Sünnetin Delil Oluşu/ Abdülgani Abdülhalık
Çeviren: Dilaver Selvi
1908'de Kahire'de doğdu. Babası
Ezher âlimlerinden Muhamnıed Abdülhâhk'tır. Küçük yaşta Kur'ân-ı Kerîm'i
ezberledi ve Ezher Üniversitesi'ne bağlı enstitülerde orta öğrenimini
tamamladı. 1935 yılında Ezher Üniversitesi Şeriat Fa-kültesi'nden mezun oldu.
Yüksek lisans tezini verdikten sonra
1940 yılında Hücciyyetü's-Sünne isimli çalışmasıyla doktor unvanını aldı. Ezher
Üniversitesi'nde uzun yıllar Usulu'l-Fıkıh Bölümü'nün başkanlığını yaptı. 500'ü
aşkın yüksek lisans ve doktora tezinin danışmanlığında bulundu.
Suudi Arabistan, Endonezya, Irak,
Libya, Fas ve Ürdün gibi ülkelerin üniversitelerinde misafir hoca olarak
dersler verdi. 1983 yılında Kahire'de vefat etti.
Başlıca eserleri şunlardır:
1- Hücciyyetü's-Sünne.
2- İmam Şafiî'nin Ahkâmu'l-Kur'ân
isimli eserinin tahkiki.
3- Ebû Muhammed Abdurrahman b. Ebî
Hatim er-Râzi'nin {el-İlel, el-Cerhu ve't-Ta'dîl kitaplarının yazarı)
Adâbu'ş-Şâfiî ve Menâkibuhu isimli eserinin tahkiki.
4- îbn Kayyım el-Cevziyye'nin
et-Tıbbu'n-Nebevî kitabının tahkiki.
5- İbnü'n-Neccâr'ın,
Munteha'l-İrâdât fi Cem'i'l-Mukni isimli eserinin tahkiki.
6- el-İmam el-Buhârî ve
Sahîhuhu.
:
7- Usulu'l-Fıkh ligayri'l-Hanefiyye
(İbrahim Abdülhamid ye Hasen Vehdân ile beraber).
8- Muhâdarât fi UsÛLu'l-Fıkh.
9- Buhusun fi's-Sünne el-Muşrife.
10- el-îcma Hakîkatuhu ve Hucciyyetu.hu.
Bu eser;
Hakemliğinde ve hükümlerinde bütün
müminlerin ittifak ettiği Kur'ân-ı Kerîm'in Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi
ve sellem)'i bize nasıl takdim ettiğini; O'nun asıl görevinin ve gönderiliş
amacının ne olduğunu, O'na karşı bakış, değerlendirme ve tutumumuzun nasıl
olması gerektiğini, başta Sahabiler olmak üzere, Tabiîn, Tebe-i Tabiîn ve onlara
önderlik eden imamların Sünnet'e karşı saygı, edep ve aşklarını ele alıyor...
Sünnet'in etrafında oluşturulmak
istenen şüphelerin, ne zaman, nereden ve kimlerden kaynaklandığını, bazı
müslümanlarm bütünlüğü dikkate almadıkları için, Kur'ân'a nasıl ters
düştüklerini; bazı âyetleri yorumlamaya çalışırken, nasıl diğer âyetlere ve
İslâm'ın genel edebine aykırı hareket ettiklerini, bunun sebep ve sonuçlarını
tespit ediyor...
Dini hükümlerde Sünnet'in
zaruretini, aklın yerini, şahsî görüşlerin değerini, Kur'ân'ı açıktan
reddedemeyen oryantalist ve İslâm düşmanlarının nasıl Sünnet'i etkisiz hale
getirmeye çalıştıklarını açıklıyor...
Sünnet'in kalp ve ruhî hayatları
başta olmak üzere müminlerin sosyal yaşantılanndaki bütün güzelliklerin kaynağı
oluşuna da dikkati çeken eser, ilâhi huzurun ve rızanın Sünnet'ten uzak
gerçekleşemeyeceğini ilmi bir üslûpla ispat ediyor.
Şule
Hamd olsun; Hz. Muhammed (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) Efendimiz'i bütün âlemlere ve özellikle mü'minlere bir
rahmet, hûr ve sürür olarak gönderen Allah Teâlâ'ya.
Bütün insanlığa ilâhî edeb ve
kemâlatı Öğretmede en güzel örnek olan Hz. Rasûlullah (aleyhisselâm)'a sonsuz
salât ve selâm, O'nun âl-u ashâb ve ahbabına nihayetsiz hürmet ve ihtiram
olsun.
Geçen asırlar ve içinde bulunduğumuz
zamanda, müslüman toplumların bazılarının mübtelâ olduğu bir hastahk vardır ki;
bu, sünnet-i seniyye üzerinde şüphe, itiraz ve sonuçta inkâr hastalığıdır. Bu
insanlar, hadislerin tesbit, tedvin ve nakil yolu üzerinde birtakım şüpheler
ortaya atarak; dinin ikinci asıl kaynağını zedelemekte ve sonunda, güya dini ve
Kur'ân'ı, aslî hüviyetine kavuşturacağız diye, sünneti devre dışı
bırakmaktadırlar.
Sahabe, Tabiîn ve müçtehid imamların
kendilerini bağlamayacağını rahatça söyleyebilen bu anlayış sahiplerinin
iddiaları şudur:
"Madem ki hadisler üzerinde
bunca şaibe ve şüphe var; başkalarının uygulaması ve içtihadı da bizi
bağlamaz, bu durumda biz; doğrudan Kur'ân'la muhatab olup kendi akıl ve
dirâyetimizle,ilâhî hükümleri birinci kaynaktan tesbit ve tatbik ederiz!"
Bu fikrin asıl tehlikeli yanı; onu,
fikirleri baştan kabul görmeyecek kâfir ve müşriklerin değil, kendini müslüman
sayan kimselerin ortaya atıp savunmaları ve cahil müslümanların da gerçek zannedip* bu tür düşüncelerin
peşine takılmalarıdır. Değerli okurlar!
Elinizdeki eserin müellifi Dr.
Abdülganî Abdülhâhk (Rahme-tullahî aleyh), 194O'lı yıllarda, bu fikirlerin
tartışıldığı ve yayılmaya çalışıldığı bir dönemde, konunun önemine binâen, bu
eseri hazırlayarak ümmetin istifadesine sunmuştur. Biz de zamanımızda yayılma
meyli gösteren bu tür fikirlere ve şüphelere cevap ve insaf ehline irşâd
vesilesi olacak bir çalışmayı düşünürdük. Tam bu sırada merhum müellife ait
Hücciyyetü's-Sünne adlı eser elimize geçti. İncelediğimizde; bunun bizim
düşündüğümüzden daha çaplı ve faydah bir çalışma olduğunu tesbit ettik. İlmî
araştırmalarımızın yoğunluğuna rağmen, bu eserin acilen ümmete sunulmasını
zarurî gördük ve Cehâb-ı Hakk'tan yardım ve muvaffakiyet dileyerek, eseri
tercümeye başladık.
Müellif, kitabında asıl konuya
girmeden önce, "Sünnetin mezheplere göre mânâları" ve
"Peygamberlerin ismeti" konularını, çok detaylı ve uzun bir şekilde,
iki ayrı mukaddimede işlemişti. Biz, müellif gibi bu konuların bilinmesini
zarurî gördüğümüz halde; okuyucuyu doğrudan asıl konu ile yüzyüze getirmek
için bu iki mukaddimeyi tercüme etmedik. Gerçekten her mukaddime birer ayrı
kitapçık olacak kadar detaylı bilgi vermekte idi.
Müellif, alıntı yaptığı kaynaklara,
bazen, sadece müellifin veya kitabının meşhur adını vererek, bazen de cild ve
sayfa numaralarını belirterek atıflarda bulunmuştur. Biz, bütün hadis ve
haberlerin mümkün olduğunca numaralı şekilde kaynaklarım tesbit ettik. Bu
şekilde, eserin güvenilirliğini ve müellifin dayandığı kaynakların sağlamlığını
ortaya koymak istedik. Hem de araştırma yapacaklara bir kolaylık olmasını
düşündük.
Tercümede, dilin rahatlığını ve
mânânın bütünlüğü içinde sunulmasını hedef aldığımızdan; az da olsa, asıl
metne" göre bazı eklemelerimiz olmuştur.
Her bölümde dipnotlar, l'den başlayarak,
yeniden numaralandırılmıştır. Kitabımızın Arapçasımn üçüncü bölümü, Prof.
Muhammed Ebû Şehbe'nin yine bu alanda yazılmış Difâun ani's-Sünne adlı eserine
tamamen eklenerek neşredilmiş, bu eser, Rehber Yayıncılık tarafından Sünnet
Müdafaası, I ve II başlığıyla
tercüme ettirilip istifâdeye sunulmuştur. Bu vesileyle mevcut tercümeyi
inceledik; gerçekten, adı geçen bölümün
tercümesini başarılı bulduk; zaman zaman, mânayı toplama ve cümle dizilişinden
istifade ettik. Bunu belirtmeyi bir borç bilir, mütercim arkadaşlara üstün
başarılar, yayınevine hayırlı hizmetler dileriz.
Değerli okurlar!
Tercümesini sunduğumuz bu eser,
gerçekten bir ilaç gibidir; faydası iman ve insafa, sonuç Cenâb-ı Hakk'm
takdirine bağlıdır.
Kitabın her bölümü ayrı bir devadır.
Özellikle, ikinci bölümde Ashâb ve Selef-i Sâlihîn'in sünnete karşı örnek edeb
ve tavırlarının ibretle okunmasını şiddetle tavsiye ediyoruz. Bütün
peygamberlerin, gıyaben ümmeti olmayı arzuladıkları, Cibril-i Emin'in, huzuru
saadetlerinde edeble oturduğu, Cenâb-ı Hakk'ın, hakkında: "Rasûlüm! Sen,
çok büyük bir ahlâk üzerindesin" diye şahitlik yaptığı, o nûr insan, Yüce
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) olmadan ve örnek alınmadan Kur'ân nasıl
anlaşılır, ilâhî edeb nasıl yaşanır ve Allah'ın rızasına nasıl ulaşılır? Bunu
da temiz vicdanlara soruyoruz.
Beşer sıfatımız ve şaşar vasfımızdan
kaynaklanan hatalarımızı tesbit ve tebliğ edenlerden Allah razı olsun.
Tek arzumuz; Cenâb-ı Hakk'ın, bu
mütevâzi çalışmayı, bize ve bütün Ümmet-i Muhammed'e, ahlâkı Kur'ân ve her şeyi
nûr olan Hz. Peygamber'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) sünnetini sevmede ve
onu ihya edip ihya olmada bir vesile-i rahmet ve sebeb-i inayet yapmasıdır.
Hamd olsun âlemlerin Rabbi olan
Allah'a.
Dr. Dilâver Selvi
Hamd olsun Allah Teâlâ'ya. O, bizim
için din olarak İslâm'a razı oldu. Onu çok şerefli bir din yaptı; yüceltti,
tertemiz ve bereketli kıldı, aydınlatıp âleme yaydı. O'nu destekleyip
kuvvetlendirdi. Din olarak ondan başkasını kabul etmedi. Kendisine İslâm'ı
nasib ederek bahtiyar yaptığı kimseye; rızasını, mağfiretini ve rahmetini nasib
etti. Emrine muhalefetle başka yollar arayana; dünya ve âhirette, hayatta ve
mematta pişmanlık, perişanlık, zillet ve alçaklık takdir etti.
Yüce âyetinde: "Kim, İslâm'dan
başka bir din (ve hayat şekli) ararsa (o bulduğu) kendisinden kesinlikle kabul
edilmeyecektir ve o kimse, âhirette hüsrana düşenlerden olacaktır,"
buyurdu.
Allah'tan başka ilâh olmadığına ve
O'nun hiçbir ortağı bulunmadığına, Efendimiz Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi
ve sellem)'in O'nun kulu ve Rasûlü olduğuna şehâdet ederim. Allah (celle
celâlühü) O'nu, Araplar içinde en faziletli, hasebçe en şerefli, nesebde en
keremii, cömertlikte en ileri olan Kureyş kabilesinden seçmiştir ve kendisini,
vahyini emin bir şekilde tebliğ edip Kitabı'nı açıklaması için göndermiş, O'nu
bütün nebi ve rasûllerin hâtemi yapmış, kıyamete kadar ümmetin önünde ilâhî
hücceti O'nunla ortaya koyup ayakta tutmuştur.
İsâ aleyhisselâmdan sonra, risâletin
bir süre kesilmesiyle insanlar dalâlete saplanmış, azgınlıkta son hadde
varmış, körü körüne taklide takılıp kalmış, cehalete bulanmış ve tamamıyle
isyana dalmış iken Allah (celle celâlühü), O'nu, (mü'minleri Cennetle)
müjdeleyen, (kâfirleri Cehennemle) korkutan, Allah'ın izniyle O'na davet eden
bir nûr ve aydınlatıcı olarak, hak din ile gönderdi. O da gür bir sesle
Rabbinin emrini duyurdu, risâletini tebliğ etti, emaneti yerine getirdi, hayrı
emretti, serden sakındırdı. İnsanları dalâlet ve felâketten çekip hidâyete
davet etti. Dinin temel prensiplerini ortaya koydu; farzlarını bildirdi,
hükümlerini beyân edip usûl ve edeblerini açıkladı. Ümmetine hayır tavsiyede
bulundu. Ölüm emri gelinceye kadar, Allah yolunda cehd ve cihad etti.
Zikredenlerin zikri, gaflet ehlinin de gafleti devam ettiği müddetçe Allah'ın
salât ve selâmı, Efendimiz Hz. Muhammed'e olsun. Allah, öncekiler ve sonrakiler
içinde, mahlûkatına yaptığı en temiz ve en efdal selâm ile O'na selâm etsin.
Allah O'na yapılan salât-u selâmla bizi ve sizi en güzel şekilde temizlesin.
Allah'ın selâmı, rahmeti ve bereketi O'nun üzerine olsun. Allah, bizim adımıza
O'nu en güzel derecelerle mükâfatlandırsın. Hiç şüphesiz Allah, O'nun sebebiyle
bizi helâktan kurtardı; bizi, insanlar için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmet
içinde yarattı. Razı olduğu din ile şereflendirdi. O din için meleklerini ve
kendilerine in'am ve ihsanda bulunduğu kullarını seçti.
Zahiren ve bâtınen, din ve dünya
adına, elde ettiğimiz her nimetin bize ulaşmasına, dinimiz ve dünyamız için
başımıza gelecek bütün felâketlerin bizden uzaklaşmasına tek sebep, Hz.
Muham-med (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Efen dimi z'dir. O (salla’llâhü aleyhi
ve sellem), hayrın öncüsü, doğrunun mürşidi, dalâlet ve felâketten alıkoyan,
dünyada ümmetini irşâd ederken hep nasihat yolunu tutan bir saadet rehberidir.
Allah Teâlâ, ibrahim (aleyhisselâm)
ve âline salât ettiği gibi Efendimiz Muhammed'e (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
ve âline de salât etsin. O, son derece hamde lâyık ve pek yüce bir Rab'dir.
Yüce Allah, dinin imamları, hidâyete
ulaşanların yıldızları, azgınlık yolunda gidenlerin engeli, sünnet yoluna
sülük ederek, Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) edeb, hâl ve
gidişatına sımsıkı sarılan, O'nun nurlu yolunu takip, hâlini taklid, fiillerini
tatbik eden, sözlerini araştırıp koyduğu esasları yaşatan ve yücelten, O'nun
getirdikleri ile şereflenen ashâb, ahbâb, dost ve etbâmdan razı olsun.
Ayetin beyanıyla: "Onlar;
Rablerinden gelen hidâyet yolu üze-rindedirler ve onlar, gerçekten kurtuluşa
eren kimselerdir."[1][1]
Bundan sonra, şunu ifade etmek
istiyorum: Ben, Şeriat-ı İslâmiyye Fakültesinde, ihtisas talebelerine,
"İslâm Hukuk Tarihi" derslerine girerken fakülte idaresi, fakülte
hocalarından üç şahsın hazırladığı bir kitabı, talebelerin ders olarak okuması
ve bu sahada imtihanda temel bir eser olarak ellerinde bulunması için
talebelere dağıtmıştı. Kitapta, İslâm hukukunun geçirdiği devrelerden dördüncü
devre işlenirken araştırmacılar, Mu'tezile mezhebinin sünnete karşı
tutumlarından bahsetmekteydiler. Orada, Mu'tezile'den bir fırkanın
Rasûlullah'tan (salla’llâhü aleyhi ve sellem) sâdır olan sünnetle içtihadda
bulunmayı (onunla hüküm çıkarmayı) inkâr ettiğini söylüyorlar ve İmam
Şafiî'nin de el-Ümm adlı eserinin yedinci cüz'ünde özel bir bâb açarak bu
fırkanın şüphelerini zikredip, onlara cevaplar verdiğini ileri sürüyorlardı.
Halbuki benim, bundan önce diğer usûl kitaplarından edindiğim bilgiye göre
müslümanlar arasında sünnet ve onun hükümlerde kaynak olması konusunda, hiçbir
çekişme mevcut değildi ve bütün eserlerde, sünnetin zarûret-i diniyyeden olduğu
belirtilmekteydi.
Bahsettiğim çalışmayı yapanların bu
meselede ileri sürdüklerinin, haktan ve doğruluktan uzak olduğunu gördüm.
Çünkü usûl âlimleri, bu konuda geniş vukûfîyet sahibi idiler ve büyük olsun küçük
olsun, müslüman cemaatın selefi ve halefi arasındaki ihtilâfları naklederken
son derece titiz davranıyorlardı. Şayet, sünnetin hücciy-yeti (delil oluşu)
konusunda herhangi bir ihtilâf bulunsaydı, mutlaka onu naklederlerdi. Nitekim
âlimler, icmâ ve kıyas konusunda vâki olan ihtilâfları zikretmişlerdir. Gerçi
bu muhalefet sahipleri tutunamamış ve silinip gitmişlerdir; fakat usûl
âlimleri, yine de bu ihtilâfları tesbit ve nakletmişlerdir. Sünnetin hüccet
olması konusunda herhangi bir ihtilâf vâki olsaydı; bazıları ona vâkıf olmasa
bile, diğer âlimler onu gözden kaçırmayıp tesbit ve tasrih ederlerdi.
Görülüyor ki, âlimlerin bu konuda herhangi bir ihtilâfı yoktur; aksine,
sünnetin hücciyyeti (hükme kaynak olması) konusundaki ulemânın icmâsı,
yukarıdaki araştırmacıların el-Ümm kitabından anladıklarının bâtıl olduğunu
ortaya koymaktadır.
Sonra ben, el-Ümm kitabıyla, onunla
birlikte basılmış, yine İmam Şafiî'ye ait Cimâu'l-İlim kitabına müracaat ettim.
Eserleri, baştan sonra okudum; bahsi geçen araştırmacıların görüşünü destekleyen
ve doğruluğunu ortaya koyan herhangi bir ibare ve mânâya rastlamadım. Bilakis,
onların söylediklerinin tam tersinin ifade edildiğini gördüm. Halbuki İmam
Şafiî'nin (r.h) yazı ve ifadelerinden anlaşılan, sünnetin hücciyyetini inkâr
eden hiçbir müslümanm bulunmadığıdır. Hem İmam'm ibare ve ifadelerinden
alınacak ve anlaşılacak olan bütün mânâ şudur: "Bazıları, bütün haber ve
hadisleri reddetmekte ve onlarla hüküm çıkarılamayacağını söylemektedirler.
Çünkü bu kimseler, Rasûlullah'tan (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bize kadar
sahih, sağlam bir haberin nakledilmediği görüşündedirler."
Bundan çok hayrete düştüm ve -Allah
kendilerini muhafaza etsin- bu üstadlarm İmam Şafiî'nin sözlerini ele
alışlarına ve bu tür bir mânâ ile yorumlamalarını çok yadırgadım. Onların, bu
sözü başka bir kaynaktan alarak aktarmalarını ve oha dayanarak bu görüşe
varmalarını ne kadar arzulardım.
Sonra, İslâm Hukuk Tarihi konusunda
yazılmış olup elde mevcut diğer kaynaklara müracaat ettim.
Tarihu't-Teşrîi'-İslâmî kitabının yazarı, Üstad el-Hüdarî'nin kitabında,
yukarıdaki görüşü kaydedip desteklediğini ve sünnetin hücciyyeti konusunda
zikrettiği ihtilâfı, onun da İmam Şafiî'nin ifadelerine dayandırdığını gördüm.
Bu sırada, Mecelletu'l-Kânun
ve'l-îktisadda, Üstad Şeyh Ab-dülvehhab Hallaf m İslam'da Üç Temel Delil adıyla
neşrettiği, kıymetli bir araştırmasına müttalî oldum. Çalışmayı incelediğimde,
onun da Üstad Hüdarî'nin ortaya koyduklarını kaydettiğini gördüm. Üstad, her ne
kadar muhalif firkaya cevap verirken: "Onlar, sünneti bizatihi sünnet
olarak inkâr etmiyorlar; ancak sünnetin bize gelişini nazar-ı dikkate alarak
bütün haberleri reddediyorlar." şeklinde bir yaklaşımda bulunmuşsa da
sünnet konusundaki muhaliflerin delillerinin detayını görmek ve okumak
isteyenleri, İmam Şâfiînin el-Ümm kitabıyla, Dr. Tevfik Sıdkı ile Ezher
âlimlerinden birisi arasında geçen ve İslâm Sadece Kur'ân'dır başlığı ile
Mecelletü'l-Me-nar'da yayınlanan tartışmaya havale etmiştir.
Bunun üzerine ben de bu dergiye
müracaat ettim ve işaret edilen yazıyı bulup inceledim; her iki tarafin
sözlerini okudum. Dr. Tevfik'in, sünnetin hüccet oluşunu inkâr ettiğini, doğru
dürüst bir hazırlık yapmadığı bir konuda konuştuğunu, işin aslını bilmediğini,
ulu orta, körü körüne fikirler ileri sürdüğünü, bizatihi sünnetin hüccet
olmasıyla, onun elde ediliş yollarını ve onların güvenilirliği konusunu
birbirine karıştırdığını, sırf lâf olsun diye konuşan kimseler gibi olduğunu,
söylediklerinin hak ölçüsüne uyup uymadığına, halk yanında kabul görüp
görmediğine bakmadan ve buna hiç aldırış etmeden fikir beyân ettiğini gördüm.
Sonra, Muhammet! İs'âf
en-Neşşâşîbî'ye ait el-İslâmü's-Sahîh adında bir kitap elime geçti. Müellifin,
kitabının mukaddimesinde, Dr. Tevfik'in sözlerine benzer ifadeler kullandığını
gördüm. Fakat yazar, sözlerinde neyi kasdettiğini açıkça belirtmemişti. Bu
konunun İslâm hukukunda ve şer'î hükümlerin istinbâtında büyük bir önem ve
ehemmiyeti bulunduğundan dolayı, sünnetin hücciyyeti (dinî hükümlerde delil
oluşu) konusunda bir kitap yazmayı ve bunun zaruretini ortaya koymayı gerekli
gördüm.
Kitabımda, müslümanlar arasında bu
konuda, herhangi bir ihtilâfın bulunmadığını, İmam Şafiî'nin sözünden de
kesinlikle yukarıdaki iddianın anlaşılmayacağım ortaya koydum. Sonra sünnetin,
dinî nıesâilde bir delil olduğunu, hiçbir şek ve şüpheye mahal bırakmayacak şekilde,
kesin delillerle açıkladım. Bizatihi sünnetin hüccet oluşuyla, nakle dayanan
haberlerin delil oluşu arasındaki farkı belirttim. Aynı zamanda, Dr. Tevfik ve
benzerlerinin ortaya attığı ve takıldıkları birtakım şüphelere de cevaplar
verdim. Asıl konuya girmeden, ismet konusunun ele alınmasını da gerekli
gördüm. Çünkü ismet (Hz. Peygamber'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hatadan
korunması), sünnetin hüc-ciyyetini isbat konusunda temel bir unsurdur ve bu
konudaki diğer deliller hep buna dayanmaktadır. Ayrıca sünnetin ne mânâlara geldiğini
açıklamayı da; sünnetin usûldeki mânâsı ile diğer mânâları arasındaki farkın
belli olması açısından gerekli gördüm.
Bunların yanında, kitabın sonunda,
sünnetin hüccet olmasıyla ilgili iki meseleye değinmeyi de uygun buldum.
Bunlar; delil olma konusunda sünnetin, Ritab (Kur'ân)'la aynı.değerde olduğu
ve sünnetin hüküm koymada müstakil oluşu konularıdır. Bu iki konuya değinmek
zorunda kaldım; çünkü bazı imamlar bu konuda çekişmeye girmişler ve değişik
görüşler ileri sürmüşlerdir. Ben de bu konulardaki hak olan görüşü açıklamak
istedim. Böylece kitabımız; iki mukaddime, üç bölüm ve bir hatimeden
oluşmuştur:
Birinci mukaddime; sünnetin
mânâlarını,
İkinci mukaddime; peygamberlerin
ismetini işlemektedir.
Bölümler ise,
1. Bölüm: Sünnetin hüccet oluşunun
dinî bir zaruret olduğunu,
2. Bölüm: Sünnetin hüccet oluşunun
delillerini,
3. Bölüm: Sünnetin hüccet oluşu
konusunda ileri sürülen şüpheler ve bunlara verilen cevapları ithiva etmekte
ve işlemektedir.
Hatime (sonuç) bölümü ise sünnetin
hücciyyetiyle ilgili bahisleri içermektedir. Kitabın adım,
"Hücciyyetü's-Sünne" (sünnetin dinde delil oluşu) koydum. Ele aldığım
her bahsi, ancak o konuda yazılmış, büyük veya küçük, bulabildiğim bütün
kaynaklara müracaat ettikten sonra işleyip ortaya koydum. Mevcut her eseri
nazar-ı dikkate aldım. Çünkü bazen küçük bir kitapta bulunan bilgiler, büyük
kitaplarda bulunmayabiliyor. Her yazdığımı, ancak onun sahih ve doğru olduğuna
yakînen inandıktan sonra yazdım. Ele aldığım konuda eser yazan kim olursa
olsun, muasır veya önceki devirlerde yaşasın, fikri benim mezhebime uysun veya
uymasın, hiçbir fikre şartlanmadan sadece gerçeğin peşine düştüm. Eserini veya
fikrim incelediğim kimsenin hata ettiğini tesbit ettiğimde ona muhalefet
etmede hiç tereddüt etmedim. O konudaki tercih ve tesbit ettiğim görüşün
isabet yönünü de açıkladım. Bununla birlikte, tenkid ettiğim şahsa hürmet ve
ihtiramla faziletini itirafı elden bırakmadım. İlmini takdir, derecesini
tebcil ettim.
Bazı bahislerde sözü uzattığım, bazı
ibare ve ifadeleri çokça tekrarladığım, kapalı geçilecek noktaları genişçe
açıkladığım için veya başka sebeplerden dolayı tenkid edilebilirim. Fakat,
bütün bunlardaki maksadım; konuyu hakkıyla işlemek, istifadenin tam olmasını
temin, meseleleri genişçe izah edip araştırıcının karışıklık ve şüpheye
düşmemesini sağlamaktır. Üzerime düşeni yapmada muvaffak olduğumu ümid
ediyorum. Bu muvaffakiyetim ancak Allah Teâlâ'nm tevfik ve inâyetiyle olmuştur.
Hem O'ndan başka (asıl) güç ve kuvvet sahibi yoktur.
Bu arada ben, bu çalışma sayesinde
fıkıh, fıkıh usûlü ve İslâm Hukuk Tarihi alanında üstad derecesine (doktora)
ulaşmak için gerekli imtihanları geçmeye muvaffak oldum. Bu dereceye ulaşmak
için bu alanda bir konunun araştırılıp kitap halinde ilgili mercilere sunulması
gerekliydi. Ben de Şeriat Fakültesi'ndeki doktora imtihanını yöneten heyete, bu
kitabımı takdim etmeyi uygun buldum. Allah'ın izniyle, bu sayede üstadlık
payesine ulaştım.
Biz şükründen âciz iken hak
etmediğimiz nimetlerini üzerimize akıtan ve ihsanlarını devam ettiren, bizi,
insanların ihya ve irşadı için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmet içinde
yaratan Allah Teâlâ'dan, bizi, Kitabı'm ve Rasûlü'nün sünnetini güzelce
anlamak, kavlen ve fiilen onlara uymak nimetiyle nzıklandırmasını niyaz ederiz.
Dr. Abdülganî Abdülhâlık
SÜNNETİN
DELİL OLMASINDAN MAKSAD NEDİR?
Hiç şüphesiz, Allah Teâlâ, tek hüküm
koyucudur ve O'ndan başka ilâh yoktur ve yine bir gerçektir ki; hiçbir kulun
diğer kullar üzerinde kendi tasarrufu ile hükmetme yetkisi yoktur. Bu hakikati,
Kur'ân-ı Kerîm şöyle ifade eder: "Hüküm ancak Allah'a aittir.”[2][2]
Bu konuda bütün müslümanlar aynı görüştedirler ve yine, Cenâb-ı Hakk'm hükmüne
kesin olarak uymanın vâcib olduğunda ittifak halindedirler.
Sonra ilâhî hükümler, Allah'ın
zâtına ait nefsî hitablar olduğundan; bizim, bir delil ve işaret olmaksızın bu
hükümlere muttali olmamız mümkün değildir. Bu sebeple Allah Teâlâ, bize, hitab
ettiği hükümleri bilmemiz veya kesin bir kanaatla hükmün dayanağını bilip amel
etmemiz için önümüze Kitab, sünnet, icmâ, kıyas gibi delil ve işaretleri
koymuştur.
Buna göre sünnetin delil olmasının
mânâsı şudur: Sünnet, Allah'ın hükmüne bir delil olup bize ilâhî hükmü bilmede
yakın ilim ve kanaat verir, onu bize izah eder ve kapalı yönlerini açıklar.
Bu durumda bizler, sünnet
vasıtasıyla ilâhî hükmü kesin olarak bildiğimizde veya onun Cenâb-ı Hakk'a ait
olduğuna kanaat ettiğimizde, ona uymak ve onunla amel etmek üzerimize
vâcibdir. Bunun için âlimler şöyle demişlerdir: "Sünnetin delil
olmasından maksad, gereğince amelin vâcib olmasıdır."
Demek ki sünnetin delil olmasıyla
anlatılmak istenen; onun ilâhî hükümleri açıklaması, kapalı yönlerim açması ve
ona delâlet etmesidir. Bu da onun delâlet ettiği şeyle amel etmenin vâcib
olmasını gerekli kılar. Çünkü bu durumda o, Allah'ın hükmü olmaktadır.
Bu açıklamadan anlaşılmıştır ki:
"Sünnet, Kur'ân'ın haricinde hüküm ortaya koyar, bu yetkiyi elinde
bulundurur ve Hz. Peygamber kendi başına hüküm koyucudur" demek, doğru
değildir. Hem böyle bir şeyi, hiçbir kimse söylememiştir.
Allah Teâlâ, "Peygambere itaat
ediniz"[3][3] buyurarak, Peygam-ber'e itaati vâcib
kılmıştır. Bu emir, Hz. Peygamber'in de tek başına hüküm koyucu olduğunu, ondan
çıkan emir ve yasakların, Allah Teâlâ'dan değil, kendisinden kaynaklanan
hükümler olduğunu gösterir. Çünkü Allah'ın Peygamber'e itaati vâcib kılmasının
mânâsı, Hz. Peygamber herhangi bir fiili emredip gerekli kıldığında, ona uymamızın
vâcib olmasından başka bir şey değildir. Şu halde, burada iki hüküm vardır:
Biri, Hz. Peygamber'e uymanın gerekli oluşu ki bu hüküm, Allah Teâlâ'dan
gelmektedir; diğeri de fiilin gerekli oluşu ki, bu da Hz. Peygamber'den
kaynaklanmaktadır. Demek ki, "Hz. Peygamber de hüküm koyucudur,"
dersen, cevaben derim ki: "Hayır, öyle değildir. Asıl hüküm koyan, Hz.
Peygamber'e ve O'ndan sâdır olan emirlere uymayı gerekli kılan Allah
Teâlâ'dır."
Buradan anlaşılacak olan şey şudur:
Allah Teâlâ, Hz. Peygamber'den sâdır olan ifadeleri, kendisinin o fiili
gerekli kıldığına bir delil ve işaret yapmıştır.
Buna göre "Peygambere itaat
ediniz" sözünün mânâsı: "Peygamber'den bir emir ve nehiy sözcüğü
çıktığında, biliniz ki, emredilen şeyi size ben vâcib kıldım ve nehyedileni de
ben haram yaptım," demek olur. Nitekim güneş öğle vakti tepe noktasından
kaydığında: "Öğle namazı vâcib oldu," denilir.
Bu izahımıza göre şunu
söyleyebiliriz: Eğer Cenâb-ı Hakk'ın Peygambere uyunuz emri olmasaydı, Hz.
Peygamber'in emri bize vâcib olmazdı. Şu halde, her ne kadar Hz. Peygamber
zahiren hüküm koyucu görünüyorsa da aslında, hüküm koyup emir veren sadece Allah
Teâlâ'dır.
SÜNNETİN
DELİL OLUŞU DİNÎ BİR ZARURETTİR. BU KONUDA MÜSLÜMANLAR ARASINDA BİR İHTİLÂF
VÂKİ OLMAMIŞTIR
Hiç şüphesiz, dinî akide ve şer'î
bir hüküm konusunda, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'den rivayet
edilen bir hadisle istidlal etmenin ve hüküm çıkarmanın sahih olması, iki şeye
bağlıdır :
1- Hadisin, Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'den sâdır olduğu şekilde tes-bit edilmesi. Bu durumda hadis,
hüküm kaynaklarından bir asıl ve delil olmaktadır.
2- Hadisin Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'den, güvenilir râviler yoluyla rivayet edildiğinin tesbit
edilmesi.
Bu ikinci durum, Tabiîn ve onlardan
sonra kıyamete kadar geleceklerle, Sahâbe'den bazıları için sözkonusudur.
Sahâbe-i Kiram, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'den sâdır olan
fiil ve sözleri, bizatihi gözüyle görüyor, kulağıyla işitiyordu. Bu durumda,
ikinci şıkkın gereği kalmamıştır. Çünkü onun, buna ihtiyacı kalmamakta, hadisi
tesbit ve tebliğinde müşâhedesiyle hareket etmektedir. Ancak bazıları uyku,
başka yerlerde bulunmak ve benzeri sebeplerden dolayı Hz. Peygamber'in her
fiil ve sözüne şâhid olamıyordu. Bu durumda, hadiseyi bizzat gören başka bir
sahabeden rivayet ve dinleme yoluyla öğrenme durumunda kalıyordu. O zaman da
"tâbi" durumunda oluyordu.
Sonra âlimler, ikinci şıkta hadisin,
Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'den gelişini tesbit için tutulan
yol konusunda, pek çok değişik görüşler ileri sürmüşlerdir:
Bazıları, bize bir hadisin, Hz.
Peygamber'e ait olduğunu ne ilmen, ne zannen, ne tevatür yoluyla ne de âhad
yolla gösterecek herhangi bir yol yoktur, demişlerdir. Bu durumda onlar, Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'den rivayet edilen bütün hadislerle
ameli inkâr, haberleri reddetmiş oluyorlar.
Bu kimselerin inkâr ve itirazı,
hadislerin Hz. Peygamber'den geliş şekline ve bu rivayetlerin delil olmasına
değil, güvenilir ve kabul edilir herhangi bir yolla, böyle bir tesbitin
bulunmadığı sebebine dayanmaktadır.
İmam Suyûtî (911/1505),
Miftâhü'l-Cenne fil-Ahbâri bi's-Sün-ne kitabında bu grubun şüphelerini
açıklayarak şöyle demiştir: "Sünnetle hüküm çıkarmayı inkâr eden bazı
kimseler, Rasûlullah'ın peygamberliğini kabul etmekte, fakat ilk halifeliği Hz.
Ali'nin hakkı görmektedir. Sahâbe-i Kiram (r.a), Hz. Ebû Bekir'e halifeliği
teklif ve ona bey'at ettiklerinde, bu sapık kimseler -Allah onlara lanet
etsin-Sahâbe-i Kirâm'a: 'Zulüm yaptılar, hakkı sahibine vermediler,' diye kâfir
dediler ve yine bu grub, -Allah kendilerine lanet etsin- hakkını aramadı diye,
Hz. Ali'yi de kâfirlikle itham ettiler ve bu anlayış üzerine, bütün hadisleri
redde gittiler. Çünkü onların düşüncesine göre hadisler, kâfir kimselerin
rivayeti ile gelmiş oluyordu. Allah/ Allah! bu ne sapık düşünce! Innâ lillah ve
Innâ ileyhi râciûn!"
Âlimlerin bir kısmı da,
"Hadisler ancak tevatür yoluyla tesbit edilebilir," deyip bütün âhad
haberleri[4][4] reddetmişlerdir.
Âlimlerin bir kısmı ise hadislerin
mütevâtir ve âhad yollarla gelişini kabul ettikleri halde, haber-i vahidin
şartlarında birçok farklı görüşe sahip olmuşlardır:
Hanefîler, haber-i vahidin kabulü
için şu şartları ileri sürmüşlerdir:
1- Hâvisi, hadise muhalif amel
etmeyecek.
2- Hadis, umûmî belvâ durumunda olan
bir konuda olmayacak.
3- Kıyasa ters düşmeyecek.[5][5]
Mâlikîler, haber-i vahidin, Medine
Ehli'nin ameline ters düşmemesini şart koşmuşlardır.
Şâfiîler ise haber-i vahidin mürsel
olmama şartını ileri sürmüşlerdir.
Haricîler, Sahâbe'den sadece
kendisini idare ve yönetime lâyık gördükleri kimsenin rivayet ettiği hadisleri
kabul etmektedirler. Onlara göre hadis, Sahabe arasında çıkan fitneden önceki
hadistir. Fitneden sonra ise, kendi zanlarınca, çoğunluk zâlim imamlara tâbi
oldukları için onları tamamen terk ettiler ve onlara düşman oldular. Böylece
cumhur, onların güvenini alacak kimseler olmaktan çıkmış oldu.[6][6]
Şia'nın bir kısmı da imamlarının
veya imamların sülâlesinden gelen kimselerin rivayet ettikleri hadislere
güveniyor, bunların dışındaki kimselerin rivayet ettikleri hadisleri terk
ediyorlardı. Çünkü Hz. Ali'yi imam ve halife kabul etmeyen kimse, bu iş için
ehil ve emniyetli değildir, diyorlardı.[7][7]
Bu konuda, bunlardan başka, daha pek
çok ihtilâf mevcuttur.
Burada biz, bu ihtilâfları açıklama,
haklı olanları beyan etme durumunda değiliz. Çünkü kitabımızın konusu bunlar
değildir. Ancak bunlara kısaca değindik ki, okuyucu yanılarak bu ihtilâfları
ve onlardan bazılarını, sünnetin delil olma hususundaki ihtilâf olduğunu
zannetmesin.
Şimdi, ilk meseleyi ele alalım.
İnceleyeceğimiz konu şudur: Rasûlullah (aleyhisselâm)'dan geldiği sabit
olduktan sonra, sünnetin delil oluşu ve bu konuda herhangi bir ihtilâfın olup
olmadığı.
Tesbitlerimize göre bazı âlimler,
sünnetin birtakım özel durum ve alanlarda delil oluşunu kabul etmemektedirler.
Meselâ, sünnetin hüküm koymada müstakil oluşunu inkâr eden ve Kur'ân'dan bir
âyet bulunmayan konularda sünnetle hüküm koymayı kabul etmeyenlerle, sünnetin
Kur'ân'ı nesh etmeyeceğim savunan ve benzeri görüşler ileri süren kimseler
gibi. Bunların açıklaması ileride gelecektir. Biz, şimdilik bu konulardan söz
etmeyeceğiz. Bizim üzerinde durduğumuz konu, genel olarak sünnetin delil
oluşunu tesbit etmek ve "hiçbir halde ve hiçbir şekilde sünnetle hüküm
çıkarılmaz," diyerek bu konuda çekişmeye giren, herhangi bir âlimin olup
olmadığım ortaya çıkarmaktır.
Biz, Gazâlî (505/1111), Âmidî
(617/1220), Pezdevî (483/1090) ve eserlerinde bunların yolunu izleyen bütün
usûl âlimlerinin kitaplarında, açıkça veya işaret yoluyla, sünnetin delil
olması konusunda bir ihtilâfın bulunduğu konusunda bir kayda rastlayamadık. Bu
zevat, daha önceki âlimlerin kitaplarını ve görüşlerini iyice araştırmış, en
zayıfına kadar bütün ihtilâfları incelemiş ve onlara en güzel cevaplarla
karşılık vermeye özen göstermiş kimselerdi.
Tesbitlerimizde, onların, sünnetin
hüküm kaynağı oluşuna delil getirmek için pek uğraşmadıklarını gördük. Bu
konuda bazılarının yaptığı bütün şey, sünnetin delil oluşunun dayandığı
noktaları ifade etmek olmuştur ve bununla, sünnetin delil oluşunu kabul
etmeyene cevap vermeyi de düşünmemişlerdir. Onlar, bu konuda, herhangi bir
delil açıklamakla sünnetin, bütün muhaliflerin çekişmesinden, tereddüt
edenlerin endişesinden uzak, mevkiinin yüksek olduğunu anlatmak istemişlerdir.
Tesbitlerimize göre Kemal Ibnu Hümam
(861/1457), sünnetle hüküm çıkarmanın ve sünneti bir delil kabul etmenin dinî
bir zaruret olduğunu kaydetmektedir.[8][8] Sa'du
Taftazânî (793/1390) ise bu konuda, ondan Önce et-Telvih isimli eserinde
şunları söylemiştir:
Eğer, "Ulemânın işini
anlayamadım; onlar, icmâ ve kıyas gibi usûl meselelerini isbat ederken
yaptıklarını, Kitab ve sünneti isbat ederken yapmıyorlar; öncekileri genişçe
ele aldıkları ve bir sürü delille destekledikleri halde, Kitab ve sünneti
kısaca zikredip geçiyorlar. Bunun sebebi ne olabilir?" dersen, derim ki:
"Usûl ilminde, araştırmanın gayesi, delile muhtaç olan şeylerdir. Kitab
ve sünnetin delil oluşu, halk arasında malum ve meşhur olduğu için apaçık
ortadadır. Icmâ ve kıyas böyle değildir. Bunun için âlimler, hüküm için
is-batı kolay olmayan konulara daha çok değindiler. Şaz kıraatlar ve haber-i
vâhid gibi."[9][9]
Müsellemü's-Sübût müellifi ve şârihi, bu konuda der ki: "Kitab, sünnet,
icmâ ve kıyasın delil oluşu, kelâm ilmine ait konulardır. Fakat usûl âlimleri,
icmâ ve kıyasın delil oluşunu genişçe incelemişlerdir. Çünkü -Allah
kendilerini kahretsin- Haricî ve Râfizîlerden bir grup ahmak, icmâ ve kıyas
hakkında çok itiraz ve gürültü yapmışlardır. Kitab ve sünnetin delil oluşuna
gelince; dini bütün olan ümmet, bu konuda ittifak halindedir. Bunun için fazla
izaha gerek yoktur."[10][10]
Yukarıdaki izah, müellifin
kitabından kısaltılarak alınmıştır.
Evet, İsnevî (772/1370),
Şerhu'l-Minhâc adlı eserinde, İbn Burhan'dan şunu nakletmiştir: "Dehrîler[11][11], Kitab ve sünnet konusunda muhalefet
ederler.”[12][12]
Fakat bu kimselerin muhalefetinin
hiç kıymeti yoktur. Çünkü biz, İslâm dairesine girmiş kimselerden, bu konuda
farklı görüş ileri sürenini arıyoruz. Müslüman olmayanın inkâr ve itirazı bizi
etkilemez.
Dehrî gibi kimselere gelince, bu
konuda onlara delil getirmek ve bu meselede onları muhalif kabul etmek bile
abestir. Biz, onlara mezheplerinin temeli konusunda delil getirip bozuk
fikirlerini iptal ve Allah Teâlâ'nın varlığı, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi
ve sellem)'in bütün insanlara peygamber olarak gönderildiğini kendilerine istat
ederiz. Bundan sonra onlara, sünnetin delil olduğunu isbat etmemiz gerekmez.
Çünkü O'nun peygamberliğini kabul eden, sünneti de kabul eder.
Hayret ediyorum! Bu konuda
müslümanlar arasında bir münakaşanın olması, başında azıcık aklı olan
birisinin: "Ben müslümanım," deyip de sonra, bütünüyle sünnetin delil
olması konusunda çekişmeye girmesi nasıl düşünülebilir? Böyle bir durumda o
kimsenin, başından sonuna kadar İslâm'ı, bütün olarak kabul etmediği ortaya
çıkmaktadır.
Hiç şüphesiz, bu dinin temeli ilâhî
Kitab'dır. Sünneti bütünüyle inkâr ederek Kur'ân'ın Allah'ın kelâmı olduğunu
söylemek yeterli değildir. Çünkü bu ilâhî kitabın Allah'ın kelâmı olduğu ancak
doğruluğu mucizeler ile sabit olan Hz. Rasûlullah'm (aleyhisselâm):
"Muhakkak bu, Allah'ın kelâmı ve O'nun kitabıdır," demesiyle sabit
olmuştur. İşte Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in bu sözü de
münkirlerin hüccet ve delil değildir diye reddettikleri sünnetin içine
girmektedir. Böyle bir anlayış ancak dinden çıkma, zındıklık ve dini kökünden
yıkmayı hedefleyen bir inkâr değil midir?
Eğer sen, "Kur'ân-ı Kerîm'in
Allah'ın kelâmı olduğunu ancak Hz. Peygamber'in sözüyle anlarız; iddianı kabul
etmiyoruz, onun Allah'ın kelâmı olduğu bizatihi kendi i'cazı ile sabit
olmuştur/' dersen, cevaben derim ki:
Evet, Kur'ân'ın tamamı, ondan bir
tek sûre ve hatta üç âyet hakkında, "Bunların Allah'ın kelâmı olduğu,
kendi i'cazları ile sabit olmuştur. Bu konuda Hz. Peygamberimiz (s.a.u)'in
ayrıca sözüne hacet yoktur," denebilir. Bu, i'cazı isbat etmek içindir.
Ancak iki veya bir âyeti ve âyetin bir kısmım ele aldığımızda, bunlarda i'caz
özelliği ortaya çıkmamakta ve dolayısıyla onların Allah'ın kelâmı olduğunu
bilmemiz, sadece i'caz anlayışı ile hâsıl olmamaktadır.
Bu durumda onun Allah'ın kelâmı
olduğunu, ancak doğruluğu Kur'ân'm tamamı veya bir sûresinin i'cazı ve başka
mu'cizelerle ortaya çıkan Hz. Peygamberimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in:
''O, Allah'ın kelâmıdır," sözüyle bilebiliriz.[13][13]
Bizler, dinî bir akide veya şer'î
bir hüküm konusunda, Allah'ın Kitabı'ndan bir delil getirirken, bir âyeti veya
âyetin bir kısmını delil olarak kullanmaktayız. Şayet Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'in bu sözü hüccet olmasaydı, bir âyet veya onun bir kısmıyla
delil getirmemiz mümkün olmazdı.
Malumdur ki, bir âyetin veya bir
kısmının Kur'ân'ın bir parçası olması, dinî bir zarurettir. Bunu inkâr, bir
müsiüman için hiçbir halde caiz değildir. Ayetlerin bir kısmı ile şer'î bir
hüküm konusunda delil getirmek de aynı şekilde dinî bir zaruret ve inkârı caiz
olmayan bir durumdur. Bu iki zarurî iş, sünnetin delil olmasına bağlı olunca
aynı şekilde sünnet de zarûret-i diniyyeden olmaktadır. Artık İslâm Dini'ne baş
eğip teslim olmuş bir kimsenin, sünnetin delil oluşunu inkâra yeltenmesi veya
bu konuda şüpheye düşmesi, nasıl mümkün olur ?
Hayret ediyorum! Ulemânın, üzerinde
icmâ ettiği, zarurî olarak dine ait olduğu bilinen ve inkârı da dinden çıkmayı
gerektiren pek çok mesele -meselâ namazın rek'atlannm sayısı gibi- sünnete
dayalı iken ona: "Dinî bir zaruret değildir," demek, nasıl mümkün
olur? Hem zarurî olan şeyler, -onlar gibi düşünürsek- zarurî olmayan bir şeye
nasıl bağımlı olabilir?
Bu meselelerin, sadece Kur'ân'dan
anlaşılacağını zannetmek, elbette bâtıldır. Bu tür bir çaba, muhali
gerçekleştirmeye uğraşmaktır ki sonuç alınamaz. Hem bizden önceki âlimler,
bütün meseleleri Kur'ân'dan çıkarmaya bizden daha kudretli ve dirayetli iken
bundan âciz kaldıklarını itiraf etmişlerdir.
Bunca zarurî mesele, sünnetin delil
oluşuna bağlı iken bir mü'minin bu konuda çekişmeye girmesi, nasıl sözkonusu
olabilir? Hem bu konuda çekişmeye girmek, ona dayalı bütün meselelerde de
çekişmeyi gerektirir. Bu da sonuçta dinden çıkmaya götürür. Çünkü iman, Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in, din olarak getirdiği-şeyleri kesin
olarak tasdik etmektir.
Eğer, "Bu hükümlerin delili,
icmâdır; icmâ da delil olarak sünnete bağlı değildir," denilirse, derim
ki: Bu, boş bir sözdür. Çünkü icmânın bir dayanağı olması lâzımdır. Bu gibi
konularda dayanak, Kitab değildir. Çünkü bunların Kitab'dan anlaşılması mümkün
değildir. Kıyas da değildir. Şayet kıyası, akılla izah edilebilecek temeli
olan konularda, icmâ için dayanak kabul etsek bile yukarıdaki iddiayı doğru
bulamayız. Çünkü bu meselelerin pek çoğunda akıl için bir hareket alanı
olmadığı gibi kendisine bakılıp kıyas yapılacak başka bir temel de yoktur.
Bundan anlaşılır ki, icmânın dayanağı sünnettir. Hatta âlimler, bu
meselelerde, sünnetten başka delil ve dayanak bulunmadığına ittifak
etmişlerdir. Bu da onların sünnetin delil oluşunda ve gerekliliğinde ittifak
hâlinde olduklarını gösterir. Sonra, kelâm ve usûl ilminde kesin olarak kabul edilmiştir
ki hiçbir istisnası olmadan, bütün müslümanlar, Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'in, tebliğle ilgili haberlerinde kasden yalan söylemekten
masum olduğunu, yanı-larak böyle bir şey vuku bulunca da onda ısrar etmeyip
hemen düzelteceğini kabul ve itiraf etmektedirler. Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'in sehven, tebliğde hata edebileceği görüşü, Kâdî Ebû Bekir
Bâkıllânî (403/1013) ve onunla aynı görüşte olanlara aittir.
Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)'in doğruluğu, elbette sünnetin delil olmasını gerektirir. Hem bir
müslümamn, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in hata ve yalandan
masum olduğunu kabul ve itiraftan sonra, O'nun aşağıdakine benzer sözlerinin
delil oluşunu inkâr etmesi nasıl düşünülebilir? İşte onun sözleri:
"Dâva sahibine, delil getirmesi
gerekir."[14][14]
"Ameller ancak niyetlere göre değerlendirilir."[15][15]
"İnsanlar, Allah'tan başka ilâh
yoktur, deyinceye kadar kendileriyle savaşmakla emrolundum."[16][16]
"Cebrail bana namaz
kıldırdı."[17][17]
"Ey insanlar! Ben ancak size,
Allah'ın emrettiklerini emrediyor, O'nun nehyettiklerini size
yasaklıyorum."[18][18]
"Size, iki şey bırakıyorum.
Onlara sımsıkı sarıldığınız müddetçe, asla sapıtmayacaksınız; onlar da:
Allah'ın Kitabı ve benim sünne-timdir."[19][19]
Bir müslüman, bu ve benzeri tebliğle
ilgili haberlerin delil oluşunu kabul edince artık O'nun emir, nehiy, fiil ve
takrirlerinin delil oluşunu nasıl inkâra gider. Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'in, yukarıda geçen: "Ben size ancak Allah'ın
emrettiklerini emrediyorum," sözüyle, "Size iki şey bıraktım,"
sözünü kabul ve bunların hüccet oluşunu itiraf ve yine sünnetin delil olduğunu
ifade eden pek çok âyetin, bu konuda hüccet olduğunu kabul ettikten sonra bir
mü'min, sünnetin delil oluşunu nasıl inkâr eder?
Bütün bunlardan sonra Hz. Rasûlullah
(aleyhisselâm)'m söz, fiil ve takrirlerinden herhangi birisinin, dinde hüccet
oluşunu inkâr etmek, güneşin doğduğu söylendiği halde 'Vakit şimdi
gecedir," demek gibi boş ve tuhaftır.
Sünnetin dinde delil oluşunu inkâr
etmenin, dinden çıkmayı gerektireceğini, İbn Abdilberr'in (380/990) Câmiu
Beyani'l-İlm ve Fadlihi adlı kitabında zikrettiği şu ifadeler göstermektedir:
"Sert ilimlerin aslına gelince bunlar, ikidir: Kitab ve sünnet.
Sünnet iki kısma ayrılır:
1-
Mütevâtir sünnet: Bu, kalabalık bir topluluğun, kalabalık bir
topluluktan alarak naklettikleri sünnettir. Bu çeşit sünnet, kesin delillerden
oluşmaktadır. Bu konuda hilaf yoktur. Kim, ümmetin icmâını reddederse, Allah'ın
naslarından bir nassı reddetmiş olur. Bu kimseye tevbe telkin edilir; tevbe
etmezse, müslümanların icmâ ettiği yoldan çıkıp cemaatın gidişatını terk
ettiği için kanının dökülmesi yani öldürülmesi helâl olur.
2- Ahad haberler: Bunlar, güvenilir
yol ve sağlam senetlerle, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'den
nakledilen sünnetlerdir. Dinde hüccet ve önder olan ümmetin âlimlerinin
çoğunluğuna göre bu çeşit sünnetle amel etmek gerekir. Bazı alimler: 'Haber-i
âhad, hem ilim, hem amel ifade eder,' demişlerdir."
Müellifin birinci kısımda
söylediklerine bakıldığında onun, mütevâtir sünneti inkâr eden kimsenin dinden
çıktığına hükmettiği görülüyor. Bu hüküm, o kimsenin, tevatür yoluyla Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'den geldiği sabit ve kesin olduktan
sonra, sünnetin bizatihi dinde delil oluşunu inkâr ettiği için verilmiştir.
Yoksa bu yolla gelenin, sünnet veya başka bir şey oluşunu nazar-ı itibara
almadan, mütevâtirin haddizatında ilim ifade etmesini inkâr ettiği için kendisine
kâfir denmemiştir. Aksi takdirde, meselâ, varlığı tevâtüren sabit olan Bağdad'ı
inkâr edenin de dinden çıkması gerekirdi (her mütevâtir haberi inkâr, kişiyi
dinden çıkarmaz ancak mütevâtir sünneti inkâr, bu kötü neticeyi doğurur).
İbn Hazm (456/1062), el-İhkâm fi
Usûli'l-Ahkâm adlı eserinde, sünnetin dinde hüccet oluşunun delillerini
sayarken şöyle demiştir:
Allah Teâlâ buyurmuştur ki:
"Anlaşamadığınız herhangi bir şeyde, hüküm Allah'a aittir." (Şura,
10).
Yukarıda açıkladığımız gibi Allah
Teâlâ, bizi Peygamberinin sözüne ve hükmüne sevkediyor. Şu halde, tevhide inanmış
bir müslü-raana, herhangi bir konuda ihtilâf vuku bulduğunda meseleyi hâl için
Kur'ân ve sünnetten başka bir şeye başvurması ve bu ikisinde bulduğu hükme
uymaması caiz değildir. Bir konuda delil varken başka yollara başvuran kimse
fâsıktır. Kur'ân ve sünnetin emri dışına çıkmayı helâl, onların dışında
herhangi bir kimseye itaati vâcib gören kimse ise kâfir olur. Bu konuda hiçbir
şüphe yoktur. Muham-med b. Nasr el-Mervezî (334/945), İshak b. Rahuveyh'in
şöyle dediğini nakletmiştir: "Her kime, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi
ve sellem)'den senedi ve sıhhati sağlam bir haber ulaşır da -takiyye durumu
hariç[20][20]-
onu reddederse, o kimse kâfirdir."
Bu konuda İshak in sözünü delil
olarak getirmedik. Onun görüşünü zikretmemiz, câhil bir kimsenin, bu hükmün
sadece bize ait olduğunu zannetmemesi içindir. Biz, sahih bir yolla, Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'den gelen bir hükmün hilâfına hareket
etmeyi helâl gören kimsenin kâfir olduğuna, Allah Teâlâ'nın Peygamberine
yaptığı şu hitabı delil olarak getirdik: "Hayır, Rabbine yemin olsun
ki> onlar, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem yapıp, sonra da
verdiğin hükümden nefisleri hiçbir darlık duymadan tam bir teslimiyetle boyun
eğmedikçe, iman etmiş olmazlar." (Nisa, 65).
Bu âyet, düşünen ve sakınan, Allah'a
ve âhiret gününe iman eden ve onu, Allah Teâlâ'mn, Rasûlü'ne indirmiş olduğunu
yakînen bilen kimseye, konunun ciddiyeti için yeterlidir. Öyleyse insan, kendisini
kontrol etsin. Eğer Rasûlullah (aleyhisselâm)'m, kendisine kadar ulaşan sahih
sünnetinde, vermiş olduğu hükümlere karşı, içinde bir şüphe ve itiraz, falan ve
filancanın sözlerine meyil yahut bir başkasının kıyas ve istihsanma rağbet
buluyor veya ihtilâfa düştüğü konularda, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)'i bırakıp başkalarını destekliyorsa bilsin ki; sözü gerçek olan
Cenâb-ı Hakk, onun mü'min olmadığına yemin etmiştir. Allah Teâlâ, elbette
doğru söylemiştir. O kimse mü'min olmayınca, belli ki kâfirdir. Üçüncü bir yol
yoktur. Ve bu kimse bilsin ki, kendisine tâbi olduğu Sahabe, Tabiîn, İmam
Mâlik, Ebû Hanîfe, Şafiî, Süfyan es-Sevrî, Evzâî, Ahmed ve Dâvud gibi imamlar
-Allah kendilerinden razı olsun- dünyada, âhirette ve şâhidlerin huzura geldiği
gün, ondan uzak ve beridirler.
İbn Hazm, devamla şunları
zikretmiştir:[21][21]
Allah Teâlâ buyurmuştur ki: "Onlara; Allah'ın indirdiği Kur'ân'a ve
Peygamberin hükmüne gelin denildiği zaman; münafıkların, düşmanca senden yüz
çevirdiklerini görürsün." (Nisa, 61).
Bu âyet karşısında insan, nefsi
adına Allah'tan korksun; bu âyeti okurken ürpersin ve bu âyette zikredilen,
sonu âfet olan sıfatlardan şiddetle kaçınsın. Bir kimse, bilgi ve derin
anlayış sahibi olmakla emrolunduğumuz dinî bir hüküm ve meselede, birisiyle
münazaraya girer de hasmı kendisini, Allah Teâlâ'mn indirdiğine veya Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in bildirdiğine davet edince, onlardan
yüz çevirerek muhatabım bir kıyasa veya falanın ve filanın sözüne çağırırsa
bilsin ki, Allah Teâlâ ona, münafık ismini vermiştir.
İbn Hazm (456/1062), kitabının başka
bir yerinde de şöyle demektedir :[22][22] "Şayet
bir kimse, 'Biz, ancak Kur'ân'da bulduklarımızla amel ederiz' derse, hiç
şüphesiz, ümmetin icmâsıyla kâfir olur. Böyle düşünen bir kimseye, namaz
olarak, zeval ile akşam arasında bir rek'at, fecrin doğusuyla da diğer bir
rek'at gerekmektedir. Çünkü sadece Kur'ân'dan anlaşılan namaz bu kadardır.[23][23]
Ve namaz diyebil mek için de en az bir rek'at kılınması kâfidir. En fazlası
için ise bir sınırlama yoktur. Böyle düşünen ve bunu söyleyen kimse, şirke düşmüş
bir kâfirdir. Kanı ve malı helâldir. Böyle bir görüşe ancak ümmetin küfründe
birleştiği bazı müfrit Râfizîler sahiptir. Tevfik Allah'tandır."
Şayet bir kimse, sadece ümmetin icmâ
ettiği hükümleri kabul edip de hakkında nas bulunan, ihtilâf ettikleri bütün
şeyleri terketse ümmetin icmâsıyla bu kimse fâsık olur. Bu iki mukaddimedeki
açıkladıklarımız, zarurî olarak, nakli kabul etmeyi gerektirmektedir.
Basrah Mu'tezile İmamlarından Bazıları Sünnetin Delil
Oluşunu İnkâr Etmiş midir ?
Muarızlarımızdan birisi, şöyle
diyebilir: "Sen, sünnetin hüccet oluşunu isbat için epeyce söz söyledin.
Fakat bu konuda vakıa, seni ve kendilerinden nakiller yaptığın kimseleri
yalanlamaktadır. Şöyle ki: Allah kendisine rahmet etsin, Üstad Hüdarî'nin
(134511927) Târihu't-Teşrî'iUİslâmî adlı eserinde, İmam Şafiî'nin (204/819)
Cimâu'l-İlm adlı kitabından yapmış olduğu nakilden, bazı Basrah Mu'tezile
imamlarının, sünnetin delil oluşunu inkâr ettikleri anlaşılmaktadır."
Bu konuda asrımızdaki yazarlardan
pek çoğu Hüdarî'ye tâbi olmuşlar, onlar da aynı durumu tesbit etmişlerdir.[24][24]
Hüdarî'nin dediği şudur:
"Birinci noktaya, yani sünnetin Kur'ân'ı tamamlayan hukukun temellerinden
bir kaynak olmasına gelince; bir topluluk, sünneti tamamen terkedip, sadece
Kur'ân'la yetinmişlerdir. "[25][25]
İmam Şafiî, el-Ümm isimli eserinin
yedinci bölümünde "haberleri tamamen reddeden grubun sözlerini anlatma
babı" diye özel bir bâb tahsis etmiştir. Orada, onların sözlerini
zikretmiş ve bu gruptan, kendisiyle konuşan bir adamın diliyle, onlara
birtakım deliller getirmiştir. Adam, kendisine şunları söylemiştir:
Sen, bir Arapaın; Kur'ân da mensup
olduğun milletin diliyle inmiştir. O'nu ezberlemeye sen daha müsait ve daha
dirayetlisin. O'nda, Allah'ın farz olarak indirdiği birtakım hükümler
mevcuttur. Şayet birisi, Kur'ân'm bir harfini değiştirse sen, onu tevbeye davet
ediyorsun; adam tevbe ederse kurtuluyor, yoksa öldürüyorsun.
Cenâb-ı Hakk, Kur'ân'da: "Bu
Kitabı, sana, her şeyin bir açıklaması olarak indirdik," (Nahl, 89)
buyurmaktadır.
Bu durumda, senin veya bir
başkasının, Allah'ın farz kılmış olduğu bir konuda, bazen: "Bu farz, umûmîdir,"
bazen: "Bu, husûsîdir," bazen: "Bu emir, farzdır," bazen
de: "Buradaki emir, delâlet içindir," demeniz, nasıl caiz oluyor?
Sizdeki bu durum, hadislerde daha
çok görülmektedir. Bir râvi, diğerinden bir veya birkaç hadis rivayet ediyor.
Rivayet zinciri, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'e kadar uzanıyor.
Ben, seni ve senin yolunda olanları, karşılaştığınız ve görüştüğünüz veya
sizinle karşılaşanlardan benim gördüğüm hiçbir kimseyi, sözü karıştırmak,
unutmak veya hadisinde hata etmek gibi kusurlardan temize çıkardığınızı
görmedim. Yine sizin, hadis râvilerinin çoğu için: "Falanca, şu hadiste,
filanca bu hadiste hata etmiştir," dediğinizi gördüm. Hatta birisi, sizin
kendisiyle helâl ve haram hükmü verdiğiniz özel durum bildiren bir hadis
için: "Rasûlullah (aleyhisselâm) bunu söylemedi; ancak siz veya size, bunu
rivayet eden hata etmiştir yahut size bildiren yalan söylemektedir,"
diyecek olsa, sizin onu tevbeye davet etmediğinizi ve onun hakkında: "Ne
kötü söz ettin," demekten başka bir şey yapmadığınızı biliyorum.
Peki, zahiren aynı mânâ ve hükmü
bildiren Kur'ân hükümleriyle vasfettiğiniz kimselerin verdiği haberleri
birbirinden ayırmak caiz midir? Onlarm haberini, Allah'ın Kitabı yerine
koyabilir misiniz? Hem siz, onların bir kısmını alıp bir kısmını
bırakıyorsunuz.
Hüdarî (1345/1927), kitabında
devamla der ki: Sonra hasmı, şöyle dedi: "İçinde, zikrettiğim bu durumlar
bulunan haberleri alırken; size, bu haberleri kabul etmenizi kim emrediyor ve
onları reddedene karşı deliliniz nedir?"
"Bu durumda ben, içerisinde şek
ve vehim bulunan hiçbir haberi kabul etmiyorum. Ancak tek bir harfinde şek ve
şüphe etmek caiz olmayan, doğruluğunu, Allah'ı ve Kitabı'nı şâhid tuttuğum
haberleri kabul ederim. Yoksa, tam ilim ve yakın ifade etmeyen bir şeyi,
öyley-miş gibi kabul etmek caiz mi olacaktır1?"
Hüdarî demiştir ki: "Anlatılan
bu sözden ve getirilen deliller den anlaşıldığına göre imam Şafiî'nin muhatabı,
sadece râvilerinde hata ve unutmanın bulunabilmesi sebebiyle, kesin ilim ifade
etmeyen haberleri reddetmekte, mütevâtir sünnet gibi ilim ifade eden bir yolla
sabit olan sünneti reddetmeyip onunla amel etmektedir."
Fakat İmam Şafiî, yukarıdaki görüşü
eleştirip reddederken, bazı hatalarım anlayan hasmı: "Bir grup var ki,
bizatihi sünneti reddetmekte, bir başka grup da Kur'ân'm açıklaması olmayan
sünneti kabul etmemektedir," diye açıkça itirafta bulunarak şöyle devam etmiştir:
"Bu konuda insanlar iki gruba
ayrılmıştır. Bir grup, Allah'ın Kitabı'nda bir açıklama olan konuda başka
haberi kabul etmemektedir."[26][26] İmam Şafiî araya girerek:
"Böyle düşünen kimseye ne
gerekir? Bu anlayış, onu nereye götürür?" diye sorunca, hasmı:
"işin aslı halledilmiş
olmaktadır; bunun için pek sıkıntısı olmayacaktır," demiştir. Bunun
üzerine İmam Şafiî:
"Peki, Kur'ân'da, namaz emri
geçiyor. Başka haber kabul edilmezse, namazdan ne anlayacağımız ve ne kadar
kalacağımızı kim belirtecek? Kur'ân'da, zekât emrediliyor. Peki, zekât neye
denir, zekât için en az miktar nedir; bunu kim belirtecek? Kur'ân'da, namaz
için kesin ve açık bir vakit belirtilmemiştir. Bir mükellef, biri gündüz, biri
gece, günde iki rek'at namaz kılacak olsa kendisine ne gerekir ve ona ne
denir?" diye sorunca hasmı:
"Allah'ın Kitabı'nda ne
emrediliyorsa farz olan odur; başkası gerekmez ve istenmez," demiştir.
Sonra hasmı, yukarıdaki sözüne
devamla: "Bir başka grup da ancak hakkında Kur'ân'da bir açıklama bulunan
konularda gelen haberleri kabul etmektedir," demiştir.
Bu iki görüşün bâtıl olduğu açıktır.
Hüdarî demiştir ki: "İmam
Şafiî, bize, bu görüşe sahip olan kimseyi açıklamadı. Tarih de bu şahsiyet
hakkında açıklama yapmıyor. Ancak İmam Şafiî, Kur'ân'm dışında gelen özel
haberi reddedenlerle yaptığı münazarada, bu görüşe - yani haberleri tamamen
reddeden mezhebe- sahip kimsenin, Basralı olduğunu açıklamıştır. O zaman Basra,
kelâm ilminin yayıldığı bir merkez idi. Mu'tezile mezhebi burada ortaya
çıkmış, imamları burada yetişmiş, kitapları bu beldede yayılmıştı. Ayrıca
bunlar, hadisçilerle çekişmeleriyle tanınırlar. Herhalde, bu görüşün sahibi de
onlardandır." İbn Kuteybe'nin (276/889), Te'vilu MuhtelefVl-Hadis isimli
eserinde gördüklerim de bu kanaatimi kuvvetlendirmektedir. O, kitabının başında
şöyle demiştir:
"Allah Teâlâ, seni, tâatıyla
hoşnut, bereketiyle himaye etsin. Seni, hakk yolda rahmetiyle muvaffak ve ona
ehil yapsın. Gönderdiğin yazıyla, bana, tesbit ettiğin bazı şeyleri bildiriyor
sun. Onlar, kelâmcıların hadisçileri ayıplamaları, onları küçük düşürmeleri, kitaplarında
onları fazlaca kötülemeleri, yalan şeyleri nakletmek ve çelişik haberleri
rivayet etmeleri yüzünden onlara ağır konuşmaları gibi hallerdir. Sonuçta,
ihtilâf vâki oldu. Birbirini ayıplama çoğaldı. Aradaki bağlar koptu.
Müslümanlar, birbirine düşman oldu. Birbirini küfürle suçlamaya başladı ve her
grup, fikrini destekleyen bir hadise dayanıp kendi görüş ve mezhebine
bağlandı."
Hüdarî, devamla
der ki: "İbn Kuteybe, sonra,
birbirine muhalif grupların tutunduğu hadisleri sıralayıp peşinden,
kelâm âlimlerinin beliğlerinden
Nazzâm (221/835) ve
Câhız'dan (255/869) rivayet edilenlere benzer, sünnet ehline yapılan
şiddetli itirazları kaydetmiştir. Sonra, ikinci bölümde, kelâmcılara yaptığı
kınamaları ve ayıpladığı noktaları zikretmiş, bu hareketine kelâmcıların,
kıyası iyi bildikleri, sağlam düşürtce ve geniş mütâlâa vasıtalarına sahip
olduklarını iddia etmelerine rağmen insanların en fazla ihtilâfa düşen grubu
olmalarını sebep göstermiştir. Öyle ki; Ebû Hu-zeyf Hallâf (230/844), Nazzâm'a
(221/835) muhalefet etmekte, en-Naccâr ikisine ters düşmekte, Hişam b. el-Hakem
(148/765) Naccâr'ın aksini söylemekte,
aynı şekilde Sümâme b. Eşref (213/828) bir öncekilere zıt bir görüş
ileri sürmekte ve bu, böyle devam edip gitmektedir. Sonuçta, her birisinin,
dinde kendi görüşüyle amel ettiği bir mezhebi ve bu mezhep üzerinde kendisine
tâbi olan taraftarları oluşmuştur.
İbn Kuteybe, daha sonra Nazzâm'ı
kötü bir dille vasfetmiş, ashabının kendini kötülediği noktalan saymış ve
icmâya ters düştüğü bazı fıkhı meseleleri zikretmiştir. Meselâ, Nazzâm'a göre
kinaye lafızlarıyla yapılan boşama geçerli değildir; söyleyen, boşamaya niyet
etse bile hüküm aynıdır. Hangi hâlde uyunursa uyunsun uyku, ab-desti bozmaz
v.s.
Sonra Nazzam'ın kusurlu bulduğu
Sahabe fakihlerinden ileri gelen zevatı zikredip, onlar hakkındaki yanlış
değerlendirmeleri düzeltmekte, peşinden Ebû Huzeylî'yi ele alıp onu da kötü bir
şekilde tanıtmakta, arkasından TJbeydullah 6. el-Hasenî (Ö.168)'yi değerlendirmektedir.
Bu şahıs: 'Hangi mezhepten olursa olsun, bütün müçtehidler, görüşlerinde isabet
etmişlerdir,' demektedir."
İbn Kuteybe, daha sonra ehl-i rey'e
geçiyor; onların da çelişkilerini dile getiriyor ve ilk olarak Ebû Hanîfe'yi
(r.h) ele alarak nas-lara muhalif olarak hükme bağladığı bazı meseleleri
zikrediyor. Sonra Câhız'a (255/869) geçiyor, onun da ehl-i sünnete karşı
sarfettiği alaylı ifadelerini ve onların birçok rivâyetleriyle alay edişini
kaydediyor.
Sonra hadisçileri ele alıyor;
onları, müslümanlara has Övgülerle vasfediyor ve şu değerlendirmeyi yapıyor:
"Hadisçilere hücum edenler, onları, zayıf hadisleri naklettikleri ve
zararlı olan garip hadisleri topladıkları için ayıplamaktadırlar. Halbuki
hadisçiler, zayıf ve garip hadisleri doğru kabul ederek nakletmiş değillerdir.
Bilakis, birbirinden ayırmak ve her ikisini de belirtmek için çürüğü ile
sağlamını, sahihi ile zayıfını biraraya getirmişlerdir. Onların yaptığı
budur."[27][27]
Daha sonra, kelâmcıların, birbirine
veya Kur'ân'ı Kerîm'e zıt zannetikleri hadisleri incelemeye ve muhaliflere
cevap vermeye geçmektedir ki, kitabını yazma sebebi de budur.
Hüdarî (1345/1927) demiştir ki:
"Bundan anlaşılıyor ki, bazı şaşkın ve gafil kelâmcüar, İmam Şafiî'nin
(204/819) risalesini yazdığı asırda veya ondan az önce, hadisçilere düşmanlığa
başlamışlardır. Kelâmcıların çoğu da Basra'da idi. Bu durum, imam Şafiî (r.h)
ile münazaraya giren şahsın da bunlardan birisi olduğunu te'yid etmektedir.
Sonra Hüdarî şu neticeyi çıkarıyor:
Bu görüş, hadisçilerin de-lillerindeki kuvvetini ortaya çıkarmakta ve sünneti,
Kur'an'dan sonra islâm Hukuku'nun temellerinden birisi olarak kabul eden
mezhebi desteklemektedir."
Gördüğün gibi Hüdarî, İmam Şafiî'nin
(r.h): "Bazı imamlar sünnetin delil oluşunu inkâr ediyor, bunlar
Basralıdır" sözünden, bu kimselerin, Mu'tezile fırkasına mensup olduğunu
anlıyor ve bu kanaatini de Ibn Kuteybe'den naklettiği sözlerle destekliyor.
Ben derim ki: Aslında, İmam
Şafiî'nin ve onunla mücadeleye giren kimsenin sözünde, kesin ve zannî olarak,
bazı imamların bizatihi sünnetin delil oluşunu inkâr ettiğini ifade edecek bir
mânâ yoktur. Bu kimselerin inkârı, ancak sünnetin Kur'ân gibi her yönüyle tam
olarak tesbit edilmesinin mümkün olmayışından kaynaklanmaktadır. Bu durumda o
kimse, haber-i vahidi ve mütevâtiri reddetmektedir. Ona göre bunlar, tam ve
kesin ilim ifade etmemektedir. Bu sebeple, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)'den sâdır olan hadisler, ister Kitab'ı açıklasın, isterse onda olmayan
bir hükmü tek başına ortaya koysun, aynıdır.
Mütevâtiri reddedeni ele alalım:
Gerçekten, İmam Şafiî ile münazaraya giren kimse, onun getirdiği deliller ile
ikna olduktan, sonra, bu konuda ashabının iki görüşe sahip olduklarım,
bunlardan birisinin, Kur'ân'da bir açıklama bulunan konularda gelen haberleri
kabul etmediğini söylemiştir. İmam Şafiî, kendisine:
"Böyle düşünene ne
gerekir?" dediğinde, adam:
"Bu, onun işlerini büyük ölçüde
halleder," demiş. Bunun üzerine İmam Şafiî, adama :
"Peki, namazın ne ve nasıl
olduğunu, t-ek'atlarının, en azının ve en çoğunun ne kadar olduğunu,
vakitlerini v.s. bize kim bildirecek? Kur'ân'da, namaz emri ve vakitlerini
bildiren kapalı beyânlar olduğu halde, sünnet olmadan, bu durumları nasıl
tesbit edeceğiz?" şeklinde, daha önce geçen sorulan sorunca muarız, ilk
inadından vazgeçerek bu görüşe sahip olanların, mütevâtir sünnetle sabit olan
namazın rek'atlarımn adedi konusunda'bir şey diyemediklerini itiraf etmeye
mecbur kalmıştır.
Kitab'ı açıklayan hadisleri inkâr
edene gelince, daha önce geçtiği gibi bu adamın iddiası şudur: Kur'ân'm
tesbiti, kafidir. Tek harfini inkâr eden kâfir olur. Kat'î ve kesin olan bir
şeyin başka bir şeyle açıklanması mümkün değildir. Sünnetin tesbiti zannî
olduğu için delâlet yönünden lafızlar arasında fark vardır. Ve onun sübûtunu
inkâr, küfrü gerektirmez. Bu durumda mütevâtir ve Kitab'ı açıklayan sünnetle
amel etmek caiz olmayınca, haber-i vâhid ile müstakil hüküm bildiren sünnetle
amel hiç caiz olmaz.
Bu anlayış, bütün haberleri red
mânâsı taşımaktadır. Bu kimseye göre râviler, tevatür adedine ulaşsalar bile
kendilerinde hata, yanılma ve yalan ihtimali olduğu için bütün haberleri
reddetmektedir. Anlaşılıyor ki bu kimse, bizatihi sünneti ve onun delil
oluşunu inkâr etmiyor, yanılıyor ve onun tesbitindeki şüphelere takılarak bütün
rivayetleri inkâr ediyor. Bu adam, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in
zamanında yaşasaydı, O'nun sözünü işitip fiilini görseydi, bu inkâra
gidemezdi.
Bundan sonra, İmam Şafiî (r.h) ile
onunla münazaraya giren şahsın sözlerinden yukarıdaki görüşümüzü ifade eden
parçalar sunacağız:
Üstad Hüdarî, şunu ifade etmiştir:
"Anlatılan söz ve getirilen delillere bakacak olursak; muarız, sünnetin
delil oluşunu inkâr etmemektedir."
Ancak Üstad, daha sonra hasmın, İmam
Şafiî'nin delilleriyle ikna olduktan sonra söylediği şu sözüne takılmıştır:
"Bu konuda insanlar iki gruba ayrılmaktadır: Birisi, Kur'ân'da açıklama
bulunan bir konuda, hiçbir haberi kabul etmemektedir..."
Ben derim ki, hasmın bu sözünden:
"Vakıada, Allah'ın Kita-bı'ndan başka hiçbir delil yoktur. Çünkü O,
hükümleri açıklamada, diğer bütün delillerden bizi müstağni kılmaktadır. Bizatihi
sünnete gelince; aslen ister açıklayıcı olsun, ister müstakil hüküm ortaya koysun,
o, bir delil değildir," mânâsı anlaşılmaz. Gerçi Hüdarî böyle anlamıştır
ama asıl mânâ şudur: "Vakıada, sünnet bir delildir. Ancak Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'i görmeyen bir kimse için mütevâtir haber dahil, bütün
haberlerde, râvilerin hata ve yalan ihtimali sebebiyle haberin, Rasûlullah (aleyhisselâm)'dan
geldiği tam kesin olmadığı için onunla herhangi bir hüküm ortaya koymak sahih
değildir. Bu durumda o kimseye, mecburen, sübûtu kesin, tek kaynak olan Kitab'a
dayanması ve sadece ondaki açıklamalara güvenmesi gerekmektedir. O zaman Allah
(celle celâlühü), tam tesbit yapmaktan âciz kaldığı için o kimseyi, sünnet gibi
başka bir açıklayıcı ile mükellef tutmaz. İnsan ancak bildiği ile mükellef
olur." Tabiî ki bu hükümler, muarızın zan ve iddiasına göredir. Muarızın:
"Allah'ın Kitabındaki açıklamalarla mükellefiz," sözünün mânâsı:
"Bizim için uymamız gereken Allah'ın Kitabında olanlardır. Sünnetin
beyânlarına gelince, onu tam olarak elde etme ve öğrenme imkânımız bulunmadığı
için ona tâbi olma yükümlülüğü üzerimizden düşmektedir," demeye gelir.
Eğer sen: "İmam Şafiî (r.h),
Hüdarî'nin nakletmediği delilleri serdederken, sünnetin delil olduğunu gösteren
birtakım âyetler zikretmiştir. Bu, ancak hasım, bilhassa sünnet hakkında
çekişmeye girerse yapılır. Halbuki hasım, onunla sünnetin bazı yönlerinde mücadeleye
girmiştir," dersen, derim ki: "İmam Şafiî (r.h), bununla, Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'e ait haberle amelin vâcib ve râvilere güvenmenin gerekli
olduğunu isbata zemin hazırlamayı kasdetmiştir. Şöyle ki; hasma önce şunu isbat
etmiştir: Sünnetin delil ve kaynak oluşu, sadece Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'le aynı asırda yaşayanlara has değildir. Bilakis o, onlara ve
onlardan sonra kıyamete kadar gelecek kimselere bir delil ve kaynaktır. Sonra
hasma, Cenâb-ı Hakk'ın, Sahabemden sonra gelenlere, sünnetle ameli vâcib
kılmasını ve sünnetin tesbitini ancak rivayet yolu ile öğrenebileceğimizi
açıklamıştır."
Bunu, âyetleri zikrettikten sonra,
cidalin asıl maksada çevrilmesi göstermektedir. Ayetleri dinleyen hasım şöyle
demiştir: "Kur'ân-ı Kerimde bize farz kılınan, Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'in bize emrettiğini almak ve nehyettiklerinden de
vazgeçmemizdir."
İmam Şafiî (r.h), diyor ki: Ben,
adama:
"Bu farz, bize, bizden
öncekilere ve sonrakilere aynı mıdır?" dedim. Adam: "Evet,"
dedi. Ben: "Bu, bize, Rasûlullah (aleyhisselâm/ın emrine uyma konusunda
bir farzdır. Bu durumda Allah Teâlâ, bir şeyi farz kılınca bize, onu alacağımız
kaynağı da göstermiştir, diyebilir miyiz?" dedim, adam: "Evet,"
dedi. O zaman ben:
"Peki, Allah Teâlâ'nın,
Rasûlullah (aleyhisselâm)'ın emirlerine uyma konusundaki farzını yerine
getirmek için sen veya Hz. Peygamber (aleyhisselâm)'i görmemiş bir başkası,
Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'dan gelen haberlerden başka bir yol
bulabilir mi? Aksi takdirde, bu emire nasıl imtisal edilecektir?" dedim.[28][28]
İbn Haz m (456/1062) da el-İhkâm fi
Usûli'l-Ahkâm kitabında, sünnetin delil oluşunu isbat ederken, bu usûlden
hareket etmiş ve delil olarak önce şu âyeti zikretmiştir:
"Ey iman edenler! Allah'a itaat
edin, Peygambere ve aranızdan seçtiğiniz idarecilerinize de itaat edin.
Herhangi bir konuda çekişmeye düştüğünüzde, onu, Allah'a ve Rasûlü'ne götürün.
Eğer, Allah'a ve âhiret gününe iman ediyorsanız; böyle hareket edin."
(Nisa, 59)
Daha sonra şöyle demiştir:
"Açıktır ki; bir meseleyi Allah ve Rasûlü'ne götürmek, onu, Kur'ân'a ve
Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'den gelen hadislere arzetmektir.
Bütün ümmet, bu hitabın, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in
zamanında yaşayanlarla, bizden önce ve Efendimiz'den sonra gelenlere yönelik
olduğu gibi bize ve bizden sonra kıyamete kadar gelecek insan ve cin, herkese
ait olduğu ve aralarında hiçbir fark bulunmadığı konusunda ittifak
halindedir."
Kesin olarak bilmekteyiz ki, bizim,
Rasûlullah (aleyhisselâm) ile yüzyüze görüşme imkânımız yoktur. Hatta bir
bozguncu çıkıp da: "Bu hitab, sadece Rasûlullah (aleyhisselâm) ile
karşılaşıp görüşmesi mümkün olanlara aittir " diyecek olsa bile bu
fitnecinin, Allah Teâlâ hakkında, bunu söyleme imkânı olmadığı açıktır. Çünkü
Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'den başka, hiçbir kimsenin, Allah
Teâlâ ile konuşmasına -bu mânâda-imkân yoktur. Öyleyse bu düşünce bâtıldır.
Gerçekte, yukarıda zikrettiğimiz âyette geçen bir dâvayı Allah ve Rasûlü'ne
götürmekten maksad, ancak onu Allah'ın kelâmı olan Kur'ân'a ve Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'in asırlar boyu, bize kadar nakledilen sünnetine (sözlerine)
arz etmek ve meseleyi bunlarla halletmektir.
"Hem âyette, Hz. Peygamber'le
karşılaşma veya konuşmadan bahsedilmemektedir ve buna delil de yoktur. Ayette
geçen, sadece 'dâvayı götürme' emridir. Malumdur ki, bu götürme, bir hakem
tayin etmedir. Allah Teâlâ'nın ve Rasûlullah (aleyhisselâm)'ın emirleri,
yanımızda mevcuttur. Hepsi, bize nakil yoluyla gelmiştir. Ayet-i kerîme, aramızdaki
meseleyi bunlara arzedip onlarla çözmeyi emretmektedir. Herhangi bir zorlama
yapmadan ve âyetin zahirine ters düşmeksizin, anlaşılan budur."
Bununla birlikte aradaki ihtilâf,
sadece Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'den rivayet ve nakil
yoluyla gelen haberlerle amelin vâcib olup olmayışındadır. Yoksa, bizatihi
sünnette değildir. Bunu, şuradan anlıyoruz:
imam Şafiî (r.h), âyetlerle istidlal
etmeden önce hasmın, sünnetin hüccet oluşunu kabul etmeyen görüşünü iptal
etmiş ve ona bunun gereğini itiraf ettirmiş, o da İmam'ın anlattıklarıyla ikna
olup görüşünden vazgeçmiştir. Ancak muhâtab, bu konuda daha fazla delil
istemiş, o da bu konudaki ilgili âyetleri ve gerektirdiği hükümleri
zikretmiştir.
Allah kendisinden razı olsun ve ilmi
ile ümmeti menfaatlendir-sin, İmam Şafiî'nin konuşması şu minvalde devam
etmiştir: Muhatabıma dedim ki: "Kim, Allah'ın Kitabı'nın indiği dili ve
Allah'ın hükümlerini iyi bilirse, bu bilgisi onu, sâdık ve sağlam kimselerin,
Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'den naklettiği haberleri almaya ve
O'nun, Allah'ın hükümlerindeki farklı beyânlarını kabule ve bu arada Rasûlullah'ın
konumunu anlamaya götürür. Çünkü sen veya bir başkası -bizzat Rasûlullah'ı (aleyhisselâm)
- görerek, O'nun husûsî ve genel hüküm bildiren haberlerini, kendisinden
dinlemediniz ve buna, rivayetten başka bir yol da yoktur."
O da: "Evet, böyledir,"
dedi. Ben:
"Sen, söylediğin şekilde
hareket edince, onları bir kere daha tekrar ettim," dedim. O:
"Rasûlullah'ın haberlerini
kabul konusunda, ortaya konan delil karşısında beni bu şekilde mi buldun?
Senden daha fazla delil isteyişim, kendim için değildir. Hem sana muhalefet
edene karşı delil ortaya koyuyor, hem de birinin kendi sözünden vazgeçip senin
sözüne dönmesi, bana hoş geliyor," dedi.
İmam'ın, "Çünkü sen, Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'i görmedin," sözünü düşünürsen,
ortaya şu çıkar: Gerçekten hasım, eğer bizatihi Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'i görseydi ve sözünü işitseydi, gördüğü ve duyduğu hükümlerle
amel etmenin kendine vâcib olacağım itiraf etmiştir. İmam Şafiî (r.h) de Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'den rivayet edilen özel ve genel
hükümlerin, bizatihi onu görmek yerine geçtiğini, dolayısıyla onlarla amelin
vâcib olduğunu söylemiştir.
Eğer hasım, bizatihi Rasûluîlah (aleyhisselâm)'ı
görme durumunda da sünnetle amelin vâcib olduğunu inkâr etmiş olsaydı, bu
durumda, o delilleri serdetmeden önce, âyetlerle delil getirmek gerekirdi.
Fakat durum, bu noktada değildir. Hasmın, âyetleri delil getirmesi konusunda
İmam Şafiî ile münakaşaya girmesi, sünnetin delil oluşunu inkâr için değil,
sadece -özellikle- bu âyetlerin, sünnetin delil oluşuna delâlet edip etmediğini
anlamak içindir. İmam Şafiî'nin (r.h), Cimâu'l-İlm kitabının başında zikrettiği
şu sözler, sünnetin delil oluşunda hiçbir çekişmenin olmadığım göstermektedir.
Orada demiştir ki: 'İnsanların ilim ehli dediği veya kendisini ehl-i ilim
gösteren hiçbir kimsenin, Allah Teâlâ'nın, Rasûlullah'ın emrine ittibâ ve hükmüne
teslim olmayı farz kıldığında muhalefet ettiğini işitmedim. Gerçekten, Allah
Teâlâ, O'ndan sonra gelen herkese, kendisine uymayı emretmiştir. Allah'ın
Kitabı.ve Rasûlü'nün (salla’llâhü aleyhi ve sellem) sünnetinden başka hiçbir
kimsenin sözü bağlayıcı değildir. İkisinin dışındaki sözler, ancak onlara
tâbidir. Onlara uyarsa kabul, uymazsa reddedilirler. Allah Teâlâ'nın, Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in haberlerinin kabulü konusundaki
farz emri, bizimle, bizden önceki ve sonrakilerle aynıdır."
"Rasûluîlah (aleyhisselâm)'ın
haberlerinin kabulünün farz ve gerekli olması konusunda, sadece bir grup
ihtilâf etmiştir. İnşaallah, onların sözlerinden ileride bahsedeceğim."
İmam Şafiî (r.h), bu sözlerinde,
birkaç meseleyi dile getirmiştir:
1- Rasûluîlah (aleyhisselâm)'m
emrine ittibâ ve hükmüne teslim olmak
vâcibdir.
2- Hiçbir halde, Allah'ın Kitabı ve
Rasûlü'nün sünnetinden başka, herhangi bir söz bağlayıcı değildir. İki kaynak
dışındaki sözler, onlara tâbidir.
3- Allah Teâlâ, İmam Şafiî'nin
asrında, ondan Önce ve sonra yaşayan herkese, Rasûluîlah (aleyhisselâm)'m
haberlerini kabul etmeyi farz kılmıştır.
Sonra, senin de gördüğün gibi İmam,
muhalefeti anlatırken, son meseleyi tek başına zikretmiş ve "Haberlerin
kabulünün farz ve gerekli oluşunda, sadece bir fırka muhalefet etmiştir,"
demiştir.
Şayet, birinci şıktaki hüküm -yani,
ittibâ ve hükmüne teslim olma- ihtilâf konusu olsa'ydı, o zaman:
"Rasûluîlah (aleyhisselâm)'ın emrine ittibâ, hükmüne teslim ve ondan gelen
haberleri kabul etmenin farz ve gerekli oluşunda sadece bir fırka ihtilâf
etmiştir," derdi. Hatta böyle de demeyip sadece: "Rasûluîlah (aleyhisselâm)'dan
gelen haberleri kabul etmenin farz oluşu, bize, bizden önceki ve sonrakilere
birdir; ancak bir fırka hariç..." demiş olsaydı, hepsinden daha kısa
olurdu.
Fakat bu kısa ibare, bütün
zikrettiği meselelere de sirayet edeceği için bu durumu defedecek uzun ve
ayrıntılı ifadeleri tercih etmiştir. Çünkü ihtilâf, bu son şıkta olmuştur.
Yoksa, Rasûluîlah (aleyhisselâm)'m emrine ittibânm vâcib olmasında ihtilâf
yoktur.
Sonra, konuyu daha da açarak şöyle
demiştir: "Sonra kelâmcı-lar, Rasûluîlah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'ın
haberlerinin tesbiti konusunda farklı görüşlere ve gruplara sahiptir.
Bunlardan başka, fıkıhçılar da bu konuda farklı gruplara ayrılmıştır.
Bazıları ise tamamen taklid, basit
görüş, gaflet ve acilen bir yere baş olma hastalıklarına mübtelâ olmuşlardır.
Tanıdığım, her grubun sözlerinden bir kısmını, asıl hallerini gösterecek bir
misal olsun diye, sana nakledeceğim, inşaallah."
Bir noktaya dikkat çekelim: İmam'ın:
"Sonra kelâmcılar, Rasûluîlah (aleyhisselâm)'dan gelen haberlerin
tesbitinde farklı görüşler ileri sürdüler" sözüne baktığında, aradaki
hilafın, sadece haberlerin tesbitinin mümkün olup olmadığında olduğunu, yoksa
sünnetin delil olmasında olmadığını görürsün.
Bu konu, böylece açıklanmış oldu;
bir de şu nokta var: İmam Şafiî (204/819), Risâle'sin&e yaptığı gibi
sünnetin delil oluşu konusunda açıklama yaparken "haber" kelimesini
kullanmayıp, sadece "sünnet", "Rasûlullah'm emri",
"fiili" veya benzeri bir kelimeyle ifade etmektedir. Sünnetin geliş
yolu hakkında konuşmak istendiğinde ise burada yaptığı gibi
"Rasûlullah'dan nakledilen haber" ifadesini kullanmaktadır. Buradaki
ifadelerinde, sünnette ihtilâfı gösterecek bir tabir bulamazsın. İhtilâf olduğu
yerlerde "sünnet" değil, "haber" tabirini kullanmaktadır.
Kitabımızın ikinci bölümünde, İmam
Şafiî'nin, müslümanların icmâına dayanarak sünnetin delil oluşu konusundaki
açıklamasını nakledeceğiz.
İmam Şafiî
ile Münazaraya Giren Mu'tezilî Değildir
Sırf cedel olsun diye, İmam
Şafiî'nin hasmını, sünnetin delil oluşunu inkâr eden birisi olarak kabul etsek
bile, Hüdarî'nin düşündüğü gibi onun, Mu'tezile'den olduğunu söylemek mümkün
değildir. Çünkü usûl, akâid ve mezhep kitablarında, Mu'tezile'den herhangi
birinin, sünnetin delil oluşunu inkâr ettiği, nakledilmemiş tir. Kitaplarında
olan şudur:
İmam Ebû Mansur el-Bağdâdî
(429/1037), Usûlu'd-Din kitabında, Nazzâm'm (221/835), "Mütevâtir haber,
hüccet değildir," şeklinde düşündüğü ve onda yalanın bulunabileceğini
söylediğini zikretmektedir .[29][29]
Yine aynı eserde şunları
kaydetmiştir: "Nazzâmiye fırkası demişlerdir ki: Ümmetin hata üzere
birleşmesi caizdir. Mütevâtir haberler, delil olamaz. Çünkü onda yalan haber
olması caizdir." Bu fırka, Sahâbe-i Kiram hakkında da tenkidlerde
bulunmaktadır.[30][30]
Bağdadî, el-Fark Beyne'l-Fırak adlı
eserinde şunları zikretmektedir: "Nazzâm, zaruri ilim ifade etmeyen
haberlerin delil olmasını inkâr etmiştir."[31][31]
Yine, Nazzâm'dan şu rivayeti
yapmıştır: "Mütevâtir haber, işi-tildiği anda nakledenlerinin bilinmediği,
herbirinin görüş, anlayış ve gayeleri farklı olduğu için içine yalan katılması
caizdir. Bunun yanında onun: 'Ahad haberlerin bir kısmı, zarurî ilim ifâde
eder,' sözü de nakledilmiştir."
el'Mevâkıf kitabının sahibi
Adûduddîn îcî (756/1355) de kitabında şunları zikretmiştir: "Nazzâmiye
fırkasına mensup[32][32] olanlar, mütevâtir haberde yalan ihtimalinin
bulunduğunu söylemişlerdir. Bu fırka, Râfizîlere meyletmiş ve imamla ilgili
nassın bulunmasının vâcib olduğuna ve aslında böyle bir nass (âyet ve hadis)
mevcut olduğu halde, Hz. Ömer'in onu gizlediği fikrine sahip olmuşlardır.
Esve-riyye fırkası da Nazzâmiye fırkası ile aynı görüştedir."
İmam Fahruddîn er-Râzî (606/1209)
İ'tikâdâtu Fireki'l-Müslimîn ve'l-Müşrikîn adlı eserinde, Nazzâm'ın:
"Haber-i vâhid, hüccet değildir," sözünü nakletmiştir.[33][33]
Aslında bu nakillerden, Nazzâmiyye
ve onlara uyanların, bizatihi sünneti, sünnet olarak inkâr ettikleri çıkmaz.
Bilakis, Mevâkıf sahibinin, onlardan naklettiği, imamla ilgili nassın bulunmasının
vâcib ve gerçekten sabit olduğu halde Hz. Ömer'in onu gizlediği şeklindeki
fikirlerine bakıldığında, sünneti delil olarak kabul ettikleri anlaşılmaktadır.
Yine onların, mütevâtir haberin
delil olarak kabul edilmeyişi için öne sürdüğü sebepler, mütevâtir haberin
delil oluşunu, onun, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'den
söylendiği için değil, geliş yolundan dolayı inkâr ettiklerini göstermektedir.
İbn Kuteybe'nin (r.h) (276/889)
sözünde de "Mu'tezile'den biri sünneti, sünnet olduğu için delil olarak
kabul etmemektedir," gibi bir mânâ yoktur. Onun sözlerinden anlaşılacak
olan mâna şudur:
Mu'tezile, kendileri dışındaki bir
grubun rivayetlerinde, yalan katma ihtimali bulunduğu için onun yaptığı
rivayetlerle hüküm çıkarmayı uygun görmemektedir. Yine onlar, haberler
birbiriyle çelişki halinde ve Allah'ın sıfatlarını nefyetme görüşlerine ters
olduğu için kabul etmemektedirler. Yoksa haber, Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'in sözü olduğu için bu inkâra gitmemektedirler.
Hem nasıl olur, bizzat İbn Kuteybe,
onların da başkaları gibi hadislere yapıştıklarını itiraf etmektedir. Daha önce
şöyle demişti: "Onlardan her grup, kendi mezhebine uygun gelen hadise
sarılmaktadır. "
Yine İbn Kuteybe, Mu'tezile'yi
tenkid ettiği gibi Ebû Hanîfe'yi de tenkid etmiştir. Bunun mânâsı: "Ebû
Hanîfe, sünnetle hüküm çıkarmayı inkâr ediyor," demektir, diyebilir
iniyiz? Elbette, onun muradı bu değildir.
Burada şunu hatırlatalım: Ibn Hazm
(456/1062), sünnetin delil oluşunu inkâr edenlerin, bazı aşırı Râfîzîler
olduğunu söylemiş ve: "Onlar, küfürlerinde, ümmetin icmâ ettiği
kimselerdi/' demiştir.
Sonra el-Bağdâdî (429/1037),
Usûlu'd-Din kitabında şunları zikretmiştir: "Haricîler, hüküm koyan
sünnetlerin ve icmânın delil oluşunu inkâr etmektedirler ve şer'î hükümlerde
Kur'ân'dan başka delil yoktur, düşüncesindedirler. Bunun için de Kur'ân'da
bahsedilmedikleri için recrni ve mest üzerine meshi inkâr etmekte, Kur'ân'da
hırsızlık yapanın elinin kesilmesiyle ilgili âyet mutlak olup herhangi bir
kayıt ve şart ileri sürmediği için hırsızlık yapanın elini, çalınan şey az
olsun, çok olsun, her türlü halde kesmekte, kesmeyi gerektiren miktarı belirten
rivayetle, malın korunma altında olmasını nazar-ı itibara alan rivayeti kabul
etmemektedirler."
el-Bağdâdî, şunu da nakletmiş tir:
"Râfizıler: 'Bugün, ne kıyas ne sünnet hatta Kur'ân bile delil değildir.
Çünkü Kur'ân da Sahabe tarafından tahrif edilmiştir,' derler.[34][34]
Demek ki Haricîler, el-Bağdâdî'nin
sözlerinden anlaşıldığına göre Rasûlullah'dan (aleyhisselâm) gelen bütün
haberlerin, rivayet ve nakil yollarını nazar-ı itibara alarak, bunlarla delil
getirmeyi inkâr etmektedirler. Yoksa Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in
sözü olmasıyla inkâra gitmiyorlar. Bu durumda, Nazzâmiye fırkası gibi düşünmüş
olmaktadırlar.
Ancak Haricîlerin yaygın görüşüne
göre onlar, Ashâb arasında çıkan anlaşmazlıktan sonra halk arasında yayılan
hadisleri inkâr etmektedirler.
Râfîzîler ise kendilerinden rivayet
edilenlere bakıldığında, küfre girdiklerinde şüphe yoktur. Nitekim Ebû
Mansur'un sözünden de bu anlaşılmaktadır.
Celâluddîn es-Suyûtî (911/1505),
Miftâhu'l-Cenne kitabını[35][35]
girişinde, bazı insanların, sünnetin dinde delil oluşunu inkâr ettiklerini
açıklamış ve şöyle demiştir: "Allah size rahmet etsin. Biliniz ki; bazı
ilimler deva, bazıları da zaruret anında ağıza alınan hela gibidir. Uzun
zamandır pek bilinmezken şimdilerde, kötü kokusu yayılan bir görüş ortaya
çıktı. O da şu: Bir zındık Râfizî, sözünde fazla ileri giderek sünnet-i
nebeviyye ve rivayet edilen hadislerle -Allah onların şeref ve yüceliğini
artırsın- amel edilmeyeceğini, sadece Kur'ân'ın delil olacağını söylemiş ve bu
sözüne de: 'Size benden bir hadis geldiğinde, onu, Kur'ân'a arzedin; eğer
Kur'ân'da onu destekleyen bir âyet bulursanız kabul edin, yoksa onu reddedin,'
mânâsındaki bir hadisi delil getirmiştir.”[36][36]
Bu Rafızî'den, bu hadisi, ben de bu
şekliyle işittim. Başkaları da işitti. Bazıları da bu sözün aslını ve nereden
geldiğim bilmiyor. Ben, bu sözün aslını ve bâtıl olduğunu, insanlara açıklamak
istedim. Gerçekten o, toplumu helake götürecek en büyük sebeplerden birisidir.
Allah Teâlâ, size merhamet etsin.
Şunu biliniz ki, usûl ilminde bilinen şartları taşıyan, Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'e ait kavlî ve fiilî sünnetin delil oluşunu inkâr eden
kimse, küfre girer ve İslâm dairesinden çıkar. Yahudi, Hıristiyan veya
Allah'ın dilediği bir başka küfür grubu ile hasredilir.
Rivayet edildiğine göre İmam Şafiî,
bir gün hadis rivayet etti ve: "Bu, sahihtir," dedi. Dinleyenlerden
birisi:
"Ey Ebû Abdullah! Sen de aynı
kanaatte misin? " diye söyleyince İmam'ın canı sıkıldı ve: "Be adam!
Sen, beni hiç Hıristiyan olarak gördün mü? Bana kiliseden çıkarken rastladın
mı? Belimde Hıristiyan kuşağı (zünnar) gördün mü? Rasûlullah (aleyhisselâm/dan
bir hadis rivayet edeceğim de aynı görüşte olmayacağım ha!" diye cevap
verdi.
"Bu fâsid görüşün aslı şuraya
dayanıyor: Zındıklar ve Râfizîlerden bir grup, sünnetin delil olarak
kullanılmasını inkâr etmiş ve sadece Kur'ân'la yetinmişlerdir. Onların bunu
yaparken değişik maksadları vardır: Bazıları, nübüvvetin, Hz. Ali'nin hakkı
olduğuna, Cibril aleyhisselâmın, peygamberlerin efendisine gelişinde hata
ettiğine inanmaktadırlar. Allah Teâlâ, zâlimlerin söylediklerinden çok beri ve
yücedir.
Bunların bazıları da Rasûlullah'ın (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) nübüvvetini kabul etmiş fakat halifeliğin Hz. Ali'nin hakkı
olduğunu ileri sürmüşler ve Sahâbe-i Kirâm'ın halifeliği Hz. Ebû Bekir'e tevdi
etmeleri esnasında: 'Zulmettiler ve hakkı sahibine vermediler/ diye Ashabı
küfürle itham etmişlerdir -Allah onlara lanet etsin-. Bu ilâhi rahmetten
mahrum edilmiş zavallılar, aynı şekilde Hz. Ali için de hakkını aramadı,
halifeliği almadı diye, 'kâfir oldu' dediler ve hadisleri tümüyle reddedişlerini
bu anlayışa dayandırdılar. Çünkü bunların bozuk fikirlerine göre hadisler,
kâfir bir topluluğun rivâyetiyle gelmiş olmaktadır. İnnâ lillâh ve İnnâ ileyhi
râciun..."
"Esasında, zaruret hâsıl
olmasaydı, insanların birkaç asırdır kendisinden uzak ve rahat durduğu bu
görüşün aslını anlatmayı, helâl ve hayırlı görmüyordum. Bu görüşte olanlar,
dört imam zamanında ve onlardan sonraki devirlerde de çokça bulunuyordu. Dört
imanı ve onların ashabı, derslerinde, münazaralarında ve eserlerinde bu görüş
sahiplerini red için özellikle yer ayırıyorlardı."
Yine Suyûtî, Ebû Asım'm, şöyle
dediğini nakleder: Ebû Hanîfe'ye sordum ve: "Ben bu kitapları (içtihadı
görüşleri) işittim, hadisleri kimden dinlememi emredersin?" dedim. İmam
(r.h):
"Şiî hâriç, görüş ve
düşüncesinde âdil olanlardan dinle. Çünkü Şia'nın inancının temeli, Ashâb-ı
Kirâm'ı dalâletle suçlamaya dayanır," dedi.
Sonra Suyûtî demiştir ki: "Bu,
imam Ebû Hanîfe (r.h) zamanında Şiîler hakkında söylenmiş bir sözdür ve benim
kitabın başında söylediklerimden daha ileri bir seviyededir."
İmam Suyûtî, bu konudaki derin
anlayış ve geniş vukûfiyetine rağmen bize, bu meselede, müfrit Râfizîlerden iki
fırka hariç, herhangi bir ihtilâfı zikr etmemiş tir.
Bunlardan ikinci fırkaya bir sözümüz
yok. Çünkü onlar, hadisin aslını değil, gelişine bakarak sıhhatini inkâr
etmişlerdir.
Birinci fırka ise bizatihi sünnetin
delil oluşunu inkâr etmektedirler ve bunlar kesin kâfirdirler. Çünkü onlar,
Hz. Muhammed'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) peygamberliğini inkâr
etmektedirler. Aslında sünnetin delil olmasında, bu tür fırkaların
muhalefetinin, bize bir etkisi yoktur. Nitekim Yahudi, Hıristiyan ve diğer
kâfirlerin bu konuda ve Kur'ân'm bizzat delil olmasındaki muhalefet ve
inkârlarının bir tesiri olmadığı gibi.
İmam
Şafiî'nin Hasmı, Şayet Sünnetin Delil Oluşunu İnkâr Ediciyse O, Râfizîdir
Şayet biz de el-Hüdarî'nin düşündüğü
gibi İmam Şafiî ile münazaraya giren şahsın, sünnetin delil oluşunu inkâr
ettiğini düşünsek ve bunu kabul etsek dahi bu, muhalifin Mu'tezile'den değil,
Râfizîlerden olmasını icab ettirir. Hem bu fırkanın Basra'da oturmasına ve
İmanı Şafiî'nin onlardan birisiyle buluşup, şüphesini gidermek ve onu İslâm
dinine döndürmek için kendisiyle mücadeleye girmesine herhangi bir mâni
yoktur. Yine Kur'ân'ı kabul ettiği için kendisine Kur'ân'dan delil getirmesi
de mümkündür.
Bütün bunlardan, önümüze çıkan
şudur: İmam Şafiî (r.h) ile münazaraya giren şahıs, hangi yolla gelirse gelsin,
sünnetin sübûtunu inkâr ediyor olabilir. O zaman bu adam, Nazzâmiye yahut
Esveriyye fırkasından olabileceği gibi Suyûtî'nin zikrettiği ikinci gruptan da
olabilir.
Yine bu adam, sünnetin delil oluşunu
inkâr edenlerden de olabilir. O zaman da Suyûtî'nin sözünde geçen birinci
fırkadan olmaktadır.
Bütün bunlara rağmen diyoruz ki; bu
tür muhalefetlerin, meselemizin önem ve zarûriyetine olumsuz bir tesiri
yoktur. Çünkü sünnetin delil oluşunda muhalif olan kimse, peygamberliği inkâr
etmiş olmaktadır ki o, mü'min değildir. Mü'min olmayanın muhalefeti bir zarar
vermez. Hem sünnetin delil oluşunu inkâr eden kimse, başka bir meselede de
çekişmeye girer.
Bütün bunlardan sonra açıkça ortaya
çıkmıştır ki; müslüman-lardan hiçbir kimsenin, Mu'tezilî olması bir yana,
imamlardan herhangi birisinin, sünnetin dinde ve hükümde delil oluşunu inkâr
ettiğini düşünmesi doğru değildir.
Gerçekten bu düşünce, gördüğün gibi
bâtıl olmasına rağmen büyük tehlike arzetmektedir. Çünkü bu anlayış, dine hücum
etmek isteyen ve onun sağlam temelini yıkmak isteyen kimseye, sünnetin delil
olma Özelliğim önemsiz göstermekte ve bu kimselere, sünnete itiraz kapısını
açmaktadır. Halbuki o, öyle sağlam surlarla çevrilmiştir ki, kim olursa olsun,
hiçbir kimsenin kötü niyetle ona yanaşması ve onda bir tahribat meydana
getirmesi mümkün değildir.
Hiç şüphesiz Üstad Hüdarî (r.h), bu
konuyu, güzel bir niyet ve temiz bir kalble ortaya koymuştur. Tehlikeli
neticeler doğuracak bir hâli kasdetmemiştir. Bunu, şu ifadelerinden anlıyoruz:
Bu görüş, ha-disçilerin kuvvetli savunması ve hadisin, Kur'ân'dan sonra İslâm
hukukunun temellerinden biri olması sıfatıyla, sünnete dayanan görüşün
galibiyeti karşısında, yayılma imkânı bulamamıştır. Yine Hûdarî, sünnetin delil
olduğuna dair ümmetin icmâsını nakletmiş ve Usûlü'l Fıkıh kitabında bunun
zaruretini kaydetmiştir.
Gerçekte o, bu işi, araştırmaya ve
gerçek yönünü ortaya koymaya çalışmış fakat yanılmıştır. Araştırma yapan
âlimler, çoğu zaman bu tür sürçmelere mâruz kalırlar.
Eğer dersen ki: Sünnetin delil
oluşunun dinî bir zaruret olduğunu nasıl söylersin? Ve bu konuda âlimlerden
naklettiklerin, nasıl sahih olur? Halbuki İbnu'l-Hacib" (646/1249) ve onun
şârihi ile Kemal İbn Hümam (861/1457) ve Müsellemetü's-Sübût sahibi el-Bâhirî
ve başkaları, "haberin kısımları bölümünde" şunu söylemektedirler:
"Doğruluğu, nazar (düşünce, inceleme) yoluyla bilinen ilimlerden biri de
Hz. Peygamber'in haberidir."[37][37]
Aynı şekilde Akâidü'n-Nesefl
kitabının sahibi ve onun şârihi de 'İlmin elde ediliş yolları" bölümünde,
bu konuya değinmişler ve müellif (Nesefî), şöyle demiştir:
İkinci nevi, mucize ile desteklenmiş
Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)'in haberidir. Bu, istidlali ilmi
ifade eder. Şârih ise (Taftazânî) şöyle açıklama yapmıştır: "Kesin ilim
ifâade etmesinin sebebi şudur: Allah Teâlâ'nın, peygamberlik dâvasında
kendisini tasdik için elinde mucizeler ortaya çıkardığı kimse, getirmiş olduğu
hükümlerde sâdıktır. Sâdık olunca da verdiği haberler kat% kesin ilim ifade
etmektedir.
İstidlali olması ise netice
itibariyle delile ve birtakım şeyleri gö-zönünde bulundurmaya dayandığı
içindir. Şöyle ki, peygamberliği sabit olan kimsenin, bütün haberleri doğru,
muhtevası gerçektir."[38][38]
Daha önce sen de bana, bazı
usûlcülerin, sünnetle ilgili bahislere geçmeden önce sünnetin delil oluşuna
temel teşkil ettiği için "İsmet" bahsini ele aldıklarını
söylemiştin.
Aynı şekilde, İmam Şafiî (204/819)
Risale 'sin de, İbn Hazm (456/1062) el-İhkâm, İbn Abdilberr (463/1071) Câmiu
Beyâni'l-İlim adlı eserinde, sünnetin delil olduğunu isbat için Kur'ân, sünnet
ve bunların dışında pek çok delil getirmişlerdir. Bu konuda bunca delil
getirmeye çalışmaları, sünnetin zarûriyet-i diniyyeden olmasına ters düşer
dersen, derim ki: Alimlerin: "Peygamberin haberi, istidlali ilmi gerekli
kılar," sözünün mânâsı, böyle bir haberin, bu çeşit bir ilmi gerekli
kılması, onun Allah'tan alınarak tebliğ edilen bir peygamber haberi olmayıp
bizatihi kendisinden kaynaklanan bir haber olması sebebiyledir. Hiç şüphesiz,
bu durumda şöyle bir istidlale gidilmektedir: Bu, peygamberliği ve tebliğinde
yalandan masum olduğu mucize ile sabit olan zâtın haberidir. Bu şekilde olan
bir şey doğrudur.
Fakat böyle bir haberin,
peygamberliği ve masumluğu sabit olan bir zâtın, Allah'tan yaptığı bir tebliğ
olduğunu düşündüğümüzde hiç şüphesiz o, kesin ve zarurî ilmi ifade eder. Nasıl
böyle olmasın ki, bu durumdaki bir haber, kesin ilmi ifade eder. Yukarıda geçen
Önermenin neticesinde de: "Bu şekilde gelen her haber doğrudur,"
ifadesiyle açıkça bunu belirtmiştir.
Şerhu'l-Akâid üzerine yapılmış
Hayalî (862/1457) haşiyesine bakarsan, söylediklerimizin doğruluğunu görürsün.
Biz, "Sünnet hüccettir"
derken, onun bir peygamberden sâdır olduğunu nazar-ı dikkate almadan "Hz.
Peygamberin sözleri, fiilleri ve takrirleri bizatihi hüccettir," demek
istemiyoruz. Bilakis, bunları söylerken onların, peygamberliği ve masumiyeti
sabit olan bir zâttan meydana gelmiş şeyler olduğunu kasdediyoruz. Sünneti
tarifimiz, bunu göstermektedir. Biz, sünneti tarif ederken şöyle demiştik:
"Sünnet, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'den sâdır olan
şeylerdir." Tarifte özellikle peygamberlik vasfını kullandık.
Molla Ahmed (Hayalî), Sa'duddîn
Taftazânfnin (793/1390) yukarıda geçen: "Peygamberin haberlerinin
istidlali ilim ifade etmeleri, bazı delillere ve gözönünde bulundurulması
gereken sebeplere dayanır," sözüne itiraz etmiş ve bazıları da: "Bu,
gizli kıyas ve kıyasla birlikte zikredilen hükümlere benzemektedir,"
demektedirler. "Bunlar tutarlı değildir," demiştir.[39][39]
Nesefî (537/1142), yukarıda
naklettiğimiz sözlerden sonra: "Bu şekilde sabit olan bir ilim, kesinlik
ve doğrulukta zarurî ilimle aynı derecede olmaktadır," demektedir.
Dikkat edersen, müellif önce
"Bu haberler, istidlali ilim ifade eder," dedikten sonra,
aralarındaki benzerlik sebebiyle onu zarurî ilme yaklaştırmış ve onun yerine
koymuştur.
Ahmed Hayalî (862/1457),
haşiyesinde, müellifin bu ifadeleri için şöyle demiştir: "Müellifin
sözünden ve muradından ilk anlaşılan, onun bu haberleri, kesinlik ve doğruluk
yönüyle zarurî ilimlere yakın bulmasıdır." Bu ifadeler sanki şu
mânâya geliyor: "Kesinlik ifade
eden, vahye ue ilâhî desteğe dayanan nakli deliller, hata tehlikesinden uzak,
en doğru, en mükemmel bilgiyi verirler. Sırf akla dayanan ilimlerse böyle
değildir. Çünkü akla, hata, unutkanlık v.s. arız olur ve akıl, her zaman
karışık ve bulanık hâllerden uzak kalamaz.
Sünnetin
Delil Oluşu Zarûret-i Diniyyedendir, İnkâr Edilemez
Biz, sünnetin hüccet oluşu, dinî bir
zarurettir veya (misal olarak söyleyelim) Öğle namazının farziyeti ve dört
rek'attan oluşması zarûret-i diniyyedendir dediğimizde, bütün bunların bir
delili, bir kaynağı vardır.
Bu gibi meselelerde
"zarüriyet-i diniyye" derken, anlatılmak istenen şudur: Bunlar,
ümmetin havassı, avamı, âlimi, câhili, yani her ferdi tarafından bilinen
şeylerdir; hiç kimse bunlarda şüpheye düşmez ve inkâra gitmez ki, gelip bizden
delil ve kaynağını istesin. Bu gibi meselelerde herhangi bir münkire delil,
şüpheye düşene açıklama yapma ihtiyacımız olmadığı için bunlar, zarurî, kesin
hükümler durumunda olmaktadır. Bunun için bu tür meseleleri inkâr edenin veya
onlarda şüpheye düşenin dinden çıktığına hükmettik.
Çünkü imanın herkesçe kabul edilen
tarifi şudur: "İman, Uz. Peygamber'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Allah
Teâladan alıp tebliğ ettiği kesin olarak bilinen bütün şeylerde kalb ile
topluca tasdik etmektir."
Nitekim Taftazânî, Şerhu'l-Akâid'de,
bu tanımı vermiş.[40][40]
Molla Ahmed Hayalî de bu söze, şu açıklamayı getirmiştir: "Kesin olarak
bilinen bütün şeylerde anlatılmak istenen, dinden olduğu ma'lûm ve meşhur olan
şeylerdir. Öyle ki, bu şeyleri herkes, hatta delil ve incelemeden anlamayan
kimseler bile bilir. Cenâb-ı Hakk'ın birliğini, namazın farz ve şarabın haram
oluşunu bilmek gibi. İçtihada dayanan meseleler böyle değildir, içtihadı inkâr
edene kâfir oldu denmez.'[41][41]
Zarûret-i diniyyenin mânâsı
anlaşılınca, ulemânın: "Sünnetin delil oluşu dinî bir zarurettir,"
sözüyle, "Hz. Peygamber (aleyhisselâm)'in haberleri, istidlali ilmi ifade
eder," sözü arasında bir çelişki olmadığı anlaşılır.
Yine ulemânın, bazı meseleler için
önce, "Bu zarûret-i diniyyedendir," deyip de bizim bu meselede
yaptığımız gibi sonra, onun delillerini açıklamaya çalışması arasında da bir
çelişki yoktur.
Meselâ, Hz. Peygamber'in (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) sünnetini kabul etmenin ve namaz kılıp, zekât vermenin
zarûret-i diniyyeden olduğunu söyledikten sonra, öncekine delil olarak:
"Allah'a itaat edin, Peygambere de itaat edin."[42][42] âyetini, diğerlerine delil olarak da:
"Namazı güzelce kılınız ve zekât veriniz,"[43][43] âyetini
delil getirmek gibi.
Eğer sen: "Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'in haberini, onun zarurî veya istidlali olduğuna bakmaksızın
ele aldığımızda, ilim ifade etmesi kabul edilmemiştir. Çünkü Kâdî Ebû Bekir
Bâkıllânî (403/1013) ve ona tâbi olanlar, tebliğde sehven yalan vuku
bulabileceğini caiz görmüşlerdir.
Halbuki bir haberde, doğruluğunu
ifade eden ilimle birlikte, sehven de olsa, yalan bulunabileceğini düşünmek
doğru değildir. Bu durumda Kâdî'nin, tebliğle ilgili peygamber haberinin hüccet
olmadığı sonucuna varması gerekiyor. O zaman, bu haberlerin zarûret-i
diniyyeden olması şöyle dursun, hüccet olmaları konusunda, icmâ dâhi oluşmamıştır,"
dersen, cevap olarak ve bu yanlış değerlendirmelerini düzeltmek için deriz ki:
Kâdî'nin bu fikre sahip olduğunu
söylemek doğru değildir. Çünkü o, sehven yalanın caiz olması durumunda, hata
vâki olduğunda hemen uyarılmayı ve Allah tarafından tasvip görülmemesini şart
koşmuştur, Yalana karşı bir uyarı bulunmadığı zaman, haberin doğruluğuna karar
veririz. Buradan anlaşılıyor ki Kâdî, Hz. Peygamber'in haberinin hüccet olması
konusunda cumhurun görüşüne katılmaktadır.
Bir de şu var, gerçekten Kâdî, kendi
kanaatince mucizenin Peygamber'in sehven yalana düşmesine mâni olmayacağı
görüşünden hareketle, aklen bunu caiz görmüşse de naklen cevaz vermemiştir.
Çünkü Hz. Peygamber'in buna düşmediği konusunda icmâ vardır. Bu durumda, o da
sehven de olsa, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'den yalan
çıkmadığı konusunda kesin kanaat sahibidir.
Zikrettiğimiz şeylerden anlaşıdı ki,
Hz. Peygamber'in (aleyhisselâm) fiillerinin delil oluşuyla ilgili benzeri
müşkillerin giderilmesi, ihtilâf noktalarına göre farklı olmaktadır.
Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)'in fiillerinde hatayı aklen caiz görenler, hemen uyarılmayı ve öyle bir
durumda sükût edilmeyeceğini şart koşmuşlardır. Herhangi bir uyarı
bulunmayınca, kesin olarak anlarız ki, fiilde bir isyan ve hata yoktur ve o,
kendisinden vazgeçilmemesi gereken kesin bir delildir. Hem bunu caiz gören
kimse, hatanın fiilen vuku bulmadığını söylediği halde aklen, olabilir,
demektedir. Hatanın vâki olduğu söylense bile, bu çok az olmuştur, denir. Çoğunlukta
ise bu tür şeyler vuku bulmamıştır. Akla göre çoğunluğa tâbi olmak, pek nadir
olan şeylere uymaktan daha önde ve Önce gelir.
Bu son cevabımıza karşı şöyle
denebilir: O zaman fiil, az da olsa, hata ihtimali taşıdığı için amelde bir
sakınca olmadığına, kat'î olarak değil, zannî olarak delâlet eder.
Buna da şöyle cevap verebiliriz:
Fiilî delilin kat'î olması, aynı şekilde, hükme ait delâletinin de kat'î
olmasını gerektirmez. Görmez misin, Kur'ân'm delil oluşu kesin iken bazen
herhangi bir âyetin bir hükme delâleti, çeşitli ihtimallerden dolayı zannîdir.
Demek ki, bir şeyin kesin hüccet ve
delil olması, onun, istenen şeye delâletinin zannî olmasını ortadan kaldırmaz.
Allah, en iyisini bilir.
SÜNNETİN
DELİL OLUŞUNUN DELİLLERİ
Daha önceki anlattıklarımızdan
anlaşıldı ki; sünnetin delil oluşu, dinî bir zarurettir. Aslında bu kadar
açıklama, bize ve kalbinde zerre kadar imanı olan kimseye yeterlidir;
delillerini söylemeye hacet yoktur.
Ancak zamanımızda iyice çığırından
çıkmış fikrî hürriyet ve gerçeği araştırma perdesi arkasına gizlenerek İslâm'ı
içten yıkmak ve aklı zayıf müslümanları oyalamak isteyen zındıkların düşmanlıklarını
ve dinsizlerin patırtılarım kesmemiz için bu delilleri açıklamamız, yerinde
bir tutum olacaktır. Bütün kuvvet ve kudret Allah'a aittir, deyip söze
başlıyoruz:
Sünnetin dinde hüccet olduğunu
gösteren deliller yedi tanedir:
1. İsmet.
2. Allah Teâlâ'nın, Sahâbe-i
Kirâm'm, Hz. Peygamber'in hayatında sünnete sımsıkı yapışmalarını tasdik
etmesi.
2. Kur'ân-ı Kerîm.
4. Sünnet-i Şerîf.
5. Sadece Kur'ân'la amelin mümkün
olmayışı.
6. Sünnetin vahiy ve vahiy
derecesinde iki kısımda oluşu.
7. İcmâ.
Birisi çıkıp: "Sen, sünneti
onun hüccet oluşuna nasıl delil gösterebilirsin; bu, aynı noktaya dönmek gibi
bir şey değil midir?" diyebilir, biz de deriz ki: Bir kimse, aşağıdaki
gelecek ismet delilinin açıklamasını biraz düşünecek olsa bu itirazın cevabını
anlar.
Çünkü biz, Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'in yalandan masum olduğu tebliğle ilgili haberini, O'nun,
emir, nehiy, fiil ve tasviplerinin hüccet olduğuna delil gösteriyoruz. Bunun
açıklaması ileride geniş olarak gelecektir.
Diğer bir ifadeyle biz, hasmın da
hüccet olduğunu inkâr edemediği bir çeşit sünneti, o derece olmayan ve hasmın
bazen eleştiri imkânı bulabildiği diğer bir çeşit sünnetin hüccet olduğuna
delil gösteriyoruz. Hasmın ilk kısmı inkâr edemeyişi, Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'in risâletini kabul eden herkese göre O'nun, bu haberlerinde
hata ve yalandan masum oluşunun apaçık bilinmesindendir. Bu durumda, inkâra
gidenin, bunu tamamen azgınlık ve kibirden dolayı yaptığı ortaya çıkacaktır.
Nitekim biz, sünnetin hüccet
olduğuna, Kur'ân'ı da delil gösteriyoruz. Malumdur ki, delil gösterdiğimiz
âyet veya bir parçasının Kur'ân'dan olduğu ancak Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'in haberiyle sabit olmaktadır.
Aynı şekilde, hüccet olduğu haberle
sabit olan Hz. Peygamber (aleyhisselâm)'in emrini, O'nun fiillerinin ve
tasviplerinin hüccet olduğuna delil gösteriyoruz.
Kısaca, delil olarak gösterdiğimiz
kısmın hüccet oluşu, hüccet oluşuna delil gösterdiğimiz kısımla sabit
olmamıştır. Burada aynı yere dönüş yoktur. Şimdi delilleri açıklamaya
başlıyoruz.
Bil ki Rasûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem), mucizenin delâleti ve ümmetin icmâı ile tebliği zedeleyecek
şeyleri kasden yapmaktan masumdur ve yine sahih görüşe göre bu konuda hata ve
yanılmaya düşmekten de korunmuştur. Hem O'nun bu alanda hataya düşmesini kabul
edenler, böyle bir durumda Allah Teâlâ tarafından hemen uyarılması ve tasvip
edilmemesinin şart olduğunda icmâ etmişlerdir.
Bu, şunu gerektirir: Gerçekten, tebliğle
ilgili her haber, -Allah Teâlâ'nm tasvibinden sonra- icmâ ile doğrudur.
Allah'ın katındakine uygundur. Bu durumda, ona yapışmak vâcibdir.
İşte bu şekilde, Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'in Kur'ân hakkındaki: "Bu Allah'ın kelâmıdır,"
sözünün delil oluşu sabit olur. Yine hadîs-i kudsîdeki: "Rabbu'l-izzet
şöyle buyurdu..." şeklindeki sözleriyle, Ebû Davud ve Tirmizî'nin, Mikdam
b. Ma'dikerib'den (r.h) rivayet ettikleri hadîs-i şerifte geçen: "Dikkat
edin! Bana, Kitab (Kur'ân) ve beraberinde benzeri (değerde sünnet) verildi.
Ensesi kalın, karnı tok bir adamın, koltuğuna yaslanarak: 'Size bu Kur'ân'la
amel vâcibdir. Onda helâl bulduğunuzu helâl, haram bulduğunuzu haram sayın,
başka şeye bakmayın,' demesi yakındır. Gerçek şu ki, Peygamber'in haram
kıldığı, Allah'ın haram kıldığı gibidir, "[44][44] sözünün
delil oluşu, bu şekilde sabit olmuştur.
Yine Huzeyfe'nin (r.h) rivayet
ettiği hadiste geçen: "Bu, âlemlerin Rabbinin elçisi Cibril'dir. Kalbime
şunları ilham etti: Hiçbir nefis, ulaşması gecikse de rızkı tamamen eline
geçmeden ölmez. Öyleyse Allah'tan korkun ve rızkınızı güzel yollardan arayın.
Sakın, rızkınızın gecikmesi, sizi, onu Allah'a isyan ederek almaya
sevketme-sin. Hiç şüphesiz, Allah katındaki şeylere ancak ona itaat edilerek
ulaşılır,"[45][45]
sözünün delil oluşu da onun masumiyeti ile sabit olur.
Bütün bu haberler, yalandan
korunmuştur. Bu da gösterir ki, vahiy iki kısımdır:
Biricisi, Kitâb-ı Kerîm'dir ki o,
tilâvetiyle ibâdet yapılan mu'ciz bir kelâmdır.
İkincisi de hadîs-i kudsî ve hadîs-i
nebevidir ki, mânâsı vahye, ifadesi Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'e
dayanır.
Bütün bunlar, Allah katından olunca,
hepsi kıyamete kadar halkın önünde duran deliller olmaktadır.
Yine Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'in tebliğde yalandan korunmuş olmasıyla, fem-i
saadetlerinden çıkan:
"Ameller niyetlere göre
değerlendirilir."[46][46]
"iddia sahibine delil, inkâr
edene de yemin gerekir."[47][47]
"İslâm beş temel üzerine
kurulmuştur,”[48][48]
gibi ahkâma delâlet eden sözlerinin de yalandan korunmuş haberler ve deliller
olduğu ortaya çıkmaktadır.
Yine bu sıfatı sebebiyle: "Ey
insanlar! Ben, size ancak Allah'ın emrettiğini emrediyor ve O'nun size
yasakladıklarından nehyediyo-rum," sözüyle az yukarıda, el-Mikdam
rivayetinde geçen: "Allah Rasûlü'nün haram kıldığı, Allah'ın haram kıldığı
gibidir,"[49][49]
sözünün delil oluşu, sabit olmaktadır.
Bu ve benzeri haberler, yalandan
korunmuştur/Bu da bize gösterir ki, Allah Rasülû (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
ancak Allah'ın emrettiğini emreder ve O'nun yasakladıklarını nehyeder. Bu
durum, bütün emir ve nehiyle-rinin delil olmasını gerekli kılmaktadır.
Yine bu delil sebebiyle Hz.
Peygamber'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem): "Benden gördüğünüz şekilde
namaz kılınız, "[50][50]
sözünün hüccet olduğu, sabit olmaktadır. Bu söz hüccet olunca namazı açıklayan
bütün fiillerinin de hüccet oluşu sabit olacaktır.
Aynı şekilde: "Hac
ibâdetlerinizi benden öğreniniz,"[51][51] sözünün hüccet olmasıyla da hacla ilgili
fiillerin delil oluşu ortaya çıkmaktadır.
Yine aynı delille, Ebû Davud'un
(275/888) Irbaz b. Sâriye'den (r.h) rivayet ettiği hadisde geçen: "Size,
Allah'tan korkmanızı, başı-nızdaki idareci bir Habeşli köle de olsa, dinleyip
itaat etmenizi tavsiye ederim. Sizden uzun müddet yaşayanlar, pek çok ihtilâf
görecektir. O durumda size, benim sünnetim ve hidâyet üzere yürüyen râşid
halifelerin gidişatı gerekir. Onlara sımsıkı tutunun, azı dişlerinizle
(canla-başla) sarılın. Sonradan uydurulan ve dine sokulan işlerden sakının.
Şüphesiz (dince makbul olmayan) yeni şeyler bid'attır. Her bid'at, bir dalâlet;
her dalâletin sonu ateştir,"[52][52]
Peygamber sözlerinin de delil olduğu ortaya çıkar.
Bu hadiste geçen sünnete sarılma
emrinin hüccet oluşu sabit olunca Hz, Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in
söz, fiil yahut tasviplerinden oluşan bütün sünnetlerin birer delil olduğu da
ortaya çıkmaktadır.
Yine Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'in tebliğle ilgili haberlerinde, yalandan masum olması
sebebiyle ve bunun kesin delaletiyle, Hâkim en-Neysâbûrî'nin (405/1014), İbn
Abbas (r.h)'dan rivayet ettiği şu hadişin de delil oluşu ortaya çıkmaktadır.
Rivayet şudur: Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), veda haccında, bize
bir hutbe verdi ve bu hutbesinde buyurdu ki: "Şüphesiz şeytan, bu
beldenizde Allah'tan başkasına ibâdet edilmesinden ümidini kesmiştir. Fakat o,
bunun dışında, basit gördüğünüz amellerinizle kendisine itaat edilmesine de
razı olur. Bu hâle düşmekten sakınınız. Şüphesiz ben, size kendilerine
sarıldığınızda hiç sapıtmayacağınız iki şey bıraktım: Bunlar, Allah'ın Kitabı
ve PeyganıberVnin sünnetidir."[53][53]
Bu hadiste olduğu gibi Buharı
(256/870), Müslim (261/874), Ebû Dâvud (275/888) ve İbn Mâce'nin (273/886)
rivayet ettikleri: "Bizim işimizde (dinimizde), dinin kabul etmediği bir
şeyi icad eden kişi ve işi reddedilir,"[54][54] hadisi de bir delil olmaktadır.
Gerçekten şu iki haber, -yalandan
masum iki haber olmaları sebebiyle- Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)'in kavlî, fiilî ve takriri bütün sünnet çeşitlerinin delil olduğunu,
bunlara sarılmanın sapıklık olmadığını, asıl sapıklığın, onları terk edip
aksine amel etmekte olduğunu göstermektedir. Inşâallah, sana sünnetin bu
konuda delil oluşunu gösterirken pek çok hadisler zikredeceğiz, onları iyi
düşün ve anla. Sakın şeytan, aklını karıştırıp seninle oynamasın.
Bütün bunlardan anladın ki, Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in tebliğle ilgili haberlerinde masum
oluşu, yukarıda geçtiği gibi bütün sünnet çeşitlerinin delil olduğunu isbat
etmede, tek başına bize yetmektedir. Fakat bununla birlikte biz, diğer ismet
çeşitlerini de açıklamak ve onun delâlet yönünü kuvvetlendirmek istedik. Bunun
için diyoruz ki: Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in, ümmetin
üzerinde icmâ ettiği gibi tebliği zedeleyecek şeylerden korunmuş olması, sadece
tebliğle ilgili haberlerinde yalandan korunmuş olmasına ait değildir. Hiç
şüphesiz hükümlerin tebliği, sözlü haberle olduğu gibi fiil ve tasvip, emir ve
ne-hiyle de olmaktadır. Bütün bunlar, tebliğin bir çeşididir.
Şu halde, Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'in tebliğe ait haberlerin dışında, tebliği zedeleyecek
şeylerden korunmuş olması, onun bütün fiil, tasvip, emir ve nehiylerinin de
bizzat delil olmasını gerekli kılmakta, bunun için başka bir habere ihtiyaç duyulmamaktadır.
Yine bilmektesin ki Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), günah
işlemekten korunmuştur. Bu konuda değişik görüşte olan ve bunun bazı
çeşitlerini kabul edenler de bir hata anında, hemen uyarılmasını ve tasvip
edilmemesini gerekli görmüşlerdir.
Buna göre Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem), aslında kendisiyle tebliği kas-detmediği, herhangi bir
yemeği yemek veya bir tür şeyi içmek gibi bir fiil yaptığında yahut herhangi
bir fiile sükût buyurduğunda veya kendisinden -dünyevî konulardaki konuşmaları
gibi- herhangi bir söz çıktığında, Allah Teâlâ tarafından uyarılmıyor ve bu
haliyle tasvip görüyorsa o zaman, kendisinden meydana gelen bu şeylerin günah
ve hata olmadığına kesin olarak hükmederiz. Bu durumda o şeyler, en azından,
alınmasında sakınca bulunmayan bir delil olurlar.
Biz, Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'in kendisiyle tebliğ kasdetmediği fiillerinin -meselâ, tabiî
fiilleri gibi- delil oluşundan bahsettiğimizde, bununla maksadımız, onların
vücûb veya mendûba delâlet ettiği değildir ki bazıları, bu konuda bizimle
çekişmeye girsin. Bundan kasdı-mız, onların, bu fiillerde bir sakınca
bulunmadığına veya mübâh olduklarına delil olduklarını göstermektedir.
Aynı şekilde, Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'in dünya meseleleriyle ilgili emir ve nehiylerinin delil
oluşlarından maksat da onların, vücûb, mendûb, haram veya mekruha delâlet
etmesi değildir. Çünkü Hz. Peygamber (s:a.v), bunlarla -bir âlimin câhili, bir
dostun dostu irşadı gibi- sadece irşadı kasdetmiştir.
Demek ki, bu fiillerin delâletindeki
hüccet olma, bir fiilin yapılmasını veya yapılmamasını, kesin veya başka bir
şekilde istemeyi ifade eden kullandığımız lügat mânâsında değildir. Bununla
anlatılmak istenen, bu tür fiillerin, bir başkası tarafından işlenmesinin
mübâh olduğunu göstermektir. Yine bildiğin gibi Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'in içtihadla ibâdet etmesiyle ve bunda bazen yanılabileceği
konusunda ihtilâf vardır. Caiz görenlere göre de hatasına göz yumulmayacağı,
aksine, derhal uyanlıp hatasının açıklanacağı bilinmektedir. Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) tarafından içtihadı bir hüküm ortaya konduğunda, Allah Teâlâ
onu tasvip ve takrir ettiğinde hiç şüphesiz o, icmâ ile delil olur.
İkinci Delil: Rasûlullah'ın (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) Zamanında Ashâb-ı Kirâm'ın Sünnete Sarılmasını Allah Teâlâ'nm Tasvip ve
Takdir Etmesidir
Bilindiği gibi Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem), ümmetini, sünnetine sarılmaya teşvik ediyor ve ona
muhalefetten de sakındırıyordu. Allah kendilerinden razı olsun, gerçekten
Sahâbe-i Kiram da O'nun bu konudaki emrine yapışıyor, ona uyuyor, bütün söz,
fiil ve tasviplerinde kendisine tâbi oluyor ve O'ndan sâdır olan her şeyi,
kendilerine ittibâyı gerekli kılan bir delil olarak görüyorlardı.
Ancak bu hüküm, Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'in dünyevî konularla ilgili bir içtihadı olunca o zaman,
bunun nasıl ve niçin olduğu konusunda kendisine danışıyorlardı.
Aynı şekilde, kendisinden dinî
konularda bir içtihad vâki olunca -bir an onun olduğunu düşünelim- içtihad
esnasında yahut hüküm bizzat tarafından açıklanınca veya o konuda Allah
Teâlâ'nm takrir ve tasvibi gerçekleşmeden önce Ashâb-ı Kiram, hükmün işaret
ettiği noktalarda kendisiyle konuşup tartışabiliyorlardı.
Yine indirilen bir hüküm,
kendilerince anlaşılmaz bir durumda olunca, gerçek olduğuna inanmadıkları için
değil, ancak hikmetini anlamak için onu, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)'e sorup hakikatim anlamaya çalışıyorlardı.
Yine bazı vakitler, Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'in birtakım fiillerinde, -bu fiillerin, özellikle Efendimize
has kılınmış olabileceğini düşündüklerinden- kendisine tâbi olmuyorlardı.
Yahut Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'ın, kendilerine emrettiği bir
fiili, Efendimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem) yapmadığı zaman: "Bu emir,
o işin mübâh ve ruhsat olduğunu bildirmek içindir. Efendimiz (salla’llâhü
aleyhi ve sellem), onu yapmadığı için emredilenin dışmdakini yapmak daha
faziletlidir," diye düşündüklerinden o fiili yapmıyorlardı. Yoksa bu
çeşit davranışlar, Rasûlullah'a (aleyhisselâm) uymanın vâcib olmadığını ve O'na
muhalefetin de yasaklanmamış olduğunu kabul ettiklerinden kaynaklanmıyordu.
Çünkü onların diğer davranışları, bunun aksini göstermektedir. Yine malumdur ki
Sahâbe-i Kiram, Ki-tab'dan hüküm çıkarmaya ve içtihad yapmaya bizden daha
muktedir idiler.
Bununla birlikte onlar, başlarına
gelen bir hadisede, çözümü için sadece Kur'ânla yetinmiyorlar di. Bilakis,
başlarına gelen her hadisede, sorma imkânı buldukları müddetçe Rasûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem^a danışıyorlardı.
Eğer onlardan birisi, Efendimiz (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'den uzakta bulunduğunda başına bir hadise gelirse, onun
halli için önce Kitab'da cevabını araştırır, O'nda bir cevap bulamazsa sünnette
araştırır, orada da bir cevap bulamazsa kendi görüşüyle içtihad ederdi. Rasûlullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem)'a döndüğü zaman da durumu O'na arz eder; eğer
içtihadında isabetli ise Efendimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem) onu tasvip
eder, hatalı ise hatasını gösterir, boyladığında Allah Rasûlü (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) de üç defa: "Evet, iki için de böyledir," buyurdu.[55][55]
İbn Abdilberr (463/1071), Muaz b.
Cebel'den (r.h) şu nakli yapmaktadır. O, demiştir ki: Rasûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem), beni Yemen'e vali olarak gönderdiği zaman bana: "Önüne
bir dâva getirildiği zaman nasıl hüküm verirsin?" buyurdu.
Ben:
"Allah'ın Kitabı'yla hükme
bağlarım," dedim. Efendimiz (aleyhisselâm): "Allah'ın Kitabı'nda bir
çözüm bulamazsan, ne yaparsın?" diye sordu. Ben:
"Allah Rasûlü'nün sünnetiyle
hüküm veririm," dedim. Efendimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem):
"Allah Rasûlü'nün sünnetinde de
bir çözüm yoksa, ne yaparsın?" buyurdu. Ben de:
"Kendi görüşümle içtihad
ederim; meseleyi yüzüstü bırakmam," dedim. Bu cevap üzerine Rasûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) göğsüme vurarak:
"Rasûlü'nün elçisini, onun razı
olduğu şeyde muvaffak kılan Allah'a hamd olsun..." diye hamd etti.[56][56]
İbn Abdilberr, Ebû Hureyre'den (r.h)
rivayet ediyor: O, demiştir ki: "Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem),
bir gün, Ubeyy 6. Ka'b'ın (r.h) yanına vardı. O, namaz kılıyordu. Efendimiz (aleyhisselâm):
Ya Ubeyy! diye seslendi. Ubeyy, namaza devam etti. Allah Rasûlü'ne icabet
etmedi. Namazı hafif tutup Allah Rasûlü'ne döndü. Allah Rasûlü, kendisine:
'Ya Ubeyy! Seni çağırdığımda bana
icabet etmene engel olan neydi?' diye sordu. Ubeyy:
'Namaz kılıyordum, ya
Rasûlallah,'dedi. Efendimiz (aleyhisselâm): ' Sen, âyet-i kerîme'de: 'Size
hayat veren şeye çağırdığı zaman Allah'a ve Rasûlü'ne icabet edin,'
buyurduğunu bilmiyor musun? diye sorunca, Ubeyy:
'Evet, ya Rasûlallah! Biliyorum,
inşâallah bir daha böyle yapmayacağım, dedi."[57][57]
Buhârî, Ebû Vâil Şakik b. Selme'nin
şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Sıffln savaşının yapıldığı ve iki hakemin
hüküm verdiği günde Sehl b. Hanifin: 'Ey insanlar, dininize karşı kendi
görüşünüzü kusurlu görün. Ben, Ebû Cendel'in, anlaşma gereği düşmana teslim
edildiği Hudeybiye gününü hatırlıyorum. O an, Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)'ın emrini geri çevirmeye gücüm yetseydi, mutlaka yapardım. Bizi rezil
duruma düşüren bu durum karşısında kılıçlarımızı omuzlarımıza koymamız, bize,
bildiğimiz daha sonraki işleri kolaylaştırdı. Fakat bugünkü iş, böyle
değil,'dediğini işittim.'[58][58]
Ebû Ya'la el-Mevsîlî, Müsned ve
Beyhakî, el-Medhal adlı eserinde, Hz. Ömer'in (r.h) şöyle dediğini rivayet
etmişlerdir: "Ey insanlar, dininizin hükümleri karşısında kendi
görüşlerinizi kusurlu görün- Ben, Ebû Cendel'in, düşmana geri verildiği
Hudeybiye günündeki hâlimi hatırlıyorum. Ben, kendi içtihadımla, Rasûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'ın emrini değiştirmeye çalışıyordum. Vallahi ben, haktan yüz
çevirmiş değildim. Durum, şöyle cereyan etmişti: Rasûlullah (aleyhisselâm) ile
Mekke müşrikleri arasında anlaşma metni yazılıyordu. Efendimiz (salla’llâhü
aleyhi ve sellem): 'Bismillahirrahmanirrahim yazın,' buyurdu. Müşrikler: 'Söylediklerini
kabul ettiğimizi mi zannediyorsun? Söylediğin gibi değil, fakat Bismikellahumme
yaz,* dediler. Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), razı oldu; bense
dediklerine yanaşmadım. Ben itiraz edip dururken Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi
ve sellem), bana: 'Ben razı olmuşken, sen razı olmuyor musun?' dedi. O zaman
razı oldum."
İmam Ahmed (241/855) ve Buhârî
(256/870), Hudeybiye hadisesini anlatırken şunları rivayet etmişlerdir: Hz.
Ömer (r.h), demiştir ki: (Hudeybiye anlaşmasıyla Kabe'yi tavaf etmeden geri
dönmeye karar verince) Rasûlullah'a (aleyhisselâm) geldim ve:
"Sen, Allah'ın gerçek
peygamberi değil misin?" dedim. "Evet, peygamberiyim," dedi.
Ben:
"Bizler hak üzere,
düşmanlarımız da bâtıl üzere değil mi?" dedim.
"Evet öyledir," dedi. Ben:
"Öyleyse niçin dinimiz
konusunda basit tavizler veriyoruz?" dedim. Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem):
"Ben, Allah Rasûlü'yüm; O'na
isyan edecek değilim. O, benim yardımcımdır," buyurdu. Ben:
"Sen, bize Kabe'ye gidip tavaf
edeceğimizi söylemedin mi?" dedim.
"Evet, bunu sana söyledim;
sana, gelecek yıl muhakkak oraya gideceksin demedim mi?" dedi.
"Hayır," dedim.
"Sen, muhakkak oraya gidecek ve
tavaf edeceksin," dedi. Duramadım, Ebü Bekir'in yanına gittim. Ona:
"Ya Ebâ Bekir, bu zât, Allah'ın
gerçek peygamberi değil midir?" dedim.
"Evet, Allah'ın hak
peygamberidir/' dedi.
"Biz, hakk üzere, düşmanlarımız
da bâtıl üzere değil midir?" dedim. Ebû Bekir:
"Ey adam! O, Allah'ın
Rasûlü'dür.,Rabbine isyan etmez. Allah, O'nun yardımcısıdır. Sen, O'nun sözüne
ve gidişine yapış. Vallahi O, hak üzeredir," dedi.
"Peki O, bize Kabe'ye
gideceğimizi ve onu tavaf edeceğimizi söylemedi mi?" dedim.
"Evet, söyledi; sana gelecek
yıl oraya gideceğini bildirmedi mi?" dedi.
"Hayır," dedim.
"Sen mutlaka oraya gidecek ve
Kabe'yi tavaf edeceksin," dedi.
Hz. Ömer (r.a), anlatmaya devam
ediyor: "Bu iş için çok uğraştım. Sonra Kitab'ın hükmü geldi. Fetih
Sûresi nazil oldu. Allah Rasûlü, ilâhî haber ve hükümleri okuyup bitirince,
ashabına:
'Kalkın, kurbanlıklarınızı kesin,
sonra da traş olun,' buyurdu. Vallahi onlardan hiçbiri (üzüntüsünden) ayağa
kalkmadı. Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), aynı emri üç defa
tekrarladı. Hiçbiri ayağa kalkmayınca, hanımı Ümmü Seleme'nin çadırına girdi
ve ona insanlardan gördüğü davranışı anlattı. Ümmü Seleme (r.h):
"Ya Nebiyellah! Sen bunu
istiyor musun? Öyleyse çık, hiç kimseyle bir şey konuşmadan kurbanlık deveni
boğazla ve bir berber çağır, başını traş etsin,' dedi. Bunun üzerine Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem), dışarı çıktı; hiç kimseyle bir şey
konuşmadan kuranlık devesini boğazladı. Sonra bir berber çağırdı; berber,
başını traş etti. Ashâb bunu görünce kalktılar, kurbanlık ^evelerini
boğazladılar ve birbirlerini0 traş etmeye başladılar. Öyle bir hâldeydiler ki,
üzüntüden, neredeyse birbirlerini öldüreceklerdi."[59][59]
İbn Hacer el-Askalânî (852/1448),
Fethu'l-Bâri adlı eserinde, yukarıdaki hadisin şerhinde: "Ashâb-ı Kiram,
Rasûlullah'ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) kendilerine, müşriklerle savaşmaya
izin vereceğini ve onlara gal$ aelerek umrelerini tamamlayacaklarını ümid
ederek, verilen emre derhal uymaktan geri kaldılar," demiştir.
İmam Buhârî, Ebû Hureyre'den (r.a)
rivayet ediyor. O, demiştir ki: Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem),
ashabına:
"Hiç ara vermeksizinpeşpeşe
oruç tutmayın," buyurdu. Onlar: "Siz bunu yapıyorsunuz,"
dediklerinde Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem):
"Ben, sizin gibi değilim;
Rabbim, bana yedirir ve içirir. Siz, buna dayanamazsınız," buyurdu. Fakat
onlar, visal orucuna son vermediler. Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve
sellem), onlarla, iki gün ara vermeden oruç tuttu. Sonra yeni ayın hilâlini
gördüler ve ara verdiler*. Bunun üzerine Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve
sellem), onlara ta'zir yollu:
"Şayet hilâlgecikseydi, size
bunu artıracaktım," buyurdu.[60][60]
İmam Mâlik (179/795), Muvatta adlı
eserinde, Ata b. Yesar'm şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Bir adam,
oruçluyken hanımını öptü ve bundan büyük haz aldı. Bunun üzerine, durumu sormak
üzere hanımını Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'e gönderdi. Kadın,
Ümmü Seleme'nin (r.h) yanına gitti ve hadiseyi anlattı. JJmmü Seleme (r.h),
kendisine, Rasûlullah (aleyhisselâm)'ın da oruçlu iken hanımlarını öptüğünü
haber verdi. Kadın, bunu kocasına haber verince, kocası:
'Biz, Allah'ın Rasûlü gibi değiliz.
Allah, dilediğini Peygamberine helâl kılar,' dedi. Kadın, tekrar Ümmü
Seleme'nin yanına gitfy. Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'iyanında
buldu.'Efendimiz (aleyhisselâm):
'Bu kadının derdi nedir? Ne istiyor?'
diye sordu. Ümmü Seleme (r.h) de kendisine durumu haber verdi. O zaman Hz,
Peygamber
(salla’llâhü aleyhi ve sellem):
'Ona, benim oruçlu iken hanımlarımı
öptüğümü söylemedin mi?'dedi. Ümmü Seleme (r.h):
'Söyledim. O da gidip kocasına haber
verince kocası, biz, Allah'ın Rasûlü gibi değiliz. Allah, Peygamberine
dilediğini helâl kılar demiş,'deyince, Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)gazablandı
ve:
'Ben, sizin Allah'tan en çok
korkanınızım ve O'nun çizdiği sınırı en iyi bileninizim,'[61][61]buyurdu."
İmam Buhârî ve Müslim, Hz. Ali'nin
şöyle dediğini naklet-miştir: "Ben, kendisinden, çok mezi gelen bir
adamdım. Bunu Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'a sormaya utandım ve
Miktad b. el-Esved'den,
gidip Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'e sormasını istedim. O da gidip sordu. Efendimiz (salla’llâhü
aleyhi ve sellem): 'Mezigelince abdestgerekir,' buyurdu."[62][62]
Tirmizî hariç, bir grup hadis imamı,
İbn Ömer'den (r.a) şu ha*~ diseyi nakletmişlerdir: İbn Ömer, hayız halinde olan
hanımını boşadı. Hz. Ömer, durumu Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'e
anlattı. Allah'ın Rasûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), buna çok kızdı ve
hanımına dönmesini, sonra temizleninceye kadar yanında tutmasını, sonra tekrar
hayız görüp boşamak isterse ona yanaşmadan boşamasını emretti ve Allah Teâlâ'mn
emrettiği iddetin bu şekilde olduğunu söyledi.[63][63]
İmam Ahmed, Buhârî ve Müslim'in,
Ya'la b. Ümeyye'den rivayet ettiklerine göre O, şöyle demiştir: Ömer b.
Hattab'a (r,a), "Kâfirlerin size kötülük etmesinden endişe ederseniz
namazı kısaltmanızda size bir günah yoktur,"[64][64] âyetini okudum ve: "Bugün insanlar,
bundan emin değil midir?" dedim. Hz. Ömer (r.a): "Ben de senin gibi
bu âyette hayrete düştüm ve Rasûlullah'a sordum. Efendimiz (aleyhisselâm):
'Bu, size Allah'ın bir ihsanıdır. Allah'ın ihsanını kabul ediniz,[65][65]
buyurdu."
Suyûtî (911/1505), demiştir ki:
"Ulemâ, ashabın bu âyetten, düşman korkusu bulunmadığı zaman, namazı
kısaltmanın kalktığını anlamışlar; Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem),
kendilerine her iki halde bunun bir ruhsat olduğunu bildirmiştir."[66][66]
Buhârî ve İbn Abdilberr, İbn Ömer'in
(r.h) şöyle dediğim rivayet etmişlerdir: "Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi
ve sellem), Ahzab günü (Hendek Sava-şı'nda), 'Ben-i Kurayza'ya varmadan, kimse
ikindi namazını kılmasın,' buyurdu. Bazıları yolda iken ikindi namazına
ulaştılar. Içlerinden bir kısmı: 'Ben-i Kurayza'ya varmadan namazı kılmayalım,'
dediler. Bazıları da: 'Hayır, kılalım. Rasûlullah bizden bunu istemedi,'
diyerek ikindiyi kıldılar. Durum Hz. Peygamber'e (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
aktarılınca, hiçbirine kızmadı."[67][67]
Yine rivayet edilir ki, ashâbdan iki
kişi, beraberce yolculuğa çıktılar. Namaz vakti geldi. Yanlarında su yoktu.
Teyemmüm abdesti alıp namazlarını kıldılar. Sonra, vakit çıkmadan su buldular.
İçlerinden birisi, su ile abdest alıp namazını iade etti, diğeri etmedi.
Hadise Hz. Peygamber'e (salla’llâhü aleyhi ve sellem) intikal edince, ikisini
de doğru buldu ve namazı iade etmeyene: "Sünnete uydun, kıldığın namaz
sana yeterlidir," dedi. Namazını iade edene de: "Sana da iki kat
ecir vardır,"'buyurdu.[68][68]
İçlerinde, Hz. Ömer ve Hz. Muaz'ın
(r.a) da bulunduğu sahabeden bir grup, yolculuk yapıyorlardı. Hz. Ömer ve
Muaz'ın gusül abdesti almaları icab etti. Yanlarında su yoktu. Herbiri
içtihadını ortaya koydu. Muaz (r.a), toprakla yapılacak temizliği su ile yapılana
kıyas etti ve cünubluktan temizlenmek için bütün vücuduyla toprakta yuvarlanıp
sonra namaz kıldı. Hz. Ömer ise bunu yeterli bulmadı ve namazım tehir etti.
Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'a döndüklerinde kendilerine işin
doğrusunu açıklayarak Hz. Muaz'ın kıyasının yanlış olduğunu, çünkü onun,
"Su bulamadığınız zaman temiz bir toprakla teyemmüm yapın, yüz ve
ellerinize mesh edin,"[69][69] âyetine ters düştüğünü söylemiş ve ona,
teyemmümün yer ve şeklim gösterek: "Böyle yapman sana yeterlidir,"
buyurmuş Hz. Ömer'e de teyemmümün, küçük hadesi ortadan kaldırdığı gibi büyük
(hayız ve cünubluk gibi) hadesi de ortadan kaldıracağını, hem âyet-i kerîme'de
zikredilen ve teyemmümün yeterli olduğu, kadınlara dokunmakla kasdedilenin
(Öpmek, ellemek gibi) cimâya sevkeden şeyler olmayıp, bizzat cimâ-nın kendisi
olduğunu anlatmıştır.[70][70]
Bu ve bunlardan başka pek çok
rivayet, bize az önce konu başında açıkladığımız delilin doğruluğunu
göstermektedir.
Üçüncü
Delil: Kitab-ı Kerîm Kur'ân-ı Hakîm'dir
Allah Teâlâ'mn Kitabı, sünnetin
delil oluşunu kesin olarak ifade eden pek çok âyet-i kerîmeyle doludur.
Bu âyet-i kerîmeler, birkaç gruba
ayrılmaktadır. Bazen bir âyet-i kerîme, birden fazla gruba ait olabilmektedir.
Biz, burada beş grubu zikretmekle yetineceğiz.
Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)'e iman etmenin vâcib olduğunu gösteren âyet-i kerîmelerdir.
Burada Hz. Peygamber'e imanla
anlatılmak istenen, O'nun peygamberliğini ve Kur'ân'da zikri geçsin veya
geçmesin, O'nun Allab katından getirdiği bütün şeyleri tasdik ve kabul
etmektir. Yine Hz. Peygamber'e uymamanın ve hükmüne rıza göstermemenin imanla bağdaşamayacağını
ifade eden âyet-i kerîmeler de bu gruba girer.
Şimdi ilgili âyet-i kerîmeleri ve
ulemânın yaptığı bazı açıklamaları sunuyoruz:
Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
"Ey iman edenler! Allah'a, Pey-gamberi'ne, indirdiği Kitab'a ve daha önce
indirdiği Kitab'a (tam manâsıyla) iman edin. Kim Allah'ı, meleklerini,
kitaplarını ve kıyamet gününü inkâr ederse, tam manâsıyla sapıtmıştır."[71][71]
"Artık Allah'a, Rasûlü'ne ve
indirdiğimiz nâra (Kur'ân'a) iman edin, Allah, yaptıklarınızdan tamamen haber
dardır,'[72][72]
"Rasûlüm de ki: Ey insanlar!
Gerçekten ben, sizin hepinize gelen, Allah'ın peygamberiyim. O Allah ki, yer
ve göklerin tasarrufu O'nundur. O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O, diriltir ve
öldürür. Onun için Allah'a ve O'nun bütün kelimelerine iman eden o ümmî
Peygambere iman edin ve o Peygambere uyun ki, doğru yolu bulaşı-
nız.'[73][73]
Kâd-ı Iyâz (544/1149), demiştir ki:
"Allah'ın peygamberi Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'e iman,
kesin bir farzdır. İman ancak O'nunla tamam olur ve İslâm ancak O'nunla sıhhat
bulur,"[74][74] Allah Teâlâ, buyurmuştur ki: "Kim
Allah'a ve Rasûlü'ne iman etmezse bilsin ki muhakkak biz, kâfirler için
tutuşmuş bir ateş hazırladık."[75][75]
Allah Teâlâ, yine buyurur ki:
"(Ey Rasûlüm) Gerçekten biz, seni (ümmetine) şâhid (Cennetle) müjdeleyici
(Cehennemle) korkutucu bir peygamber olarak gönderdik ki siz insanlar, Allah'a
ve Peygamberine iman edesiniz. Rasûlü'ne yardım edip O'nu yüceliksiniz ve sabah
aksam Allah'ı teşbih edesiniz."[76][76]
Allah Teâlâ, buyurur:
"Mü'minler ancak Allah'a ve Rasûlü'ne iman eden, sonra imanlarında asla
şüpheye düşmeyen ve Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenlerdir.
İşte onlar, gerçekten sâdık kimselerdir."[77][77]
Bir başka âyet: "Mü'minler
ancak Allah'a ve Rasûlü'ne gönülden iman etmiş kimselerdir. Onlar, o
Peygamber'le toplu bir iş üzerinde bulundukları vakit, O'ndan izin isteyip O
da izin vermedikçe bırakıp gitmezler. (Rasûlüm) Şu, senden izin isteyenler,
hakikaten Allah'a ve Rasûlü'ne iman etmiş kimselerdir. Öyle ise bazı işleri
için senden izin istediklerinde, sen de onlardan dilediğine izin ver; onlar
için Allah'tan bağış dile; Allah çok mağfiret edici ve merhametlidir."[78][78]
İmam Şafiî (204/819), demiştir ki:
"Allah Teâlâ, kendisine ve Rasûlü'ne imanı, diğer bütün amellerin
başlangıcı ve kâmil imanın kaynağı yapmıştır. Bir kul, Allah'a iman edip de
Rasûlü'ne iman etmese, imanı tamam ve sahih olmaz. Hatta kabul görmez. "[79][79]
İbn Kayyım el-Cevziyye (751/1350)
ise şöyle demektedir: "Allah Teâlâ, Ashâb-ı Kirâm'ın, Hz. Peygamber'le
toplu bir işteyken ondan izin almadan herhangi bir yola ve yere gitmemelerini,
imanın gereklerinden kılınca, O'nun izni olmaksızın, ilmî bir mezhebe ve hükme
gitmemeleri, daha öncelikli olarak imanın bir gereği olmaktadır. Hz. Peygamber
(salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in böyle bir konudaki izni ise getirdiği vahiy
ve sünnetin o şeye izin verdiğini göstermesi ile bilinmektedir."[80][80]
Allah Teâlâ, buyurur: "Güçsüz
durumda bulunanlar, hasta olanlar ve infak edecek bir şey bulamayanlar, Allah
ve Rasûlü'ne sadâkatlerini korudukları takdirde kendilerine, cihaddan geri kaldıkları
için bir günah yoktur. İyilik sahiplerini ayıplamaya bir yol yoktur. Allah
Gafur ve Rahlm'dir."[81][81]
Ebû Süleyman el-Hattâbî (388/998),
demiştir ki: "Âyet ve hadislerde geçen nasihat, kendisi için nasihat
yapılan ve samimiyet gösterilen kimse için hayır düşünüldüğünü ifade eden bir
kelimedir. Nasihata tek bir mânâ vermek, doğru ve mümkün değildir. Nasihatın
lügat mânâsı, ihlâs ve samimiyettir.
Buna göre Allah Teâlâ için nasihat,
O'nun birliğine doğru bir şekilde itikad etmek, O'nu lâyık sıfatlarla
vasfetmek, hakkında caiz olmayan şeylerden tenzih etmek, sevdiği şeylere
rağbet, gazablandığı şeylerden nefret ve ibâdetinde ihlâs üzere hareket
etmektir.
Allah'ın Kitabı için nasihat; ona
iman, onunla amel, güzel okumak, kıraati anında huşu üzere olmak, onu
yüceltmek, onu anlamak ve hükümlerine vâkıf olmak, haddi aşanların hevâlarına
göre yorumlarından ve dinsizlerin hücumlarından onu korumaktır. Allah'ın
Rasûlü için nasihat ise O'nun peygamberliğini tasdik etmek, emir ve
yasaklarında kendisine var güçle itaat etmektir."
Ebû Bekir el-Acurî, demiştir ki:
'Allah'ın Rasûlü için nasihat, O'nu desteklemek, kendisine yardım etmek,
hayatta ve vefat ettikten sonra himaye etmek; sünneti öğrenip savunarak, halk
arasında yayarak, yüce ahlâkı ve güzel edebiyle ahlâklanarak O'na ait şeyleri
ihya etmektir."
Ebû İbrahim İshak et-Tûcîbî (Ö.352
h.), demiştir ki: "Rasû-lullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) için
nasihat, getirdiklerini tasdik, sünnetini tatbik, onu yaymak ve buna teşvik,
Allah'a, Kitabı'na, Rasûlü'ne, O'nun sünnetine ve onunla amele davet
etmektir."[82][82]
Allah Teâlâ, buyurur ki:
"Onlara: Allah'ın indirdiğine ve Rasûlü'ne gelin,' denildiği zaman,
münafıkların, kibirlenerek senden yüz çevirdiklerini görürsün."'[83][83]
Yine Allah Teâlâ, buyurur:
"(Bazı İnsanlar) Allah'a ve Rasûlü'ne inandık ve itaat ettik diyorlar,
sonra da içlerinden bir grup yüz çeviriyor. Onlar gerçekten mü'min
değillerdir."
"Onlar, aralarında hüküm
vermesi için Allah'a ve Rasûlü'ne çağrıldıklarında, içlerinden bir kısmının yüz
çevirip döndüğünü görürsün!"
"Ama eğer (Allah ve Rasûlü'nün
hükmettiği) hak kendi lehlerine ise itaat içinde gelip boyun eğerler."
"Bunların kalplerinde bir
hastalık mı var, yoksa şüphe içinde midirler, yahut Allah ve Rasûlü'nün
kendilerine zulüm ve haksızlık edeceğinden mi korkuyorlar1? Hayır, gerçekten
onlar zâlim kimselerdir."
"Aralarında hüküm vermesi için
Allah'a ve Rasûlü'ne çağrıldıkları vakit, mü'minlerin sözü, ancak: 'Dinledik
ve itaat ettik,' demeleridir. İşte bunlar kurtuluşa erenlerdir."
"Kim Allah'a ve Rasûlü'ne itaat
eder, Allah'tan içtenlikle korkar ve O'na isyandan sakınırsa, işte onlar,
saadeti ele geçiren kimselerdir."
"Bir de münafıklar, kendilerine
emrettiğin zaman, muhakkak (savaşa ve hicrete) çıkacaklarına dair en kuvvetli
yeminler ettiler. (Ey Rasûlüm, onlara) de ki: Yalan yere yemin etmeyin. Sizden
istenen hâlis bir itaattir. Muhakkak Allah, bütün yaptıklarınızdan haberdardır.
"
"(Ey Rasûlüm) de ki: Allah'a
itaat edin, Peygambere de itaat edin. Eğer yüz çevirirseniz Peygambere düşen
tebliğ, size düşen de itaat etmektir. Eğer O'na itaat ederseniz hidâyete
erersiniz; Peygambere düşen, sadece hakkı açıkça tebliğ etmektir."[84][84]
İmam Şafiî (204/819), demiştir ki:
"Allah Teâlâ, bu âyet-i kerîmelerde insanlara, onların aralarında hüküm
vermesi için Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'a davet edilmelerinin,
aslında, Allah'ın hükmüne bir davet olduğunu bildirmiştir. Çünkü aralarında
hakem, Allah'ın Rasûlü'dür. Allah farz kıldığı için O'nun Rasûlü'nün hükmüne
teslim oldukları zaman hakikatte onlar, Allah'ın hükmüne teslim olmuş
olacaklardır."[85][85]
Allah Teâlâ, buyurur: "Allah ve
Rasûlü bir işe hüküm verdiği zaman, mü'min bir erkek ve kadına, kendi
işlerinden dolayı Allah'ın ve Peygamberin hükmüne aykırı olanı seçme hakkı
yoktur. Kim, Allah'a ve Rasûlü'ne isyan ederse açık bir şekilde sapıtmış
olur."[86][86]
İbn Kayyım (751/1350), demiştir ki:
"Allah Teâlâ, bir mü'min için Allah ve Rasûlü'nün hükmünden sonra başka
şeyi seçme hakkının bulunmadığını, böyle bir tutum içine girenin, apaçık
sapıtacağını haber vermiştir."[87][87]
Allah Teâlâ, buyurur: "Hayır,
Rabbine yemin olsun ki, aralarında çıkan bir anlaşmazlıkta seni hakem yapıp
sonra da verdiğin hükümden, içlerinden hiçbir sıkıntı duymaksızın (onu) tam
manâsıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar."[88][88]
İbn Kayyım el-Cevziyye, demiştir ki:
"Allah Teâlâ, kullarının (büyük-küçük) aralarında çıkan her anlaşmazlıkta,
Rasûlü'nü hakem yapmadıkça mü'min olamayacaklarına zâtı üzerine yemin etti.
İmanlarının kabulü için sadece O'nu
hakem seçmeyi yeterli bulmayıp verdiği karar ve hükümlerden, içlerinde
herhangi bir darlık ve sıkıntının bulunmamasını ileri sürdü. Bununla da
yetinmeyip verilen hükme tam teslimiyetle boyun eğmelerini istedi.”[89][89]
İmanı Şafiî (r.h) demiştir ki:
"En doğrusunu Allah bilir, bize ulaşan haberlere göre bu âyet-i kerîme,
Zübeyr b. Avvam (r.a) ile arazi konusunda çekişmeye giren bir adam hakkında
nazil olmuştur. Davayı, Hz. Peygamber'e götürdüklerinde, Allah Rasûlü,
Zübeyr'in (r.h) lehine hüküm vermiştir. Verilen hüküm, Rasûlullah'a ait bir uygulama
olup Kur'ân'da, buna dair bir âyet yoktur, Allah en iyisini bilir, Kur'ân da bu
anlattığıma delâlet etmektedir. Çünkü bu konuda Kur'ân'da bir hüküm olsaydı,
ilgili âyetler bulunurdu."[90][90]
İmam Şafiî (r.h), özetle şunu demek
istiyor: Âyet-i kerîme'nin nüzulüne sebep olan hadisedeki hüküm, Allah'ın
Kitabı'nda açıkça mevcut değildir. Hüküm, Allah Rasûlü'ne aittir. Çünkü
bulunmuş olsaydı imansızlık, Kitab'm hükmünü reddedişlerinden ve ona teslim
olmayışlarından olur, Rasûlullah'm hakem seçilmeyişinden, hükmüne teslim
olmayışından ve karara karşı iç sıkıntısından kaynaklanmazdı. Bu durumda
zahiren şöyle denilirdi: "Rabbine yemin olsun ki onlar, Kitab'ın hükmünü
kabul edip ona teslim olmadıkça, iman etmiş olmazlar." Böyle bir ifade
bulunmadığına göre bu hükmün, Rasûlullah'a ait olduğu anlaşılır.
Bu gruptaki âyetler, Rasûlullah (aleyhisselâm)'m,
Kitab'ı (Kur'ân'ı) açıklayıcı -Allah'ın hükmüne uygun olarak-, Allah Teâlâ
katında makbul olacak şekilde şerh edici olduğunu ve Hz. Pey-gamber'in ümmetine
Kitab'ı ve hikmeti (sünneti) öğrettiğini gösteren âyet-i kerîmelerdir.
Biz, hikmete, İmam Şafiî ve
başkalarının dediği gibi sünnet mânâsını verdik. Hikmetin de Kur'ân mânâsına
geldiğini kabul etme durumunda, Rasûlullah'm (salla’llâhü aleyhi ve sellem) onu
ümmetine öğretmesinden anlaşılması gereken, Kur'ân'ı şerh, mücmelini beyân ve
müşkilini tavzih etmesidir. Bu da O'nun Kitab'a getirdiği sözlü, fîîlî ve
takriri açıklamalarının delil olmasını gerektirir. Şimdi ilgili âyetleri
görelim:
Allah Teâlâ, buyurur ki:
"İnsanlara kendilerine indirileni açıklaman için sana Kur'ân'ı indirdik.
Belki düşünüp anlarlar."[91][91]
"Biz bu Kitab'ı sana, sırf
hakkında ihtilâfa düştükleri şeyi insanlara açıklayasın ve iman eden bir
topluma da hidâyet ve rahmet olsun diye indifdik."[92][92]
"Nitekim kendi içinizden size,
âyetlerimizi okuyan, sizi kötülüklerden temizleyen, size Kitab'ı ve hikmeti
ta'lim edip bilmediklerinizi öğreten bir Rasûl gönderdik."[93][93]
"And olsun ki, içlerinden,
kendilerine Allah'ın âyetlerini okuyan (kötülük ve küfür kirinden) kendilerini
temizleyen, kendilerine Kitab ve hikmeti öğreten bir peygamber göndermekle
Allah, mü'minlere büyük bir lütufta bulunmuştur. Halbuki onlar, daha Önce
apaçık bir sapıklık içinde idiler."[94][94]
"(Okuma yazma bilmeyen)
ümmîlere, içlerinden, kendilerine âyetlerini okuyan, onları küfür ve isyan
kirlerinden temizleyen, onlara Kitab'ı ve hikmeti öğreten bir peygamber
gönderen O'dur. Şüphesiz onlar, Önceden apaçık bir sapıklık
içindeydiler."[95][95]
"Allah'ın sizin üzerinizdeki
nimetini, size öğüt vermek üzere indirdiği Kitab'ı ve hikmeti hatırlayın.
Allah'tan korkun. Bilin ki Allah, herşeyi hakkıyla bilmektedir,"[96][96]
"Allah, sana, Kitab'ı ve
hikmeti indirdi ve sana bilmediklerini öğretti, Allah'ın sana ihsanı çok
büyüktür."[97][97]
"(Ey Peygamber hanımları!)
Evlerinizde okunan Allah'ın âyetlerini ve hikmeti hatırlayın. Şüphesiz Allah,
herşeyin iç yüzünü bilen ve herşeyden haberdar olandır."[98][98]
İmam Şafiî (r.h) (204/819), demiştir
ki: "Allah Teâlâ, 'Kitab' deyince Kur'ân'ı, 'hikmet' ile de -görüşlerine
katıldığım ehl-i Kur'ân âlimlerin dediği gibi- Rasûlullah'm sünnetini
kasdetmiştir. Bu görüş, Kur'ân'ın ifadesine uymaktadır. Allah, en iyisini
bilir. Çünkü Kur'ân, Önce Kitab'ı, peşinden hikmeti zikretmiştir. Allah Teâlâ
da kendilerine, Kitab ve hikmeti öğretmekle kullarına yaptığı ihsanı
zikretmektedir. Allah, en doğrusunu bilir. Buradaki hikmetin, Rasûlullah'ın
sünnetinden başka bir şey olduğunu söylemek de uygun değildir. Sebebi şudur:
Allah Teâlâ, hikmeti, Kitab'la yanyana zikretmiştir. Ayrıca Peygamberine itaati
ve herkese onun emrine uymayı farz kılmıştır. Allah'ın Kitabı ve Rasûlü'nün
sünnetinden başka hiçbir söz için 'farz' denilmesi caiz değildir. Bunun sebebi
de Allah Teâlâ'nın, Rasûlü'ne imanı, kendisine iman ile beraber zikr ve
emretmesidir."[99][99]
İmam Şafiî (r.h), bu ifadeleriyle
şunu açıklamak istiyor: Allah Teâlâ, bütün bu âyetlerde hikmeti, Kitab üzerine
atfederek zikretmiştir. Atıfla, yanyana zikredilen iki şey aynı olmayacağı
için buradaki hikmet, sünnettir. Ayrıca hikmetin, Kitab ve sünnetin dışında
başka bir şey olması da sahih değildir. Çünkü Allah Teâlâ, bize hikmeti
öğreterek ihsanda bulunduğunu bildirmiştir. Böyle bir ihsan, ancak doğru,
gerçek ve katındaki ilmine uygun bir şeyle olabilir. Şu halde hikmet, Kitab
(Kur'ân) gibi uyulması gereken bir şeydir. Özellikle Allah Teâlâ'nın, hikmetle
Kitab'ı beraber zikrettiğini düşünürsek, söylediğimiz daha rahat anlaşılır.
Hem Allah Teâlâ, bize, ancak Kitabı'na ve Rasûlü'nün sünnetine uymamızı
emretmiştir. Şu halde hikmetin sünnet olduğu ortaya çıkmaktadır.
Bu gruptaki âyetler, Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'e emir ve nehiylerinde mutlak olarak uymanın vâcib, O'na itaatin
Allah'a itaat olduğunu gösteren, kendisine muhalefetten ve sünnetini
değiştirmekten sakındıran âyet-i kerîmelerdir.
Allah Teâîâ, buyurmuştur ki:
"Allah'a ve Rasûlü'ne itaat edin ki, merhamet olunasınız."[100][100]
"De ki: Allah'a ve Rasûlü'ne
itaat edin. Eğer itaatten yüz çevirirseniz (şüphesiz bilin ki) Allah kâfirleri
sevmez."[101][101]
"Ey iman edenler! Allah ve
Rasûlü'ne itaat edin. Dinlediğiniz halde O'ndan yüz çevirmeyin. İşitmedikleri
halde, işittik diyenler gibi olmayın."[102][102]
"Allah'a itaat edin. Peygambere
itaat edin. İsyandan sakının. Eğer itaatten yüz çevirirseniz, biliniz ki,
Rasûlümüze düşen, sadece apaçık tebliğdir."[103][103]
"Allah'a ve Rasûlü'ne itaat
edin, birbirinizle çekişmeyin; yoksa dağılırsınız ve gücünüz gider. Sabredin;
şüphesiz Allah, sabredenlerle beraberdir."[104][104]
"Ey iman edenler! Allah'a itaat
edin ve Peygambere de itaat edin. (İnkâr ve isyanlarla) amellerinizi boşa
çıkarmayın."[105][105]
"Ey iman edenler! Allah'a itaat
edin. Peygambere ve sizden olan ulü'l-emre (idarecilere) de itaat edin.
Herhangi bir konuda ihtilâfa düştüğünüzde, eğer Allah'a ve ahiret gününe
inanıyorsanız, onu Allah'a ve Rasûlü'ne götürün. Böyle yapmanız, sizin için
daha hayırlı ve sonuç olarak daha güzeldir."[106][106]
Kâd-ı Iyâz (544)1149), Atâ'dan, İbn
Abdilberr (463/1071) Beyâni'l-İlim'de ve Beyhakî (458/1066) el-Medhal'de Meymun
b. Mihran'dan, şunu rivayet etmişlerdir: "Bir dâvayı Allah'a götürmek,
onu Kitabı'na arzetmektir."
İmam Şafiî (204/819), demiştir ki:
"Alimlerin bir kısmı, âyette geçen ulü'l-emirden maksadın, Rasûlullah'ın
düşmanı takibe gönderdiği seriyyelerin başındaki insanlar olduğunu
söylemiştir. En doğrusunu Allah bilir. Bize verilen haber böyle. Allah daha
iyisini bilir; bu, şöyle diyenin sözüne benziyor: 'Mekke civarında yaşayan
Araplar, disiplinli yönetim bilmezlerdi. Bir idarî disiplin içinde, bazısının
diğerlerine itaat etmesini gururlarına yediremezlerdi. Allah Rasûlü'ne itaatle
boyun eğdiklerinde, bu itaati, Rasûlullah'tan başkası için uygun
görmüyorlardı. Bunun için Rasûlullah'ın başlarına tayin ettiği idarecilere
itaat etmeleri emredildi. Bu, mutlak mânâda bir itaat değildir. Kendileri ve
idareciler için istisnaları vardır. Bunun için: 'Herhangi bir konuda anlaşmazlığa
düşerseniz,, onu, Allah'a ve Rasûlü'ne götürün (onların talimatına göre
halledin)' buyurdu." Allah, en doğrusunu bilir. Ulü'l-emre itaatten sonra
böyle emir verilmesi, onlarla halk arasında bazı anlaşmazlıkların olacağını ve
bunun hâl çaresinin, Allah ve Rasûlü'ne götürmek olduğunu gösteriyor ve âyet
şunu da ifade ediyor: İhtilâfa düştüğünüz zaman, bu konuda Allah ve Rasûlü'nün
hükmünü biliyorsanız, onlara arzedin; eğer bilmiyorsanız, yanına vardığınızda
Rasûlullah'a veya sizden onunla buluşan birisine sorun. Çünkü bu, kimsenin
itiraz etmediği bir farzdır. Ayet-i kerîme'de: "Allah ve Rasûlü, herhangi
bir işe hüküm verdiği zaman, mü'min bir erkek ve kadın için o işi kendi
isteklerine göre seçme hakkı yoktur."[107][107]
buyuruhnuştur.
Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)'ın vefatından sonra, bu şekil bir çekişmeye düşen kimse, meseleyi, önce
Allah'm (Kitabı'nda getirdiği) hükmüne, sonra da Rasûlü'nün (sünnetiyle ortaya
koyduğu) kararma götürür. Eğer o konuda, Kitab ve sünnette veya herhangi
birinde bir hüküm ve açıklama yoksa, başka âyet-i kerîmelerde belirtildiği gibi
Kitab ve sünnete dayanarak kıyasa gider.[108][108]
Hafız İbn Hâcer (852/1448),
Fethu'l-Bâri adlı eserinde, önce ulemânın, âyette bahsedilen ulül-emrin kimler
olduğu hakkındaki ihtilâflarını açıklıyor ve ulü'1-emr, idareciler mi yoksa
âlimler midir? görüşleri içerisinden birinci gurubun tercihe şayan olduğunu
belirtip bir önceki âyetin de buna delâlet ettiğini söylüyor. Bu âyet şudur:
"Allah size, mutlaka, emanetleri ehli olanlara vermenizi ve insanlar arasında
hükmettiğinizde, adaletle hükmetmenizi emreder."[109][109]
Daha sonra şunları naklediyor:
Âyet-i kerîme'de, hakikatte itaat edilen sadece Allah Teâlâ olmakla birlikte
''Allah'a itaat edin," şeklinde itaat fiilinin tekrar edilmesi ve bunun
ulü'î-emr için ayrıca kullanılmaması, mükellef olunan şeylerin kaynağının
sadece Kur'ân ve sünnet olduğunu göstermek içindir. Sanki şöyle denilmiş
oluyor:
"Kur'ân'ın size emrettiği
konularda, Allah'a itaat edin. Ayrıca Kur'ân'dan açıkladığı konularda ve
sünnetiyle ortaya koyduğu hususlarda Peygambere de itaat edin."
Yahut âyetin mânâsı şöyle olur:
"Tilâvetiyle ibâdet yapılan
vahiyle (Kur'ân'la), size emrettiği şeylerde Allah'a itaat edin ve Kur'ân
olmayan vahiyle (sünnetle), size emrettiği şeylerde de Peygambere itaat
edin..."
Tâbiîn'den bir zâtın, Benî Ümeyye
idarecilerinden birine verdiği cevap ne kadar güzeldir. İdareci, kendisine:
"Allah Teâlâ, 've sizden olan idarecilere itaat edin,' âyetinde sizin bize
itaat etmenizi emretmiyor mu?" diye sorunca, o zât:
"Hayır, siz, hakka muhalefet
ettiğiniz için size itaat ortadan kalkmıştır. Çünkü, aynı âyetin devamında:
'Herhangi bir konuda anlaşmazlığa düşerseniz -eğer Allah'a ve âhiret gününe
inanıyorsanız-onu Allah'a ve Rasûlü'ne götürün,' buyurulmaktadır.[110][110] Sizse bunu yapmadınız," demiştir.[111][111]
Şerefüddîn et-Tayyîbî (743 h.),
demiştir ki:[112][112]
"Allah Teâlâ: 'Peygambere itaat ediniz/ buyururken, itaat ediniz fiilini
ikinci kez zikretti ki, Hz, Peygambere mutlak ve müstakil olarak itaatin vâcib
olduğu anlaşılsın. Fakat ulü'l-emir'de aynı emir tekrarlanmadı. Allah Teâlâ,
bununla, idareciler içinde kendisine itaatin vâcib olmayacağı kimselerin de
bulunabileceğine işaret etmiş ve bu: Aranızda herhangi bir konuda anlaşmazlığa
düştüğünüz zaman, onu, Allah ve Rasûlü'ne götürünüz,'âyetiyle
açıklamıştır."
Âyette, sanki şöyle denilmiş oluyor:
"Eğer idarecileriniz, hakka uymazlarsa, onlara itaat etmeyin ve ihtilâfa
düştüğünüz şeyi (halletmek için) Allah'ın ve Rasûlü'nün hükmüne müracaat
edin."
Îbnu'l-Kayyım (751/1350), demiştir
ki: "Allah Teâlâ, kendisine ve Rasûlü'ne itaati emretti. Peygambere
emrettiklerini, Kitab'a (Kur'ân'a) arzetmeksizin, bizatihi kendisine itaatin
vâcib olduğunu bildirmek için 'Peygambere de itaat ediniz,' buyurarak 'itaat'
emrini tekrarladı. Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem), bir emir
verdiği zaman, o emir Kur'ân'da bulunsun bulunmasın, mutlak ve müstakil olarak
kendisine itaatin vâcib olduğunu bildirdi. Çünkü O'na Kitab ve beraberinde
benzeri değerde sünnet verilmiştir.
Allah Teâlâ, ulü'l-emre müstakil
olarak itaati emretmedi. Aksine fiili hazfedip onlara itaati, Peygambere
itaatin içinde emretti. Bununla onlara, ancak Peygamberin itaatine bağlı
olarak itaat edileceğini, onlardan, Peygamberin taatine uygun emir verene
itaatin vâcib; onun getirdiği hükümlerin tersine emir verenlere hiçbir şekilde
itaat etmenin gerekmeyeceğini bildirmiştir. Nitekim Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem), sahih hadislerinde şöyle buyurmuştur:
Yaratana isyanda, kula itaat
yoktur:'[113][113]
'İtaat ancak hayırda olur.'[114][114]
İdareciler hakkında: 'Sizden kim,
bir günahı emrederse, asla kendisine kulak verilmez ve itaat edilmez,'[115][115]
buyurmuştur.
Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)'e, başlarındaki komutan ateşe girmelerini emretmiş, ona girmek isteyen
bazı kimseler kendisine haber verilince:
'Eğer ona girselerdi, bir daha ondan
çıkamaz, Cehennemde de ondan kurtulamazlardı,'[116][116]
buyurmuştur.
Halbuki onlar, ateşe, komutanlarına
bir itaat olarak giriyorlardı ve bu emre uymanın, kendilerine vâcib olduğunu
zannediyorlardı.
Fakat onlar, yanlış ve noksan
içtihad yaptılar, Allah'a isyan olan bir emre uymaya kalktılar, Rasûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'tan o konuda bir emir gelmemesine ve dinde de bu iş yasak
olmasına rağmen onlar, her konuda emre itaat gerekir, fikrine vardılar; böylece
içtihadların-da hata ve acze düştüler. 'Bu yaptığımız, Allah ve Rasûlü'ne bir
itaat midir, yoksa değil midir?' diye hiç araştırmaksızın, nefislerine azap
etmeye ve onu helake kalkıştılar. Onlar, bunu bilmediklerinden de olsa, emre
itaat ediyoruz diye yaptılar. Sonunda, yukarıdaki tehditle karşılaştılar. Bunun
yanında bir de Allah'ın, Peygamberiyle gönderdiklerine apaçık ters düşen
konularda, bir başkasına itaat eden kimsenin hâlini düşün!..
'Sonra Allah Teâlâ, rnü'minlere -eğer
imanlarında sâdık iseler-anlaşmazlığâ düştükleri şeyleri, Allah ve Rasûlü'ne
götürmelerini emretti ve böyle yapmalarının, dünyada kendileri için daha
hayırlı, âhirette de sonucun daha güzel olacağını bildirdi.'
'Bu âyet-i kerime, birçok şeye
işaret etmektedir:
1- Mü'minler, bazen muhtelif
konularda ihtilâf ve anlaşmazlığa düşebilirler; ancak bununla, imandan çıkmış
olmazlar.
. 2- Âyet-i kerîme'de: 'Herhangi bir
şeyde çekişmeye düşerseniz...' şeklindeki şartın, umumîlik ifade eden bir
kelime ile zikredilmesi, küçük-büyük, açık-gizli, mü'minlerin anlaşmazlığa
düştüğü herşeyi içine almaktadır. Şayet anlaşmazlığa düşülen şeylerin hükmü, Allah'ın
Kitabı'nda ve Rasûlü'nün sünnetinde açıklanmasaydı veya bunlar kâfi gelmeseydi
Allah, onlara götürme emrini vermezdi. Çünkü Allah Teâlâ'nın, bir anlaşmazlık
olunca, onu bu çekişmeyi halledemeyecek bir mercie götürmeyi emretmesi mümkün
değildir.
3-
Ümmet, dâvayı Allah'a götürmenin, O'nun Kitabı'na arzet-mek, Rasûlullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem)'a götürmenin ise hayatta iken kendisine, vefatından
sonra da sünnetine arzetmek olduğuna icmâ etmişlerdir.
4- Allah Teâlâ, herhangi bir
anlaşmazlık hâlinde, meseleyi Allah ve Rasûlü'ne götürmeyi, imanın bir gereği
ve zarureti yapmıştır. Öyle ki, bu arz yapılmayınca iman da ortadan kalkacaktır.
Bir şeyi gerektiren sebebin yok olmasıyla, ona bağlı olanın da yok olması gibi.
Özellikle bu iki şey arasındaki mülâzemet ve gereklilik daha kuvvetlidir.
Çünkü bu, iki taraflıdır. Onlardan birisi yok olursa, diğeri de ortadan
kalkacak durumdadır.
Sonra Allah Teâlâ, meseleyi, Allah
ve Rasûlü'ne arzetmenin, kendileri için daha hayırlı ve sonuç olarak da daha
güzel olduğunu bildirmiştir."[117][117]
Allah, kendisine rahmet etsin;
müellif, kitabında çok güzel pit ve çok doğru izahlarda bulunmuştur. Rasûlullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem)'a itaati emreden âyetleri sunmaya devam edelim:
Allah Teâlâ, buyurmuştur ki:
"Ey iman edenler! Sizi hayat veren şeye çağırdıklarında, Allah'a ve
Rasûlü'ne icabet edin. Biliniz ki, muhakkak Allah, kişi ile kalbi arasına
girer. Şüphesiz O'nun huzurunda hasredileceksiniz."[118][118]
"Biz, her peygamberi, -Allah'ın
izniyle- ancak kendisine itaat edilmesi için gönderdik. Eğer onlar, kendilerine
zulmettikleri zaman sana gelseler de Allah'tan bağışlanmayı dileseler, Rasûl de
onlar için istiğfar etseydi Allah'ı çok fazla affedici, esirgeyici
bulurlardı."[119][119]
"Peygamber size neyi verdi ise
onu alıp yapın; sizi neden sakındırdı ise ondan da sakınıp kaçın."[120][120]
"Kim, Allah'a ve Rasûlü'ne
itaat ederse işte onlar, Allah'ın kendilerine lütûflarda bulunduğu peygamberler,
sıddîkler, şehidler ve sâlih kişilerle beraberdir. Bunlar ne güzel
arkadaştır."[121][121]
"Ey iman edenler! Allah'tan
korkun ve doğru söz söyleyin ki Allah, işlerinizi düzeltsin ve günahlarınızı
bağışlasın. Kim, Allah ve Rasûlü'ne itaat ederse, büyük bir kurtuluşa ermiş
olur."[122][122]
"Muhakkak ki sana bîat edenler,
ancak Allah'a biat etmektedirler. Allah'ın eli, onların ellerinin üzerindedir.
Artık kim ahdini bozarsa, kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allah ile olan
ahdine vefa gösterirse Allah, ona büyük bir mükâfat verecektir."[123][123]
"Biz, seni insanlara Peygamber
olarak gönderdik, şahid olarak Allah yeter. Kim, Peygambere itaat ederse
Allah'a itaat etmiş olur. Yüz çevirene gelince, seni onların başına koruyucu ve
gözetici göndermedik."[124][124]
İmam Şafiî (204/819), demiştir ki:
"Allah Teâlâ, yukarıdaki son iki âyette, onların Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'e bey'atlarının kendine yapılan bey'at, ona itaatlerinin de
kendine yapılan itaat olduğunu bildirmiştir."[125][125]
Yine Allah Teâlâ, buyurmuştur ki:
"Kim, Allah'a ve Peygambe-ri'ne itaat ederse, Allah onu, altından ırmaklar
akan cennetlere koyacaktır. Onlar, orada devamlı kalacaklardır. İşte en büyük
kurtuluş budur. Kim de Allah ve Peygamberi'ne isyan eder ve Allah'ın koyduğu
sınırları aşarsa, Allah onu, devamlı kalacağı bir ateşe sokar ve onun için
alçaltıcı bir azap vardır."[126][126]
"(Ey müzminleri) Peygamberi,
kendi aranızda birbirinizi çağırır gibi çağırmayın. İçinizden, birini siper
edinerek (savaştan veya başka bir işten) sıvışıp gidenleri, muhakkak ki Allah
bilmektedir. Bu sebeple, O'nun emrine aykırı davrananlar, başlarına bir belâ
gelmesinden veya kendilerine çok elemli bir azap isabet etmesinden sakınsınlar."[127][127]
"Kendisine doğru yol belli
olduktan sonra, kim, Peygambere karşı çıkar ve mü'minlerin yolundan başka bir
yola girerse, onu, girdiği yolda ve sapıklıkta bırakırız; âhirette de
Cehenneme sokarız. O, ne kötü bir yerdir."[128][128]
"Kim, Allah'a ve Peygamberi'ne
karşı gelirse, bilsin ki Allah, azabı şiddetli olandır."[129][129]
"Şu muhakkak ki Allah,
kâfirleri rahmetinden kovmuş ve onlara çılgın bir azap hazırlamıştır. Onlar,
orada ebedî olarak kalacaklar, kendilerini koruyacak ne bir dost ne de bir
yardımcı bulacaklardır. Yüzleri ateşte eurilip çevrildiği gün, 'Eyvah bize!
Keşke, Allah'a itaat etseydik. Peygambere de itaat etseydik,' derler."[130][130]
"inkâr edenler, Allah yolundan
alıkoyanlar ve kendilerine doğ ru yol belli olduktan sonra Peygambere karşı
gelenler, Allah'a hiçbir zarar veremezler. Allah, onların yaptıklarını boşa
çıkaracaktır. Ey iman edenler, Allah'a itaat edin. Peygambere itaat edin.
(İnkâr ve isyanla) amellerinizi boşa çıkarmayın."[131][131]
Burada vereceğimiz âyetler, Hz.
Peygamber'den sâdır olan bütün söz ve fiillerde Ö'na tâbi olmanın ve kendisini
örnek almanın vâcib olduğunu, Allah'ın muhabbetinin tahsili için O'na uymanın
gerekli bulunduğunu gösteren âyet-i kerîmelerdir.
Allah Teâlâ, buyurmuştur ki:
"Rasûlüm, onlara de ki: Eğer siz, Allah'ı seviyor (ve sevdiğinizi iddia
ediyor)sanız; derhal bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı
bağışlasın. Allah, çok affedici ve çok merhametlidir."[132][132]
Kâd-ı Iyâz (554/1149), Şifâ'da,
Hasan el-Basrî'nin (110/728), şöyle dediğini nakletmiştir: Bazıları Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'e gelerek, "Ya Rasûlallah! Biz,
gerçekten Allah'ı seviyoruz," dediler. Bunun üzerine: "De ki: Eğer
siz Allah'ı seviyor (ve sevdiğinizi iddia ediyorsanız; hemen bana uyun ki,
Allah da sizi sevsin."[133][133]
âyeti nazil oldu.
Lâlckâî, es-Sünnet adlı eserinde,
Hasan el-Basrî'nin şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Onların Allah'ı
sevmelerinin alâmeti, Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'ın sünnetine
uymaları oldu."
Allah Teâlâ, buyurdu ki:
"Andolsun ki, sizden Allah'a ve âhiret gününe kavuşmayı arzulayanlar ve
Allah'ı çok zikredenler için Rasûlullah'ta (takip edeceğiniz) pek güzel bir
örnek vardır."[134][134]
Muhammed b. Ali Hâkim et-Tirmizî
(285/898), demiştir ki: "Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'i örnek
almak, O'na uymak, sünnetine tâbi olmak ve sözde veya fiilde kendisine
muhalefet etmemektir."
Kâd-ı Iyâz da müfessirlerden pek
çoğunun, âyetteki "üsve"ye (örneğe) bu mânâyı verdiğini
nakletmektedir.[135][135]
Yine aynı konuyla ilgili olarak
Cenâb-ı Hakk, şöyle buyurmuştur: "(Mûsâ duasına devamla): 'Rabbim, bize
bu dünyada ve âhirette iyilik ver. Şüphesiz biz sana döndük.' Allah, buyurdu
ki: Dilediğime azabımı isabet ettiririm. Rahmetim ise herşeyi kuşatmıştır
(Dünyada mü'mine de kâfire de şâmildir). Fakat âhirette onu, küfürden sakınanlara,
zekâtı verenlere ve âyetlerimizi iman etmiş olanlara has kılacağım."
"Onlar ki, yanlarında bulunan
Tevrat ve incil'de ismini yazılı buldukları ümmî peygambere ve Rasûle tâbi
olurlar. O (Rasûl), kendilerine iyiliği emrediyor, onları fenalıklardan
alıkoyuyor; onlara, (nefislerine) haram ettikleri temiz şeyleri helâl kılıyor,
murdar şeyleri de haram kılıyor, onların ağır yüklerini, üzerlerindeki bağları
indiriyor. Onlar, O'na iman ederler, kendisine ta'zim ve yardım ederler,
onunla gönderilen nûr'a (Kur'ân'a) uyarlar. İşte bunlar, kurtuluşa eren
kimselerdir."m)
Örnek almakla ilgili başka bir âyet:
"(Rasûlüm), Hani, Allah'ın nimet verdiği, senin de kendisine iyilik
ettiğin kimseye: 'Eşini yanında tut, Allah'tan kork!' diyordun. Allah'ın açığa
vuracağı şeyi, insanlardan çekinerek içinde gizliyordun. Halbuki asıl korkmana
lâyık olan Allah'tır. Zeyd, o kadından ilişiğini kesince, biz onu sana
nikahladık ki, evlâtlıkları, kanlarıyla ilişkilerini kestiklerinde (o kadınlarla
evlenmek isterlerse) mü'minlere bir güçlük olmasın. Allah'ın emri yerine
getirilmiştir."[136][136]
Burada zikredeceğimiz âyetler, Allah
Teâlâ'mn, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'i kendisine vahy-i
metlûv yoluyla veya vahy-i metlûv dışındaki vahyettiği şeylere uymakla ve
kendisine indirilen bütün şeyleri tebliğ etmekle mükellef tuttuğunu, kendisine
indirilen şeyleri değiştirmek, bozmak veya herhangi bir şeyi noksanlaştırmaktan
nehyettiğini ifade eden âyet-i kerîmelerdir.
Vereceğimiz bu âyetler, aynı zamanda
Allah Teâlâ'mn, Rasûlü'nü, kendisine indirilen bazı şeyleri gizlemesini veya
değiştirmesini isteyen kimselerden koruduğunu, Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'in, tebliğ emrine tamamen uyduğunu, peygamberlik vazifesini
hakkıyla yerine getirdiğini, onu en mükemmel şekilde îfâ ettiğini ve insanları
sırat-ı müstakime götürdüğünü ifade etmektedir. Bu âyetler, ayrıca Allah
Teâlâ'mn, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in kendisine indirilen
bütün şeyleri tebliği vasıtasıyla, ümmet için İslâm dinini tamamladığını, Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in büyük bir ahlâk üzere olduğunu
göstermektedir. Ahlâk, bütün ihtiyarî söz ve fiillerin kaynağıdır. Hz. Peygamber
(salla’llâhü aleyhi ve sellem), büyüklük ve güzellikte Allah katında en son
noktada olunca, kendisinden meydana gelen söz ve fiiller de aynı şekilde en
güzel hâlde olmaktadır.
Şayet Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem), Allah Teâlâ'mn emrettiklerinin hilâfına bir hüküm
bildirseydi ve fiilî uygulamada bulunsaydı yahut yasak olan bir şeyi emredip,
helâl ve hayır olandan nehyetseydi; tebliğ emrine uymuş ve sırat-ı müstakime
sevketmiş olmaz, bilakis ümmetini sapıtmış ve yukarıda zikrettiğimiz bütün
sıfatlarda, Allah Teâlâ'mn hüsn-i şehâdetini kaybetmiş olurdu.
Bütün bunlar, sünnetin gerçek bir
delil ve ona yapışmanın vâcib olduğunu göstermektedir.
İşte ilâhî emir ve şahidleri:
Allah Teâîâ, buyurmuştur ki:
"Ey Peygamber! Allah'tan kork, kâfirlere ve münafıklara itaat etme.
Şüphesiz Allah, herşeyi bilici ve her hükümde hikmet sahibidir. Rabbinden sana
vahyedilene uy. Muhakkak Allah, bütün yaptıklarınızdan haberdardır."[137][137]
"Sana Rabbin tarafından
vahdeyilene tâbi ol. Ondan başka ilâh yoktur. Müşriklerden yüz çevir."[138][138]
"Sonra, (ey Rasûlüm) seni
dinden bir yol (şeriat) üzere görevli kıldık. Onun için sen, o şeriata uy da
ilmi olmayanların arzu ve isteklerine uyma." Câsiye, 18.
"Ey Rasûlüm, sana da bu hak
Kitab'ı (Kur'ân'ı), kendisinden önceki kitabları hem tasdikçi, hem onların
üzerine bir şahid olarak indirdik. O halde sen, ehl-i kitab arasında Allah'ın
gönderdiği hükümlerle hüküm ver. Sana gelen bu haktan ayrılıp da onların arzuları
arkasından gitme. Ey insanlar! Sizden her bir peygamber için bir şeriat ve bir
yol tayin ettik. Eğer Allah dileseydi hepinizi tek şeriata bağlı bir ümmet
yapardı. Fakat sizi, size verdiği dinle imtihan edip iyiyi kötüden seçmek için
sizi serbest bıraktı. O halde siz, hayırlı işler yapmakta birbirinizle yarışın.
Sonunda hepinizin dönüşü Allah'adır. O gün, din hakkında düştüğünüz
ihtilâfları, Allah size haber verecektir."
"Ve şu emri de indirdik;
Aralarında, Allah'ın indirdiği hükümlerle hüküm ver. Onların arzularına uyma
ve Allah'ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından, seni şaşırtırlar diye,
kendilerinden sakın. Eğer onlar, hükümleri kabulden yüz çevirirlerse, bil ki
Allah, onların bazı günahları sebebiyle, başlarına mutlaka bir musibet getirmek
diliyor. Şüphesiz insanların çoğu fâşıktırlar."[139][139]
"Ey şanlı Peygamber! Rabbin
tarafından sana indirilen şeyleri tamamen tebliğ et. Eğer tebliği tam
yapmazsan, Allah'ın peygamberlik görevini yerine getirmiş olmazsın. Allah,
seni insanların zararlarından koruyacaktır. Şüphe yok ki Allah, kâfirler
topluluğuna muvaffakiyet vermeyecektir."[140][140]
Bir başka ilâhî mesaj:
"Ey Rasûlüm! İşte sana, böylece
emrimizden bir ruh (Kur'ân) vahyettik. (Halbuki daha önce) Sen kitab nedir,
iman nedir bilmiyor-dun. Fakat biz, o Kitab'ı bir nûr yaptık. Onunla
kullarımızdan dilediğimize hidâyet vereceğiz ve muhakkak sen, doğru bir yola
(islâm'a) çağırıyorsun. O Allah'ın yoluna ki, göklerde ve yerde ne varsa hep
onundur."[141][141]
"(Ey Rasûlüm!) Eğer senin
üzerinde Allah'ın lütfü ve rahmeti olmasaydı, onlardan bir topluluk, seni
haktan kesin şaşırtmaya azmetmişti. Aslında onlar, kendilerinden başkalarını
saptıramazlar ve sana hiçbir şekilde zarar da veremezler. Hem nasıl zarar
verebilirler ki; Allah, sana Kitab'ı ve hikmeti indirdi, daha önce
bilmediklerini öğretti. Allah'ın senin üzerindeki lütfü ve ihsanı çok
büyüktür."[142][142]
Bir başka uyarı:
"Artık yemin ederim,
gördüklerinize ve görmediklerinize! Şüphesiz o Kur'ân, şerefli bir
Peygamber'in (Allah'tan) getirdiği sözdür. O bir şâir sözü değildir. Siz, pek
az inanıp tasdik ediyorsunuz. Bir kâhin sözü de değildir. Siz, pek az
düşünüyorsunuz. O, âlemlerin Rabbinden indirilmedir. Eğer o Peygamber, bazı
sözler uydurup bize isnad etmeye kalkışsaydı, elbet onu kuvvetle yakalar ve kendisinden
intikam alırdık. Sonra da onun hayat damarlarını kesip atardık. O vakit, sizden
kimse buna mâni de olamazdı."[143][143]
Bir başka tasdik:
"Ey Rasûlüm de ki: 'İşte benim
yolum (vazifem) budur (Allah'ın dinine davettir). Ben, bir görüş ve anlayış
üzere, insanları, Allah'a davet ediyorum. Ben ve bana tâbi olanlar, böyleyiz.
Allah'ı bütün noksanlıklardan tenzih ederim. Ben, müşriklerden değilim."[144][144]
Diğer ilâhî tasdik ve şahidlikler:
"Rasûl, kendilerine iyiliği
emrediyor, kötülükten nehyediyor; onlara (nefislerine) haram ettikleri şeyleri
helâl kılıyor, murdar şeyleri de haram kılıyor, onların ağır yüklerini,
üzerlerindeki bağlarını in-diriyor.”[145][145]
"Şüphesiz sen, onları, sırât-ı
müstakime çağırıyorsun." Mü'minûn, 73.
"Yasin! Kur'an-ı Hakîm'e yemin
olsun ki, şüphesiz sen, dosdoğru bir yol üzerinde (tarafımızca) gönderilmiş
peygamberlerdensin. O Kur'ân, Azız ve Rahim olan Allah tarafından
indirilmiştir."[146][146]
"Sen, Allah'a tevekkül et.
Şüphesiz sen, apaçık bir hak üzeresın.[147][147]
"Bugün size, dininizi kemâle
erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım. Size din olarak İslâm'ı seçtim ve
razı oldum."[148][148]
"Nün! Kaleme ve yazdıklarına
yemin olsun ki, muhakkak sen, Rabbinin nimet ve himayesiyle, mecnun değilsin.
Ve sana hiç bitmeyen bir sevap var. Gerçekten sen, pek büyük bir ahlâk
üzerindesin."[149][149]
Sonra Allah Teâlâ, kıyamet gününde
ümmetine karşı O'nun şehâdetini kabul edeceğim haber vermiş ve şöyle
buyurmuştur: "Ey müslümanlar, böylece sizi seçkin ve şerefli bir ümmet
kıldık ki, bütün insanlar üzerine adalet örneği ve hak şahidleri olasınız.
Peygamber de sizin üzerinize şahid olsun."[150][150]
Şüphesiz Allah Teâlâ, ancak içi ve
dışıyla adalet ve hak üzere olan, kendisinden tebliğ veya başka konularda
adaleti ortadan kaldıran söz ve fiiller çıkmayan kimsenin şahidliğini kabul
eder. Çünkü Allah (celle celâlühü), O'nun (salla’llâhü aleyhi ve sellem) gizli,
açık, bütün hâllerini bilmektedir.
Bu bahsi, Allah Teâlâ'nm, Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hakkındaki şu övgüsüyle bitiriyoruz:
"Rasûlüm! Biz, seni ancak
âlemlere bir rahmet olasın diye gönderdik."[151][151]
"Ey Peygamber! Şüphesiz biz,
seni (ümmetinden tasdik edip etmeyenler üzerine) bir şahid, (iman edenlere
Cenneti) bir müjdeleyici, (kâfirleri Cehennemle) bir korkutucu olarak, hem
Allah'a, O'nun izniyle bir davetçi ve insanlara nûr saçan bir kandil olarak
gönderdik."[152][152]
Aslında düşünen ve anlayanlar için
şu iki âyette anlatılanlar, bu konunun halledilmesi için yeterlidir.
Dördüncü
Delil: Sünnet-i Şerîf
Sünnetin delil olduğunu gösteren pek
çok hadîs-i şerîf rivayet edilmiştir. Bu bölümün başında, bunu ifade eden ve
savunan rivayetler geçti. Bu konuda çok çeşitli haberler vârid olmuştur. Bunları
dört grup altında toplamamız mümkündür.
Burada vereceğimiz hadisler, ana başlıklarıyla
şu konuları ortaya koymaktadır:
1- Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi
ve sellem), kendisine, Kur'ân ve onun dışında hadis olarak vahyedilen şeylerde
yalan söylemekten masumdur.
2-
Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in açıkladığı ve ortaya
koyduğu hükümler, Allah Teâlâ'nın hükmüyle ortaya konmuştur. O'nun katından
gelmiştir. Rasûlullah'm bizatihi kendisinden değildir.
3-
Hükümleri sadece Kur'ân'dan almak ve anlamak mümkün değildir; bu konuda
sünnetin desteği şarttır.
4- Sünnetle amel, Kur'ân'la amel demektir.
5- Allah Teâlâ, ümmete, Hz.
Peygamber'in sözünü alıp uygulamayı, O'nun emrine itaati ve sünnetine uymayı
emretmiştir.
6-
Kim, Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'a itaat eder, sünnetine
yapışırsa, Allah'a itaat etmiş, hidâyeti bulmuş, Cenneti ve en büyük mükâfatı
(cemâlullahı) haketmiş olur. Kim de O'na isyan ederse ve hadisini reddedip,
kendi görüş ve hevâsına göre hareket ederse, Allah'a isyan etmiş, yolunu
sapıtmış, helake düşmüş, Cehennemi ve Allah'ın lanetini hak etmiş olur.
7-
İman ancak O'nun getirdiği şeylere bütünüyle uymakla tamam olur. O'ndan
(salla’llâhü aleyhi ve sellem), hakkın dışında bir şey çıkmaz. Hidâyet yolunun
en hayırlısı, O'nun getirdiği yoldur.
8-
Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in getirmediği ve tasvip
etmediği, insanların kendi hevâ, heves ve şehvetlerine göre icad ettikleri
herşey, bid'at ve merduttur; kabul görmez, amel edilmez.
Bütün bunlar, sünnetin delil
olmasını gerekli kılmaktadır. , İşte
konu ile ilgili hadisler:
Ebû Dâvtıd, Tirmizî ve Hâkimin, Mi k
da m b. Ma'di-kerb'den (r.a) rivayet ettiklerine göre Rasûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem), şöyle buyurmuştur: "Dikkat edin! Bana, Kitab (Kur'ân)
ve onunla bir misli verildi. Dikkat edin, karnı tok bir adamın, koltuğuna
yaslanarak size: 'Bu Kur'ân'a yapışmanız gerekir. Onda helâl bulduklarınızı
helâl, haram bulduklarınızı haram sayın (Başka kaynağa bakmayın),' demesi
yakındır. Dikkat! Allah Rasûlü'nün haram kıldıkları, Allah'ın haram kıldıkları
gibidir. Dikkat edin, ehil eşek, bütün yırtıcı tırnaklı hayvanlar ve zimminin
yitiği, size helâl değildir. Ancak sahibinin ihtiyaç hissetmeyip terk ettiği
yitik alınabilir. Kim, bir kavme misafir olarak inerse, onların, o misafiri
ağırlamaları gerekir. Aksi takdirde ona, kendisine yetecek miktar mal ve erzak
alarak onları cezalandırma hakkı doğar."[153][153]
Ebû Dâvud, Irbaz b. Sâriye'nin (r.a)
şöyle dediğini rivayet etmiştir: Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem),
bir gün aramızda ayağa kalktı ve: "Sizden birisi, koltuğuna yaslanmış bir
halde oturarak Allah Teâlâ'nın, bu Kur'ân'dakinden başka, herhangi bir şeyi
haram kılmadığını mı zannediyor'? Dikkat edin! Şüphesiz ben de birtakıfn
şeyleri emrettim, bazı şeyleri öğütledim ve bazı şeylerden de nehyettim.
Onlar, miktar olarak Kur'ân kadar, belki daha fazladır. Şüphesiz Allah, size,
izni olmaksızın ehl-i kitab'ın evlerine girmeyi, onların kadınlarını dövmeyi,
üzerlerine düşeni size verdikten sonra, meyvelerini yemeyi helâl
kılmamıştır."[154][154]
İmam Beyhakî, Medhal adlı kitabında,
Talha b. Nüdayle'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Kıtlık olduğu yıl,
(aşırı pahalılık karşısında) bazıları, Rasûlullah'a (aleyhisselâm) gelerek: Ya
Rasûlallah! Bizler için fiyatlara, narh[155][155] koyun, dediler.' Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) de:
'Allah Teâlâ, emretmediği bir
sünneti (uygulamayı) sizlere sünnet olarak koymamı benden istemiyor. Fakat siz,
Allah'tan, lütfuyla size genişlik vermesini isteyiniz,' buyurdu."[156][156]
Tabarânî'nin, (360/970),
Câmiü'l-Kebîr'de, Hasan b. Ali'den (r.h) rivayetine göre o, şöyle demiştir:
Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Tebük Gaz-vesi'nin olduğu gün,
minbere çıktı. Allah'a hamd ve senadan sonra şöyle buyurdu: "Ey insanlar!
Ben, size ancak Allah'ın emrettiklerini emrediyorum ve O'nun nehyettiklerinden
de nehyediyorum. Rızkınızı güzel yollardan arayın. Canımı kudret elinde tutan
Allah'a yemin ederek söylüyorum: Sizden birinin, rızkını aradığı gibi eceli de
onu arar. Rızkınızın size ulaşması zorlaşırsa onu, Allak Teâlâ'ya itaatle ele
geçirmeye çalışınız."[157][157]
Ebu'ş-Şeyh, Ebû Nuaym ve Deylemî,
Rasûlullah'ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğunu rivayet
etmişlerdir: "Kur'ân, kendisinden hoşlanmayana karşı zordur; aşılmaz,
anlaşılmaz görünür. Halbuki o, (her konuda) hakemdir. Kim, benim hadisime
yapışır, onu anlar ve hıfzederse, Kur'ân'la birlikte hareket etmiş olur. Kim,
Kur'ân'ı ve hadisimi hafife alırsa, dünya ve âhirette perişan olur. Ümmetime
sözüme yapışmalarını, emrime itaat etmele-rini ve sünnetime tâbi olmalarını
emrettim. Kim, benim sözüme razı olursa, Kur'ân'a razı olmuş olur." Çünkü
Allah Teâlâ: "Peygamber size neyi verdiyse onu alın, size neyi nehyederse
ondan da vazgeçin,"[158][158]
buyurmaktadır.[159][159]
İmam Beyhakî, Medhal adlı eserinde,
Cündüb b. Abdullah'tan (r.a) şu nakli yapar: Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve
sellem), buyurdu ki: "Kim, Kur'ân'a kendi görüşüyle fikir beyân ederse
isabet etmiş de olsa hata yapmış olur."[160][160]
Tabarânî (360/970), Evsaf da, Hz.
Ömer (r.a)'den rivayet ediyor. O, demiştir ki: Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi
ve sellem) şöyle buyurdu: "Benden sonra ümmetim için en çok korktuğum,
Kur'ân'ı, hevâsına göre te'vil edip onu konulduğu mânânın dışında yorumlayan
kişidir."[161][161]
Ebû Ya'lâ el-Mevsîlî, sahih bir
senedle, İbn Abbas (r.h)'dan, O'nun şöyle dediğini rivayet ediyor:
Rasûlullah, buyurdu ki: "Kim,
ilimsiz olarak Kur'ân hakkında konuşursa, kıyamet günü ağzına ateşten bir gem
vurulmuş olarak gelir."[162][162]
İbn Abdilberr (380/990), Rasûlullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem)'m şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
"Ümmetim için en çok korktuğum, diliyle çok bilgili, Kur'ân'la mücadele
yapan münafıktır."[163][163]
Yine İbn Abdilberr, Ukbe b. Âmir
el-Cühenî'den (r.a), O'nun şöyle dediğini rivayet etmiştir: Rasûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem), buyurdu ki: "Ümmetim için en çok korktuğum (yanlış
değerlendirilecek) iki şeydir: 1-Kur'ân, 2- Bol servet. Kur'ân'a gelince
münafıklar, onu mü'minlerle mücadele etmek için öğrenirler. Servet sahiplerine
gelince onlar, rahatlığın ve şehvetlerinin peşine düşüp namazlarını
terkederler."
İbn Abdilberr, bu hadisi, yine Ukbe
b. Âmir'den iki ayrı yoldan daha rivayet etmiştir. Birinde, şu farklı lafızlar
mevcutur: "Kur'ân'ı Öğrenirler ve onu Allah'ın indirdiği mânânın dışında
yorumlarlar." Diğerinde ise şu farklılık vardır: "Kitab'a gelince
birtakım gruplar, Kur'ân'ı önlerine açıp onunla, mü'minlerle mücadeleye
girişirler. "[164][164]
İmam Buhârî ve Müslim, Huzeyfe
(r.a)'den, O'nun şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: Rasûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem), bize şöyle buyurdu: "Muhakkak emanet, semâdan, bazı er
kişilerin kalb merkezine indi. Kur'ân da indi. Siz, Kur'ân'ı okuyun ve (onun
hüküm ve inceliklerini anlamak için) sünnetten (gerektiği kadar) öğrenin."[165][165]
Yine İmam Buhârî ve Müslim, Ebû
Hureyre'den (r.a), O'nun şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: "Bana itaat
eden Allah'a itaat, bana isyan eden Allah'a isyan etmiş olur. Benim emirime
(görevlendirdiğim kimseye) itaat eden bana itaat etmiş olur." Buhârî'nin
rivayetinde şu ziyâdelik mevcuttur: "Emirime isyan eden bana isyan
etmiştir.”[166][166]
İmam Ahmed, Ebû Ya'la ve Tabarânî,
İbn Ömer'in şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi
ve sellem) ashabından bir grubun içindeydi. Bir ara ashabına: "Siz, bana
itaat edenin, Allah'a itaat etmiş olacağını ve bana itaatin, Allah'a itaatten
bir parça olduğunu bilmiyor musunuz?" buyurdu. Onlar da: "Evet,
biliyoruz; buna şa-hidlik ederiz," dediler. Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi
ve sellem):
"Emir ve imamlarınıza itaat
etmeniz, bana itaat olmaktadır," buyurdu.[167][167]
Fethu'l-BârVde şöyle denmiştir:
"Hadîs-i şerif de, idarecilere itaatin vâcib olduğu ifade edilmektedir.
Ancak bu, verilen emrin isyan ve günah olmamasına bağlanmıştır. Halika isyanda
mahlûka itaat edilmez."[168][168]
Buhârî, Câbir b. Abdullah (r.a)'tan,
O'nun şöyle dediğini rivayet etmiştir: Rasûlullah uyurken yanma melekler
geldiler. Onlardan bazıları: "O, uyuyor," dedi. Bazıları da:
"Gözü uyuyor, fakat kalbi uyanıktır," dedi. Kendi aralarında:
"Bu dostunuz için (verilecek)
bir misal var. Hadi onun durumunu bir misâlle anlatın," dediler.
Bazıları: "O, uyuyor," dedi. Bazıları da: "Gözü uyuyor, fakat
kalbi uyanıktır," dedi. Sonra O'nun misâlini anlatmaya başladılar:
"Bu zâtın durumu, yeni bir ev
yapıp, bir ziyafet tertip eden, daha sonra da ziyafete çağırmak için etrafa
davetçi gönderen kimseye benzer. Kim, davetçiye uyarsa eve girer, ziyafetten
yer. Kim de davet-çiye uymazsa, eve de giremez, ziyafetten de yiyemez. Sonra
aralarında: 'Bunu bir yorumlayın da neyi, kime misâl verdiğinizi anlasın,'
dediler. Bazıları: 'O, uyuyor/ dedi. Bazıları da: 'Gözü uyuyor, fakat kalbi
uyanıktır, siz anlatın. O, anlar/ dedi. O zaman misâli:
'Ev, cennettir. Davetçi, Muhammed (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'dir. Kim, Muham-med'e uyarsa, Allah'a itaat etmiş olur. Kim
de Muhammed'e isyan ederse, Allah'a isyan etmiş olur. Muhammed (salla’llâhü
aleyhi ve sellem), insanlar arasında (hak ile bâtılı, mü'minle kâfiri
birbirinden) ayırım noktasıdır.’[169][169] şeklinde
açıklamıştır."
Ebû Said el-Hudrî (r.a), demiştir
ki: Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), şöyle buyurdu: "Kim, helâl
ve temizinden yer, sünnet dairesinde amel eder ve insanlar da şerrinden emin
olurlarsa, Cennete girer." Ashâb:
"Ya Rasûlallah! Bugün ümmetin
içinde böyleleri çoktur," dediler. Efendimiz (salla’llâhü aleyhi ve
sellem):
"Bu, benden sonra gelen bir
kavim içinde olacak," buyurdu. Hadisi Hâkim rivayet etmiş ve "isnadı
sahihtir," demiştir.
İmam Buhârî ve Hâkim, Ebû Hureyre
(r.a)'den, O'nun şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: Rasûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem), buyurdu ki: 'Yüz çe-iirenler hariç, ümmetimin tamamı Cennete
girecektir," Ashâb sordu:
"Ya Rasûlallah! Yüz çevirenler
kimlerdir?" Allah Rasûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem):
"Bana itaat eden Cennete girer,
bana isyan edense Cennetten yüz çevirmiş olur,"[170][170] buyurdu.
Beyhakî el-Medhal'de, İbn Abbas
(r.h)'dan, Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'ın şöyle dediğini
nakletmiştir:
"Kim, ümmetimin fesada gittiği
zamanda sünnetime yapışırsa ona, yüz şehid sevabı verilir."
Bu hadisi, Tabarânî, Ebû Hureyre
yoluyla rivayet etmiştir. Aliyyü'l-Kâri'ye ait Şifâ şerhinde de aynı haber
mevcuttur.
Tirmizî, Kesir b. Abdullah'dan, o,
babasından, o da dedesinden, Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'m şöyle
dediğini rivayet etmiştir: "Şüphesiz bu din, garib olarak başladı. Garib
olarak (sahibine) dönecektir. Benden sonra, insanların bozduğu sünnetimi ihya
ve ıslah eden ga-riblere ne mutlu."[171][171]
Nasr el-Makdisî de el-Hucce alâ
Tarîki'l-Muhacce adlı eserinde bu hadisi yukarıdaki senedle şu lafızlarla
rivayet etmiştir: "... Benden sonra sünnetimi ihya eden ve onu insanlara
öğretenlere ne mutlu."
Tirmizî, Enes b. Mâlik'ten (r.a),
O'nun şöyle dediğini rivayet etmiştir: Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem),
bana şöyle buyurdu: "Ey yavrum, hiçbir (mü'min) kimseye kalbinde kin ve
düşmanlık bulundurmadan sabahlayıp akşamlayabilirsen, bunu yap. Oğulcuğum, bu
(ahlâk) benim sünnetimdir. Kim, benim sünnetimi sever ve ihya ederse beni
sevmiş olur. Beni seven de Cennette benimle olur."[172][172]
Tirmizî, Abdullah b. Amr b. Â^dan
(r.a), O'nun şöyle dediğini rivayet etmiştir: Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve
sellem), buyurdu ki: "Vallahi, Benî İsrail'in başına gelenler, bir
ayakkabının eşine benzemesi gibi aynen benim ümmetimin başına da gelecektir.
Hatta onlardan birisi, açıktan annesine yaklaşmışsa, benim ümmetim içinde de
onu yapan olacaktır. Israiloğulları yetmiş iki millete ayrıldı. Benim ümmetim
de yetmiş üçe ayrılacak. Biri hariç, hepsi Cehennemdedir,"
Ashâb: "Kimdir onlar, ya
Rasûlallah?" diye sorunca, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
şöyle buyurdu: ''Benim ve ashabımın yolunda olanlardır."[173][173]
İmam Buhârî, Ebû Mûsâ el-Eş'ârî'den
(r.a) rivayet ediyor: Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), şöyle buyurdu:
"Benimle, Allah Teâlâ'nın beni vasıta kılıp gönderdiği şeylerin misâli,
şöyle bir adamın hâline benziyor: Adam, kavmine gelerek:
'Ey kavmim! Ben (size saldırmak
üzere gelen), bir orduyu gözlerimle gördüm. Hiç şüphesiz ben, büyük bir
tehlikeyi haber veren bir uyarıcıyım. Kurtulmak için başınızın çaresine bakın,'
diye feryat etti. Kavminden bir grup, adama inandı ve hemen gece yarısı yola
çıkarak ellerindeki mühlet içinde yol aldılar. Kavminden bir grup da adamı
yalanlayıp yerlerinde sabahladılar. Sabaha doğru ordu, bunlara saldırdı,
kendilerini helak edip köklerini kazıdı. İşte, bana itaat edip getirdiklerime
uyanın misâli birinci grup gibidir. Bana isyan edip hak olarak getirdiklerimi
yalanlayanın misâli de yerinde bekleyip helak olanlar gibidir." [174][174]
İbn Hibban (354/966), Abdullah b.
Ömer'den, O'nun şöyle dediğini rivayet etmiştir: Rasûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem), buyurdu ki: "Her amel için bir dinçlik ve iştiyak
zamanı vardır. Kim, önceki amelindeki dinçlik ve iştiyakı kesilince yeni
amelinde benim sünne-time yönelirse o, doğruyu bulmuş olur. Kim de sünnetin
dışına yönelirse helak olmuş olur.”[175][175]
Kâd-ı Iyâz, Rasûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) Efendimizin şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Allah
Teâlâ, bir kulunu, yapıştığı sünnet sayesinde cennetine kor."[176][176]
Tirmizî -hasen bir tarikle- ve İbn
Mâce, Amr b. Avf el-
Müzenî'den (r.a) rivayet
etmişlerdir: O, demiştir ki: Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem),
Bilâlb. Harise:
"Bil, ya Bilâl," buyurdu.
Bilâl (r.a):
"Ya Rasûlallah, neyi bileyim?" diye sordu. Hz. Peygamber
"Bil ki, kim benim kaybolmuş bir sünnetimi ihya ederse, onunla amel
edenlerin sevabının bir misli kendisine yazılır. Amel edenlerin sevabından da
hiçbir şey eksiltilmez. Kim de Allah ve Rasûlü'nün razı olmadığı bozuk bir
bid'at ortaya koyarsa, onunla amel edenlerin günahlarının bir misli de ona
yazılır. Onların da günahından hiçbir şey eksiltilmez."[177][177]
Hâkim, Tabarânî ve İbn Hıbban'm, Hz.
Âişe (r.a)'den rivayet ettiklerine göre O, demiştir ki:
Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve
sellem), şöyle buyurdu:
"Şu altı kimseye Allah ve duası
makbul bütün peygamberler lanet etmiştir:
1- Allah'ın Kitabı'na ilâve yapan,
2- Allah'ın kaderini yalanlayan,
3- Allah'ın aziz kıldığını zelil,
zelil kıldığını aziz etmek için zorla ümmetimin başına geçen,
4- Allah'ın haram kıldığını helâl
gören,
5- Allah'ın yakınlarıma yapılmasını
haranı kıldığını helâl sa-
yan,
6- Sünnetimi terkeden." [178][178]
Tabarânî, el-Kebîr'de, İbn Abbas
(r.h)'dan, O'nun şöyle dediğini rivayet etmiştir: Rasûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem), buyurdu ki: 'Yeryüzünde Allah'ın sultanını zelil kılmak
için uğraşan kimseyi, Allah Teâlâ -kıyamette kendisi için hazırladığı azap bir
yana- dünyada da zelil-ü rüsva eder."
Müsedded, şu ziyâdeyi rivayetinde
zikrediyor: "Allah'ın yeryüzündeki sultanı, Allah Teâlâ'nın Kitabı ve
Rasûlü'nün (salla’llâhü aleyhi ve sellem) sünnetidir."[179][179]
Yine
Tabarânî, el-Evsaf&a, Câbir b. Abdullah (r.a)'dan, O'nun şöyle
dediğini rivayet etmiştir: Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), buyurdu
ki: Kime benden bir hadis ulaşır da onu yalanlarsa, şu üç şeyi yalanlamış
olur: Allah'ı, Rasûlü'nü ve kendisine anlatılan hadisin hükmünü."
İbn Abdilberr, Kesir b. Abdullah b.
Amr b. Avf dan, o babasından, o da dedesinden, O'nun şöyle dediğini rivayet
etmiştir: Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), şöyle buyurdu: "Size,
kendilerine sımsıkı yapıştığınız zaman, asla sapıtmayacağınız iki şey
bırakıyorum: Allah'ın Kitabı ve Rasûlü'nün sünneti"[180][180]
Hadisi, Hâkim uzunca bir şekliyle
İbn Abbas (r.a)'dan rivayet etmiş ve "senedi sahihtir," demiştir.
Aynı hadisi, Beyhakî de el-MedhaPde,
Ebû Hureyre (r.a)'den, sonundaki şu ziyâdeyle rivayet etmiştir: "Size,
kendilerine yapıştıktan sonra asla sapıtmayacağınız iki şey bıraktım: Allah'ın
Kitabı ve benim sünnetimdir. Bu ikisi, Cennette havz'a gelinceye kadar birbirinden
ayrılmayacaklardır."
İbn Abbas'tan rivayet edildiğine
göre Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), şöyle buyurmuştur: "Size,
Allah Teâlâ'nın Kitabından bir emir ve hüküm verildiği zaman, onunla amel gerekir.
Onu terk etme konusunda hiçbir kimse için özür olamaz. Meselenizin hükmü,
Allah'ın Kitabı'nda yoksa, Peygamberin sünneti geçerlidir. Peygamberin sünneti
bulunmazsa, ashabımın sözüne müracaat edin. Şüphesiz ashabım, gökteki
yıldızlar gibidir. Hangisine tâbi olursanız, hidâyeti bulursunuz. Ashabımın
ihtilâfı sizin için rahmettir."[181][181]
Tirmizî, Abdullah b. Amr (r.h)'dan,
Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in şöyle dediğini rivayet
etmiştir: "Sizden birinizin hevâsı (düşünce ve arzuları), benim getirdiğim
şeylere tâbi olmadıkça, o tam iman etmiş olmaz."
Kâd-ı Iyâz (544/1149), Ebû
Hureyre'den (r.a) rivayet ediyor. O, demiştir ki: Rasûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem), şöyle buyurdu: "İnsanlar Allah'tan başka ilâh
olmadığına şehâdet edip, bana ve getirdiklerime iman edinceye kadar kendileriyle
savaşmakla emrolundum. Bunu yaptıkları zaman, benden, kanlarını ve mallarını
korumuş olurlar. Ancak mallarından, dinin emrettiği kısmı alınır. Onların (iç)
hesapları Allah'a aittir."
Hadisi, Müslim ve diğer kütüb-ü
sitte sahipleri de rivayet etmişlerdir. Ancak onların rivayetinde:
"...Bana ve getirdiklerime iman edinceye kadar..." kısmı yoktur.
Müslim'in lafzı şöyledir: "İnsanlarla, Allah'tan başka ilâh olmadığına ve
benim Allah'ın Rasûlü olduğurna şehâdet edinceye kadar kendileriyle savaşmakla
emrolundum. Bunu söyledikleri zaman..." devamı yukarıda geçtiği gibidir.
Aliyyü'1-Kâri (1014/1605),
Suyûtî'den (911/1505), bu hadisin mütevâtir olduğunu nakletmiştir.
İmam Ahmed, Müsned'de Rasûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'m şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Kim, bana uyarsa o,
bendendir. Kim, sünnetimden yüz çevirirse o, benden değildir."[182][182]
Ebû Dâvud, Temim ed-Dârî'den, O'nun
şöyle dediğini rivayet etmiştir: Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem),
buyurdu ki:
"Din nasihattir, din
nasihattir, din nasihattir." Ashâb:
"Kim için nasihattir, ya
Rasûlallah?" diye sorduklarında, Efendimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem):
"Allah için, Kitabı için,
Rasûlü için, müslümanların imamları için ve bütün müslümanlar içindir,"
buyurdu.
Daha önce, Hattâbî (388/998) ve
başka âlimlerden, Allah, Allah'ın Kitabı ve Rasûlü için nasihatin ne mânâya
geldiğini zikretmiştik.”[183][183]
"Müslümanların imam (ve
idarecilerine) nasihata gelince o, hak dairesinde kendilerine itaat, onlara
hakta kalmaları için yardım, gerektiğinde hakkı emretmek, kendilerine en güzel
olanı hatırlatmak, haktan gaflete düştüklerinde veya müslümanların işlerini
gözardı ettiklerinde kendilerini uyarma olup, onlara karşı ayaklanma ve halkı
tahrikle, aleyhlerine kalbleri ifsadı terk etmektir. Bütün müslümanlara
nasihata gelince bu, onlara din ve dünya işlerinde faydalarına olanı göstermek
ve bu konuda kendilerine söz ve fiillerle yardım etmek, gaflete düşenleri
uyarmak, câhilleri aydınlatmak, muhtaç olanlara yardım etmek, kusurlarını
örtmek, kendilerine gelen zararları defetmek ve faydalı şeyleri hizmetlerine
sunmaktır."[184][184]
Beyhakî, Medhal'de, Abdullah b. Amr
(r.a)'dan, O'nun şöyle dediğini rivayet etmiştir: Rasûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'tan duyduğum herşeyi ezberlemek isteyerek yazıyordum.
Kureyş, beni bundan nehyetti ve: "Sen, Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)'tan işittiğin herşeyi yazıyorsun. Halbuki O da bir insan, kızgınlık ve
hoşnutluk hâllerinde konuştuğu olur (hepsinin yazılması doğru olmaz,)"
dediler. Bunun üzerine, ben de yazmayı bıraktım. Durumu Allah Rasûlü'ne (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) söyledim, buyurdu ki: 'Yaz! Nefsimi elinde tutan Allah'a
yemin ederim ki, ondan -eliyle ağzına işaret etti- haktan başkası çıkmaz."[185][185]
Hadisi, İmam Ahmed, Ebû Dâvud,
Hâkim, Dârîmî ve başkaları da rivayet etmişlerdir. Hadisin sıhhatini
kitabımızın üçüncü bölümünde tahkik edeceğiz, inşâallah...
Müslim, Câbir b. Abdullah (r.h)'dan,
O'nun şöyle dediğini rivayet etmiştir: Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem),
bir hutbe verdi ve hutbesinde buyurdu ki: "Bundan sonra muhakkak sözlerin
en hayırlısı, Allah Teâlâ'nın Kitabı'dır. Hidâyetin en hayırlısı da Muhammed'in
hidâyetidir. İşlerin en kötüsü (dinin ruhuna uymayan), sonradan icad edilmiş
şeylerdir. (Dinin tasvip etmediği) herşey bid'attır. Her bid'at,
sapıklıktır."
Hadis, Şifâ'da biraz farklı ve kısa
lafızlarla rivayet edilmiştir.
Dârimî, Câbir b. Abdullah (r.a)'dan,
O'nun şöyle dediğini rivayet etmiştir: Hz. Ömer (r.a), bir gün Rasûlullah'a (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) gelerek:
"Bazı Yahudilerden hoşumuza
giden söz (ve haber)ler işitiyoruz. Onların bir kısmını yazmamızı uygun görür
müsünüz1?" diye sordu. Bunun üzerine Allah Rasûlü (salla’llâhü aleyhi ve
sellem):
"Yahudi ve Hıristiyanların
sonunu düşünmeden birtakım işler yapıp şaşırdıkları gibi siz de mi şaşkınlığa
düşmek istiyorsunuz? Şüphesiz ben, size apaçık, tertemiz haberler (ve din)
getirdim. Şayet Mûsâ hayatta olsaydı, bana uymaktan başkası, kendisine caiz olmazdı,
" buyurdu.
Ebû Dâvud ve İbn Mâce'nin Abdullah
b. Amr (r.a)'dan rivayet ettiklerine göre O, şöyle demiştir:
Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) şöyle buyurdu ki: "(Asıl) ilim üçtür. Bunun dışındakiler -sahibi
için- bir ihsandır. Asıl olan ilimler: Muhkem âyet, ayakta duran (yaşanan)
sünnet, âdil hüküm vermek (ve taksim yapmak)."[186][186]
Şeyhân (Buhârî ve Müslim), Ebû Dâvud
ve İbn Mâce'nin rivayetlerine göre Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem),
şöyle buyurmuştur: "Kim, bizim dinimizde, onun tasvip etmediği bir şey
icad ederse o, (kişi ve işi) reddedilir."[187][187]
Burada vereceğimiz hadisler, şu
konuları ortaya koymaktadır:
1- Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi
ve sellem)'in sünnetine yapışmak.
2- Sadece Kur'ân'da olanı alıp
onunla amelden, Kur'ân'da olan bir hüküm getirmediği zaman sünneti
terketmekten, hevâya uymaktan ve kendi görüşüyle yetinmekten nehiy.
3- Allah'ın Rasûlü, ancak O'nun farz
kıldığını emreder ve sadece O'nun sakındırdıklarını nehyeder. Daha önceki
haberlerde geçtiği gibi...
Ebû Dâvud, Tirmizî ve İbii Mâce'nin
Irbaz b. Sâriye'den (r.a) rivayet ettiklerine göre o, şöyle demiştir:
Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), bir gün bize namaz kıldırdı. Sonra
bize dönerek etkili bir vaaz verdi. Öyle ki gözlerimiz yaşardı, kalplerimiz
duygulandı. Cemaatten bir kişi:
"Ya Rasûlallah ! Bu vaazınız,
sanki veda edecek bir kimsenin konuşmasına benziyor. Bizlere ne tavsiyede
bulunursunuz?" dedi. Allah Rasûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem):
"Size, Allah'tan korkmanızı,
başınızdaki idareci Habeşli bir köle de olsa, dinleyip itaat etmenizi tavsiye
ederim. Şüphesiz, sizden (benden sonra) yaşayacak olanlar, pek çok ihtilâflar
görecektir. Sizin, benim sünnetime ve hidâyet üzere giden râşid halifelerimin
gidişatına sarılmanız gerekir. Onlara yapışıp canla-başla sahip çıkın. (Dinin
tasvip etmediği) sonradan dine sokulan şeylerden sakınınız. Şüphesiz, (bu
sıfattaki) her yeni şey, bida'ttir. Her bid'at dalâlettir. (Tevbe edilmeyen)
her dalâletin sahibi ateştedir."[188][188]
Müslim, Râfî b. Hudeyç'ten (r.a),
Rasûlullah'm (aleyhisselâm) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Siz,
dünya işlerinizi daha iyi bilirsiniz. Ben de dinle ilgili işlerinizi en iyi
bilirim. Size, dininizle ilgili bir şey emrettiğim zaman onu alıp
yapınız."[189][189]
Buhârî ve Müslim, Ebû Hureyre'den (r.a), Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)'m şöyle buyurduğunu rivayet etmişlerdir: "Ben size bir şey
söylemediğim müddetçe, beni kendi hâlime bırakın. Sizden öncekilerin helak
oluşu, ancak peygamberlerine çok sual sorup, onlara muhalefet etmeleri yüzünden
olmuştur. Öyleyse size herhangi bir şeyi nehyettiğim zaman ondan kaçının, bir
şeyi emrettiğimde de gücünüzün yettiği kadar, onu yapın."[190][190]
Yine Buhârî ve Müslim, Hz, Âişe'den
(r.h), O'nun şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: Raşûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem), yapılmasında ruhsat olan bir iş yaptı. Bir grup kimse de onu
yapmaktan uzak durdular. Bu hareketleri Rasûlullah'a (aleyhisselâm) ulaştı.
Bunun üzerine, ashabına bir konuşma yaptı; Allah'a hamd ve senadan sonra:
"Bazılarına ne oluyor ki, benim yaptığım bir işi yapmaktan çekiniyorlar.
Vallahi, ben, onların Allah'ı en iyi bileni ve O'ndan en çok korkanıyım,"
buyurdu.[191][191]
Hafız İbn Hâcer (852/1448),
İbnu'd-Din ed-Dâvudî'den şunu nakletmiştir: "Rasûlullah'ın (aleyhisselâm)
ruhsatla amel ettiği bir işten çekinmek, en büyük günahlardan biridir. Çünkü
böyle yapan kimse, kendisini, Allah Rasûlün (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'den
daha muttaki görmektedir."
"Ben derim ki: Böyle düşünenin
dinden çıktığında şüphe yoktur. Fakat hadiste işaret edilen kimse, Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in geçmiş ve gelecek günahlarının
affedildiğini, O, bir iste ruhsatla amel ettiğinde günahları af garantisi
verilmeyen kimseler gibi olmadığını, günahları affedilmeyen kimselerin
kurtuluşa ermesi için azimet ve zor ameller yapmaya muhtaç olduğunu sebep
göstermiştir.
Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) de onlara, her ne kadar günahları affedilmiş olsa bile, bununla
beraber, insanların Allah'tan en çok korkanının kendisi olduğunu haber
vermiştir. Demek ki Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem), ruhsat olsun,
azimet olsun, her ne tür amel etse, amelinde son derece takva ve haşyet
içindedir. Günahlarının affedilme nimeti O'nu, amelinde gevşekliğe götürmemiş,
bilakis O, bu nimetin şükrünü eda için çırpınmıştır. O'nun, bazen amelinde
ruhsatla hareket etmesi, azimet olanı, gayret ve dinçlikle yapmasına yardım
içindir."[192][192]
İmam Şafiî, Ebû Dâvud, Tirmizî ve
İbn Mâce, Ebû Râfî'den (r.a), Raşûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'m şöyle
buyurduğunu rivayet etmişlerdir: "Sakın, sizden birini, koltuğuna
yaslanmış bir halde kendisine emrettiğim veya nehyettiğim bir haber
geldiğinde: 'Bunu ben bilmi-yo-rum. Biz Kur'ân'da bulduğumuza tâbi oluruz,' derken
bulmayayım."[193][193]
Bu kısımda vereceğimiz hadisler,
Hz.Peygamber (s,a.v)'in hadislerinin dinlenmesi, onların ezberlenmesi ve
onları kendi asrında yaşayanların, daha sonra gelecek olanlara tebliğ
etmesiyle ilgili emirlerini ve bu işi yapanlara büyük bir ecir vaadini ifade
etmektedir.
O'nun bu emirleri, sünnetin hüccet
olmasını gerekli kılmakta-" dır.
İmam Şafiî (r.h), demiştir ki;
"Raşûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), kendi sözünün dinlenip
ezberlenmesi ve hakkıyla aktarılmasını tavsiye etmiştir. Bu da O'nun, ancak
kendisine tebliğ yapılanlara hüccet olan şeyleri emrettiğini gösterir. Çünkü
bu, ya yerine getirilmesi gereken bir helâl, ya kaçınılması gereken bir haram
veya uygulanması icab eden bir had veyahut alınıp verilmesi gereken bir mal veyahut
da din ve dünya ile ilgili bir nasihattir."
Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)'in kendisi adına yalan söylemekten ve hadisini gizlemekten nehyetmesi,
bunu yapanları şiddetli bir azabla tehdit etmesi ve kendisi adına yalan
söylemenin, başkası adına yalan söylemek gibi olmadığını bildirmesi de onun
haberlerinin, daha sonrakiler için bir delil ve kaynak olduğunu gösterir.
Bunun böyle olmasının tek sebebi
şudur: Hadîs-i şerîf, Allah Teâlâ'nın hükümlerini kapsayan bir delildir. Bu
durumda, Hz. Peygamber (aleyhisselâm) adına yalan söylemek ve ondan sâdır olan
herhangi bir şeyi gizlemek, Allah'ın hükmünü değiştirmeye, insanların ondan
câhil kalmasına ve Allah'ın indirdiklerinin dışındaki şeylerle amele götürür.
Hadis-i şerifler, bahsettiğimiz
konumda olmasaydı Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in dışındaki
bir kimse adına yalan söylemek ve ondan sâdır olan şeyleri gizlemekle,
Raşûlullah (aleyhisselâm) adına yalan söylemek ve ondan sâdır olan şeyleri
gizlemek arasında bir fark olmaz, onun adına yalan söyleyenle, haberlerini
gizleyen kimse, bu şiddetli tehdidi haketmezdi.
Beyhakî Medhal'de ve Dârimî
Sünen'ınde, Ebû Zerr'in (r.a) şöyle dediğini rivayet etmişlerdir:
"Raşûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), bize, iyiliği emretmek,
kötülükten nehyet-mek ve insanlara sünnetleri öğretmemiz konusunda gevşek ve
âciz olmamamızı emretti.'[194][194]
Raşûlullah (salla’llâhü aleyhi ve
sellem), veda haccında vermiş olduğu hutbede şöyle buyurmuştur: "Dikkat
edin! Sizden burada bulunanlar, bulunmayanlara sözlerimi ulaştırsın. Kendisine
haber ulaştırılan nice kimseler, onu ilk işiten ve nakledenden daha anlayışlı ve
kavrayışlıdır."[195][195]
Beyhakî (458/1066) demiştir ki:
"Şayet sünnetin delil oluşu sabit ve zarurî olmasaydı; Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem), veda hutbesinde, kendisini dinleyenlere, dinleriyle ilgili
işleri öğrettikten sonra: 'Dikkat! Sözlerimi tebliğ edin,' demezdi."
İmam Şafiî (r.h), İbn Mesud'dan
(r.a), Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu rivayet
etmiştir: "Benden işittiği hadisi ezberleyip hıfzeden ve onu başkalarına
tebliğ eden kimsenin, Allah, yüzünü ağartsın. Nice fıkha kaynak olacak ilimleri
taşıyan vardır ki, fakih değildir. Nice fıkıh yüklü kimseler, kendisinden daha
fakih (anlayışlı) olana ilim nakleder. Uç şey vardır ki, müslümanın kalbi,
onlarda hıyanetlik içinde olmaz. Bunlar: Allah için ihlâsla amel, müslüman-lara
nasihat ve cemaatlarına devam. Şüphesiz müslümanların birbirini hakka daveti,
onları serden korur ve destek olur."[196][196]
İbn Abdilberr, bu hadisi kısa olarak
rivayet etmiştir. Hatib Tebrizî (737/1336), Mişkâtu'l-Mesâhih'te şöyle der:
"Hadisi, Şaftı, Beyhakî -Medhal'de- Ahnıed, Tirmizî, Ebû Dâvud, İbn Mâce
ve Dârimî, Zeyd 6. Sâbit'ten (r.a) rivayet etmişler; ancak Ebû Dâvud ve
Tirmizî, 'Üç şey var ki, onlarda hiyânetlik yapmaz...' kısmını
zik-retmemişlerdir." Suyûtî, Miftâhu'l-Cenne isimli eserinde, hadisin ilk
kısmını rivayet etmiş ve "Bu hadis mütevâtirdir," demiştir.
Nasr el-Makdisî, el-Hucce ala
Târiki'l-Muhacce adlı eserinde Hz. Ali'den, Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)'m şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Size, benden, ashabımdan ve
önceki nebilerden sonra bütün bunlar adına kimlerin halife olduğunu söyleyeyim
mi? Onlar, Allah için, Allah yolunda Kur'ân'ı ve hadislerimi taşıyıp
başkalarına nakledenlerdir."[197][197]
. Tabarânî el-Evsat'da, İbn
Abbas'tan (r.h), O'nun şöyle dediğini nakleder: Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi
ve sellem): "Allah'ım! Halifelerime rahmet eyle," buyurdu. Biz,
"Ya Rasûlallah! Sizin halifeleriniz kimlerdir? " diye sorduk.
Efendimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem): "Benden sonra gelip hadislerimi
rivayet eden ve onları insanlara öğretenlerdir,"buyurdu.[198][198]
el-Makdisî, el-Hucce kitabında, Berâ
b. Âzib'den (r.a), Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'ın şöyle
buyurduğunu rivayet etmiştir: "Kim, kendisine faydalı olacak iki hadisi
öğrenir veya başkasına faydalanacağı iki hadis öğretirse, bu yaptığı iş,
altmış yıllık (nafile) ibâdetten daha hayırlıdır."[199][199]
Ebû
Nuaym (430/1038), Hilye'de,
İbn Abbas'tan (r.h), Rasûlullah'm (aleyhisselâm) şöyle
buyurduğunu rivayet etmiştir: "Kim, ümmetime, uygulanmasıyla bir sünnetin
yerine getirildiği veya bir bid'atm ortadan kalktığı bir hadis ulaştırırsa ona
Cennet vardır."[200][200]
el-Makdisî, el-Hucce'de, Ebû Hureyre
(r.a)'den, Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu
rivayet etmiştir: "Kim, ümmetim için kendilerine dinî işlerinde faydası
olacak kırk hadis ezberlerse, kıyamet günü âlimlerle birlikte hasredilir."[201][201]
Makdisî, hadisi başka bir senedle,
Ebû Hureyre'den şu lafızlarla rivayet etmiştir: "Kıyamet günü
peygamberlerle beraber haşro-lunur." Yine müellif, bir başka yolla,
Ebû'd-Derdâ'dan (r.a): "Allah o kimseyi kıyamet günü fakih olarak
diriltir, ben de kendisine şahid olurum," lafzıyla, İbn Abbas'tan da
(r.h): "Kıyamet günü ben ona şefaatçi olurum,"ifadeleriyle rivayet
etmiştir.
Buhârî, Abdullah b. Amr'dan (r.a),
Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'m şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
"Benden (duyduğunuz) bir âyet de olsa onu tebliğ edin. Hadislerimi de
rivayet ediniz ve yalan söylemeyiniz. Kim, kasıtlı olarak benim adıma yalan
söylerse kendini, Cehen-nem'deki yerine hazırlansın."[202][202]
Tabarânî, Evsafda, Ebû Bekir'den
(r.a), Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'m şöyle buyurduğunu rivayet
etmiştir: "Kim benim adıma kasıtlı olarak yalan söyler veya emrettiğim
bir şeyi reddederse, Cehennem'deki yerine kendini hazırlasın."[203][203]
Yine Tabarânî, el-Kebîr'de, Selman
el-Fârisî'den (r.a), Rasûlullah'm şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
"Kim, benim adıma kasıtlı olarak yalan söylerse, Cehennemide gireceği
yere kendisini hazırlasın. Kim, benden kendisine ulaşan bir hadisi reddederse,
kıyamet günü onun hasmı ben olurum. Size, benden yaklnen tanımadığınız bir
hadis ulaştığı zaman: 'Allah en iyisini bilir,'deyiniz."[204][204]
Buhârî ve Müslim, Muğire'den (r.a),
Rasûlullah'm şöyle buyurduğunu rivayet etmişlerdir: "Benim adıma yalan
söylemek, baş-, kası adına yalan söylemek gibi değildir. Kim, kasden benim
adıma yalan söylerse, ateşteki yerine hazır olsun."[205][205]
el-Makdisî el-Hucce'de,
Ebu'd-Derdâ'dan (r.a), Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'m şöyle
buyurduğunu rivayet eder: "Kim, sabah ve akşam sünnetimi öğrenmek
arzusuyla yola çıkarsa, sabah akşam Allah yolunda cihad eden kimse gibi sevaba
ulaşır. Kim, Allah Teâlâ'nın kendisine öğrettiği bir ilmi (isteyeni ve
duyurulma gereği varken) gizlerse, Allah Teâlâ, kıyamet günü ağzına ateşten
bir gem vurur."[206][206]
Yine el-Makdisî'nin, Muaz b.
Cebel'den (r.a) rivayetine göre Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem),
şöyle buyurmuştur: "Ümmetimin arasında bid'at-ler yayıldığı ve ashabıma
dil uzaltildığı zaman âlim, ilmini ortaya koysun. Eğer bunu yapmazsa, Allah'ın,
meleklerin ve bütün insanların laneti üzerine olur."[207][207]
Velid b. Süleyman'a: "İlmin
ortaya konması nedir?" diye sorulunca, "Sünnetin
açıklanmasıdır," demiştir.
Sadece
Kur'ân-ı Kerîm'Ie Amel Etmenin Güç ve Zor Olmasıdır
Kendisine bir vahiy gelmeyen ve
Allah tarafından vahiyle desteklenmeyen hiçbir kimsenin, sadece Kur'ân'dan,
İslâm şeriatının hüküm ve tafsilâtını anlaması mümkün değildir. Bunun için o
kimseye, vahiy yoluyla gelen veya Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in
kendi içtihadıyla Kur'ân'dan çıkardığı ve Allah Teâlâ'nın tasvip ettiği
sünnete bakması gerekir. Ancak bu. şekilde, Allah'ın murâdını anlamak ve
Kur'ân'dan, hükümlerin tafsilâtını ortaya çıkarmak mümkün olur. Çünkü bunun
için tek yol sünnettir.
Şayet sünnet, hüccet (hükümlerde
delil ve kaynak) olmasaydı, müçtehidlerden hiçbirinin ona bakması ve bu konuda
ondan destek alması sahih olmaz ve hiçbir kimse, mükellef olduğu şeyi
anlamazdı. Bu durumda hükümler yok olur, teklif ortadan kalkar ve Allah Teâlâ için
mümkün olmayan bir abes meydana gelmiş olurdu.
Zikrettiğimiz bu konularda, bir
müçtehidin tek basma, kendi görüşüyle hareket etmesi mümkün değildir. Çünkü
Kur'ân, i'cazda en yüksek noktada, belagat ve fesâhatta en ileri seviyede
olduğu için pek yüksek mânâlar ve söyleyenle kendisine vahyedilenin dışında
kimsenin bilemeyeceği, çoğu bize kapalı, pek çok esrar ve ilim hazineleri
ihtiva etmektedir.
İmam Buhârî rivayet ediyor:
Rasûlullah Efendimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'e, kırmızı tüylü (en
değerli) develerden zekât verilip verilmeyeceği sorulduğunda: "Bana (şu
ana kadar) bu hususta: 'Kim, zerre miktar hayır işlerse, âhirette onu görür
(sevabına nail olur); kim de zerre miktar şer işlerse âhirette onu görür.'[208][208]
mealindeki, geniş manâlı ve mevzuunda tek olan âyetten başkası inmedi,"
buyurdu.[209][209]
Şimdi, soruya ve cevaba iyi bak.
O'nun, bu âyetten, sorulan sorunun hükmünü nasıl çıkardığına dikkat et. Bir
başkasının bunu yapmaya gücü yeter mi..?
Kur'ân-ı Kerîm, aynı zamanda
birtakım mücmel (kapalı) ve müşkil âyetleri ihtiva etmektedir. Amel için onları
açıklayacak, te'vil ve tefsir edecek bir şerh gerekmektedir. Bu şerh ve
açıklamanın, Allah Teâlâ katından olması gerekir. Çünkü kullarım mükellef
tutan, O'dur. Ayette neyin kasdedildiğini en iyi O bilir; başkası buna vâkıf
olamaz. İşte bu açıklama, vahiyle bildirilmiş olan veya Rasûlullah (aleyhisselâm)'m
kendi içtihadıyla ortaya koyduğu ve Allah tarafından tasvip gören sünnettir.
Bunun için Allah Teâlâ, şöyle
buyurmuştur: "Kendilerine indirileni açıklaman için ve düşünüp anlasınlar
diye, sana bu Kur'ân'ı indirdik." W)
Bu dediğimize örnek olabilecek
birkaç misal verelim: Allah Teâlâ, âyetinde: "Gereği üzere namazı kılınız
ve zekâtı veriniz," buyurmaktadır.
Bu âyetten, namaz ve zekâtın farz
olduğu anlaşılmaktadır. Fakat farz kılınan bu namazın mahiyeti ve keyfiyeti
nedir? Ne zaman yapılır? Kaç rek'at kılınır? Kime farzdır? Ömürde kaç defa farz
olur? Bunlar, sadece bu emirle bilinmemektedir.
Aynı şekilde zekâtı ele alalım.
Zekât nedir? Kime farzdır? Hangi maldan gerekir? Miktarı ve farz olma şartı
nedir? Sadece yukarıdaki emirden bunların cevabı anlaşılabilir mi?
Bir başka âyette Allah Teâlâ
buyurmuştur ki: "Şimdi siz, akşama ulaştığınızda ve sabaha kavuştuğunuzda
Allah'ı teşbih ediniz."[210][210]
Bu âyetten teşbihin vâcib, vaktinin
de kısaca sabah ve akşam olduğunu anlıyoruz.
Fakat buradaki tesbihden kasdedilen
nedir? "Namaz kılınız.," âyetindeki namaz mıdır? Yoksa
"Sübhânallah" demek gibi başka bir şey midir?
Bir başka âyette ilâhî emir şudur:
"Kur'ân'dan kolayına geleni oku..."[211][211] Bu
âyetten, kolay olan şeyin kıraatinin vâcib olduğunu anlıyoruz. Fakat bu
kiraatla ne kasdedilmektedir? O, namaz mıdır? Yoksa Kur'ân okumak mıdır? Namaz
olduğunda, tek rek'at yeterli midir? Yeterli olduğunu düşünelim. Peki, bu bir
rek'atta neler yapılacak, nasıl kılınacaktır?
Başka bir âyette şu emir verilir:
"Ey iman edenler! Rükû ve secde edin."[212][212] Bu âyetten rükû ve secdenin farz olduğunu
anlıyoruz. Fakat bunların yapılış şekli nasıldır? Bunlardan murâd nedir? Namaz
mıdır, yoksa başka bir şey midir? Kasdedilen namaz ise rükû ve secdelerin adedi
aynı mı olacak; biri, diğerinden farklı mı olacak?.. Bunlar, bu âyetten
anlaşılmamaktadır.
Bir başka iîâhî emir: "Şüphesiz
Allah ve melekleri, Peygambere salât etmektedirler. Ey iman edenler, siz de
Peygambere salât edin ve tam bir teslimiyetle selâm verin."[213][213] Ayette geçen "salât'la ne kasdedilmektedir?
Bu, Allah Teâ-lâ'mn/'Salâtı (namazı) kılınız," âyetindeki namaz mıdır,
yoksa başka bir şey midir? Allah'ın, meleklerin ve bizim salâtımız nedir?
Nasıl olur?
Şu âyete bakalım: "Altını ve
gümüşü biriktirip, onları Allah yolunda infâk etme-yenlere, acıklı bir azabı
müjdele."[214][214]
Bu âyetten, mal biriktirmenin ve infâk etmemenin haram olduğunu anlıyoruz.
Fakat mal yığmaya mukabil, yapılması istenen infâkla ne kasdedili-yor? Bu infâk
şekli, âyet-i kerîme nazil olduğu zaman Sahâbe'nin anladığı gibi bütün malın
infâk edilmesi inidir, yoksa bir kısmının verilmesi midir? Bu kısmın da
miktarı ne kadardır? Bunlar, ifade edilmemiştir.
Şu âyete bakalım: "Hacc ve
umreyi Allah için tamamlayın."[215][215] Âyet-i kerîmeden, hacc ve umrenin eksiksiz
yapılmasının farz olduğunu anlıyoruz. Fakat bunlardan kasdedilen nedir?
Câhiliye döneminde Arapların hacc ve umre adına yaptıkları bütün fiiller mi,
yoksa başka bir şey mi? Hacc ve umre nedir? Ömürde kaç kere farzdır? Âyette bu
konular açıklanmamıştır.
Bir başka âyeti ele alalım. Allah
Teâlâ buyurmuştur ki: "îman eden ve imanlarına zulüm karıştırmayan
kimseler (var ya), işte güven onlarındır. Ve doğru yolda olanlar da
onlardır."[216][216] Allah Teâlâ'mn emniyet ve hidâyet için
bulunmamasını şart koştuğu zulüm nedir? Sahâbe-i Kirâm'ın anladığı gibi bütün
günah çeşitleri midir?[217][217] Yoksa ondan bir çeşit midir? Öyleyse bu çeşit
hangisidir? Bütün bunları, direkt olarak âyetten anlama imkânımız yoktur.
"Hırsızlık eden erkek ve
kadının yaptıklarına karşılık bir ceza ve Allah'tan (başkalarına) bir ibret
olmak üzere ellerini kesin. Allah Azız ve Hakîm'dir."[218][218] Bu âyet-i
kerîmeden, hırsızlık yapan erkek ve kadının ellerinin kesilmesinin farz
olduğunu anlıyoruz. Fakat el kesmeyi icab ettiren bu hırsızlık, lügat
mânâsından anlaşılan bütün hırsızlık çeşitleri midir, yoksa başka bir şey
midir? Eğer başka bir çeşit ise, o nedir? Şartlan ve çalınması el kesmeyi
gerektiren malın mikta-n (nisabı) nedir? Sonra bu kesmenin şekli nasıl
olacaktır; el omuzdan itibaren mi, dirsekten aşağı mı, yoksa bilekten bu tarafı
mı kesilecektir? Ve bu kesme işi, hırsızlık tekerrür ettikçe tekrarlanacak mıdır?
Bu ve bunlara benzer pek çok konu açıklama istemekte ve bunu âyetten anlama
imkânımız da bulunmamaktadır. Kur'ân'da, buna benzer pek çok âyet-i kerîme
vardır.
Şimdi bir an, bu ve benzeri âyet-i
kerîmelerde zikrettiğimiz durumları açıklayan sünneti, zarûret-i diniyyeden
sünnet vasıtasıyla bilinen şeyleri ve fakihlerin sünnete dayanarak elde
ettikleri kıyas ve benzeri delilleri kullanmak suretiyle içtihadlanyla ortaya
koyduklan hükümleri bir kenara bırak. Evet, bütün bunları bir kenara bırak ve
sonra düşün; yukarıda bahsettiğimiz ve benzeri durumlara cevap vermeye kim güç
yetirebilir? Şayet bir kısmına cevap verilebildiğini düşünsek bile bu, hepsi
için mümkün müdür?
Kimse buna güç yetiremediği zaman,
bu vazifeleri yerine getirmemiz mümkün olabilir mi? Hem Allah Teâlâ'nın bizden
gizlediği ve ne istediğini açıklamadığı birtakım vazifelerle bizi yükümlü
tutması düşünülebilir mi? Böyle bir şeyin Allah Teâlâ'dan sâdır olması, hem
muhal hem de abes değil midir?
Bütün bunlar, Allah Teâlâ'nın,
Kitabı'nda kapalı olarak zikrettiği bu tekliflerle bizi yükümlü tutmadığını
-çünkü O, bizim akıllarımızın, ilâhî muradı anlamaktan âciz olduğunu en güzel
şekilde bilmektedir- ancak onları bize açıklayacak, tefsir edecek bir şârih ve
müfessir tayin ettiğini göstermektedir. O da bütün bunları, vahiy ve onun
desteği ile yapan Rasûlullah'tır (salla’llâhü aleyhi ve sellem).
İbn Hazm'm (r.h) sözleri de bu
söylediklerimizi desteklemektedir; o, el-îhkam'&a şöyle demektedir:
"Kur'ân'ın hangi âyetinde, öğle namazının farzının dört ve akşamın üç
rek'at olduğunu, ruhunun, secdenin, kıraatin ve selâmın yapılış şeklini, oruçta
sakınılacak şeyleri, altın, gümüş, koyun, deve ve sığır zekâtlarının ne
şekilde olduğunu ve bunların ne kadarından ne kadar zekât alınacağını, haccın
vakti, Arafat'ta vakfe, orada ve müzdelifedeki namaz, taşların atılması,
ihramın şekli, hacda sakınılacak şeyler gibi hacla ilgili amelleri, hırsızın
elinin kesilmesini, haram kılan süt emme şeklini, haram olan yiyecekleri,
hayvan boğazlama ve kurban kesmenin usûlünü, hadlerin hükümlerini, boşamanın
nasıl vuku bulacağını, alış-veriş hükümlerini, faizin ne ve nasıl oluştuğunu,
hüküm ve dâvaların teferruatını, yemin çeşitlerini, hapis sebeplerini,
mehirler ve diğer fıkhı meselelerin açıklamasını bulabiliriz? "
“Kur'ân'da birtakım hükümler vardır
ki, eğer onlarla karşı karşıya bırakılsak, nasıl amel edeceğimizi anlayamayız.
Onları anlamak için tek müracaat kaynağı, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)'den gelen nakillerdir. İcmâ da bir kaynaktır; fakat o, bazı
meselelerde hükme medar olur. Biz, bütün bunları, Kitâbu'l-Merâtib adlı
eserimizde toplayıp zikrettik. Demek ki, zarurî olarak hadise başvurmak
lâzımdır."[219][219]
"Şayet bir kimse, 'Biz, ancak
Kur'ân'da bulduğumuzu alır, uygularız' derse, icmâ-i ümmet ile kâfir olur.
Böyle düşünen bir kimseye namaz olarak öğle ile akşam arasında bir rek'at,
fecrin doğusuyla da diğer bir rek'at kılması gerekli olmaktadır.[220][220] Çünkü namaz diyebilmek için en az bir rek'at
olması yeterlidir. En fazlası için de âyette bir sınır yoktur. Bunu söyleyen
kimse, malı ve kanı helâl müşrik bir kâfirdir. Böyle bir görüşe, sadece
ümmetin kâfir olduklarında icmâ ettiği bazı müfrid Râfizî'ler sahiptir. Hidâyet
ve tevfik Allah'ın elindedir."
"Şunu da bilelim: Eğer bir
kimse, sadece ümmetin icmâ ettiği hükümleri alıp hakkında nass bulunan
konularda ihtilâf ettikleri bütün hükümleri terketse, ittifakla fasık
olur."
İmam Şafiî (r.h), (204/819)
er-Risâle ve Cimâu'l-îlm adlı eserlerinde, ibn Hazmın söylediklerine benzer
şeyler zikretmiştir. Daha Önce, Ustad Hüdarî'nin, kendisinden yapmış olduğu
nakillerde bu konuyla ilgili bahisler geçmişti. Şimdi onun, Risâle'de geçen
bazı sözlerini zikredelim:
Allah-kendisine rahmet etsin, O,
Risâle'de demiştir ki:[221][221]
"Allah'ın Kitabı'nın tam olarak
anlaşılması için şunların bilinmesi gerekir;
1- Bütün Kur'ân'ın kendisiyle nazil
olduğu Arapça.
2- Kur'ân'ın nâsih ve mensûhu.
3- Farz, edeb, irşâd ve ibâha ifade
eden hükümler.
4-
Allah'ın Kitabı'nda farz kıldığı ve Peygamberi'nin diliyle (sünnet
yoluyla) açıkladığı hükümlerde, Peygamberi'ne verdiği açıklama görevi ve
yetkisi.
5- Allah'ın farz kıldığı bütün hükümlerde
muradının ne ve kimler olduğu, hükmün bütün kullarına mı yoksa bazısına mı
hitab ettiği.
G- İnsanlara farz kıldığı taat ve
ibâdetler.
7- Darb'i meseller ki bunlar,
Allah'ın taatına sevkeden, O'na isyandan sakındıran, nefsanî kazların
getirdiği gafleti ortadan kaldıran; nafile ve faziletlere iştiyakı artıran
birtakım misallerdir. Âlimlerinde ancak bildikleri konularda konuşmaları
gerekir."
İleride yine İmam Şafiî'den bazı
nakiller yapacağız inşâallah.
Allah'ın Kitabı'nı, sadece âyetlerle
ve aklımızla anlayamayacağımız konusunda ve sünnet olmadan bunun mümkün
olmadığı hususunda pek çok hadîs-i şerifler vârid olmuştur. Yine bu konuda
Sahabe ve onlardan sonrakilerden sayısız haber rivayet edilmiştir. Hepsi de
aynı konuda ittifak halindedir.
Şimdi bunlardan bir kısmım
zikredelim:
İbn Ebî Müleyke, Hz. Ebû Bekir
(r.a)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Allah'ın Kitabı'ndan bir âyet
hakkında kendi görüşümle bir şey söyler veya bilmediğim bir konuda konuşursam,
hangi yer beni üzerinde taşır ve hangi semâ beni gölgelendirir."
İbn Abdilberr, Amr b. Dinar'dan, Hz.
Ömer'in (r.a) şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Sizin için sadece iki
adamdan korkuyorum: Biri, Kur'ân'ı asıl mânâsının dışında yorumlayan, diğeri de
mü'min kardeşinin aleyhine sultana şikâyete koşuşturan."
Yine İbn Abdilberr, Abdulazîz b. Ebî
Hâzim'den, Hz. Ömer
(r.a)'in şöyle dediğini rivayet
etmiştir: "Bu ümmet için imanı kendisini kötülükten koruyacak mü'minle,
fışkı açık fâsıktan korkmuyorum. Fakat diliyle süsleyerek Kur'ân okuyan ve
sonra onu asıl mânâsının dışında yorumlayan adamdan korkuyorum."
Beyhakî el-Medhal'de, Lâlekâî
es-Sünne'de, Hz. Ömer'in şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: "Kendi
görüşüyle hüküm çıkaranlardan sakının. Şüphesiz onlar, sünnet düşmanıdırlar.
Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'ın hadislerini ezberlemek ve öğrenmek
kendilerine zor geldiği için kendi görüşleriyle konuşmaya başladılar. Böylece,
kendileri haktan saptı; başkalarını da sapıttılar."
Dârimî ve Lâlekâî es-Sünne'de, Hz.
Ömer'in şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: "Sizinle, Kur'ân'ın müteşâbih
ve hükmü kesin olmayan âyetleriyle mücadeleye giren birtakım insanlar
gelecektir. Onları, sünneti bilenlere götürün. Şüphesiz sünnet âlimleri,
Allah'ın Ki-tabı'nı en iyi bilenlerdir." Lâlekâî, Hz. Ali'den benzeri bir
rivayet nakletmiştir.
İbn Sa'd, Tabâkâfmda, İkrime
yoluyla, İbnu Abbas'm şöyle dediğini nakleder: Hz. Ali (r.a), beni Haricîlere
gönderdi ve: "Onlara git. Kendileriyle tartış; fakat Kur'ân'la delil
getirme. Çünkü Kur'ân'ın pek çok bakış açıları vardır. Onlarla, sünneti delil
göstererek tartış."
İbn Sa'd, başka bir tarikle de şu
rivayeti nakleder: İbn Abbas (r.a) der ki: "Ey mü'minlerin emiri! Ben,
Allah'ın Kitabı'nı onlardan daha iyi biliyorum; çünkü Kur'ân, bizim evlerimizde
nazil oluyordu." Hz. Ali (r.a), kendisine: "Doğru söylüyorsun. Fakat
Kur'ân, pek çok mânâlar ve bakış açıları taşır özelliktedir. Sen, bir şey
söylersin; onlar da başka bir şey söylerler. İyisi mi. sen, onlarla, sünnete
dayanarak tartış. Kendilerine hadisleri arzettiğin zaman kaçacak yer bulamazlar,"
dedi. Bunun üzerine İbn Abbas (r.h), yanlarına vardı. Onlarla, hadislere
dayanarak tartıştı ve Haricîlerin elinde ona karşı bir delil kalmadı, sustular.
el-Makdisî, el-Hucce'de, Hz. Ali'nin
şöyle dediğini nakleder: "Her şeyin ilmi Kur'ân'da mevcuttur; fakat
insanların görüşü onu bulup çıkarmaktan âcizdir."
Ebû Hatim (354/965), İbn Mesud'un
(r.a) şöyle dediğini nakleder: "Her şey bize Kur'ân'da açıklanmıştır;
fakat bizim anlayışımız, onu idrakten âcizdir. Bunun için Allah Teâlâ:
'Kendilerine indirileni insanlara açıklayasın diye sana Kur'ân'ı indirdik,'[222][222] buyurmuştur."
Beyhakî, el-Medhal'de; Dârimî,
Sünen'inde, İbn Mesud'un (r.a) şu sözünü naklederler: "Ey insanlar! İlim
kaldırılmadan Önce ilim öğrenmeye bakınız. İlmin kaldırılması, ilim ehlinin
tükenmesi-dir. Bid'atlerden, lügat parçalayarak, ağzı lâfla doldurarak lüzumsuz
konuşmaktan sakının. Sizden öncekilerin yolunda bulunun (Kur'ân ve sünnete
tutunun). Bu ümmetin son zamanlarında bazı gruplar çıkacak, Allah'ın Kitabı'na
çağırdıklarını iddia edecekler. Halbuki kendileri, onunla ameli
terketmişlerdir.”[223][223]
İbn Abdilberr (463/1071), Recâ b.
Hayve'den, bir adamın şöyle dediğini nakleder: "Hz. Muâviye'nin yanında
oturuyorduk, bize: 'Dalâletin en kötüsü şudur: Bir adam Kur'ân'ı okur, fakat
onu hakkıyla anlamaz. Sonra onu çocuk, köle, kadın ve cariyelere öğretir; onlar
da kalkar, ehl-i ilme karşı Kur'ân'la mücadeleye girişir,' dedi.'[224][224]
Ahmed b. Hanbel (r.h), İmran b.
Husayn (r.a)'m şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Kur'ân indi. Rasûlullah
(a. s) da birtakım sünnetler ortaya koydu ve: 'Bize (Kur'ân ve sünnete)
uyunuz. Vallahi, eğer bunu yapmazsanız, sapıtırsınız,' buyurdu."
Said b. Mansur da İmran'dan şunu
nakleder: Aralarında hadis müzâkere ederken, oradan biri: "Bırakın şu
hadisi, bize Allah'ın Kitabından bahsedin!" der. Bunun üzerine İmraıı:
"Sen bir ahmaksın, söyle bakalım, Allah'ın Kitabı'nda, namazın nasıl
kılınacağını, orucun ne şekil tutulacağını teferruatıyla bulabilir misin? Kur'ân,
bunları emretmiş; sünnet de açıklamıştır," diye cevap verir.
Beyhakî de Medhal'de, Şebib b. Ebî
Fudâle el-Mekkî yoluyla, İmran b. Husayn'dan (r.a) şunu rivayet eder: İmran
(r.a), şefa-attan bahsetti. Cemaattan bir adam söze karışarak:
"Ya Ebâ Nüceyd! Sen, bize
Kur'ân'da delilini bulamadığımız birtakım hadislerden bahsediyorsun,"
dedi. Bu sözü duyan imran (r.a) kızdı ve adama:
"Sen Kur'ân'ı okudun mu?"
diye sordu. Adam: "Evet," dedi. İmran (r.a):
"Peki, söyle bakalım: Sen,
Kur'ân'da yatsının farzının dört, akşamın üç, sabahın iki, öğle ve ikindinin
dört rek'at olduğuna rastladın mı?" diye sordu. Adam:
"Hayır," dedi. İmran
(r.a):
"Siz, bütün bunları kimden alıp
Öğrendiniz? Siz bizden, biz de Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'den
öğrenmedik mi? Allah Teâlâ, Kur'ân'da: 'Beyt-i Atik'i (Kabe'yi) tavaf ediniz.’[225][225]
buyurmaktadır. Peki, Kur'ân'da: Yedi defa tavaf ediniz, makâm-ı İbrahim'in
arkasında iki rek'at namaz kılınız,' diye bir emir bulabilir misiniz? Veya
Kur'ân'da: İslâm'da Celb[226][226], Cenb[227][227] ve Sigar[228][228] yoktur,'[229][229] şeklinde
hükümlere rastladınız mı? Bütün bunlar, hadisle sabittir. Peki Allah Teâlâ'nın,
Kitabı'nda: 'Peygamber size neyi verdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa
ondan da kaçının,'(195> buyurduğunu duymadınız mı ?"
İmran (r.a), daha sonra şöyle
söyler: "Biz, Rasûlullah'tan, sizin bilmediğiniz daha başka şeyler de
öğrendik."
Beyhakî, ayrıca Hasan el-Basrî
yoluyla, İmran b. Husayn'dan, benzeri bir konuşmayı, kısa olarak rivayet
etmiştir. Hâkim de hâdiseyi aynı yolla nakletmiştir.
İmam Mâlik, İbn Şihab'dan, Hâlid b.
Useyd'in ailesinden bir adamın şöyle dediğini rivayet eder: Abdullah b. Ömer'e:
'Ya Ebâ Abdurrahman, korku nama-zını, mukim kimsenin namazını, Kur'ân'da
buluyoruz; fakat yolcu namazının nasıl kılınacağını beyân eden bir âyete
rastlamadık, onu neye göre kılıyoruz?" dedi. İbn Ömer (r.a):
"Ey kardeşimin oğlu! Biz,
hiçbir şey bilmezken Allah (celle celâlühü), Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi
ve sellem)'i gönderdi; O, bize neyi, nasıl yapacağımızı öğretti. Biz, ancak
O'ndan gördüğümüzü yaparız," dedi.
Beyhakî, el-Medhal'de, Ümeyye b.
Abdullah b. Hâlid'den, yukarıdaki rivayetin benzerini rivayet etmiştir.
İbn Abdilberr, Ebû Said el-Hudrî'nin
(r.a) şöyle dediğini nakleder: Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
âhirete intikal edince, hadiseyi kendimiz için bir felâket gördük. Nasıl böyle
görmeyelim ki; Allah Subhânehû, âyet-i kerîmesinde: "Hem bilin ki,
içinizde Allah'ın Rasûlü vardır. Şayet O, birçok işlerde size uysaydı, mutlaka
sıkıntıya düşerdiniz.'[230][230]
buyurmuştur.
Dârimî, Said b. Cübeyr'den, şunu
nakleder: Said b. Cübeyr (r.h), birgün Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'dan
hadis rivayet ediyordu. Oradan, adamın biri: "Allah'ın Kitabı'nda buna
muhalif hüküm vardır," dedi. Bunun üzerine Said b. Cübeyr:
"Ben, sana Allah'ın Rasûlü (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'nden hadis rivayet ediyorum; sen, Allah'ın Kitabı'yla ona
karşı çıkıyorsun. Allah'ın Rasûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Allah'ın
Kitabı'nı senden daha iyi biliyordu," dedi.
İbn Abdilberr ve Beyhakî, Medhal'âe,
Eyyûb es-Sahtiyânî'den şunu naklederler: Bir adam, Mutarrıf b. Abdullah'a:
"Bize, sadece Kur'ân'dan bahsedin; hadis anlatıp durmayın,'' dedi.
Mutarrıf, adama:
"Vallahi biz, hadisleri
Kur'ân'ın yerine anlatmıyoruz. Bilakis, hadisleri anlatmaktaki gayemiz,
Kur'ân'ı en iyi bilenin bildiklerini nakletmektir," diye cevap verdi.
İbn Abdilberr, Evzâî'den, Hasan b.
Atiyye'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'e vahiy inerken Cebrail (aleyhisselâm), inen âyeti açıklayan
sünneti, o anda kalbine ilham ediyordu."
Bu haberi, Ebû Dâvud Merâsilîn'da,
Beyhakî el-Medhal'de değişik bir lafızla rivayet etmişlerdir. Beyhakî'nin
rivayeti ileride gelecektir.
İbn Abdilberr (380/990), Meymun b.
Mihran'm şöyle dediğini nakleder: "Şüphesiz bu Kur'ân, insanlardan
çoklarının kalbinde yerleşmiştir. Siz, Kur'ân'ın dışında hadisleri
araştırınız. Bu ilmi, bazıları dünya malı için, bazıları onunla mücadele etmek
için, bazıları da şöhret bulup kendisine iltifat ve işaret olunması için
öğrenirler. Halbuki ilim ehlinin en hayırlısı, onu, Allah'a itaat için
öğrenenlerdir."
İbn Abdilberr demiştir ki:
"Kur'ân'ın kalblerde yerleşmesi -Allah en iyisini bilir- ancak sünneti
bilen selefin rivayet ettiği hadisler sayesinde, kıraatından çıkan değişik
te'villerin tesbitidir. Çünkü bunlara ancak sahih hadislerle vâkıf olunur.
Yoksa nefsin desise ve fikirlerin çekişmesiyle bu oluşmaz. Ehl-i hevânın yapıp
da yıktığı gibi."
İbn Abdilberr, Hasan el-Basrînin
şöyle dediğini rivayet eder: "Sizden öncekilerin helak oluşunun tek sebebi
şudur: Önlerine birçok yol çıkınca hak yoldan ayrıldılar, peygamberlerinden
gelen haberleri terkettiler, dinî konularda kendi görüşleriyle hüküm vermeye
başladılar. Böylece kendileri sapıttı, başkalarını da sapıklığa
şevkettiler."
İbn Abdilberr, İbn Mübârek'ten
nakleder: O, bir adama, şöyle demiştir: "Hüküm verme işiyle mübtelâ
olduğun zaman, hadis ve selefin haberlerine yapışman gerekir."
Beyhakî'nin Medhal'de naklettiğine
göre İbnu'l Mübârek'e:
"Kişi ne zaman fetva
verebilir?" diye sorulunca: "Hadis ve haberleri iyi bildiği ve keskin
görüşlü olduğu zaman," demiştir.
Yine Beyhakî, el-Medhal adlı
eserinde, Eyyûb es-Sahtiyânî'nin (131/748) şöyle dediğini rivayet eder: Bir
adama sünnetten bahsettiğin de, 'Bırak sünneti; sen, bize Kur'ân'dan haber
ver,' derse, bil ki o adam, haktan sapmış birisidir."
Evzâî (176/792) der ki: "Bunun
sebebi şudur: Sünnet, Kur'ân üzerine hüküm koyucu olarak gelmiştir. Kur'ân ise
sünnet üzerine hüküm koyucu olarak gelmemiştir."Beyhakî bu sözü, Yahya b.
İbn Kesir'den de rivayet etmiştir.
Yine Beyhakî, Mekhul'dan şunu
nakleder: "(Açıklanmaya ihtiyacı olduğu için) Kur'ân, sünnetin ona muhtaç
olmasından daha çok, sünnete muhtaçtır. Alimler, bununla, sünnetin Kitab'ı
tefsir edip ondaki ilâhî muradı açıkladığını vurgulamak isterler.
Fadl b. Ziyad el-Bağdâdî demiştir
ki: Ahmed b. Hanbel'e,
'Sünnet, Kur'ân üzerine hüküm
koyucudur/ şeklinde rivayet edilen söz sorulduğu zaman, şöyle söyledi: 'Ben, bu
şekil söylemeye cesaret edemiyorum. Fakat sünnet, Kitab'ı tefsir eder ve
açıklar/ diyorum."[231][231]
Lâlekâî, es-Sünne adlı eserinde,
Ahmed b. Hanbel'in şöyle dediğini nakleder: "Hadisler, bizim yanımızda
Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'tan gelen rivayetlerdir. Onlar,
Kur'ân'ı açıklar. Onlar, Kur'ân'ın işaret ettiği mânâların delilleridir."
Nasr b. el-Makdisî, el-Hucce adlı
eserinde, Abdurrahman b. Mehdî'nin şöyle dediğini nakleder: "İnsan, yeme
ve içmeye ihtiyacından daha fazla, hadislere muhtaçtır. Çünkü hadisler,
Kur'ân'ı tefsir ederler."
Bu, mutlak böyledir. Hem Kur'ân,
aynı zamanda nâsih ve mensûhu da ihtiva etmektedir. Her ikisinin bilinmesi,
müçtehid için zarurîdir.
İmam Müslim, Hz. Ali'den şunu
rivayet eder: Hz. Ali (k.v), insanlara kıssa anlatan bir kıssacıya uğradı.
Kendisine: "Nâsihi ve mensûhu biliyor musun1?" diye sordu. Adam,
"Hayır" deyince, Hz. Ali (k.v) şöyle dedi: "Kendini ve insanları
helak ettin." İmam Müslim, bu haberin aynısını, İbn Abbas'tan (r.a)
rivayet etmiştir.
Bir müçtehid için nâsihi ve mensûhu
tanımak, ancak her ikisinin iniş vakitlerini bilmekle veya Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'in haber ve beyanıyla olabilir. İmam Şafiî (r,h), demiştir ki:
"Allah'ın Kitabı'n-daki nâsih âyetlerin ekseriyeti, Rasûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'ın sünneti sayesinde bilinebilir."[232][232]
Şayet, nâsih ve mensûh konusunda
sünnet yol göstermeseydi, bu durumda, ya her ikisiyle amel edecek ya ikisini de
terk edecek veya hangisinin nâsih olduğunu bilmeden birisiyle amel etmemiz
gerekecekti. Halbuki bütün bunlar bâtıldır.
Son olarak şunu da hatırlatalım:
İmam Ahmed (r.h), Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'e itaat
konusunda bir kitap yazmış ve kitabında, Rasûlullah'ın sünnetlerinin birbirine taâruzu
konusunda, Kur'ân'ın zahiriyle delil getirene ve sünnetle hüküm çıkarmayı
terkedene cevaplar vermiştir.
Bahsimizin sonunu, Ibnu'l-Kayyim'm
(751/1350) misk kokulu şu güzel açıklamalarıyla bağlayalım; o, der ki:
"Allah Teâlâ, Hz. Muhammed'i hidâyet ve hak din ile gönderdi. Kâfir ve
müşrikler istemeseler de Allah, onunla gönderdiği dini, bütün dinlere üstün
kılmak için peygamberini görevlendirdi.
Ona tâbi olanlara, nur ve hidâyet
olan Kitabı'nı indirdi. O Ki-tab'ın zahirinden, bâtınından, hâss ve umûmî
olanından, nâsihin-den, mensûhundan, kısaca ilâhî Kitab'ın bütün âyetlerinden
neyi murâd ettiğini ifade için Hz. Peygamberi'ni delil ve aracı kıldı. Bu
durumda Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Allah'ın Kitabı'nı halka
sunan ve mânâlarını açan bir mübelliğ oldu. Bu vazifede, Allah Teâlâ'nın Peygamberi
için seçtiği ve sevdiği Ashâb-ı Kiram, kendisine şahid oldu ve O'ndan bu
ilimleri naklettiler. Bu müşahede ve beraberlik sayesinde onlar, Rasûlullah'ı,
Allah'ın Kitabı'nda neyi murâd ettiğini ve âyetlerin ne mânâlara geldiğini
bilmede insanların en âlimi oldular. Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)'den sonra bu ilmin ifade ve nakil işini, onlar üstlendiler.”[233][233]
Câbir (r.a) demiştir ki:
"Rasûlullah aramızda iken kendisine vahiy geliyor ve kendisi, gelen âyetin
mânâ ve yorumunu biliyordu. Sonra O, âyetle nasıl amel ederse, biz de öylece
amel ediyorduk."
Vahiyle
Bildirilen veya Vahiy Derecesinde Olan Sünnettir
Bil ki, Rasûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'tan sâdır olan şeyler, ya Allah'tan gelen hükümleri tebliğ
için ortaya konmuş söz ve fiillerdir veya tebliğin dışındaki davranışlarıdır.
Birinci
Kısım:
Bu, kesin vahiydir. Bilindiği gibi
Allah Rasûlü, bu kısımda hata ve yanılmadan korunmuştur. Hanefî âlimleri buna
"vahy-i zahir" demektedirler.
Bu kısımdaki vahiy, bazen onun ilâhî
vahiy olduğunu gösteren bir lafızla beraber iner veya başka türlü iner. İlahî
vahiy olduğunu ifade eden lafızla birlikte gelen, ya taabbüd (kulluk) ya i'câz
veya en kısa bir süreyle meydan okuma ifade eder ki bu, Kur'ân'dır.
İ'câz ve tehaddi özelliği taşımayan
vahiy ise lafzının da inzal edildiğini söyleyen görüşe göre hadîs-i kudsîdir.
Bunun da vahiy olduğunda şüphe yoktur. Çünkü Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi
ve sellem), "Rabbu'l-İzzet buyurdu ki," gibi sözlerle Allah'tan haber
vermektedir. Bu da yalandan masum bir haberdir. Hz. Peygamberin haberi,
Kur'ân'm Allah'ın kelâmı olduğunu gösterdiği gibi; bunun da Allah'ın kelâmı
olduğunu gösterir. Hadîs-i kudsîler çoktur. Bir iki Örnek hatırlatalım:
Ebû Zerr el-Gıfârî (r.a), Rasûlullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem)'tan, Allah Teâlâ'mn kudsî hadiste şöyle
buyurduğunu rivayet eder:
"Ey kullarım! Ben, zulmü
kendime haram kıldım ve onu sizin aranızda da haram yaptım. Artık birbirinize
zulmetmeyin..."
Bir başka örnek:
"Ey kulum, nimetimi sana
ulaştırmak için vasıta kıldığım kimseye teşekkür etmezsen, bana şükretmiş
olmazsın."[234][234]
İnen vahiyle birlikte, onun Allah
Teâlâ'ya ait olduğunu gösteren bir söz yoksa o, hadîs-i nebevidir. Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'e ait hadis ve uygulamaların vahiy
olduğunu, şu âyet-i kerîmeler göstermektedir :
"O (Peygamber), kendi arzusuna
göre konuşmaz. O (bildikleri), kendisine vahyedilenden başkası değildir."[235][235]
"Ben, ancak bana vahyedilene
tâbi olurum."[236][236]
"Allah, sana Kitab'ı ve hikmeti
indirdi ve sana daha önce bilmediklerini öğretti."[237][237]
Daha önce değindiğimiz gibi âyette
geçen "hikmet", sünnettir.
"(Rasûlüm!) Onu (vahyi)
çarçabuk almak için dilini kımıldatma. Şüphesiz onu toplamak (kalbinde
yerleştirmek) ve onu okutmak, bize aittir. O halde, biz onu okuduğumuz zaman
sen, onun okunuşunu takip et. Sonra şüphen olmasın ki, onu açıklamak da bize
aittir."[238][238]
"İnsanlardan bir kısım
beyinsizler: Yönelmekte oldukları kıblelerinden onları çeviren nedir?'
diyecekler. De ki: 'Doğu da batı da Allah'ındır. O, dilediğini doğru yola
iletir.' İşte böylece, sizin insanlığa şahidler olmanız ve Rasûlün de size
şahid olması için sizi mutedil bir millet kıldık. (Ey Rasûlüm), hâlen
yönelmekte olduğun Kabe'yi, ancak Rasûle uyanlarla, itaatten yüz çevirenleri
birbirinden ayırdet-memiz için kıble yaptık. Bu iş, Allah'ın hidâyet verdiği
kimselerden başkasına elbette ağır gelir. Allah, sizin iman (ve amelinizi) asla
zayi edecek değildir. Muhakkak Allah, insanlara çok merhametli ve günahlarını
fazlaca affedicidir."
"(Ey Muhammedi) Biz, senin
yüzünün (vahiy gelmesi için) göğe doğru çevrilip durduğunu görüyoruz. Bunun
için seni, razı olacağın kıbleye çevireceğiz. Artık yüzünü, Mescid-i Haram
tarafına çevir. (Ey nıüslümanlar!) Siz de nerede olursanız olun, (namazda)
yüzlerinizi o tarafa çevirin. Şüphe yok ki kendilerine kitab (ve ilim)
verilenler, onun, Rablerinden gelen gerçek olduğunu çok iyi bilirler. Allah,
onların yaptıklarından habersiz değildir."[239][239]
Bu âyet-i kerîmeler, kıblenin,
Beyt-i Makdis'ten (Kudüs) Kabe'ye çevrilişi esnasında nazil olmuştur. Bu, bize
daha önce Beyt-i Makdis'e yönelmenin, vahiyle belirlendiğini ve emredildiğini
gösteriyor. Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem), baba ve dedelerinin
kıblesi olması hasebiyle, Kabe'ye yönelmeyi şiddetle arzulamasına rağmen ilâhî
emir gelmeden oraya yönelmemiş, kendisi ve ashabı, Beyt-i Makdis tarafına
yönelmeye devam etmişlerdi. Bu, bize ayrıca onların bu devamlarının hak ve
doğru, kıble değişmeden önce bunun kendilerine vâcib olduğunu gösterir.
Böyle olmakla birlikte şunu da
hatırlatalım ki, Beyt-i Makdis'e yönelme, Kur'ân âyetleriyle emredilmemiş tir.
Çünkü yukarıda zikrettiğimiz âyet-i kerîmeler, o tarafa yönelmenin sonunda
gelmiştir ve sadece Kabe'ye yönelme hükmünü ortaya koymuştur.
Kur'ân'da, bize, Beyt-i Makdis'e
yönelmeyi açıklayan başka bir âyet de yoktur. Bütün bunlar, Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) ve ashabının, Kur'ân âyeti bulunmayan bir hükümle amel
ettiklerini ve bu amellerinin kendilerine vâcib ve hak olduğunu gösterir.
"Onların bu ameli, sırf kendi
akıl ve içtihadlarıyla idi," demek de doğru değildir. Çünkü bilinen bir
kıbleye yönelmek ve Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)Jin Beyt-i
Makdis'e yönelirken Kabe'ye yönelmeye fazlaca rağbetinin bulunması bir yana,
akıl, herhangi bir kıbleye yönelmenin vâcib olmasına kendi hesabıyla bir yol
ve gerekçe bulamaz. Şu halde Beyt-i Makdis'e yönelmek, Kur'ân'm dışındaki bir
vahiy ile olmuştu. Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in, Kur'ân'dan
hariç vahiy aldığını, şu hadîs-i şerifler de göstermektedir:
Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) buyurmuştur ki:
"Dikkat edin, bana, Kur'ân'la
birlikte bir misli daha verildi."
"Sizden birisi koltuğuna
yaslanmış olarak Allah Teâlâ'nın, sadece şu Kur'ân'dakileri mi haram kıldığını
düşünüyor. Dikkat edin! Ben de birtakım şeyler emrettim; bazı şeyleri tavsiye,
bazılarını da nehyettim. Onlar (miktar olarak) Kur'ân kadar yahut ondan daha
fazladır."[240][240]
Beyhakî'nin, Talha b. Nudayle'den
rivayet ettiği bir hadisede şöyledir: Kıtlık olup da fiyatların yükseldiği
sene, Hz. Peygamber'e:
"Ya Rasûlallah, bizim için
fiatlara 'narh'[241][241]
koyunuz," denildi. Efendimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem):
"Allah Teâlâ, emretmediği bir
uygulamayı sizlere hüküm olarak koymamı benden istemiyor. Fakat siz, Allah'ın
lütf-u kereminden (size genişlik vermesini) isteyiniz,"[242][242]
buyurdu.
Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve
sellem), Kur'ân'da bulunmayan birtakım hükümleri açıklamış ve uygulamalar
ortaya koymuştur. Bu hadis, bunların, Allah'ın emri ve vahyi ile olduğunu
göstermektedir.
Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)'in: "Ben, size ancak Allah'ın emrettiklerini emrediyor,
nehyettiklerini yasaklıyorum," sözü de konumuzun delilidir.
Makdisî, el-Hucce adlı eserinde, Ebû
Hureyre'den (r.a) Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'ın şöyle
buyurduğunu rivayet eder: "Gıfar'a Allah mağfiret etsin. Eslem'e selâmet
versin. Bunu ben demedim, Allah söylüyor."[243][243]
İmam Şafiî'nin, el-Ümm'de rivayet
ettiği şu hadis de Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in Kur'ân
olarak inen vahyin dışında ayrıca vahiy aldığım göstermektedir:[244][244]
Zeyd b. Hâlid el-Cünehî (r.a) anlatıyor:
Bir Arâbî, Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'e gelip: "Ya Rasûlallah, Allah'ın adıyla senden
istiyorum. Bir meselem var; Allah'ın Kitabı ne diyorsa, öyle hükmet,"
dedi.
Arâbfnin daha dirayetli olan hasmı
da: "Evet, ya Rasûlallah, Allah'ın Kitabı ile aramızda hüküm ver; ve
müsaade buyur, meseleyi açıklayayım," dedi. Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi
ve sellem) izin verdi. Adam, olayı şöyle anlattı:
"Oğlum, bu adamın yanında
ücretli olarak çalışıyordu. Karısı ile zina etti. Bana, oğlumun recmedileceğini
söylediler. Bu sebeple kendisine fidye olarak, çalıştığı adama, yüz koyun ve
bir câriye verdim. İlim adamlarına meseleyi sorunca, bana, oğluma yüz sopa ve
bir sene sürgün cezası lâzım geldiğini ve bunun karısının da recme-dilmesi
gerektiğini söylediler." Bunun üzerine Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve
sellem):
"Aranızda muhakkak Allah'ın
Kitabı ile hükmedeceğim; verdiğin koyunlar ve câriye sana iade edilecek,
oğluna da yüz sopa ile bir sene sürgün cezası verilecektir," dedi ve orada
bulunan zâta hitaben:
"Ey Uneys, yarın bu adamın
karısına git; zina ettiğini itiraf ederse recm cezasını tatbik et," diye
emretti. O da ertesi gün gidip kadına sorunca kadın, suçunu itiraf etti ve
kendisine recm cezasını tatbik etti.[245][245]
Şu hadisler de konumuza delil
olmaktadır:
Allah Rasûlü (salla’llâhü aleyhi ve
sellem), buyurmuştur ki: "Allah, ümmetime, îsra gecesinde elli vakit
namazı emretti. Ben, Cenâb-ı Hakk'a durmadan müracaat ederek hafifletilmesini
istedim. Nihayet,beş vakte indirdi."[246][246]
"Cebrail, bana, Beyt-i şerifin
yanında iki defa imam oldu."[247][247]
Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)'in kendisine sorulan sorulara hemen cevap vermeyip vahyi beklemesi ve
Kur'ân dışında vahiy gelmesi de O'nun, değişik yollarla vahye mazhar olduğunu
gösterir.
İmam Buhârî ve Müslim'in rivayet
ettikleri şu hadis, buna bir örnektir. Ebû Said el-Hudrî (r.a) anlatıyor:
Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem): "Sizin için en çok korktuğum,
Allah Teâlâ'nın size yerin bereketlerinden çıkaracağı şeylerdir," buyurdu.
Kendisine: 'Yerin bereketleri nedir?" diye soruldu. Efendimiz (salla’llâhü
aleyhi ve sellem): "Dünyanın zenginlikleridir," buyurdu. Cemaatten
bir adam:
"Hayır, şer getirir mi?"
diye sordu. Allah Rasûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), sükût buyurdu. Ben,
kendisine vahiy ineceğini düşündüm. Sonra, alnını silmeye başladı. (Müslim'in
rivayetine göre az sonra, boşanan terini silerek daldığı halden çıktı ve:
"Soru soran
nerede?"buyurdu. Adam:
"Benim, buradayım," dedi.
Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem):
"Şüphesiz, hayır ancak hayır
getirir,"[248][248]
buyurdu.
Rasûlullah'a (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) vahiy geldiğinde, vahyin şiddetinden ve ağırlığından kendisinden ter
boşanırdı. İbn Abdilberr'in, Evzâî yoluyla, Hasan b. Atıyye'den rivayet ettiği
şu söz de bu görüşü doğrulamaktadır: "Rasûlullah'a (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) vahiy indiğinde Cebrail (aleyhisselâm), yanında, gelen âyeti açıklayan
sünneti de getiriyordu."[249][249]
Ebû Dâvud ve Beyhakî, bu rivayeti şu
lafızlarla tahric ve tes-bit etmişlerdir: "Cebrail (aleyhisselâm), Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'e Kur'ân'ı indirdiği gibi sünneti de
indiriyor. Kur'ân'ı öğrettiği gibi sünneti de öğretiyordu."[250][250]
Beyhakî, el-Medhal'de, Tâvus'tan,
onun şöyle dediğini rivayet eder: 'Yanımda, diyetlerle ilgili hükümlerin
bulunduğu vahiyle bildirilmiş olan bir sahife var. Rasûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'ın zekât ve diyetlerle ilgili farz kılmış olduğu hususlar,
ancak vahiyle bildirilmiştir."
Beyhakî, Evzâî'nin de şöyle dediğini
nakleder: "Sana, Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'tan bir hadis
ulaştığında, onun dışında bir şey söylemekten sakın. Şüphesiz Rasûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem), söylediklerini, Allah Teâlâ'dan alıp tebliğ
yapmaktadır."
el-Makdisî, el-Hucce adlı eserinde,
Kehmes el-Hemedânî'nin şöyle dediğini rivayet eder: "Hadis ehlinin, dinin
koruyucuları olduğunu anlamayan ve kabul etmeyen kimse, Allah'a doğru düzgün
kul-luk edemeyen, zayıf akıllı zavallılardan birisidir. Çünkü Allah Teâlâ,
Nebisine: 'Allah, kelâmın en güzelini indirdi,'[251][251] buyururken
Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) da: 'Cibril, bana Allah'tan (celle
celâlühü) haber verdi,' demektedir."'"Bütün bunlar, -bu konudaki
icmâın yanında- Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'e, Kur'ân'dan
başka vahyin geldiğini isbat etmektedir.
Şunu da ilâve edelim: Gelen vahiy,
Cenâb-ı Hakk'a ait olduğunu ifade eden bir lafızla zikredilmediği zaman, vahyi
getiren melek, bir işaret veya fiili ile gelenin vahiy olduğunu bildirir.
Meselâ, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in şu sözünde olduğu gibi:
"Bu, âlemlerin Rabbi'nin elçisi Cibril'dir. Kalbime ilkâ etti ki, biraz
gecikse de hiçbir kimse rızkını tamamlamadan ölmez."[252][252]
Şu hadis de fiil ile haberin vahiy
olduğunu bildirmeye örnektir. Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem),
buyurmuştur ki: "Cibril, iki defa, Beyt-i şerifin yanında bana imam oldu
ve güneş tepe noktasından kaymaya başlayınca öğle namazını, gölge her şeyin iki
misli olunca ikindiyi, oruçlunun iftar ettiği vakitte (güneş batınca) akşamı,
kırmızı şafak kaybolunca yatsıyı, oruçlunun yeme içmeyi kestiği vakitte (fecir
doğunca) sabah namazını kıldırdı. Ertesi gün, her şeyin gölgesi bir misli
olunca öğleyi, iki misli olunca ikindiyi, güneş batınca akşamı, gecenin üçte
biri geçince yatsıyı, ortalık ağarınca sabah namazını kıldırdı ve: 'Her
namazın vakti, birinci ile ikinci vaktin arasından ibarettir,[253][253]
dedi."
Allah Teâlâ, kendisine gelenin vahiy
olduğunu ilham eder veya O'ndan geldiğini bildiren kesin, zarurî bir ilim
halkeder. O da amel eder.
Peygamberlere gelen ilham, vahiydir.
Bunu, İbrahim Aleyhisselâm'm durumunu anlatan şu âyetten anlıyoruz. İbrahim (aleyhisselâm),
şöyle demişti: "Oğlum ! Ben, rüyamda seni boğazladığımı görüyorum. Bak,
ne diyorsun?" Oğlu: "Babacağım! Sana emredileni yap," dedi.[254][254]
Müfessirlerin pek çoğu demişlerdir
ki, peygamberlerin rüyası vahiydir. Çünkü İbrahim (aleyhisselâm), oğlunu
boğazlama emrini rüyasında almış, bunu oğluna bildirmiş, o da bunun ilâhî bir
emir olduğunu bildiği için: "Babacığım, sana emredileni yap,"
demişti. Bütün bunlar, bu ilâhî emrin rüyada verildiğini ve bu emrin bağlayıcı
bir vahiy olduğunu gösteriyor.
Şu âyetten de bu hükme varabiliriz:
Allah Teâlâ buyurur ki: "Sâna gösterdiğimiz rüyayı ve Kur'ân'da zikredilen
lanetlenmiş ağacı, insanlar için sadece bir imtihan yaptık."[255][255]
Bazı müfessirler, bu rüyanın, Mi'râc gecesinde görülmüş olduğunu beyân
etmişlerdir.[256][256]
Vereceğimiz şu âyet-i kerîme de Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'e, Kur'ân'dan başka vahiy ve ilham
verildiğini göstermektedir: Allah Teâlâ, buyurur ki: "Allah'ın, sana
gösterdiği şekilde, insanlar arasında hükmede-sin diye, sana, Kitab'ı hak ile
indirdik.”[257][257]
Sana gösterdiği demek, ilham ettiği şekilde, mânâsmdadır. Fabrul-İslâm ve başkaları,
bu mânâyı tercih etmişlerdir.[258][258]
İkinci Kısım: Sünnet
Bu kısım, Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'in, Allah Teâlâ'dan tebliğ kasdı bulunmayan söz ve
davranışlarıdır. Bunlar da ya Allah Teâlâ tarafından tasvip görüp tasdik
edilmiştir veya bu durumda değildir.
Eğer Allah Teâlâ, Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'in bir fiilini tasvip etmişse -o fiil, bizatihi vahiyle
ta'lim edilmemiş de olsa- vahiy durumunda ve hükmündedir. Çünkü bir fiilin
Cenâb-ı Hakk tarafından tasvip edilmesi, onun gerçek, doğru ve Allah'ın
rızasına uygun olduğunu gösterir. İş sadece bu tasviple de kalmıyor. Ayrıca
Allah Teâlâ, bize, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'den sâdır olan
her söz ve fiile uymamızı, her fiili açık vahiyle bildirmemiş de olsa, vahiyle
O'na uymamızı emretmiştir. Şu halde bir kimse, Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'den vahiyle bildirilmeyen bir fiilim alıp tatbik etse, bunu,
Allah Teâlâ'mn: "Ona uyunuz," emrine imtisal ederek yapmış olacaktır.
Bu durumda O'ndan sâdır olan bu türden şeyler, hiç şüphesiz hakikatte kendisine
vahyedilmiş durumunda olmaktadır.
İmam Suyûtî'den (911/1505) yapacağımız
şu nakil, bu sözlerimi desteklemektedir. O, demiştir ki: Şafiî (204/819) ve
Beyhakî (458/1068), Tâvus'tan, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in
şöyle buyurduğunu rivayet etmişlerdir: "Ben, ancak Allah'ın Kitabı'nda
helâl kıldığını helâl kılar ve ancak O'nun Kitabı'nda haram kıldıklarını haram
kılarım."[259][259]
İmam Şafiî (r.h), bu hadisle ilgili
olarak şöyle demiştir: Bu haber, munkatı'dır. Bununla beraber Rasûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem), bu hadise uygun olarak hareket etmiş ve böyle davranmakla emr
olunmuş tur. Allah Teâlâ, O'na, kendisine vahyedileri şeylere tâbi olmasını
emretmiş ve O da bu emre uymuştur. Yine Cenâb-ı Hakk, vahyolunmayan hususlarda
da O'nun sünnetine uyulmasını, vahiyle farz kılmıştır. Şu halde kim O'nun
sünnetini kabul ederse, Allah'ın emrini kabul etmiştir. Allah Teâlâ'mn bize
verdiği emir şudur: "Peygamber size neyi verdiyse onu alın, neden de
yasakladıysa ondan sakının."[260][260]
Beyhakî, şöyle der: "Hadiste
geçen 'Allah Kitabı'nda' ifadesi eğer sahihse Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve
sellem), bununla, kendisine vahyedileni kas-delmiştir. Kendisine vahyedilen de
iki kısımdır: 1- Vahy-i metlûv (Kur'ân). 2- Vahy-i gayr-i metlûv (Allah'tan
kendisine verilen Kur'ân dışında bilgi ve ilhamlar)."
İbn Mesud (r.a) da İmam Şafiî (r.h)
gibi âyet-i kerîmeden, Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'m sünnetini
kabul edenin, aslında Allah'ın (celle celâlühü) Ki-tabı'mn emrini kabul etmiş
olacağını söylemiştir. Çünkü Rasûlul-lah'a (salla’llâhü aleyhi ve sellem) tâbi
olmanın zorunlu oluşu, Kur'ân'm ortaya koyduğu bir hükümdür,
Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)'in içtihadına dayanan ve Allah Teâlâ'nm tasvip ettiği hükümler, bu
ikinci kısma girmektedir. Hanefî âlimleri, buna "vahy-i bâtın"
derler.
Yine, Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'den âdet ve tabiatı üzere ortaya çıkan ve Allah Teâlâ'nın
açık bir vahiyle yasaklamayıp tasvip ettiği işleri de bu kısma girer. Yemesi,
içmesi, giyinmesi, oturması, uykusu ve benzeri davranışları gibi. Dünya ile
ilgili konulardaki sözleri de böyledir. Çünkü diğer azalarının fiilleri gibi
bunlar da lisanına ait fiillerdir. Allah Teâlâ'nm, O'na karşı, bu fiillerinde
tasvibi ve bize de kendisine uyma emri olduktan sonra bütün bunlar, vahiyle
bildirilmiş durumda olmakta ve en azından bu fiillerin, Rasûlullah'a (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) nisbet edilmesiyle zâtına has olduğunu gösteren bir delil
bulunmadığı zaman, bizim de onunla amel etmemizde bir sakınca bulunmadığını
göstermektedir,
Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)'in dünyevî konulardaki bazı irşâd ve işaretlerine gelince bunlar,
şer'î hükümler değildir ve mutlaka uymak da gerekmez. Bunlar, kendi aramızda
birbirimizden bazı şeylerin yapılmasını veya yapılmamasını istemek, aklın
yettiği, zekânın ulaştığı kadar, danışılan bir konuda yol göstermek,
tavsiyelerde bulunmak gibi şeylerdir.
Meselâ Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem), Ashâb-ı Kirâm'dan, hurmalarım aşılamamalarını istemesi,
Bedir harbinde, askeri, harp için uygundur diye bir yerde konaklatması ve daha
sonra her iki kararından da yapılan uyarılarla vazgeçmesi, bu kısma Örnektir.
Biz, bütün bunlardan, dünyevî meselelerde, bilenlerle gücü yettiği kadar
istişare etmenin mübâh olduğunu, işaret ve tavsiye edilen şeyde uyma
zorunîuluğu bulunmadığını anlıyoruz. Çünkü Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve
sellem), benzeri durumlarda, bir harama veya mekruha işaret etmiş değildir.
Ayrıca şunu düşünmeliyiz: Hz, Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in bazı
âdete uygun fiilleri, kendisine vahyedilen umûmî bir hükmün içine girebilir.
Meselâ, temiz bir yiyecek yemesi, şu âyetlerin hükmü altına girmektedir:
"Boğazlayarak kestiğiniz hayvan
size helâldir."[261][261] "Bütün iyi ve temiz şeyler, size helâl
kılınmıştır."[262][262]
Hiç şüphesiz, âyetlerin umûmî hükmüne
giren bu tür fiiller, vahye dayanmış olmaktadır. Eğer Allah Teâlâ, Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in fiillerinden bir fiili, -ister
içtihâdî, isterse âdete uygun davranışları olsun- tasvip etmemişse o, sünnet
değildir ve onunla delil de getirilmez. Delil getirme, ancak Allah Teâlâ'nın
tasvibinden ve delilin peşinden gelen tenbi-hinden sonra olur.
Bütün bunlardan anlaşılan şudur: Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'den söz, fiil ve tasvip olarak meydana
gelen ve Allah Teâlâ'nm uygun görüp tasvip ettiği bütün fiilleri, Allah
katından gelen bir vahye veya vahiy derecesinde olan bir ilme ve ilhama
dayanmaktadır. Bu sıfatla olan bütün fiiller, kullar için bir hüccet ve
gereğince amelin lâzım olduğu birer delildir.
Râşid halifelerin ilk döneminden
bugüne kadar, selefin eserlerini, halefin haberlerini incelediğimizde,
kalbinde zerre kadar iman, birazcık samimiyet ve ihlâs bulunan hiçbir müçtehid
imamın, bizatihi sünnete yapışmayı, onunla delil getirmeyi ve gereğince amel
etmeyi inkâr ettiğini görenleyiz. Bilakis, onların, sünnete sımsıkı sarıldıklarım,
onun çizdiği istikâmette hareket ettiklerini, başkalarım sünnetle amele teşvik
ve ona muhalefetten menettiklerini, kendileri ve başkaları için hükümlerinde
ona dayandıklarını, sünnete muhalefet eden veya onu hafife alalıa şiddetle
karşı çıktıklarını, onu, Rur'ân'm tamamlayıcısı ve bir açıklayıcısı
gördüklerini, kendileri, önlerine sahih ve aksi hüküm bildiren bir hadis
geldiğinde, Kitab veya diğer delillerden birine dayanarak elde ettikleri
içtihâdî görüşlerinden hemen ona döndüklerini ve onu nazar-ı dikkate
aldıklarını görmekteyiz.
Bu konuda seleften, şu meşhur söz
nakledilmiştir: "Sahih bir hadis bulunduğunda, benim mezhebim odur. Ona
ters düşen sözümü, kaldırıp duvara çarpınız."[263][263] İmam
Şafiî'nin, bu mânâda bir sözü meşhur olmuştur. Müçtehidlerin çoğundan, bu
mânâya yakın sözler nakledilmiştir.
Allah kendilerinden razı olsun,
onlar, hadisin mevkiini çok yüksek tutuyor, hadis meclisinde edeble oturuyor,
hadis âlimlerine hürmet ve ta'zim ediyor, onları övüp kendilerine rıfk ile
muamele ediyorlardı. Hadis ehli için düşünce ve itikadları şu idi: Ehl-i
hadis, din için en büyük yardımcı, saldırganların hücumuna ve dinsizlerin
şüphelerine karşı en kuvvetli koruyucudur. Onlara, ancak bid'at ehli, fâcir ve
kâfir düşman olur.
Selef, ayrıca hadis rivayetine büyük
önem veriyor, bu yolla uzak-yakın, dünyanın dört bir yanma yol tepiyor,
ömürlerini vererek işlerini, zevk ve şehvetlerini, vatan, mal ve evlâtlarını
terk ederek hadis almaya ve yaymaya çalışıyorlardı. Bütün bunları, hadisi
rivayet, dağınık rivayetleri toplama, onları zapt ve hıfz altına alma>
zamanını tesbit, sahih, zayıf ve mevzu olanını birbirinden ayırma konularındaki
gayret ve hassasiyetlerinden dolayı yapıyorlardı. Bunca çalışma, ancak şeref ve
kıymeti büyük, netice ve faydası pek çok olan bir şey için yapılabilir. Dikkat!
Bu şey, İslâm'ın asıl kaynaklarından biridir. Kur'ân'm ve ekseri hükümlerin
anlaşılması ona bağlıdır. O da sünnettir. İşte bu sebeple sünnetin delil
oluşunda İslâm âlimleri arasında icmâ hâsıl olmuş, bu konuda söz birliği
sağlanıp kesin hükme varılmıştır.
Hadislerde ulemâ arasında meydana
gelen ihtilâf iki konuda olmuştur:
1- Bu hadisin, Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'e ait oluşu sahih midir, değil midir?
2- Bu hadis, bu hükme delâlet eder
mi, etmez mi?
İmam Şafiî (r.h), demiştir ki:
"Ümmet, Önüne Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in sünneti
gelen bir kimseye, herhangi bir insanın sözü için sünneti terk etmesinin caiz
olmadığı hususunda icmâ etmiştir."
Yine İmam Şafiî, şöyle demiştir:
"İnsanların âlim dediği yahut kendisini ehl-i ilim gösteren hiç-bir
kimsenin, Allah Teâlâ'nın, Rasülullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'ın emrine
uymayı ve hükmüne teslim olmayı farz kılmasında muhalefet ettiğini işitmedim.
Sahabe ve Tabiîn içinde, kendisine Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in
bir sünneti haber verildiğinde onu:
kabul etmeyen, hükmüne dönmeyen ve
onu sünnet olarak görmeyen bir kimse bilmiyorum."
"Bizim, Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'den gelen bir hadise (sened veya başka şeyinden dolayı amel etmeyip)
muhalif bir görüş ileri sürmemize gelince, bundan dolayı inşâallah hesaba
çekilmeyeceğimizi ümid ediyorum. Başkası için böyle değildir. Fakat bazen
birisi, sünneti bilmeden, ona ters düşen bir söz söyler; bununla sünnete
muhalefeti kasdetmez. İnsan, bazen de yorumunda hata ve gaflete düşer. Bu
durumlarda, yandan mazur görülebilir,"[264][264]
Şeyhü'l-İslâm İbn Teymiyye
(728/1327) (r.h), demiştir ki: "Bilinsin ki; umûmen ümmet yanında kabul
görmüş imamlardan hiçbiri, küçük-büyük hiçbir hususta, Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'e muhalefeti kasdetmemiştir. Çünkü onlar, Rasülullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'a uymanın vâcib olduğunda, kesin olarak ittifak
halindedirler. Ve yine Rasülullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hariç, diğer
bütün insanların sözlerinin bazılarının alınıp, bazılarının terk edilebileceğinde
de görüş birliği içindedirler. Fakat bununla birlikte imamlardan birinin,
sahih hadisin hilâfına bir görüşüne rastlandığında, bu hadisi terk etmesinde
mutlaka bir özrü vardır. Bütün bu özürler de üç çeşittir:
1- Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi
ve sellem)'in onu söylediğine yakînen inanmaması.
2- Bu sözle, bu meselenin
kasdedildiğini kabul etmemesi.
3- Hadisle bildirilen hükmün mensuh
olduğuna inanması."[265][265]
Evet, bütün bunlarla birlikte,
kendini ilim ehli gösteren ve bizatihi sünnetin delil oluşunu inkâr edenler
vardır. Fakat biz, bu kimsenin durumunu araştırdığımızda ve içinde gizlediğini
dışa vurduğumuzda, onun, şu üç kimseden biri olduğunu görürüz:
1- Dine girmiş görünür; fakat mü'min
değildir. Bilakis, kendisi ve taraftarları lehine yürütülen bir plan adına,
dinin asıllarında şüpheler ortaya çıkarmak ve onu kökünden yıkıp temelinden
sarsmak için müslüman görüntüsü veren, küfrünü gizleyen bir zındıktır.
O, açıkça müslümanların dinine ve
bütün delillerin kaynağı olan Kur'ân'a saldırmaktan çekinir ve onlara başka bir
taraftan yanaşır. O da kendisi olmaksızın Kitab'ın anlaşılamayacağı, bütün hüküm
ve kanunlarının hükümsüz kalacağı sünnete saldırmaktır. Bu hücumlarıyla, bütün
hükümleri yok hükmüne getirecekler, Kur'ân ellerinde bir oyuncak olacak, onu
anlamaya güçleri yettiğini zannederek, âyetleri kendi hevâ ve hesaplarına göre
yorumlayıp tefsir edecekler, bunları yaparken de: "Biz, Allah Teâlâ'nın,
'Kur'ân'da hiçbir şeyi bırakmadık, açıkladık.'[266][266] 'Biz sana her şeyin bir açıklaması olarak Kitab'ı
indirdik,'[267][267]
âyetleriyle amel ediyoruz," diyeceklerdir.
Evet, bu âyetler haktır; fakat
onlar, bunlarla, bâtıl bir mânâ kasdetmektedirler. Şüphesiz Kur'ân, bütün
şeriatı (hükmen) ihtiva etmektedir. Bütün kanun ve hükümlerin temeli
Kur'ân'dır. Fakat inşâallah, ileride açıklayacağımız gibi bu, onların düşündüğü
bâtıl mânâyı isbat ve sünnetin delil oluşunu iptal neticesini vermez.
2- Hadisi inkâr ve iptal eden ikinci
tip, açıkça küfrünü ortaya koyan ve yüzündeki perdeyi kaldıran bir kimsedir.
Meselâ: "Cebrail hata etti, asıl peygamber Hz. Ali iken yanlışlıkla
peygamberliği Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'e götürdü."
diyen kimse, bu gruba örnektir.
3- Bu gruptaki, hakka ulaşmak,
Rabbine güzel ve doğru bir şekilde ibâdet yapmak isteyen bir adamdır; ancak o,
aklı şaşkın, gafleti taşkındır. Çeşitli fikirler kendisini sağa-sola,
öne-arkaya çekip durur. Zahiren dine bağh, onu savunmaya hırslı, korumaya
hevesli görünen zındıkların ileri gelenleri ve dinsizlerin şeytanları, tatlı
dilleri ve sahte ahlâkî güzellikleriyle ona bozuk fikirlerini ve bâtıl
mezhebleri-ni güzel gösterir, kendilerince kabul görmüş birtakım delil ve
hüccetleri öne sürer ve hak ile bâtılı birbirine karıştırırlar; bununla da
dini muhafaza ettiklerini ve onu bid'atçılarm görüşlerinden temizleyip asıl
safiyetine kavuşturduklarım zannederler. Bunları dinleyen o kimse de duyduğu
sözlerdeki hata ve dinsizliği, şer ve fesadı araştırıp anlamaksızm, güzel bir
niyet ve şaibesiz bir kalb ile onların doğruluğuna ve sağlamlığına inanarak
hatta savunmaya çalışarak onlardan bu görüşleri alır. Heyhat! Ne sinsice bir
veriş ve ne ahmakça bir alış! Bunun için; "Akıllı düşman, câhil dosttan
daha hayırlıdır/' denmiştir.
Hiç şüphesiz bu kimselerin
muhalefetleri, müçtehidlerin, sünnetin delil ve onunla amelin vâcib olduğu
konusunda oluşturdukları icmâya herhangi bir olumsuz tesir yapmaz. Sünnetin bu
durumu, dinin kesin olarak bilinen meselelerinden olmuştur ve pek çok mesele,
onun üzerine kurulmuştur. Nitekim bunların hepsini açıkladık.
Yukarıda, bizden evvelki büyüklerimizin
sünnete nasıl sımsıkı rıldıklarını gösteren haberlerden bir miktar
zikretmiştik. Bu konuda sayısız diyebileceğimiz haber ve nakil mevcuttur.
Kalbinin yatışması nefsinin güvenle dolması ve fıkıh, ilim, edeb ve hikmet
yönüyle 'stifadenin olması için bu haberlerin bir kısmını zikretmeyi uygun
buldum. İyi dinle, güzel anla!
Ümmetin İmamlarının Sünnete Sımsıkı Sarıldıklarını,
Gösterdiği Yola Rûm Olduklarını, Ona Uymaya Teşvik ve Muhalefetten Men
Ettiklerini Gösteren Haberler
Ebû Ubeyd el-Kâsım b. Sellâm
(223/838), Kitâbu'l-Kadâ adlı eserinde ve Dârimî (255/868), Sünen'inde Meymun
b. Mihran'm, şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Hz. Ebû Bekir (r.a),
kendisine bir dâva geldiği zaman, Allah'ın Kitabı 'na bakardı; eğer orada
dâvayı halledecek bir şey bulursa onunla hükmederdi. Eğer Allah'ın Kita-bı'nda
önüne gelen dâva ile ilgili bir şey bulamaz ve Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi
ve sellem)'ın o konuda bir sünnetini bilirse, onunla hükmederdi. Eğer Ki-tab ve
sünnetle meseleyi halledemezse dışarı çıkar ve müslümanlara: 'Bana şöyle şöyle
bir mesele geldi. Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in bu konuda
verdiği bir hükmü biliyor musunuz?' diye sorardı. Çoğu zaman, birkaç kişi
yanına varıp Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'ın o konudaki hükmünü
söylerlerdi."
Dârimî'nin rivayetinde, şu ziyâde
vardır: "O zaman Ebû Bekir (r.a), 'İçimizde dinimizi muhafaza eden ve bize
öğreten kimseler yaratan Allah'a hamdolsun,' derdi."[268][268]
Ebû Ubeyd de şu ilâve rivayeti
zikretmiştir: "O konuda Hz. Peygamber'in bir uygulamasını bulamazsa
mü'minlerin ileri gelenlerini toplayıp kendileriyle istişare ederdi; ortak bir
görüşte birleştiklerinde, onunla hükmederdi. Hz.Ömer (r.a) de böyle yapardı.
Meselenin cevabını Kitab ve sünnette bulamazsa, 'Ebû Bekir'in bu konuda bir
hükmü var mı?' diye sorardı. Eğer Ebû Bekir'in (r.a) bir hükmü varsa onunla
hükmederdi; yoksa, cemaatın âlimlerini toplayıp kendileriyle istişare ederdi.
Ortak bir görüşte birleştiklerinde, onunla hükmederdi. "
Yine Dârimî, Müseyyeb b. Râfiî'nin
şöyle dediğini nakleder: "Ashâb, önlerine, hakkında Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'den herhangi bir hüküm ve haber bulunmayan meseleler
geldiğinde, toplanıp mesele hakkında ortaklaşa görüş bildirirlerdi. Tabiî ki
hak, birleştikleri görüşteydi."
Beyhakî, el-MedhaV d e, Zehebî,
Tezkîratu'l-Huffaz'da, Kâbisa b. Züeyb'in şöyle dediğini nakleder: Bir nine,
Hz. Ebû Bekir'in (r.a) yanına gelip mirastan ne kadar pay alacağını sordu. Hz.
Ebû Bekir, kadına: "Bu konuda Allah'ın Kitabı'nda herhangi bir açıklama
yoktur. Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'ın sünnetinde de bir uygulama
bilmiyorum. Hele sen şimdilik git de ben, bunu insanlara sorayım/' dedi. Ve bu
konuda bildikleri bir hadisin olup olmadığım yanındakilere sordu. Muğire b.
Şu'be (r.a): "Ben Rasûlullah'ın yanında bulundum. Nineye altıda bir
verdi," dedi. Hz. Ebû Bekir:
"Söylediğine senden başka şahid
var mı?" dedi. O zaman Mu-hammed b. Mesleme el-Ensârî (r.a) ayağa kalkıp
aynı şeyi söyledi. Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir, nine için hadisteki hükümle
karar verdi.
İmam Ahmed, Arar b. Meymun'un şöyle
dediğini nakleder: "Hz. Ömer, bize Müzdelife'de sabah namazını kıldırdı,
sonra Meşâr-i Haram'da vakfe yaptı ve: 'Müşrikler, güneş doğmadan Mina'ya gitmezlerdi.
Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem), onlara muhalefet etti,' dedi.
Sonra, güneş doğmadan Mina'ya doğru yola çıktı."
İbn Mâce hariç diğer kütüb-ü sitte
sahipleri, Abis b. Râbia'mn, şöyle söylediğini naklederler: Hz. Ömer'i (r.a)
Hacerü'l-Esved'i öperken gördüm, şöyle diyordu: "Sen bir taşsın; fayda ve
zarar vermezsin. Şayet Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'ın seni
Öptüğünü görmesey-, dim, ben de öp:nezdim."[269][269] Hz.
Ömer'in bu sözü, Şifâ'da da zikredilmiştir.[270][270]
İmam Ahmed, Sâlim'den, İbn Ömer'in
şöyle dediğini nakleder: Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem):
"Sizden birisinin, hanımı,^ mescide gelmek için izin isterse onu menetmesin,"[271][271]
buyurdu. Ömer b. el-Hat-tab'ın (r.a) hanımı mescidde namaz kılardı. Hz. Ömer,
ona: "Sen, benim neyi sevdiğimi bilirsin!" dedi. Hanımı da: 'Vallahi,
sen beni bundan nehyedinceye kadar namazımı mescidde kılmaya devam edeceğim,"
dedi. Hz.Ömer (r.a) saldırıya uğradığında hanımı da mes-ciddeydi.
Hz. Ömer (r.a), hanımının dışarı
çıkmasından pek hoşlanmadığı halde Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'ın
emrine riâyet ederek hanımını mescid-den menetmemiştir.
İmam Şafiî, Risâle'de, Ebü Dâvud ve
Beyhakî Sünen'lerin-de, Tâvus'tan rivayet ettiklerine göre bir gün Hz. Ömer:
"Allah adına soruyorum, Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'tan,
cenin konusunda bir şey işiten var mı?" diye sordu. Hamele b. Mâlik b.
Nâbiğa ayağa kalkarak:
"Evet, ben iki hanımımla
beraberdim. Biri diğerine çadır direği ile vurdu ve kadın hemen düşük yaptı.
Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) da cenin tazminatı olarak bir köle
azâd etmesini emretti," dedi. O zaman Hz. Ömer (r.a):
"Bunu duymasaydık az kalsın
bunun dışında, kendi görüşümüze göre değişik bir hüküm verecektik," dedi.[272][272] Haber, İbn Abbas (r.a) yoluyla da rivayet
edilmiştir.
Buhârî, Muğire b. Şu'be'den (r.a)
rivayet ediyor: O, demiştir ki: "Hz. Ömer, düşük yapan kadının durumunu
sordu ve 'Bu konuda Rasûlulah'tan (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bir şey
işiteniniz var mı?' dedi. Ben de:
'Ben işittim/dedim. 'Nedir?' diye
sordu.
'Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi
ve sellem)'in cenini düşürene, erkek veya kadın, bir köle âzad etmesi gerekir,
dediğini duydum/ dedim. Hz. Ömer (r.a):
'Söylediğine başka bir kaynak
buluncaya kadar yanımdan ayrılma/ dedi. Ben de çıkıp, Muhammed b. Mesleme'yi
buldum ve kendisine getirdim. O da Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'den
bu şekil duyduğuna benimle birlikte şahidlik etti." İmam Müslim de bu
haberin benzerini el-Misver b. Mahreme yoluyla rivayet etmiştir.[273][273]
Buhârî ve Müslim, Abdullah b. Âmir
b. Râbia'dan, şu hadiseyi rivayet ederler: Hz. Ömer (r.a), Şam tarafına yola
çıktı. (Şam yolunda bir köy olan) Serğ'e gelince, Şam'da veba salgını olduğu haberi
geldi. Abdurrahman b. Avı (r.a), Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in:
"Bir yerde veba olduğunu duyarsanız, oraya gitmeyiniz; bulunduğunuz yerde
veba yayılmışsa, ondan kaçarak başka yere çıkmayınız,"[274][274] buyurduğunu haber verdi. Bunun üzerine Hz.
Ömer, Şam'a gitmeden, bulunduğu yerden geri döndü.
Zührî (124/742), demiştir ki: Salim
b. Abdullah b. Ömer, bana, Hz. Ömer'in, Abdurrahman b. Avf'tan işittiği
hadisten dolayı insanları geri çevirdiğini haber verdi.
Buhârî, Hz. Âişe'nin (r.a) şöyle
dediğini rivayet eder: "Hz. Ömer (r.a), Abdurrahman b. Avf kendisine, Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in Hecer mecûsîlerinden cizye aldığını
haber verinceye kadar, mecûsîlerden cizye almıyordu."[275][275] İmam Şafiî, Risâle'de, benzeri bir haberi,
Becâle yoluyla nakleder.[276][276]
İmam Mâlik de benzeri bir haberi,
Muhammed el-Bâkır yoluyla, şu lafızlarla rivayet eder: Hz. Ömer (r.a),
mecûsîlerden bahsetti ve: "Haklarında nasıl davranacağımı
bilmiyorum," dedi. O zaman Abdurrahman b. Avf, kendisine, Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'in: "Onlara, ehl-i kitaba yaptığınız muameleyi uygulayın
(yani cizye alın)," dediğini haber verdi.[277][277]
Beyhakînin, el-Medhal'âe, Zeyneb b.
Ka'b b. Ucre'den naklettiğine göre bu hanıma, Ebû Said el-Hudrî'nin kızkardeşi
el-Fü-rey'a b. Mâlik b. Sinan, (kendi başından geçen bir hadiseyi anlatır ve
ailesine dönmek için Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'tan izin ister.
Çünkü kocası, kaçan kölelerini aramak için yola çıkmış, Kaddüm tarafında onlara
yetişmiş, fakat onlar da onu öldürmüşlerdi. Bu sebepten, Rasûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'tan "Aileme dönebilir miyim?" diye izin ister ve:
"Zira kocam, beni, kendisine ait bir evde terketmedi," der.
Rasûlullah da (salla’llâhü aleyhi ve sellem):
"İddet müddetin dolana dek
bulunduğun evde otur," buyurur. el-Fürey'a diyor ki:
"Ben de dört ay on gün iddet
bekledim. Osman b. Affan (r.a) halife olunca, bana, Rasûlullah'ın nasıl hüküm
verdiğini sordurttu. Ben de başımdan geçeni haber verdim. Ö da ona uyup aynı
şekilde hüküm verdi."[278][278]
Hz. Ali'nin (r.a) şöyle dediği
rivayet edilmiştir: "Dikkat! Ben Peygamber değilim; bana vahiy de inmez.
Fakat ben, gücümün yettiği kadar Allah'ın Kitabı ve Peygamberi Hz. Muhammed'in
sünne-tiyle amel ederim."[279][279]
İmam Alime d ve Beyhakî, Hz. Ali'nin
(k.v) şöyle dediğini rivayet ederler: "Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)'tan bir hadis işittiğimde, Allah Teâlâ'nın müyesser kıldığı kadar ondan
istifade ederdim. Ashâbdan birisi, bana bir hadis söylediğinde ise ona, bunu
Rasûlullah'tan işittiğine dair yemin ettirirdim; yemin ederse ona inanırdım.
Ebû Bekir de bana -O, şüphesiz doğru söyler- Rasûlullah'ın:
'Mü'min kul, bir günah işledikten
sonra güzelce abdest alır, iki rek'at namaz kılar ve Allah'tan (celle celâlühü.)
affını isterse Allah (celle celâlühü), onu mutlaka affeder,'[280][280]
buyurduğunu haber verdi."
İmam Buhârî, Câbir b. Semûre'nin,
şöyle dediğini rivayet eder: Kûfeliler, Hz. Ömer'e (r.a), Sa'd'ı şikâyet
ettiler. Bunun üzerine Hz. Ömer, başlarına Ammar'ı tayin etti. Ondan da
şikâyetçi oldular, hatta onun güzel namaz kıldırmadığını söylediler. Bunun üzerine
Hz. Ömer, adam gönderip Ammar'ı yanma çağırttı ve kendisine:
"Ya Ebâ Ishak! Bunlar, senin
güzel namaz kıldırmadığını söylüyorlar, ne dersin?" dedi. O da:
"Bana gelince, vallahi ben,
onlara Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'tan gördüğüm namazı
kıldırıyorum; ondan hiçbir şeyi noksanlaştırmıyorum. Yatsı namazını kıldırırken
ilk iki rek'atta, biraz uzunca ayakta duruyor, son iki rek'atta kıraati hafif
tutuyorum," dedi. Hz. Ömer (r.a):
"Ya Ebû Ishak! Bu, senin
düşüncen; bakalım halk ne diyor?" dedi ve onunla beraber birkaç kişiyi
Kûfe'ye gönderdi. Gidenler, hiçbir mescid bırakmadan bütün Kûfelilere onun durumunu
sordular, hepsi de hakkında güzel övgülerde bulundu.[281][281]
İbn Abdilberr, Dârimî, Hâkim ve
Beyhakî, Abdullah b.
Ebî Yezid'den rivayet ederler. O,
demiştir ki: 'İbn Abbas (r.a), kendisine bir mesele sorulduğunda şöyle hareket
ederdi: Meselenin hükmü Allah'ın Kitabı'nda varsa onu söylerdi. Allah'ın
Kitabı'nda yok, Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'ın sünnetinde de bir
cevap yoksa, bu hususta, Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer'in uygulamalarına bakardı.
Bir şey bulursa ona göre hüküm verirdi. Fakat ne Allah'ın Kitabı'nda, ne
Rasûlullah'ın sünnetinde ve ne de Hz. Ebû Bekir ile Hz* Ömer'in uygulamalarında
konu ile ilgili bir hüküm yoksa kendi içtihadı ile hüküm verirdi."[282][282]
Beyhakî, Mâlik tarikiyle, Recâ'nm
şöyle dediğini rivayet eder: "Abdullah b. Ömer (r.a), Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'in nasıl hareket etti-ğini ve hâllerini araştırır, buna büyük
önem verirdi. Öyle ki, bu konudaki dikkat ve ihtimamından, aklını
kaybedeceğinden korkulurdu."
Bezzâr ve Kâd-ı Iyâz, Ibn Ömer'den
(r.h) rivayet eder:
"Ibn Ömer, Mekke ile Medine
arasında bir ağacın altına gelir ve orada öğle uykusuna yatar, Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'in de böyle yaptığını söylerdi..."[283][283]
Ahmed b. Hanbel, İbn Sîrin'den
nakleder. İbn Sîrin, demiştir ki: "Arafat'da Ibn Ömer'le beraberdim.
Arafat'dan beraber döndük. Me'zemin'e varmadan dar geçide gelince, hayvanını
çökertti. Biz de çökerttik. Namaz kılacak zannettik. Hayvanını tutan kölesi:
'Namaz kılmak için durmadı. Fakat
Rasûlullah'ın buraya gelince ihtiyacını giderdiğini hatırladı. O da
(Rasûlullah'a (salla’llâhü aleyhi ve sellem) mu-tabaat için) aynı yerde
ihtiyacını gidermeyi seviyor,'[284][284]
dedi."
İnsanlar, Abdülmelik b. Mervan'a
bey'at ettiklerinde Abdullah b. Ömer (r.a), ona şöyle bir yazı gönderdi:
"Allah'ın kulu, mü'minlerin emiri Abdülmelik'e... Ben, gücümün yettiği
kadar sana, Allah'ın Kitabı'na ve Rasûlü'nün sünnetine uymak şartıyla bey'at
ediyor, dinleyip itaat edeceğimi bildiriyorum. Evlâtlarım da bu şartlarda sana
bey'at ettiklerini bildirirler." Bu haberi, İmam Buhârî rivayet etmiştir.[285][285]
İmam Mâlik ve Tabarânî, Ibn Ömer'in
(r.a) şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: "ilim üçtür:
1- Hakkı söyleyen Allah'ın Kitabı,
2- Hz. Peygamber'in sünneti.
3- Gerektiğinde 'bilmiyorum'
demek."[286][286]
Abdurrahman b. Avf, Hz. Osman
(r.a)'a demiştir ki: "Allah'ın Kitabı, Rasûlü'nün ve O'ndan sonraki iki
halifesinin sünnet ve gidişatına uymak şartıyla, sana bey'at ediyorum."
Haberi, Buhârî rivayet etmiştir.[287][287]
Buhârî ve Müslim, Ebû Said
el-Hudrî'den (r.a) rivayet ederler. O, demiştir ki: "Ensar'la bir
mecliste oturuyordum. Birden, Ebû Mûsâ korku ve endişe içinde
çıkageldi."Kendisine:
"Seni endişelendiren
nedir?" dediler. O da:
"Hz. Ömer (r.a), yanma gitmem
için beni çağırttı; kapısına gittim. Üç defa seslenip izin istedim, kimse
cevap vermedi. Ben de geri döndüm. Sonra, tekrar çağırttı. Gittim. Yanına
varınca:
"Bize gelmene ne mâni
oldu?" dedi. Ben de:
"Geldim, kapında üç defa selâm
verdim; cevap vermediler ve geri döndüm. Çünkü Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi
ve sellem): 'Sizden biriniz (bir yere girmek için) izin istediğinde izin
verilmezse geri dönsün,' buyurmuştur" dedim. Ömer (r.a):
"Bu söylediğine bir şahid
getir, yoksa seni cezalandırırım," dedi. Ebû Mûsâ, durumu anlatıp bir
şahid istedi. Onlar da:
"Seninle bu cemaatın en küçüğü
gidebilir," dediler. Bunun üzerine Ebû Said, kendisiyle Hz. Ömer'in
huzuruna kadar gitti ve Ebû Musa'nın, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)'den işittiği izin isteme hadisini kendisinin de işittiğini söyledi.
Hz. Ömer, Ebü Musa'ya hitaben:
"Seni suçlamadım, fakat Rasûlullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem)'tan nakledilen bir hadis duydum; vesikalandırmak
istedim,"dedi.[288][288]
İbn Mâce ve İbn Hıbban, Urve b.
Abdullah b. Kuşeyr'den
rivayet ediyorlar. O, demiştir ki:
Muaviye b. Kurra, babasından naklederek bana şunları anlattı: "Müzeyneli
bir heyetle beraber Rasûlullah'ın yanına geldim. Kendisine biat ettik. Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in düğmeleri çözülmüştü. Hırkasının
yakasından elimi soktum ve sırtındaki Nübüvvet mührüne dokundum."
Urve, demiştir ki: "Muâviye ve
oğlunu, yaz ve kış düğmeleri ilikli görmedim. Bu konuda Hz. Peygamber'e ittiba
ediyorlardı."[289][289]
Dârimî, İbn Mesud'dan (r.a), onun
şöyle dediğini rivayet eder: "Allah'ın Kitabı'ndan, bize sorduğunuz ve
bizim de bildiğimiz herşeyi sizlere aktardık. Aynı şekilde Rasûlullah'ın
sünnetinden sorduğunuz herşeyi de size haber verdik. Artık sonradan ortaya
çıkardığınız bid'atlardan, bize bir sorumluluk yoktur."[290][290]
Lâlekâî, es-Sünne adlı eserinde, A'lâ b.
el-Müseyyeb'den
rivayet eder. Abdullah, şöyle
demiştir: "Biz, elimizdeki delillere uyuyoruz, kendimiz uydurmuyoruz; tâbi
oluyoruz, bid'at çıkarmıyoruz. Hadislere yapıştığımız müddetçe de
sapıtmayız,"
Hâkim, Hz. Ali'den rivayet eder: Hz.
Ali'ye (r.a) birtakım insanlar gelip İbn Mesud'u Övmeye başladılar. Hz. Ali
de: "Ben, sizin söylediklerinize katılıyorum ve şunu ilâve ediyorum:
Kur'ân'ı okudu, helâlini helâl, haramını haram bildi; o, dinde fakih, sünnette
âlim birisidir."
Ebu'l-Bahterî der ki: Hz. Ali'ye
(k.v): "Bize İbn Mesud'dan bahseder misin1?" denilince şöyle dedi:
"Kur'ân ve sünneti öğrendi,
bunlarla yetindi. Bu da ilim olarak ona yetti."[291][291]
Said b. Müseyyeb, İbn Abbas yoluyla,
Sa'd b. Muaz'ın (r.h) şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Üç şey var ki ben,
onlarda gerektiği gibi hareket eden birisiyim. Bunların dışında ise insanlardan
herhangi bir kimse gibi davranmaktayım. Bu üç şey:
1-
Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'tan işittiğim herşeyin, Allah
tarafından gönderilen bir hak olduğunu bildim.
2- Namazda, nefsim başka şeyle
meşgul olduğunda onu kaza ettim.
3- Bulunduğum bir cenazede, nefsim
bana, orada söylenmesi gerekenlerin dışında bir şeyden bahsetti ise o
cenazeden ayrıldım."
Said b. Müseyyeb (93/711), demiştir
ki: "Bu hasletlerin ancak bir peygamberde bulunacağını düşünüyorum."[292][292]
İbn Sîrin der ki: "Selef,
sünnet üzere devam ettikleri müddetçe, doğru yolda olduklarını
düşünürlerdi."[293][293]
Evzâî (157/774), demiştir ki:
"Rasûlullah'ın ashabı ve Tâbiin'in beş haslet üzere olduğu söylenirdi:
1- Cemaate devam.
2- Sünnete ittibâ.
3- Mescidleri tamir.
4- Kur'ân'dan okumak.
5- Allah yolunda cihad."
Bunu, Lâlekâî, es-Sünne adlı
eserinde zikretmiştir.
Beyhakî, el-Medhal'âe, İbn Vehb'den,
İmam Mâlik'in şöyle dediğini nakleder: Kur'ân, hadis ve ashabın rivâyetleriyle
yetinen ve onlara güvenerek hüküm veren kimseye: "Niçin bunu
söyledin?" denemez.
İmam Şafiî, er-Risâle'de şöyle der:
Bana, Ebû Hanife b. Simâk b. Fadl eş-Şihâbî haber verdi. Dedi ki: Bana, İbn Ebî
Zi'b el-Makburî'den, Ebû Şurayh el-Ka'bî'nin şöyle dediğini anlattı:
Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve
sellem), fetih senesinde buyurdu ki:
"Kimin bir yakını öldürülürse
o, iki hayırlı şeyden birini tercih eder: isterse Öldürenden diyet alır,
isterse kısas uygulanır."[294][294]
İbn Simâk demiştir ki: İbn Ebî
Zi'b'e: "Ya Ebu'l-Hâris! Sen, buna göre mi davranıyorsun?" dedim.
Bunun üzerine göğsüme vurdu, bana bir hayli bağırdı, yanıma sokuldu ve:
"Ben, sana Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'tan hadis söylüyorum,
sen ise bana: 'Ona göre mi hareket edeceksin?' diyorsun. Evet, O'nun hükmüne
uyuyorum. Bu, bana ve onu işiten herkese farzdır. Allah (celle celâlühü),
insanlar içinde Mu-hamtned (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'i seçti, O'nun
sayesinde ve terbiyesinde onları hidâyete ulaştırdı; O'nun için seçtiklerini ve
bildirdiklerini insanlar için de seçti. Bundan sonra insanların, isteyerek
yahut istemeyerek O'na tâbi olmaları gerekir. Hiçbir müslümanın bundan kaçış
yeri yoktur," dedi. Durmadan konuşuyordu. Keşke sussa diye temenni ettik.
Beyhakî, el-Medhal'de, İbn
Mübârek'in şöyle dediğini rivayet eder: Ebû Hanîfe'yi şöyle derken işittim:
"Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'den bir haber ve hüküm
gelince onun, başımız gözümüz üstünde yeri vardır. Rasûlullah'ın ashabından
bir haber gelince sözlerinden, kuvvetli bulduğumuzu seçeriz. Tâbiîn'den bir
haber ve hüküm gelince onu iyice tetkik ederiz, sonuçta alırız veya terk
ederiz."
Takiyyüddîn Sübkî de bu sözün
benzerini zikretmiştir. Yine Sübkî, Nuaym b. Hammâd yoluyla, Ebû İsmet'in şu
sözünü nak-letmiştir: Ebû Hanîfe'yi şöyle derken işittim: "Rasûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'tan gelenler, başım gözüm üstüne. Ashâb-ı Kirâm'dan
gelenlerde tercih yaparız. Bunun dışındaki kimselere gelince; onlar da ilim
adamı, biz de ilim adamıyız."
Beyhakî, el-Medhal'&e, Yahya b.
Durays'm şöyle dediğini nakleder: Süfyan es-Sevrî'nin yanındaydım. Bir adam
geldi ve:
"Ebû Hanîf hakkında bir şey
demeyecek misin?" dedi. Süfyan: "Ne var, ne oldu?" diye sordu.
Adam:
"Kendisini dinledim. 'Önüme
gelen bir meselede Allah'ın Kita-bı'na bakıp hüküm veririm. Onda cevap
bulamazsam, Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'ın sünnetine müracaat
ederim. Allah'ın Kitabı'nda ve Rasûlü'nün sünnetinde bir şey bulamazsam, Hz.
Peygamberdin ashabının sözüne bakarım. Onlardan uygun gördüğümün sözünü alır,
diğerlerinin sözünü bırakırım. Meseleme cevap varsa, ashabın sözünün dışına
çıkmam. Ama söz, ibrahim, Şâ'bî, İbn Sirîn, Hasan, Ata ve İbnu'l-Müseyyeb'e
gelince, (birçoklarını daha saydı) onlar içtihad etmişlerdir; onlar gibi ben
de içtihad ederim/ diyor" dedi.
Yine Beyhakî, el-Medhal'de, Osman b.
Ömer'in şöyle dediğini nakleder: İmam Mâlik'e bir adam geldi. Kendisine bir
mesele sordu. İmam da:
"Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi
ve sellem) şöyle buyurdu," dedi. Adam:
"Sen de böyle mi
düşünüyorsun?" deyince, İmam Mâlik:
"Peygamber'in emrine muhalefet
edenler, başlarına bir musibetin gelmesinden veya şiddetli bir azaba
uğramalarından korksun-lar,"[295][295] âyetini
okudu.
İbn Abdilberr, İmam Mâlik'in şöyle
dediğini nakleder: "İnsanlar arasında verilen hükümler esasen iki
çeşittir:
1- Allah'ın Kitabı'nda bulunan veya
sünnetin ortaya koyduğu hüküm. Doğru ve kendisine uymak vâcib olan hüküm budur.
2-
Âlimin, kendi görüşüyle (delillerin de yardımıyla) içtihad ederek ortaya
koyduğu hüküm. Bu, doğru olabilir.
Üçüncü bir hüküm de var ki, sırf
zorlamayla elde edilir. Bunun için en uygun sonuç, isabetli olmamasıdır."[296][296]
Rivayet edildiğine göre İbn Şübrüme,
nazım halinde şöyle demiştir:
Hasma şefaat olmaz hükümde, Akıllı
ve fakih âlim önünde.
Kitab ve sünnetle hüküm verince, Sen
teslim ol, zâlim inat etse de.
Bir nass olmayınca içtihad ettim.
Hükmü, halkça malum şeye benzettim.
Süfyan es-Sevrî (r.h) de: "Bin
ancak hadislerle ayakta durur," demiştir.[297][297]
Hâkim, Rabîb b. Süleyman'dan
nakleder: O, der ki: İmam
Şafiî'nin yanındaydım. Bir adam
kendisine bir mesele sordu. O da: "Hz. Peygamber'den (salla’llâhü aleyhi
ve sellem) rivayet olunduğuna göre o, şöyle şöyle buyurmuştur," dedi.
Adam :
Ebâ Abdullah! Sen de böyle mi
söylüyorsun?" deyince, İmam Şafiî irkildi, hali değişti, rengi sarardı ve
adama:
"Hay yazık sana! Rasûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'tan bir hadis rivayet eder de onun gibi hüküm vermezsem beni
hangi yer taşır, hangi semâ gölgelendirir? Evet, ondan gelenler başım gözüm
üstüne. Evet, emri başım gözüm üstüne," dedi.
İmam Şafiî'nin bu sözünü,
Ibnu'l-Kayyım, el-İ'lâm adlı eserinde, ayrıca Sübkî, Suyûtî ve Ebû Nuaym,
birbirine benzer lafızlarla muhtasar olarak nakletmişlerdir.
Hâkim, Beyhakî, Ebû Nuaym ve
Takiyyu's-Sübkî'nin, Rabî'den rivayet ettiklerine göre şöyle nakletmiştir: İmam
Şafiî, bir gün, bir hadis rivayet etti. Orada bulunan bir adam:
'Ya Ebâ Abdullah, sen de hadisteki
gibi mi hüküm veriyorsun?" diye sorunca, İmam:
"Ben, Rasûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'tan bir hadis rivayet eder de ona göre hüküm vermezsem, bilin
ki aklım gitmiş demektir," dedi.
Yine Rabînin rivayetine göre İmam
Şafiî, şöyle demiştir: "Kıyası devreye sokarak Rasûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'tan gelen hadisleri terk edemeyiz. Sünnetin bulunduğu yerde
kıyasa mahal yoktur."
Yine İmam Şafiî (r.h):
"Rasülullah'ın sünnetine uymaktan başka yapılacak bir şey yoktur,"
demiştir.[298][298]
İmam Ahmed'in şöyle dediği
anlatılır: Bir toplulukla beraberdim. Su kenarındaydık. Onlar, soyunup suya
girdiler. Ben de: "Kim Allah'a ve âhiret gününe iman ederse peştemalsiz
hamama girmesin,"[299][299] hadisiyle amel ederek soyunmadım. O gece bir
rüya gördüm. Birisi bana: "Müjde ey Ahmed! Sünnetle amel etmen sebebiyle
Allah seni affetti. Seni kendisine uyulan bir imam yaptı," diyordu.
"Sen kimsin?" dedim; "Cibril," dedi.[300][300]
Sehnûn'a: "Bir âlim için
bildiği bir konuda, 'bilmiyorum'demesi caiz midir?" diye sorulunca, şöyle
cevap vermiştir: "Allah'ın Kitabı ve Rasûlü'nün sünneti hakkında caiz
değildir. Fakat insanların kendi görüşüne gelince 'bilmiyorum' demesi caizdir.
Çünkü o, bu görüşün doğru mu yanlış mı olduğunu bilemez."[301][301]
Talk b. Ganem demiştir ki:
"Hafs b. Gıyâs, bir meselede hüküm verirken gecikti. Kendisine niçin
beklediğini sordum, bana: 'Bu, sadece benim görüşümdür. Kitab ve sünnette,
onunla ilgili bir şey yoktur; onu kendi gücümle ortaya çıkardım, öyleyse acele
niye?' cevabını verdi."
Kâd-ı Iyâz (544/1149), Şifâ'da.
zikreder: Sehl b. Abdullah
Tüsterî, demiştir ki: "Bizim
yolumuzun temeli üç şeye dayanır:
1- Ahlâk ve amellerde Uz, Peygamber
(salla’llâhü aleyhi ve sellem)'e uymak.
2- Helâl lokma yemek.
3- Bütün amellerde niyeti hâlis
tutmak."[302][302]
Ebû Nuaym, Hilye'de, Tüsterî'nin
şöyle dediğini nakleder: "Yolumuzun esasları altı şeydir:
1- Allah'ın Kitabı'na yapışmak.
2- Rasûlullah'ın sünnetine uymak.
3- Helâl yemek.
4- Eziyeti terk etmek.
5- Günahlardan çekinmek.
6- Hakları yerine getirmek.”[303][303]
İmam Kuşeyrî (465/1072), Risâle'de
zikreder: Cüneyd el-Bağdâdî (297/909), demiştir ki:
"Bizim bu mezhebimiz,
Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'ın hadisine sımsıkı bağlanmıştır.
Kim, Kur'ân'ı ezberlemez ve hadisi yazarak yerinden öğrenmezse, bu işte
kendisine uyulmaz. Çünkü bizim ilmimiz, Kur'ân ve sünnete bağlıdır." [304][304]
Ebu'l-Kâsım Nasrabâdî (307/977),
demiştir ki: "Tasavvufun esasları şunlardır:
1- Kitab ve sünnete sarılmak.
2- Şehvet ve bid'atları terk.
3- Meşâyıha hürmet ve ta'zim.
4- Halkın özür ve kusurlarını kabul.
5- Virdlere devam.
6- Ruhsatla ameli ve hisse dayalı
te'villeri terk.'[305][305]
Ebû Süleyman ed-Dârânî (215/830) de
şöyle demektedir: "Çoğu zaman kalbime, tasavvuf ehlinin kalbine gelen
nükte, ilham ve işaretler gelir. Fakat ben, onları, iki âdil şahid olan, Kur'an
ve sünnetle kontrol edip haktan olduklarını anlamadıkça, kabul ve amel etmem."[306][306]
Ebû Bekir S iddik (r.a), demiştir
ki: "Rasûlullah (s, a.v)'ın yapmış olduğunu bildiğim ve gördüğüm her
ameli ben de yaptım. O'nun emrinden bir şey terk edersem, ayağımın kaymasından
korkarım."[307][307]
İbn Abdilberr, Hz. Ömer (r.a)'den
nakleder. O, bir hutbesinde şöyle demiştir: "Sünnetlere yapışarak
cehaletleri ortadan kaldırın."[308][308]
Beyhakî, Hz. Ömer'in (r.a) şöyle
dediğini nakleder: "Kur'ân'ı öğrendiğiniz gibi sünnetleri, miras ilmini ve
kelimelerin kullanış alanlarını da öğreniniz." İbn Abdilberr de Hz.
Ömer'den, aynı sözü nakletmiştir. Kâd-ı Iyâz ise bunu, valilerine yazdığını
zikretmiştir.[309][309]
İbn Cerîr et-Taberî (310/922),
Şa'bî'den nakleder. Şa'bî (104/722), demiştir ki: "Hz. Ömer (r.a),
Şurayh'ı, Kûfe'ye kadı olarak gönderdiği zaman: 'Önüne bir mesele gelince,
Allah'ın Kitabı'na bak; onda bulduğunla hükmet, hiç kimseye bir şey sorma.
Kur'ân'da bir şey bulamazsan, sünnete bak. Sünnette de meselenle ilgili bir şey
bulamazsan, kendi görüşünle içtihad et/ dedi."[310][310]
Nesâî, Şa'bî yoluyla, Şurayh'tan
şunu nakleder: Şurayh, Hz. Ömer'e, bir mesele için mektup yazdı. O da cevaben
şunları yazıp gönderdi: "Önüne gelen bir meseleyi halletmek için önce,
Allah'ın Kitabı'na bak. Allah'ın Kitabı'nda meselene cevap yoksa, Rasûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'ın sünnetine göre hüküm ver. Allah'ın Kitabı'nda ve
Rasûlullah'ın sünnetinde bir cevap bulamazsan, sâlihlerin hükmüne göre hüküm
ver. Şayet hiçbirinde de bir şey bulamazsan, istersen kendi görüşünle hemen bir
hüküm ver, istersen (bana danışman için) tehir et. Tehiri, senin için daha
hayırlı görürüm. Vesselam."[311][311]
İbn Kayyım, yukarıdaki rivayetin
sonunu şu lafızlarla nakletmiştir: "Şayet hiçbirinde meselene cevap
bulamazsan muhayyersin; eğer kendi görüşünle içtihad etmek istersen içtihad et.
Ve eğer meseleyi bana danışmak istersen bunu, senin için daha hayırlı görürüm.
Vesselam..."[312][312]
Hz. Ömer (r.a), Ebû Mûsâ
el-Eş'ârî'ye yazdığı mektubunun başında şöyle demiştir: "Bundan sonra,
şüphesiz hüküm verme, kesin bir farz ve takip edilecek bir sünnettir." Bu
meşhur kıymetli mektubu, İbn Kayyım el-Cevziyye (751/1350), İ'lâmu'l-Muvakkiîn
adlı eserinde zikredip çok güzel bir şekilde şerhetmiştir.[313][313]
İbn Abdilberr, Hz. Ömer'in şöyle
dediğini nakleder: "Sünnet (uyulması gereken), Allah ve Rasûlü'nün ortaya
koyduğu amellerdir. İnsanların yanlış görüşlerini, ümmete, sünnet gibi
göstermeyiniz."[314][314]
İbn Abdilberr'in, Said b.
Müseyyeb'den rivayet ettiğine göre o, şöyle demiştir: "Hz. Ömer b.
el-Hattab, Medine'ye geldiğinde bir hutbe verdi. Allah'a hamd ve senadan sonra
şöyle söyledi: Ey insanlar! Ben, size birtakım sünnetler (uygulamalar) ortaya
koydum, birçok farzlar (görevler) yükledim. Ve sizi apaçık bir yolda bırakıp
gidiyorum. Ancak daha sonra, kendi his ve görüşlerinize göre hareket edip
insanları sağa sola sapıtmanızdan korkuyorum."[315][315]
Yine İbn Abdilberr, Haris b.
Abdilberr, Haris b. Abdullah b. Evs'ten rivayet eder: Haris demiştir ki:
"Hz. Ömer'e geldim ve Kabe'yi tavaf edip, hayız gören bir kadının durumunu
sordum:
'Vazifesinin sonu, Kabe'yi tavaf olsun;
bu, ona kâfidir,' dedi. Ben de: 'Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) da
böyle fetva vermişti,' deyince Hz. Ömer:
"Yazıklar olsun sana!
Rasûlullah'a sorduğun şeyi, ona muhalif bir görüş söylemem için bir de bana mı
soruyorsun V dedi."
İbn Mesud (r.a), demiştir ki:
"Sünnetle yetinmek, bid'atla içtihad etmekten daha hayırlıdır."[316][316]
Yine İbn Mesud (r.a), demiştir ki:
"Şüphesiz sözlerin en güzeli, Allah'ın Kitabı'dır. Hidâyetin en güzeli,
Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem/in gösterdiği yoldur. İşlerin en
kötüsü, sonradan dine sokulanlardır. Size va'd edilenler, mutlak gelecek ve siz
engel olamayacaksınız."[317][317]
Ebu'l-Ahvas anlatıyor: İbn Mesud
(r.a), perşembe günü insanlara vaaz ediyordu. Bir gün şöyle dedi: "Asıl
bilinecek ve uyulacak şey ikidir: Hidâyet ve söz. Sözün en doğrusu, Allah'ın
kelâmı; yolun en güzeli de Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in
davetidir, işlerin en kötüsü, sonradan dine sokulan şeylerdir. Dikkat edin
(dinin kabul etmediği) her yeni şey bid'attır. Dünya işleriyle fazla
uğraşmayın; kalbiniz katılaşır. Uzun amellerle oyalanmayın. Şüphesiz her
gelecek olan şey, yakındır. Dikkat! Asıl uzak olan, hiç gelmeyecek
şeydir."[318][318]
Abdullah b. Yezid anlatıyor: Bir gün
insanlar, Abdullah b. Mesud'un başına toplanarak soru sormaya başladılar. İbn
Mesud (r.a), kendilerine şöyle söyledi:
"öyle bir zaman geçti ki biz, o
zaman ne hüküm verdik ne de bu konumdaydık. Sonra Allah Teâlâ, gördüğünüz gibi
bize, bu dini tebliğ etmemizi takdir buyurdu. Artık bugünden sonra, içinizden
kime hüküm verme işi tevdi edilirse, önüne gelen meseleyi çözmek için önce,
Allah'ın Kitabı'na baksın. Allah'ın Kitabı'nda cevabı olmayan bir iş
geldiğinde, Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'ın sünnetine baksın. Eğer
önüne, Allah'ın Kitabı'nda ve Rasûlü'nün sünnetinde bulunmayan bir şey gelirse,
sâlihlerin verdiği hükme göre hüküm versin. Şayet, hiçbirinde de cevap
bulamazsa, kendi görüşüyle içtihad etsin ve: 'Ben korkarım, ben çekinirim’
demesin. Şüphesiz, helâl açık, haram bellidir, ikisi arasında birtakım şüpheli
şeyler bulunmaktadır. Şüpheli işlerle karşılaştığında, seni rahatsız edeni
bırak, kalbinin rahat ettiğini İbn Abdilberr ve İbn Ebî Heyseme, "Kendi
görüşüyle içtihad etsin," sözünden sonra, şu ilâveyi de zikrederler:
"Eğer doğru ve güzel içtihad yapamayacakla kalksın, utanmasın."[319][319]
İbn Abbas (r.h), demiştir ki:
"Allah'ın Kitabı'nda bulunmayan, Rasûlullah'ın sünnetinde de geçmeyen yeni
bir görüş ortaya atan kimsenin, Allah'ın huzuruna çıkınca hâlinin ne olacağı
bilinmez.”[320][320]
Yine İbn Abbas (r.h), der ki:
"İlim ve hüküm kaynağı ancak Allah'ın Kitabı ve Rasûlullah'ın (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) sünnetidir. Bir kimse, bunların dışında, kendi görüşüyle bir
şey söylediği zaman bu, onun hasenatına mı yoksa seyyiâtına mı yazılır,
bilmiyorum."[321][321]
Yine İbn Abbas (r.h), der ki:
"Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle dedi ve falanca da
böyle dedi derken, azaba uğrayacağınızdan ve yere batacağınızdan korkmuyor
musunuz?"[322][322]
İbn Ömer (r.h), demiştir ki:
"Ümmet, sünnete sarıldığı müddetçe, doğru yoldan sapmaz."[323][323]
Buhârî ve Dârimî, Câbir b. Zeyd'in
şöyle dediğini rivayet ederler: "İbn Ömer, tavaf esnasında bana rastladı.
Dedi ki: Ey Ebu'ş-Şa'sâ! Sen, Basra'nın fakihlerinden ve kendisinden fetva istenen
birisisin. Dikkat et, ancak Allah'ın Kitabı ve Rasûlü'nün sünneti ile fetva
ver." Dârimî, şu ilâveyi de ekler: "Eğer bunun dışında hareket
edersen, helak olursun ve helak edersin."[324][324]
İbn Abdilberr, Safvan b. Muharraz
el-Kârî'den nakleder: O, demiştir ki: Abdullah b. Ömer'e (r.h), yolculuktaki
namazı sordum.
(285) Nesâî, Kaza, 11; Dârimî,
Mukaddime, 20; İbn Abdilberr, a.g.e., II, 58.
Cevaben: "İki rek'attır; kim
sünnete muhalefet ederse küfre girer," dedi. Kâd-ı lyâz da aynı sözü
Şifâ'da. nakletmiştir.[325][325]
Übeyy b. Ka'b (r.a) demiştir ki:
"Kur'ân ve sünnete yapışınız. Kur'ân ve sünnet üzerinde amel eden bir kul,
iç âleminde Rabbini zikrederek O'nun haşyetinden dolayı gözyaşı dökse, Allah,
ona ebe-diyyen azâb etmez. Yine, yeryüzünde Kur'ân ve sünnete göre amel eden
herhangi bir kul, gizlice Allah'ı zikredip, haşyetinden tüyleri ür~ perince,
yaprakları kurumuş bir ağacın, kuvvetli bir rüzgârın esip bütün yapraklarını
döktüğü gibi bu gözyaşı ve ürperme de onun günahlarını döküp temizler. Kur'ân
ve sünnetle yetinmek, bunlara muhalif bir içtihaddan ve bir bid'ata uymaktan
daha hayırlıdır. Öyleyse amellerinizin, -uygulama olsun, içtihad olsun-
Peygamber'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) usûlüne ve uygulamasına bağlı
olmasına dikkat ediniz."
Bu sözü de Kâd-ı lyâz nakletmiştir:[326][326] Hâkim, Müstedrek'te, Abdurrahman b. Ebzî'den
nakleder: O, demiştir ki: "İnsanlar, Hz. Osman hakkında birtakım dedikodu
ve haksız ithamlarda bulununca, Ubey b. Ka'b'a: 'Bu fitneden kurtuluş yolu
nedir?' dedim. Ubey (r.a): 'Allah'ın Kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.
Onlardan, hükmü açık olanla amel et; anlamadığını da bilenine sor’ dedi."[327][327]
Lâlekâî, es-Sünne adlı eserinde,
Ebu'd-Derdâ'nın (r.a) şöyle dediğini nakleder: "Sünnetle yetinmek, ona
muhalif içtihadla amelden daha hayırlıdır." Müellif, aynı sözü, Ubeyy b.
Ka'b'dan da rivayet etmiştir.
Dârimî, Ebû Nusayr'ın şöyle dediğini
nakleder: "Ebû Selem, Basra'ya gelince ben ve Hasan, ziyaretine gittik.
Hasan-ı Basrî'ye
dedi ki: Demek, Hasan sensin!
Basra'da en çok görmek istediğim kişi sendin. Sebebi de duyduğuma göre sen,
kendi görüşünle fetva veri-yormuşsun. Kendi görüşünü bırak; ancak Allah'ın Kitabı'nda
ve Rasûlü'nün sünnetinde bir hüküm ve işaret varsa ona göre fetva ver.[328][328]
Ibn Kayyım da benzeri bir haberi, kısaca nakletmiştir.[329][329]
Beyhakî, Medhal'de Mâlikin şöyle
dediğini nakleder: Ömer Abdülaziz, şöyle derdi:
"Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi
ve sellem) ve O'ndan sonra gelen idareciler, Allah'ın Kitabı'na uygun, taatını
artıran ve dinine kuvvet katan birtakım uygulamalar koymuşlardır. Hiçbir
kimseye, onları değiştirmek, bozmak ve onlara ters düşenin görüşüne bakmak caiz
değildir. Onlara uyan hidâyeti bulur, onlara dayanan muzaffer olur. Muhalefet
eden, mü'minlerin yolunun dışına çıkmış olur. Halbuki Cenâb-ı Hakk: 'Kim,
mü'minlerin yolunun dışında bir yola tâbi olursa onu döndüğü tarafa sevkederiz
ve (sonunda) Cehenneme sokarız. Orası ne kötü bir dönüş yeridir/'[330][330]
buyuruyor."[331][331]
Ömer b. Abdülaziz'in idarecilerinden
birisi, beldesinin hâlini ve hırsızların çoğaldığını yazarak: "Onları zan
ile yakalayıp cezalandıralım mı yoksa hâllerini isbat edecek delile ve
sünnetteki uygula-maya göre mi hareket edelim?" diye talimat istedi. Allah
kendisinden razı olsun, o da şu talimatı yolladı: "Onları delil ve
sünnetteki usûle göre cezalandır. Hakça davranış onları ıslah etmezse Allah,
onları ıslah etmesin."[332][332]
Yine Ömer b. Abdülaziz, Urve b.
Zübeyr'e şu mektubu göndermiştir: "Bana mektub yazıp insanlar arasında
nasıl hüküm verileceğini soruyorsun. Bil ki, hüküm verilirken önce, Allah'ın
Kitabı'n-da olana uyulur. Sonra, Allah Rasûlü'nün sünnetine bakıp hüküm
verilir. Sonra, hidâyet yolunun imamlarının hükmüne müracaat edilir. Onlarda
da bir cevap yoksa, ilim ve görüş ehli ile istişareye gidilir."[333][333]
Dârimî, Ömer b. Abdülaziz'den
nakleder: Ömer b. Abdülaziz, idaresi altındaki insanlara bir yazı ile şu
talimatı verdi:
"Allah'ın Kitabı'nda veya
Ra'sûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'ın ortaya koyduğu bir sünnette, hiç
kimsenin görüş bildirme hakkı yoktur. Ümmetin görüşü, ancak hakkında bir âyet
ve sünnet bulunmayan konularda geçerlidir." Bunu, İbn Abdilberr ve İbn
Kayyım da kitaplarında kısaca zikretmişlerdir.[334][334]
Hasan b. Vâsıl, Isâ b. Dinar'ın
şöyle dediğini nakleder: "Sizden öncekiler, ancak görüş ve yolları
ayrıldığı, hak yoldan saptıkları, peygamberlerinin sünnetlerini terk edip dinde
kendi görüşlerine göre söz söyleyerek dalâlete düştükleri ve insanları da
sapıklığa düşürdükleri vakit helak oldular."[335][335]
Şurayh, demiştir ki: "Sünnet,
sizin kıyasınızdan önde gelir. Öyleyse, sünnete uyunuz ve bid'at çıkarmayınız.
Hiç şüphesiz, sünnetlere sarıldığınız müddetçe asla sapıtmazsınız."[336][336]
Katâde der ki: "Vallahi, peygamberinin
sünnetinden yüz çeviren herkes helak olur. Sizin, sünnete sarılıp bid'atlardan
uzaklaşmanız ve fıkha yapışıp şüphelerden kaçınmanız gerekir."[337][337]
Urve b. Zübeyr der ki: "Sünnete
yapışın, sünnete. Şüphesiz sünnet, dinin esasıdır."[338][338]
Hasan el-Basrî (r.h), demiştir ki:
"Söz, ancak amelle makbul olur. Amel ve söz ise ancak niyetle sahih olur.
Söz, amel ve niyet ise ancak sünnete uyarsa kabul görür." Bu sözü,
Lâlekâî, es-Sünne adlı eserinde zikretmiştir. Müellif, aynı sözü, Said b. Cübeyr'den
de benzeri lafızlarla rivayet etmiştir.
Yine Hasan el-Basrî "Sünnete
uyarak yapılan az amel, bid'ata dalıp yapılan çok amelden daha hayırlıdır/'[339][339]
demektedir.
Amir eş-Şa'bî de: "Sünneti terk
ettiğiniz zaman helak olursunuz,"'[340][340] demiştir.
Ebu'l-Aliye ise: "Sizin,
Peygamberinizin sünnetine ve Ashâb-ı Kirâm'ın hâline uymanız gerekir,"
demektedir. Sözü, Lâlekâî rivayet etmiştir.
Abdullah b. Avn el-Basrî de:
"Kim, İslâm ve sünnet üzerine vefat ederse, bütün hayır çeşitleri
kendisine müjdelenir/' demektedir. Bu sözü de Lâlekâî, es-Sünne''sinde rivayet
etmiştir.
Yine ibn Avn, şöyle demiştir:
"Üç şeyi kendim ve mü'min kardeşlerim için seviyorum: Tedebbûr ve
tefekkür ile Kur'ân okumak. Araştırıp soruşturarak sünneti Öğrenmek. Hayır için
buluşmanın dışında, insanlardan uzaklaşıp bir köşeye çekilmek."[341][341] Lâlekâî, bu sözü kısa olarak es-Sünne'sinâe
zikretmiştir.
Ahmed b. Hâlid, demiştir ki:
"Sünnet, içinde hiçbir şüphe bulunmayan haktır." İbn Vaddah, bu
haberden çok hoşlanır ve: "Güzel, çok güzel," derdi.[342][342]
Zührî (124/742), demiştir ki:
"Bizden önceki âlimlerimiz: 'Sünnete sarılmak kurtuluştur,' derdi"[343][343]
Hakem b. Uteybe, demiştir ki:
"Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in dışında, herkesin sözü
alınır da alınmayabilir de. "Beyhakî, aynı sözü Mücâhid'den rivayet
etmiştir.[344][344]
ibn Abdilberr, Ibn Vehb yoluyla, Hz.
Ömer'in şöyle dediğini nakleder: "Tâbi olunacak sünnet, Allah ve
Rasûlü'nün ortaya koyduklarıdır. Yanlış görüşleri, ümmet için sünnet gibi
göster mey iniz."[345][345]
Lâlekâfnin rivayetine göre Evzâî (176/792),
şöyle demiştir: "Sünnet neredeyse, sen de orada ol."
Yine Evzâî, şöyle der:
"İnsanlar seni terk ederse de sen, selefin (geçmiş büyüklerin) hâl ve
haberlerine sarıl. Sana karşı yaldızlı sözlerle konuşsalar da kendi görüşüne
göre ahkâm kesenlerden sakın." Bu sözü İbn Kayyım, Î'lâmu'l-Muvakkiîn'de
zikretmiştir.[346][346]
Ibn Mübarek (181/797), der ki:
"Dayandığınız şey hadisler olsun. İçtihadlardan da hadisleri
açıklayanları alınız."[347][347]
Yahya b. Kesîr'e: "Kişiye ne
zaman fetva vermesi vâcib olur?" diye sorulunca: "Hadisleri ve
görüşleri iyi bildiği zaman," diye cevap vermiştir. Bu rivayeti de İbn
Kayyım nakletmiştir.[348][348]
Ibn Vehb anlatıyor: Mâlik b. Enes'in
yanında oturmuş, hadis müzâkere ediyorduk. Bir ara dedi ki: "Sünnet, Nuh
Aleyhisselâm'ın gemisi gibidir. Ona binen kurtulur. Ondan geri kalan
boğulur." Bunu, İmam Suyûtî Miftâhu'l-Cenne kitabında zikretmiştir.
Yine İbn Vehb, demiştir ki: Mâlik b.
Enes, bana, şöyle dedi: "Sakın sünnete karşı gelmeyin, tamamıyla ona boyun
eğin." Bu rivayeti, Makdisî, el-Hucce ala Tarîki'l-Muhacce adlı eserinde
nakletmiştir.
İbn Cerîr, Tehzibü'l-Âsâr adlı
eserinde, İmam Mâlik'in şöyle dediğini nakleder: "Rasûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) vefat etti; vahiy kesildi, din tamamlandı. Bundan sonra, Rasûlullah'ın
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) sünnetlerine tâbi olunması gerekir. Kimse,
görüşlere tâbi olmasın. Çünkü birisi, bir görüşe uyar; bir başkası da daha
kuvvetli bir görüş bulur, ona uyar. Sen de her ne zaman görüşü üstün birisi
yanına gelse; döner, ona uyarsın. Böylece görüşler arasında kalırsın."[349][349]
Veki', demiştir ki: "insanlar,
hadisten her ne öğrense onu, mübtelâ olduğu bir hevâdan alıkoyar." Bu
sözü, Nasr b. el-Makdisî, el-Hucce kitabında zikretmiştir.[350][350]
İmam Şafiî (r.h), der ki:
"Rasûlullah'ın sünneti yanında, hiç kimsenin, ona aykırı söz söyleme
yetkisi yoktur."
Yine İmam Şafiî'den bir uyarı:
"Rasûlullah'a ait bir sünnet bulduğunuzda ona tâbi olunuz, başka kimsenin
sözüne iltifat etmeyiniz."[351][351]
Rabî der ki: İmam Şafiî'yi, şöyle
derken işittim: "Kitabımda, Rasûlullah'ın sünnetine aykırı bir söz
bulursanız, Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'ın sünnetine göre hareket
ediniz ve benim sözümü terk ediniz."[352][352]
Hermele b. Yahya anlatıyor: İmam
Şafiî, der ki: "Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'tan sahih olarak
gelen sünnete ters düşen herhangi bir sözüme rastlarsanız, Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'in sözüyle amel etmeniz daha evlâdır; benim sözüme
uymayınız."[353][353]
Yine İmam Şafiî, der ki:
"Hiçbir kimse için, herhangi bir şey hakkında ilimsiz olarak: 'Bu helâldir
veya haramdır/ deme yetkisi yoktur. Bu ilim, Kitab'da, sünnette, icmâda veya bu
kaynaklara dayalı kıyasta mevcuttur."[354][354]
Muhammed b. Hasan, demiştir ki:
"Şer'î ilimler, dört yoldan elde edilir:
1- Allah'ın Kitabı'ndan.
2- Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi
ve sellem)'in sünnetinden.
3- Ashâb-ı Kirâm'm icmâsından.
Ashabın ihtilâf ettikleri konular da bunun içine girer. Her ne kadar, ihtilâf
durumunda, içlerinden birisi seçiliyorsa da bu, benzerlerine kıyasla elde
edilen bir ilim olmaktadır.
4- Müslüman fakihlerin güzel ve
uygun bulmalarıyla. İslâmî ilimler, sonuçta bu dört kaynaktan
çıkmaktadır."[355][355]
Yine Muhammed b. Hasen, der ki:
"Kim, Allah'ın Kitabı'nı, sünneti, Rasûlullah'tn ashabının sözlerini ve
müslümanların fakih-lerinin güzel gördüğü hükümleri bilirse namazında,
orucunda, hac-çında, kendisine emir ve nehyedilen bütün işlerde, karşılaştığı
meselelerinde içtihad etmesi ve hüküm vermesi caiz olur. Bu durumda iç-tihad
eder, araştırır ve benzeri hükümlere kıyas ederse hata ihtimali olsa bile,
çıkardığı neticeyle amel etmesi caizdir."[356][356]
Seleme b. Şebîb, der ki: İmam
Ahmed'i şöyle derken işittim: "Şafiî'nin görüşü, Mâlik'in görüşü ve Ebû
Hanîfe'nin görüşü, bütün bunlar bence bir görüştür ve alınıp alınmama
konusunda birdirler. Bizi bağlayan, ancak hadislerde olanlardır."[357][357]
Ahmed b. Sinan anlatıyor: Velid
el-Kerâbisî, dayımdı. Vefatı yaklaşınca yanındaydım. Oradakilere dedi ki:
"Kelâm ilmini, benden daha iyi
bilen birisini biliyor musunuz?"
"Hayır," dediler.
"Peki, beni töhmet altında
tutacağınız bir hâlimi biliyor musunuz?" dedi.
"Hayır," dediler.
"Size bir vasiyette bulunmak
istiyorum; kabul edecek misiniz?11 dedi.
"Evet," dediler. O zaman:
"Hadis ehlinin bulunduğu hâl
üzere bulunun. Çünkü ben, hakkın onların yanında olduğunu gördüm," dedi.[358][358] Hadiseyi, el-Makdisî, el-Hucce adlı eserinde
nakletmiştir.
İbrahim et-Teymî, şöyle dua ederdi:
"Allahım! Dinin ve Pey-gamberi'nin sünneti sayesinde beni, hakka
muhalefetten, hevâya uymaktan, dalâletten, karışık işlerden, ayak kaymasından
ve kuru çekişmelerden koru."[359][359]
Bişr b. Sırrı es-Sakatî, demiştir
ki: "İlme baktım, onun hadis ve görüşlerden ibaret olduğunu gördüm.
Hadisleri inceledim; içinde peygamberlerin, Ölümün, Cenâb-ı Hakk'ın rubûbiyet,
azamet ve celâlinin, Cennetin, Cehennemin, helâlin, haramın, yakınlarla ilgiye
teşvikin ve bütün hayır çeşitlerinin zikredildiğini gördüm. Görüşleri
incelediğimde içinde, hile, katılık, hakkı zorlama, dinde kısır çekişme, hile
ile amel, yakınla ilişkiyi kesmeye götürecek sebepler ve harama karşı cür'et
buldum."[360][360]
Fudayl b. Iyâz (187/802), demiştir
ki: "İslâm ve sünnet üzere ölene ne mutlu! Durum böyle olunca bu hâl üzere
vefat etmek için: 'Allah'ın dilediği olur,' sözünü, çokça söyleyin." Bu
sözü, Lâlekâî, es-Sünne adlı eserinde zikretmiştir.
İmam Kuşeyrî (465/1072), Risâle'de
zikreder: Ebû Osman el-Hîrî (298/910), demiştir ki:
"Allah ile sohbet, edebi
güzelleştirir; heybet ve murakabe hâline devam etmekle, Rasûlullah ile sohbet
de sünnete ittibâ ve ilmin gereğine yapışmakla hâsıl olur."[361][361]
Yine Ebû Osman, der ki: "Kim,
sözünde ve fiilinde sünneti kendine âmir yaparsa, hikmetle konuşur. Kim de
kendine, hevâyı âmir yaparsa, bid'atla konuşur. Allah Teâlâ: 'Eğer ona itaat
ederseniz hidâyete ulaşırsınız,'[362][362]
buyurur." Kâd-ı Iyâz da aynı sözü, Şifâ'da. nakletmiştir.[363][363]
İmam Kuşeyrî'nin nakline göre Sehl
b. Abdullah, şöyle (283/886) demiştir: "Fütüvvet, sünnete ittibâ
etmektir."[364][364]
Hilye sahibi ise aynı zâttan şu
nakli yapar: "Kim, tam manâsıyla Hz. Peygamber'e uyarsa onun kalbinde,
herhangi bir şeyi seçme ve sevme endişesi kalmaz."[365][365]
İmam Kuşeyrî, şöyle
nakletmektedir: İbrahim Havvas
(291/904), demiştir ki: "Sabır,
Kur'ân'ın ve sünnetin hükümlerinde sebat etmektir."[366][366]
Zünnûn el-Mısrî (245/859) de:
"Allah'ı sevmenin alâmetlerinden birisi de Allah'ın Habîbi'ne (salla’llâhü
aleyhi ve sellem), ahlâkında, fiillerinde, emir ve sünnetlerinde tâbi
olmaktır,"[367][367]
der.
Ebû İshak İbrahim b. Davud'u
dinleyelim: "Allah'ı sevmenin alâmeti, O'na itaati ve Rasûlü'ne mutabaatı,
her şeye tercih etmek-tir.”[368][368]
Ahmed b. Ebi'l-Havârî (230/844), der
ki: "Kim, sünnete uymadan amel ederse ameli bâtıl olur"[369][369]
Ebu'l-Abbas Ahmed b. Sehl, demiştir
ki: "Kim, sünnetin edebine yapışırsa Allah, onun kalbini, marifet nuruyla
nurlandırır. Allah'ın Habîbi (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'ne emir, fiil ve
ahlâkında uymaktan daha şerefli bir makam yoktur."[370][370]
Şah b. Suca1 el-Kirmânî (276/884),
der ki: "Kim, gözünü haramlardan ve nefsini şehvetlerden alıkoyar, içini
murakabeyle, dışını sünnete ittibâ ile ma'mur eder ve kendisini helâl yemeye
alıştırırsa, feraset ve görüşünde hata etmez."[371][371]
Ebû Bekir Timistânî'yi (340/951)
dinleyelim: "Hak yol açıktır. Kitab ve sünnet önümüzdedir. Hicret ve Allah
Rasûlü'nün sohbetiyle, ümmetin önünde olan ashabın fazileti malumdur. Kim, bu
Kitab'a ve sünnete sarılır, nefsinden ve halktan uzaklaşır ve kalbiyle Allah'a
hicret ederse o, özünde ve sözünde sâdık birisi olur."[372][372]
Ebû Hafs Haddâd (260/874) ise şöyle
der: "Kim, bütün vakitlerde söz ve fiillerini Kitab ve sünnetle süslemez
ve nefsânî düşüncelerini kötülemezse, onu, gerçek erlerin arasında
saymayınız."[373][373]
Şu da onun sözü:
"Kulun, Rabbine ulaşacağı
yolların en güzeli, bütün hâllerinde O'na ihtiyaç içinde olduğunu bilmek, bütün
fiillerinde sünnete uymaya devam etmek ve yiyeceğini helâl yoldan ele
geçirmektir."[374][374]
Lâlekâî, es-Sünne'de, şöyle
nakleder: Şâz b. Yahya demiştir ki: "Cennete giden yollar içinde, hadisle
amel edenlerin yolundan daha doğru bir yol yoktur."
İmam Kuşeyrî, şöyle nakleder: Ebû Hamza el-Bağdâdî
(289/901), demiştir ki: "Kim, hak yolunu bilirse sülâku kendine kolay
olur. Allah'a giden yolda, bütün hâl, söz ve fiillerde, Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'e uymaktan başka hiçbir delil ve değer yoktur."[375][375]
Nasr el-Makdisî, el-Hucce adlı
eserinde, Cüneyd el-Bağdâdî'nin (298/910) şöyle dediğini nakleder: "Hakka
giden bütün yollar, halka kapalıdır; ancak Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)'ın hâl ve haberlerine sarılıp sünnetine uyanların üzerinde bulunduğu
Peygamberin yolu açıktır." Allah Teâlâ: "Şüphesiz, Allah'ın
Rasûlü'nde sizin için güzel bir örnek (yaşantı) vardır,"[376][376] buyurur. Bu haberi, Kuşeyrî de kısaca
zikretmiştir.[377][377]
Önceki Büyüklerin Sünnetle Delil Getirdiklerini, Sünnete
Muhalefet Edenleri Reddettiklerini ve Sahih Sünneti Öğrendiklerinde Ona Ters
Düşen Görüşlerinden Derhal Döndüklerini Gösteren Haber ve Rivayetler
İmam Buhârî, Ebû Hureyre'nin (r.a)
şöyle dediğini rivayet eder:
Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) vefat ettikten sonra Ebû Bekir (r.a) halife seçilince zekât
vermeyenlerle savaşma kararı aldı. Hz. Ömer, kendisine: "Sen, bu
insanlarla nasıl savaşırsın? Halbuki Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem):
'insanlar, Lâ ilahe illallah deyinceye kadar onlarla savaşmakla em-rolündüm.
Kim, Allah'tan başka ilâh yoktur derse, benden nefsini ve malını korumuş olur.
Ancak hakettiği bir ceza karşılığı kendisine ve malına gereken yapılır. İç
hesabı Allah'a aittir”[378][378]
buyurmuştur," dedi. Hz. Ebû Bekir (r.a) de:
İÇVallahi, namazla zekâtı
birbirinden ayrı düşünen ve zekât vermeyenle savaşacağım. Şüphesiz zekât,
malın hakkıdır. Vallahi, Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'a zekât
olarak verdikleri bir ip parçasını bana ver-meseler, bu kaçamaklarından dolayı
kendileriyle savaşırım/' dedi. O zaman Hz. Ömer;
"Vallahi Allah Teâlâ'nın, Ebû
Bekir'in kalbini savaş için açtığını gördüm ve bunun hak olduğunu
anladım."[379][379]
Ibn Abdilberr ve İbn Kayyım, Hz.
Ömer'den rivayet ederler:
Hz. Ömer, bir adama rastladı. Adama:
"Ne yaptın?" diye sordu.
Adam:
"Hz. Ali veZeyd, şöyle hüküm
verdiler," dedi. Hz. Ömer: "Şayet ben olsaydım, şu şekilde hüküm
verirdim," dedi. Adam:
"Hüküm vermene mâni nedir? Hem
idare ve emir de sendedir," deyince, Hz. Ömer:
"Eğer bu konuda Allah'ın
Kitabı'nda ve Rasûlullah'ın sünnetinde bir şey bulsaydım elbette hüküm
verirdim. Fakat elimde nass yok. Sadece, kendi görüşüm var. Görüş de
müşterektir. Bu durumda, Ali ve Zeyd'in verdikleri hüküm bozulamaz," dedi.[380][380]
Buhârî'nin, Mâlik b. Evs
en-Nasrî'den rivayet ettiği uzunca bir haberde, Hz. Abbas'm, Hz. Ömer'e gelerek
Hz. Ali ile aralarında hüküm vermesini isteyince Hz. Ömer (r.a), aralarındaki
meseleyi, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in, "Biz
peygamberler, miras bırakmayız; bıraktıklarımız ümmete sadaka (vakıf)dır,"[381][381] hadisini delil getirerek halletmiştir.
Aynı şekilde, Hz. Ebû Bekir, Hz.
Fâtıma kendisine gelip babasının mirasını isteyince, bu hadise dayanarak hüküm
vermiş ve: "Vallahi, Rasûlullah'ın yaptığını gördüğüm ve bildiğim bir işi
yapmadan bırakmam," demiştir.[382][382]
İmam Müslim ve Kâd-ı Iyâz nakleder:
Hz. Ömer (r.a), Zülhu-lefye'de iki rek'at namaz kıldı. Kendisine niçin bu
namazı kıldığı sorulunca:
"Rasûlullah'ın yaptığı gibi
yapıyorum," demiştir.[383][383]
İmam Ahmed, Tâatü'r-Rasûl adlı
kitabında Yala b. Ümey-ye'nin şöyle dediğini nakleder: Hz. Ömer'le tavaf
yapıyordum. Hace-rü'1-Esved'i takip eden Rukn-i Garb'e ulaştığımızda, istilâm
yapması için elini çektim.
"Ne yapıyorsun1?" dedi.
"Selâmlamayacak mısın?" dedim.
"Sen, hiç Rasûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) ile tavaf ettin mi?" dedi.
"Evet," dedim.
"Rasûlullah'ı, garba düşen bu
iki köşeyi selâmlarken gördün mü?" dedi.
"Hayır," dedim.
"Onda senin için güzel bir
örnek yok mudur?" dedi.
"Elbette vardır," dedim.
"Öyleyse kendi düşüncenden
vazgeç,"dedi.
Yine aynı zât anlatıyor:
Hz. Muâviye, bütün rükünleri
selamlamaya başladı. İbn Ab-bas (r.h): "Niçin bu iki rüknü selâmlıyorsun?
Rasûlullah, onları selâmlamazdı," diye uyardı. Muâviye (r.a): "Allah'ın
evinde terk e-dilen herhangi bir hayır amel yoktur," dedi. O zaman İbn
Abbas (r.h): "Allah'ın Rasûlü'nde sizin için (takip edilecek) güzel bir
örnek vardır,"[384][384]
âyetini okudu. Hz. Muâviye: "Doğru söyledin," dedi.
Yine İmam Ahmed, Müsnedde, Ebû
Hureyre'den (r.a) nakleder: Hz. Ömer (r.a), cuma günü hutbe verirken içeri bir
adam girdi. Hz. Ömer:
"Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi
ve sellem)'ın, 'Biriniz Cuma'ya gideceği zaman gusletsin,' buyurduğunu
duymadınız mı?" dedi.[385][385]
Buhârî ve Nesâî, Mervan b. Hakem'den
nakleder: Mervan, demiştir ki:
Hz. Ali ile Hz. Osman'ı, Mekke ile
Medine arasında gördüm. Hz. Osman (r.a), hac ile umrenin birarada temettü
olarak yapılmasından nehyediyordu. Hz. Ali, bunu görünce her ikisine birden
telbi-ye getirdi ve: 'Ya Rabbi! Hac ve umre için emrindeyim," dedi. Bunu
gören Hz. Osman:
"Şu yaptığını görüyor musun?
Ben, insanları bir şeyden nehye-diyorum, sen ise onu yapıyorsun!" diye
serzenişte bulundu. Hz. Ali (r.a) de:
"Ben, bir insanın sözüne
bakarak Rasûlullah'ın sünnetini bırakacak değilim; Efendimiz de böyle
yapıyordu," dedi.
Hadiseyi, Müslim de rivayet etmiş ve
şu ilâveyle nakletmiştir:
Hz. Osman, Hz. Ali'nin sözü üzerine
kararından döndü ve: "Ali'yi terkedecek değilim," dedi.[386][386]
HuzeyLb. Şurahbil (r.a) anlatıyor: Ebû Mûsâ el-Eş'ârî
(r.a)'ye kız çocuğun, oğulun kızına
ve kız kardeşin mirastan alacağı hisse soruldu. O da:
"Kız çocuğa yarım, kız kardeşe
de yarım hisse düşer. İstersen, İbn Mesud'a git sor; ö da benim gibi cevap
verecektir," dedi. Ibn Me-sud'a gittiler. Ebû Musa'nın fetvasını ve sözünü
söylediler. Bunu duyan İbn Mesud (r.a):
"Öyle dersem dalâlete sapmış ve
hidâyet ehlinden ayrılmış olurum. Ben, bu konuda Allah'ın hükmü ile
hükmederim. Kız çocuğa yarım, oğulun kızına üçte ikiyi tamamlamak üzere altıda
bir, kalan hissede kız kardeşe düşer," dedi.
Ebû Musa'ya gidip, İbn Mesud'un
fetvası hatırlatılınca "İçinizde bu büyük âlim bulunurken bana
sormayın," dedi.[387][387]
Buhârî, Müslim ve İbn Abdilberr'in,
Alkame'den rivayet ettiklerine göre Alkame, şunları anlatır: "Abdullah b.
Mesud, 'Allah dövme yapana ve yaptırana, yüz ve kaştaki tüyleri güzellik için
yoldurup Allah'ın yarattığını değiştiren ve bunu yapana lanet etsin/ dedi."
Bu sözler, Benî Esed kabilesinden Ümmü Ya'kûb denen bir kadının kulağına
ulaştı; hemen kalkıp Abdullah'ın yanma geldi:
'Ya Ebâ Abdurrahman! Senin şöyle
dediğin bana ulaştı; bu sözlerin aslı nedir?" dedi. İbn Mesud:
"Rasûlullah'ıh lanet
ettiklerine ben niçin lanet etmeyeyim; hem bunlar, Kur'ân'da da vardır,"
dedi. Kadın:
"Mushâfın iki kapağı arasında
olanların hepsini okudum; fakat bu senin söylediklerini bulamadım,"
deyince, İbn Mesud (r.a):
"İyice okumuş olsaydın,
bulurdun. Zira Allah Teâlâ: 'Peygamber size neyi verdiyse onu alın, neyi
nehyederse ondan da sakının.”[388][388]
buyurmadı mı?" dedi. Kadın:
"Ben, şu anda söylediğin bu
şeylerin bir kısmını senin zevcelerinin de yaptığını tahmin ediyorum,"
dedi. Ibn Mesud:
"Git, bak" dedi. Kadın
gitti; fakat bunlardan bir şey göremediğini söyledi. Bunun üzerine İbn Mesud:
"Şayet zevcem böyle olsaydı
onunla bir arada bulunmaz, birbirimizden ayrılırdık," dedi.[389][389]
Lâlekâî, es-Sünne'de, İbn Abbas'ın
(r.h) şöyle dediğini nakleder: "Vallahi, bugün yeryüzünde şeytanın, benim
helak olmamdan daha çok sevineceği bir şey yoktur." Kendisine,
"Niçin?" denilince şöyle cevap verir:
"Çünkü şeytan, doğuda veya
batıda bir çok bid'atlar icad ediyor. Tabii ki mü'min bir kimse, bunları
getirip bana soruyor. Mesele bana gelince, ben de sünnetle, o bid'atın belini
kırıp yok ediyorum. Böylece çıktığı gibi şeytana geri dönüyor, kabul görmüyor."
İmam Şafiî Risâle'ds, Buhârî ve
Müslim Sa/ıt/ılerinde, Said b. Cübeyr'in şöyle dediğini naklederler: İbn
Abbas'a: "Nevf el-Mukâlî, Hızır Aleyhisselâm'la arkadaşlık yapan Musa'nın,
Benî İsrail'in peygamberi olan Hz. Mûsâ (aleyhisselâm) olmadığını ileri sürüyor,"
dedim. Ibn Abbas (r.h):
"Allah'ın düşmanı yalan
söylemiş. Bana, Ubey b. Ka'b haber verdi ve dedi ki: Rasûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) bir gün bize konuşma yaptı.[390][390] Sonra Hz. Mûsâ ile Hızır'ın kıssasını
zikretti. Öyle ki kıssada, Hızır'la arkadaşlık yapanın, Hz. Mûsâ (aleyhisselâm)
olduğunu gösteren ifade ve işaretler mevcuttu."
İmam Şafiî, demiştir ki: "İbn
Abbas, dinde fâkih, hâlde verâ sahibi bir zât iken Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'den yanlış ve sözünün hilâfına rivayette bulunan ve üstelik müslümanlardan
olan bir kimseyi yalanlamış ve onu Allah'ın düşmanı saymıştır."
Beyhakî Medhal'de, Hâkim
Müstedrek'te ve İbn Abdilberr Câmiu Beyâni'l-İlim'de, Hişam b. Hucayr'm şöyle
dediğini naklederler: "Tavus, ikindiden sonraları iki rek'at (nafile) namaz
kılıyordu, ibn Abbas (r.h), durumu öğrenince: 'Onları bırak,' dedi. Tavus da:
'Bırakmam,' dedi." İbn Abbas, onu, bu namazı sünnet edinir ve öyle bilinir
diye nehyetmişti. O, böyle deyince:
"Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi
ve sellem), ikindi namazından sonra nafile namazdan nehyetmiştir. Senin bunları
kılmakla sevap mı alacağını yoksa azaba mı uğrayacağını bilmiyorum. Çünkü Allah
Teâlâ: 'Allah ve Rasûlü bir işe hüküm verdiği zaman, mü'min bir erkek ve kadın
için kendi görüş ve hesaplarıyla, Allah'ın ve Peygamberi'nin hükmüne aykırı
olanı seçme hakkı yoktur,'[391][391]
buyurmuştur." dedi.[392][392]
İmam Şafiî de aynı zâttan bu haberi
naklettikten sonra şöyle demiştir: "İbn Abbas, Rasûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'tan naklettiği haberle, Tâvus'un yaptığının yanlış olduğunu
anladı. Kur'ân'dan bir âyet okuyarak Allah ve Rasûlü bir şeye hükmettiği zaman
kişinin, muhayyerlik hakkı olmadığını, artık ona uyması gerektiğini kendisine
gösterdi."[393][393]
İbn Abdilberr nakleder: Urve b.
Zübeyr, ibn Abbas'a: "Allah'tan korkmuyor musun, mut'â'ya ruhsat
veriyorsun!" dedi. İbn Abbas (r.h):
"Ey Urve'cik, (Rasûlullah'ın bu
konudaki ruhsatını istersen) annene sor," dedi. Urve:
"Fakat Hz. Ebû Bekir ve Ömer
onu yapmıyorlar," deyince, ibn Abbas:
"Allah, başınıza bir azâb
indirinceye kadar şu tutumunuzdan vazgeçmeyeceğinizi görüyorum. Ben, size Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)'in hadisinden bahsediyorum; siz bana,
Ebû Bekir ve Ömer'den bahsediyorsunuz," dedi ve bu konuda ruhsat veren
hadisi zikretti.[394][394]
İbn Abdilberr, der ki: "Burada
anlatılan mut'â, hacdaki mut'âdır. O da haccı bozup umre yapmaktır."
Beyhakî, Muhammed b. Sîrin'den
nakleder: "İbn Abbas, fı-
tır sadakasını mecburî bir vazife
olarak emredince insanlar, bunu hoş karşılamadılar. O da Semûre'ye haber
göndererek: eHz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in bunu emrettiğini
bilmiyor musun?' diye sordu. O da 'evet' deyince, kendisine sitem ederek: 'O
halde bunu belde halkına öğretmene mâni nedir?' dedi."
Beyhakî, der ki: "İbn Abbas,
Rasûlullah'ın fıtır sadakasıyla ilgili emrini halka öğretmediği için Semûre'yi
kınamıştır."
İbn Huzeyme, Beyhakî, Bezzâr ve Ebû
Ya'lâ, Zeyd b. Es-lem'den rivayet ederler. Zeyd, der ki: tbn Ömer'i, düğmeleri
çözük olarak namaz kılarken gördüm. Kendisine, neden düğmelerini açtığını
sorunca:
"Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi
ve sellem)'ı böyle yaparken görmüştüm," dedi.[395][395]
Ahmed b. Hanbel ve Bezzâr,
Mücâhid'den naklederler: "Bir yolculukta, İbn Ömer ile beraberdik. Yoldan
ayrılıp bir yere saptı. 'Niye böyle yaptın?' denilince, 'Rasûlullah'ı böyle
yaparken gördüğüm için ben de öyle yaptım,' dedi."[396][396] Kâd-ı Iyâz
da aynısını nakletmiştik.[397][397]
İmam Buhârî ve Müslim rivayet
ediyor: İbn Ömer (r.h): "Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem):
'Geceleri kadınlarınızı mescide gelmekten menet-meyin buyurdu,' dedi.
Oğullarından birisi de:
"Vallahi, onları bırakamayız;
mescidin huzurunu bozarlar,' dedi. Bunu duyan İbn Ömer, oğlunun göğsüne
vurarak:
'Ben sana Rasûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'tan hadis söylüyorum; sen ise başka şeyler diyorsun,'
dedi."[398][398]
İbn Abdilberr, Abdullah İbn Ömer'in
oğlu Bilâl'den, şu ifadeleri nakleder: Ben: "Bana gelince, zevcemi
mescide göndermeyeceğim, isteyen yollasın," dedim. Babam, bana dönerek:
"Allah sana lanet etsin,"
diye üç kere tekrarladıktan sonra: "Beni, 'Rasûlullah, kadınların
mescidden menedilmemesini emretti,' derken işitiyorsun, bir de kalkmış,
kendince bir şeyler söylüyorsun' dedi ve kızgın olarak yanımdan gitti."[399][399]
Müslim, Süleyman b. Yesar'dan
rivayet eder: Ebû Hureyre, İbn Abbas ve Ebû Seleme b. Abdurrahman b. Avf, kendi
aralarında, kocasının vefatı zamanında doğum yapan hamile kadının müddetinin
ne kadar olacağını müzâkere ediyorlardı. İbn Abbas:
"Kocasının vefatından sonra
hamilelik veya dört ay on gün olan iddet müddetinden, hangisi süre olarak daha
uzunsa, o kadar iddet bekler," dedi. Ebû Seleme:
"Doğum yapınca iddeti biter,
evlenebilir," dedi.
Sonra, Rasûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'m hanımı Ümmü Seleme'ye (r.h) haber gönderip meseleyi
sordular. O da şu cevabı verdi:
"Sübey'a el-Eslemiyye,
kocasının vefatından az bir zaman sonra doğum yapmıştı. Rasûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'a durumunu sordu. O da evleirebileceğini söyledi."[400][400]
Yine'İmam Müslim rivayet eder: İbn
Ömer (r.h), kadınlara, gusül abdesti alırken saçlarını çözmelerini emretti. Hz.
Aişe (r.h), bunu işitince:
"İbn Ömer'e şaşarım, bu emri
neye göre veriyor? Ben ve Rasûlullah, bir kabı kullanarak yıkanırdık. Ben
başıma, (örgülerimi çözmeden) üç kereden fazla su dökmezdim," dedi”[401][401]
İmam Mâlik ve Beyhakî, Atâ b.
Yesar'dan rivayet ederler: Muâviye b. Ebî Süfyan, altından veya gümüşten bir su
kabını, ağırlığından daha fazla altın veya gümüş karşılığında sattı. Hadiseyi
duyan Ebu'd-Derdâ, kendisine:
"Rasûlullah (s.a.u)'ın bu tür
bir alışverişi nehyettiğini duydum," dedi. Muâviye (r.a) ise:
(<Bunda bir sakınca
görmüyorum," dedi. Ebu'd-Derdâ, duyduklarından çok rahatsız olarak:
"Bu Muâviye'nin yaptığına uygun
bir karşılık versem, kim beni mazur görür? Ben, ona Rasûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'tan bir haber veriyorum; o ise kendi görüşünü söylüyor.
Bundan böyle, senin bulunduğun yerde asla durmayacağım," dedi.[402][402]
İmam Şafiî (204/819), der ki:
"Ebu'd-Derdâ, naklettiği hadisle, Muâviye'nin yaptığının yanlış olduğunu
ortaya koydu, Muâviye'nin ise hadise rağmen yaptığını bırakmadığını görünce, güvenilir
bir kimsenin Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'tan naklettiği haberi
bir kenara itmesini büyük bir hata gördüğü için bulunduğu yeri terketti."[403][403]
Beyhakî, İmam Şafiî'nin, Risâle'de
şu hadiseyi zikrettiğini nakleder: Ebû Said el-Hudrî (r.a), bir adamla
karşılaştı. Ona, Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'tan bir hadis
nakletti. Adam da onun zikrettiği hadisin hilâfına başka bir şey nakledip
kendisine ters düşünce, Ebû Said:
. "Vallahi, seninle bir çatı
altında asla duramam," dedi.
İmam Şafiî, rivayetin sonunda
demiştir ki:
"Naklettiği hadisi adamın kabul
etmemesi, Ebû Said'in (r.a) canını sıkmıştır."[404][404]
Dârimî, Hıraş b. Cübeyr'den nakleder:
Mescidde, parmak uç-larıyla çakıl taşı atan bir delikanlı gördüm. Bir ihtiyar,
kendisine:
"Böyle yapma; ben, Rasûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'ın bunu nehyettiğini işittim," dedi. Genç, hiç aldırış
etmedi; yine taş attı. Bunu gören ihtiyar: "Ben, sana Rasûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'ın bunu nehyettiğini söylüyorum; sen ise hâlâ taş atıyorsun.
Vallahi senin cenazende bulunmayacağım, hasta olsan ziyaret etmeyeceğim ve
seninle asla konuşmayacağım," dedi.[405][405]
İmam Buharı ve Müslim, İmran b.
Husayn'dan rivayet ederler: Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), buyurdu
ki: "Haya, (hangi sebepten kaynak-lanırsa kaynaklansın) tamamı hayırdır
(insanı hayra götürür)."
Hadisi dinleyen Büşeyr b. Ka'b:
"Fakat biz, bazı kitaplarda,
sükûnet ve vakarın hayadan kaynaklandığı gibi zayıflık ve acziyetin de
esasında hayadan kaynaklandığını buluyoruz," deyince İmran b. Husayn, bu
söze öyle kızdı ki, gözleri kıpkırmızı oldu ve ona:
"Ben, sana Rasûlullah'tan hadis
söylüyorum; sense ona karşı geliyorsun," diye çıkıştı.
Bir rivayette de: "Sen ise bana
kendi sayfalarından anlatıyorsun," ifadesi vardır.[406][406]
Yine, Buhârî ve Müslim, Abdullah b.
Büreyde'den rivayet
ederler. O, şöyle anlatır: Abdullah
b. Muğaffel, bir kişinin, eliyle (belli belirsiz hedeflere) çakıl taşı attığını
görünce bundan menetti ve: "Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), bu
atışı nehyetti ve: 'Bu, avı vurmaz, düşmanı öldürmez; sadece diş kırar, göz
çıkarır,' buyurdu," diye uyardı.
Abdullah, daha sonra bu şahsın aynı
şeyi yapmaya devam ettiğini görünce (kızdı ve) şöyle dedi:
"Ben, sana Rasûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'ın hadisini söylüyorum; sen ise hâlâ aksine taş atıyorsun.
Vallahi, seninle bundan sonra asla konuşmayacağım."[407][407]
Dârimî, Katâde'den şu rivayeti
nakleder: İbn Sîrin, bir adama, Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'tan
bir hadis nakletti. O kişi: "Falanca da şöyle diyor," deyince İbn Sîrin:
"Ben, sana Rasûlullah'tan hadis
naklediyorum; sen ise 'Falanca da şöyle şöyle diyor,' diyorsun. Vallahi,
seninle bir daha konuşmayacağım," dedi.[408][408]
Yine Dârimî, Said b. Müseyyeb'den
rivayet eder: Said, bir zâtın, ikindi namazından sonra fazladan iki rek'at
nafile namaz kıldığını gördü. Adam:
"Ey Ebû Muhammedi Namaz
kıldığım için Allah beni cezalandırır mı?" diye sorunca, İbn Sîrin:
"Namaz kıldığın için değil de
sünnete aykırı davrandığın için cezalandırır," cevabını verdi. [409][409]
İbn Abdilberr, Abdurrahman b.
Yezid'den rivayet eder: Ab-durrahman, yakınlarından birinin üzerinde giyilmesi
yasaklanmış bir elbiseyi gördü; giymemesini söyledi. O da: "Bana, Allah'ın
Kitabından bir âyet getir; elbisemi çıkar," dedi. O zaman kendisine:
"Peygamber size neyi verdi ve emretti ise[410][410] onu alıp yapınız, neden sakındırdı ise ondan
kaçınız," âyetini okudu.[411][411]
İmam Şâfîî Risâle'de, İbn Abdilberr
İlim kitabında, Salim b. Abdullah'tan şunu naklederler: Hz. Ömer (r.a), Kabe'yi
tavaftan önce ve şeytan taşlamadan sonra koku sürmeyi yasaklamıştı. Durumu Hz.
Aişe'ye (r.h) aktardığımda:
"Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi
ve sellem)'ı ihrama gireceği zaman, ihramı için ve ihramdan çıkmak için
Kabe'yi tavaf etmesinden önce elimle kokula-dım." Bu durumda elbette ki
Allah Rasûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'nün sünneti, uyulmaya daha
lâyıktır.[412][412]
İmam Şafiî (r.h), der ki:
"Salim, dedesi Hz. Ömer'in sözünü bırakarak Hz. Aişe'nin haberine uymuş ve
haberi anlattığı kimseye, bunun sünnet olduğunu, Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi
ve sellem)'ın sünnetinin uyulmaya daha lâyık ve kendisine vâcib olanın da bu
olduğunu bildirmiştir."[413][413]
İmam Kuşeyrî (465/1072), Risâle'de
şöyle nakleder: Ebû Osman el-Hîrî (298/910), vefatı yaklaşıp can çekişmeye
başladığı zaman, oğlu, üstünü başını yırtıp vaveyla koparınca, Ebû Osman:
"Yavrum! Sünnete aykırı davranıyorsun; sünnete muhalefet etmek, içteki
riyanın (münafıklığın) açığa vurulmasıdır," demiştir.[414][414]
Ebû Ali ed-Dakkak (405/1014)
anlatıyor: Bâyezid-i Bistâmî (r.h), velîdir diye tanınan bir zâtın ziyaretine
niyetlendi. Bahsedilen zâtın mescidine varınca, oturup çıkmasını bekledi. Zât
çıkıp geldi ve (zemini toprak olan) mescide tükürdü. Bunu gören Ebû Yezid
Bistâmî, adama selâm bile vermeden geri döndü ve yanındakilere: "Bu adama,
Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'ın edeblerinden bir edebi korumada
bile emniyet edilmezken Hakk'ın sırlarını korumada nasıl güvenilir1? dedi.[415][415]
İmam Buhârî ve Ahmed, Ebû Vâil'in
şöyle dediğini naklederler: "Şeybe b. Osman'la şu mescidde (Kabe'de)
oturuyordum. Bana dedi ki: Bir gün Ömer (r.a), şimdi senin oturduğun yere
oturdu ve: 'Kabe'de altın ve gümüş adına hiçbir şey bırakmayıp, hepsini
müslü-manlar arasında taksim etmeye kararlıyım,' dedi." Ben:
"Bunu yapamazsın," dedim.
"Niçin1?" diye sordu.
"Çünkü senden önceki iki
arkadaşın (Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ve Hz. Ebû Bekir) bunu
yapmadılar,"dedim. Hz. Ömer:
"Onlar, kendilerine uyulacak
iki zâttır," dedi.[416][416]
İmam Şafiî Risâle'de, Beyhakî
Medhal'de, Said b. Müseyyeb'den naklederler: Ömer b. el-Hattab (r.a):
"Diyet, baba tarafından akrabalara aittir. Kadın, kocasının diyetinden
miras olarak bir şey alamaz," diyordu. Dahhak b. Süfyan, Rasûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'m kendisine: "Eşyem b. Dibâbî'nin diyetinden, hanımını
da mirasçı kılmasını" yazdığını haber verince Hz. Ömer, kendi hükmünden
vazgeçip ona döndü.[417][417]
İmam Şafiî, der ki: "Hz, Ömer,
hüküm vereceği bir meselede, kendi görüşünün hilâfına olan Dahhak'ın rivayet
ettiği hadise dönmüştür.”[418][418]
Beyhakî, Hişam b. Yahya
el-Mahzûmî'den nakleder: Sa-kiften bir zât, Ömer b. Hattab'a (r.a) geldi ve:
"Kabe'yi tavaf etmiş bir kadın, hayız görürse veda tavafını yapmadan
yurduna dönebilir mi?" diye sordu. Hz. Ömer de:
"Hayır, dönemez," dedi.
Sakifli zât:
"Bu durumda olan bir kadın
hakkında Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), senin verdiğin hükmün
tersine fetva vermişti," deyince Hz* Ömer, adama yanaşıp kırbacıyla vurdu
ve:
"Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi
ve sellem)'ın hüküm verdiği bir meseleyi ne diye bir de bana soruyorsun,"
diye adamı azarladı.[419][419]
Hadiseyi, İbn Kayyım da Flâmu'l-Muvakküîi'de nakletmiştir.
Buhârî, Müslim ve Şafiî, Tâvus'tan
nakleder: Tavus, demiştir ki: İbn Abbas"la birlikteydim. Zeyd b. Sabit,
kendisine:
"Hayızlı kadının, son vazife
olarak, Kabe'yi tavaf etmeden yurduna dönebileceğine fetva mı
veriyorsun?" dedi. ibn Abbas da (r.h):
"Eğer durum, benim dediğim gibi
değilse git, Ensar'dan filanca kadına sor bakalım; Rasûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem), ona benim dediğim şekilde emretmemiş 7?u?"dedi.[420][420]
İmam Şafiî (r.h), şöyle der:
"Zeyd, daha önce, herkesin en son iş olarak Kabe'yi tavaf etmesi
gerektiğini duymuştu. Hayızlı kadınları da emrin kapsamında düşünüyordu, ibn
Abbas (r.h), hayızlı kadına, kurbandan sonra Kabe'yi tavaf etmişse, veda
tavafını yapmadan vatanına dönebileceğine fetva verince Zeyd, bunu kabul
etmedi; İbn Abbas, Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem/ın bir kadına, bu
şekilde emir verdiğini haber verince, gidip kadına meseleyi sordu. Kadın da
aynı şeyi söyleyince, kadını tasdik etti ve İbn Abbas'ın görüşüne katılmasının
zarurî olduğunu anladı."[421][421]
İsrail b. Yunus, İbn Mesud'dan (r.a)
naklediyor: Bir adam, İbn Mesud'a gelerek bir hanımla evlendiğini, fakat daha
kadına yaklaşmadan annesini gördüğünü ve ondan hoşlandığını, onunla evlenmek
için nikâhındaki hanımı boşadığım, bu durumda ne lâzım geldiğini sordu. İbn
Mesud: "Bir sakıncası yoktur," dedi. Bu fetva üzerine adam, onunla
evlendi. Abdullah b. Mesud, Kûfe'de, Beytül-Mâl'e bakıyordu. Beytül-Mâl'deki
fazla, artık şeyleri satıyor; çok verip daha düşük karşılık alıyordu.
Medine'ye geldiğinde bu konuları, Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'m
ashabına sordu, onlar da:
"Bu adama, o kadın helâl olmaz;
gümüş de ancak aynı ağırlıkta gümüşle satılırsa sahih olur," dediler. İbn
Mesud, Kûfe'ye dönünce adamı aradı, bulamadı. Kavminden bazı kimseleri buldu ve
onlara:
"Kendisine fetva verdiğim
arkadaşınıza söyleyin, o kadın kendisine helâl değildir," dedi. Sonra
kuyumculara geldi ve:
"Ey kuyumcular! Benim size
yaptığım satış sahih değildi; gümüş ancak aynı ölçüdeki gümüşle
satılabilir," dedi.[422][422]
İmam Şafiî ve Müslim, İbn Ömer'den
nakleder: "Biz, ürünün belli bir kısmını almak üzere tarlayı kiraya
verirdik ve bunda bir mahzur görmezdik. Tâ ki Râfiî, Rasûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'ın bunu yasakladığını haber vermesine kadar. Sonra bu hadis
sebebiyle böyle bir işten vazgeçtik."[423][423]
İmam Şafiî (r.h), der ki: "İbn
Ömer, mahsulün bir kısmını almak üzere tarlayı kiraya vererek istifade ediyor
ve bunu helâl biliyordu. Fakat güvenilir bir kimse, Rasûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'ın bunu nehyettiğini haber verince, o işi bıraktı. Rasûlullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem/tan gelen haber karşısında kendi görüşünü
kullanarak, 'Kimse bu işe karşı bizi ayıplamadı, biz de bugüne kadar bu işi
yapıyorduk/ demedi. Hiçbir mazeret ileri sürmeden, hemen hadise tâbi
oldu."[424][424]
imam Şafiî nakleder: Kendisine
güvendiğim bir şahıs, İbn Ebî Zi'b yoluyla, Muhalle d b. Hufafın şöyle dediğini
haber verdi:
Bir köle satın aldım, çalışıp gelir
getirmesini istiyordum. Sonra kendisinde bir ayıp ortaya çıktı. Durumu Ömer b.
Abdülaziz'e götürüp davacı oldum. Bana, köleyi ve ondan elde ettiğim geliri
geri vermem için hüküm verdi. Ben de Urve'ye geldim, durumu haber verdim.
Urve:
"Ben, akşam onun yanına gider,
Hz. Âişe'nin (r.h) bana, Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'ın böyle bir
durumda: 'Gelir, tazmin karşılığıdır (müşteriye aittir).”[425][425]
buyurduğunu haber verdiğini söylerim," dedi. Ben, acele ile Ömer b.
Abdülaziz'in yanına gidip Urve'nin, Hz. Aişe yoluyla, Rasûluîlah'tan
naklettiğini haber verdim. Bunu duyan Ömer b. Abdülaziz:
'Yerdiğim hüküm, bana çok kolay
gelmişti. Allah biliyor, ben, haktan başka bir şey düşünmedim. Peşinden,
Rasûlullah'ın sünneti bana ulaştı. Bu durumda Ömer'in hükmünü terk ediyor,
Rasûlullah'ın sünnetini uyguluyorum," dedi. Sonra Urve, Ömer'in yanına
gitti ve onun, bana geri vermem için hüküm verdiği geliri benim almama
hükmetti.[426][426]
Yine İmam Şafiî (r.h), der ki:
Medineli güvendiğim bir zât, İbn Zi'b'in şöyle dediğini anlattı: Adamın
aleyhine hüküm verdi. Ben de kendisine, Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)'ın bunun aksine hüküm verdiğini haber verdim. Bunu duyan Sa'd,
Râbia'ya:
"Bu, İbn Ebî ZVb'dir. Kendisine
güvenirim, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'den benim verdiğim
hükmün aksini haber veriyor, ne dersin?" deyince, Râbia:
"Sen içtihad ettin; hükmün
geçerlidir," dedi, Sa'd:
"Hayret doğrusu! Sa'd'ın
hükmünü geçerli kılıp Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'ın hükmünü red
mi edeceğim? Hayır, aksine Sa'd'ın (kendisini kasdediyor) hükmünü reddedip
Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'ın hükmünü uygulayacağım."
Sonra hüküm yazılan kağıdı istedi, yırtarak ikiye böldü ve önceki hükmün
tersine, adamın lehine hüküm verdi.[427][427]
Şeddâd b. Hakîm, Züfer b. HûzeyTin
şöyle dediğini nakleder: "Biz, bir meselede hüküm verirken Kitab ve
sünnette bir cevap bulamadığımızda, kendi görüşümüzle hüküm veririz. Meseleyle
ilgili bir âyet veya hadis önümüze gelince, görüşümüzü terk eder, nassa göre
hüküm veririz."[428][428]
Ma'n b. îsâ el-Kazzâz, der ki: İmam
Mâlik'i (179/795), şöyle derken işittim:
"Ben, bir beşerim; hata da
ederim, isabet de. Öyleyse siz, sözlerime bakın; Kitab ve sünnete uyan her sözümü
alıp uygulayın; Kitab ve sünnete uymayanları bir kenara bırakın."[429][429]
İmam Şafiî (r.h), demiştir ki:
"Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'tan sahih bir hadis geldiğinde,
ben daha Önce ona muhalif bir söz söylemişsem hemen sözümden döner, hadisle
hükmederim."[430][430]
Rabî, imam Şafiî'den şöyle nakleder:
"Size, benim görüşümün aksine Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'tan
bir sünnet geldiğinde, görüşümü bırakıp sünnete uyunuz; şüphesiz Rasûlullah'ın
sünneti, benim mezhe-bimdir."
Yine Rabî, İmam Şafiî'den nakleder:
"Benim sözümün aksine hüküm bildiren bir sünnete rastladığınızda, sözümü
bırakıp sünnete yapışınız. Hiç şüphesiz, ben de sünnetin belirttiğini
söylerim."
Yine İmam Şafiî'den:
"Hüküm verdiğim herhangi bir
meselede, sözümün aksine, güvenilir âlimlerden sahih bir hadis rivayet
edilirse ben, hayatımda ve vefatımdan sonra ona döner, kendi hükmümü terk
ederim."
Hakîm, Rabî'den nakleder: İmam
Şafiî'yi şöyle derken işittim:
"Her ne zaman bir söz
söylediğimde veya bir hüküm ortaya koyduğumda, o konuda Rasûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'tan aksi bir hüküm nakledi-lirse doğru olan ve uyulması
gereken, Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'ın sözüdür. Benim de hükmüm
odur."
Abdullah b. Ahmed, demiştir ki:
Babam (İmam Ahmed), bana şunu nakletti: İmam Şafiî, bize dedi ki:
"Elinize Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'tan sahih bir hadis
geçtiğinde bana söyleyiniz ki, ona göre hüküm vereyim."
Tabarânî, Abdullah b. Ahmed'den
nakleder: Babamı, şöyle derken işittim (İmam Ahmed):
Muhammed b. İdris eş-Şâfiî der ki:
"Sen, sahih hadis ve haberleri bizden daha iyi biliyorsun. Sahih bir haber
olunca Kûfeli, Basralı, Şamlı, kim rivayet ederse etsin, bana bildir ki ona
göre hükmedeyim. "
İmam Ahmed (241/855), demiştir ki:
"Bana göre İmam Şafiî'nin en güzel yanı, daha önce duymadığı bir hadisi
duyunca, ona göre hüküm verip kendi sözünü terk etmesiydi."
İbn Ebî Hatim, der ki: Abdullah b.
Ahmed, bana şu haberi yazıp gönderdi: "Babamı, 'İmam, Şafiî bir hadis
bulunca, onunla amel ederdi. Onda bulunan en hayırlı haslet, konuşmaya fazla
rağbeti yoktu. Asıl gayreti fıkıhtı,' derken işittim."
İmamül-Haremeyn el-Cüveynî, Nihâye
adlı eserinde, Saydalânî yoluyla, arkadaşlarından birinin şöyle dediğini
nakleder: "Biz, kesin olarak şunu biliyorduk: İmam Şafiî'ye, kendi
düşüncesinin aksine sahih bir hadis ulaştığında, derhal hadise döner ve ona
't\tiun hüküm verirdi."
Bu rivayetlerin çoğu, Takiyyüddîn
Sübkînin Tabakâtü'ş-Şâfiiyye adlı eserinden alınmıştır.
Geçmiş Büyüklerin, Hadîs-i Şeriflerin Mevkiini Yüksek
Tuttuklarını, Hadis Meclisinde Edeble Oturduklarını, Hadisle Uğraşanları
Övgüyle Anıp Onlara Şefkatle Davrandıklarını, Hadislerin Rivayet ve Hıfzına Çok
Dikkat Ettiklerini Gösteren Haber ve Nakiller
İmam Beyhakî, MedhaV&e, Halid b.
Yezid'in şöyle dediğini nakleder: "Allah Rasûlü (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)'nün hadislerine hürmet etmek, Allah'ın Kitabı'na hürmet etmek gibidir."[431][431]
Beyhakî, bu sözü şöyle
değerlendirir: Halid, bu sözüyle hadisin lâyık olduğu yerin bilinmesi,
hürmetinin büyüklüğü ve uyulmasının farz olması hususlarında Rur'ân'a
benzetildiğini anlatmak istemiştir. Çünkü Allah Teâlâ: "Allah'a itaat
edin, Peygambere de itaat edin,"[432][432] buyurmaktadır.
Beyhakî, Süleyman et-Teymî*den
nakleder: Süleyman, demiştir ki: Ben, Ebû Osman, Ebû Nadre, Ebû Miclez ve
Hâlid el-Eşec, beraber hadisleri ve sünnetleri müzâkere ediyorduk. İçimizden
birisi:
"Kur'ân'dan bir sûre okusaydık
daha faziletli olurdu" dedi. Bunun üzerine Ebû Nadre, şöyle dedi:
"Ebû Said el-Hudrî: 'Hadis
müzâkeresi, Kur'ân okumaktan daha faziletlidir,'dedi."[433][433]
İmam Suyûtî (911/1505),
Miftâhu'l-Cenne kitabında, bu söz için şu değerlendirmeyi yapmıştır: "Bu,
İmam Şafiî'nin de dediği gibi; ilim taleb etmenin, nafile namazdan daha
faziletli olmasından kaynaklanmaktadır. Çünkü sadece Kur'ân okumak, nafile bir
ibâdettir. Hadislerin öğrenilip ezberlenmesi ise farz-ı kifâyedir. Allah, en
iyisini bilir."[434][434]
.." -.Yine Beyhakî nakleder:
Süfyan es-Sevrî, demiştir ki: "Niyeti güzel bir kimse için hadis
Öğretmekten daha güzel bir amel bilmiyorum.”[435][435]
İbnu'I-Mübârek ise şöyle der:
"Allah Teâlâ'nın rızasını arayan kimse için hadis öğreniminden daha faziletli
bir şey bilmiyorum."[436][436]
A'meş, Dırar b. Mürre'nin şöyle
dediğini nakleder: "Hadis âlimleri, abdestsiz olarak hadis rivayet etmeyi
hoş görmezlerdi."[437][437]
İshak b. Rabî anlatır: "A'meş,
abdestsizken hadis rivayet etmek istediğinde, teyemmüm alırdı."[438][438]
Beyhakî ve İbn Abdilberr, Katâde'den
naklederler: "Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'ın hadislerini
ancak abdestli iken okumamız müstehâb (güzel ve sevap) görülürdü,"
İbn Abdilberr, Şu'be'den nakleder:
"Katade, Rasûlullah'ın hadislerini ancak abdestli iken rivayet
ediyordu."[439][439]
İmam Mâlik naklediyor: "Cafer
b. Muhammed ancak abdestli iken hadis rivayet ediyordu."[440][440]
Ebû Mus'ab anlatıyor: "Mâlik b,
Enes, Allah Rasûlü'nün hadislerini ancak abdestli iken rivayet ediyordu. Bunu,
hadislerin mevkii ve şerefinin yüceliğini göstermek için yapıyordu."[441][441]
Tabarânî, Ebû Hâzim'den, Sehi b.
Sa'd es-Saidî'nin şu örnek hâlini nakleder: Sehi, kavminden birtakım insanlarla
oturmuş, kendilerine hadis anlatıyordu. İçlerinden bazıları da birbirine
dönmüş, başka şeylerden bahsediyorlardı. Bunu gören Sehi, kızdı ve:
"Şunlara bak! Ben, onlara
Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'tan bahsediyorum, onlar da dönmüş
birbirleriyle konuşuyorlar. Vallahi, sizin aranızdan çıkacağım ve bir daha
yanınıza dönmeyeceğim," dedi. Kendisine:
"Nereye gidiyorsun?"
dedim.
"Gidip Allah yolunda cihad
edeceğim," dedi.[442][442]
Beyhakî, İmam Mâlik'ten nakleder:
Said b. Müseyyeb, hasta yatağında uzanmış yatarken, yanma bir adam gelip hadis
sordu. Said, doğrulup oturdu ve hadisi söyledi. Adam:
"Sizi rahatsız etmek
istememiştim," deyince İmam:
'Tattığım halde, sana Rasûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'tan hadis nakletmeyi uygun görmedim," dedi.[443][443]
İbn Abdilberr, Abdurrahman b. Ebî
Zinad'dan nakleder: "Sa'd b. Müseyyeb'e, hasta yatağında yatarken
Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'tan bir hadis zikredildi. Hemen
yanındakilere: 'Beni oturtunuz, uzandığım halde, Rasûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'tan bir hadis nakletmeyi hoş karşılamam,' dedi.'[444][444]
Beyhakî, İsmail b. Ebî Üveys'ten
nakleder: "İmam Mâlik, hadis rivayet etmek istediğinde abdest alır,
divanın ortasına oturur, sakalını tarar, vakar ve heybetle yerleşir, sonra
hadis rivayet ederdi. Bu davranışının sebebi sorulunca: 'Allah Rasûlü'nün (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) hadisini yüceltmeyi seviyorum ve ancak huzur içinde, abdestli
olarak rivayet etmek istiyorum,' derdi. İmam, yolda yürürken veya ayak üstü
yahut acele bir işi varken hadis rivayet etmeyi uygun bulmazdı: 'Rasûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'tan rivayet ettiğimi, düşünüp anlayarak rivayet etmeyi
seviyorum,' derdi."[445][445]
Abdullah b. Mübarek anlatıyor:
"İmanı Mâlik'in yanındaydım, hadis rivayet ediyordu. O arada bir akrep
gelip kendisini tam onaltı kere soktu. Mâlik'in acıdan rengi değişiyor, fakat
zorlanarak sabrediyor, Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'ın hadisini
bölmüyordu. Rivayet işi bitip insanlar dağılınca, yanına vardım:
'Hazret! Bu yaptığına hayret ettim,
' dedim. O da:
'Evet, ben bunu Rasûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'ın hadislerine olan hürmetimden dolayı yaptım,' dedi."[446][446]
Bişr b. Haris naklediyor: "Bir
zât, yürürken İbnu'l-Mübârek'e bir hadis sordu. İmam, adama: 'Bu halde hadis
nakletmek, ilmin hürmetine uygun düşmez,'dedi."[447][447]
Lâlekâî, es-Sünne kitabında, İbn
Abbas'tan nakleder: İbn Abbas (r.h): "O gün, nice yüzler ağarır, nice
yüzler de simsiyah kararır," âyetindeki[448][448] ağaran
yüzlerin; sünnet ehli kimselerin yüzü olduğunu, kararan yüzlerin de bid'at
ehlinin yüzü olacağını söylemiştir.
Lâlekâî, yine İbn Abbas'tan
nakleder: "Sünnete çağıran ve bid'attan sakındıran bir hadis âlimine
bakmak ibâdettir."
Dârimî, Hasan el-Basrî'den, onun şu
sözünü nakleder: "Sünnet ehli insanlar, önceleri, halk içinde en az
sayıda olan kimselerdi. Bugün ve gelecekte de insanlar içinde sayıca en az
olacak onlardır. Onlar, konfor ve rahata düşkün olanlarla lükse dalmamış,
bid'atçı-lara kapılıp bid'atlara bulanmamış, sünnet üzere yaşamaya sabrederek
Rablerine kavuşmuşlardır."[449][449]
Lâlekâî, İbn Şevzeb'in şöyle
dediğini nakleder: "Allah'ın ibâdete başlayan bir gence, sünneti öğretecek
birisini dost etmesi, kendisine bahşettiği ilk ve en büyük bir nimettir."[450][450]
Yine aynı müellif, Eyyûb
es-Sahtiyânî'den nakleder: "Allah'ın, kendisine sünnetleri bilen bir
âlimi nasib etmesi, gençler ve İslâm'la yeni tanışanlar için büyük bir
saadettir."[451][451]
Hammad b. Zeyd anlatır:
"Eyyûb es-Sahtiyânî'ye hadis
ehlinden birinin vefat haberi ulaştığında, üzerinde çok etki yaptığı görülürdü.
İbâdet ehli bir kimsenin vefat haberi ulaştığında ise böyle bir etkilenme
görülmezdi. Hazret: 'Hadis ehlinden birinin vefat haberini aldığımda, sanki vücut
azalarımda?! birini kaybetmiş gibi olurum,'derdi."[452][452]
Aşağıdaki rivayetler, Suyûtî'nin,
Miftâhu'l-Cenne adlı eserinde zikredilmiştir. Eyyûb es-Sahtiyânî, der ki:
"Sünnet ehlinin ölmesini arzulayanlar, ağızlarıyla Allah'ın nurunu
söndürmek istemektedirler."
Yine Lâlekâî, Fudayl b. Iyâz'm şöyle
dediğini nakleder: "Allah Teâlâ'nın öyle kulları vardır ki, onlarla
yeryüzünü ihya eder. Onlar, sünnet ehli âlimledir."
Müellif, Süfyan es-Sevrî'den de şu
nakli yapar: "Sünnet (hadis) ehline hayırla muamele edin. Çünkü onlar,
garip kimselerdir."
Nasr b. el-Makdisî, el-Hucce'de,
Süfyan es-Sevrî'nin şöyle dediğini nakleder: "Melekler göklerin, ehl-i
hadis de yeryüzünün manevî bekçileridir."[453][453]
Ahmed b. Hanbel'e: 'Yeryüzünde
Allah'ın ebdâl (seçkin ve sevilmiş velî) kulları var mıdır?" diye
soruldu. İmam: "Evet," dedi. "Peki kimdir onlar?"
denilince: "Eğer onlar ehl-i hadis değilse, ben, Allah'ın bir velî (ebdâl)
kulunu bilmiyorum/3 dedi.[454][454] Bunu, Makdisî, adı geçen kitabında
nakletmiştir.
İmam Şafiî (r.h), der ki: "Her
ne zaman hadis ehlinden birini görsem, Allah Rasûlü (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)'nün ashabından birini görmüş gibi oluyorum"[455][455] Nakil, Beyhakfnindir.
el-Makdişî, İbrahim b. Musa'dan
nakleder: İbrahim'e, Rasû-lullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'m:
"Ümmetimin son zamanlarında bir topluluk bulunacak; onlara, öncekilere
verilen sevaplar kadar sevap verilecektir. Onlar, kötülükleri reddedip fitne
çıkaranlarla savaşırlar,"[456][456]
sözünün, kime işaret ettiğini sordular.
"Onlar, ehl-i hadistir. Çünkü
halka, 'Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), şunu yapın, şunu da yapmayın
buyurdu/ diye tebliğde bulunacaklardır," dedi.
İbnu'l-Mübârek (181/797), der ki:
"Kıyamete kadar, ümmetimden bir grup, hak üzere bulunmaya devam edecek;
kendilerine karşı gelenlerin muhalefeti onlara zarar vermeyecektir/'[457][457]
hadisinde anlatılanlar, benim görüşüme göre hadis âlimleridir.[458][458]
Makdisî, İbnu'l-Medînî'nin, bu hadis
hakkında şöyle dediğini nakleder: "Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)'in sözünde anlatılanlar, hadis âlimleridir. Rasûlullah'ın yolunu takip
edenler ve bâtıl fikir ve fırkalara karşı sünneti müdafaa edenler
onlardır."[459][459]
Yine Makdisî, İmam Buhârî'den şunu
nakleder: İbn Abdullah'ın kapısında üç veya dört kişi hadis almak için
bekliyorduk. Bize dedi ki: "Ümmetimden bir grup, hak üzere bulunmaya devam
edecek; onları güçsüz bırakmak isteyenler, kendilerine bir zarar veremeyeceklerdir,"
hadisinden kasdedilenlerin, sizler olduğu kanaatindeyim. Çünkü tüccarlar
ticaretle, sanat ehli mesleğiyle, hükümdarlar memleketleriyle uğraşırken siz,
Rasûlullah'ın sünnetini ihya ediyorsunuz.[460][460]
Hâkim, Ma'rifetü Ulûmi'l-Hadîs adlı
eserinde, Mûsâ b. Harun'un şöyle dediğini nakleder: İmam Ahmed'e:
"Ümmetimden bir grup, hak üzere kalmaya devam edecektir," hadisindeki
grubun, kimler olduğu sorulunca: "Din düşmanları karşısında mansur ve
muzaffer olan bu taife, hadis âlimleri değilse, başka kimlerin olduğunu bilmiyorum/'
dedi.
Bu konuda şöyle söylenir: "Kim,
sözünde ve fiilinde sünneti kendine âmir yaparsa devamlı hak konuşur."
İmam Ahmed b. Hanbel, yukarıdaki
hadisin şerhinde, "Kıyamet gününe kadar ilâhî tevfik ve yardıma mazhar
olan bu taife, hadis âlimleridir ve hadisle amel edenlerdir." demekle, ne
güzel söylemiştir. Bunların yanında, sâlihlehn yoluna giren, geçmiş selefin
haberlerine uyan, Rasûluîlah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'ın sünnetlerine sarılarak,
bid'at ehli ve sünnet muhalifi kimseleri saf dışı bırakan kimselerle, ilim için
dağ, tepe, yol katetmeyi nefsî arzu ve keyiflere tercih eden, ilim ve hadis
ehline tahsis edilmiş meskenlerde kitaplardaki sıkıntılarla haz duyan ve bunu
bir nimet sayan, hadis ve haberleri toplarken iki lokma ve bir eski hırkayla
kanaat eden, şehvetine mağlup nefislerin düştüğü dinsizlik tehlikesinden ve
buna bağlı olarak bid'at, hevâya uyma, bâtıl fikir ve haktan sapma gibi
âfetlerden kaçıp kurtulan, mescidleri ev, dirseklerini yastık, boş buldukları
yerleri yatak yapan kimseler de bu bahtiyar gruba girmeyi haketmiştir.
Yine Hâkim, bu sözün peşinden, Hafs
b. Gayyas'tan şunu nakletmiştir: "Babamdan duydum. Kendisine: 'Hadis
âlimlerine ve ne halde olduklarına bakmıyor musun, haklarında ne dersin?' diye
sorulunca: 'Onlar, dünyada yaşayanların en hayırlılarıdır,' dedi."
Hâkim, Ali b. Haşrem'den nakleder:
Ebû Bekir b. Iyas'ı dinledim. Diyordu ki: "Ben, hadisçilerin, insanların
en hayırlıları olmalarını ümid ediyorum. Çünkü onlardan birisi, benim kapımda
durur ve benden hadis yazar. Eğer o, gitse ve: 'Ebû Bekir, bana bütün hadislerini
nakletti' dese, bunu yapardı. Fakat onlar, yalan söylemezler. Kimden, ne
kadar, ne aldılarsa, onu naklederler."
Bu rivayetten sonra Hâkim, şu
değerlendirmeyi yapar:
"Ebû Bekir b, Iyas'ın:
'İnsanların en hayırlıları hadisçilerdir/ sözü tamamen doğrudur. Nasıl doğru
olmasın ki; gerçekten hadisçi-ler, dünyayı tamamen arkalarına atmışlar,
gıdalarını hadis yazmak, konuşma ve sohbetlerini muhaliflerle uğraşmak,
istirahatlarını müzâkere, boya ve süslerini mürekkep, uykularını az uzanarak
dinlenmek, yastıklarını çakıl taşları yapmışlardır. Bütün engel ve zorluklar,
onların yanında bir saadet; asıl aradıklarını bulamadıktan sonra rahatlık,
onlar için bir sıkıntıdır. Akılları, sünnetin tadıyla mesrur, kalbleri
hâllerine rıza içinde ma'murdur. Sevinçleri, sünnetleri öğrenmek; keyifleri,
ilim meclislerinde birikmektir. Onlar, bütün ehl-i sünneti kardeş, bid'at ve
küfür ehlini düşman edinmişlerdir."
Yine Hâkim, bu değerlendirmenin
peşinden, Ebû İsmail Mu-hammed b. İsmail et-Tirmizî'den şunu nakleder: Ebû
İsmail demiştir ki:
Ben ve Ahmed b. Hasan et-Tirmizî,
Ebû Ahmed b. Han-bel'in yanındaydık. Ahmed b. Hasan, kendisine: "Ya Ebâ
Abdullah! İbn Ebî Füteyle'ye, Mekke'de hadisçilerden bahsettiler, o da:
'Hadisçiler kötü bir topluluktur,' dedi." deyince Ahmed b. Hanbel, ayağa
kalktı; elbisesini silkeleyerek: "Zındık, zındık, zındıktır o adam!"
deyip eve girdi.
Hâkim, Ebû Nasr Ahmed b. Selâm
el-Fakih'in, şöyle dediğini nakleder: "Dinsizlere, hadis dinlemekten ve
isnadını rivayet etmekten daha ağır ve daha sevimsiz gelen hiçbir şey
yoktur."
Sonra Hâkim, der ki: "Biz,
eserlerimizde ve çevremizde gördük ki, bazı dinsizlik ve bid'at ehlinden
sayılan kimseler, hadiste anlatılan ilâhî yardıma ulaşmış bu taifeye hakaret
gözüyle bakmaktadırlar. Bunlar da Haşaviyye grubudur."
Şeyh Ebû Bekir Ahmed b. İshak
el-Fâkih'i, bir adamla münazara ederken dinledim. Şeyh, hadis rivayet ediyordu.
"Bize falanca rivayet etti," dedi. Karşısındaki adam:
"Bırak şu, 'Bize falanca
rivayet etti,' sözlerini... Ne zamana kadar böyle deyip duracaksın?"
dedi. Bunu duyan Şeyh Ebû Bekir:
"Kalk ey kâfir! Bundan sonra
sana evime girmek helâl değildir," diye çıkıştı. Sonra bize dönüp:
"Bu zamana kadar hiç kimseye:
'Evimize girme!' demedim. Ancak şu zındığa demek zorunda kaldım," dedi.[461][461]
Dârîmî, Ebû Hureyre'den rivayet
eder: "Ben, geceyi üçe bölüyorum: Bir bölümünde uyurum, diğer bölümünde
gece ibâdeti yaparım. Bir diğer bölümünde de Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)'ın hadislerini düşünür, müzâkere ederim."
Hasan el-Basrî (110/727), der ki:
"Ey hadis âlimleri! Ümmetin arasına dağdın. Çünkü siz, sayıca az olan
insanlarsınız."
Yahya b. Maîn, der ki: "Dört
kimse var ki onlardan, hayır ve kemâlât beklenmez:
1- Yol bekçisi,
2- Kadı tellâlı,
3- Bid'atçı,
4- Yazı yazıp da hadis öğrenmek için
yolculuk yapmayan."
Bu sözü, Hâkim, Marifetü
Ulûmi'l-Hadis adlı eserinde naklet-
miştir.
'
Câbir b. Abdullah (r.a) anlatıyor:
Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'tan bizatihi işitmediğim bir hadisi,
ashâbdan birinin duyduğunu haber aldım. Bu zât, Şam'daydı. Bir deve satın
aldım. Azığımı hazırlayıp yola çıktım. Bir ay yolculuktan sonra Şam'a vardım.
Yerini sordum ve buldum. Bir de baktım ki o zât, Abdullah b. Üneys (r.a) imiş.
Yanına varıp:
"Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi
ve sellem)'tan işitmediğim, zulümlerle ilgili bir hadisi, senin, Efendimizden
duyduğun haberi bana geldi. Bu hadisi duymadan, senin veya benim vefat
etmemden korktum; söylesene hadis ne idi1?" dedi. Abdullah b. Üneys de:
"Rasûlullah'ın şöyle
buyurduğunu işittim," dedi ve şu hadisi nakletti:
"insanlar, çıplak, sünnetsiz ve
elleri bomboş olarak hasredilirler. Sonra Allah Teâlâ, onlara, yakın ve uzakta
olanların işitebileceği bir sesle: 'Hesap görücü benim. Tek Hâkim benim.
Cehenneme gireceklerden hiçbir kimse, cennetlik birisindeki hakkını almadan Cehenneme
girmeyecektir. Cennete gireceklerden bir kimse de cehennemlik birisinin
kendisinde alacağı varsa - bir tokat bile olsa- onu kendisinden almadan Cennete
giremeyecektir,' diye, nida edecektir." Biz:
"Ey Allah'ın Rasûlü! Biz oraya
çıplak, sünnetsiz ve eli boş olarak geleceğiz. Bu, birinin diğerinden hak
alması nasıl olur?" dedik. Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem):
(iBu, ya hak sahibine diğerinin
sevabından veya verecekliye, alacaklının günahından yüklemek suretiyle
olur," buyurdu.[462][462]
Nasr b. Merzûk, der ki: Amr b. Ebî
Seleme'yi şöyle derken işittim: Evzâî'ye dedim ki: "Ya Ebâ Amr! Dört
gündür yanındayım, senden sadece otuz hadis dinledim!" Evzâî: "Sert,
dört günde otuz hadisi az mı buluyorsun? Câbir b. Abdullah, bir hadis için
Mısır'a yolculuk yaptı. Bir deve satın alıp Ukbe b. Amirce gitti ve tek bir hadisi
sorup geri döndü. Sen ise dört günde otuz hadisi az buluyorsun! dedi.[463][463]
Ata b. Ebî Rabah anlatıyor: Ebû
Eyyûb (r.a), Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'tan işittiği bir hadisi,
Ukbe b. Amir'e (r.a) sormak için Mısır'a yolculuğa çıktı. Mısır'a geldiğinde, o
zaman, oranın emîri olan Mesle-me b. Muhalled el-Ensârî'nin evine geldi.
Kendisine geldiğini haber verdi. Mesleme, hemen dışarı çıkarak Ebû Eyyûb ile
kucaklaştı. Sonra ona: "Ya Ebâ Eyyûb! Seni buraya getiren sebep
nedir?" diye sordu. O da: "Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'tan
işittiğim bir hadisi, ben ve Ukbe dışında bilen kalmadı. O hadisi sormaya
geldim. Yanıma bir adam ver de bana evini göstersin," dedi. O da birisini
gönderdi. Uk-be'nin evine vardılar; haber verildi ve hemen dışarı çıktı. Ebû
Eyyûb'un boynuna sarıldı ve kendisine: "Ya Ebâ Eyyûb! Seni buraya getiren
nedir?" diye sordu. O da: ''Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'tan
işittiğim bir hadis... Mü'minin ayıbını örtmekle ilgili bu hadisi, seninle benden
başka bilen kalmadı. Şu hadisi tamamıyla bir söylesene," dedi. Ukbe şöyle
dedi: "Evet, Rasûlullah'ın şöyle buyurduğunu işittim: 'Kim, dünyada mü'min
kardeşinin ayıbını örterse, Allah da kıyamet günü onun ayıbını örter,'
buyurdu." Ebû Eyyûb (r.a): "Doğru söylediniz," dedi. Ayrılıp
bineğinin yanma gitti ve Medine'ye dönmek üzere hayvanına bindi. Mesleme b.
Muhalled, Ebû Eyyûb'a hediye göndermişti. Hediye ancak Mısır'ın Ariş beldesinde
kendisine ulaşabildi. [464][464]
Said b. Müseyyeb, demiştir ki:
"Ben, tek bir hadis için günlerce yol teperdim."[465][465] Dârimî, benzeri bir sözü, Bûsr b. Abdullah'tan,
şu lafızlarla rivayet eder: "Tek bir hadisi duyabilmek için bir şehirden
diğer bir şehire yolculuk yapardım."[466][466]
Ebu'l-Aliye ise şöyle der:
"Ashâb-ı Kirâm'dan nakledilen bir hadis duyardık; fakat tam kesinlik kazandırmak
için bineklerimize atlayıp bizzat kendilerinden işitmedikçe rahat
etmezdik."[467][467]
Buhârî ve Müslim, Salih b. Hay
el-Hemedânî'den rivayet ederler. O, demiştir ki: Şa'bî'nin yanındaydım.
Horasanlı birisi, ona: "Biz, Horasan'da, kişi cariyesini âzad edip sonra
onunla evlenirse bunu, birisinin deveyi Allah yolunda kurbanlık verip sonra da
ona binmesine benzetiyoruz, sen ne dersin?" diye sordu. Şa'bî, adama şöyle
dedi:
"Ebû Bürde b. Ebî Mûsâ, hana,
babasının: 'Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), buyurdu ki: Şu üç kimseye
iki kat sevap verilir:
1-
Yanındaki cariyesini güzelce eğitip terbiye eden ve sonra da âzad edip
evlenen kimse.
2- Allah'a (celle celâlühü) ve
efendisine karşı görevlerini tam yerine getiren köle.
3-
Ehl-i kitabdan olup kendi peygamberine iman eden ve Rasûlullah'a
yetişince de onu tasdik ve takip eden kimse,' dediğini nakletti."[468][468]
Daha sonra Şa'bî, soruyu sorana
şöyle der: "Bu hadisi herhangi bir zahmet çekmeksizin ve karşılık
ödemeksizin al. Önceleri kişi, bundan daha azı için Medine'ye kadar yolculuk yapardı."[469][469]
SÜNNETİN
HÜCCET OLUŞUNU İNKÂR EDENLERİN ORTAYA ATTIKLARI ŞÜPHELER VE BUNLARIN CEVABI^
Geçen açıklamalarımızdan anlaşıldı
ki; sünnetin hüccet oluşu dinî bir zarurettir ve bu, hiç bir rmı'minin kalbinde
şek ve şüphe bırakmayacak şekilde en açık delillerle ortaya konmuştur.
Ancak -sözüm ona- İslâm'ı
desteklemek, onu kendisine arız olan tebdil ve tağyirden temizlemek ve muhafaza
etmek isteyen bazıları, aklı zayıf müslümanların kalbini bozacak, sünnetin
hüccet oluşunu ortadan kaldıracak birtakım şüpheler ortaya atmışlardır.
Bu şüpheleri yayanlardan birisi de
Dr. Muhammed Tevfik Sıdkî'dir. O, Mecelletü'l-Menâr'da bunları yazıp yaymaya ve
"İslâm Sadece Kur'ân'dır" başlığı altında, onları savunmaya çalışmış,
bununla da dinine hizmet ve onu müdâfaa ettiğini zannetmiştir.
Şayet biz, bu şüpheleri anlatmaktan
ve fesadını açıklamaktan yüz çevirseydik; bu, bizim adımıza daha sağlam bir
görüş ve daha doğru bir davranış olurdu. Çünkü çürük ve çarpık bir sözden yüz
çevirip hiç bahsetmemek, onun yok olması ve sahibinin unutulması için en uygun
bir yol ve câhillerin nazar-ı dikkatini çekmemek için en iyi bir tedbirdir.
Şu kadar var ki; ümmet içinde
yayılan tehlikelerin şerrinden ve câhillerin birtakım hâdiselere kapılıp yanlış
fikirlere dalmalarından ve ilim sahiplerince makbul olmayan görüşlere hızla
koşmalarının acı neticelerinden korktuğumuzdan; bu şüphelerin tehlikesini
ortaya koyup, imkân niabetinde onlara cevaplar vermeyi, halk için daha önemli,
sonuç olarak da daha sevimli gördük. înşâallah, bunları tek tek ele alıp,
değerlendirmesini yaparak cevaplar vereceğiz.
Bu şüphe sahipleri diyorlar ki:
Allah Teâla, Kitabı'nda: "Biz Ki-tab'da hiçbir şeyi eksik bırakmadık.[470][470]
ve "BuKitab'ı sana, herşeyin bir açıklaması olarak indirdik,"[471][471]
buyurmaktadır.
Bu âyet-i kerîmeler, Kur'ân'm, dine
taalluk eden herşeyi ve dinî hükümlerin tamamını içerdiğini ifade ediyor.
Kur'ân'ın, dini her yönüyle açıklayıp bütün tafsilatıyla ortaya koyduğunu
belirtiyor. Bu durumda sünnet gibi başka bir şeyin, dinî hükümlere kaynaklık etmesine
ve onu açıklayıp tafsilâtım ortaya koymasına gerek kalmamıştır. Bunun aksini
savunmak, Kitab'm din konusunda yetersiz kaldığını ve herşeyin bir açıklaması
olmadığını söylemek olur. Böyle bir söz ise Allah Teâlâ'nm bizzat kendi
haberine muhalefet etmesi demektir ki, bu da imkânsızdır.
Cevap
Herşeyden önce, birinci âyet-i
kerîmede geçen el-Kitab ile kas-dedilen, Kur'ân'-ı Kerîm değil, "Leuh-i
Mahfuz" dur. Çünkü herşeyi içeren, bütün mahlukâtı, büyüğü, küçüğü,
geçmişi ve geleceği ile bütün ayrıntılarına varıncaya kadar içeren O'dur.
Nitekim Allah Rasûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem): "Kıyamete kadar
olacak bütün hususlarda kalem kurumuştur; yani herşey takdir edilmiştir,"[472][472] buyurmaktadır.
Âyet-i kerîmeleri, siyak ve
sibaklarına göre anlamak gerekir. Dikkat edilecek olursa, ilk âyet-i kerîmenin
Öncesinde Allah Teâlâ: 'Yeryüzünde yürüyen hayvanlar ve iki kanadı ile uçan
kuşlardan (ne varsa) hepsi sizin gibi bir ümmettir (onlar da sizin benzeriniz
bir topluluktur.)"[473][473] buyurmuştur. Bu âyetin hemen peşinden gelen
yukarıdaki âyete verilecek en uygun mânâ, yukarıda işaret ettiğimiz şekilde,
hayvanların da ömür, rızık, ölüm, saadet ve bedbahtlık gibi bütün hâlleri,
tıpkı insanınki gibi Kitâbu'l-Mahfuz'da, en ince detayına kadar tesbit
edildiğidir.
Eğer bu âyette de Kitab'dan
maksadın, ikinci âyet-i kerîmede olduğu gibi Kur'ân olduğunu kabullensek bile,
her iki âyeti de genel mânâda zahirlerine hamletmek mümkün olamayacaktır. Çünkü
bu, Kur'ân'ın, dine ve dünyaya ait her hükmün tafsilâtını ve izahını kapsadığını,
hiçbir şeyi eksik bırakmadığım söylemek olur. Aksi takdirde Allah Teâlâ'nın,
kendi haberine muhalefet etmiş olması icab eder. Kur'ân'm, dünyevî meseleleri
en ince detaylarına kadar zikretmediği açıktır. Aynı şekilde dinî hükümlerde de
yalnızca Kur'ân'la yetinmenin ne kadar güç bir iş olduğu ortadadır. O halde
âyetlerin zahirlerine değil, kasdedilen mânâsına uygun te'viline yönelmek
gerekmektedir.
Alimlerimiz, bu âyetleri çeşitli
şekillerde te'vil etmişlerdir. Bazıları: "Kitab (Kur'ân)'ın
indirilmesindeki asıl gaye, Allah'ın bilinmesi, hükümlerinin insanlığa
sunulması ve dinin izah edilmesi olduğu için o, yalnızca dine ait iş ve
hükümleri açıklamış, bu konuda hiçbir şeyi eksik bırakmamıştır,"
demişlerdir.
Ancak burada söz konusu olan
"beyân" iki kısımdır:
1- Nass Yoluyla Yapılan Beyân: Bu,
Kitab'm, itikad esasları, namaz, zekât, oruç ve haccın farz; ahş-veriş ve
nikâhın helâl; faiz ve fuhşiyatın haram olduğunu beyân etmesidir. Temiz ve pis
olan yiyeceklerin hükümleriyle ilgili beyânı da bu kısma girer.
2- Sâri Teâiâ'nın Kitabında, Kullan
İçin Bağlayıcı Birer Delil ve Hüccet Kabul Ettiği Diğer Delillere Havale Etmek
Suretiyle Yapılan Beyân.
Böyle olunca sünnet, icmâ, kıyas ve
muteber olan diğer delillerden herhangi birinin beyân ettiği her hüküm, Kur'ân
tarafından beyân edilmiş sayılır. Çünkü bize o delilin meşruiyetini beyân edip,
bizi ona yönelten ve kendisiyle amel etmeyi üzerimize vâcib kılan Kur'ân'dır.
Eğer o, bizi bu delille irşâd etmemiş ve gereği ile amel etmeyi vâcib kılmamış
olsaydı; ne biz bu hükmü elde edebilir ne de onunla amel edebilirdik. Bu
takdirde Kur'ân, teşriin (yasamanın esası) olup, şer'î hükümlerin tamamı ona
dayanmaktadır.
Bu konuda İmam Şafiî (204/819), şu
açıklamalarda bulunmuştur: "Mü'minlerin başına gelebilecek her türlü
hadiseye dair, o konuda doğru yolu gösterecek bir delil, Kur'ân'da mutlaka
mevcuttur." Zira Allah Teâlâ, şöyle buyurmaktadır: "Bu Kur'ân,
Rabb'lerinin izniyle, insanları karanlıklardan aydınlığa, (yani) herşeye galib
(ve), bütün övgülere lâyık olan Allah'ın yoluna çıkarman için sana indirdiğimiz
bir kitaptır."[474][474]
"Sana da kendilerine
indirileni, insanlara açıklayasın diye zikri indirdik. Beki düşünüp ibret
alırlar."[475][475]
"Sana bu Kitab'ı, herşeyin bir
açıklaması, bir hidâyet (rehberi) ve bir rahmet (vesilesi), müminler için de
bir müjde (habercisi) olarak indirdik."[476][476]
"Aynı şekilde sana da
emrimizden (tarafımızdan) bir ruh (manevî hayat kaynağı) vahyettik. Sen (daha
Önce) kitab nedir, iman nedir bilmiyordun. Fakat biz, onu, kullarımızdan
dilediklerimizi, kendisiyle hidâyete kavuşturduğumuz bir nur kıldık. (Rasûlüm)
şüphesiz sen doğru yola iletensin."[477][477]
Burada beyân, usûl ve fürû ile ilgili
herşeyi kapsayan bir kelimedir. Bütün bunlar için şunu söyleyebiliriz: Onlar,
Kur'ân'm kendi dillerinde indiği muhatapları için bir beyândır. Bu mânâların
bir kısmı, açıklama yönünden diğerinden kuvvetli olabilir. Fakat her halükârda
dili, konuşanlar için anlaşılmaları yönünden seviyeleri birbirine yakındır.
Arap lisanını bilmeyenlerin yanında ise bu mânâlar birbirinden farklılık
arzeder.
Allah'ın Kitabı'nda verdiği
hükümlere baktığımızda, kulların ubudiyette bulunmaları için yapılan beyanlar
birkaç türlüdür:
1- Bunlardan bir kısmını Allah
Teâlâ, Kur'ân'da bizzat kendisi açıklamıştır. Namaz, zekât, hac ve oruç gibi
kulların yapması gereken farzların tamamı, açık ve gizli fuhşiyatla zina,
içki, domuz eti, kan ve leşin yenilmesinin haram kılınması, abdestin farzları
ve bunlardan başka nasla bildirilen diğer hususları bu kısma girer.
2- Farziyeti, Katab'la hükme
bağlanan, keyfiyetinin izahı (nasıl yapılacağı) ise Peygamber'e bırakılan
hususlar. Namaz ve zekâtın miktarı, vakitleri ve Allah Teâlâ'nm Kitabı'nda farz
kıldığı diğer hususlar buna örnektir.
3- Allah'ın, hakkında herhangi bir
hüküm bildirmediği konularda Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in
sünnetiyle hükme bağlanan hususlar. Cenâb-ı Hakk, Kur'ân-ı Kerîm'de, Rasûlü'ne
itaati ve hükmüne müracaat edip teslim olmayı farz kılmıştır. Rasûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'m verdiği hükümleri kabul eden, Allah'ın bunu farz
kılmasından dolayı kabul etmektedir.
4- Allah Teâlâ'nın, hakkında
içtihadı farz kıldığı hususlar. Cenâb-ı Hakk, bizzat farz kıldığı konularda, kullarını
imtihan ettiği gibi böyle durumlarda, onların içtihad hakkındaki tutumlarını da
He-nemektedir. Nitekim, âyetlerinde şöyle buyurmuştur: 'Yemin olsun ki,
içinizden cihad edenlerle, sabredenleri belirleyinceye ve haberlerinizi
açıklayıncaya kadar, sizi imtihan edeceğiz."[478][478]
"Allah, içinizdekileri yoklamak
ve kalblerinizdekini temizlemek için (böyle yaptı.)"[479][479]
"Umulur ki, Rabbiniz;
düşmanlarınızı helak eder ve onların yerine sizi yeryüzüne hâkim kılarak nasıl
hareket edeceğinize bakar."[480][480]
İmam Şafiî, daha sonra sözlerine
şöyle devam eder:[481][481] "Bir diğer beyân çeşidi de Rasûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'ın, Kitab'da zikredilmeyen konularda sünnetiyle hüküm ortaya
koymasıdır." Bizim bu kitapta belirttiğimiz gibi Allah Teâlâ, kullarına
Kitab ve hikmeti öğretmesini bir nimet olarak zikretmiştir. Bu, bize, hikmetten
maksadın sünnet-i seniyye olduğunu göstermektedir. Allah Teâlâ'nın, Rasûlü'ne
itaati farz kılması ve O'nun dindeki konumuna dair zikrettiklerimiz de bu
anlayışı desteklemektedir. Kur'ân'da bizzat zikredilerek farz kılınanların
beyânı ise şu şekillerde olur:
1- Kitab'm son derece açık ve
anlaşılır bir şekilde beyân ettikleri: Bu durumda, Kur'ân'm yanında başka bir
şeye ihtiyaç duyulmaz.
2- Gayet açık bir şekilde farz
kılınanlar: Allah Teâlâ, Rasûlü'ne itaati bu şekilde farz kılmıştır. Böylece, O
da Allah'ın emri ile bu far-ziyyetin nasıl ve kimlere farz olduğunu, ne zaman
farziyetinin icab edip hangi durumlarda ortadan kalkabileceğini beyân etmiştir.
3- Kur'ân'da, hakkında hiçbir nass
bulunmayıp Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in sünneti vasıtasıyla
beyân edilenler: Sünnette anlatılan ve Kitabı'ndaki farzların tamamını kabul
eden bir kimse, O'nun kullarına, Rasûlü'ne itaat etmelerini ve hükmüne boyun
eğip teslim olmalarını farz kılışından dolayı, Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi
ve sellem)'ın sünnetini de kabul eder. Şu halde, kim, Rasûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'m hükmünü kabullenirse, aslında Allah'ın hükmünü kabullenmiş
demektir. Çünkü Allah Teâlâ, O'na itaati farz kılmıştır.
Her ne kadar Allah ve Rasûlü'nün bir
şeyi farz kılması, helâl ve haramı beyân etmesi, hadleri belirleme ve
belirtmesi değişik üslûblarda olsa ve ikisinin hükümlerini kabulün sebepleri
farklı gibi gözükse de Kur'ân'daki hükümlerle, sünnetteki hükümleri kabul etmek,
aslında her ikisini birden Allah'tan kabullenmek anlamına gelir. Çünkü her
ikisinin kaynağı da vahiydir ve O'nun katından gelmektedir. Şüphesiz Allah
Teâlâ, dilediği gibi hüküm ve tasarrufta bulunur. "Allah yaptığından
sorumlu olmaz; fakat onlar, her yaptıklarından sorulur ve sorumludur."[482][482]
Son kısımdaki açıklamadan, Dr.
Tevfik Sıdkî'nin: "İslâm Yalnızca Kur'ân'dan İbarettir" adlî
makalesindeki: "Niçin dinin bir kısmı Kur'ân, diğer bir kısmı hadis olsun
ki? Bunun hikmeti ne olabilir?" şeklindeki sorularına cevap ortaya
çıkmıştır.
Nakledildiğine göre İmam Şafiî
(r.h), bir gün Mescid-i Ha-ram'da otururken: "Bana, ne sorarsanız sorun,
cevabını Allah'ın Ki-tabı'ndan verebilirim," demiştir. Bunun üzerine
birisi, ihramlı iken eşek arısını öldürmenin hükmünü sormuş. îmanı, bir şey
gerekmeyeceğini söylemiş, soru sahibi: "Peki bu, Allah'ın Kitabı'nın
neresinde?' deyince, İmam: "Allah Teâlâ: 'Rasûl size neyi verirse onu
alın,'[483][483]
buyuruyor," karşılığım vermiş ve senediyle birlikte şu hadisi zikretmiştir:
"Benim sünnetime ve benden sonraki Râşid halifelerin sünnetine
(uygulamasına) yapışınız.[484][484]
Daha sonra da Hz. Ömer, Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'in "İhramlı birisi, eşek arısı Öldürebilir,"
hükmünü söylemiştir. Böylece üç delille, Allah'ın Kitabı'ndan hüküm çıkararak
kendisine sorulan sorunun cevabını vermiştir. Benzeri bir rivayet de döğme
yaptıranlar hakkında, İbn Mesud'dan (r.a) rivayet edilmiştir.[485][485]
Hatırlanacağı üzere zina eden işçi
ile ilgili hadiste, işçinin babası Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'e:
"Bize Allah'ın Kitabı'yla hükmet," demiş, Rasûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) da: "Aranızda Allah'ın Kitabı'yla hüküm verece-ğim,
"diyerek işçiye bir yıl sürgün ve sopa cezası, kadına da suçunu itiraf
ettiği takdirde recm cezası hükmünü vermiştir. Buradan hareketle el-Vâhidî:
"Allah'ın Kitabı'nda ne recm ve ne de sürgün cezası zikredilmemektedir.
Öyleyse bu, Rasûlullah'ın verdiği bütün hükümlerin, aynen Allah'ın Kitabı'ndaki
hükümler gibi olduğunu göster-mektedir," demiştir.[486][486]
2- Yukarıda geçen âyet-i kerîmelerin
bir diğer te'vili ise şöyledir: Kur'ân,
bir bütün olarak dine taalluk eden hiçbir şeyi eksik bırakmamış, teferruata
inmeden, şeriatın temel prensiplerini beyân etmiştir. İbâdet ve muamelâta dair
hususların, araştırılıp tesbit edilmesi esnasında müçtehidlerin istinbatta bulunabilmeleri
için bunun yeterli olmadığı malumdur. Bu yüzden, mutlaka mücmeli (kapalı hükümleri)
tafsil edip açıklayan bir kaynağa müracaat etmeleri gerekmektedir. Bu kaynak
da hiç şüphesiz sünnettir. Sünnetin teşrî'de (hüküm koymada) müstakil oluşundan
bahsederken, bu konu üzerinde durulacaktır.
Ebû Süleyman el-Hattâbî (388/998),
Meâlimü's-Sünen adlı eserinde demiştir ki: "İbnu'l-Arabî'den Sünen-i Ebî
Dâvudu dinlerken, eliyle önündeki nüshaya işaret ederek şöyle dedi: "Eğer
bir kimsenin yanında, Allah'ın Kitabı ve bir de şu kitab (Ebû Davud'un
Sü-nen'i) bulunsa; ilim konusunda, başka bir şeye ihtiyaç duymazdı."[487][487]
İbnu'l-Arabî, sözünde hiç şüphesiz
haklıdır. Çünkü Allah Teâlâ, Kitabı'nı herşeyi açıklamak üzere göndermiş ve:
"Biz Kitab'da hiçbir şey eksik bırakmadık,"[488][488]
buyurmuştur. Bununla Allah Teâlâ, dinin kapsamına giren her konuyu, Kur'ân'm
içermekte olduğunu haber vermiştir. Şu kadar var ki beyân (açıklama), iki
şekilde olur:
a- Beyân-ı celî (açık beyân): Bizzat
nass zikredilerek yapılan beyândır.
b- Beyân-ı hâfî (gizli beyân):
Kur'ân lafızlarının zımnen ifade ettiği mânâlar bu kısma girer. Bu tür beyânın
geniş izahı, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellemye bırakılmıştır.
Allah Teâlâ'nm: "İnsanlara indirileni, kendilerine açıklayasın diye, sana
da Kitab'ı indirdik,"[489][489] âyetinin ifade ettiği mânâ da budur. Kim,
Kitab ve sünneti, beraberce ele ahr ve hükümlerine uyarsa, her iki beyân
şekline (açık ve gizli kısmına) tam olarak vâkıf olmuş olur.
3- Müfessir Âlûsî (1270/18353),
yukarıdaki âyetlerin bir başka şekilde te'vili konusunda, bazı âlimlerin şu
görüşünü nakleder: "İşler, dinî ve dünyevî olmak üzere iki kısımdır.
Dünyevî olanları ile Peygamber'in bir ilgisi yoktur. Çünkü O, aslen onlar için
gönderilmemistir. Dinî olanlar ise ya aslîdir veya fer'tdir. Aslî konuların
yanında fer'î meselelerin pek ehemmiyeti yoktur. Zira herşeyden önce, peygamberlerin
gönderilmesindeki yegâne hikmet, tevhid ve benzeri hususlardır. Hem kulların
yaratılmasından asıl maksat, Allah Teâlâ'nm tanınmasıdır. Nitekim âyet-i
kerîm.ede: 'Ben, insanları ve cinleri, ancak bana kulluk etsinler diye
yarattım,'[490][490] buyrulmakta-dır. Müfessirlerin çoğu buradaki
'kulluk' kelimesini 'marifet' (Allah'ın bilinmesi, tanınması) olarak
yorumlamışlardır. Ayrıca tasavvuf ehlinin sahih kabul ettiği meşhur bir kudsî
hadiste de: 'Ben gizli hazine idim, tanınmayı arzuladım; bu maksatla mahlûkatı
yarattım,'[491][491] şeklinde haber verilmektedir. Kur'ân-ı
azîmüşşân, dinin aslî meselelerini en güzel ve en kâmil mânâda açıklamayı
tekeffül etmiştir. Ayette geçen 'her şeyden' maksat da bu olsa gerektir.
"[492][492]
Sünneti inkâr edenlerin, bir diğer
iddiaları da şudur: Allah Teâlâ: "Kur'ân'ı biz indirdik. Onu muhafaza
edecek olan da biziz,"[493][493]
buyuruyor. Bundan, Cenâb-ı Hakk'm sünnetin değil, sadece Kur'ân'm muhafazasını
üstlendiği ve bunun garantisini verdiği anlaşılıyor. Eğer sünnet de Kur'ân
gibi hüccet ve delil olmuş olsaydı, Allah Teâlâ, onun da korunmasını kendi
üzerine alırdı.
Cevap
Allah Teâlâ, Kitabı'yla, sünnetiyle,
bütün şeriatı muhafaza etmeyi tekeffül edip garantisi altına almıştır. Şu
âyet, buna delâlet etmektedir: "(Kâfir ve münafıklar), ağızlarıyla
Allah'ın nurunu söndürmek istiyorlar. Allah ise kâfirler istemese de nurunu tamamlamayı
murâd etmektedir."[494][494]
Allah'ın nurundan maksat, O'nun
şeriatı, kulları için seçip onları kendisiyle mükellef tuttuğu dindir. Bu din,
insanların maslahatlarını içermektedir. Allah onu, gerek Kur'ân ve gerekse
Kur'ân dışında gönderdiği vahiyle, Rasûlü'ne inzal etmiştir. Tâ ki insanlar,
onunla amel ederek dünya ve âhirette saadet ve hayırlarına olan şeye ulaşabilsinler.
Allah Teâlâ'nm: "Zikri
(Kur'ân'ı) biz indirdik, onu koruyacak olan da biziz" âyetine gelince,
âyetin metnindeki "lehû" zamiri hakkında, âlimler iki görüş ileri
sürmüşlerdir:
1- Bu zamir, Hz. Muhammed (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'e işaret etmektedir. Eğer böyle anlaşılacak olursa,
muhaliflerin âyet-i kerîmeden kendilerine delil getirmeleri sahih değildir.
(Çünkü bu durumda korunması üstlenilen Kur'ân değil, Peygamber olmuş olur.)
2- Bu zamir, daha önce geçen
"ez-Zikr" kelimesine işaret etmektedir. Eğer "ez-Zikri" de
Kitab ve sünnet ile beraber şeriatın tamamı olarak yorumlarsak, yine onunla
delil getirmeleri mümkün olmayacaktır. Şayet "ez-Zikri"yi Kur'ân
olarak tefsir etmek durumunda kalırsak, o zaman âyette, Kur'ân'm dışındakileri
devre dışı bırakan hakiki bir tahsisin
varlığını söyleyemeyiz. Çünkü Allah Teâlâ, Kur'ân'dan başka daha pek
çok şeyi korumuştur. Örneğin Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'ı
düşmanların öldürmesinden ve hilesinden, kıyamete kadar arş, yer ve gökleri
dağılıp parçalanmaktan korumuştur. Şayet, buradaki tahsis izafi olup, sadece
özellikle (Kur'ân) içinse, bu durumda ona işaret eden bir karine ve delil
olması gerekir. Halbuki, bunun için sünnet olsun, başka bir şey olsun,
gösterecek herhangi bir delil yoktur. Ayetin metninde "lehû" câr ve
mecrûrunun Öne alınması, hasr için olmayıp âyet başlarındaki münâsebet ve uyumu
korumak içindir.
Bir de şu var: Şayet âyet-i kerîmede
tahsis, sırf Kur'ân'a yapılmıştır desek bile, sünnet, hükmün dışında kalmaz.
Çünkü Kur'ân'm muhafazası, sünnetin korunmasına bağlıdır ve durum bunu gerektirmektedir.
Çünkü sünnet, Kur'ân'm en sağlam kalesi ve kalkanı, en güvenilir muhafızı ve en
güzel sarihidir. O, Kur'ân'm mücmelini tafsil, müşkilini tefsir, müphemini
tavzih, mutlakını takyid ve has ifadelerini genelleştirir. Aynı zamanda onu,
nevalarına uyan ve abesle meşgul olanların kendi keyf ve gayelerine göre
yorumlamalarından, fitnenin elebaşlanyla şeytanların ilkâ ve ifsadlanndan
korur. Dolayısıyla Sünnetin muhafaza,edilmesi, Kur'ân'm korunma sebeplerinden
birisidir ve onun korunması, Kur'ân'm muhafazası demektir.
Şüphesiz Allah Teâlâ, Kur'ân'ı
muhafaza ettiği gibi sünneti de muhafaza etmiştir. Bunun bir sonuca olarak da
her ne kadar ümmetin her ferdi aynı şekilde sünnetin tamamını öğrenememiş olsa
da İslâm ümmetinin bütününe, sünnetin hiçbir kısmı gizli kalmamıştır.
İmam Şafiî (r.h), Arap dilinden söz
ederken şu görüşlere yer vermiştir: "...Arap dili, lisanlar arasında en
fazla lafız ve en geniş mânâları içeren bir dildir. Uz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) dışında, bu dilin bütününü ihata eden birisini bilmiyoruz.
Ancak dilin hiçbir şeyi, onu konuşanların tamamına gizli kalmamıştır.
Binâenaleyh, dili bilen kimse yoktur denilemez. Yani bir dili konuşanların, o
dil hakkındaki tek tek bildikleri bir araya getirilince, dilin tamamı ortaya
çıkar..."
"Arapların lisan bilgisi,
fakihlerin sünnet bilgisi gibidir. Sünneti her yönüyle bilen kimse olduğunu
bilmiyoruz. Fakat sünnet âlimlerinin hepsi bir araya getirilince, sünnet
ilminin tamamı elde edilmiş olur. Her birinin bilgisi ayrılınca bazısı, bir
kısmından yoksun kalır. Ama onda gizli kalan, başka birisinin yanında mutlaka
mevcuttur."
"...Sünneti bilenler de derece
derecedir; bir kısmı, sünnetin çoğunu, bazısı da bir kısmını bilmektedir.
Sünnetlerin çoğunu bilen birisinin, bilmediğini, ille de kendi seviyesinin
üstündekilerden öğrenmesi gerekmez. Pekâlâ, kendi seviyesinde olanlardan da
öğrenebilir. Neticede sünneti tamamıyla öğrenmiş olur. Sünnetlerin tamamı hususunda
bütün âlimler, tek bir fert gibidir. Ama her biri, belledikleri sünnet oranında
derece derecedirler."[495][495]
Allah Teâlâ, her asırda, Kitabı'nı
bir önceki nesilden diğerine nakledecek çok sayıda güvenilir hafızlar yarattığı
gibi aynı şekilde, sünnet için de bir o kadar, belki de daha fazla, itimada
şayan insanlar yaratmıştır. Bu insanlar, ömürlerini sünneti araştırmaya vakfetmişler,
kendileri gibi adil ve güvenilir kimseler vasıtasıyla hadisleri, Rasûhıllah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'tan nakledegelmişlerdir. Sonunda sahih olanı, sahih
olmayandan ayırarak her türlü şaibe ve şüpheden temiz bir şekilde bize kadar
ulaştırmışlardır. Gözü ve gönlü açık olana bu gerçek, sabah aydınlığı gibi
aşikârdır.
Allah Teâlâ, Kur'ân'ı koruduğu gibi
sünneti de korumuştur; onu, Kitabı'nın koruyucusu, bekçisi ve açıklayıcısı
yapmıştır. Böylece sünnet, münafıkların şüphelerine, hilekârlarm tereddütlerine
karşı keskin bir kılıç; her zaman, mülhidlerin boğazında bir düğüm, zındıkların
gözünde bir diken olmuştur.
Hiç şüphesiz, İslâm düşmanlarının,
sünnetin hüccet oluşunu iptal ve ona sarılanların kalbim ifsad etmekteki tek
gayeleri, dini yıkmaktır. Fakat kâfirler istemeseler de Allah, nurunu tamamlayacaktır.
Sünnetin hüccet oluşunu inkâr
edenlerin bir diğer şüphesi ve iddiası şudur: "Sünnet hüccet olsaydı; Uz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem), yazılmasını emreder, Sahabe ve
Tabiîn de cem ve tedvin için gerekli girişimlerde bulunurlardı. Çünkü sünnetin
hüccet oluşu, ona, gereken ihtimamın verilmesini, korunması için gereken
titizliğin gösterilmesini ve bu uğurda gerekli çalışmaların yapılmasını
gerektirir. Ancak böylece sünnet, tahrif ve tebdilden, unutularak kaybolup
gitmekten ve ehliyetsiz kimselerin, onda hata etmelerinden korunmuş olur. Bu
ise ancak gelecek nesillerin, sübûtu kat'î bir tarzda, onu elde etmelerini emir
ve bu imkânı oluşturmakla mümkün olur. Malumdur ki, sübûtu zannî olanlarla
ihticacta bulunmak (hüküm çıkarmak), doğru değildir. Nitekim Allah Teâlâ:
'Bilmediğin şeyin peşine düşme!”[496][496] ve 'Onlar
ancak zanna tâbi oluyorlar,'[497][497]
buyurmaktadır.
Sünnetin sübûtunun kati olabilmesi
de ancak Kur'ân için yapıldığı gibi yazıya geçirilip tedvin edilmesi ile
mümkündür. Fakat böyle yapılmamıştır. Çünkü Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve
sellem), hadislerin yazılmasını emretmediği gibi yazılmasını dahi yasaklayıp
önceden yazılmış bulunanların da imha edilmesini emretmiştir. Sahabe ve Tabiîn
de aynı tarzda hareket etmişler, iş bununla da kalmamış, içlerinden bazıları,
hadis rivayetinden çekinmiş yahut çok az rivayette bulunmuş, başkalarını da çok
hadis rivayet etmekten menetmişlerdir.
Daha sonra sünnetin yazım ve tedvini
olmuş; ancak bu, hadislerde hata, nisyan, tebdil ve tağyirin arız olmasına
imkân verecek kadar uzun bir müddet geçtikten sonra gerçekleştirilmiştir. Bu
durum, hadislerin bir kısmında şüphelere yol açıp kat'iyyetine gölge düşürmüş,
onu itimada şayan ve hükme medar olmaktan uzaklaştır mış-tır..."
Sonuç olarak, Rasûlulah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'ın, Sahabe ve Tâbiîn'in davranışları, Şâriin (Allah'ın),
sünnetin kat'î bir şekilde sübûtunu murâd etmediğini göstermektedir. Aynı
zamanda bu irade, Şâriin nazarında sünnetin muteber bir delil olmadığını ve
hüccet olarak kullanılamayacağını da ortaya koymaktadır. İddiamızı isbat ve
seni bu konuda ikna edecek hadis ve haberleri sunuyoruz:
Ebû Said el-Hudrî, Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'in şöyle buyurduğunu haber vermiştir: "Benim sözlerimi
yazmayınız! Kim, benden, Kur'ân dışında bir şey yazmışsa, onu derhal yok etsin.
Benden, (ağız yoluyla) rivayette'bulunmanızda ise bir mahzur yoktur. Kim, bana
yalan isnâd ederse, Cehennem'deki yerine hazırlansın."[498][498]
Yine Ebû Said el-Hudrî (r.a)
anlatıyor: "Biz, oturmuş Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'tan
işittiklerimizi yazıyorduk. Bu arada Efendimiz (aleyhisselâm) çıkageldi ve: 'Ne
yapıyorsunuz?' diye sordu. 'Sizden işittiklerimizi yazıyorduk,' diye karşılık
verdik. Bunun üzerine:
'Allah'ın Kitabı'nın yanında, başka
bir kitap daha mı istiyorsunuz? Allah'ın Kitabı'nı herşeyden tecrid edin, ona
bir şey karıştırmayın,' buyurdu. Bizler de yazdıklarımızın hepsini bir araya
toplayarak ateşle yaktık. Sonra da:
'Ey Allah'ın Rasûlü! Sizden hadis
rivayet edebilir miyiz?' diye sorduk. Efendimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
de:
'Evet, benden hadis rivayet ediniz,
bunda herhangi bir sakınca yoktur. Ancak kim, benim adıma bilerek yalan
söylerse, Cehennem'deki yerine hazırlansın,' buyurdu. Biz:
'Ya Rasûlallah! îsrailoğullarından
rivayette bulunabilir miyiz?' diye sorunca, Allah Rasûlü (salla’llâhü aleyhi ve
sellem):
'Evet, îsrailoğullarından da
rivayette bulunmanızda bir sakınca yoktur. Çünkü sizin onlardan rivayette
bulunduğunuz şeylerin, daha da acâibleri onlarda vardır,'[499][499]
karşılığını verdi."
Muttalib b. Abdullah Hantab şöyle
demiştir: "Bir gün Zeyd b. Sabit (r.a), Hz. Muâviye'nin huzuruna girdi.
Muâviye, ona bir hadis sordu. Zeyd, hadisi haber verince, birisinden onu
yazmasını emretti. Bunun üzerine Zeyd (r.a): 'Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve
sellem), bizlere, hadisleri yazmamamızı emretmişti,' diye hatırlattı. Muâviye
(r.a) de isteğinden vazgeçip yazıyı sildirdi. "[500][500]
Kasım b. Muhammed, şöyle demiştir:
Hz. Âişe (r.a), dedi ki: "Babam (Ebû Bekir), Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi
ve sellem)'ın beşyüz kadar hadisini bir araya getirmişti. Bir gece onu çok
sıkıntılı bir halde gördüm; bu hâlinden ben de huzursuz oldum ve kendisine, bir
rahatsızlığından dolayı mı yoksa kötü bir haber nedeniyle mi kederlendiğini
sordum. Sabahleyin, yanımda bulunan hadisleri getirmemi istedi; ben de götürdüm.
Ateş istedi ve onları yaktı. Sonra da: 'İçlerinde, kendisine itimad ettiğim
kimselerden rivayetler vardı. Onların bana rivayet ettiği şekilde
olmayabileceğini düşündüm. Binâenaleyh, onları üstüme almaktan endişe ettim ve
onlar senin yanmdayken ölüp gitmekten korktum,' dedi."
Hâkim aynı haberi, başka bir yolla
şu ilâve lafızlarla rivayet etmiştir: "Burada benim kaydetmediğim bir
hadis olabilir. O zaman insanlar: 'Eğer Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) bunu söylemiş olsaydı, Ebû Bekir'in bundan haberi olması gerekirdi/
derler. Bilemem, belki de ben, size naklettiğim rivayetleri harfi harfine
işitmemiş olabilirim."[501][501]
Haberi Ali el-Müttakî (975/1 (1587),
Muntehâbu Kenzi'l-Um-mal adlı eserinde zikretmiştir. Zehebî (748/1347) de aynı
haberi, Tezkîretu'l-Huffâz adlı eserinde Hâkim yoluyla zikretmiş ve sahih
olmadığını söylemiştir.
Yine ez-Zehebî, aynı eserinde şunu
kaydeder: İbn Ebî Müley-
ke'den gelen bir rivayete göre Hz.
Ebû Bekir (r.a), Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'m vefatının ardından
insanları toplamış ve onlara şöyle demiştir: "Sizler, Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'den hadis rivayet ediyor ve onlarda da ihtilâfa düşüyorsunuz.
Sizden sonrakilerin ihtilâfı ise daha fazla olacaktır. Bunun için Rasûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'tan hiçbir şey rivayet etmeyin. Kim, sizden rivayette
bulunmanızı isterse ona: 'Aramızda Allah'ın Kitabı var, helâlini helâl,
haramını da haram olarak kabul edin,'deyin."[502][502]
Karaza b. Ka'b, şöyle demiştir:
"Bizler, Irak'a gidiyorduk. Hz. Ömer de (r.a) bizimle birlikte 'Sırâr'
mevkiine kadar geldi. Azalarını ikişer kere yıkamak suretiyle bir abdest aldı.
Sonra da:
'Sizinle niçin yürüdüğümü biliyor
musunuz?' diye sordu.
'Evet, Allah Rasûlü'nün ashabı
olduğumuz için bizimle yürüdün,' dedik. Bunun üzerine o:
'Kuşkusuz siz, Kur'ân okurken
(kıraatini tam beceremedikleri ve yeni Kur'ân öğrendikleri için) arı uğuldaşır
gibi uğuldaşan bir beldeye gidiyorsunuz. Onları hadislerle, Kur'ân'dan alıkoyup
meşgul etmeyin. Kur'ân'ı herşeyden tecrid edin (ona bir şey karıştırmayın), hadis
rivayetini de azaltın. Haydi şimdi gidin, ben de (gönlümde) sizinle beraberim/
dedi. Karaza, Kûfe'ye geldiği vakit, hadis rivayet etmesini istemişler, o:
'Ömer (r.a), bize bunu yasakladı,' karşılığını vermiştir,"[503][503]
Ebû Hureyre'ye (r.a): "Sen,
Ömer (r.a) zamanında da böyle rivayette bulunabiliyor muydun?" diye
sormuşlar, o da: "Eğer ben, Ömer (r.a) devrinde, şimdiki gibi hadis
rivayetinde bulunsaydım, hiç şüphesiz beni sopalardı,"(33b)demiştir.
Şu'be, Sa'd b. İbrahim'den, o da
babasından naklettiklerine göre Hz. Ömer (r.a), hadis rivayetinde çok ileri
gittikleri için İbn Mesud, Ebu'd-Derdâ ve Ebû Mesud el-Ensârî'yi hapsetmiş ve
kendilerine: "Siz, Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'tan fazlaca
hadis rivayet edip duruyorsunuz," demiştir.[504][504]
Urve b. Zübeyr, şöyle demiştir: "Ömer b. el-Hattab (r.a),
sünnetlerin yazılmasını istedi ve bu
konuda ashâb ile istişare etti. Onlar da yazılması yönünde görüş bildirdiler.
Hz. Ömer (r.a), bir ay süreyle, Allah Teâlâ'ya istiharede bulunduktan sonra
Allah, onun kalbinin belli bir yönde itminan bulmasına yardım etti ve bir
sabah, ashabın yanına çıkarak:
'Ben, sünnetlerin yazılmasını
istiyordum. Fakat sizden Önceki milletleri hatırladım. Onlar, birtakım kitaplar
yazıp onun başına üşüşerek Allah'ın Kitabı'nı terk etmişlerdi. Allah'a yemin
olsun ki ben, O'nun Kitabı'na hiçbir şeyi karıştırmak istemem,' dedi."[505][505]
İbn Vehb, İmam Mâlik'in şöyle
dediğini haber vermiştir: "Hz. Ömer (r.a), hadisleri yazmak istemiş veya
yazdırmıştı. Daha sonra: 'Allah'ın Kitabı'yla birlikte başka bir kitab olamaz,'
dedi."
İmam Mâlik (r.h), İbn Şihab'm,
yalnızca kavminin nesebini içeren bir kitaba sahip olduğunu, zira o zamanki
hadisçilerin yazma âdetlerinin bulunmadığını, âlimlerin yalnızca
ezberlediklerini, içlerinden bazıları yazmışsa, bunu ancak ezberlemek için
yaptığını, ezberleyince onu imha ettiklerini söylemiştir.[506][506]
Yahya b. Ca'de nakleder: "Hz.
Ömer (r.a), bir ara sünnetin yazılmasını arzu etti. Ama daha sonra kendisinde,
yazılmaması yönünde bir kanaat oluştu. Şehir merkezlerindeki valilerine bir
tamim göndererek yanında yazılı hadis bulunanların, onu imha etmesini istedi."[507][507]
Câbir b. Abdullah b. Yesar
anlatıyor: "Hz. Ali (k.v), bir hutbesinde: Yanında, yazılı hadis sahifesi
bulunan herkesin, onu imha etmesini istiyorum. Zira önceki milletler,
âlimlerinin kitaplarına tâbi olup, Allah'ın Kitabı'nı terk ettikleri için helak
olmuşlardır,'dedi."[508][508]
Ebû Nadra, şöyle anlatır: "Ebû
Said el-Hudrî'ye:
'Senden işittiğimiz hadisleri
yazabilir miyiz?' dedik.
'Hayır! Yoksa siz, onları mushaflar
hâline getirmek mi istiyorsunuz? Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
bize konuşur, biz de ezberlerdik. Biz nasıl ezberlediysek, sizler de öyle
ezberleyin,' dedi."[509][509]
Yine Ebû Nadra şöyle demiştir:
"Ebû Said el-Hudrî'ye (r.a): 'Sen, bize Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi
ve sellem)'den güzel hadisler rivayet ediyorsun. Biz ise onlara birtakım ilâvelerde
bulunmaktan veya bazı şeyler çıkarmaktan korkuyoruz/dedim. O da: 'Siz,
hadisleri Kur'ân mı yapmak istiyorsunuz? Hayır, hayır. Biz, Rasûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'dan nasıl almışsak, siz de bizden öylece alın,'dedi."[510][510]
Ebû Kesir, Ebû Hureyre (r.a)'nin:
"Biz, hadisleri ne yazar ne de yazdırırdık," dediğini haber
vermiştir.[511][511]
İbn Abbas (r.h)'dan da: "Biz,
hadisleri ne yazar ve ne de yazdırırız," dendiği rivayet edilmiştir.[512][512]
Yine İbn Abbas'm (r.h), hadisleri
yazmaktan nehyettiği ve: "Sizden evvelki milletler, yalnızca, bu tür
kitaplarla ilgilenmişler ve sapıtmışlar dır," dediği rivayet edilmiştir.[513][513]
Ebû Bürde de babasından işittiği
hadis ve haberlerle, pek çok kitap yazdığını, bir gün babasının, onları
isteyerek su ile sildiğini söylemiştir.[514][514]
(37) ibn Abdilberr, a.g.e., I, 65.
Şa'bî anlatıyor: "Mervan, Zeyd
b. Sâbit'i (r.a) ve haberi olmadan ondan hadis yazan bir topluluğu yanına
çağırdı. Topluluk, durumu kendisine bildirdi. Zeyd (r.a), onlara: 'Ne
biliyorsunuz, belki de size bildirdiğim hadisler, haber verdiğim gibi
olmayabilir; bunun için her duyduğunuzu yazmayın,' dedi."[515][515]
Aşağıda gelen rivayetler de Ibn
Abdilberr'e aittir.
Süleyman b. el-Esed el-Muhâribî, İbn
Mesud'un, hadislerin yazılmasından hoşlanmadığını haber vermiştir.
Esved b. Hilâl de şöyle demiştir:
"Abdullah b. Mesud (r.a), içerisinde hadis yazılı olan bir sahife getirdi.
Su isteyerek, onu yıkadı ve üzerindeki yazıları sildi. Sonra da yakılmasını
emretti. Arkasından: Allah aşkına! Yanında yazılı sahife olan birini bilen varsa,
onu bana söylesin; eğer o sahifenin, tâ Hind diyarında olduğunu bilsem kalkar,
oraya giderim. Çünkü sizden önceki Kitab ehli, Allah'ın Kita-bı'nı terk ve
ihmal ettikleri ve sanki onu hiç bilmiyormuş gibi davrandıkları için helak
oldular/ dedi."
Abdurrahman b. Esved, babasının
şöyle dediğini haber vermiştir: "Alkame ile birlikte bir sahife buduk ve
doğru Ibn Mesud'a (r.a) gittik. Vakit de öğle sıraları idi. Belki dinleniyordur
diye, kapısında oturduk." Bir ara cariyesine:
"Bak bakalım, kapıdakiler kim?"
dedi. Câriye de:
"Alkame ile Esved" diye
karşılık verdi.
"İzin ver de içeriye
girsinler," dedi. İçeriye girdik. Bize:
"Çok beklemişe
benziyorsunuz," dedi.
"Evet," dedik.
"Peki, neden izin
istemediniz1?" deyince:
"Uykuda olduğunuzu düşünerek,
rahatsız etmekten çekindik," dedik. Bunun üzerine:
"Hakkımda böyle düşünmenizden
hoşlanmam; zira bu vakit öyle bir vakit ki biz, onu gece namazıyla kıyas
ederdik (onun gibi faziletli görürdük.)" dedi. Bir müddet sonra, biz
sahifeyi çıkararak:
"Şu sahifede güzel bir hadis
var, bir bakar mısınız1?" dedik. Hemen, cariyesinden bir tas su isteyerek
onu eliyle silmeye başladı. Bir yandan da Allah Teâlâ'nm:
"Biz, sana kıssaların en
güzelini haber verdik,"[516][516] âyetini okuyordu. Biz:
"İçine bak, onda çok enteresan
bir haber var!" dedik. O ise bir yandan siliyor, bir yandan da:
"Bu kalbler, birer kab gibidir.
Onları Kur'ân'la meşgul edin; başka şeylerle oyalamayın," diyordu.[517][517]
Ebû Bürde, şöyle demiştir: Ebû Mûsâ,
bizlere hadis rivayet ediyordu. Onları yazmaya yeltendik. "Benden
işittiklerinizi mi yazacaksınız?" dedi. "Evet" karşılığını
verdik. Bunun üzerine: "Getirin onları bana!" dedi ve su isteyerek
onları sildi. Sonra da: "Biz nasıl ezberlediysek siz de öylece
ezberleyin!" dedi.
Said b. Cübeyr, demiştir ki:
"Kûfelilere birtakım meseleleri yazmıştım. Onlar hakkında, İbn Ömer ile
görüşmek istiyordum. Nihayet onunla karşılaştım. Mektuptan haberi olup
olmadığını sordum. Eğer yanımda yazılı bir kitabın bulunduğunu bilmiş olsaydı,
aramızda iş biterdi."
Başka bir rivayette ise Said (r.h),
şöyle demiştir: "Biz, bazı konularda ihtilâf eder, onları da yazardık.
Sonra ben, onları İbn Ömer (r.a)'e götürür, ona belli etmeden yazdıklarımıza
bakarak sorardım. Şayet onların yazılı olduklarını farketse, aramızda iş
biter, bizden uzaklaşırdı."
Mesruk anlatıyor: Alkame'ye:
"Bana, bazı fıkhı konuları yazar mısın?" dedim. Bana: "Yazmanın
hoş karşılanmadığını bilmiyor musun?" dedi. "Evet, biliyorum; ben
ancak yazıp ezberledikten sonra yakmayı düşünüyorum," dedim.
İbn Sîrin anlatıyor:
"Ubeyde'ye: 'Senden işittiklerimi yazabilir miyim?' diye sordum. 'Hayır,'
dedi. 'Peki, hadislerin yazılı olduğu bir kitap bulursam, onu size okuyabilir
miyim?' dedim, yine: 'Hayır,' dedi."
İbrahim de şöyle demiştir:
"Ubeyde'nin rivayetlerini yazıyordum. Bana: 'Benden duyduklarınızı, kitap
halinde toplayarak bir araya getirip ebedîleştirmeyin,' dedi."
Ebû Yezid el-Murâdî de Ubeyde'nin,
ölüm döşeğinde iken bütün yazdıklarını isteyip, imha ettiğini haber vermiştir.
Numan b. Kays da şöyle demiştir:
"Ubeyde, ölmeden önce yazdıklarını istedi ve onları imha etti. Kendisine,
niçin böyle yaptığı sorulunca: 'Bir neslin gelip, onları maksatlarının dışında
kullanmalarından endişe ediyorum,' dedi."
. Kasım b. Muhammed ve Said b.
Abdulaziz'in de asla hadis yazmadıkları rivayet edilmiştir.
Şa'bî de: "Ne beyaz bir kağıda
çizgi çizdim, ne de kendisinden hadis aldığım kimseden, bir hadisi, iki kere
tekrarlattım," demiştir. Başka bir rivayette ise: "Eğer, ehli olanlar
ezberlememiş olsalardı, bir hayli hadisi unutmuş olacaktım," ziyâdesi
vardır.
İbrahim en-Nehâî'nin de hadislerin
yazılmasını kerih gördüğü ve: "Hadisleri yazmayın, aksi takdirde
gevşekliğe düşersiniz," dediği rivayet edilmiştir.
İshak b. İsmail e t-T âl e kani
şöyle demiştir: "Cerir b. Abdül-hamid'e, Mansur b. el-Mu'temir'in,
hadislerin yazılmasını kerih görüp görmediğini sordum: 'Evet, Mansur, Muğire ve
A'meş, hepsi de hadislerin yazılmasından hoşlanmazlardı,' dedi."
Yahya b. Said ise şöyle demiştir:
"Bir zamanlar, insanların yazım işini büyüttüklerini ve ondan
sakındırdıklarını görmüştük. Şimdi ise herkes hadise yöneldi. Eğer biz, yazacak
olsaydık, (babam) Said'in ilminden ve rivayetlerinden çok şeyler
yazardık."
el-Evzâî de şöyle demiştir:
"Bir zamanlar bu ilim, çok kıymetli ve değerli bir şeydi. O vakitler
insanlar, birbirleri ile karşılaşmaları ve müzâkereleri esnasında, sözlü olarak
hep ilim aktarırlardı. Ne zaman ki kitaplara geçti; o vakit, hem ilmin nuru
kayboldu, hem de ehli olmayanların eline düştü..."[518][518]
İbnu's-Salah (643/1245),
Ulûmu'l-Hadis adlı eserinde, el-Evzâî'nin bu sözünü muhtasar olarak şu
lafızlarla nakletmiştir: "Bu ilim, insanlar onu birbirlerinden ağız
yoluyla nakil ve tahsil ederlerken çok değerliydi. Ne zaman kitaplara geçti; o
vakit, ehli olmayanlar ona karıştı ve karıştırdı."[519][519]
Cevap
Yukarıda yaptığımız nakiller,
sünnetin hüccet oluşunu inkâr edenlerin dayandığı delillerdir. Onlar, bunlara
dayanarak sünnetin Kur'ân gibi yazılmadığını, yazılmasının mene dil diğini,
bunun için sünnetin kesin bir hüccet olmadığım ileri sürmüşlerdir.
Bu şüphe, birçok meseleyi içine
almaktadır. Bunları ileri sürenler, hak yoldan çıkmış, doğru yoldan sapmış
kimselerdir. Bu itibarla, bize de onları tek tek ele alarak açıklamak, her
birindeki hata ve yanlış düşünceleri ortaya koymak düşmektedir. Böylece ortaya
atılan bu tür şüphelerin aslı ortaya çıkmış, bâtıl oldukları anlaşılmış ve
okuyucularımız onların yanlış olduğuna iyice kanaat getirmiş olacaklardır.
Şimdi söze başlıyoruz:
Delillerin Korunmasında Kavilerin
Adaleti
Hüccet olabilecek delillerin,
muhafaza edilip korunmasında yegâne dayanak, onları âdil ve güvenilir olan
kimselerin, yine kendileri gibi aynı vasıfları taşıyan kimselerden
nakletmeleridir. Bu nakil, ister rivayet edilen şeyin lafzını ezberlemek, ister
yazmak yoluyla yahut da hiçbir kapalılık ve karışıklık olmadan mânâsına
açıkça, delâlet eden lafızlarla yani mânâ yoluyla rivayet edilsin farketmez. Bu
üç şekilden hangisiyle olursa olsun, adalet şartı tam olarak bulunduğu sürece
delil, güvenilirlik konusunda yeterlidir. Eğer bu üçü birden, adalet şartı ile
birleşecek olursa, o zaman delil, en güzel şekilde korunmuş olacaktır. Fakat
bu üç unsur bulunup da adalet sıfatı olmazsa, bu durumda onların birleşmesi,
hiçbir mânâ ifade etmez ve bir fayda vermez. Zira böyle bir durumda, delilin
tahrif ve tebdil edildiğinden emin olamayız.
Hele, bir de yazma işi de ezberden
yapılır, yazılı nüshayı rivayet edenin adaletine de hiç bakılmazsa, bu durumda
biz, o yazılı nüshaya asla itimad edemeyiz. İşte, Yahudi ve Hıristiyanlar!
Tevrat ve İncil'i yazdıkları halde, onlarda nasıl tahrifat ve tebdilât
yapıldığını hepimiz biliyoruz. Bu, onların yazım esnasında adalet şartını
aramamalarından kaynaklanmıştır. Bu nedenle bugün, her iki kitapta bulunanlardan,
herhangi bir şeyin sıhhatini kes tir emiyor, hatta düşünemiyoruz. Bilakis,
asıllarına muhalif olduklarını kesin bir şekilde söyleyebiliyoruz. Nitekim
Allah Teâlâ, onların bu hâlini şöyle ifade buyurmaktadır:
"Vay hâline o kimselerin ki
onlar; kitabı elleriyle yazarlar, sonra, o yazdıkları şeyi az bir para
karşılığında satmak için: 'Bu, Allah kalındandır,' derler. Ellerinin
yazdıklarından ötürü vay onların hâline! Yine yaptıklarından ve yazdıklarından
ötürü vay hâline onların."[520][520]
Sünnetin
Hüccet (Delil) Oluşunda Kitabet (Yazım) Lâzım Değildir
Hangi yolla nakledilirse edilsin,
delilin korunmasında önemli olan, onu nakledenin adaleti olduğu için hadislerin
yazımı, hüccet olabilmelerinin bir şartı değildir. Ayrıca yazım, delillerin
muhafazasında tek yol değildir. Bu, son derece açık bir mesele olmakla
birlikte biz, aşağıda zikredeceğimiz deliller muvacehesinde konuyu biraz daha
aydınlatmaya çalışacağız.
1- Hepimiz, Rasûluilah (aleyhisselâm)'m,
bazı sahabelerini muhtelif kabileleri İslâm'a davet etmek, onlara dinlerini
öğretmek ve aralarında dinin kurallarını tatbik etmek için elçi olarak
gönderdiğini biliyoruz. Rasûluilah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), her bir elçi
ile birlikte, gittikleri yerlerdeki insanlara ulaştıracakları ahkâmın bütününe
delil olabilecek, onları bağlayacak yazılmış bir Kur'ân parçası da
göndermiyordu. Hiç kimse, bunun aksini isbat edemez ve: "Rasûluilah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem), her elçi ile birlikte, yeteri kadar Kur'ân âyetleri de
gönderiyordu," diyemez.
Rasûluilah (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)'m çoğu zaman yaptığı, elçinin elçiliğini ispatlayan, onun Peygamber
tarafından oraya gönderildiğini doğrulayan bir mektup yazmasıydı. Bazen de
Kur'ân nassı bulunmayan veya tebliğ edilecek ahkâmın tamamını içerecek miktarda
âyet olmayan konularda, sünnetle tesbit edilen hükümleri içeren, genişçe bir
mektup yazardı.
Bütün bunlardan anlaşılıyor ki
Rasûluilah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), elçilerinin âdil olması ile Kur'ân
ve sünnetten bildiği kadarını ezberinden tebliğ etmesini, davet edilen topluluk
için hüccet olarak yeterli bulup, itaatleri için kâfi görmüştür.
2-
Yine biz, hiçbir müçtehidin, İslâm'ın ikinci temel prensibi olan namazın
nasıl kılınacağını yalnızca Kur'ân'dan hareketle ortaya koyamayacağını da
biliyoruz. Bilakis bu konuda, mutlaka Rasûluilah (aleyhisselâm)'ın beyânına
ihtiyaç duyacaktır. Halbuki Rasûluilah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), söz ve
fiilleriyle izah ettiği namazın keyfiyetinin yazılmasını, hiçbir zaman
emretmemiştir. Eğer yazını, hüccet olmanın gereklerinden olsaydı, Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Tabiîn ve sonra gelen müçtehidlerin
mücerred akıllanyla veya yalnızca Kur'ân'dan yaptıkları içtihadlarla mahiyetini
ortaya koyamayacakları bu son derece önemli hususun yazılmasını muhakkak
emreder, bundan geri durmazdı.
3- Biz, daha evvel, sünnetin dinî
bir zaruret ve hüccet olduğunu beyân etmiş, bunun için şüphe ve inkâra yer
vermeyecek deliller ser-detmiştik. Bununla birlikte Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem), kendisinden sâdır olan herşeyin mutlaka yazılmasını da
emretmemiştir. Eğer sünnetin hüccet oluşu, yazılı bulunmasına bağlı olsaydı,
Rasûlullah'ın bu işi ihmal edip Sahâbe'yi bununla görevlendirmemesi, asla caiz
olmazdı.
Sonra, eğer Yahudi ve Hıristiyanlar,
böyle bir şüphe sahibine gelseler de: "Kur'ân hüccet değildir; çünkü o,
gökten yazılı olarak inmemiştir. Şayet hüccet olsaydı, Sâri (Allah) ona önem
verir, İncil ve Tevrat'ı indirdiği gibi onu da yazılı olarak indirirdi,"
deseler, yazımı, sünnetin hüccet olması için gerekli şartlardan birisi
olduğunu savunup duran bu kişiler, acaba onlara ne cevap verirlerdi?
Eğer onlara, Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'in Kur'ân'ı tahrif ve onda hata etmekten masum olduğunu,
bunun da Kur'ân'm yazılı olarak nüzulüne gerek bırakmadığını söyleyecek
olsalar, onlar da: "Hz. Mûsâ ve Hz. Isâ (aleyhisselâm) da senin
bahsettiğin gibi masum idiler. Fakat Sâri (Allah), o ikisinin kitabına önem
vermiş ve yazılı olarak indirmiştir. Bu da yalnızca böyle bir konuda ismetin
kifayet etmeyeceğin-dendir," şeklinde cevap vereceklerdir.
Halbuki, biz müslümanlarm kanaati
şudur: Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in masum oluşu, Kur'ân'm
yazılı olarak inzaline gerek bırakmamıştır. Aynı şekilde râvilerin âdil olması
da Kur'ân ve sünnetin hüccet oluşlarında yazıma gerek bırakmamıştır.
Bu konuda söylenebilecek şey şudur:
İsmet, bize yakın ifade eder, adalet ise zan ifade eder. Şâri-i Hakîm, fürûa
ait meselelerde, bizim zanla kullukta bulunmamızı yeterli görmüş, sıkıntı ve
meşakkate sokacağından dolayı bizi, her hükümde yakînî bilgi ve delil aramakla
yükümlü tutmamıştır.
"Allah, herkesi ancak gücü
yettiği ile mükellef tutar."[521][521]
Ancak delili bize nakledenler,
tevatür derecesine ulaştıkları vakit, her ne kadar yazım yoluyla olmasa da
onların nakli bizim için, aynen ismette olduğu gibi yakın ifade eder. Zaten
sünnetlerin pek çoğu da bu yolla nakledilmiştir.[522][522]
Bu şüpheyi ileri sürenler, eğer
müslüman iseler, bu konuda bizimle birlikte düşünüp hüccet olma konusunda
yazımın şart olmadığım itiraf etmek zorundadırlar. Bununla birlikte râvilerin
her biri, adalet ve zapt sahibi kimseler olması hasebiyle, tevatür derecesine
ulaştıkları vakit bu, delilin korunmasında ve hücciyyetin isbatında, Peygamber
(salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in ismeti yerine geçmektedir. Bunu da Yahudi ve
Hıristiyanların yönelttikleri sorulara cevap verebilmek için kabul etmek
zorundadırlar.
Kitabet
(Yazı) Kat'iyyet İfade Etmez
Görüldüğü üzere âdil olmayan
birisinin kitabeti, bizim için ne kat'iyyet ne de zan ifade etmektedir. Aynı
şekilde âdil birisinin yazdığım, adalet vasfına sahip olmayan bir başkası bize
nakledecek olsa, bu da ne zan ne de kat'iyyet ifade etmez.
Adalet vasfına sahip birisinin
yazdığını, aynı vasıfta birisi bize nakledecek olursa, bu da kat'iyyet değil,
zan ifade eder. Zira adalet sıfatına rağmen, zayıf bir ihtimal olsa da onda
hata ve tahrifat imkânı sozkonusudur.
Evet, yazanlar ve rivayet edenler,
hepsi tevatür derecesine ulaşacak olsalar, bu durumda delil, kat'iyyet ifade
eder. Yine bir kişi hadisi yazar, yazılan nüshayı tevatür derecesinde bir
kalabalık ikrar ve tasvip eder, aynı nitelikte bir cemaat da bize naklederse,
bu rivayet de kat'iyyet ifade eder. Her halükârda kat'iyyet, yazımdan ileri
gelen bir husus ve onun belirgin bir vasfı değildir. Ancak birinci durumda
yazılı bir tevatür, ikincisinde ise ikrardan dolayı sözlü bir tevatür
sözkonusudur.
Kitabet
(Yazım) Kuvvet Bakımından Hıfzdan Düşüktür
Bilindiği üzere kitabet, zan ifade
etmektedir. Bu durumda mertebe itibariyle o, ezberlemenin altındadır. Bu
nedenle usûl âlimlerinin, ezberden dinleme yoluyla alman bir hadisle, yazılı
olarak alınan hadisin çelişmesi durumunda, birinciyi (işitmeye dayanan) tercih
ettikleri görülür. el-Âmidî (617/1220), rivayet yoluyla gelen haberlerin
tercihini şöyle izah eder: "Haberlerden birinin râvisi, onu Hz. Peygamber
(salla’llâhü aleyhi ve sellem)'den bizzat işiterek, diğeri de kitabet yoluyla
aldığında, işitme yoluyla alınan rivayete, hata ve tahrif arız olma ihtimali
daha az olduğu için bu tür bir rivayet, kabule daha lâyıktır."[523][523]
Öte yandan hadisçiler, sema' yoluyla
rivayetin sıhhatinde ittifak ettikleri halde, münâvele ve mükâtebe yoluyla
yapılan rivayetlerin sıhhatinde ihtilâf etmişlerdir. Bazıları nıükâtebenin
cevazına kail olmuş ve Buhârî'nin (256/870) ta'lik yoluyla naklettiği şu
rivayeti, buna delil getirmişlerdir: "Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve
sellem), bir seriyye kumandanına mektub vermiş ve onu belli bir yere kadar açıp
okumasını tenbih etmişti. Kumandan da mektubu sözkonusu yerde açmış ve
Rasûlul-lah'ın emrini, askerlerine duyurmuştur."[524][524]
Bazı hadisçiler ise Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'in bu mektubu ile delil getirmenin vâcib olmasını, Sahâbe'nin
adaletine bağlamışlar, bu sıfatın haberde tebdil ve tağyire imkân
bırakmadığını söylemişlerdir. Sahâbe'den sonraki nesillerde ise böyle bir
nitelik bulunmadığından, mükâtebeyi delil kabul etmemişler ve kitabete cevap
vermemişlerdir. Bu görüşü, Beyhakî rivayet etmiştir. Ancak bu, gördüğün gibi
zayıf bir itirazdır. Doğru olan görüş, râvide adalet vasfı bulunduğu, yazılı
nüshada da ona şüphe düşürecek bir unsur bulunmadığı müddetçe, her iki yolla da
rivayetin muteber olmasıdır.
İbn Hacer (852/1448), bu konuda, şu
değerlendirmeyi yapmıştır: "Mükâtebe yoluyla hüccetin olabilmesi için
mektubun mühürlü ve onu taşıyanın güvenilir olması şarttır. Bununla birlikte,
mektubu gönderen şeyhin yazısını (hattını), kendisine mektub gönderilen zâtın
tanıması gerekmektedir."[525][525]
Hülâsa, yazma yoluyla yapılan
rivayetlerde hata ihtimali, şifahî tarzda (ağız yoluyla) yapılanlardan çok daha
fazladır. Bu yüzden Ibn Hacer'in de temas ettiği şartlara riâyet edildiğinde,
böyle bir habere itimad etmek caiz olmakla birlikte, yine de kitabet yoluyla
yapılan rivayette ihtilâf sözkonusu olmuştur.
Araplarda Ezber, Kitabetten Daha İleri ve Daha
Kuvvetlidir
Arapların ümmî (okuma-yazma
bilmeyen) bir millet olduklarım, içlerinde yazı bilene ender rastlandığını
hepimiz biliyoruz. Yazıyı bilenler de güzel bir surette yazamaz; dolayısıyla
yazdıklarına hata kanşma ihtimali çok fazla olurdu. Yazanlar güzel bir biçimde
yazsalar bile, bu sefer de içlerinden okuma bilenler doğru dürüst okuyamazlardı.
Bunun bir neticesi olarak, özellikle Ab d ül melik b. Mervan döneminden evvel,
harekeli ve harekesiz harflerin birbirinden ayrılmasını sağlayan noktalama
işaretleri henüz tesbit edilmediği için yazıda hata ve karışıklık ihtimali
oldukça fazlaydı. Bu itibarla tarihî vak'aların kaydında, haberleşme,
alış-veriş ve diğer işlerinde tek güvenceleri hafızaları olmuştur. Öyle ki,
sonunda bu melekeleri, bir hayli gelişmiş ve ezberledikleri konularda, hata ve
unutkanlığa mâruz kalmaları ihtimali oldukça azalmıştır. Bu durum, yazıya güvenen
ve yazıyı alışkanlık hâline getirmiş milletlerde bunun aksinedir. Çünkü onlarda
ezberleme melekeleri gerilemiş; bunun bir sonucu olarak da ezberledikleri
hususlarda hata ve unutma oranı fazlalaşmıştır. Bu durumları, günlük
hayatımızda da müşahede edebiliriz.
Örneğin; âmâ olan birisinin, gözleri
gören bir insandan daha kuvvetli bir hafızaya sahip olduğunu görürüz. Bunun
nedeni, onun bütün güven ve gayretini hafızasına vermiş olmasıdır. Ama gören
kimsede bu, böyle değildir. Çünkü o, ihtiyaç duyduğu zaman bakabileceği bir
kitaba itimad etmektedir.
Aynı şekilde, okuma-yazma bilmeyen
fakat ticaretin içinde yoğrulan bir tüccar da bir günde yüzlerce satış yapar
ve kânnı-zararını, alacağını-vereceğini, bir tanesinde dahi yanılıp unutmadan
hafızasında tutabilir. Ancak aynı Özelliği, bu işi daha çok öğrenme yoluyla
yapan bir tüccarda görmek mümkün değildir. Çünkü o, ticarethanesinde defter
tutar; alış-veriş, alacak-verecek konusunda defterlerine itimad eder. Bu
yüzden, defter kayıtlarım tutmadıkları zaman, onların çok çabuk unuttuklarını
görürüz.
Bunun bir benzerini de körlerin işitme
duyularında görmek mümkündür. Onların bu duyulan, gözleri görenlerinkinden çok
daha kuvvetlidir. Bunun nedeni ise görme hassalarını yitirdikleri vakit, daha
Önce gözleri ile temyiz edecekleri pek çok eşyayı anlamada, işitme organlarını
kullanıyor olmalarıdır. Böylece işitme duyuları kuvvetlenmiştir.
Yine, yırtıcı hayvanların görme,
işitme ve koklama duyulannm, insanmkinden kat kat kuvvetli olduğunu biliyoruz.
Zira onlar, hayatlarında bu duyulara insandan daha fazla muhtaç olup bu
duyularını daha çok kullanmaktadırlar.
Şüphesiz, Araplann hafıza
melekelerinin güçlenmesinde de içinde bulunduktan tabiat şartlan, yaşam
biçimleri, keskin ve kıvrak zekâları, anlayışlarının kuvvetli oluşu, dillerinin
üslûbu ve beyân yollan konusundaki engin yetenekleri yardımcı olmuştur.
Sahabe ve
Tâbiîn'in Ezberleme Güçleri Daha Fazladır
Yukarıda zikrettiğimiz hâller,
Arapların câhiliyye devrindeki durumlarıdır. Bir de Allah Teâlâ'nın, şeriatı
muhafaza, onu kendilerinden sonrakilere tebliğ ve ta'lim etmek için
halkettiği, kalblerini iman, takva ve ilâhî haşyetle doldurduğu Sahâbe-i
Kirâm'ın hâlini ve hafızasını düşün. Onlann hafızası, elbette diğerlerinden
daha güçlü ve emniyetlidir. Cenâb-ı Hakk, onları, sonraki nesillere dinin
ahkâmını ve Rasûlullah'tan görüp işittiklerini sağlam bir şekilde nakletsinler
diye bu özelliklerde yaratmıştır. Onlar, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)'in sohbetinin bereketine ermişler, önünde diz çöküp vahle-i saadetlerinde
yetiştirilmişler, kalbleri Rasûlün (salla’llâhü aleyhi ve sellem) nuruyla aydınlanmış,
O'nun edebiyle edeblenmişler, hidâyetine tâbi olup sünnetine yapışmışlardır.
İbıı Abbas ve Ebû Hureyre (r.a) için olduğu gibi Efendimiz (salla’llâhü aleyhi
ve sellem), onların ilmi, hıfzı ve dinde fakih olmaları için duâ ve niyazda
bulunmuştur. Sahâbe'ye bu mertebede en yakın olanlar ise hiç şüphesiz, onlarla
bir araya gelen, hâllerini müşahede edip peşlerinden giden Tabiîn cemaatıdır.
İşte bütün bunlar, Sahâbe'den hadis
işiten birisinde, hata, unutkanlık, tebdil ve uydurma gibi endişeleri
neredeyse ortadan kaldm-yor. Arapların hafıza güçlerine delâlet eden,
avam-havas herkesin bildiği çok sayıda haber vardır.
Sahabe arasında, İbn Abbas (68/687)
ve Tabiîn içinde eş-Şa'bî, ez-Zührî (124/742), en-Nehâî (96/714) ve Katâde
(117/735) gibi pek çok kimse hafızaları ile temayüz etmişlerdir. İbn Abbas
(r.h), Ömer b. Ebû Râbia'nın yetmişbeş beyitlik kasîdesini bir sefer dinlemekle
ezberleyivermiştir. İmam Zührî'nin şu sözü de dikkate değer: "Ben, Bakî
denen yerden geçerken etrafımda söylenen kötü sözlerin kulağıma takılıp hafızama
girmesinden korkarak kulaklarımı tıkardım." Benzeri bir söz, eş-Şa'bî'den
de nakledilmiştir.
Hülâsa, ezberleme ve kitabet, bir
şeyi muhafazada birbirinin yerine kâim olan unsurlardır. Genellikle birisi
geliştiği vakit, diğeri zayıflamaktadır. İşte buradan hareketle Sahâbe'nin,
Öğrencilerini niçin ezberlemeye teşvik edip yazmaktan alıkoyduklarını
anlayabiliriz. Çünkü onlar, yazıya itimad etmenin, ezberleme melekesini
körelteceğini biliyorlardı. Ezberleme, onların tabiatlarında var olan kuvvetli bir
melekeydi. Elbetteki nefis, tabiatında olan şeylere meyleder; ona ters düşen ve
güç gelen şeyden de hoşlanmaz.
Çoğu zaman ezberleme;.anlama, mânâyı
özümseme ve hakikatı-na ermekle gerçekleşir. Bu şekilde insan, lafızların
unutulmamasma destek sağlamış olur. Daha sonraları da zaman zaman ezberlediklerini
tekrarlamak ve hatırlamak suretiyle, öyle bir an gelir ki, artık onları unutma
diye bir endişesi kalmaz. Ayrıca ezberinde olan şey, her zaman ve mekânda
kendisiyle birliktedir; ihtiyaç hâlinde, hiçbir meşakkat ve sıkıntıya mâruz
kalmadan her durum ve şartta ona müracaat imkânı vardır.
Yazı ise böyle değildir. Çünkü o,
genellikle mânâsı anlaşılmadan yazılır. İleride, yazılanların kaybolması veya
ihtiyaç anında yanında hazır bulunmaması ya da onları anlayıp izah edecek
birinin bulunmaması ihtimali de mevcuttur. Ayrıca yazan insan, çoğu zaman
yazdıklarını yeniden gözden geçirmek için bir sebep ve imkân bulamayabilir.
Bundan başka, her zaman ve her yerde yazılı nüshaları bulundurmakta, sıkıntı
ve meşakkat sözkonusudur.
Bütün bu nedenlerden dolayı
gerçeğini anlamadan, yazı yoluyla ilim nakliyle uğraşanlar, (genelde) câhil
kalırlar. Bu durumda onların misâli, kitap yüklü merkeplere benzemektedir. Bu
da ilmin zayi olup gitmesi ve cehaletin yayılması için en büyük sebeptir.
İbrahim en-Nehâî'nin: 'Yazmayın,
gevşersiniz," sözü de söylediklerimizin doğruluğunu göstermektedir. Onun
şu sözü de söylediklerimizi desteklemektedir: "İnsan, ilim talebi için
azıcık gayret ettiğinde Allah (celle celâlühü), ondan kendisine yetecek
miktarı nasib eder. Bir kimse azıcık yazmaya yönelince de ilme karşı
gevşer."
Evzâî'nin daha önce geçen: "Bir
zamanlar bu ilim çok kıymetli ve değerli bir şeydi. Çünkü o zaman insanlar,
birbirleriyle karşılaşmaları ve müzâkereleri esnasında biri diğerine ilim
aktarırdı. Ne zaman ki ilim, kitaplara geçti; o vakit, hem nuru kayboldu, hem
de ehli olmayanların eline düştü," sözü de konumuza ışık tutmaktadır.
Yunus b. Habib'in, bir adamın nazım
hâlinde: "ilmi kağıda terketti, zayi eyledi, Ne kötüdür bu kişi âh bir
hileydi," şeklinde söylediği sözü işitince:
"İlim ve hıfzın korunması
konusunda ne kadar da titiz. Çünkü insanların ilmi, ruhundadır; malı ise
bedeninde. Öyleyse ruhunu koruduğun gibi ilmini de koru,-bedenini muhafaza
ettiğin gibi de malı " demesi de söylediklerimizi desteklemektedir.
Halil b. Ahmed de: "İlim,
kitaplıkta değil, ancak göğüslerdedir," demiştir.
Edib ve şâirler, bu konuda daha pek
çok şey söylemişlerdir.
Hıfzın (ilim ve özellikle hadisleri
ezberlemenin), yazıma karşı fazileti ve fayda yönünden daha ileri olmasıyla
ilgili zikrettiklerimizden, Sahabe ve Tâbiîn'den pek çoklarının, hadislerin
yazımına niçin hoş bakmadıklarının bir başka sebebi ortaya çıkmaktadır. Onlar,
yazıma güvenerek gevşeneceğinden ve açıkladığımız gibi yazılanı anlamama
sebebiyle ilmin zayi olmasından ciddi şekilde endişelenip bunun için
yazılmasına karşı çıkmışlardır.
Kur'ân'ın Kat'iyyeti Lafzı Tevatürle Sabit Olmuştur
Kur'ân'm bütün lafızlarıyla birlikte
kat'iyyetine olan itimadımız, onun lafzı tevatür yoluyla bize kadar gelmesine
dayanmaktadır. Her ne kadar, zan ifade ettiği için bir te'kid aracı olsa bile,
kitabetin (yazımın) bunda bir fonksiyonu yoktur. Eğer Kur'ân'ın, lafzî tevatür
derecesine ulaştığı ama yazılmadığını farzetsek, bu durumda yine de Kur'ân,
kat'iyyet ifade edecektir. Fakat aksi farzedilse, kat'iyyet söz-konusu
olamayacaktır.
Zira, vahiy kâtiplerinin yazmış
oldukları nüsha veya nüshalar, bugün elimizde yoktur. Var olduklarını farzetsek
bile onlardaki hattın, vahiy kâtiplerine ait olduğunu nereden bileceğiz? Bu
durumda ona, kat'iyyet nazarı ile bakabilmemiz için mutlaka tevatür derecesinde
bir kalabalığın, hiçbir noksanlık ve fazlalık olmaksızın, tahrife de uğramadan,
yazıların vahiy kâtiplerine ait olduğunu bildirmelerine ihtiyacımız olacaktır.
Aynı şekilde vahiy kâtiplerini
Kur'ân'ı yazarken gören, her harfin yazımı konusunda ittifak eden tevatür
derecesindeki kitlelerin şehâdetlerine ihtiyaç duyulacaktır.
Herkesin pek tabiî olarak bildiği
gibi bu, tahakkuk etmemiştir.
Ama vahiy kâtiplerini Kur'ân'ı
yazarken gören ilk nesil hariç, biz ve bizden öncekiler, bunun tahakkukunu
farzedip lafzî tevatüre dayanarak bu yazının, vahiy kâtiplerine ait olduğunu
kabul ediyoruz. Eğer bu lafzî tevatür olmasaydı, asla kat'iyyet tahakkuk
etmezdi.
Bu konuda diyebileceğimiz tek şey
şudur:
Bizler, Kur'ân'ın lafzî tevatürünü,
ilk Kur'ân nüshalarmdaki hattın vahiy kâtiplerine ait olduğunu bildiren bir
tevatür olarak kabul ediyoruz. Vahiy kâtiplerini Kur'ân'ı yazarken görenlere
gelince; onların, Kur'ân lafızlarım kesin olarak tayin etmede, ne kitabete ve
ne de lafzî bir tevatüre ihtiyaçları yoktur. Çünkü vahiy kâtipleri, nasıl
Kur'ân'ı Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'tan işitmişlerse, onlar da
öylece O'ndan işitmişlerdir. Böylece yukarıdaki hususlara ihtiyaçları
kalmamıştır.
Buradan, Kur'ân'ın kat'iyyetinin,
hiçbir nesilde kitabete dayanmadığı neticesini çıkarabiliriz. Ama birisi
kalkıp şöyle diyebilir: "Bizim, ne vahiy kâtiplerinin yazdığı nüsha veya
nüshalara ne de bahsettiğin nitelikteki bir topluluğun haber vermesine
ihtiyacımız yoktur. Çünkü râşid halifelerden sonraki dönemde ortaya çıkan
yazılı tevatür, ikinci asırda ve daha sonraları, harflerine varana kadar her
şeyinde ittifak edilen yazılı nüshaların, herhangi bir tahrif, ilâve veya
eksikliğe meydan vermeyecek şekilde çoğalmış olması, bize yetmektedir. Zira bu
kadarı bize, tamamının Kur'ân olduğu hakkında kesin bir kanaat
vermektedir."
Buna karşı deriz ki:
Elimizde olan sonraki dönemlere ait
nüshaların, bahsedilen nitelikteki ilk nüshalardan istinsah edildiğini nasıl
tesbit edeceğiz? Hepsinin kaynağının, Hz. Osman veya Zeyd b. Sâbit'e ait tek
bir nüsha olduğunu söylemek mümkün değil midir? Bilakis, Kur'ân tarihi
hakkında biraz malumat sahibi olanların da bildiği gibi vakıa böyledir. Ana
nüsha tek olunca, ondan alınanlara kat'iyyet nazarıyla bakmamız, nasıl mümkün
olacaktır?
Eğer nüshalara kesin gözüyle
bakmanın, Sahâbe'nin hemen hepsinin, ana nüshadakileri ikrar ve sıhhatini
itiraf etmelerinden kaynaklandığı söylenecek olursa, buna karşı da deriz ki:
İşin sonunda, ana nüshadakilerin hiçbir değişikliğe uğramadan, Kur'ân'ın tamamını
teşkil ettiği yolundaki lafzî tevatüre gelinmiş olur. Halbuki, daha evvel
kat'iyyet konusunda, lafzî tevatür yeterli görülmüyor, bu konuda yegâne
dayanağın yazmak olduğu savunuluyordu.
Bu Konudaki
Delil ve Değerlendirmeler
Mushaflar konusunda, İbn Hacer
(852/1448) demiştir ki: "Hz. Osman'ın (r.a), mushafları, diğer şehir
merkezlerine göndermesinden anlaşılan; yazım şeklini kendisine isnad için
böyle yaptığıdır. Yoksa, Kur'ân'ın aslını isbat için değildir. Çünkü bunu,
zaten tevâtüren bilmektedirler."[526][526]
İbnu'l-Cezerî (833/1429) ise bu
konuda şu açıklamalarda bulunur: "Kur'ân'ın naklinde yegâne dayanak
hıfzdır. Mushaf ve kitaplarda yazılması değil. Bu, Allah Teâlâ'nın, İslâm
ümmetine tahsis ettiği yüce bir şereftir. Zira imam Müslim'in (2611874) rivayet
ettiği sahih bir hadiste Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), şöyle demiştir:
'Rabbim bana: Kalk, Kureyş'i inzar et, buyurdu. Ben de: Ya Rabbi! O vakit,
başımı ezer dağıtırlar, dedim.'Allah Teâlâ:
'Ben, seni de ve seninle beraber
insanları da imtihan etmek için gönderdim. Sana, suyun yıkayıp silemeyeceği,
uykuda da, uyanıkken de okuyacağın bir Kitab indirdim. Onlara karşı bir ordu
gönder, beraberinde bir mislini de biz gönderelim. Sana itaat edenlerle
birlikte, isyan edenlere karşı savaş. Allah yolunda infak et ki, sana da
infakta bulunulsun,' buyurdu."[527][527]
Bu hadiste, Allah Teâlâ, Kur'ân'ın
muhafazası için yazısı su ile silinebilecek sahifelere ihtiyaç olmadığını,
bilakis onun her hâl ve zamanda okunabilecek nitelikte olduğunu haber
vermiştir. Nitekim Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) de ümmetini
tavsif ederken: "Kitapları göğüslerinde (ezberlerinde)dir,"
buyurmuştur. Ehl-i kitab böyle değildir. Onlar, kitaplarını ezberleyerek değil,
ancak yazılı olarak muhafaza ederler ve ona bakarak okurlar.
"Allah Teâlâ, Kur'ân'a ehil
olan kimselerin onu ezberlemelerini murâd edince bu iş için güvenilir, imam
sıfatında insanlar yaratmış, onlar da kendilerini Kur'ân'ın tashih ve tedkikine
vererek, onu en güzel biçimde zapdetmek için bütün güçlerini sarfetmişler ve
ilâhî kelâmı, Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'tan harf harf alıp
aktarmışlardır. Kur'ân'ı büyük bir titizlikle, hiçbir eksiklik veya fazlalığa
meydan vermeden tesbite gayret etmişler, içlerinden bir kısmı, Kur'ân'ın
tamamını, bir kısmı, pek çoğunu, bir kısmı da birazını ezberlemişlerdir.
Bunların hepsi, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) zamanında olup
bitmiştir."[528][528]
Fürûa Ait
Meselelerde Zannî Delillerle Amel Edilir
Daha evvel de işaret ettiğimiz gibi
bazı kimseler, delilin tesbitinde, yalnızca kitabetin kat'iyyet ifade ettiği
zehabına kapılmışlardır. Bunun ne kadar yanlış olduğunu, önceki kısımlarda
görmüştük.
Bu kimseler, daha sonra bu
anlayışlarından hareketle, Şâri'nin (Allah ve Rasûlü) sünnetin yazımını
yasaklamasını, O'nun tesbitinde kat'iyyetin meydana gelmesini istemediği
anlamına yormuşlar, bunun bir neticesi olarak da Şâri'in bizzat onu delil
olarak kabul ve hükümlerin tesbitinde hüccet olarak kullanılmasında itibar
etmediği sonucuna varmışlar ve: "Sübûtun kati, olması, delilin bir
şartıdır. Bu şartın meydana gelmemesini istemek, ona ihtiyaç duyan şeyin de
tahakkuk etmemesini istemek demektir," demişlerdir.
Bu anlayışın temeli olan, ''Sübûtun
kati olması, delilin bir şartıdır," görüşüne katılmıyoruz. Onlar, bunu
her alandaki delil için söylüyorlar. Halbuki o, fikhî meselelerin ve fer'î
hükümlerin dışında, Usûlü'd-Din ve itikad esaslarının tesbitinde aranan bir
vasıftır. Bu, usûl ilminde geçtiği üzere haber-i vahidle kullukta bulunma
meselesidir ki, şu anda konu ve kitabımızın dışında kalmaktadır. Ancak bu
mesele, (muhaliflerimizce) sünnetin hücciyyetini ortadan kaldırmada bir esas
olarak ele alındığı için kısaca izahında fayda görüyoruz.
Bu konuya girmeden önce, bir noktaya
temas etmek istiyoruz: Tevatürün, ilim (kat'iyyet) ifade ettiği noktasında,
müslümanlar arasında hiçbir ihtilâf mevcut değildir. Ancak nübüvveti inkâr
eden Brahmanlardan "Sümniyye" isminde bir taife, bu konuda muhalefet
etmiş ve icmâın kesin ilim ifade etmeyeceğini ileri sürmüştür. Onların bu
tavırlarının, akla karşı apaçık bir enâniyet ve haktan yüz çevirme olduğu
malumdur. Bu taife, çok uzak memleketlerde ve geçmiş milletlerde türemiş bir
gruptur. Bu nedenle, onların icmâ konusundaki muhalefetleri, onun hüccet
oluşunda ve kat'iyyet ifade edişinde herhangi bir olumsuz tesir icra etmez.
Çünkü bunlar, müslüman olmayan bir topluluktur. Yalnızca kitabetin (yazımın)
ilim ifade edeceği yolundaki iddiayı çürüten bir diğer husus da işte bu
tevatür hakkındaki icmâdır.
Evet, müslümaniar, tevatürle elde
edilen bilginin nazarî mi yoksa zarurî mi olduğunda ve tevatürün tahakkuku
için gerekli olan şartlarda ihtilâf etmişlerdir. Ancak bu ihtilâf, sözkonusu
iddia sahiplerine hiçbir şey kazandırmaz. Zira müslümanlar arasında, Hz. Peygamber
(salla’llâhü aleyhi ve sellem)'den tevâtüren sabit olan bir haberle ibâdette
bulunulacağı, kulluk yapılacağı konusunda herhangi bir ihtilâf yoktur. Ve bu
icmâ, yalnızca Kur'ân'ın kat'î olduğunu ileri sürerek onun dışında delil
bulunmadığı yolundaki iddiayı çürütüp atacaktır. Çünkü Rasûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'tan tevatür yoluyla bize kadar nakledilen bir hayli haber
mevcuttur.
Haber-i vahide gelince; râvisi âdil
olmadığı takdirde, ne ilim (kat'iyyet) ve ne de zan ifade eder. Ancak herhangi
bir karine veya tariklerinin çokluğuyla desteklenecek olursa, bu ikisinden
neş'et eden bir te'kid sebebiyle ilim veya en azından zan ifade eder.[529][529]
Eğer râvi, adalet şartım taşıyorsa,
bu nitelikteki bir haberin, delil olma bakımından kıymet ifade ettiğinde icmâ
vardır. Ancak ilim mi yoksa zan mı ifade ettiği noktasında yine ihtilâf
edilmiştir.
Alimlerin cumhuru, bu tür bir
haberin zan ifade edeceğini, şayet ilim ifade eden bir karineyle desteklenirse,
o zaman kat'î bilginin hâsıl olacağını savunmuşlardır. İmam Ahmed (241/855) ise
bu nitelikteki bir haberin, doğrudan ilim ifade edeceği kanaatine sahiptir.
Bu mesele üzerinde, sözü daha fazla
uzatmak istemiyoruz. Zann-ı galibimize göre, muhâtablarımız da haber-i vahidin
zan ifade ettiği konusunda bizim gibi düşünüyorlardır. Ama enâniyet damarları
kabarıp da bunun herhangi bir ilim ve zan ifade etmediğini söyleyecek
olurlarsa, icmâ onları reddedecek ve burunlarını yere sürtecektir. Yok eğer,
İmam Ahmed (r.h) gibi düşünüyorlarsa, bizi rahatlatmış, şüphelerini de izâle
etmiş olurlar.
Râvisi âdil olan bir haber-i vahidin
zan ifade ettiği tesbit edildikten sonra, bu haber-i vahidin içerdiği
hükümlerle amel etmek, Mu'tezilî imamlarından el-Cübbâî (330/941) hariç,
âlimlerin çoğuna göre caiz görüldüğü bilinmelidir. Usûl yazarlarının pek çoğu
bu konuda ortaya çıkan ihtilâflara temas etmişlerdir. Ancak Cemu'l-Cevâmî
yazarı İbn Sübkî (771/1369), bu konuda onlara muhalefet etmiş ve bu konuya
değinmemiş tir. Onun, haber-i vâhidle amel konusunda el-Cübbâî'den naklen
zikrettikleri şunlardır: "el-Cübbâî, haber-i vâhidle amel edilebilmesi
için en az iki kişinin rivayet etmesini veya başka bir delille takviye edilmiş
olmasını şart koşar. Nitekim, Sahâbe'den bazıları da bu şartlar muvacehesinde
onunla amel etmişler ve aralarında bu anlayış yaygınlaşmıştı."[530][530]
Müellifin, Cübbâî'den yaptığı bu
nakli,[531][531] diğer müellifler, onun rivayet şartları
konusundaki görüşleri arasında zikretmişlerdir.
Öte yandan İbnu's-Sübkî (771/1369),
Şerhu'l-Minhâc adlı eserinde, bu iki nakli çelişkili ve birbirini nefyeder
mahiyette bulup şu şekilde cevap vermiştir: "Eğer, ileride kendisinden
nakledileceği üzere, el-Cübbâî'nin bir taraftan haber-i vâhidle amel etmeyi
aklen mümkün görmezken, diğer taraftan sayı şartını ileri sürmesi, haber-i
vâhidle ameli onaylamak anlamına gelir denilirse bu çelişki, şöyle te'vil
edilebilir: Birincisi, onun reddettiği haber-i vâhid, ıstılah anlamındaki yani
mütevâtir derecesine ulaşamayan her haber-i vâhid değil, bilakis adalet şartını
taşıyan tek bir kişinin yaptığı rivayettir (yani ferd haberdir). Bu itibarla,
İmamu'l-Haremeyn el-Cüveynî (478/1085), şöyle demiştir: 'el-Cübbâî, bir kişinin
haberinin kabul edilmeyeceği görüşündedir. Ona göre böyle bir haberin kabul
edile-bilmesi için mutlaka sayı gerekmektedir. Bu da en az, iki kişi olmasıdır.'
İkincisi ise o, bu meseleyi şehâdet konusunda olduğu gibi mütalâa
etmektedir."[532][532]
el-Cübbâî'nin, haber-i vâhidle amel
etmeye mâni olduğunu ileri sürdüğü şüpheye bakıldığında aynı engelin, tevatür
derecesine ulaşmadıkça, iki veya daha fazla kimsenin yaptığı rivayetlerde de
mevcut olduğu görülür. Çünkü, bunların rivayetleri ancak zan ifade etmektedir.
Fakat el-Cübbâî (330/941), Ebû İshâk
(418/1027) ve İbn Fûrek (400/1015) gibi düşünüyor ve müstefîz (meşhur) haberin,
nazarî ilim ifade ettiği yolundaki kanaata katılıyorsa bu takdirde, sözkonusu
şüphenin ileri sürülemeyeceği gayet açıktır. el-Cübbâî'nin bu görüşte olduğuna
delâlet eden diğer bir husus da Adûdüddîn el-Icî'nin (756/1355), onun,
rivayette adedin şart olduğu konusundaki istidlallerini zikrederken:
"Bilmediğin şeyin peşine düşme."[533][533] v.b. âyetlere
yer vermiş olmasıdır. el-Cübbâî'nin bu âyet-i kerîme ile istidlalde bulunması,
bize, yeterli sayı bulunduğu takdirde, haber-i vahidin ona göre ilim ifade
ettiği hissini vermektedir.
Bununla birlikte, şöyle söylemek de
mümkündür: el-Cübbâî, bir ara, teabbüdî konularda, haber-i vâhidle amel
edilemeyeceği görüşünde olabilir. Sonradan, bu kanaatinden vazgeçerek onunla
amel edileceğini belirtmiştir.
Ne var ki bazıları, onun hâlâ
evvelki görüşünde devam ettiğini zannederek ilk görüşünü, bir kısmı da ikinci
görüşünü nakletmiş olabilirler. Daha sonra da usûl yazarları, ikisi arasındaki
çelişkiyi far-ketmeden her iki görüşü de bir arada zikretmişlerdir.
Belki de ibn Sübkî, Cemu'l-Cevâmi
adlı eserini yazarken, ea son bu kanaat kendisinde hâsıl olmuş ve aklen teabbüdî
konularda, haber-i vâhidle amel edilip edilemeyeceğinin cevazına dair ihtilâfı
nakletmemiş tir.
Haber-i vâhidle amelin cevazına
delâlet eden diğer bir husus da râcih olanla (kuvvetle muhtemel olan delille)
amel etmenin zarurî oluşudur. Zira haber, Allah'ın hükmünü tayinde, en azından
bir zan ifade eder. Kuvvetle muhtemel olan delille amel etmenin mâkul olduğuna
ise hiçbir şekilde itiraz edilemez.
el-Cübbâî'nin Bu Konudaki Şüpheleri
Haber-i vâhidle amel konusunda
el-Cübbâî'nin üç şüphesi vardır: 1) "Teabbüdî konularda haber-i vâhidle
amel etmek, râvinin yalan söylemesi hâlinde helâli haram, haramı da
helâlleştirmeye yol açar. Zira haber-i vâhid, râvinin doğruluğunda kat'iyyet
ifade etmez. Bu ise her ne kadar uzak bir ihtimal de olsa, onda yalancılık
olabileceğini gösterir. Bunun gerçekleştiğini farzedelim; eğer haber, haram
olan bir şeyin helâl olduğunu belirtiyorsa, bu durumda haramın
helâlleştirilmesi sözkonusu olacaktır. Tersini düşünecek olsak; o zaman da bir
helâl, haram yapılmış olacaktır. Böyle bir şeyin olması imkânsızdır.
Dolayısıyla, bu neticeye götüren şey de imkânsız olacak-
tır.[534][534]
el-Cübbâî'nin (330/941) ileri
sürdüğü bu şüpheye, şu şekilde cevap vermek mümkündür: Herşeyden önce,
Cemu'l-Cevâmî adlı eserde de nakledildiği gibi müfti ve şâhidierin beyânına
dayanarak, teabbüdî konularda amel etmenin cevazına dair icmâ vardır. [535][535]
Müfti ve şâhidierin de yalan söyleme ihtimali olduğu için sözkonusu icmâ,
yukarıdaki itirazı yok eder. Bu yalanın tahakkuk ettiği farzedi-lecek olursa
el-Cübbâî'nin, burada da aynı görüşü ileri sürmesi gerekir. Fakat o, bu konuda
böyle düşünmemektedir.
Diğer taraftan bir müçtehid, âdil
bir râviden işittiği habere içti-had eder, râvinin âdil, haberinin doğru
olduğuna kanaat getirirse; o takdirde, bu görüşü tasvip edenlere göre haberin
içerdiği hüküm, Allah'ın kendisiyle mükellef tuttuğu hükümdür. Onlara göre bu
müçte-hidin içtihadına muhalif düşen bir hükmün olabileceğinden bahsedilemez.
Dolayısıyla bu gibi durumlarda, helâli haram, haramı helâl etmek gibi bir şey
sözkonusu değildir.
Ancak böyle düşünmeyenlere göre bir
helâlin veya haramın değiştirilmesi sözkonusudur. Şu kadar var ki biz, zann-ı
galib ve içti-haddan neş'et ettiği için böyle bir şeyin imkânsız olduğunu
söylemiyoruz. Ama mevcut olan hükmün, icmâ ile zaten onun üzerinden düşmüş
olacağını söylüyoruz.
Meselâ, nasıl ki mükellef olan
birisi, eşi zannederek yabancı bir hamınla birleşse, bu takdirde üzerinde
haramlık terettüb etmez. Aynı şekilde temiz zan ile necis bir suyla abdest
alınsa, abdest sahih olur. Yine bir kimse kıbleye yöneldiği zannıyla, başka bir
yöne doğru namaza dursa, namaz sahih olur. Buna, bilinen türden daha pek çok
misal verilebilir.
2) Onun bir diğer şüphesi de şudur:
"Aynı seviyede iki âdil râvi, birbirine zıt iki rivayette bulundukları
takdirde bu haberlerle amel etmek, iki zıt şeyi birleştirmek olur. İki zıddın
biraraya gelmesi ise muhaldir. Dolayısıyla, bu neticeyi doğuran şey de muhal
olur."[536][536]
el-Cübbâî'nin bu şüphesine şu
cevaplar verilebilir:
a) Daha evvel zikrettiğimiz, müfti
ve iki şahidin beyânları ile amelin meşru olduğuna dâir icmâ, bunu da çürütür.
b) Burada iki zıt şeyin
birleştirilmesi diye bir şey sözkonusu değildir. Çünkü müçtehid, aralarındaki
çelişkiden dolayı, bu haberlerden herhangi biriyle amel etmeyip birisini
tercih etmesine yardımcı olacak bir delil ortaya çıkıncaya kadar beklemekle
mükelleftir.
3) el-Cübbâî'nin bir başka şüphesi
de şudur: "Eğer fürûa ait meselelerde, haber-i vâhidle amel etmek caiz
olsaydı, aynı şekilde iti-kad, Kur'ân'ın nakli ve mucize göstermeksizin
peygamberlik iddiasını kabulde de amel etmek caiz olurdu. Halbuki bu,
bâtıldır."[537][537]
Bu şüphenin cevabı da şudur:
Önce âdet davranışa ait konulardaki
haberlerle, itikad v.b. konulardaki haberler arasında görülen bariz farktan
dolayı, el-Cübbâî'nin olmasını düşündüğü gereklilik sözkonusu değildir. Çünkü
itikadî konularda hata etmek, kâfir olmayı ve sapıklığı doğuracağından, bu
konulardaki haberlerde aranan, onun ilim (kesin bilgi) ifade etmesidir. Haber-i
vâhid ise kat'î ilim ifade etmez.
Kur'ân'a gelince; onun hıfzını ve
naklini gerektiren pek çok sebep mevcuttur. Yalnızca bir kişi naklettiği
zaman, yalan söyleyip söylemediği kesinlikle anlaşılır; yalan yolu kesilir.
Mucizesiz peygamberlik iddiası ise
muhaldir. İtikad ve peygamberlere ittibâ konularının dışında, her meselede,
delilin kat'î olmasını aramak, son derece güç bir iştir; âdeta imkânsızdır.
Bir de şu var: Haber-i vâhidle fürûa
ait konularda amel etmek, mutlaka itikad v.b. konularda da onunla amel etmeyi
gerektirmez. Çünkü bu meselelerde haber-i vâhidle amel edilmeyeceği, aklî
değil, şer'î bir gerçektir. Şer'an imkânsız olması, aklen de imkânsız olmasını
gerektirmez. Halbuki bizim üzerinde durduğumuz konu, bunun aklen de imkânsız
olup olmadığıdır.
Râfîzî ve Zahirîlerin dışında,
haber-i vâhidle itikadî konularda amel etmenin aklen caiz olduğunu söyleyenler,
bunun şer'an da mümkün olduğunu belirtiyorlar. Buna dair de pek çok delil
zikrediyorlar. Biz, sadece en önemlilerinden birkaçını kaydetmek istiyoruz.
1. Delil: Râvisi âdil olan bir haber-i vâhid,
içerdiği hükmün Allah'ın hükmü olduğu konusunda, zann-ı galib ifade eder.
Böyle bir durumda da aynen Kur'ân'm zahiri gibi kendisiyle amel etmek vâcib
olur.
Haber-i vahidin zann-ı galib ifade
ettiğini, sünnetin hücciyyetini ele alırken delilleriyle birlikte nazara
vermiştik. Orada zikrettiğimiz kesin deliller ortaya koydu ki; sünnetin
kat'iyyetini gerektiren şeyler, onunla amel etmenin de vâcib olmasını
gerektirir. Bu ise amel edilen hükmün, hiç şüphesiz Allah'ın hükmü olmasını
gerektirir. Çünkü ittifaken yalnız Allah'ın hükmüyle amel etmek vâcibdir. Nitekim,
bir şeyin vâcib olmasını gerektiren şey de vâcibdir. Buna göre sünnetin
kat'iyyeti bir zorunluluktur. Öyleyse içerdiği hükümlerin, Allah'ın hükmü olması
da bir zorunluluktur. Aynı şekilde (unutmamak lâzım ki); gereği ileri sürülen
şeyin kesinliği, onu gerektiren şeyin de kesinliğini ifade ettiği gibi
gereğine inanılan şeyin zannîliği, onu gerektiren şeyin de zannîliğini ifade
eder. Bu itibarla, râvüeri âdil olan bir haber-i vâhid, içerdiği sünnetin
zannîliğini ifade eder. Bu ise o haberin de zannî olması demektir. Sonuç olarak
böyle bir haberin (sünnetin) içerdiği hüküm, Allah'ın hükmü olmaktadır.
Sadece Müseİlemetü's-Sübûf da yer
verilen bu delili, kitabın şârihi izah etmiş, bu arada, müellife yer yer
itirazda bulunarak şöyle demiştir: "Eğer mutlak olarak, delilin zan ifade
etmesinden hareketle, bunun o delille amelin vücûbiyetini gerektireceği
şeklindeki kanaate katılmıyoruz. Buradaki zanntlik, Kur'ân'ın zahirinde olduğu
gibi kat'î bir metinden kaynaklanmaktadır, dersen, derim ki: Bunu birbirinden
ayırmak bir zorlama olur. Zira metnin zannî oluşu, ancak tesbit edilen hükmün
Allah'ın hükmü olduğu konusunda zan meydana getirir. Nitekim Kur'ân'ın zahirinde
de durum böyledir. Eğer bu zanntlik, Kur'ân'da vucûbiyet ifade ediyorsa, aynı
şekilde hadislerde de vucûbiyet ifade eder."[538][538]
Buna göre biz de deriz ki: Bir
kimse, hüküm istinbat ederken sünnetin getirdiği şer'î mânâ ve Kur'ân'la ilgili
açıklamaları terk e-derek sadece Kur'ân'la netice almaya kalkışırsa; bu
durumda, takib ettiği metodu ve Kur'ân'ı, sırf Arap dil kaidelerine dayanarak
yorumlamanın zannîliğinden kurtulamayacaktır. Zira Kur'ân lafızlarının,
Şâri'in ıstılahlaştırdığı anlamda değil de mücerred luğavî mânâlarında
kullandığını farzetsek bile, Arapların, lafızları mânâlandırırken gözönünde
bulundurdukları şartlar olmadan o lafızlar, luğavî anlamlarına delâlet
edemeyeceklerdir. Çünkü bu şartların, o mânâlara delâlet etmeleri, mücerred aklî
bir hadise değildir. Bunları, insan doğuştan bilemediği gibi sadece akılla da
kestiremez. Bunlar, ancak başka birilerinin haber vermesiyle öğrenilebilir.
Lafızların taşıdıkları mânâların pek çoğu, bize sözlü veya yazılı, âhad yolla
ulaşmıştır. Son asırlarda, meşhur veya mütevâtir olan mânâların ekseriyeti, ilk
çıkışlarında âhad olup, nakilleri el-Esmâî ve Ebû Ubeyde gibi şahıslara
dayanmaktadır. Onlar, çoğu zaman bu mânâları, yalan, uydurma ve fıskla meşhur
olmuş, Ömer b. Ebî Râbia, Beşşâr ve Ebû Nuvas gibi kimselerin şiirlerinden
almışlardır.
Hülâsa; Kur'ân, her ne kadar lafzı
itibariyle kat'î olsa da sünnetin yardımı olmadan mânâlarını anlamak,
lafızların luğavî anlamlarının tesbitindeki metodun zannîliğine dayanır. Bu
zannîlik, -bunun zannî olduğunu kabul edersek- Allah Teâlâ'nın murâd ettiği
mânâları ve kullarına ihsan ettiği Kur'ân'ı açıklayan sünnetin zannîliğinden
daha zayıftır. Çünkü sünneti, masum olan peygamberine, bizzat Allah indirmiş
ve dinlerine dört elle sarılan, ihlâs sahibi, muttakî, güvenilir insanlar da
onu nakledegelmişlerdir.
Allah kendilerinden razı olsun,
Sahâbe-i Kiram, (r.h) İmam Zührî, Mâlik, Şafiî, Ahmed, Buharı ve Müslim gibi
zevat ile haklarında söylenmedik söz bırakılmayan Halef el-Ahmar gibi
lügatçı-ları kıyas etmek mümkün müdür? Bunun gibi yalan dolanla meşhur olmuş
pek çok dilci vardır. Onların dil konusundaki çabalarının tek gayesi, dünya
şöhreti ve sultanlara yaltaklanıp onlara yaklaşabilme arzusudur. Nitekim
onlardan herhangi birini, lafızları kendi arzusuna göre yorumlayıp iddiasını
kuvvetlendirmek için bir beyit uydurarak onu Imriu'1-Kays ve benzeri şâirlere
isnad etmekten alıkoyacak dinî edebleri ve Allah korkulan mevcut değildi. Bu
nedenle, lafızların luğavî anlamlarında pek çok uydurma ve çelişki meydana gelmiştir.
Evet, dinlerine ihîâsla yapışıp
Allah'ın rızasını kazanmak isteyen o ilk devirdeki muttakî âlimlerle bu
gibilerini kıyaslamak, asla mümkün değildir.
Şayet bu iki grubun arasında bir
mukayese yapmak ve bu iki yoldan hangisinin daha üstün olduğunu ortaya koymak
doğru olsa; hiç şüphesiz, hadisçilerin metodu daha hayırlı, zannî (kesine
yakın) ilmi gerektirmesi bakımından daha kuvvetli, gönüllerin yatışması
bakımından daha uygun ve netice itibariyle de daha güvenilirdir.
Diğer yandan, eğer mutlaka Araplardan
nakledilenlere itimad etmemiz gerekiyorsa; Allah'ın kelâmını izah sadedinde
söylediklerinde, Arabm en fasihi ve beliği olan Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) ve O'nun hidâyetine tâbi olan Sahâbe-i Kiram, fısk ve işret
meclislerinde sarhoş sarhoş söz sarfedip şiirler söyleyen diğer Araplardan çok
daha itimada lâyıktırlar. Tekrar delile dönecek olursak muarızlarımız, bu noktada
şöyle diyebilirler: "Burada yapılan, usûlden kaynaklanan bir kıyastır.
Biz, onu hüccet olarak kabul etmiyoruz. Sonra, bir anlık kabullenecek olsak
bile bu, ancak zan ifade edebilir. Halbuki üzerinde durduğumuz mesele,
kat'iyyet meselesidir."
Kanaatimize göre Müsellemetü's-Sübût
müellifi, kendisine yöneltilen bu itirazlardan kurtulabilirdi. Önce delilini,
mantıkî bir kıyasla, şu şekilde sunması uygun düşer: "Hâvileri adalet
vasfını taşıyan haber-i vâhid, ihtiva ettiği hükmün, Allah'ın hükmü olduğu yolunda,
müçtekide zann-ı galib kazandırır. Bu durumda olan bir delille de amel etmek
uâcibdir."
Sonra küçük önermeye de (kazıyye-i
suğrâ) fer'deki illetin beyânını isbat hususunda, daha evvel geçtiği üzere
delil getirmeliydi. Büyük önermeye (kazıyye-i kübrâya) ise İmanı Şafiî'nin
er-Risâle, İmam Gazâlî'nin de (505/1111) el-Mustafâ adlı eserlerinde naklettikleri
şekliyle, fıkhın tarifinde zikrettikleri gibi cevap vermeliydi. Yani,
müçtehidin zann-ı galibiyle amel etmesinin vâcib olduğuna dair icmâyı delil
getirmeliydi.[539][539]
2. Delil: Aralarında Hz. Ali (r.h)'nin de
bulunduğu Sahâbe-i Kirâm'm (r.h), râvileri âdil olan haber-i vâhidle amelin
vâcib oluşuna dair icmâlarıdır. Mütevâtir derecesine ulaşmasa bile tek tek
rivayetlerin, muhtelif vak'alarda üzerinde birleştikleri nokta, mütevâtir kabul
edilir. Bu tür rivayetleri tek tek alıp göstermeye ne takat yeter, ne de kağıt.
Fakat biz, bütün bu rivayetlerin üzerinde ittifak ettikleri noktanın şu
olduğunu görüyoruz: "Sahâbe-i Kiram (r.h), yeni ortaya çıkan hadiselerde
problemleri çözmek için haber-i vahide müracaat eder, ilgili konularda Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'den nakledilen haberlerin ne mânâya
geldiğini anlamaya çalışırlardı. Kendilerine bir hadis rivayet edildiği vakit,
hiçbir itirazda bulunmaksızın, derhal onunla amel etmeyi şiar
edinmişlerdi." İşte bu, inkârına veya birkaç meselenin inhisarına imkân
olmayan bir durumdur.
Fakat bu genel duruma itiraz
edilerek: "Evet, Sahâbe'nin, âhad haberlerle amel ettiklerine dair
rivayetler mevcuttur. Fakat bu tür bir haberi reddettiklerine dair rivayetleri
görmek de mümkündür. Meselâ, Hz. Ebû Bekir (r.a), ninenin mirası konusunda,
Muğire'nin haberini, İbn Mesleme de rivayet edinceye kadar reddetmiştir. Aynı
şekilde Hz. Ömer (r.a) de Ebû Said el-Hudrî (r.a) gelip rivayet etmedikçe,
isti'zân konusunda, Ebû Musa el-Eş'ârî'nin (r.a) rivayetlerini kabul
etmemiştir. Yine Hz. Ali (ff.aj, Ma'kil b. Sinan'ın (r.a) böyle bir haberini
reddetmiştir. Bir de Hz. Ali'nin, Hz. Ebû Bekir'in dışında hadis rivayet
edenlerden, onu Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'tan aldıklarına dair
yemin ettirme prensibi vardı. Hz. Âişe (r.anha)'nin, ölünün yakınlarının
ağlamasının, ölünün kabir azabı çekmesine neden olacağına dair İbn Ömer'in
haberini kabul etmemesi de bu cümledendir.[540][540]
Muarızlarımız, ibâdetlerle ilgili
konularda haber-i vâhidle ameli inkâr ettikleri vakit, iki kişinin veya
yeminle birlikte bir kişinin rivâyetiyle ameli de reddetmiş oluyorlar. Bu
durumda Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Ali'nin (r.h) uygulamaları, onların
aleyhine bir delil teşkil eder. Biz, haber-i vahidin makbul olduğunu söylediğimiz
vakit, onun şüpheden uzak olup aksine hüküm bildiren bir delil bulunmadığı ve
onun sıhhatini zedeleyecek bir hâl arız olmadığı durumda kabul edildiğini
ifade ediyoruz."[541][541]
3. Delil : Haber-i vâhidle amel etmenin caiz
olduğunu gösteren bir diğer delil de şudur: Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi
ve sellem)'in, İslâmî hükümleri tebliğ, helâl ve haramı açıklamak maksadıyla
çevre memleketlere elçiler gönderdiği tevâtüren bilinmektedir. Bu elçilerin
yamndâ bazen yazılı bir şeyler bulunurdu. Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)'m emirlerini nakletmeleri genelde âhad yolla tek başlarına olurdu. Bu
elçilerde masum vasfı aranmadığı gibi bazen haberlerinde zan altında
kaldıkları da olmuştur. Eğer âhad haberler delil olmasaydı tebliğ, bir mânâ
ifade etmez; bilakis insanlığı hak yoldan sapıtmak gibi bir şey olurdu.
Şayet, "Münâkaşa mevzuumuz,
müçtehidin amelinin vâcib olup olmadığı meselesidir; yoksa elçi gönderilen
kimseler, mukallid olabilirler" denilecek olursa, şöyle karşılık verilir:
Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in, müçtehid olan sahabelere,
hükümlerin tebliğ edilmesinde tevatür derecesinde bir sayıya ihtiyaç duymadığı,
bilakis tek tek fertler göndermekle yetindiği tevâtüren bilinmektedir.
Buna karşılık muarızımız:
"Öyleyse, itikadı konuların da zannî delillerle tesbit edilmesi ya da
haber-i vahidin kesin ilim ifade etmesi gerekir. Çünkü Rasûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem), Muaz b. Cebel'i (r.a) elçi olarak gönderirken: 'Sen, kitap
ehli olan bir topluluğa gidiyorsun; onları, ilk önce Allah'tan başka ilâh
olmadığına ve benim. O'nun Rasûlü olduğuma şehâdet etmeye çağır,' [542][542]
buyurmuştur." diyecek olursa, cevabımız şudur:
"Allah ve Rasûlü'ne imana
davetle emretmek, herkesin tevatürle bildiği bir durumdur. Hem hiç kimsenin,
Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) tarafından gönderilen elçilerin,
bunu yerine getirmekle görevlendirildiklerinde en ufak bir şüphesi yoktu.
Muaz'a (r.a) da herşeyden evvel, bunlara davet etmesini emretmiştir. Zira
kâfirlerin, bu esasları kabule çağrılmaları kesin bir emir veya sünnettir. Hem
onların hemen imana girerek büyük bir sevaba ulaşmaları muhtemeldir."[543][543]
Râfizîler ve onlar gibi düşünenler,
haber-i vahidin yalnızca zan ifade ettiğini, bu nedenle böyle bir haberle amel
etmenin mümkün olmadığını ileri sürmüşlerdir. Delil olarak da: "Allah
Teâlâ zanna tâbi olmayı yasaklamış ve onu kınayarak:
'Hakkında bilgi sahibi olmadığın
şeyin peşine düşme!'[544][544]
'Onlar, başka şeye değil, sadece
zanna tâbi oluyorlar. Zan ise hak konusunda hiçbir şey ifade etmez,' [545][545]
buyurmuştur. Bu âyetlerdeki kınama ve yasaklama, hürmete yani zanla amelin
haram olduğuna delâlet etmektedir," demektedirler.
Bu anlayış ve yaklaşım sahibine şu
cevapları veririz:
1-
Bahsi edilen konu, kat'î bir konudur. Ayetler ise her ikisi de umum
ifade ettiğinden zannîdirler. Bu tür âyetler, tahsis edilmedikleri müddetçe,
size göre de zan ifade ederler. Şayet, Hanefîlerin dediği gibi umum ifade eden
âyetler, tahsis edilmedikleri sürece kat'iyyet ifade eder, diyecek olursanız
bu, size bir şey kazandırmaz. Zira Hanefîlerin kasdettiği kat'iyyet, daha genel
anlamda bir kat'iyyettir. Yani âyetin, herhangi bir delilden ötürü, başka şeye
ihtimali bulunmaması demektir. Sözkonusu mesele ise daha özel mânâda bir
kat'iliğe sahiptir. Yani, bir delilden kaynaklansın veya kaynaklanmasın
herhangi bir ihtimale imkân vermemesidir. Bu itibarla genel mânâda kat'î oldukları
farzolunsa bile bu iki âyet, daha özel mânâda kat'iyyet ifade eden bir meseleye
delil getirilemez. Çünkü her an kendisine ihtimal arız olabilir, demektir.
Böyle olan bir şeyle de ihtimale mahal olmayan bir mesele, kesin olarak tesbit
edilemez.
2-
Bu iki âyetin, zanla ameli iptali sahih görülse, Kur'ân'ın zahiriyle
amel etmenin de iptal edilmesi gerekecektir. Çünkü bu, zanla ameldir. Böyle bir
şey ise icmâen bâtıldır. Kaldı ki biz, her iki âyetin de Kitab'ın zahirinden
olduğunu söylüyoruz. Bu nedenle, Kur'ân'ın zahiriyle ameli iptal ettikleri
zaman, hüküm kendilerine de
dönecek ve bu âyetlerle delil
getirmek sahih olmayacaktır.
3-
Âyet-i kerîmelerde, kendisiyle amel etmenin haram olduğu bildirilen zan,
Allah'ın birliği gibi itikada ve usûlü'd-dine ait mesele-lerdeki zandır. Amelî
konularda ve fıkhı meselelerde zanna itibarın ve ona göre davranmanın vâcib
olduğu, daha evvel geçen kat'î delillerle ortaya konmuştu. Bu nedenle
âyetlerde geçen zannı, belirttiğimiz şekilde anlamak gerekir.
4- Ayrıca zan ile amelin haramlığını
ifade eden âyetlerin, bizi muhatab aldığını kabul etmiyoruz. Çünkü ilk âyet,
doğrudan Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'e hitab etmektedir. Hz.
Peygamber'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem), vahyi bekleyerek yakînî bilgi elde
etme imkânı varken, zanna tâbi oluşunun haram kılmışı, yakînî bilgiyi elde
edebilme imkânına sahip olmayan bizler için de haramlığını icab ettirmez.
Ayrıca âyette geçen "ilim"den, zannı da içine alan mutlak bir tasdik
kasdedilmiş olabilir. Zira zanna da ilim isminin verilmesi yaygındır. O zaman mânâ
şöyle olur: "Bilmediğin veya şüpheye düştüğün ya da kararsız kaldığın şeyin
peşine düşme." Yine: "Hakkında bilgi sahibi olmadığın şey"den
maksat, "Aksi, sana malum olan şey" olabilir. Bu durumda âyet, zannı
içine almaz. Çünkü sahibi, amel ettiği şeyin aksini bilmiyor; ancak vehim
sözkonusu olabilir.
İkinci âyette ise zannm kötülenmesi,
sadece bazı vakitlerde ona tâbi olunduğundan dolayı değildir. Bilakis onların,
her zaman zanna tâbi olup hiçbir vakit ilme tâbi olmamalarındandır. Bunun da
yerilecek bir davranış olduğunda hiçbir şüphe yoktur. Çünkü böyle bir
davranışta, kat'î olarak bilinen şeyleri terk etme sözkonusudur.
Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in Yalnızca Kur'ân'm Yazılmasını
Emretmesindeki Hikmet
Eğer "Madem ki Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem), Kur'ân'ın yazımını onun hücciyyetini tesbit için emretmemiş
ve yazı da kat'iyyet ifade etmiyorsa, böyle bir emrin verilmesindeki hikmet ne
olabilir?" diye sorulacak olursa, buna şöyle cevap veririz:
Kur'ân'ın yazılmasına dair emirdeki
hikmet, âyetlerin tertibi ve konulacak yerini tesbit içindir. Bu itibarla
âlimler, tertibin, Cebrail (aleyhisselâm) tarafından Rasûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'a getirildiğinde ve tevkîfî olduğunda ittifak etmiştir.
Bilindiği gibi Kur'ân, durum ve hadiselere göre parça parça iniyordu, (inen
âyetin hangi sûreye ve hangi sıraya konacağını Allah (celle celâlühü)
bildiriyor, Rasûlullah (aleyhisselâm) da vahiy kâtiplerine söylüyordu.)
Bir diğer hikmet de sûrelerin
tertibini beyândır. Kuvvetli ve tercih edilen görüşe göre sûrelerin tertibi de
tevkifidir yani akla değil, vahye dayanır.
Bir diğer hikmet, Kur'ân'm
kat'iyyetini daha fazla ortaya koymaktır. Biz, yazının, herhangi bir şeyi
tesbit yollarından biri oluşunu inkâr etmiyoruz. Şu kadar var ki, sırf yazımla
bir şeyi tesbite çalışmak, bırakın lafzı tevatürü, mücerred sözlü rivayetten
bile daha zayıf bir yöntemdir. Ancak yazı, herhangi bir hususun zaptında,
kendisinden daha kuvvetli bir yöntemle birleştiği zaman kuvvet ve güvenilirliği
artar.
Ayrıca Kur'ân'm daha fazla
güvenilirliği için yazımına ihtiyaç gösteren başka sebepler de vardır. Bunlar,
şöylece sıralanabilir:
1-
Kur'ân, Allah'ın kitabı ve kıyamete kadar bütün mahlukâta gönderilmiş
bir elçi olan Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in en büyük mucizesi
olması sebebiyle, O'nun zaptındaki kuvvet ve te'kidi artırmak. Zira Kur'ân, Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in mucizeleri arasında sonraki nesillere
O'nun nübüvvetini isbat eden, en kat'î ve en açık bir delil olarak kalacaktır.
2-
Kur'ân, İslâm şeriatının esasıdır. Şâri'in (Allah Teâlâ) delil olarak
kabul ve itibar ettiği diğer deliller ve asıllar, sonuçta ona dayanmaktadır.
İtikada ve fürûa ait meseleler, Kur'ân'da tesbit edilmiştir. Bu nedenle
Kur'ân'm yok olup kaybolması, bütün bu hususların da ortadan kalkması ye
şeriatın yok olması sonucunu doğurur.
3-
Allah Teâlâ, gerek namazda ve gerekse namaz dışındaki ibâdetlerimizde,
Kur'ân okumamızı istemiş, bir tek harfini bile değiştirmemize izin
vermemiştir.
İşte Kur'ân, bu son derece önemli
konuları ihtiva ettiğinden dolayı Sâri olan Allah Teâlâ, ona çok büyük bir
önem vermiş, onu yüce himayesine almış, bu sebeple de insanların sübûtu
konusunda tamamen tatmin olmaları için lafızlarını ve metnini, büyük küçük,
kuvvetli zayıf mümkün olan her türlü isbat ve tesbit vasıtalarıyla zap-detmiş,
böylece kıyamete kadar gelecek olan insanların elinde bulunmasına imkân
hazırlamıştır. Aynı şekilde, Kur'ân'm mânâlarını da onun şârihi olan sünnet
vasıtasıyla muhafaza buyurmuştur.
Hadislerin birbirleri ile münasebeti
bakımından bir tertip sözkonusu olmadığından sünnet, düzen bakımından Kur'ân
gibi değildir. Hem sünnet mucize değildir ve Allah Teâlâ, lafızlarını okumak
suretiyle ibâdet etmemizi de bizden istememiştir. Ayrıca sünnetin hakiki
mânâsını korumak şartıyla, lafızlarının benzerleriyle değiştirilmesine (ve
mânâ yoluyla rivayete) müsaade edilmiştir. Çünkü sünnetin gayesi, Kitab'ı izah
etmek ve hükümlerini açıklığa kavuşturmaktır.
Böylece bu amacın gerçekleşmesinde,
mânânın anlaşılması yeterlidir. Anlam bozulmadıktan sonra lafızların
Rasûlullah'tan sâdır olması ile bir başkasından sâdır olması aynıdır.
Kur'ân, diğer delillerin tesbitinde,
itikad esaslarının tayini ve fürûa ait temel prensiplerin ortaya konmasında
bize yeterli olmaktadır. Bundan dolayı Sâri (Allah ve Rasûlü), Kur'ân'a
gösterdiği ihtimamı sünnete göstermemiş; onun naklinde bir tek delili, yani
sözlü rivayeti yeterli bulmuştur. Eğer sözlü rivayet, yazım ve tevatür gibi
bütün tesbit vasıtalarıyla bir arada bulunacak olsa bu en iyisidir.
Bütün bunların yanında, Kur'ân'm
hacmi ile görevini ona açıklamak ve izah etmek olan sünnetin hacmi arasındaki
apaçık farkı da gözardı etmemek lâzımdır. Bilindiği gibi şerh, her zaman şerh
edilenden daha hacimli ve daha kabarık olur. Normalde hacmi küçük olan şeyin,
bütün nakil imkânlarıyla nakli daha kolaydır. Ama hacmi kabarık olan şey böyle
değildir. Özellikle de ümmî bir toplum olan Arapların bu şeyi nakletmeleri
sözkonusu olunca.
Bir de sünnetin, Rasûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'m söz, fiil ve takrirlerinden meydana geldiği gözönünde
bulundurulunca bütün tesbit vasıtalarıyla zaptı güçleşmektedir. Rasûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'m her hâlinde, tevatür derecesinde bir kitlenin ve yazma
imkânına sahip bir grup sahabenin, O'nunîa birlikte bulunması mümkün değildir.
Dolayısıyla her duyduklarım ve müşahede ettiklerini, yanlarında bulunmayanlara
veya kendilerinden sonrakilere yazılı ve sözlü tevatür yoluyla bildirmeleri, ne
mümkün ve ne de zorunludur.
Şunu da unutmayalım ki, Rasûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'ın bir sözü ya da fiili, okuma yazma bilmeyen tek bir
sahabenin önünde vuku bulmuş ve bir daha da Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi
ve sellem) onu tekrarlamamış olabilir. Ama Kur'ân için durum böyle değildir.
Çünkü Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), âyet ve sûreleri muhtelif
kitlelerin huzurunda okuyordu. Bu kitlelerin içerisinde, okuma yazma bilen de
bilmeyen de bulunuyordu. Yine Kur'ân âyetleri, Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) tarafından, farklı zaman ve zeminlerde hiçbir değişikliğe
uğratılmadan aynı lafızla tekrar ediliyordu. İşte bütün bunlardan dolayı
Kur'ân'ın zapt ve naklinde, nakil vasıtalarının hepsi bir arada
kullanılıyordu.
Sünnetin Yazımının Yasaklanması Onun Delil Olmadığı
Anlamına Gelmez
Muarızımız, yukarıdaki
anlattıklarımızla ikna olmayıp: "Eğer mesele, yalnızca sünnetin
yazılmasını emretmemekle kalmış olsaydı, söylediklerin iknaya yeter, şüpheleri
giderebilirdi. Ne var ki mesele, bununla kalmamış, bilakis, sünnetin yazımının
yasaklanmasına ve hatta daha önce yazılmış olanların yok edilmesine kadar
uzanmıştır. Bu durum, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in sünnetin
sonraki nesillere nakle-dilmemesini istediğini gösterir. O'nun bu arzusu ise
sünnetin hüccet olamayacağı neticesini doğurur. Çünkü hüccet olsaydı, nakil
yollarından herhangi birisiyle nakline engel olunmazdı," diyecek olursa,
kendisine şöyle cevap veririz;
Daha evvel izah ettiğimiz üzere, bir
nassın yazılı olması, onun delil olabilmesinin şartlarından değildir. Üstelik
yazı, kat'iyyet de ifade etmez. Bir anlık, yazının kat'iyyet ifade ettiğini
kabul etsek bile, delilin kat'î bir yolla tesbit edilmiş olma zarureti yoktur.
Bu nedenle Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in, sünnetin yazımını
yasaklamış olması, onun sünnetin naklini istemediğine ve onun hüccet
olamayacağına bir delil teşkil etmez. Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem),
bu yasağın hemen ardından, daha etkili ve kuvvetli bir nakil yoluyla hadislerin
rivayet edilmesini emretmişken, nasıl olur da sözkonusu yasağın, sünnetin delil
olamayacağına delil teşkil ettiği söylenebilir?
Müslim'in, Ebû Said el-Hudrî (r.a)
tarikiyle rivayet ettiği bir haberde, bizzat Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi
ve sellem), kendisine kasden yalan isnadında bulunan kimseleri, şiddetli bir
azabla korkutmuştur. Bu konudaki şu rivayetleri de hatırlayalım:
Buhârî ve Müslim, Ebû Bekir
(r.a)'den şu hadisi nakletmiş-lerdir: "Burada bulunanlar, bulunmayanlara
(sözlerimi) iletsin. Zira sözümü duyan birisi, onu, kendisinden daha iyi
kavrayacak birisine ulaştırmış olabilir."[546][546]
İmam Ahmed'in, Zeyd b. Sabit
(r.a)'ten yaptığı bir rivayette de Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem):
"Bizden bir hadis işitip de onu başkasına nak-ledinceye kadar hafızasında
tutanın, Allah yüzünü ağartsın. Nice kimseler vardır ki, kendilerinden daha
fakih (daha anlayış sahibi) olanlara fıkıh (malzemesi olacak hadis) aktarır.
Nice fıkha malzeme ve kaynak olacak ilim taşıyanlar vardır ki, kendisi fakih
değildir,"[547][547]
buyurmuştur.
Tirmizî'nin, İbn Mesud (r.a)'dan
yaptığı bir rivayette: "Bizden bir şey işitip de onu, duyduğu gibi
başkalarına ileten kimsenin, Allah yüzünü ak etsin. Kendilerine haber iletilen
nice insanlar vardır ki, onu bizzat işitenden çok daha iyi kavrarlar, "[548][548]
buyurulmuştur.
İmam Alımcd, Cübeyr b. Mtıt'im
yoluyla yaptığı bir rivayette, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in
şöyle buyurduğunu kaydetmiştir: "Allah, sözümü işitip belleyen, sonra da
onu işitmeyenlere nakleden kimsenin yüzünü ak etsin. Zira kendisine tebliğ
yapılan nice kimseler, kendisine nakil yapandan daha anlayışlı ve daha
kavrayışlıdır."[549][549]
Buharî'nin rivayetinde Hz.
Peygamber, Abdu'1-Kays heyetine, birtakım tavsiyelerde bulunduktan sonra şöyle
buyurmuştur: "Bunları iyi belleyin ve (memleketinize döndüğünüz vakit)
oradakilere iletin:[550][550] İmam Şafiî ve başkalarının, Ebû Râfî'den
yaptıkarı rivayette Allah Rasûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem), şöyle
buyurmuştur: "Sizden birinizi, koltuğuna yaslanmış bir vaziyette iken
kendisine benim emir ve nehiylerimden birisi geldiğinde: 'Biz anlamayız,
Allah'ın Kitabı'nda ne bulduysak ancak ona tâbi oluruz,' derken
bulmayayım."[551][551] Benzeri rivayetleri daha da çoğaltmak
mümkündür.
Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)'in, hadislerin ezberlenip rivayet edilmesini emretmesi, kendisine
yalan isnad edilmesine karşılık şiddetli bir ceza ile korkutması, sünnetin
dinleyenler ve kendilerine tebliğ yapılanlar için ne kadar önemli olduğunu,
inananlar için ne büyük faydalar içerdiğini, ayrıca onun, dinde bir hüccet ve
ilâhî ahkâm için bir açıklama olduğunu apaçık göstermez mi?
Daha önce zikrettiğimiz rivayetlerde
geçtiği üzere Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in, hadislerin tebliğini
emrettikten sonra, "Nice fıkha kaynaklık edecek hadis ve haber taşıyanlar
vardır ki, (kendisi onlardan hüküm çıkaracak seviyede) fakih değildir. Ve yine
nice fıkıh (malzemesi) taşıyanlar vardır ki, kendilerine naklettikleri,
onlardan daha anlayışlıdır" buyurması, sünnetin dinde bir hüccet ve şer'î
hükümlerde kaynak olduğuna en güzel bir delildir. Rasûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'m bu sözü, hadisleri bizzat işiten kimselerin, onları,
sonraki nesle iletme-lerindeki gayenin, bu neslin hadislerin içerdiği rikhî ve
şer'î hükümleri istinbat etmelerine imkân verme anlamı taşır. Bu ise
hadislerin bir hüccet ve içerdiği hükümlerin tesbit edildiği bir delil kabul
etmeden mümkün değildir. Zerre kadar aklı ve imam olan birisi bilir ki Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem), hadislerin rivayet edilmesine dair
emrini, tarihte bazı melik ve idarecilerin yaptığı gibi sırf meclislerde
konuşma konusu olsun diye vermemiştir. Allah Rasûlü (salla’llâhü aleyhi ve
sellem), ümmetine hiçbir fayda sağlamayacak, onları oyun ve boş işlere sevk
edecek şeyleri emretmekten çok uzak ve beridir.
İmam Şafiî'nin (r.h), Ibn Mesud
(r.a)'un hadisini değerlendirirken söyledikleri de sözümü destekler
mahiyettedir. Hazret, demiştir ki: "Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve
sellem), sözlerine kulak verilip ezberlenilerek onların başkalarına
iletilmesine teşvik ettiğine göre bu, Rasûlul-lah'ın, ancak duyan kimseler için
hüccet teşkil edecek nitelikteki şeylerin, kendisinden nakledilmesini
emrettiğini gösterir. Çünkü Hz. Rasûl (salla’llâhü aleyhi ve sellem/den, ancak
yerine getirilmesi gereken bir helâl veya kaçınılması gereken bir haram ya da
tatbik edilecek bir had yahut alınıp verilecek bir mal yahut din ve dünya ile
ilgili bir nasihat tebliğ edilebilir. Ayrıca bu hadîs, fakih olmayan ve
künhüne vâkıf olmadığı halde hadisleri ezberleyen kimselerin, bu nitelikteki
hadisleri nakledebileceklerini göstermektedir."[552][552]
Bunun yanında özellikle Rasûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'a yalan isnad etmenin, neden büyük bir günah olduğunu ve
bunu yapanın şiddetli bir azabı hakettiğini düşünelim. Halbuki başkaları adına
yalan söylemek de haram olduğu halde, böyle değerlendirilmemiştir. Eğer başkalarına
yalan isnad etmekle, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) adına yalan
söylemek aynı seviyede olsaydı, yukarıdaki tehdidin Özellikle zikredilmesinin
bir hikmeti olmazdı.
Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)'m kendisine yalan isnad etmeye özellikle işaret edip bu suça karşılık
şiddetli bir azabı müjdelemesinin, hiç şüphesiz, ciddi bir sebebi vardır.
Çünkü böyle bir durum, şeriat hükümlerinin tebdilini, helâlin haram, haramın
da helâl görülmesini ortaya çıkarır. Bu da sünnetin vazgeçilmez bir hüccet ve
şeriat hükümlerine kaynaklık etmesinden dolayı olmaktadır. Bu görüşlerimizin
gerçekliğini görmek istiyorsan, Buhârî ve Müslim'in,. Muğire (r.a)'den rivayet
ettikleri şu hadise bir bak: "Benim adıma söylenen yalan, başkası adına
söylenen yalan gibi değildir. Kim, kasden benim adıma yalan söylerse
Cehennemdeki yerine hazırlansın."[553][553]
Sonra İmam Müslim'in, Ebû
Hureyre'den (r.a) rivayet ettiği şu hadisi düşün: "Âhir zamanda
yalancılar, deccaller çıkacak. Sizin ve babalarınızın (öncekilerin) duymadığı
hadisleri size getirecekler. Onlardan sakının; sizi sapıtıp fitneye
düşürmesinler."[554][554]
Şimdi, Allah için söyle! Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in hadisleri dinde hüccet olmasaydı,
O'na isnad edilen uydurma hadislere karşı, sakındırmanın ne anlamı olurdu?
Niçin böyle bir durum, fitne ve sapıklığı beraberinde getirsin? Şayet hadisleri
rivayetteki maksat, Arapların ve diğer milletlerin haberlerini ve birtakım
şiirleri rivayette olduğu gibi sırf bir teselli ve eğlence olsaydı, bu noktada
yalancı ile doğru söyleyenin eşit olması gerekmez miydi? Aralarında bir fark
olsa bile bu, fitne ve sapıklıktan sakındıracak kadar büyük bir fark olur muydu?
Elbette ki hayır. Fakat sünneti diğerleri gibi düşünmemiz imkânsızdır.
Sonuç olarak buraya kadar
zikrettiklerimizin hepsi, sünnetin hüccet olduğunu apaçık ortaya koymaktadır.
Bütün bunlar, akıl ve idrak sahibi olanların yanında, Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'in bizzat kendi açıklaması mesabesindedir. Aynı zamanda
O'nun, sünnetin nakil ve muhafazasına olan rağbetinin bir göstergesidir.
Bütün bunlar apaçık ortadayken,
nasıl olur da Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'m sünnetlerin
korunmasına önem vermediği, yazımını nehyet-mesinin de bunu gösterdiği,
dolayısıyla onun dinde hüccet olamayacağı düşünülebilir ve söylenebilir? Fakat
gerçekleri herkes anlayamaz ki! Allah Teâlâ'nın ilâhî ihbarı şöyledir:
"Rasûlüm! Elbet sen, (hakkı) kalbi ölülere duyuramazsın. Arkalarını dönüp
giden sağırlara daveti işittiremezsin. (Gönül) gözleri kör olanları,
sapıklıklarından kurtarıp hidâyete ulaştıramazsın. Sen, ancak âyetlerimize
iman edip teslimiyet gösterenlere davetini ulaştırabilirsin."[555][555]
Sünnetin Yazımına Getirilen Yasağın Hikmeti
Eğer muhaliflerimiz: "Şimdiye
kadar, Kur'ân'ın yazılması ve onunla birlikte sünnetin yazıya geçirilmemesine
ilişkin emrin hikmetlerini beyân ettiniz. Ne var ki söyledikleriniz, sünnetin
yazımını yasaklamanın da bir gerekçesi olamaz. Çünkü onun mucize olmayışı,
okunmak suretiyle ibâdet edilmeyişi, Kur'ân'ın izahı ve açıklayıcı konumunda
bulunması, yazımın yasaklanmasına bir neden teşkil etmez. Bu, olsa olsa
Sahâbe'nin yazıp yazmamada serbest bırakılmasını icab ettirebilir. Hem siz,
sünnetin hüccet oluşuna dair delillere dayanarak, sözkonusu yasağın, onun
hücciyyetini iptal etmeyeceğini ileri sürdünüz. Fakat yasaklamasının da bir
nedeni olması gerekmez mi? Bunun ne olduğunu bize izah edebilir misiniz?"
diyecek olurlarsa, cevâbımız şu olur:
Alimlerimiz, bu yasağın hikmetine
dair, birkaç görüş ileri sürmüşlerdir.
1- Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi
ve sellem), sünnetin Kur'ân'la karıştırılması endişesiyle, ashabı bundan
menetmiştir.[556][556] Burada şöyle bir itiraz ileri sürülebilir:
"Bu karışıklığın herhangi bir zararı yoktur. Çünkü Kur'ân da sünnet de
sert hükümlerin kaynağıdır. Dolayısıyla bizim için önemli olan, hükümler tesbit
edilirken dayandığımız delilin Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'dan
sâdır olmasıdır. Bunun sünnet veya Kur'ân olması farketmez. Yeter ki bu
ikisinden başka bir şey olmasın."
Bu itiraz tutarlı değildir. Çünkü
Kur'ân, pek çok bakımdan, sünnetten farklı ve ayrıdır. Herşeyden önce Kur'ân'ın
tilâveti, ibâdettir. İ'câzı ile kıyamete kadar, Hz. Peygamber'in risâletine
delildir. Bu itibarla o, her ne kadar hüccet olma bakımından, sünnetle aynı
gibi gözüküyorsa da kendine has farklı özelliklerinden dolayı mutlaka
sünnetten ayrı değerlendirilmelidir.
Yine: "Kur'ân'ın i'câzı, onun
sünnetten farkedilmesi için yeterlidir. Ayrıca yazıyla temyizine gerek
yoktur," şeklinde bir itiraz gelebilir. Ancak bu da tutarlı değildir.
Çünkü Kur'ân'ın i'câzını, ancak Arap belagatının zirvesinde olduğu ilk
devirlerdeki söz sahibi olmuş kimseler anlayabilir. Fakat hangi asırda olursa
olsun belagatla ilişkisi olmayanlar -ki bunlar hep çoğunlukta olmuştur- onu
sünnetten ayırdedemezler. Özellikle de kavlî (sözlü) sünnetin, Arabın en fasihi
ve beliği bir zâttan sâdır olduğunu ve neredeyse belagat bakımından Kur'ân'a
yakın bulunduğunu nazar-ı dikkate aldığımız vakit, bunu daha iyi anlayabiliriz.
Bu nedenle sünnetle Kur'ân'ı birbirinden ayır-dedebilmek, öyle herkesin
anlayacağı bir iş değildir. Onu, parmakla sayılacak kadar çok az insan
farkedebilir. Belagatta ilgisi ve bilgisi olmayanlar, Kur'ân'ın i'câzını
kendiliklerinden anlayamazlar. Onlar, bunu ancak Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'in belagat ve fesahat ustalarına, Kur'ân'ın en kısa sûresinin
bir benzerini getirme yolundaki meydan okumasını ve onların bundan âciz
kaldıklarını görerek anlayabilirler.
Bu şekilde Kur'ân'ın i'câzı ortaya
çıktığı vakit, onlar, için Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in
peygamberliği de sabit olmuş olur. Peygamberliği sabit olan bu zâtın: "Şu
sûre veya şu âyet ya da şu kelime Kur'ân'dandır," diye haber verdiğinde,
doğru söylediği apaçık ortaya çıkar. Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)'in bu şekilde haber vermesi de Arabi -Acemi, beliği ve beliğ olmayanı
ile bütün ümmet için Kur'ân'ın, Peygamber'in dışında bir kaynaktan geldiğini
ortaya koymaya yeter.
Elbette Rasûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'ın bizzat haber vermesi, yalnızca kendi asrındakiler için
mümkündür. Bütün ümmet için böyle bir şey sözkonusu değildir. Bu nedenle Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Kur'ân'ı işitenlerin iyice belleyememesi
ve insanlar arasında tamamen yayılmaması sebebiyle, uzun zaman sonra, onda
birtakım karışıklıkların meydana gelmesinden endişeleniyordu. Özellikle de
âyet, kelime veya harflerinin karıştırılması, O'nu tedirgin ediyordu. İşte bu
yüzden, Kur'ân'ın yazılarak, kendisinden sâdır olan diğer sözlerden ayrılmasına
şiddetle özen gösteriyordu. Bu itibarla Kur'ân, herkes tarafından güzelce
öğrenilip halk arasında yayılmcaya ve diğer sözlerden tanınıp ayrılabilir hâle
gelinceye ve herhangi bir ihtilâf meydana geldiğinde ya da birisinin hata
etmesi hâlinde, kalabalık halk kitlelerinin, sözkonusu hata ve ihtilâfları
düzeltebilecekleri bir seviyeye ulaşıncaya kadar, sadece Kur'ân'ın yazılmasını
emretmiştir. Ümmetin bu konuma geldiğine kanaat getirdiği zaman, sünnetin
yazılmasına müsaade buyurmuştur. Nitekim bu konuya ileride değinilecektir.
2- Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve
sellem), Sahâbe'nin yazdıklarına güvenerek gevşemeleri, bu nedenle de en
belirgin vasıfları ve fıtrî Özellikleri olan ezberleme hassalarını ihmal
etmeleri sonucunda bu melekelerin giderek zayıflaması endişesiyle sünnetin
yazımını yasaklamıştır.[557][557]
Yazmaya ve yazdığına güvenek
ezberlemeyi ihmal etmenin, ilmin kaybolmasında ne derece etken olduğu herkesçe
malumdur. Bunu, daha evvel izah etmiştik. Bundan dolayı yazım yasağı, yalnızca
hafızası kuvvetli, unutkanlıktan emin olan kimselere getirilmiştir. Bunun
yanında Ebû Şah kıssasında değinileceği gibi hafızası zayıf olanlara izin
verilmiştir. Aynı şekilde, kuvvetli bir hafızaya sahip olup da çok sayıda hadis
topladığı için hepsini ezberlemekte güçlük çeken Abdullah b. Amr (r.h)
gibilerine de onları yazma müsaadesi verilmiştir.
Eğer, "Hafızanın zayıflamasına,
ilmin yok olup gitmesine neden olacak kadar yazıya güvenip gevşeme, Kur'ân için
de sözkonusudur. Bu takdirde niçin onun yazımı yasaklanmamıştır?"
denilecek olursa, şu cevabı veririz:
Mesele Kur'ân olunca, bu hikmetten
ayrı bir durum arzeden ve Kur'ân'm yazılmasını gerektiren birtakım başka
sebepler vardır. Öyle ki bu sebepler, bahsedilen hikmete ağır basmış, ona
üstün gelmiştir. Böylece Kur'ân yazıldığı zaman meydana gelebilecek (hıfzı
ikinci plana itme, gevşeme gibi) zararları ortadan kaldırmıştır. Hatırlanacağı
gibi bu sebepler, Kur'ân'm i'câzı, kıraatıyla ibâdet olunması ve bunlardan
başka daha önce değindiğimiz hususlardır. Böylece Kur'ân'm yazılmasının niçin
emredildiği anlaşılmış olur.
Kur'ân'm yazımından doğabilecek olan
zararların giderilmesi şu nedenlerle mümkündür. Öncelikle kıraati ile ibâdet
edilmesi şartı, mükellefin onu ezberlemesini gerektirir. Ayrıca onun i'câzı,
nazmının akıcılığı, üslûbunun cazibesi gibi hususlar da yazanı ezberlemeye
teşvik eder.
3- İslâm'ın ilk devirlerinde yazma
bilenlerin oranı oldukça azdı. Bu da ehemmi mühimme tercih ederek, yazı
bilenlerin gayretlerini Kur'ân'm yazımına teksif etmelerini ve ondan maadasını
yamakla yazmamalarını icab ettirmiştir.[558][558]
Bu yüzden yazma bilenler artınca
Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), hadislerin yazılmasına izin
vermiştir. Nitekim Efendimizin, Abdullah b. Amr'a söylediği ile ölüm
hastalığında iken bazı şeyleri yazmaya niyetlendiğine dair rivayetler ileride
zikredilecektir.
4- Ashâb, yazma işinde zayıf ve
maharet sahibi olmadıkları için sünnetin kaydında hata etmeleri endişesiyle
yazmaktan menedilmiş-lerdir. Buna göre Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)'in yazmamalarını istediği kimseler, güzel yazı yazamayan kimselerdi. Bu
işi iyi becerenlere ise müsaade edilmiştir. Nitekim Abdullah b. Amr (r.a)'a bu
izin verilmiştir.
Bu konuda şöyle bir itiraz karşımıza
çıkabilir: "Sünnetin yazı-mındaki yasağı ortaya koyan temel delil, Ebû
Said el-Hudrî'nin
rivayetidir. Bu rivayetten ilk
anlaşılan, sünneti yazmaları yasaklanan kimselere, Kur'ân'ı yazabilecekleri
yolunda izin verilmiş olduğudur. Eğer yasağın illeti, yazıda meydana
gelebilecek hata endişesi ise onların Kur'ân'ı yazmalarına nasıl
müsaade edilebilir? Bunun mâkul olduğunu ispatlayabilmek için Ebû Said
(r.a) rivayetinde akla gelen bu durumun tersini ispat etmek mecburiyeti
vardır."
Sünnetin Yazımına Müsaade Edilmesi
Sünnetin yazıya geçirilmeyişinden
dolayı hüccet olamayacağı şeklindeki şüpheyi kökünden temizleyecek hususlardan
biri de Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in, sünnetin yazımına izin
vermiş olmasıdır.
İbn Abdilberr, Abdullah b. Müemmil, İbn
Cüreyc ve Ata tarikiyle, Abdullah b. Amr'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir:
Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'a: "İlmi kaydedeyim mi?"
diye sordum, bana: "Evet, kaydet" buyurdu.[559][559] Ata, "İlmin kaydedilmesi nedir?"
diye sormuş, Abdullah da "yazılmasıdır" karşılığını vermiştir.
Başka bir rivayette ise Abdullah İbn
Amr: "Ey Allah'ın Rasûlü! İlmin kaydedilmesi ne demektir?" diye
sormuş, Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) da: "Yazılmasıdır/'
şeklinde cevap vermiştir.[560][560]
Aynı rivayeti, İbn Kuteybe, İbn Cüreyc ve Ata tarikiyle nakletmiştir.[561][561]
"İlim" den murâd,
özellikle hadistir.[562][562]
İmam Ahmed, Abdullah b. Amr'ın (r.a)
şu sözünü rivayet etmiştir: Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'dan her
duyduğum şeyi yazıyor ve ezberlemek istiyordum. Kureyş, beni bundan menetti
ve: "Sen, Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'dan her işittiğini
yazıyorsun. Halbuki O da bir insandır; neşeliyken de sinirli hâlinde de
konuştuğu olur," dediler. Ben de yazmaktan vazgeçtim. Daha sonra konuyu,
Rasûlullah'a açtım, bana: "Sen yaz! Nefsim elinde olan Allah'a yemin
ederim ki ben, ancak hakkı konuşurum."
Haberi, ibn Abdilberr de muhtasar
olarak şu lafızlarla nakletmiştir: "Ey Allah'ın Rasûlü! Sizden her
duyduğumu yazabilir miyim?" dedim. "Evet, yazabilirsin"
buyurdu. "Peki, neşeli olsanız da sinirli olsanız da yazayım mı?"
dedim, yine: "Evet, yaz! Çünkü ben, her halükârda haktan başka bir şey
söylemem," buyurdu.[563][563]
Denilse ki: "Ibnü'l-Müemmil ve
İbn Şuayb tarihleriyle gelen haberlerle ihticacta bulunmak (delil kabul edilip
hükme kaynak yapmak), sahih değildir. Çünkü İbn Mâin, Nesâî, Dârekutnî ve
el-Münzirî, İbnü'l-Müemmil'in zayıf olduğunu söylemişlerdir. Ebû Hâtim'le Ebû
Zur'a, onun hadiste kavi olmadığını belirtirken İbn Mâin, hadislerinin
tamamının münker olduğunu söylemiştir. Ahmed b. Hanbel de aynı kanaattedir.
İbn Adiyy, onun rivayet ettiği hadislerin tamamının zayıf olduğunu
söylemiştir."
İbn Şuayb, Ebû Davud'a: "Amr'ın
babası vasıtasıyla, dedesinden yaptığı rivayetler, dinde hüccet olabilir
mi?" diye sorulduğun da: "Hayır! Delil olmalarından
bahsedemeyiz," diye cevap verdiğini söylemiştir. Yine İbn Şuayb, Ahmed b.
Hanbel'in: "Hadisçiler, Amr'ın babası vasıtasıyla dedesinden naklettiği
hadisleri, dilediklerinde alıyor, istediklerinde terk ediyorlardı,"
dediğini haber vermiştir. Elbette bununla, Amr b. Şuayb'm hadislerindeki
endişelerim kaydediyor. Abdülmelik b. Meymun ise Ahmed b. Hanbel'in: "Amr
b. Şuayb'ın, babası kanalıyla, dedesinden yaptığı pek çok münker haber vardır.
Biz, onun rivayet ettiği hadisleri, sadece öğüt almak maksadıyla yazardık.
Hükümde hüccet olmaları ise asla mümkün değildir," dediğini haber
vermiştir. Ayrıca Yahya b. Said el-Kattan da onun rivayet ettiği hadislerin
zayıf olduğunu belirtmiştir.
Abbas ise İbn Mâin'in: "Şayet
babası vasıtasıyla dedesinden rivayet ederse, bu haberi kitaptan almış demektir.
Fakat Said ve Süleyman b. Yesar ya da Uruc kanalıyla rivayet ederse, o zaman
sikadır veya benzeri bir durumdadır," dediğini söylemiştir.
İbn Ebî Şeybe de:
"İbnu'l-Medînî'ye, Amr b. Şuayb'ın durumunu sordum, bana: 'Eyyûb ve İbn
Cüreyc kanalıyla gelen rivayetlerin hepsi sahihtir. Ama babası kanalıyla
dedesinden naklettiklerini bir kitaptan almıştır; dolayısıyla zayıftır,'
karşılığını verdi" demiştir.
Kaldı ki İbnu'l-Müemmil ve Amr b.
Şuayb'ın bu tarikiyle, sadece cerh ve tâdilde gevşek davranan daha sonraki
bazı âlimler ihti-cacta bulunmuştur. Bildiğimiz kadarıyla rivayetin üçüncü bir
isnadı da yoktur. Dolayısıyla yukarıda geçen (yazımla ilgili haber) sahih değildir.[564][564]
Buraya kadar zikredilenler;
muhatabımızın, hadisin râvilerinden İbnu'I- Müemmil ve Amr b. Şuayb'm zayıf
olduklarıy-la ilgili iddiasına delil getirdiği rivayetlerdir. Bunlara cevabımız
şu olur:
Önce İbnu'I- MüemnuTi ele alalım.
İbn Sa'd, İbnu'1-Müem-mil'in "sika" olduğunu söylemiştir. İbn
Huzeyme, İbn Hıbban ve
daha başkaları ise hadislerini sahih
bulmuşlardır. İbn Mâin de onun iki rivayetinde sika, birinde zayıf olduğunu
söylemiştir.[565][565]
Görülüyor ki imamlar, onun cerh
edilip edilmeyeceği konusunda ihtilâf ederek, hepsi cerhe gitmemiştir. Cerh
edenlerden bir kısmı ise rivayet ettiği hadislerinin tamamını terk etmeyip, bir
kısmını kabul etmişlerdir. Hem onun yukarıdaki rivayetini, İbn Abdilberr
(463/1071) ve Zehebî'nin (745/1347), Abdulhumeyd b. Süleyman, Abdullah b.
el-Müsennâ ve Sümâme tarikiyle, Enes (r.a)'den merfû olarak rivayet ettikleri:
"İlmi, yazıyla kaydediniz."[566][566] şeklindeki hadis de desteklemektedir.
İbn Mâin, İbnu'l-Medînî, Nesâî ve
Dârekutnî'nin, az önceki hadisin râvilerinden Abdulhumeyd'i zayıf bulmalarının
buna bir tesiri yoktur. Zira Ebû Dâvud ve daha başka kimseler, onun sika olduğunu
söylemişlerdir. Ayrıca Enes (r.a) yoluyla gelen rivayeti, Hakim et-Tirmizî'nin
yaptığı merfû bir rivayet de desteklemektedir.
İbn Şuayb'a gelince; Zehebî
(748/1347), onun, zamanının âlimlerinden birisi olduğunu söylemiştir.[567][567] İbn Mâin, İbn Râhe-veyh ve Salih b. Cezre de
onun sika olduğunu belirtmişlerdir.
el-Evzâî (157/774) de: "Amr b.
Şuayb'dan (bugün) daha kâmil bir Kureyşli görmedim," demiştir. Yine Evzâî:
"Mekhul otururken Amr, bana hadis rivayet etmiştir," der.[568][568]
İshak b. Râheveyh (238/853):
"Amr b. Şuayb'ın, babası kanalıyla dedesinden yaptığı'rivayetler,
Eyyûb'un Nâft vasıtasıyla İbn Ömer'den (r.a) yaptığı rivayetler
mesabesindedir," demiştir.
Ebû Hatim (277/890) ise:
"Amr'ın, babası kanalıyla dedesinden naklettiği rivayet, Behz b. Hâkim'in
babası aracılığı ile dedesinden naklettiği rivayetlerden bana çok daha
sevimlidir," der. Yine o, Yahya b. Mâin'e, Amr b. Şuayb'm durumunu
sorduğunda, onun kızarak: "Ben ne diyeyim ki? İmamlar, ondan rivayette bulunmuşlardır,"
şeklinde cevap verdiğini söylemiştir.
Abbas ve Muâviye b. Salih de İbn
Mâin'in Amr hakkında "sika" dediğini nakletmişlerdir. İshak el-Kevser
de (251)872) İbn Mâin'in: "Amr'ın rivayet ettiği hadis yazılır,"
dediğini rivayet etmiştir.
Ebû Zur'a (281/894) ise: "Amr,
sika bir kimsedir. Ondan gelen münker haberlerin ekseriyeti el-Müsennâ b.
es-Sabah ve İbn Cüheya'dan kaynaklanmaktadır," demiştir.
Yahya b. Said el-Kattan (198/813)
da: "Ondan sika bir râvi rivayette bulunduğunda, haberi hüccettir,"
demiştir.[569][569]
İmam Ahmed (241/855)'den, Amr'm
rivayet ettiği hadisle ihti-cacta bulunulmayacağı şeklinde nakledilen görüş
şayet doğru ise onun bu konudaki bir tereddüdünden kaynaklanmıştır; kesin kanaatine
dayanmamaktadır. Nitekim daha sonra bu tereddüdü kalkmış ve hüccet olduğu
görüşünü belirtmiştir.
İmam Ahmed'in sözkonusu görüşünün
tereddüdünden kaynaklandığına, el-Esrem'in şu sözü delâlet etmektedir:
"Ahmed b. Han-bel'e, Amr b. Şuayb'ın durumu sorulduğu vakit: 'Bazen
hadisleriyle ihticacta bulunuyoruz. Fakat bazen de kalbimizde bir şüphe
belirdiği oluyor,' demiştir."[570][570]
İmam Ahmed'in bahsi geçen
endişesinin kalkıp, Amr'm rivayet ettiği hadislerin hüccet olabileceğine kail
olduğuna ise Buhârî'nin et-Tarih'in&ekî şu sözü delâlet etmektedir:
"Amr b. Şuayb'ın hadisleriyle, Ahmed b. Hanbel, Ali b. el-Medînî
(234/849), İshak b. Râheveyh (25/853), Humeydî (219/834), Ebû Ebeyd (224/838)
ve diğer hadisçilerin delil getirdiklerini gördüm. Müslümanlardan hiç kimse,
onu metruk kabul etmemiştir."[571][571] Hiç şüphesiz Buhârî'nin nakli
(diğerlerinden), daha sahih ve daha kuvvetlidir.
Abbas'm, Yahya b. Mâin'den sözkonusu
isnadın zayıf olduğu yolundaki nakli, onun önceleri bu konuda mütereddid
bulunduğuna, fakat daha sonra, bu tereddüdünün kalkarak, bahsedilen isnadla ihticacta
bulunulabileceğine kail olduğuna hamledilir. Aksi takdirde bu rivayetin, Ebû
Hatim, el-Kevsec, Muâviye b. Salih ve bizzat Abbas'm kendi rivayetine ters
düşmesi sözkonusudur. Ayrıca Buhârî'nin şu sözüyle de çelişki arzetmektedir. Ali,
Yahya b. Mâin, Ebû Hayseme ve ilim ehlinden bazı meşâyıh biraraya geldiler ve
Amr b. Şuayb'ın hadisleri konusunda müzâkerede bulundular. Bunun sonunda,
hadislerinin hüccet olduğu kanaatine vardılar.[572][572]
Buhârî'nin naklinin, Abbas'm
naklinden daha kuvvetli olduğunda şüphe yoktur.
İbn Ebî Şeybe'nin, İbnul-Medinî'den
yaptığı nakil de aynı şekilde değerlendirilmelidir.
Ebû Dâvud'dan yapılan, onun zayıf
olduğu yolundaki rivayet de bizzat Ebû Davud'un kendi tutumuyla çelişki
arzetmektedir. Çünkü o, Habib b. Muallim'in, Amr b. Şuayb'ın bu tarikle naklettiği
şu hadise yer vermiştir: Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) buyurdu
ki: "Cu-ma'da üç sınıf insan bulunur: Duâ eden, boş işle uğraşan ve sükût
eden."[573][573] Özetle söyleyecek olursak; onun mecruh olduğu
yolundaki azınlık görüşü ile sika olduğu şeklindeki kuvvetli ve cumhura ait
olan görüş çelişmektedir. İşin ilginç tarafı ise itiraz sahiplerinin bu noktaya
hiç temas etmemeleridir. Sanki onlar, hakkında pek çok imamın "sika"
dediği birisinin, mecruh olduğu iddia edilirken, hiç kimsenin bunu tetkik
etmeyeceğinden emin olmuşa benziyorlar. Diğer bir konu da buradaki tereddüd
veya cerh, iki sebepten kaynaklanmaktadır.
Birincisi: Bazı âlimler, hadisin
mürsel bir tarikle geldiğini zannederek, onunla ihticacta bulunmamış veya
tevakkuf etmişlerdir. Meselâ, İbn Adiyy: "Amr 6. Şuayb'ın kendisi sikadır.
Fakat babası vasıtasıyla dedesinden rivayet ettiği vakit, haberi mürsel olmaktadır,"
demiştir.
Zehebî (748/1347) de onun, dedesi
Muhammed b. Abdullah b. Amr ile görüşmediğine işaret etmiştir.[574][574]
İbn Hıbban (354/965) ise: "Amr
b. Şuayb hakkında doğru olan, onun sika râvilerden olduğudur. Çünkü adaleti
tesbit edilmiştir. Babası kanalıyla dedesinden yaptığı münker haberlerin hükmü
ise sika râvilerin maktu' ve mürsel rivayetlerinin hükmü gibidir. Böyle bir
durumda, maktu' ve mürsel olan rivayetleri terk edilir. Sahih olan
haberleriyle ihticacta bulunulur," demiştir.[575][575]
İkincisi: Amr b. Şuayb'ın bu tarikle
yapmış olduğu rivayetler, ya bir sahifeden "vicâde"[576][576] yoluyla ya da sema1 (işitme) tarikiyle yapılmış
rivayetlerdir. Söz (sema1) yoluyla yapılan rivayetlerin aksine, sahifelerden
yapılan rivayetlerde yanlış yazılma ihtimali olduğundan, onlara itimad etmek
sahih değildir. Nitekim Muğire: "Abdullah b. Amr'ın sahifesine sahip
olmam beni, iki hurma tanesine veya iki kuruşa sahip olmak kadar
sevindirmez," demiştir.[577][577]
Kanaatimize göre bu iki ihtimal de
tutarsızdır. Birincisini ele alalım: Bunun için Zehebî (748/1347) demiştir ki:
"Bu, bir şey ifade etmez. Çünkü Şuayb'ın, (Amr'ın babası) Abdullah'ı (r.a)
işittiği bilinmektedir. Zaten kendisini yetiştiren de odur. Hatta
Muham-med'in, babası Abdullah'ın sağlığında vefat ettiği, Şuayb'ın bakımını
ise dedesi Abdullah'ın (r.a) üstlendiği söylenmektedir. Bu nedenle, isnadda,
önce can ebihî (babasından)' sonrada can ceddihî (dedesinden)' denildiği
vakit, burada Şuayb'ın dedesi Abdullah b. Attır (r.h) kasdedilmektedir."[578][578]
Ali b. el-Medînî (234/849), Şuayb b.
Muhammenin, Abdullah b. Amr'ı (r.a) işittiğini söylerken Zehebî, buradaki
Şuayb'ın, Abdullah'ın torunu olduğunu hatırlatır.[579][579]
Hafız el-Irâkî (806/1403), Şuayb'm,
Abdullah b. Amr'ı işittiğinin sahih olduğunu söyler ve bunu, Buhârî'nin
et-Tarih'inde Dârekutnî ve Beyhakî'nin es-Sünen'de sahih bir isnadla rivayet ettiklerine
işaret eder. Ayrıca İmam Ahmed de bunu rivayet edenler arasındadır.[580][580]
Bu konuda İbnü's-Salah (577/1181) da
şöyle der: "Hadisçilerin çoğunluğu, buradaki 'ced' ifadesini Şuayb'ın
babası olan Abdullah b. Amr'ın oğlu Muhammed'e değil de Abdullah'a (r.a)
hamlederek hadisleriyle ihticacta bulunmuşlar, 'ced' kelimesinden bunu anlamışlardır."[581][581]
İkinci ihtimal hususunda da
ez-Zehebî, şöyle diyor: "Amr b. Şuayb'ın hadislerinin 'vicâde'yoluyla veya
bir kısmının sema' (işitme), bir diğer kısmının da vicâdeyle olduğu, üzerinde
düşünülmesi gereken bir husustur. Biz, onun hadislerinin sıhhatin en üst derecesinde
olduğunu iddia etmiyoruz. Bilakis, onların hasen kısmına girdiğini
söylüyoruz."[582][582]
Burada şunu hatırlatalım: Amr b.
Şuayb'ın rivayetlerinin, sözlü değil de sahifeden yapıldığını kabul etsek bile
her ikisi de sika olan Amr ve babası Şuayb'ın, sahifedeki yazının bizzat
Abdullah b. Amr'a ait olup olmadığım, metinlerde herhangi bir hata meydana
gelip gelmediğini tetkik etmeden rivayet etmiş olmaları, kanaatimize göre uzak
bir ihtimaldir.
Kuşkusuz sika âlimlerin büyük bir
ekseriyeti, sahifedeki rivayetlerin sahih olduğunu ve onlarla ihticacta
bulunulabileceğini söylemişlerdir.
Ahmed b. Salih, Abdullah'ın (r.a)
ailesinin, sahifenin ona ait olduğunda ittifak ettiklerini söylemiştir.[583][583]
İbnu'l-Kayyım (751/1350), demiştir
ki: "Abdullah b. Amr'dan (r.h) gelen sahih rivayetlere göre o, hadisleri
yazardı. Yazdıkları arasında bir de 'es-Sahifetu's-Sâdıkâ' ismi verilen bir
sahife vardı. Bu sahife, en sahih hadisleri içermektedir. Bazı hadisçiler onu,
isnad yönünden Eyyûb'un, Nâfi yoluyla Ibn Ömer'den yaptığı rivayetler seviyesinde
kabul etmektedirler. Dört büyük imam ve daha başkaları onunla ihticacta
bulunmuşlardır."
Bundan başka İbnu'l-Kayyım, Amr b.
Şuayb'ın babası vasıtasıyla dedesinden naklen yaptığı rivayetlerle, bütün
fetva ehli imamların ihticacta bulunduğunu, bu konuda sadece fıkıh ve fetva
işinde yeterince derinleşmemiş Ebû Hatim el-Büstî, İbn Hazm ve benzeri
kimselerin ileri geri konuştuğunu kaydetmiştir.[584][584]
Burada şöyle diyebilirsin:
"Bizim delil getirdiğimiz hadis, o sa~ hifede bulunan bir hadis değildir.
Bilakis o, çok sayıda hadisi içeren bu sahifenin yazılmasına izin verildiğini
ifade eden bir başka hadistir. Bu hadisin, sözkonusu sahifenin rivayet
edildiği isnadla rivayet edilmiş olması, bu hadisin de sahifedeki hadislerden
olmasını gerektirmez."
Bahsedilen isnadla, yalnızca cerh ve
ta'dil konusunda gevşek davranan bazı müteahhir âlimlerin ihticacta bulunduğu
iddiası asılsızdır. Nitekim Buhârî, İbmı's-Salah ve İbnu'l-Kayyım'm daha evvel
naklettiğimiz sözleri de bunu göstermektedir. Buna bir diğer delil de Ahmed b.
Said ed-Dârimî'nin (255/868): "Ashabımız, Amr b. Şuayb'ın hadisiyle
ihticacta bulunmuştur."[585][585]
şeklindeki sözüyle, el-Münzirî'nin (656/1258): "Cumhur, onun sika olduğu, babası vasıtasıyla dedesinden
naklen yaptığı rivayetlerde de ihticacta bulunulacağı görüşündedir/' sözüdür.[586][586]
Yazmayla ilgili hadisin bir üçüncü
isnadının olmadığı iddiası da şekilde asılsızdır. Ebû Dâvud ve İmam Âhmed,
Yahya b. Said kanalıyla, Abdullah b. Âmr'm (r.h) şöyle dediği nakledilmiştir:
"Konuyu Rasûlullah'a açtım. Parmağı ile ağzını işaret ederek: "Yaz,
nefsim elinde olan Allah'a yemin ederim ki; buradan haktan başkası çıkmaz,'
buyurdu."[587][587]
Bu rivayetlerin isnadı, son derece sahihtir.
Aynı şekilde yukarıdaki hadisi,
Beyhakî el-Medhal ve Dârimî es-Sünen'de rivayet etmişlerdir.[588][588]
es-Saâtî, el-Fethu'r-Rabbânî'de şunları
kaydetmiştir: "Bu hadisi, Hâkim de rivayet etmiş ve: İsnadı sahih, hasen
bir hadistir. Hadislerin yazımı konusunda asıl olan bir haberdir. Buharı ve
Müslim, eserlerinde, bu hadise yer vermemişlerdir. Ancak onlar, hadisin
râvileri arasında, Şam âlimlerinden Abdülvâhid b. Kays ve hadis imamlarından,
oğlu Ömer b. Abdülvâhid ed~Dimeşkî dışında bütün râvileriyle ihticacta
bulunmuşlardır' demiş, Zehebî de bunu te'kid etmiştir."[589][589]
Bütün bunları daha da
kuvvetlendiren, İmam Ahmed, Buhârî ve Tirmizî'nin, Vehb b. Münebbih'in kardeşi
Hemmam'dan rivayet ettikleri şu haberdir: Hemmâm, demiştir ki: "Ebû Hurey-
re'nin (r.a): 'Rasûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'ın ashabı içerisinde, benden daha fazla hadise sahip olan
yoktur. Ancak Abdullah b. Amr, bu konuda benden ilerideydi. Çünkü o, hadisleri
yazıyordu, ben ise yazmıyordum,'[590][590] dediğini işittim." Bunu, Abdurrezzak da
Musannef'inde kaydetmiştir.[591][591]
Bedruddîn el-Aynî (855/1451) ise
şöyle demektedir: "Sahâbe'nin en faziletlilerinden olan Abdullah b. Amr,
Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'tan duyduklarını yazıyordu. Şayet
yazmak caiz olmasaydı, asla bunu yapmazdı. Sahâbe'nin fiili hüccettir
dediğimizde, münâkaşaya yer yoktur. Aksi takdirde Rasûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'ın onun fiilini takrir etmesi, yazımın cevazına delil
olmaktadır. Ebû Hurey-re'nin bu hadisini Tirmizî, Kitâbu'l-îlim ve
Kitâbu'l-Menâkıb' da zikretmiş ve: 'hasen un-sahîhûn' demiştir. İmam Nesâî de
bu hadisi Kitâbu'l-îlim'de rivayet etmiştir."[592][592]
Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve
sellem), Abdullah b. Amr'a hadislerin yazılması için izin vermiştir. İzinle
ilgili haberi, İmam Ahmed ve Beyhakî, Amr b. Şuayb yoluyla, Mücâhid ve Muğire
b. Hâkim'den naklen rivayet etmişlerdir. Râviler demişlerdir ki:
Ebû Hureyre'yi şöyle derken işittik:
"Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'ın hadislerini, Abdullah b.
Amr'ın dışında, benden daha iyi bilen kimse yoktur. Abdullah, hadisleri hem
yazar, hem de ezberlerdi. Ben ise yazmaz, sadece ezberlerdim. Abdullah, yazım
için Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'tan izin istedi, Efendimiz de
kendisine izin verdi."[593][593]
İbn Hacer (852/1448), bu rivayetin
isnadının "hasen" olduğunu, bundan başka bir isnadını da Ukaylî'nin
(322/934), Abdurrah-man b. Süleyman'ın terceme-i hâlinde zikrettiğini
kaydetmiştir.[594][594]
Haberi, aynı isnadla ed-Dârimî de (265/868) en-Nakz adlı eserinde rivayet
etmiştir.[595][595]
Buhârî ve Müslim de Ebû Hureyre'nin
şu rivayetine yer vermişlerdir: Allah Teâlâ, Mekke'nin fethim nasib ettiği
vakit Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem), cemaatın içinde ayağa
kalkarak şöyle buyurdu: "Allah Teâlâ, Mekke'de savaş çıkmasına mâni
olarak fil ordusunu oradan uzak tutmuştur. Fakat Rasûlü'yle mü'minleri, orayı
fethe muvaffak kılmıştır. Mekke, benden önce hiç kimseye (savaş için) helâl
kılınmadı. Bana ise yalnızca gündüzün birkaç saatinde helâl kılındı. Benden
sonra da yine hiç kimseye helâl olmayacaktır. Böylece Mekke'de av hayvanı
ürkütülemez, ot ve benzeri bitkiler koparılamaz, ortadan kaybolan eşyayı almak
helâl olmaz. Ancak sahibini bulmak ve ilân etmek için alınabilir. Kimin bir
yakını öldürülecek olursa, iki şeyden birini tercih edebilir: Ya kendisine
verilen fidyeyi kabullenir ya da katilin öldürülmesini isteyebilir."
Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)'ın bu sözleri üzerine, Hz. Abbas:
"Ya Rasûlallah! İzhir otu var. Biz, onu (koku vermesi için)
evlerimizde ve kabirlerimizde kullanıyoruz. Ona ne dersiniz?" diye sordu.
Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem): "İzhir otu müstesna, onu
koparabilirsiniz," karşılığını verdi. Bu arada Yemenli bir zât olan Ebû
Şah ayağa kalkarak: "Ey Allah'ın Rasûlü! (Bu hutbeyi) benini için yazdırır
mısınız?' dedi. Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) de: "Onu Ebû
Şah için yazınız!" buyurdu.[596][596]
Buhârî ve Müslim, Ebû Hureyre (r.a)
yoluyla gelen ve hutbenin îrad sebebini de içeren haberde şunu
nakletmişlerdir: "Huzaâ kabilesi, Mekke'nin fethedildiği sene,
kendilerinden Öldürdükleri bir adama karşılık olarak Benî Leys kabilesinden bir
adamı öldürmüşlerdi. Durum, Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'a haber
verildi. O da biniti üzerinde geldi ve bu hutbeyi îrad etti."am
Beyhakî, Ebû Hureyre (r.a) yoluyla
gelen şu rivayete yer vermiştir: "Ensar'dan bir zât, Rasûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'a geldi ve: 'Ey Allah'ın Rasûlü! Hadislerinizi dinliyorum,
fakat ezberleyemiyorum,,' diye dert yandı. Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) da (eline işaret ederek) elinden faydalan yani yaz," karşılığını
verdi.
Haberi, Tirmizî de rivayet etmiş ve
onun sahih olduğunu söylemiştir.[597][597] Ancak bazıları, onun: ''İsnadı o kadar sağlam
bir hadis değildir. Çünkü Buhârî, isnadındaki Halil b. Mürre'nin 'münke-ru'l
hadis' olduğunu söylemiştir," dediğini kaydetmiştir.[598][598]
İmam Ahmed, Buhârî ve Müslim, -lafiz
Müslim'e aittir- Ye-zid b. Şerik et-Teymî'nin şöyle dediğini rivayet
etmişlerdir: "Ali b. Ebû Tâlib, bize bir hutbe verdi ve şunları söyledi:
Her kim, yanımızda, Allah'ın Kitabı ile şu kılıcımın kınında asılı olan
sahifeden başka (yazılı) bir şey olduğunu iddia ederse o, yalancının biridir.
Bu sa-hifede (zekâta tâbi) develerin yaşları ile yaralamalara ait bazı hükümler
yer almaktadır. Bir de Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'ın,
'Medine'nin Ayr ile Sevr (dağları) arası haremdir. Kim, orada bir bid'at işler
veya bid'atçıyı barındırırsa, Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların laneti
onun üzerine olsun. Allah, kıyamet gününde bu kimsenin hiçbir tevbesini ve
fidyesini kabul etmeyecektir. Yaptığı hayırlar da işe yaramayacaktır. Bütün
mü'minlerin zimmeti eşittir. Kim, bir müslü-mana hıyanetlik ederse Allah'ın,
meleklerin ve bütün insanların laneti onun üzerine olsun. Her kim de babasından
başkasının oğlu olduğunu iddia eder veya bir köle sahibinden başkasına intisâb
ederse Allah'ın, meleklerin ve tüm insanların laneti onun üzerine olsun.
Allah, kıyamet günü, o kimsenin hiçbir ibâdetini ve kurtuluş fidyesini kabul
etmeyecektir/ buyruğu vardır."[599][599]
imam Buhârî ve Ahmed, Ebû
Cuhayfe'nin şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: Hz. Ali'ye: 'Yanında herhangi
bir kitap var mı? diye sordum. Bana: "Hayır, ancak Allah'ın Kitabı, O'nun
mü'min insana verdiği anlayış ve bir de şu sahifedekiler var," cevabını
verdi. "O sahifede neler var ki?" diye sordum. Hz. Ali (r.a):
"Onda; diyet, esirlerin serbest bırakılması ve bir kâfire karşılık
müslümanm Öldü-rülemeyeceğine dair hükümler var," dedi.[600][600]
Müslim de Ebu't-Tufeyl'in şöyle
dediğini rivayet etmiştir: Hz. Ali'ye: "Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) özel bir şey vererek size herhangi bir ayrıcalık tanıdı mı?" diye
soruldu. O da: "Kılıcımın kınında asılı duran şu sahifeden başka,
insanların haberdar olmadığı bir şeyi vermek suretiyle, Rasûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) bize ayrıcalık tanımamıştır," dedi. Daha sonra da
sahifeyi çıkardı. Orada şunlar yazılıydı: 'Allah'tan başkası adına kurban
kesene, Allah lanet etsin. Yerin alâmetlerini çalana (sınırları değiştirene),
Allah lanet etsin. Babasına lanet okuyana, Allah lanet etsin. Bir bid'atçıyı
barındırana (ve ona destek olana), Allah lanet etsin."[601][601]
İmam Nesâî, Kays b. Ubad'ın şöyle
dediğini rivayet etmiştir: Ester ile birlikte Hz. Ali'ye gittik ve:
"Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'ın diğer insanların dışında,
yalnızca sana verdiği bir şey oldu mu?" diye sorduk, o da: "Hayır,
yalnızca şu yazdıklarım müstesna," dedi ve kılıcının kınından bir sahife
çıkardı. İçinde şunlar yazılıydı: "Mü'minlerin kanları eşittir. Onlar,
kendi dışındakilere karşı tek vücuddurlar. İçlerinden sıradan birinin dahi
zimmet verme hakkı vardır. Haberiniz olsun ki, bir kâfire karşılık bir mü'min
öldürülmez. Kendisine eman verilmiş kimse de öldürülmez. Kim bir bid'at ortaya
çıkarırsa, vebali boynudadır. Kim de bir bid'atçıyı barındırır (ve desteklerse)
Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların laneti onun üzerine olsun."[602][602]
İmam Ahmed de "hasen" bir
isnadla, Târik b. Şihab'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: Hz. Ali'yi minberde
gördüm, şöyle diyordu: "Allah'a yemin ederim ki, yanımızda Allah'ın Kitabı
ve bir de şu sahifede olanlardan başka, size okuyabileceğimiz bir kitap
yoktur. Bunu Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'tan aldım. İçerisinde,
zekâtla ilgili hükümler var."
Haberi, İbn Hacer de nakletmiş ve
şöyle demiştir: "Bu rivayetlerin arasını birleştirmek mümkündür. Şöyle ki:
Sahife bir tanedir ve rivayet edilenlerin hepsi de bu sahifede yazılıdır.
Ancak her râvi ne kadarını ezberleyebilmişse, onu rivayet etmiştir. Doğrusunu
Allah bilir. Katâde, bu hadisi, Hz. Ali'den Ebû Hasan yoluyla gelen bir
isnadla rivayet etmiş ve bizim işaret ettiğimiz noktayı açıklamıştır. Aynı
zamanda Hz. Ali'ye bu sorunun niçin sorulduğu konusunda da açıklık
getirmiştir. Rivayeti, İmam Ahmed Müsned'inde, Beyhakî Delâilü'n-Nübüvve'sinde,
Ebû Hasan yoluyla nakletmiş-lerdir. (Rivayetin öncesi şöyledir): Hz. Ali (r.a),
birtakım işleri emrederdi. Kendisine: 'Biz onu yapmıştık,' denildiğinde: 'Allah
ve Rasûlü doğru söylemiştir,' derdi. Bir gün Ester: 'Bu söylediğin husus,
Rasûlullah'ın, diğer insanların dışında, yalnızca sana verdiği bir şey mi?'
diye sormuştur,"[603][603]
İbn Abdilberr, Ebû Cafer Muhammed b.
Ali'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Hz. Peygamber'in kabzasında bir
sahife bulundu, içerisinde şunlar yazılıydı: Bir âmâyı düzgün yolundan sapıtan
ve tehlikeye sevkeden, sınırlan değiştiren, kendisini efendisinden başkasına
nisbet eden ve kendisine iyilikte bulunanın iyiliğini inkâr eden meVundur.
"[604][604]
Ebû Dâvud, Ebû Said el-Hudrî'den
şöyle rivayet etmiştir: "Biz, teşehhüd ve Kur'ân'dan başkasını
yazmazdık."[605][605]
Bilindiği gibi teşehhüd, Kur'ân değildir; sünnetle tesbit edilmiş bir duadır.
Onun yazıldığını ise sünnetin yazılmasının yasaklanmasına dair rivayetin sahibi
olan Ebû Said el-Hudrî (r.a) haber vermektedir. Demek ki, mutlak ve genel
mânâda bir nehiy sözkonusu değildir.
er-Râmehürmizî, Rafı b. Hudeyc'in
şöyle dediğini nakleder: "Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'e
gelip: 'Ey Allah'ın Rasûlü! Sizden bazı şeyler işitiyoruz, onları yazabilir
miyiz?' dedim. 'Bir mahzuru yok, yazabilirsiniz!' karşılığını verdi."[606][606]
Deylemî, Hz. Ali (r.a)'nin merfû
olarak naklettiği şu haberi rivayet etmiştir: "Hadisi yazdığınız zaman,
isnadıyla birlikte yazınız."[607][607]
İmam Buharı, üç tarikten, birbirine
yakın lafızlarla, ez-Zührî'nin, Abdullah b. Utbe'den, onun da İbn Abbas'tan
rivayet ettiği şu haberi kaydetmiştir: İbn Abbas (r.h), demiştir ki:
"Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) vefat anındaydı. O sırada evde
birtakım kimseler vardı. Ömer b. Hattab da aralarındaydı. Rasûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem): “Getirin, size bir şeyler yazdırayım; (ona tâbi olup) daha
sonra asla sapıt-mayasınız,' dedi. Hz. Ömer: 'Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)'ın ağrıları çoğaldı; aklını başından aldı. Yanımızda Kur'ân var. Bize
Allah'ın Kitabı yeter,' diyerek müdahale etti. Bunun üzerine evdekiler
anlaşmazlığa düşerek münakaşaya başladılar. Bir kısmı: 'Getirin, Allah Rasûlü (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) ne yazdırmak istiyorsa yazdırsın, daha sonra sapıtmayalım'
diyor, bir kısmı da Hz. Ömer'in görüşünü tekrarlıyorlardı.[608][608] Rasûlullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem), huzurunda gürültü ve münakaşayı çoğalttıklarını
görünce onlara: Yanımdan çıkın, beni yalnız bırakın,'[609][609]
buyurdu."
Abdullah, demiştir ki: ibn Abbas,
şöyle derdi: "En büyük musibet, ihtilâf ve gürültüleri nedeniyle
Rasûlullah'ın arzu ettiği şeyi yazdırmasına engel olan şeydir." Bu
rivayetlerin birisinde, Hz. Ömer'in ve başkasının ismi açıkça söylenmemiştir.
Haberi, İmam Ahmed, Müslim, İsmâilî ve İbn Sa'd da rivayet etmişlerdir. İmam
Ahmed'in rivayetinde, yazmakla görevlendirilen zâtın, Hz. Ali (r.a) olduğu
kaydedilmektedir.[610][610]
Buharı ve Müslim, Said b. Cübeyr'in
şöyle dediğini rivayet etmişlerdir. (Lafız, Buhârî'nindir): "Perşembe günü
nedir bilir misiniz? O gün Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'ın
acıları şiddetlenmişti. Bir ara: 'Bana kağıt kalem getirin, size daha sonra
ebediyyen sapıtmamanız için bir şeyler yazdırayım,' buyurdu. Bunun üzerine
orada bulunanlar, anlaşmazlığa düştüler. Halbuki bir peygamberin yanında bu
tür davranışlar hiç uygun düşmüyordu. Aralarında: ''Rasûlullah'a ne oluyor?
(Hastalığın etkisiyle) ne dediğinin farkında değil mi yoksa?' diyerek durumunu
anlamaya çalışıyorlardı. Yanına vardıklarında, onlara: 'Beni yalnız bırakın. Benim
bu hâlim, sizin arzu ettiğinizden daha hayırlıdır. Size üç şeyi tavsiye
ediyorum...' dedi."[611][611]
İbn Hacer (852/1448), Buhârî'nin
hadisini değerlendirirken şu açıklamayı yapmıştır: "Buharı, ilk olarak Hz.
Ali'nin, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'den yazdığına dair
rivayete yer vermiştir. Bunda, Hz. Ali'nin Rasûlullah'ın vefatından sonra
yazması ve yazımla ilgili nehyin kendisine ulaşmama ihtimali vardır. Buhârî,
ikinci olarak Ebû Hureyre hadisini zikretmiştir. Bu hadis, yazımın yasaklanmasından
sonradır. Dolayısıyla onu neshetmiş olur. Üçüncü olarak, Abdullah b. Amr
hadisini zikretmiştir. Ben, bu rivayetin bazı tariklerinde, Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'in Abdullah b. Amr'a yazma izni verdiğini ifade eden sözler
bulunduğunu açıklamıştım. Binâenaleyh bu haber, yazımın cevazı hakkında, Ebû
Şah'la ilgili rivayetten daha kuvvetlidir.
Çünkü oradaki yazım emrinin, âmâ
yahut okuma yazma bilmeyen bir kimseye ait olma ihtimali vardır. Buhârî, son
olarak da ibn Abbas rivayetine yer vermiştir. Bu rivayet, ümmetin ihtilâftan
kurtulmaları için Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'ın onlara bazı
şeyler yazdırmaya dair arzusunu ifade etmektedir. Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'in sadece hak olan bir şeye ilgi duyup ihtimam göstereceği
aşikârdır."[612][612]
Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)'m, diyet, miras ve daha pek çok konuda mektuplar yazdırdığı
bilinmektedir. Nitekim Amr b. Hazm'ı Necran'a, Muaz b. Cebel'i de Yemen'e
gönderirken yazılı metin kullanmıştır. Eğer konuyu uzatma ve okuyucuyu sıkma
endişesi olmasaydı, bütün bu rivayetlerin sahih kaynaklarını da zikrederdim. Daha
geniş bilgi edinmek istersen, şu kaynaklara bakabilirsin.[613][613]
Sünnetin
Yazımına İzin Veren Hadislerle, Yasaklayan Hadislerin Telifi
Eğer: "Sünnetin yazımını
yasaklayan rivayetler, buna izin verenlerle çelişki arzetmektedir. Bunların
aralarını telif etmek nasıl mümkün olacaktır? Bu konuda kitap yazanların
bazılarının dediği gibi[614][614] yasaklayan rivayetlerin, izin verenleri
neshetmiş olması mümkün değil mi?" diye sorulacak olursa, birinci suâle
cevap olarak derim ki: Bu iki konudaki hadislerin aralarının telif edilmesi
hususunda, âlimler birkaç görüş ileri sürmüşlerdir:
1- Hadislerin
yazımının yasaklanması, Kur'ân'a hariçten birtakım şeylerin karıştırılması
endişesinden dolayı yalnızca Kur'ân'ın nazil olduğu döneme hastır. Bu konudaki
izin ise daha sonraki dönemlere aittir.[615][615]
2- Yasaklama, yalnızca Kur'ân ve
hadis metinlerinin aynı sahi-feye yazılmasına aittir. Zira Sahabe, âyetlerin
tefsirıyle ilgili Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'den
işittiklerini âyetlerin kenarına yazıyorlardı.
Karışıklık meydana gelebilir
endişesiyle bundan menedildiler. Hadislerin yazılma izni ise içinde Kur'ân
âyetleri bulunmayan müstakil sahifeler içindir.[616][616]
Bu karışmadan dolayı bazı âlimler,
şâz kıraatların, çeşitli te'vil ve yorumların, âyetlerin kenarlarına yazılmış
olmasından meydana geldiğini söylemişlerdir. Çünkü daha sonra gelen Tabiîler bu
izahları Kur'ân âyeti zannetmişlerdir. Yahut Sahabe, âyetlerin izahını
Tâbiîn'e zikretmiş, onlar da bunları, Kur'ânla birlikte aynı yere yazmışlar,
daha sonra gelenler de izah sadedinde kaydedilenleri Kur'ân'dan
zannetmişlerdir.
3- Hadislerin yazımının
yasaklanması, herkese değil, sadece Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in
hâne-i saadetlerinde Kur'ân-ı Hakîm'i yazmakla görevli vahiy kâtiplerine
getirilmiştir. Onlara hadis yazımı için izin verilmiş olsaydı, Kur'ân'la hadisi
birbirine karıştırmalarından emin olunmazdı. Bunun için onların dışındakilere
izin verilmiştir.[617][617]
4- Hadisleri yazma yasağı, unutma
endişesi olmayan, bu itibarla hafızasına güvenen fakat yazdığında, ona dayanıp
gevşekliğe düşeceğinden korkulan kimseler aittir. İzin ise unutma korkusu olan
ve hafızasına güvenmeyen yahut yazdığında ona dayanıp gevşemesinden
korkulmayan kimselere verilmiştir.[618][618]
5-
Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem), bu izni, sadece Abdullah
b. Amr'a vermiştir. Çünkü o, hem eski kitapları okuyabiliyor, hem de Süryânice ve Arapça'yı yazabiliyordu.
Zaten Sahabe içerisinde oku-ma-yazma bilen birkaç kişi vardı. Onlar da güzel
yazamıyorlardı. Hata yapmaları endişesiyle onlara sözkonusu yasaklama
getirilmiş, Abdullah b. Amr'a ise müsaade edilmiştir. Bu görüşü, İbn Kutey-be
(276/889), Te'vilu Muhtelefi'l-Hadis adlı eserinde zikretmiştir.[619][619]
Kanaatimize göre Rasûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'ın: "Benim hadislerimi yazmayın. Kim, benden Kur'ân'ın
dışında bir şeyler yazmışsa, onu imha etsin" sözü ile "Allah'ın
Kitabı'nı onun dışındaki herşeyden arındırın," sözlerinden anlaşılan,
O'nun sünneti yazmalarını yasakladığı kimseler, Kur'ân'ı yazmak için izin
verdiği kişilerdir. Öyleyse Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'m, hata
yapmaları endişesiyle onları sünneti yazmaktan menedip, diğer taraftan,
Kur'ân'ı yazmalarına müsaade etmiş olması düşünülemez. Çünkü Kur'ân, daha
büyük bir ihtimam gerektirmektedir.
Buraya kadar zikrettiklerimizden
anlaşılmaktadır ki, yukarıda görüşlerim verdiğimiz bütün âlimler, yazım
konusunda birbirine zıt gibi gözüken bu çeşit haberlerin, birinin diğerini
neshettiği kanaatinde değildirler. Nesh görüşünü, yalnızca, aşağıda
görüşlerini kaydedeceğiniz âlimler ileri sürmüştür.
6- Buradaki yasaklama, sünnetin yine
sünneti neshetnıesi kabilinden bir olaydır. Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve
sellem), Önce sözlerinin yazılmasını yasaklamış, fakat daha sonra sünnetin
fazlalaşması sebebiyle, muhafazasındaki güçlüğü sezerek yazılıp kaydedilmesine
müsaade etmiştir. İbn Kuteybe de bu kanaattedir. el-Hattabî (388/998) ise
Meâlimü'S'Sünen adlı eserinde şöyle demektedir: "Öyle görünüyor ki
yasaklama önceleri olmuş, fakat daha sonra yazmaya müsaade edilmiştir.[620][620]
Onların sözlerinden anlaşılan
yasaklama ve iznin, bütün şahıs, sahife ve zamanlara ait olduğudur. Daha
evvelki görüşlerde ileri sürüldüğü gibi bu konuda hiçbir tahsis sözkonusu
değildir. Buradan anlaşılan diğer bir husus da karıştırma endişesi olsun
olmasın, yasaklamanın ilk zamanlarda konduğu, daha sonra ise mutlak olarak
yazmaya izin verildiğidir.
Ancak bu görüşlere, şu nedenlerle
katılmak mümkün değildir. Öncelikle, karışıklık endişesinin bulunmadığı bir
ortamda, yasak getirmenin bir anlamı olmaz. Fakat mesele taabbüdîdir denirse,
elbette o, müstesnadır.'
İkinci olarak, karıştırma endişesi
var olduğu müddetçe, yazıya izin verilmesi mâkul değildir. Ancak şöyle
denilebilir: Hadislerin yazımına izin verildiği vakit Kur'ân, kafalara iyice
yerleşip aralarında tevatür derecesine ulaşmış, onu diğer unsurlardan ayırt
edebilecek duruma gelmişlerdi. Vaziyet, ümmetin arasında kıyamete kadar öylece
devam edebilecek bir nitelik kazanmıştı. Dolayısıyla Kur'ân'ın başka şeylerle
karıştırılması diye bir endişe ortadan kalkmıştı.
Ne var ki, bu da pek akla yakın
gözükmüyor. Çünküv İslâm'a yeni giren £>azı kimseler, Kur'ân konusunda
kendilerini doğruya iletebilecek birini bulamayarak, pekâlâ, onu başkasıyla
karıştırabilirler. Böyle bir durumda ise bizden, kendilerine Kur'ân'ı yazmamızı
istediklerinde, onunla birlikte Kur'ân olmayan şeyleri yazmamız caiz olmayacaktır.
Şu halde sünnetin yazılabileceğine
dair verilen izni, karıştırılma endişesinin bulunmamasıyla kayıtlamak
gerekmektedir. Bu nedenle İmam Suyûtî, (911/1505) bu görüşü destekleyerek şöyle
demiştir: "Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), sünnetin, Kur'ân'la
karıştırılma endişesi bulunduğu sürece yazılmasını yasaklamış, bundan emin
olunduğu vakit ise yazıma izin vermiştir. Bu durumda, yasaklamaya dair emir
nes-hedilmiştir."[621][621]
Aynı ifadeleri, Nevevî'nin (676/1277), Müslim Şer-/u'nde de görmek mümkündür.[622][622]
İbn Hacer de (852/1448) yasaklamanın
daha önce vuku bulduğunu, karışıklıktan emin olunduğunda ise sünnetin yazımına
izin verildiğini, bunun da ilk emri neshettiğini söylemiştir.[623][623]
ibn Hacer'in sözlerinden, burada bir
nesh olduğu açıkça anlaşılmaktadır. Çünkü onun sözünden, yasaklamanın evvel
olup Kur'ân'a karışma endişesi bulunsun-bulunmasm, her iki durumda da yasağın
geçerli olduğu anlaşılmaktadır. Ancak daha sonra, karışıklık endişesi ortadan
kalktığında, sünnetin yazımına izin verilmesi, daha önceki yasağı ortadan
kaldırmıştır. Ancak karıştırma endişesi bulunduğu sürece, yazım yasağının
devam ettiği bilinmelidir.
Suyûtî ve İmam Nevevî'nin sözlerine
gelince, bunlardan nes-holduğunu anlamak mümkün değildir. Çünkü ilk zamanlarda
getirilen yasaklama, sünnetle Kur'ân'ın karışma endişesi bulunduğu takdirdedir.
İzin ise bu endişenin bulunmadığı durumlara hastır. Bu nedenle iznin, nehyi
ortadan kaldırması sözkonusu olamaz. Zira her ikisi, aynı noktada ve aynı
durumda vârid olmamıştır. Bilakis, her biri, ayrı bir durum ve ayrı bir
illetten doğmuştur. Dolayısıyla her birinin kıyamete kadar hükümleri müstakil
olarak devam edecektir. Karıştırma endişesinin bulunduğu durumlarda yasak
devreye girecek, bulunmadığı zamanlarda ise izin tahakkuk edecektir. Buna göre
neshten bahsetmek tutarlı değildir.
Ancak burada, şu ileri sürülebilir:
"Sünnetin yazımının yasaklanması, Kur'ân'ın İslâm ümmeti tarafından iyice
özümsenip diğer unsurlardan ayırabilecekleri durumun oluşmamasından dolayı meydana
gelebilecek bir karışıklık endişesinin varolduğu döneme hastır. Yazıma izin
verildikten sonra kıyamete kadar Kur'ân'ın tevatür derecesine ulaşması ve ümmetin,
onu tamamıyla ayırtedebilecek bir niteliğe kavuşması nedeniyle böyle bir
karışıklık korkusu sözkonusu olamaz. Eğer birisinin, böyle bir karıştırmaya
mâruz kaldığını farzetsek bile, onu bu konuda aydınlatıp irşâd edecek pek çok
kimseye müracaat etme imkânına sahip olduğundan dolayı âyetle hadisi birbirine
karıştırmaktan emin olacaktır. Yasaklamaya neden olan illet orta-dan kalktığı,
iznin verildiği tarihten itibaren bir daha ortaya çıkması sözkonusu olmadığı
için yasaklama sona ermiş demektir, işte bu da nesh demektir."
Bu anlayışta, tenkide açık yönler
mevcuttur. Zira ileriye sürdükleri sözlerin doğru olduğu farzedilse bile
iznin, yasaklamayı neshe ttiği söylenemez. Burada söylenebilecek şey şudur:
İlletin sona ermesi ve sonra bir daha ortaya çıkmamasından dolayı hükmün bu illetle
ilgisi sonra ermiştir. Buna da nesh denilemez. Çünkü nesh, şer'î bir hükmün,
yine şer'î bir hitab (ve nass)la ortadan kaldırılmasıdır.
Bir başka ihtilaflı nokta da daha
önce bahsettiğimiz gibi; İslâm'a yeni giren kimselerle ilgili konuda ortaya
çıkmaktadır.
Nesh olayını, yalnızca İbn Kuteybe
(276/889), Hattâbî (388/998) ve İbn Hacetin (852/1448) sözlerinden anlamak
mümkündür. Bunlara daha evvel temas etmiştik. Şu kadar var ki, ilk ikisinin
sözlerinde nesh olayı, hem karışıklık endişesinin var olduğu ve hem de bundan
emin bulunulduğu durumları kapsamaktadır. İbn Ha-cer'in görüşüne göreyse sadece
güven hâlindeki yasağa hastır. Âlimlerin çoğunluğu, nesh görüşünü
benimsemişlerdir. Müteahhi-rûndan bazı âlimler de bu kanaattedir.[624][624] Aslında, burada herhangi bir nesh sözkonusu
değildir. Sünnetle Kur'ân'ı karıştırma endişesi olunca nehiy, bu ortadan
kalkınca izin devreye girmektedir. Ne zaman böyle bir korku ortaya çıkarsa
yasak, korku ortadan kalkarsa izin sözkonusu olmaktadır. Zira neshi, iki ayrı
durumu (ve hükmü), birleştirme imkânı bulunmadığı hâllerde kabul etmemiz
gerekmektedir. Burada ise yasağı endişe hâline, izni de böyle bir endişeden
emin olunduğu duruma tahsis etmekle aralarını telif (cem) imkânımız vardır. Bu
da gayet mâkuldür. Öyleyse, bizi nesh görüşüne zorlayan nedir?
Sonra, daha evvel geçtiği üzere bu
husustaki emirleri birtakım şahıs, sahife ve zamanlara tahsis yoluna gitmenin
de bir anlamı yoktur. Bilakis, yasaklamanın sözkonusu olduğu durum, karıştırmanın
olabileceği her durumdur. Bunun, Kur'ân'ın sünnetle biraraya (aynı sayfaya)
veya müstakil olarak yazılmasından doğabilecek bir karışıklık olması ile vahiy
kâtipleri ya da başka yazanlardan kaynaklanan bir karışıklık olması yahut da
vahyin nazil olduğu dönem veya daha sonraki dönemlerde olması farketmez. Bu,
sonucu değiştirmez. İzin ise hangi durum sözkonusu olursa olsun, karıştırma
endişesinden emin olunduğu dönemde geçerlidir.
Konunun başında sorulan sorunun
ikinci şıkkına verilecek cevabımız şudur: Hadislerin yazılmasının yas aklanma
siyi a ilgili emrin, bu husustaki izne ilişkin emri neshetmesi, üç nedenden
dolayı doğru olamaz:
1-
Müsaadenin, yasaklamayı neshettiği yolundaki görüşü iptal sadedinde
zikrettiklerimiz, bunu göstermektedir. Orada belirttiğimiz
gibi nesh görüşüne, ancak birbiri
ile çelişen iki delilin arasını bulma imkânı olmadığı zamanlarda gidilebilir.
Burada ise delillerin arasını bulmak mümkündür. Bu nedenle birinin diğerini
neshettiği doğru olamaz. .
2- Yazıma müsaade eden hadisler,
daha sonra vârid olmuşlar: dır. Ebû Şah hadisi, Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi
ve sellem)'m vefatına yakın, Mekke'nin fethi yılında vuku bulmuştur. Ebû
Hureyre'nin, Abdullah b. Amr'la kendisi arasında mukayeseyi içeren rivayeti de
daha sonraki dönemlere aittir. Çünkü Ebû Hureyre'nin (r.a) müslüman oluşu, son
zamanlara rastlar. Bu da onun müslüman olduğu vakit, Abdullah b. Amr'ın
hadisleri yazdığına delâlet eder. Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'ın,
ümmeti sapıtmaması için onlara bir şeyler yazdırma arzusu da O'nun sekerât hâlinde vuku bulmuştur. Ebû Said el-Hudrî rivayetinin, özellikle
Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'m yazmaya teşebbüsü ile ilgili
rivayet başta olmak üzere, zaman bakımından bütün rivayetlerden sonra yukû
bulması uzak bir ihtimaldir. Sonra olsaydı, Sahâbe'nin mutlaka bundan haberi
olurdu.
3- Sahabe ve Tabiîn asrından sonra
İslâm ümmeti, yazmaya izin verilip bunun mübâh olduğunda ve iznin, yasaklamadan
sonra vuku bulduğunda icmâ etmişlerdir. Sahabe asrından sonra oluşan İslâm
ümmetinin bu icmâı, tevâtüren sabit olmuştur.[625][625] Hatta asrımızda
yasaklamanın, izni neshettiği görüşünü savunanlar bile eserlerinde, Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in hadislerine çokça yer
vermektedirler.
Sünnetin
Sahabe Devrinde Yazımı ve Tedvini
Şayet: "Rasûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'ın vefatından sonra, Sahabe ve Tâbiîn'in tutumuna bakmak
lâzım. Zira onlar, sünneti yazıp tedvin etmekten kaçınmışlar, başkalarını da
bundan menetmişlerdir. Hatta yazdıklarını alıp yakmışlardır. Bunu yaparken de
Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'ın sünnetin yazımını yasaklamasıyla
ilgili hadisleri delil getirmişlerdir. Bütün bunlar, sünnetin hüccet
olmadığına, Rasûlul-lah'ın getirdiği yasağın, izinden sonra olup onu
neshettiğine bir delil teşkil etmez mi? Aksi takdirde onların, iznin gereği
hareket etmeleri gerekmez miydi?" denilecek olursa, şöyle cevap veririz:
Sahâbe'yi bu konuda bir bütün olarak değerlendirmeye tâbi tutmak gerekir. Hepsi,
yukarıda geçtiği gibi davranmıyorlardı.[626][626] Onların
pek çoğu, yazıya cevaz veriyor, yazılı sünnetleri yanlarında muhafaza ediyor,
bir kısmı da bilfiil yazıyordu.[627][627]
İşte bu konudaki vârid olan
haberler:
Hz. Ebû Bekir (r.a), Enes'i (r.a)
Bahreyn'e zekât görevlisi olarak gönderirken onlara şöyle yazmıştır:
"Bunlar, Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'ın bütün müslümanlara
vecibe kıldığı zekât farizalarıdır. Onları, Rasûlü'he Allah Teâlâ emretmiştir.
Müslümanlardan kim onu uygun, usûl ve miktarda isterse, onu versinler; kim de
daha fazlasını taleb ederse, o takdirde vermesinler."[628][628]
İbn Abdilberr, Abdülmelik b.
Süfyan'm, amcası kanalıyla Hz. Ömer'in: "İlmi yazıyla kaydediniz,"
dediğini rivayet etmiştir. Bunu, Hâkim ve Dârimî de rivayet etmişlerdir. Yine
İbn Abdilberr, benzeri bir rivayeti Yahya b. Kesir tarikiyle, İbn Abbas'tan
nakletmiştir.[629][629]
İbn Abdilberr, İbn Abbas'ın (r.h), Harun
b. Antere'nin babasına yazı için müsaade verdiğini rivayet etmiştir. Ayrıca
Said b. Cü-beyr'in, İbn Abbas'la birlikteyken ondan işittiği hadisleri,
binitinin üzerinde yazdığını, indikten sonra da yazdıklarını çoğalttığını
rivayet etmiştir.[630][630]
İmam Müslim ise İbn Ebî Müleyke'nin
şu sözüne yer vermiştir: "İbn Abbas'a, bana bazı şeyleri yazıvermesi için
bir mektup gönderdim. Bu arada bazı şeyleri de gizli tutmasını istedim. O da
(hakkımda): 'Samimi bir çocuktur. Ben, onun adına çok şeyleri seçiyor,
bazılarını da kendisinden gizliyorum,' demiş. (Râvi diyor ki): ibn Abbas, Hz.
Ali'nin mahkeme kararlarını istedi ve onlardan bazı şeyler yazmaya başladı. Bu
arada öyle şeylere rastlıyordu ki, onları okudukça: 'Allah'a yemin olsun ki,
bu hükmü Ali vermemiştir. Onun bu hükmü verebilmesi için ancak sapıtmış olması
gerekir,' diyordu."[631][631]
Yine Müslim, Süfyan b. Uyeyne
tarikiyle, Tavus'un şöyle dediğini rivayet etmiştir: "İbn Abbas'a, Hz.
Ali'nin mahkeme kararları getirilmişti. O, onlardan (Süfyan dirseğini işaret
ederek) şu kadarı hariç, hepsini imha etti.'[632][632]
İmam Ahmed, Kaka b. Hâkim'in şöyle
dediğini rivayet etmiştir: "Abdülaziz b. Mervan, İbn Ömer'e bir mektup
yollayarak, ne ihtiyacı varsa, kendisine bildirmesini söyledi. İbn Ömer de
(r.a) cevaben ona: 'Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), veren el, alan
elden daha hayırlıdır, infâka kendi ehlinden başka, buyurdu. Ben, senden
herhangi birşey istemiyorum. Ama senin vasıtanla Allah'ın bana vereceği rızkı
da reddetmek istemem,' diye yazdı."[633][633]
İbn Hacer (852/1448), Fethu'l-Bâri
adlı eserinde şöyle demektedir: Ebû Kasım b. Mende'nin Kitâbu'l-Vasıyye'sinde,
Buhârî'nin, Ebû Abdurrahman el-Hubulî'ye kadar uzanan sahih bir isnadla
zikrettiği şu rivayete rastladım: Ebû Abdurrahman, Abdullah'a, içerisinde hadis
yazılı olan bir kitap getirmiş ve: "Şu kitabı incele. Bildiğin hadisler
kalsın, bilmediklerini oradan sil," demiştir. Buradaki Abdullah'ın, Hz.
Ömer'in oğlu Abdullah olması muhtemeldir. Çünkü el-Hubulî, ondan hadis
işitmiştir. Onun, Amr b. el-Âs'm oğlu olması da muhtemeldir. Zira el-Hubulî,
ondan yaptığı rivayetlerle meşhur olmuştur.
İbn Abdilberr, Mücâhid'den gelen şu
rivayete yer vermiştir: "Abdullah b. Amr şöyle dedi: Beni yaşamaya teşvik
eden iki şey var: Bunlardan birisi 'es-Sâdıka' diğeri de 'el-Veht'tir.
'es-Sâdıka', Rasûlullah'tan yazdığım hadisleri muhtevidir; (el-Veht' ise Amr b.
As'ın bana tasadduk ettiği arazidir."[634][634]
Yine ibn Abdilberr, Fudayl b. Hasen
b. Amr b. Ümeyyejed-Damrî'nin babasından naklen şöyle dediğini rivayet
etmiştir: "Ebû Hureyre'nin yanında bir hadis zikrettim; onu reddeti. 'Bu
hadisi senden işittim!' dedim. 'Eğer onu benden işittiysen mutlaka yanımda
yazılı olması gerekir,' dedi. Elimden tutup, beni evine kadar götürdü. Bize,
Rasûlullah'ın hadisleri yazılı olan pek çok kitap gösterdi. İçlerinde bu
hadisi de buldu ve: 'Eğer bu hadisi ben rivayet ettiysem, mutlaka yanımda
yazılıdır, diye söylememiş miydim1? ' dedi."[635][635]
İbn Hacer de benzeri bir rivayete
yer vermiştir. îbn Abdil-berr, Ebû Hureyre'nin bu rivayetinin, daha Önce geçen
ve kendisinin yazmayıp Abdullah b. Amr'ın yazmış olduğu yolundaki rivâyetiyle
çelişki arzettiğini, evvelki rivayetin nakil bakımından daha sahih olduğunu
söylemiştir.[636][636]
İbn Hacer ise şöyle demektedir:
"Bu rivayet, daha önce geçen Abdullah b. Amr'ın yazıp da kendisinin
yazmadığı şeklindeki rivayetle çelişki arzetmez. Çünkü aralarını bulma ve
birleştirme imkânı mevcuttur. Şöyle ki; Ebû Hureyre (r.a), Rasûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) zamanında hadisleri yazmazken daha sonra yazmaya başlamış olabilir.
Kaldı ki, hadislerin yazılı olarak yanında bulunması, onları kendisinin yazdığı
anlamına gelmez. Çünkü (daha önce) yazmadığı bilinmektedir. Bu durumda,
yanındaki yazılı hadislerin başkaları tarafından kaleme alındığı ortaya
çıkmaktadır."
îbn Abdilberr, Beşir b. Nehilen'in
de şöyle dediğini nakleder: "Ben, Ebû Hureyre'den işittiklerimi yazardım.
Ondan ayrılaca-ğım vakit, yazdıklarımı getirdim ve kendisine: 'Bunları senden
işittim, ne dersin?' dedim. O da baktı ve onayladı."[637][637]
İmam Müslim, Enes b. Mâlik'in de
içinde bulunduğu bir se-nedle, Mahmûd b. er-Râbf nin, Itbân b. Mâlik'ten şunu
naklettiğini haber vermiştir: Medine'ye gelmiştim; Itbân ile karşılaştım.
"Senin bir hadisini işittim. O neydi?" dedim. Şöyle anlattı:
"Gözlerimden rahatsızlanmıştım. Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'a
haber gönderdim ve evime teşrif edip namaz kılmasını, namaz kıldığı yeri,
kendime namazgah edinmek istediğimi söyledim. Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) da bir grup ashâbıyla birlikte geldi. Kendisi bir köşede namaz kılarken
ashabı da kendi aralarında konuşuyorlardı. En fazla Mâlik b. Düh-şum'dan
bahsettiler (Onda münafıklık sıfatları görüyorlardı). Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'in ona beddua etmesini ve bu sebeple onun helak olmasını
istediler. Bu arada Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), namazını bitirdi
ve: 'O, Allah'tan başka ilâh olmadığına, benim de Allah'ın elçisi olduğuma
şehâdet etmiyor mu?' diye sordu. Ashâb: 'Evet, bunu söylüyor, ama kalbiyle ona
inanmıyor,' dediler. Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem): 'Allah'tan
başka ilâh olmadığına, benim de Allah'ın elçisi olduğuma şehâdet getiren hiç
kimse, Cehenneme girmeyecek ve onu tatmayacaktır,' buyurdu." Enes (r.a),
demiştir ki: "Bu hadis, benim çok hoşuma gittiği için oğluma yazmasını
söyledim; o da yazdı."[638][638]
İbn Abdilberr, Sümâme'den, Enes
(r.a)'in: '"Yavrularım! İlmi yazıyla kaydedin," dediğini rivayet
etmiştir. Aynı haberi, Hâkim de kaydetmiştir.[639][639]
ibn Abdilberr, bu konuda ayrıca şu
rivayetlere yer vermiştir:
Râbi b. Sa'd: "Câbir'i, İbn
Sahafın yanında (elindeki) levhalara bir şeyler yazarken gördüm,"
demiştir.
Abdullah b. Huneys de: "(Bazı
hadisçileri), el-Berâ'nın yanında, ellerinde kalmış, hadis yazarken
gördüm," demiştir.
Ma'n b. İsâ (198/814), şöyle
demiştir: 'Abdullah b. Mesudun (r.a) oğlu Abdullah, bana bir kitap gösterdi ve
onu babasının yazdığına yemin etti."
Hasan b. Câbir de: "Ebû
Umâme'ye, ilmin (hadisin) yazılmasında bir mahzur olup olmadığını sordum; bir
sakınca olmadığını söyledi," demiştir.
Hişam b. Urve (146/763) anlatır:
Harre günü babam (Zübeyr b. Awam)'ın kitapları yandığında şöyle söyleniyordu:
"Keşke bütün malım ve ehlim gitseydi de kitaplarım yanımda kalsaydı!"
Serî b. Yahya demiştir ki: 'Hasan
el-Basrî, ilmin (hadislerin) yazılmasında bir beis görmezdi. Tefsirini imlâ
ettirir ve bizzat kendisi de yazardı."
A'meş (148/765) nakleder: Hasan
el-Basrî dedi ki: "Bizim elimizden hiç düşürmediğimiz ve korunması için
bizden sonrakilere tavsiye ettiğimiz birçok yazılı kitabımız vardır."
ibrahim en-Nehâî, "Atrâftürü
kitapların yazılmasında bir beis yoktur," demiştir.[640][640]
Efû Kirânî, Dahhak'm: "Bir şey
duyduğun vakit, duvara bile olsa onu yaz," dediğini, Hasen b. ÂkiTin de:
"Dahhak, bana haccın menâsikini imlâ ettirdi," dediğini rivayet
etmiştir.
Ebû Kılâbe er-Rakkâşî: 'Yazmak, bana
unutmaktan daha sevimlidir," demiştir.
Ebu'l-Melîh, demiştir ki:
"Bazıları benim yazmamı ayıplıyorlar. Halbuki Allah Teâlâ: 'Onların ilmi,
Rabbimin katında bir kitapta yazılıdır. Rabbim hata etmez ve unutmaz,'[641][641] buyurmaktadır," Haberi, Suyûtî de
Tedrtbur-Râvi adlı eserinde zikretmiştir.[642][642]
Abdurrahman b. Hermele de demiştir
ki: "Ben, hafızası zayıf birisiydim. Said b. Müseyyeb, bana yazmam için
ruhsat verdi/'
İmam Mâlik de Yahya b. Said'in:
"Her işittiğimi yazmam, bana, malımı^ bir misli daha fazlalaşmasından çok
daha sevimlidir," dediğini haber vermiştir.
Sevâde b. Hayyan da Muâviye b.
Kurra'mn: "İlmi yazmayan kimseyi, âlim salmayın,"dediğini
nakletmiştir.
Abdurrahman b. Ebi'z-Zinad,
babasının şöyle dediğini haber vermiştir: "Biz, yalnızca helâl ve harama
dair rivayetleri yazardık. İbn Şihab ise her işittiğini yazardı. Kendisine
ihtiyaç hissedildiğini görünce onun, insanların en âlimi olduğunu
anladım."
ed-Derâverdî de şöyle demiştir:
"İlmi (hadisleri) ilk tedvin eden ve yazan İbn Şihab'dır. İmam Mâlik de
aynısını söylemiştir. Ma'mer ise Zührî'nin şu sözünü nakletmiştir: Emirler
(idareciler) zorlayıncaya kadar biz, ilmin (hadislerin) yazılmasını hoş
karşılamıyorduk. Sonra müslümanlardan hiç kimsenin bunu yapmasına mâni
olmamamız gerektiğini anladık."
Eyyûb b. Ebî Temîme de Zührî'nin
(124/742) şu sözünü nakletmiştir: "İdareciler, benden hadisleri yazmamı
istediler. Ben de yazdım. Onların bu isteklerini yapınca başkalarına da
yazmamaktan haya ettim."
Ma'mer, Salih b. Keysan'm şu sözünü
nakletmiştir: "İbn Şi-hab'la birlikte ilim öğreniyorduk. Bir gün
sünnetleri yazmaya karar verdik ve Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'tan
nakledilen hadislerden işittiklerimizi yazdık. Sonra o: 'Sahabe'den gelenleri
de yaz,' dedi. Ben: 'Hayır, olmaz. Çünkü onlar, sünnet değildir,' dedim. O:
'Hayır, onlar da sünnet sayılır,' dedi ve yazmaya devanı etti. Ben ise
yazmadım. O kazandı; ben ise kaybettim."
Hâlid b. Nizar
şöyle demiştir: "Hişam b. Abdülmelik,
Zührî'nin rivayetlerini yazmak üzere
iki tane kâtip tuttu, bir sene boyunca yazdılar."
Ma'mer de şöyle demiştir:
"Yahya b. Kesir, bana bazı hadisler zikretti ve 'falanca hadisleri bana
yazıver/' dedi. 'İlmin yazılmasını kerih görmüyor musunuz1?' diye sorunca:
'Yaz; çünkü yazmasan ilmi kaybedersin veya onda yetersiz kalırsın,' dedi."
Amir eş-Şa'bî de:'Yazı, ilmin
kaydıdır," demiştir.
Vehb. b. Cerîr ise Şu'be'nin
kendilerine bir hadis rivayet ettiğini ve onu yanındaki bir sahifede bulmuş
olduğunu nakletmiştir.
Şehâbe de şöyle demiştir: Şu'be
derdi ki: "Benim hadisleri arka arkaya sıralayıp zikrettiğimi gördüğünüz
vakit, bilin ki ben, onları bir kitaptan ezberlemişimdir."
Süleyman b. Mûsâ da der ki:
"Bir âlim üç tür kimsenin önünde oturup ilim anlatır:
1- Her işittiğini alan kimse. Bu,
gece vakti odun toplayan gibidir.
2-
Yazmayıp, yalnızca dinlemekle yetinen kimse. Buna, (sadece) âlimin
meclisinde bulunan kişi denilir.
3- Duyduğu rivayetleri seçen kimse.
İşte bu, (âlimi dinleyenlerin) en hayırlısıdır."
Bir başka seferinde de: "İşte
o, esas âlimdir," demiştir.
Süfyan ise şunu nakleder: "Bazı
idareciler, İbn Şübrüme'ye:
'Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)'a isnad ederek bize rivayet ettiğin bu hadislerin durumu nedir, onları
nereden naklediyorsunuz?' dediklerinde: Yanımızda bulunan bir kitaptan
naklediyoruz,' demiştir."
Hatim el-Fakih, şöyle demiştir:
Süfyan es-Sevrî'nin şöyle dediğini işittim: "Hadisleri üç şey için
yazmayı severim: Bazı hadisleri dinde amel etmek için yazarım. Bazılarının
hadisini de sadece yazarım; onu ne bir kenara atar, ne de din edinirim. Bir de
zayıf hadis vardır; onu tanımak hoşuma gider, fakat onunla pek ilgilenmem."
Hâlid b. Hibaş el-Bağdâdî de şunu
nakleder: "Mâlik b. Enes'e veda ediyordum. 'Ey Ebâ Abdullah, bana ne
tavsiye edersiniz?' dedim. Hazret: 'Gizli ve aşikar, her hâlinde Allah'tan
kork. Müslümanlara nasihat et. Ehlini bulduğun zaman da ilmi yaz,' dedi."
Ishak b. Mansur, der ki: Ahmed b.
Hanbel'e: "İlmin (hadislerin) yazılmasını kimler kerih görüyor?"
diye sordum. Hazret: "Bir kısım âlimler bunu kerih görürken, bazısı da
buna ruhsat vermiştir," dedi. Ben: "Eğer ilim, yazılmamış olsaydı,
kaybolup gitmez miydi?" dedim. "Evet, ilim yazılmasaydı, şimdi
hâlimiz ne olurdu bilmem," dedi.
İshak b. Mansur, demiştir ki:
"Aynı soruyu İshak b. Rake-veyh'e sordum. O da aynen, Ahmed b. Hanbel gibi
cevap verdi."
Ebû Zûr'a da Ahmed b. Hanbel ile
Yahya b. Mâin'in: "Hadisleri yazmayan bir kimsenin hata yapmayacağından
emin oluna-maz," dediklerini haber vermiştir.
er-Riyâşî, Halil b. Ahmed'in:
"Yazdıklarını Beytu'l-Mâl kabul et, ezberlediklerini de nafaka."
dediğini nakletmiş tir.
Müberrid de Halil'in:
"İşittiğim herşeyi yazdım. Yazdığımı da ezberledim. Ezberlediğim herşeyin
de mutlaka faydasını gördüm," dediğini rivayet etmiştir.[643][643]
Sahâbe'nin Sünnetin Yazımı Konusundaki Tutumlarının
Değerlendirilmesi
Bazı sahabelerin hadislerin yazımı
konusundaki uygulamasını bir delil kabul etsek bile bu, asla sünnetin hüccet
olamayacağı anlamına gelmez. Çünkü Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in
sünnetin yazılmasını nehyetmesiyle ilgili hadisi değerlendirirken ifade ve izah
ettiğimiz gibi o emrin mecrası ve mânâsı, muhaliflerin anladığı gibi değildir.
Bu nehiy, sünnetin delil olmadığını göstermez ve yazı, hüccet olmanın zarurî
bir şartı değildir. Burada Sahâbe'yi sünneti yazmaktan alıkoyan başka sebepler
de vardır. Bunları şöyle sıralayabiliriz:
Önce şunu hatırlatalım: Bazı
sahabelerin hadisleri yazmaktan kaçınması, yasaklamanın izinden sonra olduğuna
ve onu neshettiği-ne dair bir delil olamaz. Çünkü Ibn Kuteybe ve Hattâbî'nin
belirttiği gibi yasağın ve iznin bütün şahıs ve durumları kapsadığını söyleyecek
olursak, o takdirde Sahâbe'nin, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in
vefatından sonra da önceki hâl üzere devam ettiklerini belirtmemiz gerekir.
Onlar, Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'m müsaadesine muttali
olamamış, önceki hükmün nesholunmayıp devam ettiğini zannetmişlerdir. Yoksa,
yasağın izinden sonra olup, onu neshettiği şeklinde bir anlayışa sahip
olmamışlardır. Böyle olsaydı onlardan sonraki neslin, yazmaya izin verildiği ve
bunun mübâh olduğu konusunda icmâ etmemeleri gerekirdi.
Eğer yasak ve iznin herbirini, daha
önce zikredilen hususlarla tahsis edenlerin görüşünü benimsersek, o takdirde
yazmaktan kaçınan, başkalarını bundan meneden ve yazılı olan sahifeleri imha
eden Sahabe ve Tabiîlerin, yazmaya engel teşkil eden unsurlardan herhangi
birisi sebebiyle böyle yaptıklarını söylememiz gerekecektir. Bu sebepler,
Kur'ân ve sünnetin yazılmasının karışıklığa yol açması, yazıya güvenilerek
gevşekliğe düşülmesi, bunun sonucu olarak da ilim, fıkıh ve anlayışın
kaybolması gibi nedenler olabilir.
Aynı şeyleri, sünnetin tedvin edilip
tıpkı Kur'ân gibi bir kitapta toplanması konusunda da söyleyebiliriz. Kaldı ki
tedvinin, hücciyye-tin şartlarından olduğu yolundaki görüş tamamen yanlıştır.
Buna göre deriz ki: Eğer tedvin edilmeyiş, hücciyyete mâni bir unsur olsaydı
Hz. Ebû Bekir ve Zeyd b. Sabit (r.h), ilk anda, Kur'ân'm cem edilmesinden
kaçındıklarında, Kur'ân'ın hüccet olmadığı anlayışıyla böyle yapmışlardır,
demek de doğru olurdu. Bu durum, her ikisi için de düşünülemez. Fakat durum
şudur: Onlar, ilk anda Kur'ân'ın cem edilmesi fikrine yanaşmadılar. Çünkü
Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), bunu yapmamış; yapılmasını da
emretmemişti. Sonradan, maslahat ve hayrın Kur'ân'ın toplanıp yazılmasında
olduğunu görünce, derhal onu gerçekleş tirmişlerdir.
Buhârî, İbn Şihab tarikiyle şunu
nakleder: Zeyd b. Sabit
(r.a), demiştir ki: Yemâme savaşında
pek çok hafız sahabenin şehid edilmesi üzerine Hz. Ebû Bekir (r.a), beni
çağırttı. Vardığımda Ömer (r.a) de oradaydı. Ebû Bekir (r.a), bana: "Ömer
geldi ve: 'Yemâme savaşında çok sayıda Kur'ân hafızı şehid oldu. Ben, diğer
bölgelerde de hafızların yok olmasından ve bu sebeple, Kur'ân'ın ekseriyetinin
kaybolmasından endişe ediyorum. Ben, Kur'ân'ın biraraya getirilmesini
emretmenizi uygun görüyorum,' dedi. Ben de ona: 'Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi
ve sellem)'m yapmadığı bir işi biz nasıl yaparız ki?' dedim. Ömer: 'Allah'a
yemin olsun ki, bu hayırlı bir iştir,3 diyerek ısrarla bana müracaatta
bulundu. Sonunda Allah, benim de kalbimi Ömer'in görüşüne ısındırdı. Ben de
onun gibi düşünmeye başladım," dedi.
Zeyd (r.a). diyor ki: Hz. Ebû Bekir
(r.a), bana: "Sen genç ve akıllı birisisin. Hakkında kötü bir şey
bilmiyoruz. Hem sen, daha önce Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'ın
vahiy kâtipliğinde de bulunmuştun. Üzerinde Kur'ân yazılı olan parçaları
araştır, onları biraraya getir," dedi. Allah'a yemin olsun ki; eğer bana,
bir dağın yerini değiştirmek gibi bir görev verselerdi bu, Ebû Bekir'in (r.a),
Kur'ân'ın toplama işini emretmesinden daha ağır gelmezdi.
Onlara: "RasûiuUah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'ın yapmadığı bir şeyi, nasıl olur da sizler yapmaya kalkışırsınız,"
dedim. Hz. Ebû Bekir: "Allah'a yemin olsun ki, bu çok hayırlı bir
iştir," dedi ve bana bu konuda çok ısrar etti. Sonunda Allah, benim de
kalbimi, o ikisinin kanaatine açtı ve yatıştırdı. Artık Kur'ân'ı cem edebilmek
için üzerine âyet yazılmış hurma yaprağı, kemik, ince beyaz taş gibi yazı
maddeleriyle, Kur'ân'ı ezbere bilenleri araştırıp âyetleri toplamaya başladım.
Tevbe Sûresi'nin "Andolsun, içinizden öyle bir peygamber geldi ki,
sıkıntıya uğramanız O'na ağır gelir."[644][644] âyetini yalnızca, Ebû Huzeyme el-Ensârî'nin
yanında bulabildim; başka kimsede bulamadım. Biraraya getirdiğim Mushaf,
(tamamlandıktan sonra) ölünceye kadar, Hz. Ebû Bekir'in yanında kaldı. Sonra,
hayatı boyunca Hz. Ömer'in yanında kaldı. Şehid edildikten sonra Mushaf, kızı
Hz. Hafsa'ya intikal etti.[645][645]
Bu rivayet, bir nassın tedvin edilmeyişinin onun hücciy-yetine olumsuz bir
tesir etmediğinin en açık delilidir. Sünnetin tedvin edilmeyişinin daha başka
sebepleri de vardır. Bunlara ileride değineceğiz.
Ayrıca Hz. Ömer'in, sünnetin tedvini
ve onu bir kitapta toplama konusunda mütereddid olduğunu ve bu konuda ashâb
ile istişarede bulunduğunu görüyoruz. Nitekim içlerinden bir kısmı, tedvin
edilmesi yolunda fikir beyân etmişlerdir. Eğer tedvin edilmiş olmak, hücciyyetin
bir şartı olsaydı, o takdirde Hz. Ömer'in tedvin konusundaki tereddüdünün,
sünnetin hüccet olup olmadığı tereddüdünden kaynaklandığını söylemek gerekir.
Bunu kim söyleyebilir?
Hz. Ömer'in, müslüman oluşundan
itibaren, hilâfeti zamanında tedvin konusu ortaya çıkıncaya kadar geçen uzun
zaman boyunca, sünnetin hücciyyetinden tereddüt ettiğini söylemek asla mümkün
değildir. Çünkü o, çok daha basit meselelerde Rasûlullah'ın hükmünün ne
olduğunu öğrenmeye büyük özen gösterirdi. Bu durumda, onunla ilgili olarak iki
şey söylenebilir: O, ya sünnetin hüccet olduğu görüşündeydi yahut bu kanaatte
değildi. Ama her halükârda, tedvin konusundaki tereddüdü, sünnetin hüccet
oluşundaki tereddüdünden kaynaklanmış olamaz. Ancak bu tereddüt, sünnet
konusunda araştırmaya sevkeden diğer sebeplerden ortaya çıkmış olabilir.
Bazı sahabelerin tedvinden
kaçınmaları veya tedvin edilmiş bulunan sahifeleri yakmaları konusunda ise iki
sebep zikredilebilir:
1- Bu kimseler, son derece muttaki
ve verâ sahibi kimselerdi.
Bu nedenle, kendilerinden sonra bazı
kimselerin, onların tedvin etmiş olduğu hadislerle amel etmesinden endişe
etmişlerdir. Bunun sebebi ise hadisi kendilerine rivayet eden şahsın, zahiren
sika görünmekle beraber, aslında yalancı olması ihtimali veya hafızası kuvvetli
gibi görünmekle birlikte, gerçekte zayıf olması yahut da bizzat kendilerinin
RasûiuUah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'tan işittikleri hadislerde hata
yapmaları ihtimalidir.
Nitekim Hz. Ebû Bekir'in (r.a),
tedvin ettiği hadis sahifelerini niçin yaktığını, Hz. Aişe'ye izah ederken
söyledikleri şu sözler, bunu göstermektedir: "Onlar senin yanındayken ölüp
gitmekten korktum. Ola ki, içerisinde kendisine güvenip sika zannettiğim bir
zâtın rivayetleri bulunur da aslında rivayet ettiği hadisler, bana naklettiği
gibi olmayabilir. Fakat sorumluluğu ben üzerime almış olurum."
Başka bir rivayette ise şöyle
söylemiştir: "Size birtakım hadisler rivayet ettim. Kimbilir, belki de
onları, RasûiuUah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'tan kelimesi kelimesine
işitmemiş olabilirim,"[646][646]
2- Kur'ân'da olduğu gibi Sahâbe'den
bir kişinin yahut iki, on veya yüz tanesinin, RasûiuUah (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)'tan sâdır olan herşeyi bir kitapta toplama imkânları yoktur. Çünkü
bütün risâleti boyunca, her an RasûiuUah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'la
beraber olan birini bulmak da mümkün değildir. Bunun bulunabileceği farzedilse
bile bu sefer de her işittiğim ezberlemesi, onları hatırlaması ve tedvin
etmesi imkân dahilinde değildir. Yine içlerinden belli sayıda kimsenin,
sırayla, nöbetleşe RasûiuUah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'ın yanında
bulunmaları, ve O'ndan sâdır olan herşeyi hafızalarına almaları da mümkün
gözükmemektedir. Bazen içlerinden birisi, belli bir vakit Rasûlullah'la yalnız
kalmış ve bu arada başkalarının muttali olamadığı bazı şeyleri müşahede etmiş
ve işitmiş olabilir.
Bu itibarla, Sahâbe'den her birinin,
diğerlerinin sahip olmadığı sünnet bilgisine sahip olduğunu bilmek gerekir. Ne
kadar yetki verilirse verilsin, hiçbir kimsenin, RasûiuUah (salla’llâhü aleyhi
ve sellem)'ın vefatından sonra sayılan yüzhinleri bulan Sahâbe'yi biraraya
toplayarak onlardan bildikleri ve yazdıkları bütün sünneti Öğrenmeleri mümkün
değildir.[647][647]
Sahabe, buna muktedir olmadıklarını
anlayınca kendilerinden sonra gelenlerin, aynen Kur'ân'da olduğu gibi, onların
bütün güçlerini sarfederek, sünnetin tamamını bir kitap hâline getirdikleri
inancına düşerler korkusuyla, tedvin işinden kaçınmışlardır. Bu nedenle, daha
önce yazılmış olanları da yakmışlardır. Ayrıca sözlü rivâyetlerin sünnet
olmadığı inancına kapılıp çelişki hâlinde tedvin edilmiş bulunanları, sözlü
rivayetlere tercih ederler endişesini de taşımışlardır. Halbuki böyle bir
durumda sözlü rivayet, tedvin edileni neshet-miş de olabilir. O zaman, şer'î
hükümlerin büyük bir kısmının kaybolması tehlikesiyle karşı karşıya kalınmış
olurdu.
Sünneti tedvin edenlerin, -özellikle
de Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer (r.h) gibileri- Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) ile uzun müddet beraber yaşamış ileri gelen sahabeler olduklarını
düşünürsek sonraki müslüman-larm, sözkonusu inanca sahip olacakları aşikârdır.
Hz. Ebû Bekir'in: "Benim bulamadığım hadisler kalmış olabilir. Bu nedenle
de insanların: 'Eğer Rasûlullah (aleyhisselâm) bunları söylemiş olsaydı, Ebû Bekir'in
mutlaka ondan haberdar olması gerekirdi,' demelerinden korkuyorum," sözü
de bu kanaatimizi kuvvetlendirmektedir.
Fakat tedvin işini, Rasûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) ile uzun müddet birarada kalmadığı bilinen birisi yaptığı
takdirde böyle bir endişe duymaya gerek kalmaz. Hele Zührî, Buhârî ve Müslim
gibi bütün gayretim hadisleri toplayıp, tedvin etmeye sarfetmiş bir imamın,
sünnetin tamamını biraraya getirme imkânına sahip olduğu hiç düşünülemez. Çünkü
aradan uzun zaman geçmiş, İslâm toprakları genişlemiş, Sahâbe'nin pek çoğu
vefat etmiş, Tabiîn ve onlardan sonrakiler alabildiğine çoğalmıştır. Öyle ki,
Zührî (124/742) gibi bir tek kişinin, bütün bunlarla karşılaşması ve
rivayetlerinin tamamını alması, ak-len imkân dahilinde görülmemektedir.
Sözkonusu ihtimal, bu kimseler için
mevcut olmayınca, doğal olarak, onların ve benzerlerinin, sünneti tedvin
etmelerinde de bir sakınca kalmamaktadır. Bilakis, aradan uzun zaman geçmesi,
güvenilir râvilerin vefat etmesi ve ezberleme melekesinin zayıflaması nedeniyle
tedvin işi, zaruret hâline gelmiş olmaktadır.
Çünkü bir taraftan Acemler, Araplara
karışmış, medeniyetleri Araplar arasında yayılmıştır. Bunun sonucu olarak pek
çoğu yazı öğrenmiş ve hafızaya güvenen evvelki tabiatlarından sıyrılmışlardır.
Ote yandan mezheplerin çoğalıp fırkaların yayılması, zındık ve mül-hidlerin
ortalığı kaplaması sonucu, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'e
uydurma hadis isnadı o kadar çoğalmıştır ki, artık Rasûlullah'tan sâdır olduğu
bilinen hadislerin, güvenilir ve tenkitçi âlimler tarafından yazılıp tedvin
edilmesi bir zaruret hâline gelmiştir. Ancak bu şekilde, sahih olanla
olmayanları birbirinden ayırmak mümkün olabilmiştir.
İbn Hacer (855/1448), Fethu'l-Bâri
adlı eserinin mukaddimesinde şöyle demektedir: "Hadislerin, Sahabe ve
Tabiîn büyükleri zamanında, Câmî türünden eserlerde toplanıp tertip edilmediği
bilinmelidir. Bunun iki sebebi vardır: Birincisi, İslâm'ın ilk devirlerinde
hadislerin Kur'ân'la karıştırılması endişesinden dolayı tedvin işinin,
Sahâbe'ye yasaklanmış olmasıdır. İkincisi ise Sahâbe'nin kıvrak zekâ ve
kuvvetli ezberleme gücüne sahip olması ve çoğunun yazı yazmayı bilmemesidir.
Sonraları, Tabiîn asrının sonlarına doğru âlimler, muhtelif şehir merkezlerine
dağıldı. Bu arada Haricî, Râfizî ve kaderi inkâr eden gruplardan pek çok
bid'atlar yayıldı. Bu sebeple hadislerin, tedvin edilip kitap hâline
getirilmesi zarureti hâsıl oldu.[648][648]
Bundan dolayı Ömer b. Abdülaziz,
vali ve âlimlere, hadisleri toplayıp tedvin etmelerini emretmiştir. Yazılmış
olan nüshalardan da her şehre, birer tane göndermiştir.
Buhârî, ta'lik yoluyla naklettiği
bir haberde şunları kaydeder: "Ömer b. Abdülaziz, Ebû Bekir b. Hazm'a bir
mektup göndererek: 'Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'m hadislerini
araştır ve yaz. Çünkü ben, âlimlerin vefat edip ilmin yok olmasından
korkuyorum. Yalnızca Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellemYın hadislerini
kabul et. İlmi yayın. Bu maksatla ilim meclisleri oluşturun ki bilmeyenler de
Öğrensinler. Zira ilim, gizli kaldığı zaman yok olur,' demiştir."[649][649] Haberi İmam Mâlik, Muvatta'da muhtasar
olarak nakletmiştir.
el-Herevî de Zemmü'l-Kelâm adlı
eserinde, Yahya b. Said vasıtasıyla, Abdullah b. Dinar'ın şöyle dediğini
rivayet etmiştir: "Sahabe ve Tabiîn, hadisleri yazmamışlardır. Zekâtla
ilgili mektuplar ve az miktardaki hususlar dışında, hadisleri ezber yoluyla
alıp, sözlü olarak nakletmişlerdir. Ne zaman ki, hadislerin yok olmasından
korkuldu ve âlimler ölüp gitmeye başladı, o vakit Ömer b. Abdülaziz, Ebû Bekir
b. Hazm'a bir mektup göndererek, sünnet ve hadisleri araştırıp yazmasını
emretti."[650][650]
Ebû Nuaym (430/1038) ise Tarihu
Isbahan adlı eserinde, bu haberi şöyle nakletmiştir: "Ömer b. Abdülaziz,
İslâm beldelerindeki âlimlere mektuplar göndererek: 'Rasûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'ın hadislerini araştırın ve onları toplayın,' diye emir
verdi."[651][651]
Abdurrezzak (211/827), Musannefinde,
İbn Vehb'in şöyle dediğini kaydetmiştir: İmam Mâlik'i işittim, şöyle diyordu:
"Ömer b. Abdülaziz, şehir merkezlerine mektuplar göndererek onlara sünnet
ve fıkıh hakkında bilgi verirdi. Medine'ye yazdığı mektuplarda ise daha evvelki
tatbikatların nasıl olduğunu sorar ve yanlarındakilerle amel etmelerini
isterdi. Bu arada Ebû Bekir b. Hazıria da bir mektup göndererek, sünnetleri
toplamasını ve yazıp kendisine göndermesini istedi. İbn Hazm da (bulabildiği
kadar) hadisleri bir kitapta topladı. Ne var ki, göndermeden evvel Ömer 6.
Abdülaziz vefat etti.”[652][652]
İbn Abdilberr, Zübeyr'in azadlı
kölesi Sid b. Ziyâd'm şöyle dediğini nakleder: İbn Şihab ez-Zührî'yi, Said b.
İbrahim'e şunları derken işittim: "Ömer 6. Abdülaziz, bize sünnetleri
toplamamızı emretti. Biz de onları defterler hâlinde yazdık. O da valisi
bulunan her beldeye bir defter gönderdi."[653][653]
İbn Hacer (852/1448) ise
Fethu'l-Bâri'nin mukaddimesinde -daha evvel naklettiğimiz sözlerinden sonra-
şöyle demektedir: "Hadisleri ilk defa cem edenler, Râbî b. Sabîh
(160/776), Said b. Ebî Arübe (157'j'773) ve benzerleridir. Üçüncü tabakanın
büyük âlimleri ahkâmı tedvin edinceye kadar hadis âlimleri, bütün babları aynı
tarzda tasnif ediyorlardı. İmam Mâlik (1791795), el-Muvatta adlı eserini tasnif
etti ve ona, Hicazlı hadis âlimlerinin kuvvetli olan rivayetlerini almaya itina
gösterdi. Bu arada eserinde, Sahabe sözlerine, Tabiîn ve onlardan sonra
gelenlerin söz ve fetvalarına da yer verdi. Mekke'de İbn Cüreyc (150/767),
Şam'da el-Evzâî (159/775), Kûfe'de Süfyan es-Sevrî (161/777), Basra'da Hammad
b. Dinar (165/781), ilk tasnif işini gerçekleştirenlerdir. Daha sonra, kendi
asırlarındaki pek çok kimse, tedvin ve tasnif işleminde onları takip
etmişlerdir. Bu iş, Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'ın hadislerinin
biraraya getirilmesi gerektiği görüşüne sahip olan imamlar gelinceye yani
hicrî ikinci asrın başlarına kadar devam etti.
Ubeydullah b. Mûsâ el-Abesî el-Kûfi,
Müsedded b. Müser-hed el-Basrî (228/843), Esed b. Mûsâ el-Emevî, Mısır'a
yerleşmiş olan Nuaym b. Hammad el-Huzâî (228 h.), bir müsned tasnif etmişlerdir.
Sonra gelen imamlar da onları takip etmişlerdir. Pek çok imam, topladıkları
hadisleri 'Müsned' hâlinde[654][654] biraraya getirmişlerdir. Bunlara, Ahmed 6.
Hanbel (241/855), Ishak b. Râheveyh (235/853), Osman b. Ebî Şeybe (239 h.) ve
diğer seçkin hadisçileri örnek verebiliriz. Ebû Bekir b, Ebî Şeybe (235/849)
gibi bazı hadisçiler ise[655][655] hadis ve haberleri müsned ve bablara göre birlikte
tasnif etmişlerdir.
İmam Buhârî (256/869), bu
musannefleri görüp tetkik etti. Onların sahih ve hasen rivayetlerin yanında,
pek çok zayıf haberleri de ihtiva ettiğini, bu iki çeşit haberin birbirinden
tefrik edilemeyeceğini farketti ve o vakit, sıhhatinden hiç kimsenin şüphe
edemeyeceği sahih hadisleri toplamaya azmetti. Üstad Ishak b. Râheveyh'in
(238/852) bu konudaki teşviki de kendisine güç, azmine şevk verdi. Bu büyük
üstad, bir gün içlerinde Buhârî'nin de bulunduğu talebelerine: 'Keşke,
Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'ın sahih sünnetlerini ihtiva eden
muhtasar bir kitap meydana getirseniz ne güzel olur,' demişti. Buhârî (r.h):
'Bu söz kalbime yer etti ve el-Câmiu's-Sahih'i yazmaya başladım,' der."[656][656]
el-Kâsımî, Kavâidü't-Tahdis adlı
eserinde (1332/1914) der ki: "İmam Suyûtî (911 /1505) ve hadisleri ilk cem
eden kimselerin hepsi hicrî ikinci asırda yaşamışlardır. Hadis tedvininin
başlangıcı ise hicrî birinci asrın başlarında, Ömer b. Abdülaziz'in (101/719)
hilâfeti zamanına rastlar," demiştir. İbn Hacer (852/1448) de
Fet-hu'l-Bâri'de aynı haberi zikretmiş ve şöyle demiştir: "Ömer b. Abdülaziz'in
emriyle, hadisleri ilk tedvin eden İbn Şihâb ez-Zührî'dir." Ebû Nuaym da
(430/1038) aynı haberi nakletmiş tir.[657][657] İşte bu yüzden, Tabiîn asrından sonra,
yazmanın ve sünneti tedvin etmenin mübâh olduğuna dair icmâ tahakkuk etmiştir.
Hatta bazıları, bunun mendûb ve vâcib olduğu görüşündedirler.[658][658]
Kâd-ı lyâz (544/1149), demiştir ki:
"İlmin (hadislerin) yazımı konusunda, Sahabe ve Tabiîn arasında pek çok
ihtilâf vardı. Çoğu bunu uygun bulmazken, bazıları da caiz görüyorlardı. Daha
sonra müslümanlar, bunun caiz olduğunda icmâ ettiler. Böylece, daha önce var
olan ihtilâf ortadan kalktı."[659][659]
İbn Salâh (318/929), demiştir ki:
"İlk devir müslümanları, hadislerin yazımı konusunda ihtilâf ettiler.
İçlerinden bir kısmı, hadislerin ve ilmin yazımını uygun bulmayıp ezberlemeyi
emrederlerken, bazısı da buna cevaz verdi. Sonradan bu ihtilâf ortadan kalktı
ve müslümanlar, sünnetin yazılmasının caiz ve mübâh olduğunda icmâ ettiler.
Eğer hadisler, kitaplarda tedvin edilmeseydi sonraki asırlarda kaybolup
giderdi."[660][660]
İbn Hacer de (852/1448): "Selef
âlimleri, hadislerin yazılıp yazılmayacağı konusunda ihtilâf etmişlerdir.
Gerçi mesele daha sonra açıklığa kavuşmuş, hadisleri yazmanın caiz, hatta
müstehâb olduğuna dair icmâ hâsıl olmuştur. Kaldı ki, hadisleri tebliğ ile
yükümlü olup da onları unutma endişesi taşıyanların, yazmalarının vâcib olacağı
gayet açıktır," am demiştir.
Sahâbe'nin Sünnetleri Rivayetten
Kaçınmaları ve Bunu Yasaklamaları (Özel Durumlara Hastır)
Eğer: "Sahâbe'nin, sünnetin
yazım ve tedvininden kaçınmalarının hikmeti anlaşılmıştır. Fakat sünneti
rivayetten sakınmalarına ve onu yasaklamalarına ne denilecektir? Onların bu
tutumu, sünneti hüccet görmediklerinin bir delili olamaz mı? Ayrıca sert
hükümlerde delil olarak kullanılmaması için Şâri'in, onun nakledilmesini istemediğine
muttali oldukları anlamına gelmez mi?" denilecek olursa, şöyle cevap
veririz:
Sahâbe'nin, mutlak olarak hadis
rivayetinden kaçındıklarım zannetmek doğru değildir. Bazı durumlarda hadis
rivayetinden kaçınmış olmaları, sünnetin hüccet olmadığından kaynaklanmış
değildir. Böyle düşünmek, nasıl doğru olabilir? Halbuki Rasûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem), Sahâbe-i Kirâm'a, hadislerini rivayet etmelerini ve
kendilerinden sonrakilere tebliğde6 bulunmalarını emretmiştir. Bu konudaki emirler,
daha Önce geçmiştir. İbn Abbas'ın rivayetinde Efendimiz (salla’llâhü aleyhi ve
sellem): "Sizler, hadisleri (benden) işitiyorsunuz. Sonrakiler de onları
sizden duyup alacaklardır. Onlardan da daha sonrakiler alacaklardır."[661][661]
Sahâbe'nin hemen hepsinin, ister
hadis rivayetinden kaçınan, ister bunu yasaklayan, isterse bunda bir beis
görmeyenleri olsun, sünnete en çok sarılan ve daha sonra zikredeceğimiz türden
bir mâni olmadıkça, sünnetin rivayetine ve tebliğine en çok özen gösteren
kimseler olduğu tevâtüren bilinmektedir. Onlar, muarızlarına karşı sünnetle
delil getirmişler, kendilerine de sünnetle karşı çıkıldığında, görüşlerinden
dönerek ikna olmuşlardır. Yeni zuhur eden hadiseler karşısında, sünnete
müracaat etmişler, başkalarım da onunla amele teşvik etmişlerdir. Böyle
davranırlarken de hiç kimse, onlara yaptıklarının yanlış olduğunu
söylememiştir.
İşte Hz. Ebû Bekir (r.a), Sakif
gününde[662][662] Ensar'a karşı: "İmamlar
Kureyş'tendir,"[663][663] hadisini delil getirmiş, onlar da ikna olmuşlardır.
Yine o, Hz. Fatma'ya karşı:
"Biz, peygamberler topluluğu miras bırakmayız. Geriye bıraktıklarımız
sadakadır,"[664][664] hadisini delil getirmiş ve o da ikna
olmuştur.
Yine Hz. Ebû Bekir, Muhammed b.
Mesleme'nin rivâyetiyle te'kid ettikten sonra, ninenin mirastaki payı
hususunda, Muğire'nin rivâyetiyle hüküm vermiştir. Zekâtlarını vermeyenlere
karşı savaş ilan ettiği vakit, Hz. Ömer'in: "İnsanlar, Allah'tan başka
ilâh yoktur, deyinceye kadar onlarla savaşmakla emrolundum,"[665][665] hadisiyle karşı çıkınca, "Maldaki hakkın
alınması için (savaş) müstesna," ifadesiyle cevap vermiştir.
İşte Hz. Ömer (r.a),
Hacerü'l-Esved'i öperken: vEğer Allah Rasûlünü, seni Öperken görmeseydim, ben
de asla öpmezdim," demiştir.
Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)'m minberinden insanlara: "Ameller niyetlere göredir,"[666][666]
hadisini rivayet eden odur.
Yine o, Ebû Said'in sahih olduğuna
şahidlik etmesi üzerine, Ebû Musa'nın (r.a), isti'zana dair rivayetini kabul
etmiştir.
Ayrıca pek çok vesileyle:
"Rasûlullah (aleyhisselâm)'tan (herhangi bir konuda) bir şeyler bilen
varsa onu getirsin," diyen de odur. Kadının, kocasının diyetine mirasçı
olabilmesi, iskat-ı cenin meselesi ve daha evvel (ikinci bölümde) zikrettiğimiz
diğer konulardaki, İmam Mâlik ve diğer hadisçilerin naklettiği rivayetler de
burada misal verilebilir.
Bütün valilerine mektup göndererek:
"Kur'ân'ı öğrendiğiniz gibi sünneti ve Arap dilini de öğreniniz,"
diyen yine Hz. Ömer'dir. "Rey'den sakınınız. Çünkü rey sahipleri,
sünnetlerin düşmanıdırlar. Hadisler, onları sünnetleri ezberleyip öğrenmekten
âciz bırakmıştır," diyen ve yine: "Hidâyetlerin en hayırlısı,
Muhammed'in hidâyetidir," gerçeğini ifade eden, ayrıca: "İleride
birtakım insanlar, Kur'ân'ın (herkesçe anlaşılması zor olan) müteşâbıhâtı ile
karşınıza çıkacaktır. Onlara karşı sünnetlere tutunun. Zira sünnetleri iyi bilenler,
Kur'ân'ı en iyi bilenlerdir,"[667][667] diyen de
Hz. Ömer (r.a.)'dir.
Hz. Ali (r.a)'ye bakalım: O,
demiştir ki: "Size, Rasûlullah'tan bir hadis rivayet edildiği zaman, (bir
rivayete göre de hadis rivayet ettiğimde) Rasûlullah'ın (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) ondan daha nezih ve daha muttaki olduğunu bilin." Başka bir
rivayette ise: "Rasûlullah'ın daha nezih, daha muttaki ve daha fazla
hidâyet üzere olduğunu bilin.''
Abdullah b. Mesud'u (r.a) ele
alalım. (Dövme yaptıran bir kadına karşı): "Allah, dövme yapana ve
yaptırana lanet etsin,"[668][668]
hadisini delil getirmiştir.
Ebû Davud'un rivayetinde, Alkame
şunları anlatmıştır: "Mi-na'da, Abdullah b. Mesud'la yürüyordum. Hz.
Osman'la karşılaştı. Onunla yalnız kalmak istedi. Abdullah, Hz. Osman'ın bir
ihtiyacı olmadığını görünce, bana: 'Ey Alkame, buraya gel,' dedi. Gittim. Bu
arada Hz. Osman, ona: 'Ey Ebû Abdurrahman! Seni bakire bir câriye ile
evlendirelim mi? (ne dersin)? Belki de nefsinin alışageldiği şeyi, sana
yeniden kazandırır,' dedi. Bunun üzerine Abdullah b. Mesud: 'Sen böyle
diyorsun, ben ise Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'ın: Sizden kim
evlenmeye güç yetirirse evlensin. Çünkü bu, gözü korumak ve iffeti muhafaza
için daha güzeldir. Kim de evlenmeye güç yetire-mezse, oruç tutsun. Zira oruç,
onun şehvetini kırar, buyurduğunu işittim,'der."[669][669]
İbn Ömer (r.h), Ebû Hureyre'yi
överek şöyle diyor: "Birlikte Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'ın
devamlı yanında bulunduk ve hadislerini Öğrendik." Ebû Hureyre vefat
edince (ö.58/677) İbn Ömer (74/693), cenazesinde kendisine rahmet dileyerek
şöyle diyordu: "Allah kendisine rahmet etsin. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'in hadislerini müslümanlar için ezberleyip muhafaza
ediyordu."
Buhârî et-Tarihyinde, Beyhakî de
el-Medhal'de, Muhammed b. Umâre b. Hazm'm, şöyle dediğini rivayet etmişlerdir:
"On civarında Sahâbe'nin büyüklerinin bulunduğu bir mecliste bulundum.
Ebû Hureyre (r.a), Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'tan oradakilerin
bazılarının bilmediği hadisler rivayet etmeye başladı. Onlar, hadisler hakkında
bilmediklerini soruyor, o da açıklamalarda bulunduktan sonra, bir diğer hadise
geçiyordu. Bu böyle birkaç kere tekrar etti. İşte o zaman anladım ki Ebû
Hureyre, insanların en fazla hadis bilenidir."
Buhârî, başka bir rivayetinde, Ebû
Hureyre'nin (r.a) şöyle dediğini nakletmiştir: "İnsanlar, Ebû Hureyre,
hadis rivayetinde çok ileri gidiyor, diyorlar. Eğer, Allah'ın Kitabı'ndaki şu
iki âyet olmasaydı, bir tek hadis dahi rivayet etmezdim: 'İndirdiğimiz açık
delilleri ve Kitab'da insanlara apaçık belirttiğimiz hidâyet yolunu gizleyenler
(var ya), işte onlara Allah ve bütün lanet edebilenler lanet eder. Ancak tevbe edip
hâllerini düzeltenler, gerçeği açıklayanlar müstesnadır. Onları bağışlarım.
Çünkü ben, tevbeyi çok kabul eden, çok esirgeyenim.[670][670] Muhacir
kardeşlerimiz, çarşı pazarda meşgul olurken, Ensar'dan kardeşlerimiz de malları
ile ilgilenirken Ebû Hureyre, karın tokluğuna Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) ile birlikte kalıyor, onların elde edemediklerini öğreniyor,
belleyemediklerini ezberliyordu:[671][671]
Ebû Hureyre (r.a), Hz. Âişe'nin
hücresinin yanma oturur ve: "Dinle, ey hücrenin sahibesi" diyerek,
kendisine hadis okurdu.[672][672]
İşte Ebû Zerr (r.a), (eliyle
kafasını göstererek): "Eğer, kılıcı şuraya dayasanız, ben de kafam
kesilmeden Önce Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'tan işittiğim bir
sözü söyleyebileceğimi bilsem, onu mutlaka söylerdim," diyor.[673][673]
işte, Berâ b. Azib (r.a), Ahmed b.
Hanbel'in yaptığı bir rivayette: "Bütün hadisleri, Rasûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'m fem-i saadetlerinden işitmiş değiliz. Develerimizi gütmek
bizleri meşgul ettiği için arkadaşlarımız, ondan duyduklarını bize rivayet
ederlerdi," demiştir.[674][674]
İşte İbn Abbas (r.h), İmam Müslim ve
Mücâhid'in, İbn Ab-bas'la ilgili olarak şunları söylediğini nakleder: Büşeyr
el-Adevî, ibn Abbas'a geldi ve: "Rasûlullah şöyle söyledi... Rasûlullah
böyle dedi..." diyerek hadis rivayet etmeye başladı, ibn Abbas (r.h) ise
sözüne kulak vermedi ve hiç oralı olmadı. Bunu gören Büşeyr: "Ey ibn
Abbas! Ne oluyor da sözüme kulak vermiyorsun? Ben, sana Rasûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'tan hadis rivayet ediyorum; sen ise dinlemiyorsun bile!"
dedi. İbn Abbas da: "Biz, daha önceleri birisi: 'Allah Rasûlü (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu,' dediği zaman gözlerimizi dört açar, iyice
kulak verirdik. Ne zaman ki insanlar, sahih, zayıf demeden herşeyi nakletmeye
başladılar, biz de iyice bildiklerimizden başkasını kabul etmez olduk,"
diye cevap verdi.[675][675]
Bu konuda, pek çok Sahâbe'den
sayılamayacak kadar haber vardır. Sünnetin hücciyyeti konusunda bir kısmına
değinilmişti. Bütün bunlar, bize, Sahâbe'nin hadis rivayetinden kaçınmalarının,
bizzat hadisten ve onların nazarında hadisin hüccet olmadığından ileri gelmediğini
kat'î bir şekilde ortaya koymakta, onların bu konudaki tutumlarının sadece
birtakım engellerden kaynaklandığını, ayrıca sünnetin, onların yanında seksiz
şüphesiz bir hüccet olduğunu ve bu konuda icmâ ettiklerini ortaya koymaktadır.
Bu durum, bizi, şüphe sahibinin
zikrettiklerinin dışında, onları hadis rivayetinden kaçınmaya ve onu
yasaklamaya sevkeden sebepleri araştırmaya sevketmektedir. Çünkü Rasûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'m hadis rivayeti ve tebliği ile ilgili emirleri, Sahâbe'nin
sünnetin hüccet olduğu konusundaki icmâları ve Rasûlullah'ın tebliğ emrine
imtisaldeki hırsları bilindikten ve ayrıca sünnetin hücciyyetiyle ilgili kesin
deliller ortada olduktan sonra onların, sünnet hüccet olmadığı için hadis
rivayetinden kaçındıklarını ve bunu nehyettiklerini düşünmek asla doğru
değildir.
Meselâ, Sahâbe'nin hadis
rivayetinden kaçındıklarının ve bunu yasakladıklarının tesbit edildiğini ve
bunun da sünnetin hüccet olmadığına delâlet ettiğini düşünelim. Peki bu durum,
akıl sahibi birisinin, Kur'ân'dan başka delil olmayıp îslâm sadece Kur'ân'dan
ibarettir, demesine yetecek mi? Yine vahye muhatab olup nevasından konuşmayan
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in fiili ve sözü bile olsa hükümlere
delâlet etmeyeceğini, bu hususta yegâne delilin Kur'ân olduğunu savunan kimse;
sünnetin delil oluşunda Rasûlullah'ın sözleri, ümmetin icmâı, bizzat Kur'ân'm
delâleti ve diğer deliller varken birkaç sahabenin hadis rivayetinden
kaçınmalarının, Şâri'in nazarında, sünnetin hüccet olarak kabul edilmediğine
delil teşkil edeceğini söyleyebilecek mi? Bunu düşünmek mümkün müdür?
Hayır, bunu yapmak asla caiz
olamayacaktır. Çünkü bu, bizzat iddia sahiplerinin, "İslâm yalnızca
Kur'ân'dan ibarettir" kaidelerine terstir. Bu, aynı zamanda bizim,
"Sünnet ve Sahâbe'nin icmâı aynen Kur'ân gibi birer hüccettirler,"
şeklindeki kaidemizle de çelişecektir. Hem Sahâbe'nin ameli ve sözü, mutlak
mânâda hüccet değildir. Hüccet olabileceğini farzetsek bile, rivayetten
kaçınmaları ve onu yasaklamaları, çeşitli sebeplerden olabilir. Bunun, hüccet
olup olmamasının dışında bir sebepten kaynaklanmış olması, iddia sahiplerinin
ileri sürdüğü nedenden kaynaklanmış olmasından daha fazla ihtimal
dahilindedir. Nitekim daha önce kaydettiğimiz ve ileride temas edeceğimiz
haberler de buna delâlet etmektedir.
Farzedelim ki, Sahâbe'den
bazılarının bu tutumları, yalnızca iddia sahiplerinin ileri sürdüğü hususa
muhtemil olsun. O zaman da bu, rivayetten kaçman ve bunu yasaklayan sahabelerin
yaptıkları rivayet ve çoğunluktaki sahabelerin rivâyetiyle çelişki
arzedecektir. Bundan başka, Sahâbe'nin bu konudaki icmâları ve Rasûlullah'tan
geldiği sabit olan rivayetlere de ters düşecektir. Biz, "çelişki"
derken aslında, iddia sahiplerine karşı yumuşak bir dil kullanmış oluyoruz.
Çünkü bize göre Sahabe sözü veya icmâı ile Rasûlullah'ın sözü arasında bir
çelişkinin bulunabileceğini söylemek doğru olamaz. Bize göre -her ne kadar
iddia sahipleri hoşlanmasalar ve akılları almasa da-Rasûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)m sözü ve ümmetin icmâı diğerlerinden öndedir.
iddia sahiplerinin ileri sürdükleri,
ne onların ve ne de bizim kaidelerimize uygun düşmediğine göre onların bütün
söyledikleri, boş laftan ibarettir. Dolayısıyla onlarla istidlalde bulunmak ve
bağlayıcılık vasfının bulunması doğru olamaz.
Sahabe'yi Hadis Rivayetinden Kaçmaya ve Bunu
Yasaklamaya Sevkeden Sebepler
^ Konuyla ilgili en ufak bir şüphe
kalmaması için Sahâbe'yi hadis rivayetinden kaçınmaya ve onu yasaklamaya
sevkeden sebepleri ve onlardan nakledilen haberler hakkında birtakım
açıklamalarda bulunmak istiyoruz.
1. Sebep: Şüphe sahiplerinin, Sahâbe'nin
hadis rivayetinden Kaçındığına ve çok hadis rivayetini yasakladığına dair
kendisine dayandıkları haberler, bütünüyle, ashabın hadis rivayetinden
kaçındıkları ya da buna mâni oldukları anlamına gelmez. Bunun tek sebebi, çok
hadis rivayet edenlerin farkında olmadan hata etmeleri ve kendisinde hata
edilen hadisin, kıyamete kadar (o haliyle) amel edilecek bir hüccet kabul
edilme endişesidir.
Evet, çok rivayette bulunmanın böyle
bir tehlikesi olabilir. Gerçi, bu şekil bir hatada herhangi bir günah yoktur.
Ancak hata sözko-nusu olan bir şeye kasden teşebbüs etmek, ileri seviyede
olduğunda,nyalana teşebbüs gibi değerlendirilir. Çünkü yasak bölgenin etrafında
dolaşan kimsenin, oraya girme tehlikesi vardır.
İşte bu nedenle Sahabe, rivayetten
son derece sakınmış, mümkün olduğu kadar bunu azaltmaya çalışarak ancak
sıhhatinden emin oldukları hadisleri rivayet etmişlerdir. Bununla birlikte,
kendilerinden emin olabilenler, çokça rivayette bulunmuşlardır.
Onların bu korku ve endişesi,
aslında sünnetin konumunu içlerinde ne kadar büyüttüklerinin ve dinde
kendisiyle amelin vâcib olduğunu hüccet gördüklerinin bir delilidir. Bu, aynı
zamanda onlara karşı kalbimizde bir saygı oluşturmakta ve Rasûlullah'tan
rivayet ettikleri şeylerde kendilerine güven ve itminanla doldurmaktadır.
İşte, onların çok miktarda hadis
rivayetinden kaçınmalarının ve bunu yasaklamalarının tek sebebinin, hataya
düşme endişesi olduğuna ve ancak güvenip itimad ettikleri haberlerle amel
ederek onları naklettiklerine dair rivayetler:
İmam Ahmed, İbn Abbas'tan
naklediyor: Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem), buyurdu ki:
"Benden hadis rivayet ederken dikkatli olunuz. Yalnız çok iyi
bildiklerinizi rivayet ediniz. Kim, kasden benim adıma yalan söylerse,
Cehennemdeki yerine hazırlansın."[676][676]
İmam Ahmed, İbn Mâce ve ed-Dârimî,
Ebû Katâde'nin şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: Şu minberin üzerinde
Rasûlullah'm (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle dediğini işittim: "Ey
insanlar! Benden çok fazla hadis rivayet etmekten sakınınız. Kim, benim adıma
bir şey söylerse, ancak hak ve doğru olanı söylesin. Benim söylemediğimi bana
isnad ederek r söylemiş gibi gösteren, Cehennemdeki yerine hazırlansın."[677][677] Hadisi, Hâkim de rivayet etmiş ve Müslim'in
şartlarını taşıdığını söylemiştir.'Yine İmam Ahmed, Semüre b. Cündüb
tarikiyle, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in şöyle buyurduğunu
rivayet etmiştir: "Kim, yalan olduğunu bile bile benden bir hadis rivayet
ederse o, yalancılardan birisidir." Başka bir rivayetinde ise: "Çok
yalan söyleyenlerden birisidir,"[678][678] şeklinde geçmektedir.
Müslim, Ebû Hureyre'nin (r.a),
Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'tan şu rivayetini nakleder:
"Kişiye, yalan olarak her duyduğunu söylemesi yeter."[679][679]
İbn Abdilberr, İmam Mâlik, Ma'mer ve
daha başkaları tarafından gelen bir isnadla, "Sakife hadisesinde"
Hz. Ömer'in, Cuma günü bir hutbe irâd ederek Allah'a hamd ve senadan sonra,
şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Benim için söylenmesi mukadder olan ne
varsa, hepsini söyleyeceğim. Kim, dediklerimi beller, anlar ve ezberlerse,
binitinin varabildiği yere kadar onu insanlara tebliğ etsin. Kim de
belleyemeyeceğinden korkarsa onun, benim adıma yalan söylemesini helâl görmem.
Allah Teala, Hz. Muhammed (s.a. v)'i peygamber olarak gönderdi, beraberinde bir
de Kitab indirdi. Recm de O'na indirdiklerinin arasındadır."[680][680]
Yine İbn Abdilberr, Müslim b.
el-Haccâc'm, Kays b. Ubâde'den şunu naklettiğini zikreder: Ömer b. el-Hattâb'ı
şöyle derken işittim: "Kim, bir hadis işitir ve işittiği gibi onu rivayet
ederse kurtulmuştur.”[681][681]
Müslim de Hz. Ömer'in: "Kişiye
yalan olarak her duyduğunu söylemesi yeter," dediğini rivayet etmiştir.[682][682]
ibn Uleyye ise Recâ b. Ebû
Seleme'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: Muâviye'nin: "Hz. Ömer
devrinde mevcud olan hadisleri alın. Çünkü o, insanları Rasûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'tan (gelişigüzel) rivayette bulunmalarına karşı
korkutmuştu," dediğini duydum. Bunu, ez-Zehebî de Tezkîretü'l-Huffâz''da
kaydetmiştir.
İmam Ahmed ve Beyhakî, Hz. Ali'nin
şu sözünü rivayet etmişlerdir: "Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'tan
bir hadis işittiğimde, Allah ondan ne kadar istifade etmemi dilemişse, ondan o
kadar istifade ederdim. Ama ashâbdan birisi, Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)'tan bir hadis rivayet ettiğinde, ona yemin ettirirdim. Yemin ederse
onu tasdik ederdim. Ebû Bekir (r.a), Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'ın:
Yakînen iman eden bir kul, herhangi bir günah işlediğinde güzelce temizlenir
(gusül veya abdest alır), iki rek'at namaz kılarak Allah'tan bağışlanmasını
isterse Allah, mutlaka onu affeder,' buyurduğunu bana haber verdi."[683][683]
Beyhakî'nin, Hasen'den yaptığı bir
rivayette ise Semure, şöyle demiştir: "Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)'tan, iki yerde 'sekte'yapıldığını öğrendim. Birisi, tekbir getirdiği
zaman, diğeri de sûreyi okumayı bitirdiği zamandır." Bunun üzerine İmran
b. Husayn, konuyu bir mektupla Ubey b. Ka'b'a sormuş, o da Semure'nin doğru
söylediğini ifade eden bir mektupla: "Semure, hadisi Rasûlullah
(s.a.u)'tan işitip ezberlemiştir," diye cevap vermiştir.[684][684]
İmam Ahmed, Mutarrıf b. Abdullah'ın
şöyle dediğini rivayet etmiştir: İmran b. Husayn, bana dedi ki: "Ey
Mutarrıf! Allah'a yemin olsun ki, isteseydim bir tek hadisi dahi
tekrarlamadan, iki gün üst üste, Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'tan
hadis rivayet edebilirdim. Fakat bu konuda, bende işi ağırdan alma ve çok rivayetten
çekinme duygusu ağır bastı. Çünkü Rasûlullah'ın ashabından bazıları, kendileri
gibi benim de görüp işittiğim birtakım hadisler rivayet ediyorlar. Aslında
onlar, söyledikleri gibi değil. Sahâbe'nin hayırdan geri durmayacaklarını da
biliyorum. Ama ben de onların rivayet ederken karıştırdıkları gibi
karıştırmaktan korkuyorum."
İmran, bazen de şöyle derdi:
"Keşke, doğru söylediğimden emin olsam da Rasûlullah'ın şöyle şöyle
dediğini işittim, diyerek size hadis nakletsem." Yine o, bazı kere de:
"Rasûlullah'ı şöyle şöyle derken işittim," derdi.[685][685]
Müslim, Enes b. Mâlik'in (r.a) şöyle
dediğini rivayet etmiştir: "Beni, sizlere çokça hadis rivayet etmekten,
Rasûlullah'ın: 'Kim, kasden benim adıma yalan söylerse, Cehennemdeki yerine
hazırlansın.'[686][686]
sözü alıkoymaktadır."
İmam Ahmed, İbn Sîrin'in şu sözünü
nakletmiştir: Enes b. Mâlik (r.a), Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'tan
bir hadis rivayet ettikten sonra: "ev kemâ kale Rasûlullah yahut
Rasûlullah'ın buyurduğu gibi," derdi.[687][687]
el-Fethu'r-Rabbânî adlı eserde, bu
haberin isnadının sahih olduğu, bunu, Hafız Suyûtî'nin (911/1505)
el-Câmiu'l-Kebîr'de zikredip Ebû Ya'la, Beyhakî ve ibn Asâkir'e dayandırdığını
kaydetmiştir.
Fethu'l-Bâri'de şöyle denilmektedir:
Hürmüz'ün kölesi At-kab'ın rivayetinde şöyle kaydedilmiştir: Enes (r.a):
"Eğer hata yapmaktan korkmasaydım, Rasûlullah'ın söylediği daha pek çok
şeyi size naklederdim," dedi.[688][688]
Buhârî, Abdullah b. Zübeyr'in şöyle
dediğini rivayet etmiştir: Babam Zübeyr'e: "Senin, falanca ve falanca
kimseler gibi Rasûlullah'tan hadis rivayet ettiğini niçin işitmiyorum?"
dedim. O da: "Ben, Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'tan hiç
ayrılmış değilim. Fakat O'nun : 'Bana yalan isnad eden Cehennemdeki yerine
hazırlansın,' buyurduğunu işittim," dedi.[689][689]
Müslim de Tavus'un şöyle dediğini
rivayet etmiştir: Büşeyr b. Ka'b, İbn Abbas'a gelerek hadis rivayet etmeye
başladı. İbn Abbas, ona: "Falanca falanca hadisleri bir daha
tekrarla," dedi. Sonra, yine rivayete devam etti. İbn Abbas: "Şu şu
hadisleri tekrarlar mısın?'' dedi. O da tekrarladı ve: "Bilemiyorum, bütün
hadislerimi bildin de bir tek bunu mu tanıyamadın? Yoksa, hepsini münker buldun
da yalnızca bunu mu bildin?" dedi. Bunun üzerine İbn Abbas: "Bizler,
Rasûlullah'a yalan isnad edilmezken, O'ndan hadis rivayet ediyorduk. Ne zaman
ki insanlar, sağlam, çürük demeden (rivayete başladılar) o vakit, O'ndan hadis
rivayet etmez olduk."[690][690]
Beyhakî, Berâ b. Azib'in şöyle
dediğini rivayet etmiştir: "Bizler hepimiz, Rasûlullah'ın yanında bulunup
hadislerini dinleyemi-yorduk. Her birimizin birtakım iş ve uğraşıları vardı.
Fakat Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'ın huzurunda bulunanlar,
bulunmayanlara anlatıyordu ve o zaman insanlar, asla yalan söylemiyordu."[691][691]
Yine, Beyhakî, Katâde'den gelen şu
rivayete yer vermiştir: Birisi, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'den
bir hadis rivayet etti. Başka bir zât da ona: "Sen, bunu Rasûlullah'tan
işittin mi?" diye sordu. O da: "Evet, bunu yalan söylemeyen birisi
haber verdi. Vallahi, biz yalan söylemez ve yalan nedir bilmezdik," dedi.[692][692]
Buhârî ve Müslim, Urve b. Zübeyr'in
şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: Hz. Aişe (r.h), bana: "Ey
kızkardeşimin oğlu! Duyduğuma göre Abdullah b. Amr, hacca giderken buradan
geçecekmiş, ona yetiş de sor. Çünkü o, Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'tan
pek çok ilim almıştır," dedi. Ben de ona yetiştim ve Rasûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'m bahsettiği bazı konularda kendisine sorular sordum. O da
bana duyduklarını anlattı. Naklettikleri arasında, şu hadis de vardı:
"Allah Teâlâ, ilmi insanlardan
çekip almaz. Fakat âlimlerin ruhunu alır. İlim de onlarla birlikte kalkar
gider. Böylece insanlar arasında câhil önderler kalır ve bilgisizce fetva
verililer. (Buhârî'de: 'Kendi görüşlerine göre fetva verirler,' şeklindedir.)
Böylelikle hem kendileri sapıtır, hem de başkalarını sapıklığa
sevkederler."
Bunu, Hz. Aîşe'ye söylediğim vakit,
gözünde büyüdü ve onu garipsedi. Sonra da: "Bunu, Rasûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'tan işittiğini sana söyledi mi?" diye sordu. Ben de:
"Evet, söyledi," dedim. Nihayet aradan bir yıl geçti. Bana t Jkrar:
"İbn Amr gelmiş, git ve meseleyi aç; sana ilim konusunda rivayet ettiği
hadisi bir daha sor," dedi. Ben de gidip, onu buldum ve meseleyi sordum.
O da ilk sefer ne dediyse, aynısını tekrarladı. Durumu, Hz. Âişe'ye haber
verdiğim vakit: "İnanıyorum ki, İbn Amr doğru söylüyor. Rivayete ne bir
ilâvede bulunmuş ve ne de bir eksiklik yapmıştır," dedi. Buhârî'nin
rivayetinde, "Vallahi, Abdullah b. Amr, bunu iyice öğrenmiş,"
şeklindedir.[693][693]
İmam Müslim, Ebû Râfî kanalıyla, İbn
Mesud'dan gelen bir rivayette, Rasûlullah'm şöyle buyurduğunu kaydetmiştir:
"Allah Teâlâ'nın benden evvel gönderdiği peygamberlerinin, ümmetinden onun
sünnetine yapışan ve emirlerine uyan ashâb ve havarileri olmuştur. Fakat
onlardan sonra, yapmadıklarını söyleyen, emrolun-madıklarını yapan bazı
kimseler gelmiştir. Kim, onlara karşı eliyle cihad ederse o, mü'mindir. Onlara
karşı kalbiyle cihad eden de mü'mindir. Bunun ötesinde ise hardal tanesi kadar
imandan eser yoktur."[694][694]
Ebû Râfî der ki: "Bu hadisi,
Abdullah b. Ömer'e söyledim. Bana itiraz etti. (Bu arada) Abdullah b. Mesud
gelmiş (Medine'nin vadilerinden) Kanât'da konaklamıştı. Abdullah b. Ömer,
benden Önce ziyaretine gitmek istedi. Ben de kendisiyle beraber gittim. Yanına
varıp oturduğumuzda, kendisine bu hadisi sordum. O da aynen benim ibn Ömer'e
naklettiğim şekliyle rivayet etti."
2. Sebep: Sahabe, İslâm'a yeni
girmiş, Kur'ân'ı henüz ezberleyip iyice öğrenememiş kimselere hadis rivayetini
yasaklıyor, kendileri de böyle kimselere hadis rivayet etmekten kaçmıyor
onların Kur'ân'dan başka şeylerle meşgul olmalarından korkuyorlardı. Çünkü
Kur'ân, bütün (İslâmî) ilimlerin aslı ve en önde geleniydi.
Hz. Ömer'in (r.a) şu sözü de buna
işaret etmektedir: "Siz öyle bir memlekete gidiyorsunuz ki halkı, Kur'ân
okurken (daha kıraatini tam beceremedikleri için) arı uğuldaşır gibi
uğuldaşırlar. Hadislerle onlara mâni olmayın."[695][695] Yani bu belde halkı, İslâm'a daha yeni
girmişlerdir. Kur'ân'ı Öğrenmeye yeni başlamışlar ve henüz ezberlemeyi
bitiremenıişlerdir. Bu yüzden onları hadis rivâyetiyle meşgul edip daha önemli
olan Kur'ân'dan alıkoymayın, demek istiyor.
3.
Sebep: Sahâbe'nin, fazla miktarda hadis rivayetinden kaçınmaları ve
bunu yasaklamaları, çok sayıda hadis duyanların, onu ezberlemekle meşgul
olurken, mânâ ve hikmetini anlamaktan uzaklaşmaları korkusuna dayanmaktadır.
Nitekim, çok hadisle meşgul olanların, hemen her zaman, hadisleri tam
manâsıyla düşünüp içindeki hüküm ve hikmetleri çıkaramadıkları görülmektedir.
4. Sebep: Sahabe, kıt akıllı,
sıradan kimselere, anlayamayacakları bu nedenle de kasdedilen mânanın aksine
anlamlar çıkararak anlayışsız ve dengesiz kimselerin ortaya attığı birtakım
şeylere ve hadislerin zahiriyle istidlalde bulunmak suretiyle mesnedler bulmaya
çalışacakları ihtimali olan kimselere, müteşâbih (anlaşılması herkesçe mümkün
ve muvafık olmayan) hadisleri rivayetten kaçınmışlar ve bunu yasaklamışlardır.
Yahut aklı zayıf bu kimselerin, benzeri hadisleri anlayamadıklarından dolayı
itiraz etmeleri ve bu sebeple de Allah ve Rasûlü'nü yalanlamaya gitmeleri
endişesinden bu tavrı takınmışlardır.
Bu yüzden İbn Mesud (r.a), şöyle
demiştir: "Bir topluluğa akıllarının ermeyeceği bir söz söylersen bu söz,
onların bazısının fitneye düşmesine yol açar."[696][696]
Hz. Ali (r.a) de şöyle demektedir:
"İnsanlara anlayabildikleri şeyleri haber veriniz; Allah ve Rasûlü'nün
yalanlanmasından hoşlanır mısınız?"[697][697]
İbn Hacer ise (852/1448) şöyle
demektedir: "Âdem b. EM İyâs, Kitâbu'l-İlm adlı eserinde, Hz. Ali'nin
rivâyetindeki: İnsanların anlayamayıp inkâra gidecekleri şeyleri anlatmayın,'
ilâvesini de zikretmiştir."
Bazı haberlerin rivayet edilmesini
hoş görmeyenlerden birisi de İmam Ahmed'dir. O, açıkça sultanlara karşı
ayaklanmayı ifade eden haberlerin rivayet edilmesini hoş karşılamaz di. İmam
Mâlik, Cenâb-ı Hakk'm sıfatlarına dair, Ebû Yusuf da garâible (ilginç haber ve
hadiselerle) ilgili haberlerin rivayetini hoş bulmazdı. Onlardan önce Ebû
Hureyre (r.a), Buhârî'nin kaydettiği bir rivayette şöyle demektedir:
"Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'dan iki kap (dolusu) ilim öğrendim.
Birisini yaydım; anlatıp herkese duyurdum, ikincisini söyleyecek olsam, şu
boğazım kesilirdi."[698][698]
Âlimler, Ebû Hureyre'nin gizlediği
bu tür haberleri, kötü idarecilerin hâllerini ve dönemlerini açıklayan
hadislere hamletmiş ler-dir. Bunlar, şer'î hükümleri içeren haberler değildir.
Aksi takdirde gizlenmesi caiz olmazdı. Nitekim, ilmi gizlemeyi kınayan âyeti
bizzat Ebû Hureyre (r.a) zikretmiştir. Yine, sözkonusu haberlerin, kıyamet
alâmetleri, insanların hâllerinin değişmesi ve fitnelerle ilgili hadislerin
olması da ihtimal dahilindedir. Çünkü bu tür hadiselerle yakından tanışmayan
kimseler, inkâra gidip bilmeden itiraz edebilirler. Onun gizlediği haberler,
Buhârî ve Müslim'in, Enes'den (r.a) rivayet ettikleri şu hadiste olduğu gibi
ekseriyetle, verdiği müjdeli habere güvenen insanları gevşekliğe sevkedecek
nitelikteki hadisler olabilir. Hz. Enes, şöyle anlatmıştır: Bir gün, Rasûlullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem), terkisinde Mııaz b. Cebelle devesine binmiş
gidiyorlardı. Bir ara Allah Rasûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem):
"Ey Muaz!" diye seslendi.
Muaz:
"Lebbeyk, buyur ya
Rasûlailah!" dedi. Allah Rasûlü, aynı şekilde üç defa: "Ey
Muaz!" diye seslendi. O da:
"Buyur, ya Rasûlailah!"
dedi. Üçüncüde Efendimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem):
"Sıdku sadâkatla, Allah'tan
başka ilâh olmadığına ve Muham-med'in O'nun kulu ve Rasûlü olduğuna şehâdet
getiren herkese, Allah, Cehennemi haram kaldı," buyurdu. Muaz (r.a):
"Ey Allah'ın Rasûlü! Bunu,
insanlara haber vereyim de sevinsinler mi?" deyince, Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem):
'Ama o takdirde, bu müjdeye güvenip
amelden gevşerler," buyurdu.
Muaz (r.a), bu hadisi, ölüm döşeğine
düşünceye kadar haber s vermedi. Ancak ölüm esnasında, ilmi gizlemenin
vebalinden kurtulmak için bunu nakletmiştir.[699][699]
Burada, vebalinden kurtulmak
istenilen günah, gevşekliğe düşmeyeceğinden emin olunan kimselerden, ilmi gizlemenin
günahıdır. Muaz (r.a)'m o âna kadar susup söylememesi ise bu hadisin
yayılma-masma dair emre itaatten ileri gelmektedir. Nitekim Buhârî, bu hadise,
"Anlayamamaları endişesiyle, bir cemaatı bırakıp diğer cemaate ilmî
konularda ayrıcalık tanıma" isimli babda yer vermiştir.
İbn Hacer, bu konu etrafındaki
görüşleri naklettikten sonra şöyle devam etmiştir: "Muaz (r.a), Rasûlullah
(s.a, v)'ın yasaklamadan gayesinin, nakli haram kılmak olmadığını anlamıştı.
Bu fikre sahip olmasına sebep şu idi: Bir defasında Rasûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem), Ebû Hureyre'ye, insanlara bunu müjdelemesini emretmiş, o da
Hz. Ömer'le karşılaşmış ve ona müjdelemişti. Bunu duyan Hz. Ömer (r.a), Ebû
Hureyre (r.a)'ye: 'Geri dön, ey Ebû Hureyre! (Durumun böyle olup olmadığını
Rasûlullah'a soracağız)' demiş ve peşisıra gelip, Rasûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'a: 'Ey Allah'ın Rasûlü! Böyle yapma. Ben, onların bu habere
güvenip, gevşemelerinden korkuyorum. Bırak, insanlar amel etsinler/ demiş,
Rasûlullah da: 'Öyleyse bırakın,' buyurmuştur."
Rivayete, Müslim u yer vermiştir.
Anlaşılan, Rasûlullah'm Muaz'a: "Onların gevşemelerinden korkuyorum"
sözü, Ebû Hureyre kıssasından sonra olmuşa benziyor. Bu durumda yasak,
maslahat için olup, haram kılmak için değildir. Bu nedenle Muaz (r.a), tebliği
emreden âyetin umumu ile amel ederek Ölmeden Önce hadisi rivayet etmiştir.[700][700]
Sünnetin
Hüccet Olmadığına Dair Rasûlullah'tan Rivayet Edilen Haberlerin Aslı Nedir?
Sünnetin hüccet olduğunu kabul
etmeyenler derler ki: Rivayet edildiğine göre Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve
sellem), Yahudileri çağırmış ve onlara bazı şeyler sormuştur. Onlar da
bildiklerini anlatmışlar ve bu arada Hz. İsa'ya bir hayli yalan isnad
etmişlerdir. Bunun üzerine Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), minbere
çıkarak bir hutbe irâd etmiş ve: "(İleride) benden, çok sayıda hadis
nakledilecek ve yayılacaktır. Onlardan, Kur'ân'a uygun olarak size gelenler,
bana aittir. Kur'ân'a ters düşenler ise bana ait değildir," demiştir.”[701][701]
Bu meyanda, muhtelif isnadla rivayet
edilen çok sayıda haber vardır. Bu haber, Rasûlullah'a isnad edilen hadislerin,
Kur'ân'a arze-dilmesi gerektiğini, onlardan yalnızca her bakımdan Kur'ân'a
uygunluk arzedenlerin alınabileceğini ifade etmektedir. Bunun dışında,
müstakil olarak getirdiği hükümlerle, Kur'ân'm mücmelini izah sadedinde ortaya
koyduğu hükümler kabul edilemezler. Çünkü bunların her ikisi de Kur'ân'da
mevcut değildir. Bu durumda sünnetin görevi yalnızca Kur'ân'ı te'kidden ibaret
olmaktadır.
Öyleyse sünnet, şer'î bir hükme
delil olamaz. Zira herhangi bir konudaki delilin ona delâleti, o konunun başka
bir delille tesbit edilmiş olmasına dayanmaz. Dahası sünnetin, te'kid için
bile olmadığı söylenebilir. Çünkü te'kid, bir hükmün tesbitinde tek başına
yeterli olan delilin bir fer'idir. O zaman te'kid için gelen şeyin, ancak
delile uygun olması gerektiği söylenebilir. Ayrıca Rasûîullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'m, şöyle dediği de rivayet edilmiştir: "Bana isnad
edilerek size rivayet edilen bir hadise kalbiniz yatışıyor ve onu kerih
görmüyorsanız, ben onu söylemiş olsam da olmasam da onu tasdik edin. Çünkü ben,
münker olanı değil, ancak ma'ruf olanı söylerim. Yine size, bana isnad edilen
fakat kalbinizin yatışıp hoş görmediği bir şey rivayet edilirse, onu tasdik
etmeyin. Çünkü ben, münker olan veya ma'ruf olmayan bir şeyi söylemem."
Bu mânâda bir hayli rivayet
mevcuttur. Bu da Rasûlullah'a isnad edilen hadislerin, insanlarca Kitab ve
akıl gibi doğrunun ve güzelin kaynağı olan şeylere arzedilmesini ifade
etmektedir. Öyleyse sünnet, tek başına hüccet değildir.
Yine Rasûîullah (salla’llâhü aleyhi
ve sellem)'m, şöyle dediği de rivayet edilmiştir: "Ben, ancak Allah'ın
Kitabı'nda helâl kıldığını helâl kılar, yine Allah'ın Kitabı'nda haram
kıldığını haram kılarım."
İmam Suyûtî, Şafiî ve Beyhakî'nin,
Tavus'tan gelen bir is-nadla rivayeti bu şekilde naklettiklerini kaydeder.[702][702] İmam Şafiî'nin Cimâu'l-İlm adlı eserinde ise
rivayet şöyledir: Rasûîullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), buyurdu ki:
"İnsanlar, beni hiçbir şeyle muaheze etmesinler. Ben, onlara yalnızca
Allah'ın helâl kıldığını helâl ve yine O'nun haram kıldığını haram
kıldım."[703][703]
İlk rivayet, Rasûîullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'tan sâdır olanların, mutlaka Kur'ân'a uygun düşmesi
gerektiğine, böylece daha evvel geçtiği üzere, sünnetin hüccet olamayacağına
delâlet etmektedir.
İkinci rivayet ise sünnete yapışıp
onu delil olarak kullanmayı yasaklamaktadır.
Rivayet edildiğine göre Sahâbe'den
bazıları, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'e : "Kusmadan
dolayı yeniden abdest almak icab eder mi?" diye sorduklarında, Efendimiz
(salla’llâhü aleyhi ve sellem): "Eğer gerekseydi, mutlaka Allah'ın
Kitabı'nda bulurdum," cevabım vermiştir. Bu da sadece Ki-tab'da
bulunanların yükümlülük getireceğini, sünnetin hiçbir şeyi zorunlu
kılmayacağım ifade etmektedir.
Buraya kadar, sünnetin delil oluşunu
inkâr edenlerin şüphe, itiraz ve takıldıkları noktaları naklettik. Şimdi,
bunları tek tek ele alıp cevaplarını verelim.
Cevap:
Hadislerin Kur'ân'a arzını ifade
eden rivayetlerin hepsi de zayıftır. Bu nedenle, onlarla delil getirmek doğru
olmaz. Bu rivayetlerden bir kısmı munkatî, bir kısmının ise râvilerinden
bazıları ya sika değil veya meçhuldür. Bazısı ise hem sika değil, hem de
meçhuldür.
İbn Hazm (456/1062), el-îhkâm adlı
eserinde,[704][704] Suyûtî (911/1505) de Miftâhu'l-Cenne'de,[705][705]
Beyhakî'den naklederek tafsilatıyla, bu hadis ve benzerlerini açıklamışlardır.
İmam Şafiî (204/819), Risâle'de
şöyle demiştir: "Büyük küçük, herhangi bir meselede hadisi kabul edilen
hiçbir râvi, bu haberi rivayet etmemiştir. Dolayısıyla bize, siz bunu rivayet
edenin hadisini şu meselede (delil olarak) tesbit ve kabul ettiniz, (bunu niçin
kabul etmiyorsunuz?) denilemez. Üstelik bu rivayet, munkatî bir senetle gelen
bir rivayettir ki, onu hiçbir meselede kabul edemeyiz."[706][706]
İbn Adilberr de (463/1071) Câmiu
Beyâni'l-İlm adlı eserinde şu görüşlere yer vermektedir: Abdurrahman b. Mehdî,
bu hadisi, zındıklar ve Haricîlerin uydurduğunu söylemiştir. Sahih haberleri
zayıf olanlarından ayırma dirayetine sahip ilim ehline göre bu lafızların, Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'den sâdır olması mümkün değildir. Bazı
âlimler ise bizzat bu hadisi, Allah'ın Kitabı'na arzetmişler ve şöyle
demişlerdir: "Onu Allah'ın Kitabı'na arzettiğimiz vakit gördük ki, Allah'ın
Kitabı'na ters düşmektedir. Çünkü Allah Teâlâ'nın Kitabı'nda, hadislerden
yalnızca kendisine uygun düşeni kabul etmemiz gerektiğine dair hiçbir şey
göremedik. Bilakis O'nun, mutlak olarak Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)'in örnek alınmasını, O'na itaat edilmesini, her hâl ve şartta emrine
muhalefetten kaçınılmasını emir ve tenbih ettiğini gördük."[707][707]
Böylece haber, kendi kendinin
asılsız olduğunu ortaya koymuş oluyor. Ayrıca hadisin Ebû Hureyre (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'den merfû olarak gelen başka rivayetlerinde Rasûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem): "Benden size muhtelif hadisler (haber ve nakiller)
gelecektir. Onlardan, Allah'ın Kitabı'na ve sünnetime uygun düşenler, bana
aittir. Bu ikisiyle çelişki arzedenler ise bana ait değildir,"[708][708]
buyurmuştur.
Bu rivayet de zayıf olmakla
birlikte, diğerlerinden daha sıhhatli ve tutarlıdır. Dikkat edilirse bu
rivayet, aleyhimize değil, lehimize bir delildir; aslında bizim görüşümüzü
desteklemektedir.
Yukarıdaki ilk haberin uydurma
olduğuna delâlet eden bir diğer delil de sahih bir senetle bize kadar ulaşan
Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'m şu sözüdür: "Sizden birini,
koltuğuna yaslanmış bir vaziyetteyken, emirlerimden veya yasaklarımdan birisi
kendisine gelince: 'Ben anlamam! Biz, Allah'ın Kitabı'nda ne buluyorsak, ona
tâbi oluruz," derken bulmayayım."[709][709]
İmam Şafiî (204/819), er-Risâle'de
bu hadisi rivayet ettikten sonra, şöyle demiştir: "Allah'ın, Peygamberdin
emrine itaati farz kıl-masıyla Allah Rasûlü, insanların, emirlerini reddetme
yolunu iyice kapatmıştır."[710][710]
Hadisin Kur'ân'a arzı ile ilgili
haberin sahih olabileceğini farzet-sek bile hiçbir müslümanm, Rasûlullah'tan
ortaya çıkan söz ve amellerin iki kısım olduğunu; bunlardan bir kısmının
Kur'ân'a uygun düşüp kendisiyle amel edilebilecek nitelikte, diğerinin de
Kur'ân'a ters düştüğü için reddedilebilecek vasıfta olduğunu düşünebileceğine
ihtimal vermiyoruz. Nitekim rivayetlerden birisinde: "O, bana
aittir," denilirken diğerinde: "O, bana ait değildir," denilmektedir.
Ayrıca İbn Hazm'm naklettiği bazı rivayetlerde: "Allah, kendisine Kur'ân
ile hidâyet yolunu göstermişken Allah'ın Rasûlü'ne ne oluyor ki, Kur'ân'a uygun
düşmeyeni söylesin?" denmektedir.
Hem Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi
ve sellem)'m, Kur'ân'a muhalefet etmekten masum, insanların Kur'ân'ı en iyi
ezberleyeni, onun âyetlerini en fazla düşüneni ve en çok zikredeni olduğu
ittifakla kabul edilmişken nasıl olur da sözkonusu hadisin, Rasûlullah'ın da
Kur'ân'a muhalefet edehileceği ihtimalini ifade ettiği söylenebilir? Halbuki
Allah Teâlâ, şöyle buyurmaktadır:
"De ki: Ben, onu (Kur'ân'ı)
kendi arzuma göre değiştiremem. Ben, sadece bana vahyolunana tâbi oluyorum.”[711][711]
Her müslüman, pek tabiî olarak,
Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'tan Kur'ân'a muhalif hiçbir şeyin
sâdır olmayacağına inanır.
İmam Şafiî (r.h), Cimâul-İlm adlı
eserinde şöyle demektedir: "Allah Teâlâ, Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)'in, Kur'ân'daki ve dindeki konumunu, Kur'ân'da belirtmiştir. Bu
nedenle (mü'min) kullara farz olan, Allah'ın kendisine vahyettiği konularda,
Peygamber'in sadece vahy edilen şeyleri söyleyeceğini, Allah'ın Kitabı'na asla
muhalefet etmeyeceğini ve O'nun, Allah'ın indirdiklerindeki maksadının ne
olduğunu beyân ettiğini bilmeleridir."[712][712]
Yine Şafiî, demiştir ki:
"Hiçbir sünnet, asla ve kafa Kur'ân'a muhalif değildir."[713][713]
Eğer yukarıdaki hadisin sahih olduğu
farzedilecek olsa, mânâsı şöyle olur: "Size bir hadis rivayet edildiği
zaman, doğru olarak anlamakta güçlük çeker, müşkilâta düşerseniz; onu Allah'ın
Kitabı'na ar-zedin. Kur'ân'a ters düşerse reddedin. Çünkü o, benim sözlerimden
değildir."
Sonra Rasûlullah'tan sâdır olan
şeylerin, Kur'ân'a muhalif düşmemesi, sünnetin hüccet olamayacağı anlamını
ifade etmez. Yine onun, Kur'ân'm mücmelini izah, umûmî olanını tahsis, mutlakım
takyid edemeyeceği, bir hükmü sona erdirip neshe demeyeceği ve müşkil
ifadelerini açıklığa kavuşturamayacağı anlamı da taşımaz. Çünkü Rasûlullah'ın
beyânı, Allah'ın muradına tamamıyla uygun deşmektedir. Kur'ân lafızlarının
zahirine bakıldığında, sözkonusu beyânın onlara uygun düşmeyip ihtimalli
olduğunu bir anlık kabul-lensek bile bu, Kur'ân'a muhalif olarak düşünülemez.
Hem Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), yalnızca Kur'ân'a muhalif
olanların reddedilmesini emretmiştir. Bundan, Kur'ân'a uygun düşmeyen fakat
çelişki de arzetmeyen haberlerin reddedilmesi gerektiği anlaşılamaz.
Bahsettiğimiz duruma, konuyla ilgili
Ibn Hazm'm rivayet ettiği şu rivayet de delâlet etmektedir: Rasûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem), şöyle buyurmuştur: "Bana isnad edilerek rivayet edilenler,
üç çeşittir. Allah'ın Kitabı'yla karşılaştırdığınızda, ona uygun olarak
gördüğünüz her hadisi kabul edin. Allah'ın Kitabı'yla karşılaştırıp da
kendisini reddedebilecek bir şey bulamadığınız fakat Kur'ân'daki yerini de
tesbit edemediğiniz hadisleri kabul edin. Benden size rivayet edilen, ancak
kalpleriniz titreyip derilerinizin ürperdiği ve Kur'ân'da tam tersini gördüğünüz
her hadisi reddedin."[714][714]
Görüldüğü gibi Kur'ân'a ilk bakışta
uygun gibi görünmeyen fakat çelişki de arzetmeyen haberlerin kabulü zorunlu
kılınmıştır. Bu rivayet zayıf olmakla birlikte, şüphe sahiplerinin delil
getirdiği hadislerle aynı türdendir.
Bu durumda sözkonusu rivayetlerde,
Kur'ân'da temas edilmeyen, sünnetin müstakil olarak tesbit ettiği hükümlerde
bizzat sünnetten delil getirmenin muteber olmadığına dair bir delâlet sözkonusu
değildir. Çünkü böyle bir hüküm, Kur'ân'a ters düşmemektedir. Yalnızca Kur'ân,
ona temas etmemiştir.
Halbuki Allah Teâlâ: "Peygamber
size neyi verirse, onu alın; neden sakındırırsa, ondan da kaçının,"[715][715] buyurmakla Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)'ın, Kur'ân'la genel bir uyum içerisinde olduğuna işaret etmiştir.
Üstelik bu uyumu, her hâlini içine alacak genel bir ifadeyle beyân edip
Rasûlullah'm Kur'ân'a nasıl uyum sağlayacağını, şu şekilde veya bu şekilde
olur diye tahsis etmemiştir. Çünkü Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem),
Kur'ân'dan başkalarının anlayamadıklarını idrak edebilecek durumdadır.
Dolayısıyla bizim, Kur'ân'da mevcut olmadığını zannettiğimiz bir şeyin,
Kur'ân'da bulunduğunu Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) pekâlâ
bilebilir.
Nitekim kendisine: "Kırmızı
develerden (en değerli develer) zekât verilir mi?" diye sorulunca,
"Bu konuda bana, şu kapsamlı ve şümulüyle tek olan âyetten başkası
indirilmemiştir," demiş ve: "Kim, zerre ağırlığınca hayır yaparsa onu
görür; kim de zerre miktar şer işlerse onu görür,"[716][716] âyetini
okumuştur.[717][717]
Şimdi, sünnete dayanmadan, hüküm
istinbatında sadece Kur'ân'a bakmak gerektiğini ileri sürenler, sırf akıllanyla
bu âyetten sözkonusu hükmü çıkarabilecekler mi?
İbn Mesud (r.a), şöyle demiştir:
"Herşey, Kur'ân'da beyân edilmiştir. Fakat bizim aklımız, onları idrak
etmekten âcizdir. Bu nedenle, Allah Teâlâ: 'Kendilerine indirileni, insanlara
açıklayasın diye sana da Kur'ân'ı indirdik,”[718][718]
buyurmaktadır."[719][719]
Sahâbe'nin ulularından ve ilk
müslümanlardan biri olan İbn Mesud'un (r.a) bu sözünü iyi düşün. O, böyle
söylerse biz ne diyelim?
Herkesin bildiği "Kur'ân'a
arz" hadisine gelince; Beyhakî, İbn Hazm ve daha başkalarının dediği gibi
hadisin bütün tarikleri munkatîdir. Üstelik, "Söylemiş olsam da olmasam da
size gelen o haber bana aittir" denmekle, Rasûlullah'a yalan isnadında
bulunulmaktadır.
Beyhakî, el-Medhal isimli eserinde
şöyle demektedir: Bu mânâda nakledilen rivayetlerin isnadları içerisinden en
iyi olanı, Râbia'nın, Abdülmelik b. Said'den, onun da Ebû Hamid'den veya Ebû
Üseyd'den gelen isnad yoludur. Ve bu haberde Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve
sellem), şöyle buyurmuştur: "Kalplerinizin yatışıp, derileriniz ve tüylerinizin
yumuşadığı, kendinize de yakın bulduğunuz bir hadis duyduğunuz vakit, (bilin
ki) ben, ona sizden daha evlâyım. Kalplerinizin hoşlanmadığı, deri ve
tüylerinizin ürperip diken diken olduğu ve kendinizden uzak bulduğunuz bir
hadise ise ben, sizden daha uzağım."[720][720]
Bükeyr, Abdülmelik b. Said'den, o,
İbn Abbas b. Sehl'den, o da ÜbeyMen naklen, O'nun şöyle dediğini rivayet
etmiştir : "Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'tan size, ruhen
benimsediğiniz ve hiçbir rahatsızlık duymadan hoş karşıladığınız bir haber
ulaşınca bilin ki, onu Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) söylemiştir.
Çünkü O, yalnızca hayır söyler; hayırdan başkasını söylemez."
Buhârî, bu rivayetin, Ebû Hamid veya
Ebû Üseyd'den gelen rivayetlerden daha sahih olduğunu söylemiştir.[721][721]
Yine aynı haberi, İbn Lühey'a,
Bükeyr b. el-Eşec'ten, o, Abdülmelik b. Said'den, o, Kasım b. Süheyl'den, o da
Übeyy b. Ka'b'dan rivayet etmişlerdir. Böylece Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi
ve sellem)'tan geldiği sabit olan bu hadis, (bir sahabenin sözü olarak da
rivayet edildiğinden) illetli olmuştur.
Her halükârda, Rasûlullah'tan
geldiği sabit olan bu hadis, hem akla yakın ve hem de usûle uygundur. Allah'ın,
dinde Rasûlü'ne verdiği konumu ve yetkiyi anlayan, insanların ona itaat
etmelerini farz kıldığını yakînen bilen kimse, bunu inkâr edemez. Rasûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'ın sözlerini tasdik, hükümlerine ittibâ edilmesi gerektiğine
inanan birisinin kalbi ondan soğumaz. Nitekim bu hadis, şer'î bakımdan muteber
olduğu gibi akıl sahipleri yanında ve ahlâkî yönden de güzel bulunmuştur. Bu
haberlerin lafızlarından sahih olarak anlaşılabilecek olan da budur.
Beyhakî'nin sözleri burada bitti.[722][722]
Demek ki, Rasûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'tan sâdır olan herşey, haktır ve güzeldir. Selim akıl
sahipleri yanında malum ve muteberdir. Bizim aklımız, onun iyiliğini ve
güzelliğini idrak etmeyebilir. Dolayısıyla bizim onları anlayamamamız, onların
Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'den sâdır olmadığına veya dinde
hüccet olamayacağına bir sebep teşkil etmez. Bilakis bu haberleri, güvenilir
kimseler rivayet ettikleri zaman, onu kabul etmemiz, hakkında güzel zanda
bulunmamız, gereği gibi amel edip kendi aklımızı kusurlu görmemiz, üzerimize
vâcib olur.[723][723]
Ibn Abdilberr, demiştir ki: Ebû
İshak İbrahim b. Seyyar şöyle anlatırdı: "Ben hadis rivâyelleriyle
meşgulken Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'ın, su kaplarının ağzını
açık bırakmaktan ve böyle bırakılan kaplardan su içmekten nehyettiğini duydum.
Daha evvel ben: 'Bu hadisin sıhhatinde bir şey var. Böyle bir kabın ağzından
su içmenin nesi var ki, bu yasaklama sözkonusu olsun?' derdim. Ne zaman ki
bana, bir adamın, ağzı daha önceden açık kalmış bir kapdan su içerken kabın
içine girmiş bir yılan tarafından sokulup bu yüzden öldüğü ve yılanların su
kaplarının ağzından içeriye girdiği söylendi; o vakit, hadiste te'vilini
bilemediğimiz bir noktanın olabileceğini, biz bil-mesek de onun ifade ettiği
bir yönün bulunabileceğini anladım."[724][724]
Ibn Abdilberr, Said b. Müseyyeb'in,
İbn Abbas'tan (r.a) naklettiği şu haberi rivayet etmiştir: "Üç haslet var
ki ben, onlara gerektiği şekilde dikkat ve riâyet ederim. Onların dışında ise
diğer insanlardan birisi gibi davranırım. Bu üç haslet:
1-Rasûlullah' (salla’llâhü aleyhi ve
sellem/tan işittiğim her sözün, Allah tarafından (gönderilmiş) bir hak olduğunu
bildim.
2- Hiçbir namazda, sonuna kadar,
gönlümü başka şeyle meşgul etmedim.
3- Bulunduğum her cenazede,
dönünceye kadar nefsimi ciddi şekilde hesaba çektim. Said b. Müseyyeb: 'Bu
hasletlerin yalnızca bir peygamberde bulunacağını zannederdim,' demiştir."[725][725]
Yukarıda, Tavus'tan nakledilen
rivayete gelince; Şafiî, Beyhakî ve Ibn Hazm'ın dediği gibi her iki isnadı da
munkatîdir. İbn Hazm, haberi, yine Tavus'tan gelen bir başka isnadla rivayet
etmiştir.
Bu rivayetin sahih olduğunu
farzetsek bile, ilk rivayette de sünnetin hüccet olamayacağına, Rasûlullah'm,
helâl ve haram konusunda yalnızca Kur'ân'da bulunan hükümleri te'kid edeceğine
dair bir delâlet yoktur. Çünkü rivayetteki Kitab'dan maksat, Kur'ân değildir.
Beyhakî'nin de dediği gibi Hz. Peygamber'e vahyedilenlerin tamamıdır. O'na
gelen vahiy, "kendisine tilâvet olunan" ve "tilâvet olunmayan"
vahiy olmak üzere iki kısımdır.
Bizi, bu te'vile ve cevaza sevkeden,
daha Önce geçen: "Sizden birisini, koltuğuna yaslanmış oturur bir
haldeyken, kendisine bir emrim veya nehyim geldiğinde: 'Bilmiyorum, biz
Allah'ın Kitabı'nda helâl bulduğumuzu helâl, haram gördüğümüzü haram sayarız;
başka şeye bakmayız!' derken bulmayayım," hadisidir. Bu hadiste, Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in, Kur'ân'da bulunmayan bazı şeyleri
helâl ve haram kılabileceğine işaret edilmektedir.
Hadislerde, "Kitab" ifadesinin,
Rasûlullah'a (salla’llâhü aleyhi ve sellem) inzal olunanların tamamını ifade
ettiği vâriddir.
el-Ümm'de şöyle bir rivayet vardır:
"Bir adamın oğlu, başka birisinin hanımıyla zina etti. Delikanlının
babası, kadının kocasına, bir miktar koyun ve hizmetçi vermek suretiyle anlaşma
yaptı. Durum, daha sonra Rasûlullah'a intikal edince Efendimiz (salla’llâhü
aleyhi ve sellem), adama: 'Nefsim elinde olan Allah'a yemin ederim ki, sizin
aranızda Allah'ın Kitabı'yla hüküm vereceğim. Koyun ve hizmetçi sana geri verilecektir.
Suçunu itiraf ettiği takdirde kadın recmedilecektir,' diye emredip delikanlıya
da yüz sopa ve bir yıl sürgün cezası verdi."[726][726]
Görüldüğü gibi Rasûlulîah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem), recm ve sürgün cezasını, Allah'ın Kitabı'ndan saymıştır.'Bu
da Hz. Peygamber'in bu ifadeyle, mutlak olarak kendisine indirilenleri
kasdettiğini gösterir.
"Kitab"dan maksadın,
"Levhu'l-Mahfuz" olması da mümkündür. Nitekim: "Biz, Kitab'da
hiçbir şeyi eksik bırakmadık," âyetinin tefsirinde bazı müfessirler, bu
mânâyı vermişlerdir.
Eğer "Kitab"dan muradın,
Kur'ân olduğunu kabul edecek olsak bile, Kur'ân'da zikredilmediği halde,
Rasûlullah'ın helâl veya haranı kıldığı şeyler de Kur'ân'ın helâl veya haramına
dahil olmaktadır. Zira Allah Teâlâ: "Peygamber size neyi verirse, onu
alın. Size neyi neh-yederse, ondan da kaçının,"[727][727] buyurmaktadır. Buna, daha evvel değinmiştik.
Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)'ın, ikinci rivayetteki: "İnsanlar, beni hiçbir şeyle muâhaze
etmesinler," sözünün anlamı, ondan sâdır olan bir şeye yapışmayı haram
kılmak veya onunla ihticacta bulunmayı yasaklamak değildir. Onun mânâsı şudur:
İnsanlar, Allah'ın bana tanıdığı ayrıcalıklardan ve benim için tayin ettiği
özel hükümlerden birisiyle beni muâhaze etmesinler. Bana itirazda bulunup da:
"Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), bazı şeyleri bize haram
kılarken kendisi niçin onları yapıyor? Veya bize helâl kıldığı şeylerden O,
niçin kaçınıyor?" demesinler. Veya bu gibi konularda, kimse kendini bana
kıyas etmesin. Çünkü benim, onlarla kendim arasında bazı farklılıklar gözeterek
helâl veya haram kıldığım her konuda, hakem Allah Teâlâ'dır. Yine bazı hükümlerde,
onlarla beni eşit sayan, bir kısmında da beni onlardan ayıran, bizzat Allah
Teâlâ'dır.
İmam Şafiî (r.h), Tavus tarikiyle
gelen hadisi rivayet ettikten sonra, şöyle demiştir: "Bu rivayet,
munkatldir. Biz, Tavus'un fıkhını biliriz. Eğer Rasûlullah'tan geldiği sabit
olsa bile rivayetin, benim, tavsif ettiğim mânâda olduğu gayet açıktır.
Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem): 'İnsanlar, beni herhangi bir şeyle
muâhaze etmesinler,' buyurmuştur. 'Bana sımsıkı sarılmayın/ dememiştir.
Bilakis, her emrine yapışıl-masını emretmiş, Allah Teâlâ da bunu
istemiştir."[728][728]
İbn Uyeyne, Ebû Nadr yoluyla gelen
bir hadiste, Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu
haber vermiştir: "Sizden birinize, emrettiğim veya nehyettiğim bir şey
geldiğinde, kendisi koltuğuna yaslanmış bir vaziyetteyken: 'Biz, bunu
bilmeyiz; Allah'ın Kitabı'nda ne varsa, biz ona tâbi oluruz,' derken
görmeyeyim."[729][729]
"Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi
ve sellem), bize, emirlerine tâbi olup, yasaklarından kaçınmamızı emretmiştir.
Allah, O'na itaati, Kitabı'nda kullarına farz kılmıştır. Bu konuda insanların
yapabileceği yegâne şey, Allah ve Rasûlü'nden gelenlere yapışarak, onların
gösterdiğine uymaktır."
Ancak -şayet söylemişse bile-
Rasûlullah'ın: "İnsanlar, beni hiçbir şeyle muaheze etmesinler" sözü,
yalnızca şuna delâlet eder: O, (salla’llâhü aleyhi ve sellem) en güzel bir
örnektir. O'na birtakım hususiyetler tanınarak insanlara mübâh kılınmayan bazı
şeyler, O'na mübâh kılınmıştır. Aynı şekilde, insanlara haram kılınmayan birtakım
şeyler de O'na haram kılınmıştır. Bu itibarla O da: "İnsanlar, kendileri
dışında, bana helâl veya haram kılınan herhangi bir şeyden dolayı beni muaheze
etmesinler. Kendilerinin dışında, lehime veya aleyhime olan şeylere yapışmasınlar."[730][730]
Kusmak sebebiyle abdest gerekip
gerekmeyeceğine dair soruya gelince; bunu, yalnız Mecelletü'l-Menâr'da
yayınlanan, Dr. Tevfik Sıdkî'nin makalesinde görüyoruz.[731][731] Orada,
hadisin senedini ve naklettiği kitabı açıklamamıştır. Belki de o, modern asrın
bir uydurmasıdır.[732][732]
Hadisin sahih olduğu farzedilse bile
Tavus hadisinin ilk rivayetinde, nasıl cevap verileceği açıklanmıştır.
Dr. Sıdkî'nin: "Bu hadis, sahih
olsa da olmasa da akla yatıyor ve onu destekliyor. Bunun, müslümanların asla
vazgeçemeyecekleri bir prensip olması zararlıdır," sözü de bundan önce
zikrettiğimiz deliller ve cevaplardan sonra son derece geçersizdir.
Allah'a hamdolsun, müslümanların
selim akılları, Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'m Allah ile kullar
arasında bir elçi olması hasebiyle, her ne kadar Kur'ân'da zikredilmese de
O'nun getirdiklerini almayı zorunlu görmektedir. Nasıl ki bir sultanın
teb'asma, elçiliği sabit olduktan sonra -her ne kadar onlara yazılı bir mektup
getirmese de- sultanın sözünü nazar-ı dikkate alarak gönderdiği elçiye itaat
etmeleri düşüyorsa, burada da böyle olması gerekir.
Bu, tabiî olarak herkesçe bilinen
bir durumdur. Belki de kusmakla ilgili haberin zahirini mâkul gören akıl,
sadece Dr. Sıdkî'nin aklıdır. Müslümanların akılları ise o habere takılıp
kalmamış ve nefsî değerlendirmelerle bulanmamıştır.
Allah, hepimizi hayır ve doğru yola
ulaştırıp hak yolda sabit kılsın.
Hamd olsun, âlemlerin sahibi
Allah'a.
SÜNNETİN
DELİL OLUŞUYLA İLGİLİ BAHİSLER
Bu konuda önümüze ilk olarak üç
bahis çıkmaktadır. Bu bahisler, şunlardır:
1.Bahis: Kitab (Kur'ân)'ın
karşısında sünnetin derecesi hakkındadır.
2. Bahis: Sünnetin, Kur'ân'da ve
onun dışında bulunan şeylere delâlet etmesi bakımından çeşitleri hakkındadır.
3.Bahis: Sünnetin hüküm koymada
müstakil olması hakkındadır.
Şimdi bunları sırasıyla ele alalım:
Kitab
(Kur'ân)'m Karşısında Sünnetin Derecesi
Sünnet, şer'î hükümlere delil olma
ve nazar-ı itibara alınma yönüyle Kur'ân'la aynı derecededir. Bunu, şöyle
açıklayabiliriz: Malumdur ki, Kitab (Kur'ân)'ın lafzen Allah katından
indirilmesi, tilâvetiyle ibâdet yapılması ve benzerini getirmekten beşeri âciz
bırakması yönleriyle sünnetten farklı ve üstün olduğunda herhangi bir çekişme
ve itiraz yoktur. Sünnet, bu açılardan bakıldığında Kur'ân'la aynı derecede
değildir.
Fakat bu, delil olma yönünden
aralarında bir üstünlüğün olmasını gerektirmez. Şöyle ki: "Sünnet,
hükümlerde nazar-ı itibara alınma ve delil olarak kullanılma yönüyle Kitab'dan
sonra gelir; öyleyse aralarında bir taâruz (çelişme) bulunduğunda sünnet
devredışı bırakılıp sadece Kur'ân'la amel edilir," denemez.
Durum şudur: Kitab'ın delil oluşu,
Allah katından vahiy olduğu cihetiyledir. Onda zikredilenlere, kimsenin
herhangi bir dahli, etkisi ve katkısı yoktur. Şayet Kitab, mu'ciz ve
tilâvetiyle ibâdet yapılır olmasaydı ve peygamberlik de Kur'ân'm dışındaki
mucizelerle sabit olsaydı bile yine onun delil olduğunu söylememiz gerekirdi.
Nitekim daha önceki kitaplarda durum budur. Tahrif olmamış, aslî hâlde kalmış
fakat mu'ciz olmayan daha önceki kitapları bir delil kabul edebiliriz. Bu
açıdan sünnet, Kur'ân'la aynıdır. Çünkü o da Kur'ân gibi vahiydir. Öyleyse
sünnetin, hükümlerde nazar-ı itibara alınma konusunda, Kur'ân'dan geri
olmadığını söylememiz gerekir.
Eğer, "Rasûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'tan hata ihtimali olan bazı içtihadlar ve zelle cinsinden
birtakım hatalar meydana gelmiştir. Bu durumda o, tamamı hiç şüphesiz vahiy
olan Kur'ân'la bir değildir" denirse, deriz ki: Biz, bu şekil hata
ihtimali olan şeyleri ancak Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in
bütün fiil ve sözlerine muttali olan Allah'ın onları tasvip etmesinden sonra
delil olarak kullanıyoruz. Cenâb-ı Hakk'ın bu takrir ve tasvibi, hiç şüphesiz
Efendimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'den ortaya çıkan fiilin hak ve doğru
olduğunu gösterir ve zahir vahyin delâleti gibi kesinlik kazanır.
Yine malumdur ki, Kur'ân-ı Kerîm'de,
sünnetin delil oluşu hakkında pek çok âyetin bulunduğundan kimsenin bir
şüphesi yoktur. Bu açıdan sünnetin delil oluşu, Kitab'a bağlı olmaktadır. Fakat
bu, hükümlerde nazar-ı itibara alınma ve delil olarak kullanılma hususunda,
Kitab'dan geri olmasını gerektirmez; aksine, bir olmalarını gerektirir.
Çünkü zahiren kendisine ters
düştüğünü sandığımız âyetin korunması için sünneti devre dışı bırakmak, onun
delil olduğunu ifade eden âyetleri iptal etmek olur. Bu durumda biz, bir âyetin
iptalinden kaçıyoruz derken, Rasûlullah'tan sâdır olan bütün şeylerin delil
olduğunu kesin olarak ortaya koyan diğer pek çok âyeti iptal etmiş olacağız.
Halbuki böyle bir durumda yapılması gereken; önceki âyetin zahirine göre hüküm
vermemektir.
Şayet biz, bir asla dayanan fer'î
kaynağın, hüküm verirken nazar-ı itibara alınma konusunda asıldan sonra
geldiğini kabul etsek bile, bunun genellikle böyle olduğunu söyleyemeyiz. Ancak
bu ikinci kaynağın şu asıldan başka dayanağı yoksa, o zaman bu, ondan geridedir,
sırası ve seviyesi bir değildir, diyebiliriz. Fakat bu ikinci kaynağın başka
bir dayanağı varsa, o zaman delil olmada müstakil olur ve herhangi bir şeye
bağımlılığı kalmaz.
Hem sünnetin delil oluşu, sadece
Kitab'a bağlı değildir. Bilakis, Hz.Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'den
meydana gelen bütün fiillerin delil olduğunu isbat için onun Kur'ân'ın
dışında, Sahâbe'nin şahid olduğu ve bize tevâtüren gelmiş olan mucizeleriyle
sabit olan ismeti (yalan ve hatadan korunması) kâfidir. Sonra, kelâm âlimlerince
ortaya konduğu gibi; bir peygamberin peygamberliği için kendisine bir kitab
inmesi şart değildir. Bunun için aranan şart, ümmetine tebliğ edeceği bir şeriatın
indirilmesi ve mucize göstermesidir. Akâidü'n-Nesefı şerhinde ve haşiyelerinde
böyle açıklanmıştır.[733][733]
Bunu, şu hadise de göstermektedir,
Allah Teâlâ, Mûsâ aieyhis-selâmı, Firavun'a gönderip onun iman ve hidâyete
gelmesini ve İs-railoğullarını kendisiyle göndermesini emretti. Halbuki o zaman
Tevrat nazil olmamıştı. Çünkü Tevrat, Firavun'un helakinden ve
İs-railoğullarınm Mısır'dan çıkmasından sonra nazil olmuştur. Bu malumdur.
Bununla birlikte bu emir, Firavun'a karşı bir delil olmuş; Hz. Mûsâ (aleyhisselâm)
kendisine mucize gösterdikten sonra ona muhalefet ettiği için Rabbine âsi kabul
edilip azab ve lanete müste-hak olmuştur. Şu halde gayr-i metlûv olan vahyin
(yani sünnetin) delil oluşu, hakkında âyet gelmesine bağlı değildir. Çünkü her
ikisi de Allah katından gelmektedir ve her birisi delil olmada müstakildir.
Bunun için mühim olan, her birinin Allah katından geldiğinin sabit olmasıdır.
Sünnetin, Allah tarafından vahyedildiğini, Hz. Peygamber'in Allah Teâlâ'dan
kendisine gelenleri tebliğde masum olduğunu gösteren Kur'ân veya diğer
mucizeler isbat etmektedir.
Şayet biz, asla dayanan bir fer'î
kaynağın, asıldan sonra geldiğini mutlak olarak kabul etsek, diyebiliriz ki:
Sünnette de Kitab (Kur'ân)'m delil olduğunu ifade eden haberler gelmiştir. Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in Kur'ân'a yapışmakla ilgili emir ve
teşvikleri, şüphe götürmeyecek netlikte ve manevî tevatürdeki niteliktedir.
Nitekim bir hadîs-i şerifte şöyle buyurulmuştur: "Size, kendilerine
yapıştıktan sonra asla sapıtmayacağınız iki şey bırakıyorum: Onlar, Allah'ın
Ki-tabı ve benim sünnetimdir. Havza gelinceye kadar ikisi birbirinden ayrılmayacaktır.
"[734][734]
Hatta diyebiliriz ki: Kur'ân'ın en
kısa bir sûresinin Kur'ân'a ait olduğu ancak Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi
ve sellem)'in: "Bu, Allah'ın kelâmıdır," demesiyle sabit olur.
Nitekim bunun açıklaması, sünnetin delil oluşunun zaruretinden bahsederken
geçmişti.
Bu açıklamaya göre Kitab'ın nazar-ı
itibara alınmada ve tanınmada, sünnetten sonra olduğu söylenebilir. Fakat
gerçek olan şudur: Kitab'la sünnet birbirini destekler. Delil olarak kuvvet
derecesinde ikisi aynı seviyededir. Bu konuda, Kitab'ın lafzının vahiyle inmesinin,
i'câzının, tilâvetiyle ibâdet edilmesinin ve içinde sünnetin delil oluşunu
ifade eden âyetlerin bulunmasının bir tesiri ve tercih sebebi yoktur. Her ikisi
de Allah tarafından vahyedildiği için vakıada aralarında bir ihtilâfın olması
mümkün değildir. Sübût ve delâleti kat'î ve kesin olan Kitab ve sünnet
arasında, vakıada taâruzun (çekişmenin) gerçekleşmesi için şart koşulan, aynı
zamana ait olmak ve diğer şartların bulunmasıdır. Bu durumda böyle bir
taâruzun olması imkân dışıdır.
Fakat birinin delâleti kat'î,
diğerinin zannî olduğu veya her ikisinin delâletleri de kat'î olup, zamanları
aynı olmadığından, aralarında zahiren taâruzun bulunması ise caiz ve çokça
vâkidir. Bu durumda müçtehide düşen, her ikisini sanki birbiriyle aynı
seviyede iki âyet veya iki sünnet gibi değerlendirmeye almaktır. Zaman olarak
öncelik ve sonralık sırası belli ise önce gelen, sonraki tarafından
nes-hedilir. Tercih şartları oluşmuşsa biri, diğerine tercih edilir. İmkân
varsa her ikisi birleştirilip amel edilir; yoksa, başka bir delil ortaya
çıkıncaya kadar beklenir, aralarında bir değerlendirme yapılmaz.
Birleştirme, tercih ve nesh
delillerine bakmaksızın direkt olarak birinin iptal edilmesine gelince; bu
hiçbir halde sahih değildir, Bunun için usûl ve fıkıh âlimlerinin:
"Sünnet, Kitab'ın umumunu tahsis, mutlakını takyid, bazı hükümlerini
nesh, mücmelini tafsil ve zahirinin tersine kapalı murâdını beyân eder,"
sözlerine rastlarız. Kitab'la sünnet arasında olduğu gibi.
Evet, bazı meselelerde pek çok
ihtilâf vardır. Fakat bunun, başka kaynak ve sebeplere dayandığı bilinmelidir.
Meselâ, Kur'ân kesinken, haber-i vâhidde isnadın zannî ve zayıf olması gibi.
Yoksa bu taâruz, bizatihi sünnete ve onun Kitab'dan sonra gelmesine bağlı değildir.
Bunu, şundan çıkarıyoruz: Meselâ, Kur'ân'ın haber-i vâhid ile neshedilmesini
kabul etmeyenler, mütevâtir sünnetin de haber-i vâhidle neshedilmesini kabul
etmemektedirler. Halbuki bu kimseler, Kur'ân'ın mütevâtir sünnetle ve sünnetin
Kur'ânla neshedilmesini caiz görmektedirler. Eğer sünnetin Kur'ân'dan geride
olduğu düşü-nülseydi, "Ancak Kur'ân, sünneti nesheder," denmesi
gerekirdi.
Bütün bunlardan sonra Şâtibî'nin,
el-Muvâfakât adlı eserinde zikretmiş olduğu: "Sünnet, hükümlerde nazar-ı
itibara alınmada Kur'ân'dan geridedir," görüşünün bâtıl ve yanlış olduğu
ortaya çıkmış oldu.
Daha sonra gelen bazı müellifler, bu
konuda Şâtibî'yi taklid ve takip etmişlerdir. Bu taklid yüzünden niceleri
aldanmış ve yanılmıştır.
Şâtibî'nin bu konuda ileri sürdüğü
bazı şüpheler vardır. Biz şimdi onları zikredip cevaplarını vereceğiz. Tevfik
Allah'tandır.
1. Şüphe:
Kitab kat'î, sünnet ise zannîdir.
Sünnette kat'îlik, sadece toptan düşündüğümüzde olur; ayrı ayrı ele
alındığında değil. Kitab ise böyle değildir. O, bütünüyle ve tafsilatıyla (tek
tek âyetleriyle) Kur'ân olduğu kesindir. Kesin olan, zannî olanın önüne geçer.
Buna göre Kitab'ın sünnete takdimi lâzımdır.[735][735]
Cevap: Sünnete sünnet olarak
baktığımızda, onun bütünüyle kesinlik arzettiğini gördüğümüz gibi, ayrı ayrı da
kesinlik arzettiğini anlarız. Bu, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'i
gören ve dinleyen Sahâbe'ye nis-betle böyledir. Böylece şüphe kökünden
defedilir. Ve her müçtehidin, kaidesine uygun olarak sünneti değerlendirmesi
gerekir. Her ne kadar bugün müçtehid yoksa da yapılacak iş budur.
Sünnetin bize geliş yolunu
incelediğimizde, deriz ki: Âyete muarız olan haber mütevâtir ise onun hakkında
yukarıdaki sözü söylemek yine doğru değildir. Bir hüküm nazarı itibara
alınırken mütevâtir haber, nasıl âyetten ayrı ve geri düşünülebilir ki?
Halbuki, bazen sünnetin delâleti kat'î, âyetinki zannî olabilir. Yine sünnet bazen
âyetten sonra gelip onu neshetmiş olabilir. Bu iki durumda mütevâtir sünnetin
âyetle aynı derecede olması bir yana, hükümde âyete takdim edilmesi vâcib olur.
Mütevâtir sünnetin dışındaki haberlerin kat'î olmayışı, onun katiyyetinde
olumsuz bir etki yapmaz. Çünkü taâruz (zahiren çelişme), âyetle sadece bunun
arasındadır. Bu durumda, Kitab'la sünneti toptan ve tafsil olarak katiyyet
ifade edip etmemeleri konusunda karşılaştırmamız, burada bizim için önem
arzetmemektedir.
Mütevâtir sünnetin az olması,
Şâtibî'nin sünnetin umumuna ait iddiasının sahih olduğunu göstermez. Bilakis,
şayet biz mütevâtir sünnetin hiç bulunmadığını farzetsek bile, yine de var
olabileceğini takdir etmemiz ve bu takdir gereği açıklama yapmamız
gerekecektir. Çünkü onun var olması mümkündür ve aslında vardır.
Eğer âyetle zahiren çelişen sünnet,
mütevâtirin dışında haber-i âhad ve sübût-u zannî olsa bu durumda, bazan
haber-i vâhid, has bir hüküm bildirir ve delâleti kat'î olur; buna ters görünen
âyet ise umûmî hüküm bildirir ve delâleti zannî olur. Böylece her biri, bir
yönden kuvvetli olur ve birbirlerine denk olurlar. Birisini devredışı bırakmak,
tercihi gerektiren bir sebep yokken tercih yapmak olur ki bu, yanlıştır.
Halbuki, birini diğerine uygun gelecek şekilde "yorumlayarak aralarını
birleştirmek gerekir ki, ikisiyle birlikte amel etmiş olalım.
Eğer şüphe sahibi derse ki:
"Benim mezhebime göre haber-i vâhid, kesin bir temele dayanırsa onunla amel
makbuldür; aksi takdirde onunla hüküm verilmez. Çünkü bu durumda şeriatın
asıllarına ters düşer; bu ise sahih değildir. Hem onun sahih olduğunu gösteren
bir şahid de yoktur. Böyle bir haber, hükme medar olamaz; değerlendirmeden
düşer. Sağlam bir temele dayanan sünnet ise manen Kur'ân sayabileceğimiz bir
haber çeşididir. Bunun kabulünde ise Kur'ân olan iki asıl arasında taâruz
(çelişme) olacaktır. "[736][736]
Biz de kendisine deriz ki: Senin,
"Haber, sağlam ve kesin bir temele dayanmazsa şeriatın asıllarına muhalif
olur; ayrıca onun sahih olduğunu gösteren bir şahid de yoktur," sözü kabul
edilemez. Çünkü; şeriat, her yönüyle kesin olan bir delil bulunmayınca,
müçtehidin zann-ı galibine göre sabit olan haberle amelini gerekli görmektedir.
Biz, bununla ilgili umûmî delilleri, üçüncü bölümde, üçüncü şüpheye cevap
verirken açıklamıştık. Hem güvenilir bir râvinin adalet vasfi, Sâri nazarında,
haberin doğruluğu için bir şahid kabul edilmektedir.
Eğer sen, haberin sıhhati için ileri
sürdüğün şehâdetle, onun kat'î ve kesin bir kaidenin içine girmesini
kasdediyorsan deriz ki: Böyle bir şehâdet, senin sözünde de hâsıl olmamıştır.
Sonuçta söyler nen sözü sana iade ediyoruz. Bu özellikte olmayan bir haber,
hükümden düşmüştür. Bu, yukarıdaki iddianın aynısıdır ve aynı yere dönmektir.
Sonra ona deriz ki: Niçin katiyyet
ve kesinliği sadece Kur'ân âyetlerine hasrediyorsun? Mütevâtir sünnette de aynı
kesinlik yok mudur?
Sonra şunu da sorarız: Sünnet,
Kur'ân'm mânâsına uyduğu ve dayandığı zaman sence de makbuldür. Peki, böyle bir
isnadla kuvvet kazanan haberin, bizatihi çelişme durumunda olmasına mâni nedir?
Hem bu zorlama ve aynı şeyi söyleyip durma niçindir?
2. Şüphe:
"Sünnet ya Kitab (Kur'ân)'ı
açıklar veya ona yeni hükümler ilâve eder. Açıklayıcı olduğunda, açıklanan
yanında ikinci planda değerlendirilir. Çünkü açıklanan (mübeyyen) ortadan
kalkınca, açıklama ve açıklayanın da ortadan kalkması gerekir. Bu durumda
olanın yani Kitab'ın, sünnetten önde ve öncelikte olması daha evlâdır. Eğer
sünnet açıklayıcı değilse, bu durumda ancak Kitab'da. bir hüküm bulunmadığı
zaman nazar-ı dikkate alınır ve hükme kaynak yapılır. Bu da Kitab'ın,
hükümlerde nazar-ı dikkate alınmada önde olduğunu göstermektedir..."[737][737]
Cevap: Önce deriz ki:
"Mübeyyenin (Kitab'ın) düşmesinden, beyânın da (sünnetin) düşmesi
gerekir," sözünde, mübeyyenin düşmesinden kasdın nedir?
Bundan maksadın, bir âyetin daha
sonra gelen başka bir âyetle neshedilmesi ise aynı âyet, önceki âyeti açıklayan
sünneti de neshe-der; açıkladığı âyetin hükümden düşürmesine gerek kalmaz.
Çünkü önceki âyetin zahirî mânâsı değil, muradı neshediliyor. Ayetin muradı da
sünnetin beyân ettiğidir. Böylece ikisi beraber mensûh olmuş olurlar.
Fakat sen, âyetin düşmesiyle onun
Kur'ân'da zikredilmemesini kasdediyorsan -ki sözden anlaşılan bu değil, Önceki
açıklamadır- böyle olmayan bir âyet, uygulamada olan bir sünnetin düşmesini ve
yeni bir hüküm koyup tafsilatıyla açıkladığında nazar-ı itibara alınmamasını
gerektirmez. Hem bizzat emir veren bir söze, beyân denmez.
Meselâ, bir an için Allah Teâlâ'nın,
Kur'ân'da namazı farz kılmadığını düşünelim; bu konuda sadece Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'in namazla ilgili fiilî uygulaması ve: "Benden
gördüğünüz gibi namaz kılınız," emri bulunsun. Biz, sırf bu uygulama ve
emirle, namazın farz olduğunu ve kılmışının nasıl olduğunu Öğrenmiş oluruz.
Fakat asıl hükmün ne olduğunu beyân
etmeksizin, tafsilatıyla ilgili sünnet nakledilse, bundan hiçbir şey
anlaşılmaz. Çünkü sünnetin delil olup olmadığı değil, neyi açıkladığı
bilinmemektedir. Bu halde ve bu sıfattaki bir şeyin, Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'den sâdır olması zaten mümkün değildir.
"Sünnetin (beyân) düşmesiyle
âyetin (mübeyyen) düşmesi gerekmez," sözünde, sünnetin düşmesiyle onun
neshini kas de diyorsan, biz de deriz ki: Sünnetin neshedilmesi, âyetten
kasdedilen muradın nes-hedilmesi demektir ki, bu durumda hükmen âyet de
neshedilmiş ve yürürlükten kalkmış olur. Bu da senin iddiana uymamaktadır.
Eğer sen, beyânın (sünnetin)
düşmesiyle o konuda henüz yeni bir sünnetin gelmediğini kasdediyorsan, sana
deriz ki: Böyle bir durumda âyetin (mübeyyen) yürürlükten düşmemesinden
bahsetmenin mânâsı nedir? Eğer âyetle bildirilen hükümle âmel etmenin mümkün
olduğundan bahsediyorsan bu, haliyle mümkün değildir. Eğer -âyetin bu haliyle,
hakkında bir açıklama gelinceye kadar icmâlen hükme delil olduğunu anlatmak
istiyorsan bu, kabul edilebilir. Fakat kendisiyle amel mümkün olmadıktan
sonra, sadece bu delâletin faydası nedir?
Bütün bunları kabul etsek bile
senin, iddianın sonunda söylediğin: "Durumu bu olanın önde ve öncelikli
olması daha evlâdır,"sözünü kabul edemeyiz. Çünkü senin, "Sünnetin
yürürlükten düşmesi ve nazar-ı itibara alınmaması gerekir," şeklindeki
bahsettiklerin ancak fer'î hükmün aslolana tâbi olması gibi mücerred
ilişkilerde netice verir. Kur'ân karşısında sünnet için bu kaide uygulanamaz.
Hatta bazıları: "Kendilerine indirileni insanlara açıklaman için Kur'ân'ı
sana indirdik,"[738][738] âyetini delil göstererek sünnetin Kitab
(Kur'ân) üzerine hâkim ve hüküm koyucu olduğunu söylemişlerdir.
Şâtibî'nin daha sonra zikrettiği şu
sözü ele alalım: "Sünnetin Kitab üzerine hüküm koyması, Kitab'ın bir
kenara bırakılması ve sünnetin öne geçirilmesi mânâsında değildir. Bundan
kasıt, sünnette anlatılan o şeyin Kur'ân'ın muradı olduğudur. Sünnet, sanki Kitab'ın
ahkâmında anlatılmak istenen mânâ ve muradın şerh ve açıklaması durumundadır.
Sünnet, Kitab'dan ayrı olarak hüküm koyucu değildir. Bu, şuna benzer: Meselâ
İmam Mâlik, bir âyetin mânâsını açıklasa ve biz de gereğince amel etsek, bize:
'Allah Teâlâ'nın sözüyle amel ettik,' demek yerine, 'Imam'ın sözüyle amel
ettik,' dememiz doğru değildir."{T)
Halbuki Şâtibî'nin cevap vermeye
çalıştığı kimse, Kitab'ın bir kenara itilmesinden bahsetmemekte, sadece
Kitab'la sünnetin hüküm koymada eşit olduklarını ve her ikisini de kullanarak
birleştirmeyi savunmaktadır.
Hem Şâtibî'nin: "Sünnette
anlatılan şeyler, aslında Kur'ân'ın muradıdır" sözü, hasmın görüşünü ve
sünnetin Kitab'dan ayrı ve geride düşünüldüğünde ortaya çıkacak olumsuzlukları
bir itiraf mahiyetindedir.
"Hükmü koyan sünnet
değildir," sözünü kabul ediyoruz ve biz de aynısını söylüyoruz. Aslında
bu, onun görüşüne ters düşmektedir. Eğer Şâtibî, tek hüküm koyucu Kitab'dır,
demek istiyorsa bu, doğru değildir. Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in
tefsir ve açıklamasını İmam Mâlik'in tefsirine kıyas etmesi bâtıldır. Çünkü
İmam Mâlik'in sözü, delil değildir; alınabilir, alınmayabilir de. Hz. Peygamber
(salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in sözü ve tefsiri ise farklıdır. O, Allah
tarafından bir vahiydir ve dinde bir hüccettir.
Şayet onun yukarıdaki
değerlendirmesini kabul edecek olursak, onun bize ters düştüğü tek nokta,
sünnetin isminde ve tarifinde olmaktadır. Bu da lafzî bir ihtilâftır. O,
sünnetin, Kur'ân'da söz sahibi olduğu ve onu zahirinin tersine hamletme
yetkisinde bulunduğu konusunda bizimle aynı görüşte olduğu müddetçe,
kendisiyle anlaşa-mayacak bir sebep göremiyoruz.
Şüphenin aslına dönelim. Deriz ki:
Kitab'ın sünnete takdim edilmesini ifade eden sözünü, mutlak mânâda ve her
halükârda kabul edemeyiz. Bunu, ancak sünnetle Kitab'ın hükmünü bir arada uygulama
imkânı bulamadığımız zaman kabul ederiz. Çünkü iki delilin birden kullanılması,
birinin iptal edilmesinden daha evlâdır.
Şunu da ilâve edelim: Kur'ân, bazen
Kur'ân'ı, bazen de sünneti açıklar. Bazen de sünnet, sünneti açıklar. Bu
durumda sen: "Bütün bu hallerde açıklayan nass, açıkladığından
geridedir," diyebilir misin? Sonra, bu delillerden birini iptal etmek bir
yana; biri, diğerini açıklıyor, dedikten sonra bu iki delilin birbiriyle
çelişmesinden bahsetmek doğru mudur?
"Sünnet, Kitab'ı açıklayıcı
olmayıp hüküm koyucu olduğunda, Kitab'da bir şey yoksa o zaman nazar-ı itibara
alınır, hükme kaynak yapılır," sözünü ele alalım. "Kitab'da bir şey
yoksa" sözünden muradın, sünnete muhalif bir nas yoksa, olmalıdır.
Bununla, kesin olarak muhalif olanı kasdediyorsan, bu konuda sana katılırız.
Fakat bu, sünnetin, Kitab yanında daha zayıf olduğunu göstermez ve bunu
gerektirmez. Çünkü bu, bütün vahiy türleri içinde bulunabilir. Allah'ın
hükümleri arasında birbirine ters düşme mümkün değildir.
Kur'ân'da, (zahiren) sünnete muhalif
zannedilen hükümlerin bulunmasına gelince; bu, olabilir ve bulunabilir. Hatta
bu, iki âyet arasında da kendini gösterebilir. Bu durumda içlerinden birisi, tercih
sebebi bulunmaksızın, devredışı kalmaması için bu iki delil, uygun şekilde
te'vil edilip araları cem edilmelidir.
3. Şüphe:
Bazı hadis ve haberler, Kitab'ın
sünnete takdim edileceğini göstermektedir. Meselâ, Muaz (r.a) hadisi, buna
güzel bir örnektir. Şöyle ki: Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem),
Muaz b. Cebel'i Yemen'e vali olarak gönderdiğinde:
"Önüne bir mesele geldiğinde
nasıl hüküm vereceksin?" diye sordu. Muaz (r.a):
"Allah'ın Kitabı'yla,"
dedi. Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem):
"Aradığın, Allah'ın Kitabı'nda
yoksa ne yaparsın?" diye sordu. Muaz (r.a):
"Rasülullah (salla’llâhü aleyhi
ve sellem)'ın sünnetiyle hallederim," dedi. Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem):
"Peki, Rasûlullah'ın sünnetinde
de bulamazsan ne yaparsın?" diye sorunca, Muaz (r.a):
"Kendi görüş ve içtihadımla
hallederim," diye cevap verince Allah Rasûlü (salla’llâhü aleyhi ve
sellem), bundan pek memnun olarak kendisini tebrik etmiştir.[739][739]
Hz. Ömer de kadı Şürayh'a gönderdiği
bir talimatta: "Önüne bir mesele geldiğinde, önce Allah'ın Kitabı'na bak
ve onunla hüküm ver. Allah'ın Kitabı'nda meselenin cevabını bulduktan sonra
artık hiç kimseye sorma. Allah'ın Kitabı'nda bir şey bulamazsan, Rasûlullah'ın
sünnetini araştır..."[740][740]
demiştir.
Benzeri haberler, İbn Mesud ve Ibn
Abbas'tan (r.a) da rivayet edilmiştir.(10)
Cevap: Bazıları, Muaz hadisini mevzu
kabul etmiştir. Biz sahih olduğunu düşünsek bile, bunun yorumunun şöyle olması
gerekir:
Alınması ve kullanılması en kolay ve
en y^kın delil olması bakımından önce Kitab'a bakılır. Gerçekten de Allah'ın
Kitabı bu özelliktedir. Bu te'vili yapmak zorundayız. Çünkü sübûtu ve delâleti
kesin
(8)
(9)
(10)
Dârimî, Mukaddime, 20; Beybakî, Medhal, 127-128; Şâtibî, a.g.e., IV, 7-8.
ABD ÜL GANÎ ABD ÜLHÂLIK
297
ve kat'î olan sünnet, Kitab'ın
zahirine takdim edilir. Muaz hadisine nisbeten, bu söylediğimiz daha fazladır.
Sünnet, haber-i âhad cinsinden olunca bazen sünnetin delâleti kat'î,
Kur'ân'mki zannî olabilir ve bu durumda hükme kaynak olmada biri, diğerine eşit
olur. Artık takdim, tehir sahih olmaz. Bilakis, içtihad ve tercih deliline
bakarak beraberce yorumlanıp amel edilmesi gerekir.
Hz. Ömer'in: "Allah'ın
Kitabı'na bak; onda meselene bir cevap bulursan artık hiçbir kimseye
sorma," sözüne gelince bunu, ilgili âyetin sünnetle muâraza (çelişki)
hâlinde bulunmadığı zaman böyle hareket edileceğine hamletmek gerekir. Bunun
sebebini yukarıda zikrettik. Bir de Hz. Ömer'in sözünün, âyet-hadis gibi hüccet
olmadığı bilinmelidir.
Sünnetin
Kur-ân ve Onun Dışındaki Şeylere Delâlet Etmesi Bakımından Çeşitleri
Malumdur ki, Allah Teâlâ'dan gelen
şeylerde bir ihtilâfın bulunması mümkün değildir. Kur'ân ve sünnet, tamamıyla
Allah katından gelmiştir. Bu durumda, Rasülullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'tan
sahih ve sağlam bir yolla gelen sünnetin, Kitab'a muhalif bir hüküm bildirmesi
mümkün değildir. Bazen lafız olarak, sanki aralarında bir zıtlık var gibi görünse
de aslında birinin anlatmak istediği, diğerinin aynıdır. Böyle durumlarda olan
şudur: Bazen âyet ve hadisin muradı, müçtehide gizli kalmakta ve ilk anda
aralarında çelişki var zannedilmektedir. Aslında böyle bir çelişki sözkonusu
değildir.
İmam Şafiî'nin, er-Risâle'de
zikrettiği ve çoğunluğun da bu konuda kendisine uyduğu gibi sünnet,
Kur'ân'daki hükümlere ve diğer meselelere delâlet etmesi bakımından üç
çeşittir:
1- Bütün yönlerden Kitab'ın bildirdiği
hükümlere benzer hüküm ortaya koyan sünnet. Bu tür sünnet, icmal ve beyân,
kısalık ve açıklama yönünden Kur'ân'a uyar ve onu destekler mahiyette hüküm ortaya
koyar.
Meselâ: "İslâm, beş temel
üzerine kurulmuştur," hadisi ile Allah Teâlâ'nın: "Namaz kılınız ve
zekât veriniz."[741][741] "Ey iman edenler! Size oruç farz
kılındı." "Yol için gücü
yetenlere Kabe'yi ziyaret etmesi, Allah'ın insanlar üzerinde bir hakkı ve
emridir,"[742][742] gibi mirleri, bu durumdadır. Her ikisi de
namaz, zekât, oruç ve haccm farz olduğunu göstermekte, fakat bu naslarda,
verilen emirlerin keyfiyet ve şeklinden bahsedilmemektedir.
Âyetle hadisin aynı hükmü ortaya
koymalarına bir başka Örnek: Meselâ, "Gönül hoşluğu ile vermesi dışında,
hiç kimseye, bir başka müslümanın malı helâl değildir,"[743][743]
hadisi, "Aranızda birbirinizin mallarını hırsızlık, kumar ve gasp gibi
haksız sebeplerle yemeyin ve insanların mallarından bir kısmını, bile bile
yalan şahidliği gibi günahla yemek için o malları rüşvet olarak hâkimlere
vermeyin,"[744][744] âyetiyle aynı hükmü bildirmektedir.
Bir başka örnek: Meselâ,
"Kadınlar hakkında (onlara kötülük etmekten) Allah'tan korkun. Onlar,
sizin yardımcılarınızdır. Onları Allah'ın emaneti olarak yanınıza aldınız ve
Allah'ın adıyla ferçlerini kendinize helâl kıldınız,"[745][745] hadisi, Allah Teâlâ'nın: "Onlarla (kadınlarınızla)
güzel.geçinin,"[746][746]
âyetine uygunluk arzetmektedir.
2- Kitab'da bildirilen hükümleri
açıklayan sünnet. Bu tür sünnet, Kur'ân'ın mücmelini tafsil, müşkilini beyân,
mutlakını takyid, genel hüküm bildireni tahsis etmek suretiyle açıklamalarda
bulunur.
Meselâ, namaz ve zekâtı açıklayan,
vakit, miktar ve uygulama şekli gibi âyette zikredilmeyen hususları ortaya
koyan sünnetler buna misaldir. Yine Allah Teâlâ'nın: "Siyah iplikten
beyaz iplik tarafınızca seçilip ayrılıncaya kadar yemek ve cima size helâl
kılınmıştır,"[747][747] âyetindeki siyah ipliğin, gece karanlığı,
beyaz ipliğin de gündüzün aydınlığı yani fecrin doğması olduğunu beyân eden
sünnet bu kısma örnektir.
Yine: "Altın ve gümüşü
biriktirerek saklayıp onları Allah yolunda harcamayanları acıklı bir azab ile
müjdele,"[748][748] âyetindeki azaba sebep olan biriktirmenin,
onların zekâtını vermemek olduğunu açıklayan sünnet de bu kısma girer.
Yine: "Erkek ve kadın
hırsızların ellerini kesiniz,"[749][749] âyetinde kesilecek elin, sağ el olduğunu
açıklayan sünnet ile "Yeminini bozanın bir şeye gücü yetmiyorsa, keffâreti
üç gün oruç tutmaktır,"[750][750] âyetindeki keffâret orucunun peşpeşe
tutulacağını beyân eden sünnet ve "îman edip, imanlarına zulüm,
karıştırmayanlar,"[751][751] âyetindeki zulümle, şirkin kasdedildiğini
belirten sünnet, hep bu kısma girmektedir.
Sünnetlerin ekseriyeti bu kısma
girer ve bunun için sünnet, "Kitab'ın açıklayıcısı" sıfatıyla tanınıp
tarif edilmiştir.
3- Kur'ân'ın hüküm bildirmediği ve
aksine bir beyânda da bulunmadığı konularda hüküm koyan sünnet.
Meselâ, neseb (sulb) yoluyla haram
olanların, süt yoluyla da haram olacağını; bir kadını, halası veya teyzesiyle
birlikte nikâh altında bulundurmanın haram oluşunu, şuf a hakkını ve ikâmet
hâlinde de rehin verilebileceğini, evli olup zina eden kadının recmedilmesi
gerektiğini, Ramazan orucunu özürsüz olarak bozana keffâret gerekeceğini ve
bunların dışında Kur'ân'da hakkında herhangi bir açıklama bulunmayan konularda
hüküm ortaya koyan ve açıklayan sünnetler bu kısma girer.[752][752]
el-Fikrü's-Sâmi kitabının sahibi,
sünnetin bu üç kısma hasre-dilmesine karşı çıkarak demiştir ki: "Burada,
bir dördüncü sünnet çeşidi daha vardır. O da cumhurun görüşüne göre; Kitab'ın
bazı hükümlerini nesheden mütevâtir sünnet ve caiz görenlere göre âhad haberlerdir."
Meselâ, Allah Teâlâ'nın:
"Birinize ölüm geldiği zaman, eğer bir mal bırakırsa anaya, babaya ve
yakınlara uygun bir şekilde ve miktarda vasiyyet etmesi, Allah'tan korkanlar
üzerine bir borçtur,"[753][753] âyeti, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)'in: "Vârise vasiyyet yoktur,"[754][754] hadisiyle
neshedilmiştir.
Yine: "Zina eden (bekâr) kadın
ve erkeğe yüz değnek vurunuz,"[755][755] âyeti, "Bekâr bir kadın ve erkek zina
ederlerse, yüz değnek ve bir sene sürgün cezası verilir,"[756][756]
hadisini neshetmiştir. Buna göre bir hâkim, sadece celd (sopa) cezası uygularsa
Kur'ân'a uymuş, sünnete ters düşmüş olur. Bu kısım hadis hakkında, Hanefîlerle diğer mezhepler arasında ihtilâf
vâki olmuştur.
İbnu'l-Kayyım (751/1350),
İ'lâmu'l-Muvakkün adlı eserinde, bu kısma bir yenisini eklemiş ve hakkında uzun
uzun bahsetmiştir.[757][757] Orada vermek istediği şudur: Bazı mezheplere
göre dördüncü bir kısma dahil edeceğimiz sünnet çeşidi daha vardır ki, o da
Kur'ân'a muhalif hüküm ortaya koyan sünnettir. Halbuki, önce de beyân ettiğimiz
gibi sünnetin Kitab'a muhalif olması mümkün değildir ve hiçbir müslümamn:
"Bu olabilir," demesi düşünülemez.
el-Fikrü's-Sâmi adlı eser sahibinin,
Ibnu*l-Kayyım'ın, Hanefî-lerle yaptığı münazarada ve Hanefîlere nisbet edilen:
"Sünnet bazen Kitab'a ters düşebilir," görüşünü çürütmeye çalışırken
söylediği sözlerden anladığı bâtıldır. Çünkü Hanefîler, böyle bir şey
söylememişlerdir. Hem onların sünnet anlayışından da böyle bir sonuç çıkarılamaz.
Bu konuyu biraz açıklayalım: Bil ki, bir nassın (âyet ve hadis) bildirdiği
genel bir hükümden bazı fertleri hükmün dışına çıkararak bu nassa ek bir hüküm
getirmek -eğer genel hüküm hemen peşinden getirilmişse- ittifakla tahsis olur
ve bundan, hükmün herkese ait olmadığı anlaşılır. Eğer yeni ve ek hüküm, genel
hükümlerden ayrı ve daha sonra gelmişse, bunun nesh mi yoksa tahsis mi olduğu
konusunda, Hanefîlerle diğer mezhepler arasında ihtilâf vardır. Hanefîler
nesh, diğerleri tahsistir demişlerdir. Her iki grup da bu sonradan gelen ek
hükme verdikleri isme göre değerlendirme yapmışlardır. Çünkü neshin ve
tahsisin hükümleri farklıdır.
Meselâ, sahih olan görüşe göre
haber-i vâhid, Kitab'ı ve mütevâtir sünneti neshetmez; ancak tahsis eder. Bir
yeni ek hüküm haber-i vâhidle geldiğinde, Hanefîlerin dışındakiler: "Bu,
öncekini tahsis eder, eğer haber-i vâhid genel hükme ters düşse bu, onun sıhhatini
zedelemez; o, sahih bir sünnettir" demişler, Hanefîler ise: "Tahsis
etmez, çünkü zaman ve yer olarak ayrıdır; nesh de etmez, çünkü haber-i
vâhiddir. Haber-i vâhid, Kitab'a ters bir şey ortaya koymaz. Kitab'a ters
düştüğünde, onun sahih olmadığı kabul edilir. Böyle bir haberin, Rasûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'a dayandırılmış bir yalan olduğu ve ondan gelmediği ortaya
çıkar. Çünkü Uz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in sünneti, hiçbir
zaman Kitab'a ters düşmez," demişlerdir.
Bundan anlaşılıyor ki Hanefîler,
Kitab'a ters düşen bir sünnet çeşidinden bahsetmemişlerdir. Hem, onlardan böyle
bir şeyin meydana gelmesi de düşünülemez. Böyle bir durumda Hanefî hâkim, sadece
Kur'ân'm bildirdiği hükümle amel edip ona ters düşen sünneti terketse,
Hanefîlerce bu hâkime: "Sünnete muhalefet etti," denmez. Çünkü
Kur'ân'a ters düşen haber, onlara göre sahih sünnet değildir. Bu hâkim için
ancak: "Kitab'a ve Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'tan gerçek
olarak sâdır olan sünnete uygun hareket etti," denir. Fakat diğerlerine
göre: "Sünnete muhalefet etti," denir. Çünkü bu haber, onların
nazarında sahih ve kesindir. Bir de onlar, tahsis eden nassın tahsis ettiği
nassa bitişik olmasını şart koşmazlar ve haber-i vâhidle tahsisi caiz görüp
onunla, genel hüküm bildiren nass arasındaki çelişmeyi sadece lafızlarda kabul
ederek haberin sıhhatini zedeleyecek bir durumun bulunmadığını savunurlar.
Yine bahsi geçen müellifin, İbn
Kayyım'ın sözünden: "Hanefîlere göre mütevâtir sünnet, haber-i vâhid
gibidir," şeklindeki anlayışı da bâtıl ve yanlıştır. Çünkü Hanefîler:
"Eğer bu ek hükmü koyan mütevâtir sünnet olup nassın bazı hükümlerini
neshetmiş ise hâkimin ona muhalefet etmesi caiz değildir," derler.
Bu açıklamalardan anlaşıldığına göre
bu yeni ek hüküm, üç hâlde değerlendirilmiştir :
1- Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)'tan gediği sabit olmamıştır; çünkü o, haber-i vâhiddir. Bu, Hanefîlerin
görüşüdür.
2- Mütevâtir habere dayanıyorsa
Önceki hükmü nesheder. Bu görüş de Hanefîlere aittir.
3- Mutlak olarak tahsis edicidir. Bu
da Hanefîlerin dışındakilere aittir. Buna göre sözü edilen ilâve hüküm, sahih
ve sağlam bir nakle dayanıyorsa ya nesh ya da tahsis edicidir; başka bir şey
değildir.
Bütün nesh ve tahsis eden sünnetler,
ya Kitab'ı beyân eder veya onun sükût ettiği konularda yeni bir hüküm ortaya
koyar. Bu durumda hiçbir mezhebe göre: "Sünnet, Kitab'a muhalif hüküm
ortaya koymuştur," denemez.
Biraz düşünüldüğünde bütün nesh ve
tahsis eden sünnetlerin, iki alanda uygulandıkları görülecektir:
1- Kitab'ı açıklamada,
2- Kitab'ın sükût ettiği konularda
müstakil hüküm ortaya koymada.
Bu iki şeklin, muhassiste (tahsis
eden sünnette) nasıl meydana geldiğini kısaca açıklayalım: Tahsis eden nass,
tahsis edilene zaman ve yer olarak ister bitişik olsun, ister ayrı olsun, durum
aynıdır ve olan şudur:
Tahsis eden nass, geneli ifade eden
nassın hükmünü bazı fertlere hasreder. Biz de bu sayede hükmün muhat
ablarının, ilk akla geldiği gibi herkes olmayıp bazı fertler olduğunu anlarız.
Bu tahsis, Ki-tab'ın nassıyla bildirilen hükmün, bu belirtilen fertlere ait
olduğunu ve bunların dışında kalanları muhatab almadığını gösterir. O zaman
Kur'ân âyeti ilk inerken sanki sadece tahsis gören fertlere hitab edip
kalanlara bir şey söylememiş gibi olur. Sonra tahsis gören nass, -hitab
etmediklerini hükmün dışında tutarsak- sadece hükme dahil olanlara yapılan bir
hitab olmuştur.
Meselâ: "Kavim geldi, ancak
câhiller hariç" dediğimizde, kavim kelimesi, istisna yapmazdan önce, âlimi
de câhili de içine alıyordu. Peşinden istisna yapılınca; dinleyen, gelenlerle
âlimlerin kasdedildi-ğini anlayacaktır. Bu durumda, sanki bu sözü söyleyen, ilk
olarak "âlimler geldi," demiş olacaktır. Fakat bununla, câhiller
hakkında olumlu veya olumsuz bir hüküm anlaşılmamaktadır. Kavimle anlatılmak
istenenin âlimler olduğu açıklandıktan sonra, "kavim geldi," demek de
aynı şekilde değerlendirilebilir. Sonra istisna, bazılarının hükümden
çıkarıldığını gösterdiği gibi çıkarılanların hükmünün de istisnadan öncekilerin
hükmüne ters olduğunu ifade eder ki biz, bunu: "câhiller gelmedi,"
şeklinde ayrıca ifade edebiliriz.
Fakat burada "kavim geldi"
sözüyle, câhillerin gelmediği anlatılmak istenmemiştir ki tahsis, sadece bir
açıklamadır, denebilsin. Bazen tahsisle ayrı bir hüküm de ortaya konabilir.
Meselâ, şu örneğe bakalım: Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Allah
Teâlâ'nm: "Bu sayılan kimselerden başkasıyla evlenmeniz size helâl
kılındı,"[758][758] âyetinden sonra: "Bir kadını hala ve
teyzesiyle bir nikâhta tutmak haramdır; neseb yoluyla birbirine haram olanlar,
süt emme yoluyla da haram olur,"[759][759] buyurduğunda bu sözüyle bize, âyette geçen:
"Bunların dışındakiler ifadesiyle âyette anlatamayanların hepsi değil, bir
kısmının kasde-dildiğini açıklamış olur. O zaman âyet-i kerîme, sayılanların
dışında kalanların hepsinin değil, hadisle tayin edilen bir kısmının helâl olduğunu
göstermiş, bunlardan ayrılan diğer bir kısım hakkında hüküm bildirmemiştir.
Ayet umum olarak gelmiş olsaydı, sadece bu ilk kısmın uygulanması uygun olurdu.
Çünkü bu durumda anlaşılacak olan budur. Hem bir tahsis, ancak nasla
bilinebilir. Buna göre Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'ın sözü,
âyetin kapsamına girmeyen bazılarının da haram olduğunu belirtmiştir.
Nesheden nass hakkında da benzeri
değerlendirmeyi yapabiliriz. Şöyle ki: Nâsih, önceki hükmün zamanının
bittiğini bildirir. Bu durumda hükmü kaldıran nass, ondan murâdm ne olduğu
açıklandıktan sonra, ifade ettiği hükmün zamanının, onun nüzul vaktinden
başlayıp nesheden nassm nüzulüne kadar devam ettiğini gösterir. Fakat
neshedildikten sonra, yeni hüküm hakkında sükût edip yapılması veya
yapılmaması konusunda bir şey arzetmez. Diyelim ki, yapılmaması hakkında bir
hüküm ortaya koydu da hükmün çeşidine işaret etmedi. Meselâ, hükmü kaldırılan
şey, bir vâcib olsun. Buna göre düşündüğümüzde vâcib neshedilince; bu, bize
onun ortadan kalktığım gösterir. Fakat yerine geçecek hükmün derecesini, yani
haram mı, mekruh mu, mübâh mı yoksa nıendûb mu olduğunu net olarak göstermez.
Şayet: "Vücûb nesholunca cevaz olarak kalır," görüşünde olanlara
göre hareket etsek, bu da bize, onun mübâh mı yoksa mendûb mu olduğunu
göstermez. Ancak nesheden nass gelir ve müstakil olarak açıklamada bulunur ve
meselâ, "Yeni hükme göre şu iş haramdır," derse durum netleşmiş olur.
Bütün bunlardan, el-Fikrü's-Sâmi
kitabının müellifinin görüşüyle, İbnu'l-Kayyım'ın İ'lâmu'l-Muvakkitn adlı
eserindeki sözlerinden, dördüncü tür bir sünnet fikri ve açıklamalarının bâtıl
olduğu anlaşılmaktadır.
Aslında, onun anlattığının dışında
dördüncü çeşit bir sünnetten bahsetmek mümkündür ki bu, Kur'ân tarafından
açıklanan sünnettir. Âlimlerin beyânına göre Kur'ân, sünnetin umûmunu tahsis,
mut-lakını takyid, bazısını nesheder. Bütün bunlar, -hatırlanacağı gibi-sünnet
için bir yönüyle açıklama hükmündedir. Bu kısmı, yukarıda anlatılan sünnet
çeşitlerine dahil etmek mümkün değildir.
Âlimlerin: "Sünnet, Kur'ân için
bir açıklayıcıdır" sözü, sünnetin genelde yaptığı duruma göre
söylenmiştir. Bunun dışında sünnet, Kur'ân'ı te'kid ettiği, ondan ayrı,
müstakil hükümler koyduğu gibi aynı zamanda Kur'ân tarafından açıklanan bir
kaynaktır.
Bil ki, yukarıda yapılan üçlü
taksimin birinci ve ikinci kısımlarında bütün müslüman âlimler ittifak
halindedirler. Üçüncü kısımda ise ihtilâf etmişlerdir. Nitekim İmam Şafii
(204/819), er-Risâle'de, bunu şöyle açıklar: "İlim ehlinden kimsenin
sünnetin üç çeşit olduğunda muhalefet ettiğini bilmiyorum. Bunun iki kısmında
ittifak halindedirler. Bu üç sünnet şudur:
1- Allah Teâlâ, bir konuda hüküm
bildiren bir âyet indirir. Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) de
Kitab'ın nassına benzer açıklamalarda bulu-
2-
Allah Teâlâ, Kitabı'nda birtakım kapalı hükümler indirir. Hz. Peygamber
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) de Allah'ın murâdını ve âyetin mânâsını açıklar.
Bu iki kısımda ulemâ ittifak
halindedirler.
3- Hakkında Kitab'da bir nass
bulunmayan konularda Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem), sünnetiyle
hüküm koyar.
Alimlerden birisi demiştir ki; Allah
Teâlâ, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'e -O'na itaati farz kılarak
ve Um—i ilâhîde ilâhi tevfiki ile yaptıklarından razı olarak- hakkında
Kur'ân'da bir nass bulunmayan konularda, sünnetiyle hüküm koyma yetkisi
vermiştir."
Alimlerden birisi de şöyle der:
"Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in ortaya koyduğu her
sünnetin mutlaka Kur'ân'da bir aslı vardır. Meselâ, namazın adet ve yapılış
şeklini açıklayan sünnet, namazı farz kılan âyetlere dayanmaktadır. Alış-veriş
konularındaki uygulamalar da böyledir." Çünkü Allah Teâlâ, âyet-i
kerîmede: "Mallarınızı aranızda haksız muamelelerle yemeyiniz,"[760][760] emrini vermiş, bir diğerinde: "Allah,
alış-verişi helâl, ribâyı haram kıldı,"[761][761] buyurmuştur. Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) de helâl ve haram kıldığı konularda, namazda olduğu gibi ilk
emri Allah Teâlâ'dan alarak açıklama ve uygulamalarda bulunmuştur.
Bir diğer âlim ise şöyle der:
"Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'e sünnet, vahiyle gelmiş;
sünnet de Allah'ın bu yolla farz kıldıklarını açıklamıştır."
Bir âlim de der ki: "Allah
Teâlâ, Rasûlullah'ın bütün sünnetlerini kalbine ilkâ etti. Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'in kalbine Allah tarafından ilkâ edilen, hikmettir. Demek ki
kalbine ilkâ edilenler, onun sünnetidir."[762][762]
Bu üçüncü kısım sünnet hakkında
nakledilen sözlerden anlaşıldığı gibi birinci, üçüncü ve dördüncü sözler,
ittifakla sünnetin müstakil olarak hüküm koyduğunu göstermekte ancak
Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'m, bu müstakil hükmü, Allah Teâlâ'nın
kendisini doğruya yö-neltmesiyle bizatihi tarafınca mı verdiği ya da Allah Teâlâ'nın
kendisine o hükmü vahiy mi ettiği veyahut ilhamla mı bildirdiği hususunda
âlimler, farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Aslında bu ihtilâf, bizi fazla
ilgilendirmiyor.
Yukarıda nakledilen ikinci söz ise
sünnetin müstakil hüküm koymasına muhaliftir. Bunun için biz de üçüncü bahiste
bu konuyu işleyeceğiz ve sünnetin hüküm koymada müstakil olup olmadığını
açıklayacağız.
Sünnetin
Hüküm Koymada Müstakil Oluşu
Sünnetin hüküm koymada müstakil
oluşuyla anlatılmak istenen; onun, Kitab'm sükût edip lehine ve aleyhine bir
hüküm bildirmediği konularda yeni bir hüküm koymak ve kendisiyle amelin vâcib
olduğu bir delil kabul etmektir.
İmam Şafiî'den yaptığımız
nakillerden anlaşıldığı gibi bu kısma giren sünnet, selef arasında ihtilâf
konusu olmuştur. Şâtibî bu kısma muhalefet etmiş, asrımızdaki bazı yazarlar da
Şâtibî'ye uymuştur.[763][763]
Önce şunlardan bahsedeceğiz: Bu
ihtilâf, bu tür sünnetin Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'den sâdır
olup olmadığında mıdır? Yoksa Efendi-miz'den sâdır olduğunda ittifak edildikten
sonra, onun hüccet olup olmamasında mıdır? Yoksa her ikisinde midir? Şöyle ki;
bazıları, bu tür sünnetin Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'den
sâdır olmasına karşı çıkıp bu tür sünnetin bulunmadığını mı söylemişler; yoksa,
Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'den geldiği düşünüldüğünde, onun
hüccet olmasına mı karşı çıkmışlardır?
Deriz ki: Üstad-ı Âzam Abdulvehhab
Hallafm Mecelletü'l-Kânûn ve'l-iktisâd'da yayınlanan makalesinden anlaşıldığına
göre bu kimseler, işin başında bu tür sünnetin Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'den sâdır olduğu konusunda bizimle ittifak hâlinde fakat
delil olmasında muhalefet içindedirler. Ancak bu kimseler, ikisinin arasım
ayırmak için kendilerine bir yol bulunmadığını, her iki sünnetin de Allah katından
gelen ve masum Peygamber'in tebliğ ettiği biri beyân, diğeri müstakil hüküm
koyan bir vahiy olduğunu anladıklarında, insanların önündeki durum ve
konumlarını düzeltmek istediler; görüşlerin-deki açık hatayı gizleyerek üzerine
perde çektiler ve sonuçta bu tür sünnetin Hz, Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)'den sâdır olduğu konusundaki ittifaklarından dönerek: "Rasûlullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem)'tan gelen her sünnet, Kur'ân'ın bir açıklaması
olarak gelmiştir. Müstakil hüküm koymuş gibi düşünülen, aslında Kitab'ın bir
açıklamasından ibarettir," dediler ve az sonra zikredeceğimiz gibi birçok
zorlamalarla bu söz ve görüşlerini isbat etmeye çalıştılar.
Fakat İmam Şafiî'nin, muhaliflerin
sözlerinden yaptığı nakle bakılırsa onlar, daha işin başında bu tür sünnetin
Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'den sâdır olmasında muhalefet
etmişlerdir. İmam'm nakli şöyledir: Onlardan birisi de şöyle demiştir:
"Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in ortaya koyduğu her
sünnetin mutlaka Kur'ân'da bir dayanağı ve aslı vardır."
Şâtibî'nin, el-Muvâfakât adlı
eserinin dördüncü cildinde üçüncü meselenin evvelinde söylediği sözler de bunu
ifade etmektedir. Orada şöyle demektedir: "Kur'ân, sünnette bulunan her
işe ya icmâ-len veya tafsilatıyla mutlaka bir işarette bulunmuştur."[764][764]
Evet, bu kimseler, İmam Şafiî'nin
naklinde geçen: "Her sünnetin mutlaka Kur'ân'da bir delili, aslı
vardır," sözleriyle muhtemelen şunu kas de diyorlar: Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem), ancak Kur'ân'da aslı bulunan bir hükmü tebliğ etmiş ve
kanun olarak koymuştur. Kendisinden, Kur'ân'da aslı bulunmayan bir şey sâdır
olduğunda o, ne.sünnettir, ne kanundur ve ne de bir delildir. Şu halde, ondan
sâdır olanların bir kısmı sünnet ve delil olurken bir kısmı ise ne sünnet ne
de delildir. Şâtibî'nin sözünden de bu sözlere benzer bir netice çıkarmak
mümkündür.
Buna göre Üstad el-Hallaf m:
"Onlar, önce müstakil hüküm koyan sünnetin Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'den sâdır olmasında bizimle ittifak halindeydiler..."
şeklindeki ifadeleriyle birlikte, er-Risâle'âe anlatılanla el-Muvâfakâfta
geçen ifadeler birbirine uymaktadır. -Allah kendisini muhafaza etsin- herhalde
Üstad, onların bu açıklamalarına, benim görmediğim bir kitapta rastlamış
olabilir.
Her halükârda biz, bu muhaliflere
şunu sorarız: "Farzedelim ki, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'den,
Kur'ân'da hiç zikredilmeyen bir konuda sünnet geldi. Bu gelen sünnet hakkında
görüşünüz nedir? Bu sünnet, bir hüccet midir, değil midir?"
Onların bunca çaba ve
çırpınmalarından elde edilen sonuç şudur: Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)'ın görevi, ancak Allah'tan gelenleri açıklamaktır. Kur'ân, bütün hükümleri
bildirmiştir. Yine onların, aslında hiçbir gerek ve zarureti olmayan
zorlamalarıyla, Hz. Peygamber'den sâdır olan herşeyi Kitab'a ait kılma
çabalarından, sünnetin hükümde bir delil olmadığı ortaya çıkmaktadır.
Fakat onlar, Kur'ân'ın bir
açıklaması olarak da kabul etseler, Hz. Peygamber'den geldiği farzedilen
şeylerin hüccet olduğu görüşüne sahip olduklarında, bu meseledeki ihtilâf
faydasız, zorlamalar gereksizdir. Çünkü bu durumda onlar, Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'den gelen bütün şeylerin hüccet olduğu konusunda bizimle aynı
görüşte olmaktadırlar. Her ne kadar bu sünnet hakkında, onun Kitab'ı açıklayan
veya müstakil hüküm koyan sünnet vasfında kendileriyle anlaşama-sak biîe,
hüccet olma noktasında aynı görüşte oluruz.
Biz, her halükârda konunun en zayıf
ihtimallerini de dikkate alarak gerçeği, aşağıdaki meseleler dahilinde
açıklamaya çalışacağız.
1-
Şer'an ve aklen, sünnetin hüküm koymada müstakil olması caiz midir?
2- Allah Teâlâ, bize müstakil
sünnete yapışarak kulluk yapmamızı emredip onu amelde hüccet yapmış mıdır?
Diğer bir ifadeyle; sünnetin müstakil olması, Kur'ân'ın hükümleriyle sabit
midir?
3-
Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'tan, müstakil hüküm koyan
sünnet sâdır olmuş mudur?
Bunları açıkladıktan sonra da
muhaliflerin şüphelerini ve onlara verilecek cevapları zikredeceğiz.
Sünnetin
Müstakil Hüküm Koymasının Cevazı
Gerçek şudur ki; bu, aklen ve şer'an
caizdir. Sebeplerine gelince:
1- Şayet bu caiz olmasaydı, müstakil
sünnet ile ibâdet yapmak vâki olmazdı. Halbuki bu olmuştur. Hz. Peygamber'in
sünnetinin di-nimizdeki yerini açıklarken görüleceği gibi bu tür uygulamalar,
Hz. Musa'nın (aleyhisselâm) ve Hz. ibrahim'in (aleyhisselâm) şeriatlarında da
vâki olmuş ve Allah Teâlâ, bunları Kitabı'nda zikretmiştir.
Bunun, Hz. Musa'nın (aleyhisselâm)
şeriatında vâki olan örneği şudur:
Hz. Mûsâ, Firavun'a giderek
kendisine iman etmesini ve İsrailoğul-larını beraberinde göndermesini
emretmişti. O zaman Tevrat, henüz nazil olmamıştı. Bu durumda bu emrin,
Tevrat'a ait olduğu söylenemez. Bu emir, Firavun'a karşı bir delil olmuş ve
Mûsâ aleyhisse-lâma itaat etmediği için Rabbine âsi olmuş, helaki haketmiştir.
Hz. İbrahim'in şeriatındaki örnek
ise şudur: Allah Teâlâ, İbrahim aleyhi s selâma, rüyada vahiy yoluyla oğlu
İsmail'i (aleyhisselâm) boğazlamasını emretti. Bu, uyması gereken bir
teklifti. Her ikisi de emri yerine getirmeye başladılar. Allah Teâlâ, bu itaat
ve teslimiyetleri sebebiyle onları, muhsin (iyilik sahibi kimseler) olarak
vasıflandırdı. Bu emrin, İbrahim aleyhisselâma indirilen sahifelerde bulunduğunu
söylemek mümkün değildir. Çünkü Allah Teâlâ, böyle bir hadise ile sırf onu
imtihan etmek istemişti. Nitekim âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hakk, şöyle
buyurmuştur: "Her ikisi de emrimize teslim olup, onu alnı üzerine
yatırınca: Ey ibrahim! Rüyana sâdık kaldın; gereğini yaptın. Biz, iyileri
böyle mükâfatlandırırız. Bu, gerçekten çok açık bir< imtihandır, diye
seslendik ve oğluna bedel olarak kendisine büyük bir kurban verdik,"[765][765]
Bu iki peygamberle, peygamberlerin
en şereflisi olan bizim Peygamberimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem) arasında
bu yönden herhangi bir fark yoktur. Her birinin, sünnetlerinin dışında birer
kitabları vardır.
2- Eğer sünnetin müstakil hüküm
koyması caiz olmasaydı bu, bir mâniden dolayı olması gerekirdi. Burada amelî
bir mâni de yoktur. Çünkü Allah Teâlâ'mn, Peygamberi'ne, Kitabı'nda
indirmediği (sadece kalbine ilkâ ettiği) bir hükmü tebliğ etmesini emretmesi
şüphesiz caizdir. Hatta bütün hükümleri başlangıçta lafızsız olarak indirmesi,
daha sonra kitabı indirerek onları te'kid ve beyân etmesi yahut hiçbir kitab
indirmemesi de caizdir. Ayrıca Allah Teâlâ'mn bir kimseyi peygamber olarak
göndermesi için ona kitab indirmesi şart değildir. O, yaptıklarından sorumlu
tutulmaz; insanlar ise her işlerinden sorumludurlar.
Şüphesiz Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem), inen hüküm vahy-i metlûv olsun (Kur'ân gibi), gayr-i metlûv
olsun, müstakil olsun, açıklayıcı olsun veya Kitab'm hükmünü destekleyici
olsun, bütün tebliğinde hatadan masumdur. Bunu, bize mucize delili isbat
etmektedir. Hatta bütün şeriat, gayr-i metlûv bir vahiyle indirilmiş olsa bile
Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem), yine tebliğde hatadan masumdur.
İşte bu tür bir tebliğle, insanlara sorumlu olacakları delil ortaya konmuş ve
Peygamber'e ittiba etmeleri gerekli olmuştur. Hiç şüphesiz sünnet, (her yönüyle
ilâhî bir) vahiydir ve haktır. Bu durumda onun müstakil hüküm koyması caizdir.
Yine hiç şüphe yok ki, Allah
katından indirilmesi ve hüccet olması yönüyle sünnetle birlikte hüküm koymada
aynı değerde diğer bir kaynağın yani Kur'ân'm bulunması, kendisine ters
düşmedikten sonra sünnetin müstakil hareket etmesini ortadan kaldırmaz. Kur'ân,
her ne kadar birçok yönüyle sünnetten üstün özelliklere sahip olsa da sünnetin
delil olması, onun Kur'ân'daki bir asla dayanmasına bağlı değildir. Ve bu
özellikler, sadece Kur'ân'm delil olmasını gerektirmez.
Şu halde, sünnetin hüküm koymada
müstakil hareket etmesine mâni nereden gelmektedir?
3- Eğer sünnetin müstakil hüküm
koyması caiz olmasaydı, Ki-tab'ı te'kid ve hükümlerini tebyin (açıklama) etmesi
de caiz olmazdı. Çünkü te'kid yani aslın koyduğunu destekler mahiyette başka
bir hüküm koyma, yeni bir şey ortaya koyma salâhiyetine sahip olmak demektir.
Tebyinde (açıklamada), açıklanan hükmün detaylarında müstakil hüküm koyma ve
yeni açıklamalarda bulunma durumu vardır. Hem sünnetin müstakil hüküm
koymasında düşünülen mâniler, açıklama yaparken de ortaya çıkar.
Şüphesiz mâni, ancak bir bozukluk
ortaya çıktığında ortadan kaldırılır. Eğer dinî delillerde böyle bir boşluk ve
bozukluk olsa; bu, mükellefin Allah'ın kendisine emrettiği hükmü bilmemesine ve
güzelce yerine getirememesine sebep olur. Müstakil hüküm koyan veya Kitab'ı
açıklayan sünnet için böyle bir mâniden ve neticeden bahsedilebilir mi?
Elbette ki hayır.
Müstakil
Sünnetin Delili Yahut Sünnetin Hüküm Koymada Müstakil Oluşunun Ne İle Sabit
Olduğu
Müstakil sünnet, Allah Teâlâ'mn,
bize öğrenip gereğiyle amel etmeyi ibâdet olarak emrettiği bir delildir. Bunu,
şu sebep ve deliller göstermektedir:
1- Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi
ve sellem)'in, Allah Teâlâ'dan kendisine gelen her şeyi tebliğ etmede hatadan
masum olması, -ki bu masumiyet, mucizelerle sabit olmuştur- Kur'ân'm sükût
edip bir hüküm bildirmediği konularda hüküm bildiren sünnetin de bu tebliğin ve
ilâhî vahyin içine girdiğini göstermektedir. Şu halde o, Allah'ın katmdakine
ve hükmüne uygun olan bir haktır. Bu sıfatta olan bir şeyle de amel vâcibdir.
2- Bu sebeplerden biri de sünnetin
hüccet (dinî hükümlerde bir kaynak) olduğunu gösteren âyet-i kerîmelerin genel
açıklamalarıdır. Bu tür âyet-i kerîmeleri ikinci bölümde zikrettik. Bütün bu
âyet-i kerîmeler, ister Kitab'm hükmünü te'kid, ister kapalı mânâları beyân
etsin, isterse müstakil hüküm koysun, bütün sünnet çeşitlerinin, dinde kesin
bir delil olduğunu göstermektedir. Öyle ki bunca âyet-i kerîme, üç çeşit
sünnetin de delil olduğunu ve müstakil hüküm koyan sünneti devre dışı bırakarak
tahsisi getirme ihtimalinin bulunmadığını kesin olarak ortaya koymuştur.
Hele, Allah Teâlâ'nın: "Rabbin
hakkı için onlar, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem yapıp sonra da
verdiğin hükümden nefisleri hiçbir darlık duymadan tam bir teslimiyetle boyun
eğmedikçe iman etmiş olmazlar,"[766][766] âyet-i kerîmesi, özellikle müstakil sünnetin
delil oluşunu ifade etmektedir. Daha önce de ikinci bölümde, Kur'ân delilini
(üçüncü delil) işlerken bu âyetin sebeb-i nüzûlüyle birlikte İmam Şafiî'nin
yorumunu zikretmiştik.
Sonra da Şâtibî, el-Muvâfakât adlı
eserinde bazı âyetleri zikredip kendi anlayışına göre onlarla delil
getirilecek yönleri tesbit etmiş, en sonunda onlara itiraz etmiştir. Biz de
onun kitabında yazdıklarını zikredip bir değerlendirmesini yapacağız: Şâtibî,
önce kendisinin: "Sünnet, ifade ettikleri bakımından Kitab'a dahil
olmaktadır," sözünü doğru bulmayan kimsenin, buna delil olarak şu âyet ve
açıklamaları öne sürebileceğini zikrediyor: Allah Teâlâ buyurmuştur ki:
"Ey iman edenler! Allah'a itaat edin. Peygamber'e ve sizden olan
idarecilere de itaat edin. Herhangi bir konuda anlaşmazlığa düşerseniz, onu
(halletmek için) Allah ve Rasûlü'ne götürün. Eğer Allah'a ve âhiret gününe
inanıyorsanız böyle yapın."[767][767]
Meseleyi Allah Teâlâ'ya götürmek,
onu Kitab'a (Kur'ân) arzet-mektir. Peygamber'e götürmek ise hayatta iken
kendisine, vefatından sonra da sünnetine arzetmektir.
Bir diğer âyette: "Allah'a
itaat edin. Peygamber'e de itaat edin, isyandan sakının,"[768][768] buyuruluyor. Bunların dışında, Peygamber'e itaatin,
Allah'a itaatle birlikte zikredildiği âyetleri düşünürsek ortaya şu çıkar:
Allah'a itaat, Kitabı'nda zikrettiği emir ve nehiylere uymak; Peygamber'e
itaat de Kur'ân'ın dışında getirmiş olduğu emir ve nehiylerine tâbi olmaktır.
Çünkü Peygamber'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) getirdiği bütün şeyler
Kur'ân'da olsaydı, hepsi Allah'a itaatin içine girer, ayrıca "Peygamber'e
de itaat edin," denilmezdi. Bir başka âyette: "Peygamberin emrine
muhalefet edenler, başlarına bir belâ gelmesinden veya kendilerine acıklı bir
azab isabet etmesinden sakınsınlar,"[769][769] buyuruluyor.
Bu âyette, özellikle Hz. Peygamber'e
uyulması gereken bir şeyden bahsedilmiştir. O da Kur'ân'da zikredilmeyen
şeyleri getiren sünnettir. Buna işaret eden bir başka âyet şudur:
"Kim Peygamber'e itaat ederse
Allah'a itaat etmiş olur."[770][770]
Bir başka âyet: '"Peygamber
size neyi verirse onu alıp uygulayın; neden sakındırırsa ondan da kaçın."[771][771]
Bütün bu Kur'ân âyetleri gösteriyor
ki Peygamber'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) getirmiş olduğu herşey, bütün
emrettikleri ve nehyettikleri, hüküm bakımından Kur'ân'da gelenlere
katılmıştır. Bu, onun Kur'ân'dan ayrı olduğunu ve ona ek hükümler koyduğunu
ortaya koyar.
Şâtibî, daha sonra muhatabın
sorabileceği bu tür delil ve açıklamalarına şöyle cevap veriyor: "Biz:
'Sünnet, Kitab'ın hükümleri için bir açıklama mahiyetindedir,' dediğimizde şunu
anlatmak istiyoruz: Sünnet, Kitab'daki değişik anlaşılma ihtimali olan hükümlerin
açıklaması olmak zorundadır ve bunun için ihtimallerden birisini açıklar. Bir
mükellef, bu açıklamaya uygun amel ettiğinde Kur'ân'ın emrettiği hususta
Allah'a, yaptığı açıklamanın gerektirdiği konuda da Rasûlü'ne itaat etmiş
olur. Şayet, Hz. Peygamber'in açıklamasının tersine amel ederse ameli ilâhi
murada ters düştüğü için Allah'a isyan etmiş olur. Aynı zamanda açıklamasının
gereğine göre amel etmediği için Peygamber'e de isyan etmiş olur. Buna göre Allah'a
ve Rasûlü'ne itaatin ayrı ayrı zikredilmesi, mutlak olarak uyulacak şeyin ayrı
olmasını gerektirmez. Bu gerekli olmayınca, yukarıdaki âyetlerde, sünnette
olan hükümlerin Kur'ân'dan ayrı olduğunu gösteren bir delil bulunmaz. Bilakis
Kur'ân ve sünnet, aynı mânâda birleşirler. Bununla beraber isyan ve itaat, iki
ayrı yönden kaynaklanabilir. Bunda olmayacak bir şey yoktur. Rasûlullah'ın
hükümlerinin Kur'ân'da bulunma meselesi, Allah'ın izni ve yardımıyla, bu
konunun peşinden incelenecektir. Soru sahibinin: 'Bu durumda sünnetin, Kur'ân'a
ek olarak yeni hükümler koyması gerekmektedir,1 sözüne gelince bu, kabul
edilebilir. Fakat bu ek hükümler, bir şerh hükmünde midir? Çünkü şerhte
açıklanan kısımları ayrı açıklamak mevcuttur. Yoksa şerh olarak görülmez mi? Veya
bu ek hükümler, Kur'ân'da bulunmayan yeni bir şey midir? İşte burada ihtilâf
var-dır..."[772][772]
Biz de Şâtibî'ye deriz ki: Senin,
Peygamber'e itaati tarif ederken: "Peygamber'e itaat, Kur'ân'ın dışında
getirmiş olduğu emir ve nehiylere tâbi olmaktır," şeklindeki açıklamanda,
sünnet için yaptığın bu sınırlamayı uygun bulmuyoruz. Bilakis deriz ki:
Peygamber'e itaat, getirdikleri ister Kitab'ı açıklasın, ister onu te'kid
etsin, isterse müstakil hüküm koysun, bütün emir ve nehiylerine yapışmaktır.
Âyet-i kerîme, bütün bu sünnet çeşitlerini kapsamaktadır.
Aslında âyetin emrini bütün olarak
ele aldığımızda, ortaya şu çıkar: İlk akla geldiği gibi müstakil sünnete
yapışmak, "Peygamber'e itaat ediniz," emrine daha evvel açıkça dahil
olmaktır. Öyle ki; emrin zahirinden ilk anlaşılan ve tek olarak
ayırabileceğimiz, bu tür sünnettir. Ayetleri açıklayan sünnet ise böyle
değildir. Çünkü bu, açıklanan ile verilmek istenenin aynısıdır. Buna yapışmak,
ona yapışmak gibidir. Kitab'ı destekleyen sünnet de müstakil sünnet gibi
değildir. Sünnetin bazı çeşitlerinde Allah ve Rasûlü'ne itaatin aynı hükümde
birleşmesi, açıklamamıza bir zarar vermez. Çünkü bizim için mühim olan, Rasûl'e
itaatin müstakil sünneti de içine almış olmasıdır. Buna göre iyice
düşünüldüğünde, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'e bütün sünnet
çeşitlerinde itaat etmenin, kulun Allah Teâlâ'ya itaatinin bir gereği olduğu
ortaya çıkacaktır.
Yine senin: "Bu, Kur'ân'da
gelmeyen bir sünnettir," sözündeki hasrı da kabul etmiyoruz. Çünkü her
sünnetin, Kur'ân'dan gelmesi veya aslen Kur'ân'a dayanması şart değildir.
"Bu durumda sünnetin, Kur'ân'a
ilâve hükümler koyması gerekmektedir," sözündeki ilâveyle sadece müstakil
hüküm koymasını kasdediyorsan, bunu doğru bulmuyoruz. Eğer hem müstakil hüküm
koyan ve hem de kapalı hükümleri açıklayan sünneti kasdediyorsan bu, doğrudur.
"Sünnet, Kitab'ın bir
açıklamasından ibarettir," sözünle "Allah ve Rasûlü'ne itaatin ayrı
ayrı zikredilmesi, itaat edilen şeyin ayrı olmasını gerektirmez," sözünü
ele alalım. Sana sorarız: "Sünnet, Ki-, tab'ın bir açıklamasından
ibarettir," sözünle neyi kasdediyorsun? Eğer bununla, bütün sünnet
çeşitlerinin Kur'ân'ın bir açıklaması olduğunu kasdediyorsan, işte bizim kabul
etmediğimiz ve karşı çıktığımız taraf budur. Hem sen de bu sözünü hiçbir
şekilde isbat edemezsin. Senin bu konudaki şüphelerini ve müstakil sünneti,
âyetleri açıklayan sünnete dahil etme konusundaki diğer zorlamalarının yersiz
ve haksız olduğunu isbat edeceğiz.
Gerçek şudur: Şüphesiz, sünnetin bir
kısmı Kur'ân'ı açıklar; bir kısmı da müstakil hüküm koyar. Bunu, üçüncü
meselede açıklayacağız. Vakıa bu olduğuna göre âyet-i kerimeler, her ikisine
de şâmildir. Sünnetin hepsinin böyle olmadığım ancak bir delil ortaya
koyabilir. Böyle bir delil de yoktur. Buna göre senin, gerçeğe uymayan bir hataya
göre reddiyede bulunman doğru değildir.
Eğer yukarıdaki sözünle, sünnetin
bir kısmının Kitab'ı açıkladığını kasdediyorsan, bunu kabul ederiz; bu kısma
yapışmayı ve Peygamber'e itaate dahil etme çabam da normal görürüz. Bütün
sünnet çeşitlerinin âyetin kapsamına girmediğini biz değil, sen söyledin. Öyleyse
itirazı bize değil, kendine yönelt ve anlattıklarına nefsini ikna-ya çalış.
Yine senin: "Bu gerekli
olmayınca âyetlerde, sünnette olan hükümlerin Kur'ân'da bulunmadığını gösteren
bir delil yoktur," sözünü ele alalım. Eğer bu sözünle sünnette olan bütün
şeyleri kasdediyorsan, bu görüşüne katılamayız. Çünkü âyet-i kerîmeler, bütün
sünnetin Kur'ân'da bulunmadığını gösteriyor. Bilakis deriz ki: Sünnetin bir
kısmı müstakil hüküm koyar, bir kısmı da Kur'ân'ı açıklar. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'e itaati emreden âyetler, her ikisini de içine almaktadır.
Ancak bunu sen, kendi kendine yaptığın açıklamada söyledin.
Eğer yukarıdaki "sünnette olan
hükümler" ifadesiyle, sünnette olanların bir kısmını kasdediyorsan, sözüne
delil gösterdiğin şartı kabul etmeyiz. Çünkü Allah ve Rasûlü'ne itaatin ayrı
ayrı zikredilmesinden dolayı itaat edilen şeyin ayrı olmasının gerekli
olmayışından, âyet-i kerîmenin mutlak ifadesine bakarak, birbirinden farklı ve
ayrı iki itaatin çıkması lâzım gelmez. Diğer bir ifadeyle, Kur'ân'ı açıklayan
sünnete uymayı Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'e itaate dahil etmek,
müstakil hüküm koyan sünnete uymanın bu itaatin dışında olduğunu göstermez.
Aslında "Peygamber'e de itaat ediniz" emrinde, itaat edilmesi
emredilen sünnet, âyetin zahirinden anlaşıldığına göre Kur'ân'ı açıklayan
sünnet değil, müstakil hüküm koyan sünnettir.
Durum, vakıada da böyledir. Âyetin
şümulü de devam etmektedir. Bu sünneti devre dışı bırakmak istediğinde, bunu
yapman için delil gerekmektedir. Şayet varsa o delili göstermek, sana düşer.
Eğer sen: "Bu âyet-i kerîmeler,
vakıada mevcut müstakil sünnete delâlet etmiyor," demek istiyorsan, bunu
senin için kabul edebiliriz. Fakat biz, bu âyet-i kerîmelerin -varlığı farz
kabul edildiğinde bile- müstakil sünnetin delil olduğunu gösterdiğini görüyor
ve iddia ediyoruz.
Böyle bir sünnetin var olduğunu,
üçüncü meseleyi açıklarken başka âyet-i kerîmelerle tesbit edeceğiz. Hem, aslen
bunu: "Rabbin hakkı için onlar, aralarında anlaşamadıkları konularda seni
hakem yapıp sonra da verdiğin hükümden nefisleri hiçbir darlık duymadan tam bir
teslimiyetle boyun eğmedikçe iman etmiş olmazlar,"[773][773] âyeti de
isbat etmektedir.
Sen: "Kur'ân'a ek hükümler
koyan sünnet, onun bir şerhi midir? Yoksa başka bir şey midir? Bu konuda
ihtilâf vardır," diyorsun. Bildiğin gibi biz, sünnetin sadece bir kısmım
ele almıyoruz. Bilakis, âyet-i kerîmelerin de gösterdiği gibi her iki sünneti
yani Kur'ân'ı açıklayan ile müstakil hüküm koyan sünneti konu ediyoruz.
Sen, âyetlerde işaret edilen
sünnetin sadece şerh (açıklama) olduğunu düşünüyorsan, bunu isbat için sana
delil gerekir. Burada: "Delilin, iddia edilen hadiseyi kapsadığı ihtilâf
konusudur," demek doğru değildir. Asıl ihtilâf ve çekişme konusu, delil
değil, bizzat iddia edilen meselenin kendisidir.
Bil ki, Miftâhü's-Sünne kitabının
sahibi, Şâtibî'yi verdiği cevaplarda yeterli bulmadığı için başka bir cevap
vermek istemiş ve şöyle demiştir: "Onun zikrettiklerinde, sünnetin hüküm
koymada müstakil olduğunu gösteren bir şey yoktur. Bunu, şöyle açıklayabiliriz:
Kur'ân-ı Kerîm, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in ancak kendisine
vahye-dilene uyduğunu ve sadece Allah'ın emir ve nehyettiklerini emredip
nehyettiğini bildirmiştir. İlâhî emir ve nehiylerin onun ifade ve açıklamalarıyla
ortaya çıktığını nazar-ı itibara aldığımızda, itaatin ona izafe edilmesi, sahih
olmaktadır. Bu görüşü, Allah Teâlâ'nın: 'Kim Peygamber'e itaat ederse Allah'a
itaat etmiş olur,'[774][774]
âyeti de desteklemektir."[775][775]
Sonra müellif, Şâtibî'nin daha önce
geçen cevabını, içinde hata bulunmasına rağmen özetlemiş ve şu ilâvede
bulunmuştur: "Meseleyi Peygamber'e götürmek, onu sünnetine arzetmektir.
Sünneti de ancak Kur'ân için yaptığı açıklamalardır."
Biz de kendisine deriz ki:
Senin, "Bunun izahı şudur:
Çünkü Kur'ân, Hz. Peygamber'in ancak kendisine vahyedilene tâbi olduğunu
bildirmiştir," sözünü ele alalını. Allah'a hamdolsun, biz de bunu diyoruz;
Kur'ân'a iman ediyoruz ve onun hiçbir şeyinde şüphe etmiyoruz. Fakat bu âyet-i
kerîmeler, onlarda sünnetin müstakil oluşuna hiçbir delilin olmadığını ortaya
koymaz. Eğer sen, bu âyet-i kerîmelerin sadece Kur'ân'ı açıklayan sünnete
işaret ettiklerini deliliyle birlikte isbat edebilir-sen, o zaman âyetlerden:
"Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem), ancak Allah Teâlâ'nın
Kur'ân'da kendisine emrettiğini emreder, nehyettiğini de nehyeder,"
sonucunu çıkarabilirsin. O zaman cevabın tamam olur ve Şâtibî'nin cevabına
takdim edilmeyi hakeder. Fakat bunu nasıl isbat edebileceksin?
Senin, "O'nun sünneti, ancak
Kur'ân için yaptığı açıklamalardır," sözüne gelince; bu, bâtıl ve yanlış
bir iddiadır. Biz, onun yanlış olduğunu delilleriyle birlikte ortaya koyduk.
Artık sen, onu cevap için nasıl ele alıp değerlendirmeye tâbi tutabilirsin?
3- Sünnetin hüküm koymada müstakil
olduğunu gösteren delillerden birisi de ister Kur'ân'ı te'kid etsin, ister
kapalı mânâlarını açıklasın, isterse tek başına hüküm koyar olsun, bütün bu
sünnet çeşitlerinin delil olduğunu isbat eden hadislerin umûmî beyânlarıdır.
Meselâ: "Sizin sünnetime yapışmanız gerekir,"[776][776] sözleri
gibi. Onları, ikinci bölümde, dördüncü delili işlerken zikrettik. Bu hadisler,
hep birden düşünüldüğünde, bizim için bu konuda kat'iyyet ifade ederler. Bu
hadislerden birkaç misal verelim:
"Sakın, sizden birisini,
koltuğuna yaslanmış bir haldeyken kendisine yapılmasını emrettiğim veya
nehyettiğim bir iş geldiğinde: 'Bunu bilmiyorum! Biz, Allah'ın Kitabı'nda neyi
bulursak ona tâbi oluruz,'derken bulmayayım."[777][777]
"Dikkat edin! Bana, Kur'ân ve
onunla beraber bir misli verildi. Dikkat edin! Karnı tok bir adamın koltuğuna
kurularak: 'Siz bu Kur'ân'a sarılın. Onda helâl bulduğunuzu helâl, haram
bulduğunuzu haram kılın,' demesi yakındır. Şüphesiz Allah Rasûlü'nün haram kıldıkları,
Allah'ın haram kıldıkları gibidir. Dikkat edin! Ehl-i eşek, yırtıcı tırnaklı
hayvan ve zimmînin yitik malı haramdır. Ancak yitiğin sahibi ondan
vazgeçmişse, o zaman bulana helâl olur. Kim, misafir olarak bir kavme inerse,
onların bu misafiri ağırlamaları gerekir. Bundan kaçınırlarsa; misafire,
kendisine yetecek yiyecek v.s. ihtiyaçlarını zorla da olsa alarak onları
cezalandırma hakkı nardır,"[778][778]
Malumdur ki; ehl-i merkeb ve
beraberinde zikredilen şeylerin haramlığı, Kur'ân'da mevcut değildir. Bunların
haramlığı, sadece üzerinde durduğumuz müstakil hüküm koyan sünnetle sabittir.
Yine: "Bana Kitab'ın bir misli
verildi," sözünün zahirinden, ondan ayrı ve müstakil bir şeyin verildiği
anlaşılmaktadır. Bunun, bütün sünnet çeşitlerini ihtiva ettiğini kabul
etmemizde, bizce bir sıkıntı yoktur. Çünkü bu söz, bütün sünnet çeşitlerinin
Allah tarafından verildiğini ve vahyedildiğini isbat etmektedir.
Aynı şekilde diğer hadis de
Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'ın, Kur'ân'da bulunmayan bütün emir
ve nehiylerini terketmenin yasak ve kınanmış olduğunu ifade etmektedir. Bu,
onun hükümlerde delil olmasını gerektirir. Bir hükmün Kur'ân'da bulunmayışıyla
ilk akla gelen, onun özet veya tafsilâtlı olarak Kitab'da zikredilmemesidir.
Bir kimse, bildirdiği hükmün tafsilâtı Kitab'da mevcut değildir, diye Kitab'ı
açıklayan sünneti de onda bulunmayan kısma dahil etmeye çalışsa; bu, bizim
görüşümüze bir zarar vermez.
Fakat bazıları, bu hadislerin sadece
Kitab'ı açıklayan sünnet olduğunu söylemeye kalkarsa bu, hatalı, boş ve
doğrudan uzak bir çaba olur. Geçen âyetlerde olduğu gibi yukarıdaki hadislerde
de bu anlayışı destekleyecek bir delil yoktur.
Şâtibî, el-Muvâfâkafda, bu hadislere
de âyetlerde yaptığı yorumlara uygun cevaplar vermiştir.[779][779] Bizim
burada kendisine vereceğimiz cevap, yukarıda geçen cevabın aynısıdır. Sözü
uzatmaya gerek yok.
4- Sünnetin hüküm koymada müstakil
olduğunu gösteren delillerden birisi de bu çeşit sünnetle amelin vâcib
olduğuna ve bunun delil olarak kullanılacağına ümmetin icmâ etmesidir.
Şöyle ki: Müslümanlar, birtakım
fer'î hükümlerde icmâ etmişlerdir. Bu hükümlerin, müstakil hüküm koyan
sünnetten başka bir dayanağı da yoktur. Onların, bu tür sünnetle amel etme ve
hükmü ona dayandırmanın gerektiği konusundaki icmâları, onun delil olduğu
konusunda da icmâ etmiş olmalarını gerektirir. Öyle ki, bu konuda bize muhalif
fikir beyân edenler, bu icmâ karşısında, müstakil sünnetin delil olduğunu
söylemek ve onun delil oluşundaki icmâya katılmak zorunda kalırlar. Biz, kendilerine
üzerinde icmâ edilen fer'î meselelerden birini zikrederek bu konudaki
görüşlerini sorduğumuzda, kibirlenip de önceki icmâya muhalefet etmeleri
mümkün değildir. Yapabilecekleri tek şey, hakkında icmâ edilen hükmü ikrar ve
tekrar etmeleridir.
Kendilerine, öncekilerin icmâmın
dayanağını sorduğumuzda, onun bizim bahsettiğimiz müstakil sünnete dayandığını
itirafa mecbur kalırlar. Her ne zaman böyle bir durumla yüzyüze gelseler,
bü-yüklenerek: "Bu, onu Kur'ân için bir açıklama olmaktan çıkarmaz ve buna
müstakil hüküm koyan sünnettir diyemeyiz," derler. Onlar, bu tür sünnetin
de delil olduğunu kabul ettikten sonra böyle söylemelerinin, bizim görüşümüze
bir zararı yoktur. Hem biz, onun müstakil hüküm koyan bir sünnet olduğunu
açıklamaya devam edeceğiz.
Meselâ, bu tür sünnete dayanan
hükümlerden birisi, ninenin vâris olması ve mirasın altıda birisini almasıdır.
Bu konuda icmâ-yı ümmet hâsıl olmuştur.[780][780] Bu hükmün dayanağı, sadece sünnettir; çünkü
Kur'ân'da bununla ilgili herhangi bir âyet yoktur.
İşte Hz. Ebû Bekir (r.a)!.. Râşid
halifelerin ilki ve efendisi, müçtehidlerin imamı, Kur'ân'm delâletlerini, mânâ
ve detayını en iyi bilenleri iken bir nine, kendisine mirastan ne kadar
alacağını sormuş ve büyük müçtehid, Sahabe topluluğunun önünde, bu konuda
Kur'ân'da herhangi bir şey bulamadığını, Rasûlullah'm sünnetinde de bir
açıklama bilmediğini açıklamış ve sonra bu konuda insanlara herhangi bir hadis
olup olmadığını sormaya başlamıştı. İki kişi bu konudaki hadisi haber
verdiklerinde hemen onunla amel etti. Hadiseye şahid olan ve işiten Sahâbe-i
Kiram, bütün bunları sükûtle tasvip ettiler. Bu davranışlarıyla, hem bu
meselenin hükmünün Kur'ân'da bulunmadığına ve hem de Kur'ân'da hükmü bulunmayan
bir meselede bu tür sünnetin, hüküm için delil olduğunda icmâ etmiş oldular.
İşte Hz. Ömer (r.a)!.. O da bir
ninenin kendisine bu meseleyi sorması üzerine, Hz. Ebû Bekir gibi yapmıştır.
Hz. Ömer'den bu tür hadiselerden pek çok rivayetler vardır.
Bütün bunlar ortada iken bu
kimseler, işi inada bindirerek, müstakil hüküm koyan sünnetin hüccet olduğunu
veya vakıada çokça mevcut bulunduğunu, hâlâ inkâr mı edecekler? Kur'ân'm
dilini, hükümlerini ve dinin bütün kaidelerini en iyi bilen Hz. Ebû Bekir
(r.a)'in sözü ve Sahâbe'nin icmâsı, müstakil sünneti Kur'ân'm bir açıklaması
gibi göstermeye çalışan bu adamların sözlerinin dikkate değer olmadığını ve
terkedilmeye daha lâyık olduğunu göstermez mi?
Sünnetin müstakil olarak ortaya
koyduğu hükümlerden bazıları şunlardır[781][781] : Şuf anın
ve musâkat akdinin meşru olması,[782][782] bir kadını
halası veya teyzesiyle bir nikâh altında tutmanın haram oluşu.[783][783]
Ehl-i merkeb etinin haram olması ki; İbn Abdilberr'in zikrettiğine göre bu
konuda icmâ oluşmuştur[784][784] ve bunlardan başka daha pek çok mesele,
müstakil sünnetle hükme kavuşturulmuştur.
Buna göre, Kur'ân'da hiç
değinilmeyen konularda müstakil hüküm koyan sünnetin delil olmasında icmâ
bulunduğunu açıklamaya gerek kalmamaktadır. Müslümanların imamlarından her
birinin, mutlaka fer'ı hükümlerden herhangi birisinde bu tür sünnete dayanarak
bir hükme varmış olması, iddiamızın anlaşılması için yeterlidir. Onların
mezhep, kitap ve eserlerini inceleyen herkes bunu görecektir. İmamların bu
tutumu, bu tür sünnetle amel etmede ve onun delil oluşundu icmâ ettiklerini
gösterir. Her ne kadar sünneti kullandıkları konular farklı olsa da ortak olan
nokta, onunla hüküm çıkarılmasıdır.
Rasûlullah'tan
Müstakil Sünnetin Sâdır Olması
Daha önce geçen: "Rabbine yemin
olsun ki; onlar, aralarında anlaşamadıkları meselelerde seni hakem yapıp
verdiğin hükme hiçbir darlanma göstermeden teslim olmadıkça iman etmiş
olmazlar,"[785][785] âyet-i kerîmesi, Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'in Zübeyr (r.a) ile arazi komşusu hakkında verdiği kararın,[786][786] Kur'ân'da bulunmadığım göstermektedir.
Hz. Ebû Bekir'in (r.a), ninenin
mirası sorulduğunda ne yaptığını, nasıl davrandığını bildikten sonra onun bu
konudaki hükmüne dayanak yaptığı hadisin, Kur'ân'm içermediği bir hükmü ifade
ettiği konusunda herhangi bir şüphenin bulunmadığını zannediyorum.
Nine yahut baba konusunda Hz.
Ömer'den de benzeri pek çok haber nakledilmiştir. Kitabımızın ikinci bölümünde,
selefin sünnete muhalefetten sakınmaları ve her halükarda ona tâbi olmaları
işlenirken, bu konuda bazı örnekler zikredilmiştir. Malumdur ki Hz. Ömer,
kendisine arzedilen meselelerde Kur'ân'da bir açıklama bulunmadığı zaman,
insanlardan o konuda bildikleri sünneti kendisine haber vermeleri için Allah'ın
adıyla yemin ederek bilgi isterdi.
Yine sen, Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'in: "Bana Kur'ân ve beraberinde hüküm için aynı değerde
bir misli daha verildi,"[787][787]
hadisini okuduktan ve Kur'ân'da bulunmayan hükmü kabul etmeyeni reddederek
hemen yukarıdaki sözün peşinden ehl-i merkeb etinin haram olduğunu ve diğer
hükümleri zikrettiğini gördükten sonra Rasûmllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'m,
bu hükümlerin Kur'ân'da geçmediğini bildiğini ve bir müç-tehidin bunlara
dayanarak hüküm çıkarabileceğini yakînen anladığını zannediyorum. Yoksa Allah
Rasûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem): "Bana Kur'ân'm bir misli verildi,"
demezdi.
Evet, bir defasında Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'e ehl-i merkebin zekâta tâbi olup olmadıkları sorulunca, bu
konuda bana: "Kim zerre kadar hayır işlerse onu görür, kim de zerre kadar
şer işlerse onu görür,"[788][788]
mealindeki geniş manâlı ve konusunda tek olan âyetten başka bir şey nazil
olmadı, buyurmuştur.[789][789]
Fakat burada, bu âyet, Peygamber'in
dışında bir müçtehid için -velev ki bu müçtehid, içtihad derecesinin en üst
seviyesinde de olsun- tafsilâtlı veya kapalı olarak eşeklerin hükmünü beyân
ediyor, denemez. Allah Teâlâ'nın kendisine peygamberlik, hüküm ve tarafından
özel bir ilim verdiği kimseden başka, bu âyetten bu hükmü kim anlayabilir?
Sözümüz, Peygamber hakkında değildir. Biz, Kitab'm nassmdan lafızların delâlet
şekline göre hüküm çıkaran ve insanlarca bilinebilen karinelerden neticeye
varan müçtehidden bahsediyoruz. Herhangi bir müçtehid, yukarıdaki âyetten bu
hükmü anlamaya güç yetirebilir mi? Ve bu hükmün âyette bulunabileceğini hesap
edebilir mi? Hayır!
Aslında biz, bu kaideleri uygulamak
istiyoruz. Biz, hadiste mevcut olan bir şeyi kendi aklımıza göre Kitab'da
bulamadığımız ve hasmın dediği gibi: "Kur'ân'da bulunmayan şey hüccet
değildir," anlayışıyla hareket ettiğimizde hadisi terk ediyoruz. Halbuki
o hadis, gerçekte Rasûlullah'm anlayışına göre Kitab'da mevcuttur. Bak, hasmın
anlayışı nasıl da aslında hüccet olan bir şeyi ihmale vek kendi zayıf
akıllarınca hadisleri hiç ve gereksiz saymaya götürüyor? Yine bu anlayış,
sahih hadislere nasıl yeni bir hücum kapısı açıyor ? Şimdi bunu irdeleyelim.
Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve
sellem), insanların bu hükümleri kendisinin anladığı gibi anlamalarının mümkün
olmadığını bildiği için ilk hadiste, insanların akıl ve anlayışlarına göre
Kitab'da bulunmayan bir hüküm kendi tarafından ifade buyurulduğunda
kendilerine, bununla amelin vâcib olduğunu bildirmiştir. Hadisinin sonunda
zikredilen hükümler de bu tür hükümlerdir.
Buna göre şunu diyebiliriz:
Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'m, eşeklerin hükmünü çıkardığı âyet,
Önceki hadiste geçen konuşmasından sonra nazil olmuş olabilir. Efendimiz (salla’llâhü
aleyhi ve sellem), daha önce bu hükmü Ki-tab'dan değil, gayr-i metlûv vahiyle
biliyordu.
Bu zikrettiklerimiz, hasmın:
"Kitab'ın, hükmünü bildirmediği hiçbir sünnet yoktur," iddiasını
iptal etmek için yeterlidir. Yine, üçüncü bölümde zikri geçen Hz. Ali'nin (r.a)
sahifesi de söylediklerimizin sıhhati ve aksi görüşlerin sakat olduğunu
anlamak için yeterlidir. Bu sonuca, hangi mezhebe ait olursa olsun, fıkıh
kitaplarından da varman mümkündür. Çünkü araştınrsan, pek çok bölümün başında
şu ibareleri bulursun: "Bunun meşrûiyyetinde esas, sünnet ve
icmâdır," "Bu meselenin meşrûiyyetindeki kaynak, sünnettir."
Veya bu mânâda bir ifade olur.
Meselâ, mestler üzerine mesh
meselesi,[790][790] küsûf (güneş tutulması) ve hüsûf (ay
tutulması) namazı, yağmur duasında kılman namaz, şuf a, karz, lukata ve içki
cezası gibi konular sünnetle sabittir. Biraz fazla malumat istersen, ikinci
bahsin üçüncü çeşidinde zikrettiklerimize ve az önce icmâyı açıklarken
bahsettiklerimize müracaat et.
Eğer birisi: "Bu hadislerin bir
kısmı, Kitab'ı tahsis, bir kısmı nesh, bir kısmı da takyid etmektedir. Bu
durumda onlar müstakil değil, mübeyyin (açıklayıcı) dır," derse deriz ki:
İkinci bahiste, el-Fikrü's-Sâmi kitabının sahibinin görüşlerini reddederken
açıkladığımız gibi; her tahsis ve nesneden nass için iki yön vardır: Açıklama
yönü, bir de müstakil hüküm bildirme yönü. Orada, bunların ikinci yönünün nasıl
oluştuğunu açıklamıştık. İstersen, oraya müracaat et ve takyidde de aynı
yöntemi uygula.
Şâtibî (r.h), demiştir ki:[791][791] "Sünnet, mânâsı itibariyle Kitab'a
râcidir; sonuçta ona dayanır. Çünkü sünnet ya Kur'ân'ın mücmelini açıklar, ya
müşkilini beyân eder veya öz ve özet hü-kümlerinin tafsilâtını yapar."
Sonuçta sünnet, Kitab'ın bir açıklamasıdır. Bunu şu âyet-i kerîmeden anlıyoruz:
"Sana da kendilerine indirileni insanlara açıklaman için Zikri (Kur'ân'ı)
indirdik."[792][792]
Buna göre Kur'ân'ın, icmâlen veya
tafsilâtla, sünnette mânâsına delâlet etmediği hiçbir uygulama göremezsin.
Kur'ân'm, şeriatın temeli ve bütün hükümlerinin kaynağı olduğunu gösteren
bütün deliller, aynı zamanda sünnet için de bir delil olmaktadır. Çünkü Allah
Teâlâ: "Rasûlüm! Şüphesiz sen, büyük bir ahlâk üzeresin,"[793][793] buyurmuştur.yy
Hz. Aişe (r.h), bu âyeti:
"Çünkü O'nun ahlâkı ancak Kur'ân idi," şeklinde tefsir etmiş,[794][794] ahlâkının sadece Kur'ân'dan ibaret olduğunu
bildirmiştir. Bu da O'nun bütün söz, fiil ve tasviplerinin Kur'ân'a dayandığını
göstermektedir. Çünkü ahlâk; söz, fiil ve tasviplerden oluşur. Hem Allah
Teâlâ, Kur'ân'ı herşey için bir açıklama yapmıştır. Bundan dolayı sünnetin de
herşeye dahil olarak tamamıyla Kitab'da bulunması gerekmektedir. Çünkü
Kitab'da bulunan ilk ve öncelikli hükümler, emir ve nehiylerdir.
Şu âyet de yukarıdaki görüşü ifade
etmektedir: "Biz, Kitab'da hiçbir şeyi bırakmadık, açıkladık."[795][795]
"Bugün sizin dininizi
tamamladım,"[796][796] âyetini de konumuza bir delil olarak
gösterebiliriz. Ayette, dinin tamamlanmasıyla Kur'ân'ın nazil oluşu
kasdediliyor, O halde sünnet, Kur'ân'ın içindekiler için bir açıklama olmakta
ve manen Kur'ân'a katılmaktadır. Allah'ın izniyle, bundan sonra açıklayacağımız
dördüncü meselede de bu kesin sonuç ortaya çıkacaktır. Yukarıdaki deliller
bölümünün evvelinde: "Sünnet, Kitab'a râcidir; sonuçta ona dayanır, "
demiştik. Böyle olmazsa, onu kabul etmemek gerekir. Bu, temel bir
esastır". Şâtibî'nin sözleri burada bitti. Şimdi, bu görüş ve
açıklamaların bir değerlendirmesini yapacağız.
Cevap:
Şâtibî'nin: "Sonuçta sünnet,
Kitab'ın bir açıklamasıdır," sözünü ele alalım. O, bununla bütün sünnetin
ancak bir açıklama olduğunu, müstakil hüküm koyan hiçbir sünnetin bulunmadığım
anlatmak istiyor. Bu anlayışını, "Kur'ân'ın, icmâlen veya tafsilâtla,
sünnetle mânâsına delâlet etmediği hiçbir uygulama bulamazsın," sözü de
destekliyor.
Onun asıl iddiası da budur. Nitekim
son sözünde de: "Sünnet, sonuçta Kitab'a dayanmakta ve ona dahil
olmaktadır," diyerek bunu itiraf etmiştir. Bu, onun ortaya attığı bir
iddia ve değerlendirmedir; açık ve direkt olarak bunu gösteren bir âyetle
iddiasını isbat etmek kendisine düşer. Biz, kendisine katılmıyoruz ve
yanıldığını söylüyoruz.
Şâtibî'nin, sözüne delil olarak
gösterdiği: "Ey Rasûlüm, sana da kendilerine indirileni insanlara
açıklaman için Kur'ân'ı indirdik"[797][797] âyetine gelince; onda, Kur'ân'm sadece
açıklamak için indirildiğini gösteren bir delil yoktur.
Bunu ancak: "Bu söz, hassaten
açıklama konusunda söylendi ise hasr ifade eder," diyenin tarifine göre
kabul edebiliriz. Buna göre âyetin mânâsı: "Biz, sana Kitab'ı ancak
kendilerine indirdiğimiz hükümleri insanlara açıklayasın diye indirdik,"
olur. Fakat bundan, sünnetin görevinin sadece Kitab'da olanları açıklamak olup,
müstakil bir hüküm koyma yetkisinin bulunmadığı sonucuna varılamaz.
Çünkü âyetten anlaşılması gereken
şudur: Allah (celle celâlühü), Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'a
Kitab'ı ancak onu insanlara açıklaması için indirdi; yoksa açıklamasını ihmal
ederek içindeki hükümlerden insanları câhil bırakmak için indirmedi. Bu, Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellemyin, hakkında Kitab'da nass bulunmayan
bazı konularda tek başına birtakım hükümler koymasını ortadan kaldırmaz.
Meselâ sen, bir âlime iki kitap
versen ve: "Bu birinci kitabı sana ancak talebelerine açıklaman ve şerh
etmen için verdim," desen bu sözle, senin ikinci kitabı da ancak onunla
birinciyi açıklaması için verdiğini ve ikinci kitapta, birinci kitaptaki mevcut
kaidelerden farklı ve fazla bir şeyin bulunmadığını anlatmak mı istemiş
olursun? Elbette ki hayır. İşte, bizim içinde bulunduğumuz konu da aynı şekildedir.
Allah Teâlâ, Rasûlü'ne (salla’llâhü aleyhi ve sellem) iki türlü vahiy indirdi.
Birisi, vahy-i metlûv (Kur'ân), diğeri de gayr-i metlûv vahiy (sünnet). Ve
kendisine: "Sana şu metlûv vahyi ancak içindeki hükümleri insanlara
açıklaman için indirdim," buyurdu. Bu, gayr-i mevlûv olan vahyin yani
sünnetin, mevlûv vahiy (Kur'ân) için sadece bir açıklama olduğunu, Kur'ân'da
bulunmayan hiçbir şeyin onda mevcut olmadığını gerektirmez.
Şayet âyetin, sünnetin kendisi için
sadece bir açıklama olduğunu ifade ettiğini kabul etsek bile, Kitab'ın kapalı
hükümlerini açıklamasının mânâsı, insanlara hükmü açıklamak ve tanıtmaktadır.
Bu hüküm, daha önce Kitab ve sünnette kapalı olarak zikredilmiş veya
edilmiştir; değişen bir şey yoktur.
Ayette geçen, "kendilerine
indirilenleri" ifadesi, Kitab'ı ve onun dışındaki vahiy çeşitlerini içine
almaktadır. Bu âyette geçen zikir, meşhur görüşe göre sadece Kitab
(Kur'ân)'dır. O zaman âyetin mânâsı şöyle olur: "Biz sana (fesahat,
belagat ve hikmetiyle) beşeri benzerini getirmekten âciz bırakan Kitab'ı, ancak
senin peygamberliğinin hak olduğuna bir delil ve Allah'ın ahkâmına muhalefet
edildiğinde hak edecekleri cezayı, ona yapıştıklarında da elde edecekleri sevabı
bir hatırlatıcı olarak indirdik. Böylece kendilerine indirdiğimiz bütün vahiy
çeşitlerini müstakilen veya bir açıklama olarak insanlara açıklaman senin için
mümkün olur. Ve bu açıklaman, onları bağlayan ve sorumluluğa sokan bir delil
olur. Çünkü biz, bu Kitab'la senin hak peygamber olduğunu ortaya koyduk; ona
uyanları Cennetle müjdeledik ve muhalefet edenleri azapla korkuttuk."
Eğer zikirle Kitab kasdedilmiş ise
âyete verilecek mânâ budur. Yok eğer bazı müfessirlerin dediği gibi[798][798]
zikirle ilim kasdedilirse, o zaman durum açıktır. Çünkü zikir^ilim mânâsında kullanılınca
sadece Kitab'la sınırlandırılmaz. Bu izaha göre âyetin mânâsı: "Biz, sana
bütün vahiy türlerini içlerindeki hükümleri insanlara açıklayıp ortaya koy asın
diye indirdik," olur.
Beyân, Kur'ân'da "mutlak
açıklama" mânâsında kullanılmıştır.
Kur'ân, pek çok âyette kendisini bu
sıfatla anlatır. Meselâ şu âyetlerde, Kitab'ın beyân sıfatıyla birlikte
zikredildiğini görüyoruz:
"Bunlar, helâl ile haramı beyân
eden Kitab'ın âyetleridir."[799][799] "Sana
bu Kitab'ı, herşeyi beyân eden bir vahiy olarak indirdik."[800][800]
Görüldüğü gibi açıklamaya
çalıştığımız âyette, Şâtibî'nin sahip olduğu ve savunduğu görüşe delâlet edecek
bir şey yoktur.
Muhâtabla meseleyi tartışmak için
âyette onun görüşünü ifade eden ve bizim ulaşamadığımız başka bir ihtimalin
varlığı kabul edildiğinde bu ihtimali ortaya koyan delilin ne olduğu sorusu
akla gelecektir. Bu delil, tercihe veya terke lâyık olsa da aynı mıdır?
Şâtibî'nin: . "Kur'ân, şeriatın
temeli ve tamamıdır, bütün ahkâmın kaynağıdır," sözünü ele alalım: Eğer
bununla, Kur'ân'da bütün temel İslâmî kaidelerin ve müçtehidlerin fer'î
hükümleri istin-bat ederken dayandığı delillerin -bu deliller, ister Kur'ân'ın
hüküm bildirmediği konularda müstakil hüküm koysun, isterse Kur'ân'ın kapalı
olarak ifade ettiği hükümleri açıklasın- zikredildiğini kasdedi-yorsa, buna
katılamayız. Gerçi biz de Kur'ân'm dinin esası olduğunu söylüyor ve ona iman
ediyoruz. Hem bu, dinin kesin olarak bilinen bir gerçeğidir. Fakat burada
sözkonusu olan durum nedir? Onun iddiası kabul edilebilir mi? Elbette hayır.
Onu, bu hükme: "Sana Kitab'ı, herşeyin açıklayıcısı olarak
indirdik,"[801][801] âyetiyle, "Biz Ki-tab'da hiçbir şeyi
eksik bırakmayıp tesbit ettik,"[802][802] âyeti sevketmiş-tir. Bu da ancak âyet-i
kerîmedeki Kitab'la, levh-i mahfuz'un kasde-dilmediği görüşü kabul edildiği
takdirde böyledir. Aslında o da iddiasına delil olmamaktadır,
Eğer Şâtibî, yukarıdaki sözüyle
bütün hükümlerin Kur'ân'da kapalı olarak zikir ve ifade edildiğini söylemek
istiyorsa, bunu da kabul edemeyiz. Çünkü vakıa, kendisini yalanlamaktadır. Onun
bu. konuda zikrettiği âyetlerin, böyle bir görüşün aksine tefsir edilmesi
gerekmektedir. Yoksa âyetler, yalan söylemiş olacaktır. Şöyle ki: Eğer,
âyetleri zahirine göre ele alsak ve muhatabımızla tartışalım diye bunun doğru
olduğunu kabul etsek, o zaman bu âyetler, Kur'ân'ın, şeriatın tamamı olduğuna
bir delil olurdu. Bunun mânası: "Kur'ân, bütün hükümleri icmali ve tafsili
olarak ihtiva ve ifade etmektedir.
Hz. Peygamber'in sünneti, Kur'ân'ı
açıklama ve müstakil hüküm koyma durumunda değildir," demektir. Sen,
bunları söyleyebilir misin? Elbette hayır! Öyleyse bu müşkilâttan kurtulmak
için söyleyeceğin nedir? Bunun için: "Kur'ân, pek çok açıklamaları ihtiva
etmektedir. Öyle ki, açık ve kesin bir şekilde sünnetin bunlarda bir delil
olduğunu da açıklamıştır," diyecek değil misin? Senin tafsilâtlar
hakkında söylediklerini, biz başka hükümler hakkında söyledik.
Eğer sen: "Kur'ân, bu
tafsilâtların esaslarını ihtiva eder, diyerek bu müşkilâttan kurtulurum,"
dersen deriz ki: Tartışma gereği olarak, Kur'ân'ın bu esasları ihtiva ettiğini
ve gerçekte tafsilâtın da onlara dahil olduğunu kabul edelim. Fakat sana ve
senden başka akıl, anlayış ve Kur'ân'ın mânâlarını idrak bakımından daha üstün
olan kimselere bu temel esaslardan şu tafsilâtın hepsini çıkarmamız mümkün
müdür? Eğer "evet" dersen, bu durumda sen, büyüklenen bir kimsesin!
Seninle konuşmak doğru değildir. Eğer "hayır" dersen, sana deriz ki:
O zaman Kur'ân, bu ümmetten herhangi bir müçtehi-din kendisinden çıkaramadığı
tafsilâtları açıklar. Hem Kitab'ın sıfatı olarak gelen "tibyânen"
kelimesi, bir şeyi en son noktasına kadar açıp izah etmektir. İşte Kur'ân da
bunu yapmıştır denebilir mi? Bu, doğru değildir. O halde, senin bu te'vilin de
gayr-i sahihtir.
Şayet biz, bu tafsilâtı senin yahut
bir başkasının anlayabileceğini kabul etsek, o zaman: "Rasûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem), müstakil hüküm koymadığı gibi Kitab'ı açıklamış da
değildir," diyebilir miyiz? Böyle düşünüldüğünde biz, bütün hükümleri
icmâlen ve tafsilatıyla anlarız ve artık Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)'in yeni bir açıklamada bulunmasını ve müstakil olarak hüküm koymasını
gerektirecek bir sebep yoktur, sonucu ortaya çıkmaz mı? Halbuki biz, ittifakla
şunu söylüyoruz: Şüphesiz Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem), daha
işin başında Kur'ân'ı açıklamış ve bu tafsilâtları ortaya koymuştur. Sadece
Kur'ân'da zikredilenleri destekler mahiyetteki beyânlarla yetinmemiştir.
Eğer sen: "Bizim bu hükümleri
kendi başımıza anlamamız mümkün değildir. Fakat Kur'ân'ı, işin aslına bakarak
bütün bunların bir açıklayıcısı olarak vasıflandırmak sahihtir. Yine Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in bizim anlamamız için daha işin
başında onları açıkladığını ve ortaya koyduğunu kabul etmek de doğrudur,"
diyorum dersen, deriz ki:
Biz de aynı şeyi söylüyoruz.
Şüphesiz, sünnetin tek başına ortaya koyduğu ve Kur'ân'da, bizim kendilerini
anlamamızı mümkün kılan bir nassm bulunmadığı hükümler, her ne kadar aslında
Kur'ân'ın temel kaidelerine dahil olsalar da zahirde, Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'in bunları ortaya koyduğunu göstermektedir. Halbuki
tartışılan konu, müçtehidlerin kendisinden hükmü anlayabildikleri nasstır.
Yoksa, bir şey anlaşılamayanın temel esaslara dahil edilmesi değildir. Çünkü
hüküm çıkarmak isteyen bir müçtehide göre bunun bir kıymeti yoktur.
Özetle söyleyecek olursak Kur'ân'da,
namazda tatbik edilecek fiiller ve ninenin mirası hakkında bunları anlayıp
öğrenebileceğimiz bir nass yoktur. Kur'ân ise kendisini bunların açıklayıcısı
olarak vas-fetmiştir. Halbuki bunların ne olduğunu ve nasıl uygulanacağını bize
ilk olarak Hz. Peygamber belirtmiş ve ortaya koymuştur. Bu, nasıl
değerlendirilecektir? Burada olan bütün hadise şudur: Namazın fiillerini
dikkate aldığımızda, Hz. Peygamber'in namazla ilgili açıklama ve
uygulamalarına, ıstılahta "beyân" (açıklama) ismini veriyoruz. Çünkü
namazın hükmü, Kur'ân'da kısa ve kapalı olarak zikredilmiştir. Durumu ninenin
mirasına göre düşündüğümüzde de meselenin hükmünün, Kur'ân tarafından ortaya
konduğu söylenemez. Çünkü bu konuda bir nass yoktur. Biz, bu hükmü koyana,
müstakil sünnet ismini veririz.
Eğer sen, Allah Teâlâ'mn:
"Herşey için bir açıklama olan Ki-tab'ı indirdik" âyeti, ninenin
mirasını tesbit eden sünneti iptal eder, hükümsüz bırakır dersen, aynı şekilde
namazla ilgili tafsilâtı ortaya koyan sünneti de hükümsüz bırakması gerekir.
Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'m fiillerine: "O, ancak
Kur'ân'da bildirilenin aynısını söyleyerek ve uygulayarak onu te'kid
eder" demek, doğru değildir.
Allah Teâlâ'nm: "Rasûlüm!
Şüphesiz sen, büyük bir ahlâk üzeresin"[803][803] sözü, ne güzel bir övgüdür. Bu, ne güzel bir
sıfattır ve Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), ne güzel bir sıfat
sahibidir. O (salla’llâhü aleyhi ve sellem), şerefli bir ahlâk, yüce bir
fazilet sahibidir. Bunda herhangi bir şüphe var mı? Hz. Âişe'nin (r.h) bu âyeti
tefsir şekli, kendine aittir ve bizim için bir hüccet değildir. Eğer hüccet
kabul edersek, onun has bir ifade olduğunu kabul ederiz. Buna göre, onun
tefsirinden anlaşılacak olan şudur: "Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)'in ahlâkı ve kendisinden meydana gelen fiilleri, Kur'ân'a muhalif
olmaz."
Hz. Âişe'nin (r.h): "O'nun
ahlâkı ancak Kur'ân idi," sözündeki "ancak" ifadesinden, az önce
söylediğimiz anlaşılır. Üstelik burada, Kur'ân'm sükût ettiği konulara herhangi
bir değinme yoktur. Biz, (zımnen de olsa) değinmiş olduğunu kabul ederiz. Onun
sözünde, muhatabımızın anlatmaya çalıştığı gibi müstakil sünneti ortadan
kaldırmaya yönelik bir delâlet mevcut değildir. Şû bir gerçek ki, Allah Teâlâ,
Kur'ân'da hakkında sükût edilip Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'den
sâdır olan şeyleri tebliğ etmesini ve onlara uymasını kendisine emretmiştir.
Ayette, şöyle emir verilmiştir:
"Ey Peygamber! Sana Rabbin
tarafından indirilen şeyleri tebliğ et.”[804][804]
"Rabbin tarafından sana
vahyedilenlere uy."[805][805]
Âyetteki vahiy umûmîdir; metlûv olan
vahiyle (Kur'ân), gayr-i metlûv olan müekkid, mübeyyin ve müstakil sünneti içine
alır. Bu da müstakil hüküm bildirilen gayr-i metlûv vahyi (sünneti) tebliğde ve
ona ittibada kendisini yalan ve hatadan koruyacak yüce ahlâkının Kur'ân'la aynı
olduğunu ve ona uyduğunu göstermektedir. Buna göre bu tür sünnet çeşidi,
"O'nun ahlâkı Kur'ân'dan ibaretti," sözünün içine girmektedir.
Şâtibî'nin, Kitab'm bütün dinî
hükümleri içerdiğine delil olarak gösterdiği: "Bugün sizin dininizi
tamamladım,"[806][806]
âyetini ele alalım: Bunun mânâsı, Kâd-ı Beydâvî ve diğer müfessirlerin dediği
gibi Allah Teâlâ, yardımı ve bütün dinlere karşı üstün kılmasıyla dini tamamladı,
demektir. Yahut delil sahibinin de dediği gibi Allah (celle celâlühü), içinde
akâid temellerini zikrederek, hükümlerin asıllarını ve içtihadın kanunlarını
koyarak Kur'ân'la dini tamamladı, demek olur. "Bütün çeşitleriyle sünnet,
hükümde müstakil olanı da dâhil, hepsi bir hüccettir," hükmünü de bu
esaslara katabiliriz.
Yoksa âyetin mânâsı; Allah Teâlâ,
sünnette belirtilen bütün hükümleri Kur'ân'da zikrederek dini tamamladı,
değildir. Eğer böyle olsaydı, bütün tafsilât ve teferruatı ihtiva etmesi
gerekirdi. Çünkü hükümler, mücmel olarak (kısa ve kapalı bir şekilde) zikre
dilme siyle tamam ve kâmil oldu denmez. Dinin ve hukukun kemâli ancak bütün
hükümlerinin tamam, açık ve net bir şekilde belirtilmesiyle olur. Kur'ân'ın tek
başına bunu yapmadığı kesindir. Kısaca burada söyleyeceklerimiz, yukarıda:
"Herşey için bir açıklama olarak Kitab'ı sana indirdik," âyetinin
açıklamasında söylediklerimizdir.
Şâtibî'nin: "Daha sonraki
meselede anlatacaklarımız, bunun böyle olduğunu kesin olarak ortaya kor,"
sözüne karşı deriz ki: Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in, Hz. Ebû
Bekir'le diğer sahabelerin (r.h) görüş lerindeki ihtilâflarla birlikte bütün
fakihierin kitaplarında vardığı sonuç, onun görüşünün aksini göstermekte,
çıkardığı sonucun noksan ve yaptığı değerlendirmenin bazı bölümlerinde anlayış
hatası olduğunu ortaya koymaktadır.
Şâtibî'nin, az önceki cemaatın
görüşlerini yorumlarken bazen: "Kur'ân bunu zikretmemiştir," demesi,
bazen: "Bu, Kur'ân için bir açıklamadır," ve bazen de: "Kur'ân
bunu zikretmiştir," şeklindeki değerlendirme çabası boş bir uğraşıdır.
Bunun böyle olduğunu, birazdan yapacağımız açıklamalarla anlayacaksın
inşâallah.
Şâtibî'nin: "Bu
söylediklerimiz, Kitâbu'l-Edüle'nin evvelinde geçmişti,"[807][807] sözüne gelince, orada yazdıklarını birinci
bahiste naklettik ve açıklamasını yaptık. Oraya bakabilirsin.
Muhaliflerin "Sünnette
Zikredilen Herşey Kitab İçin Bir Açıklamadır" Şeklindeki İddialarını
Açıklarken İleri Sürdükleri İsbat Yolları
Bunları zikretmeden önce, İmam
Şafiî'nin (r.h) de ifade ettiği gibi muhaliflerle anlaşamadığımız konuyu
hatırlatacağız. Bu, Ki-tab'm bahsetmediği bir hükmü tek başına ortaya koyan
sünnettir. Önce bu konuyu gözönünde bulundur. Sonra Şâtibî'nin zikrettiklerini
iyice anlayıp hüküm ver.
Şâtibî (r.a.), der ki:[808][808] Bu konuda, -yani bütün sünnet, Kur'ân için
bir açıklamadan ibarettir anlayışında- insanlar için birtakım isbat yol ve
yöntemleri vardır. Bunlar altı tanedir.
Birinci Yol: Bu isbat şekli
gerçekten çok umûmîdir. Burada sanki Ritab'dan, sünnetle amelin sıhhatine ve
ona ittibamn lüzumuna delil çıkarmak gibi bir durum ortaya çıkmaktadır. Bu da
Allah Teâlâ'nın: "Kim, kendisine doğru yol apaçık belli olduktan sonra,
Peygambere aykırı harekette bulunur ve müzminlerin yolundan başkasına uyarsa,
onu döndüğü sapıklıkta bırakırız. Âhirette de kendisini Cehenneme
sokarız,"[809][809] âyetinden icmânın bir delil olduğunu çıkarmak
gibidir.[810][810]
Şâtibî, nakledilmesini gerektirecek
herhangi bir sebep yokken birtakım haberler zikrettikten sonra şöyle der:
"Bu yol, sünnetle amelin gerekli olduğuna delil getirmek gibi bir şey
oldu. Veya bizatihi delil getirilmiş oldu. Fakat bununla sünnette bulunan
şeyler, Kitab'ın delâlet ettiği tafsili mânâlara ait ve dahil edilmiştir,"
Şâtibî'nin sözü burada bitti. Bir iki noktaya açıklık getirmek istiyoruz.
Şâtibî'nin: "Bu, istidlale
(sünnet için delil getirmeye) benziyor" sözü, doğru değildir, kabul
edilemez. Oradaki söz ve deliller, bizzat sünnetle amelin gerekli olduğunu
isbat için ileri sürülmüştür. Bunun için sadece: "O, ancak bunun için
yapılmıştır," demek gerekir. "Dahil edildi" sözü de üzerinde
anlaşamadığımız konuda bir şey ifade etmiyor. Çünkü sünnetin delil olduğunu
gösteren âyetler için: "Bunlar, sünnetle sabit olan fert hükümleri de
ortaya koymuştur," denemez. Meselâ, "Namaz kılınız" âyeti,
namazın farz olduğunu ifade etmektedir; fakat sünnetle sabit olan namaz
fiillerine ve şekline dair bir şey söylememektedir.
Sonra buradaki isbat şekli, işi
tersine çevirmektedir. Buna göre Kur'ân, sünnette mevcut hükümlerin
açıklayıcısı olmaktadır. Çünkü Kur'ân, sünnetin hüccet oluşuna bir delildir.
Aklen bir şeye delil olan, delâlet edilen şeyin ihtiva ettiği ve ortaya koyduğu
şeyleri açıklar. Aksi olmaz.
Eğer sen, bunu kabul etmeyip:
"Ancak delâlet edilen, delil olanı açıklar," dersen; sana deriz ki:
Sünnette de Kur'ânla amelin vâcib olduğunu ifade eden hadisler nakledilmiştir.
Senin sözüne göre Kur'ân, sünnetteki hükümler için bir açıklayıcı olmakta,
müstakil hüküm bildirmesi sahih olmamaktadır. Bunu söyleyebilir misin?
İkinci Yol: Şâtibî (r.a), devamla
der ki:[811][811]
İkinci yol, ulemâ yanında en meşhur olanıdır. Burada sözkonusu olan sünnetler,
Kur'ân'm mücmel (kısa ve kapalı) olarak zikrettiği bir hükmün nasıl
uygulanacağını veya sebeplerini, şartlarını, mânilerini, ona dahil edilen
şeyleri veya bunlara benzer taraflarını açıklar. Meselâ sünnetin, namazların
vakitlerini, rükû, secde ve diğer hükümlerini açıklaması gibi.
Yine zekâtın miktarım, vaktini,
zekâtı verilecek malların nisabını, zekâta tâbi olan ve olmayan mal
çeşitlerini açıklayan, orucun hükümlerini ve Kitab'da bahsedilmeyen yönlerini
ortaya koyan hadisleri burada örnek verebiliriz. Aynı şekilde hükmî ve hakikî
pisliklerden temizlik, hac, hayvan boğazlama, av, eti yenen ve yenmeyen hayvan,
nikâh ve bununla alâkalı olarak boşama, geri dönme, zihar, liân gibi meseleler,
alış-veriş ve hükümleri, cinayetler, kısas ve benzeri konularda açıklamalarda
bulunan hadisler de böyledir. Bütün bunlar, Kur'ân'da mücmel (kısa ve kapalı)
olarak zikredilen hükümlerin bir açıklamasıdır. İşte, hadislerin: "Sana
da insanlara kendilerine indirileni açıklayasın diye Kur'ân'ı indirdik,"[812][812] âyetinin hükmü altına girmesi böyle
olmaktadır.
Rivayet edildiğine göre İmran b.
Husayn (r.a), "Bize sadece Kur'ân'dan bahset," diyen bir adama:
"Sen, çok ahmak bir kimsesin. Allah'ın Kitabı'nda öğle namazının farzının
dört rek'at olduğunu ve kıraatin açıktan yapılmayacağını bulabilir misin?"
dedi. Sonra diğer namazları, zekâtı ve benzeri ibâdetleri sayarak:
"Allah'ın Kitabı'nda bunları açıklanmış olarak bulabilir misin? Allah'ın
Kitabı, bunları kısa ve kapalı olarak ifade etmiş, sünnet de
açıklamıştır," dedi.[813][813]
Mutarrıf b. Abdullah'a: "Bize
hadis anlatıp durmayın; ancak Kur'ân'dan bahsedin," denilince şöyle
demiştir: "Vallahi biz, hadisleri Kur'ân'ın yerine anlatmıyoruz. Bilakis
hadisleri anlatmaktaki gayemiz, Kur'ân'ı en iyi bilen Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'in bildiklerini ve bildirdiklerini anlatmaktır."[814][814]
Evzâî, Hasan b. Atıyye'nin şöyle
dediğini rivayet etmiştir: "Rasûlullah'a vahiy indiğinde Cebrail (aleyhisselâm),
onu açıklayacak sünneti de getiriyor ve O'na öğretiyordu."[815][815]
Evzâî demiştir ki:
"(Açıklanmaya ihtiyacı olduğu için) Kur'ân, sünnetin ona muhtaç olmasından
daha çok sünnete muhtaçtır."
Ibn Abdilberr, bunu şöyle yorumlar:
"Evzâî, şunu anlatmak istiyor: Sünnet, Kur'ân üzerine hüküm koyar ve onun
murâdını açıklar."[816][816]
İmam Ahmed b. Hanbel'e:
"Sünnet, Kitab üzerine hüküm koyucudur," sözü sorulunca: "Ben
bunu söylemeye cesaret edemem; fakat 'Sünnet, Kitab'ı tefsir eder ve
hükümlerini açıklar' derim," diye karşılık vermiştir.
Sünnetin, Kur'ân'ın bir açıklaması
olduğu konusundaki bu açıklama şekli, maksadı daha güzel anlatmakta ve ulemâ arasında
da daha yaygın olarak kullanılmaktadır.
Şâtibî, ikinci isbat yolunu ve
yöntemini de böyle özetledi. Şimdi bir değerlendirmesini yapalım.
Kendisine deriz ki: Eğer bu
anlattıklarınla, sünnetin bir kısmı, Kitab'da kısaca zikredilen hükümlerin
-meselâ, namaz ve zekâtı farz kılan âyetler gibi- bir açıklamasıdır, demek
istiyorsan buna katılırız.
Eğer bütün sünnetin böyle olduğunu
anlatmak istiyorsan bu, henüz açıklığa kavuşturmadığın bir konudur. "Bana
göre bütün bunlar, Kur'ân'da mücmel olarak zikredilen hükümler için bir
açıklamadır" sözünle, bütün sünnet çeşitlerini kasdediyorsan bu, kabul
edilemez. Bunun isbatı da bize düşmez.
Sonuç bölümünün ikinci bahsinde, her
tahsis ve nesheden nas-sın iki yönü olduğunu, bir yönden Kitab'm murâdını
açıkladığını, diğer yönden de bu muradın dışında kendi başına bir hüküm ifade
ettiğini açıklamıştık. Diğer şart ve kayıtlarda da benzeri durum olmaktadır.
Bunu iyice düşünürsen, Şâtibî'nin sözündeki karışıklık ve kapalılık ortaya
çıkar.
İmran b. Husayn'm (r.a): "Sünnet,
bu çeşit Kur'âni hükümleri açıklar" sözü, sünnetin sadece Kur'ân'ı
açıklayıcı olduğunu ifade etmez. Onun burada bu açıklamaya değinmesi, sadece
verdiği misalde nıuhâtabını ikna etmek içindir. Çünkü burada aranan, sünnetin o
vasfı idi.
Mutarrıf m: "Fakat biz,
Kur'ân'ı bizden daha iyi bilenin sözlerini aktarmak istiyoruz" sözü, şunu
ifade eder: Kur'ân, bazen müçte-hidlerin dil, kaide ve kalıplarına göre hüküm
çıkarabilecekleri bir nass zikretmeksizin bir hükmü içinde bulundurur. Bunu,
bize ancak Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) açıp ortaya koyar.
Çünkü O, Allah Teâlâ'nm kendisine Cibril (aleyhisselâm) yahut özel ilhamı
vasıtasıyla öğrettiği ilimle, Kur'ân'da kendisinden başka hiçbir insanın
bilemediği sırları bilir ve bildirir. Bu da bizim sahip olduğumuz görüşü isbat
eder.
Şâtibî'nin bundan sonra diğer
imamlardan naklettiği sözler, kesinlikle sünnetin sadece açıklama yapacağını
ifade etmez. Bu, açıktır.
Üçüncü Yol: Şâtibî (r.a), der ki:[817][817] "Sünnetin, Kur'ân'ın bir açıklaması
olduğu isbat edilirken nazar-ı dikkate alınan bir diğer yol da Kur'ân'ın genel
olarak ifade ve delâlet ettiği şeylere bakmaktır.
Bunlar incelendiğinde, hemen
hepsinin daha geniş ve noksansız bir şekilde sünnette mevcut olduğu
görülebilecektir. Sünnette, Kur'ân'a ziyâde olarak birtakım açıklama ve şerhler
yapılmışır. Şöyle ki: Kur'ân-ı Kerîm, ele geçirilmesini isteyerek dünya ve
âhiretin menfaat ve maslahatlarını açıklamış, sakınılması için de her iki
dünyanın tehlike ve fesadını beyân etmiştir. Daha önce geçtiği gibi maslahatlar
üç kısımdır:
1-
Zarûriyyât: Din ve dünya için zarurî olan şeyler. Bunları kâmil mânâda
temin eden şeyler de bu kısma girer.
2-
Hâciyyât: Din ve dünya için ihtiyaç olan ve bunları en güzel şekilde
tamamlayan şeyler, hâciyyât olarak tarif edilir.
3- Tahsiniyyât: Zaruret ve ihtiyacın
dışında kalıp dini ve hayatı güzelleştiren ve buna ileri seviyede hizmet eden
şeyler, bu kısmı oluşturur.
Kitâbü'l-Makâsıd'da etraflıca
işlenen bu üç kısma eklenecek herhangi bir şey yoktur. Sünnete baktığımızda,
onun da üç şeyin dışında bir şey ortaya koymadığını görürüz. Şu halde Kitab,
bu şeylerle ilgili birtakım esaslar ortaya koymuş, sünnet de Kitab'a ilâve
olarak birtakım eklemelerde ve onlarla ilgili açıklamalarda bulunmuştur.
Araştırırsan, sünnette mevcut bütün şeylerin bu kısımlara râci ve dahil
olduğunu görürsün."
Bu, Şâtibî'nin değerlendirmesi. Biz
de kendisine deriz ki: Şüphesiz, bu maslahatlar ve umûmî işler, Kitab'da
zikredildiği gibi sünnette de zikredilmiştir. Bir kısmı sünnette açıklandığı
gibi diğer bir kısmı da Kitab'da açıklanmıştır. Her ikisi de Allah katından
gelen ve delil olarak kullanılma yönüyle, biri diğerine eşit iki vahiydir. Bu
durumda senin, birine asıl, diğerine açıklama deyip birisini destekleme,
diğerini ihmal etme imkânın yoktur. Buna göre senin: "Şüphesiz Kitab, tek
başına hüküm koyamaz. Çünkü bu maslahatlar, sünnette ortaya konmuş ve Kitab'da
açıklanmıştır," demen caiz midir?
Bir de şu var: Bu hükümlerin, sırf
Kitab'da zikredildiğini ve sünnette sadece açıklandığım kabul ettiğimizde,
hakkında icmâlen veya tafsilâtla bir nass bulunmayan bu tür işlerin hükmünü
kendi başımıza anlamamız mümkün müdür? Farzedelim ki Kitab, bu umûmî
maslahatlar hakkında açıkça bir beyânda bulunsun; fakat ne Kitab ve ne de
sünnet bunların tafsilâtına değinmemiş olsun. Bu durumda bizim, Ramazan
orucunun vâcib, bayram günü tutulan orucun haram olduğunu, gasb edenle
yankesiciye uygulanmayıp hırsıza had uygulanacağını ve ilk seferinde sağ elinin
kesileceğini, zina eden bekârın cezasının yüz sopa ve bir yıl sürgün, evli
kimsenin zina cezasının ise recm olduğunu ve bunlar gibi diğer muamelelerin
hükmünü kendi başımıza anlamamız mümkün müdür?
Baksana, Mu'tezile bile akılla
bilinebilir dedikleri husûn (iyilik) ve kubûh (kötü, çirkin) meselesinde senin
görüşüne yakın fikir ileri sürdükleri halde, açıkça şunu itiraf etmişlerdir:
"Akıl, bazı hükümlere kendi başına ulaşamaz."
Kur'ân'ın, maslahat ve umuma ait
işleri açıkça zikrettiğini far-zetsek bile bir müçtehide, sadece bu nasla
onların hükmünü anlamak mümkün olmayınca bu, seni eleştiriden kurtaramaz.
Dördüncü Yol: Şâtibî (r.a), der ki:[818][818]
"Sünnetin, Kitab'm bir açıklaması olduğunu isbat yollarından birisi de
içtihadın alan ve oluşumuyla, usûl ve fer'î hükümler arasında cereyan eden
kıyasa bakmaktır. Önce içtihadı ele alalım: Kur'ân veya sünnette helâl ve
haramı belirleyen açık naslar bulunur. Bir de her iki tarafın arasında kalan
ve her birinin taraf ve hükmüne hamledilebilecek içtihada muhtaç meseleler
vardır. Çoğu zaman, bu meselelerde değerlendirme yapmak ve bir sonuca ulaşmak,
açık ve kolay olur. O zaman konu, müçtehidlerin değerlendirmesine havale
edilir. Nitekim bu, içtihad bölümünde açıklanmıştı.
Çoğu zaman da mesele,
değerlendirenin anlayamayacağı ya da illetinin belirlenemeyeceği taabbüdî bir
konu olur. İşte böyle bir durumda, Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'tan
onun hakkında bir açıklama gelir ve meseleyi haram veya helâlden birisine katar
veya ihtiyatî bir tedbir olarak ya da başka bir sebepten dolayı durum ve zamana
göre onun her iki tarafın da hükmünü alabileceğini belirler. Burada kasdedilen
mânâ işte budur."
Şâtibî, daha sonra kıyas alanına
giren hadisleri ele alır ve der ki:[819][819] "Kur'ân-ı Kerîm'de, benzerlerinin de
kendi hükmünde olduğunu gösteren birtakım esaslar bulunur. Bu esaslar mutlak
olarak zikredilince, bazı kayıtlarla zikredilen hükümlerin de onlar gibi
olduğu kolayca anlaşılır. Bu durumda, sünnetin konu ile ilgili beyânına dayanılarak,
fert meselelerin detayına gidilmeksizin bu esaslarla yetini-lir. Bu yaklaşım,
kendine kıyas yapılan nassın -her ne kadar lafzen has da olsa- mânâ bakımından
umûmî olduğu esasından hareketle olmaktadır.
Konunun izahı, deliller
bahsinde geçmişti. Özetle, Kur'ân'da
bir konu hakkında bir nass varsa, sünnet ya onunla aynı mânâda olanı veya ona
yakın olanı ya da ona benzer olanı getirmiş olacaktır. Burada anlatılmak
istenen de budur. Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'ın, sözkonusu
hadisi, kıyas yoluyla ya da vahye müsteniden söylemiş olması arasında bir fark
yoktur, diyebiliriz. Her halükârda o hadis, bizim anlayışımızda kıyas yapılmış
bir söz olarak değerlendirilecek ve deliller bölümünde izah edilen mânâda
Kitab'ın aslının onu ihtiva ettiği kabul edilecektir."
Şâtibî'nin sözü burada bitti. Şimdi
bir değerlendirmesini yapalım. Kendisine deriz ki: Senin, içtihad alanını izah
ederken söylediğin: "Çoğu zaman değerlendiricinin anlayamayacağı ya da
illetinin belirlenemeyeceği taabbüdî bir konu olur. İşte bu durumda Rasûlullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem)'tan onun hakkında bir açıklama gelir,"
sözün, sana cevap olarak bize yeterlidir. Çünkü sen itiraf ettin ki, Kitab'da
zikredilen iki taraf (helâl ve haram) arasındaki vasıta ve illeti bazen
müçtehid direkt Kitab'dan anlayamaz. Orada Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) devreye girerek sünnetiyle illeti belirler ve bize hükmü bildirir.
Ancak sen, bu durumda Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in koyduğu
hükme "beyân" diyorsun, biz ise ona, "müstakil hüküm koyan
sünnet" ismini veriyoruz. Çünkü Kitab, icmâlen veya tafsilâtla,
müçtehidin anlayacağı şekilde meseleye değinmemiş tir.
Kıyas alanında da aynı şeyler
söylenebilir. İçtihadda belirttiğin şekilde müçtehid, feri meselenin hükmünü
anlamaktan bazen âciz kalmakta, devreye giren sünnet, meseleyi halletmektedir.
İllette veya fer'î meselede, Hz.
Peygamber'in sünnetiyle halletiği hükmün, ona indirilen bir vahiy veya başkalarında
bulunmayıp Allah Teâlâ'mn kendisine lütfettiği ilim ve hikmete dayanan bir
içti-hadla verilmesi, bu konu hakkındaki düşüncelerimizi etkilemez. Burada
önemli olan şudur; Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Kitab'ın
bahsetmediği bir hükmü ortaya koymuştur ve O'nun hüküm koyması, bir hüccet
olmuştur. Çünkü O'nun hükmü ya bir vahye ya da hatadan korunup Cenâb-ı Hakk
tarafından tasvip gördüğü bir içtihada dayanmaktadır. Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'in içtihadının hüccet oluşu, ancak O'nun içtihadında hatadan
korunmasından veya verdiği hükme ilâhî rıza ve tasdikten kaynaklanmaktadır.
İlletin veya fer'î meselenin hükmünün anlaşılabilir olmasına gelince bu, iki
şekilde olur: Ya Sâri (Allah Teâlâ), iki taraftan birinin illetini veya hükmün
aslını Kitab'da zikreder ve biz, bu illetin hükme götürecek vasıtayı veya
fer'î meseleyi kapsadığını görürüz. Bu durumda fer'in veya vasıtanın hükmü Kitab'da
zikredilmiş olmakta, aynı konuda gelen sünnet de onu te'kid kabilinden
sayılmaktadır. Fakat bu, Allah Teâlâ'mn Kitab'da her hükmün illetini
belirtmediği anlamına gelmez. İlleti bilinmeyen ve belirtilmeyen hüküm çok
azdır. Fakat hükmün illeti sünnette belirtildiğinde, vasıta ve fer'î
meseledeki hükmü, tek başına sünnet belirlemiş olmaktadır.
Yahut mesele, nassa dayanmaksızın,
illetin istinbat yoluyla tes-bit edilebilme siyle anlaşılabilir. Hükümler
arasındaki münasebetin belirlenmesi gibi. Bu durumda vasıta ve fer'î meseledeki
hüküm kıyas ile sabit olmaktadır. Eğer birinci durumda da nass sadece illeti
bildirip hükmü belirtmezse, bu illete dayanılarak varılan hüküm de kıyasla
ortaya konmuş olacaktır.
O zaman, senin yukarıda geçen:
"Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'ın sözkonusu hadisi kıyas
yoluyla ya da vahye müsteniden söylemiş olması arasında bir fark yoktur,
diyebiliriz sözüne bakacak olursak, sanki sen, kıyasla müstakil hüküm konabilir
fakat sünnet için bu yetki yoktur," demiş oluyorsun. Biz de deriz ki:
Hangi tür vahiyle olursa olsun, Allah Teâlâ'nın hüküm koyması, bizim anlayış
ve zihinlerimizde dolaşan ve oluşan şeylere bağlı değildir. İsterse bizim
zihinlerimizde oluşan şeyler apaçık zahir olsun; ilâhî hükümler, ona uyar da
uymaz da. Kıyas ise zarurî bir delildir; onunla ancak herhangi bir vahiy çeşidi
ile Allah'ın hükmünü bilmekten âciz kalındığında amel edilir. Sünnetin yanında
onun bir kıymeti yoktur. Sünnete uysun veya uymasın, durum değişmez. Hatta
içtihad ve Hz. Peygamber'in kıyasından oluşan sünnet yanında da durum
böyledir. Çünkü biz, bu tür sünneti ancak içtihad anında hatadan korunduğu
yahut Allah Teâlâ'mn Peygamber'in hükmünü tasvip etmesinden dolayı delil
olarak kullanırız. Sonra deriz ki: Sen, Kitab'ın hakkında hüküm bildirmediği
bir konuda, tek başına kıyas ile hüküm vermeyi caiz görüyorsun da tek başına
sünnet ile hüküm tesbit etmeyi uygun görmüyor musun?
Sünneti, Kitab'dan daha aşağı bir
derecede değerlendirirken sende bazı şüpheler oluşuyor. Fakat sen:
"Sünnet, kıyastan sonra gelir. Kıyas, Kitab'a uyarsa yeni bir hüküm
koyucu olur; bu durumdaki sünnet ise Kitab'ın hükmünü desteklemiş olur. Kıyas,
tek başına hüküm koyma gücüne sahiptir; hadis böyle değildir," derken
azıcık şüphen bulunmuyor. Hayret doğrusu!
Beşinci Yol: Şâtibî (r.a), devamla
der ki: "Sünnetin Kitab'ın bir açıklamasından ibaret olduğunu iddia
edenlerin, bunu isbat yollarından birisi de Kur'ân'ın çeşitli delillerinden
ortaya çıkan toplu mânâların dikkate alınmasıdır. Deliller çeşitli mânâlarda
gelmiş olabilir. Fakat mesâlih-i mürsele ya da istihsandakine benzer bir durumla
tek bir mânâ, onların hepsini kapsar mahiyettedir. Sünnet de işte bu kapsamlı mânânın
gereğine ve gerçeğine uygun beyânlarda bulunur. Böylece sözkonusu mânânın,
bütün bu cüzlerin toplamından çıkarıldığı bilinir ya da zannedilir. Elbette
bu, sünnetin sadece Kitab'ın açıklaması için geldiğini gösteren delilin sıhhati
üzerine bina edilmiş bir anlayıştır. Bunun misâli, sert- deliller bölümünün evvelinde,
Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in: 'Zarar vermek ve zarar görmek
yoktur,' hadisinin mânâsının Kitab'dan çıkarılması esnasında verdiğimiz
örneklerde geçmişti. Bu mânâda bulunan diğer hadisler de bu kısma girer."
Şâtibî'nin sözü burada bitti.
Biz de deriz ki: Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'in, Kitab'da mevcut kısımlarına bakarak hüküm çıkardığı bu
tür küllî, umûmî mânâlar, diğer sünnetlere nisbeten azdır. Hem başkasının, bu kısımlardan
o mânâları çıkarması da mümkün değildir. Onlar, cüz'iyyâttan istinbat ederek
değil ancak vahiy yoluyla bilinir.
Bir de şu var: Bu cüz'iyyât, aslında
küliî mânâ ve kaideler için bir açıklayıcıdır. Buna göre Kur'ân da sünnetin
küllî mânâlarını açıklayıcıdır. Aksini kabul etsek, Kur'ân'da küllî esaslar,
sünnette de cüz'î beyânlar mevcuttur. Senin mantığına göre düşündüğümüzde
Kur'ân, açıklayıcı durumundadır. Doğrusu bu mu?
Altıncı Yol: Şâtibî (r.a), der ki:
"Sünnetin Kur'ân'ın bir açıklamasından ibaret olduğunu iddia edenlerin
bunu isbat şekillerinden birisi de hadislerin detaylarının -bunlar her ne kadar
Kur'ân'a ilâve beyânlar içerse de- Kur'ân'ın tafsilâtı içerisinde bulunduğuna
nazar etmektir. Ancak bu yaklaşım sahiplerinin, her halükârda sünnette yer alan
bütün mânâların -bir başka yönden değil de sadece luğavî açısından- bizzat
Kur'ân'da işaret edilmiş ya da açıkça değinilmiş olduğunu isbat etmesi
gerekir." Şâtibî'nin sözü burada bitti.
Biz de deriz ki: Şayet sadece bu
isbat şekli ve yaklaşımı tamam ve doğru olsaydı bizim, "Kitab'ın, bir
müçtehidin kelimenin luğavî kullanışlarına, hakikat ve mecaz mânâlarına bakarak
kendisinden hüküm çıkarabileceği bir nass ortaya koymadığı konularda sünnet
devreye girer ve hükmü belirler," şeklindeki görüşümüzü iptal eder,
ortadan kaldırırdı. Fakat bu yaklaşım, doğru değildir. Bunu, sünnette vârid
olan bütün beyân ve hükümlere uygulamaya kalkmak, boşuna bir çabadır.
Hem bizzat Şâtibî de bunu itiraf
etmiştir. Yukarıdaki yaklaşıma ek olarak yaptığı açıklamada şöyle demiştir:
"Ancak Kur'ân, bu yaklaşımı destekleyecek gibi değildir. Hadislerde geçen
her konuya Kur'ân'ın doğrudan değinmesi veya Arapların kullandığı luğavî vaz'
açısından onlara işarette bulunması mümkün değildir. Meselâ, bu konuda ilk akla
gelenleri, namaz, hac, zekât, hayz, nifas, lukata (kayıp ve hükümleri), borç,
musâkât, diyetler, mal ve hak bölüşmeleri ve benzeri pek çok meselede sünnetin
beyân ve hükümlerini Kur'ân'da aramaya kalkışmak veya hepsinin onda olduğunu
söylemek yanlıştır. Bu itibarla bu görüş sahipleri, iddialarını isbat edecek
durumda değillerdir. Bunların yapacakları, olsa olsa, Arap dilinin kabul etmeyeceği
zorlamalara girerek iddialarına mesned aramaya çalışmak olacaktır. Böyle bir
çabaya, ne selefin ne de râsih âlimlerin katılması mümkün değildir.
Birileri, üzerine dikkat çektiği bu
kapının aralanmasına merak sarmış, fakat başaramamıştır. Zira iddiasını, ancak
sözü edilen zorlamalara girerek ve sünnetin getirdiği şeyler hakkında
Kur'ân'da husûsî surette bir nass ya da işaret bulunmayan pek çok yerde ilk
yaklaşıma başvurarak isbata çalışmış ve böylece asıl maksadından
uzaklaşmıştır."[820][820]
Sünnetin
Kur'ân'ın Bir Açıklamasından İbaret Olduğunu Savunanlardan Bir Grupla
İhtilâfımız Lafzî, Diğerleriyle Hakikidir
Yukarıdaki görüşleri ve yaptığımız
değerlendirmeleri inceledikten sonra, ilk beş görüşe sahip olanların bizimle
sadece lafzî ihtilâfa düştüğünü göreceksin. Çünkü onların ortak görüşü şudur:
"Bütün sünnet, -iddia
sahiplerinin kendi görüşlerinde anlattıkları ve uyguladıkları tarzda- bir
açıklamadan ibarettir." Onlar, "Sünnet bir
açıklayıcıdır,"'derken, "Kur'ân, sünnetin getirdiği bütün hükümleri
icmâlen de olsa tek tek zikretmiştir; bu durumda sünnetin Kur'ân'ın mücmel
(kapalı) hükümlerini izah ve şerhten başka bir görevi yoktur,"
demiyorlar. Bu anlayışlarıyla onlar, bizim: "Kitab'ın, hakkında bir şey
bildirmediği konularda tek başına hüküm koyan" diye tarif ettiğimiz
müstakil sünnetin varlığını inkâr etmiyorlar. Onlar, sadece kendi tariflerine
ve açıklama şekline ters düşen müstakil hüküm koymayı kabul etmiyorlar.
Biz, onların bu görüşlerini kabul
edecek olsak; bu, kesinlikle bizim savunduğumuz fikre ters düşmez ve onu iptal
etmez. "Sünnetin
339-341
arası sayfalar eksiktir...
Konumuzun sonuna geldik. Buraya kadar
anlattıklarımız ve aktardıklarımız, bu güzel konuda ve çok önemli meselede,
Allah Teâlâ'nın bana açtığı ve yazılmasında muvaffak kıldığı gerçeklerdir. Bu
konuda benim acziyet ve kusurum malumdur. Konunun bazı meselelerinde yaptığım
açıklamalarda doğruyu ifadeyle, birtakım yanlış anlayışları teşhis ve tedavi
ettiğim ümidindeyim. Eğer bu gerçekleşmişse, Allah'ın fazlı, hidâyeti, güzel
tevfik ve inâyetiyle olmuştur.
Allahım! Bana, bu işe başlamayı
ilham ve onu bitirmeye yardım ettiğin gibi onu dünyada faydalı, âhirette de
güzel bir azık yap. Ömrümüzü saadetle tamamla. Umduklarımızı fazlasıyla
lütfet. Gün ve gecemizi afiyet içinde geçir. Sonumuzu hayır yap ve bizi
himayene al. Amellerimizi, fazlınla kabul buyur. Şüphesiz Sen, kullarının yalvarışlarına
icabet eder, bol bol ikramda bulunursun.
Hamdplsun âlemlerin Rabbi, Rahman ve
Rahîm olan, ceza gününün sahibi Allah'a. Nebilerin hâtemi, Rasûllerin imamı,
bütün âlemlere bir rahmet olarak gönderilen Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve
sellem) Efendimize, onun âl ve ashâbıyla, sünnetine sımsıkı sarılan bütün
ümmetine Allah'ın salât ve selâmı olsun. Amin.
Abdülganî Abdulhâlık
[1][1] Bakara,
5.
[2][2] Yunus,
40.
[3][3] Nisa,
59; Mâîde, 92; Muhammed, 33; Teğâbün, 12.
[4][4] Bu kitabımızda sık sık geçeceği için
önemli hadis çeşitlerini kısaca izah edelim:
a)
Mütevâtir hadis, her devir ve tabakada, Hz. Peygamber {s.a.v) adına yalan
söylemeleri aklen mümkün olmayan çok sayıda râvi tarafından, görerek ve
işiterek rivayet edilen hadis ve haberlere denir.
b)
Âhad hadis: Mütevâtir haber şartlarını taşımayan haber ve hadislere denir ki
büyük kalabalıklar tarafından değil, belirli şahıslar yoluyla nakledilen
hadislerdir ve "sahih, hasen ve zayıf hadisler" bu kısma girer.
c)
Sahih hadis: Adalet ve zabt sahibi râvilerin kesiksiz bir senetle, Hrbirinden
rivayet ettikleri, şaz ve illetli olmaktan uzak hadislere denir.
d)
Hasen hadis: Adalet yönü sağlam olmakla beraber, zabt yönünden bazı zaafları
bulunan râvi ya da râvilerin bulunduğu bir senetle gelen hadislere denir,
e)
Zayıf hadis: Râvileri, sahih ve hasen hadis vasıflarını taşımayan hadistir.
f)
Mevzu hadis: Uydurulmuş ve hadis diye ortaya atılmış söz demektir. Aslında buna
hadis demek doğru değildir. (Müt.)
[5][5] Hanefilerin
bu konudaki görüşlerinin izahı için bkz. JŞerhu Cem 'i'l-Cevâmî, 11, 93.
[6][6] Geniş
bilgi için bkz. Târihu't'Teşrtil-lslâmî, 21.
[7][7] Bkz.
Târihu't-Teşrîi'l-İslâmî, 21.
[8][8] Bkz.
Ibn Hümam, et-Tahrir, 305.
[9][9] Taftazânî,
et-Teluih, 1, 138.
[10][10] Şerhu
Müsellemü's-Sübût, 1. 17.
[11][11] Zamana
inanan ve "Hesap kitap yoktur, bizi ancak zaman değiştirir, yok eder"
diyenler.
[12][12] Şerhu'l-İsnevî,
1, 38.
[13][13] Bkz.
Hâşiyetü's-Seyyid Şerîf'ale'l-Muhtasar, 1, 32-33.
[14][14] Buharı,'Şehâdat,
1; Müslim, Ekdiyye, 1; Ebû Dâvud, Ekdiyye. 23.
[15][15] Buhârî,
Talak, 11; Müslim,İmaret, 155; Ebû Dâvud, Talak, 11.
[16][16] Buhârî,
İman, 17; Müslim, İman, 32; Ebû Dâvud, Cihad, 95.
[17][17] Buhârî,
Mevâkıt, 1; Nesâî, Meuâkıt, 1; İbn Mâce, Mukaddime, 11.
[18][18] Buhârî,
Abdilberr, Camiu Beyâni'l-İlm, 11, 190.
[19][19] Ebû
Dâvud, Sünnet, 5; İbn Mâce, Mukaddime, 6; Dârimî, Mukaddime, 16.
[20][20] Takiyye:
Herhangi bir tehlikeden korunmak ve bazı hedefleri korumak için olduğundan
farklı görünmek ve asıl hâlini gizlemektir. (Mütercim)
[21][21] İbn
Hazm, el-İhkam, 101.
[22][22] el-İhkam,
11,80.
[23][23] Bkz.
İsrâ Sûresi, 78.
[24][24] Târihu't-Teşrîi'l-îslâmî,
202, 203; Üstad Abdulvehhab Hallaf, Mecelletü'l-Kânun ue'l-İkti-sad'da 5,
"islâm'da Üç Asıl Delil" adı altında yayınlanan değerli
araştırmasında bu konuya değinmiş (s. 600). Üstad Muhammed Ebû Zehra,
"Mülkiyet ve Akid Nazariyesi" adlı kitabının mukaddimesinde, aynı
görüşe yer vermiştir (s. 26). Fakat Ebû Zehra, İmam Şafiî'nin sözünden anlaşılanın,
"Mutezileden bazıları. Kur'ân'ı açıklayıcı olmayan sünnetle hüküm
çıkarmayı inkâr etmektedir," şeklinde olduğunu kaydetmiştir.
[25][25] Hudarî,
a.g.e.; 195-199.
[26][26] Şâfıî,
el-Ümm, VII, 202;
Cimâu'l-İlm, 28-29.
[27][27] İbn
Kuteybe, a.g.e., 62-71.
[28][28] Bu
münazaranın detayı için bkz. el-Ümm, VII, 251, Cimâu'l-İlm, 18-21.
[29][29] Ebû
Mansur, Usûlu'd-Din, 20.
[30][30] a.g.e.,
11.
[31][31] Ebû
Mansur, el-Fark, 124.
[32][32] el-îcî,
el-Mevâkıf, 147; Şerhu'l-Meuâkıf, 11, 284.
[33][33] Râzî,
el-ttikad, 41.
[34][34] el-Bağdâdî,
Usûlu'd-Din, 19.
[35][35] Suyûtî'nin
bu eseri "Sünnetin İslâm'daki Yeri" adıyla Türkçe'ye kazandırılmış ve
Ümran yayınevi tarafından istifadeye sunulmuştur. (Mütercim) .
[36][36] Suyûtî
gibi diğer hadis imamları da bu hadisin aslı olmadığını belirtmişlerdir. Bkz.
Şevkanî, el-Fevâidü'l-Mecmua, 278, 291; Sehâvî, el-Makâsıdıı'l-Hasene, 36;
Şafiî, Risale, 224; Heysemî, Mecmeu'z-Zevâid, I, 170. vd. (Mütercim)
[37][37] Bkz.
Bâbertî, Şerhu'l-Muhtasar, II, 51;
İbn Hümam, et-Tahrir, II, 230;
Şerku'l-Müsellem, II, 109.
[38][38] Akâidü'n-Nesefi
(hâşiyeli), I, 53-58 veya Ramazan Efendi Haşiyesi, 51-53.
[39][39] Akâidü'n'Nesefl'nin
hâşiyeli baskısı, c.I. s. 57'ye bakılabilir.
[40][40] Şerhu'l-Akâid,
I, 178.
[41][41] Şerku'l-Akâid
(haşiyeli baskı), I. 178.
[42][42] Nisa,
59.
[43][43] Bakara,
43.
[44][44] Ebû
Dâvud, Sünnet, had. no: 4605, Tirmizi.ffim, lO;Müsned, VI, 8.
[45][45] İbn
Mâce, Ticâret, 2; Beyhakî, Sünen. VII. 76.
[46][46] Buhârî,
Talak, 11; Müslim, İmaret, 155; Ebû Dâvud, Talak, 11.
[47][47] Buhârî,
Şehâdet, 1; Müslim, Ekdiyye, 1.
[48][48] Buhârî,
îman, 1; Müslim, İman, 19; Tirmizî, İman, 3.
[49][49] İbn
Abdilberr, Beyâni'l-İlm, II, 190.
[50][50] Buhârî,
Ezan, 18.
[51][51] Nesâî,
Menâsik, 220; Müsned, III. 318.
366.
[52][52] Ebû
Dâvud, Sünnet, 5; İbn Mâce, Mukaddime, 6; Hâkim, Müstedrek, I.
96.
[53][53] Ebû
Dâvud, Sünnet, 5; İbn Mâce, Mukaddime, 6; Dârimî, Mukaddime, 16.
[54][54] Buhârî,
Sulh, 5; Müslim, Ekdiyye, 17; İbn Mâce, Mukaddime, 2.
[55][55] Buharı,
Cenâiz, 6; Müslim, Birr, 152; Tirmizî, Birr, 13.
[56][56] Ebû
Dâvud, Ekdiyye, 11; Tirmizî, Sünen, Ahkâm, 3; Müsned, 230-236; İbn Abdilberr,
Câmiu Bey&ni'l-İlm, II, 56;
Zeylaî, Nasbu'r-Raye, I, 23; İbn Sa'd, Tabâkât, III, 164.
[57][57] Ali
Nasif, et-Tac, IV, 123;
İbn Kesir, Tefsir, II, 297.
[58][58] Beyhakî,
Medhal, had. no: 218. Ayrıca bkz. Buhârî, Cizye, 18; Tefsir, 48; Müslim, Cikad,
93-94.
[59][59] Buhârî,
Tefsir, 48; Müslim, Cihad, 93-94. Ayrıca bkz : Şevkânî, Neylü'l-Evtar, VIII,
29-30.
[60][60] Buhârî,
Saum, 49; Müslim, Savm, 57-59.
[61][61] İbn
Mace, Siyam, 19; Muvatta, Siyam, 13; Mümed, VI, 465.
[62][62] Buhârî,
Um, 51; Müslim, Hayz, 17; Ebû Dâvud, Taharet, 82.
[63][63] Buhârî,
Talak, 1; Müslim, Rıda, 66; Ebû Dâvud, Talak, 4.
[64][64] Nisa,
101.
[65][65] Müslim,
Müsâfırûn, 4; Tirmizi, Tefsir, 4; Nesâî, Taksir, l\ Ahmed, Müsned, I.
25.
[66][66] Suyûtî,
Miftâhu'l-Cenne, 30.
[67][67] Buhârî,
Havf, 5.
[68][68] Ebû
Dâvud, Taharet, 126.
[69][69] Nisa,
43.
[70][70] Nesâî,
Taharet, 196.
[71][71] Nisa,
136.
[72][72] Teğâbün,
8.
[73][73] A'raf,
158.
[74][74] Kâd-ı
ly&7.,Şifâ, II. 1.
[75][75] Fetih,
13.
[76][76] Fetih,
8-9.
[77][77] Hucurât,
15.
[78][78] Nûr,
62.
[79][79] Şafiî,
flisâZe, 75.
[80][80] İbn
Kayyım, İ'l&mu'l-Muvakkiîn, I, 58.
[81][81] Tevbe,
91.
[82][82] Bu
rivayetler için bkz.Şifu, tahkikli baskı, II. 71 vd.
[83][83] Nisa,
61.
[84][84] Nûr,
47-54.
[85][85] Şafiî,
Risale, 84.
[86][86] Ahzab,
36.
[87][87] İbn
Kayyım, Î'lâmu'l-Muvakkiîn, I. 57.
[88][88] Nisa,
65.
[89][89] İbn
Kayyım, a.g.e., I. 57.
[90][90] Şafiî,
Risale, 83.
[91][91] Nahl,
44.
[92][92] Nahl,64.
[93][93] Bakara,
151.
[94][94] Âl-i
İmrân, 164.
[95][95] Cura'a,
2.
[96][96] Bakara,
231.
[97][97] Nisa,
113.
[98][98] Ahzâb,
34.
[99][99] İmam
Şafiî, Risale, 78.
[100][100] Âl-iİmran,
132.
[101][101] Âl-iİmran,
32.
[102][102] Enfal,
20-21.
[103][103] Mâide,
92.
[104][104] Enfal,
46.
[105][105] Muhammed,
33.
[106][106] Nisa,
58.
[107][107] Ahzâb,
36.
[108][108] Şafiî,
Risale, 78-81.
[109][109] Nisa,
58.
[110][110] Nisa,
59.
[111][111] Keşşaf,
I, 535 (Bahsedilen Tâbiî'nin Ebû Hazim, idarecinin de Mesieme b. Abdilmelik
olduğu zikredilmektedir. Müt.)
[112][112] Bu
zat, Keşşafa yazdığı Fütûhu'l-Gayb fi'l-Keşfi an Gınâî'r-Rayb adlı altı ciltlik haşiyesi ile
meşhur bir ehl-i sünnet âlimidir. (Bkz. Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir
Tarihi, II, 549.
Müt.)
[113][113] Müslim,
îmâret, 39; Ebû Dâvud, Cihad, 87; Nesâî, Bey'ât, 34.
[114][114] Buhârî,
Ahkâm, 4; Müslim, İmaret, 40.
[115][115] Buhârî,
Ahkâm, 4;SEbû Dâvud, 87.
[116][116] Nesâî,Bey'âf:,34.
[117][117] İbn
Kayyım, İ'lâmu'l-Muvakkiîn, I. 54.
[118][118] Enfal,
24.
[119][119] Nisa,
64.
[120][120] Haşr,
7.
[121][121] Nisa,
69.
[122][122] Ahzâb,
70-71.
[123][123] Fetih,
10.
[124][124] Nisa,
79-80.
[125][125] Şâm,
Risale, 82.
[126][126] Nisa,
13, 14.
[127][127] Nûr,
63.
[128][128] Nisa,
115.
[129][129] Enfal,
13.
[130][130] Ahzab,
64-65.
[131][131] Muhammed,
32-33.
[132][132] Âli
İmran, 31.
[133][133] ÂI-İ
İmran, 31.
[134][134] Ahzâb,
21.
[135][135] Kâd-ı
Iyâz, Şi/a, II. 7.
[136][136] A'raf,
156-157. (98)Ahzâb, 137.
[137][137] Ahzâb,
1-2.
[138][138] En'âm,
106.
[139][139] Mâide,
48-49.
[140][140] Mâide,
67.
[141][141] Şûra,
52-53.
[142][142] Nisa,
113.
[143][143] Hakka,
38-47.
[144][144] Yusuf,
108.
[145][145] A'raf,
157.
[146][146] Yasin,
1-5. (11-1)
[147][147] Nemi,
79.
[148][148] Mâide,
3.
[149][149] Kalem,
1-4.
[150][150] Bakara,
143.
[151][151] Enbiya,
107.
[152][152] Ahzâb,
45-46.
[153][153] Ebû
Dâvud, Sünnet, had no: 4605; Tirmizî, İlim, 10, Hâkim, Müstedrek, 1, 108.
[154][154] Ebû
Dâvud, aynı yer; Tirmizî, İlim, 10.
[155][155] "Narh"
: Yetkililerin fiatlan belli bir miktarda dondurmaları. (Müt.)
[156][156] Kenzu'l-Ummal,
W. 103
[157][157] İbn
Mâce, Ticâret, 2; Beyhakî,Sünen, VII, 76.
[158][158] Haşr,
7.
[159][159] Kâd-i
Iyâz, Şifâ, II, 25.
[160][160] Ebû
Dâvud, İlim, 5; Tirmizî, Tefsir, no:l; Ebû Yala, Müsned, III,
90.
[161][161] Heysemî,
Mecmeu'z-Zevâid, I, 187; Kenzu'l-Ummal, X, 187. 200.
[162][162] Tirmizî,
Tefsir, no: 1; Ebû Ya'lâ, IV, 458;
Heysemî, I, 163.
[163][163] İbn
Abdilberr, Beyâni'l-îlm, II, 193.
[164][164] İbn
Abdilberr, Beyâni'l-îlm, II, 193.
[165][165] Buhârî,
Rikak, 35; Müslim,/m<m, 230.
[166][166] Buhârî,
Ahkâm, 1; Müslim, İmaret, 32.
[167][167] Ahmed,
Müsned, II, 93;
Ebû Ya'Ia, Müsned, IX, 340
(No: 5450); Heysemî, Mecmau'z-Zeuâid, V, 222.
[168][168] Fethu'l-Bâri,
XIII, 91.
[169][169] Buhârî,
İ'tisam, 2; Dârimî, Mukaddime, 2; Suyûtî, Câmiu's-Sağîr, II.
92.
[170][170] Buhârî,İ'tisam,
2;Müsned, II. 361.
[171][171] Benzeri
rivayetler için bkz. Müslim, İman, hadis no:232; Tirmizî, îman, 13; Dârimî,
Rikak, 42; Müsned, I, 398.
[172][172] Tirmizî,
İlim, 16; İbn Mâce,Mukaddime, 15.
[173][173] Tirmizî,
İman, 17.
[174][174] Buhârî,
Rikak, 26; Müslim,Fedâil, 16.
[175][175] Ahmed
b. Hanhel, Müsned, II. 158.
[176][176] Benzeri
mânâ ve rivayetler için bkz. Şifa, II, 19, 28.
[177][177] Tirmizî,
İlim, 15; Ahmed,Müsned, II, 505.
[178][178] Bkz.
Câmiu'sSağîr, hadis no: 4460; Feyzu'l-Kadlr, IV, 96.
[179][179] Suyûtî,
el-Mu'cemu'l-Kebîr, XI, 94.
171; Heysemî, Mecmeu'z-Zevâid, II, 170.
[180][180] Suyûtî,
Cami u'sSağîi^ hadi s no: 3282; Münâvî, Feyzu'l-Kadîr, III, 240, 241; Hâkim, Müstedrek, I, 93;
Beyhakî, Sünen, X, 114.
[181][181] Bu
hadisin kaynak ve değerlendirilmesi için bkz. Elbânî,
Silsiletü'l-Ehâdlsi'l-Mevdûa, I, 79, hadis no: 59.
[182][182] Buhârî,
İman, 17; Müslim, iman, 32; Ebû Dâvûd, Cihad, 95; Tirmizî, Tefsir, 88; Nesâî,
Zekât, 3; İbn Mâce, Fiten, 1-3.
[183][183] Bkz.
Şifâ, II, 29.
[184][184] Kad-ı
Iyâz, Şifâ, II. 29.
[185][185] İbn
Abdilberr, Beyâni'l-îlm, II, 27;
Ebû Dâvud, İlim, 3 (No: 3646).
[186][186] Ebû
Dâvud, Ferâiz, 1; İbn Mâce, Mukaddime, 8.
[187][187] Buhârî,
İ'tisâm, 20; Müslim, Ekdiyye, 17; 18;
Ebû Dâvud, Sünnet, 5; İbn Mâce, Mukaddime, 2.
[188][188] Ebû
Dâvud, Sünnet, h.no: 5; İbn Mâce, Mukaddime; 6: Dârimî, Mukaddime, 16; Beybaki, Sünen, X, 114.
[189][189] Müslim,
Fedâil, 140.
[190][190] Buhârî,
İ'tisâm, 6; Müslim, Fedâil, 130.
[191][191] Buhârî,
Erfeö, 72; Müslim, Siyam, 74; Ahmed, Müsned, VI, 45.
[192][192] İbn
üacer, Fethu'l-Bâri, XIII, 216-217.
[193][193] Ebû
Dâvud, Sünnet, h. no: 4605; Tirmizî, İlim 10; İbn Mâce, Mukaddime, 2; Müsned, VI,
8; Şafiî, Risale,
403-404.
[194][194] Ahmed,
Müsned, V, 165;
Dârimî,Mukaddime, 46.
[195][195] Buhârî,/Zim,
9; Müslim, Kasame, 29; İbn Mâce,Mugaddime, 18; Müsned, VI, 4.
[196][196] Buhârî,
İlim, 9; Tirmizi, İlim, 7; Hadisin ilk kısmı İbn Mace, Mukaddime, 18; İbn
Abdilberr, Câmİu Beyâni'l-Rm, I, 40.
[197][197] Suyûtî,
Câmiu'l-Kebîr, I, 350; Deylemi, Müsned, h. no; 467.
[198][198] Heysemî,
Mecmau'z-Zeuâid, I, 126; Kenzu'l-Ummal, X, 221, 229-294.
[199][199] Suyûtî,
el-Kebîr, I, 764; Hatib, Şerefu Ashâbi'l-Hadis, 80.
[200][200] Ebû
Nuaym, Hilye,X, 44; Suyûtî, es-Sağîr, h. no: 8363; Münâvî,Feyzü'l-Kadîr, VI,
44.
[201][201] Ebû
Nuaym, Hilye, IV, 189;
AclÛnî, Keşfi'l-Hafâ, II, 246.
[202][202] Buhârî,Enbiyâ,
50; Tirmizî, Hm, 13.
[203][203] Mecmaü'z-Zevâid,
I, 136-138.
[204][204] Mecmaü'z-Zevâid,
I, aynı yer.
[205][205] Buhârî,fim,
38\ Müslim, Zühd, 72; Ebû Dâvud,//m, 4.
[206][206] Ekz.
Mecmaü'z-Zevâid, 1,163.
[207][207] Aynı
yer.
[208][208] Zilzâl,
7-8.
[209][209] Buhârî,
Tefsiru Sûre (99), 1, 2; Müslim, Zekât, 24, 25; Tâc, IV, 296. (174)NahI,44.
[210][210] Rum,
17.
[211][211] Müzzemmil,
20.
[212][212] Hacc,
77.
[213][213] Ahzâb,
56.
[214][214] Tevbe,
34.
[215][215] Bakara,
196.
[216][216] En'am,
82.
[217][217] Bu
âyet-i kerîme nazil olduğu zaman Ashâb-ı Kirâm'a ağır geldi ve: "Hangimiz
nefsine zulmetmedi ki?" dediler. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v):
"Sizin zannettiğiniz gibi değildir. Burada kasdedilen zulüm, Lokman'm
vasiyyetinde: "Yavrum, Allah'a şirk koşma, şüphesiz şirk büyük bir zulümdür.'
(Lokman, 13) dediği şirktir," buyurdu. Bkz. Taberî, Câmiu'l-Beyân, Cüz: VII,
255; Kurtûbî, el-Câmi',
VII, 30.
[218][218] Mâide,
38.
[219][219] İbn
Hazm, el-İhkam, II, 79-80.
[220][220] Namazla
ilgili âyetten anlaşılan budur (İsrâ, 78). Fakat âyet kapalıdır. Hz. Peygamber'in
uygulama ve beyanları ile murâd-ı ilâhî anlaşılmakta ve emir
uygulanabilmektedir.
[221][221] Şâfıî,
Risale, 40-41.
[222][222] Nahl,
44.
[223][223] Beyhakî,
Medhal, 272; Dârimî, Mukaddime, 19.
[224][224] İbn
Abdilberr, Beyâni'l-İlm, II, 194.
[225][225] Hacc,
29.
[226][226] Zekâtını
verecek olanın, malını zekât tahsildarının ayağına kadar getirmesi.
[227][227] Zekât
malını bulunduğu yerden uzaklaştırması.
[228][228] Kişilerin,
birbirlerine kızkardeşlerini vererek mehirsiz olarak evlenmeleri.
[229][229] Ebû
Dâvud, Zekât, 9; Tirmizî,Nikâh, 30. U95)Haşr, 7.
[230][230] Hucurât,
7.
[231][231] Bkz.
Muhtasara Tabakâti'l-Hariebile, 180; İbn Abdilberr, Beyâni'l-İlm, II,
191-192.
[232][232] Şafiî,
Hisâle, 222.
[233][233] İbn
Kayyım, î'lârnu'UMuvakkiîn, II, 367.
[234][234] Müslim,
Birr, 55
[235][235] Necm,
3-4.
[236][236] Yunus,
15.
[237][237] Ahkâf
T9.
[238][238] Kıyâme,
16-19.
[239][239] Bakara,
142-144.
[240][240] Ebû
Dâvud, Sünnet, h. no: 4604-4605; Tirmizî, İlim, 10; İbn Hıbban, Sahih, h.
no:13; İbn Mâce, Mukaddime, 2; Ahmed, Müsned, VI, 8.
[241][241] Fiatları
sınırlama
[242][242] Kenzu'l-Ummal,
IV, 103 (Beyhakî
ve Tabarânî rivâyetiyle).
[243][243] Bu
iki kabile harpsiz darpsız gönüllü olarak müslüman oldukları için Allah Rasûlü
(s.a.v), onlar için böyle duâ etmiştir. Bkz. Buhârî, Münâkıb, 6; Müslim,
Fedâilu's-Sahâ-be, h. no: 185; Hâkim, Müstedrek, IV, 82.
[244][244] Müellif,
hadisi el-Ümm'den kısa olarak almış. Biz, iyice anlaşılması için tamamını verdik.
(Mut.)
[245][245] Buhârî,
Sulh, 5; Hudud, 30; Müslim, Hudud, 25; Ebû Dâvud, Ekdiyye; 11; Hudud, 24;
Tirmizî, Ahkâm, 3.
[246][246] Buhârî,
Salât, 1; Müslim, İmam, 259; Nesâî, Salât, l;Müsned, III, 149.
[247][247] Buhârî,
Bidu'l-Halk, 6; Müslim, Mesâcid, 166; Ebû Dâvud,Salât, 2; Tirmizî, Salat, 1.
[248][248] Buhârî,
Rikak, 7; Müslim, Zekât, 123.
[249][249] İbn
Abdilberr, Beyâni'l-İlm, II, 191;
Dârimî, Mukaddime, 49.
[250][250] Dârimî,
Mukaddime, 49.
[251][251] Zümer,
23.
[252][252] Ibn
Mâce, Ticaret, 2.
[253][253] Buhârî,
Bidu'l-Halk, 6; Müslim, Mesâcid, 166; Ebû Dâvud, ŞfÜât, 2.
[254][254] Saffât,
102.
[255][255] İsrâ,
60.
[256][256] Bkz.
Beydâui, ilgili âyetin tefsiri; İbn Kesir, Tefsir, III, 48.
[257][257] Nisa,
105.
[258][258] Bkz.
Râzî, Tefslr-i Kebîr, XI, 33;
Nesefî, ilgili âyetin tefsiri.
[259][259] Ebû
Dâvud, Sünnet, 5; Tirmizî, İlim, 10; İbn Mâce, Mukaddime, 2; Suyûtfnin nakli
için bkz. Miftâhu'l-Cenne; 19.
[260][260] Haşr,
7.
[261][261] Mâide,
3.
[262][262] Mâide,
4.
[263][263] Bu
sözün geniş bir açıklaması için bkz. Sübkî, Mecmûatu'r-Res&ili'l-Müniriyye,
II, 98.
[264][264] Bu
rivayetler için bkz. Şâfıî, Risale, 73, 219; Suyûtî, Miftâhu'l-Cenne, 24;
İbnu'l-Kayyım, İ'lâmu'l-Muvakkün, II, 361, 374.
[265][265] İbn
Teymiyye, Refu'l-Melâm ani'l-Eimmeti'l-A'lâm, 22-24.
[266][266] En'am,
38.
[267][267] Nahl,89.
[268][268] Dâriim,
Mukaddime, 20.
[269][269] Buhârî,
Hacc, 60; Müslim, Hacc, 250; Nesâî, Menâsik, 148.
[270][270] Şifâ;
II, 34.
[271][271] Buhârî,
Ezan, 166; Müslim, Salât, 124; İbn Mâce, Mesâcid, 15.
[272][272] Ebû
Dâvud, Diyet, 19; Nesâî, Kasame, 12; İbn Mâce, Diyât, 11; Risale, 427; Müsned,
I, 364.
[273][273] Buhârî,
Ferâiz, 11; Müslim,Kasame, 35, 36, 37; Ebû Dâvud, Mukaddime, 54.
[274][274] Buhârî,
Tıb, 30; Müslim, Selâm, 92, 94; Ebû Dâvud, Cenâiz, 6.
[275][275] Buhârî,
Cizye, 1; Beyhakî, Sünen, IX, 189.
[276][276] Şâfıî,
Rİsâle, 430.
[277][277] Mâlik,
Muvatta, Zekât, 42.
[278][278] Ayrıca
bkz. Şâfıî, Risale, 438-439; Ebû Dâvud, Talak, 44; Tirmizî, Talak, 23; Nesâî,
Talak, 60; İbn Mâce, Talak, 1.
[279][279] Beyhakî,
Mectaa/, 94; Ahmed, Müsned.,1, 10.
[280][280] Beyhakî,
Medhal, 94; Ahmed, Müsned, I, 10.
[281][281] Buhârî,
Ezan, 95; Müslim, Salât, 158; Nesâî, îftitah, 74.
[282][282] İbn
Abdilberr, Câmiu Beyâni'l-İlm, II, 58;
Dârimî, Mukaddime, 20; Beyhakî, Medhal, 127-128; Hâkim, Müstedrek, I, 127.
[283][283] Heysemî,
Mecmaıı'z-Zevâid, I, 175.
[284][284] Ahmed,
Müsned, II, 131;
Heysemî, a.g.e., I, 174-175.
[285][285] Buhârî,
Ahkâm, 43; Mâlik, Muvatta, Bey'at, 3.
[286][286] Tabarânî,
e\-Mu'cemu'l-Eusat, II, 7;
Heysemî, a.g.e., I, 172.
[287][287] Buhârî,
Ahkâm, 43.
[288][288] Buhârî,
İsti'zân, 13; Edeb, 32; Ebû Dâvud, Edeb, 127; Tirmizî, Isti'zan, 3. Müslim,
Edeb, 32.
[289][289] Ayrıca
bkz. Ebû Dâvud, Libas, 22;Müsned, IV, 19, 35;el-îsâbe, III,
233; İbn Sa'd, I, 460.
[290][290] Dârimî,
Mukaddime, 17.
[291][291] Beyhakî,
el-Medhal, 142-143; Hâkim, Müstedrek, III, 318.
[292][292] İbn
Abdilberr, Cânıiu Beyâni'l-İlm, II, 192.
[293][293] İbn
Abdilberr, a.g.e., II, 35.
[294][294] Buhâri,Diyât,
8; Müslim, Buyu, 11; Ebû Dâvud, Diyât, 4.
[295][295] Nûr,
63.
[296][296] İbn
Abdilberr, Câmiu Beyâni'l-İlm, II, 25.
[297][297] İbn
Abdilberr, a.g.e., II, 34.
[298][298] Kâd-ı
Iyâz, Şifâ, II, 33.
[299][299] Nesâî,
Gusl, 2; İbn Mâce, Edeb, 38.
[300][300] Kâd-ı
Iyâz, Şifâ, II, 35.
[301][301] İbn
Abdilberr, Câmiu Beyâni'l-İlm, II, 25.
[302][302] Kâd-ı
Iyâz, Şifâ, II. 34.
[303][303] Ebû
Nuaym, Hilye, X, 190.
[304][304] Kuşeyrî,
Risale, 140.
[305][305] Tezkire,
790 (Hz. S. Uludağ)
[306][306] Tezkire,
310.
[307][307] Kâd-ı
Iyâz, Şifâ, II, 39.
[308][308] İbn
Abdilberr, a.g.e., II, 18.7.
[309][309] İbn
Abdilberr, a.g.e., II, 123;
Beyhakî, Medhal, 266-267; Şifâ, II, 31.
[310][310] Dârimî, Mukaddime, 200;
Beyhakî, Sünen-i Kübrâ, X,
115.
[311][311] Dârimî,
Mukaddime, 20; Beyhakî, Sünen-i Kübrâ, X, 115.
[312][312] İbn
Kayyım, İ'lâm, I, 85.
[313][313] İbn
Kayyım, a.g.e., I, 85-86 v.d.
[314][314] îbn
Abdilberr, Câmiu Beyânİ'l-İlm, II, 136.
[315][315] ibn
Abdilberr, a.g.e., II, 187.
[316][316] Dârimî,
Mukaddime, 23; Kâd-ı Iyâz, Şifâ, II, 32.
[317][317] Buhârî,
İ'tisâm, 2; Dârimî, Mukaddime, 23; İbn Abdilberr, a.g.e., II,
181.
[318][318] İbn
Abdilberr, a.g.e., II, 181.
[319][319] îbn Abdilberr, a.g.e., II, 58.
[320][320] Beyhakî,
Medhal, 157; Dârimî.
[321][321] İbn
Abdilberr, a.g.e., II, 136.
[322][322] Dârimî,
Mukaddime, 39.
[323][323] Beyhakî,
Medhal, 194.
[324][324] Dârimî,
Mukaddime, 20.
[325][325] Kâd-ı
lyâz, Şifâ, II, 32.
[326][326] Kâd-ı
lyâz, Şifâ, II, 32.
[327][327] Hâkim,
Müstedrek, III, 303.
[328][328] Dârimî,
Mukaddime, 20.
[329][329] İbn
Kayyım, İ'lâmu'l-Muvakkiîn, I, 74.
[330][330] Nisa,
1115.
[331][331] İbn Abdüberr, Câmiu
Beyâni'l-İlm, II, 187;
Kâd-ı lyâz, II, 30.
[332][332] Kâd-ı
lyâz, Şifâ, II, 33.
[333][333] İbn
Abdilberr, a.g.e., II, 24.
[334][334] İbn
Abdilberr, a.g.e., II, 24.
[335][335] İbn
Abdilberr, a.g.e., II, 137.
[336][336] İbn
Abdilberr, a.g.e., II, 137.
[337][337] Ahmed,
Kitâbü'z-Zühd'de rivayet etmiştir.
[338][338] Beyhakî,
Medhal, 195; İbn Abdilberr, a.g.e., II, 138.
[339][339] Kâd-ı
lyâz, Şifâ.
[340][340] Beyhakî,
Medhal, 198.
[341][341] Buhârî,
İ'tisâm, 2; İbn Abdilberr, II, 28.
[342][342] İbn
Abdilberr, II, 28.
[343][343] Dârimî,
Mukaddime, 16; Kâd-ı Iyâz, Şifâ, II, 30; Beyhakî, Medhal, 454.
[344][344] Beyhakî,
Medhal, 107.
[345][345] İbn
Abdilberr, a.g.e., II, 136;
Ayrıca bkz. İbn Kayyım, İ'lâm, I, 54.
[346][346] îbn
Kayyım, a.g.e., I, 75.
[347][347] Beyhakî,
Medhal, 202; İbn Abdilberr, a.g.e., II, 127.
[348][348] İbn
Kayyım, a.g.e., 47.
[349][349] îbn
Kayyım, a.g.e., I, 78.
[350][350] Hatib,
Şerefu Ashâbi'l-Hadis, 60.
[351][351] Ebû
Nuaym, Hilyetü'l-Evliyâ, IX. 107.
[352][352] Beyhakî,
Medhal, 205.
[353][353] Ebû
Nuaym, Hilyetü'l-Evliyâ, IX, 106,
107.
[354][354] İbn
Abdilberr, a.g.e., II, 26.
[355][355] îbn
Abdilberr, a.g.e., II, 26.
[356][356] İbn
Kayyım, a.g.e., I, 38.
[357][357] İbn
Kayyım, a.g.e., I, 79.
[358][358] Hatib,
Şeref, 56.
[359][359] îbn
Abdilberr, a.g.e., II, 188.
[360][360] İbn
Abdilberr, a.g.e., II, 35.
[361][361] Kuşeyrî,
Risale, I, 141; Tezkiretü'l-Evliyâ, 499.
[362][362] NÛr,
54.
[363][363] Kâd-ı
Iyâz, Şifa, II, 34,
Tezkire, 500; Kuşeyrî, Risale, I, 122.
[364][364] Tezkire,
344; Kuşeyrî, a.g.e., II, 474.
[365][365] Ebû
Nuaym, Hilye, X, 190.
[366][366] Tezkire,
618,
[367][367] Tezkiretü'l-Evliyâ,
185. (335)
[368][368] Hilye,X,
354.
[369][369] Tezkiretü'l-Euliyâ,
372.
[370][370] Sülemî,
Tahakâtus-Sûfiyye, 268 (Halep, 1986, II. Baskı)
[371][371] Tezkire,
404; Kuşeyrî, Risale, I, 136.
[372][372] Tezkire, 725; Kuşeyrî,
a.g.e., I, 188.
[373][373] Tezkire,
421; Kuşeyrî, a.g.e., I, 107.
[374][374] Tezkire,
421.
[375][375] Kuşeyrî,
Risale, I, 117.
[376][376] Ahzâb,
21.
[377][377] Kuşeyrî,
Risale, I, 117; Bkz. Tezkire, 458.
[378][378] Buhârî,
İman, 32-36; Ebû Dâvud, Cihad, 95; îbn Mâce, Fiten 1-3.
[379][379] Buhârî,
îman, 17; Zekat, 1.
[380][380] İbn
Kayyım, î'lâm, I, 65.
[381][381] Buhârî,
Nafaka, 3; Ferâiz, 3; Müslim, Cihad, 49-52; Ebû Dâvud, İmaret, 19; Tirmizî,
Siyer, 44.
[382][382] Buhârî,
Nafaka, 3; Ferâiz, 3; Müslim, Cihad, 49-52-54-56.
[383][383] Müslim,
Hacc, 6; Kâd-ı Iyâz, Şifâ, 11-31.
[384][384] Ahzâb,21.
[385][385] Buhârî,
Cum'a 5; Ebû Dâvud, Taharet, h. no: 340; Müsned, I, 15,46.
[386][386] Buhârî,
Hacc, 34; Nesâî, Menâsik, 49; Müslim, Hacc, 23.
[387][387] Ebû
Dâvud, Ferdiz, 4; İbn Mâce, Ferâiz, 2; et-Tâc, II, 253.
[388][388] Haşr,
7.
[389][389] Buhârî,
flfyû, 25; Talak, 51; Müslim,Libas, 119; EbÛ Dâvud,Teraccül, 5.
[390][390] Buhârî,
A»m, 44; Enbiyâ, 27; Müslim, Fed&il, 170.
[391][391] Ahzâb,
36,
[392][392] İbn
Abdilberr, a.g.e., II, 189;
Beyhakî, Sünen, II, 453.
[393][393] Risale,
444,
[394][394] İbn Abdilberr, a.g.e., II. 196. Mut'a ile anlatılmak istenen iki
şeydir: 1- Mut'a nikâhı 2-Hac için girilen ihramdan çıkıp umre yapmak. Bunlar,
İslâm'ın ilk devirlerinde caizdi. Daha sonra kaldırıldı. İlgili rivayet ve
hükümler için bkz. Müslim, Hacc, 23.
[395][395] Heysemî,
Mecmâu'z-Zevâid, I, 175.
[396][396] Ahmed,
Müsned, II, 32;
Heysemî, a.g.e., 1,174.
[397][397] Kâd-ı
Iyâz, Şifâ, II, 34.
[398][398] Buhârî,
Cuma, 13; Müslim, Salât, 135; Ebû Dâvud, Salât, 52.
[399][399] İbn
Abdilberr, a.g.e., II, 195.
[400][400] Müslim,
Talak, h. no; 56-57; Tirmizî, Talak, 18, Dârimî, Talak, II.
[401][401] Müslim,
Hayz, 55; Nesâî, Gusl, 20.
[402][402] Muvatta,Buyu,
16; Nesâî,Buyu, 47; Beyhakî, Sünen, V, 280.
[403][403] Risale,
447.
[404][404] Risale,
447.
[405][405] Dârimî,
Mukaddime, 40.
[406][406] Buhârî,
Edeb 77; Müslim, İman, 61; Müsned, IV. 426-427.
[407][407] Buhârî,
Zebâih, 5; Müslim, Sayd, 54; Nesâî. Kasame, 40
Hadisin açıklaması için bkz. Münâvî, Feyzu'l-Kadîr, VI
313.
[408][408] Dârimî,
Mukaddime, 40.
[409][409] Dârimî,
Mukaddime, 39.
[410][410] Haşr,
7.
[411][411] îbn
Abdilberr, Câmiu Beyâni'l-tlm, 11.189.
[412][412] Buhârî,
Hacc, 18, 143; Müslim, Hacc, 30; Bbû Dâvtid, Menâsik, 10; İbn Abdilberr a.g.e.,
II. 196.
[413][413] Suyûtî,
Miftâhu'l-Cenne.
[414][414] Kuşeyrî,
Risale, I, 121.
[415][415] Kuşeyrî,
Risale, I, 79.
[416][416]
[417][417] Ebû
Dâvud, Ferâiz, 18; İbn Mâce,Diyât, 12; Tirmizî,Ferâiz, 18.
[418][418] Şâfıî,
Risale, 428.
[419][419] Beyhakî,
Medhal, 105; Benzeri rivayetler için bkz. Müslim, Hacc, 386.
[420][420] Buhârî,
Hacc, 145; Müslim, Hacc, 381; Ebû Dâvud, Menâsik, 84.
[421][421] Şâfıî,
Risale, 440-441.
[422][422] İbn
Kayyım, İ'lâmu'l-Muvakkün, IV. 224.
[423][423] Müslim,
Buyu 95; Ebû Dâvud, Buyu, 31; Nesâî,Eyman, 45;Risâle, 445.
[424][424] Şâfıî,
Risale, 445.
[425][425] Ebû
Dâvud, Buyu, 71; Tirmizî,Buyu, 53; Nesâî,Buyu, 15.
[426][426] Ebû
Dâvud, Buyu, 7Î7Şâfîî, Risale, 193 (1. baskı)
[427][427] Risale,
193(1. baskı).
[428][428] İbn
Kayyım, a.g.e.
[429][429] İbn
Kayyım, a.g.e., İbn Abdilberr, II, 32.
[430][430] Ebû
Nuaym, Hilye, IX, 107.
[431][431] Beyhakî,
Medhal, 392.
[432][432] Mâide,
92.
[433][433] Medhal,
306-37.
[434][434] Suyûtî,
Miftâhu'l-Cenne, ter. Sünnetin İslâm'daki Yeri, 103.
[435][435] Medhal,
309.
[436][436] Medhal,
309.
[437][437] Medhal,
393; îbn Abdilberr, Beyâni'l-İlim, II, 198.
[438][438] Medhal,
393; İbn Abdilberr, a.g.e., II, 198.
[439][439] İbn
Abdilberr, a.g.e., II, 199.
[440][440] İbn
Abdilberr, a.g.e., II, 199.
[441][441] İbn
Abdilberr, a.g.e., II, 199;
Ebû Nuaym, Hilye, VI, 318.
[442][442] Heysemî,
Mecmâu'z-Zeuâid, I, 155,
[443][443] Medhal,
392.
[444][444] İbn
Abdilberr, a.g.e., 199; Ebû Nuaym, HtZye, II, 179.
[445][445] Beyhakî,
Medhal 392; Ebû Nuaym, a.g.e., VI, 318.
[446][446] Beyhakî,
Medhal, 394.
[447][447] Beyhaki,
Medhal, 393.
[448][448] Âl-iİmran,
106
[449][449] Suyûtî,
Miftâhu'l-Cenne, 62 (Kahire, 1985).
[450][450] Suyûtî,
a.g.e., 65.
[451][451] Suynti,
a.g.e., 65.
[452][452] Ebû
Nuaym, Hilye, III, 9.
[453][453] Hatib,
Şerefu Ashâbi'l-Hadis, 44.
[454][454] Hatib,
a.g.e., 50.
[455][455] Beyhakî,
Medhâl, 391;Hilye,JK, 109.
[456][456] Ahmed,
Müsned, IV, 5,
62, 375.
[457][457] Buhâri,
î'tisâm, 10; Müslim, İman, 274; Ebû Dâvud, fiten, 1.
[458][458] Hatib,
Şeref, 26.
[459][459] Hatib,
Şeref, 10.
[460][460] Hatib,
Şeref, 52.
[461][461] Hâkim'den
yaptığımız bu rivayetler için bkz. Hâkim, Ma rifetü Ulûmi'l-Hadis, 2-4.
[462][462] Buhârî, Edebu'l-Müfred,
Bâbu'l-Muâneka, Müsned, III,
495;
Hâkim, Müstedrek, II, 427-428;
İbn Abdilberr, Beyâni'l-İlim, I, 93; Hatib, er-Rıhle, (thk. Nureddin Itr.J 111.
[463][463] Hâkim,
Marifelü Ulûmi'l-Hadis, 8.
[464][464] Müsned,
W, 153-159; Heysemî, Mecmâu'z-Zevâid, I, 134; Hatib, er-Rıhle, 118-120,
[465][465] Beyhakî,
Medhâl, 278; İbn Abdilberr, a.g.e., I, 94.
[466][466] Dârimî,
Mukaddime, 47; İbn Abdilberr, a.g.e., I, 95.
[467][467] Dârimî,
Mukaddime, 47,
[468][468] Buhârî,
İlim, 31, Itk, 14; Müslim, îman, 241; Ebû Dâvud, Nikâh, 5- İbn Mâce Nikâh 42;
Dârimî, Nikâh, 46.
[469][469] Suyûtî,
Miftâhu'î-Cenne, 45; Hâkim, Ma'rifetü Ulûmi'l Hadis, 7.
[470][470] En'am,
38.
[471][471] Nahl,
89.
[472][472] Tirmizî,
Kıyâme, 59; Ahmed,Müsned, I, 293.
[473][473] En'am,
38.
[474][474] ibrahim,
1.
[475][475] Nahl,
44.
[476][476] Nahl,
89.
[477][477] Nahl,
52.
[478][478] Muhammed,
31.
[479][479] Âl-i
İmran, 154.
[480][480] A'raf,
129.
[481][481] Şafii,
Risale, 32.
[482][482] Enbiya,
23T
[483][483] Haşir,
7.
[484][484] Ebû
Dâvud, Sünnet, 5; İbn Mâce, Mukaddime, 6.
[485][485] Buhârî,
Tefsir, 59; Müslim, libas, 120; Ebû Dâvud, Tereccul, 5; Tirmizî, Edeb, 330;
Nesâî, Zinet, 24.
[486][486] Bkz.
Fahruddîn er-Râzî, Mefâtiku'l-Gay, IV, 40-41.
[487][487] Hattâbî,
Meâlimü's-Sünen, I, 8.
[488][488] En'am,
38.
[489][489] Nahl,
44.
[490][490] Zâriyât,
56.
[491][491] Bkz.
İbn Arrâk, Tenzikü'ş-Şeria, I, 148; Aclûnî,Keşfu'l-Hafâ, II,
173, had. no:2016.
[492][492] Âlûsî,Rûhu'l-Meânî,XIV,
197.
[493][493] Hicr,
9.
[494][494] Tevbe,
32.
[495][495] Şâfıî,
er-Risâle, 42-43.
[496][496] İsrâ,
36.
[497][497] En'am,
116.
[498][498] Müslim,
Zühd, 72; Dârimî Mukaddime, 42; Ahmed, Müsned, III, 12, 21, 39.
[499][499] Buhârî,
Enbiya, 50; Müslim, Zühd, 72; Tirmizî, Fiten, 70; İlim, 8,13; Ahmed, Müsned, III,
39, 46, 47, 83.
[500][500] Ebû
Dâvud, İlim, 3; Müsned, V, 182;
İbn Abdilberr, Câmiu Beyâni'l-İlm, I, 63.
[501][501] İbn
Kesir, rivayetin bu şekliyle garib olduğunu söylemiştir. Zira, her iki senette
de Ali b. Salih isimli bir râvi vardır ki, ma'ruf olmayan birisidir. Rasûlullah
(s.a.v)'tan rivayet edilen hadisler, bu miktardan {yani beş yüzden) binlerce
adet fazladır. Belki de Ebû Bekir, (r.a) ancak bu kadarını toplamaya muvaffak
olabilmişti. Daha sonra da sözünü ettiği kanaat kendisinde oluşmuştur. Suyûtî
bunu şöyle değerlendirir: Belki de Ebû Bekir (r.a), bizzat kendisinin Hz.
Peygamber (s.a.v)'den işittikleri ile yalnızca bazı sahâbilerin rivayetlerini
toplamıştır. Zahir olan da böyle rivayetlerin bu miktardan fazla olamayacağıdır.
Daha sonra da haber verdiği hususların meydana gelmesinden korkmuş ve endişelenmiş
olabilir.
[502][502] ez-Zehebî,
Tezkiretü'l-Huffâz, I, 3-4.
[503][503] İbn
Abdilberr, a.g.e., II, 120.
Zehebî, a.y. (33b) İbn Abdilberr, a.g.e., II, 121,
[504][504] İbn
Abdilberr, a.g.e., II, 121;
Zehebî de yine Tezkire 'de nakl etmiştir.
[505][505] İbn
Abdilberr, a.g.e., I, 64; Beyhakî, Medhal, 407. had. no: 731.
[506][506] İbn
Abdilberr, a.g.e., I, 64.
[507][507] İbn
Abdilberr, a.g.e., I, 63.
[508][508] İbn
Abdilberr, a.g.e., I, 64.
[509][509] Aynı
yer.
[510][510] Aynı
yer, Beyhakî, Medhal, had. no: 727.
[511][511] İbn
Abdilberr, a.g.e., I, 66; Arimî, Mukaddime, 42.
[512][512] îbn
Abdilberr, a.g.e., I, 64; Beyhakî,Medhal, had. no: 736.
[513][513] İbn
Abdilberr, a.g.e., I, 65; Beyhakî, Medhal, 408.
[514][514] İbn
Abdilberr, a.g.e., I, 65; Dârimî, Mukaddime, 42.
[515][515] Ibn
Abdilberr, a.g.e., I, 65.
[516][516] Yusuf,
3.
[517][517] Bu
rivayetin râvilerinden birisi olan Ebû Ubeyd demiştir ki : "Rivayete göre
bu sahife, ehl-i kitabın haberlerinden elde edilmişti. Bunun için Abdullah b.
Mesud, bakmayı hoş karşılamadı. Bkz. İbn Abdilberr, Câmiu Beyâııi'l-İlm, I,
66.
[518][518] Buraya
kadar verdiğimiz rivayetler için bkz. İbn Abdilberr, Câmiu Beyânil-İlm, I,
63-70.
[519][519] İbnu's-Salah,
Ulûmu'l-Hadis, 171.
[520][520] Bakara,
79.
[521][521] Bakara,
286
[522][522] Buradaki
tevatür yönü ve şekli pek açık değildir. Müellifin bu görüşü tartışmaya
açıktır. (Müt.)
[523][523] el-Amidî,
el-îhkâm, IV, 334.
[524][524] İbn
Hacer, Fethu'l-Bâri, I, 115.
[525][525] İhn
Hacer, Fetuhl-Bâri, I, 115.
[526][526] İbn
Hacer, Fethu'l-Bâri, I, 114.
[527][527] Müslim,
Cennet, 63.
[528][528] Îbnul-Cezerî,
en-Neşr, I, 6.
[529][529] Cumhur'a göre haber-i
vâhid, mütevâtir derecesine ulaşmayan haberdir. Bazen "meşhur" diye
isimlendirilen "müstefîz" de haber-i vâhid nevindendir. Müstefız
haber, İlk râvisinden sonra çoğalıp yaygınlaşan haberdir. Râvi sayısının, en az
iki, üç ve dört olması gerektiği yolunda görüşler ileri sürülmüştür. (Bkz.
Şerhu'Cem'il Cevâmi, II,
88)
Müstefız haber de diğer vâhid haberler gibi zan ifade eder. Ebû İshak
(418/1027) ve İbn Fûrek (400/1015) gibi bazı âlimler, bunun, nazarî bir ilim
ifade edeceğini söylemişlerdir. Hanefîlerin geneline göre ise meşhur, mütevâtir
ve haber-i Vvhid'in karşılığıdır. Onu, kaynağı (ilk râvileri) âhad iken,
ikinci ve üçüncü asırda, ümmetin kabulüyle birlikte tevatür derecesine ulaşan
haber olarak tarif etmişlerdir. Onun, delilin kendisinden kaynaklanan en ufak
bir ihtimal ve şüpheye mahal bırakmayacak şekilde, yakın mesabesinde, kuvvetli
bir zan ifade edeceğini söylemişlerdir. Bu İlme de "İ3m-i
Tume'nîniyye" adını vermişlerdir. Ebû Bekir el-Cassâs (370/980) ise onun,
"İlm-i Zarurî" ifade eden mütevâtirlerin dışında, "İlm-i
Nazarî" ifade eden bir mütevâtir türü olduğu kanaatindedir (Bkz.
Şe.rhu'1-Müsel-lem, II, 111).
Burada,
haber-i vâhid'in, Hz. Peygamber (s.a.v)'in bildirdiği haberlerin dışındaki
haberler olduğu bilinmelidir. Çünkü Mâsum'un haberi (bizzat kendisinden dinleyenîer
için), yakın ifade eder.
[530][530] Suyûtî,
bu konuda şöyle demektedir: "Mu'tezile'den Ebû Ali el-Cübbâî, adalet
vasfını taşıyan âdil bir râvinin baberini, ancak aynı nitelikte başka bir
râvinin rivâyetiyle onu desteklemesi veya Kitab'ın zahirine ya da diğer bir
haberin zahirine muvafık düşmesiyle kabul eder. Rivayet edilen haberin Sahabe
arasında şöhret bulmuş olması veya bir kısım -' ıbâbenin onunla amel etmesi de
kabulünde etkendir. Bunu, Ebu'l-Hasen el-Basrî el-Mu'temed adlı eserinde
kaydetmiştir. Ebû Nasr et-Temimi ise Cubbâî'nin, haber-i vahidi, ancak dört
kişinin rivayet etmesi şartıyla kabul ettiğini kaydetmiştir." <Bkz.
Suyûtî, Ted-ribu-Râvl 17).
[531][531] Bkz.
Cemu'l-Cevâmi, 16. (Şerhu Cemu'l-Cevâmi, II, 93.)
[532][532] İbn
Sübkî, Şerhu'l-Minhâc, II, 197.
[533][533] İsrâ,
36
[534][534] Bkz,
Şerhu'l-Muhtasar, II, 58;
Şerku'l-Müsellem, II, 131.
[535][535] İbn
Sübkî, Cemu'l-Cevâmi, 159, (Şerh, II, 89)
[536][536] Bkz.
Şerhıt'l-Müsellem, II, 131.
[537][537] Şerhu'l-Müsellem,
II, 131.
[538][538] Şerhu'l-Müsellem,
II, 132.
[539][539] Bkz.
Sübtt, Şerhu'l-Minhâc, I, 22.
[540][540] Bkz.
Şerhu'l-Müsellem, II, 133-134.
[541][541] Bkz.
Aynı yer.
[542][542] Buhârî,
Megazî, 60; Müslim, İman, 29; Nesaî,Zekât, I.
[543][543] Bkz.
Şerhu'l-Müsellem, II, 134.
[544][544] İsrâ,
36.
[545][545] Necm,
28.
[546][546] Buhârî,
İlim, 9; Müslim, Hacc, 446; Ebû Dâvud, Tatavvu, 10.
[547][547] Ibn
Mâce, Mukaddime, 18.
[548][548] Tirmizî,
#m, 7.
[549][549] Ahmed,
Müsned, V, 39;
Buhârî, Fiten, 8; Tirmizî, Hm, 7.
[550][550] Buhârî,
İman, 40; İlim, 25; Müslim, İman, 24.
[551][551] Ebû
Dâvud, Sünnet, 5; Tirmizî, İlm, 10.
[552][552] eş-Şâfıî,
Risale, 402.
[553][553] Buhârî,
Um, 38; Müslim," Zühd, 72; Ebû Dâvud, İlm, 4.
[554][554] Müslim,
Fiten, 84.
[555][555] RÛm,
52-53.
[556][556] Bkz.
Tâhir el-Cezâirî, Tevcihü'n-Nazar, 5.
[557][557] Suyütî,
Tebrîbü'r-Râui, 150.
[558][558] el-Hûlî,
Miftâkü's-Sünne, 17.
[559][559] ibn
Abdilberr, Câmiu Beyâni'l-İlm, I, 73.
[560][560] İbn
Abdilberr, a.g.e., II, 27.
[561][561] İbn
Kuteybe, Te'uüu Muhtefı'l-Hadis, 365.
[562][562] İbn
Kuteybe, Te'vilu Muhtefi'l-Hadis, 365.
[563][563] Ebû
Dâvud, İlim, 3; Dârimî, Mukaddime, 43; Ahmed, Müsned, II, 162, 192; İbn Abdilberr, a.g.e., I,
70-71.
[564][564] Mecelletü'l-Menar,
yıl. 10. sayı: 765-766.
[565][565] Bkz.
el-Münzirî, el-Tergib ve't-Terkib, IV, 286.
[566][566] Ibn
Abdilberr, a.g.e.,1, 72; Zehebî, el-Mizan, II, 95.
[567][567] Zehebî,
el-Mizan, II, 289.
[568][568] Burada
ismi geçen ve hadisin yazım izniyle ilgili, Abdullah b. Amr hadisinin râvisi
Amr b. Şuayb (v.120), Abdullah b. Amr'ın (r.h) torunudur.
[569][569] Zehebî,
a.g.e., II, 289-291.
[570][570] Zehebî,
a.g.e., aynı yer.
[571][571] Bkz.
Sehâvî,Fethu'l-Muğis, IV, 67;
Zehebî, a.g.e., II, 290.
[572][572] Sehâvî,
a.g.e., IV, 68.
[573][573] Zehebî,
el-Mizan, II, 289;
Ebû Dâvud, Salat, had. no: 113. Buradaki lafızlar, el-Mi-zan'dakinden
farklıdır. Ebû Dâvud aynı tarikle "Diyetü'z-Zimmî" babında da bu
hadise yer vermiştir.
[574][574] Zehebî,
Mizan, II, 389-290.
[575][575] Zehebî,
a.g.e., II, 291.
[576][576] Vicâde,
bir hadis âliminin tanıdığı ve itimad ettiği hattıyla yazılmış bir hadis
bulmasına denir. Bir kimsenin meşhur müelliflerin mâruf kitablarmdan bazı
hadisleri bulup alması da vicâdettir. Bkz. Suphi Salih, Ulûmu'l-Hadis, 5.
fasıl, (müt.)
[577][577] Zehebî,
a.g.e., Aynı yer.
[578][578] Zehebî,
a.g.e., II, 289-290.
[579][579] Zehebî,
aynı yer.
[580][580] Sehâvî,
Fethu'l-Muğis, IV, 68-69.
[581][581] Sehâvî,
a.g.e., aynı yer.
[582][582] Zehebî,
a.g.e., II, 291.
[583][583] İbnu'l-Kayyım,
îlâmuTMuvakkiîn, I, 116-317.
[584][584] İbnu'l-Kayyım,
Zâdül-Meâd, Şerhut-Mevâhib'in kenarında, IV, 352-353.
[585][585] Sehâvî,
Fethu'l-Muğis, IV, 68.
[586][586] Münzirî,
et-Terğtb ve't Terhib, IV, 289.
[587][587] Ebû
Dâvud, Sünen,İlim, 3.
[588][588] Dârimî,
Mukaddime, 43; Ahmed, Müsned, II, 162;
Beyhakî, el-Medhal, had. no: 555.
[589][589] el-Fethu'r-Rabbânî,
I, 172-173.
[590][590] Buhârî,İlim, 12; Tirmizî,
İlim, 12; Ahmed, II, 249.
[591][591] Abdurrezzak,
Musannef, XI, 259.
[592][592] Aynî,
Umdetu'l-Kâri, II, 168-169.
[593][593] Ahmed,
Müsned, II, 403;
Beyhakî, el-Medhal, had. no: 751.
[594][594] İbn
Hacer, Fethu'l-Bâri, I, 148-149.
[595][595] Dârimî,
en-Nakz, 131.
[596][596] Buhârî,
tim, 39; Müslim,Hacc, 445; Ebû Dâvud, Menâsik, 89; Tirmizî, İlm, 12.
[597][597] Tirmizî,
tim, 12; Beyhakî, Medhal, 764.
[598][598] İbnu'd-Deyba',
Teysiru'l-Vusûl, III, 176.
Ayrıca bkz. Beyhakî Medhal, 765.
[599][599] Buhârî,î'tisam,
5-6; Ferdiz, 21; Müslim, Hacc, 467; Ahmed, W, 187, 238.
[600][600] İbn
Hacer, Fethu'l-Bâri, I, 146. İbn Hacer, Ebû Cuheyfe'nin bunu sormasına,
Şia'nın, Ehl-i Beytin yanında, özellikle de Hz. Ali'de, Hz. Peygamber'in
başkalarından gizlice, onlara verdiği bir vahyin bulunduğu düşüncesinin sebep
olduğunu söylemiştir.
[601][601] Müslim,
Edâhl, 45; Nesâî, Taharet, 105.
[602][602] Ebû
Dâvud, Diyât, 11; Nesâî, Kasame, 9.
[603][603] İbn
Hacer, Fethu'l-Bâri, I, 146-150.
[604][604] İbn
Abdilberr, Beyâni'l-İlm, I; 71.
[605][605] Ebû
Dâvud, Sünen, III, 319.
[606][606] Suyûti,Tedribü'r-Râvî,
150.
[607][607] Suyûtî,
a.g.e., 150.
[608][608] Bkz.
İbn Hacer, Fethu'l-Bâri, I, 149-150 (Hz. Ömer'in sözü ve müdahalesi hakkında
ulemânın görüşleri)
[609][609] Buhârî,
Cihad, 176; Hm, 49;ftisam, 26; Müslim, Vasiyyet, 20.
[610][610] Ahmed, Müsned, I, 222,
324.
[611][611] Buhârî,
İlm, 49,Merdâ, 17; Müslim, Vasiyyet, 20.
[612][612] İbn
Hacer, Fethu'l-Bâri, I, 150.
[613][613] îbn
Sa'd, Tabakat, II; Cemheretü
Resâili'l-Arab, I; Kitâbu'l-Emvâl,
27, 125, 358; Ebû Yusuf, Kitâbu'l-Haraç, 85; el-Kureşî, el-Haraç, 116, 119;
Siret ve tarihe ait kitaplar, Nesâî, Ebû Dâvud, Dârimî ve DŞrekutnî'nin
sünenleri, İbn Hazm, el-Mahallâ, vb.
[614][614] Bu
zât, Reşid Rıza'dır. Mecelletü'l-Menar, 10, Sayı: 10, s. 767.
[615][615] Bkz,
Suyûtî, Tedrîbü'r-Râvi, 151; Ahmed Emin, Fecru'l-tslâm, I, 246.
[616][616] Bkz.
Tedrîbü'r-Râvi, 150-151; Sehâvî, Fethu'l-Muğis, II, 18.
[617][617] İbnu's-Salah,
Ulûmu'l-Hadis, 171; Müzekkiratü Tarihi't-Teşrî, 197-198.
[618][618] Tedrîbü'r-Râvi,
150; Fethu'l-Muğis, II, 18;
Ulûmu'l-Hadis, 171.
[619][619] İbn
Kuteybe, Te'vilu Muhtelefi'l-Hadis, 365-366.
[620][620] Hattâbî,
Meâtimü's-Sünen, IV, 184.
[621][621] Suyûtî,
Tedrîbü'r-Râvİ, 150-151.
[622][622] Nevevî,
Şerh-i Müslim, XVIII, 130.
[623][623] İbn
Hacer, Fethu'l-Bâri, I, 149.
[624][624] Bkz.
Suyûtî, Miftahu's-Sünne, 17; Ahmed, Şâkir, el-Bâisu'l-Hasis, 155.
[625][625] Ahmed
Şâkir, el-Bâisü'UHasis, 159.
[626][626] Aynî,
Umdetu'l-Kâri II, 167
(Kâd-ı lyâz'dan naklen).
[627][627] Dârimî,
en-Nakz, 130-132.
[628][628] İbn
Abdilberr, Beyâni'l-İlm, I, 72.
[629][629] İbn
Abdilberr, a.g.e., I, 72; Dârimî,Mukaddime, 43; Hâkim, Müstedrek, I, 107.
[630][630] İbn
Abdilberr, a.g.e., I, 72.
[631][631] Müslim.
Mukaddime, 4.
[632][632] Müslim.
Mukaddime, 4.
[633][633] Müslim,
Zekât, 95, 97; Ebû Dâvud, Zekât, 39-40; Ahmed, Müsned II, 94.
[634][634] İbn
Abdilberr, a.g.e., I, 72.
[635][635] İbn
Abdilberr, a.g.e., I, 74.
[636][636] İbn
Abdilberr, a.g.e., I, 74.
[637][637] İbn
Abdilberr; a.g.e.;i, 74.
[638][638] Müslim,
İman, 54.
[639][639] îbn
Abdilberr, a.g.e., I, 73; Hâkim, Müstedrek, I, 106.
[640][640] Hadislerin
bir bölümünün, özellikle ilk kısımlarının zikredilerek bir araya getirilmesine,
"el-Atrâf usûlü tasnif denir. Bkz. Mücteba Uğur, Hadis Terimleri Sözlüğü,
87 (Müt.).
[641][641] Tâhâ,
52.
[642][642] Suyûtî,
Tedrîbur-Râvî, 276.
[643][643] Ibn
Abdilberr'in naklettiği bu haberler için bkz. Câmiu Beyâni'l-Ilm, 70-77.
[644][644] Tevbe,
128.
[645][645] Bkz.
Aynî, Umdetu'l-Kâri, IX, 303
vd.
[646][646] Bkz.
Ali el-Muttakî, Kenzu'l-Ummal, X, 285.
[647][647] Bkz.
Suyûtî, Tedribü'r-Râui, 206.
[648][648] İbn
Hacer, Fethu'l-Bâri, I, 4.
[649][649] Buhârî, İlim, 34; Kasımı,
Kauâidü't-Tahdis, 46-47.
[650][650] Kâsımî,
Kavâidü't-Tahdis, 46-47.
[651][651] Kâsımî,
a.g.e., aynı yer.
[652][652] Kâsımî,
a.g.e., aynı yer.
[653][653] İbn
Abdilberr, Beyâni'l-îlm, I, 76.
[654][654] Müsnedler; hadislerin,
konularına bakılmaksızın, Sahabe râvilerine göre ardarda sıralanarak
toplandığı hadis mecmualarıdır.
[655][655] Osman
b. Ebî Şeybe ile Ebû Bekir b. Ebi Şeybe kardeştirler ve ikisinin de müsnedleri
vardır. (Müt.)
[656][656] İbn
Hacer, a.g.e., I, 4 vd.
[657][657] Fethu'l-Bâri,
I, 146.
[658][658] Aynî,
Umdetul-Kâri, II, 158.
[659][659] Bkz.
Nevevî, Müslim Şerhi, XVIII, 129-130.
[660][660] Ibnu's-Salah,
Ulûmu'l-Hadis, 169-171. (188) Fethu'l-Bâri, I, 146.
[661][661] EbûDâvud,iW,
I.
[662][662] Hz.
Ebû Bekir'in halife seçildiğinde Ashabın toplanıp durumu müzâkere ettiği yer ve
gün.
[663][663] Ahmed,
Müsned, III, 129,
1803.
[664][664] Buhâri,
Humus, l;Ferâiz, 3; Müslim, Cihad, 49.
[665][665] Buhâri,
İman, 17; Müslim, îman, 32; Tirmizî, Tefsir, 88.
[666][666] Buhârî,Bid'ül-Vahy,
l;îman, 22; Müslim, İmaret, 155; Ebû Dâvud, Talak, 11.
[667][667] ibn
Abdilberr, Beyâni'l-îlm, II, 123,
124, 134, 135.
[668][668] Buhârî,Libas, 82-87;
Müslim, Libas, 119; Ebû Dâvud, Teraccül, 5.
[669][669] Buhârî,
Saum, 10;Nikâh, 2; Ebû Dâvud.Nikâh, 1; Nesâî, Siyam, 43.
[670][670] Bakara,
156-160.
[671][671] Buhârî,İlm,
42; Müslim,Fedâil, 159.
[672][672] Müslim, Zühd, 71; Ebû
Dâvud, İlm, 7.
[673][673] Buhârî,
Hm, 10.
[674][674] Ahmed,
Müsned, IV, 283.
[675][675] Müslim,
Mukaddime, 4.
[676][676] Ahmed,
Müsned, II, 47,
83.
[677][677] Ahmed,
Müsned, Aynı yer, III, 13,
39; İbn Mâce, Mukaddime, 4.
[678][678] Ahmed,
I, 113; Tirmizî, Hm, 9.
[679][679] Müslim,
Mukaddime, 3; Keşfu'l-Hafa, II, 147.
[680][680] ibn
Abdilberr, Beyâni'l-Ilm, II, 121-122.
[681][681] İbn
Abdilberr, a.g.e., II, 123.
[682][682] İbn
Abdilberr, a.g.e., II, 124.
[683][683] Ebû Dâvud, Vitr, 26;
Tirmizî, Salat, 181; Ahmed, I, 2.
[684][684] Suyûtî,
Miftâhu'l-Cenne, 42-43.
[685][685] Ahmed,
IV, 433.
[686][686] Müslim,
Zühd, 72.
[687][687] İbn
Mâce, Mukaddime, 3; İbn Abdilberr, a.g.e., I, 79.
[688][688] İbn
Hacer, Fethu'1-Bâri, I, 272.
[689][689] Buhârî,//im,
38; İbn Hacer, Fethu'l-Bâri, 1,271.
[690][690] Müslim,
Mukaddime, 4.
[691][691] Benzer
bir rivayet için bkz. Buhârî, İlim, 27; İbn Hacer, Fethu'l-Bâri, I, 250-251.
[692][692] Rivayetler
için Beyhakî'nin el-Medhal'ine bakınız.
[693][693] Buhârî,î'tisam,
8;İlm, 34; Müslim, Um, 13; Tirmizî, tim, 5.
[694][694] Müslim,
İman, 80; Ahmed,Müsned, I, 451, 461.
[695][695] İbn Abdilberr,
Beyâni'l-İlm, II, 120.
[696][696] Müslim,
Mukaddimetu'l-Kitab, I. 11; Beyhakî, Medhal, 362; İbn Abdilberr,
Beyâni'l-îlm,I, 124.
[697][697] Buhârî,//m,49.
[698][698] Buhârî,Um,
42.
[699][699] Buhârî,
Hm, 49; Müslim, îman, 53.
[700][700] İbn
HaceT.Fethu'l-Bâri, I, 216-217, 228.
[701][701] Bkz.
Mecmeu'z-Zevâid, lf¥10.
[702][702] Suyûtî,
Miftâhu'l-Cenne, 19.
[703][703] Şâfıî,
Cimâu'l-İlm, 113.
[704][704] ibn
Hazm, el-îhkam, II, 66-69.
[705][705] Suyûtî,
Miftâhu'l-Cenne, 6, 13-19.
[706][706] Şafiî,
Risale, 225. Hadisin râvilerinin tenkid ve değerlendirilmesi için bkz.
Mizânu'l-tti-dal, II, 357-358;
Buhârî, Tarîhu'l-Keblr, IV, 291;
Ayrıca Takrihü't-Tehzih, I, 102 259
509, II, 184,
341.
[707][707] Ibn
Abdilberr, Beyâni'l-îlm, II, 191.
Bkz. Şevkânî, el-Fevâidü'l-Mecmuâ, 278-291; el-Makâsıdu'l-Hasene, 36;
Keşfu'l-Hâfa, h. no: 220; Beyhakî, Delâil, I, 27.
[708][708] Suyûtî,
Miftâhu'l-Cenne, 32 (Beybakfden naklen).
[709][709] Ebû
Dâvud, Sünnet, 5; Tirmizî, İlm, 10; İbn Mâce, Mukaddime, 2.
[710][710] Şâfıî,
Risale, 51.
[711][711] Yunus,
15.
[712][712] Şâfıî,
Cimâu'l-îlm, 118.
[713][713] Şâfıî,
a.g.e., 134.
[714][714] Suyûtî,
Miftâhu'l-Cenne, 31 (Beyhakf den naklen).
[715][715] Haşr,
7.
[716][716] Zilzâl,
7-8.
[717][717] Bkz.
et-Tâc, IV, Zilzâl
Sûresi tefsiri (Buhârî, Tefsir, 99; Müslim, Zekât, 24.
[718][718] Nahl,
44.
[719][719] Suyûtî,
Miftâhu'l-Cenne, 34 (İbn Ebî Hatim'den naklen).
[720][720] Müsned, 111,497; Mecmeu'z-Zevâid,
I, 149-150.
[721][721] Suyûtî,
Miftâhu'l-Cenne, 34. (Beyhakî'den naklen).
[722][722] Bkz.
Suyûtî, a.g.e., 34; Rasûlullah (s.a.v.)'in, Kur'ân gibi emir ve nehiy sahibi
olmasıyla ilgili beyanları için bkz. Beyhakî, Sünen, IX, 204.
[723][723] Bkz. Tahâvî, Şerhu
Müşkili'l-Âsâr, I, 159 (Tahkikli baskı, Beyrut, 1994).
[724][724] İbn
Abdilberr, Beyâni'l-Um, II, 192.
[725][725] İbn
Abdilberr, Beyâni'l-îlm, II, 192.
[726][726] Buhârî,
Sulh, 5; Hudud, 30; Müslim,Hududt 25; Ebû Dâvud, Ekdiyye, II
vb.
[727][727] Haşr,
7.
[728][728] Şafiî,
Cimâu'l-îlm, 113.
[729][729] Ebû
Dâvud, Sünnet, 5; Tirmizî,7Zm, 10; İbn Mâce,Mukaddime, 2.
[730][730] Şafiî,
a.g.e., 114,115.
[731][731] Yıl,
9, Sayı: 7, s. 515.
[732][732] Hadisin
durumu müellifin dediği gibi değildir. Hadis sabittir. Dr. Tevfik Sıdkî, daha
sonra hadise, Zeyd b. Ali'nin el-Mecmu adlı eserinde Şevkânî'nin Naylü'l-Evtar
adlı hadis kitabından naklen zikrettiğini gördüğünü belirtmiştir. Fakat
değiştiremeden vefat etmiştir. Bkz. Tirmizî, Taharet, 64.
[733][733] Şerhu'l-Akâidi'n-Nesefi
ve Hauaşşihl, I, 54.
[734][734] Tirmizî,
Mgnâkıb, 31; Mâlik, Kader, 3; Ahmed, Müsned, I, 51.
[735][735] Bkz.
Şâtibî, el-Muvâfakât, IV, 7.
[736][736] Bkz.
Şâtibt,e/-3ft*öd/bAfl*,III, 17; IV, 11.
[737][737] Şâtibî,
el-Muvâfakât, IV, 7.
[738][738] Nahl,
44. (7)Şâtibî, a.g.e.,IV, 10.
[739][739] Hadis
için bkz. Ebû Dâvud, Ekdiyye, 11; İbn
Mâce, Menâsik, 38; Dârimî, Mukaddime, 20; Müsned, I, 37; Beybaki, Medhal,
207-208.
[740][740] Bkz.
Dârimî, Mukaddime, 20;Sünen-i Kübra,X, 115.
[741][741] Bakara,
110.
[742][742] Al-İmran,
97.
[743][743] Buharı,
Hibe, 14; Müslim, Zekât, 98; Ahmed,Müsned, VI, 99.
[744][744] Bakara,
188.
[745][745] Buhârî,
Hacc, 147; Ebû Dâvud, Menâsik, 56; İbn Mâce, Menâsik, 84.
[746][746] Nisa,
19.
[747][747] Bakara,
187.
[748][748] Tevbe,
34-35.
[749][749] Mâide,
38.
[750][750] Mâide,
89.
[751][751] En'am,
82.
[752][752] İbn
Kayyım, bütün sünnet çeşitlerinin bu üç grupta toplandığını beyan eder; Bkz.
et-Turûku'l-Hükmiyye, 72-73.
[753][753] Bakara,
180.
[754][754] Buhârî,
Vasâyâ, 6; Ebû Dâvud, Vasâyâ, 6; Tirmizî, Vasâya, 5.
[755][755] Nûr,
2.
[756][756] Buhârî,
Şehâdât, 8;Hudu, 32; Ebû Dâvud,Hudud, 23.
[757][757] Ibnu'l-Kayyım,
a.g.e., II, 382.
[758][758] Nisa,
24.
[759][759] Buhârî,
Nikâh, 6; Müslim, Radâ, 1; Ebû Dâvud, Nikâh, 6.
[760][760] Nisa, 29.
[761][761] Bakara,
275.
[762][762] İmam
Şafiî'den yapılan nakiller için bkz. er-Risâle, 51, 52, 53.
[763][763] Ancak
şunun da bilinmesi gerekir : Şâtibî'nin bu meselede hakiki bir muhalefet
ettiği, sünnetle ilgili bahislerle, üçüncü meseledeki delil ve görüşlerini
serdederken ifadelerinin zahirinden anlaşılmaktadır. Fakat dördüncü meselenin
sonundaki sözlerine baktığımızda onunla bizim aramızdaki ihtilâfın lâfızlarda
olduğu, konunun aslında olmadığı anlaşılmaktadır. Bunu, bahsin sonunda ele
alacak ve Şâtibî'nin zikrettiği delilleri tenkide tâbi tutacağız. Çünkü Şâtibî'den
önce bu konuyu ele alan herhangi bir esere rastlamadım. Ondan sonra te'lif
edilen eserler, hep kendisinden nakilde bulunmuşlardır.
[764][764] Şâtibî,
a.g.e., IV, 12.
[765][765] Saffât,
103-107.
[766][766] Nisa,
65.
[767][767] Nisa,
59.
[768][768] Mâide,
92.
[769][769] NÛr,
63.
[770][770] Nisa,
80.
[771][771] Haşir,
7.
[772][772] Şâtibî,
a7g.e., IV, 19,
20.
[773][773] Nisa,
65.
[774][774] Nisa, 80.
[775][775] M.
Abdülaziz el-Hûlî, Miftâhu's-Sünne, 9-10.
[776][776] Ebû Dâvud, Sünnet, 5; İbn
Mâce, Mukaddime, 6; Dârimî, Mukaddime, 16.
[777][777] Ebû
Dâvud,' Sünnet, h. no: 4605; Tirmizî, İlim, 10; İbn Mâce, Mukaddime, 2; Hâkim,
Müstedrek, I, 108.
[778][778] Ebû
Dâvud, Sünnet, h. no: 3050; Beyhakî, Sünen, IX, 204.
[779][779] Şâtibî,
a.g.e., IV, 20.
[780][780] Bkz.
Şevkânî, Neylü'l-Evtân VI, 51;
îbn Kudâme, el-Muğnî, VI, 52.
[781][781] Bkz.
İbn Kudâme, el-Muğnî, V, 459.
[782][782] Bkz.
İbn Kudâme, a.g.e., V, 454.
[783][783] Bkz.
İbn Kudâme, a.g.e., VII, 478;
Şevkânî, Neylü'l-Evtâr VI, 126.
[784][784] Bkz.
İbn Kudâme, a.g.e., XI, 65.
[785][785] Nisa,
65.
[786][786] Âyetin
sebeb-i nüzul ve Hz. Peygamber'in hükmü için bkz. Buhârî, Tefsir, 4; Sulh, 12;
Müslim, Fedâil, h. no: 129; Ebû Dâvud, Ekdiyye, 31; Tirmizî, Ahkam, 26, İbn
Mâce, Mukaddime, 2.
[787][787] Ebû Dâvud, Sünnet, h. no:
4604; Tirmizî, İlim, 10; İbn Mâce, Mukaddime, 2.
[788][788] Zilzâl,
7-8.
[789][789] Buhârî,
Tefsir, Zilzâl Sûresi; Müslim, Zekât, 6.
[790][790] Bkz.
el-Muhallâ, II, 81;
el-Muğnî, I, 283; Şerhu'r-Ravda, I, 94.
[791][791] Şâtibî,
el-Muuâfakât, IV, 12-13.
[792][792] Nahl,
44.
[793][793] Kalem,
4.
[794][794] Müslim,
Müsâftrin, 139.
[795][795] En'âm,
37.
[796][796] Mâide,
3.
[797][797] Nahl,
44.
[798][798] Bkz.
Âlûsî, Rûhu'l-Meânî, XIII, 136.
[799][799] Kasas,
2.
[800][800] Nahl,
89.
[801][801] Nahl,
89.
[802][802] En'âm,
38.
[803][803] Kalem,
4.
[804][804] Mâide,
67.
[805][805] En'âm,
106.
[806][806] Mâide,
3.
[807][807] Bkz.
Şâtibî, el-Muvâfakât, III.
[808][808] Bkz.
Şâtibî, a.g.e., IV, 24.
[809][809] Nisa,
115.
[810][810] Ayette,
mü'min cemaatin aksine gidenler azapla korkutulmuşlardır. Bu da icmâ-i ümmetin
hak ve gerekli olduğuna bir delildir. (Müt.)
[811][811] Şâtibi,
a.g.e., 25-26.
[812][812] Nahl,
44.
[813][813] Beyhakî,
Delâil, I, 25-26.
[814][814] Suyûtî,
Müftâhu'l-Cenne, 41-42.
[815][815] Dârimî,Mukaddime,
49; Suyûtî, a.g.e.
[816][816] İbn
Abdilberr, Câmiu Beyâni'l-İlm; Suyûtî, a.g.e.
[817][817] Bkz.
Şâtibî, a.g.e., IV, 27.
[818][818] Bkz.
el-Muuâfakât, IV, 32.
[819][819] el-Muvâfakât,
IV, 39-40.
[820][820] Bkz.
Şâtibî, el-Muvâfakât, IV, 52.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar