karşılaştıkları bir Bedeviden bilgi almak istemişler fakat adamın bilgisinin olmadığını anlamışlardır. Ordudaki bazı kişiler karşılaştıkları adamdan Peygamber’e selam vermesini istemişler, adam selam verip arkasından Hz. Peygamber’e “Eğer sen Peygamber isen devemin karnındakini bana bildir” demiş ve devamında bazı şeyler söylemiştir. Hz. Peygamber, henüz herhangi bir girişimde bulunmadan orada bulunan Seleme b. Selâme (ra), Bedevi’ye “O soruyu Peygamber ’e değil gel bana sor. Ben sana haber vereyim”” diyerek bazı şeyler söylemiştir. Seleme (ra)’nin yaptığı bu davranış Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün hiç hoşuna gitmemiş ve adama karşı çok kaba ve fahiş şeyler söylediğini belirterek Seleme (ra)’den yüzünü çevirmiştir.[238] Hz. Seleme, buna benzer bir tavrını Bedir savaşı sonunda da sergilemiştir. Hz. Peygamber, Bedir savaşından galip olarak ordusuyla Medine’ye döndüğünde, Medine’deki Müslümanlar, Hz. Peygamber’i ve mücahitleri kutlamışlardır. Hz. Seleme, Hz. Peygamber’in huzurunda kutlayanlara dönerek “Bizi ne için kutluyorsunuz? Allah’a yemin olsun ki biz, bağlanmış develer gibi saçları dökülmüş ihtiyarlarla karşılaştık ve onları boğazladık” şeklinde lüzumsuz sözler sarfetmiştir. Hz. Peygamber, onu kırmadan savaştıkları kimselerin Kureyş’in eşraf ve reisleri olduklarını belirtmiştir.[239]

Bu rivayetlerin ilki cahiliye Arabının Peygamber anlayışını ve bir peygamberden beklentisini ortaya koyması açısından oldukça ilginçtir. Hz. Peygamber, karşısında son derece rahat davranan ve gereksiz bir tavır ortaya koyan Seleme (ra)’yi de kırmadan tepkisini ortaya koymuştur.

Buna benzer Hz. Peygamber’in huzurunda rahat ve laubali tavırların sergilendiği bir davranış da Mekke’nin fethinde yaşanmıştır. Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Mekke’nin fethinden sonra Müslüman olmak isteyenlerden bey’atlarını almıştır. Beyat vermeye gelen kadınlardan biri olan Hind b. Utbe’nin, Hz. Peygamber’e sorduğu sorular ve verdiği cevaplarla sergilediği münasebetsiz tutum ilginçtir. Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün “Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmamak üzere bey’at ediniz”” dediğinde Hint “Sen bizi erkeklere yaptırmadığın şeylere bey’at ettiriyorsun. Buna da bey’at ederiz” demiştir. Bununla birlikte Hind’in Hz. Peygamber’e sorduğu ve verdiği cevaplar şunlardır: “Ey Allah’ın elçisi! Şeref sahibi hür kadın zina eder mi. ?” “Biz çocuklarımızı yetiştirdik, sen ise onlar büyüdükten sonra Bedir ’de öldürdün.” Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), en son olarak bildirdiği “Hayırlı ve güzel işler hususunda bana muhalefet etmemek üzere bey’at ediniz”” teklifine de “Zaten biz hayırlı ve güzel işlerde sana muhalefet etmemek üzere toplanmadık mı” diyerek söz yarışına girmiştir.[240] Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), kadınlara bey’at ettirirken onlarla musafahalaşmamıştır.[241] Hz. Peygamber’in kadınlardan aldığı bey’at, özellikle cahiliyye dönemindeki inanç ve içtimaî hayat itibariyle İslâm’ın kabul etmediği hususlara karşı olmuş ve her Müslüman kadının cahiliyye örf, adet ve inançlarından uzak kalması şart koşulmuştur.[242]

Hz. Peygamber’in sergilemiş olduğu engin hoşgörü ve sevgi politikası sayesinde insanlar o kadar rahat davranabilmişlerdir ki bu olay dahi Hz. Peygamber’in insan sevgisine dayalı bir toplum oluşturduğunun en bariz göstergesidir. Yapılan münasebetsiz tutum ve davranış ise henüz İslam’a yeni girme eğiliminde olan bir kişi olması ve Arab’ın yapısında olan sert mizacından dolayı mazur görülebilmektedir.

10.    HZ. PEYGAMBER’İ ÖFKELENDİREN / KIZDIRAN TUTUM VE DAVRANIŞLAR

Hz. Peygamber de her şeyden önce diğer bütün peygamberler gibi bir beşerdir. Bundan dolayı tüm insanlar gibi O (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’da gülme, ağlama, sevme, sevilme, kızıp öfkelenme gibi duygulara sahiptir. Bu noktadan hareketle Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün de yer yer öfkelendiğini ve bu durumun da gayet tabii bir durum olduğunu söylemek gerekir. Nitekim Nebi (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nin “Ben ancak bir beşerim. Normal bir kimsenin kızdığı gibi ben de kızabilirim’”[243] şeklindeki sözleri bu hususa vurgu yapmaktadır.

Fakat Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün öfkesi normal insanların öfkesinden farklılık arz eder. Bu durum O’nun peygamberliğinin bir sonucudur. O’ndan öfkeli anında dahi yanlış bir söz söyleme veya yanlış bir hüküm verme durumu hâsıl olmamıştır. Nitekim Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün bu mevzuda da “Ya Rabbi gerek hoşnutluk gerekse öfke hallerinde daima bana hak söz söylemeyi nasip et””[244] diyerek yapmış olduğu duayı görmekteyiz. Bununla birlikte Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün kendi nefsi ve çıkarları uğruna değil, sadece Allah’ın yasaklarının çiğnenmesi halinde öfkelendiği ve yalnız Allah için öç aldığı bildirilmiştir.[245]

Bütün bunlarla birlikte Sahabe de Hz. Peygamber’i öfkelendirmemeye çalışmıştır. Nitekim Hz. Ömer (ra)’in, kızı Hz. Hafsa’yı Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ı öfkelendirmemesi zira Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ı öfkelendirmenin Allah’ı öfkelendirmek olduğunu belirterek uyarmasını görmekteyiz.[246] [247] Yine aynı şekilde Hz. Abbas’ı rahatsız eden bir olay karşısında Hz. Peygamber’in insanları uyarması üzerine ashabın “Senin öfkenden Allah’a sığınırız, bizim için af dile”241 diyerek Hz. Peygamber’i üzmekten kaçındıkları rivayet edilmektedir. Bu gerçekten hareketle ashabın Hz. Peygamber’i öfkelendiren hareketlerinin, ya kasıtsız, ya cahillikten ya da Bedevîliği henüz üzerinden atamamaktan kaynaklandığı görülmektedir.

Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem), zekât toplamak için gönderdiği bir memurun dönüşte zekât dışındaki bir malı,-mal sahibinin kendisine hediye olarak verdiği gerekçesiyle- zimmetine geçirmesine kızmış ve öfkesini “Bizim vazifelendirdiğimiz memura ne oluyor da, getirdiği zekât için bu size ait, şu da bana hediye diyebiliyor. O ana- babasının evinde otursun da görsün bakalım aynı şekilde hediye alabiliyor mu?” sözleriyle dile getirmiştir.[248]

Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in öfkelenmesine sebep olan hususlardan birisi de bilgi sahibi olunmayan konularda ısrarcı olunmasıdır. Sahabeden biri, Ümmü Yahya adında bir kadınla evlenince, siyahî olan bir cariye gelip her ikisini de emzirdiğini, sütkardeş olduklarını ve bu yüzden evlenemeyeceklerini söylemiştir. Bunun üzerine sahabi, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’e gelerek durumu arz etmiş fakat Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) yüzünü çevirmiştir. Sahabi, kadının yalancı olduğunu söyleyince Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem), “Ne biliyorsun ki kadın söyleyeceğini söylemiş, sen de eşini bırak”[249] diyerek sahabi’nin bilgisinin olamayacağı bu durumda görüş beyan etmesini sert tepkiyle karşılamıştır.

Konumuzla alakalı olarak Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in öfkelenmesine sebep olan başka bir durum ise kapıyı çaldıktan sonra ki konuşma adabıyla ilgilidir. Rivayete göre Cabir b. Abdullah (ra), babasının borcuyla alakalı bir durumu Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ile görüşmek için evine gelip kapısını vurduktan sonra Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in “kim o?” sorusuna karşılık “ben, ben” diye cevap vermesine kızmıştır. Bundan dolayı Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) de Cabir (ra)’e verdiği cevabı aynen tekrar ederek rahatsızlığını dile getirmiştir.[250]

Mâlâyâni konulardaki ısrarda Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in öfkelenmesine sebep olan tutum ve davranışlardan bir diğeridir. Nitekim kaybolmuş olan develere ne yapılması gerektiği hususunda bir adamın Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’e ısrarla sorması üzerine öfkelenerek “Sana ne ondan, hayvanı sahibi buluncaya dek rahat bırak, hayvan kendi kendine su içip otunu yiyebilir5 demiştir.

Bir başka rivayette de elinde yumurta büyüklüğünde bir altın parçası olan bir adamın -kendisi muhtaç olduğu halde- elindekini getirip sadaka olarak vermek istemesi Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’i kızdırmıştır. Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), almamak için adamdan yüzünü çevirmiş olmasına rağmen adam o kadar ısrar etmiştir ki Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem) yüzünü ne tarafa çevirirse adam o tarafa dönüp altını uzatmıştır. Bunun üzerine Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), kızgınlıkla altın parçasını alarak adama doğru fırlatmıştır. Ravi’nin anlattığına göre şayet altın parçası adama isabet etseydi onu acıtacak veya yaralayacaktı. Çünkü Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), kendisi sadakaya muhtaç olduğu halde böyle bir infakta bulunup insanlara el-avuç açmasına razı değildir.[251] [252]

Şahsın burada bir art niyeti olmamasına ve aksine iyilik yapmak istemesine rağmen ısrarcı olmasından dolayı Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nü kızdırmıştır. Aynı zamanda Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), bir malın hepsinin verilmesinin dinen uygun olmadığını belirtmek amacıyla da bu sert harekette bulunmuş olabilir. Hz. Peygamber’in uygulamalarında en fazla malın üçte birine müsaade ettiğini görmekteyiz. Nitekim Tebük seferinden geri kalmaları sebebiyle ikaz edilenlerden Ebu Lübabe, günahını itiraf edenlerden olup bundan dolayı daha sonraki nazil olan ayet’te bu kimselerin tevbelerinin kabul edildiğinin işaret edilmesi üzerine Hz. Peygamber’e gelerek “ Tevbemin içinde evimi bütün mal ve mülkümü Allah Yolunda infak etmek var. Çünkü evimiz ve rahatımız için bir farzı (cihad) yerine getiremedik” diyerek bütün her şeyini vermek istemiş, fakat Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Ebu Lübabe (ra)’nin malının hepsini değil sadece üçte birini alıp dağıtmıştır.[253] Kur’an ve sünnet aşırı derecede şahsi tutkuları önleyici ahlaki öğütler ortaya koymuştur. Bununla ilgili olarak yine Hz. Peygamber, malının tamamını Allah yolunda harcamak üzere ölüm döşeğinde vasiyet etmek isteyen Sa’d b. Malik (ra)’in tutumunu hoş karşılamamıştır. Sa’d

(ra)’ın, çocuklarına bir şey bırakmadığını öğrenen Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), önce malın onda dokuzunu bırakmasını istemiş, Sa’d (ra)’ın ısrarı üzerine onu dahi çok bulduğu halde malının üçte birini vasiyet etmesine izin vermiştir.[254]

Bir başka öfkelendiği husus cemaatle namazın terki noktasındadır. Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), cemaatle namaz kılmaya çok önem vermekte ve bu konuda gevşek davrananlara da kızmaktadır.[255] Bir defasında sabah namazında farza durulduğu bir anda mescidin bir köşesinde iki rekât sünneti kıldıktan sonra cemaata katılan bir kişiye Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ‘sen hangi namaza itibar ettin? Kendi başına kıldığına mı, bizimle kıldığına mı’[256] diyerek nazik bir üslupla kızgınlığını ifade etmiştir.

Hz. Peygamber döneminde mescid, birlik ve beraberliğin meydana gelmesinde ve Müslümanların birbirlerin durumlarından haberdar olma yönüyle önemli rol oynamıştır. Hz. Peygamber, ashabı içerisinde birinin cemaate devam edemediğini gördüğü zaman o kimseyi araştırmış ve ilgilenmiştir. Nitekim Mescid-i Nebevî’yi devamlı olarak süpüren zenci bir kadını Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), bir ara göremeyince merak edip ashabına sormuştur. Sahabe, kadının öldüğünü bildirdiğinde Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), “Bana haber vermeniz gerekmez miydi” buyurarak tepkisini ortaya koymuştur. Sahabe bu durumu pek fazla önemsememiştir. İnsan olarak herkese değer veren Hz. Peygamber, ashabın bu tutumundan hoşlanmamıştır. Hz. Peygamber, Sahabeden kadının mezarını göstermelerini istemiş, gidip kabri üzerinde cenaze namazı kılmış ve kadına dua etmiştir.[257]

Muharref kitapların okunması da Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nü kızdıran durumlardan biridir. Nitekim Hz. Ömer (ra), Medîne’deki Yahudi kabilelerinden Kureyzaoğullarına mensup bir kimseden Tevrat bölümleri almış ve bunu Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ne getirip arz etmiştir. Bunu gören Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), kızmış ve yüzünün rengi değişmiştir. Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün kızdığını anlayan Hz. Ömer (ra) “Allah’ı rab, İslam’ı din ve Muhammed’i Resûl olarak kabul ettik” diyerek Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün gönlünü almaya çalışmıştır. Arkasından Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), “Canım kudret elinde olan Allah’a yemin olsun ki, şayet Musa (as) aranızda olsaydı ve beni bırakıp ona uysaydınız dalalete düşerdiniz. Çünkü siz ümmetler içinde benim nasibimsiniz, ben de peygamberler arasında sizin nasıbınızım'2"' diyerek yapılan hareketin yanlışlığına dikkat çekmiştir.

Kuran-ı Kerim hakkındaki yanlış telakkiler ve ayet-i kerimelerin yanlış yorumlanması da Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in öfkelenmesine sebep olan hususlar içerisindedir. Çünkü Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Kur’anın pratik olarak yaşantısını aktarmıştır. Hz. Aişe de O’nun için “ Ahlakı Kur ’an ahlakıdır " diyerek bu hususa parmak basmaktadır. Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Veda Haccında “Ey insanlar, ilim kaldırılmadan evvel onu almaya çalışın” dediğinde bu sözün manasını tam anlayamayan bir sahabi Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ne hitaben “Ya Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)! Kur ’an aramızda ve biz onu eş, çoluk-çocuklarımıza öğretmişken ilim nasıl kaldırılır” demiştir. Hz. Peygamber bu söze kızarak “ Anan yitirsin seni! Yahudi ve Hıristiyanların kitapları ellerinde olduğu halde tek harfine bile uymadıklarını görmüyor musun? Dikkat edin ilmin kaldırılmasının bir şekli de âlimlerin ölmesidir6 buyurmuştur.

Hz. Peygamber’in kendi şahsına yönelik olarak yapılan yanlış kanaatlere de rastlamaktadır. Hz. Peygamber bu tip kanaatlerden de bir hayli rahatsız olup öfkelenmiştir. Bir Bedevî Hz. Peygamber hakkında “Bu dostunuz her çoban oğlu çobanı yüceltip, her bey oğlu beyi de alçaltmak istiyor' demiştir. Böylesine yanlış bir kanaatten rahatsız olan Hz. Peygamber, adamın yakasına yapışacak kadar kızmıştır.[258] [259] [260] [261] Buradan anlaşılması gereken, bir insanın değerinin çoban veya bey olmasıyla değil, Kelime-i Tevhid’e bağlılığı ve şirkten uzak olmasıyla ölçüleceğidir. Hadisin devamında da Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), şirk ve kibrin tehlikesine dikkat çekip kelime-i tevhidin önemini vurgulamaktadır.

Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün öfkelendiği zamanki tepkilerinde farklılıklar görmekteyiz. Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), bazen karşıdaki kişiye bu tutumunun yersiz olduğunu bildirmek suretiyle tepkisini ortaya koymuş, kimi zaman darılmış, kimi zaman çekip gitmiş, kimi zaman bağırıp çığırmış, kimi zaman da fiilî olarak cezayı müeyyide uygulamıştır. Tüm bu tepkileri öfkesinin şiddetine göre değişiklik göstermiştir.

Hz. Peygamber, birlik ve beraberliğin bozulmaması adına ashabı özellikle de komutanları hakkındaki küçük düşürücü söz, fiil ve şiddete de karşı çıkmıştır. Nitekim Halid b. Velid (ra), bir kişinin öldürdüğü düşman üzerindeki eşyayı almak istemesine (selb) karşı çıktığı için Avf b. Malik (ra) tarafından Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’a şikâyet edilmiştir. Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Halid (ra)’e niçin adamın eşyayı almasına engel olduğunu sorduğunda Hz. Halid, kendisine çok göründüğü için men ettiğini söylemiş ve neticede Hz. Peygamber, Halid (ra)’in aleyhine eşyanın adama verilmesine hükmetmişti. Karardan sonra Hz. Peygamber’in huzurundan ayrılırlarken Avf (ra)’ın, Hz. Halid’e ridasını tutarak “Gördün mü? Ben sana Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ’nden bu şekilde bir karar çıkartabileceğimi söylememiş miydim?'” şeklindeki sözlerini işiten Hz. Peygamber öfkelenmiş ve “Ey Halid sakın verme ona, sakın verme ona! Siz komutanlarımı rahat bırakmayacak mısınız?””[262] diyerek öfkesini dile getirmiş ve daha önceki vermiş olduğu hükmü de iptal etmiştir.

Hz. Peygamber’in bir meselede hükmünü verirken herhangi bir kimseyi kayırması veya bir baskı sonucu tesir altında kalması düşünülemez. Hz. Peygamber, hayatı boyunca kendisine getirilen davalara adaletle hükmetmiştir. Sahabenin Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’a karşı uygun olmayan bu sözü sarf etmesi karşısında Hz. Peygamber’in Sahabî’ye gerekli ihtarda bulunması gayet normal bir durumdur.

Bu konuda dikkat çeken bir başka hadiseyi İbn İshak aktarmaktadır: Hz. Peygamber, çevresinde bir gurup insan otururken onlara hastalıktan bahisle “Şüphesiz mümine hastalık geldiği ve Allah ona şifa verdiği zaman o hastalığı onun için geçmiş günahlarına bir kefaret geleceği için de bir ibret olur. Münafık ise hasta olup ta iyileştiği zaman ailesi tarafından sonradan salıverilen ve niçin bağlanıp niçin salınıverildiği bilinmeyen bir deve gibi olur" şeklinde konuşur. Çevresinde oturanlardan biri “Hastalanmak nedir. Vallahi ben hiç hasta olmadım”” deyince Hz. Peygamber kızarak “Ayrılyanımızdan. Sen bizden değilsin”” buyurur.[263]

Hz. Peygamber’in bu şekildeki tepkisinin nedeni gerçekten iman etmeyip o toplulukta bulunan bir kişi olmasından dolayı veya Hz. Peygamber’in sözlerini inkâr mahiyetinde söylemiş bulunduğundan dolayı olabilir. Hz. Peygamber’in söylediklerini inkâr etmek en azından imanın yerleşmediğini gösterir.

Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), kendine olmadık eziyet ve işkenceler yapan insanlara dahi beddua etmekten kaçınmış, bilakis onlar için Allah’tan af ve mağfiret dilemiştir. Hatta kendisinden bazı müşrikler için beddua etmesi istenilince “Ben lanet okuyucu olarak gönderilmedim; rahmet peygamber ’i olarak gönderildim’” buyurmuştur.[264] Fakat Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün emrine, sünnetine uyulmadığı takdirde (sırf dini sâiklerle) bedduada bulunduğunu da görmekteyiz. Bir defasında Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) yanında sol eliyle yemek yiyen Büsr b. Râi’l ayr’a “Sağ elinle ye” buyurmuş, fakat Büsr de “sağ elimle yiyemiyorum”” cevabını verince Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) da “yiyemez ol” demiş ve bundan sonra Büsr elini ağzına götürememiştir.[265]

Tabiî ki burada kasıtsız olarak sağ eliyle yiyemeyen birisine karşı bir beddua söz konusu değildir. Zaten böyle bir durum İslam dininin temel ilkelerine ters düşmektedir. Rivayetin devamında bildirildiği üzere Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ın, Büsr’ün gerçekten sağ eliyle yiyemediği için değil, kibrinden dolayı böyle söylediği için beddua ettiğini görmekteyiz.[266] [267] Çünkü kasıtsız olarak bu şekilde hareket özelde Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün emrini hafife alma, genelde ise sünnete muhalefet etmek demektir. Bir hadis-i şeriflerinde de Nebi (salla’llâhü aleyhi ve sellem) “Biriniz yemek yiyeceğinde sağ eliyle yesin. Bir şey içtiğinde de sağ eli ile içsin. Çünkü ancak şeytan sol eliyle yer ve içer'"" buyurmaktadır.

Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem), çok yönlü bir kişiliğe sahiptir. O bir aile reisi, imam, bir komutan, alış-veriş yapan ve çarşı-pazarı denetleyen bir tüccar ve aynı zamanda bir devlet başkanıdır. Nebi (salla’llâhü aleyhi ve sellem), devlet başkanı sıfatıyla uygun görmediği zararlı davranışlarından dolayı herhangi bir kimseyi istediği yere sürgün etme yetkisine de sahiptir. Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), kendi yürüyüşünü ve bazı hareketlerini taklit eden Hakem b. Ebi’l-As’a bedduada bulunarak kendisine öyle olasın demiş, hakem de o günden sonra yalpalayarak yürür olmuş ve onu Taif’e sürgün etmiştir. Hakem, Taif’te Hz. Osman (ra)’ın hilafetine kadar sürgün kalmıştır.[268] Hz. Osman (ra)’ın izin verme gerekçesi olarak Hakem b. Ebi’l-As’ın cezasının tamamlanmasını dile getirdiği rivayet edilmiştir.[269]

Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in cezalandırması sürgünle kalmamış, işlenen suçun büyüklüğüne göre ceza durumunda da artış olmuştur. Ureyne kabilesinden bazı şahıslar sıtma hastalığına yakalanmış, bunun üzerine Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem) yakalandıkları bu hastalıktan kurtulmaları için onları beytü’l-mal’a ait olan develerin otlatıldığı meraya göndermiştir. Bu şahısların burada çobanı öldürüp irtidat ederek kaçmaları üzerine Nebi (salla’llâhü aleyhi ve sellem), onlar üzerine bir birlik çıkarıp katilleri yakalatarak hak ettikleri cezaya (ölüm) çarptırmıştır.[270]

Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün bu cezaları uygulamasındaki hedefi İslam’ın ve ümmetin menfaat ve maslahatını gözetmektir. Verdikleri ahde ihanet eden ve imandan sonra irtidat edip cinayet işleyen hainler cezayı hak etmişlerdir.[271]

İslamın yeni yeni gelişmeye başladığı bir dönemde ihanetin karşılıksız kalmaması her zamankinden daha çok önem arz etmektedir. Bir kişinin bile heder edilmesi İslam için çok büyük kayıplara yol açacak ve ihanet İslam’a girme eğiliminde olanları menfi yönde etkileyebilecektir. Bu hakikatten dolayı böylesine bir ihanetin cezasız kalması düşünülemeyecektir.

Hz. Peygamber’in yapılan harekete kızgınlığını şahsı uyararak ve tutumunun yanlış olduğunu belirterek tepkisini ortaya koyduğu bir tutumunu kendisini ayıplayan bir şahsa karşı görmekteyiz. Hz. Peygamber’e itaatin ve İslam’ın gereklerinden birisi de sünnet olarak ortaya konan değerlere sahip çıkmak, bunların bütün değerlerden üstün olduğunu kabul etmek ve sünneti küçük düşürücü tutum ve davranışlardan uzak durmaktır. Bununla birlikte Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün ortaya koyduğu sünnetten dolayı şahsını ayıplamamak da Müslümanlığın bir gereğidir.

Rivayetlere göre Hz. Peygamber’in çömelerek abdest bozduğunu gören birisi yanında bulunan kişilere Bakın, kadın gibi küçük abdest yapıyor' diyerek Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ı ayıplamıştır. Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), bu sözleri duyunca bu ayıplamanın yersiz olduğunu belirtmiştir.[272] Netice itibariyle Nebi (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nin bu fiili ashabına karşı tuvalet âdâbını göstermek amacıyla yapmış olduğu bir harekettir. Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem) her alanda ashabına her şeyi öğrettiği gibi bu âdâbı da öğretmektedir.

Nesâî’nin Sünen’ine hâşiye yazan Sindî, Hz. Peygamber’i ayıplayan bu kişinin münafık olabileceğini söylemektedir. İsrailoğullarının idarecilerinin yaptığı gibi bu şahıs ta Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nü ayıplayarak O’nu yapmış olduğu iyi fiilden menetmek istemiş, bağırıp çağırarak kendi düşüncesine göre yapılan işin edebe aykırı olduğunu belirtmiş ve kadınlar gibi çömelmiş diyerek Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ın cehennem ehlinden olacağını söylemiştir. Ama Hz. Peygamber’i bu şekilde ayıplayan kişinin Müslüman olması durumunda ise Peygamber’in bu fiilininin cahiliye dönemindeki adetlere ters düştüğünden ve ilk defa böyle bir fiili görüp garipsemesinden dolayı bu şekilde davranmış olabileceği de söylenmiştir.[273]

Yaptığı harekete darılarak o kişiyle belli bir süre konuşmadığı bir durumu eşleriyle hacca giderken yaşanan olay sonucunda görmekteyiz. Eşlerinden Hz. Safiye’nin devesinin çökmesi sebebiyle kervan durmak zorunda kalmıştır. Bu duruma üzülen Hz. Safiye ağlamaya başlamış ve Hz. Peygamber, teskin etmeye çalışırken Hz. Safiye’nin ağlamaya devam etmesine kızıp onu azarlamıştır. Ardından Hz. Zeyneb’den devesinin birini Hz. Safiye (ra)’ye ödünç vermesini istemiş, ama Hz. Zeyneb’in ise “Şu senin Yahudi (kızına) mı ödünç verecek mişim?” şeklindeki cevabına öfkelenmiş ve Mekke’ye varıp da hacdan Medîne’ye dönünceye kadar Hz. Zeyneb’le konuşmamıştır.[274]

Hz. Peygamber’in çekip gitmesine bir örnek olarak da mescidde yaşanan bir vakıayı zikredebiliriz. Hz. Peygamber davet edildiği bir Mescid’de başka birinin izinsiz olarak ulu orta konuşmasına öfkelenerek kalkıp gitmiştir. Mescide davet edenler ise bu duruma üzülerek birbirlerini kınamış ve gidip Hz. Peygamber’i ikna ederek tekrar mescide getirip öğütlerini dinlemişlerdir.[275] Hz. Peygamber’in burada olduğu gibi bazı durumlarda yaptığı sözsüz uyarı daha etkili olabilmiştir. Nitekim bugünkü modern psikolojiye de sözsüz uyarılar, sözlü olan uyarılara göre daha etkilidir.[276]

Allah Resûlu (salla’llâhü aleyhi ve sellem), niyetleri sünnete uymak olduğu halde verdiği emirleri geciktirenlere karşı da sitem etmiştir. Allah Resûlu (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bir defasında ashabına gazveye çıkmalarını emrettiğinde Abdullah b. Revaha (ra), öğle namazını Allah Resûlu (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ile beraber kılmak, şefaate sebep olur arzusu ile O’nunla selamlaşıp duasını almak için gazveye gecikmiştir. Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), ona gazveye zamanında giden Sahabenin fazilette kendini fazlasıyla geçtiğini, yeryüzündeki her şeyi infak etse onların ecrine ulaşamayacağını, dolayısıyla emrine zamanında uymamanın ne kadar büyük kayba sebep olabileceğini ince bir serzenişle bildirmiştir.[277]

Hz. Peygamber’in seslenişine her şeyi bırakıp hemen karşılık vermek Sahabenin mükellef olduğu görevlerindendir. Ashabdan Ebû Saîd el-Muallâ (ra), bir gün mescide namaz kılarken Hz. Peygamber kendisini çağırmış, fakat namazda olduğu için bu çağrıya hemen icabet etmemiş ve namazını bitirip Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün yanına geldiğinde Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) neden kendisine cevap vermediğini sorduğunda el- Muallâ (ra) “Namaz kılıyordum Ya Resûlullah'’” cevabını vermiştir. Bunun üzerine Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem) “Allah Teala ‘Ey iman edenler! Allah ve Resûlü size hayat verecek hakikatlere sizi dâvet ettiğinde ona icabet edin[278] buyurmadı mı?” diyerek bu hareketini hoş karşılamamıştır.[279]

Hz. Peygamber’in bir kimseyi çağırması halinde hemen karşılık verilmesi gerektiğini belirten yukarıdaki ayet-i kerime ve hadis, âlimler tarafından farklı şekillerde algılanmıştır.[280]

Burada sahabinin geç cevap vermesinden dolayı Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ın uyarısı emrin derhal yerine getirilmesi gerektiğini göstermektedir. Bir kimsenin meşguliyeti ne olursa olsun Peygamberin çağrısına kulak vermesi gerekir. Buradaki kastedilen emir her çağırana namazda iken cevap vermek değil, Hz. Peygamberin her çağrısına cevap vermek şeklindedir. Allah Teala namazda iken konuşmayı yasaklamış, sonra namazda Peygamber’in çağrısına karşılık vermek bundan istisna edilmiştir. Bundan dolayı namazda iken Peygamber’in çağrısına kulak vermek namazı bozmaz denmiştir. Şafii ve bazı âlimlerin görüşü budur. Bazı Şafiî ulemasına göre ise cevap vermeden dolayı namazın bozulması muhtemelse de cevap vermek vaciptir.[281]

Allah Resûlu (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün öfkelenmesi neticesinde tehditte bulunduğu durumlarda mevcuttur. Kur’anı Kerim başkalarının evine izin istemeden girilmemesini bildirmiş,[282] Hz. Peygamber de bu yönde tatbik etmiştir. Bir defasında Allah Resûlu (salla’llâhü aleyhi ve sellem) taranırken izinsiz olarak kendisini kapı deliğinden izleyen bir kişiye “ Senin baktığını görseydim, şunu (tarak) gözüne sokardım’” buyurmuştur.[283] Yapılan hareket çirkin bir hareket olduğu için Allah Resûlu (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün tepkisi de sert olmuştur. Zira aile mahremiyeti, uygunsuz bir hali... vs gibi durumlar olabilir. Allah Resûlu (salla’llâhü aleyhi ve sellem), bu hallerden dolayı “izin isteme, ancak bakmaktan(alıkoyması için) dolayı kılınmıştır' buyurmuştur.[284]

Hz. Peygamber, yasak olduğu halde haram ayda savaş yapan Abdullah b. Cahş (ra)’a kızmış ve getirmiş olduğu ganimetleri almayarak tepkisini ortaya koymuştur.[285]

Fazla ve yersiz soru sormak ta Hz. Peygamber’i öfkelendirmiştir. Nitekim bir hadisinde geçmiş ümmetlerin, peygamberlerine çok soru sormaktan ve onlara ihtilaf etmelerinden dolayı helaka uğradıklarını bildirmektedir.[286]

Bir defasında Sahabeden bazılarının çok soru sorması ve bazı şeylerin açıklanmasında ısrar etmeleri üzerine Allah Resûlu (salla’llâhü aleyhi ve sellem) öfkelenerek minbere çıkmış ve “Bugün bana ne sorarsanız sorun, muhakkak ki size cevap vereceğim”” diyerek üzüntüsünü dile getirmiştir. Hz. Peygamber’in bu halini gören Sahabe de son derece üzülmüş ve başlarını yere eğerek ağlamışlardır.[287]

Bir problemin çözümü için veya bir konuda bilgi almak için edeb sınırları içerisinde soru sormanın herhangi bir sakıncası olmasa gerektir. Burada özellikle “fazla ve yersiz” soru sormaya dikkat çekilmiştir.[288] [289] Nitekim “Her kim öğrendiği bir ilim kendisine sorulur da o kişi saklarsa, kıyamet günü ona ateşten bir gem vurulur”'" hadisi de soru sorma yasağının umumî olmadığını göstermektedir.

Peygamberlerin dışında hiçkimse ismet sıfatını haiz değildir. Sahabenin içerisinde de insan olmalarının gereği olarak hata yapanlar olabilmiş ve Hz. Peygamber’e karşı olumsuz tutum ve davranışlarda bulunabilmişlerdir. Sahabe’nin Hz. Peygamber’e karşı sergiledikleri saygı sınırlarını aşan tutum ve davranışlarını kendi arasında iki grupta incelemek gerekir. Buraya kadarki ele almış olduğumuz rivayetlerde Sahabi şuurunu taşıyanlar diye tanımladığımız, Hz. Peygamber’in nebevi atmosferinden istifade etmiş, O (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nun tasarruflarını kavrayabilmiş olan şahısların, sergilemiş oldukları yanlış tavır ve davranışlarında, Kur’an-ı Kerim tarafından veya Hz. Peygamber tarafından uyarıldıklarında veyahut ta kendileri farkına vardıklarında bu tutum ve davranışlarında ısrarcı olmadıkları ve hemen bu yanlış hareketlerinden vazgeçip af dileme yoluna başvurdukları görülmektedir. Fakat Sahabi toplululuğu içerisinde kabul edilmekle beraber, kabile reislerinin Müslüman olmasıyla birlikte İslam’a girmiş ve zamanla İslam’a ısınabilme eğiliminde olan ya da yeni Müslüman olup da henüz eski adetlerini tam olarak bırakamayan Bedevî diye tanımladığımız şahıslar, önceki hayat tarzları gereği katı ve sert tutum ve davranışlarını Müslüman olduktan sonra da sergileyebilmişlerdir. Hz. Peygamber’e karşı saygı sınırlarını zorlayan tutum ve davranışlar genellikle bu Bedevî diye adlandırdığımız O (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nun terbiyesinde yetişmemiş, Allah Resulü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nü yeterince tanıyamamış ve tasarruflarını ilk etapta kavrayamamış olan zümre tarafından sergilenmiştir. Yukarıda da belirtildiği gibi bu kimseler İslam’a yeni girmenin ve eski câhilî adetlerinden henüz kurtulamamanın yansıması olarak Hz.

Peygamber’e karşı saygı sınırlarını aşan tutum ve davranışlarda bulunmuşlardır. Hz. Peygamber, bunlara karşı uygulamış olduğu geniş müsamaha ve hoşgörü sayesinde Bedevî topluluğundaki şahıslardan büyük bir kısmınının kaba tutum ve davranışlarını zamanla izâle etmiştir.


İKİNCİ BÖLÜM

HZ. PEYGAMBER’E MÜŞRİK, MÜNAFIK VE EHL-İ KİTAP TARAFINDAN YAPILAN SAYSISIZLIKLAR, DÜŞMANCA TUTUM VE DAVRANIŞLAR

A. FİİLİ YAPILAN DÜŞMANCA TUTUM VE DAVRANIŞLAR

1. HZ. PEYGAMBER’İ ÖLDÜRME TEŞEBBÜSLERİ

Müşrik, Allah’a ortaklar koşan ve onu inkâr eden kimse demektir.[290] Kur’an-ı Kerimde müşriklerle ilgili olarak puta tapan cahiliye müşriklerinin Allah’a şirk koşarak inandıkları,[291] taptıkları putların kendilerini Allah’a yaklaştıracağını[292] ve kendileri için Allah katında şefaatçi olacaklarını zannettikleri[293] bildirilmiştir. Hâlbuki Kur’an, putların kendilerine hiçbir faydasının olmadığını[294] ve putların kıyamet günü kendine tapanları şikâyet edecekleri,[295] yüzüstü bırakacakları,[296] putların müşriklerle birlikte cehenneme yakıt olacakları,[297] müşriklerin cehennemde ebedi kalacaklarını[298] haber vermektedir.

Hz. Peygamber’e karşı fırsat buldukları zamanlarda her türlü sözlü ve fiili saldırılardan vazgeçmeyen Müşrikler yaptıkları hakaretlerin, ambargonun, iftiraların ve karalama kampanyalarının sonuç vermemesi üzerine son çare olarak Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ın vücudunu ortadan kaldırmaya çalışmışlardır. Mekke’de zulümlerin iyice artmasıyla beraber Allah’ın emriyle Müslümanlar, Medîne’ye hicret etmişlerdir. Müslümanların göç etmesi ve beraberinde Medineli Ensar’ın onlara kucak açmasıyla telaşa kapılan müşrikler, Hz. Peygamber’in de hicret edip güçlenerek kendilerine karşı savaşıp başlarına geçeceği korkusuyla harekete geçmişlerdir.

Hz. Peygamber’i ortadan kaldırma teşebbüsüne ilk adımın bu dönemde atıldığını görmekteyiz. Müslümanların hicretle birlikte genişlemesinden rahatsız olan müşrikler derhal Dâru’n-Nedve’de toplanma kararı almış, toplantıda sunulan çözüm yollarının içerisinde Ebu Cehil’in ortaya attığı fikir olan Hz. Peygamber’in öldürülmesi fikrinde karar kılınmıştır.[299] Cebrail (as), müşriklerin aldığı bu karardan Hz. Peygamber’i haberdar ederek yapması gerekenleri bildirmiş, Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem) de gerekli önlemleri alarak hareket etmiştir. Müşrikler tarafından alınan bu karar uygulamaya geçmiş, müşrikler Hz. Peygamber’i hicret boyu öldürmek için uğraşmış fakat muvaffak olamamışlardır. Medine’ye Hicret boyunca çeşitli mucizeler vuku bulmuş ve Allah Teala, Resûl (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ünü korumuştur.[300]

Hz. Peygamber, Medine’ye ulaştığında Medine Site İslam Devleti’ni kurarak, etraftaki kabilelerle antlaşma yapmıştır. Müşriklerin, etraftaki Yahudi kabilelerini Müslümanlara karşı kışkırtması, Medine’de ortaya çıkan Münafık zümresiyle[301] işbirliği yapmaları gibi saldırgan tutum ve davranışlarına devam etmeleri Bedir savaşının çıkmasını netice vermiştir. Cihad izninin verilmesiyle[302] müşriklerle Bedir savaşı yapılmış ve savaş Müslümanların zaferiyle sonuçlanmıştır.

Bedir savaşının Müslümanların zaferiyle sonuçlandığını öğrenen ve kahrolan Medineli Yahudi olan Ka’b b. Eşref,[303] yanına almış olduğu kırk adamıyla Mekke’ye gelmiş ve Ebu Süfyan ile Hz. Peygamber’i öldürmek için karşılıklı yeminleşmişlerdir.[304] Ka’b, bununla birlikte Mekke’de kaldığı müddetçe insanları Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ın aleyhine kışkırtmış, şiirler söyleyerek Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nü hicvetmiştir.

Cebrail (as), Ebû Süfyan’la Ka’b’ın yaptığı bu antlaşmayı Hz. Peygamber’e haber verdiğinde Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) “Allah’ım! Beni Ka’b b. Eşreften kurtar. O hem kötülüğü açığa vurmakta hem de yaymaktadır” diyerek bedduada bulunmuştur.[305] Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), bu bedduayla birlikte şairi olan Hassan b. Sabit (ra)’i Ka’b’ın şiirlerini sabote etmek üzere görevlendirmiş, bunun üzerine Hassan b. Sabit (ra), Kab’ın Mekke müşriklerini tahrik eden ve Hz. Peygamber’in aleyhinde söylediği şiirlerine cevap verip ipliğini pazara çıkarmıştır. Ka’b’ın, kaldığı evin sahibinin karısı olan Atike’ye karşı tavırlarını da ortaya dökünce Ka’b, pılını pırtısını toplayıp sığınacak kapı aramış, işin çıkmaza girdiğini görünce de Medine’ye geri dönmüştür.[306]

Mekke’de tutunamayan Ka’b, Medine’ye dönünce de şiir ve sataşmalarına devam etmiş ve Müslümanların kadınlarını da diline dolamasıyla[307] haddini aşan Ka’b’ın Hz. Peygamber’e karşı küfründen sonra Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), “Beni ve Ashabı’mı Ka’b’ın elinden kim kurtarır ve cezasını verir” buyurmuş, Sahabe’den Muhammed b. Mesleme (ra) de vazifeyi üzerine almıştır. Muhammed b. Mesleme (ra), yanına aldığı yardımcıları ile birlikte Ka’b’ı kaldığı kalede öldürmüştür.[308]

Yahudi kabileleri Ka’b’ın öldürülmesinden çekinip benzerinin kendi başlarına da gelebileceğinden korkmuşlar, Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), onlara geçmişte Ka’b’ın işlediği söz ve fiilleri hatırlatarak onları bir antlaşmaya çağırmış ve bir antlaşma metni yazılmıştır.[309] Ka’b’ın öldürülmesi ağır bir tesir bırakmıştır ki aralarında daha önce var olup ta çiğnenen antlaşma yenilenmiştir. Fakat İslam aleyhine çalışmaya tekrar devam etmeleri onların yeni antlaşmayı iyi niyetlerinden değil de korktukları için yaptıklarını göstermektedir.

Ka’b b. Eşref’in öldürülmesi ilk anda bir aldatma görülse de işin içerisinde bir hakikat vardır ki; İbn Eşref, diğer Yahudiler gibi Benî Nadir’le yapılan antlaşmaya dâhil bir antlaşmalıdır. Nadir Oğullarının başı olması münasebetiyle, Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nü hicvetmesi, Müslümanların düşmanlarıyla işbirliği yapması, müşrik ölüleri için yas tutması, onları Müslümanlara karşı kışkırtması antlaşmayı bozup kanını heder ettiğinin bir delilidir. Kab’ın yakını olan ve güvendiği kimselerle aldatılıp öldürülmesi ise harp durumunda caiz olan bir hareket olup Hz. Peygamber’in izniyle gerçekleşmiştir.[310]

Kureyş müşrikleri, Bedir’de uğramış oldukları hezîmetin intikamını almak için Uhud’a büyük bir heyecan ve kinle çıkmışlardır. Savaş öncesi Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ı gördükleri yerde öldüreceklerine dair yeminleşen şahıslar Uhud savaşında Müslümanların bozulmaya başlaması üzerine cesaretlenerek Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ne karşı saldırıya geçmişlerdir. Bu kişilerden birisi olan Übey b. Halef, atını mahmuzlayarak “Muhammed nerede? Gelip benimle çarpışsın” diye naralar atmaya başlamış, daha sonra Hz. Peygamber’i fark ederek atını O’na doğru sürmüş, Übey’in önünü kesmek isteyen Sahabe’ye ise Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), müsaade etmemiştir. Übey, Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ne karşı “Sen kurtulursan, ben kurtulmayayım’” diye bağırarak gelirken Resûlü Ekrem (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Haris b. Sime (ra)’nin mızrağını alarak etrafındakilere dağılmalarını emretmiş, O’nun bu halini gören Übey, korkup kaçmaya yeltenirken Hz. Peygamber’in fırlattığı Mızrak’ın darbesiyle boynundan bir yara alınca, arkadaşları onu alarak çadıra götürmüşlerdir. Übey, bir taraftan yarasının acısıyla inlerken; bir taraftan da “Muhammed beni öldürdü”” diye bağırırken, arkadaşları yarasının çok hafif olduğunu söylediklerinde Übey “O (Muhammed) bana, Mekke’deyken seni ben öldüreceğim31 demişti. Vallahi o benim üstüme sadece tükürse bile yine beni öldürür”” diyerek cevap vermiştir. Gerçekten de Ubey, Mekke’ye varmadan Şerif denilen yerde almış olduğu yaradan dolayı ölmüştür.[311] [312]

Hz. Peygamber’i öldürmek için yeminleşenlerden bir diğeri olan Utbe b. Ebî Vakkas ise Aşere-i Mübeşşere’den olan ve ok atarken Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün “Anam babam sana feda olsun”” dediği meşhur sahabi Sa’d b. Ebî Vakkas (ra)’ın kardeşidir.[313] Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ın aleyhinde yaptığı propaganda ve hicivli sözlerle yetinmeyen Utbe, kinini savaş meydanına kadar taşımıştır. Uhud’da daha önce de ifade edildiği gibi Sahabe’nin dağılmaya başladığı anda Hz. Peygamber’i öldürmeye yeminleşen müşriklerden İbn Kamia ve İbn Şihab kılıçla Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’a saldırırken Utbe, yerden aldığı taş parçasını Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün yüzüne fırlatmış ve dudak ve alnını yaralayıp dişini kırmıştır.[314]

Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), mübarek dişi kırıldığında Utbe’ye bakarak “Yılına erişemesin”” diye bedduada bulunmuştur. Sa’d (ra), kardeşinin Hz. Peygamber’i yaraladığını duyunca büyük üzüntü duymuş ve “Vallahi hiç kimseyi öldürmeye hırsım, Utbe’yi öldürmeye olan hırsım kadar değildir” diyerek düşman saflarına saldırmıştır.[315] Sa’d (ra), bir ara müşrik saflarında kardeşini görünce, düşman saflarını yarmak için iki defa hücum etmiş, ikisinde de safları yarmış fakat Utbe’yi gözünden kaybetmiş, üçüncü defa dalışında ise Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), “Ey Allah’ın kulu! Sen ne yapmak istiyorsun? Sen kendini öldürtmek mi istiyorsun?” diyerek engellemiştir.[316]

Allah Resûl (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nü kendi canlarından aziz bilen Sahabe, O (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nun kılına zarar gelmesine dayanamamış, Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’a zarar veren kişi kardeşi dahi olsa onu öldürmekten çekinmemiştir. Hz. Peygamber’in, etrafında sevgi halkası oluşturmuş olan Sahabe tarafından doruk noktada sevilip sayıldığı kadar tarihte başka hiçbir şahıs sevilip sayılmamıştır.

Hz. Peygamber’in yüzünün kanadığını gören Sahabe’den Hatib b. Ebî Beltea (ra), bunu Utbe’nin yaptığını öğrenince peşine düşmüş ve onu öldürmüştür.[317]

Hz. Peygamber’i öldürmeye kararlı şahıslardan bir diğeri olan İbn Kamia da diğer arkadaşları gibi savaş esnasında Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’a saldırmış, fakat Mus’ab b. Ümeyr (ra)’i Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem) zannederek şehid etmiştir. İbn Kamia’nın, Hz. peygamber’i öldürdüğünü zannederek “Muhammed’i öldürdüm”” diye bağırması Uhud’da Sahabe’nin bir ara dağılmasına sebep olmuştur. Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), İbn Kamia’nın, Mus’ab (ra)’ı şehit ettiğini görünce “Allahım, ibn Kamia’yı zelil eyle”” diye bedduada bulunmuştur.[318]

Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nü şehid edemediğini anlayan İbn Kamia, Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’a hırsla saldırarak kılıcını indirdiğinde Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), sendeleyerek arkasındaki çukura düşmüş ve böylelikle İbn Kamia’nın kılıcı tam hedefini bulamamıştır. Fakat kılıcın darbesiyle Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ın sağ omuzu ile elmacık kemiği yaralanmış, parçalanan miğferinin iki halkası yanağına batmıştır.[319]

Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’a karşı kininden dolayı yaşlı olmasına rağmen Hz. Peygamber’i öldürtmeye yeltenenler de olmuştur. Yaşlı bir kadın olan Ümmü’l- Kırfe[320] Benî Fezare kabilesinin lideri ve Hz. Peygamber’i öldürmeye yemin etmiş bir kişidir. Kininden dolayı Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün Kâbe yakınlarında otlamakta olan yirmi devesine baskın yapıp sürdürmüş ve aynı zamanda Sahabe’den Ebu Zerr el- Ğıfârî (ra)’nin oğlunu da şehid etmiştir.

Ashab’tan Zeyd b. Harise (ra) ve arkadaşları ticaret için Şam’a giderken Benî Fezare kabilesinden bir gurup, onlara saldırmış ve kafilenin mallarını yağmalayarak bazı kişileri de şehid etmiştir. Daha sonra yaralı olarak kurtulan Zeyd b. Harise (ra) komutasında Beni Fezare kabilesine yapılan seferde Müslümanlar galip gelmiş, Ümmü’l-Kırfe’nin çocukları bu savaşta öldürülmüş ve Ümmü’l-Kırfe de yakalanmıştır. Araplar arasında meşhur olan şöhret ve makamı kaybolunca Hz. Peygamber’e küfretmeye teşebbüs edince, Zeyd b. Harise (ra)’nin emriyle Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ne küfrüne karşılık olarak ölüm cezası tatbik edilmiştir.[321]

Hz. Peygamber’in yaralanması, saldırıya uğraması ve kanının akıtılmaya çalışılması gibi eylemlerin benzerleri beşer tarihinde daha önce de yaşanmıştır. Bu eylemlerin en feci olanı ise Peygamberlerin katlidir. Nitekim tevhide düşman olan ve inanmamakta direnen kavimler Hz. Zekeriya (as)’ı içine sıkıştırdıkları bir ağacın kabuğuyla beraber kesmiş, Hz. Yahya (as)’nın ise başını kopararak şehid etmişlerdir.[322]

Bir kısım insanlar da Hz. Peygamber’i öldürmeye teşebbüs ederken, gördükleri mucizenin tesiriyle iman etmişlerdir. Safvan b. Ümeyye ile Hz. Peygamber’i öldürmek üzere anlaşarak Medine’ye gelen Umeyr b. Vehb, Hz. Peygamber’in karşısına çıktığında Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ın ona “Sen Safvan’a şunları söyledin. Safvan da sana şunları söyledi” diyerek yaptığı açıklama karşısında Umeyr “Bizim konuştuklarımızı duyan olmamıştı” diyerek Müslüman olmuştur.[323]

Nitekim Uhud savaşında öldürülen babasının hıncıyla Huneyn’de Hz. Peygamber’i öldürmek isteyen Şeybe b. Osman, Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün sağından ve solundan yaklaşmaya çalışmış, fakat Hz. Abbas ve amcasının oğlu Ebu Süfyan b. Haris tarafından durdurulmuştur. Hz. Peygamber’in arkasından yaklaşan Şeybe, tam kılıcını indirmek üzereyken Hz. Peygamber ile aralarında aniden ateş yalımı peyda olmuş, kendisini yakacağını zanneden Şeybe geri çekilmiş ve O’nun Allah tarafından korunduğunu anlamıştır. Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün yanına çağırarak ona dua etmesiyle Müslüman olan Şeybe, düşmana karşı savaşmaya başlamıştır.[324]

Hz. Peygamber’in alenî olarak vücudunun ortadan kaldırılmaya yönelik Münafık, Müşrik ve Ehl-i Kitap zümrelerinin başvurduğu ikinci yol Hz. Peygamber’e suikast teşebbüsü olmuştur. Hz. Peygamber’in Medîne’ye gelmesiyle münafık olarak adlandırılan, Evs ve Hazrec kabilelerinden çıkar kaygısı, korku gibi nedenlerle samimi olmayıp Müslüman gözüken Medineliler olmuştur.[325] Zira bir düşünce, dava, ideoloji başarıya ulaştığı zaman nifakın ortaya çıkması söz konusudur. Münafığın baş silahı olan nifak, Müslümanların güçsüz oldukları Mekke’de değil, Medine’de etkili olmaya başlamıştır.[326]

Münafık inanmadığı halde kendisini mümin olarak gösteren kimse demektir. Bu kelimenin “ Tarla faresinin bir tehlike anında kaçmasını sağlamak için yuvasına hazırladığı birden fazla çıkış noktasının yakalanmaya çalışıldığında birinden girip diğerinden çıkması" şeklindeki kök manasından hareketle münafık da “Dinin bir kapısından girip diğerinden çıkan çift karakterli şahsiyet” olarak tanımlanmıştır. Münafık inanç noktasında kendisine iki çıkış yolu koymuş, bunlardan biri Müslüman olduğunu açıklaması; diğeri de kâfir olduğunu gizlemesidir.[327]

İnanç açısından bakıldığında Medine’de Müslüman Araplar, Müşrik Araplar ve Ehl-i kitap olan Yahudilerle, az sayıda Hıristiyanlardan oluşan üç zümre mevcuttu. Fakat Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün Medine’ye hicret ederek orada devlet reisliği pozisyonunu elde etmesiyle münafık zümresi oluşmuştur. Dolayısıyla bu topluluğun oluşmasındaki en önemli etken Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün Medine’de kazandığı siyasi nüfuz ve siyasi hâkimiyettir.[328]

Medine’de oluşan bu münafık zümresinden ömrünün sonuna kadar nifak içerisinde kalanlar fırsat buldukça Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün Medine’ye hicretinden itibaren her türlü itham, iftira, alay, suikast... vb, kötü muameleleri yapmaktan geri kalmamışlardır.

Nifak’ın zirve noktaya ulaştığı Tebük seferinde de her türlü entrikaya karşı istediklerini elde edemeyen münafıklar artık iyice aşağılaşarak sefer dönüşü Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’e karşı suikast teşebbüsünde bulunmuşlardır. Zira onlar bu kadar nifaktan sonra Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün kendilerine karşı bugünden sonra ciddi tedbirler alacağını çok iyi bildiklerinden çareyi Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ın vücudunu ortadan kaldırmakta görmüşlerdir. Beyhakî’nin belirttiğine göre bu suikastı tasarlayanlar oniki kişidir.[329] İbn Kesir, bu oniki kişinin isimlerini vermektedir.[330]

Münafıkların teşebbüs edip de gerçekleştiremedikleri suikast şu şekilde cereyan etmiştir: Tebük savaşından dönüşte dar bir boğazdan geçilirken, orduya daha geniş bir yerden geçmelerini haber veren Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem), kendisinin ise bu dar boğazdan geçeceğini bildirmiştir. Böyle bir anı bekleyen münafıklar, maskelerini takarak kritik bir mevkîye yerleşmişlerdir. Fakat Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), bu suikasttan ilahi uyarı neticesi haberdar olmuş ve münafıkların suikast yapmalarına fırsat vermeden onları dağıttırmıştır. Münafıkları dağıtma emrini alan Huzeyfetü’l-Yemânî (ra), sopayla üzerlerine saldırınca maskeli münafıklar tanınmamak için ordunun içine kaçışmışlardır.[331]

Başka bir rivayete göre ise Münafıklar, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’i, devesinin üzerinde uyumuş halde giderken düşürüp boynunu kırdırarak öldürmeyi tasarlamışlardır.[332] Onların kendi aralarındaki bu konuşmalarını duyan Huzeyfetü’l- Yemânî (ra), onlarla devesinin üzerinde uyuyan Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün arasına girip sesini yükselterek Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ı uyandırmıştır. Nebi (salla’llâhü aleyhi ve sellem), bu kimselerin kimler olduğunu sorduğunda Huzeyfe (ra), isimleriyle birlikte münafıkları söylemiş, bunun üzerine Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Huzeyfe (ra)’ye bu kişileri kimseye söylememesini bildirmiştir.[333] Bir başka rivayette ise bu suikast teşebbüsünde bulunanların münafıklar olduğu ve isimlerini Huzeyfe (ra)’ye Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün söylediği bildirilmektedir.[334] Münafıkların bu amaçlarına ulaşamadıklarını nazil olan ayet-i kerime de bildirmektedir.[335]

Suikasta teşebbüsün ertesi gününde münafıkların bu kötü muameleri ordu içerisinde duyulunca Sahabe, münafıkların cezalandırılmasını, hatta Useyd b. Hudayr (ra) gibi bazıları da idam edilmelerini istemiştir. Fakat Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in Kelime-i Tevhîd’i söyleyen herhangi bir kimsenin öldürülemeyeceğini bildirmesi üzerine ordu sakinleşmiştir.[336]

Görüleceği üzere Hz. Peygamber, aradaki insan faktörünün yardımıyla suikasttan kurtulmuştur. Hz. Peygamber, ilahi koruma altında olmakla birlikte kendisi de hayatı boyunca tedbire riayet etmiştir. Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), hayatı boyunca tehlikelerden ilahi ihbar alarak korunmamış, kimi zaman burada olduğu gibi beşer vasıtasıyla haberdar olmuş, kimi zaman da tedbirini alıp tecrübesini kullanarak hareket etmiştir.

Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), vahiy yoluyla münafıklar hakkında kısmen bilgilendirilmiş olsa da[337] onlara karşı tedbir almakla birlikte ayrı bir statü belirlememiştir. Onlara karşı gösterdiği sabır, müsamaha ve ihtiyat esasına dayanan stratejisiyle, onların müşrikler safına geçmesini önleyerek vahdeti korumuş ve bir topluluk oluşturup teşkilatlanmalarını da engellemiştir.[338]

Münafıklar tarafından girişilen bu teşebbüsün yanında Yahudilerin de Hz. Peygamber’e karşı buna benzer teşebbüsleri vuku bulmuştur. Medine’de bulunan üç büyük Yahudi kabilesinden biri olan Nadir Oğulları Hz. Peygamber’e karşı ilk suikastı tertip eden Yahudi kabilesi olmuştur. Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), ashabıyla birlikte aralarında daha önceden yapılmış olan antlaşma (Medine anayasası) gereği, Âmr b. Ümeyye’nin öldürmüş olduğu iki kişinin diyetini istemek için Benî Nadir yurduna gitmiştir.[339]

Yahudiler ashabıyla birlikte Hz. Peygamber’i bir binanın gölgesinde “Siz şöyle bir otura durun, biz sizin istediğiniz yardımı yapar ayrıca size yemek de ikram ederiz1 diyerek ağırlamak istemişlerdir. Yahudilerin bu şekilde karşılayışları Hz. Peygamber’e suikast için bir ön adım olmuştur. Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ın böyle küçük bir birlikle yurtlarına gelmesini fırsat bilip onu öldürmek isteyen Benî Nadir kabilesinin üyeleri bir bahaneyle Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in yanından ayrılmış ve aralarında istişare ederek[340] Hz. Peygamber’in bulunduğu binanın damına aralarından birisinin çıkarak Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün tepesine taş yuvarlayıp öldürmesini kararlaştırmışlardır. Amr b. Cahhaş adlı bir münafık, bu vazifeyi üzerine alıp binanın damına çıktığı bir esnada Yahudilerin suikastı Allah tarafından kendisine haber verilen Hz. Peygamber, hiçbir şey söylemeden yerinden kalkıp hızla oradan uzaklaşarak Medine’nin yolunu tutmuş, beraberindekiler de O’nu takip etmişlerdir.[341]

İlahî ihbar neticesinde Yahudilerin suikastı başarısız olmuştur. Kur’an-ı Kerim’in haber verdiği Yahudi tiplemesine bakıldığında, Yahudilerin Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ne karşı bir suikast teşebbüsünde bulunmaları eskiden beri yapa geldikleri adetlerden olduğu görülmektedir. Çünkü onlar ayet-i kerime’lerin bildirdiğine göre kendi Peygamberlerini dahi öldürmekten çekinmemişlerdir.[342]

Benî Nadir’in bu ihaneti cezasız kalmamış ve Benî Nadiroğulları Medine’den sürülmüşlerdir.[343] Nadir Yahudileri Hz. Peygamber’e suikast teşebbüsünde bulunma, Medine antlaşmasını tek taraflı bozma, müşriklerle işbirliği yapma gibi ihanetlerinin cezası olarak Medine’den sürülmüştür. Carl Brockelmann gibi bir oryantalistin, Hz. Peygamber’in önemsiz bahanelerle Kaynuka ve Nadir Yahudilerini Medine’den çıkardığı iddiası insaf ölçülerine sığmamaktadır.[344] Burada görüleceği üzere Nadiroğullarının sergilediği tutum ve davranışlar önemli derecede yapılmış olan ihanetlerdir. Bu hadise sebebiyle nazil olan ayet-i kerime’de Allah Teala şöyle buyurmuştur: “Ey iman edenler! Allah’ın size olan şu nimetini hatırlayın: Hani bir topluluk size el uzatmaya, sizi öldürüp yok etmeye teşebbüs etmişti de O, bunların ellerini size zarar vermekten menetmişti. Allah’ın hukukuna haksızlık etmekten sakının! Müminler yalnız Allah’a dayansınlar.'”[345]

Müslümanların Bedir’deki zaferi, suçlu olan Benî Kaynuka’nın Medine’den sürülmeleri Nadir Oğullarını hem bir kıskançlığa hem de endişeye sevk etmiştir. Hz.

Peygamber’in adaleti uygulama noktasındaki hassasiyetinden dolayı Yahudilerin yaptığı bazı suçlara karşı önlem alması Benî Nadirin sabrını hepten taşırmıştır.[346]

Hz. Peygamber, meydana gelen hadiseler karşısında adaletin gerektirdiği şekilde hüküm vermesi, bulunduğu devirdeki yaklaşık bütün topluluklarda egemen olan asabiyetin neden olduğu zulmü ortadan kaldırmış ve toplum üzerinde önemli tesirler icra etmiştir. Bununla birlikte Hz. Peygamber’e inanmayan kesimler de bu durumdan devamlı rahatsız olmuş ve ayak diremeye çalışmışlardır.

2.    HZ. PEYGAMBER’İN DAVET MEKTUBUNA KARŞI SAYGISIZLIK

Kendisinden önce gönderilen Peygamberler gibi bir kavme, kabileye mahsus olmayan Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün yapmış olduğu davet umumidir ve hitab alanı tüm insanlıktır. Bu hususu açıklayan ayet-i kerimelerden birinde şöyle buyrulmaktadır: “Ey Resûlüm, Biz seni bütün insanlığa rahmetimizin müjdecisi, azabımızın uyarıcısı olarak gönderdik, lâkin insanların ekserisi bunu bilmezler.”[347]

Hicretin yedinci senesindeki Hudeybiye antlaşması sonrasında İslam daveti adına müsait bir ortam oluşmuştur. Zira antlaşma gereği müşriklerle on yıl savaş yapılmayacaktır. Bu zamanı fırsat bilen Hz. Peygamber, İslâm’ı duyurmak adına çevre hükümdarlara davet mektupları göndermiştir.

Bu vesileyle ashabdan Abdullah b. Huzafe (ra)’yi İran Kisrası Hüsrev Perviz’e, Hatıb b. Ebî Beltaa (ra)’yı Mısır Firavunu Mukavkıs’a, Salit b. Amr (ra)’ı Yemame valisi Havza b. Ali’ye, Şuca b. Vehb (ra)’i Gassan Meliki Münzir b. Haris b. Ebî Şemir’e, Amr b. Ümeyye ed-Demrî (ra)’yi Habeş Necâşîsi Ashame’ye ve Dıhyetü’l-Kelbi (ra)’yi Rum Kayser’i[348] Heraklius’a göndermiştir.[349]

Hz. Peygamberin dine davet amaçlı gönderdiği elçilerin tamamı İslâm’î konuları özümsemiş, dini hükümleri titizlikle eda eden, halim selim, güzel konuşan, belağat sahibi kimselerdir.[350] Dolayısıyla Hz. Peygamber, gittikleri ülkelerde hükümdarlar karşısında güzel bir intiba bırakabilmek için gönderdiği elçilerin gerek dini ve gerekse kültürel açıdan kabiliyetli kimseler olmasına özen göstermiştir.[351]

Hz. Peygamber, davet mektuplarını gönderdiği meliklerin altında mühür olmayan mektupları okumayacaklarına dair Sahabe’nin görüşünü değerlendirerek üzerinde üç satır ve üç kelimeden meydana gelen gümüşten bir mühür yaptırmıştır. [352] Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), bu mührü daima parmağında taşımış, herhangi bir vesikayı mühürlemek gerekirse mührü basması için yanındakilere vermiş, sonra tekrar parmağına takmıştır.[353] Ayrıca Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), elçilere hediye vererek gittikleri yerlerin büyüklerine takdim etmelerini istemiştir.[354] Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), gönderdiği elçilerine “Kolaylaştırın güçleştirmeyin, müjdeleyin nefret ettirmeyin'” tavsiyesinde bulunmuş,[355] gittikleri yerlere geceleyin girmemelerini, güzelce temizlenip iki rekât namaz kılarak Allah’a duada bulunduktan sonra mektubu sağ elle vermelerini öğütlemiştir.[356]

İran’a gönderilen Hz. Abdullah b. Huzafe, vardığında saraya kabul edilmiş ve mektubu bizzat Kisra’nın eline teslim etmiştir. Kisra mektubu kâtibine okutmuş ve mektubun başındaki “Bismillahirrahmanirrahim! Allah Resûlü Muhammed’den Fars büyüğü Kisra’ya!...”” hitabı kendisini son derece hiddetlendirmiştir. Mektubun devamının okunmasına izin vermeyip muhtevasını öğrenmeden “Şu işe bak! Benim kölem olan bir kişi kalkıp bana mektup yazabiliyor” diyerek mektubu alıp saygısızca parçalamıştır.[357]

Hz. Abdullah b. Huzafe, Medine’ye gelip durumu anlattığında Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem) “Ya Rabbi! Nasıl o benim mektubumu parçaladıysa Sen de onun mülkünü parçala!” diye Kisra’ya bedduada bulunmuştur.[358]

Hırsını alamayan Kisra, Yemen valisi Bazan’a Kureyşten Peygamberlik davasında bulunan kişiyi yakalayıp getirmesi için kuvvetli iki kişi göndermesini bildirir. Bazan derhal emri yerine getirerek iki adamı Hz. Peygamber’i yakalayıp getirmeleri için gönderir. Bu iki kişi Hz. Peygamber’e, kendisini götürmek için geldiklerini bildirdiğinde,[359] Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), onlara hitaben Allah Teala’nın Kisra’ya oğlu Şireveyh’i musallat kıldığını, Şireveyh’in de babasını falan ayda filan gecede ve gecenin de filan saatinde öldürdüğünü haber vermiştir.[360] Bununla birlikte Bazan’ı İslama davet ederek elçileri göndermiş, Bazan olup bitenleri duyunca şaşırarak bu sözlerinin sahibi bir Peygamber’dir demekten kendini alamamıştır.[361] Bir müddet beklendikten sonra Kisra’nın öldürüldüğü haberi gelip Hz. Peygamber’in tarif ettiği zamana rast gelince[362] bu mucize karşısında Bazan Müslüman olmuş[363] ve İran valilerinden ilk Müslüman olan kişi olmuştur.[364] Sa’d b. Ebî Vakkas (ra) da İran saltanatına son vermiştir.[365]

Gönderilen mektuplardan biri de daha önce belirtildiği gibi Gassan Hükümdarı Haris’edir. Elçi Şuca b. Vehb (ra), mektubu sunduğunda Haris mektubu açıp baktığında “Bismillahirrahmanirrahim! Allah’ın Resûlü Muhammed’den Haris b. Ebî Şim’e! Doğru yolda olan, Allah’a iman eden ve Peygamber ’ini tasdik edenlere selam olsun. Ben seni eşi ve ortağı olmayan bir Allah’a davet ediyorum. Şayet davetimi kabul edersen, hükümdar olarak yine mülkünde kalacaksın”” yazılı olduğunu gördü.[366]

Bu ifadeler karşısında hiddetlenen Haris, mektubu yere fırlatmış ve öfkeli bir şekilde “Saltanatımı benden alacak olan kimmiş, o kendisine tabi olanlarla benim üzerime gelmeden önce ben onun üzerine gideceğim1 demiştir.[367]

Hıncını alamayarak Medine üzerine yürümeye karar veren Haris, atlarının nallanmasını emretmiş ve elçi Şuca (ra)’ya dönerek “Git sahibine gördüklerini haber ver”” diyerek onu göndermiştir. Kayser’e de mektup yazarak durumu bildirmiş, Fakat Kayser’den gelen haber kendi kararının hilafına olmuştur. Kayser’in bu uyarısından sonra sakinleşen Haris, elçiyi ikinci kez huzuruna çağırmış ve yüz altın verilmesini emrederek göndermiştir.[368] Elçi Şuca b. Vehb (ra), Haris’in mektuba ve kendisine karşı takındığı tavrı Hz. Peygamber’e bildirince Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), “Saltanatı yok olsun” diye bedduada bulunmuş ve aradan fazla bir zaman geçmeden Haris ölmüş, yerine geçen Cebele b. Eyhem de Gassani saltanatının son hükümdarı olmuştur.[369] [370]

Hz. Peygamber’in Yemame emîri Hevze’ye gönderdiği mektup kendisine ulaşınca mektubu okuyup nazik bir şekilde kabul edemeyeceğini elçiye bildirmiştir. Bu menfi cevabının altında saltanatta kalma arzusunun yattığını o dönemdeki bir Hıristiyan büyüğüne söylediği şu söz ortaya koymaktadır: “Ben kavmimin hükümdarıyım. Şayet ona tabi olsaydım hükümdarlık yapmayacaktım!”310

Hevze b. Ali, Medine’ye dönen elçiye birtakım hediyelerle bir mektup gönderdi. Hevze, mektubunda “Davet ettiğin şey çok güzel. Ben kavmimin hatip ve şairiyim. Araplar benim kavmimden korkarlar. Bana işinden bazı salahiyetler ver de sana tabi olayım” şeklinde saygısızca bir teklifte bulunmuş, Hz. Peygamber bu saygısız teklif’e karşılık “Yerdeki bir hurma koruğunu bile istese onu dahi vermem”” diyerek kendisine tabi o kadar insanın imanına mani olduğu için Hevze’ye “Elindeki her şey yok olup gitsin ’ diyerek beddua da bulunmuştur. Bu olaydan bir yıl sonra Cebrail (as), Hevze’nin küfür içerisinde öldüğünü haber vermiştir.[371]

Bu davetlerin dışında Hz. Peygamber’in Şam’a gönderdiği elçi Haris b. Umeyr (ra)’in yolda giderken Mute yakınlarında Şurahbil b. Amr el-Gassani tarafından önü kesilmiş, kendisinin Hz. Peygamber’in elçisi olduğu öğrenilince de şehid edilmiştir.[372]

Böylelikle Hz. Peygamber’in bu davet mektuplarına Habeşistan hükümdarı Necaşi ve Bizans hükümdarı Heraklius’un cevabı gayet olumlu olmuş; hatta Necaşi Müslüman olmuş[373], Heraklius ise Hz. Peygamber’in hak peygamber olduğunu anlamış fakat kavminin bu işe tepki vermesinden dolayı ve dünyadaki saltanatı için imanını gizlemiştir.[374] Aynı şekilde Mısır kıralı Mukavkıs ta Hz. Peygamber’in risaletini ikrar etmiş, fakat kavminin kendisini dinlemeyeceği endişesi ve saltanatının elinden gideceği korkusuyla olup bitenlerden ne halkına bahsetmiş ne de Müslüman olmuştur.[375] Yemame Emiri Hevze de elçiye gayet iyi davranmış fakat Hükümdarlığını kaybetme korkusuyla Müslümanlığı kabule yanaşmamıştır.[376]

Yukarıda da bahsedildiği üzere geriye kalan iki kişi ise bu davete menfi muamelede bulunmuşlardır. Bunlardan İran Kisrası, saygısızca Hz. Peygamber’in mektubunu yırtmış, Gassan Hükümdarı Haris te buna benzer bir saygısızlıkla haddini aşarak davet mektubunu yere fırlatmıştır.

Bu davetlerin dışında Hz. Peygamber, Mekkenin fethinden sonra Umman Hükümdarı Ceyfer ve kardeşi Abd’i islama davet etmiş ve ikisi de Müslüman olmuşlardır.[377]

Tüm insanlığa gönderilen Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), hitabı gereği bütün insanlara ulaşmaya çalışmıştır. Kur’an-ı Kerim’in ifadesiyle kendini helak edercesine çabalayan Peygamber,[378] müsait ortam bulduğu an tebliğ dairesini genişletmiş ve ulaşabildiği yerlere kadar davetini duyurmaya çalışmıştır. O dönem itibariyle şartlar gereği bu davet mektupla başlamış, daha sonra fetihlerle birlikte tebliğ alanı genişlemiştir. Hayatını davasına adayan Hz. Peygamber, kendinden sonraki nesillere de davetini en ücra köşelere kadar ulaştırılmasını emir buyurmuştur. Daha ilk nesil olan Sahabe bu uğurda uzun mesafeler kat etmiştir.

3.    HZ. PEYGAMBER’E KARŞI FERDÎ VE TOPLU İHANET

Bu başlık altında Hz. Peygamber’e karşı düşmanca tutum ve davranışlar sergileyen topluluklardan Münafık zümresinin yapmış olduğu menfi tutum ve davranışlarını ele alacağız. Hz. Peygamber’in karşısına çıkıp onunla mücadele etmeye cüret edemeyen münafık ruhlu kimseler, Hz. Peygamber’e karşı yapacakları ihaneti Müslüman kılığına girerek yapmaya teşebbüs etmişlerdir. İslamiyet’in yeni yeni genişlemeye başladığı ve bir kişinin bile hayatını kaybetmesinin Müslümanlar için ağır yaralar açacağı bir dönemde Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ne karşı Münafıklar tarafından yapılan gerek ferdî ve gerekse toplu ihanetler Müslümanlar için can kayıplarına sebep olmuş, Hz. Peygamber’i çok büyük sıkıntılara sokmuştur. Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), kendisine yapılan bu ihanetlere imkân bulduğunda müdahale etmiş, bizzat müdahale edemediğinde ihaneti yapanlar hakkında bedduada bulunmuştur.

İbn Atiyye’nin, Süddî’den yaptığı rivayete göre Taif’te bulunan Sakif kabilesine mensup ve kabilesi arasında saygın, sözü dinlenen Ahnes b. Şüreyk b. Amr adındaki zat, bir gün Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’a gelerek Müslüman olduğunu bildirmiş ve Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), buna çok sevinmiş, fakat geriye dönerken de yolda Müslüman bir kavme rastlayıp, onların ekinlerini yakıp, hayvanlarını öldürmüştür. Bu hareketinden dolayı onun hakkında ayet-i kerimeler nazil olmuştur.[379]

İlk zamanlar bir İslam düşmanı olan Ahnes, Ebu Cehil ve Ebû Süfyanla beraber buluşarak geceleri Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in okuduğu Kur’an’ı dinler ve onu beğendiğini söylerdi.[380] İbn İshak’ın anlattığına göre ise Ebû Cehil, Ebû Süfyân, Ahnes b. Şerîk gibi putperest büyükleri bazı gecelerde birbirlerinden habersiz olarak Resûlullahın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bulunduğu yere giderek gizlice onun Kur’an okumasını dinler, yolda tesadüfen karşılaştıklarında da birbirlerini suçlarlardı.[381]

Kur’an-ı Kerim’de münafıkların imandan çok küfre yakın oldukları,[382] müminlerle karşılaştıklarında inandıklarını söyleyip, taraftarlarıyla bir araya geldiklerinde ise müminlerle alay ettiklerini söyledikleri,[383] dine olan bağlılıklarının dünyevi menfaatlere göre değiştiği bildirilmektedir.[384]

Münafıkların psikolojik durumlarıyla alakalı olarak da[385] Müslümanlara karşı kin duydukları,[386] Hz. Peygamber’e isyan hususunda gizli faaliyetler yürüttükleri,[387] açıklanmaktadır. Kur’an perspektifinden bakıldığında da Münafıkların ihanet edebileceği ve dikkat edilmesi gereken şahıslar olduğu görülmektedir.

Münafıkların konumuzla alakalı bir başka tavırları da Uhud savaşından sonra vuku bulmuştur. Uhud savaşının neticelerinden biri de, Medine çevresindeki Arapların Müslümanlara karşı cesaretlenmeleri olmuştur.[388] Yalan haber yaymak suretiyle uhud savaşını Müslümanlar için bir hezimet olarak yansıtan Yahudi, Münafık ve müşriklerin etraftaki kabileleri kışkırtması sonucu civardaki kabileler ayaklanmışlardır. Bunun üzerine Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Esedoğulları üzerine Ebu Seleme (ra) komutasında yüz elli kişilik ordu göndermiş ve Medine’yi basma teşebbüsünde bulunan bu topluluk dağıtılmıştır.[389]

Durum Esedoğullarının itaat altına alınmasıyla sona ermemiş, Halid b. Süfyan’ın ayrı bir ordu kurarak Medine’yi basmayı amaçladığı öğrenilince de, Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Halid’i ortadan kaldırma vazifesini suffa ehlinden olan Abdullah b. Uneys (ra)’e vermiş, Abdullah (ra) da bir fırsatını bulup Halid b. Süfyan’ı öldürerek vazifesini yerine getirmiştir.[390] Bu çabalarının sonuç vermemesi dolayısıyla açıktan Müslümanlara karşı koyamayacaklarını anlayan nifak gurupları, intikam duygularını sinsice gidermenin yoluna koyulmuşlardır.

Halid b. Süfyan’ın öldürülmesiyle harekete geçen Lıhyaoğulları, Adal ve Kare kabilelerinin münafıklarıyla işbirliğine girmişlerdir.[391] Masum kılığına giren Adal ve Kare kabilesine mensup altı kişilik bir gurup Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’a gelerek, kabilelerinde İslâm’ın yayıldığı gerekçesiyle Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nden Kur’an okutup İslam’ı anlatacak muallimler istemişlerdir.[392] Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), onların bu isteği karşısında, Asım b. Sabit (ra) başkanlığında on kişilik sahabi’yi heyetle göndermiştir.[393] Yolda giderken heyetten biri ayrılıp durumu Lıhyaoğulları’na haber vermiş, Lıhyaoğulları’nın okçuları ve eli kılıç tutanları gelerek sahabilerin etrafını sarmışlardır. Reci kuyusu başında pusuya düşen ve kahramanca savaşan sahabilerden yedisi orada şehid olmuş, Mekke’ye götürmek üzere teslim aldıkları üç sahabiden Abdullah b. Tarık (ra), yolda fırsatını bulup kaçarken taşla şehid edilmiş, Hubeyb b. Adiyy (ra) ve Zeyd b. Desinne (ra)’yi de Mekke’de satmışlardır.[394] Bedir ve Uhud savaşlarına katılan bu iki sahabi[395] Mekkeliler tarafından Bedir’in intikamını almak gayesiyle, çeşitli işkencelerle şehid edilmişlerdir. Türlü işkencelerle Allah Teala yolunda ilk idam edilen Hubeyb (ra) ve sonra da Zeyd (ra) olmuştur. İdamdan önce iki rekât namaz kılmak için izin isteyen Hubeyb (ra), bu hareketiyle idam öncesi iki rekât namaz kılma adet ve sünnetini başlatan ilk kişi olmuştur. Allah Resûlu (salla’llâhü aleyhi ve sellem), bu ihaneti yapanlara bir ay boyunca namazlardan sonra beddua etmiştir.[396]

Görüleceği üzere başta masum kılığına giren münafıklar, Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ne gelerek “Biz Müslüman olduk, bize irşad heyeti gönder” diye yalvarıp daha sonra da heyeti haince okçuların eline bırakmışlardır. Kalpleri nifak tohumlarıyla dolu, ikiyüzlülük, yalan ve ihaneti kendilerine ilke edinmiş olan münafıkların Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ne yaptıkları bu ihanet ilk olmayıp sonda olmayacak büyük çapta bir ihanettir.

Allah Resûlu (salla’llâhü aleyhi ve sellem), kendisini kandırmaya teşebbüs eden bir kimsenin kendisini ikinci defa kandırmaya teşebbüs etmesine bu fırsatı vermemiş ve gerekli cezayı uygulamıştır. Benî Cümh kabilesinin şairi olan Ebu Azze, fakir ve çoluk çocuğu fazla olan bir kimsedir. Bu müşrik şair Bedir savaşına katılmış ve şiirleriyle Kureyşi desteklemiştir. Bedir de esir edilmiş olan Ebu Azze serbest bırakılma şartlarından biri olan dörtbin dirhemi ödeme imkânına da sahip olmadığından[397] Hz. Peygamber’le görüşmüş ve ona ödeme imkânının olmadığını bildirerek eman istemiştir.[398] Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün eman vermesi üzerine Ebu Azze Müslümanların zararına ve Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ın aleyhine olan hiçbir zararlı faaliyete katılmayacağına dair söz vermiş ve orada Hz. Peygamber’in lehine şiir söylemeye ve onu methetmeye başlamış,[399] serbest olarak Mekke’ye dönmüştür.[400]

Bedir’den sonra yapılan Uhud savaşına hazırlanma aşamasında Müşrikler Ebu Azze’ye gelip onun zayıf noktası olan dünyaya meylini harekete geçirerek onu Bedirde olduğu gibi şiirleriyle destek olmasına ikna etmişlerdir. Zayıf karakterli ve menfaatine düşkün olan Ebu Azze, Uhud’a katılmış ve savaş sonunda geri çekilen müşrik birliklerinin içerisindeyken sabaha doğru Asım b. Sabit (ra) tarafından yakalanmıştır. Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ın huzuruna getirilen Ebu Azze, Resûlullah’ın Bedirdeki verdiği sözü hatırlatırcasına yüzüne bakmasına karşılık Bedirdeki gibi aynı mazeretleri tekrar etmeye başlamıştır. Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), “Sen bana Bedir ’de söz verdiğin halde sözünü yerine getirmedin. Vallahi bundan sonra ellerini yanaklarına sürüp Muhammed’e iki defa ihanet ettim(kandırdım) diyerek Mekke’de gezmene müsaade etmeyeceğim” diyerek ihanetine karşılık ölüm cezasısını tatbik ettirmiştir.[401]

Mümin insan merhametli, sabırlı, affedici ve yardımsever insandır. Fakat mümin kandırılmaya bilhassa iki defa aldatılmaya izin vermez. Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem) de bu gerçeği dile getiren bir sözlerinde “Şüphesiz Mümin aynı delikten iki defa sokulmaz” buyurmuştur.[402]

Burada olduğu gibi Münafık ruhlu insanlarda görülen bir özellik te her ortamın hesabını yapmalarıdır. Menfaat nereden gelirse oraya yönelmeyi ilke edinen bu tipler, fırsat verildikçe ihanete devam edeceklerdir. Kur’an’da cimri, yalancı ve kibir sahibi oldukları,[403] maddi menfaat için namaz kıldıkları, gerçekte ibadette isteksiz oldukları,[404] Allah’ı ve müminleri alaya aldıkları,[405] bildirilmektedir. Netice itibariyle münafık, içerisinde saklamaya çalıştığı birçok psikolojik hastalıkla, kendisinden sakınılması gereken bir görüngüdür.[406]

Münafık zümresi özellikle fırsat buldukları an Hz. Peygamber’i arkadan vurmaya çalışmaktan geri durmamışlardır. Tebük savaşı Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün farklı bir taktik uyguladığı savaştır. Diğer savaşların tersine bu savaşta Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), nereye gidileceğini söylemeden, gidilecek yerin uzaklığını, zamanın dar olduğunu, düşmanın çokluğunu bildirerek ashabına hazırlık yapmalarını bildirmiştir. Bu durumu fırsat olarak değerlendiren münafıklar, savaş öncesi ve sonrasında bir hayli nifak faaliyetine girişmişlerdir.

Savaş öncesinde Münafıkların ilk ihaneti Süveylim isminde bir Yahudi’nin evinde toplanmakla başlamıştır. Zira münafıklar bu evde toplanarak Tebük savaşına katılmak isteyenlere mani olmaya çalışmışlardır. Münafıkların bu ihaneti kendisine ulaşınca Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), ashabtan Talha b. Ubeydullah (ra) başkanlığında bir ekip göndererek bu evi yıktırmıştır[407]

Savaş hazırlıkları esnasında Münafıkların Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’a karşı yaptıkları bir başka ihanet te Mescid-i Dırar’ı inşa etmeleridir. Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Tebük seferi için hazırlanırken mescidi yaptıran münafık gurup “Ya Resûlullah! Yağmurlu günde hasta ve uzağa gidemeyecek kimselerin namaz kılabilmesi için bir mescid yaptık'’” diyerek Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’dan mescide gelip namaz kıldırmasını istemişlerdir.[408] Zahiren bakıldığında masumane bir söylem olarak görünen bu ifadeler aslında menhus bir niyetin ürününden başka bir şey değildir. Münafıkların sürekli başvurdukları silah olan yalan ve ikiyüzlülük burada da kendini göstermiştir. Bu defa da siyasi ve etnik ayrımcılık denemesine teşebbüs ettikleri görülmektedir. Niyette İslam Cemaatini bölmek olan bu tutum ve davranış ilahi ihbar neticesinde akîm kalmıştır.

Müslümanlar bir savaş hazırlığında iken, böyle zor bir ortamda münafıkların Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’a bu şekilde teklif götürmeleri de dikkat çekicidir. Nifak’ın zirveye çıktığı bir dönemde Nebi (salla’llâhü aleyhi ve sellem), sıkıntının etkisiyle mescide gitmeyeceğini söylese[409] münafıklar ayaklanıp iç savaş tehlikesi oluşturabilirlerdi.

Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) buranın nifak yuvası olduğunu hissediyordu. Fakat ortada kesin bir delil ve ilahi bir uyarı da olmadığından yukarıdaki tehlikeleri göz önüne alarak olumlu cevap vermiştir. Nitekim Mescid-i Dırar’ı[410] inşa edilirken onu yapanlardan biri olan Bahzec’e Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem) “Yazıklar olsun bununla ne yapmak istiyorsun ’ diye sormuş. Bahzec de ‘Ya Resûlallah! Vallahi iyilikten başka bir şey düşünmüyorum" demiştir.[411]

Ayrıca münafıkların Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’e yaptıkları bu teklifin altında yatan nifakı bazı Sahabeler de sezmiştir. Sahabeden Asım b. Adiyy (ra), Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ın münafıklara olumlu cevap vermesini yadırgayarak “Vallahi, bu mescidi münafıklardan başkası yapmaz"” demiştir. Hatta bu Sahabeler Tebük seferinden dönünceye kadar vahy-i ilâhî’nin geleceğini ümit etmişlerdir.[412]

Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Tebük seferinden dönerken işin iç yüzü kendisine vahiyle bildirilmiş,[413] bunun üzerine Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), birlik göndererek Mescid-i yakıp yıktırmıştır[414]

Kendi aralarında herhangi bir şekilde toplanarak cemaatleşemeyen münafık zümresi, ibadet ve dindarlık gibi masumane bir bahane vasıtasıyla toplanıp nifaklarını organize etmek gayesiyle bu mescidi yapmışlardı. Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) işte bu nefret verici gayeye karşı olduğundan[415] sert tedbirler almış ve Münafıkların bu şekilde bu tertiple toplanmasını kanun dışı bir hareket olarak değerlendirmiştir.[416] Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), bu tutumuyla aynı zamanda onların etnik ayrımcılık çabalarını da önlemiştir.

Tarihçi Heykel, Mescid-i Dırar’ın yaktırılmasıyla münafıklara karşı yürütülen siyasetin şiddetlenmesini şöyle açıklamaktadır: Tebük seferinden sonra İslam, Medine’nin dışına çıkıp Arabistan’ın her tarafına, hatta Arabistan’ın da dışına çıkmak üzere idi. Dolayısıyla Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in de kontrolünün dışına çıkmış oluyordu. Bu zamandan itibaren Müslümanlar arasında çıkacak problemlerin takip edebilmesi mümkün değildi. Eğer ciddi önlemler alınmazsa münafıklar eskisinden daha tehlikeli olabilirlerdi. Böyle bir zamanda münafıklara göz yumulmayıp, aksine sert tedbirler alınması gerekmekteydi. Bundan dolayı Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Tebük seferinden sonra onlara karşı daha şiddetli davranmıştır.[417]

4.    BİLİNÇLİ ( SOSYAL-SİYASÎ )İTAATSİZLİK

Bu başlığımız altında da Hz. Peygamber’e karşı her türlü kötü muameleyi sergilemekten geri durmayan Münafık topluluğunun saygısızca yaptıkları tutum ve davranışları inceleyeceğiz.

Hz. Peygamber’e bey’at etmek Müslüman olmanın bir şiarıdır. Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), zaman zaman İslam’a girenlerden biatlarını almış, emir ve yasakları bildirmiştir. Erkek-kadın herkesten biat alan Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), İslam’a giren kimselere kural ve kaideleri öğretmiş, Müslümanlara ise yeni bir şevk, heyecan ve dinamizm kazandırmıştır. Ayrıca Hz. Peygamber’in Müslüman kadınlardan alacağı bey’at şartları da Kur’an-ı Kerim’de belirtilmiştir.[418]

Münafık zümresinden Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ne karşı her türlü muhalefet ve itaatsizliğin sergilenmesi yanında ilk etnik ayrımcılık denemelerine teşebbüs de vuku bulmuştur. Ensar’ın Seleme Oğullarından ve Seleme Oğullarının lideri olan Cedd b. Kays b. Sahr[419] adındaki münafık, Hudeybiye’de Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Müslümanları bey’at’a çağırırken Müslümanların arasında bulunduğu halde yapılan biat’tan kaçarak devesinin arkasına saklanmıştır. Onun bu halinden dolayı Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in hakkında “Ağacın altında biat edenlerden kırmızı deve sahibi (Cedd b. Kays) hariç, kimse cehenneme girmeyecektir” buyurduğu kimsedir.[420]

Cedd b. Kays, nifak hareketlerinin tırmandığı Tebük seferinde, Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), sefer hazırlığı ile uğraştığı zaman da Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’a gelerek “Ya Resûlullah! Asfaroğullarının kızlarını görürsem dayanamam da günaha girerim. Bundan dolayı bana izin ver” deyip zafiyetini ileri sürerek savaştan geri kalan ve bu davranışıyla Kur’an-ı Kerim’de[421] Münafıkların cihaddan geri kalan kimselerin niteliklerine örnek teşkil eden kimse olduğu bildirilmiştir.[422]

Cedd’in oğlu olan Abdullah (ra), babasının Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ne karşı savaş döneminde yaptığı bu harekete üzülmüş ve babasının yaptığı bu nifak hareketinden dolayı onu kınamıştır. Oğlunun bu müdahalesine kızan Cedd, oğlunun yüzüne ayakkabıyı çarpmış, bunun üzerine oğlu babasına hiçbir şey demeden oradan ayrılmıştır. Bedir ashabından olan Abdullah (ra), babasının yaptığı bu çirkin hareketi münafıklık olarak değerlendirmiştir.[423]

İbn Hacer, Cedd’in daha sonra tevbe ettiğini ve Hz. Osman (ra) zamanında vefat ettiğini bildirir.[424]

Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), çarşı pazarı denetleyen bir tüccar, ashabının önünde imam, savaşta komutan olduğu gibi aynı zaman da bir devlet başkanıdır. Hz. Peygamber’in devlet başkanlığı sıfatıyla yapmış olduğu çağrıya uyulmayarak, ilk siyasi ayrımcılık hareketine teşebbüs edilmiştir.

Hz. Peygamber’e karşı bilinçli olarak yapılan bu ferdi itaatsizlikle beraber gerek ferdî ve gerekse toplu olarak Münafık zümresinin daha başka itaatsizlikleri de vuku bulmuştur. Bedir savaşını müteakip Evs ve Hazrec kabilelerinin içerisinde bulunan müteredditler Müslümanlar arasına girince nifak hareketlerinde artış olmuştur. Yahudiler tarafından eğitilen ve desteklenen bu münafık zümre nifaklarını mescide kadar taşımış, mescid’de Müslümanları dinleyip sonra da onlarla alaya kalkışmışlardır. Mescid kurallarına uymayıp, yüksek sesle konuşarak dedikodu yapan münafıkların bu zararlı konuşmaları çoğalınca Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem), onların mescid içerisindeki kirli düşüncelerini yüzlerine vurmuş ve bu şekilde hareket ederek münafıklık yapanların ayağa kalkarak Allah Teala’dan af dilemelerini istemiştir. Hz. Peygamber’in bu emrine karşılık topluluk ayağa kalkmamıştır. Allah Resûlu (salla’llâhü aleyhi ve sellem), bunun üzerine münafıkları ayağa kaldırarak onlara “Allah Teala’dan korkunuz” diye ihtarda bulunmuştur.[425] Başka bir rivayette ise bu olayın akıbeti biraz daha farklı sonuçlanmıştır. Rivayete göre ayağa kalkmayan münafıklar Mescidten zorla kovulmuşlardır.[426]

Kur’an’da mescidler “Allah’ın yapılmasını emrettiği ve adının anılmasını istediği ibadet yerleri[427] [428] olarak tarif edilmiştir. Dolayısıyla ibadetlerin huşu içerisinde yapılabilmesi, Rab-kul münasebetinin sağlanabilmesi ve manevi bir havanın teneffüs edilebilmesinde mescid ortamının rolü büyüktür. Kur’an münafıkların ibadetle ilgili olarak ta “Maddi menfaat için namaz kıldıkları, gerçekte ibadette isteksiz oldukları"' ' uyarısında bulunmaktadır.

Görüleceği üzere Mescid adabını çiğneyip manevi atmosferi kasıtlıca bozan münafıklar, yaptıkları saygısızlığın bilincinde olarak ta Hz. Peygamber’in emrine muhalefet etmişlerdir. Hz. Peygamber’in bu kasıtlı saygısızlığa karşı sözlü olarak tepkisini ortaya koymakla yetinip herhangi bir fiili eylemde bulunmaması münafıklara karşı yürütmüş olduğu politikanın bir sonucudur. Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), onlara karşı, kendisine inanmayan diğer guruplardan farklı bir siyaset uygulamıştır.[429] Nebi (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nin münafıklara karşı takip ettiği siyasetin bütün hedefi bunların ayrı bir cemaat halinde İslam toplumundan kopmasını önlemektir.[430] Buradaki hareketinin altında yatan sebep ise münafıkların örgütlenme girişimlerini engellemektir. Bu gayeye matuf olarak Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem) onların gerek camide ve gerekse hususi evlerde Müslümanlardan ayrı olarak toplanmalarını engellemiştir.

Hz. Peygamber, Müslümanların genişlemeye başladığı bu dönemde Münafıklara karşı herhangi fiili bir yaptırımda bulunmamakla beraber, onların bir araya gelerek topluluk oluşturmasına engel olucu tedbirlerde bulunmuştur. Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), nifakın zirveye çıktığı Tebük savaşının ardından güçlenmiş bir vaziyette Münafıkların düşmanca tutum ve davranışlarına gerekli yaptırımlarda bulunmuştur.[431]

Hz. Peygamber’e karşı bilinçli olarak yapılan bir başka itaatsizlik te Tebük savaşından sonra vuku bulmuştur. Nifakın zirve noktaya çıkıp, bir hayli sıkıntılarla başlayan Tebük gazvesinden dönüşte Nâga diye isimlendirilen vadideki kayanın altında akan küçük bir su pınarı mevcuttur. Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), bu mevkideki suyun yanına kendinden önce kimsenin gitmemesini, eğer gidecek olurlarsa da suya dokunmamalarını bildirmiştir. Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in bu ikazını hafife alan münafıklardan bir gurup, herkesten önce gidip emrini dinlemeyerek suyu karıştırmışlardır. Bu kişiler Muattıb b. Kuşeyr, Haris b. Yezidetü’t-Tâî, Vedîa b. Sabit ve Zeyd b. Lusayt adındaki münafıklardır.[432] Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem) suyun başına gelip sudan eser kalmadığını görünce kendisinden daha önce kimin geldiğini sormuş ve daha önce gelenlerin isimleri bildirilince Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) “ben sizi bundan men etmemiş miydim?” diyerek tepkisini ortaya koymuştur. Münafıklar’ın “Duyuruyu işitmemiştik” diyerek özür beyan etmeleri üzerine Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem) onların özrünü kabul etmiştir.[433] Daha sonra ise Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ın bir mucizesi olarak suyun kaynağı gürleşmiş ve bolca istifade edilmiştir. Buna rağmen sudan istifade eden münafıklardan Vedia b. Samit “Bunun benzeri daha önce de yapılmıştır”” diyerek mucizeyi küçük görmüş, kabullenmediğini bu sözleriyle ortaya koymuş ve küstahça bir tavır takınmıştır.[434]

Münafıklar, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’e karşı o kadar kin duymuş ve saygısızlıklarda bulunmuşlardır ki, gün geçtikçe onun etrafında insanların çoğalması, her geçen gün daha çok sevilmesi, münafıkları daha çok rahatsız etmiştir. Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün her davranışını kıskanmakta, davranışlarına değer vermemekteydiler. Münafıklar, bilinçli itaatsizlikle beraber burada olduğu gibi Hz. Peygamber’in mucizelerinde de kıskançlık krizine yakalanmışlardır.[435] Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün burada da herhangi bir cezayı müeyyide uygulamamış olması daha önce de belirtmiş olduğumuz münafıklara karşı uyguladığı siyasetin sonucudur. Böyle itaatsizlikleri sineye çekmekle beraber, ne zaman ki daha toplu ve siyasi-etnik itaatsizlikle beraber ihanet vuku bulmuş o takdirde önlem almıştır.

5.    HZ. PEYGAMBER’E REVA GÖRÜLEN DÜŞMANCA TUTUM VE DAVRANIŞLAR

Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem), risalet hayatı boyunca müşriklerle muhatap olmuştur. Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ne karşı her türlü eziyet, işkence, tahkir ve zulmü reva gören bu güruh her zaman Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ın karşısında yer almış ve vahye ayak diremişlerdir. Hz. Peygamber’in tebliğ ettiği din onların hayat tarzını siliyor ve bambaşka bir hayata çağırıyordu. Eski adetlerinden ayrılmak istemeyip, dolayısıyla menfaatlerini kaybetmek istemeyen müşrikler, Peygamber’e karşı hiçbir zaman müsamaha göstermemişlerdir.

Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün tebliğ dairesi genişledikçe şirkten kendini kurtaramamış gönüller telaşa kapılmıştır. “Şimdi sen, sana ne emredilmişse onu açıkça onlara söyle! O müşriklerden yüz çevir!”[436] ayet-i indiğinde Hz. Peygamber Mekkelilere toptan İslamiyet’i ve Peygamberliği’ni duyurmak için Safa tepesine çıkmış ve halka tebliğde bulunmuştur.[437] Hz. Peygamber, Halka uyarılarını yapmış, daveti kabul edenlerin cennete gideceğini aksi takdirde kendisinin hiçbir şekilde faydasının olamayacağını da konuşmasında belirtmiştir.[438]

Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün bu konuşmasından sonra kabileler yavaş yavaş ısınırken dinleyenler arasındaki Ebu Leheb şaşkına dönmüş ve eline bir taş parçası alıp “Helak olasıca! Bizi bunun için mi çağırdın'” diyerek Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’a fırlatmıştır. Bunun üzerine de Ebu Leheb hakkında Tebbet suresi nazil olmuştur.[439]

Ayet-i Kerime de “Cehennem oduncusu””[440] olarak zikredilen karısı Ümmü Cemil’in de Tebbet suresi nazil olduktan sonra iyice hıncı artmış ve Ümmü Cemil, artık yerinde duramaz olmuştur. Eline bir taş alarak Mescid-i Haram’a gelmiş ve Hz. Peygamber’le Hz. Ebubekir beraber otururlarken Hz. Ebubekir’e “Arkadaşın nerede. O beni hicvetmiş. Şayet onu görürsem şu taşı onun ağzına vuracağım”” demiş ve Hz. Peygamber’i göremeden geri dönmüştür.[441]

Buna benzer bir vakıa da Ebu Cehil tarafından yapılmıştır. Bir gün kabilesine “Vallahi, secde ederken Muhammed’i görürsem başını şu taşla ezeceğim”” diye söz vermiş, ertesi günde zor kaldırabildiği bir taş alarak Kâbe’ye gitmiştir. Hz. Peygamber’i secde halinde görmüş ve ve tam taşı kaldırıp vuracakken elleri Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) namazını bitirene dek havada asılı kalmış ve namaz bittiğinde eli çözülebilmiştir.[442]

Böylesi mucizevî olaylara rağmen Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nü rahatsız etmekten vazgeçmeyen Ebu Cehil bir başka gün de “Vallahi, Muhammed’i secdede görürsem boynuna basıp yere sürteceğim”” diye yemin etmiştir. Bu esnada çıkagelen Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ne İbn Abbas (ra) durumu bildirince sinirlenen Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), kapıdan girmeyi dahi beklemeden duvardan aşıp Kabe’nin içine girerek Alak Suresi’ni sonuna kadar okuyup secdeye kapanmıştır. Etraftakilerin de “Ey Ebu Cehil, işte Muhammed” demeleri üzerine Ebu Cehil Hz. Peygamber’in üzerine doğru yürümeye başlamışken bir anda geri dönmüştür. Etrafındakilerin “Ne oldu, neden geri döndün’ diye sorduklarında Ebu Cehil onlardan daha şaşkın bir vaziyette “Benim gördüğümü siz görmüyor musunuz? Vallahi onunla benim aramda ateşten bir uçurum açıldı” diyerek cevap vermiştir. Hz. Peygamber de bu konuda “Şayet Ebu Cehil bana yaklaşsaydı, melekler onu parça parça ederlerdi” buyurmuştur.[443]

Ebu Cehil bizzat kendisi hakaret ve eziyette bulunduğu gibi aynı zamanda başkalarını da bu iş için sürekli kışkırtmıştır. Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Kâbe’de huşu içerisinde namaz kılarken müşriklerden bir gurup da mescidi haram civarında toplanmış konuşuyorlarken aralarında bulunan Ebu Cehil “içinizden hanginiz bugün falancalarda boğazlanmış devenin işkembesini getirip Hz. Peygamber secdedeyken onun üzerine koyar” diyerek seslenmiş Ukbe b. Ebî Muayt da bu işi üstlenerek deve işkembesini Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), secdedeyken iki küreği üzerine koymuş ve müşrik topluluğu kahkahalarla bu olayı seyretmiştir. Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün bu durum karşısında dudaklarından üç defa “Allahım, Kureyşi sana havale ediyorum” cümlesi dökülmüştür. Ukbe b. Ebi Muayt, bir başka defasında ise namaz kılarken Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ne saldırmış ve üzerindeki ridası ile boğmaya çalışmış, diğer müşrikler de başına üşüşerek kafasını yarıp sakalını yolmuşlardır.[444]

Müşriklerin Hz. Peygamber’in davetini engelleme adına daha birçok girişimleri de söz konusudur. Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Ukaz panayırında dışardan gelen halka davasını anlatırken tevhidin timsali olarak davet esnasında şehadet parmağını kaldırdığında müşrikler “Muhammed parmağı ile sihir yapıyor” diyerek halkı soğutmaya çalışmışlardır.[445]

Aynı şekilde Mekke’ye Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ile görüşüp İslam’ı sorup soruşturmak amacıyla gelen yabancıları onunla görüştürmemek için de müşrikler ellerinden geleni yapmışlardır. Bunlardan biri olarak Devs kabilesinin şairi Tufeyl b. Amr, Mekke’ye geldiğinde müşrikler hemen yanına giderek Hz. Peygamber’in kendilerini dağıttığını, her şeyi altüst ettiğini, sihirli sözleriyle baba-oğul arasını açtığını dile getirmişler ve devamında da “Sakın sen onunla konuşma. Bizim kavmimizin başına gelen senin kavminin de başına gelmesin” diyerek onun, Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ile konuşmasına engel olmaya çalışmışlardır. Fakat Tufeyl, onları dinlemeyerek Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ile konuşmuş ve Müslüman olmuştur.[446] Ama Şair A’şa’nın Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ile görüşmesine engel olan müşrikler Hz. Peygamber hakkında ileri sürdükleri çeşitli karalamalarla Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ile görüştürmeden yurduna dönmesine sebep olmuşlardır.[447]

Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün hayatı boyunca en çok zulüm gördüğü topluluk müşrik topluluğu olmuştur. Hz. Peygamber’in risaletinden itibaren atalarının dininden vazgeçmeyeceklerini söyleyerek vahye ayak direyen bu topluluk Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ne karşı nübüvvetin başlarında alay, tahkir, kötü propaganda gibi faaliyetlerle engel olmaya çalışmışlar, Müslümanların gün geçtikçe ilerlemesi ve kendi çabalarının boşa gitmesi onları kin ve öfkeye sevk etmiş, sonunda Hz. Peygamber’in vücudunu ortadan kaldırmaya teşebbüs edecek kadar zulümde yarışmışlardır.

Kur’an-ı Kerimde Müslümanlara, Kâfirleri kendi inançlarıyla başbaşa bırakmalarını,[448] aile ilişkilerine son vermek ve onları yalnız bırakmak için onlardan kesinlikle kız alışverişi yapmamalarını,[449] en yakın akrabaları dahi olsa müşrikler için istiğfarda bulunmamalarını[450] emretmiştir.

Hadis-i Şeriflerde de Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), müşriklerle hiçbir bağlantısının olmadığını “Ben müşriklerden değilim’” sözüyle ortaya koymuştur.[451] Cahiliye devri yemini olan putlar üzerine yemin yasaklanmış ve kefaret olarak ta kelime-i tevhid getirilmesi şart koşulmuştur.[452] Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), biat alırken müşriklerden ayrılmak[453] ve Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmamak[454] şartını da ortaya koymuştur. Bir hadiste de müşriklerin amellerinin Allah katında geçerli olmadığı bildirilerek putperestlerin işi olan putların alınıp satılmasıyla yaptıkları ticaret, şarap ve domuz eti ticareti gibi kabul edilerek haram kılınmıştır.[455]

Eski adetlerinden ayrılmak istemeyip, dolayısıyla menfaatlerini kaybetmek istemeyen müşrikler Peygamber’e karşı hiçbir zaman müsamaha göstermemiştir. Risalet hayatı boyunca müşriklerle mücadele eden Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Ehl-i kitab’a sağladığı cizye müsamahasını müşriklere göstermemiştir. Ehl-i kitab’ın cizye vererek kendi beldelerinde ikamet etmelerine müsaade eden Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), müşriklere karşı bu müsamahayı sergilememiştir.

Hz. Peygamber’e karşı reva görülen düşmanca tutum ve davranışların müşriklerin yanı sıra hicretle birlikte ortaya çıkan Münafık zümresi tarafından da sergilendiğini görmekteyiz.

Münafıklar gizliden inkâr eden ve iç barışıklığı olmayan kimselerdir. Onların bu hali hemen her zaman amellerine yansıdığından kesin bir tavır sergileyememişlerdir.[456]

Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in münafıklarla münasebeti daha Medine’ye varmadan hicret esnasında başlamıştır. Rivayete göre Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in hicret esnasında ikamet ettiği Kuba denilen yerde Amr b. Avf oğullarının münafıkları tarafından evi taşlanmıştır. Bu olay üzerine Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün “Bu nasıl komşuluk” diyerek oradan ayrıldığı bildirilmiştir.[457]

Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’e karşı yapılan bu hareketin sebebi ne olabilir? Bir yandan Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’i canından aziz bilen Amr b. Avf oğulları, diğer taraftan ona bu saygısızlığı yapanlar da aynı topluluktan ve Kuba’lı kimselerdir. Sosyal olarak değerlendirildiğinde zıt iki kuvvetli dava aynı yerde mücadeleye başladığı zaman orada nifak hareketleri ortaya çıkar. Zira iki taraftan hangi tarafa katılacağını bilmeyen ve menfaatperest birtakım kimseler iki kuvvete de yaranmak için nifak hareketine başvururlar.[458]

Böylelikle Münafıklar, Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün tebliğ hayatının Medine’ye hicret döneminden itibaren, yapacakları her türlü itham, iftira ve kötü muamelelere bir başlangıç yapmışlardır.

Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in Medine’ye gelmesiyle kendisine ilk muhalefet edenler arasında özellikle siyasi ve dünyevi menfaat sağlamak amacıyla İslam’ı zahiren kabul eden menfaatperest kişiler vardır. Bu kimselerden bazıları bulundukları ortamda gözden düşmemek için nifak yoluna başvurmuşlar ve çıkar sağlamışlardı.[459]

Hz. Peygamber’in Medine’ye gelip bütün teveccühleri üzerine çekmesi, Medine’de daha önce hükümdarlık hayalleri kuran Abdullah b. Übey’in bu planını suya düşürmüştür. Medine halkının Allah Resûlu (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün etrafında toplanması ve İbn Übey’in kavminin de kendinden uzaklaşıp İslam’a girmesi İbn Übey’in kin ve nifakını gizleyerek istemeye istemeye Müslüman gözükmesine sebep olmuştur.[460] İbn Übey, Müslüman gözükmüş olsa da hayatının sonuna kadar her fırsatta gerek açıktan ve gerekse sinsice Müslümanların kuyusunu kazmayı ve Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’a karşı her türlü muhalefeti yapmayı sürdürmüştür.

Konumuzla alakalı olarak İbn Übey’in her türlü saldırılarının yanında fiili olarak yaptığı şu saygısızlık ta dikkate değerdir. Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Medine’deki antlaşmayı bozup Müslümanların arkasından kuyu kazan Kaynuka Yahudilerini onbeş gün süren muhasara sonunda teslim almıştır. Kuşatmanın devam ettiği günlerde Abdullah İbn Übey, Hz. Peygamber’in yanına gelerek işbirliği içerisinde olduğu Kaynukaoğullarını affetmesini istemiştir. Hz. Peygamber’in ağırdan almasına rağmen isteğini sürekli bildirmiştir. Sonunda Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün yüzünü ondan çevirmesine karşılık elini arkasından atarak yakasına yapışmış ve Hz. Peygamber’in beni bırak deyip yüzünün kızarmasına rağmen Kaynukaoğullarına iyilik yapmadığın müddetçe “Vallahi seni bırakmam” diyebilmiştir. Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), İbn Übey’e lanet ederek Kaynukaoğullarının ellerini çözdürmüş, öldürülmelerinden vazgeçip Medine’den sürülmelerini emretmiştir.[461] Bunun gibi İbn Übey’in hayatı boyunca nifak hareketlerinde başrol oynamasında Medinede’ki siyasî nüfusu, maddî gücü ve otoritesini kaybetmesi sebep olmuştur.[462]

İbn Übey’in Hz. Peygamber’e karşı bu kadar küstahça bir tavır sergileyebilmesi, arkasında hâlâ kendisini destekleyen insanların olduğunu göstermektedir. Kendi başına bu saygısızlığı yapması mümkün görünmemektedir. Hz. Peygamber, o an itibariyle münafıkların bu saygısızlıklarını sineye çekmiştir. Çünkü herhangi bir cezayı müeyyide İbn Übey’i daha meşhur hale getirip yandaşlarını tahrik edebilirdi. Fakat uzun soluklu uygulamış olduğu siyasetle onların bir araya gelip teşkilatlanmasını önleyerek güç kazanmalarını engellemiştir.

B. SÖZLÜ YAPILAN SAYGISIZLIKLAR

1. HZ. PEYGAMBER’İ KÜÇÜK DÜŞÜRMEYE YÖNELİK SÖYLEMLER

Hz. Peygamber’in risaletini ilan etmesinden itibaren vahye ayak direyen Müşrikler, zaman zaman Hz. Peygamber’e karşı O (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nu halkın gözünden düşürmek ve nefislerini tatmin etmek için küçük düşürücü söylemlerde bulunmuşlardır. Müşrikler Hz. Peygamber’in risaletinden itibaren tahkir ve alayvari tutum ve davranışlarından taviz vermemişlerdir. O (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nu ve ashabını yalnız bulduklarında eza ve cefa çektirmişler, bunu yapamadıklarında da Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ı özellikle arkadaşları yanında halka mahçup etmek için alaya almışlardır. Kureyşin Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ne karşı bu alayları nübüvvetin ilk yıllarında başlamıştır. Bir ara vahyin gelmesi gecikince müşrikler “Rabbin seni terk etti” diyerek alaya almışlardır. Bunun üzerine nazil olan Duha suresi Allah Teala’nın onu unutmadığını ve ona destek olacağını açıklamıştır.[463]

Müşrikler Hz. Peygamber’e yapmış oldukları mal-mülk, reislik gibi tekliflerin kabul edilmediğini görünce “Ya Muhammed! Sen bizim memleketin dar ve suyunun az olduğunu, yaşantımızın zor olduğunu bilirsin. Seni gönderen Allah’a söyle de bizi sıkıştıran şu dağları kaldırıp burayı genişletsin, Suriye ve Irak ırmakları gibi buradan su akıtsın. Bu dünyadan göçmüş olan atalarımızı aralarında Kusayy b. Kilab da bulunarak diriltsin. Kusayy doğru sözlü birisi idi. Atalarımıza senin söylediklerinin doğru olup olmadığını soralım. Onlar seni tasdik ederlerse sende istediklerimizi yerine getirirsen sana inanırız. Bu isteklerimizin yerine gelmesiyle senin Allah’ın yanındaki değerini anlamış oluruz” diyerek alay etmişlerdir.[464]

Hâkeza Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Taif’e gittiğinde reislerden birisi “Şayet seni Allah Peygamber olarak gönderdiyse Kabe’nin örtüsünü yırtarım” demiş, bir başkası da “Allah’a yemin olsun ki seninle asla konuşmayacağım. Zira sen bir peygambersen ben haddimi aşarak senin gibi birisiyle konuşmaya cüret edemem, eğer Peygamber değil de bir yalancı isen o zaman da seninle konuşmaya tenezzül etmem” diyerek Hz. Peygamber’i küçümsemiş ve alaya almıştır.[465]

Vahye ayak direten bu insanlar, atalarının dini olan eski inançlarını terk etmemiş ve Hz. Peygamber’e ayak direyerek küfür bataklığında sürünmüşlerdir. Hz. Peygamber’in davetini engellemek amacıyla her türlü tahkirlere müracat eden müşrikler, Hz. Peygamber, yanlarından geçerken birbirlerine işaret ederek “işte Abdülmuttalip oğullarının kendisiyle gökten konuşulan oğlu”[466] diyerek alay etmiş, Hz. Peygamber’i çok iyi tanıdıkları halde mecnun, kâhin, sihirbaz, şair gibi sözlerle Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ne iftira atmışlardır. Hz. Peygamber’in, müşriklerin putlarını kötülemeye, putperestliğin aleyhinde konuşmaya, özellikle putların ve putperestlerin cehenneme yakıt olacaklarını bildiren ayetlerin nazil olmaya başlamasından[467] itibaren müşrikler, O’nun Peygamberliğini tehlikeli görmüş ve düşmanca tutum ve davranışlarda bulunmuşlardır.

Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in Medine’ye gelmesiyle kendisine ilk muhalefet edenler arasında özellikle siyasi ve dünyevi menfaat sağlamak amacıyla İslamı zahiren kabul eden menfaatperest kişiler vardı. Bu kimselerden bazıları bulundukları ortamda gözden düşmemek için nifak yoluna başvurmuşlar ve çıkar sağlamışlardı.[468]

Bu münafıkların en önde gidenlerinden birisi olarak, Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün Medine’ye hicretinden önce Medine şehrinde sonraları nifak hareketlerini organize edecek olan Abdullah b. Übey b. Selûl adında bir şahsın öne çıktığını görmekteyiz. Kaynaklarımızda belirtildiğine göre hicretten önce vuku bulan bu kavgalardan yorgun düşen Medineli Evs ve Hazrec kabilesi aralarında anlaşarak İbn Übey’i Medine’ye kral yapmaya karar vermişler, başına giydirecekleri tacı dahi kuyumculara sipariş etmişlerdir.[469] Fakat Abdullah İbn Übey’in hükümdar olma hayalleri Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ın Medine’ye gelmesiyle suya düşmüş ve Müslümanların O’nun etrafında toplanması ve kavminin de kendinden uzaklaşıp İslâm’a girdiğini görmesi kin ve nifakını gizleyerek istemeye istemeye Müslüman görünmesine sebep olmuştur.[470] Fakat hayatının sonuna kadar her fırsatta gerek açıktan ve gerekse sinsice Müslümanların kuyusunu kazmayı ve Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’a karşı her türlü muhalefeti yapmayı sürdürmüştür.

Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem) daha Medine’ye girerken, Abdullah b. Übey b. Selül evinin önünde, yanında bulunan bir toplulukla beraber oturmaktadır. Übey b. Selül, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in kendisine geleceğini zannederek “Git, sen seni davet edenlerin yanına var” diyerek Medine’deki ilk muhalefetine başlamıştır.[471] Günümüz hadiscilerinden Canan, İbn Übey’in yaptığı bu muhalefetin siyasi olduğunu söylemektedir.[472]

Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in Medine’ye gelmesiyle siyasi nüfuzunu kaybeden İbn Übey, yukarıda da anlatıldığı üzere her fırsatta peygamber’e karşı menfi tavır takınmıştır. O bu menfi tavırlarıyla nifak hareketlerinin elebaşısı olmuştur. İbn Übey’in evi hicretten sonraki ilk zamanlarda nifak hareketlerinin karargâhı olarak kullanılmıştır. Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem), günlerden bir gün hasta olan Sa’d b. Ubâde (ra)’yi ziyarete giderken İbn Übey, evinin gölgesinde aralarında yeni Müslüman olanların, Medine’li müşriklerin ve Yahudilerin bulunduğu bir gurupla oturmaktadır. Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem), yanlarına geldiğinde İbn Übey, elbisesiyle burnunu kapatıp yüzünü ekşiterek “Üzerimizi tuzlatma" şeklinde saygısızca bir tavır takınmıştır. Böyle seviyesiz ve hakaretvari bir söze rağmen Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Üsame b. Zeyd (ra)’in tenkisinden inerek topluluğa selam vermiş ve Kur’an okumuştur. İyilik yapanları cennetle müjdeleyip, kötülük yapanları da cehennemle uyararak onları İslam’a davet etmiştir. Bunun üzerine saygısızlıkta sınır tanımayan İbn Übey saygısızlığını daha da ilerleterek “Ey kişi! Ben söylediklerinden bir şey anlamıyorum. Bu söylediklerin hak ve gerçekse bunlardan daha güzel bir şey olamaz. Ama sen meclisimize gelip de bizi bununla cezalandırma (rahatsız etme). Evinde otur ve bu söylediklerini sana gelen kimselere anlat” demiştir. Orada bulunan Abdullah b.

Revaha (ra) ve bazı Müslümanlar da İbn Übey’e ciddi muhalefet etmiş, Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), onları teskin etmiştir.[473] Kendisine yapılan muhalefeti gören İbn Übey, okuduğu şiirle[474] çaresizliğini dile getirmiştir.

Abdullah b. Übey b. Selül’ün Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ne karşı takındığı çirkin tavrın siyasi olduğu rivayetin devamında yer alan Sa’d b. Ubade (ra)’nin Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’e söylediği sözden anlaşılmaktadır. Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem), İbn Übey’in bu tavrından rahatsız olup, oradan ayrılarak Sa’d b. Ubade (ra)’nin evine gelmiş ve ona üzüntüsünü anlatmıştır. Bunun üzerine Sa’d (ra), “Ya Resûlallah! Sen İbn Übey’in kusurunu affet ve onu mazur gör. Seni bize gönderen Allah Teala’ya yemin ederim ki, Allah Teala’nın iradesi sana peygamberlik vermek suretiyle tecelli etti. Hâlbuki şu belde halkı İbn Übey’in başına taç giydirip, hükümdarlık sarığı takarak kendilerine hükümdar yapmaya hazırlanıyorlardı. Fakat Yüce Allah Teala’nın seni bize peygamber olarak göndermesiyle onların bu düşünceleri gerçekleşemedi. Bu duruma İbn Übey çok üzüldü. O bu hareketi bundan dolayı yapmıştır” demiştir.[475]

İbn Übey’in saygısızlıkları bunlarla da kalmamış, o her türlü menfi tavırlarını elinden geldiğince yapmaya çalışmıştır. Bir defasında da eşeğe binmiş olarak yanına gelen Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ne, İbn Übey “Benden uzaklaş! Vallahi beni senin eşeğinin kokusu rahatsız etti” demiştir. Ensardan birisi’nin İbn Übey’e müdahale etmesi sonucunda Ensari’nin adamlarıyla İbn Übey’in adamları arasında kavga çıkmıştır.[476]

Görüleceği üzere bu rivayet İbn Übey’i destekleyenlerin olduğunu göstermesi açısından dikkat çekicidir. Dolayısıyla İbn Übey’in Hz. Peygamber’e karşı takınmış olduğu bu çirkin tavrın arkasında adamlarına güvenmesi söz konusudur. Aksi takdirde kendi başına bu şekilde saygısızca tutum ve davranış takınabilmesi mümkün gözükmemektedir.

Yukarıdaki Sa’d (ra)’ın sözünden de anlaşılacağı üzere Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in Medine’ye gelişi ve hem dini, hem de dünyevi anlamda lider olarak tanınması, İbn Übey’in dört gözle beklediği otoritesini yerle bir etmiştir. Bu durumu gayet iyi bilen Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), onun gönlünü almak için, yaptığı bazı olumsuz davranışlarına göz yummuş ve İslâm’a ısınması için gelişmeleri zamana bırakmıştır.[477]

Münafıkların gizli liderliğini üstlenen ve nifak hareketlerinin baş organizatörü olan İbn Übey’in her fırsatta Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’e karşı asılsız itham, iftira ve menfi tavırlara yöneldiğini daha önce söylemiştik. O savaşlara dahi katılırken fitne ateşini tutuşturmak niyetiyle katılmıştır. Kimi zamanda savaş anında ekibiyle birlikte cepheyi terk ederek karakterini ortaya koymuştur.

Vakıdî’nin bildirdiği rivayete göre Abdullah İbn Übey, Uhud Savaşı’da Sahabeden bazılarının şehid olmasına sevinmiş ve “Muhammed bana karşı çıkıp ta görüşü kıt olan kimselere uydu[478] diyerek Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ile alay etmiştir. Bu söylemiyle İbn Übey, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’i küçümsemekte, güya Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün kendisini dinlemeyip gençleri dinlemesini peygamberliğine yakıştıramamaktadır. Ona göre Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem), genç Sahabenin görüşüne uyarak Uhud’a çıkarak yanlış yapmıştır.

İslam Tarihçisi Sezikli, İbn Übey’in Medine’de kalma fikrinde ısrarlı olmadığını, aksi takdirde savaş için dışarıya çıkılacağı belli olduğunda İbn Übey’in savaşa gelmemesi gerektiğini ifade etmektedir. İbn Übey’in Uhud’a gidişindeki ana sebep, nifakı ve ilk nifak topluluğunu bölgeye daha fazla yaymaktır.[479] Kur’an-ı Kerim münafıkların bu tutum ve davranışlarını haber vermiştir.[480] [481]

İbn Übey’in yukarıdaki sözü söylerken bu duygulara hâkim olduğunu Uhud savaşından sonraki münafık ve Yahudilerin Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem) için “Peygamber olsaydı yenilmez ve adamları öldürülmezdi. O ancak hükümdarlığı istiyor ki üstünlük bir ona, bir karşı tarafa geçiyor"'' şeklindeki söylemleri de ortaya koymaktadır. Münafıkların genel düşüncesi budur ve Uhud savaşı bir yenilgidir. Bu yenilgi Hz. Peygamber’in küçümsenmesi için bir gerekçe olmuştur.

Aynı şekilde münafıkların Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in peygamberliğine karşı küçümseyici tutum içinde oldukları Uhud savaşında Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in öldürüldüğü haberinin yayılması üzerine verdikleri tepkiden de anlaşılmaktadır. Ya’kubî, Uhud savaşında Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem)’in öldürüldüğü söylentisinin de münafıklar tarafından ortaya atıldığı görüşündedir.[482] Bu söylentinin üzerine münafıklar orduda bulunan halka seslenerek “Muhammed peygamber olsaydı öldürülmezdi. Artık kardeşlerinizin yanına dönün. Keşke İbn Übey’e bir elçi göndersek de bizim için Ebu Süfyan’dan eman alsa. Artık Muhammed öldü. Müşrikler üzerinize gelip sizi ezmeden kavminize dönün[483] diyerek nifaklarını ortaya koymuşlardır. Bu rivayetten münafıkların aynı zamanda korkak bir topluluk olup, Hz. Peygamber’i hafife alarak ilk fırsatta zahiren girmiş oldukları İslâm’dan dönmeye meyilli olduklarını görmekteyiz.

Yine Uhud savaşı sıralarında vuku bulan şu hadise de münafıkların Hz. Peygamber’e karşı küçümseyici tutum ve davranış sergilediklerini göstermektedir. Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Uhud savaşına giderken Evs kabilesinin münafıklarından olan Mirba b. Kayzî’nin bahçe duvarından atlamıştır. Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’i bahçesinden geçirmek istemeyen Mirba “Ey Muhammed! Eğer gerçekten sen Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem) isen bahçemden geçmen sana helal olmaz” diyerek yerden bir avuç toprak almış ve “Vallahi! Bu toprağın başkalarını rahatsız etmeyeceğini bilsem sana atardım” demiştir. Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in yanında bulunan Müslümanlar, Mirba’nın sözüne kızarak onun üzerine yürümek istemişlerse de Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), “Bırakın onu! O hem kalbi hem de gözü kör bir adamdır” diyerek mani olmuştur.[484] Bu olayda da Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ne kin duyan bir münafığın yapabileceği tipik bir saygısızca tutum ve davranış örneği mevcuttur.

Görüldüğü üzere münafıkların Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hakkında alayvari sözleri gaflet anında, gelişigüzel söylenmiş sözler kabilinden değildir. Tamamen bilinçli ve kararlı söylemlerdir. Onların bu türden ifadeleri, içlerinde gizledikleri inkârın veya Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ne karşı duydukları kin ve nefretin dışa yansımasıdır.[485]

Konumuzla alakalı olarak yer alan başka bir rivayette ise münafıkların, Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün kaybolan devesini bahane ederek Peygamberliği’ni küçümsedikleri anlatılmaktadır. Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Tebük seferine giderken Zeyd b. Lusayb adındaki bir münafık[486], bir konaklama esnasında Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in Kusva adındaki devesi kaybolunca “Muhammed peygamber olduğunu ve semadan kendisine haberler geldiğini söylediği halde, o kaybolan devesinin nerede olduğunu dahi bilmiyor” diyerek alaya almıştır. Kendisine ulaşan bu sözler üzerine Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem) “Vallahi ben ancak Allah Teala’nın bana bildirdiğinden başkasını bilemem. Ama Allah Teala şimdi bana onun yerini gösterdi” deyip, devenin bulunduğu yeri tarif etmiş ve deve tarif edilen yerde bulunmuştur.[487] Zeyd b. Lusayb, Tebük seferinde, Bedir ashabından olan Umare b. Hazm’ın kafilesinde bulunurken, bu olaydan sonra Umare, hemen harekete geçerek Zeyd b. Lusayt’ı kafilesinden kovmuştur.[488]

Tebük seferi bilindiği üzere nifak hareketlerinin tırmandığı bir gazve olmuş ve bu savaşta münafıklar toplu olarak güç gösterisine kalkışmışlardır. Münafıklar hakkında en fazla ayet-i kerime’nin Tebük seferinde nazil olması[489] ve bu ayet-i kerime’lerin münafıkların İslam toplumundaki yerini keskin hatlarla ayırması dolayısıyla bu günden sonra onlarla olan ilişkiler hoşgörü çizgisinden çıkıp ayırıcı bir çizgiye dönüşmüştür.[490]

Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in peygamberliğine inanmadığını aleni olarak söyleyemeyen münafıklar, buldukları ilk fırsatta onu yıpratıp itibarını zedeleyerek inananları O’ndan uzaklaştırmayı kendilerine amaç edinmişlerdir.[491] Fitne ve fesad çıkarabilmek için avcının avını gözlemlediği gibi Hz. Peygamber’i sıkı denetim altında tutmuşlardır. Her fırsatı ganimet bilen münafıklar hendek kazılırken Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün, Kisra’nın beyaz saraylarını gördüğünü söylemesi üzerine de “Korkumuzdan hendek kazıyor, tuvalet ihtiyacımızı gidermek için bir yere gitmekten korkuyoruz, hâlbuki MuhammedKisra’nın saraylarından bahsediyor" demişlerdir.[492] Akılları sıra Hz. Peygamber’in nübüvveti gereği geleceğe matuf verdiği haberi küçümsemek suretiyle O’nunla alay etmeye kalkışmışlardır.

Rivayetlerden de anlaşıldığına göre Münafıklar her fırsatta Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ne karşı menfi muamelelerde bulunmaktan çekinmemişlerdir. Onların bu tutumları fırsatını bulduklarında fiile dönüşmüş, uygun ortam oluşamadıysa en azından sözlü olarak devam etmiştir. Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün hicretiyle birlikte kendisine yapılan bu menfi muameleler, bu zümre içerisinde kalbinde imanın hiç mâkes bulmadığı insanlar tarafından hayatı boyunca devam etmiştir.

Hz. Peygamber’e karşı küçük düşürücü söylemler sadece münafıklardan gelmemiş, Ehl-i kitap denilen Yahudi ve Hıristiyan zümresinden de gelmiştir. Kur’an-ı Kerimde Ehl-i kitap hakkında, onların içinde övgüye layık kimselerin bulunduğu gibi, bir kısmının da emanete riayet etmeyip Allah hakkında yalan uydurdukları,[493] içlerinde kâfirlerin de bulunduğu,[494] Allah’ın ayetlerini inkâr ettikleri,[495] hakkı batıla karıştırdıkları,[496] Allah’ın gazabına uğradıkları ve Peygamberlerini öldürdükleri,[497] Müslümanları küfre döndürmek istedikleri,[498] Tevrat ve İncil’i hakkıyla uygulamadıkları,[499] açıklanmaktadır.

Hz. Peygamber döneminde Ehl-i kitap içerisinde insaf ve vicdan sahibi bir kısım şahıslar Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün risaletini kabul ederek Müslüman olmuştur. Bunun dışındaki Kitap Ehli özellikle de Yahudiler Hz. Peygamber’e karşı düşmanca tutum ve davranış içerisine girmişlerdir. Yahudiler Medine anayasasındaki antlaşmayı bozan ilk kavim olduğu gibi, zaman zaman Müslümanları arkadan vurmaya çalışmış, kimi zaman da Müslümanların düşmanlarıyla işbirliği yapmış, netice itibariyle her fırsatta Hz. Peygamber’in ve Müslümanların karşısında yer almışlardır. Hz. Peygamber’i öldürmek için suikast teşebbüsüne kadar ileri giden Yahudiler başarısız olmuş ve gerekli cezalara çarptırılmışlardır.

Medine’de bulunan üç büyük Yahudi kabilesinden biri olan Benî Kaynuka, en çok fitne fesada yeltenen cüretkar kabile olması dolayısıyla sürekli kışkırtma, Müslümanlar arasında fitne tohumları saçma ve Kureyş ile işbirliği yapma gibi antlaşmaya muhalif davranışlarıyla antlaşmayı bozmuşlardır.[500] Yahudilerin Kaynukaoğulları çarşısında Yahudi bir kuyumcuya uğrayan Müslüman bir kadına sarkıntılık yaparak olay çıkarmaları bardağı taşıran ve antlaşmayı ortadan kaldıran son hadise olmuştur.[501]

Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Medine’de bulunan ve Yahudi kabilelerinin içerisinde en cesaretlisi olan[502] [503] bu topluluğun taşkınlıklarının ardından Kaynuka çarşısında onları toplayıp nasihat etmeye çalıştığında Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’e karşı “Ya Muhammed! Çarpışma nedir bilmeyen bir kavimle harbetmen seni yanıltmasın. Vallahi sen bizimle harbettiğinde nasıl adamlar olduğumuzu görürsün”53 diyerek Hz. Peygamber’i küçümseyici tarzda cevap vermişlerdir.[504] Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Medine’de yapılan antlaşmayı ilk bozan Beni Kaynuka Yahudileri’ni[505] gelen vahiy gereği[506] on beş gece[507] süren muhasara sonunda teslim alıp Medine’den sürdürmüştür.[508] Medine’yi terk eden Benî Kaynuka Yahudilerinin şam bölgesine yerleştikleri nakledilmektedir.[509]

Yahudi tarihçi İsrâel Velfenson, Benî Kaynuka gazvesiyle ilgili olarak yorumunda şunları söylemektedir: “Kaynuka Oğulları, Muhammed’e büyük bir cüretle red cevabı vermiştir. Görünen odur ki Kaynuka Yahudileri her şeyden önce Muhammed ile olabilecek bir çarpışmada müttefikleri olan Hazrec kabilesinin yardımına güvenerek bu cevabı vermiştir. Çünkü Benî Kaynuka gibi küçük bir kabilenin Medine’deki en büyük topluluğa harp ilan etmesi düşünülemez. Ancak Hazrec kabilesi onların yardımına koşmak için harekete geçmemiştir.”51

Kaynukaoğullarının Medine’den sürülme nedeni İslâm’ı kabul etmeyişlerinden dolayı olmayıp, antlaşmayı bozarak Medine’nin iç huzurunu bozmalarından dolayıdır. Zira Hz. Peygamber, onlarla barış içerisinde yaşamayı kabul edip antlaşma yapmış ve kimseye de Medine’de kalma karşılığı olarak İslâm’ı kabul etme şartı koşmamıştır.[510] [511] Bu gerçekten dolayı Carl Brockelmann gibi bir oryantalistin, Hz. Peygamber’in önemsiz bahanelerle Kaynuka ve Nadir Yahudilerini Medine’den çıkardığı iddiası insaf ölçülerine sığmamaktadır.[512]

Hz. Peygamber’e karşı saygısızca bir söylem de Ebû Âmir adındaki bir kişiden gelmiştir. Ebû Âmir Evs kabilesine mensup olup ve sürekli İslam aleyhinde çalışan bir kişidir. Ölünceye kadar Müslümanlara karşı durmuş ve nifak hareketlerinde İbn Übey’le birlikte başrol oynamıştır.

Hamidullah, Ebû Âmir’i anlatırken şunları kaydeder: O her halükârda entelektüel merak sahibiydi. Gerçekten o putperest bir ailede dünyaya gelmesine rağmen, Ehl-i Kitâbla sohbete girişmek için onlarla buluşuyor ve kendini Hıristiyan keşişleri tarafından cezp edilmiş görüyordu. Bunun için onlarla görüşmek gerekçesiyle Suriye ve Filistin’e birçok seyahatlerde bulundu.[513] Belâzuri de Ebû Âmir’in Hıristiyanlığa meylettiğini, rahiplerle muhabbet kurduğunu ve sık sık Şam’ı ziyaret ettiğini rivayet eder.[514] İslam’dan önce bu kişiye “Ebu Âmir er-Rahib” dendiği, fakat İslam aleyhindeki faaliyetlerinden dolayı Hz. Peygamber’in ona rahib denmesini yasakladığı bildirilmektedir.[515]

Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Medine’ye geldiğinde Ebû Amir, Peygamberin huzuruna çıkmış ve Hz. Peygamber’e getirdiği dinin ne olduğunu sormuş, Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem) de Hz. İbrahim (as)’in dini olan Hanif dini olduğunu söylemiştir. Amir, kendisinin de o dine bağlı olduğunu söylemesi üzerine Hz. Peygamber, kendisinin Hanif dinine bağlı olamayacağını söylemiştir. Bunun üzerine Ebû Âmir “Ya Muhammed! Sen Hanif dininde olmayanı dine soktun” diyerek saygısızca ithamda bulunmuştur. Ebû Amir’in bu ifadesinden İslam’ın tevhid akidesinin, mesuliyet duygusunun kendisine ağır geldiği anlaşılmaktadır. Çünkü onlar İbrahim dinini kendi arzularına göre değiştirmiş, tevhid akidesini şirke boğmuşlardır.[516] Hz. Peygamber, dediği gibi bir şey değiştirmeyip Hanif dinine saflık getirdiğini bildirmesi üzerine de Ebû Amir “Allah yalan söyleyen kimseyi kovulmuş, garip ve yalnız başına öldürsün'” diyerek Hz. Peygamber’i öfkelendirmiştir. Bunun üzerine Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ da “Kim yalan söylüyorsa Allah onu dediğin gibi yapsın[517] diyerek Ebû Amir’in saygısızlığına son noktayı koymuştur.

Ebû Âmir, Hz. Peygamber’in Medine’ye hicretinden sonra Medine’den ayrılmış[518], Bedir’e[519] ve Uhud savaşına müşrikler safında katılmıştır.[520] Uhud savaşını onun başlattığı[521] ve Müslümanların karargâhlarını kuracakları yerlere çukurlar kazdırıp üzerlerini kamufle ettiği, hatta Hz. Peygamber’in bu çukurlardan birine düşerek miğferinin iki halkasının yanağına saplandığı rivayet edilmektedir.[522] Uhud savaşında Müslüman olan oğluyla karşı cephelerde yer almıştır. Ebû Âmir Uhud savaşında “Gasîlu’l-Melâike”[523] lakabıyla tanınan ve şehid düşen Hanzala (ra)’nın babasıdır.[524]

Olayın geçmiş olduğu dönem önemlidir. Hz. Peygamber, Medine’ye yeni geldiği bir dönemde kendilerine eski teveccühün yönelmemesi, menfaatlerinin kesilmesi gibi sebeplerle Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ne kin ve öfke duyan kimseler saygısızlığa yeltenebilmişlerdir. İslam’ın yeni yeni gelişmeye başladığı bu dönemde arkalarındaki güce dayanarak Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ın huzuruna çıkan bu kimseler, zamanla kavimlerinin İslam’a girmesiyle ellerindeki gücü kaybetmiş ve hüsrana mahkûm olmuşlardır.

2.    HZ. PEYGAMBER’E KARŞI EDEPSİZLİKTE AŞAĞILAŞMA (KELİME OYUNLARI)

Bu başlık altında Ehl-i Kitap olarak adlandırdığımız Yahudi ve Hıristiyan topluluklarından Yahudilerin Hz. Peygamber’e karşı kelime oyunlarıyla sergiledikleri saygısızlıkları ele alacağız. Yahudiler, öteden beri gönderilen Peygamberlere tavır almış, onların bazılarını yalanmış, bazılarını da öldürmüşlerdir.[525] Hz. Hz. Peygamber’i de kendi evlatlarından daha iyi bildikleri halde[526] O’na da ayak diremiş ve inanmamışlardır. Yahudiler, kimi zaman müşriklerle beraber olmuş, kimi zaman da münafıklarla işbirliği yapmıştır. Hz. Peygamber’e karşı çeşitli bahanelerle inanmadıklarını belirten Yahudiler, sürekli düşmanca tutum ve davranışlarda bulunmuşlardır. Konumuzla alakalı olarak ele alacağımız rivayetlerde onların Hz. Peygamber’e karşı kin duyduğunu ve ne kadar aşağılaştığını görmekteyiz. Ayet-i Kerime’de Yahudilerin Hz. Peygamber’e karşı Allah’ın öğrettiği selamdan farklı bir şekilde selam verdikleri bildirilmektedir.[527]

Hz. Peygamber’in önemle üzerinde durduğu konulardan birisi de selamlaşmaktır. Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Allah katında en makbul insanın karşılaşmada selamı önce veren kimse olduğunu bildirmiştir.[528] Karşılaştığı herkesle selamlaşan Hz. Peygamber, çocuklara[529] ve kadınlara da[530] selam vermiş, Ehl-i kitaptan olan kimselerin selamını ise “Ve aleyküm” diyerek alınmasını öğütlemiştir.[531]

Yahudilerin konuyla ilgili olarak takındıkları tutum ve davranış Hz. Aişe’den rivayetle şu şekilde anlatılmaktadır: Bir kısım Yahudiler Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’e gelerek “Es-Sâmu aleykum ey Ebu’l-Kasım”” şeklinde selam vermişlerdir. Onların bu sözü üzerine de Hz. Aişe “Es-Sâmu aleyküm. Allah size lâyıkınızı versin" diyerek Yahudilere karşılık vermiştir. Bunun üzerine Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Hz. Aişe’ye dönerek “Ey Aişe, Allah kötü sözü ve kötü söz söylemeyi sevmez” buyurunca cevap olarak Hz. Aişe “Ey Allah’ın elçisi, görmedin mi ne söylüyorlar?” demiş, Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) da Hz. Aişe’ye “Es-Sâmu aleyküm (Aynısı sizin üzerinize olsun)” diye cevap verdiğimi duymadın mı?”” Buyurmuş ve bu olay üzerine ayet[532] nazil olmuştur. Bu rivayeti Buhari nüzul kaydı olmaksızın zikretmiştir.[533]

İbn Zeyd’den gelen rivayete göre Hz. Peygamber’e gelip bu saygısızlığı yapan Yahudiler üç kişidir.[534]

Bu rivayetin Enes (ra)’den gelen varyantına göre ise Yahudilerin bu kurnazlığını Sahabe dahi sezememektedir. Yahudiler gelip Hz. Peygamber’e “Es- Sâmu aleyküm”” şeklinde selam verdiklerinde yanında bulunan Sahabeler bu sözü selam zannederek almışlardır. Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), ashabına bunun bir selam olmadığını anlatmış ve kendilerine Ehl-i Kitap’tan birinin selam vermesi durumunda onlara karşılık aynı şekilde söylediğin sana olsun anlamına gelen “Ve Aleyküm”” şeklinde cevaplamalarını bildirmiştir.[535]

Abdullah ibn Amr (ra)’dan gelen bir rivayete göre de Yahudiler, Hz. Peygamber’e “Es-Samü aleyküm” şeklinde selam verdikten sonra daha da küstahlaşarak “Bu söylediklerimizden dolayı Allah bizi cezalandırmasın sakın”” diyerek kendi aralarında alaya almaktadırlar. Bundan dolayı ayet nazil olmuştur.[536]

Sâm” kelimesinin ölüm manasına geldiğini bilen Yahudiler, Hz. Peygamber’i bu şekilde selamlayarak ölümün O’nun üzerine olmasını temenni etmişlerdir. Hz. Peygamberde bu sinsi niyetlerini dikkate alarak onları kendi selamlarıyla karşılamıştır. Kelimeleri eğip bükerek, farklı manalara gelebilecek

kelimeleri kullanarak Hz. Peygamber ile alay etmeleri onların ne derece aşağılaştıklarını göstermektedir.

Nitekim Yahudilerin Hz. Peygamber’e karşı farklı manaya gelebilecek kelimelerle alay etmelerine bir başka örnek olarak ta “Râina”” kelimesini kullandıklarını görmekteyiz. Raina kelimesini Arapların Hz. Peygamber’e karşı kullandıklarını gören Yahudiler buna çok sevinmişlerdir. “Bizi gör, gözet” anlamındaki bu kelime Yahudilerin konuşmalarında küfür manasına geldiğinden Yahudiler, Hz. Peygamber’e artık gizlice değil de açıktan sebbedebiliriz diyerek bu durumu fırsat bilmişlerdir. Bundan sonra Yahudiler, Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’a gelerek “Ya Muhammed Râina”” deyip aralarında gülüşmeye başlamışlardır. Sad b. Muaz (ra), onların bu konuşmalarını keşfetmiş ve Yahudilere lanet okuyarak bu kelimeyi tekrar kullandıklarında boyunlarını vuracağını söylemiştir. Yahudilerin aşağılaşarak bu kelimeyi siz de söylemiyor musunuz demeleri üzerine ayet-i kerime[537] nazil olmuştur.[538] Taberî, Hz. Peygamber’e karşı bu saygısızlığı yapan kişinin Kaynukaoğullarından Rifaa b. Zeyd b. es-Saib olduğunu bildirmektedir.[539]

Başka bir yoruma göre “râinâ”” kelimesi Arapça’da hakaret anlamı taşımamakla birlikte, İbranî dilinde “râinâ”” gibi telaffuz edilen bir hakaret kelimesi bulunmaktadır. Medine Yahudilerinin hakaret maksadıyla bu kelimeyi kullandıkları, hatta Hz. Peygamber ile tartışırken aynı kelimeyi telaffuz ettikleri[540] için ayette Müslümanlara, bunun yerine aynı anlama gelen “unzurnâ”” kelimesini kullanmaları öğütlenmiştir.[541]

Ayet-i kerimenin sonunda kafirler için acıklı bir azaptan bahsetmektedir.[542] Fakat ayete konu olan topluluk Yahudilerdir. Yahudilere kafirler diye hitap edilmesi onların Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’a karşı hitapta yaptıkları bu saygısızlığın şüpheye mahal vermeyecek derecede küfre götürdüğüne işaret etmektedir.[543]

Cenab-ı Hakk açık bir şekilde gerek Yahudi gerekse Hıristiyanların kesinlikle Allah Resûlü’nden, İslam dininden ve Müslümanlardan razı olmayacaklarını bildirmektedir. [544] Onlar her fırsatta saygısızlık yapma eğilimindedirler. Onları ancak kendi dinlerine tabi olmak memnun edecektir. Bu durum İslam düşmanlarının her zaman ve zeminde yaptıkları ahvaldir. Öyle bir kompleks içindedirler ki İslam dinini kabul etmemek ve Müslümanlara saldırmak için her yolu denerler. Onlar için korkunç olan şey, İslam var oldukça kendilerinin yok olma korkusudur.[545]

Yahudilerin bu saygısız tutum ve davranışlarına karşı nazil olan ayet-i kerimeler Müslümanları, onların kurdukları tuzaklara karşı uyarmıştır. Onlar, daima O (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nun bir açığını yakalamak için pusuda beklemiş, kaypak ve hakaret manasına gelen kelimeler kullanarak edepsizlikte aşağılaşmışlardır.

3.    HZ. PEYGAMBER’E YAPILAN İTHAM VE İFTİRALAR

3.1.    Şahsına Yönelik İtham Ve İftiralar

Müşriklerin Hz. Peygamber’i küçük düşürmeye yönelik haksız itham ve iftiralarından bazılarını Kur’an-ı Kerim haber vermektedir. Allah Teala’nın göndermiş olduğu bütün peygamberlerle alay edilip küçümsendiği gibi,[546] Kur’an-ı Kerim’in uyarılarından hoşnut olmayan müşrikler de Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in peygamberliğini aklın kabul etmediği delice bir iddia olarak görüp küçümseyerek O’na mecnun iftirasını atmışlardır.[547]

Mecnun kelimesi sözlükte “Örtünmek, gizlenmek, aklını kaybetmek” gibi manalara gelmektedir.[548] Mecnun kelimesi genel anlamıyla “Akıl hastası, deli”” şeklinde açıklamak mümkün olduğu gibi o dönemki inanışlar ışığında “Cinlenmiş, cinin hâkimiyetine girmiş”” şeklinde yorumlamak da mümkündür. Müşriklerin gözünde görülmez âlemin bilgisine sahip olduğunu söyleyen insana bu bilginin tabiatüstü bir varlık tarafından gökten indirildiği düşünülmüştür. Müşriklere göre bu varlık Allah, melek veya şeytan olsun hepsi de cindir.[549]

Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in mecnun olmadığını iftirayı atanlar da bilmektedirler.

O’nun insanların en akıllısı olduğunu ve bu denli kesin deliller ve mükemmel hükümler getiren birisinin elbette mecnun olmayacağını bildikleri halde tüm bunlara rağmen onlar, Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün kendilerine tabi olmasını istemekte, fakat bunun imkansız olduğunu da bildiklerinden,[550] makamlarının elden gideceği ve riyasetlerinin haleldar olacağı korkusuyla,[551] Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’e verilen lütuflara hased etmelerinden[552] ve halk tabakasının ona uymasını engellemek ve onu küçük düşürmek için mecnunluk iftirasını ortaya atmışlardır.[553]

Ayet-i Kerime, Hz. Peygamberi (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’i mecnunlukla suçlamanın bir düşüncesizlik olduğunu, Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün onlara müjdeleyici, korkutucu, ileride yaşanacak tehlikelerden korumak için görevli bir elçi olduğunu

bildirmektedir.[554]

Müşriklerin Hz. Peygamber(s.a.v)’e saldırgan tutum ve davranışları bununla sınırlı kalmayıp, değişik iftiralarla devam etmiştir. Hz. Peygamber, müşriklere Allah’tan başka ilah yok dediğinde müşrikler kendi inandıkları putları bırakmama sebebi olarak “Mecnun bir şair ’in sözüne mi bakacağız'” diyerek saygısızlıklarına ve

iftiraya devam etmişlerdir.[555]

Müşriklerin Hz. Peygamber’in davetini engelleyemediklerinden dolayı atmış oldukları şairlik iftirasının altında yatan sebep, zamanın (ölümün) nice büyük şairleri alıp götürdüğünden hareketle Hz. Peygamber’in de ölüp gideceğini dolayısıyla bu işi zamana bırakmanın uygun olacağı düşüncesidir.[556]

O dönemde şairlik mesleği toplumda önemli bir yer işgal etmektedir. Halk arasında çeşitli vesilelerle edebi yarışmaların yapıldığı bilinmektedir. Araplardaki genel anlayışa göre görünmeyen âlem hakkında ilk elden bilgi sahibi olan kimse şâirdir. Şair bu bilgisini, cinlerle ruhsal ilişki kurarak almaktadır. Bundan dolayı o çağlarda şairlik, çevresindeki havada uçuştuklarına inanılan görünmez ruhlarla direkt ilişki kurmaktan gelen bir bilgiye dayanmaktadır. Keza Arap inanışına göre erkek veya dişi cin, bir adamı sevgisine layık görürse onun üzerine atılır, onu yere atar, göğsüne çıkar ve onu dünyada kendisinin sözcüsü olmağa zorlardı ki bu o kişinin şiir seremonisinin başlangıcıdır. O andan itibaren o adama şâir denmektedir. Her şâirin, zaman zaman gelip kendisine ilham veren özel bir cinni vardır. Örneğin İslâm öncesi devrin en büyük şâirlerinden olan el-A’şâ el-Ekber’in cinni, Mishal adını taşırdı ki kesici bıçak anlamına gelen bu kelime, şâirin fasih, etkili dilini sembolize etmektedir.[557]

Şairler hakkında bu düşünceye sahip Araplar, Hz. Peygamber’i de cinden ilham alan bir şâir olarak görmüşlerdir. Kur’an-ı Kerim, Hz. Peygamber’in cinle bir ilgisinin olmadığını, cinnin ona asla sahib olamayacağını ısrarla vurgulamış, Hz. Peygamber’e gelen vahyin kaynağının cin değil Allah olduğunu belirtmiştir.[558]

Şâir ile Hz. Peygamber arasında büyük fark vardır. Şâirler, gerçek bir temeli olmayan, gerçek üzerine kurulmayan sözleri söylemelerinden dolayı Kur’an’da Effâk olarak nitelenmektedirler. Effâk, söylediklerinin doğru olup olmadığını düşünmeyen, ağzına geleni, hoşuna gideni söyleyen kimsedir. Oysa Hz. Peygamber’in söylediği doğru ve kesin bilgiden[559] başka bir şey değildir.[560] Kur’an-ı Kerim, müşriklerin bu itham ve iftiralarına cevap vererek onların tutmuş olduğu bu yolun yanlışlığını haber vermiştir.

Ku’an-ı Kerim, Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ne karşı yapılan iftiralardan biri olarak ta O’nun büyülendiğini iddia ettiklerini haber vermektedir. Konuyla ilgili olarak iftiranın haber verildiği ayet-i kerime’den birinde şöyle buyrulmaktadır: “ Onlar senin okuyuşunu dinlerken ne maksatla dinlediklerini, kulis yaparken insanlara: Siz, sadece sihir tesirinde kalmış birinin peşinde gidiyorsunuz, aklınızı kullanın! Diye fısıldaşarak vesvese verdiklerini pekiyi biliyoruz.”56

İslâm’ın ilk yıllarında putperest Arapların büyücülükle yakından ilgileri olmuştur. Bundan dolayı büyücüye, kâhine, gaipten haber verene rağbet edilir ve her yerde onlar aziz tutulurdu. Araplar da daha çok tütsüleme, tılsım yapma, üfleme, yıldızlara bakıp gelecekten haber verme, yatay ve dikey olarak içindeki sayılar toplandığında aynı rakamı bulan kareler çizme revaçta idi. İslâm dini, getirdiği ilâhî hakikatlerle bunların hepsini haram kılıp kökünden yasaklamış ve inananları bu gibi hurafelerden kurtarmıştır.[561] [562]

Bu ayet-i kerime’nin nüzul sebebi ile ilgili olan rivayete göre Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Hz. Ali (ra)’nin bir yemek hazırlamasını isteyerek, Kureyşin ileri gelenlerini yemeğe davet etmiş, davet sırasında onlara ayetler okuyarak kendilerini Tevhid inancını kabul etmeye çağırmıştır. Onlara bu çağrıya kulak verdikleri takdirde -sandıklarının aksine- itibar kaybetmek şöyle dursun, hem kendi çevrelerinde öncekine göre daha çok saygı göreceklerini hem de Arap olmayanlar nezdinde itibar kazanacaklarını ifade etmiştir. Fakat onlar bu çağrıyı kabul etmemekle kalmayıp, bir de Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem), konuşurken nezaket kurallarını hiçe sayarak fısıltılı konuşmalarla onun büyülenmiş olduğunu ileri sürmüşlerdir.[563] Ayet’in şahıs bazında Kureyş müşriklerinden Velid b. Muğire hakkında indiği de rivayet edilmiştir. Rivayete göre Velid, insanları Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nden nefret ettirebilmek için O’nun sihir yapan veya sihre uğrayan birisi olduğunu söylemektedir.[564]

Kureyş müşrikleri’nin Hz. Peygamber’i büyülenmiş birisi olarak nitelemelerinin sebebi olarak, Hz. Peygamber’in kendilerini ahiret, hesap, cennet ve cehennemle uyarmasının aslı olmayan vehimden ibaret birer durum olduğunu; dolayısıyla böyle akla mantığa uymayan şeyleri söyleyen birisinin büyü tesiri altında kalmış olacağını düşünmeleri olduğu bildirilmiştir.[565]

Kur’an-ı Kerîm, müşriklerin bu iftirayı atmalarına karşılık cevap olarak onların sapıtarak, dalâlete düşerek ve delil sunmaktan aciz kalarak yollarını şaşırdıklarını bildirmektedir.[566]

Mekkeli putperestlerin bütün amaçlarının Kur’an mesajını ortadan kaldırmak olduğu halde öncelikle Allah Rasülü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün şahsını hedef almalarının sebebi Hz. Peygamber’in misyonunu bitirdikleri takdirde Kur’anın misyonunun da biteceğine inanmalarıdır. Müşrikler, Kur’an ile onun tebliğcisi olan Hz. Peygamber’i ayrı değerlendirmemektedirler. Fakat Kur’an-ı Kerim, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in şahsına yapılmış olan bütün saldırıların bizzat Allah Teala’ya yapılmış olduğunu verdiği cevaplarla vurgulamaktadır. Bu durum Allah’ın Kur’an’ın misyonu ile onu yaşayan ve taşıyan Hz. Peygamber’in misyonunu ayırmadığının bir göstergesidir.[567]

3.2.    Ailesine Yönelik İftira

Münafıklar Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’i rahatsız etmek için ellerine geçen bütün fırsatları kullanmaya çalışmışlardır. Hatta o kadar bu işe kendilerini kaptırmışlardır ki, onun mahrem hayatına dahi dil uzatabilecek cesareti gösterebilmişlerdir. Münafıkların en etkili iftiraları Benî Mustalık gazvesi dönüşünde vuku bulmuştur. İfk Hâdisesi olarak tarihe geçen bu olayda Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün muhterem zevcelerinden Hz. Aişe’ye[568] iftira atılmıştır. Hz. Peygamber’in hanımlarının şahsında yapılan iftira aynı zamanda kendisine yapılmış demektir.

Kaynaklarda uzunca anlatılan rivayeti kısaca şu şekilde aktarabiliriz: Benî Mustalık savaşında Hz. Peygamber’e hanımlarından Hz. Âişe arkadaşlık etmiştir. Savaş dönüşü ordu Medine yakınlarında konaklamış, hareket edileceği sırada Hz. Âişe tabiî ihtiyacı için kafileden geride kalmıştır. Deve üzerindeki hevdeç içinde taşınan Hz. Âişe, zayıf olduğundan farkına varılamayıp kafile hareket etmiş, Hz. Âişe ihtiyacını giderdikten sonra kolyesini düşürdüğünü fark edip onu ararken kafileyi kaçırmış, ordunun konakladığı yere geldiğinde ise sadece ordunun unuttuğu malzemeleri toplamakla görevli (artçı) olan Safvan (ra) kalmıştır. Safvan (ra), Hz. Âişe’yi devesine bindirip kendisi de yaya olarak Medine’ye dönmüşlerdir. Bu durumu gören Münafıkların elebaşısı İbn Übey, yaygara çıkarıp namus iftirası atarak dedikodunun yayılmasına sebep olmuştur. Dedikoduyu en son işiten Hz. Âişe, iftiranın dehşetinden donup kalmış ve Hz. Peygamber’den izin isteyerek babasının evine dönmüştür. Bu iftiradan üzüntü duyarak yataklara düşen Hz. Aişe, bir ay kadar sonra inen vahiyle[569] masumluğu Allah tarafından kıyamete kadar ebediyyen tescil edilmiştir.[570]

İbn Übey bu nifak hareketini arkadan gizlice organize etmiştir. Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), ashabtan Hz. Ömer, Hz. Ali, Hz. Osman,[571] Hz. Berîre, Hz. Üsame b. Zeyd[572] Hz. Zeyneb b. Cahş,[573] Hz. Ümmü Eyman,[574] Ebû Eyyub el-Ensârî[575] nin görüşlerini aldıktan sonra genel olarak ashabına hitaben, İbn Übey’e karşı kendisine kimin yardım edeceğini sorarak, ailesi hakkında hayırdan başka bir şey bilmediğini, iftiraya uğrayan diğer sahabi Hz. Safvan için de aynı duygular içerisinde olduğunu ifade etmiştir.[576] Ayrıca Hz. Safvan hakkında “Ben olmadan evime girmiş değildir. Hangi sefere çıkmışsam benimle beraber olmuştuk” demiştir.[577]

Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün bu hitabetinden de anlaşılacağı üzere İbn Übey’in bu olaydan sorumlu olduğu biliniyor ve hedef olarak o seçiliyordu. Fakat Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), onun öldürülmesini istememiştir. Zira İbn Übey’in böyle bir zamanda öldürülmesi nifakın daha da artıp bir iç savaşın başlamasına neden olabilirdi.[578]

Diğer taraftan iftiraya uğrayan Safvân b. el-Muattal (ra), kendisiyle ilgili söylentileri duyunca “Sübhânallah! Allah’a yemin olsun ki, ben daha hiçbir dişinin eteğini kaldırmış değilim” demiştir.[579] Hz. Aişe, Safvan (ra)’ın daha sonraları şehid olarak vefat ettiğini söylemektedir.[580]

Münafıkların bu fitnesine Müslümanlardan da inananlar olmuştur. İbn Übey’in başlattığı bu iftira kampanyasına katılanlar arasında Hz. Peygamber’in şairi Hassan b. Sabit (ra), Mıstah b. Usase (ra), Hamne b. Cahş (ra) ve halktan bazıları vardır.[581] Bu kişilerden Hassan (ra), şiirinde Safvan (ra)’ı ve onun kavmi olan Mudar’lardan Müslüman olanları alaya almış,[582] bunu duyan Safvan (ra), kılıç darbesiyle Hassan (ra)’ı yaralamış,[583] Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), bu iki sahabi’yi barıştırmıştır.[584]

Atılan bu iftira nedeniyle ortalık iyice kızışmış, Münafıkların tutuşturduğu ateş İslâm toplumuna sıçramış ve Müslümanlar ağır bir imtihandan geçmiştir. Hz. Aişe (ra)’nin beratını bildiren vahiyden anlaşıldığına göre müminlerin, birbirlerine sahip çıkmaları ve hüsnü zann beslemeleri etkili bir üslupla dile getirilmiştir. Asr-ı saadette müminlerin birbirine sahip çıkıp kol kanat germeleriyle ilgili olarak bol ve güzel örnekler bulunmaktadır. Ayet-i Kerime’ye göre böyle bir nifakın yayılışı karşısında Müslümanların söylemesi gereken söz “Bu büyük bir iftiradır” sözüdür.[585] Nazil olan ayetler Müslümanların, münafıklara karşı uyanık olmalarını ve oyuna gelmemelerini en güzel şekilde dile getirmiştir.

Bu olayda Müslümanların çoğunluğu Hz. Aişe ve Hz. Safvan hakkında atılan bu iftiraya inanmamışlardır. Bu yalana inanmayanlardan birisi olan Hz. Halid b.Zeyd Eba Eyyub el-Ensârî’ye hanımı: “İnsanların, Hz. Aişe hakkında ne söylediklerini duymadın mı?” demesi üzerine Hz. Halid, hanımına cevaben “Evet duydum. Fakat bu bir yalandır. Ey Eyyub’un annesi sen böyle, bir şey yapar mısın?” demiş, hanımı da “Hayır vallahi yapmam” cevabını verince Hz. Halid de “Vallahi Hz. Aişe senden daha hayırlıdır” demiştir.[586] Rivayetin bir başka tarikinde Hz. Halid’in hanımına “Neler konuşuluyor duyuyor musun?'” dediğinde hanımı cevaben “Şayet sen Safvan’ın yerinde olsaydın, Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ın ırzına, namusuna kötü gözle bakar mıydın?” diye soruyla cevap vermesinin ardından Hz. Halid’in “Hayır” cevabını müteakip hanımının da “Ben de Hz. Aişe’nin yerinde olsaydım Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’a ihanet etmezdim. Oysa Hz. Aişe benden, Hz. Safvan da senden hayırlıdır” demiştir.[587] Benzer bir rivayet Übey b. Ka’b (ra) için de anlatılmaktadır.[588]

Nazil olan ayet-i kerimelerden sonra münafık olmadıkları halde dedikodunun yayılmasına katılan Hassan b. Sabit (ra), Mıstah b. Usase (ra), Hamne b. Cahş (ra)’a bu husustaki ayet-i kerime doğrultusunda[589] iftira cezası olarak seksener sopa vurulmuştur.[590]

Olayda başrol oynayan İbn Übey’e had vurulmamasının sebebini Umerî şu şekilde açıklamaktadır: “Had vurulması İbn Übey’in suçuna bir keffarettir. Hâlbuki o Allah Teala’nın ahirette büyük azap hazırladığı biridir. Hadd vurulmaya layık değildir. Aynı zamanda o suç teşkil edecek şekilde açıkça hareket etmemiş, gizliden organize etmiştir.”[591]

Bu olay Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in zevcesi nezdinde kendi şahsına yapılmış bir iftiradır. Hedef yine Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nü yıpratmaktır. Bu olay aynı zamanda Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ın peygamberliğine de bir delil olmaktadır. Çünkü Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), gerçekten bir elçi olmasaydı hanımına yapılan bu iftira karşısında uzun süre vahiy beklemez, ailesi hakkında bu iftiranın yayılmasına izin vermez ve eşinin suçsuzluğunu ilan ederdi. Ama o bu olaydan çok rahatsız olmasına rağmen vahyin gelişine kadar sabretmiştir.[592]

İbn Cüzey, tefsirinde bu olayda beş yönden hayrın bulunduğunu söylemektedir ki bunlar, Müminlerin annesi Hz. Aişe’nin suçsuz oluşunun ortaya çıkarılması, hakkında vahiy indirmek suretiyle Allah’ın onu şereflendirmesi, aleyhinde çıkarılan iftiradan dolayı Hz. Aişe’nin bolca sevap kazanması, müminlere nasihat edilmesi ve iftiracılardan intikam alınacağının bildirilmesidir.[593]

Kur’an-ı Kerim birçok ayette münafıklardan bahsetmektedir. Hatta münafikun adlı müstakil bir sure de bulunmaktadır. Bu surede münafıkların itikadi durumları, psikolojik yapıları, ahlaki bozuklukları, ahiretteki konumları, toplumdaki yerleri, Hz. Peygamber’e ve müminlere karşı tutumları gibi özellikleri ayrıntılı bir biçimde anlatılmaktadır.[594]

Müslüman toplum içerisinde en tehlikeli topluluk olan Münafıklar,[595] Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ne karşı fırsat buldukları anda itham ve iftiralarını sergilemekten geri durmamış, burada olduğu gibi o kadar ileri gitmişlerdir ki; hanımlarına dahi dil uzatma gayreti içerisine girişmiş ve nihayetinde Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün vücudunu ortadan kaldırmak için suikast teşebbüsüne kadar yeltenmişlerdir. Konumuzla ilgili olarak Kur’an’da Allah’ı ve müminleri alaya aldıkları,[596] Müslümanlara karşı kin duydukları[597] ve Hz. Peygamber’e isyan hususunda gizli faaliyetler yürüttükleri[598] bildirilen ve zahiren Müslüman göründükleri için ne zaman ne yapacakları kestirilemeyen münafıklara karşı diğer inanmayan güruhlara nazaran daha dikkatli olunması gerektiği anlaşılmaktadır.

Münafık, Müşrik ve Ehl-i Kitap zümrelerinin Hz. Peygamber’e karşı sergiledikleri tutum ve davranışlarını ele aldığımız bu bölümde, bu toplulukların Hz. Peygamber’e karşı kıskançlık ve kin duymalarının sonucu olarak sürekli düşmanca tutum ve davranışlar sergiledikleri görülmektedir. Saygısızlıkta sınır tanımayan bu topluluklar yakaladıkları her fırsatta gerek sözlü ve gerekse fiili olarak menfi tavırlarını ortaya koyarak saygısızlıklarını sergilemişlerdir.

Öncelikli olarak Hz. Peygamber’in nübüvvetini ilan etmesiyle birlikte vahye ayak direyen müşrikler tarafından Hz. Peygamber’e karşı başlatılan alay, hakaret, menfi propaganda, işkence ve zulümlerin, Müslümanların çoğalmaya başlamasıyla beraber iyice şiddetlendiği görülmektedir. Müşrikler, kin ve düşmanlıklarını Hz. Peygamber’i öldürmeye teşebbüs edecek kadar ilerletmiştir. Hz. Peygamber’in Medine’ye hicretiyle birlikte ortaya çıkan Münafık topluluğu da zaman zaman fırsat geçtikçe Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ne karşı saygısızlık yapmaktan geri durmamış ve bu topluluk ta Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ın vücudunu ortadan kaldırmaya teşebbüs edecek kadar düşmanlıkta sınır tanımamıştır. Ehl-i Kitap olarak adlandırılan Yahudi ve Hıristiyan toplulukları da özellikle Yahudiler olmak üzere Hz. Peygamber’e hasetliklerinin sonucu olarak sürekli menfi tavır takınmışlardır. Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün Medine’deki yaptığı antlaşmayı ve Medine’nin iç huzurunu bozan Yahudi topluluğu Hz. Peygamber ile sürekli savaş ve çatışma halinde olmuştur. Bu grup ta Hz. Peygamber’e suikast teşebbüsünde bulunacak kadar düşmanlıklarını ilerletmiştir.

Hz. Peygamber’i öldürmeye teşebbüs edecek kadar kin ve düşmanlıkta ileri giden bu guruplar netice itibariyle bu amaçlarına ulaşamamışlardır. Hayatı bu topluluklara karşı mücadele içerisinde geçen ve bunlara karşı gerekli önlemleri alan Allah Resulü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), bunların düşmanlıklarından ve sinsi planlarından kimi zaman ilahi ikaz neticesinde, kimi zaman aradaki beşer vasıtasıyla ve kimi zaman da tecrübesini konuşturarak korunmuştur.

Bu toplulukların tamamı Hz. Peygamber’e karşı düşmanca tavır takınmakla birlikte bunların içerisinde en tehlikelisinin Münafıklar olduğu görülmektedir. Zira Münafıklar, zahiren iman etmiş gözüktüklerinden Müslüman toplum içerisinde gerek ferdi ve gerekse toplu olarak ne zaman ne yapacakları pek bilinememektedir. Diğer gruplara göre tanınması ve önlem alınması daha zor olan münafık topluluğuna karşı daha dikkatli olunması gerektiği aşikârdır.

SONUÇ

Hz. Peygamber’e saygı sınırlarını zorlayan tutum ve davranışlar çerçevesinde çalışmamızın Sahabe ile ilgili kısmının çağrıştırdığı anlam, ilk anda farklı gelebilir. Sahabe de bazı durumlarda Resulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’a karşı menfi tutum ve davranışta bulunabilmiştir. Çalışmamızda sahabe’nin yaptığı bu davranışların içerisinde çizmiş olduğumuz saygısızlık kapsamına giren daha doğrusu saygı sınırlarını zorlayan tutum ve davranışlar incelenmiştir. Sahabe’nin zaman zaman saygı sınırını aşmadan Hz. Peygamber’e karşı özgürce duygu, düşünce ve tavırlarını sergileyebilmesi O (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nun göstermiş olduğu engin hoşgörüsünün bir sonucudur. Ondört asır önce Müslümanların Resulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ın yanında sergiledikleri hür düşünce ve tavırlar O’ndan sonraki hiçbir topluluk ve yönetim modelinde görülememiştir.

Hayatları vahyin ve Hz. Peygamber’in müşahedesi altında şekillenen Sahabe de neticede bir insandır. İnsanlık âleminde peygamberlerin dışında kimse ismet sıfatını haiz değildir. Sahabenin içerisinde de insan olmalarının gereği olarak hata yapanlar olabilmiş ve Hz. Peygamber’e karşı saygı sınırlarını zorlayıcı ve davranışlarda bulunabilmişlerdir. Sahabe’nin Hz. Peygamber’e karşı sergiledikleri saygı sınırlarını aşan tutum ve davranışlarını da kendi arasında iki ayırarak değerlendirmek gerektiği kanaatindeyiz. Sahabi şuurunu taşıyanlar diye tanımladığımız Hz. Peygamber’in nebevi atmosferinden istifade etmiş, O (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nun tasarruflarını kavrayabilmiş olan şahıslar, sergilemiş oldukları yanlış tavır ve davranışlarında, Kur’an-ı Kerim tarafından veya Hz. Peygamber tarafından uyarıldıklarında veyahut ta kendileri farkına vardıklarında bu tutum ve davranışlarında ısrarcı olmayıp hemen vazgeçmiş ve af dileme yolunu tutmuşlardır.

Bununla birlikte Sahabenin yapmış olduğu yanlış tutum ve davranışlar neticesinde ikaz edildiği ayet-i kerime’lerde aynı zamanda onları Allah’ın affettiği de vurgulanmıştır. Dolayısıyla konuya Kur’an perspektifinden bakıldığında Sahabe hakkında su-i zann yapılmasının caiz olmadığı kanaatindeyiz. Fakat sahabi toplululuğu içerisinde kabul edilmekle beraber, kabile reislerinin Müslüman olmasıyla birlikte İslam’a girmiş ve zamanla İslam’a ısınabilme eğiliminde olan ya da yeni Müslüman olup da henüz eski adetlerini tam olarak bırakamayan Bedevî diye tanımladığımız şahıslar, önceki hayat tarzları gereği katı ve sert tutum ve davranışlarını Müslüman olduktan sonra da sergilemişlerdir. Hz. Peygamber’e karşı saygı sınırlarını zorlayan tutum ve davranışlar genellikle bu Bedevî diye adlandırdığımız Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ın terbiyesinde yetişmemiş, Allah Resulü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nü yeterince tanıyamamış ve tasarruflarını ilk etapta kavrayamamış olan zümre tarafından sergilenmiştir. Yukarıda da belirtildiği gibi bu kimseler İslam’a yeni girmenin ve eski câhilî adetlerinden henüz kurtulamamanın yansıması olarak Hz. Peygamber’e karşı saygı sınırlarını aşan tutum ve davranışlarda bulunmuşlardır. Hz. Peygamber, bunlara karşı uygulamış olduğu geniş müsamaha ve hoşgörü sayesinde zamanla onların bu kaba tutum ve davranışlarını izale etmiştir.

Netice itibariyle sahabe’nin hatasız ve günahsız olmadığı, insan olmaları gereği bazı yanlış tutum ve davranışlar sergileyebilmeleri gayet normaldir. Fakat sahabe’nin Hz. Peygamber’e omuz vermesi ve O (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’na gönülden bağlanması, İslâmı muhafaza adına düşmanlara karşı vargücüyle mücadele etmesi, yaptıkları hatalar neticesinde ısrarcı olmayıp bağışlanmayı istemeleri affedilmelerine vesile olmuştur. Allah Teala’nın, İslam’ın ilk nesli ve muhafızı olan sahabeyi yaptıkları hatalar neticesinde uyardığı ayetlerde affettiğini de görmekteyiz. Sahabe’nin yaptığı bazı yanlış tutum ve davranışları Hz. Peygamber’in de bu hataları yapan Sahabe’yi, İslâm’ı savunmak için yapılan savaşlara katıldıkları veya kendisini çok sevdikleri gerekçesiyle affettiğine rastlamaktayız. Sahabe’nin savaşlarda gösterdikleri yararlılıklar ve Hz. Peygamber’i canlarından aziz bilmeleri bağışlanmalarına sebep olmuştur.

Hz. Peygamber’in bütün tasarruflarının aradaki beşer fonksiyonunun görmezlikten gelinerek vahiy gibi algılanmasının O (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nun yanlış yorumlanmasının bir tezahürü olduğu sonucuna varılmıştır. Çalışmamız boyunca karşılaştığımız aynı hadiseyi haber veren bir kısım rivayetlerde Hz. Peygamber’in haber alma şeklinin kendi tecrübesiyle veya beşer vasıtasıyla meydana gelmesi yanında, aynı olaylarda Allah Resulü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün ilahi ihbar neticesinde haberdar olduğu şeklindeki rivayetlere de rastladık. Bu durum günümüzün hadis üstadlarından Hatipoğlu’nun dediği gibi Hz. Peygamber’in, her söz ve fiilini vahiy olarak algılama, tecrübe ve tefekkürüne dayanarak bildirdiği bazı kanaatlerine gaybi bir haber niteliği atfetme, beşeri vasıtaları görmezlikten gelerek bildirdiği her haberin arkasında ilahi bir ihbar olduğunu varsayma, bunları bir peygamberlik alameti ve mucize olarak görme şeklinde gelişen Hz. Peygamber’i yanlış yorumlama eğiliminin bir sonucu olduğu kanaatine varılmıştır.

Hz. Peygamber’e karşı ikinci bölümde ele almış olduğumuz Münafık, Müşrik ve Ehl-i Kitap tarafından sürekli düşmanca tutum ve davranışların sergilendiğini görmüş bulunmaktayız. Bu gruplar, Hz. Peygamber’e karşı buldukları ilk fırsatta her türlü saygısızlık ve düşmanca tavır takınmaktan geri durmamıştır. Hz. Peygamber’i öldürmeye teşebbüs edecek kadar düşmanlıkta ileri giden bu grupların sinsi teşebbüslerine karşı vahyin kontrolü altında olan Hz. Peygamber, tedbiri elden bırakmamış, bu haince planlardan kimi zaman ilahi ihbar neticesinde, kimi zaman aradaki beşeri vasıtalar neticesinde ve kimi zaman da bilgi ve tecrübesini konuşturarak haberdar olmuş ve korunmuştur.

Bu toplulukların tamamı Hz. Peygamber’e karşı düşmanca tavır takınmakla birlikte bunların içerisinde en tehlikelisinin Münafıklar olduğu görülmektedir. Zira Münafıklar, zahiren iman etmiş gözüktüklerinden Müslüman toplum içerisinde gerek ferdi ve gerekse toplu olarak ne zaman ne yapacakları pek bilinememektedir. Hz. Peygamber, kendi döneminde Münafıklara karşı tedbir almakla birlikte onlar için ayrı bir statü belirlememiştir. Hz. Peygamber, Münafıklara gösterdiği sabır ve hoşgörüye siyasetiyle onların müşrikler safına geçmesini önleyerek vahdeti korumuş ve bir topluluk oluşturup teşkilatlanmalarını engellemiştir. Medine’de Müslümanların belli bir güce ulaşmasına kadar Münafıkların her türlü entrikalarına karşı bu hoşgörü siyasetine devam eden Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Müslümanların iyice güçlendiği ve arap yarımadasının dahi dışına çıkılmaya başlandığı Tebük Savaşı sonrasında Münafıklara önceki hoşgörüsünü göstermemiştir. İslâm dairesinin genişlemesiyle Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in de bir nebze kontrolünün dışına çıkılması ve bu zamandan itibaren Müslümanlar arasında çıkacak problemlerin takip edilebilmesinin zorlaşacağından dolayı böyle bir dönemde Münafıklara karşı ciddi önlemler alınmadığı takdirde eskisinden daha tehlikeli olabilecekleri gerçeğinden hareketle Münafıklara karşı hoşgörü siyaseti terkedilmiştir. Hz. Peygamber, Müslümanlığın genişleyip arap yarımadasının dışına çıkılmaya başlandığı dönemden itibaren Münafıkların açıkça İslâm toplumuna yönelik bölücü çalışmaları ve ihanetleri olduğu takdirde de onlara karşı cezayı müeyyide uygulamaktan kaçınmamış ve gerekli cezaları tatbik ettirmiştir. Diğer gruplara göre tanınması ve önlem alınması daha zor olan münafık topluluğuna karşı daha dikkatli olunması gerektiği aşikârdır.

Münafık, Müşrik ve Ehl-i Kitap toplulukları tarafından Hz. Peygamber’e yapılan düşmanca tutum ve davranışların sadece o dönemde kalmayıp aradan geçen süre zarfında bugüne kadar devam ettiği ortadadır. Bu tutumu yakın dönemimizde yaşanan karikatür krizinde de görmüş olmaktayız. Son dönemde Batı’da dini ve siyasi taassuptan kaynaklanan son derece seviyesiz yazı ve karikatürlerin gün yüzüne çıkması Hz. Peygamber döneminden bu yana devam ede gelen İslam karşıtlığını hatırlatmaktadır. Gümüz Müslümanları ise bu tür düşmanca tutum ve davranışlara prim vermemeli, bunu da yaparken düşmanın silahıyla silahlanıp çağdaş yöntemler kullanarak tepkisini ortaya koymalıdır.

KAYNAKÇA

Kitaplar

ABDURREZZAK, Ebû Bekr Abdurrezzak b. Hemmâm es-San’ânî (211/827), el-Musannef, (tah: Habîburrahman el-A’zamî), I. Baskı, Beyrut 1392/1972.

ABDÜSSELAM, Izzuddin Abdü’l-Aziz es- Süleymî, Tefsiru’l-Kur’an, (tahk: Abdullah b. İbrahim b. Abdullah el-Vüheybi), I. Baskı, Daru İbni Hazm, Beyrut 1416/1996.

AÇIKEL, Y., Hadislerde Ehl-i Beyt, (Basılmamış Doktora Tezi), Isparta 1999.

AHMED b. Hanbel (241/855), el-Müsned, Çağrı Yayınları, (y.y), (t.y).

AĞIRMAN, C., Hz. Peygamber’in Sünnetinde İtaat, İstanbul 2004.

ALİ B. EBÎ TALİB (40/661), Nehcü’l-Belâğa, (tah: Muhammed Ebu’l-Fadl İbrahim), Daru’l-Ceyyid, I. Baskı, Beyrut 1408/1988.

ALİYYÜ’L-KÂRÎ, Nureddin Ali b. Muhammed (1014/1605), Esraru’l-

Merfûa fî’l-Ahbari’l-Mevdûa, (tah: Muhammed Said b. Besyûnî), daru’l- Kütübi’l-Ilmiyye, II, baskı, Beyrut, 1405/1980.

ALÛSÎ, Ebu Fadl Şehabeddin es-Seyyid Mahammed (1270/1854), Rûhu’l- Meânî, (Tashih: Muhammed Hüseyin el Arab), Daru’l-Fikr, Beyrut 1417/1997.

ARNALDEZ, Roger, Hz. Muhammed, (Çev: Burhanettin Semi), İstanbul 1982.

ATEŞ, S., Kur’an Ansiklopedisi, Kuba Yayınları, İstanbul 1997.

AYNÎ, Bedruddin Ebû Muhammed Mahmud b. Ahmed (855/1451), Umdetu’l-Kârî Şerhu Sahîhi’l-Buharî, Daru’t-Tabâatu’l-Âmirati, (y.y), (t.y).

BEĞAVÎ, Ebû Muhammed el-Hüseyn b. Mes’ûd, Mesâbîhu’s-Sünne, Beyrut 1407/1987.

BELAZURI, Ahmed b. Yahya b. Cabir (279/892), Ensabü’l-Eşraf, (tah: Muhammed Hamidullah), Daru’l-Marife, Mısır 1959.

BEYDÂVÎ, Nasruddin Ebu Said Abdullah b. Ömer b. Muhammed (791/1389), Envâru’t-Tenzîl ve Esrâru’t-Te’vil, Daru’l-Fikr, Beyrut 1416/1996.

BEYHAKÎ, Ebû Bekr Ahmed b. el-Hüseyin (458/1066), Delâilu’n-Nübüvve, Nşr: Abdulmu’ti Kal’acî, Beyrut 1405/1985.

BROCKELMANN, C., İslam Milletleri ve Devletleri Tarihi, (çev: Neşet Çağatay), Ankara 1964.

BUHÂRI, Ebû Abdullah Muhammed b. İsmail (256/870), el-Câmiu’s-Sahîh, Çağrı Yayınları, (y.y), (t.y).

BÛTÎ, M. Said Ramazan, Fıkhu’s-Sîre (Peygamberimiz (s.a.v)’in Uygulamasıyla İslâm), (ter: Ali Nar, Orhan Aktepe), Gonca yayınevi, X. Baskı, İstanbul 1992.

CANAN, İ., Hadis Ansiklopedisi Kütüb-i Sitte, Akçağ Yayınevi, İstanbul, (t.y).

CEVDET PAŞA, A. (1895), Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hülefa, Bedir Yayınevi, İstanbul 1386/1966.

CÜCELOĞLU, D., İnsan ve Davranışı, Remzi Kitabevi, 11. Baskı, İst 2002 ÇAPAN, E., Kur’ân-ı Kerîm’de Sahabe, Işık Yayınları, İzmir 2004.

DÂRİMÎ, Ebû Muhammed Abdullah b. Abdurrahman (255/869), es-Sünen, Çağrı Yayınları, (y.y), (t.y).

DEYLEMÎ, Ebû Şüca’ Şirveyh b. Şehredâr, b. Şirveyh (509/1115), el-Firdevs bi Me’sûri’l-Hıtâb, (tah: Said b. Besyûnî Zeğğlül), Beyrut 1406/1986.

DİYARBEKRÎ, Hüseyin Muhammed (990/1582), Târihu’l-Hamis fî ahvâli enfesi’n-Nefîs, Mısır, (t.y).

DEMİRCAN, A., Hz. Peygamber Devrinde Münafıklar, Esra Yayınları, İstanbul 1996.

DERVEZE, Muhammed İzzet b. Abdilhâdi b. Derviş (1405/1984), et- Tefsîru’l-Hadis (Nüzul Sırasına Göre Kur’an Tefsiri), (ter: Şaban Karataş ve arkadaşları), Ekin Yayınları, II. Baskı, İstanbul 1998.

EBU ABDURRAHMAN, Mukbil ibn Hâdî, es-Sahîhu’1-Müsned min Esbâbi’n-Nüzûl, Kuveyt, IV. Baskı, Daru’l-Erkam, 1984.

EBÛ DÂVÛD, Süleyman b. Eş’as es-Sicistânî (275/888), es-Sünen, Çağrı Yayınları, (y.y), (t.y).

EBÛ YUSUF, Ya’kub b. İbrahim (182/798), Kitabü’l-Harâc, Bulak, 1302/1882.

ELMALILI, M. Hamdi Yazır (1358/1942), Hak Dini Kur’an Dili, (sad: İsmail Karaçam ve Arkadaşları), Azim Neşriyat, İstanbul (t.y).

EMİROĞLU, H. T., Esbab-ı Nüzul, Konya 1965.

ERUL, B., Sahabenin Sünnet Anlayışı, II. Baskı, T.D.V. Yayınları, Ankara 2000.

ESBAHÂNÎ, Ebû Nua’ym (430/1038), Delâilu’n-Nübüvve, (tahkik: Muhammed Ravvâs Kal’aci, Abdülberr Abbâs) III. Baskı, Beyrut 1412/1991. ESED, Muhammed (1992), Kur’an Mesajı, (ter: Cahit Koytak, Ahmet Ertürk), İşaret Yayınları, VI. Baskı, İstanbul 1999.

GÖRMEZ, M., Sünnet ve Hadisin Anlaşılması ve yorumlanmasında Metodoloji Sorunu, T.D.V. Yayınları, Ankara 1997.

GÜNER, O., Resulullah’ın Ehl-i Kitap’la Münasebetleri, Fecr Yayınevi, Ankara 1997.

HALEBÎ, Ali b. Burhâneddîn (1044/1634), İnsânü’l-Uyûn fî Sîreti’l- Emîni’l-Me’mûn (es-Sîretü’l-Halebiyye), (y.y), (t.y).

HAMİDULLAH, M., Hz. Peygamber’in Altı Orjinal Mektubu, (Çev: Mehmet Yazgan), Beyan Yayınları, İstanbul 1990.

...................... , Hz. Peygamber’in Savaşları,(çev: Nazire Erinç Yurter), Acar Matbaası, (t.y).

.......................... , İslâm Peygamberi, (çev: Salih Tuğ), İrfan Yayınları, V. Baskı, İstanbul 1993.

HAŞİMİ, M. A., Kur’an’da Resulullah, (Çev: Nureddin Yıldız), Risale Yayınları, İstanbul 1987.

HATİPOĞLU, N., Peygamberimiz Döneminde Müşrik ve Münafık Liderler, Ta-Ha Yayıncılık, Kasım 1999.

HEYKEL, M., Hazreti Muhammed Mustafa, (Çev: Ömer Rıza Doğrul), İnkılâp Kitabevi, İstanbul 1985.

HEYSEMÎ, Nureddin Ali b. Ebîbekr (807/1405), Mecmau’z-Zevaid ve Menbaü’l-Fevaid, Daru’l-Kütübi’l İlmiye, Beyrut (t.y).

HUMEYDÎ, Ebû Bekr Abdullah b. ez-Zubeyr el-Kureşî (219/834), Musned, (tah: Hüseyin Selim Esed), I. Baskı, Daru’s-Sekâ, Dımeşk 1996.

IZUTSU, Toshihiko, Kur’anda Allah ve İnsan (çev: Süleyman Ateş), Kevser yayınları, Ankara, (t.y).

............... , Kur’an’da Dînî ve Ahlâkî Kavramlar, (ter: Selâhattin Ayaz), İstanbul, (t.y).

İBN ABDİLBER, Ebû Ömer Yusuf (463/1071), el-İstîâb fî Ma’rifeti’l- Ashâb, Dâru’n-Nehdati, Mısr, Kahire, (t.y).

İBN CÜZEY, Ebü’l-Kâsım Muhammed b. Ahmed el-Kelbi, Kitebü’t-Teshil li-Ulumi’t-Tenzil, (tah: Muhammed Abdülmün’ım Yunisi, İbrâhim Atve Avad), Darü’l-Kütübi’l-Hâdise, Kahire (t.y).

İBN EBÎ HÂTİM, Muhammed Abdurrahman b. Ebî Hâtim er-Râzî, Kitâbü’-Cerh ve’t-Ta’dil, Daru’l-Kutubi’l İlmiye, Beyrut 1952.

İBNÜ’L-ESÎR, Izzüddîn Ebu’l-Hasen Ali b. Muhammed (630/1232), Üsdü’l- Ğabe fî Ma’rifeti’s-Sahâbe, Daru’s-Şa’b, (y.y), 1390/1970.

İBN HACER, Ahmed b. Ali b. Hacer el-Askalânî (852/1448), Fethu’l-Bârî bi Şerhi Sahîhî’l-Buhârî, (tah: Abdülaziz b. Abdullah b. Baz), Daru’l-Fikr, Beyrut, 1416/1996.

............................................................................. ,   el-İsabe, fî Temyîzi’s- Sahabe, (tah: Adil Ahmed Abdu’l-Mevcud, Ali Muhammed Muaviz), Daru’l- Kütübi’l İlmiyye, I. Baskı, Beyrut 1995/1415.

........................................................................ ,   Tehzîbu’t-Tehzîb, (tah:

Mustafa Abdulkadir Atâ’), Beyrut 1994.

İBN HİŞAM, Ebu Muhammed Abdülmelik (218/833), es-Sîretü’n- Nebeviyye, (tah: Mustafa es-Sakka, İbrahim el-Ebyari, Abdü’l-Hafiz Şibli), İhyaü’t-Türasi’l-Arabi, III. Baskı, Beyrut 1391/1971.

İBN İSHAK, Muhammed (151/768), Siratü İbn İshak, (tah: Muhammed Hamidullah), Konya 1401/1981.

İBN KAYYIM EL-CEVZİYYE Şemsuddîn Ebî Abdillah Muhammed b. Ebî Bekr (751/1350), Fetavâ Rasûlillah, (tah: Mustafa Aşûr), Kahire, 1980.

İBN KESÎR, Ebu’l-Fidâ İsmâil b. Ömer (774/1372), Hadislerle Kur’an- Kerim Tefsiri, (Ter: Bekir Karlığa ve Bedrettin Çetiner)Çağrı Yayınları, İstanbul 1996.

..................................................... Tefsîru’l-Kur’ani’l-Azîm, Dâru İbn

Hazm, I. Baskı, Beyrut, 1420/2000.

..................................................  el-Bidâye  ve’n-Nihaye, Daru’l-

Marife, I. Baskı, Beyrut 1966.

İBN KUTEYBE, Ebû Muhammed Abdullah b. Müslim (276/889), el-Maârif (Nebiler ve Sahabîler’in Sîreti), (ter: Hasan Ege), Şelâle Yayınları, İstanbul (t.y).

İBN MÂCE, Ebu Abdullah Muhammed b. Yezid el-Kazvînî (273/886), es- Sünen, Çağrı Yayınları, (y.y), (t.y).

İBN MANZUR, Ebu’l-Fadl Cemâluddin Muhammed İbn Mükerrem (711/1311), Lisanü’l-Arab, Daru’l-Fikr, Beyrut 1990.

İBN SA’D, Ebû Abdullah Muhammed (230/845), et-Tabakatü’l-Kübra, Daru Sadr, Beyrut (t.y).

İBN-İ SEYYİDİ’N-NÂS (734/1334), Uyûnû’l-Eser fî Fünuni’l-Meğazî ve’ş-Şemâil ve’s-Siyer, I. Baskı, Beyrut 1977.

İBN TEYMİYYE, Ahmed b. Abdulhalim b. Abdüsselâm (728/1328), es- Sârimu’l-Meslûl alâ Şâtimi’r-Rasûl, (tah: Seyyid İmran), Dâru’l-Hadîs, Kahire 1423/2003.

İSLAMOĞLU, M., Üç Muhammed, İki Tasavvur Bir Gerçek, Denge Yayınları, X. Baskı, İstanbul 2006.

İŞCAN, H., Kur’ân’a Göre Münafıkların Özellikleri, Işık Yayınları, İstanbul 2003.

KANDEMİR, Y., Mevzû Hadîsler (Menşe’i Tanıma yolları Tenkîdi), D.İ.B, Yayınları, II. Baskı, Ankara 1980.

KAPAR, M. A., Hz. Muhammed’in Müşriklerle Münasebeti, İlim Yayınları, İstanbul 1987.

.............. , İslâmın İlk Döneminde Bey’at Ve Seçim Sistemi, Beyan Yayınları, İstanbul 1998.

KARAMAN, H. ve Arkadaşları, Kur’an Yolu, D.İ.B, Yayınları, Ankara 2006. KASTALLANÎ, Ahmed b. Muhammed (924/1517), İrşâdü’s-Sârî, IV. Baskı, (yy), (t.y).

KAZANCI, A. L., Çeşitli Yönleriyle Nübüvvet Kavramı, Marifet Yayınları, İstanbul 1997.

KETTÂNÎ, Muhammed Abdulhayy b. Abdülkebir b. Muhammed, Nizamü’l- Hükümeti’n-Nebeviyyeti, (et-Terâtîbu’l-İdâriyye), (Neşreden: Hasan Ca’na), Beyrut (t.y).

KÖKSAL, M. A., İslam Tarihi, Şamil Yayınları, İstanbul 1987.

KURT, H., İslâm İnancına Göre Nifak ve Münafık, Nesil Yayınları, İstanbul 2004.

KURTUBÎ, Ebû Abdullah Muhammed b. Ahmed el-Ensâri (671/1273), el- Camiu Li Ahkami’l-Kur’an, Daru’l-Fikr, Beyrut 1415/1995.

MÂLİK b. Enes (179/795), el-Muvatta, Çağrı Yayınları, (y.y), (t.y).

MERAĞİ, Ahmed Mustafa (1945), Tefsiru’l-Meraği, V. Baskı, (y.y), 1394/1978.

MEVDÛDÎ, Ebû’l Al’â (1979), Tefhîmu’l-Kur’an, (komisyon), İnsan Yayınları, II. Baskı, İstanbul, 1991.

MİRAS, Kâmil, Sahîh-i Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarih Tercemesi ve Şerhi, V, Baskı, D.İ.B Yayınları, Ankara 1981.

MÜNÂVÎ, Muhammed Abdürrauf (1031/1622), Feyzu’l-Kadîr Şerhu Câmiu’s-Sağir, I. Baskı, Mısır 1356/1938.

MÜSLİM, Ebu’l-Huseyn Müslim b. Haccac el-Kuşeyrî (261/875), el- Câmiu’s-Sahih, Çağrı Yayınları, (y.y), (t.y).

NAİM, A., Sahih-i Buhârî Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercemesi ve şerhi, VII. Baskı, D.İ.B Yayınları, Ankara 1981.

NEDVİ, Ebu’l-Hasen el-Hasenî, es-Sîretü’n-Nebeviyye, (tercüme: Osman keskioğlu), İst, 1961.

NESÂÎ, Ebû Abdurrahman Ahmed b. Şuayb (303/969), es-Sünen, Çağrı Yayınları, (y.y), (t.y).

NESEFÎ, Abdullah b. Ahmed b.Mahmud (710/1310), (tah: Zekeriyya İmran), Medârikü’t-Tenzîl ve Hakâikû’t-Te’vil, Daru’l-Kütübi’l- Ilmiyye, Beyrut 1995.

OKİÇ, M. Tayyib, Bazı Hadis Meseleleri Üzerine Tetkikler, İstanbul 1959.

ÖNKAL, A., Rasûlüllah’ın İslâm’a Davet Metodu, Kitap Dünyası Yayınları, XVI. Baskı, Konya 2006.

RÂZİ, Fahruddîn Muhammed b. Ömer b. Huseyn b. Hasan b. Ali et-Teymi (606/1209), Tefsîru’l-Kebîr Mefâtîhu’l-Gayb, (ter: Suat Yıldırım ve arkadaşları), Huzur Yayınevi, İstanbul 2002.

RIZA, Muhammed, Muhammed Rasûlullah, Mısır 1971.

SÂBÛNÎ, Muhammed Ali, en-Nübüvvetu ve’l-Enbiyâ, Dımeşk 1989.

SAİD HAVVA, el-Esas fî’s-Sünne ve Fıkhihâ, Kahire 1989.

SAKALLI, T., Hadislerle İslâm’da Hoşgörü ve Kolaylık, Çağlayan Yayınları, İzmir 1996.

SAMİ, Ş., Kamûs-i Türkî, Çağrı Yayınları, İstanbul, (t.y).

SEZİKLİ, A., Hz. Peygamber Devrinde Nifak Hareketleri, T.D.V

Yayınları, Ankara, 1994.

SIDDÎKÎ, Muhammed Zübeyr, Hadis Edebiyatı Tarihi, (ter: Yusuf Ziya kavakçı), İstanbul, 1966.

SİBÂÎ, Mustafa, İslâm Hukukunda Sünnet, (çev: Kamil Tunç), Girişim Yayınları, İstanbul, 1989.

SİNDÎ, Ebu’l-Hasan Nureddin b. Abdülhâdî, Hâşiye ala’s-Süneni’n-Nesâî, (nşr: Muhammed Emin Demec), Beyrut (t.y).

SOLMAZ, N. M., İ. L. ÇAKAN., Kur’an-ı Kerim’e Göre Peygamberler ve Tevhid Mücadelesi, Ensar Neşriyet, İstanbul 1988.

SURUÇ, S., Kâinatın Efendisi Peygamberimizin Hayatı, Nesil Yayınları, İstanbul 2004.

SUYÛTÎ, Celaleddin Abdurrahman b. Ebi Bekr (911/1505), Lübâbu’n- Nükûl fî Esbab’in-Nüzul, II. Baskı, Kahire 1373/1954.

TABERÂNÎ, Ebu’l-Kâsım Süleyman b. Ahmed (360/971), el-Mu’cemu’1- Kebîr, (tah: Hamdi Abdülmecîd es-Selefî), I. Baskı, Bağdad 1399/1979.

TABERÎ, Ebû Cafer Muhammed b. Cerîr (310/922), Câmi’ul-Beyân an Te’vili Ayi’l-Kur’an, Daru’l-Fikr 1415/1995.

............................................................ ,   Târihu’l-Ümem ve’l-Mülûk, tahkik:

Muhammed Ebu’l-Fadl İbrahim, Beyrut (t.y).

TAHAVÎ, Ebu Cafer Ahmed b. Muhammed b. Seleme (321/933), Müşkilü’l- Âsar, (tas: Muhammed Abdüsselam Şahin), Daru’l-Kütübi’l-Ilmiyye, I. Baskı, Beyrut 1410/ 1995.

TİRMİZÎ, Ebû İsa Muhammed b. İsa (279/892), es-Sünen, Çağrı Yayınları, (y.yX (t.y).

UĞUR, M., Hicrî Birinci Asırda İslâm Toplumu, Çağrı Yayınları, İstanbul 1980.

UMERÎ, E. Z., Medîne Toplumu, (çev: Nureddin Yıldız), Risale Yayınları, İstanbul 1992.

URALER, A., Sahabe Uygulaması Olarak Sünnete Bağlılık, Işık Yayınları, İzmir 2004.

VAKIDÎ, Muhammed b. Ömer (207/822), Kitâbü’l-Meğâzî, (tah: Marsden Jones), Beyrut, 1966.

YA’KUBÎ, Ahmed b. Ebi Ya’kub b. Ca’fer b. Vehb (292/905), Târihu’l- Ya’kûbî, Beyrut 1379/1960.

YILDIRIM, A., Din, Dünyevîleşme ve Zühd, Araştırma Yayınları, Ankara 2005.

YILDIRIM, C., İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları, (t.y).

YILDIRIM, E., Geleneksel Hadis Yorumculuğu, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2001.

....................... ,.. Hadis Problemleri, Umran Yayınları, İstanbul 1417/1996.

YILDIRIM, S., Kur’an-ı Hakîm ve Açıklamalı Meali, Işık Yayınları, İstanbul 2002.

YILDIZ, A., Hz. Peygamber ve Gizli Düşmanları Münafıklar, İz Yayıncılık, İstanbul 2000.

ZEBİDÎ, Muhibbüddin Ebû Feyz Seyyid Muhammed Murtaza el-Huseyni el- Vasıti (1205/1790), Tacu’l-Arus min Cevahiri’l-Kâmus, Daru’l-Fikr, Beyrut, 1994.

ZEHEBÎ, Ebû Abdillah Muhammed b. Ahmed b. Osman (748/1348), Mîzânü’l-İ’tidâl fî Nakdi’r-Ricâl, (tah: Ali Muhammed el-Becâvî), Dâru’l- Fikr, Beyrut (t.y).

ZEMAHŞERÎ, Ebu’l-Kasım Cârullah Mahmud b. Ömer (538/1143), el-

Keşşâf an Hakâiki’t-Tenzîl ve Uyûni’l-Ekavîl fi Vücühi’t-Te’vîl, Daru’l- Marife, Beyrut (t.y).

ZUHAYLÎ, Vehbe, et-Tefsiru’l-Münir, (Ter: Hamdi Aslan ve arkadaşları), (tas: Musa Duman), Risale Yayınları, İstanbul 2005.

Makaleler

AÇIKEL, Y, “Hz. Peygamber’in Evrensel Mesajlarından Rahmet”, III.

Kutlu Doğum Sempozyumu, S.D.Ü.İ.F Yayınları, Isparta 2000.

AÇIKEL, Y, “Hz. Peygamber’in Evrensel Mesajlarından Müsâvât”, IV.

Kutlu Doğum Sempozyumu, S.D.Ü.İ.F Yayınları, Isparta 2001.

AÇIKEL, Y, “Hz. Peygamber’in Evrensel Mesajlarından Adalet Prensibi”, VI. Kutlu Doğum Sempozyumu, S.D.Ü.İ.F Yayınları, Isparta 2003.

CANAN, İ., “Hz. Peygamber’in Münafıklara Karşı Takip Ettiği Siyaset”, Diyanet Dergisi, XVI, IV, Ankara 1977.

HAMİDULLAH, M., “Hz. Peygamber’in Büyük Düşmanlarının Psikolojisi” (ter:İsmail Yakıt), A.Ü.İ.F.D, VI, Erzurum 1986.

HATİBOĞLU, M. S., “Hz. Peygamber’i Yanlış Yorumlama Tezahürleri”, İ. A, II, 1986.

KAYIKLIK, H., “Allport’a Göre Dinî Yaşayışa Gelişimsel Bir Açılım,” Dinî Araştırmalar Dergisi, V, S: XV, Ankara 2003.

ŞENTÜRK, H., “Sosyal İlişkilerde Saygı Kavramı: Saygının ve Saygısızlığın Psikolojisine Genel Bir Yaklaşım”, (Yayınlanmamış Makale).

YURDAYDIN, H. G., “İslam Devletlerinde Müslüman Olmayanların Durumu”, A.Ü.İ.F.D, XXVII, Ankara 1985.

Diğer:

Ansiklopedi Maddeleri:

ALPER, H., “Münafık”, D.İ.A, İstanbul 2006.

AYCAN, İ., “Ebü’l-Bahterî”, D.İ.A, İstanbul 1994.

DÖNMEZ, İ. K., “Cünun”, D.İ.A, İstanbul 1993.

KOÇYİĞİT, T., “Abdullah b. Übey b. Selül”, D.İ.A, İstanbul. 1988.



[1]      Türkçe Sözlük, (Heyet), Türk Dil Kurumu, Ankara 1988, II, 1268; Örnekleriyle Türkçe Sözlük, (Heyet), Milli Eğitim Bakanlığı, Ankara 1996, IV, 2463; Ferit DEVELLİOĞLU, Neval KILIÇKINI, Büyük Türkçe Sözlük, İstanbul 1975, s.1037.

[2]      Şemsettin SAMİ, Kamûs-i Türki, Çağrı Yayınları, İstanbul, (t.y), s. 545.

[3]    Habil ŞENTÜRK, “Sosyal İlişkilerde Saygı Kavramı: Saygının ve Saygısızlığın Psikolojisine Genel Bir Yaklaşım”, (Yayınlanmamış Makale), s. 1.

[4]     ŞENTÜRK, “Sosyal İlişkilerde Saygı Kavramı: Saygının ve Saygısızlığın Psikolojisine Genel Bir Yaklaşım”, s. 1.

[5]      Hasan KAYIKLIK, “Allport’a Göre Dinî Yaşayışa Gelişimsel Bir Açılım,” Dinî Araştırmalar Dergisi, Ankara 2003, S. XV, V, 136.

[6]      Türkçe Sözlük, II, 1268.

[7]      Seyfettin ALTAYLI, Azerbaycan Türkçe Sözlüğü, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1994, II, 1020.

[8]     ŞENTÜRK, “Sosyal İlişkilerde Saygı Kavramı: Saygının ve Saygısızlığın Psikolojisine Genel

Bir Yaklaşım”, s. 2.

[9]      48/ Fetih 8-9.

[10]    ELMALILI, M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, (sad: İsmail Karaçam ve Arkadaşları), Azim Neşriyat, İstanbul, (t.y), VII,161.

[11]   AHMED B. HANBEL, el-Müsned, Çağrı Yayınları, (y.y), (t.y), I, 275, II, 207; TİRMİZÎ, Ebû İsa Muhammed b. İsa, es-Sünen, Çağrı Yayınları, (y.y), (t.y), Birr 15.

[12]     TİRMİZÎ, Birr 15; MÜNAVÎ, Abdurrauf, Feyzu’l-Kadîr Şerhu Camiu’s-Sağir, I. Baskı, Mısır 1356/1938, V, 388.

[13]     DARİMİ, Ebû Muhammed Abdullah b. Abdurrahman, Sünen-i DÂRİMÎ, Çağrı Yayınları, (y.y), (t.y ), Mukaddime 37.

[14]   “Muhakkak ki: Biz, seni bir şahit, bir müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik ki Allah’a ve Resulüne iman edesiniz, ona destek olup saygı gösteresiniz ve Allah’ı da sabah akşam tesbih ve tenzih edesiniz.” 48/ Fetih 8-9.

[15]    3/Âl-i İmran 32- 132; 4/Nisa 59; 5/Maide 92; 8/Enfal I, 20- 46.

[16]    4/Nisa 80.

[17]    3/Âl-i İmran 31.

[18]     SÂBÛNÎ, Muhammed Ali, en-Nübüvvetu ve’l-Enbiyâ, Dımeşk, 1989, s. 24-25.

[19]    49/Hucurat 2.

[20]     Muhammed ESED, Kur’an Mesajı, (ter: Cahit Koytak, Ahmet Ertürk), İşaret Yayınları, VI. Baskı, İst 1999, s. 1054.

[21]  Muhakkak ki Allah ve melekleri Peygambere hep salât ederler. Ey iman edenler! Siz de ona salât edin ve tam bir içtenlikle selam verin. 33/ Ahzab 56.

[22]     Suat YILDIRIM, Kur’an-ı Hakîm ve Açıklamalı Meali, Işık Yayınları, İstanbul 2002, s. 425.

[23]   NESÂÎ, Ebû Abdurrahman Ahmed b. Şuayb, es-Sünen, Çağrı Yayınları, (y.y), (t.y), Sehv 55.

[24]     TİRMİZÎ, Salât 357.

[25]     İbrahim CANAN, Hadis Ansiklopedisi Kütüb-i Sitte, Akçağ Yayınevi, (t.y), İstanbul, VI, 133.

[26]     33/ Ahzab 53.

[27]     49/ Hucurat 4.

[28]     49/ Hucurat 1.

[29]    AHMED B. HANBEL, IV, 278.

[30]     Özcan BAŞKAN, Bildirişim, İst 1988, s. 21.

[31]     18/Kehf 6.

[32]     Mehmet GÖRMEZ, Sünnet ve Hadisin Anlaşılması ve Yorumlanmasında Metodoloji Sorunu, T.D.V. Yayınları, Ankara 1997, s. 170.

[33]    AHMED B. HANBEL, IV, 329-330.

[34]     ABDURREZZAK, Ebû Bekr Abdurrezzak b. Hemmâm es-San’ânî, el-Musannef, (tah: Habîburrahman el-A’zamî), I. Baskı, Beyrut 1392/1972, V, 375.

[35]   İBN SA’D, Ebû Abdullah Muhammed, et-Tabakatü’l-Kübra, Daru Sadr, Beyrut (t.y), III, 162.

[36]     Bu ilişkiyi göstermesi adına şu rivayetler dikkat çekicidir: Cabir b. Semure’ye (ra) Resulullah ile sohbet edip etmedikleri sorulduğunda o, “çok defa sohbet ederdik. Resulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), sabah namazını kıldıktan sonra namazgâhından güneş yükselene dek kalkmazdı. Bu sırada Sahabe onunla sohbet eder, mescidde şiirler okur, cahiliye işlerini anar ve gülerler, Hz. Peygamber de onlara tebessüm ederdi” demektedir. Bkz: MÜSLİM, Mesacid 286; Zeyd b. Sabit (ra) de bu soruya “Dünyadan bahsedersek o da bizimle dünyadan bahseder, yemekten bahsedersek o da yemekten bahsederdi. Bunları da mı size haber vereyim” şeklinde cevaplamıştır. Bkz: İBN SA’D, Tabakat, I, 365.

[37]    Roger ARNALDEZ, Hz. Muhammed, (Çev: Burhanettin Semi), İstanbul, 1982, s. 32.

[38]     AHMED B. HANBEL, V, 256; EBU DAVUD, Süleyman b. Eş’as es-Sicistânî, es-Sünen, Çağrı Yayınları, (y.y), (t.y), Edeb 165.

[39]     TİRMİZÎ, Edeb 13.

[40]     BUHÂRÎ, Ebû Abdullah Muhammed b. İsmail, el-Câmiu’s-Sahîh, Çağrı Yayınları, (y.y), (t.y), Salât 83.

[41]     33/ Ahzab 53; 42/Şûra 23.

[42]     Konuyla ilgili olarak geniş bilgi için Bkz: Yusuf AÇIKEL, Hadislerde Ehl-i Beyt, (Basılmamış Doktora Tezi), Isparta 1999, s. 85-187.

[43]    AHMED B. HANBEL, VI, 292; TİRMİZÎ, Menakıb 20- 30- 31; NESÂÎ, İman 19.

[44]     8/ Enfal 5-8.

[45]     3/Âl-i İmran 152.

[46]     3/Âl-i İmran 144.

[47]     AHMED B. HANBEL, III, 68-73; BUHÂRÎ, Meğazî 61, Enbiya 6, Tevhid 23, İstitâbetü’l- Mürteddîn 6; MÜSLİM, Ebu’l-Huseyn b. Haccac el-Kuşeyrî, el-Câmiu’s-Sahih, Çağrı Yayınları, (y.y), (t.y), Zekat 143-144-158; EBÛ DÂVÛD, Sünnet 28; NESÂÎ, Zekat 79.

[48]     ABDURREZZAK, Musannef, X, 146; İBN HİŞAM, Ebu Muhammed Abdülmelik, es-Sîretü’n- Nebeviyye, (tah: Mustafa es-Sakka, İbrahim el-Ebyari, Abdü’l-Hafiz Şibli), İhyâü’t-Türasi’l- Arabi, III. Baskı, Beyrut 1391/1971, II, 496; BUHÂRÎ, Edeb 95, Menâkıb 25; MÜSLİM, Zekat 148; EBÛ DÂVÛD, Sünnet, 31.

[49]     HUMEYDÎ, Ebû Bekr Abdullah b. ez-Zubeyr el-Kureşî, Musned, (tah: Hüseyin Selim Esed), I. Baskı, Daru’s-Sekâ, Dımeşk 1996, I, 210; BUHÂRÎ, Enbiya 28; Meğazi 56; MÜSLİM, Zekat 140.

[50]   İBN HACER, Ahmed b. Ali b. Hacer el-Askalânî, Fethu’l-Bârî bi Şerhi Sahîhî’l-BUHÂRÎ, (tah: Abdülaziz b. Abdullah b. Baz), Daru’l-Fikr, Beyrut, 1416/1996, XIV, 298.

[51]     İBNÜ’L ESÎR, Izzüddîn Ebu’l-Hasen Ali b. Muhammed, Üsdü’l-Ğabe fî Ma’rifeti’s-Sahâbe, Daru’s-Şa’b, (y.y), 1390/1970, V, 225.

[52]     Hurmuzan’a karşı komutan olarak savaşıp onun yenilmesinde büyük rol oynamıştır. Hz. Ali (ra) ile Sıffında aynı safta iken, daha sonraları haricîlerin safına geçip Hz. Alî (ra)’nin karşıtlarından olmuş ve H. 37’de öldürülmüştür. Bkz: İBNÜ’L-ESÎR, Üsdü’l-Ğâbe, I, 474 -475.

[53]     İBN HACER, Fethu’l-Bârî, XIV, 298.

[54]     7/Araf 157

[55]     8/Enfal 64; 9/Tevbe 117.

[56]     8/Enfal 72-74;

[57]     9/Tevbe 90; 48/Fetih 11.

[58]     9/Tevbe 58.

[59]    Bünyamin ERUL, Sahabenin Sünnet Anlayışı, II. Baskı, T.D.V Yayınları, Ankara 2000, s. 138.

[60]    AHMED B. HANBEL, IV, 84; BUHÂRÎ, Cihad 24.

[61]    BUHÂRÎ, Humus 19.

[62]     8/ Enfal 1.

[63]     AHMEDJ5. HANBEL, V, 324.

[64]    BUHÂRÎ, Menakibü’l-Ensar 1.

[65]    BUHÂRÎ, Meğazî 56.

[66]    AHMED B. HANBEL, III, 76.

[67]    BUHÂRÎ, Meğazi 56; MÜSLİM, Zekât 133; TİRMİZÎ, Menakıb 65.

[68]     İBN TEYMİYYE, Ahmed b. Abdulhalim b. Abdüsselâm, es-Sârimu’l-Meslûl alâ Şâtimi’r- Rasûl, (tah: Seyyid İmran), Dâru’l-Hadîs, Kahire 1423/2003, s. 147.

[69]    ERUL, Sahabe’nin Sünnet Anlayışı, s. 126.

[70]    MÜSLİM, Fedâil 59; TİRMİZÎ, Zekât 30-110.

[71]    MÜSLİM, Fedâil 57-58.

77 AHMED B. HANBEL, III, 108; MÜSLİM, Fedâil 58.

[73]    Ahmet YILDIRIM, Din, Dünyevileşme ve Zühd, Araştırma Yayınları, Ankara 7005, s. 178.

[74]     VAKİDÎ, Muhammed b. Ömer, Kitâbü’l-Meğâzî, (tah: Marsden Jones), Beyrut, 1966, I, 229­230. VAKIDÎ’ye göre tepede elli kişilik okçu birliğinden on kişi kalmıştır.

[75]     BUHÂRÎ, Meğazi 17, Cihad 164; EBÛ DÂVÛD, Cihad 106; Muhammed HAMİDULLAH, Hz. Peygamber’in Savaşları, (çev: Nazire Erinç Yurter), Acar Matbaa, s. 55; ELMALILI, Hak Dini,

II, 436. Elmalılı, tepede sekiz kişinin kaldığını bildirir.

[76]     3/ Âl-i İmran 152.

[77]     Aynur URALER, Sahabe Uygulaması Olarak Sünnete Bağlılık, Işık Yayınları, İzmir 2004, s.

III.

[78]     KURTUBÎ, Ebû Abdullah Muhammed b. Ahmed el-Ensâri, el-Camiu Li Ahkami’l-Kur’an, Daru’l-Fikr, Beyrut 1415/1995, II, 223.

[79]     SAİD HAVVA, el-Esas fî’s-Sünne ve Fıkhihâ, Kahire, 1989, II, 595.

[80]     RAZİ, Fahruddîn Muhammed b. Ömer b. Huseyn b. Hasan b. Ali et-Teymi, Tefsîru’l-Kebîr Mefâtîhu’l-Gayb (ter: Suat Yıldırım ve arkadaşları ), Huzur Yayınevi, İstanbul 2002, VII, 117.

[81]     3/ Âl-i İmran 152.

[82]     3/ Âl-i İmran 155.

[83]     ÂLÛSÎ, Ebu Fadl Şehabeddin es-Seyyid Mahammed, Rûhu’l-Meânî, (Tashih: Muhammed Hüseyin el Arab), Daru’l-Fikr, Beyrut 1417/1997, III, 141.

[84]     BUHÂRÎ, Meğazi 56; MÜSLİM, Fedailü’s-Sahâbe 164. Rivayetin devamında Hz. Peygamber’in Bedevîye kızdığı, daha sonra Ebû Mûsa el-Eş’ari (ra) ve Bilâl Habeşî (ra)’ye dönerek “Verdiğim Müjdemi reddetti. Müjdemi siz kabul ediniz ” buyurduğu, onlarında kabul ettiği bildirilmektedir.

[85]     Allah Resûlü(ra), Taife gitmeden önce Huneyn ganimetlerini Ci’rane’ye toplattırmış ve Taif dönüşü taksim edeceğini umuma ilan etmişti. Bedevî’nin kendisine verildiğini söylediği va’d bu umumî va’d olmalıdır. Bununla birlikte Hz. Peygamber, bu bedevî’ye hususi surette va’detmiş de olabilir. Kâmil, MİRAS, Sahîh-i Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarih Tercemesi ve Şerhi, V, Baskı, D.İ.B Yayınları, Ankara 1981, X, 339.

[86]     İBN SA’D, Tabakat, IV, 272.

[87]   VAKIDÎ, Meğâzî, I, 100-102. “Allah iki topluluktan birine sizi galip kılacağını vâd ettiğinde siz silahsız olan topluluğun (kervanın) sizin olmasını arzu ediyordunuz. Hâlbuki Allah ise, emirleriyle hakkı üstün kılmak ve şirkin kuvvetini yok ederek kâfirlerin ardını kesmek istiyordu ki o suçlu müşrik gürûhu hoşlanmasa da, hak olan İslâm’ı yüceltsin, batıl olan şirki de ortadan kaldırsın” ayet-i kerimeleri de Müslümanların bu tutumunu eleştirmiştir. Bkz: 8/Enfal 7-8.

[88]     İBN SA’D, Tabakat, II, 22-23.

[89]     AHMED B. HANBEL, III, 370; BUHÂRÎ, Tefsîr 62; Cuma 38, Buyû 11; MÜSLİM, Cuma 36­38; TİRMİZÎ, Tefsîr 63.

[90]   “Onlar bir ticaret veya bir eğlence görünce oraya doğru sökün edip, seni hutbe verirken ayakta bırakıverdiler. De ki: Allah’ın nezdinde âhirette olan nasip, buradaki eğlenceden ve ticaretten

elbette daha hayırlıdır. Allah rızık verenlerin en hayırlısıdır.” Bkz: 62/ Cuma 11.

[91]     ÂLÛSÎ, Rûhu’l-Meânî, XV, 154; ELMALILI, Hak Dini, VIII, 61.

[92]     ÂLÛSÎ, Rûhu’l-Meânî, XV, 154; ELMALILI, Hak Dini, VIII, 61.

[93]     MEVDUDÎ, Ebû’l Al’â, Tefhîmu’l-Kur’an, (Komisyon), İnsan Yayınları, II. Baskı, İstanbul, 1991, VI, 315.

[94]    MEVDUDİ, Tefhim, VI, 315.

[95]    Ergün ÇAPAN, Kur’ân-ı Kerîm’de Sahabe, Işık Yayınları, İzmir 2004, s. 50.

[96]    AHMED B. HANBEL, II, 213; EBÛ DÂVÛD, Cihad 133.

[97]    MÂLİK, b. Enes, el-Muvatta, Çağrı Yayınları, (y.y), (t.y), Cihad 25; BUHÂRÎ, Meğazi 38.

[98]    MÂLİK, Cihad 22; AHMED B. HANBEL, V, 316.

[99]     İBN SA’D, Tabakat, II, 255.

[100]   TABERÎ, Ebû Ca’fer Muhammed b. Cerîr, Târihu’l-Ümem ve’l-Mülûk, (tah: Muhammed Ebu’l- Fadl İbrahim), Beyrut, (t.y), III, 190.

[101]   Talat SAKALLI, Hadislerle İslâm’da Hoşgörü ve Kolaylık, Çağlayan Yayınları, İzmir 1996, s. 79.

[102]   AHMED B. HANBEL, II, 50; III, 466; IV, 45; DÂRİMÎ, Buyû, 10; MÜSLİM, İman 164; İBN MÂCE, Ebu Abdullah Muhammed b. Yezid el-Kazvînî, es-Sünen, Çağrı Yayınları, (y.y), (t.y), Taharet 36; TİRMİZÎ, Buyû 74.

[103]   AHMED B. HANBEL, II, 242; EBÛ DÂVÛD, Buyû 52.

[104]   HATİBOĞLU, M. Said, “Hz. Peygamber’i Yanlış Yorumlama Tezahürleri”, İ. A, 1986, S. II, 5-11.

[105]   AHMED B. HANBEL, V, 215-216.

[106]    VAKIDÎ, Meğâzî, III, 932-933; HALEBÎ, Ali b. Burhâneddîn, İnsânü’l-Uyûn fî Sîreti’l- Emîni’l-Me’mûn (es-Sîretü’l-HALEBÎyye), (y.y), (t.y), III, 267.

[107]   BUHÂRÎ, Farzu’l-Humus 57; İBNÜ’L-ESÎR, Üsdü’l-Ğâbe, IV, 331.

[108]   İBNÜ’L-ESÎR, Üsdü’l-Ğâbe, IV, 331.

[109]   İBN ABDİLBER, Ebû Ömer Yusuf (463/1071), el-İstîâb fî Ma’rifeti’l-Ashâb, Dâru’n-Nehdati, Mısr, Kahire, (t.y), III, 1250; İBN HACER, el-İsabe, fî Temyîzi’s-Sahabe, (tah: Adil Ahmed Abdu’l-Mevcud, Ali Muhammed Muaviz), Daru’l-Kütübi’l Ilmiyye, I. Baskı, Beyrut 1995/1415, IV, 768.

[110]   BUHÂRÎ, İ’tisâm 2, Tefsir 7; İBN KUTEYBE, Ebû Muhammed Abdullah b. Müslim, el-Maârif (Nebiler ve Sahabîler’in Sîreti), (ter: Hasan Ege), Şelâle Yayınları, İstanbul (t.y) s. 209.

[111]   4/Nisa 54, 80; 8/Enfal 20, 24.

[112]   33/Ahzab 36; 4/Nisa 14, 65.

[113]   ERUL, Sahabenin Sünnet Anlayışı, s. 144.

[114]   AHMED B. HANBEL, IV, 286; İBN MÂCE, Menasik 41.

[115]   MÜSLİM, Hacc 130.

[116]    HUMEYDÎ, Müsned, II, 540; MÜSLİM, Sıyam 90; TİRMİZÎ, Savm 18; NESÂÎ, Sıyam 49. Humeydî’nin rivayetinde ise insanların oruç tutmakta zorlandığı ve gözlerini Peygamber’e dikmeleri üzerine Hz. Peygamber’in ikindiden sonra bir bardak su isteyip herkesin gözü önünde içtiği, bunu gören bazılarının hemen oruçlarını bozarken, bazılarının ise oruca devam ettiklerini gören Hz. Peygamber’in “onlar asidir” dediği haber verilmektedir.

[117]   URALER, Sahabe Uygulaması Olarak Sünnete Bağlılık, s. 99.

[118]   ABDURREZZAK, Musannef, V, 178.

[119]   ABDURREZZAK, Musannef, V, 178-179.

[120]   ABDURREZZAK, Musannef, V, 176.

[121]   BUHÂRÎ, Cenaiz 41-46; Meğazi, 44; MÜSLİM, Cenaiz 30.

[122]   BEĞAVÎ, Ebû Muhammed el-Hüseyn b. Mes’ûd, Mesâbîhu’s-Sünne, Beyrut 1407/1987, I, 160.

[123]   BUHÂRÎ, Meğazi 38.

[124]   Ebû Davud, İmâre 33.

[125]   AHMED B. HANBEL, V, 286; TABERİ, Tarih, III, 74.

[126]   VAKIDÎ, Meğâzî, III, 912-913.

[127]   VAKIDÎ, Meğâzî, II, 586; MÜSLİM, Sıfatü’l-Münafikun 12.

[128]   İBN HİŞAM, Sîre, II, 57-58.

[129]   İBN HİŞAM, Sîre, IV, 39.

[130]  Ey iman edenler! Benim de sizin de düşmanlarınızı dost edinmeyin. Onlar size gelen gerçeği reddettikleri halde, siz onlara sevgi sunuyorsunuz. Resulullahı ve sizi, sırf Rabbiniz olan Allah’a inandığınız için, vatanınızdan kovuyorlar. Siz Benim yolumda cihad etmek ve Benim rızamı kazanmak için yurdunuzdan çıkarılmayı göze aldıysanız, nasıl olur da onlara sevgi gösterip sır verirsiniz? Hâlbuki Ben sizin gizlediğiniz ve açıkladığınız her şeyi bilmekteyim. Doğrusu içinizden kim bunu yaparsa, artık doğru yoldan sapmış olur.” Bkz: 60/Mümtahine 1.

[131]    İBN HİŞAM, Sîre, IV, 40-41; HUMEYDÎ, Müsned, I, 27; AHMED B. HANBEL, I, 79-105; BUHÂRÎ, Meğazi 9, Tefsir 60; MÜSLİM, Fedailü’s-Sahâbe 161; EBÛ DÂVÛD, Cihad 108.

[132]   AHMED B. HANBEL, II, 325, III, 84, V, 218; BUHÂRÎ, İ’tisam 14, Enbiya 50; MÜSLİM, İlim 6; İBN MÂCE, Fiten 17; TİRMİZÎ, Fiten 18.

[133]   AHMED B. HANBEL, IV, 125.

[134]    7/ A’raf 138. Ayet-i Kerime’de Musa (as), kavminin başka toplulukların taptıkları putlardan kendisinin de yapmasını istemeleri karşısında ‘gerçekten cahil bir milletsiniz’ buyurmuştur. Allah Resûlu (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’de bu düşüncede olanları cehalatle tavsif etmiştir.

[135]   AHMED B. HANBEL, V, 218.

[136]   İBN MÂCE, Mesacid 2.

[137]   AHMED B. HANBEL, V, 256.

[138]   İBN SA’D, Tabakat, I, 292.

[139]   İBNÜ’L-ESÎR, Üsdü’l-Ğâbe, II, 31.

[140]   AHMED B. HANBEL, I, 228.

[141]   İBN HİŞAM, Sîre, IV, 184-185.

[142]   AHMED B. HANBEL, III, 185.

[143]   AHMED B. HANBEL, III, 307; BUHÂRÎ, Fezailü’l-Medîne 10.

[144]   İBN İSHAK, Muhammed, Sîratü İbn İshak. (tah: Muhammed Hamidullah), Konya 1401/1981, s. 271.

[145]   33/ Ahzab 36.

[146]   4/ Nisa 65.

[147]    Bunlardan birisi olarak Bkz: İBN KAYYIM EL-CEVZİYYE, Şemsuddîn Ebî Abdillah Muhammed b. Ebî Bekr, Fetavâ Rasûlillah, (tah: Mustafa Aşûr), Kahire, 1980.

[148]   BUHÂRÎ, İ’tisâm 5.

[149]   AHMED B. HANBEL, VI, 307- 320; BUHÂRÎ, Şehâdât 27, Ahkâm 20; MÜSLİM, Akdiye 4-5; EBÛ DÂVUD, Akziye 7; TİRMİZÎ, Ahkâm 11.

[150]   4/ Nisa 65.

[151]    AHMED B. HANBEL, I, 165-166; BUHÂRÎ, sulh 12; MÜSLİM, Fedail 129; İBN MÂCE, Mukaddime 2; EBÛ DÂVÛD, Akdiye, 31; TİRMİZÎ, Ahkâm 26; NESÂÎ, Kudat 19, 27.

[152]   ERUL, Sahabenin Sünnet Anlayışı, s. 114.

[153]   Cemal AĞIRMAN, Hz. Peygamber’in Sünnetinde İtaat, İstanbul 2004, s. 283.

[154]   İBNÜ’L-ESÎR, Üsdü’l-Ğâbe, IV, 77-78.

[155]   AHMED B. HANBEL, II, 274, 535; BUHÂRÎ, Tıb 46; MÜSLİM, Kasâme 36; EBÛ DÂVÛD, Diyât 19; NESÂÎ, Kasame 39.

[156]   ERUL, Sahabenin Sünnet Anlayışı, s. 113.

[157]   ABDURREZZAK, Musannef, IX, 454; AHMED B. HANBEL, II, 217. Krş: ERUL, Sahabenin Sünnet Anlayışı, s. 113.

[158]   ABDURREZZAK, Musannef, IX, 453.

15" ABDURREZZAK, Musannef, XI, 21"-220.

[160]   24/Nur 47-48.

[161]   EBÛ DÂVÛD, Edeb 116.

[162]   BUHÂRÎ, Enbiya 18; MÜSLİM, Hudûd 8-11; EBÛ DÂVÛD, Hudûd 4; İBN MÂCE, Hudûd 4. Konuyla ilgili geniş değerlendirme için Bkz: Yusuf AÇIKEL, “Hz. Peygamber’in Evrensel Mesajlarından Adalet Prensibi”, VI. Kutlu Doğum Sempozyumu, S.D.Ü.İ.F Yayınları, Isparta 2003, s. 74-77.

[163]    Ahmet Lütfi KAZANCI, Çeşitli Yönleriyle Nübüvvet Kavramı, Marifet Yayınları, İstanbul 1997, s. 112.

[164]    Yusuf AÇIKEL, “Hz. Peygamber’in Evrensel Mesajlarından Müsâvât”, IV. Kutlu Doğum Sempozyumu, S.D.Ü.İ.F Yayınları, Isparta 2001, s. 434-436.

[165]   BUHÂRÎ, Sulh 8, Tefsir 33; MÜSLİM, Kasâme 24; EBÛ DÂVÛD, Diyât 32; NESÂÎ, Kasâme 17-18; İBN MÂCE, Diyât 16.

[166]   Muhammed HAMİDULLAH, İslâm Peygamberi, (çev: Salih Tuğ), İrfan Yayınları, V. Baskı, İst. 1993, s. 276.

[167]   EBÛ DÂVÛD, Diyat 1; NESÂÎ, Kasâme 8-9. Geniş bir değerlendirme için Bkz: AÇIKEL, “Hz. Peygamber’in Evrensel Mesajlarından Adalet Prensibi”, s. 74-77.

[168]   DEYLEMÎ, Ebû Şüca’ Şirveyh b. Şehredâr, b. Şirveyh, el-Firdevs bi Me’sûri’l-Hıtâb, (tah: Said b. Besyûnî Zeğğlül), Beyrut 1406/1986, IV, 300.

[169]   Mücteba UĞUR, Hicrî Birinci Asırda İslâm Toplumu, Çağrı Yayınları, İst. 1980, s. 43.

[170]   İBN SA’D, Tabakat, IV, 10.

[171]   İBN HİŞAM, Sîre, II, 281; İBN SA’D, Tabakat, IV, 11.

[172]   İBN SA’D, Tabakat, IV, 11.

[173]   İBN HİŞAM, Sîre, II, 271.

[174]   İBN SA’D, Tabakat, II, 11.

[175]   İBN SA’D, Tabakat, IV, 10, 31.

[176]   İrfan AYCAN, “Ebü’l-Bahterî”, D.İ.A, İstanbul 1994, X, 296.

[177]   İBN HİŞAM, Sîre, II, 281-282.

[178]    AHMED B. HANBEL, I, 165-166; BUHÂRÎ, Sulh 12; MÜSLİM, Fedail 129; İBN MÂCE, Mukaddime 2; EBÛ DÂVÛD, Akdiye, 31; TİRMİZÎ, Ahkâm 26; NESÂÎ, Kudat 19- 27.

[179]   İBN HİŞAM, Sîre, IV, 59.

[180]   AHMED B. HANBEL, II, 538; MÜSLİM, Cihad 84.

[181]    Rivayetin devamında Ensar’ın bu sözleri sadece Allah’ı ve Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nü kıskandıklarından dolayı söyledikleri bildirilmektedir. Bkz: AHMED B. HANBEL, II, 538; MÜSLİM, Cihad 84.

[182]    Rivayetin sonunda Hz. Peygamber’in Ensar’ı tasdik edip mazur gördüğü bildirilmektedir. Bkz: AHMED B. HANBEL, II, 538; MÜSLİM, Cihad 84.

[183]   Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Medine’ye hicret edeceği bir esnada Kabe’ye bakarak “Vallahi sen, benim dünyada en çok sevmiş olduğum yersin. Şayet senin halkın beni zorla çıkarmasaydı vallahi çıkmazdım” buyurmuştur. Bkz: İBN MACE, Menasik 103; TİRMİZÎ, Menakıb 68; DARİMÎ, Siyer 66.

[184]   BUHÂRÎ, Fezailü’l-Medîne 12.

[185]   M. Said HATİBOĞLU, “ Hz. Peygamber’i Yanlış Yorumlama Tezahürleri”, İ. A, 1986, II, 5­11.

[186]   İBN HİŞAM, Sîre, II, 292.

[187]   ELMALILI, Hak Dini, VII, 196.

[188]   49/Hucurat 6-8.

[189]   AHMED B. HANBEL, IV, 279.

[190]   “ Böylesine asılsız bir habere dayanılarak büyük bir faciaya yol açılabilirdi. Bu bakımdan Allah Teala, önemli bir konuda getirilen bir habere hemen güvenmemelerini, haberi getiren şahsın itimada layık olup olmadığını araştırmalarım, bu şahsın fasık ve zahiren itimada layık bir kişi olmadığı anlaşılırsa, getirdiği haber doğrultusunda harekete geçmeden önce haberin doğruluğunu tahkik etmelerini Müslümanlar’a bir ilke olarak vazetmiştir. Bu ilahi emirden, geniş bir sahayı kapsayan oldukça önemli bir şer'i ilke ortaya çıkmaktadır. Bu ilke ışığında, bir İslam devletinin, güvenilir olmayan bir kimsenin getirdiği bir habere dayanarak bir şahıs, bir grup veya bir millete savaş açmasının caiz olmadığı anlaşılmaktadır.” Bkz: MEVDUDÎ, Tefhim, V, 438.

[191]   49/ Hucurat 6.

[192]   N. Mehmet SOLMAZ, İsmail Lütfi ÇAKAN, Kur’an-ı Kerim’e Göre Peygamberler ve Tevhid Mücadelesi, Ensar Neşriyet, İstanbul 1988, III, 187-188.

[193]   Velid (ra), Benî Mustalık kabilesinin zekat veıgisini toplamak üzere yolda iken birisi, bu kabileden silahlı bir gurubun yola çıktığı haberini getirmiştir. Bkz: AHMED B. HANBEL, IV 279.

[194]   Hayrettin KARAMAN ve Arkadaşları, Kur’an Yolu, D.İ.B, Yayınları, Ankara 2006, V, 43.

[195]   DİYARBEKRÎ, Hüseyin Muhammed, Târihu’l-Hamis fî ahvâli enfesi’n-Nefîs, Mısır, (t.y), II, 84; HALEBÎ, Sîre, III, 219.

[196]   M. Asım KÖKSAL, İslam Tarihi, Şamil Yayınları, İstanbul 1987, XV, 268.

[197]   VAKIDÎ, Meğâzî, II, 286; İBN SA’D, Tabakat, II, 136.

[198]   HALEBÎ, Sîre, III, 219-220.

[199] HEYSEMÎ, Mecme’u’z-Zevâid ve Menbeu’l-Fevâid, Daru’l-Kütübi’l İlmiye, Beyrut (t.y), I, 145; ALİYYÜ’L-KÂRÎ, Nureddin Ali b. Muhammed, Esraru’l-Merfûa fî’l-Ahbârî’l-Mevdûa, (tah: Muhammed Said b. Besyûnî), daru’l-Kütübi’l-Ilmiyye, II, baskı, Beyrut, 1405/1980, s. 17­18. Abdullah b. Amr’dan gelen bu rivayetin senedinde Atâ’ b. es-Sâib (136/753) el-Kûfi adlı şahıs bulunmaktadır. Hadis münekkitçileri tarafından bu şahsın ihtilat ettiği bildirilmektedir. İbn Main (233/847), Şu’be (160/777) ve es-Sevrî (161/778) dışındaki Atâ’dan hadis işitenlerin tamamının Atâ’nın hadisleri karıştırmaya başladığı dönemde işittiklerini bildirmektedir. Bkz: İBN HACER, Tehzîbu’t-Tehzîb, (tah: Mustafa Abdulkadir Atâ’), Beyrut 1994, VII, 203-206. Rivayetin bir başka tarikinin senedinde bulunan Sâlih b. Hayan el-Kureşî adlı şahıs da hadis münekkitçilerinin tamamı tarafından zayıf kabul edilmiştir. Bkz: İBN HACER, Tehzîbu’t-Tehzîb, IV, 386-387. Zehebî (748/1347), son noktayı koyarak bu rivayetin hiçbir tarikinin sahih olmadığını söyler. Bkz: ZEHEBÎ, Ebû Abdillah Muhammed b. Ahmed b. Osman, Mîzânü’l-İ’tidâl fî Nakdi’r-Ricâl, (tah: Ali Muhammed el-Becâvî), Dâru’l-Fikr, Beyrut (t.y), II, 292-293.

[200]    SİBÂÎ, Mustafa, İslâm Hukukunda Sünnet, (çev: Kamil Tunç), Girişim Yayınları, İstanbul, 1989, s. 211.

[201]    SIDDÎKÎ, Muhammed Zübeyr, Hadis Edebiyatı Tarihi, (ter: Yusuf Ziya kavakçı), İstanbul, 1966, s. 119. Mevzû Hadislerle ilgili çalışması bulunan günümüz hadiscilerinden Yaşar Kandemir de rivayetle ilgili olarak şunları söylemektedir: “Hz. Peygamber’in söylemediği bir sözü, yapmadığı bir işi ve tasvib etmediği bir hareket tarzını O (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’na nispet etmek, Peygamber aleyhinde yapılmış bir iftira olduğuna göre, yukarıda anlatılan hâdise de bu karakteri taşımakta ve böylece vaz’ (uydurma) kelimesinin şümûlüne girmektedir... Şurasını da belirtmek gerekir ki, Hz. Peygamber bu münferit hâdise dışında böyle bir vak’aya tesadüf edemiyoruz. Bunun en büyük âmili de muhakkak ki, Hz. Peygamber’in bu kabil isnatları bizzat tekzib edeceği düşüncesidir. Bkz: Yaşar KANDEMİR, Mevzû Hadîsler (Menşe’i Tanıma yolları Tenkîdi), D.İ.B, Yayınları, II. Baskı, Ankara 1980, s. 25.

[202]    Bu duruma benzer bir vakıa da Enes b. Malik (ra)’ten gelen rivayette mevcuttur. Rivayete göre adamın birisi Allah Resûlü (san)’nün ümm-ü veled cariyesiyle itham edilince Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Hz. Ali (ra)’yi itham edilen şahsın boynunu vurmak üzere göndermiştir. Hz. Ali (ra), adamın yanına vardığında adamı bir kuyunun içinde suda serinler vaziyette bulmuştur. Hz. Ali (ra), adamı kuyudan dışarı çıkardığı vakit adamın tenasül uzvunun kesik olduğunu görmüştür. Bunun üzerine adamı öldürmekten vazgeçip Hz. Peygamber’e gelerek durumu anlatmıştır. Bkz: MÜSLİM, Tevbe 49.

[203] Enbiya YILDIRIM, Hadis Problemleri, Umran Yayınları, İstanbul 1417/1996, s. 20-21.

[204]   İBN EBÎ HÂTİM, Muhammed Abdurrahman b. Ebî Hâtim er-Râzî, Kitâbü’-Cerh ve’t-Ta’dil, Daru’l-Kutubi’l İlmiye, Beyrut 1952, II, 7.

[205]    1 8/ Kehf 54.

[206]    BUHÂRÎ, İ’tisam 18, Teheccüd 5, Tevhid 31; MÜSLİM, Misafirin 206; İBN HACER, Fethu’l- Bârî, XV, 251.

[207]   URALER, Sahabe Uygulaması Olarak Sünnete Bağlılık, s. 104.

[208]   İBN HACER, Fethu’l-Bârî, XV, 252.

[209]    Hz. Aişe’nin, babasının imametini arzu etmeyip Hz. Peygamber’in emrine karşı gelmesinin iki sebebi vardır. Birincisi Hz. Peygamber hayatta iken onun yerine geçebilecek bir kimseyi halkın sevebileceğini düşünmemesi, ikincisi de babasının hilafete salahiyetini herkes bildiğinden halkın babasını o makamda görmekle Hz. Peygamber’in vefatının yaklaşmasını istidlal etmelerini hoş görmemesidir. Bkz: Ahmed NAİM, Sahih-i Buhârî Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercemesi ve Şerhi, VII. Baskı, D.İ.B Yayınları, II, 632-633.

[210]    MÂLİK, Sefer 82; AHMED B. HANBEL, IV, 412-413, VI, 96-202; DÂRİMÎ, Mukaddime 14; BUHÂRÎ, Enbiyâ 19, İ’tisam 5, Ezan 39; TİRMİZÎ, Menakıb 16. (Hz. Peygamber Savahib-i Yusuf demekle içlerinde olanın tersini beyan edip bunda ısrar etmelerinden dolayı teşbihte bulunmuştur. Bilindiği gibi Zeliha aslında Yusuf’a olan aşkındaki mazeretini Mısır’ın ileri gelen kadınlarına göstermek amacıyla onlara ziyafet verip kendilerine son derece ikram ve in’amda bulunmuştu. Züleyha’nın asıl niyeti ziyafet değil, ziyafet vesilesiyle Yusuf’u kadınlara gösterip aşık olmasındaki özrünü ispat etmekti. Hz. Aişe’nin de gerçek maksadı babasını insanların nefret ve teşeum’undan korumak olduğu halde bundan hiç bahsetmeyip yalnız babasının kıraatini cemaatine duyuramayacağından bahsediyordu. Maksadına ulaşmak için ısrarcı tavrıyla Züleyha’ya benzediğinden buradaki teşbih daha kuvvetli düşmüştür. ‘Sahibe-i Yusuf’ demek varken ‘Savahib-i Yusuf’ buyurulması, yani müfred yerine cemi lafzın kullanılması Arap dilinde cins murad edilerek yerine göre mecaz olan bir beyan şeklidir. Bundan dolayı Savahib-i Yusuf’un manası ‘Sizler, Sahibe-i Yusuf Zeliha cinsinden kadınlar gibisiniz’ demektir.) Bkz: NAİM, Tecrid Tercemesi, II, 633.

[211]    AHMED B. HANBEL, IV, 322; EBÛ DÂVÛD, Sünnet 11. Ahmed b. Hanbel’in Müsned’inde öfkeli bir şekilde ifadesi yoktur.

[212]   İBN HACER, Fethu’l-Bârî, XV, 211.

[213]   URALER, Sahabe Uygulaması Olarak Sünnete Bağlılık, s. 104

[214]   KAZANCI, Çeşitli Yönleriyle Nübüvvet Kavramı, s. 63.

[215]   AHMED B. HANBEL, V, 289, IV, 110.

[216]   AHMED B. HANBEL, V, 200, 208; BUHÂRÎ, Meğâzi 45; Diyat 2; MÜSLİM, İman 158- 160; EBÛ DÂVÛD, Cihad 95.

[217]   AHMED B. HANBEL, IV, 437; TİRMİZÎ, Menakıb 19.

[218]   AHMED B. HANBEL, I, 325; BUHÂRÎ, İlim 39.

[219]    BUHÂRÎ, Fadlu Leyleti’l-Kadr 4. Rivayetin başka bir tarikinde ise Hz. Peygamber’e rüyasında Kadir Gecesi’nin gösterildiği fakat eşlerinden birinin uykudan uyandırması sonucunda Kadir Gecesi’ni unuttuğu bildirilmektedir. Bkz: MÜSLİM, Sıyâm 40. Rivayetin Abdurrezzak (211/827)’ın musannefinde aktardığı başka bir varyantında ise Hz. Peygamber’in Kadir Gecesi’ni sohbet esnasında unuttuğu haber verilmektedir. Rivayete göre Allah Resulü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), bir sohbet esnasındayken ashabına hitaben “Size Kadir gecesini haber vereyim mi?” buyurmuş ve ashabın cevaben haber vermesini istediklerini bildirmeleri üzerine Hz. Peygamber, bir müddet sustuktan sonra ashabına Kadir gecesini az önce bildiğini fakat şu anda kendisine unutturulduğunu söylemiştir. Bkz: Abdurrezzak, Musannef IV, 249. Rivayetlerde görüleceği üzere Hz. Peygamber’in Kadir Gecesi’ni unutma nedeni farklılık arzetmektedir. İBN HACER (852/1448), aktarmış olduğumuz BUHÂRÎ ve MÜSLİM’in rivayetlerindeki unutma hâdisesinin ayrı ayrı zamanlarda olduğunun düşünülebileceğini söylemekle birlikte bu iki rivayeti birleştirerek iki olayında peşpeşe yaşanmış olabileceğini de söylemektedir. O takdirde Hz. Peygamber’e rüyasında Kadir Gecesi gösterilirken eşlerinden birinin kendisini uyandırdığını, bu esnada Hz. Peygamber’in dışarıda vuku bulan tartışmaya kulak kesildiğini ve onları ayırmak için dışarıya çıktığında ise gecenin vaktini unuttuğunu bildirir. Hatta Abdurrezzak’ın İbn Müseyyeb’ten mürsel olarak aktardığı rivayete de yer vererek bu rivayetin unutma olayının birkaç defa gerçekleştiğinin delili olduğunu da açıklamaktadır. Bkz: İBN HACER, Fethu’l-Bârî, IV, 801. Konuyla ilgili geniş bir değerlendirme için Bkz: Enbiya YILDIRIM, Geleneksel Hadis Yorumculuğu, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2001, s. 98-103.

[220]   49/ Hucurat 2.

[221]   AHMED B. HANBEL, II, 178; İBN MÂCE, Mukaddime 10; TİRMİZÎ, Kader 1.

[222]   BUHÂRÎ, Salât 71.

[223]   49/Hucurat 1-2.

[224]    AHMED B. HANBEL, IV, 6; BUHÂRÎ, Tefsir 49, İ’tisam 5; TİRMİZÎ, Tefsir 50. Tirmizi bu rivayete Hasen Garib demiştir.

[225]   3 3/ Ahzab 53.

[226]   İBNÜ’L-ESİR, Üsdü’l-Ğabe, IV, 331.

[227]   BUHÂRÎ, Farzu’l-Humus, 57.

[228]   İBN HACER, el-İsabe, IV, 639.

[229]   İBNÜ’L-ESÎR, Üsdü’l-Ğâbe, IV, 331.

[230]   İBNÜ’L-ESÎR, Üsdü’l-Ğâbe, IV, 331.

[231]   İBN ABDİLBER, el-İstîâb, III, 1250; HEYSEMÎ, Mecme’u’z-Zevâid, VII, 92.

[232]   İBN HACER, Fethu’l-Bârî, IV, 768.

[233]   İBN KUTEYBE, el-Maârif, s. 208.

[234]   HALEBÎ, Sîre, III, 267.

[235]   7/A’raf 199.

[236]   BUHÂRÎ, İ’tisam 2, Tefsir 7; İBNÜ’L-ESÎR, Üsdü’l-Ğâbe, IV, 331.

[237]   İBN KUTEYBE, el-Maarif, s. 208-209.

[238]   İBN HİŞAM, Sîre, II, 265.

[239]   İBN HİŞAM, Sîre, II, 297.

[240]  TABERÎ, Tarih III, 62. Hz. Peygamber’in, mümin kadınlardan alacağı bey’at şartları ayet-i kerime’de belirtilmiştir. “Ey Peygamber! Mümin hanımlar; Allah’a hiç bir sûrette ortak tanımamak hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocuklarını öldürmemek, hiç yoktan yalan uydurup iftira atmamak, bulduğu bir çocuğu, kocasına isnad etmemek veya gayr-ı meşrû bir çocuk dünyaya getirip onu kocasına mal etmemek, senin kendilerine emredeceğin meşrû olan herhangi bir konuda sana karşı gelmemek hususlarında sana biat etmeye geldiklerinde, sen de onların biatlarını kabul et ve onlar için Allah’tan af dile. Çünkü Allah gafurdur, rahîmdir.” Bkz: 60/Mümtehine 12.

[241]   TABERÎ, Tarih III, 62.

[242]    Mehmet Ali KAPAR, İslâmın İlk Döneminde Bey’at Ve Seçim Sistemi, Beyan Yayınları, İstanbul 1998, s. 38.

[243]   AHMED B. HANBEL, II, 243, 493; V, 427; VI, 52; MÜSLİM, Birr 95; EBÛ DÂVÛD, Sünnet 10.

[244]   AHMED B. HANBEL, IV, 264; NESÂÎ, Sehv 62.

[245] MÂLİK, Muvatta, Hüsnü’l-Hulûk 2; AHMED B. HANBEL, V, 130, 223, 232; VI, 114, 116, 182, 262; BUHÂRÎ, Menakıb 23, Edeb 80; MÜSLİM, Fedail 77; EBÛ DÂVÛD, Edeb 4.

[246]   BUHÂRÎ, Mezalim 25, Nikah 83, İlim 27, Libas 31; MÜSLİM, Talak 30-34; TİRMİZÎ, Tefsîr 41; NESÂÎ, Sıyam 14.

[247]   AHMED B. HANBEL, I, 300; NESÂÎ, Kasâme 23.

[248]   AHMED B. HANBEL, V, 423; DÂRİMÎ, Zekât 31, Sîre 51; BUHÂRÎ, Eyman ve’n-Nüzûr 3.

[249]   AHMED B. HANBEL, IV, 7-8; DÂRİMÎ, Nikâh 51; BUHÂRÎ, İlim 26; Buyû 3; Nikâh 24; EBÛ DÂVÛD, Akdiye 18; TİRMİZÎ, Rada 4; NESÂÎ, nikah 44.

[250]   BUHÂRÎ, İstizan 17; MÜSLİM, Edeb 38- 39; İBN MÂCE, Edeb 17; EBÛ DÂVÛD, Edeb 128; TİRMİZÎ, İstizan 18.

[251]   MÂLİK, Akdiye 46; AHMED B. HANBEL, IV, 116,117; V, 193; BUHÂRÎ, İlim 28, Lukata 2- 9­11, Talak 22; MÜSLİM, Lukata 2- 4- 6; İBN MÂCE Lukata 1- 2; EBÛ DÂVÛD, Lukata 1; TİRMİZI. Ahkâm 35.

[252]    DÂRİMÎ, Zekât 25; EBÛ DÂVÛD, Zekât 39. Ebû Dâvûd’un Sünen’inde kızgınlıkla ifadesi yoktur.

[253]   ABDURREZZAK, Musannef, V, 406; AHMED B. HANBEL, III, 452.

[254]   TİRMİZÎ, Cenaiz 6.

[255]   AHMED B. HANBEL, III, 377; Darimî, Salât 19; MÜSLİM, Mesacid 251- 254; TİRMİZÎ, Salat 48.

[256]   MÜSLİM, Salatü’l-Müsafirîn ve Kasruha 67; NESÂÎ, İmame 61; EBÛ DÂVÛD, Tatavvu 5.

[257]   BUHÂRÎ, Salât 72, Cenaiz 66; MÜSLİM, Cenaiz 23. Rivayette Mescidi süpüren kimsenin erkek olma ihtimalinden de söz edilmiş, fakat hadisin ravisi olan Ebû Hureyre, “Galiba kadındı” diyerek ihtimali ortadan kaldırmıştır. Bkz: BUHÂRÎ, Salât 74.

[258]   AHMED B. HANBEL, III, 471; DÂRİMÎ, Mukaddime 39.

[259]   AHMED B. HANBEL, VI, 91, 111, 163, 188; MÜSLİM, Misafirin 139; EBÛ DÂVÛD, Tatavvû 26; NESÂÎ, Kıyamü’l-Leyl 2.

[260]   AHMED B. HANBEL, V, 266; DÂRİMÎ, Mukaddime 26.

[261]   AHMED B. HANBEL, II, 225.

[262]   AHMED B. HANBEL, VI, 26-28; MÜSLİM, Cihad ve’s-Siyer 43; EBÛ DÂVÛD, Cihad 137.

[263]    İBN İSHAK, Sîre, s. 293; EBÛ DÂVUD, Cenaiz 1. Bu Rivayet Münafığın hastalıktan ders almayacağını, tevbe etmeyeceğini ve hastalığının ne geçmişteki hatalarının affına, ne de geleceğe yönelik olarak günah işlememek hususunda bir fayda vermeyeceğini ortaya koymaktadır. Bkz: Canan, Hadis Ansiklopedisi Kütüb-i Sitte, VI, 296.

[264]    MÜSLİM, Birr, 87. Konuyla ilgili geniş bilgi için bkz: Yusuf AÇIKEL, “Hz. Peygamber’in Evrensel Mesajlarından Rahmet”, III. Kutlu Doğum Sempozyumu, S.D.Ü.İ.F Yayınları, Isparta 2000, s. 259-268.

[265]   AHMED B. HANBEL, IV, 46; DÂRİMÎ, Et’ıme 9; BUHÂRÎ, Et’ıme 2; MÜSLİM, Eşribe, 107­108; İBN HACER, Fethu’l-Bârî X, 655.

[266]   MÜSLİM, Eşribe, 107.

[267]   İBN MÂCE, Et’ıme 8; TİRMİZÎ, Et’ıme 9.

[268]    KETTÂNÎ, Muhammed Abdulhayy b. Abdülkebir b. Muhammed, Nizamü’l-Hükümeti’n- Nebeviyyeti (et-Terâtîbu’l-İdâriyye), (Neşreden: Hasan Ca’na), Beyrut (t.y), I, 301.

[269]   KETTÂNÎ, Terâtîbu’l-İdâriyye, I, 301.

[270]  BUHÂRÎ, Diyat 22, Zekât 68, Meğâzî, 36; MÜSLİM Kasâme 9; İBN MÂCE, Hudud 20; TİRMİZÎ, Et’ıme 38; İBN KESİR, Ebu’l-Fidâ’ İsmail, el-Bidâye ve’n-Nihaye, Daru’l-Marife, I. Baskı, Beyrut 1966, IV, 179-180.

[271]    Ahmet ÖNKAL, Rasûlüllah’ın İslâm’a Davet Metodu, Kitap Dünyası Yayınları, XVI. Baskı, Konya 2006, s. 321-322.

[272]   EBÛ DÂVÛD, Tahâret 11; Neseî, Tahâret 26.

[273]    SİNDÎ, Ebu’l-Hasan Nureddin b. Abdülhâdî, (nşr: Muhammed Emin Demec), Hâşiye ale’s- Süneni’n-Nesâî, Beyrut (t.y), I, 27-28.

[274]   AHMED B. HANBEL, VI, 338; EBÛ DÂVÛD, Sünnet 3.

[275]   AHMED B. HANBEL, III, 470.

[276]   Doğan CÜCELOĞLU, İnsan ve Davranışı, Remzi Kitabevi, XI. Baskı, İstanbul 2002, s. 275.

[277]   AHMED B. HANBEL, III, 438; TİRMİZÎ, Cuma 28.

[278]   8/ Enfal 24.

[279]   AHMED B. HANBEL, IV, 211; BUHÂRÎ, Tefsîr 8; EBÛ DÂVÛD, Vitr 15; TİRMİZÎ, Sevâbu’l- Kur’an 1; NESÂÎ, İftitah 26;

[280]   Dâvûdi’ye (270/883) göre ayette yer alan Hz. Peygamber’in seslenmesine karşılık verme namazda olan birisi için geçerli değildir. Şafiiye göre ise namazda iken Hz. Peygamber’in seslenişine cevap vermek farzdır. Karşılık vermeyen günaha girmiş olur. İbn Hacer’e göre de Davudî’nin iddiasının delili yoktur. Şafii’ye göre ise namazda iken dahi Hz. Peygamber’in çağrısına cevap vermek vaciptir; fakat namazın bozulup bozulmama noktasında ihtilaf edilmiştir. Malikî Mezhebinden Abdulvehhab ve ebu’l-Velid’e göre ise namazda dahi olsa Hz. Peygamber’e icabet farzdır. Şayet kişi icabet etmezse günaha girer. Bkz: İBN HACER, Fethu’l-Bârî, IX, 6-7.

[281]   İBN HACER, Fethu’l-Bârî, IX, 7.

[282]   24/Nur 27.

[283]   BUHÂRÎ, Libâs 75; İsti’zân 11; MÜSLİM, Edeb 40- 41.

[284]    AHMED B. HANBEL, V, 330; BUHÂRÎ, İsti’zan 11, Diyat 23; MÜSLİM, Edeb 40-41; EBÛ DÂVÛD, Edeb 136.

[285]    İBN HİŞAM, Sîre, II, 254. Haram ayında yaşanan bu olay üzerine Müşrikler bunu bir malzeme olarak kullanarak şehir ve köylerde propaganda yapmışlardır. Bkz: Ekrem Ziyâ UMERÎ, Medîne Toplumu, (çev: Nureddin Yıldız), Risale Yayınları, İstanbul 1992, s. 103; Bu konuda nazil olan ayet-i kerime (2/Bakara 217) ise haram ayının hürmetini zikretmekle birlikte, müşriklerin Müslümanlara sıkıntı çıkarması ve onları Mescid-i Haram’ı ziyeret etmekten engelleyip Mekke’den çıkarmalarının daha büyük suç olduğunu vurgulamıştır.

[286]    AHMED B. HANBEL, II, 247, 258, 312, 428; BUHÂRÎ, İ’tisam 2; MÜSLİM, Hac 411; İBN MÂCE, Mukaddime 1; Tirmiz’i, İlim 17; NESÂÎ, Hac 1.

[287]   BUHÂRÎ, İ’tisam 3.

[288]    ‘Benim babam kimdir?’, ‘Benim kıyamette varacağım yer neresidir?’ gibi özellikle rahatsız edici şekilde gereksiz, henüz vuku bulmamış, cevabı hoşa gitmeyecek türden sorular yasaklanmıştır. Geniş bilgi için Bkz: AYNÎ, Bedruddin Ebû Muhammed Mahmud b. Ahmed, Umdetu’l-Kârî Şerhu Sahîhi’l-Buhârî, Daru’t-Tabâatu’l-Âmirati, (y.y), (t.y), XI, 466-470; KASTALLÂNÎ, Ahmed b. Muhammed, İrşâdü’s-Sârî, IV Baskı, (y.y), (t.y), X, 349-354.

[289]   TİRMİZÎ, İlim 3.

[290]   İBN MANZUR, Lisanü’l-Arab, XI, 363.

[291]    12/Yusuf 106.

[292]   39/Zümer 3.

[293]    10/Yunus 18.

[294]   30/Rum 13; 39/Zümer 38.

[295]    1 9/Meryem 82.

[296]    1 0/Yunus 29.

[297]   21/Enbiya 98.

[298]   98/Beyyine 6.

[299]   İBN SA’D, Tabakat, I, 227; İBN HİŞAM, Sîre, II, 124-126.

[300]   Hz. Peygamber’in hicret yolculuğu ve bu yolculukta vuku bulan hadiseler için Bkz: İBN HİŞAM, Sîre, II, 126-136.

[301]   Adnan DEMİRCAN, Hz. Peygamber Devrinde Münafıklar, Esra Yayınları, İstanbul 1996, s. 27.

[302]  “Kendilerine savaş açılan müminlere, savaşmaları için izin verildi. Çünkü onlar zulme maruz kaldılar. Allah onlara zafer vermeye elbette kadirdir.” Bkz: 22/Hac 39.

[303]   Ka’b b. Eşref hakkında geniş bilgi için Bkz: İBN HİŞAM, Sîre, III, 55.

[304]   DİYAR-I BEKRİ, Tarih, I, 517.

[305]   İBN SA’D, Tabakat, II, 32.

[306]   İBN HİŞAM, Sîre, III, 56-58.

[307]   İBN HİŞAM, Sîre, III, 58.

[308]    İBN HİŞAM, Sîre, III, 60; BUHÂRÎ, Meğâzî 15, Cihad 158; MÜSLİM, Cihad 158-159; EBÛ DÂVUD, Cihad 169; TABERÎ, Tarih II, 487-490.

[309]   EBÛ DÂVUD, Harac 22.

[310]    TAHAVÎ, Ebu Cafer Ahmed b. Muhammed b. Seleme, Müşkîlü’l-Âsar, (tas: Muhammed Abdüsselam Şahin), Daru’l-Kütübi’l-Ilmiyye, I. Baskı, Beyrut 1410/ 1995, I, 54.

[311]    Übey, bu sözüyle Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ile aralarında geçen şu vakıa’yı kastetmektedir: Ubey, Mekke’de Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ile karşılaştığında ‘Ya Muhammed! Benim güçlü bir atım var ve ben bu atımı her gün özel yemle besliyorum. Bir gün o ata binip seni öldüreceğim’ derdi. Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) da ‘İnşallah ben seni öldüreceğim’ diyerek cevap verirdi. Bkz: İBN SA’D, Tabakat, II, 46; İBN HİŞAM, Sîre, III, 89.

[312]   İBN HİŞAM, Sîre, III, 89.

[313]   İBN HİŞAM, Sîre, III, 87.

[314]    İBN SA’D, Tabakat, II, 45; İBN HİŞAM, Sîre, III, 85; Miras, Sahîh-i Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarih Tercemesi ve Şerhi, X, 200.

[315]   İBN HİŞAM, Sîre, III, 91.

[316]   KÖKSAL, İslam Tarihi, III, 178.

[317]   KÖKSAL, İslam Tarihi, III, 183.

[318]   İBN HİŞAM, Sîre, III, 77-87.

[319]   VAKIDÎ, Meğâzî, I, 244-245.

[320]   İBN HİŞAM, Sîre, IV, 265.

[321]    İBN-İ SEYYİD’İN-NAS, Uyunu’l-Eser fî Fünuni’l-Meğazî ve’ş-Şemail ve’s-Siyer, I. Baskı, Beyrut 1977, II, 144-145.

[322]   TABERÎ, Tarih, I, 547.

[323]   İBN KESİR, el-Bidaye ve’n-Nihaye, III, 313-314.

[324]   İBN SEYYİD’İN-NAS, Uyuni’l-Eser, II, 246-247.

[325]   Toshihiko IZUTSU, Kur’an’da Dînî ve Ahlâkî Kavramlar, (ter: Selâhattin Ayaz), İstanbul (t.y), s. 244.

[326]   DEMİRCAN, Hz. Peygamber Devrinde Münafıklar, s. 40.

[327]   İBN MANZUR, Ebu’l-Fadl Cemâluddin Muhammed İbn Mükerrem, Lisanü’l-Arab, Daru’l-Fikr, Beyrut, 1990, X, 359; ZEBİDÎ, Muhibbüddin Ebû Feyz Seyyid Muhammed Murtaza el-Huseyni el-Vasıti, Tacu’l-Arus min Cevahiri’l-Kâmus, Daru’l-Fikr, Beyrut, 1994, XIII, 463.

[328]    İbrahim CANAN, “Hz. Peygamber’in Münafıklara Karşı Takip Ettiği Siyaset”, Diyanet Dergisi, S. IV, Ankara 1977, XVI, s. 241.

[329]    BEYHAKÎ, Ebû Bekr Ahmed b. el-Hüseyin, Delâilu’n-Nübüvve, (Nşr: Abdulmu’ti Kal’acî), Beyrut 1405/1985, V, 259.

[330]    İBN KESİR, Ebü’l-Fidâ Imâdüddîn İsmâil b. Ömer, Tefsîru’l-Kur’ani’l-Azîm, Dâru İbn Hazm, I. Baskı, Beyrut, 1420/2000, s. 890. Suikasta teşebbüs edenler şunlardır: Muattib b. Kuşeyr, Vedîa b. Sabit, Cedd b. Abdillah b. Nebtel b. Haris, Haris b. Yezid et-Tâi, Evs b. Kayzî, Haris b. Süveyd, Sa’d b. Zürâre, Kays b. Nehd, Süveyd b. Dâis, Kays b. Amr b. Sehl, Zeyd b. Lusayt, Sülâle b. el- Berham. Bkz: İBN KESÎR, Tefsir, s. 890.

[331]   AHMED B. HANBEL, V, 453.

[332]    ESBAHÂNÎ, Ebû Nua’ym, Delâilu’n-Nübüvve, (tah: Muhammed Ravvâs Kal’aci, Abdülberr Abbâs), III. Baskı, Beyrut 1412/1991, II, 528.

[333]   ESBAHÂNÎ, Delâilu’n-Nübüvve, II, 528.

[334]    TABERÂNÎ, Ebu’l-Kâsım Süleyman b. Ahmed, el-Mu’cemu’1-Kebîr, (tah: Hamdi Abdülmecîd es-Selefî), I. Baskı, Bağdad 1399/1979, III. 181.

[335]  “Onlar Allah’a yemin ederek, olumsuz bir şey söylemediklerini ileri sürerler. Hâlbuki küfür sözünü söylediler, İslâm’a girdikten sonra inkâr ettiler, başaramadıkları, netice alamadıkları birtakım cinayetlere yeltendiler. Münafıkların Peygamber’e ve müminlere kin beslemelerinin tek sebebi, Allah ve Resûlünün kendi lütfu ile müminlerin ihtiyaçlarını gidermesiydi. Onlar tövbe ederlerse, haklarında hayırlı olur. Yok yüz çevirirlerse, Allah onları dünyada da âhirette de acı bir

azaba uğratır. Onlara dünyada, ne bir hâmi, ne de bir yardımcı bulunur.” 9/ Tevbe 74.

[336]   VAKIDÎ, Meğâzî, III, 1043.

[337]   9/ Tevbe 101; 47/ Muhammed 29-30.

[338]   CANAN, “Hz. Peygamber’in Münafıklara Karşı Takip Ettiği Siyaset”, s. 250.

[339]   İBN HİŞAM, Sîre, III, 199.

[340]   İçlerinden Selam b. Mişkem, arkadaşlarına bu suikastı yapmamayı, Hz. Peygamber’in bunu haber alacağını ve bu eylemin aralarında bulunan antlaşmayı bozmak demek olduğunu bildirmiş, fakat gurup onun sözünü dinlemeyerek suikasta karar vermişlerdir. Bkz: İBN SA’D, Tabakat, II, 57.

[341]   İBN SA’D, Tabakat, II, 57; İBN HİŞAM, Sîre, III, 199.

[342]   3/ Al-i İmrân 21, 112.

[343]    İBN HİŞAM, Sîre, III, 200-205; YA’KUBÎ, Ahmed b. Ebi Ya’kub b. Ca’fer b. Vehb, Târihu’l- Ya’kûbî, Beyrut 1379/1960, II, 49.

[344]    Carl BROCKELMANN, İslam Milletleri ve Devletleri Tarihi, (çev: Neşet Çağatay), Ankara 1964, s. 23.

[345]   5/ Maide 11; Ayet-i Kerime’nin Sebeb-i Nüzuli için bkz: İBN KESİR, Tefsir, 595.

[346]   Beni Nadir, Beni Kureyza’ya karşı kendisini üstün görmektedir. Bundan dolayı da Kureyza’lı biri kabilelerinden birini öldürdüğünde katil cezası uyguladığı halde, Nadirli biri Kureyza’lıyı öldürürse yüz deve yükü hurma diyeti vererek işi geçiştirmektedirler. Hicretten sonra Nadirli biri Kureyza’lılardan birini öldürmüş ve katilin kabilesi alışılageldik şekilde işi kapatmak istediklerinde Kureyzalılar buna itiraz ederek davayı Hz. Peygamber’e getirmişlerdir. Allah Resulü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), katilin Benî Nadir kabilesindeki şerefine itibar etmeyip adaletin gereği olarak katilin kısasa binaen öldürülmesine hükmetmiştir. Bkz: EBÛ DÂVÛD, Diyat 1; NESÂÎ, Kasâme 8-9.

[347]   3 4/ Sebe 28. Konuyla ilgili diğer ayetler için bkz: 7/ Araf 158; 4/ Nisa 79.

[348]    O dönemde Rum (Bizans) devlet başkanına Kayser, İran Şahına Kisra, Mısır devlet başkanına Firavun, Yemen hükümdarına Tubba, Habeş hükümdarına ise Necaşî denilmektedir. Bkz: Salih SURUÇ, Kainatın Efendisi Peygamberimizin Hayatı, Nesil Yayınları, İstanbul 2004, II, 349.

[349]    İBN SA’D, Tabakat, I, 258; BELAZURİ, Ahmed b. Yahya b. Câbir, Ensabü’l-Eşraf, (tah: Muhammed Hamidullah), Daru’l-Marife, Mısır 1959, I, 531; Taberî, Tarih II, 644; MİRAS, Tecrid

Tercemesi, X, 448.

[350]   HAMİDULLAH, İslam Peygamberi, II, 1081.

[351]   Osman GÜNER, Resûlullah’ın Ehl-i Kitap’la Münasebetleri, Fecr Yayınevi, Ank. 1997, s. 311.

[352]   AHMED B. HANBEL, III, 198; MÜSLİM, Libas 56-58; Ebû Dâvud, Hatem 1; NESÂÎ, Zînet 47­48.

[353]   Muhammed HAMİDULLAH, Hz. Peygamber’in Altı Orjinal Mektubu, (ter: Mehmet Yazgan), Beyan Yayınları, İstanbul 1990, s. 66.

[354]   İBN SA’D, Tabakat, I, 265.

[355]    AHMED B. HANBEL, I, 239, 283, 365; BUHÂRÎ, Meğazi 62, Edeb 80, İlim 11; MÜSLİM, Cihad 6-8; EBÛ DÂVUD, Edeb 17.

[356]   İBN SA’D, Tabakat, I, 282.

[357]   İBN SA’D, Tabakat, I, 260; TABERÎ, Tarih, II, 654-655.

[358]   BUHÂRÎ, İlim 7.

[359]   TABERÎ, Tarih, II, 655.

[360]   İBN SA’D, Tabakat, I, 260.

[361]   TABERÎ, Tarih, II, 655-656.

[362]   İBN SA’D, Tabakat, I, 260.

[363]   TABERÎ, Tarih, II, 656.

[364]    Ahmet CEVDET PAŞA, Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hülefa, Bedir Yayınevi, İstanbul 1386/1966, I, 182.

[365]    Babasını öldüren Şireveyh, altı ay yaşayabilmişim Saltanatın verdiği hırs ile kardeşlerini de öldürmüştür. Kendine halef olacak erkek çocuğu da olmadığından halk Şireveyh’in Buran adındaki kızını tahta geçirmiştir. Bunu haber alan Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), “Mukadderatını bir kadının eline bırakan millet felah bulmaz!” buyurmuşlardır. Bkz: MİRAS, Sahihi BUHARÎ Muhtasarı Tecrid­i Sarih Tercemesi, X, 450.

[366]   HALEBÎ, Sîre, III, 455.

[367]   İBN SA’D, Tabakat, I, 261.

[368]   HALEBÎ, Sîre, III, 456.

[369]   İBN SA’D, Tabakat, I, 261.

[370]   İBN-İ SEYYİD’N-NAS, Uyunu’l-Eser, II, 343.

[371]   İBN SA’D, Tabakat, I, 262; İBN-İ SEYYİD’N-NAS, Uyunu’l-Eser, II, 342-343.

[372]   VAKIDİ, Meğâzî, II, 755.

[373]   İBN SA’D, Tabakat, I, 258.

[374]   İbn Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihaye, III, 504.

[375]   İBN SA’D, Tabakat, I, 260.

[376]   İBN-İ SEYYİD’N-NAS, Uyunu’l-Eser, II, 270.

[377]   İBN SA’D, Tabakat, I, 263; İBN-İ SEYYİD’N-NAS, Uyunu’l-Eser, II, 340-341.

[378]    1 8/Kehf 6.

[379]  TABERÎ, Tarih II, 181; İBN HACER, el-İsâbe, I, 192; “İnsanlardan öylesi vardır ki dünya hayatına dair sözleri senin hoşuna gider. Üstelik sözünün özüne uyduğuna Allah’ı da şahit gösterir. Hâlbuki gerçekte o düşmanların en yamanıdır.” “Senin yanından ayrılınca, ülkede fesat çıkarmaya çalışır, Ürünleri ve nesilleri mahvetmek için uğraşır. Allah, elbette fesadı (bozgunculuğu) sevmez.” “O adama: “Allah’tan kork da fesat çıkarma!” denildiğinde, Kendini benlik ve gurur kaplar ve bu, onu daha fazla günaha sürükler. Böylesinin hakkından cehennem gelir. Gerçekten ne fena yataktır o cehennem!” 2/ Bakara 2004-206. Bu âyetlerin Ahnes ibn Şureyk hakkında nazil olduğuna dair ikinci bir rivayette onun, Bedr savaşı öncesindeki münafıklığının nüzul sebebi olduğu anlaşılıyor. Bu rivayet şöyledir: Ahnes, Bedr gazvesine çıkılacağı gün halîfi olduğu Zuhre oğullarına savaşa çıkmayın diye işaret ederek “Muhammed sizin kız kardeşinizin oğludur. Eğer yalancı ise insanların ona karşı gelmeleri size yeter. Eğer davasında sadık ise zaten size ihtiyacı yoktur (Rabbi onu muzaffer kılacaktır ve siz onun zaferi ile) demiştir. Zuhre oğulları da “Evet, doğrusu hayır senin söylediğindedir” deyip Bedir’e çıkılacağı nida olununca bu münafık Zuhre oğullan içinde kalmış ve üçyüz kişi oldukları halde geri dönmüşlerdir. Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’e Zuhre oğulları ve Ahnes’in döndükleri haber verilince özellikle Ahnes’in durumuna şaşmış ve asıl adı Ubeyy ibn Şureyk iken onu “dönücü, dönen” anlamına gelen Ahnes diye isimlendirmiştir. Ancak Fahreddin Razi bu rivayeti naklettikten sonra zayıf olduğunu kaydetmiştir. Bkz: H. Tahsin EMİROĞLU, Esbab-ı Nüzul, Konya 1965, I, 186-187.

[380]   İBN KESÎR, el-Bidaye ve’n-Nihaye, III, 64.

[381]   İBN KESÎR, Hadislerle Kur’an- Kerim Tefsiri, IX, 4776.

[382]   3/Âl-i İmran 167.

[383]   2/Bakara 14.

[384]   22/ Hac 11.

[385]   6 3/Münafikun 7.

[386]   3/Âl-i İmran 119.

[387]   5 8/Mücadile 8.

[388]   UMERÎ, Medîne Toplumu, s. 144.

[389]   VAKIDÎ, Meğâzî, I, 341.

[390]   İBN SA’D, Tabakat, II, 51.

[391]   VAKIDÎ, Meğâzî, I, 354.

[392]   İBN HİŞAM, Sîre, III, 178; İBN SA’D, Tabakat, II, 55.

[393]    VAKIDÎ, Meğâzî, I, 355; AHMED B. HANBEL, II, 294; BUHARÎ, Meğazi, 38. VAKIDÎ, yedi kişinin gittiğini bildirir: Mersed b. Ebi Mersed, Halid b. el-Bükeyr. Abdullah b. Tarık, Muattib b. Ubeyd, Hubeyb b. Adiyy, Zeyd b. Desinne, Âsım b. Sabit. On kişi olup Mersed b. Mersed başkanlığında ve on kişi olup Âsım b. Sabit başkanlığında olduğu da söylenmektedir. VAKIDÎ, Meğazî, I, 355.

[394]   İBN SA’D, Tabakat, II, 56; İBN HİŞAM, Sîre, III, 180.

[395]   İBN HİŞAM, Sîre, II, 173; İBNÜ’L-ESÎR, Üsdü’l- Ğabe, II, 286.

[396]   BUHARÎ, Meğazî 38; EBÛ DÂVUD, Cihad 115, Cenaiz 6.

[397]   İBN HİŞAM, Sîre, III, 6.

[398]   İBN HİŞAM, Sîre, II, 315.

[399]   “Sen Allah’ın Resûlü Muhammed’sin. Sen öyle bir insansın ki, yüce Allah’ın yardımıyla insanları hak ve hidayete davet ediyorsun.” Bkz: İBN HİŞAM, Sîre, III, 110.

[400]   İBN HİŞAM, Sîre, III, 110.

[401]   İBN HİŞAM, Sîre, III, 110.

[402]   AHMED B. HANBEL, II, 115-379.

[403]   9/Tevbe 67; 63/ Münafikun 1, 5.

[404]   4/Nisa 142.

[405]   9/Tevbe 65, 79.

[406]   Hamdi İŞCAN, Kur’ân’a Göre Münafıkların Özellikleri, Işık Yayınları, İstanbul, 2003, s. 117.

[407]   İBN HİŞAM, Sîre, IV, 160.

[408]   İBN HİŞAM, Sîre, IV, 173-174.

[409]    Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), münafıkların bu teklifine “Şu anda sefere çıkmak üzereyim, şayet seferden döner de Allah Teala izin verirse mescidinize gelip size namaz kıldırırız” şeklinde cevap vermiştir. Bkz: İBN HİŞAM, Sîre, IV, 173.

[410]   Dırar Mescidini yapanlar oniki kişidir: Hizâm b. Hâlid, Sa’lebe b. Hâtıb, Muattıb b. Kuşeyr, Ebû Habîbe b. el-Ez’ar, Abbâd b. Huneyf, Câriye b. Âmir, Câriyenin iki oğlu Mucemmi’ b. Câriye ve Zeyd b. Câriye, Nebtel b. el-Hâris, Bahzec, Bicâd b. Osmân, Vedi’a b. Sâbit. Bkz: İBN HİŞaM, Sîre, IV, 174. İbnü’l-Esîr, Mahşi b. Humeyr’in dırar ashabından olduğunu, fakat daha sonraları tevbe ederek isminin Abdullah b. Abdurrahman olarak değiştirilip Yemame savaşında şehid olduğunu bildirir. Bkz: İBNÜ’L-ESÎR, Üsdü’l-Ğabe, V, 126.

[411]   TABERÎ, Tefsir, XI, 24.

[412]   VAKİDİ, Meğâzî, III, 1048.

[413]   9/ Tevbe 107-110.

[414]   BUHÂRÎ, Salât 46, MÜSLİM, Mesacid, 263.

[415]   CANAN, “Hz. Peygamber’in Münafıklara Karşı Takip Ettiği Siyaset”, s. 250.

[416]   Ahmet SEZİKLİ, Hz. Peygamber Devrinde Nifak Hareketleri, T.D.V Yayınları, Ankara, 1994, s. 186.

[417]    Muhammed HEYKEL, Hazreti Muhammed Mustafa, (Çev: Ömer Rıza Doğrul), İnkılâp Kitabevi, İstanbul, 1985, s. 427.

[418]  “Ey Peygamber! Mümin hanımlar; Allah’a hiç bir sûrette ortak tanımamak hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocuklarını öldürmemek, hiç yoktan yalan uydurup iftira atmamak, bulduğu bir çocuğu, kocasına isnad etmemek veya gayr-ı meşrû bir çocuk dünyaya getirip onu kocasına mal etmemek, senin kendilerine emredeceğin meşrû olan herhangi bir konuda sana karşı gelmemek hususlarında sana biat etmeye geldiklerinde, sen de onların biatlarını kabul et ve onlar için Allah’tan af dile. Çünkü Allah gafurdur, rahimdir.” Bkz: 60/Mümtehine 12.

[419]   İBN HACER, el-İsâbe, I, 575.

[420]   TİRMÎZÎ, Menâkıb 59.

[421]    “İçlerinden bazıları: ‘Bana izin ver, beni fitneye ve isyana düşürme, başımı derde sokma!’ der. Bilmiş ol ki, fitneye zaten kendileri düşmüşlerdir. Cehennem elbette kâfirleri her taraftan kuşatacaktır.” 9/ Tevbe 49.

[422]  İBN HİŞAM, Sîre, IV, 159-160; TABERÎ, Tarih III, 101. Bu âyet nazil olunca Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Benî Seleme Kabilesi’ne -ki Cedd de o kabiledendir- “Ey Seleme Oğulları, sizin ulunuz kimdir?” buyurmuş, Onlar da: “Cedd b. Kays'tır, ne var ki o, cimrinin, korkağın tekidir” demişlerdir. Bunun üzerine Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), “Cimrilikten daha büyük bir hastalıklı olan kimdir? Bilakis sizin ulunuz, beyaz tenli, cömert bir delikanlı olan Amr ibnu’l-Cemûh’tur” buyurmuştur. Bkz: İBNÜ’L-ESÎR, Üsdü’l-Ğâbe, IV, 206-207.

[423]   VAKIDİ, Meğâzî, III, 992-993.

[424]   İBN HACER, el-İsâbe, I, 576.

[425]   AHMED B. HANBEL, V, 273.

[426]   İBN HİŞAM, Sîre, II, 175.

[427]   24/Nur 36.

[428]   4/Nisa 142.

[429]   DEMİRCAN, Hz. Peygamber Devrinde Münafıklar, s. 121-129.

[430]   CANAN, “Hz. Peygamber’in Münafıklara Karşı Takip Ettiği Siyaset”, s. 249.

[431]   Hz. Peygamber, Münafıkların Tebük savaşına katılmak isteyenlere mani olmak için toplandıkları Yahudî Süveylimin evini Tebük dönüşü yıktırmıştır. Bkz: İBN HİŞAM, Sîre, IV, 160; Münafıkların, Müslüman cemaati bölüp nifak yaymak adına inşa ettikleri Mescid-i Dırar’ı da Tebük savaşı dönüşünde yaktırmıştır. Bkz: BUHÂRÎ, Salât 46, MÜSLİM, Mesacid 263.

[432]   VÂKIDÎ, Meğâzî, III, 1039. Rivayetin AHMED B. HANBEL ve Malik’te geçen varyantında Hz. Peygamber’in emrini dinlemeyip suyu karıştıranların isimleri belirtilmeden iki kişi olduğu bildirilmektedir. Hz. Peygamber, gelip pınarın kanştınldığını görünce karıştıran o iki kişiye öfkelenerek sebbetmiş ve azarlamıştır. Bkz: MALİK, Sefer 2; AHMED B. HANBEL, V, 238.

[433]   AHMED B. HANBEL, V, 391.

[434]   VAKIDÎ, Meğâzî, III, 1039.

[435]    Hudeybiye seferindeyken Müslümanların suyu azalmış durumdaydı. Kuyuda bulunan suyun az olduğu Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’e haber verilmiş ve Allah Resulü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün duası neticesinde bir mucize vuku bularak kuyu suyla dolup taşmıştı. Bu sırada kuyunun başında Cedd b. Kays, Evs, ve İbn Übey gibi münafıklar bulunmaktaydı. Münafıkların elebaşı olan İbn Übey, buna benzer bir durumu daha önce de gördüğünü söylemesi üzerine Evs b. Havliye (ra), İbn Übey’e ‘Allah seni ve bu görüşünü kahretsin’ demiş. Bu konuşmaları haber alan Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem), İbn Übey’e benzer bir olayı nerede gördüğünü sormuş, o da daha önce böyle bir vakıa görmediğini itiraf etmek zorunda kalmıştır. Bkz: VAKIDİ, Meğâzî, II, 588-589. Başka bir rivayette de Tebük yolundaki Hıcr mevkiinde susuzluk had safhaya ulaştığında ordu Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’tan yağmur yağması için dua istemiş, Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nün duası neticesinde ordu suya kanmıştı. Hatta bineklerine de sudan yüklemişlerdi. Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’i bir türlü çekemeyen münafıklar bu olayı ‘ bu iş gelip geçici bir bulutun işidir’ diyerek geçiştirmek ve gerçeği görmemek istemişlerdir. Bkz: TABERÎ, Tarih, III, 105-106.

[436]    1 5/ Hıcr 94.

[437]   MİRAS, Tecrid Tercümesi, IX, 246.

[438]   İBN SA’D, Tabakat, I, 199- 200.

[439]   BUHÂRÎ, Tefsîr 2, Cenaiz 98; MÜSLİM, İman 355; TABERÎ, Tarih, II, 319.

[440]    111/ Tebbet 4.

[441]   İBN HİŞAM, Sîre, IV, 381.

[442]   İBN HİŞAM, Sîre, I, 319.

[443]   MÜSLİM, Sıfatü’l-Kıyame 38.

[444]   MÜSLİM, Sıfatü’l-Kıyame 39.

[445]   AHMED B. HANBEL, IV, 57.

[446]   İBN HİŞAM, Sîre, II, 22-23; İBN SA’D, Tabakat, IV, 237.

[447]   İBN HİŞAM, Sîre, II, 28.

[448]    109/Kafirun 1-6.

[449]   2/Bakara 221.

[450]   9/Tevbe 113.

[451]   İBN MACE, Edâhi 1.

[452]   MÜSLİM, İman 5.

[453]   NESÂÎ, Bey’at 17.

[454]   AHMED B. HANBEL, IV, 14.

[455]   MÜSLİM, Musâkât 71.

[456]   Abdullah YILDIZ, Hz. Peygamber ve Gizli Düşmanları Münafıklar, İz Yayıncılık, İstanbul, s. 42.

[457]   YA’KUBÎ, Târih, II, 41.

[458]    NEDVİ, Ebu’l-Hasen el-Hasenî, es-Sîretü’n-Nebeviyye, (tercüme: Osman keskioğlu), İst, 1961, s. 136-137.

[459]   M. Tayyib OKİÇ, Bazı Hadis Meseleleri Üzerine Tetkikler, İstanbul 1959, s. 62.

[460]   İBN SA’D, Tabakat, III, 540; BUHÂRÎ, Tefsir 15, Edeb 115.

[461]    İBN SA’D, Tabakat, II, 29. İbn Übey, bununla da kalmayıp Kaynukaoğullannın Medine’de kalması için de Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ile konuşmaya gelmiş fakat ashab tarafından engellenmiştir. Bkz: VAKIDÎ, Meğâzî, I, 177-178; İbn Übey bu saygısız tavrıyla Yahudilerin bağlı olan ellerini çözdürmeye muvaffak olmuş, fakat sürülmelerini engelleyememiştir. Kaynukaoğullannın Medine’den sürülme nedeni İslâm’ı kabul etmeyişlerinden dolayı değildir. İslam onlarla barış içinde yaşamayı kabul ediyordu. Allah Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem) de kimseye Medine’de kalma karşılığı olarak İslâm’ı kabul etme şartı koşmuyordu. Bilakis yapılan antlaşmada onların din hürriyetleri de kayıtlıydı. Sürgün edilişleri Medine’nin iç huzurunu bozmaya yönelik olarak ortaya koydukları düşmanlık ruhundan dolayıdır. Bkz: UMERÎ, Medîne Toplumu, s. 69.

[462]  DEMİRCAN, Hz. Peygamber Devrinde Münafıklar, s. 44.

[463]  AHMED İBN HANBEL, IV,312-313; MÜSLİM, Cihad 114; BUHÂRÎ, Tefsir 1. Buharî’de Cündeb b. Süfyan’dan gelen rivayete göre Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), rahatsızlandığı için iki ya da üç gece namaza kalkamayınca, müşrik kadının birisi gelip: ‘Ey Muhammed! Ben senin şeytanının seni terkettiğini zannediyorum. İki ya da üç geceden beri senin yakınlarına geldiğini görmüyorum’ demiş, bunun üzerine Allah, Duha suresini indirmiştir.

[464]   İBN HİŞAM, Sîre, I, 316.

[465]   İBN HİŞAM, Sîre, II, 61.

[466]   İBN SA’D, Tabakat, I, 199.

[467]  “Hem siz, hem de Allah’tan başka taptığınız tanrılar, hepiniz cehennem odunusunuz, siz hep beraber cehenneme gireceksiniz.” “Eğer onlar gerçekten tanrı olsalardı oraya girmezlerdi. Ama hepsi orada ebedî olarak kalacaklardır.” “Onlar orada inim inim inleyecekler, kendilerini sevindirecek hiçbir haber de işitmeyeceklerdir.” 21/Enbiya 98-100.

[468]   OKİÇ, Bazı Hadis Meseleleri Üzerine Tetkikler, s. 62.

[469]   BUHARÎ, Tefsir, 67, İsti’zan 20; MÜSLİM, Cihad, 40-116.

[470]   İBN HİŞAM, Sîre, I, 584-585; İBN SA’D, Tabakat, III, 540; BUHARÎ, Tefsir 15, Edeb, 115.

[471]    HALEBÎ, Sîre II, 180-203.

[472]   CANAN, “Hz. Peygamber’in Münafıklara Karşı Takip Ettiği Siyaset”, s. 241.

[473]    AHMED B. HANBEL, V, 203; BUHARÎ, Merda, 15, Edeb, 115; MÜSLİM, Cihâd 116.

[474]    ‘Senin kölen senin düşmanın olduğu zaman zelil olursun, seninle güreş tutan kimselere yenilirsin, şahin kuşunun kanadı olmadan kalkması mümkün müdür? Şayet bir gün kanadı kesilirse o düşecektir. Bkz: İBN HİŞAM, Sîre, II, 91.

[475]   AHMED B. HANBEL, V, 203; BUHARÎ, Merda, 15, Edeb, 115; MÜSLİM, Cihâd 116.

[476]   AHMED B. HANBEL, III, 157.

[477]   Talat KOÇYİĞİT, “Abdullah b. Übey b. Selül”, D.İ.A, İstanbul 1988, I, 140.

[478]   VÂKIDÎ, Meğâzî, I, 219.

[479]   SEZİKLİ, Hz. Peygamber Devrinde Nifak Hareketleri, s. 77.

[480]  “İki ordunun karşılaştığı gün başınıza gelen musîbet Allah’ın izniyle olmuştu. Bu da O’nun müminleri ayırd etmesi, münafıklık yapanları da meydana çıkarması için idi. O münafıklara: “Gelin, Allah yolunda savaşın veya hiç olmazsa düşmanınızın size ve ailelerinize saldırmasını önleyin” denildiğinde: “Biz savaş olacağını bilseydik size katılırdık” dediler. Doğrusu o gün onlar imandan ziyade küfre yakın idiler. Onlar, ağızlarıyla, kalplerinde olmayan şeyleri söylüyorlardı. Ama Allah onların gizlediklerini pek iyi bilir. Onlar o münafıklardır ki kendileri savaşa çıkmayıp evde oturmaları yetmiyor gibi, bir de kalkıp bilgiçlik taslayarak savaşta şehid olan arkadaşları hakkında: “Sözümüze kulak verselerdi böyle öldürülmezlerdi” derler. De ki: “Eğer, iddianızda tutarlı iseniz, haydi elinizden geliyorsa kendinizi ölümün elinden kurtarın bakalım!”3/Âl-i İmrân, 166-167.

[481]   BEYHAKÎ, Delailü’n-Nübüvve, III, 217.

[482]   YA’KUBÎ, Tarih, II, 47.

[483]   DİYARBEKRÎ, Târih, I, 489.

[484]   İBN HİŞAM, Sîre, I, 523-524; II, 65.

[485]   Hasan KURT, İslâm İnancına Göre Nifak ve Münafık, Nesil Yayınları, İst. 2004, s. 163.

[486]   Benî Kaynuka Yahudilerinden olup, İslam’a sığınmak için Müslüman görünen bir Yahudi âlimidir. Bkz: İBN HİŞAM, Sîre, II, 161.

[487]   İBN HİŞAM, Sîre, II, 174.

[488]   TABERÎ, Târih, III, 106.

[489]   9/ Tevbe 38-127.

[490]   UMERÎ, Medîne Toplumu, s. 253.

[491]   DEMİRCAN, Hz. Peygamber Devrinde Münafıklar, s. 163.

[492]   İBN KESÎR, el-Bidaye ve’n-Nihaye, III, 194.

[493]   3/ Âl-i İmran 75.

[494]   2/Bakara 105.

[495]   3/ Âl-i İmran 70.

[496]   3/ Âl-i İmran 71.

[497]   3/ Âl-i İmran 112.

[498]   2/Bakara 109; 3/Âl-i İmran 69, 72, 99, 100.

[499]   5/Maide 66

[500]   SURUÇ, Kâinatın Efendisi Peygamberimizin Hayatı, II,62.

[501]   İBN HİŞAM, Sire, III, 51; İBN SA’D, Tabakat, II,29; VAKİDİ, Meğazî, I, 176-177.

[502]   İBN SA’D, Tabakat, II,29.

[503]   İBN HİŞAM, Sîre, III, 50; VAKİDİ, Meğâzî, I, 176.

[504]    “İnkâr edenlere de ki: ‘Siz mağlup olacak, haşredilip toplanacak ve cehenneme sürüleceksiniz.’ Orası ne fena bir yataktır!” 3/ Âl-i İmran 12. Bu ayet Beni Kaynuka Oğullarının yukarıda belirtildiği gibi verdikleri saygısızca cevap üzerine nazil olmuştur. Bkz: SUYUT-İ, Celaleddin Abdurrahman b. Ebi Bekr, Lübâbu’n-Nükûl fî Esbab’in-Nüzul, II. Baskı, Kahire 1373/1954, s. 44.

[505]   İBN HİŞAM, Sîre, III, 51.

[506]  “Seninle sözleşme yapan bir millette sözleşmeye aykırı bir hainlik alameti tesbit edersen, savaş açmadan önce anlaşmanın artık geçersiz kaldığını ilan et ki bunu bilme hususunda iki taraf da eşit olsun. Çünkü Allah hainleri asla sevmez.” 8/ Enfal 58. Rivayet için bkz: İBN SA’D, II, 29. Bu âyet İslâmın uluslararası ilişkilerde çok önemli bir prensibini vermektedir. Herhangi bir tarafla anlaşma yapan kimse, süre bitinceye kadar anlaşmaya bağlı kalacaktır. Eğer ahdi bozmak için sebepler ortaya çıkmışsa, anlaşma ancak karşı tarafa haber verdikten sonra bozulabilir. Halbuki Cahiliye döneminde, karşı tarafa haber vermeden tek taraflı bozma olduğu gibi 20. asırda da bunun çok örneği vardır. Mesela ikinci dünya savaşında Almanya bir açıklama yapmadan Rusya’ya saldırmış, aynı şekilde İngiltere ve Rusya, İran’a karşı askeri harekâta başlamışlardır. Bkz: Suat YILDIRIM, Kur’an-ı Hakîm ve Açıklamalı Meali, s. 183.

[507]   İBN HİŞAM, Sîre, II, 49.

[508]   VAKIDİ, Meğazi I, 176-177; İBN SA’D, Tabakat II, 29.

[509]   VAKIDİ, Meğâzî, I, 176.

[510]   Muhammed RIZA, Muhammed Rasûlullah, Mısır 1971, s. 182.

[511]   UMERÎ, Medîne Toplumu, s. 69.

[512]   BROCKELMANN, İslam Milletleri ve Devletleri Tarihi, (çev: Neşet Çağatay), Ankara 1964, s. 23.

[513]    Muhammed HAMİDULLAH, “Hz. Peygamber’in Büyük Düşmanlarının Psikolojisi”, (ter: İsmail Yakıt), A.Ü.İ.F.D, S. VI, Erzurum 1986, s. 216.

[514]   BELÂZURÎ, Ensâb, I, 281.

[515]   İBN HİŞAM, Sîre, II, 235.

[516]    Nihat HATİPOĞLU, Peygamberimiz Döneminde Müşrik ve Münafık Liderler, Ta-Ha Yayıncılık, Kasım 1999, s. 100.

[517]    İBN HİŞAM, Sîre, II, 236. Hz. Peygamber’in yıllar önce haber verdiği gibi Ebû Âmir, küfür, irtidad, nifak, yalancılıkla dolu bir hayatın neticesinde gittiği Mekke’den Mekkenin fethiyle Taife, Taiflilerin Müslüman olmasıyla da Şam’a gitmiş ve orada kovulmuş, yalnız ve garip bir şekilde ölmüştür. Bkz: İBN HİŞAM, Sîre, II, 236.

[518]   İBN HİŞAM, Sîre, II, 237.

[519]   İBN SA’D, Tabakat, III, 541.

[520]   VAKIDÎ, Meğâzî, I, 205.

[521]   VAKIDİ, Meğâzî, I, 223. İBN HİŞAM, Sîre, III, 71.

[522]   VAKIDÎ, Meğâzî, I, 244-245.

[523]    Evlendiği gecenin sabahında gusûl almadan evden çıkmış ve savaşa biran önce iştirak etmiştir. Hz. Peygamber, onu meleklerin yıkadığını görmüş ve durumu eşinden sordurunca Hanzala (ra)’nın gusûl abdesti almadan cihada katıldığını öğrenmiştir. Bundan dolayı kendisine ‘meleklerin yıkadığı kişi’ anlamına gelen bu lakab verilmiştir. Bkz: BELÂZURÎ, Ensâb, I, 320.

[524]   İBN HİŞAM, Sîre, II, 234; ESBAHANÎ, Delailün-Nübüvve, II, 485, 486.

[525]  Biz Mûsâ’ya kitap verdik. Ondan sonra peşpeşe peygamberler gönderdik. Meryem’in oğlu Îsâ’ya da mûcizeler, açık deliller verdik ve onu Ruhu’l Kudüs (Cebrâil) ile destekledik. Demek size her ne zaman bir peygamber gelip de nefislerinizin hoşlanmadığı bir şey getirirse kafa tutacak, onların kimine yalancı deyip kimini öldüreceksiniz ha!” 2/Bakara 87.

[526]   2/Bakara 146.

[527] “Böyle kulis yapmaları men edilmişken, kendilerine yasaklanan bir işi tekrar yapıp günah, zulüm, Peygambere isyan hususunda kulis yapan, fısıldaşan kimseleri görmüyor musun? Senin yanına vardıklarında, sana Allah’ın öğrettiği selamdan başka bir şekilde selam verirler. Kendi içlerinden de: “Allah bizi bu söylediklerimizden dolayı cezalandırsa ya!” diye alay ederler. Onların hakkından ancak cehennem gelir! Muhakkak onlar oraya girecekler. Orası gidilecek ne fena yerdir!”58/Mücadele 8.

[528]   EBÛ DAVUD, Edeb 144; TİRMİZÎ, İsti’zan 6.

[529]   BUHÂRÎ, İsti’zan 14; MÜSLİM, Selam 14; EBÛ DAVUD, Edeb 147; TİRMİZÎ, İsti’zan 8.

[530]    BUHÂRÎ, İsti’zan 15; EBÛ DAVUD, Edeb 148; TİRMİZÎ, İsti’zan 9. Ulema kadınlara selam verme hususunda bazı kıstaslar ortaya koymuş ve özellikle dikkat çeken genç hanımlara selam verilmesi konusunda şayet fitneye sebep olacaksa dikkatli olunmasını tavsiye etmiştir. Bkz: İBN HACER, Fethu’l-Bârî XII, 299.

[531]   BUHARÎ, İsti’zan 22; MÜSLİM, Selam 6; Ebu Davud, Edeb 149.

[532]   5 8/Mücadele 8.

[533] MALİK, Selam 3; BUHÂRÎ, Edeb, 38, Cihad 98, İsti’zan 22; MÜSLİM, Selâm, 10-12; TİRMİZÎ, İstî’zân 12, Tefsir 59.

[534]    TABERİ, Ebû Cafer Muhammed b. Cerir, Cami’ul-Beyan an Te’vili Ayi’l-Kur’an, Daru’l-Fikr 1415/1995, XIV,21.

[535]   KURTUBİ, el-Cami, IX, 261-262.

[536]  EBÛ ABDİRRAHMAN, Mukbil ibn Hâdî vadii, es-Sahîhu’l-Müsned min Esbâbi’n-Nüzûl, Kuveyt, IV. Baskı, Daru’l-Erkam, 1984, s. 149

[537]  “Ey iman edenler! (Siz, onların böylesi kötü etkilerine karşı uyanık olun, mesela) “Râina” demeyin, “ Unzurna’” deyin ve dinleyip itaat edin. Kâfirler için acı veren bir azap vardır.” 2/Bakara 104.

[538]   RAZÎ, Mefatih, III, 295; SUYUTİ, Lübabü’n-Nükul, s. 38.

[539]   TABERÎ, Tefsîr, I, 659.

[540]   4/Nisa 46.

[541]   TABERÎ, Tefsîr, I, 658.

[542]   2/Bakara 104.

[543]   Ahmed Mustafa MERAĞİ, Tefsiru’l-Meraği, V Baskı, 1394/1978, (y.y), I, 184-185.

[544]   2/Bakara 120.

[545]    M. Ali, HAŞİMİ, Kur’an’da Resûlullah, (Çev: Nureddin Yıldız), Risale Yayınları, İst. 1987, s.

96.

[546]    15/Hıcr 11; 43/Zuhruf 7.

[547]   “O kâfirler, alay ederek: “Ey o kendisine kitap indirilmiş olan!” dediler, “mutlaka sen bir delisin!” 15/Hıcr 6.

[548]   İbrahim Kâfî DÖNMEZ, ‘Cünun’, D.İ.A, İstanbul 1993, VIII, 125.

[549]    Toshihiko IZUTSU, Kur’anda Allah ve İnsan (çev: Süleyman Ateş), Kevser yayınları, Ankara, (t.y), s.161.

[550]    ÂLÛSÎ, Rûhu’l-Meânî, X,77; RÂZİ, Mefatih, XVI,445; BEYDAVİ, Nasruddin Ebu Said Abdullah b. Ömer b. Muhammed, Tefsiru’l-Beydavi, Envâru’t-Tenzîl ve Esrâru’t-Te’vil, Daru’l-Fikr, Beyrut 1416/1996, IV, 162.

[551]   RÂZİ, Mefatih, XVI,446.

[552]    NESEFÎ, Abdullah b. Ahmed b. Mahmud, (tah: Zekeriyya İmran), Medârikü’t-Tenzîl ve Hakâikû’t-Te’vil, Daru’l-Kütübü’l Ilmiyye, Beyrut 1995, II,717; BEYDAVİ, V,377.

[553]   RÂZİ, Mefatih, XVI,445.

[554]   7Araf 184.

[555]   37/Saffat 35-36.

[556]  ZEMAHŞERÎ, Ebu’l-Kasım Cârullah Mahmud b. Ömer, el-Keşşâf an Hakâiki’t-Tenzîl ve Uyûni’l-Ekavîl fi Vücühi’t-Te’vîl, Daru’l-Marife, Beyrut (t.y), IV, 25. Katade, kâfirlerden bir topluluğun yandaşlarına “Siz Muhammed’in ölümünü bekleyiniz. Filan oğullarının şairinin işini ölüm hallettiği gibi, ölüm sizi de Muhammed’den kurtaracaktır” dediğini bildirmektedir. Dahhak da bu sözleri söyleyenlerin Abdu’d-Dar oğulları olduğunu söylemektedir. Onlar bu sözleriyle O’nun şair olduğunu ve nasıl bundan önce şairler öldüyse onunda öleceğini düşünmektedirler. Üstelik babası da genç yaşta öldüğü için onun da babası gibi genç yaşta öleceğini düşünmüşlerdir Bkz: KURTUBÎ, el-Cami, IX, 67. Müşrikler bu söylemleriyle akılları sıra geleneklerine tutunmuş olup, atalarının gitmiş olduğu yolu terk etmemiş olmaktadırlar. Putlarına bağlılıklarından dolayı da kendileriyle övünüp “Sabretmesek ve tutunmasak peygamber gösterdiği çaba ve çalışmalar sonucu bizi neredeyse inançlarımızdan saptıracaktı” demektedirler. 25/Furkan 42. Onların Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hakkında çeşitli senaryolar yazmaları peygamberin davetinin başarıya ulaşmasından korku duyduklarını göstermektedir.

[557]   Süleyman ATEŞ, Kur’an Ansiklopedisi, Kuba Yayınları, İstanbul 1997, XIII, 81-85.

[558]   “Böyle iken tuttular, cinleri Allah’a şerik yaptılar; hâlbuki bunları da O yaratmıştır. Bundan başka O’na birtakım oğullar ve kızlar yakıştırdılar. Ne dediklerini bildikleri yok. O, müşriklerin Kendisine isnad ettikleri bu gibi nitelendirmelerden münezzehtir, yücedir.” 6/Enam 100.

[559]   26/Şuara 192-196, 210-212, 221-226.

[560]   IZUTSU, Kur’anda Allah ve İnsan, s. 159-162.

[561]    17/İsra 47.               .

[562]    Celal YILDIRIM, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları, (t.y), VII, 3516­3517.

[563]   KURTUBÎ, el-Cami, V, 244-245; ZUHAYLÎ, Vehbe, et-Tefsiru’l-Münir, (Ter: Hamdi Aslan ve arkadaşları), (tas: Musa Duman), Risale Yayınları, İstanbul 2005, VIII, 79-80.

[564]    ABDÜSSELAM, Izzeddin Abdü’l-Aziz es- Süleymî, Tefsiru’l-Kur’an, (tahk: Abdullah b. İbrahim b. Abdullah el-vüheybi), I. Baskı, Daru İbni Hazm, Beyrut 1416/1996, II, 220.

[565]    DERVEZE, Muhammed İzzet b. Abdilhâdi b. Derviş, et-Tefsiru’l-Hadis (Nüzul Sırasına Göre Kur’an Tefsiri), (ter: Şaban Karataş ve arkadaşları), Ekin Yayınları, II. Baskı, İstanbul 1998, II,

350-351.

[566]    17/İsra 48; 25/Furkan 9.

[567]   Mustafa İSLÂMOĞLU, Üç Muhammed, İki Tasavvur Bir Gerçek, Denge Yayınları, 10. Baskı, İstanbul 2006, s. 137.

[568]    İslâma göre Hz. Peygamber, müminlerin öz nefislerinden daha evladır. Hz. Peygamber’in hanımları da müminlerin anneleri hükmündedir. 33/Ahzab 6. Hz. Peygamber’in vefatından sonra hanımlarıyla nikâhlanmak da haramdır. 33/ Ahzab 53.

[569]   24/Nur 11-26.

[570]  Rivayet için küçük nüanslarla Bkz: İBN HİŞÂM, Sîre, III, 311; AHMED B. HANBEL, IV, 195; VI, 367; VI, 195; BUHÂRÎ, Şehadet 15, Tefsîr 11, Meğâzî 34; MÜSLİM, Tevbe 56; TİRMİZÎ, Tefsîru’l-Kur’ân 25.

[571]   HALEBÎ, Sîre III, 47.

[572]   VAKIDÎ, Meğazî, II, 430; AHMED B. HANBEL, VI, 196; MÜSLİM, Tevbe, 56.

[573]   VAKIDÎ, Meğazî, II, 430; AHMED B. HANBEL, VI, 197.

[574]   VAKIDÎ, Meğazî, II, 430-431.

[575]   İBN HİŞAM, Sîre, III, 315.

[576]   AHMED B. HANBEL, VI, 196; BUHÂRÎ, Meğâzî, 34; MÜSLİM, Tevbe, 56.

[577]   TİRMÎZİ, Tefsîr 25.

[578]   Hz. Peygamber, İbn Übey’in öldürülmesini isteseydi Sahabe onu mutlaka öldürürdü. Sahabe’den Usayd b. Hudayr (ra), Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ın, İbn Übey’i öldürmemizi istediğini bilseydik onun kellesini getirirdik dediği bildirilmektedir. Hz. Usayd, Haris b. Hazme (ra)’yi, İbn Übey’i öldürmeye giderken engellediği ve Haris (ra)’e “Kılıcın ancak Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ın emriyle kullanılacağı ve Hz. Peygamber’in, İbn Übey’i öldürmeyle ilgili bir emrinin olmadıgını” söylediği rivayet edilmektedir. Bkz: VAKIDÎ, Meğazî, II, 431-432.

[579]   AHMED B. HANBEL, VI, 198; BUHÂRÎ, Meğâzî 34, Tefsir 11; TİRMİZÎ, Tefsir 25.

[580]   TİRMİZİ, Tefsir, 25.

[581]   AHMED B. HANBEL, VI, 196; BUHÂRÎ, Tefsir 6; MÜSLİM, Tevbe 56.

[582]   İBN HİŞAM, Sîre, III, 317.

[583]   İBNÜ’L-ESÎR, Üsdü’l-Ğâbe, III, 30.

[584]   İBN HİŞAM, Sîre, III, 318-319.

[585]   24 / Nur 16.

[586]   TABERİ, Tefsir, X, 128.

[587]   ZEMAHŞERİ, Keşşaf, III, 53; NESEFÎ, Tefsir, II,153.

[588]   VAKIDÎ, Meğâzî, II, 434.

[589]   24/Nur 4.

[590]   İBN HİŞAM, Sîyer, III, 347.

[591]   UMERÎ, Medine Toplumu, s. 185.

[592]   BÛTÎ, M. Said Ramazan, Fıkhu’s-Sîre (Peygamberimiz (s.a.v)’in Uygulamasıyla İslâm), (ter: Ali Nar, Orhan Aktepe), Gonca yayınevi, X. Baskı, İstanbul 1992, s. 301-302.

[593]    İBNÜ’L-CÜZEY, Ebü’l-Kâsım Muhammed b. Ahmed el-Kelbi, Kitebü’t-Teshil li-Ulumi’t- Tenzil, (tahkik: Muhammed abdülmün’im Yunisi, İbrâhim Atve Avad), Darü’l-Kütübi’l-Hadise, Kahire (tarihsiz), III, 131-132.

[594]   Hülya ALPER, “Münafık”, D.İ.A, İstanbul 2006, XXXI, 565.

[595]    Münafıkların toplum içerisinde ne derece tehlikeli olduklarını ortaya koyma adına Hz. Ali’nin kendi dönemindeki münafık tiplerini ortaya koyan hutbesi dikkate değerdir. Bir hutbesinde “Ey Allah’ın kulları! Size Allah’tan korkmayı öğütler nifak ehlinden (münafıklardan) sakındırırım. Çünkü onlar sapanlar ve saptıranlardır; hata eden ve ettirenlerdir; renkten renge girip, çeşit çeşit sözler söyleyip bir yol üzerinde durmayanlardır. Onlar kendilerine uymanız için bütün hileli destekleriyle size destek verirler, her tarafta sizi gözetlerler. Onların kalpleri hastadır. Yüz görünümleri temiz ve caziptir. Gizlice yürür ve bedendeki hastalık gibi sinsice hareket ederler. Onların dış görünüşleri deva, sözleri şifa, ama davranış ve amelleri dermansız bir hastalıktır. Onlar, bolluk ve rahatlığı kıskanan kimseler olup bela ve sıkıntılara destek veren ve ümitleri karanlığa çeviren kimselerdir. Münafık denilen bu kimseler, nifaklarını yayarlar. Zihinleri karıştırırlar. Vehm ve şüphe verirler. Onlar, şeytanın hizbi (takımı) dır.” Daha sonra Hz. Ali “Şeytan onların akıllarını çelmiş de onlara, Allah’ı hatırlamayı unutturmuştur. İşte onlar şeytanın takımıdır ve şunu unutmayın ki şeytanın takımı ziyan ve hüsrana mahkûmdur” 58/Mücadele 19 ayet-i kerime’sini okuyarak hutbesini tamamlamıştır. Bkz: ALİ B. EBÎ TALİB, Nehcü’l-Belâğa, (tah: Muhammed Ebu’l-Fadl İbrahim), Daru’l-Ceyyid, I. Baskı, Beyrut 1408/1988, I, 449-451.

[596]   9/Tevbe 65, 79.

[597]   3/Âl-i İmran 119.

[598]   5 8/Mücadile 8.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar