SEMA OKULU...Yakup Baba (Koyuncu) 5
MELEKLERİN, PEYGAMBERLERİN,
SUFİLERİN HAYATTAKİ DENGE SANATI SEMA HZ.MEVLANA’NIN KURMUŞ OLDUĞU DEVAM EDEN SEMA
OKULU İRŞAD-ÜS SEMA ADAB VE ERKÂNI HİKMET VE SIRLARI
DEVAM EDEN SEMA OKULU
Hazırlayan:
Yakup Baba (Koyuncu)
BEŞİNCİ BÖLÜM
1—NEFSİNİ
BİLEN RABBİNİ BİLDİ HİKMET VE SIRLARI
2—KÂBE’NİN
TAVAFI HİKMET VE SIRLARI
3—AFFEDİP
BARIŞANIN MÜKÂFATININ HİKMET VE SIRLARI
4—SELAHADDİN-İ
ZERKUBİ HİKMET VE SIRLARI
5—HZ.
MEVLANA CELALEDDİN RUMİ, TİRMİZ’Lİ
BURHANEDDİN VE TEBRİZ’Lİ ŞEMSEDDİN HİKMET VE SIRLARI
6—MEVLANA’DA
SEMANIN HİKMET VE SIRRI
7—HÜSAMEDDİN
ÇELEBİ HİKMET VE SIRLARI
8—HZ.
MEVLANA’NIN DÜĞÜN GECESİ — ŞEB-İ ARUZ HİKMET VE SIRLARI
9—FASIK
VE ZAHİTLER
10—SULTAN
VELED HİKMET VE SIRLARI
11—ULU
ARİF ÇELEBİ HİKMET VE SIRLARI
12—ATEŞ-BAZ
VELİ HAZRETLERİ HİKMET VE SIRLARI
13—SULTAN
DİVANİ VE ŞAHİDİ HİKMET VE SIRLARI
NEFSİNİ BİLEN RABBİNİ BİLDİ
HİKMET VE SIRLARI
Harika sure ‘‘ eş – Şems ‘‘ de de Allah güneşe, aya, yere, göge ve
nefs e’ yemin eder ve sonra şu şiarı ilan eder; nefs, bir tohum gibidir ve
insana bir çiftçi gibi! 4
‘‘ Gad eflana men zekkaha;
Hasat, mahsul, kim onu yarıp büyürürse yetiştirip geliştirirse…5
‘‘ Ve Gad habe men dessaha’’:
ve onu toprağa ğömen kişi ise bahtsızdır, ziyandadır! 6
Sultan Veled anlatır: “Ben, beş yaşında idim. Bir gün
babamın, talebelerine şöyle dediğini duydum: “Ben yedi yaşında iken, nefsim
tamamıyla ruhuma tabi oldu. Nefsi isteklerimden kurtuldum.” Bunu duyan talebelerden biri: “ Efendim! Biz,
sizi devamlı nefsinizle mücahede eder halde görüyoruz. Bu sözünüzü nasıl
anlamak icabeder?” dedi. Bu suale; “
Nefs, yaratıkların içinde en ahmak olanıdır. Hep kendi zararını ister. Onun
yakasını bırakmağa gelmez. Çünkü en büyük düşman nefstir. Büyüklerimiz,
ölünceye kadar nefsle mücadele etmiştir. Biz de öyle yaparız” cevabını verdi.”
Bir
gün Mevlana birkaç dostu ile birlikte At Pazarı kapısından çıkmış babasının
mezarını ziyarete gidiyordu. İlerde bir kalabalık toplanmıştı. Biri koşarak: “ALLAH aşkına Mevlana’mız şefaat etsin, gene bir Rum’u
idam edecekler” diye feryat etti. Mevlana ilerledi, herkes ne olacağını
merakla bekliyordu. Feracesini idam edilecek delikanlının üzerine örttü. Artık
idamı infaz etmeye kimsede yürek kalmadı. Mevlana’nın şefaat ettiği Rum
delikanlı böylece asılmaktan kurtuldu, mana sultanına bende oldu.
Adı
Siryanus olan, mazisi hilekârlık ve yankesicilikle geçen bu gence Mevlana,
Alâeddin adını verdi. Alâeddin Siryanus’un iman, sevgisi o dereceye vardı ki
şehrin nice büyük şeyhleri onun ağzından çıkan Hakikat sözlerini anlamaz oldular.
Bir gün, “Sen Mevlana’ya ALLAH diyormuşsun!”
diye Siryanus’u Kadı’nın huzuruna çıkardılar. O “Hâşâ!” dedi, “ALLAH değildir, ALLAH’ı
yaratandır. Ben münkirdim, mümin yaptı. Akılsızdım, akıl verdi, irfan
bağışladı. Beni, ALLAH’ı bilen yaptı. ‘Nefsini bilen Rabbini bilir’
Hadisinin sırrı bende tecelli etti. Bir kimsenin ruhunda ALLAH’lık sıfatı olmayınca ALLAH’ı
tanıyamaz.”
HZ.MEVLANA’DA
EDEB,
HAYÂ VE YAŞLIYA HÜRMETİN
HİKMET
VE SIRLARI:
Hz. Mevlana, sohbet meclisinde bir gencin
ihtiyardan yüksekte oturduğunu gördü o gence bir şey söylemedi. Sohbete
başladı:
Hz. İmam-ı Ali Kerreme’llâhü veche Radıyallahu
anhum bari Efendimiz sabah namazını kılmak için Mescidi Nebiye doğru yürüyordu.
O sırada önünde yürümekte olan bir ihtiyar gördü. Yaşına hürmeten geçmedi onu.
Adımlarını onun adımına göre atıyor, ihtiyarı incitirim korkusuyla bir santim
bile geçmiyordu. Mescid-i Nebî’nin önüne kadar geldiler. O gayr-i Müslim devam
etti gitti, Hz. İmamı Ali de mescide girdi. Bu sebebten dolayı namaza geç
kalınca birinci rekâtın rükûunda Cebrail Aleyhisselam Resulullahın sırtına lütf
ile dokunup durduğunu Hz İmam-ı Ali kerreme’llâhü veche namaza iktida eder
etmez doğrulmuş ve namazı devam buyurmuşlardır.
Namazdan sonra Ashab-ı Kiram, Resulü Sakaleynden
rüku’yu bu kadar uzatmanızın sebebi nedir diye sual ettiler. Aleyhisselatu
Vesselam Efendimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Rüku’ya vardım sonra başımı
kaldırmak istedim fakat kaldıramıyordum Kardeşim Cebrail Aleyhisselam kanadını
üzerime koydu. Ne kadar zaman geçti onu da bilmiyorum. Birden kanadını çekti
üzerimden namaza devam ettim.
Ashab-ı
Kiram bunun hikmeti nedir Ya Resulullah sual ettiler. Resulü Zişan Efendimiz
Sallalahu Vesellem; “Bilmiyorum, kardeşim Cebrail’den sual edelim. Cebrail
Aleyhisselam rükû’da kalmanızın hikmeti şudur Ya Resulullah, dedi. Hz.İmamı Ali
mescide namaza gelirken gayri müslim yaşlı bir Yahudi çıktı ona hürmeten önüne
geçmekten hayâ ederek adımlarını ona göre uydurdu. İhtiyara o şekilde saygı
Allahu Azimüşşanın çok hoşuna gittiği için Hz. İmamı Ali de cemaate yetişemedim
diye mahzun olmasın diye Allah emrü ferman buyurdu bizlere.
Peygamberimiz
Sallalahu Vesellem Ashabına döndü. Size daha taacub edeceğiniz bir meseleyi
haber vereyim dedi. Bana İmamı Ali namaza yetişinceye kadar sizleri rükûda
tutmam emrolunduğu gibi Mikail Aleyhisselama da güneşi tutması ve Hz. İmamı Ali
namaza yetişinceye kadar güneşin doğmasını durdurmam için bize emri ferman
buyruldu. Şah-ı velayet tarafından gösterilen hayâ ve edepten adeta zaman
durdurulmuştu. Rasulü Zişan efendimiz ashabı ile birlikte rukuda bekletiliyor,
adeta soluklar tutulmuş, yalnız
subhanerabbiyelazim tesbihi
okunuyordu.
Mevlana
Hazretleri; gördünüz mü edep ve hayânın hikmetini… Hayâ deyip de geçme imanın
şubelerinden imanı bir ulu ağaca benzetmişlerdir. Edeb ve hayâ, hürmet ve saygı
bir gayri Müslim ihtiyara saygılı olmak Allahu Azimüşşanın hoşuna bu kadar gittiğine
göre bir de ömrünü dini islama uyarak ömrünü geçirmiş bir ihtiyara saygı ve
hürmet gösterirseniz o gençlerin Allahu Teâlâ katında ne kadar yüksek bir
mertebe kazanacağını düşünebiliyor musunuz diye buyurdu. Bu nasihatı dinleyen
bir genç mükemmel bir ders alıp hemen Hazreti Mevlana’nın ellerine ayaklarına
kapandılar. Bundan sonra ihtiyarlardan yüksekte oturmak değil hep kıyamda
ayakta dururuz Ya Hazreti Mevlana, dediler.
Bir gün de Mevlana, şeyh Mehmet Hadim’e bir
işin yapılmasını, tamamlanmasını emretmişti. Şeyh : “İnşallah!” cevabını
verdi. Mevlana sert bir sesle : “Söyleyen kimdir?” diye sordu. Mehmet
Hadim birden yere yıkıldı, ağzından köpükler geliyordu. Hale şahit olan dostlar
feryat ile : “Şeyh Mehmet Hadim bir daha küstahlık etmez” diye yalvardılar.
Sultan Mevlana inayet nazarlarını Şeyhe çevirdi. Mehmet Hadim derhal kendine
geldi.
Mevlana
bu ibretli vakıa ile Şeyh Mehmet Hadim’i ikilikten kurtarmıştı. “Görünen
HAK’tır, gören HAK, gösteren HAK”[1]
diyebilecek makama geçirmişti.
Bir
akşam Muineddin Pervane’nin evinde büyük bir toplantı tertip edilmişti. Bütün
ileri gelenler ve Sultan Rukneddin de bu toplantıda hazırdı. SEMA
saatlerce sürdü. Sultan Rukneddin’in beline bir ağrı girdi. İçinden SEMA’nın
artık son bulmasını istedi. Hüdavendigar derhal SEMA’ı kesti. Yalnız Şeyh
Abdurrahman Seyyad daldığı âlemden kendini ayıramıyordu. Sultan Rukneddin’in
canı sıkıldı. Pervane’nin kulağına:
“Bu ne
utanmaz kişidir hala oturmuyor” dedi, Mevlana hemen döndü : “Siz
içinizde oynayan ve sizi kulağınızdan tutup aşağılık âlemine çeken küçük bir
kurt sebebiyle böyle kaynaşıyor, huzur bulamıyorsunuz. Bir kimsenin içinde ağzı
açık bir ejderha bulunursa ve onu yücelik âlemine yükseltmek isterse, o kimse
nasıl rahat edebilir?”
Fena
halde utanan Sultan Rukneddin derhal baş koyup Mevlana’ya mürit oldu. Oldu ama
daha büyük bir gaf, daha büyük bir küstahlık yapmaktan da geri kalmadı. O
devirde Şeyh Babay-i Merendi isminde riyazet ehli, zahit bir ihtiyar vardı. Bu
ihtiyarın methi Sultana ulaşmış, sohbetini dinlemek için onu sarayına davet
etmiş, o günkü SEMA
meclisinde başköşeye oturtmuştu. Kur’an okunduktan sonra Sultan Rukneddin
mecliste davetli bulunan Hüdavendigar’a döndü:
“Malumunuz
olsun, bu halis kul Şeyh Baba hazretlerini baba edindim, o da beni oğulluğa
kabul etti” dedi. Hüdavendigar tebessüm ederek : “Gerçekten Sa’d kıskançtır; ben Sa’addan
daha kıskancım, ALLAH da benden daha kıskançtır.
Eğer Sultan onu baba edindi ise” dedi, “biz de kendimize başka birini
oğul ediniriz.” ve çıkıp gitti.
Vakıanın
bundan sonrasını Çelebi Hüsameddin’den dinleyelim: “Mevlana hazretleri dışarı çıkınca
Sultan Rukneddin’in tarafına baktım, başsız oturduğunu gördüm. Hemen darbeyi
yemişti. Mevlana’nın arkasından koştuysak da dönmedi.”
O
günlerde Tatarlara karşı gelmeyi konuşmak için Aksaray’da bir toplantı vardı.
Emirler, Sultan Rukneddin’i de çağırmışlardı. O da giderken yardım dilemek için
Mevlana’ya geldi. Hüdavendigar : “Gitmesen iyi olur, gitme” buyurdu.
Fakat Sultan arka arkaya yapılan davetlere dayanamadı ve Aksaray’a gitti.
Birkaç
gün sonra yüce Mevlana, Medresesinde SEMA ediyordu. Birden iki şahadet parmağını
kulaklarına tıkayıp zurna getirmelerini emretti. Sonra getirilen zurnayı
kulağına koyup şu gazeli okumağa başladı:
Demedim
mi sana oraya gitme,
Seni
belalara uğratırlar,
Onların
elleri çok uzundur, ayağını bağlarlar.
Demedim
mi orada tuzak içinde tuzak var,
Tutulursan
nereden kurtaracaklar seni?
Demedim
mi meyhanede acayip erler vardır.
Aklı
saçma sözlerle oklarlar.
Senin
gibi saf adamı bir lokma gibi kapıverirler,
Yaya
bir er için bir padişahî bile mat ediverirler.
Sen
gönlü dar bir adamsın.
O
ciğer yiyenlerin yanına varırsan
Seni
ciğer gibi alırlar, çorbalarına atıverirler.
Seni
hamur gibi çekip çekip uzatırlar,
Büküp
büküp değirmileştirirler.
Kafdağı
bile olsan seni havaya uçuruverirler.
Toprağından
binlerce acayip kuşlar yaparlar.
Topraktan
sudan geçersin de gene sana neler ederler, neler.
Bu
tenden, deriden pamuk çeker gibi
Seni
çekerler de bir hayale döndürürler.
Ne
önün kalır, ne sonun, ne sağın kalır, ne solun.
Seni
çeşitli hükümlere, lütfe, kahra razı bulurlarsa,
Zahmetlerden
kurtarırlar, razılık makamına yüceltirler.
Şükretmeyi
artırır, herşeye şükredersen
Rıza
makamından da yüceltip seçilmiş bir er yaparlar.
Sus,
çünkü bu saçma sapan sözlerle vakit geçiren ahmaklar bir bölük hayvandır,
otlayıp dururlar, seni de hemencecik çiğneyip yutarlar.[2]
SEMA sona erince
Mevlana feracesini mihraba atarak:
“Cenaze namazını kılalım” dedi ve
tekbir getirdi. Dostları kendisine uydular. Namazdan sonra Sultan Veled’den,
Mevlana’nın bu halinin neye delalet ettiği sorulması istendi. Fakat Sultan
Veled daha söze başlamadan Mevlana:
“Evet,
Bahaeddin! Biçare Rukneddin’i[3]
boğuyorlardı. Takdir böyle idi. Bizim adımızı seslendi. Sesi kulaklarımı
tırmalamasın diye zurnanın ucunu kulağıma koydum. Fakat öbür âlemde Rukneddin’in
durumu iyidir” buyurdu.
Aynı vakıa münasebetiyle söylenen ikinci bir
gazeli de Mevlana’nın gerçeğini ifade ettiği için arz etmeden geçemiyoruz:
Demedim mi oraya gitme, seni ben tanırım
ancak.
Bu yokluk serabında hayat kaynağı benim ancak.
Kızgınlıkla benden kaçıp yüz bin yıllık yere
gitsen
Sonunda gene bana gelirsin, gelip kavuşacağın
yer benim ancak.
Demedim mi sana, dünya nakşına razı olma?
Benim, senin razı olacağın otağı nakşeden,
Onu süsleyip bezeyen benim ancak.
Demedim mi ki ben denizim, sen bir balıksın;
Kuru yere gitme, senin duru denizin benim
ancak.
Sana demedim mi kuşlar gibi tuzağa gitme.
Gel, benim, sana uçuş kudretini veren,
Senin kolun kanadın benim ancak.
Demedim mi yolunu vururlar, seni soğuturlar.
Hâlbuki ateşin de benim, hararetin de ben,
Havandaki ıssılık da benim ancak.
Demedim mi sana,
Öyle sıfatlar, öyle huylar verirler sana ki
Abı hayat kaynağını kaybedersin, hâlbuki o
kaynak benim ancak.
Kulun işi ne yandan düzelir deme, diye sana
tembih etmedim mi?
Cihetsiz olarak yaratan, işleri düzen benim
ancak.
Gönlün bir mum ise evin yolu ne tarafta, onu
bil.
Tanrı huyu ile huylandınsa, anla artik, ev
sahibi benim ancak[4]
Bir gün Sultan Veled ile Hüdavendigar oturmuşlar
sohbet ediyorlardı. Bir ara Sultan Veled dedi ki : “Ne güzel bir zamandayız. Halkın
hemen hepsi mutekit, Vaktiyle Mansur “Ene-l Hak” dedi diye idam edilmişti.
Bayezid’in de kaç defa katline kast edilmişti. Hüdavendigar’ın ise her beytinde
bir “Ene-l Hak” vardır, fakat hamdolsun kimse itiraz edemiyor” Mevlana
gülerek cevap verdi: “Onların makamı âşıklık makamı idi. Âşıklar
belaya uğrarlar. Bizim makamımız ise Maşuk’luk makamıdır. Maşuk hükmünü yürütür
ve Maşuk’a itaat olunur”
KÂBE’NİN TAVAFI HİKMET VE SIRLARI
Konya’nın Mevlana aşkından sarhoş olduğu mutlu
günlerden biriydi. Hac mevsimi yaklaşmıştı. Mevlana hayranlarından, devrinin
Rabia’sı diye tanınan Fahrunnisa Hatun da Hacca niyet ediyordu. Hüdavendigar’ın
müsaadesini almak için bir gün huzura vardı. Fakat daha söze başlamadan Mevlana:
“Çok
iyi bir niyettir, belki biz de geliriz” buyurdu. O gece Fahrunnisa
Hatunun da katıldığı çok güzel, çok derin sohbet yapıldı. Herkes dağıldıktan
sonra, gece yarısı Hüdavendigar Medresenin damında teheccüd namazına durdu. Bir
ara büyük bir gürültü oldu. Mevlana, henüz gitmemiş olan Fahrunnisa Hatunu
yukarı çağırdı. “Maksudun hâsıl olmuştur, bak” diyerek başının üstünü işaret
etti.
Fahrunnisa
Hatun gördüklerini sonradan ağlayarak şöyle hulasa etmişti: “Kâbe-i
Muazzama’nın Hüdavendigar’ın başı üzerinde döndüğünü, çarh attığını şu
gözlerimle gördüm”
Fahrunnisa Hatun, gördüğüne dayanamayarak bir
çığlık atmış ve bayılmıştı.. Akıllara hayret veren bu hadise için Mevlana’nın
bir de gazeli vardır...
Şimdi, bir lahza da Malatyalı Mevlana
Şemseddin’i dinleyelim: “Bir gün Mevlana hazretlerine gitmiştim. Kendisini
yalnız olarak buldum. Bir köşeye otururken ‘Yakına gel’ buyurdu. Biraz
ilerledim. ‘Daha yakına gel’ diye tekrarladı. O kadar yaklaştım ki dizim
mübarek dizine süründü. İçimde ürperme oldu. Mevlana: ‘öyle otur’ buyurdu.
Seyyid Burhaneddin’den, Şems-i Tebrizi’den ve kerametlerinden o kadar bahsetti
ki kendimden geçtim. Sonra : ‘Peygamberimiz hazretleri, Salihlerin anıldığı
yere rahmet yağar, buyurmuştur,’ dedi. ‘bizim anıldığımız yerde ise ALLAH tecelli eder.”
Konya’nın âşık hanımları, ilim, irfan
meraklıları haftada bir gece Sultanın Naiplerinden Emineddin Mikail’in hanımına
misafir olurlar, Mevlana’nın teşrifini beklerlerdi. Yazımızın başında
bahsettiğimiz Gürcü Hatun da Mevlana hayranlarının en ileri gelenlerindendi.
Ressamın çizdiği o yirmi resmi saklamış, her nereye gittiyse beraberinde
götürmüştü.
Mevlana için kadın tebcile layık hak nuruydu.
Sevgi ve şefkat insanlık, hiddet ve şehvet hayvanlık vasfı idi. Kadın için: “Sanki
bir ince perdeden Hak tecelli etmiştir” ve: “Kadın Hak nurudur, sevgili değil.
Sanki yaratıcıdır, yaratılmış değil” buyuruyordu. Bu suretle Tanrının
kadındaki görünüşünün şuhudun en mükemmel derecesi olduğunu açıklıyordu. Evet,
şekil örtüsünü bir tarafa atan Mevlana, Kadın’da Mutlak Varlığın güzelliğini
görüyordu. Kadına, Hakkın, güzelliğini açıkladığı ve yaratıcı kudretini icra
ettiği bir vasıta olarak bakıyordu.[5]
Mevlana’nın gelini Fatma Hatun’a (Şeyh
Selahaddin’in kızı) yazdığı mektupta, şefkat, sevgi, himaye ve samimiyet
hislerinin enginliğine misal olacak şu cümleler vardı:
“ALLAH’ı şahit
tutarım ve Hakka yemin ederim ki seni inciten hersey bizi on misli mustarip
eder. Şeyhlerin sultani Selahaddin’in üzerimizde o kadar hakki vardır ki o
borcu hiçbir şükran ödeyemez. Öz evladımızdan bizden bir şey gizlememesini
rica ederim. Onu rahatsız eden, inciten herseyi elimden geldiği nispette def
etmeğe çalışırım. Eğer aziz evladım Bahaeddin seni incitiyorsa, ALLAH’a yemin ederim, onu kalbimden çıkarır atarım.
Selam dahi vermem, cenazeme gelmesini de istemem”
Baştanbaşa sevgi ve insanlık kokan bu
satırları yazıp okurken, Mevlana’nın dile tarife sığmayan insanlığına dünyanın
ne kadar, ne kadar ihtiyacı olduğunu düşünmemek elden gelmiyor.
VELİYE
HANIMLAR
Rabiatu’I-Adeviyye
(Ö 183/804): Diğer İslamî ilimlerde olduğu gibi tasavvufta da kadınların ayrı
bir yeri vardır. Fakat Rabiatu’l Adeviyye’nin tasavvuf düşüncesinde elde etiği
şöhretin benzerinin diğer ilimlerle meşgul olan müslüman kadınlarla görülmesi
mümkün değildir. Basralıdır. Bir müddet sahralarda uzlet ve inziva hayatı
yaşadı. Onun en önemli yönü daha önce temas ettiğimiz gibi Allah korkusuna
dayalı bir tasavvufa mühim bir boyut daha getirerek konuyu -Allah aşkı-
üzerinde toplamasıdır. Menkıbelerden anlaşıldığına göre devrinin zahidlerinden
Sufyan Sevrı ve Hasan Basrı ile mesleki sohbetler yapmıştır. Zühdün en önemli
ve en büyük temsilcilerinden olan Hasan Basrı ile aralarında geçen şu konuşma
onun önemli bir yönüne açıklık getirmektedir:
Hasan
Basrı birgün Fırat nehrinin kenarında oturan Rabia’yı görünce seccadesini suyun
üzerine serdikten sonra buyurun burada iki rekat namaz kılalım dedi. Rabia:
- Üstad, ahiret ehline dünya pazarından bir gaye mi
göstermek istiyorsun. O halde onu öyle göster ki insanoğlu benzerini
göstermekten aciz kalsın.
Rabia daha sonra seccadesini havaya serdi ve “Ey Hasan
sen de buraya gel de halkın gözünden gayb olasın” dedikten sonar esas Söylemek
istediğini söyledi: “Üstad senin yaptığını balıklar, benim yaptığımı ise
sinekler de yapıyor. Esas mesele bunların ötesindedir”
Hakkında doğu ve batı dillerinde incelemeler vardır.[6]
Ömer Rıza Doğrul Rabiatu’l-Adeviyye adlı bir eser yazmıştır.
Bir
Istıtrat: Tasavvuf ve kadın
İlk yıllardan itibaren zühd ve tasavvufa yönelen kişiler
arasında kadınlar da bulunmuştur. Sufilerin hayat ve menkıbelerini konu alan
tabakat kitapları bize onların da fikir ve görüşlerini nakletmişlerdir.
Mesela, Nefahatu’l-üns’te Rabia’ dan başka kırka yakın zahideden
bahsedilir. Kuşeyri, Kelebazı, Hucvirı gibi sufi yazarlar eserlerinde kadın
sufilerden pek bahsetmemişlerdir. İbn Cevzi Sifatu’s-safve adlı
eserinde kadın sufilerle ilgili geniş bilgi verir. Bunların bir kısmı
esir-cariyedir.
Daha sonraki asırlarda kabiliyetli kadınlardan
tasavvufi sohbetlerle istifade edildiği görülmektedir. Diğer bazı tarikatlarda
olduğu gibi özelikle Mevleviye tarikatında halife olan kadınlara rastlanmakta,
hatta kadınların kendi aralarında sema yaptıkları da bilinmektedir.
Tarikatlar döneminde kadının tarikata girişi meselesi
üzerinde durulmuş ve bazı tarikatlar bunun âdab-erkanını tesbit etmişlerdir.
Konu ile ilgili esasların bir kısmı şöyledir:
1. Kadın kocasının tarikatına girer,
2. Kadınlar erkeklerle beraber cehri (sesli) zikir
yapamazlar
3. Kendi aralarında cehri zikir için mürşidin izni
gerekir.
4. Müride, şeyhinin elini öpemez.
5. Kadınlardan halife olmaz. Bu esaslara özelikle
Nakşibendiyede titizlikle uyulması istenir..
7 Rebiülevvel 1341 tarihli bir tarifname şu cümlelerle
sona eriyor: İşbu tarifnamede tahrir olunduğu veçhile evrad-ı yevmiyesini
okumak ve vakit buldukda sünnet namazları eda eylemek üzere Halil Efendi’nin
haremi Zekiye Hatun’u Tarikat-ı Aliye-i Nakşibenbendiye-i Saminiye
hemşireliğine kabul eyledim.
Tasavvufi hayatta baştanberi kadınların bulunduğunu
İbn Hüseyin Razi’nin (Ö. 304/916) şu cümlesinden anlayabiliriz:
“Sufiler için afet, oğlanlarla sohbet ve kadınlarla
arkadaşlıktır.”
Asr-ı saadette, ilim, fikir ve takvada başta Hz.
Peygamber’in eşleri olmak üzere yetkili kadınlardan istifade edilmiştir. Daha
sonraki asırlarda bu tarz faaliyetler kısıtlanmıştı. Tasavvufi hayat, kadına
verdiği değerle adeta bu ilk dönemin tabii yaşama şekline dönme gayreti içinde
olmuştur. İbn Arabi Fatıma bt. Musenna’nın irşadlarından çok istifade ettiğini
Futuhatu’I-Mekkiye’de zikreder. Zünnun, Nuri, Cüneyd, Ebu’I-Havari, Seri,
Geylani... gibi büyük sufilerin etrafında kadın mürideler hatta onları ikaz
eden sufiyeler vardı.
Sufilere göre ricalu’l-gayb arasında kadınlar da
vardır. Onlar, rical (erkekler, adamlar) kelimesini er olanlar, kamil olanlar
anlamına alırlar ve Nisa suresinin 34. ayetinde geçen “Erkekler
(rical) kadınlar (nisa) üzerine hakim ve yöneticidirIer...” ifadesini de
bu açıdan değerlendirirler.
Anadolu’nun muhtelif yerlerinde kabirleri ziyaret
edilen, himmetlerine başvurulan pekçok kadın evliya vardır. Rabiatu’I-Adeviyye
ise İslam edebiyatında aşk ve samimiyeti ile meşhur olan şahsiyetlerden biridir
Batı mistisizmi tarhinde de vecd ve istiğrak hali yaşayan pekçok mistik
kadından bahsedilir.”4
1/3 Şu cümleler Hristiyanların mukaddes kitabında yer
alıyor:
“Mukaddeslerin bütün kiliselerinde olduğu gibi
kiliseler de kadınlar sükut etsinler. Çünkü onlara söylemek için izin yoktur.
Ancak -şeriatın da dediği gibi- tabi olsunlar. Ve eğer bir şey öğrenmek
isterlerse evde kendi kocalarına sorsunlar.” İncil. ı. Korintoslulara,
34-36.[7]
Bazı kadın zahidelerin sözleri:
Lubabe:
Allah’ın, beni kendisinden başka birşeyle meşgul iken görmesinden utanırım.
Meryem Basriye: Şu ayeti işittikten sonra rızık
konusunda asla bir gam ve düşüncem olmamıştır: “Size vadedilenler
de nzkınız da semadan gelir” (Zariyat
51/22).
Şu’vane: Dünyada
çok ağlayıp kör olmak, Cehennemde kör olmaktan bence daha iyidir.
Fatıma-i Nişaburiye: Allah’ı müşahede için
amel eden ariftir. Allah’ın kendisini
müşahede etmesi için amel eden ise muhlistir.[8]
AFFEDİP BARIŞANIN MÜKÂFATININ
HİKMET VE SIRLARI
Günlerden bir gün, Mevlana yaranından
birbirini seven iki dost arasında anlaşmazlık çıkmış dargınlık hâsıl olmuştu.
Barışmaları imkânsız bir hal almıştı. İkisinin de huzurda olduğu bir saatti.
Mevlana hikmetler, ilahi bilgiler saçıyordu. Birdenbire buyurdu ki: “ALLAH, insanları iki türlü yaratmıştır. Biri, toprak
gibi donmuş, ağırlığı yüzünden hareketsiz kalmıştır. Diğeri, su gibi akıcıdır.
Akan suyun toprakla olan münasebeti ile topraktan gül bahçeleri yeşerir.
Çiçekler ve meyveler canların gıdası olur. Birbiriyle münasebeti kesen
dostların birisinin toprak, diğerinin su mesabesinde olması, birinin alçak
gönüllülükle su evsafını alması lazımdır. Birbiriyle karışıp ülfet ettikleri
zaman yüce Mabut o birleşmenin sulh çiçekleri ve neşeden, vefadan gül bahçeleri
yaratır... Şimdi, ey Nureddin, sen su vasfını al, kerem et, lütfen toprak
hükmünü alanın tarafına git. “Affedip barışanın
mükâfatı ALLAH’a aittir.”[9]
Mademki ALLAH “Sulh hayırlıdır”[10]
buyurmuştur, olan bitenden sen vazgeç.”
Bu ikazla, derhal o iki dargın, baş koyup
barışmışlardı.
Ah, yüce mürebbi! Ah, insanlığın mevlânası
Mevlana! Kerem eline dünyanın ne kadar ihtiyacı var...
Şimdi şu müjdeyi de Mevlana’nın lahuti
sesinden dinleyelim: “Kalpleri sevgi ile bir olan iki dost,
Ariflerin Kutbu Bayezid-i Bistami hazretlerine misafir olmuşlardı. Şeyh sordu :
“Ne zamandan beri dostsunuz?” “Otuz senedir,” dediler, “beraber kara ve deniz
seyahati yapıyoruz.” “Aranızda hiçbir hadise veya kavga geçmiş midir?” “Hayır”
dediler. Bayezid-ı Bistami: “O halde münafıklıkla zamanı geçirmişsiniz” dedi, “Arkadaşlık
ve anlaşmanız münafıklık üzerine kurulmuştur. Çünkü dostluğun derecesi, lezzeti
kavga, barış ve sitemdedir. Kavga edin, sonra barışın ki kalbinize münafıklık
illeti girmesin”
Azizler azizi Mevlana’nın Bayezid-i Bistami’den
naklen bildirdiği bu hikâyenin anlatmak istediği mana elbette ki bize
müjdedir.. Sitemsiz, münakaşasız dostluk, sevgi yeknesaktır. ALLAH
için affedebilme imkânını, o imtihanı bahsetmekten yoksundur. Sevginin,
dostluğun, anlaşmanın olçüsü, kırgınlık ve dargınlığı, pürüzleri
yenebilmektedir. Sevginin, dostluğun anlaşmanın tadı, marifeti, acıyı tatlı
edebilmektedir. Âşık Yunus : “Ol dost için acıları şeker gibi yutmak gerek”
dememiş midir? Zaten dünya, Bayezid-i Bistami’nin istediği gibidir, sitemsiz,
dırıltısız değildir. Elverir ki su vasfını biz alabilelim, ecir kazanabilelim.
Dostumuzu, sevdiğimizi hoş görebilelim, hatasını affedebilelim. Yahut derviş
gözüyle, halkla muamele Hakla muamele olduğuna göre, herseyi Haktan bilip, sırf
Hak için kırgınlıkları yenebilelim. İçimizin bizi azaba sürükleyen kirini,
inadını silebilelim. Kesafeti atıp mücella ruh kalabilelim. Zira sevgi ve
anlaşma ancak insanın kendi manasından, kendi mayasından olanla olabilir. Bunun
için Mevlana:
Zerre kanderin arz u semast
Cinsi hod ra her yeki çun kehrubast
“Bu yerde ve gökte ne varsa her biri zerre
zerre kendi cinsine kehruba gibidir” buyurur. Bir başka
mısraında:
“Feyat! Aynı cinsten olmayan dosta feryat!”
diye sızlanır. Bu itibarla insan, dostunun, anlaştığının kıymetini bilip o
yakınlığı, nefsine ağır gelen herhangi bir şeye feda etmezse gerçekten Hak
yolundadır.
Yine Gel, Yine Gel…
Bir gün huzurda, birisinin günahsız olduğundan
bahis oluyordu. Mevlana: “Keşke yapsaydı da geçseydi” buyurdu.
Mevlana’nın istediği insan, nefsine güvenen,
benliğini gören değil, günahı ile eriyen insandı. Bu sebeple: “Günahta
taat gizlidir” diyordu. Kusurun yanıklığı ile o eziklikle “ALLAH”
demenin gerçek “ALLAH”
demek olduğunu, dilde, satıhta kalmadığını işaret ediyordu. Ve “Yine
gel, Yine gel. Her ne olursan ol yine gel”[11] diye
sesleniyordu. Mevlana, insanı kusurlarıyla, beşeri zaaflarıyla kabul etmiş,
rahmet ve kerem elini uzatmış kurtarıcı idi. Nitekim Bayezid-i Bistami
zamanında bir derviş intisap için Şeyhin huzuruna gelmişti. Buyruldu ki: “Meşhur
günahlardan birini işledin mi?” Derviş : “Hayır” dedi. Bayezid
cevap verdi : “O halde git, sonra gel ki günah karışmayan zühdün ilerleme yolunu
kesmesin. İçinde kendini beğenme duygusu uyanmasın ve Şeytanın mahkûmu
olmayasın. Kendini görmek uğursuzluğu seni ALLAH’ı
görmekten mahrum etmesin. Çünkü teati görmek insanda varlık duygusunu
uyandırır. Hâlbuki kusurunu, günahını görmek insani kendi gözünde küçültür,
acizlik ve fakirlik hissini yaratır. Bunun için günahsız gelmek bu yolda makbul
değildir”
Bunun
gibi, Mevlana’nın istediği de, insanın yokluğunu, hiçliğini[12]
bilmesi idi. Hatta o kadar ve öyle ki kendinde varlık görerek, benlikle yapılan
tövbenin bile günahtan beter olduğunu bildiriyordu.
Ey,
haberhet ez haberdih bi haber
Tövbe-i
to ez günah-i to beter [13]
“Ey, haberleri haber verenden habersiz olan;
Senin tövben günahından beter” buyuruyordu. “Günah işlediğin zaman kendinden
gafildin, hem ALLAH’ın takdirinden de
habersizdin, tövbe ettiğin vakit ise kendine bakarsın. Tövbe eden, tövbeyi
bahsedenden habersizdir. Mademki gönül, ALLAH’ın
iki parmağı arasındadır[14],
o halde, günahı da, tövbeyi de nasıl olur da balçıktan yaratılmış olan teninden
bilirsin?.. Sen kımıldayanı görme, kımıldatanı gör. Haydi, aslan gibi can
sahrasına çık, çık ki, o nişansız olan ceylanı göresin”[15] diye
aşinalarına ilahi sırları açıklıyordu.
O
devirde, Konya’da Vezir Ziyaeddin’in hanında Tavus-u Çengi diye meşhur bir
kadın vardı. Bir gün Mevlana o hana gelmiş, bu kadının odasının karşısına
oturmuştu. Tavus-u Çengi hemen koşup Mevlana’yı hücresine davet etti. Çok
hürmet gösterdi. Mevlana, onun odasında namaz ve niyazla meşgul oldu. Çıkarken
de sarığının ucundan kesip verdi. O gün Emir Şerafeddin de o hana uğradı. Tavus’u
görünce âşık oldu. Hâlbuki evvelden de kendisini bilirdi. Evlenme teklifinde
bulundu. Elli bin dinar hediye etti. Evlendikleri gece Emir Şerafeddin Tavus
Hatuna sordu: “Seni böyle zamanının Rabia’sı gibi görmemin sebebi nedir?”
Tavus Hatun, Mevlana’nın kerem elinin kendisine uzandığını söyleyerek başındaki
sarık parçasını gösterdi.
Sahip Isfahanı’nın hanında da çok güzel bir
kadın vardı. Yanında da kızlar çalıştırıyordu. Bir gün Mevlana bu hanın önünden
geçiyordu. Kadın hemen handan çıkıp koştu. Baş koyup Mevlana’nın ayaklarına
kapandı. Mevlana: “Rabia, Rabia, Rabia!” diye sesleniyordu. Kızlar da dışarı
fırlamışlardı. Onlar da Hüdavendigar’ın ayaklarına kapandılar. Mevlana bu sefer
: “Ne
de büyük pehlivanlar, ne de büyük pehlivanlar. Eğer siz bu zahmetleri çekmemiş
olsaydınız bu kadar nefs-i emmareyi kim yenerdi” buyurdu. Çok geçmeden bu
güzel kadın tövbe etti; emrinde bulunan kızları azat etti. Mevlana’ya mürit
olup hizmetlerde bulundu. Ahiret kadınlarının talihlileri arasına geçti...
İşte
Mevlana’yı sevmek insanın dünyasını böyle değiştiriyor, ahiretini de mamur
ediyordu. Veli, zehiri bal, cahili bilgili, avamı arif yapan, ölüyü diri kılan
Hakkın kuvvet ve kudretiyle işleyen İnsandı. Veli, insanı yok edip
Gerçek Var olanla var edendi.
Mevlana:
“Agâh
ol ki Veliler zamanın İsrafil’idir, ölüler onlardan can bulur, gelişirler”
demişti. Ariflere göre, “ölüler” den kasıt mezarlardaki
cesetler değil, Velilerden habersiz olanlardır. Ancak, Veliye inanan, Veliyi seven
ölüm uykusundan kendini kurtarır. Aşk padişahî Mevlana bir beytinde de:
“Kâfir kimdir? Kâfir, İnsan-i Kâmilin
imanından haberi olmayandır. Ölü kimdir? Ölü, İnsan-i Kâmilin canından habersiz
olandır” buyurmuştu.. Bu itibarla, İnsan-i Kâmilin imanından haberi
olmayan, gerçek yoldan çok uzaktır, canından habersiz olan, yani gönül ehli
olmayan da, su ve balçıkta hapsolmuştur, ölüdür..
Değil
bizim, dünya büyüklerinin kulaçlaya kulaçlaya sahilini, kenarını bulamadığı,
hele derinliğine hiç varamadığı Mevlana, Mesnevi’nin ilk beyitlerinden birinde
der ki:
“Denizi bir testiye dökersen ne kadar alır?
Bir günün kısmetini” işte biz de nice zamandır ummanı testiye dökmekle
meşgulüz. Mevlana gibi başı sonu olmayan mana âlemini kelime kalıplarına
sığdırmak, anlatmak hevesindeyiz. Ne gaflet! Deniz nasıl testiye kabin
genişliği kadar sığarsa Mevlana da kelime kalıplarına ve bizim idrakimize,
istidadımız nispetinde sığar. Zaten Mevlana en kuvvetli, en üstün idrakin de
ötesindedir. Bizden akıl mantık değil hayranlık ister. “Âşık ol, Âşık” der, “Aşkı seç ki
sende seçilmiş bir insan olasın” diye seslenir. Hayranlarına
sırlarından lütfeder.
Mevlana,
Hz. Muhammed’in manevi varisi olması dolayısıyla insanlığın ve inananların
efendisidir.
Mevlana,
Veliyy-i ekmeldir. İspatı Mesnevi-i şeriftir. Bunun için Molla Cami:
Men
çe guyem vasf-ı an alicenab
Nist
peygamber veli dared kitab
“O âlicenabın Vasfı hakkında ne
söyleyebilirim. Peygamber değildir, fakat kitabı vardır” demiştir.
Bütün büyük Peygamberlerin kitabı olduğu gibi, demek istemiştir.
Mevlana, âşıklar için hayat unsurudur. Ezgin,
üzgün gönüller, onun sükûn bağışlayan kelamında dinlenir. “Elestu
birabbiküm – Ben sizin Rabbiniz değil miyim? “[16]
nidasının hayranları onun ateşli havasında sermest olur.
Mevlana
cihana sığmayan hudutsuz bir varlıktır. Güzeli doğruyu, iyiyi, aşkı, hakikati
arayanlara müjdeler veren lahuti sestir. Zulmette kalanlara teselli sunan
Rahmani sedadır. Ayrılıktan inleyenlere şifa bahşeden devalı nefestir.
Mevlana
büyük bir Hak aşıkıdır, aşkın efendisidir; aşkta yok olmuştur, bizzat aşktır.
Aşkın ne olduğunu soranlara : “Benim gibi ol da bil... İster nur olsun,
ister karanlık, o olmadıkça onu tamamı ile bilemezsin” buyurur. Aşktan
nasibi olmayanlara : “Eyvahlar olsun aşk padişahından beratı olmıyana”
diye acınır ve Âşıkların şanını Mesnevi’de şöyle belirtir: “Âşıklar
için her nefeste bir yanış vardır. Viran köyden vergi alınmaz. Âşık hatalı bir
söz söylerse ona hata deme. Kanına ulanıp şehit olursa yıkamaya kalkışma.
Şehitlere
kan sudan yeğdir. Âşıkların hatası
da âşık olmayanların yüz
sevabından daha iyidir”
Mevlana
son gazelinde bile aşkı dile getirmiştir:
Git,
başını yastığa koy.
Geceleri
dönüp dolaşan bu perişanı yalnız bırak.
Biz
gece ta sabaha kadar çırpınan sevda dalgasıyız,
İstersen
gel, lütfet bize, istersen git, cefa et.
Gözyaşları
dökerek gam bucağında sürünüyoruz.
Akan
gözyaşlarımızın yolunda yüz yerde yüz tane değirmen kur.
Bir
dert var ki başka devası yok.
Artık
nasıl olur da bu derde çare bul diyebilirim..
Dün
gece rüyada bir pir gördüm, aşk köyündeydi,
Eliyle
bana yanımıza gel diye işaret etti
Mevlana,
mısra ve beyitlerinde daima aşkı terennüm ettiği halde bir beytinde de aşkın
azamet ve kudretini ancak şu türlü ifade buyurmuştur : “Aşkı tasvire kalkışan kalem acele
etti; fakat onu yazmaya muktedir olamayarak parçalanıp gitti”
Mevlana
eşsiz bir mistik şairdir. Şiirleri, zahiren şiirdir. Hakikatte ALLAH
ilhamıdır, hikmet ve Hakikat kaynağıdır, sırr-ı Tevhiddir. Bir rubaisinde: “Canım
olduğu müddetçe ben Kur’anın kölesiyim. Hazreti Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)’in yolunun toprağıyım. Eğer bir kimse sözlerinde bundan gayrı birşey
naklederse o kimseden ve o sözlerden bizar olurum” buyurur. Bununla
şeriat, tarikat, hakikat mertebelerini açıklayan bütün mısra ve beyitlerinin,
bütün kelamının Kur’an’dan ve Peygamberimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’den
ilham olduğunu açıklar. Her mertebedeki her çeşit insana hitap eder. Kendi
ifadeleriyle, bir ayağı şeriattadır, bir ayağı ile yetmiş iki milleti dolaşır.
Mevlana,
ilim ve irfan meş’alesidir. Bir deha abidesidir.
Maneviyat
cihanının sultani Vahdet-i vücut’çudur. Bütün kâinat, eşya mutlak bir varlığa
sahip değildir. Müstakil olarak vücutları yoktur, her varlık Hakkındır. Varlık
diye gördüğümüz hersey Vücudu Mutlak’ın arızi sıfatlarının istihalesinden
ibarettir. Bunun için:
“Biz yoklarız; bizim varlığımız da âdemdir;
sen fanilikte görünen vücüdu mutlaksın” beytini irad ederek ariflere
Hakikatten paha biçilmez inciler sağar. Bizse gafletimizden yoku mevcut
görürüz. Mevhum “ben”lerimizin sesini dinleriz. Mevlana her yaratılmışla
beraberdir: “Ben her cemiyette inledim, iyi hallilere de fenalara da eş oldum”
derken cümleye yar oluşunu, af ve rahmetini, lütfünü, büyüklüğünü, açıkçası “BİRLİK”
mertebesinden cümleye dost oluşunu ifade eder.
Mevlana
yokluktur, Mevlana’da var olan HAK’tır. Bir gazelinde bu yokluğu şöyle anlatır:
“Ne topraktan, ne sudan, ne rüzgârdan, ne
ateşten, ne arştan, ne ferşten, ne kevn ve ne de mekândanım. Mekânım la
mekândır, nişanım binişandır. Ne ten var, ne can var, ancak ben cananımın
canındanım”
Diğer
bir şiirinde de aşinalarına bu Hakikati şöyle seslenir:
“Yine geldim. Yine geldim, ruh gibi tene
geldim. Tepeden tırnağa kadar ALLAH diyerek ALLAH’a en yakın mertebeye geldim. ALLAH’tan mey içerek, ALLAH’ın
sarhoşu olarak yine geldim. Ben yokum, bendeki ALLAH’ın
varlığıdır”
Evet,
böyle...
SELAHADDİN-İ ZERKUBİ
HİKMET VE SIRLARI
Mevlana Hazretleri Şems’i Tebrizi’yi aramayı
bıraktıktan ve O’nun sırlarını kendi nefsinde görmeye başladıktan sonra Şeyh
Selahaddin Hazretlerini yanına aldı ve onu kendisine halife, meclislerinin
ermişi ve halvetinin nedimi yaptı. Onun varlığı ile sükûnet buldu. Müritler,
her ikisinin sohbetinden faydalandılar... Kıskançlar telef oldular.
Şeyh
Selahaddin Hazretleri gençliğinde Mevlana’ya ulaşıp mürid olmadan önce; Seyyid
Burhaneddin Muhakkiki Tırmizi’ye mürid olmuştu ve daima ona hizmet eder
feyzinden müstevhid olurdu. Mevlana Hazretleri Seyyid Hazretlerinin müridi
olduğu vakit o da iradetini yenileyip Mevlana Hazretlerine de mürid oldu ve
Seyyid Hazretleri:
“Bana, Şeyhim Sultan-ül Ulema’dan iki şey
nasip olmuştur; Biri söz fesahati (güzel konuşma), diğeri hal güzelliği. Söz
fesahatini Mevlana Celaleddin’e verdim; çünkü O’nun halleri çoktur, buna muhtaç
değildir. Halimi’de Şeyh Selahaddin hazretlerine bağışladım; çünkü O’nun hiç
söz söylemek hassası yoktur. Bir takım azgınlar, taşkınlar Şeyh Selahaddin
Hazretlerini cahillilerden ve avamdan sayarlardı. Cehaletlerinden ve
körlüklerinden ümmiyi âlimden ve Levh-i Mahfuzu, hafızın yazı tahtasından fark
edemezlerdi”
Yine
Mevlana Hazretleri dini ilimler elde etmek, öğretim ve vaaz etmekle meşguldü.
Şeyh Selahaddin’de Zerkupcu (kuyumcu) dükkânında helalinden para kazanmak ve
halini kuvvetlendirmekle uğraşırdı.
Mevlana’nın
kutlu çevresinde müstesna bir yeri olan Selahaddin Feridun Zerkub, Konya’da bir
göl kenarında kurulmuş olan Kamile köyünden olup ailesi balık avlamakla
geçinirlerdi. Fakat Şems-i Tebrizi gibi aslen Tebrizli olduğu söylenirdi. Ümmi
idi, okuma yazma bilmezdi. Buna rağmen son derece zeki ve anlayışlı idi. İlim
ve irfan âşıklısı idi.
Seyyid
Burhaneddin Konya’dan Dar-ul Fetih denilen Kayseri’ye gidip orada vefat ettiği
vakit, Selahaddin de gönlünde açılan ayrılık acısıyla Konya’da duramamış,
anasını, babasını ziyarete köyüne gitmiş, orada evlenmişti. Bir müddet sonra
yine Konya’ya döndu. Bir gün Ebul Fazl Mescidine Cuma namazına gitmişti.
Mevlana camide ders veriyor, Seyyid Burhaneddin’den bahsediyordu. Âşık ruhlu
Selahaddin, birdenbire Mevlana’nın zatında Seyyid’in hal ve nurunu gördü, VECD ve istiğrak içinde feryat ederek minberin önüne atıldı,
Hüdavendigar’ın ayaklarına kapandı. O andan itibaren içinde Mevlana’ya karşı
büyük bir sevgi ateşi belirdi, kutlu çevredekilerin en bağlılarından oldu.
Mevlana Hazretleri iltifat buyurarak:
“Nerelerde idin?” diye sordu. Oda:
“Memlekette idim, evlendim, sizin himmet ve
sohbetinizden mahrum kaldım” Diye cevap verdi. Mevlana:
“Hayır, hayır sen bizdensin, bizim
canımızsın. Diyerek elinden tuttu medresesine götürdü ve kendisine sohbet arkadaşı
yaptı”
Mevlana
Hazretleri, hakkında çok inayet ve teveccüh gösterdiği oğlu Sultan Veled’i Şeyh
Selahaddin’in hizmetine verdi. Daima velileri ağırlamaya ve Şeyh Selahaddin’in
hizmetinde kusur etmemeye, onun sohbetini kaçırmamaya, onun sohbetine büyük bir
gayretle devam etmesi hususunda teşvik ve tembihte bulunurdu.
Mevlana
Hazretleri Şemseddin’i Tebrizi (K.S.) hakkında gösterdiği aşk oyunları ve
inayetleri onun hakkında da gösterdi. Şems’in velayetini Selahaddin’de de görüp
onu yüceltmeye ve ağırlamaya başladı. Kararsız olan temiz ruhu, Selahaddin’i
Zerkubi ile sükûnet buldu. Tam on sene onunla ünsiyet ve sohbet ederek
kendisine halife yaptı.
Bütün
mürid Mevlana’nın ve şeyh Selahaddin’in varlığından on sene zahmetsizce
istifade ve faydalar elde ettiler.
Şems-i
Tebrizi Konya’ya gelip iki denizin birleşmesi misali, Mevlana ile mahrem
sohbetlere koyulduğu zaman Selahaddin-i Zerkub, iki ulu zata kendi hücresini
tahsis etmişti; hizmetlerine de kendisi bakmıştı. Şems’in ve Mevlana’nın yüceliklerini,
mana göklerinde uçuşlarını böylece tasdik etmişti..
Selahaddin’in
en mühim hususiyetlerinden biri de dinlemekti. Mevlana’nın huzurunda daima diz
üstü oturur, kollarını yenlerinin içine sokar, başını kalbinin üzerine eğer,
sohbeti son derece dikkatle dinlerdi. Ancak kendisinden bir şey sorulduğu zaman
arifane cevaplar verirdi.
Rivayet
edilir ki: Şems-i Tebrizi’nin gidişinden sonra Mevlana hazretleri aşk ateşiyle
yanıp kavrulduğu, dalgalanan bir deniz gibi coşup taştığı bir zamanda
kuyumcular çarşısından geçiyordu. Selahaddin’in bu çarşı içinde bir dükkânı vardı.
Çırakları ile içerde altın dövüyorlardı. Birçok çekicin ahenkli vuruşundan öyle
bir musiki ritmi meydana geliyordu ki, dükkânın önünde Mevlana durakladı.
Sesleri dinledi; heyecan artıyor dayanılmaz VECD halini alıyordu. Mevlana’da
acayip bir hal zuhur etti;
“Yarattığım her şey beni lisanî hal ile tesbih eder”
[17]
Ayetinin ismi tecelli ederek; İlahi aşka
kapılıp, feyiz ve rahmete gark olarak vevedil VECD diyerek bir eliyle feracesinin
yakasını tuttu ve SEMA etmeye başladı.
Hz. Mevlana’yı SEMA yapmaya sevk eden cezbe şudur:
Hz. Mevlana, âlemin ve onun en küçük
zerrelerinin, ALLAH’a
ibadet şeklini SEMA’ında
dile getirir, SEMA
eder ve kendisi ile birlikte dostlarını da SEMA ettirir. Burda SEMA Mevleviliğin yolu olur. İşte bu
yol, âlemin ve atomun lisan-ı hal’i ve yapısıdır. Evet, Mevlana, zerrelerin
dahi ibadetlerini görmüş ve ALLAH’ı tesbih ettiklerini müşahade etmiştir. Zira
Kur’an-ı Kerim açıkça “Göklerde, yerde ve
aralarında ne varsa, ALLAH’ ı tesbih eder” [18]
ayetiyle, her şeyin ALLAH’ a ibadet ettiğini bildirmektedir.
Âlemin
yapısının bile doğru dürüst bilinmediği, atomun bugünkü yapısının hayal bile
edilemediği bir devirde, (12. yy) Hz. Mevlana o cezbede her şeyi keşfetmiş ve
atomun parçalanabileceğini SEMA’ında dile getirmiştir. Hz. Mevlana, âlem ve
atom hakkında bildikleri gerçeği Mesnevi’sinde sembolik olarak şöyle dile
getiriyordu:
Eğer
bir atomu kesersen,
Ortasında
bir güneş,
Ve
güneş etrafında da,
Durmadan
dönen gezegenler görürsün
Böylece
Hz. Mevlana, bir yandan merkezi güneş olan gezegenler sistemine ve onların
güneş etrafında ki dönüşlerine, diğer yandan da atomun parçalanabileceğine,
atomun içindeki çekirdek ve etrafında dönen elektronlara işaret etmiş; her
şeyin durmaksızın hareket halinde olduğunu anlatmıştır. Yukarıdaki beyitlerde, “SEMA” da
şekillenmiştir.
Mevlevi
SEMA’ını
hatırlayınız. Şeyh efendi dünyamızın güneşini ortada bir Semazenbaşı, onun
etrafında dönen Semazenler vardır. Ortada ki Semazenbaşı, hem dünyamızın güneşini
hem de atomun çekirdeğini (nötrön ve protonları) temsil etmekte, onun
etrafındakiler dönen gezegenleri (atom çekirdeği etrafında dönen elektronları)
temsil etmektedir.
Aynı
asırda yaşayan büyük mutasavvıf Muhyiddin-i Arabî gibi Hz. Mevlana’da, âlemin
ve atomların an be an değiştiğini, her şeyin hareket ettiğini söyler. Hareket,
âlemin aslıdır ve kalıcı hiçbir zerre yoktur. Her şey Mevleviler gibi SEMA
yapmaktadır. Fakat insanların çoğu, bunun farkında değildir. Çünkü SEMA
töreni, insanın miracını, manevi yolcuğunu temsil eder, kulun hakikate yönelip
aşkla yücelmesini, benliğini terk ederek Hakk’la yok oluşunu ve olgunluğa ermiş
kâmil bir insan olarak tekrar kulluğa dönüşünü sağlar.
Hz.
Mevlana bu sırla SEMA ediyor, çarşı halkı şaşkın seyrediyordu.
Şeyh
Selahaddin’e Gayb âleminden:
“Dışarı
çık Mevlana SEMA etmekte, halk etrafına toplanmıştır”
diye ilham geldi. Bunun üzerine dükkândan dışarı çıktı, heyecanlanarak Kalbinde
coşa gelen aşk ve şevk şulesiyle çıraklarına:
“Siz devam edin, altınların ziyan olmasına
bakmayın. Mevlana SEMA’dan çekilinceye kadar
altın varaklar parça parça ve lime lime olsa da çekiçleri bırakmadan vurunuz,
daha da hızlı vurunuz” Diye emretti ve dışarı fırladı, koştu, Mevlana’nın
ayaklarına kapandı.
Kuyumculuk
sanatı öyledir ki, altın varaklar üzerine vurulan çekiç adedi sayılıdır. Bundan
fazla vurulursa altın varaklar parça parça olur bir şeye yaramaz.
Kendisi
riyazat ve mücahededen son derece zayıf düştüğü için:
“Benim Mevlana ile SEMA
etmeye gücüm yetmez” Diyerek kendi âlemine daldı
Mevlana
SEMA
esnasında şu gazeli söylüyordu:
Yeki
kunci bedid amed der in dükkân-i Zerkubi
Zihi
suret zihi mani zihi hubi zihi hubi
“Bu kuyumcu dükkânında bir hazine göründü. Ne
hoş suret ne hoş mana, ne güzellik, ne güzellik”
O
gün öğleden ikindiye kadar âşıklar sultanı SEMA etmeye ara vermedi. Öyle ilahi bir âlemdi ki
Mevlana’nın bu SEMA’ında
Kuyumcu Selahaddin’in gönül gözünden perdeler kalkıyor, mana göklerinde
uçuyordu. Bir an geldi, fani cihanın bütün maddesiyle alakası kesildi. Varlığı
eridi, gitti. Sırf ruh kaldı. Manevi hazineye müstağrak oldu. Böylece epeyce
devam ettikten sonra, işçilerin kolları yorularak çekiç tempoları durmuştu.
Mevlana yavaş yavaş kendine gelmiş, karşısında kuyumcu Selahaddin Hazretlerini
görünce onu kucaklamış, Selahaddin ise Mevlana’nın el ve ayaklarına kapanarak O’nun
aşk ve feyziyle dolmuş ve taşmıştı.
Şeyh
Selahaddin Hazretleri dükkânına baktığı zaman, bir yaprak altının parçalanmadan
ve bir şey telef olmadan, bütün dükkânın altın yapraklarla dolu olduğunu ve
işçilerin çekiçlerinin ve bütün aletlerinin altın olduğunu gördü. Şeyh iki dünyanın
(dünya ve ahiret) madenini kendi dükkânında görünce bir feryat kopararak,
kendilerini şaşkın şaşkın seyreden halka
“Yağma, ey ahali, yağma!”
Diye
seslenmeye başladı ve dükkânını yağma etmelerini emretti. Böylece gönlünden
dünya muhabbetini sıyırarak vazgeçti ve hemen Hüdavendigar’ın manevi sohbetine
daldı.
Pek
kısa zamanda dükkânındaki altınlar kapışıldı. Zahiri varlığını, bulduğu manevi
ve ebedi hazine uğruna yağma ettiren Selahaddin’in servetinden ortada eser
kalmadı. Vaktiyle Seyyid Burhaneddin’in feyzi ile olgunlaşan Selahaddin, Mevlana’nın
aşk ateşiyle bir anda pişmişti.
Hak Dinin Salahı
Şimdi
bir lahza Kuyumcu Selahaddin’in Mevlana’ya söylediklerini kendi mübarek
ağızlarından dinleyelim:
“İçimde
nur kaynakları varmış da haberim yokmuş. Onları öyle bir uyandırdın, coşturdun
ki”
Kuyumcu
Selahaddin’in nur kaynaklan coşmuş taşmıştı. Ya Hüdavendigar’ın hali nice idi?
Âşıklar sultani da Hz. Şems’in
yüce manasını Selahaddin’de bulmuş, onu gönül tahtına oturtmuştu. Erlerin eri
olan Selahaddin’i “Hak Velisi, zamanın Bayezid’i, devrin Cüneyd’i, Hızır kademli, İsa nefesli,
Hak dinin Salah’ı, iki âlemin Kutbu” diye övüyordu.
Tebrizli
Şems’in kayboluşundan sonra uzleti ihtiyar eden Mevlana daima Hak Cemaline
müstağrak olduğundan kendine tabi olanlarla meşgul olma işini, irşat vazifesini
1229 senesinde (Hicri 647) Selahaddin-i Zerkub’a bıraktı, onu Şeyh yaptı.
Seyyid Burhaneddin, Hz. Şems ve Mevlana gibi üç büyük irfan güneşinden feyiz
alan Şeyh Selahaddin, şeriata son derece riayet ederdi. Bir gün feracesini
yıkayıp asmışlardı. Kış ortası idi, günlerden Cuma idi. Öğle ezani okunuyordu.
Soğuğa hiç aldırmadan donmuş olan ıslak feraceyi giyip namaza gitti. Camide
bulunan dostları: “Soğuk, Şeyhimizin mübarek vücuduna zarar vermesin” dediler.
Selahaddin-i Zerkub cevap verdi : “Vücudun zararı ruhun ve ALLAH’ı terk etmek zararından daha azdır”
Şeyh
Selahaddin buyururdu ki: “Hakkın Velisi merhamet madenidir. Bütün halk
onun vücudundan zevk alır, rahmet elde eder ve onun nuru ile dirilir. ALLAH Velisinin vasfı şudur: “Biz
senin göğsünü yarmadık mı”[19]
ayetinde buyrulduğu gibi göğsünü yardıklarında orada nurdan bir deniz görür, o
denizde aşk oynatır”
Bir
gün de Sultan Veled’e şunları söylemişti : “Bizim nazarımız güneş, müridin
vücudu taş gibidir. Kabiliyetli taş, güneşin nazarında herhalde yakut olur.
Diğer Şeyhlerin nazarları gölge gibidir. Eğer kabiliyetli bir taş, güneş gibi
olan kâmil Şeyhin nazarından kaçıp gölgede kalırsa yakut olamaz. Tekâmül edemez”
Bir
tarihte Sultan Alâeddin Keykubat’ın oğlu İzzeddin Keykavus bir yılan yavrusu
tutmuş, altın bir hokkanın içine kapatmış, ağzını da mühürlemişti. Emir ve
Vezirlerine : “Bu hokkayı bana İstanbul Tekfuru başka hediyelerle beraber gönderdi ve
Eğer sizin dininiz hak ise bilginleriniz, azizleriniz; bunun içinde ne olduğunu
söylesinler, ben de haraç vermeyi üzerime alırım, diyor” dedi.
Böylelikle Konya’nın bütün bilgin ve şeyhlerine gösterilmesini emretti. Hokka
kime gösterildi ise içindeki bilinemedi. Nihayet Sahip Şemseddin Sultanla
birlikte Mevlana’nın ziyaretine gitmeyi, bu sırrı ancak onun çözebileceğini
düşündü. Birlikte huzura vardılar. Selahaddin-i Zerkub Mevlana’nın yanında
oturuyordu. Mevlana: “Bu hokkanın sırrını Şeyhimiz açıklasın”
buyurdu. Şeyh Selahaddin hemen baş koydu ve: “Ey İslam Sultanı!” dedi, “Bu
hayvanı bu hokkaya niçin koydun? Bu yılan yavrusunu niçin taşıdın? ALLAH Erlerini sınamak insanlığa yakışmaz. Hele senin
ziyaret ile şereflendiğin bu ALLAH Eri gök
hokkalarının bütün sırlarını, âlemin bütün zerrelerini tam manasıyla bilir”
Sonra yerinden kalkarak SEMA’ya başladı. Sultan, fevkalade utanmıştı. O
gün maiyeti ile birlikte mürit oldu. Sahip Şemseddin’e de hediyeler ihsan etti
Mevlana
Şeyh Selahaddin’e olan sevgisinden oğlu Sultan Veled’i Şeyhin kızı Fatma
Hatunla evlendirmişti. Bu suretle arada zahiri bir baş ve akrabalık da
kurulmuştu. Keramet ehli ve kâmile bir hanım olan Fatma Hatunun Hediye isimli
bir de kız kardeşi vardı. Mevlana onu da pek sever, “Fatma benim sağ, Hediye sol
gözümdür” derdi. Hediye Hatun da Nizameddin-i Hattat ile evlendirilmişti
Böylece
on sene geçti. Riyazet ve mücahededen pek zayıflayan Şeyh Selahaddin günün
birinde hastalandı. Mevlana hemen her gün ziyaretine geliyor, başucunda
oturuyordu. Nihayet Şeyh Selahaddin: “Bana müsaade et de” dedi, “Artık
bu dünyadan göçeyim”
Mevlana
bu yalvarışa boyun eğdi. Bir gazel yazıp gönderdi ve ziyaretini kesti. 1239
senesinde Şeyh Selahaddin’in canı maksuduna erdi. Cenaze, vasiyet ettiği gibi,
kudümler, defler çalınarak, neyler üflenerek kaldırıldı.
Aşkın,
imanın ve ALLAH
cezbesinin timsali olan Selahaddin-i Zerkub Mevleviler arasında çok sevilir ve
anılır. Selahaddin-i Zerkub sadakat ve gönül ateşiyle Mevlana çevresindeki
gezer ölüdür. “Mutlu kalbe en tamutu” sırrına
eren seçilmiş kutlu insandır. Sevgisi, bağlılığı ve ihlâsı ile asırları aşan,
ebediyet bulan bu mübarek insan adına Mevlana:
Hakikatte
sen bir kişi değildin, yüz cihandın.
Dün
gece gördüm ki senin gittiğin o cihan bıraktığın bu cihana ağlıyordu.
Sen
gözden uzaklaşınca göz de senin peşine düştü.
Ruhunsa
kanlı gözyaşları dökerek gözün arkasına takıldı gitti.
Eğer
senin gayretin, kıskanman olmasaydı
Çok
gözyaşları dökecektim.
Fakat
gönlün kanlı gözyaşları saçarak böylece gizli ağlaması daha iyidir.
Senin
ayrılımda dökülen gözyaşlarının ne değeri vardır?
Senin
için gözyaşı değil, miskler dökmek lazımdır.
Senin
için her nefes kan kesilmek, her zaman ağlamak gerekir.
Yazık,
yazık, pek yazık oldu.
Böyle
gören göze şüphe gözü ağlamaktadır.
Ey,
Şah Selahaddin! Ey, çabuk uçup giden devlet kuşu,
Yaydan
fırlayan ok gibi uçup gittin. O yay da ağlamaktadır.
Selahaddin’e
ağlamayı herkes bilmez.
O
ağlamayı, kimlere, hangi insanlara ağlanacağını bilen bilir
Buyurdu.
TİRMİZ’Lİ BURHANEDDİN, TEBRİZ’Lİ ŞEMSEDDİN
HZ. MEVLANA CELALEDDİN RUMİ
VE SULTAN VELED
HİKMET VE SIRLARI
Selçuklu ve Osmanlı’dan Günümüze Kadar Olan
Mevleviliğin Hikmet ve Sırları
Tırmizli
Burhaneddin ve Tebrizli Şems’den sonra, aşk ve cezbeye dayanan, musiki, SEMA ve
şiir ile yoğrulmuş bir tasavvuf anlayışı sergileyen Mevlana, her ne kadar
yaşadığı dönem içinde ortaya koymuş olduğu tasavvufi anlayışını ve yaşantısını,
bir tarikat tesisi maksadıyla yapmamışsa da, kendisinden sonra gelen halefleri
tarafından tesis edilecek olan Mevlevilik, Mevlana’nın ortaya koyduğu bu
esaslar çerçevesinde yapılanmış, adab ve erkânıyla bir tarikat halini almıştır.
Sultan-ül
Ulema, Mevlana, Hüsamettin Çelebi ve Sultanı Veled müderris bulundukları
medresenin bir odasında, diledikleri vakit zikrederler, başka tekkelerin
ayinlerine katılırlar, evlerde SEMA, sohbet meclisleri kurarlardı kendilerine mahsus
bir tekkeleri yoktu. İlk defa, Ulu Arif çelebi, dedesinin türbesinde uzlete
çekilmesiyle ilk mevlevihanenin nüvesi meydana atılmış oldu; ilk Mevlevihane,
tahmine göre, Sultan Divanı’nın eseridir. Konya mevlevihanesi daha sonra kurulmuştur.
Ulu
Arif Çelebinin etrafında toplanan sadık ve fedakâr müridIerin kırk kişiden
ibaret olduklarını bazı eserlerden anlamaktayız; bunlara ‘Çeltenan’ yani ‘kırklar’
deniliyormuş. Bu unvanda ve bu sayıda ‘Kutupluk’ nazariyesinin meşhur ‘kırklar’ına
bir benzetiş bulunsa gerek! ‘Çeltenan’ için Konya ve Afyon
Karahisarda birer yurt, birer ikametgâh yapılmış olduğuna dair de eski
eserlerde deliller vardır. Gitgide ‘Matbah’i Şerif’li ‘Mevlevihane’ler
kurulmuştur. Tekkeler kapandığı zaman mevlevihane sayısının 300 kadar olduğu
bildiriliyor..
Mevlana
daha sonra Şems’le tanışması neticesinde ortaya koyacağı coşkun ve cezbeli
tasavvufi tavrına ait temelleri Burhaneddin Muhakkık Tirmizi’nin tasavvuf
eğitiminden almış fakat Şems’le konuşup görüşünceye kadar temkinli bir sufi
olarak yaşamıştır. Nitekim Mevlana, o dönemde Anadolu’da hâkim olan İbn-i Arabî
etkisi, Kübrevilik, Melamilik ve Kalenderilik gibi tasavvufi anlayışları
kendisinde toplayıp meczetmiştir. Şems-i Tebrizi vasıtasıyla Melamilik ve Kalenderiliğe
sempati duymuş, fakat babası ve onun halifesi Burhaneddin Muhakkık Tirmizi’den
aldığı zühdi tasavvuf anlayışını da bütün hayatı boyunca sürdürmüştür.
Şems’in
bir Kalenderi dervişi olduğu anlaşılmaktadır. Mevlana ile uzun boylu sohbetleri
dolayısı ile bu tarikatten ona da inabe verdiği sanılmakta ve kendisine ‘Mevlana’nın
sohbet şeyhi’ denilmektedir. Bilindiği üzere, Melamilikte inabe ve
irşat sadece sohbet yoluyla yapılır bunun için Mevlana’nın Melamilikten de
hilafetli olduğunu ananlar çoktur.
Tirmiz’li
Bürhaneddin ve Tebrizli Şemseddin ile vukua gelen mülakat ve sohbetlerinden
sonra, zikirli ve semalı toplantıları sıklaştırmış, aşkını ve VECD’ini
harekete getiren her hadise karşısında, nerede olursa olsun, zikre ve SEMA’ya başlayıvermiştir.
Diğer
bir ifadeyle Mevlana, Necmeddin Kübra’nın insanı esas alan, Sünni esaslara
dayalı ve kısmen Zühdi nitelikli tasavvuf mektebi; Muhyiddin İbn-i Arabî’nin
mükemmel bir metafizik ve mistik sistem halinde tasavvuf dünyasına sunduğu
Vahdet-i Vücud mektebi ve kaynağını Horasan mektebinden alan, coşkun bir ilahı
aşk ve cezbeye dayalı, zühdü ihmal eden Kalenderi tasavvuf anlayışını uyumlu
bir biçimde, yepyeni bir sistemle birleştirip bağdaştıran bir tasavvuf yolu ortaya
koymuştur.
Nitekim
bu tasavvufi anlayış, Mevlevilik tarihi boyunca Mevleviler arasında Şemsi ve
Veledi kol diye bilinen iki ayrı tasavvuf neşesinin ortaya konmasında önemli
bir amil olmuş, bu ikilik Mevlevi silsilesine de yansımıştır.
Şemsî
olanlar, Mevlevi silsilesini daha çok imamlar yoluyla Cüneyd-i Bağdadi’den Hz.
Ali’ye ulaştırırken, Veledi olanlar ve Bahaüddin Veled’i Necmeddin Kübra’nın
halifesi sayanlar da, bu silsileyi Halveti silsilesi kabul edilen Cüneyd-i
Bağdadi’den Hz. Ali’ye ulaştırırlar.
Vahdet-i
Vücutçuluğunu meydana vuranlar arasında Bistam’lı Beyazıt, Bağdatlı Cüneyt,
İbrahim Ethem, Belh’li Şakik ve Hallacı-ı Mansur pek meşhurdur.
Melametiliği
ilmi bir meslek edinenler arasında da Ahmet Hamdun EI-Kassar ve Sülemi gibi
büyükler çıkmıştı. Bistam’lı Beyazıt ve Bağdatlı Cüneyt’in olgunlaştırdıkları ‘Zahitlik’
mesleği, Vahdet-i Vücutçuluk esasında ‘Melâmet’ ile müşterek olmakla
beraber, ‘Tasavvuf’ adı altında ötekinden birçok noktalarda ayrılır.
Tasavvufta
fütur yoktur, ancak bunda ‘Kaza ve Kader’e karşı geniş bir
teslimiyet, kâinatın gulguleli hareketleri karşısında kasvetli durgunluk göze
çarpar; yani, birinde laubalilik, diğerinde tevekkül hüküm sürer. Mevlana’nın
tasavvufu, diğer mistiklerinkinden büsbütün başkadır: Mevlana, hareket ve gelişme
taraftarıdır, kaza ve kader yerine ihtiyarı hareketleri tavsiye ve daimi bir
mücadeleyi de hayatın özü olarak kabul eder.
AÇIK ÜNİVERSİTE HALİNDE
HİZMET VEREN MEVLEVİHANELER
VE BU KURUMLARIN HİKMET VE
SIRLARI
Mevlevilik,
13. asır sonlarında Konya’da Mevlana Celaleddin Rumi, adına, oğlu Sultan Veled
tarafından kurulmuş, Mevlana’nın musiki, SEMA ve şiir gibi üç vasıtaya isnad ettiği
anlayışı Konya’da gelişip, Anadolu Beylikler dönemi ve yedi asıra yakın Osmanlı
İmparatorluğu boyunca, Türk toplumunu belki de en yakından etkileyen
tarikatlardan birisi olmuştur.
Konya’da
tesis edilen Mevlana Dergâhı merkez olmak üzere, kısa sürede Çelebilerin
önderliğinde, Anadolu ve diğer İslam beldelerinde yaygınlık kazanmış ve birçok
merkezde Mevlevi dergâhları tesis edilerek yayılmıştır.
Yakın geçmişi itibarıyla bütün İslam dünyası,
inancı, ahlakı, düşünce sistemi, maarif ve sanayi, adet ve ananeleri, siyasi ve
içtimai durumu itibarıyla en bunalımlı dönemlerinden birini yaşamıştır. Hz.
Mevlana Celaleddîn Rumî, Hacı Bektaş-ı Velî, Şeyh Edebali, Sultan Veled, Ulu
Arif Çelebi, Mehmet Divanî gibi mutasavvıflar Osmanlı Devletine kuruluş
aşamasında danışmanlık yapmışlardır.
Bir
zamanlar bütün milletler arasında dindarlardan daha dindar, ahlaken oldukça
mazbut, örf, adet ve ananeleriyle bir hayli sağlam tekke ve zaviyelerle açık
üniversite gibi halka hizmet veriyorlardı. Halka hizmet hakka hizmet şuuruyla
çalışan bu yerlerde edeb temel düstur edilerek toplumun bütün insanlarını dalga
dalga sevgi yumağı oluşturuyordu. Tekke ve zaviyeleriyle siyasi ve içtimai
ufuklarıyla dünyayı idare etmeye namzet ve düşünce sistemleri ile hemen
herkesten ileri görülen Müslümanlar; dinlerini arızasız yaşamaları, ahlaki mükemmeliyetleri,
ilim ve aşk, medeniyet, DEVRAN, SEMA, şiir,
musiki düşünceleri, Müslim ve gayr-i Müslim coğrafyasındaki bütün milletlerin
hacet kapısı gibi hemen her zaman yaşadıkları çağın önünde bulunmaları, ilham,
akıl ve tecrübe sacayağını iyi değerlendirmeleri sayesinde Pireneler’den Hint
Okyanusu’na, Kazan’dan Somali’ye, Puvatya’dan Çin Seddi’ne kadar çok geniş bir
dairede akıllara durgunluk verecek şekilde mükemmellerden mükemmel bir idareye
muvaffak olmuş ve cihanın en karanlık çağları yaşadığı bir dönemde idare
hudutları içinde ve vesayetleri altında bulunan milletlere, adeta hayallerde
resmedilen sistemleri yaşatmış ve dünyayı cennetin bir köşesi haline
getirmişlerdi.
Özellikle
Osmanlı Devleti’nin kurulmasından sonra toplumda ve siyasi çevrelerde
etkinliğini sürdüren Mevlevilik, musiki, SEMA ve şiir gibi üç vasıtaya isnat ettiği tarikat
anlayışıyla, Osmanlı şehirlerinde ve yüksek mahfillerde daima taraftar
bulmuştur. Birer sanat merkezi olan tekkeleri her zaman rağbet görmüş, Mevlevi
şeyhleri de mevcut sosyal ve siyasî nizamı muhafaza ve saraya karşı her zaman
itaatkâr davranarak siyasî ve dini kıyamdan daima uzak durmuşlardır.
Osmanlı’nın
fethettiği, bölgeye Türk kültürünü taşıyan birer elçi görevi gören Mevleviler,
böylece Osmanlı sınırlan içinde Mekke, Medine, Mısır, Suriye, Irak ve
Azerbaycan’dan ve Kafkaslar, Kıbrıs, Avrupa içlerinde Peçu’ya kadar, her tarafta
Mevlevi zaviyeleri açmışlardır.
Osmanlı
Devleti fethettiği ülkeleri o ülkenin kendi vatandaşlarına teslim eder,
yönetimini onlara yaptırır, bunun karşılığında cizye ve vergi alarak, onların
can güvenliği ve sosyal ihtiyaçlarını karşılar durumda idi.
Fakat
o halkın içerisindeki asilerde devlet güçlerine karşı ayaklanmalar yapma yoluna
gidiyordu. Güvenlik güçleri mevzunun üstesinden gelemeyeceğini gördüğü vakit
durumu saraya bildirir, saray bu durumda o bölgeye derhal bir ilim medresesi,
aş evi ve Mevlevi dergâhı açmak suretiyle oradaki halkların da gönüllerini feth
etmek yoluna giderdi.
Bunun
karşılığında halkın bir kısmı Müslüman bir kısmı gayrimüslim olarak hayatlarını
devam ettirirlerdi.
Fikriyat
ve ilahiyat sahalarında kıyametler koparken idare ve siyaset alanında da
didişmeler, çekişmeler oluyordu. İslam fatihleri fethettikleri memleketlerin
idarelerini yine, sahiplerine, yerli halka bırakıyorlardı; bu yüzden feodaliteler,
derebeylikleri, site hâkimlikleri, ufak ufak cumhuriyetçikler türemeğe
başlamıştı.
Halifeye
tabi kalmak ve mukannen vergi ‘Haraç ve zekât’ vermek şartı ile
şehirler kendilerini idarede serbest kalıyordu. İdareyi ele geçirmek için
vatandaşlar arasında kavgalar eksik değildi; yer yer kahramanlar, şövalyeler
türüyordu. Bunların kendilerine göre tüzükleri ve yasaları vardı. Muhtelif
namlar alan İslam şövalyelikleri arasında, birliklerine ‘Fütüvvet’ ve
şövalyelerine ‘Feta’ denilen teşekkül başta gelirdi. ‘Feta’, kahraman demekti.
İslamlığın
ilk asırlarında ortaya çıkan bütün bu dini, ilmi, siyasi ve ahlaki teşekküller
halk arasında tutunabilmek, hükümetler yanında ve İslam idareciler nezdinde yer
alabilmek için peygamberin sünnetine ve hadisine dayanmak zorundaydılar.
Tuttukları yolun ve benimsedikleri inanışın peygamberden kendilerine görenekle
ve kulaktan kulağa intikal ettiğini iddia ederler ve müTeâlâlarını tevsik için
de birer ‘Silsile’ gösterirlerdi.
Hemen
hemen bütün meslek ve teşekküllerin silsilesi bir, iki müstesnadan başka İmam
Ali’ye ulaşıyordu. Halkın çoğunluğu fikir ve itikat bahislerinde münazaraya
kabiliyetli olmadıklarından bunlar, doğruluğuna, iyiliğine ve ilmine güvendikleri
bir zatın ardına düşmeği en kestirme yol olarak buluyorlardı.
Bir
tasavvuf anlayışı olarak Mevlevilik; ortaya çıkışından itibaren, yöneticiler ve
toplumun elit kesimiyle sürekli yakınlık içinde bulunmuştur. Şiir ve musiki ile
ünsiyeti olan aydın kesimin, tasavvuf tercihi yaparken kendisine yönelmesini
temin etmiş ve tarih boyunca, gerek bu kesimden, gerekse yöneticilerden olan
paşalar, beyler ve sanat zevki olan zengin eşraf tarafından tercih edilen ve
desteklenen tasavvuf yolu olmuştur. Mevlevilik, tesis ettiği tasavvuf anlayışı
neticesinde ilk dönemlerinde yayıldığı küçük yerleşim yerlerinden yavaş yavaş
şehirlere çekilmesi ve saraya yakın olması sebebiyle, 17. asırdan itibaren bir ‘devlet
destekli tasavvuf yolu’ görüntüsü vermiştir.
Mevlevi
dergâhları Mevlana’nın tasavvuf anlayışını, musiki, SEMA ve şiire isnat etmesi sebebiyle
faaliyette bulundukları süre içerisinde birer konservatuar, edebiyat mektebi ve
güzel sanatlar akademisi olarak görev yapmışlardır. Bu çerçevede
Mevlevihanelerden klasik Türk musikisinin Itri, Hamamzade İsmail Dede Efendi,
Zekai Dede gibi en önemli temsilcileri, Şeyh Galib gibi divan edebiyatının
zirveleri ve güzel sanatların nadide örneklerini sunan sanatçılar yetişmiştir.
Aynı
şekilde Türk şiirinin Anadolu’daki teşekkül ve tekâmül çağına bir göz
gezdirilecek olunursa, Mevlana’dan sonra Anadolu’da yetişen tasavvuf ehlinin
zengin bir edebiyat muhiti ortaya koydukları görülür. Bu muhit içerisinde en
müstesna yeri zengin kültürü ile şüphesiz Mevlevi tekkeleri doldurmuştur.
Mevlevilik
kültürünün sanat ve edebiyat sahasında zengin motifler taşımış olması, Mevlana
müntesiplerinin genellikle münevver tabakadan bulunması, onun tefekkür sisteminde
şiire büyük önem verilmesi ve daha da önemlisi, şiir yoluyla irşadı bizzat
Mevlana’nın da şiar edinmesi, Mevleviliğin diğer tarikatlara nazaran edebiyat
hamiliğini daha aktif olarak üslenmesi sonucunu da beraberinde getirmiştir.
Devrinin
birer sanat akademisi gibi çalışan Mevlevi tekkelerinde ve bu tekkelerin mensup
olduğu Mevlevi Tarikatı bünyesinde, kültür ve sanat tarihinde ün yapmış,
musikişinas ve şairlerin yanında, birçok hattat, hakkâk, nakkaş, müzehhib,
minyatürcü ve ressam yetişmiştir.
Ana
gaye olarak ruhu tasfiye ve nefsi tezkiyeyi hedef alan ve bu amaçla hücreye
yerleşen dervişler, genellikle bir uğraş ve bazen de bir gelir kaynağı olarak
el sanatı türünde de güzel eserler vermişlerdir. Musiki ve şiirle birlikte,
yukarıda isimleri geçen sanat dallarında ve hattatlıkta da isimlerinin sonuna ‘el-Mevlevi’
sıfatını yerleştiren birçok hattat, bu dergâhlardan yetişmiştir.
Mevleviliğin
kurucusu olmamakla birlikte, ona fikirleriyle yön veren Mevlana Celaleddin Rumi’nin
zamanındaki Sultanlarla ve vezirlerle çok yakın münasebetler kurmuş, hatta
bunlardan bazıları Mevlana’ya mürit olmuştur. Mevlana’nın yöneticilerle bu
yakınlaşması oğlu Sultan Veled döneminde daha belirginleşmiş ve sonraki
dönemlerde özellikle Osmanlı padişahları, vezirleri, beyleri ve paşalarıyla
Mevleviler arasında yakın ilişkiler ortaya çıkmıştır.
Neredeyse
her Osmanlı padişahı Mevlana’ya saygısını izhar için Mevlevilere ve Mevlevi
dergâhlarına maddi manevi yardımlarda bulunmuşlar, hatta birçoğu bizzat
Mevleviliğe intisap etmiştir. Bu ilgi Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde 1925
yılında tekkelerin kapatılmasına kadar da devam etmiştir. Günümüzde de
Mevlevilik gerek Mevlana’nın eser ve düşüncelerinin hâlâ cazibe merkezi olması,
gerekse de SEMA,
musiki ve şiire dayalı yapısı sebebiyle popülerliğini yitirmemiştir.
Tarihler
bunu böyle gösterdiğine göre sorumlu ve yetkili kişilerin bu yönleri eksik
takip ettiklerine dair şüpheler bulunmaktadır. Osmanlı’ya bakıldığında orduda
vazifeli ordu şeyhleri görülür. Bunlar iç fütühatı işini üstleniyorlardı, gönül
kazanıyorlardı. Günümüzde bu kurumun eksikliği hissedilmekte. Zira 40 yıldır
bir Kıbrıs meselesi bile nihayete erdirilememiştir. Bunun nedeni Kıbrıs
halkının kazanılamamış olmasıdır. Yoksa konu silahla kılıçla olsa idi zaten
yapılırdı. Halkın gönlü maddi ve manevi olarak fethedilse idi şimdiye kadar
çoktan sorun ortadan kalkardı.
Cumhuriyetimiz’in
84. yılını kutluyoruz. İlelebet payidar olması için dua ediyoruz. Son
zamanlarda idarecilerin karşılaştığı ve 30 yıldır çözüm üretilemiyen diğer
mesele ise güneydoğu meselesidir.
Gördüğümüz
kadarı ile çözüm üretme yollarını da pek araştırmıyorlar. Osmanlı Devleti
zamanında böyle onlarca meselenin çözüme kavuşturabildiğini tarihler
göstermektedir.
Meselelerin
kiminle, nasıl çözüleceği araştırılarak; başta insanlığın en büyük düşmanı olan
cehaleti yenip, insan sevgisini ön plana çıkarmak sureti ile adeta bir elçi
vazifesi gören Mevlevi yolunun mensupları, aş evleri kurarak o bölgedeki insanlara
maddi, manevi ve ilmî yönden adaletle yaklaşmış müslim, gayri müslim tüm
insanların sevgilerini kazanmışlardır.
Tarihler
bunu böyle yazmaktadır. Her halde tarihler düzgün okunursa bu konuların da
çözülebileceği kanaatindeyiz.
Ne acıdır ki aynı dünya, asırlar ve asırlar
boyu kendini dimdik ayakta tutan tarihi dinamiklerden, İslami değerlerden
uzaklaşıp, cehaletin ahlaksızlığın, hurafelerin, bedenî ve cismanî zaafların
eseri haline gelince de hemen zulmet ve hüsran uçurumlarına yuvarlanmış,
inkırazdan inkıraza sürüklenmiş. Bağı kopmuş tespih taneleri gibi darmadağınık;
şirazesi çözülmüş bir kitabın parçaları gibi ayaklar altında: kısır
mücadelelerle fevkalade sarsık, bin bir tefrika ile iki büklüm: esaretlerin en
utandırıcısıyla inim inim inlerken hürriyet türküleri söyleyecek kadar şaşkın:
kimliksiz fakat bencil; tabu deyip Allah’a, Peygambere baş kaldırmış ama bir
sürü tabunun pençesinde, perişanlardan daha perişan hala gelmiştir.
Ne var ki dıştaki kırk haramilerin ve içteki
bir kısım haramzadelerin onca gayretlerine rağmen bu son kasvet dönemi de fazla
uzun ömürlü olmamıştır. Bu gün insanlığın beşte birini teşkil eden Müslümanlar,
hemen her yerde yepyeni bir dirilişin mücadelesini vermekte ve bu kahrolası
esaret çağından kurtulmaya çalışmaktadır. Bilhassa son yıllarda, her sabah bir
musibetle her akşam birkaç felaketle yüz yüze gelmeleri, onlarda metafizik
gerilime vesile olmuş, Allah’a yönelişlerini hızlandırmış ve onların mücadele
azimlerini kamçılamıştır.
Zaten İslam ruhunun insan tabiatına uygunluğu,
onun maddi - manevi terakkisini desteklemesi ve yüce dinimizin dünya ve ukba
muvazenesinde erişilmezliği sayesinde en karanlık dönemlerde bile inancımızdan
dolayı Allahuazimüşşan bize selamete çıkma imkânını veriyor.
Milletimizin
geriye doğru tarihine baktığımızda Osmanlı sınırları içerisinde yaşayan herkesin
kayıt şeceresi varmış. Tarihi gerçekler göstermiş ki bu kurumlar, toplumu
sadece iyiye güzele doğruya ve insan haklarına saygıya yönlendirmeyi amaçlamış,
daima bu uğurda faaliyette bulunmuş, Osmanlı’yı Dünya İmparatorluğu yapması ve
üç kıtaya hükmetmesinde önemli roller üstlenmiştir. Ne yazık ki; eğitim
danışmanlık ve sosyal hizmetler sunan böyle muazzam kurumların eşyaları ve
güzel sanat eserleri, hiçbir kayıt tutulmaksızın adeta kurban derisi taşınır
gibi kamyonlara yüklenip vakıf depolarında çürümeye terk edilmiştir. Sanat
tarihçileri de bunu böyle bildirmişler. Bu milletin yüzlerce yıllık
kazanımlarının akıbeti bu mu olmalıydı?
Taş burnu tekkesi üzerine, Kale ile
birlikte resmini koyalım.
Taş burnu Tekkesinin 15. yüzyıl sonlarında yapıldığı tahmin ediliyor.
Birinci kat ahşap oyma tavanlı salon mescit, bir tarafı dershane misafirhanesi
matbah-ı şerif hamam bulunmakta. 1659’da Evliya Çelebi’nin burada kaldığı
bildiriliyor. Yunanistan’da Avrupa’nın en uç noktasında, aynı zamanlı Osmanlı
Kalesi içerisinde, Kalenin yanındaki hâkim tepede bir kilise ve manastırın o
devrin Ordu Şeyhi’ne bırakıldığı bildirilmektedir.
Hıristiyanlar’ın mezhep kavgaları yüzünden,
kiliseler Hıristiyan şövalyeler tarafından zaman zaman basılıp cemaatin bir
kısmı denize dökülüp, bir kısmı ölümle cezalandırılıyormuş.
O günkü Osmanlı İdaresine başvurarak, Gayri
Müslimler yardım istemişler. Türk İslam Ordusu, adaletin bozulduğu yere, hemen
gelerek düzeltiyordu.
Kilise’de mermer üzerine “ Türk İslam
Ordusu: tecavüz etmez. Tecavüze uğrayanlara yardımcı olur.” Patrik 2. Aleksendır’
ın kararı ile bu yazı yazılmış.
MEVLANA’DA SEMA’IN HİKMET VE SIRRI
Mevlana
ile tanınan ve Mevlana’nın âlem-i cemâle irtihalinden sonra onun adına tesis
edilen Mevleviliğin tamamen tarikat ayinine âlem olan SEMA; aslında Arapça SEMA kökünden
‘sama’ ve ‘sima’ gibi
mastar ve isim olup; lügatte, Kur’an dinlemek, vaiz dinlemek, sohbet dinlemek,
işitmek, kulak vermek, işitilen söz, iyi, şöhret ve iyi anılma gibi anlamlara
gelir.
Terim
olarak ise SEMA;
musiki nağmelerini dinlemeye, dinlerken VECD’e gelip harekette bulunmaya, kendinden
geçmeye, oynayıp raksetmeye, tasavvuf ehlinin cezbe haliyle ayakta
zikretmelerine verilen isim olmuştur.
Müslümanlar
arasında musiki ve raksın helal yahut haram olduğuna dair tartışmalar, daha
İslam’ın ilk devirleri itibariyle ortaya çıkmış, bazılar musiki ve raksı mekruh
hatta haram, bazıları ise; insanı musiki ve SEMA’ya sevk eden sebepler ile
bunların insanda uyandırdığı hislerin mahiyetine göre mübah saymışlardır.
Bu
iki sanatın bir araya gelmesiyle zuhur eden SEMA’da, kimilerine göre mekruh veya
haram, kimilerine göre de mübah kabul edilmiştir. Bu sebeple SEMA’ın
leh veya aleyhinde birçok sözler söylenmiştir. SEMA evliya ve âşıklar nezdinde
helal, tarikatla alakası olmayan ulema nazarında ise haram kabul edilmiştir.
SEMA’ı
mekruh veya haram sayanlar, onu Kur’an-ı Kerim’de oldukça sık geçen ‘la’b
ve lahv’ ‘oyun ve eğlence’ olarak kabul etmiş ve hükümlerini buna göre
vermişlerdir.
Sufiler
ise Tasavvuf tarihinin ilk devrinden itibaren SEMA’ı, VECD’i, musiki ve şiir dinlerken
kalkıp hareket etmeyi, raksı mübah görmüşlerdir. Cüneyd-i Bağdadi (ö. 297/909) SEMA
için, zaman, mekân, imkân ve ihvanın şart olduğunu söylemiş ve “Fukaraya
üç yerde rahmet iner: Birincisi SEMA’da; çünkü
onlar, sesi Hak’tan duyarlar ve VECD’le ayağa
kalkarlar. İkincisi, ilmi konuşmalarda; çünkü onlar ancak hakikati söylerler.
Üçüncüsü ise yemek yerlerken, çünkü onlar ancak ihtiyaç hallerinde yemek yerler”
demiştir.
En
önemli tasavvuf klasiklerinden biri olan EI-Luma’ın müellifi Ebu Nasr
Serrac et-Tusi, eserinde SEMA konusuna yer vermiş ve burada SEMA’ın
mübah olduğuna dair birçok sufinin sözlerinden alıntılar yapmıştır. Tüsi; SEMA’ı
güzel sesi işitmekle hâsıl olan VECD hali olarak görmekte ve “ALLAH
Teâlâ Kur’an’da, “Seslerin en çirkini eşek sesidir”[20] ayetiyle çirkin sesi zemmederken, bir bakıma
güzel sesi övmektedir” demektedir.
Yahya
b. Muaz der ki; “Güzel ses, içinde ALLAH sevgisiyle yanan
kalbe ALLAH’tan bir esintidir”
Bundar
b. Hüseyin ise SEMA’nın
mübah olduğunu şöyle izah etmiştir: “Güzel ses tesir İcra eden bir hikmettir. Yumuşak
edası ile etkili bir alettir. Böyle bir güzel ses, Azız ve Âlim olan ALLAH’ın takdiridir”
Ebu
Yakub Nehrecôri SEMA’ı,
insanı yakarak iç âlemine yönelten bir haldir diye tarif etmiştir. Din uleması
ve sufiler arasında uzun yıllar devam edip giden bir münakaşa konusu olan bu
mesele, nihayet İmam Gazali (ö. 505/ II LL) tarafından geniş bir şekilde ele
alınmıştır. ‘İhyau Ulumu’d-din’
adlı meşhur eserinin bir bölümünde ‘Kitabü’s-sema’ başlığı ile konuyu ele alan
Gazali, burada kısaca; SEMA’ın insan ruhu üzerindeki tesirlerinden
bahsettikten sonra, onun kalpte VECD denilen bir hal vücuda getirdiğini, VECD’in
de vücudun azalarını harekete geçirdiğini, bu hareketin bazen ritimli bazen
ritimsiz olduğunu, bunlardan birincisine tesviğ ve raks, ikincisine ise idtirab
denildiğini ifade ettikten sonra, SEMA’ın haram olduğuna dair fikirleri
nakletmektedir.
Daha
sonra SEMA’ın
mübahlığı hususunu tartışmakta ve bu konuya dair muteber hadis kitaplarından
ve sufi sözlerinden deliller arzetmektedir. Neticede SEMA’ın, VECD halindeki insanların
hareketleri olduğunu ifade etmektedir.
Gazali
öncesi ve sonra dâhil olmak üzere diğer Müslümanlara göre daha hassas bir
yaratılışa sahip olan sufiler, şiir, musiki ve raks gibi doğrudan doğruya insan
ruhuna tesir eden hususların temsilcileri olmuşlardır. Tasavvuf tarihine göz
atıldığında görülür ki, istisnasız bütün tarikatlar SEMA’nın insanı ALLAH’a yaklaştıran ve yükselten bir
özelliği bulunduğunu kabul etmişlerdir. Bu bakımdan Rufailik, Kadirilik,
Halvetilik, Kübrevilik, Mevlevilik ve Nakşîlik arasında bir fark olmamıştır.
Ancak ilk zamanlarda Melametilik daha sonra ise Nakşîlik SEMA’ın insanı ALLAH’a yaklaştıran özelliğini
kabul etmekle birlikte, bu hususa kendi seyr’u suluk sistemleri içinde yer
vermemişlerdir.
SEMA,
hicri beşinci asrın ilk yarısında büyük bir şöhrete nail olmuş olan Ebu Said
Ebu’l-Hayr (ö. 440/1049) ve ondan yaklaşık iki asır sonra gelen Mevlana
Celaleddin Rumi zamanında dini VECD halinde yapılan yarı-dini bir ziyafet şeklini
almıştır. Sufilerin musiki eşliğinde yaptıkları SEMA’ı sık sık tekrar etmelerini
arzulayanlar, dervişlere ziyafetler tertip etmişlerdir. Kaynaklarda bu tür
ziyafetli SEMA
törenlerine en çok Ebu Said Ebu’l-Hayr döneminde rastlansa da, Mevlana’nın SEMA’a
verdiği ehemmiyet neticesinde, Mevlana ile birlikte bu âdetin önceki
mevcudiyeti tamamıyla unutulup her yönüyle SEMA Mevlana’ya maledilmiştir. Bunda Mevlana’nın SEMA
vermiş olduğu ehemmiyet ile ondan sonra gelen Mevlevilerin bu ayini muntazam
hale getirmeleri de mühim bir rol oynamıştır. Aslında Mevlana kendinden önceki
sufilere göre SEMA
konusunda hiçbir yenilik yapmamıştır. Mevlana, kendisinden önceki sufilerce
çeşitli şekillerde ifade edilen fikir ve inançları kendisine has bir üslupla
ifade etmekten ibaret olmuştur.
SEMA’ı
ibadet haline getiren Mevlana’nın Şems-i Tebrizi ile buluştuktan sonra SEMA
etmeye başladığı nakledilir. Mevlana’nın yanında kırk yıla yakın bir süre
bulunduğunu eseri ‘Risale-i Sipahsalar’da ifade eden Ahmed b.
Feridun Sipahsalar, Mevlana’nın Şems-i Tebrizi ile mülakatından önce SEMA
etmediğini, Şems’in talebi üzerine SEMA etmeye başladığını ve bunu ölünceye kadar
bırakmadığını, onu yol (tarik) ve ayin haline getirdiğini nakleder.
Sultan
Veled ise ‘İbtidaname’ isimli eserinde, Mevlana’nın Şems ile
tanıştıktan ve ayrıldıktan sonra, gece gündüz bağırıp çağırarak SEMA
ettiğini, yerlerde dönerek raksettiğini, mutriblere altın ve gümüş
verdiğini, nihayet çalıp söylemekten
kavallarda takat kalmadığını ve bütün şehir halkının ona uyarak SEMA’ya
dâhil olduğunu kaydetmektedir.
“Gece-gündüz,
SEMA’a düştü; yeryüzünde gök gibi dönüp
durmadaydı, Sesi, ağlayışı Arş’a ağdı; feryadını büyük de duydu, küçükte. Gümüşü, altını çalıp
söyleyenlere vermekte, neyi varsa hepsini onlara saçıp dökmekteydi. Bir soluk
bile SEMA etmeden durmamakta, gece-gündüz, bir
soluk bile dinlenmemekteydi. Bir derecede ki, neşideler söyleyenlerden hiçbiri
kalmamıştı ki söylemekten dilsiz, sessiz bir hale düşmesin, hepsinin de söylemekten
dilleri damakları kurumuştu. Hepsi de paradan-puldan bezmişti, Hepsi bitmiş,
hastalanmıştı; şarapsız mahmurlaşmıştı
hepsi, mahmurlukları şaraptan olsaydı, elbette gene arı-duru şarapla
ayılırlardı. Fakat söylemekten, çalıp çağırmaktan yorulmuşlar, feryad edip
uykusuz kalmaktan perperişan olmuşlardı, Eziyetten hepsinin de canı dudağına
gelmişti; gönül ateşi olmaksızın hepsi de zahmetle pişmişti” [21]
“Böyle
derde deva olamaz; meğerki ALLAH yardım ede.
Şehri bir gürültüdür, kaplamıştı, Şehir de nedir ki? O
gürültüyle zaman da dolmuştu, mekân
da, Böylesine bir kutup, böylesine bir İslam müftüsü ki iki âlemde de onun gibi
bir şeyh, bir imam yoktu. Delicesine coşkunluklar ediyor, kimi gizli, kimi
apaçık coşup köpürüyordu. Halk, onun yüzünden şeriattan, dinden olmuş, herkes
aşka rehin olup gitmişti. Hafızların hepsi, şiir okumaya başlamıştı; hepsi de çalıp
çağıranlara koşuyordu. İhtiyar, genç, herkes SEMA’a
düşmüştü; sevgi burakına binmişti, Virdleri beyitti, gazeldi artık. Yolları -
yordamları âşıklık olmuştu.” [22]
Mevlana’nın
SEMA’ı
hakkında en geniş malumat yine Mevlana döneminde yaşamış olan Ahmet Eftaki’nin ‘Menakıbu’l-Arifin’ isimli eserinde
bulunmaktadır.
Eflaki’nin
naklettiklerine göre; hoşa giden veya manalı bir ses Mevlana’yı SEMA
ettirmeye kâfi gelirdi. Sokakta, pazarda, Meram mescidinde, Ilıca’da, değirmen’de,
Konya meydanında Mevlana SEMA ederdi.
Eflaki
eserinde Mevlana’nın SEMA’ını ikiye taksim etmektedir.
1.
Mevlana’nın Münferit SEMA’ı
2.
Toplu Olarak Yapılan SEMA
1. Mevlana’nın Münferit Sema’ı
Mevlana,
Şems-i Tebrizi’nin 642/1245 senesinde ortadan kaybolmasıyla birlikte, müderris
elbisesini çıkarıp, derviş külahını ve elbisesini giymiş ve rebabı altı haneli
hale getirmelerini emrederek SEMA’ya başlamıştır. Mevlana SEMA esnasında aynı zamanda şiirler
söylemiş, söylediği şiirlerin etkisiyle VECD içinde raksetmiştir. Hatta Mesnevi’nin bazı beyitlerini
söylediği esnada, kavvaller çalıp tegannide bulunmuş, o da heyecanla naralar
atarak SEMA
etmiştir.
Aşk,
pek gizlidir ama şaşkınlığı meydanda
Padişahların
canları bile ona hasret çekmektedir.
Aşk
dini, aşk mezhebi, yetmiş iki şeriatta da dışarıdır.
Padişahların
tahtları, aşka karşı alelade bir tahta parçasından ibarettir.
Aşk
çalgıcısı, SEMA
vaktinde şunu çalar:
Kulluk
bir bağdır, efendilik baş ağrısı!
Şu
halde aşk nedir? Yokluk deryası!
Aklın
ayağı, orada kırıktır!
Kulluk
da malum sultanlık da
Âşıklık
bu iki perdeden gizli!
Mevlana’ya
tabi olan müridleri de aynı şekilde SEMA etmiş, kavvaller sustuktan sonra Mevlana bir
köşeye çekilmiş, etrafında bulunanlara gözlerindeki Hakk nurunu seyretmelerini
söylemiştir.
Mevlana
SEMA
esnasında büyük bir VECD içinde, her şeyde ALLAH’ı gördüğünü söylüyor,
şevkinden, neşesinden sabahtan gece yarılarına kadar SEMA ediyor, bazen bu süre bir
haftayı aşıyordu. Bir defasında Ilgın’da kırk gün SEMA’a devam etmiştir. Bazen ise
uzun müddet SEMA’da
kaldığında müridleri durması için ricada bulunmuşlardır.
“Âşıklardan
kaçıp uzaklaşan o hurinin aşkından ah ederim! Aşkın öldürüşünde, yepyeni bir
hayat, bir dirilik vardır; hastalık bile onun yüzünden bir sıhhat, bir sağlık
olmuştur! Aklıma; “Ey aklım; neredesin? Seni bulamıyorum!” diye sordum! Akıl
dedi ki: “Ben, sana artık yol gösterecek değilim; senin dünyaya olan
bağlılığını koparmak, seni sarhoş edip aşk yoluna düşürmek için şarap oldum!”
Bu yüzden, benim özümle hiç bir ilgim kalmadı! Canını yak, külünü sürme et,
gözüne çek de, o can sürmesi yüzünden, artık, iki dünyada da körlük kalmasın,
her şeyi açıkça gör! Cansız canlar, SEMA’a
girsinler, canlansınlar da, ezel balının etrafında arılar gibi dönüp dursunlar!
Şems-i Tebrizi hazretleri de, ALLAH’ın kudreti
ile bütün kırılmış kalpleri tamir etsin!”[23]
Eflaki’nin
naklettiğine göre; Mevlana bazen SEMA için davet edildiği evlere icabet eder, bütün
müridlerini eve aldıktan sonra içeri girer, bazen de medreseye yalın ayak SEMA
ederek gider, medresede SEMA’a devam ederdi. Bu SEMA’a Sivas Kadısı İzzeddin gibi
dostlarını da SEMA
ederek gider odasından alarak davet eder, onlarla beraber SEMA ederdi.
“Cihan
padişahının, bizim o canlara can katan padişahımızın devletinde oynayın, raks
edin, ey Arifler, ey sufiler, SEMA edin!”[24]
SEMA
esnasında SEMA
edenlere sırtını çevirmeyi saygısızlık kabul eder, SEMA esnasında suallere cevap verir,
fetva isteyenlere fetva yazardı. Kendisine takdim edilen heyecanlı konuşmalar
veya güzel gülleri SEMA’a vesile kabul ederek kalkar, naralar atarak SEMA’a girer, SEMA esnasında guyendelere ve halka
bahşişler dağıtır, SEMA esnasında SEMA edenlerin kendisine
çarpmalarını bazen hoş görür bazen onlara kızar.
Yine bazı zamanlar sabah dostlarının yanına
gelmesiyle kavvallere çalmaya başlamalarını söyler, SEMA’a başlar, SEMA
esnasında mest olduğu vakit salâvatlar getirir, SEMA
esnasında güyendelere cebinden çıkardığı paraları defterinin üzerine atmak
suretiyle bahşişte bulunur, SEMA’dan sonra göğsünü oğdurtur, zaman zaman fazla
SEMA’dan
hastalandığı da olurdu.
“SEMA Hakk aşkı ile diri olan kişilerin
canlarına rahatlık verir, huzur verir. Arif olan, canında can bulunan yani
hayvani ruhu değil de insani ruhu taşıyan, bunu, bu hakikati bilir...
Gül
bahçesinde yatıp uyuyan kişi, gül kokusu duymak için uyanmayı arzu eder. Fakat
zindanda uyumuş kalmış kimse, uyanırsa hoş bir şey olmaz, ziyana düşmüş olur.
SEMA
düğün evinde olur, düğün olan yerde olur. Yas olan yerde SEMA olmaz. Çünkü yas yeri feryat,
figan yeridir. Kendinde bulunan cevherden, ilahi emanetten habersiz olan o
eşsiz Ay’ı gönül gözü ile göremeyen kişi var ya; öyle kişiye SEMA’da
gerekmez, def, yani musiki de gerekmez.
SEMA
âşıklar içindir. Gönüller alan, o eşsiz, görünmez sevgiliye manen kavuşmak
içindir. Yüzlerini kıbleye çevirmiş kişiler, manen mi’rac edenler, bu dünyada
da, öteki dünyada da SEMA’dadır.”[25]
Eflaki’nin naklettiği bu rivayetler içinde en
meşhur olanı; Mevlana’nın Selahaddin Zerkubi’nin dükkânından gelen çekiç
sesleriyle ayak uydurarak SEMA’ etmesidir. Bir başka nakilde ise; bir
meyhanenin önünden geçerken içeriden gelen rebab seslerine ayak uydurarak da
Mevlana SEMA’
etmiştir.
Eflaki,
Mevlana’nın yalnız SEMA ettiği meclislerde defçi guyendelerin ve neyzenlerin
bulunduğunu, bazen bunların bir kısmının Mevlana âşıkları olduğunu da nakletmektedir.
Mevlana
uzun süre yemek yemeden de SEMA etmiş, ‘el-cu, el-cu, sümme rucu’ ‘açlık,
açlık, sonra ALLAH’a dönüş’ diyerek SEMA’a
devam etmiştir. Nadir hallerde SEMA esnasında kendini kaybetmiş, üzerinde ne
varsa çıkarıp kavvallere vermiş, etrafında bulunanlar Mevlana’nın üzerine yanlarında
ne kadar kıymetli elbiseleri varsa atmışlardır. Mevlana bazen devrin ileri
gelenlerinin hanımlarının SEMA davetlerine icabet etmiş, guyende, defçi ve
neyzenlerin çalgı ve şarkıları refakatinde SEMA etmiştir.
“SEMA
nedir? Gönüldeki gizli erlerden haberdar olmaktır. Onların mektupları gelinde
garip gönül, dinçelir, rahata kavuşur. Bu haberler rüzgârıyla, akıl ağacının
dalları açılır, uykudan uyanır. Bu sarsılışla beden, darlıktan kurtulur,
genişler, huzura kavuşur. Bedende tuhaf, görülmemiş bir tatlılık başlar. Ney
sesinden, mutribin, çalgıcının dudaklarından dile damağa hoş, manevi zevkler
gelir. Dikkatle bak da gör, şu anda SEMA edenlerin ayakları altında binlerce gam
akrebi ezilmede, kırılıp ölmede. Binlerce ferahlık ve neşe hali aramızda
kadehsiz dolaşmada, bize mana şarabı sunmadadır. Her taraftan bir Yakub,
kararsız bir halde, neşeyle kalkar, sıçrar. Çünkü burnuna Yusuf’un gömleğinin
kokusu gelmededir. Canımız da; “Ona ruhumdan ruh üfürülmüştür”[26]
sırrıyla dirilmiştir. Bu ruh üfürülüşünü, yemeye, içmeye benzetmek doğru
değildir. Çünkü bunun bedenle ilgisi yoktur. Mademki bütün yaratılmış
varlıklar, surun üfürülmesiyle haşr olacaklar, surun üfürülmesinin zevkiyle
ölüler uykularından uyanacaklar, sıçrayıp kalkacaklardır; sen de ‘ney’in feryadıyla uyan, kalk, kendine
gel! SEMA
musikisinin tesirine kapılmayan, dönüp, buz kesilen, ölüp yok olanlardan da
aşağı olan kişinin toprak başına olsun! Çünkü o, gerçek bir insan değildir.
Gezip dolaşan bir ölüdür. SEMA’ın kadehsiz verilen bu helal şarabını içen
beden, bu şarapla mest olan gönül, ayrılık ateşinde kavrulur, pişer, tam
olgunlaşır.
Gayb
âleminin güzelliği, söze sığmaz, anlatılamaz, övülemez. Onu görebilmek için
ödünç olarak binlerce göz al, binlerce göz!
Senin
içinde öyle parlak bir ay vardır ki, gökyüzündeki güneş bile ona; “Ben sana kulum, köleyim” diye seslenip
duruyor.”[27]
2. Toplu Olarak Yapılan Sema
Sufi
geleneğinde başlangıçtan beri varolagelen SEMA, Mevlana ile yaygınlık kazanmış, Mevlana
devrinde büyük bir rağbete mazhar olmuş ve devrin ileri gelenlerinin, bir nevi
yarı dini eğlence ziyafeti halini almıştır. Toplu halde icra edilen SEMA
ayinleri bazen Mevlana’nın medresesinde, Hüsameddin Çelebi’nin evinde ve
bağında, bazen de devrin ileri gelenlerinin evlerinde veya Sadreddin Konevi’nin
medresesinde tertip edilmiştir.
Başlangıçta
SEMA
zamanları Mevlana’nın VECD’e geliş anlarına bağlı olduğu görülmektedir.
Onun herhangi bir heyecan uyandıran hali, bir sözü veya nüktesi veyahut bir kerameti,
başta kendisi olmak üzere toplu halde SEMA ayininin yapılmasına vesile oluyordu.
“Biz,
savaşta yüzümüze kalkan tutmayız! Yani, biz âşıklar, nefisle savaşırken
korkmadan, kahramanca savaşırız! SEMA ederken de kendimizden geçeriz ne neyden, ne de
deften haberimiz olur! Biz, zaten, Hakk’ın aşkı ile yok olmuşuz, aşkının
ayakları altına serilmişiz. Biz, kat kat aşkız; biz kel değiliz, biz sağır da
değiliz!” [28]
Bazen
Mevlana’ya âşık bir gencin Mevlana’ya bağlanması için bu gencin babası tarafından,
ticarette daima zarar eden bir tacirin bir daha zarar etmemesi için, Sultan ve
Muinüddin Pervane gibi ileri gelen devlet ricali, Mevlana’nın kerametlerine
mülaki olan halktan biri, devrin devlet ricalinin hanımları, tacirler veya
Mevlana’yı seven halktan bir kadın tarafından Mevlana’nın da iştirak ettiği SEMA
meclisleri tertip edildiği görülmektedir. Ayrıca Mevlana düğünlerde ve sünnet
merasimlerinde, ileri gelenlerin iştirak ettiği medresede, kendi müridlerinin
de muhtelif vesilelerle tertip ettikleri toplu SEMA’ merasimlerine iştirak
etmiştir.
“Bazen
felek gibi dönerim, bazen melek gibi uçarım. Dönüşüm de, oynayışım da Hakk içindir. Ben O’nunum, O’nunla ortak
olmuş değilim ama.. O güzellik
madeni beni gördü, satın aldı. Ben de o yüzden böyle sevimliyim. Can ormanında
gerçekten de bir iman arslanı var. Benim şüphe dağarcığımı muhakkak o yırttı.
Padişahım, hükme razı olanı bir gün kadı (hâkim) yapar”[29]
Bu
tür SEMA
meclislerinde önce Kur’an okunup, sonra SEMA icra edilip daha sonra da yemekler
yenildiğine dair rivayetler mevcuttur. Mevcut kayıtlarda SEMA merasimine kimlerin katıldığına
dair de bilgiler bulunmaktadır. Bu tür toplu SEMA’ merasimlerinde; mutrıban,
semazenler ve seyirciler olmak üzere üç grup bulunmaktadır. Mutrıban grubun da
en çok adı geçenler; kavvaller, guyendeler ve neyzenlerdir, Bunlardan başka bu grupta adı
geçenler; defçiler ve rebab meşk edenlerdir. SEMA yapılan yer birden fazla
insanın beraberce SEMA yapabileceği genişlikte olduğu gibi guyendeler
içinde yüksekçe bir yer (taht) bulunduğu Eflaki’nin kayıtlardan anlaşılmaktadır.
Toplu
SEMA
merasimleride, gündüz başlayıp gece yarılarına hatta sabahlara kadar devam
ettiği, hatta gece yapılan SEMA’lara katılanların yanlarında mumlar götürdüğü
de aktarılmaktadır. Eflaki eserinde, SEMA’dan sonra yenen yemeklere merasime iştirak
eden herkesin katıldığını ve bu yemeklerde, pilav, helva ve hutabın ikram
edildiğini nakletmektedir.
Huzuru
Nebi’de La ilahe İllallah Muhammeden Resulullah sırrını aynel Yakin müşahede
etmek.
SEMA
Ruhun SEMA’sı,
Gönlün SEMA’sı,
Nefsin SEMA’sı,
Bedenin SEMA’sı
derecelerini tahsil ederek sefaya ermek.
HÜSAMEDDİN ÇELEBİ HİKMET VE SIRLARI
“Ey,
Hakkın ışığı, faziletli Hüsameddin! Sen damarla, nabızla, göklere ve yıldızlara
ait bilgilerle ilgisi olmayan gönül hekimisin” (Mevlana)
Hz.
Mevlana’nın kalbinde ikinci bir ayrılık yarası açan şeyh Selahaddin’in
vefatından sonra, Mevlana irfan şulelerinin ahengini temin etmek vazifesini
Çelebi Hüsameddin’e tevdi etti.
Hüsameddin
Çelebi, Hz. Şems ve Mevlana
tarafından çok sevilmiş bir bahtlıydı; seçilmiş mana adamıydı. Halifelik
sırasında şeyh Selahaddin’den sonraydı. Fakat Mevlana Celaleddin’e sorarsanız,
Hz. Şems de dâhil, manada hepsi BİR’di, hepsi aynı nurdandı.
Hüsameddin
Çelebi’nin babasının adı Mehmet. Büyük babasının adı Hasan idi. 12O4 senesinde
Konya’da doğmuş çocuk denecek yasta yetim kalmıştı. Zamanının şeyhleri
kendisine pek ilgi gösterirler, meclislerine davet ederlerdi. Böylece daha
çocukken birçok büyüklerin sohbetlerinde bulundu. Sonra Mevlana Celaleddin’in
huzurunu kendisine gönül durağı seçti, son menzili oldu.
Hüsameddin
Çelebi, bütün varını, Hz. Ebubekir’in malını Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi
ve sellem) uğruna feda etmesi gibi, Mevlana yolunda, Mevlana sevgisinde feda etti.
Bir gün lalaları: “Geçim vasıtası mal mülk kalmadı” diye kendisine tarizde
bulundular. O, evin eşyalarını da satmalarını emretti. Günün birinde:
“Artık
bizden başka bir şey kalmadı” diye karşısına gelen lala ve
hizmetkârlarına: “Âlemlerin Rabbine hamdolsun. ALLAH’ın
elçisine zahiren uymak müyesser oldu. Sizleri de Mevlana’nın aşkı ile azat
ettim” dedi.
Bütün
varını aşk yoluna fedadan sonra, Çelebi, gün geldi, yine mal ve mülk sahibi
oldu ve ömrünün sonuna kadar dostlarının iyiliğine çalıştı.
Hüsameddin
Çelebi Şafii idi. Bir gün Mevlana’nın huzurunda baş kestikten sonra : “Hüdavendigar’ımız
Hanefi olduğu için bugünden sonra İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin mezhebine geçmek
istiyorum” dedi. Mevlana cevap verdi:
“Hayır,
mezhebinde kal, fakat halkı bizim aşk caddemize yönelt”
Bir
gün Selçuk Vezirlerinden Muineddin Pervane bir SEMA Meclisi tertip etmişti.
Hüsameddin Çelebi gelinceye kadar Mevlana’nın neşesi olmadı. Zaten hiç bir
zaman Çelebi’siz Hüdavendigar’ın yüzü gülmezdi. Bir müddet murakabede kaldıktan
sonra, tam başını kaldırıyordu ki Hüsameddin Çelebi içeri girdi. Mevlana,
neşeyle: “Merhaba canım, merhaba nurum, efendim, ey Hak sevgilisi, Peygamber mahbubu,
gel, benim dinim, gel, benim sultanim” diye coşmuş, Çelebi’ye hitap
ediyordu. Hüsameddin Çelebi de aşk, şevk ve iştiyakından ağlıyordu. Muineddin
Pervane içinden: “Acaba Mevlana’nın bu saydıklarını gerçekten Çelebi hak etmiş midir?”
diye geçirdi. Aniden, Hüsameddin Çelebi geldi ve Pervane’nin elinden tuttu: “Bunlar
bende olmasa bile Mevlana söyleyince olur” dedi. “Onun sözü olmayanları yaratır. O,
kemale erdirmeye kadirdir. Kur’anda söylendiği gibi, istediği vakit, ol, der
olur”
Çelebi,
Mevlana’yı böyle bir imanla seviyor, gerçeğini görüyordu. Mevlana da Çelebi’nin
evine erzak götüren bir hamala sırtından cübbesini çıkarıp verecek ve: “Senin
yerinde ben olsaydım” diyecek kadar Çelebi’ye hayrandı, aşkına, imanına
âşıktı.
Bir
gün toplu halde Çelebi’nin evine gidiliyordu. Önlerine çıkan bir köpeği
guruptan biri kovmak istedi. Mevlana hemen itiraz etti: “Çelebi’nin mahallesinin
köpeğidir, dokunmayın”
MESNEVİ-İ ŞERİF’İN DOĞUŞUNUN
HİKMET VE SIRLARI
Mesnevinin
yazılmasına 658 (H.) de başlanılmış ve son beyti 666 (H.) de yazılmış, yani, 9
yılda tamamlanmıştır. Mesneviyi telife başladığı zaman Mevlana 55 yaşındaydı
ve Şemsten ayrı düşeli 15 yıl olmuştu. Bu tarihler hep tahminidir; ancak ikinci
cildin yedinci beytinde, Mevlana
Matla-i
tarih-i in sevda vü sud
Sal-i
hicret şeşsad-u şast-ü dü bud
“Bu
karalamaya ve maksada başlanıldığında hicret yılı 662 idi” demektedir. Bu
tarih Mesnevinin başlangıç tarihi midir, yoksa birinci ciltten sonra yazılması
bir müddet geciken ikinci cilde başlama tarihimidir, açık değildir.
Bir
gece Mevlana ile yalnız kaldığı saatlerde Çelebi baş kesip dedi ki:
“Ferideddin-i
Attar’in İlahinamesi ve Mantık al Tayr’ı gibi bir kitap yazılsa, bütün insanlar
arasında hatıra olarak kalır. Âşıklara yoldaş ve ulu bir rehber olur. Bu
kulunuz ister ki değerli dostlar, yüzlerini Mevlana’mızın kutlu yüzüne
çevirsinler ve başka bir şeyle meşgul olmasınlar”
Mevlana,
Çelebi’yi dinliyor ve gülümsüyordu. Hüsameddin Çelebi susunca, mübarek
sarığının içinden bükülü bir kâğıt çıkarıp uzattı. Mesnevi’nin ilk on sekiz
beyti hazırdı:
Bişnov
in ney çün şikâyet mikoned
Ez cudayiha hikayet mikoned
“Dinle
bu neyi nasıl şikâyet ediyor, ayrılıklardan hikâye ediyor” diye, “Dinle”
hitabı ile bağlıyordu.
Der
neyabed hal-i pohte hiç ham
Pes
suhan kutah bayed vesselam
“Hamlar,
olgunların halinden anlamaz, o halde sözü kısa kesmek gerek” beyti ile
bitiyordu.
Dinle,
şikâyet etmede her an bu Ney,
Der
ki; Feryadım kamışlıktan gelir,
Ayrılıktan
parçalanmış bir yürek
Şayet
aslından biraz ayrılsa can,
Ağladım
her yerde, hep ah eyledim.
Herkesin
zannında dost oldum ama
Hiç
değil feyadıma sırrım uzak.
Aşikârdır
can beden, gör insanı,
Ney
sesi tekmil hava; oldu ateş.
Aşk
ateş olmuş, dökülmüştür Ney’e,
Yardan
ayrı dostu Ney dost kıldı hem,
Kanlı
yoldan Ney sunar hep arzuhal.
Ney
zehir, hem panzehir; ah nerde var,
Sırrı
bu aklın, bilinmez akl ile
Sırf
keder, gam; gitti kaç gün; kaç gece.
Geçse
günler, korku yok her şey masal;
Kandı
her şey, tek balık kanmaz sudan,
Anlamaz
olgun adamdan bil ki, ham.
Anlatır
hep ayrılıklardan bu Ney.
Duysa
her kim gözlerinden kan gelir.
İsterim
Ben; derdimi dökmem gerek.
Öyle
bekler, vuslata ersin zaman.
Gördüğüm
her kul için, dostum dedim.
Kimse
talip olmadı esrarıma.
Gözde
lakin yok ışık, duymaz kulak.
Yok,
izin görmez fakat insan, canı.
Hem
yok olsun, Kimde yoksa bu ateş!
Cezbesi
aşkın karışmıştır mey’e.
Perdesinden
perdemiz yırtıldı hem.
Hem
verir mecnunun aşkından misal.
Böyle
bir dost, böyle bir özlemli yar?
Tek
kulaktır müşteri ancak dile.
Geçti
yanışlarla günler, öylece.
Ey
temizlik örneği, sen gitme kal!
Gün
uzar, rızkın eğer bulmazsa can.
Söz
uzar, kesmek gerektir vesselam!
Böylece
Çelebi’nin eline verilen on sekiz beyitle Mesnevi-i şerif başlamış oldu. Sonra,
yıllarca sürdü. Sohbet ederken, SEMA ederken, yolda, bağda, medresede, gece
sabahlara kadar, hangi saatte ve nerede olursa olsun Hüsameddin Çelebi
karşısında, aşkla, şevkle yazıyordu. Bunu ancak Hüsameddin Çelebi gibi
sevmesini bilen. Mevlana’da Mevlana aşkı ile yok
olan bir bahtlı yapabilirdi. Bu büyük aşka ve çok şerefli çalışmaya
mukabil maneviyat sultani Mevlana Mesnevi’ye, ‘Hüsaminame’ dedi ve
ciltlerin başında Çelebi’yi:
“Hak
ziyası Hüsameddin, yıldızların nuru sah Hüsameddin, gönüllerin hayati
Hüsameddin” diye övdü
Selahaddin-i
Zerkub’un vefatından sonra yine Mevlana’nın emri ile Hüsameddin Celebi
Halifelik vazifesini üzerine aldı. Hüsameddin Çelebi gece gündüz demeden, zaman
zemin düşünmeden Mevlana’nın yanında Mesnevi-i şerifi, irticalen söylenen
beyitleri, kaleme alıyordu.
Çelebi
bir mecliste bulunmasa Mevlana’nın neşesi olmazdı. Gün olur cebindeki bütün
parasını Çelebi’ye gönderir, “Vallahi yüz bin zahit açlıktan ölüm haline
gelse bizde de tek bir somun olsa onu yine Çelebi’ye göndeririz” derdi.
Dünya
dillerine tercümeleri yapılan altı ciltlik Mesnevinin yazılması yıllarca
sürmüştü. Sözün bu noktasında sırası gelmişken Hz. Pir’in Mesnevi’sinin ne
olduğunu biraz olsun inceleyelim:
Mevlana
âşıkları için Mesnevi-i şerif emsalsiz kutsi bir hazinedir. Eşsizliği ve
kutsiliği Kur’an-i Kerimden ilham oluşundan, daha doğrusu Kuran’ın sırlarının
İnsan-i Kamil tarafından tefsiri oluşundandır. İşte bunun içindir ki Mesnevi’nin
her mısraında hikmet, her beytinde sırlı Hakikat, her hikâyesinde ibret vardır.
Hazinenin, mutlak, kilit üstüne kilitli oluşu gibi Mesnevi-i şerif de
anahtarlıdır. Paha biçilemeyen mücevherlerden manen nasip alabilmek için aşk,
iman ve irfan anahtarlarını elde etmek gerekir. Şurası da muhakkaktır ki bu
anahtarlara sahip bir seçilmiş bile Mesnevi-i şerifi eksiksiz anladığı
iddiasında asla değildir. Ayrıca, beyitlerin her tekrarlanışında kalbine yeni
bir neşenin doğacağını bilir. Hiç şüphesiz her okunuşta ayrı bir zevk alır.
Mesnevi’nin kutsi bir kitap olusuna bir işaret de budur.
Mevlana
yedi asır evvel beyitlerinde fenni keşifler açıklamış, yirmi altı bin beyitlik
altı cilt Mesnevi’sinde her mertebedeki insana hitap etmiş, bazen Tarikatı,
bazen Hakikati dile getirmiştir. Her mertebenin insanına ayrı ayrı seslenirken
bile çoklukta BİR’i görmüştür. Bunun için âşıkların Mevlana’sı:
“Mesnevi vahdet dükkânıdır, orada birden
gayrı gördügün herşey puttur” der.
Yine
Mesnevi-i şerif için : “Bu kitap masal diyene masaldır, fakat bu
kitapta halini gören, kendini anlayan kişi de erdir” buyurur. “Gün
gelecek Mesnevi’miz mürşitlik edecektir” diyerek Mesnevi’nin her gönlü
uyanığa, her Tarikat erbabına ışık tutacağını bildirir.
Mesnevi,
Gerçek İnsan olabilmek için mürşit edinmenin elzem öldüğünü bildiren lahuti
kitaptır. Düsturu ‘Aşk’, ‘Tevhid’ ve ‘Edeptir’.
Gerçek
İnsan diyoruz. Çünkü gerçek insan olmak insanın tekâmülüne bağlıdır. Bu
Hakikati ifade için ariflerden biri:
Sanma
her suret-i insanda olan insandır
Belki
hayvanları mahcup edecek hayvandır
Buyurmuştur.
Evet,
insan, Gerçek İnsan olabilmek için ALLAH’ın Halifesi olan İnsan-i Kâmilin sevgisiyle
bütün beşeri ihtiraslardan soyunacak, benliğini o aşkta kaybedecektir. Her zerrede
Mutlak Varlığı görerek Tevhit ile Hakkı Hakk-al-yakin müşahede edecektir.
Böylece Gerçek İnsan olacaktır.
Mevlana,
müşahede ettiği, yaşadığı Vahdet-i Vücudu ancak kendine has bir lisan ve
ustalıkla, misli görülmemiş ve görülmeyecek kemalat ile hikâye içinde
hikâyelerle Mesnevide beyan etmiştir. Gerçekleri samimi kıssalarla anlatmış,
müptediyi tekâmül ettirme gayesini gütmüştür. Kamillerin de istifadesini temin
etmiştir. Fakat pek tabiidir ki, her okuyan anlamaz. Ancak ruhen aşina ise,
okuduklarını reddetmez. Bu bakımdan, Mesnevi şerhe ihtiyaç gösteren kutsi
kitaptır. Mesnevi’den nasip alabilmek için aşk, iman ve irfan anahtarlarını elde
etmek, kısacası bir Arife bende olmak şarttır.
Mesnevi-i
şerif ruhları yücelten, dertlere deva gösteren, maddi manevi yollara ışık tutan
Rabbani kılavuzdur. Nitekim ikinci dünya harbinden sonra Almanlar, İngilizler,
yaşadıkları facianın tesellisini Mesnevi’de bulduklarını açıklamışlardır.
Mesnevi’den
İngilizceye tercümeler yaparak ‘Mesnevi-i Manevi’ adıyla bir eser
meydana getiren müsteşrik ‘E. H. Whinfield’, Mevlana için: “Onun
tasavvufu ilmi değil, âlem şümul manada amelidir” demiştir.
Mesnevi
dersini verirken gözleri yaşaran, kendinden geçen Cambridge Üniversitesi
Şarkiyat Profesörü müteveffa ‘Reynold A. Nicholson’ ise Mesnevi
için : “Felsefi lisanla değil kalbe hitap etme sanatı ile işlenmiştir”
der.
Mesnevi’nin
ifadesi ise baştanbaşa musikidir. Öyle akıcı ve öyle çekici bir lisan
kullanılmıştır ki eserin her turlu tekellüften azade olarak meydana geldiği
kolayca anlaşılır.
Mevlana
aşkı ile Müslüman olan, sohbetlerinde bu aşk ile sel sel gözyaşı döken rahmetli
‘Mehmet
Kadir Keçeoglu’ (Yaman Dede) ‘Mesneviden İlhamlar’ adlı, aşk,
tevazu ve gözyaşı dolu bir yazısında : “Mevlana’yı okurum, anlarım diyemem, yalnız
yanarım, yanarken haz ile feryat ederim. Bu feryat belki size onu söyler”
deyip ilave etmiştir : “Mesnevi, insan eserlerinden hiçbirine
benzemez. O, Mevlana’nın kalbinden gelen ALLAH
sesidir, Mağz-ı Kuran’dır”
ALLAH’ın
namütenahi tecelliyatını mazhar olan Mevlana, bir beytinde: “Mansur,
tasavvufun bazı esrarına işaret ettiği için, halk tarafından dara çekildi.
Benim esrarımdaki azameti bilseydi, Mansur benim darağacımı kurardı”
buyurur. Hallac-ı Mansur gibi bir Veli’nin, kendi vasıl olduğu sırlar
karşısında nasıl halk mesabesinde kalacağını coşkunluk ve cömertlikle açıklar.
Sonra bu hudutsuzluk ve enginlik içinde:
“ALLAH ilimlerinden bildiklerimden yüzde birini söylüyorum”
diye seslenir. Evet, Mevlana böyle bir Pir, Mesnevi böyle Pir’in sonsuz
kemalatına burhandır.
HZ. MEVLANA’NIN DÜĞÜN GECESİ - ŞEB-İ ARUZ
HİKMET VE SIRLARI
Hz.
Mevlana, 20 cemaziyelevvel 672/2 Aralık 1273 yılında hafif bir baş ağrısıyla
ateşli bir hastalığa yakalanmıştı. On beş gün hasta yattı. Yanında bulunan bir
kaptaki suya elini batırıyor, yüzüne gözüne ve mübarek ayaklarına sürüyor,
ateşin sıkıntısını hafifletmeye çalışıyordu. O, yaradanına, tükenmez bir
tevekkül ile bağlıydı; “Senden gelen bela baldan tatlıdır”
diyen inancının eriydi. Bu sıralarda Konya’da sık sık deprem olmaya başlamış,
halk korku ve panik içerisinde kalmış, hasta yatağındaki Hz. Pir’e başvurup dua
buyurması için ricaya gelmişlerdi. Hz. Pir, tebessüm ederek: “Korkmayın
yerin karnı acıkmış yağlı bir lokma bekliyor, yakında o lokmayı yer ve deprem
biter” buyurmuştu.
Peygamber
efendimizde benzeri ateşli bir hastalığa yakalanmış, soğuksu ile silinerek serinlemeye
çalışmıştı. Yüce Mevlana’nın her hususta kendisine örnek aldığı ALLAH
Rasülü’nün, son günlerindeki ateşli hastalık hali, sevgili Mevlana’sında da
aynile tecelli ediyordu. Bu tecelli belki de yüce Mevlana’nın bu “en
güzel örnek” Peygamber’in getirdiklerini, en güzel biçimde yaşamış
olmasının kendisine bahşeylediği ilahi bir armağandı. Böylece zaman şeridi bir
ileri, bir geri sarılıp duruyordu.
Hastalığında
şeyh Sadrettin Konevi Mevlana’yı ziyarete gelmiş, O’na ALLAH’tan şifalar dilemişti de
Mevlana: “Şifalar sizin olsun, sevenle sevgili arasında zardan bir gömlek kaldı.
Nurun Nura kavuşmasını istemez misiniz?” Dedi. Ve devamla şu gazelini
inşad eyledi:
“Bütün
varlığımla, beni bu âleme getiren o padişaha yöneldim. Beni yarattığından
dolayı O’na binlerce şükrüm var. Kâh güneşe benziyorum, kâh inciler dolu
denize. Gönlümün içinde bir gökyüzüm var; gönlümün dışında bir yeryüzüm. Dünya
küpünün içinde bal arısı gibi uçup durmadayım. Sen yalnız sesime bakma, balla
dolu bir kovanım var benim. Süleyman’ın mührü var yüzüğümde. Her cüz’üm
açılmış; neden solayım? Altımdaki Burak eğerlenmiş, neden eşeğe kul olayım.
Sağlam bir ipim var; niçin şu kuyudan çıkmayayım? Balçıktan doğdum ama akikim,
altınım, yakutum ben. Hangi zerreyi görürsen gör, onda bir inci ara, çünkü her
zerre ‘içimde bir define var’ demede”
Mevlana
‘5
Cemaziyelahir 672/17 Aralık 1273 Pazar günü’ güneş batarken bu dünyadan
gurup etti, ebediyet libasını giydi. Son gazelini de Çelebi Hüsameddin hasta
yatağı yanında gözyaşlarıyla kaydetmişti. Artık bütün Konya matem içinde idi.
İseviler: “O bizim İsa’mızdı”, Museviler : “O bizim Musa’mızdı”,
Müminler ise : “Nur idi, Resulün sırrıydı” diye ağlıyorlardı. Namazını devrin
mutasavvıflarından Sadreddin-i Konevi’nin kıldırması istendi. Fakat Sadreddin-i
Konevi bu vazifeye takat getiremedi, bayıldı. Kadı Siraceddin ilerledi, namazı
o kıldırdı. Vefat gecesine düğün gecesi, Hakka Vuslat manasında ‘Şeb-i
Arus’ dendi. Üzerine yapılan ‘Yeşil Türbe’ (Kubbe-i Hadra)
Âşıkların Kâbesi oldu. Molla Cami bu Türbe için görüşünü şöyle belirtti:
Kâbet
ül uşşak başed in makam
Her
ki nakıs amed in ca şod temam[30]
Sultan
Veled ise:
Yek
tavaf markad-ı sultan-i Mevlanay-i ma
Heft
hezar o heft sad hefted hacc-ı ekberest
Diyerek
arifane görüşü ile dervişlerine Mevlana’nın gerçeğini ifade etti.
Mevlana,
mananın ölümsüzlüğünü bildirmek için : “ölümümüzden sonra mezarımızı yerde arama,
ariflerin gönülleridir mezarımız bizim” buyurmuştu. Âşık gönüllerde,
ariflerde, kâmillerde mekân tuttu.
Bir
gazelinde de : “senin aşkından güneş gibi ateşten bir kaftan giyeyim. O ateş içinde
güneş gibi dünyayı nurlara ve zulmetlere garkedeyim” diye seslenmişti.
Gerçekten güneş gibi dünyayı nurlara ve ziyaya gark etti. Sevenleri, hayranları
ışığı içinde, nasipsizler zulmette kaldı.
Mevlana.
“Ölüm
beni ezse de ben yine o aşkım” diyerek aşkın ebediliğini açıklamıştı.
İşte aşkı yedi yüz senedir yaşıyor, dünya durdukça da yaşayacak. “Bizim
mana ve sırlarımız bütün dünyayı tutacak” buyurmuştu. Mevlana sevgisi
ve Hakikat sırları cihana yayıldığı gibi İngiltere, Amerika’da ve hatta bütün
kıtalarda ve ülkelerde semazenler yetişti. Aşktan nasipliler kendisine baş
kesti.
Mevlana
bahsinde son söz yolun ermişlerinden Galip Dede’nin olsun:
Ey,
kâşif-i esrar-ı hüda mevlana
Sultan-ı
fena şah-ı beka mevlana
Aşk
etmededir hazretine böyle hitab
Mevlay-ı
gürüh-u evliya mevlana
Âlemi
Cemal’e göçüşle birlikte yerine dünyayı aydınlatan eserler, usuller ve büyük
değerler bırakmıştır. Bu nedenle bütün insanlıkta şükrani nimet olarak
faydalanıyorlar.
Fasık ve Zahidler
Hüsameddin
Çelebi’nin halka tuhaf ge1en bir âdeti vardı. Görünüşte günahkâr, fasık ve facir olan kimseleri över, “Bunlar
dindarlık ve takva ile meşhur. Saygıya layık zahit kişilerdir” derdi.
Züht ve zahiri gözetmekle meşhur olanları da:
“Bunlar
âşıklardır, fena insanlardır” diye yererdi. Müritleri bu hale çok
şaşarlardı. Nihayet dayanamayıp Mevlana’ya:
“Çelebi
böyle söylüyor” demeye mecbur oldular. Mevlana gülümseyerek buyurdu ki
: “Hakikat,
Çelebi’nin buyurduğudur. Çünkü onun övdüğü fasık kimseler zahirde böyle, fakat
batında temiz ve
terbiyelidirler. Yerdiği zahidlerin içleri ise münafık ve fasıktır. ALLAH kulların dışına değil, içlerinin sırrına bakar.
Evet, denilmiştir ki : ‘ALLAH şüphesiz yün
elbiseyle kelime ezberleyenlere değil, kendisi için atıfet sahibi olan kalplere
bakar. Yüce ALLAH ‘Ey, benim kullarım, ey
benim görenlerim! Siz zahirdeki işlere bakarsınız, biz, insanların içine ve
içindeki sırra bakıyoruz’ buyurmuştur... İnsan, Zahirde kötü ve kusur işleyici olduğu halde batında
o temiz cevher sayesinde muttaki ve ıslah edicidir. Anlayana bu kadarı kâfi”
Evet,
sultanlar sultani Mevlanam! Anlayana, hisse alabilene bir işaretin kâfidir. Bu
dersten nasibi olan artık nasıl olur da günahkâr ve fasık bilineni yerer!
Hüsameddin
Çelebi haktan o kadar korkardı ki Mevlana’nın Türbesini ziyarete geldiği vakit
abdest almak için suyunu beraber getirir, o suyla abdest alır ve yalnız o sudan
içerdi. Türbe için, Vakfın parası ile alınan sudan içmez, nefsine kullanmazdı.
Bir
gün Kadı Siraceddin’in huzurunda bir toplantı kurulmuştu. Bu toplantıya
içlerinde zaman zaman inkâr rüzgârlarının fırtınalarını duyanlardan bazıları
katılmıştı. Hüsameddin Çelebi de bilhassa çağırılmıştı. Konuşmaları : “Rebap
Çalmak haramdır, SEMA etmek caiz değildir”
mevzuunda idi. Kadı Siraceddin de bunları tasdik ediyordu. Bir ara Çelebi’nin
fikri soruldu. Çelebi gayet sakin: “Ben de sizden soruyorum; sizin gözleriniz
Musa Peygamberin asasını değnek mi, yoksa ejderha mı görüyor?” dedi.
Herkes
susmuştu; Çelebi devam etti: “Rebap da bir tahta parçası idi. Mustafa’nın
sırrının mazharı ve zamanının Musa’sı Mevlana, bu tahta parçasına inayet nazarı
ile baktı. Rebap onun elinde ejderha oldu, hilekârların iplerini yuttu.
Binaenaleyh böyle korkunç bir ejderhanın önünde cüret uğursuzdur. Olmaya ki
günün birinde kükreyip sizin bütün akli ilimlerinizi, hünerlerinizi bir nefeste
yutsun. Bu hiç kimseye aman vermez; insani helak eder”
Münakaşada
hazır olanlar dillerini yutmuş gibi susmuşlardı. Bir kısmi isyanlarını anlayıp
tövbekâr oldular. Bir kısmi da yine inkâr rüzgârlarının korkunç sesine tabi
oldular.
Bir
gün Sultan Veled ve dostları Çelebi’nin başında idiler. Dervişlerin canı bal
istemişti, fakat bir şey söylemiyorlardı. Çelebi bahçıvana kovandan bal
getirmesini söyledi. Bahçıvan birkaç petek beyaz bal çıkarıp getirdi. Çelebi: “Daha
getir” diye emretti. Aynı kovandan bir miktar daha bal geldi Çelebi: “Yine
getir” diyordu. Bahçıvan dayanamadı: “Bu sondur” dedi. Çelebi: “Getirdiğin
bal Hüdavendigar’ın oğlu için tükenmeyen bir denizdendir. Kıyamete kadar bitmez”
buyurdu. On yedi petek geldiği halde kovan yine doluydu. Çelebi: “Bu
Sultan Veled’in ayağındandır” diyordu. İki yüze yakın can hem yiyip hem
alıp götürdügü halde kovan ve tepsiler dolu idi. Çelebi, kovanı Sultan Veled’e
verdi. O kovanın balından şerbet yapıp içirdikleri hasta şifa buldu.
Hüsameddin
Çelebi: “Velileri inkâr etmekten daha büyük günah yoktur, her günah affedilir,
ancak Evliyaullah’a yüz çevirmek günahı affedilmez. Velilerden yüz çevirmek
kâfirliğin ta kendisidir” buyururdu.
Bir
gün bağlara gidilmişti. Bir derviş şehirden geldi: “Mübarek Türbenin kubbesinin âlemi duştu ve
bir çatlak acildi” diye haber getirdi. Çelebi teessüre kapılıp: “Dönelim,
ömür kadehimiz dolmağa başladı. Göç zamanı yaklaştı. Dost, vuslat müjdesini
verince ayaklarımızla değil, başımızla sürünerek gitmemiz gerekir”
diyerek ağlamaya başladı. Böylece âşıklar mahzun, mükedder evlerine döndüler.
Hüsameddin
Celebi bir kaç gün hasta yattıktan sonra, Hicri 683 yılı Saban ayında ALLAH’ın
rahmetine kavuştu.
Yirmi
altı bin beyitlik altı cilt Mesnevi’yi, dünya tarihinde hiç görülmemiş bir
şekilde gece gündüz demeden kaleme alan, on sene irşad makamında kalan
Hüsameddin Çelebi, Konya’da Yeşil Türbe’nin giriş kapısına pek yakın bir yerde
yatar. Öyle ki, Huzur’a giren onun sandukasının önünden tazimle geçer. Naçiz
görüşümüze göre, Mevlana’nın: “Arş hazinelerinin emini” dediği
Hüsameddin Çelebi’nin destur verişiyle Huzur’a yürür. Yolu, izi baştanbaşa edep
ve incelik olan Mevlevilikte Hüsameddin Çelebi’nin Mevlana’da yok olmuş varlığı
âşıklar için pek kıymetli, pek azizdir.
SULTAN VELED
HİKMET VE SIRLARI
Mevlana
ve yakınları tarafından Bahaeddin diye çağırılan Sultan Veled, 25 Rebiülahir,
623 de Larende’de (Karaman) doğdu. Mevlana sevgili oğluna, babası Sultan-ul Ulema’nın
adını (Bahaeddin Veled) taktı. Sultan Veled’in annesi, bilindiği gibi, Lala
Şerafeddin’in kızı Gevher Banu idi. Küçük yaşta annesiz kalan Sultan Veled,
veliye bir kadın olan dadısı Kiraman ve üvey annesi Kerra Hatunun annesi
tarafından büyütüldü. Mevlana da sevgili oğlu ile pek meşgul olur, çocuğunu
daima kucağında uyuturdu. Gençlik çağında ise kendisini görenler, Mevlana’nın
kardeşi zannederlerdi. Bu benzeyiş için Hz. Pir oğluna: “Sen insanların iç ve diş
yaratılışları bakımından bana en çok benzeyenisin” derdi. Sultan Veled
de bu alaka ve benzeyişten asla şımarmaz, kibirlenmez, bilakis tevazuun timsali
bir insan olduğunu her haliyle gösterirdi.
Oğlunun
yetişmesine azami dikkati sarf eden Mevlana, diğer oğlu Alâeddin’le birlikte
Sultan Veled’i Şam’da tahsil ettirdi.
Babası
gibi rebap çalan Sultan Veled, Mevlana’nın sevdiklerine son derece sevgi ve
hürmet gösterirdi. Yirmi yaşında iken Şems-i Tebrizi’ye mürid olmuştu. Sonradan
babasının emri ile Şems’i alıp Konya’ya getirmek için Şam’a gitmiş, dönüşte
bütün yol boyunca yürümüştü. Şems’in ısrarlarına rağmen: “Padişah at üzerinde, kul at
üzerinde nasıl olur?” diyerek yaya kalmayı tercih etmişti. Hiç şüphesiz
bu, veli terbiyesi ve Veli harcıydı.
Sultan
Veled, kayınpederi olan Selahaddin Zerkubi’ye de aynı hürmet ve muhabbeti
gösterirdi. Veliler velisi Şems’in gidişinden sonra, Selahaddin Zerkubi’ye tabi
olmuştu.
Mevlana,
evlat sevgisinin yanı sıra mana birliği ile de sevdiği oğluna: “Bahaeddin
daima cennetle olmak istersen herkesle dost ol. Hiç kimseye kin gütme”
buyururdu. Sultan Veled, mayasındaki aşk, iman, şefkat ve tevazu gibi güzel
hasletlerden başka bu nasihat ve görenekle yetişiyordu. Âşıkların, Ariflerin
sultanı, biricik babasının ki kıymetini ise pekiyi biliyordu. Bunun için:
Mevlana’dır
evliya kutbu bilin
Ne
kim ol buyurduysa onu kılın
Allh’tan
rahmettir onun sözleri
Körler
okusa açıla gözleri
Buyuruyordu.
Bir
bahar günü, Meram bağlarına gidilmiş, SEMA edilmişti. Mevlana VECD içinde gazeller söylemişti. Bir
aralık Sultan Veled coşkunlukla: “Subhanallah! Konya’nın ne hoş manzarası var.
Rahmet nurları ışıldıyor” dedi. Mevlana : “Evet, vallahi Konya mübarek bir
şehirdir; onu sana bağışladım. Bizim mübarek Türbemiz, büyük Mevlana Bahaeddin’in
kemikleri, çocuklarımız, bizden sonra gelenler, muhiplerimiz bu şehirde oldukça
şehir zeval bulmayacak. Boşta kalmayacak. Şehir halkı emin olacak”
buyurdu.
Bir
gün de Çelebi Hüsameddin’in bağına gidiliyordu. Sultan Veled at üzerinde
kafilenin arkasında ağır ağır etrafı seyrederek yol alıyordu. Bir an babası
Mevlana’nın bir deniz olup bu toprak âleminde, topraktan yaratılmış mahlûklar
arasında aktığını gördü. İçinden: “Böyle bir sultanı inkâr edenleri kılıçla
parça parça ederim” diye geçirdi. Mevlana hemen döndü, oğluna baktı : “Senin
inkâr edenlerle ne işin var? Ata binmiş olduğundan, yerde olanları hakir
görüyorsun” diye seslendi. Sonra şu beyti okudu:
Ökuz
gelmiş eşek gitmiş bize ne
Vakit
hoştur, vazgeç kavgadan
Sultan
Veled son derece mahcup olmuştu. Gözleri yaş içinde bir hamlede yere atlayarak
sevgili ve eşsiz babasının ayaklarına kapandı. Mevlana devam ediyor ve “İnkâr
edenleri böyle düşünmen hoşuma gitmiyor, çünkü onlar da Allh’ın İradesine
tabidirler. Hidayet nurunun yetişmesiyle günün birinde iman etmeleri umulur”
diyordu.
VELED BABASININ SIRRIDIR
Mevlana’nın
vefatından sonra yedi gün geçmişti ki Çelebi Hüsameddin Sultan Veled’in önünde
baş kesti ve: “Mevlana’mız cemal ve visal âlemine gitti. Biz yetimleri de size tevdi
etti. Buyurunuz, pederinizin makamına geçiniz. Haiz olduğunuz irfan ve kemal
ile bu makamın ehlisiniz” dedi.
Sultan
Veled de Çelebi Hüsameddin’e baş kesti ve ellerine sarılarak: “Pederimin
halifesi ve dostların ulusu sizsiniz. Hüdavendigar’ın yadigârısınız. Pederim,
bütün ashap ve evlatlarının umurunu size tevdi etmişti” dedi.
Böylece
Sultan Veled babasının makamına Çelebi Hüsameddin’i bizzat geçirdi ve senelerce
Çelebi’ye tabi oldu. Çelebi’nin vefatından sonra pek çok kişinin yalvarıp
yakarmasıyla ancak Mevlana’nın makamına geçti.
Sultan
Veled. ‘İbtidaname’ adlı eserinde Hüsameddin Çelebi ile olan günlerini
ve Çelebi’nin vefatından sonra gönlünde hâsıl olan huzuru tafsilat ile anlatır.
Biz buraya görüş ve duyuşunun derinliğini belirtebilmek için, birkaç cümlesini
almakta fayda görüyoruz:
“Hepimiz
o padişahın gölgesi altında şeytanın düzeninden emindik. On küsür yıl sonra bir
gün ansızın hastalandı ve ALLAH’ına kavuştu.
Veled yetim çocuk gibi kaldı. Ağlamaya koyuldu. Çocuk gibi şaşırıp kaldı. Nasıl
yol alacağını, şeytandan nasıl başımı kurtaracağım, kime yapışayım diye feryat
etmedeydi”
Ah,
Sultan Veled! Ah, namütenahi tecelliyata mazhar Efendim! Bu sözlerinde ne büyük
ibret var. Tevekkeli arifler; “Hakk’ı istersen yürü insana bak”
dememişler. Demek ki hangi makamda olunursa olunsun, insana lazım olan Âdem’i
görmek. Âdem’deki tecelliyatı bilmek. O aynadan aslını seyretmek.
Sultan
Veled bu sızlanışları arasında Celebi Hüsameddin’i rüyasında gördüğünü,
kendisine: “Dünya durdukça biz de mevcuduz. Puthanede bile dolaşsak bizden olan
bizi tanır, bizi bulur. Biz insan libasına bürünmüş ALLAH
nuruyuz. Padişah yüz çeşit ata biner. Sayı, binilen ata aittir. Padişah o
padişahtır, değişmez. Sana bir başka bedenden görüneceğim. Gerçeğe ulaşmış
hangi Veliyi bulursan, bil ki o Veli benim. Ona uymaya bak” dediğini de
kaydeder. Sonra yine aynı kitapta: “Baktemuroğlu Kerimeddin zamanede seçkin
velidir. Bu devirde gönül sahibi odur. Onu sevenin ona dost olanın işi
tamamdır. Hüsameddin’in ölümünden kederlenen, dertlenen onunla derman bulur”
diyerek o Veliyi bulduğunu açıklar. Bunun için Divan’ında: “Halk
arasında Baktemuroğlu Kerim’sin, amma sen bilgiyle, hakikatle dolusun. Şu
sedefe benzeyen bedende eşsiz bir incisin. Hatta sedef de nedir ki? Sen
yüzlerce inci denizisin” diye coşkunlukla Şeyh Kerimeddin’i över.
Sultan
Veled de aziz babası Mevlana’nın Seyyid Burhaneddin’e, Hz. Şems’e, Selahaddin
Zerkubi’ye ve Hüsameddin Çelebi’ye bağlanması, onları övmesi gibi Çelebi’den
sonra Şeyh Kerimeddin’e bağlanmıştı. Baktemuroğlu Şeyh Kerimeddin’i kendisine
ayna edinmişti. Yedi yıl sonra, 691 yılı Zilhicce ayında Şeyh Kerimeddin vefat
etti. Mevlana Türbesinde Ulu Arif Çelebi’nin arka tarafına defnedildi.
Sultan
Veled, fasih lisanıyla babasının sözlerini açıklar, Hadisleri, Ayetleri
tefsirde fevkalade başarı gösterirdi. Mevlevi SEMA’ına ayin şeklinde düzeni Sultan
Veled vermişti.
“El Veled-u sırrı ebihi”[31] (Veled babasının sırrıdır) Hadis-i şerifi Sultan
Veled içindi. Veled, nice insanları masivadan geçirdi, ariflik derecesine
ulaştırdı. Hakikata vasıl etti.
Bir
sene Konya’da kuraklık olmuş, kıtlık baş göstermişti. Halk birkaç kere yağmur
duasına cıkmış, yağmur yağmamıştı. Nihayet Sultan Veled’e başvuruldu. “Elimizden
bir şey gelmiyor. Hakkın mahremlerinin inayeti, halkın suçlularının işledikleri
günahların şefaatçisidir. Şefkat ve merhamet zamanıdır”
diyerek yardım niyaz edildi. Sultan Veled gözlerinden yaşlar akarak babasının
Türbesine koştu; kabrin karşısına oturdu. Niyaz vaziyeti aldı. Âşıklar feryat
ediyorlardı. Masmavi gök birden karardı; şiddetle yağmur boşandı. Konya
sokaklarında seller gidiyordu. Sultan Veled ve sevenleri mübarek Türbede aşk ve
sevkle SEMA
ediyorlardı. O gün inkârda olan pek çok kimse imana geldi.
Bir
avuç buğdayın bir harmana delil olması gibi, Sultan Veled’in hayatından
nakledilen bir iki vakıa da onun büyüklüğüne işarettir. Bahaeddin Veled, irfan
dolu hayatının son deminde, Kasım 1312 (10 Recep 712) Cumartesi gecesi ağlayan
yakınlarına şöyle demişti:
“Kılıç
kınından sıyrılmadan kesmez. Siz de bizim kılıf gibi olan vücudumuzun harap
olmasından müteessir olmayın. Biz her ne kadar gözü perdeli olanlardan gizli
kalırsak da manevi dostlarımızın yanındayız. Sizin hareketlerinizi idare
etmekten geri durmayız”
Mevlana
Celaleddin’in Veli oğlunu sevgili ve eşsiz babasının yanına defnettiler. Halk,
yedi gün Türbenin üzerinden bir nurun yükseldiğini gördü.
Sultan
Veled’in üç cilt ‘Mesneviyat’ı (Mesneviyat-ı Velediye), ‘Divan’ı ve bir de ‘Maarif’
adlı mensur tasavvuf eseri vardır. Mesneviyat’ın birinci cildi ‘İbtidaname’,
ikinci cildi ‘Rebapname’, üçüncü cildi ‘İntihaname’ adını taşır.
Sultan
Veled’in, şeyh Selahaddin Zerkubi’nin kızı Fatma Hatundan Emir Arif Çelebi,
Mutahhara Abide Hatim ve Şeref Arife Hatun, sonradan aldığı Nusret ve Sümbüle
Hatunlardan Şemseddin Emir Abid, Selahaddin Emir Zahid, Hüsameddin Emir Vacid
isimli çocukları olmuştur. Mevlana’nın kutlu nesli Sultan Veled’ten devam
etmiş, bu sülale’ye Çelebiler denmiştir.
Sözümüze
Ahmet Eflaki Dede’nin ayin-i şeriflerde okunan mısraları i1e son verelim:
Ey
ki hezar aferin bu nice sultan olur
Kulu
olan kişiler husrev ü hakan olur
Ayağının
tozunu sürme çeken gözüne
Nesne
görür gözü kim valih ü hayran olur
Her
ki bugün Veled’e inanuben yüz süre
Yoksul
ise bay olur, bay ise sultan olur.
ULU ARİF ÇELEBİ HİKMET VE SIRLARI
Sultan
Veled’in ışıklı hayatının bizim gözlerimize göre nihayet bulmasından sonra
yerine oğlu Ulu Arif Çelebi geçti.
Fatma
Hatun’un daha evvel doğan çocukları yaşamamıştı. Bu hamileliğinde de doğacak
çocuğun yine yaşamamasından korkuyordu. Fakat Mevlana’nın gönderdiği müjdeli
bir haber Fatma Hatunun korkularını giderdi.
Arif
Çelebi, 1272 de (670 senesi Zilkade ayının sekizinci günü) dünyaya geldi. Bu
mesut haberi alan Mevlana, hemen Fatma Hatun’un yanına koştu; gelininin başına
altın dinar serptikten sonra, çocuğu istedi. Mübarek feracesine sararak alıp
götürdü. Epey bir zaman sonra geri getirdi. Yavruya kendi adı ile annesinin
baba adı olan Muhammed Celaleddin Feridun adını verdi. Sonra, “Bu
çocuğu ‘Emir Arif’ [32] diye
çağırın. Bana da babam, Hüdavendigar derdi, adımı söylemezdi” buyurdu
ve şu gazele başladı:
“Feridun
kutlu olsun bize. Din padişahı olsun, gökteki ay gibi parlasın, aydın bir hale
gelsin. Şekerlerle dopdolu mısır tarlası gibi tatlılaşsın. Kutluluk meydanından
topu çelsin, eyeri vurup yağız devlet atına binsin. Ay gibi ikbal burcundan
doğan bu Feridun baştanbaşa sevgidir. Hamdolsun Allh’a, devlet köşkünde
rütbesi, mansıbı artar. 670 yılında bir Salı günü anadan doğdu. Zilkade’nin
sekiziydi, öğleyi iki saat geçmişti. Hüsrevler soyundandır. Şirin gibi sevgili
olur elbet. Ana tarafından da soylu bir padişahtır, baba tarafından da. Kara
gözleri huriler gibi cennetten gelmiştir. Ergenlik çağına gelip yetişince bu
şiirimi görür, beğenir. Dilerim, binlerce yıl yaşasın. Feridun, sen de bu duaya
candan âmin de”[33]
Bir
gün de Mevlana bu kutlu torununu sevip okşarken, Sultan Veled’e: “Bahaeddin,
bu çocukta yedi velinin nurunu görüyorum; Babam Bahaeddin’in, Seyyid
Burhaneddin’in, Şems-i Tebrizi’nin, Şeyh Selahaddin’ in, Çelebi Hüsameddin’in,
benim ve senin nurunu”buyurdu.
Şimdi,
Ulu Arif Çelebi’nin çocukluk günlerini düşünürken ‘Menakib al-Arifin’den şu
satırları okuyalım:
“Arifin
beşiğini Mevlana’nın yanına getirdikleri zaman Mevlana mübarek eliyle
üzerindeki örtüyü kaldırıp inayet nazarları ile mütemadiyen beşiğin içine
baktı. Bu meme çocuğu da Hakkın harekete getirmesi ile büyük babasına karsı bir
takım hareketler yapmaya başladı. Mevlana. “Arif ‘Allh’ de” buyurdu.
Hemen söylemek kudretini veren Cenabı Hakkın dile getirmesiyle İsa’nın dili
fesahatle ALLAH
demeye başladı. Öyle ki dostların hepsi bunu işitip feryat ettiler. Bir kısmı halin
dehşetinden bayıldı.
Yine
Ariflerin Menkıbelerinden öğrendiğimize göre, o günden sonra Mevlana çevresinin
olgunları görünüşte beş altı aylık bebek olan Ulu Arif’e hakikat şeyhi gibi
hürmet göstermeye başladılar.
Hüdavendigar’ın
ahiret âlemine göçtüğü günlerde idi. Fatma Hatun Mevlana’nın acısı ile
mütemadiyen ağlıyor, yemiyor, içmiyordu. Gözü hiç bir şeyi, hatta Ulu Arif’i
bile görmüyordu. Üç gün beşiğin başına gitmemişti. Bir gece Mevlana’yı
rüyasında gördü. Ulu sultan şöyle söylüyordu : “Fatma Hatun! Neden bu kadar
kendini harap ediyorsun? Bir yere gitmedim. Beni ararsan Arif’in beşiğindeyim.
Nurum ve sırrım ondadır”
Fatma
Hatun uyandığı zaman içini büyük bir ferahlık kaplamıştı. Hemen beşiğe koştu;
örtüsünü kaldırdı. Ulu Arif Çelebi gülümseyerek çırpınıyordu. Kutlu anne o anı
şöyle anlatır:
“Onun
mübarek gözlerinden Hüdavendigar’ın celalinin nuru ruhumu kapladı. Feryatla
kendimden geçtim. Sonra kendime gelince Mevlana’nın nur denizinin Arif’in gözlerinden
dalgalandığını gördüm. Bütün bir imanla Arif’in beşiğinin ayaklarına kapanıp
müridi oldum. Her zaman tam bir istekle hizmetinde bulundum”
Ulu
Arif Çelebi de babası Sultan Veled gibi pek alımlı idi. Biraz büyüyüp oyun
çağına geldiği yaşlarda kendisinden acayip haller sadır olmaya başlamıştı.
Bahçede oynarken bir mezar şekli meydana getirip : “Bu filanın mezarıdır”
diyecek olsa o insan mutlaka vefat ederdi. Beş yaşında iken bir gün öküzbaşı
iskeletine ip bağlamış Medresenin bahçesinde çekiyordu. Bu oyunu gören Sultan
Veled : “Nedir o Arif?” diye seslendi. Ulu Arif Çelebi: “Sultanın
naiplerinden Emir Urkudi’nin başıdır” cevabini verdi. Bu bedbaht zat
Mevlana’nın ve kutlu soyunun velayetini inkâr edenlerdendi. Aradan üç gün
geçmeden öldürüldüğü, para ve pulunun yağma edildiği duyuldu.
Hakka Davet
Ulu
Arif Çelebi büyüdükçe hali, tavrı, yürüyüşü, SEMA’ı velhasıl her şeyi Mevlana’ya
çok benziyordu. Fakat meşrebi Şems-i Tebrizi gibi celalli idi. Kendisine hürmet
ve aşk derecesinde sevgi gösterenlerden biri de babası Sultan Veled’di. Veliyi
Veli bilir, arifi arif anlar gereğince gerçeğini görüyor, oğlunu evlat
sevgisinin çok fevkinde seviyordu. Yeni ay doğduğu zaman koşup Arif Çelebi’nin
yüzüne bakıyor, Mevlana’nın: “Gizlenme yüzün bize pek kutlu”
mısraı ile başlayan gazelini okuyordu. Simdi bir lahza duralım ve Evliyaullah’ı
sevmenin ne olduğunu biraz olsun düşünelim:
Cenabı
Hak bir Hadis-i Kutside: “Seni gören beni görür, sana kasteden bana
kasteder” buyurmuştur.
Bir
Ayette: “Avuç dolusu çakılı Bedir’de Kureyş’in üzerine
atan ve kaçmalarına sebep olan Peygamber değil hakikatte ALLAH idi”
[34]
denir.
Yine
bir Ayette: “Halisane sana (Peygamber) sadakat yemini
edenler ALLAH’a ederler. ALLAH’ın eli onların elinin üstündedir”[35]
buyrulur.
İman
ediliyorsa yalnız bu üç buyruk ALLAH’ın Peygamberimizden ayrı olmadığını açıkça
anlatmaktadır. Bir hadiste de: “Âlimler Enbiyanın
varisidir1[36]
denmektedir. Âlimlerden maksat evliyadır. İşte bu itibarla Velileri seven
şeksiz şüphesiz Peygamberimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’i, ALLAH’ı
seviyor demektir. Hakikatte iki yok, Bir vardır. Yine hakikatte Veli’nin dostu
Hakk’ın dostu, düşmanı ALLAH’ın düşmanıdır.
Simdi
biraz daha şevk ve istekle tekrar mevzuumuza dönelim. Emir Kayser-i Tebrizi’nin
kızı Devlet Hatunla evlenmiş olan Ulu Arif Çelebi çok seyahat ederdi. Hemen
bütün Anadolu’yu gezmiş, Irak ve Tebriz’e kadar gitmişti. Sohbetlerinde: “Peygamber
ve Veliler mucize ve keramet için değil, insanları Hakka davet için bu âleme
gelmişlerdir. Fakat bedbahtların inkârları sebebiyle olağanüstü şeyler gösterirler
ki başkaları ibret alsın” buyururdu. Yine buyururdu ki: “Mevlana’nın
kutsi ruhunun hakki için söylüyorum, ben kendimi göstermeyi asla sevmem.
Keramet de hiç hoşuma gitmez; ama bazı zaman vaki olan şeyler dostları teşvik
içindir”
İşte
bu olağanüstü vakalardan biri de suydu: Çelebi bir gün Kastamonu’ya gidiyordu.
Yolda etrafındakilere: “Bugün haramilerle karşılaşacağız, hazır olun”
diye tembih etti. Bir saat sonra Osmancık kalesi yakınlarında baskına
uğradılar. Çelebi’nin üzerine oklar yağıyordu. Sırtına yamalı bir hırka
giymişti. Hırkaya isabet eden oklar geri sıçrıyordu. Haramiler, içinden zırh giydiği
zannı ile durmadan ok atıyorlardı. Nihayet dayanamadılar. “Bu nasıl bir kimsedir?”
diye sormaya başladılar. Netice olarak tövbeler edip Ulu Arif Çelebinin müridi
oldular.
Ariflerin
Menkıbelerini toplayıp ‘Menakib al-Arifin’i meydana getiren
Ahmet Eflaki de Ulu Arif Çelebinin bendelerinden idi. Yolumuzu aydınlatan o
güzel kitabını, Arif Çelebi’nin emri ile yazmıştı. Kitabın Çelebi’ye ayrılan
kısmında Eflaki Dede’nin kalemi pek coşkundur. Şimdi bu şeyda aşıkın şu
satırlarını da okuyalım:
“712
yılı Kurban Bayramının Arefe gününde Sultaniye şehrinde Çelebi ile birlikte
bulunuyorduk. Her birimiz bir işle veya bir kitap okumakla meşguldük. Çelebi
kuşluk uykusunu uyuyordu. Birdenbire öyle feryat etti ki olduğumuz yerde donduk
kaldık. Tekrar uykuya daldı. Uyandığı zaman hakir kul yanına gidip baş koydum,
feryadının sebebini sordum. “Mübarek Türbeyi ziyarete gitmiştim.
Nasireddin-i Kattani-i Mevlevi ve Şecaeddin Hannaki birbirlerinin yakasına yapışmış
münakaşa ediyorlardı. Onlara bağırdım. Birbirlerini bıraktılar” dedi.
Derhal bu halis kul o günün tarihini yazdım. Lâdik şehrine ulaştığımız zaman
aziz dost Nasireddin-i Kattani’yi orada bulduk. Çelebi hazretleri herkesin
arasında ona: “Şecaeddin’le kavganız nasıl oldu?” Diye sordu. O aziz baş koydu
ve şöyle anlattı: “Arefe günü Türbede idim. Şecaeddin geldi; münasebetsiz bir harekette
bulundu. İtiraz etmek istedim, yakama yapıştı. Bu halde iken Baha Veled’in ayakucundan
kulağımıza Ulu Arif Çelebi’nin sesi geldi. Aklımızı kaybeder olduk. Derhal
birbirimizi kucakladık, baş kestik. Sonrasını bilmiyorum” Çelebi
hazretleri bu kitabin yazarına bakıp: “Hikâyemizi müritlerimize anlat da
fakirliğimizin derecesinden biraz olsun haberdar olsunlar, buyurdular”
Evet,
Ahmet Eflaki Dede böyle devam eder ve daha neler neler anlatır. İnsanda aşk,
iman ve ihlâs olunca o kutlu insan neler görmüş, neler yaşamış, neler
kazanmıştır. Biz, burada Eflaki Dedenin anlata anlata bitiremediği mürşidinin
hayat hikâyesinde ancak birkaç durak yapabildik.
Gelişimiz de Gidişimiz de Sizin İçin
Bir
gün Ulu Arif Çelebi Larende’den Aksaray kazasına gitmişti. SEMA meclisleri tertip ediliyor,
kendisine türlü ikramlarda bulunuluyordu. On gün kadar kaldıktan sonra bir gece
uykusunda pek çok ağladı. Sabahleyin sebebini soranlara bir çardakta oturduğunu
ve görülmemiş bir bahçeyi seyrettiğini, bahçede dedesi Mevlana Celaleddin’i
gördüğünü anlattı. Mevlana yedi Velinin nurunu taşıyan torununu davet ediyordu.
Ulu Arif Çelebi o davetin tesirinden ve bahçenin güzelliğinden ağlamıştı. Bu
rüyadan sonra hemen Konya’ya hareket etti. Şehre varınca kendisinde bir
kırıklık, bir keyifsizlik peyda oldu. 719 Hicri yılının Zilkade ayında bir Cuma
günü güneş doğarken Türbenin kapısında Mevlana’nın şu şiirini okuyordu:
Aftab-i
aftabend evliya
Aftab
ez nur-ı şan gired ziya
“Veliler
güneşlerin güneşidirler. Güneş onların nurundan ışığını alır” Sonra
ilave etti: “Bu dünyadan kurtulmanın zamanı geldi. Burada bana hemdert kalmadı.
Benim hemderdim babam ve Hüdavendigar idi. Hüdavendigar’ın yüzünü arzuluyorum.
Mutlaka gideceğim” Az sonra yine Mevlana’nın bir gazeline başladı
Her
nefes avaz-i aşk miresed ez cep o rast
Ma
be felek mirevim azm-i temaşa kirast
“Her
nefes sağdan, soldan aşkın sesi geliyor, gökyüzüne gidiyoruz biz. Bizi kim
seyredecek? Gökteydik, meleklerin dostu idik. Orası bizim şehrimiz. Yine oraya
gidelim. Biz, gökten de yüceyiz, melekten de üstünüz. Neden bu ikisini de
geçmeyelim? Konağımız yücelik âlemidir, ululuk âlemidir. Tertemiz mücevher
nerede, topraktan yaratılan âlem nerededir. Aşağı inmişiz ama neresi burası?
Yükletin bizim yükümüzü. Ter-ü taze baht dostumuz, can verme işimizdir.
Kervanbaşımız da cihanın övündüğü Mustafa”
Rahatsızlığına
aldanmayarak o gün Cuma namazına gitti. Baba ve dedesini ziyaret etti. Şimdi
gömülü olduğu yere uzanıp yattı. Bir zaman sonra kalkıp buyurdu ki: “İnsanin
toprağı gömüldüğü yerden alınmıştır. Beni buraya gömün”
Ertesi
gün rahatsızlığı biraz daha arttı. Etrafında ağlayanlara: “Gelişimiz sizin için olduğu kadar
gidişimiz de sizin içindir” diyordu. “Bütün hallerinizde sizinle
beraberim. Tam bir huzurla beni yolcu edin”
Ulu
Arif Çelebi’nin hastalık müddeti bir ay sürdü. Mevlana’nın dünyadan göçüşünden
evvel olduğu gibi yine o günlerde Konya’da zelzele oluyordu. Zilhicce ayının
yirmi dördüncü Salı günü çocukları şahzade Bahaeddin Emir Âlim ve Muzaffereddin
Emir Adil yanında idiler. Onların Hüdavendigar’a ait olduklarını, vasiyete
ihtiyaçları olmadığını söyledi. Ahmet Eflaki’ye Türbenin hizmeti ile meşgul
olmasını, menkıbeleri toplayıp yazmasını tembih etti. Öğle ile ikindi arası Kur’an
okuyarak kırk dokuz yaşında aslına göçtü. Ahmet Eflaki Dedenin şu iki rubaisi
Ulu Arif Çelebi’nin vefatı üzerine söylenmiştir:
Arif
Çelebi cihet kaydından kurtuldu.
Sıfatlardan
çıktı zata nazar etti.
Yunus
Peygambere benzeyen ruhu
Balık
gibi ten gemisinden ab-i hayata sıçradı
Arif
Celebi’nin benzeri yoktu.
Cihanın
kucağında define gibiydi.
Onun
sığınacağı bir yer bulunamadı.
Varlık
ve mekân âleminden
Mekânsızlık
âlemine nakletmeyi seçti
Zira
ki “Ol” emri ile yaratılan menzilde onun yeri yoktu.
Tam
kış ortasıydı. Konya’nın meşhur soğukları ortalığı kasıp kavuruyordu. Yerler ve
sular donmuştu. Buna rağmen halkın ekseriyeti cenazede bulundu. Yanık bir
merasimle Çelebi, baba ve dedesinin Yeşil Türbesine yerleştirildi. Evet.
Yerleştirildi ama aslında ne öldü, ne de çürüdü. Ne demiştir âşık Yunus:
Aşk
ehli ölmez, yerde çürümez
Yanmayan
bilmez ateşi aşkı.
ATEŞ-BAZ VELİ HAZRETLERİ
HİKMET VE SIRLARI
Mevlevilik, bir eğitim ve öğretim ekolüdür. Gayesi, insanı ele
alarak, madde ve manada olgun şahsiyet yapmaktadır. Bu bakımında insanı ‘ideal
manada’ yetiştirmeyi amaçlayan bir terbiye mektebidir. Sekiz asrı bulan
tarihi içerisinde Türk kültür ve Medeniyetinin seçkin müesseselerinden biri
olmuştur. Konya’daki merkezi asitane başta olma üzere, İslam Dünyasının muhtelif
şehir ve kasabalarında bulunan şube dergâhları ile sosyal, kültürel, politik ve
ekonomik hayatta derin izler bırakmıştır. Kısacası; sokaktaki adamdan,
Sultanlara varıncaya kadar görüş ve düşüncelerde bir etki bırakmıştır.
Mevlevilik bu etkinliği, sahip olduğu ‘terbiyecilik’ vasfı ile
sağlanmıştır. Bu etkinlikler, Mevlevi Dergâhlarında belli bir sistem ve kadro
tarafından tahakkuk ettirilmiştir. Kendi çapında bir müessese durumunda olan bu
terbiye sisteminin yetkilisi ‘Ateş-Baz Veli’dir. Bu önemli görev O’ndan
sonra ‘Ateş-baz veli makamı’na tayin edilen seçkin kişilerce yerine
getirilmiştir. Bu icraatın Dergâhlardaki mimarileşen mekânı, aynı zamanda birer
manevi sembol de olan ‘Matbah-ı Şerif’, ‘Ocak –başı’, ‘Niyaz Postu’, ‘Somat’
ve ‘Canlar
Odası’ gibi, fizik ve metafizik anlamda, Mevlevilik adap ve erkenında
ulvi timsalleri bilinen muayyen yerlerdir.
Mevlevilik tarihinde ‘Ateş-Baz Veli’ diye anılan mümtaz
kişinin adı ‘Yusuf’tur. Babasının adı ise ‘İzzettin’dir. Mevleviliğin
ünlü simalarından olan bu şahsiyet hakkında fazla bilgi bulunmamaktadır. Bize
kadar gelebilen belge ve bilgilerin bir kısmı, çeşitli menkıbelerle karışmış
durumdadır. Mevlevi kaynakları onun, Mevlana zamanında yaşadığını yazarlar. Sultan-ül
Ulema ile Horasan’dan geldiğini ifade olduğu gibi; kafileye Karamanda
katıldığını bildirenler de vardır. Birinci görüş ise daha kuvvetlidir.
‘Ateş-Baz’ Farsça, ‘ateşle
meşgul olan, ateşle oynayan’ anlamındadır. Bu kelimenin ‘Aş-pez
Başı’ (aşçıbaşı) kelimesinden geldiği öne sürenler olmuşsada türbesindeki
kitabelerde ‘Ateş-Baz’ şeklinde zikredilmektedir.
İzzettin oğlu Yusuf’a bu ünvanın verilmesi şöyle bir menkıbeye
dayanır. Yusuf bir gün, mutfakta odun kalmadığını arz etmek üzere Mevlana’nın
huzuruna girer. Mevlana’nın latife olarak: “Kazanın altına ayaklarını sok
kazanı kaynat” demesi üzerine öyle yapar ve ayak parmaklarından çıkan
alevlerle yemeği pişirir. Kerametin açıklanmasından yana olmayan Mevlana bunu
duyunca: “Hat ataş-baz, hay” der.
Böylece ‘Yusuf Bin İzzettin’ bu ünvanla anılmaya başlar.
Mevlevlik’te ‘mutfak’, ‘Matbah-ı Şerif’ olarak
adlandırılmakla birlikte çok yönlü manalara gelen muayyen bir mekândır. Burası
ilk nazarda bir ‘aş-hane’liğe intisap niyazında bulunan kişilerin liyakat
denetimlerinin ve temel eğitimlerinin yapıldığı mümtaz bir mahaldir. Mevlana
zamanında bu önemli görevin sahibi Ateş-baz veli diye anılan İzzetin oğlu Yusuf
idi. Onun Hakk’a yürüyüşünden sonra bu unvanı, bu mevkiye tayin olunan seçkin
şahsiyetler tarafından da büyük bir hassasiyetle yerine getirilmiştir. ‘Ateş-baz Postu’ O’nu temsil eder ve teslimiyet esastır.
Nitekim Tahiru’l-Mevlevi:
“Ettim ateş-baz-ı Mevlana’ya vakf-ı can-u ten” mısrasıyla bu
derüni teslimiyeti dile getirir.
Ateş-baz Veli Ocağı
Mevlevihanelerdeki
özel ocağın adıdır. Önemli günlerde aş burada pişirilirdi. Ayrı bir yerde ve
büyük bir itina ile muhafaza edilen gümüş renkli ‘Ateş-baz Veli Kazanı’,
işi bitince güzelce yıkanarak yerine kaldırılırdı. Ateş, ocak ve kazan’ın,
Türk kültür ve tefekkür tarihinde ayrı bir yeri vardır.
Meydan-ı
Şerif’de serili ‘Beyaz post’un adı, ‘Ateş-baz Postu’dur. Bu makama
teslimiyet, ‘Mevleviliğe ikrar etmek’, ‘Çileye soyunma niyazında bulunmak’
demektir. Saliklerin mürebbisi olan Ateş-baz Türbedarı’nın Semahane’deki mevkisi,
Post-nişin ve Tarikatçının hizasında idi. Ateş-baz Dedesi’nin, zabitan arasında
nüfuzlu bir yeri vardı. Meşihat-name’ler çok defa ‘Ateş-baz Şeyhi’ ile
gönderilir; Gülbang’da, Ateş-baz Veli de zikredilir. Yedi asrı aşkın Mevlevi
tarihi içerisinde O’nun makam ve mevkisine son derecede saygı ve bağlılık
gösterilmişti.
Ateş-baz Veli’nin Türbesi
Ömrünü
bu ulvi görevde geçiren Yusuf, 684/1285 yılında vefat etmiştir. Türbesi,
Selçuklu Konyası’nın Meram Yolu üzerinde Aşkan (Aşıkan=Âşıklar) semtindedir.
Selçuklu türbe
mimarisinin tipik özelliklerini taşıyan türbesi, genel olarak sade bir yapı
olup, çeşitli onarımlar görmüştür. Mahzen kısmına, kuzeydeki basık kemerli
kapısından girilir. Bu kısım kare planlıdır. Duvarları moloz taşlarla
örülmüştür. Zemini toprak olup ortada, tuğladan yapılmış sandukası mevcuttur.
Mahzen, sivri kemerli tonozla örtülüdür.
Gövde
kısmının, mahzen kapısı üstüne isabet eden, iki yönden dörder basamaklı
merdivenle çıkılan, sütun celi kapısından girilince ortada büyükçe bir sanduka
görülür. Ahşap kaplamasının altında kitabeli mermer sanduka mevcuttur. Duvarlarda
görülen bir takım yazı ve süslerin, tezyini bir değeri olmayı son döneme
aittirler.
Muntazam kesme
taşlarla inşa edilmiş gövde kısmı, içeriden kare, dışarıdan ise sekizgen
planlıdır. Üzeri, içten daire planlı, tuğla kubbe ile dışarıdan ise yine tuğla
örgülü ehramı külah ile örtülmüştür. ‘Niyaz
Penceresi’, Güneydedir. Bu kabir, sa’id, şehid, merhum Ateş-baz
İzzettin oğlu Yusuf (Allah onu yarlıgasın)’undur. 684 Recep anlamına gelen
Selçuklu sülüsü ile yazılmış beş satırlık Arapça bir kitabe yer almaktadır.
Ateş-baz Veli
Türbesi’nin civarına, Sultan Veled’in kızı Arife Şeref Hatun’un oğlu
Muzafferüddin Ahmed Paşa torunlarından Çelebi Abdüssamed tarafından bir
zaviye inşa ettirilerek, zengin gelirli vakıflar kurulmuştur. Zamanla, harap
olan bu zaviyenin yerine günümüzdeki tekke, Postnişin Vahid Çelebi tarafından,
geniş bir avluda, 1315/1897 yılında inşa ettirilmiştir. Ünlü şair ve hattat Sıdki
Dede’nin yazdığı Türkçe şu kitabe, cümle kapısının üzerinde bulunmaktadır.
“Pur-nihal-i
şecer-i Hazret-i Mevlana kim Post-nişin-i dergeh-i çerı-i ü Vahid Çelebi Arz-ı
hürmet eyleyüb Hazret-i Ateş-baz’a itti nezrinde bina tekye-i rızadır talebi
Çakeri-i kem-teri Sıdkı iderdin
arz-ı niyaz Didi tarihini Bu
gülşen-ifeyz-i edebi” (H.1315)
Şeyh
tarafından idare edilen zaviyenin güzel bahçesi, türbedarı İstanbullu Yakub
Dede’nin vefatına kadar, Mevlevilerin ünlü mesireliklerinden idi. Zamanla
ihmale uğrayarak, mukadderatına terkedilmiş durumdadır. Şimdi ise Vakıflar
Genel Müdürlüğü’ne aittir.
“Ya
Hazret-i Ateş-baz-ı Veli”
Burada
ikrar veren her kişi sırlara mahrem oldu
Bu
kişilerin kalbi Ateş-baz’ın aşkıyla; nurlarla doldu. “
SULTAN DİVANİ VE ŞAHİDİ
HİKMET VE SIRLARI
Mehmet
Çelebi, Ulu Arif Çelebi’den sonra Mevleviliği en fazla yayan zattır. Sultan
Veled’in ilk hanımı Fatma Hatundan olan kızı Mutahhara Hatunun
torunlarındandır. Mutahhara Hatun, Germiyan oğullarının son Hükümdarı Süleyman
şah ile evlenmiş, bu evlenmeden Hıdır Şah, İlyas Şah ve Devlet Hatun isimli üç
çocuk meydana gelmiştir. Hıdır
şah, babası tarafından veliaht gösterildiği halde ilim ve ibadetle meşgul
olmayı tercih etmiş, saltanat hakkını babasının diğer hanımından olan Yakup
beye terk etmiştir. İlyas Şah’da kardeşi Hıdır Şah gibi manevi ilme
hasrolmuştur. Mehmet Çelebi’nin babası ise Hıdır Şah’ın oğlu sultan Aba Puş-ı
Veli diye tanınan Bali Mehmet Çelebi’dir.
On
beşinci asrın hangi seneleri olduğunu kestiremediğimiz yıllarında Bali Çelebi
Afyonkarahisar Mevlevi Dergâhının Şeyh makamındadır. Fakat inzivayı tercih
etmiş. Hıdırlık dağının kıraç tepesinde Dede inini kendisine mesken edinmiştir.
Bu inziva günlerinde bir gün dervişlerinden biri huzurunda el bağlar: “Büyük
oğlunuz hakka yürüdü” der. Bu şekilde başlayan acı haber birkaç gün
içinde şehirdeki salgın hastalık yüzünden arta arta sayıyı on yediye yükseltir.
Son gelen haber söylenmesi en müşkül, en ağır olanıdır. Derviş vazifesinin
ağırlığından konuşamaz. Çünkü vefat eden Bali Çelebi’nin en sevgilisi, küçük
oğludur. Birkaç gün içinde on yedi sevgilinin gidişini insanüstü tevekkül ve
sabırla karşılayan, “Gereken hizmet yapılsın” diye emir
verip ibadet ve tefekküre devam eden Bali Çelebi bu sefer dervişten evvel
konuşur: “Yanıldınız, olamaz” der. Dudaklarında Hakkin ismi ile yerinden
kalkar, şehrin yolunu tutar. Küçük oğlu Mehmet’in başucuna varır. “Uyan
Mehmet’im! Berhiz, (kalk) Mehmet’im!” diyerek yüzünden örtüyü kaldırır.
Mehmet Çelebi derin bir uykudan uyanır gibi gözlerini açar. Hakkın Velisi
babasına dalgın dalgın bakar.
Sonraları
Sultan Divani diye de anılan Mehmet Çelebi işte böyle tasarruf sahibi bir
Velinin oğludur ve böyle manevi bir yolculuk geçirmiştir. O uyanıştan sonra
aziz babası kendisine kırk gün riyazet ve uzlet vermiştir.
Sultan
Divani dağlarda, ovalarda dolaşan, Hak cezbesi kuvvetli, temkini, kararı
olmayan bir Velidir. Pek çok seyahat etmiştir. Lazkiye, Burdur, Sandıklı,
Muğla, Midilli, Bursa, Halep, Mısır Mevlevihaneleri onun himmetiyle
kurulmuştur. Şam’da, Muhyiddin-i Arabî hazretlerinin kabri Sultan Divani
tarafından keşfedilmiştir.
Bir
şiirinde:
Bihamdillah
ki bi nam-u nişanız adımız yoktur
Dil-i
viranemizden özge bir abadımız yoktur
Sultan
Divani, Kanuni devrinde, Padişahın daveti ile
926’da İstanbul’a da gelmiş, sarayda İskender Paşa tarafından ikametine tahsis
edilmiş olan konakta Galata Saray veya Kule Kapısı Mevlevihanesinde misafir edilmiştir. Sultan Divani hürmetine oraya da
bir Mevlevihane yapılmıştır. Galata Mevlevihanesinin ilk Şeyhi Sultan
Divanidir. Bir ay İstanbul’da kaldıktan sonra yerine Sinoplu Safai Dede’yi
Postnişin olarak bırakmış, avluya eli ile bir servi ağacı dikmiş, kendisi Afyon’a
dönmüştür. Bu servi halen mevcuttur. Kurumuş olduğu halde muhafaza
edilmektedir.
Gülşeni,
Kahire’de hükümetin takibine maruz kalmış, zindana atılmıştır.
Sultan
Divani, Kahire’de Gülşeni Tarikatının Piri İbrahim Gülşeni ile görüşmüş, Memluk
Sultanının haksız yere hapsettiği bu ulu zatı zindandan çıkartacak affa sebep
olmuştur.
Onunla
uzun mülakatlar ve sohbetler yapıyor, birlikte Mevlevilikle Gülşeniliği
birbirine mezcetmeğe çalışıyorlardı. Sefine sahibinin Mevlevilik esasının
tespiti sırasında ayin ve rasimelerinden istifade edildiğini bildirdiği
Halvetiye, işte bu Gülşeniye’dir.
İbrahim
Gülşenî 830’da Azerbaycan’da doğmuş (Diyarbakır’da doğduğunu belirten kaynaklar
vardır.) Halvetî kolunun piri Ömer Ruşanî’den hilafet almıştır. Mesleğini ve
tarikatını yayarken Şah İsmail’in baskısından Mısır’a gitmeye mecbur
bırakılmış. İbrahim Gülşenî aynı zamanda Mevlevîleşmekle beraber söylediği;
Gülşenî dervişidir gül,
goncelerdir Mevlevî
Bülbül-ü şeyda okur geh
Mesnevî, geh Ma’nevî
Beytinin
delaleti vechile kendini Mevlâna ile eşit sayardı; hatta mesnevî’deki
Didem ruh’i pâk-i
gülşenira
An çeşm-ü çerag-i ruşenira
beyti,
onun kudum ve zuhurunu iki, iki buçuk asır önceden haber veren bir keramet
eseri olarak kabul edilirdi. İbrahim Gülşenî Mesnevî’ye nazire olarak Ma’nevî
adlı bir eser meydana getirmiştir, bu eser 40,000 beyitlik, yani mesnevî’den
daha hacimlidir; rivayete göre kırk günde yazmıştır.
Sultan
Divani Mısır dönüşünde her uğradığı büyük kasabada mesela Kudüs’te, Şam’da
birer Mevlevihane açılmasını sağlamıştır. Anadolu’da yaptığı seyahatlerde
Aydın, Denizli, Burdur, hatta Bağdat’ta birer tekke açarak kendi yetiştirdiği âlim
ve fazıl zatlardan birer şeyh tayin etmiştir.
Mevlana’nın
en eski Divan-i Kebir nüshası Moğol istilasında kaybolduğu için manevi bir
işaretle, Sultan Divani İran’a seyahat etmiş ve Divan-i Kebiri Şah İsmail’den
almıştır. Bu sebeple kendisine Sultan Divani denmiştir. Fakat ilim adamları
adının şeceresine göre ‘Divane Mehmet Çelebi’ olduğunu, eski
kitaplarda imzasının bu isimle bulunduğunu söylerler ve ‘Divani’ lakabının ‘Divane’nin
hoş görülmeyişinden uydurulduğunu iddia ederler. Divan-i Kebirin İran’dan
alınıp getirilmesini de reddederler. Hâlbuki Moğol istilasında Timur tarafından
Semerkand’a götürülen Divan-i Kebir takriben yüz sene sonra Şah İsmail’in
Semerkand işgali ile Tebrike getirilmiştir. Sultan Divani’ye ise İran
seyahatinde verilmek istememiş ve zehirli şerbet hazırlanmıştır. Fakat zehiri “Bismillah”
deyip son damlasına kadar içen Sultan Divani dervişleriyle SEMA etmiş ve Şah İsmail’e: “Bizim
gibi bir kimse düşmanın hilesinden korkmaz; sığınacak yer aramaz; içtiğim zehir
panzehir olur” demiştir. Bu hadise ile Divan-i Kebir kendisine teslim
edilmiştir.
Eski
kitaplarda imzası “Divane Mehmet Çelebi” diye kayıtlı bulunan Mehmet Çelebi’ye,
Divan-i Kebir’i Tebriz’den getirmesi sebebi ile halk arasında mademki Sultan
Divani de buyurulmuştur.
Biz özge haceyiz
Sultan
Divani, şüphesiz her Veli gibi, Ehl-i Beyt aşığıdır. Şiirlerinde:
On
sekiz bin âlemin cisminde cansın ya Ali
Hüsn
ile sen mihru mah-i asmansın ya Ali
Sirr-i
mahfidir dehanın hurdedansm ya Ali
Şah-i
merdan şir-i Yezdan pişuvasın ya Ali
Diye
Hz. Ali’den başlayıp oniki imamı aşk ile anmış, övmüştür. Seyahatlerinde Necef’i,
Kerbela’yı, Meşhed’i, Samira’yı, Bağdadı ziyaret etmiştir.
Divane
Mehmet Çelebi Konya’ya bir gidişinde kapılar kapalı olduğu halde içeri girip
Hz. Mevlana’nın sandukasının üzerine oturmuştur. Hali gören vazifelilerden biri
korku ile zamanın makam Çelebisine koşmuş, “İçeriye bir Divane geldi”
diyerek vaziyeti haber vermiştir. Huzura giren Çelebi Efendi:
“İki
aslanın arasına girilmez” sözü ile geri dönmüştür.
Mahlası
‘Semai’
olan Sultan Divani’nin, şimdi şu beytini okuyalım:
Biz
özge haceyiz herkes ile bazarımiz vardır
Dükenmez
fikrimiz efkâr olunmaz kârımız vardır
Evet,
Demek Evliyaullah dünya halkından hiç kimseyi alakası harici etmiyor, Erenlerin
işine akıl da ermiyor. Zaten büyükler büyüğü Mevlana da: “Seçilmişlerin işini kendiişlerinle
kıyaslama”, buyurmamış mıdır?
Arif-i
billâh olup âlemde ey makbul-i nas
Herkesi
halince Hak bildinse oldun Hak-şinas
Demiştir.
Herkesi halince hak bilmek; Nedeni, niçini, kavgayı, dırıltıyı, hor ve hakir
görmeyi, kusur bulmayı terk etmek elbet bizim değil Evliyanın harcıdır. Ve
Evliya kemalin bu derecesine varmış müstesna insandır. Zaten Evliyalık ne
namazla, ne tesbihledir. Evliyalık, varlığı Hakka vermek, Hakkın sıfatlarıyla
sıfatlanmak, âleme rahmet gibi yağmaktır. Bir iki satır evvel “Evliyalık
ne namazla, ne tesbihledir” dedik. Bu sözümüzle bunları reddettiğimiz
düşünülmesin. Biz, dini emirlerin inkârı yolunda değiliz. O emirlerin yanı sıra
insanı insan yapan en büyük amilin sevgi ve irfan olduğunu ruh olgunluğunun
ancak buradan ileri geldiğini anlatmak istiyoruz. Aksi olsaydı, meleklerin
hocası olacak kadar gök ibadet eden iblis onca ibadetine rağmen benliğinin
esiri olmaz, Âdeme secdeyi reddetmezdi. Bu mevzuu biraz daha açabilmek için
Niyazi Mısri’nin:
Savm-i
salât u Hac ile sanma biter zahid işin
İnsan-i
Kamil olmağa lazım olan irfan imiş
Dediğini
düşünelim ve Sultan Divani’nin bir mısraı ile tekrar mevzuumuza dönelim:
Âlemde
hemen ben dediğindir sana noksan
Şahidi
Sultan
Divani’nin aşklı, sırlı, akıl almaz, naçiz kalemimize sığmayan hayat hikâyesine
devam ederken daha bitirmeden ‘Şahidi’ diye başlık yapmamız ilk
bakışta insana tuhaf gelebilir. Fakat görülecektir ki Şahidi’den bahsetmek yine
Sultan Divani’yi anlatmaktır. Aynı mevzuu biraz daha derinleştirmektir.
İbrahim
Şahidi, Sultan Divani’nin en bağlı, en âşık müritlerindendir. 1544 senelerinde
yazdığı ‘Gülşen-i Esrar’ isimli kitabında mürşidini şöyle anlatır:
“Kendisini
rindmeşrep gösterir, halktan bu tarzda gizlenirdi. Halk arasında rusvay
olmuştu. Fakat ondan gördüğüm kerametleri anlatmama imkân yok. Şarabı şerbet yapardı.
Tuttuğu toprak altın kesilirdi”[37]
Şahidi
devam ederken biz Sultan Divani’nin:
Ehl-i
suret bizi bir zerre kadar fark edemez
Ehl-i
mana gözüne gün gibi mekşüfuz biz
Dediğini
hatırlayalım ve yine:
Bilmeyenler
aşina sanmaz bizi mana ile
Mevleviyuz
âleme meşhuruz istiğna ile
Sine-çakiz
döne döne şevk-i huy-i hay ile
Devredup
girdik SEMA’a
bir nemed illa ile
Buyurduğunu
düşünelim ve tekrar Şahidi’ye kulak verelim:
“Bir
abdalı da bendim. Yokluk denizine daldım. O’nu rüsvay bir âşık gördüm, ben de
rusvay oldum, ona uydum. Daima yanı sıra yalınayak koşardım. Yolda üzengisine pabuç
asılmış bir atı önüme sürer, binmemi emrederdi. Binsem bile biraz sonra
inerdim, pabuçları da çıkarırdım. O, benim atımı bir abdala verir, sakın kimse
binmesin der, yedekte çektirirdi. Bir an bile bensiz olamazdı. Lütfeder de ‘Şahidi’
derdi, ‘Neden bana böyle cefalar edersin? Neden yaya yürürsün? Neden ayakların
yalın? Gönlüm inciniyor’ derdi. Bense, ‘Ey, Şah-i Velayet’ derdim, ‘Ayakkabılarımla
senin bastığın yollara basamam ben’ Bunu duyunca, ‘Ah, Şahidi’ derdi, ‘Yaktın
beni’”
“Her
vardığımız şehirden bana bir pabuç alırdı. Ben oları da çıkarır giderdim. Acır,
‘Abdallar yalınayak gitseler bile oturur dinlenirler. Hâlbuki sen her gün
akşama dek koşup durmadasın’ derdi. Bense parmaklarıma dokunan taşların
yaralarından zevk duyardım. Deve yününden bir gömleğim vardı, onun da kolları
yoktu. Yalnız onu giyerdim. Bana birçok elbise verirdi. Fakat ben onları da
başkalarına hediye ederdim”[38]
İşte
şahidi böyle bir Şahidi idi. ALLAH aşkı ile yüreği yâre, ciğeri pare idi.
Mürşidi Sultan Divani’ye bu derece bağlı idi. Sultan Divani ile ayrısı gayrısı
yoktu. Bütün benliğini Mürşidinde yok etmişti. Kendi hayat hikâyesine gelince,
babası Hüdai Efendi arif, şair ve sofileri seven bir zattı. Annesi Mevlana
aşıkıydı. İki erkek, dört kız kardeşi vardı. On yaşında iken babasını
kaybetmişti. Ailenin en büyük çocuğu olduğu için annesi Şahidi’yi baba dostu
sofi bir ipekçinin yanına çırak olarak vermişti. Şahidi ise tahsil etmek istiyor,
ticaret işine bir türlü ısınamıyordu. Birkaç sene sonra anasını razı edip
gurbete çıkma iznini alınca doğru İstanbul’a geldi. Fatih Medresesine girdi.
Fakat bir turlü aradığını bulamıyor, ruhundaki boşluk dolmuyordu. Tahsili yârim
bırakıp memleketine, Muğla’ya döndü. Derviş olmaya karar vermişti.
Daha
sonraları Muğla’da bir Şeyhe intisap eden Şahidi bir gün Mürşidi ile birlikte
Lazkiye’ye gitmişlerdi. Sohbet ve SEMA arasında gençlerden biri pek güzel bir beste
okudu. Hassas ve âşık ruhlu Şahidi o güzel sesle kendinden geçti. O gence
arkadaş olmayı ALLAH’tan
diledi.
Muğla’ya
döndükleri zaman annesi küçük kardeşini evlendirmeye kalkmıştı. Fakat
dünyalıkları yoktu. Şahidi köy köy dolaşıp vaaz etmeye başladı. Bu seyahatler
arasında rastladığı Mevlevi Mürşitlerine muhip oldu. Bunlardan biri Mevlana
soyundan Paşa Çelebi idi. Evvelce sesini duyup kendinden geçmesine sebep olan
genç de Paşa Çelebi’nin oğlu Emir Adil idi. Şahidi bu gence hoca oldu. Paşa
Çelebi’ye de intisap etti. Fakat gönlündeki boşluk yine dolmuyordu. Bu ara
Divane Mehmet Çelebi’nin büyüklüğü dillerde dolaşıyor. Şahidi onu görmek
arzusuyla yanıyordu. Kendisi o günleri şöyle anlatıyor:
“Onu
görmek arzusuna kapıldım. Sık sık rüyama giriyordu. Apaçık gördüğüm de olurdu.
Bu sıralarda Paşa Çelebi’nin oğlu Emir Adil’e hocalık ediyordum. Fakat anamı
görmek için memleketime Muğla’ya dönmem icap etti. Muğla’da bir gece Divane
Mehmet Çelebi’nin sesini duydum: ‘Şahidi!’ diyordu, bize âşıksan kalk. Harabati
Ol.”
“Kış
geçince benim gibi onu görmek arzusunda olan bir arkadaşla yola duştuk. Bursa’ya,
oradan Kütahya’ya vardık. Paşa Çelebi Kütahya’ya mütevelli olmuştu. Divane
Mehmet Çelebi de Arabistan’dan dönmuş onun misafiri idi”
“Biz
gelince Emir Adil: ‘Hocam geldi,’ diye annesine koştu. Oturmam için Mehmet Çelebi’nin
yanına bir halı yaydılar. Oda kapısında Mehmet Çelebi’yi görünce kendimden
geçtim; ağlamaya başladım. O, ‘Gel,
gel’ dedi, ‘bu halıyı senin için yaydılar’ VECD
içinde gidip oturdum, gözlerimi kapadım. Herkes ‘Hoş geldin’ diyordu, fakat ben
bir şey söyleyemiyor, titriyordum”[39]
Evet.
Şahidi devam ediyor, fakat bize bu kadarı da kâfi. Kâfi, çünkü “Kâl ehlinin
ahvalini”[40] terk
eden Şahidi’ye “Şimden geru hal ehlinin ahvali” görünmüştü.
Men
bugün maşuk-i bakinin visalin bulmuşam
Sanma
ey zahid beni kim vade-i ferdadeyem
Şahidi-i
Mevlevi-i arifem gelsun beru
İsteyen
sirr-i Hudayi men Hudayizadeyem
Ehl-i Aşkız
Şahidi,
‘Gülşen-i
Esrar’ isimli kitabını şu sözlerle bitirir:
“Öyle
bir Pirin müridi oldum ki onun kopeği bile aslandan yeğdir. Onun sunduğu
kadehlerdeki şarapla sarhoşum. Onu methetmedeyim, onu anlatmadayım. O padişah, ‘Bizden
gördüklerini yaz,’ diye emretmişti, ama mufassal anlatmaya imkân olmadı. Ben
ancak âşıklarına bir koku koklattım”[41]
Şahidi’nin
anlata anlata bitiremediği Mürşidi Sultan Divani, Anadolu ve haricindeki
seyahatlerine son vererek günün birinde Afyon Dergâhına dönmüş 1540 da (Hicri
936) doksan iki yaşında, bir Cumartesi günü ömrünü doldurmuştur.
Sultan
Divani’nin vefatı üzerine söylenen tarihlerden en beğenileni, zarif ve nükteli
olanı şudur:
Dedi
tarihini bir mustemend-i derd-i hicranı
Beka
mülküne çekdi askerin Sultan Divani
Evet,
çünkü Sultan Divani’nin vefat ettiği sene, müritlerinden pek çoğu kendisine
tabi olup arkasından beka âlemine göç etmişlerdir. Dergâh içinde, semahanenin sol
tarafında, etrafı şebeke ile çevrili sandukasının üzerindeki yeşil puşidede “Ya
hazreti mevlana” yazısını muhtevi destarlı bir sikke sırma ile işlidir.
Sikkenin altında:
Baver
mekon ki ber serem ayed eger Mesih
Derdi
ki yadgar-ı to darem deva koned
“Mesih
bile başucuma gelse senden armağan olan derdime deva eder sanma” beyti
de güzel bir talikle sırmayla işlenmiştir. Mihraba doğru Bali Mehmet Çelebi
(Sultan Aba Puş-ı Veli), Hızır Şah Çelebi, İlyas Çelebi ve İbrahim Şahidi
yatmaktadır. Arkadaki sandukalardan Sultan Aba Puş-i Veli’nin ayakucundaki,
Sultan Divani’nin cazibesine kapılarak peşi sıra İran’dan gelen Şah İsmail’in
oğluna aittir. Sandukaların bulunduğu bu kısım parmaklıkla semahaneden
ayrılmıştır. Bali Mehmet Çelebi’nin üzerindeki puşide kırmızıdır.
Sultan
Divani’nin heybetli sandukasından semahaneden giriş istikametine doğru olan
kısımda da yine etrafı parmaklıkla çevrili dört sanduka mevcuttur. Kapıya en
yakın olanı Furuni Dedeye aittir. Bu zat Sultan Divani’nin ateşbazıdır. İran
seyahatinde ekmeksiz kaldıkları bir anda Sultan Divani’nin emri ile koltuğunun
altından sıcak pide çıkararak dervişlere dağıtmıştır. Asil adı Mehmet iken bu
keramet ile Furuni Dede ismiyle tanınmıştır.
Bu
Türbe Mevleviler ve dertliler tarafından çok ziyaret edilir. Sultan Divani’nin
bir yeşil çuha içinde sarılı olan başmak-i şerifi başa mesh edilir. Nazik ve
arif bir zat olan Türbedar efendinin huzurda, o uhrevi hava içinde bize
lütfedip ziyaret ettirdiği başmak-i şerife, verilen malumata göre, Basamağ-i
şerif denir.
Sultan
Divaninin. Afyon Dergâhındaki yangın sebebi ile çoğu yanmış olan şiirlerinden
bazıları bestelenmiştir; ayin-i şeriflerde okunur.
Salunursak
ta’n mıdir deff-ü kudüm u nay ile
Ehl-i
aşkiz fahrimiz ayin-i Mevlana ile
Diyen
Mehmet Çelebi, ne de onun gibi çok seyahat edip Velilik tasarrufuyla
Mevleviliği yayan U1u Arif Çelebi Mevlevilikten kol çıkarmamışlardır. Sultan
Divani’nin bu dünyadan maddeten çekilişinden sonra kerameti zahir, Veliye bir
hanım olan kızı Destina Hatun, Dergâhı idare etmiştir. Destina Hatun zamanında
Afyon Mevlevi Dergâhı bir yangın geçirmiştir. Sultan Divani, çok mahzun olan
mübarek kızına rüyasında görünerek, ayakucunda duran gümüş ibriği işaret etmiştir.
Böylece o ibrikte bulunan altınlarla Afyon Dergâhı ikinci defa yapılmıştır. Bu
ibrikte bulundurulan su da şifalı addedilir ve şifa Niyazi ile maneviyata
inanan hastalara içirilir.
Şahidi’ye
gelince, Mürşidinin vefatından sonra Muğla’ya gitmiş, Seyyid Kemal Zaviyesini
Mevlevihane yapmıştır. Bir rivayete göre her sene Sultan Divani’yi ziyarete gelmiştir.
Son seferinde müritlerinden Şuhudi’ye hilafet verip Muğla’ya göndermiş, 1556 da
(Hicri 957) seksen iki yaşında, aslına göçüp Divane Mehmet Çelebi’nin Türbesine
defnedilmiştir. Eserlerinden bazıları: Gülşen-i Vahdet, Gülşen-i Esrar, Gülşen-i
Tevhit, Gülşen-i İrfan ve Muşahedat-i Şahidiye’dir. Gülşen-i Tevhit Farsçadır,
mesnevi tarzındadır. Mevlana’nın Mesnevi’sinden seçtiği beyitleri beş beyitle
şerh etmiştir. Bu satırların naciz yazarı, Mevlana’nın pak soyundan, Gerçek ve
Seçilmiş İnsan Münir Çelebi Efendinin feyizli sohbet meclislerinde bu güzel
kitabın[42]
okunuşunu dinlemek bahtiyarlığına ermiştir. Hatırası pek kıymetli olduğu için
burada anılmaması imkânsızdır.
Evliyaullahtan
ve sevenlerinden bahsederken Yavuz Sultan Selim gibi koca bir Padişahın çok
mühim bir noktaya temas eden şu beytine ne kadar hak versek yeridir:
Padişah-i
âlem olmak bir kuru kavga imiş.
Bir
Veliye bende olmak cümleden evla imiş.
[1] Bu mısra Nizamoğlu’nundur. “Ya Nizamoğlu iki görmek neden”
mısraı ile şiir tamamlanır.
[2] Divan-i Kebir, Gül-Deste, s. 55. Abdulbaki Gölpınarlı
[3]
Aksaray’da bir ziyafette, Rukneddin Kılıç Arslan IV’ ün kadehine zehir
konulmuş, daha zehir tesirini göstermeden de Sultan Rukneddin boğdurulmuştur
(Hicri 644.)
[4] Divan-i
Kebir, Gül - Deste, s. 56
[5] Muhiddin-i
Arabî kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz hazretleri ve İbnu’l Farid de bu Hakikati
ifade edenlerdendi. İbnu’l Farid: “Her güzelin güzelliği ALLAHın cemalinden müsteardır”
demiştir. Prof. Nicholson “Rumi, Poet and Mystic” adlı eserinin 44ncu sayfasındaki
bir notunda: “İbnu’l Arabî, ALLAH’ı en mükemmel rüyetin, O’nu kadında temaşa
edenler tarafından tadıldığını söyleyecek kadar ileri gitmişti” diyerek Şeyh-i
Ekber’in bu mevzudaki görüşünü ifade etmiştir.
[6] Margaret Smith. Bir Kadın Sufi: Rabia, çev. Özlem
Eraydın. İstanbul, 1991.
[7] Geniş bilgi için bk. Süleyman Uludağ. Sufi gözüyle
kadın. İstanbul 2003.
[8] Tasavvuf ve Trikatlar Tarihi, Mustafa Kara, Dergâh
Yay, İstanbul 2006, s.90-93
[9] Şura Suresi; Ayet 40
[10] Nisa Suresi; Ayet 128
[11] Bâzâ bâzâ her ançi hesti bâzâ
Ger kâfir u kebr u putperesti bâzâ
İn dergehi ma nevmidi nist
Sad
bar eger tovbe şikesti bâzâ
“Yine gel, yine gel her ne isen yine gel. Kâfirsen, Mecusi isen,
putperest isen yine gel. Bizim kapımız, bizim dergâhımız ümitsizlik dergâhı
değildir. Eğer yüz kere tövbeni bozdunsa da yine gel”
Bazı bilginler tarafından Mevlana’nın olmadığı söylenen bu rubai,
elbette ki o yüce sultanındır. Çünkü bu lütfü, bu cömertliği ondan başkası
gösteremez, bu müjdeyi ondan başkası veremez. Nitekim Mesnevi’nin ilk beyitlerinden
birinde de TEVHİD makamından, “Men be her cemiyeti nalan şodem, coft bed halan
u hos halan şodem” diye seslenen yine odur. Mevlana: “İYİ KÖTÜ, HERKES DERVİŞİN
CÜZÜDÜR, EĞER BÖYLE OLMAZSA DERVİŞ OLMAZ” buyurmuştur. Bu itibarla, hangi cüz
küllün dışında kalabilir?
[12]
Cüneyd-i Bağdadi de : “Senin varlığın (benliğin) hiçbir günahla mukayese
edilemeyecek bir günahtır, buyurmuştur.
[13]
Mevlana’nın bu beyti Muğla’lı İbrahim Şahid’i hazretleri tarafından “Gülşen-i
Tevhit” de beş beyitle şerh edilmiştir. (Gülşen-i Tevhit, çeviren: Midhat
Bahari Beytur)
[14]
“Müminin kalbi Rahmanin elinin iki parmağı arasındadır. İstediği tarafa onu
çevirir” Hadis-i şerifine işarettir. (Gülşen-i Tevhit, s. 42)
[15] Bu
şerh Şahidi hazretlerinindir. İbrahim Şahidi, Mesneviden seçtiği ve şerh ettiği
beyitleri “Gülşen-i Tevhit” adlı eserinde toplamıştır; şerhin de Mevlana’ya ait
olduğunu, kendinin yokluğunu kitabin Dibace kısmında şöyle ifade etmiştir:
“Hakka niyazımdan sonra, yüzümü aşk sultani Mevlana’ya dondum, yalvardım, yalvardım.
Ey, aşk Padişahının baş tacı, dedim. Bu zayıf, aciz kulunun senin güzel
sözlerinin sırlarını beyan etmeğe kudreti yoktur. Benim perdeli gönlümden
perdeyi aç ve beni kendi yüzüne perde ederek sözlerini yine kendine şerh et, ta
ki ALLAH’ın
Kur’anda Peygamberimize : “Maremeyte izremeyte ve lakin ALLAH’e rema” “Ok attığın zaman, sen
atmadın, ALLAH
attı” buyurduğu veçhile ben de her beytine beş beyit söyleyeyim.
Bu niyazım üzerine Hazret-i Mevlana’nın nurlarıyla gönlüm doldu.
Sözlerinin sırlarıyla acildi da benim için külfetsizce, zahmetsizce her beyte
beş beyit yazmak müyesser oldu ve bu suretle Mesneviden aldığım beyitler
arasında bir irtibat hâsıl olduğundan manaları da birbiriyle imtizaç etti.”
(Gülsen-i Tevhit, s. 8, çeviren: Midhat Bahari Beytur).
Şahidi, Dibace’nin bir başka
paragrafında: “Ey, sır isteyen okuyucum! Söylediğim o sözler benim değildir.
Şahidi’nin dilinden söyleyen odur, Mevlana’dır,” demektedir. Yine Dibace’de bunu:
“ALLAH’a
yemin ederim ki ben yokum. Bendeki figandır, dostun nefesidir,” diye teyit
etmektedir. İşte bu sebeple, biz şahidi hazretlerinin şerhini, şeksiz şüphesiz
Hz. Pir’in bilerek, ilahi sırlara kulak verebilmek için mevzuumuza kattık.
[16] Araf Suresi; Ayet 172
[17] Haşr Suresi; Ayet 24
[18] Hadid Suresi; Ayet 1 – Haşr Suresi; Ayet 1 – Saff Suresi; Ayet 1 – Cuma Suresi; Ayet 1 –
Teğabün Suresi; Ayet 1 – İsra Suresi; Ayet 44
[19] İnşirah Suresi; Ayet 1
[20] Lokman suresi, Ayet 19
[21] İbtidaname, 1130
[22] İbtidaname, 1140
[23] Mesnevi, VI,
2924
[24] Divan-ı Kebir, I,31
[25] Divan-ı Kebir, I, 339
[26] Hicr Suresi; Ayet 29 – Sad Suresi; Ayet 72
[27] Divan-ı
Kebir, IV, 1734
[28] Mesnevi, VI, 2942
[29] Mesnevi,
III, 1549
[30] Bu makam âşıkların Kabesi oldu. Buraya noksan gelen
tamamlandı
[31] Keşf’l–Hafa: 2.\451
[32]
Menakib al Arifin’de Emir Arif Gelebi diye bahsedilen Arif Çelebi’ye Ulu Arif
Çelebi denilmektedir
[33] “Mevlana’dan Sonra Mevlevilik” ten
[34] Enfal Suresi; Ayet 17
[35] Fetih Suresi; Ayet 10
[36] Ebu Davud, İlim1;İbni Mace, Mukaddime:17
[37]
Mevlanadan Sonra Mevlevilik; Abdulbaki Gölpınarlı.
[38] Mevlanadan Sonra Mevlevilik; Abdulbaki Golpmarh.
[39] Mevlanadan Sonra Mevlevilik; Abdulbaki Gölpınarlı.
[41]
Mevlanadan Sonra Mevlevilik; Abdulbaki Golpinarli.
[42] Şahidi’nin “Bu kitabı Mesnevi’ye anahtar yaptım”
dedigi “Gulsen-i Tevhid” adlı eserini aziz ve kıymetli ustadimiz. Gerçek ve
Seçilmiş Insan, Midhat Bahari Beytur Farsça aslindan dilimize çevirmiştir. Bu
eser Inkilap ve Aka Kitapevi tarafindan 1968’de neşredilmistir.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar