MELİH CEVDET ANDAY / Dilimiz Üstüne Konuşmalar
DENEME
önsöz
Yıllar
önce bir arkadaşım, "Dil konusuna bunca düşkünlüğün neden?" diye
sormuştu bana, bunun altmda "Dil bilgini mi olmaya özeniyorsun?"
sorusu gizliydi belki de; kendisini, "Dil bilgini olmak başka iş"
diye yanıtlamıştım ve "bir ozan olduğum, dil de ozanın gerici, daha da
ileri, işliği olduğu için, uğraşımın gereği bir düşkünlüktür benimkisi"
diye eklemiştim sonra.
Ancak
eski ozanlarımızın anadile hiç önem vermedikleri düşünülürse, benim yanıtımda
bir eksiklik bulunduğu söylenebilirdi. Gerçekten de, Cumhuriyet dönemi
ozanlarının neredeyse tümden dilci kesilivermeleri, bu eğilimin sadece ozanlık
uğraşının bir gereği olarak açıklanmasını inandırıcılıktan yoksun kılar.
Cumhuriyet dönemi, toplumumuzun ulusallaşma sürecini yaşadığı bir dönem olarak,
yanlızca ozanları değil, aydınlarımızın büyük bir bölümünü dil konusuna
içtenlikle bağlamıştır. Türk dilinin öz benliğine kavuşması uğrunda, yurdun
dört bir yanındaki aydınların eylem birliğine girmeleri de bunu gösterir. Başka
bir deyişle, özleştirmecilik akımı, sadece Türk dilinin yapışım, özelliğini
ortaya çıkarmaya yönelik bilimsel bir etkinlik değil, Türk kültürünün
ulusallaş-masmı amaçlayan atılımın bir parçasıdır. Cumhuriyet döneminin
çağdaşlaşma ülküsü, dil sorununu, zorunlu olarak güncel bir duruma getirmiştir.
Bugün yalnız ozanlar değil, bütün bilim ve sanat dallarındaki uyanık aydınlar,
dilimizin öz benliğini bulması için emeklerini birleştirmiş durumdadırlar.
Ulusallaşma sürecine girmiş bir toplumun dili, ona yabancı kalamazdı.
Ancak
ozanlarımızın, yazarlarımızın bu işe gönül vermedeki önceliklerini gösteren
örnekler yalan tarihimizin ilginç olayları arasındadır gene de; basımevinin
kurulması, gazeteciliğin, tiyatronun, romanın başlaması, dilde halkleşma
akımını özellikle ortaya çıkarıyordu. Bu yolda bilinçlenme kolay olmamıştır
elbet; dilimiz sorunu, geçirmesi gerekli olan evreleri bir bir yaşayarak,
Atatürk'ün öncülüğünde yalın, kesin biçimini almıştır. Özetlersek, bu ulusun dili,
kendi dili olacaktı; aydınları başka bir dille yazan topluma ulusal bir toplum
denemezdi. Oysa karma bir dil olarak nitelediğimiz ”Osmanlıca"nın geçerli
olduğu uzun dönemde bu ülkenin yazını da, kültürü de bağdaşmaz bir ikilik
içinde bulunmuştur. Okumuşların seslendiği dar bir yönetici kat içinde
Osmanlıca sürüp giderken, halk kendi dili ile kendine yeterli olma çabasına
düşmüştür. Birbirini anlamayan bir yöneten-yönetilen ayrılığı içinde ise Türk
kültürü gelişme olanaklarından yoksun kalacaktı elbet, halktan kopuk hiç bir
kültür yaşama gücünü sürdüremez. Özellikle dil söz konusu oldu mu, halk onun
besin kaynağıdır. Bugün biz dilimizi yeniden bulduk ve onu çağdaş anlamda
güçlendirme olanağına kavuştuksa, bunun başlıca etmeni halkın dildeki yaratma
gücüdür.
Artık
yalnızca ozanlarımız, yazarlarımız değil, okul öğrencileri de, geçmişin yazın
ürünleri karşısında durup düşündükçe dilde özleşme akımının doğal yandaşları
oluyorlar. Bu deneyimin en belirgin örneği de şiir alanında gözlemlenir
durumdadır. Osmanlıca şiir ile Türkçe şiirin yan yana yaşaması, birbirini
anlamadan var olabilmesi, ortaya yanıtlanması kolay olmayan birtakım sorular,
çözemlenmesi güç sorunlar çıkarır elbet. Konuyu deşmeye kalkmadan şuncasını
söylemekle yetineyim, bugün yazınımızda bu ikilik ortadan kalkmıştır. Âşık
Veysel'in dili ile Cahit Sıtkı Tarancı'nın dili arasında bir ayrım yoktur.
Böylece toplumumuz dil birliğine kavuşmuştur. Ulusallaşma sürecinin zorunlu bir
aşamasıdır bu.
Ancak
bütün düşünce ve davranışları ile eskiye bağlı kalanların, dildeki ulusallaşma,
birlik, özleşme çabasına karşı durması, ozanlarımızın, yazarlarımızın büyük bir
çoğunluğunu dil devrimi savaşında gönüllü durumuna getirmiştir. Ben de kendimi
bunlardan biri saymaktayım.
1975
Nisanında TRT yönetimi bana, radyoda dilimiz konulu bir boylesivı y ürütme
önerisinde bulunduğu zaman, işte yukarda özetle anlatmaya çalıştığım
düşüncelerden ötürü bu işe giriştim. Konuya bilimsel açıdan değil de daha çok
dil sorununun halkımız ı e gençlerimiz arasında uyandırdığı çeşitli soruların
karşılıklarını bulup vermek yönünde eğildim. Ama bunu yapmak için, dilimizi
öteki dillerden ayıran özellikler üzerinde durmak, onun ne yoldan, nasıl
bozulduğunu göstermek, örnekler vermek gerekli olmuştur. Bu bakımdan günümüzle
geçmiş arasında sık sık bağlantılar kurmak sorunu da ortaya çıktı. Bunları ele
alırken belli bir düzeyi amaçlamadan, herkesin ilgisine açık olmaya çalıştım.
Türk Dil Kuruntunun yayınlarından yararlandığımı burada önemle belirtmek
isterim.
Ayrıca,
bizim dil sorunumuzun en önemli konularından biri de, konuşma dilimizin yabancı
diller etkisiyle nasıl bozulduğudur. İstanbul Belediye Konservatuvarı Tiyatro
Bölümü'nde yıllarca Türkçe Ses Bilgisi okuttuğum için, çocuklarımızın hangi
sözcüklerde ne gibi söyleyiş yanlışları yaptıklarını yakından gördüm. Bunları
tiyatrolarımızda, radyolarımızda, filmlerimizde de sık sık gözlemliyoruz. Ama
söyleyiş özelliklerini belirtecek basit yazım işaretleri kullanmaktan başka bir
yöntem uygulayamadığım için, kimi sözcüklerin doğru, yanlış söylenişleri
üzerinde, amacımı iyice ortaya koyamamış olmaktan korkarım.
Kitaptaki
konuşmalar, 12 Nisan 1975'den sonra radyoda yaptığım konuşmaların tümü değil,
sadece on bir tanesidir. Yarıda kesilmiş olan o konuşmaların sonlarına doğru,
dildeki ikiliğin nasıl ortadan kalktığını her dönemden şiir örnekleri vererek
anlatma yolunu tutmuştum. Okur bunu kendi de yapabilir. Ama buradaki on bir
konuşma da, sanırım, amacımı belirtmeye yeter. Türk Dil Kuru-mu'nun bastırdığı
bu kitapla, dilimize, dilimizin özleşmesine, özleşme akımının daha da
güçlenmesine bir yararım dokunursa, büyük bir mutluluk duyacağım bundan.
Melih
Cevdet Anday
Sayın
dinleyiciler,
Sizinle
her hafta bu saatte, dilimiz üzerinde konuşacağız. Anadili sözü, daha küçükken,
okula gitmeden öğrendiğimiz dili anlatmak için bulunmuş çok güzel bir söz.
Anamızdan, babamızdan öğreniyoruz onu. Bildiğimiz en iyi dil, anadilimizdir
kuşkusuz, yanlış yapma korkusunu duymadan konuşuruz anadilimizi. Ama bundan
ötürü herkesin anadilini tam olarak bildiği söylenebilir mi? Öyle olsaydı,
ayrıca anadili öğrenmeye hiç bir yerde gerek duyulmazdı. Kuşun hangi nota
üzerinden öttüğünü bilmemesi gibi, anadilinin eğitiminden geçmemiş olanlar da,
bilmezler kullandıkları dilin özelliklerini, kurallarını.
Yıllar
önce Paris Üniversitesi'nde geçmiş bir olayı anlatayım size. Orada temel dil
Fransızca olduğu için, Üniversite, öğrencilerden bir yabancı dil bilmelerini de
istiyor. Bizim Türk öğrencileri, düşünmüşler taşınmışlar, ikinci dil olarak
Türkçeyi seçtiklerini bildirmişler Üniversiteye. Bunun üzerine de Üniversite,
bu Türk öğrencilerin Türkçeden sınava girmelerini istemiş. O zaman orada Doğu
Dilleri Enstitüsü'nde Profesör Jean Deny vardı, Türk dili uzmanı. Türkçenin en
iyi gramerlerinden birini yazan odur. İşte Türk öğrencilerini bu Profesör Jean
Deny'nin karşısına çıkarmışlar. Bana anlattıklarına göre, öğrencilerimizin çoğu
o sınavda başarı kazanamamış. Demek anadilimizi konuşmak
başka, bilmek başka.
Söyleşimizin
başında hemen belirtelim ki, biz bu programda Türk dili öğretimine kalkacak
değiliz. Dilimizin geçirdiği gelişme evrelerini, onu başka dillerden ayıran
özellikleri ve asıl önemli olarak da, yıllardır toplumumuzda en güncel konu
olma durumunu sürdüren dilde özleşme akımını, şurasından burasından göstermeye
çalışacağız.
Gerçekte
de sayın dinleyiciler, bu konuyu ne denli tazelesek yeridir. Dilinin bilincine
varmak her yurttaş için gerekli sayılmalı. Sılacı bir görev değildir bu, tatlı
bir uğraştır. Hele bizim dilimiz gibi çok geniş bir bölgede konuşulan, yapısal
karakteri çok güçlü bir dil söz konusu olunca, onunla ilgilenmenin tadı daha da
artar.
Sizlere
haftada bir sunulacak olan bu programda, işte biz de böyle tatlı bir uğraşın
içinde olacağız. Bir yandan bugün dilimizin en güncel sorunlarını, en taze
tartışmalarını ele alırken, bir yandan onun, ses, sözcük, tümce bakımından
özelliklerini gözden geçireceğiz.
Ancak
sayın dinleyiciler, dilimiz, tarih boyunca birçok değişikliklere uğramıştır,
her dil gibi. Ama bu değişiklikler, kimi zaman, dilimizi kendi olmaktan
çıkaracak denli yabancı etkilerin altında zararlı biçimlere de girmemiş
değildir. Bu balamdan biz gene dilimizin bugünkü durumunu temel alarak, zaman
zaman gerilere bir göz atmakla Türkçeyi hem tarihsel, hem yapısal açıdan
görmeye çalışacağız.
Bir
dili tarihsel açıdan ele almak, o dilin sözcüklerini, tümcelerini, deyimlerini
zaman akışı içinde incelemek, karşılaştırmak anlamına geliyor. Oysa yapısal
inceleme böyle değildir, bir süre için tarihsel gelişimi bir yana bırakarak,
dil öğelerini belli başlı ilişkileri, yapısal kuruluşları içinde ele alırsak,
böylece dilde yapısal bir yaklaşım uygulamış oluruz.
Öyleyse
yöntemimiz, gerek sesbilgisi, gerek sözcük ve tümce bilgisi bakımından bugünün
gereksemelerini karşılamaya çalışmak ve zorunlu açıklamalar için arada bir
geçmişe uzanmak olmalı.
Gerçekte
de, arada bir dilimizin geçmişine uzanmak bize çok şaşırtıcı görünümler
verecektir. Bu görünümlerin birtakımı sevindirici, birtakımı ise üzücü bir
niteliktedir. İşte bugünkü konuşma-mışda bu yolu izlemeye niyetlenirken,
söylememiz gereken şudur:
Dilimizin
gelişimi düz bir çizgi üzerinde olmamıştır, bu gelişim gerilemeler ve ileri
atılmalarla oluşmuştur. Başka bir deyişle söylersek, çok gerilere gittikçe dilimizin
bugün için anlaşılmaz durumlarda bulunduğunu sanmak, günümüze yaklaştıkça bu
anlaşılmazlığın gitgide ortadan kalkacağını düşünmek yanlış olur. İşte bir
şaşırtıcı görünüm. Ancak, unutmayalım ki, "çok gerilere" sözünü
kullanırken, gene de Anadolu Türkçesini amaçlıyoruz.
Sözgelişi,
bu yüzyılın başında yazılmış bir şiirle, altı yüzyıldan daha eski bir dönemde
yazılmış olan bir şiirin karşılaştırılması, bize bu konuda bir kanı verebilir.
Yöntemimize uygun davranarak önce yakın dönemde yazılmış olan o şiirin bir
dizesini alalım. Bu dize şöyledir saym dinleyiciler:
Dümbâle
ise hemişe cümbân
İsterseniz
bu dizeyi bir daha okuyalım ve bakalım içinde Türkçe bir sözcük var mı?
Dümbâle
ise hemişe cümbân
Ünlü
ozanımız Muallim Naci'nin yazmış olduğu bir şiirden bu dize saym dinleyiciler.
Anlamına gelince, ozan bir kuzunun kuyruğunu boyuna salladığını söylüyor:
Dümbâle "kuyruk", hemişe "boyuna", cümbân
"sallanır" demek. Bu dizede Türkçe olan sözcük, sadece o küçük
"ise" sözcüğü.
Şimdi
altı yüzyıl öncesine dönelim ve ünlü ozanımız Yunus Emre'den bir şiirin
bütününü okuyalım.
Acep
şu yerde var m’ola
Şöyle
garip bencileyin
Bağrı
başlı gözü yaşlı
Şöyle
garip bencileyin
Gezdim
Urum ile Şam'ı
Yukarı
illeri kamu
Çok
istedim bulamadım
Şöyle
garip bencileyin
Kimseler
garip olmasın
Hasret
oduna yanmasın
Hocam
kimseler kalmasın
Şöyle
garip bencileyin
Söyler
dilim ağlar gözüm
Gariplere
göynür özüm
<
Meğer ki gökte yıldızım
Ola
garip bencileyin
Nice
bu dert ile yanan
Ecel
ere bir gün öleni
Meğer ki sinimde bulam
Şöyle
garip bencileyin
Bir
garip ölmüş diyeler
Üç
günden sonra bulular
Soğuk
su ile yuyalar
Şöyle
garip bencileyin
Hey
Emrenı Yunus biçare
Bulunmaz
derdine çare
Var
imdi gez şardan şara
Şöyle
garip bencileyin
Bir
tek dizeyle, oldukça uzun bir şiiri karşılaştırmamızın doğru olmadığı
söylenebilir; ama sayın dinleyiciler, o tek dize sadece uzak geçmişle yakın
geçmiş arasındaki dil bakımından az önce söylediğimiz bir gerçeğin ortaya
çıkması amacı ile anıldı. Yoksa karşılaştırmalarımızı eşit uzunlukta parçalar
arasmda da yapabiliriz. O zaman görürüz ki, geçmişte dilimiz, deyim yerindeyse,
daha çok Türkçe idi, zamanla Türkçe sözcükler azalmaya başladı. Elbet biz bu
olayı ancak şiirlerde ya da düzyazılı kitaplarda izleyebiliyoruz. Konuşmaları
bilmemize olanak yok. Onun için de örneklerimizi hep kitaplardan alacağız.
Yunus
Emre'nin az önce okuduğumuz şiirine bir bakalım sayın dinleyiciler, orada bugün
kullanılmayan Türkçe sözcüklerle karşılaşacağız. En başta
"bencileyin" sözcüğü var, "benim gibi" demek. Yeni
ozanlarımız, yazarlarımız arasmda bu sözcüğü canlandırmak isteyenler oldu, bu
çaba şiir bakımından belki çok yaygın bir sonuç vermedi, ama kulağımız alıştı o
sözcüğe, artık kim söylese "Ne demek?" diye sormayız. Oysa diyelim
elli yıl önce durum böyle değildi. Türkçe sözcüklere istek yoktu o zaman. Bir
şiirde, bir yazıda Farsça, Arapça, Fransızca sözcükler ne denli çok
kullanılırsa, o şiir, o yazı o denli güzel olur, beğenilir sanılıyordu.. Şunu da sırası gelmişken ekleyeyim, bizim Tanzimat dönemindeki,
Servet- i Fünun dönemindeki ozanlarımız Yunus Emre'yi okumazlar, onu küçük
görürlerdi. Namık Kemal, Sahaflar çarşısında Yunus Emre'nin birkaç şiirini
içeren bir kitapçık bulduğunu ve onu elinden attığını anlatır bir yazısında.
Sonra
"Bağrı başlı..." demiş Yunus Emre, "Bağrı yaralı" demek. O
sözcük de unutulmuş. Daha böyle unutulmuş başka sözcükler var o şiirde: Örneğin
"od" sözcüğü var, "ateş" anlamına. "Hasret oduna
yanmasın" diyor Yunus. "Hasret ateşine yanmasın" demek. Gene
Yunus "mezar" demiyor da "sin" diyor.
Bizim
eski ozanlarımızı bu açıdan incelemek çok ilginç karşılaştırmalara yol açıyor
sayın dinleyiciler; hele o ozan Yunus Emre gibi büyük bir ozan olursa,
yararımız sadece dil karşılaştırmalarına olanak vermesinde kalmaz, dilimizin
güzelliğini, uyumunu görüp tatmada herkese büyük kolaylık sağlar. İlk okuyuşta
anlarız Yunuz Emre'nin ne dediğini ve bugün yazılmaşçasma tat alırız ondan.
Ama
Yunus'tan sonra dilimiz yavaş yavaş bozulur, "od" kalkar sözgelişi
ortadan, onun yerini "ateş" gibi yabancı bir sözcük alır. O
"od" sözcüğü bugün sadece "odun" sözcüğünde yaşıyor. Ama
bilenimiz çok mudur dersiniz "odun" sözcüğünün içinde
"ateş" anlamına gelen bir "od" sözcüğünün bulunduğunu?
"Ne
yapalım, olmuş bir kez, unutalım od'u, ateş var ya, onunla görürüz
işimizi" denebilir. Nitekim öyle yapıyoruz. Ama bu düşünce doğru mudur
değil midir, şu anda çözümlemeye kalkmayalım derim. İlerde sıra gelecek böyle
bir tartışmaya. Ancak şuncasmı söylemek şimdi yerinde olacak; demek bizim
sözcüklerimizden birçoğu zaman içinde yitip gitmiş, onların yerlerini yabancı
sözcükler almış. Benim bugünlük, hele şu Yunus örneği ile anlatmak istediğim
buydu.
Ama
dilimizin başından bir olay geçmiş, "od" gitmiş, onun yerini
"ateş" almış diye biz bütün buna benzer olayların karşısmda edilgen
mi kalacağız? Birimiz de çıkıp "Koruyalım dilimizi" dese yanlış mı
olur? Bu gibi olaylar karşısmda kollarımızı bağlayıp kalmak, dilimiz her gün
biraz daha güçsüz bırakmaz mı? Onun tadmı unutturmaz mı? Bakın, bugün
Fransızlar, dillerine giren İngilizce sözcükleri atmak için savaşıyorlar. Bu iş
için bizim Dil Kurumun-dan sorup öğrenmeye kalktılar
ne yaptığımızı.
İşte
böyle olmuş sayın dinleyiciler, bizim ozanlarımız yabancı sözcüklerin
saldırısına boş vere vere bir gün gelmiş, "Dümbâle.ise
hemişe cümbân" diye şiir yazabilmişler. Kimse kalkıp da, "Ayıptır,
bunun içinde Türkçe sözcük yok" demeyi göze alamamış; dahası, Türkçe
sözcükler ne denli az kullanılırsa bir ozan onca başarılı sayılmış. Bunu başka
ozanlarımızdan alacağımız örneklerle de göstermeye çalışacağız.
Ama
Yunus Emre'ye dönersek, onun demin okuduğumuz şiirinde bir de şu
"kamu" sözcüğü var. "Bütün", "hep" anlamına gelen
bu sözcüğü, bildiğiniz gibi bugün canlandırmış durumdayız, kullanıyoruz. Eski
bir Türkçe sözcük "kamu". Atatürk, dilde özleşme akımı hızlandığı
sıralarda onu "Büyük Millet Meclisi" karşılığı olarak
"Kamutay" biçiminde ortaya atmıştı. O gibi girişimler, sonradan
birtakım siyasal güçlerce yozlaştırıldı.
İşte
dilimizde "Türkçecilik", "sadeleşme", "özleşme"
gibi adlarla anılan bu akımın karşısından olanların, bir yerlerine Türkçelerini
bulduğumuz yabancı sözcükleri kullanmamaya kalktıkça, "Olmaz" diyerek
savundukları sözcükler, dilimize sonradan girmiş olan yabancı sözcüklerdir.
"Bozulan güzel dilimiz" dedikleri ise, eskiden bozulmuş olan dildir.
Türkçecilik akımı, eskiden bozulmuş olan dilimizi, kendi benliğine,
özelliklerine kavuşturmak istemiş ve bunda başarıya ermiştir.
Ancak
saym dinleyiciler, bugünkü konuşmamda verdiğim örnekler, bizde şu kanıyı da
uyandıracak niteliktedir: Demek ki, diye düşünebiliriz, bir dilde kimi
sözcükler, kimi etkilerle yitebilir, onların yerini almış olan yabancı
sözcüklere alışmışsak, onları benimsemişsek, ortada yakınacak bir durum yok
demektir. Nitekim işte "mezar" sözcüğünü atıp onun yerine eski
"sin" sözcüğünü almak, "sin"i diriltmeye kalkmak artık
olacak işlerden değildir.
Böyle
denirse, kimi yerde doğru söylenmiş olur saym dinleyiciler. Biz de o örneği
verirken konunun böyle yararlı bir yön tutabileceğini düşünmüştük. Herkesin
bildiği gibi, arı dil yoktur dünyada, her dil başka dillerle karışarak
yaşamıştır. Türkçenin de bundan başka bir yol izlemesi istenemezdi,
beklenemezdi elbet.
Ancak
burada söylemek gerekir ki, yabancı dil etkisi, bir anadilin kurallarına da
girer, onun sözcük dağarcığında en büyük yeri tutarsa, artık böyle bir etki
olağan görülemez, çünkü buna başka dillerde örnek gösterilemez. Kendi gramer
kurallarını unutan, sözcük dağarcığının en büyük yerini yabancı sözcüklere
veren dil ortadan kalkar.
Bizim
de başımıza gelen bu olmuştur saym dinleyiciler, OsmanlI döneminde Türkçe bir
bakıma ortadan kalkayazmıştır. O dönemin en büyük ozanlarından biri olan
Bakinin, Kanuni Sultan Süleyman'ın ölümü üzerine söylediği "mersiye"nin
ilk beytinde Türkçe sözcük bir tanedir ve eylem gösteren sözcük yoktur.
Ey
pay bend-i dam gehi kayd-ı nâm ü neng
Takey
hevâ-yi meşgale-i dehr-i bidireng
Büyük
bir Türk ozanının söylediği bu beyti biz anlayamayız, ama bir İranlı anlar.
Burada "ta key" "ne zamana kadar" anlamma geliyor, "ne
zamana kadar sürer" anlamma değil. "Sürmek" eylemi
söylenmemiştir.
Eğer
bu durum temden sürüp gitseydi, elimizde Türkçe diye bir şey kalır mıydı?
Bereket,
saym dinleyiciler, dilimiz halk şiirinde kendini korumasını bilmiş ve bizim o
karma Osmanlı dilinden daha güçlü bir ulusal dilimiz bulunduğu konusundaki
biliçlenmede en büyük güç kaynaklarımızdan biri olmuştur halk şiirimiz.
Bizim
ta Cumhuriyet dönemine gelinceye değin yazınımız hep iki dilliydi. Bunlardan
biri dar bir okur yazar çevresine seslenir, öteki
halkın arasmda yaşardı. Bunlar birbirlerinden habersizdiler.
Şimdi
bu durumu birkaç örnekle belirtelim.
Yukarıya
ünlü kasidesin ilk iki dizesini aldığım Baki'den bir gazel:
Nâm
ü nişane kalmadı fasl-i bahardan
Düştü
çemende berk-i diraht itibârdan
Eşçâr-i
bağ hırka-i tecride girdiler
Bâd-i
hazan çemende el aldı çenârdan
Her
yaneden ayağına altım akar gelür
Eşçar-i
bâğ himet umar Cûybârdan
Sahn-i
çemende durma salınsın sabâ ile
Âzâdedir
nihâi bugün berk ü bârdan
Bâkî
çemende hayli perîşân imiş varak
Benzer
ki bir şikâyeti var rüzgârdan
O
yüzyılın sonlarına doğru yaşadığı söylenen Pir Sultan Abdal ise şiirini şu
dille söylüyor:
Yürü
bre Hızır Paşa
Senin
de çarkın kırılır
Güvendiğin
padişahın
O
da bir gün devrilir
Şahı
sevmek suç mu bize .
Kem bildirdin beni Han'a
Can
için yalvarmam sana
Şehinşah
bana darılır
Hafid-i
Peygamberim has
Gel
Yezit Hüseyn'imi kes
Mansur'um
beni dara as .
Ben
ölünce il durulur
Ben
Musa'yım sen Firavun
İkrarsız
şeytan-ı lâin
Üçüncü
ölmem bu hain
Pir
Sultan ölür dirilir
On
yedinci yüzyılda yaşamış olan ünlü Divan ozanı Nailî'den bir gazel:
.
Hevây-i
aşka uyup kûy-i yâredek gideriz
Nesim-i
subha refikiz bahâredek gideriz
Pelâspâre-irind-îbedûşkâse-bekef
Zekât-i
mey verilir bir diyâredek gideriz
Verip
tezelzül-i Mansûru sâk-i arşa tamâm
Huda
Huda diyerek pây-i dâredek gideriz
'
Ederse kand-i lebin hâtır-i mezâka hutûr
Diyâr-i
Mısra değil Kandehâra dek gideriz
Tarik-ifâkadahemkefş
olup Senaiye
Cenâb-i
Külhani-i Lâyhâredek gideriz
Felek
girirse kef-iNâiliye dâmânın
•
.
.
Seninle
mahkeme-i Kirdgâredek gideriz
Şimdi
bir de Karacoğlan'ın bir şiirini görelim. Araştırıcıların dediklerine göre
çağdaş bu iki ozanımız.
Nedendir
de kömür gözlüm nedendir
Şu
benim geceki uyumadığım
Yaman
derler ayrılığın derdini
Ayrlık
derdine dayamadığım
Yarin
bahçesine yad iller dolmuş
Gülünü
koklarken fidanın İçirmiş
Şunda
bir kötünün kaynıma girmiş
Şu
benim sevmeye kıyamadığım
Kömür
gözlüm seni sevdim sakındım
Has
bahçene indim güller şokundum
Bilmiyorum
gönlüne mi dokundum
Bir
belli haberin alamadığım
Karac'oğlan
der ki yandım ben öldüm
Her
bir kötülüğü kendimde buldum
Dolanıp
da kavil yerine geldim
Kavil
yerlerinde bulamadığım
Bu
durum, Tanzimat, Servet-i Fünun, Fecr-i Âti döneminde de sürüp gider.
İslam
dini etkisi ile dilimizde büyük bir yer tutmuş olan Arapça, gene o nedenden
ötürü, Farsçayı da etkisi altına almıştı. Farsça-da bugün birçok Arapça sözcük
vardır. Fakat benzerlik orada durur, anlaşılmayı ortadan kaldıracak, gramer
kurallarına dek varacak ölçüde değildir Arapçanın etkisi.
Batı
dillerinde Yunancanın, Latincenin yeri konusu ortaya atılacak olursa, burada da
söylenecek odur ki, Batı dilleri bir bakıma Latinceden çıkmış dillerdir ve
Latince olsun, Yunanca olsun, Batı dillerinde ancak ölü dil olarak etkilerini
göstermişlerdir. Ölü dil, bildiğiniz gibi, konuşulmayan eski dillere denir, bu
eski dillerden yeni terimler yapmak için kök alarak yararlanılır. İşte Latince,
Yunanca bu görevi görmüştür Batı dillerinde.
Gerçi
eskiden Avrupa'da bilim adamları doğrudan Latince ile yazmışlar, ama
Rönesans'la birlikte o ülkelerde ulusal bir dil yaratma, halkın anlayacağı
biçimde yazma akımı doğmuştur. Başka bir deyişle , dilde
ulusallaşma, dünyanın her yerinde uluslaşma sürecinin ayrılmaz parçası
durumundadır. Türkiye'de başka türlü olamazdı.
Şunu
da unutmamak gerekir, sayın dinleyiciler, Osmanlı döneminde "medrese"
denilen öğretim kurumlarmda okutulan dil Arapçaydı. Demek ki Osmanlı aydmı
Arapça ile yetiştirilirdi. Fakat Arapça zamanla işlevini göremez duruma geldi
Sultan İkinci Mahmut’un İstanbul'da ilk tıp fakültesini açış söylevinde
dediklerine bakın: "Çocuklar, bu yüce binayı tıp okulu yaptım. Burada tıp
fennini Fransızca olarak öğreneceksiniz. Şimdi kafalarınıza bir soru
takıldığını, bunun 'Bizim dilimizde, kitaplarımızda tıp fenni yok mudur ki bir
yabancı diliyle öğrenelim?' sözlerinden oluştuğunu bilmekteyim. Düşüncelerinizi
ben de doğru bulurum. Sorunuzun yanıtını sizin admıza gene ben vereyim: Bunun
nedeni, yakında yok edileceğini umduğumuz zorluklardır. Gerçekte bizde tıpla
ilgili pek çok kitap vardır. AvrupalIlar da hekimliği bu kitaplardan çevirip
öğrenmişlerdir. Ama bu kitaplar Arapça yazılmışlardır. Az denmeyecek bir
süreden beri İslam bilginleri artık bu kitapları okumuyorlar. Fenle ilgili
terimleri bilen adamlar gittikçe azaldığından bu kitaplar bırakılmış
durumdadır. Onlarla uğraşıp tıbbı öz dilimiz Türkçeye aktarmak zordur. Üstelik
Arapça tıp kitapları Avrupalılarınkilere oranla eksik gibidir.”
İşte,
sayın dinleyiciler, böyle demiş o gün İkinci Mahmut, Arapça ile tıp bilimini
öğretmek olanaksızlaşmış da ondan. Padişah bu öğretimin anadilimizle
yapılmasını ileriye bırakmış. Demek anadilimizi öğrenmek bu sürecin getirdiği
bir zorunluluktu. Türk olan halkın bilim dili de, yazın dili de Türkçe olacaktı
elbet, başka türlü o halka ulus adı verilemezdi.
Halkın
okumakla yazmakla ilgisi bulunmadığının, böyle bir ilginin gerekli olmadığının
sanıldığı bir dönemde, aydm, yönetici katların insanları, istedikleri,
beğendikleri, öğrendikleri yabancı sözcüklerle, yabancı dil köklerinden yapılma
terimlerle anlaşmayı, yazışmayı doğru bulabilirlerdi. Ama böyle bir yabancı dil
eğitiminden geçmemiş olan halkla o aydınların, o yöneticilerin ilişki kurmaları
da artık olanaksızdı. Arapça "üç" anlamına gelen bir sözcükten
üretilen "müselles" sözcüğünü aydm anlardı ancak, halk anlayamazdı.
Ama Arapça öğretimden kaldırıldıktan sonra, o "müselles" sözcüğü,
okumuş yazmışlar için de bir bilmece olup çıktı. Gerçi "üçgen"
sözcüğü "üç" kökünden üretilmeden önce, okullarımızda daha bir süre
"müselles" öğretildi, ama buna artık tam anlamı ile bir
"öğretim" denemezdi. Çünkü kimse o sözcüğün "selâse"
kökünden geldiğini bilmiyordu, sadece ezberlemekle yetiniyordu onu.
Oysa,
saym dinleyiciler, bir anadil öğretimi sadece ezberciliğe dayatılamaz, biz
anadilden yapılma sözcüklerimizin köklerini biliriz, o güne değin duymadığımız
köklerden yapılma sözcükleri, terimleri ise, ses yapılarından ve benzerlerini
anımsayarak kendimize yakın buluruz. Sadece bilimsel tanımları ile öğrenilen
yabancı kökten gelme sözcüklerin, terimlerin durumu ise böyle değildir; onları
ezberlemekten başka çare yoktur. Böylece sözcükler, terimler birbirine
benzemeyen, tek tek bellenen şeyler durumuna gelir ve öylesi bir dilde sözcük
ailelerinden söz edilemez. Arapça okumuş biri için "müselles"
sözcüğünün "selâse" ile benzerliği açıktır, çünkü kökleri birdir bu
iki sözcüğün. Ama Arapça okumamış bir Türk bu benzerliği seçemeyeceği için, o
"müselles" sözcüğünü ancak ezberleyerek öğrenebilir; oysa
"üçgen" sözcüğü Türk'e yakındır, bunun "üç" ile
benzerliğini bir Türk kolayca çıkarabilir. .
Başka
bir örnek üzerinde duralım: "Tayyare" sözcüğü Arapça-dır, ama Türkiye'de uydurulmuştur. O zaman yeni çıkan bu
hava aracına bir ad takmak gereğini duyan Türk aydınları, demek ki Arapça ile
yetişmiş olan Türk aydınları, Arapça "tayara" kökünden yapmışlar o
"tayyare" sözcüğünü. Peki, Araplar ne diyorlardı dersiniz? Eskiden
"El avion" diyorlardı, şimdi "tayyar" diyorlar. Gerçekten
tuhaf bir durum! Arap, kendi sözcük köklerinden biriyle yapılmış olan bu yeni
sözcüğü bizden alıp kullanıyor. Tuhaf, ama görülmemiş bir olay değil. Batıklar
da terimlerini Yunanca, Latince köklerden yaptılar. Sözgelişi, telefon,
telegraf, teleskop, telefoto... sözcüklerindeki o
"tele" öneki uzak anlamına gelen bir Yunanca sözcük, ötekiler
de sırası ile "ses”, "yazı", "görünü",
"resim"... anlamlarına geliyor ve böylece bu
uydurma sözcükler sırası ile "uzak-ses", "uzak-yazı",
"uzak-görünü", "uzak-resim"... gibi
anlamları veriyor bize. Gerçekten benzerlik çok o bizim uydurduğumuz
"tayyare" sözcüğü ile bunlar arasmda. Demek bizim aydınlar da
Arapçayı bir ölü dil gibi kullanmışlar.
Ancak,
saym dinleyiciler, böyle yararlı bir yolda kullanılan bir ölü dil mutlaka
okullarda okutulmalıdır. Batıda Yunancanın, La-tincenin okutulması da işte
bundandır. Biz telefon sözcüğündeki "tele"yi ve "fon"u
merak etmiyoruz bile, nedir bunlar diye... Ama Batı'daki okullarda okumuş biri
bilir bunu. Demek Arapça köklerden bizim yeni sözcükler, yeni terimler
uydurabilmemiz için o dilin okullarımızda okutulması gerekli oluyor, eskiden
olduğu gibi.
Ama
az önce okuduğumuz İkinci Mahmut'un sözlerini anımsarsak, Arapçanın yeni
zamanlarda nasıl güçten düşmüş olduğunu anlarız. Ne diyor İkinci Mahmut:
"Arapça kitaplar eksiktir, onlarla tıp bilimini öğrenemeyiz" diyor.
Arapçayı yeni sözcükler türeterek zenginliştirmek de bize düşmez sanırım. Biz o
dili zenginleştireceğimize, kendi dilimizi güçlendirsek daha iyi olmaz mı?
Kuşkusuz daha iyi olur, örneğin Almanlar hem ölü dilköklerinden yapılma
terimleri, hem de German köklü terimleri kullanıyorlar. Ama biz Arapça tıp
kitabını bırakıp Fransızca tıp kitabına geçmişiz; hep dilimizin
zenginleştirilmemesinden, güçlendirilmemesinden. Bir ulus her şeyden önce kendi
öz dilinin olanaklarını genişletmeye bakmalıdır.
12
Nisan 1975
II
Sayın
dinleyiciler,
Geçen
haftaki konuşmamın bir yerinde, bugünkü Batı dillerinin birer ölü dil olarak
kullandıkları Latince ve Yunanca ile yakınlıkları üzerinde durmuştum. Gerçekten
de onlar bir ailedir. Diller de, insanlar gibi aileler halinde yaşarlar. Size
bugünkü konuşmamda dil ailelerinden söz edeceğim ve bu konudan, Türkçenin
niteliği ve başka dillerle ilişkisi bakımından yararlanmaya çalışacağım.
Dil
bilginleri, çeşitli diller arasındaki benzerlikler üzerinde durarak, bunların
aynı bir dilden geldikleri varsayımını, kuramını ortaya atmışlardır. Gerçekten
de, birbiri ile ilgisiz, birbirine uzak bulunan diller arasındaki kimi
benzerlikler şaşırtıcıdır. Sözgelişi, İran nerde, İngiltere nerde! Ama Farsça
ile İngilizcenin benzerliği göze batacak gibi. Örneğin Farsçadaki
"peder", İngilizcede "father" olmuş çıkmış,
"birader", "brother", "mader", "mother"
olmuş... Dahası var, Farsça "tu", "sen" demek, Fransızcada
da öyle, ufak bir söyleyiş ayrımı ile Fransızlar "tu" diyorlar.
Farsçada "tu est", "sensin", Fransızlar ise "es"i
"e" okuyarak "tu es" diyorlar. Şu "est" "dır" cevher fiili, İngilizcede "is",
Almancada "ist" olmuş.
İşte
sayın dinleyiciler, dil bilginleri bunun gibi benzerlikler üzerinde durarak bu
dillerin aynı kaynaktan doğup dallanmış, çeşitlenmiş diller olacağı kanısına
varmışlar ve bu dillere "Hint-Avrupa dilleri" adını takmışlar.
Sanskritçeden tutun da, Hindistan'da konuşulan eski ve yeni diller, İslav
dilleri, Yunanca; Latince ve La-tinceden çıkma diller bu aileye giriyor,
bugünkü Avrupa dilleri.
Bu
diller arasındaki bir başka benzerlik üzerinde daha duralım: "Sad"
Farsçada "yüz" demek. Fransızcada "çent". Dil bilginleri bu
iki benzer sözcüğü temel alarak Hint-Avrupa dillerini "satem" dil
topluluğu ve "centum" dil topluluğu diye İlciye ayırmışlar. Böy-lece
dallandırmışlar Hint-Avrupa dil ailesini. Hint dillerini, Farsça-yı, İslav
dillerini birinci topluluğa, geri kalan Batı dillerini öteki dil topluluğuna
sokmuşlar.
Başka
bir dil ailesine geçelim, Arapça ile Yahudi dillerine bakalım. Onların arasmda
da göze çarpan benzerlikler var. Sözgelişi, Araplar "selâm" diyorlar,
Yahudiler "şalom", Araplar "Allah" diyor, Yahudiler
"Eli". Araplarm "elif" dedikleri alfabenin ilk sesi' ilk
harfi, eski bir semitik dil olan Fenike dilinde "alef'dir,
"öküz" anlamına gelir, o harfin biçimi öküzün başından alınmadır.
Eski Yunanlılar bu alfabe işaretini Fenikelilerden alarak ona "alfa"
demişler. "Beta" da öyledir. Fenike alfabesinden alınmadır. Yakın
Doğu'da, Önasya'da konuşulan eski ve yeni diller-Sümerce bir yana bırakılacak
olursa-hep bu dil ailesindendir. Habeşçe de öyle. Bunlara "Ivrit
dili" (Yahudi dilleri) yahut "Semitik diller" deniyor. Semitik
dillerle akraba olan "Ham" dilleri, bugün Kara Afrika'da konuşulan
dilleri içerir.
Görüldüğü
gibi saym dinleyiciler, Türkçe bu iki aileden de değil. Dil bilginleri, buna
bakarak, Hint-Avrupa dillerinden de, Semitik ve Hâmi dillerden de ayrı bir
"Türk dilleri" ailesinin bulunduğunu saptamışlar. Buna "Türk-Hun
dilleri" de denir.
Konuşmamın
başmda da söylediğim gibi, Avrupalılar, birer ölü dil olarak kullandıkları,
kendi terimlerini ürettikleri Yunanca ve Latince ile dil akrabalığı
içindedirler. Öysa bizim dilimizi, Türk-lerin İslâm olmalarından sonra var gücü
ile doldurmuş bulunan Arapça ile Türkçe aynı dil ailesinden değil.
Bu
ayrılık, dilimizin ses ve söz yapısmda yığınla uyuşmazlık doğmasma neden
olmuştur. Hele okullarımızdan Arapça öğretimin kalkmasından sonra bu uyuşmazlık
birtakım söyleyiş güçlüklerine yol açmış bulunuyor. Bugün özellikle
gençlerimizin yaptığı birtakım söyleyiş yanlışlarının çoğu, dilimizde kalmış
olan Arapça sözcüklerle ilişkilidir. Bir örnek üzerinde durayım: Gençlerimiz şu
"hatıra" sözcüğünü, son hecesini uzatarak "hatırâ" diye
söylemektedirler. Oysa "hatıra" sözcüğünün ilk hecesi uzun, öteki
heceleri kısadır. "Hatırâsma" değil, "hatıratasma” dememiz
gerekir. Ama bu güçlüğü ortadan kaldıracak en kestirme yol, en köklü çare, o
" hatıra" sözcüğünü bırakıp "anı" demektir. İki hecesi
de kısa bir sözcük "anı".
Bu
örnekler çoğaltılabilir, cima bu işi biraz daha ileriye bırakalım da, diller
arasında bir başka açıdan yapılmış olan başka bir bölümleme üzerinde daha
duralım. Türkçenin dünya dilleri içindeki yerini belirlemek amacımız. Böylece
hangi sözcüklerde söyleniş bakımından yanlışlara düşüyoruz, niçin düşüyoruz,
kendiliğinden ortaya çıkacak.
Biz
şimdi gelelim o ikinci bölümlemeye. Bu da, dillerin sözcük yapıları göz önüne
alınarak yapılmış bir bölümlemedir saym dinleyiciler. Diller gene üçe ayrılıyor
bu bölümlemeye göre: "Tek heceli diller", "bükünlü diller",
"eklemli diller". Tek heceli dillere örnek Cincedir,
bu dilde bütün sözcükler tek hecelidir. Siyam dili de öyle. Bükünlü dillere
gelince, bunlar sözcük köklerinin biçim değiştirdikleri dillerdir. Başka bir
deyişle, bu dillerdeki kökler, önek alır, araek alır ve böylece değişikliğe
uğrar.
Bükünlü
diller topluluğunda, az önce söylediğimiz birbirinden ayrı dil aileleri arasmda
bir karışma oluyor. Bu kez bakıyorsunuz, Arapça onunla aynı dil ailesinden
olmayan Hint-Avrupa dilleriyle benzeşiyor. Gerçekten de, Arapçada sözcük
kökleri, Hint-Avrupa dillerinde olduğu gibi, önek alarak biçim değiştirirler.
Bu konuşmada Arapça ile Türkçenin karşılaştırılması üzerinde duracağımız için,
örneklerimizi Arapçadan getirelim.
Sözgelişi,
şu Arapça sözcüklerde kökü bulmak, Arapça okumamışlar, en azından Arapça alfabeyi
bilmeyenler için çok zordur: "Cami", "mecmua",
"cuma", "cemaat"... Bu sözcüklerde gerçi hep aynı ses
kulağımıza çarpıyor, bunlar da "ce", "me", "a"
sesleri. O dört sözcüğün kökünde bu sesler var, bunlar o sözcüklerin kökünü
oluşturmuştur. Ama biz bunlarm Latin alfabesiyle yazılışında kökleri açık seçik
olarak göremeyiz, kiminin başma, kiminin ortasma başka sesler karışmıştır.
Demek ki, Arapça sözcük ailelerini tanımak bizim için olanaksızdır. Hele o
sözcüklerde Arapça bir "ayın" sesi, harfi var ki, onu kendi
alfabemizde gösteremiyoruz. Böyle olunca, dilimize girmiş Arapça sözcüklerde
yanlışlar yapmamız olağanlaşır. Sözgelişi "cami" sözcüğünün sonunda,
bizim göremediğimiz o "ayın" ünsüzü var, ama biz o sözcüğe tümleç eki
getirdiğimizde "aym"ı hiç hesaba katmıyoruz. "Camisi"
deyiveriyoruz. Bunu başka bir örnekle daha iyi belirtebileceğim! sanıyorum. "Mevzu" sözcüğünün sonunda da o
"ayın" sesi var. Ama biz ona tümleç eki getirdiğimiz zaman,
"mevzuu" dememiz gerekirken, "mevzusu" diyoruz. Yanlıştır
bu. Eğer "mevzu" sözcüğünü kullanmaz, onun yerine Türkçe
"konu" dersek böyle bir yanlıştan kurtulur ve anadilimizle anlaşmış
oluruz. Böyle yaptığımız için, bize "Güzel Türkçemizi bozuyorsunuz"
diyenlere hak vermek doğru mudur?
Batı
dilleri de böyledir saym dinleyiciler, onların sözcüklerinde de kök, birtakım
öneklerle örtülür, değişir, gizlenir.
Şimdi,
sözcük kökleri bakımından yapılan bu bölümlemede Türkçenin yerini bulalım. Türk
dillerinde sözcük kökleri değişmez; kök, sözcüğün başında, besbelli olarak
kendini gösterir. Demek ki, Türk dillerindeki sözcük kökleri önek almaz. Kök,
sol başta, değişmeden durur, bütün ekler, takılar, bu kökün sağında sıra ile
dizilirler.
İşte
bizim dilimizi yüzyıllardır etkilemiş olan Arapça, bu bakımdan da Türkçeye çok
uzak bir dil topluluğunda bulunduğu için, bu iki dil hiç bir zaman
kaynaşamamış, birbirine yamalı kalmıştır. Başka bir deyişle, biz bozuk bir
Arapça konuşmuşuzdur, gene de kimi sözcüklerde o bozukluğu sürdürüyoruz.
Sözgelişi, eskiden "dil" karşılığı "lisan" sözcüğünü kullanıyorduk^
Yeniler, Arapça okumadıkları ve Arapça alfabeyi bilmedikleri için, bu sözcüğü,
ilk hecesini uzatarak "lisan" diye söylüyorlar. Yanlıştır, ilk heceyi
uzatmamak gerekir. Ama bunu öğrenmeye ve öğretmeye çabalayacağımıza, onun
Türkçesini kullansak, "dil" desek daha iyi olmaz mı? Bize,
"Güzel Türkçemizi bozuyorsunuz" diyenlere sorsak, "Lisan
niçin dil'den daha güzel olsun?" desek, bize ne yanıt verirler?
Bakın,
"yanıt" dedim, "cevap" demedim. O "cevap"
sözcüğünde ikinci hece uzundur, ama biz bunu, sözcüğün yalın durumunda
anlayamıyoruz. Ne zaman uzun okunacak, ne zaman kısa? Bununla yorulacağımıza,
Türkçesini söylesek daha doğru olmaz mı? "Cevap" ek aldığında, ikinci
hece uzar, "cevabı" olur.
Demek
ki, Arapça, hem başka bir dil ailesinden, hem de onun sözcük yapısı Türkçenin
sözcük yapısından çok ayrı. Halkımızın çektiği sıkıntı hep bu ayrılıktan, bu
başkalıktan doğmaktadır. Daha başka sözcükleri alarak örnekleri çoğaltmadan
önce, şurada hemen belirtelim ki, dilde özleşme akımının karşısına aldığı, Türkçeden
temizlemek istediği sözcükler, işte bu başka dil ailelerinden, bu başka
yapıdaki dillerden gelme sözcüklerdir. Yabancı bir dilin sözcükleriyle, üstelik
onları kaçınılmaz olarak yanlış söylemek yolu ile hiç "güzel bir
Türkçe" kurulabilir mi?
Yıllar
önce bir radyo spikerimiz "teyakkuz" diyeceği yerde
"ta-kayyuz" deyivermişti de, eskilerce, yaşlılarca alaya alınmıştı.
Çünkü o eskiler, o yaşlılar bu Arapça sözcüğün doğrusunu biliyorlardı, çünkü
eski yazı biliyorlardı. Arapça "teyakkuz", "yakaza" kökünden
gelen bir sözcük, "uyanıklık" demek. Bizde eskiden söylenen,
"Sizi teyakkuza davet ederim" sözünün Türkçesi "Sizi
uyarırım." Gerçi o spikeri alaya aldılar, ama haksızdılar; çünkü spiker
gençti, Arapça okumak şöyle dursun, eski yazıyı da bilmiyordu; demek ki,
sözcüğün kökünü, ekini birbirinden ayıracak durumda değildi. O spiker için ha
"teyakkuz" olmuş ha "takayyuz", hepsi birdi. Bilinmeyen,
öğretimi olmayan yabancı dillerden alınma sözcüklerde bu tür yanlışların
yapılacağını olağan karşılamak, doğal karşılamak gerekir.
Daha
tuhafı, Arapça sözcüklerle, Batı dillerinden gelme sözcüklerin
karıştırılmasıdır. Size bunu gene bir örnekle anlatayım:
Yıllar
önce çalıştığım bir gazetedeki genç bir arkadaşım, Fransızca "etoile"
sözcüğü ile Arapça "etfal" sözcüğünü karıştırmıştı. O zaman
İstanbul'da Beyoğlu'nda bir "Etoile" sineması vardı, bu sinema sonra
admı değiştirdi, Türkçeleştirdi, "Yıldız" sineması oldu. Fransızca
"etoile" sözcüğü, bilindiği gibi, "yıldız" demektir. Bir de
"Etfal" hastanesi vardı, şimdi onun adı" Çocuk Hastanesi"
oldu. İşte o genç gazeteci arkadaşım, bu iki sözcüğü birbirine karıştırmış,
"etoile" diyeceği yerde, "etfal" demişti. Yanı sinemeya
"çocuklar" admı takmıştı bilmeden. Arapça "tıfl", "çocuk"
demektir. Arapça bükünlü dillerden olduğu için, demek ki Arapça köklere önek
getirildiği için, "tıfl"m çoğulu "etfal" oluyor,
"çocuklar" demek. Sinemanın da, hastanenin de admı değiştirip, birine
"yıldız", ötekine "çocuk" denilince bu yanlışlık ortadan
kalkmış oldu. Şimdi gelip de bize, "Güzel Türkçemizi bozuyorsunuz"
demenin bir anlamı var mı?
Arapçayı
baş tacı eden eskiler, Türkçeyi aşağı görmekte öylesine ileri gitmişlerdi ki,
onlar için Türkçe diye bir dil yoktu nerdeyse, onu kaba, bilgisiz insanlar
konuşurlardı, en saygm dil Arapçaydı onlar için. Sözgelişi "ev"
demezlerdi de, "hane" derlerdi, "kız kardeşim" yerine
"hemşirem", "erkek kardeşim" yerine "biraderim",
"eşim" yerine "refikam" hatta "refikam cariyeniz"
demeyi daha güzel bulurlardı.
Dilimizi
aşağı görmek alışkanlığı, sonradan Batı dilleriyle ilişki kurulunca da sürüp
gitmiştir sayın dinleyiciler. Örneğin bir ünlü ozanımız, Servet-i Fünun
ozanlarından Cenap Şahabettin'in bir şiirinde şöyle bir dize vardır:
Na
'şı evrak ile dolmuş lâklar
Buradaki
"lac" sözcüğü, bilindiği gibi, Fransızcadır, "göl"
demektir. Ozanımız, yarı Arapça, yarı Fransızca ile şunu söylüyor: "Göller
yaprak ölüleriyle, cesetleriyle dolmuş".
"Na'ş"
cenaze demek, "evrak" ise Arapça "varak" sözcüğünün çoğulu,
"yapraklar". Gene bir önek almış Arapça bir sözcük. Düşünün ki, ozanımız,
Arapça bir sözcüğü Türkçe kurala göre çoğullan-dırmıyor, çoğul yapma işinde
Arapça kurala uyuyor. İşte dilimize Arapça, yalnızca sözcükleri ile değil,
kuralları ile de girmiş derken bunu anlatmak istiyoruz. Bunun yanma bir de
Fransızca "lac" sözcüğü getirilince, o dize büsbütün gülünç bir
duruma giriyor. Bana sorarsanız, "etoile"e "etfal",
"teyakkuz"a "takayyuz" demek değildir gülünç olan, okumuş
yazmış, Arapça, Fransızca bilen aydınlarımızın, Türkçemizi içine soktukları bu
durumdur.
Geçen
konuşmamda Yunus Emre'de gördüğümüz "od" sözcüğünün unutulup, onun
yerine Farsça "âteş"in alındığından söz etmiş ve diller arasında bü
gibi alışverişlerin olabileceğini söylemiştim. Ama yabancı dillerin bizim
dilimiz üzerindeki etkisi böyle birkaç sözcükte kalmamış, hatta sözcüklerde
kalmamış, dilimizin sözcük dağarcığı ve kuralları tümden silineyazmıştır. Buna
elbette bir gün "Dur!" denecekti. İşte, aşağı yukarı elli altmış
yıldır Türk aydınlarının gerçekleştirmek için çabaladıkları iş budur.
Eskiler
okullarımızda Arapça öğrendikleri ve o zaman yazımızda Arap alfabesi
kullanıldığı için, bu yabancı dilden alınma sözcükleri anlıyorlar,
kullanabiliyorlardı. Dahası o Arapça sözcük kölelerinden yeni sözcülder
türetebiliyorlardı. Ama okullarımızdan Arapça kaldırıldıktan sonra, daha bir
süre Arap alfabesiyle öğrenim görenler, sayısız yanlışlar yaparlardı. Bu
yanlışları, Arap yazısını bilmeyen yeni kuşaklara anlatmak olanaksızdır.
Belleğimde kalmış bir örneği anlatıvereyim: Eskiden, şiirlerde de geçen bir
"fevç" sözcüğü vardı, "bölük" demektir. Bizler bunu
"foç" diye okurduk.
Hani
Yahya Kemal Beyatlı'nm "Mahurdan Gazel" adlı şürinde geçer:
Halk-ı
Sa'dâbâd iki sahil boyunca fevç fevç
Va'de-i
teşfifine alkış tutarken dûrdan
Cedvel-i
Sîm'in kenarından bu âvâzın Kemal
Koptu
bir fevvare-i zerrin gibi mahurdan
Çünkü
Arapçada doğru okumaya yarayan sesliler yoktur. Demek ki, biz o zaman, dilimize
germiş yabancı bir sözcüğün doğru okunuşunu ancak kulaktan, ya da birtakım
işaretlerden öğrenebiliyorduk. Düşünün, anlamını bilmediğimiz, günlük dilde
kullanmadığımız bu ve buna benzer sözcükler yüzünden ne durumlara düşüyorduk o
zaman!
Türkler
tarih boyunca çeşitli alfabeler kullanmışlardır. Bunların içinde kendi
yarattıkları Kök-Türk alfabesi olduğu gibi, yabancı dillerden aldıkları
alfabeler de vardı. Ama bunların tümünde Türkler, seslilere büyük önem
vermişler, aldıkları yabancı alfabelere kendi seslilerini sokmakta çok titiz
davranmışlardır. Bu iş Arapçada da oldu. Biz Arap alfabesiyle sıkıntı
çektiğimizi görünce, onu "sesliler" bakımından zenginleştirmeye
kalkmışızdır. Elbet son dönemlerde olmuştur bu iş. Ama Arap'ın alfabesinde de
değişiklik yapılmasına karşı duranlar buna kızmışlar, "Olamaz!"
demişlerdir. Bunu bir örnekle anlatayım. Arap alfabesiyle "Türk"
sözcüğü, eskiden "terk" gibi yazılırdı. "Terk etmek",
"bırakmak" demektir, bildiğiniz gibi. Böyle bir yanlışlığı önlemek
için, o sözcüğün başındaki "t" den sonra bir "vav"
getirerek "Türk" okunmasını sağlamak isteyenleri, Arapça düşkünleri
"Vavlı Türk" diye alaya almışlardır.
Alfabe
değişikliği, bir araç değişikliği gibi basit bir değişiklik sayılmamalıdır.
Dilimizin kendini bulması ile sıla sıkıya ilintilidir bu olay. Önek alan,
kökleri biçimden biçime giren Arapça sözcükler, bizim yeni alfabemizle artık
kolay ve doğru okunamaz duruma gelmişti. Böylece o dilden gelme sözcüklerin
okunmasında, anlaşılmasında güçlükler arttıkça arttı; yabancı sözcüklerle
savaşım, onların yerine Türkçelerini koymak zorunlu oldu çıktı.
Özetlersek,
önce okullardan Arapça öğretimin kaldırılması, arkasından alfabede yapılan
değişiklik, dilimizdeki o yabancı sözcüklerin durumunu büsbütün sarsmış oldu.
İyi de oldu, böylece bizlerde kendi dilimiz üstüne bir bilinç uyandı.
19
Nisan 1975
III
Sayın
dinleyiciler,
Bugünkü
konuşmama, yabancı dillerden oldukları için yeni kuşaklarca çoğunlukla yanlış
söylenen birkaç sözcükle başlıyorum. Örneğin şu "mizah" sözcüğünü
alalım. İki heceli olan bu sözcüğün ilk hecesi kısa, ikinci hecesi uzundur. Bir
daha okuyorum: Mizah. Oysa genç kuşaklarca çoğun bu.sözcük
ilk hecesi uzun olarak, "mizah" diye söyleniyor. Genç kuşakların bu
yanlışı yapmaları nedendir dersiniz? Geçen konuşmalarımda da söylediğim gibi,
genç kuşaklar, bu sözcüğün Arap alfabesi ile nasıl yazıldığını bilmedikleri
için düşüyorlar bu yanlışlığa. Çünkü onlar, Arap alfabesiyle yazılan
"mizah" sözcüğünde, m ile z arasında sesli harf bulunmadığını
öğrenmemişlerdir doğal olarak, öğrenemezlerdi. Oysa yeni alfabemizde bir
"mizah" sözcüğünün ilk hecesine bir sesli koymak zorunda kalmışız.
Ama bu, kısa okunması gereken bir seslidir. Oysa oradaki i'yi uzun okumakla
yeni kuşaklar sözcüğün yabancı olduğunu sanki sezmişler de ondan böyle
yapıyorlarmış izlenimi uyandırıyorlar. Gerçekten de sayın dinleyiciler,
Türkçede uzun hece yoktur. Bizim dilimizdeki uzun heceli sözcüklerin tümü
yabancı dillerden gelmedir. Fakat "mizah" sözcüğündeki ilk hece
aslmda da uzun değil. Onu i'yi uzatmadan okumalı, "mizah" demeli,
"kral", gibi "sınav" gibi. Oysa bu son sözcükleri, ilk
seslileri uzatarak "kîral", sînav" gibi okumak, söylemek nasıl
yanlışsa, "mizah"ı da "mizah" diye okuyup söylemek öyle
yanlıştır.
"Mizah"
sözcüğünde ikinci hecenin uzun olduğu ise, sözcük bir ek aldığında ortaya
çıkıyor. Sözgelişi, "Shakespeare'in mizahı çok güçlüdür" tümcesindeki
"mizahı" sözcüğünün ikinci hecesi
uzun
okunur. Bu sözcüğün sıfat biçimi de ikinci hecenin uzun olduğunu gösterir:
"Mizahî". Burada sıfat eki olan sonraki "i" uzun okundu.
"Mizah" sözcüğü Türkçe olmadığı gibi, sondaki o sıfat eki de Türkçe
değildir.
İşte
sayın dinleyenlerim, geçen konuşmalarımda kökünü bilmediğimiz, kendi yazmamdaki
yazılışını öğrenemediğimiz bir yabancı sözcüğün söylenişinde yanlışlara düşmek
olağandır derken bunu anlatmak istemiştim. "Mizah"ı,
"mîzah" diye yanlış söyleyeceğimiz yerde, onun Türkçesini bulsak,
kullansak, diyelim "gülmece" sözcüğünü yeğlesek daha iyi olmaz mı?
Nasıl boyuna yanlış söylenen, "hatıra" deneceği yerde
"hatıraa" diye üçüncü hecesi yanlış yere uzatılan o sözcüğü atıp
yerine Türkçesi olan "anı"yı kullanmakla bir yanlıştan kurtulmuşsak,
"mîzah" diye yanlış söylemekten, okumaktan bir türlü kurtulamadığımız
bu sözcüğü de bir yana bırakarak, onun yerine "gülmece" dedik mi,
bütün güçlükler, yanlışlar ortadan kalkar. Çünkü biz anadilimizde böylesi
yanlışla-ra düşmeyiz.
Buna
benzer bir örnek daha var, gene çoğunlukla genç kuşaklar "hülâsa"
demiyorlar, "hülâsa" diyorlar, yanlış olarak üçüncü heceyi
uzatıyorlar. Sözcük ek aldığında bu yanlış daha çok ortaya çıkıyor.
"Hülâsâsı" örneğinde olduğu gibi. Oysa burada da üçüncü hecenin uzun
okunmaması gerek, "hülâsâsı" değil, "hülâsası" denmesi
gerekir. Bakın, bu aileden bir de "telhis" sözcüğü var ki, artık
dilimizden çıkıp gitmiş gibidir, ancak eskiler arada bir kullanıyorlar. Şimdi
sayın dinleyiciler, öğretimi ortadan kalkmış, bizi artık hiç ilgilendirmeyen
bir yabancı dilin arta kalmış sözcüklerini yalan yanlış konuşmaktan, eskilerin
eleştirilerini üzerimize çekmektense, o sözcüğün Türkçesini kullansak,
sözgelişi "hülâsa" yerine "özet" desek daha iyi değil
midir? İşte Türkçecilik bizi bu gereksiz güçlüklerden; yanlışlardan kurtaran en
doğru yoldur.
Şimdi
başka bir sözcük üzerinde duralım sayın dinleyiciler: Bu sözcük de yabancı.
Arapçadan girmiş dilimize. "Hibe" sözcüğünü alıyorum. Bilmem dikkat
ediyor musunuz, yeni kuşaklar onun da birinci hecesini uzatıyorlar.
"Hîbe" diyorlar. Oysa o sözcüğün birinci hecesi uzun değil, loşadır.
"Mizah" sözcüğünde olduğu gibi, "hibe" sözcüğünde de h
ile b arasında bir sesli yok, Arap sesliden hoşlanmadığı, onu
kullanmadığı için /z'den b'ye sanki arada bir i varmış gibi
geçiveriyor. Sözcüğün aslındaki yazılışını bilmeyen bir Türk gencinin, burada
bir i varmış ve bu i uzun okunurmuşçasına sözcüğü
"hîbe" diye söylemesi şaşılacak bir şeydir. Bunun yerine Türkçesini
kullansak, "bağışlama" desek kalkar ortadan bütün güçlükler.
Sonra
şu "dahi" sözcüğünü alalım sayın dinleyiciler. Ancak "dahi"yi incelemeye girmeden, şuracıkta aklıma geliveren
bir konuya dokunayım. Belki bütün konuşmalarımda sık sık geçen
"sözcük", İçiminizi düşündürmüştür. "Kelime" karşılığı
olarak kullanıyorum onu. "Neden", diyeceksiniz, "kelimeyi
atıyoruz da, yerine sözcük diyoruz?" Yukardan beri anlattığım nedenlerden
ötürü sayın dinleyiciler. O "kelime"yi de, Arapça okumamışlar, Arap
yazısı öğrenmemiş olanlar, ikinci hecesini uzata uzata "kelime" diye
söylüyorlardı çoğun. Sonra o sözcüğün ailesinden olan "tekellüm",
"mütekellim" de dilimizden gitti. Bir dilin sözcükleri tek tek
öğrenilmez, "kelime"yi bırakacak, yerine Türkçesini kullanacaktık
elbet.
Biz
şimdi dönelim o "dahi" sözcüğüne. Bunu da çoğunlukla "dâhi"
diye söylüyorlar. Örneğin, "Ahmet dâhi gelmedi" diyorlar. Yanlış. Bu
sözcüğün de ilk hecesi kısa, ikinci hecesi uzun okunmalı. Arapça
"dahî" dilimizde ayrı yazılan de-da bağlacı ile karşılanır:
"Onun da hakkı var" tümcesinde olduğu gibi. Ancak sayın
dinleyenlerim, bitişik yazılan de-da '1ar "kalma" durumunu
gösterir, bizim konumuz olan "dahî" ile bir ilintisi yoktur.
"Bahçede oturdum" gibi. Ancak biz "dahî" ile
"dâhi"yi karıştırırsak, çoğu zaman anlatmak istediğimiz konuyu Arap
saçma döndürebiliriz: "O dâhi gelmedi" dersek, karşımızdakinde
gelecek adamm bir "dâhi", bir üstün kişi olduğu sanısı uyanır. Onun
için kullanacaksan doğru kullanalım, "dâhi" demeyelim,
"dahî" diyelim son hecesini uzatarak, ilk hecesini değil. Banan sorarsanız,
"O dâhi gelmedi" diye yanlış söyle olasılığı bulunan tümceyi, "O
da gelmedi" biçiminde söylemek en iyisidir. Başımıza ne geliyorsa hep
yabancı sözcüklerden geliyor. Konuşurken olsun, yazarken olsun, Türkçe
sözcüklerde yanlışa düşmeyişimiz, ya da düşülen yanlışların çok az oluşu ne
öğreticidir! Giderek biz okuması yazması olmayan yaşh bir insanımızdan, kimi
sözcüklerin en doğru söylenişini öğrenebiliriz. Çünkü Türkçe bizim
anadilimizdir. Kurallarını, özelliklerini bilmeyebiliriz, ama onun sözcükleri
bize yabancı değildir.
Şimdi
üçüncü bir örnek üzerinde daha durmak istiyorum sayın dinleyiciler: O da
"seri” sözcüğü. Ne anlama geliyor bu sözcük? Söylenişe göre değişir.
Doğrusu ben onu kullananları dinlerken çok kez şaşırıyorum, acaba
"hızlı" anlamına mı, yoksa "dizi" anlamına mı diye.
Yanlışlık burada da öyle, yabancı sözcüklerde çoğu kez gereksiz olarak
yaptığımız uzatmalardan doğuyor. Arapça "seri" sözcüğünün sonunda,
bizim alfabemizde gösterilmeyen bir "ayın" ünsüzü (konsonu) vardır,
gırtlak çarpması ile belli eder kendini. Ama o ses bizim konuşmamızdan silinip
gitmiştir. Yalnızca hocalar camilerde, gömme törenlerinde, hatimlerde Arapça
okur, Türkçe dua ederken bu "ayın"ı adam akıllı çatlatırlar. Biz de
onlara öykünerek "seri" sözcüğünü şöyle "seri' " diye
çatlata çatlata okumamız gerekir. Ama bu yapılamadığı için, sözcüğün ikinci
hecesi dilimizde uzayıvermiştir, "ayın" yerine uzun bir
"i", "serî".
Şimdi
bakm yanlışlık nasıl doğuyor! Bir de Fransızca "serie" sözcüğü var
ya, "dizi" anlamma, işte bir Arapça ile bir Fransızcanm karışması
Türkçemizi içinden çıkılmaz zor durumlara sokmaktadır. Sözgelişi, "Atatürk'ün
Söylev ve Demeçleri bu serî'den çıktı" sözü de, "Ahmet öyle seri
geldi ki..." sözü de yanlıştır. Birinci tümcede Atatürk'ün söylev ve
demeçlerinin "hızlıdan çıktığı", İkincisinde ise gelenin "dizi
halinde" geldiği anlamı uyanıyor. Biz Arapça sözcüklerle baş edemezken bir
de, bu örnekte görüldüğü gibi, Arapça bir sözcük ile Fransızca bir sözcüğün
karıştırılması, yanlışları, yanılmalara değin götürmektedir. Öyleyse biz de
bunlarm Türkçelerini kullanır, Arapça "seri" için "hızlı",
Fransızca "serie" için de "dizi" deriz, olur biter. "Atatürk'ün
Söylev ve Demeçleri bu dizide çıktı" ve "Ahmet öyle hızlı geldi ki..."
gibi.
"Sukut-u
hayal" çoktan beri "sükût-u hayal" oldu. Burada konumuz,
gerçekten çok değişik bir yön alıyor. "Sukut-u hayal" tamlaması,
Servet-i Fünûncularm uydurdukları bir söz, ama tamlayanı da, tamlananı da
Arapça. Neden böyle yapmışlar diye sorulacak olursa, eskilerce Arapçaya
gösterilen saygıyı bunun nedeni diye gösterebiliriz. O tamlamanın anlamını,
sözcüklerin sadece yerlerini değiştirerek şöyle çıkarabiliriz: "Hayal
sukutu". "Sukut", "düşmek" demek. Öyleyse
bu tamlamada hayal bir yerden düşüyor. Biz şimdi onu "düş kırıklığı"
sözü ile karşılıyoruz. Fakat öteki, o "sükût-u hayal" büsbütün başka
bir anlam veriyor: "Hayalin susması" olup çıkıyor. Bir yanlış
söylemenin getirdiği sonuca bakm!
Buraya
değin gözden geçirdiğimiz bütün bu örneklerdeki yanlışlar, hep yabancı
sözcüklerin doğru bilinmemesinden ve doğru söylenmemesinden. Bunlar da
genellikle uzatmalarda, kısaltmalarda ortaya çıkıyor. Bugünkü konuşmamda hep
yanlış uzatmalar üzerinde durdum. Bir de yanlış yere kısaltma örneği vereyim:
Bir konuşmacımız geçende "Fenerbahçe taraftarı" derken üçüncü heceyi
kısa okudu. Oysa "taraftârı" diye o heceyi uzun okuması gerekirdi.
Arapça
eğitimi yapılmadıkça alfabemiz Arapça sözcüklerin doğru okunmasını sağlayamaz.
Türkçenin talihsizliği, bunca etkisi altında kaldığı Arapça ile,
dil ailesi olarak ya da sözcük yapısı bakmamdan hiçbir yakınlığı
bulunmamasıdır. İşte Latin alfabesi bu açıklığı gözler önüne sermiş, bu yüzden
de Türkçecilik akımının hızlanmasında büyük yarar sağlamıştır. Bugün bizim
yapacağımız ilk iş, yanlış söylediğimiz Arapçayı bırakıp, doğru konuşmamız
kolay olan Türkçeyi güçlendirmektir.
Ama
okullarımızda Arapça okutulsaydı, alfabemiz Arap alfabesi kalsaydı bu yanlışlar
olmayacaktı denebilir. Fakat Sultan II. Mahmut'un (geçen konuşmamızda
aktardığımız) İstanbul'da Fransızca öğretim yapacak ilk tıp fakültesinin açılış
töreninde söylediklerini anımsayalım sayın dinleyiciler. Padişah o söylevinde,
Arapçı tıp kitaplarının artık çağın gereksinimlerini karşılayamadığını
belirtiyordu. Dokuzuncu, onuncu, on birinci yüzyıllarda dünya bilim, felsefe
tarihi açısından önemli bir görevi başarmış, eski Yunan kültürünü yeni çağlara aktarmış olan Arap kültürü, daha sonraki
dönemde yavaşlamış ve geri kalmıştı. Arap kültüründen, bir ölü dil olarak
Arapçadan yararlanmak boş bir umuttu artık.
Nitekim
toplumumuzda bir dil sorununun ortaya çıkışının, Cumhuriyetten önceki, demek
daha okullarımızdan Arapçanın kaldırılmadığı, alfabemizin daha değiştirilmediği
bir döneme rastlaması da, yeni bir kültüre yönelme gereksiniminin nicedir
duyulduğunu gösterir. Batı dillerinin etkilerini de ilerde gözden geçireceğiz
ve benzeri durumları belirteceğiz. Demek ki amaç, Türkçenin kendisini bulması,
özündeki güç ve değeri ortaya çıkarmasıydı.
Dilimizin
kendini bulması özlemini, önce ozanlarımız, yazarlarımız duymuşlardır. Önce onlarda
başladı Türkçe sevgisi, Türkçe saygısı. Bu sevgiyi, bu saygıyı besleyecek nice
örnek yapıt vardı geçmişimizde. İlk konuşmamızda bir şiirini verdiğimiz Yunus
Emre bunların başında geliyordu.
Ondan
ötesi yeni kuşakların yaratıcılığına bağlıydı. Çünkü dilimizin, en yeni
kavramları anlatacak bir güce erişmesi gerekiyordu. Bunun için ne diye yabancı
dillere avuç açacaktık? Türkçe yazmak, Türkçe konuşmak neden ayıp olsundu? Bir
aydın, bir yazar, bir ozan, halkının dilini kullanmakla elbette daha saygın bir
duruma geçecekti. Böylece halk, yazarının, ozanının ortaya koyduğu düşünceleri,
duyguları anlayacak, onlarla kaynaşacak, bir ulus bütünü içinde onlarla
birleşecekti. Aydınlar başka türlü, halk başka türlü konuşmayacaktı artık.
Halkımız, şiire, yazma, politikaya yabancı kalmayacaktı. Oysa,
bilindiği gibi, eskiden bu işler, şiir, yazın, politika, halktan ayrı, halkın
haberi olmadan, halk anlamadan yapılan işlerdi. Halk anlamasa da olur diye
düşünülürdü. Başka bir deyişle, aydınlar kendi aralarında yazıp çiziyorlar,
kendi aralarında ülkeyi yönetiyorlardı. Osmanlı döneminin durumu budur.
Ama
ulus bilincinin uyanması, bunun önkoşullarının ortaya çıkmış olması, dil
sorununu kaçınılmaz bir güncelliğe getiriyordu. İşte bu yüzden Türkçecilik,
Cumhuriyet döneminin belli başlı sorunlarından biri durumuna geldi.
26
Nisan 1975
IV
Saym
dinleyiciler,
Dilimiz
sorunu, yıllardan beri en güncel konulardan biri olma özelliğini sürdürüyor.
Elbette sevinilecek bir olaydır bu; anadili bilinci daha bir güçlenir
ulusumuzda, dilimizin zenginleşip gelişmesi sürecinde halkın ona ilgisi
gittikçe artar, ulusal bağlar sıklaşır, anlaşma kolaylaşır.
Ama
dilimiz konusundaki tartışmalara bakarsak, durum ner-deyse tam tersine
diyebileceğimiz bir özellik gösteriyor. Öyle ki, dilimizin özleşmesi
yolunda çalışanlarla, bu yolu beğenmeyenler, tutmayanlar arasında çok sert
çatışmalar oluyor. Nedendir bu? Dilimizi özleştirmeye çalışanlar, tutarlı bir
mantıkla davrandıkları kanısındadırlar. "Bilmediğimiz, öğrenemeyeceğimiz
yabancı sözcükler yerine bunların Türkçeleri varsa onları kullanalım,
Türkçe-leri yoksa, Türkçe köklerden ve eklerden yeni
sözcükler yapalım," diyorlar. Buna karşı olanlar ise, "Siz yaşayan
dili bozuyorsunuz," suçlaması ile başlıyorlar, ne uydurmacılıklarını
bırakıyorlar onların, ne hainliklerini. Evet, saym dinleyiciler, bu kavga
içinde özleştirmeciler, yurt hainliğine dek varan suçlamalara uğradılar.
Bugünkü
konuşmamda bu konuya değinmek istiyorum. Ama önceden şunu söyleyeyim ki,
dilimiz konusundaki tartışmalar ne denli sert olursa olsun, bundan korkmamalı,
üzülmemeli konuşmaların, tartışmaların bunca kırıcı olmasma. Dahası, sevinmeli.
Türkçeyi herkesin aşağı gördüğü yakın bir geçmişten bugünkü döneme gelişimiz,
sadece dilimiz için değil, ulusal birliğimiz için de yararlı bir gelişme
sayılmalıdır. Türkçecilik ya da Türkçeciliğe karşı olan tutum, bugün siyasa
alanını bile etkiledi, hükümet programlarında yer alacak denli önem kazandı.
(Sayın
dinleyiciler, şu son sözlerim arasında kullandığım "program" sözcüğü
üzerinde durmadan edemeyeceğim, onun için konuma biraz ara veriyorum.
"Program" sözcüğü de çoğun yanlış söylenen sözcüklerden biri. Okumuş
yazmışlar, yabancı dil bilenler arasmda bile onu yanlış söyleyenler çıkıyor.
"Porogram", ya da "proğram" diyenler var. Yanlıştır, neyi
nasıl söyleyeceğimize önem vermemiz gerek. Bakın, Türkçe Sözlük bu program'a
Türkçe bir karşılık gösteriyor, "tasımlama" diyor. Gerçi yaygm bir
sözcük değil daha, ama yazarlarımız hele bir dillerine dolasınlar, bakın nasıl
tutar, günlük dile giriverir.)*
Biz
gene konumuza dönelim. Türkçecilik akımının nasıl yayıldığını, güncel
sorunlardan biri durumuna geldiğini söylüyordum. Üstelik saym dinleyicilerim,
dilde özleşme akımına karşı olanlar bile, bakıyorsunuz, gene de yeni
sözcükleri, özleştirmecilerin buldukları, yaptıkları, yaydıkları sözcükleri
kullanıyorlar, dilde özleştirme akımına karşı düşüncelerini bu sözcüklerle
anlatıyorlar. Bu bir kazanç değil midir? Başka bir deyişle özleştirmecilik
akımının gücünü göstermez mi?
Şimdi
tartışmaların nerden çıktığı, ne biçimlere girdiği konusuna gelelim, şu
"yaşayan dil" sözünden başlayalım. Özleştirmeciler, bu yolda yürüyen
yazarlar, ozanlar, dilimizde karşılığı bulunan yabancı sözcükleri atıp onların
yerine Türkçelerini kullandıkça, eğer Türkçeleri yoksa,
Türkçe köklerden ve eklerden yeni sözcükler yapmaya kalktıkça, özleştirme
akımına karşı olanlar şöyle diyorlar: "Dil yaşayan bir şeydir, kendi
kendine değişirse değişir, oysa siz onu zorla değiştirmeye kalkıyorsunuz.
Halkımızın kullandığı bir sözcük yabancı bir dilden gelmiş olsa, yaşayan dile
girdiği için bizim malımız, yani Türkçe sayılmalıdır. Siz yaşayan dili bozuyor,
onun yerine yapma bir dil kurmaya kalkıyorsunuz."
İşte
böyle diyorlar saym dinleyiciler. Doğrusunu isterseniz, hiç de yanlış sözler
değil. Dil yaşayan bir şeydir ve onu hiç kimse istediği gibi, hani deyimi ile
söyleyelim, keyfi istediği gibi değiştiremez. Ama diller, bütün diller gene
zaman içinde değişiyorlar. Bunun kendi kendine olduğu da söylenemez. Yazarları,
ozanları, düşünürleri değiştirirler kendi anadillerini, çünkü bir zorunluluk
olarak dikilir bu iş karşılarına. Çağ, yeni kavramlar getirmiştir, yeni araçlar
getirmiştir, bunları adlandırmak gerekiyordun Bizim dilimiz de geçirdi eskiden
böyle önemli bir değişiklik, aşağıda yeri gelince değineceğiz. Burada şu kadarcığmı
söylemekle yetineyim ki,
' özleştiremciler, yaşayan
dil yetmediği ya da kimi yerde tutarsızlıklar, anlaşılmazlıklar gösterdiği
için, ortaya yeni sözcükler çıkarmak zorununu duyuyorlar. Geçen konuşmamda
verdiğim bir örneği yenileyeyim saym dinleyiciler: "Teyakkuz" mu,
"takayyüz" mü, diye çırpınacağımıza, bunun Türkçesini söylesek,
"uyarı" desek niçin yanlış olsun? Üstelik özleştirmeye karşı olanlar
içinde, savundukları eski sözcükleri doğru olarak bilmeyenler de çıktıkça durum
büsbütün karışıyor. Bilmedikleri bir dili "yaşayan dil" diye
savurv-mak durumunda kalmış oluyorlar bunlar.
Bu
konuya ilişkin bir anımı anlatayım: Yıllar önce haftalık bir gazetede,
basılacak yazıları dil bakımından okumakla görevli bulunuyordum. Benden yaşça
oldukça genç bir bayan yazarımız, yazılarında kullandığı eski sözcüklere
dokunmamamı benden istedi. Hakla vardı elbet, istemezse onun yazma biçimine
karışamazdık; ama o yazarın hiç olmasza sevdiği, tuttuğu dili bilmesini, iyi
bilmesini ondan istemek de bizim hakkımızdı. Bakın o yazar, o gün önümde duran
yazısmda, tanıdığı bir ev hanımını överken ona "haset" ettiğini
yazıyordu. Oysa "gıpta" ettiğini söylemesi gerekirdi. Haset kötü bir
duygudur çünkü, o duyguda kendilerini kaptırmış
olanlar "hasut" derler ki, hasutlar hiç kimsenin iyiliğini
istemezler, insanların mutluluğunu kıskanırlar. Oysa "gıpta" etmek
böyle değildir, gıpta etmekte bir yaklaşma, bir özenme, bir onun gibi olma
isteyiş vardır ki, hiç de kötü olmayan bu duygu için biz dilimizde
"imrenme" sözcüğünü kullanırız. "İmrendim onun başarısına"
deriz sözgelişi. Bunda düşmanca bir duygu yoktur.
İşte
özleştirmeciliği sevmeyen o yazarımız, kullandığı, sevdiği yabancı (bu örnekte
Arapça) sözcükleri gereğince bilmediği için düşmüştü bu yanlışa. Şimdi bize:
"Haset, hasut sözcükleri dilimize girmiştir, onları atmak doğru
değildir" diyenlere hak verebilir miyiz? Yaşam istemiyor mu bizden bu
alanda bir temizlik yapmamızı, bir yeniden değerlendirmeye girişmeyi? Bir
sözcüğü atmak, yerine bir başkasını koymak öyle kolayca olacak işlerden
değildir saym dinleyiciler, eğer birtakım yabancı sözcükler kolayca atılabili-yorsa,
bunda onların artık tutunamayacak duruma gelmelerinin etkisi büyüktür. Konuyu
biraz daha açayım.
Dilimizin
bilimsel düşünceye uyarak değişmesi, sanıldığı gibi, dediği dedik, akıllı ya da
akılsız üç beş kişinin isteği sonucu değildir. Değişen toplum böyle buyuruyor.
İstesek de, istemesek de ona uyacağız. Nitekim bizim toplumumuz geçmişte buna
benzer bir değişiklik geçirmiştir.
Türklerin
İslam uygarlığına girmeden önceki dilini bir düşünün. Arap'la, Fars'la ortak
uygarlık bize yeni yeni kurumlan zorlayınca, o zamanki Türkler düşünmüşler,
taşınmışlar, dilimizi bu değişikliğe uydurmamız gerekli demişler. Kur'an'm
buyurduğu hukuku kurmak için Arapçayı ölü dil olarak benimsemişler, terimleri o
dilden ya almışlar, ya kendileri uydurmuşlar. Evet, uydurmuşlar saym
dinleyiciler. Bunun gibi Fars şiirini kendileri için klasik saymışlar. Bunda
üzülecek bir şey yok, tam tersine, o günün gereklerine uygun bir iş
görmüşler... Avrupalı uluslarm, Latinceyi, Yunan-cayı benimsemeleri gibi.
Ama
bizim içine girdiğimiz Doğu İslam uygarlığı, gittikçe Batı uygarlığı karşısmda
güçten düşmeye başlamış. Ordumuzu düzeltirsek yetişiriz demişler. Nizam-ı Cedid
çıkmış, ama çöküşün önü almamamış. Yasaları değiştirelim demişler, Tanzimat
çıkmış, gene bir yarar yok. Bu gidiş ta Atatürk'ün laik devletine kadar gelir
dayanır. Laik devletle bizim toplumumuz çağdaş uygarlığa ayak atar. Doğu-İslâm
uygarlığı ile ilgisini keser. Bu durumda sözgelişi medeni hukuk dilimizi Mecelle
terimleri ile kurabilir miydik? Top-lumumuzun yeni duyguları, yeni kayguları
Fars şiiri geleneği içinde dile getirilebilir miydi? Kaside, gazel biçimleri
ile tiyatro yazabilir miydik? Bize yeni bir ölü dil, yeni bir klasik yazın
(edebiyat) gerekiyordu. Batı uygarlığı içindeki uluslarm ölü dili Latince idi,
Yunanca idi. Onlar bizim de ölü dilimiz olsun, terimlerimizi onlardan yapalım
denildi, ama tutmadı. Okullarımıza (bir ikisi bir yana) o diller konmadı. İşte
o vakit eski Türkçeyi, geçmişteki bu hâzineyi ölü dil gibi almak yolu ortaya
atıldı. Yoksa onu canlandırmak değildi amaç.
Demek
ki, İslam uygarlığına girdiğimiz zaman yaptığımız işi, bugün laik ve çağdaş
uygarlığa girdiğimiz için de yapmak zorundaydık. Okullarımızdan Arapçayı,
Farsçayı kaldırdığımıza göre, dilimizdeki Arapça, Farsça sözcükler de
tutunamazdı artık. Bu bir istek, duygu işi değildi. Dilimizi birbirleriyle
ilişkisiz bir sözcükler yığmı durumuna sokamazdık. Oysa bir dil tek tek
sözcüklerden değil, sözcük ailelerinden kurulur saym dinleyiciler.
Burada
kısaca sözünü ettiğim o eskiden geçmiş olay, Türklerin İslam uygarlığına
girdikten sonra dillerini değiştirmeleri olayı ne öğreticidir! Neredeyse bütün
uluslarm başmdan geçmiştir benzerleri. Diller değişerek yaşarlar. Bu
değişmeleri çağın koşulları zorlar. Ama bugün kalkıp da, "Böyle bir
değişme bin yıl önce olmuş bir kez, artık bir daha olamaz, biz o değişikliğe
uyup kalalım" diye düşünmek yaşama, değişime, gelişime aykırı düşmez mi?
Türkle-rin İslam uygarlığına girdikleri zaman dillerinde yaptıkları değişikliği
neden son değişiklik sayacak mışız? Yaşam bizi benzeri bir değişikliğe yeniden
zorlayamaz mı? Gerçekte zorlamıştır ve ileri atılmaya istekli Türk toplumu bunu
başarma yoluna girmiştir.
Saym
dinleyiciler, bundan önceki konuşmalarımda verdiğim örneklerle de göstermiştim
ki, biz Türkçe "ağu"yu atıp onun yerine yabancı "zehir"i,
Türkçe "sin"i atıp onun yerine yabancı "mezar"ı koyduğumuz
zaman -yedi yüzyıllık bir geçmişi var bu söylediğimin- evet, koyduğumuz zaman,
"yaşayan dil"i bunlardan hangisi gösteriyordu? Başka bir deyişle
"ağu" yaşayan dil iken atıldı ve onun yerini bir yabancı,
"zehir” aldı. Bizim şimdi yaptığımız iş bunun tersidir. Yaşayan dilde
gücünü yitirmiş olan yabancı sözcüğü bırakıp onun yerine Türkçesini geçirmek. "Haset"
ile "gıpta"yı karıştırıp duracağımıza böyle davranmamız daha doğru
değil midir?
Üstelik
Türkçeciler, "Dilimizden bütün yabancı sözcükleri atalım" demiyorlar.
Deseler de başaramazlar böyle bir işi. Çünkü dünyada yüzde yüz arı, saf dil
yoktur saym dinleyiciler. Hatta bin yıl önceki Türkçeyi diriltmek de değildir
özleştirmecilerin amacı, hiç değildir. Yukardaki örnek bize dillerin, birtakım
toplumsal değişmelerin zoru ile değişebileceğini gösterdiğine göre, çağdaş
anlamda uluslaşma sürecini yaşayan Türkiye, neden benzeri bir dil çabasına
girmesin? Kökleri bilinen, öğretilebilir, sözcükleri aileler halinde yaşayan
bir ulusal dil kurmasın?..
Biz
bugün Türkçenin eski metinlerinden yararlanmaya-kalkıyorsak, artık yaşamayan
birtakım, eski sözcükleri diriltmek anlamına bir çaba değildir bu; ama
Türkçenin kimi köklerini, kimi eklerini, yaşayan benzerleri ya da yalanları
varsa, neden yaşayışa geçirmeyi düşünmeyelim? Denemeyelim? Hatta bizim eski
sözcüklerimizden halkın dilinde yaşayıp da yazı dilimizden silinmiş olanlarını
neden kullanmaya kalkmayalım?
"Yaşayan
dil-yaşamayan dil" ayrımı, ister istemez "uydurmacılık" konusu
ile birleşiyor saym dinleyiciler. Onun için ben şimdi uydurmacılık tartışmasma
girerken, arada bir gene o "yaşayan dil" konusuna değinmek zorunda
kalacağım. Ama burada da, ayrıntılara girmeden önce, bir dilbilimcimizin
anlattığı bir öyküyü anımsadım. Bu dilbilimcimizin evinde -otuz kırk yıl önce
oluyor- köyden gelmiş küçük bir kız varmış. Bir gün dilci bir yolculuğa çıkmak
üzere toplanırken, bu küçük köylü kızdan bavulunu getirmesini istemiş. Kız
biraz sonra dönüp gelmiş, "Beyim sizin bavulun germeci kopuk" demiş.
O güne değin "germeç" sözcüğünü hiç duymamış olan dilbilimci, küçük
köylü kıza: "Germeç dediğin nedir?" diye sormuş. Kız da ona, bavul
kapağmm arkaya düşmesini önleyen iki iç yandaki bez bağları anlatmış. Bunun
üzerine dilbilimci, "Sizin köyde ona germeç mi derler?" diye sorunca
küçük köylü kız, "Hayır, bizim köyde böyle bir şey demezler, ben olsa olsa
germeç denir diye düşünerek öyle söyledim" demiş.
Saym
dinleyiciler, bir ulus dilini böyle yaratır işte, kendi dilinin yapışma uyarak,
kendi köklerinden, eklerinden yararlanarak ve bir benzerine bakarak uydurur. Bu
bakımdan dilde yaratma ile uydurma bir anlama gelir, özdeş işler sayılmalıdır.
Bugün okullarımızda okutulmakta olan geometri dersinin terimlerini çoğunlukla
Atatürk uydurmuştu. "Uydurma"yı böyle anlayınca ortada bir
anlaşmazlık kalmaz.
Ama
o sözcükte bir aşağılayıcı anlam da var ya, "saçma",
"anlamsız" yerine kullanılır, işte o yüzden yanlış anlamalara yol
açılıyor. Ama özleştirmecilere uydurmacı diyenler, kuşkusuz "uydurma"
sözcüğünün bu aşağılayıcı, alay edici anlamını öne sürüyorlar, "Siz
uydurduğunuz bu saçma sapan sözlerle yaşayan dilimizi bozuyorsunuz"
diyorlar. Bakalım, durum gerçekten öyle mi?
Tarihçi
Abdurrahman Şeref Bey, derslerinde "tradition" sözcüğünün karşılığını
ararken bir gün "an..an" demiş.
"An"‘Arapça "dan" anlamına gelir
saym dinleyiciler, o saym tarihçimiz de öğrencilerine "soydan soptan,
anadan, babadan gelen" kavramını anlatmak için kullanmış o Arapça
"an"ı, "dan" anlamına ve böyle arka arkaya söylediği için
de "an..an", "anane” oluvermiş, soyut ad niteliği kazanmış. İşte
size uydurma bir terim, hem de kendi köklerimizden değil, yabancı bir dilin bir
tümleç ekinden yapılma. Bildiğiniz gibi biz bugün bu sözcüğün Türkçe
karşılığını kullanıyoruz, "gelenek" diyoruz.
"Gelenek"
de uydurma elbet, "anane" gibi. Ama "gelenek"in
"anane"den bir ayrımı var ki, "gel" kökünden türetilmiş,
anlıyoruz ne demeye geldiğini aşağı yukarı, "gelen"le ilgili bir şey.
Sonra bu sözcüğün benzerleri de var dilimizde saym dinleyiciler,
"görenek" var, yeni yapılan "ödenek" var. Ama
"gelenek"in bilim terimi olarak tanımı ancak öğrenimle elde
edilebilir. Sanki okumamış biri "anane" sözcüğünü duyunca bir şey anlıyor
mu?
Bunun
gibi "millet" ile "vatan"ı Namık Kemal Arapçadan
uydurmuştu. "İdeal" karşılığı olarak "mefkûre"yi Ziya
Gökalp uydurmuştu. Bugün biz "mefkûre" karşılığı olarak
"ülkü" diyoruz. "Dikkat" sözcüğünü "attention"
karşılığı olarak bilim terimi yapan da Ziya Gökalp’tir. Sırası gelmişken şu
"dikkat" sözcüğü ile ilgili, geçmiş bir olayı anlatayım:
Ziya
Gökalp Türkçülüğün Esasları adlı kitabında açıyor konuyu... O zamanlar
felsefe terimlerini araştırıp bulmak için üniversitede bir kurul toplanmış. Bu
kurulda fesahatçılardan biri (fesahat, anlatışta düzgünlük, açıklıkta birlikte
ereğe uygunluk demek) evet, fesahatçılardan yani eski dil bilginlerinden biri, dikkat
sözcüğünün attention karşılığı olamayacağını ileri sürmüş. "Güya
dikkat kelimesi, dakik ince sıfatından iştikak ettiği için incelik mânâsına
imiş" diye alay eden Ziya Gökalp da, dikkat sözcüğünü halkın kullandığını
söylemiş. Fesahatçı, "halkın kullandığı tabirleri ilim kabul etmez. Doğru
olan kelimeler, kelimelerin eski şekilleridir." demiş.
Gerçekten
ilginç bir tartışma. Dilimizdeki yabancı sözcüklerin kökenlerini bilmemiz
gerektiğini savunan fesahatçılar, hele terim işinde, kolay kolay yerilemez.
Terim olacak bir sözcüğün, sınırları kesin olarak çizilmiş, açık seçik bir
anlama ve yalnız o anlama gelmesi gerekir. Bunu ise ancak kök anlamı sağlar.
Halkın kullandığı, çeşitli anlamlara gelen, istenildiğinde istenilen yana
çekilebilen, oynak, kaypak bir sözcüğün bilimde yeri
olamaz. Terimin anlamında da var bu tanım, smır demek o Latince sözcük, son durak
anlamına "terminal" de oradan gelir. "Terminus" Roma'da bir
Tan-rı'nın adıydı, Smır Tanrısı'nm. Okullarımızda Arapça okutulduğu, o dilden
yeni sözcükler üretildiği günlerde fesahatçılardan birinin Ziya Gökalp'a karşı
davranışı hiç de yanlış değildir. Onlar, yani fe-sahatçılar, Türkçeye
inanmamakla yanılmışlardır.
Ya
Ziya Gökalp ne yapıyor? Sözcüklerin kullanış anlamları ile yetinmemizi, o günkü
deyimi ile, "galat-ı meşhuru lûgat-i
fasi-ha'ya" yeğlememizi öğütlüyor. "Bir sözcük yanlış bir biçimde,
kurala uygunsuz olarak yapılmış durumu ile yayılmış olabilir, zararı yok, onu
kullanmak, kurala, ereğe yüzde yüz uygun olan sözcüğü kullanmaktan daha
iyidir," demek istiyor.
Daha
başka türlü söylersek, Ziya Gökalp, "Halkın bilinçsiz olarak bozup
kullandığı yabancı sözcükleri Türkçe sayalım" diyor. Çünkü Türkçe olan
"gözgü", "sayrı", "baskıç", "ağu" gibi
birçok sözcüğün canlı dilden çıktığını, bunların yerine de canlı olarak
"ayna", "hasta", "merdiven", "zehir"
sözcüklerinin geldiğini söylüyor. "Bir milletin lisanı kendi cansız
cezirlerinden değil, kendi canlı tasarruflarından mürekkep canlı bir
uzviyettir." diye yazıyor.
Ama
biz de ona sorabiliriz sayın dinleyiciler, Arapça, Farsça sözcükleri dilimize
halkımız mı soktu? Kim öldürdü "ağu" sözcüğünü? "Zehir sözcüğüne
can veren kimdir?
İşte
konumuzun en önemli yerine geliyoruz, Ziya Gökalp da, onu kendilerine destek
alarak özleştirmecileri yeneceklerini sananlar da, bir kez olmuş bitmiş bir
durumu, artık değişemez bir durum diye benimsememizi istiyorlar. Ziya Gökalp, yabancı
kaynaklı dikkat sözcüğünü, üstelde de yanlış olarak
"attention" karşılığı ortaya atabilecek, ama biz bugün ona benzer bir
öneride bulunursak "uydurmacılıkla, yaşayan dili bozmakla
suçlandırılacağız. Gene Ziya Gökalp, Arapça "fikir" sözünden bir
"mefkûre"yi türetecek ve bunu "ideal" karşılığı dile
yerleştirmeye çalışabilecek, ama bugün •bir Türkçeci kalkıp da, "O zaman
okullarda okutuluyordu,fikir'den mefkûre'nin
nasıl çıktığı bilmirdi, bugünse bilinmiyor, bilinemez de. Onun için biz bunun
yerine Türkçe bir sözcük bulalım" dedi mi, uydurmacılıkla suçlanacak.
Ziya
Gökalp bir yandan Türkçülüğün Esasları adlı kitabında, "Siyasi
kapitülasyonlar, siyasi istiklâl ve hakimiyete münafi olduğu gibi, lisanî
kapitülasyonlar da, lisanî istüdâl ve hakimiyete mü-nafidir"
diye yazarken, öte yandan Arapça "dikkat" sözcüğüne, taşımadığı bir
anlamı yüklemeye, üstelik de bu yoldan terim yapmaya kalkması anlaşılır bir şey
değildir. Ama bundan daha anlaşılmaz olanı, Türkçeciliğe
"uydurmacılık" diyenlerin, eski sözcükleri savunurken fesahatçılara
değil de, Ziya Gökalp'a dayanmaya kalkmalarıdır. Uydurmacılığa değil,
tasfiyeciliğe karşı olan Ziya Gökalp, Arapça köklerden sözcükler uydurma
yanlısı idi. Böylece bizim en büyük uydurmacılarımızdan biri olarak
gösterebiliriz onu.
Burada
kullanılan "uydurmacı" sözcüğünde hiçbir aşağılayıcı anlam
bulunmadığını açıklamaya gerek yok sayın dinleyiciler, ama onu öyle kullananlar
da bulunduğu için, burada hem Ziya Gökalp'a saygımızdan, hem de konumuz olan
uydurmacılığa açıklık getirmek ereği ile bunu belirtmeyi zorunlu bulduk.
Ziya
Gökalp, "Halk lisanında müteradifi bulunan Arap ve Fars kelimelerini
atmak, tamamiyle müteradif olmayıp, küçük bir nüansa
malik olanları lisanunızda muhafaza etmek" der. Önce şu Türk-çede
"müteradifi" yani "eşanlamlısı" olan Arapça, Farsça
sözcükleri ele alalım. Halk, Türkçede karşılığı olup da, okuryazarlar eliyle
dilimize sokulmuş kimi Arapça, Farsça sözcükleri, anlamlarını az çok
değiştirerek kullanmak yolunu tutmuş. Sözgelişi "siyah" ile "beyaz"ı
somut anlamda kullanmış. Ziya Gökalp, "Meselâ siyah yüzlü bir adamın alnı
ak olabilir, beyaz çehreli bir adamın yüzü kara çıkabilir" diyor. Saym
dinleyicilerim, Ziya Gökalp'tan yaptığım alıntıları, görüyorsunuz ki
Türkçeleştirmiyorum, kendi nasıl yazmışsa öyle bırakıyorum. Değiştirsem, ünlü
bilginimizin dil üstüne olan düşüncelerini de değiştirmiş olacağımdan korkarım.
Bakın, sözgelişi biz bugün "kara" sıfatını, Ziya Gökalp'm dediği gibi
hep soyut anlamda kullanmıyoruz; "Kara Afrika" diyoruz. Bir de şu
var, Ziya Gökalp'tan bu yana dilimizin ne anlaşılır, ne açık duruma geldiği de
anlaşılıyor böylece.
Biz
gene gelelim müteradiflere... Gerçekten de, dilimizde böyle eşanlamlı sözcükler
gittikçe çoğalmış, halicimiz da onlara ufak tefek anlam ayrımları koymuş.
Bunlar daha çok deyimlerde geçer saym dinleyiciler. "O deyimleri
kaldıralım, bir daha kullanmayalım," diyen yok. İstesek de yapamayız onu.
Ama Türkler İslâm uygarlığına girdikten sonra, birtakım deyimlerinden zamanlar
vazgeçmek zorunda kalmışlardır. İçindeki sözcüklerin ne demeye geldiği artık
bilinmeyen deyimler ortadan kalkar elbet bir gün. Sözgelişi bir "esamisi
okunmaz" deyimi vardı saym dinleyiciler, bakıyorum da son yıllarda
kullanılmaz oldu. Çünkü o deyimdeki "esami" Arapça "isim"in
çoğulu olan "esami" değilmiş gerçekte, "esame" imiş,
eskiden yeniçerilere verilen kimlik cüzdanının adı. Ama sanıyorum ki, o
"esame" de "esami"den bozmadır. Düşünün, anlamı bunca
karışık bir sözcükle yapılan bir deyim nasıl yaşar? İşte yavaş yavaş unutuldu gitti.
Biz
deyimleri kullanırken çok dikkatli olmalıyız saym dinleyiciler, onları
Türkçeleştirmeye kalkmamalıyız. Sözgelişi, şu "meydana geldi"
deyimini alalım. "Öyle bir vaziyet meydana geldi ki..." tümcesinde
kullanıldığı gibi. Şimdi kalkıp da bunu, "Öyle bir olay alana geldi
ki..." diye Türkçeleştirmek yanlış olur. Çünkü deyimlerdeki sözcükler, o
deyim içinde, o deyime özgü bir anlam yüklenmişlerdir, onları değiştirmek
anlamı değiştirmek olur. Bir örnek üzerinde daha duralım. "Fülûs-u ahmere
muhtaç oldu..." "Fülûs" Ösmanlı döneminde basılmış bakır ufaldık
para." "Ahmer" kırmızı demek. Şimdi biz bu deyimi, "Kırmızı
bakırı gereksedi" diye Türkçeleştirirsek hiçbir şey anlaşılmaz. Sırası
gelmişken söyleyeyim, "iflâs" sözcüğü de işte o "fülûs"dan .gelir. "İflâs etti" demek, o en
küçük paraya muhtaf olacak duruma düştü demek.
3
Mayıs 1975
Sayın
dinleyiciler,
1932
yılında toplanan Birinci Türk Dil Kurultayı, dil sorunumuzu şöyle belirtmişti:
"Halkımız
aydınların dilini anlayamamaktadır. Türkçemiz tarihsel süreci içinde Arapça ve
Farsça sözcüklerin baskınına uğrayarak ulusallığını ve öz benliğini
yitirmiştir. Ayrıca Doğu uygarlığı alanından çıkmış, Batı uygarlığına geçmiş
bulunuyoruz. Bu bakımdan dilimizi, içine girdiğimiz bu uygarlığın getirdiği
yeni kavramları karşılayabilecek bir düzeye ulaştırmak, geliştirmeliyiz. Bunun
için de dilimizin olanaklarından yararlanmalıyız. Özellikle halkın konuşma
dilinden, eski yapıtlardan tarama, derlemeler yapmalıyız. Türkçenin sözcük
türetme yollarmı araştırmalı, bunlarla yeni sözcükler türetmeliyiz."
Burada
kısaca ve çok yerinde olarak belirtildiği gibi, Türk dili-ni öz benliğine
kavuşturmak, onu çağdaş uygarlığın getirdiği yeni kavramları karşılayabilecek
bir düzeye ulaştırmak, sadece bir iyi niyet işi değildir; bunun için baş vurulacak kaynaklarımız, canlandırılacak nice güçlü
zenginlik damarlarımız vardır. Bu amaçla, halkın konuşma dili yanında eski
yapıtlardan yararlanmak yöntemleri de göz önünde tutulmalıdır. Gerçekten de
saym dinleyiciler, hallen benliğinde koruyup beslediği
güzel Türkçe ve bugün elimizde bulunan kimi eski yapıtlar, Türkçecilik için
köklü bir geçmiş ve çok sağlam dayanaklar bulunduğunu gösteren olgu ve
belgelerdir. Türk Dil Kurumu, Birmci Türk Dil Kurultayı'nda belirtilen amacı
gerçekleştirecek görevleri yerine getirmiş ve bu alanda birçok yapıt koymuştur
ortaya. Tarama Sözlüğü, Derleme Sözlüğü, Türk Dili Araştırma Yıllığı -
Belleten bunlar arasında sayılabilir.
Onlara
gelmeden önce, bugünkü konuşmamızda, eski belgelere bir göz atmak, konumuzun
daha da aydınlanması bakımından yararlı olacaktır.'
Türkçeninbu
temel yapıtlarından biri Divanü Lügati't-Türk'tür sayın dinleyiciler.
1072 yılında yazılmış olan bu kitap, Kâşgarlı Mahmut'undur. Türkçeyi Araplara
öğretmek amacını güder. Divanü Lügati't-Türk, Türk dilleri sözlüğü
demektir. Bilgi dünyası bu kitaba çok önem vermiş ve onu eşsiz değerde
saymıştır. Kitabm 1939 yılında Türk Dil Kurumunca bastırılan çevirisine bir
önsöz yazmış olan çevirmeni Besim Atalay, şöyle diyor:
"Biz
bu eşsiz kitaptan, eski Türklerin 900 yıl önceki dillerini, düşünüşlerini,
durumlarını öğrendiğimiz gibi, kitapta uygarlık dünyasına karşı her zaman
göğsümüzü kabartacak birtakım övünç ve kıvanç kaynakları da buluyoruz; dokuz
yüzyıl önce atalarımızın ipek mendil taşıdıklarını, giysi kırışıklıklarını
yatıştırmak için ütü kullandıklarını da görüyoruz."
Demek
ki sayın dinleyiciler, Divanü Lügati't-Türkbize dilimizin yapısmı
örnekleriyle tanıtırken, Türklerin o yüzyıllar içindeki yaşamlarından nice
öğretici belgeler de sunmaktadır.
Türkçeyi
öğrenmek isteyenlere bu dili öğretmek için yazılan Divanü Lûgati't Türk'te,
o yüzyılda bilgi ve siyasa dili olmuş bulunan Arapçanm hiç de Türkçeye üstün
bir dil olmadığı, Türkçenin Arapça ile at başı yürüdüğü gösterilmektedir. Oysa
dokuz yüzyıl sonra, Türkiye aydınlarından çoğunun Türkçeyi aşağı görmeleri
(çünkü böyle bir dönem yaşanmıştır sayın dinleyiciler), Arapçayı yüceltmeleri
düşünülecek olursa, dilimizin nasıl haksız bir saldırıya uğradığı anlaşılır.
Mahmut,
Kâşgar'da doğmuş, babası Barsganlı imiş. Bu kitabı Kâşgar'dan Irak'a göç
ettikten sonra yazdığı sanılıyor. O zaman Bağdat, İslamlığın en önemli merkezi
imiş, yalnız siyasa adamları değil, bilim adamları da orada toplanırlarmış.
Türklerin de o zaman bu çevrede çok sözleri geçiyormuş, siyasal işler nerdeyse
hep Türklerin elindeymiş. Bu bakımdan böyle bir çevre içinde Türkçeyi öğrenmek
isteyenlerin epey çok olduğu düşünülebilir.
Şimdi
kitabm önsözünden şu parçayı birlikte okuyalım sayın dinleyiciler:
"Orhon
ve Yenisey anıtlarından önceki dönemleri bilmiyoruz. Bu anıtlardan Türk dilinin
o çağlarda oldukça gelişmiş, olgun bir durum almış bulunduğunu öğreniyoruz.
Türk dili kendi yapısı içerisinde kendi kökünden aldığı hızla yürümekte iken,
Hint'den gelen uysal ve uslu Buda dini, Türk kültürü ve Türk dili için bir
korku doğurmaya başlamıştı. Bu dine karşı, 'Buda dini bize yaramaz, bizim
göreneklerimize uygun değildir, bu din bizi uyuşturur' diye Buda tapınaklarını
yıktıran Türk büyükleri çıkmış. Savuşturulmuş gibi görünen bu fırtınadan sonra,
Batıdan, daha sert ve daha yıkıcı yeni bir fırtına gelmiştir. Arap fırtınası.
Bu kasırga pek yıkıcı ve öldürücü oldu. İslâm tarihçilerinin de anlattıklarına
göre, Türk tapınakları yıkıldı, bilginleri öldürüldü, kitapları yıkıldı. Herkes
Arap gibi konuşmaya, Arap gibi düşünmeye zorlanıyordu. Artık Türk dili
karışıyordu, bozuluyordu. Birçok Türk hükümetlerinde bilgi dili Arapça, hükümet
dili Farsça idi. Karamanoğlu Mehmet Bey, Türk dili ölüyor diye bağırdı. Hükümetten
Farsçayı kaldırdı, yerine Türkçeyi koydu. Ama bundan sonra uzun zaman Türkçe
işi unutuldu. Her okuyan Arap gibi okumaya, Fars gibi söylemeye başladı.
Osmanoğulları bu işe hiç el atmadılar, Türkçeyi unuttular. Yalnız Osmanlı
yönetiminin son yıllarında dil hareketi Türkçülükle başladı."
Bir
de Kâşgarh Mahmut'un, kitabma yazdığı önsöze bir göz atalım sayın dinleyiciler.
Şöyle
diyor o önsözün bir yerinde Kâşgarh: "And içerek söylüyorum, ben
Buhara'nın sözüne güvenilir imamlarından birinden ve başkaca Nişaburlu bir
imamdan işittim. İkisi de senetleriyle bildiriyorlar ki, yalvacımız,
(peygamberimiz) kıyamet belgelerini, âhır zaman karışıklıklarını ve Oğuz
Türklerinin ortaya çıkacaklarını söylediği sırada, 'Türk dilini öğreniniz,
çünkü onlar için uzun sürecek egemenlik vardır' buyurmuştur. Bu söz doğru ise,
Türk dilini öğrenmek gerekli bir iş olur; yok, bu söz doğru değilse, akıl da
bunu buyurur."
Bundan
sonra Kâşgarh, kitabını nasıl düzenlediğini anlatıyor; Türk dili ile Arap
dilinin at başı yürüdüklerini, Türklerin her boyu dilinden sözcükler doğurucu
kökler aldığını, Türklerin şiir belgelerini, savlarını andığmı söylüyor,
"Birçok önemli sözcükler topladım, böylelikle kitap arılıkta son kerteyi,
güzellikte son yüksekliği buldu. Gönül bağlamış olduğum bu işte Tanrı'dan
yardım dilerim," diyor.
Divanü
Lügati't-Türk'ün bilim
alanında, Türk dili ile uğraşanlar için ne büyük bir hazine değerini taşıdığı
bir yana, Kâşgarh Mahmut'un anadilimiz için gösterdiği bu duygulu çaba bile onu
saygı ile anmamız için yeter. Arapçanın korkunç saldırısı karşısında Türkçeyi
onur verici bir savunma ile saygın kılan Kâşgarh Mahmut örneği yanında,
Osmanlılığın son döneminde bile Arap dilini Türk dilinden üstün gören anlayışı,
yazıklanarak, üzülerek ve şaşarak karşılamamak elde değildir saym dinleyiciler.
Geçen
konuşmamda anmıştım, Ziya Gökalp bu durumu, "lisanî kapitülasyon"
diye adlandırmıştı. Ekonomik kapitülasyonları başından atan yeni, çağdaş Türk
toplumu, elbette ki dilini de yabancı sömürüden kurtaracaktı. Çünkü Kâşgarlı
Mahmut'un da dediği gibi, "akim buyuruğu" idi bu.
Şimdi
saym dinleyiciler, bir başka eski yapıta gelelim. Bu da Ali Şir Nevaî'nin Mııhakemet-ül-lûgateyn
adlı kitabıdır. Önce kitabın admı açalım: Burada muhakeme, "mukayese"
anlamına, karşılaştırma. Lûgateyn ise, "iki dil" demek. Sondaki yn'ye
tesniye denirdi, adı ikileştiriyor. Böylece kitabın adı, "İki dilin
karşılaştırılması" anlamına geliyor. Bu iki dil, Türkçe ile Farsçadır.
1941 yılında Türk Dil Kurumunca şimdiki dile çevirtilerek bastırılan Muhakemet-ül-lûgateyn
'in çevirmeni İshak Refet Işıtman'dır.
Kitaba
bir önsöz yazan o zamanki Türk Dil Kurumu Genel Yazmanı İbrahim Necmi Dilmen,
Nevaî ve Mııhakemet-ül-lûgateyn üstüne şunları söylüyor:
"Türk
Çağatay dil ve edebiyatının en büyük adamı olan Ali Şir Nevaî 1441'de Herat'ta
doğmuştur. Altmış iki yıldan ibaret olan ömrü içinde yazdığı eserlerle Türk dil
ve edebiyat tarihinde kendisine ölmez bir yer yapmış olan Nevaî, on beşinci
yüzyılın Arap bilgisine ve Fars şiirine tapan gelenekleri arasında, Türk
dilinin yüceliği, üstünlüğü, güzelliği, genişliği davalarını ileri sürmüş bir
büyük dilcidir. Bunun en büyük kanıtı da Muhakemet-ül-lûgateyn'dir. Nevaî
bu yapıtmda, Türk dilinin Fars diline her yönden üstün olduğu davasını ele
almış ve bunu büyük bir inanla ve herkesi kolaylıkla inandırıcı kanıtlarla
ortaya koymuştur. Farsçanm şiir ve edebiyat için en üstün dil olduğuna herkesin
kandığı bir dönemde bu davayı ileri sürmek bile büyük bir ulus sevgisinin
damgasıdır. Bu bakımdan Nevaî'yi Türk dilciliğinin on beşinci yüzyıldaki
kahramanı saymak haksız değildir, sanırız."
Sonra
da şunları ekliyor Dilmen:
"Dilde
ve edebiyatta Türklüğü ileri süren, Fars dil ve edebiyatına üstünlük göstermek
isteyen Nevaî, Arap dilini ayrı tutmaktadır. Bunun nedeni, o zamanki İslâm
duyguları arasında, dinin kutsal kitabının dilini herhangi bir dille karşılaştırmaya
karşı duyulan korkudan başka bir şey olmasa gerektir. Bununla birlikte Türkçe
yaptın (ta'diye) fiillerinden söz ederken dilimizin Arapçaya bile üstünlüğüne
hafifçe dokunmaktan kendini alamamıştır. Bundan da anlaşılır ki Nevaî,
yüreğinin içinden Türkçeyi yalnız Farsça ve Hintçe’den değil, Arapçadan bile
üstün görmekte, fakat Arapçaya ilişkin duygusunu daha örtülü tutmak zorununu
duymaktadır."
Muhakemet-ill-lûgateyn'in
bu baskısına ikinci bir önsöz yazan Velet Çelebi
İzbudak'm dediklerinden de birkaç parçayı konuşmama aktaracağım.
Şöyle
diyor İzbudak:
"Ulusunu
kalkındıracak, yenileştirecek, sağlamlandıracak, yükseltecek değerli başların
hemen tümü bu yoldan gitmişlerdir. Gerek Hüseyin Baykara,
gerek Ali Şir Nevaî, Türk dilinin güzelliği, genişliği, olağanüstü denecek
biçimde, neredeyse musiki perdeleri gibi birbirine uygun sözcük ve tamlamaları
ve dile yabancı sözcük ve tamlamaların, bizim kurallarımıza uymayıp hep iğreti
ve yabancı olduklarım göstermeleri gibi çok şerefli, değerli özellikleri konuşurlar,
aydınları, okuryazarları kendi dillerine emek vermede yüreklendirirlermiş. Bunun
gibi, zamanımızda Frenk dilleriyle konuşanlar, onları taklide yeltenenler gibi
o zaman modasmca başka dillerde şiir söyleyenleri ağır sözlerle suçladıkları
biliniyor. Muha-kemet-ül-lûgateyn'den görülecektir ki, Nevaî onları
gerçekten çok şiddetli bir dille taşlıyor."
Velet
Çelebi İzbudak, konu ile ilintili olarak, Türkçülük akımının niteliği ve
geçmişi üzerinde de şu ilginç bilgileri veriyor:
"Benim
bildiğim, Anadolu'da türlü Türk hükümetleri kurulduğunda oralarda yetişen halk
eğitimcileri dediğimiz kişilerin yapıtlarını iki bölüme ayırıyorum. Birincisi asıl halkı aydınlatanların yapıtları ki, Âşık Kerem,
Leylâ ve Mecnun, Ferhat ve Şirin gibi edebî ve Muhammediye, Siyret-i
Nebevi, Kan Kalesi, Hayber Kalesi gibi dinî ve toplumsal yapıtlar ile açık
Türkçe ile yazılmış Bostan çevirisi, Sü-heyl-ü-Nevbahar, Felekname
çevirisi ve benzerleri, İkincisi ise Arap-çası, Acemcesi çokça, edebiyat değeri
fazla olup şiirin çeşitlerini içeren Ahmet Paşa, Necati divan ve
mesnevilerdir."
"Türkçülük
yarım yüzyıl öncesine gelinceye değin işte böyle birkaç yoldan gidiyordu. O
sırada üstat Şinasi, Kemal, Ziya Paşa, Ali Suavi ve benzeri aydınların
Avrupa'daki ilerlemeleri görerek ve onların bu yükselmeleri özellikle ilim,
kültüı;, eğitim yönünden olduğuna akıl erdirerek
ulusumuza bu yükselme yollarını göstermişler ve şiirlerini, öteki yapıtlarım bu
yola dökmüşlerdir. Ve hatta zorba, bilim ve kültür düşmanı, aydmları asla
çekemez olan o zaman hükümetinin kendilerine türlü ezasına, hakaretine
dayanamayıp Avrupa'ya kaçmışlar ve orada Hürriyet gazetesini
yayımlamışlardır."
"Türkçülüğümüzün
tarih dönemleri üstüne, elbette Divanil Lügati't-Türk gibi eski
yapıtlardan ve Mütercim Asım Efendi, Kütahyalı Abdurrahman Efendi (Sayın dinleyiciler, bu Abdurrahman Efendinin Mikyas-ül-lisan
ve Kıstas ül-beyan adlı bir yapıtı varmış, bir Türk grameri, dilimizin
öz yapısından çıkarılmış kuralları gösterir bir yapıt olduğundan bunun bugünkü
dile çevrilerek basılmasının Kurum programına alındığı, bu yazının içindeki bir
notta belirtiliyor, ama basılıp basılmadığmı bilmiyorum... Her neyse biz gene
sürdürelim Velet Çelebi İzbudak'ın sözlerini) ve
Süleyman Paşa gibi zatlardan sonra benim bildiğim Namık Kemal, Hamit, Ekrem merhumlar
ile akranları yurt sevgisini, özgürlük aşkmı gençlere aşılamışlar, şiirde dahi
bu yolda yenilik göstermişlerdir. Hiç şüphe yoktur ki, Namık Kemal bunların
öncüsü olmuş ve zorba hükümete karşı inancından bir zerre feda etmemiştir.
Fakat saydığım bu güzide zatların şiirlerinde de, düzyazılarında da dilin
bağımsızlığına, açıklığına çaba görülmez. Hatta hüner gösterme hevesiyle ağdalı
deyimlerle, eskilerin yapıtlarına taş çıkarmışlardır. Şu kadar var ki, Kemal
Bey tiyatrolarında ve mektuplarında tabiî dili kullanmış, yani açık yazmıştır.
Ben o döneme ait açık yazma çabasını Ali Suavi'de görüyorum. Ondan sonra da
Hoca-i Evvel şerefli sanını alan Ahmet Mithat Efendi'yi biliyorum. Bilmeyenlere
söyleyeyim ki, Ahmet Mithat, Rodos'ta sürgün bulunduğu sırada yurt çocuklarına
dilimizi kolayca öğretmek için Hoca-i Evvel adlı alfabe ve okuma kitabını
yazmıştır. Romanlarını açık bir dille yazdığı için de ulusun ilk hocası
anlamına olarak yazarlar arasında kendisine 'Hoca-i Evvel' denilmiştir."
"Buraya
kadar anlattığım gibi," diye sürdürüyor sözlerini Ve-led Çelebi İzbudak,
"yukarda adları geçen üstatlar, koşuğu ve düzyazıyı yenileştirip yurt
sevgisi ile özgürlük ateşini de gerçi yurt çocuklarına aşılamışlarsa da,
Türklük, Türkçülük ve açık Türkçe yazıp konuşma aşkı ile sözcüklerde akla yakın
bir imlâyı (yazımı) yeğlemek tutumunun çok sonraları binlerce korku ile yavaş
yavaş uygulanmasına başlanmıştır."
Saym
dinleyiciler, konuşmalarımdan birinde sizlere bu eski yazım (imlâ) öyküsünü
anlatmıştım. Velet Çelebi İzbudak'ın da değindiği gibi
bu konu üzerinde biraz daha açıklamaya gideyim:
Türkçe
eskiden Arap harfleri ile yazıldığından, ulusumuzun admı Trk biçiminde, ünlü
kullanmadan yazanlara karşı "Türk" diye T ile r
arasında ünlü kullanarak yazmak için v ünsüzü ile o, ö, ıt, ü
ünlülerinin beşine birden karşılık olan harfin adı "vav"dı. Düşünün
ne güç bir yazım. Bir tek ünsüz dört ünlünün yerini tutuyor. Bunların nasıl
okunacağını bilmek de elbette güç olduğu için, o zaman okuma yazma bilenler
başlangıçta güçlük çekerler, sonra sonra alışırlardı doğru okumaya. Araplar
ünlü kullanmıyorlardı. Türkler ise, başka bir konuşmamda değindiğim gibi,
benimsedikleri bütün yabancı alfabelere kendi ünlülerini yerleştirmekte çok
titiz davranmışlardır. Ama Arapçaya duyulan dinsel saygı, bu eski Türk tutumunu
bile zayıflatmıştır.
Şimdi
biz gene Velet Çelebi İzbudak'ı dinleyelim:
"Bütün arkadaşlarımla birlikte
onlarm yetiştirdiği: Türk dili üstatları bilirler ki, dilimizin imlâsında
(yazımında) bol bol imlâ harfi kullanmak şerefinden şu emektar yazarın aciz
kalemi dahi nasibedar olmuştur. Bugün hiç değer verilmeyen bu sorun o vakit
nerdeyse cüretkârlıktan ve yaman küstahlıklardan sayılırdı. O zamanda başka
-bşke yazılırdı. İşte o zamana değin ulusumuzun şerefli adı Trk
biçiminde yazılırken bu aciz yazar onu Türk yazmıştır. O zaman Bab-ı Ali
memurlarının ve bütün gazeteci ve kitapçıların kaynaştığı yer olan Bab-ı Âli
caddesinden bu aciz geçerken, bütün genç gazeteciler, yazarlar ’Vavlı Türk
geçiyor, vavlı Türk geçiyor1 diye beni gösterirlerdi."
Yazar
sözü Muhakemet-ül-lûgateyn'e getirdiği sırada ise şunları söylüyor:
"Gelelim
Ali Şir Nevai'nin bu kitap içinde Türk dilinin Farsça-ya üstün olduğuna ilişkin
görüşüne. Ali Şir Nevaî, bu davasını başlıca Türkçede bulunan birçok
sözcüklerin Farsçada karşılığı olmadığını ve dilimizin çekimlerinin de Farsçada
benzeri bulunmadığını enine boyuna birçok örneklerle açıklamıştır ve şimdiye
değin bu yapıta bir yanıt verilmemesi bu davanın çok sağlam ve haklı olduğuna
güçlü bir tanıttır."
Sayın
dinleyiciler, dilimizin başka dillere üstünlüğünü tanıtlamak için bunca çaba
belki yadırganabilir. Üstelik o iki dil, Arapça gibi, Farsça gibi işlenmiş,
güçlü diller olunca, bu sav birçok karşı koymaları çağırabilir. Gerçekten de,
bir dildeki sözcüklerden birtakımının başka bir dilde karşılığı bulunmaması o
dilin her zaman zayıflığını göstermez. Diller arasındaki karşılaştırmalarda bu
tür gözlemlere çok rastlanmıştır. Bakarsanız, bir dil şu bakımdan, ona karşılık
öteki başka bakımdan daha varlıklıdır. Fakat bizim eski dilcilerimizin
Türkçenin Arapçadan, ya da Farsçadan üstün olduğu savlarına girişmelerinin
nedeni başkadır. Çünkü bu iki dilin bizim dilimizi ezdiğini görmüşlerdir o
bilginler; bu bakımdan da dilimizin değerini gözden kaçırmamaları için
aydınlarımızı uyarmak gereğini duymuşlardır. Yukarda sözü geçen iki kitapta
yapılan işte budur.
Demek
ki sayın dinleyiciler, dilimize Arapça, Farsça sözcüklerin bol bol girişi,
Türklerin İslâm uygarlığına geçmelerinden sonra olmuştun Biz bunu olağan,
tarihsel bir olay diye nitelemiştik önceki konuşmalarımızda. Ama bu yabancı dil
etkilerinin, kendi dilimizi ortadan kaldıracak bir kerteye varması elbette hoş
görülemez, önemsiz sayılamaz. Ozanlarımızın, yazarlarımızın bu etkiye karşı,
dilimizi yapıtları ile savunmaları gerekirdi. Gel gör ki, zamanla Arapça,
Farsça düşkünlüğü o kerteye varmış ki, artık dilimizi öğrenmek bile savsanmış.
Üstelik Yunus Emre gibi bir ulu ozan yetiştirmiş bir ulus için bu olay
gerçekten de çok şaşırtıcıdır.
10
Mayıs 1975
Türk
dilinin en iyi gramerlerinden birini yazmış olan Doğu bilgini Jean Deny,
kitabının önsözüne, ünlü Doğucu Max Müller'in şu sözlerini alır:
"Türkçenin
bir gramer kitabını okumak, bu dili öğrenmek niyetinde olmayanlar için bile bir
zevktir. Türlü gramatikal biçimlerin belirtilmesindeki ustalık, ad ve eylem
çekimi dizgesindeki düzenlilik, bütün dil yapısındaki saydamlılık, kolayca
anlaşabilme yeteneği, insan zekâsmm dil aracı ile beliren üstün gücünü
kavrayabilenlerde hayranlık uyandırır. Araç olarak, Türk dilindeki duygu ve
düşüncelerin en ince ayrıntılarını belirtebilme, ses ve biçim öğelerini baştan
sona değin düzenli ve uyarlı bir dizgeye göre bir-birleriyle bağdaştırıp
dizileme gücü, insan zekâsmm dilde gerçekleşen bir başarısı olarak belirir.
Dillerin birçoğunda bu yaratış kaynaklarından artık hiçbir iz kalmamıştır.
Onlar çözülmez kayalar gibi karşımızda durur. Ancak dilcinin mikroskobu ile, dil yapısındaki öğeler ortaya çıkarılır. Oysa bunun
tersine olarak, Türk dilinin gramerinde tümden saf bir dil yapısı görülür. Bu
öyle bir gramerdir ki, bir billur kovan içinde bal peteklerinin oluşunu nasıl
seyredebilirsek, onda da düşüncenin iç oluşlarını öyle seyredebiliyoruz. Türk
dili, seçkin bir bilginler kurulunun uzun bir çalışma oylaşma-sı ile yapılmış
sayılacak düzgünlüktedir. Ne var ki, hiç bir kurul, Tataristan bozkırlarında
kendi kendilerine yaşayan bu insanların, doğuştan edinilen ve yeryüzündeki
benzerlerinden hiç aşağı olmayan, dil duygusu kuralları ya da içgüdü ile ortaya
koydukları bu dil gibi güzel bir yaratamazdı."
Sayın
dinleyiciler, Türkçe dünyanın bütün dillerinden güzeldir demeye varmaz elbet bu
sözler; yeryüzünde konuşulmuş binlerce dili (ki sayılan üç bine varmaktadır)
güzellik bakımından sıraya dizmek hem olanaksızdır, hem de doğru olmaz. Her
dilin güzelliği kendine göredir. Bunun yanında öğrenilmesi güç ya da kolay olan
diller vardır. Ama biz dilleri bölümlerken bu gibi, daha çok duygusal ya da
görece sayılabilecek ölçütleri bir yana biralarız. Nitekim cumartesi günleri bu
saatta sizinle yaptığımız dil söyleşilerinin başmda da böyle davranmıştım.
Dilleri akrabalıklarına ve sözcük yapı özelliklerine göre bölmüştük. Bakın,
sözlerinin bir parçasını yukarıya aldığım o ünlü bilgin de, işte en çok
Türkçenin bu karakteristik yapısı üzerinde duruyor. Gerçekten de Türk dili,
değişmeyen, saflıklarını koruyan köklerin sağma, eklerin, takıların sıra ile
dizilmeleri sonucu, pek uyumlu, pek tutarlı bir görünüm koyar ortaya. Bunun
incelenmesi hem zevk vericidir, hem de hayranlık uyandırıcıdır- Bunda belki de
sayın dinleyiciler, dilimizin arılığını, saflığını koruması da etkin olmuştur.
Tarihinin birçok döneminde, aydmları onu yüzüstü bırakmışlardır çünkü, başka dillere, birtakım yabancı dillere gönül
vermişler, böylece Türkçeyi koruma işi halka, halkın sözcülerine, ozanlarına
düşmüştür.
Elbette
yabancı dil etkisi yalnızca bizim dilimiz üstünde görülmüş değildir. Yabancı
dil baskını olayı bütün dillerin başından geçmiştir. Arada bir bunlardan
örnekler vermek istiyorum sayın dinleyiciler, bu örneklere bakarak dilimizin
başına gelen olayı, öteki dillerin başına gelenle karşılaştırmak fırsatını
buluyoruz. Türkiye Türkçesini Arapça ve Farsça nasıl etkilediyse, Macar dilini
Latince ve Almanca, Alman dilini Latince ve Fransızca etkilemiştir. Elbette bu
etkilerin, etkilenmelerin siyasal, tarihsel nedenleri de vardı. Bunu bize en
iyi gösterecek olan örnek, Norveç dili üzerinde Dancanm etkisidir.
1380
yılından başlayarak Danimarka'ya bağlanan Norveç'te, 1397 yılında yazı dili
ortadan kaldırılmıştır. Her iki devletin dili, birlikte yaşanılan süre içinde,
ağızları ayrı olmak üzere, tek bir dil olarak benimsenmiş, buna da halk
arasında "ortak dil" denmişti. Ama onlar akraba dillerdi. Neyse...
1800 yılma değin bu böyle gitmiş, Norveç bağımsızlığını kazandığı 1814 yılından
sonra başlamış tepki, Dancanm egemen olduğu o ortak dile. Biz örneğimizin
öyküsüne burada son verelim.
Fakat
sayın dinleyiciler, bu örnek, gördüğünüz gibi, bizim dilimizin başından geçen
olaya tıpatıp uymadı. Evet, Türklerin İslâm uygarlığına girmeleri üzerine
dillerinde Arapçanm etkili olacağı anlaşılır bir şeydir. Ama Selçuklularda da,
Osmanlılarda da, demek egemen Türk devletleri içinde de Türkçenin unutulması,
Arapçanın, Farsçanın gözde sayılması nasıl açıklanmalı?
Arap
ırkından olan uluslar, Osmanlı Türkünün yönetimi altına girdikten sonra bile bu
durum sürüp gitmiştir. Oysa Norveç'te bu etki, Norveç'in, Danimarka yönetimine
girmesi ile başlamış, o yönetimden çıkması ile sona ermiştir.
Bizdeki
durumu, Arap, Fars kültürünün, o zamanki Türk kültürüne üstünlüğü ile mi
açıklamalı? Egemen olan, kendi dilini de her zaman egemen kılamıyor demek. Kimi
yerde bakarsınız, egemen ulus, egemen olduğu ulusun dilini benimseyivermiş.
Evet, sayın dinleyiciler, tarihte bunun da örnekleri var. Konumuz bizi
getirdikçe o tür olaylara da değinmeye çalışırız. Ama şimdi biz, yine
Anadolu'ya dönelim de bakalım orada Türkçenin saygı görmesi ya da görmemesi
olayları nasıl sıralandı.
Sayın
dinleyiciler, Türkçenin saygı görüp görmemesi deyimini kullandım. Bunu biraz
daha açayım. Bir ulusun dili saygı görüyorsa, o ulusun yaşadığı yerde
"devlet dili" olur. Bugün Türkiyemizde devlet dili Türkçedir. Bu
belki de ilk bakışta herkese çok olağan gelir ve her yerde böyle olduğu, demek
her yerde uluslar m kendi dillerini devlet dili yaptıkları sanılabilir. Oysa
hiç de bunca olağan bir olay karşısında değiliz saym dinleyiciler. Ulusların,
kendi ulusal devletlerini kurmadıkları, kuramadıkları, başka bir devletin
egemenliğine girdikleri yerlerin çoğunda, devlet dili, o egemen ulusun dilidir.
Sömürgelerde görülen budur. Bunun gibi, iki ve daha çok devlet‘dilli ülkeler de
vardır, olmuştur. Sözgelişi, günümüzde Belçika, iki dilli bir devlet sayılabilir.
Orada Valonlarla Flamanlar yaşarlar, bunlardan Valonlarm dili Fransızcadır,
Falamanlarm dili ise Falamanca. Demek bu devletin iki dili vardır. Ortak
yaşanan kentlerde, sözgelişi Bruxelles'de sokak adlarını gösteren levhalar iki
dillidir.
Bir
de geçmişten bir örnek vereyim sayın dinleyiciler, Anadolu'ya gelen Hititler,
burada kendilerinden önce oturan ve şimdi bizim Proto-Hititler dediğimiz halkm
dilini de benimsemişlerdi. Çünkü onların Tanrılarını benimsemişlerdi, onların
dili ile tapınırlardı. Sonra o zamanın diplomasi dili olan Akadçayı da
uluslararası ilişkilerde kullanırlardı. Bunun gibi, o zaman Anadolu'da altı,
yedi dil geçerliydi; Protohattice, Hititçe, Luice, Hurrice, Palaca Akadça,
Sümer ce.
Sonra
devlet dilinin bir uygarlık dili durumuna gelip gelmediği de ayrıca önemli bir
sorun. Ama bir dil, devlet dili oldu mu, eninde sonunda, bir uygarlık dili olma
yolunda gelişir. Bu gelişme onu öylesine güçlendirir ve etki alanını genişletir
ki, bakarsınız, yalnız kendi sınırları içinde geçerli olmakla kalmamış, bir
bölgenin de kullandığı dil durumuna gelivermiş. İşte yukarda admı andığım
Akadça 4-5 bin yıl önce böyle bir dildi. Bugünkü büyük dünya dilleri de
güçlerini, eskiden beri birer devlet dili olarak gelişmiş bulunmalarından
alırlar. Hintçe, Arapça, eski Farsça da eskiden böyleydiler. Türkçe XV.
yüzyıldan beri bu niteliği kazanmış bir dildir ve çevresinde etkili olmuştur. Divanil
Lügati’t-Türk adlı yapıttan söz ederken bu konuya değinmiştim.
Türk
dilleri ailesi içindeki dillerde bu konuyu, dil bilginlerimizden sayın Dilâçar'm, Türk Dil Kurumu Yayınları arasmda çıkmış
bir kitabından yararlanarak anlatayım.
Tarihçilerin
yazdıklarına göre, Hun Türkçesi, Hunların tarih sahnesinde göründükleri M.Ö.
III. yüzyılda devlet dili olarak kullanılmıştır. Milattan sonra V. yüzyılda
Atillâ'nm başkentinde de Hun Türkçesi, devlet diliydi. Milattan sonra VI.
yüzyılda ise Kök Türklerin, Uygurların, Kırgızların yönetimindeki bölgelerde
Türk-çenin devlet dili olarak kullanıldığını görüyoruz.
Kök
Türklerin anıtı olan 732 tarihli Kültegin yazıtında, Türk kağanlarının yönetim
yasaları yaptıkları yazılı. Yazıt Kök Türk dili olduğuna göre, bu devlet
yasalarının da Kök Türkçe olduğu kolayca söylenebilir.
Eski
Kırgız topluluğunun Orhon-Yenisey alfabesiyle bıraktığı yazıtlardan da,
Kızgırlarm Kırgız Türkçesi ile yönetildiği anlaşılıyor.
Uygurlara
gelince, bunlar Hıristiyanlık, Manicilik, Budacılık gibi dinlere girdikleri
halde Uygurcadan ayrılmamışlardır. Demek ki, yeni ilişki kurulan bu yabancı
kültür çevreleri onların dillerini bozmamış. Ancak Uygurlar, o büyük uygarlık
dillerinden kendi dillerine yapıtlar çevirmişler.
Fakat
buraya değin sayıp döktüğümüz bu örnekler, bu olaylar, büyük Türk dilleri
ailesi içine giren dillerden alınmış örneklerdir. Biz şimdi çevreyi daraltarak
Anadolu Türkçesinin durumuna gelelim.
Türkçe,
IX. yüzyıldan başlayarak Farsçanın, Arapçanın etkisi ile karşılaşır.
Suriye-Irak-îran'da Samanoğulları, asıl İran'da Gaz-neliler, yurdun ulusal dili
Farsçayı devlet dili olarak benimsemek zorunda kalırlar. Mısır'da Memlûkler,
benzeri bir zorunluluk kar-şısmdadırlar. Büyük Selçuk İmparatorluğundan
ayrılarak XI. yüzyılda Anadolu'ya girmeye başlayan Anadolu Selçukluları,
Fars-çayı devlet dili yaptılar. Selçuklu sarayında Türk dili hor görülürdü.
Halk yine Türkçe konuşuyor, arada bir Türkçe yazan ozanlar çıkıyordu ama, saray ve devlet dili olarak Farsça saygın tutuluyordu.
Ancak
bu arada çok önemli bir olay geçti Anadolu'da saym dinleyiciler. XIII. yüzyılın
ikinci yarısında, Anadolu'ya giren Kara-manoğulları, Konya bölgesinde
Selçuklularla çarpıştılar. Bunlarm önderi Mehmet Bey 1277'de Konya'yı alıp
Cimri'yi tahta oturttuktan ve başbakanlığı aldıktan sonra, Türkçenin devlet
dili olmasını buyurdu. Şöyle demişti fermanımda:
"Bugünden
sonra divanda, dergâhta, barigâhta, mecliste, meydanda Türkçeden başka dil kullanılmayacaktır."
Bize
bugün çok olağan gelen bu olay, demek bir ulusun kendi dilini devletinin de
dili yapması olayı, o zaman hiç de olağan sayılmamıştı ki, Mehmet Bey'in birkaç
gün sonra öldürülmesiyle Türk dili yine atıldı devletin katandan. Bundan ötürüdür
ki, XIV. yüzyıl Osmanlı ozanı Kırşehirli Âşık Paşa Garipname'sinde Türk
dili için şunu söylüyor:
Türk
diline kimseler bakmaz idi
Türklere
her giz gönül akmaz idi
Türk
dahi bilmez idi bu dilleri
İnce
yolu ol ulu menzilleri
O
dönemin Anadolu'daki en önemli ozanlarından biri olan Mevlânâ da işte bu
Konya'da oturuyordu. Mesnevisini ve divanmı Farsça yazmıştır. Çünkü Selçuklu
sarayının beğendiği, saydığı, şiir için tek araç bildiği dil Farsça idi. Yine o
yıllarda Anadolu'nun bir başka köşesinde Türkçe yazan bir büyük ozanın
bulunması ne şaşırtıcıdır. Bu büyük ozan, Yunus Emre'dir. Mevlânâ aruzla Farsça
söylüyordu. Bir örnek:
Hemişe
men çimin mecnun nebudem
Zi
akl-o afiyet binin nebudem
Size
bu beytin anlamını, kendi vezninde yaptığım çevirisi ile sunayım:
Bütün
ömrümce ben mecnun değildim
Akıldan
böyle tüm yoksun değildim
Başka
bir şiirin ilk beyti:
Biya
kez gayri-i tu bizar geştem
Ve
ger hofte budem bidâr geştem
Bunun
da yine kendi vezninde yaptığım çevirisini okuyayım:
Gel
artık başkasından bezmişim ben
Uyandım
uykudan artık benim ben
Ama
bunu böyle Türkçe söylemeyi ne Mevlânâ seviyordu demek, ne de ondan şiir
bekleyen Selçuklu sarayı. Fakat Yunus Emre kendi halkına Türkçe söylüyordu:
Geldi
geçti ömrüm benim
Şol
yel esip geçmiş gibi
Hele
bana şöyle gelür
Şol
göz açıp yummuş gibi
İş
bu söze Hak tanıktır
Bu
can gövdeye konuktur
Bir
gün ola çıka gide
Kafesten
kuş uçmuş gibi
Gelelim
Osmanoğullarma, sayın dinleyiciler. XV. yüzyılda Ka-ramanoğulları, Selçuklu
egemenliğine son verirken, eski Osmanlı-canın temelleri atılıyordu. Türkçe bu
dönemde şiirden başka devlet işlerinde de kullanıldı. Fakat sonra sonra bu dil,
arılığını koruyamadı. Arapçanın, Farsçanm saldırısına kapılarını ardına değin
açtı. Gerçi Osmanlılar herhangi bir yabancı dili, Selçuklular gibi, devlet dili
yapmaya dek vardırmadılar işi. Ama Türkçenin karma bir dil durumuna gelmesine
de engel olmaya kalkmadılar. Türkçe-ye yabancı dillerden yalnızca sözcükler
değil, deyimler ve dilbilgisi kuralları da girmeye başladı. Artık din ve bilim
dili Arapça, şiirde örnek tutulan dil de Farsçaydı. Türkenin adı oldu
"kaba Türkçe". Türkçenin bilim ve sanat dili olamayacağına inanıldı.
Osmanlıcanm
son dönem yapıtlarından biri olan Ahmet Vefik Paşa'nm Lehçe-i Osman ’î
adlı sözlüğünde, 856 sayfa Arapça-Farsça asıllı olmayan sözcüklere, 599 sayfa
Arapça-Farsça sözcüklere ayrılmıştı. Bu sözlüğün yüzde 35'i Türkçe, yüzde 65'i
yabancı sözcükleri sıralar.
Şemsettin
Sami'nin Kamus-u Tiirkî adlı sözlüğünde 30.000 sözcükten yüzde 39ü
Türkçe, yüzde 42’si Arapça, yüzde 14'ü Farsça-dır.
Genellikle
Tanzimat'tan sonra başlayan Türkçeleşme denemeleri, önce Mehmet Eminle, daha
sonra Ziya Gökalp'la hızlanmış, Türk Ocağı, Türk Yurdu, Genç Kalemler
gibi dernek ve dergiler bu akınım gelişmesinde önemli görevler
benimsemişlerdir.
Ancak
biz bu konuşmamızda "devlet dili" konusu üzerinde durduğumuz için
hemen söyleyelim ki, bu alanda köklü değişiklik, Türkiye Cumhuriyeti'nin
kuruluşunu yasalaştıran 1921 Teşkilât-ı Esasiye Kanunu nda yapılmıştır.
Bu kanunda, Türlüye tarihinde ilk olarak devlet dili için özel bir madde
ayrılmıştır. Bu ikinci maddede şöyle denir: "Türlüye devletinin resmî dili
Türkçedir."
Oysa
1839 Tanzimat fermanında da, 1856 Islahat fermanında da devlet dili kavramının
ele alındığı görülmez. Ama 1876 tarihli Birinci Meşrutiyet kanun-u esasisinde
devlet dili söz konusu olmaktadır. Deniyor ki: "Tebaayı Osmaniyenin
hidemat-ı devletin istihdam olmak için devletin resmî dili olan Türkçeyi
bilmeleri şarttır." Gerçi bu, devlet dili üstüne ayrı bir madde olarak
gösterilmemişse de, başlangıç olarak yine de iyidir; 1908 İkinci Meşrutiyet Teşkilât-ı
Esasiye Kanunu 'na alınmıştır.
1932'de
Atatürk'ün önderliği ile kurulan Türk Dil Kurumu, o zaman Milli Eğitim
Bakanlığı ile işbirliği ederek devlet dilinin Türkçeleşmesi işine girişmiştir.
Öğretimde kullanılan yabancı terimler yerine, Türkçe terimler geçirilmiştir.
Yazarlar, ozanlar da bu akımı destekledikleri için, dilimiz hızla arılaşmaya,
kendini bulmaya yönelmiştir. Bu gidişin önemli adımlarından biri 1945’de
atılmış, İnönü'nün Cumhurbaşkanlığı döneminde Teşkilât-ı Esasiye Ka-nunu'nun
adı değiştirilerek, yerine Anayasa getirilmiştir. Bu yalnızca bir ad
değişikliğinde kalmamış, kanunun sözcükleri, terimleri de Türkçeleştirilmiştir.
Gerçi
bu gelişme hep böyle düz bir çizgi üzerinde olmadı sayın dinleyiciler, 1950'den
sonra Anayasa dili, 1921 Teşkilât-ı Esasiye Kanunu diline
çevrildi yeniden. Yüzlerce Türkçe sözcük hem yasalardan, hem de okul
kitaplarından atıldı. Bereket 27 Mayıs'tan sonra Türkçe, devlet dili olarak
yeniden hakla olan yere oturtuldı.
Ancak
sayın dinleyiciler, dil devrimi yolunda başarıya erişmek için, yalnızca bu
düşünceyi savunmak yetmezdi elbet, uygulama alanında da çaba harcamak
gerekirdi. Nitekim bu amaçla Türk Dil Kurumu, halk ağzında kullanıldığı halde
yazı dilimize geçmemiş olan sözleri derlemiş, Derleme Sözlüğü adı ile
bir sözlük çıkarmıştır ortaya. Bu derlemelerden şimdiki yazı dilimize geçen pek
çok sözcük vardır. İşte onlardan birkaçı: "Yoğun", "ödül",
"araç", "kuşku", "ürün", "alan",
"çaba", "doruk", "sıvı", "kınamak",
"yitirmek", "denetlemek"...
Eski
kitaplarımızda kullanıldığı halde, sonradan yerlerine Arapçaları, Farsçaları
getirilerek yazı dilinden uzaklaştırılmış olan sözleri de taramış, Tarama
Sözlüğü adı verilen bir sözlük çıkarmıştır Türk Dil Kurumu. Bu taramalarda
da şimdiki yazı dilimize geçmiş pek çok sözcük vardır: "Konuk",
"sonuç", "tanık", "nitelik", "giysi",
"oran", "kez", "başkan", "yanıt",
"arıtmak", "ivmek", "sma-mak”... gibi.
Halk
dilinde ve eski kitaplarda bulunmayan ve günlük yaşamımızda çok geçen
sözcüklerin Türkçelerini ise Türk Dil Kurumu ve onun yolundan giden aydınlar,
bilimsel yollarla türetmiştir: "Sakınca", "süre",
"konu", "basın", "yetki", "özel",
"olumlu", "yaratık", "özlem", "süreç",
"yetinmek", "uygulamak", "kovuşturmak"... gibi.
Sonra
okullarımızda Arapça-Farsça öğretilen 8-10 bin bilim terimi de
Türkçeleştirilmiştir: "Açı", "dikey", "katsayı",
"sarkaç", "akkor", "alyuvar",
"toplardamar", "özsu", "tümleç",
"ikilem", "çağrışım", "öznel",
"içgüdü", "varsayım", "uyurgezer",
"varoluşçuluk"... gibi.
Bugünkü
sözlüğümüzde Türkçe sözcüklerin oranı yüzde 87'yi bulmuştur saym dinleyiciler.
Tarama
Sözlüğü ortaya
çıkmadan önce, 1943-1957 yılları arasında Türk Dil Kurumu, Tanıklarıyle
Tarama Sözlüğü adı altında dört kitap yayımlamıştı. Bu dört kitaptan her
biri ancak 30-35 eski yapıta tarama verimlerini içeren sözlüklerdi. Birinde
bulunmayan bir sözcüğü ötekinde aramak gerekiyordu. Kimi zaman da aynı sözcük,
bu kitapların hepsinde, ayrı ayrı anlamları belirtmek için yinelenmiş
bulunuyordu. Demek ki bu dört kitapta toplam 160 eski yapıta taramaları vardı.
Sonra
o dört kitap birleştirilerek Tarama Sözlüğü ortaya çıkarıldı. Ayrıca
yeni kitapta daha 67 eski yapıttan yapılan tarama ürünleri de yer alıyordu.
Böylece
bu alanda çalışmak, yeni gereksemeleri arı Türkçe içinde karşılamak isteyenlere
çok zengin bir kaynak sağlanmış oluyordu. Halk ağzından yapılmış derlemeleri
içeren Derleme Sözlüğü ile bu çaba daha da sağlam dayanaklara oturtuldu.
Demek ik sayın dinleyiciler, Türkçe kök ve eklerden üretilen yeni sözcüklerle,
yine bu yöntemle önerilmiş terimler dışmda, Türkçecilik alcımı, bir yandan eski
yapıtların ürünlerinden, öte yandan bugün halk ağzında yaşamakta olan dilin
dağarcığından yararlanma yolunda yürümüştür. Osmanlı aydınının küçük görerek
bir yana bıraktığı bu zenginlikleri Türkçeciler değerlendirdilerse, dilimizin
kurallarına uygun yeni sözcükler yarattılarsa suç mu işlediler? Türkçecilik
akımı, gerçekte, çeşitli nedenlerden ötürü savsanmış, unutulmuş, unutturulmuş
güçlü bir dilin, çağdaş bir nitelikte canlandırılmasından başka bir şey
değildir. Buna uydurmacılık denmesi büyük bir haksızlık sayılmalıdır.
Terimler
konusuna ilerde geleceğiz. Burada şuncasını söyleyeyim ki, bugün Türk Dil
Kurumu yayınlarından elimizde çeşitli bilim dallarını içeren terim sözlükleri
vardır. Bu sözlükleri, o bilim dallarında çalışan uzmanlar hazırlamışlar,
öğretim ve bilim alanlarına birer öneri olarak sunmuşlardır. Ama yeni
terimlerden çoğu artık işler, kullanılır duruma gelmiştir. Tutmayanlar,
gereksemeleri karşılamakta güçsüz olanlar ya da yerlerine daha iyileri
önerilenler elbette silinip gidecektir. Unutmamalıyız ki, dil sorunu, bir
çırpıda çözümlenecek bir sorun değildir. Bütün toplumlarda yaratıcı bilim
adamları, var olan terimlerle yetinmezler, yeni kavramları, yeni anlayışları
kapsayan yeni terimler atarlar ortaya. Bunda yerilecek bir yan yoktur.
17
Mayıs 1975
·
VII
Sayın
dinleyiciler,
Bu
konuşmamda özleştirmecelere yöneltilen başka bir suçlamayı söz konusu etmek
istiyorum. Ulusun dilini ikiye bölmek, baba ile çocuğun, halkla aydının dil
bakmamdan arasmı açmak suçlamasıdır bu. Konuşmalarımdan birinde uydurmacılık
suçlamasını ele almıştım, onun sürgünüdür bu İkincisi. Türk Dil Kurumu,
genellikle özleştirmeciler, öyle uydurma bir dil çıkarmışlar ki ortaya, kimse
birbirini anlamıyor, ulusal birlik bozuluyor. Hani masaldaki gibi, Babil
kulesine dönmüş ülkemiz. Örnekler üzerinde durarak açalım bir az daha konuyu da
bakalım doğru mu bu suçlama?
Önce
şunu söylemem gerekiyor, sayın dinleyiciler, bu yeni dilden ötürü kimsenin
kimseyi anlamadığı, kuşakların birbirinden koptuğu, halk ile yöneticilerin
arası açıldığı suçlamaları, ister istemez, dil devriminden önce, hailem
yöneticileri, aydmı anladığı, özetle eskiden dilde böylesi bir ikilik olmadığı
savmı içerir. Oysa bir düşünelim, hele yaşlı olanlarımız söylesinler bize,
Osmanlı Türkçesi dediğimiz karma dilin geçerli olduğu yıllarda halle,
yöneticilerin söylediklerini, yasalarm dilini, aydmlarm yazdıklarını anlıyor
muydu? Öğrenciler okullarda dil diye Türkçeyi mi öğreniyorlar, yoksa Arapçayı
mı sökmeye çalışıyorlardı? Okurlar Divan şiirini çok mu iyi anlıyorlardı? Daha
yeni dönemlere, Tanzimat dönemine, Servet-i Fünuncularm günlerine gelelim, o
dönemde, o yıllarda yazın (edebiyat) okumaya hevesli gençlerin karşısma hiç mi
güçlük çıkarmıyordu?
Türk
Dil Kurumu Genel Yazmanı Sayın Ömer Asım Aksoy, Cumhuriyetimizin 50. yıldönümü
dolayısıyle Türk Dil Kuramında bir konuşma yapmıştı, sonradan bu konuşma Türk
Dili dergisinde de yayımlandı. İşte şimdi o konuşmadan, o yazıdaki kimi
örnekleri sizlere söyleyerek yakardaki soruların yanıtlarını vermeye
çalışacağım.
Sayın
Aksoy, o konuşmasmm başlarmda, "İmparatorluk zamanında Arapçadan sonra
saygı ve hayranlık duyulan dil Farsça idi. O kadar ki, eski bir fetva, cennette
konuşulan dilin Arapça ve Farsça olduğunu söylüyordu" dedikten sonra bizim
eski yazı dilimizin, kendine özgü olmayan sözcük ve kuralların salgmı içinde bulunduğunu
ekliyor ve şu örnekleri veriyordu:
"
Arapça,'kitap'm çoğulu, bizim kuralımıza göre 'kitaplar'dır, ama bir de Arapça
çoğulunu kullanıyorduk o sözcüğün, ’kütüp' diyorduk. 'Âlim'in çoğulu olarak
Türkçe ekli 'âlimler'den başka 'ulema' da vardı dilimizde. İkilik bildiren
çoğul türünü de benimsemiştik: 'Tarafeyn', 'zaviyetan' diyorduk, Arapça ekli
sözcükler olarak, 'nazaran', 'ankastin', ’mihelkadim', ’kezalik', 'mamafih',
'binaenaleyh', 'bilakis'... sözcüklerini
kullanıyorduk."
Buracıkta
ekleyivereyim, sayın dinleyiciler, bizim halkımız bu yabancı dili bir türlü
sökemediği için, gülümsetici yanlışlara düşer, "mamafih binaenaleyh"
der sözgelişi, bir arada. Ya da "bilhassa beklerim" yerine
"bilakis beklerim" der. Neyse... biz yine sürdürelim
örneklerimiz.
Farsça
çekimli sözcükler olarak, "şayan", "güzeşte",
"güzin", "hahiş".
Farsça
ekli sözcükler olarak, "namdar", "ikametgâh",
"giriftar", "bibehre", "naehil"... sözcüklerini kullanıyorduk.
Arapça,
Farsça kurallarla çeşitli terkipler, vasf-ı terkibiler, mutabakat kaideleri
vardı: "Resü'l mal", "düstur'l-amel",
"Tahte'l-hıfz", "seriü'l-infial", "müdir-i
mesul", "heyet-i tahririye", "harikzede",
"mevzu-u bahis", "şayan-ı arzu", "sanayi-i nefise",
"efkâr-ı umumiye", "vakanüvis..." gibi. "Kitab-ı
mukaddes"in çoğulu "kütüb-ü mukaddes" olmuyor, mutabakat
kuralınca "kütüb-ü mukaddese" oluyordu.
Bunların
bugün Türkçelerini kullanıyoruz: Sözgelişi "kamuoyu", "güzel
sanatlar", "konu", "yazı kurulu", "sorumlu
müdür" di-voruz.
Biliyorum,
bu örneklere karşı "Efendim, yaşam bunları kendiliğinden temizleyip
atmıştı, uydurma Türkçeciliği savunmak için çok eski dilden örnekler getirmek
yanlıştır" diyecekler bulunabilir. Ama zaman dediğimiz o anlaşılmaz güç,
acaba Arapça mutabakat kaidesinin durup dururken mi karşısına dikildi? Vasf-ı
terkibleri zaman mı anlamaz oldu, yoksa biz mi anlamaz olduk? Arapça çekimli
sözcüklerden, diyelim "amil", "ma'mul", "i'mal",
"istimal", "müstamel", "muamele",
"teamül", "müteamil" gibilerinin bir aileden olduğunu zaman
nasıl oldu da unuttu? Anlayamaz duruma geldi?
Saym
dinleyiciler, kendiliğinden oldu sanılan bu iş, gerçekte değişen toplumun okuma
yazmada duyduğu güçlükten çıktı. Toplumun değişmesi ise, İslam uygarlığından
laik uygarlığa, ümmetten ulusa geçmesinden başka bir şey değildi. Bir ülkenin
aydınlarına elbette bu gibi değişikliklere ayak uydurmak düşer, dahası bir
ülkenin aydınları yalnızca bu gibi gerekli değişikliklere ayak uydurmalı değil,
ona ön ayak da olmalıdırlar. İşte dilde özleşmenin bilinçli öncüleri olan
Türkçeciler, böyle bir işi gerçekleştirmek için çabalayan kişilerdir.
Yine
Sayın Aksoy, o konuşmasında şunları da söylüyordu.
"Birkaç
yıl önce, bir mahkemeden, Türk Dil Kurumu'na bir yazı geldi. Bunda deniliyordu
ki 'Görülmekte olan bir dâvâ sırasında taraflardan biri, mahkememize ilişikte
gönderdiğimiz i'lâmı gösterdi. Mahkememiz, dilini anlamadığı bu ilâmı,
anlaşılır Türkçeye çevirmesi için Dil Kurumu'na göndermeye karar verdi.'"
Sayın Aksoy ekliyor: "İlâmı okuduk. 96 yıl önce yazılmış olduğu, tarih
olarak altmda gördüğümüz şu Arapça sözlerden anlaşılıyordu:
'Lisaneti
sittetin ve semanine ve mieteyn ve elf' Metin de şöyle sürüp gidiyordu:
’Etraf-ı selâsesi tarîk-ı âm ile mahdut bir bap mülk-i menzil mürur-i eyyam ve kürur-i
a'vam ile müşrif-i harap ve mail-i türap olup tamir ve termine muhtaç ve
gailesi meunetine kifayet etmeyip tehir olunursa bilkülliye münhedim olarak
sagir-i mumaileyhe gadr-i külli mukarrer olmağla menzil-i mahdud-i mezkûr
semen-i misli ile ahare bey' ve semen-i istirbah olunmak sagir-i munaileyh
hakkında min küll’i'l vücub enfa' ve evlâ olmağın'..."
Yanlış
okudumsa beni bağışlayın, diyeceğim ama nerede, neyi yanlış okuduğumu kaç kişi
anlamıştır diye sormaktan kendimi alamıyorum, sayın dinleyiciler. Ama dildeki
tartışmayı kazanmak ereği ile karşımıza 96 yıl önce yazılmış bir mahkeme
ilâmını çıkardığım için yanlış anlaşılabileceğimi düşünerek söylüyorum ki, bu
dil, hukuk alanında ondan sonra'da süredursun, yazmımızın (edebiyatımızın)
durumu da, daha sonraları bundan çok başka değildi, îlk konuşmalarımda sizlere
bu konuda örnekler vermiştim. Şimdi yenilerine geçelim. Bakın, 60 yıl önce,
dilde sadeleşmeye, arılaşmaya karşı olan ünlü romancımız Halid Ziya Uşaklıgil,
şöyle yazıyor:
"Maksud,
lisanda 'güneş' var diye ufk-u edebimizden ’hurşid u şems'i silmek, 'yıldız'
var diye 'nücum u ahter'i söndürmek, 'göz' var diye 'çeşm ü dide'yi kapamak,
'yol' var diye 'rah u tarik'ı sed etmek, 'su' var diye 'ab u ma'yı
kurutmak kabilinden ameliyat-ı tahribe karar vermekse buna israf-ı bihude
nazariyle bakmak tabiîdir,"
Süleyman
Nazif de şöyle yazmış:
"Lisanını
seven Osmanlı Türk'ü, hiçbir vakit 'hatavat-ı terakki' makamına 'ilerleme
adımları'nı is'ad edemez. Böyle yaparsak lisanın kabiliyet ve letafetini
elimizle mahvetmiş oluruz. Bu fedakârlık, idrakin derekât-ı peşinde sürünen
bazı avamı memnun etmek içinse günahtır... Altı asırlık keddi-i yemin-i
vefakarinimiz olan elfazı tensikata uğratmak, muvafık-ı insaf olamaz."
Demek
ki saym dinleyiciler, bu ünlü yazarlarımızdan biri, Ha-lit Ziya Uşaklıgil, ana
dilimizin kullanılmakta olan "güneş", "yıldız",
"göz", "yol", "su" gibi sözcüklerini bayağı bulup
bunların yerine "şems", "hurşit", "nücum",
"ahter", "çeşm", "dide", "ayn",
"basar", "rah", "tarik", "âb",
"ma"... gibi Arapça ve Farsçalarını
kullanmamızın daha yerinde olacağını savunurken, öteki, Süleyman Nazif, yabancı
sözcükler yerine onlarm Türkçelerini kullanma akımını, anlayışsız halka
dalkavukluk diye görüyor. Böyle olduğuna göre, bizim bugün baba ile oğulun halk
ile aydının, kuşakların arasını açtığımız hiç de doğru değildir. Eskiden
mahkemelerle mahkemeye gelenlerin, yazarlarla okurların arası açıktı, işte
yukardaki örneklerde görüldüğü gibi. Giderek şu da söylenebilir ki,
mahkemelerle halkın ve edebiyatla halkın arası açık bulunsun isteniyordu,
gerçekte. İki yanda bulunanlar başka başka dil konuşuyorlarsa daha doğru olur
sanılıyordu. Başka bir deyişle, aydınlar kendi aralarında anlaşmayı yeterli
sayıyorlardı, bu yüzden de halkın diline gerekseme duymuyorlardı. Önümüzdeki
konuşmalarda, bunun edebiyattaki, hadi biz Türkçesinden vazgeçmeyelim,
yazındaki örneklerini size sunmaya çalışacağım.
Evet>
saym dinleyiciler, dilde özleştirme alcımı işte böyle, "hurşit" ile
"şems"in yerine "güneş", "nücüm" ile
"ahter"in yerine "yıldız", "çeşm" ile
"dide", "ayn" ile "basar"ın yerine
"göz", "rah" ile "tarik" yerine "yol",
"ab" ile "ma" yerine "su" demekle başladı. Bunca
sade, anlaşılır, yerinde bir işin ne kerte kötü karşılandığını ise size deminki
örneklerle gösterdiğimi sanıyorum. "Su" diyelim, "göz"
diyelim, "yol" diyelim istemediler o günkü ünlü yazarlar, aydmlar.
Biz elbette "hatavat-ı terakki"yi bırakıp "ilerleme
adımları", o bile değil, sadece "ilerleme" diyecektik. Görülüyor
ki, dilde özleşme akımı 50-60 yıl önce başladı ve böylece halk ile aydının,
yazarla okurun arası kapandı. İyi de oldu. Ama şimdi bize şöyle diyenler
çıkabilir: "Bir kez oldu bitti o olay, orada
kalmalıydık, aşırı gitmemeliydik, aşırı gidilince kuşaklarm arası açıldı."
Dilimizde
karşılığı bulunan Arapça-Farsça sözcükleri bırakmamıza bir şey denemeyeceği
konusunda anlaştıktan sonra, şu yu-kardaki soruna, kuşaklar arasındaki açıklık
konusuna açık gönülle gelebiliriz. Ziya Gökalp'in "canlı tasarruflar"
dediği, dilde yerleşmiş, artık alışılmış yabancı sözcükleri atıp atmamak
konusudur bu; "cansız cezirleri" bırakıp "canlı
tasarruflar"da direnmek. Başka bir deyişle, eski Türkçe sözcükleri
diriltmek için boşuna uğraşmamak. Fakat saym dinleyiciler, Ziya Gökalp'in ölmüş
saydığı o "cansız" sözcükler, gerçekte ölü müydü?
Yine
örnekler üzerinde duralım. Dilimize yerleşmiş yabancı sözcükleri atmayalım
diyenler, "mahsul" duruken "ürün" dememize kızıyorlar. Ama
"mahsul" sözcüğü Arapça "hasala" kökünden gelmedir ve bu
aileden daha "hasıla", "istihsal", "müstahsil"., gibi sözcükler de vardır. Şimdi biz, okulda
öğrencilerimize yalnız "mahsul"ü göstermekle, öğretmekle kalmayız, bu
aileden olan otelci sözcükleri de öğretmemiz gerekir, daha doğrusu bu benzer
sözcükler arasındaki yakınlığın ne olduğunu öğretmeliyiz. Yoksa diller bir yığm
birbiri ile ilişkisiz sözcükten kurulu olurdu. Ama bir o "hasıla" ailesini öğretmeye kalkınca, karşımıza yeniden
Arapça kurallar çıkmaz mı? Şimdi biz diyoruz ki, "ürün",
"üretici"... dururken niçin başka dillere
avuç açalım?
Hem
"ürün"ü uydurmadık ki, onu halkımız oldum olası kullanıyordu. Ama
İstanbul'da oturan, Anadolu'yu, Anadolu'daki insanların dilini bilmeyen bir
aydın, okulda "mahsul" diye öğrendiği için bu "ürün" ile
karşılaşınca ona uydurma gözü ile bakıyordu. Demek o aydının Anadolu ile arası
açıktı. Biz gerçekte kuşaklarm arasmı açmıyoruz, kapatıyoruz. Büyük kent ile
köyü yaklaştırıyoruz. Çünkü, bu örnek üzerinde
durunca, "mahsul" yerine "ürün" diyerek bu açıklığı dil
bakımından kapatacaktık elbet. Ama İstanbul'da büyük baba ile torun bir süre anlaşmazlığa
düşeceklermiş... Kapanan öteki açıklığa bakarsak buna üzülmemek gerekir.
Bunun
gibi, "gayret" yerine "çaba", "zirve
" yerine "doruk”, "mayi" yerine "sıvı",
"kaybetmek" (doğrusu gaip etmek) yerine "yitirmek",
"şüphe" yerine "kuşku"... demekle
çoğunluğun konuştuğu dili, yazı dili durumuna geçirmiş oluyorduk.
Türk
Dil Kurumu, Ziya Gökalp'in dediği gibi "cansız cezirler'! değil, Anadolu halkının günlük yaşamında kullanıdığı
sözcükleri derlemeye koyuldu ve ortaya bir Derleme Sözlüğü çıkardı.
Demek halkm yüzyıllardır konuştuğu sözcükleri bizlere duyurdu. Bu mudur halk
ile aydının arasmı açmak?
Eski
Türkçe yapıtların taranması ile de bir Tarama Sözlüğüne kavuştuk' ki,
orada "misafir" yerine "konuk", "netice" yerine
"sonuç", "elbise" yerine "giysi", "reis"
yerine "başkan", "cevap" yerine "yanıt",
"şahit" yerine "tanık” duruyordu. Bunların hiçbirine uydurma
diyemeyiz sayın dinleyiciler. Bunları kullanmakla kuşakların arasmı açtığımız,
halkm dilini ikiye böldüğümüz nasıl söylenebilir?
Gerçekte
kuşaklararası bir anlaşmazlık var, ama bu anlaşmazlık, büyük kentlerde,
özellikle İstanbul'da yaşayanlar için söz konusudur. Elbette yaşlı bir
büyükbaba "şahit"den bir türlü vaz geçmiyor, "tanık"
diyemiyordu. Torunu "sınav"a giderken, büyük baba ona "imtihanda
muavaffakiyet" diliyordu. Yağmurlar yağdığı için Anadolu'da
"ürün" değil, "mahsul" iyi olacaktı onun dili ile.
Pahalılık "doruğuna" değil, "zirvesine" çıkmıştır. Pazar
"denetlenemiyor" değil, "murakabe" edilemiyordu. Bu yüzden
"konuklarına" değil, "misafirlerine",
"konukseverlik" değil, "evsahiplik" gösteremiyordu.
Evet,
böyle bir açıklık var sayın dinleyiciler. Ama ne çıkar bundan? Babalar,
büyükbabalar, çocuklarından, torunlarından, radyolardan, gazetelerden
öğrenmiyorlar mı bu sözcükleri? Anadolu halkının yüzyıllardır söyleyip geldiği
bu öz Türkçe sözcükleri?
Sırası
düşmüşken söyleyeyim, İsrail devleti kurulduktan sonra, orada İbrani, ölü dil
sayılan o eski Yahudice devlet dili durumuna getirildi; fakat dünyanın dört
bucağından İsrail'e göç eden Yahudiler bu dili bilmiyorlardı. Yaşlılar, İbrani
öğretim yapan okullardaki çocuklarından öğrenmeye başladılar onu. Bizim
yaşlılarımız hiç de o durumda sayılamazlar. Bizim bütün sorunumuz, Türkçeye
"kaba Türkçe" diyen eski anlayışı bir yana bırakmâk için savaştır.
Yabancı bir sözcüğün Türkçesini söylemek utanılacak bir şey değildir, üzülecek
bir şey de değildir. Alışkanlıklarımızdan bu güzel konuda az da olsa vazgeçemez
miyiz? Biraz çaba, biraz iyi niyet, bu iş için yeter de artar bile. Kimseye
yeni bir dil öğretmeye kalkan yok, kendi dilimizi öğrenelim.
Peki,
denecek, şu "yaratık" ne oluyor? "Süreç" nedir?
"Çağrışım" nerden çılctı?
Evet, sayın dinleyiciler, bunlar uyduruldu.
"Halk edilmiş" anlamına "mahlûk"u bırakalım, onun yerine
"yaratık" diyelim. Ne olduğunu bilmediğimiz "vetire"yi
bırakıp onun yerine "süreç" diyelim, "tedai-i efkâr"ı
atalım, onun yerine "çağrışım" diyelim diye düşünüldü.
Çünkü
"yaratık"ta hep bildiğimiz o "yarat" kökü apaçık
görünüyordu; süreç'te "sür", "çağrışım"da "çağır"
da öyle, bize bildiğimiz bir şeyler düşündürüyordu. Gerçi böyle açık seçik
olmayan düşünmeler tam olarak kandıramazdı bizi, ama "tedai" okula
gitmeyen birine ne söyleyebilirdi? Okumamış bir kişiye "vetire" bir
şey mi anlatıyordu sanki? Bunlar ancak okuldan, kitaptan öğrenilecek bilimsel
kavramlardır, terimlerdir. İşte geçen konuşmamda 8-10 bin terim
Türkçeleştirildi derken, bu uydurulmuş sözcükleri anlatmak istemiştim.
Öyleyse
geldik terim konusuna... Terimi Türkçe Sözlük şöyle tanımlıyor:
"Bir
bilim, sanat, meslek dalı ile ya da bir konu ile ilgili özel ve belirli bir
kavramı olan sözcük. Matematik terimi, demircilik terimi gibi-"
Bana
kalırsa saym dinleyiciler, ransızların temi ile yazıp söyledikleri bu
uluslararası sözcüğü biz r ile m'nin araşma bir i koyarak
"terim" diye değil, "termin" diye alsaydık, Türkçe
söyleyişe daha uygun bir sözcük yapmış olurduk. Üstelik de o sözcüğün aslı
Latince "terminus", sınır demek, Romalıların Smır Tanrısı'na
verdikleri ad. Her neyse... Bunu bir yana bırakalım da biz yine konumuza dönelim.
Terimler,
yukardaki tanımından da anlaşıldığı gibi, belli kavramların sınırını kesin
olarak çizen sözcüklerdir ki, ancak ilgili olduğu bilim, sanat dalmm öğrenimi
ile edinilir. Bir memurun nalbantlık terimlerini bilmesi gerekmediği gibi,
ruhbilim terimlerini de bir çiftçinin bilmesi gerekmez. Başka bir deyişle,
bunlar konuşmadaki, yazmadaki öteki sözcüklerden ayrılırlar. Sözgelişi,
"zaviye" bir matematik terimidir, Türkçesi "açı". Eskiden
olduğu gibi, şimdi de bir öğrenci bunu okulda, kitabından, öğretmeninden öğrenir.
Fakat eski terimlerle öğretim görmüş olanlar, çeşitli bilim, sanat dalları için
hep yabancı köklerden yapılmış sözcükleri ezberlemek zorunda kalırlardı.
Gençler de ezberleyeceklerdir elbet, bugünkü gençler, ancak arada büyük bir
ayrım var, "zaviye" bize hiçbir şey ansıtmıyor, onu ancak belleğimize
kazımakla öğrenebiliriz. Oysa "açı" böyle değildir, onda
"açmak" ile "açılmak" ile ilintili bir şey var. Bir
öğrenci, bir noktada birleşmiş olan iki düz çizginin birbirlerinden ayrılarak
açıldıklarını rahatça düşünebilir bu terimi öğrenirken. Böylece de belleğini
yormaz artık "Neydi o?" diye düşünerek. Arapçadan yapılmış terimleri
öğrenmek için ne güçlüklere katlanıldığını eskiler çok iyi bilirler. Bundan
ötürü onlarm "Kuşakların arasnaçılıyor" diye yazıklanmaları
boşunadır, bundan vazgeçip, böylesi kolay bir öğretime, bir öğrenime
imrenmeleri gerekir.
Şimdi
size çeşitli dallardaki terimlerden örnekler vererek konuyu daha da açmak
istiyorum sayın dinleyiciler. Çeşitli dallar dedim ama,
bugünkü konuşmama pek öyle çeşitli dalların girebileceğini sanmıyorum, Türk Dil
Kuruntunun yayımladığı terim sözcüklerinden birkaçını önüme aldım. Dilbilgisi
Terimleri Sözlüğünden başlayalım:
Dilbilgisinde
eskiden "zamir" diye öğretilen sözcükler dizisinin yeni terimi
"adıl". Kişi, özlük, gösterme, soru ve belirsizlik kavramları vererek
varlıkların yerini tutan sözcük, denmiş. Demek
"ad"la ilgili bir kavram bu. Ama eski terim, "zamir"
bize böyle bir ipucu vermiyordu. Onu sadece ezberlemekle öğrenecektik ve en
kötüsü, başka dilbilgisi terimleriyle, diyelim "zarf" ile de
karıştıracaktık sık sık. Nitekim öyle oluyordu. Felci, "zamir" gibi,
"zarf" için de soralım: Ne demekti "zarf"? Bir başka anlama
da gelmiyor mu o? Hani mektubu içine koyduğumuz şey anlamına. Bakalım ne demiş
"zarf" için Dilbilgisi Terimleri Sözlüğü? "Belirteç"
demiş. Bir eylemin, bir sıfatın ya da başka bir belirteçin anlamım zaman, yer,
ölçü, nitelik, soru kavramları bakımından etkileyen sözcük, diye tanımlamış.
Bunu, "belirteç"i, artık mektup zarfı ile karıştırmak olanaksızdır.
Bunlar
gibi, "isim" için "ad", "fiil" için
"eylem", "nida" için "ünlem", "rabıt"
için "bağlaç" terimleri bulunmuştur saym dinleyiciler. Şimdi artık
kalkıp da "nida" gibi güzel bir sözcük dururken "ün-lem"e
ne gerek vardı demek yerinde midir? İle,
bile, fakat, çünkü, ya, ya da, ki, hem de gibi sözcükler, eş görevli
sözcükleri birbirine bağlamak için kullanılmıyor mu? Bunlara neden
"rabıt" diyelim? Bağlamaktan yapılma şu "bağlaç" dururken?
Bir
sözcükten sonra gelerek, o sözcükle ötekiler arasında ilgi kuran
"gibi", "karşı", "kadar"... sözcükleri
için neden "edat" gibi ne demeye geldiğini bilmediğimiz bir terim
kullanalım "ilgeç" dururken? Genellikle eylemin anlamım çeşitli
yönlerden tümleyen sözcüklere "tümleç" diyeceğimiz yerde niçin
"mef'ul" diyelim? Bir adm anlamının tam belirtilmesi için, bir başka
addan, adıldan ya da sıfattan yardım görmesi durumuna "terkip"
diyeceğimize "tamlama" desek daha iyi değil mi? "Evin
kapısı", "sokak kedisi"... gibi
sözlerde bir "tamlanan", bir de "tamlayan" yok mu? Niçin
bunların biri "muzaf" öteki "muzafun ileyh" olacakmış? Eski
"sarf ü nahiv" de, "fiil", "haber",
"müsned" terimleriyle anlatılmak istenen ve eylem çekimine girmiş
sözcüğün tümcede görev adı olan "geliyor", "gidecekmiş"
gibi sözcüklere, Dilbilgisi Terim Sözlüğü "yüklem" dedi ise,
çocuklar bunu "müsned"den daha güç mü öğrenirler? Yoksa bu yüzden kuşakların
arası mı açılır?
24
Mayıs 1975
·
VIII
Sayın
dinleyiciler,
Geçen
haftaki konuşmamda, terimler konusuna yer vermiştim; dilbilgisi kolunda
yaratılan (hadi Türkçeciliğe karşı olanların deyimi ile uydurulan) terimler
üzerinde durmuştum. Bu konuya sık sık döneceğimizi sanıyorum. Çünkü terimler
her yerde, her ülkede uydurulmuş sözcüklerdir saym dinleyiciler. Bizde eskiden
terim Arapça köklerden yapılırdı. Biz şimdi bütün bilim, sanat dalları için
gerekli terimlerimizi Türkçe köklerden yapıyoruz. Bu sözcüklerin, demek ki
terimlerin, dilimizi ikiliğe düşürdüğü şundan ötürü ileri sürülemez ki, onları
öğrenmek, ne demeye geldiklerini kesin olarak bilmek ancak öğrenime bağlıdır.
Biz bilim dallarındaki, sanat dallarındaki terimleri öğrenimle ediniriz.
Öğrenim görmemiş birine, sözgelişi "Süreç nedir?" diye sorsak, bilemez.
Şimdi bundan ötürü bize, "İşte gördünüz mü? Halk sizin yaptığınız
sözcükleri anlamıyor" denemez. Çünkü biz deminki sorumuzu, o
"süreç" sözcüğünün yerine eskisini koyarak, "Vetire nedir?"
diye sorsak öğrenim görmemiş birine, yine anlamaz.
Ama
öğrenime başlamış, kendi bilim ya da sanat daimi seçmiş biri, gerçekte bu
terimleri uğraşı açısından öğrenecektir. Aradaki ayrım ne? Ona, kökünü
bilmediği terimler yerine, kulağına yakın gelen sözcüklerden yapılma terimler
vermek. "Zaviye" yerine "açı"yı, "müselles"
yerine "üçgeri'i öğretmektir.
Başka
bir deyişle saym dinleyiciler, bilim-sanat öğrenmek isteyenler için gerekli
terimler. Bir demirci, ya da ayakkabıcı çırağı, uğraşma başlarken, kullanacağı
gereçlerin admı öğrenir. Bunları herkesin bilmesini isteyemeyiz.
Ancak
belli dallardaki terimler, o uğraşm insanları için ortaktır. Ya da genel kültür
bütün kişilere birtakım terimler verir, dilbilgisi terimleri gibi. Onların da günlük dilde kullanılanlarını. İşte, öğretimi
kalkmış olan Osmanlıca terimler yerine, yenileri, Türkçeleri geçilirken
babalarla çocuklar arasında bir anlaşmazlık çıkabilir, güçlükler olur. Ama biz
bugün bu güçlüğü istemeliyiz. Çünkü yaşlılarımızın bildiği bilim, sanat
terimlerini, çocuklarımıza artık öğretemeyiz. Türkçede özleştirmeye karşı
gelenler bile öğrenemezler o terimleri. Gerçekte de onlar, demek Türkçeciliğe
karşı olanlar, o eski terimleri bilmiyorlar, çünkü tümü cumhuriyet döneminde ya
yeni terimlerle yetişmişler, ya da eski terimleri okudular-sa, unutmuşlardır.
Bugün kim kalkıp da, br lise, ya da üniversite öğrencisine "çağrışım"
yerine "tedai-i efkâr" demeyi salık verebilir? Kim "Artık
bilinçaltı demeyelim, tahteşşuur deyilem" diye diretebilir?
Bakm
saym dinleyiciler, şu "tahteşşuur" sözü yok mu, benim tanıdıklarım
içinde, eski yazı bilenlerin bile o sözü doğru söylemediklerini bilirim:
"Taht el-şuur" diye söylüyorlar. "Şuur",
"bilinç", "taht" ile "şuur" arasında bir
"el" vardır. Arap harflerinden "elif" ile "lâm".
Bu elif lâm Arapça harf-i tariftir, artikl. Ve kimi tamlamalarda bu el
okunur, yani l okunur, kimi tamlamalarda okunmaz. Kuralı şudur:
"Huruf-u şemsiye" denilen harflerden önce gelen elif lâm'ın lâm'ı
okunur, "huruf-u kameriye" denen harflerden önceki elif lâm'ın lâm'ı
okunmaz. Sözgelişi "Dar ül-fünun"da o lâm okundu, çünkü
"fünun”un ilk harfi olan f, huruf-u kameriyedendi. Yu-kardaki
örnekte ise, bilinç anlamına gelen "şuur" sözcüğünün başında bulunan ş
harfi huruf-u şemsiyeden olduğu için, "taht" sözcüğünün son harfi
olan t, elif lâm atlanarak, doğrudan doğruya ş'ye vurulur.
Bu
kuralı unutmuş, ya da iyi öğrenmemiş olanlar, o sözcüğü "taht
el-şuur" diye söylüyorlar. Yanlıştır. Ama bunun doğrusunu, yanlışını
öğrenmek artık olanaksızdır saym dinleyiciler. Bunun için huruf-u şemsiyeyi ve
huruf-u kameriyeyi öğretmek gerekir. Bizim alfabemizde ise böyle bir bölümleme
yoktur. Gereği de yoktur, çünkü bizim okunur okunmaz bir artiklimiz, harf-i
tarifimiz yoktur. İşte "tahteşşuur"un başımıza açtığı dert budur.
Doğrudan doğruya Arapça gramerden gelme bir durum ki, bize tümden yabancı.
Ruhbilim
Terimleri Sözlüğü,
"bilinç" için şu tanımı veriyor:
"Algı
ve bilgilerin anlıkta duru ve aydınlık olarak izlenme süreci."
Bunu
dinleyip ya da okuyup, "Hiç bir şey anlamadım" demek çok kolayından
bir alay olur sayın dinleyiciler. Eğer bilimin bu tanımından bir şey
anlamamışsak, bu onun Türkçe yazılmasından değildir. "Algı" yerine
"idrak", "anlık" yerine "müdrike" deseydik, daha
mı anlaşılır bir duruma gelirdi yukardaki tanım?
Gerçekte,
"bilinç"in tanımmda geçen yukardaki sözcüklerin, terimlerin
güldürecek hiçbir yanı yoktur. Suçu Türkçe sözcüklerde bulanlar, konuya,
ruhbilime yabancı olmalarını bununla örtmek isteyenlerdir. Ben Türkçecilikle
alay edenlerin çoğundan bu izlenimi almışımdır; bilgisizliği kapatmak için
sözcükleri bahane etmek, "Türkçeciler dilimizi bu duruma getirmeselerdi
ben ne bilgin adamdım" demeye getirmek. Ama işte onlarm içinden
"tahteşşu-ur"u, "taht el-şuur" diye okuyanlar çıkıyor.
Az
önce "izlenim" dedim saym dinleyiciler. Bu terim ortaya atılmadan
önce "intiba" deniyordu onun yerine. Tanımı şu:
"Uyaranların,
duyu örgenlerimiz ve ilişkili sinirler üzerindeki etkileri ya da belirli bir
durumun kişi üzerindeki çözümlenmemiş toplu etkisi."
Bir
bilim sözlüğünde böylesine açık seçik bir tanım verilebilmesi, sadece
Türkçecilik akımının bir başarısı diye değil, dilimizin güçlü özünün ortaya
çıkması olarak da karşılanmalıdır. Yoksa o tanımı eski terimlerle, Arapça
sözcüklerle baştan kuracak olursak, işin içinden çıkamayız. Önce o
"intiba" sözcüğünü doğru kullanacağımız çok kuşku götürür. Bugün
"izlenim"! beğenmeyip, "intiba"
demeyi yeğleyenler arasında, "Onun intibası" diye söyleyenlere
rastlanıyor saym dinleyiciler. Oysa o Arapça sözcüğün sonunda, bizim
alfabemizde gösterilmeyen bir "ayn" ünsüzü, sesdeşi var ki,
"intibası" yanlış olur, "intibaı" demek gerekir.
"İzlenim" sözcüğü içinse bu tür söyleniş güçlüklerinden hiçbiri
yoktur. "İzlenim"in anlamını öğrenmeye gelince, bu bir bilim dalmm
öğrenimine bağlıdır ki güç olup olmaması çok başka bir konudur.
Türk
Dil Kurumu Yaymları arasmda bulunan çeşitli terim sözlüklerinden birinin
önsözünü burada okumakta yarar umuyorum saym dinleyiciler:
"Atatürk
devriminin Türkçe konusundaki tutumunu şöyle özetleyebiliriz: Türkçeyi çağdaş
sanat, bilim ve tekniğin, kısacası çağdaş uygarlığın bütün gereklerini
karşılayacak bir dil durumuna getirmek.
Türk
Dil Kurumu 1932 yılında kurulduğu zaman, yapılacak dil çalışmaları, şu iki ana
madde içinde saptanmıştı:
·
1.
Türk dilinin öz güzelliğini ve zenginliğini ortaya çıkarmak,
·
2.
Türk dilini, dünya dilleri arasmda değerine yaraşır yüksekliğe ulaştırmak.
Bu
maddelerden birincisini gerçekleştirmek için, eski kültür hâzinelerini
araştırmak, yayınlamak; İkincisini gerçekleştirmek için de, bir yandan
yüzyıllar boyunca dilimize girmiş olan yabancı sözcüklerin, terimlerin yerine
Türkçelerini koymak, öte yandan da Batı uygarlığının etki alanına girmemizle
dilimize sızmaya başlayan yenilerine engel olmak. Böylece, dilimizi kendi
olanakları içinde geliştirmek gerekiyordu. Bu yabancı sözcüklerin çoğunluğu
türlü bilim dalları ya da mesleklerle ilgili terimlerdi. Türk Dil Kurumu-nun
kuruluşunda, bu terimler işi, çetin bir sorun halinde duruyordu. Yıllar yılı
yapılan çalışmalar verimsiz kalmadı. Dil işinin olumlu bir sonuca bağlanmasını
isteyen aydınlar, bu alanda yapılan çalışmalarda Kurum'u yalnız bırakmadılar.
İlk
evrede, yalnızca terimlerin Türkçe karşılıklarını bulmak yoluna gidiliyordu.
Yapılacak işler çok, eldeki olanaklar az olduğu için, terim sözlükleri
verilemiyordu. İkinci evrede ise, bir yandan yeni karşılıklar aranırken, bir
yandan da her konuda uzmanlık sözlükleri hazırlanmasına girişildi.
Bugüne
değin, Türk Dil Kurumu'nun türlü kuruluşlar, kurumlar, fakülteler ve kişilerle
yaptığı çalışmaların ancak küçük bir bölümü yayımlanabilmiştir. Her konuda eser
veren yazar ve aydınlarla bu çalışmalar, dil bilincinin yerleşmesine yardım
ederken, okul sıralarındaki gençleri de bu Türkçe sözcüklere alıştırmış,
giderek onlarda dil sevgisinin kökleşmesini sağlamıştır.
Gerek
Türkçe-Osmanlıca ve Batı dilleriyle ilgili olarak kılavuz niteliğinde
hazırlanan terim listelerinde, gerek türlü konularda hazırlanan sözlüklerle,
elden geldiği ölçüde her terimi Türkçe bir sözcükle karşılamak yoluna
gidilmiştir. Türkçe karşılığı bulunmadığı durumlarda, Batı dillerinden
aktarılan terimlerde, bir birlik sağlanmasına çalışılmıştır. Yabancı bir terim
alınırken, Batı dillerinde de olduğu gibi Yunanca ve Latince asıllarına
gidilerek, bunlar Türkçe-nin ses yapışma uydurulmuştur. Yalnız, daha önce başka
Batı dillerinden Türkçeye girmiş ve yeni bir karşılık bulunamayan terimler,
eskiden olduğu gibi bırakılmışlardır.
Gerek
Kurum'da hazırlanan, gerekse Kurum'ca uzmanlara hazırlattırılan terim
sözlüklerinin, türlü yarkurullardan geçirilerek hem dil bakımından, hem ilgili
oldukları bilim bakımından yanlışsız olmalarına çalışılmıştır. Ortaya konan
terimler öneri niteliğindedir, kesinlik anlamı taşımamaktadır. Önerilen
terimler, uzun süreli uygulama sonucu kesin biçimlerini alacaklardır."
Şimdi
bu sözlüklerden biri üzerinde, Yazın Terimleri Sözlüğü üzerinde duralım
sayın dinleyiciler. "Yazın" bildiğimiz gibi "edebiyat"
karşılığıdır. Sözlüğün önsözünden şu parçayı da birlikte okuyalım:
"Yazın
terimlerinin hazırlanmasında tutulan yöntem şöylece özetlenebilir:
·
1-
Elde bulunan başlıca yazın sözlükleri taranarak Divan yazını ile ilgili
terimler derlemiş, bunların geçerli olabilecek tanımları yapılmıştır.
·
2-
Batıdan dilimize girmiş olan yazın terimlerinin başlıcaları seçilerek sözlüğe
alınmıştır.
·
3-
Halk yazmı terimlerine de bütünlük sağlama ereğiyle sözlükte yer verilmiştir.
·
4-
Derlenen terimlere Türkçemizin olanakları ölçüsünde dilimizin kendi öz
değerlerinden karşılıklar aranmaştır."
Şimdi
size bu sözlükten kimi örnekler sunacağım sayın dinleyiciler:
Sonu
ünlü ile biten, uzun okunmayan hece karşılığı olarak bu sözlükte "açık
hece" terimi önerilmiştir ki, artık bütün okullarımızda öğretilen terim
budur, tutmuştur. Bunun eskiden karşılığı, yani eski terimi
"muallak"tı. Uydurmakla iyi etmemiş miyiz? Bugün artık
"muallak"ı anımsayıp da, "Yazık oldu dilimize" diye düşünen
var mıdır? Türkçecilik akımından doğmuş kimi sözcükler beğenil-meyebilir, ama
bu yüzden yeni sözcüklerin tümünü kötülemek yanlış olacaktır.
Ünsüzle
biten hece karşılığı olarak yerleşen yeni terim ise "kapalı hece"dir.
Kapalı hece karşılığı eski terim "müsnef'ti.
Sözlükte
"acrostiche" karşılığı olarak "adlama" önerilmiş. Terimin anlamı da şu: "Dizelerinin ilk harfleri, yukardan
aşağıya bir ad oluşturan koşuk." Oysa yabancı sözcük bize bu anlamı
vermekten çok uzaktı.
Sözlükte,
dizelerinin her biri başka dille yazılmış koşa ya da koşuk karşılığı olarak
"alaca" terimi öneriliyor. Eskiden kullanılan terim ise
"mülemma" idi.
Kuramsal
kalmayıp, sözcükler üzerinde durmanın daha yararlı olacağını düşündüğüm için,
daha beş altı terimi sizlere sunmak istiyorum saym dinleyiciler. Beni
bağışlamanızı dilerim.
Eski
yazınımızda "tehzil" terimi ile adlandırılan bir koşuk biçimi vardı;
ağırbaşlı bir koşuğu, bir koşuk parçasmı şakalı bir anlatıma çevirmek demekti.
Buna "alaysıma" karşılığı bulunmuş. Bir de örnek verilmiş, birlikte
okuyalım; Namık Kemal'in,
Biz
ol âli himeın erbab-ı cidd ü içtihadız kim
Cihangirane
bir devlet çıkardık bir aşiretten
koşasını
Fazıl Ahmet Aykaç şöyle alaysımaya almıştı:
Nasıl
âli himem erbab-ı cidd ü içtihadız ki
Bıraktık
bir aşiret biz cihangirane bir devletten
Yukarda
"koşa" sözcüğünü kullandım. O da bir yazın terimidir. Eskiden ona
"beyit" denirdi, Arapça anlamı "ev"dir. "Mısra"
içinse şimdi "dize" diyoruz. "Koşuk", "nazım" karşılığı
olarak alındı.
"Başka
bir yerden olduğu gibi aktarılarak tırnak içinde verilen söz, tümce ya da
parça" için eskiden "iktibas" terimi kullanılırdı. Fransızcası
da girmişti dilimize, "citation". Yazın Terimleri Sözlü-ğü'nde
buna karşılık "alıntı" gösteriliyor ki, bu terim artık tutmuştur.
Her
bağlamı altı dize olan Divan koşuğuna eskiden "müseddes" denirdi,
Arapçadan alınmaydı. Onun yerine şimdi "altışarlı" Türkçe terimi
öneriliyor. "Müseddes" de Arapça altı anlamına gelen sözcükten
yapılmıştır.
Bir
resmin, bir karikatürün altma yazılan yazı anlamına bizde Fransızcadan almma
"leğende" kullanılıyordu. Buna şimdi "altyazı" denmesi daha
doğru, daha anlaşılır değil midir?
Görüyorsunuz
ki sayın dinleyiciler, Türkçeyi savunurken sadece Arapçaya, Farsçaya değil,
Batı dillerine karşı da titiz davranıl-maktadır. Ama o konu, Batı dillerinin
etkisi konusu, başka bir konuşmamızda enine boyuna yer alacak.
Burada
şu kadar söyleyeyim ki, Batı dillerinin etkisi, daha çok, yeni bilimlerin
doğmasından ya da eskiden beri bilinen bilimlerdeki yeni buluşlardan, yeni
kuramlardan ötürüdür. Gerçi sevinmemiz gerekir bir bakıma, demek toplumumuz
bilimlerde olsun, sanatlarda olsun artık dünya ile at başı yürümek istiyor,
bütün yenilikleri izliyor. Bu durumda Batı sözcüklerinin yığm halinde girmeye
başlaması, bir bakıma, sakınılması güç bir olaydır. İşte bir toplumda dil
bilincinin uyanması bunun için gereklidir, sayın dinleyiciler. Yeni yabancı
sözcüklere kucak açmaktansa, anadilden yeni sözcükler yaratmaya alışmalıdır.
Uydurma suçlamalarından vazgeçilmelidir. Bizim için Arapça ne denli yabancı
ise, Fransızca da öyle yabancıdır.
Batıda
yeni bir düşünür, diyelim Jean-Paul Sartre çıktı ortaya
"eksiztansiyalizm" diye bir sözcük mü attı, bu kavrama karşılık yeni
bir sözcük yaratmak gerekir. Bu yapılmıştır, şimdi biz onun için
"varoluşçuluk" diyoruz. İyi de ediyoruz.
Toplumlar
bir kez bu titizliğe vardılar mı, artık boyuna dil devrimi yapmaya gerek
kalmaz. Bunun da koşulu anadile saygıdır. Jean-Paul Sartre dünya görüşünü
ortaya atmak için kendi dilinde bir sözcük yaratıyor. Bizim eski aydınlar ise
bu işi, Arapça kökleri kullanarak yaparlardı. Son 50-60 yıl içinde Batı
dillerinde doğmuş yeni sözcükleri, terimleri olduğu gibi alıp benimseme akımı
karşı durulmaz bir hal aldı ise, bunu aydınlarımızın tembelliğinde ya da ulusal
dil bilincinden yoksunluklarında aramalıdır. İşte sayın dinleyiciler,
Türkçecilik akımının yayılması, bu bakımdan yararlı olmuştur.
Şimdi
biz gene bugünkü konumuza, yazın terimlerine dönelim ve birkaç terim üzerinde
daha duralım.
İki
anlama gelebilir sözcükleri kullanarak ikisini de düşündürme sanatına eskiden
bizde "iham" denirdi.
Gül
gülse daim ağlasa bülbül acep değil
Zira
kimine ağla demişler kimine gel
beytinin
(artık şu beyt sözcüğünün de Türkçesine alışalım, koşa diyelim)
evet, az önce söylediğim koşanın birinci dizesindeki (dize de mısra
demektir, unutulmasın sayın dinleyicilerim) "gül" ile ikinci
dizesindeki "gül" ayrı ayrı anlamlardadır. Biri ad,
öteki eylem. Ne olduğu anlaşılmayan o "iham" sözcüğü yerine
şimdi artık Türkçe-sini kullanabileceğiz: "Andırış" diyeceğiz.
Başka
bir örneğe geçeyim: Sözcüğün gelişi ünlü bir olayı, bir atalarsözünü, bir koşuk
parçasını, bir özdeyişi ansıtma sanatına eskiden "telmih" denirdi.
Sonraları bunun Fransızcası olan "allusion" da girdi dilimize. Yazın
Terimleri Sözlüğü'nde buna örnek olarak aşağıdaki koşa verilmiş. Seba
Melikesi Belkıs ile Süleyman Pey-gamber'in anlaşmasından söz ediyor:
Ey
name sen ol mah-likadan mi gelirsin
El
hüthüd-i ümmid Seba 'dan mı gelirsin
Şu
anda okuduğum iki koşada da sayın dinleyiciler, kimi heceleri uzun okudum. Oysa
Türkçede uzun hece yoktur. Kulaklara çarpan o uzun okunuşlarm yadırganmasına bu
balamdan hiç şaşmam, Arap'ın şiir ölçüsü olan "aruz"u ozanlarımız
sevip benimsedikleri için, kimi yerde Türkçe sözcüklerin kimi hecelerini
uzatmak zorunda kalmışlar. Buna eskiden "imâle" denirdi, şimdi
"uzatım" diyoruz. İlk konuşmalarımdan birinde anlattığım gibi, bu
durum, dilimizin ses bakımından da bozulmasına yol açmıştır. Öyle ki, uzun hece
alışkanlığı ile Arapça kimi sözcüklerin uzun okunmaması gereken hecelerinin de
uzun okunuverdiğine tanık oluyoruz.
Yazm
terimlerinden bir örnek daha getirip bugünkü konuşmamı bitireyim. Her dizesine
bir küçük dize eklenmiş Divan koşuk biçimine eskiden "müstezat"
denirdi. Nedim'in,
Gül
goncasısın güşe-i destar şenindir
Gel ey gül-i râna
koşasındaki
ikinci dizede olduğu gibi. Buna şimdi "artıklı" diyoruz.
ı Haziran
1975
·
IX
Sayın
dinleyiciler,
"Bu
yüzyılın başlarında yalnız terbiye ya da pedagoji adı ile anılan ve uğraşı
konusu pek dar olan eğitim, bir bilim dalı olarak, arda kalan yıllar içinde bir
yandan toplumbilimlerinin, öte yandan fen bilimlerinin ortaya koyduğu
bulgulardan yararlanarak büyük bir gelişme göstermiştir. Eskiden daha çok
ruhbilim, ahlâk, felsefe, mantık ile yakın ilişkisi bulunan eğitim; şimdi,
ekonomi, sayılama, (istatistik), budunbilim gibi toplum bilimlerinden başka tıp
ve teknoloji alanlarına giren bilim dalları ile ilişkilerini artırmakta, yeni
sorunları çözmede bütün bu bilim dallarına özgü yöntem, teknik ve verilerini
değerlendirmeye çalışmaktadır."
"Türk
Dil Kurumu Yayınları arasmda basılmış olan Eğitim Terimleri Sözlüğü 'nün
önsözünden aldım yukardaki sözleri saym dinleyiciler. Yabancı kökenli birkaç
terim dışmda Türkçe düşünülmüş, Türkçe yazılmış olan bu giriş yazısı, dilimizin
anlatım gücünü belirten küçük bir örnek sayılabilir. "Türkçe
düşünülmüş"., dedim, gerçekten de, Osmanlıca ile
Türkçe düşünerek yazmak nerdeyse olanaksızlaşmıştı. Neden derseniz, köklerini
bilmeden öğrendiğimiz Arapça, Farsça kimi sözcükler, konuşmamıza, ya da
yazılarımıza sanki birer süs öğesiymişçesine giriyor, bizde onlarsız
yapacağımız alışkanlığını uyandırıyordu! Bu alışkanlık sonucu olarak, anlamadan
kullanıyorduk dilin kimi sözcüklerini. Türkçeciliğin bir iyiliği de işte bu
sorunda kendini gösterir. Taze ve güçlü Türkçe sözcükler, onları kullanırken
aklı hep uyanık tutmak durumunda bırakıyor bizi, gereksiz sözler söylemekten
kaçınıyoruz, süslü sözlere hiç gerek görmüyoruz. Böylece yazımız ve sözlerimiz
en gerekli olana indirgenmiş oluyor. Bu büyük bir kazanç değil midir?
Sürdürelim
biraz daha okumamızı:
"Bu
gelişmenin doğal bir sonucu olarak bugün eğitimin uğraşı sınırları
genişlemiştir, üzerinde durduğu konular çeşitlendiği gibi dili de yeni bir
kimlik kazanmıştır. Özellikle eğitim kuram ve uygulamalarının giderek
yoğunlaştığı ülkelerde yeni kavramları anlatabilmek ve bu alanla ilgili
kimselerin kolayca anlaşmalarını sağlamak için terim geliştirme işine ayrı bir
önem verilmiştir."
Gördüğünüz
gibi dinleyiciler, bizdeki gibi bir dil temizliği etkenliğine gerek duyulmayan
ülkelerde de terim sorunu, daima taze ve güncel sorunlardan biri olarak kabul
edilmektedir. Bilimsel, sanatsal, teknik çalışmalar, kısacası yaşam bizden
sürekli olarak yeni terimler uydurmamızı istiyor. Demek biz burada, kendi
ülkemizde eski ve yabancı kökenli terimleri atıp yerlerine Türkçelerini
koyduktan başka, bugüne değin hiçbir terimle karşılanmamış kavramlar için de terimler
bulmak zorundayız. Terim sözlüklerinde buna birçok örnek gösterilebilir.
"Eğitim
terimleriyle ilgili çalışmaların geçmişi bizde yenidir. İlkin 1942’de Milli
Eğitim Bakanlığınca ruhbilim, toplumbilim, mantık ve felsefe terimleri yeniden
düzenlenirken ele alınmıştır. Ancak bundan sonra sürekli bir resmi çaba
gösterilmemiştir. Kurumsal ya da kişisel girişimlerle dilimize eğitimle ilgili
birtakım yeni kavram ve terimler kazandırılmıştır. Gelgelelim son yirmi beş yıl
içinde eğitim alanmdaki çok yönlü gelişmeler, üniversitede ve yüksek okullarda eğitim derslerini okutanlar ile uygulama
alanında çalışanları iletişim, yönünden büyük güçlüklerle karşı karşıya
getirmiştir. Kökeni genellikle Arapça ve Farsça olan eski terimlerin Türkçe
karşılıklarını bulmak yanında, Batı dillerinden çevrilen birçok yapıtlarda ilk
kez karşılaşılan yeni kavramları anlatmaya yarayacak uygun terimleri aramak ve
onları yerleştirmek önemli bir sorun olmuştur. İster istemez, hem eski hem yeni
ya da hem yabancı hem Türkçe terimlerin bir arada kullanılması sürüp gitmiş,
eğitim dilinin açık ve kesin terimler dizgesi kurulamamıştır."
Eğitim
Terimleri Sözlüğü'nü
hazırlayan Dr. Ferhan Oğuzkan, bu işin ne denli titiz çalışmalarla
gerçekleştirildiğini de şu sözlerle anlatıyor:
"Bu
sözlük hazırlanırken daha önce bu konuda yapılan çalışmalar değerlendirilmiş,
eğitimle ilgili yasalar, tüzükler, yönetmelikler, hatta önemli genelgeler ile
okul programları gözden geçirilmiş, orta ve yüksek öğretim
kuramlarında ders kitabı olarak kullanılmış ya da kullanılmakta olanlarm
başlıcaları incelenmiş, terim yönünden bir taramadan geçirilmiştir. Eğitimle
ilgili yabancı kaynaklardan yararlanılmış, terimlerin İngilizce ve Fransızca
karşılıkları için türlü sözlüklere başvurulmuştur."
Saym
dinleyiciler, dil alanındaki bu ve benzeri çalışmaların, uydurmacılıkla
suçlanması en azından büyük bir haksızlık sayılmalıdır. Ama bundan da üzülmeye
değer olanı, işin içyüzünü bil-meyenlerce, o uydurmacılık suçlamasmm kim bilir
nasıl değerlendirildiği konusudur. Belki durumu bilmeyen sade yurttaş, birtakım
kişilerin, hani halk arasındaki deyimle söyleyeyim, bu terimleri ve yeni
sözcükleri kafadan attıkları gibi bir kanıya düşebilir. Onun için son
konuşmalarımda terim sözlükleri üzerinde uzun uzun duruyorum. Bunlara bir göz
gezdirelim, sonra da bir terimin nasıl uydurulduğu konusuna geliriz. Elbette bu
konu bizi yeni sözcükler yaratmanın yöntemiyle karşı karşıya getirecektir. Onu
öğrenip edindikten sonra, neden biz de sözcük yapmayalım? Yaparız elbet ve
böylece dilimize yardımcı oluruz.
Şimdi
saym dinleyiciler, sizinle birlikte, Eğitim Terimleri Sözlüğüne şöyle
bir göz atalım:
En
başta "abece" sözcüğü yer alıyor. Bildiğiniz gibi, bunun Fransızcası
"alphabet", İngilizcesi ise -yazımı aynı olmak
üze-re-"alphabet"dir. Bizdeki eskiden "elifbe" ya da
"elifba" denirdi. "Elif" sözcüğü ile "alfa"
sözcüğü birbirlerine benziyor. Gerçekte de onlar aynıdır, ikisinin kökeni
birdir. Fenike dilindeki "Alf'dan gelir bunlar, "Alf" o dilde
"öküz" demekti, Fenikeliler öküz başmm resminden kalkıp, tek sesi
karşılayan bu harfi bulmuşlardır ve böylece konuşma seslerinin belli
başlılarını gösteren işaretler bir araya getirilerek abece, elifba, alfabe
ortaya çıkmıştır. Alef'e Araplar "elif", eski Yunanlılar
"alfa" demişlerdir. Bugün Batı dillerindeki alfa buradan gelmektedir
işte. İkinci harf olan b ise eski Yunancada 'beta"dır. Arapçada b,
Latin alfabesinde de öyle. Demek biz bugünkü abecemizi adlandırırken onun ilk
üç harfini sıraya dizmiş oluyoruz. Hiç de fena etmiyoruz böyle yapmakla saym
dinleyiciler. Alfabe yerine, abece diyelim.
Bakm,
bunun hemen altmda bir terim var ki, eskiden bizde böyle bir kavram bulunmadığı
için doğrudan İngilizcesine ve Fransızcasına karşılık aranarak bulunmuştur.
"Abece öğretimi" bu terim. İngilizcesi: literacy training.
Çocuklara ya da yetişkinlere okuma yazma ile ilgili ilk ve temel becerileri
kazandırmak amacım güden öğretim, demek. Beceri sözcüğü de, ustalık, maharet
adlarına kullanılıyor. Becermekten.
Küçük
bir konuşmacı öbeğinin bir konuyu ya da sorunu doğal bir ortam içinde
tartışması amacıyla düzenlenen toplantı, yuvarlak masa görüşmesi için
Fransızlar "table ronde" diyorlardı, bizde de Fransızca bilenler
eskiden kullanırlardı o sözü, ama "açık oturum" terimi bulunduktan
sonra sıkıntı kökünden çözülmüş oldu. Ne güzel uydurulmuş değil mi saym
dinleyiciler?
Bir
konuyu, bir sorunu ya da bir yazıyı ayrıntılarına değin gözden geçirerek
anlatma, yorumlama ve çözümleme karşılığı olarak eskiden bizde "şerh"
denirdi, "teşrih" de o anlamdadır. Üniversitelerde bir dersin adı
"şerh-i mütun"du. "Metinler şerhi" demek. İşte bu "şerh"
için şimdi biz "açımlama" diyoruz.
Sırası
gelmişken söyleyeyim, Dilimiz programı ile ilgilenen bir dinleyicimiz
bana şunu sordu: "İnceleme dururken bir de irdeleme çıktı son günlerde, o
ne oluyor?" dedi.
Eskiden
"tetkik ve tetebbu'" denirdi saym dinleyiciler; inceleme,
"tetkik" karşılığı, "tetebbu" sözcüğünü ise irdeleme
karşılıyor. Bir konuyu, onunla ilgili başka konularla
birlikte incelemek anlamına. Bu ara konuşmayı burada kapayıp biz gene
sözlüğümüze dönelim.
Şimdi
tartişmalı bir terime geliyoruz saym dinleyiciler. O da "akıl"
karşılığı olan "us" sözcüğüdür. "Akıl gibi her gün, her saat
dilimizden düşmeyen bir sözcük hiç atılır mı? Hem niçin atıyorsunuz? Ona alışık
değil miyiz? Yadırgıyor muyuz hiç onu?" Böyle diyorlar ve bir bakıma
hakları var böyle diyenlerin. Üstelik "akıl" sözcüğü ses bakımından
da tam Türkçe bir sözcük gibi, söylenmese kimse anlamaz onun Arapça olduğunu.
Kaim bir sesli ile başlıyor, kaim bir sesli ile bitiyor. Dahası, o sözcükle
yapılmış ne çok deyim vardır: "Akimı başına topla", "akılsız
başm cezasını ayaklar çeker"... gibi. Bu
deyimlerde "akıl" sözcüğü yerine "us" koyarsak olmaz.
Elbette böyle düşünenler haklıdırlar. Dilde bir işlevi olan sözcük yaşar. Akıl
da öyle, yaşadığınca yaşayacaktır. "Peki", diyeceksiniz,
"öyleyse 'us'un işlevi ne?"
Ama
bir de deyimlerin dışında, felsefe terimi olan, bir "akıl" daha var.
Biz o deyimlerdeki sözcüğü kullanarak, diyelim sevmediğimiz biri için,
"akılsız adam" diyebiliriz; ama felsefe terimi olan "akıl"
insanı hayvanlardan ayıran bir öznitelik olarak herkeste vardır. İşte bu ikinci
anlam için, yani terim yerinde kullanıyoruz "us"u. "İnsanlara
özgü, onlarm tümel ve zorunlu ilkelere hiç bir güç harcamadan uymalarmı
sağlayan bilme, düşünme, önlem alma yetisi."
Sayın
dinleyiciler, bu "us" terimine bağlı başka terimler de.var. Bunları şöyle bir sıralayalım: "Usavurma",
"usçuluk", "usdışı", "us-dışıcılık", "ussal
insancılık"... Eğer bu terimi yine "akıl" diye bıraksaydık,
onunla ilgili yukardaki terimler için sırayla şu Arapça sözcükleri öğrenmek
zorunda kalacaktık. "Muhakeme", "akliye", "gayr-i
aklî" "gayri meş'ur"... "Ussal insancılık" için
eskiden bir terim bulunmamıştı.
Usavurma,
"bilinen ya da doğru olarak kabul edilen belli önermelerden başka
önermeler çıkarmak." Usçuluk, "doğruluğun ölçütünü duyularda değil,
düşünmede ve tümdengelimi! çıkarımlarla bulan
öğretiler"in genel adı. Ussal insancılık, "bireyi belli bir toplumun
üyesi olarak düşünmeyip onu yalnızca insan olarak ele alan ve eğitimin asıl
kaynağı sayan felsefe" anlamına geliyor.
Herhangi
bir işte kendiliğinden ve hızla sonuca ulaşmayı öğrencilere kazandırmayı
amaçlayan öğretim etkinliği anlammda şimdi "alıştın" terimini
kullanıyoruz. Eski terimi "talim"di. Exercise. O
"talim" sözcüğünde -ki Arapçadır-f'den sonra, bizim abecemizde
gösterilmeyen bir "ayın" harfi ya da sesi vardır ki, eğer ondan
habersiz okursak yanlışlığa düşer, birinci heceyi kısa okuyarak
"talim" diyebiliriz. Bunlarla uğraşacağımıza Türkçesini söylemek,
"alıştırma" demek daha doğru değil midir? Evet, bu terim de işte
uydurulan terimlerden biri.
Eytişimsel
dünya görüşüne göre toplumun temelini oluşturan ve siyasa, hukuk, ahlâk,
eğitim, din gibi üstyapı öğelerini etkileyen ekonomik yapı anlamına uzun
yıllardan beri "altyapı" diyoruz. Artık bilim diline girmiş Türkçe
bir terim. Eskiden "infra-structure" diye Fransızcası söylenir,
yazılırdı.
İki
şey arasında kimi yönlerden uygunluk durumu anlamına iki terim önerilmiş sayın
dinleyiciler. Bunlardan biri "andırış", öteki "benzeşim."
Eski dilimizde Arapça "temsil" denirdi. Fransızcası
"analogie". Eski sözcüğü ile "mümasil" karşılığı,
"benzeşen".
Bana
kalırsa "benzeşim" terim olarak daha uygun. Neden derseniz, onu
günlük dilde kullanmayız. "Andırış" ise, günlük dilde kullanılan bir
sözcük olduğu için, terimle karıştırılması olasılığı vardır.
Bu
terim sözlüklerinin öneri niteliğinde olduğunu başka bir konuşmamda söylemiştim
saym dinleyiciler.
Bir
de "anımsama" sözcüğü var... "Anmak"dan geliyor.
"Anı" da gene o aileden. "Hatırlama" karşılığı bulunmuş bir
sözcük "anımsama". İlk konuşmalarımdan birinde "hatıra"
sözcüğünün ilk hecesinin uzun, öteki hecelerinin kısa olduğunu, oysa bugünkü
kuşakların onu, son hecesini uzatarak söylediklerini anlatmıştım. Bizim için
bir zorunluk olmuştu onun yerine Türkçesini bulmak.
Fakat
saym dinleyiciler, "anımsama" sözcüğü de, hem gündelik dilde, hem de
felsefe terimi olarak iki işlev yüklenmiş durumdadır. Biz bu sözcüğü
"önceden öğrenilmiş bir şeyi zihinde yeniden canlandırma" anlamında
kullanıyoruz.
Felsefe
terimi olarak anlamı ise şu: "Ruhun bedene girmeden önceki varlığında
görmüş olduğu idealarm bilince dönüşü." Bu anlam karşılığı olarak eski
dilde Arapçası "nim-tahattür" imiş.
Bir
zihin ya da beden çabası ile sonradan edinilen, kazanılan bilgi, beceri ve
benzerleri için eski dilde kullanılan terim "kisbî müktesep"ti saym
dinleyiciler, şimdi ona "edinsel" diye Türkçe bir terim bulundu ve
korkmadan söyleyebiliriz, tuttu bu terim.
Bunun
bir de benzeri var ki, karıştırılmaması için kısaca deği-niveriyim ona.
Edimsel, başka anlamdadır saym dinleyiciler, eski dilde o kavram için
"bilfiil" sözcüğü kullanılırdı. Gerçek olan, etkili
olan anlamına.
Yeni
kuşakların, toplum yaşayışmda yerlerini almak için hazırlanırken, gerekli
bilgi, beceri ve anlayışlar elde etmelerine ve kişiliklerini geliştirmelerine
yardım etme etkinliği için şimdi (epey zamandır) "eğitim" terimini
kullandığımızı biliyorsunuz. Buna eskiden "terbiye" denirdi.
Bir
de "eğitbilim" var ki, onun eski terimi "Fenn-i terbiye-i
et-fal"di. Birincisinin Fransızcası "education", İkincisinin
Fransızcası "pedagogie". Eğitimin amaçlarını, ilkelerini, yöntem ve
düzgülerini inceleyen ve eğitim çalışmalarını kurallara bağlayan bilim
anlamına.
Bir
de bu bilim dalındaki eski terimlerin sadece adlarına göz atarsak, Türkçe
kölelerden terimler yapmanın ne denli yararlı ve gerekli bir iş olduğunu o an
anlarız. İşte: Lil-eneiye, Lil-beşeriye, lâicabiye, lâfziye, lâedriye,
ma-fevka't-tabiiye, ma-dun-üşşuur, iradiye, ispatiye, istilzaziye, istilâdiye,
iştidad-ı hafıza, itticah, keşretiye, kevniyat, mephas-ı asap, tedrip, tenkit,
suubet-i telâffuz, teşarükiye, teşevvüş-i keli-mat...
Burada
gözden geçirilen terimlerin birer öneri olduğunu yineleyelim saym dinleyiciler.
Nitekim Eğitim Terimleri Sözlüğü'nü hazırlayan E)r.
Ferhan Oğuzkan da önsözünde diyor ki:
"Uzun
bir çalışmanın ürünü olan bu sözlüğün, bütün eğitim terimlerimizi kapsadığı
söylenemez. Konuya ilgi duyanların eleştirileri, öğütleri ile bu çalışmamız
gelişip zenginleşecektir. Öte yandan değerli uzmanlarm ve öğretim üyelerinin
yeni terimlerle ilgili uyarıları, gözden kaçan yanlışların düzeltilmesine ve
eksiklerin tamamlanmasına yardımcı olacaktır."
İşte
sayın dinleyiciler, Türkçecilik akımının inançla savunulması toplumda dilimizin
arılaşmasına büyük bir ilgi uyandırmakla, her bilim, sanat ve uğraşı dalından
yüzlerce, binlerce gönüllü Türkçecinin yetişmesini sonuçladı. Türk Dil
Kurumu'nun uzmanları dışmdaki bu gönüllü ordusu, bir yandan derleme işinde
çalışırken, bir yanda da kendi uğraş alanlarında yeni sözcükler yaratmak
çabasını sürdürdüler. Başka bir deyişle, dilimizin yenilenmesi, güçlenmesi
olayı, yeni sözcükler uydurma meraklısı birkaç kişinin değil, toplu bir ilginin
ürünü oldu. İlk ortaya atıldıklarında yadırgatan birçok sözcük, kısa zaman
sonra bakıldı ki, herkesin ağzında. Günlük dile girmiş. Bugün artık kimse
"alâka" demiyor, "ilgi" diyor. Bu yüzlerce, binlerce
örnekten sadece biridir. Ve elbet bunda gençlerin, dahası küçük çocuklarımızın
büyük katkısı var. Onlar yeni dilimizi yayıyor ve yerleştiriyorlar.
Saym
dinleyiciler, terim sözlüklerinden söz açmam, o kitapların eleştirisi anlamında
alınmamalıdır. Ben sadece bu kitaplara göz atarak yeni sözcüklerin nasıl, hangi
köklerden türetildiklerini göstermek ve bir de "uydurmacılık"
savlarının boşluğunu kanıtlamak istedim. Terim sözlüklerini yapanlar
uzmanlardır. Yazı dilinde Türkçeciliğe gönül vermiş yazarlarımızın önerdikleri
ve tutturdukları yeni sözcükler içinse "uydurma" diyerek girişilen
baltalama etkinlikleri, toplumdan benimseyiş görmemektedir.
Bu
konuşmamda size örnek olarak sunduğum yeni terimler, elbette uydurulmuştur. Ama
yeterince görüldü ki, bunların eskileri de öyleydi, demek uydurulmuştu. Ancak
dilde yeni terim, yeni sözcük yapma işine "uydurma" denmez de,
"türetme" denir saym dinleyiciler. Bilinen kökleri, bilinen eklerle
birleştirerek yeni sözcükler, yeni terimler yaratma işi.
Bütün
diller böyle türetilmiş sözcüklerle gelişerek yaşar. Şimdi Türkçeciliğe
yöneltilen o "uydurmacılık" suçlaması, demek ki, eskiden yabancı
köklerle, yabancı eklerle yapılan uydurmalarm yerine, artık onlar anlaşılmaz
duruma geldiği için, kendi dilimizden uydurduğumuz, türettiğimiz sözcükleri,
terimleri geçirme anlamına geliyor. Evet, öyle yapılıyor, ama bunun o
"uydurmacılık" sözündeki küçültücü, alay edici anlamla bir ilişiği
olamaz. Hiç kimse kalkıp da "cumburlop" diye bir şey atmıyor ki
ortaya.
Bilimde,
sanatlarda, teknikte boyuna yeni gereçler, yeni kavramlar çıkıyor ortaya; o
gereçleri, o kavramları bulanlar, kendi dillerinden yarattıkları sözcükleri,
terimleri dünyaya sürüyorlar. Biz hep başkalarının buldukları bu adları mu kullanacağız? Dilimiz asıl o zaman "Babil
kulesi" masalındaki duruma dönmez mi? Anadilimizin işlerliğini gösteren bu
yeni sözcükler yaratma işini küçük görenler, eğer Türkçeye saygısız değillerse,
bir iyi niyet, bu akımı anlayış benimsemelerine yeter.
Geçmişte
Arapçanın dilimizi doldurduğunu görmüştük. Bugünse Batı dillerinden gelme
sözcüklerin akınma tanık oluyoruz. Bunların karşısmda ilgisiz kalmamız doğru
olur mu? Oysa biz, dilimizin köklerini, eklerini işleterek yeni gereksemeleri
pek güzel karşılayabiliriz. Yapılan da budur. Okullarımızda çocuklarımıza
terimleri, Türk dilinin kurallarına baş vurarak
öğretelim, yabancı dillerin kurallarına baş vurarak değil.
8
Haziran 1975
Sayın
dinleyiciler,
Bundan
önceki konuşmalarımda, dilimizdeki yabancı sözcükler yerine, varsa Türkçelerini
geçirmek, yoksa Türkçe köklerden, eklerden yeni sözcükler türetmek diye
özetleyebileceğimiz özleştirme akımının, dilde tutucu durumda olanların
dedikleri gibi, alaycı anlamda bir uydurmacılık olmadığım örnekleriyle
anlatmaya çalışmıştım. Halkın kullanageldiği öz Türkçe sözcükler, sonra 1
eski yapıtlarımızın taranmasından elde edilenler, bilimsel bir yöntemle,
türetilenlere katılınca, konuşma dili ile yazı dili arasındaki açıklık,
başkalık, yabancılık ortadan kalktı, dilimiz anlaşılır ve öğretilir bir duruma
geldi. Başka bir deyişle, biz iki dilli olmaktan kurtulduk.
Yinelemekte
yarar umuyorum saym dinleyiciler, amaç elbette yüzde yüz arı bir dil kurmak
değildir. Çünkü böyle bir dil yoktur, gösterilemez yeryüzünde; belki ilkel
dilleri, dar bir çevrede kalmış, işlenmemiş dilleri bir yana bırakırsak. Ama
sözgelişi yüzde yetmişi yabancı sözcüklerden, hem de artık bilinmeyen bir dilin
sözcüklerinden kurulu bir dile de ulusal bir dil denemeyeceğini söylemeye . gerek yok. Dahası,
Osmanlıca dediğimiz karma dil, yabancı bir dilin, Arapçanm kuralları
öğrenilmeden edinilemezdi. Bugün Türkçeyi çocuklarımıza kendi dilimizin
kuralları ile öğretiyoruz. Kullandığımız sözcüklerin köklerini, eklerini
biliyoruz, anlıyoruz. Yeni sözcükler türetirken de, dilimizin kurallarına ve
"dil duygusu"na uyarak davranıyoruz. Böylece Türkçemiz bütün gelişmiş
diller gibi, zamanın gereksemelerini, yeni kavramları karşılayarak, yeni
gereçleri, araçları adlandırma gücünü işleterek yaşamını sürdürüyor,
sürdürecektir. Bu söylediklerim, her dilin vazgeçilmez nitelikleridir. Biz
buna, dilde özleştirme akımını başarıya erdirerek vardık. Çünkü Türkçe, yapısı
ve zengin geçmişi göz önünde tutulursa, hiçbir yabancı dilin yardımına el
açacak bir dil değildir.
Bütün
iş, onu tanımaya ve sevmeye bağlı idi. İşte "ümmet" uygarlığından,
"ulus" uygarlığına geçiş süreci, dilimizi tanımayı, sevmeyi zorunlu
ve gerekli kıldı. Türkçecilik bu anlamda, tarihin buyruğunu yerine getirmekten
başka bir şey değildir.
Ama
her alanda eskiye bağlı olanlar, bu bağlılığı sürdürmekten başka bir yola, bir
eğilime iyi gözle bakmayanlar, bu başarıyı yoksama tutumunu benimsediler; öz
dilimizin işlerliğini "uydurmacılık" diye adlandırdılar.
Oysa
"uydurmacılık" denilen bu iş, bir yandan halkımızın zengin dil
dağarcığma, bir yandan da aydınlarımızın, yazarlarımızın, bilim adamlarımızın,
bilimsel yöntemler, dil duygusu ve anadili sevgisi ile türettikleri sözcüklere
ve terimlere dayanıyordu.
Türk
Dil Kurumu yaymları arasmda çıkmış olan Felsefe Terimleri Sözliiğü'ne
yazdığı önsözde Sayın Prof. Dr. Bedia Akarsu, şöyle diyor:
"Türk
Dil Kurumunca yayımlanmakta olan terim sözlükleri iki amacı gerçekleştirmeye
çalışıyor: 1- Terimlerin Türkçe karşılıklarını bulmak. 2- Bu terimlerin
tanımlarım vermek.
Terimlerin
Türkçe karşılıklarını bulma bakmamdan, bu sözlüğü yazarken, çok büyük bir
güçlüğe uğradığım söylenemez. Bütün felsefecilerle birlikte sıkıntısını
yıllardan beri çektiğimiz bu güçlüğü bugün az çok yenmiş durumdayız. Yirmi beş
yıl önce Türk Dil Kurumu, felsefe terimlerinin gözden geçirilmesi için İstanbul
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümüne baş vurmuştu.
Prof. Dr. Macit Gökberk'in yönetimi altında, 1950-53 yılları arasmda haftada
bir iki kez toplanıp, Kurumca yayımlanmış olan Felsefe ve Gramer
Terimleri'ni göz önünde bulundurarak, terimlerin Türkçe karşılıklarını yeniden
saptadık... Bunları her birimiz yirmi, yirmi beş yıldan beri ders ve
seminerlerimizde, yazılarımızda işlemekteyiz. Bu arada her birimizin yeni
önerileri oldu. Sonunda az çok bir birliğe vardık. Bundan dolayı bu sözlükte
yer alan terim ve kavramların büyük çoğunluğunu, öneri niteliğinden kurtulmuş,
yerleşmiş sözcükler arasından devşirme olanağını buldum."
Demek
ki, saym dinleyiciler, bilim, felsefe, teknik alanlarmda-ki terimler, sanıldığı
gibi, hiçbir temele, hiçbir bilimsel yönteme dayanmayan uydurmalar değildir.
Türk dilinin yaratıcı gücüne dayalı bilimsel bir etkinliktir bu.
Şimdi
bu sözlükte dizili terimlerin birkaçma göz atalım.
"Doğrunun
ölçüsü olmadığını ileri süren kuşkucu görüşün sonucu olan durum", anlamına
sözlükte "kavranılmazlık" terimi yer alıyor. Batıda eski Yunancadan
yapılma terim "akatalepsia". Bizim eski dildeki karşılığı
gösterilmediğine göre, bu kavramı dilimizde ilk kez adlandırıyoruz demektir.
"Başka
bir önermeye geri götürülemeyen bir tanıtlanamayan, böyle bir geri götürme ve
kanatı da gerektirmeyip, kendiliğinden apaçık olan ve böyle olduğu için öteki
önermelerin temeli ve önda-yanağı olan temel önerme", karşılığı olarak
"belit" terimi gösterilmiş. Fransızcası "axiom", eski
dildeki terimi "mütearife". "Önerme", eski dilde Arapça
"kaziye" sözcüğü ile karşılanan bir kavramdı ki, yargmm sözlerle dile
gelişi, doğru ya da yanlış olabilen bir anlatım anlamınadır.
"Bir
sözcüğün belirttiği, düşündürdüğü şey; bir önermenin, bir tasarımın, bir
düşüncenin ya da yapıtın anlatmak istediği şey" anlamına, eskiden. Arapça
"mânâ sözcüğünü kullanırdık. Şimdi buna hep bildiğimiz "anlam"ı
yerleştirdik.
Eski
dilde, "idrak" ya da "fehm" Arapça sözcükleriyle karşılanan
kavramın Türkçe terimi de, yukardakine uygun olarak, "anla-ma"dır.
"Gerçeğin
son, artık bölünemez, bozulamaz diye tasarlanan temel öğeleri" anlamında
eski Yunanlıların "atom" dedikleri kavram, eski dilimizde "cüz-i
fert", dahası "cü’z-i lâyete cezza" terimi ile karşılanırdı.
Yeni sözlükte ise, bu kavram, uluslararası terimi ile "atom" diye karşılanmış.
Bırakılmış o terim, Türkçesini araştırılmamış. Bunca yerleşmiş bir sözcük için
Türkçesini araştırmanın belki de gereği yoktu. Sanıyorum ki, Türkçemizde önek
olmaması da burada işe karışıyor. Ama biri, bir bilginimiz çıkar da, Türkçe
köklerden bu kavramı karşılayacak, terim niteliğinde bir sözcük türetirse niçin
kullanmayalım?
Eski
dilde Arapça "fasl-ı karip" sözü ile karşılanmış olan bir kavram da
şimdi "ayrım" Türkçe terimi ile adlandırılmıştır. "Bir şeyin
kendi kendinden ya da başka bir şeyden herhangi bir ayrılıkta olması"
anlamına geliyor. "Sayısal ayrım", "türsel ayrım" gibi
başka terimler de, çok yerinde olarak, aynı kökten türetilmiştir.
Fransızcası
"heterogene", eski dildeki karşılığı ise "gayr-i mütecanis"
olan kavram, yeni sözlükte "ayrışık" terimi ile karşılanmış. Karşıtı
"bağdaşık".
Eski
dilde, bugün artık kimsenin anlayamayacağını rahatlıkla söyleyebileceğimiz bir
terim de "tesavi-i nakizeyn"di. "Yasaların ya da önermelerin
kendi aralarmda çelişkiliği, usun kendi içinde zorunlulukla düştüğü
çelişmeler" anlamına. Fransızcası "antinomie". Buna sözlükte öz
Türkçe "çatışkı" terimi öneriliyor. Şimdi kim gelip de bize, eski
terimi, ya da Fransızcasını kullanalım diyebilir?
Yukarda
"çelişki" sözcüğü geçti sayın dinleyiciler, eski dilde buna "mütenakız"
denirdi. Fransızcası "contradictoire". "Aralarmda çelişme
bulunan önermeler, yargılar, kavramlar, terimler" anlamına. Artık
"çelişme" nedir diye durmayalm, onu hepimiz, her gün kullanıyoruz.
Eski
dilde "istidlâl" denen, Fransızca karşılığı "inference"
olan kavram için ise bugün "çıkarım" demek, sanırım kimsenin karşı
komayacağı bir öneridir.
"Bir
bütünü parçalara ayırma" anlamına eskiden "tahlil" Arapça
sözcüğü kullandırdı. Fransızcası "analyse". Şimdi buna
"çözümleme" diyoruz.
Felsefede,
"gerçeklik üzerine kavramsal olmayan her türlü bilginin temeli"
anlamına gelen ve eskiden bizde "tecrübe" sözcüğü ile karşılanan
kavram, yeni sözlükte "deney"dir. Bundan "deneyim",
"deneycilik" gibi terimler artık rahatça türetilebilmektedir.
Doğa
bilimlerinde, "evrende bütün olup bitenlerin nedensellik bağlantısı içinde
belirlendiğini" öne süren görüşü karşılayan terimin, bizdeki eski sözcüğü
"icabiye" idi. Fransızcası "determinisme". Şimdi buna
Türkçe olarak "belirlenimcilik" diyoruz. "Lâicabiye",
"indeterminisme" karşılığı da "belirlenmezcilik".
"İnsan
ruhunun algılanabilecek biçimde kendini dışa yansıtması" anlamına eskiden
"ifade" terimi kullanılırdı. Fransızcası "expression". Felsefe
Terimleri Sözlüğü, buna "dışavurum" karşılığını önermiş. Bu terim
de felsefe alanında artık alışılmış olan terimlerden biridir.
Sayın
dinleyiciler, terim konusunda daha önce de söylediğim gibi, bunlar bir bilim,
sanat dalının o dala özgü kavramlarıdır, öğrenilmeleri, o bilim, sanat dah ile
uğraşmayı gerektirir. Ama bu demek değildir ki, terimler sadece ezberlemekle
öğrenilir. Hayır, onların hangi köklerden geldiğini, hangi eklerle yapıldığını
bilmeliyiz; doğaldır ki, kişi en iyi, anadilinin köklerini, eklerini bilir.
Bundan ötürü terimlerimize yaklaşırken, onların kendi dilimizden yapılmış
olmaları bize büyük kolaylık sağlar. Ama bir bilim, sanat terimi için, ilkten,
"Ben bunu anlamadım" demek, o bilimi, o sanatı bilmemekle
açıklanabilir. Burada konuşma dili değildir söz konusu olan.
Görüldüğü
gibi sayın dinleyiciler, bu yeni terimleri yapma işinde, Türkçe köklerin,
eklerin bilimsel bir yöntemle işletilmesi yolu tutulmuştur. Uydurmacılık
denebilir mi buna? Yoksa Türkçe köklerden, eklerden bilim, felsefe, sanat
terimleri yapılamaz inancı mı doğru sayılıyor? Evet, eskiden öyle sanılıyordu.
Kaba Türkçe ile felsefe, bilim olmaz diye düşünülüyordu.
Yine
Türk Dil Kurumu Yayınları arasında yer alan Türkçenin Ekleri adlı kitabın
yazarı Prof. Dr. Vecihe Hatiboğlu, önsözünde şöyle diyor:
"Her
dilde eklerin önemli bir yeri vardır ve her dilde, kökler gibi ekler de
eskidir; azdır, sayılıdır. Ek ve kök bakımından böyle sınırlı bir kaynağa
dayanan diller, durmadan ilerleyen uygarlığa yetişmek, baş başa gitmek
zorundadır. Dillerdeki sıkıntılar, bu gidişten, bu isteklere yetişme çabasından
doğar ve toplundan etkiler.
Sözcük
ekleri ve kökleri, geleneğe bağlıdır, kolay kolay değişmez, hızla yürüyemez;
uygarlık ise koşar adımlarla ilerler ve daima yenidir, yeni gereksemelerle
doludur.
Her
sözcük kökü, bilinen bir ekle yeni bir biçimde kullanılınca, yeni bir düşün
doğar, açıklanır, yayılır, giderek düşünüş de artar. Kısaca sözcükler artmca,
düşünüşler de artar, çoğalır. Bildirilmeden düşünüş bilinemez.
,
Toplumda
yeni bir dönem başlaymca, dilde de, düşünüşte de yenileşme zorunluğu belirir.
Eski
ek ve kökleri, uygarlığa, yeni isteklere göre işlemek, yeni biçimlere
ulaştırmak, insan düşünüşünün övünülecek buluşlarından, başarılarından,
amaçlarından biridir.
Dillerin
sözcük hâzinesini zenginleştiren, düşünüşü geliştiren, eski kök ve eski
eklerden, yeni sözcük yaratma gücüdür. Dil üzerinde çalışan aydınlar, özellikle
sanatçılar, durmadan dilin sınırlarını zorlar, sözcük bulma sıkıntısını
çekerler. Anadili kaygısı olmayanlar, aradıkları sözcükleri, kökleriyle,
ekleriyle yabancı dillerden alabilirler. Ancak yazan, konuşan, dinleyen hemen
herkes tedirgindir. Bu durumda tek bir seçenek kalır: Yeni bir ek veya yeni bir
kök yaratılamadığına göre eski eklerden, eski köklerden yeni bileşimler, yeni
biçimler türetmek ve üretmek.
Eski
köklerden eski eklerle yepyeni, değişik ürünler elde etmek yolu, türlü dillerde
yüzyıllar boyunca uygulanmış, denenmiş, günümüze kadar sürdürülmüş, birçok
dilin ayakta kalmasını, yaşamasını sağlamış, bilinen ama kolay olmadığı için
çok kez benimsenmeyen bir yöntemdir.
Bu
yöntemi uygulamak, ekleri işletmek, bu çok güç işi başarmak, dillerin, öteden
beri vazgeçilmez, ayrılmaz bir özelliğidir. Bugün sözcükleri geliştirilmiş,
kökleri ve ekleri işlenmiş diller, çok eski dönemlerde, en az beş yüzyıl önce,
bu güç işe başlamışlar, türetme yollarını açmışlar, sessizce büyük engelleri
aşmışlardır.
Dilde
türetmeyi uzun ömürlü, sağlıklı kılan, o dili kullananların bilinçaltına kadar
yerleşmiş olan dil duygusudur. Dil duygusuna aykırı düşen türetme örnekleri,
çoğu kez, bilime de, bilince de ters düşer ve yaşayamaz."
Öyleyse
saym dinleyiciler, toplumumuzdaki dil akımını beğenmeyenler, ya eski köklerden
eski eklerden yeni sözcükler türe-tilemeyeceğine inananlardır, ya da bu işin
ancak yabancı bir dille, demek bizim örneğimizde yalnızca Arapça ile
yapılabileceğini düşünenlerdir. Oysa türetme işi her dilde yapılabilir.
Türkçeyi bundan yoksun saymak ya da bırakmak, doğrudan doğruya bizim
düşünüşümüzü güçsüz kılmak olur. Yeni sözcükler türetmezsek, düşüncede nasıl
ilerleyebiliriz?
Şimdi
bu kitaptan birkaç örnek üzerinde duralım:
Sözgelişi,
dilimizde bir "al-el" eki var ki, ad köklerine, kimi zaman da eylem
kök ve gövdelerine geniş ünlüyle bağlanarak ad soylu sözcükler üretir.
Çatal:
Birbirine çatılmış kolları, dalları olan.
Çökel:
Sıvının dibine çöken, tortu.
Güzel:
Aslı "gözel". Görüşünü uygun, göze hoş görünen.
Sakal:
Çenede ve yanaklarda çıkan kıllar.
Topal:
Aksayarak yürüyen.
Şimdi
biz bu eki işleterek şu yeni sözcükleri kuruyoruz.
Doğal:
Doğadan gelen, doğaya ait.
İlkel:
İlle yapıda, ille durumda kalmış olan, iptidaî.
Özel:
Öze ait olan, varlığı tek olan, hususî.
Öncel:
Önce olan, evvelki.
Dilimizde
bir "elek" eki var ki, genellikle ad köküne geliyor ve ad soylu
sözcük kuruyor.
Sözgelişi:
Civelek:
Canlı, neşeli, sokulgan.
Kabalak:
Başa giyilen şey, başlık.
Yatalak:
Kötürüm, yatağından kalkamayan.
Bu
ek işletilerek şimdilik yeni bir sözcük üretilmiş değil, ama "hatıra
eşyası" anlamına niçin "anılak" demeyelim?
Bir
de "alga-elge" eki var ki, eylem kök veya gövdesine gelerek ad kuran
bileşik bir ek bu.
Sözgelişi
Bitelge:
Verimli, bitkili toprak.
Ekelge:
Ekilecek yer, tarla.
Tutalga:
Sara.
Dönelge:
Çift sürdürülürken hayvanların dönüm başmda döndükleri yer.
Şimdi
biz buna uygun olarak "genelge" sözcüğünü yaptık ki, bir konu
üzerinde bütün ilgililere gönderilen yazı anlamınadır.
Saym
dinleyiciler, bu yolla yapılan bir sözcüğü, ilk duyduğumuz için
yadırgamamahyız. Yeni sözcükler, eğer dil duygusuna dayanıyor, var olan kökler
ve eklerle yapılmış bulunuyorsa, üstelik benzerleri de varsa, kısa süre sonra
yaygınlaşacaktır. Böylece de, düşünmemizi, demek ki düşüncelerimizi anlatma
gücümüz artacaktır. Başka türlü olabilir mi? Sadece var olan sözcüklerle
yetinmek bizi sıkıntıya sokmaz mı? Darlık içinde bırakmaz mı?
Türk
Dil Kurumu Yayınları arasmda bir de Terim Hazırlama Kılavuzu var. Bu
alanda çalışacaklar için ya da kendi alanlarında Türkçe terimler bulmak
gereksemesini duyanlar için çok yararlı bir yol göstericidir.
Kitabı
yazan Saym Emin Özdemir, önsözde şöyle diyor:
"Bilim,
sanat ve teknik alanlarındaki kavramları Türkçe sözcüklerle karşılama, hemen
her dalda, o dala özgü Türkçe terimler dizgesi yaratma çabaları sürüp
gitmektedir. Bu çabayı sürdüren kişiler, kurum ve kuruluşlar, zaman zaman Türk
Dil Kurumuna başvurmakta, terimlerin Türkçeleştirilmesinde tutulacak yol,
izlenilecek yöntem bakımından yardım istemektedirler. Bu kitapçık, böyle bir
isteği karşılama gereksemesinden doğmuş', terimler konusunda çalışacaklara
kılavuzluk etmek ereğiyle hazırlanmıştır.
Terim
yapma işi, çok yönlü bir konudur. Anlambilgisinden sesbilgisine,
yapıbilgisinden sözlükbilime değin birçok alanların kapsamına girer. Bu
kılavuzda ise ayrıntılardan kaçınılmıştır. Terim yapma açısından Türkçenin
olanakları, örneklere bağlanarak gösterilmiştir. Konuya ilgi duyanlar, bu
örnekleri tanıyacak, birçok sorunun karşılığını bu kitapçıkta
bulunabileceklerdir."
Terim
Hazırlama Kılavuzu'ndan da
birkaç örnek vereyim sayın dinleyiciler.
Türkçemizde
bir "ak-ek" eki var ki, genellikle eylem kök ve gövdelerine gelir.
Değişik anlamlarda terimler yapar. Yaptığı terimlerin bir bölüğü araç, gereç,
aygıt adı bildirmeye yarar.
Örneğin:
Çıkak:
Fransızcası "Point d'articulation”. Ağız boşluğunda her sesin oluştuğu
yer. Dilde ses birliğine ilişkin bir terim bu. Konuşma seslerimizin çıktığı
yeri gösteriyor.
Işıldak:
Fransızcası "projecteur". Karanlıkta uzağı aydınlatmak için
kullanılan ve hortum biçiminde dar, uzun bir ışın demeti çıkaran ışık kaynağı.
Yutak:
Osmanlıcası "belum", Fransızcası "pharynx". Yutma yeri.
Sonra
"aç" ekiyle yapılmış bir "sayaç" terimi var ki,
Osmanlıca-da buna "muaddit" deniyordu. Bugünse bu terimi, havagazı,
elektrik, su sayacı diye rahatça kullanıyoruz.
"Cık"
ekiyle yapılmış bir "karıncık" terimi var ki, Osmanlıcası "buteyn"
idi: Yüreğin tepe kısmında bulunan ve biri akciğerlere, öbürü vücuda sıkılacak
kam almaya yarayan iki boşluğa verilen addır.
"inç"
ekiyle yapılan bir "kasınç" terimi var ki, kaslardaki ağrılı kasınma
anlamınadır. Osmanlıcası "takallüs" idi, Fransızcası
"crampe".
"Gu"
ekiyle yapılmış bir dilbilgisi terimini de söyleyeyim. "Vurgu".
Osmanlıcası "Savtî şedde" idi. Fransızcası "accent"dır.
"Celse"
karşılığı "oturum", "hazım"1 karşılığı
"sindirim", "cezi-be-i arziye" karşılığı
"yerçekimi", "veraset" karşılığı "soyaçekim"
diyorsak, dilimizi daha anlaşılır duruma getirmiş oluyor muyuz?
Yukarda
örnek olarak verdiğim terimlerin Batı dillerindeki çoğu karşılıkları eski
Yunancadan ve Latinceden yapılmadır. Bunu görerek, bizim de terimlerimizi
eskiden Arapçadan yapmış olmamız doğru bir davranış sayılabilir. Bu programdaki
ilk konuşmalarımdan birinde bu konuya değinmiştim, Batıklar eski Yunanca ile
Latinceyi ölü dil olarak benimsemişler ve terimlerini o dillerden
üretmişlerdir, ama okullarında bu ölü dilleri öğretirler. Batı dillerinin tümü
Yunanca ve Latince ile akrabadır ve birtakımı doğrudan Latinceden çılanadır.
Bildiğiniz gibi bütün bu diller Hint-Avrupa dil ailesindendirler.
Bize
gelince, eskiden bizim okullarımızda, medreselerde Arapça okutulurdu. Ama
Türkçe okutulmazdı. Cumhuriyetten sonra ise Arapça, Farsça kaldırılmıştır
okullarımızdan. Gerçekte o diller, yabancı dil olarak ve ölü dil olarak
yararlanılacak nitelikten çıkmışlardı artık. Üstelik Türkçe, Arapça ve Farsça
ile aynı dil ailesinden de değildir.
Şu
karşılaştırma gösteriyor ki, bugün Batı dillerinde eski Yunanca ve Latinceden
terimler yapılmış olması, bizim dilimizdeki Arapça terimlerin durumuna
benzemez; şunu da ekleyeyim, Türk-çemizin terim gereksememizi karşılaması niçin
kızılacak bir şey olsun?
15
Haziran 1975
XI
Sayın
dinleyiciler,
"Dilimiz"
programı ile ilgilenen biri sordu bana geçende: "Kupür mü, küpür mü?"
diye. Bir de "Bu işin mali portresi, diye bir söz söyleniyor, ne
demektir?" dedi.
"Kupür",
Fransızcada "couper" (kesmek) mastarından yapılma bir ad. Gazete
makale ve fıkralarından saklamak üzere kestiğimiz parçalar için kullanılıyor
çokluk. "Küpür" demek yanlıştır, doğrusu "kupür".
Yanlışlık, sanıyorum, "kupür" sözcüğünde bir
kaim ünlü bir ince ünlünün bir sırada bulunmasından doğuyor. Türkçede dil
benzeşmesi kuralı diye bir kural var ki, bir sözcük kaim ünlü ile başlarsa kaim
ünlülerle, ince ünlü ile başlarsa ince ünlülerle sürüp gider. Çok işlek bir
kuraldır. Yabancı sözcükler için bu kuralm geçerli olması elbette istenemez,
beklenemez. Ama her ulusta olduğu gibi, bizim ulusumuzda da yabancı sözcükleri
ses bakmamdan anadile benzetmek eğilimi vardır. O yüzden "kupür"ü, "küpür" yapıyorlar.
Ama
burada sorabiliriz: Niçin "kupur" yapmıyorlar? diye.
Gerçekten saym dinleyiciler, o sözcüğün ilk hecesinde kaim bir ünlü olduğu
için, ondan sonraki hecenin ona uydurulması akla daha yakın gelirken bunun tam
tersi yapılmakta. Yine benim sandığıma göre, buradaki değiştirme, Türkçeye
benzetmek değil, Fransızcaya benzetmek amacmı güdüyor. Söyleyeceksek doğrusunu
söyleyelim, "kupür" diyelim, ya da onun
Türkçe karşılığından yeni bir ad bulalım, sözgelişi "kesik" diyelim.
"Gazetede okuduğum romanı her gün kesiyorum. Kesikleri istersen sana da
vereyim" tümcesinde olduğu gibi.
İkinci
soru, "mali portre" sözü ile ilgiliydi.
Gerçekten
de saym dinleyiciler, bu söylenişi ben de sık sık duyuyorum. Yanlıştır, doğrusu
"mali porte". "Porter", Fransızca yüklenmek anlamma gelen
eylemden yapılmış. "Bu işin mali portesi nedir?" sözünün Türkçesi,
"Bu işin parasal yükümü nedir?", daha kısası, "Bu iş kaça
çıkar?" Böyle açık seçik .Türkçesi dururken,
kalkıp da Fransızcasını kullanmak, üstelik onu da yanlış kullanmak, akıl alacak
işlerden değildir. Çünkü "portre", biliyorsunuz, insan resmi
demektir. Yukardaki anlamla hiçbir ilişiği yok.
Eskiden
de dilimizi etkileyen yabancı diller sadece Arapça, Farsça değildi. İtalyanca,
Sırpça, Yunanca, Rusça sözcükler de, kimi olaylar, ilişkiler dolayısıyla, bir
de belli uğraşıların (sözgelişi denizciliğin) terimleri olarak dilimize
girmişlerdi. Fakat bu Batı dillerinden hiç birinin yeri Arapça ve Farsçanınki
kadar büyük değildi eskiden dilimizde. Toplumumuz Batılılaşma akımından ve
atılımmdan sonra, demek genel bir dönüm yeri olarak Tanzimat'tan sonra, Türk
aydmları Batı dillerini öğrenmeye heveslendiler. B,u yolla dilimize Batı
dillerinden, özellikle. Fransızcadan arkası arkasma sözcükler girmeye başladı.
Çünkü Avrupa'da ilişkimizin en sıla olduğu ülke başta Fransa'ydı. Bildiğiniz
gibi, bu ilişkinin başlangıcı Kanuni dönemine değin uzanır. Ama son dönemde,
diyelim Servet-i Fünun edebiyatı döneminde, Arapçanın, Farsçanm saldırısı
yetmiyormuş gibi, bir de Fransızcanm etkisi aldı yürüdü. Öyle ki, kimi
ozanlarımız, Arapça sözcüklerle kurulu Farsça tamlamaların yanı sıra Fransızca
sözcükler kullanmayı bile beğenir oldular. Bunun örneklerini ille
konuşmalarımdan birinde vermiştim.
Türklerin
İslâm uygarlığına geçmeleri ile, Kur'an'm
yazılı olduğu dilin, demek Arapçanm dilimiz üzerindeki etkisini bir ölçüde
olağan saymamız gerektiğini, gene o konu ile ilgili olarak belirtmiştim.
Dokuzuncu, onuncu yüzyıllarda, ilkçağ felsefesinin başlıca yapıtlarını Arapçaya
çeviren İslam bilginleri, bu dile dünya çapında bir önem kazandırmışlardı.
Giderek Batı'nm, ilkçağ felsefesini bu Arapçadaki çeviriler aracılığı ile
edindiği bir gerçektir. Fakat sayın dinleyiciler, zamanla Batı uygarlığı
gelişip, İslam uygarlığı yerinde sayınca, ister istemez Arapçanm işlevi de
önemini yitirmeye yüz tuttu. Öyle ki, birçok bilimde gerçekleştirilen yeni
buluşlar için ortaya atılan yeni gereçler, araçlar için artık Arapça kökleri
kullanarak terim yapmak, sözcük türetmek yetersiz sayılır oldu. Batılı bilgin,
buluşunu, kendi taktığı adla dünyaya yayıyordu.
Demek
ki, Türklerin ümmet uygarlığından, çağdaş laik uygarlığa geçiş süreci içinde,
Batı dillerinin etkisini de olağan saymamız gerekiyor. Ama Arapça ve Farsça ile
Batı dilleri arasında yaptığımız bu karşılaşmayı sonuna değin
götürürsek, göreceğiz ki, burada da sonuç, benzeri bir tehlike gösteriyor.
Arapça nasıl dilimizin küçük görülmesine dek varan bir üstün yer edindiyse, pek
ona benzemese de, başta Fransızca olmak üzere bir takım Batı dilleri de
toplumumuzda öyle üstün tutulur oldu. Bu da yanlıştı ve bu yanlışın kaynağı da
gene Türkçenin güçsüzlüğüne inanmaktı. Yukarıdaki iki örnek bunu pek güzel
gösteriyor. "Türkçesi olmasın, Türk-çesini aramayalım da, yalan yanlış da
olsa Fransızcasını söyleyelim," düşüncesi, demek bugün de geçerli.
Ancak
sayın dinleyiciler, buna karşı, "Ah dilimiz, vah dilimiz, bizim güzel
dilimiz" gibilerden yazıklanmalar hiç de işe yarar bir tepki değildir.
Gelişmiş Batı dillerinin yüzlerce yıl önce uyguladıkları bir yaratıcı yöntemi
bizim de her an uygular durumda olmamız gerekir. Havacılıkta ortaya yeni
buluşlar mı atıldı, havacılarımız toplanmalı, gerekirse dil bilginleriyle
işbirliği yaparak o yeni buluşlarla dilimize giren Batı kökenli terimlerin
yerine Türkçelerini koymalı.
"Birleşik
Amerika Türkiye'ye ambargo koydu" diyoruz. Evet, ne demek olduğunu
seziyoruz o sözün, ama tam olarak, açık seçik olarak anladığımızı söyleyemeyiz.
Bunun için o sözcüğün kökünü bilmemiz gerekir. Bakın, Türk Dil Kurumu Yayınları
arasında basılan Batı Kaynaklı Sözcüklere Karşılık Bulma Denemesi adlı
kitapta o "ambargo" sözcüğü için şunlar yazılı:
"Latince
barra: engel sözcüğünden türemiş olan İspanyolca Embargo: 1) gemilerin limana girip çıkmasını geçici olarak engelleme,
2) tecim mallarının alım satımını ya da bir yerden başka bir yere götürülmesini
engelleme anlamına gelir. Sözcük dilimize de bu anlamda girmiştir. Kök ve anlam
özelliği göz önünde bulundurularak ve deneyim, deyim gibi sözcüklerin
yapısı ömeksenerek 'ambargo' sözcüğüne engellemek fiilinden im- yapım
eki ile türetilen engelleyim karşılığı önerilmektedir."
Batı
Dilleri Sözcüklerine Karşılıklar Kılavuzu'nda
da ambargo karşılığı olarak engelleyim alınmış.
Türetilen
bu yeni sözcükte "engel" Türkçe bir kök, im- Türkçe bir yapım
eki olduğu gibi, bunların birleşmelerinden ortaya çıkan bütünün de dilimizde
benzerleri var. Böylece bir sözcük türetmenin yöntemi açık seçik ortaya
çıkmaktadır. Türkçe kökleri yapım ekleriyle birleştirirken, dilimizde bir veya
birkaç benzerinin, örneğinin bulunmasına da önem vereceğiz. Böylece o yeni
sözcük kamuyu rahatsız etmez, daha kolay yayılır.
Türk
Dil Kurumu Yayınları arasında yer alan Batı Dilleri Sözcüklerine Karşılıklar
Kılavuzu'nu hazırlamış olan Saym Kemal Demi-ray, önsözünde şöyle diyor:
"Bu
küçük kılavuz, konuşmalarda, gazetelerde, çeşitli kitaplarda sık sık rastlanan,
dilimize Batı dillerinden girmiş sözcüklerin Türkçede karşılıkları bulunduğunu
gösterme amacı ile hazırlandı. Bu kılavuzun Fransızca, İngilizce, İtalyanca,
Almanca gibi dillerde kullanılan bütün sözcüklere Türkçe karşılık bulmak gibi
bir savı yoktur. Kılavuz gözden geçirildiği zaman görüleceği gibi, tarihsel ve
ekinsel etmenlerle çoğu Fransızca olan Batı sözcüklerinin bugünkü dilimizde
kullanılan karşılıkları gösterilmiştir. Kılavuzda yer alan pek az sayıdaki
Batılı sözcük, henüz Türkçe karşılığı bulunmadığı için, dilimizde en yaygm
yabancı sözcükle karşılanmıştır. Hiç olmazsa bunun, bir kavramın birden fazla
yabancı sözcükle karşılanmasını önlemek gibi bir yararı olacaktır.
Bu
arada zihinlerde şöyle bir düşünce doğabilir: Batı uygarlığının günden güne
gelişmesi sonucu yeniden beliren kavramları karşılayan yeni sözcükler de
doğmaktadır. Bu kavramları bildirecek sözcüklerimiz bulunmadığına göre ne
yapacağız? Batı'da, yeniden doğan kavramlar için nasıl yeni sözcükler
yapılıyorsa, Türkçede de bu kavramları karşılayacak yeni sözcükleri hemen
türetmemiz gerekir. Bu görev, özellikle yeni buluşlarla, yeni düşünülerle ilk
kez karşılaşan ve ülke ekinine, ülke endüstrisine, ülke ticaretine bunları
katan kimselere düşer. Ancak böyle bir anlayış birliği ile Türkçe günden güne
daha güçlü bir duruma gelebilir;"
Başka
bir konuşmamda da söz konusu etmiştim saym dinleyiciler, yeni buluşların, yeni
kavramların Batı dillerindeki adlarını, demek yeni terimleri olduğu gibi
benimsemek önerisine ve eğilimine karşı denecek şudur ki, eğer biz o terimleri
olduğu gibi almaya kalkarsak, okullarımıza Latince, Yunanca dersleri
koymalıyız. Batılılar her yeni buluş için, her yeni kavram için genellikle bu
iki ölü dilden kökler ekler almak yolunu tutarlar. Ama biz o ölü dilleri
bilmez, Batıkların türettikleriyle yetinirsek, durum, Arapçanın yakın dönemimizdeki
durumuna benzer, giderek daha da kötü olur. Çünkü yüzyıllardır Arapça ile
birlikte yaşamaktan gelen bir alışkanlığımız vardır ve o dilin kimi sözcükleri
bugün de yazı ve konuşma dilimizde bulunmaktadır. Ama sözgelişi
"telegraf" terimi-nin başındaki "tele", bizim dilimizdeki
"tel" ile karşılaştıranımız çoktur. Oysa bu sözcük, "tele"
sözcüğü, "uzak" demektir. Batıklar o sözcüğü bir tek örnek gibi
kullanarak bir sıra terim uydurmuşlar-
dır:
Telegraf, telefon, teleskop, teleobjektif, televizyon... gibi. Biz bu terimleri de ayrı ayrı öğrenmek, demek
ezberlemek durumunda kalırsak, Batının düşünürlerini, buluşlarım izleyemeyiz.
Arapça karşısındaki tutumumuzda olduğu gibi, burada da Türkçe köklerden ve
eklerden yeni terimler, yeni sözcükler türetmekten başka çıkar yolumuz yoktur.
Şimdi
de sayın dinleyiciler, sizlere demin adını verdiğim öteki kitabın Batı
Kaynaklı Sözcüklere Karşılık Bulma Denemesi I adlı kitabın önsözünden bir
parçayı okuyacağım. Kitabı hazırlayanlar, Prof. Dr. Samim Sinanoğlu, Tahsin Saraç
ve Emin Özdemir bu önsözde şöyle diyorlar:
"Dilimize
Arapça ve Farsçadan girmiş olan sözcüklerin çoğuna, bugün Türkçe karşılıklar
bulunmuştur. Başka deyişle, dilimizi Arapça ve Farsça sözcüklerden arıtma
savaşı, tam bir başarı ile sonuçlanmıştır. Ancak şu son yıllarda, üzerinde
önemle durulması gereken yeni bir sorun daha çıkmıştır ortaya: Batı dillerinden
dilimize girmiş sözcükler sorunu.
Söz
dağarcığımızın kapısı, Arapça, Farsça sözcüklere kapanırken, Batı'dan gelen
sözcüklere niçin açılmıştır? Bunun baş nedeni, Doğu uygarlığından kopup her
alanda Batı uygarlığına yönelmiş olmamızdır. Bilinen bir gerçektir ki, dillerin
söz dağarcığı ile top-lumlarm yaşama ve kültür düzeyleri arasında sıkı bir
bağlantı vardır. Toplumsal yapıda ve yaşama düzeninde oluşan değişme, dilin söz
dağarcığında da gösterir yankısını. Nitekim, uygulayım
(teknik), bilim, sanat ve tecim alanlarında Batı ülkeleriyle ilişkimiz bugün,
düne oranla daha da artmıştır. Bu ilişkiler dilimizi değişik alanlarda
etkilemektedir. Sözgelişi Batıdan getirilen araç ve gereçler kendileriyle
birlikte bir sürü yabancı sözcüğü de dilimize sokmaktadır. Örnekleme
gerektirmeyecek kadar somut bir olgudur bu.
Dilimizin
yarmı yönünden üzerinde önemle durulması gereken bu sorun nasıl çözümlenebilir?
Batı kaynaklı sözcüklerin dilimize girişi nasıl engellenebilir? Arapça, Farsça
sözcüklere gösterilen bilinçli tepkiyi Batıdan gelen sözcüklere de göstermekle.
Türk-çenin olanaklarını işletip bunların Türkçe karşılıklarını yaratmaya
yönelmekle. Kestirmeden söylersek, toplumun her kesiminde
Batı kaynaklı sözcüklere karşı yeni bir savaşı başlatmakla. Çünkü,
Atatürk'ün üzerinde önemle durduğu Türkçenin bağımsızlığı, onun ister Doğu,
ister Batı kaynaklı olsun, her türlü yabancı sözcük yerine, kendi olanakları
ile yarattığı karşılıkları bulması ile gerçekleşebilir."
Sayın
dinleyiciler, iki kitaptan da birkaç örnek vereyim.
Önce
Batı Kaynaklı Sözcüklere Karşılık Bulma Denemesi I adlı kitabı açıyorum.
Yinelemeye gerek var mı bilmem, buradaki üretmeler, bileştirmeler birer öneri
niteliğindedir. Ancak hemen belirtmem gerekir ki, Batı dillerinden gelen
yabancı sözcüklerin karşılıkları aranırken, elbette önce bu sözcüklerin
anlamlarını kesin olarak bilmemiz gerekir. Bunların çoğu ise Latince ve Yunanca
çıkışlıdır. Bu bakımdan bize bu alanda yararlı olacak bilim adamları daha çok
klasik filoloji öğretiminden geçmişler arasından çıkacaktır. Bunun dışmda, her
uğraşı alanının üyesi, kendi terimleri için Türkçe karşılıklar arayabilir. Ama
onun da yapacağı, yabancı terimin amaçladığı anlamı Türkçede türetmek
olacaktır.
Şimdi
örnekler:
Ekskavatör
sözcüğü çok kullanılıyor saym dinleyiciler. Kitapta bu sözcük için deniyor ki,
"Latinca cavus: oyuk, excavare: içinden alıp oymak demektir.
Sözcük Fransızcaya excaver biçiminde geçmiştir. Kazıp
oyan araç. Sözcüğün kök ve anlam özelliği göz önünde bulundurularak ve
biçer-döğer sözcüğünün yapısı ömeksene-rek kazaratar karşılığı
önerilmektedir. Sözcüğe daha önce kazmaç karşılığı da
önerilmiştir."
Son
yıllarda bütün dünyayı en çok ilgilendiren sorunlardan birine geliyoruz şimdi
saym dinleyiciler, bu da Ekoloji sözcüğü ile anlatılan bilimdir. Yunanca
Oikos: ev, konut, logos: bilim sözcüklerinden oluşan Fransızca ecologie,
canlı varlıklarla çevreleri arasındaki karşılıklı ilişkileri inceleyen bilim
dalı demektir. Sözcük dilimizde de bu anlamda kullanılmaktadır. Kök ve anlam
özellikleri göz önünde bulundurularak ve toplumbilim, dilbilim gibi sözcüklerin
yapısı örneksenerek ecologie sözcüğüne çevrebilim karşılığı
önerilmektedir.
Bir
de konjonktür sözcüğü var ki saym dinleyiciler,
son yıllarda gazetelerimizde hemen her gün karşılaşıyoruz. Latince conjungere:
birlikte bağlamak, birbirine bağlamak demektir. Bu fiilden Fran-sızcada
türetilen conjoncture adı, çeşitli anlamları arasmda, içinde bulunulan
genel durumu birbiri ile etkileşerek oluşturan öğelerin topu anlamına gelir.
Dilimize bu anlam ile geçmiş bulunan sözcüğe anlam özelliği göz önünde
tutularak topludurum karşılığı önerilmektedir.
Fransızcadaki
charge (Latince carrııs 'dan gelme)
çeşitli anlamlarından başka, yük demektir. Charger: yüklemek, rfe-öneki,
Latince ve Fransızcada, "aşağıya, aşağı yönde" anlamını katar. Bu
yolla oluşan decharger fiili Fransızcada, boşaltmak demektir. Bu fiilden
türemiş bir ad olan decharge sözcüğü dilimizde de boşalma, içini dökme
anlamlarında kullanılmaktadır. Bu anlamlar göz önünde tutularak sözcüğe,
l-(ruhbilimde) boşalım, 2- (akü vb. için) boşalma karşılıkları
önerilmektedir.
Kompütür:
Latincede computare: saymak demektir. Bu kökten İngilizcede türetilen Computer
sözcüğü, kendisine verilen bilgi ve verilere göre, yalın ya da karmaşık
işlemleri yapıp sonuçlandıran elektronik makine demektir. Elektronik beyin de
denen bu araca, kendine verilen bilgileri sayıp sonuçlandırma niteliği göz
önünde tutularak, ısıölçer, basınçölçer gibi sözcükler ömeksenerek bilgisayar
karşılığı önerilmektedir.
Bir
de çok kullanılan prospektüs sözcüğü vardır.
Latince pro; önceden, spec: bakmak demektir. Bu öğelerden oluşum
türeyen prospectus, Fransızcada, bir yapıtın, bir kuruluşun, bir
ortaklığın, bir aracın, bir aygıtm, bir ilâcın, genel işleyiş ya da
kullanılışını açıklayan, tanıtan yazı ya da kitapçık anlamını taşır. Bu anlamda
dilimize girmiş olan sözcüğe, anlam özelliği göz önünde tutularak tanıtmalık
karşılığı önerilmektedir.
Transformatör:
Latince trans- öneki, öteye, ötede anlamını verir. Formare:
biçimlendirmek demektir. Bu yolla oluşan transformare Fransızcaya transformer
olarak geçmiştir. Biçimini değiştirmek, değiştirmek anlamındadir. Fransızcadan
Türkçeye geçen transformatör ya da kısa adı ile "trafo",
elektrik akımında gerilim ölçüsünü değiştirmeye yarayan aygıt demektir. Bu
anlam ve görev özelliği göz önünde bulundurularak sözcüğe değiştirgeç
karşılığı önerilmektedir.
Sayın
dinleyiciler, Türkçecileri, sadece Arapçaya, Farsçaya karşı olup, Batı
dillerinden gelen yabancı sözcüklere göz yummakla suçlayanlar da vardır. Bu
suçlamanın yersiz olduğu sanırım yeterince anlaşıldı. Ancak şunu da söylemek
gerekir ki, bu suçlamayı yürütenler, gerçekte, Arapça ve Farsça sözcüklerin
alıkonulmasını, ama Batı dillerinden giren sözcüklerin atılmasını
isteyenlerdir. Türkçecilik akınımm amacı ise yabancı sözcükler yerine
Türkçeleri varsa onları kullanmak, yoksa türetme yolunu işleterek Türkçe kök ve
eklerden yeni sözcükler türetmek, bileştirme yolu ile yeni sözcükler elde
etmektir.
22
Haziran 1975
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar