Print Friendly and PDF

DOSTLARA MEKTUP / Nedim GÜRBÜZ

Bunlarada Bakarsınız

 


MERHABA

Dosta merhaba... Dost olmayana merhaba...

Gülüşe merhaba! ağlayışa, üzülene, kızana merhaba!..

Bekleyene merhaba, bekletene merhaba!

Düşünene merhaba, düşünmeyene merhaba!

Söyleyene, yazana merhaba... Söylemeyip içine atana merhaba...

Cesurlara merhaba, korkaklara merhaba... Mangal yüreklilere de, tavşan yüreklilere de merhaba!

Sağlama, hastaya merhaba... Gündüzü bekleyene, geceyi arayana merhaba

Koşana merhaba, yürüyene merhaba...

Uyananlara merhaba, Uyuyanı uyandırana merhaba...

Burnundan soluyana merhaba, gözlerinin içi gülene merhaba...

Kararlıya merhaba, kararsıza merhaba... Nasılsınız?

Bizler iyiyiz, iyi olmamızı isteyenler yüzünden gün geçtikçe daha bir iyi oluyoruz.

Cümlenize selâmlar!

Nedim GÜRBÜZ

GECELERİ NİYE UYUMAZ YILDIZLAR

HÜKÜMDAR

Işık, körlere ne yapsın?

Hele, iki avucunu (dilenmekten yorgun . düşmüş avuçlarını) acımadan gözlerine bastıran körlere...

Yol, yorguna ne yapsın?

Bir adım atabilmek için bin adımı göze alabilenler yolların hükümdârıdır. Kıyıda, köşede ve yol ayrımında yarılmış tabanlara bakıp bakıp ürken kişi, yol sana ne yapsın? Çatlayan tabanlar ancak yorgunluğun gülüşüdür. Geç kalıyorsun.

El, yüzsüze ne yapsın?

Ne kadar yunmuş arınmış olursan ol. Pamuk eller, ağır eller, zor eller «şükür» için sıvazlayacak yüze hasrettir. Şükürsüz yüzler ve yüzsüzlerin elleri... Demek öylesi de var...

Çiçek saksıya ne yapsın?

Her bahar, kadifeden bir habercidir, ve çiçekler «buyur» dâvetiyesi. Saksı ölüm, çiçek hayatın ta kendisi. Demek, hayat ölümle kol kola. Çiçek farkında, ya saksı?

Renk sana ne yapsın?

Dünyanın en güzel tablolarını ya beş kişi seyreder, ya on. Cellât koleksiyoncular, fırsat tanımaz. Sana, kartpostallara bakmak düşer. Onikinci kırmızıyı nerden bileceksin. ilk kırmızı nasıldır?

Ya ses?

Sen hiç bir arıyla dost oldun mu, ağustos-böcekleriyle? Gece yarısı ve harman dönüşü na-daslı toprağa düştün mü? Ağzına toprak doldu mu? Yıldızlara baka baka nohut topladın mı, koca ovada tek başına bağırdığın oldu mu? Kurbağaları canın gibi sevdiğin?

Ağaç sana ne yapsın?

Ağaçtan düşenler onların sahibidir, bütün ağaçların. Ve gölgesinde oturup Temmuz sıcağıyla saklambaç oynayanların. Bir de kırık toprak testiden su içenlerin. Bu sudan içmeyene ağaçlar küskün durur, bilesin.

Hasret sana ne yapsın?

Sen onu sevmedin ki. İlk gittiğin uzakta tek başına ve ikindi üzerleri «ah» dediğin oldu mu? «Şu dünyada arayacağım ve arayanım olsa» diye yandın mı? Susma hadi.

Dağ sana ne yapsın?

Vurup kendini çalılıklara, meşelere ve çamlara, kan içinde sırılsıklam tepelere tırmandığın, sonra kınından ilk sıyrılmış pala gibi tepelerde kalakaldığın var mı? O yakadan bu yakaya Önleyip dağları şakır şakır zaptettiğin? Yazık...

Yürek sana ne yapsın?

Her sabah güneş bin meydanı gösterir. Sâde, zinde ve sultancasma hangi meydana atladın? Varıp, tam orta yerde sıkılı yumruklarım bağrına vura vura «Burdaymm!» dediğin oldu mu? Meydanlara sığmayıp o meydandan öbürüne tek adımda ulaştığın? Sonra oturup menekşeler topladığın...

Sular sana ne yapsın?

Sora sora kaynağı bulamadıktan sonra... Pınarlar seni elbet tanımaz. Uzanıp iki dirseğin arasından yüzükoyun su içmeğe üşenenlere sular bile acıyor... Sular... ki, tamamı senin için çırpınır.

Toparlan.

Bir adım atabilmek için bin adımı göze alanlar yolların hükümdârıdır.

BAK ÇOCUĞUM!

Bak çocuğum,

«Medeniyet ithali» diye bir mefhumun ola-mıyacâğmF adım başı hatırlayabilecek güçte misin? Gel konuşalım öyleyse.

Medeniyet sen kendinsin. Ötelere merak sar-, mış hipermetrop cücelere imrenmek sana yakışmıyor. «Başkası olmak ihtiyacı» hiç bir lügatin almaya tenezzül edemiyeceği; sefil, lüzumsuz ve mariz bir iteklenmedir.

«Batı» mı dedin? Yazık!

Galibiyeti unutmuş bir moda medeniyetine ha bire yeni galibiyetler tattırmak sana mı kaldı? Sen «Sen» olmadığın ölçüde bu galibiyetler artmak istidadında... Neden? Neden yüzotuzbeş yıldan bu yana tarihinden utanmayı lüks saymadasın?. Hem bu Batı «Ego»şunu yüceltmek, unuttuğu diriliği kazandırmak sana mı düşüyor?

Başını önüne eğ çocuğum!

Sen onun gözünde (yıllar var ki) sadece ve sadece mallarını paraya çeviren, gâh eti, gâh sütü, gâh derisinden yararlanılan zavallı ve âciz bir pazarsın. O kadar...

Öyleyse...

Öyleyse şimdi kaldır başını çocuğum.

«Tartıya vuruyorum kendimi,

«Seksen kilo geliyorum,

«Seni seviyorum.»

Bu mısralar işte o hipermetrop cücelerin, kaplarına sığmayan heyecanlariyle göklere uzattıkları, büyüttükleri, ıspazmozmlar içinde yüce-leştirdikleri bir «Batı»lı şairin (!) edebiyat ürünüdür.

Muhteşem Divan Edebiyatımızın rasgele bir sahifesini açmak zahmetine katlanmanın büyüklüğünü anlıyabiliyor musun? Koca Cihan Padişahlarının dünya görüşünü ve politikasını merak ettiğin anlar hiç mi olmadı? Senden kopardan «sen» in yerine'konmasına vakit mi yoktu?.. Ne kadar ayıp... 135 yıldır ne yapıyordun peki?

Öripides’le mi uğraşıyordun?

İşte bu hiç olmadı.

«Kendini bil»meyen bir faninin Oydipus tragedyaları ile kuş uçmaz Olimposlarda dolanması; kendini kaybetmenin, çıplak bir bıçak gibi yalın ve acı bir örneğidir.

Şahsiyet fukaralarının cirit attığı arenalar ancak perişan gladyatörlere yakışırdı...

Demek baştan başlıyacağız...

Demek «Elifba»ya muhtacız? Muhtaç olduğumuz başlangıç, yıllar yılı gururlu sevimliliğiyle aha şurada idi... Şuraya uzanamadın demek? Demek ki «Ora»ların sefih bataklığının histerik çağırışı «Şura»ya uzanmanı engelledi...

Peki, niye engelledi? Bünü?TuTîâaarcık «Ni-ye»yi düşünmek kabiliyeti sende olacaktı. (Evet iyi biliyorum olacaktı) Ne? Senin yerine bir başkası mı düşünüyordu?

Hayır... Hayır! Sen bana bunu söylememiş ol! Haymrr! Ben bunu duymağa tahammül edemem! Bundan sonra da tahammül edemem! Ne olur deme bunu! Yoksa gözlerim yaşaracak...

Yoksa senin yerine göğsümü vura vura, kan içinde koşacağım. Deli mızraklara atacağım kendimi...

Yoksa,

Yoksa, sensiz «Sema kendi ellerimle boğacağım!

Ne o? Ağlıyorsun... Bu iyi bir başlangıç... Deli mızrakları yolundan çekmem gerekecek... Arıyor musun? Kendini ha?

Bak çocuğum,

Nasıl da büyür oldun...

TÜRKLER ve SAN’AT

Bazı yarım akıllılar «Bizde niye müze yok?» diye üzülür dururlar. San’at galerilerimiz niye az, diye öfkeleniverirler... İnsanımızı ve kültürümüzü iyi tanımayan telâşe memurlarını bu davranışlarından ötürü (çapları yüzünden) kınayanlayız... Ülkesi ve halkı için yorulmayı göze ala-mıyan tembeller ordusu nasıl ki «Tek kurtuluş sosyalizmdir» deyiveriyorsa; muhteşem Doğu’-yu anlıyamamış kafalar da elbet «Bizde san’ata saygı yok» diye hafiflikler edecektir. «Galerimiz yok» diye de oturup ağlıyacaktır... Ağlasın.

SAN’AT NASIL ÖLÜR?

Avrupa’yı Türkiye’de aramaya kalkanlar yüzyıllar da geçse zaten aradıklarını bulamıya-cak. Bizim insanımızı ve bizim kültürümüzü Batılı markaların sunduğu ne idüğü belli gözlüklerle incelemek sevdasından vazgeçmedikçe gerçeği bulmaları imkânsızdır. Hele, durup durup «Sanat sanat içindir» gibi lâflar ederek salon münakaşalarına girmek san’ata saygısızlık olur. Bir ressam, sadece ressamlar için resim yapamaz. Hiçbir müzisyen kendisi için eser bestelemez. Eğer, «Besteler» diyorsanız, Mimar Sinan'ın da bütün camileri sırf kendisi namaz kılsın diye yaptığını söylemeniz gerekir.

Ama, san’atın; ideolojilerin ve sapık cereyanların emrine verilmesi bizzat o san’atı öldürür. Solcu kasıtlı olarak «San’at toplum içindir» derken; san’atkârı Marksizm’in maşası ve emi-reri olarak düşünmektedir. Fakat bizim görüşümüz ve toplum anlayışımızda san’atkârın bir emi-reri olması tahammül dışıdır.

GELELİM MÜZELERE

Yolunuz İstanbul’a düştü diyelim. Eğer, bir camiye girmişseniz (hangi meslekten olursanız olunuz) kendinizden bir parça bulacağınız muhakkaktır. Hele san’ata yatkın bir yapınız varsa her cami sizin için bir muhteşem müze ve san’at galerisidir.

Mimar iseniz, büyük ve ince espriler sizi sa-rıverecektir. içten ve dıştan görünüş, sütunlar, kubbeler, yığma usulün haşmeti, ışık ve gölge unsurları arasında akılalmaz bir mimarî zenginlik bulursunuz. Ressam iseniz, şaşırır kalırsınız: Renkler ve kompozisyonlar, motif motif yakınınızdadır. Sabah ayrı, öğleyin ayrı güzellikler yakanızı bırakmaz. Müzikle uğraşıyorsanız, daha da şaşacaksınız. Yankı ve akustik hüneri en güzel şekilde camilerimizde görülür. Bir tek hecenin döne-dolaşa büyüyüşü ve yükselişi... Yumuşaklığın ve his zenginliğinin yüceliğine varmak için her müzisyenin zaman zaman camiye gitmesini ne kadar isterdim...

MARANGOZ MUSUNUZ?

Daha iyi ya... Siz, Sultanahmet Camimdeki ahşap işlemeleri, kapı ve pencere oymacılığını dikkatlice süzmemişseniz kaybınız büyüktür...

Özetlemek istesek, san’atm ve zenaatin hangi dalında çalışırsanız çalışın; her camide kendi san’atınızın zirvesini ve bu milletin büyüklüğünü bulacaksınız... Estetiğin padişahlığı, plâstik (göze hitap eden) ve fonetik (kulağa yönelen) sanatların başvezirliği camilerimizde yüzyıllardır sergilenmektedir. İşçi, kalfa, ressam, mimar, musikişinas, hattat, hakkâk, tezyinatçı, sinema adamı, edebiyatçı, halıcı, kilimci, ışıkçı, mermerci, demirci, bahçevan, şair, tarihçi, coğrafyacı, ilim adamı hatta sosyolog ve araştırmacı için camilerimiz bulunmaz bir müze ve san’at galerilerimizdir.

SON SÖZ

Demek ki, «Bizde müze yok» diye hayıfla-nanlar gerçi derya içreler ama, deryayı bilmiyorlar. Yıllardır bir o yana, bir bu yana şaşkın şaşkın seyirtip durmaktan yorulacaklarına biraz da kendilerine dönsünler. Camilerimizden öğrenecekleri pek çok şey var.

Her cami bir müze ve mekteptir. Bakmasını ve görmesini bilmek Şartiyle tabiî.

Buyurun... Müzelerimiz ve san’at galerilerimiz gece-gündüz size de açıktır.

SAN’AT ADAMI ve DEVLET

Güçlü devlet?.. Elbette.

Güçlü millet?..

İşte bunun tartışmasını yapmak zamanıdır.

Milletine sahip çıkan devlet?..

Devletine sahip çıkan millet...

Bu mes’ele de görmezlikten- gelinemez... Konuşulması ve münakaşası gecikmiştir. Yapılmalıdır.

Dürüst tarihçiyi, Osmanlı İmparatorluğunun hakkını veren tetkik ve düşünce insanımızı dinlerseniz devletin ve milletin, (daha doğrusu idare edenle idare edilenlerin) bir elmanın iki parçası gibi tamamlayıcı bir özelliğe sahip olduğu bıçak gibi kesinkes bir gerçek olarak belirecektir. Devlet, her daim «Babailiğini hissettiren ve milletini kollamanın yanında, onun her alanda yüceltilmesi görevini üstlenmiş güvenilir bir kuvvettir.

Osmanlılık esprisi, o derece birleştirici ve o derece kuvvetli bir slogan idi ki; İmparatorluk sınırları dahilinde yirmi ayrı kavim ve ırk ile otuza yakın milletin bütünleşmesi için yetiyordu. Bulgar, Bosnalı, Hersekli, Karadağlı, Arnavut, Rum, Çerkeş, Abaza, Boşnak, Makedonlar, Ber-beriler, Araplar ve Bedeviler yanında bütün Türkler sadece Osmanlılıkları ile iftihar ederler ve bir arada yaşamaktan gurur duyarlardı... Devlet de devlet olmanın şuuru içinde yüzyıllar boyu istismarı akima getirmemiş, altınım, askerini, buğdayını ve san’atını en uç sınıra kadar götürmüştür.

NE BİÇİM İMPARATORLUK?

Şimdi; İngiliz, İspanyol, Portekiz, Hollanda krallıklarını hatta Roma İmparatorluğunu düşününüz. .. Denizaşırı toprak sahibi olan ve düzinelerle müstemlekeye hükmeden bu tür imparatorluklar «veren» değil «alan» devlet olmuşlardır: Sömürmüşlerdir... Oşmanlı devlet nizamında ise bunun tam aksi görülür: Veren devlet!..

OsmanlI’nın bu felsefesini dünya anlamamakta ne yazık ki, hâlâ ısrarlıdır.

SAHİP ÇIKMAK

Sağlam devletin «sağlam devlet adamları» nasıl olurdu? O, apayrı ve harikulâde bir sohbet konusudur. Her devlet adamımn (kadı, kazasker, şeyhülislâm, vezir, sadrazam hatta padişahın) en yakın dostları san’atçılardı. Şairler, tezhipçi ve minyatürcüler, mimarlar ve sedef-kârlar, musikişinaslar Ve bestekârlar... Bu türlü dostluklardan iftihar payı çıkaranlar üstelik devlet adamlarının bizzat kendileriydi. Millet ile devlet arasındaki en sağlam köprü işte bu türlü San’at erbabı idi. Demek ki, millete sahip çıkmak önce milletin san’atına sahip çıkmakla başlıyordu.

YA ŞİMDİ?

Su sıra bizim devletimiz önce «Devlet» olabilmenin savaşım veriyor. Ve Türk milleti kendi devletini koruyup kollamak gayretine düşmüş. Hazindir... Devletimiz, kanunu ile, memuru ile, kararnameleri ile elli yıldır milletini koruyup gözetemezken işler tersine işlemiş ve millet, devletine sahip çıkmak mecburiyetinde bırakılmıştır.

Devlet’in lüzumlu rötuşlara ihtiyacı vardır. Devletin milletten kopukluğunun giderilmesi şarttır. Millete rağmen girişilmiş talihsiz ve ölçüsüz gayretlere set çekilmelidir. Devlete duyulan güven, itibar ve «mutlak itimat» geri gelmelidir.

Bu arada, sağduyunun vereceği bonservisi devlet adamlarının haketmesi gerekir. Bocalayan «Devlet», sonunda bocalayan bir «Millet» ortaya çıkarır. Müslüman Türk insanı yıllar yılı oyu ile, oy sandığı ile ne demek istediğini açıkça ortaya sermektedir. Mesele millete lâyık olmakta düğümleniyor. Demek ki, millet sağlam, fakat devlet henüz değil...

BİR ARKADAŞ

' Cumhuriyet hükümetlerinin üst kademesine varabilmiş hangi politikacımızın yakın arkadaşları arasında san’atçıları da görebilirsiniz? Hangi sohbette, hangi toplantıda birlikte oldular? Açık söyleyelim; onları bir şair, bir bestekâr, bir rejisör, bir mimar, bir romancı ve bir halk ozanı ile yanyana gördüğünüz oldu mu?.. Kaldı ki; bu saydığım san’atçıların, bu politikacıların dostluklarına ihtiyacı yoktur. Ulaştıkları mevkie on-larsız çıkmışlardır. Fakaaaatt... Politikacının onlara ihtiyacı büyüktür... Devlet olarak, insan olarak,' lider olarak...

Millete sahip çıkmak önce böyle başlar.

Devlet adamı; huzur, refah, istikrar ile birlikte dostluk da vermek zorundadır. Bu devlet için çırpman bu ülke sanatçısı dostluğu haket-miştir.

Politikacılarımızın bu dostluğu hak edip etmediklerine gelince... O kadarını da artık düşünmesek.

Ha, ne dersiniz?

RESİM

Çok değil 1960’larda İstanbul’da ressamlaı-işsiz dolaşırdı. Çalışmak için kiralık bir oda bulamazlardı. Mülk sahiplerinin canı, kirayı ödeyemeyen ressamlar yüzünden pek yanmıştı.

Mesleğe yatkınlığım yüzünden birçok ressamla dostluklarım oldu. Allah için hepsi de iyi insanlardı. Hatırşinas ve duygulu idiler. Bir suçları vardı: Fazla para kazanamıyorlardı. Çoğu Almanya’lara göç etti. Yıllarını oralarda harcadılar. Ne var ki, değişen bir şey olmadığını gördüm. Para biriktiremediler. Türkiye’deki sıkıntıları gurbet ellerde de bitmedi. Allah yardımcıları olsun.

Bizde resim yenidir. Ama iyi ustalar çıkar-mışızdır. Şeker Ahmet Paşalar, Osman Haindiler büyük eser sahibi unutulmaz ressamlarımız-dır. Hele Namık İsmail ile Vecih Bereketoğlu Türk resim sanatına çok şey kazandırdı.

Şu sıralar durum iyidir. Ressamlarımız bu vatanda çalışarak pekâlâ geçinip gidiyorlar.

İNSANA MUHTAÇ OLMAK

Renkli fotoğraf çıkınca «Resim artık öldü» diyenler vardı. Fakat öyle olmadı. Resim daha da kuvvet kazandı. Medeniyet ne kadar ilerlerse ilerlesin, binlerce yeni icad ortaya çıksın, yine de insana muhtacız. Koskoca lokomotif yapıyor1ar ama, başına insanı oturtuyorlar. Uçaklar, elektronik beyinler dev gibi ama bu devler «İnsan» unsurundan mahrumsa at gitsin. İnsanın ehemmiyeti işte bu kadar büyük. Fotoğrafta da öyle oldu... Makinenin yaptığı işportaya düşmek zorundadır. Ama sanatçının yaptığı her zaman kıymetlidir. İnsanı ve insanlığı makineye değişen Marksist düşünceye, insanları robotlaştırıp makineye çeviren Batıya acımaz mısınız?

OH OLSUN

Resim, daha yakınlara kadar atölyelerde yapılırdı. Karanlık atölye ve galeriler, tavan araları ressamların ömür törpüsüydü. Sonra ressam gün ışığına çıktı. Bir de baktılar ki, ne varsa o İlâhî kompozisyonda, tabiatta var. Tualini kapan yeşile ve sarıya koştu. Resimler parlaklık ve canlılık kazandı. Böylece gerçek resim ortaya çıktı. Artık ressamı atölyelere gömemiyorlar. Ressamı makineleştiremiyorlar. Ressam makinalara, dişlilere, vidalara savaş açtı. Bu savaşı makina kaybedecek. Üstelik teknik, ressamın emri altında ’J

bundan böyle. Oh olsun...

KEDİ YAVRUSU

Ama başıboşluk, duygu adamını yıpratmaz mı, diyeceksiniz. Yıpratır... Ressamı da tabiî, *

Peki ne olacak? Burada ressama iş düşüyor. En büyük yardımcısı kendisidir. Oto - kontrole ihtiyaç var. Her sanatçı gibi resim adamı da vatanına borçludur. İnsanına, tarihine, inançlarına saygılı olmak zorundadır. Yağmur altında kedi yavrusu görüp sosyalist olmak sanatçıya yakışmaz.

Sanatçı «Gören» adamdır. Herkes bakar ama göremez. Sanatçının farkı burada. Sanatçı gördüğünü göstermek zorunda. Kedi yavrusu yüzünden sosyalist olan ressam sadece «Bakan adam» durumundadır. Böyleleri ille de bir şey yapıp faydalı olmak niyetinde iseler naneyağcılık en iyi meslektir.

MASANIN BİR AYAĞI

Sanatçı; iyiyi, güzeli ve doğru olanı vermek zorunda. Vazifesi bu çünkü. Bacakları iyi, doğru ve güzelden ibaret üç ayaklı bir masanın bir ayağını atsak. «Doğru»’yu baldırsak meselâ ne olur? Bir kere «Masa» olmaz. Demek ki, doğru olmak üstelik mecburiyettir.

Sonuç?

Sonuç bu işte... Naneyağcılığı bırakıp gerçek sanatçı olabilmek.

Bütün ressamlara selâm olsun.

BESİM BEY’İN KUŞLARI

Sanırım 1954 yılı idi.

Bir zemheri ikindisinde resim öğretmenim Besim Yazıcı Bey ile birlikte idik. Okuldan çıkmış, iki arkadaş gibi Delikliçınar’a doğru yürüyorduk. O, çok az konuşurdu. Ben ise daha da az konuşurdum. Zaten, hocamla anlaşmak için konuşmağa lüzum yoktu.

Denizli’nin tozu, horozu ve ayazı meşhurdur. Ama o kış, ayaz üstün geldi... Besim Hoca, bir doksanlık boyu ve hatırlı endamiyle kara ve ayaza bakmadan önden gidiyordu. Yetişmekte güçlük çekiyordum. Bir ara :

Hocam, dedim... Bu telâşınız niye? Allah korusun, düşüp bir yerinizi kırabilirsiniz... Acele bir işiniz mi vardı?

Besim Bey, kırbaç gibi vuran tipi içinde bana baktı :

Kuşlar... dedi.

Ne kuşu Hocam?

Kanaryalarım... Kimbilir nasıl bekliyorlar beni... Ha, sahi Gürbüz, kuşlarımı görmek istemez misin?

Ayaz, buz ve tipi ile kuşlar arasında bir ilgi kuramadığım için azıcık şaşırdım :

İsterim Hocam, diyebildim.

Çeyrek saat sonra Hoca’nın evindeydik.

Önce bahçe kapısından girip ahşap bir merdiveni çıktık. Bir odaya dalar dalmaz, akılalmaz kuş cıvıltıları etrafımızı sarıverdi. Yüz, yüzelli kadar kuş, başucumuzda, omuz hizamızda dönmeğe başladı.

Besim Hoca kızmış gibi yaptı:

Yavaş olun bakayım yaramaz keratalar! Baksanıza bir misafir getirdim. Koskoca Denizli'de dedikodu mu çıksın istiyorsunuz yoksa? Şimdi Gürbüz kalkıp da ortalığı velveleye verse, «Besim Hocanın kuşları amma da yaramazmış» dese iyi mi olur yâni? Oturun bakayım uslu uslu...

Nasıl oldu bilmiyorum.

Bir sürü kuş bir anda yuvalarına çekiliverdi. Hayretler içindeydim. Ortada usul usul yanan bir soba... Dört duvar da iri yapraklı çiçeklerden görünmüyor. Çiçekler ve yapraklar arasında küçük küçük ve mini mini kıl yuvalar... Duvarda iri bir termometre...

—Sıcaklığın hep aynı kalması lâzım Gürbüz. Yoksa hemen hastalanır bu keratalar... Evimi gezmek ister misin?

isterim Hocam...

Evi üç odadan ibaret. Bir gözü tıklım tıklım yağlıboya resim dolu. Adım atacak yer yok. Üç-beş tanesine birlikte bakıyoruz. Renkler hariku-lâde. Elimde olsa hepsine bakacağım.

İşte burası da kaldığım, kendimle dertleştiğim, hesaplaştığım odam...

Bir küçük basit karyola, bir seccade ve duvarda bir tek ve ufacık yağlıboya resim... Hepsi bu kadar...

Hocam, namaz kıldığınızı bilmiyordum.

Kimse bilmez.

Üçüncü oda ise kuşlara ayrılmış. Yine kuşlarla birlikteyiz. Birer tabureye çöküyoruz. Cıvıltı yok.

Bu kanaryaları ben kendim ürettim. Dört yılda bu kadar oldular. Hepsini seviyorum. Ama bir tanesi var ki, beni daha çok seviyor.

İşaret parmağını uzattı. Köşeden, yapraklar arasından bir kanarya çıkageldi. Üzerimizde şöyle bir dolanıp Besim Hoca’nın işaret parmağına kondu. Karşılıklı konuşmağa başladılar. Garip bir diyalogun içindeydim. Talebe aklım ve çokbilmiş hâlimle tebessüm ediyordum ki, Besim Hoca’ya yakalandım :

Gülme Gürbüz, dedi...

Hocamın gözpmarları dolu doluydu. Gözündeki yaşların yanaklarına akmaması için gözka-paklarını uzun süre yummadı. Ama sonunda gözyaşları galip gelip tıpır tıpır aktılar:

Bak Gürbüz, bu kuş yapayalnız... Diğerleriyle yakınlık ve arkadaşlık kuramıyor. Üç ay önce yumurtadan çıkarken bir bacağı koptu. Her akşam üzeri beni sabırla bekler. Kimseye anlatamadıklarını bana fısıldar. Tek dostu benim. O da benim gibi yapayalnız.

Anlamıştım. Tebessüm eden dudaklarım ve deli-dolu aklımla utanıp başımı eğdim. Yalnızlığın derinliği ve derinliğin yankılar uyandıran haşmetli dünyasında lüzumsuz bir damla gibiydim. Buhar olup uçasım geldi.

Resim yap Gürbüz, çok resim yap... Hayvanları ve kuşlan sev. Onları sevemiyen insanları da sevemez. Beni duyuyor musun?

Duyuyorum Hocam. Söylemediklerinizi bile duyuyorum.

Güzel... İşte sen de bu yüzden misafirim-sin.

Bilmiyorum ne kadar zaman geçiyor? Bir dakikanın aylara, ayların bir dakikaya sığabileceğini o sıra farkediyorum.

Ama Hocam, ben mimar olmak istiyorum.

Güzel, ama yine de resim yapmayı sakın ihmal etme...

Besim Hoca ile fırsat buldukça görüşüyorum.

Besim Hoca’yı ve kendimi daha iyi tanır hâle geliyorum.

Lise bitiyor... İstanbul’a imtihanlara gideceğim. Elini öpmek ve «Hoşçakal» demek için evine uğruyorum. Geleceğimi sanki biliyormuş. Kuşların odasındaki bir taburede bir zarf duruyor:

Bu zarfı at Gürbüz. Güzel Sanatlar Akademisi Müdürüne ver. Seni Mimarlık bölümüne kaydetsinler. İmtihana en az ikibin kişi girecek. Eriyip kaybolmam istemem...

Zarfı alıp elini öpüyorum. Dualarını isteyerek ayrılıyorum.

İmtihanlar... İstanbul...

İstanbul... İmtihanlar...

Hocamın mektubu hâlâ bende. İmtihanlara tam ikibin yediyüz kişi giriyoruz. Otuzbeş kişi alınacak. Olacak iş değil gibi. Ama oluyor. İmtihanları kazanıyorum. Artık Yüksek Mimarlık öğrencisiyim. Dersler başlayalı bir hafta oldu. Mektubu vermeliyim.

Kapıyı vurup Akademi Müdürü’nün odasına giriyorum. Müdür Asım Mutlu’nun yanında Cemal Tollu, Nurullah Berk ve Ali Çelebi gibi tanınmış profesör hocalar var. Müdürümüz mektubu açıp okuyor.

•— Bakın, bakın!.. Bizim Besim’den haber var! diye ayağa kalkıp yanındakilere gösteriyor. Hocalar, benden ziyade heyecanlı...

Etrafımı sarıp Besim Hoca’dan söz etmemi istiyorlar. Anlatıyorum... «İmtihanlardan önce niçin getirmedin bu mektubu?» diyorlar. Mimarlık Bölümünü kazandığımı ve devam etmekte olduğumu işitince sevinçleri bir kat daha artıyor:

Bizim Besim’in talebesi işte böyle olur, aferin sana!., diyorlar. Bir parça kızardığımı hissediyorum.

Besim Hoca’yı bir de onlardan dinliyorum: Büyük kaabiliyetini, insanlığını ve dürüstlüğünü (sanki bilmiyormuşum gibi) anlatıyorlar.

Denizli, bari Besim Hoca’nın kıymetini biliyor mu?

Öğretim üyesi profesörlerden biri böyle soruyor.

Biliyor, diyorum...

Besim Hocamı daha çok sevemediğime, daha iyi anlayamadığıma hayıflanıyorum.

Aradan iki yıl geçmiş...

İstanbul buz kesiyor. Okul dönüşü Bayezid’-deyim. Tipiden zor yürüyebiliyorum... Kaldığım talebe yurdu Vezneciler’de. Rüzgârın ıslıklan buz tutmuş âdeta. Her adımda kırbaç gibi suratıma iniyor. Ahşap yurdun sıcaklığı şu anda sokaktan farklı değildir, biliyorum.

Ama ayak bu, oraya doğru koşuyor. Denizli'nin zemherisi sanki İstanbul’a taşınmış. Kendimi kapıdan içeri dar atıyorum. Donmuş ellerime bir mektup tutuşturuyorlar. Denizli’den bir arkadaşım göndermiş...

Neden sonra açıyorum mektubu... Okumağa başlıyorum. Son satırlarında, dışarıda bıraktığımı sandığım İstanbul bedenime doluyor. Daha fazla okuyamıyorum. Yanımdaki oda arkadaşım kaldığım yerden devam ediyor :

«... İşte böyle Gürbüz. Besim Hoca seccadesinin üzerinde vefat etmişti. Alnı secdede idi. Fakat garibime giden bir şey vardı. Bir oda dolusu kuş Besim Hoca’nın üzerinde uçuşup duruyordu. Bir tanesi de elinin üzerine konmuş, sanki bir şeyler anlatır gibi ötüyordu.»

AĞACIN BAŞINA GELENLER

Finlandiya’da ve İsveç’te «Ağaç kesmek serbesttir» diye duyarım. Merak edip, oraları dolaşmış bir dosta sordum.

Doğru, dedi, isteyen, istediği kadar ağaç kesebilir. Ama, keseceği ağaç sayısının iki katı kadar fidan dikmek zorundadır.

Bu usûlü pek beğendim.

Demek ki, Finlandiya’lı bir vatandaş yüz çam fidanı diktiğini ispat ederse, elli ağacı kökünden kesebilir. On ağaca ihtiyacı varsa üşen-meyip yirmi fidanı usulüne göre dikiverecek.

Kuzey Avrupa ülkelerinde bir usul daha var. Herkes fahrî «Orman Koruma Memuru» durumunda. Bir tepeden en ufak bir duman mı yükseliyor? Cümle kasaba halkı kazmayı küreği kapıp yangına koşuyor. Koşmak zorunda çünkü Elde kürek koşmazsa herkesin gözünde «Sevimsiz adam» oluveriyor.

Ve bu yüzden de en tehlikeli orman yangınları çeyrek saatte sönüveriyor.

Ne güzel...

Almanların da buna benzer âdetleri varmış. Ağaç sevgisini atasözü haline bile getirmişler. «Ağaç kesilmez; yol, onun etrafından dolaşır.» diyorlarmış... Yol yapıcılarımızın harıl - harıl ağaç kesişlerini görseler, amma da şaşırırlardı.

Yunanlıların, kuş uçmaz kervan geçmez çıplak Makedonya dağlarına yüzlerce kilometre

32 uzaklıktan (yıllar yılı ve kamyon kamyon) toprak taşıdıklarını hep işitmişizdir. Denildiğine göre, eski kayalıklar şimdi yemyeşil orman olmuş.

Selçuklular ve OsmanlIlar devrinde orman ve yeşillik çok rağbette idi. Her ağacın künyesi vardı.’ Ve alâkalı makamlarda kütüklere işlenirdi. Aylık - yıllık bakımları yapılır, gerekirse bu-danırdı. Hey gidi günler...

Ağaç, yeşillik ve çiçek sevgisi bundan elli - altmış yıl öncesine kadar bütün İstanbul u sarmıştı. ’19’uncu asırda İstanbul’un her sokağı buram buram çiçek kokardı. Fesleğenler sokağı, fesleğen - fesleğen; karanfiller sokağı, karanfil - karanfil gönüllere işlerdi.

Peki, nerde o eski fesleğenler şimdi?

Geçenlerde bir Fransız meslektaş, durup dururken:

Siz çiçek sevmiyorsunuz, demez mi?

Sebebini sordum.

Çiçeği sevseydiniz her sokakta üç - dört çiçekçiniz olurdu, dedi, ben de:

Biz, çiçeklerimizi kesip öldürmeyiz, saksıda büyütür ve yaşatırız. Çiçeksiz evimiz yok gibidir, dedim.

Acaba hangimiz haklıyız?

Gül, kaftanlarımızda motiftir. Ve gülyağını dünyaya ilk tanıtan bizleriz. Lâle; adını çağlara verdiğimiz, tanesine bir altın fiat biçtiğimiz çiçek değil mi? Çinilerimizde, camilerimizde göğe doğru ağan dallı - budaklı güzelim karanfillerimizi nasıl unuturuz? Sümbül için, menekşe için, nergis için yakılan türküler hangi millette bizimki kadar zengindir?

Eski eserlerimize dikkat ediniz. Tabiatı (İlâhî sanatı) bozmayan ve tabiatı tamamlayan espri içinde bina edilmişlerdir. İslâm - Türk mimarîsi tabiata âşıktır. Yeşilliği örtmez, ufku hiçbir zaman kapamazdı. Yok yere ağaç kesilmezdi. «Yaş kesen baş keser» denir ve kmanırdı. Bahçesi olmayan ev, evden sayılmazdı. Nerde yeşillik var. Orada bir köy kurulurdu. Dikkat ederseniz, çoğu köyümüz ve kasabamız sırtını yeşilliğe ve dağlara dayamıştır.

Şimdiki İsrail 1949’larda çölden ibaretti. Ya-hudiler ilk iş olarak binlerce ziraat mühendisi yetiştirdi. «Çölde ziraat mühendisi ne yapacak?» demeyin. Sonra bu mühendisleri Afrika’ya, Güney Amerika’ya yolladılar. Çok çabuk kök salan, derinliğine değil, yayılarak kök salan ağaçlar keşfetmelerini emrettiler. Dört - beş yıl geçti. Bir Yahudi ziraat mühendisi elinde bir saksı ile çıkageldi. Bulduğu fidan bir yılda 10 metrekareye kök salıyor ve kumda yetişiyordu. İsrail Hükümeti bu fidanlardan milyonlarca getirtti ve -üretti.

Hepsi çöllere dikildi. Yıl sonunda her fidan 10 metrekarelik alanda ve kum altında kök salmıştı. Hepsini yaktılar sonra. Ağacın üstü değil, toprak altında kalan kısmı lâzımdı çünkü. Yeni fidanlar dikildi. Ertesi yıl tekrar yakıldı. Böyle böyle, dike - yaka kumlar altında çürümüş köklerden ve ufalanmış kumlardan ibaret alabildiğine büyük araziler meydana çıktı.

Çöl, arazi olmuştu. Ekime - dikime elverişli binlerce dönümlük tarla artık hazırdı.

Yeşillik ne güzel, ağaç ne güzel...

Peki çiçekler?

ŞİİR

1961 yılında bir san’at ve edebiyat dergisi çıkarıyordum. Bir gün posta kutusunu açtım, yığınla mektup çıktı. Hikâyeler, denemeler, şiirler... Şiirler çoğunluktaydı. Halbuki san’atın en zor ve en yorucu işi şiir yazmaktır. Ama nedense bizde her önüne gelen «Şiir» yazmağa kalkıştığı için gelen mektupların çoğu şiirle doluydu.

Bir tanesini hiç unutamam. Aşağı yukarı şöyleydi :

«İkiyüzseksenbir bin yediyüzkırksekiz «Yüzbeşbin altıyüz milyon doksanaltı «Yedi milyar onüç milyon üçyüzotuzbeş «Beşyüzmilyon altı bin sekizyüzmilyar». Okudum, düşündüm... Düşündüm, okudum... Fakat hiçbir şey anlayamadım. Avrupa’mın lüzumsuz baskısı, ne idüğü belirsiz Paris serserilerince vatanımıza kadar ulaşmıştı. Manâsız olmak, soyut olmak, nonfigüratif olmak ciddî ciddî ve hırsla «Hedef» haline getirilmişti. Nice kabiliyet, bu entipüften espri içinde eriyip gittiler. 1955 - 1975... Yirmi yıl... Bu yirmi yıl içinde dişe dokunur pek az şiir çıktı ortaya.

Okunan ve bilinenler hep 1955 öncesi şairlerine aittir.

Şimdi, kötü şiir yazanlara kızdığımı sanacaksınız. Kızmasına kızıyorum ama, asıl boğazlamak istediğim onlar değil. Kör-topal-kambur

akıllarına bakmayıp körpe hevesleri törpüleyenler ve gerçek şairin yetişmesine engel olanlardır.

Belki çizmeyi aşacağım ama, yazmadan da edemiyeceğim...

Orta karar şiir, şöyle - böyle şiir, işe yarar şiir... diye bir tanımlama şiire yakışmaz. Şiir; ya şiirdir, ya değildir. Ötesi yoktur. Çünkü şiir; bir ruh, biçim ve öz’ün hamur edilip şekil bulması ve canlılık kazanmasıdır. Şiir bir gökkuşağı-dır. Bir dağın zirvesidir. Fırtınadır. Şırıldayan su veya, ne bileyim, bir ağacın yeşilidir. Şimdi düşünün bakalım.. «îyi gökkuşağı, şöyle - böyle gökkuşağı» diyebilir miyiz? Yahut, «Orta karar zirve, iyi zirve» diyebilir miyiz?

Daha daha, «iyi fırtına, şöyle-böyle fırtına» diyebilir misiniz? O halde zirveye «Zirve», gökkuşağına «Gökkuşağı» diyor ve bir sıfat eklemiyorsak, şiire de lüzumsuz bir sınıflama getire-meyiz.

Bir kızılderili kalkar, iki kelimeyi alt alta dizer :

«Ağlama...

«Ölmeyeceğim.»

deyiverir. Ve bu şiir olur.

Bir Yunus çıkar.

«Bir ben vardır bende, benden içeri» der. Bu da şiir olur. Ama öbür zibidi çıkıp sayfalar döktürür. «Sol ve Marksist düşünceye hizmet ediyorum» diye yıllarca çırpınır. Ama yazdığı hiçbir satır «Şiir» olmamıştır.

Necip Fazıl :

«.Boğaz, gümüş bir mangal; püskürtür serinliği

«Çamlıca’da yerdedir göklerin derinliği»

deyivermiş ve muhteşem bir şiir kazanmışızdır. Fakat bu kolay söyleme, çarçabuk deyiverme; içinde ciltler dolusu his ve coşkunluk saklar. Ve bunu diyene kadar Necip Fazıl kaç köprüden geçmiştir.

Bir gün meşhur (İspanyol asıllı Yahudi kökenli) Fransız ressamı Picasso’ya zenginin biri teblo sipariş etmiş. Picasso, resmi bir günde tamamlayıp götürmüş. Fiatını sormuşlar.

Onbin Frank, demiş.

Zenginde bir şaşkınlık, bir şaşkınlık... Dayanamayıp sormuş :

Bir günde Onbin Frank ha?

Picasso :

Hayır beyim, demiş... Seksen yıl ve bir günde.

Diyeceğim o ki, gerçek eserin ardında yıllar ve yığınla ciltler yatmaktadır. Şiir de öyle. Üstelik şiir yardımcısız ve yapayalnız bir san’attır. Tiyatronun; adamı, dekoru, sözü, müziği var. Mimarînin, resmin, operanın hep yardımcıları var. Diğer san’atlardan fayda umarlar, ve yararlanırlar.

Peki şiirin?

Size bir sır vereyim: Şiiri bilmeyen şiir yazamaz. Hele şiirin geçmişini bilmeyen, halk şiirini, divan şiirini bilmeyen gerçek şiiri hiç yazamaz.

Örnekler ortada.

ROMAN

Sık sık duyarım..

Yok mu ya abi, hayatımı yazsam roman olur...

Doğrudur. Herkesin hayatında roman olabilecek bölümler vardır. Yalmz, şunu unutmamak gerekir ki, roman sadece hadiseleri anlatmaz. Bir adam çıkar, diyecekleri vardır; fıkra -fıkra, makale - makale yorulacağına, bölük -pörçük sunacağına, tutar roman yazar. Daha kolay olduğu için değil, daha bütün olduğu için böyle yapar. Roman hadisedir, fikirdir, felsefedir, heyecandır, meraktır. Roman bir ışıktır, to-Jkattır, yoldur... Ama bu yol bazan çöplüğe, hazan çıkmaza, bazan da aydınlığa çıkar.

.Romancı aslında bir edebî mimardır da. Yap-. tığı çürükse, okuyanla birlikte kendisi de bu yj-.kıntımn altında kalabilir. Eseri sağlamsa, asırlar boyu örnek gösterilir. Ondan faydalanılır. Yani bina, mektep durumuna erişir.

Roman yazacak kişi, bu türlü «Eser» olmuş ürünleri okumak zorundadır. Kendi seviyesini tayinde, seçeceği türün tesbitinde zorluk çekmez. Yazarın yapısı ve kültür limiti hangi türe yatkınsa, var gücüyle o yöne yüklenmesi şartta. Tarihî romancı komediye özenmemeli. Polis romanları yazarı da tutup felsefe yapmamalıdır. Çünkü hafif yazı meraklılarını ürkütmüş, kendi okuyucusunu kaybetmiş olur. Siz hiç rahmetli İsmail Dümbüllü’yü trajik oyunlarda seyrettiniz mi?

Bizde neden dünya çapında romancı yok? Sahi neden yok? Merak etmiyor musunuz?

San’at, spor, edebiyat, iktisat aynen bileşik kaplara benzer. Hepsi aynı seviyededir. Biri yükselmezse öbürü de yükselmez.

Dünya çapında sporcuları olmayanlar, dünya ölçüsünde şair yetiştiremez.

Dünya ölçüsünde sağlam iktisada sahip olamayanların, dünya çapında romancısı nasıl olsun? Güreşçilerimiz ve futbolcularımız adım ba-T ->

şı yenilip duruyorsa bu onların günahı değil ki... Greko - romen güreşlerde en az otuz yıl dünya şampiyonu olamayacağımıza kalıbımı basarım. 100 metreyi 10 saniyede koşan 40 kişiyi bir arada imkânı yok göremeyiz. Bütün siyasî, edebî ve sportif rekorların 4-5 büyük devlet’ elinde olması tesadüf değildir.

Şairin yoksa hikâyecin de yoktur. Mimarın yoksa politikacın da yoktur.

Sinemacın yoksa güreşçin de olmayacaktır. Biri var da öbürü yok... Buna inanmayınız. Müzikte de, resimde de durum budur. Lider devletler, her alanda yine liderdir.

Sizi karamsarlığa itmek istemiyorum. Türkiye adım adım mesafeler kazanmaktadır. Özlenen ve* beklenen en üst seviyeye varacaktır. Ben küçükken mantar tabancası en lüks oyuncaktı. Kendi kendimize oyunlar icad ederdik. Bir arkadaşım bisikletin her yıl yavruladığına inanırdı. Hatta, köyün öğretmeninden gelecek yılki bi-

siklet yavrularından bir tane ayırmasını hevesle rica etmişti. İlk otomobili gördüğümüzde şaşırıp kalmıştık. İki metre kaput bezi için Sümerbank kapılarında sabahtan akşama kadar beklediğimizi iyi hatırlarım. Bir de şimdiki çocuklara bakın. Radyoyu, televizyonu, gazeteyi ne kadar basit görüyorlar...

Her şeye rağmen dünya üzerinde sür’atle kalkman iki ülkeden biri olduğumuzu hatırlatmak isterim. Yeni kargaşalıklar ve hür irade dışı sürprizler olmazsa yakın bir gelecekte bu ülke insanının mutlak surette rahata ereceği inancındayım. Eğer bu İktisadî büyüme yanında kendi kültür ve değerlerimizi de götürebilirsek sağlam, inançlı ve hamleci nesiller yetiştirebilirsek ne mutlu.

Aydınlığa çıkan yollar önümüzdedir. Dil, tarih, inanç ve mukaddesat birliği, nesiller arasındaki uçurumu ortadan kaldıracaktır.

Gerçek sanatçı ve gerçek eserlerin ortaya çıkmaması için artık sebep kalmayacaktır.

Hazır olunuz.

OLANAK BANKASI...

Allah müstehakınızı versin emi!

Hava tahmini yerine «Belkimtırak durum» demeğe kalkışanlar var. Neymiş?.. Dilimiz düzelecekmiş... Yıllar yılı düzen değiştirmeğe çabalayan mercimek kafalılar şimdi de dilimizi değiştirmek peşinde!

Bu türlü değişiklik meraklıları sandığınız kadar çok değil. Bilemediniz üç - beşyüz kişi. Ama, yine de insanın midesini bulandırmağa yetecek bir miktar...

Belkimtırak durum...

Belkimtırak durum...

Tastamam bir kurbağa seslenişi! Bundan böyle okul kitaplarında ve dergilerde sık sık duyarsanız sakın şaşırmayın. İpsiz - sapsız gazetelerin baş sayfalarında da «Belkimtırak du-rum»a rastlayabilirsiniz. Hattâ, radyo ve televizyonlarınız her akşam Belkimtırak durum» dan söz edebilir. «Sayın seyirciler. Şimdi de bel-kimtırak duruma geçiyoruz...»

Al koskoca televizyonu kucağına, üşenmeyip arabaya atla, ver elini Ankara... Gir TRT binasına, spiker tam «belkimtırak durum» derken, geyairiver kafasına...

Cezâsı nedir acaba, sayın savcılar ne dersiniz?

Şöyle iki-üç ayla atlatabilmek mümkünse, bu güzel ve münâsip vazifeye ben tâlibim.

EMEKLİ ALBAY

Geçen gün, ziyaretime bir emekli albay geldi. Hikâye yazıyormuş; kitaplar çıkarıyormuş. Bu hikâyelerinden üç tanesi de Rusya’da hazırlanan bir antolojiye basılmış. Rusça kitabı bana uzattı. «Bak» dedi... «Şu öyküleri benim yapıtlarımdan almışlar»

Şaşırdım :

Anlamadım, dedim... Neyi nereye almışlar?

da şaşırdı tabiî :

Yani, dedi... Hikâyelerimi basmışlar.

Peki, benden ne istiyorsunuz?

Günlüğünüze basar, kamuoyuna iletirsiniz.

Albayım, inanın yine anlamadım.

Yâni, gazetenize basıp, vatandaşı haberdar edersiniz...

Koskoca emekli albayla anlaşamayacağım ortada idi. Zaten bu uydurukça ile başım hiç de hoş değil. Birisi «Olasılık» demiyor mu, cinler tepeme üşüşüyor...

Albayı karşıma oturttum :

Bakın, dedim. Ben sizinle anlaşamıyorum. Aramıza Çin Şeddini koyuyorsunuz. Türkçeyi mahvedenlerden yana çıkıyor, dilin müziğini bozuyorsunuz. Benim gibi konuşursanız belki sizi anlayabilirim.

Hikâye meraklısı albay bilgiç bilgiç tebessüm etti :

Nedim Bey, dedi. Dilimiz zenginleşmeli ve boyunduruktan kurtulmalı. Ben öztürkçeden yanayım. Siz beni öcü gibi görüyor ve değer vermiyorsunuz.

Sustum. O, devâm etti :

Yeni kelimelerle dilimiz güzelleşiyor ve alabildiğine genişliyor.

Yine sustum. O, «Galiba kandırıyorum» gibilerden konuşmayı uzatacaktı ki, usulca söylendim:

Demek dilimiz zenginleşiyor.

Elbette ya...

Ama ben inanmıyorum...

Albay, beni ikna etmek ve yazılarımı okuduğunu belirtmek hevesine kapıldı :

Geçen gün bir yazınızda öztürkçe için «Aç kalmış kedi lisanı» dediniz. Çok üzüldüm.

Taşı gediğine koymak lâzımdı:

Ben, dedim. Vatanımı severim.

Albayın gözleri büyüdü :

Ben de severim...

—• Öyleyse dilini niye sevmiyorsunuz?

Emekli albay heyecanlandı :

—Nasıl sevmem? Sevmeseydim öztürkçe kullanmazdım.

OLANAK BANKASI

Sonra albaya dedim ki :

‘   — İmkânın Türkçesi ne :

Olanak...

Peki, mümküh’ün Türkçesi?

Devâm ettim :

— İhtimal’in Türkçesi ne?

— Olasılık...

— Peki, muhtemel ne olacak?

Lüzumlu’yu nasıl diyorsunuz?

Gerekli...

Peki, lâzım, elzem ne olacak?

Edebiyat meraklısı ziyaretçim vesikalık fotoğraf gibi kalakaldı. «Uydurukçanın vatana hizmet değil, millete eziyet olduğunu anlar anlamaz bana yine geliniz. Bu anlayış içerisinde yazdığınız hikâyeleri de lütfen bana gönderiniz» dedim... Gitti.

BOYUNDURUK MESELESİ

Güya dilimize Arapça ve Farsça kelimeler girmiş de, dilimiz çarçabuk boyunduruk altına alınmış. Bu söz ancak; mercimek kafalılara hoş gelir. Tam altıyüz yıl İmparatorca yaşamış bir milletin dili de İmparatorca olur. Kelime alışverişleri de tıpkı medeniyet ve san’at alışverişleri gibidir!..

Türkçe’de kaç kelime var?

18.000

Peki, bu onsekizbin kelime ile san’at ve edebiyat nasıl olacak? Çâre... Çâre; Türk gırtlağına, ağzına, yaşayışına ve müziğine uygun kelimeler fethetmek.

Osmanh işte bunu yaptı. Aldığı, fethettiği kelimelerin çoğunu kendine göre değerlendirip manâlandırdı. Bu, kaçınılmaz bir mecburiyetti. Böyle yapılmasaydı, edebiyat kitaplarında neyi ve kimi okutacaktık? Bâki, Fuzûlî, Nedim, Yahya Kemal, Ahmet Hâşim, Mehmet Âkif nasıl doğacaktı?

Yukarıda «Fethettik ve kendimize yakıştırdık» dedim. Bu nasıl oluyor? Aklıma ilk gelen Acemce üç kelimeden söz edeyim :

Berbat ; Kaz göğsü gibi temiz ve beyaz demektir.

Kül âh ; Pırlantalarla süslü şaheser Taç demektir.

Hasta : Bıçakla yaralanmış kişi demektir.

Şimdiii... Hangi vatandaş yukarıdaki kelimeleri kullanırken asıl mânâsını kastediyor? Çekinmeyin, söyleyin... Berbat da. Külâh da. Hastı da Türkleşmiş ve Türkçeleşmiştir.

DİLİN MÜZİĞİ

Türkçe’yi bozan uydurukçular, daha dilimizin müziğini bile bilmiyorlar. Bu kasıtlı bir cehalettir ve bu derece cahil olabilmek için de mutlaka «Diplomalı» olmak şarttır.

Şimdi size bir soru soracağım :

Meşhur KÖROĞLU’muzun kır atı rahvan mı koşardı, yoksa dörtnala mı uçardı? Hemen cevap vereyim; Dörtnala koşardı. Peki, Kör oğlu devrinde yaşamadığıma göre, nerden biliyorum? İşte, dildeki musikî meselesine geliyoruz... Şu mısralara dikkatinizi çekerim :

«Aman kırat canım kırat «Alıp çekilip gidelim!»

İkinci mısradaki «Alıp çekilip gidelim, alıp çekilip gidelim»in sür’atine ne buyrulur? Burada, o eşi menendi olmayan kırat’m nefes nefese Çamlıbel’e yönelmiş «tikitak tikitak»larını duymuyor musunuz?

Ve, bütün dörtnal koşan atların Anadolu bozkırlarında «tikitak tikitak» sesi çıkardığını hangimiz bilmeyiz?

BİR ÖRNEK DAHA

«Davul» derken, davulun gümlemesini duymuyor muyuz? «Davul davul da davul davul!» diye üç kişi bir araya gelip bağırsak, apartmandaki komşularımız pehlivan güreşi var diye seyre koşarlar.

«Zurna» kelimesinde zurnanın «zırt»ı vardır.

«Su»da, suyun temizliği, berraklığı.

«Dağ»da kocamanlık, «Civciv»de küçücüklük saklanmıştır.

Peki, «Olasılık»ta ne saklanmıştır?

Herhalde, uydurukçanın pisliği...

DİZİNİ DÖVEN ALMAN...

Türkçeyi bozmak Türk Dil Kurumu’nun vazifesi. Tarihe «Eskici Dükkânı» demek münevverin vazifesi. Geçmişe kötü gözle bakmak da Millî Eğitim’in görevi.

Herkes bir vazife kapmış. Baktık ki olacak gibi değil, baktık ki vazife almamak ayıp, biz de bu vazifelilerin karşısında olmayı «üzerimize vazife» bildik.

İş zaten zıvanadan çıkmıştı.

Her şey gibi Türkçe de harap olmuştu. Topal mantıklı ilericiler durup - durup «Batılılaşalım» diyordu.

«Batı» dedikleri yetmiş devletten hiç birinin aklına «Doğululaşalım» demek gelmiyorken «Batılılaşmak» bizim aklımıza nerden geliyordu?

Dikkat ederseniz yıl - yıl, biz «Biz» olmaktan çıkıyoruz.

UYDURUKÇAC1LAR (!)

Dil meselesine gelince :

Tutturmuşlar bir arı Türkçe... Nedir bu «Arı Türkçe» dedikleri? Yabancı kelimeler atılıp yerme yerlisi konacak. Yerlisi yoksa ne olacak? Uydurulacak. Bak bak bak...

«Kalp» demiyeceğiz «yürek» diyeceğiz.

«Mevcud» demiyeceğiz «var» diyeceğiz.

«Hat» demiyeceğiz «çizgi» diyeceğiz.

Ankara - Konya hattında çalışan otobüs yok artık. Çizgide çalışan otobüs var... Sefaleti görüyor musunuz?                            '

Peki «Kalpsiz» yerine «Yüreksiz» desek uyar mı acaba? Kalpsiz demek hissiz ve merhametsiz demek oluyor. Peki yüreksiz? Basbayağı «Korkak» demek... Kalp kelimesi Türkçe değil diye önümüze gelene «Yüreksiz» desek nasıl olur?

«Mevcud» da öyle. Hiçbir zaman «Var»m yerini tutamaz ki... Görülen, vücud bulan varlığa, elle tutulan şeye «Mevcud» denir. Masa mevcud-dur. Ama sevgi «Var»dır... Hattat’a «Çizmeci» desek yakışır mı? Kelimelerin de musikisi vardır. «Cüce» kelimesinde küçüklük, ufacıklık yatar. «Dev» kelimesinin söylenişinde ise heybet vardır. Davul derken^ davulun çıkardığı sesi duyar gibi oluruz. Zurnada da öyle.

Bu işlerle uğraşanlar Türkçe’nin esprisini bile bilmiyorlar. Kaç kere tekrar ettik. Türkçe aslında bir asker dilidir. Temelinde emir yatar. Emir dili olduğu için de tek hecelidir.

Yat, kalk, al, sat, vur, kır, gör, bak, at, çık: git, gül, dur, tut, in, ver, kes, koş, kaç, uç.

Bu örnekleri daha da artırabilirsiniz...

FUZULÎ’DEN NE HABER?

Asker milletin bu emir diliyle san’at ve edebiyat yapılamayacağını pek iyi bilen imparatorluğumuz Arapça ve Farsça’yı da yardıma çağırıp «Osmanlıca» dediğimiz muhteşem bir lisan meydana getirmiştir. Ve ondan sonradır ki, iftihar ettiğimiz şair ve sanatkârlarımız su yüzüne çıkmıştır. Övündüğümüz MEVLÂNA, Mesne-vî’sini niye Farsça yazdı? Fuzulî, Bakî, Nedim dünya çapında iseler, sebep yalnız Osmanlıca-dır. Yalan mı?

«İnsancıl» ne demek yahu?

Eve ve insana alışık hayvanlara «Evcil, insancıl» demez miyiz? İnsana «İnsancıl» demek de ne oluyor? Ne kadar da çok «İnsancıl» insan varmış meğer...

DİZİNİ DÖVEN ALMAN

1950 - 54 arası Türkiye’de kalan bir Alman gazeteci mükemmel Türkçe öğrenmişti. 20 yıl sonra 1974’te Türkiye’ye tekrar geldiğinde oturup dizlerini dövdü. Derdini hiç kimseye anlatamamıştı. Çünkü yirmi yıl önce öğrendiği Türk-çeyi artık kimse konuşmaz olmuştu.

Bunun adına ayıp demezler mi?

RAMAZAN

Sıla’yı özlemek gibi. Kırk yıllık dosta rastlamak gibi. Hasret gidermek gibi...

Dolu yürekler boşalıverir. İhsanın insana, vicdanın vicdana, hakkın hukuka yaklaşmasıdır bu. Rütbe yok. «Ben» yok... Bütün hırslara gem vurulmuş. Kalbin iyilik gözü pınar pınar kaynar olmuş. Güneşler her sabah güven ve samimiyet deryasına doğacak. Kısa ya da uzun, bütün günlerin tek ortak yanı var: İnsanca yaşanır olmaları.

Hoş geldin Ramazan.

KAR ve ÇİÇEK

Hatırlıyorum. Ramazan baharda gelmişti. Çiçeklerle, arılarla ve kelebeklerle birlikte. En taze sebzelerin süslediği güzelim iftar sofraları... Kuzuların annelerine kavuştuğu bol melemeli anlarda iftar topunu beklerdik. Kuzuların annelerini bekleyişi kadar haklı ve heyecanlı...

Ramazan kışta gelmişti:

Üşenmeyen nineler erik hoşafları ile karşılamıştı. Kar ile serinletilmiş kırık kâseler ve sıcacık Ramazan pideleri. Ve tipiler ardından kopup gelen, aceleci rüzgârların koltukladığı, her evin ilk defa duyar gibi ve tebessümle beklediği akşam ezanları...

Kaygısız zeytinlere uzanmış sabırlı eller.

YAZ ve EKİN

Ramazan yazın gelmişti.

Ekin orağı zamanında bekliyorduk. Bekletmedi. Küçük bedenim ve küçük aklıma buğday biçiyordum. «Yarın başlıyor» dediler. Ramazan benim için yepyeni bir çift kabaralı iskarpin ve çizgüi mintan demekti. Mintan başucumda asılı duracak ve yeni iskarpinimle yastığımı paylaşacaktım.

Ramazan yazın gelmişti. İlk sahurun sevinciyle biçilmeyi bekleyen ekinlere koşuştuk. Güneş doğdu, bir daha batmayıverdi...

Hayatımın en lezzetli yemeğini o akşam yedim. Eve kağnılarla dönmüştük. Mayalı ekmeklerle duru ayranın bu derece birbirine yakıştığını ilk defa anladım. Alâeddin kavunu demek bu kadar lezzetli imiş.

Sanırım, şükürlerimizi yüreklerden koparır gibi ve cömertçe eda etmiştik. Bunaltıcı gündüz sıcağının yerini serin akşamlar alıverdi. Evden koptuk ve ilk teravih’e yöneldik. Akşam esintileri cami kapısını aralık tutmakla görevli gibiydi. Girdik. Cümle tanıdıklar güler yüzlüydü.

VE BAYRAMLAR

Bayramlar bir haktır, vazife değil.

Dikkat ettiniz mi bilmem. Doğan günü bayram sabahlarında hep birlikte karşılamak en unutulmaz hâtıraların başında gelir. Hele o, bayram namazı sonrası musafahalar ve el öpmeler... İnsan tam o sıra anlar ki, dünya sevmek, güvenmek ve hak etmek dünyasıdır. Bayramlar yedi duyunun canlanmasını sağlar... Göz, sadece bakmaz artık görür.

Kulak kafaya yapışık iki uzuv değildir. Duyar.Beyin mantık süzgecini yeniler his tazelenir.Ve dünya yırtına çırpına dışımız yiğitlikler ve güzellikler dünyası oluverir bayram sabahlarında.

ÖĞRETMENİM

Daha ilkokula başlarken yarının teminatı olan nesle insan sevgisi ve vatan sevgisini aşılıyorsan,

Müslüman ve Türklüğün en azılı düşmanlarını, Yunan, Moskof ve Bulgar düşmanlığım körpecik beyinlere bıkmadan ve usanmadan yer-leştirebiliyorsan,

Yalanı ve riyayı sökerek onların yerine fazilet ve büyüklüğü yol gösterici Kur’an-ı Kerim’i anlatabiliyorsan,

Kadere inanmayı, en ufak bir hadiseden deliler gibi sevinmenin, bir kötü haberden yırtınır-casma üzülmenin lüzumsuzluğunu öğretebiliyor-san,

Ana-baba hakkının büyüklüğünü her fırsatta hatırlatıp, eş-dost için fedakârlık yapabilmenin lüzumunu iknaa gayret sarfediyorsan,

Hangi sınıfta olursa olsun çocuğa o sınıfın hakkını gerektiği şekilde verebiliyorsun,

Sinirlerinin en zayıf olduğu anda bile çocuklara müsbet mânada faydalı olabiliyor ve kendi evindeki dertlerini yine kendi evine hapsederek sınıfa güler yüzle ve güvenilir bir eda ile gire-biliy orsan,

Yalnız bugün için değil, üç yıl, beş yıl sonrasının lüzumlu bilgilerini verip öğrencilere mücadele azmini, cesareti ve takipçiliği aşılayabili-yorsan,

Solculuğu ve komünizmi ürkülüp korkulacak bir canavar bilip, bu türlü fikirleri eskimiş, köksüz, kökensiz ve bu topraklarda yetişip gelişmesi lüzumsuz bir ayrık otu gibi gösterebiliyorsan,

Tarihin (Solcuların dediği gibi) bir «eskici dükkânı» olmadığını, orada büyük ibretlerin ve arzın en güzel toprağım, bu yurdu bizlere bırakan fedakâr ecdadımızın yattığını anlatabiliyorsun,

«Ben babamdan ileri,' evlâdımdan geriyim» prensibini uygulayarak yarının büyüklerini kendinden daha kâmil bir şekilde yetiştirmeye çabalıyorsan,

Köyündeki kumar oynanan üç kahvehaneden, her yıl birini tatlı düle kapattırıp onun yerine yine çaylı - kahveli okuma odaları açıp, müsbet gazete ve mecmualara abone yaptırabiliyorsan,

Köylüye ve köye yukarıdan bakmayıp, ihtiyar heyetiyle, muhtarla ve imam ile müştereklik kurabiliyor, onların cemaatlerine iştirak edebiliyorsan,

Yapabileceğin işleri mutlaka yapıyor, içindeki tatlı hırslara gem vurmuyor «Bu hoca geldi geleli köyümüz kasabamız ne kadar da iyi ve güzel oldu, hoca giderse eksikliğini duyacağız...» dedirtebiliyorsan,

Zengine «zengin» diye, fakire «fakir» diye ters bir nazarla bakmıyor, bütün insanlara aynı duygu ve halisane bir toleransla yaklaşabiliyor-san,

Kimseye karşı başın eğik değilse ve geçmişteki (aklına geldikçe kendi kendine kızdığın) hadiseler yüzünden gerçekten pişmanlık duyuyorsan,

Bölücü, ayırıcı, yıkıcı TÖB-DER gibi ideolojisi ithal malı güdümlü kuruluşları elinin tersiyle itebiliyor ve cesurane (tam bu vatanın evlâdı gibi) mücadele edebiliyorsan,

Gel öğretmenim... Bul beni... Öpülesi ellerini uzat bana...

GEÇ FARKINA VARMAK

Bundan sakınmalı.

Geç farkına varmak, virüsü bulunmamış bir hastalık mı ki... Geçen zaman ne olacak? Cereme kimin? İnsanın mı, cemiyetin mi yoksa bu asrın mı?

Geç farkına varmak...

Bundan sakınmalı. Her olayda, her fikirde, her davranışta geç kalmak yıpratıcı oluyor. İnsanın kendisine geç kalması... Bu daha da garip. Her şey zamanında ve tam yerinde gerçekleşmeli. Yoksa «Belki, keşke ve niçin» adlı iri dişli üç canavardan çekeceğimiz var.

Gecikmek, elleri kirli bir Devanası...

«Gecikmek» bu diyarı terketmeli.

Gecikmek, kendi ellerimizle yolumuza duvar örmek değil mi? Gecikmek, insanın kendisini kendi içine hapsedişi değil de ne? Kendi kendimizin akılsız gardiyanlığı. îş mi bu?

Bütünü görmek ve detayla oyalanmamak. Hedef bu olmalı. Detaya varış, bütünleri bilenler için mümkündür. Teferruatla vakit kaybı gecikmelere «Buyur dâvetiyesi» çıkarmaktan ibaret. Detaylara sarılmak ve minicik hedeflere ulaşmak hırsı ne kadar boyutsuz bir davranış....

Teferruat, bütünü görmeğe engeldir. Teferruat, «Geç farkına varmak» demektir. Ne yazık ki bu geç farkedişler virüsü bulunmamış bir hastalık olmakta devata edeceğe benzer. Peki, geçen zaman ne olacak? Cereme kimin? İnsanın mı. cemiyetin mi?

Cemiyetin geç kalmağa tahammüllü olduğunu kim söylüyor? Parçalara merak salanların parçalayıcılığı daha ne kadar sürer?

Bundan sakınmalı.

Gecikmek, bu diyarın dışında kalmalıdır. Detaya hasret duyanların da «Detay» oldukları muhakkaktır.

SULTANIN ALTINLARI

Kanunî Sultân Süleyman’ı ve devrini hatırlayınız. Yeryüzünün tek ve en kıymetli parası, altın ortalıktadır. Yedi iklimde gerçek ve büyük değerdedir. Bütünlük ve sağlamlığa tahammül gösteremiyen . Yahudilerin yaptığını biliyor musunuz? Durun anlatayım :

Karar alınmıştır. Her Yahudi, eline geçirdiği on gramlık altın paraların etrafını kırpacak ve her liradan iki gram eksiltecektir. îşin farkına varıldığında ise gecikme tamdır... Yüz milyon altının gerçek değeri seksen milyona inmiş ve devletin itibarı kısa bir zamanda kırpık paralar yüzünden zedelenmiştir.

Teferruat bezirgânları bir süre için başarılıdır. Derleniş ve toparlanışın faturası oldukça yüksek bir seviyededir. Geç farkına varış, bu toprakta pahalıya malolmuştur.

Hasret olmalıdır. Ama, hasete varan detay-cılık, şekere bulanmış kinin gibi günün birinde ağızları yakacak. Bunu kimler özlüyor, niçin özlüyor?..

HEDEFE ULAŞMAK

Evet. Hedefe birlikte varılır. Bir koldan ve yekpâre... İktisâdi ve politik mücadelede hedef kestiremeyenlerin yaptığına ancak «Kör Döğü-şü» denir. Şayet hedef bir tane ise ve ortada ise. zaptedilmesi zarurî ise birlikte varılacaktır. Tabyaları terkedip açıkta kalmanın zararı kime?

Geç kalmağa tahammüllü olduğumuzu kim söylüyor? Parçalara merak salanların parçalayıcılığı daha ne kadar sürer?

Bundan sakınmalı.

Gecikmek, bu diyarın dışına itilmeli. Yekpâre mücadelede teferruata merak salanların «Teferruat» oldukları muhakkaktır.

ESER Mi, ESER ADAM MI?

«Şu eser pek güzel» diyorsanız çok şey söylediniz demektir. «Güzel ve pek güzel» sözlerinin ardında ve temelinde nice-nice yorgunluklar yatar. Meseleyi biraz daha açalım isterseniz.. Söz gelimi mimarî bir eser önündesiniz, kalbinizden de «Aman ne güzel» demek geçiyor. Tam o anda durunuz.

«Güzel» hükmü, eser sahibine varana kadar baktığınız yapıyı köprü olarak kullanıyorsunuz. Burada «Güzel» olan o yapı değildir. Esere verilen emek ve yapıyı «Yapı» yapan kimsedir. Biz o sırada bu noktaya kadar gelebilmiş ve yorgunluğunu şekillendirebilmiş emek sahibine hattâ emeğe «Güzel» diyoruz. Güzel, alın terinin ve tecrübenin fiatı oluyor. Yapının değil!

Hoşa giden her eserin ardında mutlaka yorgunluk yatar. Çile yatar. Belki de sobasız kışlar, yarım ayakkabılar ve akılalmaz gayretler yatar. Siz bunlara «Güzel» dediğinizin farkına varmalısınız. İşte o zaman «Güzel» in tesbitin-de emek ve yorgunluk da hissesini alacaktır. Tabiî iyi de olacaktır.

SANDVİÇ

Çok tanınmış bir hikâyecimiz var. Adını burada yazmak istemem. 1960’tan beri tanırım. Sapına kadar milliyetçi ve mukaddesatçıdır. Bütün eserleri Edebiyat Fakültesinde örnek eser diye tanıtılır. İşte bu dostumun günlerini bir sandviçle geçirdiğini, yıllar yılı hiç şikâyet etmeden bütün sıkıntılara göğüs gerdiğini hatırlarım. Çok zengin sosyalistlerle bu fedakâr dostun mücadelesini ve her seferinde alın akıyla çıkışını bugün gibi biliyorum.

BİR YUMURTA

Bir örnek daha vermek faydalı olacak. İstanbul Belediyesi İktisat servisinde bir arkadaş çalışır. Mühim bir mevkii vardır. 1960-64 arası —inanınız ki— günde sadece bir tek yumurta ile hayatını sürdürmüş ve İktisat Fakültesini en iyi derece ile bitirmiştir. Şu sıra çok faydalı ve memleket çapında mühim vazifeleri dürüstçe yürütmektedir. Talebelik yıllarında, parça parça elbisesine, eskiciden alınmış altı delik iskarpinlerine bakmadan dört yıl boyunca sol sempatizanı zavallılarla kıyasıya mücadeleye girişmişti. Taviz vermez dürüstlüğü ve yürekten inan-mışlığı ile hepimizin saygısını kazanır fakat gösterdiğimiz aşırı hürmet hisleri altında utanır ve sıkılırdı.

BAŞHEKİM

Kulakları çınlasın, şimdi büyük bir ilimizin Devlet Hastanesinde Başhekim olarak vazife görmekte... Lise çağlarında (akşam üzerleri) sınıflardaki çöp tenekelerini dolaşır, az kullanılmış buruşuk kâğıtları toplar, silip temizleyerek ödev kâğıdı yapardı. Bu durumu benden başkası bilmiyordu.

BAHÇEDEKİ KAR

En büyük üç vilâyetimizden birinde ve Emniyet üst kademesinde çalışıyor. Yine lisede iken oda kiralayacak parası olmamıştı. Evden ve ailesinden uzakta idi. Aydan aya kendisine pek güç şartlar altında gönderilen mütevazi bütçesi oda kiralamasına yetmiyor ve bir evin bahçesinde yatıyordu. Sabahları ben uyandırıyordum. Dondurucu kış sabahlarında yorganının üzerinde bir karış kar olurdu. Hiç bir şey yokmuş gibi uyanır. «Ne de güzel kar yağmış, bahçeye bak bembeyaz» derdi...

YETMEZ

Uzun yıllar önce.. Güzel Sanatlar Akademi-si'nin Mimarlık bölümünde talebeyim. Sınıfta 35 kişiyiz. Dersler başlayalı bir hafta olmuş.. Bir kişi eksik... Derken «Statik» dersinin ortasında anfinin kapısı açıldı. Bir delikanlı girdi. Bu yeni gelen otuzbeşinci arkadaş bakındı bakındı, yalnız benim yanımda boş yer olduğu için gelip oturdu. Usulca selâmlaştık. Teneffüse de beraber çıkar olduk, tyi insandı. Çabuk kaynaştık. Hayatını anlattı. Sabrınıza sığınarak yazıyorum:

İlkokul öğretmeni imiş. «Yetmez» demiş.. Eğitim Enstitüsüne devam etmiş. Ortaokul öğretmeni, sonra ortaokul müdürü olmuş. «Yetmez» demiş. İstifa edip bir bankanın açtığı imtihanı kazanarak bankacı olmuş, şef olmuş ve bankaya müdür olmuş.. «Yetmez» demiş. Kafasına «Yüksek Mimar» olmayı koymuş. Akademi imtihanlarına girip 2500 kişi arasından ilk 35’e dahil olmuş.. ve bir hafta gecikmeyle gelip benim yanıma oturmuş...

Geçen gün ziyaretime geldi. Eski hatıraları andık. Şimdi İstanbul’u plânlayan; İstanbul’a şekil veren resmî bir görevle Yüksek Mimar olarak çalışıyor. «Yeter artık» dedim yarı şaka... Ama verdiği cevapla gerçekten irkildim...

Yetmez, dedi... Memleketime ve milletime daha faydalı olabilirim. Fransa’ya gidip dünya çapında mimarî ihtisas yaparak Türkiye’ye döneceğim...

SİZ NE DERSİNİZ?

«Eser» mühim ama «Eser Adamlar» daha da mühim.

Bilmem anlatabildim mi?

BİZ DE SUÇLUYUZ...

Bilmem farkında mısınız? Bu memlekette «Sol cereyan» yıllar yılı kendini bilememekle meşguldü. Romanıyla, hikâyesiyle, şiirleriyle, sinema ve tiyatrosuyla hattâ ressam ve müzisyeniyle. Ha bire sivri adam yetiştirdiler. Bu son derece plânlı ve programlı çalışmaların hedefleri bugünlere dönüktü. «Pat» diye bir günde olmadı olanlar.

Biz hâlâ uslu-uslu oturmakta devam edersek yerlerimizi ısıtırız ama memleket de lâf aramızda buz keser. Atı alan Üsküdar’ı geçmeden toparlanmak zamanıdır.

Adam’a ihtiyaç var. San’atkâra ihtiyaç büyük. San’atkârm bulunduğu kefe, edebiyatçının ağırlığını koyduğu kefe daima ağır basacaktır. Sahip çıkılacak insan cevherimiz az değildir. Ama onlara sahip çıkanlar nedense pek azdır.

İKİ ÇEKİ ODUN

Yıllar evvel, kış mevsimini rahat geçirebilmesi için solcu bir romancıya iki ton odun parası karşılığı «Ödül» verilmişti. Bay romancı, eserlerinin büyüklüğü karşısında bu mükâfatı hakettiğini sanıyordu. Ölünceye kadar da böyle bildi.

Burada Marksist solcuların fırsat düştükçe ödül dağıtmalarının boşa giden bir hareket olmadığını anlatmak istedim. însan; his adamıdır, heyecan adamıdır. Ne olursa olsun, bir karşılık bekliyecektir. Onun verimliliği ve çalışma şevki için, mes’elesine sıkı sıkıya sahip çıkabilmesi için gayret verici «Teşekkür»lere hiç mi ihtiyaç yoktur?

Peki bunca yıldır biz ne yaptık Allahaşkma?..

Her müspet hareketi ve her tatlı heyecanıyla bu ülkenin gerçek evlâdı olduğunu defalarca ispatlamış hangi san’at ve fikir adamını yürekten alkışladık? Sahi, hangi ödülü verdik dersiniz? Bırakın ödülü-mödülü.. Hangi bayram hatırladık?.. Sanki, işimiz gücümüz adama çelme takmak. Yaptığı bunca hizmeti fitil-fitil burnundan getirmek... San’atı ve fikri fuzulî saymak bize mi vergi acaba? /

Muhafazakâr milliyetçi basın kendine derhal çeki-düzen vermek zorundadır. Her cephede «ADAM» yetiştirmek bundan böyle en mühim hedef, daha doğrusu mecburiyettir.

Pırıl-pırıl çocuk şiirleri, hikâyeleri yazılacak. Tokat gibi piyesler, şelâle gibi romanlar, incelemeler yazılacak. Bu memleketin has gerçeği, bu vatanın dili ve esprisiyle buram-buram sunulacak. Bestekâr ve icracılar suyüzüne çıkacaklar. Medeniyetleri ve tarihi dize getiren mizah unutulmayacak. Şaka diye kabul etmeyin, kıvrak zekâlarıyla sahne ve perde komedyenleri dahi bu mevzuda ön plânda bulunacak.

BALENİN İÇERİĞİ

Milliyetsiz sol basında şu tür haberlere sık sık rastlarsınız; «Türk balesinin içeriğinde değişiklik yapılacak.»

Anladınız mı neymiş? «Balenin içeriği» değişecekmiş... Üstelik, haberin başına da sıkılmadan «Türk» diye yazmazlar mı? Sersemliğe bakın ki, baleyi de «Türk» diye yutturacak bu zibidi densizler. Aksesuarını bile yapamadığımız şeye «Türk» demek de neyin nesi? Sen önce sulu ağızla seyreylediğin balerinin, hiç olmazsa pabucunu kendi memleketinde yap. Yap da gerisini sonra konuşalım...

 

ÖNCE «FİKİR ve SAN’AT» İKTİDAR OLMALI

Bunu farketmemek bir yerde ayıptır.

Önce «fikir ve san’atın iktidar olması» şartı politikacıların kafasında yer bulabilmelidir. Aksi halde siyasî iktidar her zaman çürük temeller üstünde sallanıp duracak ve devamlı tedirgin edilecektir.

Azıcık dikkat yeter.

Bugünkü Türk san’at ve edebiyatı, onu küçük gören ve yok farzeden hırçın bir azınlığın, derme-çatma aklıyla giriştiği tasallutlar silsilesi yüzünden yaralanmıştır. Görünüşe bakılırsa gerçek ve dürüst san’atımızın «düşmesi» yakındır.

HER YERDE ve HER TAŞIN ALTINDA

Şaşırmayı becerebilen zihinler, çarelerin yorgunluğuna katlanacaktır. Şu anda bütün fikir ve san’at akımlarına azıcık göz atabilecek kişi, her taşın altından Marksizm’in çıktığını hayret içinde farkedecektir.

Oldu mu ya?

Hırçın ve derme-çatma akılların yıllar yılı aynı hedef doğrultusunda çalıştığı, ne hazindir ki; başarılı da oldukları görülüyor.

Şiirin altında Marksizm...

Hikâyenin altında, romanın altında, tiyatronun ve sinemanın altında hep Marksizm... İyi ama suçlu kim? Marksistler mi? Çok kolay bir suçlama bu. Küçüklüklerin ve basitliklerin cirit attığı zavallı bir suçlama ve «İşin içinden» çıkış.

DÖRT DÖNMEK NİYE?

Öyle ya... Şaşırmak zamanı mı? Yoksa toparlanmak mı «şart» oldu?

Milliyetçi ve memleketçi münevverler kendilerine çeki-düzen vermek zorundadır. Bu arada gazetelerimize ve yayınevlerimize iş düşüyor. En büyük görev de milletten yana olan partilere ve iktidarlara düşmekte. «Uyuyan tavşan» olup, kaplumbağayı güldürmek niye?

Millî Eğitim ve Kültürümüzle ilgili müdürler, başmüdürler ve müsteşarlar... Müsteşar yardımcıları, başmüdür yardımcıları ve müdür .vekilleri... Maroken koltuklar, telefonlar, daktilo makineleri, «Buyrun efcndimler», sıhhat ye âfi-yette olanlar, demli çaylar, iki lâf etmeler ve «hay hay»lar...

Günlük ve saatlik yaşayanlar.

Ankara’yı «Ankara» yapanlar... Saat beşten sonra yorulanlar. Yani, kültür ve eğitimimizi emanet ettiklerimiz... Keşke, diyor insan. Keşke «Emanetçi Sultanâ» ya bıraksaydık bu değerlerimizi. Hiç olmazsa kaybolma korkusuyla üzülüp durmazdık.

ÇEKTİKLERİMİZ

Dikkat etmişimdir. Bu millet en çok «Kendilerinde çok şey vehmeden» meraklılar ordusu yüzünden çekiyor. Kendisinde çok şey vehmeden profesörlere bakınız. Kendi ihtisasında gariban, fakat memleket kurtarmada üstad... Politik ihtirasların kurbanı ilim-milim adamları. Sapır sapır dökülmeyi göze almış, fakat; politikayı «Politikacılara» bırakmak basiretini gösterememiş göstermelik profesörler.

Sayıp döktüğüm bunca kişi, bunca üstad (!) lise ve üniversite çapında bir san’at ve edebiyat dergisi bile çıkaramıyorlar.. Çünkü çıkaramazlar... 15-20 yaşlarındaki pırıl pırıl gençlerimizin okuyup takip edebileceği (Ekol seviyede) bir dergi yoktur. Ama, sol tandanslı dergi ve aylık gazetelerin miktarı düzineleri aşmakta. Yazık...

Halbuki; millî değerlerin hizmetinde, gerçek fikir ve san’at dergilerine ne kadar da muhtâ-cız.

Kulaklara küpe olsun: Milliyetçi ve memleketçi olmağa üşenenler önce san’at ve kültürde iktidarı ele geçiriyor. Gerisi de kolay oluyor.

Gençlik susuzdur. İlkokul, ortaokul, lise ve üniversite çapında yığınla dergi çıkarılmalıdır. Milliyetçiliği Ve memleketçiliği hissedip, tanıyıp, öğrenememiş delikanlılardan ne bekleniyor?

Saat beşten sonra yorulmak cinayettir. Suyu baştan kesemiyen beyefendilere Ankara’nın havası bundan böyle yaramıyacak. Biline...

«Emânetçi Sultanâ» ya selâm olsun.

Kendinde çok şeyler vehmeden ilim-milim adamlarından da şöyle kenara çekilip yol açmalarını rica ederiz. Gelecek neslin kapısında durmasınlar.

MERAK ETMEYİN ÇOK KALMADI

Bizim dışımızdaki çoğu ülke san’at ve edebiyatı basbayağı iş edinmiş, bu uğurda büyük paralar harcamıştır. Yeni imzalar, yeni eserler ardı arkası kesilmeden sel gibi akıp durmaktadır.

PARSEL PARSEL SAN’AT

Yirminci asırda bazı san’at dalları Batılı ülkeler tarafından bilhassa benimsenmiş ve san’-atm uçsuz bucaksız ufukları âdeta parsellenmiş-tir. Bir milletin ihtisaslaştığı akımlar ve türler vardır ve diğer ülkeler o dallar ve türlerden başka yönlere ağırlık vermek ihtiyacını duymuştur.

ÖRNEK Mİ?

İngiltere’yi örnek alınız. Bu millet, dünya ti-latrosunu kontrol altında tutmakta, oynanış ve j orumlayış açısından başı çekmektedir. Dünya sahneleri o derece şartlanmıştır ki, nerede bir tiyatro açılsa Shakespeare’den bir eseri ilk oyun olarak seçmek mecburiyetini hisseder. Büyük oyuncu ve rejisörler hep İngiltere’den çıkmakta ve ihraç olunmaktadır. Şu sıra yeryüzü piyasasını elde tutan tiyatro artistleri hep İngilizdir. Ric-lıard Burton, Sir Laurance Olivier, Alec Guines, vs...

Ya Fransa?

; O da resim ve düşünce plâtformuna sahip’ çıkmıştır. Resmin her türlüsü ve fikrin her türlüsü... Nasıl ki, tiyatro İngiltere’de tahsil edilirse, resim de Fransa’da tahsil edilir olmuştur... Farklı ve değişik fikirlerin doğduğu yer olarak tek örnek Fransa gösterilebilir.

Bu bölüşme ve parselasyondan İtalya da payına düşeni almıştır. Opera denince, dekor denince İtalya, akla gelir.

Avrupa’ya ve Amerika’ya dekoratör ve operacı ihraç eden İtalya, sırf bu yüzden büyük gelirler elde etmiştir ve bundan böyle de edecektir.

Hollanda boyayı seçmiştir. En iyi guaş ve yağlı boyayı HollandalIlar yapar. Fırça yapımı ve matbaacılık da hünerli Alınanlara bırakılmıştır. Mürekkep ve yazı malzemeleri de Almanlar tarafından yapılır ve yetmişiki millete satılır.

Avusturya musikiye, Çekoslovakya porselen ve kristalciliğe sahip çıkmaktadır. Bugün «Viyana» denince bizim bile aklımıza hemen müzik gelir.

Az kalsın unutuyorduk. Ruslar da kürkçülükte pek beceriklidir. Her yıl milyonlarca kara koyun kesilerek, karnındaki kuzular daha doğmadan öldürülür ve gün yüzü görmemiş minicik yavruların kürkleri bütün dünyaya meşhur astragan kürkü olarak satılır.

KİM GELİYOR?

Bir arkadaşım anlatmıştı. Fransa'nın Orly Havaalanına indiğinde ortalığın ana - baba günü olduğunu görür. Yığınla insan meydanda eli çiçekli beklemektedir. Meraklanıp birine sorar :

Ne var, Başkan De Gaulle mü geliyor?

Aldığı cevap gariptir:

Hayır efendim, Maurice Chevalier geliyor.

Maurice Chevalier bir haftalığına Amerika’ya giden 70’lik Fransız şarkıcıdır.

AKADEMİ ÜYESİ

Fransa’da bir müessese var: Fransız Akademisi.

En değerli ve tecrübeli san’at ve edebiyat adamları bu akademiye seçilir. Sanırım 35 kişi... Bu miktar değişmez. Eğer biri vefat ederse yerine bir başkasını seçerler. Bu Akademi üyelerinin tesiri o derece büyüktür ki, bir tekinin bile «Güzel» demesi kitabın Fransa’da ve bütün dünyada en az 300 bin satmasına yeter.

Ve bu Akademi üyelerinin âdeta dokunulmazlıkları vardır. Hepsi de devlet tarafından Fransa’ya hizmet için seçilip taltif edilmiştir. Devlet içinde devlet gibidirler.

BİZE GELİNCE

İşte bunu sormayın. Bizde zenaat, san’at ve edebiyat son altmış-yetmiş yıldır korunmaz ve himaye görmez. Gerçek eserler ve bizden olan değerler, taklitçi fikirlerin yanında öksüz çocuklar gibi kalakalmıştır. Hangisi iyi ve faydalı

hangisi çalıp çırpma... arayıp soran, murakabe! eden yoktur.

îşte bu yüzden, bizde de adı «Akademi» olmayan, Yunanca olmayan bir üst kadro kuruluşu! gereklidir. San’at ve edebiyatımıza yön verecek bir kuruluş şarttır. Has eser,, ve orjinal esere ihtiyacımız yar.

Ama, siz diyeceksiniz - ki, Türk-İslâm Eserleri Müzesini onbeş yıl bir Hıristiyan müdüre bırakan zihniyet bunu nasıl düşünür?

Ama, siz yine diyeceksiniz ki, güzelim Üçüncü Ahmed Çeşmesini yüznumara olarak kullanan zihniyet bunu nasıl düşünür?

Doğru... Ama, öyle bir nesil, öyle bir şuurlu nesil yetişiyor ki, sakil ve zavallı zihniyetin tozunu atacak.

Ancak bundan sonradır ki, Türkiyemiz aydınlanacak... Merak etmeyin, çok kalmadı.

BAHTİYAR

Bir Fransız yazarına «Bahtiyar mısınız?» diye sormuşlar. Cevap çok nefis ve düşündürücü :

Lüzumundan fazla bahtiyar olmadığım için bahtiyarım...

Geçen gün dertli bir arkadaşım geldi. Ohla-dı, pufladı.. Meğer parasızlıktan yana üzüntüsü varmış. «Ayıp ettin doğrusu» dedim. «Sen milyoner bir adamsın. Bir de kalkmış, dünyaya küsüyor, yok yere dertleniyorsun.»

Şaşırdı tabiî.

Bak, dedim. İki koluna iki milyon fiat hiçseler, omuzundan koparıp alacak olsalar satar mısın?

Satmam.

Ya peki, iki gözünü birden milyona satar mısın?

—' Satmam.

İki ayağını beşyüz bine?

Satmam..

Öyleyse, bunca sermayene rağmen, zenginliğine rağmen ahlayıp, oflaman doğru mu yani? Ufak tefek para sıkıntıları herkesin başına gelir. Bırak bu türlü acaiplikleri.

İnsanlar dikenler arasında gül görüp sevineceklerine, güller arasında dikenleri görüp şikâyet ederler.

Bütün mesele bu ters mantığın yıkılmasıdır. Yoksa bunu başaramıyanlar, milyarlara da sahip olsalar bahtiyarlık muhaldir.

YALAN SÖYLÜYORSUN!

Gazete okumak da bir hünerdir. Verilen haberin, söylenen sözün ardındakini bulmak ve bilmek alışkanlığı zor kazanılır. Ne her şey apaçık yazılır, ne her şey apaçık söylenir. İyi bir gazete okuyucusu iseniz meseleleri «şıp» diye farket-mek ve çözmek elinizdedir. Gazete bir mektep, hatta bir üniversitedir. Söze dikkat şartiyle.

Bir örnek vereyim: Sen yalan söylüyorsun, demek için çeşitli formüller vardır. Bu formüller söyleyenin (zamana ve zemine göre) durumuna bağlıdır; politik mevkiine ve karşısındakinin sosyal kademesine göre değişir. Bir diplomat, bir başka diplomata «Yalan söylüyorsun» diyemez. Derse zaten diplomatlığı ortadan silinir. Peki, nasıl söyler bunu? Anlatayım:

Son derece güler yüzle ve yavaşça muhatabına yaklaşır. Yine son derece samimiyetle hararet derecesinde elini sıkar. Dereden tepeden usulünce konuşur ve yeri gelince «Zatıalinizin zaman - zaman gerçeklere istemiyerek sırt çevirdiğine sizin takdirkârınız sıfatıyla şahit olmaktayım mösyö...» der. Ve mösyö de kendisine bal gibi «Sen yalan söylüyorsun» dendiğini anlar.

Peki, politikacı nasıl söyler bunu?

«Pek muhterem Hüsamettin Bey’in memleket gerçeklerine uzun zamandır yabancı kaldığını ve doğruyu görmekte güçlük çektiğini üzülerek far-ketmiş bulunmaktayız» der, ve yine muhterem Hüsamettin Bey de kendisine yalancılık damgası vurulduğunu o saat anlar.

Eğer, edebiyatla yakından ilgili ise, diyeceği şudur:

«Siz, haklı olabilirsiniz. Fakat sizi haklı çıkaracak bir düşünceye edebî literatürde herkes gibi ne yazık ki biz de rastlıyamadık.»

Fikir adamı ise :

«Bu fikirde oluşunuzu yadırgamak elbette imkân dışıdır. Çünkü, sizin temsil ettiğiniz düşünce tarzına öteden beri kendimizi alıştırmak gayretini gösterdiğimizi biliyorsunuz. Ne yazık ki, bu türlü meçhul hedeflere sizinle birlikte yönelmek büyük bir cesareti gerektirir. Kabul edersiniz, böylesine bir cesaret ise bizim yabancı-mızdır.»

Şayet ilim adamı ise :

«Sizin dünya ilimlerine uzun zamandır yeni ufuklar açmak istemenizi ibret ve merakla takip etmekteyiz. Ne var ki, bu türlü fazla meraklar ve lüzumsuz acelecilikler sizi hep karanlığa sev-ketmekte ve bizler için de endişeyi mucip olmaktadır» diyecektir.

Fıkra yazarı ise :

«Zühtü Bey’le aynı fikirde değiliz. Bugüne kadar da aynı fikirde olmadığımız için üzülmüş de değilim. Hatta bu yüzden gururlu olduğum bile söylenebilir. Korkarım, Zühtü Bey bu gidişle yalnız kalacak.»

Mizah ile uğraşıyorsa :

«Haşan Bey aklını peynir ekmekle yemiş. Bu zamanda peyniri nereden bulmuş, demeyiniz. Ha san Bey’in her zaman işi iştir, kaşığı gümüştür,

Ve çoktandır Haşan Bey’in beyni çürümüştür...»         diye yazacaktır.

Şayet hoşsohbet bir vatandaşsa:

«Ben Hasan Bey’i bilirim... Doğru söylerse   günaha girer.»

Korkağın ve beş para etmezin biri ise :  «Bilmem ama, belki benim dediklerimde de  gerçek payı vardır. Haklısınız fakat sizin de arada bir yanlış yorumlar yapabileceğinizi nasıl düşünemezsiniz?»

İşin kötüsü; hem beş para etmez, hem de ilericiyim diye geçiniyorsa bırakınız cesareti-mesareti :

«Olasılıklar içinde olanaklar aranacaktır. Gerekirse Danıştay'a başvurulup Anayasa çizgisinde düzene sıkıca sarılınacaktır.» gibi kaypakça lâf1ar edecektir.

Yaa.. İşte böyle dostlarım. Kimin ne menem şey olduğu az bir gayretle gazete sütunlarından öğrenilebilir.

ROMALI YUMURTA

Hoppala... Böyle de başlık olur mu? demeyin. Şu dünyada neler oluyor neler.., Hem böyle garip başlıklar koymasam bu kadar uzun yazıyı nasıl okursunuz. Hele aylardan ağustos, günlerden de pazarsa...

Gördünüz mü? Buraya kadar bir çırpıda okudunuz... Demek ki, sonuna kadar okuyacaksınız. Ha gayret...

Yazı yazmanın, hele-hele okutmanın çeşitli yolları vardır. Bunun için okuyucuyu iyi anlamak gerekir. Hitap edilen kitlenin mümkün mertebe çok olması lâzımdır. Üstelik okuyucuyu ikna etmek, yazara karşı güven duygusunu azamî seviyede tutmak icabeder.

Bir de... anlaşılır ve aydınlık olmak önde gelir. Okuyucunun düşündüğünü düşünmek, hissettiğini hissetmek, demek istediğini demek gerekir.

KÂZIM GENÇ HOCA

Ortaokulda iken Kâzım Genç adında bir hocam vardı. (Allah uzun ömürler versin) çok tatlı da hırsları vardı. Yüz mevcutlu küçücük bir ortaokulda 70x100 eb’admda elli tane haftalık duvar gazetesi çıkarırdık. Aman ne güzel olurdu. Birbirimize zehir-zemberek çatardık. Boyumuz-,dan büyük polemiklere girişirdik. Ama hiç bir zaman iş kavgaya dökülmezdi.

Sonra, okul kitaplarına bağlı kalmazdık. Bizim Türkçe imtihanımız günlük gazetelerden, haber ve makalelerden olurdu. Ve bu yüzden her gün gazete okumak zorundaydık. Daha 12-13 yaşlarında makale, fıkra ve politik yazılar okuma alışkanlığını edindik. Eh güzeli; gazete nasıl okunur, okunan yazı nasıl yorumlanır onu öğreniyorduk. Kâzım Genç hocanın aşıladığı bu hızla o devre öğrenci arkadaşlarımın hemen hepsi Türkiye’nin idari ve icra organlarında en üst seviyede yer almıştır.

Günlük gazete okumanın faydalarına dair en iyi örnek sanırım Kennedy’ler örneğidir.

Anlatayım:

SIRA SIRA BAŞKANLAR

Ana Kennedy her sabah çok erken kalkar, eve gelen gazetelerin her yanını bir güzel okurmuş. Politik, İktisadî, sosyal ve aktüel yazıların en güzellerini hemen keser, duvara yapıştırılmış. Daha sonra uyanan çocuklar elini yüzünü yıkarlar, odanın duvarı önüne dizilip, yapıştırılan yazıların tamamım okurlarmış... Bu, günlük yazıları okumadan kahvaltıya oturmak yasak edilmiş.

Ve sonunda bildiğiniz gibi üç yaman Kennedy yetişmiş... Başkan iken öldürülen John Kennedy, başkanlık seçimleri arifesinde öldürülen Robert Kennedy ve bir zamanlar Amerika’nın en kuvvetli başkan adayı Edward Kennedy...

ÇOK MANÂLI BİR SÖZ

John Kennedy, Nixon’u altedip A.B.D. Başkanlığına oturur oturmaz kardeşi Robert Ken-nedy’yi Adalet Bakanı yapmıştı. Yaşı otuzu henüz aşmış yeni bakana karşı mırıldanmalar başlamıştı. Bir gün dayanamayıp Başkan’a söylemişler :

Sayın Başkanım, Adalet Bakanlığı çok önemli bir mevki durumundadır. Kardeşiniz Robert ise henüz, pek genç. Bir aksama olmasın... Acaba yapabilir mi?

John Kennedy’nin cevabı pek enteresandır...

Yapar... Çünkü o bir Kennedy’dir...

DİYECEĞİM ŞU Kİ

Evet dostlarım... Gazete okuma alışkanlığı en faydalı iptilâdır. Yakınlarınıza ve çocuklarınıza vurdulu kırdılı gangster romanları yerine müsbet neşriyata karşı yakınlık uyandırınız. Onlara beğendiğiniz yazıları tavsiye ediniz. Bildiğinizi kendinize saklamayınız.

Çocuklarınız gazete okuma alışkanlığı kazanmışsa artık korkmayınız. Hem sizin hem de memleketin faydalı bir adam kazanacağı muhakkaktır.

«Romalı Yumurta»yı unuttunuz. Demek istediğim, en son paragraftaki cümlelerdi... İşte onları unutmayınız...

KEMAL TAHİR’İN ÖLÜMÜ

Kemal Tahir’i bilirsiniz.

Peki, nasıl öldüğünü de. bilir misiniz?.. İşe baştan başlayalım: Romancı Kemal Tabir, Ma-yakovski kopyacısı (sözde şair) Nazım Hikmet’in hapishane arkadaşıdır. Bilgi ve kültür alışverişleri olmuştur. Sonunda Kemal Tahir, Sol’un kullanabileceği bir kıvama gelmiş ve hapishane çıkışı üstüste romanlar neşrederek sola karşı olan borcunu ödemeye başlamıştır.

Sol, yeni bir edebiyat adamını «BÜYÜK ROMANCI» olarak kabullenip büyük reklâm ve propagandalarla Türk okuyucusuna lanse etmiştir.

Buraya kadar bir şey yok.

Fakaat, aradan yıllar geçip te Kemal Tahir elyordamıyla gerçekleri yazmağa başlayınca «Azınlık sol» kızgın tavaya atılmış diri bir istavrit gibi tutuşmaya başlamıştır... Çünkü beklenmeyen bir zaman ve zeminde bu türlü çıkışlar zaten karışık olan solu daha da karıştırmıştır... Peki, bu tedirginliğe sebep ne? Durun anlatayım: Kemal Tahir, elyordamıyla vardığı gerçekleri artık gizleyemez durumdadır. İki yoldan birini seçmiş; Mertliğe, dürüstlüğe giden yola sapmıştır ve... yakın tarihi şöyle bir harmanlayarak Sultan Abdülhamid’in asla hain olmayıp son de

se rece dürüst bir politika takip ettiğini yazıvermiştir.

Sonra da işte olanlar olmuştur.

HASTA İDÎ

Romancı uzun süredir ciğerlerinden rahatsızdı. Sık sık hastalanıp yataklara düşüyordu. Derken mühim bir ameliyat geçirdi. Akciğerinin birini bedeninden koparıp aldılar. Ama, Kemal Tahir «Yarım adam»lığma bakmadan bildiğini okumak cesaretini gösterdi. Büyük bir pişmanlık duygusu içinde ve eski hatalarını affettirmek kaygusu ile olsa gerek, durup dinlenmeden yazmağa devam ediyordu. Her yeni kitabı ve her yeni konuşması ile diri istavritler kızgın tavaya girip girip çıkıyordu.

Doktoru ne demişti halbuki?

Sakın ha yorulma, aman ha sinirlenme... Hele münakaşalara hiç girme. Yoksa «güm» diye gidersin...

Kemal Tahir bütün bu ikazları duymazlıktan geldi. Solcuları kudurtmağa devam etti.

BÎR TELEFON KONUŞMASI

Günlerden bir gün Kemal Tahir’in Kadıköy’deki evinin telefonu uzun uzun çaldı. Romancı usulca kalkıp telefona uzandı :

Buyrun, ben Kemal Tahir.

Telefonun öbür ucundan, terbiyeli ve ezik bir ses :

Affedersiniz üstadım, rahatsız ediyorum... Ben Mehmet Barlas, nasılsınız?

Teşekkür ederim, buyrun Barlas Bey...

Efendim bu akşam bizim evde toplanacağız. İsmail Cem ile Yeni Ortam gazetesinden bir arkadaş da gelecek. Uzun zamandır sohbetlerinizden uzak kaldık. Acaba siz de gelebilir miydiniz?

Barlas Bey, biliyorsunuz oldukça rahatsızım. Evden dışarı pek çıkamıyorum.

Aman üstadım. Yeni Ortam’daki arkadaş sizinle tanışmak da istiyordu. Sizi hiç yormayız efendim, lütfedip davetimize gelin. İsmail Cem de ısrar ediyor. Üstadı mutlaka aramızda görelim, diyor.

Madem öyle, hayhay Barlas Bey. Akşama sizin eve geleceğim.

AKŞAM

Kemal Tahir sözünde durmuş ve Mehmet Barlas’m Şişli’deki şatafatlı evine gelmiştir. İsmail Cem, Mehmet Barlas ve Yeni Ortam yazarı, misafiri kapıda karşılarlar. Nezaket kurallarına harfiyyen uyulmuştur. Az sonra da yemek masasına oturulur.

Buyrun üstadım başlayalım...

Kemal Tahir ilk lokmayı almış, ağzına götürmüştür. Yeni Ortam yazarı meseleye «pat» diye girer :

Son zamanlardaki üslûp ve tutumunuz bizi şaşırtıyor. Niçin böyle yapıyorsunuz?

Kemal Tahir, lokmasını yutamamıştır. Benzi sararır, sonra morarır...

Niçin böyle yapıyorsunuz?

Kemal Tahir titremeğe başlar, kesik kesik öksürmektedir.

«Niçin böyle yapıyorsunuz»lar ikileşir ve üçleşir. Romancının nefesi daralmıştır. Öksürük şiddetini artırır... Üç koldan yapılan yaylım ateşi de dozunu artırmaktadır.

Yapmayın, hastayım...

Son zamanlardaki tutumunuz bizi şaşırtıyor. Niçin böyle yapıyorsunuz!!!

Romancı güç halle doğrulur. Kapıya doğru ağır aksak ve sendeliyerek yürür. Nezaket kuralları çeyrek saat öncede asılıp kalmıştır. Kemal Tahir kapıyı bulabilmiştir... Kemal Tahir, merdivenleri de bulabilmiştir...

VAPUR YOLCULUĞU

Solun dünkü serdengeçtisi, bugünkü solun terkedicisi Kemal Tahir vapur yolculuğu boyunca kıvrana kıvrana öksürmektedir. Kimse yardıma gitmez. Kendini yerden yere atan bu ihtiyarı sarhoş sanmaktadırlar. Romancı daha sonra iskeleye düşer gibi inmiştir. Romancı evini can havliyle ve elyordamıyla bulmuştur.

Evin alt katında oturanlar da Kemal Tahir’i kapı önünde yığılı bulmuştur. Üst kattaki hanımına haber verilir.

SON

Üst kata çıkamıyan romancı koltuklanarak alt kattaki komşuya sürüklenir gibi götürülür. Ama öksürük müthiştir.

Ve romancı artık kan kusmaktadır.

Acele bir doktor... Acele bir doktor... demeye kalmaz. Kemal Tahir son nefesini verir.

MERAK BU YA                  '

Acaba, diyorum. Kemal Tahir yarım ciğeriyle ecelle pençeleşirken İsmail Cem, Mehmet Barlas ve Yeni Ortam yazarı ne yapıyordu7 Yemeğe devam mı ediyorlardı, yeni bir viski mi açmışlardı? Yoksa, «Ayıp ettik doğrusu» deyip vicdan azaplarıyla başbaşa mı kaldılar.

Her neyse... Bizim anlatmak istediğimiz bir romancının kaderi ve acı sonudur... «İşte böyle bı? dünyanın işleri.»

ATTİLA İLHAN ve ÇIPLAK RESİM

Attila İlhan adını duymuşsunuzdur.

Şairliği, romancılığı yanında inceleme ve gazete yazılarıyla da bilinir. Ben, şair Attila Ilhan’ı beğenirim de, gazete fıkracısı Attila Ilhan’ı sevmem.

Niye sevmem?

Çünkü gazete yazarı olarak «Her şeyin uzmanı olmuş, kendisinde çok şeyler vehmeden» bir garip kişi görünümündedir. Sataşmayı marifet bilmek, gazeteciliğin en kolay yanı. O da öyle yapıyor. Kolay ve basit yazıların getireceği şöhretin Şair Attila İlhan’m omuzlarında biçimsiz ve yamalı bir rütbe gibi durduğu (yalnız kendisinin farkına varamadığı) bir gerçektir.

Şair Attila Ilhan’a yazık .oluyor.

Son yazılarından birinde müstehcenliğin ve çıplaklığın savunmasını üstlenmesi (bunca avukat bolluğunda) oldukça şaşırtıcı.

Bay Ilhan’ın eksikliği; ülkemiz coğrafyasını bilmez görünmesinden, öz insanımızın sosyal ve psişik yapısını umursamaz görünmesinden geliyor. Medeniyetimizin «Günah korkusu, ayıp korkusu ve kanun korkusu» üçlemesi üzerine bina edildiğini bilmemek «Aydın kişi» görünümündeki yazarlara bile yakışmayan bir tavır olsa gerek.

Bu satırların yazarı, Attila Ilhan’ın geçtiği yolları yirmi yıldır arşınlamaktadır. Yirmi yıllık Babıâli çilesinin yanında (sözünü ettiği) Güzel Sanatlar Akademisi çarkından da geçmiştir. Çıplak modeller ve resimler üzerine yazı yazmayı ve Attila Ilhan’a sitem etmeyi kendisine hak sayar. Şöyle ki; Akademideki modellerin (Hiç te Bay Ilhan’ın yazdığı gibi) ' sinema yıldızı olmayıp, yaşı kırkı geçmiş ve fizik olarak emekliliği gelmiş modeller olduğunu kime sorsanız söyler.

«Estetik kaygı» da neyin nesi?

«Yeni bir moral anlayış» da kimin fesi?

Kaldı ki, medeniyetçi ve memleketçi görüşlere zifos sıçratmak için bu tip meseleleri konu edinmek pek ucuz bir kabadayılık olmuyor mu? Üstelik, vatanseverliğinden asla şüpheye düşe-meyeceğimiz bir yazarın bazı kesimlerden ve Çiçek Pasajı’ndan «Aferin» almak için şair Attila Ilhan’ı ucuzlatması sebepsiz bir şaşırtıcılık değil de ne?

San’atta «EDEP» ilk şarttır.

Eğer bir nü, şehevî hisleri tahrik eder biçimde işlenmişse ve hedefi bu ise «eser» değildir. Çünkü aynı espriyi renkli fotoğraf çok daha iyi verebilir. Eserde, yorgunluklar içine hapsedilmiş sonsuzluklar bulunmalı... Erotizm, pornografi ve sadizm gibi sırtını tahrike dayamış çalışmalar san’at eseri değil, süflî bir ticaret metaldir.

Dikkat edilsin... Asirlardır yaşamış, örnek olmuş, mektep olmuş ve bir sonraki yüzyıla aynı büyüklükle adım atacak resimleri düşünün. Van Gogh’u, Gauguin’i, Manet’yi, Sisley’i ve Dufy’yi düşünün. Bu renk ve kompozisyon cambazı ustaların büyüklüğünü inkâr kimin haddine? Peki, bunca ustayı ve eserlerini göz önüne getiren kişi bir tek çıplak resim hatırlayabilir mi? Hayır... Peki, bu adamlar çıplak resim yapmadılar diye küçülebilirler ve küçültülebilirler mi? Buna da hayır!..

Minyatürleri sevmez misiniz? Ya onları yapan elleri? Peki öyle de, çıplaklıkta ısrar niye? Mona Liza giyimli-kuşamlı diye beğenmeyecek miyiz?

Bay Attila îlhan,

Çıplaklığa övgü, çıtkırıldım akıllılara ve reaksiyoner tavırlılara yakışıyor. Danimarka’nın dünkü «Danimarka», İsveçlin bile dünkü «İsveç» olmadığını farkedemiyenlere yakışıyor. Günübirlik akımların «Güçlü San’at» yapamıyacak-ları ortada iken yok yere gösterilen ısrar lüzumsuzdur.

Bir de şu var :

Batı ile Doğu san’atlarını birbirinden ayıran en önemli espri; ölçü ve anlayış farklarıdır. Ba-tfda çabukluk ve moda, Doğu’da ise sabır ve sadelik esas alınmıştır. Bu durum medeniyet farkından, coğrafya farkından, duyuş ve seziş farkından doğuyor... Tezhip, hat, ebru, çeşmi-bülbül, sedefkârlık, oymacılık ve halıcılık gibi sabır sanatları Batılıya ters gelir: Batılı; bir ihtilâl şiiri, bir okyanus şiiri yazacaktır, kabul. Ama; düşen bir yaprak, titreyen bir çocuk, güzelim mehtâbın şiirini ise Doğulu yazabilir. Hint, Japon ve Çin şairleri, Osmanlı ve İran şairleri Batılı gibi değil, elbette Doğulu gibi yazacaktır.

Hep yirmi yıl sonrasının şiirini yazdığını söyleyen Fransız Şairi Blaise Cendrars :

«Tartıya vuruyorum kendimi

«Seksen kilo geliyorum

«Seni seviyorum...» diyebilir. Ancak bu kadarını diyebilir. Sevgi ile kantarı böylesine ahlat zevkiyle yanyana getirebilir. Şark’ın muhteşem aşk şiirlerine ne buyurursunuz?

Aklıma gelmişken söyleyeyim: Batılı; soysuz sevgiden, haftalık sempatilerden ve primitif aşktan bıkalı yıllar oluyor. İnsanoğlunu bu türlü hafif ve yüceltmeyen içgüdülerden uzaklaştırmak ve insanına seviye kazandırmak için para ve pul koleksiyonculuğu, kelebek ve antik eser koleksiyonculuğu, resim ve hatta kapı kolu koleksiyonculuğu yaptırmakta, teşvik etmektedir. Tabiata yöneltmektedir. Turistik geziler tertiplet-inektedir.

Bayağılıkta ısrar ve cinsel özgürlük gibi cibilliyetsiz hareketler, refahtan geberen (ne oldum delisi) Batılının deva bulmaz ispazmozmla-rıdır.

. Kedi bile pisliğini göstermez ve örter.

^Ya insanoğlu?..

..Esrarın, eroinin, afyonun, LSD’nin bulunduğu kefede ne yazık ki, çıplaklık, teşhir hastalığı, erotizm, cinsel özgürlük de var... Hümanizm zıpırlığı var.

Bu, böyle bilinmeli...

YIKINIZ!

Yıkanları yıkınız.

Bizi bizden koparanları yıkınız.

Sıra sizde... Sahip sîzdiniz, yine sizsiniz. Her şeyinizi aldılar fakat, doğrulacak gücünüz tükenmedi.

İstanbul Selimiye Kışlasının süslemelerini ve hatlarını alçı ile örtenler çıkmamalı. «Yeryüzünde en güzel san’at heyecanına ben sahibim!» diyenler çıkmalı.

«Kadı gibi haram yemez» diye yırtınanlar değil, «Osmanlı toprağında tam altıyüz yıl bir tek Kadı’nm kursağına haram girmemiştir. Böyle bir örnek yoktur!» diye çırpınanlar çıkmalı.

Yıkanlar yıkılmalı...

Bu çalışkan, ter erbabı millete «Tembel» damgasını yapıştıranlar değil, «Bu toprağın insanına güvenen ve bitip tükenmez enerji cevherine yürekten inananlar» çıkmalı...

Yıkanlar yıkılmalı...

BUL

Picadilli hayalcisi, sefâ kovalayışlarına yer yok artık. «Aha burası benim yurdum!» diyerek, kır’ma kıracına kurban beyinler hani? Ki, her «Miktar» bir sonucun âbidevî noktasıdır; belki çürük, belki yeşil... Çürük âbideler aranacak. Göz görmek içindir, bakmak için değil.

Görenler saf saf ve dik. Sahtiyan iskarpinler üstünde «Hissedenler ve görenler ordusu!» Yıkık temel arayıcıları... ve bulucuları. Yıkıkları bulan biz, peki yıkan kim? Çeyrek saat ya var, ya yok.

Yıkanlar yıkılmalı...

OL!

Dedi ve «OL»du.

Sen de oldun... Vazife, görev, ödev, ümid, sancı, korku, dün, bugün, yarın... Yeter!

İnsan bir emirdir, çelikten yüreğiyle hem de gözleriyle. Ismarlama duygu nerede var? Yok işte!.. Doğum, hayat ve bir kapı... «Zaman ne kadar kısa...» Kötü bir yıkılış çığlığı bu.

Sen istersen zaman büyüktür. Geçmişte büyüktü, ya şimdi? Dur burada!..

Zamana sahip çıkanlar on ömür boyu yaşayacak. Ya dün’e «Benimdi» diyebilenler?.. Bir çocuğun sevimli sapan lâstiği zaman. Ve «Dünler de benimdir» diyenler iki uçta durup mengene elleriyle bunu uzatan Bahtiyarlar Bölüğü. Siz o bölük içre değilseniz yıkık temeller altında arayın kendinizi.

BİL

Ne diyorduk... Yıkanlar yıkılmalı.

Sandviçe itilen, tost tiryakisi Avrupa’ya içinizden acımak gelmiyor mu? Sahi gelmiyor mu?

Kırkbir ayrı nebâtın ürünü güzelim aşurenin tadına varamamış, damakları keşkek lezzetinden mahrum hazin kitleler, tarihi de, töreyi de elbet sandviçten ibaret sayacaktı. Ya bu «Tost Medeniyetini, bu zevksiz, lezzetsiz ve şahsiyetsiz medeniyeti akılsız karıncalar gibi yıllar yılı bu yana hırsızlama taşıyanlara ne demeli?

Kazmaları onların eline veren kim?

«Yık ve tost medeniyetini kur!» diyen kim?

Bu nasıl kıyış ve nasıl yıkış?

Oysa, gerçek sahip sîzdiniz. Yine sîzsiniz. Her şeyinizi aldılar, fakat doğrulacak gücünüz tükenmedi.

Bizi bizden koparan düşünceyi yıkınız.

Yıkınız!

DÖRT MİLYON

DÖRT MİLYON DAHA

Seydişehir Alüminyum Tesislerinden ne haber?

İyi haber, hoş haber ve biraz da garip haber...

Duydunuz mu bilmem... Endüstrileşen ve ağır sanayimi kurmaya çalışan Türkiye, büyük atılımlar içinde. Her yerde hareket var. Temeller atılıyor, yapılar yükseliyor ve açılışlar yapılıyor. Yarınlar için hamle üstüne hamle tazeleniyor.

Yükselen koca koca fabrikalarımız var. Hh’ fabrikanın önüne meydanlar yapmışız. Mermerden, ak... Üstelik koca koca âbideler ve heybetli heykeller de yapmışız. Oh ohh...

Heykel, deyip geçmeyin. Heykel gibi var mı? Üçe-beşe bakmıyacaksınız. Fırsat çıktı mı iyisinden yedi metre boyunda, iki metre eninde ve üç metre seksen santim genişliğinde heykeller yapacaksınız. İster şehirde, ister köyde olunuz; farketmez... Köyün yolu yokmuş, muhtar binası yokmuş, bunlar dert değildir. Mühim olan heykeldir. İsterse okulun camları kırık, damı delik olsun. Şan ve şeref için her köye bir heykel yapmadıktan sonra o memleket, memleketten sayılmaz.

BİR HABER

Evet, alın size bir haber: Geçenlerde Seydişehir Alüminyum Tesislerinin tam önüne bir heykel yapmayı da nihayet plânlayıverdik. Dosta düşmana karşı bir güzel yarışma açtık. Her yarışmaya giren müstesna yarışmacılar sağolsun-lar, eserlerini gönderdiler. Her yarışmaya jüri seçilen müstesna kabiliyetler, her yarışmayı kazanan bir sanatçımızı birinci seçti.

Ohh. Öyle de rahatladık ki... Nihayet, sevgili Seydişehirimiz de mutlu ve «bilinçli» olacak. Dört milyon liraya malolacak bu eseri göğsümüz kabararak yılda iki bayram seyredeceğiz. Hele şükür, bugünleri de gördük. Artık, gözümüz açık gitmez.

İSKENDERUN DA İSTER BİR HEYKEL

Evet. Son açılan İskenderun Çelik Fabrikamız için de aynı duygu ve düşüncelerle dolu idik. Sevgili İskenderunumuzu heykelden «yoksun» bırakamazdık. Kolları öyle bir sıvadık, öyle bir galeyana geldik ki, üç ay gibi kısa bir süre içinde devletten bir dört milyon daha kopardık. Yine dosta düşmana karşı müthiş bir yarışma açtık. Her yarışmaya katılan müstesna yarışmacılar yine katıldılar. Her yarışmanın müstesna jüri üyelerini yine çağırdık.

İnanın, yakın bîr zamanda şanımıza lâyık bir heykel yapacağız. Böyle güzel eserler için dört milyonun lâfı mı olur? Esere bak esere... Şu heykeller de olmasaydı acaba, müstesna kaa-biliyetlerimizin hâli nice olurdu?

Bazı zıpçıktılar diyorlarmış ki, İngiltere’de topu topu beş heykel var, Fransa’da yedi-sekiz tane var... Lâf bunlar efendim, lâf. Bı bütün Türkiye’nin her yanını heykel ve âbidelerle dolduralım da hasetten çatlasın kefereler...

DUMLUPINAR MESELESİ

Efendim, 1970’lerde tutup bir «Dumlupınar Âbidesi» yaptık. Kötü mü ettik. Altı-üstü, onüç milyon lira harcadık. Böyle zamanda paranın lâfı mı olur? «Milyonlar boşu boşuna' gidiyor» diye mırıldananlar olmuş. Al sana bir dert... Biz bu memleket için gece gündüz kafa yorup, heykel plânları yapalım, onlar da çıkıp bizden hesap soracak olsun. Gülerim ben bunlara. Size bir şey söyleyeyim: Bu ülkede herşeyin hesabı sorulur ama, heykelin sorulmaz.

Seydişehir’e dört milyonu çok mu görüyorsunuz yoksa? _ İskenderun’a da mı dört milyonu fazla buluyorsunuz? Hele Dumlupınar... Değil onüç milyon, onüç milyar harcasak Dumlupınar-larm hakkını ödeyemeyiz.

Geçenlerde bir akıllı çıkıp demiş ki: «Son üç yılda yapılan heykel ve âbide paraları ile seksen köyümüz elektriğe kavuşur veya altmış ilçemizde fabrika açılırdı...»

Gel de kızma...

Yok yere öfkelenen bu tip kişiler bize devamlı köstek olur zaten. Bazılarına o derece önem veriyoruz ki, sonunda başımıza belâ kesiliyorlar. Allah bu memleketi basiretsiz ve lüzumsuz kişilerden korusun.

Değil mi efendim?

KOLEJLİLER

Türkiyemizde yabancı kolejler var. Bu okulların müdürleri yabancı, müdür yardımcıları ise Türk’tür. Öğretmenlerin çoğu yabancı,, azı Türk-tür.

Ne olmuş yani, diyeceksiniz...

Birşey olduğu yok. Yalnız, birkaç mühim noktaya dikkat ister.

Bu kolejler her yıl imtihanlarla talebe alırlar. En çok puan tutturan en zeki talebelerimiz bu okullara girerler. Az puanlı, kolej dışı kalmış çocuklarımız ise Millî Eğitimimize bağlı okullara kapağı atarlar.

Demek ki, zeki çocuklarımızı kaptırıyoruz.

Niye kaptırıyoruz?

Biz de bu türlü, kendi bünyemize uygun okullar açamaz mıyız dersiniz?

Dikkatimizi çekti... Yabancı kolejlerde okuyan talebeler sonunda, iki gruba ayrılıyorlar.

1 — Benliğini kaybedip, kültür yobazı olanlar.

2 — tnadına milliyetçi, vatanperver olanlar...

Meselenin bizi üzen tarafı ikinci gruba girenlerin azınlıkta kalışları...

Geçen gün gazeteci bir ahbabın çocuğu ile karşılaştım. Kendisi kolejde okuyor. Lise birinci sınıfta. Şaşırıp kaldım. Neredeyse sevinçten uçacağım. Çocuk nasıl da şuurlu, nasıl da milliyetçi... Türkiye, dendi mi gözleri parlıyor. Bütün dağlarımızın resimlerini toplamış. Erciyes dendi mi dünyalar onun oluyor. Bursa’nın Ağrı’nın, Konya’nın, Edirne’nin hayranı olmuş çocuk...

Halbuki, bu çocukları her yıl Avrupa’ya götürüp gezdirirler. Her yeri öğretirler. Ama iki yıldır bu çocuğu bir türlü götüremiyorlar. Soruyorum:

Niye gitmiyorsun?

Cevaba bakınız:

Üç defa gittim. Her tarafı gezdirdiler. Türkiye’nin bir köyünde beş yıl kalabilirim. Ama Avrupa’da beş saat sonra canım sıkılıyor. Vatanım gibi vatan yok. insanımız gibi insan yok.

Bu yaştaki bir öğrenci elbette iftiharımızdır. Yalnız bu türlü yetişenler niçin az? işte dert bu...

Bir çaresi var olmalı...

Var olmalı...

SAN’ATSIZ MEDENİYET' OLMAZ!

Dünya nerede? Türkiye nerede?

Ve biz neredeyiz?

San’at nedir, sanatçı kimdir? Bu konuda ne düşünüyorsunuz? Bana sorulursa yalnız edebiyatın ve kuru politikanın bu memleket gerçeklerine «Sade suya tirit» kadar yakın olabileceği görüşündeyim.

. Varsa-yoksa politika... Varsa - yoksa edebiyat...

Pöh!

San’atsız «Medeniyet» olmaz, olamaz...

1974 yılında Türkiye’ye bir Alman profesör geldi. Süleymaniye Camiinden bir türlü koparamadılar. Hayranlığı o derece büyüktü ki, günlerce onu Süleymaniye’den ayıramadılar. Sonunda kendisibe refakat edenlere ansızın soruverdi:

—• Bu muhteşem medeniyetin harikulâde mimarîsi karşısında şaşkınlığım büyük. Ama, bu mimarînin mutlaka musikisi de olmalı. Bana o musikiyi lütfen dinletiniz...

Alman profesöre türküler dinletildi. Profesör:

Hayır, dedi. Bu müzik, o mimarînin müziği değil...

Alman profesöre şarkılar dinlettiler... 0 yine :

Bu da değil, dedi.

Aradan üç gün geçti. Profesör Almanya’ya dönmek için hazırlıklara başladı. İstanbul’un Harbiye semtindeki bir uçak şirketi bürosundan bilet aldı. Tam kapıdan çıkarken dehşet içinde durakladı :

Tamam! diye bağırdı... O büyük mimarînin musikisini duyuyorum...

esnada, Harbiye’deki Orduevindeki askerler Mehter Marşı çalışmaları yapıyordu. Profesör, az önce aldığı uçak biletini hemencecik iptal edip koşa koşa Orduevine gitti. Gözleri pırıl pırıldı. Prova yapan askerlerin araşma karıştı. Şöyle mırıldanıyordu :

—• Biliyordum... Biliyordum... O mimarînin mutlaka musikisi de olmalıydı. Yoksa Türkler bu camiyi yapamazdı..

Demek ki, medeniyet politikadan ibaret değil. Edebiyattan ibaret hiç değil. San’at olmadan, san’at adamı olmadan medeniyet olmuyor.

KAFALAR DANK DEMELİ

Türkiyemizin yetiştirdiği usta sanatkârlar Avrupa’ya, Amerika’ya göç ediyor... İnsanı utandıran, kahreden, yerden yere vuran bir hazin haberdir bu.

Olamaz! Millet «Millet» mi değil?.. Devlet «Devlet» mi değil? Ne oluyoruz?.. Köşe başlarına oturmuş «Devletliler» bu kadar mı umursamazlık içindeler? Varılabilecek ve ulaşılabilecek en üst noktaya gelmiş san’at ustaları nasıl yalnız bırakılır, nasıl? Akıl erdirmekte zorluk çekiyoruz.

Ceremesini şu necib milletin çekeceği davranış eksikliğini ve aksiyon fukaralığını bakalım daha ne kadar zaman içimiz burkularak seyretmek talihsizliğini tadacağız?

MALAZGİRT SAVAŞI

Eski Devlet Bakanlarımızdan Turhan Bil-gın’in kulakları çınlasın. Malazgirt Meydan Savaşının Bininci yıldönümünde geniş çaplı bir film yapılacaktı. Çok kabiliyetli bir rejisörle anlaşmaya varılmış ve Türkiyenin en çok ödül kazanan rejisör-aktörüyle projeler hazırlanmıştı. Müslüman-Türk’ün tarihindeki bu en mühim hadise son derece faydalı bir şekilde bu vatana armağan edilecekti. Bir 12 Mart Muhtırası ile bu proje de suya düştü. Ve öylece kaldı. Dileğimiz odur ki, aynı proje tekrar suyüzüne çıkarılsın. Geç kalınmamıştır. Devlet, bu filmin çekimini mutlak bir vazife olarak kabullenmelidir. Çünkü Malazgirt, esprisi çok büyük bir olaydır. Israrlı olmak ve beklemek hakkımızdır.

AZINLIĞIN YEŞİLÇAMI

Bazı ustalar, azınlığın güdümlü yardımları ile tecrübe kazandılar. Çünkü, her alanda olduğu gibi film piyasası da bu ülke insanını hor

görenlerin kontrolünde idi. Zamanla mesele anlaşıldı ve memleket gerçeklerini kavrayan usta, sinema adamları bunların hegemonyasını kabul edemez duruma geldiler... Ne yazıktır ki, yapayalnız ortada kalakaldılar. Kuru politika ve kupkuru edebiyatla meselelere çare bulmak alışkanlığından kurtulamamış kişilerin san’ata ayıracak zamanı yoktu.

Korkarız, zaman gelecek; kendilerini, ülkeyi ve medeniyetimizi kurtaracak zamanları da olmayacak.

Tekrar edeyim: San’atsız medeniyet olmaz... Buraya mim koyunuz.

ÇOCUK ŞİİRLERİ

Üşenmeyip 1935’den bu yana yazılmış çocuk şiirlerine bir göz attım. «Göz attım» diyorsam, bu iş için üç - dört ay uğraştığımı belirtmek iste-

Yüzlerce şiir kitabı ve binlerce şiir...

Sonunda öfke ve üzüntüyle başbaşa kalmak da varmış... Niyetim, en güzel çocuk şiirlerini bir araya toplamaktı. Belki bir kitap olur, yeni nesle duygulu ve ince bir eser kazandırılır, diyordum.

Olmadı!..

NEDEN OLMADI?

Halbuki, önüne gelen ve aklına esen şiir yazmış. Dakikalık, saniyelik ve günübirlik şiirler. Bizi anlatan... yok. Türkiyeyi anlatan, yok. îşin garibi, bir tek Hıdırellez şiiri, bir tek Kurban Bayramı, bir tek Ramazan Bayramı şiiri yok...

Son kırk yılın «Şair» geçinenleri ona-buna övgü düzmekten, Blaise Cendrars, Saint John Perse ve Baudelaire taklitçiliği yapmaktan «Bizi» anlatmağa vakit bulamamışlar.

Şairlik bu mu? Şiir bu mu?

Kendini tanıyamamış, toprağının ve coğrafyasının sırrını çözememiş, medeniyetinden habersiz mısra çapulcuları bugünkü yeni nesle hangi yüzle bakacak? İşin bir de öbür yanı var. Yeni nesil kendi şairini ve sanatkârını acaba hangi gözle görecek?.. Size söyleyeyim: Aynen benim gözlerimle ve duygularımla...

Otuz yılda otuz kerre «Yeni yıl» şiiri yaz da, bir def acık olsun Kurban Bayramı üzerine şiir yazma. Ramazan’ı hatırlama... Hıdırellezi «yok» farzet... Bu durum ayıbın ötesinde başka şeyleri de hatırlatıyor: 1 — Kasıt. 2 — Cehalet ve he-defsizlik. 3 — Kepazelik.

Ben, her üç maddenin de geçerliliği üzerine kalıbımı basarım. Yalnız, zoruma giden taraf bilhassa hançer tabiatlı ve nâmert tavırlı kasıtlılar ordusunun farkına yeni yeni varmış olmak-lığımızdır. Demek ki, şiirimizi ve değerlerimizi Müslümanlığını kandil simidi görünce hatırlayan değersizlere bırakmışız.

EEE... NE YAPALIM ÖYLEYSE?

Kara kara düşünmek her halde tek çare değil. Yapılmayanlar yapılacak ve yazılmayanlar yazılacaktır. Yazılabildiği ve yayılabildiği kadar.

Sakın ola ki, şiiri küçümsemeyin.

San’atm en zoru ve en kuvvetlisi şiirdir. Şiir liderdir; hatırlatır ve hedef gösterir. Şair duygu adamıdır... Mantık yanılıyor, ama duygular yanılmıyor, yanıltmıyor. Herşeyi mantık ile ölçenlerin kurduğu yüzlerce şirket her gün sapır sapır dökülüp iflâs etmektedir. Fakat Mehmed Akif’in, duygu ve hayal dünyasını hangi rakip firma yıkabilir? Necip Fazıl Kısakürek’in şiirlerindeki haşmet dolu gökkuşağını, gerçek insanın büyüklüğünü ve cesur fildişi dünyasını bozabilmek kimin haddine?

Evet, şair işte böylesine büyük ve cihanşümul bir dehşetin haşmetli hükümdarıdır.

Şiir' hâlâ büyük.

Ama, zamanımız şairi dökülüyor.

Suç kendilerinindir.

GELELİM ÇOCUKLARA

Kitabıyla, okul dergileriyle, yardımcı ders kitaplarıyla şiiri, gerçek şiiri çocuklarımıza verememişiz. Tabiatı, çevresini, ailesini sevdirecek güzel şiir yok. Bayramını-seyranını, tarihini sevdirecek şiir hiç yok. Kupkuru yeniyıl şiirleri ve yerli malı tekerlemeleriyle ancak hafakan ticareti yapılır.

Şiir okumasını bile öğretememişiz. Hazırol vaziyetinde ve bağıra çağıra şiir okuyan makine gibi çocukları çok görmüşsünüzdür. Demek ki şiir sevgisi de aşılanamamış. Hazırol vaziyetinde ve bağıra çağıra okuduğuna göre kendisini vazifeli ve mecbur hissediyor.

Ah öğretmen...

Senin ilk görevin çocuklara okuma-yazma öğretmek ve bu yurdu (her şeyiyle) sevdirmekti. Güzeli ve faydalıyı öğretip sevdirmekti. TÖB -DER’li olup vatanı kurtarmak (!) değil.

Öğrenciye okumayı yazmayı öğretemiyen kişiler kalkıp vatan kurtaracak...

Öğrenciye şiir bile okutamıyanların hâline bakın...

NE DİYORDUM?

Evet, çocuklarımıza ince duygular aşılanmalı ve şiir mutlaka sevdirilmelidir. Sevilecek şiirler verilmelidir.

Hokkabazlık başka yerde de öğrenilir. Okul şart değil.

HİÇ ÖLDÜNÜZ MÜ?

Bir şair dostum vardır, Ankara’lı.

Çıkageldi... gözleri faltaşı gibi açılmış, nefes nefese... Şaşırdım elbet. Bana kadar ulaşabilmesi için en az doksan basamak merdiveni çıkması gerekiyordu. Yorgunluğunu merdivene verdim. Bir süre baktı. Arar gibi, kaçar gibi. Buyur ettim. Çöktü.

Aman, dedi... Her şeyi Ankara’da bıraktım ve sana geldim...

Hayrola?

Evi bıraktım, çoluk - çocuğu bıraktım... Hanımı bıraktım, hatta maaşımı bile bıraktım. Yetti artık...

Merakım çığ gibi büyüdü Ve o devam ediyordu :

Beni mahvetmek istiyorlar. Almadıkları bir canım kaldı. Artık dayanılacak gibi değildi. İşte şimdi de buradayım...

Demeye kalmadı, arkadaşımın hammı kapıda göründü. Ankara’dan İstanbul’a kaçan eski ahbabım susup kalmıştı.

Kalk bakalım, dedi hanımı... Seni aramadığım yer kalmadı. Hadi, Ankara’ya dönüyoruz. ...

Doksan basamağı nasıl indiklerini bilemiyen iki sinirli kişi caddeye çıktı.

Sonradan çok düşündüm. Yapabileceğim hiç bir şey yoktu. Gitmişler, kahrolmayı ve haftalar sürecek üzüntüyü bana bırakmışlardı.

MEYDAN SAVAŞI

Tanınmış bir şair, tam beş kitap yayınlamış bir san’atkârın ölümüne şahit oluyordum. Bitmek; bir his ve duygu adamının ölümü demektir. Arkadaşım evinden değil aslmda kendinden kaçıyordu. Hayrettir ki, yüksek tahsilli milliyetçi bir münevver, insanın kendisinden kaçamayacağını bilemiyordu.

Ama, suçu yalnız şaire yüklemek haksızlık olabilir... Şehir hayatı son derece problemli bir yaşayıştır. Şehrin kozmopolit havasında dostluklar bile sis ardında kalabilir. Her sabah her büyük şehirde bir meydan savaşı kurulur. Ve şehir insanı her akşam bu savaştan galip ayrılmak mecburiyetindedir. Seneler süren bu savaşta daima galip gelenlerin bile yorulacağı unutulmamalıdır. Galipler de, demek bir gün ölüyorlar...

Ama, mademki bir savaş var ve mademki her gün galip gelmek zorundayız; yapacakları mız bellidir... Önce sinirler kontrol altına alınacak. Zihinlerin etrafına tel örgüler gerek. Hadiselere yukarıdan bakabilmek gerek. Bütün sevinçlerin olduğu kadar, bütün sıkıntıların da bize vergi olduğu hatırdan çıkmamalı.

AYAZ ve BUZ

1961 - 62’de İstanbul yaman bir kış geçiriyordu. Vakit geceyarısını aşkın. Şişhane’de çıkan bir gazetede mesaimi bitirmiş. Cağaloğlu’nda bir başka gazeteye yetişmeğe çalışıyorum. Her yan buz. Caddelerde, arada bir taksi... Kimse yok... Ayaz iliklerime işliyor. Elimde, çanta. Galata Köprüsüne vardım. Köprü; güvertesi buz yüklü bir gemi, bir ejderha... Bir an öylece kalakaldım.

Köprü ile savaşa hazırlıyorum kendimi. Öbür ucuna geçmem lâzım. İlk adımımı atıyorum, saymaya başladım, 540 adım sonra Eminönü yaka-sındayım. Beş defa kayarak düşmek ve her seferinde karlar arasında çanta aramak pahasına. Her seferinde çanta ile birlikte yerden öfkeler topluyorum. Hınç topluyorum.

İki saat geçmiş; gazetedeyim. «Geç kaldın» diyorlar, susuyorum. «Bir taksi tutamadın mı?..» Mızrak gibi bir soru bu... En son meteliğimi saatler önce bir simide yatırdığımı bilmiyorlar.

İşimin başına geçiyorum... Artık yorgun değilim...

GERİLEME YOK

Matahmış gibi anlatmıyorum bunları. Gazeteciliği zevk ve tiryakilik haline getiren hatıralar içinde bu türlü binlercesi vardır. Her hatıra bir öğretmen gibidir. Ders almak da bize düşer.

Korkmak, gerilemek neyin nesi? Ankara’lı şairimiz gibi kaçmak da yok. Bu türlü kaçışlar, aslında kendini kovalayıştır. Yorgun düşülür ve... ölünür. Hayat içindeki bu tip ölümler de insana yakışmaz.

BİR HİKÂYE

Size bir hikâye anlatayım :

Hastahane odasında yatalak iki hasta. Biri pencere kenarında, diğeri uzakta kapıya yakın yatmaktadır. Pencere kenarındaki hasta, başını ancak dışarı çevirebilecek mecaldedir. Ve oda arkadaşını hoşnut etmek için gördüklerini her gün tatlı tatlı anlatır...

Bugün her taraf yemyeşil. Erikler çiçek açmış. Hele serçeler ne kadar da sevimli... Erik ağacının dallarında cıvıldaşıp duruyorlar... Havada damla bulut yok. Küçücük çocuklar okuldan dönüyor... Hay gidi yaramazlar, ne sevimli şeyler yarabbi...

Günler bu minval üzre geçmekte ve pencere kenarındaki hasta her gün yeni ve iç açıcı şeyler anlatmaktadır.

... Derken, bir gece, pencere kenarındaki hasta kendisine yeni bir kriz geleceğini hisseder, ilâca davranır. İlâç kutusu yere düşmüştür. Uzanması imkânsızdır ve mutlaka ilâç alması lâzımdır. Kapıya yakın hastaya güç halle ve hırıltılar içinde seslenir:

Dostum... İlâcım yere' düştü... Alamıyorum... Ne olur senin ilâcı atıver... Atıver... Uyanıksın biliyorum... Ne olur... Ne olur...

Kapıya yakın hasta duymazlıktan gelir. İstese, ilâcı bal gibi atabilecektir. Ama yapmaz bunu. Bekler... İnleyen hasta az sonra can vermiştir.

Sabah olur. Doktorlar gelirler. Ölmüş hastanın yatağı boşaltılır. Öbür hasta, aylardır hasretini çektiği pencereye kavuşacaktır, itina ile pencere kenarına götürülür. Hastanın gözleri gülmektedir. Yeni yerine yatırılır.

Odada yalnız kalınca sevinç içinde pencereye bakar... Bakar ama, hiçbir şey göremez.

Çünkü, pencerenin öte tarafında yıllar önce örülmüş kapkara bir duvar vardır...

Şimdi, asıl ölen kim? Düşünün bakalım...

MİLLETİNİ SEVMEK

EDİTH PİAF

Alrı ve yedi yaşlarında iki kızkardeştiler.

Büyüğünün adı, Edith Piaf idi. Anasız ve babalarınca terkedilmiş iki küçük çocuk. Paris'in fakir sokaklarında ve eskiler içinde kalakalmış-tı. Büyük olanının sesi güzeldi. Sokak aralarında şarkı söylemeğe başladı. Açlık ve kimsesizlik diz boyu sürüp giderken Edith Piaf hıncını hüzünlü şarkılardan alıyordu. Küçük kızkardeşi de, apartman pencerelerinden atılan bozuk paraları kaldırımlardan ve çamurlu yollardan toplamak için koşturup duruyordu... İki küçük çocuğun hayat kavgası yazda ve kışta tıpkı bir meydan savaşı gibi sürdü gitti. .

Aradan yıllar geçti. Çocukluğunu ve gençliğini doğru dürüst yaşayamamış Edith Piaf bir gün baktı ki, Fransa’nın en büyük sanatkârı olmuş. Ve Avrupa yüzbinler satan plâklardan hayran hayran onu dinlemekte...

Ama o kendisini Kaf Dağı’na götürecek yollara . sapmadı. Burnu büyümedi.

Bütün şöhretine ve servetine rağmen her yılın bir günü yine Paris’in fakir semtlerinde sokak şarkıcılığı yaptı. Kendisini —Büyük paralar ödeyerek— dinlemek imkânından mahrum fukaralara konserler verdi. Köhne apartmanların yıkık-dökük balkonlarından yine bozuk paralar atılıyordu. Ve Edith Piaf, tıpkı yirmi - otuz yıl önceki gibi çamurlu yollardan bahşiş topluyordu... Bu muhteşem tevazua dayanamayıp ağlıyan fakir Parisliler... Tebessümle ve hiç sıkılmadan toplanan çamurlu paralar...

Edith Piaf, topladığı paraları hayır kuramlarına veriyordu. Edith Piaf, milletini ve milliyetini seviyordu... Kimseye öfke duymuyordu.

Piaf öleli beş yıl olmuştur. Ama elli yıl daha geçse bu isim Parislilerce unutulmayacaktır.

ALBERT EINSTEIN

Bir Alman gibi yaşadı. Hayatı güçlükler ve perişanlıklarla doludur. Ama müthiş iradesi ve inadı sayesinde yirminci yüzyıl fiziğine silinmeyen damgasını vurmuş ve büyük atom âlimi olarak tanınmıştır. İlmin ve hür düşüncenin «Deha» mertebesinde gördüğü bu insanı İkinci Dünya Savaşı sonrası Amerika’da görürüz...

Giyim kuşama dikkat etmezdi. Bir gün' öğrencileri :

«Hocam, biraz düzgünce giyinseniz...» diyecek olduğunda, güldü :

Burası Amerika mı?

Evet.

Benim kim olduğumu biliyorlar mı?

Evet.

Öyleyse süslenmeye ne lüzum var?

Bir gün uçakla Avrupa’ya gidecek oldu. Havaalanında yanma bir öğrenci yaklaştı: «Hocam biraz düzgünce giyinseydiniz»

Yine güldü :

Orası Avrupa mı?

Evet.

Beni yolda görseler tanırlar mı?

Hayır.

Öyleyse ne lüzum var?

îşte bu âlim, bugünkü İsrail devletinin kuruluşunda başı çekmiş ve büyük paralar toplamış enteresan bir Yahudi idi. 1946-47 yıllarında elinde şapka ile Amerika’nın bütün büyük şehirlerini ev ev, daire daire, dükkân dükkân dolaştı.

Rastgele bir apartmana girerek en alt dairenin zilini çalmakla işe başlar ve kapıyı açana şöyle derdi:

Ben, Fizik bilgini Albert Einstcîn. Filistin Devletinin kurulması için para topluyorum. Çok uzaktan geldim. Hatırım için yardım ediniz...

Ve şapkayı uzatırdı.

Büyük âlimi ansızın karşısında bulan ve şaşıran Amerikalılar hiç düşünmeden gücünün üzerinde para yardımında bulunurlardı.

Dönüm dönüm satın alman bugünkü İsrail topraklarının her karışında işte bu adamın topladığı dolarlar yatar.

Albert Einstein, milletini ve milliyetini tanıyor ve sahip çıkıyordu. Einstein, öleli yıllar oldu. Ama yüz yıl daha geçse, Yahudiler bu ismi unutmayacaktır.

JAPON TALEBELER

Japonlar ve Japonya îkinci Büyük Savaş sonrası haraptı. İnsan ve ülke olarak yeniden doğrulması şarttı. Perişan ve yokluk içindeki Japonlar yemeyip içmeyip Avrupa’ya öğrenciler gönderdiler. Teknik adamlara ihtiyaç vardı. Tahsil için gönderilen gençleri hep aynı sözlerle uğurladılar :

Bak çocuğum. Bu millet kendi ekmeğinden ve pirincinden keserek seni Avrupa’ya gönderiyor. Aç çocukların gıdalarından kesip sana yollayacağız. Girdiğin fakülteden mezun olmanı değil, üstün derece ile mezun olmanı istiyoruz. Hadi şimdi güle güle...

Sonra ne oldu dersiniz?

Japon gençlerinin yüzde doksanbeşi üstün derece ile teknik adam olup döndüler. Geri kalan yüzde beşi ise fakülteleri sırf iyi derece ile bitirebildikleri için Japonya’ya dönmedi veya üzüntüden kahrolarak harakiri ile hayatlarına son verdiler.

Çünkü milletlerini ve milliyetlerini seviyorlardı.

Kendilerinden fazla...

JAPON TALEBELER

Japonlar ve Japonya İkinci Büyük Savaş sonrası haraptı. İnsan ve ülke olarak yeniden doğrulması şarttı. Perişan ve yokluk içindeki Japonlar yemeyip içmeyip Avrupa’ya öğrenciler gönderdiler. Teknik adamlara ihtiyaç vardı. Tahsil için gönderilen gençleri hep aym sözlerle uğurladılar :

Bak çocuğum. Bu millet kendi ekmeğinden ve pirincinden keserek seni Avrupa’ya gönderiyor. Aç çocukların gıdalarından kesip sana yollayacağız. Girdiğin fakülteden mezun olmanı değil, üstün derece ile mezun olmanı istiyoruz. Hadi şimdi güle güle...

Sonra ne oldu dersiniz?

Japon gençlerinin yüzde doksanbeşi üstün derece ile teknik adam olup döndüler. Geri kalan yüzde beşi ise fakülteleri sırf iyi derece ile bitirebildikleri için Japonya’ya dönmedi veya üzüntüden kahrolarak harakiri ile hayatlarına son verdiler.

Çünkü milletlerini ve milliyetlerini seviyorlardı.

Kendilerinden fazla...

Bu söz, Avrupa’dan 1970’te ithal edilmiştir. Sokak kavgacılarının meyhanelerde sürdürdüğü «Akşamüstü sohbetleri» sırasında kullanılır. Bu söz; yavanlık, tembellik ve maalesef Türkiye’yi tanıyamamış olmayı hatırlatır.

Eskilerin, fotoğraf arkalarına yazdığı:

«Bir çizgi, iki satır,

«Beni sana hatırlatır...

Sözleri kadar basmakalıp mevki ve rütbedeki bu «Sağda san’atçı yoktur» sözü İsvan’ı benim gözümde yaralamıştır. Solun soluna doğru, doludizgin ve can havliyle seyirten topal ayaklı solun İsvan’ı olmaktansa, beledî hizmetleri ön plânda tutan «İstanbul’un İsvan»ı olmak gerçi daha zordu ama, güç değildi...

Ahmet Bey’in Mayakovski’yi bilmeyişine hayıflandık. Bilseydi, solun bayrak adamı Nâzım’m asin şair olmadığını ve minicik bir Mayakovski cücesi görünüşüyle taklalar atan edebiyat şaklabanı olduğunu zahmetsizce farkedecek ve «Solda san’atçı yok mu?» diye döğünecekti.

Ahmet Bey’in, meşhur Rus yazarı Puşkin’i de tanıyamamış olmasını hoş. görmedik. İyi bir solcu olmağa gayret göstermek garipliği, Puş-kin’in «Dubrovski» eserini' okumayı da beraberinde getirir. Ve Dubrovski’yi okuyan kişi Yaşar Kemal isimli müzmin Nobel adayı’nm İnce Me-med’ini kulağından tuttuğu gibi Edebiyat dünyasının en üst pencerelerinden aşağı fırlatıverir. Ve «Yıllar yılı baş tâcı ettiğimiz eser bu eser mi?» diyerek haykırır :

Solda san’atçı yok mu?!..

İtalyan ve Fransız «Yeni Dalga» akımlarını bilen kişi, Yılmaz Güney adlı bir maceraperestin hiç de «Orijinal» olmadığını; sinemaya, romana ve şiire el atmış bu adamların kendilerine has bir üslûp bulamadıklarını sadece ve sadece kop-yeciliği ve aşırmayı becerebildikleri™, bu ülke insanı olarak iç burukluğu ile farkedecektir.

San’at, bir yerde «orijinalite» demektir. Farklı bakış tarzı, farklı görüş ve ftissettiriş de-taektir. San’atı'n kopyacılığa, özentiye ve ideolojik köleliğe tahammül ettiği görülmemiştir. İdeoloji; aynı bakışı, aynı görüşü ve aynı frekanstaki hissettir işi ön plâna alır ve emreder. San’at ve san’atçıyı «ideolojilerin emireri» gören zihniyete övgüler düzmek ise kurulmuş mekanik kafalara yakışıyor.

Sayın İsvan’m ise böylesine talihsiz bir yapıya sahip olacağını düşünemem.

ÖRNEK Mİ LÂZIM?

Size bir yığın örnek sayacağım: Sait Faik, Ahmed Haşim, Yahya Kemal, Necil Kâzım Ak-ses, Necip Fazıl Kısakürek, Tarık Buğra, Metin Erksan, Halit Refiğ, İbrahim Çallı, Bekir Sıtkı Erdoğan, Muammer Karaca, Nejat Uygur, Alâed-din Yavaşça, Ömer Seyfettin, Refik Halid, Zeki Müren, Yıldırım Gürses, Necdet Varol, Necdet Yaşar, İzzet Günay, Ekrem Bora, Öztürk Seren-gil, Ayhan Işık, Türkân Şoray...

İsvan Bey’in sempatik mantığına göre yukarıdaki şu isimlerin hiçbiri san’atçı değildir. Halbuki, kimi elli yıldır, kimi de on yıldır bu ülkeye hizmet eden bu iftihar adamlarımızın en az elli yıl daha şu topraklar üzerinde sözü edileceği muhakkaktır.

Gelelim başka isimlere :

Ferid Edgü, Erdal Öz, Tarık Kakınç, Yusuf Atılgan, Bekir Yıldız, Şenay, Alirıza Binboğa, Cem Karaca, Günel Altıntaş, Ahmed Arif, Halil İbrahim Bahar, Hilmi Yavuz...

Bunlar da sola kapılanmış sözde san’at erbabı.. Bırakalım elli yıl sonrasını, 1980’e bile varmadan unutulmağa mahkûm garibanlar bölüğü... Süslü bayram balonları yani...

Eğeeeerr... «san’atçı» tabiriyle gündöndü tabiatlı karikatürcü ve tiyatroya meraklı, (yapıları Brecht’i bile anlayıp aşmağa yetmeyen) üç-beş tiyatrocu kastediliyorsa o zaman iş başka. Çünkü onlar bu işlerin goygoycusu, Sanşo Pansa’sı ve «Hık» deyicisidir. Bunlar «Hınç arayıcısıdır. Her olayda ve her eserde satır satır hınç ararlar. Brecht’te ısrar, Pir Sultan Abdal’da inat ediş, Simavna Kadısı oğlu Bedreddin’e hayranlık, Spartaküs üzerinde aşırı duruş sebepsiz değil. Sermayeleri öfke ve hınç olanların «Umutlu yarınlar» ve aydınlık dünyalar getirebilmesi sanırım imkânsızdır. Karanlık ve karamsarlık ancak bizi birbirimize düşürür. Ne var ki, solun istediği bu. Solun istediği bu. Solun istediği bu...

DAHA YAKINDAN

Solu ve solcuyu daha yakından görüp tanımak için Cağaloğlu bulunmaz bir vitrindir. Her gün bu vitrinde «tlle de kaloriferli evde oturacağım» diye yırtınanlar, yeni bir kitabı çıksın diye iki eli böğründe dolaşanlar; çalıştırdığı kişilere para ödemeyen ve fakat, ezilmiş gençler için gümbürtü ile şatafatlı vakıflar kuranlar, «Bir aylık karımı, arkadaşım falanca’ya kaptırdım» diyebilen ve bunu «Manavdan bir kilo armut aldım» tarzında söyleyebilen solcular cirit atmaktadır.

Solun güvenip inandığı bu âdemoğulları (pardon, sulu ağızlı Darvin sempatizanları) bildim bileli Simavna Kadısı oğlu Şeyh Bedreddin edebiyatının bıkmaz temsilcisidirler. Sakın unutulmasın; Türkiye sosyalistleri devâ bulmaz derecede romantiktir. Bu yüzden Nâzım’ı, Yaşar Kemal’i ve Paris’i pek severler.

isterseniz bir de kendilerine sorun...

KAR ve KIŞ

Kış mevsimi bence mevsimlerin şâhı. Gecesi ve gündüzüyle, kar’ı ve (yanlamasına toprağa düşen) şakır şakır yağmuruyla mevsimlerin en yiğidi... Savruk ve mirasyedi sonbahar ile çıtkırıldım ve nâzenin ilkbaharı kış kadar sevemiyorum.

Daha kasım başlarında «geliyorum!» diye bangır bangır bağıran kış öncüsü ayazlarda tatlı bir külhanlık buluyorum. Bütün silâhlarını kuşanıp mertçe ortaya çıkıyor. Biliyorsunuz, anlıyorsunuz ve yeni misafire hazırlanıyorsunuz... İlkbaharın dâvetsiz gripleri, insanı hoşafa döndüren cayır cayır sıcakların üst üste yenilediği tatsız tuzsuz yaz nezleleri kış mevsiminde yok.

Soğuğa aldırmayın. Ayaz ve kar, sinirleri yumuşatan harikulâde bir ilâç gibi. Dikleşiyorsunuz. Ayaklarınız yere sağlam basıyor. Çalışma hırs ve azmi kat kat artıyor. En güzeli, her karlı kış mevsimi, ardında ılık ıhk hâtıralar bırakıyor.

Uludağ’ı, Palandöken’i, Ağrı’yı, Erciyes’i karsız ve soğuksuz nasıl hayal edebiliriz? Toros-ların kar’ı masal masal günümüze kadar gelmiş. İs tutmayan kara çadırların kar tutmuş siluetleri, uğultulu tepelerden mangal başlarına kadar gelmiyor mu?

«İstanbul ne ki,

«Erzurum yayla!..

diye öğünen diller, yaylanın ayazma ve ustura gibi kışlarına hasret duymuyor mu dersiniz? Kar’mı ve buzunu geri çeken kabadayı kış mevsimi, geride pınar pınar memba sularım cömertçe bırakmıyor mu?

Kar altında kalmış tohumu hatırlayınız; İlkbahar güneşine elense çekecek kadar pehlivan yapılıdır. Kar altında kalmış buğdayın yaz mevsiminde ağaçları tutarcasına serpilip gelişmesine ne demeli?

Kar şifâdır.

Çok seneler önceydi. Bir sabah vakti yaşlı ninem hasta yatağında doğruldu:

Oğul, bana kar getir!

hızla evden fırladım. Yedi-sekiz yaşlarında çelimsiz bir çocuktum. Yaz mevsimiydi. Nefes nefese (kasabamızın sırtını dayadığı) dağın doruğuna tırmandım. Bir avuç bile kar yoktu. O koca dağı inip Gencer Dağı’na çıktım. O doruktan bu doruğa kar bulmak için dört dönüyordum. Sonunda, uzaklarda, bir başka dağın tepesinde rüya gibi bembeyaz kar yığınları göründü. Kartpostallardaki kadar güzeldi. Masmavi fon berisindeki o büyüleyen beyazlığa doğru, boşluğa doğru attım kendimi. îkindi üzeri karlara kavuşmuş, yayla güneşinin ufalayamadığı pıtır pıtır karların üzerine kapaklanıp kalmıştım. Günlerdir su içemiyen ve «Kar» özlemiyle beni bekleyen hasta ninem gözlerimin Önüne geldi. Doğrulup silkindiğimde hiç yorulmadığımı farkettim. Kar, bütün yorgunluğumu çekip almıştı. Yağlığımı çıkarıp en temiz ve en beyaz yerlerden topladığım kar ile doldurdum. Elimde kocaman kar çıkınıyla tepelerden aşağı düşe-kalka ve gür-so-luk koşuşumu görmeliydiniz.

Yatsı ezanı okunurken eve vardım:

Al ninem, getirdim...

Ufacık boyumu aşan, karlı tepeler kadar büyük heyecanımı gören nineciğimin göz pınarları dolu dolu olmuştu.

Ertesi sabah ninemin ayağa kalkışı bugün gibi gözlerimin önündedir.

BİR KEŞİF

Fransızların yeni keşfettikleri bir yer var : Türkiye’de Antalya yakınları... O kadar çok seviyorlar ki, havası bozulur düşüncesiyle kimseye de haber vermiyorlar.

Bir Fransızdan dinledim:

Antalya sahillerinde ufak bir koy’u kiralamışlar. Her yaz gelip denize giriyorlarmış. «Güzel olan tarafı bu değil» diyor, Fransız... «Sım-sıcak denize girip eğleniyoruz. Ve öğleden sonra kayak aletlerimizi sırtladığımız gibi dağlara çıkıyoruz. Sıcacık deniz ile karlı ve serin dağlar arasındaki uzaklık sadece yirmi dakika... Bizi asıl sevindiren ve rahatlatan işte bu kar... Dünyanın hiçbir yerinde yaz ile kışın bu kadar birbirine yakın olduğu coğrafya yok...»

Fransız ilâve ediyor:

«Siz cennette oturuyorsunuz!..»

HELVA

Anadolu’nun çoğu yerinde kar mükemmel bir meşrubattır. Kar helvası, kar şurubu ve hele kar şerbetinin yerini hiçbir içecek dolduramaz. Kara üzümün yeni mevsim pekmeziyle, üçüncü karın bir araya gelerek billûr gibi şuruplaşma-sı dillere destan bir renk ve lezzet armonisidir. Yemeyen, bilemez ve düşünemez...

Bazı hayırseverler, yüksek dağlarda kış ortasında kar kuyuları açıp kar saklarlar. Bunaltıcı yaz mevsiminde bu kuyulardan getirilmiş blok blok karlar «Hayrat» tâbir edilen içi su dolu iri sebil küplerine ilâve edilir. Ekin orağından dönen yangın yürekli köylü ve kasabalıların, yeni kalaylı tertemiz taslarla bu sebilden içip içip «Şükür» çekişleri ve «Allah razı olsun» dileklerinin ard arda sıralanışı, Anadolu aksa-müstlerini bir kat daha sevimli kılar.

Yaz bile kar olmadan çekilmez... Yaz, ancak kar’m ve serinliğin gölgesinde «Yaz»lığım sürdürür.

Kar gibi var mı, hele kış gibisi... -

DÜN’E BAKARKEN

' CİHAN İMPARATORLUĞU

Osmanli Devleti bir «Cihan İmparatorluğu» idi. Yeryüzünün gelmiş geçmiş en haşmetli idaresi de bu İmparatorlukta hüküm sürmüştür.

İstanbul, diyoruz... İstanbul’un Fethi, diyoruz... Ama «Fetih ve Fatih» konusunda çok az şey biliyoruz. İstanbul kadar kavi, İstanbul kadar önemli yüzonbeş şehir ve site devleti’nin de yine aynı Sultan tarafından fethedildiğini, yine Fatih tarafından yedi ayrı krallık ve imparatorluğun Osmanli topraklarına katıldığını görmezlikten geliyoruz.

«İstanbul, bir gün mutlaka fethedilecek» idi. Bu fetih, Sultan Murad Han oğlu Sultan Meh-med’e nasip olmuştur.

İSTANBUL BAŞLANGIÇTIR

Fetihten sonra bereketli zaferler birbirini takip etmiştir. «Biz de Osmanli idaresine lâyıkız» diye ve sevinç içinde bekleşen AvrupalI, Asyalı ve Afrikalı milletleri hatırlayınız.

Niçin Osmanlıyı istiyor ve özlüyorlardı?

îşte bu durumu Avrupalı tarihçiler hâlâ an-lıyamamış ve sarsıcı, şaşırtıcı bekleyişlerin sırrını çözememişlerdir... Osmanli adaletini, toleransım, medeniyetini, asaletini, politikasını hattâ iktisadını bilmeyen zihinler bu sırrı daha uzun süre çözemiyecektir.

Fâtih Sultan Mehmed’den sonra seksen yıl daha sayınız... Cihan İmparatorluğu gerçekleşmiştir.

NEREDEN NEREYE?

Size şu kadarını söyleyeyim: Dünyayı bir yana, Osmanlı İmparatorluğunu bir yana koysak; İmparatorluğumuz her yönüyle ağır basıyordu. Yeryüzündeki altınların yarıdan çoğu, toprağın yarıdan çoğu, askerin, denizin, ürünün pek çoğu Osmanlının elindeydi.

Dünya haritasını gözleriniz önüne getirin. Kıt’alan, Okyanusları düşünün... Koskoca Atlas Okyanusunda OsmanlIdan habersiz bir tek kuş uçamazdı. Bütün İngiltere kıyıları, İrlanda, İzlanda, Kanada ve Karayip Denizi leventlerimiz tarafından devamlı surette kontrol edilirdi. Ka-nada’dan taa Topkapı Sarayına İngiliz kızları defalarca gelin gelmiştir. Bugünkü Küba ve civarı (yılda üçyüzbin altın karşılığı) lütfedilip İs-panyollara bırakılmıştı.

İngiltere Kraliçesi Birinci Elizabeth’in devamlı yakarışları sonunda îspanyollara şöyle bir kaş çatan Osmanlılar, îngilizlerin tarihten silinip gitmelerine engel olmuştur. «îngilizlere sakın ola sataşılmaya!» fermanı, îspanyollarca emir telâkki edilmiş ve İngiltere’ye bir daha sataşıl-mamıştır.

GELELİM AFRİKA’YA

Bu koca kıt’anın çepeçevre kontrolü de bizim elimizdeydi. Cezayir ve Kuzey Afrika’dan Ekvatorun güneyine kadar hâkim kuvvet OsmanlIlardı. Atlas Okyanusu olduğu kadar Afrika sularında da izinsiz dolaşan gemiler derhal yakalanır ve Cezayir’e getirilirdi. Ki, yılda ortalama 180 ticaret gemisi bu suretle yedeğe alınarak Cezayir’e getiriliyordu.

Kızıldeniz ve Hint Okyanusundaki hâkimiyet yüzde yüzdü. O kadar ki, Çinhindi ve Bengal civarı tek bir yabancı bayrak tanıyordu: Osmanlı Sancağı..

Size bir misal vereyim:

Bugünkü Endonezya ve ona bağlı yüzlerce ada üzerinde kurulan o günün Açe Krallığı (Hukuken olmasa bile resmen) Osmanlı İmparatorluğunun bir parçası idi. Açe Kralı kendisini OsmanlIların bir Bey’i sayar ve her yıl vergisini muntazam olarak gönderirdi. Bu büyük Açe Krallığının donanması Osmanlı kaptanlarınca idare edilir, kara kuvvetleri yüzlerce askerimiz tarafından eğitilirdi. Hattâ bir seferinde tam 400 silâhçı, dökümcü ve top ustasını onlara kadar yolladık.

Bugün, o eski Osmanlı yiğitlerinin torunlarının miktarı Endonezya’da milyonları bulmaktadır.

YENİDEN İSTANBUL

Altı-yediyüz yıl önce söylenen «İstanbul’un sahibi Cihanın hâkimidir» sözü fetihten sonra gerçekleşmiş, İmparatorluğumuz; Amerika Kıt’-asından Avustralya’ya kadar gerçek bir «CİHAN İMPARATORLUĞU» azametine bürünmüştü.

Ve... bugünlere, o günlerden gelindi.

Bana öyle geliyor ki, «İstanbul’a hâkim olmak» meselesi yabana atılmamalı. İstanbul’a galip gelmek şarttır.

Beyoğlu ile Nişantaşı ve Adaları ile, meydanı, caddesi ve Ayasofya’sı ile İstanbul bir daha fethedilmelidir.

İstanbul... Fethedilmelidir.

MALAZGİRT

DEVRİN EN KALABALIK ORDUSU

300 bin kişilik atlı ve zırhlı ordu hazırdı. Tepeden tırnağa silâhlı ve hınç dolu bu ordu başlarında Romen Diyojen adlı Bizans İmparatoru olduğu halde, Doğu Anadolu’ya yöneldi. Niyetleri, son İslâm kuvveti Alparslan’ı silip süpürmek ve Anadolu’yu zaptetmekti.

GELELİM ÖBÜR YANA

Alparslan ancak 25 bin kişi, 25 bin yiğit toplayabilmişti. Kavgaya girecek ancak bu kadar kişi vardı.

Askerine haykırdı :

Sizler îslâmm son askerisiniz. Bizans tam 300 bin zırhlı askerle üstümüze geliyor... Fakat, korku sizden ıraktır biliyorum! Allahın bizimle olduğunda asla şüphem yoktur!..

Yıl 1071... Alparslan ordusu bütün hazırlığı tamam etti. Din büyükleri gaddar Bizans ordusunun cuma günü Malazgirt’te karşılanmasını istediler. Kabul edildi. Aylardan Ağustos’tu.

KEFENE BÜRÜNMÜŞ ASKER

Beklenen cuma geldi... Beyaz atı üzerinde Alparslan’ı görenler şaşırıp kalmıştı. Alparslan beyaz bir kefene bürünmüş, dimdik duruyordu.

Saf - saf dizilmiş ordu Malazgirt Ovasım önüne almıştı. Tam o sessizlik anında Alparslan’ın sağ yanında bir gürültü oldu. Bir kumandan kölesini azarlıyordu. Alparslan, şimşek gibi o yana baktı:

Ne oluyor? dedi.

Kumandan cevap verdi :

Atımın bakıcısı olan kölem de harbe girmek istiyor.

Alparslan sertleşti:

Bırakın o da dövüşsün... Belli olmaz, Romen Diyojen’i belki de o esir alacaktır!

Tam bu sıralarda bütün İslâm ülkelerinin camileri tıklım - tıklım dolmuştu.

DUA

Camileri dolduran mü’minler aynı cin da ve aynı ihtişamla dualara başladılar. Ağlaya ağlaya, hıçkıra hıçkıra eller ALLAH’a uzanmıştı. Onbinlerce camide milyonlarca Müslüman şimdi Alparslan’ın ve İslâm’ın zaferi için yalvarıyordu. Dünya kuruldu kurulalı böyle yaman bir beraberlik, böyle yaman bir yakarış görülmemişti...

... VE SAVAŞ

Tam o sıra 300 bini aşkın Bizans ordusu Alparslan’ın karşısına dikildi. Kendilerinden o kadar emindiler ki, şimdiden zafer naraları atıyorlardı.

Derken, büyük kumandan beklenen emri verdi:

Hücuuuuuuuumm!..

Koskoca Malazgirt Ovası «Allah Allah!» sesleriyle gümbür - gümbür inledi. Öyle müthiş, Öyle kıyasıya bir kavga başlamıştı ki, yeryüzü «yeryüzü» olalı böylesine korkunç bir manzara görmemişti... 25 bin imanlı yiğit, 300 bini aşkın acımasız «Salip» ordusunu hallaç pamuğu gibi ordan oraya atıyordu.

' HAYRET

Savaş bitmişti... Bizans ordusu, geride yığınla ölü bırakarak parça parça kaçıyordu... Ve koca kumandan, yiğit Alparslan tebessüm ediyordu... Savaşa en son katılan köle, Büyük Bizans’ın yenilmez kumandanı Romen Diyojen’i esir almış getirmekteydi...

Bundan böyle zafer Müslüman Türkündü. «Diyar-ı Rum» artık baştan sona «Anadolu» diye anılacaktı.

KARIŞIK İPLİĞİN BURUŞUK BEZİ

İşte o günden bugüne intikam hırsı ile tutuşan «Karışık ipliğin buruşuk bezleri» her fırsatta bize diş bilemekten yorulmadilar. Kâh Sakarya kâh dokuz eylüllerde atılan tekmelerimizden utanmadılar.

FATİH’İN AZ BİLİNEN YÖNLERİ

ÇOCUKLUĞU

Çok yaramaz fakat son derece çalışkan bir şehzâde idi. Babası Sultan Murad, onu büyük işleri başarmak için hazırlamıştı. Millî kültür ve cihangirlik şuuru içinde yetişmiş, devrinin -en ünlü hocalarından ders almıştır. Muhtelif ilimleri tahsil için Hocazâde, Gûrânî, Molla İlyas, Sirâceddin Halebî, Molla Abdulkadir, Haşan Samsunî, Molla Hayreddin ve Akşemseddin’in emekleri pek büyüktür.

SULTANLIĞI

Bütün OsmanlI sultanlarında olduğu gibi Fatih de ilme hürmetkar ve ilmin teşvikçisi idi. Devrin müderrislerine verilen gündelik, 50 akçeden (bugünkü 1300 lira) aşağı düşmezdi. Sultan Meh-med medreseleri bizzat teftiş eder, dersleri dinler ve zaman zaman mükâfatlar dağıtırdı.

Bir yeri zaptettiği zaman hemen bir ahidnâ-me hazırlardı. Bu ahidnâmenin girişinde daima şu yemin bulunurdu: (İstanbul’un fethinden sonra Galata halkına ettiği yemine de böyle başlamıştır.) :

«Ben ulu padişah ve ulu Şehinşah Sultan Mehmed Han b. Sultan Murad Han’ım. Yemin ederim kî, yeri ve göğü yaratan Perverdigâr hak-kıyçün ve Hazret-i Resûl aleyhissalâtü vesse-lâm’m pâk ve münevver ve mutahher ruhu için ve yed-i mushaf hakkıyçün ve benim başım içün ve oğlancıklarım başı içün ve kuşandığım kılıç hakkıyçün.»

SIRLARI

Daha sultan olur olmaz coğrafya bilginlerini çağırıp Akdeniz ülkelerini ve dünya haritasını inceden inceye ve ısrarla tetkik etmiştir.

Ortodoksları Papalıktan ve Hıristiyanlık dünyasından koparmak ve onları kazanmak niyetindeydi. Nitekim İstanbul’u aldıktan sonra Patrikhaneye dinî ve kültürel tam bir hürriyet bahşetti. Bizans imparatorlarının emrinde çalışan patrik ilk defa Türklerin idaresinde geniş bir muhtariyet kazanacaktır. Böylece Rumlar Garbın siyasî ve manevî tahakkümünden kurtulacak ve Fatih’i kendi, imparatorları ve Roma’mn gerçek vârisi sayacaklardır.

İstanbul’da bütün dinlerin himaye görmesini ise Avrupa bir türlü anlayamıyacaktır.

FATİH’E HIRİSTİYANLIK TEKLİFİ

Fetihten hemen sonra Papa 2. Pius, Sultan Mehmed’e bir mektup göndererek «Hıristiyanlığı kabul ettiği takdirde kendisini Dünya İmparatoru tanıyacağını» bildirmişti. Daha sonra Fatih’in Gedik Ahmed Paşa komutasındaki bir ordu ile Otranto’yu fethe ve İtalya’yı istilâya başlaması Papa’ya verilen güzel bir cevaptı.

CİHAN SULHÜ

Fatih’in sık sık şöyle dediği söylenir :

«Dünyada tek bir din, tek bir devlet, tek bir padişah ve İstanbul da cihânın payitahtı olmalıdır!»

Harikulâde bir diplomat olan Sültan Meh-med, Oşmanlı’nın gücünü ve kudretini her fırsatta Satıhlara hissettiriyor ve onları mânen eziyordu. Onun «Cihan sulhü» dâvasını benimseyen . Avrupa’lı mütefekkirlerin sayısı da gittikçe kabarıyordu. Tarihçi Kritovulos, eserlerini Fatih’e ithaf ederken şöyle yazacaktı :

«Allah’ın iradesiyle muzaffer gelip, yenilmez, deniz ve karaların efendisi, hükümdarların hükümdarı, imparatorların en büyüğü Mehmed’e»

KARAKTERİ

«Fatih ince yüzlü, uzunca boylu, hürmetten fazla korku telkin eder; çok seyrek güler, şiddetli bir öğrenme ihtirasına sahip ve âlicenaptır. Daima kendinden emin ve inatçıdır.- Türkçe, Rumca, Arapça ve Slavcayı konuşur, harp sanatından çok hoşlanır. Her şeyi öğrenmek isteyen çok .zeki bir araştırmacı idi. Hâkimiyet arzusu ile yanıyordu. Sefaheti yoktu. Nefsine hâkim ve uyanık idi; soğuğa, sıcağa, açlığa, susuzluğa ve yorgunluğa çok tahammüllü idi...»

Yukarıdaki satırları İtalyan Langusto’nun hatıralarından aldık.

VE SON

Fatih Sultan Mehmed’in, bütün plânlarını gerçekleştirdiğini gören Avrupa, artık ondan korkar ve titrer olmuştu. Derken çare bulundu... Sultan zehirlenecekti. Sonradan Yakup Paşa adını alacak olan Yahudi Jakop, Osman eline gönderildi. OsmanlI’nın engin müsamahası bu adamın sahte Müslümanlığına itibar edecek ve Sul-tan’m yanma kadar sokulmasına imkân tanıyacaktı. Sonradan öğreniyoruz ki, şayet Jakop emeline nail olursa kendisine 250 bin altın verilecek, çocukları ve bütün torunları her türlü vergiden muaf tutulacaktır.

Derken kötü niyet galip geldi... Koca hükümdar bildiğiniz gibi zehirlenerek heder edildi. Fakat Jakop Efendi 250 bin altını alamadı. Çünkü ak bedenli, keskin palalarla kıymık kıymık edilmiş bir vücudun paraya-pula ihtiyacı olamazdı.

Koca Sultan’a Allah rahmet eyleye...

150 MEMURUN İDAMI

ZEMBİLLİ

Yavuz Sultan Selim’in Şeyhülislâmı dirayetli bilgin Zembilli Ali Efendi, Sultan ile her karşılaşmada şöyle derdi:

Allah zalimleri sevmez...

Bir gün Yavuz Sultan Selim, suçlu gördüğü tam yüzelli hazine memurunun idamını emretmişti. Zembilli Ali Efendi bunu duyar duymaz (Görevi oraya girmesini engellediği halde) Di-van-ı Hümayun’a gelir.

Vezirler ayağa kalkmış ve onu baş köşeye oturtmuştu. Zembilli :

Huzura gireceğim, der.

Az sonra da Sultan’ın huzurundadır. Doğrudan söze başlar :

Allah zalimleri sevmez... Şeriat uyarınca öldürülmeleri gerektiği isbat edilemeyen 150 kişinin idamına • engel olunuz!

Yavuz hayretler içindedir. Dişleri arasından söylenir :

Hükümet işlerine karışmak sizin vazifeniz değildir.

Zembilli o anda inanç ve cesaret âbidesidir. Der ki :

Benim görevim, senin hem dünya hem ahi-ret işlerini korumaktır. Müdahale hakkım var-136

dır. Bu adamları serbest bırakırsanız ne iyi. Yoksa öteki dünyada büyük azab görürsünüz...

Ali Efendi, hiç yapmadığı şeyi ilk defa yapmış ve selâm vermeden çıkıp gitmiştir.

Yavuz, bu müthiş cesaret ve irade karşısında erir, yumuşar ve 150 memuru serbest bırakır.

MOLLA FENÂRİ

Molla Fenâri, Bursa Kadısıdır ve bir hadise karşısında haşmetli hükümdar Yıldırım Baye-zid’in şahitliğine başvurmak gerekir. Ama Molla Fenâri, Yıldırım’ın şahitliğini reddetmektedir. Hayretler içinde kalan Hükümdar bu reddin sebebini sorduğunda Kadı’dan aldığı cevap şöyle-dir :

Padişahım, sen şeriatın haram kıldığı işleri itiyat eden ve namazlarda cemaati terkeden bir kimsesin. Hakk’a ibadette kusur eden bir kimsenin halk hukukunda da lâübaliliğe kapılıp yalan yere şahadette bulunması mümkündür. Onun için şahitliğini kabul etmiyorum.

Yıldırım, bu adalet yüklü ve inançlı cevap karşısında başım eğer ve gider.

FATİH SULTAN MEHMED

Büyük asker ve büyük hükümdar Fatih Sultan Mehmed, İstanbul’u alır almaz muazzam bir imar hareketine girişti. Kendi adını taşıyan Camiye de tam sekiz medrese (Sahn - Seman) yani fakülte ekledi. Bu medreselerde her danişmen-de (talebeye) bir oda veriliyordu. Sultan Mehmed, işte bu medrese yetkililerine «bir gün sal-

tanattan çekilirsem burada bir odam olsun...» diye haber salmıştı.

Cevap onu pek şaşırttı. Deniyordu ki:

Vakıa bunları siz yaptırdınız. Ama size bir oda veremeyiz. Çünkü siz ne talebe ne de müderrissiniz...

Fatih, medresede bir oda sahibi olabilmenin ancak imtihanla mümkün olduğunu anlayınca :

O halde imtihan olayım, dedi.

Çalıştı, çabaladı ve imtihana girdi. Başarmıştı. Ondan sonradır ki, kendi yaptırdığı koca üniversitede bir tek odacığa sahip olabildi.

Bu oda, rahle ve minderiyle birlikte Sultan’ın hatırasına hürmeten 1923 yılma kadar olduğu gibi muhafaza edilmiştir.

NEDEN AÇIK BU KAPILAR?

Osmanlı toprağında, başta sadrazam, vezirler, kazasker olmak üzere bütün paşaların ve büyük makam sahiplerinin saray ve konakları günün yirmidört saatinde halka açıktı. Kadıların kapıları ardına kadar açıktı. Her isteyen, istediği saatte gidip orada yemek yiyebilirdi. O konakta yahut sarayda namaz kılabilirdi.

Dikkat ediniz. Mertliğe, korkusuzluğa, kendinden bu kadar emin olmağa şaşmamak elde mi?

îşte bu yüzden halk, bütün devlet adamlarının içyüzünü en az kendisi kadar iyi bilirdi. Bir vezir, bir .kadı düşününüz ki, sofrada halk ile, safta halk ile, yolda halk ile.

Bir imparatorluk altıyüz yıl böyle yaşadı.

İKTİSAT İLMİ ve KARABİBER

Türkiye toprakları, dünya coğrafyasının en göze batan bölgesidir. Bu toprağa sahip çıkanlarla bu bölgeye iştiha ile bakanlar arasında yüzyıllar boyu sürüp giden savaşlar, dünya tarihini ürkütecek kadar kanlıdır.

Türkiye toprağına dökülen kanlar sebepsiz yere akmamıştır. Yaşamayı, mızrak taşımak ve yemek yemekten ibaret sayan AvrupalI ilk çağlardan beri Doğu’ya muhtaçtı. Doğu’ya giden yollar da mutlaka Türkiye’den geçiyordu. Ve çeşitli bahaneler bulmakta son derece mahir Batı, Doğuya taraf at sürdü.

Dikkat ederseniz, MakedonyalI İskender’in ilk işi Anadolu’yu zaptetmek ve ne pahasına olursa olsun Hind yolunu açmak olmuştu. Hind’e va-rışın bilânçosu İskender’in kendisi dahil, yüz-binlerce insanın ölümüdür. /•

Roma İmparatorluğunun yok yere Ortadoğu’ya uzanışı «Şan olsun» diye değildir. Ölerek öldürerek, yakarak ve yanarak uzanan bu merhametsiz insan seli süs olsun diye de yola çıkmadı.

Haçlı Seferlerini, ardı arası kesilmeyen bu acayip hırs ordularını düşününüz. Onları Doğuya çeken, ne cihangirlik hülyaları, ne de tarihin yavan kalacağı endişesidir...

GELELİM KARABİBERE

Avrupa, (Denizyollarını keşfedememiş Batı) Ortadoğu’nun ve Uzakdoğu’nun san’atına ve ürünlerine kayıtsız kalamıyordu. Sırtına giyeceği iki arşın kumaşı bir tarafa bırakınız, çorbasına serpeceği karabiberi dahi küflü Avrupa ikliminden elde edemiyordu.

Doğu’ya açılan ilk kapının da Anadolu oluşu, tarihin her devrinde bu toprakların pek kanlı savaşlara meydan olmasına yetmiştir.

..’üerken, keşifler başlamış, Hind’e ve Çin’e nihayet deniz yoluyla varabilen Avrupa, Afrika'nın da güneyinden sarkarak asırlardır beklediği muradına ermiştir. Kısa bir süre sonra Amerika’nın keşfi ile Doğu’ya duyulan ihtiyaç da zayıflamış, Selçukluların ve daha sonra OsmanlIların sahip olduğu Hind - Avrupa kara yolu, (Konaklama yerleri, kervansarayları ve büyük pazarları ile) ansızın işlemez hale gelmiştir. İşin kötüsü, Amerika’dan Avrupa’ya yollanan (ve yıllar süren) gemiler dolusu altın ve gümüş, Osmanlının zenginliğini ve Avrupa nazarındaki haşmetini sarsmış ve zayıflatmıştır.

BOL BAKIRLI ALTINLAR

Bundan sonra büyük bir duraklama geçiren Osmanlı iktisadı, ayakta durmak mücadelesi verirken dünya çapında itibarlı altın paralara ne yazık ki, bakır da ilâve etmek ihtiyacını duymuştur. Gittikçe zenginleşen Avrupa, bilinen keşif ve icatlara da başlayınca OsmanlI’nın beklenmeyen ürkekliğini ve kendisine yakışmayan şaşkınlığını görürüz. O kadar ki, iç kargaşalıklara düşülmüş, bazı Avrupa hayranı yeni yetme OsmanlIlar, bu Batı kalkınmasının sebeplerini yok yere başka yönlerde aramışlardır. İşi daha da ileri götüren prototip Levantenler İmparatorluktaki durgunluğun ve gerilemenin sebeplerini İslâm’a yıkmayı dahi akıl edebilmişlerdir. Daha sonraları ise Müslümanlığı, ilerlemeğe mâni görebilen kör ve duygusuz nice mantık fukaralarına ne yazık ki, rastlanacaktır.

İŞİN DOĞRUSU

Başlangıcından bugüne «Batı» dediğimiz Avrupa (Beka hissiyle olsa gerek) politikayı iktisadın emrine vermiştir. İktisat ne emretmişse, politika onu düşünmeden yapmıştır. İktisat, Hindistan’ı işaret ediyorsa, politika «Başüstüne» demiştir. İktisat, işaret parmağını Amerika’ya uzatmışsa, politika saniye sektirmeden «Hayhay» demiştir.

Günümüz İngiltere’sine, Fransa’sına hatta Amerika’sına dikkat ediniz. Hep aynı emri ve hep aynı «Başüstüne» yi göreceksiniz.

DEMEK İSTEDİĞİM

Türkiyemiz de artık iktisada önem veren çok cesur ve akıllı bir politika takip etmek zarun-dadır. Coğrafyamız da bunu emretmekte, yirminci yüzyıl tarihi bunu işaret etmektedir. 'Coğrafî birlikten, hukukî birlikten söz etmiyorum. Ama; kültürel, ekonomik hatta askerî yakınlaş, maların faydalarına şu sıra yürekten inanıyorum. Bizi kendilerine öteden beri yakın hısseaen milletler vardır. Samimiyet ve ciddiyet ölçüsünde beraberlik gerekiyor. Belli olmaz, bizim yarınlarımız onların da yarınlarına paralel ve aynı hedefe yöneliktir. Şuurlu kadrolarımızın varlığına inanmak ihtiyacındayız.

Türkiye bu yola girmek zorunda.

AYIP, AYIP!

Bana öyle geliyor ki, dünyanın en kolay ve en lüzumsuz işi küfretmek. 0 yüzden de küfür, lüzumsuz insanlara daha münasin düşüyor. Dik kat ediniz, lüzumsuz insanlarla birlikte lüzumsuz kuruluşlar ve lüzumsuz müesseseler de zaman zaman küfre sapmadan edemiyorlar.

Sabrınızı taşırmadan birkaç örnek vereyim :

Siz hiç İngiltere’de «Çörçil’i koruma kanunu» diye garip bir haber duydunuz mu? Yahut, Amerikalıların «Abraham Lincoln’ü koruma kampanyası» açabileceklerini hayal edebilir misiniz? Ama kimin akima esmişse esmiş, Türkiye’de «Atatürk’ü Koruma Kanunu» diye bilinen çok garip bir kanun çıkarılmış. Aslında «Tarih» olmuş kişilerin korunmaya ihtiyacı olduğunu düşün-,mek, ne kadar ayıp... Her faninin iyi veya kötü yanları bulunabilir. Hepimizin tenkid edilecek yanları mutlaka vardır. Yalan mı?

Ama, Atatürk’ü övelim, büyüklüğünü cihana anlatalım, derken bazı değerleri yerin dibine batırmak da mertliğe hiç yakışmıyor. Bir kişinin hakkını, teslim ederken, bir diğerini kötülemek neyin nesi? Erkek olarak doğanlar mert olmak zorundadır. Ve buna mecburdur.

TRT’nin her 10 Kasımda yayınlanan programları hiç de mertçe olmuyor. Hafta boyunca, Osmanlı padişahları zevk ve sefa peşinde koşan, millete sırt çevirmiş, hattâ yabancılarla birlik olup kendi milletini inim - inim inletmiş birer hain olarak tanıtılıyor. Yorumlar, filmler, röportajlar hep bu tema üzerine bina ediliyor. Ve bu namertlik, bu çirkef denizi; körpe yavruları boğmak için ahtapot kollarını uzatıp duruyor.

Ve herkes susuyor...

Gelelim meseleye.

TRT ve program hazırlayıcıları kulak kültüründen öteye gitmeyen yalan yanlış bilgileriyle ortalığı bulandırıyor ve gerçekleri söylemiyorlar.

1 — Hiç bir Osmanlı padişahı vatan haini değildir. Asıl hainler onlara çamur atmak küstahlığında bulunan zavallı cücelerdir.

2 — Hiç bir Osmanlı padişahı Anadolu’nun kurtuluş hareketine karşı çıkmamıştır.

3 — Hiç bir Osmanlı padişahı aptal ve deli değildir. Bütün Batılı kaynaklar, Osmanlı hanedanı için «Deha mertebesinde bir sülâle» dediği hâlde, «Dünyanın en büyük idarecileri» dediği halde, kendi geçmişimize yapilan bu küstahça hakaret kimlere ne kazandıracaktır?

4 — İstiklâl Savaşını başlatması için, Sultan Vahideddin’in Mustafa Kemal’i tam bir hafta müddetle iknaa çalıştığını kim inkâr edebilir? Kendine ait güzelim atları satarak Mustafa Kemal’e 40 bin altın verdiğini hangi soysuz görmezlikten gelebilir? Mustafa Kemal Anadolu’ya geçtikten sonra yine ayni padişahın çok zor şartlar altında ve büyük güçlükler içinde 400 bin sarıli-ra daha yolladığını ar damarımız patlamamışsa nasıl, ama nasıl inkâr edebiliriz? TRT’cilerin eli kalem tutuyorsa 440 bin sanliranın bu günkü fiatla kaç para ettiğini hesaplamalarını ve o kadar milyon defa utanmalarını ne kadar isterdim...

Ve Mustafa Kemal’i uğurlarken de Sultan Vahideddin’in :

Kemal, Anadolu seni bekliyor... Kurtar malısın... Ben burada işgal altındayım. Bundan sonra göndereceğim emirlerin ne şekilde değerlendirilmesi gerektiğini sana ‘bırakıyorum... Yolun açık olsun...

Dediği vesikalarla sabit iken bu vatansever padişaha «Hain» damgasını yapıştırmak (Elinizi vicdanınıza koyun) münasip kaçıyor mu?

Geçmişi inkâr, geçmişe hakaret bu millete ne verecek?

Avrupa, haydutları bile tarihlerine «kahraman» olarak geçirirken, Amerika öküz çobanlarından (Kovboy) kahramanlar çıkarırken bizim yaptığımız iş mi şimdi?

Yazık... Bazen- düşünüyorum da, aramızda geçmişe, şanlı mazimize lâyık olmayan epey adam var. Ömrümüz, onların utanmayı öğrenmelerini beklemekle geçeceğe benzer.

TÜRKİYE’Yİ KURTARAN KİŞİLER

Güya, Kurtuluş Savaşımız sırasında iyice yorulmuşuz ve her şeyden ümidi kesip harbi bırakacakmışız. Tam o sıra milletvekili Yunus Nadi Bey kürsüye çıkıp «01maz»ı basmış. Sakarya muharebesi için öyle ısrar etmiş ki, yetkililer «Madem öyle, bari savaşalım» diyerek Sakarya’ya koşmuşlar?..

Ahmed Emin Yalman’a göre Yunus Nadi «Memlekette kanun harici hüküm sürmeği kendisi için hak belleyen» bir âdem imiş.

1940’larm meclisi, tepeden tırnağa CHP meclisi idi. Yunus Nadi de adı sık sık dedikodulara karışan bir milletvekili... Sahibi olduğu kömür madeni için o devirde söylenmeyen kalmamıştı. Neyse, bundan sonrası dedikodu olur.

ANKARA’YA DENİZ

Aynı Yunus Nadi, gerek Mecliste, gerekse gazetesi Cumhuriyet’te her mesele için kendini yoruyor ve Türkiye için müthiş plânlar tasarlıyordu. Bir keresinde Ankara’ya deniz getirecekti. Bir yazısında diyordu ki: «Ankara denize bağlanmalıdır. Ankara limanını şimdiden Polatlı ilerisinde kurmak kabildir. Halbuki bu limanı Ankara’nın içerisinde tesis etmek de asla imkânsız değildir...»

İsmet Paşa devri meclisleri, hükümeti murakabe ve kontrol etmeği üzerlerine vazife sa-yamıyordu. Dostlar alış-verişte görsün gibilerden birtakım teşebbüsler peşindeydiler. Kimi Ankara’ya deniz getirirken kimi de kavun tohumu dağıtıyordu. Rahmi Bey isimli bir milletvekili «En iyi kavun Kırkağaç kavunudur» diye tutturmuş, Mecliste kürsüsünün içine doldurduğu kavun çekirdeklerini önüne gelene dağıtıyordu.

DİLENCİLERE ÜNİFORMA

Bu mesele de enteresandır. Bir aklı evvel de kalkıp «Dilencilere üniforma giydirelim» demiş ve «Bu işte birçok fayda vardır. Birincisi, pejmürde kıyafette dilenciler ortadan kalkacaktır. Bu suretle halk çirkin manzaralardan kurtulacaktır. İkinci fayda şudur ki, hakikaten dilenci olanlar belli olacaktır» diye eklemiştir.

Yine aynı yıllarda Cumhuriyet gazetesinde şöyle bir yazı çıktı: «Ben korkağın biriyim...» Yazan da Ağaoğlu Ahmed. Diyordu ki: «Ben korkağım. Ben öyle bir mikrobum ki, cemiyet için zararlıyım. Onu mutlaka yemeliyim. Cemiyet kurtulmak isterse beni mahvetmelidir... Beni kolayca mahvedemez. Çünkü ben yalnız değilim. Benim gibi cemiyette daha birçokları var...»

Niçin böyle yazdı, bilinmez. Sanırım ruhî sıkıntılar ve boşlukta kalışın izleridir.

BEKÂRLIK VERGİSİ

Yozgat mebusu Süleyman Sırrı Bey boş durur mu? Bir gün Meclis kürsüsüne çıktı, dedi ki:

«Onyedi yaşını bitirmiş kızlardan ve evlenmemiş erkeklerden bekârlık vergisi alalım arkadaşlar... Kırk beş yaşma kadar vergi versinler. Köylüler ile çocuk babası ve anası olan şehir ve kasabalı dullar ve evlenmeye mani derecede malûl oldukları sıhhiye raporu ile sabit olanlar bu vergiden muaf tutulsun...»

Bu teklif az kalsın kanunlaşacaktı.

İNGÎLÎZLER ve ALMANLAR

Yahya Kemal, mebusluğu boyunca bir tek lâf etti. «Ingilizler harbi bilmez, Almanlar da sulh yapmayı bilmezler. Bu yüzden cihan harbi uzayacaktır...» Bu cümle milletvekilliği boyunca Yahya Kemal’e yetti.

HARP ÖLÜSÜ

1940’ların CHP’li meclisleri görülmeğe değerdi. Bir ara «arı dilcilik» meselesi ayyuka ulaştı. Her kafadan bir ses çıkıyordu. Her gün «şu Arapçadan kurtulup Türklerle Arapları iyice ayırmak lazım» diyen ismet Paşa’ya yaranma yarışmdakiler ön safta cenkleşiyordu. Bu arada biri çıkıp dedi ki: «Arkadaşlar, Şehid kelimesi Türkçe değildir. Dilimize kişilik kazandıralım ve bundan sonra «Şehid» yerine «Harp ölüsü» diyelim.

Ya, işte l^öyle. Şu CHP’nin ve onun milletvekillerinin bu vatan için yapmadıkları yoktur. Büyük gayretler gösterip az meşakkat çekmemişlerdir.

Bu millet taş değil ya, elbet bu temsilcilerini her daim yâdetmekten usanmıyacak.

NE DİYOR BU ADAMLAR ?

Şimdi size yabancıların hakkımızda söyledikleri ve yazdıklarını ileteceğim. Belki sevindirecek, belki de gocunduracak. Fakat, bilmekte sanırım fayda vardır.

Eski Türkiye ne kadar geri kalmış olursa olsun, bugünkünden daha az sevimli, daha az gönül alıcı değildi. Eski Türkiye’de insanlar mes’-uttu. (1)

Osmanh Türklerinin, Türkiye’sinin gelenekleri, âdetleri, erdemleri, idealleri vardı. Belki bunlar kusursuz bir bütün meydana getirmiyordu, ama devam ettirilebilir, düzeltilebilir bir bütündü. (2)

Silâhlı milletin en canlı örneği Müslüman Türklerdir. Bu diyar köylüsünün orak, kâtibinin kalem, hatta, kadınlarının etek tutuşlarında silâha sarılmış bir pençe kıvraklığı vardır. (3)

Türkleri öldürebilirsiniz... Ama asla mağlûp edemezsiniz. (4)

Poltava’da esir düşüyordum. Bu benim için ölüm demekti, kurtuldum. Bug nehri önünde daha büyük bir tehlike ile karşılaştım: Önümde su, ardımda düşman, tepemde cehennemler püsküren güneş... Su beni boğmak, düşman beni parçalamak, güneş beni eritmek istiyordu. Yine kur-

tüldüm. Fakat bugün esirim. Türklerin esiriyim. Demirin, ateşin yapamadığını onlar yaptılar. Beni esil- ettiler. Ayağımda zincir yok. Zindanda da değilim. Hürüm, istediğimi yapıyorum. Lâkin yine esirim. Şefkatin, ulûvvucenabm, asaletin, nezaketin esiriyim. Tütkler beni işte böyle bir elmas bağa sardılar. Bu kadar şefkatli, bu kadar âlicenap, bu kadar asil ve bu kadar nazik bir milletin arasında hür bir esir olmak, bilsen ne kadar tatlı... (5)

Türk orduları Romanya’yı işgal etsin. Bükreş’te hakikî fâtihler gibi karşılanacaktır. Rus-lar topraklarımıza girerlerse bir daha çıkmazlar. Ve başta Türkiye olmak üzere bütün dünyanın başına dert olurlar. (6)

Türkler Kırım’da Rusların erişemiyeceği kadar büyük, köklü ve derin bir medeniyet kurmuşlardır. Rusların insafsızca tahriplerine rağmen hâlâ ayakta duran eserlerin azameti ve üstünlüğü, Rusların kinini kamçılıyordu. (7)

Yaman bir kasırgayı sabah yeli gibi yumuşatabilmek mümkün müdür? Yıldırımı güle çevirmek imkânı var mıdır? Bu sorulara insanlar «Hayır., hayır., hayır..» demekte tereddüt etmez, değil mi? Halbuki ben, kasırganın tan yeline, coşmuş denizin sevimli bir göle, yıldırımın güle inkılâp ettiğini gördüm.

Türklerden bahsediyorum. Müslüman Türk, dost yanında ve silâhsız kalmış bir düşman karşısında bir seher yelidir, berrak göldür. (8)

BATILI GÖZÜYLE BİZ...

Yine biz konuşmayacağız. AvrupalIlar konuşacak. Okuyup, başlarım öne eğecekler mutlaka çıkacaktır...

MÜSLÜMAN TÜRK AĞIRBAŞLIDIR

«Senenin hiç bir mevsiminde bu milletin ülkesinde ne balo maskeleri ne sokak dansları, ne karnaval eğlenceleri ve ne de başka memleketlerde daima tesadüf edilen gürültülü halk şenlikleri görülebilir... Osmanlı Türklerinin millî seciyesini teşkil eden vakarın, ağırbaşlılığının, durgunluğun tasviri kolay değildir. Dünyada huzur ve sükûna bundan daha âşık millet yoktur. Hiç bir şey muhayyilesini kurcalamaz. Hiç bir şey heyecanlandırmaz, ne kimseyi rahatsız eder, ne merak gösterir. Biraz fevkalâde bir şey ve meselâ bir ecnebi kıyafeti, garip bir şey, tuhaf bir hayvan görecek olursa biraz durur, soğukkanlılıkla bakar, gülümser, daha fazla oyalanmağa lüzum görmeyerek yoluna devam eder. Sokakta toplanmak, birini kovalamak, sevinç veyahut hayret taşkınlıklarına kapılmak gibi haller hiç bir Müslüman - Türk şehrinde halk arasında bile görülmeyen hareketlerdir.»

(Mouradge d’Ohssen - Tableau general de l’Empire Ottoman, 1791 C: 4. S: 402 - 403)

GERÇEK NEZAKET

«Bu fıkranın başlıca mevzuunu teşkil eden iyilikle şirinliğin tabiî bir icabı olmak üzere, Avrupa başşehirlerindeki sahte nezaketle hiç bir alâkası olmayan Müslüman - Türk nezaketinden bahse mecbur olduğumu zannediyorum.

Avrupa’da nezaket çok defa kin ve garazla hıyanet ve ihaneti örten bir perde olduğu halde, Türklerde bilâkis millî seciyelerini teşkil eden sarsılmaz hakkaniyet ve adaletle hayırhahlık ruhunun tabiî bir neticesidir. Zaten Kur’an’da nezakete ait âyetler de aynen tatbik edilir.»

Brayer - Neuf annees a Constantinople. 1836 C: 1. S: 293)

SILA MESELESİ

«Türkler uzun bir gaybubetten sonra eğer maddî imkânları varsa babalarını veyahut vatanlarını ziyaret etmek, sılaya gitmekle şer’an mükelleftirler. Bu hususun ihmâli Allah’ın emrine itaatsizlik sayılır. Bir darbımesele göre müsait zamanda sıla için vataniyle ana-babası-nı ziyarete gitmek hac için Mekkeye gitmek kadar mühim bir vazifedir. İşte bundan dolayı bir uşak efendisinden sılaya gitme müsaadesini isteyecek olursa, efendisi uşağının günahını yük-lenmeksizin bu müsaadeyi vermemezlik edemez.»

(Dimitrius Cantimir - Histoire de l’Empire Ottoman, 1743 Paris C: 1. S: 154)

KİM BU ASKER?

24 Nisan 1877 gecesi...

Ansızın doğu sınırımızı geçen Ruslar, Ağrı ve Ardahan bölgelerini işgal edip Kars’ı kuşattılar. Moskof, «Moskof»luğunu yapmış, en beklenmedik bir anda taarruza geçmişti.

Moskof’un bilmediği pir şey vardı. Kars Kalesinde gıcır gıcır üniformaları içinde gencecik ve korkusuz bir Osmanlı Paşası bulunuyordu.

Paşa, Kars Kalesinde kâfi miktar asker bırakıp bir kısım birliklerle Sarıkamış üzerinden Zivin’de ve Ağrı üzerinden çekilen birliklerle de Tahir Geçidinde yıldırım hızıyla savunma hatları kurdu, Zivin’de ve Tahir Geçidinde Osmanlı tarihinin en çetin müdafaa harbi başlamıştı. Genç paşamız, Tahir kesiminde meşhur Rus generali Dergagozof’u ve ertesi gün de Zivin’de General Loris Melikof’u perişan ederek Kars’ı muhasaradan kurtardı. Osmanlı hududu eski sınır boyuna tekrar ulaşmıştı.

Paşanın emrindeki (ve her biri paşadan en az on yaş büyük) diğer paşaların anlattığına göre Osmanlı Başkumandanı, Tahir’den at" üzerinde ve Moskof' süvarileri arasından hışım gibi geçerek dört saatte Zivin’e ulaşmıştı. Üç gün üç gece aç-susuz kaldığı halde Kars’a varmıştı.

Şimdi 25-26 Ağustos 1877 gecesindeyiz.

Delikanlı paşamız, Moskof mevzilerine ve bilhassa Kızıltepe kilit mevziine baskın emrini verdi. Baskına uğrayan düşman, parıldayan Müslüman Türk süngüsüyle karşı karşıya gelmişti. Boğaz boğaza bir boğuşma başladı. Az sonra ise Moskof, Arpaçay’a doğru çekilmek zorunda kalıyordu. Rus başkomutanı Loris Mali-kof bütün yedekleri bu bölgeye sürdü. Kızıltepe artık «Mahşer» halini almıştı. Top mermileri birbirine karışırken paşamız bu kanlı manzaraya fazla dayanamayıp, muharebe idare yeri olan Korhane’den atma atladığı gibi dörtnala Kızıltepe’ye yetişti.

Tepeye vardığında, Osmanlı birliklerini tepeden aşağı çekilirken gördü. Başından aşağı kaynar sular boşanmıştı. îşte o anda paşayı tek başına askerin arasına dalarken görüyoruz. Elinde gümüş kabzalı kılıcı, barut dumanları arasında şöyle haykırdı :

Oğullarım! Kars’ı siz kurtardınız. Şimdi geri mi vereceksiniz?!. Er olan benimle gelsin!

Ve atını düşman hatlarına doğru acımadan mahmuzladı... Derken bir düşman süngüsü paşanın kalbine saplanmak üzere , idi ki, bir Mehmetçik kendi göğsünü hiç düşünmeden siper etti. Mehmetçik derhal şehid olmuştu. Bütün asker heyecan içindeydi. Ordu Başkomutanını kendi aralarında görmek onları kasırgaya çevirmişti. Hepsi bir anda dünyaya meydan okur hale geliverdi. Yeniden ileri atıldılar.

Az sonra bir Moskof’un top mermisi pek yakında patlayacaktı. Paşa atından aşağı yuvarlandı. Osmanlı Mareşalinin üstü - başı toz ve kan içindeydi. Fakat sürüne sürüne yine askerin ba şında dirsekleriyle tırmanıyordu. «Allah Allah!» sesleri ayyuka çıkarken bütün tepeler inim inim inliyor- ve azgın Moskof perişan bir halde çekiliyordu.

Bu manzarayı (10 bin Osmanh, 50 bin Rus mermisi olmak üzere) tam 60 bin top mermisinin yeri-göğü hallaç pamuğu gibi attığı bir mekânda düşününüz. Tablo dehşet kazanacaktır.

Bu paşayı tanımadınız değil mi?

Haklısınız...

1838’de Bursa’da doğan, 31 yaşmda paşa, 34 yaşında 'ise Müşir (Mareşal) olan bu yiğit OsmanlInın adı: Gazi Ahmet Muhtar Paşa’dır.

Bütün rütbelerini vuruşa-vuruşa savaşa-sa-vaşa kazanan bu kahraman asker aynı zamanda mertlik ve muazzam bir vatanseverlik örneği idi.

Bu büyük Mareşal’in adı anılmıyorsa, tarih derslerinde okutulmuyorsa «Millî» olmayan eğitim sistemimize yanınız.

GARİP ŞEYLER

 

UTANMAYI BİLENLER OKUMASINLAR

1961 yılında gemiye kaçak binmiş iki eli de kopuk bir Müslüman Türk’ü İngiliz kaptan Akdeniz’in ortasında soğuk sulara attı.

Peki ama neden attı?

1973 faşındayız. Münih’te sokakta buzdan kayıp yere düşen yaşlı bir Türk anasını bir Alman memuru gördü... Yaklaşıp yerden kaldırdı. Hangi milletten olduğunu sordu. Türk olduğunu öğrenince iterek tekrar yere düşürdü.

Peki ama neden düşürdü?

Kıbrıs’ta binlerce Müslüman Türk, telörgü-ler içinde sefil ve perişan edildi. Güneşin altında cayır cayır yanarken ne Birleşmiş Milletler, ne süslü Barış Gücü’nün kılı kıpırdamadı.

Peki ama neden kıpırdamadı?

Yeşilköy Hava Limanına iki turist inse koşuşup duruyoruz... «Türkiye’yi nasıl buldunuz?» diyoruz... «Türk kahvesi içmez misiniz?» diyoruz. ..

Peki ama neden diyoruz?

1 Yüzüncü plânda, Amerikalı Yahudi bir aktör çıkageliyor.. Valilerle, bakanlarla yanyana oturtuyoruz... TRT Haber programlarının yarısını ona ayırıyoruz.

Peki ama neden ayırıyoruz?

İngilizce bilen münevverlere hayranlığımız sonsuz... Arapça, Farsça bilen bir münevver umurumuzda değil.

Peki ama neden değil?

Muhteşem mimarî örneklerimiz var.

Bu vatanın coğrafyasına uygun mükemmel binalar yapabiliriz. Ama, İsveç ve Hollanda tipi sefertası apartmanlar yapıyoruz.

Peki ama neden yapıyoruz?

Kibirîn, yalanın ve fuhşun abidesi Yunan klâsiklerini okumayanı «Aydın» yerine koymuyoruz. Hatta, ilkokullara bile «Yunan edebiyatı konsun» diyen (Nurullah Ataç gibi) adamlarımız çıktı.

Peki ama neden çıktı?

Hayrettir ki, masonluğu ayyuka çıkmış bir Mithat Paşa, bir Talat Paşa tarihlerimizde kahraman olarak tanıtılır da, Osmanoğullarınm en büyük sadrazamı Âli Paşa (sırf Avrupayı sevmiyor diye) kitaplardan ve gönüllerden silinmek istenir.

Peki ama neden silinmek istenir?

Bir Descartes, bir Kant, bir Machiavelli, liselerimizde harıl harıl okutulur da (Kendi semasında tek yıldız olan) kültürün ilmini kurmuş Mağrib’Ii İbn Haldun’a bir sayfa yer ayrılmaz...

Peki ama neden ayrılmaz?

Bitmiş tükenmiş Batının gübreliğinde yeşermiş Marksizm, içimizde yıllar yılı heyecanlı ve aşk seviyesinde taraftar topladı. iki yüzü de abese bulaşmış Kart Avrupa’nın bu gayri meşru fikirlerini hâlâ baş tâcı edenler çıkmakta...

Peki ama neden çıkmakta?

BÎR PERDELİK TİYATRO

Tiyatrodayız. Seyirci biziz. Sahne yarı karanlık. Bir tek oyuncu var. Birşeyler anlatmak üzere. Koro yerini almış. Nihayet oyun başladı. Kravatlı adam bağırıyor :

Patagonya ne güzel! Patagonyamız elli dda elli kere büyüdü... Nice aydınlar ve nice özerk kuruluşlar bu yurt için çırpınır olmuştur!..

KORO :

Sen nesin ve kimsin? Yabancılara burada yer ayırmamış tık!..

Batıdan geldim!.. Batıdan geldik... Suyun öbür tarafından. Bu yurt için ve halk için yapmayacağımız şey yok!

KORO :

Yabancılara yer ayırmamıştık, ayırma-mıştık!..

Ülke yararları beni emreder. Ben var isem sîz varsınız!.. Paris’ten, Roma’dan ve Selanik’ten bütün işlerimi yarım bırakıp geldim. Patagonya için geldim!.

KORO :

Yabancılara yer ayırmamıştık!..

Ben ilâç getirdim ve hedef getirdim. Bana inananlar eksik değil üstelik kuvvetli. Yok yere öfkelenmek niye? Elli yıldır ve yüz yıldır sîzlerleyim!..

KORO :

Yer ayırmamış tık!..

Tarih benimle başlıyor. San’at ve edebiyat sevgisini, Kral Ulis’i, Güneşin ışığını çalıp getiren kahraman Promete’yi ve Oidipus’u sîzlere veren benim!

KORO :

Yer ayırmamıştık, yer ayırmamıştık!..

Nasıl ayırmazsınız? Her köşede bekleşen kim? Ben.. Her mikrofonun başında kim var? Ben..

KORO :

Evet sen.. Ama yer ayırmamıştık!..

O halde gerçek sahip benim!.. Yüz koro, bin koro daha olsa durum değişmeyecek! Çoksunuz belki ama durum değişmeyecek-?.. Doğudan batıya, kuzeyden güneye durum asla değişmeyecek!.. Patagonya’da deniz bile benden ibaret! Duyuyor musunuz!

KORO :

Duyuyoruz, ve biliyoruz ki sen, Patagon-ya denizlerinde lüzumsuz bir damlasın!..

Hayııurr!

KORO :

Eveeett!.. Üstelik yer ayırmamıştık!..

Ama elli yıldır benimle varsınız!..

KORO :

Biz, bin yıldır varız ve daha da var olacağız. Sen, Patagonya denizinde lüzumsuz bir damlasın!..

Bu kadarı olamaz. Sizi büyüten benim. Süt tozu, Amerikan salatası ve rob dö şambrı ben getirdim. Çikleti, mersiyi, melon şapkaları da ben getirdim!..

KORO :

Sen nesin?

Dedim ya, sizin aydınlığa kavuşmanız için bütün kapıları kıran, neon lâmbaları ve diskotekleri getiren benim!..

KORO :

Bizim güneşimiz vardır.. Uzak değildik... Üstelik sana yer ayırmamıştık. Kırdığını sandığın kapılara baktığın oldu mu? Oldu mu?..

Olmadı!

KORO :

•— Öyleyse geç kalmışsın. Hepsi sapasağlam ve demir gibi. Ve hepsi de senin üstüne kapatılıp kilitlendi.

Bunu bana yapamazsınız. Yapamazsınız!..

KORO :

—• Hah hah hahh!.. Yaptık bile. Kendini bilmeyenler için her zaman yaparız bunu... Yaparız bunu!..

Bütün tiyatroyu bir sessizlik kaplamıştı ki, kravatlı adam nerden bulduysa buldu. Elindeki iri hançeri göğsüne sapladı.. Kan revan içinde yere yığılırken koro devam ediyordu :

Zaten yer ayırmamıştık, ayırmamıştık!

Perde iner. Seyirciler bir türlü kalkıp gidemezler.

ÇIKTI ÇIKTI...

Bundan yıllar önce «Hazır inkılâplara başladık, bu işi tam bitirelim» diye düşünerek, «Türk Milleti’nin dini Hıristiyandır» ibaresini Anayasaya koydurmak için teklif verenler çıktı...

«Bizim aktif bir kana ihtiyacımız var. Bizim kan iyi değil... Devamlı surette kızlarımızı AvrupalIlarla evlendirelim ve kanımızla birlikte Avrupalı olalım» diyebilmek cesaretini gösterebilmiş muhteşem eblehlerimiz çıktı...

«Mutlaka Batılı olmamız şart. Bunun için Batı kültür ve medeniyetini aynen almak lâzım... Çare ise Türkiye’nin anadilini İngilizce yapmaktır. Artık İngilizceyi mecburi kılalım» diyebilen, Victor Hügo’nun o meşhur romanını bunlardan ilham alarak yazdığına inandığımız «Sefiller» çıktı...

Osmanlıya karşı gelip, Ehl-i Salip’in dâvetine uyarak Avrupa’ya (güyâ) kaçanlar çıktı. Bu kaçaklara her fırsatı tanıyıp, onlara paralar bulan, gazeteler çıkarttıran, maşa kullanmakta us-talaşmış ajanlar çıktı.

Marmara Bölgemizdeki çilekleri «Kalitesiz» bularak tavsiyelerde bulunan ve bu samimî tavsiyelere aynen uyduğumuz için bütün çilek tarlalarımızın verimini sıfıra indiren yabancı «Dost» uzmanlar çıktı...

«Boğaziçi Köprüsünü yapmak vatana ihanettir» deyip, sonra da hususî arabasiyle kasıla-ka-sıla bu köprüden geçen, işin güzeli, yüzünde en ufak bir kızarıklık göremediğimiz parti liderlerimiz çıktı...

Kendi karısının, mensubu olduğu parti, liderinin hammiyle geçinemeyişine pek üzülen ve derhal o partiden gürültü ile ayrılarak çerden-çöp-ten parti kuran, hukuk bilgili siyasîlerimiz çıktı...

Hür Teşebbüs'e saygısız, varlığı bu kuruluşlara bağlı olduğu halde «Lokavtı kaldıralım» diyebilen, satıhta fazla kalmakdan çürümüş fikirleri «Yepyeni girişimler» diye satabilen gülünç işçi liderleri çıktı...

«Silâh ve uçak bizim neyimize» gibi fazla cılk bir demeçten sonra etekleri tutuşunca yedi düvele «Aman bize bir damla uçak» diye sızlanan pek ileri görüşlü miyop başbakanlarımız çıktı...

İkinci Dünya Harbinden sonra bize teklif edilen Oniki Ada’yı «Nernize lâzım... Yaşasın yurtta sulh, cihanda sulh» diyen, son derece vatansever, Strateji bilgisiyle dopdolu ve politika uzmanı şef ve mef’lerimiz çıktı...

«Klâsik Türk müziği okullarda dinletilebilir, fakat asla öğretilmemeli» diye diye, bağırmaktan fıtık olmuş, bir lisemizde Klâsik Müzik Korosu kurdu diye müzik öğretmenini haşlayan «Uzak görüşlü ve başarılı» maarif müfettişlerimiz çıktı...

Bu vatanın gerçek sahibi vatandaşa «Halk Yığınları» tabirini münasip gören adı «Halkçı»... dilini arılar sokasıca, bol «Olanaklı» partiler ve partililer çıktı...

. Toprağı saksıda görüp, Toprak Reformu uzmanı kesilen, ömründe bir kere bile kazma-kü-rek sallamadığı halde, nasır tutmamış ellerinden utanmadan ve kırkından sonra «Emekçi» oluve-ren —Elçabukluğunda usta— aydınlar çıktı...

Yıllarca ve yıllarca «En münasibi Ak koyundur!» diye gırtlak patlatan, günü gelince de «Kara koyun gibi var mı?» diyebilen dirayetli ve pek pişkin profesörlerimiz çıktı...

Bahar... Ne güzeldir bu mevsim... Manavlara bakıyorum, dopdolu tezgâhları... «Hayrola» diyorum bir manava.

Yapma ağabey, diyor... Turp çıktı, şalgam çıktı, daha ne?

Köstebek te çıktı mı? diyorum usulca.

Şaşırıyor manavcık, ama belli etmiyor :

Allah kahretsin köstebekleri, diyor... Toprağı mahveder onlar. Dokunmasak yok mu ya, bütün memleketin altını üstüne getirir namussuzum...

Sonra düşünüyorum, manavı bal gibi haklı buluyorum...

Köstebeklere fırsat vermemeli...

DOĞU - BATI

Söze kestirmeden girmek en doğrusu...

Doğu’yu küçümseyen «Doğulular» Batı için sigortadır. Batı hayranlığının devamı için bu tip, eli kalem tutan, ağzı lâf yapan çürük maşalara ihtiyaç büyüktür. Şark’m sımsıcak duygusu, se-7,ış kaâbiliyeti, buluş ve hissediş üstünlüğü, hele hele o harikulâde hassasiyeti imrenilecek noktadadır. Avrupa, Doğulunun bu özellikleri altında asırlardır eziklik hisseder. Ama, bu hissini hissettirmeme konusunda son derece başarılıdır.

Sanırız, yegâne üstünlüğü de bu olsa gerek...

BİR — İKİ ÖRNEK

Elması düşününüz. Bu kıymetli taşın yeryüzüne armağan ediliş şerefi Doğulu’ya aittir. Değeri keşfedilmiş, özellikleri su yüzüne çıkarılmış ve Avrupa’ya hediye edilmiştir. Avrupa’lıya kala kala elmasın yontulup düzeltilmesi kalmıştır.

. Ya sıfır? Sıfırı bulan kim? Yine Doğu.

Dünya düşüncesine büyük ufuklar açan en büyük buluş «Sıfır»dır. Sıfır bulunmasaydı ne bindiğiniz otomobil, ne uçak ve ne de uzaya giden füzeler olacaktı.

Cebir, düşünceye derinlik kazandıran, her türlü keşif ve icâdm kapısını aralıyan yaman bir sistemdir ki, Batı kafasının beyin kıvrımları bu

ALTIN GÖZLÜ . ŞEHZADE

Çocuk, yarın demektir.

Çocuk vazgeçilmez bir hazine ve geleceğin femeli demektir... Çocuk ihmâl edilemez.

Ama, biz ediyoruz. Dünkü, bugünkü ve yarınki çocuklar umurumuzda değil. Daha doğrusu, çocuğun farkında değiliz.

Avrupa’nın en önemli meselesi «Çocuk» tur. .Çocuğu, asla çocuk olarak görmezler. Onları, ülkenin ve dinlerinin gereği neyi emrediyorsa öyle yetiştirirler.

Şu sıra İsveç’in en mühim mes’elesi nedir bilir misiniz?.. Durun anlatayım:

Efendim, Kuzey Avrupa’da (Bakanlıklar seviyesinde) çocuk eğitimi ile ilgili ve son derece .ciddî çalışan müdürlükler vardır. Bu durum İsveç’te de aynı. İsveç’teki Çocuk Eğitimini kontrolü altına alan kişiler ince elenip sık dokunarak seçiliyor. Ve bu müdür, yeni nesillerin sağlam, memleketsever, dürüst ve cesur olmaları için ne gerekiyorsa yapıyor: Yetkisi büyük. Dergiler, broşürler, radyo ve TV ile okul dışı eğitim hep bu hedef doğrultusunda çocuklara veriliyor.

Derken, İsveçliler 1975 yılında bir şeyin farkına varıyorlar. Meğer, 1970 - 75 yılları arasında İsveç çocuklarının emânet edildiği Çocuk Eğitimi Müdürü kopkoyu bir Marksist değil miymiş?

Haydaaaa...

Kıyametler kopuyor tabiî... Ne yapalım, nasıl yapalım, nedir bu başımıza gelenler diye çırpınmağa başladıkları anda çâreyi buluyorlar. Zor fakat, yapılması gerekli her şeyi plânlıyorlar... Çünkü, bütün İsveç halkı bu mes’eleyi dert edinmekte.

Yeni komisyonlar kuruluyor. Hedef: Son yetişen nesil (yâni çocuklar)m kurtarılması. Onların da bir öncekiler gibi sağlam olması.

Peki, nasıl olacak bu iş?

Ha... İsveçliler, bu gözden kaçmış ve belki de anarşi mayası aşılanmış neslin kurtarılması için milyarlarca lirayı gözden çıkarmış bile... Köy köy, kasaba kasaba, şehir şehir şimdi bu: çocuklar aranıyor. Kimi tamirci, kimi esnaf, kimi de belki liseye devam eden bu çocukların adresleri bir bir tespit edilmiş. Yeni baştan ve son derece sistemli bir şekilde eğitilmeleri gereken bu çocuklara şimdi harıl harıl broşürler, kitaplar ve plâklar gönderiliyor.

Çünkü, İsveçliler; bir neslin dahi kaynayıp gitmesine razı değil.

Çünkü, İsveçliler kendilerini seviyorlar...

Tarih şuuru, insan sevgisi ve nizam anlayışını baştâcı ediyorlar. Elin Avrupası böyle...

Ya biz...

Düşündükçe yanıyoruz... Dikkat ediyorsunuzdur herhâlde: Televizyonumuz yabancı kaynaklı çocuk filmleri vermekten bıkıp usanmadı. Nerde kalmış tarih şuuru, nerde kalmış çocuk mes’elesi... Nerde kalmış mertlik, dürüstlük ve cesaret aşılayan, fedakârlık örneği ince eserler...

Mertlik ve fedakârlık dedim de aklıma geldi. Bizde bu türlü hikâyeler pek boldur. Anadolu insanı hepsini bilir ve anlatır da «yukarıdakiler» bilmez. Bu türlü hikâyeler bir kasabada, bir köyde sıkışır kalır.

Belki de hiç duymadığınız bir hikâye anlatacağım :

ALTIN GÖZLÜ ŞEHZÂDE

Yüzyıllar önce Horasan civarındaki bir Türk Beyliği îslâmı kabul etmiş ve sağlam bir devlet kurmuş. Gel zaman, git zaman bu devlet öylesine gelişip büyümüş ki, zenginliği ve adâleti dillere destan.

Derken, doğudan hunhar bir Moğol istilâsı bu koca devleti yer ile bir edip süpürmüş. Ne kadar canlı var ise, kılıçtan geçirilmiş... Nasıl olduysa, beşikten sökülüp dadısı tarafından can havliyle kaçırılan üç aylık bir şehzâde bilinmeyen bir yana götürülmüş.

Aylar ve yıllar sonra koca bir delikanlı olan şehzâde, dadısı da öldüğünden, bir tek atıyla oradan oraya gider olmuş. O kadar güzel gözleri varmış ki, kim görse «Altın Gözlü Şehzâde» demekten kendini alıkoyamazmış.

Derken, Altın Gözlü Şehzâde’nin at üstünde, uzun bir ovayı geçerken uykusu gelmiş ve bir incir ağacının dibine kıvrılıp yatmış... .

Tam karşısında, iri iri ve yemyeşil ağaçlıklar ardında zor seçilen bir şehir varmış. O şehrin Hakan’ı öylesine gaddarmış ki, halkına günyüzü bile göstermezmiş. Hele hele kırk cariyesi odalarından bile çıkamazmış. Fakat câriyenin biri ne yapıp etmiş ve gizli şehri çevreleyen kale burçlarından birine çıkmış. Bir de bakmış ki, ne görsün?.. Kuş uçmaz, kervan geçmez bir yerde, hem de pek yakında bir delikanlı uyumuyor mu? O hızla ve sessizce kaleden çıkıp incir ağacı dibinde uyuyan delikanlının yanma varmış. Uyanan delikanlıya içini dökmüş :

. — Seni bana Allah gönderdi... Ben bu kalede esirim. Çok uzaklardan getirip buraya tıktılar beni. Gün yüzü bile göstermiyorlar... Ne olur kurtar beni... Kurtar beni... Sahi, senin adın ney-di?

Delikanlı çok üzülmüş ve hafifçe doğrulup : — Bana «Altın Gözlü Şehzâde» derler. Başka bir adım olmadı...

| Tam o sırada, yeşillikler arasındaki gizli şeh-!. rin kalelerinde nöbet tutan biri ta uzaktan câ-! riyeyi farketmiş... Apar - topar da aşağı inip du-I rumu Hakan’a anlatmış... Ne var ki, olacakları j hisseden câriye de delikanlıyı bırakıp, gizli yol-J dan geldiği yere dönüp hızla uzaklaşmış,

Çok geçmeden de mızraklı - kılıçlı yedi asker, delikanlının tepesinde bitmişler :

—Kalk!..

Az sonra da Hakan’ın huzuruna çıkarmışlar.

Hakan yeri - göğü inleterek bağırmış :

Kimdi o demin senin yanında görülen câriye?

Delikanlı sustukça daha bir gürlemiş :

Kimdi o? Söyle kimdi?

ŞUNDAN - BUNDAN

POLİTİKA

«Politika nedir?» diye merak edilir. Şimdi 1           bir küçük hadise anlatacağım :

Profesörün biri emekli olmuş. Şehrin dağdağasından bıkan hoca tutmuş, uzaklarda bir köyde yeşillikler arasında ve yol kenarında bir evceğiz satın almış.. Niyeti, ahir ömründe sessiz ve gürültüsüz bir hayat yaşamak...

Ama bir de bakmış ki, ev yerine dert satın almamış mı? Meğer her gece sabaha karşı her birinin iki okkalık çanlar taşıdığı haşan bir keçi sürüsü evin önünden geçmiyor mu? Sabahın köründe ve her günkü bu bol zımbırtılı dayanılmaz konser profesörü yemiş bitirmiş... Çobanın önüne çıkıp «Buradan geçme» dese olmaz. «Keçilerin çanlarını sök» dese hiç olmaz...

Derken bir sabah yola inip sürüyü beklemeğe başlamış. Beş - on dakika sonra meşhur sürü

müz, başında çobanı ile yellim - yelalim ve bol miktarda lungurtu ile sökün etmiş. Yanaşmış profesör :

Selâmün aleyküm çoban efendi!

Aleykümselâm...

Profesör sevinçle ellerini çobanın omuzuna vurmuş :

Hay Allah senden razı olsun, demiş. Benim bir huyum vardır. Her sabah tam bu saatte uyanmam lâzım. Sayende dakika şaşmadan uyanıyorum. Sağolasm. Şimdi senden bir ricam olacak. Her zamanki gibi aynı saatte buradan geç. Ama çok gürültü olsun... Çanlar ortalığı sars-malı... Bu iyiliğinin altında kalmam. Her gece şu kenardaki iri kayanın kovuğuna ikibuçuk lira koyacağım. Geçerken alırsın. Hadi yolun açık olsun, demiş.

Çobanda bir sevinç bir sevinç... O günden sonra sabahın köründe her geçişte profesörün evi önünde dehşetli bir şamata. Profesör uyansın diye keçileri kasten ürkütüyor, koşturuyor ço-bancık. Ve kaya oyuğundaki ikibuçukluğu da alıyor.

Bu durum bir. hafta kadar devam etmiş. Ama kurnaz profesörümüz de her gece koyduğu ikibuçukluğu koymaz olunca, çobanda dehşetli bir öfke...

Olmaz böyle şey, demiş. Hem iyilik ct, hem de para alma... Görsün bakalım bir daha buradan geçiyor muyum?

Profesörde ise keyif kekâh tabiî... Politika’yı bilmem anlatabildim mi?

KASITLI ATASÖZLERİ

Jön Türkler zamanında aşırı bir ırkçılık cereyanı da başlamıştı. Komşularımız, bilhassa Müslüman Araplarla münasebetlerimizin kesilmesi isteniyordu. Bu akıma İngiliz ve Fransızlar da gizli - açık maddî ve manevî desteklerini esirgemiyordu. Bizi Müslümanlardan koparmak isteyen Avrupa, sonunda başarılı oldu. Slogan ve vecize bulmaktaki maharetleri burada da kendini göstermişti... Derken «NE ŞAM’IN ŞEKERİ, NE ARAB’IN YÜZÜ» sloganını bize postaladılar. Bu söz o kadar sempatik görüldü ki, bütün yarım aydınlar ve Batı hayranı gazetecilerimiz dört elle bu ithal malı yumurtaya sarıldılar. Ne acıdır ki, hâlâ en ücra köşelere kadar sokulmuş bu yıkıcı ve ayırıcı slogan bilir - bilmez söylenip durmaktadır.

İkinci örneği Hindistan’dan vereceğim. İngi-lizler, 40 - 50 yıl önce 500 milyon nüfuslu Hindistan’ı idarede güçlük çekiyordu. Çeşitli dinlere mensup bu koca ülkenin içinde din ve mezhep çatışmaları körüklenecek olursa Hindistan halkı pekâlâ birbirine, düşer ve tepelerindeki İngi-lizlerin farkına bile varmazdı. Sonunda Ingilizler muvaffak oldular. İki büyük kitleyi, Müslümanlarla Hindu’ları birbirine düşürdüler. Ortaya bir vecize (!) atılmıştı: «O kadar pis ki, tıpkı Müslüman...»

Bu yakışıksız ve namertçe ortaya atılmış söz, Müslümanlara diş bileyen Hindular arasında öyle tuttu ki, adım başı ve her yanda duyulur oldu. Sonunda Müslümanlarla Hindular kıyasıya birbirlerine girdi. Ve olan oldu. Hindistan iki düşman parçaya ayrıldı. Şu anda bile Hindistan’da j.en geçerli atasözü, tekrar etmekten sıkıldığım yukarıdaki mel’un sözdür.

Gelelim üçüncü örneğe :

AKARSU PİS TUTMAZ...

Bu sözü hangimiz bilmeyiz? Ama bilmediğimiz bir nokta var ki, pek acı. Ruslar, Osmanlılar’dan çok korkardı. Kuvvet yoluyla ve silâh ; aracılığı ile mağlup edemiyecekl erini adları gibi biliyorlardı. Eninde sonunda da bir çatışma çıkacağı belliydi. Şayet bir harp vuku bulursa, Araş Nehri civarında ve doğu sınırında olması düşünülüyordu. Çünki o noktada sınırdaştık.

Derken 19. asır sonlarına doğru doğudan başlayan bir atasözü batıya doğru yayıldı: AKARSU PİS TUTMAZ...

Aradan 10 - 15 yıl ya geçti ya geçmedi. Mukadder âkıbet gelip çattı. Moskoflarla çarpışacaktık. Araş Nehri civarında savaşımız başladı. Ne var ki asker su içerdi. Ne var ki Araş

Nehri şırıl - şırıl akıyordu ve Mehmetçik susamaktaydı.

Mehmetçik kana kana içtiği suyun Moskof-larca zehirlendiğini nereden bilecekti?

Kurşunların öldüremediği. Mehmetleri şimdi akarsular öldürüyordu. Ve Osmanlı Ordusunu bir atasözü mağlûp ediyordu...

YAHUDİ’nin İNTİKAMI

Yahudiler üstüne dünyanın her yanında çok şey yazılıp söylendi. Hâlâ da konuşuluyor. Dediklerine bakılırsa, Yahudiler «Dünya Devleti» kurmak peşinde imişler. Yüzyıllardır bu niyetlerinden caymamışlar.

Peki, nasıl olacak bu iş? Para ve zekâ gü-, cüyle... Parayı anladık ama, «Zekâ gücü» ne oluyor? İşte bu mesele gerçekten pek enteresan. Dikkat edilirse, asırlar boyu yeryüzünde «inanılanı» yıkmak. «Güvenileni» alçaltmak ve «Değerleri» küçültmek için elden ne gelirse yapılıyor. Demek ki, organize bir kuvvet var. Demek ki, bu kuvvet yüzyıllardır yeryüzünü tahripte başarılı da oluyor.

ÖRNEKLERE GELİNCE

Bu yıpratıcı gücün el atmadığı mesele kalmamış gibi. Avrupa’lı yazarlara bakılırsa, ülkemizdeki «Jön Türkler» olayı bile bir Yahudi ihtilâlidir. Son zamanlarda ardı arkası kesilmeyen anarşik hadiseler bile Yahudi parmaklarının usta ve güdümlü marifetleridir.

İnsanın, hafsalası almıyor, ama birkaç yıl önce bir Yahudinin bütün dünyaya hitaben «Ekonomik cihetten hizmetçimiz, fikir yönünden kur-banımızsmız» deyivermesi insanı hizaya getir-ineğe yetiyor. Demek ki Yahudiler madde sahasında despot, fikir sahasında da anarşisttir.

NKSİN İNTİKAMI?

Sahi, Yahudiler dünyadan ve insanlıktan intikam mı alıyorlar? Niçin intikam alıyorlar? ve neyin intikamını alıyorlar? Üzerinde durulması gereken bir soru bu: Niçin ve neden?..

Bir ülkede Yahudiler ve Yahudi asıllılar serbestçe yazmak imkânına kavuştukları anda o ülkenin fikir yapısında gedikler açılıyor, çatırdıyor ve yıkılıyor. Yahudi, yapmayı değil yıkmayı beceriyor.

Meseleyi daha iyi kavramak için bazı örneklere ihtiyaç var:

İnsanlar ahlâk, din, sanat ve politikanın yüksek fikir tezahürleri olduğunda hemfikirdi. Mide ve kesenin ikinci plânda olduğuna inanıyordu ki; Troves’li Mars adında bir Yahudi çıktı ve bütün bu çok yüksek ideallerin aşağı ekonominin fışkı ve gübresi içinde yetiştiğini söyleyiverdi. Kapital adındaki kitabını da bu temele oturttu... Dünya şaşırmıştı. Hâlâ da şaşkın...

Herkes, dâhi bir insana «Üstün kabiliyet» diyebiliyordu. Canileri de canavar olarak kabullenmişti. Lombrozo isimli Veronalı bir Yahudi ortaya çıkıp, bütün deha sahiplerinin sar’alı bir yarı deli, canilerin ise ecdadımızdan intikal eden kalıntılar olduğunu en inandırıcı şekilde ortaya attı. Dünya şaşırmıştı. Hâlâ da şaşkın...

Ondokuzuncu asır sonunda İbsen, Tolstoy, Nietzsche ve Verlaine Avrupası, beşeriyetin en büyük devletlerinden olmakla öğünüyordu. Bu-dapeşteli bir Yahudi Maks Nordau, bu meşhur edip ve şairlerin birer mütereddi ve onların medeniyetinin de yalan üzerine kurulmuş çocuk oyuncağı olduğunu bir güzel ilân ve iddia etti... Dünya bir daha şaşırdı, hâlâ da şaşkın...

Ahlâk sahibi, temiz vicdanlı insanların varlığı ile sevinirdik. Onlarla iftihar ederdik. Ne zamana kadar? Freibergli Yahudi Sigmund Freud ortaya çıkana kadar. Ne dedi bu Freud? «En ahlâklı, en kibar kişilerin ve bütün insanların içinde bir kaatil, bir cinsî sapık gizlidir» dedi. Yeryüzü şaşırmaktan, Yahudi ise şaşırtmaktan bıkmıyordu. Dünya hâlâ şaşkın...

Kadın: Tarihte, san’atta ve evimizde hattâ inançlarımız çerçevesinde mükemmellik örneği olarak bilinir, ana olarak her türlü saygıya hak kazanmış insan nazarıyla bakılırdı... Derken, Vi-yanalı Yahudi Veing çıkageldi. İlim ve mantık bakımından kadının iğrenç ve tiksindirici bir mahlûk, bir alçaklık örneği olduğunu bir güzel ortaya attı. Bir şaşkınlık dalgası daha ortalığı tozu dumana boğmuştu. Dünya şu anda bile o toz-du-man arasında gözlerini oğuşturmakla meşgul.

Dinler, en yüksek meziyetlerdir ve insanı mükemmele götürür... Demeğe kalkmıştık ki, Enlayeli Yahudi Salamon Reinach sözü insanlığın ağzından kaptı ve şöyle haykırdı: «Dinler vahşidir ve tabulardan kalmıştır...»

NE BİÇİM HEDEF?

Ortaya acı bir gerçek çıkıyor: Bu yazının başlığı... Yani, Yahudinin «Yeryüzünden ve insanlıktan intikam aldığı» gerçeği. Baksanıza... Hakikatlerden şüphe ettiriyorlar. Yüksekte olanları alçaltıyorlar. Temiz görüneni kirletiyorlar. Sağlam görüneni yıkıyorlar. Hürmet edileni ayaklar altına alıyorlar.

Böyle hedef olmaz. Dünya ilelebet Yahudile-f re hedef tahtası olmak bahtsızlığını kabullenemez.

BİZE GELİNCE

Türkiye — kim ne derse desin— her türlü hürriyetten nasiplenen ender ülkelerden biridir. Bu hürriyetleri istismar eden fikir (!) erbabının altını şöyle bir eşelerseniz altından ya dönmeler çıkacaktır ya da su katılmamış Yahudiler.

Islah olacakları yok. Yöneticilerimizin ve partilerimizin şapkayı önlerine koyup bir daha düşünmeleri zamanıdır.

SAHİ, AKIL HERDEDİR?

VAHŞİ BÎR DEV * YİRMİNCİ YÜZYIL

İçinde bulunduğumuz asır, bir sonraki yüzyılda mutlaka öfke ile anılacak. İktisatçılar, sosyologlar, sanayici ve eğitimciler pek haklı olarak bizi suçlayacaklar. Kendilerine «Tükenmiş» ve hafakan dolu bir dünya bıraktığımız için «Tarihin en menfaatçi asrı» diye adlandıracakları şu iri dişli ve haris devir, bu türlü suçlamaları da zaten ziyadesiyle haketmiş olacak.

Denizlere bakacaklar... Lâğım sularından farksız bir ummanla karşılaşacaklar: Balıksız, süngersiz hattâ, yosunsuz bir pislik çölü... «Acaba, denizler ne renk olurdu?» diye soran yığınla sahil çocuğu, pırıl pırıl sahilleri ancak kartpostallarda görecek. Deterjanı bulan kimyagerler belki de «Denizlerin kaatili» diye hatırlanacak.

Şöyle bir düşünülürse insanı ürperti sarabilir.

. Dünya petrolleri en çok kırk-elli yıllık bir rezerv durumunda. Yirmibirinci asrın mutluluk yolları şu sıra bizim tarafımızdan tutulmuş... Görünüşte iki kollu ve iki ayaklı sanılan insanoğlu, her yana dal-budak salmış yüzlerce kolu ve ayağı ile, bencil zihniyeti ve telâşlı azgınlığı ile kendine yarayan ve yaramayan her şeyi oburcasına, müsrifçesine ve zalimcesine yok ediyor.

Tüketiyoruz... bitiriyoruz...

Bu asrın insanı merhametsiz bir mirasyedi durumunda. Torunlarını katleden deli bir ihtiyar sanki. Yarını ve geleceği düşünmeği akıl edebilecek zamanı bile yok. Her bölgeyi, her maddeyi, her mâdeni, taşıyla ve toprağıyla hallaç pamuğu gibi atmada... Nesepsiz fikirlerin hesapsız goygoycuları boş durmuyor!

Yirminci asır gerçekten deli.

Üstelik, bu asrı tedavi etmesi gerekenler koyu bir ürkeklik ye korkaklık içinde. Krize kapıl • mış onbinlerce, okumuş «uygar» kişi, her kesimdeki yolgöstericilere tahammül de edemiyor. Aynı hırs ve aynı tahammülsüzlükle kılavuzlara isyan ediyor. Bu isyan, aslında insanoğlunun kendine olan isyanıdır.

Davranışlar, hareketler gittikçe yavan ve sun’î oluyor. Sun’î gübrenin bütün meyve ve sebzelerin tadını değiştirmesi, monoton hayatın gitgide koyulaşması, makine ve kompüterlerin, nükleer silâhların yaygınlaşması iyiye alâmet değil.

Beşbin yıllık dünya tarihinde yirminci asırdaki kadar vahşi savaşlar olmamıştır. Bu kadar insan kurşunlanmamıştır. Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarının kötü sonuçları bu kadarla kalmaz. tik Dünya Savaşında Komünist Rusya doğdu. Bu, otuz milyon kişinin ölümü ve 220 milyon kişinin esareti demekti. Yetmedi... İkinci Salaşın getirdikleri ise kırk milyon kayıp ve yine 800 milyon Çinlinin komünizm illetine yakalanışıdır.

Bu asır; kötülerin iyi, lüzumsuzların lüzumlu, önemsizlerin mühim sayıldığı ve öyle kabul ettirildiği aldatıcı bir propaganda ve yangın asrı... Şaşkınlık asrı... Bizden sonrakiler için belki de «Cinnet asrı»...

Bu asır; Kendi kendimizi kovalayış, yaka-layış ve mahvediş asrı.

Bu asır; Dizginleri boşalmış azgın atlar gibi körcesine koşan ve boğulmak için açgözlü bataklıklar arayan fikir fakirlerinin ardına takılmış yığınların asrı.

Çılgınlık asrı yani...

Eksik olan birşeyler var... Düşünüyorum: Galiba, diyorum... Yolgöstericilerin «yol göstericisi» yok. Eksik olan bu. Profesör, âlim, politikacı, iktisatçı etiketini üstlenmiş «Onbinlerin», bunca ihtisas adamı ve kılavuzun da bir yol göstericisi olmalı.

Bu çapta büyük ve ölmez «Pusula» liderler çok az. Dünyada çok az. Türkiyemiz, Bediüzza-man Said Nursi gibi bir kıymetin bu asırda, böy-lesine çarpık bir asırda yetişmesinden bahtiyardır. Bu lûtfu anlamak gerek. Bu lütfün, Türkiye gibi (Orta Doğunun, üç kıt’anm ve dünyanın santral mevkiindeki) bir coğrafyada ortaya çıkışı bu ülkenin belki de yeryüzündeki görevlerine işarettir.

Böylesine bir düşünce ve vicdan liderinin tortusuz fikirleri ve şaşmaz hedefleri Türkiye sınırları içinde hapsedilemez. O’nu tam anlamak ve tam anlatmak hem görev, hem de ihtiyaçtır.

Bediüzzaman’a zavallı ve kör mantıklarla karşı koymak basiretsizliği, zamanı ve zemini hebâ etmek olacaktır. Dört yıllık «Roma Hukuku» dersi, Said Nursi’yi ne anlamağa, ne de anlatmağa yeter... Türkiye’yi ve Türkiye’nin tarihî, coğrafî, sosyal ve kültürel yapısını öğrenesi       memiş ve sağlam bir senteze varamamış bîçarelerin O’nu anlamağa hakları bile yoktur... Hele hüküm vermeğe hiç...

Yirminci asrın bitimine az kaldı.

Bu asır kurtulmayı bekliyor.

Ve yirminci asrı, cilâlı etiketler, vitrin vit-üi rin hokkabazlıklar ile günübirlik politika kurta-ramiyacak. Yirminci asrın tedavisini lüzumlu görenlerin yorulmaları ve gerçek yol göstericileri iyi tanımaları şarttır.

Bilmeden kızmak, tanımadan karşı çıkmak, t"‘ . anlamadan tenkide meyillenmek (unutmayınız) yine bu asra musallat olmuş çirkin bir toplum U3

zaafıdır. Kişi, bu zaafı yenmekle tekâmüle giden ar yolları aralayabilir. Aksi halde, yargıç da olsa, savcı da olsa, iktisatçı da olsa, san’atkâr da ol-sa yalancı pehlivanlık mevkiinin su katılmadık *a temsilcisidir...

Gelecek yüzyılın delikanlısı ve genç kızı

«Niçin geçen asırda düşmanlıklar vardı, niçin herşeyi tükettiler, niçin bunca zıtlığı ve hafakanları bize aktardılar, insanın gerçek değeri ve saadeti niçin unutuldu?» diye sormamah.

İnsanlar, hedefi belli   aydınlık- anlayışlar,sımsıcak telâkkiler, billûr   denizler, ormanlar,tertemiz ürünler ve mâdenler, bugünkü bulutlar, s:       berrak gökyüzünün sıhhatli kuşları, iyi niyetler

ve pırıl pırıl yarınların bir sonraki yüzyıla aktarılması bu asır medeniyetinin (!) borcudur.

Bu borç ödenmelidir.

Yoksa, dünyaya ve gelecek yüzyıla yazık olacak...

GAZETECİLİK

Sanırım 1963 yılı idi. Yeni İstanbul Gazetesinde çalışıyordum. Yeni işe girmiş Haydar isminde bir odacının sabah-akşam demeden var gücüyle çalışması dikkatimi çekmişti. Bütün odaları ve salonları devamlı olarak silip süpürüyor, müesseseyi temiz tutmak için elinden geleni yapmak gayretiyle âdeta parçalanıyordu.

Bir gece ikimiz yalnız kaldık. «Yahu» dedim... «Durmadan çalışıyorsun ve yoruluyorsun. Bu kadarı da fazla ama... Burası eczane değil ki, elbet sağda solda kâğıt artıkları bulunacak... Bu işi plânla da bâri belirli saatlerde temizle ortalığı...»

Yüzüme şöyle bir baktı:

Bu işler böyle başlar ağabey, dedi... Gazetecilikte yükselmek kolay mı?

Şaşırmıştım :

Ne demek? dedim... Bu işin de yükselmesi mi olurmuş...

Şaşırma sırası bu sefer ona geldi :

Sen ne diyorsun ağabey, dedi... Ben, ilerde başyazar olmak niyetindeyim. Ben bu işe girerken önce temizlikten başlayarak yavaş yavaş yükseleceğimi ve ilerde yazar bile olabileceğimi söylemişlerdi...

Devam etti :

Beş-altı ay daha canavar gibi çalışıp ba-ır şanlı olursam niçin gazetecilikte ilerlemiyeyim? ' Ses çıkaramadım.

Temizlikçi Haydar, aramızdaki bu kadarcık samimiyeti gözünde büyütmüş olmalı ki; eliyle yazdığı yazıları, kargacık burgacıkhğma bakmadan her akşam ve muntazaman bana getirir oldu. Ben de bıkmadan hepsini bir bir ve söke söke okuyor, tashihlerini yapıyordum... Yazdığı şeyler ciddîye alınacak cinsten değildi. Uzun uzun nasihatlerde bulundum. Yazı yazmanın da bir kaabiliyet işi olduğunu telkin etmeğe başladım.

Çok geçmedi. Bir müddet sonra Odacı Hay-dar’m gazeteden ayrıldığını söylediler. Bayağı âı üzüldüm. Aradan iki-üç yıl kadar geçmişti ki, ie       bir gün öğle üzeri Karaköy’de bir köşeyi dönerli;        ken bizim Haydar ile burun buruna geliverdik:

Ooooo!.. Haydar, nerelerdesin yahu? Gazeteden ayrılırken bir «Allahaısmarladık» bile demedin. Söyle bakalım şimdi ne iş yapıyorsun?

Düzgün kılığı, pırıl pırıl iskarpinleriyle Hay-y dar tipik bir Beyefendi gibiydi. Elini omzuma koydu :

— Bir firmanın müdürlüğünü yapıyorum. Büyük bir firma... Üzerimde doksan kişinin mes’uliyeti var. Simdi çok rahatım. Gazetede ol-S                                           *

saydım hâlâ odacı kalacaktım. Altı ay çalıştırıl diniz beni ama, bir tek yazımı basmadınız.

Kartını verdi. «Beklerim» dedi... «Gelirsen çok sevinirim, eski günleri anarız...»

Ziyaretine gitmeği zaman zaman düşündüm. Aylar geçti ve ben Haydar’ın «Müdür» yazılı kar-; tını kaybettim.

NE BİÇİM MESLEK?

Gazeteciliğin sermayesi azim ve aşktır. Gazetede çalışıyor da olsanız, patron da olsanız azim ve aşk olmadan bu iş yürümez.

Her meslekte olduğu gibi gazeteciliğin de kendine göre dert ve problemleri vardır. Öylesine ki, zaman zaman devlet katında çareler aranmasını gerektirir.

Son zamanlarda basının içinde bulunduğu zorlukları ve mes’eleleri iyice hisseden gazeteciler olarak çareler düşünülmesi gerekiyordu. Geçtiğimiz Nisan ayında sırf bu sebepten bir araya gelindi.

Son Havadis, Güneş, Orta Doğu, Millî Gazete, Sabah, Yeni Asya, Zaman ve Tercüman gazetelerinin temsilcileri toplandık. Yeni Asya’yı .temsilen Can Alpgüvenç ile bendeniz iştirak ettik... Çalışan ve çalıştıranlar olarak yeni bir Basın Kanunu çıkarılmasını, TRT, Basın İlân Kurumu ve basında çalışanlarla ilgili bir teklif hazırlanmasını istedik. Sekiz gazetenin temsilcisi (Abdullah Uraz, Ergun Kaftancı, Üstün İnanç, Vedat Zeydanlı, İrfan Derman Beyler) bu raporun hazırlanması'için de beni başkan seçtiler.

günden sonra da geceyi gündüze katıp TRT’yi, Anadolu Basınını, çalışanı, çalıştıranı, Basın İlân Kur umunu uzun uzun tetkik ettim. Yığınla tasarı ve raporu gözden geçirdim. Sonum da dokuz sayfalık bir rapor hazırlayıp sundum. İşin içine girince meselelerin ağırlığı daha bir ortaya çıktı.

Basınımızın ferahlaması ve kalite kazanması için teklif ettiğim tedbir ve görüşleri özet olarak sunmak isterim. Durum hâlâ ciddîdir ve aktüalitesini korumaktadır...

NEDİR BUNLAR?

1 —' Gazeteci erken yıpranıyor. Emeklilik için yirmi yıl çalışması yeterli sayılmalıdır.

2 — Dilerse emeklilikten sonra telif karşılığı çalışabilmelidir. (Emekli bir memur basında çalışabilir de, emekli gazeteci çalışamaz. Bugünkü durum bu)

3 — Ulaşım indirimi sağlanmalıdır. (Demiryolları, Deniz ve Havayollarında)

4 — Gazetecinin meslekî araç ve gereçleri gümrüksüz ithal edilmelidir.

5 — Avukat, yargıç ve parlamanter gibi gazetecinin ’ de dokunulmazlığı olmalı.

6 — Aynı suçtan yazı müdürü ile muhabir ceza görmemeli ve bir suça muhtelif suçlular aranarak ceza ilkeleri dejenere edilmemelidir.

7 — Cezadan evvel tutuklama olmamalıdır.

8 — Tirajı yüzbinleri bulan gazetelerle az tirajlı gazetelerin hakaret suçları aynı ölçülerle değerlendirilemez. Aynı suçtan aynı cezaya çarptırılamaz. Cezada adalet sağlanmalıdır.

9 — Çeşitli kuruluşlar, Halk ile Münasebet

ler kadrosunu gazetecilerden seçerek ayarlamalıdır.                                         ,

10 — Basın dâvâlanmn jürisi gazetecilerden seçilmelidir.

11 — Te’lif haklarında vergi muafiyeti haddi onbin liradan en az altmış bin liraya çıkarılmalıdır.

12 — Te’lif eserler teşvik görmelidir.

13 — Kâğıt, gazetenin (şart olan) ilk maddesidir. Sık sık fiyat ayarlaması hatalıdır. 5 ve

10 yıllık fiyat dondurmalarına ihtiyaç vardır.

14 — Basın Ahlâk Yasası işlemelidir. Gazetelerin müstehcen yayın yapmaları, dinî ve millî akideleri tahkir eder mahiyette neşriyatta bulunmaları, bu gazetelerin resmî ilânlarının bir ay ile üç ay arasında kesilmesine yeter sebep sayılmalıdır.

15 — Taşra basınına uzun vâdeli faizsiz kredi verilmelidir. Belediye rüsumu kaldırılmalı, büyük şehirlerde tesis sahibi olmak aranmazken taşra gazetelerinde tesis mecburiyetinin

, konması, hatalıdır.

16 — Basın İlân Kurumu’nun üç büyük şehir gazetelerinden % 10 komisyon alırken, Anadolu Basınından % 15 komisyon alması garip bir haksızlıktır.

17 — İller İdaresi Kanununun 9. maddesine paralel olarak genel meclis tutanak özetlerinin

11 gazetesinde yayınlanmasından başka Belediyeler Kanununda, bütçe, blânço, meclis kararları özetlerinin il merkezinde çıkan en az iki gazetede yayın mecburiyeti getirilmelidir.

18 — Basın ve yayın araçları olarak; dizgi, baskı, tertip üniteleri «Haczi caiz» eşyadan çıkarılmalıdır.

19 — Basın İlân Kurumandan çok satışlı gazetelerin hâkimiyeti kaldırılmalı ve Anadolu Basınının bu Kurumda temsili sağlanmalıdır.

20 — TRT’nin il ve ilçe muhabirleri mahallî gazetelerde çalışanlardan seçilmelidir.

21 — Devletin dıştaki Basın Büroları tecrübeli, profesyonel ve temiz sicilli, hür-demokratik rejime inanmış basın mensuplarınca yönetilmelidir.

22 — Özel ve resmî haber ajanslarının taşra basınına yardımı sağlanmalıdır.

SONRA NE OLACAK?

Gazetecinin ve gazetelerin dertleri elbet bu kadar değil, ne var ki; yerimiz bu kadar. Bu mesleği seçenler, kendi söküğünü dikemiyen terzilere benzememeli. Sırnaşıklığın ve lotaryacılığın Babıâli’ye. girmesi ve gerçek fikir gazeteciliğini öldürmesinin vebali büyüktür.

«Sonra ne olacak?» meselesine gelince; Dileriz iyi olur. Babıâli yitirdiği seviyeyi tekrar kazanmalıdır. Biraz da devlete iş düşüyor.

Hayırlısı...

MİLLİYETÇİ BASININ EKSİKLİĞİ

Hep başkalarını tenkid edecek değiliz ya.

Bizim eksiğimiz, eksikliklerimiz yok mu? Var elbet.

Bunlar şöyle sıralanabilir :

1 — Aksiyon hep karşı taraftan geliyor. Biz, «Reaksiyoner» olmak zorunda ve savunma durumunda kalıyoruz. Aslında bu bir eksiklik sayılmayabilir. Ama, zaman zaman insiyatifin bizim elimizde olması memleketçi düşünceye hamle ve güvenilirlik sağlıyacaktır.

Sol, devamlı saldırıyor, saldıracaktır. «İtham et, çamur at... Yaralamasa dahi iz bırakacaktır» şirretliğinden ilham alan bu çeşit davranışlar, kamuoyunda birtakım «Acaba?»larm doğmasına yol açar ki, sonunda Marksistler puan toplayacaktır.

Memleketçi Basın, yeni sloganlar ve yeni kaynaklar bulmalıdır.

Boş vaktim olsa ve terbiyeyi bir yana bıraksam, bütün solcu milletvekillerinin geçmişini yıl yıl ve safha safha incelemek isterdim. Onlara yardakçılık eden grupların ve kişilerin de altım deşelemeğe kalksam, adım gibi biliyorum ki, yığınla «Çapanoğlu» çıkardı.

Kavgaları, gürültüleri, zırıltıları, alacakları, borçlan, adam kayırmaları, zayıf yanları, korkulan. püsürükleriyle yüzlerce dosya...

Türkiye şöyle bir sarsılırdı.

Ama, bunu ne ben yapabilirim, ne de diğer gazeteci arkadaşlar. Çünkü, terbiye ve yetişme tarzlarımız solcularınkinden tamamen farklıdır. İnsan ile oynamak bize vergi değil.

2 — Bir defa söyleyip rahatlıyoruz. Meselelerin üstüne üstüne gitmek gerekirken, bir konu etrafında detaylı olarak ve dört koldan yaylım ateş açmak gerekirken bir def acık dokunuşla işin hallolduğuna inanıyoruz. Aslında kültür ve beyin potansiyelimiz solun en az on katı ağırlığında olmasına rağmen hadise ve mesele kova-layıcılığımız yavan oluyor. Dikkat ederseniz, CHP ve diğer sol partilerin kongrelerine bile gidilmiyor. Halbuki, her kongrede ne pandomimler kopuyor, ne ağır ve cıvık suçlamalar oluyor, ne seviyesiz ithamlar oluyor... Milliyetçi ve memleketçi basın için bu durum bulunmaz sermaye ve fırsattır.

Bu durumu «Tenezzül» meselesi yapmamak lâzım.

3 — Bir diğer eksikliğimiz de KRÎTİK noksanlığı...

Yazarlar arasındaki uzaklık. Yeni bir kitap, eser, hizmet karşısında susmak alışkanlığı. Bu nokta önemlidir. San’at ve edebiyattan, fikir yazılarına kadar her dalda usta kritikçilerimiz (münekkidler) yetişmelidir.

Eser sahibinin hangi noktada ve nerede olduğu açıklık kazanacak ve yeni çalışmalar için san’atkâr yeni hedefler, şekiller ve özler arayıp bulacaktır. San’at, edebiyat ve fikir âlemine seviyeli isimler ve eserler kazandırılacakta. Yarınlar için yeni muhasebeler yapma zamanıdır.

4 — Millet ve memleket yararına yarışmalar, araştırmalar yapılmalı ve bu yarışmalar istifadeye sunulmalıdır. Gazetelerimizin bu konuda birlik ve beraberlikleri de söz konusu edilebilir: Hikâyeler, senaryolar, piyesler, yakın tarih incelemeleri, romanlar, şiirler, folklor yarışmaları, hattatlık, ve hakkâkhk yarışmaları, deyiş derlemeleri, süs ve motif derlemeleri, yazmalar, sedef işlemeler, Karagöz-Hacivat diyalogları, çocuk şiir ve şarkıları, resim ve minyatür yarışmaları... Okçuluk, güreş, cirit müsabakaları, yeni İlâhîler bestelenmesi vs. vs...

Her yıl düzinelerle örnek eser kazanılacaktır.

Her yıl ne müthiş sanatçı, sporcu, folklorcu, yazar ve şairler kazanılacaktır.

Kazanılmalıdır...

5 —- Reklâm ve propagandaya az önem veriyoruz.

6 — Mizahın, makineli tüfekten daha deviri-ci bir silâh olduğunu görmezlikten geliyoruz. Sol, mizahı parselleyip üzerine oturmuş. Sanki «Mizah» denen san’at sadece sola vergi. Çürümüş ve kokmuş solun alay edilecek o kadar çok yanı var ki, tariflere sığmaz. Memleketçi kesimde solun ipliğini pazara çıkaracak en az kırk kalem ve bir o kadar çizer vardır. Fakat, onların kalem oynatacakları ne iki sütunluk yer, ne de dört yapraklık bir dergi yoktur...

Olmalıydı, fakat olmalıdır...

Atı alan değil çalan, Üsküdar’ı geçmek üzere...

NETİCE

Demek ki; daha titiz ve temkinli, daha gayretli ve hedefli olmak gerekiyor... Hedefli olmak!

OLMUYOR BEYLER!..

Şu satırı dikkatle okuyunuz:

«Bu yıl, yeni dersanemizin ruhu okşayan tatlı sıcaklığı içinde...»

Bu cümle ilkokul ikinci sınıfların kitabında geçer ve sene başında okutulur.

Şimdi dikkat ediniz :

1— Köy ilkokullarının yüzde doksanı, iki dersanelidir. 1, 2 ve 3 üncü sınıflar bir arada; 4 ve 5’inci sınıflar yine bir arada ders görürler. Demek ki, ikinci sınıfa başlayan bir öğrencinin «Yeni dersanesi» olmayacaktır.

2 — «Ruhu okşayan» ne demek? Bu pek erken girişilmiş tasvir ve artistik cümle, okumayı yeni sökmüş 7-8 yaşlarındaki çocuğa ne anlatır dersiniz?

3 — «Tatlı sıcaklığa» ne buyurursunuz? Rüzgârın var gücüyle hörelendiği; şu oyuktan girip öbür kovuktan çıktığı bakımsız köy okulları... Her teneke kutuya ve leğene ayrı notalarda dökülen yağmur damlaları arasında zemheri boyunca titreşen mini - mini yavrular «Tatlı sıcaklık» masalını nasıl anlıyacak (Anladı diyelim) nasıl inanacak?

DAHA DAHA

«İnsanoğlunun maymundan türediği» hikâyesinden başlıyarak taa «Yunan kardeşliğine» kadar varan şekilsiz ve hedefsiz eğitimin kurbanlarını suçlu bulmak alışkanlığından sıyrılmasını bilmek zamanıdır.

Gayrimillî eğitimden çok çektik, çekmekteyiz.

Selçuklu ve Osmanlıyı bile doğru dürüst tanıtmıyoruz. Köksüz, dinsiz, korkakça bir eğitim sürdürüyoruz. Çingenelerin bile bir lisanı var. 2.000 yıldır darmadağınık yaşamış Yahudilerin dahi (Su katılmamış) dilleri var. Bir de bize dikkat ediniz.

HAİNLER GEÇİYOR

İlkokullarımızda ders yılı boyunca Osmanlı hükümdarları «Vatan haini ve zevk düşkünü» olarak tanıtılır da, ortaokulda elçabukluğu ile «Kahraman» oluverirse çocuk şok geçirmez de ne yapar?

Hele hele lise çağlarında Jıer hadisenin, her kişinin ve her dersin, o ders grubu öğretmeninin gönlünce karakter değiştirdiğini bir düşünün. Lise 4-C öğrencisi aynı dersi 4-A öğrencisinden farklı öğrenmişse? Yavuz Sultan Selim bir sınıfta kahraman, diğer sınıfta kan dökücü olarak okutuluyorsa?

Bu konuda yazılacak çok şey vardır. Ve hepsi de ne yazık ki doğrudur.

MAOCU

Gencecik bir delikanlı. Ondokuzunda ya var, ya yok; Üniversiteli... Demek liseyi bitirip yükseK tahsile başlamış. O çağları yaşayan herkes gibi enerjik ve vatansever. Fakat reklâm ve insafsız propaganda kurbanlarının önde geleni: Tutmuş, Maocu olmuş... «Niçin?» diye sorulduğunda şu cevabı veriyor:

Memleket mahvoluyor, batmak üzere... Tek kurtuluş yolu Maoculuktur.

Bu çocuğu kınamak zor. Çünkü, yanıimışıı-ğmı hesap edemiyecek kadar katı. «Battık batıyoruz, yandık yanıyoruz» edebiyatının güdümlü çarklarına o derece kötü kapılmış ki, yapışılacak «Dal» diye çürük ve fuzulî düşüncelere sarılıp kalmış.

SUÇ KİMDE?

Suç, bu körpe ve his dolu gençliğe yol göstermek kaabiliyetinden, kültüründen ve cesaretinden mahrum olan eğitimcilerdedir. Ders kitabiyle, öğretmeniyle ve bakanhğiyle suçlular lök gibi ortadadır.

Ciddî eğitim olmayınca, ciddî ve akhbaşında öğrenci nasıl yetişecek? Hafızanızı yoklayın; hatırlıyacaksımz... Bütün Avrupa’yı, Asya ve Afrika’yı «Türk» kabul eden ilkokullar bizde var. «Göçler» bahsinde Orta Asya’yı terkeden Türkle-rin göç yolları, allı-morlu ok işaretleriyle taa İngiltere’ye kadar giderdi. Etiler’i, İskitler’i, Sü-merler’i hep «Türk» diye yıllarca yutturmuşlardı... Çok, değil; üç yıl sonra bu çocuk, işin hiç de böyle olmadığını farketmiyecek miydi?

BİR DERGİ

Milliyet Gazetesi bir San’at Dergisi çıkarıyor. Çocuk Dergisi ile çocuklara, Müzik Dergisiyle gönlü kör gençlere, neşrettiği kitaplarla yarı aydın dimağlara musallat olmuş bu gazete, San’at Dergisiyle de fikir ve edebiyat adamlarının yakasına yapışmış durumda... Osmanlı edebiyatında incelenmesi gereken nice önemli konular dururken, «Edebiyatımızda Müstehcenlik» mevzuunda tefrika halinde sapıkça bir incelemeye girişmesi, yukarıdan beri bahsini ettiğimiz «Kötüye merak» ve güzeli red esprisinin yeni bir tezahürüdür. Divan Edebiyatında kafiye, eski edebiyatımızda tabiat, şiirimizde mevsimler, halk hikâyelerimizde coğrafya, (ne bileyim) folklorumuzda gurbet gibi verimli ve faydalı meseleler dururken «Edebiyatımızda Müstehcenlik» kepazeliğinin seçilmesi ardında iki sebep yatıyor:

1 — Eskiyi ve temeli küçük düşürerek yeni nesli geçmişimize düşman etmek.

2 — Zor olanın, faydalı ve elzem olanın yerine basiti, kolayı ve zıpırlığı seçmek.

Halkı beğenmeyen ve küçümseyen bu huzursuzlar kadrosunun yapmağa değil, yıkmağa güçleri yetiyor.

Demek ki; sol eyyamcılar, sol eyyamcılara sempatik görünmek isteyenler: gazeteci de, Belediye Başkanı da, bir partinin lideri de olsalar Türkiye’nin menfaatlerine ve aydınlık geleceklere bile bile takoz koyuyorlar. Çünkü, kendileri huzursuzdur ve huzur dolu zeminlerde rahat bulamazlar. Bu takozlar milleti daima bedbaht ederler.

KORKULAR ve SOLCULAR

Solcular korkak olur. Komünist hikâyeci Sabahattin Âli korkağın biriydi. Her şeyden ve herkesten korktuğunu kendi arkadaşlarından dinle-mişimdir. Nitekim, öldürülmek korkusu o derece içine işlemiş ki, tuttu Bulgaristan’a sığınmağa kalkıştı. Zekeriya Sertel de korkaktı. Karısı Sabiha’nın bir dediğini iki edemez, ne söylerse onu yazar ve onu konuşurdu. Nâzım Hikmet de öyle... Özlemini çektiği komünist Rusya’ya daha adımım atar atmaz «Ben Rusya’nın bir çocuğuyum, babam ise Stalin’dir!» demek lüzumunu duymuştu. Şimdiki solcuların ise ustalarını aratmayacak şekilde korkak olduğundan kimsenin şüphesi olmasın.

1960 yıllarında bir solcu tanımıştım. Ömrümde bu kadar ürkek ve tedirgin adam görmedim. Aradan bunca jul geçti. Ne zaman sokakta rastlasam usulca yanıma sokulup sorar:

Acaba, yakında bir savaş çıkar mı dersin?

Ben de hep aynı şekilde cevap veririm:

Bırak şu korkaklığı... Savaş mavaş çıkmayacak.

Neşredilmiş bütün sol ve lânet kitapları okuyan bu kişinin evi (kendi ifadesine göre) gıda deposu gibi... Çuval çuval unlar, makarnalar, pirinçler ve bulgurlar. Aksilik bu ya, her yıl da bunca yiyecek, un ve makarna kurtlanıyormuş...

Şayet Türkiye bir başka ülke ile savaşa tutuşursa bu solcu beyimiz rahat edecek... Şu bencilliğe bakınız... Şu korkaklığa bakınız... Şu ahmaklığa bakınız. Bu Bey (!) şu yazıyı okuyacak. Bundan eminim. Fakat bir türlü kendisinden niçin «Korkak» diye söz ettiğimi soramıyacak. Karşıma çıkıp dobra dobra «Bu kadarı da fazla, bu yaptığın ayıptır» diyeceğine yine usulca yaklaşıp:

«— Yahu Nedim Gürbüz, acaba yakında bir savaş çıkacak mı?»

Diye soracaktır.

SONUÇ

Dediğim gibi... Bu solcular «Huzursuz takozlardan» ibarettir: Korkak, ürkek ve tedirgin. Onlardan çekinmiyoruz. Üzüntümüz şu sıra suların tekrar bulandırılmak istendiğinden.

Su başındakileri durdurmak lâzım.

Devlet büyüyecektir. Türkiye de...

SAKIN HA, AMAN HA...

Yanılıp - yenilip sakın ha faydalı bir iş yapmayalım. Bu milletin çocuklarına sakın ha bu milleti tanıtmayalım.

Neme lâzım...

Oturun oturduğunuz yerde. Yerinizi soğutmağa değer mi? Şu ölümlü dünyada faydalı bir iş göreyim bahanesiyle çırpınmak da neyin nesi? Yan gelip yatmak varken çalışmak bize mi kaldı?

Ruslar, Nasreddin Hoca’nın hayatını filme çekmişler... Ha şöyle... Veririz bir milyon lirayı, alıveririz. Meraka, üzüntüye değer mi? Her işin bir kolayı vardır. Bir haber salarız sevimli komşularımıza, İtalya’ya, Fransa’ya, Almanya’ya... olur biter.. Keloğlan’m filimlerini, resimli hikâyelerini yaparlar. Karagözü, Hacivatı yaparlar. İstanbul’un fethini yaparlar. Daha - daha İncili Çavuş’u yaparlar. Efeleri, zeybekleri, dadaşları bize bir güzel anlatırlar.

Değil mi ya... Okul kitapları bile yazdırırız istesek... Bayram şiirleri, Hıdırellez hikâyeleri, memleket romanları. Niye olmasın?

Avrupa’nın herbir şeyini öğrendik zaten... Andersen Masallarım, Lafonten Hikâyelerini ezbere biliyor bütün çocuklarımız. Okul kitaplarını bu örneklerle ne de güzel süsledik. Bremen Mı-zıkacıları’nı, Ağustosböceği ile karmca’yı bilmeyenimiz var mı? İsveç’in, Finlandiya’nın halk şarkılarını derleyip aktararak kendimize «Dağ başını duman almış» marşı bile yaptık... Utanmazlık kim, biz kim... İstiklâl Marşı’nı bile Kar-men Operasından aşıran münevverlerimiz en makbul adamlarımız değil mi?

Kim ne derse desin. Biz işimizi biliriz. Okullarımızda Keloğlan ve Şehzade hikâyeleri yoksa, Avrupa öyle münasip gördüğü içindir. Empresyonizmi de, ekspresyonizmi de, kübizmi de bakın ne güzel kendimize uyduruyoruz.

Dedelerimizin usta ellerinden çıkmış minyatürlerimiz, pırıl pırıl sedef işlemelerimiz varmış... Nefis sülüs, istif, kûfî hat yazılarımız varmış. Ohhoooo... Empresyonizm var ya gerisine ne hacet? Mimarîmiz mi... Onun sözünü etmek bile ayıp oğlu ayıp... Danimarka’daki bir binayı gözümüze kestiririz... Kestirdik mi? Sonra efendim onu lök gibi, sefertaşı gibi Erzurum’a Kay-seri’ye de oturttuk mu, bu iş biter.

Kimdir o «Kiziroğlu Mustafa!» diye bağıran? Aman ne büyük acemilik... Köroğlu, Kiziroğlu, Parti Pehlivan, Gökçen Efe, Topal Osman, Nene Hâtûn lâzım mı bize? Tom Miks, Red Kid varken, hele hele Bufallo Bil, Giy om Tel varken Çakırcalı’nın sözü mü olur?

Düşünün bir kere... Bütün bunlar bize lâzım olsaydı, Avrupa bunu bize veremez miydi? Mademki vermiyor, demek ki lâzım değil. Akıl var, mantık var.

Haksızsam «Haksızsın» deyin lütfen.

Hem, bizim aydın (!) larımız vatan haini mi yani? Ne diye kendileri yapmıyor, kendileri yazmıyor da öteden - beriden aktarıyorlar? Bir bildikleri var elbet. Bir bildikleri olmasa elli yıldır bu böyle sürüp gider miydi... Biri çıkar «Dur!» derdi. Diyen yok. Öyleyse bu iş böyle arkadaşlar.

Geçen gün bir dostum «Aydınların ihaneti» diye bir söz etti. Güya Türkiye, kendi aydınlarının ihanetine uğrayan talihsiz bir ülke imiş. Geç efendim geç... Böyle şeyleri ortalığı bulandırmak için söylüyorlar. Dostum da onlara kaptırmış kendini. Yemeyip yedirdiğimiz, dişimiz - tırnağımız pahasına adam ettiğimiz aydınlarımıza bu türlü suçlamaları nasıl yakıştırabiliriz? Ben şahsen yakıştıramam. Bunu arkadaşıma da söyledim. Keçi gibi inatçıdır kendisi. Bana şöyle yan yan baktı:

Peki, dedi... Nasreddin Hoca’ya, Keloğ-lan’a ve kendi değerlerimize biz sahip çıksak, okul kitaplarında öğretsek... Kendi şiirimizi, kendi hikâyemizi, kendi masalımızı, kendi sinemamızı biz kendimiz yapsak, nesiller çelik gibi sapasağlam yetişse... demez mi...

Şaşırdım tabiî. Hiç akıl yok şu benim arkadaşta. Ben ne diyorum, o ne söylüyor...

Arada bir çıkar zaten böyleleri... Ne yaparsınız, tahammül edeceğiz...

KIRIK — DÖKÜK

Gücü olanlar yapıyor da, gücü olmayanlar öğretiyor. Öğretenler olmasaydı, muktedirler nasıl güçlü olabilirdi dersiniz?

Gözlerini ve düşüncelerini başkasına ödünç vermeyi beceremeyen kıskançlar ordusuna bir de sıkılmadan «Aydın» diyorlar.

Geceleri niye uyumaz yıldızlar?.. Önce bunu öğrenmeli. Şiiri sonra yazmalı.

«Deniz dediğin böyle olur» dedirten cinsten bir deniz nerede var acaba? Yelkenler çürüyor...

Diploması piyangodan çıkmış kişilere bazıları nedense «İlerici Profesör» diyor.

Vurma!.. Vuracağın yere vurdular...

Sor!.. Soracağın şeyi daha soran olmadı—

En güzel yeryüzü, ihtiyarların gözünde. Keşke bizde olaydı...

Avcıyı paralayan her kaplan canavardır. Peki, kaplanı öldüren avcı nasıl «Kahraman» oluyor?

En komik şey, kendini kurtaramayanların ülkeyi kurtarmağa kalkışmasıdır.

Tekrarda büyüklük Van. Güneş her gün doğuyor, usanan var mı?

Önce kendini yakala... Ellerini ve ayaklarını bir güzel bağla. Hırsını bir vuruşta mum et.

Despottan meded umanlara «Millet» demek ayıptır. Sürülerin kulağı çınlasın...

Adam, on yılda çıkmış yukarı. On yıl sağa, on yıl sola bakmış. On yıl da aşağı bakacakmış, olmamış...

*

San’at güzelliğe, ahlâk iyiliğe götürüyor. Peki... San’at ve ahlâk vâdisine nerden gidilir?

Şu hafakan dolu dünyada biri kalkıp sabır satmağa başlasa, inanın bir günde zengin olurdu.

Acınm ve ıstırabın da lüzumlu olduğunu anlar anlamaz hayat güzelleşiveriyor.

Çıraklar büyüdükçe ustalar sevinçten ölmeli, kahırdan değil.

Paranın gözü kör olsun. Ama bizi duymak için kulakları sağlam olmalı...

DURUN BİRAZ!..

1980’LER

Bir okuyucum yazıyor :

«Biraz da iç açıcı yazılar yazamaz mısın? Rahatlatıcı, ferahlatıcı ve üzmeyen?»

Okuyucum haklı... Ama, ne var ki; hâdiseler, yürek burkan davranışlar, ipsiz - sapsız bildirilerden insanın canı o kadar yanıyor ki, kızmadan edemiyorsunuz... Hiç istemeden politikanın içine giriveriyorsunuz. Solun şirretliği ve yüzsüzlüğü karşısında duyulan tiksinti ve ikrah bir de bakıyorsunuz, yazıya da aynen aksetmiş.

Aslında bedbin biri değilim. Her olayda bir hayır, her rezil kişinin yapısında bir iyi taraf ve her yorumda bir beyin süzgeci arar dururum. Okuyucumuz «Biraz da iç açıcı yazılar yazamaz mısın?» deyince düşündüm... Demek, dozu fazla kaçırmışım.

Bugünkü yazım iyimser ve iç açıcı olacak. Bu yurdu ve bu toprağı insanını yürekten sevenler için yüreklendirici olacak. Konumuz Türkiye...

NASIL BİR TOPRAK

Ülkemiz, yeryüzü coğrafyasının gözbebeği... Dağları, bereketli ovaları, gürül gürül nehirleri, ağacı ve toprağıyla sevilecek kadar, uğrunda ölünecek kadar güzel. Petrolün olmaması da dert değil. Her çeşit ürünün yetiştiği tahılın, sebzenin ve meyvenin dört iklim pazarlandığı böylesi-ne talihli bir bölge; beş kıt’anın rüyalarına girecek kadar değerli olmak gerekir.

Elmasını İtalya’dan, muzunu Mısır’dan, bakırını Şili’den, gümüşünü Afrika’dan ve hattâ suyunu bile Lübnan’dan almak zorunda kalmış her hangi bir Avrupa ülkesinin Türkiye’ye duyduğu hasret (ve gizli haset) çekilecek çilelerden değildir.

İşte biz böylesine güzel bir yurdun çocuklarıyız...                                               ,

İKLİM

Dünyamızda öylesine coğrafya ve iklim fakiri ülkeler var ki, bahar güneşinin ılık ve tatlı huzurunu bilmemişlerdir. Öylesine insanlar vc nesiller var ki, kar ve buzu ancak ansiklopedilerde görebilirler. Ve yine öyle fakir ülkeler var ki, üzerinde yaşayan zengin insanları, güneşi görmek için Temmuzu iple çekerler ve güneşi yakalamak için binlerce kilometre uzaklara âdeta seyittirler. Bu ülke insanlarının Türkiye’ye duyduğu hasret (ve gizli haset) çekilecek çilelerden değildir.

İşte biz böylesine güzel bir yurdun çocuklarıyız...

İNSAN

Batı fedakâr olmayı rafa kaldırmış bir medeniyetin insan sevgisinden uzak kalmış, gönlü fakir insanlar topluluğudur. İnsana benzer makineler yanında makineye benzer insanların da gittikçe çoğalışı, İnsanlık esprisinin gün be gün zayıflaması oluyor. Batı insanı ve aklı başında kalabilmiş Batılı mütefekkir durmadan gerçek «İnsan»ı arıyor. Sinemalarında, tiyatrolarında, roman ve şiirlerinde hattâ resimde hedef olarak insan ve insanlık araştırılmaktadır. Kendi içinde bulamadığı insan’ı filmlere konu ve edebiyata malzeme yapmaktadır. İyi ve fedakâr, dürüst ve çalışkan, daha doğrusu «Özlenen insan»!, dünyada «Görevli insanı», kaybedilen ve kaybolan insanı tam yüz yıldır arıyorlar. En çok satan kitapları ve en fazla seyirci toplayan Co-prodük-siyonları unutulan ve özlenen insanı anlatır. Bu durum Batı için öyle garip bir saplantıdır ki, «Gerçek eser insanı anlatan eserdir» diyerek yeni yeni vecizeler! doping gibi kullanır olmuşlardır.

Tam sırası...

Şimdi bizim insanımızı ve bizi «Biz» yapan değerlerimizi düşünün. Her şeye, her takoza, her tersliğe rağmen insan kalabilmiş Türkiye toplu-munu gözönüne getirin. Silinememiş fedakârlığı, sevimli komşuluk münasebetlerimizi, yıkalama-yan âdet ve an’anelerimizi, bayram ziyaretlerimizi, ard niyetsiz hatır sormalarımızı, gönül gönül selâmlaşmalarımızı, büyüğe hürmeti ve Anadolu kadar haşmetli toleransımızı hatırlayın. Ve hemen söyleyin, biz böylesine büyük medeniyetin çocukları değil miyiz?

POTANSİYEL

Türkiye’nin nüfusu ne kadar? Kırkiki mil-. yon.

Yaş ortalaması kaç? Kırkiki...

Bu ne demektir bilir misiniz?.. Türkiye’de kırkiki yaşında kırkiki milyonluk bir insan potansiyeli var.

Yiyen, içen, okuyan, çalışan ve en önemlisi eli silâh tutabilen kırkiki milyon kişi... Yarısını saf dışı bıraksanız, geriye en azından yirmi milyon delikanlı kalır: Yirmi milyonluk iş ordusu...

Yirmi milyonluk üretici...

Yirmi milyon asker...

Kendi uçağımızı ye silâhımızı kendimiz yaptığımız takdirde bu kuvvet dünyayı ürkütecek ve hizaya sokacak bir. potansiyeldir.

İsveç’te yaş ortalaması 72, İngiltere’de 67, Fransa ve İtalya’da 62 olduğuna göre, bütün Avrupa’nın bir araya gelişi dahi, süper iş gücüne sahip ve süper ordusu hazır bir Türkiye’nin karşısında vız gelir tırıs gider.

Rusya'nın sarhoş ve ürkek askeri, böylesine güçlü bir kuvvetin karşısında ancak esas duruşa geçebilir. Afrika’nın ve Asya’nın derlenip toparlanma devresine rastlayacak 1980’lerin Türkiye’si elbette «Büyük Türkiye» olacaktır. Amerika, Çin ve belki de Rusya’nın hemen ardından dördüncü kuvvetin Türlüye olacağı muhakkaktır. Üç Kıt’-anın politikası Türkiye gerçeği karşısında (Yanında bütün İslâm ülkeleri bulunan) Büyük Türkiye karşısında yeni stratejiler çizmek zorunda kalacak ve dünya’ya sahip çıkabilecek büyük ve sağlam ülkeler Türkiye’siz alınmış bir kararı uygulayamıyacaktır. Türkiye’nin gücü, Orta-Do-ğu’da, Akdeniz’de barış ve adaletin su götürmez garantisidir.

1980’lere varılacaktır.

İşte biz böylesine güzel bir yurdun çocuklarıyız...

PEKİ AMMA

İşte, işin bir de «Amma»sı var...

Bütün bu sahip olduğumuz güç ve kuvveti, genç insan potansiyelimizi, kararlılığımızı’ Batı bilmiyor mu? Batının içimizdeki sefil temsilcisi anarşi destekleyicileri bilmiyor mu? Avrupa bilmiyor mu, Amerika ve Rusya bilmiyor mu?

Yeryüzü bilmiyor mu?

Biliyor... İşte bu yüzden Türkiye rahat bırakılmıyor: Köstek ithalcileri bu yüzden boş durmuyorlar... 1980’lere çeyrek kala (Dosta huzur düşmana ürküntü veren) Türkiye’nin «VAR» olacağı korkusu dünyayı sardı bile.

Bu korku «Pazar» kaybetme korkusudur...

Nüfuz kaybı korkusudur...

Dünya’yı parsellemek niyetinde olanların kursak korkusudur...

Bu korku belki de haklı bir korkudur. Fakat en önemlisi Türkiye’yi ve Türk insanını bilemi-yenlerin korkusudur... Medeniyetimizi anlamı-yanların lüzumsuz korkusu... Bu yüzden korkularında haklı olamazlar.

Büyük Türkiye'ye dünyanın ihtiyacı vardır. İnsanlığın da... Huzur için, yarınlar için ve yeryüzü istikrarı için.

Türkiye büyüyecektir. Büyük Türkiye'ye çeyrek var.

 


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar