Haksızlıklar Karşısında Susmayan Âlîm: Prof. Dr. Ali Fuad BAŞGİL Hayatı ... Şahsiyeti .... Mücadeleleri
Hazırlayan : Mehmet Gökalp
“Haksızlıklar
karşısında susan, dilsiz şeytandır.” Hadîs-i Şerif
“Şehirdeki
aydında dağdaki çobana kadar, herkesi sevdiği âlim...
Türkiyemizin,
modern demokrasi ve hürriyet mücadeleleri devrinin yani son onbeş—yirmi yılın
ve bilhassa şu bir kaç senenin en enteresan ilim ve fikir a-damı, Ord. Prof.
Dr. Ali Fuad Başgil’dlr.
Bu
sosyoloji metodu ile
ulaşılan kat’î bir tarih hükmüdür ve böyle bir hükme konu teşkil
etmek, hayatta bulunan pek az fâniye nasib olmuş'bir lûtuftur.
Türk
İçtimaî ve siyasî hayatının çok hareketli, sancılı ve ıstıraplı bir safhasında,
mensup bulunduğu ilim adına çok şerefli bir uyarma, dikkati çekme ve aydınlatma
vazifesi ifa eden ve bu yolda hayatını can pazarlarına sürmekten çekinmiyen Ali
Fuad Başgil, Türkiyede, halka ve. aydına mal olmuş ve
adı vatan sathına yayılarak çok sevilmiş yegâne ilim adamıdır.
Onun
en ufak efkâr-ı umumiye hareketlerinden en şiddetli İçtimaî ve siyasî
zelzelelere kadar her hâdiseyi hassas ve kuvvetli bir sismograf gibi kaydeden
kalemi, vatansever bir vicdanın olaylar karşısındaki ürperişlerinin ifade
vasıtası olmuş ve tam mânâsiyle Türk Milletinin hissiyatını ve fikriyatını dile
getirmiştir.
Çeyrek
yüzyılı dolduran hürriyet mücadeleleri tarihimizin her safhasında, sahip bulunduğu
demokrasi ahlâkı ve tefekkür haysiyetiyle, her devrin otoritesini tenkid
etmekten çekinmiyen, yeri gelince kafa tutmaktan korkmıyan Ord. Prof. Dr. Ali
Fuad Başgil, bir ihtilâl atmosferinin sarsıntıları içinde de vazifesini
yapmaktan geri kalmamış, ıstıraplı mevkufiyetlere sun’î tertiplere rağmen,
kahramanca direnmeyi bilmiştir.
Onun
bu karakteri, ayni devirde ilim adamı geçinen bazı adamların; susmanın suç
sayılmak lâzım geldiği yerde susarak, herkesin konuştuğu ve küfrettiği
zamanlarda şiddete fetva dağıtmaları ile büsbütün değer kazanmaktadır.
Bize
ve bu kitabı hazırlayan değerli arkadaşlarıma, onun talebesi olmak şerefi nasib
oldu. Bu kitabda onun hayat hikâyesini okuyacak olan aydınlarımıza ve «Büyük
Adam»ı çok seven Türk halkına sayın Başgil, İnşallah
daha çok hizmetler ifa edecektir.
Onun
son yıllar içinde, bazı safhaları gizli kalmış kahramanlıkları da bir gün
öğrenilecek ve ilim ordumuzun destanı haline gelecektir.
Eseri
hazırlayan arkadaşlarımı tebrik ederim.
GÖKHAN
EVLİYAOĞLU
Başlarken
1961’de
Tercüman gazetesinde çıkan bu etüdü, muhterem hocam Ali Fuad Başgil’in temiz
şahsına ve fikirlerine karşı cephe alarak, haksız ithamlarda bulunanlarla inşat
ve merhametten mahrum olanların söz, yazı ve hareketleri üzerine hazırlamağa
karar verdim. Kararımı Başgil hocaya açtım ve müsaadelerini aldıktan sonra
günlerce, ; hattâ aylarca Belediye Kütüphanesinde, Beyazıt ve İstanbul
Üniversitesi Hukuk Fakültesi Kütüphanecinde mevcut gazete, mecmua, broşür ve
kitapları gözden geçirerek Başgil’in makalelerini, yazılarını okudum.
Fikirlerini sistematik olarak ' yazmak ve kütüphanelerde bulamadığım bazı dökümanlan
şahsına ait kitaplıktan tedarik etmek suretiyle bu etüdü tekemmül ettirebildim.
Bu
etüdde çok cepheli bir fikir adamı olan Başgil’in otuz yıllık akademik
hayatını, fikrî mücadelelerini bulacaksınız. Bu arada Başgil’in Kanunlar, 1924
Anayasası, Hürriyet ve demokrasi hakkmdaki görüşlerini, konferanslarını, bazı
hitabelerini, lâiklik, mâneviyatçıhk, milliyetçilik konusundaki düşüncelerini, yeni
n^sle Üniversiteye Türkçeye ait tenkid ve temennilerini hulâsa olar?k okuyacaksınız.
'
Etüdün hazırlanmasında yardımlarını gcrdü-: ğüm başta muhterem hocam Başgil
olmak üzere Gökhan Evliyaoğlu, Yücel Hacaloğlu, Ziya Aksun, Fethi Gemuhluoğlu,
İsmail Dayı, İrfan Atagün ve diğer dost ve arkadaşlarıma burada alenen teşekkür
ederim. Başka bir vesileyle de belirttiğim gibi gaye, yaşayan Başgil’i
takdimden ziyade fikri ve mânevi sahada bizlere rehberlik eden Başgil’in
meş’ale olan fikirlerini tanıtmaktır.
MEHMET
GÖKALP
GİRİŞ
Ankara
ve İstanbul Üniversitelerinin Hukuk Fakültelerinde otuz yıl müddetle Anayasa
dersleri vermiş olan ve bu müddet İçinde yüzlerce hâkim, müddeiumumi, devlet
adamı ve avukat yetiştirmiş olan değerli ilim ve fikir adamı Başgil ayni zamanda
Türk fikir hayatının gelişmesinde, Türk demokratik nizamına büyük hizmetlerde
bulunmuştur, İyi bir hoca, ahlâklı ve temiz kalpli bir Müslüman olan Başgil,
her devirde hürmet ve minnetle hatırlanacak bir âlimdir.
Zaman
zaman ona karşı yapılmış olan aşırı, ölçüsüz tenkidler, gelişigüzel serpilmiş
husumet tohumları olarak şuur sathına çıkmadan kuruyup kaybolmağa mahkûmdu.
Onun eserleri, makaleleriyle millet ve memleket realitesine uygun fikirleri,
kara düşünceli, hırslı kalem erbabının gayretkeşliği ile gölgelenemezdi. Ona
saldıran azgın dalgalar çelik iradesine çarpıp parçalandılar.
Millî
kültür tarihimiz bir gün kaleme alınırsa, yirminci yüzyılda bu seçkin ilim ve
fikir adamının şark ve garp düşüncesi arasındaki bağıntıyı ustalıkla kurmuş
şahsiyetlerden biri olduğu kolaylıkla anlaşılacak ve ona saldıranların ne kadar
haksız, insaf duygusundan ne kadar yoksun oldukları görülecektir.
HAZIRLARKEN
Bu
etüdü hazırlarken hiç bir zaman yaşayanların takdimini yapmak an’anesine tâbi
olmadık. Esasen son, nesil Başgil’i pek iyi tanımakta
ve takdir etmektedir.
Bizim
gayemiz, kültür tarihimizin, içinde yaşadığımız bu önemli ânında, ruhçu ve
milliyetçi cephenin hedeflerini Baş-gil’in fikir sistemine göre tâyine
çalışmaktır. Onun ışık olan fikirleri ile Türk milliyetçiliği daha ziyade
aydınlık kazanacak ve > gayelerini kolaylıkla tâyin edecektir.
Yolumuzda
meş’ale olarak yaşayan Başgil’in kendisinden çok, ebedî kalacak olan fikir
eseridir.’ İnsaftan yoksun bazı yazarlar, içleri hased dolu fıkracılar,
eserlerine bir defa olsun göz atmadan zaman zaman hırçın, yazılar yayınlayarak
kötü zihniyetlerini ve zehirli öfkelerini şahsına kargı püskürtmekten
çekinmediler. Ama Profesör Başgil’in elinde tuttuğu ilimi ve hakikat meşalesini
söndüremeyince sıstular.
Mürekkep
yerine hırs ve nefret saçan kalemler, belki tai etüde de çevrilecektir. Onlara
Muhlis Oğlu Âşık Paşa’nın şu dörtlüğü ile peşin cevabımızı veriyoruz:
Bize
ağu; sunan kişi
Şehd
ü şeker olsun işi,
Kolay
gele müşkil işi,
Eli
erer olsun ona.
BAŞGİL’İN FİKRİ HAYATINDAKİ DEVRELER
Büyük
ilim ve fikir adamları rasathanelerdeki hassas sismograflara benzerler: Cemiyet
hayatında beliren sarsıntılar içtimaî ve İktisadî buhranlar ve hareketler
onları harekete getirir ve işte o zaman yazarlar. Başgil’in, fikir hayatına bir
göz} atarsak hep böyle sarsıntılı ve hareketli
zamanlarda yazdığını} müşahede ederiz. Bu bakımdan onun fikir hayatını şu
devre-1 lere bölebiliriz:
'
·
I
— 1893 — 1930 yılları arasındaki devre:
Yetişme
ve tahsil devresi. Bu devrenin 26 yılı Türkiyede, 10 yılı da Avrupada
geçmiştir.
·
II
— 1930 — 1945 arasındaki devre:
Üniversite
öğretim üyeliğine intisabı ve olgunlaşma devresi. Beş yıl Ankara
Üniversitesinde, diğer zamanı İstanbul Hukuk Fakültesinde geçmiştir.
III
— Fikir ve hamleye yönelme devresi: 1945 — 1950.
Bu
devre, Türkiyede çok partili siyasî hayatın başladığı devre rastlar. Başgil bu.
zaman içinde demokratik prensipleri samimiyetle
müdafaa etmiş, ideal hürriyet nizamının ve demokratik bir Cumhuriyetin gelişip
yerleşmesi için cesaretle çalışmış, değerli yazılar kaleme almıştır.
IV
— 14 Mayıs 1950 den 1955 e kadar olan devre:
Türkiyede
tek partili rejimin millî iradeyle yıkılmasından sonra fikirlerinin mahsulünü
görmek istemiş, bu devre içinde sabırla beklemiştir. Bu arada lâikliği İslâm
düşmanlığı şeklinde anlayanlara karşı Türkiyede ilk defa olarak batılı manada
«Din ve lâiklik» adını taşıyan te’lif eserini yazmıştır. Önce makaleler halinde
«Yeni Sabah» gazetesinde bir kısım yayınlanan bu mühim etüdünü, daha $onra bir
kitapta toplayarak umumî efkâra arzetmiştir.
V—
1955 den sonraki devre.
1948
de ilk olarak günlük bir gazetede ortaya attığı eski Anayasayı tâdil fikriyle
modern demokratik hayatın teessüsü için samimiyetle çalıştığı bu devre çok
mühimdir. 1955 yılında eski Anayasanın değiştirilmesi ve yeni demokratik
müesseselerin kurulması için «Vatandaş Hak ve Hürriyetlerinin Korunması"
ve Anayasa Meselemiz ve Anayasamızın Eksikleri» adını taşıyan büyük boyda 36
sahifelik bir broşür neşrederek umumî efkâra sunmuştur. O zamanki devlet
ricali, onun fikirlerine hürmet etmliş olsaydı siyaset buhranının uçurumuna
devrilmiyebilirlerdi.
VI — Son dfevre.
27
Mayısta Türk Silâhlı Kuvvetlerinin partiler arasındaki uyuşmazlığa son vermek,
«demokrasimizin içine düştüğü buhrandan kurtarmak ve kardeş kavgasına meydan
vermemek maksadiyle» başardığı millî inkılâp hareketinin meşru olduğunu
samimiyetle kabul ve müdafaa ettiği bu devirde, (Hukuk İlminin Işığı Altında
Günün Meseleleri) ni kaleme alarak yeni! Türk demokrasisine hizmet etmiştir.
Bilâhare bu makaleler güzel bir kitap halinde onu seven iki idealist insan
tarafından yayınlanarak aydınlara sunulmuştur.
Başgil
- yazılarından da anlaşılacağı veçhile - Türk milletini çok seven, onun
yükselmesini refah ve saadete erişmesini demokratik esasların çerçevesinde
gelişmesini arzulayan doğu ve batı kültürünü hakkiyle birleştiren, kudretli bir
ilim ve fikir adamı olduğu kadar temiz bir milliyetçi ve mlâneviyatçı olarak
hafızalarda yer etmiştir. ,
Bir
hadisi şerifte: «İlimi istemek rahmet istemektir.
İlimi
mü’minin zayii (yitiği) gibidir, nerede bulursa onu alır. Buyurulmuştur.
Başgil’in ilmini rahmet bilerek ve kaybolup gitmemesi için fikirlerini
sistemleştirerek telif etmeğe çalıştık.
Türk
kültürünün gelişmesinde hayli emeği olan Başgjl faziletli, imanlı bir insandır.
Onun demokratik hayatımıza verdiği kuvvet ve millî bünyemize uygun fikirleri
zamanla daha çok kıymet kazanacaktır.
Yetmiş
yaşma giren Başgil’de bir âlime has bütün ahlâkî meziyetleri müşahede etmek
mümkündür. Hususî hayatında temiz karakterli, dürüst merhamet ve şefkat
duygulariyle süslü, iyi niyetli, kanaat ve itidal sahibi, muarızlarına karşı
müsamahalı, öfkelenmeyen, mütevazı, sabır ve doğruluğu sadakat ve
fedakârlığiyle dostlarına karşı güler yüzlü bir adamdır. İşte onun mânevi
portresi.
İlmî
ve fikrî şahsiyetine gelince onu, ebediyete intikal edecek büyük bir milliyetçi
düşünür olarak görüyoruz.
Bu
etüdümüzü Başgil’in çeşitli, dergi, gazete ve broşürlerde yayınlanan
makalelerini tetkik ederek hazırladık. Fikirleri daha önceleri tartışılmış
olduğundan polemikten uzak kalmayı ilim ve fikir
haysiyeti namına şiar edindik.
Başgil’in Hayatı
Ali
Fuat Başgil Samsun’un Çarşamba kazasının Sarıcalı Mahallesinin, yerli
ahalisinden olan B'ölükbaşıoğullarmdan Hafız İbrahim Efendinin torunu Mehmed
Şükrü Efendinin oğludur. 1893 yılında (R. 1309) Çarşambada doğmuştur. İlk
tahsilini memleketinde, orta tahsilinin bir kısmını jstanbulda yapmıştır. 1914
yılında ihtiyat zabiti (yedek subay) olarak dört yıl Kafkas cephesinde
savaşmıştır. 1921 yılında Parise giderek «Buffone» Lisesini bitirmiştir.
Sonra:
·
1)
Gronoble Hukuk Fakültesinden mezun olmuştur.
·
2)
Paris Hukuk Fakültesinde (La Question des Detroits: Boğazlar Meselesi)
mevzuundaki doktorasını başariyle vermiştir. 190 sahife tutan bu eserini 1928
yılında Fransızca olarak Pariste (Pierre Bossuet) yayınevinde bastırmıştır;
·
3)
Paris Edebiyat Fakültesinin felsefe bölümünden ve Parts Siyasî İlimler
mektebinden diploma almıştır.
·
4)
Bilâhare Lâ Haye «Devletler Hukuku Akademisinin kurlarına devam ederek
şahadetname almıştır.
Böylece
üç fakülte ve bir yüksek mektep (Paris Siyasî İlimler Mektebi) nden diploma
sahibi ve hukuk doktoru olarak 1929 sonlarında Türkiyeye, garp kültürünü
hakkiyle kavramış bir. münevver olarak dönmüştür.
DEVLET HİZMETLERİNDE
Şark
ve garp kültürünü dinamik kafasında mezcetmiş olan. Başgil, Türkiyeye dönünce
ilk olarak Maarif Vekâleti Yüksek Tedrisat Umum Müdür Muavinliği vazifesini
deruhte etmiştir.
5.930
yılında Ankara Hukuk -Fakültesinde,açılan Doçentlik imtihanına «Hukukta Mesuliyet»
adını taşıyan teziyle girmiş ve pek iyi derece ile doçent olmuştur.
Bir
yıl sonra aynı fakültenin Roma Hukuku Profesörlüğüne terfian tâyin edilmiş,
1933 yılının sonuna kadar Roma hukuku1 okutmuş, aynı zamanda Gazi
Terbiye Enstitüsünde «Medeniyet Tarihi» dersleri' vermiştir. Bu vazifesine
ilâveten Mülkiye Mek-tebnde de hocalık yapmıştır. 1933 - 34 senesi İstanbul
Üniversitesinin yeniden teşkili üzerine bu üniversitenin Hukuk Fakültesinde
Esasiye hukuku profesörlüğüne ve aynı zamanda Mülkiye Mektebi Esasiye ve Âmme
Hukuku profesörlüklerine tâyin edilmiştir. Bu arada Fatma Nüveyde hanımla
evlenmiştir.
1936
yılında İstanbul Yüksek Ticaret ve İktisat Mektebi (hâlen akademi) nin
müdürlüğünü üzerine almış, ilk defa olarak burada ve Hukuk Fakültesinde «İş
Hukuku» derslerini ihdas ve tedris etmiştir. Bir yıl sonra İstanbul Hukuk
Fakültesi Dekanı seçilmiş, dört yıl. süren dekanlığı
esnasında «Medenî Kanunun XV. inci Yıldönümü» dolayısiyle büyük bir külliyatın
hazırlanmasını ve neşrini sağlamıştır. Bundan sonra Ankara Hukuk Fakültesi ve
Mülkiye Mektebi (Siyasal Bilgiler Fakültesi) Teşkilâtlı Esasiye Hukuku
profesörlüğüne naklen tayin olunmuş, bu arada Mülkiye Mektebi Müdürlüğünü de
ifa etmiştir.
1943
yılında Mülkiye Mektebi Müdürlüğünden istifa ederek tekrar İstanbul
Üniversitesi Esas Teşkilât Hukuk Profesörlüğüne dönmüştür. 1939 yılında
ordinaryüs profesörlüğe terfi etmiştir.
İlk
yazıları Cumhuriyet gazetesinde 1943 yılında yayınlanan Başgil o günden beri
çeşitli gazete ve dergilerde kültür hâzinesinin kapılarını açarak 200 den fazla
etüd ve makale yayınlamıştır!. 1947 yılanda «Hür
Fikirleri Yayma Cemiyeti» ni kurarak bu cemiyetin üç yıl başkanlığında
bulunmuş, «Hür Fikirler» mec-muasiyle memleketimizde ilmin ve hürriyetin
önderliğini yapmıştır;
-
-
MEMLEKET HİZMETLERİNDE
Doğu
ve Batı kültürünün sentezi ile Türkiyede millî kültürû geliştiren ve hür
fikirleri cesaretle umumî efkâra yayan Başgil yurd dışında memleketimizi
çeşitli yönlerden şerefle temsil etmiştir.
Bu
cümleden olarak:
Hatay’ın
anavatana ilhakı için 1937 yılının baharında Cenevre’de toplanan Milletler
Cemiyeti komisyonunda Türk Heyetinin Hukuk Müşavirliğini yapmıştır.
Beynelmilel
Devletler ve İdarî İlimler Akademisinin 1942 Berlin Kongresinde, «'Beynelmilel
İdarî İlimler Enstitüsü» 19511 yılı Monako kongresinde Türk -irfanının
temsilcisi olarak hazır bulunmuştur.
'
Pakistanın Karaşi şehrinde 1952 yılı Mayıs ayında toplanan Müslüman Milletler
Kongresine iştirak etmiş, «İslâm câmiala-rm birleşmesi» mevzuunda mühim bir
hitabede bulunmuştur. Yedi yıl sonra (22 Ocak 1959 yılında) Miraç Kandili
münasebetiyle toplanan (Umumî İslâm Kongresi) nde İstanbul Edebiyat Fakültesi
Doçentlerinden Dr. Fuad Sezıgin’le 'beraber davet edilmiş, 1960 yılının ilk
haftasında Kudüs’e gitmiştir. Yine aynı yıl, «Wies baden» de toplanan
Hukukçular Kongresinde bulunmuştur. -
Haksızlıklar
karşısında susmamış, gerek tek partili totaliter devimde, gerek çok partili
demokratik devirde ve gerekse on yıllık münfesih Demokrat Parti iktidarı
devrinde bir ilim ve fikir adamı olarak cesaretle hak yolunda yılmadan
yürümüştür. 27 Mayıs 1960 beyaz ihtilâlinin meşrutiyetini gösteren makaleler
kaleme almış milliyetçi ve memleketçi bir düşünüşle millî dâvalarımıza
hassasiyetle eğilmiştir. «Yeni Sabah» gazetesindeki makalelerinin Anadolu halkı
ve aydınlar nezdinde büyük bir hüsnü kabul görmesine mukabil, birkaç politika
bezirgânı mâsuna gençleri tahrik ederek aleyhine kampanya açtırmış, bu
hâdiseler. üzerine Üniversitedeki Profesörlük
kürsüsünden istifasını verip ayrılmak istemişse de Senato’ Hukuk Fakültesi
profesörler Meclisi istifasının kabul edilmemesine ittifakla karar vermiştir.
BAŞGİL DE 147 LER ARASINDA İDİ :
Bilâhara
Millî Birlik Komitesinin affettiği 147 öğretim üyesiyle beraber Üniversiteden
ayrılmış, 10 Nisan 1961 de emek-’ liye -şevki için İstanbul Üniversitesi
Rektörlüğüne müracaat etmiştir.
Önce
«Yeni Sabah» gazetesinde neşredilen ve bilâhare «Türkiye ve Dünya» adındaki
dengi tarafından iktibas edilen — Kurucu Meclis aleyhindeki bir yazıdan dolayı
— 1961 yılının Ocak ayı başlarında Örfî İdare makamları tarafından tevkif
edilerek önce Harbiyedeki bir hücreye sonra da Balmumcu Çiftliğine hapsedilmiş,
hayli zaman devam eden muhakemesinden sonra beraat etmiştir. Bir müddet sonra
da Lizbon’da toplanacak olan İdarî İlimler Beynelmilel Enstitüsünün kongresine
gitmeden önce, Adalet Partisinin Samsun listesinde müstakil aday olmuş ve 15
E^im 1961 günü yapılan umumî seçimlerde Samsun’dan Senatör seçilmiştir.
O
günlerde Cenevre’de bulunan Başgil 18 Ekim 1961’de Cenevre radyo
televizyonunda, — rica edilen — bir konuşma yapmıştır. 22 Ekim 1961 günü
Cenevreden uçakla hareket eden Başgil kendisini sabırsızlıkla bekleyen
Ankara’daki dostlarının, yanma -gitmiştir.
Cumhurbaşkanlığına
adaylığını koyması için Adalet Partisi, Yeni Türkiye Partisi ve C.K.M. Partisi
Senatör ve Milletvekillerinin devamlı ısrarları üzerine buna razı olmuştur.
Ancak bazı sebeplerle memleketin selâmeti bakımından senatörlükten dahi istifa
etmeği münasip görmüştür.
1962
yılının Mart' ayı sonlarında Avrupaya giden Başgil, oradan milliyetçi ve
mukaddesatçı bir gazete olan «YENİ İSTANBUL»a hâtıralarını yazarak göndermiş
ve bunlar yayınlanmıştır. (21.8.962 — 10.9.962)
1947
lerin tekrar üniversiteye alınmalarına dair kanun lâyihası T.BM. Meclisinde
kabul edildikten sonra üniversitedeki Anayasa kürsüsüne dönebileceği kendisine
bildirilmiştir.
BAŞGİL’İN FEYZ ALDIĞI ŞAHSİYETLER
Ali
Fuat Başgil Paris’te yüksek tahsilini ikmal ederken bir. yıl
müddetle «Türk Hukuk Talebe Cemiyeti» başkanlığında bulunmuştur.
Feyiz
aldığı garplı ilim adamdan arasında selence socia'l «ilmi içtima» mektebine
mensup Paul .Des Chamlps başta gelir. Ayrıca Paris
Siyasî İlimler Mektebinde: Anâne Sicride, Prof. Cheffers, Ekonomist; Prof.
Colson. Hukuk Fakültesinde: Gidel, Ekonomist Prof. Charles Riste, Esasiyeci
Biuier, J. Barthelmy Rouaste, Le Fur, Paris Edebiyat Fakültesinde. Sosyolog
Bouigle’ den dersler almış psikolog Prof. De la Croix, Sosyolog Fauco-net,
Terbiyeci Valen, Ahlâkçı Tamin’den çok faydalanmıştır. :
İlim
ve irfanından feyz aldığı garplı âlimlerden Ceza profesörü Cuche, Maneviyatçı
J. Chevalier, Röllan, Pepi, Marcel Porte de vardır.
HATAY’IN
İLHAKI NASIL OLDU?
Hatay
Anayasasının metnini Ali Fuad Başgfl kaleme almış ve Hariciye Vekâletinin
teşkil ettiği komisyonda görüşülüp kabul edilmişti. Ayrıca Has tay Anayasasına
ek olarak Hatay’ın siyasî sitatükosu hazırlanmış ve Cenevre’ye giden heyet
orada, Milletler Cemiyeti âzalarmdan teşkil edilen beynelmilel komisyonda dört
ay müzâkere edildikten sonra kabul edilmişti. Bundan sonra Hatay müstakil bir
devlet olmuş ve ilk hükümet başkanlığını Abdtarahman Melek Bey ifa etmiştir.
Devlet Başkanlığını ise Tayfur Sökmen yapmıştır. Bilâhare şanlı ordumuz merhum
General Şükrü Kanatlı’nm kumandası altoda Hatay’ı Anavatanımıza fiilen ilhak
etmiştir,
O, BİR İLİM ADAMI OLDUĞU KADAR İYİ
BİR EDİPTİR DE
Durkheim
ekolü mensuplarından Boulgle ve Fauconet Sor-bon’da verdikleri derslerle bu
ekolün prensiplerini talebelerine
sevdirmişlerdir.
Ali Fuat Başgil en çok L. Duguit’nin realist görüşüne bağlanmış aynı zamanda
tarihî ve sosyolojik nazariyeyi benimsemiştir.
—
Islâm
âlimlerinden en çok İzmirli İsmail Hakkı ile Manastırlı İsmail Hakkı’yı, büyük
Islâm fıkıh âlimi Teftazani’yi ve Molla Hüsrevi sevmiş ve takdir etmiştir.
Devlet
adamı olarak, en çok Yıldırım’ı, Cevdet Paşa’yı, Koca Reşit Paşayı ve Âli
Paşayı sevip takdir etmiştir. Son devrin en büyük devlet adamı olarak Atatürke
karşı ayrı bir sevgisi vardır. Başgil bu sevgisini 1928 de Pariste Fransızca
neşrettiği «İstanbul Boğazları Meselesi» adlı eserini Atatürke ithaf etmek
suretiyle göstermiştir.
Başgilin felsefi şahsiyeti
Fransa’da
Gronoble üniversitesi Hukuk Fakültesinden sonra Paris Edebiyat Fakültesinden de
mezun olan,Başgil, edebî ve felsefî bilgileriyle
hukukî bilgisini birleştirmiş bir ilim, adamıdır. Yazılarında akıcı bir üslûp,
insanın içine ferahlık veren çekici bir anlatış tarzı ve edebî zevkle örülmüş
parçalara sık sık rastlanır. Yer yer kuvvetli teşbihleri, istiare ve kinaye
sanatını makale ve etüdlerinde sezmek mümkündür. İfadesinde tam bir vuzuh
vardır.
Yazılarının
en mühim, hususiyeti fikir hâzinesinde edebî zevkin parıltıları şeklinde
görülen üslûp güzelliğidir. Bunun sebebi lisana olan hâkimiyetidir. Bazan
edebiyatımızın fikir cephesi kuvvetli şairlerinden mısra ve beyitler aldığı, bu
suretle mevzuu tatlılaştırdığı görülür. Talebeleri için yazdığı (ESAS TEŞKİLÂT
HUKUKU) adlı ders kitabında «Devlet, hâkimiyet ve hükümet» bahsini anlatırken
bir hükümdarın şu beytini aldığına şahit oluyoruz:
Yeryüzünde muteber bir nesne yok
devlet gibi,
Olmaya devlet cihanda bir nefes
sıhhat gibi...
.
Bazı yazılarında felsefî ve edebî kültüründen fışkıran koyu bir sembolizm
havası sezilir.
Aynı
eserde «Parlâmento» yu anlatırken onu bir makinenin esaslı dişlisine benzetir.
«Parlamenter
hükümet makinesinin son ve en esaslı -dişli1-si parlâmentodur.» (Shf. 376).
Bu
teşbihler, genç hukuk talebelerinin Anayasa derslerini daha -çabuk ve daha
kolayca öğrenmelerini sağlamaktadır.
İNSAN, AKLI VE VİCDANİYLE İNSANDIR
'Başka
bir eserinde «Fikir ve vicdan hürriyetini» anlatırken «İnsan akliyle ve
vicdaniyle insandır.» der ve bu hakikati bir Arap şâirinin şu mısralariyle
teyid eder.
Ekbil
alânnefsi vestekmil fedâilehâ,
Fe’ente
binnefsi, lâ bilcismi insanün...
(Türkçesi:
Nefsine, yani akima ve vicdanına teveccüh, et ve onun kıymet ve faziletlerini
kemâle erdirmeğe çalış. Zira., sen cismin ve bedeninle
değil, fakat aklın ve vicdanınla insansın.)
Tasvir
ve tersim kudreti hemen bütün yazılarında renkli, birer tablo çizer gibi
kendini gösterir; yazılarını okuyanların hafızalarında kolayca yer eder. Bu
tasvir kudretine psikolojik tahliller de girince yazısı tam ibir canlılık ve
dirilik kazanır, satırlar üzerinde gözlerinizin yorulmadan, içiniz hiç
sıkılmadan akıp gittiğini ve damla damla ruhunuza bir rahatlığın dolduğunu
hissedersiniz. Misâl olarak «Türkçe Meselesi» adlı broşürden şu parçayı alalım:
«—
1938 kışında idi, sanırım. Bir gün Üniversite rektörlüğünde, dil meselesini
konuşmak üzere fakültelerden, çağırılan' profesörlerden mürekkep, bir toplantı
yapıldı. Toplantıda, dışarıdan bilhassa bu iş için gelmiş iki zat da vardı.
Müzakere, ü-nivesitenin dil inkılâbı için seferber edilmesi gerektiği yoluıı^
da, hararetli bir nutukla açıldı. Bir aralık söz alarak bu telâşa neden lüzum
görüldüğünü; her milletin dili gibi Türkçemizin de kendi yapısının mantığına ve
kanununa göre, tekâmülünü yapmakta yenileşip zenginleşmekte olduğunu ve bu gibi
işlerde acelenin ve resmî müdahalelerin ilerde dilimizi çetin tenakuzlara
sevkedeceğini sorar ve söyler gibi oldum. Birdenbire çehrelerin değiştiğini,
müzakere odasının bir mezarlık sükûtu içine daldığını, /başların eğilip
herkesin gözucu ile birbirine bakıştığını gördüm ve büyük bir suç işlediğimi
anladım,.. Bereket versin ki toplantıya reislik eden
zat; hem, beni, hem de üniversiteyi farkında olmıyarak düşürdüğüm müşkül. durumdan
kurtarmak çin çabucak sözü başka bir' mecraya çevirdi ve meseler kapandı.. Toplantı sonunda, herkes dağılırken, profesör
arkadaşlarımdan biri eğilerek, yavaşça kulağıma geçmiş olsun dedikten sonra, şu
meşhur beyti okudu:
Kelâmm
fızza ise, sükût eyle olsun zehep
Kemâl
ehli kemalâtı sükût ile buldular hep..
1953
yılının temmuz, ayında Üniversiteler Kanununun 46 ncı maddesinin değiştirilmesi
üzerine kendisi ile konuşan Yeni Sabah muhabiri Başgil’e:
«—
Hükümet teklifinde asıl sizin hedef tutulduğunuz söyleniyor, bu hususta ne
diyorsunuz?» diye sorması üzerine merj hum Şinasi’nin şu beyti ile
cevap vermiştir:
Bedbaht
ana derler ki kim elinde cühelanın
Kahrolmak
için kesbi kemal’ü hüner eyler
Ayni
beyti, «Akis» adlı mecmuanın, aleyhinde yazdığı yazılar dolayısıyle 26 Temmuz 1960
günü Yeni Sabah’da çıkan «Zaruri Bir Cevap» başlıklı yazısında tekrarlamıştır.
Yine
kendisini tenkid ederek, âbide yıkıp şöhret sahibi olmak isteyen, eski bir
talebesinin «Akşam» gazetesindeki saldırmaları üzerine şu mısralarla cevap
vermek istediğini görüyoruz:
Erbab-ı kemâli çekemez nakıs olanlar
Rencide olur dide-i huffaş ziyadan
(Yani:
Olgun kemal sahibi olanı, eksik (nakıs) olanlar çekemez; yarasanın gözü ışıktan
rahatsız olur) manasınadır Başgil cevabında, büyük bir tevazu eseri olarak,
birinci mısraı almamıştır.
Hulâsa
Ali Fuat Başığil’in eserlerinden ve makalelerinden sezdiğimiz edebî cephesi,
hayli kuvvetlidir. Aşağıdaki örnekler de bunu takviye ediyor.
PROF.
FAZIL İSMAİL PELİN’İN TABUTU ÖNÜNDE
«...
Ben senin bu gününde konuşmak değil, manevî huzurun da susmak ve derin derin
seni düşünmek isterdim. Fakat çok sevdiğim hoca arkadaşların, göz yaşlariyle
yoğurup yolladıkla-
rı
son ihtiram ve taziz vediasını, istediler ki sana ben sımayım.
«Zavallı
Fazıl! Zalim bir hastalıkla senelerce pençeleştin. Her günün ölümün biraz, daha
yaklaştığını gördün, sabrettin,, sessizce inledin;
sarardın, soldun. Nihayet karanlıklarda çırpınan fersiz bir mium şûlesi gibi,
yavaş yavaş tükenip söndün.
«Gam
yeme Fazıl! Bu bir ezelî ve İlâhî kanundur ki, dünya-. ya
.gelen herkes gidecek; doğan her can er geç ölecek; sayılı saatler bir
gün gelip muhakkak bitecek ve yürekler kanayıp topraklar göz yaşlariyle
sulanacaktır.
«Heyhat!., o gün gidenlerle arkadan ağlıyanlar bir gün gelip hep
adem, diyarının sonsuz sükûtu içinde buluşacaktır. Ağlama Fazıl! Hayat
takvimini kimse uzatıp kısaltamaz. Akacak göz yaşını
tabibin ilâcı duduramaz, Ecelin önüne kimse geçemez. Kaderin amansız kolunu hiç
bh’ kuvvet bükemez. Hayatın satası, cefasına değmez.
«...
Senin Hakka tapan ve haksızlıktan iğrenip üzülen duygulu bir yüreğin; var.
Ebediyetlerle yükselen ruhun şad olsun, Fâ zil! Hayatta inandığın Ulu Tanrının
rahmeti sana râyegân olsun.
(İst.
Ün, Hukuk Fak. Mecmuası, cilt; 11: Sa. 1-2, 945),-den.
MONAKO’DAKİ HİTABESİ
«İdare
İlimleri Beynelmilel Enstitüsünün 1951 Nis —Monako kongresi» ne iştirak eden
Prof. IBaşgil 31 Mayıs 1951 günü kongrenin kapanış toplantısında bir konuşma
yapmıştır. Birkaç cümleyi aynen alıyoruz:
'«... İmdi, güzel Bosıforun koyu yeşil sahillerinde buluşmâ. zevkini tadacağımız iki sene sonraki mes’ut günlere
intizaren, Enstitünün Türkiye kongresiride müzakere edilecek meselelere dair
daha şimdiden bazı fikirler ileri sürmeme müsaadenizi rica ederim.
«İdare
ilimlerinde hedef nedir?
«Bu
hedef bir değil birkaçtır. Bunlardan bence başta geleni vatandaşları idarenin
iş ve eserlerine, kanun ve otorite zoruyla değil, ruhan ve gönül arzusu ile
teşvik etmek, bu iş ve eserleri 30
vatandaşlar ile idarenin
müşterek malı yapmak için en yerinde ve yaraşan imkân ve vasıtaları araştırıp
bulmaktır.
«Bundan .slonra ikinci ve belki daha mühim olan moral mesele
gelir ki, kısmen idare personelinin meslekî terbiyesi, kısmen de umumî memleket
ahlâkiyatı meselesidir. Bu d!a fikrimce, hülâsasını şu noktalarda bulur:
·
a)
İdare usûl ve kaidelerinin, tesisi ve tatbikinde hakkaniyeti hâkim kılma ve
idare edenlerde adâlet duygusunu kökleştirme imkânlarını aramak.
·
b)
İdare -edenlerin devlet nüfuzunu ve idarie teşkilâtı ve cihazlarını siyasî ve
ideolojik hedeflere tevcih etmelerine ve tazyik vasıtası olarak kullanmalarına
mâni olacak tedbirler bulmak,
·
c)
İdare personelinin şahsî ve meslekî ahlâk ve terbiyesini' ' yükseltme
çarelerini düşünmek,
·
d)
Halkta birlik ve vatandaşlık duygularının, umumî ve müşterek menfaat sevgisinin
inkişafı imkânlarını temin etmek,
«İdare
ilimlerinden, bunlar arasında hususiyle sosyoloji, kollektif psikoloji, sosyal
ahlâk ve terbiye gibi disiplinlerden halli beklenen başlıca meseleler
bunlardır, fikrindeyim,
(Hukuk Fak. Mec. Cilt: XVHI, 1951, Shf.
530.)
İSLÂM KONGRESİ
Pakistan’da
1952 yılı baharında yapılan İslâm: Kongresine iştirak eden Başgil, (10 Mayıs
1952) yolculuk notlarını güzel bir üslûpla ve harikulade bir edebî tasvirle
kaleme almıştır. Seri: halinde, bir mukaddesatçı günlük gazetede neşredilen hu
notlardan şu cümleleri örnek olarak alıyoruz.
İSLÂM KONGRESİNE GİDİŞ
«Ortalık
ışımağa başladı. Akdenizin açık mavi sularının üstündeki havalarda idik. Güneş
doğarken biz de bir hava meydanına yaklaştık ve bir şehrin kenar mahallelerini
görmeğe başladık. Burası, Osmanlı İmparatorluğumuzun güzel vilâyetlerinden
Beyrut şehri idi.
«'Hava
meydanında geziniyor, etrafa bakmıyoruz. Yolculuk
arkadaşım ve muhterem dostum Demirağ, hasret ve hicran ile Beyruttan bahsediyor; vaktiyle dayısının bu şehirde memur olarak kaldığını; Birinci Cihan Harbinde azgınlaşan Arap Fanatiklerinin bir suikastına kurban gitmek üzere iken onu İstanbula almağa nasıl muvaffak olduğunu anlatıyordu.
«Asırlarca
Türk hâkimiyeti altında yaşamış olan o topraklarda bu hâkimiyetten eser görmek
istiyor, etrafa bakıyor, gö-lliIİKBÎt remiyordum.
'
.
«... Bir saat sonra tekrar havalandık. Artık iskelesiz
bir uçuşla on bir saat uçacak ve bunun hiç olmazsa altı, yedi saatini, cahil
bir zümrenin hırsı ve inada yüzünden mahvolan imparatorluğumuzun uçsuz bucaksız
toprakları üstünde geçirecektik.
«Kâh
uyudum ve kâh dalgın dalgın kızgın dağlara, kum çölleriyle çevrili vahalara
saatlerce bakakaldım. Düşündüm: Asırlar boyunca ordular çarpışmış, medeniyetler
kurulup mamureler yükselmiş, acıklı göçlere ve akmlara sahne olmuş tarihî
topraklar üstünde uçuyorduk. Kimbilir aşağıda hâlâ ne can lar yanıyor, ne
hânumanlar sönüyor, ne ümitler parlıyor.
«Gökyüzü
'gittikçe kızdı. Tayyaremizin içinde bunaltıcı bir hava peyda oldu.
Ceketlerimizi çıkarmağa, boyun bağlarımıza çözmeğe mecbur olduk. Tayyarenin,
dilber garson kızı yüreği yanan yolculara portakal suyu, limonata yetiştiremez
oldu. Sıcak mmtakaya girdik, yaklaşıyoruz, dediler. Çok geçmedi uçsuz bucaksız
muhacir evleri göründü. Nihayet, geniş ve modern bir hava meydanına indik.
Artık 'Pakistan devletinin federal merkezi olan Karaşi şehrinde idik »
Yukarıdaki
yolculuk hâtıralarına dair yazdıkları, edebiyat kitaplarına geçecek ve genç
nesle sunulacak önemi taşımaktadır. Biz, edebî kıymetini takdir ettiğimiz
Başgil’in fikir ve ilim, adamı hüviyeti yanında harikulade bir ifade kuvvetine
ve edebî üslûba mâlik olduğunu müşahede ettik. Edebiyatçılarımızın da aynı
fikirde olduklarını tahmin ediyoruz.
' KANUNLAR HARKINDAKİ GÖRÜŞLERİ
'
' Başgil’e göre kanun: «Her şedden: evvel, insanlara dürüst düşünen
aklı mantığını gösteren, iyilik ve adalet hisleri telkin ed-’&h bir İçtimaî
ahlâk ve terbiye kitabıdır ve böyle olmak lâzım gelir.»
’ Başıgile göre bir memleketin kanunları ikiye
ayrılır:
·
1
— Hakkaniyet kanunları
·
2
— Siyaset kanunları.
Ona
göre: «Hakkaniyet kanunları, yakından' ve uzaktan, insan hakları
hududu'içindeki prensiplere bağlanır ve bu prensiplerin bir nevi tatbikatı
demek olur.»
Hakkaniyet
kanunlarının özelliklerini şu noktalarda toplamıştır:
'
a) «Bu kanunlara aykırı hareket, failin ahlâkî redaatini gösterdiği için her
zaman ve her yende cezalandırılmıştır.»
·
b)
«Bu kanunların ekserisi cemiyet fertlerinin insanlık, vicdanında saklıdır.»
· c)
«Bunları kanun koyucular icat etmez. Onlar bu kanunları sadece formülleştirip
meydana koyar.»
Siyaset
kanunları;
«İnsan
haklarının hiçbrine bağlanmayan; bilâkis bu haklara kâh aykırı ve kâh yabancı
kalan kanunlardır.»
Siyaset
kanunlarının hususiyetleri:
·
a)
«Bunlar hakkaniyet kanunları gibi cemiyetin temel direkleri değildir.»
·
b)
«Bunların ferdin insanlık vicdanında yeri yoktur.»
·
e) «Yalnız memleket içinde carîdirler.»
ARALARINDAKİ FARKLAR VE AYIRIMIN
FAYDALARI:
«Hakkaniyet
kanunları, vatandaşın insanlık vicdanında saklı kaideler olduğu için şahsî ve
gayri mülkîdir. Nerede olursam, olayım; başkasının canına, mal ve mülküne,
şeref ve .itibarına hürmet etmekle mükellefim. Bu bir
insan hakkı, ve hakkaniyet kanunudur. Bu kanunun
yüklediği mükellefiyetin ne siyasî, ne de coğrafî bir hududu yoktur.»
«Buna
mukabil siyaset kanunlara sırf mülkî ve gayri şahsîdir. Bunlar dayandıkları
polis ve zabıta kuvvetlerinin uzanabildikleri yerlerde, yani yalnız memleket
içinde carîdirler. Vatandaş Türk hudutları dışında herhangi bir politika
kanununa riayetle mükellef değildir.»
İBaşgil
umumiyetle kanunu, vatandaşların müşterek nza ve muvafakatleri eseri, ferdî hak
ve hürriyetlerin hududunu tâyin eden gayri şahsî ve objektif ölçüler (kaideler)
olarak vasıflandırmaktadır.
ANAYASA MESELESİ: ESKİ 1924 ANAYASASI
BİR İHTİLÂL KANUNU İDÎ
Siyasî
partiler arasında 1947 yılında cereyan eden fikir mücadeleleri arasında
Anayasanın tâdili meselesi de vardı. Bu mevzuda (Vatan) gazetesinin Anayasa
anketine Prof. Ali Fuad Başgil o zaman isabetli ve enteresan cevaplar vermiş ve
yeni bir Anayasaya olan ihtiyacı, belirtmiştir.
Sual:
1 — Bugünkü Anayasalım bir ihtilâl kanunu olduğu ve değiştirilmesi gerektiği
hakkında bir cereyan görülmektedir., Siz şahsen bu
fikirde misiniz?
Cevap;
—• Evet, Anayasayı ihtilâl kanunu diye vasıflandırma son günlerin modası oldu.
Her
Anayasa hem bir taraftan yıpranan kuvvetlerin^ iman ve ideolojilerinin mezarı
hem de diğer taraftan, yeni bir kuvvet hamlesinin, dinç bir iman ve görüşün
beşiğidir.
Sual:
2 — İkinci bir meclise taraftar mısınız?
Cevap:
— Taraftarım İkinci bir meclis devlet hayatında istikrar temin eder ve vatandaş
hak ve hürriyetlerinin beşiği olur. İyi kanunlar yapılmasını sağlar ve parti
ihtiraslarını frenler.
Yalnız,
ikinci meclisin, eski Kanunu Esasimizin sistemindeki ayan şeklinde değil; ülke
esası üzerinden vilâyetleri temsil etmek ve muayyen müddet zarfında âzası yan
yarıya yenileşmek üzere, iki dereceli seçimle intihap edilmesini ve bir sih
salâhiyeti tanınmalı mıdır? Niçin?
«Cevap:
— Yetkilerini bilmiyorum ama salâhiyetleri kâfidir.
«Devlet
reisine bakanları azletme salâhiyeti tanınmalıdır. Çünkü bu salâhiyeti haiz
clmıyan devlet reisi muvazene ve ahenk mihveri olmaktan çıkar.
«—
Devlet reisinin başbakan ve bakanları re’sen azletmeye hukuken salâhiyeti
vardır ama bu salâhiyeti kullanmak hem güç, hem de siyasî bakımdan
tehlikelidir--.»
Sual:
4 — Cumhurbaşkanının fiilî parti başkam olamıya-cağı hakkındaki kanaatiniz
nedir? Bu prensip fiiliyatta nasıl tatbik sahasına konabilir?
Cevap
— Bizce devlet reisi bu sıfatı taşıdıkça, faal particilikten uzaklaşması ve
parti mücadelelerinin üstünde kalması memleketin selâmeti bakımından lâzımdır.
Devlet reisini meclis müzakere ve münakaşalarına iştiraktan. men
eden 32. madde bu hükmü ile reisicumhurluk makamını partiler üstüne çıkarmak
istemiştir. Şu da var ki, demokraside kaide, umumî mütehassıslar heyeti halinde
bir «Cumhuriyet Meclisi» yahut şûrası olmasını tercih ederim. (Bu ideal görüş
de az bir değişiklikle yeni Anayasamıza girmiştir.)
Sual:
3 — Reisicumhurun bugünkü yetkileri kâfi midir? Reisicumhura kanunları veto
hakkı verilmeli yahut meclisi fe-efkâra hoş görülmeyen bir şey üzerinde ısrar
edilmez.
KARİKATÜRÜN
ÖNEMİNDEN BİR FIKRA:
«KARNAVAL SEZARI»
Hukuku
ve Anayasayı mücerret kaideler bütünü olarak dleğil de tarihî, İçtimaî, manevî
ve ideal prensipleriyle yıllarca talebelerine sevdirmeğe çalışmış olan Başgil,
bir mevzuu ele alırken realiteleri' göz Önünde bulundurmağı ihmal etmemiştir.
Talebelerine
«Millet meclisinin kanun, koyma salâhiyetlerini
hudutlayan moral ve mantıkî bağlar mevzuunu ciddiyetle anlattıktan sonra basının
ve bu arada karikatürün önemini de şöyle anlatıyor:
«İktidarın yanlış hareketlerini alaya, almak
ye. bunları: kalemle, veya sözle, karikatürize edip halkı güldürmek, .en
tesirli bir tenkid şeklidir ye iktidar . adamlarını en. -çok yıpratan bir mücadele.
vasıtasıdır,,
«Vaktiyle
İtalyan diktatörü Müssolini’nin Afrika’daki İtalyan.. müstemlekelerini, eski Roma İmparatorları haşmetiyle
ziyareti sırasında bir Fransız, gazetesinde şöyle bir karikatür çıkmıştı:
<
«Duçe beyaz bir at üstünde, sırmalı üniformaları ve
altın kılıflı kılıcı ile etrafına mağrurane bakışlar salıyor. Karikatürün
altında şu cümle yazılmış: «Karnaval Sezarı.»
«Rivayete göre, Mussolini, bu karikatürden
çök üzülmüştür. Bazı milletlerde çok inkişaf eden bu ten-kîd şekli, bizde pek
az gelişmiştir.»
YILLARCA ÖNCE
Kurtuluş çaresini bulun âlim
Başgil
1948 de yazdığı iki makalede, demokrasimizin. siyasî ve hukuî buhranlardan
kurtulması, için bir (Millî Birlik Mec--lisi)nin kurulmasını istemişti.
Türkiye
çok partili rejime (girdikten sonra demokratik mü-esseselerdeki
çürüklerin acılan milletçe duyulmağa başlamıştı. 17.10.1948 de 13 vilâyette
yapılan ara seçimlerine, o zamanki iktidar karşısında muhalefet yapan «münfesih D.P. iştirak etmemiş, bu yüzden seçime iştirak
nisbeti yüzde 20 nisbetinde olmuştu. Muhalif partinin seçime girmemesine rağmen
yine bir çok yerlerde türlü yolsuzluklar olmuştu.
Meselâ:
«•—
îstanbulda Sultanahmet — Cankurtaran mahallesinde iki yıl evvel ölmüş olan bir
adamın seçim defterinde kayıtlı, olduğu hayretle (görülmüştür.
(Bak: Vatan gazetesi, 18 Ekim 1948).
«
— Bazı yerlerde tasnifi alenî yapmak istemeyen ve bulunduğu mahallin kapısını
kapamak isteyenler (görülüp şikâyet edilmiştir.»
«—
Gazhanede Hürriyeti sokağındaki 23 çöpçünün, hürriyetlerine tecavüz edilip
zorla sandık başına götürüldükleri öğrenilmişti.»
.'«Yozgat’ta
müstakil olarak seçime iştirak edip, milletvekili seçilen Niyazi Ünal’ın mazbatası:
«Enken geldi, (geç kaldı, defterde imza yok!» igibi
bahanelerle iptal edilmişti.
Vatan
gazetesinde 2 Aralık 19'48 -günü «Yeni Bir Millî Mi-sak Kurmalıyız»
başlıklı bir başmakale neşreden Ahmed Emin Yalman politikacılara şu suali
soruyordu:
«Hangi
yolu tercih ediyorsunuz? Her istikametten etrafınızı saran tehlikeler
karşısında şahsî gurur ve ihtiras oyunla-riyle vakit öldürmenin ağır tarihî
mesuliyetini mi? Yoksa açık alınla ve elbdrliğiyle, Türk milletini lâyık olduğu
istikbale kavuşturmanın şerefini mi?»
Bu
makalede memleketimizin bir çıkmazda bulunduğu, iktidar partisinin menfi,
tereddütlü, kararsız siyaseti olduğunu uzun uzun izah ettikten sonra:
•«Yeni bir çalışma, millî misâk dâvayı kökünden halleder.
Hele biz milletçe kendi aramızda anlaşalım Makul bir seçim kanunu hazırlıyalım
hiçbir kuvvet sırtımızı yere getiremez, tarihimizin şanlı ve parlak bir devri
derhal başlar» deniyordu.
ELLER YIKANMALIDIR
Bunun
üzerine üç gün sonra Ahmed Emin’e Vatan gazetesinde Ord!.
Prof. Ali Fuad Başgil imzasiyle bir açık mektup neşredildiğini görüyoruz.
«Kurtuluş
çaresi başlıklı bu çok dikkate şayan yazıda ana fikir olarak millî misâkın
partilerle değil, ^milletin hakemliğine müracaatla» mümkün olabileceği ve en
büyük ve en mukaddes millî misâkın Anayasa olduğunu sarahatle anlatıyordu.
Millî misâkın, emniyet ve itimat istediğini bu 'bakımdan Vatan baş yazarından, görüş itibariyle ayıt düşündüğünü yazan
Baş>-gil:
«Bugün
bir millî misâkı yapabilmek için evvelemirde eldivenler çıkmalı, eller güzelce
yıkanıp silinmeli ve bundan sonra el tutuşmalıdır. Bir muahede veya misâkın
kuvvet ve kıymeti ne yazılı olmasında, ne de tumturaklı ifade ve beyana
bürünmesindedir; fakat tutuşan ellerin temizliğinde ve kucaklaşan bağırların
sakladığı yüreklerin bütünlüğündedir» diyor ve yegâne
kurtuluş çaresinin, «milletin hakemliğine müracaat» ile yeni bir Anayasanın
hazırlanması için bir «Millî Birlik Meclisi»nin teşkil edilmesi olduğunu hukukî
ve sosyal bir görüşle belirtiyordu.
Ali
Fuad Başgil’in tâ 1948 yılında düşündüğü ve serdettiği milleti kurtarıcı fikir
ve prensipler 27 Mayıs '1960 da tatbikat sahasına intikal etmiştir. Aşağıda
jbunu kendi kaleminden okuyacağız:
MİLLİ BİRLİK MECLİSİ
«I
— Şimdilik (5.12.948 deki) Meclis, seçim kanununda memleketi tatmin edecek ve
seçim emniyetini sağlayacak şekilde düzeltmeler yapmalıdır.»
<«II
— Şimdiki Meclis Anayasaya ek kir Anayasa maddesi kabul, etmeli ve bu ek madde
aşağıdaki hükümleri ihtiva etmelidir:»
·
1)
Anayasa ek maddesinin kabulü tarihinden itibaren, şimdiki meclis, vazifesinin
nihayet bulduğuna karar vererek dağılacaktır.
·
2)
Yerine müessesin heyeti mahiyetinde ve geniş salâhiyetle mücehhez bir (Millî
Birlik Meclisi) seçilip kurulacaktır.
·
3)
Millî Birlik Meclisi içinden bir icra komitesi yahut bir «Millî Birlik
Hükümeti» çıkacaktır. (27 Mayıs 1960 millî
inkılâbından sonra Temsilciler Meclisi teşkiline gidilmiştir. Böylece Başgil’in
yıllarca önceki fikirleri tahakkuk etmiştir.)
·
4)
Millî Birlik Meclisi ve Hükümeti müşterek bir anlayış ve program dahilinde elele vererek maziyi tasfiye edecek ve işlenmiş
hatâlar varsa bunları düzeltecektir. Bu meyanda bilhassa:
a)
Millî temsil esasına ve kuvvet muvazenesi mantığına uygun normal bir Cumhuriyet
rejimi kurmak ve millî hükümeti garantiye bağlamak için, bugünkü Anayasada
gereken tadilleri yapacaktır. Bu cümleden olarak:
— İkinci bir meclis teşkili — Mebuslar meclisinin feshi usulü —, Devlet reisinin vazife ve salâhiyetlerinin daha normal esaslara göre tayini — Vatandaş hak ve hürriyetlerinin teminatı — Anayasanın ikinci maddesindeki prensiplerin demokratik bir zihniyetle yeniden gözden geçirilmesi, kanunların Anayasaya aykırılığı meselesindeki salâhiyet merciinin tayini —- Anayasanın tadili hakkındaki şart ve şekillerin daha garantili 'bir* surette yenidien' tanzimi,! gibi muallâkta dürân anayasa meselelerimizi hâil edecektir.
b)
Bugün - 1948 - Anayasa ve demokratik ruha aykırı kanunlar varsa, bunları
ilga, tâdil ve tashih edecektir. (Nitekim hâlen T.CB.MM.
antidemokratik kanunları tasfiye etmeğe; çalışmaktadır.)
·
e) İktisadî ve malî siyaset bakımından
devletçiliğe, yeni bir veçhe verilecektir.
·
d)
Dinî, felsefî ye .siyasî akide ve kanaatlere
müdahaleyi ta-zammun eden kanunlar' varsa, bunların tefekkür ve vicdan
Hürriyeti bakımından ye memleketin terakki ve medeniyet ybîttri-diaki
gayret ve temennileriyle telifi ıkabih olacak surette yeniden gözden
geçirilecektir.
·
e)
Merkeziyet ve bürokrasi usuliyle amine hizmetlerinde
gevşeklik, lâubalilik: ve mesuliyetsizlik doğuran esasları kökünden tasfiye
edecektir.
·
f)
••• Maarif siyasetini ve bu siyasetin dayandığı «tek devlet kitabı» usulünü
cezri bit şekilde tasfiye edecektir
'
·
g)
Türkçeyi uğradığı tecavüzlerden ve politikacılar' elinde oyuncak olmaktan kat’î
surette kurtaracaktır.. (Bu fikrini Türkçe Meselesi
adlı 31 sahifelik bir broşürde aynı yıl genişçe anlamıştır.)
·
h)
Eğer halde ve yakın mazide memleket işlerinde bir sui idare ve suiistimal
varsa, bunun mes’ullerini bulup yeni esaslar üzerinden teşkil edilecek bir'Yüce
Divana sevkedecektir.
·
5)
Bütün bu işleri
bitirdikten sonra «Millî Birlik Meclisi» dağılacaktır.
.
6) Bunun yerine kabul 'edilen yeni esaslar dairesinde, yeni ve normal
parlâmento seçilip kurulacaktır.
«Kurtuluş
Çaresi» adlı tarihî ve sosyolojik makale şöyle bitiyordu:
-
«İşte
sayın Yalman, benim kanaatlerimin hülâsası Budur' Yukarıda sıralanan dikenli ve
pürüzlü işler, ele - ayağa batât ve herkes iğneli fıçida imiş gibi dururken,
yâni hâlâ mazi, İstikbâle, çullanır bütün karanlığı İle devam ederken bir millî
birlik inisakmâ ümit (bağlamak, af (büyürünüz, çölde'serabı su sanmaktır.»
(Bak; Vatan,, 5.12.948).
Bu
fikirler. Başgil’in ne kadar ileri görüşlü olduğunu gösteriyor. Ancak tatbiki
gecikmiştir. Müellif aynı düşünce ve görüşlerini 1956 yılında (Vatandaş Hak ve
Hürriyetlerinin Korunması ve Anayasa Meselesi) adlı eserinde daha genişçe
‘kaleme almıştı; fakat iktidarı elinde tutanlar onun " dehâsından,
faydalanmasını bilmemiş ve 27 (Mayıs 1960 da yıkılmışlardır,;,
28 Nisan, günü cereyan eden üzücü hâdiselerden sonra o zaman-' ki devlet ricali
Başgil’i Ankaraya çağırmış, kendisinden fikir ve tedbir sormuştur. Heyhat ki iş
İşten‘geçmişti!
KANUNLARIN
RUHU VE İSLÂM
Fransız
düşünürlerinden Montesguieu, «Kanmaların Ruhu» adını taşıyan eseriyle şöhret
kazanmıştır. Bu feylesof, Cumhuriyetin (fazilet), aristokrasinin (sadakat) ve
diktatörlüğün işaretinin de (korku) olduğunu inandırıcı bir ifadeyle anlatır.
Montesquieu
milletlerin kaderi üzerinde: «filer millet lâyık olduğu hükümeti bulur.» diye
hüküm! yürütür. Başgil «Esas Teşkilât Hukuku» adlı
eserinin (Yan Doğrudan Hükümet) bahsinde Fransız müellifinin yakardaki sözünü
naklettikten sonra:
«Halbuki İslâm Peygamberi Hazreti Muhamrhed: (Salla'llâhü
aleyhi ve sellem.) aynı hakikati asırlarca evvel: «Siz nasıl ise-' niz, öylece
idare edilirsiniz.» şeklinde daha güzel ifade etmiştir.» demek suretiyle, batılı
müelliflerden." önce İslâm’da gerçek demokrasinin ve dürüst hükûmetin daha
iyi değerlendirilmiş olduğunu anlatmak istemiştir.
Talebeleri
için yazdığı eserde Başgil, «İslâmın Hukuk ve Devlet Esasları» başlığı altında
uzun bîr bahsi bütün şumulü ile tetkik ederek Ctumhııriyet devrinde İslâm hukuk
nizâmını en iyi bir tarzda yeni nesillere sunmuş bulunmaktadır.' (Tafsilât
için' bakınız: Başgîl, Esas Teşkilât Hukuku Dersleri, Shk 65 - 105, 1960, İst).
MAKALENİN YANKILARI
On
gün sonra A. Emin Yalman (Vatan) da neşrettiği bir yazıda Ali Fuad Başgil’e
hitaben:
«Çizdiğiniz
yol; İlmî ve hukukî bakımından hiç itiraz kabul etmez. Fakat bu yolu takip
etmeğe acaba vaktimiz var mıdır?» diyor ve fikir
dağınıklığı içinde:
«Dünyanın
hiç bir yerinde, hiç bir zaman; iktidarın feragat ve dürüstlük göstermesi diyen
bir mesele yoktur,» sözleriyle (Millî Birlik Meclisi) nin kurulamayacağını imâ
ediyordu.
Ama
tarih, böyle isabetli bir düşüncenin sahibi olan Ali Fuad Başgil’in yüzüne
gülmüş, seçimle olmasa bile millî bir inkılâpla (Millî Birlik Meclisi) 1960 da
kurulmuştur.
Bir
müddet sonra Hüseyin Cahid Yalçın, (Ulus) gazetesinde neşrettiği bir yazıda
Anayasanın tadil edilmesini istiyordu. Fakat politikacılar, bu işi seçimden
sonra yapmağı uygun buluyorlardı. (Bak: Ulus 20.12.1948).
GAZETE TEMSİLCİLERİNİN BEYANNAMESİ
Hüseyin
Cahid’in Anayasayı tadil teklifi C.H.P. meclis grubunda Çoruh milletvekili Ali
Aıza Eren’in bir takriri ile fırtına koparmıştır. Takrirde:
«H.C.
Yalçın grup başkan vekili olarak bu teminatı nasıl verebilir? Bu iş kurultayın
hakkıdır.» deniyor ve Yalçın takbih ediliyordu.
Halbuki
Yalçın (1948 de) Türk gazeteciler birliği başkanıy-dı ve 22.12.1948 de bu
birlik 11 gazete sahibinin imzasiyle Anayasanın tâdilini isteyen sert bir deklarasyon yayınlıyordu:
«Aşağıda
imzalarını vaz etmiş bulunan biz İstanbul gazetecilerinin mümessilleri
yurdumuzdaki demokratik inkişafın ve kurulacak olan müteaddit partili
rejimin, millî birliği bozmayacak, murakabeyi en iyi tarzda işletecek,
vatandaşlara demokratik hayatın istikrarlı nizamını temin edecek, kuvvetlerin
ayrılığı esasına dayanan dâvanın bir Anayasa tâdiline taraftar olduğumuzu; bu
fikri partiler ve programlar fevkinde millî bir dâva olarak telâkki ettiğimizi
ve bu dâvanın tahakkuku için elimizdten gelen her türlü, müzahereti
esirgemiyeceğimizi Cumhuriyetten D. Nadi, Hergün’den E. Gürtunca, Hürriyetten
Sedat Simavi, Son Postadan S, R. Emeç, Son Saatten (B.
Dülger, Tandan Ali Naci Karacan, Tasvirden C. Baban, Vatandan A. E. Yalman ve
Yeni sabah gazetesinden Reşat F. Yüzüncü imzalamıştı. Bunlar, gazete mümessili
şahıslardı.
Gazeteciler
Birliğinin beyannamesine devrin C.H.P. Başkan Vekili Hilmi Uran cevap veriyor
ve «Demokrasimizi tekâmüle götürecek her mütalâa ve gayretin memleket hayrına
olacağını» bildiriyordu, ama hal çaresini söylemiyordu. Keza 2,6 Aralık 1948 de
«münfesih» D.P. de basm beyannamesine cevap vermiş «bu yeni hamleyi demokratik
inkişafımızın ehemmiyetli bir adımı telâkki etmekteyiz.» diyerek aynen, C.H.P.
nin görüşünü tekrar ediyor, fakat nihaî sözü söylemiyordu.
Başgil
29.12.1948 de Vatanda (Anayasa Dâvamız) adlı yeni bir makale kaleme alarak
«Anayasanın tek meclis sistemi tek parti icap ettirmiyeceği gibi, çok partili
bir siyasî hayatla da tezada girmez» diyordu ve tâdilin lüzumuna tekrar işaret
ediyordu.
BAŞGİL
VE POLİTİKA
Başka
bir etüdümüzde görüleceği gibi politikayı fiilî ve fikrî olarak ikiye ayıran
Başgil, politikayı «İnsan cemiyetlerini idare etme san’atı olarak, müstesna bir
yaratılış ve kabiliyet isteyen yüksek bir iştir ve her iş gibi, bu da bilgi ve
kültür ister.» şeklinde izah etmektedir.
Çeşitli
fakültelerde, bilhassa İstanbul Hukuk Fakültesinde Esas Teşkilât hukuku gibi
fikrî politikayla en çok alâkası olan bir hukuk kolunu tedris etmiş
riyl-e'belirten
ikinci makalesi, 16.1.1949 günkü (Vatan) da. yayınlanan «Anayasamız,niçin
tâdile muhtaçtır?» başlığını taşıyordu;
İçtimaî
realiteleri iyice kavramış olan ve eski Anayasanın' Türkiyede. organize bir demokratik devrin kurulmasında hiç bir faydası
olmıyacağını çoktan anlamış olan müellif o zarnan diyordu ki: .
«ıBu
kanun, kayıtsız ve şartsız millete mal -ettiği hâkimiyetin kullanış şekil ve
şartlarını iyice tayin edip «organize» bir demokrasi kuramamlıştır. Neticede bu
noksanın kurbanı olarak senelerce omuz verdiği hükümetlerin gölgesinde. yaşamağa mahkûm olmuştur. Olacaktı, zira bir Anayasa için
sadece hâkimiyet milletindir demek kâfideğildir. Tek başlı bir hünkâr yerine,
millet diye bin başlı bir hükümdar oturtmak; saltanat tacını hünkârın başından
alıp, millet mânevi şahsı diye tasavvur olunan zihnî bir mevcudun başına
geçirmek, gerçi şairane bir hayaldir, fakat bir gaye değildir. Millet,
hâkimiyeti rejimi olarak demokraside gaye, millet, fert ve nesillerin huzur ve
selâmetini, hak ve hürriyetini korumaktır.»
Millî
hâkimiyet mefhumunun İlmî izdhmı yaptıktan sonra, eski Anayasanın eksik ve
kusurlu olduğu neticesine varıyor ve; «Tâdil edilmeğe,
evvelâ hak ve hürriyet, saniyen de nizamlı bir devlet hayatı için teminatlı
müesseselerle bezetil-meğe muhtaçtır.» hükmünü vaz ediyordu.
Bizde,
Anayasaların geçirdiği tarihî seyir ve tekâmüle temas ettikten sonra «tek
meclis mutla-kiyeti» nin «meclis hükümranlığını» ihdas ettiğini açık
-delilleriyle belirtiyor. Sonra Anayasanın devlet hayatımlızda meydana
getirdiği çıkmazlardan en mühimine işaret ediyordu:
«Farzediniz
ki günün birinde meclisle umumî efkâr arasında derin bir tezat ve bir uçurum hasıl olsun ve Meclis memleket muvacehesindeki nüfuz ve
itibarını kaybetsin. Böyle bir halde eğer farzettiğiniz bu mecliste hâkim elan
ekseriyet inat ederse, seçimlerin yenilenmesi ve millet iradesinin zuhuru için
Meclisin normal müddetini yani dört senenin bitmesini .
bek-iemekten başka çare yoktur. Fakat bu halin
tamamiyle memleket zararına olduğu ve sulhü tehdit ettiği aşikârdır1,» diyordu. (Bu faraziye 1960 da «hakikat» olacak ve
karşımıza bir kılıç gibi dikilecekti, sanki Başgil 11 yıl önceden bunu
sezmişti.)
olmasına rağmen politikaya karşı hiç de yakmlîl. duymamıştır. Tabiî burada bahsetmek istediğimiz fiilî
politikadır; Yani siyasî bir partiye mensup bitip,-bir gayeye matuf' olarak
(iktidara gelmek veya iktidarda başarı kazanmak gayeşine uygun olarak) faaliyette
bulunmak, Böyle bir arzuya kapılmayan. Baş-gil, hususî konuşmalarında kendisini
siyasî bir parti ye girmeğe icbar eden dostlarına karşı daima:
«— Benim siyasî ihtirasım yoktur. Politika
ise ihtirastan hâli -olmaz.» şeklinde
cevaplandırmıştır.
Netekim
Başgil’e 1945 yılından beri bir defa C. H.P. mensupları, beş defa da münfesih
Demokrat Partisi liderleri milletvekilliğine adaylığını koymasını teklif
ettikleri halde bunların hiç birine müsbet cevap vermemiştir. Bu mühim noktada
sebep aramak icap ederse onun şu fikirlerini gözden geçirmek lâzımdır:
«Politika heveskârlığı bir iptilâchr ve
iptilâların en müthişidir. İçine politika kurdu düşen insan, kıvrım kıvrım
kıvranır da bu iptilâdan vazgeçemez. Bunun sebebi, devlet personeli içinde
politikacının avanta ve imtiyazlarının hepsinden daha geniş ve
yiiksek-olmasıdır.»
Politikacılığın
hiç bir tahsil ve staj şartına bağb olmayan yegâne meslek olduğunu külfet ve
meşakkatinin az olduğunu, hattâ kazançlı ve imtiyazlı bir yol olduğunu belirten
Başgil:
«Zamanımızda politikacılık... arıların bal kova- . mna üşüşmesi gibi, insanların
biribirini iterek politikaya itişmesi» dir. Buna karşı:
«Politikayı memleketin en seçkinlerinin işi ve vazifesi haline getirmek»
idealini koymaktadır.
1924
ANAYASASININ TÂDİL FİKRİ KUVVETLENİYOR
Başgilin
1924 Anayasasının tadili zaruretini kesin hatla İkinci çıkmaz olarak devlet
reisi ile Mecliste hâkim olan ekseriyetin ihtilâfa düşmesi hâli gösteriliyordu.
O zamana kadar «fiilen hâkim olan şef idaresi» ni tenkid süzgecinden
geçirdikten sonra « Anayasamızın eksik ve hatâlı olması ve tatbik kabiliyetinden
mahrum bulunması»m buna sebep olarak gösteriyordu.
Başvekil,
Reisicumhur ile Vekiller arasındaki münasebetleri genişçe izah ettikten sonra,
vekillerin meclise karşı mes’ul olduğunu; halbuki vekillerin Başvekilin seçimi
ve Cumhurre-, isinin ta,sdiki ile işbaşına
geldiklerini hatırlattıktan sonra:
«Fakat
ne yapalım ki sistem tezatlariyle dolu bir Anayasa karşısındayız ve
Cumhurreisine Vekilleri tayin selâhiyeti veren bu kanunun azil selâhiyetini de
vermiş olmasını kabule hu-, kuk mantığı bizi zorlamaktadır» diyordu.
Anayasanın
değişmesi mevzuundaki ikinci makalesini 20.7.1949 günü Vatan’da yayınlayan
Başgil; çift meclisin lüzumuna işaret etmiş, tek meclis rejimini şiddetle
tenkid ediyor ve: ;
'
«Görülüyor
ki, Anayasamızın (tek kuvvet) ve (tek meclis) sistemi biçilmiş kaftandır ve
bugünkü Anayasa usulünün içim de Türkiye’de çok parti usulünün yeri yoktur.»
diyordu.
Makalesinde
tarihî misallerle tek meclis sisteminin mahzurlarım ve Anayasanın çok partili
nizama uygun olmadığını kesin bir lisanla ifade ettikten sonra;
«Fakat
bundan sonrası için karar vermek zorundayız. Bugün görüyoruz 'ki, tek parti ve
tek şef . usulü çok iyi
gelişen kaftana çök partili rejim, sığmıyor. Şu halde yapılacak iş, ya eskiyi
devam ettirmek - ki buna bugün için imkân yoktur - yahut kaftanı yeniden söküp
dikmek; çok partili ve muvazeneli bir demokrasi' bünyesine gelişecek surette
tamir etmektir» diyordu.
TADİL FİKRİ CHP. MECLİS GRUPUNDA
Bu
makaleden üç gün sonra Haşan Saka kabinesinin sukutu üzerine kurulan Şemseddin
Günaltay kabinesi CHP. meclis grupunda «gizli reyle»
itimat reyi aldı. Grupta ağır tenkidlerde bıflunan Erzincan mebusu Behçet Kemal
Çağlar:
«Artık
ağzımızla kuş tutsak, değil memleketi; dünyayı kurtarıcı tedbirler bulsak,
halkı tatmin edemiyecek hâle gelmiş bulunuyoruz
«Demokrasiyi
bir orta oyunu halinden çıkarmak, sahiden tatbik etmek zamanı gelmiştir! Bunun
ilk şartı ANAYASA’da değişikliktir.
«Çoğunluğu,
bulanık bir zihniyeti temsil eden bir grupta bunu yapamayız. Yalnız halka,
vicdana dayanan bir meclis, bunu yapabiir.» diyordu.
«Anayasayı
yeni bir meclis değiştirmeli.»
«'İnkılâp
yaptık, mileti harbe sokmadık, diye, halkın altın heykelimizi dikeceğini
sandık. Ferih fahur demokrasiye başlı-yajım dedik, baktık halk bizi sevmiyor. Şef sistemine dönmek imkânsız. Demokrasiye (gitsek biz kalamayız. İkisinin ortasında bocalıyoruz. Tek
çare yeni seçimdir.» diyordu.
24.1.1949
günü Günaltay kabinesinin B.M. Meclisinden iti-mad reyi alması için yapılan
celsede de Çağlar şöyle diyordu:
-
Demokrasiyi (garplı zihniyetin bir mükemmel metodu
olarak tatbik edebilmek için ilk yapılacak şey hiçbir vatandaşa, şüphe
bırakmıyacak şekilde seçim emniyetini değiştirmek, sonra da ihtilâl havasında
hazırlanıp tek parti zihniyetiyle işlenen Anayasayı değiştirmektir. İşte bu
kadardır ol hikâyet..»
>«—
Anayasayı değiştirmek, İlmî seviyesi ne . olursa olsun,, birinci B.M.M. gibi şeflerle kurucuların tazyik ve
tesirinden azade, yalnız halka, hissi selime dayanacak yeni bir meclisin
hakkıdır.» diyordu. Çağlar, Ama netice hüsrandı Anayasa yerine iktidar
değişmişti.
—
ANAYASA TADİLİ ‘MÜNFESİH D. P,
MECLİS GRUPUNDA
Aradan üç yıl geçtiği halde 1924 Anayasası1 tâdil
edilmemişti. Bunun hukukî ve’siyasî sebepleri çoktur.
Bir müddet sonra D.P. Meclis’grupu Anayasanın tadilini ele
almıştı. (8 Nisan 1952)
Konya milletvekili A.
Fahri Ağaoğlu Anayasanın tâdilinin -duşünülüp, düşünülmediğine dair (bir ’ önerge vermiştik Önerge sahibi:
Bugünkü Anayasada (1952 yılı) vatandaş hak ve
hürriyetlerinin tam mânasiyle teminat altında bulunmadığını bunun bir an evvel
halli gerektiğini söylemişti.
Fahri
Ağaoğlu, İtalyan, ve Alman Anayasalarından örnekler
vermiş ve bu işin D.P. meclis grupu tarafından vazifelendirilecek bir «heyet» e
veya bir «ilim heyeti» ne verilmesini teklif etmişti.
Prof.
Sadri Maksudî Arsal bu görüşü destekliyerek ikinci meclisin teşkilini faydalı
gördüğünü açıklamıştı.
Hamit
Şevket İnce, hükümetin bu husustaki noktai nazarını öğrenmek istemiş ve
Menderes’i izahat vermeğe davet etmişti. Bedi Enüstün de nisbî temsile gidilip
gidilmiyeceğini sormuş, fakat başbakan yardımcısı !S.
Ağaoğlu Ibu teklifi reddetmiştir.
BAŞGİL’İN FİKİRLERİ
1924
Anayasasının değişmesi lâzım geldiğini ilk defa 16.1,
1949 da ortaya atan ve bunun sebeplerini «Anayasamız, niçin değiştirilmeye
muhtaçtır?» adlı makalesinde ilmin ışığı altında izah eden Başgil ikinci
makalesinde (20.1.1949 günkü Vatan) «Anayasanın değiştirilmesinde zaruret
vardır» hükmüne varıyordu. Bundan sonra yazdığı bâr seri makalede Anayasanın
hangi noktasında değiştirme yapılması lâzım geldiğini açıklı -yordu.
.....
ADALETİN KÖKÜ
Adaleti
batılı müelliflerin anladığı mânâda; «Her kese vermeğe
borçlu olduğumuzu vermek ve lâyık 48
olduğu muameleyi yapmak» veya daha veciz olarak:
«Kendimize yapılmasını hoş görmediğimiz bir muameleyi başkasına yapmamak,
şeklinde tarif eden Başgil, adaletin menşeine dair enteresan bir hâdise
nakletmektedir. Eski Yunanlılarda efsanevî bir şahsiyete izafeten Prof. Levy
Ulmann’dan tercüme ettiği hikâyeyi aynen aşağıya alıyoruz:
«Vaktiyle Yunan şehirlerinden biri düşman
tecavüzüne uğrar. Şehir yanar, yıkılır. Kargaşalık arasından nasılsa sıyrılan
bir ihtiyar, şehir yakınında bir tepeye çıkar, yanan yurdunu hüzünle seyre
dalar. Arkadan ansızın bir pençe, ihtiyarı beyaz saçlarından tutarak ayağa
kaldırır,, İhtiyar galip ordunun kahramanı karşısında
bulunduğunu anlar.
«İhtiyar, der kahraman, bana adaleti tarif
et. Seni tek ayak üstünde dinliyeceğim. Dikkat et,
taritin kısa olsun. Şayet sözün bitmeden yorulur da öbür ayağımı yere koyarsam,
şu gördüğün kılıç da senin ensene inecektir.»
«Kolay
kahraman, der ihtiyar, ve (Adalet, kendine yapılmasını
reva görmediğin bir muameleyi başkasına yapmamaktır.) Kahraman tarifin bu
vecizliğine hayran olur ve ihtiyarın elini öperek af diler.»
Yukarıdaki
vecizeyi Çin filozofu Konfüçyüs ve Hz. Mulıammed (S.A.) Efendimiz de söylemişlerdir.
Haksızlıklara karşı susmayan Âlim
27
Mayıs 1960 dan sonra maksatlı kişiler (!) diyorlardı
ki: «Ali Fuad Başgil on yıldır haksızlıklar karşısında sustu da şimdi' mi
yazıyor?» Bu söz, Ord: Prof. Dr. Başgil’in fikir hayatını bilmeyen gafillerin
iddiası olsa gerektir. Başgil buıidan 12 yıl önce «Hür Fikirler» mecmuasının
Aralık 1948 tarihli nüshasında neşrettiği bir makalede demokrasimizin ve
Anayasamızın teminatsız olduğunu gayet İlmî bir dille anlatmıştı:
.
«Demokrasi mantığındaki (Halkın sesi - Hakkın sesidir) yetine; ekseriyetin
sesi, hattâ, ekseriyet? grubunun başındaki şeflerin
sesi toânasma ahnmakta; hak ye vazife.,sanki sayı
nis-betiyle ölçülü# ve tesis s olunurmuş, gibi sırf bir sayı kuvvetinden başka
bir şey ifade etmiyen ekseriyet kitlesinin reyi ve-ifadbsi.kanun kabul
edilmektedir.» diyordu. Seçim kanununun kabul? ettiği: «ekseriyet<
sistemine» ?. en ’ şiddetli
darbeyi indiren Başgil’di. Sekiz yıl sonra kaleme aldığı «Vatandaş hak ve
Hür-riyeterinîn, Krounması Meselesi ve Anayasamız» adlı 36 büyük aahifelik
broşürde ise 924 Anayasasını ve 956 yılına kadar sürüp gelen hatalı tatbikatım
bütün çıplaklığiyle meydana koyuyor ve: «Bugünkü Anayasamız karşısında ne
yapmalıyız?» büyük sualini soruyor, Anayasanın mutlaka tâdil ve modem
demokratik prensiplerle teminat altına alınmasını savunuyordu.
VATANDAŞ HAK VE HÜRRİYETLERİNİN
KORUNMASI VE ANAYASAMIZ» (1956
Bu
çok dikkate değer broşüre şöyle bir .göz atalım ve
yalnız başlıklara’ bakalım:
·
I. Emniyet, hürriyet ve demokrasi
1.
Hükümet ve Hürriyet
2.
Ha& ve hürriyetlerin'ilk;kâideşi'demokrasidir.;
,
'
3. Demokraside nazariyat ile fiiliyat ..arasındaki
tezatlar.
4.
Demokrasideki garibeler.
II.
Demokraside hak ve hürriyeti koruyucu tedbirler ye müesseseler.
· 1.
Hak ve hürriyetin teminatı her ‘şeyden evvel ruhlardadır.
·
2.
Hak ve hürriyetlerin hukukî teminatı* (Anayasadır).
·
3.
Anayasamız eksik ve sakattır. Buradan şu cümleyi almadan geçemiyoruz: (Bu memlekette seneler boyunca ağır bir baskı rejimi yaşadık
ve hâlâ (t956 da da) yaşıyorsak, bunun başlıca mesulü Anayasamızın eksik ve
aksak sistemidir. Shf. 11)
·
4.
Anayasamız teminatsızdır.
·
5.
Anayasamız ve vatandaşların amme haklar!.
·
6.
Kanunların Anayasaya uygunluğu meselesi. (Bu başlık altmda «Meclisin dışında
işleyecek ve günlük politika cereyanlarının üstünde kalacak tarafsız bir
kontrol müessesesinin bulunması lâzımdır» dîye .Anayasa
mahkemesinin lüzumu belirtilmiştir.)
Ya
T.B.M.M. sinin veya Kurucular meclisinin bu : fonksiyonu
icra etmesini istiyordu. Fakat ikinci organ üzerinde câha fazla duruyordu ve
bunun faydalarını' izah ediyordu.
a)
Kurucu Meclisin Faydaları:
(Bejimi
teminata bağlamak için: «Kurucular Meclisi, sırf Anayasa işleri için kurulup bu
işler ibitifıce dağılacağı ve ye^ rini yeniden yapılacak seçimlerle iş başına*
gelecek olan alelâ^-de parlâmentoya bırakacağı için, hiç Şüphesiz yüksek
otorite ve tarafsızlık garantisi arzetmektedir.» diyordu.
b)
Ara bulucu bir şekil:
(Kurucular Meclisinin seçilmesi külfetinden kurtulmak için
meclis içinden «Ahayasa projesi hâzırlamâk üzere bir heyet teşkil'olunur, Adınâ
ilim. Heyeti ^diyebileceğimiz, bu Heyette geniş imkânlar temin edilerek en kisd
bif zamanda mükemmel bir1 Anayasa projesi hazırlatıp B.M.M. sine
sevkolunur.» diyordu.
Nifekim
27 Mayıs Miiiî İnkılâbından sonra, Millî Birlik Komitesi ayni fikre müşabih
olarak Ord. Prof. S.S. Onar başkanlığında bir «Anayasa Hazırlama Komisyonu»
teşkil etmiştir.
Şu
halde Başgil, tâ 1956 yılında Anayasanın tadili meselesini ortaya atmış olan
ilk ilim ve fikir adamımızdır.
Hele
19 uncu sahifedeki şu acı tenkidleri Başgil’in uyartıcı zekâsının bir eseri
olarak okuyalım:
«Hülâsa
okuyucum bugünkü (yıl, 1956 dır). Anayasamızla
Türkiyede vatandaş hak ve hürriyetlerinin hukukan korunmasına imkân yoktur.
Fiiliyatta da şimdiye kadar bu hak ve hürriyetler lâyıkiyle korunmamış,
vatandaşın maddî ve manevî mukadderatı daima iktidarı ele geçinen zümre
şeflerinin takdirine bağlı kalmıştır. Bu sebeple memlekette seneler boyunca
İçtimaî emniyet ye istikrar teessüs edememiş gönüller ferda (yarın)
endişesinden kurtulup hayata gülememiştir. Neticede bizde demokrasi rejiminin
yüksek ve İnsanî tarafları yani, hakkın üstünlüğü, kanun hâkimiyeti, vatandaş
için hürriyet ve müsavat gibi, büyük İnsanî ve ahlâkî kaideleri uzun ve
aydınlık günler, görememiştir.
'
Bu
durum karşısında yapılacak işe gelelim.»
HI.
Bugünkü Anayasa karşısında ne yapmalıyız?
(Bu
mühim suali soran müellif, 1924 Anayasasının «vakit kaybetmeden» tadilini istiyor
ye diyordu ki: «Eğer Türkiye’de demokrasinin tutunmasını ye bu rejimin demegoj
iye saplanıp çürümemesini istiyorsak, Anayasayı tadil etmeğe, yani onun esaslı
noktalarını da değiştirmeğe mecburuz.» (Shf. 20)
Bundan
sonra yapıcı bir zihniyetle şu başlıklar altında müsbet fikirlerini
serdediyordu:
•
Anayasayı tadil edecek prgan meselesi.
Ord.
Prcf. Dr. Başgil, 1924 Anayasasının ne suretle değiştirilmesi gerektiğini ve
yeni Anayasada yer alacak hukukî müesseseler! de 1956
yılında sarahatle ele almıştı:
(Anayasamızda
nelerin, değişmesi lâzımdır?) başlığı altında;
·
1)
»Evvelâ Anayasamızda ruh ve zihniyetin âeğişıriesi lâzımdır. (Shf.
23)
·
2)
»Anayasayı daha genişçe ihaleme almalıdır.»
·
3)
«Vatandaş hak ve hürriyetlerini haşa almalıdır.» diyordu. .
Eserin
dördüncü bölümünde:
IV:
«Anayasamızda yer alması gereken müesseseler» sayılıyordu.
I
— ikinci Meclis.
ikinci
Meclisin teşekkülünde keyfiyet meselesi. (Bu başlık
altında: «ikinci meclisin teşekkülünde ve âzasmin seçiminde en mühim nokta,
halk meclisinin sayı kuvvetine karşı, ikinci mecliste keyfiyeti, yani bilgi,
ihtisas ve mânevi istiklâl üs-ünlüğü temin etmektedir. Bunun için de
Üniversiteler, Barolar, Ticaret ve Sanayi Odaları gibi İlmî ve meslekî
birliklere ve vilâyetlere temsil hakkı tanınması düşünülebilir.» demekteydi.
II)
Anayasa mahkemesi:
«Kanun,
vazıından zulüm gören vatandaş için başvuracak bir müessese ve sığınacak bir
adalet kapısı yoktur.» diyen Baş-gil, Anayasa mahkemesinin lüzumuna işaret
ediyordu.
«Kanunlar
üzörinde hâkiın murakabesi» başlığı altında, kanunların Anayasaya uygun olup
olmadığına dair hükmü verecek merci arattırmıştı.
'«Kânunların Anayasayaâ^kırilfğı*" iddialarmm ’*
tetkikine sarih ölârak selâhiyetli bit merci, göstermeli ve bu husustaki usulü
muhakemeyi bile tayin etmelidir. Türkiye’de kanunilik rejimi
.ancak bu sayede katîyetlö^ kurulabilir.» (Shf, 37) diyordu.
Muhterem
Ord. Prof. Dr. Ali Füad Başgil’in «Vatandaş Hak ve Hürriyetlerinin Korunması Meselesi , ve Anayasamız» adındaki broşürü «Hür Fikirler»
mecmuasında 1948 yılında yayınlanan bir makaleyi de ihtiva ediyor.
Bu,
eserin demokrasi tarihimizdeki yeri pek büyüktür. Zira Cumhuriyet devrinde 27
Mayıs 1960 gününe kadar ilk olarak Türkiyedeki Anayasa meselesine ve vatandaş
hak ve hürriyet-
Başgil’in
Hürriyet' anlayışı likitlerin silâhla- ve-
engizisyonla alt edildiğine tarihte misâl ykotur. «1947»
teşrinin
korunmaşmâ dair fikirifer 5 jhl önce büyük bir vukufla serdedilmiştir.
Bâşgil’in bu eserinden habersiz blan gafillerin vicdanları titremeden onu (on
yıl susan ilim adamı) diye tavsif etmeleri hakkaniyet ve merhamet ölçüleriyle ; telif edilemez.İftira edenler utansınlar.
HÜRRİYETÇİ BAŞGİL
Emin
olmalıdır ki, sağlam1 fikirler daima muzafferdir, sürükleyici ize
alt edici biret kuvvettir
«Fikirlerin
silâhlâ ve engizisyonla alt edildiğine tarihte misâl yoktur.» diyen’Bâşgil
Hürriyeti bütün genişliğiyle ele almıştın'
Cumhuriyet
devrinde ilmi olarak ele alan ve hürriyet hakkında en güzel; eri riıükemmel
yazıları yazan hiçbir şüpheye kapılmadan diyebiliriz ki Başğil’dir. 1947 Ekim
aymda kurulan «Hür1 Fikirleri Yayma Cemiyetinin kurucularından olan
müellif, iki yıldan fâzla ‘bir süre cemiyetin başkanlığında bulunmuş, vatandaş
hâk ve hürriyetlerinin bir çoğunu bu cemiyetin çatısı
altında açıklamış beyannameler, makaleler neşretmiş, konferans" Vermiştir.
Türkiyede -çok partili siyasî hayatın başladığı 1945 yılından itibaren çeşitli
dergi ve gazetelerde hürriyet hakkında dikkate değer makaleler yayınlamıştır.
Başgil
hürriyet mefhûmunu tarihî kaynaklardan başlayarak ve zengin kültür hâzinesinden
faydalanarak partiler üstü bir 'görüşle ele almıştır: !Onâ göre
hürriyet:
<Yalnız
muayyen bir siyasî hayat, ye cemiyet rejimi (ni) ifade etmez,' herm de başkalârinı düşünme ve başkalariha
bağ-lahma terbiyesiyle' bezenmiş bir ruh ve bir hayat akışı - ve an-lâyışı (m)
ifade eder. Ve hususiyle tıpkı adalet gibi, yüksek ve ulaşılması güç bir ideal zübdesidir.ı 1
Bu
izahtan sonra hürriyetin tarihî ve sosyolojik bakımdan, nasıl'anâşıldığmi ele1
alarak hürriyetin çeşitli cephelerden görünüşünü şöyle sistemleştirir
·
1)
ESKÎ DEVİR CEMİYETLERİNDE HÜRRİYET
,
«Sadece başka bir kimsenin esareti aftmda bulunmamak’ ve başkasının kölesi
olmamak demektir.» Zira mahiyet bakımından fert için hürriyet, nihayet
başkasının esaret ve istibdadı altında bulunmaması, kendinin sahibi ve efendisi
olarak yaşamasıdır.
«Eski
devirler hürriyeti gibi moderti hürriyet de neticede «ferdin1 fert
üzerinde tahakküm ve tasallutunun yokluğu demek olur.» ki bu hürriyetin menfî
cepheden izahıdır.
·
BİR 'HÂTIRA:
İLÂN
I HÜRRİYET FERMANI
1908
Temmuzunda «İlân-ı Hürriyet Fermam» Türkiyenin her tarafında halka okunmuştu. O
günlerde onbeş yaşlarında bulunan Ali Fuad Bey, Şam-< sun’un Çarşamba
kazasında bizzat müşahede ettiği bir hâdiseyi şöyle anlatıyor:
«— ... Tellâllar vasıtasiyle okutturulan bu
fermanı halk, kitleler hâlinde toplanıp dinlemiş, fakat çok bir şey
anlamamıştır. Halk, bundan (artık hükümetin kapısında sürüm sürüm
sürünmiyeceğiz) mâna sini anlamış ve binlerce insan kitlesi hâlinde hükümet
konağı önünde toplanarak kaymakamı, malmü- x dürünu ve daha bazı
memurları balkona çağırmıştr. Mahşerî bir vaveyla içinde devletin bu
memurlarına; ağızâ alınmayacak küfürler savurmuş hattâ memurları taşa tutmuştu.
Bu
vaveylâ arasında halk, balkona çıkan memurlara:
«—
Sizin bize yaptığınız muamelelere Pâdişâhımız Efendimiz razı değilmiş, defolun!...» diye bağırmıştı.
·
Kaymakam İsmail Hakla
ve Malmüdürü Talât
Beyler,
daha o gece kazayı terkedip kaçmağa mecbur olmuşlardı.
İşte
halkın istibdat ve hürriyet telâkkisi. Fakat ha.lk
bunda haklıdır, çünkü bürokrasi zulmü halk" her ferdi üzerine çöken ağır
ve iğrenç bir zulümdür...»
·
2) HUKUKİ MÂNASİYLE HÜRRİYET
Başgil
bunoktada Fransız tarihine temasla:
«Fransız’ların
1791 Anayasasından gelen bir tarif ile, Kanunların yap
dediğini yapmak, ve yapma dediğini yapmamaktır.» diyor.
Fransız
düşünürü Montesqieu, hürriyeti «insanın gönül rahatlığı ve huzuru» olarak ele
almıştı.
Bizim
1924 tarihli eski Anayasamızda hürriyet kavramı:
.
«Başkasının hürriyetine tecavüz etmemek, yâni
başkasına zarar vermemek şartiyle herkesin dilediği gibi hareket etmesidir.
Hürriyetin hudüdunu ve hangi hareketlerin zararlı olduğunu kanun tayin eder.» deniyordu. Referandumla kabul olu-; hân yeni Anayasamızda
ise hürriyet kavramı tarif edilmemiş .olmakla beraber
14 üncü maddeden âl nci maddeye kadar çeşitli hürriyetler yer almış bulunmaktadır.
·
3) SİYASİ İLİMLERDE HÜRRİYET
«Vatandaşın
hükümetle olan münasebetlerinde, hükümet kuvvetinin objesi,- esiri ve kölesi
değil; süjesi, hâmili ve sahibi rolünü alması yani hükümet heyetini» serbest
reyleriyle seçmesi ve seçilen heyetin de efkârı âmmenin gösterdiği yolda
yürümesi demektir.»
·
4) İKTİSADİ MÂNADA HÜRRİYET
«İktisadî
hayat ve teşebbüs sahasında hükümet kuvvetlerinin bir taraf ve zümre hesabına
hareket ederek bu hayatın inkişafına engel olmamaktır.»
·
5) FERDİ HÜRRİYET
«Ferdin
insan oluşunun hakkıdır. Bunlara «insan hakla--n» da denir. İnsanin şeref Ve
sıfatından döğâh, insânifi yaratı-lışma. mahsus, ve ferdin duyma,, anlama ve ,iilanirıâ kudretine sahip bir benlik ölmâsı
itibariyle sâhip öldüğü imtiyazlara ferdî haklar veya insan hakları diyoruz. Şu
halete hürriyet bir «insan hakkı» dır.
Eski
devir insanları bu hürriyeti düşünmemiş ve tatmamı şiardır. Çünkü: «Eski insanlarca hükümet kuvvetine karşı koyabilecek bir hak
hürriyet yoktur. Hak ve hürriyet hükümetin dediği ve verdiği kadardır. En haklı
bir insanın bile boynu, hükümet kılıcı altında kıldan incedir.» (Başgil, Demokrasi ve Hürriyet, Sh; 53)
Halbuki
modern hürriyet yalnız vatandaşlar arasındaki münasebetlerde değil
«vatandaşlarla hükümet edenler arasındaki münasebetlere ait hakkaniyet ve
muvâzene ifade eden bir fikir» dir. Şimdi mıcdern hürriyetlerimize temas
edebiliriz.
MODERN HÜRRİYET
Tarif:
«Mo-dern
mânasiyle hürriyet, insanın sadece kula kulluk-etmekten kurtulması değildir;
ayni zamanda haksiz kuvvetlere boyun eğmekten, resmiyete bürünmüş keyfi
otoritelerin baskısından ve taassupların tahakkümünden kurtulması, bir cümle ile, insanın kendi benliğinde insanlığım yaşamasıdır.
Başgil’e
göre modem hürriyetlerin üç şekli vardır:
1
_ Bedenî hürriyet;,
2—
Fikrî hürriyet,
3 — Mânevîhürriyet, -
BEDENİ HÜRRİYET
Bedenî
hürriyetler ferdin hareket serbestisine -bağlı olan hürriyettir. Gelme, gitme,
oturup kalkma, çalışma ve seyahat etme igibi bedenî hareket ve fâaliyetlerdir:
FİKİR HÜRRİYETİ
«Serbestçe
düşünme ve hususiyle düşündüğünü sözle Ve* yazıyla başkalarına duyurma
hürriyetidir.»
Yeni
Anayasamızda «düşünce hürriyeti» kenar bşâlıği-’âl-tmdâ 20 hci madde’^ü
şekildedir:
«Herkes,
düşünce ve kanaat, hürriyetine sahiptir; düşünce ve kanaatlerini söz, yazı,
resim ile: veya başka yollarlatek.ba-şına'. veya toplu olarak açıklıyabilir: ye yayabilir; .
«Kimse
düşünce ve kanaatlerini açıklamağa zorlanamaz.-»
Görülüyor
ki müellifin hürriyet görüşü, kanun vazıınm i görüşüne uymaktadır.
11
' MANEVİ -HÜRRİYET
«Herkesin
dilediği ve beğendiği bit dinin veya felsefî, siyâsî, İktisadî ibir
doktrinin akide ve kanaatlerini serbestçe benimsemeğe ve bu kanaatlerini hiçbir
korkuya ve endişeye düşmeksizin açıklamağa dair olan mukaddes haktır.»
Modern,
hürriyetlerin en mühimi, olarak fikir ye vicdan hürriyetini (gösteren Başgil,
bu hakkı hayat; ve medeniyetin şartı, insan
haysiyeti için eü kıymetlisi ve. aklın, şuurun tabiî
bir hakkı telâkki etmiştir. Nitekim 9 Temmuzda yürürlüğe girenYeni;
Anayasamızın 19 uncu maddesi «düşünce ye,inanç hak ve
hürriyetini» tanzim etmiş buunmâktadır. Bu maddeye göre:
:
: Herkes, vicdan ve dinî inanç ve kanaat hürriyetine sahip-
«Kamu
düzenine veya genel ahlâka veya bu amaçlarla çıkarılan kanunlara aykırı olmayan
ibadetler, dinî âyin ve, ibadetler serbesttir.»
Keza
basın hürriyetini nizamlayan 24 üncü, madde ise:
«Kitap
ve broşür yayını izne bağlı tutulamaz; sansür edi-lemez. Türkiye’de yayınlanan
kitap ve broşürler, 22 nci.mad-depin 5 nçi .fııkraşı
hükümleri dişmda toplatılamaz» demektedir. Mezkûr 22. maddenin 5.
fıkrası ise «Türkiye’de yayınlanan .gazete ve
dergilerin toplatılması bu tedbirlerin uygulanacağını kanunun açıkça gösterdiği
suçların işlenmesi halinde ve ancak hâkim kararı ile olur.» demek suretiyle
idari ve askerî şahısların bu konudaki selâhiyetlerini müstakil hâkimlere
yermiş bulunmaktadır. Zaten 22 nci maddede «basm hifcdür;(sara5İir
edilemez» hükrhü basın hürriyetini himaye; etmiş bulunmaktadır.
Profesör
Başgil yıllarca önce fikir ve vicdan hürriyetinin en?büyük
düşmanı olarak taassubu göstermiş, bunun tehlikeli bir silâhı; olarak taassubu
misal vermiş buunuyordu.
.
Taassubun «insandaki zekâ nurunu söndürdüğü ve tefekkür kudretini dumura uğrattığı ve bu suretle ilmin, ahlâkın ve medeniyetin
kaynağını kurutmağa yürüdüğü için iğrenç» olarak vasıflandıran müellif
neslimize ayni zamanda hürriyetin gerçek mânasını hatırlatmış oluyor: .
«Düşününüz
o insanın izdir abını ki, düşünür, akimın miriyle bulur ve hakikati görür de
söyliyemez ve başkalarına gösteremez. Bu insan toplama kamplarında veya cezaevlerim-deki
sefillerden daha mı az bedbahttır?» demek suretiyle
sadece düşünmenin fikir ve basın hürriyeti için kâfi olmadığına işaret eder.
Asıl olan, fikrin söz ve yaziyle yayılmasıdır.
BASGİL’E
MUHALİF OLANLARIN ENDİŞESİ
Türkiyenin
çok partili hayata girişi olan 1946 dan heri Başgil’in fikirlerine ve şahsına
saldıranların çoğu 27 yıllık otoriter ve totaliter devrin, kalıntıları,
kuyrukları olarak görünüyor. Tek partili rejimin tabasbus ehli, C.H.P. devrine
toz kondurmamak isterler, o devrin acı gerçeklerini çok iyi bilenlerin haklı ; tenkidlerini bir türlü sineye çekemez ve öfkeli bir
üslûpla hücuma geçerler. Çünkü Başgil hoca, tek partili bir demokrasiyi tenkid
etmiştir veya etmektedir.
,
, Veyahut CHPı lilerin yanlış tutumlarını bütün çıp-• : laklığiyle ortaya
koymuştur.
Bir
hakikat adamı olarak fikirlerini açıklamaktan çekinmeyen ve yılmayan Başgil
«HUKUKA BAĞLI
DEVLET İDEÂLİ» bahsinde,
parlâmentoya hâkim olan politika adamlarının icraatım çok iyi bfelirt-,
.-miştir:
'
«Demokratik rejimlerde en büyük kuvvet mer-
kezinin
parlâmento olduğunu iyi bildikleri içindir ki, bazı memleketlerde politika
adamları ne yapıp edip parlâmentoyu avuçlarına almaya çalışmışlardır. Son
devrin tek parti sistemi bu gaye için icad edilmiş yaman bir tuzaktır. Bu
sistem ifadesini şefte bulan tek fikir, tek görüş üzerinden münakaşasız ve
tenkidsiz bir idareyi silâh tehdidi altında hâkim kılma esaslna dayanır. Fakat
butlu tahakkuk ve devam ettirmek için tek yol, ikidar adamlarının herkesi
sindirip parlâmentoyu avuçlarına almasıdır. Bu netice hasıl
ölüiı-ca, ârtik demokrasi bir etiketten ibaret kalır. Ve seçimler birfer çotuk
oyunu hâlini âlır. Çünkü realitede mebusları halk değil, şef seçer ve tayin
eder. Şef tarafından millet parasİyle satın alman mebuslar birer itaatli mektep
çocuğuna döner. Artık parlâmento icra şefinin elinde ve emrindedir. Onun arzu
etmediği bir kanun parlâmentodan geçemez. Emrettiği bir. kanun
da eller orman gibi kalkarak alkışlarla kabul olunur. Bu hâl dejenere
olmuş, ve mânasmı tamamiy-le kaybetmiş bir demokrasidir ki, birim buradaki
bahsimizin dışında kalır.»
HÜRRİYETİN
TEMİNATI NEDİR?
Modern
hürriyetlerin korunması, dış tesirler altında hırs ve intikam tesiriye
İtedelenmıemesi için bir teminata ihtiyaç olduğu muhakkaktır. Hürriyetlerimize
öyle bir zirh,gjydirme-liyiz ki fena niyetli ihsanlar
ve istibdada kayan idareler onu yâralamaSmlâr. Şu halde hürriyetin teminatı
hedir veya ne olmalıdır? Başgil, bu sorunun cevâbını bütün veçhesiyle
araştırmıştır'. Fikirlerini kısaca özetliyelim:
·
1) Vatandaş hürriyetinin ilk teminatı
demokrasidir. Onun ifadesiyle:
«Siyasî
kuvvet-rve otorite mânivelâsmı bizzat vatandaşların kendi ellerinde tutması ye
hükümet salâhiyetini beğendiği ve bizzat
seçtiği kimselere emanet etmesidir.» (Bakinizi: Vatahdaf Hürriyeti ve Bunun
Teminatı 1943, İst.)
Demokratik
rejimde idere edenler halk tarafından seçilmek te halkm iradesini temsil
etmektedirler,
«Hükümet
vatandaş camiasının müşterek menfaat, görüş ve düşümişleri üzerinden yürüyüp iş
görmeğe mecbur» oldu<-ğundan umumim idaresinde fertlerin iradesine uymakla
mükel teftir. İcraatında umumî efkârın görüş ve menfaalerine aykırı bir yol
tutan iktidarlar, seçimlerde halkın itimadını kaybederek devrilirler.
·
2)
Kanun
Demokrasinin
mahsulü olan kanunlar, «vatandaşlar camiasının doğrudan doğruya veya
dolayısiyle rıza ve muvafakatla-rının bir muhassalası halini almakta ve bu
sebeple müstesna bir üstünlük ve hâkimiyet kazanmaktadır.»
«Hakkı
ve hürriyeti, ekseriyet denilen anonim ve gayri me sul bir kitlenin reyine ve
kararma bağlamak, hakkaniyeti sırf rey sayısında 'görmek de hürriyeti
teminatsız bırakmak demek tir.»
Şu
halde demokrasi ve kanun, hürriyetin mutlak teminatı olamaz.
·
3)
Hakkı kanuna değil, kanunu hakka tâbi kılmak.
Demokratik
rejimde fiiliyat sahasında hâkim durumda bulunan ekseriyetin selâhiyet
çevresinin dışına çıkmasını, iktidar birsiyle vatandaşlara fenalık yapmasını en
açık hakikatleri inkâra gitmesini ve keyfî hareketlerini önleyecek tedbirler,
çare ler düşünmek lâzım gelir.
Bu
tedbirlerden ilk akla geleni hak ve kanun mefhumlarınım iyice birikirinden
ayırmak ve kanunları haklara tâbi kılmak gerekmektedir. Bunun için de
kanunların ve hükümet ka rarnamelerinin üstünde insanlık şeref ve' sıfatına
bağlanmak üzere ideal sınırlar halinde,bir takım ana
haklar kabul edilme lidir. Bu haklara «ister ferdi ister manevî ve ideal, ister
tabiî yahut da insan hakları» diyebiliriz.
İnsan
hakları .^demokraside ,, hükümet . adamlarına kanun ,
koymada
vazife ve mükellefiyet ihdas etmekte hem bir rehber hem de selâhiyet sınırını
teşkil etmeli ve bunları halk ve hükümet münâsebetlerinin temel prensipleri
şeklinde Anayasanın başına yazmalıdır.» diyen Başgiî’in bu fikri yeni
Anayasada'tahakkuk etmiş gibidir.
'
Fakat
insan haklarının sadece Anayasada mevcudiyeti, hürriyetlerin teminat altına
alınması demek değildi. Çünkü mütefekkir, «şahlanan ihtirasları ve dolu dizgin giden bir ekseriyeti hakkaniyet karşısında
durdurabilecek kuvvette bir tedbir olduğundan» şüphe etmiştir.
·
4)
Anayasayı kanunların üstüne çıkarmak.
·
5)
Kanun koyma selâhiyetini çift meclisli bir parlâmento- , ya vermek.
·
6)
Referandum usulünü tatbik etmek, (9 Temmuz 1961 de olduğu gibi) bu sonuncu
tedbir, «parlâmentodaki ekseriyetin memleket ekseriyetinden ayrılarak tahakküm
yoluna sapmaması için en müessir tedbir» gibi görünür. Fakat aslında referandum
da kâfi bir tedbir ve teminat vasfını haiz değildir.,.
.
NETİCE:
Hak ve hürriyetlerin en iyi teminatı «insanların
gönlündeki hürriyet sevgisinde ve hakkaniyet duygıısundâdffi^
İslâm Kongresi ve Başgil
1952
yılının Nisan ayında Türkiye’ye gelen Sind Eyâleti eski nazırlarından Gulam
Nebi ile merhum Nuri Demirağ îs-tanbul’da buluşmuşlar, bilâhare Prof. Dr. Ali
Fuâd Başgil’i Beşiktaş’ta, Serencebey yokuşundaki bir köşke'davet etmişlerdi.
Başıgil bu 'görüşmeden pek memnun kalmıştı.
Bir
kaç gün sonra Nurî Demirağ’ın Paşalimanmdaki kcru-sünda Gulam Nebî, dostlarına,
Türkiye’ye gelişinin sebeplerini şöyle anlatmıştı:
«—
Pâkistanm îslâm Birliği lideri ve tanınmış siyasî şahsiyetlerden H. Zaman,
Karaşide bir «İslâm Milletleri Kongresi» nin toplanmasını teklif etmiş ve bu
teklifi Türkiye’ye ulaştırmak istem,iştir.»
Bu hayırlı teşebbüse iştirak etmeğe karar
veren Nuri De-mirağ, damadı mühendis Mehmed Kum ve Prof. Ali Fuad Bâgil’le
birlikte 10 Mayıs 1952 günü Yeşilköyden kalkan bir u-çakla Pakistan'ın Karaşi
Eyâletine dcğru yol almışlardı. Bu seyahat hususî masraflarla yapılıyordu.
Karaşiye
vardıklarında bütün Islâm devletlerinden gelen temsilciler onları karşılamış ve
ertesi günü kongre çalışmalarına başlamıştı.
BAŞGİL’İN
İSLÂM KONGRESİNDEKİ HİTABESİ
îslâm
kongresi geceli gündüzlü çalışıyor, müslüman milletler arasında mânevi bir
kuvvet ve teşkilât vücuda getirmek ve bu hususta bir Anayasa hazırlamak için
gayret sarfediyordûü Müslümipi'milletlere ait ıımumîrVÖ müşterek meselelerle
bir İslâm birliği kurulmasındaki lüzum ve ehemmiyetten bahsolunuyordu.
Prod
Başgil, İslâm Milletleri Kongresinde aşağıda özetini verdiğimiz konuşmayı
yapmıştır:
Muhterem
PakistanlIlar ve Misafir Kardeşler.
«Evvelâ
Pâkistanın büyük, vatanseveri ve İslâm Birliği lideri Halikuzzaman’a teşekkür
ederim. Çünkü büyük İslâm dünyasının uzak, yakın birer köşesinden kopup gelen
bizleri burada bir araya topladı ve bu kongreyi tertip ederek biribirimiz-
1
le tanışmak, koklaşıp kucaklaşmak imkânını hazırladı.»
diyerek söze başlayan Başgil, PakistanlIlardan gördüğü samimiyete ye yakınlığa
karşı duyduğu, memnuniyeti belirttikten sonra:
Benden
evvel çok değerli, hatipler konuştu. Her biri İslâm Dünyasını muhtelif
cephelerden ele alıp mütalâa etti ve Müslüman milletlerin bir bayrak altında
toplanmasındaki büyük faydaları gösterdi. Bugünkü dünya buhranı karşısında
birleşmenin bir zaruret olduğunu, çünkü parçalanmış 'bir İslâm Dünyasının
buhrana mukavemet de etmeyeceğini, nitekim fiiliyatta edemediğini acı
misallerle anlattı ve nihayet tahakküm altında inleyen Müslüman milletlerin
acıklı haline dikkat nazarlarımızı çektiler» diyordu.
Milletler
arasındaki bu bloklaşmalara temas eden Baş"r. sözlerine
devamla: «Bu arada müslüman milletler niçin
birleşmesin ve dört yüz milyonluk bir insan ve iman bloku vücuda getirmesin?
Bunda
yalnız bizim için değil dünya sulhu için de fayda vardır. Bugünkü İslâm dünyası
için, sadece varlığı muhafazadan başka ne bir ideoloji harbi, ne de bir toprak
kavgası mevcut değildir. Binaenaleyh Müslüman milletlerin birleşmesi sulh için
ve insanlığın selâmeti için bir ; teminattan
başka , bir şey değildir.»
«Bugün
bloklaşan milletlerden birçoklarını sırf geçici tehlike hisleri ve menfaat
düşünceleri birleştirmiştir. Halbuki Müslüman
milletleri pn dört asırlık bir tarih birbirine bağla- < anıştır.
Binaenaleyh İslâm Dünyasında birlik ye beraberlik îbilkuvve mevcuttur. Bizim
yapacağımız şey aramızdaki tarihî
ve
manevî bağları kuvvetlendirmek, ırk, lisan ve millî men-iaat aykırihklar’riıh'
menfî tesirlerini, bertaraf- etmek üzere müşterek bir İslâm şuuru yaratmak için
imkân v& vasıtalar aramak ve bulmaktır. İşte ben bilhassa bu: noktalar
üzerinde duracağım.» diyordu
Hatip,
buncan sonra İslâm birliğinin kurulması için 'gerekken şart,
ve vasıtaları da uzun ve muknî delillerle anlatmıştır. Bu mühim hitabenin ana
hatlarını şöylece özetliyebİlirizi 5
İSLÂM BİRLİĞİ NASIL KURULABİLİR
Başgil,
dünya İslâm1 birliğinin kurulması için şu noktalarda duruyordu:
1)
PROPAGANDA:
«Dünya
müslümanlarnm elele verip birleşmeleri lâzım geldiğini ve bunun yalnız siyasî
değil, hem de ahlâkî bir zar*-ret olduğunu her müslüman memleketin gerek
halkmı. ve gere^ hükümet ve politika adamlarını
inand-rmak.
«İslâm
birliği fikrini yaymak, açmak, aşılamak ve münakaşa etmek üzere Müslüman
memleketlerin her birinde mi'lî ve mahallî gazete ve mecmua, eser ve risale
neşredilmeli, toplantılar tertip edilerek nutuklar, konferanslar verilmeli: ir.
Bu işleri teşkilâtlandırp gayeye uygun bir usûl dairesinde sevk ve idare'etmek
üzere de bir (îslâm birliği neşriyat merkezi) vücude getirmeli ve müslüman
memleketlerde’ bu merkezlerle alâkalı «İSLÂM- BİRLİĞİ NEŞRİYAT‘BÜROSU»
kurulmalıdır.»
Bu
fikirlerini belli bir şekilde izah eden'Başgil, 1948 de kurulan ve kökü
d'şarıda olan «-Dünya Devleti Fikrini Yayma Cemiyeti» adlı bir cemiyetin çalışmalarını
misâl 'veriyordu.
2 —
MÜSLÜMAN MİLLETLER TANIŞMAM VE ANLAŞMALIDIRLAR;
. Müslüman milletler arasındaki.lanlâşmazlıklafi
. gidermek, küskünlüklere son- vermek -gerektiğini,
söyleyen rhâtip, milletlerin anlaşmalarının şart olduğunu tarihten misâller
vererek izah ediyordu.
.
Bütün İslâm milletlerinin birleşmesini esas olarak iki prensibe irca ettikten
sonra müslüman milletlerin gençlerinin yakından tanıştırılmasını teklif
ediyordu. Bunun için; .
·
a)
«Müslüman milletler arasında bir gümrük ittihadı kurulmalıdır.
·
b)
«Müslüman memleketler arasında seyahatleri teşvik etmeli ve a’zâmi derecede
kolaylaştırmalı; pasaport ve döviz, işlerini en kolay ve en basit haddine
indirmelidir.»
e)
«Müslüman milletler arasında geniş ölçüde talebe mübadelelerine girişmelidir.»
Başgil
konuşmasında müslüman milletler* federasyonunun yaşamasına zemin hazırlamak
için, siyasî birlikten evvel ticarî, içtmiaî ve harsî münasebetler temin
edilmesini ve siyasî birliğin bu münasebetler üzerine oturtulmasını uygun
buluyordu.
'
·
3
— MÜSLÜMAN MÎLLETLERİN İKTİSADÎ KALKIN
MALARI
VE KARŞILIKLI ANLAŞMALARI; '
İslâm
dünyasının ilerlemesi için batı dünyasının gidişine-ayak uydurmasını mecburî
telâkki eden Başgil:
«Bunun
için de İktisadî ve ticarî faaliyetlerini arttırmağa ve hususiyle sanayi
sahasında ilerlemeğe muhtaçtır.» .
«Kalkınma
ve ilerleme bahsinde remzimiz ilimde, teknikte ve çalışma metodlarmda garbın
telâkkilerini almak ve benimsemek, fakat bundan ötesinde millî ve müslüman
kalmak olmalıdır.»
Müslüman
milletler arasında «müşterek menfaat eââsına dayanmak
üzere ticarî anlaşmalar vücude getirmek çok yerinde olur. İktisadî menfaatlerde
anlaşan memleketler, siyasî noktalarda çâbuk anlaşır ve birleşir.»
·
4 — İSLÂM ÂLİMLERİ, İSLÂM KÜLLİYESİ
MESELESİ:
«İslâm
birliği fikrini tahakkuk sahasına çıkaran, imkân ve vasıtalardan biri de
müslüman millâtlerdje yüksek İslâmî. ilim ve kültür
vahdeti tesis etmek; bunun için de Müslümanların yardımlariyle bir «İslâm,
ilimleri küBiyesi» vücude getirmektir.» diyen Başgil, «İslâm ilimlerinde kendi
aslî vahdetini bulmak mânasına toptan bir rönesans ihtiyacının doğduğunu,
dinsizliği sistemli bir şekilde neşred’enlere karşı inandığ'mız ve canımız gibi
sevdiğimiz İslâmiyetin ve modern bilgi silâh-lariyle mücehhez olarak kendisini
müdafaa ve mensuplarını himaye etmesi lâzım gelmektedir.» hükmüne varıyordu.
★ Net: «Yeni
Sabah.» gazetecinin 1950 yıbnm Mayıs ve Haziran Aylarında «DİN ve LÂİKLİK»
mevzuunda yayınladığı ser’î makalelerde bir «İslâm İlimleri Külliyesi»nin
kurulmasını tek’if etmiş, bfâhare merhum Ahmed Hamdi Akseki-li’nin talebi
üzerine Diyanet İşleri teşkilâtına dair kanun tasarısını hazırlamış ve İslâm
mecmuasında (Ağustos 1960) da yayınlanmıştır.
Yüksek
din, ilim ve fikir adamlarının yetişmesine işaretle: «Eğer
Müslüman memleketlerin bazısında İslâmiyet için mahvolmak mukadderse, eminim ki
o bu adamların yokluğu ile mahvolacaktır. Bunu din düşmanları gayet iyi
bi'dikleri için, bazı memleketlerde yüksek İslâmî ilimler tedrisatına yer
vermemek için ellerinden geleni yapmışlar ve hâlâ yapmaktadırlar.» diyor ve İslâm âlimlerinin yetişmesi için (İslâm İlimleri
Kül üyesi - Üniversitesi) nin kurulmasmı talep efiyordu. Başgil bu arada İslâmî
rön esansın tahakkuk edeceğine de inanıyordu.
İSLÂM BİRLİĞİNİN MÜŞTEREK BİR DİLE İHTİYACI
YOKTUR
Müşterek
dil konusu üzerinde ehemmiyetle duran Başgil:
«Kur’anımı,
ezanımı Arapça okur; ibadetlerimi, hattâ dualarımı Arapça yapar, çocuklarıma
Kur’anı asıl diliyle (Arapça) okutur, ibadet ve duanm Arapçasmı öğretirim. Bu
bir dııiî vazifedir.» diyor ve «Arapça dünya
Müslümanlarının müşterek din dilidir. Bunda şüphe yok. Fakat daha ileriye
giderek, Arapça, aynı zamanda Müslüman milletlerarası müşterek bir dünyevî dil
olsun denilse 'burna,, maalesef hayır,/derim. Bu
olamaz.^ diyordu. Ayrıca millî dilin Şark’ta millet varl'ğ’nm özü dem.k olduğuna işaret ediyordu. Bundan sonra asıl meseleye
gelerek:
.
«Bence Müslüman milletlerarası. müşterek
bir dile ihtiyaç yoktur. Yalnız Müslüman, memleketlerden her birinde
diğerlerinin dilinin öğretilmesi için çabşılması ve İslâm dünyasında Müslüman
milletlerden her birinin dilinin yayılmasına imkân verilmesi kâfidir.
«Nitekim
bugün İsviçre Federasyonunda iş böyledir» îslâm Birliğinde yalnız bir dil değil
birliğe- dahil Müslüman milletlerden her birinin millî
dili aynı zamanda birliğin resmî dili olsun ve hürmet görsün» diyordu.
Dünya
İslâm Birliğinin tahakkuku için gereken imkân ve şartları bütün genişliği ve
derinliğiyle Karaşi İslâm kongre^ sinde böyleee anlatan Başgil, bu sayede
yaln-z Şark’ta değil dünya sulhunda da, dünya Müslümanlarının bir muvazene
unsuru olmalarının mümkün kılınacağına kuvvetle inanıyordu.
İSLÂM BÜYÜKLERİNE KARŞI SEVGİSİ
Başgil,
İslâm büyüklerine karşı derin bir saygı, samimî bir muhabbet beslemiştir. Başta
Büyük Peygamberimiz Hazreti Muhammed (Salla'llâhü aleyhi ve sellem.) olduğu
halde diğer İslâm büyüklerini takdir ve şükranla yâdedmesi, onların fazilet ve
hizmetlerine, Hak yolundaki mücadelelerine dair bir çök makale ve etüdler
neşretmiş olması bunu te’yid ediyor.
Dört
yıl kadar önce (Ağustos 1957 de) İslâm Mecmuasında yayınlanan bir makalesinde
Hazreti Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem.) ve İslâm devlet idaresine dair
şöyle diye rdu:
«İslâmiyet
cihan şumıül bir din olmakla beraber, ilk zuhurunda çok mütevazı ve tamamiyle
dinî selâbet ve teslimiyet esasına, dayanan bir idare teşkilâtı kurmuştur. Bu
teşkilâtın başında İslâmî cemaatın hem . imamı, yani dinî reisi, hem hâkimi, hem valisi, hem de
kumandanı olarak Hz, Muhammed (S. A.) 68 1
;
:
’
vardır.
Bu bir rievi atalık 'aile ^teşkilâtıdır; Bu nevi ailede aile reisi, aileye ait
işlerde, karar ve kumandanın merkezidir. Hazreti Muhammed (salla'llâhü aleyhi
ve sellem.) hayatı boyunca, Müslümanların başında böyle bir vaziyette
kalmıştır.
«ıMescidde
namazı Hazreti Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem.) kıldırır, din ve
dünyayı o tâlim eder, halk arasında zuhur eden ihtilâf ve nizaları o halleder , harplerde askere o kumanda eder, hülâsa din ve
devleti bizzat o talim ve idare ederdi.
«İslâmda
imamet, velayet ve hazâ adlarını alan bu iş ve vazifeleri, yetişebildiği
yerlerde kendisi ifa eder, yetişemediği yerlerde vekiller gönderirdi. Bu
vekiller vali adını alır
«Valiler
vazifeleri başına gitmeden evvel Hazreti Muham-med’den (S.A.) talimat alırlar
ve 'bir nevî imtihan geçirirlerdi. Valilerin bütün din ve dünya işlerindeki
kanunu ve rehberi evvelâ Kur’anı Kerim, sonra da Peygamberin sünneti ve nihayet
kendilerinin İslâmî kanaat ve içtihadı idi.»
«Hülâsa
Hazreti Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem.) devrinde İslâm idare ve usûl
teşkilâtı dinî metanet karşılıklı hürmet.ve sadakat
esasına müstenit tam bir fazilet rejimi olmuştur.»
ÎSLÂM
B'ÜYÜKLERİNE KARŞI ' SEVGİSİ
Hazreti
Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem.) den sonra halifeliğe seçilen Hz.
Ebubekiri de çok sevdiğini, «Peygamberin vefatiyle başkaldırın irtidadat ve
irticalarla mücadele ederek, İslâm birliğini parçalamaktan korumuştur» sözünden
anlıyoruz.
Başğil’e
göre İslâmda devlet teşkilâtlım temellerini Hazret! Ebubekir radiya'llâhü anh halka şu hitabesiyle
anlatmıştır:
«Ey
nâs! Ben sizin en iyiniz olmadığım halde baş’-nıza geç-, miş bulunuyorum. Eğer
vazifemi yollu yolunca yapamazsam, bana, yard’m ediniz, yanılırsam bana , doğru..yolu /gösteriniz. Doğruluk emanettir, yalancılık hıyanettir.. İçinizdeki zayıfınız; hakkını alıncaya kadar,
benim nazarımda en kuvvetliniz; ondan başkasının hakkını alıncaya kadar da en
zayıfmızdır. Bir mil let Allah yolunda cihad etmekten fariğ olursa, o millet
zillete düçar oluı. Bir millette
fenalık revaç bin ur sa, bütün o millet belaya uğrar. Ben Allaha ve peygambere
itaat ettikçe, siz de bana itaat ediniz; itaat etmezsem siz de bana itaat
etmeyiniz.»
Bu
hitabenin kuvvetini taktir eden Başgil 1924
Anayasasının94. cü maddesindeki «Kanuna muhalif olan umurda âmire itaat memuru
mes’uliyetten kurtarmaz.» hükmünün, Hazreti Ebubekir’in sözlerinden mülhemmiş
gibi bir rüh taşıdığını kaydediyor. İslâmiyetteki âmme hukukunun derin hakikat
temeli üzerinde kurulduğu ve «bu sayede asırlar içinde yüz milyonlarca insanm»
İslâmiyet meş’alesinin ışığı altında toplandığını ifade ediyordu.
HALİFE ÖMER
İlk
demokratik devlet teşkilâtını kurmak şerefini Hazreti Ömer’in başardığını
söyleyen Başgil, onun için duygu ve düşüncelerini şöyle anlatıyor.
«Halife
Ömer, siyaset sahnesinde, beşer tarihinde benzerine az rastlanan yüksek sîret
ve sıfatta bir devlet adamıdır. İslâm tarihi Ömer gibi, bir devlet adamı bir
daha görmemiştir, dersek hakikata uymayan bir şeyi söylemiş olmayız.» Onu İslâm dininin bütün faziletlerini nefsinde toplamış
dirayetli bir devlet adamı değil, ayni zamanda «müstesna yaratılışta bir insan»
olarak vasıflandırmaktadır.
Hazreti
Ömer’in İslâm dünyasınca yalnız cumhurî bir idare şek'i değil, ayni zamanda «İYİLİK VE ADALET ÜZERİNE. MÜESSES BİR DEMOKRATİK İDARE» kurmuş olduğunu 'söylüyor.
Başgil,
Hazreti Ömer’in, devlet teşkilâtında kuvvet ve se-lâhiy etleri ayırmasını
modern devlet teşkilât1 ndaki «kuvvetler •bölümü — taksimi kuvva»
pmesibinin ilk önderi olarak selâm-lamaştıe.
Hazreti
Ömer’in kabile reisleri ve halk temsilcilerinden kurduğu «ŞÛRA MECLİSİ» ni de
takdirle ve hayranlıkla yâdeder. .
.
Diğer
bütün İslâm büyüklerine ve İslâm Türk âlimlerine ;arta
sonsuz bir muhabbet beslediği yazılarından anlaşılmaktadır.
MUHAMMET ALİ CİNNAH
Büyük
Pakistan devletinin istiklâli için ömrünü feda eden M. Ali Cinnahm mezarını
1952 yılı Mayısında. İslâm Kongresine •’ştrak ettiği günlerde ziyaret etmiş
olan Başgil, ona karşı olan muhabbetini şöyle anlatıyor:
«...
Kaid-i âzamin mezarı başında insan ancak ahmakların gözlerini kamaştırıp
hakikatleri perdeleyen ve geri bir zihniyeti ifade eden, tantanalı bir dekcru
değil, fakat merhumun büyük hizmetlerini muhabbet eserini ve gönüllerde yer
tutan sevgisinin ebediliğini düşünüyor ve onun temiz ruhu ile baş-., basa kal’yor. O zaman insan anlıyor ki, büyük bir eserin
sahi-, bi tevazu gösterip alçaldıkça eseri de o nisbette gölgelenmekten
kurtuluyor ve bütün azametiyle görünüp gözleri ve gönülleri doyuruyor...»
DİĞER İSLÂM BÜYÜKLERİ
Fatih
devrinde yaşayan Molla Hüseyin, İslâm din âlimlerinden Teftazanî, Ebî-r
Rehhanî, Ebu’l Fida. İzmirli Hakkı sevdiği İslâm büyüklerindendir.
Gençler ve Âlim
Prof.
Başgil gençliğin ahlâklı, terbiye kâidelerine itaatkâr ve hayatta muvaffak
olmaları için güzel bir eser yazmıştır.
«GENÇLERLE
BAŞBAŞA» adını taşıyan bu kitap garp ahlâkçılarının eserlerinden ve Şark -
İslâm tefekkür hayatından istifade edilerek yazılmıştır. Bu, gençleri hayatta
başarıya götürecek yolları gösteren, iyi bir öğüt kitabıdm. Başgil’in ta. eserinde gençlere verdiği öğütlerden bir çoğu İslâm ahlâk
nizamından mülheme ir, aynı zamanda garbın çalışma tarzlarına, da intibak
etmektedir. Meselâ:
«Bir
işe başlamadan evvel o işi (dersi, vazifeyi, kitabı) en kısa
bir zamanda, en kolay ve temiz bir surette nasıl yapmak, nasıl öğrenip etüd
etmek mümkün olduğunu iyice düşünüp he-, sapla demek suretiyle Descartes’in
fikirlerini aksettirdiğine şahit oluyoruz.
Şark
kültürüne gelince yine aynı eserde verilen ahlâk ve terbiye hakkmdaki öğütler,
İslâm hukuk ve ahlâk kaynaklarından mülhemdir. Bir hadîs-i şerife meâlen:
«•İhsanın
kemâli güzel ahlâktır. Sîzlerden cennette bana arkadaş olacak kimse dünyada
güzel ahlâka mâlik elanınızdır.» büyütülmüştür. Başgil
bu güzel sözlerden mülhem olarak:
•«Herkesçe beğenilen asıl güzellik, ahlâk, güzelliğidir.
Çünkü ahlâkı güzel insan her yaşta güzeldir.» der ve
öğüt olarak da:
«Ahlâkım
güzelleştirmeğe daima çalış. Ahlâk 'güzelliği insan için en kıymetli bir
servettir.» diye ilâve eder.
İslâm
ahlâkında tevazu göstermek emredilmiştir:
«Her
kim Allah rızası için tevazuu kendine âdet tahrirse Cenabı Hak onu yükseltir.»
«Tevazu-âlimin
ifhann1. arttırr.» kaidesi vardır.
.
Başgil bu geneı prensibi muşahhasteştırmıştır:
«Alçak
gönüllü olunuz. Mütevazı insan meyve ağacına benzer. Meyve dalımn yere
eğilmesi, meyvenin çokluğundand’r.»
«Kendinden
üsttekilere değil, kendinden alttakilere bak, rahat edersin.» der.
Yine
İslâm ahlâkmda terakkiye, cehde çalışmak ve gayret prensibi yer almaktadır; «İki günü müsavi olan ziyandadır. Cenab-ı Hak beş duran
gence gazap eder.»
Bu
esaslardan mülhem olarak Başgil de:
«Çalış,
genç arkadaş'm, çalış! Nâmerde muhtaç olmak ölmekten beterdir.»
«Çalış,
daima çalış, fakat hırsı bırak, zira hırs verimli, çalışmanın sağlık ve
saadetin düşmanıdır.» der.
Keza
İslâm ahlâkı hilmî ve hoşgörürlüğü (müsamahayı) emreder. (Hilm,
insan'îi son derece öfkeli olduğu zamanca öfkesini yenmek ve intikam fikrinden vaz
geçmektir. (Bakımz; Hamdi AkesekiH, Islâm Diri. 1950.
Anık. Shf. 363)
Mütefekkir
Başgil bu ah’âkî kaideyi şöyle ifade etmiştir;,
«Bir
işe öfkeli ve sinirli iken karar verme. Bekle, öfken geçsin. Zira öfke ile
kalkan zararla oturur.»
Görülüyor
ki Başgil gençleri, ahlâklı ve faziletli yola sev-fcetmek için İslâm ahlâkından
ve kültüründen faydalanmak suretiyle sağlam bir yol. takip
etmiştir.
MUVAFFAKİYETİN
ŞUTLARI
Başgil
ders, konferans ve makalelerinde muvaffak olmanın esaslarını, iyi niyetle
hareket etmenin lüzumunu göstermiştir. Ona göre başarı kazanmanın üç fena
düşmanı vardır: ‘
·
1
— TembeFik,
·
2
— Kötü arkadaş,
·
3
— 'Kötü
örnekler.
Bu
kavramlar üzerinde durup, mahzurlarını, tehlikelerini' izah ettikten senra: .
Senin
elinde bütün düşmanları karşılayacak kuvvetli iki . sn' hm var: İradeli olmak ve çalışmak. Şu halde mesele
iradeyi terbiye edip, iyiliğin hizmetinde kullanmakta ve çalışmayı
verimlendirmesinin yolunu ve usûlünü bilmektir.»
demektedir.
Muvaffak
olmanın şartlarını da şöyle belirtmektedir:
«İradeli
olmak, muvaffak olmanın ilk şartıdır.» O halde irade nedir? Başgile göre «iradenin ne olduğunu anlamak için faaliyet hayatımıza, yani
benliğimizin d ş âlemle temasını temin eder. Fiil ve hareketlerimizin topuna
birden dikkatle bakmak gerektir.» Bu hareketlerimizin
hareket noktası, -esrarengiz bir kuvvet hazînesi olan şuurdur.
Başgil,
batılı anlamda felsefî düşünceyle bizim olan ve olmayan hareketler üzerinde
durmuş, «bizim omayan hareketler, irademizi ilgilendirmez.» hükmüne varmıştır.
Refleksleri, otomatik hareketleri insiyaki hareketleri, itiyadları, telkinli
hareketleri izah ettikten sonra ahlâkî irade üzerinde durmuştur. İrade
kudretine değer verdiğini de şu ifadelerden anlıyoruz;
«Günlük
müşahadelerimiz gösteriyor ki insan bu kudreti iyilik yolunda kullanıp iyi işe
karar verebildiği gibi; kötülük yolunda da kullanabilir ve kötülüğü tercih
edebilir.» Buraca yardıma muhtaç birine yardım eden hayır sahibi ile bir
ma-sûmun canına k’yan bir kaatüi mukayese eder ve iradesini iyilik yolunda,
kullandığını, diğerinin (yani kaatilin) iradesini kötülük yolunda kullandığını
hatırlatır. Sonra
iradeli olmanın esasına geçer.
«İradeli
olanak demek, fiil ve hareketlerin iyisini seçip icra etme şeklinde beliren
ruhî kuvvete sahip olmak, hareketlerimizde kötü örneklerin, kötü telkin ve
itiyadlarm tesiri altında kalmıyarak kendi fiillerimizin bizzat yaratıcısı,
sevk ve idare edici olmak demektir.»
Başgil
gençlerin ahlâklı, iyi iradeye sahip olmalarını, iyi huylu, temiz karakterli
yetişmelerini arzulamıştır. Ona göre irade terbiyesinin ahlâkî ifadesi sây ve
gayrettir.
BAŞGİL
GENÇLERE MÎLLET SEVGİSİ VE VATAN İDEALİNİ AŞILAMIŞTIR.
Bundan
yıllarca Önce neşrettiği bir broşürde:
«Evet,
gençlerimizin bir çoğu Anadolu içlerine ve uzak
bölgelere gitmek zahmet ve mahrumiyete katlanmak istemiyor. Büyük şehirlerin
kcnforu, Kalabalığı, eğlenceli ve aydın geceleri onları çekip perçinliyor.» diyen Başgil, bunun sebebini «materyalist geri bir mektep
terbiyesinde» buluyor, bütün bu hususları dört noktada topluyordu:
«1
— Bu memleketin genç nesline ciddî bir millet sevgisi ve vatan ideali yerine
süs ve konfor zevki, ve hayatı sırf yiyip içip
eğlenmekten ibaret gören, sansüalist (hissî) bir ruh aş la-mış; en az zahmetle
servet ve konforun birden en yüksek derecesine ulaştırmağı, yarattığı
örneklerle telkin etmiştir.»
·
2
— «Devlet hizmetlerinde... Ciddî hizmet ve ehliyet
sahiplerine politika şaklabanlarını ve iktidar dalkavukluklarını
mükâfatlandırın’ştır.»
·
3
— «Realitelere yabancı bir barem sistemiyle devlet
hizmetlerini bir nevî angarya şekline sokmuş... Memurda ciddî hizmet, feragat
ve gayret zevkini öldürmüştür.»
·
4
_ «Mücerret bir ülke büyüklüğü ve kanunların ülke içinde müsaviliği fikrinden
hareket ederek, reel ve rasyonel tasavvura ve hayâle feda etmiş; meselâ
İstanbulun Beyoğlu ka-zasiyle (Ağrının) Patnos kazasını bir tutmak ve bu iki
ayrı realiteyi aynı bir bareme ve idare sistemine bağlamak gafletine
düşmüştür.»
Bütün
bu hatâlardan sıyrılmak için bazı tavsiyelerde bulunuyordu:
«Mektep
gençliğe, sağlam bir millet anlayışı ve memleket sevgisi aşılamak ve yüksek
bir- vatandaşlık şuuru vermekle mükelleftir.»
İkinci
olarak: «Tahsil ve terbiye sistemimizi yeni baştan tanzim etmek
mecburiyetindeyiz.» diyor
Başka
bir makalesinde ise:»
«Avukat
dâvaların, hekim hastaların temin edeceği menfaatten ziyade dâvayı ve hastayı
düşünmeğe; biri davacının, diğeri hastanın şahsında «bedenî
ve mânevi, iki çeşit ânsan izdi-rabmı tedaviye mecburdur. Hekim ve avukat için
feragatte bu demektir.»
Ahlak Buhranı ve Başgil
Müşahadeci
bir metodla Başgil, sen yazılarında: «Korkunç bir ahlâk buhranı içindeyiz.»
diyor. Bunu bazı aydınların fiil ve hareketlerinden, söz ve yazıfanndan
istidlal ediyordu.
«Fakat
ahlâk buhranını da doğuran asıl ve büyük ana var: Mâneviyat buhranı.» Ona göre:
«Ahlâkın
kaynağı iktisadi varlık değildir. Ei’âki-, ahlâk düşüklüğü, bilhassa münevver
zümrede, bütün içtimai buhranların anasıdır. Bir memlekette yalanc’bk,
sahtekârl'k, dolandırıcılık, mükâfat aldıkça yani ahlâksızlık devam ettikçe,
iktisadi ilmi fikrî hülâsa medenî ilerlemeğe imkân yoktur. (Bak: Yeni Sabah,
27-7.960). Bu yarayı devlet adamlarımızın görmesini ve çarelerini bulmasını
arzu etmiştir.
Maneviyatcılığa,
vicdanî ahlâka çok ehemmiyet vermesi din ve vicdan hürriyetinin hâkkiyle
tanınmasını istemesi, milliyetçi ve memlektçi düşüncenin ferdlerhe yerleşmesini
arzulaması hep bu ahlâkî buhrandan kurtulmanın ve salim yola çıkmamın şartlan
olarak gösterilebilir. .
Gerçekte
komünizm tehlikesini önleyecek en büyük kuvvet manevî cephenin
sağlamlaştırılması ile mümkündür Materyalizmden yani komünizm doktirininden
şiddetle nefret eden Başgil manevî.dünyamrzm îslâm
ahlâkının bütün kötülükleri önleyecek kudrette olduğunu göstermiştir. .
27
Mayıs İnkılâbmdan sonra Başgilin temas ettiği bu önemli konu üzerinde öteden
beri mânevi akidelere ve mukaddesata tecâvüzkâr haber ve yazılar neşretmekle ün
kazanmış olan bir ıgazete kasıtlı olarak: «Türkiyede ahlâk buhranı var mı?»
yolunda bir anket açmış, aydın çevreler verdikleri cevaplarda bu soruyu «Evet»
çlarak cevaplandırmışlardır. Bu hareket de Başgil’in ahlâksızlıklarla olan
fikrî mücadelesini gösterir.
TEKÂMÜLCÜLÜĞÜ
Bergson’un
«Yaratıcı Tekâmül» adım taşıyan ve Fransada 15 defa basılan meşhur bir eserini
hakkiyle kavramış olan Başgil’in fikirlerinde hâkim olan hamle ve hareket ruhu
satır satır sezilir. İçtimaî ve siyasî hayatın gelişmesi için yaptığı fikir
mücadeleleri onun tekâmülcü bir zihniyetin mümessili olduğunu göstermektedir. Bazı
endişeli yazarlar, ona «gercfik» ıs-nad’nda bulunarak sağlam ve dcğru
fikirlerini gölgelemek gibi kuru heveslere kapılmış elmalarına mukabil- gerçek
aydınlar nezdin de Başgil’in hamleci ve tekâmülcü
kudreti inkâr edilemiyecek kadar belirlidir.
Aşağıdaki
fikirler iyice tetkik edilirse Başgil’in tekâmül felsefesi iyice
anlaşılacaktır:
«Bence
bir milletin her nesli, tarihî tekâmülde eriştiği devri yaşar. Ve her neslin
devrini evvelki nesiller hazırlar.*
«Tekâmülün
kötüden iyiye giden bir ilerleme olması için iç ve dış hayatın muvazeneli,
hattâ muvazi yürümesi şarttır?»
Millet
hayatına düzen vermek için «fikir adamlarınm ilmi bir tenkid ruhuna sahip
olmaları lâzımdır.» Çünkü: «Terakki ve tekâmül tenkid
ruhundan doğar. Konformizm yani göreneğe ve şuursuzca telkinlere bağlanış
avamın rahat döşeğidir. Avam (halk) ne duyar ve ne okursa onu hakikat sanır ve
hatâlar üstünce uyur. Fakat fikir adamı hakikat diye sunulan şeyleri, ince bir
tenkid süzgecinden geçirir ve asıl yapılacak hakikati bulur. Millet ve insanlık
için terakki de bundan Jo-
Adalet ve Başgil
Prof.
Başgil, cemiyet hayatı nm mânevi temellerini insanr şiar ve faziletlerin
intişar merkezi olarak kabul ettiği «ahlâkî, vicdan» a istinat ettirmektedir:
«Ahlâkî
vicdan sayesindedir ki insan iyiyi kötüden ayırt eder. İyiliği sever ve
benimser, kötüden ve kötülükten nefret duyar. Tahsil ve terbiyenin gayesi,
insandaki ahlâkî vicdanı, bilgi nuriyle aydınlatmak 've onu kemale erdirmektir.» diyen Başgil, kemâle ermiş bir ahlâkî vicdanda, bir takım
yüksek duyguların doğduğunu ve bunların İçtimaî münasebetlerde birer kaide
şeklini alarak, cemiyetin mânevi temellerini teşkil ettiğini ifade etmektedir.
Bu duygu ve kaidelerin başta gelenleri:.
·
1
— Adalet,
·
2
— Hakkaniyet,
·
3
— Alif ve atıfettir.
BAŞGİL’E
göre
adalet
«Adalet,
devlet nizamının ve cemiyet hayatının en derim temelidir.» diyen Başgil «Adalet
mülkün temelidir.» prensibinden mülhemdir.»
Müsavatı
ise adaletin bir cephesi olarak göstermektedir. (Bakınız: Türk Yurdu, Sayı; 3,
1959, Sfh: 19)
Aristo’nun:
«Adalet, kendimize yapılmasını hos germediğimiz bir muameleyi başkasına
yapmamaktadır.» sözünü tasdik eden mütefekkir; «Adalet, herkese vermeğe bcrçlu
olduğumuzu vermek ve lâyik olduğu muameleyi yapmaktadır» neticesine varıyor.
Demokrasi
ile adalet mefhumunu tahlil eden Başgil bu iki mefhum arasında mânevi bir köprü
kurar ve der ki:
«Semckrasi
şuna inanır ki, vatandaşın hrü ve hükümet baskısından uzak yaşamadığı bir
memlekette adalet yoktur ve plamaz. Çünkü devlet eliyle adalet her vatandaşa
lâyık ve müstahak olduğu muameleyi yapmak, hak ettiği mükâfatı- ve mü-cazatı vermektir. Bu ise vatancaşm hür, yani fiil ve
hareketlerinin bizgat sahibi ve mesulü olmasını icap eder. Hür olmayan bir
kimse kendi fiil ve hareketinin sahibi değildir lâzım gelen mükâfat müzacata lâyık olsun.»
'
«Demokrasi
şuna da inanır ki, mü-avat olmayan yerde adalet olmaz» (Bak: Başgil, Demokrasi
ve Adalet, Yeni İstiklâl, 25 Temmuz, 1&61, Say1: 32)
Şu
halde demokrasi ile adalet ve müsavatın sıkı bir bağıntısı vardır.
ADALETİN İKİ SEKLİ
Yine
Aristo’nun ikili tasnifini benimsiyerek adaleti iki şekilde mütalâa ener:
·
a)
Tâvizi adalet:
«Bir
cemiyette fertler, hususiyle şahıs sıf atiyle hareket fiden devletle fert
arasındaki münasebet ve mübadele-hayatında tatbiki lâz-m gelen muvazene
kaidesidir.» Meselâ bir alım satım muamelesinde malın bedeline mukabil bir ivaz
(para) veriliyor ve karşıhğ'nda mebi (eşya, mal) alınıyor. Bu, tâvizi
adalettir. Şu halde, ivazsız, bedelsiz,, başkasının
bri şeyini almak bir zulümdür,
·
b)
Tevziî Adalet:
ıBacpiTe
göre tevziî adalet:
«Devletle
fert arasındaki resmî münasebetlerde tatbikî gereken adalettir.»
Devlet,
herkesin kuvvet,, ehliyet v.e kabilivet’ne; yaptığ1
hiz ..metlere göre vatandaşı mükâfatlandırır, Her fert , cemiyette lâyık, olduğu,
jneykii ye. rütbeyi alır, kötü., fiillerden, ötürü de tecziye
görür.
Adaletin
gerçekleşmesinde mahkemeler, hukukun ve tevziî adaletin timsalidir. Kanunlar da
rehber vazifesini görmektedirler. Adaletin tatbikinde devlete de mühim bir
vazife düşmektedir.
«Devlet,
koyduğu kanunlarda her şeyden evvel adalet kaidesine riayet ve adalet hissini
tatbik etmekte mükelleftir.»
·
II.
Hakkaniyet (Equite)
Adalet
ve hakkaniyet, biribirine yabancı mefhumlar değildir. Başgil’e göre:
«Hakkaniyet,
insaf, merhamet ve şefkat histeriyle yumuşatılmış ve şiddeti hafifletilmiş bir
adalettir.»
Meselâ
çıkarılan bir göze karşılık suçlunun gözünü çıkarmak adalettir, fakat böyle
yapmayıp da onu hapsetmek, şefkat ve merhametin bir neticesi olarak
hakkaniyettir,
·
III.
AFİF (Pardon) ve Atıfet: (ıBonte).
«Affetmek
ve atıfette bulunmak iyiliklerin en yükseğidir. Afif ve atıfet, kötülüğe karşı
iyiliktir.»
«Bir
kaatili, yok ettiği cana mukabil, yok etmek adalettir. Fakat kaatilin cezasını
hapse çevirmek hakkaniyet; cezasını bağışlamak ise afif ve atıfettir. Atıfet
hoş görürlük şeklinde, bir milletin medenîliğini (göstermektedir.»
Üniversite Muhtariyeti ve Başgil
«Hür
Fikirleri Yayma Cemiyeti» 947 de kurularak insan hak ve hürriyetlerini savunan
bir teşekkül olmuştu. Bu cemiyetin iki yıl müddetle başkanlığını yapmış olan
Ali Fuat Baş-gil, memleketin kültürel bakımdan gelişmesi için hayli mücadeleler
yapmıştır. Bu fikir mücadelelerinden birisi de, tek parti zihniyetinin sonucu
olarak vesayet sistemine göre otoritenin pençeleri arasında bulunan
üniversiteleri hür ve muhtar birer ilim yuvası yapmak gayreti olarak görülüyor.
29 Nisan 1948 de «Hür Fikirleri Yayma Cemiyeti» nin idare heyeti Başgil’in baş
kanlığında toplanıp uzunca bir istişarede bulunduktan sonra üniversite
muhtariyeti hakkında cesurane bir beyanname yayınlamıştı, Başgil’in kaleminden
çıkan bu beyannamede:
Bir
zamanlar Maarif Vekâletinin pençesi altında bulunan üniversitelerin tam bir
İlmî istiklâle ve İdarî muhtariyete kavuşmasının arzu edildiği, tedris
hürriyetinin Türk üniversitelerinin başta gelen meselelerinden biri olduğu
belirtiliyordu. Be yannamede üniversitelerin önemi şöyle belirtilmekteydi:
«
— Şüphe yok ki, üniversiteler her şeyden evvel yüksek birer ilim, felsefe ve
sanat yuvasıdır. Fakat yine şüphe yok ki, bir üniversite sırf ilim yapan ve
ilmin sosyal ve moral neticeleriyle alâkalanmayan âlimler ve filozoflar
cemiyeti gibi bir müessese de değildir.
ÜNİVERSİTE HAYAT İÇİNDİR
«Bilâkis
bir üniversite muayyen bir devlet ülkesi üstünde ve muayyen bir icap ve
ihtiyaçlar karşısında bulunan, yani milleti ve memleketi olan bir müessesedir.
Ve her müessese gibi üniversiteler de hayat içindir. Hayât ise ferdî ve İçtimaî
iki veçhe arzettiğine göre, bir üniversitede gerek ferdî ve gerek
İçtimaî hayat için faydalı ve
semereli olmak mevkiindedir. Ve bu itibarla da üniversiteler, içinde
yaşadıkları cemiyetlerin terbiye müesseseleri arasında ve hattâ bu müesseseler
silsilesinin başında yer almak zorundadır.»
1
ÜNİVERSİTENİN FONKSİYONLARI
«Şu
halde üniversitelerin iki faydalı fonksiyonu ve gayesi vardır:
İlmî
fonksiyon ve gayesi, hakikati aramak ve hakikat yoluyla ilmi ilerletmektir.
«Terbiyevî
fonksiyon ve gayesi ise, içinde bulundukları, milliyetini taşıdıkları memlekete
ve bu vasıta ile insaniyete hiz met etmektir.»
TEDRİS HÜRRİYETİ
Üniversite
muhtariyetine dair beyannamede bundan sonra tedris hürriyeti ele alınmakta ve
şöyle denilmekteydi:
«Tekrar
edelim ki, bir üniversite, yüksek ilim ve marifet ocağıdır. Ve bu ocağın temeli
de her çeşit kuvvet ve otoriteye karşı istiklâl ve muhtariyettir.
MUHTARİYETİN İZAHI
Üniversitenin
muhtariyeti demek kürsüde ders veren, hocanın masuniyeti demektir. Bu masuniyet
ise İlmî terakki ve medeniyetin yegâne şartıdır. Binaenaleyh muhtar bir
üniversitenin hocaları kanaat ve içtihadlarını hiçbir korkuya ve endişeye
kapıhnaksızın tam bir serbestlikle söyliyebilmeli ve üniversite kürsüsünde bir
hoca, tıpkı meclis kürsüsündeki bir mebus gibi, mutlak bir masuniyeti haiz
olmalıdır.»
Hocaları
tehdit, fecî bir irticad-r.
«Millet
ve memleket için olduğu kadar ,insaniyet için de hayır
ve selâmet bu masuniyettedir. Bunun aksini iddia etmek ve İlmî kanaat ve
içtihadlarmdan dolayı hocaları tehdit altında bulundurmak medeniyet yolunda
fecî bir irticadır. Ve orta zamanların engizisyon devrine dönmektir.»
İLİM VE MEDENİYET
«İlim
ve medeniyet hür fikir ve iıçtihadların eseridir. Fikre ve içtihada çengel
takmak, selâmetlerini hakikatleri bağlamakla arayan tahakküm ve taassup
rejimlerine yakışır bir harekettir.»
(Beyannamede
bu sözlerin ve fikirlerin izahı yapılıp izafiyetin (realitivisme) modern ilme
hâkim olduğu, elde ettiği kanaati kürsüden söyleyen hocayı mesul tutmamak icap
ettiği hu susu belirtildikten sonra: «İçtihad ve kanaatler mücadelesinde
üniversite hocasının kürsüde bitaraf ve objektif olması her kuvvetli fikir
ve kanaati ayrı bir müsadekârlık ruhu ve zihniyetiyle tahlil, tedris etmenin
gerekli olduğu» belirtiliyordu.
TAASSUP BÜYÜK BİR NOKSANDIR
.
Beyanname
şöyle devam ediyordu:
«Buna
(müsaadekârlık ruh ve zihniyetine) İlmî zihniyet denir. Bunun zıddı olan
zihniyete de kürsü politikacılığı denir ki, taraf tutarlık ve taassup ise,
evvelâ, ilmi hakikatlere ulaşmağa mâni en büyük bir noksandır. Zira taassup
hakikatleri mutlak olarak muayyen bir fikre saplamak ve diğerlerini
çiğnemektir. Halbuki hakikî ilim «şek - şüphe» den
hareket eder.
İlimde
taassup sırf bir cehalet ve dalâlet eseridir. Saniyen taassup, hocalığın yüksek
şanı ve hocanın terbi-yevî vazife ve fonksiyonu ile telifi kabil değildir. Zira
sağlam bir terbiyenin esası fikir ve kanaatlere karşı müsavi bir
mü-saadekârlık ve hürmet gösterme asâletidir. Taassup ise bu asaletin
zıddı olan redaettir.»
ÜNİVERSİTENİN. TERBİYE FONKSİYONU
«Üniversitelerin
İlmî faaliyet ve . gayelerinin yanı ha-şmda ve ayrı
bir ehemmiyet taşımak üzere.,bir de terbiye rolleri
bulunduğunu, söyledik. Filhakika,-Üniyerşiteler birer millî
.müessesedir ve bu sıfatla beyni .mesabesinde bulunduklarım illete karşı
ifâsını borçlu .oldukları mühim vazifeler vardır. Bunlardan biri ve şüphesiz
başta geleni, cemiyet hürmetlerinin beklediği insan unsurunu yetiştirmektir.
Eğer üniversiteler sadece ilmî araştırma ve tecrübe yapan birer lâboratuvar
olsaydı, bu ikinci vazifeden kendilerini kurtarırlardı..»
Bu
objektif izahlardan sonra tedris ve terbiye hürriyetinin hudut ve ölçüsünün ne
olduğu üzerinde durulmakta ve:
«
Önce şunu kaydedelim ki, bu hudut ve bu ölçü üniversite hocalarına dışardan,
meselâ hükümet ve kanun vazıı eliyle tâyin ve tatbik edilemez. İlmî zekâ ve
tefekkür hükümet emriyle veya kanun yasağiyle kayıt altına alınamaz ve bir mem
lekette ilmin terakki ve inkişafı için en büyük tehlike de bu-dur; yani ilim ve
terbiye işlerini emir veya kanun ile tanzime kalkışmak, zekâ ve tefekkürü
zincire vurmaktır....
«O
halde bu hudut ve Ölçü ne
olsa gerektir.»
«
— Bizce üniversite kürsülerinde ders veren hocanın terbiye ve irşad hürriyeti,
evvelâ, sübjektif; saniyen de objektif iki nevi hududa tâbidir:
1
— Sübjektif yahut ideal hudut, tâbirin de anlattığı gibi hocanın bizzat kendi
içindedir ve kendini kontrol edebilme iktidarı ve ölçülü konuşma olgunluğudur.
«Üniversite
hocası demek, derin bir vazife şuuru, İlmî yetişkinlik meslekî olgunluk
meziyetleriyle bezenmiş kimse demektir
«Şu
halde tedris hürriyeti bahsinde, her şeyden evvel üniversitede kürsü işgal
edecek kimselerde itidal ve muvazene fazileti, nefis murakabesi iktidarı, vazife
şuuru ve meslekî olgunluk teminatı aramak lâzım gelir..»
2—
Objektif hudut:
«Tedris
hürriyetinin objektif hududuna gelince, bu da zan-, nediyoruz ki iki şekilde
tecelli eder:
Objektif
hududun bir şekli kanundur ki, mesnet ve hikmetini âmme nizamı fikrinde bulur.
Her hürriyetin olduğu gibi, tedris hürriyetinin de ilk ve objektif hududu,
şüphe yok ki âmme nizamıdır. Bu nizamı, ise kanun tayin eder ve korur..»
MEMLEKET MENFAAT VE REALİTELERİ
«Objektif
hududun diğer diğer bir şekli de memleket, menfaati ve. realiteleridir.
Bugün hemen hepimizin birleştiği ve aklı selim ile
sezdiği bir takım umumî ve millî menfaat ve realitelerimiz de vardır ve biz
üniversite hocalarının bu menfaat ve realiteleri herkesten evvel sezmesi ve
daha iyi görmesi icap eder. «Üniversite madem ki
muhtardır, kendi kürsülerinin İlmî, meslekî disiplinini bizzat kendi
organlariyle temin etmek hem hakkıdır, hem de vazifesi.» (Vatan, 30.4.1948)
ÜNİVERSİTE VE POLİTİKA
Başgil
1951 - 952 yıllarında yazdığı İlmî ve hukukî yazıla-riyle fikir hayatında
fırtınalar koparmıştı. O günlerde ona çevrilen ağızlar «siyaset yapıyor»
teranelerini tutturuyorlardı. Başgil üniversite hayatiyle siyaset hayatını
ayırıcı prensipleri vaz ederek hakkın daki ithamları şöyle cevaplandırıyordu:
«Politikanın
üniversiteye girmemesi lâzımdır. Tabiî ahlâksızlığı gerilik, yalancılığı
idarecilik, nankörlüğü açıkgözlük, doğruluk ve fazileti enayilik sayan
politikacılıktan bahsediyorum.
«Siyasiliğin
ölçüsünü bulmak da zordur. Meselâ ben Kore kararını tasvip ettiğim zaman
bugünkü hükümet (eski D. P. hükümeti) tarafından takdirle karşılanmıştım.
Millet Partisinin kapatılmasını tenkid ettiğim zaman aynı muhitlerde kötü bir
politikacı hoca oldum.
«Üniversite
muhtariyetini asıl zedeleyen muhtariyet kalesine sığman bazı partili hocalar bu
avantajlı vaziyetten faydalanarak kendi partilerine ayrıca bir kuvvet ve destek
kazandırmışlardır. Bir ayağı muhtar üniversite kürsüsünde, bir ayağı da parti
kürsüsünde olan bir hoca asla fikir ve kanaat istiklâline sahip olamaz. Ve
böyle bir hocanın ilmi de partizanlık çerçevesini aşamaz.»
(Bak: Yeni Sabah 23 Temmuz 1953, Sfh; 1-7).
Üniversiteler
kanununun değiştirilmesi min o zamanki hükümet ricali tarafından hazırlanan
kanun teklifi için Başgil şöyle diyordu:
«Hükümet
teklifindeki ikinci vaziyete gelince bu fiilî particilik ve faal politikacılık
dışında kalan hocaların vaziyetidir. Demokrat iktidar adamları istiyor ki: Bu
kabil hocalar da konuşmasın ve yazmasın. Siyasî fikir ve kanaatlannı yutsun ve
sussun. Şu halde hükümet teklifi üniversite hocalarını yalnız particilikten ve
faal politikacılıktan uzaklaştırmakla kalmıyo ayni zamanda memleketin en yüksek
kültür sahibi adamlarını susmağa da mahkûm ediyor ve 'onlara «siz vukuatı
yalnız uzaktan seyredebilirsiniz.» demek istiyor. Gerçi kim ne bulursa dilinden
bulur, ve. gerçi:
İhtilâf
atiyle uğraşmakta delirin zevk yoktur,
Zevk
anın mirsad-ı ibretten temâşasındadır.
«Fakat
bu suretle susmağa mahkûmiyeti, Türkiyede yirminci asrın ortasında demokrat
iktidar eliyle hortlama istidadı gösteren en ağır bir «encisodoriale» bir ceza
addederim.
«Bir
üniversite hecasının, hususiyle bir esasiye bir âmme, bir idare profesörünün
fikir ve kanâatlerini siyâsî mahiyette pî-sa dahi sözle ve yazı ile neşretmesi
politika yapihâk değildir.
«Politika,
hedefi, sırf iktidara geçmek için olan bir hareket ve gidiştir. Bugünkü
teşkilâtlı demokrasilerde iktidara geçme isteğinin delili, bir partiye mensup
olmaktır. Muayyen bir partiye mensup olmayan ve muayyen bir parti yararına
konuşmayan bir hoca hakkında «politika yapıyor» denilemez.»
Sonra
şu da var ki, bu meselede siyasîliğin ölçüsünü bulmak ve filân fikir ve kanaat
siyasîdir, binaenaleyh üniversite hocasına memnudur demek çok güçtür. Bu
hususta elde objektif bir miyar (ölçü) yoktur.»
Bu
beyanat, üniversiteyle siyaset arasındaki bağlantıyı çok iyi belirtmesi
bakımından önemlidir. Başgilin bu beyanatı sekiz yıl stora referandumla kabul
edilen İkinci Cumhuriyet Anayasasında gerçek değerini kazanmış bulunuyor.
Nitekim 120 nci maddenin beşinci fıkrasında:
«Siyasî
partilere üye olma yasağı, Üniversite öğretim üyeler ve yardımcıları hakkında
uygulanamaz. Ancak bunlar par-
tilerin
genel merkezleri dışında yönetim görevi alamazlar.»
demek suretiyle üniversite hocalarının fiilî politikaya iştirak edebilmelerine
müsaade edilmiş bulunmaktadır. Böylece önceleri fikri politika ile uğraşabilen
üniversite öğretim üyeleri ve yardımcıları bu hüküm muvacehesinde fiilî
politikayla uğraşmağa da
hak kazanmış oluyorlar.
Bahsimizin
başında naklettiğimiz gibi, Yeni Sabah Gazetesi muhabiriyle yapılan bu
mülakatta, muhabir Başgil’e:
·
<
— Hükümet teklifinde asıl sizin hedef tutulduğunuz söyleniyor. Bu hususta ne
dersiniz?» sorusuna Başgil:
·
<
— Bu hususta söyliyeceğim bir şey var, o da şudur:
«Bedbaht ona derler ki elinde cühelanın
«Kahrolmak
için kesb-ü kemâl-ü hüner eyler.» diye
cevap vermiştir.
Görüyoruz
ki, Prof. Başgil üniversite ve politika meselelerinde yıllarca önce
hassasiyetle durmuş ve fikirleri bugün mes’-ut 'bir kabule mazhar olmuş
bulunmaktadır.
TALEBE
YURTLARI MESELESİ
Kurucu
Meclisten güzel bir kanun çıktı. Trükiyede yüksek tahsil yapma imkânlarını
kolaylaştıran bu kanun, uzun yıllar arzulanan bir fikrin mahsulüdür. 7 Birinci
kanun 1944 yılında Cumhuriyet gazetesinde «Talebe Yurdu Meselesi» başlığını
taşıyan bir yazıda, Başgil’in fikirlerinin bugün kanun vaziının iradesinde tecelli
etmiş olduğunu görüyoruz. O zamanlar Başgil diyordu ki:
«Bilelim
ki bir memleketin siyasî ve Sosyal nizamı, o memleket binasının çatısı ise,
talebe, tahsil, mektep de temelidir. Temelsiz bir bina üstünde duran mükellef
bir çatı, beyinsiz kafayı örten lüks bir şapkaya benzer.»
Memleket
gençliğinin normal şartlar içinde yüksek tahsilini yapabilmesi için sadece
üniversitelerin mevcudiyeti şart ve
kâfi değil. Ayni zamanda
talebenin derslerine çalışabilmesi de, iyi meskenlerde (yurdlardâ)
barınabilmesi de lâzım. Pröf. Başgil, müşfik bir hoca olarak talebelerin ilk
ihtiyacı olan yurd meselesinin halli için 1944 yılında yapıcı fikirler
serdetmişti. O istiyordu ki, «Türkiyenin büyük fikir ordusunun karargâhı
claca_c» muazzam talebe yurdları inşa edilsin. Bunun için de şu noktalar
üzerinde duruyordu:
«Talebe
yurdu, bugün sağda, solda görülen derme - çatma şeyler değil, tam mânasiyle
talebe evleri ve bu evlerden müteşekkil bir Üniversite ve yüksek mektepler
gençliği mahallesidir. Talebe evleri ileride Üniversite merkezi binasının inşa
edilecği bir saha üzrinde ve bu sahayı çerçevelemek üzere • yüzer, iki yüzer
kişilik geniş modem ve sıhhî pavyonlar şeklinde olacak ve her pavyon dahilen teker, çifter, üçer talebelik odalara bölünecektir.
Odalar, talebenin hâline göre tam veya yarım ücretle kiralanacak ve çek fakir
olanlarına meccanin verilecektin
«Sahanın
bir tarafına inşa edilecek umumi bir üniversite kütüphanesinden başka, her evde
oturan talebenin meslekî ihtiyacını karşılamak üzere birer kütüphane, birer müşterek
o-kuma salonları ile umumî spor sahası, umumî konferans ve top lantı salonu ve
temaşa (seyir) sahnesi bulunacak, hattâ burada, hocalardan doçent ve
asistanlardan isteyenlere mahsus ev ve apartman da yapılacaktır.»
Bütün
bu tasavvurların gerçekleşmesi için devlet yardımı olmadan bazı teşekküllerin
bu işe el uzatmasını istiyordu. Bunlar:
-
·
1) EVKAFIN YARDIM BORCU
Evkaf
idaresi, İstanbuldaki tarihî kıymeti haiz olmayan, yıkık medrese
,imarethane, harap han, hamam ve virâne arsaları paraya tahvil etmek ve
bunların vakıf gelirlerini toplayıp üniversitelerimize vermek suretiyle borcunu
ödemelidir. Bu sayede evkaf idaresi hem üniversite mahallesinin kurulmasına ve
yaşamasına en kıymetli bir hisse katmış, hem de vakıf sahiplerinin ruhlarını şâd
etmiş olur.»
2'i İSTANBUL BELEDİYESİNİN YARDIM BORCU
«Üniversite
gibi bir ilim ve kültür ocağına İstanbul Belediyesinin yardımda bulunması onun
için bir huzur ve şeref kay nağı olacaktır.»
·
3) ÜNİVERSİTENİN YARDIM HİSSESİ
Talebelerden
alman harç, kayıd ve imtihan ücretlerinin ma liyeye değil de üniversite
yurdları inşasına tahsisini münasip görüyordu.
·
4) PARTİNİN (PARTİLERİN) YARDIM
HİSSESİ:
O
zamanlar iktidarda bulunan CHP. İstanbul İdare heyetinin yaptırdığı ve sonradan
yıkılan Merkez Talebe Yurdunu misâl vererek:
«Üniversite
gençleri, İstanbul halkına Eminönü ve Kadıköy Halkevleri gibi güzel ve faydalı
eserler hediye eden partiden, talebe evleri işinde de teşebbüsü ele almasını
beklemekte haklıdır» diyordu. Ama o devrin totaliter iktidarı, her .şeyi parti zaviyesinden görmüş ve Halkevlerini halkın
değil de partinin peyki, içtima ocağı haline getirmişti. Halen o zihniyeti
hortlatmak isteyenler de vardır.
Çek
partili nizamda artık bütün siyasî partilerin üniversite talebe yurdlarmm
yapılmasında yardımlarını beklemekteyiz.
·
5) VİLÂYETLERİN YARDIMI:
Üniversitelerde,
kalabalıkça talebesi olan vilâyetlerin bir-leşerek, talebe evleri, yurdları
yapmalarını arzu eden Başgil’in bu isteği kısmen tahakkuk etmiştir.
·
6) TEBERRU YARDIMLARI:
«Hayır yapmak ve adını, şanını edebileştirmek arzusunda olan
vatandaşları» bağışta bulunmağa davet eden Başgil’in bu dâvetine 17 yıl içinde
yalnız Vehbi Koç gibi bir hayırsever icabet etmiştir. Diğer ünlü iş adamlarının
da Koç gibi olmalarını temenni ederiz.
Yukarıdaki
isabetli haller, bugün de tazeliğini muhafaza ediyor ve türlü zorluklar içinde
büyük şehirlere gelen Anadolu gençlerinin rahat bir yüksek tahsil hayatına
kavuşmaları için anahtar vazifesi görüyor.
Te’lif Eserler Münakaşası
Başgil’in
fırtına koparan fikirlerinden birisi de telif eserler konusundadır. Bir yıl
önce Yeni Sabah’da yayınladığı bir makalesinde:
«Herhangi
bir sahada yarının ilim tarihine intikal edecek bana kaç eser
gösterebilirsiniz?
«Ben
kendi sahamı olan hukuk, siyasî ve idari ilimler sahasında, kaç değil, bir tek
eser yoktur diyorum. Siz vardır derseniz, gösteriniz.»
(Y. S. 23.7.960) diyordu.
Bu
sözler önce akşam gazetelerinden Son Saat tarafından ele alınıp, büyük
manşetler ve uzun uzun beyanatlarla takdim edilmeğe başlanmış, sonra gerçekleri
örtmekte mahir olan bir sabah gazetesinde bir ankete mevzu olmuştu. Ankette
deniyordu ki:
Başgil,
öğretim üyelerinin eserlerinin garp müelliflerin den ustalıkla çalınmış birer
kopya eser olduğunu söylüyor, siz ne dersiniz?» (Bak,
Cumhuriyet Gz. 5.8.1960 ve müteakip sayaları.)
Üniversitenin
muhtelif fakültelerinin öğretim üyelerine yöneltilen bu soru hayli tepkiler
yaratmıştı. Birçok akademik kar-yer üyesi Başgil’in ileri sürdüğü iddiayı
yersiz buluyor ve öfkeli bir lisanla cevaplar veriyorlardı. Bazılarında hakikat
payı yok değildi, ama hiç birisi yıllarca önce merhum Dr. Adnan A-dıvar
tarafından yazılan bir makalede ayni meselenin ortaya atılmış olduğunu ya hatırlamıyor, veya söz konusu yapmak istemiyordu.
ADNAN ADIVAR NE DEMİŞTİ?
Adnan
Adıvar, «İlim ve Dil» başlığını taşıyan bir makalesinde şöyle diyordu:
«Tıp
talebesi iken elimizde dolaşan Türkçe kitapları, zaman zaman hatırlarım.
Bunların içinde minnetle anabileceğim kitapların sayısı ikiyi pek geçmez. Bu
eserlerin ilmi kıymetlerini, hattâ zamanları ölçüsü ile bile ölçmek, hiç bir
bakımdan faydalı değildir. Hemen hepsi müelliflerin mukaddimelerde itiraf
ettikleri gibi Fransız ve nâdiren Almanca bir eserden nakledilmiş oldukları
için Türk ilim tarihi bakımından, ancak o vakitler frenk müelliflerin
memleketimizde makbul olduğunu göstermekten başka bir ehemmiyet arzetmezler.» (Bak: Vatan, 14. Haziran 946.)
Adıvar’ın
yıllarca önce serdettiği bu fikirlerle Başgil’in ileri sürdüğü fikirler
arasında pek mübayenet göze çarpmıyor. Ancak ne var ki, Adıvar daha da ileri
gitmiş, kitaplar m ve «hemen hepsinin... Fransızca ve
Almanca bir eserden nakledilmiş oldukları» nı iddia
ettiği halde o zaman bu iddia karşısında kim se sesini çıkarmamıştı. Ayni
iddiayı Başgil ortaya atınca Onu tezyif etmek için açılan bczguncu neşriyat
sayesinde Başfiil’e muarız olanları daha iyi tanımak mümkün oluyordu.
Haddizatında iddia pek sert bir karakter taşımaktaydı ve bizzat Başgil dahi
gelecek nesillere intikal edecek «Din ve Lâiklik» adını taşıyan güzel bir te’lif
eserin müellifi idi, ama onun asıl hedef tuttuğu, garplı müelliflerin
eserlerini Türkçeye çevirip, biraz farklı bir üslûpla talebelerine sunanlar
hakkındaydı. İddiayı e-ser ismi vererek çürüten bir tek öğretim üyesinin
çıkmamış olması da hayli düşündürücüdür.
Hükmü,
tarihe bırakıyoruk.
LİSAN YOK Kİ İLİM OLSUN
Türkiyede
öteden beri bir tarafta millî ve. yaşayan dili konuşup
yazan büyük bir aydın kitlesi, diğer tarafta, uydurma kelimelerle dilimizi kuş.
diline çevirmek isteyen «aşırı öz Türk çeciler» grupu
diyebileceğimiz sınırlı azınlık kitlesi çarpışmalı. - tartışmalı .bir mücadele
yapmışlardır.. Millî dilimizi tahrif etmek isteyen
aşırı Öztürkçecilerle yıllardan, beri çetin bir mücadele yapan Başgil, ilmin
ifade vasıtası olan lisanın birbirine düşman iki zümre meydana getirdiğini
belirttikten sonra:
«Türkiyede
bugün kararını bulmuş bir lisan var mıdır ki, ilim olsun?» diyordu. (Bak,
Başgil, Y. Sabah, 26.7.1960).
Bu
sert iddia karşısında fikir hayatımızda yeni bir çarpışma başlamış, Cumhuriyet
gazetesi, açtığı ankete bu meseleyi de dahil ederek
Üniversite öğretim üyelerini tahrik edip beyanatlar alıp sütun sütun
yayınlamağa başlamıştı. Hâdisenin esası, malûm; gazetenin, menfur maksatlarının
tahakkuku için Başgil’e sataşmaktan öteye gitmiyordu. Zira aynı gazetenin
yazarlarından merhum Dr. Adnan Ad'var, 15 Haziran 1946 talihli Vatan
Gazetesinde yayınladığı «tüm ve Din» adlı yazıda 14 yıl önce şöyle demişti:
«Nasıl .ki Fransız dilinde ders veren her hoca aynı zamanda
Fransız dili hocası ise, Türk dilinde ders veren her hoca biraz da Türkçe
hocası olmak demektir.
«Dil
ve kültür, şapka ve boyun bağı gibi keyif ve hevese tâbi olarak modası geçen
mutalardan olmadığı gibi, orduların yeneceği kuvvetlerden de değildir.» Bu
sözleriyle merhum A-dıvar dilde yapılan zorlamaları tasvip elmiyordu ve Prof.
Baş-gil’in fikirlerine yıllarca önce tercüman olmuş bulunuyordu. A-ğır bash
olarak tanınan Cumhuriyet Gazetesi böyle asılsız polemiklere
girmemeliydi.
- MEMLEKETÇİLİK VE GARPÇILIK
Anadolunun
acı realitelerini iyice kavramış olan Başgil, memleketimizin maneviyat, ahlâk
ve kültür bakımından yükselmesini memleketçi ve milliyetçi zihniyette buluyor.
Türkiye-nin yıllarca süren uğraşma ve didişmelere rağmen halledilmeyen
dâvalarını bırakıp gözünü yabancı ülkelerdeki milletlerin konforlu hayatına
çeviren ve millet gerçeklerine sırtını dönen garp hayranlarından zaman zaman
şikâyetçi bir lisanla bahsetmekteydi.
Ona
göre memleketçi tâbirinden şunu anlamak lâzımdır;
«Mü’minler,
idealist muhafazakârlar, ve milliyetçiler.» Bu
mefhumları daha önce tetkik etmiştik, izahını yapmıyoruz. Gelelim. garpçı tâbirinin ihata ettiği anlama:
Garpçılardan
maksat, münkirler, maddeci politikacılar, fırsatçı ve menfaatçiler anlaşılır» diyordu. Bu tavsif belki biraz sert karakterdeydi. Prof.
Sadi Irmak «Yeni Sabah» da yayınladığı iki makalede indî ve şahsî görüşlerini
ortaya koydu; gerçek namına özlediğimiz hususları izah edemedi. Sadi Irmak
Beyin yazısından sonra ayni mevzuda kısaca temas eden Başgil, memleketçilikle
garpçılığı, te’lif etmiş ve garp medeniyetini bir bütün olarak kabul ederek,
garbı ya bütünüyle almak, yahut da hiç almamak
gerektiğine işaret etmişti. «Yeni Sabah, 4 Tem. 1960)
Bu
mevzuda Başgil, garbın biri esans, öteki de küsbe sayılabilecek iki varlığı
bulunduğunu söyledikten sonra birinci gru bun unsurlarını şöyle açıklıyordu:
«Garp
medeniyetinin ilim, san’at, metod, teknik, yüksek ahlâk şuuru (karakter
terbiyesi), an’anevî temizlikten ibaret o-lan esansını bir mü’minin bir
idealist muhafazakârın ve bir milliyetçinin sevmemesine ve benimsememesine
imkân yoktur. Gü neşten kaçmak ölüme gitmektir.»
«Bunun
aksine olarak bir mü’minin, bir idealist muhafazakârın hülâsa bir memleketçinin
garptaki «curûfu» yani: «Münkirliği, maddeciliği, menfaatçiliği,
(existantialisme) yani boşverciliği sevmesine ve benimsemesine imkân yoktur.»
Bu
suretle, garpçılık ve memleketçiliğin çarpıştığı noktaları keskin hatlariyle
gösteriyor ve bu noktaları birikirinden iyice ayırıyordu.
Şunu
da ilâve edelim ki, Birinci Cumhuriyetin mânevi temellerine harç koyan
mütefekkirlerden merhum Ziya Gökalp’ın «asrîleşmek» diye tavsif ettiği
garpçılık konusunda en güzel e-seri Edebiyat Fakültesi Pedagoji Profesörü
Mümtaz Turhan Bey (Garplılaşmanın Neresindeyiz?) adını taşıyan değerli eseriyle
vermiş bulunmaktadır. Garplılaşma mevzuundaki tarihî ve sos yolojik görüşlerin
tenkidini ise Prof. Dr. Tarık Zafer Tuna'-mn (Türkiyede Batılılaşma
Hareketleri) adını taşıyan etüdünden okumak mümkündür.
ANAYASA PRENSİPLERİ
İstanbul
Teknik Üniversitesine mensup gençler hukukî bilgilerini de arttırmak için Ali
Fuat Başgilden «Anayasa Prensipleri» mevzuunda bir konferans rica etmişlerdi.
Başgil 12 Mayıs 1948 günü Teknik Üniversite kon ferans salonunda yüzlerce genç
üniversiteli huzurunda Anayasanın hedeflerini göstermek suretiyle konuşmasına
başlıyor ve iki nokta üzerinde duruyordu:
·
1)
Devleti organlaştırmak,
·
2)
Organlaşan devlet karşısında vatandaşların hak ve salâhiyetlerinin hududunu
tâyin etmek,
Bundan
sonra Anayasanın umumî prensiplerini şu noktalarda topluyordu:
·
1—
Millî hâkimiyet prensibi.
·
2
— Millî hâkimiyetin BMM. de temsili prensibi,
-
3 — Vatandaşların hak ve hürriyetlerini temin prensibi,
4—
Cumhuriyet prensibi, (Bu prensipleri derslerinde genişçe anlatmıştır.)
1924
Anayasasının ikinci maddesinde CHP. sinin
prensiplerine yer verilmesiyle «Anayasanın çehresi değişmiştir» diyen Başgil:
«
— Anayasamız için tamamiyle liberaldir veya tamamiyle devletçidir, demeğe imkân
yoktur. „ diyordu. Bu arada Türkiye Cumhuriyetini «Temsilî, millî hâkimiyet
esasına müstenid Cum hurî bir devlettir» diye tavsif ettikten sonra Cumhuriyeti
de Montesquieu’nürı tarifine uyarak: «İçtimaî fazilete dayanan bir rejimdir»
diye tarif ediyordu. (Bak: Vatan, 13.54948)
Başgil’in
Milliyetçiler Demeği adma verdiği birçok. konferanslar vardır..Metinlerini
pide edemediğimiz için neşredemedik. .96
DEMOKRASİDE PARTİLER
1948
yılının 26 Mayıs günü Eminönü Halkevinde «Demokraside Partiler» mevzuunda bir
konferans vereceği önceden ilân edilmiş olan Başgil’den, bu konferansın (siyasî
mahiyette olup olmadığının tetkiki için) konferansın tam, metni idari
makamlarca istenmişti. İBu teklifi haklı olarak reddeden Başgil:
«
— Halkevi Başkanı hangi konferans siyasidir, hangisi İh midir, nasıl ayıracak
bilmiyorum? Fakat (Demokraside Partiler) mevzuunun ilmi olduğunu anlamak için
metni görmeğe ihtiyaç olmasa gerekir. Yapılan hareket şahsıma karşı değil, biri
partiye müteveccih olsa gerektir.» diyordu ve o<
zamanlar muhalefet saflarında bulunan hâlen münfesih olan bir siyasî partiye
karşı Cumhuriyet Halk Partisi erkânının takındığı soğuk tavra işaret ediyordu.
>
Böylece
dar bir görüşe ve mutaassıp bir zihniyete sahip o-lan
zamamn Halkevi başkanının mümanaatı yüzlünden konferansın verilmesi mümkün
olmamıştı. Çünkü o devrin iktidarı ilim adamlarının konuşmasını toleransla
karşılayacak kadar siyasî olgunluğa erişememişti. O zamanın Halkevi Başkanı
1949 yılında da milliyetçi bir talebe teşekkülünün Eminönü Halkevi salonunda
yapmak istediği (Komünizmi Tel’in Toplantısı) na bazı küçük endişe ve
vehimlerin şevkiyle izin vermemiş bulunuyordu. Bunlar hiç de hoş
karşılanmayacak acı vakıalardır. (Bakınız: Vatan., 27
Mayısı 1948, sah: 3, sütun: 8)
Aslında
Anayasa hukuku, devletin siyasî hukuku sayılırdı ve bu mevzuda bir prbfesörün
serbestçe konuşmasına izin verilmeliydi.
Başgile göre Devlet
Siyasî
bir organizasyon olan devleti Başgil şöyle tarif ediyor:
1)
«Devlet muayyen (bir ülke üzerinde ve hükümetle temsil o-lunan, üstün ve
merkezî bir otoritenin hükmü ve gözcülüğü altında muayyen hukukî ve otonom bir
nizama bağlı olarak yaşayan insanlardan mürekkep siyasî ve en geniş birliktir.»
Başgil’e
göre âmme hukukunun hareket noktası devlettir. Devletin menşeini ailede gören
ve devleti muayyen bir hukukî nizama bağlı olan insanlardan mürekkep «siyasî
bir birlik» olarak vasıflandıran Başgil, devlet birliğinin hususiyetlerini şu
nök talarda toplar:
«Devlet
insan birliklerinin en genişidir. Dikkat 'edersek, bir devlet, meselâ bir
temerküz kampı gibi, teker teker ferdlerden teşekkül etmiyor. İnsanlar devlet
muhiti içinde bir atom gibi yaşamıyor. Bilâkis devlet, birbirine bağlanan hattâ
birbirini içi ne alan ve âdeta soğan zarları gibi birbirini kuşatan irili,
ufaklı bir takım biyolojik, sosyolojik ve coğrafî birliklerden terekküp ediyor.» diyerek, insanların çevresi itibariyle önce aile, köy,
mahalle, nahiye, kaza, vilâyet grupmanları teşkil ettiğini, saniyen san’at ve
meslekleri, dinî, felsefî ve siyasî kanaat ve temayülleri itibariyle bu
insanların muhtelif gaye gruplarma men sup olduklarını belirttikten sonra:
«Devlet
ise bütün bu hususî ve mahallî çevre ve gaye grup-manlarını kucaklayıp
birbirine siyasî bir surette perçinleyen ayni bir bayrak ve bir sevk ve idare
merkezine bağlamak suretiyle kaynaştıran, sosyal taaddüt ve tezat içinde siyasî
bir ' vahdet - vifak yaratan inikler manzumesidir.» der.
| 2) «Devlet, merkezî bir sevk ve idare teşkilâtına bağlı olarak yaşayan insanlardan mürekkep bir siyasî birliktir. Millet madde ve öz, devlet ise bir formüldür. Devlet hâline gelmemiş bir millet sadece psiko-sosyolojik bağlarla birbirine bağlı insanlardan mürekkep bir camiadır.»
·
3)
Devlet, mdmleketi olan ve hududu belli bir ülke üzerinde yaşayan bir insan
birliğidir. Ülke bir sosyal nizam çevresidir. Bu nizamın prensibi hukukîdir,
yani, doğruluk ve hâkimiyet duygusunun maddî bir cebir müeyyidesine ve bir
icbar sistemine dayanmasıdır.»
·
4)
«Devlet birliğinde maddî cebre dayanan ve ülke sınır-lariyle sıralanan umumî
bir nizam vardır.
·
5)
«Devlet birliği hükümetle temsil olunup hâkimiyet tâbiriyle ifade edilen
merkezî ve üstün bir kuvvet ve otoritenin hükmü, gözcülüğü altındadır.M
Devlet
birliğindeki nizam, sosyal ifadesini otoritede bulmaktadır. Başgil’e göre: «Birlik, nizam fikrini, nizam da otorite fikrini istilzam
eder. «Fakat bu otorite mahallî ve mahdud otoriteleri
aşarak bir üstünlük arzetmektedir. Deyi et birliğinin bu üstünlüğünü ise
«hâkimiyet kelimesiyle ifade edebiliriz.» diyor ve bunu üstün, merkezi ve umumî
bir otorite ile bağdaştırıyor.
Böylece
mütefekkirin devlet hakkmdaki fikirlerini 'özetlemiş oluyoruz.
DÜNYA
BARIŞ NİZAMI NASIL SAĞLANABİLİR?
İkinci
Dünya Harbi 1945 yılı baharında sona erdikten sonra dünya milletleri sulh ve
sükûn içinde yaşamanın yollarını a-ramağa başlamışlardı. Daha önceki yıllarda
kurulmuş olan Milletler Cemiyeti dünya sulh nizamını koruyamamış, harbin ö-nüne
geçememişti. Nasıl geçebilsin ki dünyada mutlak bir sulh, ebedî bir sükûn
sağlamak için dünya milletleri anlaşamamıştı.
O
tarihlerde Başgil bir hakikate temas .ediyordu:
«Ebedî
sulbün hüküm sürdüğü iki âlem, vardır: Biri mezarlıktaki ölüler âlemi; , diğeri
de göklerdeki melekler âlemidir. Zira mezarlıkta hayat yok, meleklerde ise
dinlerin, haber verdi-
Kenan
öner gibi milliyetçi ve mukaddesatçı şahsiyetler varaı. Fakat müteşebbisler
arasmidia Zekeriya Serte! ve C. Baykut gibi sapık
ideolojilere sahip kişiler sızmışlardı. Bu vakıa, o zaman Hukuk Fakültesinde
bulunan hâlen de avukatlık yapmakta olan milliyetçi bir genç tarafından cemiyet
mensuplarının yüzüne karşı söylenmiş, bundan sonra merhum Çakmak 19.10. 1946
günü gazetelere şu beyanatı vermişti:
«Aşırı
solculukla malûl kimselerin kanaatleri bir nevi 'kızıl faşistliktir. Bence tek
şef sistemine dayanan aşırı solculuk da insanlık ve kanun haricidir
’
«Hayır işine ideoloji dâvaları karışırsa elbette böyle
bir cemiyette yerim olmaz. Fikren milliyetçi olduğumu tekrar etmeğe lüzum
yoktur. Ve herkes beni bilir ki sol temayüllerin muhalifiyim.»
diyordu. Kenan Öner de beyanatında:
«’Bazı
kimseler Mareşalin evine gitmişler ve böyle bir cemiyetin tesisi için kendisini
teşvik etmişlerdir.» diyor ve bilhassa bu teşviki solcu olarak tanınan
-Zekeriya Sertel’m yapmış olduğunu açıklıyordu. /
Cami
Baykut ile Z. Sertel’m, temiz nâsiyeli insanlar yanında giriştikleri bu
teşebbüs uyanık milliyetçi gençlerin gözünden kaçmamıştı.
BAŞGİL’İN
MÜHİM BEYANATI
«insan
Haklarını Koruma Cemiyeti» nin kurucuları arasına bir kısım solcuların ve bazı
partizanların sızması ve cemiyetin temiz gayesinin lekelenmeğe çalışılması
üzerine Prof. (Başgil Vatan gazetesine mühim bir
beyanat vermişti. 21.10.1946 günkü Vatanda yayınlanan bu beyanatta Başgil özet
olarak diyordu ki;
«Ne
Ankara’daki ne de İstanbul’daki teşebbüsle alâkadarım.
| «Kendi cevvim, kendi a’fakımda
kendim tâirim.»
·
I Ankara’daki Cemiyetin C. Halk Partisi
hükümeti emriyle I kurulmuş bir siyasî ve resmî teşekkül olduğunu belirten Başgil:
(«Benim
bu işte çözemediğim bir düğüm var: İnsan hak ve I hürriyetlerini korumak gayesi
uğrunda çalışmak üzere Ankara'da kurulduğu iddia, edilen bu resmî cemiyet, kimi
kimden şikâyet edip, müdafaa edecektir?
.«—
Doğrusu yalnız ahlâk buhranı içinde değiliz, ayni zamanda ve daha mühim olarak
mantık ve aklî selim buhranı .geçiriyoruz.» (diyerek
sert tenkidlerde bulunduktan sonra şu enteresan teşbihi yapıyordu:
..-«Doğrusunu
isterseniz insan hak ve hürriyetlerini korumak gayesiyle Ankara’da da resmî bir
cemiyet kurulduğunu haber aldığım zaman - teşbihte hatâ olmaz derler - tıpkı,
sevgilisini bir Donjuanm kolları arasında görüp de şaşkına dönen 'bir nişanlı
vaziyetine düştüm. Gerçi elmas ağyar eline düşse de yine elmastır, deyip
cananını affetmek de var ama zannediyorum ki bundan sonra ve ihdas edilen bu
vaziyet karşısında benim için yapılacak bir şey kaldı; o da:
«Başına
çalsın felek âineyi tskenderi.»
deyip
oturmaktır. (Bak: Vatan, 21.10.1946).
Bu
sert beyanat, Ankaradâıki grubun önderlerinden Prbf. Nihat Erim’in asabına çok
dokunmuş olacak ki 23 Ekim 1946 günü bir İstanbul gazetesinde, Ali Fuad
Başgil’e verdiği cevapta hırçın bir üslûp kullanıyordu: «Siyasî bir teşekkül
meydana getirmekten, ihtimamla kaçınıldığını» söyleyen N. Erim: «Biz fikir ve kanaatler üzerinde telkin ve inanıdirmia
yolunda yürüyerek tesir yaratmak emelindeyiz. Sayın Başgil’in de bize
katılacağını ummak isterdim...
«Sayın
Başgil, Türk grubu Halk Partisi emrindedir, demekle onu kuranlara karşı hiç de
insaflı davranmamıştır. Ne arkadaşlarım, ne ben kanaat hususunda emir almağa
alışmış insanlar değiliz.» diyerek şahsına isnad
edilenleri reddetmişse de bir müddet sonra- C. Halk Partisine girerek
siyaset adamı olmuştur. Eğer -Başgil o zamanlar haklı müdahalesinde geç
kalmış olsaydı belki de bu iki cemiyet solcularla beraber ku-, rufmuş
olacaktı ve insan haklan gibi mukaddes mefhumların himayesi altında ne
cinayetler işlenecekti. Gerçekte insan hak ve hürriyetlerini koruyucu bir
teşekküle o zamanlar şiddetle ihtiyaç vardı, ama bunu partizanlar yapmağa
kalkıştığı için hoş karşılanmamıştı. Aradan kısa bir müddet geçtikten sonra
«Hür Fikirleri Yayma Cemiyeti» kurulmuş ve mühim mücadeleler yapmıştır.
Totaliter İrticaya Karşı Mücadelesi
1951
yılının başlarında memlekette cereyan eden münferit bazı irticaî vak’alardan
sonra, Ankara’da yayınlanan bir sabah gazetesinde «Totaliter İrticaın Sebepleri
ve Gafletten Uyanış 'Belirtileri» başlıklı bir makale yayınlayan Baggil, İnsan
Hakları Beyannamesinin kabulünün ikinci yıldönümü münasebetiyle fikirlerini
serdetmişti. O zamanlar bu mevzuda şöyle diyordu: «Millî Anayasalarda yer alan
İnsan hak ve hürriyetleri, sırf millî hukuka aittir; bunlar devletler hukuku
çerçevesine girmez.» Bu hükmün sebeplerini izah ettikten sonra:
«Daha
düne kadar, medenî dünyanın insan, hak, kanun ve devlet telâkkisi bu idi, Dünya
sulbü ve insanlığın huzur ve selâmeti bakımından, tamamiyle anarşik bir mahiyet
taşıyan bu telâkki karşısında ve kontrolsüz bir dünya, mes’uliyetsiz bir devlet
boşluğu içinde, iki harp arası devirde, bu totaliter irticaın hortlamasına
şaşmlamak lâzımdır.» diyor ve Almanya ile Faşist İtalya’yı totaliter irticaa
misâl veriyordu.
Diğer
taraftan Amerika’da devlet reisi Roosevelt (6 İkinci-kânun 1'941 Amerikan
Kongresinde) meşhur «dört Hürriyet Mesajı» m neşretmiş ve aradan 10 yıllık bir
zarnlan geçmiş bulunuyordu.
DÖRTLÜ HÜRRİYET
'Gafletten
uyanmamak ’ve yanlışlıkları düzeltmemek suretiyle «harp ve zulmün kaide haline
geleceğini» sözünün bidâyetin-dte söyleyen Başgil, yazışma bu dört hürriyet
mesajından şu prensipleri alıybrdu:
«—
İstikbal için bizim, çalıştığımız şey, dünyayı aşağıdaki dört insan hürriyeti
üzerine oturtulmuş görmektir :
·
1
— Dünyanın her yerinde söz ve her çeşit ifade hm.diyeti.
·
2
— Dünyanın her yerinde herkesin inandığı Allah’a diledi ği gibi ibadet etmek
hürriyeti.
·
3
— Dünyanın her yerinde ihtiyaçtan kurtulma hürriyeti,
·
4
— Dünyanın her yerinde korkudan ve tehlikeden kurtulma hürriyeti.
Başgil
bu dört prensiple «dünyamızın müstakbel hayat yolunun açıldığını» belirtiyor ve
«poltiika canavarları göklerden altın yağdıran beşeriyeti bu yoldan çeviremez.»
diyordu. 10 Bi-rincikânın 1948 de yazdığı makalede dünyanın en büyük vesikası
olarak vasıflandırdığı «İnsan, Hakları Dünya Beyannamesi» ne ayrı bir ehemmiyet
veriyordu. Başgil’in makalesinden bir ay sonra (10.1.1951) de Muvaffak Sami
Garan imzasiyle «İrtica Baş Kaldıramaz.» başaklı bir yazıda da ayni mevzua
temasla deniytordü ki:
«Biliriz
ki dinin üç unsuru vardır;
·
1
— İman ve itikad,
·
2
— İbadet ve dua,
·
3
— Neşir, propaganda ve öğretim... Lâik bir devletin, bu unsurlardan hiçbiri
üzerinde tesir yapmağa hakkı yoktur. Halbuki 27
senelik Cumhuriyet Halk Partisi hükümetleri Arapça ezan, Arapça hutbe ve tekbiri
yasak etmekle dinin ibadet ve dua kısmına, mekteplerden din dersini kaldırmakla
da neşir ve öğretimi hususuna müdahale etmekte idiler. Böyle bir tazyik din
bahsinde hassas olan ve her şeye rağmen inanışlardan vaz geçmeyen halk
kütleleri üzerinde aksülâmel yaratmış bulunuyordu.
«...
Şüphesiz, o hükümetler, dini büsbütün yasak etmiyorlar ve ibadete mâni
olmuyorlardı. Fakat o zamanlar devlet, lâiklik prensibi güttüğünü iddia etmekle
beraber dine karşı tam bitaraf kalmıyor, bu mevzuda fazla evhamlı ve haşin
davranıyordu. Cumhuriyet Halk Partisi erkânının âdeta dinden ürker ve korkar
gibi bir hâli vardı.» deniyordu.
İRTİCA YAYGARASINA KARŞI MuCAÖELESİ
1951’de
memleketin bazı köşelerinde münferit irticaî olayların zuhur ettiği gazetelere
akseden haberler arasında yer alıyordu. O günlerde Milliyet gazetesinin sahibi
merhum Ali Naci Karacan devrin Başvekiliyle bir mülakat yapmış ve gazetesinde
aynen neşretmişti.
Öteden
beri îslâmiyeti, '«irtica» diye yanlış bir mânaya bü-ründürmekte mâhir olan
bazı matbuat erkânı O' günlerde durmadan kalemlerini birer tehdit ve dehşet
âleti olarak kullanıyorlardı. Meydanı boş bulduklarını ve istedikleri gibi at
oynar-tabileceklerini sanan İslâmiyet düşmanlarına karşı «dur, yeter!...» diyecek ve 25 milyon Müslümanm rencide olan şeref ve
haysiyetini müdafaa edecek birkaç kalem erbabı çıkmıştı. Bunların
yazdıklarından yukarda kısaca bahsettik.
İşte
o günlerde sun’î olarak irtica fırtınasının koparıldığı ve bir avuç suda
koskoca bir milleti boğmak için gayret sarfe-dildiği sırada, Ali Fuad Başgil’in
kaleminden çıkan bir makale, ruhlara ferahlık verecek kıymet taşıyordu. «İrtica
Yaygarası» başlığım taşıyan bu makale ilkönce «SAVAŞ» gazetesinin 16 Mart 1951
günkü sayısında neşredilmiş, bilâhare Komünizm me Karşı Mücadele ve Son Posta
(2 Nisan 19^1) de iktibasen yayınlandı. Aradan 7 yıl geçtikten sonra Türk Ruhu
Mecmuasının (23 Mayıs 1958) tarihli nüshasında ve bazı Anadolu gazetelerinde tekrar
yayınlandığını müşahede ediyoruz.
Her
türlü müdafaa imkânlarından mahrum, olan millet çoğunluğunu haksız saldırışlara
karşı koruyan bu makaleyi tarihî ehemmiyetine binaen buraya alıyoruz.
BİZİM DE DİYECEKLERİMİZ VAR DOSTLAR!
Onlar
konuştular. Günlerden beri ağız dolusu lâf ettiler. Çerçeveli sütunlar içinde
birer karışık satırlar doldurdular. Yeniden hakaret savurdular, tahrikçilik
ettiler. İçlerinin zehirini döktüler. Temiz nâsiyelere çamur sürdüler. Namuslu
insanları bir defa daha üzdüler. Masum gençleri kışkırttılar. Kırk yıllık 31
Mart faciasını tekrara koyuldular: Etrafa terör saçtılar. Gece yarılarında
gazete idarehanelerine baskın hazırladılar. Hülâsa okuyucum, İstanbulun Tröst
şefleri bir fincan suda yaman bir fırtına kopardılar. Yok
yere ortalığı velveleye verdiler. Galiba maksatlarına da ferdiler: Son
zamanlarda çok düşük olan gazetelerinin satışı arttı.
Fakat
dikkat ettim, aralarında kimler yok ki. ıMülti - milyonluk
vurgunculardan, profesyonel kundakçılardan, kadife eldivenli gangsterlerden tutunuz
da eski sabıkalılara, cezasız kalan mücrimlere, siyasî irtica hortlaklarına,
varıncaya kadar nere de mazisi karanlık, suyu bozuk, menfaat, şöhret ve sefahat
düşkünleri varsa hep o tarafta Resmî otoritelerin açık ve mükerrer teminatına
rağmen, irtica var diye hep bir ağızdan hâlâ bağrışıyorlar. Kasalarında
hakir gördükleri ve yobaz diye vasıflandırdıkları namuslu halkımızın sırtından
kazanılmış milyonlar ve el lerinde elli, yüz bin satışlı gazeteler varken o
taraf için yaygara koparmak, menfaatlerine engel saydıklarını al aşağı etmek, mesele ve gaile çıkarmak ve bu vesile ile
satışı bir kat daha artırmak işten bile değil. Beride devletin bekâsını
düşünenlerin ve bu memlekete ömür vermiş olanların ise ellerinde, seslerini
duyuracak, çocuk oyuncağı bir düdük bile yok.
Bu
sıklet ve kuvvet muvazenesizliğinden faydalanan tröst şefleri niye hem tekme
atmasın, hem, de kişnemesin? Kimi Ca-ğaloğlundaki baykuş yuvasından, kimi mülti
- milyonluk, idarehanesinden iktidarı avucuna alıp oynatmağa kalkışmasın? Dün Moskof
geliyor, vatan elden gidiyor diye bağırdılar, gazete sattılar, para kazandılar.
IBugün irtica var, inkılâp elden gidiyor diye bağırıyorlar, gazete satıyor,
para kazanıyorlar. Yarın da keçinin sakalı uzadı diye bağıracaklar, gazete
satacaklar, eğlenecekler. Fakat kör olsun o doymak bilmeyen gözler ki, yarın
bir tutam kara toprakla dolacaktır. O dînmek bilmeyen ihtiraslar kî, yarın son
nefeste bir yudum su ile sönecektir.
Fakat
irtica diye haykıran asker kaçakları, tabanlarına memleket toprağı bulaşmamış:
fitne ve fesadçılar, nihayet millet bünyesini kundaklayıp parçaladılar:
İnkılâpçı - mürteci diye memlekette husumet zümreleri yarattılar ve onları
birbi-riyle çarpışmağa günlerce teşvik ve tahrik ettiler. Neredesin
cumhuriyetin savcısı, müsavatın koruyucusu! Yoksa ceza kanunu yalnız âcizler
için mi vardır? Zümre tahrikçileri, irtica körükçüleri, dumanlı havanın azılı
kurtları ceza kanunundan müstesna mıdır? Savcı! Eğer Türkiye de kanun önünde
müsavat diye bir kaide varsa, onu bir taraflı değil, hakkiyle tatbik et. Ve
göster ki gazetecilik kundakçılık demek değildir. Yok
eğer İstanbulda türeyen tröst şeflerinden sen de korkuyorsan, söyle de hep
beraber susalım.
MİLLİYETÇİLER DERNEĞİ BEYANNAMESİ
(Başgil’in
hakikatlere ışık tutan makalesinden sonra, Müslümanları mürtecilikle itham eden
mlâneviyat ve mukaddesat düşmanlarına karşı o günlerde Türk Milliyetçiler
Derneği mühim ıbi'r beyanname yayınlamıştı. Sözde yenilikçi görünüp, aslında
bütün tarihî kıymetleri ve mukaddesatı tahkir ve tezli! etmek
gayesini güdenlere karşı bu beyanname de iyi bir cevap teşkil ediyordu. Bu
beyannamede deniliyordu ki:
«Bu
millet kendi hayat ve mukadderatının sahibi ve hâkimi olmasını isteyen garbı,
şarkı bilir münevverleri yetiştirdi. Bunların, millî hayatı her zerresine kadar
muhafazaya çalışan ve zaman zaman fedakârlık derecesine kadar yükselen,
hareketlerine, muhafazakârlık, taassup (veya irtica
diye karşı gelen zümre/ azgınlığını gitgide artırdı. Millî
hayata ihtiras ve sevgi ile bağlılığı anlamayan, milliyetçiliğin milleti
meydana getiren unsurların hepsini şiddetle muhafaza edecek, yani «muhafazakâr»
bir sistemden asla ayrılmaz olduğunu bilmeyen ilim ve irfanı hiçe sayan,
insanlık hattâ insan sevgisine asla sahip olmayan bu zümre, muazzam tarihin
ufukları arasında tecavüzlerle bunalmış duran koca bir millet vücuduna «hasta
adam» teşhisi koymuş, 'ona ait olan, bütün mukaddesat! inkâr edip
çiğneyerek yemlik adına bir millet tarihinden intikam alır gibi saldırmıştır.»
Beyannamede
o zamanlar (1951 de) yenilik maskesi altında yapılan saldırganlıklara şöyle
cevap veriliyordu:
«Yirminci
asırda ilim ve irfan yerine, fazilet ve hikmet yerine, felsefe ve san’at yerine
taş ve sopa ile inkılâbı koruyacağım ilân eden bu zümre, tarihte dünyanın büyük
medeniyetlerini yaşatan şehirlerde, şimdi yenilik adına millet kanı, kardeş
kanı akıtmak hırsıyla huzursuzluklar yaratıyor..»
deniliyordu.
Bu
isabetli fikirlerle dölü beyannamede irticai ileri
süren donkişotlara şu sual soruluyordu:
«Bu
memlekette yeni bir fikir, bir sistem bir felsefe doğsa da maazallah yalnız bir
zümrenin yenilik anlayışına uygun olmasa hemen sahibine -Ve ona inananlara
hücum mu edeceksiniz?» Bir kaç mantık ve iz’an sualinden sonra:
«Bugün
yine yeniliğin cephesinde Haşan Âliler, II. Cahitler, R. Şemsettinler, Ahmet
Eminler, Nadir Nadiler, M. Nermi-ler, Behçet Kemaller var. Onların karşısında
Ali Fuad Başgil-ler, ve bütün Hüseyin Avnilerin,
Mehmed Âkiflerin sahabesi duruyor. Kimlerle yanyana olduğunuzu ve kimlerle
çalıştığınızı görüyor musunuz? Siz kimlerin kurbanısınız? Hürriyet ve
istiklâlin şairi, şehidi, kahramanı bir tarafta, bunlara karşı cephe alanlar da
öbür safta duruyor. Siz hangi tarafın ideal ve iradesine bağlanıyorsunuz?
«...
Mukaddesatını ve varlığını koruyabilmiş Türk Anadolu halkını her şeyi ile
beraber, her felâketiyle birlikte seviyor, kurtarmak istiyoruz. Onlarla
birlikte sizin ruh sefaletiniz de bize ısdırap vermektedir.»
İşte farkımız burada: Siz bizi vurmak istiyorsunuz, biz sizi kurtarmak
istiyoruz. Millet mukaddesatına hürmetkâr, ilim ve ahlâka âşık zümrenin
kahramanlan. Sizi vurmak isteyen bu insanları kurtarmak ilk vazi-fenizdir.
Onlara acıyınız;! Zâlim kardeşlerinizi affedin, onlar
ne yaptıklarını bilmiyorlar.»
Gerek
Başigil’in gerek münfesih Türk Milliyetçiler Derneğinin sevgi ve şefkat
duygulariyle bezenmiş beyannameleri muz-darip gönülleri ferahatmıştı. Fakat o
zamanki mukaddesat düşmanları el altından durmadan çalışmışlar ve Türk
Milliyetçiler Derneğinin kapatılmalına vesile olmuşlardı. Başgil 4.9.1960 günü
Yeni Sabahta çıkan ve «Nemmamlik Ahlâksızlıktır» adını taşıyan bir makalesinde
R. Koraltan’m ı«Türk Milliyetçiler Derneğinin beyannamesini sizin yazdığınızı
söylediler, ihtimal vermedim, ama » dediğini ve cevaben de kendisinin;
,«— Benden isteselerdi memnuniyetle yazardım. Ben yazmadım,
yazanın da kim, olduğunu bilmiyorum ama beyannameyi çok beğendim» demesi milliyetçi gençleri savunduğunu göstermektedir.
TÜRK MEDENİ KANUNU VE BAŞGİL
«Yerinde
ve iyi niyetli tenkidler, yalnız içtimai yükselmenin değil, aynı zamanda gerçek
mânasiyle bir millî birliğin ve bütünlüğün bile şartıdır.1944
192'6
da Adliye, Vekilliğinde bulunan Mahmud Esaâ (Boz-kurt) Medenî Kanunumuzun
yabancı bir devlet kanunundan iktibasını o zamanlar «Lozan muahedesiyle
yüklendiğimiz bir iş» olarak vasıflandırıyordu. Avrupanın en
iyi kanunlarından biri olarak tanınan İsviçre Medenî Kanununun Türkiye
tara-Çından iktibas ve kabulünün XV. nci yıldönümünde, İstanbul Hukuk Fakültesi
öğretim üyelerinden Doç. Hıfzı Timur’un teklifi ve Rektör Profesör Cemil
Bilsel’in tasvibiyle «Medenî Kanunun 15. Yıldönümü» nde mütehassıs ilim
adamlarının görüş ve tenkidlerini ihtiva edecek bir eser hazırlamak için bir
komisyon kurulması kararlaştırılmıştı. Ord. Prof. Dr. Ebul’ûlâ Mardin,
Ahmed Samim, Gönensay, M. Reşit Belgesay, Dr. And-reas B. Schwarz ve Prof. Dr,
Ernest ITirc.ı ile Doç. Hıfzı Ti-murdan mürekkep olan
bu komisyonun başkanlığına Ord. Prof. Dr. Ali Fuad Başgil getirilmişti. .
Türk
Medenî Kanunu hakkında 22 ilim ve ihtisas adamının yazdığı ağır başlı ve İlmî
etüdlere 22 sahiifelik bir önsözü yazan Başıgil, bu yazısında 955 sahife olan,
bu muazzam, esere bir ışık tutmuş dolayısiyle Türk Medenî Kanunu hakkındaki
fikir ve görüşlerini serdetmişti.
Medenî
Kanunun 15 yıllık tatbikatından sonra «Memleketin İçtimaî bünyesinde aldığı
yeri, .geriye ve ileriye djoğru bakışlar ve İlmî tahliller ile ölçüp tâyin
etmenin faydalı olacağını» düşünen ve İstanbul Hukuk' Fakültesi öğretim
üyelerinin değerli çalışmalarının miahsulü olan bu eserin önsözün de Baş-gil, Türk
Medenî Kanununa karşı olan yakın alâkasını belirtmektedir. Dr.
Ferit Atayerin fıkıh mevzuu,ndaki görüşü ile beraber
«hususî hukukumuz fıkıhtan, ilham, almıştır. Fıkıh, yalnız bir milletin hukuku
olmamakla beraber «buna Türk milletinin öz hukuku da» denemez, bütün İslâm-,
dünyasmA. şâmil üniversalist mahiyette bir hukuk olması itibariyle bunun
milliyetçi Türkiyedeki durumu bir nevi yabancı kanun durumuna benzetilebilir.»
demekte ve Mahmut Esat (Bozkurt) un: «Türk ihtilâlinin kararı batı medeniyetini
kayıtsız şartsız kendisine mlal etmek, benimsemektir.» sözünü de alarak, Medenî
Kanunun İsviçreden .iktibasına âmil olan ana fikri
açıklamaktadır. Bununla beraber haddi zatında garp medeniyetinin ilim ve
tekniğini almamız gerekirken fena itiyadlarını alışımız, gayeden inhirafın tam.
kendisidir,
Başgil
eski hususî hukuktaki (poligami) çok kanlılık rejimine de temas etmekte ve bu
sistemi M. Eisad Beyin fikrine iştirak ederek reddetmektedir. Mahmut Esat
(Bbzkurt) un çok zevceli aile müessesesi, hakkında söylediği: «Bugünkü medenî
milletler gözünde anlamı bir ahlâksızlıktan başka bir şey değildir.» cümlesini
ele almakta ve bu fikre iştirak etmektedir.
Medenî
Kanunumuzu İsviçre’den almakla iş bitmiş mi oldu? .Hayır. Milletler arasında
alınıp verilen şey daima kanunlar ve mevzulardır. Yoksa hukuk değildir.» Dr.
Ferit Atayer’in tabiriyle: «Bir millet hukukunun Ibaşka bir millet tarafından tam
mânasiyle alınması imkânsızdır.» diye Türk inkılâbının asıl
.gayesinin ve vazâîesmin: «Bu muhtelit kaynaklardan millî ve müstakil
bir varlık olarak Türk Hukukunu en yeni münasebetlere tekabül edecek bir
surette meydana getirmektir.» fikrini benimsiyen Başgil’e nasıl «gerici»
denebilir. İhsanın havsalası. almıyor. Onu iyice
anlamak için fikirlerini takip edelim. Garp-ten alman kanunların müsbet
temassüle (kabule) mazhar o1 ması için hâl çaresi nedir? Bunun için
en iyi yol,. Profesör Say-man’ın belirttiği gibi Türk
milletinin, ruhunda yaşayan hukuk fikri ve kanaatiyle garpten alınan kanunları
yoğurmak, işlemek ve geliştirmek lâzımdır.
Bu
fonksiyonu kim yapacak? Bunu ancak millî ve «İçtimaî menfaat akışlarından ilham
alan tatbikatçılardan.» beklemeliyiz. Bütün mesele «İçtimaî
mlenfaat ile millî hukuk telâkkisini birleştirebilmektedir. Zira Başgil’in
deyimi ile:
Bu
fonksiyonu kim yapacak:? Bunu - ancak millî ve
«İçtimaî menfâat akışlar mıdan ilham alan hâkimlerden umumiyetle
tatbikatçılardan» beklemeliyiz: Bütün mesele İçtimaî menfaat ile millî hukuk
telâkkisini ibirleştirebilmektir. Zira Başgil’in fikrine göre:
«Bir
kanun her memlekette ayni surette tatbik edilemez; zira her memleketin hâkimi
ne ayni bir millî ruh taşımakta, ne de ayni bir «İçtimaî menfaat vaziyeti» ile
karşılaşmaktadır.
Bütün
bu kanaat ve fikir tahlilleri gösteriyor ki Başgil, Batının iyi bir kanun
gözüyle baktığı İsviçre Medenî Kanununu beğenmezlik etmiyor. Ancak «İçtimaî
menfaat» ve «millî hukuka» kıymet vermesi milliyetçi ve memleketçi bir görüşe
sa-: hip olması, onu garp aleyhtarı gibi gören bazı basiretsizlerin zuhuruna
vesile olmaktadır. O halde bu yersiz târizlerde bulunanlar onun, fikirlerine
vakıf olmayan kimselerdir.
Birçok
Profesörlerin itiraf ettikleri gibi Medenî Kanun İsviçre aslından acelelikle
alınmıştır. Daha mükemmel bir kanunun hazırlanması için uzun bir zamana ihtiyaç
vardır. Önce «memleket içinde (geniş anketler açarak
ve tetkikler yaparak
gerek
-hâkim ve gerek bu kanunu tatbik ile mükellef olanların edindiği kanaatleri de
öğrenmek... Millî camianın hâlde ve gelecekteki yüksek menfaatleri uyarınca
gidebilmek» lâzımdır ki, ancak bu takdirde millî
bünyeye uygun bir kanun meydana getirilebilsin.
Nitekim
1958 denbcri Adliye (Bakanlığınca Medenî Kanunun
ahvali şahsîye ve miras hukuku kısmının yeniden gözden geçirilip tâdil edilmesine
çalışıldığım herkes: bilmektedir. Prof. Başgil bundan 17 yıl önce Medenî
Kanunumuzda millî bünyeye uygun bir tadilâtın yapılmasına işaret etmişti. Bu da
onun ileri görüşlü ibir ilim adamı hüviyeti taşıdığına işaret değil midir?
Unutmayalım ki Başgil tedris hayatına «Hukukta
Mes'uliyet. .Nazariyeleri» adlı doçentlik teziyle
girmiş bulunuyordu ve Medenî hukuka hizmeti o yıldan itibaren başlamıştı.
HÜR DEMOKRATİK NİZAM İDEALİ
Memleketimizde
çök partili 'demokratik nizama girildikten iki yıl sonra yapılan her İlmî
münakaşa ve yazılan bazı yazalar -«politik mahiyette telâkki ediliyor ve -o
zamanki iktidar fikirlerin yayılmasına engel olucu bir baskı yapmaktan geri
durmuyordu...Bunun çeşitli misalleri karşısında 1 Ekim 1947 ne Qrd,. Prof. Başgil’in başkanlığı altında Türk, liberalizminin
fikrî cephesinin kurulması için ilk adımın atıldığına şahit oluyo ruz. «Hür
Fikirleri Yayma Cemiyeti» adiyle kurulan ve Üniversite prpfesör ve
doçentlerinden bazılarının bu arada serbest meslek sahiplerinin politikaya
girmeden her türlü totaliter gidişlere ve fikrî taassuba karşı cephe alındığını
görüyoruz.
Hak ve hürriyet dâvalarının-.fikir sahasından .yayılması an cajk. böyle,
liheyal bir cemiyetin teşkiliyle mümkün olabilmişti. Başgil çok partili
rejimde- hürriyetin öncüleri arasında, demokrasimizin gelişmesine büyük
hizmetlerde bulunmaktan geri kalmamıştı: Bu çümledeh olarak bundan epey önce
neşredileli «Hür dernokratik nizam ideali» mdyzuundaki beyannâmesini
^gedebiliriz.
BEYANNAME
Hür
Fikirleri Yayma Cemiyetinin kuruluş gayesini belirten bu beyanname Prof. Başgil
tarafından kaleme alınmıştı. Türkiyede hürriyet mücadelesinde büyük tarihî
hissesi olan bu beyannamenin mühim kısımlarım dercediyorua.
«Hür
Fikirleri Yayma Cemiyeti» sıfat ve siyreti her Türk vatandaşına açıktır. Ve
cemiyete âza olmak için kanunî şartlardan başka herhangi bir hususiyet aranmaz.
Elverir ki bize katılacaklar, bizim, gaye ve prensiplerimizi samimiyetle
benimsemiş ve hürriyet nuruna doğru bizimle beraber1 sadakatla
yürümeğe karar vermiş olsun.»
Milletleri
felâketten felâkete sürükleyen hak ve hürriyet düşmanı ideolojilerin, gölgesine
sığındıkları totaliter rejimlerin «İnsanî hak telâkkilerini ve yüksek hürriyet
idealini kirletip gözden düşürmeğe çalıştıklarına» işaret edildikten sonra
teşkilâtlanmanın zarureti belirtilmekte ve beyanname şöyle devam etmektedir;
,«Hülâsa devrin totaliter rejim istidatları ve propaganda
hücumları karşısında iyi niyeli insanların birleşmesi ve hak-hür-riyet
müdafaası uğrunda tek bir fikir cephesi teşkil etmesi bugün artık medenî ve
İnsanî bir vazife olmuştur. İşte Hür Fikirleri Yayma Cemiyeti bu vazifeyi
yerine getirmek isteyen ve vatandaşlara bir hizmet kadrosu ve faaliyet muhiti
olmak üzere kurulmuştur.»
İLK GAYE: TESANÜT VE ÜLKÜ BİRLİĞİ
«
— İlk gayemiz hak ve hürriyet seven vatandaşlar arasında sıkı bir tesanüt ve
ülkü birliği yaratmak ve bu sayede nimetlerin en mukaddesi olan hürriyet
nimetini, ister sağcı ye ister solcu bütün totaliter düşmanlarına karşı
elbirliğiyle müdafaa edip korumaktır. Hürriyet sevgisini, yüksek hak
telâkkilerini' ep ıgeîîde kalan halk tabakalarına kadar yaymaktır. Memlekette
hür ve serbest düşünme zevk ve istidadının gelişmesine hizmet etmektir. (Aramızda karşılıklı saygı duygularını kuvvetlendirmeğe,
İçtimaî ve ahlâkî kıymet ölçülerimizi yükseltmeğe çalışmaktır. Millî camiada
muvazeneli ve devamlı bir terakki hareketinin muhtaç olduğu temelleri ve esas
şartları belirtmek ve bu şartları gerçekleştirme yolunda yürümektir.»
GERİLİK VE BARBARLIĞI ÖNLEMEK
İkinci
bir gayemiz de, dünya yüzünden totaliter usullerle bunlara temel teşkil eden
dar ruhlu ideolojilerin yarattığı zalim taassupların kalkmasına yardım etmek ve
bu sayede medenî insanlığı; tehdit eden gerilik ve barbarlık tehlikesini önleme
ğe çalışmaktır. Hâl ve istikbalin emniyetsizlik ve huzursuzluk karanlığı yüksek
hak ve hürriyet ideali meşalesiyle yeniden aydınlatmağa karar veren dünya
liberalleri safında yer almak ve insanlığın binlerce asırlık tarih boyunca
karınca sabriyle biriktirip vücuda getirdiği moral medeniyeti müdafaa edenler
ordusuna, küçük de olsa bir kuvvet hissesi katmaktır.»
«
— Bu gayelere erişmek için faaliyetlerimize hareket noktası ve istikamet ibresi
teşkil eden prensip, kanaatler şunlardır;
«1
— İnsan akıl nuruna ve irade kuvvetine sahip, iyiyi ye kötüyü seçme istidadı ve
hareketlerinin mesuliyetini duyma kabiliyetiyle mücehhez bir mahlûktur.
Binaenaleyh cemiyette asıl olan, herkesin hakka ve hürriyete ehil
addolunmasıdır. Hilafı sabit oluncaya kadar her ferdin kanun hükümleri ve ahlâk
ölçüleri dairesinde hareket edeceği kabul olunur.
«2
— Kimse kanunların emrettiği bir1 işi yapmağa ve- men etmediği bir
hareketi yapmamağa cebrolunamaz.
«3
i— Cemiyetin hakikî temeli insan şahsına ve vatandaşların emekleri mahsulü olan
şeyler üzerinde tasarruf, haklarına ve aileye saygıdır. Hükümeti erin ilk ’ve.
en esaslı vazifesi,, camiada bu saygının hükümran
olmasını sağlamaktır.
«
4 — Ferdin bedenî, fikrî ve mânevi kuvvet -ve kabiliyetlerini aklının erdiği ve
gücünün yettiği yolda serbestçe inkişaf ettirmeğe ve bu hususta cemiyetten
himaye görüp müsavi imkânlara mâlik olmağa hakkı vardır.
«
5 — Cemiyet nizamının fazilet, ehliyet, sây ve hizmet e-sasları üzerine
oturması ve İçtimaî istifa siyasetinin bu esaslara. ıgöre ayarlanması lâzımdır.
«6
— İktisadî zaruret gayeûyle iş hayatına atılmak mecburiyetinde kalan kadınların
ve bilhassa analarla küçük yaştaki gençlerin emek, sıhhat ve şereflerini
muhafaza için cemiyetten himaye görmeğe hakları '•'Zardır.
(Dikkatle
tetkik edilirse Yeni Anayasamızda bu idealler tahakkuk etmiş ve ideolojik
değerini kazanmıştır.)
«7
— Medenî bir cemiyet varlığı otoriter bir tehdit ve cebre değil, ancak
fertlerin idrâk ve basiretine vazife ve mes’uli-yet duygusuna olan güvene
dayanır. Böyle bir güvenden doğabilecek mahzurlar, otoriter bir vasilik
zihniyetinin yaratacağ fenalıklardan kat kat ehvendir.
8
— Devlet, cemiyetin emniyet ve selâmetinin ancak bir vasıtası 've umumî
menfaatlerin hadimidir. Binaenaleyh devlet vatandaşlar camiasının üstünde ve
umumî efkâr ve kanaatlerin dışında bir kudret iddiasın,dia
bulunamıyacağı gibi, fertlerin ana hak ’ve hürriyetlerine aykırı bir gidiş, de
alamaz.
«Bu
hak ve hürriyetler şunlardır:
·
a)
İdare ve adliye cihazlarının kanunî istiklâli ve politika tesir ve
müdahalelerinden âzâde kalması sayesinde sağlam bir teminata bağlanan şahıs
hürriyeti:
·
b)
Dinî ve felsefî vicdan hürriyeti;
·
c)
Söz ve kalem hürriyeti;
·
d) Cemiyet kurmakta veya bazı cemiyetlere
girip girmemekte tam hürriyet;
·
e)
Ferdin dilediği mesleği seçme hakkı;
·
f)
Kabiliyet ve arzuya göre, herkesin dilediği mektep veya müessesede tahsil ve
terbiye görmesi imkânının doğuş ve servet imtiyazları veya politika
mülâhazalariyle tahdide uğramaması ve şayet, mevcut imkânlar mahdud ise, bu
hususta yalnız meziyet ve istidadın süzgeç teşkil etmesi;
·
g)
Hususî meslek sahibi olmak ve ferdî teşebbüse geçmek hakkı;
·
h)
Herkesin ihtiyacını memleket içindeki istediği kaynaklardan tedarik etmesi
serbestiği;
·
i)
Hastalık, işsizlik, sakatlık ve ihtiyarlık .gibi
âfetlere karşı korunma, çocuk doğumu ve çocuk korumana dair yardım tedbirleri;
«9
— Bu haklara ve şartlara ancak HAKİKİ .HÜRRİ3YET
R-EjİMİ ile varılabilir. Bu rejim ise ferdî hürriyetlerle gerçekleşebilir. Bu
hürriyetlerin de temeli ekseriyetin temsil ettiği millî iradenin hür ve samimî
surette ve ekseriyet karşısındaki azınlıkların kanaat hürriyetine saygı ve
müsamaha gösterilmesidir.
«
yo — İktisadî hürriyetin ortadan kalkması; ve
vatandaşların teşebbüs ve sây serbestliği keyfî surette engellenmesi, siyasî
hürriyeti yok ettiği gibi İktisadî sefalet yaratan sebeplerin de başında gelir.
İster devlet sermayediarl.ığı ve kontrolü ile, ister
kartel ve tröstler gibi hususî inhisarlar açık veya kapalı menfaat grupları ile
İktisadî hürriyetin yok edilmesine taraftar değiliz.
-Devletleştirmeyi
ancak ferdî ve hususî teşebbüs sahası dışında kalmasında hakikî ve millî bir
zaruret olan işlerle; İktisadî rekabetin faydalı bir rol oynamasına ihtiyaç
görülmeyen işlerde caiz görürüz. Bu işlerde de gaye, kâr kastı değil, millî
ihtiyaçların yapılmasını emrettiği bir hizmetin ifası olmalıdır.
«Cemiyet
içinde umumî menfaatler mütevazin ve ahenkli bir
şekilde ayarlanmalıdır.
—
Çiftçi ve işçinin hayat şartlarını, mesken Vaziyetini -çalışma ve yaşama tarz
ve1 imkânlarını devamlı bir surette ıslâh etmek esastır. Ve millî
bir vazifedir. Sây ile sermayenin farkları vazife ve menfaatleri birbirini
tamamlar. Binaenaleyh iş sahipleri ile işçilerin şuurlu bir müşavere
teşkilâtiyle işbirliği yapmaları İçtimaî adalet şartlarının tahakkuku ve
sanayinin ve dolayısiyle cemiyetin gelişmesi için hayatî bir şarttır.
«Hürriyetin
zarurî bedeli hizmettir. Her hakkın, mukabili olarak bir vazife vardır. Ferdî
hürriyetten ve hür müesseseler-den beklenen mesut neticelerin elde edilebilmesi
için, her vatandaşın diğer insanlara karşı, Ibir mânevi mesuliyet hissi
taşıması, vatandaş1 şahsında insanlığın şeref ve haysiyetine saygı
göstermesi *vıe cemiyetin müşterek işleriyle yakınıdian alâkalanıp faaliyetine
canlı bir surette katılması lâzımdır.
(«Gösterdiğimiz
gayelerin tahakkuku Türk vatandaşının bütün kabiliyetlerini geliştirmesini
bütün haklarına fiilen sahip olmasını ve her itibarla medenî seviyesini
!bir kat daha yükseltmesini mümkün kılar. Bu gayeleri benimseyen,
vatandaşları bu uğurda bizimle çalışmağa dâvet ediyoruz. Bilen, bilmeyene
öğretmeği vazife edinirse, umumî hayatımızda elbirliğiyle geniş bir vatandaşlık
mektebi yaratırız, haklarımızı koruruz, türlü türlü İçtimaî musibetleri bu
sayede önleriz.»
«
— Hür Fikirleri Yayma Cemiyet Bşk. Ord. Prof. A. F. Başgil.»
2.10.1894
günü yayınlanan bu beyannamedeki fikirler tazeliğini hâlen muhafaza etmiyor mu?
TÜRKÇE MESELESİ
Başgil’e
göre: Millî dil, yaşıyan, yani konuşulan ve yazılan, gönüllere ve zekâya
hitap eden dildir.
Ve
bir dilin milliyeti, kelime ve unsurlarında değil, bünyesinde ve üslûbunda,
umumî ahenk ve edasmdadır. Nitekim mimarî bir eserin millîliği, meselâ
Süleymaniye camimizin Türklüğü • taşında toprağında değil, inşaası tarzında Me
terkibindedir. Süleymaniye camiini ötesinden berisinden yıkıp Buhara ve
Se-merkant mesçitlerine benzetmek, o canım şaheserin asil milliyetine ihanet
etmektir.»
'Türkçemize
hükümet zoru ve tamim- yolu ile yıllarca önce yapılan haksız ve yersiz
müdahaleler karşısında 25 - Ekim, ve 13 - Kasım - 1945
de Cumhuriyet gazetesinde yazdığı iki makale, o devirde büyük bir münakaşanın
doğmasına sebep olmuş tu. Eline kalemi alan, Ali Fuat Başgil’e cevap vermeğe çabalıyordu.
Bu arada yeni dili hararetle müdafaa edenler başta geliyordu. Başgile yapılan
şiddetli hücumlar, zamanla kayalara çar pan sular gibi dağlıdı, hakikat ortaya
çıktı Dil meselesinde tutulan yol yanlıştı, Sosyoloji profesörü muhterem
Fındıkoğlu Z. Fahri Bey ile muvazi bir görüşe sahip olan Başgil ecdat mirası
olan dilimizi zamanında hakkiyle korumuştu.
Şöyle
iki:
Başgil
Î945 de yazdığı bir makalede Türkçemizi şöyle övüyordu:
«Yerli
ve yabancı muhtelif dil elemanlarının tarih kazanında kaynaya kaynaya
helmelenip hamur olmasından meydana 'gelen W her büyük milletin dili gibi iç ve
dış mantığın icaplarına göre, yavaş yavaş devamlı bir tekâmül süzgecinden
geçerek süzüle süzüle bugünkü berraklığını bulan memleket dili 120
Türkçemiz
sayısız fikir ve kalem sahibi nesillerin asırlar içinde göz nuru dökerek
karınca sabrı ile işleyip şimdiki inceliğine e-riştirdiği atalar mirası
Türkçemiz,» Çatısı ve yâıpısı itibariyle dünyanın en
lojik, ahenkli ve edası itibariyle en şirin, sedası ve telâffuzu itibariyle,
dünyanın en hoş ve tatlı dillerinden biri olan güzel Türkçemiz. Her kelimesinde
asil bir milletin en az bin yıllık bir tarihin biriktirdiği mâna ve hâtıralar
saklı bulunan lisan şekline girmiş millî huzurumuz, hararet ve heyecan
ocağımız, ana ve baba dili canım Türkçemiz.»
İşte
bu güzel TürkÇemize yapılan suikastı Başgil affedemiyordu. Nasıl affetsin ki,
bir takım endişelerle dilimiz öz cevherini kaybetmek tehlikesiyle
karşılaşıyordu. Onun: ifadesiyle: «Memleket dili Türkçemiz tarihin hiçbir
devrinde ve hiçbir diyarında rastlanmadık bir hükümet hâtasmın kurbanı
olmakta.» idi.
.ROMA TARİHİNDEN BİR MİSAL
Geçmiş
devirlerde demokrasinin ve rönesans hareketinin sahnesi olan Roma tarihinde, ibret
verici vakıalar vardır; işte Başgil o zamanlara ait bir hâdiseyi şöyle
anlatıyordu:
«Rivayet
olunur ki, eski Romanm şiddeti ve dehşetiyle meşhur olan hükümdarlarından
Tiberus, bir gün Roma ayanına yaptığı bir hitabede uydurma bir kelime
kullanıyor. Yüksek otoritesini iyice göstermek için olacak ki, kelimeyi bir iki
defa da üstüne basarak tekrarlıyor. Ayandan Marsellus, hükümdarın sözünü
keserek, memleket diline hürmet etmesini rica ediyor. Derhal efendisini
müdâfaaya atılan saray adamlarından Capito, diyor ki:
«—
Marsellus bahis mevzuu ettiğin kelime, tutalım ki, memleket dilinden değildir.
Fakat madem ki Roma imparatorunun şanlı sahibi Sezarın
ağzından çıkmıştır, artık memleket
li
olmuştur. Bilesin ki, Sezar her şeyin üstünde ve her şeye kadirdir.»
«Bunun
üzerine Marsellus, salonu 'kaplayan soğuk bir sükûn perdesini yırtarak, sade
hikmet ve hakikat elan şu cevabı veriyor;
.
.
« — Capito yalan söylüyor. Sezar. Sen
dilediğin insanlara Roma vatandaşlığı verir, mevki ye rütbe ihsan edersin; fakat, memleket dilinden olmayan bir kelimeye Romalı olma
hakkı veremezsin.»
«Elbette
veremez.
«Zira
bir memleketin dili, o memleket tarihinin ve psiko -sosyolojik varlığının mahsulü, ve asırlar içinde nesillerin birbirine devredip
emanet ettiği bir ocak mirası ve bir ecdat mül küdür. Bundan kimsenin, hükümet
adamı sıfat ve otoritesiyle, tasarrufa hakkı yoktur.»
Başgil’in
tarihî vakıalara dayanan bu fikirleri bugün de bütün tazeliğini muhafaza
ediyor. Aradan hayli zaman geçmiş olmasına rağmen aşırı öztürkçeciler dilimizi
tahrif etmek gayretini bırakmamış bulunuyorlar ve O’na göre:
«Hükümetçe
girişilen ve bu memleketin modern ilimi ve irfan hayatının gelişmesini en az
bir asır geciktirecek olan dil dâvasının halli gerekmektedir.»
DİLDE ZORLAMA
Bu
konuda hayli mücadeleleri olmuştur. Netice itibariyle tarihin nesilden nesile
intikal ettirdiği dil mirasını korumak, konuşulan, yazılan ve yaşayan
Türkçemizi, aşırı dilcilerin e-linden kurtarmak lâzımdır. Dilde zorlama
olmamalıdır. Baş-gil 1945 de:
«Sadece
hükümet zoru, kanun yasağı ve sansür satiriyle dil budayıp değiştirmek, gebeyi
tekme ile doğurtmaktır.» diyordu. Aradan birkaç yıl geçtikten sonra Türkçe
dâvası yeniden alevlenmiş ve BaŞgil «Hür Fikirleri Yayma Cemiyeti» başkanı
sıfatiyle tarihî ve millî vazifesini yapmıştır.
ı«Hür
Fikirleri Yayma Cemiyeti» ,1948 yılının Haziran ayında bir dil anketi açmış ve
Türk dili hakkında aydınların düşüncelerini alıp ilmi ve umumî bir dil
kongresine hazırlanmağa başlamıştı. Dilimizde yapılan zorlamalara ve yersiz
müdahalelere karşı bir beyanname kaleme alınmıştı. Bu beyannamede:
«Asırlar
boyunca yoğrulup yayılan ve bugün millî (varlığımızın
en sağlam bir unsuru hâlini alan Türkçemiz, millî delimizdir. Bu dille konuşup
yazmak da en tabiî haklarımızdandır. Bununla beraber bir zamandan beri
vatandaşlar mekteplerinde, hükümet dairelerinde millî benliğe tamamen yabancı
bir dile cebredilmektedir. Bu muameleyi vatandaşın hak: ve hürriyetlerine açık
bir surette aykırı bulan idare heyetimiz dil meselesini müzakere mevzuu yapmağa
karar vermiştir.» deniliyor ve ankete verilecek
cevaplardan sonra bir «DİL KONıGRESiİ» nin toplanacağı haber veriliyordu. Bu
mevzuda Vatan gazetesinin bir muhabiriyle konuşan Başgil o zamanlar diyordu ki:
«
— Dil meselesini bundan ,çok evvel ele almış
olduğumuzu biliyorsunuz. iGelçen yaz içinde âzalarımız arasında açmış olduğumuz
anketi de hatırlarsınız. Bu ankete peyderpey cevaplar ye. mütalâalar ıgelmiş ve
bunları tasnif ederek neticelendirmiş bulunuyoruz.
«Binaenaleyh
hazırlıklarımız tamamdır. Ocak ayının 15 inde, (1948 yılı) Cumartesi günü saat
15 te azalanımızdan mürekkep umumî heyet mahallinde toplanacak ve anket
mevzularını ele alarak meseleyi topluca ve alenî surette müzakereye
girişeceğiz.
«Bu
toplantıyı daha yaz başında yapmağı kararlaştırmıştık. Fakat ansızın İstanbul
Muallimler Birliğinin aynı mesele üzerinde bir kongre toplayarak müzakereye
girişmek teşebbüsünü haber alınca, bu kongrenin neticesini beklemeği muvafık
bulduk» diyor ve M. Birliğinin bu meseleyi esaslı
surette ve bütün şümulüyle ele alıp incelemiş olduğunu ifade ettikten sonra
5-10 seneden beri tutulan yolun yanlışlığının açıkça ortaya konmuş olduğunu
belirtiyordu. Netice olarak:
«Maksadımız
Türkçemizi altında bulunduğu fuzulî baskıdan kurtarmak; atalar mirası olan
dilimizi hakikî sahiplerine, yani millete mal etmektir» diyordu. (Vatan, i2.1.1®59).
Gerçekten
Muallimler Birliğinin Dil Kongresi çok faydalı olmuş, birçok ilim
, ve ihtisas adamlarının hazırladığı raporlar 200 sahifelik bir kitap
halinde neşredilmişti. Bu ilmi harekete müvazi olarak Hür Fikirleri Y. Cemiyeti
de dil kongresini yapmıştı.
H.F.Y.C. NİN DİL KONGRESİ
Bu
kongre Hür Fikirleri Yayma Cemiyetinin Çarşıkapıda-ki cemiyet merkezinde
yapılmıştı. Kongre başkanlığına seçilen Prof. Ali Fuat Başgil, toplantının
maksadını şu surette .belirtmişti:
Bizim
mevzuumuzun mihrakı Türkçeyi hükümet otoritesi tasallutundan kurtarmaktır. Bu
nasıl olur? Bu noktayı düşünmek mecburiyetindeyiz. Açtığımız ankete gelen
cevaplardan 110 u «dilin tasalluttan kurtarılmasını» istemiştir.
«
— Biz işin İçtimaî politika safhasını aldığımız cevaplarla halletmiş
bulunuyoruz. Burada karara varacağımız nokta şudur:
«Mekteplerde,
resmî yazılarda acaip dil kullanılmıştır.;
Bunun 9—10 senelik ikamet hakkı vardır. Bu çıkmazdan nasıl kurtulabiliriz? idare heyetince kararlaştırılmış bir plân yoktur. Mü
zakereye umumî heyet hâkimdir.» .
Başgil’in
bu sözlerinden sonra konuşmaların şu. dört nokta
etrafında yapılması kararlaştırılmıştı:
·
1
— Resmî yazı dili kanun dili İye ıstılâhlar meselesi,
·
2
— Mektep
kitapları, Türkçe gramer meselesi.
·
3
— Serbest dil akademisinin kurulması için nasıl hareket etmeli?
·
4
— Verilecek kararları memleket ve hükümete nasıl buyurmak?
;
Müzakere mevzuunun tesbitinden sonra söz alan Abdülkâ-dir Karahan, Galip Kemali Söylemezoğlu, Osman.Demir, A. Emin Yalman, ismet Alkan, Adil Aşçıoğlu. Ihsan Yurdoğlu, Gaye Nail ve iki avukat dil meselesinde dikkate değer fikirler ser delmişlerdi. (Bu arada bir avukat: «Bu memleketin haksızlıklar memleketi olduğunu, birçok hususlara müdahale edildiğini, sonunda da dile el uzatıldığını, Türk Dil Kurumamın uydurma dilin müessesesi olduğunu söyliyerek bu kurumun raporlarından bazı parçalar okumuştu. Hatip devamla:
«Millet
Meclisi dilimizi katletmiş durumdadır. (Biz merhamet
istiyoruz, fakat gösterilecek mi?» diyordu. Diğer azalar da Türk dilini himaye
edici sözler söylemişler ve toplantı akademik bir hava içinde dona ermişti.
TÜRKÇE MESELESİNDEN DOĞAN TARTIŞMA
Cumhuriyet
gazetesinde 25 Ekim 945 ve 13 Kasım 1945 tarihli nüshalarda «Türkçe Meselemiz»
başlığı altında iki makale neşretmiş olan Başgil,;b
zamanlar bazı yazarların hücumuna hedef, bazılarının da takdirine mazhar
olmuştu. Onu tenkit edenler arasında Nurullah Ataç, Ulus gazetesinin 6.11.945
günkü sayısında (Günümüzün MarsellUs’ü) başlıklı bir yazı negret-mişti. Diğer yazılar
şunlardı:
·
—
(Dil Devrimine Takılanlar), î. H. Baltacıoğlu, Ulus 17.11.945
·
—
(Köy Kanunları ve Dil Meselesi), Saim Ali Dilenire, Ulus: 5.11.945
·
—
(Politika: Yanık Bir Yazı), F. Rıfkı Atay, Ulus 4.11.945,
·
—
(Beşinci Dil Kurultayı), F. Rıfkı Atay, Ulus: 26.11.945
·
—
(Dikte Ülkümüz ve Bugünkü Yolumuz) Naim H. Onat: Ulus: 26.11.945
:
·
—
(Beşinci Dil Kurultayı), Nurettin Artanı, Ulus: 26.li.945
·
—
(Dil Meselesinden Korktum), O. S. Orhon, Tasvir; 1.11.945
·
—
(Dil İşlerinde Yanlış Bir .Görüş), M. Adalan, Açık Ses
(Bursa), 28.11.945
·
—
(Son tartışmalar dolayısiyle: Dil Devrimi Ve Bugünkü durum), Agâh Sırrı Levend.
Ulus: 9.11.945
·
—
(Devrim üzerinde düşünceler: Dilin Sadeleşmesi .dçğil,
dilin Türkçeleşmesi), Halil Nimfetullah Öztürk, Vakit: 7.10.14 Kasım, 1945.
·
—
(Türkçe Meselesi, Ord. Priof. A. Fuad Başgil’e Açık
Mektup), Y. Şekip Mu.sluoğlu, Tasvir: 15,11.1945
·
—
(Dil Bahisleri: Sayın Ord. Prof. Ali Fuad Başgil’in
yazısı dolay isiyle), Besim Atalay, Tasvir: 18.1.946
Başgil’in
fikirlerini destekleyen yazılar:
·
—
(Dil İnkılâbını tehlikeye düşüren düşünceler), Prof. Fm-dıkoğlu Z. Fahri,
Cumhuriyet: 29,11.045
·
—
(Yalnız Dile Dokunamazsınız), Tan Gz. 27.10.945.
·
—
(Dil Derdimiz), Burhan Belge, Hür Ses: '1.11.945
·
—
(Dil Yarası), Vatan, 30.11.945.
·
—
(Dil Meselesi), Dil dâvası etrafında görüşülen üç cereyan)
Ahmed Halil, Cumhuriyet: 2.11.945
·
—
(Dil mevzuu üzerine yazılmış iki yazı hakkında düşünceler), Bahir Çepeci, Açık
Ses (Bursa), 5.12.1945
Pakistanda,
1952 yılının Mayıs ayında toplanan kongreye Türk delegesi olarak iştirak eden
Başgil, orada Türkistanlılarla Türkçe konuşup anlaşmıştı. O günlere ait bir
hâtırasını şöyle naklediyor:
«Konuşmalarımda
bir ara: « — Bizim, yargıçlar, yargılama tutanaklarını öz Türkçe diliyle
tutarlar» gibi bir söz sarf ettim. Karşımdaki Öz Türk evlâtları bundan bir şey
anlamadılar. Çevirdim,
«—
Bizim hâkimler, zabıtlarını hâlis Türk lisaniyle tutarlar..»
dedim:. Anladılar. Ve dil diye bizde hayvanların ağzındaki malûm unsura derler.
Konuşma mânasına biz «lisan» deriz, dediler.
«—
Haklısınız biz de öyle derdik ama, günün birinde
içimizde bir hırsız kedi türedi de gece uykuda iken bazılarımızın dilini yedi»
dedim ve işi şakaya döktüm.»
Bu
lâtif etten sonra Başgil, Türkistanlı dostlarına, öz Türk-çecilerin Osmanlıca
dedikleri o güzel, zarif ve zengin Türkçe ile konuşmaktan duydukları hazzı
belirtmiştir.
Din ve Laiklik
DİN HÜRRİYETİ VE LÂİKLİK GÖRÜŞÜ
Eski
Türk Anayasasının 75. maddesi üzerinde hayli çalışmış din hürriyetiyle lâiklik
mevzuunda mühim) bir telif eser meydana (getirmiş olan
Başgil, modern (bir düşünüş ve objektif bir görüşle hareket etmiştir. En önemli
kültür dâvalarımızdan biri olan bu mevzuda vatandaşların, en tabiî hak ve
hürriyetlerinden biri olan din hürriyetini tahlil eden müellifin bu eserinin
şemasına şöyle bir (göz atalım1:
Giriş:
Bugünkü cemiyetlerde din ve devlet münasebetleri.*:
·
I
— Din mefhumunun unsurları: îman ve âmel
Âmelin
nevileri: İbadet, dîne hizmet, insanlığa hürmet.
·
II
— Din hürriyeti ve bundan doğan haklar:
·
1
— İnanma hakkı,
·
2
— İbadet ve dua hakkı,
·
3
— Talim ve tedris, neşir ve telkin hakkı,
(Bundan
sonra sırasiyle şu başlıklar yer alıyor):
—
Din, okutulup öğretilmekle beka bulur.
—
Neşir hakkı din hürriyetinin en hayatî cephesidir.
—
Din neşriyat ile himaye ve müdaafa edilir.
—
Dinî talim Ve tedris faaliyetinin İçtimaî ve millî ehemmiyeti,
—
İç huzuru, maneviyat terbiyesinin meyvası, din dle bu meyvanın ağacıdır.
—
Dinin emirlerini yerine getirmek hakkı.
·
III
— Din hürriyetihih ve 'buna bağlı hakların hududu:
—
Din hürriyetinin hudutlanması lâzımdır.
—
İnanma hakkı hüdütlandırılabilir mi?
-^-
İbadet hakkının hududu: Ferdî fiil mahiyetindeki ibadetler kanun mievzuu
olamaz.
—
İçtimaî fiil vasfı olan ibadetlere devlet müdahalesinin ölçüsü.
—
Dindarın secdegâhma devlet kuvvetleri ayak basamaz.
—
Tâlim ve tedris, neşir ve telkin hakkının hududu.
—
Dinin emirlerini yerine getirme hakkının hududu. - Hülâsa.
Bu
etüdü kısaca anlatalım:
Prof.
Başgil, din hürriyeti hakkındaki bu etüdünde, 1839 Gülhane Hatt-ı Hümâyûnunun
ilânından sonra Türkiyede hâkim olan devirlerdeki realiteleri nazara alarak
1924 Anayasasının 75 inci maddesinin vatandaşlara tanıdığı din hürriyetini İlmî
ve hukukî prensiplerle incelemekte, dinî tâlim ve tedris müessesesinin lüzumlu
öldüğünü, dinî neşriyat ve telkin hakkının himaye ve müdafaa edilmesinin şart
olduğunu, ferdin inan ma ve ibadet hürriyetine devletin müdahale edemiyeceğini,
«din ile devleti aynı bir ülkede, yanyana, barışık bir halde yaşatmak üzere»
modem bir devlet nizamının esaslarını yanında objektif bir görüşle
belirtmektedir. Şu
halde lâik bir devlette dine karşı cephe alınmaz, dine «barışık» bir hareket
beklenir.
DİN HÜRRİYETİNİN ŞÜMULÜ
«Din
ve Lâiklik» adını taşıyan eserinde dinin ulviyetini vu kufla ele alan ve tarihî
seyrini takiben dinin fert vicdanında ve devlet otoritesi yanındaki durumunu
tetkik eden Başgil, ansiklopedicilerin din, hakkındaki düşüncelerini dinin
iflâs etmediğini ve etmiyeceğini, maddecilerin söylediklerini, rönesans ve
modem ilmin hareketlerini, dinlere göre hayat ve kâinatı izah ettikten sonra
İlmî maddeciliği şiddetli bir lisanla tenkit etmektedir. Eserin
ikinci bölümünde:
«
—' Allah ve Din» — Din ve kendiliğinden var olma fikri, — Din, insanda derin
bir temayül ve ihtiyacın ifadesidir. İlim ve hayat muamması — Din ve hayat
maumması — Bırakınız her-128
kes
gönlünün ışığını kendisi yaksın — 'Din ahlâkının kıymeti ve İçtimaî hayat için
ehemmiyeti» başlıkları altında dinin mahiyetini bütün genişliğiyle tetkik
etmektedir. Bu, arada idin hürriyetinin şümulünü şöyle anlatmaktadır:
«Şunu
bilmelidir ki, din hürriyeti sadece mabede girip çıkma serbestisi değildir.
İsteyen müzeye, parasını veren sinemaya da girip çıkıyor...
«Din
müessesesinin dayandığı hakların bugün ehemmiyet itibariyle başta geleni, hiç
şüphe edilemez ki, tâlim ve tedris, neşir ve telkin hakkıdır. (Bugün herhangi bir memlekette din hürriyeti olup olmadığını
anlamak için, göz önünde tutulacak ölçü, budur. Yani, eğer (tâlim ve tedris,
neşir ve telkin) hakkı serbestçe kullanılıyorsa, o memlekette din hürriyeti
Vardır. Kullanılmıyorsa ıda bu hâk, resmî veya gayrî resmî, kanunî veya İdarî
bir tazyik ve tehdit altında kalıyorsa, din hürriyeti yok tur.» (İslâm M. 1958)
DİN
SEVGİSİ
Başgil’e
göre din, evvelâ bir «duygudur» ve «yüksek san’at ve ahlâk duygusu» gibidir.
Fakat bunlardan daha üstün hattâ daha yüksek duyguların sentezidir. BaŞgil’in
nazarında: «Din, yalnız fert için bir fazilet ve
feragat kaynağı değil; aynı zamanda ve böyle olduğu için İçtimaî hayat
temizliğinin en kuvvetli teminatıdır... Sevmek ve Müslümanlığı müdafaa etmek
hakikatte insanlığı sevmek ve insanlık hakkını müdafaa etmektir.» (Din ve Lâiklik. 1: ©).
Ona
göre: Din, yok olmaktan ve hiçliğin karanlığında boğulmaktan korkan insan
gönlünün ışığı ümit ve imkânların tükenip söndüğü yerde başlayan ümit ve
teselli yolu, ilâçların din diremediği acıların ilâcı. Harap gönüllerin
sığmağı, iyilik, iç iman melekesinin de kaynağıdır.»
Din temizlik ve nasihattir.
Böylece
mütefekkirin dine karşı olan derin ve samimî sevgisinin dayandığı en esaslı
noktalara kısaca temas etmiş oluyoruz.
DİNİN FAZİLETİ
Dünyanın
yaratıldığı günden (bugüne kadar dinin insan cemiyetlerinde büyük bir mânevi
kuvvet, yüksek, ahlakı bir mü essese olduğu
muhakkaktır. Başgil dinin ulviyet ve faziletini şöyle izah ediyor:
«On
dokuzuncu ye yirminci asırların tarih ve sosyoloji a-raştırmaları ile
anlaşılmıştır ki, din, derin bir duygu ve mânevi bir mesnet olarak, insanoğlu
ile beraber var olmuş ve ilk medeniyet eserleri, medenî duygular ve düşünceler,
hep dinî inançlardan doğmuştur. Hukuk, ahlâk ve siyaset, hattâ teknik ve san’at .bile zuhur ve inkişafını dinî duygu ve düşüncelere
borçludur.
«Din,
insan ye cemiyetle beraber doğmuş, sayısız asırlar ve milletler içinde binbir
çeşit inkılâp ye istihdâlelerin muştası altında'bugüne kadar yaşamıştır; Bugün
dünyâyı sevk ve idare eden kuvvetlerini de başında gelmektedir. Böyle bir
müessese, yalan, hile ve menfaat üzerine kurulmuş ve bütün bir insanlık
dünyası, bu bahiste asırlarca yanılmış olamaz. Bunu iddia etmek için, müşterek
ve maşerî kanaatlerin ehemmiyetini anlamamış olmak lâzımdır.
«Din
müessesesinin kökleri insanın yaratılışmdadır. Ve bü lün dinlerde bu yaratılışa
cevap vermek üzere, Allah ve ahı-ret kaideleri gibi, bazı müşterek hakikatler
vardır. Bu hakikatlerdir ki, dinlere yaşama ve tarihî fırtınalara karşı
mukavemet gösterme kuvvet ve imkânını sağlamıştır. (Din ve Lâiklik, S: 8)
Görülüyor
ki, din bir fazilet kaynağıdır ve insanlığın manevî gıdası, desteğidir.
DİN İLE İLMİN MÜNASEBETİ
Din
ile ilim arasındaki münasebeti araştıran Başgil, bu iki mefhum arasındaki
mesafeyi, dinin âkidelerinin ilmin tecrübeye dayanan metodlariyle izah edter.
Şöyle ki:
«iDinî
mevzular, meselâ Allah ve âhıret âkideleri ve bunlara bağlı diğer dinî
meseleler tamamiyle lâmaddî ve lâmah-sûs bir âleme ait hakikatlerdir. İlim
namına bunlar hakkında hüküm vermeğe kalkışmak ve bu hakikatleri inkâra
yeltenmek, ilme iftira etmek ve ilmi bazı maksatlara âlet olarak kullanmaktır.
Çünkü tekrar edelim ki, dinî mevzular ,ilmin tetkik
sahası dışındadır. İlim dinî âkide ve kanaatler hakkında ne müsbet ve ne de
menü bir hüküm: veremez.
«Çünkü
bunlar tecrübe, müşahade, mukayese altına girmez. Âkide ve kanaatler arabaya
yükletilip, lâboratuara nak -ledilemez. Bunların dinî değerini laboratuar değil
ancak yaşanılan hayatın tecrübeleri gösterir. İnsan hâyat yolunda yürüyüp
ilerledikçe, anlar ki, gönül âkide boşluğunu ne feervet, ne mevki ve nüfuz,
hülâsa dünya değerinden hiçbir şey dloldu-ramaz. Hattâ dikkat edersek, ilmin
tatbik sahası dışında k’â-lan mevzular yalnız dinî
olanları da değildir. Maddenin ve'kuvvetin mahiyeti, hareket ve muhtariyet gibi
lâmaddî, iyilik ve kötülük, adalet ve zulüm, fazilet ve redâet gibi ahlâkî daha
bîr çok mevzu var ki, bunlar da ilmin sahası dışında olanlar, içinde olanlara
nisbetle bir okyanustur. Bugün, beşerin bildiği, bilmediklerine nazaran,
deryalardan bir damladır.
«İlim
de neticelerinde, din gibi bir inanç sistemidir. Şii farkla ki, İlmî inanç,
tecrübe, müşahade ve muhakemeden neş’et ettiği halde, dinî inanç sezişlerden,
belli belirsiz hislerden teşekkül etmekte, zekâdan, diri ve iman; his ve
iradeden doğmak tadır. Binaenaleyh ilim dine, maddecilerin tahmin ettiği gibi,
yabancı değildir.
DİN RUHİ BİR İNANÇTIR
Dinî
âkideleri zayıf olanları, münkirleri ruhî bakımdan nok san telâkki ederiz.» Başgil ilmin ilerlemesiyle dinin iflâs etmeyip bilâkis
kuvvet kazandığını şöyle ifade ediyor:
«İlerleyen
ilmin meş’alesi önünde dinlerin iflâs edip talihe karışacağını zanneden
onsekizinci asır ' âdamlarî' bu bahiste- * ' ki. görüşlerini
tıpkı kendi hayallerini hakikat Sanan çobüklar gi-
bi
yanılmışlardır. İlim anahtarlariyle her meçhulün kilidini a-çacağma inanan
zavallı münkir; görmüyor .ki, ilmin çözdüğü har
muammanın altından binbir muamma daha çıkmakta ve biçare ilmimiz, sonsuz bir
meçhuller deryası içinde bir saman çöpü gibi kalmaktadır. Hayır! Din iflâs
etmedi, ilim aczini anladı...»
Görmeyen
gözlü münkir. Düşün
ki, üstünde yaşadığın şu yer yuvarlağı, sayısız ecram ve nihayetsiz bir kâinat
içinde en küçük bir varlık ve âdeta bir noktadır. Sen ise, bu noktanın karnında
ve sathında mevcut zerresin, Varlığın fâni, ömrün mahdut, aklın âcizdir. Sen bu
hiçliğini unutuyorsun da hudutsuz ve sonsuz bir'kâinatı idrâk ve ihataya
kalkışıyor ve kendi hayalini hakikat sanarak, inkâra sapıyorsun. Görmüyorsun
ki, çok güvendiğin 've dünyaların ışığı sandığın aklın sana, kâinat muamması
karşısında, hiç değilse, insaf edip susmayı olsun öğ-retmemiştir. (Din (v©
Lâiklik S.: 9)
«Din
duygusu ve dinî müesseseler, insan zekâsının daha genişlemesi ve' incelmesiyle,
kaybolma ve zeval bulma şöyle dursun; bilâkis, daha kökleşmekte ve ruhî bir
ihtiyaç olarak kendilerini daha da şiddetle hissettirmektedirler. Bugün, İkinci
Dünya Harbi ferdasında, yüksek duygulu insanların din ve mâ-neviyatma karşı
hissettikleri ihtiyaç kadar, yakın devirlerde ihtiyaç hissedilmemiştir,
denilebilir.»
«Hattâ
ilim ve iman ayni bir insanın hayatında yanyana yaşı-yabilir. Nitekim, fiiliyatta birçok büyük âlim ve filozoflarda
yaşamaktadır. İlim ile iman arasında tezat tasavvur edenler, hu susiyle dini
ilmin terakkisine engel görenler âlimler değildir, âlim yamakları ve
taslaklarıdır.» (Din ve Lâiklik. S. 23,33,-40)
Böylece
din ile ilim arasındaki münasebeti izah etmiş olan. Başgil, tekâmülcü felsefî
doktrinin mümessillerinden Bergson’-uıı. fikirlerini
ele alarak: «Filozof Bergson’un diliyle konuşmak lâzım gelirse, din aynı
zamanda insan vicdanının ilk ve doğrudan doğruya bir mutası ve insanın mânevî
yani düşünen ve ina-
nan
bir mahlûk oluşunun bir tecellisidir. Dini, sırf bir cemiyet tasavvuruna irca
edip, onun sübjektif yani enfusî mahiyetine göz yummak, dumanı görüp de ateşi
inkâr etmektir» demekte ve netice olarak:
«Din
kısaca, gaybî imandır. Yani içinde yaşadığımız maddî ve mahsûs âlemin dışında
bir takım hakikatlerin var olduğunı kabul etmek ve,
içten bir bağlanışla, bu hakikatlere inanıp bağlanmaktır.»
«Bütün
ilim deyince bundan herhangi bir bilgi değil, fakat sırf müşahade, mukayese ve
tecrübe ile elde edilerek sistemleştirilmiş bilgi kastedilmektedir.»
İLİM VE DİN MÜCADELESİ
Başgil’e
göre ilimcilerle dinciler arasında bir mücadele vardır. Yoksa ilimle din
arasında bir mücadele yoktur. «Çünkü kudret eli
kâinatın bütün varlıklarını eş yaratmıştır. Bu .bir
kanundur ki, âlemde tek başına var olan Allahtan başka hiçbir varlık yoktur.»
(Bakınız: Başgil, İlim, Din Mücadelesi, İslâmm Nuru Mec. Tem,.
1952)
İlimle
dinin birbirine muhtaç ve birbirini tamamlayan iki arkadaş olduğunu, her
birinin ,,bir yardımlaşma ile insan varlığını meydana
getirdiği iki unsurdan birini karşıladığını söyleyen mütekeffir:
«İlim,
insan mevcudunun maddesi ve azmini, din ise mânasını ve ruhunu tatmin eder»
demekte ve ilim ile din arasında bir çatışma - mücadele olmadığı neticesine
varmaktadır.
İlim
adamlarının «modern ilim nazarında dinin yeri yok tur» şeklindeki yanlış
telâkkisini ele alan Başgil, bu hatalı görüşü tenkid etmekte ve ilim
ilerledikçe dinlerin ilân ettiği hakikatlerin daha iyi aydınlanacağını ileri
sürmektedir.
Başgil’e
göre dine olan ihtiyaç, ilme olan ihtiyaç kadar ha-ıyatî, daimîdir. «İnsanlığın çektiği ıstıraplar, gerçekte, kaybet-itiği
imanın boş kalan yerinden geldiğini hissetmekte ve bu yeri doldurmak için,
maneviyata sarılmaktan başka çare olmadığını ifade etmek suretile, maneviyata
önem vermektedir.
Hayatı
- aşk, iyilik, ahlâk ve adet olarak tarif eden Başgil, hayatta hakikî mürşidin
yalnız yalnız ilim, değil, ilimle beraber dinin olduğuna kanidir. İlmin hayat, ve cemiyette faydalı ve hakiki bir mürşid olabilmesi
için «din ve maneviyat ile birleşmeğe ve bu sayede insan ruhunun yüksek temayül
ve tecellilerine cevap vermek üzere, ahlâkîleşmeğe muhtaç olduğuna
inanmaktadır. O’na göre «maneviyatsız ilim, mürşid olmak şöyle dursun şeytanî
-bir rehberdir.»
İki
asırdan beri yolunu şaşıran ye ıstıraba boğulan dünyada terakkiye ulaşabilmek
için ilim ve dinin aynı noktada birleşmesi gerekmektedir.
:
«Düşünelim ki, terakki, yani basit ve fakir bir hayattan müreffeh ve zengin bir
hayata çıkış, insanlığa hakikaten bahtiyarlık getirebilmek için, yalnız maddî
ve mekanik değil, hem de manevî ve ahlâkî olmak lâzımdır.»
Bu
fikirlerin gerçekleşmesi için maneviyat ve ruh terbiyesine mekanik ve teknik
terakkiler kadar önem, verilmesini ar-zulamıştır. Bugünkü medeniyeti bir ayağı
topal bir yolcuya benzeten müellif, onun geri kalmaması için geriliği giderecek
tek çarenin hayatta manevî kıymet ve hakikatlere lâyık oldukları yeri vermek
olduğu fikrini savunmuştur.
NETİCE OLARAK
.
Yukardan beri özetleyerek izah etmeğe çalıştığımız fikirler şu sözd.e düğümlenmektedir:
«Terakkinin
hayırlı ve faydalı olmak için insanın - maddî ve manevî, ruhî ve bedenî iki
varlığının atbaşı gitmesi ve mu-vâki'şekilde
ilerlemesi -gerektiğini, dünyamız nihayet anlayacaktır.»
.
LÂİKLİK GÖRÜŞÜ
Lâikliğin
münkirlik ve din düşmanlığı değil, din ile devlet nizamının ayrı, birebirlerine
karşı tarafsız .bir vaziyet alması gerektiğini savunan
Başgil, Türkiyede lâiklik mevzuunda en mükemmel etüd ve makaleleri kaleme almış
bulunmaktadır. Dine bağlı defvlet sistemini tenkit etmiş ve «siyasetten
yakasını kurtarıp vicdanlarda hüküm süren ve mâbet hareminde kalan dinin
terakkiye mani olmak şöyle dursun, bizzat terakkiyi kamçılayan bir kuvvet»
olduğunu açıkça ifade etmiştir.
Başgil’in
yıllardan beri üzerinde titizlikle dlurduğu lâiklik mevzuu, bizde öteden beri
yanlış bir tatbikata sahne olmuş ve dindar zümrenin tahakküm erbabı
politikacıların bir silâhı haline gelmemesini arzu etmiştir. Bazı küçük
endişelerle 950 yılından Önceki iktidarın vatandaş vicdanına kadar uzanan
elleri sonradan bir suçlumun elleri gibi titremeğe başlamıştır.
DİN
HÜRRİYETİ VE LÂİKLİK FORMÜLÜ .
Eski
(1924) Anayasasında lâikliğin tarif edilmemiş olmasını tenkid eden Başgil, Yeni
Cumhuriyet Anayasasının hazırlandığı günlerde lâiklik ve din hürriyeti
mevzuunda' bir formül1 kaleme almıştı. Bu, bir kanun tasarısı
mahiyeti taşımakta ve uzun zamandan beri lâiklik konusundaki düşüncelerinin
özünü teşkil etmektedir. Ehemmiyetine binaen bu .formülü
aşağıya t dercediycruz. İlerde belki de kanım vazımın
istifade etmesi de mümkün olur veya temiz yürekli hâkim ve şavicılarımiz T.. Ceza K. nunun 163 ncü maddesini tatbik ederken.bir ölçü
olarak, bu formülü gözönünde bulundururlar. Hakkaniyet ve. adaletle,
hükmetmekte, yardımcılık yapacak kıymet. taşıdıığı için bu formülü derce,tmekte. fay da. mülâhaza
ediyoruz:», ...
M.
— «Devlet ve din, herbiri kendi; sahasına.-dahil olan
' işlerde muhtar ve müstakildir.
M.: — «Türkiye Cumhuriyetinde mevcut ve müesses- bütün din ve
mezhepler: kanunun himayesi, altındadır.»
«Umumî
ahlâk ve adaba aykırı olmamak ve âmme nizamını bozmamak şartiyle herkes mensup
öldüğü, din ve mezhebin nasları ve temayülleri gereğince, o din W mezhepte
yerleşmiş dil, usûl ve erkân üzere ibadet etmekte, gerek tek başına ve gerek
topluca, o din ve mezhebin âyinlerini icra etmekte serbesttir.
,
«Hiç
kimse, herhangi bir dinî akide ve kanatlerinden ve bunları açıklamasından
dolayı rahatsız edilemez.
M.
— ı«Hiç kimse herhangi bir din ve mezhebi benimsemeye,
o din ve mezhebin emir ve icaplarını yerine getirmeğe zorlanamaz.
«Çocukların,
on altı yaşlarını bitirmelerine kadar dinî terbiyelerini ana, babaları
serbestçe tâyin eder.
M.
— «Hiç kimse herhangi bir din veya mezhebe mensup
olmadığından dolayı rahatsız edilemez.
«Türkiye
Cumhuriyetinde mevcut ve müesses din ve mezr heplerden başka yeniden herhangi
bir din, mezhep veya tarikat, gizli teşekkül veya teşekkül kurulamaz.
«İlga
edilmiş olan tarikatlar ve bunların âyinlerini icraya mahsus tekke ve zaviyeler
yeniden açılamaz.
«Türkiye
Cumhuriyetinde mevcut ve müesses din ve mezhep mensuplarının sırf dinî
ihtiyaçlarını el birliğiyle karşılamak ve yardımlaşmak
.gayesiyle kuracakları cemiyetler, umumî hükümlere tâbidir. Devlet gerek
çeşitli din ve mezhep mensupları ve gerek hiç bir din ve mezhebe mensup
olmayanlar arasında çıkan her türlü, ihtilâfları, kânun hükümleri dairesinde
halletmek için icap eden tedbirleri alabilir.
M.
— Umumî ahlâk ve âdaba aykırı olmamak ve âmme nizamını bozmamak şartiyle,
herkes mensup öldüğü din ve mezhebin âkide ve esaslarını, söz veya yazı ile, yaymakta ve okutmakta serbesttir.
«Dinî
neşriyat ve öğretim, umumî neşriyat ve öğretim, dışında ayn bir kânuna,
murakabe ve tahdide tâbi ^tutülâıiıaz.
M.
— « Her hangi bir din ve mezhebin akide ve esasları,
herhangi bir partinin veya siyasî bir kanaatin lehinde veya aleyhinde, öğme
veya küçük düşürme şeklinde, konuşma mevzuu yapılamaz. (Propaganda vasıtası
yapılamaz.)
Müslim
veya gayri müslim diyanet makamları temsil ettikleri din ve mezhebin
mensuplarını vergi, hibe, vakıf, zekât ve sadaka gibi adlar altında bir para
vermeğe, aynî veya nakdî bir yardımda bulunmağa mecbur tutamaz.» (Bakınız; Y. Sabah, -.10 Temmuz 1960 ).
Bu
formülden başka dinî mesele ve işlerin müzakere edilebilmesi için yüksek din ve
ilim adamlarından müteşekkil bir (Din şûrası) nın teşkilini lüzumlu görmüş,
devlet adamları da böyle bir şûranın toplanmasına karar vermişlerdi. Fakat
henüz Din Şûrası teşkil edilmemiş bulunmaktadır.
Devlet
ve din 'kendi sahasına dahil işlerde muhtar ve
müstakil bir hüviyet taşıdığı müddetçe lâiklik prensibi zedelenmi-yecektir.
Ama
dinin devlete veya devletin dine müdâhale etmesi halinde lâiklik prensibi,
çiğnenmiş olacaktır. Devletten beklenen, dine ve ferdin hürriyetine saygı
beslemek ve onu korumaktır. O halde lâik devlet nedir Başgil bu soruyu yıllarca
önce şöyle cevaplandırmıştı.
LÂİK DEVLET
«Lâik
devlet demek, esaslarını, hükümet ve icraat prensiplerini, kanun ve nizamlarını
dinî kayıtlarla ve mülâhazalarla bağlı olmayarak, doğrudan doğruya ilmin ve
tekniğin mutalarından, ferd ve camia ihtiyaçlarından alan, sırf 'vukuatın ve
vaziyetin icaplarını göz önünde tutarak hareket eden devlet demektir.
«Lâik
devlette din kaideleri, devlet esaslarından ve prensiplerinden tamamiyle
ayrılır ve ferdî vicdanlara çekilir. Dikkat edelim iki lâik devlet, demek,
diyaneti nefyeden, din düşmanlığını güden devlet değildir. Lâikliği maddilikle
karıştırmamak lâzımdır. Lâiklik bir İçtimaî siyaset prensibi olarak, akide ve
diyanet meselelerinde devletin bitaraflığıdır, muayyen bir dini benimseyerek
diğer din ve kaidelere hor bakmamak, halk arasında teessüs etmiş olan dinlere
ve dinî kanaatlere karşı ayni derecede hürmet etmektir.»
Görülüyor
ki müellif lâik devleti «din düşmanlığı .gütmeyen»
«dine ve dinî kanaatlere hürmet eden» devlet olarak vasıflandırmaktadır. Bu
mevzuda daha (geniş bilgi edinmek için Başgil’in (Din
ve Lâiklik.) adlı eseriyle (Hukuk İlminin Işığı Altında Günün Meseleleri) adlı
eserine bakmak lâzımdır.
TÜRKLÜK VE MÜSLÜMANLIK
«Yeni
Sabah» gazetesinde 27 Mayıs 1960 millî inkılâbından sonra neşrettiği
makalelerden birinde: «Müslüman Türk» tâbirini kullanan Başgil, bazı kalem
erbabını tarizlerine hedef olmuştu. Hattâ malûm Sabah gazetesi bir anket açmış,
üniversite doçent, ve profesörlerini tahrik ederek yalnız bu fikrin aleyhindeki
cevapları - hiç bir İlmî kriter ve kaynağa dayanmadan
- neşretmişti. Ankete verilen cevaplarda «Önce Türküz, sonra Müslümanız»
deniyordu.
'
Tarihî
ve İlmî düşünceye dayanmayan. bu
sıralanış, gerçeğe hiç de uymuyordu. Zira Büyük Peygamberimiz salla'llâhü
aleyhi ve sellem asırlarca, önce şöyle buyurmuşlardı:
«KÜLLÜ
MEVLÜDUN ALÂ FITEATİL İSLÂM,
Yani:
«Her doğan çocuk, fıtraten İslâm olarak doğar. Sonra
anası, babası Yahudi ise Yahudi olur, Hristiyan ise Hristi-, yan olur, Mecusî
ise Mecusî olur.» meâlindedir.
Allahın
büyük Resulünün pırlanta sözlerinden habersiz olanların hadîs kitaplarına
bakmalarını tavsiye ederiz. Meselâ Camlüs? Sagir’i veya Sahih-i Buharî’yi (Shf. 95) gözsen geçirmeleri yeter de artar bile. İmanın
şartlarından birisi de Büyük Re^ -şule inanmak olduğuna, gîöre, onun
hâdîslerini de iyide bilmek’ lâzımdır ki bu mevzuda ,
konüşulâbilsin. Yoksa önce? «Türküm sonra Müslümanım.» diyenler bu
milletin varlığında ırk unsurunu en ön plâna almış ve bir nevi ırkçı rolünde
görünmüş 'olmuyorlar mı?
DEVLET VE HAKİMİYET
Devletin
siyasî unsuru olan hâkimiyet mefhumunu Başgil şöyle tarif ediyor:
«Hâkimiyet,
ülke üstündeki insanlara emir veren ve kanun koyan üstün ve rakipsiz bir
iktidardır 'ye (devletler camiasında devletin
benliğinin, irade muhtariyeti ve istiklâlinin ifadesidir.»
Hâkimiyet
kelimesi «hüküm» maddesinden gelmekte; hâkim, hakem, mahkeme, muhakeme, mahkûm
ve tahkim gibi geniş bir kelime ailesine bağlı bulunmaktadır. Hâkimiyeti önce
cemiyet realitesinde arayan mütefekkir, onun hukukî kıymeti üzerinde de
durmaktadır.
I)
Sosyoloji bakımından hâkimiyet:
Devlet
dediğimiz siyasî organizasyon, cemiyetten doğmakta, otorite ve iktidarı
sayesinde fonksiyonunu icra etmek-, tedir. Şu halde ilk görünüşüyle hâkimiyet
«devlet dediğimiz teşkilâtın dayandığı kuvvettir ve sosyolojik bakımdan
cemiyetin kendi bünyesinden doğmaktadır.» Cemiyet ise insanlardan, akıl ve
irade melekeleriyle hareket eden varlıklardan teşekkül etmektedir. Millî irade
dediğimiz manevî, siyasî kuvvet de cemiyetten doğmaktadır. Hukuk kaideleri
müşterek ihtiyaçlar, müşterek akıl, müşterek ahlâk ve adalet duygularının
mahsulü olduğuna göre bu kaidelere mecburilik vasfı keren, cemiyetin bünyesinde
saklı olan faktörlerdir.» Cemiyet iktidarını tebellür
ettirmek için Başgil:
«Bir
cemiyetin insanları arasındaki müşterek düşünceler, müşterek menfaat
telâkkileri, müşterek kanaat, dilek ve duygular birbiriyle kaynaşarak «Umumî,
yahut millî irade» denilen ve bir sentez vücude getiren ve ferde yukardan
hükmeden ve emir .. veren
üstün bir iktidar şeklini âlır ki, devlet haline gelen cemiyette hâkimiyet bu
üstün iktidardan başka bir şey değildir.» demekte ve millî hâkimiyetin
«sosyolojik realiteyi ifade eden» bir mefhum öldüğünü kabul etmektedir. Demek
ki sosyolojik bakımdan, devletin üstün iktidarı «Tıpkı cemiyet hayatının üstün
safhasını tanzim eden hukuk 'kaideleri gibi, içtimaî-liğin bir lâzimesi olarak
camianın bünyesinden doğmaktadır;»
II
— Hukuk Bakımından hâkimiyet:
Mütefekkir,
bu bakımdan hâkimiyeti ülke içi ve ülke dışı hâkimiyeti olmak üzere iki şekilde
mütalea etmektedir.
1)
Devletin ülke içi hâkimiyeti, üstün bir iktidar ve salâhiyettir:
İnsanlar
irili ufaklı cemiyetler halinde yaşamakta, başta aile olmak üzere coğrafî,
İdarî, İktisadî, mülkî, hayrî, siyasî bir çok
teşekküllere bağlı bulunmaktadırlar. Bu teşekküllerin atr birinde «mensuplarına
emir ve direktif veren, bir hâkimiyetçik yani nisbî ve mahdut bir iktidar ve
selâhiyet mevcuttur.» Bu selâhiyetleri şahıslar, heyet ve meclisler temsil
etmektedir. Bunlar nisbî ve mahdut kalmaktadır. (Meselâ bir belediye reisinin
salâhiyeti, yalnız o belde hudutları dahilindedir.) Halbuki devlet daha muhteşem bir siyasî teeşkküldür ve «emir
ve kararları umumidir, ülke üstündeki bütün insanlara, cemiyet ve teşekküllere
şâmildir.» Şu halde devletin ülke içi hâkimiyeti Ibir üstünlük arzetmektedir.
Devletin
ülke içi hâkimiyeti aynı zamanda aslî bir iktidar ve selâhiyettir:
Ülke
üstündeki bütün cemiyet ve teşekküllerin iktidar ve salâhiyetleri devletten
alınmış (mıukteseb) olduğu halde «devlete mahsuş olan iktidar aslîdir, başka
bir salâhiyet ve iktidar merkezinden iktibas edilmiş ve âriyet alınmış
değildir.»
Devletin
ülke içi hâkimiyeti, parçalanmaz bit iktidar ve salâhiyettir:
Devlet
canlı bir Uzviyete benzemekte, hâkimiyet de bunun cam mesabesinde ğörühmektedih
Binaenaleyh bölünmez, parçalatılnaz ve bir ülkede birden fazla hâkimiyet icra
edilmez. (Siyasî adem-i merkeziyet.)
2
— Devletin ülke dışı hâkimiyeti diğer devletlerle münasebetlerinde istiklâli ve
karar verme muhtariyeti demektir:
Her
devlet irade muhtariyetine ıgöre hareket eder, karar verir. Bunun içindir ki
küçük - büyük 'bütün devletler müsavi bir statüye sahiptir.
III — Hâkimiyetin gayesi
ve hududu:
Hâkimiyet;
bir ülke üstündeki insanlara emir veren, kanun koyan rakipsiz bir iktidar
olması hasebiyle devletin benliğinin, irade muhtariyetini ve istiklâlini ifade
etmekte ve muayyen bir hudut ve gayeye sahip bıdumnaktadır. Başgil: «Hâkimiyet,
hukuk nizamının’ koruyucusu olarak, muayyen bir cemiyet insanlarının iyilik,
adalet, huzur ve emniyet ihtiyacından dbğan beşerî bir kuvvettir.» demekte ve
her beşerî kuvvet gibi onun da bir gayesinin mekcut olduğunu ifade etmektedir.
Ona
göre: «Hâkimiyetin gayesi bu iktidarın varlığının
mânasında ve mantığında mündemiçtir. Bir devlet ülkesinde niçin ferdî iradelere
gitmeden üstün bir iktidar vardır? Herkesin huzura, emniyet ve hürriyete
ihtiyacını, ammenin temin edilecek menfaatleri, başarılacak iş ve hizmetleri
vardır jdh onun için. Binaenaleyh iktidarın gayesi bu ihtiyaç, !bu menfaat, bu
iş ve hizmetleri temin etmektir. Bu gayeyi gütmeyen ve bu gaye hududunu aşan
bir iktidar., vatandaşlarca itaate lâyık değil dir.»
İktidarın
meşru gayesi yolunda yürüyebilmesinin, hududu aşmamasının teminatını araştıran
müellif, dine bağlı hukukçuların bunu İlâhî kanunlarda, tabiî hukukçuların
«tabiî kanun» da ve ferdî haklar doktrinini müdafaa edenlerin bunu «insan
hakları» doktrininde bulup bu iktidarın hududu olarak kabul etmiş olduklarını
izah ettikten sonra:
«Nihayet
demokratik inkılâplar ayhi meseleden hareket etmiş ve ayni teminatı iktidarın
el değiştirmesinde, halka mal edilerek, bizzat olamazsa halkın seçeceği mebus
ve mümessiller marifetiyle kullanılmasında ve kontrol edilmesinde görmüştür.»
demektedir.
Hâkimiyeti
elinde bulunduranların haiz oldukları iktidarı hayır yolunda kullanmalarını
«iktidar adamlarının kültür Ve medeniyet seviyesinde, ahlâkî terbiyesinde»
bulan Başgil, devlet i'ktidarınm huzur, emniyet ve hürriyetin • silâhı olduğuna
inanmaktadır.
FERDİ HAKLAR VE DEVLET
Ankarada
kurulmuş olan «Hukuk İlmini Yayma Kurumu» nun tertip etmiş olduğu konferanslardan
birini de Prof. Başgil «Klâsik Ferdî Hak ve Hürriyetler Nazariyesi ve Muasır
Devletçilik sistemi» mevzuunda: vermişti. Bû konferansta ele alman problem
şuydu:
«Devlet
muayyen bir ülke üzerinde yaşayan insan birliğinin siyasî ve sosyal, bağlılığını
ve teşkilâtını ifade eden bir varlık olduğuna göre, ferdin bu varlık içinde ve
bu teşkilât karşısında yeri ve değeri nedir?.»
Devlet
bir takım âmme vazifeleri ifa etmekte, bir takım, hizmet ve işleri icra
eylemektedir. Devletin bütün bu hizmet, faaliyet ve icraatının ferde karşı ye
«fert hesabına» bir hududu olup olmadığını araştıran Başgil, bu meselenin
tarihte iki türlü cevaplandırıldığmı ifade etmektedir:
Birinci
telâkkiye göre hareket noktası cemiyet veya devlettir. Bu telâkki: «Ferdî tabiî
muhit olan cemiyet içinde almakta, ferdî gaye ve menfaatleri cemiyet gayesine
ve menfaatlerine bağlamaktadır.» Buna sosyologların tabiriyle «Cemiyet-çilik»
veya siyasî hukukçuların tabiriyle «Devletçilik» diyoruz.
İkinci
telâkki ise, ferdin «manevî ve insanı tamamhğı» nı hareket noktası olarak ele
almakta, «cemiyetin gaye ve menfa-atlerinin tahakkukundan ibaret» olarak
«devlet varlığının sebebini ve -hikmetini ferdin hayat ve refahında
bulmaktadır.» Bu görüşe de sosyolojide ve hukuk sahasında «fertçilik» adı verilmektedir.
Meseleyi
bu tarzda ortaya koyan Başgil eski Yunan âlimlerinden Eflâtun’un. Sokratûn ve
Fransız âlimlerinden Descar-tes’in fikirlerini, devletçilik ve fertçilik
halkındaki görüş ve düşüncelerini, tarihî seyir içinde devletçiliğin ve
fertçiliğin değişiklikler vfe gelişmeleri izah ettikten sonra Fransız
ihtilâlinin doğurduğu «İnsan ve Yurttaş Hakları Beyannamesi» ne işaret
etmektedir. Malûm olduğu veçhile bu beyannamenin 2. maddesi; «Siyasî
cemiyetin ıgayeısi ferdin tabiî haklarını himayedir. Bu haklar, mülk, emniyet
ve zulme mukavemettir.» denmekte, 17, madde ise: «Mülk mukaddes
.bir hak olduğundan kimse bundan mahrum edilemez» denilmek suretiyle
ferdî mülk korunmaktadır. Tarihimizden, hususiyle 1876 Kanunu
. Esasi’sin-deki Osmanlı tebaasının âmme haklarının 1909 Anayasasında da
yer aldığını belirten Başgil, ferdî hak ve hürriyetlerin Anayasalarda fasıllar
işgal etmiş olmasına rağmen zamanla ferdin istiklâli ve hürriyetinin «nazarî
kalmağa başladığı» nı,.realitelere istinat ederek
belirttikten sonra. Birinci Dünya Harbinden sonra dünya devletlerinde fertçilik
ve devletçiliğin aldığı şekilleri incelemektedir. 'Devletçiliğin ferdî gaye ve
menfaatleri hudutlandırdığmı söyleyen Başgil, ferdi şöyle anlamaktadır:
«Ferdî
hak ve hürriyetlerin klâsik nazariyesinin görmek istediği devlette fert âdeta
kendi başına bir âlem farzedilmek-te ve yalnız bazı nevi hareketleriyle devlet
nizamı altına girmektedir. Halbuki devletçi sistem
ferdi, bir heyetin uzvu (olarak) alacak ve onu millî hayat atölyesinde muayyen
bir fonk siy on ifa eden bir işçi gibi görecektir.
Bu
sistemde içtimaileşen fert ile 'beraber hak ve hürriyet mefhumları da
içtimaîleşecektir. Hukuk fertten, ferdin tabiî imtiyaz ve istiklâlinden değil;
cemiyetten hareket edecek, ferdi tabiî ve moral muhiti olan cemiyet içinde,
kendine, etrafındakilere karşı muayyen vazifeleri olan bir insan olacaktır.
Devletçi sistemin hukuku, fertçi hukuk gibi, mücerret bir hak sahibi şahıs
fikrinden ve mücerret bir müsavat telâkkisinden hareket etmiyecektir. İçtimaî
hayatta muayyen bir yer işgal eden ve işgâl ettiği yere göre sosyal vazifeleri
bulunan şahıstan hareket edecek ve mücerret olarak kalınmakta olan müsavat
fikri yerine hakta ve vazifede muadelet fikrini koyacaktır. Devletçi sistemin
hukuku! millet fertlerinin birbirleriyle olan
münasebetlerine, fertçi hukuk gibi, sırf ferdî münasebet gözüyle bakmıyacaktır.
Bu münasebetleri bütün cemiyeti ve geleceği alâkalandıran birer sosyal iş ve
münasebet telâkki edecek ve bugün hukuku hususiye münasebetleri dediğimiz
münasebet ve muamelelerin bile arkasında daima devlet çehresi peyda olacaktır;
hakta ve vazifede muadelet esasından hareket eden devlet, bu muamelelere
müdahaleye daima hazır bulunacaktır.
FERTÇİ HUKUKUN İDEALİİ
Fertçi
hukuk ile cemiyetçi hukuk arasındaki farka temas eden Başgil, bunun pratik
neticelerine temas etmektedir: «Ezcümle fertçi hukuk,
ferdî cemiyetten önce mevcut olan bir varlık olduğu için cemiyet, devlet, nizam
ve disiplin gibi sosyal •hayatın en esaslı icapları bu hukukun gözünde bir
takım tahammülü zarurî şeylerdir. Fertçi hukukun ideali, ferdin mümkün
olabildiği kadar geniş istiklâlidir. Bu istiklâli, başka türlü temine imkân
mevcut olmadığı içindir ki disiplin ve otoriteye razı oluyor. Cemiyetçi hukuk
ise cemiyeti ilk ve son bir muta alır ve devlet nizam ve disiplin gibi
lâzimeleri bu muta’-nm en tabiî vasıflan görür. Bu iki telâkki arasındaki fark
bilhassa hürriyet fikrinde ve hürriyetin nizamlanması meselesinde daha iyi
tebarüz eder.»
Cemiyetçi
hukukun mahiyetini de şöylece izah etmektedir: «Cemiyetçi
hukukta ve bunun siyasî ve sosyal formülünü teşkil eden muasır devletçilik
sisteminde fert ve hukuk içtimaî-Jeştiği gibi hürriyet fikri de
içtimaîlpşecektir.
Hürriyet
fert için bir imtiyaz ve hâkimiyet olmaktan çıkacak ferdin nefsine ailesine
cemiyete karşı olan vazifelerini ifa edebilmesi için lâzım,
ve zarurî bir faaliyet halini alacaktır.» Şü halde cemiyetçi hukukta fayda
yoktur.
Devletçi
sistemde hürriyet fert için tabiî bir imtiyazdan ziyade beki «.ferdî ve İçtimaî
vazifelerin ifası için .bir imkân ve sosyal faaliyet
«telâkki»olunacağmd'an devlete de mühim vazifeler düşmektedir, Müellifin
ifadesiyle: «Çünkü hürriyet cemiyet içinde yaşayan ferdin maddî, fikri ve
manevi kuvvet ve kabiliyetlerini serbestçe kullanması ve inkişaf ettirmesidir.
Bu ise fert için bir vazifedir.
«Şu
halde devlet hürriyetlerin hududunu tâyin ederken ferdin tabiî hakkına ve
imtiyazine tecavüz etmiş olmıyacak; sosyal bir faaliyet ve vazifenin sureti
ifasını tanzim etmiş olacaktır.
DEVLETE DÜŞEN VAZİFE
«Bunu
tanzim edereken, devletin de ferde karşı ifasiyle mü-olduğu vazifeler vardır.
Sosyal nizam içinde ferdin maddî, fikıü ve manevi, kuvyet ve kabiliyetlerini
serbestçe istimaline ye inkişafına meydan ve imkân .vermesi
ve bu y olda âmme, hizmetleri kurması bu vazifelerin başında gelir. Fert
yaşamak için huzur ve emniyet içinde çalışmağa: maddî, fikrî ve. manevi kuvvet
ve kabiliyetlerini kullanmağa ve bunları inkişaf ettirmeğe ,
muhtaç ve mecburdur. Bu bir tabiî hâk ve imtiyaz meselesi değil, cemiyet
içinde yaşayan insan için hayatî ve İnsanî bir za- ' ruret ve sosyal bir
vazifedir. Buna mukabil de ferdi huzur ve > emniyet içinde yaşatmağa,
bunun için de ferdin kuvvet ve ka-biliyetlerini kullanabilmesini, inkişaf
ettirebilmesini temin etmeğe ve iş başında ferdî ve sâyini himaye etmeğe
mecburdur. Bu temin' ve himaye keyfiyeti devlet tarafından ferde karşı bir
âtıfet değil, bir mecburiyet vft bir vazifedir.»
Bu
izahlardan anlaşılacağı gibi fert ile devlet’ arasındaki münasebet •«bir sosyal
iş, faaliyet ve vazife münasebetidir.»
BÜTÜN MESELE FERDİ HİMAYEDİR
Fert
hususî menfaat ve gayeleri çerçevesinde kendi başına «bir âlem teşkil etmekte»
dir; halbuki ddvlet ferdî kuvvetin üstünde onu. kat kat aşarak «ferde tahakküm etmeğe hazır bulunan bir
siyasî kuvvet» olarak görünmektedir. Şü halde: «Bütün
mesele bu kahir kuvvet karşısında ferdi himayedir. Ferdi ve tabiî hak ve
imtiyaz fikri bu tasavvurdan doğmuştur.»
Devleti
bir. çiftlik, vatandaşları da bu çiftlikte çalışan
emek çi veya; yanıcı gözüyle görmiyen Başgil, devleti «millet
cemiyetinin, millet ailesinin gayri şahsî ve objektif nizam, teşkilât, olarak»
,ele almakta bunun yanında devletçiliği, de «bu nizam, ye teşkilâtı namütenahi
terakki ve inkişaf ettirmeğe matuf sosyal ye ekonomik bir siyaset telâkki»
etmektedir.
Şu
halde fert ile millet ve fert ile devlet arasında bir tezat yoktur. «Hayat ve
refah için, .müşterek ve mukabil bir vazife ve faaliyet münasebeti ve tesanüdü
hüküm sürer.»
'
Hürriyeti fert için ferdî ve tabiî bir hak olarak bir imtiyaz olarak telâkki
eden mütefekkir, bu hakkın her fert için müsavi olmasını kullanılmasında ferdin
muhtar ve muhayyer olmasını temenni etmektedir. Ferdî menfaatlerin üstünde yer
alan umumî menfaatlerin himayesi de devlete düşmektedir.:
Burada devlete geniş bir takdir serbestisi tanınmaktadır. Şöyle ki:
«Ferdî
hareket ve faaliyetlerin - ki Teşkilât Kanunlarında temellük ve tasarruf
hürriyeti, çalışma ve çalıştırma hürriyeti, söyleme ve yazma hürriyeti ilh.. gibi namlar almaktadır -şeklini
ve hududunu dtevlet takdir ve tâyin edecektir.» Şu halde devletin iki mühim
vazifesi vardır:
«Devletin
zabıta vazifesinin hedefi can ve mal emniyetidir.
«Vesayet
vazifesinin hedefi de umumî memleket menfaatleri, medeniyet ve terakki icapları
ve halk terbiyesidir.»
DEVLET MABUTLAŞTIRILAMAZ
Medenî
bîr memlekette dfevletin faaliyet ve icraatının bîr hududu olması lâzım
geldiğine işaret eden Başgil, .fertle insanî bir değer tanınmasını
istemektedir;
«Devletçilik,
devlet diye hayalî bir mabut yaratmak ve bunun gölgesine sığınarak hükümet
edenlerin her yaptığı ve bütün icraatını meşrulaştırmak değildir. Bugün medenî
olduğunu söyleyen Ibir millette devlet mabutlaştırılamaz. Devlet sadece millet cemiyetinin .sosyal ve moral tesanüd'ünü, ve bağlılığını
ifade eden ve bu cemiyeti gayesine götürmeğe vasıta olan bir teşkilâttır.
Devletçilik ise bütün bu sosyal faaliyetleri faal bir devlet kadrosu içine
almak ve bunlar arasındaki tabiî tesanü-dü ve bağlılığı şuurlandırmak, devleti
sosyal faaliyetlerin şuurlu merkezi haline koymak siyasetidir. Bu siyasetin
hukukî bir değer alabilmesi için devlet, faaliyet ve
.icraatına bir hudut kabul etmesi, ferde-İnsanî değer tanıması lâzımdır;
Hülâsa Eta-tizm (devletçilik) bugün devletin umumî vesayet vazifesini faal bir
surette başarmasından başka bir şey değildir.»
.Devlet
faaliyetlerinin de bir hududu vardır. Bu hudut, sosyal vazife fikrinde, duygusu
ve terbiyesinde aranmalıdır. Mütefekkirin deyişiyle; «Devlet de, fert gibi
sosyal vazife fikriyle bağlıdır ve faaliyetlerinin hududu vazifelerinin
vüs’atinde ve ehemmiyetinde bulur.» Devlet faaliyetlerinin ferdî faaliyetlerin
üstünde bulunması, sırf ferdî kuvvetlerin başaramayacağı işlerin var
olmasındadır. Bu türlü güç işleri başarmak, devletin vazifesidir. Buradan asıl
mühim noktaya gelen Başgil; «Şu halde esas olan devlet
başındakilerin bilgisi, vazife duygusu, sevgisi ve terbiyesidir. Bundan ötesi
hayaldir. Ne mutlu o memleketlere ki, işlerinin başında bilgili ve vazife
duygusiyle bezenmiş adamlar vardır ve ne mutlu o milletlere ki işlerini böyle
adamlara emanet eder.» demekte, devlet faaliyetlerinin
ve devlet icraatının hududunun mücerret fikir ve prensiplerden ziyade, hukuk
tekniğinde, «mevzu hukukun teminatında aramak lâzım» geldiğini
hatırlatmaktadır. Kanunî teminat, geçmiş asırların ferdî hak ve
hürriyetleri yıpratan devletçilik sistemi yanında bugün dünya milletlerinde
daha çok kuvvet kazanmış, «devlet icraatı bugün birçok kanunî kayıtlara ve
hudutlara bağlanmıştır.»
Türkiyedeki
fert - devlet münasebetine de tasaca. temas
eden Başgil, devlette mes’uliyet şuurunun yer aldığını, Anayasanın üstünlüğü
prensibine göre kanun, nizamname, talimatname ve vekâlet emirlerinin muayyen
hudutlarının var olduğunu belirtmektedir. Devletin idari muamele ve icraatından
dolayı, hukukî bir şahıs sıfatiyle ferde karşı mes’ul olmakta; âmme
hizmetlerinin görülmemesi, noksan ifa edilmesi veya hiç ifâ edilmemesi halinde
devletin şahsî veya malî bir zararı tazmin etmesi de fert için büyük bir
teminat sayılmaktadır. Ayrıca: «Ferdin devlet
faaliyetine karşı tabiî hak ve hürriyetleri vardır demek kâfi değildir. Asıl
mesele bu faaliyetten doğan zararlarm ferde tazminindedir ki bu esas geçen
asırların hukukuna hemen hemen yabancı kalmıştır,».
(Bakınız: Başgil, Hukukun Ana Mesele Ve Müesseseleri, Shf: 88-11)4).
Devletin
ferde karşı mesul olduğu hallerdeki durumu, devletin kendi yaptığı kanunlara
tabî kalmasını icap ettirmekte, böylece hukuk, devleti fikri doğmaktadır.
Klâsik
mânadaki devletçiliğin İktisadî müdahaleye bağlandığı malûmdur. Fakat bu sistem
«İktisadî sahayı aşar da siyasî ve İçtimaî bir totalitarizm gidişi alırsa, /bu
türlü devletçilik yolunu yarılamış bir komünizmdir» diyen Başgil netice olarak
devletçiliği red ve liberalizmi müdafaa etmektedir. (Bk: Son Havadis: 14.5.961)
Liberalizmi siyasî ve İktisadî mânada mütalâa ettikten sonra: «Siyasî
liberalizm, demokrasinin kendisidir.» diyerek fertçi ve liberalist bir
düşünceye sahip olduğunu belirtmektedir.
MAKALESİNDEN ÖRNEKLER:
DİL
BEYANNAMESİ. MÜNASEBETİYLE
Senelerce
süren itiraz ve tenkidlere rağmen, iktidar adam-l«Miijifc
hiç tınmadan ve irkilmeden uydurma dili bütün fecaa-tile devam ettirmektedir.
Mektep kitaplarımda, kanunlarda mahfeme ve dâirelerde soysuz kelimeler her
giiıî biraz dâhâ çoğalmaktadır. Memleket diline karşı ccphederi hücumun yerini,
şimdi sinsi bir pusu hücumu almıştır. Eski açık emirlerin ve taarruzların
yerine, sinsice bir sokuşturma vb sindîrrne‘politikası kaini
olmuştur. Üeİe’Anâyasanm uydurma dile çevrilmesinden sonra, bir de kanunilik
kaftanı giyen bu dil, esef edelim iki. Üniversitelere kadar ğirmiŞtîr. ’öerçi
bu muhitlerde öte-denberi uydurmacılık hastalığına yakalanan ve zaman zaman
bunu açıkça söyleyip öğünenler yek değildi. Fakat şimdi resmiyet dışında herkes
gibi konuşup düşünen ve herkesten ıçtok muarız görüneni..>r,
bile, resmî yazılarında, kanun otoritesine arkalanan, uydurma kelime kullanmağa
mecbur olduklarını sanıyorlar. Muhtariyet üniformasını kaybetmek endişesinden
bir türlü kendilerini kurtaramayan Üniversite idarelerini bir dereceye kadar
olsun haydi mazur görelim. Ve zaten ekmeğini hükümetten ve yaşama imkânını kanu.ii vazılarmdan bekleyen bir Üniversite için muhtariyet,
horoz göğsünde Sultan Aziz, nişanıdır deyip geçelim. Fakat muhalefet
partilerimize ne buyurulur?
Hükümet
ve idarenin en küçük hatalarını bile sektirmeden takip* edip ortaya koyan bu
partiler, bu memleket tarihinde irtikâp edilen hükümet hatalarının en büyüğühe
karşı hayret edilecek bir, lâkaytlık göstermektedirler. Anlıyorum, uydurma dil
âdeta bir tekke öldü. Muhalefet bile el sürüp çarpılmaktan korkuyor. Fakat
bilmelidir ki, politikada sirkeyi sarmisağı hesap eden paça yiyemez.
'
.
Dil
meselesinde muhalefet yalnız lâkaydliğiyle kalsaydı, o kadar gam yemezdim.
Esefle görüyoruz ki, muhalefet partilerimiz uydurma kelimelerin en soysuzlarını
bile fütursuzca benimseyip resmen kullanmakta ve,
belki farkında olmaksızın, iktidarın dil kâhy acılığını desteklemektedir.
Hüiâsa,
dil dâvası gibi neticeleri itibariyle en şümullü bir memleket dâvasında
muhalefetten büyük himmetler ve hizmetler beklemek hakkımızdır
,sanırım.
Eğer
uydurma dilciler bu millete daha büyük fenalık yapamamışlarsa, bunu daha çok;
evvelâ aklıselim sahibi metin halkımıza sonra iz’anlı ve vatansever mektep
hocalarımıza ve nihayet matbuatımıza borçluyuz.
Halkımız
hattâ bu meyanda (gençlerimiz bile soysuz kelimeleri
daima alayla karşılamış ve uydurmacıları eğlenceye almakla cezalandırmıştır.
Yersiz ve haksız hükümet emirlerine ve tedbirlerine karşı halkın en tesirli
silâhı, bunları alaya alıp eğlence mevzuu yapmaktır. Uydurma kelimelerle nasıl
alay edildiğini (görüp içinin üzüntülerini kahkaha
şeklinde dışarıya fırlatmak için orta oyunlarına akın eden halkımızı
kmamıya-lım. Halkın kuvvet ve otoriteye karşı en müthiş silâhlı kahkahadır.
Takdir edelim ki uydurmacıları kötülük yolunun yarısında olsun durduran bu
kahkahalardır. Düşününüz, halkımız bay, bayan kelimelerini bile hâlâ alay olsun
diye kullanmaktadır. Senelerden sonra, bugün hanigi ciddî insanlar muhitinde
bay diye hitaplaşılıyor? Gerçi bir zamanlar mecbur tutulan tramvay biletçileri
ağzından. Haydarpaşa civarındaki meşhur İbrahim ağa çayırı durağında (Bay
İbrahim!) sesleri işitip tiksinmedik değil. Tarihçi geçinenlerimizden
(ıSalâhaddini Eyubî) yi gayretkeşlik olsun diye (Eyüblü Salâhaddîn) yapanları ve
bu meşhur, şahsiyeti (Kasımpaşalı Çolak Mustafa) ya benzetenleri görüp gülmedik
değil. Eakat (bu da geçer yahu) dedik, geçti. Ölmeyenler en uzun gecelerin bile
sabahını muhakkak görürler.
Mektep
hocalarımıza gelince bu münevver ve izanlı insanların belki yüzde doksan dokuzu
kullanmağa resmen ve ekmekleri pahasına mecbur tutuldukları uydurma kelimelere
karşı daima nefret duymuşlar ve memleket dilini yaşatmak için ellerinden geleni
yapmışlardır,
Bilirmisiniz
ki, beş bin küsur kanunlarımızdan biri, Maarif Vekillerine muallimleri istediği
yerde ve istediği işte kullanmağa salâhiyet vermiştir? Ve bu salâhiyete
dayanarak Maarif Vekili istemediği bir muallimi cehenneme, istediğini de
cennete gönderir? İşte bu kanunun, görünürdeki mucip sebepleri ne olursa olsun,
hakiki maksadı ve asıl hedefi mukavemetleri kırmak' ve uydurma dile karşı
kalkacak başları ezmektir. Buna rağmen ve ekmekleri pahasına, diyorum,
muallimlerimiz büyük bir feragat Ve selâmetle memleket diline karşı
vazifelerini ellerinden geldiği kadar yapmaktan geri durmamış ve uydurma dilin
belini kıran hareketler safında yer almıştır.
Muallimler
mukavemetinin en güzel ve takdire değer tezahürü, İstanbul Muallimler
Binliğince tertiplenen (Dil Kongresi) olmuştur. Bu kongrede en (gencinden en yaşlısına kadar Türk milletinin fikir ordusu
kumandanları hep bir ağızdan, tutulur tarafını bırakmamak üzere uydurma dili
hırpalamıştır. Gerçi burada da bazı (Yehuda) la" görülmemiş dfeğildir:
Fakat Muallimler Birliği Dil Kongresi, bütünlüğü ile,
son devir hareketlerinin en mühimmi olarak memleket tarihine mal olmuştur.
Burada
matbuat erkânımızın ötedenıberi gösteregeldiği hassasiyet ve hizmet de takdirle
anılmalıdır. Matbuat erkânımız derken, bundan otorite şakşakçılarını
kasdetmiyorum. Bence bunlar, cenaze evinde feryad ve figanı bastırmağa memur
ücretle tutulmuş şamatacılardır. Matbuat erkânından, halk efkâr ve kanaatlerine
hakkile tercüman olmağı 'vazife bilen fikir ve kalem sahiplerini kasdediyorum.
Dil bahsinde bunlar, muallimler kadar kahra uğrayan, fakat buna rağmen,
vazifelerine ihanet etmeyen muhterem, insanlardır.
Matbuatımızın
bu erkânı, dil baskısının bütün şiodetile hüküm sürdüğü devirde bile, çeşitli
dil sansürlerinin amansız yumruklarına göğüs germiş ve halkın istediği ve
beğendiği dil ile halka hitap etmekten çekinmemiştir. Ve bununla bu memlekette
teşri, icra ve kaza kuvvetlerile seçmenler kuvvetinden sonra 'gelen fakat, ehemmiyet ve şümul, itibariyle, bütün bu kuvvetlere
kumanda eden beşinci bir matbuat kuvvetinin varlığım işba t etmiştir. Nitekim
bu nokta, Hür Fikirleri Yayma Cemiyetinin Dil Kongresinde gözden kaçmamış ve
matbuatımızın dil dâvasındaki hizmetleri minnetle yâd edilmiştir.
Nihayet
dil dâvasında — Gerçi bahsi bize düşmez ama, hakikâte
âÖ^lemek tevazu göstermekten daha büyük bir edepdir — HÜr Fikirleri'Yayma
Cemiyetinin hizmetlerini de anlamak lâzımdır. Geçen senenin ilkbaharında
«Üniversite kürsülerinde tedris hürriyeti» meselesinin müzakerelerini bitiren
umumî heyet gelecek toplantı ruznamesine ittifakla dil meselesini almış ve bu
yolda idare heyetini vazifelendirmişti.
Evvelâ,
âza arasında dokuz sualli bir anket açıldı. Peyderpey Cevaplar geldi. Her sual
üzerinde düşünülmüş ve emek verilmişti. Hattâ bunlara ayrıca sabiteler dolusu
yazılı mütalâalar -eklenmişti. Bu cevap ve mütalâaları uydurma dilciler o k u s
a 1 a r d i, pişman olurlardı diyemiyorum, fakat bu memlekette yaptıkları
kötülüğün derecesini olsun anlarlardı.
Cevaplar
ve mütalâlar tasnif edildi en nihayet kongre halin de müzakereye girişildi. 15
Sonkanundan '12 Şubata kadar süren kongre ıhüzakereleri ciddCn öğürülecek bir
ölgünlük ve ağırbaşlılık içinde yapılmıştır.
\ ’
Şu
noktaya dikkati çekmek isterim ki, beyanname kongrece seçilen komisyon
tarafından hazırlanmış fakat ihtiva ettiği fikirler tamamiyle kongre
zabıtlarından alınarak her noktasıyle azanın ittifakına mazhar olmuştur.
Yalnız,
komisyonca hazırlanan beyanname tasarısında bir iki nokta vardı ki bunlar
kongrede kabul edilmemiştir. Bu noktalardan biri şu idi.
(Beyannamenin
bir yerinde vaktiyle Atatürk’ün dilde bir inkı lâp yapmağa geçtiği, fakat çdk
geçmeden, dilin bir inkılâp mevzu olmadığı ve dil bahsindeiki keyfi müdahalenin
memlekete telâfsi imkânsız zararlar getereceğini üstün zpkâsile sezerek bundan »Güneş
— Dil Teorisi» ile vazgeçtiği belirtilmekte ve bu suretle bugün uydurma dili
Atatürk inkılâbına mal ederek onun, hâtırasına sığınmak isteyen safsatacılara
cevap verilmekte idi.
Bu
fıkra ve bu fikir, bir hatayı göstermek için, «Güneş — Teorisi» gibi daha büyük
diğer bir ilmi hatanın damı altına sığınmanın Hür Fikirleri Yayma Cemiyeti gibi
açık düşünüp konuşan bir teşeküle yaraşmayacağı mütalâasiyle kongrece
çıkarılmıştır.
Kongrece
tasvip edilmeyen diğer bir nokta da su oldu:
Beyannamenin
sonunda protestomuzda bizi haklı gören ve bize iltihak eden vatandaşlara düşen
vazifeler gösterilirken, bu arada: (Vatandaş! Siyâsî
seçiirilerde reyini kulladır veyâ partilerden birine âza ölürken rey verdiğin
kimse veya partice memleket diline verilen yeri ve kıymeti dikkatle nazara al) deniliyordu. Beyannamede dilde tasarruf işi bir hükümet ve
parti işi olmadığı gösterilirken, burada partilerden medet ummanın yersiz
olduğu mütalâasiyle kongrece Ibü fıkra da kaldırılmıştı.
Muhterem
okuyucum! Bizler merhlekât diliıhizi iktidarın tahakkümünden kürtarmak've ona
tabiî mecrasında yölünca inkişaf ve tekâmül etme imkânını verfnek için
elimizden geleni yaptığımıza kaniiz ve bundan dolayı bahtiyarız. Siz de
kendinize düşeni yapınız. Herkes evinin önünü süpürürse, sokak temizlenir.
«HÜR
FİKİRLER» MECMUASI — Mart.1949
GARP DEMOKRASİLERİNİN DAYANDIĞI
İNANÇ
Avrupaya
seyahat eden bir yabancı geçtiği memleketlerde, şehir ve köylerde, ayni
demiyelim ama birbirine çok benzeyen yaşama şekilleri, hareket ve münasebet
tarzlariyle karşılaşır.
Millî
renkler ve mahallî farklar bir tarafa, insanları bir-biriyle münasebetlerinde
dürüst, edepli ve çok nezaketli bulur. Uğradığı ülkelerde dil, mezhep hattâ ırk
ayrılıklarına rağmen her yerde ayni çalışma ve yaşama usûl ve vasıtaları, ayni
bir emniyet ve himaye teşkdâtı, ayni bir teknik ve konfor görür.
Hususî
münasebetlerde olduğu gibi, resmî münasebetlerde yani fert ve devlet
karşılaşmasında da ayni güleryüzlülük, iyilikseverlik ve müsaade ederlik
ahlâkına şahit olur. Sanki geniş bir devlet ülkesinin muhtelif bölgelerinde
geziyormuş intibaını alır. Eğer yolcumuz durup düşünebilirse, gördüğü bü
benzerliklerin garp milletleri arasındaki müşterek bir tarihin, müşterek bir
tefekkür ve muhakemenin, müşterek bir hayat ve dünya görüşünün, hülâsa müşterek
bir kültür ve medeniyetin belirtileri olduğunu anlamakta güçlük çekmez.
Filhakika
garp, her şeyden -evvel, müşterek bir kültür ve medeniyetin vatanıdır. Sayısız
zekâların ve kol kuvvetlerinin asırlar içinde karınca sabriyle çalışıp meydana
getirdiği bir şaheserdir. Ve, garbin yalnız -bir veya
birkaç milletinin değil, bütün milletlerinin alınteriyle yoğurulmuştur. Gerçi,
her insan eseri -gibi, onun da zayıf ve düşük tarafları hattâ hazan zalimane
tecellileri yok değildir; fakat esasında asil ve insanidir. Şehvanî tarafları
olmakla beraber, ruhî itibariyle, «Maneviyatçı» hattâ dindardır.
Bu
müşterek medeniyet, insan hayatı üzerindeki derin bir müşahede d e n d o ğ a n
neticedir. Bu inanç vaktiyle büyük Fransız filozofu Descartes «düşünüyorum o
halde varım» vecizesiyle ifade etmiş ve garp ümanizmasınm temelini atmıştı.
Modern ferdî hakların özünü teşkil eden, bu fikirden şu netice çıkar; Mademki
varım, o halde cemiyet içinde İnsanî benliğimin sahibi kalmağa hakkım vardır. Ayni
neticeye varmak üzere, Alman filozofu Kant da «insan, gayesini nefsinde taşıyan
bir varlıktır,» demek suretiyle ferdin değerler üstü bir değer olduğunu ifade
etmiştir. Bu fikirden de şu çıkar: Mademki insan, hayvian ve eşya ıgibi
başkasının gayesine bir vasıta ve âlet değil, mutlak bir gayedir, o halde
cemiyet içinde herkes .birbirine karşı insanlığın
yüksek şerefine yaraşır şekilde muamele etmeye borçludur.
,
İşte garbın ailesinde, mektebinde, fert ve devlet münasebetlerinde, hülâsa
bütün İçtimaî hayatında, gizli bir kuvvet halinde, hüküm süren inanç budur. Ve
bu inanç garpta müşterek bir hükümet ve idare rejimi doğurmuştur ki, buna
«liberal demokrasi» denir. Bu rejim, yukarıdaki belirtisi halinde, cemiyet
meselesine fertten ve ferdî hak, hürriyet, teşebbüs ve gayret esasından hareket
eder. Cemiyetin huzur ve refahını, onun terkibine bir gaye unsuru olarak giren
ferdin huzur ve refahında arar. Ve bugün yaşayan ferdi ve nesli gelecekte
yaşayacağı ve mesut olacağı tahmin edilen ferde ve nesle feda etmez. Buna bu
rejim kendisinde hak (görmez. Çünkü geleceğin var olup
yok olmıyacağını bugünden kimse bilmez.
Liberal
demokrasi kabul eder ki, dünyaya gelen her insan ferdinin kendisine mukadder
olan ömrünü huzur içinde yaşamağa tabiî bir hakkı vardır. Ve,
bu hak kanunlar üstü bir insanlık hakkıdır. Gerçi cemiyetin de fertten icabında
varını hattâ canını feda etmesini istemeğe öylece hakkı vardır. Fakat cemiyetin
bu hakkı zarurete bağlı ve zaruretle ölçülüdür. Fert ve cemiyet hakkındaki bu
görüşü ve inancı itibariyle liberal demokrasi fertçi, hürriyetçi ve
müşaedekârdır, ve yine bu görüş itibariyle bu rejim, yaşayan ferdi ve nesli
ileride yaşaya cak olan ferde ve nesle kurban eden ve, bu inadı uğrunda,
insanları demirden bir çember içinde yaşatan Şark tipi demokrasilerle taban
tabana zıddır.. Aradaki benzerlik ise sırf bir
demokrasi kelimesinden ibarettir.
Hülâsa,
garp demokrasilerinin birlik noktası fert ve ferdin •hürriyetidir. Cemiyet
nizamına bu ruh ve bu inançtan hareket eden bu demokrasiler, zaruriliği sabit
olmadıkça, ferdin huzurunu, emniyet ve hürriyetini hiçbir hayale feda etmez.
Esasen edemez, çünkü garp tipi demokrasi bir hükümet ve idare rejimi olarak,
kuvvetini ve direktifini umumî efkârdan alır. Ferdî fikirler örgüsü demek olan
umumî efkâr ise hükümeti, gaye-
VATAN,
(19 Mart 1946 dan 26 Şuşat 1950 ye kadar olan zaman zarfında 41 makalesi
neşredilmiştir.)
YENİ
İSTANBUL, (13 Mayıs 1958 den 19 Ekim 1958 e kadar 29 makale)
'
YENİ
SABAH, (17 Mayıs '1950 den 29 Aralık 1960 a kadar olan on yıllık zaman içinde
58 makalesi yayınlanmıştır.) '
ZAFER,
(5 Kasım 1950 den 1 Ocak 1951 e kadar 6 makale)
NOT;
Yukarıdaki tabloda iktibaslar hariç — bütün makalelerin sayısı 170 e
varmaktadır, Anadolu gazetelerinin kollek-siyonlarmı bulmadığımız için onların
iktibas suretiyle neşrettiği yazıları tarihleriyle göstermek mümkün olamadı.
BAŞGİL’İN
MECMUALARDAKİ ETÜD VE MAKALELERİ
AKADEMİ
MECMUASI, 15 Temmuz 1946 da «Demokrasi ve Hürriyet
adlı etüd,
BARIŞ
DÜNYASI, (25 Şubat 1944 de «Nüfus Siyasetimizin Ana Hatları» başlığını taşıyan
bir makale,)
ÇAPAR,
(7 Nisan 1950 de «Çarşambada İlân-ı Hürriyet Fermanı» başlıklı bir yazı.)
DÜŞÜNEN
ADAM, (5 Ocak 1961 günkü nüshasından itibaren «İnsan Hakları» konusunda 5
makale,)
HUKUK
FAKÜLTESİ MECMUASI, (1940 yılından 1954 yılına kadar 9 büyük etüd,)
HÜR
FİKİRLER, (Kasım 1948 den Ağustos 1949 a kadar 7 makale,)
İSLIMIN
NURU, (20 Nisan 1951 den Nisan 1953 e kadar 9 makale.)
İSLÂM
DÜNYASI, (fl'l Temmuz 1952 den 2 Ocak 1953 e kadar 4 makale)
İSLÂM
MEC., (Ağustos 1957 den Ağustos 1960 a kadar 10
makale)
İSTİKLİÂpi»,
(2 Aralık 1960 dan itibaren 7 makale)
İŞ
VE DÜŞÜNCE, (Sayı 30, 31, 50, 51 de 4 makale.)
KOMÜNİZME
KARŞI MÜCADELE, «Bizim de Diyeceklerimiz Var, Baylar» başlıklı beyanname, Nisan
1951 sayısında.
MUHALEFET,
(7 Nisan 1951 ıgünkü sayısında «Teşriî Masuniyete Dair» bir makale.)
TÜRK
RUHU, (23 Mayıs ve 27 Haziran, 1958 de iki makale)
TÜRK
YURDU, (Mart 1959 dan Mayıs 1960 a kadar 6 makalesi
neşredilmiştir.)
YENİDEN
DOĞUŞ, (Kasım — Aralık 1946 tarihli nüshasında «Milletvekillerinin istifası
meselesi» başlıklı etüd.)
SON
HAVADİS, (10 Marttan itibaren 9 makale)
—
Ayrıca çeşitli gazete, mecmua ve yıllıklarda D00 den fazla etüd ve makalesi
neşredilmiştir.
BAŞGİL’İN
ARMAĞANLARDA ÇIKAN BÜYÜK ETÜDLERİ
—Türkiye
Teşkilâtı Hukukunda Nizamname Mefhumu ve Nizamnamelerin Mahiyet ve Tâbi Olduğu
Rejim, Prof. CEMİL BİLSEL’E ARMAĞAN, 1939, Sahife: 17-100.
—
Vatandaşların B. Millet Meclisine Müracaat Hakkı, E-BUL’ÜLÂ MARDİN’e ARMAĞAN,
1944, Shf. 537-566.
—
Medenî Kanunun XV inci Yıldönümü için Önsöz, 1944 Shf. XII—XXIII,
—
Din Hürriyeti, Ord. Prof. Dr. A. Samim Gönensay’a armağan, 1955, Shf.: 228-262.
BAŞGİL’İN
FRANSIZCA VE İNGİLİZCE ETÜDLERİ
—
La Vie Juridique des Peuples
Bibliotheque
de droit contemporain: Turquie.
(La
constitution et le Regime Politique) 1939, Belgiuue, Librene de la Grave, Page;
5—8
—
La Vie Juriıique’de (Türk İş Hukuku Elemanları) 1940, Orijinali Fransızca
yazılmıştır.
ANNALES
de la Faculte de Droit D’İstanfouTda yayınlanan büyük etüdleri;
—
Le droit de petition devant la Grande Assamblee Natio-nale, Premiere anne No: 2
— 1952, Page; 277 — 298
—
Le Pobleme de L’humanite Parlemantaire, Deuxieme annee, No: 3-1953, Page:
213-246
—
Le Probleme de la responsabilite de L’etat et des autres personnes de droit
public. Quatrieme anne, No: 5, 1954 - 956, Page; 38-76
—
Le Probleme de la Protection des droits dans la democ-ratie et les lacunes de nötre lei constitutiones, 1957, Page: 56-97
—
A Şummary of Constitutional du droit Social develop-ments in Turkey and on
thehistorical present constitution, 1960 Neuvieme anne, Page; 74-78
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar