Print Friendly and PDF

SEMA OKULU...Yakup Baba (Koyuncu) 5

Bunlarada Bakarsınız


 

MELEKLERİN, PEYGAMBERLERİN,  SUFİLERİN HAYATTAKİ DENGE SANATI  SEMA HZ.MEVLANA’NIN  KURMUŞ OLDUĞU DEVAM EDEN   SEMA OKULU İRŞAD-ÜS SEMA ADAB VE ERKÂNI HİKMET VE SIRLARI  

DEVAM EDEN  SEMA OKULU

Hazırlayan: Yakup Baba (Koyuncu)

BEŞİNCİ BÖLÜM

1—NEFSİNİ BİLEN RABBİNİ BİLDİ HİKMET VE SIRLARI

2—KÂBE’NİN TAVAFI HİKMET VE SIRLARI

3—AFFEDİP BARIŞANIN MÜKÂFATININ HİKMET VE SIRLARI

4—SELAHADDİN-İ ZERKUBİ HİKMET VE SIRLARI

5—HZ. MEVLANA CELALEDDİN RUMİ,  TİRMİZ’Lİ BURHANEDDİN VE TEBRİZ’Lİ ŞEMSEDDİN HİKMET VE SIRLARI

6—MEVLANA’DA SEMANIN HİKMET VE SIRRI

7—HÜSAMEDDİN ÇELEBİ HİKMET VE SIRLARI

8—HZ. MEVLANA’NIN DÜĞÜN GECESİ — ŞEB-İ ARUZ HİKMET VE SIRLARI

9—FASIK VE ZAHİTLER

10—SULTAN VELED HİKMET VE SIRLARI

11—ULU ARİF ÇELEBİ HİKMET VE SIRLARI

12—ATEŞ-BAZ VELİ HAZRETLERİ HİKMET VE SIRLARI

13—SULTAN DİVANİ VE ŞAHİDİ HİKMET VE SIRLARI

NEFSİNİ BİLEN RABBİNİ BİLDİ

HİKMET VE SIRLARI

Harika sure ‘‘ eş – Şems ‘‘ de de Allah güneşe, aya, yere, göge ve nefs e’ yemin eder ve sonra şu şiarı ilan eder; nefs, bir tohum gibidir ve insana bir çiftçi gibi! 4

 ‘‘ Gad eflana men zekkaha; Hasat, mahsul, kim onu yarıp büyürürse yetiştirip geliştirirse…5

 ‘‘ Ve Gad habe men dessaha’’: ve onu toprağa ğömen kişi ise bahtsızdır, ziyandadır! 6

  Sultan Veled anlatır: “Ben, beş yaşında idim. Bir gün babamın, talebelerine şöyle dediğini duydum: “Ben yedi yaşında iken, nefsim tamamıyla ruhuma tabi oldu. Nefsi isteklerimden kurtuldum.”  Bunu duyan talebelerden biri: “ Efendim! Biz, sizi devamlı nefsinizle mücahede eder halde görüyoruz. Bu sözünüzü nasıl anlamak icabeder?”  dedi. Bu suale; “ Nefs, yaratıkların içinde en ahmak olanıdır. Hep kendi zararını ister. Onun yakasını bırakmağa gelmez. Çünkü en büyük düşman nefstir. Büyüklerimiz, ölünceye kadar nefsle mücadele etmiştir. Biz de öyle yaparız” cevabını verdi.”

Bir gün Mevlana birkaç dostu ile birlikte At Pazarı kapısından çıkmış babasının mezarını ziyarete gidiyordu. İlerde bir kalabalık toplanmıştı. Biri koşarak: “ALLAH aşkına Mevlana’mız şefaat etsin, gene bir Rum’u idam edecekler” diye feryat etti. Mevlana ilerledi, herkes ne olacağını merakla bekliyordu. Feracesini idam edilecek delikanlının üzerine örttü. Artık idamı infaz etmeye kimsede yürek kalmadı. Mevlana’nın şefaat ettiği Rum delikanlı böylece asılmaktan kurtuldu, mana sultanına bende oldu.

Adı Siryanus olan, mazisi hilekârlık ve yankesicilikle geçen bu gence Mevlana, Alâeddin adını verdi. Alâeddin Siryanus’un iman, sevgisi o dereceye vardı ki şehrin nice büyük şeyhleri onun ağzından çıkan Hakikat sözlerini anlamaz oldular. Bir gün, “Sen Mevlana’ya ALLAH diyormuşsun!” diye Siryanus’u Kadı’nın huzuruna çıkardılar. O Hâşâ!” dedi, “ALLAH değildir, ALLAH’ı yaratandır. Ben münkirdim, mümin yaptı. Akılsızdım, akıl verdi, irfan bağışladı. Beni, ALLAH’ı bilen yaptı. ‘Nefsini bilen Rabbini bilir Hadisinin sırrı bende tecelli etti. Bir kimsenin ruhunda ALLAH’lık sıfatı olmayınca ALLAH’ı tanıyamaz.”

HZ.MEVLANA’DA

EDEB, HAYÂ VE YAŞLIYA HÜRMETİN

HİKMET VE SIRLARI:

  Hz. Mevlana, sohbet meclisinde bir gencin ihtiyardan yüksekte oturduğunu gördü o gence bir şey söylemedi. Sohbete başladı:

  Hz. İmam-ı Ali Kerreme’llâhü veche Radıyallahu anhum bari Efendimiz sabah namazını kılmak için Mescidi Nebiye doğru yürüyordu. O sırada önünde yürümekte olan bir ihtiyar gördü. Yaşına hürmeten geçmedi onu. Adımlarını onun adımına göre atıyor, ihtiyarı incitirim korkusuyla bir santim bile geçmiyordu. Mescid-i Nebî’nin önüne kadar geldiler. O gayr-i Müslim devam etti gitti, Hz. İmamı Ali de mescide girdi. Bu sebebten dolayı namaza geç kalınca birinci rekâtın rükûunda Cebrail Aleyhisselam Resulullahın sırtına lütf ile dokunup durduğunu Hz İmam-ı Ali kerreme’llâhü veche namaza iktida eder etmez doğrulmuş ve namazı devam buyurmuşlardır.

 Namazdan sonra Ashab-ı Kiram, Resulü Sakaleynden rüku’yu bu kadar uzatmanızın sebebi nedir diye sual ettiler. Aleyhisselatu Vesselam Efendimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Rüku’ya vardım sonra başımı kaldırmak istedim fakat kaldıramıyordum Kardeşim Cebrail Aleyhisselam kanadını üzerime koydu. Ne kadar zaman geçti onu da bilmiyorum. Birden kanadını çekti üzerimden namaza devam ettim.          

Ashab-ı Kiram bunun hikmeti nedir Ya Resulullah sual ettiler. Resulü Zişan Efendimiz Sallalahu Vesellem; “Bilmiyorum, kardeşim Cebrail’den sual edelim. Cebrail Aleyhisselam rükû’da kalmanızın hikmeti şudur Ya Resulullah, dedi. Hz.İmamı Ali mescide namaza gelirken gayri müslim yaşlı bir Yahudi çıktı ona hürmeten önüne geçmekten hayâ ederek adımlarını ona göre uydurdu. İhtiyara o şekilde saygı Allahu Azimüşşanın çok hoşuna gittiği için Hz. İmamı Ali de cemaate yetişemedim diye mahzun olmasın diye Allah emrü ferman buyurdu bizlere.

Peygamberimiz Sallalahu Vesellem Ashabına döndü. Size daha taacub edeceğiniz bir meseleyi haber vereyim dedi. Bana İmamı Ali namaza yetişinceye kadar sizleri rükûda tutmam emrolunduğu gibi Mikail Aleyhisselama da güneşi tutması ve Hz. İmamı Ali namaza yetişinceye kadar güneşin doğmasını durdurmam için bize emri ferman buyruldu. Şah-ı velayet tarafından gösterilen hayâ ve edepten adeta zaman durdurulmuştu. Rasulü Zişan efendimiz ashabı ile birlikte rukuda bekletiliyor, adeta soluklar tutulmuş, yalnız

 subhanerabbiyelazim tesbihi okunuyordu.

Mevlana Hazretleri; gördünüz mü edep ve hayânın hikmetini… Hayâ deyip de geçme imanın şubelerinden imanı bir ulu ağaca benzetmişlerdir. Edeb ve hayâ, hürmet ve saygı bir gayri Müslim ihtiyara saygılı olmak Allahu Azimüşşanın hoşuna bu kadar gittiğine göre bir de ömrünü dini islama uyarak ömrünü geçirmiş bir ihtiyara saygı ve hürmet gösterirseniz o gençlerin Allahu Teâlâ katında ne kadar yüksek bir mertebe kazanacağını düşünebiliyor musunuz diye buyurdu. Bu nasihatı dinleyen bir genç mükemmel bir ders alıp hemen Hazreti Mevlana’nın ellerine ayaklarına kapandılar. Bundan sonra ihtiyarlardan yüksekte oturmak değil hep kıyamda ayakta dururuz Ya Hazreti Mevlana, dediler.

  Bir gün de Mevlana, şeyh Mehmet Hadim’e bir işin yapılmasını, tamamlanmasını emretmişti. Şeyh : “İnşallah!” cevabını verdi. Mevlana sert bir sesle : “Söyleyen kimdir?” diye sordu. Mehmet Hadim birden yere yıkıldı, ağzından köpükler geliyordu. Hale şahit olan dostlar feryat ile : “Şeyh Mehmet Hadim bir daha küstahlık etmez” diye yalvardılar. Sultan Mevlana inayet nazarlarını Şeyhe çevirdi. Mehmet Hadim derhal kendine geldi.

Mevlana bu ibretli vakıa ile Şeyh Mehmet Hadim’i ikilikten kurtarmıştı. “Görünen HAK’tır, gören HAK, gösteren HAK[1] diyebilecek makama geçirmişti.

Bir akşam Muineddin Pervane’nin evinde büyük bir toplantı tertip edilmişti. Bütün ileri gelenler ve Sultan Rukneddin de bu toplantıda hazırdı. SEMA saatlerce sürdü. Sultan Rukneddin’in beline bir ağrı girdi. İçinden SEMA’nın artık son bulmasını istedi. Hüdavendigar derhal SEMA’ı kesti. Yalnız Şeyh Abdurrahman Seyyad daldığı âlemden kendini ayıramıyordu. Sultan Rukneddin’in canı sıkıldı. Pervane’nin kulağına:

Bu ne utanmaz kişidir hala oturmuyor” dedi, Mevlana hemen döndü : “Siz içinizde oynayan ve sizi kulağınızdan tutup aşağılık âlemine çeken küçük bir kurt sebebiyle böyle kaynaşıyor, huzur bulamıyorsunuz. Bir kimsenin içinde ağzı açık bir ejderha bulunursa ve onu yücelik âlemine yükseltmek isterse, o kimse nasıl rahat edebilir?

Fena halde utanan Sultan Rukneddin derhal baş koyup Mevlana’ya mürit oldu. Oldu ama daha büyük bir gaf, daha büyük bir küstahlık yapmaktan da geri kalmadı. O devirde Şeyh Babay-i Merendi isminde riyazet ehli, zahit bir ihtiyar vardı. Bu ihtiyarın methi Sultana ulaşmış, sohbetini dinlemek için onu sarayına davet etmiş, o günkü SEMA meclisinde başköşeye oturtmuştu. Kur’an okunduktan sonra Sultan Rukneddin mecliste davetli bulunan Hüdavendigar’a döndü:

Malumunuz olsun, bu halis kul Şeyh Baba hazretlerini baba edindim, o da beni oğulluğa kabul etti” dedi. Hüdavendigar tebessüm ederek : “Gerçekten Sa’d kıskançtır; ben Sa’addan daha kıskancım, ALLAH da benden daha kıskançtır. Eğer Sultan onu baba edindi ise” dedi, “biz de kendimize başka birini oğul ediniriz.” ve çıkıp gitti.

Vakıanın bundan sonrasını Çelebi Hüsameddin’den dinleyelim: “Mevlana hazretleri dışarı çıkınca Sultan Rukneddin’in tarafına baktım, başsız oturduğunu gördüm. Hemen darbeyi yemişti. Mevlana’nın arkasından koştuysak da dönmedi.

O günlerde Tatarlara karşı gelmeyi konuşmak için Aksaray’da bir toplantı vardı. Emirler, Sultan Rukneddin’i de çağırmışlardı. O da giderken yardım dilemek için Mevlana’ya geldi. Hüdavendigar : “Gitmesen iyi olur, gitme” buyurdu. Fakat Sultan arka arkaya yapılan davetlere dayanamadı ve Aksaray’a gitti.

Birkaç gün sonra yüce Mevlana, Medresesinde SEMA ediyordu. Birden iki şahadet parmağını kulaklarına tıkayıp zurna getirmelerini emretti. Sonra getirilen zurnayı kulağına koyup şu gazeli okumağa başladı:

Demedim mi sana oraya gitme,

Seni belalara uğratırlar,

Onların elleri çok uzundur, ayağını bağlarlar.

Demedim mi orada tuzak içinde tuzak var,

Tutulursan nereden kurtaracaklar seni?

Demedim mi meyhanede acayip erler vardır.

Aklı saçma sözlerle oklarlar.

Senin gibi saf adamı bir lokma gibi kapıverirler,

Yaya bir er için bir padişahî bile mat ediverirler.

Sen gönlü dar bir adamsın.

O ciğer yiyenlerin yanına varırsan

Seni ciğer gibi alırlar, çorbalarına atıverirler.

Seni hamur gibi çekip çekip uzatırlar,

Büküp büküp değirmileştirirler.

Kafdağı bile olsan seni havaya uçuruverirler.

Toprağından binlerce acayip kuşlar yaparlar.

Topraktan sudan geçersin de gene sana neler ederler, neler.

Bu tenden, deriden pamuk çeker gibi

Seni çekerler de bir hayale döndürürler.

Ne önün kalır, ne sonun, ne sağın kalır, ne solun.

Seni çeşitli hükümlere, lütfe, kahra razı bulurlarsa,

Zahmetlerden kurtarırlar, razılık makamına yüceltirler.

Şükretmeyi artırır, herşeye şükredersen

Rıza makamından da yüceltip seçilmiş bir er yaparlar.

Sus, çünkü bu saçma sapan sözlerle vakit geçiren ahmaklar bir bölük hayvandır, otlayıp dururlar, seni de hemencecik çiğneyip yutarlar.[2]

  SEMA sona erince Mevlana feracesini mihraba atarak:

  Cenaze namazını kılalım” dedi ve tekbir getirdi. Dostları kendisine uydular. Namazdan sonra Sultan Veled’den, Mevlana’nın bu halinin neye delalet ettiği sorulması istendi. Fakat Sultan Veled daha söze başlamadan Mevlana:

Evet, Bahaeddin! Biçare Rukneddin’i[3] boğuyorlardı. Takdir böyle idi. Bizim adımızı seslendi. Sesi kulaklarımı tırmalamasın diye zurnanın ucunu kulağıma koydum. Fakat öbür âlemde Rukneddin’in durumu iyidir” buyurdu.

  Aynı vakıa münasebetiyle söylenen ikinci bir gazeli de Mevlana’nın gerçeğini ifade ettiği için arz etmeden geçemiyoruz:

  Demedim mi oraya gitme, seni ben tanırım ancak.

  Bu yokluk serabında hayat kaynağı benim ancak.

  Kızgınlıkla benden kaçıp yüz bin yıllık yere gitsen

  Sonunda gene bana gelirsin, gelip kavuşacağın yer benim ancak.

  Demedim mi sana, dünya nakşına razı olma?

  Benim, senin razı olacağın otağı nakşeden,

  Onu süsleyip bezeyen benim ancak.

  Demedim mi ki ben denizim, sen bir balıksın;

  Kuru yere gitme, senin duru denizin benim ancak.

  Sana demedim mi kuşlar gibi tuzağa gitme.

  Gel, benim, sana uçuş kudretini veren,

  Senin kolun kanadın benim ancak.

  Demedim mi yolunu vururlar, seni soğuturlar.

  Hâlbuki ateşin de benim, hararetin de ben,

  Havandaki ıssılık da benim ancak.

  Demedim mi sana,

  Öyle sıfatlar, öyle huylar verirler sana ki

  Abı hayat kaynağını kaybedersin, hâlbuki o kaynak benim ancak.

  Kulun işi ne yandan düzelir deme, diye sana tembih etmedim mi?

  Cihetsiz olarak yaratan, işleri düzen benim ancak.

  Gönlün bir mum ise evin yolu ne tarafta, onu bil.

  Tanrı huyu ile huylandınsa, anla artik, ev sahibi benim ancak[4]

  Bir gün Sultan Veled ile Hüdavendigar oturmuşlar sohbet ediyorlardı. Bir ara Sultan Veled dedi ki : “Ne güzel bir zamandayız. Halkın hemen hepsi mutekit, Vaktiyle Mansur “Ene-l Hak” dedi diye idam edilmişti. Bayezid’in de kaç defa katline kast edilmişti. Hüdavendigar’ın ise her beytinde bir “Ene-l Hak” vardır, fakat hamdolsun kimse itiraz edemiyor” Mevlana gülerek cevap verdi: “Onların makamı âşıklık makamı idi. Âşıklar belaya uğrarlar. Bizim makamımız ise Maşuk’luk makamıdır. Maşuk hükmünü yürütür ve Maşuk’a itaat olunur

KÂBE’NİN TAVAFI HİKMET VE SIRLARI

  Konya’nın Mevlana aşkından sarhoş olduğu mutlu günlerden biriydi. Hac mevsimi yaklaşmıştı. Mevlana hayranlarından, devrinin Rabia’sı diye tanınan Fahrunnisa Hatun da Hacca niyet ediyordu. Hüdavendigar’ın müsaadesini almak için bir gün huzura vardı. Fakat daha söze başlamadan Mevlana: “Çok iyi bir niyettir, belki biz de geliriz” buyurdu. O gece Fahrunnisa Hatunun da katıldığı çok güzel, çok derin sohbet yapıldı. Herkes dağıldıktan sonra, gece yarısı Hüdavendigar Medresenin damında teheccüd namazına durdu. Bir ara büyük bir gürültü oldu. Mevlana, henüz gitmemiş olan Fahrunnisa Hatunu yukarı çağırdı. “Maksudun hâsıl olmuştur, bak” diyerek başının üstünü işaret etti.

Fahrunnisa Hatun gördüklerini sonradan ağlayarak şöyle hulasa etmişti: “Kâbe-i Muazzama’nın Hüdavendigar’ın başı üzerinde döndüğünü, çarh attığını şu gözlerimle gördüm

  Fahrunnisa Hatun, gördüğüne dayanamayarak bir çığlık atmış ve bayılmıştı.. Akıllara hayret veren bu hadise için Mevlana’nın bir de gazeli vardır...

  Şimdi, bir lahza da Malatyalı Mevlana Şemseddin’i dinleyelim: “Bir gün Mevlana hazretlerine gitmiştim. Kendisini yalnız olarak buldum. Bir köşeye otururken ‘Yakına gel’ buyurdu. Biraz ilerledim. ‘Daha yakına gel’ diye tekrarladı. O kadar yaklaştım ki dizim mübarek dizine süründü. İçimde ürperme oldu. Mevlana: ‘öyle otur’ buyurdu. Seyyid Burhaneddin’den, Şems-i Tebrizi’den ve kerametlerinden o kadar bahsetti ki kendimden geçtim. Sonra : ‘Peygamberimiz hazretleri, Salihlerin anıldığı yere rahmet yağar, buyurmuştur,’ dedi. ‘bizim anıldığımız yerde ise ALLAH tecelli eder.

  Konya’nın âşık hanımları, ilim, irfan meraklıları haftada bir gece Sultanın Naiplerinden Emineddin Mikail’in hanımına misafir olurlar, Mevlana’nın teşrifini beklerlerdi. Yazımızın başında bahsettiğimiz Gürcü Hatun da Mevlana hayranlarının en ileri gelenlerindendi. Ressamın çizdiği o yirmi resmi saklamış, her nereye gittiyse beraberinde götürmüştü.

  Mevlana için kadın tebcile layık hak nuruydu. Sevgi ve şefkat insanlık, hiddet ve şehvet hayvanlık vasfı idi. Kadın için: “Sanki bir ince perdeden Hak tecelli etmiştir” ve: “Kadın Hak nurudur, sevgili değil. Sanki yaratıcıdır, yaratılmış değil” buyuruyordu. Bu suretle Tanrının kadındaki görünüşünün şuhudun en mükemmel derecesi olduğunu açıklıyordu. Evet, şekil örtüsünü bir tarafa atan Mevlana, Kadın’da Mutlak Varlığın güzelliğini görüyordu. Kadına, Hakkın, güzelliğini açıkladığı ve yaratıcı kudretini icra ettiği bir vasıta olarak bakıyordu.[5]

  Mevlana’nın gelini Fatma Hatun’a (Şeyh Selahaddin’in kızı) yazdığı mektupta, şefkat, sevgi, himaye ve samimiyet hislerinin enginliğine misal olacak şu cümleler vardı:

  ALLAH’ı şahit tutarım ve Hakka yemin ederim ki seni inciten hersey bizi on misli mustarip eder. Şeyhlerin sultani Selahaddin’in üzerimizde o kadar hakki vardır ki o borcu hiçbir şükran ödeyemez. Öz evladımızdan bizden bir şey gizlememesini rica ederim. Onu rahatsız eden, inciten herseyi elimden geldiği nispette def etmeğe çalışırım. Eğer aziz evladım Bahaeddin seni incitiyorsa, ALLAH’a yemin ederim, onu kalbimden çıkarır atarım. Selam dahi vermem, cenazeme gelmesini de istemem

  Baştanbaşa sevgi ve insanlık kokan bu satırları yazıp okurken, Mevlana’nın dile tarife sığmayan insanlığına dünyanın ne kadar, ne kadar ihtiyacı olduğunu düşünmemek elden gelmiyor.

VELİYE HANIMLAR

Rabiatu’I-Adeviyye (Ö 183/804): Diğer İslamî ilimlerde olduğu gibi tasavvufta da kadınların ayrı bir yeri vardır. Fakat Ra­biatu’l Adeviyye’nin tasavvuf düşüncesinde elde etiği şöhretin ben­zerinin diğer ilimlerle meşgul olan müslüman kadınlarla görülmesi mümkün değildir. Basralıdır. Bir müddet sahralarda uzlet ve inziva hayatı yaşadı. Onun en önemli yönü daha önce temas ettiğimiz gi­bi Allah korkusuna dayalı bir tasavvufa mühim bir boyut daha ge­tirerek konuyu -Allah aşkı- üzerinde toplamasıdır. Menkıbelerden anlaşıldığına göre devrinin zahidlerinden Sufyan Sevrı ve Hasan Basrı ile mesleki sohbetler yapmıştır. Zühdün en önemli ve en bü­yük temsilcilerinden olan Hasan Basrı ile aralarında geçen şu ko­nuşma onun önemli bir yönüne açıklık getirmektedir:

Hasan Basrı birgün Fırat nehrinin kenarında oturan Rabia’yı görünce seccadesini suyun üzerine serdikten sonra buyurun burada iki rekat namaz kılalım dedi. Rabia:

- Üstad, ahiret ehline dünya pazarından bir gaye mi göstermek istiyorsun. O halde onu öyle göster ki insanoğlu benzerini göstermekten aciz kalsın.

Rabia daha sonra seccadesini havaya serdi ve “Ey Hasan sen de buraya gel de halkın gözünden gayb olasın” dedikten sonar esas Söy­lemek istediğini söyledi: “Üstad senin yaptığını balıklar, benim yaptığımı ise sinekler de yapıyor. Esas mesele bunların ötesindedir”

Hakkında doğu ve batı dillerinde incelemeler vardır.[6] Ömer Rıza Doğrul Rabiatu’l-Adeviyye adlı bir eser yazmıştır.

Bir Istıtrat: Tasavvuf ve kadın

İlk yıllardan itibaren zühd ve tasavvufa yönelen kişiler arasın­da kadınlar da bulunmuştur. Sufilerin hayat ve menkıbelerini konu alan tabakat kitapları bize onların da fikir ve görüşlerini nakletmiş­lerdir. Mesela, Nefahatu’l-üns’te Rabia’ dan başka kırka yakın za­hideden bahsedilir. Kuşeyri, Kelebazı, Hucvirı gibi sufi yazarlar eserlerinde kadın sufilerden pek bahsetmemişlerdir. İbn Cevzi Sifa­tu’s-safve adlı eserinde kadın sufilerle ilgili geniş bilgi verir. Bun­ların bir kısmı esir-cariyedir.

Daha sonraki asırlarda kabiliyetli kadınlardan tasavvufi soh­betlerle istifade edildiği görülmektedir. Diğer bazı tarikatlarda olduğu gibi özelikle Mevleviye tarika­tında halife olan kadınlara rastlanmakta, hatta kadınların kendi ara­larında sema yaptıkları da bilinmektedir.

Tarikatlar döneminde kadının tarikata girişi meselesi üzerinde durulmuş ve bazı tarikatlar bunun âdab-erkanını tesbit etmişlerdir. Konu ile ilgili esasların bir kısmı şöyledir:

1. Kadın kocasının tari­katına girer,

2. Kadınlar erkeklerle beraber cehri (sesli) zikir yapa­mazlar

3. Kendi aralarında cehri zikir için mürşidin izni gerekir.

4. Müride, şeyhinin elini öpemez.

5. Kadınlardan halife olmaz. Bu esaslara özelikle Nakşibendiyede titizlikle uyulması istenir..

7 Rebiülevvel 1341 tarihli bir tarifname şu cümlelerle sona eri­yor: İşbu tarifnamede tahrir olunduğu veçhile evrad-ı yevmiyesini okumak ve vakit buldukda sünnet namazları eda eylemek üzere Ha­lil Efendi’nin haremi Zekiye Hatun’u Tarikat-ı Aliye-i Nakşiben­bendiye-i Saminiye hemşireliğine kabul eyledim.

Tasavvufi hayatta baştanberi kadınların bulunduğunu İbn Hü­seyin Razi’nin (Ö. 304/916) şu cümlesinden anlayabiliriz:

“Sufiler için afet, oğlanlarla sohbet ve kadınlarla arkadaşlıktır.”

Asr-ı saadette, ilim, fikir ve takvada başta Hz. Peygamber’in eş­leri olmak üzere yetkili kadınlardan istifade edilmiştir. Daha sonraki asırlarda bu tarz faaliyetler kısıtlanmıştı. Tasavvufi hayat, kadına verdiği değerle adeta bu ilk dönemin tabii yaşama şekline dönme gayreti içinde olmuştur. İbn Arabi Fatıma bt. Musenna’nın irşadla­rından çok istifade ettiğini Futuhatu’I-Mekkiye’de zikreder. Zünnun, Nuri, Cüneyd, Ebu’I-Havari, Seri, Geylani... gibi büyük sufilerin et­rafında kadın mürideler hatta onları ikaz eden sufiyeler vardı.

Sufilere göre ricalu’l-gayb arasında kadınlar da vardır. Onlar, rical (erkekler, adamlar) kelimesini er olanlar, kamil olanlar anla­mına alırlar ve Nisa suresinin 34. ayetinde geçen “Erkekler (rical) kadınlar (nisa) üzerine hakim ve yöneticidirIer...” ifadesini de bu açıdan değerlendirirler.

Anadolu’nun muhtelif yerlerinde kabirleri ziyaret edilen, him­metlerine başvurulan pekçok kadın evliya vardır. Rabiatu’I-Ade­viyye ise İslam edebiyatında aşk ve samimiyeti ile meşhur olan şahsiyetlerden biridir Batı mistisizmi tarhinde de vecd ve istiğrak hali yaşayan pekçok mistik kadından bahsedilir.”4

1/3 Şu cümleler Hristiyanların mukaddes kitabında yer alıyor:

“Mukaddeslerin bütün kiliselerinde olduğu gibi kiliseler de kadınlar sükut etsinler. Çünkü onlara söylemek için izin yoktur. Ancak -şeriatın da dediği gibi-­ tabi olsunlar. Ve eğer bir şey öğrenmek isterlerse evde kendi kocalarına sorsun­lar.” İncil. ı. Korintoslulara, 34-36.[7]

Bazı kadın zahidelerin sözleri:

Lubabe: Allah’ın, beni kendisinden başka birşeyle meşgul iken görmesinden utanırım.

Meryem Basriye: Şu ayeti işittikten sonra rızık konusunda as­la bir gam ve düşüncem olmamıştır: “Size vadedilenler de nzkınız da semadan gelir” (Zariyat 51/22).

  Şu’vane: Dünyada çok ağlayıp kör olmak, Cehennemde kör olmaktan bence daha iyidir.

  Fatıma-i Nişaburiye: Allah’ı müşahede için amel eden ariftir. Allah’ın  kendisini müşahede etmesi için amel eden ise muhlistir.[8]

 

AFFEDİP BARIŞANIN MÜKÂFATININ

HİKMET VE SIRLARI

  Günlerden bir gün, Mevlana yaranından birbirini seven iki dost arasında anlaşmazlık çıkmış dargınlık hâsıl olmuştu. Barışmaları imkânsız bir hal almıştı. İkisinin de huzurda olduğu bir saatti. Mevlana hikmetler, ilahi bilgiler saçıyordu. Birdenbire buyurdu ki: “ALLAH, insanları iki türlü yaratmıştır. Biri, toprak gibi donmuş, ağırlığı yüzünden hareketsiz kalmıştır. Diğeri, su gibi akıcıdır. Akan suyun toprakla olan münasebeti ile topraktan gül bahçeleri yeşerir. Çiçekler ve meyveler canların gıdası olur. Birbiriyle münasebeti kesen dostların birisinin toprak, diğerinin su mesabesinde olması, birinin alçak gönüllülükle su evsafını alması lazımdır. Birbiriyle karışıp ülfet ettikleri zaman yüce Mabut o birleşmenin sulh çiçekleri ve neşeden, vefadan gül bahçeleri yaratır... Şimdi, ey Nureddin, sen su vasfını al, kerem et, lütfen toprak hükmünü alanın tarafına git. “Affedip barışanın mükâfatı ALLAH’a aittir.[9] Mademki ALLAHSulh hayırlıdır[10] buyurmuştur, olan bitenden sen vazgeç.

  Bu ikazla, derhal o iki dargın, baş koyup barışmışlardı.

  Ah, yüce mürebbi! Ah, insanlığın mevlânası Mevlana! Kerem eline dünyanın ne kadar ihtiyacı var...

  Şimdi şu müjdeyi de Mevlana’nın lahuti sesinden dinleyelim: “Kalpleri sevgi ile bir olan iki dost, Ariflerin Kutbu Bayezid-i Bistami hazretlerine misafir olmuşlardı. Şeyh sordu : “Ne zamandan beri dostsunuz?” “Otuz senedir,” dediler, “beraber kara ve deniz seyahati yapıyoruz.” “Aranızda hiçbir hadise veya kavga geçmiş midir?” “Hayır” dediler. Bayezid-ı Bistami: “O halde münafıklıkla zamanı geçirmişsiniz” dedi, “Arkadaşlık ve anlaşmanız münafıklık üzerine kurulmuştur. Çünkü dostluğun derecesi, lezzeti kavga, barış ve sitemdedir. Kavga edin, sonra barışın ki kalbinize münafıklık illeti girmesin

  Azizler azizi Mevlana’nın Bayezid-i Bistami’den naklen bildirdiği bu hikâyenin anlatmak istediği mana elbette ki bize müjdedir.. Sitemsiz, münakaşasız dostluk, sevgi yeknesaktır. ALLAH için affedebilme imkânını, o imtihanı bahsetmekten yoksundur. Sevginin, dostluğun, anlaşmanın olçüsü, kırgınlık ve dargınlığı, pürüzleri yenebilmektedir. Sevginin, dostluğun anlaşmanın tadı, marifeti, acıyı tatlı edebilmektedir. Âşık Yunus : “Ol dost için acıları şeker gibi yutmak gerek” dememiş midir? Zaten dünya, Bayezid-i Bistami’nin istediği gibidir, sitemsiz, dırıltısız değildir. Elverir ki su vasfını biz alabilelim, ecir kazanabilelim. Dostumuzu, sevdiğimizi hoş görebilelim, hatasını affedebilelim. Yahut derviş gözüyle, halkla muamele Hakla muamele olduğuna göre, herseyi Haktan bilip, sırf Hak için kırgınlıkları yenebilelim. İçimizin bizi azaba sürükleyen kirini, inadını silebilelim. Kesafeti atıp mücella ruh kalabilelim. Zira sevgi ve anlaşma ancak insanın kendi manasından, kendi mayasından olanla olabilir. Bunun için Mevlana:

  Zerre kanderin arz u semast

  Cinsi hod ra her yeki çun kehrubast

  Bu yerde ve gökte ne varsa her biri zerre zerre kendi cinsine kehruba gibidir buyurur. Bir başka mısraında:

  Feyat! Aynı cinsten olmayan dosta feryat!” diye sızlanır. Bu itibarla insan, dostunun, anlaştığının kıymetini bilip o yakınlığı, nefsine ağır gelen herhangi bir şeye feda etmezse gerçekten Hak yolundadır.

Yine Gel, Yine Gel…

  Bir gün huzurda, birisinin günahsız olduğundan bahis oluyordu. Mevlana: “Keşke yapsaydı da geçseydi” buyurdu.

  Mevlana’nın istediği insan, nefsine güvenen, benliğini gören değil, günahı ile eriyen insandı. Bu sebeple: “Günahta taat gizlidir” diyordu. Kusurun yanıklığı ile o eziklikle “ALLAH” demenin gerçek “ALLAH” demek olduğunu, dilde, satıhta kalmadığını işaret ediyordu. Ve “Yine gel, Yine gel. Her ne olursan ol yine gel[11] diye sesleniyordu. Mevlana, insanı kusurlarıyla, beşeri zaaflarıyla kabul etmiş, rahmet ve kerem elini uzatmış kurtarıcı idi. Nitekim Bayezid-i Bistami zamanında bir derviş intisap için Şeyhin huzuruna gelmişti. Buyruldu ki: “Meşhur günahlardan birini işledin mi?” Derviş : “Hayır” dedi. Bayezid cevap verdi : “O halde git, sonra gel ki günah karışmayan zühdün ilerleme yolunu kesmesin. İçinde kendini beğenme duygusu uyanmasın ve Şeytanın mahkûmu olmayasın. Kendini görmek uğursuzluğu seni ALLAH’ı görmekten mahrum etmesin. Çünkü teati görmek insanda varlık duygusunu uyandırır. Hâlbuki kusurunu, günahını görmek insani kendi gözünde küçültür, acizlik ve fakirlik hissini yaratır. Bunun için günahsız gelmek bu yolda makbul değildir

Bunun gibi, Mevlana’nın istediği de, insanın yokluğunu, hiçliğini[12] bilmesi idi. Hatta o kadar ve öyle ki kendinde varlık görerek, benlikle yapılan tövbenin bile günahtan beter olduğunu bildiriyordu.

Ey, haberhet ez haberdih bi haber

Tövbe-i to ez günah-i to beter [13]

 Ey, haberleri haber verenden habersiz olan; Senin tövben günahından beter” buyuruyordu. “Günah işlediğin zaman kendinden gafildin, hem ALLAH’ın takdirinden de habersizdin, tövbe ettiğin vakit ise kendine bakarsın. Tövbe eden, tövbeyi bahsedenden habersizdir. Mademki gönül, ALLAH’ın iki parmağı arasındadır[14], o halde, günahı da, tövbeyi de nasıl olur da balçıktan yaratılmış olan teninden bilirsin?.. Sen kımıldayanı görme, kımıldatanı gör. Haydi, aslan gibi can sahrasına çık, çık ki, o nişansız olan ceylanı göresin[15] diye aşinalarına ilahi sırları açıklıyordu.

O devirde, Konya’da Vezir Ziyaeddin’in hanında Tavus-u Çengi diye meşhur bir kadın vardı. Bir gün Mevlana o hana gelmiş, bu kadının odasının karşısına oturmuştu. Tavus-u Çengi hemen koşup Mevlana’yı hücresine davet etti. Çok hürmet gösterdi. Mevlana, onun odasında namaz ve niyazla meşgul oldu. Çıkarken de sarığının ucundan kesip verdi. O gün Emir Şerafeddin de o hana uğradı. Tavus’u görünce âşık oldu. Hâlbuki evvelden de kendisini bilirdi. Evlenme teklifinde bulundu. Elli bin dinar hediye etti. Evlendikleri gece Emir Şerafeddin Tavus Hatuna sordu: “Seni böyle zamanının Rabia’sı gibi görmemin sebebi nedir?” Tavus Hatun, Mevlana’nın kerem elinin kendisine uzandığını söyleyerek başındaki sarık parçasını gösterdi.

  Sahip Isfahanı’nın hanında da çok güzel bir kadın vardı. Yanında da kızlar çalıştırıyordu. Bir gün Mevlana bu hanın önünden geçiyordu. Kadın hemen handan çıkıp koştu. Baş koyup Mevlana’nın ayaklarına kapandı. Mevlana: “Rabia, Rabia, Rabia!” diye sesleniyordu. Kızlar da dışarı fırlamışlardı. Onlar da Hüdavendigar’ın ayaklarına kapandılar. Mevlana bu sefer : “Ne de büyük pehlivanlar, ne de büyük pehlivanlar. Eğer siz bu zahmetleri çekmemiş olsaydınız bu kadar nefs-i emmareyi kim yenerdi” buyurdu. Çok geçmeden bu güzel kadın tövbe etti; emrinde bulunan kızları azat etti. Mevlana’ya mürit olup hizmetlerde bulundu. Ahiret kadınlarının talihlileri arasına geçti...

İşte Mevlana’yı sevmek insanın dünyasını böyle değiştiriyor, ahiretini de mamur ediyordu. Veli, zehiri bal, cahili bilgili, avamı arif yapan, ölüyü diri kılan Hakkın kuvvet ve kudretiyle işleyen İnsandı. Veli, insanı yok edip Gerçek Var olanla var edendi.

Mevlana: “Agâh ol ki Veliler zamanın İsrafil’idir, ölüler onlardan can bulur, gelişirler” demişti. Ariflere göre, “ölüler” den kasıt mezarlardaki cesetler değil, Velilerden habersiz olanlardır. Ancak, Veliye inanan, Veliyi seven ölüm uykusundan kendini kurtarır. Aşk padişahî Mevlana bir beytinde de:

 Kâfir kimdir? Kâfir, İnsan-i Kâmilin imanından haberi olmayandır. Ölü kimdir? Ölü, İnsan-i Kâmilin canından habersiz olandır” buyurmuştu.. Bu itibarla, İnsan-i Kâmilin imanından haberi olmayan, gerçek yoldan çok uzaktır, canından habersiz olan, yani gönül ehli olmayan da, su ve balçıkta hapsolmuştur, ölüdür..

Değil bizim, dünya büyüklerinin kulaçlaya kulaçlaya sahilini, kenarını bulamadığı, hele derinliğine hiç varamadığı Mevlana, Mesnevi’nin ilk beyitlerinden birinde der ki:

 Denizi bir testiye dökersen ne kadar alır? Bir günün kısmetini” işte biz de nice zamandır ummanı testiye dökmekle meşgulüz. Mevlana gibi başı sonu olmayan mana âlemini kelime kalıplarına sığdırmak, anlatmak hevesindeyiz. Ne gaflet! Deniz nasıl testiye kabin genişliği kadar sığarsa Mevlana da kelime kalıplarına ve bizim idrakimize, istidadımız nispetinde sığar. Zaten Mevlana en kuvvetli, en üstün idrakin de ötesindedir. Bizden akıl mantık değil hayranlık ister. “Âşık ol, Âşık” der, “Aşkı seç ki sende seçilmiş bir insan olasın” diye seslenir. Hayranlarına sırlarından lütfeder.

Mevlana, Hz. Muhammed’in manevi varisi olması dolayısıyla insanlığın ve inananların efendisidir.

Mevlana, Veliyy-i ekmeldir. İspatı Mesnevi-i şeriftir. Bunun için Molla Cami:

Men çe guyem vasf-ı an alicenab

Nist peygamber veli dared kitab

 O âlicenabın Vasfı hakkında ne söyleyebilirim. Peygamber değildir, fakat kitabı vardır” demiştir. Bütün büyük Peygamberlerin kitabı olduğu gibi, demek istemiştir.

  Mevlana, âşıklar için hayat unsurudur. Ezgin, üzgün gönüller, onun sükûn bağışlayan kelamında dinlenir. “Elestu birabbiküm – Ben sizin Rabbiniz değil miyim? [16] nidasının hayranları onun ateşli havasında sermest olur.

Mevlana cihana sığmayan hudutsuz bir varlıktır. Güzeli doğruyu, iyiyi, aşkı, hakikati arayanlara müjdeler veren lahuti sestir. Zulmette kalanlara teselli sunan Rahmani sedadır. Ayrılıktan inleyenlere şifa bahşeden devalı nefestir.

Mevlana büyük bir Hak aşıkıdır, aşkın efendisidir; aşkta yok olmuştur, bizzat aşktır. Aşkın ne olduğunu soranlara : “Benim gibi ol da bil... İster nur olsun, ister karanlık, o olmadıkça onu tamamı ile bilemezsin” buyurur. Aşktan nasibi olmayanlara : “Eyvahlar olsun aşk padişahından beratı olmıyana” diye acınır ve Âşıkların şanını Mesnevi’de şöyle belirtir: “Âşıklar için her nefeste bir yanış vardır. Viran köyden vergi alınmaz. Âşık hatalı bir söz söylerse ona hata deme. Kanına ulanıp şehit olursa yıkamaya kalkışma. Şehitlere
kan sudan yeğdir. Âşıkların hatası da âşık olmayanların yüz sevabından daha iyidir

Mevlana son gazelinde bile aşkı dile getirmiştir:

Git, başını yastığa koy.

Geceleri dönüp dolaşan bu perişanı yalnız bırak.

Biz gece ta sabaha kadar çırpınan sevda dalgasıyız,

İstersen gel, lütfet bize, istersen git, cefa et.

Gözyaşları dökerek gam bucağında sürünüyoruz.

Akan gözyaşlarımızın yolunda yüz yerde yüz tane değirmen kur.

Bir dert var ki başka devası yok.

Artık nasıl olur da bu derde çare bul diyebilirim..

Dün gece rüyada bir pir gördüm, aşk köyündeydi,

Eliyle bana yanımıza gel diye işaret etti

Mevlana, mısra ve beyitlerinde daima aşkı terennüm ettiği halde bir beytinde de aşkın azamet ve kudretini ancak şu türlü ifade buyurmuştur : “Aşkı tasvire kalkışan kalem acele etti; fakat onu yazmaya muktedir olamayarak parçalanıp gitti

Mevlana eşsiz bir mistik şairdir. Şiirleri, zahiren şiirdir. Hakikatte ALLAH ilhamıdır, hikmet ve Hakikat kaynağıdır, sırr-ı Tevhiddir. Bir rubaisinde: “Canım olduğu müddetçe ben Kur’anın kölesiyim. Hazreti Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in yolunun toprağıyım. Eğer bir kimse sözlerinde bundan gayrı birşey naklederse o kimseden ve o sözlerden bizar olurum” buyurur. Bununla şeriat, tarikat, hakikat mertebelerini açıklayan bütün mısra ve beyitlerinin, bütün kelamının Kur’an’dan ve Peygamberimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’den ilham olduğunu açıklar. Her mertebedeki her çeşit insana hitap eder. Kendi ifadeleriyle, bir ayağı şeriattadır, bir ayağı ile yetmiş iki milleti dolaşır.

Mevlana, ilim ve irfan meş’alesidir. Bir deha abidesidir.

Maneviyat cihanının sultani Vahdet-i vücut’çudur. Bütün kâinat, eşya mutlak bir varlığa sahip değildir. Müstakil olarak vücutları yoktur, her varlık Hakkındır. Varlık diye gördüğümüz hersey Vücudu Mutlak’ın arızi sıfatlarının istihalesinden ibarettir. Bunun için:

 Biz yoklarız; bizim varlığımız da âdemdir; sen fanilikte görünen vücüdu mutlaksın” beytini irad ederek ariflere Hakikatten paha biçilmez inciler sağar. Bizse gafletimizden yoku mevcut görürüz. Mevhum “ben”lerimizin sesini dinleriz. Mevlana her yaratılmışla beraberdir: “Ben her cemiyette inledim, iyi hallilere de fenalara da eş oldum” derken cümleye yar oluşunu, af ve rahmetini, lütfünü, büyüklüğünü, açıkçası “BİRLİK” mertebesinden cümleye dost oluşunu ifade eder.

Mevlana yokluktur, Mevlana’da var olan HAK’tır. Bir gazelinde bu yokluğu şöyle anlatır:

 Ne topraktan, ne sudan, ne rüzgârdan, ne ateşten, ne arştan, ne ferşten, ne kevn ve ne de mekândanım. Mekânım la mekândır, nişanım binişandır. Ne ten var, ne can var, ancak ben cananımın canındanım

Diğer bir şiirinde de aşinalarına bu Hakikati şöyle seslenir:

 Yine geldim. Yine geldim, ruh gibi tene geldim. Tepeden tırnağa kadar ALLAH diyerek ALLAH’a en yakın mertebeye geldim. ALLAH’tan mey içerek, ALLAH’ın sarhoşu olarak yine geldim. Ben yokum, bendeki ALLAH’ın varlığıdır

Evet, böyle...

SELAHADDİN-İ ZERKUBİ

HİKMET VE SIRLARI

  Mevlana Hazretleri Şems’i Tebrizi’yi aramayı bıraktıktan ve O’nun sırlarını kendi nefsinde görmeye başladıktan sonra Şeyh Selahaddin Hazretlerini yanına aldı ve onu kendisine halife, meclislerinin ermişi ve halvetinin nedimi yaptı. Onun varlığı ile sükûnet buldu. Müritler, her ikisinin sohbetinden faydalandılar... Kıskançlar telef oldular.

Şeyh Selahaddin Hazretleri gençliğinde Mevlana’ya ulaşıp mürid olmadan önce; Seyyid Burhaneddin Muhakkiki Tırmizi’ye mürid olmuştu ve daima ona hizmet eder feyzinden müstevhid olurdu. Mevlana Hazretleri Seyyid Hazretlerinin müridi olduğu vakit o da iradetini yenileyip Mevlana Hazretlerine de mürid oldu ve Seyyid Hazretleri:

 Bana, Şeyhim Sultan-ül Ulema’dan iki şey nasip olmuştur; Biri söz fesahati (güzel konuşma), diğeri hal güzelliği. Söz fesahatini Mevlana Celaleddin’e verdim; çünkü O’nun halleri çoktur, buna muhtaç değildir. Halimi’de Şeyh Selahaddin hazretlerine bağışladım; çünkü O’nun hiç söz söylemek hassası yoktur. Bir takım azgınlar, taşkınlar Şeyh Selahaddin Hazretlerini cahillilerden ve avamdan sayarlardı. Cehaletlerinden ve körlüklerinden ümmiyi âlimden ve Levh-i Mahfuzu, hafızın yazı tahtasından fark edemezlerdi

Yine Mevlana Hazretleri dini ilimler elde etmek, öğretim ve vaaz etmekle meşguldü. Şeyh Selahaddin’de Zerkupcu (kuyumcu) dükkânında helalinden para kazanmak ve halini kuvvetlendirmekle uğraşırdı.

Mevlana’nın kutlu çevresinde müstesna bir yeri olan Selahaddin Feridun Zerkub, Konya’da bir göl kenarında kurulmuş olan Kamile köyünden olup ailesi balık avlamakla geçinirlerdi. Fakat Şems-i Tebrizi gibi aslen Tebrizli olduğu söylenirdi. Ümmi idi, okuma yazma bilmezdi. Buna rağmen son derece zeki ve anlayışlı idi. İlim ve irfan âşıklısı idi.

Seyyid Burhaneddin Konya’dan Dar-ul Fetih denilen Kayseri’ye gidip orada vefat ettiği vakit, Selahaddin de gönlünde açılan ayrılık acısıyla Konya’da duramamış, anasını, babasını ziyarete köyüne gitmiş, orada evlenmişti. Bir müddet sonra yine Konya’ya döndu. Bir gün Ebul Fazl Mescidine Cuma namazına gitmişti. Mevlana camide ders veriyor, Seyyid Burhaneddin’den bahsediyordu. Âşık ruhlu Selahaddin, birdenbire Mevlana’nın zatında Seyyid’in hal ve nurunu gördü, VECD ve istiğrak içinde feryat ederek minberin önüne atıldı, Hüdavendigar’ın ayaklarına kapandı. O andan itibaren içinde Mevlana’ya karşı büyük bir sevgi ateşi belirdi, kutlu çevredekilerin en bağlılarından oldu. Mevlana Hazretleri iltifat buyurarak:

 Nerelerde idin?” diye sordu. Oda:

 Memlekette idim, evlendim, sizin himmet ve sohbetinizden mahrum kaldım” Diye cevap verdi. Mevlana:

 Hayır, hayır sen bizdensin, bizim canımızsın. Diyerek elinden tuttu medresesine götürdü ve kendisine sohbet arkadaşı yaptı

Mevlana Hazretleri, hakkında çok inayet ve teveccüh gösterdiği oğlu Sultan Veled’i Şeyh Selahaddin’in hizmetine verdi. Daima velileri ağırlamaya ve Şeyh Selahaddin’in hizmetinde kusur etmemeye, onun sohbetini kaçırmamaya, onun sohbetine büyük bir gayretle devam etmesi hususunda teşvik ve tembihte bulunurdu.

Mevlana Hazretleri Şemseddin’i Tebrizi (K.S.) hakkında gösterdiği aşk oyunları ve inayetleri onun hakkında da gösterdi. Şems’in velayetini Selahaddin’de de görüp onu yüceltmeye ve ağırlamaya başladı. Kararsız olan temiz ruhu, Selahaddin’i Zerkubi ile sükûnet buldu. Tam on sene onunla ünsiyet ve sohbet ederek kendisine halife yaptı.

Bütün mürid Mevlana’nın ve şeyh Selahaddin’in varlığından on sene zahmetsizce istifade ve faydalar elde ettiler.

Şems-i Tebrizi Konya’ya gelip iki denizin birleşmesi misali, Mevlana ile mahrem sohbetlere koyulduğu zaman Selahaddin-i Zerkub, iki ulu zata kendi hücresini tahsis etmişti; hizmetlerine de kendisi bakmıştı. Şems’in ve Mevlana’nın yüceliklerini, mana göklerinde uçuşlarını böylece tasdik etmişti..

Selahaddin’in en mühim hususiyetlerinden biri de dinlemekti. Mevlana’nın huzurunda daima diz üstü oturur, kollarını yenlerinin içine sokar, başını kalbinin üzerine eğer, sohbeti son derece dikkatle dinlerdi. Ancak kendisinden bir şey sorulduğu zaman arifane cevaplar verirdi.

Rivayet edilir ki: Şems-i Tebrizi’nin gidişinden sonra Mevlana hazretleri aşk ateşiyle yanıp kavrulduğu, dalgalanan bir deniz gibi coşup taştığı bir zamanda kuyumcular çarşısından geçiyordu. Selahaddin’in bu çarşı içinde bir dükkânı vardı. Çırakları ile içerde altın dövüyorlardı. Birçok çekicin ahenkli vuruşundan öyle bir musiki ritmi meydana geliyordu ki, dükkânın önünde Mevlana durakladı. Sesleri dinledi; heyecan artıyor dayanılmaz VECD halini alıyordu. Mevlana’da acayip bir hal zuhur etti;

Yarattığım her şey beni lisanî hal ile tesbih eder[17]

  Ayetinin ismi tecelli ederek; İlahi aşka kapılıp, feyiz ve rahmete gark olarak vevedil VECD diyerek bir eliyle feracesinin yakasını tuttu ve SEMA etmeye başladı.

  Hz. Mevlana’yı SEMA yapmaya sevk eden cezbe şudur:

  Hz. Mevlana, âlemin ve onun en küçük zerrelerinin, ALLAH’a ibadet şeklini SEMA’ında dile getirir, SEMA eder ve kendisi ile birlikte dostlarını da SEMA ettirir. Burda SEMA Mevleviliğin yolu olur. İşte bu yol, âlemin ve atomun lisan-ı hal’i ve yapısıdır. Evet, Mevlana, zerrelerin dahi ibadetlerini görmüş ve ALLAH’ı tesbih ettiklerini müşahade etmiştir. Zira Kur’an-ı Kerim açıkça “Göklerde, yerde ve aralarında ne varsa, ALLAH’ ı tesbih eder[18] ayetiyle, her şeyin ALLAH’ a ibadet ettiğini bildirmektedir.

Âlemin yapısının bile doğru dürüst bilinmediği, atomun bugünkü yapısının hayal bile edilemediği bir devirde, (12. yy) Hz. Mevlana o cezbede her şeyi keşfetmiş ve atomun parçalanabileceğini SEMA’ında dile getirmiştir. Hz. Mevlana, âlem ve atom hakkında bildikleri gerçeği Mesnevi’sinde sembolik olarak şöyle dile getiriyordu:

Eğer bir atomu kesersen,

Ortasında bir güneş,

Ve güneş etrafında da,

Durmadan dönen gezegenler görürsün

Böylece Hz. Mevlana, bir yandan merkezi güneş olan gezegenler sistemine ve onların güneş etrafında ki dönüşlerine, diğer yandan da atomun parçalanabileceğine, atomun içindeki çekirdek ve etrafında dönen elektronlara işaret etmiş; her şeyin durmaksızın hareket halinde olduğunu anlatmıştır. Yukarıdaki beyitlerde, “SEMA” da şekillenmiştir.

Mevlevi SEMA’ını hatırlayınız. Şeyh efendi dünyamızın güneşini ortada bir Semazenbaşı, onun etrafında dönen Semazenler vardır. Ortada ki Semazenbaşı, hem dünyamızın güneşini hem de atomun çekirdeğini (nötrön ve protonları) temsil etmekte, onun etrafındakiler dönen gezegenleri (atom çekirdeği etrafında dönen elektronları) temsil etmektedir.

Aynı asırda yaşayan büyük mutasavvıf Muhyiddin-i Arabî gibi Hz. Mevlana’da, âlemin ve atomların an be an değiştiğini, her şeyin hareket ettiğini söyler. Hareket, âlemin aslıdır ve kalıcı hiçbir zerre yoktur. Her şey Mevleviler gibi SEMA yapmaktadır. Fakat insanların çoğu, bunun farkında değildir. Çünkü SEMA töreni, insanın miracını, manevi yolcuğunu temsil eder, kulun hakikate yönelip aşkla yücelmesini, benliğini terk ederek Hakk’la yok oluşunu ve olgunluğa ermiş kâmil bir insan olarak tekrar kulluğa dönüşünü sağlar.

Hz. Mevlana bu sırla SEMA ediyor, çarşı halkı şaşkın seyrediyordu.

Şeyh Selahaddin’e Gayb âleminden:

Dışarı çık Mevlana SEMA etmekte, halk etrafına toplanmıştır” diye ilham geldi. Bunun üzerine dükkândan dışarı çıktı, heyecanlanarak Kalbinde coşa gelen aşk ve şevk şulesiyle çıraklarına:

 Siz devam edin, altınların ziyan olmasına bakmayın. Mevlana SEMA’dan çekilinceye kadar altın varaklar parça parça ve lime lime olsa da çekiçleri bırakmadan vurunuz, daha da hızlı vurunuz” Diye emretti ve dışarı fırladı, koştu, Mevlana’nın ayaklarına kapandı.

Kuyumculuk sanatı öyledir ki, altın varaklar üzerine vurulan çekiç adedi sayılıdır. Bundan fazla vurulursa altın varaklar parça parça olur bir şeye yaramaz.

Kendisi riyazat ve mücahededen son derece zayıf düştüğü için:

 Benim Mevlana ile SEMA etmeye gücüm yetmez” Diyerek kendi âlemine daldı

Mevlana SEMA esnasında şu gazeli söylüyordu:

Yeki kunci bedid amed der in dükkân-i Zerkubi

Zihi suret zihi mani zihi hubi zihi hubi

 Bu kuyumcu dükkânında bir hazine göründü. Ne hoş suret ne hoş mana, ne güzellik, ne güzellik

O gün öğleden ikindiye kadar âşıklar sultanı SEMA etmeye ara vermedi. Öyle ilahi bir âlemdi ki Mevlana’nın bu SEMA’ında Kuyumcu Selahaddin’in gönül gözünden perdeler kalkıyor, mana göklerinde uçuyordu. Bir an geldi, fani cihanın bütün maddesiyle alakası kesildi. Varlığı eridi, gitti. Sırf ruh kaldı. Manevi hazineye müstağrak oldu. Böylece epeyce devam ettikten sonra, işçilerin kolları yorularak çekiç tempoları durmuştu. Mevlana yavaş yavaş kendine gelmiş, karşısında kuyumcu Selahaddin Hazretlerini görünce onu kucaklamış, Selahaddin ise Mevlana’nın el ve ayaklarına kapanarak O’nun aşk ve feyziyle dolmuş ve taşmıştı.

Şeyh Selahaddin Hazretleri dükkânına baktığı zaman, bir yaprak altının parçalanmadan ve bir şey telef olmadan, bütün dükkânın altın yapraklarla dolu olduğunu ve işçilerin çekiçlerinin ve bütün aletlerinin altın olduğunu gördü. Şeyh iki dünyanın (dünya ve ahiret) madenini kendi dükkânında görünce bir feryat kopararak, kendilerini şaşkın şaşkın seyreden halka

 Yağma, ey ahali, yağma!

Diye seslenmeye başladı ve dükkânını yağma etmelerini emretti. Böylece gönlünden dünya muhabbetini sıyırarak vazgeçti ve hemen Hüdavendigar’ın manevi sohbetine daldı.

Pek kısa zamanda dükkânındaki altınlar kapışıldı. Zahiri varlığını, bulduğu manevi ve ebedi hazine uğruna yağma ettiren Selahaddin’in servetinden ortada eser kalmadı. Vaktiyle Seyyid Burhaneddin’in feyzi ile olgunlaşan Selahaddin, Mevlana’nın aşk ateşiyle bir anda pişmişti.

Hak Dinin Salahı

Şimdi bir lahza Kuyumcu Selahaddin’in Mevlana’ya söylediklerini kendi mübarek ağızlarından dinleyelim:

İçimde nur kaynakları varmış da haberim yokmuş. Onları öyle bir uyandırdın, coşturdun ki

Kuyumcu Selahaddin’in nur kaynaklan coşmuş taşmıştı. Ya Hüdavendigar’ın hali nice idi? Âşıklar sultani da Hz. Şems’in yüce manasını Selahaddin’de bulmuş, onu gönül tahtına oturtmuştu. Erlerin eri olan Selahaddin’i “Hak Velisi, zamanın Bayezid’i, devrin Cüneyd’i, Hızır kademli, İsa nefesli, Hak dinin Salah’ı, iki âlemin Kutbu” diye övüyordu.

Tebrizli Şems’in kayboluşundan sonra uzleti ihtiyar eden Mevlana daima Hak Cemaline müstağrak olduğundan kendine tabi olanlarla meşgul olma işini, irşat vazifesini 1229 senesinde (Hicri 647) Selahaddin-i Zerkub’a bıraktı, onu Şeyh yaptı. Seyyid Burhaneddin, Hz. Şems ve Mevlana gibi üç büyük irfan güneşinden feyiz alan Şeyh Selahaddin, şeriata son derece riayet ederdi. Bir gün feracesini yıkayıp asmışlardı. Kış ortası idi, günlerden Cuma idi. Öğle ezani okunuyordu. Soğuğa hiç aldırmadan donmuş olan ıslak feraceyi giyip namaza gitti. Camide bulunan dostları: “Soğuk, Şeyhimizin mübarek vücuduna zarar vermesin” dediler. Selahaddin-i Zerkub cevap verdi : “Vücudun zararı ruhun ve ALLAH’ı terk etmek zararından daha azdır

Şeyh Selahaddin buyururdu ki: “Hakkın Velisi merhamet madenidir. Bütün halk onun vücudundan zevk alır, rahmet elde eder ve onun nuru ile dirilir. ALLAH Velisinin vasfı şudur: “Biz senin göğsünü yarmadık mı[19] ayetinde buyrulduğu gibi göğsünü yardıklarında orada nurdan bir deniz görür, o denizde aşk oynatır

Bir gün de Sultan Veled’e şunları söylemişti : “Bizim nazarımız güneş, müridin vücudu taş gibidir. Kabiliyetli taş, güneşin nazarında herhalde yakut olur. Diğer Şeyhlerin nazarları gölge gibidir. Eğer kabiliyetli bir taş, güneş gibi olan kâmil Şeyhin nazarından kaçıp gölgede kalırsa yakut olamaz. Tekâmül edemez

Bir tarihte Sultan Alâeddin Keykubat’ın oğlu İzzeddin Keykavus bir yılan yavrusu tutmuş, altın bir hokkanın içine kapatmış, ağzını da mühürlemişti. Emir ve Vezirlerine : “Bu hokkayı bana İstanbul Tekfuru başka hediyelerle beraber gönderdi ve Eğer sizin dininiz hak ise bilginleriniz, azizleriniz; bunun içinde ne olduğunu söylesinler, ben de haraç vermeyi üzerime alırım, diyor” dedi. Böylelikle Konya’nın bütün bilgin ve şeyhlerine gösterilmesini emretti. Hokka kime gösterildi ise içindeki bilinemedi. Nihayet Sahip Şemseddin Sultanla birlikte Mevlana’nın ziyaretine gitmeyi, bu sırrı ancak onun çözebileceğini düşündü. Birlikte huzura vardılar. Selahaddin-i Zerkub Mevlana’nın yanında oturuyordu. Mevlana: “Bu hokkanın sırrını Şeyhimiz açıklasın” buyurdu. Şeyh Selahaddin hemen baş koydu ve: “Ey İslam Sultanı!” dedi, “Bu hayvanı bu hokkaya niçin koydun? Bu yılan yavrusunu niçin taşıdın? ALLAH Erlerini sınamak insanlığa yakışmaz. Hele senin ziyaret ile şereflendiğin bu ALLAH Eri gök hokkalarının bütün sırlarını, âlemin bütün zerrelerini tam manasıyla bilir” Sonra yerinden kalkarak SEMA’ya başladı. Sultan, fevkalade utanmıştı. O gün maiyeti ile birlikte mürit oldu. Sahip Şemseddin’e de hediyeler ihsan etti

Mevlana Şeyh Selahaddin’e olan sevgisinden oğlu Sultan Veled’i Şeyhin kızı Fatma Hatunla evlendirmişti. Bu suretle arada zahiri bir baş ve akrabalık da kurulmuştu. Keramet ehli ve kâmile bir hanım olan Fatma Hatunun Hediye isimli bir de kız kardeşi vardı. Mevlana onu da pek sever, “Fatma benim sağ, Hediye sol gözümdür” derdi. Hediye Hatun da Nizameddin-i Hattat ile evlendirilmişti

Böylece on sene geçti. Riyazet ve mücahededen pek zayıflayan Şeyh Selahaddin günün birinde hastalandı. Mevlana hemen her gün ziyaretine geliyor, başucunda oturuyordu. Nihayet Şeyh Selahaddin: “Bana müsaade et de” dedi, “Artık bu dünyadan göçeyim

Mevlana bu yalvarışa boyun eğdi. Bir gazel yazıp gönderdi ve ziyaretini kesti. 1239 senesinde Şeyh Selahaddin’in canı maksuduna erdi. Cenaze, vasiyet ettiği gibi, kudümler, defler çalınarak, neyler üflenerek kaldırıldı.

Aşkın, imanın ve ALLAH cezbesinin timsali olan Selahaddin-i Zerkub Mevleviler arasında çok sevilir ve anılır. Selahaddin-i Zerkub sadakat ve gönül ateşiyle Mevlana çevresindeki gezer ölüdür. “Mutlu kalbe en tamutu” sırrına eren seçilmiş kutlu insandır. Sevgisi, bağlılığı ve ihlâsı ile asırları aşan, ebediyet bulan bu mübarek insan adına Mevlana:

Hakikatte sen bir kişi değildin, yüz cihandın.

Dün gece gördüm ki senin gittiğin o cihan bıraktığın bu cihana ağlıyordu.

Sen gözden uzaklaşınca göz de senin peşine düştü.

Ruhunsa kanlı gözyaşları dökerek gözün arkasına takıldı gitti.

Eğer senin gayretin, kıskanman olmasaydı

Çok gözyaşları dökecektim.

Fakat gönlün kanlı gözyaşları saçarak böylece gizli ağlaması daha iyidir.

Senin ayrılımda dökülen gözyaşlarının ne değeri vardır?

Senin için gözyaşı değil, miskler dökmek lazımdır.

Senin için her nefes kan kesilmek, her zaman ağlamak gerekir.

Yazık, yazık, pek yazık oldu.

Böyle gören göze şüphe gözü ağlamaktadır.

Ey, Şah Selahaddin! Ey, çabuk uçup giden devlet kuşu,

Yaydan fırlayan ok gibi uçup gittin. O yay da ağlamaktadır.

Selahaddin’e ağlamayı herkes bilmez.

O ağlamayı, kimlere, hangi insanlara ağlanacağını bilen bilir

Buyurdu.

TİRMİZ’Lİ BURHANEDDİN, TEBRİZ’Lİ ŞEMSEDDİN

HZ. MEVLANA CELALEDDİN RUMİ

VE SULTAN VELED

HİKMET VE SIRLARI

Selçuklu ve Osmanlı’dan Günümüze Kadar Olan Mevleviliğin Hikmet ve Sırları

Tırmizli Burhaneddin ve Tebrizli Şems’den sonra, aşk ve cezbeye dayanan, musiki, SEMA ve şiir ile yoğrulmuş bir tasavvuf anlayışı sergileyen Mevlana, her ne kadar yaşadığı dönem içinde ortaya koymuş olduğu tasavvufi anlayışını ve yaşantısını, bir tarikat tesisi maksadıyla yapmamışsa da, kendisinden sonra gelen halefleri tarafından tesis edilecek olan Mevlevilik, Mevlana’nın ortaya koyduğu bu esaslar çerçevesinde yapılanmış, adab ve erkânıyla bir tarikat halini almıştır.

Sultan-ül Ulema, Mevlana, Hüsamettin Çelebi ve Sultanı Veled müderris bulundukları medresenin bir odasın­da, diledikleri vakit zikrederler, başka tekkelerin ayinlerine katılırlar, evlerde SEMA, sohbet meclisleri kurarlardı kendilerine mahsus bir tekkeleri yoktu. İlk defa, Ulu Arif çelebi, dedesinin türbesinde uzlete çekilmesiyle ilk mevlevi­hanenin nüvesi meydana atılmış oldu; ilk Mevlevihane, tah­mine göre, Sultan Divanı’nın eseridir. Konya mevlevihane­si daha sonra kurulmuştur.

Ulu Arif Çelebinin etrafında toplanan sadık ve fedakâr müridIerin kırk kişiden ibaret olduklarını bazı eserlerden anlamaktayız; bunlara ‘Çeltenan’ yani ‘kırklar’ deniliyor­muş. Bu unvanda ve bu sayıda ‘Kutupluk’ nazariyesinin meşhur ‘kırklar’ına bir benzetiş bulunsa gerek! ‘Çelte­nan’ için Konya ve Afyon Karahisarda birer yurt, birer ikametgâh yapılmış olduğuna dair de eski eserlerde deliller vardır. Gitgide ‘Matbah’i Şerif’li ‘Mevlevihane’ler ku­rulmuştur. Tekkeler kapandığı zaman mevlevihane sayısının 300 kadar olduğu bildiriliyor..

Mevlana daha sonra Şems’le tanışması neticesinde ortaya koyacağı coşkun ve cezbeli tasavvufi tavrına ait temelleri Burhaneddin Muhakkık Tirmizi’nin tasavvuf eğitiminden almış fakat Şems’le konuşup görüşünceye kadar temkinli bir sufi olarak yaşamıştır. Nitekim Mevlana, o dönemde Anadolu’da hâkim olan İbn-i Arabî etkisi, Kübrevilik, Melamilik ve Kalenderilik gibi tasavvufi anlayışları kendisinde toplayıp meczetmiştir. Şems-i Tebrizi vasıtasıyla Melamilik ve Kalenderiliğe sempati duymuş, fakat babası ve onun halifesi Burhaneddin Muhakkık Tirmizi’den aldığı zühdi tasavvuf anlayışını da bütün hayatı boyunca sürdürmüştür.

Şems’in bir Kalenderi dervişi olduğu anlaşılmaktadır. Mevlana ile uzun boylu sohbetleri dolayısı ile bu tarikatten ona da inabe verdiği sanılmakta ve kendisine ‘Mevla­na’nın sohbet şeyhi’ denilmektedir. Bilindiği üzere, Melamilikte inabe ve irşat sadece sohbet yoluyla yapılır bu­nun için Mevlana’nın Melamilikten de hilafetli olduğunu ananlar çoktur.

Tirmiz’li Bürhaneddin ve Tebrizli Şemseddin ile vukua gelen mülakat ve sohbet­lerinden sonra, zikirli ve semalı toplantıları sıklaştırmış, aşkını ve VECD’ini harekete getiren her hadise karşısında, nerede olursa olsun, zikre ve SEMA’ya başlayıvermiştir.

Diğer bir ifadeyle Mevlana, Necmeddin Kübra’nın insanı esas alan, Sünni esaslara dayalı ve kısmen Zühdi nitelikli tasavvuf mektebi; Muhyiddin İbn-i Arabî’nin mükemmel bir metafizik ve mistik sistem halinde tasavvuf dünyasına sunduğu Vahdet-i Vücud mektebi ve kaynağını Horasan mektebinden alan, coşkun bir ilahı aşk ve cezbeye dayalı, zühdü ihmal eden Kalenderi tasavvuf anlayışını uyumlu bir biçimde, yepyeni bir sistemle birleştirip bağdaştıran bir tasavvuf yolu ortaya koymuştur.

Nitekim bu tasavvufi anlayış, Mevlevilik tarihi boyunca Mevleviler arasında Şemsi ve Veledi kol diye bilinen iki ayrı tasavvuf neşesinin ortaya konmasında önemli bir amil olmuş, bu ikilik Mevlevi silsilesine de yansımıştır.

Şemsî olanlar, Mevlevi silsilesini daha çok imamlar yoluyla Cüneyd-i Bağdadi’den Hz. Ali’ye ulaştırırken, Veledi olanlar ve Bahaüddin Veled’i Necmeddin Kübra’nın halifesi sayanlar da, bu silsileyi Halveti silsilesi kabul edilen Cüneyd-i Bağdadi’den Hz. Ali’ye ulaştırırlar.

Vahdet-i Vücutçuluğunu meydana vuranlar arasında Bistam’lı Beyazıt, Bağdatlı Cüneyt, İbrahim Ethem, Belh’li Şakik ve Hallacı-ı Mansur pek meşhurdur.

Melametiliği ilmi bir meslek edinenler arasında da Ahmet Ham­dun EI-Kassar ve Sülemi gibi büyükler çıkmıştı. Bistam’lı Beyazıt ve Bağdatlı Cüneyt’in olgunlaştırdıkları ‘Zahitlik’ mesleği, Vahdet-i Vücutçuluk esasında ‘Melâmet’ ile müşterek olmakla beraber, ‘Tasavvuf’ adı altında ötekin­den birçok noktalarda ayrılır.

Tasavvufta fütur yoktur, ancak bunda ‘Kaza ve Kader’e karşı geniş bir teslimiyet, kâinatın gulguleli hareketleri karşısında kasvetli dur­gunluk göze çarpar; yani, birinde laubalilik, diğerinde tevekkül hüküm sürer. Mevlana’nın tasavvufu, diğer mistiklerinkinden büsbütün başkadır: Mevlana, hareket ve gelişme tarafta­rıdır, kaza ve kader yerine ihtiyarı hareketleri tavsiye ve daimi bir mücadeleyi de hayatın özü olarak kabul eder.

AÇIK ÜNİVERSİTE HALİNDE HİZMET VEREN MEVLEVİHANELER

VE BU KURUMLARIN HİKMET VE SIRLARI

Mevlevilik, 13. asır sonlarında Konya’da Mevlana Celaleddin Rumi, adına, oğlu Sultan Veled tarafından kurulmuş, Mevlana’nın musiki, SEMA ve şiir gibi üç vasıtaya isnad ettiği anlayışı Konya’da gelişip, Anadolu Beylikler dönemi ve yedi asıra yakın Osmanlı İmparatorluğu boyunca, Türk toplumunu belki de en yakından etkileyen tarikatlardan birisi olmuştur.

Konya’da tesis edilen Mevlana Dergâhı merkez olmak üzere, kısa sürede Çelebilerin önderliğinde, Anadolu ve diğer İslam beldelerinde yaygınlık kazanmış ve birçok merkezde Mevlevi dergâhları tesis edilerek yayılmıştır.

  Yakın geçmişi itibarıyla bütün İslam dünyası, inancı, ahlakı, düşünce sistemi, maarif ve sanayi, adet ve ananeleri, siyasi ve içtimai durumu itibarıyla en bunalımlı dönemlerinden birini yaşamıştır. Hz. Mevlana Celaleddîn Rumî, Hacı Bektaş-ı Velî, Şeyh Edebali, Sultan Veled, Ulu Arif Çelebi, Mehmet Divanî gibi mutasavvıflar Osmanlı Devletine kuruluş aşamasında danışmanlık yapmışlardır.

Bir zamanlar bütün milletler arasında dindarlardan daha dindar, ahlaken oldukça mazbut, örf, adet ve ananeleriyle bir hayli sağlam tekke ve zaviyelerle açık üniversite gibi halka hizmet veriyorlardı. Halka hizmet hakka hizmet şuuruyla çalışan bu yerlerde edeb temel düstur edilerek toplumun bütün insanlarını dalga dalga sevgi yumağı oluşturuyordu. Tekke ve zaviyeleriyle siyasi ve içtimai ufuklarıyla dünyayı idare etmeye namzet ve düşünce sistemleri ile hemen herkesten ileri görülen Müslümanlar; dinlerini arızasız yaşamaları, ahlaki mükemmeliyetleri, ilim ve aşk, medeniyet, DEVRAN, SEMA, şiir, musiki düşünceleri, Müslim ve gayr-i Müslim coğrafyasındaki bütün milletlerin hacet kapısı gibi hemen her zaman yaşadıkları çağın önünde bulunmaları, ilham, akıl ve tecrübe sacayağını iyi değerlendirmeleri sayesinde Pireneler’den Hint Okyanusu’na, Kazan’dan Somali’ye, Puvatya’dan Çin Seddi’ne kadar çok geniş bir dairede akıllara durgunluk verecek şekilde mükemmellerden mükemmel bir idareye muvaffak olmuş ve cihanın en karanlık çağları yaşadığı bir dönemde idare hudutları içinde ve vesayetleri altında bulunan milletlere, adeta hayallerde resmedilen sistemleri yaşatmış ve dünyayı cennetin bir köşesi haline getirmişlerdi.

Özellikle Osmanlı Devleti’nin kurulmasından sonra toplumda ve siyasi çevrelerde etkinliğini sürdüren Mevlevilik, musiki, SEMA ve şiir gibi üç vasıtaya isnat ettiği tarikat anlayışıyla, Osmanlı şehirlerinde ve yüksek mahfillerde daima taraftar bulmuştur. Birer sanat merkezi olan tekkeleri her zaman rağbet görmüş, Mevlevi şeyhleri de mevcut sosyal ve siyasî nizamı muhafaza ve saraya karşı her zaman itaatkâr davranarak siyasî ve dini kıyamdan daima uzak durmuşlardır.

Osmanlı’nın fethettiği, bölgeye Türk kültürünü taşıyan birer elçi görevi gören Mevleviler, böylece Osmanlı sınırlan içinde Mekke, Medine, Mısır, Suriye, Irak ve Azerbaycan’dan ve Kafkaslar, Kıbrıs, Avrupa içlerinde Peçu’ya kadar, her tarafta Mevlevi zaviyeleri açmışlardır.

Osmanlı Devleti fethettiği ülkeleri o ülkenin kendi vatandaşlarına teslim eder, yönetimini onlara yaptırır, bunun karşılığında cizye ve vergi alarak, onların can güvenliği ve sosyal ihtiyaçlarını karşılar durumda idi.

Fakat o halkın içerisindeki asilerde devlet güçlerine karşı ayaklanmalar yapma yoluna gidiyordu. Güvenlik güçleri mevzunun üstesinden gelemeyeceğini gördüğü vakit durumu saraya bildirir, saray bu durumda o bölgeye derhal bir ilim medresesi, aş evi ve Mevlevi dergâhı açmak suretiyle oradaki halkların da gönüllerini feth etmek yoluna giderdi.

Bunun karşılığında halkın bir kısmı Müslüman bir kısmı gayrimüslim olarak hayatlarını devam ettirirlerdi.

Fikriyat ve ilahiyat sahalarında kıyametler koparken idare ve siyaset alanında da didişmeler, çekişmeler oluyor­du. İslam fatihleri fethettikleri memleketlerin idarelerini yine, sahiplerine, yerli halka bırakıyorlardı; bu yüzden feo­daliteler, derebeylikleri, site hâkimlikleri, ufak ufak cumhuriyetçikler türemeğe başlamıştı.

Halifeye tabi kalmak ve mukannen vergi ‘Haraç ve zekât’ vermek şartı ile şehirl­er kendilerini idarede serbest kalıyordu. İdareyi ele geçir­mek için vatandaşlar arasında kavgalar eksik değildi; yer yer kahramanlar, şövalyeler türüyordu. Bunların kendile­rine göre tüzükleri ve yasaları vardı. Muhtelif namlar alan İslam şövalyelikleri arasında, birliklerine ‘Fütüvvet’ ve şövalyelerine ‘Feta’ denilen teşekkül baş­ta gelirdi. ‘Feta’, kahraman demekti.

İslamlığın ilk asırlarında ortaya çıkan bütün bu dini, ilmi, siyasi ve ahlaki teşekküller halk arasında tutunabilmek, hükümetler yanında ve İslam idareciler nezdinde yer alabilmek için peygamberin sünnetine ve hadisine dayan­mak zorundaydılar. Tuttukları yolun ve benimsedikleri i­nanışın peygamberden kendilerine görenekle ve kulaktan kulağa intikal ettiğini iddia ederler ve müTeâlâlarını tevsik için de birer ‘Silsile’ gösterirlerdi.

Hemen hemen bütün meslek ve teşekküllerin silsilesi bir, iki müstesnadan başka İmam Ali’ye ulaşıyordu. Halkın çoğunluğu fikir ve itikat bahislerinde münazaraya kabiliyetli olmadıkla­rından bunlar, doğruluğuna, iyiliğine ve ilmine güvendik­leri bir zatın ardına düşmeği en kestirme yol olarak buluyorlardı.

Bir tasavvuf anlayışı olarak Mevlevilik; ortaya çıkışından itibaren, yöneticiler ve toplumun elit kesimiyle sürekli yakınlık içinde bulunmuştur. Şiir ve musiki ile ünsiyeti olan aydın kesimin, tasavvuf tercihi yaparken kendisine yönelmesini temin etmiş ve tarih boyunca, gerek bu kesimden, gerekse yöneticilerden olan paşalar, beyler ve sanat zevki olan zengin eşraf tarafından tercih edilen ve desteklenen tasavvuf yolu olmuştur. Mevlevilik, tesis ettiği tasavvuf anlayışı neticesinde ilk dönemlerinde yayıldığı küçük yerleşim yerlerinden yavaş yavaş şehirlere çekilmesi ve saraya yakın olması sebebiyle, 17. asırdan itibaren bir ‘devlet destekli tasavvuf yolu’ görüntüsü vermiştir.

Mevlevi dergâhları Mevlana’nın tasavvuf anlayışını, musiki, SEMA ve şiire isnat etmesi sebebiyle faaliyette bulundukları süre içerisinde birer konservatuar, edebiyat mektebi ve güzel sanatlar akademisi olarak görev yapmışlardır. Bu çerçevede Mevlevihanelerden klasik Türk musikisinin Itri, Hamamzade İsmail Dede Efendi, Zekai Dede gibi en önemli temsilcileri, Şeyh Galib gibi divan edebiyatının zirveleri ve güzel sanatların nadide örneklerini sunan sanatçılar yetişmiştir.

Aynı şekilde Türk şiirinin Anadolu’daki teşekkül ve tekâmül çağına bir göz gezdirilecek olunursa, Mevlana’dan sonra Anadolu’da yetişen tasavvuf ehlinin zengin bir edebiyat muhiti ortaya koydukları görülür. Bu muhit içerisinde en müstesna yeri zengin kültürü ile şüphesiz Mevlevi tekkeleri doldurmuştur.

Mevlevilik kültürünün sanat ve edebiyat sahasında zengin motifler taşımış olması, Mevlana müntesiplerinin genellikle münevver tabakadan bulunması, onun tefekkür sisteminde şiire büyük önem verilmesi ve daha da önemlisi, şiir yoluyla irşadı bizzat Mevlana’nın da şiar edinmesi, Mevleviliğin diğer tarikatlara nazaran edebiyat hamiliğini daha aktif olarak üslenmesi sonucunu da beraberinde getirmiştir.

Devrinin birer sanat akademisi gibi çalışan Mevlevi tekkelerinde ve bu tekkelerin mensup olduğu Mevlevi Tarikatı bünyesinde, kültür ve sanat tarihinde ün yapmış, musikişinas ve şairlerin yanında, birçok hattat, hakkâk, nakkaş, müzehhib, minyatürcü ve ressam yetişmiştir.

Ana gaye olarak ruhu tasfiye ve nefsi tezkiyeyi hedef alan ve bu amaçla hücreye yerleşen dervişler, genellikle bir uğraş ve bazen de bir gelir kaynağı olarak el sanatı türünde de güzel eserler vermişlerdir. Musiki ve şiirle birlikte, yukarıda isimleri geçen sanat dallarında ve hattatlıkta da isimlerinin sonuna ‘el-Mevlevi’ sıfatını yerleştiren birçok hattat, bu dergâhlardan yetişmiştir.

Mevleviliğin kurucusu olmamakla birlikte, ona fikirleriyle yön veren Mevlana Celaleddin Rumi’nin zamanındaki Sultanlarla ve vezirlerle çok yakın münasebetler kurmuş, hatta bunlardan bazıları Mevlana’ya mürit olmuştur. Mevlana’nın yöneticilerle bu yakınlaşması oğlu Sultan Veled döneminde daha belirginleşmiş ve sonraki dönemlerde özellikle Osmanlı padişahları, vezirleri, beyleri ve paşalarıyla Mevleviler arasında yakın ilişkiler ortaya çıkmıştır.

Neredeyse her Osmanlı padişahı Mevlana’ya saygısını izhar için Mevlevilere ve Mevlevi dergâhlarına maddi manevi yardımlarda bulunmuşlar, hatta birçoğu bizzat Mevleviliğe intisap etmiştir. Bu ilgi Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde 1925 yılında tekkelerin kapatılmasına kadar da devam etmiştir. Günümüzde de Mevlevilik gerek Mevlana’nın eser ve düşüncelerinin hâlâ cazibe merkezi olması, gerekse de SEMA, musiki ve şiire dayalı yapısı sebebiyle popülerliğini yitirmemiştir.

Tarihler bunu böyle gösterdiğine göre sorumlu ve yetkili kişilerin bu yönleri eksik takip ettiklerine dair şüpheler bulunmaktadır. Osmanlı’ya bakıldığında orduda vazifeli ordu şeyhleri görülür. Bunlar iç fütühatı işini üstleniyorlardı, gönül kazanıyorlardı. Günümüzde bu kurumun eksikliği hissedilmekte. Zira 40 yıldır bir Kıbrıs meselesi bile nihayete erdirilememiştir. Bunun nedeni Kıbrıs halkının kazanılamamış olmasıdır. Yoksa konu silahla kılıçla olsa idi zaten yapılırdı. Halkın gönlü maddi ve manevi olarak fethedilse idi şimdiye kadar çoktan sorun ortadan kalkardı.

Cumhuriyetimiz’in 84. yılını kutluyoruz. İlelebet payidar olması için dua ediyoruz. Son zamanlarda idarecilerin karşılaştığı ve 30 yıldır çözüm üretilemiyen diğer mesele ise güneydoğu meselesidir.

Gördüğümüz kadarı ile çözüm üretme yollarını da pek araştırmıyorlar. Osmanlı Devleti zamanında böyle onlarca meselenin çözüme kavuşturabildiğini tarihler göstermektedir.

Meselelerin kiminle, nasıl çözüleceği araştırılarak; başta insanlığın en büyük düşmanı olan cehaleti yenip, insan sevgisini ön plana çıkarmak sureti ile adeta bir elçi vazifesi gören Mevlevi yolunun mensupları, aş evleri kurarak o bölgedeki insanlara maddi, manevi ve ilmî yönden adaletle yaklaşmış müslim, gayri müslim tüm insanların sevgilerini kazanmışlardır.

Tarihler bunu böyle yazmaktadır. Her halde tarihler düzgün okunursa bu konuların da çözülebileceği kanaatindeyiz.

  Ne acıdır ki aynı dünya, asırlar ve asırlar boyu kendini dimdik ayakta tutan tarihi dinamiklerden, İslami değerlerden uzaklaşıp, cehaletin ahlaksızlığın, hurafelerin, bedenî ve cismanî zaafların eseri haline gelince de hemen zulmet ve hüsran uçurumlarına yuvarlanmış, inkırazdan inkıraza sürüklenmiş. Bağı kopmuş tespih taneleri gibi darmadağınık; şirazesi çözülmüş bir kitabın parçaları gibi ayaklar altında: kısır mücadelelerle fevkalade sarsık, bin bir tefrika ile iki büklüm: esaretlerin en utandırıcısıyla inim inim inlerken hürriyet türküleri söyleyecek kadar şaşkın: kimliksiz fakat bencil; tabu deyip Allah’a, Peygambere baş kaldırmış ama bir sürü tabunun pençesinde, perişanlardan daha perişan hala gelmiştir.

  Ne var ki dıştaki kırk haramilerin ve içteki bir kısım haramzadelerin onca gayretlerine rağmen bu son kasvet dönemi de fazla uzun ömürlü olmamıştır. Bu gün insanlığın beşte birini teşkil eden Müslümanlar, hemen her yerde yepyeni bir dirilişin mücadelesini vermekte ve bu kahrolası esaret çağından kurtulmaya çalışmaktadır. Bilhassa son yıllarda, her sabah bir musibetle her akşam birkaç felaketle yüz yüze gelmeleri, onlarda metafizik gerilime vesile olmuş, Allah’a yönelişlerini hızlandırmış ve onların mücadele azimlerini kamçılamıştır.

  Zaten İslam ruhunun insan tabiatına uygunluğu, onun maddi - manevi terakkisini desteklemesi ve yüce dinimizin dünya ve ukba muvazenesinde erişilmezliği sayesinde en karanlık dönemlerde bile inancımızdan dolayı Allahuazimüşşan bize selamete çıkma imkânını veriyor.  

Milletimizin geriye doğru tarihine baktığımızda Osmanlı sınırları içerisinde yaşayan herkesin kayıt şeceresi varmış. Tarihi gerçekler göstermiş ki bu kurumlar, toplumu sadece iyiye güzele doğruya ve insan haklarına saygıya yönlendirmeyi amaçlamış, daima bu uğurda faaliyette bulunmuş, Osmanlı’yı Dünya İmparatorluğu yapması ve üç kıtaya hükmetmesinde önemli roller üstlenmiştir. Ne yazık ki; eğitim danışmanlık ve sosyal hizmetler sunan böyle muazzam kurumların eşyaları ve güzel sanat eserleri, hiçbir kayıt tutulmaksızın adeta kurban derisi taşınır gibi kamyonlara yüklenip vakıf depolarında çürümeye terk edilmiştir. Sanat tarihçileri de bunu böyle bildirmişler. Bu milletin yüzlerce yıllık kazanımlarının akıbeti bu mu olmalıydı?

Taş burnu tekkesi üzerine, Kale ile birlikte resmini koyalım. 

  Taş burnu Tekkesinin 15. yüzyıl sonlarında yapıldığı tahmin ediliyor. Birinci kat ahşap oyma tavanlı salon mescit, bir tarafı dershane misafirhanesi matbah-ı şerif hamam bulunmakta. 1659’da Evliya Çelebi’nin burada kaldığı bildiriliyor. Yunanistan’da Avrupa’nın en uç noktasında, aynı zamanlı Osmanlı Kalesi içerisinde, Kalenin yanındaki hâkim tepede bir kilise ve manastırın o devrin Ordu Şeyhi’ne bırakıldığı bildirilmektedir.

Hıristiyanlar’ın mezhep kavgaları yüzünden, kiliseler Hıristiyan şövalyeler tarafından zaman zaman basılıp cemaatin bir kısmı denize dökülüp, bir kısmı ölümle cezalandırılıyormuş.

O günkü Osmanlı İdaresine başvurarak, Gayri Müslimler yardım istemişler. Türk İslam Ordusu, adaletin bozulduğu yere, hemen gelerek düzeltiyordu.

Kilise’de mermer üzerine “ Türk İslam Ordusu: tecavüz etmez. Tecavüze uğrayanlara yardımcı olur.” Patrik 2. Aleksendır’ ın kararı ile bu yazı yazılmış.

MEVLANA’DA SEMA’IN HİKMET VE SIRRI

Mevlana ile tanınan ve Mevlana’nın âlem-i cemâle irtihalinden sonra onun adına tesis edilen Mevleviliğin tamamen tarikat ayinine âlem olan SEMA; aslında Arapça SEMA kökünden ‘sama ve ‘sima gibi mastar ve isim olup; lügatte, Kur’an dinlemek, vaiz dinlemek, sohbet dinlemek, işitmek, kulak vermek, işitilen söz, iyi, şöhret ve iyi anılma gibi anlamlara gelir.

Terim olarak ise SEMA; musiki nağmelerini dinlemeye, dinlerken VECD’e gelip hare­kette bulunmaya, kendinden geçmeye, oynayıp raksetmeye, tasavvuf ehlinin cezbe haliyle ayakta zikretmelerine ve­rilen isim olmuştur.

Müslümanlar arasında musiki ve raksın helal yahut haram olduğuna dair tar­tışmalar, daha İslam’ın ilk devirleri itibariyle ortaya çıkmış, bazılar musiki ve raksı mekruh hatta haram, bazıları ise; insanı musiki ve SEMA’ya sevk eden sebepler ile bunların insanda uyandırdığı hislerin mahiyetine göre mübah say­mışlardır.

Bu iki sanatın bir araya gelme­siyle zuhur eden SEMA’da, kimilerine göre mekruh veya haram, kimilerine göre de mübah kabul edilmiştir. Bu sebeple SEMA’ın leh veya aleyhinde birçok sözler söylenmiştir. SEMA evliya ve âşıklar nezdinde helal, tarikatla alakası olmayan ulema nazarında ise haram kabul edilmiştir.

SEMA’ı mekruh veya haram sayanlar, onu Kur’an-ı Kerim’de oldukça sık geçen ‘la’b ve lahv’ ‘oyun ve eğlence’ olarak kabul etmiş ve hükümlerini buna göre vermişlerdir.

Sufiler ise Tasavvuf tarihinin ilk devrin­den itibaren SEMA’ı, VECD’i, musiki ve şiir dinlerken kalkıp hareket etmeyi, raksı mübah görmüşlerdir. Cüneyd-i Bağdadi (ö. 297/909) SEMA için, zaman, mekân, imkân ve ihvanın şart olduğunu söylemiş ve “Fukaraya üç yerde rahmet iner: Birin­cisi SEMA’da; çünkü onlar, sesi Hak’tan duyarlar ve VECD’le ayağa kalkarlar. İkin­cisi, ilmi konuşmalarda; çünkü onlar ancak hakikati söylerler. Üçüncüsü ise yemek yerlerken, çünkü onlar an­cak ihtiyaç hallerinde yemek yerler” demiştir.

En önemli tasavvuf klasiklerinden biri olan EI-Luma’ın müellifi Ebu Nasr Serrac et-Tusi, eserinde SEMA konusuna yer vermiş ve burada SEMA’ın mübah olduğuna dair birçok sufinin sözlerin­den alıntılar yapmıştır. Tüsi; SEMA’ı güzel sesi işitmekle hâsıl olan VECD hali olarak görmekte ve “ALLAH Teâlâ Kur’an’da, “Seslerin en çirkini eşek sesidir[20] ayetiyle çirkin sesi zemmederken, bir bakıma güzel sesi övmektedirdemektedir.

Yahya b. Muaz der ki; “Güzel ses, içinde ALLAH sevgisiyle yanan kalbe ALLAH’tan bir esintidir

Bundar b. Hüseyin ise SEMA’nın mübah olduğunu şöyle izah etmiştir: “Güzel ses tesir İcra eden bir hikmettir. Yumuşak edası ile etkili bir alettir. Böyle bir güzel ses, Azız ve Âlim olan ALLAH’ın takdi­ridir

Ebu Yakub Nehrecôri SEMA’ı, insanı yakarak iç âlemine yönelten bir haldir diye tarif etmiştir. Din uleması ve sufiler arasında uzun yıllar devam edip giden bir münakaşa konusu olan bu mesele, nihayet İmam Gazali (ö. 505/ II LL) tarafından geniş bir şekilde ele alınmıştır. ‘İhyau Ulumu’d-dinadlı meşhur eserinin bir bölümünde ‘Kitabü’s-sema başlığı ile konuyu ele alan Gazali, burada kısaca; SEMA’ın insan ruhu üzerindeki te­sirlerinden bahsettikten sonra, onun kalpte VECD denilen bir hal vücuda getirdiğini, VECD’in de vücudun azalarını harekete geçirdiğini, bu hareketin bazen ritimli bazen ritimsiz olduğunu, bunlardan birincisine tesviğ ve raks, ikincisine ise idtirab denildiğini ifade ettikten sonra, SEMA’ın haram olduğuna dair fikirleri nakletmektedir.

Daha sonra SEMA’ın mübahlığı hususunu tartışmakta ve bu konuya dair muteber hadis ki­taplarından ve sufi sözlerinden deliller arzetmektedir. Neticede SEMA’ın, VECD halindeki insanların hareketleri oldu­ğunu ifade etmektedir.

Gazali öncesi ve sonra dâhil olmak üzere diğer Müslümanlara göre daha hassas bir yaratılışa sahip olan sufiler, şiir, musiki ve raks gibi doğrudan doğruya insan ruhuna tesir eden hususların tem­silcileri olmuşlardır. Tasavvuf tarihine göz atıldığında görülür ki, istisnasız bütün tarikatlar SEMA’nın insanı ALLAH’a yaklaştıran ve yükselten bir özelliği bu­lunduğunu kabul etmişlerdir. Bu bakım­dan Rufailik, Kadirilik, Halvetilik, Küb­revilik, Mevlevilik ve Nakşîlik arasında bir fark olmamıştır. Ancak ilk zamanlar­da Melametilik daha sonra ise Nakşîlik SEMA’ın insanı ALLAH’a yaklaştıran özel­liğini kabul etmekle birlikte, bu hususa kendi seyr’u suluk sistemleri içinde yer vermemişlerdir.

SEMA, hicri beşinci asrın ilk yarısında büyük bir şöhrete nail olmuş olan Ebu Said Ebu’l-Hayr (ö. 440/1049) ve ondan yaklaşık iki asır sonra gelen Mevlana Celaleddin Rumi zamanında dini VECD halinde yapılan yarı-dini bir ziyafet şeklini almıştır. Sufilerin musiki eşliğinde yaptıkları SEMA’ı sık sık tekrar etmelerini arzulayanlar, dervişlere ziyafetler tertip etmişlerdir. Kaynaklarda bu tür ziyafetli SEMA törenlerine en çok Ebu Said Ebu’l-Hayr döneminde rastlansa da, Mevlana’nın SEMA’a verdiği ehemmiyet neticesinde, Mevlana ile birlikte bu âdetin önceki mevcudiyeti tamamıyla unutulup her yönüyle SEMA Mevlana’ya maledilmiştir. Bunda Mevlana’nın SEMA vermiş olduğu ehemmiyet ile ondan sonra gelen Mevlevilerin bu ayini muntazam hale getirmeleri de mühim bir rol oynamıştır. Aslında Mevlana kendinden önceki sufilere göre SEMA konusunda hiçbir yenilik yapmamıştır. Mevlana, kendisinden önceki sufilerce çeşitli şekillerde ifade edilen fikir ve inançları kendisine has bir üslupla ifade etmekten ibaret olmuştur.

SEMA’ı ibadet haline getiren Mevlana’nın Şems-i Tebrizi ile buluştuktan sonra SEMA etmeye başladığı nakledilir. Mevlana’nın yanında kırk yıla yakın bir süre bulunduğunu eseri ‘Risale-i Sipah­salar’da ifade eden Ahmed b. Feridun Sipahsalar, Mevlana’nın Şems-i Tebrizi ile mülakatından önce SEMA etmediğini, Şems’in talebi üzerine SEMA etmeye başladığını ve bunu ölünceye kadar bırakmadığını, onu yol (tarik) ve ayin haline getirdiğini nakleder.

Sultan Veled ise ‘İbtidaname isimli ese­rinde, Mevlana’nın Şems ile tanıştıktan ve ayrıldıktan sonra, gece gündüz bağırıp çağırarak SEMA ettiğini, yerlerde dönerek raksettiğini, mutriblere altın ve gümüş verdiğini,  nihayet çalıp söylemekten kavallarda takat kalmadığını ve bütün şehir halkının ona uyarak SEMA’ya dâhil olduğunu kaydetmektedir. 

Gece-gündüz, SEMA’a düştü; yeryüzünde gök gibi dönüp durmadaydı, Sesi, ağlayışı Arş’a ağdı; feryadını büyük de duydu, küçükte. Gümüşü, altını çalıp söyleyenlere vermekte, neyi varsa hepsini onlara saçıp dökmekteydi. Bir soluk bile SEMA etmeden durmamakta, gece-gündüz, bir soluk bile dinlenmemekteydi. Bir derecede ki, neşideler söyleyenlerden hiçbiri kalmamıştı ki söylemekten dilsiz, sessiz bir hale düşmesin, hepsinin de söylemekten dilleri­ damakları kurumuştu. Hepsi de paradan-puldan bezmişti, Hepsi bitmiş, hastalanmıştı;  şarapsız mahmurlaşmıştı hepsi, mahmurlukları şaraptan olsaydı, elbette gene arı-duru şarapla ayılırlardı. Fakat söylemekten, çalıp çağırmaktan yorulmuşlar, feryad edip uykusuz kalmaktan perperişan olmuşlardı, Eziyetten hepsinin de canı dudağına gelmişti; gönül ateşi olmaksızın hepsi de zahmetle pişmişti[21]

Böyle derde deva olamaz; meğerki ALLAH yardım ede. Şehri bir gürültüdür, kaplamıştı, Şehir de nedir ki? O gürültüyle zaman da dolmuştu, mekân da, Böylesine bir kutup, böylesine bir İslam müftüsü ki iki âlemde de onun gibi bir şeyh, bir imam yoktu. Delicesine coşkunluklar ediyor, kimi gizli, kimi apaçık coşup köpürüyordu. Halk, onun yüzünden şeriattan, dinden olmuş, herkes aşka rehin olup gitmişti. Hafızların hepsi, şiir okumaya başlamıştı; hepsi de çalıp çağıranlara koşuyordu. İhtiyar, genç, herkes SEMA’a düşmüştü; sevgi burakına binmişti, Virdleri beyitti, gazeldi artık. Yolları - yordamları âşıklık olmuştu.[22]

Mevlana’nın SEMA’ı hakkında en geniş malumat yine Mevlana döneminde yaşamış olan Ahmet Eftaki’nin Menakıbu’l-Arifin isimli eserinde bulunmaktadır.

Eflaki’nin naklettiklerine göre; hoşa giden veya manalı bir ses Mevlana’yı SEMA ettirmeye kâfi gelirdi. Sokakta, pazarda, Meram mescidinde, Ilıca’da, değirmen’de, Konya meydanında Mevlana SEMA ederdi.

Eflaki eserinde Mevlana’nın SEMA’ını ikiye taksim etmektedir.

1. Mevlana’nın Münferit SEMA’ı

2. Toplu Olarak Yapılan SEMA

1. Mevlana’nın Münferit Sema’ı

Mevlana, Şems-i Tebrizi’nin 642/1245 senesinde ortadan kaybolmasıyla birlikte, müderris elbisesini çıkarıp, derviş kü­lahını ve elbisesini giymiş ve rebabı altı haneli hale getirmelerini emrederek SEMA’ya başlamıştır. Mevlana SEMA esnasında aynı zamanda şiirler söylemiş, söylediği şiirlerin etkisiyle VECD içinde raksetmiştir. Hatta Mesnevi’nin bazı beyitlerini söylediği esnada, kavvaller çalıp tegannide bulunmuş, o da heye­canla naralar atarak SEMA etmiştir.

Aşk, pek gizlidir ama şaşkınlığı mey­danda

Padişahların canları bile ona hasret çekmektedir.

Aşk dini, aşk mezhebi, yetmiş iki şeriatta da dışarıdır.

Padişahların tahtları, aşka karşı alelade bir tahta parçasından ibarettir.

Aşk çalgıcısı, SEMA vaktinde şunu çalar:

Kulluk bir bağdır, efendilik baş ağrısı!

Şu halde aşk nedir? Yokluk deryası!

Aklın ayağı, orada kırıktır!

Kulluk da malum sultanlık da

Âşıklık bu iki perdeden gizli!

Mevlana’ya tabi olan müridleri de aynı şekilde SEMA etmiş, kavvaller sustuktan sonra Mevlana bir köşeye çekilmiş, etrafında bulunanlara gözlerindeki Hakk nurunu seyretmelerini söylemiştir.

Mevlana SEMA esnasında büyük bir VECD içinde, her şeyde ALLAH’ı gördüğünü söylüyor, şevkinden, neşesinden sabah­tan gece yarılarına kadar SEMA ediyor, bazen bu süre bir haftayı aşıyordu. Bir defasında Ilgın’da kırk gün SEMA’a devam etmiştir. Bazen ise uzun müddet SEMA’da kaldığında müridleri durması için ricada bulunmuşlardır.

Âşıklardan kaçıp uzaklaşan o hurinin aşkından ah ederim! Aşkın öldürüşünde, yepyeni bir hayat, bir dirilik vardır; hastalık bile onun yüzünden bir sıhhat, bir sağlık olmuştur! Aklıma; “Ey aklım; neredesin? Seni bulamıyorum!” diye sordum! Akıl dedi ki: “Ben, sana artık yol gösterecek değilim; senin dünyaya olan bağlılığını koparmak, seni sarhoş edip aşk yoluna düşürmek için şarap oldum!” Bu yüzden, benim özümle hiç bir ilgim kalmadı! Canını yak, külünü sürme et, gözüne çek de, o can sürmesi yüzünden, artık, iki dünyada da körlük kalmasın, her şeyi açıkça gör! Cansız canlar, SEMA’a girsinler, canlansınlar da, ezel balının etrafında arılar gibi dönüp dursunlar! Şems-i Tebrizi hazretleri de, ALLAH’ın kudreti ile bütün kırılmış kalpleri tamir etsin![23]

Eflaki’nin naklettiğine göre; Mevlana bazen SEMA için davet edildiği evlere icabet eder, bütün mü­ridlerini eve al­dıktan sonra içeri girer, bazen de medrese­ye yalın ayak SEMA ederek gider, med­resede SEMA’a devam ederdi. Bu SEMA’a Sivas Kadısı İzzeddin gibi dostlarını da SEMA ederek gider odasından alarak davet eder, onlarla beraber SEMA ederdi.

Cihan padişahının, bizim o canlara can katan padişahımızın devletinde oynayın, raks edin, ey Arifler, ey sufiler, SEMA edin![24]

SEMA esnasında SEMA edenlere sırtını çevirmeyi saygısızlık kabul eder, SEMA esnasında suallere cevap verir, fetva isteyenlere fetva yazardı. Kendisine takdim edilen heyecanlı konuşmalar veya güzel gülleri SEMA’a vesile kabul ederek kalkar,  naralar atarak SEMA’a girer, SEMA esnasında guyendelere ve halka bahşişler dağıtır, SEMA esnasında SEMA edenlerin kendisine çarpmalarını bazen hoş görür bazen onlara kızar.

Yine bazı zamanlar sabah dostlarının yanına gelmesiyle kavvallere çalmaya başlamalarını söyler, SEMA’a başlar, SEMA esnasında mest olduğu vakit salâvatlar getirir, SEMA esnasında güyendelere cebinden çıkardığı paraları defterinin üzerine atmak suretiyle bahşişte bulunur, SEMA’dan sonra göğsünü oğdurtur, zaman zaman fazla SEMA’dan hasta­landığı da olurdu.

SEMA Hakk aşkı ile diri olan kişilerin canlarına rahatlık verir, huzur verir. Arif olan, canında can bulunan yani hayvani ruhu değil de insani ruhu taşıyan, bunu, bu hakikati bilir...

Gül bahçesinde yatıp uyuyan kişi, gül kokusu duymak için uyanmayı arzu eder. Fakat zindanda uyumuş kalmış kimse, uyanırsa hoş bir şey olmaz, ziyana düşmüş olur.

SEMA düğün evinde olur, düğün olan yerde olur. Yas olan yerde SEMA olmaz. Çünkü yas yeri feryat, figan yeridir. Kendinde bulunan cevherden, ilahi emanetten habersiz olan o eşsiz Ay’ı gönül gözü ile göremeyen kişi var ya; öyle kişiye SEMA’da gerekmez, def, yani musiki de gerekmez.

SEMA âşıklar içindir. Gönüller alan, o eşsiz, görünmez sevgiliye manen kavuşmak içindir. Yüzlerini kıbleye çevirmiş kişiler, manen mi’rac edenler, bu dünyada da, öteki dünyada da SEMA’dadır.[25]

Eflaki’nin naklettiği bu rivayetler içinde en meşhur olanı; Mevlana’nın Selahaddin Zerkubi’nin dükkânından gelen çekiç sesleriyle ayak uydurarak SEMA’ etmesidir. Bir başka nakilde ise; bir meyhanenin önünden geçerken içeriden gelen rebab seslerine ayak uydurarak da Mevlana SEMA’ etmiştir.

Eflaki, Mevlana’nın yalnız SEMA ettiği meclislerde defçi guyendelerin ve ney­zenlerin bulunduğunu, bazen bunların bir kısmının Mevlana âşıkları olduğunu da nak­letmektedir.

Mevlana uzun süre yemek yemeden de SEMA etmiş, ‘el-cu, el-cu, sümme rucu’ ‘açlık, açlık, sonra ALLAH’a dönüş’ diyerek SEMA’a devam etmiştir. Nadir hallerde SEMA esnasında kendini kaybetmiş, üzerinde ne varsa çıkarıp kavvallere vermiş, etrafında bulunanlar Mevlana’nın üzerine yanlarında ne kadar kıymetli elbiseleri varsa atmışlardır. Mevlana bazen devrin ileri gelenlerinin hanımlarının SEMA davetlerine icabet etmiş, guyende, defçi ve neyzenlerin çalgı ve şarkıları refakatinde SEMA etmiştir.

SEMA nedir? Gönüldeki gizli erlerden haberdar olmaktır. Onların mektupları gelinde garip gönül, dinçelir, rahata kavuşur. Bu haberler rüzgârıyla, akıl ağacının dalları açılır, uykudan uyanır. Bu sarsılışla beden, darlıktan kurtulur, genişler, huzura kavuşur. Bedende tuhaf, görülmemiş bir tatlılık başlar. Ney sesinden, mutribin, çalgıcının dudaklarından dile damağa hoş, manevi zevkler gelir. Dikkatle bak da gör, şu anda SEMA edenlerin ayakları altında binlerce gam akrebi ezilmede, kırılıp ölmede. Binlerce ferahlık ve neşe hali aramızda kadehsiz dolaşmada, bize mana şarabı sunmadadır. Her taraftan bir Yakub, kararsız bir halde, neşeyle kalkar, sıçrar. Çünkü burnuna Yusuf’un gömleğinin kokusu gelmededir. Canımız da; “Ona ruhumdan ruh üfürülmüştür[26] sırrıyla dirilmiştir. Bu ruh üfürülüşünü, yemeye, içmeye benzetmek doğru değildir. Çünkü bunun bedenle ilgisi yoktur. Mademki bütün yaratılmış varlıklar, surun üfürülmesiyle haşr olacaklar, surun üfürülmesinin zevkiyle ölüler uykularından uyanacaklar, sıçrayıp kalkacaklardır; sen de ‘ney’in feryadıyla uyan, kalk, kendine gel! SEMA musikisinin tesirine kapılmayan, dönüp, buz kesilen, ölüp yok olanlardan da aşağı olan kişinin toprak başına olsun! Çünkü o, gerçek bir insan değildir. Gezip dolaşan bir ölüdür. SEMA’ın kadehsiz verilen bu helal şarabını içen beden, bu şarapla mest olan gönül, ayrılık ateşinde kavrulur, pişer, tam olgunlaşır.

Gayb âleminin güzelliği, söze sığmaz, anlatılamaz, övülemez. Onu görebilmek için ödünç olarak binlerce göz al, binlerce göz!

Senin içinde öyle parlak bir ay vardır ki, gökyüzündeki güneş bile ona; “Ben sana kulum, köleyim” diye seslenip duruyor.[27]

2. Toplu Olarak Yapılan Sema

Sufi geleneğinde başlangıçtan beri varolagelen SEMA, Mevlana ile yaygınlık kazanmış, Mevlana devrinde büyük bir rağbete mazhar olmuş ve devrin ileri gelenlerinin, bir nevi yarı dini eğlence ziyafeti halini almıştır. Toplu halde icra edilen SEMA ayinleri bazen Mevlana’nın medresesinde, Hüsamed­din Çelebi’nin evinde ve bağında, bazen de devrin ileri gelenlerinin evlerinde veya Sadreddin Konevi’nin medresesinde tertip edilmiştir.

Başlangıçta SEMA zamanları Mevlana’nın VECD’e geliş anlarına bağlı olduğu görülmektedir. Onun herhangi bir heyecan uyandıran hali, bir sözü veya nüktesi veyahut bir kerameti, başta kendisi olmak üzere toplu halde SEMA ayininin yapılmasına vesile oluyordu.

Biz, savaşta yüzümüze kalkan tutmayız! Yani, biz âşıklar, nefisle savaşırken korkmadan, kahramanca savaşırız! SEMA ederken de kendimizden geçeriz ne neyden, ne de deften haberimiz olur! Biz, zaten, Hakk’ın aşkı ile yok olmuşuz, aşkının ayakları altına serilmişiz. Biz, kat kat aşkız; biz kel değiliz, biz sağır da değiliz![28]

Bazen Mevlana’ya âşık bir gencin Mevlana’ya bağlanması için bu gencin babası tara­fından, ticarette daima zarar eden bir tacirin bir daha zarar etmemesi için, Sultan ve Muinüddin Pervane gibi ileri gelen devlet ricali, Mevlana’nın kera­metlerine mülaki olan halktan biri, devrin devlet ricalinin hanımları, tacirler veya Mevlana’yı seven halktan bir kadın tarafından Mevlana’nın da iştirak ettiği SEMA meclisleri tertip edildiği görülmektedir. Ayrıca Mevlana düğünlerde ve sünnet merasimlerinde, ileri gelenlerin iştirak ettiği medresede, kendi müridlerinin de muhtelif vesilelerle tertip ettikleri toplu SEMA’ merasimlerine iştirak etmiştir.

Bazen felek gibi dönerim, bazen melek gibi uçarım. Dönüşüm de, oynayışım da Hakk içindir. Ben O’nunum, O’nunla ortak olmuş değilim ama.. O güzellik madeni beni gördü, satın aldı. Ben de o yüzden böyle sevimliyim. Can ormanında gerçekten de bir iman arslanı var. Benim şüphe dağarcığımı muhakkak o yırttı. Padişahım, hükme razı olanı bir gün kadı (hâkim) yapar[29]

Bu tür SEMA meclislerinde önce Kur’an okunup, sonra SEMA icra edilip daha sonra da yemekler yenildiğine dair rivayetler mevcuttur. Mevcut kayıtlarda SEMA merasimine kimlerin katıldığına dair de bilgiler bulunmaktadır. Bu tür toplu SEMA’ merasimlerinde; mutrıban, semazenler ve seyirciler olmak üzere üç grup bulunmaktadır. Mutrıban grubun­ da en çok adı geçenler; kavvaller, guyen­deler ve neyzenlerdir, Bunlardan başka bu grupta adı geçenler; defçiler ve rebab meşk edenlerdir. SEMA yapılan yer birden fazla insanın beraberce SEMA yapabileceği genişlikte olduğu gibi guyendeler içinde yüksekçe bir yer (taht) bulunduğu Eflaki’nin kayıtlardan anla­şılmaktadır.

Toplu SEMA merasimleride, gündüz başlayıp gece yarılarına hatta sabahlara kadar devam ettiği, hatta gece yapılan SEMA’lara katılanların yanlarında mumlar götürdüğü de aktarılmaktadır. Eflaki eserinde, SEMA’dan sonra yenen yemeklere merasime iştirak eden herkesin katıldığını ve bu yemeklerde, pilav, helva ve hutabın ikram edildiğini nakletmektedir.

Huzuru Nebi’de La ilahe İllallah Muhammeden Resulullah sırrını aynel Yakin müşahede etmek.

SEMA Ruhun SEMA’sı, Gönlün SEMA’sı, Nefsin SEMA’sı, Bedenin SEMA’sı derecelerini tahsil ederek sefaya ermek.

HÜSAMEDDİN ÇELEBİ HİKMET VE SIRLARI

Ey, Hakkın ışığı, faziletli Hüsameddin! Sen damarla, nabızla, göklere ve yıldızlara ait bilgilerle ilgisi olmayan gönül hekimisin” (Mevlana)

Hz. Mevlana’nın kalbinde ikinci bir ayrılık yarası açan şeyh Selahaddin’in vefatından sonra, Mevlana irfan şulelerinin ahengini temin etmek vazifesini Çelebi Hüsameddin’e tevdi etti.

Hüsameddin Çelebi, Hz. Şems ve Mevlana tarafından çok sevilmiş bir bahtlıydı; seçilmiş mana adamıydı. Halifelik sırasında şeyh Selahaddin’den sonraydı. Fakat Mevlana Celaleddin’e sorarsanız, Hz. Şems de dâhil, manada hepsi BİR’di, hepsi aynı nurdandı.

Hüsameddin Çelebi’nin babasının adı Mehmet. Büyük babasının adı Hasan idi. 12O4 senesinde Konya’da doğmuş çocuk denecek yasta yetim kalmıştı. Zamanının şeyhleri kendisine pek ilgi gösterirler, meclislerine davet ederlerdi. Böylece daha çocukken birçok büyüklerin sohbetlerinde bulundu. Sonra Mevlana Celaleddin’in huzurunu kendisine gönül durağı seçti, son menzili oldu.

Hüsameddin Çelebi, bütün varını, Hz. Ebubekir’in malını Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) uğruna feda etmesi gibi, Mevlana yolunda, Mevlana sevgisinde feda etti. Bir gün lalaları: “Geçim vasıtası mal mülk kalmadı” diye kendisine tarizde bulundular. O, evin eşyalarını da satmalarını emretti. Günün birinde:

Artık bizden başka bir şey kalmadı” diye karşısına gelen lala ve hizmetkârlarına: “Âlemlerin Rabbine hamdolsun. ALLAH’ın elçisine zahiren uymak müyesser oldu. Sizleri de Mevlana’nın aşkı ile azat ettim” dedi.

Bütün varını aşk yoluna fedadan sonra, Çelebi, gün geldi, yine mal ve mülk sahibi oldu ve ömrünün sonuna kadar dostlarının iyiliğine çalıştı.

Hüsameddin Çelebi Şafii idi. Bir gün Mevlana’nın huzurunda baş kestikten sonra : “Hüdavendigar’ımız Hanefi olduğu için bugünden sonra İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin mezhebine geçmek istiyorum” dedi. Mevlana cevap verdi:

Hayır, mezhebinde kal, fakat halkı bizim aşk caddemize yönelt

Bir gün Selçuk Vezirlerinden Muineddin Pervane bir SEMA Meclisi tertip etmişti. Hüsameddin Çelebi gelinceye kadar Mevlana’nın neşesi olmadı. Zaten hiç bir zaman Çelebi’siz Hüdavendigar’ın yüzü gülmezdi. Bir müddet murakabede kaldıktan sonra, tam başını kaldırıyordu ki Hüsameddin Çelebi içeri girdi. Mevlana, neşeyle: “Merhaba canım, merhaba nurum, efendim, ey Hak sevgilisi, Peygamber mahbubu, gel, benim dinim, gel, benim sultanim” diye coşmuş, Çelebi’ye hitap ediyordu. Hüsameddin Çelebi de aşk, şevk ve iştiyakından ağlıyordu. Muineddin Pervane içinden: “Acaba Mevlana’nın bu saydıklarını gerçekten Çelebi hak etmiş midir?” diye geçirdi. Aniden, Hüsameddin Çelebi geldi ve Pervane’nin elinden tuttu: “Bunlar bende olmasa bile Mevlana söyleyince olur” dedi. “Onun sözü olmayanları yaratır. O, kemale erdirmeye kadirdir. Kur’anda söylendiği gibi, istediği vakit, ol, der olur

Çelebi, Mevlana’yı böyle bir imanla seviyor, gerçeğini görüyordu. Mevlana da Çelebi’nin evine erzak götüren bir hamala sırtından cübbesini çıkarıp verecek ve: “Senin yerinde ben olsaydım” diyecek kadar Çelebi’ye hayrandı, aşkına, imanına âşıktı.

Bir gün toplu halde Çelebi’nin evine gidiliyordu. Önlerine çıkan bir köpeği guruptan biri kovmak istedi. Mevlana hemen itiraz etti: “Çelebi’nin mahallesinin köpeğidir, dokunmayın

MESNEVİ-İ ŞERİF’İN DOĞUŞUNUN

HİKMET VE SIRLARI

Mesnevinin yazılmasına 658 (H.) de başlanılmış ve son beyti 666 (H.) de yazılmış, yani, 9 yılda tamamlanmış­tır. Mesneviyi telife başladığı zaman Mevlana 55 yaşın­daydı ve Şemsten ayrı düşeli 15 yıl olmuştu. Bu tarihler hep tahminidir; ancak ikinci cildin yedinci beytinde, Mev­lana

Matla-i tarih-i in sevda vü sud

Sal-i hicret şeşsad-u şast-ü dü bud

Bu karalamaya ve maksada başlanıldığında hicret yılı 662 idi” demektedir. Bu tarih Mesnevinin başlangıç tari­hi midir, yoksa birinci ciltten sonra yazılması bir müddet geciken ikinci cilde başlama tarihimidir, açık değildir.

Bir gece Mevlana ile yalnız kaldığı saatlerde Çelebi baş kesip dedi ki:

Ferideddin-i Attar’in İlahinamesi ve Mantık al Tayr’ı gibi bir kitap yazılsa, bütün insanlar arasında hatıra olarak kalır. Âşıklara yoldaş ve ulu bir rehber olur. Bu kulunuz ister ki değerli dostlar, yüzlerini Mevlana’mızın kutlu yüzüne çevirsinler ve başka bir şeyle meşgul olmasınlar

Mevlana, Çelebi’yi dinliyor ve gülümsüyordu. Hüsameddin Çelebi susunca, mübarek sarığının içinden bükülü bir kâğıt çıkarıp uzattı. Mesnevi’nin ilk on sekiz beyti hazırdı:

Bişnov in ney çün şikâyet mikoned

Ez cudayiha hikayet mikoned

Dinle bu neyi nasıl şikâyet ediyor, ayrılıklardan hikâye ediyor” diye, “Dinle” hitabı ile bağlıyordu.

Der neyabed hal-i pohte hiç ham

Pes suhan kutah bayed vesselam

Hamlar, olgunların halinden anlamaz, o halde sözü kısa kesmek gerek” beyti ile bitiyordu.

Dinle, şikâyet etmede her an bu Ney,

Der ki; Feryadım kamışlıktan gelir,

Ayrılıktan parçalanmış bir yürek

Şayet aslından biraz ayrılsa can,

Ağladım her yerde, hep ah eyledim.

Herkesin zannında dost oldum ama

Hiç değil feyadıma sırrım uzak.

Aşikârdır can beden, gör insanı,

Ney sesi tekmil hava; oldu ateş.

Aşk ateş olmuş, dökülmüştür Ney’e,

Yardan ayrı dostu Ney dost kıldı hem,

Kanlı yoldan Ney sunar hep arzuhal.

Ney zehir, hem panzehir; ah nerde var,

Sırrı bu aklın, bilinmez akl ile

Sırf keder, gam; gitti kaç gün; kaç gece.

Geçse günler, korku yok her şey masal;

Kandı her şey, tek balık kanmaz sudan,

Anlamaz olgun adamdan bil ki, ham.

Anlatır hep ayrılıklardan bu Ney.

Duysa her kim gözlerinden kan gelir.

İsterim Ben; derdimi dökmem gerek.

Öyle bekler, vuslata ersin zaman.

Gördüğüm her kul için, dostum dedim.

Kimse talip olmadı esrarıma.

Gözde lakin yok ışık, duymaz kulak.

Yok, izin görmez fakat insan, canı.

Hem yok olsun, Kimde yoksa bu ateş!

Cezbesi aşkın karışmıştır mey’e.

Perdesinden perdemiz yırtıldı hem.

Hem verir mecnunun aşkından misal.

Böyle bir dost, böyle bir özlemli yar?

Tek kulaktır müşteri ancak dile.

Geçti yanışlarla günler, öylece.

Ey temizlik örneği, sen gitme kal!

Gün uzar, rızkın eğer bulmazsa can.

Söz uzar, kesmek gerektir vesselam!

Böylece Çelebi’nin eline verilen on sekiz beyitle Mesnevi-i şerif başlamış oldu. Sonra, yıllarca sürdü. Sohbet ederken, SEMA ederken, yolda, bağda, medresede, gece sabahlara kadar, hangi saatte ve nerede olursa olsun Hüsameddin Çelebi karşısında, aşkla, şevkle yazıyordu. Bunu ancak Hüsameddin Çelebi gibi sevmesini bilen. Mevlana’da Mevlana aşkı ile yok
olan bir bahtlı yapabilirdi. Bu büyük aşka ve çok şerefli çalışmaya mukabil maneviyat sultani Mevlana Mesnevi’ye, ‘Hüsaminame’ dedi ve ciltlerin başında Çelebi’yi:

Hak ziyası Hüsameddin, yıldızların nuru sah Hüsameddin, gönüllerin hayati Hüsameddin” diye övdü

Selahaddin-i Zerkub’un vefatından sonra yine Mevlana’nın emri ile Hüsameddin Celebi Halifelik vazifesini üzerine aldı. Hüsameddin Çelebi gece gündüz demeden, zaman zemin düşünmeden Mevlana’nın yanında Mesnevi-i şerifi, irticalen söylenen beyitleri, kaleme alıyordu.

Çelebi bir mecliste bulunmasa Mevlana’nın neşesi olmazdı. Gün olur cebindeki bütün parasını Çelebi’ye gönderir, “Vallahi yüz bin zahit açlıktan ölüm haline gelse bizde de tek bir somun olsa onu yine Çelebi’ye göndeririz” derdi.

Dünya dillerine tercümeleri yapılan altı ciltlik Mesnevinin yazılması yıllarca sürmüştü. Sözün bu noktasında sırası gelmişken Hz. Pir’in Mesnevi’sinin ne olduğunu biraz olsun inceleyelim:

Mevlana âşıkları için Mesnevi-i şerif emsalsiz kutsi bir hazinedir. Eşsizliği ve kutsiliği Kur’an-i Kerimden ilham oluşundan, daha doğrusu Kuran’ın sırlarının İnsan-i Kamil tarafından tefsiri oluşundandır. İşte bunun içindir ki Mesnevi’nin her mısraında hikmet, her beytinde sırlı Hakikat, her hikâyesinde ibret vardır. Hazinenin, mutlak, kilit üstüne kilitli oluşu gibi Mesnevi-i şerif de anahtarlıdır. Paha biçilemeyen mücevherlerden manen nasip alabilmek için aşk, iman ve irfan anahtarlarını elde etmek gerekir. Şurası da muhakkaktır ki bu anahtarlara sahip bir seçilmiş bile Mesnevi-i şerifi eksiksiz anladığı iddiasında asla değildir. Ayrıca, beyitlerin her tekrarlanışında kalbine yeni bir neşenin doğacağını bilir. Hiç şüphesiz her okunuşta ayrı bir zevk alır. Mesnevi’nin kutsi bir kitap olusuna bir işaret de budur.

Mevlana yedi asır evvel beyitlerinde fenni keşifler açıklamış, yirmi altı bin beyitlik altı cilt Mesnevi’sinde her mertebedeki insana hitap etmiş, bazen Tarikatı, bazen Hakikati dile getirmiştir. Her mertebenin insanına ayrı ayrı seslenirken bile çoklukta BİR’i görmüştür. Bunun için âşıkların Mevlana’sı:

 Mesnevi vahdet dükkânıdır, orada birden gayrı gördügün herşey puttur” der.

Yine Mesnevi-i şerif için : “Bu kitap masal diyene masaldır, fakat bu kitapta halini gören, kendini anlayan kişi de erdir” buyurur. “Gün gelecek Mesnevi’miz mürşitlik edecektir” diyerek Mesnevi’nin her gönlü uyanığa, her Tarikat erbabına ışık tutacağını bildirir.

Mesnevi, Gerçek İnsan olabilmek için mürşit edinmenin elzem öldüğünü bildiren lahuti kitaptır. Düsturu ‘Aşk’, ‘Tevhid’ ve ‘Edeptir’.

Gerçek İnsan diyoruz. Çünkü gerçek insan olmak insanın tekâmülüne bağlıdır. Bu Hakikati ifade için ariflerden biri:

Sanma her suret-i insanda olan insandır

Belki hayvanları mahcup edecek hayvandır

Buyurmuştur.

Evet, insan, Gerçek İnsan olabilmek için ALLAH’ın Halifesi olan İnsan-i Kâmilin sevgisiyle bütün beşeri ihtiraslardan soyunacak, benliğini o aşkta kaybedecektir. Her zerrede Mutlak Varlığı görerek Tevhit ile Hakkı Hakk-al-yakin müşahede edecektir. Böylece Gerçek İnsan olacaktır.

Mevlana, müşahede ettiği, yaşadığı Vahdet-i Vücudu ancak kendine has bir lisan ve ustalıkla, misli görülmemiş ve görülmeyecek kemalat ile hikâye içinde hikâyelerle Mesnevide beyan etmiştir. Gerçekleri samimi kıssalarla anlatmış, müptediyi tekâmül ettirme gayesini gütmüştür. Kamillerin de istifadesini temin etmiştir. Fakat pek tabiidir ki, her okuyan anlamaz. Ancak ruhen aşina ise, okuduklarını reddetmez. Bu bakımdan, Mesnevi şerhe ihtiyaç gösteren kutsi kitaptır. Mesnevi’den nasip alabilmek için aşk, iman ve irfan anahtarlarını elde etmek, kısacası bir Arife bende olmak şarttır.

Mesnevi-i şerif ruhları yücelten, dertlere deva gösteren, maddi manevi yollara ışık tutan Rabbani kılavuzdur. Nitekim ikinci dünya harbinden sonra Almanlar, İngilizler, yaşadıkları facianın tesellisini Mesnevi’de bulduklarını açıklamışlardır.

Mesnevi’den İngilizceye tercümeler yaparak ‘Mesnevi-i Manevi’ adıyla bir eser meydana getiren müsteşrik ‘E. H. Whinfield’, Mevlana için: “Onun tasavvufu ilmi değil, âlem şümul manada amelidir” demiştir.

Mesnevi dersini verirken gözleri yaşaran, kendinden geçen Cambridge Üniversitesi Şarkiyat Profesörü müteveffa ‘Reynold A. Nicholson’ ise Mesnevi için : “Felsefi lisanla değil kalbe hitap etme sanatı ile işlenmiştir” der.

Mesnevi’nin ifadesi ise baştanbaşa musikidir. Öyle akıcı ve öyle çekici bir lisan kullanılmıştır ki eserin her turlu tekellüften azade olarak meydana geldiği kolayca anlaşılır.

Mevlana aşkı ile Müslüman olan, sohbetlerinde bu aşk ile sel sel gözyaşı döken rahmetli ‘Mehmet Kadir Keçeoglu’ (Yaman Dede) ‘Mesneviden İlhamlar’ adlı, aşk, tevazu ve gözyaşı dolu bir yazısında : “Mevlana’yı okurum, anlarım diyemem, yalnız yanarım, yanarken haz ile feryat ederim. Bu feryat belki size onu söyler” deyip ilave etmiştir : “Mesnevi, insan eserlerinden hiçbirine benzemez. O, Mevlana’nın kalbinden gelen ALLAH sesidir, Mağz-ı Kuran’dır

ALLAH’ın namütenahi tecelliyatını mazhar olan Mevlana, bir beytinde: “Mansur, tasavvufun bazı esrarına işaret ettiği için, halk tarafından dara çekildi. Benim esrarımdaki azameti bilseydi, Mansur benim darağacımı kurardı” buyurur. Hallac-ı Mansur gibi bir Veli’nin, kendi vasıl olduğu sırlar karşısında nasıl halk mesabesinde kalacağını coşkunluk ve cömertlikle açıklar. Sonra bu hudutsuzluk ve enginlik içinde:

ALLAH ilimlerinden bildiklerimden yüzde birini söylüyorum” diye seslenir. Evet, Mevlana böyle bir Pir, Mesnevi böyle Pir’in sonsuz kemalatına burhandır.

HZ. MEVLANA’NIN DÜĞÜN GECESİ - ŞEB-İ ARUZ

HİKMET VE SIRLARI

Hz. Mevlana, 20 cemaziyelevvel 672/2 Aralık 1273 yılında hafif bir baş ağrısıyla ateşli bir hastalığa yakalanmıştı. On beş gün hasta yattı. Yanında bulunan bir kaptaki suya elini batırıyor, yüzüne gözüne ve mübarek ayaklarına sürüyor, ateşin sıkıntısını hafifletmeye çalışıyordu. O, yaradanına, tükenmez bir tevekkül ile bağlıydı; “Senden gelen bela baldan tatlıdır” diyen inancının eriydi. Bu sıralarda Konya’da sık sık deprem olmaya başlamış, halk korku ve panik içerisinde kalmış, hasta yatağındaki Hz. Pir’e başvurup dua buyurması için ricaya gelmişlerdi. Hz. Pir, tebessüm ederek: “Korkmayın yerin karnı acıkmış yağlı bir lokma bekliyor, yakında o lokmayı yer ve deprem biter” buyurmuştu.

Peygamber efendimizde benzeri ateşli bir hastalığa yakalanmış, soğuksu ile silinerek serinlemeye çalışmıştı. Yüce Mevlana’nın her hususta kendisine örnek aldığı ALLAH Rasülü’nün, son günlerindeki ateşli hastalık hali, sevgili Mevlana’sında da aynile tecelli ediyordu. Bu tecelli belki de yüce Mevlana’nın bu “en güzel örnek” Peygamber’in getirdiklerini, en güzel biçimde yaşamış olmasının kendisine bahşeylediği ilahi bir armağandı. Böylece zaman şeridi bir ileri, bir geri sarılıp duruyordu.

Hastalığında şeyh Sadrettin Konevi Mevlana’yı ziyarete gelmiş, O’na ALLAH’tan şifalar dilemişti de Mevlana: “Şifalar sizin olsun, sevenle sevgili arasında zardan bir gömlek kaldı. Nurun Nura kavuşmasını istemez misiniz?” Dedi. Ve devamla şu gazelini inşad eyledi:

Bütün varlığımla, beni bu âleme getiren o padişaha yöneldim. Beni yarattığından dolayı O’na binlerce şükrüm var. Kâh güneşe benziyorum, kâh inciler dolu denize. Gönlümün içinde bir gökyüzüm var; gönlümün dışında bir yeryüzüm. Dünya küpünün içinde bal arısı gibi uçup durmadayım. Sen yalnız sesime bakma, balla dolu bir kovanım var benim. Süleyman’ın mührü var yüzüğümde. Her cüz’üm açılmış; neden solayım? Altımdaki Burak eğerlenmiş, neden eşeğe kul olayım. Sağlam bir ipim var; niçin şu kuyudan çıkmayayım? Balçıktan doğdum ama akikim, altınım, yakutum ben. Hangi zerreyi görürsen gör, onda bir inci ara, çünkü her zerre ‘içimde bir define var’ demede

Mevlana ‘5 Cemaziyelahir 672/17 Aralık 1273 Pazar günü’ güneş batarken bu dünyadan gurup etti, ebediyet libasını giydi. Son gazelini de Çelebi Hüsameddin hasta yatağı yanında gözyaşlarıyla kaydetmişti. Artık bütün Konya matem içinde idi. İseviler: “O bizim İsa’mızdı”, Museviler : “O bizim Musa’mızdı”, Müminler ise : “Nur idi, Resulün sırrıydı” diye ağlıyorlardı. Namazını devrin mutasavvıflarından Sadreddin-i Konevi’nin kıldırması istendi. Fakat Sadreddin-i Konevi bu vazifeye takat getiremedi, bayıldı. Kadı Siraceddin ilerledi, namazı o kıldırdı. Vefat gecesine düğün gecesi, Hakka Vuslat manasında ‘Şeb-i Arus’ dendi. Üzerine yapılan ‘Yeşil Türbe’ (Kubbe-i Hadra) Âşıkların Kâbesi oldu. Molla Cami bu Türbe için görüşünü şöyle belirtti:

Kâbet ül uşşak başed in makam

Her ki nakıs amed in ca şod temam[30]

Sultan Veled ise:

Yek tavaf markad-ı sultan-i Mevlanay-i ma

Heft hezar o heft sad hefted hacc-ı ekberest

Diyerek arifane görüşü ile dervişlerine Mevlana’nın gerçeğini ifade etti.

Mevlana, mananın ölümsüzlüğünü bildirmek için : “ölümümüzden sonra mezarımızı yerde arama, ariflerin gönülleridir mezarımız bizim” buyurmuştu. Âşık gönüllerde, ariflerde, kâmillerde mekân tuttu.

Bir gazelinde de : “senin aşkından güneş gibi ateşten bir kaftan giyeyim. O ateş içinde güneş gibi dünyayı nurlara ve zulmetlere garkedeyim” diye seslenmişti. Gerçekten güneş gibi dünyayı nurlara ve ziyaya gark etti. Sevenleri, hayranları ışığı içinde, nasipsizler zulmette kaldı.

Mevlana. “Ölüm beni ezse de ben yine o aşkım” diyerek aşkın ebediliğini açıklamıştı. İşte aşkı yedi yüz senedir yaşıyor, dünya durdukça da yaşayacak. “Bizim mana ve sırlarımız bütün dünyayı tutacak” buyurmuştu. Mevlana sevgisi ve Hakikat sırları cihana yayıldığı gibi İngiltere, Amerika’da ve hatta bütün kıtalarda ve ülkelerde semazenler yetişti. Aşktan nasipliler kendisine baş kesti.

Mevlana bahsinde son söz yolun ermişlerinden Galip Dede’nin olsun:

Ey, kâşif-i esrar-ı hüda mevlana

Sultan-ı fena şah-ı beka mevlana

Aşk etmededir hazretine böyle hitab

Mevlay-ı gürüh-u evliya mevlana

Âlemi Cemal’e göçüşle birlikte yerine dünyayı aydınlatan eserler, usuller ve büyük değerler bırakmıştır. Bu nedenle bütün insanlıkta şükrani nimet olarak faydalanıyorlar.

Fasık ve Zahidler

Hüsameddin Çelebi’nin halka tuhaf ge1en bir âdeti vardı. Görünüşte günahkâr, fasık ve facir olan kimseleri över, “Bunlar dindarlık ve takva ile meşhur. Saygıya layık zahit kişilerdir” derdi. Züht ve zahiri gözetmekle meşhur olanları da:

Bunlar âşıklardır, fena insanlardır” diye yererdi. Müritleri bu hale çok şaşarlardı. Nihayet dayanamayıp Mevlana’ya:

Çelebi böyle söylüyor” demeye mecbur oldular. Mevlana gülümseyerek buyurdu ki : “Hakikat, Çelebi’nin buyurduğudur. Çünkü onun övdüğü fasık kimseler zahirde böyle, fakat batında temiz ve terbiyelidirler. Yerdiği zahidlerin içleri ise münafık ve fasıktır. ALLAH kulların dışına değil, içlerinin sırrına bakar. Evet, denilmiştir ki : ‘ALLAH şüphesiz yün elbiseyle kelime ezberleyenlere değil, kendisi için atıfet sahibi olan kalplere bakar. Yüce ALLAHEy, benim kullarım, ey benim görenlerim! Siz zahirdeki işlere bakarsınız, biz, insanların içine ve içindeki sırra bakıyoruz buyurmuştur... İnsan, Zahirde kötü ve kusur işleyici olduğu halde batında o temiz cevher sayesinde muttaki ve ıslah edicidir. Anlayana bu kadarı kâfi

Evet, sultanlar sultani Mevlanam! Anlayana, hisse alabilene bir işaretin kâfidir. Bu dersten nasibi olan artık nasıl olur da günahkâr ve fasık bilineni yerer!

Hüsameddin Çelebi haktan o kadar korkardı ki Mevlana’nın Türbesini ziyarete geldiği vakit abdest almak için suyunu beraber getirir, o suyla abdest alır ve yalnız o sudan içerdi. Türbe için, Vakfın parası ile alınan sudan içmez, nefsine kullanmazdı.

Bir gün Kadı Siraceddin’in huzurunda bir toplantı kurulmuştu. Bu toplantıya içlerinde zaman zaman inkâr rüzgârlarının fırtınalarını duyanlardan bazıları katılmıştı. Hüsameddin Çelebi de bilhassa çağırılmıştı. Konuşmaları : “Rebap Çalmak haramdır, SEMA etmek caiz değildir” mevzuunda idi. Kadı Siraceddin de bunları tasdik ediyordu. Bir ara Çelebi’nin fikri soruldu. Çelebi gayet sakin: “Ben de sizden soruyorum; sizin gözleriniz Musa Peygamberin asasını değnek mi, yoksa ejderha mı görüyor?” dedi.

Herkes susmuştu; Çelebi devam etti: “Rebap da bir tahta parçası idi. Mustafa’nın sırrının mazharı ve zamanının Musa’sı Mevlana, bu tahta parçasına inayet nazarı ile baktı. Rebap onun elinde ejderha oldu, hilekârların iplerini yuttu. Binaenaleyh böyle korkunç bir ejderhanın önünde cüret uğursuzdur. Olmaya ki günün birinde kükreyip sizin bütün akli ilimlerinizi, hünerlerinizi bir nefeste yutsun. Bu hiç kimseye aman vermez; insani helak eder

Münakaşada hazır olanlar dillerini yutmuş gibi susmuşlardı. Bir kısmi isyanlarını anlayıp tövbekâr oldular. Bir kısmi da yine inkâr rüzgârlarının korkunç sesine tabi oldular.

Bir gün Sultan Veled ve dostları Çelebi’nin başında idiler. Dervişlerin canı bal istemişti, fakat bir şey söylemiyorlardı. Çelebi bahçıvana kovandan bal getirmesini söyledi. Bahçıvan birkaç petek beyaz bal çıkarıp getirdi. Çelebi: “Daha getir” diye emretti. Aynı kovandan bir miktar daha bal geldi Çelebi: “Yine getir” diyordu. Bahçıvan dayanamadı: “Bu sondur” dedi. Çelebi: “Getirdiğin bal Hüdavendigar’ın oğlu için tükenmeyen bir denizdendir. Kıyamete kadar bitmez” buyurdu. On yedi petek geldiği halde kovan yine doluydu. Çelebi: “Bu Sultan Veled’in ayağındandır” diyordu. İki yüze yakın can hem yiyip hem alıp götürdügü halde kovan ve tepsiler dolu idi. Çelebi, kovanı Sultan Veled’e verdi. O kovanın balından şerbet yapıp içirdikleri hasta şifa buldu.

Hüsameddin Çelebi: “Velileri inkâr etmekten daha büyük günah yoktur, her günah affedilir, ancak Evliyaullah’a yüz çevirmek günahı affedilmez. Velilerden yüz çevirmek kâfirliğin ta kendisidir” buyururdu.

Bir gün bağlara gidilmişti. Bir derviş şehirden geldi:  Mübarek Türbenin kubbesinin âlemi duştu ve bir çatlak acildi” diye haber getirdi. Çelebi teessüre kapılıp: “Dönelim, ömür kadehimiz dolmağa başladı. Göç zamanı yaklaştı. Dost, vuslat müjdesini verince ayaklarımızla değil, başımızla sürünerek gitmemiz gerekir” diyerek ağlamaya başladı. Böylece âşıklar mahzun, mükedder evlerine döndüler.

Hüsameddin Celebi bir kaç gün hasta yattıktan sonra, Hicri 683 yılı Saban ayında ALLAH’ın rahmetine kavuştu.

Yirmi altı bin beyitlik altı cilt Mesnevi’yi, dünya tarihinde hiç görülmemiş bir şekilde gece gündüz demeden kaleme alan, on sene irşad makamında kalan Hüsameddin Çelebi, Konya’da Yeşil Türbe’nin giriş kapısına pek yakın bir yerde yatar. Öyle ki, Huzur’a giren onun sandukasının önünden tazimle geçer. Naçiz görüşümüze göre, Mevlana’nın: “Arş hazinelerinin emini” dediği Hüsameddin Çelebi’nin destur verişiyle Huzur’a yürür. Yolu, izi baştanbaşa edep ve incelik olan Mevlevilikte Hüsameddin Çelebi’nin Mevlana’da yok olmuş varlığı âşıklar için pek kıymetli, pek azizdir.

SULTAN VELED

HİKMET VE SIRLARI

Mevlana ve yakınları tarafından Bahaeddin diye çağırılan Sultan Veled, 25 Rebiülahir, 623 de Larende’de (Karaman) doğdu. Mevlana sevgili oğluna, babası Sultan-ul Ulema’nın adını (Bahaeddin Veled) taktı. Sultan Veled’in annesi, bilindiği gibi, Lala Şerafeddin’in kızı Gevher Banu idi. Küçük yaşta annesiz kalan Sultan Veled, veliye bir kadın olan dadısı Kiraman ve üvey annesi Kerra Hatunun annesi tarafından büyütüldü. Mevlana da sevgili oğlu ile pek meşgul olur, çocuğunu daima kucağında uyuturdu. Gençlik çağında ise kendisini görenler, Mevlana’nın kardeşi zannederlerdi. Bu benzeyiş için Hz. Pir oğluna: “Sen insanların iç ve diş yaratılışları bakımından bana en çok benzeyenisin” derdi. Sultan Veled de bu alaka ve benzeyişten asla şımarmaz, kibirlenmez, bilakis tevazuun timsali bir insan olduğunu her haliyle gösterirdi.

Oğlunun yetişmesine azami dikkati sarf eden Mevlana, diğer oğlu Alâeddin’le birlikte Sultan Veled’i Şam’da tahsil ettirdi.

Babası gibi rebap çalan Sultan Veled, Mevlana’nın sevdiklerine son derece sevgi ve hürmet gösterirdi. Yirmi yaşında iken Şems-i Tebrizi’ye mürid olmuştu. Sonradan babasının emri ile Şems’i alıp Konya’ya getirmek için Şam’a gitmiş, dönüşte bütün yol boyunca yürümüştü. Şems’in ısrarlarına rağmen: “Padişah at üzerinde, kul at üzerinde nasıl olur?” diyerek yaya kalmayı tercih etmişti. Hiç şüphesiz bu, veli terbiyesi ve Veli harcıydı.

Sultan Veled, kayınpederi olan Selahaddin Zerkubi’ye de aynı hürmet ve muhabbeti gösterirdi. Veliler velisi Şems’in gidişinden sonra, Selahaddin Zerkubi’ye tabi olmuştu.

Mevlana, evlat sevgisinin yanı sıra mana birliği ile de sevdiği oğluna: “Bahaeddin daima cennetle olmak istersen herkesle dost ol. Hiç kimseye kin gütme” buyururdu. Sultan Veled, mayasındaki aşk, iman, şefkat ve tevazu gibi güzel hasletlerden başka bu nasihat ve görenekle yetişiyordu. Âşıkların, Ariflerin sultanı, biricik babasının ki kıymetini ise pekiyi biliyordu. Bunun için:

Mevlana’dır evliya kutbu bilin

Ne kim ol buyurduysa onu kılın

Allh’tan rahmettir onun sözleri

Körler okusa açıla gözleri

Buyuruyordu.

Bir bahar günü, Meram bağlarına gidilmiş, SEMA edilmişti. Mevlana VECD içinde gazeller söylemişti. Bir aralık Sultan Veled coşkunlukla: “Subhanallah! Konya’nın ne hoş manzarası var. Rahmet nurları ışıldıyor” dedi. Mevlana : “Evet, vallahi Konya mübarek bir şehirdir; onu sana bağışladım. Bizim mübarek Türbemiz, büyük Mevlana Bahaeddin’in kemikleri, çocuklarımız, bizden sonra gelenler, muhiplerimiz bu şehirde oldukça şehir zeval bulmayacak. Boşta kalmayacak. Şehir halkı emin olacak” buyurdu.

Bir gün de Çelebi Hüsameddin’in bağına gidiliyordu. Sultan Veled at üzerinde kafilenin arkasında ağır ağır etrafı seyrederek yol alıyordu. Bir an babası Mevlana’nın bir deniz olup bu toprak âleminde, topraktan yaratılmış mahlûklar arasında aktığını gördü. İçinden: “Böyle bir sultanı inkâr edenleri kılıçla parça parça ederim” diye geçirdi. Mevlana hemen döndü, oğluna baktı : “Senin inkâr edenlerle ne işin var? Ata binmiş olduğundan, yerde olanları hakir görüyorsun” diye seslendi. Sonra şu beyti okudu:

Ökuz gelmiş eşek gitmiş bize ne

Vakit hoştur, vazgeç kavgadan

Sultan Veled son derece mahcup olmuştu. Gözleri yaş içinde bir hamlede yere atlayarak sevgili ve eşsiz babasının ayaklarına kapandı. Mevlana devam ediyor ve “İnkâr edenleri böyle düşünmen hoşuma gitmiyor, çünkü onlar da Allh’ın İradesine tabidirler. Hidayet nurunun yetişmesiyle günün birinde iman etmeleri umulur” diyordu.

VELED BABASININ SIRRIDIR

Mevlana’nın vefatından sonra yedi gün geçmişti ki Çelebi Hüsameddin Sultan Veled’in önünde baş kesti ve: “Mevlana’mız cemal ve visal âlemine gitti. Biz yetimleri de size tevdi etti. Buyurunuz, pederinizin makamına geçiniz. Haiz olduğunuz irfan ve kemal ile bu makamın ehlisiniz” dedi.

Sultan Veled de Çelebi Hüsameddin’e baş kesti ve ellerine sarılarak: “Pederimin halifesi ve dostların ulusu sizsiniz. Hüdavendigar’ın yadigârısınız. Pederim, bütün ashap ve evlatlarının umurunu size tevdi etmişti” dedi.

Böylece Sultan Veled babasının makamına Çelebi Hüsameddin’i bizzat geçirdi ve senelerce Çelebi’ye tabi oldu. Çelebi’nin vefatından sonra pek çok kişinin yalvarıp yakarmasıyla ancak Mevlana’nın makamına geçti.

Sultan Veled. ‘İbtidaname’ adlı eserinde Hüsameddin Çelebi ile olan günlerini ve Çelebi’nin vefatından sonra gönlünde hâsıl olan huzuru tafsilat ile anlatır. Biz buraya görüş ve duyuşunun derinliğini belirtebilmek için, birkaç cümlesini almakta fayda görüyoruz:

Hepimiz o padişahın gölgesi altında şeytanın düzeninden emindik. On küsür yıl sonra bir gün ansızın hastalandı ve ALLAH’ına kavuştu. Veled yetim çocuk gibi kaldı. Ağlamaya koyuldu. Çocuk gibi şaşırıp kaldı. Nasıl yol alacağını, şeytandan nasıl başımı kurtaracağım, kime yapışayım diye feryat etmedeydi

Ah, Sultan Veled! Ah, namütenahi tecelliyata mazhar Efendim! Bu sözlerinde ne büyük ibret var. Tevekkeli arifler; “Hakk’ı istersen yürü insana bak” dememişler. Demek ki hangi makamda olunursa olunsun, insana lazım olan Âdem’i görmek. Âdem’deki tecelliyatı bilmek. O aynadan aslını seyretmek.

Sultan Veled bu sızlanışları arasında Celebi Hüsameddin’i rüyasında gördüğünü, kendisine: “Dünya durdukça biz de mevcuduz. Puthanede bile dolaşsak bizden olan bizi tanır, bizi bulur. Biz insan libasına bürünmüş ALLAH nuruyuz. Padişah yüz çeşit ata biner. Sayı, binilen ata aittir. Padişah o padişahtır, değişmez. Sana bir başka bedenden görüneceğim. Gerçeğe ulaşmış hangi Veliyi bulursan, bil ki o Veli benim. Ona uymaya bak” dediğini de kaydeder. Sonra yine aynı kitapta: “Baktemuroğlu Kerimeddin zamanede seçkin velidir. Bu devirde gönül sahibi odur. Onu sevenin ona dost olanın işi tamamdır. Hüsameddin’in ölümünden kederlenen, dertlenen onunla derman bulur” diyerek o Veliyi bulduğunu açıklar. Bunun için Divan’ında: “Halk arasında Baktemuroğlu Kerim’sin, amma sen bilgiyle, hakikatle dolusun. Şu sedefe benzeyen bedende eşsiz bir incisin. Hatta sedef de nedir ki? Sen yüzlerce inci denizisin” diye coşkunlukla Şeyh Kerimeddin’i över.

Sultan Veled de aziz babası Mevlana’nın Seyyid Burhaneddin’e, Hz. Şems’e, Selahaddin Zerkubi’ye ve Hüsameddin Çelebi’ye bağlanması, onları övmesi gibi Çelebi’den sonra Şeyh Kerimeddin’e bağlanmıştı. Baktemuroğlu Şeyh Kerimeddin’i kendisine ayna edinmişti. Yedi yıl sonra, 691 yılı Zilhicce ayında Şeyh Kerimeddin vefat etti. Mevlana Türbesinde Ulu Arif Çelebi’nin arka tarafına defnedildi.

Sultan Veled, fasih lisanıyla babasının sözlerini açıklar, Hadisleri, Ayetleri tefsirde fevkalade başarı gösterirdi. Mevlevi SEMA’ına ayin şeklinde düzeni Sultan Veled vermişti.

El Veled-u sırrı ebihi[31] (Veled babasının sırrıdır) Hadis-i şerifi Sultan Veled içindi. Veled, nice insanları masivadan geçirdi, ariflik derecesine ulaştırdı. Hakikata vasıl etti.

Bir sene Konya’da kuraklık olmuş, kıtlık baş göstermişti. Halk birkaç kere yağmur duasına cıkmış, yağmur yağmamıştı. Nihayet Sultan Veled’e başvuruldu. “Elimizden bir şey gelmiyor. Hakkın mahremlerinin inayeti, halkın suçlularının işledikleri günahların şefaatçisidir. Şefkat ve merhamet zamanıdır” diyerek yardım niyaz edildi. Sultan Veled gözlerinden yaşlar akarak babasının Türbesine koştu; kabrin karşısına oturdu. Niyaz vaziyeti aldı. Âşıklar feryat ediyorlardı. Masmavi gök birden karardı; şiddetle yağmur boşandı. Konya sokaklarında seller gidiyordu. Sultan Veled ve sevenleri mübarek Türbede aşk ve sevkle SEMA ediyorlardı. O gün inkârda olan pek çok kimse imana geldi.

Bir avuç buğdayın bir harmana delil olması gibi, Sultan Veled’in hayatından nakledilen bir iki vakıa da onun büyüklüğüne işarettir. Bahaeddin Veled, irfan dolu hayatının son deminde, Kasım 1312 (10 Recep 712) Cumartesi gecesi ağlayan yakınlarına şöyle demişti:

Kılıç kınından sıyrılmadan kesmez. Siz de bizim kılıf gibi olan vücudumuzun harap olmasından müteessir olmayın. Biz her ne kadar gözü perdeli olanlardan gizli kalırsak da manevi dostlarımızın yanındayız. Sizin hareketlerinizi idare etmekten geri durmayız

Mevlana Celaleddin’in Veli oğlunu sevgili ve eşsiz babasının yanına defnettiler. Halk, yedi gün Türbenin üzerinden bir nurun yükseldiğini gördü.

Sultan Veled’in üç cilt ‘Mesneviyat’ı (Mesneviyat-ı Velediye), ‘Divan’ı ve bir de ‘Maarif’ adlı mensur tasavvuf eseri vardır. Mesneviyat’ın birinci cildi ‘İbtidaname’, ikinci cildi ‘Rebapname’, üçüncü cildi ‘İntihaname’ adını taşır.

Sultan Veled’in, şeyh Selahaddin Zerkubi’nin kızı Fatma Hatundan Emir Arif Çelebi, Mutahhara Abide Hatim ve Şeref Arife Hatun, sonradan aldığı Nusret ve Sümbüle Hatunlardan Şemseddin Emir Abid, Selahaddin Emir Zahid, Hüsameddin Emir Vacid isimli çocukları olmuştur. Mevlana’nın kutlu nesli Sultan Veled’ten devam etmiş, bu sülale’ye Çelebiler denmiştir.

Sözümüze Ahmet Eflaki Dede’nin ayin-i şeriflerde okunan mısraları i1e son verelim:

Ey ki hezar aferin bu nice sultan olur

Kulu olan kişiler husrev ü hakan olur

Ayağının tozunu sürme çeken gözüne

Nesne görür gözü kim valih ü hayran olur

Her ki bugün Veled’e inanuben yüz süre

Yoksul ise bay olur, bay ise sultan olur.

ULU ARİF ÇELEBİ HİKMET VE SIRLARI

Sultan Veled’in ışıklı hayatının bizim gözlerimize göre nihayet bulmasından sonra yerine oğlu Ulu Arif Çelebi geçti.

Fatma Hatun’un daha evvel doğan çocukları yaşamamıştı. Bu hamileliğinde de doğacak çocuğun yine yaşamamasından korkuyordu. Fakat Mevlana’nın gönderdiği müjdeli bir haber Fatma Hatunun korkularını giderdi.

Arif Çelebi, 1272 de (670 senesi Zilkade ayının sekizinci günü) dünyaya geldi. Bu mesut haberi alan Mevlana, hemen Fatma Hatun’un yanına koştu; gelininin başına altın dinar serptikten sonra, çocuğu istedi. Mübarek feracesine sararak alıp götürdü. Epey bir zaman sonra geri getirdi. Yavruya kendi adı ile annesinin baba adı olan Muhammed Celaleddin Feridun adını verdi. Sonra, “Bu çocuğu ‘Emir Arif’ [32] diye çağırın. Bana da babam, Hüdavendigar derdi, adımı söylemezdi” buyurdu ve şu gazele başladı:

Feridun kutlu olsun bize. Din padişahı olsun, gökteki ay gibi parlasın, aydın bir hale gelsin. Şekerlerle dopdolu mısır tarlası gibi tatlılaşsın. Kutluluk meydanından topu çelsin, eyeri vurup yağız devlet atına binsin. Ay gibi ikbal burcundan doğan bu Feridun baştanbaşa sevgidir. Hamdolsun Allh’a, devlet köşkünde rütbesi, mansıbı artar. 670 yılında bir Salı günü anadan doğdu. Zilkade’nin sekiziydi, öğleyi iki saat geçmişti. Hüsrevler soyundandır. Şirin gibi sevgili olur elbet. Ana tarafından da soylu bir padişahtır, baba tarafından da. Kara gözleri huriler gibi cennetten gelmiştir. Ergenlik çağına gelip yetişince bu şiirimi görür, beğenir. Dilerim, binlerce yıl yaşasın. Feridun, sen de bu duaya candan âmin de[33]

Bir gün de Mevlana bu kutlu torununu sevip okşarken, Sultan Veled’e: “Bahaeddin, bu çocukta yedi velinin nurunu görüyorum; Babam Bahaeddin’in, Seyyid Burhaneddin’in, Şems-i Tebrizi’nin, Şeyh Selahaddin’ in, Çelebi Hüsameddin’in, benim ve senin nurunu”buyurdu.

Şimdi, Ulu Arif Çelebi’nin çocukluk günlerini düşünürken ‘Menakib al-Arifin’den şu satırları okuyalım:

“Arifin beşiğini Mevlana’nın yanına getirdikleri zaman Mevlana mübarek eliyle üzerindeki örtüyü kaldırıp inayet nazarları ile mütemadiyen beşiğin içine baktı. Bu meme çocuğu da Hakkın harekete getirmesi ile büyük babasına karsı bir takım hareketler yapmaya başladı. Mevlana. “Arif ‘Allh’ de” buyurdu. Hemen söylemek kudretini veren Cenabı Hakkın dile getirmesiyle İsa’nın dili fesahatle ALLAH demeye başladı. Öyle ki dostların hepsi bunu işitip feryat ettiler. Bir kısmı halin dehşetinden bayıldı.

Yine Ariflerin Menkıbelerinden öğrendiğimize göre, o günden sonra Mevlana çevresinin olgunları görünüşte beş altı aylık bebek olan Ulu Arif’e hakikat şeyhi gibi hürmet göstermeye başladılar.

Hüdavendigar’ın ahiret âlemine göçtüğü günlerde idi. Fatma Hatun Mevlana’nın acısı ile mütemadiyen ağlıyor, yemiyor, içmiyordu. Gözü hiç bir şeyi, hatta Ulu Arif’i bile görmüyordu. Üç gün beşiğin başına gitmemişti. Bir gece Mevlana’yı rüyasında gördü. Ulu sultan şöyle söylüyordu : “Fatma Hatun! Neden bu kadar kendini harap ediyorsun? Bir yere gitmedim. Beni ararsan Arif’in beşiğindeyim. Nurum ve sırrım ondadır

Fatma Hatun uyandığı zaman içini büyük bir ferahlık kaplamıştı. Hemen beşiğe koştu; örtüsünü kaldırdı. Ulu Arif Çelebi gülümseyerek çırpınıyordu. Kutlu anne o anı şöyle anlatır:

Onun mübarek gözlerinden Hüdavendigar’ın celalinin nuru ruhumu kapladı. Feryatla kendimden geçtim. Sonra kendime gelince Mevlana’nın nur denizinin Arif’in gözlerinden dalgalandığını gördüm. Bütün bir imanla Arif’in beşiğinin ayaklarına kapanıp müridi oldum. Her zaman tam bir istekle hizmetinde bulundum

Ulu Arif Çelebi de babası Sultan Veled gibi pek alımlı idi. Biraz büyüyüp oyun çağına geldiği yaşlarda kendisinden acayip haller sadır olmaya başlamıştı. Bahçede oynarken bir mezar şekli meydana getirip : “Bu filanın mezarıdır” diyecek olsa o insan mutlaka vefat ederdi. Beş yaşında iken bir gün öküzbaşı iskeletine ip bağlamış Medresenin bahçesinde çekiyordu. Bu oyunu gören Sultan Veled : “Nedir o Arif?” diye seslendi. Ulu Arif Çelebi: “Sultanın naiplerinden Emir Urkudi’nin başıdır” cevabini verdi. Bu bedbaht zat Mevlana’nın ve kutlu soyunun velayetini inkâr edenlerdendi. Aradan üç gün geçmeden öldürüldüğü, para ve pulunun yağma edildiği duyuldu.

Hakka Davet

Ulu Arif Çelebi büyüdükçe hali, tavrı, yürüyüşü, SEMA’ı velhasıl her şeyi Mevlana’ya çok benziyordu. Fakat meşrebi Şems-i Tebrizi gibi celalli idi. Kendisine hürmet ve aşk derecesinde sevgi gösterenlerden biri de babası Sultan Veled’di. Veliyi Veli bilir, arifi arif anlar gereğince gerçeğini görüyor, oğlunu evlat sevgisinin çok fevkinde seviyordu. Yeni ay doğduğu zaman koşup Arif Çelebi’nin yüzüne bakıyor, Mevlana’nın: “Gizlenme yüzün bize pek kutlu” mısraı ile başlayan gazelini okuyordu. Simdi bir lahza duralım ve Evliyaullah’ı
sevmenin ne olduğunu biraz olsun düşünelim:

Cenabı Hak bir Hadis-i Kutside: “Seni gören beni görür, sana kasteden bana kasteder” buyurmuştur.

Bir Ayette: “Avuç dolusu çakılı Bedir’de Kureyş’in üzerine atan ve kaçmalarına sebep olan Peygamber değil hakikatte ALLAH idi[34] denir.

Yine bir Ayette: “Halisane sana (Peygamber) sadakat yemini edenler ALLAH’a ederler. ALLAH’ın eli onların elinin üstündedir[35] buyrulur.

İman ediliyorsa yalnız bu üç buyruk ALLAH’ın Peygamberimizden ayrı olmadığını açıkça anlatmaktadır. Bir hadiste de: “Âlimler Enbiyanın varisidir1[36] denmektedir. Âlimlerden maksat evliyadır. İşte bu itibarla Velileri seven şeksiz şüphesiz Peygamberimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’i, ALLAH’ı seviyor demektir. Hakikatte iki yok, Bir vardır. Yine hakikatte Veli’nin dostu Hakk’ın dostu, düşmanı ALLAH’ın düşmanıdır.

Simdi biraz daha şevk ve istekle tekrar mevzuumuza dönelim. Emir Kayser-i Tebrizi’nin kızı Devlet Hatunla evlenmiş olan Ulu Arif Çelebi çok seyahat ederdi. Hemen bütün Anadolu’yu gezmiş, Irak ve Tebriz’e kadar gitmişti. Sohbetlerinde: “Peygamber ve Veliler mucize ve keramet için değil, insanları Hakka davet için bu âleme gelmişlerdir. Fakat bedbahtların inkârları sebebiyle olağanüstü şeyler gösterirler ki başkaları ibret alsın” buyururdu. Yine buyururdu ki: “Mevlana’nın kutsi ruhunun hakki için söylüyorum, ben kendimi göstermeyi asla sevmem. Keramet de hiç hoşuma gitmez; ama bazı zaman vaki olan şeyler dostları teşvik içindir

İşte bu olağanüstü vakalardan biri de suydu: Çelebi bir gün Kastamonu’ya gidiyordu. Yolda etrafındakilere: “Bugün haramilerle karşılaşacağız, hazır olun” diye tembih etti. Bir saat sonra Osmancık kalesi yakınlarında baskına uğradılar. Çelebi’nin üzerine oklar yağıyordu. Sırtına yamalı bir hırka giymişti. Hırkaya isabet eden oklar geri sıçrıyordu. Haramiler, içinden zırh giydiği zannı ile durmadan ok atıyorlardı. Nihayet dayanamadılar. “Bu nasıl bir kimsedir?” diye sormaya başladılar. Netice olarak tövbeler edip Ulu Arif Çelebinin müridi oldular.

Ariflerin Menkıbelerini toplayıp ‘Menakib al-Arifin’i meydana getiren Ahmet Eflaki de Ulu Arif Çelebinin bendelerinden idi. Yolumuzu aydınlatan o güzel kitabını, Arif Çelebi’nin emri ile yazmıştı. Kitabın Çelebi’ye ayrılan kısmında Eflaki Dede’nin kalemi pek coşkundur. Şimdi bu şeyda aşıkın şu satırlarını da okuyalım:

“712 yılı Kurban Bayramının Arefe gününde Sultaniye şehrinde Çelebi ile birlikte bulunuyorduk. Her birimiz bir işle veya bir kitap okumakla meşguldük. Çelebi kuşluk uykusunu uyuyordu. Birdenbire öyle feryat etti ki olduğumuz yerde donduk kaldık. Tekrar uykuya daldı. Uyandığı zaman hakir kul yanına gidip baş koydum, feryadının sebebini sordum. “Mübarek Türbeyi ziyarete gitmiştim. Nasireddin-i Kattani-i Mevlevi ve Şecaeddin Hannaki birbirlerinin yakasına yapışmış münakaşa ediyorlardı. Onlara bağırdım. Birbirlerini bıraktılar” dedi. Derhal bu halis kul o günün tarihini yazdım. Lâdik şehrine ulaştığımız zaman aziz dost Nasireddin-i Kattani’yi orada bulduk. Çelebi hazretleri herkesin arasında ona: “Şecaeddin’le kavganız nasıl oldu?” Diye sordu. O aziz baş koydu ve şöyle anlattı: “Arefe günü Türbede idim. Şecaeddin geldi; münasebetsiz bir harekette bulundu. İtiraz etmek istedim, yakama yapıştı. Bu halde iken Baha Veled’in ayakucundan kulağımıza Ulu Arif Çelebi’nin sesi geldi. Aklımızı kaybeder olduk. Derhal birbirimizi kucakladık, baş kestik. Sonrasını bilmiyorum” Çelebi hazretleri bu kitabin yazarına bakıp: “Hikâyemizi müritlerimize anlat da fakirliğimizin derecesinden biraz olsun haberdar olsunlar, buyurdular

Evet, Ahmet Eflaki Dede böyle devam eder ve daha neler neler anlatır. İnsanda aşk, iman ve ihlâs olunca o kutlu insan neler görmüş, neler yaşamış, neler kazanmıştır. Biz, burada Eflaki Dedenin anlata anlata bitiremediği mürşidinin hayat hikâyesinde ancak birkaç durak yapabildik.

Gelişimiz de Gidişimiz de Sizin İçin

Bir gün Ulu Arif Çelebi Larende’den Aksaray kazasına gitmişti. SEMA meclisleri tertip ediliyor, kendisine türlü ikramlarda bulunuluyordu. On gün kadar kaldıktan sonra bir gece uykusunda pek çok ağladı. Sabahleyin sebebini soranlara bir çardakta oturduğunu ve görülmemiş bir bahçeyi seyrettiğini, bahçede dedesi Mevlana Celaleddin’i gördüğünü anlattı. Mevlana yedi Velinin nurunu taşıyan torununu davet ediyordu. Ulu Arif Çelebi o davetin tesirinden ve bahçenin güzelliğinden ağlamıştı. Bu rüyadan sonra hemen Konya’ya hareket etti. Şehre varınca kendisinde bir kırıklık, bir keyifsizlik peyda oldu. 719 Hicri yılının Zilkade ayında bir Cuma günü güneş doğarken Türbenin kapısında Mevlana’nın şu şiirini okuyordu:

Aftab-i aftabend evliya

Aftab ez nur-ı şan gired ziya

Veliler güneşlerin güneşidirler. Güneş onların nurundan ışığını alır” Sonra ilave etti: “Bu dünyadan kurtulmanın zamanı geldi. Burada bana hemdert kalmadı. Benim hemderdim babam ve Hüdavendigar idi. Hüdavendigar’ın yüzünü arzuluyorum. Mutlaka gideceğim” Az sonra yine Mevlana’nın bir gazeline başladı

Her nefes avaz-i aşk miresed ez cep o rast

Ma be felek mirevim azm-i temaşa kirast

Her nefes sağdan, soldan aşkın sesi geliyor, gökyüzüne gidiyoruz biz. Bizi kim seyredecek? Gökteydik, meleklerin dostu idik. Orası bizim şehrimiz. Yine oraya gidelim. Biz, gökten de yüceyiz, melekten de üstünüz. Neden bu ikisini de geçmeyelim? Konağımız yücelik âlemidir, ululuk âlemidir. Tertemiz mücevher nerede, topraktan yaratılan âlem nerededir. Aşağı inmişiz ama neresi burası? Yükletin bizim yükümüzü. Ter-ü taze baht dostumuz, can verme işimizdir. Kervanbaşımız da cihanın övündüğü Mustafa

Rahatsızlığına aldanmayarak o gün Cuma namazına gitti. Baba ve dedesini ziyaret etti. Şimdi gömülü olduğu yere uzanıp yattı. Bir zaman sonra kalkıp buyurdu ki: “İnsanin toprağı gömüldüğü yerden alınmıştır. Beni buraya gömün

Ertesi gün rahatsızlığı biraz daha arttı. Etrafında ağlayanlara: “Gelişimiz sizin için olduğu kadar gidişimiz de sizin içindir” diyordu. “Bütün hallerinizde sizinle beraberim. Tam bir huzurla beni yolcu edin

Ulu Arif Çelebi’nin hastalık müddeti bir ay sürdü. Mevlana’nın dünyadan göçüşünden evvel olduğu gibi yine o günlerde Konya’da zelzele oluyordu. Zilhicce ayının yirmi dördüncü Salı günü çocukları şahzade Bahaeddin Emir Âlim ve Muzaffereddin Emir Adil yanında idiler. Onların Hüdavendigar’a ait olduklarını, vasiyete ihtiyaçları olmadığını söyledi. Ahmet Eflaki’ye Türbenin hizmeti ile meşgul olmasını, menkıbeleri toplayıp yazmasını tembih etti. Öğle ile ikindi arası Kur’an okuyarak kırk dokuz yaşında aslına göçtü. Ahmet Eflaki Dedenin şu iki rubaisi Ulu Arif Çelebi’nin vefatı üzerine söylenmiştir:

Arif Çelebi cihet kaydından kurtuldu.

Sıfatlardan çıktı zata nazar etti.

Yunus Peygambere benzeyen ruhu

Balık gibi ten gemisinden ab-i hayata sıçradı

Arif Celebi’nin benzeri yoktu.

Cihanın kucağında define gibiydi.

Onun sığınacağı bir yer bulunamadı.

Varlık ve mekân âleminden

Mekânsızlık âlemine nakletmeyi seçti

Zira ki “Ol” emri ile yaratılan menzilde onun yeri yoktu.

Tam kış ortasıydı. Konya’nın meşhur soğukları ortalığı kasıp kavuruyordu. Yerler ve sular donmuştu. Buna rağmen halkın ekseriyeti cenazede bulundu. Yanık bir merasimle Çelebi, baba ve dedesinin Yeşil Türbesine yerleştirildi. Evet. Yerleştirildi ama aslında ne öldü, ne de çürüdü. Ne demiştir âşık Yunus:

Aşk ehli ölmez, yerde çürümez

Yanmayan bilmez ateşi aşkı.

ATEŞ-BAZ VELİ HAZRETLERİ

HİKMET VE SIRLARI

  

Mevlevilik, bir eğitim ve öğretim ekolüdür. Gayesi, insanı ele alarak, madde ve manada olgun şahsiyet yapmaktadır. Bu bakımında insanı ‘ideal manada’ yetiştirmeyi amaçlayan bir terbiye mektebidir. Sekiz asrı bulan tarihi içerisinde Türk kültür ve Medeniyetinin seçkin müesseselerinden biri olmuştur. Konya’daki merkezi asitane başta olma üzere, İslam Dünyasının muhtelif şehir ve kasabalarında bulunan şube dergâhları ile sosyal, kültürel, politik ve ekonomik hayatta derin izler bırakmıştır. Kısacası; sokaktaki adamdan, Sultanlara varıncaya kadar görüş ve düşüncelerde bir etki bırakmıştır.

Mevlevilik bu etkinliği, sahip olduğu ‘terbiyecilik’ vasfı ile sağlanmıştır. Bu etkinlikler, Mevlevi Dergâhlarında belli bir sistem ve kadro tarafından tahakkuk ettirilmiştir. Kendi çapında bir müessese durumunda olan bu terbiye sisteminin yetkilisi ‘Ateş-Baz Veli’dir. Bu önemli görev O’ndan sonra ‘Ateş-baz veli makamı’na tayin edilen seçkin kişilerce yerine getirilmiştir. Bu icraatın Dergâhlardaki mimarileşen mekânı, aynı zamanda birer manevi sembol de olan ‘Matbah-ı Şerif’,  Ocak –başı’, ‘Niyaz Postu’, ‘Somat’ ve ‘Canlar Odası’ gibi, fizik ve metafizik anlamda, Mevlevilik adap ve erkenında ulvi timsalleri bilinen muayyen yerlerdir.

Mevlevilik tarihinde ‘Ateş-Baz Veli’ diye anılan mümtaz kişinin adı ‘Yusuf’tur. Babasının adı ise ‘İzzettin’dir. Mevleviliğin ünlü simalarından olan bu şahsiyet hakkında fazla bilgi bulunmamaktadır. Bize kadar gelebilen belge ve bilgilerin bir kısmı, çeşitli menkıbelerle karışmış durumdadır. Mevlevi kaynakları onun, Mevlana zamanında yaşadığını yazarlar. Sultan-ül Ulema ile Horasan’dan geldiğini ifade olduğu gibi; kafileye Karamanda katıldığını bildirenler de vardır. Birinci görüş ise daha kuvvetlidir.

 Ateş-Baz’ Farsça, ‘ateşle meşgul olan, ateşle oynayan’ anlamındadır. Bu kelimenin ‘Aş-pez Başı’ (aşçıbaşı) kelimesinden geldiği öne sürenler olmuşsada türbesindeki kitabelerde ‘Ateş-Baz’ şeklinde zikredilmektedir.

İzzettin oğlu Yusuf’a bu ünvanın verilmesi şöyle bir menkıbeye dayanır. Yusuf bir gün, mutfakta odun kalmadığını arz etmek üzere Mevlana’nın huzuruna girer. Mevlana’nın latife olarak: “Kazanın altına ayaklarını sok kazanı kaynat” demesi üzerine öyle yapar ve ayak parmaklarından çıkan alevlerle yemeği pişirir. Kerametin açıklanmasından yana olmayan Mevlana bunu duyunca: “Hat ataş-baz, hay” der.  Böylece ‘Yusuf Bin İzzettin’ bu ünvanla anılmaya başlar.

Mevlevlik’te ‘mutfak’, ‘Matbah-ı Şerif’ olarak adlandırılmakla birlikte çok yönlü manalara gelen muayyen bir mekândır. Burası ilk nazarda bir ‘aş-hane’liğe intisap niyazında bulunan kişilerin liyakat denetimlerinin ve temel eğitimlerinin yapıldığı mümtaz bir mahaldir. Mevlana zamanında bu önemli görevin sahibi Ateş-baz veli diye anılan İzzetin oğlu Yusuf idi. Onun Hakk’a yürüyüşünden sonra bu unvanı, bu mevkiye tayin olunan seçkin şahsiyetler tarafından da büyük bir hassasiyetle yerine getirilmiştir. ‘Ateş-baz  Postu  O’nu temsil eder ve teslimiyet esastır. Nitekim Tahiru’l-Mevlevi:

Ettim ateş-baz-ı Mevlana’ya vakf-ı can-u ten” mısrasıyla bu derüni teslimiyeti dile getirir.

Ateş-baz Veli Ocağı

Mevlevihanelerdeki özel ocağın adı­dır. Önemli günlerde aş burada pişirilirdi. Ayrı bir yerde ve büyük bir itina ile mu­hafaza edilen gümüş renkli ‘Ateş-baz Veli Kazanı’, işi bitince güzelce yıkana­rak yerine kaldırılırdı. Ateş, ocak ve ka­zan’ın, Türk kültür ve tefekkür tarihinde ayrı bir yeri vardır.

Meydan-ı Şerif’de serili ‘Beyaz post’un adı, ‘Ateş-baz Postu’dur. Bu makama teslimiyet, ‘Mevleviliğe ikrar etmek’, ‘Çileye soyunma niyazında bulunmak’ demektir. Saliklerin mürebbisi olan Ateş-baz Türbedarı’nın Semahane’deki mevkisi, Post-nişin ve Tarikatçının hizasında idi. Ateş-baz Dedesi’nin, zabitan arasında nüfuzlu bir yeri vardı. Meşihat-name’ler çok defa ‘Ateş-baz Şeyhi’ ile gönderilir; Gülbang’da, Ateş-baz Veli de zikredilir. Yedi asrı aşkın Mevlevi tarihi içerisinde O’nun makam ve mevkisine son derecede saygı ve bağ­lılık gösterilmişti.

Ateş-baz Veli’nin Türbesi

Ömrünü bu ulvi görevde geçiren Yusuf, 684/1285 yılında vefat etmiştir. Türbesi, Selçuklu Konyası’nın Meram Yolu üzerinde Aşkan (Aşıkan=Âşıklar) semtindedir.

Selçuklu türbe mimarisinin tipik özelliklerini taşıyan türbesi, genel olarak sade bir yapı olup, çeşitli onarımlar gör­müştür. Mahzen kısmına, kuzeydeki ba­sık kemerli kapısından girilir. Bu kısım kare planlıdır. Duvarları moloz taşlarla örülmüştür. Zemini toprak olup ortada, tuğladan yapılmış sandukası mevcuttur. Mahzen, sivri kemerli tonozla örtülüdür.

Gövde kısmının, mahzen kapısı ­üstüne isabet eden, iki yönden dörder basamaklı merdivenle çıkılan, sütun celi kapısından girilince ortada büyükçe bir sanduka görülür. Ahşap kaplamasının altında kitabeli mermer sanduka mevcuttur. Duvarlarda görülen bir takım yazı ve süslerin, tezyini bir değeri olmayı son döneme aittirler.

Muntazam kesme taşlarla inşa edilmiş gövde kısmı, içeriden kare, dışarıdan ise sekizgen planlıdır. Üzeri, içten daire planlı, tuğla kubbe ile dışarıdan ise yine tuğla örgülü ehramı külah ile örtülmüştür. ‘Niyaz Penceresi’, Güneydedir. Bu kabir, sa’id, şehid, merhum Ateş-baz İzzettin oğlu Yusuf (Allah onu yarlıgasın)’undur. 684 Recep anlamına gelen Selçuklu sülüsü ile yazılmış beş satırlık Arapça bir kitabe yer almaktadır.

Ateş-baz Veli Türbesi’nin civarına, Sultan Veled’in kızı Arife Şeref Hatun’un oğlu Muzafferüddin Ahmed Paşa torunlarından Çelebi Abdüssamed tarafın­dan bir zaviye inşa ettirilerek, zengin ge­lirli vakıflar kurulmuştur. Zamanla, harap olan bu zaviyenin yerine günümüzdeki tekke, Postnişin Vahid Çelebi tarafın­dan, geniş bir avluda, 1315/1897 yılında inşa ettirilmiştir. Ünlü şair ve hattat Sıd­ki Dede’nin yazdığı Türkçe şu kitabe, cümle kapısının üzerinde bulunmakta­dır.

Pur-nihal-i şecer-i Hazret-i Mevlana kim Post-nişin-i dergeh-i çerı-i ü Vahid Çelebi Arz-ı hürmet eyleyüb Hazret-i Ateş-baz’a itti nezrinde bina tekye-i rızadır talebi Çakeri-i kem-teri Sıdkı iderdin arz-ı niyaz Didi tarihini Bu gülşen-ifeyz-i edebi (H.1315)

Şeyh tarafından idare edilen zaviye­nin güzel bahçesi, türbedarı İstanbullu Yakub Dede’nin vefatına kadar, Mevlevilerin ünlü mesireliklerinden idi. Za­manla ihmale uğrayarak, mukadderatı­na terkedilmiş durumdadır. Şimdi ise Va­kıflar Genel Müdürlüğü’ne aittir.

“Ya Hazret-i  Ateş-baz-ı Veli”

Burada ikrar veren her kişi sırlara mahrem oldu

Bu kişilerin kalbi Ateş-baz’ın aşkıyla; nurlarla doldu. “

SULTAN DİVANİ VE ŞAHİDİ

HİKMET VE SIRLARI

Mehmet Çelebi, Ulu Arif Çelebi’den sonra Mevleviliği en fazla yayan zattır. Sultan Veled’in ilk hanımı Fatma Hatundan olan kızı Mutahhara Hatunun torunlarındandır. Mutahhara Hatun, Germiyan oğullarının son Hükümdarı Süleyman şah ile evlenmiş, bu evlenmeden Hıdır Şah, İlyas Şah ve Devlet Hatun isimli üç çocuk meydana gelmiştir. Hıdır şah, babası tarafından veliaht gösterildiği halde ilim ve ibadetle meşgul olmayı tercih etmiş, saltanat hakkını babasının diğer hanımından olan Yakup beye terk etmiştir. İlyas Şah’da kardeşi Hıdır Şah gibi manevi ilme hasrolmuştur. Mehmet Çelebi’nin babası ise Hıdır Şah’ın oğlu sultan Aba Puş-ı Veli diye tanınan Bali Mehmet Çelebi’dir.

On beşinci asrın hangi seneleri olduğunu kestiremediğimiz yıllarında Bali Çelebi Afyonkarahisar Mevlevi Dergâhının Şeyh makamındadır. Fakat inzivayı tercih etmiş. Hıdırlık dağının kıraç tepesinde Dede inini kendisine mesken edinmiştir. Bu inziva günlerinde bir gün dervişlerinden biri huzurunda el bağlar: “Büyük oğlunuz hakka yürüdü” der. Bu şekilde başlayan acı haber birkaç gün içinde şehirdeki salgın hastalık yüzünden arta arta sayıyı on yediye yükseltir. Son gelen haber söylenmesi en müşkül, en ağır olanıdır. Derviş vazifesinin ağırlığından konuşamaz. Çünkü vefat eden Bali Çelebi’nin en sevgilisi, küçük oğludur. Birkaç gün içinde on yedi sevgilinin gidişini insanüstü tevekkül ve sabırla karşılayan, “Gereken hizmet yapılsın” diye emir verip ibadet ve tefekküre devam eden Bali Çelebi bu sefer dervişten evvel konuşur: “Yanıldınız, olamaz” der. Dudaklarında Hakkin ismi ile yerinden kalkar, şehrin yolunu tutar. Küçük oğlu Mehmet’in başucuna varır. “Uyan Mehmet’im! Berhiz, (kalk) Mehmet’im!” diyerek yüzünden örtüyü kaldırır. Mehmet Çelebi derin bir uykudan uyanır gibi gözlerini açar. Hakkın Velisi babasına dalgın dalgın bakar.

Sonraları Sultan Divani diye de anılan Mehmet Çelebi işte böyle tasarruf sahibi bir Velinin oğludur ve böyle manevi bir yolculuk geçirmiştir. O uyanıştan sonra aziz babası kendisine kırk gün riyazet ve uzlet vermiştir.

Sultan Divani dağlarda, ovalarda dolaşan, Hak cezbesi kuvvetli, temkini, kararı olmayan bir Velidir. Pek çok seyahat etmiştir. Lazkiye, Burdur, Sandıklı, Muğla, Midilli, Bursa, Halep, Mısır Mevlevihaneleri onun himmetiyle kurulmuştur. Şam’da, Muhyiddin-i Arabî hazretlerinin kabri Sultan Divani tarafından keşfedilmiştir.

Bir şiirinde:

Bihamdillah ki bi nam-u nişanız adımız yoktur

Dil-i viranemizden özge bir abadımız yoktur

Sultan Divani, Kanuni devrinde, Padişahın daveti ile
926’da İstanbul’a da gelmiş, sarayda İskender Paşa tarafından ikametine tahsis edilmiş olan konakta Galata Saray veya Kule Kapısı Mevlevihanesinde misafir edilmiştir. Sultan Divani hürmetine oraya da bir Mevlevihane yapılmıştır. Galata Mevlevihanesinin ilk Şeyhi Sultan Divanidir. Bir ay İstanbul’da kaldıktan sonra yerine Sinoplu Safai Dede’yi Postnişin olarak bırakmış, avluya eli ile bir servi ağacı dikmiş, kendisi Afyon’a dönmüştür. Bu servi halen mevcuttur. Kurumuş olduğu halde muhafaza edilmektedir.

Gülşeni, Kahire’de hükümetin takibine maruz kalmış, zindana atılmıştır.

Sultan Divani, Kahire’de Gülşeni Tarikatının Piri İbrahim Gülşeni ile görüşmüş, Memluk Sultanının haksız yere hapsettiği bu ulu zatı zindandan çıkartacak affa sebep olmuştur.

Onunla uzun mülakatlar ve sohbetler yapıyor, birlikte Mevlevilikle Gülşeniliği birbirine mezcetmeğe çalışıyorlardı. Sefine sahibinin Mevlevilik esasının tespiti sırasında ayin ve rasimelerinden istifade edildiğini bildirdiği Halvetiye, işte bu Gülşeniye’dir.

İbrahim Gülşenî 830’da Azerbaycan’da doğmuş (Diyarbakır’da doğduğunu belirten kaynaklar vardır.) Halvetî kolunun piri Ömer Ruşanî’den hilafet almıştır. Mesleğini ve tarikatını yayarken Şah İsmail’in baskısından Mısır’a gitmeye mecbur bırakılmış. İbrahim Gülşenî aynı zamanda Mevlevîleşmekle beraber söylediği;

Gülşenî dervişidir gül, goncelerdir Mevlevî

Bülbül-ü şeyda okur geh Mesnevî, geh Ma’nevî

Beytinin delaleti vechile kendini Mevlâna ile eşit sayardı; hatta mesnevî’deki

Didem ruh’i pâk-i gülşenira

An çeşm-ü çerag-i ruşenira

beyti, onun kudum ve zuhurunu iki, iki buçuk asır önceden haber veren bir keramet eseri olarak kabul edilirdi. İbrahim Gülşenî Mesnevî’ye nazire olarak Ma’nevî adlı bir eser meydana getirmiştir, bu eser 40,000 beyitlik, yani mesnevî’den daha hacimlidir; rivayete göre kırk günde yazmıştır.

Sultan Divani Mısır dönüşünde her uğradığı büyük kasabada mesela Kudüs’te, Şam’da birer Mevlevihane açılmasını sağlamıştır. Anadolu’da yaptığı seyahatlerde Aydın, Denizli, Burdur, hatta Bağdat’ta birer tekke açarak kendi yetiştirdiği âlim ve fazıl zatlardan birer şeyh tayin etmiştir.                           

Mevlana’nın en eski Divan-i Kebir nüshası Moğol istilasında kaybolduğu için manevi bir işaretle, Sultan Divani İran’a seyahat etmiş ve Divan-i Kebiri Şah İsmail’den almıştır. Bu sebeple kendisine Sultan Divani denmiştir. Fakat ilim adamları adının şeceresine göre ‘Divane Mehmet Çelebi’ olduğunu, eski kitaplarda imzasının bu isimle bulunduğunu söylerler ve ‘Divani’ lakabının ‘Divane’nin hoş görülmeyişinden uydurulduğunu iddia ederler. Divan-i Kebirin İran’dan alınıp getirilmesini de reddederler. Hâlbuki Moğol istilasında Timur tarafından Semerkand’a götürülen Divan-i Kebir takriben yüz sene sonra Şah İsmail’in Semerkand işgali ile Tebrike getirilmiştir. Sultan Divani’ye ise İran seyahatinde verilmek istememiş ve zehirli şerbet hazırlanmıştır. Fakat zehiri “Bismillah” deyip son damlasına kadar içen Sultan Divani dervişleriyle SEMA etmiş ve Şah İsmail’e: “Bizim gibi bir kimse düşmanın hilesinden korkmaz; sığınacak yer aramaz; içtiğim zehir panzehir olur” demiştir. Bu hadise ile Divan-i Kebir kendisine teslim edilmiştir.

Eski kitaplarda imzası “Divane Mehmet Çelebi” diye kayıtlı bulunan Mehmet Çelebi’ye, Divan-i Kebir’i Tebriz’den getirmesi sebebi ile halk arasında mademki Sultan Divani de buyurulmuştur.

Biz özge haceyiz

Sultan Divani, şüphesiz her Veli gibi, Ehl-i Beyt aşığıdır. Şiirlerinde:

On sekiz bin âlemin cisminde cansın ya Ali

Hüsn ile sen mihru mah-i asmansın ya Ali

Sirr-i mahfidir dehanın hurdedansm ya Ali

Şah-i merdan şir-i Yezdan pişuvasın ya Ali

Diye Hz. Ali’den başlayıp oniki imamı aşk ile anmış, övmüştür. Seyahatlerinde Necef’i, Kerbela’yı, Meşhed’i, Samira’yı, Bağdadı ziyaret etmiştir.

Divane Mehmet Çelebi Konya’ya bir gidişinde kapılar kapalı olduğu halde içeri girip Hz. Mevlana’nın sandukasının üzerine oturmuştur. Hali gören vazifelilerden biri korku ile zamanın makam Çelebisine koşmuş, “İçeriye bir Divane geldi” diyerek vaziyeti haber vermiştir. Huzura giren Çelebi Efendi:

İki aslanın arasına girilmez” sözü ile geri dönmüştür.

Mahlası ‘Semai’ olan Sultan Divani’nin, şimdi şu beytini okuyalım:

Biz özge haceyiz herkes ile bazarımiz vardır

Dükenmez fikrimiz efkâr olunmaz kârımız vardır

Evet, Demek Evliyaullah dünya halkından hiç kimseyi alakası harici etmiyor, Erenlerin işine akıl da ermiyor. Zaten büyükler büyüğü Mevlana da: “Seçilmişlerin işini kendiişlerinle kıyaslama”, buyurmamış mıdır?

Arif-i billâh olup âlemde ey makbul-i nas

Herkesi halince Hak bildinse oldun Hak-şinas

Demiştir. Herkesi halince hak bilmek; Nedeni, niçini, kavgayı, dırıltıyı, hor ve hakir görmeyi, kusur bulmayı terk etmek elbet bizim değil Evliyanın harcıdır. Ve Evliya kemalin bu derecesine varmış müstesna insandır. Zaten Evliyalık ne namazla, ne tesbihledir. Evliyalık, varlığı Hakka vermek, Hakkın sıfatlarıyla sıfatlanmak, âleme rahmet gibi yağmaktır. Bir iki satır evvel “Evliyalık ne namazla, ne tesbihledir” dedik. Bu sözümüzle bunları reddettiğimiz düşünülmesin. Biz, dini emirlerin inkârı yolunda değiliz. O emirlerin yanı sıra insanı insan yapan en büyük amilin sevgi ve irfan olduğunu ruh olgunluğunun ancak buradan ileri geldiğini anlatmak istiyoruz. Aksi olsaydı, meleklerin hocası olacak kadar gök ibadet eden iblis onca ibadetine rağmen benliğinin esiri olmaz, Âdeme secdeyi reddetmezdi. Bu mevzuu biraz daha açabilmek için Niyazi Mısri’nin:

Savm-i salât u Hac ile sanma biter zahid işin

İnsan-i Kamil olmağa lazım olan irfan imiş

Dediğini düşünelim ve Sultan Divani’nin bir mısraı ile tekrar mevzuumuza dönelim:

Âlemde hemen ben dediğindir sana noksan

Şahidi

Sultan Divani’nin aşklı, sırlı, akıl almaz, naçiz kalemimize sığmayan hayat hikâyesine devam ederken daha bitirmeden ‘Şahidi’ diye başlık yapmamız ilk bakışta insana tuhaf gelebilir. Fakat görülecektir ki Şahidi’den bahsetmek yine Sultan Divani’yi anlatmaktır. Aynı mevzuu biraz daha derinleştirmektir.

İbrahim Şahidi, Sultan Divani’nin en bağlı, en âşık müritlerindendir. 1544 senelerinde yazdığı ‘Gülşen-i Esrar’ isimli kitabında mürşidini şöyle anlatır:

Kendisini rindmeşrep gösterir, halktan bu tarzda gizlenirdi. Halk arasında rusvay olmuştu. Fakat ondan gördüğüm kerametleri anlatmama imkân yok. Şarabı şerbet yapardı. Tuttuğu toprak altın kesilirdi[37]

Şahidi devam ederken biz Sultan Divani’nin:

Ehl-i suret bizi bir zerre kadar fark edemez

Ehl-i mana gözüne gün gibi mekşüfuz biz

Dediğini hatırlayalım ve yine:

Bilmeyenler aşina sanmaz bizi mana ile

Mevleviyuz âleme meşhuruz istiğna ile

Sine-çakiz döne döne şevk-i huy-i hay ile

Devredup girdik SEMA’a bir nemed illa ile

Buyurduğunu düşünelim ve tekrar Şahidi’ye kulak verelim:

Bir abdalı da bendim. Yokluk denizine daldım. O’nu rüsvay bir âşık gördüm, ben de rusvay oldum, ona uydum. Daima yanı sıra yalınayak koşardım. Yolda üzengisine pabuç asılmış bir atı önüme sürer, binmemi emrederdi. Binsem bile biraz sonra inerdim, pabuçları da çıkarırdım. O, benim atımı bir abdala verir, sakın kimse binmesin der, yedekte çektirirdi. Bir an bile bensiz olamazdı. Lütfeder de ‘Şahidi’ derdi, ‘Neden bana böyle cefalar edersin? Neden yaya yürürsün? Neden ayakların yalın? Gönlüm inciniyor’ derdi. Bense, ‘Ey, Şah-i Velayet’ derdim, ‘Ayakkabılarımla senin bastığın yollara basamam ben’ Bunu duyunca, ‘Ah, Şahidi’ derdi, ‘Yaktın beni’

Her vardığımız şehirden bana bir pabuç alırdı. Ben oları da çıkarır giderdim. Acır, ‘Abdallar yalınayak gitseler bile oturur dinlenirler. Hâlbuki sen her gün akşama dek koşup durmadasın’ derdi. Bense parmaklarıma dokunan taşların yaralarından zevk duyardım. Deve yününden bir gömleğim vardı, onun da kolları yoktu. Yalnız onu giyerdim. Bana birçok elbise verirdi. Fakat ben onları da başkalarına hediye ederdim[38]

İşte şahidi böyle bir Şahidi idi. ALLAH aşkı ile yüreği yâre, ciğeri pare idi. Mürşidi Sultan Divani’ye bu derece bağlı idi. Sultan Divani ile ayrısı gayrısı yoktu. Bütün benliğini Mürşidinde yok etmişti. Kendi hayat hikâyesine gelince, babası Hüdai Efendi arif, şair ve sofileri seven bir zattı. Annesi Mevlana aşıkıydı. İki erkek, dört kız kardeşi vardı. On yaşında iken babasını kaybetmişti. Ailenin en büyük çocuğu olduğu için annesi Şahidi’yi baba dostu sofi bir ipekçinin yanına çırak olarak vermişti. Şahidi ise tahsil etmek istiyor, ticaret işine bir türlü ısınamıyordu. Birkaç sene sonra anasını razı edip gurbete çıkma iznini alınca doğru İstanbul’a geldi. Fatih Medresesine girdi. Fakat bir turlü aradığını bulamıyor, ruhundaki boşluk dolmuyordu. Tahsili yârim bırakıp memleketine, Muğla’ya döndü. Derviş olmaya karar vermişti.

Daha sonraları Muğla’da bir Şeyhe intisap eden Şahidi bir gün Mürşidi ile birlikte Lazkiye’ye gitmişlerdi. Sohbet ve SEMA arasında gençlerden biri pek güzel bir beste okudu. Hassas ve âşık ruhlu Şahidi o güzel sesle kendinden geçti. O gence arkadaş olmayı ALLAH’tan diledi.

Muğla’ya döndükleri zaman annesi küçük kardeşini evlendirmeye kalkmıştı. Fakat dünyalıkları yoktu. Şahidi köy köy dolaşıp vaaz etmeye başladı. Bu seyahatler arasında rastladığı Mevlevi Mürşitlerine muhip oldu. Bunlardan biri Mevlana soyundan Paşa Çelebi idi. Evvelce sesini duyup kendinden geçmesine sebep olan genç de Paşa Çelebi’nin oğlu Emir Adil idi. Şahidi bu gence hoca oldu. Paşa Çelebi’ye de intisap etti. Fakat gönlündeki boşluk yine dolmuyordu. Bu ara Divane Mehmet Çelebi’nin büyüklüğü dillerde dolaşıyor. Şahidi onu görmek arzusuyla yanıyordu. Kendisi o günleri şöyle anlatıyor:

Onu görmek arzusuna kapıldım. Sık sık rüyama giriyordu. Apaçık gördüğüm de olurdu. Bu sıralarda Paşa Çelebi’nin oğlu Emir Adil’e hocalık ediyordum. Fakat anamı görmek için memleketime Muğla’ya dönmem icap etti. Muğla’da bir gece Divane Mehmet Çelebi’nin sesini duydum: ‘Şahidi!’ diyordu, bize âşıksan kalk. Harabati Ol.

Kış geçince benim gibi onu görmek arzusunda olan bir arkadaşla yola duştuk. Bursa’ya, oradan Kütahya’ya vardık. Paşa Çelebi Kütahya’ya mütevelli olmuştu. Divane Mehmet Çelebi de Arabistan’dan dönmuş onun misafiri idi

Biz gelince Emir Adil: ‘Hocam geldi,’ diye annesine koştu. Oturmam için Mehmet Çelebi’nin yanına bir halı yaydılar. Oda kapısında Mehmet Çelebi’yi görünce kendimden geçtim; ağlamaya başladım. O, ‘Gel, gel’ dedi, ‘bu halıyı senin için yaydılar’ VECD içinde gidip oturdum, gözlerimi kapadım. Herkes ‘Hoş geldin’ diyordu, fakat ben bir şey söyleyemiyor, titriyordum[39]

Evet. Şahidi devam ediyor, fakat bize bu kadarı da kâfi. Kâfi, çünkü “Kâl ehlinin ahvalini”[40] terk eden Şahidi’ye “Şimden geru hal ehlinin ahvali” görünmüştü.

Men bugün maşuk-i bakinin visalin bulmuşam

Sanma ey zahid beni kim vade-i ferdadeyem

Şahidi-i Mevlevi-i arifem gelsun beru

İsteyen sirr-i Hudayi men Hudayizadeyem

Ehl-i Aşkız

Şahidi, ‘Gülşen-i Esrar’ isimli kitabını şu sözlerle bitirir:

Öyle bir Pirin müridi oldum ki onun kopeği bile aslandan yeğdir. Onun sunduğu kadehlerdeki şarapla sarhoşum. Onu methetmedeyim, onu anlatmadayım. O padişah, ‘Bizden gördüklerini yaz,’ diye emretmişti, ama mufassal anlatmaya imkân olmadı. Ben ancak âşıklarına bir koku koklattım[41]

Şahidi’nin anlata anlata bitiremediği Mürşidi Sultan Divani, Anadolu ve haricindeki seyahatlerine son vererek günün birinde Afyon Dergâhına dönmüş 1540 da (Hicri 936) doksan iki yaşında, bir Cumartesi günü ömrünü doldurmuştur.

Sultan Divani’nin vefatı üzerine söylenen tarihlerden en beğenileni, zarif ve nükteli olanı şudur:

Dedi tarihini bir mustemend-i derd-i hicranı

Beka mülküne çekdi askerin Sultan Divani

Evet, çünkü Sultan Divani’nin vefat ettiği sene, müritlerinden pek çoğu kendisine tabi olup arkasından beka âlemine göç etmişlerdir. Dergâh içinde, semahanenin sol tarafında, etrafı şebeke ile çevrili sandukasının üzerindeki yeşil puşidede “Ya hazreti mevlana” yazısını muhtevi destarlı bir sikke sırma ile işlidir. Sikkenin altında:

Baver mekon ki ber serem ayed eger Mesih

Derdi ki yadgar-ı to darem deva koned

Mesih bile başucuma gelse senden armağan olan derdime deva eder sanma” beyti de güzel bir talikle sırmayla işlenmiştir. Mihraba doğru Bali Mehmet Çelebi (Sultan Aba Puş-ı Veli), Hızır Şah Çelebi, İlyas Çelebi ve İbrahim Şahidi yatmaktadır. Arkadaki sandukalardan Sultan Aba Puş-i Veli’nin ayakucundaki, Sultan Divani’nin cazibesine kapılarak peşi sıra İran’dan gelen Şah İsmail’in oğluna aittir. Sandukaların bulunduğu bu kısım parmaklıkla semahaneden ayrılmıştır. Bali Mehmet Çelebi’nin üzerindeki puşide kırmızıdır.

Sultan Divani’nin heybetli sandukasından semahaneden giriş istikametine doğru olan kısımda da yine etrafı parmaklıkla çevrili dört sanduka mevcuttur. Kapıya en yakın olanı Furuni Dedeye aittir. Bu zat Sultan Divani’nin ateşbazıdır. İran seyahatinde ekmeksiz kaldıkları bir anda Sultan Divani’nin emri ile koltuğunun altından sıcak pide çıkararak dervişlere dağıtmıştır. Asil adı Mehmet iken bu keramet ile Furuni Dede ismiyle tanınmıştır.

Bu Türbe Mevleviler ve dertliler tarafından çok ziyaret edilir. Sultan Divani’nin bir yeşil çuha içinde sarılı olan başmak-i şerifi başa mesh edilir. Nazik ve arif bir zat olan Türbedar efendinin huzurda, o uhrevi hava içinde bize lütfedip ziyaret ettirdiği başmak-i şerife, verilen malumata göre, Basamağ-i şerif denir.

Sultan Divaninin. Afyon Dergâhındaki yangın sebebi ile çoğu yanmış olan şiirlerinden bazıları bestelenmiştir; ayin-i şeriflerde okunur.

Salunursak ta’n mıdir deff-ü kudüm u nay ile

Ehl-i aşkiz fahrimiz ayin-i Mevlana ile

Diyen Mehmet Çelebi, ne de onun gibi çok seyahat edip Velilik tasarrufuyla Mevleviliği yayan U1u Arif Çelebi Mevlevilikten kol çıkarmamışlardır. Sultan Divani’nin bu dünyadan maddeten çekilişinden sonra kerameti zahir, Veliye bir hanım olan kızı Destina Hatun, Dergâhı idare etmiştir. Destina Hatun zamanında Afyon Mevlevi Dergâhı bir yangın geçirmiştir. Sultan Divani, çok mahzun olan mübarek kızına rüyasında görünerek, ayakucunda duran gümüş ibriği işaret etmiştir. Böylece o ibrikte bulunan altınlarla Afyon Dergâhı ikinci defa yapılmıştır. Bu ibrikte bulundurulan su da şifalı addedilir ve şifa Niyazi ile maneviyata inanan hastalara içirilir.

Şahidi’ye gelince, Mürşidinin vefatından sonra Muğla’ya gitmiş, Seyyid Kemal Zaviyesini Mevlevihane yapmıştır. Bir rivayete göre her sene Sultan Divani’yi ziyarete gelmiştir. Son seferinde müritlerinden Şuhudi’ye hilafet verip Muğla’ya göndermiş, 1556 da (Hicri 957) seksen iki yaşında, aslına göçüp Divane Mehmet Çelebi’nin Türbesine defnedilmiştir. Eserlerinden bazıları: Gülşen-i Vahdet, Gülşen-i Esrar, Gülşen-i Tevhit, Gülşen-i İrfan ve Muşahedat-i Şahidiye’dir. Gülşen-i Tevhit Farsçadır, mesnevi tarzındadır. Mevlana’nın Mesnevi’sinden seçtiği beyitleri beş beyitle şerh etmiştir. Bu satırların naciz yazarı, Mevlana’nın pak soyundan, Gerçek ve Seçilmiş İnsan Münir Çelebi Efendinin feyizli sohbet meclislerinde bu güzel kitabın[42] okunuşunu dinlemek bahtiyarlığına ermiştir. Hatırası pek kıymetli olduğu için burada anılmaması imkânsızdır.

Evliyaullahtan ve sevenlerinden bahsederken Yavuz Sultan Selim gibi koca bir Padişahın çok mühim bir noktaya temas eden şu beytine ne kadar hak versek yeridir:

Padişah-i âlem olmak bir kuru kavga imiş.

Bir Veliye bende olmak cümleden evla imiş.



[1] Bu mısra Nizamoğlu’nundur. “Ya Nizamoğlu iki görmek neden” mısraı ile şiir tamamlanır.

[2] Divan-i Kebir, Gül-Deste, s. 55. Abdulbaki Gölpınarlı

[3] Aksaray’da bir ziyafette, Rukneddin Kılıç Arslan IV’ ün kadehine zehir konulmuş, daha zehir tesirini göstermeden de Sultan Rukneddin boğdurulmuştur (Hicri 644.)

 

[4]          Divan-i Kebir, Gül - Deste, s. 56

[5] Muhiddin-i Arabî kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz hazretleri ve İbnu’l Farid de bu Hakikati ifade edenlerdendi. İbnu’l Farid: “Her güzelin güzelliği ALLAHın cemalinden müsteardır” demiştir. Prof. Nicholson “Rumi, Poet and Mystic” adlı eserinin 44ncu sayfasındaki bir notunda: “İbnu’l Arabî, ALLAH’ı en mükemmel rüyetin, O’nu kadında temaşa edenler tarafından tadıldığını söyleyecek kadar ileri gitmişti” diyerek Şeyh-i Ekber’in bu mevzudaki görüşünü ifade etmiştir.

[6] Margaret Smith. Bir Kadın Sufi: Rabia, çev. Özlem Eraydın. İstanbul, 1991.

[7] Geniş bilgi için bk. Süleyman Uludağ. Sufi gözüyle kadın. İstanbul 2003.

[8] Tasavvuf ve Trikatlar Tarihi, Mustafa Kara, Dergâh Yay, İstanbul 2006, s.90-93

[9] Şura Suresi; Ayet 40

[10] Nisa Suresi; Ayet 128

[11]         Bâzâ bâzâ her ançi hesti bâzâ

            Ger kâfir u kebr u putperesti bâzâ

            İn dergehi ma nevmidi nist

            Sad bar eger tovbe şikesti bâzâ

           

“Yine gel, yine gel her ne isen yine gel. Kâfirsen, Mecusi isen, putperest isen yine gel. Bizim kapımız, bizim dergâhımız ümitsizlik dergâhı değildir. Eğer yüz kere tövbeni bozdunsa da yine gel”

Bazı bilginler tarafından Mevlana’nın olmadığı söylenen bu rubai, elbette ki o yüce sultanındır. Çünkü bu lütfü, bu cömertliği ondan başkası gösteremez, bu müjdeyi ondan başkası veremez. Nitekim Mesnevi’nin ilk beyitlerinden birinde de TEVHİD makamından, “Men be her cemiyeti nalan şodem, coft bed halan u hos halan şodem” diye seslenen yine odur. Mevlana: “İYİ KÖTÜ, HERKES DERVİŞİN CÜZÜDÜR, EĞER BÖYLE OLMAZSA DERVİŞ OLMAZ” buyurmuştur. Bu itibarla, hangi cüz küllün dışında kalabilir?

 

[12] Cüneyd-i Bağdadi de : “Senin varlığın (benliğin) hiçbir günahla mukayese edilemeyecek bir günahtır, buyurmuştur.

[13] Mevlana’nın bu beyti Muğla’lı İbrahim Şahid’i hazretleri tarafından “Gülşen-i Tevhit” de beş beyitle şerh edilmiştir. (Gülşen-i Tevhit, çeviren: Midhat Bahari Beytur)

[14] “Müminin kalbi Rahmanin elinin iki parmağı arasındadır. İstediği tarafa onu çevirir” Hadis-i şerifine işarettir. (Gülşen-i Tevhit, s. 42)

 

[15] Bu şerh Şahidi hazretlerinindir. İbrahim Şahidi, Mesneviden seçtiği ve şerh ettiği beyitleri “Gülşen-i Tevhit” adlı eserinde toplamıştır; şerhin de Mevlana’ya ait olduğunu, kendinin yokluğunu kitabin Dibace kısmında şöyle ifade etmiştir: “Hakka niyazımdan sonra, yüzümü aşk sultani Mevlana’ya dondum, yalvardım, yalvardım. Ey, aşk Padişahının baş tacı, dedim. Bu zayıf, aciz kulunun senin güzel sözlerinin sırlarını beyan etmeğe kudreti yoktur. Benim perdeli gönlümden perdeyi aç ve beni kendi yüzüne perde ederek sözlerini yine kendine şerh et, ta ki ALLAH’ın Kur’anda Peygamberimize : “Maremeyte izremeyte ve lakin ALLAH’e rema” “Ok attığın zaman, sen atmadın, ALLAH attı” buyurduğu veçhile ben de her beytine beş beyit söyleyeyim.

Bu niyazım üzerine Hazret-i Mevlana’nın nurlarıyla gönlüm doldu. Sözlerinin sırlarıyla acildi da benim için külfetsizce, zahmetsizce her beyte beş beyit yazmak müyesser oldu ve bu suretle Mesneviden aldığım beyitler arasında bir irtibat hâsıl olduğundan manaları da birbiriyle imtizaç etti.” (Gülsen-i Tevhit, s. 8, çeviren: Midhat Bahari Beytur).

Şahidi, Dibace’nin bir başka paragrafında: “Ey, sır isteyen okuyucum! Söylediğim o sözler benim değildir. Şahidi’nin dilinden söyleyen odur, Mevlana’dır,” demektedir. Yine Dibace’de bunu: “ALLAHa yemin ederim ki ben yokum. Bendeki figandır, dostun nefesidir,” diye teyit etmektedir. İşte bu sebeple, biz şahidi hazretlerinin şerhini, şeksiz şüphesiz Hz. Pir’in bilerek, ilahi sırlara kulak verebilmek için mevzuumuza kattık.

[16] Araf Suresi; Ayet 172

[17] Haşr Suresi; Ayet 24

[18] Hadid Suresi; Ayet 1 – Haşr Suresi; Ayet 1 –  Saff Suresi; Ayet 1 – Cuma Suresi; Ayet 1 – Teğabün Suresi; Ayet 1 – İsra Suresi; Ayet 44

[19] İnşirah Suresi; Ayet 1

[20] Lokman suresi, Ayet 19

[21] İbtidaname, 1130

[22] İbtidaname, 1140

[23] Mesnevi, VI, 2924

[24] Divan-ı Kebir, I,31

[25] Divan-ı Kebir, I, 339

[26] Hicr Suresi; Ayet 29 – Sad Suresi; Ayet 72

[27] Divan-ı Kebir, IV, 1734

[28] Mesnevi, VI, 2942

[29] Mesnevi, III, 1549

[30] Bu makam âşıkların Kabesi oldu. Buraya noksan gelen tamamlandı

[31] Keşf’l–Hafa: 2.\451

[32] Menakib al Arifin’de Emir Arif Gelebi diye bahsedilen Arif Çelebi’ye Ulu Arif Çelebi denilmektedir

[33] “Mevlana’dan Sonra Mevlevilik” ten

[34] Enfal Suresi; Ayet 17

[35] Fetih Suresi; Ayet 10

[36] Ebu Davud, İlim1;İbni Mace, Mukaddime:17

[37] Mevlanadan Sonra Mevlevilik; Abdulbaki Gölpınarlı.

[38] Mevlanadan Sonra Mevlevilik; Abdulbaki Golpmarh.

[39] Mevlanadan Sonra Mevlevilik; Abdulbaki Gölpınarlı.

[40] Kal ehlinin ahvalini terkeyle Niyazi;

      Şimden geru hal ehlinin ahvali goründua

Niyazi Divani.

[41] Mevlanadan Sonra Mevlevilik; Abdulbaki Golpinarli.

 

[42] Şahidi’nin “Bu kitabı Mesnevi’ye anahtar yaptım” dedigi “Gulsen-i Tevhid” adlı eserini aziz ve kıymetli ustadimiz. Gerçek ve Seçilmiş Insan, Midhat Bahari Beytur Farsça aslindan dilimize çevirmiştir. Bu eser Inkilap ve Aka Kitapevi tarafindan 1968’de neşredilmistir.


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar