DOSTLARA MEKTUP / Nedim GÜRBÜZ
MERHABA
Dosta merhaba... Dost olmayana merhaba...
Gülüşe merhaba! ağlayışa, üzülene, kızana
merhaba!..
Bekleyene merhaba, bekletene merhaba!
Düşünene merhaba, düşünmeyene merhaba!
Söyleyene, yazana merhaba... Söylemeyip
içine atana merhaba...
Cesurlara merhaba, korkaklara merhaba...
Mangal yüreklilere de, tavşan yüreklilere de merhaba!
Sağlama, hastaya merhaba... Gündüzü
bekleyene, geceyi arayana merhaba
Koşana merhaba, yürüyene merhaba...
Uyananlara merhaba, Uyuyanı uyandırana
merhaba...
Burnundan soluyana merhaba, gözlerinin içi
gülene merhaba...
Kararlıya merhaba, kararsıza merhaba...
Nasılsınız?
Bizler iyiyiz, iyi olmamızı isteyenler
yüzünden gün geçtikçe daha bir iyi oluyoruz.
Cümlenize selâmlar!
Nedim
GÜRBÜZ
GECELERİ NİYE UYUMAZ YILDIZLAR
HÜKÜMDAR
Işık,
körlere ne yapsın?
Hele,
iki avucunu (dilenmekten yorgun . düşmüş
avuçlarını) acımadan gözlerine bastıran körlere...
Yol,
yorguna ne yapsın?
Bir
adım atabilmek için bin adımı göze alabilenler yolların hükümdârıdır. Kıyıda,
köşede ve yol ayrımında yarılmış tabanlara bakıp bakıp ürken kişi, yol sana ne
yapsın? Çatlayan tabanlar ancak yorgunluğun gülüşüdür. Geç kalıyorsun.
El,
yüzsüze ne yapsın?
Ne
kadar yunmuş arınmış olursan ol. Pamuk eller, ağır eller, zor eller «şükür»
için sıvazlayacak yüze hasrettir. Şükürsüz yüzler ve yüzsüzlerin elleri...
Demek öylesi de var...
Çiçek
saksıya ne yapsın?
Her
bahar, kadifeden bir habercidir, ve çiçekler «buyur»
dâvetiyesi. Saksı ölüm, çiçek hayatın ta kendisi. Demek,
hayat ölümle kol kola. Çiçek farkında, ya saksı?
Renk
sana ne yapsın?
Dünyanın
en güzel tablolarını ya beş kişi seyreder, ya on. Cellât koleksiyoncular,
fırsat tanımaz. Sana, kartpostallara bakmak düşer. Onikinci kırmızıyı nerden
bileceksin. ilk kırmızı nasıldır?
Ya
ses?
Sen
hiç bir arıyla dost oldun mu, ağustos-böcekleriyle? Gece yarısı ve harman
dönüşü na-daslı toprağa düştün mü? Ağzına toprak doldu mu? Yıldızlara baka baka
nohut topladın mı, koca ovada tek başına bağırdığın oldu mu? Kurbağaları canın
gibi sevdiğin?
Ağaç
sana ne yapsın?
Ağaçtan
düşenler onların sahibidir, bütün ağaçların. Ve gölgesinde
oturup Temmuz sıcağıyla saklambaç oynayanların. Bir de kırık toprak
testiden su içenlerin. Bu sudan içmeyene ağaçlar küskün durur, bilesin.
Hasret
sana ne yapsın?
Sen
onu sevmedin ki. İlk gittiğin uzakta tek başına ve ikindi üzerleri «ah» dediğin
oldu mu? «Şu dünyada arayacağım ve arayanım olsa» diye yandın mı? Susma hadi.
Dağ
sana ne yapsın?
Vurup
kendini çalılıklara, meşelere ve çamlara, kan içinde sırılsıklam tepelere
tırmandığın, sonra kınından ilk sıyrılmış pala gibi tepelerde kalakaldığın var
mı? O yakadan bu yakaya Önleyip dağları şakır şakır zaptettiğin? Yazık...
Yürek
sana ne yapsın?
Her
sabah güneş bin meydanı gösterir. Sâde, zinde ve sultancasma hangi meydana
atladın? Varıp, tam orta yerde sıkılı yumruklarım bağrına vura vura «Burdaymm!»
dediğin oldu mu? Meydanlara sığmayıp o meydandan öbürüne tek adımda ulaştığın?
Sonra oturup menekşeler topladığın...
Sular
sana ne yapsın?
Sora
sora kaynağı bulamadıktan sonra... Pınarlar seni elbet tanımaz. Uzanıp iki
dirseğin arasından yüzükoyun su içmeğe üşenenlere sular bile acıyor... Sular...
ki, tamamı senin için çırpınır.
Toparlan.
Bir
adım atabilmek için bin adımı göze alanlar yolların hükümdârıdır.
BAK ÇOCUĞUM!
Bak
çocuğum,
«Medeniyet
ithali» diye bir mefhumun ola-mıyacâğmF adım başı hatırlayabilecek güçte
misin? Gel konuşalım öyleyse.
Medeniyet sen kendinsin.
Ötelere merak sar-, mış hipermetrop cücelere imrenmek sana yakışmıyor. «Başkası
olmak ihtiyacı» hiç bir lügatin almaya tenezzül edemiyeceği; sefil,
lüzumsuz ve mariz bir iteklenmedir.
«Batı» mı dedin? Yazık!
Galibiyeti
unutmuş bir moda medeniyetine ha bire yeni galibiyetler tattırmak sana mı
kaldı? Sen «Sen» olmadığın ölçüde bu galibiyetler artmak istidadında... Neden?
Neden yüzotuzbeş yıldan bu yana tarihinden utanmayı lüks saymadasın?. Hem bu Batı «Ego»şunu yüceltmek, unuttuğu diriliği
kazandırmak sana mı düşüyor?
Başını
önüne eğ çocuğum!
Sen
onun gözünde (yıllar var ki) sadece ve sadece mallarını paraya çeviren, gâh
eti, gâh sütü, gâh derisinden yararlanılan zavallı ve âciz bir pazarsın. O
kadar...
Öyleyse...
Öyleyse
şimdi kaldır başını çocuğum.
«Tartıya
vuruyorum kendimi,
«Seksen
kilo geliyorum,
«Seni
seviyorum.»
Bu
mısralar işte o hipermetrop cücelerin, kaplarına sığmayan heyecanlariyle
göklere uzattıkları, büyüttükleri, ıspazmozmlar içinde yüce-leştirdikleri bir
«Batı»lı şairin (!) edebiyat ürünüdür.
Muhteşem
Divan Edebiyatımızın rasgele bir sahifesini açmak zahmetine katlanmanın
büyüklüğünü anlıyabiliyor musun? Koca Cihan Padişahlarının dünya görüşünü ve
politikasını merak ettiğin anlar hiç mi olmadı? Senden kopardan «sen» in
yerine'konmasına vakit mi yoktu?.. Ne kadar ayıp...
135 yıldır ne yapıyordun peki?
Öripides’le
mi uğraşıyordun?
İşte
bu hiç olmadı.
«Kendini
bil»meyen bir faninin Oydipus tragedyaları ile kuş uçmaz Olimposlarda
dolanması; kendini kaybetmenin, çıplak bir bıçak gibi yalın ve acı bir
örneğidir.
Şahsiyet
fukaralarının cirit attığı arenalar ancak perişan gladyatörlere yakışırdı...
Demek
baştan başlıyacağız...
Demek
«Elifba»ya muhtacız? Muhtaç olduğumuz başlangıç, yıllar yılı gururlu
sevimliliğiyle aha şurada idi... Şuraya uzanamadın demek? Demek ki
«Ora»ların sefih bataklığının histerik çağırışı «Şura»ya uzanmanı
engelledi...
Peki,
niye engelledi? Bünü?TuTîâaarcık «Ni-ye»yi düşünmek
kabiliyeti sende olacaktı. (Evet iyi biliyorum
olacaktı) Ne? Senin yerine bir başkası mı düşünüyordu?
Hayır...
Hayır! Sen bana bunu söylememiş ol! Haymrr! Ben bunu duymağa tahammül edemem!
Bundan sonra da tahammül edemem! Ne olur deme bunu! Yoksa gözlerim yaşaracak...
Yoksa
senin yerine göğsümü vura vura, kan içinde koşacağım. Deli mızraklara atacağım
kendimi...
Yoksa,
Yoksa,
sensiz «Sema kendi ellerimle boğacağım!
Ne
o? Ağlıyorsun... Bu iyi bir başlangıç... Deli mızrakları yolundan çekmem
gerekecek... Arıyor musun? Kendini ha?
Bak
çocuğum,
Nasıl
da büyür oldun...
TÜRKLER ve SAN’AT
Bazı
yarım akıllılar «Bizde niye müze yok?» diye üzülür dururlar. San’at
galerilerimiz niye az, diye öfkeleniverirler... İnsanımızı ve kültürümüzü iyi
tanımayan telâşe memurlarını bu davranışlarından ötürü (çapları yüzünden)
kınayanlayız... Ülkesi ve halkı için yorulmayı göze ala-mıyan tembeller ordusu
nasıl ki «Tek kurtuluş sosyalizmdir» deyiveriyorsa; muhteşem Doğu’-yu
anlıyamamış kafalar da elbet «Bizde san’ata saygı yok» diye hafiflikler
edecektir. «Galerimiz yok» diye de oturup ağlıyacaktır... Ağlasın.
SAN’AT
NASIL ÖLÜR?
Avrupa’yı
Türkiye’de aramaya kalkanlar yüzyıllar da geçse zaten aradıklarını
bulamıya-cak. Bizim insanımızı ve bizim kültürümüzü Batılı markaların sunduğu
ne idüğü belli gözlüklerle incelemek sevdasından vazgeçmedikçe gerçeği
bulmaları imkânsızdır. Hele, durup durup «Sanat sanat içindir» gibi lâflar
ederek salon münakaşalarına girmek san’ata saygısızlık olur. Bir ressam, sadece
ressamlar için resim yapamaz. Hiçbir müzisyen kendisi için eser bestelemez.
Eğer, «Besteler» diyorsanız, Mimar Sinan'ın da bütün camileri sırf kendisi
namaz kılsın diye yaptığını söylemeniz gerekir.
Ama,
san’atın; ideolojilerin ve sapık cereyanların emrine verilmesi bizzat o san’atı
öldürür. Solcu kasıtlı olarak «San’at toplum içindir» derken; san’atkârı Marksizm’in
maşası ve emi-reri olarak düşünmektedir. Fakat bizim görüşümüz ve toplum
anlayışımızda san’atkârın bir emi-reri olması tahammül dışıdır.
GELELİM MÜZELERE
Yolunuz
İstanbul’a düştü diyelim. Eğer, bir camiye girmişseniz (hangi meslekten
olursanız olunuz) kendinizden bir parça bulacağınız muhakkaktır. Hele san’ata
yatkın bir yapınız varsa her cami sizin için bir muhteşem müze ve san’at
galerisidir.
Mimar
iseniz, büyük ve ince espriler sizi sa-rıverecektir. içten
ve dıştan görünüş, sütunlar, kubbeler, yığma usulün haşmeti, ışık ve gölge
unsurları arasında akılalmaz bir mimarî zenginlik bulursunuz. Ressam iseniz,
şaşırır kalırsınız: Renkler ve kompozisyonlar, motif motif yakınınızdadır.
Sabah ayrı, öğleyin ayrı güzellikler yakanızı bırakmaz. Müzikle uğraşıyorsanız,
daha da şaşacaksınız. Yankı ve akustik hüneri en güzel şekilde camilerimizde
görülür. Bir tek hecenin döne-dolaşa büyüyüşü ve yükselişi... Yumuşaklığın ve
his zenginliğinin yüceliğine varmak için her müzisyenin zaman zaman camiye
gitmesini ne kadar isterdim...
MARANGOZ MUSUNUZ?
Daha
iyi ya... Siz, Sultanahmet Camimdeki ahşap işlemeleri, kapı ve pencere
oymacılığını dikkatlice süzmemişseniz kaybınız büyüktür...
Özetlemek
istesek, san’atm ve zenaatin hangi dalında çalışırsanız çalışın; her camide
kendi san’atınızın zirvesini ve bu milletin büyüklüğünü bulacaksınız...
Estetiğin padişahlığı, plâstik (göze hitap eden) ve fonetik (kulağa yönelen)
sanatların başvezirliği camilerimizde yüzyıllardır sergilenmektedir. İşçi,
kalfa, ressam, mimar, musikişinas, hattat, hakkâk, tezyinatçı, sinema adamı,
edebiyatçı, halıcı, kilimci, ışıkçı, mermerci, demirci, bahçevan, şair,
tarihçi, coğrafyacı, ilim adamı hatta sosyolog ve araştırmacı için camilerimiz
bulunmaz bir müze ve san’at galerilerimizdir.
SON SÖZ
Demek
ki, «Bizde müze yok» diye hayıfla-nanlar gerçi derya içreler ama,
deryayı bilmiyorlar. Yıllardır bir o yana, bir bu yana şaşkın şaşkın seyirtip
durmaktan yorulacaklarına biraz da kendilerine dönsünler. Camilerimizden
öğrenecekleri pek çok şey var.
Her
cami bir müze ve mekteptir. Bakmasını ve görmesini bilmek Şartiyle tabiî.
Buyurun...
Müzelerimiz ve san’at galerilerimiz gece-gündüz size de açıktır.
SAN’AT ADAMI ve DEVLET
Güçlü
devlet?.. Elbette.
Güçlü
millet?..
İşte
bunun tartışmasını yapmak zamanıdır.
Milletine
sahip çıkan devlet?..
Devletine
sahip çıkan millet...
Bu
mes’ele de görmezlikten- gelinemez... Konuşulması ve münakaşası gecikmiştir.
Yapılmalıdır.
Dürüst
tarihçiyi, Osmanlı İmparatorluğunun hakkını veren tetkik ve düşünce insanımızı
dinlerseniz devletin ve milletin, (daha doğrusu idare edenle idare edilenlerin)
bir elmanın iki parçası gibi tamamlayıcı bir özelliğe sahip olduğu bıçak gibi
kesinkes bir gerçek olarak belirecektir. Devlet, her daim «Babailiğini
hissettiren ve milletini kollamanın yanında, onun her alanda yüceltilmesi
görevini üstlenmiş güvenilir bir kuvvettir.
Osmanlılık
esprisi, o derece birleştirici ve o derece kuvvetli bir slogan idi ki;
İmparatorluk sınırları dahilinde yirmi ayrı kavim ve
ırk ile otuza yakın milletin bütünleşmesi için yetiyordu. Bulgar, Bosnalı,
Hersekli, Karadağlı, Arnavut, Rum, Çerkeş, Abaza, Boşnak, Makedonlar,
Ber-beriler, Araplar ve Bedeviler yanında bütün Türkler sadece Osmanlılıkları
ile iftihar ederler ve bir arada yaşamaktan gurur duyarlardı... Devlet de
devlet olmanın şuuru içinde yüzyıllar boyu istismarı akima getirmemiş, altınım,
askerini, buğdayını ve san’atını en uç sınıra kadar götürmüştür.
NE
BİÇİM İMPARATORLUK?
Şimdi;
İngiliz, İspanyol, Portekiz, Hollanda krallıklarını hatta Roma İmparatorluğunu
düşününüz. .. Denizaşırı toprak sahibi olan ve
düzinelerle müstemlekeye hükmeden bu tür imparatorluklar «veren» değil «alan»
devlet olmuşlardır: Sömürmüşlerdir... Oşmanlı devlet nizamında ise bunun tam
aksi görülür: Veren devlet!..
OsmanlI’nın
bu felsefesini dünya anlamamakta ne yazık ki, hâlâ ısrarlıdır.
SAHİP ÇIKMAK
Sağlam
devletin «sağlam devlet adamları» nasıl olurdu? O, apayrı ve harikulâde bir
sohbet konusudur. Her devlet adamımn (kadı, kazasker, şeyhülislâm, vezir,
sadrazam hatta padişahın) en yakın dostları san’atçılardı. Şairler, tezhipçi ve
minyatürcüler, mimarlar ve sedef-kârlar, musikişinaslar Ve bestekârlar... Bu
türlü dostluklardan iftihar payı çıkaranlar üstelik devlet adamlarının bizzat
kendileriydi. Millet ile devlet arasındaki en sağlam köprü işte bu türlü San’at
erbabı idi. Demek ki, millete sahip çıkmak önce milletin san’atına sahip
çıkmakla başlıyordu.
YA
ŞİMDİ?
Su
sıra bizim devletimiz önce «Devlet» olabilmenin savaşım veriyor. Ve Türk
milleti kendi devletini koruyup kollamak gayretine düşmüş. Hazindir...
Devletimiz, kanunu ile, memuru ile, kararnameleri ile
elli yıldır milletini koruyup gözetemezken işler tersine işlemiş ve millet,
devletine sahip çıkmak mecburiyetinde bırakılmıştır.
Devlet’in
lüzumlu rötuşlara ihtiyacı vardır. Devletin milletten kopukluğunun giderilmesi
şarttır. Millete rağmen girişilmiş talihsiz ve ölçüsüz gayretlere set
çekilmelidir. Devlete duyulan güven, itibar ve «mutlak itimat» geri gelmelidir.
Bu
arada, sağduyunun vereceği bonservisi devlet adamlarının haketmesi gerekir.
Bocalayan «Devlet», sonunda bocalayan bir «Millet» ortaya çıkarır. Müslüman
Türk insanı yıllar yılı oyu ile, oy sandığı ile ne
demek istediğini açıkça ortaya sermektedir. Mesele millete lâyık olmakta
düğümleniyor. Demek ki, millet sağlam, fakat devlet henüz değil...
BİR ARKADAŞ
'
Cumhuriyet hükümetlerinin üst kademesine varabilmiş hangi politikacımızın yakın
arkadaşları arasında san’atçıları da görebilirsiniz? Hangi sohbette, hangi
toplantıda birlikte oldular? Açık söyleyelim; onları bir şair, bir bestekâr,
bir rejisör, bir mimar, bir romancı ve bir halk ozanı ile yanyana gördüğünüz
oldu mu?.. Kaldı ki; bu saydığım san’atçıların, bu
politikacıların dostluklarına ihtiyacı yoktur. Ulaştıkları mevkie on-larsız
çıkmışlardır. Fakaaaatt... Politikacının onlara ihtiyacı büyüktür... Devlet
olarak, insan olarak,' lider olarak...
Millete
sahip çıkmak önce böyle başlar.
Devlet
adamı; huzur, refah, istikrar ile birlikte dostluk da vermek zorundadır. Bu
devlet için çırpman bu ülke sanatçısı dostluğu haket-miştir.
Politikacılarımızın
bu dostluğu hak edip etmediklerine gelince... O kadarını da artık düşünmesek.
Ha,
ne dersiniz?
RESİM
Çok
değil 1960’larda İstanbul’da ressamlaı-işsiz dolaşırdı. Çalışmak için kiralık
bir oda bulamazlardı. Mülk sahiplerinin canı, kirayı ödeyemeyen ressamlar
yüzünden pek yanmıştı.
Mesleğe
yatkınlığım yüzünden birçok ressamla dostluklarım oldu. Allah için hepsi de iyi
insanlardı. Hatırşinas ve duygulu idiler. Bir suçları vardı: Fazla para
kazanamıyorlardı. Çoğu Almanya’lara göç etti. Yıllarını oralarda harcadılar. Ne
var ki, değişen bir şey olmadığını gördüm. Para biriktiremediler. Türkiye’deki
sıkıntıları gurbet ellerde de bitmedi. Allah yardımcıları olsun.
Bizde
resim yenidir. Ama iyi ustalar çıkar-mışızdır. Şeker Ahmet Paşalar, Osman
Haindiler büyük eser sahibi unutulmaz ressamlarımız-dır.
Hele Namık İsmail ile Vecih Bereketoğlu Türk resim sanatına çok şey kazandırdı.
Şu
sıralar durum iyidir. Ressamlarımız bu vatanda çalışarak pekâlâ geçinip
gidiyorlar.
İNSANA MUHTAÇ OLMAK
Renkli
fotoğraf çıkınca «Resim artık öldü» diyenler vardı. Fakat öyle olmadı. Resim
daha da kuvvet kazandı. Medeniyet ne kadar ilerlerse ilerlesin, binlerce yeni
icad ortaya çıksın, yine de insana muhtacız. Koskoca lokomotif yapıyor1ar ama, başına insanı oturtuyorlar. Uçaklar, elektronik
beyinler dev gibi ama bu devler «İnsan» unsurundan mahrumsa at gitsin. İnsanın ehemmiyeti işte bu kadar büyük. Fotoğrafta da öyle
oldu... Makinenin yaptığı işportaya düşmek zorundadır. Ama sanatçının yaptığı
her zaman kıymetlidir. İnsanı ve insanlığı makineye değişen Marksist düşünceye,
insanları robotlaştırıp makineye çeviren Batıya acımaz mısınız?
OH OLSUN
Resim,
daha yakınlara kadar atölyelerde yapılırdı. Karanlık atölye ve galeriler, tavan
araları ressamların ömür törpüsüydü. Sonra ressam gün ışığına çıktı. Bir de
baktılar ki, ne varsa o İlâhî kompozisyonda, tabiatta var. Tualini kapan yeşile
ve sarıya koştu. Resimler parlaklık ve canlılık kazandı. Böylece gerçek resim
ortaya çıktı. Artık ressamı atölyelere gömemiyorlar. Ressamı
makineleştiremiyorlar. Ressam makinalara, dişlilere, vidalara savaş açtı. Bu
savaşı makina kaybedecek. Üstelik teknik, ressamın emri altında ’J
bundan
böyle. Oh olsun...
KEDİ YAVRUSU
Ama
başıboşluk, duygu adamını yıpratmaz mı, diyeceksiniz. Yıpratır... Ressamı da
tabiî, *
Peki
ne olacak? Burada ressama iş düşüyor. En büyük yardımcısı kendisidir. Oto -
kontrole ihtiyaç var. Her sanatçı gibi resim adamı da vatanına borçludur.
İnsanına, tarihine, inançlarına saygılı olmak zorundadır. Yağmur altında kedi
yavrusu görüp sosyalist olmak sanatçıya yakışmaz.
Sanatçı
«Gören» adamdır. Herkes bakar ama göremez. Sanatçının farkı
burada. Sanatçı gördüğünü göstermek zorunda. Kedi yavrusu yüzünden
sosyalist olan ressam sadece «Bakan adam» durumundadır. Böyleleri ille de bir
şey yapıp faydalı olmak niyetinde iseler naneyağcılık en iyi meslektir.
MASANIN BİR AYAĞI
Sanatçı; iyiyi, güzeli ve doğru
olanı vermek zorunda. Vazifesi bu çünkü. Bacakları
iyi, doğru ve güzelden ibaret üç ayaklı bir masanın
bir ayağını atsak. «Doğru»’yu baldırsak meselâ ne olur? Bir kere «Masa» olmaz.
Demek ki, doğru olmak üstelik mecburiyettir.
Sonuç?
Sonuç
bu işte... Naneyağcılığı bırakıp gerçek sanatçı olabilmek.
Bütün
ressamlara selâm olsun.
BESİM BEY’İN KUŞLARI
Sanırım
1954 yılı idi.
Bir
zemheri ikindisinde resim öğretmenim Besim Yazıcı Bey ile birlikte idik.
Okuldan çıkmış, iki arkadaş gibi Delikliçınar’a doğru yürüyorduk. O, çok az
konuşurdu. Ben ise daha da az konuşurdum. Zaten, hocamla anlaşmak için
konuşmağa lüzum yoktu.
Denizli’nin
tozu, horozu ve ayazı meşhurdur. Ama o kış, ayaz üstün geldi... Besim Hoca, bir
doksanlık boyu ve hatırlı endamiyle kara ve ayaza bakmadan önden gidiyordu.
Yetişmekte güçlük çekiyordum. Bir ara :
Hocam,
dedim... Bu telâşınız niye? Allah korusun, düşüp bir yerinizi kırabilirsiniz...
Acele bir işiniz mi vardı?
Besim
Bey, kırbaç gibi vuran tipi içinde bana baktı :
Kuşlar...
dedi.
Ne
kuşu Hocam?
Kanaryalarım...
Kimbilir nasıl bekliyorlar beni... Ha, sahi Gürbüz, kuşlarımı görmek istemez
misin?
Ayaz,
buz ve tipi ile kuşlar arasında bir ilgi kuramadığım için azıcık şaşırdım :
İsterim
Hocam, diyebildim.
Çeyrek
saat sonra Hoca’nın evindeydik.
Önce
bahçe kapısından girip ahşap bir merdiveni çıktık. Bir odaya dalar dalmaz,
akılalmaz kuş cıvıltıları etrafımızı sarıverdi. Yüz, yüzelli kadar kuş,
başucumuzda, omuz hizamızda dönmeğe başladı.
Besim
Hoca kızmış gibi yaptı:
Yavaş
olun bakayım yaramaz keratalar! Baksanıza bir misafir getirdim. Koskoca
Denizli'de dedikodu mu çıksın istiyorsunuz yoksa? Şimdi Gürbüz kalkıp da
ortalığı velveleye verse, «Besim Hocanın kuşları amma da yaramazmış» dese iyi
mi olur yâni? Oturun bakayım uslu uslu...
Nasıl
oldu bilmiyorum.
Bir
sürü kuş bir anda yuvalarına çekiliverdi. Hayretler içindeydim. Ortada usul
usul yanan bir soba... Dört duvar da iri yapraklı çiçeklerden görünmüyor.
Çiçekler ve yapraklar arasında küçük küçük ve mini mini kıl yuvalar... Duvarda
iri bir termometre...
—Sıcaklığın
hep aynı kalması lâzım Gürbüz. Yoksa hemen hastalanır bu keratalar... Evimi
gezmek ister misin?
isterim
Hocam...
Evi üç odadan ibaret. Bir gözü
tıklım tıklım yağlıboya resim dolu. Adım
atacak yer yok. Üç-beş tanesine birlikte bakıyoruz. Renkler hariku-lâde. Elimde
olsa hepsine bakacağım.
İşte
burası da kaldığım, kendimle dertleştiğim, hesaplaştığım odam...
Bir
küçük basit karyola, bir seccade ve duvarda bir tek ve ufacık yağlıboya
resim... Hepsi bu kadar...
Hocam,
namaz kıldığınızı bilmiyordum.
Kimse
bilmez.
Üçüncü
oda ise kuşlara ayrılmış. Yine kuşlarla birlikteyiz. Birer tabureye çöküyoruz.
Cıvıltı yok.
Bu
kanaryaları ben kendim ürettim. Dört yılda bu kadar oldular. Hepsini seviyorum.
Ama bir tanesi var ki, beni daha çok seviyor.
İşaret
parmağını uzattı. Köşeden, yapraklar arasından bir kanarya çıkageldi.
Üzerimizde şöyle bir dolanıp Besim Hoca’nın işaret parmağına kondu. Karşılıklı
konuşmağa başladılar. Garip bir diyalogun içindeydim. Talebe aklım ve çokbilmiş
hâlimle tebessüm ediyordum ki, Besim Hoca’ya yakalandım :
Gülme
Gürbüz, dedi...
Hocamın
gözpmarları dolu doluydu. Gözündeki yaşların yanaklarına akmaması için
gözka-paklarını uzun süre yummadı. Ama sonunda gözyaşları galip gelip tıpır
tıpır aktılar:
Bak
Gürbüz, bu kuş yapayalnız... Diğerleriyle yakınlık ve arkadaşlık kuramıyor. Üç
ay önce yumurtadan çıkarken bir bacağı koptu. Her akşam üzeri
beni sabırla bekler. Kimseye anlatamadıklarını bana fısıldar. Tek dostu benim.
O da benim gibi yapayalnız.
Anlamıştım.
Tebessüm eden dudaklarım ve deli-dolu aklımla utanıp başımı eğdim. Yalnızlığın
derinliği ve derinliğin yankılar uyandıran haşmetli dünyasında lüzumsuz bir
damla gibiydim. Buhar olup uçasım geldi.
Resim
yap Gürbüz, çok resim yap... Hayvanları ve kuşlan sev. Onları sevemiyen
insanları da sevemez. Beni duyuyor musun?
Duyuyorum
Hocam. Söylemediklerinizi bile duyuyorum.
Güzel...
İşte sen de bu yüzden misafirim-sin.
Bilmiyorum
ne kadar zaman geçiyor? Bir dakikanın aylara, ayların bir dakikaya
sığabileceğini o sıra farkediyorum.
Ama
Hocam, ben mimar olmak istiyorum.
Güzel,
ama yine de resim yapmayı sakın ihmal etme...
Besim
Hoca ile fırsat buldukça görüşüyorum.
Besim
Hoca’yı ve kendimi daha iyi tanır hâle geliyorum.
Lise
bitiyor... İstanbul’a imtihanlara gideceğim. Elini öpmek ve «Hoşçakal» demek
için evine uğruyorum. Geleceğimi sanki biliyormuş. Kuşların odasındaki bir
taburede bir zarf duruyor:
Bu
zarfı at Gürbüz. Güzel Sanatlar Akademisi Müdürüne ver. Seni Mimarlık bölümüne
kaydetsinler. İmtihana en az ikibin kişi girecek. Eriyip kaybolmam istemem...
Zarfı
alıp elini öpüyorum. Dualarını isteyerek ayrılıyorum.
İmtihanlar...
İstanbul...
İstanbul...
İmtihanlar...
Hocamın
mektubu hâlâ bende. İmtihanlara tam ikibin yediyüz kişi giriyoruz. Otuzbeş kişi
alınacak. Olacak iş değil gibi. Ama oluyor. İmtihanları kazanıyorum. Artık
Yüksek Mimarlık öğrencisiyim. Dersler başlayalı bir hafta oldu. Mektubu
vermeliyim.
Kapıyı
vurup Akademi Müdürü’nün odasına giriyorum. Müdür Asım Mutlu’nun yanında Cemal
Tollu, Nurullah Berk ve Ali Çelebi gibi tanınmış profesör hocalar var.
Müdürümüz mektubu açıp okuyor.
•—
Bakın, bakın!.. Bizim Besim’den haber var! diye ayağa kalkıp yanındakilere gösteriyor. Hocalar, benden
ziyade heyecanlı...
Etrafımı
sarıp Besim Hoca’dan söz etmemi istiyorlar. Anlatıyorum... «İmtihanlardan önce
niçin getirmedin bu mektubu?» diyorlar. Mimarlık Bölümünü kazandığımı ve devam
etmekte olduğumu işitince sevinçleri bir kat daha artıyor:
Bizim
Besim’in talebesi işte böyle olur, aferin sana!.,
diyorlar. Bir parça kızardığımı hissediyorum.
Besim
Hoca’yı bir de onlardan dinliyorum: Büyük kaabiliyetini, insanlığını ve
dürüstlüğünü (sanki bilmiyormuşum gibi) anlatıyorlar.
Denizli,
bari Besim Hoca’nın kıymetini biliyor mu?
Öğretim
üyesi profesörlerden biri böyle soruyor.
Biliyor,
diyorum...
Besim
Hocamı daha çok sevemediğime, daha iyi anlayamadığıma hayıflanıyorum.
Aradan
iki yıl geçmiş...
İstanbul
buz kesiyor. Okul dönüşü Bayezid’-deyim. Tipiden zor yürüyebiliyorum...
Kaldığım talebe yurdu Vezneciler’de. Rüzgârın ıslıklan buz tutmuş âdeta. Her
adımda kırbaç gibi suratıma iniyor. Ahşap yurdun sıcaklığı şu anda sokaktan
farklı değildir, biliyorum.
Ama
ayak bu, oraya doğru koşuyor. Denizli'nin zemherisi sanki İstanbul’a taşınmış.
Kendimi kapıdan içeri dar atıyorum. Donmuş ellerime bir mektup tutuşturuyorlar.
Denizli’den bir arkadaşım göndermiş...
Neden
sonra açıyorum mektubu... Okumağa başlıyorum. Son satırlarında, dışarıda
bıraktığımı sandığım İstanbul bedenime doluyor. Daha fazla okuyamıyorum.
Yanımdaki oda arkadaşım kaldığım yerden devam ediyor :
«...
İşte böyle Gürbüz. Besim Hoca seccadesinin üzerinde
vefat etmişti. Alnı secdede idi. Fakat garibime giden bir şey vardı. Bir oda
dolusu kuş Besim Hoca’nın üzerinde uçuşup duruyordu. Bir tanesi de elinin
üzerine konmuş, sanki bir şeyler anlatır gibi ötüyordu.»
AĞACIN BAŞINA GELENLER
Finlandiya’da
ve İsveç’te «Ağaç kesmek serbesttir» diye duyarım. Merak edip, oraları dolaşmış
bir dosta sordum.
Doğru,
dedi, isteyen, istediği kadar ağaç kesebilir. Ama,
keseceği ağaç sayısının iki katı kadar fidan dikmek zorundadır.
Bu
usûlü pek beğendim.
Demek
ki, Finlandiya’lı bir vatandaş yüz çam fidanı diktiğini ispat ederse, elli
ağacı kökünden kesebilir. On ağaca ihtiyacı varsa üşen-meyip yirmi fidanı
usulüne göre dikiverecek.
Kuzey
Avrupa ülkelerinde bir usul daha var. Herkes fahrî «Orman Koruma Memuru»
durumunda. Bir tepeden en ufak bir duman mı yükseliyor? Cümle kasaba halkı
kazmayı küreği kapıp yangına koşuyor. Koşmak zorunda çünkü Elde kürek
koşmazsa herkesin gözünde «Sevimsiz adam» oluveriyor.
Ve
bu yüzden de en tehlikeli orman yangınları çeyrek saatte sönüveriyor.
Ne
güzel...
Almanların
da buna benzer âdetleri varmış. Ağaç sevgisini atasözü haline bile getirmişler.
«Ağaç kesilmez; yol, onun etrafından dolaşır.» diyorlarmış... Yol
yapıcılarımızın harıl - harıl ağaç kesişlerini görseler, amma da şaşırırlardı.
Yunanlıların,
kuş uçmaz kervan geçmez çıplak Makedonya dağlarına yüzlerce kilometre
32 uzaklıktan
(yıllar yılı ve kamyon kamyon) toprak taşıdıklarını hep işitmişizdir.
Denildiğine göre, eski kayalıklar şimdi yemyeşil orman olmuş.
Selçuklular
ve OsmanlIlar devrinde orman ve yeşillik çok rağbette idi. Her ağacın künyesi
vardı.’ Ve alâkalı makamlarda kütüklere işlenirdi. Aylık - yıllık bakımları
yapılır, gerekirse bu-danırdı. Hey gidi günler...
Ağaç,
yeşillik ve çiçek sevgisi bundan elli - altmış yıl öncesine kadar bütün
İstanbul u sarmıştı. ’19’uncu asırda İstanbul’un her sokağı buram buram çiçek
kokardı. Fesleğenler sokağı, fesleğen - fesleğen; karanfiller sokağı, karanfil
- karanfil gönüllere işlerdi.
Peki,
nerde o eski fesleğenler şimdi?
Geçenlerde
bir Fransız meslektaş, durup dururken:
Siz
çiçek sevmiyorsunuz, demez mi?
Sebebini
sordum.
Çiçeği
sevseydiniz her sokakta üç - dört çiçekçiniz olurdu, dedi, ben de:
Biz,
çiçeklerimizi kesip öldürmeyiz, saksıda büyütür ve yaşatırız. Çiçeksiz evimiz
yok gibidir, dedim.
Acaba
hangimiz haklıyız?
Gül,
kaftanlarımızda motiftir. Ve gülyağını dünyaya ilk tanıtan bizleriz. Lâle;
adını çağlara verdiğimiz, tanesine bir altın fiat biçtiğimiz çiçek değil mi?
Çinilerimizde, camilerimizde göğe doğru ağan dallı - budaklı güzelim
karanfillerimizi nasıl unuturuz? Sümbül için, menekşe için, nergis için yakılan
türküler hangi millette bizimki kadar zengindir?
Eski
eserlerimize dikkat ediniz. Tabiatı (İlâhî sanatı) bozmayan ve tabiatı
tamamlayan espri içinde bina edilmişlerdir. İslâm - Türk mimarîsi tabiata
âşıktır. Yeşilliği örtmez, ufku hiçbir zaman kapamazdı. Yok
yere ağaç kesilmezdi. «Yaş kesen baş keser» denir ve kmanırdı. Bahçesi olmayan
ev, evden sayılmazdı. Nerde yeşillik var. Orada bir köy kurulurdu. Dikkat ederseniz,
çoğu köyümüz ve kasabamız sırtını yeşilliğe ve dağlara dayamıştır.
Şimdiki
İsrail 1949’larda çölden ibaretti. Ya-hudiler ilk iş olarak binlerce ziraat
mühendisi yetiştirdi. «Çölde ziraat mühendisi ne yapacak?» demeyin. Sonra bu
mühendisleri Afrika’ya, Güney Amerika’ya yolladılar. Çok çabuk kök salan,
derinliğine değil, yayılarak kök salan ağaçlar keşfetmelerini emrettiler. Dört
- beş yıl geçti. Bir Yahudi ziraat mühendisi elinde bir saksı ile çıkageldi.
Bulduğu fidan bir yılda 10 metrekareye kök salıyor ve kumda yetişiyordu. İsrail
Hükümeti bu fidanlardan milyonlarca getirtti ve -üretti.
Hepsi
çöllere dikildi. Yıl sonunda her fidan 10 metrekarelik
alanda ve kum altında kök salmıştı. Hepsini yaktılar sonra. Ağacın üstü değil,
toprak altında kalan kısmı lâzımdı çünkü. Yeni fidanlar dikildi. Ertesi yıl
tekrar yakıldı. Böyle böyle, dike - yaka kumlar altında çürümüş köklerden ve
ufalanmış kumlardan ibaret alabildiğine büyük araziler meydana çıktı.
Çöl,
arazi olmuştu. Ekime - dikime elverişli binlerce dönümlük tarla artık hazırdı.
Yeşillik
ne güzel, ağaç ne güzel...
Peki
çiçekler?
ŞİİR
1961
yılında bir san’at ve edebiyat dergisi çıkarıyordum. Bir gün posta kutusunu
açtım, yığınla mektup çıktı. Hikâyeler, denemeler, şiirler... Şiirler
çoğunluktaydı. Halbuki san’atın en zor ve en yorucu
işi şiir yazmaktır. Ama nedense bizde her önüne gelen «Şiir» yazmağa kalkıştığı
için gelen mektupların çoğu şiirle doluydu.
Bir
tanesini hiç unutamam. Aşağı yukarı şöyleydi :
«İkiyüzseksenbir
bin yediyüzkırksekiz «Yüzbeşbin altıyüz milyon doksanaltı «Yedi
milyar onüç milyon üçyüzotuzbeş «Beşyüzmilyon altı bin sekizyüzmilyar». Okudum,
düşündüm... Düşündüm, okudum... Fakat hiçbir şey anlayamadım. Avrupa’mın
lüzumsuz baskısı, ne idüğü belirsiz Paris serserilerince vatanımıza kadar
ulaşmıştı. Manâsız olmak, soyut olmak, nonfigüratif olmak ciddî ciddî ve hırsla
«Hedef» haline getirilmişti. Nice kabiliyet, bu entipüften espri içinde eriyip
gittiler. 1955 - 1975... Yirmi yıl... Bu yirmi yıl içinde dişe dokunur pek az
şiir çıktı ortaya.
Okunan
ve bilinenler hep 1955 öncesi şairlerine aittir.
Şimdi,
kötü şiir yazanlara kızdığımı sanacaksınız. Kızmasına kızıyorum ama, asıl boğazlamak istediğim onlar değil. Kör-topal-kambur
akıllarına
bakmayıp körpe hevesleri törpüleyenler ve gerçek şairin yetişmesine engel
olanlardır.
Belki
çizmeyi aşacağım ama, yazmadan da edemiyeceğim...
Orta
karar şiir, şöyle - böyle şiir, işe yarar şiir... diye
bir tanımlama şiire yakışmaz. Şiir; ya şiirdir, ya değildir. Ötesi yoktur.
Çünkü şiir; bir ruh, biçim ve öz’ün hamur edilip şekil bulması ve canlılık
kazanmasıdır. Şiir bir gökkuşağı-dır. Bir dağın
zirvesidir. Fırtınadır. Şırıldayan su veya, ne
bileyim, bir ağacın yeşilidir. Şimdi düşünün bakalım..
«îyi gökkuşağı, şöyle - böyle gökkuşağı» diyebilir miyiz? Yahut,
«Orta karar zirve, iyi zirve» diyebilir miyiz?
Daha
daha, «iyi fırtına, şöyle-böyle fırtına» diyebilir misiniz? O halde zirveye
«Zirve», gökkuşağına «Gökkuşağı» diyor ve bir sıfat eklemiyorsak, şiire de
lüzumsuz bir sınıflama getire-meyiz.
Bir
kızılderili kalkar, iki kelimeyi alt alta dizer :
«Ağlama...
«Ölmeyeceğim.»
deyiverir.
Ve bu şiir olur.
Bir
Yunus çıkar.
«Bir
ben vardır bende, benden içeri» der. Bu da şiir olur. Ama öbür zibidi çıkıp
sayfalar döktürür. «Sol ve Marksist düşünceye hizmet ediyorum» diye yıllarca
çırpınır. Ama yazdığı hiçbir satır «Şiir» olmamıştır.
Necip
Fazıl :
«.Boğaz, gümüş bir mangal; püskürtür
serinliği
«Çamlıca’da yerdedir göklerin derinliği»
deyivermiş
ve muhteşem bir şiir kazanmışızdır. Fakat bu kolay söyleme, çarçabuk deyiverme;
içinde ciltler dolusu his ve coşkunluk saklar. Ve bunu diyene kadar Necip Fazıl
kaç köprüden geçmiştir.
Bir
gün meşhur (İspanyol asıllı Yahudi kökenli) Fransız ressamı Picasso’ya zenginin
biri teblo sipariş etmiş. Picasso, resmi bir günde tamamlayıp götürmüş. Fiatını
sormuşlar.
Onbin
Frank, demiş.
Zenginde
bir şaşkınlık, bir şaşkınlık... Dayanamayıp sormuş :
Bir
günde Onbin Frank ha?
Picasso :
Hayır
beyim, demiş... Seksen yıl ve bir günde.
Diyeceğim
o ki, gerçek eserin ardında yıllar ve yığınla ciltler yatmaktadır. Şiir de
öyle. Üstelik şiir yardımcısız ve yapayalnız bir san’attır. Tiyatronun; adamı,
dekoru, sözü, müziği var. Mimarînin, resmin, operanın hep yardımcıları
var. Diğer san’atlardan fayda umarlar, ve
yararlanırlar.
Peki
şiirin?
Size
bir sır vereyim: Şiiri bilmeyen şiir yazamaz. Hele şiirin geçmişini bilmeyen,
halk şiirini, divan şiirini bilmeyen gerçek şiiri hiç yazamaz.
Örnekler
ortada.
ROMAN
Sık
sık duyarım..
Yok
mu ya abi, hayatımı yazsam roman olur...
Doğrudur.
Herkesin hayatında roman olabilecek bölümler vardır. Yalmz, şunu unutmamak
gerekir ki, roman sadece hadiseleri anlatmaz. Bir adam çıkar, diyecekleri
vardır; fıkra -fıkra, makale - makale yorulacağına, bölük -pörçük sunacağına,
tutar roman yazar. Daha kolay olduğu için değil, daha bütün olduğu için böyle
yapar. Roman hadisedir, fikirdir, felsefedir, heyecandır, meraktır. Roman
bir ışıktır, to-Jkattır, yoldur... Ama bu yol bazan çöplüğe, hazan
çıkmaza, bazan da aydınlığa çıkar.
.Romancı aslında bir edebî mimardır
da. Yap-. tığı çürükse, okuyanla birlikte
kendisi de bu yj-.kıntımn altında kalabilir. Eseri sağlamsa, asırlar
boyu örnek gösterilir. Ondan faydalanılır. Yani bina, mektep durumuna erişir.
Roman
yazacak kişi, bu türlü «Eser» olmuş ürünleri okumak zorundadır. Kendi
seviyesini tayinde, seçeceği türün tesbitinde zorluk çekmez. Yazarın yapısı ve
kültür limiti hangi türe yatkınsa, var gücüyle o yöne yüklenmesi şartta. Tarihî
romancı komediye özenmemeli. Polis romanları yazarı da tutup felsefe yapmamalıdır.
Çünkü hafif yazı meraklılarını ürkütmüş, kendi okuyucusunu kaybetmiş olur. Siz
hiç rahmetli İsmail Dümbüllü’yü trajik oyunlarda seyrettiniz mi?
Bizde
neden dünya çapında romancı yok? Sahi neden yok? Merak etmiyor musunuz?
San’at,
spor, edebiyat, iktisat aynen bileşik kaplara benzer. Hepsi aynı seviyededir.
Biri yükselmezse öbürü de yükselmez.
Dünya
çapında sporcuları olmayanlar, dünya ölçüsünde şair yetiştiremez.
Dünya
ölçüsünde sağlam iktisada sahip olamayanların, dünya çapında romancısı nasıl olsun?
Güreşçilerimiz ve futbolcularımız adım ba-T ->
şı
yenilip duruyorsa bu onların günahı değil ki... Greko - romen güreşlerde en az
otuz yıl dünya şampiyonu olamayacağımıza kalıbımı basarım. 100 metreyi 10
saniyede koşan 40 kişiyi bir arada imkânı yok göremeyiz. Bütün siyasî, edebî ve
sportif rekorların 4-5 büyük devlet’ elinde olması tesadüf değildir.
Şairin
yoksa hikâyecin de yoktur. Mimarın yoksa politikacın da yoktur.
Sinemacın
yoksa güreşçin de olmayacaktır. Biri var da öbürü yok... Buna inanmayınız.
Müzikte de, resimde de durum budur. Lider devletler, her alanda yine liderdir.
Sizi
karamsarlığa itmek istemiyorum. Türkiye adım adım mesafeler kazanmaktadır.
Özlenen ve* beklenen en üst seviyeye varacaktır. Ben küçükken mantar tabancası
en lüks oyuncaktı. Kendi kendimize oyunlar icad ederdik. Bir arkadaşım
bisikletin her yıl yavruladığına inanırdı. Hatta,
köyün öğretmeninden gelecek yılki bi-
siklet
yavrularından bir tane ayırmasını hevesle rica etmişti. İlk otomobili
gördüğümüzde şaşırıp kalmıştık. İki metre kaput bezi için Sümerbank kapılarında
sabahtan akşama kadar beklediğimizi iyi hatırlarım. Bir de şimdiki çocuklara
bakın. Radyoyu, televizyonu, gazeteyi ne kadar basit görüyorlar...
Her
şeye rağmen dünya üzerinde sür’atle kalkman iki ülkeden biri olduğumuzu
hatırlatmak isterim. Yeni kargaşalıklar ve hür irade dışı sürprizler olmazsa
yakın bir gelecekte bu ülke insanının mutlak surette rahata ereceği
inancındayım. Eğer bu İktisadî büyüme yanında kendi kültür ve değerlerimizi de
götürebilirsek sağlam, inançlı ve hamleci nesiller yetiştirebilirsek ne mutlu.
Aydınlığa
çıkan yollar önümüzdedir. Dil, tarih, inanç ve mukaddesat birliği, nesiller
arasındaki uçurumu ortadan kaldıracaktır.
Gerçek
sanatçı ve gerçek eserlerin ortaya çıkmaması için artık sebep kalmayacaktır.
Hazır
olunuz.
OLANAK BANKASI...
Allah
müstehakınızı versin emi!
Hava
tahmini yerine «Belkimtırak durum» demeğe kalkışanlar var. Neymiş?.. Dilimiz düzelecekmiş... Yıllar yılı düzen değiştirmeğe
çabalayan mercimek kafalılar şimdi de dilimizi değiştirmek peşinde!
Bu
türlü değişiklik meraklıları sandığınız kadar çok değil. Bilemediniz üç -
beşyüz kişi. Ama, yine de insanın midesini
bulandırmağa yetecek bir miktar...
Belkimtırak
durum...
Belkimtırak
durum...
Tastamam
bir kurbağa seslenişi! Bundan böyle okul kitaplarında ve dergilerde sık sık
duyarsanız sakın şaşırmayın. İpsiz - sapsız gazetelerin baş sayfalarında da
«Belkimtırak du-rum»a rastlayabilirsiniz. Hattâ, radyo ve televizyonlarınız her
akşam Belkimtırak durum» dan söz edebilir. «Sayın seyirciler. Şimdi de bel-kimtırak duruma geçiyoruz...»
Al
koskoca televizyonu kucağına, üşenmeyip arabaya atla, ver elini Ankara... Gir
TRT binasına, spiker tam «belkimtırak durum» derken, geyairiver kafasına...
Cezâsı
nedir acaba, sayın savcılar ne dersiniz?
Şöyle
iki-üç ayla atlatabilmek mümkünse, bu güzel ve münâsip vazifeye ben tâlibim.
EMEKLİ ALBAY
Geçen
gün, ziyaretime bir emekli albay geldi. Hikâye yazıyormuş; kitaplar
çıkarıyormuş. Bu hikâyelerinden üç tanesi de Rusya’da hazırlanan bir antolojiye
basılmış. Rusça kitabı bana uzattı. «Bak» dedi... «Şu öyküleri benim
yapıtlarımdan almışlar»
Şaşırdım :
Anlamadım,
dedim... Neyi nereye almışlar?
da
şaşırdı tabiî :
Yani,
dedi... Hikâyelerimi basmışlar.
Peki,
benden ne istiyorsunuz?
Günlüğünüze
basar, kamuoyuna iletirsiniz.
Albayım,
inanın yine anlamadım.
Yâni,
gazetenize basıp, vatandaşı haberdar edersiniz...
Koskoca
emekli albayla anlaşamayacağım ortada idi. Zaten bu uydurukça ile başım hiç de
hoş değil. Birisi «Olasılık» demiyor mu, cinler tepeme üşüşüyor...
Albayı
karşıma oturttum :
Bakın,
dedim. Ben sizinle anlaşamıyorum. Aramıza Çin Şeddini koyuyorsunuz. Türkçeyi
mahvedenlerden yana çıkıyor, dilin müziğini bozuyorsunuz. Benim gibi
konuşursanız belki sizi anlayabilirim.
Hikâye
meraklısı albay bilgiç bilgiç tebessüm etti :
Nedim
Bey, dedi. Dilimiz zenginleşmeli ve boyunduruktan kurtulmalı. Ben öztürkçeden
yanayım. Siz beni öcü gibi görüyor ve değer vermiyorsunuz.
Sustum.
O, devâm etti :
Yeni
kelimelerle dilimiz güzelleşiyor ve alabildiğine genişliyor.
Yine
sustum. O, «Galiba kandırıyorum» gibilerden konuşmayı uzatacaktı ki, usulca
söylendim:
Demek
dilimiz zenginleşiyor.
Elbette
ya...
Ama
ben inanmıyorum...
Albay,
beni ikna etmek ve yazılarımı okuduğunu belirtmek hevesine kapıldı
:
Geçen
gün bir yazınızda öztürkçe için «Aç kalmış kedi lisanı» dediniz. Çok üzüldüm.
Taşı
gediğine koymak lâzımdı:
Ben,
dedim. Vatanımı severim.
Albayın
gözleri büyüdü :
Ben
de severim...
—•
Öyleyse dilini niye sevmiyorsunuz?
Emekli
albay heyecanlandı :
—Nasıl
sevmem? Sevmeseydim öztürkçe kullanmazdım.
OLANAK BANKASI
Sonra
albaya dedim ki :
‘
— İmkânın Türkçesi ne :
Olanak...
Peki,
mümküh’ün Türkçesi?
Devâm
ettim :
—
İhtimal’in Türkçesi ne?
—
Olasılık...
—
Peki, muhtemel ne olacak?
Lüzumlu’yu
nasıl diyorsunuz?
Gerekli...
Peki,
lâzım, elzem ne olacak?
Edebiyat
meraklısı ziyaretçim vesikalık fotoğraf gibi kalakaldı. «Uydurukçanın
vatana hizmet değil, millete eziyet olduğunu anlar anlamaz bana yine geliniz.
Bu anlayış içerisinde yazdığınız hikâyeleri de lütfen bana gönderiniz» dedim... Gitti.
BOYUNDURUK MESELESİ
Güya
dilimize Arapça ve Farsça kelimeler girmiş de, dilimiz çarçabuk
boyunduruk altına alınmış. Bu söz ancak; mercimek kafalılara hoş gelir. Tam
altıyüz yıl İmparatorca yaşamış bir milletin dili de İmparatorca olur. Kelime
alışverişleri de tıpkı medeniyet ve san’at alışverişleri gibidir!..
Türkçe’de
kaç kelime var?
18.000
Peki,
bu onsekizbin kelime ile san’at ve edebiyat nasıl olacak? Çâre... Çâre; Türk
gırtlağına, ağzına, yaşayışına ve müziğine uygun kelimeler fethetmek.
Osmanh
işte bunu yaptı. Aldığı, fethettiği kelimelerin çoğunu kendine göre
değerlendirip manâlandırdı. Bu, kaçınılmaz bir mecburiyetti. Böyle
yapılmasaydı, edebiyat kitaplarında neyi ve kimi okutacaktık? Bâki, Fuzûlî,
Nedim, Yahya Kemal, Ahmet Hâşim, Mehmet Âkif nasıl doğacaktı?
Yukarıda
«Fethettik ve kendimize yakıştırdık» dedim. Bu nasıl oluyor? Aklıma ilk gelen
Acemce üç kelimeden söz edeyim :
Berbat ; Kaz
göğsü gibi temiz ve beyaz demektir.
Kül
âh ; Pırlantalarla süslü şaheser Taç demektir.
Hasta : Bıçakla
yaralanmış kişi demektir.
Şimdiii...
Hangi vatandaş yukarıdaki kelimeleri kullanırken asıl mânâsını kastediyor?
Çekinmeyin, söyleyin... Berbat da. Külâh da. Hastı da Türkleşmiş ve
Türkçeleşmiştir.
DİLİN MÜZİĞİ
Türkçe’yi
bozan uydurukçular, daha dilimizin müziğini bile bilmiyorlar. Bu kasıtlı bir
cehalettir ve bu derece cahil olabilmek için de mutlaka «Diplomalı» olmak
şarttır.
Şimdi
size bir soru soracağım :
Meşhur
KÖROĞLU’muzun kır atı rahvan mı koşardı, yoksa dörtnala mı uçardı? Hemen cevap
vereyim; Dörtnala koşardı. Peki, Kör oğlu devrinde yaşamadığıma göre, nerden
biliyorum? İşte, dildeki musikî meselesine geliyoruz... Şu mısralara
dikkatinizi çekerim :
«Aman
kırat canım kırat «Alıp çekilip gidelim!»
İkinci
mısradaki «Alıp çekilip gidelim, alıp çekilip gidelim»in sür’atine ne buyrulur?
Burada, o eşi menendi olmayan kırat’m nefes nefese Çamlıbel’e yönelmiş «tikitak
tikitak»larını duymuyor musunuz?
Ve,
bütün dörtnal koşan atların Anadolu bozkırlarında «tikitak tikitak» sesi
çıkardığını hangimiz bilmeyiz?
BİR ÖRNEK DAHA
«Davul»
derken, davulun gümlemesini duymuyor muyuz? «Davul davul da davul davul!» diye
üç kişi bir araya gelip bağırsak, apartmandaki komşularımız pehlivan güreşi var
diye seyre koşarlar.
«Zurna»
kelimesinde zurnanın «zırt»ı vardır.
«Su»da, suyun temizliği,
berraklığı.
«Dağ»da
kocamanlık, «Civciv»de küçücüklük saklanmıştır.
Peki,
«Olasılık»ta ne saklanmıştır?
Herhalde,
uydurukçanın pisliği...
DİZİNİ DÖVEN ALMAN...
Türkçeyi
bozmak Türk Dil Kurumu’nun vazifesi. Tarihe «Eskici Dükkânı»
demek münevverin vazifesi. Geçmişe kötü gözle bakmak da Millî Eğitim’in
görevi.
Herkes
bir vazife kapmış. Baktık ki olacak gibi değil, baktık ki vazife almamak ayıp,
biz de bu vazifelilerin karşısında olmayı «üzerimize vazife» bildik.
İş
zaten zıvanadan çıkmıştı.
Her
şey gibi Türkçe de harap olmuştu. Topal mantıklı ilericiler durup - durup
«Batılılaşalım» diyordu.
«Batı»
dedikleri yetmiş devletten hiç birinin aklına «Doğululaşalım» demek gelmiyorken
«Batılılaşmak» bizim aklımıza nerden geliyordu?
Dikkat
ederseniz yıl - yıl, biz «Biz» olmaktan çıkıyoruz.
UYDURUKÇAC1LAR (!)
Dil
meselesine gelince :
Tutturmuşlar
bir arı Türkçe... Nedir bu «Arı Türkçe» dedikleri? Yabancı kelimeler atılıp
yerme yerlisi konacak. Yerlisi yoksa ne olacak? Uydurulacak. Bak bak bak...
«Kalp»
demiyeceğiz «yürek» diyeceğiz.
«Mevcud»
demiyeceğiz «var» diyeceğiz.
«Hat»
demiyeceğiz «çizgi» diyeceğiz.
Ankara
- Konya hattında çalışan otobüs yok artık. Çizgide çalışan otobüs var...
Sefaleti görüyor musunuz?
'
Peki
«Kalpsiz» yerine «Yüreksiz» desek uyar mı acaba? Kalpsiz demek hissiz ve
merhametsiz demek oluyor. Peki yüreksiz? Basbayağı «Korkak» demek... Kalp
kelimesi Türkçe değil diye önümüze gelene «Yüreksiz» desek nasıl olur?
«Mevcud»
da öyle. Hiçbir zaman «Var»m yerini tutamaz ki... Görülen, vücud bulan varlığa,
elle tutulan şeye «Mevcud» denir. Masa mevcud-dur. Ama sevgi «Var»dır... Hattat’a «Çizmeci» desek yakışır mı? Kelimelerin de
musikisi vardır. «Cüce» kelimesinde küçüklük, ufacıklık yatar. «Dev»
kelimesinin söylenişinde ise heybet vardır. Davul derken^ davulun çıkardığı
sesi duyar gibi oluruz. Zurnada da öyle.
Bu
işlerle uğraşanlar Türkçe’nin esprisini bile bilmiyorlar. Kaç kere tekrar
ettik. Türkçe aslında bir asker dilidir. Temelinde emir yatar. Emir dili olduğu
için de tek hecelidir.
Yat,
kalk, al, sat, vur, kır, gör, bak, at, çık: git, gül, dur, tut, in, ver, kes,
koş, kaç, uç.
Bu
örnekleri daha da artırabilirsiniz...
FUZULÎ’DEN
NE HABER?
Asker
milletin bu emir diliyle san’at ve edebiyat yapılamayacağını pek
iyi bilen imparatorluğumuz Arapça ve Farsça’yı da yardıma çağırıp
«Osmanlıca» dediğimiz muhteşem bir lisan meydana getirmiştir. Ve ondan sonradır
ki, iftihar ettiğimiz şair ve sanatkârlarımız su yüzüne çıkmıştır.
Övündüğümüz MEVLÂNA, Mesne-vî’sini niye Farsça yazdı? Fuzulî, Bakî, Nedim dünya
çapında iseler, sebep yalnız Osmanlıca-dır. Yalan mı?
«İnsancıl»
ne demek yahu?
Eve
ve insana alışık hayvanlara «Evcil, insancıl» demez miyiz? İnsana «İnsancıl»
demek de ne oluyor? Ne kadar da çok «İnsancıl» insan varmış meğer...
DİZİNİ
DÖVEN ALMAN
1950
- 54 arası Türkiye’de kalan bir Alman gazeteci mükemmel Türkçe öğrenmişti. 20
yıl sonra 1974’te Türkiye’ye tekrar geldiğinde oturup dizlerini dövdü. Derdini
hiç kimseye anlatamamıştı. Çünkü yirmi yıl önce öğrendiği Türk-çeyi artık kimse
konuşmaz olmuştu.
Bunun
adına ayıp demezler mi?
RAMAZAN
Sıla’yı özlemek gibi. Kırk
yıllık dosta rastlamak gibi. Hasret gidermek gibi...
Dolu
yürekler boşalıverir. İhsanın insana, vicdanın vicdana, hakkın hukuka yaklaşmasıdır
bu. Rütbe yok. «Ben» yok... Bütün hırslara gem vurulmuş. Kalbin iyilik gözü
pınar pınar kaynar olmuş. Güneşler her sabah güven ve samimiyet deryasına
doğacak. Kısa ya da uzun, bütün günlerin tek ortak yanı var: İnsanca yaşanır
olmaları.
Hoş
geldin Ramazan.
KAR ve ÇİÇEK
Hatırlıyorum.
Ramazan baharda gelmişti. Çiçeklerle, arılarla ve
kelebeklerle birlikte. En taze sebzelerin süslediği güzelim iftar
sofraları... Kuzuların annelerine kavuştuğu bol melemeli anlarda iftar topunu
beklerdik. Kuzuların annelerini bekleyişi kadar haklı ve heyecanlı...
Ramazan
kışta gelmişti:
Üşenmeyen
nineler erik hoşafları ile karşılamıştı. Kar ile serinletilmiş kırık kâseler ve
sıcacık Ramazan pideleri. Ve tipiler ardından kopup gelen, aceleci rüzgârların
koltukladığı, her evin ilk defa duyar gibi ve tebessümle beklediği akşam
ezanları...
Kaygısız
zeytinlere uzanmış sabırlı eller.
YAZ
ve EKİN
Ramazan
yazın gelmişti.
Ekin
orağı zamanında bekliyorduk. Bekletmedi. Küçük bedenim ve küçük aklıma buğday
biçiyordum. «Yarın başlıyor» dediler. Ramazan benim için yepyeni bir çift
kabaralı iskarpin ve çizgüi mintan demekti. Mintan başucumda asılı duracak ve
yeni iskarpinimle yastığımı paylaşacaktım.
Ramazan
yazın gelmişti. İlk sahurun sevinciyle biçilmeyi bekleyen ekinlere koşuştuk.
Güneş doğdu, bir daha batmayıverdi...
Hayatımın
en lezzetli yemeğini o akşam yedim. Eve kağnılarla dönmüştük. Mayalı ekmeklerle
duru ayranın bu derece birbirine yakıştığını ilk defa anladım. Alâeddin kavunu
demek bu kadar lezzetli imiş.
Sanırım,
şükürlerimizi yüreklerden koparır gibi ve cömertçe eda etmiştik. Bunaltıcı
gündüz sıcağının yerini serin akşamlar alıverdi. Evden koptuk ve ilk teravih’e
yöneldik. Akşam esintileri cami kapısını aralık tutmakla görevli gibiydi.
Girdik. Cümle tanıdıklar güler yüzlüydü.
VE BAYRAMLAR
Bayramlar
bir haktır, vazife değil.
Dikkat
ettiniz mi bilmem. Doğan günü bayram sabahlarında hep birlikte karşılamak en
unutulmaz hâtıraların başında gelir. Hele o, bayram namazı sonrası musafahalar
ve el öpmeler... İnsan tam o sıra anlar ki, dünya sevmek, güvenmek ve hak etmek
dünyasıdır. Bayramlar yedi duyunun canlanmasını sağlar... Göz, sadece bakmaz
artık görür.
Kulak
kafaya yapışık iki uzuv değildir. Duyar.Beyin mantık
süzgecini yeniler his tazelenir.Ve dünya yırtına çırpına dışımız yiğitlikler ve
güzellikler dünyası oluverir bayram sabahlarında.
ÖĞRETMENİM
Daha
ilkokula başlarken yarının teminatı olan nesle insan sevgisi ve vatan sevgisini
aşılıyorsan,
Müslüman
ve Türklüğün en azılı düşmanlarını, Yunan, Moskof ve Bulgar düşmanlığım
körpecik beyinlere bıkmadan ve usanmadan yer-leştirebiliyorsan,
Yalanı
ve riyayı sökerek onların yerine fazilet ve büyüklüğü yol gösterici Kur’an-ı
Kerim’i anlatabiliyorsan,
Kadere
inanmayı, en ufak bir hadiseden deliler gibi sevinmenin, bir kötü haberden
yırtınır-casma üzülmenin lüzumsuzluğunu öğretebiliyor-san,
Ana-baba
hakkının büyüklüğünü her fırsatta hatırlatıp, eş-dost için fedakârlık
yapabilmenin lüzumunu iknaa gayret sarfediyorsan,
Hangi
sınıfta olursa olsun çocuğa o sınıfın hakkını gerektiği şekilde verebiliyorsun,
Sinirlerinin
en zayıf olduğu anda bile çocuklara müsbet mânada faydalı olabiliyor ve kendi
evindeki dertlerini yine kendi evine hapsederek sınıfa güler yüzle ve güvenilir
bir eda ile gire-biliy orsan,
Yalnız
bugün için değil, üç yıl, beş yıl sonrasının lüzumlu bilgilerini verip
öğrencilere mücadele azmini, cesareti ve takipçiliği aşılayabili-yorsan,
Solculuğu
ve komünizmi ürkülüp korkulacak bir canavar bilip, bu türlü fikirleri eskimiş,
köksüz, kökensiz ve bu topraklarda yetişip gelişmesi lüzumsuz bir ayrık otu
gibi gösterebiliyorsan,
Tarihin
(Solcuların dediği gibi) bir «eskici dükkânı» olmadığını, orada büyük
ibretlerin ve arzın en güzel toprağım, bu yurdu bizlere bırakan fedakâr
ecdadımızın yattığını anlatabiliyorsun,
«Ben
babamdan ileri,' evlâdımdan geriyim» prensibini uygulayarak yarının büyüklerini
kendinden daha kâmil bir şekilde yetiştirmeye çabalıyorsan,
Köyündeki
kumar oynanan üç kahvehaneden, her yıl birini tatlı düle kapattırıp onun yerine
yine çaylı - kahveli okuma odaları açıp, müsbet gazete ve mecmualara abone
yaptırabiliyorsan,
Köylüye
ve köye yukarıdan bakmayıp, ihtiyar heyetiyle, muhtarla ve imam ile müştereklik
kurabiliyor, onların cemaatlerine iştirak edebiliyorsan,
Yapabileceğin
işleri mutlaka yapıyor, içindeki tatlı hırslara gem vurmuyor «Bu hoca geldi
geleli köyümüz kasabamız ne kadar da iyi ve güzel oldu, hoca giderse
eksikliğini duyacağız...» dedirtebiliyorsan,
Zengine
«zengin» diye, fakire «fakir» diye ters bir nazarla bakmıyor, bütün insanlara
aynı duygu ve halisane bir toleransla yaklaşabiliyor-san,
Kimseye
karşı başın eğik değilse ve geçmişteki (aklına geldikçe kendi kendine kızdığın)
hadiseler yüzünden gerçekten pişmanlık duyuyorsan,
Bölücü,
ayırıcı, yıkıcı TÖB-DER gibi ideolojisi ithal malı güdümlü kuruluşları elinin
tersiyle itebiliyor ve cesurane (tam bu vatanın evlâdı gibi) mücadele
edebiliyorsan,
Gel
öğretmenim... Bul beni... Öpülesi ellerini uzat bana...
GEÇ FARKINA VARMAK
Bundan
sakınmalı.
Geç
farkına varmak, virüsü bulunmamış bir hastalık mı ki... Geçen zaman ne olacak?
Cereme kimin? İnsanın mı, cemiyetin mi yoksa bu asrın mı?
Geç
farkına varmak...
Bundan
sakınmalı. Her olayda, her fikirde, her davranışta geç kalmak yıpratıcı oluyor.
İnsanın kendisine geç kalması... Bu daha da garip. Her
şey zamanında ve tam yerinde gerçekleşmeli. Yoksa «Belki, keşke ve niçin» adlı
iri dişli üç canavardan çekeceğimiz var.
Gecikmek,
elleri kirli bir Devanası...
«Gecikmek»
bu diyarı terketmeli.
Gecikmek,
kendi ellerimizle yolumuza duvar örmek değil mi? Gecikmek, insanın kendisini
kendi içine hapsedişi değil de ne? Kendi kendimizin akılsız
gardiyanlığı. îş mi bu?
Bütünü
görmek ve detayla oyalanmamak. Hedef bu olmalı. Detaya varış, bütünleri
bilenler için mümkündür. Teferruatla vakit kaybı gecikmelere «Buyur dâvetiyesi»
çıkarmaktan ibaret. Detaylara sarılmak ve minicik hedeflere ulaşmak hırsı ne
kadar boyutsuz bir davranış....
Teferruat,
bütünü görmeğe engeldir. Teferruat, «Geç farkına varmak» demektir. Ne yazık ki
bu geç farkedişler virüsü bulunmamış bir hastalık olmakta devata edeceğe
benzer. Peki, geçen zaman ne olacak? Cereme kimin? İnsanın
mı. cemiyetin mi?
Cemiyetin
geç kalmağa tahammüllü olduğunu kim söylüyor? Parçalara merak salanların
parçalayıcılığı daha ne kadar sürer?
Bundan
sakınmalı.
Gecikmek,
bu diyarın dışında kalmalıdır. Detaya hasret duyanların da «Detay» oldukları
muhakkaktır.
SULTANIN ALTINLARI
Kanunî
Sultân Süleyman’ı ve devrini hatırlayınız. Yeryüzünün tek ve en kıymetli
parası, altın ortalıktadır. Yedi iklimde gerçek ve büyük değerdedir. Bütünlük
ve sağlamlığa tahammül gösteremiyen . Yahudilerin
yaptığını biliyor musunuz? Durun anlatayım :
Karar
alınmıştır. Her Yahudi, eline geçirdiği on gramlık altın paraların etrafını
kırpacak ve her liradan iki gram eksiltecektir. îşin farkına varıldığında ise
gecikme tamdır... Yüz milyon altının gerçek değeri seksen milyona inmiş ve
devletin itibarı kısa bir zamanda kırpık paralar yüzünden zedelenmiştir.
Teferruat
bezirgânları bir süre için başarılıdır. Derleniş ve toparlanışın faturası
oldukça yüksek bir seviyededir. Geç farkına varış, bu toprakta pahalıya
malolmuştur.
Hasret
olmalıdır. Ama, hasete varan detay-cılık, şekere
bulanmış kinin gibi günün birinde ağızları yakacak. Bunu kimler özlüyor, niçin
özlüyor?..
HEDEFE ULAŞMAK
Evet.
Hedefe birlikte varılır. Bir koldan ve yekpâre... İktisâdi ve politik
mücadelede hedef kestiremeyenlerin yaptığına ancak «Kör Döğü-şü» denir. Şayet hedef bir tane ise ve ortada ise. zaptedilmesi zarurî
ise birlikte varılacaktır. Tabyaları terkedip açıkta kalmanın zararı kime?
Geç
kalmağa tahammüllü olduğumuzu kim söylüyor? Parçalara merak salanların
parçalayıcılığı daha ne kadar sürer?
Bundan
sakınmalı.
Gecikmek,
bu diyarın dışına itilmeli. Yekpâre mücadelede teferruata merak salanların
«Teferruat» oldukları muhakkaktır.
ESER Mi, ESER ADAM MI?
«Şu
eser pek güzel» diyorsanız çok şey söylediniz demektir. «Güzel ve pek güzel»
sözlerinin ardında ve temelinde nice-nice yorgunluklar yatar. Meseleyi biraz
daha açalım isterseniz.. Söz gelimi mimarî bir eser
önündesiniz, kalbinizden de «Aman ne güzel» demek geçiyor. Tam o anda durunuz.
«Güzel»
hükmü, eser sahibine varana kadar baktığınız yapıyı köprü olarak
kullanıyorsunuz. Burada «Güzel» olan o yapı değildir. Esere verilen emek ve
yapıyı «Yapı» yapan kimsedir. Biz o sırada bu noktaya kadar gelebilmiş ve
yorgunluğunu şekillendirebilmiş emek sahibine hattâ emeğe «Güzel» diyoruz.
Güzel, alın terinin ve tecrübenin fiatı oluyor. Yapının değil!
Hoşa
giden her eserin ardında mutlaka yorgunluk yatar. Çile yatar. Belki de sobasız
kışlar, yarım ayakkabılar ve akılalmaz gayretler yatar. Siz bunlara «Güzel»
dediğinizin farkına varmalısınız. İşte o zaman «Güzel» in tesbitin-de emek ve
yorgunluk da hissesini alacaktır. Tabiî iyi de olacaktır.
SANDVİÇ
Çok
tanınmış bir hikâyecimiz var. Adını burada yazmak istemem. 1960’tan beri
tanırım. Sapına kadar milliyetçi ve mukaddesatçıdır. Bütün eserleri Edebiyat
Fakültesinde örnek eser diye tanıtılır. İşte bu dostumun günlerini bir
sandviçle geçirdiğini, yıllar yılı hiç şikâyet etmeden bütün sıkıntılara göğüs
gerdiğini hatırlarım. Çok zengin sosyalistlerle bu fedakâr dostun mücadelesini
ve her seferinde alın akıyla çıkışını bugün gibi biliyorum.
BİR YUMURTA
Bir
örnek daha vermek faydalı olacak. İstanbul Belediyesi İktisat servisinde bir
arkadaş çalışır. Mühim bir mevkii vardır. 1960-64 arası —inanınız ki— günde sadece
bir tek yumurta ile hayatını sürdürmüş ve İktisat Fakültesini en iyi derece ile
bitirmiştir. Şu sıra çok faydalı ve memleket çapında mühim vazifeleri dürüstçe
yürütmektedir. Talebelik yıllarında, parça parça elbisesine, eskiciden alınmış
altı delik iskarpinlerine bakmadan dört yıl boyunca sol sempatizanı
zavallılarla kıyasıya mücadeleye girişmişti. Taviz vermez dürüstlüğü ve
yürekten inan-mışlığı ile hepimizin saygısını kazanır fakat gösterdiğimiz aşırı
hürmet hisleri altında utanır ve sıkılırdı.
BAŞHEKİM
Kulakları
çınlasın, şimdi büyük bir ilimizin Devlet Hastanesinde Başhekim olarak vazife
görmekte... Lise çağlarında (akşam üzerleri)
sınıflardaki çöp tenekelerini dolaşır, az kullanılmış buruşuk kâğıtları toplar,
silip temizleyerek ödev kâğıdı yapardı. Bu durumu benden başkası bilmiyordu.
BAHÇEDEKİ KAR
En
büyük üç vilâyetimizden birinde ve Emniyet üst kademesinde çalışıyor. Yine
lisede iken oda kiralayacak parası olmamıştı. Evden ve ailesinden uzakta idi.
Aydan aya kendisine pek güç şartlar altında gönderilen mütevazi
bütçesi oda kiralamasına yetmiyor ve bir evin bahçesinde yatıyordu. Sabahları
ben uyandırıyordum. Dondurucu kış sabahlarında yorganının üzerinde bir karış
kar olurdu. Hiç bir şey yokmuş gibi uyanır. «Ne de güzel kar yağmış, bahçeye
bak bembeyaz» derdi...
YETMEZ
Uzun
yıllar önce.. Güzel Sanatlar Akademi-si'nin Mimarlık
bölümünde talebeyim. Sınıfta 35 kişiyiz. Dersler başlayalı bir hafta olmuş.. Bir kişi eksik... Derken «Statik» dersinin ortasında
anfinin kapısı açıldı. Bir delikanlı girdi. Bu yeni gelen otuzbeşinci arkadaş
bakındı bakındı, yalnız benim yanımda boş yer olduğu için gelip oturdu. Usulca
selâmlaştık. Teneffüse de beraber çıkar olduk, tyi insandı. Çabuk kaynaştık.
Hayatını anlattı. Sabrınıza sığınarak yazıyorum:
İlkokul öğretmeni imiş. «Yetmez»
demiş.. Eğitim Enstitüsüne devam etmiş. Ortaokul
öğretmeni, sonra ortaokul müdürü olmuş. «Yetmez» demiş. İstifa edip bir
bankanın açtığı imtihanı kazanarak bankacı olmuş, şef olmuş ve bankaya müdür
olmuş.. «Yetmez» demiş. Kafasına «Yüksek Mimar» olmayı
koymuş. Akademi imtihanlarına girip 2500 kişi arasından ilk 35’e dahil olmuş.. ve bir hafta gecikmeyle gelip
benim yanıma oturmuş...
Geçen
gün ziyaretime geldi. Eski hatıraları andık. Şimdi İstanbul’u plânlayan;
İstanbul’a şekil veren resmî bir görevle Yüksek Mimar olarak çalışıyor. «Yeter
artık» dedim yarı şaka... Ama verdiği cevapla gerçekten irkildim...
Yetmez,
dedi... Memleketime ve milletime daha faydalı olabilirim. Fransa’ya gidip dünya
çapında mimarî ihtisas yaparak Türkiye’ye döneceğim...
SİZ
NE DERSİNİZ?
«Eser»
mühim ama «Eser Adamlar» daha da mühim.
Bilmem
anlatabildim mi?
BİZ DE SUÇLUYUZ...
Bilmem
farkında mısınız? Bu memlekette «Sol cereyan» yıllar yılı kendini bilememekle
meşguldü. Romanıyla, hikâyesiyle, şiirleriyle, sinema ve tiyatrosuyla hattâ
ressam ve müzisyeniyle. Ha bire sivri adam yetiştirdiler. Bu son derece plânlı
ve programlı çalışmaların hedefleri bugünlere dönüktü. «Pat» diye bir günde
olmadı olanlar.
Biz
hâlâ uslu-uslu oturmakta devam edersek yerlerimizi ısıtırız ama memleket de lâf
aramızda buz keser. Atı alan Üsküdar’ı geçmeden toparlanmak zamanıdır.
Adam’a
ihtiyaç var. San’atkâra ihtiyaç büyük. San’atkârm bulunduğu kefe, edebiyatçının
ağırlığını koyduğu kefe daima ağır basacaktır. Sahip çıkılacak insan cevherimiz
az değildir. Ama onlara sahip çıkanlar nedense pek azdır.
İKİ
ÇEKİ ODUN
Yıllar
evvel, kış mevsimini rahat geçirebilmesi için solcu bir romancıya iki ton odun
parası karşılığı «Ödül» verilmişti. Bay romancı, eserlerinin büyüklüğü
karşısında bu mükâfatı hakettiğini sanıyordu. Ölünceye kadar da böyle bildi.
Burada
Marksist solcuların fırsat düştükçe ödül dağıtmalarının boşa giden bir hareket
olmadığını anlatmak istedim. însan; his adamıdır, heyecan adamıdır. Ne olursa
olsun, bir karşılık bekliyecektir. Onun verimliliği ve çalışma şevki için,
mes’elesine sıkı sıkıya sahip çıkabilmesi için gayret verici «Teşekkür»lere hiç
mi ihtiyaç yoktur?
Peki
bunca yıldır biz ne yaptık Allahaşkma?..
Her
müspet hareketi ve her tatlı heyecanıyla bu ülkenin gerçek evlâdı olduğunu
defalarca ispatlamış hangi san’at ve fikir adamını yürekten alkışladık? Sahi,
hangi ödülü verdik dersiniz? Bırakın ödülü-mödülü..
Hangi bayram hatırladık?.. Sanki,
işimiz gücümüz adama çelme takmak. Yaptığı bunca hizmeti fitil-fitil burnundan
getirmek... San’atı ve fikri fuzulî saymak bize mi vergi acaba? /
Muhafazakâr
milliyetçi basın kendine derhal çeki-düzen vermek zorundadır. Her cephede
«ADAM» yetiştirmek bundan böyle en mühim hedef, daha doğrusu mecburiyettir.
Pırıl-pırıl
çocuk şiirleri, hikâyeleri yazılacak. Tokat gibi piyesler, şelâle gibi
romanlar, incelemeler yazılacak. Bu memleketin has gerçeği, bu vatanın dili ve
esprisiyle buram-buram sunulacak. Bestekâr ve icracılar suyüzüne çıkacaklar.
Medeniyetleri ve tarihi dize getiren mizah unutulmayacak. Şaka diye kabul
etmeyin, kıvrak zekâlarıyla sahne ve perde komedyenleri dahi bu mevzuda ön
plânda bulunacak.
BALENİN İÇERİĞİ
Milliyetsiz
sol basında şu tür haberlere sık sık rastlarsınız; «Türk balesinin içeriğinde değişiklik
yapılacak.»
Anladınız
mı neymiş? «Balenin içeriği» değişecekmiş... Üstelik,
haberin başına da sıkılmadan «Türk» diye yazmazlar mı? Sersemliğe bakın ki,
baleyi de «Türk» diye yutturacak bu zibidi densizler. Aksesuarını bile
yapamadığımız şeye «Türk» demek de neyin nesi? Sen önce sulu ağızla
seyreylediğin balerinin, hiç olmazsa pabucunu kendi memleketinde yap. Yap da
gerisini sonra konuşalım...
ÖNCE «FİKİR ve SAN’AT» İKTİDAR OLMALI
Bunu
farketmemek bir yerde ayıptır.
Önce
«fikir ve san’atın iktidar olması» şartı politikacıların kafasında yer
bulabilmelidir. Aksi halde siyasî iktidar her zaman çürük temeller üstünde
sallanıp duracak ve devamlı tedirgin edilecektir.
Azıcık
dikkat yeter.
Bugünkü
Türk san’at ve edebiyatı, onu küçük gören ve yok farzeden hırçın bir azınlığın,
derme-çatma aklıyla giriştiği tasallutlar silsilesi yüzünden yaralanmıştır.
Görünüşe bakılırsa gerçek ve dürüst san’atımızın «düşmesi» yakındır.
HER YERDE ve HER TAŞIN ALTINDA
Şaşırmayı
becerebilen zihinler, çarelerin yorgunluğuna katlanacaktır. Şu anda bütün fikir
ve san’at akımlarına azıcık göz atabilecek kişi, her taşın altından Marksizm’in
çıktığını hayret içinde farkedecektir.
Oldu
mu ya?
Hırçın
ve derme-çatma akılların yıllar yılı aynı hedef doğrultusunda çalıştığı, ne
hazindir ki; başarılı da oldukları görülüyor.
Şiirin
altında Marksizm...
Hikâyenin
altında, romanın altında, tiyatronun ve sinemanın altında hep Marksizm... İyi
ama suçlu kim? Marksistler mi? Çok kolay bir suçlama bu. Küçüklüklerin ve basitliklerin
cirit attığı zavallı bir suçlama ve «İşin içinden» çıkış.
DÖRT DÖNMEK NİYE?
Öyle
ya... Şaşırmak zamanı mı? Yoksa toparlanmak mı «şart» oldu?
Milliyetçi
ve memleketçi münevverler kendilerine çeki-düzen vermek zorundadır. Bu arada
gazetelerimize ve yayınevlerimize iş düşüyor. En büyük görev de milletten yana
olan partilere ve iktidarlara düşmekte. «Uyuyan tavşan» olup, kaplumbağayı
güldürmek niye?
Millî
Eğitim ve Kültürümüzle ilgili müdürler, başmüdürler ve müsteşarlar... Müsteşar
yardımcıları, başmüdür yardımcıları ve müdür .vekilleri...
Maroken koltuklar, telefonlar, daktilo makineleri, «Buyrun efcndimler», sıhhat
ye âfi-yette olanlar, demli çaylar, iki lâf etmeler ve «hay hay»lar...
Günlük
ve saatlik yaşayanlar.
Ankara’yı
«Ankara» yapanlar... Saat beşten sonra yorulanlar. Yani, kültür ve eğitimimizi
emanet ettiklerimiz... Keşke, diyor insan. Keşke «Emanetçi Sultanâ» ya
bıraksaydık bu değerlerimizi. Hiç olmazsa kaybolma korkusuyla üzülüp durmazdık.
ÇEKTİKLERİMİZ
Dikkat
etmişimdir. Bu millet en çok «Kendilerinde çok şey vehmeden» meraklılar ordusu
yüzünden çekiyor. Kendisinde çok şey vehmeden profesörlere bakınız. Kendi
ihtisasında gariban, fakat memleket kurtarmada üstad... Politik ihtirasların
kurbanı ilim-milim adamları. Sapır sapır dökülmeyi göze almış, fakat; politikayı «Politikacılara» bırakmak basiretini
gösterememiş göstermelik profesörler.
Sayıp
döktüğüm bunca kişi, bunca üstad (!) lise ve üniversite çapında bir san’at ve
edebiyat dergisi bile çıkaramıyorlar.. Çünkü
çıkaramazlar... 15-20 yaşlarındaki pırıl pırıl gençlerimizin okuyup takip
edebileceği (Ekol seviyede) bir dergi yoktur. Ama, sol
tandanslı dergi ve aylık gazetelerin miktarı düzineleri aşmakta. Yazık...
Halbuki;
millî değerlerin hizmetinde, gerçek fikir ve san’at dergilerine ne kadar da
muhtâ-cız.
Kulaklara
küpe olsun: Milliyetçi ve memleketçi olmağa üşenenler önce san’at ve kültürde iktidarı
ele geçiriyor. Gerisi de kolay oluyor.
Gençlik
susuzdur. İlkokul, ortaokul, lise ve üniversite çapında yığınla dergi
çıkarılmalıdır. Milliyetçiliği Ve memleketçiliği hissedip, tanıyıp, öğrenememiş
delikanlılardan ne bekleniyor?
Saat
beşten sonra yorulmak cinayettir. Suyu baştan kesemiyen beyefendilere
Ankara’nın havası bundan böyle yaramıyacak. Biline...
«Emânetçi
Sultanâ» ya selâm olsun.
Kendinde
çok şeyler vehmeden ilim-milim adamlarından da şöyle kenara çekilip yol
açmalarını rica ederiz. Gelecek neslin kapısında durmasınlar.
MERAK ETMEYİN ÇOK KALMADI
Bizim
dışımızdaki çoğu ülke san’at ve edebiyatı basbayağı iş edinmiş, bu uğurda büyük
paralar harcamıştır. Yeni imzalar, yeni eserler ardı arkası kesilmeden sel gibi
akıp durmaktadır.
PARSEL PARSEL SAN’AT
Yirminci
asırda bazı san’at dalları Batılı ülkeler tarafından bilhassa benimsenmiş ve
san’-atm uçsuz bucaksız ufukları âdeta parsellenmiş-tir.
Bir milletin ihtisaslaştığı akımlar ve türler vardır ve diğer ülkeler o dallar
ve türlerden başka yönlere ağırlık vermek ihtiyacını duymuştur.
ÖRNEK Mİ?
İngiltere’yi
örnek alınız. Bu millet, dünya ti-latrosunu kontrol altında tutmakta, oynanış
ve j orumlayış açısından başı çekmektedir. Dünya sahneleri o derece
şartlanmıştır ki, nerede bir tiyatro açılsa Shakespeare’den bir eseri ilk oyun
olarak seçmek mecburiyetini hisseder. Büyük oyuncu ve rejisörler hep
İngiltere’den çıkmakta ve ihraç olunmaktadır. Şu sıra yeryüzü piyasasını elde
tutan tiyatro artistleri hep İngilizdir. Ric-lıard Burton, Sir Laurance
Olivier, Alec Guines, vs...
Ya
Fransa?
;
O da resim ve düşünce plâtformuna sahip’ çıkmıştır. Resmin her türlüsü ve
fikrin her türlüsü... Nasıl ki, tiyatro İngiltere’de tahsil edilirse, resim de
Fransa’da tahsil edilir olmuştur... Farklı ve değişik fikirlerin doğduğu yer
olarak tek örnek Fransa gösterilebilir.
Bu
bölüşme ve parselasyondan İtalya da payına düşeni almıştır. Opera denince,
dekor denince İtalya, akla gelir.
Avrupa’ya
ve Amerika’ya dekoratör ve operacı ihraç eden İtalya, sırf bu yüzden büyük
gelirler elde etmiştir ve bundan böyle de edecektir.
Hollanda
boyayı seçmiştir. En iyi guaş ve yağlı boyayı HollandalIlar yapar. Fırça yapımı
ve matbaacılık da hünerli Alınanlara bırakılmıştır. Mürekkep ve yazı
malzemeleri de Almanlar tarafından yapılır ve yetmişiki millete satılır.
Avusturya
musikiye, Çekoslovakya porselen ve kristalciliğe sahip çıkmaktadır. Bugün
«Viyana» denince bizim bile aklımıza hemen müzik gelir.
Az
kalsın unutuyorduk. Ruslar da kürkçülükte pek beceriklidir. Her yıl milyonlarca
kara koyun kesilerek, karnındaki kuzular daha doğmadan öldürülür ve gün yüzü
görmemiş minicik yavruların kürkleri bütün dünyaya meşhur astragan kürkü olarak
satılır.
KİM GELİYOR?
Bir
arkadaşım anlatmıştı. Fransa'nın Orly Havaalanına indiğinde ortalığın ana -
baba günü olduğunu görür. Yığınla insan meydanda eli çiçekli beklemektedir.
Meraklanıp birine sorar :
Ne
var, Başkan De Gaulle mü geliyor?
Aldığı
cevap gariptir:
Hayır
efendim, Maurice Chevalier geliyor.
Maurice
Chevalier bir haftalığına Amerika’ya giden 70’lik Fransız şarkıcıdır.
AKADEMİ ÜYESİ
Fransa’da
bir müessese var: Fransız Akademisi.
En
değerli ve tecrübeli san’at ve edebiyat adamları bu akademiye seçilir. Sanırım
35 kişi... Bu miktar değişmez. Eğer biri vefat ederse yerine bir başkasını
seçerler. Bu Akademi üyelerinin tesiri o derece büyüktür ki, bir tekinin bile
«Güzel» demesi kitabın Fransa’da ve bütün dünyada en az 300 bin satmasına
yeter.
Ve
bu Akademi üyelerinin âdeta dokunulmazlıkları vardır. Hepsi de devlet
tarafından Fransa’ya hizmet için seçilip taltif edilmiştir. Devlet içinde
devlet gibidirler.
BİZE
GELİNCE
İşte
bunu sormayın. Bizde zenaat, san’at ve edebiyat son altmış-yetmiş yıldır
korunmaz ve himaye görmez. Gerçek eserler ve bizden olan değerler, taklitçi
fikirlerin yanında öksüz çocuklar gibi kalakalmıştır. Hangisi iyi ve faydalı
hangisi
çalıp çırpma... arayıp soran, murakabe! eden yoktur.
îşte
bu yüzden, bizde de adı «Akademi» olmayan, Yunanca olmayan bir üst kadro
kuruluşu! gereklidir. San’at ve edebiyatımıza yön
verecek bir kuruluş şarttır. Has eser,, ve orjinal
esere ihtiyacımız yar.
Ama,
siz diyeceksiniz - ki, Türk-İslâm Eserleri Müzesini onbeş yıl bir Hıristiyan
müdüre bırakan zihniyet bunu nasıl düşünür?
Ama,
siz yine diyeceksiniz ki, güzelim Üçüncü Ahmed Çeşmesini yüznumara olarak
kullanan zihniyet bunu nasıl düşünür?
Doğru...
Ama, öyle bir nesil, öyle bir şuurlu nesil yetişiyor
ki, sakil ve zavallı zihniyetin tozunu atacak.
Ancak
bundan sonradır ki, Türkiyemiz aydınlanacak... Merak etmeyin, çok kalmadı.
BAHTİYAR
Bir
Fransız yazarına «Bahtiyar mısınız?» diye sormuşlar. Cevap çok nefis ve düşündürücü :
Lüzumundan
fazla bahtiyar olmadığım için bahtiyarım...
Geçen
gün dertli bir arkadaşım geldi. Ohla-dı, pufladı..
Meğer parasızlıktan yana üzüntüsü varmış. «Ayıp ettin doğrusu» dedim. «Sen milyoner bir adamsın. Bir de kalkmış, dünyaya küsüyor,
yok yere dertleniyorsun.»
Şaşırdı
tabiî.
Bak,
dedim. İki koluna iki milyon fiat hiçseler, omuzundan koparıp alacak olsalar
satar mısın?
Satmam.
Ya
peki, iki gözünü birden milyona satar mısın?
—'
Satmam.
İki
ayağını beşyüz bine?
Satmam..
Öyleyse,
bunca sermayene rağmen, zenginliğine rağmen ahlayıp, oflaman doğru mu yani?
Ufak tefek para sıkıntıları herkesin başına gelir. Bırak bu türlü acaiplikleri.
İnsanlar
dikenler arasında gül görüp sevineceklerine, güller arasında dikenleri görüp
şikâyet ederler.
Bütün
mesele bu ters mantığın yıkılmasıdır. Yoksa bunu başaramıyanlar, milyarlara da
sahip olsalar bahtiyarlık muhaldir.
YALAN SÖYLÜYORSUN!
Gazete
okumak da bir hünerdir. Verilen haberin, söylenen sözün ardındakini bulmak ve
bilmek alışkanlığı zor kazanılır. Ne her şey apaçık yazılır, ne her şey apaçık
söylenir. İyi bir gazete okuyucusu iseniz meseleleri «şıp» diye farket-mek ve
çözmek elinizdedir. Gazete bir mektep, hatta bir üniversitedir. Söze dikkat
şartiyle.
Bir
örnek vereyim: Sen yalan söylüyorsun, demek için çeşitli formüller vardır. Bu
formüller söyleyenin (zamana ve zemine göre) durumuna bağlıdır; politik
mevkiine ve karşısındakinin sosyal kademesine göre değişir. Bir diplomat, bir
başka diplomata «Yalan söylüyorsun» diyemez. Derse zaten diplomatlığı ortadan
silinir. Peki, nasıl söyler bunu? Anlatayım:
Son
derece güler yüzle ve yavaşça muhatabına yaklaşır. Yine son derece samimiyetle
hararet derecesinde elini sıkar. Dereden tepeden usulünce konuşur ve yeri
gelince «Zatıalinizin zaman - zaman gerçeklere
istemiyerek sırt çevirdiğine sizin takdirkârınız sıfatıyla şahit olmaktayım
mösyö...» der. Ve mösyö de kendisine bal gibi «Sen yalan söylüyorsun» dendiğini
anlar.
Peki,
politikacı nasıl söyler bunu?
«Pek
muhterem Hüsamettin Bey’in memleket gerçeklerine uzun zamandır yabancı
kaldığını ve doğruyu görmekte güçlük çektiğini üzülerek far-ketmiş
bulunmaktayız» der, ve yine muhterem Hüsamettin Bey de
kendisine yalancılık damgası vurulduğunu o saat anlar.
Eğer,
edebiyatla yakından ilgili ise, diyeceği şudur:
«Siz,
haklı olabilirsiniz. Fakat sizi haklı çıkaracak bir düşünceye edebî literatürde
herkes gibi ne yazık ki biz de rastlıyamadık.»
Fikir
adamı ise :
«Bu
fikirde oluşunuzu yadırgamak elbette imkân dışıdır. Çünkü,
sizin temsil ettiğiniz düşünce tarzına öteden beri kendimizi alıştırmak
gayretini gösterdiğimizi biliyorsunuz. Ne yazık ki, bu türlü meçhul hedeflere
sizinle birlikte yönelmek büyük bir cesareti gerektirir. Kabul edersiniz,
böylesine bir cesaret ise bizim yabancı-mızdır.»
Şayet
ilim adamı ise :
«Sizin
dünya ilimlerine uzun zamandır yeni ufuklar açmak istemenizi ibret ve merakla
takip etmekteyiz. Ne var ki, bu türlü fazla meraklar ve lüzumsuz acelecilikler
sizi hep karanlığa sev-ketmekte ve bizler için de endişeyi mucip olmaktadır» diyecektir.
Fıkra
yazarı ise :
«Zühtü
Bey’le aynı fikirde değiliz. Bugüne kadar da aynı fikirde olmadığımız için
üzülmüş de değilim. Hatta bu yüzden gururlu olduğum bile söylenebilir.
Korkarım, Zühtü Bey bu gidişle yalnız kalacak.»
Mizah
ile uğraşıyorsa :
«Haşan
Bey aklını peynir ekmekle yemiş. Bu zamanda peyniri nereden bulmuş, demeyiniz. Ha san
Bey’in her zaman işi iştir, kaşığı gümüştür,
Ve
çoktandır Haşan Bey’in beyni çürümüştür...» diye
yazacaktır.
Şayet
hoşsohbet bir vatandaşsa:
«Ben
Hasan Bey’i bilirim... Doğru söylerse günaha girer.»
Korkağın
ve beş para etmezin biri ise : «Bilmem ama,
belki benim dediklerimde de gerçek payı vardır. Haklısınız fakat
sizin de arada bir yanlış yorumlar yapabileceğinizi nasıl düşünemezsiniz?»
İşin
kötüsü; hem beş para etmez, hem de ilericiyim diye geçiniyorsa bırakınız
cesareti-mesareti :
«Olasılıklar
içinde olanaklar aranacaktır. Gerekirse Danıştay'a başvurulup Anayasa
çizgisinde düzene sıkıca sarılınacaktır.» gibi
kaypakça lâf1ar edecektir.
Yaa.. İşte böyle dostlarım. Kimin ne menem şey olduğu az bir
gayretle gazete sütunlarından öğrenilebilir.
ROMALI YUMURTA
Hoppala...
Böyle de başlık olur mu? demeyin. Şu dünyada neler
oluyor neler.., Hem böyle garip başlıklar koymasam bu
kadar uzun yazıyı nasıl okursunuz. Hele aylardan ağustos, günlerden de
pazarsa...
Gördünüz
mü? Buraya kadar bir çırpıda okudunuz... Demek ki, sonuna kadar okuyacaksınız.
Ha gayret...
Yazı
yazmanın, hele-hele okutmanın çeşitli yolları vardır. Bunun için okuyucuyu iyi
anlamak gerekir. Hitap edilen kitlenin mümkün mertebe çok olması lâzımdır.
Üstelik okuyucuyu ikna etmek, yazara karşı güven duygusunu azamî seviyede
tutmak icabeder.
Bir
de... anlaşılır ve aydınlık olmak önde gelir.
Okuyucunun düşündüğünü düşünmek, hissettiğini hissetmek, demek istediğini demek
gerekir.
KÂZIM GENÇ HOCA
Ortaokulda
iken Kâzım Genç adında bir hocam vardı. (Allah uzun ömürler versin) çok tatlı
da hırsları vardı. Yüz mevcutlu küçücük bir ortaokulda 70x100 eb’admda elli
tane haftalık duvar gazetesi çıkarırdık. Aman ne güzel olurdu. Birbirimize
zehir-zemberek çatardık. Boyumuz-,dan büyük
polemiklere girişirdik. Ama hiç bir zaman iş kavgaya dökülmezdi.
Sonra,
okul kitaplarına bağlı kalmazdık. Bizim Türkçe imtihanımız günlük gazetelerden,
haber ve makalelerden olurdu. Ve bu yüzden her gün gazete okumak zorundaydık.
Daha 12-13 yaşlarında makale, fıkra ve politik yazılar okuma alışkanlığını
edindik. Eh güzeli; gazete nasıl okunur, okunan yazı nasıl yorumlanır onu
öğreniyorduk. Kâzım Genç hocanın aşıladığı bu hızla o devre öğrenci
arkadaşlarımın hemen hepsi Türkiye’nin idari ve icra organlarında en üst
seviyede yer almıştır.
Günlük
gazete okumanın faydalarına dair en iyi örnek sanırım Kennedy’ler örneğidir.
Anlatayım:
SIRA SIRA BAŞKANLAR
Ana
Kennedy her sabah çok erken kalkar, eve gelen gazetelerin her yanını bir güzel
okurmuş. Politik, İktisadî, sosyal ve aktüel yazıların en güzellerini hemen
keser, duvara yapıştırılmış. Daha sonra uyanan çocuklar elini yüzünü yıkarlar,
odanın duvarı önüne dizilip, yapıştırılan yazıların tamamım okurlarmış... Bu,
günlük yazıları okumadan kahvaltıya oturmak yasak edilmiş.
Ve
sonunda bildiğiniz gibi üç yaman Kennedy yetişmiş... Başkan iken öldürülen John
Kennedy, başkanlık seçimleri arifesinde öldürülen Robert Kennedy ve bir
zamanlar Amerika’nın en kuvvetli başkan adayı Edward Kennedy...
ÇOK MANÂLI BİR SÖZ
John
Kennedy, Nixon’u altedip A.B.D. Başkanlığına oturur oturmaz kardeşi Robert
Ken-nedy’yi Adalet Bakanı yapmıştı. Yaşı otuzu henüz aşmış yeni bakana karşı
mırıldanmalar başlamıştı. Bir gün dayanamayıp Başkan’a söylemişler
:
Sayın
Başkanım, Adalet Bakanlığı çok önemli bir mevki durumundadır. Kardeşiniz Robert
ise henüz, pek genç. Bir aksama olmasın... Acaba yapabilir mi?
John
Kennedy’nin cevabı pek enteresandır...
Yapar...
Çünkü o bir Kennedy’dir...
DİYECEĞİM ŞU Kİ
Evet
dostlarım... Gazete okuma alışkanlığı en faydalı iptilâdır. Yakınlarınıza ve
çocuklarınıza vurdulu kırdılı gangster romanları yerine müsbet neşriyata karşı
yakınlık uyandırınız. Onlara beğendiğiniz yazıları tavsiye ediniz. Bildiğinizi
kendinize saklamayınız.
Çocuklarınız
gazete okuma alışkanlığı kazanmışsa artık korkmayınız. Hem sizin hem de
memleketin faydalı bir adam kazanacağı muhakkaktır.
«Romalı
Yumurta»yı unuttunuz. Demek istediğim, en son paragraftaki cümlelerdi... İşte
onları unutmayınız...
KEMAL TAHİR’İN ÖLÜMÜ
Kemal
Tahir’i bilirsiniz.
Peki,
nasıl öldüğünü de. bilir misiniz?.. İşe baştan
başlayalım: Romancı Kemal Tabir, Ma-yakovski kopyacısı (sözde şair) Nazım
Hikmet’in hapishane arkadaşıdır. Bilgi ve kültür alışverişleri olmuştur.
Sonunda Kemal Tahir, Sol’un kullanabileceği bir kıvama gelmiş ve hapishane
çıkışı üstüste romanlar neşrederek sola karşı olan borcunu ödemeye başlamıştır.
Sol,
yeni bir edebiyat adamını «BÜYÜK ROMANCI» olarak kabullenip büyük reklâm ve
propagandalarla Türk okuyucusuna lanse etmiştir.
Buraya
kadar bir şey yok.
Fakaat,
aradan yıllar geçip te Kemal Tahir elyordamıyla gerçekleri yazmağa başlayınca
«Azınlık sol» kızgın tavaya atılmış diri bir istavrit gibi tutuşmaya
başlamıştır... Çünkü beklenmeyen bir zaman ve zeminde bu türlü çıkışlar zaten
karışık olan solu daha da karıştırmıştır... Peki, bu tedirginliğe sebep ne?
Durun anlatayım: Kemal Tahir, elyordamıyla vardığı gerçekleri artık gizleyemez
durumdadır. İki yoldan birini seçmiş; Mertliğe, dürüstlüğe giden yola sapmıştır
ve... yakın tarihi şöyle bir harmanlayarak Sultan
Abdülhamid’in asla hain olmayıp son de
se rece
dürüst bir politika takip ettiğini yazıvermiştir.
Sonra
da işte olanlar olmuştur.
HASTA İDÎ
Romancı
uzun süredir ciğerlerinden rahatsızdı. Sık sık hastalanıp yataklara düşüyordu.
Derken mühim bir ameliyat geçirdi. Akciğerinin birini bedeninden koparıp
aldılar. Ama, Kemal Tahir «Yarım adam»lığma bakmadan
bildiğini okumak cesaretini gösterdi. Büyük bir pişmanlık duygusu içinde ve
eski hatalarını affettirmek kaygusu ile olsa gerek, durup dinlenmeden yazmağa
devam ediyordu. Her yeni kitabı ve her yeni konuşması ile diri istavritler
kızgın tavaya girip girip çıkıyordu.
Doktoru
ne demişti halbuki?
Sakın
ha yorulma, aman ha sinirlenme... Hele münakaşalara hiç girme. Yoksa «güm» diye
gidersin...
Kemal
Tahir bütün bu ikazları duymazlıktan geldi. Solcuları kudurtmağa devam etti.
BÎR TELEFON KONUŞMASI
Günlerden
bir gün Kemal Tahir’in Kadıköy’deki evinin telefonu uzun uzun çaldı. Romancı
usulca kalkıp telefona uzandı :
Buyrun,
ben Kemal Tahir.
Telefonun
öbür ucundan, terbiyeli ve ezik bir ses :
Affedersiniz
üstadım, rahatsız ediyorum... Ben Mehmet Barlas, nasılsınız?
Teşekkür
ederim, buyrun Barlas Bey...
Efendim
bu akşam bizim evde toplanacağız. İsmail Cem ile Yeni Ortam gazetesinden bir
arkadaş da gelecek. Uzun zamandır sohbetlerinizden uzak kaldık. Acaba siz de
gelebilir miydiniz?
Barlas
Bey, biliyorsunuz oldukça rahatsızım. Evden dışarı pek çıkamıyorum.
Aman
üstadım. Yeni Ortam’daki arkadaş sizinle tanışmak da istiyordu. Sizi hiç
yormayız efendim, lütfedip davetimize gelin. İsmail Cem de ısrar ediyor. Üstadı
mutlaka aramızda görelim, diyor.
Madem öyle, hayhay Barlas Bey. Akşama
sizin eve geleceğim.
AKŞAM
Kemal
Tahir sözünde durmuş ve Mehmet Barlas’m Şişli’deki şatafatlı evine gelmiştir.
İsmail Cem, Mehmet Barlas ve Yeni Ortam yazarı, misafiri kapıda karşılarlar.
Nezaket kurallarına harfiyyen uyulmuştur. Az sonra da yemek masasına oturulur.
Buyrun
üstadım başlayalım...
Kemal
Tahir ilk lokmayı almış, ağzına götürmüştür. Yeni Ortam yazarı meseleye «pat»
diye girer :
Son
zamanlardaki üslûp ve tutumunuz bizi şaşırtıyor. Niçin böyle yapıyorsunuz?
Kemal
Tahir, lokmasını yutamamıştır. Benzi sararır, sonra morarır...
Niçin
böyle yapıyorsunuz?
Kemal
Tahir titremeğe başlar, kesik kesik öksürmektedir.
«Niçin
böyle yapıyorsunuz»lar ikileşir ve üçleşir. Romancının nefesi daralmıştır.
Öksürük şiddetini artırır... Üç koldan yapılan yaylım ateşi de dozunu
artırmaktadır.
Yapmayın,
hastayım...
Son
zamanlardaki tutumunuz bizi şaşırtıyor. Niçin böyle yapıyorsunuz!!!
Romancı
güç halle doğrulur. Kapıya doğru ağır aksak ve sendeliyerek yürür. Nezaket
kuralları çeyrek saat öncede asılıp kalmıştır. Kemal Tahir kapıyı
bulabilmiştir... Kemal Tahir, merdivenleri de bulabilmiştir...
VAPUR YOLCULUĞU
Solun
dünkü serdengeçtisi, bugünkü solun terkedicisi Kemal Tahir vapur yolculuğu
boyunca kıvrana kıvrana öksürmektedir. Kimse yardıma gitmez. Kendini yerden
yere atan bu ihtiyarı sarhoş sanmaktadırlar. Romancı daha sonra iskeleye düşer
gibi inmiştir. Romancı evini can havliyle ve elyordamıyla bulmuştur.
Evin
alt katında oturanlar da Kemal Tahir’i kapı önünde yığılı bulmuştur. Üst
kattaki hanımına haber verilir.
SON
Üst
kata çıkamıyan romancı koltuklanarak alt kattaki komşuya sürüklenir gibi
götürülür. Ama öksürük müthiştir.
Ve
romancı artık kan kusmaktadır.
Acele
bir doktor... Acele bir doktor... demeye kalmaz. Kemal
Tahir son nefesini verir.
MERAK
BU YA
'
Acaba,
diyorum. Kemal Tahir yarım ciğeriyle ecelle pençeleşirken İsmail Cem, Mehmet Barlas
ve Yeni Ortam yazarı ne yapıyordu7 Yemeğe devam mı ediyorlardı, yeni
bir viski mi açmışlardı? Yoksa, «Ayıp ettik doğrusu»
deyip vicdan azaplarıyla başbaşa mı kaldılar.
Her
neyse... Bizim anlatmak istediğimiz bir romancının kaderi ve acı sonudur... «İşte böyle bı? dünyanın işleri.»
ATTİLA İLHAN ve
ÇIPLAK RESİM
Attila
İlhan adını duymuşsunuzdur.
Şairliği,
romancılığı yanında inceleme ve gazete yazılarıyla da bilinir. Ben, şair Attila
Ilhan’ı beğenirim de, gazete fıkracısı Attila Ilhan’ı sevmem.
Niye
sevmem?
Çünkü
gazete yazarı olarak «Her şeyin uzmanı olmuş, kendisinde çok şeyler vehmeden»
bir garip kişi görünümündedir. Sataşmayı marifet bilmek,
gazeteciliğin en kolay yanı. O da öyle yapıyor. Kolay ve basit yazıların
getireceği şöhretin Şair Attila İlhan’m omuzlarında biçimsiz ve yamalı bir
rütbe gibi durduğu (yalnız kendisinin farkına varamadığı) bir gerçektir.
Şair
Attila Ilhan’a yazık .oluyor.
Son yazılarından birinde
müstehcenliğin ve çıplaklığın savunmasını üstlenmesi (bunca avukat bolluğunda)
oldukça şaşırtıcı.
Bay
Ilhan’ın eksikliği; ülkemiz coğrafyasını bilmez görünmesinden, öz insanımızın
sosyal ve psişik yapısını umursamaz görünmesinden geliyor. Medeniyetimizin
«Günah korkusu, ayıp korkusu ve kanun korkusu» üçlemesi üzerine bina edildiğini
bilmemek «Aydın kişi» görünümündeki yazarlara bile yakışmayan bir tavır olsa
gerek.
Bu
satırların yazarı, Attila Ilhan’ın geçtiği yolları yirmi yıldır
arşınlamaktadır. Yirmi yıllık Babıâli çilesinin yanında (sözünü ettiği) Güzel
Sanatlar Akademisi çarkından da geçmiştir. Çıplak modeller ve resimler üzerine
yazı yazmayı ve Attila Ilhan’a sitem etmeyi kendisine hak sayar. Şöyle ki;
Akademideki modellerin (Hiç te Bay Ilhan’ın yazdığı gibi) ' sinema yıldızı
olmayıp, yaşı kırkı geçmiş ve fizik olarak emekliliği gelmiş modeller olduğunu
kime sorsanız söyler.
«Estetik
kaygı» da neyin nesi?
«Yeni
bir moral anlayış» da kimin fesi?
Kaldı
ki, medeniyetçi ve memleketçi görüşlere zifos sıçratmak için bu tip meseleleri
konu edinmek pek ucuz bir kabadayılık olmuyor mu? Üstelik,
vatanseverliğinden asla şüpheye düşe-meyeceğimiz bir yazarın bazı kesimlerden
ve Çiçek Pasajı’ndan «Aferin» almak için şair Attila Ilhan’ı ucuzlatması
sebepsiz bir şaşırtıcılık değil de ne?
San’atta
«EDEP» ilk şarttır.
Eğer
bir nü, şehevî hisleri tahrik eder biçimde işlenmişse ve hedefi bu ise «eser»
değildir. Çünkü aynı espriyi renkli fotoğraf çok daha iyi verebilir. Eserde,
yorgunluklar içine hapsedilmiş sonsuzluklar bulunmalı... Erotizm, pornografi ve
sadizm gibi sırtını tahrike dayamış çalışmalar san’at eseri değil, süflî bir
ticaret metaldir.
Dikkat
edilsin... Asirlardır yaşamış, örnek olmuş, mektep olmuş ve bir sonraki yüzyıla
aynı büyüklükle adım atacak resimleri düşünün. Van Gogh’u, Gauguin’i, Manet’yi,
Sisley’i ve Dufy’yi düşünün. Bu renk ve kompozisyon cambazı ustaların
büyüklüğünü inkâr kimin haddine? Peki, bunca ustayı ve eserlerini göz önüne
getiren kişi bir tek çıplak resim hatırlayabilir mi? Hayır... Peki, bu adamlar
çıplak resim yapmadılar diye küçülebilirler ve küçültülebilirler mi? Buna da hayır!..
Minyatürleri
sevmez misiniz? Ya onları yapan elleri? Peki öyle de,
çıplaklıkta ısrar niye? Mona Liza giyimli-kuşamlı diye beğenmeyecek miyiz?
Bay
Attila îlhan,
Çıplaklığa
övgü, çıtkırıldım akıllılara ve reaksiyoner tavırlılara yakışıyor.
Danimarka’nın dünkü «Danimarka», İsveçlin bile dünkü «İsveç» olmadığını
farkedemiyenlere yakışıyor. Günübirlik akımların «Güçlü San’at»
yapamıyacak-ları ortada iken yok yere gösterilen ısrar lüzumsuzdur.
Bir
de şu var :
Batı
ile Doğu san’atlarını birbirinden ayıran en önemli espri; ölçü ve anlayış
farklarıdır. Ba-tfda çabukluk ve moda, Doğu’da ise sabır ve sadelik esas
alınmıştır. Bu durum medeniyet farkından, coğrafya farkından, duyuş ve seziş
farkından doğuyor... Tezhip, hat, ebru, çeşmi-bülbül, sedefkârlık, oymacılık ve
halıcılık gibi sabır sanatları Batılıya ters gelir: Batılı; bir ihtilâl şiiri,
bir okyanus şiiri yazacaktır, kabul. Ama; düşen bir
yaprak, titreyen bir çocuk, güzelim mehtâbın şiirini ise Doğulu yazabilir.
Hint, Japon ve Çin şairleri, Osmanlı ve İran şairleri Batılı gibi değil,
elbette Doğulu gibi yazacaktır.
Hep
yirmi yıl sonrasının şiirini yazdığını söyleyen Fransız Şairi Blaise Cendrars :
«Tartıya
vuruyorum kendimi
«Seksen
kilo geliyorum
«Seni
seviyorum...» diyebilir. Ancak bu kadarını diyebilir. Sevgi ile kantarı
böylesine ahlat zevkiyle yanyana getirebilir. Şark’ın
muhteşem aşk şiirlerine ne buyurursunuz?
Aklıma
gelmişken söyleyeyim: Batılı; soysuz sevgiden, haftalık sempatilerden ve
primitif aşktan bıkalı yıllar oluyor. İnsanoğlunu bu türlü hafif ve yüceltmeyen
içgüdülerden uzaklaştırmak ve insanına seviye kazandırmak için para ve pul
koleksiyonculuğu, kelebek ve antik eser koleksiyonculuğu, resim ve hatta kapı
kolu koleksiyonculuğu yaptırmakta, teşvik etmektedir. Tabiata yöneltmektedir.
Turistik geziler tertiplet-inektedir.
Bayağılıkta ısrar ve cinsel özgürlük gibi
cibilliyetsiz hareketler, refahtan geberen (ne oldum delisi) Batılının deva
bulmaz ispazmozmla-rıdır.
. Kedi bile pisliğini göstermez ve örter.
^Ya insanoğlu?..
..Esrarın, eroinin, afyonun, LSD’nin
bulunduğu kefede ne yazık ki, çıplaklık, teşhir hastalığı, erotizm, cinsel
özgürlük de var... Hümanizm zıpırlığı var.
Bu,
böyle bilinmeli...
YIKINIZ!
Yıkanları
yıkınız.
Bizi
bizden koparanları yıkınız.
Sıra
sizde... Sahip sîzdiniz, yine sizsiniz. Her şeyinizi aldılar fakat,
doğrulacak gücünüz tükenmedi.
İstanbul
Selimiye Kışlasının süslemelerini ve hatlarını alçı ile örtenler
çıkmamalı. «Yeryüzünde en güzel san’at heyecanına ben sahibim!» diyenler
çıkmalı.
«Kadı
gibi haram yemez» diye yırtınanlar değil, «Osmanlı
toprağında tam altıyüz yıl bir tek Kadı’nm kursağına haram girmemiştir. Böyle
bir örnek yoktur!» diye çırpınanlar çıkmalı.
Yıkanlar
yıkılmalı...
Bu
çalışkan, ter erbabı millete «Tembel» damgasını yapıştıranlar değil, «Bu
toprağın insanına güvenen ve bitip tükenmez enerji cevherine yürekten
inananlar» çıkmalı...
Yıkanlar
yıkılmalı...
BUL
Picadilli
hayalcisi, sefâ kovalayışlarına yer yok artık. «Aha burası benim yurdum!»
diyerek, kır’ma kıracına kurban beyinler hani? Ki, her «Miktar» bir sonucun
âbidevî noktasıdır; belki çürük, belki yeşil... Çürük âbideler aranacak. Göz
görmek içindir, bakmak için değil.
Görenler
saf saf ve dik. Sahtiyan iskarpinler üstünde «Hissedenler ve görenler ordusu!»
Yıkık temel arayıcıları... ve bulucuları. Yıkıkları
bulan biz, peki yıkan kim? Çeyrek saat ya var, ya yok.
Yıkanlar
yıkılmalı...
OL!
Dedi
ve «OL»du.
Sen
de oldun... Vazife, görev, ödev, ümid, sancı, korku, dün, bugün, yarın...
Yeter!
İnsan
bir emirdir, çelikten yüreğiyle hem de gözleriyle. Ismarlama duygu nerede var?
Yok işte!.. Doğum, hayat ve bir kapı... «Zaman ne
kadar kısa...» Kötü bir yıkılış çığlığı bu.
Sen
istersen zaman büyüktür. Geçmişte büyüktü, ya şimdi? Dur burada!..
Zamana
sahip çıkanlar on ömür boyu yaşayacak. Ya dün’e «Benimdi» diyebilenler?.. Bir çocuğun sevimli sapan lâstiği zaman. Ve «Dünler de
benimdir» diyenler iki uçta durup mengene elleriyle bunu uzatan Bahtiyarlar
Bölüğü. Siz o bölük içre değilseniz yıkık temeller altında arayın kendinizi.
BİL
Ne
diyorduk... Yıkanlar yıkılmalı.
Sandviçe
itilen, tost tiryakisi Avrupa’ya içinizden acımak gelmiyor mu? Sahi gelmiyor
mu?
Kırkbir
ayrı nebâtın ürünü güzelim aşurenin tadına varamamış, damakları keşkek
lezzetinden mahrum hazin kitleler, tarihi de, töreyi de elbet sandviçten ibaret
sayacaktı. Ya bu «Tost Medeniyetini, bu zevksiz,
lezzetsiz ve şahsiyetsiz medeniyeti akılsız karıncalar gibi yıllar yılı bu yana
hırsızlama taşıyanlara ne demeli?
Kazmaları
onların eline veren kim?
«Yık
ve tost medeniyetini kur!» diyen kim?
Bu
nasıl kıyış ve nasıl yıkış?
Oysa,
gerçek sahip sîzdiniz. Yine sîzsiniz. Her şeyinizi aldılar, fakat doğrulacak
gücünüz tükenmedi.
Bizi
bizden koparan düşünceyi yıkınız.
Yıkınız!
DÖRT MİLYON
DÖRT MİLYON DAHA
Seydişehir
Alüminyum Tesislerinden ne haber?
İyi
haber, hoş haber ve biraz da garip haber...
Duydunuz
mu bilmem... Endüstrileşen ve ağır sanayimi kurmaya çalışan Türkiye, büyük
atılımlar içinde. Her yerde hareket var. Temeller atılıyor, yapılar yükseliyor
ve açılışlar yapılıyor. Yarınlar için hamle üstüne hamle tazeleniyor.
Yükselen
koca koca fabrikalarımız var. Hh’ fabrikanın
önüne meydanlar yapmışız. Mermerden, ak... Üstelik koca koca âbideler ve
heybetli heykeller de yapmışız. Oh ohh...
Heykel,
deyip geçmeyin. Heykel gibi var mı? Üçe-beşe bakmıyacaksınız. Fırsat çıktı mı
iyisinden yedi metre boyunda, iki metre eninde ve üç metre seksen santim
genişliğinde heykeller yapacaksınız. İster şehirde, ister köyde olunuz;
farketmez... Köyün yolu yokmuş, muhtar binası yokmuş, bunlar dert değildir.
Mühim olan heykeldir. İsterse okulun camları kırık, damı delik olsun. Şan ve
şeref için her köye bir heykel yapmadıktan sonra o memleket, memleketten
sayılmaz.
BİR HABER
Evet,
alın size bir haber: Geçenlerde Seydişehir Alüminyum Tesislerinin tam önüne bir
heykel yapmayı da nihayet plânlayıverdik. Dosta düşmana karşı bir güzel yarışma
açtık. Her yarışmaya giren müstesna yarışmacılar sağolsun-lar, eserlerini
gönderdiler. Her yarışmaya jüri seçilen müstesna kabiliyetler, her yarışmayı
kazanan bir sanatçımızı birinci seçti.
Ohh.
Öyle de rahatladık ki... Nihayet, sevgili Seydişehirimiz de mutlu ve «bilinçli»
olacak. Dört milyon liraya malolacak bu eseri göğsümüz kabararak yılda iki
bayram seyredeceğiz. Hele şükür, bugünleri de gördük. Artık, gözümüz açık
gitmez.
İSKENDERUN DA İSTER BİR HEYKEL
Evet.
Son açılan İskenderun Çelik Fabrikamız için de aynı duygu ve düşüncelerle dolu
idik. Sevgili İskenderunumuzu heykelden «yoksun» bırakamazdık. Kolları öyle bir
sıvadık, öyle bir galeyana geldik ki, üç ay gibi kısa bir süre içinde devletten
bir dört milyon daha kopardık. Yine dosta düşmana karşı müthiş bir yarışma
açtık. Her yarışmaya katılan müstesna yarışmacılar yine katıldılar. Her
yarışmanın müstesna jüri üyelerini yine çağırdık.
İnanın,
yakın bîr zamanda şanımıza lâyık bir heykel yapacağız. Böyle güzel eserler için
dört milyonun lâfı mı olur? Esere bak esere... Şu heykeller de olmasaydı acaba,
müstesna kaa-biliyetlerimizin hâli nice olurdu?
Bazı
zıpçıktılar diyorlarmış ki, İngiltere’de topu topu beş heykel var, Fransa’da
yedi-sekiz tane var... Lâf bunlar efendim, lâf. Bı bütün Türkiye’nin her yanını
heykel ve âbidelerle dolduralım da hasetten çatlasın kefereler...
DUMLUPINAR MESELESİ
Efendim,
1970’lerde tutup bir «Dumlupınar Âbidesi» yaptık. Kötü mü ettik. Altı-üstü,
onüç milyon lira harcadık. Böyle zamanda paranın lâfı mı olur? «Milyonlar boşu
boşuna' gidiyor» diye mırıldananlar olmuş. Al sana bir dert... Biz bu memleket
için gece gündüz kafa yorup, heykel plânları yapalım, onlar da çıkıp bizden
hesap soracak olsun. Gülerim ben bunlara. Size bir şey söyleyeyim: Bu ülkede
herşeyin hesabı sorulur ama, heykelin sorulmaz.
Seydişehir’e
dört milyonu çok mu görüyorsunuz yoksa? _ İskenderun’a da mı dört milyonu fazla
buluyorsunuz? Hele Dumlupınar... Değil onüç milyon, onüç milyar harcasak
Dumlupınar-larm hakkını ödeyemeyiz.
Geçenlerde
bir akıllı çıkıp demiş ki: «Son üç yılda yapılan heykel ve âbide paraları ile
seksen köyümüz elektriğe kavuşur veya altmış ilçemizde fabrika açılırdı...»
Gel
de kızma...
Yok
yere öfkelenen bu tip kişiler bize devamlı köstek olur zaten. Bazılarına o
derece önem veriyoruz ki, sonunda başımıza belâ kesiliyorlar. Allah bu
memleketi basiretsiz ve lüzumsuz kişilerden korusun.
Değil
mi efendim?
KOLEJLİLER
Türkiyemizde
yabancı kolejler var. Bu okulların müdürleri yabancı, müdür yardımcıları ise
Türk’tür. Öğretmenlerin çoğu yabancı,, azı Türk-tür.
Ne
olmuş yani, diyeceksiniz...
Birşey
olduğu yok. Yalnız, birkaç mühim noktaya dikkat ister.
Bu
kolejler her yıl imtihanlarla talebe alırlar. En çok puan tutturan en zeki
talebelerimiz bu okullara girerler. Az puanlı, kolej dışı kalmış çocuklarımız
ise Millî Eğitimimize bağlı okullara kapağı atarlar.
Demek
ki, zeki çocuklarımızı kaptırıyoruz.
Niye
kaptırıyoruz?
Biz
de bu türlü, kendi bünyemize uygun okullar açamaz mıyız dersiniz?
Dikkatimizi
çekti... Yabancı kolejlerde okuyan talebeler sonunda, iki gruba ayrılıyorlar.
1
— Benliğini kaybedip, kültür yobazı olanlar.
2
— tnadına milliyetçi, vatanperver olanlar...
Meselenin
bizi üzen tarafı ikinci gruba girenlerin azınlıkta kalışları...
Geçen
gün gazeteci bir ahbabın çocuğu ile karşılaştım. Kendisi kolejde okuyor. Lise birinci sınıfta. Şaşırıp kaldım. Neredeyse sevinçten
uçacağım. Çocuk nasıl da şuurlu, nasıl da milliyetçi... Türkiye, dendi mi
gözleri parlıyor. Bütün dağlarımızın resimlerini toplamış. Erciyes dendi mi
dünyalar onun oluyor. Bursa’nın Ağrı’nın, Konya’nın, Edirne’nin hayranı olmuş
çocuk...
Halbuki,
bu çocukları her yıl Avrupa’ya götürüp gezdirirler. Her yeri öğretirler. Ama
iki yıldır bu çocuğu bir türlü götüremiyorlar. Soruyorum:
Niye
gitmiyorsun?
Cevaba
bakınız:
Üç
defa gittim. Her tarafı gezdirdiler. Türkiye’nin bir köyünde beş yıl
kalabilirim. Ama Avrupa’da beş saat sonra canım sıkılıyor. Vatanım gibi vatan
yok. insanımız gibi insan yok.
Bu
yaştaki bir öğrenci elbette iftiharımızdır. Yalnız bu türlü yetişenler niçin
az? işte dert bu...
Bir
çaresi var olmalı...
Var
olmalı...
SAN’ATSIZ MEDENİYET' OLMAZ!
Dünya
nerede? Türkiye nerede?
Ve
biz neredeyiz?
San’at
nedir, sanatçı kimdir? Bu konuda ne düşünüyorsunuz? Bana sorulursa yalnız
edebiyatın ve kuru politikanın bu memleket gerçeklerine «Sade suya tirit» kadar
yakın olabileceği görüşündeyim.
.
Varsa-yoksa politika... Varsa - yoksa edebiyat...
Pöh!
San’atsız
«Medeniyet» olmaz, olamaz...
1974
yılında Türkiye’ye bir Alman profesör geldi. Süleymaniye Camiinden bir türlü
koparamadılar. Hayranlığı o derece büyüktü ki, günlerce onu Süleymaniye’den ayıramadılar.
Sonunda kendisibe refakat edenlere ansızın soruverdi:
—•
Bu muhteşem medeniyetin harikulâde mimarîsi karşısında şaşkınlığım büyük. Ama, bu mimarînin mutlaka musikisi de olmalı. Bana o
musikiyi lütfen dinletiniz...
Alman
profesöre türküler dinletildi. Profesör:
Hayır,
dedi. Bu müzik, o mimarînin müziği değil...
Alman
profesöre şarkılar dinlettiler... 0 yine :
Bu
da değil, dedi.
Aradan
üç gün geçti. Profesör Almanya’ya dönmek için hazırlıklara başladı. İstanbul’un
Harbiye semtindeki bir uçak şirketi bürosundan bilet aldı. Tam kapıdan çıkarken
dehşet içinde durakladı :
Tamam!
diye bağırdı... O büyük mimarînin musikisini
duyuyorum...
esnada,
Harbiye’deki Orduevindeki askerler Mehter Marşı çalışmaları yapıyordu.
Profesör, az önce aldığı uçak biletini hemencecik iptal edip koşa koşa
Orduevine gitti. Gözleri pırıl pırıldı. Prova yapan askerlerin araşma karıştı.
Şöyle mırıldanıyordu :
—•
Biliyordum... Biliyordum... O mimarînin mutlaka musikisi de olmalıydı. Yoksa
Türkler bu camiyi yapamazdı..
Demek
ki, medeniyet politikadan ibaret değil. Edebiyattan ibaret hiç değil. San’at
olmadan, san’at adamı olmadan medeniyet olmuyor.
KAFALAR DANK DEMELİ
Türkiyemizin
yetiştirdiği usta sanatkârlar Avrupa’ya, Amerika’ya göç ediyor... İnsanı
utandıran, kahreden, yerden yere vuran bir hazin haberdir bu.
Olamaz!
Millet «Millet» mi değil?.. Devlet «Devlet» mi değil?
Ne oluyoruz?.. Köşe başlarına oturmuş «Devletliler» bu
kadar mı umursamazlık içindeler? Varılabilecek ve ulaşılabilecek en üst noktaya
gelmiş san’at ustaları nasıl yalnız bırakılır, nasıl? Akıl erdirmekte zorluk
çekiyoruz.
Ceremesini
şu necib milletin çekeceği davranış eksikliğini ve aksiyon fukaralığını bakalım
daha ne kadar zaman içimiz burkularak seyretmek talihsizliğini tadacağız?
MALAZGİRT SAVAŞI
Eski
Devlet Bakanlarımızdan Turhan Bil-gın’in kulakları çınlasın. Malazgirt Meydan
Savaşının Bininci yıldönümünde geniş çaplı bir film yapılacaktı. Çok
kabiliyetli bir rejisörle anlaşmaya varılmış ve Türkiyenin en çok ödül kazanan
rejisör-aktörüyle projeler hazırlanmıştı. Müslüman-Türk’ün tarihindeki bu en
mühim hadise son derece faydalı bir şekilde bu vatana armağan edilecekti. Bir
12 Mart Muhtırası ile bu proje de suya düştü. Ve öylece kaldı. Dileğimiz odur
ki, aynı proje tekrar suyüzüne çıkarılsın. Geç kalınmamıştır. Devlet, bu filmin
çekimini mutlak bir vazife olarak kabullenmelidir. Çünkü Malazgirt, esprisi çok
büyük bir olaydır. Israrlı olmak ve beklemek hakkımızdır.
AZINLIĞIN YEŞİLÇAMI
Bazı
ustalar, azınlığın güdümlü yardımları ile tecrübe kazandılar. Çünkü, her alanda olduğu gibi film piyasası da bu ülke
insanını hor
görenlerin
kontrolünde idi. Zamanla mesele anlaşıldı ve memleket gerçeklerini kavrayan
usta, sinema adamları bunların hegemonyasını kabul edemez duruma geldiler... Ne
yazıktır ki, yapayalnız ortada kalakaldılar. Kuru politika ve kupkuru
edebiyatla meselelere çare bulmak alışkanlığından kurtulamamış kişilerin
san’ata ayıracak zamanı yoktu.
Korkarız,
zaman gelecek; kendilerini, ülkeyi ve medeniyetimizi kurtaracak zamanları da
olmayacak.
Tekrar
edeyim: San’atsız medeniyet olmaz... Buraya mim koyunuz.
ÇOCUK ŞİİRLERİ
Üşenmeyip
1935’den bu yana yazılmış çocuk şiirlerine bir göz attım. «Göz attım» diyorsam,
bu iş için üç - dört ay uğraştığımı belirtmek iste-
Yüzlerce
şiir kitabı ve binlerce şiir...
Sonunda
öfke ve üzüntüyle başbaşa kalmak da varmış... Niyetim, en güzel çocuk
şiirlerini bir araya toplamaktı. Belki bir kitap olur, yeni nesle duygulu ve
ince bir eser kazandırılır, diyordum.
Olmadı!..
NEDEN OLMADI?
Halbuki,
önüne gelen ve aklına esen şiir yazmış. Dakikalık, saniyelik ve günübirlik
şiirler. Bizi anlatan... yok. Türkiyeyi anlatan, yok.
îşin garibi, bir tek Hıdırellez şiiri, bir tek Kurban Bayramı, bir tek Ramazan
Bayramı şiiri yok...
Son
kırk yılın «Şair» geçinenleri ona-buna övgü düzmekten, Blaise Cendrars, Saint
John Perse ve Baudelaire taklitçiliği yapmaktan «Bizi» anlatmağa vakit
bulamamışlar.
Şairlik
bu mu? Şiir bu mu?
Kendini
tanıyamamış, toprağının ve coğrafyasının sırrını çözememiş, medeniyetinden
habersiz mısra çapulcuları bugünkü yeni nesle hangi yüzle bakacak? İşin bir de
öbür yanı var. Yeni nesil kendi şairini ve sanatkârını acaba hangi gözle
görecek?.. Size söyleyeyim: Aynen benim gözlerimle ve
duygularımla...
Otuz
yılda otuz kerre «Yeni yıl» şiiri yaz da, bir def acık olsun Kurban Bayramı
üzerine şiir yazma. Ramazan’ı hatırlama... Hıdırellezi «yok» farzet... Bu durum
ayıbın ötesinde başka şeyleri de hatırlatıyor: 1 — Kasıt. 2 — Cehalet ve
he-defsizlik. 3 — Kepazelik.
Ben,
her üç maddenin de geçerliliği üzerine kalıbımı basarım. Yalnız, zoruma giden
taraf bilhassa hançer tabiatlı ve nâmert tavırlı kasıtlılar ordusunun farkına
yeni yeni varmış olmak-lığımızdır. Demek ki, şiirimizi ve değerlerimizi
Müslümanlığını kandil simidi görünce hatırlayan değersizlere bırakmışız.
EEE... NE YAPALIM ÖYLEYSE?
Kara
kara düşünmek her halde tek çare değil. Yapılmayanlar yapılacak ve
yazılmayanlar yazılacaktır. Yazılabildiği ve yayılabildiği
kadar.
Sakın
ola ki, şiiri küçümsemeyin.
San’atm
en zoru ve en kuvvetlisi şiirdir. Şiir liderdir; hatırlatır ve hedef gösterir.
Şair duygu adamıdır... Mantık yanılıyor, ama duygular yanılmıyor, yanıltmıyor.
Herşeyi mantık ile ölçenlerin kurduğu yüzlerce şirket her gün sapır sapır
dökülüp iflâs etmektedir. Fakat Mehmed Akif’in, duygu ve hayal dünyasını hangi
rakip firma yıkabilir? Necip Fazıl Kısakürek’in şiirlerindeki haşmet dolu gökkuşağını,
gerçek insanın büyüklüğünü ve cesur fildişi dünyasını bozabilmek kimin haddine?
Evet,
şair işte böylesine büyük ve cihanşümul bir dehşetin haşmetli hükümdarıdır.
Şiir'
hâlâ büyük.
Ama,
zamanımız şairi dökülüyor.
Suç
kendilerinindir.
GELELİM ÇOCUKLARA
Kitabıyla,
okul dergileriyle, yardımcı ders kitaplarıyla şiiri, gerçek şiiri çocuklarımıza
verememişiz. Tabiatı, çevresini, ailesini sevdirecek güzel şiir yok.
Bayramını-seyranını, tarihini sevdirecek şiir hiç yok. Kupkuru yeniyıl şiirleri
ve yerli malı tekerlemeleriyle ancak hafakan ticareti yapılır.
Şiir
okumasını bile öğretememişiz. Hazırol vaziyetinde ve bağıra çağıra şiir okuyan
makine gibi çocukları çok görmüşsünüzdür. Demek ki şiir sevgisi de
aşılanamamış. Hazırol vaziyetinde ve bağıra çağıra okuduğuna göre kendisini
vazifeli ve mecbur hissediyor.
Ah
öğretmen...
Senin
ilk görevin çocuklara okuma-yazma öğretmek ve bu yurdu (her şeyiyle)
sevdirmekti. Güzeli ve faydalıyı öğretip sevdirmekti. TÖB -DER’li olup vatanı
kurtarmak (!) değil.
Öğrenciye
okumayı yazmayı öğretemiyen kişiler kalkıp vatan kurtaracak...
Öğrenciye
şiir bile okutamıyanların hâline bakın...
NE DİYORDUM?
Evet,
çocuklarımıza ince duygular aşılanmalı ve şiir mutlaka sevdirilmelidir.
Sevilecek şiirler verilmelidir.
Hokkabazlık
başka yerde de öğrenilir. Okul şart değil.
HİÇ ÖLDÜNÜZ MÜ?
Bir
şair dostum vardır, Ankara’lı.
Çıkageldi...
gözleri faltaşı gibi açılmış, nefes nefese... Şaşırdım
elbet. Bana kadar ulaşabilmesi için en az doksan basamak merdiveni çıkması
gerekiyordu. Yorgunluğunu merdivene verdim. Bir süre baktı. Arar gibi, kaçar
gibi. Buyur ettim. Çöktü.
Aman,
dedi... Her şeyi Ankara’da bıraktım ve sana geldim...
Hayrola?
Evi
bıraktım, çoluk - çocuğu bıraktım... Hanımı bıraktım, hatta maaşımı bile
bıraktım. Yetti artık...
Merakım
çığ gibi büyüdü Ve o devam ediyordu :
Beni
mahvetmek istiyorlar. Almadıkları bir canım kaldı. Artık dayanılacak gibi
değildi. İşte şimdi de buradayım...
Demeye
kalmadı, arkadaşımın hammı kapıda göründü. Ankara’dan İstanbul’a kaçan eski
ahbabım susup kalmıştı.
Kalk
bakalım, dedi hanımı... Seni aramadığım yer kalmadı. Hadi, Ankara’ya dönüyoruz.
...
Doksan
basamağı nasıl indiklerini bilemiyen iki sinirli kişi caddeye çıktı.
Sonradan
çok düşündüm. Yapabileceğim hiç bir şey yoktu. Gitmişler, kahrolmayı ve
haftalar sürecek üzüntüyü bana bırakmışlardı.
MEYDAN SAVAŞI
Tanınmış
bir şair, tam beş kitap yayınlamış bir san’atkârın ölümüne şahit oluyordum. Bitmek;
bir his ve duygu adamının ölümü demektir. Arkadaşım evinden değil aslmda
kendinden kaçıyordu. Hayrettir ki, yüksek tahsilli milliyetçi bir münevver,
insanın kendisinden kaçamayacağını bilemiyordu.
Ama,
suçu yalnız şaire yüklemek haksızlık olabilir... Şehir hayatı son derece
problemli bir yaşayıştır. Şehrin kozmopolit havasında dostluklar bile sis
ardında kalabilir. Her sabah her büyük şehirde bir meydan savaşı kurulur. Ve
şehir insanı her akşam bu savaştan galip ayrılmak mecburiyetindedir. Seneler süren
bu savaşta daima galip gelenlerin bile yorulacağı unutulmamalıdır. Galipler de,
demek bir gün ölüyorlar...
Ama,
mademki bir savaş var ve mademki her gün galip gelmek zorundayız; yapacakları
mız bellidir... Önce sinirler kontrol altına alınacak. Zihinlerin etrafına tel
örgüler gerek. Hadiselere yukarıdan bakabilmek gerek. Bütün sevinçlerin olduğu
kadar, bütün sıkıntıların da bize vergi olduğu hatırdan çıkmamalı.
AYAZ
ve BUZ
1961
- 62’de İstanbul yaman bir kış geçiriyordu. Vakit geceyarısını aşkın. Şişhane’de
çıkan bir gazetede mesaimi bitirmiş. Cağaloğlu’nda bir başka gazeteye yetişmeğe
çalışıyorum. Her yan buz. Caddelerde, arada bir taksi... Kimse yok... Ayaz
iliklerime işliyor. Elimde, çanta. Galata Köprüsüne vardım. Köprü; güvertesi
buz yüklü bir gemi, bir ejderha... Bir an öylece kalakaldım.
Köprü
ile savaşa hazırlıyorum kendimi. Öbür ucuna geçmem lâzım. İlk adımımı atıyorum,
saymaya başladım, 540 adım sonra Eminönü yaka-sındayım. Beş defa kayarak düşmek
ve her seferinde karlar arasında çanta aramak pahasına. Her seferinde çanta ile
birlikte yerden öfkeler topluyorum. Hınç topluyorum.
İki
saat geçmiş; gazetedeyim. «Geç kaldın» diyorlar, susuyorum. «Bir taksi
tutamadın mı?..» Mızrak gibi bir soru bu... En son
meteliğimi saatler önce bir simide yatırdığımı bilmiyorlar.
İşimin
başına geçiyorum... Artık yorgun değilim...
GERİLEME YOK
Matahmış
gibi anlatmıyorum bunları. Gazeteciliği zevk ve tiryakilik haline getiren
hatıralar içinde bu türlü binlercesi vardır. Her hatıra bir öğretmen gibidir.
Ders almak da bize düşer.
Korkmak,
gerilemek neyin nesi? Ankara’lı şairimiz gibi kaçmak da yok. Bu türlü kaçışlar,
aslında kendini kovalayıştır. Yorgun düşülür ve... ölünür.
Hayat içindeki bu tip ölümler de insana yakışmaz.
BİR HİKÂYE
Size
bir hikâye anlatayım :
Hastahane
odasında yatalak iki hasta. Biri pencere kenarında, diğeri uzakta kapıya yakın
yatmaktadır. Pencere kenarındaki hasta, başını ancak dışarı çevirebilecek
mecaldedir. Ve oda arkadaşını hoşnut etmek için gördüklerini her gün tatlı
tatlı anlatır...
Bugün her taraf yemyeşil. Erikler
çiçek açmış. Hele serçeler ne kadar da sevimli... Erik ağacının dallarında
cıvıldaşıp duruyorlar... Havada damla bulut yok. Küçücük çocuklar okuldan
dönüyor... Hay gidi yaramazlar, ne sevimli şeyler yarabbi...
Günler
bu minval üzre geçmekte ve pencere kenarındaki hasta her gün yeni ve iç açıcı
şeyler anlatmaktadır.
...
Derken, bir gece, pencere kenarındaki hasta kendisine yeni bir kriz geleceğini
hisseder, ilâca davranır. İlâç kutusu yere düşmüştür. Uzanması imkânsızdır ve
mutlaka ilâç alması lâzımdır. Kapıya yakın hastaya güç halle ve hırıltılar
içinde seslenir:
Dostum...
İlâcım yere' düştü... Alamıyorum... Ne olur senin ilâcı atıver... Atıver...
Uyanıksın biliyorum... Ne olur... Ne olur...
Kapıya
yakın hasta duymazlıktan gelir. İstese, ilâcı bal gibi atabilecektir. Ama
yapmaz bunu. Bekler... İnleyen hasta az sonra can vermiştir.
Sabah
olur. Doktorlar gelirler. Ölmüş hastanın yatağı boşaltılır. Öbür hasta,
aylardır hasretini çektiği pencereye kavuşacaktır, itina ile pencere kenarına
götürülür. Hastanın gözleri gülmektedir. Yeni yerine yatırılır.
Odada
yalnız kalınca sevinç içinde pencereye bakar... Bakar ama,
hiçbir şey göremez.
Çünkü,
pencerenin öte tarafında yıllar önce örülmüş kapkara bir duvar vardır...
Şimdi,
asıl ölen kim? Düşünün bakalım...
MİLLETİNİ SEVMEK
EDİTH PİAF
Alrı
ve yedi yaşlarında iki kızkardeştiler.
Büyüğünün
adı, Edith Piaf idi. Anasız ve babalarınca terkedilmiş iki küçük çocuk.
Paris'in fakir sokaklarında ve eskiler içinde kalakalmış-tı. Büyük olanının
sesi güzeldi. Sokak aralarında şarkı söylemeğe başladı. Açlık ve kimsesizlik
diz boyu sürüp giderken Edith Piaf hıncını hüzünlü şarkılardan alıyordu. Küçük
kızkardeşi de, apartman pencerelerinden atılan bozuk paraları kaldırımlardan ve
çamurlu yollardan toplamak için koşturup duruyordu... İki küçük çocuğun hayat
kavgası yazda ve kışta tıpkı bir meydan savaşı gibi sürdü gitti. .
Aradan
yıllar geçti. Çocukluğunu ve gençliğini doğru dürüst yaşayamamış Edith Piaf bir
gün baktı ki, Fransa’nın en büyük sanatkârı olmuş. Ve Avrupa yüzbinler satan
plâklardan hayran hayran onu dinlemekte...
Ama
o kendisini Kaf Dağı’na götürecek yollara . sapmadı. Burnu büyümedi.
Bütün
şöhretine ve servetine rağmen her yılın bir günü yine Paris’in fakir
semtlerinde sokak şarkıcılığı yaptı. Kendisini —Büyük paralar ödeyerek—
dinlemek imkânından mahrum fukaralara konserler verdi. Köhne apartmanların
yıkık-dökük balkonlarından yine bozuk paralar atılıyordu. Ve Edith Piaf, tıpkı
yirmi - otuz yıl önceki gibi çamurlu yollardan bahşiş topluyordu... Bu muhteşem
tevazua dayanamayıp ağlıyan fakir Parisliler... Tebessümle ve hiç sıkılmadan
toplanan çamurlu paralar...
Edith
Piaf, topladığı paraları hayır kuramlarına veriyordu. Edith Piaf, milletini ve
milliyetini seviyordu... Kimseye öfke duymuyordu.
Piaf
öleli beş yıl olmuştur. Ama elli yıl daha geçse bu isim Parislilerce
unutulmayacaktır.
ALBERT EINSTEIN
Bir
Alman gibi yaşadı. Hayatı güçlükler ve perişanlıklarla doludur. Ama müthiş
iradesi ve inadı sayesinde yirminci yüzyıl fiziğine silinmeyen damgasını vurmuş
ve büyük atom âlimi olarak tanınmıştır. İlmin ve hür düşüncenin «Deha»
mertebesinde gördüğü bu insanı İkinci Dünya Savaşı sonrası Amerika’da
görürüz...
Giyim
kuşama dikkat etmezdi. Bir gün' öğrencileri :
«Hocam,
biraz düzgünce giyinseniz...» diyecek olduğunda, güldü :
Burası
Amerika mı?
Evet.
Benim
kim olduğumu biliyorlar mı?
Evet.
Öyleyse
süslenmeye ne lüzum var?
Bir
gün uçakla Avrupa’ya gidecek oldu. Havaalanında yanma bir öğrenci yaklaştı:
«Hocam biraz düzgünce giyinseydiniz»
Yine
güldü :
Orası
Avrupa mı?
Evet.
Beni
yolda görseler tanırlar mı?
Hayır.
Öyleyse
ne lüzum var?
îşte
bu âlim, bugünkü İsrail devletinin kuruluşunda başı çekmiş ve büyük paralar
toplamış enteresan bir Yahudi idi. 1946-47 yıllarında elinde şapka ile
Amerika’nın bütün büyük şehirlerini ev ev, daire daire, dükkân dükkân dolaştı.
Rastgele
bir apartmana girerek en alt dairenin zilini çalmakla işe başlar ve kapıyı
açana şöyle derdi:
Ben,
Fizik bilgini Albert Einstcîn. Filistin Devletinin kurulması için para
topluyorum. Çok uzaktan geldim. Hatırım için yardım ediniz...
Ve
şapkayı uzatırdı.
Büyük
âlimi ansızın karşısında bulan ve şaşıran Amerikalılar hiç düşünmeden gücünün
üzerinde para yardımında bulunurlardı.
Dönüm
dönüm satın alman bugünkü İsrail topraklarının her karışında işte bu adamın
topladığı dolarlar yatar.
Albert
Einstein, milletini ve milliyetini tanıyor ve sahip çıkıyordu. Einstein, öleli
yıllar oldu. Ama yüz yıl daha geçse, Yahudiler bu ismi unutmayacaktır.
JAPON TALEBELER
Japonlar
ve Japonya îkinci Büyük Savaş sonrası haraptı. İnsan ve ülke olarak yeniden
doğrulması şarttı. Perişan ve yokluk içindeki Japonlar yemeyip içmeyip
Avrupa’ya öğrenciler gönderdiler. Teknik adamlara ihtiyaç vardı. Tahsil için
gönderilen gençleri hep aynı sözlerle uğurladılar :
Bak
çocuğum. Bu millet kendi ekmeğinden ve pirincinden keserek seni Avrupa’ya
gönderiyor. Aç çocukların gıdalarından kesip sana yollayacağız. Girdiğin
fakülteden mezun olmanı değil, üstün derece ile mezun olmanı istiyoruz. Hadi
şimdi güle güle...
Sonra
ne oldu dersiniz?
Japon
gençlerinin yüzde doksanbeşi üstün derece ile teknik adam olup döndüler. Geri
kalan yüzde beşi ise fakülteleri sırf iyi derece ile bitirebildikleri için
Japonya’ya dönmedi veya üzüntüden kahrolarak harakiri ile hayatlarına son
verdiler.
Çünkü
milletlerini ve milliyetlerini seviyorlardı.
Kendilerinden
fazla...
JAPON TALEBELER
Japonlar
ve Japonya İkinci Büyük Savaş sonrası haraptı. İnsan ve ülke olarak yeniden
doğrulması şarttı. Perişan ve yokluk içindeki Japonlar yemeyip içmeyip
Avrupa’ya öğrenciler gönderdiler. Teknik adamlara ihtiyaç vardı. Tahsil için
gönderilen gençleri hep aym sözlerle uğurladılar :
Bak
çocuğum. Bu millet kendi ekmeğinden ve pirincinden keserek seni Avrupa’ya
gönderiyor. Aç çocukların gıdalarından kesip sana yollayacağız. Girdiğin
fakülteden mezun olmanı değil, üstün derece ile mezun olmanı istiyoruz. Hadi
şimdi güle güle...
Sonra
ne oldu dersiniz?
Japon
gençlerinin yüzde doksanbeşi üstün derece ile teknik adam olup döndüler. Geri
kalan yüzde beşi ise fakülteleri sırf iyi derece ile bitirebildikleri için
Japonya’ya dönmedi veya üzüntüden kahrolarak harakiri ile hayatlarına son
verdiler.
Çünkü
milletlerini ve milliyetlerini seviyorlardı.
Kendilerinden
fazla...
Bu
söz, Avrupa’dan 1970’te ithal edilmiştir. Sokak kavgacılarının meyhanelerde
sürdürdüğü «Akşamüstü sohbetleri» sırasında kullanılır. Bu söz; yavanlık,
tembellik ve maalesef Türkiye’yi tanıyamamış olmayı hatırlatır.
Eskilerin,
fotoğraf arkalarına yazdığı:
«Bir
çizgi, iki satır,
«Beni
sana hatırlatır...
Sözleri
kadar basmakalıp mevki ve rütbedeki bu «Sağda san’atçı yoktur» sözü İsvan’ı
benim gözümde yaralamıştır. Solun soluna doğru, doludizgin ve can havliyle
seyirten topal ayaklı solun İsvan’ı olmaktansa, beledî hizmetleri ön plânda
tutan «İstanbul’un İsvan»ı olmak gerçi daha zordu ama,
güç değildi...
Ahmet
Bey’in Mayakovski’yi bilmeyişine hayıflandık. Bilseydi, solun bayrak adamı
Nâzım’m asin şair olmadığını ve minicik bir Mayakovski cücesi görünüşüyle
taklalar atan edebiyat şaklabanı olduğunu zahmetsizce farkedecek ve «Solda
san’atçı yok mu?» diye döğünecekti.
Ahmet
Bey’in, meşhur Rus yazarı Puşkin’i de tanıyamamış olmasını hoş. görmedik. İyi bir solcu olmağa gayret göstermek garipliği,
Puş-kin’in «Dubrovski» eserini' okumayı da beraberinde getirir. Ve Dubrovski’yi
okuyan kişi Yaşar Kemal isimli müzmin Nobel adayı’nm İnce Me-med’ini kulağından
tuttuğu gibi Edebiyat dünyasının en üst pencerelerinden aşağı fırlatıverir. Ve
«Yıllar yılı baş tâcı ettiğimiz eser bu eser mi?» diyerek haykırır
:
Solda
san’atçı yok mu?!..
İtalyan
ve Fransız «Yeni Dalga» akımlarını bilen kişi, Yılmaz Güney adlı bir
maceraperestin hiç de «Orijinal» olmadığını; sinemaya, romana ve şiire el atmış
bu adamların kendilerine has bir üslûp bulamadıklarını sadece ve sadece
kop-yeciliği ve aşırmayı becerebildikleri™, bu ülke insanı olarak iç
burukluğu ile farkedecektir.
San’at,
bir yerde «orijinalite» demektir. Farklı bakış tarzı, farklı görüş ve
ftissettiriş de-taektir. San’atı'n kopyacılığa, özentiye ve ideolojik köleliğe
tahammül ettiği görülmemiştir. İdeoloji; aynı bakışı, aynı görüşü ve aynı
frekanstaki hissettir işi ön plâna alır ve emreder. San’at ve san’atçıyı
«ideolojilerin emireri» gören zihniyete övgüler düzmek ise kurulmuş mekanik
kafalara yakışıyor.
Sayın
İsvan’m ise böylesine talihsiz bir yapıya sahip olacağını düşünemem.
ÖRNEK Mİ LÂZIM?
Size bir yığın örnek sayacağım:
Sait Faik, Ahmed Haşim, Yahya Kemal, Necil Kâzım Ak-ses, Necip Fazıl Kısakürek,
Tarık Buğra, Metin Erksan, Halit Refiğ, İbrahim Çallı, Bekir Sıtkı Erdoğan,
Muammer Karaca, Nejat Uygur, Alâed-din Yavaşça, Ömer Seyfettin, Refik Halid,
Zeki Müren, Yıldırım Gürses, Necdet Varol, Necdet Yaşar, İzzet Günay, Ekrem
Bora, Öztürk Seren-gil, Ayhan Işık, Türkân Şoray...
İsvan
Bey’in sempatik mantığına göre yukarıdaki şu isimlerin hiçbiri san’atçı
değildir. Halbuki, kimi elli yıldır, kimi de on yıldır
bu ülkeye hizmet eden bu iftihar adamlarımızın en az elli yıl daha şu topraklar
üzerinde sözü edileceği muhakkaktır.
Gelelim
başka isimlere :
Ferid
Edgü, Erdal Öz, Tarık Kakınç, Yusuf Atılgan, Bekir Yıldız, Şenay, Alirıza
Binboğa, Cem Karaca, Günel Altıntaş, Ahmed Arif, Halil İbrahim Bahar, Hilmi
Yavuz...
Bunlar
da sola kapılanmış sözde san’at erbabı.. Bırakalım
elli yıl sonrasını, 1980’e bile varmadan unutulmağa mahkûm garibanlar bölüğü...
Süslü bayram balonları yani...
Eğeeeerr...
«san’atçı» tabiriyle gündöndü tabiatlı karikatürcü ve tiyatroya meraklı,
(yapıları Brecht’i bile anlayıp aşmağa yetmeyen) üç-beş tiyatrocu
kastediliyorsa o zaman iş başka. Çünkü onlar bu işlerin goygoycusu, Sanşo
Pansa’sı ve «Hık» deyicisidir. Bunlar «Hınç arayıcısıdır. Her olayda ve her eserde satır satır
hınç ararlar. Brecht’te ısrar, Pir Sultan Abdal’da inat ediş, Simavna Kadısı
oğlu Bedreddin’e hayranlık, Spartaküs üzerinde aşırı duruş sebepsiz değil.
Sermayeleri öfke ve hınç olanların «Umutlu yarınlar» ve aydınlık dünyalar
getirebilmesi sanırım imkânsızdır. Karanlık ve karamsarlık ancak bizi
birbirimize düşürür. Ne var ki, solun istediği bu. Solun istediği bu. Solun
istediği bu...
DAHA YAKINDAN
Solu
ve solcuyu daha yakından görüp tanımak için Cağaloğlu bulunmaz bir vitrindir.
Her gün bu vitrinde «tlle de kaloriferli evde oturacağım» diye yırtınanlar,
yeni bir kitabı çıksın diye iki eli böğründe dolaşanlar; çalıştırdığı kişilere
para ödemeyen ve fakat, ezilmiş gençler için gümbürtü
ile şatafatlı vakıflar kuranlar, «Bir aylık karımı, arkadaşım falanca’ya
kaptırdım» diyebilen ve bunu «Manavdan bir kilo armut aldım» tarzında
söyleyebilen solcular cirit atmaktadır.
Solun
güvenip inandığı bu âdemoğulları (pardon, sulu ağızlı Darvin sempatizanları)
bildim bileli Simavna Kadısı oğlu Şeyh Bedreddin edebiyatının bıkmaz
temsilcisidirler. Sakın unutulmasın; Türkiye sosyalistleri devâ bulmaz derecede
romantiktir. Bu yüzden Nâzım’ı, Yaşar Kemal’i ve Paris’i pek severler.
isterseniz
bir de kendilerine sorun...
KAR ve KIŞ
Kış
mevsimi bence mevsimlerin şâhı. Gecesi ve gündüzüyle, kar’ı ve (yanlamasına
toprağa düşen) şakır şakır yağmuruyla mevsimlerin en yiğidi... Savruk ve
mirasyedi sonbahar ile çıtkırıldım ve nâzenin ilkbaharı kış kadar sevemiyorum.
Daha
kasım başlarında «geliyorum!» diye bangır bangır bağıran kış öncüsü ayazlarda
tatlı bir külhanlık buluyorum. Bütün silâhlarını kuşanıp mertçe ortaya çıkıyor.
Biliyorsunuz, anlıyorsunuz ve yeni misafire hazırlanıyorsunuz... İlkbaharın
dâvetsiz gripleri, insanı hoşafa döndüren cayır cayır sıcakların üst üste
yenilediği tatsız tuzsuz yaz nezleleri kış mevsiminde yok.
Soğuğa
aldırmayın. Ayaz ve kar, sinirleri yumuşatan harikulâde bir ilâç gibi.
Dikleşiyorsunuz. Ayaklarınız yere sağlam basıyor. Çalışma hırs ve azmi kat kat
artıyor. En güzeli, her karlı kış mevsimi, ardında ılık ıhk hâtıralar
bırakıyor.
Uludağ’ı,
Palandöken’i, Ağrı’yı, Erciyes’i karsız ve soğuksuz nasıl hayal edebiliriz?
Toros-ların kar’ı masal masal günümüze kadar gelmiş. İs tutmayan kara
çadırların kar tutmuş siluetleri, uğultulu tepelerden mangal başlarına kadar
gelmiyor mu?
«İstanbul
ne ki,
«Erzurum
yayla!..
diye
öğünen diller, yaylanın ayazma ve ustura gibi kışlarına hasret duymuyor mu
dersiniz? Kar’mı ve buzunu geri çeken kabadayı kış mevsimi, geride pınar pınar
memba sularım cömertçe bırakmıyor mu?
Kar
altında kalmış tohumu hatırlayınız; İlkbahar güneşine elense çekecek kadar
pehlivan yapılıdır. Kar altında kalmış buğdayın yaz mevsiminde ağaçları
tutarcasına serpilip gelişmesine ne demeli?
Kar
şifâdır.
Çok
seneler önceydi. Bir sabah vakti yaşlı ninem hasta yatağında doğruldu:
Oğul,
bana kar getir!
hızla
evden fırladım. Yedi-sekiz yaşlarında çelimsiz bir çocuktum. Yaz mevsimiydi.
Nefes nefese (kasabamızın sırtını dayadığı) dağın doruğuna tırmandım. Bir avuç
bile kar yoktu. O koca dağı inip Gencer Dağı’na çıktım. O doruktan bu doruğa
kar bulmak için dört dönüyordum. Sonunda, uzaklarda, bir başka dağın tepesinde
rüya gibi bembeyaz kar yığınları göründü. Kartpostallardaki kadar güzeldi.
Masmavi fon berisindeki o büyüleyen beyazlığa doğru, boşluğa doğru attım
kendimi. îkindi üzeri karlara kavuşmuş, yayla güneşinin ufalayamadığı pıtır
pıtır karların üzerine kapaklanıp kalmıştım. Günlerdir su içemiyen ve «Kar»
özlemiyle beni bekleyen hasta ninem gözlerimin Önüne geldi. Doğrulup
silkindiğimde hiç yorulmadığımı farkettim. Kar, bütün yorgunluğumu çekip almıştı.
Yağlığımı çıkarıp en temiz ve en beyaz yerlerden topladığım kar ile doldurdum.
Elimde kocaman kar çıkınıyla tepelerden aşağı düşe-kalka ve gür-so-luk koşuşumu
görmeliydiniz.
Yatsı
ezanı okunurken eve vardım:
Al
ninem, getirdim...
Ufacık
boyumu aşan, karlı tepeler kadar büyük heyecanımı gören nineciğimin göz
pınarları dolu dolu olmuştu.
Ertesi
sabah ninemin ayağa kalkışı bugün gibi gözlerimin önündedir.
BİR KEŞİF
Fransızların
yeni keşfettikleri bir yer var : Türkiye’de Antalya
yakınları... O kadar çok seviyorlar ki, havası bozulur düşüncesiyle kimseye de
haber vermiyorlar.
Bir
Fransızdan dinledim:
Antalya
sahillerinde ufak bir koy’u kiralamışlar. Her yaz gelip denize giriyorlarmış.
«Güzel olan tarafı bu değil» diyor, Fransız... «Sım-sıcak
denize girip eğleniyoruz. Ve öğleden sonra kayak aletlerimizi sırtladığımız
gibi dağlara çıkıyoruz. Sıcacık deniz ile karlı ve serin dağlar arasındaki
uzaklık sadece yirmi dakika... Bizi asıl sevindiren ve rahatlatan işte bu
kar... Dünyanın hiçbir yerinde yaz ile kışın bu kadar birbirine yakın olduğu
coğrafya yok...»
Fransız
ilâve ediyor:
«Siz
cennette oturuyorsunuz!..»
HELVA
Anadolu’nun
çoğu yerinde kar mükemmel bir meşrubattır. Kar helvası, kar şurubu ve hele kar
şerbetinin yerini hiçbir içecek dolduramaz. Kara üzümün yeni mevsim pekmeziyle,
üçüncü karın bir araya gelerek billûr gibi şuruplaşma-sı dillere destan bir
renk ve lezzet armonisidir. Yemeyen, bilemez ve düşünemez...
Bazı
hayırseverler, yüksek dağlarda kış ortasında kar kuyuları açıp kar saklarlar.
Bunaltıcı yaz mevsiminde bu kuyulardan getirilmiş blok blok karlar «Hayrat»
tâbir edilen içi su dolu iri sebil küplerine ilâve edilir. Ekin orağından dönen
yangın yürekli köylü ve kasabalıların, yeni kalaylı tertemiz taslarla bu
sebilden içip içip «Şükür» çekişleri ve «Allah razı olsun» dileklerinin ard
arda sıralanışı, Anadolu aksa-müstlerini bir kat daha sevimli kılar.
Yaz
bile kar olmadan çekilmez... Yaz, ancak kar’m ve serinliğin gölgesinde
«Yaz»lığım sürdürür.
Kar
gibi var mı, hele kış gibisi... -
DÜN’E
BAKARKEN
' CİHAN İMPARATORLUĞU
Osmanli
Devleti bir «Cihan İmparatorluğu» idi. Yeryüzünün gelmiş geçmiş en haşmetli
idaresi de bu İmparatorlukta hüküm sürmüştür.
İstanbul,
diyoruz... İstanbul’un Fethi, diyoruz... Ama «Fetih ve Fatih» konusunda çok az
şey biliyoruz. İstanbul kadar kavi, İstanbul kadar önemli yüzonbeş şehir ve
site devleti’nin de yine aynı Sultan tarafından fethedildiğini, yine Fatih
tarafından yedi ayrı krallık ve imparatorluğun Osmanli topraklarına katıldığını
görmezlikten geliyoruz.
«İstanbul,
bir gün mutlaka fethedilecek» idi. Bu fetih, Sultan Murad Han oğlu Sultan
Meh-med’e nasip olmuştur.
İSTANBUL BAŞLANGIÇTIR
Fetihten
sonra bereketli zaferler birbirini takip etmiştir. «Biz de Osmanli idaresine
lâyıkız» diye ve sevinç içinde bekleşen AvrupalI, Asyalı ve Afrikalı milletleri
hatırlayınız.
Niçin
Osmanlıyı istiyor ve özlüyorlardı?
îşte
bu durumu Avrupalı tarihçiler hâlâ an-lıyamamış ve sarsıcı, şaşırtıcı
bekleyişlerin sırrını çözememişlerdir... Osmanli adaletini, toleransım,
medeniyetini, asaletini, politikasını hattâ iktisadını bilmeyen zihinler bu
sırrı daha uzun süre çözemiyecektir.
Fâtih
Sultan Mehmed’den sonra seksen yıl daha sayınız... Cihan İmparatorluğu
gerçekleşmiştir.
NEREDEN NEREYE?
Size
şu kadarını söyleyeyim: Dünyayı bir yana, Osmanlı İmparatorluğunu bir yana
koysak; İmparatorluğumuz her yönüyle ağır basıyordu. Yeryüzündeki altınların
yarıdan çoğu, toprağın yarıdan çoğu, askerin, denizin, ürünün pek çoğu
Osmanlının elindeydi.
Dünya
haritasını gözleriniz önüne getirin. Kıt’alan, Okyanusları düşünün... Koskoca
Atlas Okyanusunda OsmanlIdan habersiz bir tek kuş uçamazdı. Bütün İngiltere
kıyıları, İrlanda, İzlanda, Kanada ve Karayip Denizi leventlerimiz tarafından
devamlı surette kontrol edilirdi. Ka-nada’dan taa Topkapı Sarayına İngiliz
kızları defalarca gelin gelmiştir. Bugünkü Küba ve civarı (yılda üçyüzbin altın
karşılığı) lütfedilip İs-panyollara bırakılmıştı.
İngiltere
Kraliçesi Birinci Elizabeth’in devamlı yakarışları sonunda îspanyollara şöyle
bir kaş çatan Osmanlılar, îngilizlerin tarihten silinip gitmelerine engel
olmuştur. «îngilizlere sakın ola sataşılmaya!» fermanı, îspanyollarca emir
telâkki edilmiş ve İngiltere’ye bir daha sataşıl-mamıştır.
GELELİM AFRİKA’YA
Bu
koca kıt’anın çepeçevre kontrolü de bizim elimizdeydi. Cezayir ve Kuzey
Afrika’dan Ekvatorun güneyine kadar hâkim kuvvet OsmanlIlardı. Atlas Okyanusu
olduğu kadar Afrika sularında da izinsiz dolaşan gemiler derhal yakalanır ve
Cezayir’e getirilirdi. Ki, yılda ortalama 180 ticaret gemisi bu suretle yedeğe
alınarak Cezayir’e getiriliyordu.
Kızıldeniz
ve Hint Okyanusundaki hâkimiyet yüzde yüzdü. O kadar ki, Çinhindi ve Bengal
civarı tek bir yabancı bayrak tanıyordu: Osmanlı Sancağı..
Size
bir misal vereyim:
Bugünkü
Endonezya ve ona bağlı yüzlerce ada üzerinde kurulan o günün Açe Krallığı
(Hukuken olmasa bile resmen) Osmanlı İmparatorluğunun bir parçası idi. Açe
Kralı kendisini OsmanlIların bir Bey’i sayar ve her yıl vergisini muntazam
olarak gönderirdi. Bu büyük Açe Krallığının donanması Osmanlı kaptanlarınca
idare edilir, kara kuvvetleri yüzlerce askerimiz tarafından eğitilirdi. Hattâ
bir seferinde tam 400 silâhçı, dökümcü ve top ustasını onlara kadar yolladık.
Bugün,
o eski Osmanlı yiğitlerinin torunlarının miktarı Endonezya’da milyonları
bulmaktadır.
YENİDEN İSTANBUL
Altı-yediyüz
yıl önce söylenen «İstanbul’un sahibi Cihanın hâkimidir» sözü fetihten sonra
gerçekleşmiş, İmparatorluğumuz; Amerika Kıt’-asından Avustralya’ya kadar gerçek
bir «CİHAN İMPARATORLUĞU» azametine bürünmüştü.
Ve...
bugünlere, o günlerden gelindi.
Bana
öyle geliyor ki, «İstanbul’a hâkim olmak» meselesi yabana atılmamalı.
İstanbul’a galip gelmek şarttır.
Beyoğlu
ile Nişantaşı ve Adaları ile, meydanı, caddesi ve
Ayasofya’sı ile İstanbul bir daha fethedilmelidir.
İstanbul...
Fethedilmelidir.
MALAZGİRT
DEVRİN EN KALABALIK ORDUSU
300
bin kişilik atlı ve zırhlı ordu hazırdı. Tepeden tırnağa silâhlı ve hınç dolu
bu ordu başlarında Romen Diyojen adlı Bizans İmparatoru olduğu halde, Doğu
Anadolu’ya yöneldi. Niyetleri, son İslâm kuvveti Alparslan’ı silip süpürmek ve
Anadolu’yu zaptetmekti.
GELELİM ÖBÜR YANA
Alparslan
ancak 25 bin kişi, 25 bin yiğit toplayabilmişti. Kavgaya girecek ancak bu kadar
kişi vardı.
Askerine
haykırdı :
Sizler
îslâmm son askerisiniz. Bizans tam 300 bin zırhlı askerle üstümüze geliyor... Fakat, korku sizden ıraktır biliyorum! Allahın bizimle
olduğunda asla şüphem yoktur!..
Yıl
1071... Alparslan ordusu bütün hazırlığı tamam etti. Din büyükleri gaddar
Bizans ordusunun cuma günü Malazgirt’te karşılanmasını istediler. Kabul edildi.
Aylardan Ağustos’tu.
KEFENE BÜRÜNMÜŞ ASKER
Beklenen
cuma geldi... Beyaz atı üzerinde Alparslan’ı görenler şaşırıp kalmıştı.
Alparslan beyaz bir kefene bürünmüş, dimdik duruyordu.
Saf
- saf dizilmiş ordu Malazgirt Ovasım önüne almıştı. Tam o sessizlik anında
Alparslan’ın sağ yanında bir gürültü oldu. Bir kumandan kölesini azarlıyordu.
Alparslan, şimşek gibi o yana baktı:
Ne
oluyor? dedi.
Kumandan
cevap verdi :
Atımın
bakıcısı olan kölem de harbe girmek istiyor.
Alparslan
sertleşti:
Bırakın
o da dövüşsün... Belli olmaz, Romen Diyojen’i belki de o esir alacaktır!
Tam
bu sıralarda bütün İslâm ülkelerinin camileri tıklım - tıklım dolmuştu.
DUA
Camileri
dolduran mü’minler aynı cin da ve aynı ihtişamla dualara başladılar. Ağlaya
ağlaya, hıçkıra hıçkıra eller ALLAH’a uzanmıştı. Onbinlerce camide milyonlarca
Müslüman şimdi Alparslan’ın ve İslâm’ın zaferi için yalvarıyordu. Dünya kuruldu
kurulalı böyle yaman bir beraberlik, böyle yaman bir yakarış görülmemişti...
... VE SAVAŞ
Tam
o sıra 300 bini aşkın Bizans ordusu Alparslan’ın karşısına dikildi.
Kendilerinden o kadar emindiler ki, şimdiden zafer naraları atıyorlardı.
Derken,
büyük kumandan beklenen emri verdi:
Hücuuuuuuuumm!..
Koskoca
Malazgirt Ovası «Allah Allah!» sesleriyle gümbür - gümbür inledi. Öyle müthiş,
Öyle kıyasıya bir kavga başlamıştı ki, yeryüzü «yeryüzü» olalı böylesine
korkunç bir manzara görmemişti... 25 bin imanlı yiğit, 300 bini aşkın acımasız
«Salip» ordusunu hallaç pamuğu gibi ordan oraya atıyordu.
' HAYRET
Savaş
bitmişti... Bizans ordusu, geride yığınla ölü bırakarak parça parça
kaçıyordu... Ve koca kumandan, yiğit Alparslan tebessüm ediyordu... Savaşa en
son katılan köle, Büyük Bizans’ın yenilmez kumandanı Romen Diyojen’i esir almış
getirmekteydi...
Bundan
böyle zafer Müslüman Türkündü. «Diyar-ı Rum» artık baştan sona «Anadolu» diye
anılacaktı.
KARIŞIK İPLİĞİN BURUŞUK BEZİ
İşte
o günden bugüne intikam hırsı ile tutuşan «Karışık ipliğin buruşuk bezleri» her
fırsatta bize diş bilemekten yorulmadilar. Kâh Sakarya kâh dokuz eylüllerde
atılan tekmelerimizden utanmadılar.
FATİH’İN AZ BİLİNEN YÖNLERİ
ÇOCUKLUĞU
Çok
yaramaz fakat son derece çalışkan bir şehzâde idi. Babası Sultan Murad, onu
büyük işleri başarmak için hazırlamıştı. Millî kültür ve cihangirlik şuuru
içinde yetişmiş, devrinin -en ünlü hocalarından ders almıştır. Muhtelif
ilimleri tahsil için Hocazâde, Gûrânî, Molla İlyas, Sirâceddin Halebî, Molla
Abdulkadir, Haşan Samsunî, Molla Hayreddin ve Akşemseddin’in emekleri pek
büyüktür.
SULTANLIĞI
Bütün
OsmanlI sultanlarında olduğu gibi Fatih de ilme hürmetkar
ve ilmin teşvikçisi idi. Devrin müderrislerine verilen gündelik, 50 akçeden
(bugünkü 1300 lira) aşağı düşmezdi. Sultan Meh-med medreseleri bizzat teftiş
eder, dersleri dinler ve zaman zaman mükâfatlar dağıtırdı.
Bir
yeri zaptettiği zaman hemen bir ahidnâ-me hazırlardı. Bu ahidnâmenin girişinde
daima şu yemin bulunurdu: (İstanbul’un fethinden sonra Galata halkına ettiği
yemine de böyle başlamıştır.) :
«Ben
ulu padişah ve ulu Şehinşah Sultan Mehmed Han b. Sultan Murad Han’ım. Yemin
ederim kî, yeri ve göğü yaratan Perverdigâr hak-kıyçün ve Hazret-i Resûl
aleyhissalâtü vesse-lâm’m pâk ve münevver ve mutahher ruhu için ve yed-i mushaf
hakkıyçün ve benim başım içün ve oğlancıklarım başı içün ve kuşandığım kılıç
hakkıyçün.»
SIRLARI
Daha
sultan olur olmaz coğrafya bilginlerini çağırıp Akdeniz ülkelerini ve dünya
haritasını inceden inceye ve ısrarla tetkik etmiştir.
Ortodoksları
Papalıktan ve Hıristiyanlık dünyasından koparmak ve onları kazanmak
niyetindeydi. Nitekim İstanbul’u aldıktan sonra Patrikhaneye dinî ve kültürel
tam bir hürriyet bahşetti. Bizans imparatorlarının emrinde çalışan patrik ilk
defa Türklerin idaresinde geniş bir muhtariyet kazanacaktır. Böylece Rumlar
Garbın siyasî ve manevî tahakkümünden kurtulacak ve Fatih’i kendi,
imparatorları ve Roma’mn gerçek vârisi sayacaklardır.
İstanbul’da
bütün dinlerin himaye görmesini ise Avrupa bir türlü anlayamıyacaktır.
FATİH’E HIRİSTİYANLIK TEKLİFİ
Fetihten
hemen sonra Papa 2. Pius, Sultan Mehmed’e bir mektup göndererek «Hıristiyanlığı
kabul ettiği takdirde kendisini Dünya İmparatoru tanıyacağını» bildirmişti.
Daha sonra Fatih’in Gedik Ahmed Paşa komutasındaki bir ordu ile Otranto’yu
fethe ve İtalya’yı istilâya başlaması Papa’ya verilen güzel bir cevaptı.
CİHAN SULHÜ
Fatih’in
sık sık şöyle dediği söylenir :
«Dünyada
tek bir din, tek bir devlet, tek bir padişah ve İstanbul da cihânın payitahtı
olmalıdır!»
Harikulâde
bir diplomat olan Sültan Meh-med, Oşmanlı’nın gücünü ve kudretini her fırsatta
Satıhlara hissettiriyor ve onları mânen eziyordu. Onun «Cihan sulhü» dâvasını benimseyen . Avrupa’lı mütefekkirlerin sayısı da gittikçe
kabarıyordu. Tarihçi Kritovulos, eserlerini Fatih’e ithaf ederken şöyle yazacaktı :
«Allah’ın
iradesiyle muzaffer gelip, yenilmez, deniz ve karaların efendisi, hükümdarların
hükümdarı, imparatorların en büyüğü Mehmed’e»
KARAKTERİ
«Fatih
ince yüzlü, uzunca boylu, hürmetten fazla korku telkin eder; çok seyrek güler,
şiddetli bir öğrenme ihtirasına sahip ve âlicenaptır. Daima kendinden emin ve
inatçıdır.- Türkçe, Rumca, Arapça ve Slavcayı konuşur, harp sanatından çok
hoşlanır. Her şeyi öğrenmek isteyen çok .zeki bir
araştırmacı idi. Hâkimiyet arzusu ile yanıyordu. Sefaheti yoktu. Nefsine hâkim
ve uyanık idi; soğuğa, sıcağa, açlığa, susuzluğa ve yorgunluğa çok tahammüllü
idi...»
Yukarıdaki
satırları İtalyan Langusto’nun hatıralarından aldık.
VE SON
Fatih
Sultan Mehmed’in, bütün plânlarını gerçekleştirdiğini gören Avrupa, artık ondan
korkar ve titrer olmuştu. Derken çare bulundu... Sultan zehirlenecekti.
Sonradan Yakup Paşa adını alacak olan Yahudi Jakop, Osman eline gönderildi.
OsmanlI’nın engin müsamahası bu adamın sahte Müslümanlığına itibar edecek ve
Sul-tan’m yanma kadar sokulmasına imkân tanıyacaktı. Sonradan öğreniyoruz ki,
şayet Jakop emeline nail olursa kendisine 250 bin altın verilecek, çocukları ve
bütün torunları her türlü vergiden muaf tutulacaktır.
Derken
kötü niyet galip geldi... Koca hükümdar bildiğiniz gibi zehirlenerek heder
edildi. Fakat Jakop Efendi 250 bin altını alamadı. Çünkü ak bedenli, keskin
palalarla kıymık kıymık edilmiş bir vücudun paraya-pula ihtiyacı olamazdı.
Koca
Sultan’a Allah rahmet eyleye...
150 MEMURUN İDAMI
ZEMBİLLİ
Yavuz
Sultan Selim’in Şeyhülislâmı dirayetli bilgin Zembilli Ali Efendi, Sultan ile
her karşılaşmada şöyle derdi:
Allah
zalimleri sevmez...
Bir
gün Yavuz Sultan Selim, suçlu gördüğü tam yüzelli hazine memurunun idamını
emretmişti. Zembilli Ali Efendi bunu duyar duymaz (Görevi oraya girmesini
engellediği halde) Di-van-ı Hümayun’a gelir.
Vezirler
ayağa kalkmış ve onu baş köşeye oturtmuştu. Zembilli :
Huzura
gireceğim, der.
Az
sonra da Sultan’ın huzurundadır. Doğrudan söze başlar :
Allah
zalimleri sevmez... Şeriat uyarınca öldürülmeleri gerektiği isbat edilemeyen
150 kişinin idamına • engel olunuz!
Yavuz
hayretler içindedir. Dişleri arasından söylenir :
Hükümet
işlerine karışmak sizin vazifeniz değildir.
Zembilli
o anda inanç ve cesaret âbidesidir. Der ki :
Benim
görevim, senin hem dünya hem ahi-ret işlerini korumaktır. Müdahale hakkım
var-136
dır.
Bu adamları serbest bırakırsanız ne iyi. Yoksa öteki
dünyada büyük azab görürsünüz...
Ali
Efendi, hiç yapmadığı şeyi ilk defa yapmış ve selâm vermeden çıkıp gitmiştir.
Yavuz,
bu müthiş cesaret ve irade karşısında erir, yumuşar ve 150 memuru serbest
bırakır.
MOLLA FENÂRİ
Molla
Fenâri, Bursa Kadısıdır ve bir hadise karşısında haşmetli hükümdar Yıldırım
Baye-zid’in şahitliğine başvurmak gerekir. Ama Molla Fenâri, Yıldırım’ın
şahitliğini reddetmektedir. Hayretler içinde kalan Hükümdar bu reddin sebebini
sorduğunda Kadı’dan aldığı cevap şöyle-dir :
Padişahım,
sen şeriatın haram kıldığı işleri itiyat eden ve namazlarda cemaati terkeden
bir kimsesin. Hakk’a ibadette kusur eden bir kimsenin halk hukukunda da
lâübaliliğe kapılıp yalan yere şahadette bulunması mümkündür. Onun için
şahitliğini kabul etmiyorum.
Yıldırım,
bu adalet yüklü ve inançlı cevap karşısında başım eğer ve gider.
FATİH
SULTAN MEHMED
Büyük
asker ve büyük hükümdar Fatih Sultan Mehmed, İstanbul’u alır almaz muazzam bir
imar hareketine girişti. Kendi adını taşıyan Camiye de tam sekiz medrese (Sahn
- Seman) yani fakülte ekledi. Bu medreselerde her danişmen-de (talebeye) bir
oda veriliyordu. Sultan Mehmed, işte bu medrese yetkililerine «bir gün sal-
tanattan
çekilirsem burada bir odam olsun...» diye haber
salmıştı.
Cevap
onu pek şaşırttı. Deniyordu ki:
Vakıa
bunları siz yaptırdınız. Ama size bir oda veremeyiz. Çünkü siz ne talebe ne de
müderrissiniz...
Fatih,
medresede bir oda sahibi olabilmenin ancak imtihanla mümkün olduğunu anlayınca :
O
halde imtihan olayım, dedi.
Çalıştı,
çabaladı ve imtihana girdi. Başarmıştı. Ondan sonradır ki, kendi yaptırdığı
koca üniversitede bir tek odacığa sahip olabildi.
Bu
oda, rahle ve minderiyle birlikte Sultan’ın hatırasına hürmeten 1923 yılma
kadar olduğu gibi muhafaza edilmiştir.
NEDEN AÇIK BU KAPILAR?
Osmanlı
toprağında, başta sadrazam, vezirler, kazasker olmak üzere bütün paşaların ve
büyük makam sahiplerinin saray ve konakları günün yirmidört saatinde halka
açıktı. Kadıların kapıları ardına kadar açıktı. Her isteyen, istediği saatte
gidip orada yemek yiyebilirdi. O konakta yahut sarayda namaz kılabilirdi.
Dikkat
ediniz. Mertliğe, korkusuzluğa, kendinden bu kadar emin olmağa şaşmamak elde
mi?
îşte
bu yüzden halk, bütün devlet adamlarının içyüzünü en az kendisi kadar iyi
bilirdi. Bir vezir, bir .kadı düşününüz ki, sofrada
halk ile, safta halk ile, yolda halk ile.
Bir
imparatorluk altıyüz yıl böyle yaşadı.
İKTİSAT İLMİ ve KARABİBER
Türkiye
toprakları, dünya coğrafyasının en göze batan bölgesidir. Bu toprağa sahip
çıkanlarla bu bölgeye iştiha ile bakanlar arasında yüzyıllar boyu sürüp giden
savaşlar, dünya tarihini ürkütecek kadar kanlıdır.
Türkiye
toprağına dökülen kanlar sebepsiz yere akmamıştır. Yaşamayı, mızrak taşımak ve
yemek yemekten ibaret sayan AvrupalI ilk çağlardan beri Doğu’ya muhtaçtı.
Doğu’ya giden yollar da mutlaka Türkiye’den geçiyordu. Ve çeşitli bahaneler
bulmakta son derece mahir Batı, Doğuya taraf at sürdü.
Dikkat
ederseniz, MakedonyalI İskender’in ilk işi Anadolu’yu zaptetmek ve ne pahasına
olursa olsun Hind yolunu açmak olmuştu. Hind’e va-rışın bilânçosu İskender’in
kendisi dahil, yüz-binlerce insanın ölümüdür. /•
Roma
İmparatorluğunun yok yere Ortadoğu’ya uzanışı «Şan olsun» diye değildir. Ölerek
öldürerek, yakarak ve yanarak uzanan bu merhametsiz insan seli süs olsun diye
de yola çıkmadı.
Haçlı
Seferlerini, ardı arası kesilmeyen bu acayip hırs ordularını düşününüz. Onları
Doğuya çeken, ne cihangirlik hülyaları, ne de tarihin yavan kalacağı
endişesidir...
GELELİM KARABİBERE
Avrupa,
(Denizyollarını keşfedememiş Batı) Ortadoğu’nun ve Uzakdoğu’nun san’atına ve
ürünlerine kayıtsız kalamıyordu. Sırtına giyeceği iki arşın kumaşı bir tarafa
bırakınız, çorbasına serpeceği karabiberi dahi küflü Avrupa ikliminden elde
edemiyordu.
Doğu’ya
açılan ilk kapının da Anadolu oluşu, tarihin her devrinde bu toprakların pek
kanlı savaşlara meydan olmasına yetmiştir.
..’üerken,
keşifler başlamış, Hind’e ve Çin’e nihayet deniz yoluyla varabilen Avrupa,
Afrika'nın da güneyinden sarkarak asırlardır beklediği muradına ermiştir. Kısa
bir süre sonra Amerika’nın keşfi ile Doğu’ya duyulan ihtiyaç da zayıflamış,
Selçukluların ve daha sonra OsmanlIların sahip olduğu Hind - Avrupa kara yolu,
(Konaklama yerleri, kervansarayları ve büyük pazarları ile) ansızın işlemez
hale gelmiştir. İşin kötüsü, Amerika’dan Avrupa’ya yollanan (ve yıllar süren)
gemiler dolusu altın ve gümüş, Osmanlının zenginliğini ve Avrupa nazarındaki
haşmetini sarsmış ve zayıflatmıştır.
BOL
BAKIRLI ALTINLAR
Bundan
sonra büyük bir duraklama geçiren Osmanlı iktisadı, ayakta durmak mücadelesi
verirken dünya çapında itibarlı altın paralara ne yazık ki, bakır da ilâve etmek
ihtiyacını duymuştur. Gittikçe zenginleşen Avrupa, bilinen keşif ve icatlara da
başlayınca OsmanlI’nın beklenmeyen ürkekliğini ve kendisine yakışmayan
şaşkınlığını görürüz. O kadar ki, iç kargaşalıklara düşülmüş, bazı Avrupa
hayranı yeni yetme OsmanlIlar, bu Batı kalkınmasının sebeplerini yok yere başka
yönlerde aramışlardır. İşi daha da ileri götüren prototip
Levantenler İmparatorluktaki durgunluğun ve gerilemenin sebeplerini İslâm’a
yıkmayı dahi akıl edebilmişlerdir. Daha sonraları ise Müslümanlığı, ilerlemeğe
mâni görebilen kör ve duygusuz nice mantık fukaralarına ne yazık ki,
rastlanacaktır.
İŞİN DOĞRUSU
Başlangıcından
bugüne «Batı» dediğimiz Avrupa (Beka hissiyle olsa gerek) politikayı iktisadın
emrine vermiştir. İktisat ne emretmişse, politika onu düşünmeden yapmıştır.
İktisat, Hindistan’ı işaret ediyorsa, politika «Başüstüne» demiştir. İktisat,
işaret parmağını Amerika’ya uzatmışsa, politika saniye sektirmeden «Hayhay»
demiştir.
Günümüz
İngiltere’sine, Fransa’sına hatta Amerika’sına dikkat ediniz. Hep aynı emri ve
hep aynı «Başüstüne» yi göreceksiniz.
DEMEK
İSTEDİĞİM
Türkiyemiz
de artık iktisada önem veren çok cesur ve akıllı bir politika takip etmek
zarun-dadır. Coğrafyamız da bunu emretmekte, yirminci yüzyıl tarihi bunu işaret
etmektedir. 'Coğrafî birlikten, hukukî birlikten söz etmiyorum. Ama; kültürel, ekonomik hatta askerî yakınlaş, maların
faydalarına şu sıra yürekten inanıyorum. Bizi kendilerine öteden beri yakın
hısseaen milletler vardır. Samimiyet ve ciddiyet ölçüsünde beraberlik gerekiyor.
Belli olmaz, bizim yarınlarımız onların da yarınlarına paralel ve aynı hedefe
yöneliktir. Şuurlu kadrolarımızın varlığına inanmak ihtiyacındayız.
Türkiye
bu yola girmek zorunda.
AYIP, AYIP!
Bana
öyle geliyor ki, dünyanın en kolay ve en lüzumsuz işi küfretmek. 0 yüzden de
küfür, lüzumsuz insanlara daha münasin düşüyor. Dik kat ediniz, lüzumsuz
insanlarla birlikte lüzumsuz kuruluşlar ve lüzumsuz müesseseler de zaman zaman
küfre sapmadan edemiyorlar.
Sabrınızı
taşırmadan birkaç örnek vereyim :
Siz
hiç İngiltere’de «Çörçil’i koruma kanunu» diye garip bir haber duydunuz mu? Yahut, Amerikalıların «Abraham Lincoln’ü koruma kampanyası»
açabileceklerini hayal edebilir misiniz? Ama kimin akima esmişse esmiş,
Türkiye’de «Atatürk’ü Koruma Kanunu» diye bilinen çok garip bir kanun
çıkarılmış. Aslında «Tarih» olmuş kişilerin korunmaya ihtiyacı olduğunu
düşün-,mek, ne kadar ayıp... Her faninin iyi veya kötü yanları bulunabilir.
Hepimizin tenkid edilecek yanları mutlaka vardır. Yalan mı?
Ama,
Atatürk’ü övelim, büyüklüğünü cihana anlatalım, derken bazı değerleri yerin
dibine batırmak da mertliğe hiç yakışmıyor. Bir kişinin hakkını, teslim
ederken, bir diğerini kötülemek neyin nesi? Erkek olarak doğanlar mert olmak
zorundadır. Ve buna mecburdur.
TRT’nin
her 10 Kasımda yayınlanan programları hiç de mertçe olmuyor. Hafta boyunca,
Osmanlı padişahları zevk ve sefa peşinde koşan, millete sırt çevirmiş, hattâ
yabancılarla birlik olup kendi milletini inim - inim inletmiş birer hain olarak
tanıtılıyor. Yorumlar, filmler, röportajlar hep bu tema üzerine bina ediliyor.
Ve bu namertlik, bu çirkef denizi; körpe yavruları boğmak için ahtapot
kollarını uzatıp duruyor.
Ve
herkes susuyor...
Gelelim
meseleye.
TRT
ve program hazırlayıcıları kulak kültüründen öteye gitmeyen yalan yanlış
bilgileriyle ortalığı bulandırıyor ve gerçekleri söylemiyorlar.
1
— Hiç bir Osmanlı padişahı vatan haini değildir. Asıl hainler onlara çamur
atmak küstahlığında bulunan zavallı cücelerdir.
2
— Hiç bir Osmanlı padişahı Anadolu’nun kurtuluş hareketine karşı çıkmamıştır.
3
— Hiç bir Osmanlı padişahı aptal ve deli değildir. Bütün Batılı kaynaklar,
Osmanlı hanedanı için «Deha mertebesinde bir sülâle» dediği hâlde, «Dünyanın en
büyük idarecileri» dediği halde, kendi geçmişimize yapilan bu küstahça hakaret
kimlere ne kazandıracaktır?
4
— İstiklâl Savaşını başlatması için, Sultan Vahideddin’in Mustafa Kemal’i tam
bir hafta müddetle iknaa çalıştığını kim inkâr edebilir? Kendine ait güzelim
atları satarak Mustafa Kemal’e 40 bin altın verdiğini hangi soysuz görmezlikten
gelebilir? Mustafa Kemal Anadolu’ya geçtikten sonra yine ayni padişahın çok zor
şartlar altında ve büyük güçlükler içinde 400 bin sarıli-ra daha yolladığını ar
damarımız patlamamışsa nasıl, ama nasıl inkâr edebiliriz? TRT’cilerin eli kalem
tutuyorsa 440 bin sanliranın bu günkü fiatla kaç para ettiğini hesaplamalarını
ve o kadar milyon defa utanmalarını ne kadar isterdim...
Ve
Mustafa Kemal’i uğurlarken de Sultan Vahideddin’in :
Kemal,
Anadolu seni bekliyor... Kurtar malısın... Ben burada işgal altındayım. Bundan
sonra göndereceğim emirlerin ne şekilde değerlendirilmesi gerektiğini sana
‘bırakıyorum... Yolun açık olsun...
Dediği
vesikalarla sabit iken bu vatansever padişaha «Hain» damgasını yapıştırmak
(Elinizi vicdanınıza koyun) münasip kaçıyor mu?
Geçmişi
inkâr, geçmişe hakaret bu millete ne verecek?
Avrupa,
haydutları bile tarihlerine «kahraman» olarak geçirirken, Amerika öküz
çobanlarından (Kovboy) kahramanlar çıkarırken bizim yaptığımız iş mi şimdi?
Yazık...
Bazen- düşünüyorum da, aramızda geçmişe, şanlı mazimize lâyık olmayan epey adam
var. Ömrümüz, onların utanmayı öğrenmelerini beklemekle geçeceğe benzer.
TÜRKİYE’Yİ KURTARAN KİŞİLER
Güya,
Kurtuluş Savaşımız sırasında iyice yorulmuşuz ve her şeyden ümidi kesip harbi
bırakacakmışız. Tam o sıra milletvekili Yunus Nadi Bey kürsüye çıkıp «01maz»ı
basmış. Sakarya muharebesi için öyle ısrar etmiş ki, yetkililer «Madem öyle,
bari savaşalım» diyerek Sakarya’ya koşmuşlar?..
Ahmed
Emin Yalman’a göre Yunus Nadi «Memlekette kanun harici hüküm sürmeği kendisi
için hak belleyen» bir âdem imiş.
1940’larm
meclisi, tepeden tırnağa CHP meclisi idi. Yunus Nadi de adı sık sık
dedikodulara karışan bir milletvekili... Sahibi olduğu kömür madeni için o
devirde söylenmeyen kalmamıştı. Neyse, bundan sonrası dedikodu olur.
ANKARA’YA DENİZ
Aynı
Yunus Nadi, gerek Mecliste, gerekse gazetesi Cumhuriyet’te her mesele için
kendini yoruyor ve Türkiye için müthiş plânlar tasarlıyordu. Bir keresinde
Ankara’ya deniz getirecekti. Bir yazısında diyordu ki: «Ankara
denize bağlanmalıdır. Ankara limanını şimdiden Polatlı ilerisinde kurmak
kabildir. Halbuki bu limanı Ankara’nın içerisinde
tesis etmek de asla imkânsız değildir...»
İsmet
Paşa devri meclisleri, hükümeti murakabe ve kontrol etmeği üzerlerine vazife
sa-yamıyordu. Dostlar alış-verişte görsün gibilerden birtakım teşebbüsler
peşindeydiler. Kimi Ankara’ya deniz getirirken kimi de kavun tohumu
dağıtıyordu. Rahmi Bey isimli bir milletvekili «En iyi kavun Kırkağaç
kavunudur» diye tutturmuş, Mecliste kürsüsünün içine doldurduğu kavun
çekirdeklerini önüne gelene dağıtıyordu.
DİLENCİLERE ÜNİFORMA
Bu
mesele de enteresandır. Bir aklı evvel de kalkıp «Dilencilere üniforma
giydirelim» demiş ve «Bu işte birçok fayda vardır.
Birincisi, pejmürde kıyafette dilenciler ortadan kalkacaktır. Bu suretle halk
çirkin manzaralardan kurtulacaktır. İkinci fayda şudur ki, hakikaten dilenci
olanlar belli olacaktır» diye eklemiştir.
Yine
aynı yıllarda Cumhuriyet gazetesinde şöyle bir yazı çıktı: «Ben korkağın
biriyim...» Yazan da Ağaoğlu Ahmed. Diyordu ki: «Ben
korkağım. Ben öyle bir mikrobum ki, cemiyet için zararlıyım. Onu mutlaka
yemeliyim. Cemiyet kurtulmak isterse beni mahvetmelidir... Beni kolayca
mahvedemez. Çünkü ben yalnız değilim. Benim gibi cemiyette daha birçokları
var...»
Niçin
böyle yazdı, bilinmez. Sanırım ruhî sıkıntılar ve boşlukta kalışın izleridir.
BEKÂRLIK VERGİSİ
Yozgat
mebusu Süleyman Sırrı Bey boş durur mu? Bir gün Meclis kürsüsüne çıktı, dedi
ki:
«Onyedi
yaşını bitirmiş kızlardan ve evlenmemiş erkeklerden bekârlık vergisi alalım
arkadaşlar... Kırk beş yaşma kadar vergi versinler. Köylüler ile çocuk babası
ve anası olan şehir ve kasabalı dullar ve evlenmeye mani derecede malûl oldukları
sıhhiye raporu ile sabit olanlar bu vergiden muaf tutulsun...»
Bu
teklif az kalsın kanunlaşacaktı.
İNGÎLÎZLER ve ALMANLAR
Yahya
Kemal, mebusluğu boyunca bir tek lâf etti. «Ingilizler
harbi bilmez, Almanlar da sulh yapmayı bilmezler. Bu yüzden cihan harbi
uzayacaktır...» Bu cümle milletvekilliği boyunca Yahya
Kemal’e yetti.
HARP ÖLÜSÜ
1940’ların
CHP’li meclisleri görülmeğe değerdi. Bir ara «arı dilcilik» meselesi ayyuka
ulaştı. Her kafadan bir ses çıkıyordu. Her gün «şu Arapçadan kurtulup Türklerle
Arapları iyice ayırmak lazım» diyen ismet Paşa’ya yaranma yarışmdakiler ön
safta cenkleşiyordu. Bu arada biri çıkıp dedi ki: «Arkadaşlar,
Şehid kelimesi Türkçe değildir. Dilimize kişilik kazandıralım ve bundan sonra
«Şehid» yerine «Harp ölüsü» diyelim.
Ya,
işte l^öyle. Şu CHP’nin ve onun milletvekillerinin bu vatan için yapmadıkları
yoktur. Büyük gayretler gösterip az meşakkat çekmemişlerdir.
Bu
millet taş değil ya, elbet bu temsilcilerini her daim
yâdetmekten usanmıyacak.
NE DİYOR BU ADAMLAR ?
Şimdi
size yabancıların hakkımızda söyledikleri ve yazdıklarını ileteceğim. Belki
sevindirecek, belki de gocunduracak. Fakat, bilmekte
sanırım fayda vardır.
Eski
Türkiye ne kadar geri kalmış olursa olsun, bugünkünden daha az sevimli, daha az
gönül alıcı değildi. Eski Türkiye’de insanlar mes’-uttu. (1)
Osmanh
Türklerinin, Türkiye’sinin gelenekleri, âdetleri, erdemleri, idealleri vardı.
Belki bunlar kusursuz bir bütün meydana getirmiyordu, ama devam ettirilebilir,
düzeltilebilir bir bütündü. (2)
Silâhlı
milletin en canlı örneği Müslüman Türklerdir. Bu diyar köylüsünün orak,
kâtibinin kalem, hatta, kadınlarının etek tutuşlarında
silâha sarılmış bir pençe kıvraklığı vardır. (3)
Türkleri
öldürebilirsiniz... Ama asla mağlûp edemezsiniz. (4)
Poltava’da
esir düşüyordum. Bu benim için ölüm demekti, kurtuldum. Bug nehri önünde daha
büyük bir tehlike ile karşılaştım: Önümde su, ardımda düşman, tepemde
cehennemler püsküren güneş... Su beni boğmak, düşman beni parçalamak, güneş
beni eritmek istiyordu. Yine kur-
tüldüm.
Fakat bugün esirim. Türklerin esiriyim. Demirin, ateşin yapamadığını onlar
yaptılar. Beni esil- ettiler. Ayağımda zincir yok. Zindanda da değilim. Hürüm,
istediğimi yapıyorum. Lâkin yine esirim. Şefkatin, ulûvvucenabm, asaletin,
nezaketin esiriyim. Tütkler beni işte böyle bir elmas bağa sardılar. Bu kadar
şefkatli, bu kadar âlicenap, bu kadar asil ve bu kadar nazik bir milletin
arasında hür bir esir olmak, bilsen ne kadar tatlı... (5)
Türk
orduları Romanya’yı işgal etsin. Bükreş’te hakikî fâtihler gibi
karşılanacaktır. Rus-lar topraklarımıza girerlerse bir daha çıkmazlar. Ve başta
Türkiye olmak üzere bütün dünyanın başına dert olurlar. (6)
Türkler
Kırım’da Rusların erişemiyeceği kadar büyük, köklü ve derin bir medeniyet
kurmuşlardır. Rusların insafsızca tahriplerine rağmen hâlâ ayakta duran
eserlerin azameti ve üstünlüğü, Rusların kinini kamçılıyordu. (7)
Yaman
bir kasırgayı sabah yeli gibi yumuşatabilmek mümkün müdür? Yıldırımı güle
çevirmek imkânı var mıdır? Bu sorulara insanlar «Hayır.,
hayır., hayır..» demekte tereddüt etmez, değil mi? Halbuki ben, kasırganın tan
yeline, coşmuş denizin sevimli bir göle, yıldırımın güle inkılâp ettiğini
gördüm.
Türklerden
bahsediyorum. Müslüman Türk, dost yanında ve silâhsız kalmış bir düşman
karşısında bir seher yelidir, berrak göldür. (8)
BATILI GÖZÜYLE BİZ...
Yine
biz konuşmayacağız. AvrupalIlar konuşacak. Okuyup, başlarım öne eğecekler
mutlaka çıkacaktır...
MÜSLÜMAN TÜRK AĞIRBAŞLIDIR
«Senenin
hiç bir mevsiminde bu milletin ülkesinde ne balo maskeleri ne sokak dansları,
ne karnaval eğlenceleri ve ne de başka memleketlerde daima tesadüf edilen
gürültülü halk şenlikleri görülebilir... Osmanlı Türklerinin millî seciyesini
teşkil eden vakarın, ağırbaşlılığının, durgunluğun tasviri kolay değildir.
Dünyada huzur ve sükûna bundan daha âşık millet yoktur. Hiç bir şey
muhayyilesini kurcalamaz. Hiç bir şey heyecanlandırmaz, ne kimseyi rahatsız eder,
ne merak gösterir. Biraz fevkalâde bir şey ve meselâ bir ecnebi kıyafeti, garip
bir şey, tuhaf bir hayvan görecek olursa biraz durur, soğukkanlılıkla bakar,
gülümser, daha fazla oyalanmağa lüzum görmeyerek yoluna devam eder. Sokakta
toplanmak, birini kovalamak, sevinç veyahut hayret taşkınlıklarına kapılmak
gibi haller hiç bir Müslüman - Türk şehrinde halk arasında bile görülmeyen
hareketlerdir.»
(Mouradge
d’Ohssen - Tableau general de l’Empire Ottoman, 1791 C: 4. S: 402 - 403)
GERÇEK NEZAKET
«Bu
fıkranın başlıca mevzuunu teşkil eden iyilikle şirinliğin tabiî bir icabı olmak
üzere, Avrupa başşehirlerindeki sahte nezaketle hiç bir alâkası olmayan
Müslüman - Türk nezaketinden bahse mecbur olduğumu zannediyorum.
Avrupa’da
nezaket çok defa kin ve garazla hıyanet ve ihaneti örten bir perde olduğu
halde, Türklerde bilâkis millî seciyelerini teşkil eden sarsılmaz hakkaniyet ve
adaletle hayırhahlık ruhunun tabiî bir neticesidir. Zaten Kur’an’da nezakete
ait âyetler de aynen tatbik edilir.»
Brayer
- Neuf annees a Constantinople. 1836 C: 1. S: 293)
SILA MESELESİ
«Türkler
uzun bir gaybubetten sonra eğer maddî imkânları varsa babalarını veyahut
vatanlarını ziyaret etmek, sılaya gitmekle şer’an mükelleftirler. Bu hususun
ihmâli Allah’ın emrine itaatsizlik sayılır. Bir darbımesele göre müsait zamanda
sıla için vataniyle ana-babası-nı ziyarete gitmek hac için Mekkeye gitmek kadar
mühim bir vazifedir. İşte bundan dolayı bir uşak efendisinden sılaya gitme
müsaadesini isteyecek olursa, efendisi uşağının günahını yük-lenmeksizin bu
müsaadeyi vermemezlik edemez.»
(Dimitrius
Cantimir - Histoire de l’Empire Ottoman, 1743 Paris C: 1. S: 154)
KİM BU ASKER?
24
Nisan 1877 gecesi...
Ansızın
doğu sınırımızı geçen Ruslar, Ağrı ve Ardahan bölgelerini işgal edip Kars’ı
kuşattılar. Moskof, «Moskof»luğunu yapmış, en beklenmedik bir anda taarruza
geçmişti.
Moskof’un
bilmediği pir şey vardı. Kars Kalesinde gıcır gıcır
üniformaları içinde gencecik ve korkusuz bir Osmanlı Paşası bulunuyordu.
Paşa,
Kars Kalesinde kâfi miktar asker bırakıp bir kısım birliklerle Sarıkamış
üzerinden Zivin’de ve Ağrı üzerinden çekilen birliklerle de Tahir Geçidinde
yıldırım hızıyla savunma hatları kurdu, Zivin’de ve Tahir Geçidinde Osmanlı
tarihinin en çetin müdafaa harbi başlamıştı. Genç paşamız, Tahir kesiminde
meşhur Rus generali Dergagozof’u ve ertesi gün de Zivin’de General Loris
Melikof’u perişan ederek Kars’ı muhasaradan kurtardı. Osmanlı hududu eski sınır
boyuna tekrar ulaşmıştı.
Paşanın
emrindeki (ve her biri paşadan en az on yaş büyük) diğer paşaların anlattığına
göre Osmanlı Başkumandanı, Tahir’den at" üzerinde ve Moskof' süvarileri
arasından hışım gibi geçerek dört saatte Zivin’e ulaşmıştı. Üç gün üç gece aç-susuz
kaldığı halde Kars’a varmıştı.
Şimdi
25-26 Ağustos 1877 gecesindeyiz.
Delikanlı
paşamız, Moskof mevzilerine ve bilhassa Kızıltepe kilit mevziine baskın emrini
verdi. Baskına uğrayan düşman, parıldayan Müslüman Türk süngüsüyle karşı
karşıya gelmişti. Boğaz boğaza bir boğuşma başladı. Az sonra ise Moskof,
Arpaçay’a doğru çekilmek zorunda kalıyordu. Rus başkomutanı Loris Mali-kof
bütün yedekleri bu bölgeye sürdü. Kızıltepe artık «Mahşer» halini almıştı. Top
mermileri birbirine karışırken paşamız bu kanlı manzaraya fazla dayanamayıp,
muharebe idare yeri olan Korhane’den atma atladığı gibi dörtnala Kızıltepe’ye
yetişti.
Tepeye
vardığında, Osmanlı birliklerini tepeden aşağı çekilirken gördü. Başından aşağı
kaynar sular boşanmıştı. îşte o anda paşayı tek başına askerin arasına dalarken
görüyoruz. Elinde gümüş kabzalı kılıcı, barut dumanları arasında şöyle haykırdı :
Oğullarım!
Kars’ı siz kurtardınız. Şimdi geri mi vereceksiniz?!.
Er olan benimle gelsin!
Ve
atını düşman hatlarına doğru acımadan mahmuzladı... Derken bir düşman süngüsü
paşanın kalbine saplanmak üzere , idi ki, bir
Mehmetçik kendi göğsünü hiç düşünmeden siper etti. Mehmetçik derhal şehid
olmuştu. Bütün asker heyecan içindeydi. Ordu Başkomutanını kendi aralarında
görmek onları kasırgaya çevirmişti. Hepsi bir anda dünyaya meydan okur hale
geliverdi. Yeniden ileri atıldılar.
Az
sonra bir Moskof’un top mermisi pek yakında patlayacaktı. Paşa atından aşağı
yuvarlandı. Osmanlı Mareşalinin üstü - başı toz ve kan içindeydi. Fakat sürüne
sürüne yine askerin ba şında dirsekleriyle tırmanıyordu. «Allah Allah!» sesleri
ayyuka çıkarken bütün tepeler inim inim inliyor- ve azgın Moskof perişan bir
halde çekiliyordu.
Bu
manzarayı (10 bin Osmanh, 50 bin Rus mermisi olmak üzere) tam 60 bin top
mermisinin yeri-göğü hallaç pamuğu gibi attığı bir mekânda düşününüz. Tablo
dehşet kazanacaktır.
Bu
paşayı tanımadınız değil mi?
Haklısınız...
1838’de
Bursa’da doğan, 31 yaşmda paşa, 34 yaşında 'ise Müşir (Mareşal) olan bu yiğit
OsmanlInın adı: Gazi Ahmet Muhtar Paşa’dır.
Bütün
rütbelerini vuruşa-vuruşa savaşa-sa-vaşa kazanan bu kahraman asker aynı zamanda
mertlik ve muazzam bir vatanseverlik örneği idi.
Bu
büyük Mareşal’in adı anılmıyorsa, tarih derslerinde okutulmuyorsa «Millî»
olmayan eğitim sistemimize yanınız.
GARİP
ŞEYLER
UTANMAYI BİLENLER OKUMASINLAR
1961
yılında gemiye kaçak binmiş iki eli de kopuk bir Müslüman Türk’ü İngiliz kaptan
Akdeniz’in ortasında soğuk sulara attı.
Peki
ama neden attı?
1973
faşındayız. Münih’te sokakta buzdan kayıp yere düşen yaşlı bir Türk anasını bir
Alman memuru gördü... Yaklaşıp yerden kaldırdı. Hangi milletten olduğunu sordu.
Türk olduğunu öğrenince iterek tekrar yere düşürdü.
Peki
ama neden düşürdü?
Kıbrıs’ta
binlerce Müslüman Türk, telörgü-ler içinde sefil ve perişan edildi. Güneşin
altında cayır cayır yanarken ne Birleşmiş Milletler, ne süslü Barış Gücü’nün
kılı kıpırdamadı.
Peki
ama neden kıpırdamadı?
Yeşilköy
Hava Limanına iki turist inse koşuşup duruyoruz... «Türkiye’yi nasıl buldunuz?»
diyoruz... «Türk kahvesi içmez misiniz?» diyoruz. ..
Peki
ama neden diyoruz?
1
Yüzüncü plânda, Amerikalı Yahudi bir aktör çıkageliyor..
Valilerle, bakanlarla yanyana oturtuyoruz... TRT Haber programlarının yarısını
ona ayırıyoruz.
Peki
ama neden ayırıyoruz?
İngilizce
bilen münevverlere hayranlığımız sonsuz... Arapça, Farsça bilen bir münevver
umurumuzda değil.
Peki
ama neden değil?
Muhteşem
mimarî örneklerimiz var.
Bu
vatanın coğrafyasına uygun mükemmel binalar yapabiliriz. Ama,
İsveç ve Hollanda tipi sefertası apartmanlar yapıyoruz.
Peki
ama neden yapıyoruz?
Kibirîn,
yalanın ve fuhşun abidesi Yunan klâsiklerini okumayanı «Aydın» yerine
koymuyoruz. Hatta, ilkokullara bile «Yunan edebiyatı
konsun» diyen (Nurullah Ataç gibi) adamlarımız çıktı.
Peki
ama neden çıktı?
Hayrettir
ki, masonluğu ayyuka çıkmış bir Mithat Paşa, bir Talat Paşa tarihlerimizde
kahraman olarak tanıtılır da, Osmanoğullarınm en büyük sadrazamı Âli Paşa (sırf
Avrupayı sevmiyor diye) kitaplardan ve gönüllerden silinmek istenir.
Peki
ama neden silinmek istenir?
Bir
Descartes, bir Kant, bir Machiavelli, liselerimizde harıl harıl okutulur da
(Kendi semasında tek yıldız olan) kültürün ilmini kurmuş Mağrib’Ii İbn Haldun’a
bir sayfa yer ayrılmaz...
Peki
ama neden ayrılmaz?
Bitmiş
tükenmiş Batının gübreliğinde yeşermiş Marksizm, içimizde yıllar yılı heyecanlı
ve aşk seviyesinde taraftar topladı. iki yüzü de abese
bulaşmış Kart Avrupa’nın bu gayri meşru fikirlerini hâlâ baş tâcı edenler
çıkmakta...
Peki
ama neden çıkmakta?
BÎR PERDELİK TİYATRO
Tiyatrodayız.
Seyirci biziz. Sahne yarı karanlık. Bir tek oyuncu
var. Birşeyler anlatmak üzere. Koro yerini almış. Nihayet oyun başladı.
Kravatlı adam bağırıyor :
Patagonya
ne güzel! Patagonyamız elli dda elli kere büyüdü... Nice aydınlar ve nice özerk
kuruluşlar bu yurt için çırpınır olmuştur!..
KORO :
Sen
nesin ve kimsin? Yabancılara burada yer ayırmamış tık!..
Batıdan
geldim!.. Batıdan geldik... Suyun
öbür tarafından. Bu yurt için ve halk için yapmayacağımız şey yok!
KORO :
Yabancılara
yer ayırmamıştık, ayırma-mıştık!..
Ülke
yararları beni emreder. Ben var isem sîz varsınız!..
Paris’ten, Roma’dan ve Selanik’ten bütün işlerimi yarım bırakıp geldim.
Patagonya için geldim!.
KORO :
Yabancılara
yer ayırmamıştık!..
Ben
ilâç getirdim ve hedef getirdim. Bana inananlar eksik değil üstelik kuvvetli. Yok yere öfkelenmek niye? Elli yıldır ve yüz yıldır
sîzlerleyim!..
KORO :
Yer
ayırmamış tık!..
Tarih
benimle başlıyor. San’at ve edebiyat sevgisini, Kral Ulis’i, Güneşin ışığını
çalıp getiren kahraman Promete’yi ve Oidipus’u sîzlere veren benim!
KORO :
Yer
ayırmamıştık, yer ayırmamıştık!..
Nasıl
ayırmazsınız? Her köşede bekleşen kim? Ben.. Her
mikrofonun başında kim var? Ben..
KORO :
Evet
sen.. Ama yer ayırmamıştık!..
O
halde gerçek sahip benim!.. Yüz koro, bin koro daha
olsa durum değişmeyecek! Çoksunuz belki ama durum değişmeyecek-?.. Doğudan batıya, kuzeyden güneye durum asla değişmeyecek!.. Patagonya’da deniz bile benden ibaret! Duyuyor musunuz!
KORO :
Duyuyoruz,
ve biliyoruz ki sen, Patagon-ya denizlerinde lüzumsuz bir damlasın!..
Hayııurr!
KORO :
Eveeett!.. Üstelik yer ayırmamıştık!..
Ama
elli yıldır benimle varsınız!..
KORO :
Biz,
bin yıldır varız ve daha da var olacağız. Sen, Patagonya denizinde lüzumsuz bir
damlasın!..
Bu
kadarı olamaz. Sizi büyüten benim. Süt tozu, Amerikan salatası ve rob dö şambrı
ben getirdim. Çikleti, mersiyi, melon şapkaları da ben getirdim!..
KORO :
Sen
nesin?
Dedim
ya, sizin aydınlığa kavuşmanız için bütün kapıları kıran, neon lâmbaları ve
diskotekleri getiren benim!..
KORO :
Bizim
güneşimiz vardır.. Uzak değildik... Üstelik sana yer
ayırmamıştık. Kırdığını sandığın kapılara baktığın oldu mu? Oldu mu?..
Olmadı!
KORO :
•—
Öyleyse geç kalmışsın. Hepsi sapasağlam ve demir gibi. Ve
hepsi de senin üstüne kapatılıp kilitlendi.
Bunu
bana yapamazsınız. Yapamazsınız!..
KORO :
—•
Hah hah hahh!.. Yaptık bile. Kendini bilmeyenler için
her zaman yaparız bunu... Yaparız bunu!..
Bütün
tiyatroyu bir sessizlik kaplamıştı ki, kravatlı adam nerden bulduysa buldu.
Elindeki iri hançeri göğsüne sapladı.. Kan revan
içinde yere yığılırken koro devam ediyordu :
Zaten
yer ayırmamıştık, ayırmamıştık!
Perde
iner. Seyirciler bir türlü kalkıp gidemezler.
ÇIKTI ÇIKTI...
Bundan
yıllar önce «Hazır inkılâplara başladık, bu işi tam bitirelim» diye düşünerek,
«Türk Milleti’nin dini Hıristiyandır» ibaresini Anayasaya koydurmak için teklif
verenler çıktı...
«Bizim
aktif bir kana ihtiyacımız var. Bizim kan iyi değil... Devamlı surette
kızlarımızı AvrupalIlarla evlendirelim ve kanımızla birlikte Avrupalı olalım» diyebilmek cesaretini gösterebilmiş muhteşem eblehlerimiz
çıktı...
«Mutlaka
Batılı olmamız şart. Bunun için Batı kültür ve medeniyetini aynen almak
lâzım... Çare ise Türkiye’nin anadilini İngilizce yapmaktır. Artık İngilizceyi
mecburi kılalım» diyebilen, Victor Hügo’nun o meşhur
romanını bunlardan ilham alarak yazdığına inandığımız «Sefiller» çıktı...
Osmanlıya
karşı gelip, Ehl-i Salip’in dâvetine uyarak Avrupa’ya (güyâ) kaçanlar çıktı. Bu
kaçaklara her fırsatı tanıyıp, onlara paralar bulan, gazeteler çıkarttıran,
maşa kullanmakta us-talaşmış ajanlar çıktı.
Marmara
Bölgemizdeki çilekleri «Kalitesiz» bularak tavsiyelerde bulunan ve bu samimî
tavsiyelere aynen uyduğumuz için bütün çilek tarlalarımızın verimini sıfıra
indiren yabancı «Dost» uzmanlar çıktı...
«Boğaziçi
Köprüsünü yapmak vatana ihanettir» deyip, sonra da hususî arabasiyle
kasıla-ka-sıla bu köprüden geçen, işin güzeli, yüzünde en ufak bir kızarıklık
göremediğimiz parti liderlerimiz çıktı...
Kendi
karısının, mensubu olduğu parti, liderinin hammiyle geçinemeyişine pek üzülen
ve derhal o partiden gürültü ile ayrılarak çerden-çöp-ten parti kuran, hukuk
bilgili siyasîlerimiz çıktı...
Hür
Teşebbüs'e saygısız, varlığı bu kuruluşlara bağlı olduğu halde «Lokavtı
kaldıralım» diyebilen, satıhta fazla kalmakdan çürümüş fikirleri «Yepyeni
girişimler» diye satabilen gülünç işçi liderleri çıktı...
«Silâh
ve uçak bizim neyimize» gibi fazla cılk bir demeçten sonra etekleri tutuşunca
yedi düvele «Aman bize bir damla uçak» diye sızlanan pek ileri görüşlü miyop
başbakanlarımız çıktı...
İkinci
Dünya Harbinden sonra bize teklif edilen Oniki Ada’yı «Nernize
lâzım... Yaşasın yurtta sulh, cihanda sulh» diyen, son
derece vatansever, Strateji bilgisiyle dopdolu ve politika uzmanı şef ve
mef’lerimiz çıktı...
«Klâsik
Türk müziği okullarda dinletilebilir, fakat asla öğretilmemeli» diye diye,
bağırmaktan fıtık olmuş, bir lisemizde Klâsik Müzik Korosu kurdu diye müzik
öğretmenini haşlayan «Uzak görüşlü ve başarılı» maarif müfettişlerimiz çıktı...
Bu
vatanın gerçek sahibi vatandaşa «Halk Yığınları» tabirini münasip gören adı
«Halkçı»... dilini arılar sokasıca, bol «Olanaklı»
partiler ve partililer çıktı...
.
Toprağı saksıda görüp, Toprak Reformu uzmanı kesilen, ömründe bir kere bile
kazma-kü-rek sallamadığı halde, nasır tutmamış ellerinden utanmadan ve
kırkından sonra «Emekçi» oluve-ren —Elçabukluğunda usta— aydınlar çıktı...
Yıllarca
ve yıllarca «En münasibi Ak koyundur!» diye gırtlak patlatan, günü gelince de
«Kara koyun gibi var mı?» diyebilen dirayetli ve pek pişkin profesörlerimiz
çıktı...
Bahar...
Ne güzeldir bu mevsim... Manavlara bakıyorum, dopdolu tezgâhları... «Hayrola»
diyorum bir manava.
Yapma
ağabey, diyor... Turp çıktı, şalgam çıktı, daha ne?
Köstebek
te çıktı mı? diyorum usulca.
Şaşırıyor
manavcık, ama belli etmiyor :
Allah
kahretsin köstebekleri, diyor... Toprağı mahveder onlar. Dokunmasak yok mu ya,
bütün memleketin altını üstüne getirir namussuzum...
Sonra
düşünüyorum, manavı bal gibi haklı buluyorum...
Köstebeklere
fırsat vermemeli...
DOĞU - BATI
Söze
kestirmeden girmek en doğrusu...
Doğu’yu
küçümseyen «Doğulular» Batı için sigortadır. Batı hayranlığının devamı için bu
tip, eli kalem tutan, ağzı lâf yapan çürük maşalara ihtiyaç büyüktür. Şark’m
sımsıcak duygusu, se-7,ış kaâbiliyeti, buluş ve hissediş üstünlüğü, hele hele o
harikulâde hassasiyeti imrenilecek noktadadır. Avrupa, Doğulunun bu özellikleri
altında asırlardır eziklik hisseder. Ama, bu hissini hissettirmeme
konusunda son derece başarılıdır.
Sanırız,
yegâne üstünlüğü de bu olsa gerek...
BİR — İKİ ÖRNEK
Elması
düşününüz. Bu kıymetli taşın yeryüzüne armağan ediliş şerefi Doğulu’ya aittir.
Değeri keşfedilmiş, özellikleri su yüzüne çıkarılmış ve Avrupa’ya hediye
edilmiştir. Avrupa’lıya kala kala elmasın yontulup düzeltilmesi kalmıştır.
.
Ya sıfır? Sıfırı bulan kim? Yine Doğu.
Dünya
düşüncesine büyük ufuklar açan en büyük buluş «Sıfır»dır.
Sıfır bulunmasaydı ne bindiğiniz otomobil, ne uçak ve ne de uzaya giden füzeler
olacaktı.
Cebir,
düşünceye derinlik kazandıran, her türlü keşif ve icâdm kapısını aralıyan yaman
bir sistemdir ki, Batı kafasının beyin kıvrımları bu
ALTIN GÖZLÜ . ŞEHZADE
Çocuk,
yarın demektir.
Çocuk
vazgeçilmez bir hazine ve geleceğin femeli demektir... Çocuk ihmâl
edilemez.
Ama,
biz ediyoruz. Dünkü, bugünkü ve yarınki çocuklar umurumuzda değil. Daha
doğrusu, çocuğun farkında değiliz.
Avrupa’nın en önemli meselesi
«Çocuk» tur. .Çocuğu,
asla çocuk olarak görmezler. Onları, ülkenin ve dinlerinin gereği neyi
emrediyorsa öyle yetiştirirler.
Şu
sıra İsveç’in en mühim mes’elesi nedir bilir misiniz?..
Durun anlatayım:
Efendim,
Kuzey Avrupa’da (Bakanlıklar seviyesinde) çocuk eğitimi ile ilgili ve son derece .ciddî çalışan müdürlükler vardır. Bu durum İsveç’te
de aynı. İsveç’teki Çocuk Eğitimini kontrolü altına alan kişiler ince elenip
sık dokunarak seçiliyor. Ve bu müdür, yeni nesillerin sağlam, memleketsever,
dürüst ve cesur olmaları için ne gerekiyorsa yapıyor: Yetkisi büyük. Dergiler,
broşürler, radyo ve TV ile okul dışı eğitim hep bu hedef doğrultusunda
çocuklara veriliyor.
Derken,
İsveçliler 1975 yılında bir şeyin farkına varıyorlar. Meğer,
1970 - 75 yılları arasında İsveç çocuklarının emânet edildiği Çocuk Eğitimi
Müdürü kopkoyu bir Marksist değil miymiş?
Haydaaaa...
Kıyametler
kopuyor tabiî... Ne yapalım, nasıl yapalım, nedir bu başımıza gelenler diye
çırpınmağa başladıkları anda çâreyi buluyorlar. Zor fakat,
yapılması gerekli her şeyi plânlıyorlar... Çünkü,
bütün İsveç halkı bu mes’eleyi dert edinmekte.
Yeni
komisyonlar kuruluyor. Hedef: Son yetişen nesil (yâni çocuklar)m kurtarılması.
Onların da bir öncekiler gibi sağlam olması.
Peki,
nasıl olacak bu iş?
Ha...
İsveçliler, bu gözden kaçmış ve belki de anarşi mayası aşılanmış neslin
kurtarılması için milyarlarca lirayı gözden çıkarmış bile... Köy köy,
kasaba kasaba, şehir şehir şimdi bu: çocuklar aranıyor. Kimi tamirci,
kimi esnaf, kimi de belki liseye devam eden bu çocukların adresleri bir
bir tespit edilmiş. Yeni baştan ve son derece sistemli bir şekilde eğitilmeleri
gereken bu çocuklara şimdi harıl harıl broşürler, kitaplar ve
plâklar gönderiliyor.
Çünkü,
İsveçliler; bir neslin dahi kaynayıp gitmesine razı değil.
Çünkü,
İsveçliler kendilerini seviyorlar...
Tarih
şuuru, insan sevgisi ve nizam anlayışını baştâcı ediyorlar. Elin Avrupası
böyle...
Ya
biz...
Düşündükçe
yanıyoruz... Dikkat ediyorsunuzdur herhâlde: Televizyonumuz yabancı kaynaklı
çocuk filmleri vermekten bıkıp usanmadı. Nerde kalmış tarih şuuru, nerde kalmış
çocuk mes’elesi... Nerde kalmış mertlik, dürüstlük ve cesaret aşılayan,
fedakârlık örneği ince eserler...
Mertlik
ve fedakârlık dedim de aklıma geldi. Bizde bu türlü hikâyeler pek boldur.
Anadolu insanı hepsini bilir ve anlatır da «yukarıdakiler» bilmez. Bu türlü
hikâyeler bir kasabada, bir köyde sıkışır kalır.
Belki
de hiç duymadığınız bir hikâye anlatacağım :
ALTIN GÖZLÜ ŞEHZÂDE
Yüzyıllar
önce Horasan civarındaki bir Türk Beyliği îslâmı kabul etmiş ve sağlam bir
devlet kurmuş. Gel zaman, git zaman bu devlet öylesine gelişip büyümüş ki,
zenginliği ve adâleti dillere destan.
Derken,
doğudan hunhar bir Moğol istilâsı bu koca devleti yer ile bir edip süpürmüş. Ne
kadar canlı var ise, kılıçtan geçirilmiş... Nasıl olduysa, beşikten sökülüp
dadısı tarafından can havliyle kaçırılan üç aylık bir şehzâde bilinmeyen bir
yana götürülmüş.
Aylar
ve yıllar sonra koca bir delikanlı olan şehzâde, dadısı da öldüğünden, bir tek
atıyla oradan oraya gider olmuş. O kadar güzel gözleri varmış ki, kim görse
«Altın Gözlü Şehzâde» demekten kendini alıkoyamazmış.
Derken,
Altın Gözlü Şehzâde’nin at üstünde, uzun bir ovayı geçerken uykusu gelmiş ve
bir incir ağacının dibine kıvrılıp yatmış... .
Tam
karşısında, iri iri ve yemyeşil ağaçlıklar ardında zor seçilen bir şehir
varmış. O şehrin Hakan’ı öylesine gaddarmış ki, halkına günyüzü bile
göstermezmiş. Hele hele kırk cariyesi odalarından bile çıkamazmış. Fakat
câriyenin biri ne yapıp etmiş ve gizli şehri çevreleyen kale burçlarından
birine çıkmış. Bir de bakmış ki, ne görsün?.. Kuş
uçmaz, kervan geçmez bir yerde, hem de pek yakında bir delikanlı uyumuyor mu? O
hızla ve sessizce kaleden çıkıp incir ağacı dibinde uyuyan delikanlının yanma
varmış. Uyanan delikanlıya içini dökmüş :
.
— Seni bana Allah gönderdi... Ben bu kalede esirim. Çok uzaklardan getirip
buraya tıktılar beni. Gün yüzü bile göstermiyorlar...
Ne olur kurtar beni... Kurtar beni... Sahi, senin adın ney-di?
Delikanlı
çok üzülmüş ve hafifçe doğrulup : — Bana «Altın Gözlü Şehzâde» derler. Başka
bir adım olmadı...
|
Tam o sırada, yeşillikler arasındaki gizli şeh-!. rin
kalelerinde nöbet tutan biri ta uzaktan câ-! riyeyi farketmiş... Apar - topar
da aşağı inip du-I rumu Hakan’a anlatmış... Ne var ki, olacakları j hisseden
câriye de delikanlıyı bırakıp, gizli yol-J dan geldiği
yere dönüp hızla uzaklaşmış,
Çok
geçmeden de mızraklı - kılıçlı yedi asker, delikanlının tepesinde bitmişler :
—Kalk!..
Az
sonra da Hakan’ın huzuruna çıkarmışlar.
Hakan
yeri - göğü inleterek bağırmış :
Kimdi
o demin senin yanında görülen câriye?
Delikanlı
sustukça daha bir gürlemiş :
Kimdi
o? Söyle kimdi?
ŞUNDAN - BUNDAN
POLİTİKA
«Politika
nedir?» diye merak edilir. Şimdi 1
bir küçük hadise anlatacağım :
Profesörün
biri emekli olmuş. Şehrin dağdağasından bıkan hoca tutmuş, uzaklarda bir köyde
yeşillikler arasında ve yol kenarında bir evceğiz satın almış..
Niyeti, ahir ömründe sessiz ve gürültüsüz bir hayat yaşamak...
Ama
bir de bakmış ki, ev yerine dert satın almamış mı? Meğer her gece sabaha karşı
her birinin iki okkalık çanlar taşıdığı haşan bir keçi sürüsü evin önünden
geçmiyor mu? Sabahın köründe ve her günkü bu bol zımbırtılı dayanılmaz konser
profesörü yemiş bitirmiş... Çobanın önüne çıkıp «Buradan geçme» dese olmaz.
«Keçilerin çanlarını sök» dese hiç olmaz...
Derken
bir sabah yola inip sürüyü beklemeğe başlamış. Beş - on dakika sonra meşhur
sürü
müz,
başında çobanı ile yellim - yelalim ve bol miktarda lungurtu ile sökün etmiş.
Yanaşmış profesör :
Selâmün
aleyküm çoban efendi!
Aleykümselâm...
Profesör
sevinçle ellerini çobanın omuzuna vurmuş :
Hay
Allah senden razı olsun, demiş. Benim bir huyum vardır. Her sabah tam bu saatte
uyanmam lâzım. Sayende dakika şaşmadan uyanıyorum. Sağolasm. Şimdi senden bir
ricam olacak. Her zamanki gibi aynı saatte buradan geç. Ama çok gürültü
olsun... Çanlar ortalığı sars-malı... Bu iyiliğinin altında kalmam. Her gece şu
kenardaki iri kayanın kovuğuna ikibuçuk lira koyacağım. Geçerken alırsın. Hadi
yolun açık olsun, demiş.
Çobanda
bir sevinç bir sevinç... O günden sonra sabahın köründe her geçişte profesörün
evi önünde dehşetli bir şamata. Profesör uyansın diye keçileri kasten
ürkütüyor, koşturuyor ço-bancık. Ve kaya oyuğundaki ikibuçukluğu da alıyor.
Bu durum bir. hafta
kadar devam etmiş. Ama kurnaz profesörümüz de her gece koyduğu ikibuçukluğu
koymaz olunca, çobanda dehşetli bir öfke...
Olmaz
böyle şey, demiş. Hem iyilik ct, hem de para alma... Görsün bakalım bir daha
buradan geçiyor muyum?
Profesörde
ise keyif kekâh tabiî... Politika’yı bilmem anlatabildim mi?
KASITLI ATASÖZLERİ
Jön
Türkler zamanında aşırı bir ırkçılık cereyanı da başlamıştı. Komşularımız,
bilhassa Müslüman Araplarla münasebetlerimizin kesilmesi isteniyordu. Bu akıma
İngiliz ve Fransızlar da gizli - açık maddî ve manevî desteklerini
esirgemiyordu. Bizi Müslümanlardan koparmak isteyen Avrupa, sonunda başarılı
oldu. Slogan ve vecize bulmaktaki maharetleri burada da kendini göstermişti...
Derken «NE ŞAM’IN ŞEKERİ, NE ARAB’IN YÜZÜ» sloganını bize postaladılar. Bu söz
o kadar sempatik görüldü ki, bütün yarım aydınlar ve Batı hayranı
gazetecilerimiz dört elle bu ithal malı yumurtaya sarıldılar. Ne acıdır ki,
hâlâ en ücra köşelere kadar sokulmuş bu yıkıcı ve ayırıcı slogan bilir - bilmez
söylenip durmaktadır.
İkinci
örneği Hindistan’dan vereceğim. İngi-lizler, 40 - 50 yıl önce 500 milyon
nüfuslu Hindistan’ı idarede güçlük çekiyordu. Çeşitli dinlere mensup bu koca
ülkenin içinde din ve mezhep çatışmaları körüklenecek olursa Hindistan halkı
pekâlâ birbirine, düşer ve tepelerindeki İngi-lizlerin farkına bile varmazdı.
Sonunda Ingilizler muvaffak oldular. İki büyük kitleyi, Müslümanlarla
Hindu’ları birbirine düşürdüler. Ortaya bir vecize (!) atılmıştı: «O kadar pis
ki, tıpkı Müslüman...»
Bu
yakışıksız ve namertçe ortaya atılmış söz, Müslümanlara diş bileyen Hindular
arasında öyle tuttu ki, adım başı ve her yanda duyulur oldu. Sonunda
Müslümanlarla Hindular kıyasıya birbirlerine girdi. Ve olan oldu. Hindistan iki
düşman parçaya ayrıldı. Şu anda bile Hindistan’da j.en geçerli atasözü, tekrar
etmekten sıkıldığım yukarıdaki mel’un sözdür.
Gelelim
üçüncü örneğe :
AKARSU PİS TUTMAZ...
Bu
sözü hangimiz bilmeyiz? Ama bilmediğimiz bir nokta var ki, pek acı. Ruslar,
Osmanlılar’dan çok korkardı. Kuvvet yoluyla ve silâh ;
aracılığı ile mağlup edemiyecekl erini adları gibi biliyorlardı. Eninde
sonunda da bir çatışma çıkacağı belliydi. Şayet bir harp vuku bulursa, Araş
Nehri civarında ve doğu sınırında olması düşünülüyordu. Çünki o noktada
sınırdaştık.
Derken
19. asır sonlarına doğru doğudan başlayan bir atasözü batıya doğru yayıldı:
AKARSU PİS TUTMAZ...
Aradan
10 - 15 yıl ya geçti ya geçmedi. Mukadder âkıbet gelip çattı. Moskoflarla
çarpışacaktık. Araş Nehri civarında savaşımız başladı. Ne var ki asker su
içerdi. Ne var ki Araş
Nehri
şırıl - şırıl akıyordu ve Mehmetçik susamaktaydı.
Mehmetçik
kana kana içtiği suyun Moskof-larca zehirlendiğini nereden bilecekti?
Kurşunların
öldüremediği. Mehmetleri şimdi akarsular öldürüyordu. Ve Osmanlı Ordusunu bir
atasözü mağlûp ediyordu...
YAHUDİ’nin İNTİKAMI
Yahudiler
üstüne dünyanın her yanında çok şey yazılıp söylendi. Hâlâ da konuşuluyor.
Dediklerine bakılırsa, Yahudiler «Dünya Devleti» kurmak peşinde imişler.
Yüzyıllardır bu niyetlerinden caymamışlar.
Peki,
nasıl olacak bu iş? Para ve zekâ gü-, cüyle... Parayı anladık ama, «Zekâ gücü» ne oluyor? İşte bu mesele
gerçekten pek enteresan. Dikkat edilirse, asırlar boyu yeryüzünde
«inanılanı» yıkmak. «Güvenileni» alçaltmak ve «Değerleri» küçültmek için elden
ne gelirse yapılıyor. Demek ki, organize bir kuvvet var. Demek ki, bu kuvvet
yüzyıllardır yeryüzünü tahripte başarılı da oluyor.
ÖRNEKLERE GELİNCE
Bu
yıpratıcı gücün el atmadığı mesele kalmamış gibi. Avrupa’lı yazarlara
bakılırsa, ülkemizdeki «Jön Türkler» olayı bile bir Yahudi ihtilâlidir. Son
zamanlarda ardı arkası kesilmeyen anarşik hadiseler bile Yahudi parmaklarının
usta ve güdümlü marifetleridir.
İnsanın,
hafsalası almıyor, ama birkaç yıl önce bir Yahudinin bütün dünyaya hitaben
«Ekonomik cihetten hizmetçimiz, fikir yönünden kur-banımızsmız» deyivermesi
insanı hizaya getir-ineğe yetiyor. Demek ki Yahudiler madde sahasında despot,
fikir sahasında da anarşisttir.
NKSİN İNTİKAMI?
Sahi,
Yahudiler dünyadan ve insanlıktan intikam mı alıyorlar? Niçin intikam
alıyorlar? ve neyin intikamını alıyorlar? Üzerinde
durulması gereken bir soru bu: Niçin ve neden?..
Bir
ülkede Yahudiler ve Yahudi asıllılar serbestçe yazmak imkânına kavuştukları
anda o ülkenin fikir yapısında gedikler açılıyor, çatırdıyor ve yıkılıyor.
Yahudi, yapmayı değil yıkmayı beceriyor.
Meseleyi
daha iyi kavramak için bazı örneklere ihtiyaç var:
İnsanlar
ahlâk, din, sanat ve politikanın yüksek fikir tezahürleri olduğunda hemfikirdi.
Mide ve kesenin ikinci plânda olduğuna inanıyordu ki; Troves’li Mars adında bir
Yahudi çıktı ve bütün bu çok yüksek ideallerin aşağı ekonominin fışkı ve
gübresi içinde yetiştiğini söyleyiverdi. Kapital adındaki kitabını da bu temele
oturttu... Dünya şaşırmıştı. Hâlâ da şaşkın...
Herkes,
dâhi bir insana «Üstün kabiliyet» diyebiliyordu. Canileri de canavar olarak
kabullenmişti. Lombrozo isimli Veronalı bir Yahudi ortaya çıkıp, bütün deha
sahiplerinin sar’alı bir yarı deli, canilerin ise ecdadımızdan intikal eden
kalıntılar olduğunu en inandırıcı şekilde ortaya attı. Dünya şaşırmıştı. Hâlâ
da şaşkın...
Ondokuzuncu
asır sonunda İbsen, Tolstoy, Nietzsche ve Verlaine Avrupası, beşeriyetin en
büyük devletlerinden olmakla öğünüyordu. Bu-dapeşteli bir Yahudi Maks Nordau,
bu meşhur edip ve şairlerin birer mütereddi ve onların medeniyetinin de yalan
üzerine kurulmuş çocuk oyuncağı olduğunu bir güzel ilân ve iddia etti... Dünya
bir daha şaşırdı, hâlâ da şaşkın...
Ahlâk
sahibi, temiz vicdanlı insanların varlığı ile sevinirdik. Onlarla iftihar
ederdik. Ne zamana kadar? Freibergli Yahudi Sigmund Freud ortaya çıkana kadar.
Ne dedi bu Freud? «En ahlâklı, en kibar kişilerin ve bütün insanların içinde
bir kaatil, bir cinsî sapık gizlidir» dedi. Yeryüzü şaşırmaktan, Yahudi ise
şaşırtmaktan bıkmıyordu. Dünya hâlâ şaşkın...
Kadın:
Tarihte, san’atta ve evimizde hattâ inançlarımız çerçevesinde mükemmellik
örneği olarak bilinir, ana olarak her türlü saygıya hak kazanmış insan
nazarıyla bakılırdı... Derken, Vi-yanalı Yahudi Veing çıkageldi. İlim ve mantık
bakımından kadının iğrenç ve tiksindirici bir mahlûk, bir alçaklık örneği
olduğunu bir güzel ortaya attı. Bir şaşkınlık dalgası daha ortalığı tozu dumana
boğmuştu. Dünya şu anda bile o toz-du-man arasında gözlerini oğuşturmakla
meşgul.
Dinler,
en yüksek meziyetlerdir ve insanı mükemmele götürür... Demeğe kalkmıştık ki,
Enlayeli Yahudi Salamon Reinach sözü insanlığın ağzından kaptı ve şöyle
haykırdı: «Dinler vahşidir ve tabulardan kalmıştır...»
NE BİÇİM HEDEF?
Ortaya
acı bir gerçek çıkıyor: Bu yazının başlığı... Yani, Yahudinin «Yeryüzünden ve
insanlıktan intikam aldığı» gerçeği. Baksanıza... Hakikatlerden şüphe
ettiriyorlar. Yüksekte olanları alçaltıyorlar. Temiz görüneni kirletiyorlar.
Sağlam görüneni yıkıyorlar. Hürmet edileni ayaklar altına alıyorlar.
Böyle
hedef olmaz. Dünya ilelebet Yahudile-f re hedef tahtası olmak bahtsızlığını
kabullenemez.
BİZE GELİNCE
Türkiye
— kim ne derse desin— her türlü hürriyetten nasiplenen ender ülkelerden
biridir. Bu hürriyetleri istismar eden fikir (!) erbabının altını şöyle bir
eşelerseniz altından ya dönmeler çıkacaktır ya da su katılmamış Yahudiler.
Islah
olacakları yok. Yöneticilerimizin ve partilerimizin şapkayı önlerine koyup bir
daha düşünmeleri zamanıdır.
SAHİ,
AKIL HERDEDİR?
VAHŞİ BÎR DEV * YİRMİNCİ YÜZYIL
İçinde
bulunduğumuz asır, bir sonraki yüzyılda mutlaka öfke ile anılacak.
İktisatçılar, sosyologlar, sanayici ve eğitimciler pek haklı olarak bizi
suçlayacaklar. Kendilerine «Tükenmiş» ve hafakan dolu bir dünya bıraktığımız
için «Tarihin en menfaatçi asrı» diye adlandıracakları şu iri dişli ve haris
devir, bu türlü suçlamaları da zaten ziyadesiyle haketmiş olacak.
Denizlere
bakacaklar... Lâğım sularından farksız bir ummanla karşılaşacaklar: Balıksız, süngersiz
hattâ, yosunsuz bir pislik çölü... «Acaba, denizler ne
renk olurdu?» diye soran yığınla sahil çocuğu, pırıl pırıl sahilleri ancak
kartpostallarda görecek. Deterjanı bulan kimyagerler belki de «Denizlerin
kaatili» diye hatırlanacak.
Şöyle
bir düşünülürse insanı ürperti sarabilir.
.
Dünya petrolleri en çok kırk-elli yıllık bir rezerv durumunda. Yirmibirinci
asrın mutluluk yolları şu sıra bizim tarafımızdan tutulmuş... Görünüşte iki
kollu ve iki ayaklı sanılan insanoğlu, her yana dal-budak salmış yüzlerce kolu
ve ayağı ile, bencil zihniyeti ve telâşlı azgınlığı
ile kendine yarayan ve yaramayan her şeyi oburcasına, müsrifçesine ve
zalimcesine yok ediyor.
Tüketiyoruz...
bitiriyoruz...
Bu asrın insanı merhametsiz bir
mirasyedi durumunda. Torunlarını katleden deli bir ihtiyar sanki. Yarını
ve geleceği düşünmeği akıl edebilecek zamanı bile yok. Her bölgeyi, her
maddeyi, her mâdeni, taşıyla ve toprağıyla hallaç pamuğu gibi atmada...
Nesepsiz fikirlerin hesapsız goygoycuları boş durmuyor!
Yirminci asır gerçekten deli.
Üstelik,
bu asrı tedavi etmesi gerekenler koyu bir ürkeklik ye korkaklık içinde. Krize
kapıl • mış onbinlerce, okumuş «uygar» kişi, her kesimdeki yolgöstericilere
tahammül de edemiyor. Aynı hırs ve aynı tahammülsüzlükle kılavuzlara isyan
ediyor. Bu isyan, aslında insanoğlunun kendine olan isyanıdır.
Davranışlar,
hareketler gittikçe yavan ve sun’î oluyor. Sun’î gübrenin bütün meyve ve
sebzelerin tadını değiştirmesi, monoton hayatın gitgide koyulaşması, makine ve
kompüterlerin, nükleer silâhların yaygınlaşması iyiye alâmet değil.
Beşbin
yıllık dünya tarihinde yirminci asırdaki kadar vahşi savaşlar olmamıştır. Bu
kadar insan kurşunlanmamıştır. Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarının kötü
sonuçları bu kadarla kalmaz. tik Dünya Savaşında
Komünist Rusya doğdu. Bu, otuz milyon kişinin ölümü ve 220 milyon kişinin
esareti demekti. Yetmedi... İkinci Salaşın getirdikleri ise kırk milyon kayıp
ve yine 800 milyon Çinlinin komünizm illetine yakalanışıdır.
Bu
asır; kötülerin iyi, lüzumsuzların lüzumlu, önemsizlerin mühim sayıldığı ve
öyle kabul ettirildiği aldatıcı bir propaganda ve yangın asrı... Şaşkınlık
asrı... Bizden sonrakiler için belki de «Cinnet asrı»...
Bu
asır; Kendi kendimizi kovalayış, yaka-layış ve mahvediş asrı.
Bu
asır; Dizginleri boşalmış azgın atlar gibi körcesine koşan ve boğulmak için
açgözlü bataklıklar arayan fikir fakirlerinin ardına takılmış yığınların asrı.
Çılgınlık
asrı yani...
Eksik
olan birşeyler var... Düşünüyorum: Galiba, diyorum... Yolgöstericilerin «yol
göstericisi» yok. Eksik olan bu. Profesör, âlim,
politikacı, iktisatçı etiketini üstlenmiş «Onbinlerin», bunca ihtisas adamı ve
kılavuzun da bir yol göstericisi olmalı.
Bu
çapta büyük ve ölmez «Pusula» liderler çok az. Dünyada çok az. Türkiyemiz,
Bediüzza-man Said Nursi gibi bir kıymetin bu asırda, böy-lesine çarpık bir
asırda yetişmesinden bahtiyardır. Bu lûtfu anlamak gerek. Bu lütfün, Türkiye
gibi (Orta Doğunun, üç kıt’anm ve dünyanın santral mevkiindeki) bir coğrafyada
ortaya çıkışı bu ülkenin belki de yeryüzündeki görevlerine işarettir.
Böylesine
bir düşünce ve vicdan liderinin tortusuz fikirleri ve şaşmaz hedefleri Türkiye
sınırları içinde hapsedilemez. O’nu tam anlamak ve tam anlatmak hem görev, hem
de ihtiyaçtır.
Bediüzzaman’a
zavallı ve kör mantıklarla karşı koymak basiretsizliği, zamanı ve zemini hebâ
etmek olacaktır. Dört yıllık «Roma Hukuku» dersi, Said Nursi’yi ne anlamağa, ne
de anlatmağa yeter... Türkiye’yi ve Türkiye’nin tarihî, coğrafî, sosyal ve
kültürel yapısını öğrenesi memiş ve sağlam
bir senteze varamamış bîçarelerin O’nu anlamağa hakları bile yoktur... Hele
hüküm vermeğe hiç...
Yirminci
asrın bitimine az kaldı.
Bu
asır kurtulmayı bekliyor.
Ve
yirminci asrı, cilâlı etiketler, vitrin vit-üi
rin hokkabazlıklar ile günübirlik politika kurta-ramiyacak. Yirminci asrın
tedavisini lüzumlu görenlerin yorulmaları ve gerçek yol göstericileri iyi tanımaları
şarttır.
Bilmeden
kızmak, tanımadan karşı çıkmak, t"‘ . anlamadan
tenkide meyillenmek (unutmayınız) yine bu asra musallat olmuş çirkin bir toplum
U3
zaafıdır.
Kişi, bu zaafı yenmekle tekâmüle giden ar yolları aralayabilir. Aksi
halde, yargıç da olsa, savcı da olsa, iktisatçı da olsa, san’atkâr da ol-sa
yalancı pehlivanlık mevkiinin su katılmadık *a temsilcisidir...
Gelecek
yüzyılın delikanlısı ve genç kızı
«Niçin
geçen asırda düşmanlıklar vardı, niçin herşeyi tükettiler, niçin bunca zıtlığı
ve hafakanları bize aktardılar, insanın gerçek değeri ve saadeti niçin
unutuldu?» diye sormamah.
İnsanlar,
hedefi belli aydınlık- anlayışlar,sımsıcak
telâkkiler, billûr denizler, ormanlar,tertemiz ürünler ve mâdenler,
bugünkü bulutlar, s: berrak
gökyüzünün sıhhatli kuşları, iyi niyetler
ve
pırıl pırıl yarınların bir sonraki yüzyıla aktarılması bu asır medeniyetinin
(!) borcudur.
Bu
borç ödenmelidir.
Yoksa,
dünyaya ve gelecek yüzyıla yazık olacak...
GAZETECİLİK
Sanırım
1963 yılı idi. Yeni İstanbul Gazetesinde çalışıyordum. Yeni işe girmiş Haydar
isminde bir odacının sabah-akşam demeden var gücüyle çalışması dikkatimi
çekmişti. Bütün odaları ve salonları devamlı olarak silip süpürüyor, müesseseyi
temiz tutmak için elinden geleni yapmak gayretiyle âdeta parçalanıyordu.
Bir
gece ikimiz yalnız kaldık. «Yahu» dedim... «Durmadan
çalışıyorsun ve yoruluyorsun. Bu kadarı da fazla ama... Burası eczane
değil ki, elbet sağda solda kâğıt artıkları bulunacak... Bu işi
plânla da bâri belirli saatlerde temizle ortalığı...»
Yüzüme
şöyle bir baktı:
Bu
işler böyle başlar ağabey, dedi... Gazetecilikte yükselmek kolay mı?
Şaşırmıştım :
Ne
demek? dedim... Bu işin de yükselmesi mi olurmuş...
Şaşırma
sırası bu sefer ona geldi :
Sen
ne diyorsun ağabey, dedi... Ben, ilerde başyazar olmak niyetindeyim. Ben bu işe
girerken önce temizlikten başlayarak yavaş yavaş yükseleceğimi ve ilerde yazar
bile olabileceğimi söylemişlerdi...
Devam
etti :
Beş-altı
ay daha canavar gibi çalışıp ba-ır şanlı olursam niçin gazetecilikte
ilerlemiyeyim? ' Ses çıkaramadım.
Temizlikçi
Haydar, aramızdaki bu kadarcık samimiyeti gözünde büyütmüş olmalı ki; eliyle yazdığı
yazıları, kargacık burgacıkhğma bakmadan her akşam ve muntazaman bana getirir
oldu. Ben de bıkmadan hepsini bir bir ve söke söke okuyor, tashihlerini
yapıyordum... Yazdığı şeyler ciddîye alınacak cinsten değildi. Uzun uzun
nasihatlerde bulundum. Yazı yazmanın da bir kaabiliyet işi olduğunu telkin
etmeğe başladım.
Çok
geçmedi. Bir müddet sonra Odacı Hay-dar’m gazeteden ayrıldığını söylediler.
Bayağı âı üzüldüm. Aradan iki-üç yıl kadar geçmişti ki, ie
bir gün öğle üzeri Karaköy’de bir köşeyi
dönerli; ken bizim Haydar ile burun
buruna geliverdik:
Ooooo!.. Haydar, nerelerdesin yahu? Gazeteden ayrılırken bir
«Allahaısmarladık» bile demedin. Söyle bakalım şimdi ne iş yapıyorsun?
Düzgün
kılığı, pırıl pırıl iskarpinleriyle Hay-y dar tipik bir Beyefendi gibiydi. Elini
omzuma koydu :
—
Bir firmanın müdürlüğünü yapıyorum. Büyük bir firma... Üzerimde doksan kişinin
mes’uliyeti var. Simdi çok rahatım. Gazetede ol-S
*
saydım
hâlâ odacı kalacaktım. Altı ay çalıştırıl diniz beni ama,
bir tek yazımı basmadınız.
Kartını
verdi. «Beklerim» dedi... «Gelirsen çok
sevinirim, eski günleri anarız...»
Ziyaretine
gitmeği zaman zaman düşündüm. Aylar geçti ve ben Haydar’ın «Müdür» yazılı kar-;
tını kaybettim.
NE BİÇİM MESLEK?
Gazeteciliğin
sermayesi azim ve aşktır. Gazetede çalışıyor da olsanız, patron da olsanız azim
ve aşk olmadan bu iş yürümez.
Her
meslekte olduğu gibi gazeteciliğin de kendine göre dert ve problemleri vardır.
Öylesine ki, zaman zaman devlet katında çareler aranmasını gerektirir.
Son
zamanlarda basının içinde bulunduğu zorlukları ve mes’eleleri iyice hisseden
gazeteciler olarak çareler düşünülmesi gerekiyordu. Geçtiğimiz Nisan ayında
sırf bu sebepten bir araya gelindi.
Son
Havadis, Güneş, Orta Doğu, Millî Gazete, Sabah, Yeni Asya, Zaman ve Tercüman
gazetelerinin temsilcileri toplandık. Yeni Asya’yı .temsilen
Can Alpgüvenç ile bendeniz iştirak ettik... Çalışan ve çalıştıranlar olarak
yeni bir Basın Kanunu çıkarılmasını, TRT, Basın İlân Kurumu ve basında
çalışanlarla ilgili bir teklif hazırlanmasını istedik. Sekiz gazetenin
temsilcisi (Abdullah Uraz, Ergun Kaftancı, Üstün İnanç, Vedat Zeydanlı, İrfan
Derman Beyler) bu raporun hazırlanması'için de beni başkan seçtiler.
günden
sonra da geceyi gündüze katıp TRT’yi, Anadolu Basınını, çalışanı, çalıştıranı,
Basın İlân Kur umunu uzun uzun tetkik ettim. Yığınla tasarı ve raporu gözden
geçirdim. Sonum da dokuz sayfalık bir rapor hazırlayıp sundum. İşin içine
girince meselelerin ağırlığı daha bir ortaya çıktı.
Basınımızın
ferahlaması ve kalite kazanması için teklif ettiğim tedbir ve görüşleri özet
olarak sunmak isterim. Durum hâlâ ciddîdir ve aktüalitesini korumaktadır...
NEDİR BUNLAR?
1
—' Gazeteci erken yıpranıyor. Emeklilik için yirmi yıl çalışması yeterli
sayılmalıdır.
2
— Dilerse emeklilikten sonra telif karşılığı çalışabilmelidir. (Emekli bir memur basında çalışabilir de, emekli gazeteci
çalışamaz. Bugünkü durum bu)
3
— Ulaşım indirimi sağlanmalıdır. (Demiryolları, Deniz ve Havayollarında)
4
— Gazetecinin meslekî araç ve gereçleri gümrüksüz ithal edilmelidir.
5
— Avukat, yargıç ve parlamanter gibi gazetecinin ’ de dokunulmazlığı olmalı.
6
— Aynı suçtan yazı müdürü ile muhabir ceza görmemeli ve bir suça muhtelif
suçlular aranarak ceza ilkeleri dejenere edilmemelidir.
7
— Cezadan evvel tutuklama olmamalıdır.
8
— Tirajı yüzbinleri bulan gazetelerle az tirajlı
gazetelerin hakaret suçları aynı ölçülerle değerlendirilemez. Aynı suçtan aynı
cezaya çarptırılamaz. Cezada adalet sağlanmalıdır.
9
— Çeşitli kuruluşlar, Halk ile Münasebet
ler
kadrosunu gazetecilerden seçerek ayarlamalıdır.
,
10
— Basın dâvâlanmn jürisi gazetecilerden seçilmelidir.
11
— Te’lif haklarında vergi muafiyeti haddi onbin liradan en az altmış bin liraya
çıkarılmalıdır.
12
— Te’lif eserler teşvik görmelidir.
13
— Kâğıt, gazetenin (şart olan) ilk maddesidir. Sık sık fiyat ayarlaması
hatalıdır. 5 ve
10
yıllık fiyat dondurmalarına ihtiyaç vardır.
14
— Basın Ahlâk Yasası işlemelidir. Gazetelerin müstehcen yayın yapmaları, dinî
ve millî akideleri tahkir eder mahiyette neşriyatta bulunmaları, bu gazetelerin
resmî ilânlarının bir ay ile üç ay arasında kesilmesine yeter sebep
sayılmalıdır.
15
— Taşra basınına uzun vâdeli faizsiz kredi verilmelidir. Belediye rüsumu
kaldırılmalı, büyük şehirlerde tesis sahibi olmak aranmazken taşra
gazetelerinde tesis mecburiyetinin
,
konması, hatalıdır.
16
— Basın İlân Kurumu’nun üç büyük şehir gazetelerinden % 10 komisyon alırken,
Anadolu Basınından % 15 komisyon alması garip bir haksızlıktır.
17
— İller İdaresi Kanununun 9. maddesine paralel olarak genel meclis tutanak
özetlerinin
11
gazetesinde yayınlanmasından başka Belediyeler Kanununda, bütçe, blânço, meclis
kararları özetlerinin il merkezinde çıkan en az iki gazetede yayın mecburiyeti
getirilmelidir.
18
— Basın ve yayın araçları olarak; dizgi, baskı, tertip üniteleri «Haczi caiz»
eşyadan çıkarılmalıdır.
19
— Basın İlân Kurumandan çok satışlı gazetelerin hâkimiyeti kaldırılmalı ve
Anadolu Basınının bu Kurumda temsili sağlanmalıdır.
20
— TRT’nin il ve ilçe muhabirleri mahallî gazetelerde çalışanlardan
seçilmelidir.
21
— Devletin dıştaki Basın Büroları tecrübeli, profesyonel ve temiz sicilli,
hür-demokratik rejime inanmış basın mensuplarınca yönetilmelidir.
22
— Özel ve resmî haber ajanslarının taşra basınına yardımı sağlanmalıdır.
SONRA NE OLACAK?
Gazetecinin
ve gazetelerin dertleri elbet bu kadar değil, ne var ki; yerimiz bu kadar. Bu
mesleği seçenler, kendi söküğünü dikemiyen terzilere benzememeli. Sırnaşıklığın
ve lotaryacılığın Babıâli’ye. girmesi ve gerçek fikir
gazeteciliğini öldürmesinin vebali büyüktür.
«Sonra
ne olacak?» meselesine gelince; Dileriz iyi olur. Babıâli yitirdiği seviyeyi
tekrar kazanmalıdır. Biraz da devlete iş düşüyor.
Hayırlısı...
MİLLİYETÇİ BASININ EKSİKLİĞİ
Hep
başkalarını tenkid edecek değiliz ya.
Bizim
eksiğimiz, eksikliklerimiz yok mu? Var elbet.
Bunlar
şöyle sıralanabilir :
1 — Aksiyon hep karşı
taraftan geliyor. Biz, «Reaksiyoner» olmak zorunda ve savunma durumunda
kalıyoruz. Aslında bu bir eksiklik sayılmayabilir. Ama,
zaman zaman insiyatifin bizim elimizde olması memleketçi düşünceye hamle ve
güvenilirlik sağlıyacaktır.
Sol,
devamlı saldırıyor, saldıracaktır. «İtham et,
çamur at... Yaralamasa dahi iz bırakacaktır»
şirretliğinden ilham alan bu çeşit davranışlar, kamuoyunda birtakım
«Acaba?»larm doğmasına yol açar ki, sonunda Marksistler puan toplayacaktır.
Memleketçi
Basın, yeni sloganlar ve yeni kaynaklar bulmalıdır.
Boş
vaktim olsa ve terbiyeyi bir yana bıraksam, bütün solcu milletvekillerinin
geçmişini yıl yıl ve safha safha incelemek isterdim. Onlara yardakçılık eden
grupların ve kişilerin de altım deşelemeğe kalksam, adım gibi biliyorum ki,
yığınla «Çapanoğlu» çıkardı.
Kavgaları,
gürültüleri, zırıltıları, alacakları, borçlan, adam kayırmaları, zayıf yanları,
korkulan. püsürükleriyle yüzlerce dosya...
Türkiye
şöyle bir sarsılırdı.
Ama,
bunu ne ben yapabilirim, ne de diğer gazeteci arkadaşlar. Çünkü,
terbiye ve yetişme tarzlarımız solcularınkinden tamamen farklıdır. İnsan ile
oynamak bize vergi değil.
2
— Bir defa söyleyip rahatlıyoruz. Meselelerin üstüne üstüne gitmek gerekirken,
bir konu etrafında detaylı olarak ve dört koldan yaylım ateş açmak gerekirken
bir def acık dokunuşla işin hallolduğuna inanıyoruz. Aslında kültür ve beyin
potansiyelimiz solun en az on katı ağırlığında olmasına rağmen hadise ve mesele
kova-layıcılığımız yavan oluyor. Dikkat ederseniz, CHP ve diğer sol partilerin
kongrelerine bile gidilmiyor. Halbuki, her kongrede ne
pandomimler kopuyor, ne ağır ve cıvık suçlamalar oluyor, ne seviyesiz ithamlar
oluyor... Milliyetçi ve memleketçi basın için bu durum bulunmaz sermaye ve
fırsattır.
Bu
durumu «Tenezzül» meselesi yapmamak lâzım.
3
— Bir diğer eksikliğimiz de KRÎTİK noksanlığı...
Yazarlar
arasındaki uzaklık. Yeni bir kitap, eser, hizmet karşısında susmak alışkanlığı.
Bu nokta önemlidir. San’at ve edebiyattan, fikir yazılarına kadar her dalda
usta kritikçilerimiz (münekkidler) yetişmelidir.
Eser
sahibinin hangi noktada ve nerede olduğu açıklık kazanacak ve yeni çalışmalar
için san’atkâr yeni hedefler, şekiller ve özler arayıp bulacaktır. San’at,
edebiyat ve fikir âlemine seviyeli isimler ve eserler kazandırılacakta.
Yarınlar için yeni muhasebeler yapma zamanıdır.
4
— Millet ve memleket yararına yarışmalar, araştırmalar yapılmalı ve bu
yarışmalar istifadeye sunulmalıdır. Gazetelerimizin bu konuda birlik ve
beraberlikleri de söz konusu edilebilir: Hikâyeler, senaryolar, piyesler, yakın
tarih incelemeleri, romanlar, şiirler, folklor yarışmaları, hattatlık,
ve hakkâkhk yarışmaları, deyiş derlemeleri, süs ve motif derlemeleri,
yazmalar, sedef işlemeler, Karagöz-Hacivat diyalogları, çocuk şiir ve
şarkıları, resim ve minyatür yarışmaları... Okçuluk, güreş, cirit müsabakaları,
yeni İlâhîler bestelenmesi vs. vs...
Her
yıl düzinelerle örnek eser kazanılacaktır.
Her
yıl ne müthiş sanatçı, sporcu, folklorcu, yazar ve şairler kazanılacaktır.
Kazanılmalıdır...
5
—- Reklâm ve propagandaya az önem veriyoruz.
6
— Mizahın, makineli tüfekten daha deviri-ci bir silâh olduğunu görmezlikten
geliyoruz. Sol, mizahı parselleyip üzerine oturmuş. Sanki «Mizah» denen san’at
sadece sola vergi. Çürümüş ve kokmuş solun alay edilecek o kadar çok yanı var
ki, tariflere sığmaz. Memleketçi kesimde solun ipliğini pazara çıkaracak en az
kırk kalem ve bir o kadar çizer vardır. Fakat, onların
kalem oynatacakları ne iki sütunluk yer, ne de dört yapraklık bir dergi
yoktur...
Olmalıydı,
fakat olmalıdır...
Atı
alan değil çalan, Üsküdar’ı geçmek üzere...
NETİCE
Demek
ki; daha titiz ve temkinli, daha gayretli ve hedefli olmak gerekiyor... Hedefli
olmak!
OLMUYOR BEYLER!..
Şu
satırı dikkatle okuyunuz:
«Bu
yıl, yeni dersanemizin ruhu okşayan tatlı sıcaklığı içinde...»
Bu
cümle ilkokul ikinci sınıfların kitabında geçer ve sene başında okutulur.
Şimdi
dikkat ediniz :
1—
Köy ilkokullarının yüzde doksanı, iki dersanelidir. 1, 2 ve 3 üncü sınıflar bir
arada; 4 ve 5’inci sınıflar yine bir arada ders görürler. Demek ki, ikinci
sınıfa başlayan bir öğrencinin «Yeni dersanesi» olmayacaktır.
2
— «Ruhu okşayan» ne demek? Bu pek erken girişilmiş tasvir ve artistik cümle,
okumayı yeni sökmüş 7-8 yaşlarındaki çocuğa ne anlatır dersiniz?
3
— «Tatlı sıcaklığa» ne buyurursunuz? Rüzgârın var gücüyle hörelendiği; şu
oyuktan girip öbür kovuktan çıktığı bakımsız köy okulları... Her teneke kutuya
ve leğene ayrı notalarda dökülen yağmur damlaları arasında zemheri boyunca
titreşen mini - mini yavrular «Tatlı sıcaklık» masalını nasıl anlıyacak (Anladı
diyelim) nasıl inanacak?
DAHA DAHA
«İnsanoğlunun
maymundan türediği» hikâyesinden başlıyarak taa «Yunan kardeşliğine» kadar
varan şekilsiz ve hedefsiz eğitimin kurbanlarını suçlu bulmak alışkanlığından
sıyrılmasını bilmek zamanıdır.
Gayrimillî
eğitimden çok çektik, çekmekteyiz.
Selçuklu
ve Osmanlıyı bile doğru dürüst tanıtmıyoruz. Köksüz, dinsiz, korkakça bir
eğitim sürdürüyoruz. Çingenelerin bile bir lisanı var. 2.000 yıldır
darmadağınık yaşamış Yahudilerin dahi (Su katılmamış) dilleri var. Bir de bize
dikkat ediniz.
HAİNLER GEÇİYOR
İlkokullarımızda
ders yılı boyunca Osmanlı hükümdarları «Vatan haini ve zevk düşkünü» olarak
tanıtılır da, ortaokulda elçabukluğu ile «Kahraman» oluverirse çocuk şok
geçirmez de ne yapar?
Hele
hele lise çağlarında Jıer hadisenin, her kişinin ve her dersin, o ders grubu
öğretmeninin gönlünce karakter değiştirdiğini bir düşünün. Lise 4-C öğrencisi
aynı dersi 4-A öğrencisinden farklı öğrenmişse? Yavuz Sultan Selim bir sınıfta
kahraman, diğer sınıfta kan dökücü olarak okutuluyorsa?
Bu
konuda yazılacak çok şey vardır. Ve hepsi de ne yazık ki doğrudur.
MAOCU
Gencecik bir delikanlı. Ondokuzunda
ya var, ya yok; Üniversiteli... Demek liseyi bitirip yükseK tahsile başlamış. O
çağları yaşayan herkes gibi enerjik ve vatansever. Fakat reklâm ve insafsız
propaganda kurbanlarının önde geleni: Tutmuş, Maocu olmuş... «Niçin?» diye
sorulduğunda şu cevabı veriyor:
Memleket
mahvoluyor, batmak üzere... Tek kurtuluş yolu Maoculuktur.
Bu çocuğu kınamak zor. Çünkü,
yanıimışıı-ğmı hesap edemiyecek kadar katı. «Battık batıyoruz, yandık
yanıyoruz» edebiyatının güdümlü çarklarına o derece kötü kapılmış ki,
yapışılacak «Dal» diye çürük ve fuzulî düşüncelere sarılıp kalmış.
SUÇ KİMDE?
Suç,
bu körpe ve his dolu gençliğe yol göstermek kaabiliyetinden, kültüründen ve
cesaretinden mahrum olan eğitimcilerdedir. Ders kitabiyle, öğretmeniyle ve
bakanhğiyle suçlular lök gibi ortadadır.
Ciddî
eğitim olmayınca, ciddî ve akhbaşında öğrenci nasıl yetişecek? Hafızanızı
yoklayın; hatırlıyacaksımz... Bütün Avrupa’yı, Asya ve Afrika’yı «Türk» kabul eden
ilkokullar bizde var. «Göçler» bahsinde Orta Asya’yı terkeden Türkle-rin göç
yolları, allı-morlu ok işaretleriyle taa İngiltere’ye kadar giderdi. Etiler’i,
İskitler’i, Sü-merler’i hep «Türk» diye yıllarca yutturmuşlardı... Çok, değil;
üç yıl sonra bu çocuk, işin hiç de böyle olmadığını farketmiyecek miydi?
BİR DERGİ
Milliyet
Gazetesi bir San’at Dergisi çıkarıyor. Çocuk Dergisi ile çocuklara, Müzik
Dergisiyle gönlü kör gençlere, neşrettiği kitaplarla yarı aydın dimağlara
musallat olmuş bu gazete, San’at Dergisiyle de fikir ve edebiyat adamlarının
yakasına yapışmış durumda... Osmanlı edebiyatında incelenmesi gereken nice
önemli konular dururken, «Edebiyatımızda Müstehcenlik» mevzuunda tefrika
halinde sapıkça bir incelemeye girişmesi, yukarıdan beri bahsini ettiğimiz
«Kötüye merak» ve güzeli red esprisinin yeni bir tezahürüdür. Divan
Edebiyatında kafiye, eski edebiyatımızda tabiat, şiirimizde mevsimler, halk
hikâyelerimizde coğrafya, (ne bileyim) folklorumuzda gurbet gibi verimli ve
faydalı meseleler dururken «Edebiyatımızda Müstehcenlik» kepazeliğinin
seçilmesi ardında iki sebep yatıyor:
1
— Eskiyi ve temeli küçük düşürerek yeni nesli geçmişimize düşman etmek.
2
— Zor olanın, faydalı ve elzem olanın yerine basiti, kolayı ve zıpırlığı
seçmek.
Halkı
beğenmeyen ve küçümseyen bu huzursuzlar kadrosunun yapmağa değil, yıkmağa
güçleri yetiyor.
Demek
ki; sol eyyamcılar, sol eyyamcılara sempatik görünmek isteyenler: gazeteci de,
Belediye Başkanı da, bir partinin lideri de olsalar Türkiye’nin menfaatlerine
ve aydınlık geleceklere bile bile takoz koyuyorlar. Çünkü,
kendileri huzursuzdur ve huzur dolu zeminlerde rahat bulamazlar. Bu takozlar
milleti daima bedbaht ederler.
KORKULAR ve SOLCULAR
Solcular
korkak olur. Komünist hikâyeci Sabahattin Âli korkağın biriydi. Her şeyden ve
herkesten korktuğunu kendi arkadaşlarından dinle-mişimdir. Nitekim,
öldürülmek korkusu o derece içine işlemiş ki, tuttu Bulgaristan’a sığınmağa
kalkıştı. Zekeriya Sertel de korkaktı. Karısı Sabiha’nın bir dediğini iki
edemez, ne söylerse onu yazar ve onu konuşurdu. Nâzım Hikmet de öyle...
Özlemini çektiği komünist Rusya’ya daha adımım atar atmaz «Ben Rusya’nın bir
çocuğuyum, babam ise Stalin’dir!» demek lüzumunu duymuştu. Şimdiki solcuların
ise ustalarını aratmayacak şekilde korkak olduğundan kimsenin şüphesi olmasın.
1960
yıllarında bir solcu tanımıştım. Ömrümde bu kadar ürkek ve tedirgin adam
görmedim. Aradan bunca jul geçti. Ne zaman sokakta rastlasam usulca yanıma
sokulup sorar:
Acaba,
yakında bir savaş çıkar mı dersin?
Ben
de hep aynı şekilde cevap veririm:
Bırak
şu korkaklığı... Savaş mavaş çıkmayacak.
Neşredilmiş
bütün sol ve lânet kitapları okuyan bu kişinin evi (kendi ifadesine göre) gıda
deposu gibi... Çuval çuval unlar, makarnalar, pirinçler ve bulgurlar. Aksilik
bu ya, her yıl da bunca yiyecek, un ve makarna kurtlanıyormuş...
Şayet
Türkiye bir başka ülke ile savaşa tutuşursa bu solcu beyimiz rahat edecek... Şu
bencilliğe bakınız... Şu korkaklığa bakınız... Şu ahmaklığa bakınız. Bu Bey (!)
şu yazıyı okuyacak. Bundan eminim. Fakat bir türlü kendisinden niçin «Korkak»
diye söz ettiğimi soramıyacak. Karşıma çıkıp dobra dobra «Bu kadarı da fazla,
bu yaptığın ayıptır» diyeceğine yine usulca yaklaşıp:
«—
Yahu Nedim Gürbüz, acaba yakında bir savaş çıkacak mı?»
Diye
soracaktır.
SONUÇ
Dediğim
gibi... Bu solcular «Huzursuz takozlardan» ibarettir: Korkak, ürkek ve
tedirgin. Onlardan çekinmiyoruz. Üzüntümüz şu sıra suların tekrar bulandırılmak
istendiğinden.
Su başındakileri
durdurmak lâzım.
Devlet
büyüyecektir. Türkiye de...
SAKIN HA, AMAN HA...
Yanılıp
- yenilip sakın ha faydalı bir iş yapmayalım. Bu milletin çocuklarına sakın ha
bu milleti tanıtmayalım.
Neme
lâzım...
Oturun
oturduğunuz yerde. Yerinizi soğutmağa değer mi? Şu ölümlü dünyada faydalı bir
iş göreyim bahanesiyle çırpınmak da neyin nesi? Yan gelip yatmak varken
çalışmak bize mi kaldı?
Ruslar,
Nasreddin Hoca’nın hayatını filme çekmişler... Ha şöyle... Veririz bir milyon
lirayı, alıveririz. Meraka, üzüntüye değer mi? Her işin bir kolayı vardır. Bir
haber salarız sevimli komşularımıza, İtalya’ya, Fransa’ya, Almanya’ya... olur
biter.. Keloğlan’m filimlerini, resimli hikâyelerini
yaparlar. Karagözü, Hacivatı yaparlar. İstanbul’un fethini yaparlar. Daha -
daha İncili Çavuş’u yaparlar. Efeleri, zeybekleri, dadaşları bize bir güzel
anlatırlar.
Değil
mi ya... Okul kitapları bile yazdırırız istesek... Bayram şiirleri, Hıdırellez
hikâyeleri, memleket romanları. Niye olmasın?
Avrupa’nın
herbir şeyini öğrendik zaten... Andersen Masallarım, Lafonten Hikâyelerini
ezbere biliyor bütün çocuklarımız. Okul kitaplarını bu örneklerle ne de güzel
süsledik. Bremen Mı-zıkacıları’nı, Ağustosböceği ile
karmca’yı bilmeyenimiz var mı? İsveç’in, Finlandiya’nın halk şarkılarını
derleyip aktararak kendimize «Dağ başını duman almış» marşı bile yaptık...
Utanmazlık kim, biz kim... İstiklâl Marşı’nı bile Kar-men Operasından aşıran
münevverlerimiz en makbul adamlarımız değil mi?
Kim
ne derse desin. Biz işimizi biliriz. Okullarımızda Keloğlan ve Şehzade
hikâyeleri yoksa, Avrupa öyle münasip gördüğü içindir.
Empresyonizmi de, ekspresyonizmi de, kübizmi de bakın ne güzel kendimize
uyduruyoruz.
Dedelerimizin
usta ellerinden çıkmış minyatürlerimiz, pırıl pırıl sedef işlemelerimiz
varmış... Nefis sülüs, istif, kûfî hat yazılarımız varmış. Ohhoooo...
Empresyonizm var ya gerisine ne hacet? Mimarîmiz mi... Onun sözünü etmek bile
ayıp oğlu ayıp... Danimarka’daki bir binayı gözümüze kestiririz... Kestirdik
mi? Sonra efendim onu lök gibi, sefertaşı gibi Erzurum’a Kay-seri’ye de
oturttuk mu, bu iş biter.
Kimdir
o «Kiziroğlu Mustafa!» diye bağıran? Aman ne büyük acemilik... Köroğlu,
Kiziroğlu, Parti Pehlivan, Gökçen Efe, Topal Osman, Nene Hâtûn lâzım mı bize?
Tom Miks, Red Kid varken, hele hele Bufallo Bil, Giy om Tel varken
Çakırcalı’nın sözü mü olur?
Düşünün
bir kere... Bütün bunlar bize lâzım olsaydı, Avrupa bunu bize veremez miydi?
Mademki vermiyor, demek ki lâzım değil. Akıl var, mantık var.
Haksızsam
«Haksızsın» deyin lütfen.
Hem,
bizim aydın (!) larımız vatan haini mi yani? Ne diye kendileri yapmıyor,
kendileri yazmıyor da öteden - beriden aktarıyorlar? Bir bildikleri var elbet. Bir bildikleri olmasa elli yıldır bu böyle sürüp gider miydi... Biri
çıkar «Dur!» derdi. Diyen yok. Öyleyse bu iş böyle arkadaşlar.
Geçen
gün bir dostum «Aydınların ihaneti» diye bir söz etti. Güya
Türkiye, kendi aydınlarının ihanetine uğrayan talihsiz bir ülke imiş. Geç
efendim geç... Böyle şeyleri ortalığı bulandırmak için söylüyorlar. Dostum da
onlara kaptırmış kendini. Yemeyip yedirdiğimiz, dişimiz - tırnağımız pahasına
adam ettiğimiz aydınlarımıza bu türlü suçlamaları nasıl
yakıştırabiliriz? Ben şahsen yakıştıramam. Bunu arkadaşıma da söyledim. Keçi
gibi inatçıdır kendisi. Bana şöyle yan yan baktı:
Peki,
dedi... Nasreddin Hoca’ya, Keloğ-lan’a ve kendi değerlerimize biz sahip
çıksak, okul kitaplarında öğretsek... Kendi şiirimizi, kendi hikâyemizi,
kendi masalımızı, kendi sinemamızı biz kendimiz yapsak, nesiller çelik gibi
sapasağlam yetişse... demez mi...
Şaşırdım
tabiî. Hiç akıl yok şu benim arkadaşta. Ben ne diyorum, o ne söylüyor...
Arada
bir çıkar zaten böyleleri... Ne yaparsınız, tahammül edeceğiz...
KIRIK — DÖKÜK
★
Gücü olanlar yapıyor da, gücü olmayanlar
öğretiyor. Öğretenler olmasaydı, muktedirler nasıl güçlü olabilirdi dersiniz?
★
Gözlerini ve düşüncelerini başkasına ödünç
vermeyi beceremeyen kıskançlar ordusuna bir de sıkılmadan «Aydın» diyorlar.
★
Geceleri niye uyumaz yıldızlar?.. Önce bunu öğrenmeli. Şiiri sonra yazmalı.
★
«Deniz dediğin böyle olur» dedirten cinsten
bir deniz nerede var acaba? Yelkenler çürüyor...
★
Diploması piyangodan çıkmış kişilere
bazıları nedense «İlerici Profesör» diyor.
★
Vurma!.. Vuracağın
yere vurdular...
★
Sor!.. Soracağın
şeyi daha soran olmadı—
★
En güzel yeryüzü,
ihtiyarların gözünde. Keşke
bizde olaydı...
♦
Avcıyı paralayan her kaplan canavardır. Peki, kaplanı öldüren avcı nasıl «Kahraman»
oluyor?
★
En
komik şey, kendini kurtaramayanların ülkeyi kurtarmağa kalkışmasıdır.
★
Tekrarda büyüklük Van. Güneş
her gün doğuyor, usanan var mı?
★
Önce
kendini yakala... Ellerini ve ayaklarını bir güzel bağla. Hırsını bir vuruşta
mum et.
★
Despottan
meded umanlara «Millet» demek ayıptır. Sürülerin kulağı çınlasın...
★
Adam,
on yılda çıkmış yukarı. On yıl sağa, on yıl sola bakmış. On yıl da aşağı
bakacakmış, olmamış...
*
San’at
güzelliğe, ahlâk iyiliğe götürüyor. Peki... San’at ve ahlâk vâdisine nerden
gidilir?
★
Şu
hafakan dolu dünyada biri kalkıp sabır satmağa başlasa, inanın bir günde zengin
olurdu.
★
Acınm
ve ıstırabın da lüzumlu olduğunu anlar anlamaz hayat güzelleşiveriyor.
★
Çıraklar
büyüdükçe ustalar sevinçten ölmeli, kahırdan değil.
★
Paranın
gözü kör olsun. Ama bizi duymak için kulakları sağlam olmalı...
DURUN
BİRAZ!..
1980’LER
Bir
okuyucum yazıyor :
«Biraz
da iç açıcı yazılar yazamaz mısın? Rahatlatıcı, ferahlatıcı ve üzmeyen?»
Okuyucum
haklı... Ama, ne var ki; hâdiseler, yürek burkan
davranışlar, ipsiz - sapsız bildirilerden insanın canı o kadar yanıyor ki,
kızmadan edemiyorsunuz... Hiç istemeden politikanın içine giriveriyorsunuz.
Solun şirretliği ve yüzsüzlüğü karşısında duyulan tiksinti ve ikrah bir de
bakıyorsunuz, yazıya da aynen aksetmiş.
Aslında
bedbin biri değilim. Her olayda bir hayır, her rezil kişinin yapısında bir iyi
taraf ve her yorumda bir beyin süzgeci arar dururum. Okuyucumuz «Biraz da iç
açıcı yazılar yazamaz mısın?» deyince düşündüm... Demek, dozu fazla kaçırmışım.
Bugünkü
yazım iyimser ve iç açıcı olacak. Bu yurdu ve bu toprağı insanını yürekten
sevenler için yüreklendirici olacak. Konumuz Türkiye...
NASIL BİR TOPRAK
Ülkemiz,
yeryüzü coğrafyasının gözbebeği... Dağları, bereketli ovaları, gürül gürül
nehirleri, ağacı ve toprağıyla sevilecek kadar, uğrunda ölünecek kadar güzel.
Petrolün olmaması da dert değil. Her çeşit ürünün yetiştiği tahılın, sebzenin
ve meyvenin dört iklim pazarlandığı böylesi-ne talihli bir bölge; beş kıt’anın
rüyalarına girecek kadar değerli olmak gerekir.
Elmasını
İtalya’dan, muzunu Mısır’dan, bakırını Şili’den, gümüşünü Afrika’dan ve hattâ
suyunu bile Lübnan’dan almak zorunda kalmış her hangi bir Avrupa ülkesinin
Türkiye’ye duyduğu hasret (ve gizli haset) çekilecek çilelerden değildir.
İşte
biz böylesine güzel bir yurdun çocuklarıyız...
,
İKLİM
Dünyamızda
öylesine coğrafya ve iklim fakiri ülkeler var ki, bahar güneşinin ılık ve tatlı
huzurunu bilmemişlerdir. Öylesine insanlar vc nesiller var ki, kar ve buzu
ancak ansiklopedilerde görebilirler. Ve yine öyle fakir ülkeler var ki,
üzerinde yaşayan zengin insanları, güneşi görmek için Temmuzu iple çekerler ve
güneşi yakalamak için binlerce kilometre uzaklara âdeta seyittirler. Bu ülke
insanlarının Türkiye’ye duyduğu hasret (ve gizli haset) çekilecek çilelerden
değildir.
İşte
biz böylesine güzel bir yurdun çocuklarıyız...
İNSAN
Batı
fedakâr olmayı rafa kaldırmış bir medeniyetin insan sevgisinden uzak kalmış,
gönlü fakir insanlar topluluğudur. İnsana benzer makineler yanında makineye
benzer insanların da gittikçe çoğalışı, İnsanlık esprisinin gün be gün
zayıflaması oluyor. Batı insanı ve aklı başında kalabilmiş Batılı mütefekkir
durmadan gerçek «İnsan»ı arıyor. Sinemalarında, tiyatrolarında, roman ve
şiirlerinde hattâ resimde hedef olarak insan ve insanlık araştırılmaktadır.
Kendi içinde bulamadığı insan’ı filmlere konu ve edebiyata malzeme yapmaktadır.
İyi ve fedakâr, dürüst ve çalışkan, daha doğrusu «Özlenen insan»!, dünyada «Görevli insanı», kaybedilen ve kaybolan insanı
tam yüz yıldır arıyorlar. En çok satan kitapları ve en fazla seyirci toplayan
Co-prodük-siyonları unutulan ve özlenen insanı anlatır. Bu durum Batı için öyle
garip bir saplantıdır ki, «Gerçek eser insanı anlatan eserdir» diyerek yeni
yeni vecizeler! doping gibi kullanır olmuşlardır.
Tam
sırası...
Şimdi
bizim insanımızı ve bizi «Biz» yapan değerlerimizi düşünün. Her şeye, her
takoza, her tersliğe rağmen insan kalabilmiş Türkiye toplu-munu gözönüne
getirin. Silinememiş fedakârlığı, sevimli komşuluk münasebetlerimizi,
yıkalama-yan âdet ve an’anelerimizi, bayram ziyaretlerimizi, ard niyetsiz hatır
sormalarımızı, gönül gönül selâmlaşmalarımızı, büyüğe hürmeti ve Anadolu kadar
haşmetli toleransımızı hatırlayın. Ve hemen söyleyin, biz böylesine büyük
medeniyetin çocukları değil miyiz?
POTANSİYEL
Türkiye’nin
nüfusu ne kadar? Kırkiki mil-. yon.
Yaş
ortalaması kaç? Kırkiki...
Bu
ne demektir bilir misiniz?.. Türkiye’de kırkiki
yaşında kırkiki milyonluk bir insan potansiyeli var.
Yiyen,
içen, okuyan, çalışan ve en önemlisi eli silâh tutabilen kırkiki milyon kişi...
Yarısını saf dışı bıraksanız, geriye en azından yirmi milyon delikanlı kalır:
Yirmi milyonluk iş ordusu...
Yirmi
milyonluk üretici...
Yirmi
milyon asker...
Kendi
uçağımızı ye silâhımızı kendimiz yaptığımız takdirde bu kuvvet dünyayı
ürkütecek ve hizaya sokacak bir. potansiyeldir.
İsveç’te
yaş ortalaması 72, İngiltere’de 67, Fransa ve İtalya’da 62 olduğuna göre, bütün
Avrupa’nın bir araya gelişi dahi, süper iş gücüne sahip ve süper ordusu hazır
bir Türkiye’nin karşısında vız gelir tırıs gider.
Rusya'nın
sarhoş ve ürkek askeri, böylesine güçlü bir kuvvetin karşısında ancak esas
duruşa geçebilir. Afrika’nın ve Asya’nın derlenip toparlanma devresine
rastlayacak 1980’lerin Türkiye’si elbette «Büyük Türkiye» olacaktır. Amerika,
Çin ve belki de Rusya’nın hemen ardından dördüncü kuvvetin Türlüye olacağı
muhakkaktır. Üç Kıt’-anın politikası Türkiye gerçeği karşısında (Yanında bütün
İslâm ülkeleri bulunan) Büyük Türkiye karşısında yeni stratejiler çizmek
zorunda kalacak ve dünya’ya sahip çıkabilecek büyük ve sağlam ülkeler
Türkiye’siz alınmış bir kararı uygulayamıyacaktır. Türkiye’nin gücü,
Orta-Do-ğu’da, Akdeniz’de barış ve adaletin su götürmez garantisidir.
1980’lere
varılacaktır.
İşte
biz böylesine güzel bir yurdun çocuklarıyız...
PEKİ AMMA
İşte,
işin bir de «Amma»sı var...
Bütün
bu sahip olduğumuz güç ve kuvveti, genç insan potansiyelimizi, kararlılığımızı’
Batı bilmiyor mu? Batının içimizdeki sefil temsilcisi anarşi destekleyicileri
bilmiyor mu? Avrupa bilmiyor mu, Amerika ve Rusya bilmiyor mu?
Yeryüzü
bilmiyor mu?
Biliyor...
İşte bu yüzden Türkiye rahat bırakılmıyor: Köstek ithalcileri bu yüzden boş
durmuyorlar... 1980’lere çeyrek kala (Dosta huzur düşmana ürküntü veren)
Türkiye’nin «VAR» olacağı korkusu dünyayı sardı bile.
Bu
korku «Pazar» kaybetme korkusudur...
Nüfuz
kaybı korkusudur...
Dünya’yı
parsellemek niyetinde olanların kursak korkusudur...
Bu
korku belki de haklı bir korkudur. Fakat en önemlisi Türkiye’yi ve Türk
insanını bilemi-yenlerin korkusudur... Medeniyetimizi anlamı-yanların lüzumsuz
korkusu... Bu yüzden korkularında haklı olamazlar.
Büyük
Türkiye'ye dünyanın ihtiyacı vardır. İnsanlığın da... Huzur için, yarınlar için
ve yeryüzü istikrarı için.
Türkiye
büyüyecektir. Büyük Türkiye'ye çeyrek var.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar