TÜRKÇE OFF / Feyza Hepçilingirler
ÖNSÖZ GİBİ
“İki
haftada bir, yeryüzünden bir dil daha eksiliyor.” Ne zaman buna benzer bir
haber okusam Türkçe ile ilgili sıkıntılarım artıyor. Ne yapabilirim, diye
yeniden düşünmeye başlıyorum. “Siyah Beyaz” gazetesinde dil yazıları yazmaya
başlamam da bu nedenledir; bu yazıları genişletip elinizdeki kitabı oluşturmaya
karar vermem de...
Pek
çoğumuzun Türkçe konusuna duyarlı olduğunu biliyorum. İnsanlar yanlış yapmak
istemiyorlar; ama yanlış yapmamak için ellerinde ne var? Edinmedikleri bir
bilgiden yararlanmaları elbette söz konusu değil. Nerede öğretiliyor Türkçe?
Örgün öğretim içinde okullarımız yeterli bir Türkçe bilgisi, bilinci, sevgisi
veriyor mu? Hayır. Yaygın öğretim diyebileceğimiz yazılı, görsel, işitsel basın
bu konuda yardımcı olabiliyor mu insanlara? Yine hayır. Türkçe konusunda
gerçekten titizlik gösteren kişiler bile çoğu kez eleştirdikleri yanlışları
yapmaktan kurtulamıyorlar. Bunda dilbilimcilerin ortak bir dil, ortak bir
kavrayış geliştirememiş olmasının payı var. Türkçenin hangi yöntemle daha iyi
öğretilebileceğinin hiç tartışılmamış olmasının; herkesin yanlışlardan
yakınırken doğrusunun ortaya konmamış olmasının... Daha pek
çok şeyin. Bunları söylerken Türkçe duyarlılığının arttığını, birçok kişinin
gazetelerde dil yazısı yazmaya başladığını unutuyor değilim. Ancak yakından
bakıldığında bu yazarlardan çoğunun Türkçe diye Osmanlıcanm kurallarını
dayattığını, kullanımda eski ya da yabancı sözcüklerin yanlış söylenmesi ve
yazılmasından öte pek bir yanlış bulamadıklarını da görmüyor değilim. “Camisi”
mi doğrudur, “camii” mi; “pan-talon” mu diyelim, “pantolon” mu; “hastane” mi
yazalım, “has-tahane” mi? Bu sorular gündeme getirildiğinde Türkçe konusunda
aydınlanmış olmamak bir yana, dil bilinci iyice bulanıklaşıyor; ayrıca sürekli
olarak bunlar tartışıldığına göre, Türkçenin bundan başka ve daha ciddi bir
sorunu olmadığı yargısı güç kazanıyor.
Başka
bir yandan, yine tek sorun buymuş gibi, Türkçeye büyük bir hızla doluşmakta
olan yabancı sözcüklere dikkatimiz çekiliyor. “Dilde kirlenme” diye
adlandırılan bu sorunu çözmek için yasa taslakları hazırlanıyor, “yasakçı
zihniyet” yeni bir yasak alanı bulmanın sevinciyle dört elle sarılıyor konuya.
Bu arada unutulanlar, sözdiziminden vurguya; yazımdan, noktalamadan tonlamaya;
anlamdan anlatıma bütünüyle Türkçe oluyor.
Türkçe,
yalnızca içine giren yabancı sözcüklerden ibaret değil ki! Türkçeye özen
göstermek, yabancı sözcük kullanmamak ya da kullanıldığında bunları doğru yazıp
söylemeye dikkat etmek de değil. Türkçenin özel yapısı, kendine özgü kuralları
var mıdır? Varsa bunlar nelerdir?
Yeni
bir dilbilgisi kitabı yazıp bütün bu düşündüklerimi açıklayabilirdim. Öyle
yapmadım. Böyle bir kitabın hem çok kuru olacağından hem de yalnızca konuyla
doğrudan ilgilenenleri “hedef kitle” olarak alacağından çekindiğim için...
“Medya”ya yönelik eleştirilerimle dil kavrayışımı birleştirerek keyifle
okunabilecek bir kitap oluşturmak istedim, istedim ki bu kitap bir “Medya
eleştirisi” kitabı da olsun, bir “Dil yanlışları” kitabı da. Bu yüzden bütün
örnekleri yazılı, daha çok da görsel basından seçtim. Yanlış kullanım
örneklerini aldığım kişilerden beni bağışlamalarını dilerim. En iyi yöntemin,
yanlıştan kalkarak doğruya ulaşmak olduğunu, kalıcı bilginin en iyi bu yolla
edinilebileceğini düşündüğüm için böyle davrandım.
Gözüm
en çok gençlerde. Bu kitabı en çok onların okumasını, okurken gülümsemelerini,
yararlanabileceklerse de yararlanmalarını diliyorum.
Kitabı
yazmamda, basmamda katkısı olan herkese teşekkür ederim.
Feyza Hepçilingirler
SİYASÎLERİN DİLİ
Seçim
dönemi, parti başkanlanyla ileri gelenlerinin beyaz camda daha fazla boy
göstermesi demek. Siyasilerimizi, milletvekili adaylarımızı, gelecekteki
bakanlarımızı medya aracılığıyla daha yakından tanıma firsatı buluyoruz
böylece. Elbette medya patronlarının, televizyon ve gazete yetkililerinin,
tanımamızı uygun gördükleri liderleri, onların kendilerine ya da medyanın
onlara yakıştırdığı yeni “imaj”larıyla tanıyoruz. Doğu’daki savaş, ekonomik
krizlerin faturasını niye hep bizim ödemek zorunda kaldığımız, düşünce suçu
gibi sakıncalı konulardan söz edilmeyecek. Böyle şeyleri anlatıp da içinizi
karartacak liderler, bir yolu bulunup ekrandan uzak tutulacak. Her ne kadar
bütün partilere, kendini tanıtma ve anlatma olanağının “eşit” bir biçimde
sağlanacağı söylense de, birileri ötekilerden daha eşit olacak.
Siyasilerimizin
yeni seçimlerde ne söyleyeceklerini bilemem; ama daha önce çeşitli nedenlerle
söylediklerinden bir bölümü notlarım arasında. Bakalım siyasilerimiz anadillerini
nasıl kulla-nırlarmış?.Protokol sırasıyla başlayalım.
Süleyman Demrirel-bir mesajında (18?İ7İ995j'şöyîe diyor» \Türkiye büyümesini
müspete çevirmek zorundadır.i’\Önce
Türkçeleştirelim: “Türkiye, büyümesini olumluya çevirmek zorundadır.” Olumsuz
yönde büyümek de olur mu? Olur, urlar ve kan-iser hücreleri söz konusuysa! hO
zaman Cumhurbaşkanı şu ana kadar, Türkiye’nin bir ur gibi büyüdüğünü mü
söylüvor? Bundan sonra* büyümenin yönünü olumluya çevirmek “zorunda” olduğumuza
göre “Babek ğaliba pek sağlıklı bulmuyor büyümse işimizi Bu ara devletin hükümetin Bâşindakilere baba”,
“ana” demekten hoşlanmamızı padişahlık geleneğinin bir uzantısı olarak
gördüğümü de söylemeliyim. “Padişah ve tebaası” / alışkanlığını pek atamamışız
içimizden, padişaha yakın olmanın / prestij
kazandırması gibi, bir yolunu bulup yöneticilerle aramız-j da akrabalık kurmaya
çalışmamız bundan. Yoksa, onlar da her-\ kes gibi
görevlerini yapıyorlar ve “maaş”larını alıyorlar.
Jlansû
Çiller’in söyledikleri ise Türkçe yanlışı olmaktan çıkıp “gaf’ olarak
algılanıyor çoktandır. Hangi birini saymalı? Karabüklülere “Sevgili
Karagümrüklüler” diye seslenmişti. O bir İstanbul kızı... Karagümrük’ü,
Karabük’ten daha iyi bilmesinden doğal ne olabilir? Gördüğü her üniformalıyı
asker sanması da yetişme koşullarıyla açıklanabilir (Belediye zabıtasını “Merhaba
Asker” diye selamlamıştı ya!). Samsunlulara “Malazgirt Kahramanlarının
torunları” diye seslenmesi, Amerikan tarihim Türk tarihinden daha iyi
bilmesiyle; partisinin simgesi “kırat”a, “ak at”, “beyaz at” hatta “white
horse” demesi gerçek bir Amerikalı ı oluşuyla kolayca açıklanabilir.
Böyle birkaç kalemde sayılacak gibi değil ki gaflar! Ebulfeyz Elçibey ile
Haydar Aüyev’i karıştırıp Alibey demesini nasıl açıklayacağız? “Silahlı
kuvvetler” yerine “silahlı güçleıf demesini, Azerbaycan’daki isyan için “Memnuniyetle
izliyoruz.” yorumunu nasıl açıklayacağız? Bir bombalamadan sonra “Ölü
kaybı olmamıştır)” biçiminde bir açıklama yapmıştı
örneğin. Ölüleri “sağ salim” mezarlarına taşımayı başarmışız demek, bu arada
kaybettiğimiz hiçbir ölü olmamış. “Güvenoyu” yerine “güvenlik oyu”
demesi, kendisiyle ilgili bir güvenoylaması söz konusu ise kendisini güvenlikte
hissetmek anlamına alınabilir. “Uluslararası terör ve bu konuda işbirliğine
hazırız. ” biçimindeki sözleri, belki de o zamanlar pek farkında
olmadığımız “devlet-mafya-siyaset” ilişkilerini, “Susurluk Çete-si”ni ilk kez
ele veren önemli açıklamalardı. Anlamadık ki! Yine dili sürçüyor sandık.
Yediden yetmişe herkesin bildiği “Kol kırılır yen içinde kalır.” atasözünü
bilmiyor olabileceğini düşündük. Oysa o: “Kol kırılır, yeni içerde kalır.”
dediğinde belki çete suçlarını ve suçlularını açıklamayacağının şifresini
veriyordu. Ama ne olursa olsun, “Türk Ceza Kanunu”nda “Türkçeyi kasıtlı ; olarak kötü kullanmak” maddesi olsa Çiller’in bu
konudaki suçları, TEDAŞ’ı, TOFAŞ’ı aratmayacak, hüküm giymesine yol-aça-cak
kadar çok Murat Karayalçm bir açıklama yapmış, TRT haberlerinden (18.9.1994)
aynen aktarıyorum: “Gerekli şartların oluşması halinde ara seçimlerin
yapılması gerektiğini” söylemiş. Hiçbir şey söylememekle eşanlamlı bir
açıklama bu. Gerekli koşullar yoksa, ara seçim değil,
yemek bile yapamazsınız.
Işın
Çelebi şöyle buyurmuş: “Türk toplumu siyasete olan inancım kaybettiği
inancında değilim. ”Türkçesinin bozukluğuna aldırmasak da söylediğine
katılmak mümkün değil. Bugün tam tersi çok rahat kanıtlanabilir: “Türk toplumu
siyasete olan inancını kaybetmiştir.” Sıradan yurttaş oy verecek parti bulmakta
zorluk çekiyor.
Azimet
Köylüoğlu da diyor ki: “Buradaki amacımız Batı standardına Türkiye’deki
terör olayını çekmek.” Demek “standart dışı” terör yapılıyormuş Türkiye’de,
terörü Batı standardına uydurursak sorun kalmıyor.
Ahmet
Özal’dan da bir alıntı yapalım, rahmetlinin gönlü kalmasın: “Bu uçakları
babam almıştır, devletin prestiji için; onu taşıyacak
insanların emniyeti için.” Birkaç uçak, pek ağır bir yük sayılmaz,
kimlerin, ne pisliklerini taşımışız biz. Birkaç uçağın lafı mı olur?
Erbakan
konuşuyor: “Hanımdan muhtarlarımız var.” Ne demek istiyor? Hani
“tahtadan kulübe”, “çamurdan heykel”, naylondan oyuncak” olur ya, öyle:
“Hanımdan muhtar”.
R.
Tayyip Erdoğan da mezarlığın içindeki cemevini, dozerlerle yıkmasını açıklamak
için diyor ki: “Annemizin, babamızın yatır olduğu bir mezarlıkta...”
Hadi bakalım, R. Tayyip’in annesinin, babasının “yatır” olduğunu biliyor
muydunuz? Demek o nurlu surat, “yatır oğlu” olmaktan geliyor, Erbakan’dan
değil.
Umalım
ki siyasilerimiz yeni bir seçimde, ne kadar içtenliksiz olsa da, “söylemek
istediklerini” söylesinler, söylemek istemediklerini değil.
HABERLERDEN NE HABER?
“Ver
ar yu going Türkçe” konulu panelde (23 Ekim 1995) söyledikleri, Jülide
Gülizar’m başına dert olmuş; “Number One TV”nin haber spikeri Gözde Tan, Gülizar
hakkında 2 milyarlık tazminat davası açmış. Radyo ve televizyonun ilk
spikerlerinden Jülide Gülizar, bu işe 24 yılını vermiş bir insan; “demokrasi”
yerine “demokrasi” , “tarikat” yerine “târikat” denmesine elbette sinirlenecek.
“Mankenler spikerlik yapmasın demiyorum. Kim neresini isterse açsın. Ama
haberler böyle okunmasın.” diyor. (3 Aralık, Cumhuriyet)
Jülide
Gülizar’m istediği, zaten olması gerekenler. Sözcükleri doğru dürüst
seslendiremeyen, vurgulaması, tonlaması kötü olan, üstelik yerel ağız özelliği
taşıyan kişiler spiker olabilir mi? Türkiye’de olur. Yüzü, göğüsleri, bacakları
güzelse, hele bir de güzellik kraliçesi falan seçilmişse kim bakar diksiyonuna?
Jülide Gülizar gerekenleri çok yalınlaştırıyor: “Dikkati haberden başka yere
çekmeyecek şeyler” giyilmesini ve sözcüklerin doğru söylenmesini istiyor, o
kadar! Gülizar’m konuyu açmasına teşekkür ederek biz de bir bakalım haberlere:
Bir
televizyon, haberleri sunuyor: “Yalan Rüzgârının oyuncularından, okullarda
alman bağışa kadar bir dizi yelpazemiz var. ” Bu, haber tanıtımı değil,
yelpaze reklamı. Haberleri beklerken dizi dizi yelpaze, hangisini beğenirseniz!
Bir
başkası da haber programlarını ille de izlememizi istiyor: “Pazar günü
lütfen koltuğunuzun başında olun.” Otursak olmaz mı, koltuğun başında ve
ayakta durmak yorucu olabilir, program epeyce uzun çünkü.
“Üzücü
bir olay sonucu jokey düşüyor.”
Şu “sonuç” sözcüğü çok gelişigüzel kullanılıyor. Jokeyin düşmesi bir sonuç
değildir, olsa olsa bir “son”dur. “Son” sözcüğü de dikkatli kullanılmalı elbette.
Şöyle değil: “Londra’da özgürlük gösterilerinin sonu kötü bitti.” “Son”
bir daha nasıl bitsin?
Bu
da bir haber başlığı: “Katliamda ihmal var. ” Gereğince uygulanamamış
bir katliamdan söz ediliyor. Yüz kişinin öldürülmesi planlanmış; ama “ihmal”
yüzünden yalnızca on kişi öldürü-lebilmiş sanki. Televizyon kanalı da katliamı
örgütleyen caninin ağzından konuşuyor bu durumda. Oysa
söylenmek istenen, gerekli önlemlerin alınmaması yüzünden katliam yapıldığı. İhmal,
katliam için değil, önlemi alması gerekenler için söz konusu.
Bir
başka katliam haberi: “Rusya’nın bu katliamı, sözde uygar olduğundan
bahseden Batı tarafından gözardı ediliyor.” Batı, neden bahsediyormuş?
“Biz, sözde uygarız.” mı diyormuş? Kendisinden “sözde uygar” diye söz edene
rastladınız mı hiç? Ya “Sözde uygar olan Batı...” dersiniz ya da “Uygar
olduğundan bahseden Batı...”
“Vapurdan
atlayan genç kız yalnızca atv’del”
(Böyle, haberin içinde olmadığı sürece televizyon kanallarının adını vermek ve
tarihi söylemek istemiyorum, amacım olumsuz propaganda yapmak değil, yanlışları
gösterip düzeltilmesini sağlamak yalnızca) Kız, denizden çıkarılıp televizyon
stüdyosuna mı getirilmiş? Olmaz değil, öylesini de gördük; ama burada
kastedilen kızın görüntüsü.
“Türkiye’nin
Alevi-Sünni gibi bir sorunu olduğunu sanmıyoruz. Ama var olan bu sorun var ise
bu gece Siyaset Meydanında çözümleyeceğimizi sanıyoruz. ”
(Ali Kırca) Bu sorun var mıymış, yok muymuş? Anlayan beri gelsin.
“Mehmet
Topaç’ın öldürülmesindeki esrar perdesi sürerken ...”
Perde sürer mi? Perde kalkar ya da kalkmaz. Sürmek ne demek?
“Irak’ın,
ABD’nin Hawai ile meşgul olmasını fırsat bildiği bildiriliyor.”
Yanlış nerede? “-m, -nm”Iarm arka arkaya söylenmesi mi, fırsat bildiğinin
bildirilmesi mi? Onlar da yahhş; ama daha kötüsü var. Sözü edilen ülke “Hawai”
değil, “Haiti”.
“Şişli
Cumhuriyet Savcılığındaki ifadesinde Savcı Sudi Gürel’e verdi ifadesini.”
İfadesinde ifade vermek, rüya içinde rüya görmek gibi bir şey olmalı. Hoş!
“Bu
yıl İstanbul’da törenlerin İstanbul’un dört bir yanında değişik faaliyetlerle
kutlanması planlanıyor.”
Törenler kutlanacakmış gibi görünüyor, oysa kutlanacak olan 29 Ekim Bayramı.
“Sağlık
bakanı bakanın bu konuda soruşturma açıp açmayacağı konusunda...”
“Bakan”lar ve “konu’lar fazla, birer tanesi yeterdi.
CHP
Genel Kurultayı anlatılıyor: “Birdenbire havada yumruklaşmaların geldiğini
gördük.” Siz, havada yumruklaşma nasıl olur, diye düşünedurun, üstelik
geliyor bu yumruklaşmalar; spiker sürdürüyor konuşmasını: “Havadayumruklar
uçuşuyor.” Bu kadar da olmaz. Yumruklar ait oldukları kollardan kopmuş
havada mı uçuşuyormuş?
Görüldüğü
gibi sorun, spikerlerle bitecek gibi değil. Haber metinlerini hazırlayanların
da “ivedilikle” Türkçe öğrenmesi gerekiyor.
BİZ ZATEN AVRUPALIYIZ
Bütün
gazeteler kocaman manşetlerle yazdı. Gümrük Birliğine girdiğimize göre artık
“Avrupalı” olmuşuz. Havai fişeklerin atıldığı şenlikler düzenlendi. (Bu arada,
havai fişek kamyonu da patladı; ama olsun, zarar ziyan yok; şenliğe renk katmış
oldu.) Futbol maçlarında tempolar tutuldu: “Avrupa Avrupa duy sesi-mizi/Bu
gelen, Türklerin ayak sesleri”. Yalnız ayak seslerimizi göndermenin ne
âlemi var, kendimiz de gitsek, diye düşünürken birden aklıma geldi: Biz zaten
Avrupalı değil miydik? Yıllarca “Eurovision”Iarda ne kadar (zaman zaman
onlardan çok) Avrupalı olduğumuzu kanıtlamadık mı? Tam da “petrol krizi”
sırasında gönderdiğimiz parçanın adını, İngilizce olduğunu sandığımız bir
biçimde yazmıştık: “Petr-oil” diye. “Aman petrol, canım petrol” diye
kıvırtmalarımızı kim unutabilir? Ingilizler bu sözcüğün, kendi dillerindeki
“crude oil” ya da “petroleum” ile benzerliğini kuşkusuz keşfetmişler; ama bunu
Türkçe bir sözcük sandıkları için bize puan vermemişlerdi. Bunu Avrupa’ya,
kendi sorunları olarak bıraktık. Büyüklüğümüzden işin üstüne gitmedik; bir
başka kez, bir başka parçayla kendimizi temsil etmeyi onur saydık. Gerçek
yaşamda da asla vazgeçemediğimiz görsel ve işitsel sanatların en saygınının
adını taşıyan bir parça ile katıldık yarışmaya: Opera. Bizi anlamadıkları gibi,
operayla dalga geçtiğimizi bile sandılar. Oysa en az onlar kadar önemsiyorduk
“opera”yı.
Avrupa
bizi hiç anlamadı. Üstelik bu yargı yalnızca bugüne ilişkin değil. Şanlı
tarihimizde de hep öyle oldu. Viyana kapılarını kaç kez çaldık?
Kahramanlığımızdan söz edip destanlar düzecekleri yerde, utanmadan, kalkıp bizi
“barbarlık”la suçladılar. Yalnız Avrupa değil, Balkan ülkeleri de öyle.
Sıradan, sümüklü çocuklarını toplayıp “sadrazam” bile yaptığımız halde, “devşir-meçi”
saydılar bizi. Yok, her yaz Avrupa içlerine kadar giriyor-muşuz da “ganimet”
topluyormuşuz, bu barbarlık değilmiş de neymiş? Geçiniz efendim, biz barbarsak,
siz bizden kaç kat daha barbarsınızdır. Biz efendiliğimizden yutuyoruz bunları.
Avrupa
bizi hiç anlamadı. Oraya gönderdiğimiz işçiler gibi olduğumuzu sandı. Oysa
onlar burada da öyledirler. Köylüdürler, kabadırlar, bize hiç benzemezler. Bizi
Avrupa’da temsil etmeleri düşünülemez bile. Neymiş, karılarını kızlarını
dövüyor-larmış, öfkelerini alamazlarsa öldürüp parçalarını tren yollarına
atıyorlarmış, banyo küvetinde kurban kesiyorlarmış. Bunları hep bizi küçük
düşürmek için anlatıp durdular. Bir kere biz tren yollarını çoktan işlevsiz
hale getirdik. Komünist değildik ki tren yollarına önem verelim? Ayrıca bizim
karımız kızımız dövülüp öldürülse, sesini bile çıkarmaz. Değil gazetecilerin,
bitişik komşusunun bile haberi olmaz. Ayrıca bizim kapı önlerimiz, cadde ve
sokaklarımız var, niye kurbanlarımızı görgüsüzce banyo küvetlerinde keselim?
Avrupa
bizi hiç anlamadı. Hâlâ kadınlarımızın çarşaf giyip peçe taktığını,
erkeklerimizin cübbeli sarıklı sokaklarda dolaştığını sanıyorlar. Zahmet edip
gelsinler de bir baksınlar. Kravatlı, ceketli erkeklerimiz; mantolu, hatta
şapkalı kadınlarımız var mıymış, yok muymuş?
Avrupa
bizi hiç anlamadı. Bütün kültürümüzün şiş kebapla dönerden, bir de folklor
ekiplerinden ibaret olduğunu sandı. Oysa bizim Adnan Saygım, Ilhan Mimaroğlu,
Okay Temiz gibi bestecilerimiz; Leyla Gencer, Suna Kan, Idil Biret gibi
yorumcularımız; Abidin Dino, Nuri iyem, Burhan Doğançay gibi ressamlarımız;
Nâzım Hikmet, Aziz Nesin, Yaşar Kemal gibi şair ve yazarlarımız var. Gelip
görsünler onları nasıl el üstünde tuttuğumuzu. Yalnız öldükten sonra
değerlerini anlamak değil, yaşarken de nasıl üstlerine titrediğimizi. Görsünler
de Gümrük Birliği’ne girinceye kadar bizi Avrupalı saymayanlar yaptıklarından
utansınlar.
HABERLERİ DİNLEDİNİZ
Televizyon
abartılarına çoktan alıştık, biliyorum. “Televizyonda ilk
kez!” diye sunulan filmin en az üç kez daha gösterildiğini, “İzlerken
soluğunuz kesilecek, nabzınız yükselecek, tansiyonunuz çıkacak...” diye
ortalığı heyecana veren duyurunun, çok sıradan bir gerilim ya da kovalamacadan
başka bir şey içermeyen görüntü bombardımanı anlamına geldiğini nasıl
biliyorsak yalnızca xtv’de olduğu söylenen haber ve röportajların da bir gün
önce ya da bir gün sonra öteki kanallarda yer alacağını biliyoruz.
TRT’nin
sıkıcı, resmi, soğuk “bülten”lerinden sonra, özel kanallardaki anahaberler ya
da haber programları, tanıtımları günboyu yapılan görsel bir şenliğe dönüştürdü
haberciliği. “Küçük Mustafa bir daha aramıza dönemeyecek; ama acaba ihmal
kaç kurban daha alacak?” gibi uyarıcı sonuçların hemen ardından
traktörlerin üstüne çıkmış manken kızlar, kırsal bir açıklıkta iç çamaşırı
defilesi... Yorum: “Böylece defilenin mekânının olmadığı bir kez daha
kanıtlandı. ” Ağlamakla gülmek arasında gidip gelmekten duygu yalaması
olmak bir yana görselleştirilen her şey sahiciliğini yitirmeye başladı artık.
Üç dakika önce parçalanmış vücutlar, koparılan kafalar görmek, kimsenin
iştahını bile kapamıyor. Bütün ö gördüklerimiz gerçek değilmiş de kötü bir film
kurgusuymuş gibi kendi küçük, sınırlı dünyamıza dö-nüveriyoruz çabucak.
Söyleşiyi, dedikoduyu kaldığımız yerden sürdürebiliyoruz.
Küçük
dünyalarımızdan söz edince aklıma geldi. Sıradan bireyin bile ayrı,
ayrıcalıklı, üstün, seçkin olma eğilimi taşıdığını bilmezmiş gibi bir televizyon
kanalı: “Siz de haber izlemek için doğru kanalı seçen çoğunluğun
içindesiniz. ” deyip duruyor. Oysa, hiç kimsenin
“çoğunluğun içinde” olmaktan hoşlanmadığını reklamcılar çoktan keşfetti;
insanların “özel” olma eğilimini kurcalayıp duruyorlar nicedir. Haber
reklamlarının, bireyi, çoğunluğun içine atma eğilimi bu yüzden garip.
Haberlerin reklamının yapılması da garip; ama en garibi haberlerin dinlenen
değil, “izlenen” bir şey olması. Babalarımızın, herkesi “Ajansı dinleyeceğim.”
diye susturup radyoların başına çöktüğü günler dün gibi-
Eğer
önerildiği gibi izlemez de “dinlemeye” kalkarsanız haberleri, duyduklarınızdan
pek hoşnut kalmayabilirsiniz. Her haberin başında ya da sonunda “savundu,
vurguladı, iddia etti, belirtti, söyledi, bildirdi, anlattı...”
çeşitlemelerinden biri, gelişigüzel ve uyumsuz bir biçimde kullanılabilir. Son
derece sıradan bir açıklama yapan politikacı onu “savunmuş”, ciddi bir suçlama
getiren ise bunu “bildirmiş” olabilir.
Çok
moda olan kullanımlar da çarpar kulağınıza: “İlerleyen dakikalarda bizimle
birlikte olacak kendisi.” Neden “üç dakika, beş dakika sonra” değil de
“ilerleyen dakikalar” demeyin, hele “Bu dakikalar nereye doğru ilerliyor?” diye
hiç düşünmeyin, onlar öyle giderler! Benim anlamadığım neden dakikalar
ilerliyor da haftaları, ayları biz geçiyoruz? “Geçtiğimiz hafta, geçtiğimiz
ay” kullanımlarını söylüyorum. Biz mi geçiyormuşuz onları? Nereye giderken?
Türkçe
konusundaki son eğitimini ortaokulda tamamlamış bir kişi yanlış kurulmuş bir
tümceye tepki gösterir, sözcüklerin Türkçelerini bulup kullanmaya çalışırken,
işi anadilini doğru dürüst kullanarak halkı olan bitenden haberdar etmek olan
haber programları nedense canına kıyarcasına kullanıyorlar Türk-çeyi.
İşte
bir televizyon canlı yayında, “memleket saat ayarı” verir gibi duyuruyor: “Saatlerimiz
saat 7’yi gösteriyor. ” Saat gösteriyor, direniyor, bağırıyor: “Saat yedi!
Kalkın, hâlâ uyuyor musunuz?” Oysa saatlerimiz yalnızca 7’yi gösterir; biz de
onun gösterdiği rakamdan saatin 7 olduğunu anlarız, “saat 7”yi göstermez.
Başka
bir kanal, heyecanlı bir yangın haberi vermekte: “Yangın rüzgârın da
etkilemesi sonucu ancak on iki saatte kontrol altına alınabildi.” “Sonuç”
sözcüğüne değinelim. Yanlış kullanılmış, burada “sonuç” değil, “son” sözcüğü
kullanılmalıydı. Rüzgârın etkilemesi bir “sonuç” değildir çünkü.
“Bu
görüş ayrılığının sebebi neden kaynaklanıyor?”
Sebep, bir şeyden kaynaklanmaz, zaten sebepmiş; neden kaynaklansın? Bu tümce
şöyle kurulabilir: “Bu görüş ayrılığının sebebi nedir?” Şöyle de kurulabilir:
“Bu görüş ayrılığı neden kaynaklanıyor?” Ama ilk örnekteki gibi kurulmaz. “Bu
filmi çekmemin nedeni .. .öyküyü çok
beğenmemden ötürü." 1.
Bu filmi, öyküyü çok beğenmemden ötürü çektim. 2. Bu filmi çekmemin nedeni,
öyküyü çok beğenmem. Kısaca, aynı yanlışlık. “İş
yapmamın tek nedeni para için.” Başta “neden” dendiğinden “için”e gerek
yok.
Bir
de şu tipte konuşma kalıpları var:
“Bu
sene benim için çok önemli. Çünkü neden? Bu sene benim imtihan senem. ”
Anlaşıldığı gibi “çünkü” ile birlikte “neden” demek gereksiz, “çünkü” dediğine
göre, nedeni açıklayacakmış işte. “Çekici olduğunu biliyorsun; ama neden,
sürdüğün parfüm yüzünden. ”
Bu da onlardan biri.
“Yer
yer üç metreyi bulan kar yağışına rağmen...”
Kar yağışı mı üç metreyi bulmuş? “Yağış” sözcüğü fazla. Ölçülebilen
yağış değil, karın kendisidir. Doğrusu: “Yer yer üç metreyi bulan kara
rağmen...”
Başka
bir “kar”lı örnekte, “Doğu illerimiz metrelerce boyu aşan kar yağışıyla
birlikte olurlar.” deniyor. Kar yağışıyla birlikte olmak mı, nasıl? Yok canım, öyle değil. Doğulular kara alışıktır, demek
istiyor.
Haberlerden
başka bir örnek: “Mazeretsiz oylamaya katılmayanlar da mevcut. ” Madem
“mazeretsiz” bir oylamaymış pekâla katılınmayabilir.
Söylenmek istenen herhalde şu: “Oylamaya mazeretsiz katılmayanlar da mevcut.”
Reha
Muhtar: “Reklam aramız var efendim, şimdi onu izleyelim.” diyor ya
“reklam arası”nı değil, reklamları izlememizi istiyor aslında.
Teksoy,
Mısır’da heyecana kapılınca dili, aslına dönüyor: “Aha aha Keops’un lahti!”
Bahamalar’da hindistancevizi satıcısı aşağı insan zenciyle konuşurken,.tinerci çocukları azarlarkenki kişiliğine kavuşuyor: “Televizyona
çıkacam diye amma uzattın. Hadi kes şunu ya!”
Haberleri
izlemek yerine arada bir dinlemekte sayısız yarar ve eğlence fırsatı sizleri
bekliyor.
ESKİ İSTANBUL VALİSİ
TRT’nin
yaygınlaştırdığı bir kullanım var; haberlerin sonunda, genellikle sıra
ölümlere geldiğinde duyarsınız: “Bayındırlık eskipak anlarındanJalanca
vefat etti; cenazesi^ şu camiden kaldırılıp. TRT başlatmıştı bu
söyleyişi, şimdi bütün özel televizyonlarda bu biçimde yer almakta. Kendileri
Türkçe konusunda çok titizdirler ya, hemen benimsediler. Efendim, eğer “eski
bayındırlık bakam” denirse “eski bayındırlık” diye bir tip bayındırlık olduğu
anlaşılırmış; bu yüzden “bayındırlık eski bakanı” demeliymişiz.
Füsun Akatlı’nın bu konuya da değinen bir yazısını anımsıyorum, yıllar önce
Cumhuriyet .Gazetesinde.yayım-lanmıştı; verdiği örnek bile aklımda:-*1
Yoğurtlu patlıcan kızartı ^ması” yerine “patlıcan yoğurtlu kızartması”
mı diyeceğiz, diye soruyordu.. Öyle.ya,
binlerinin, kızartmanın değil de patlıcanın yoğurtlu olduğunu anlama tehlikesi
yok mu? O yazıdan sonra da bir şey değişmemişti, bu yazıdan sonra da
değişmeyecek. Olsun biz yine de yazmaktan, yinelemekten ve anımsatmaktan
yüksünmeyelim
Türkçede
sözcükler arasındaki ilişkiler eklerle kurulur. İki sözcüKarasındaki
ilişki ekle belirlenmişse araya başka sozcükler girebilir; ama ilişki,
eksiz kurulmuşsa araya başka sözcük gir-: ~fnez. Belirtisiz nesne
ile yüklem böyledirL belirtisiz ad tamlaması da böyledir. “Çocuk dün
balkonda kitap okudu.” dersiniz; ama “kitap” nesnesi ile “okudu” yükleminin
arasına “çocuk”, “dün”, “balkonda” sözcüklerinden herhangi birini koyamazsınız.
Befir-tisiz ad tamlamasında da durum aynıdır. “Bahçenin kapısı” gibi
bırBeliftili ad tamlamasında, araya “eski”, “yeni” gibi bir sıfat girebildiği
gibi, “dün kâfdeşin tarafından yeniden boyanan” biçiminde bir yan
tümcedkHjrle^rebBifröysa tamlama “bahçe kapısı” ise araya herhangi bir sözcük
sokamazsınız. “Bayındırlık bakanı”, "İstanbul valisi” gibi tamlamalar da
belirtisiz ad tamlamasıdır; aralarına başka bir sözcük girmemelidir. Tıpkı, “hemşirelik okulu”, “makine mühendisi” gibi. Bunların başına
getirilmesi gereken “yüksek” sıfatı da iki sözcüğün arasına konmakta ve bu
konudaki yanlışlık genelleştirilmekte.
Bir
başka önemli özellik de şu: Belirtili ad tamlamasının başına getirilen sözcük,
tamlayanın, yani ilk sözcüğün sıfatı olurken, belirtisiz ad tamlamasının başına
getirilen sözcük, tamlananın sıfatı olıır. Hemen uygulayalım: “Eski bahçenin
kapısı” dendiğinde “eski” olan “bahçe”dir; “eski bahçe kapısı” dendiğinde ise
“eski” olan “kapı”dır. Demek “eski İstanbul valisi” dendiğinde de zaten “eski”
olanın, “vali” olduğu anlaşılır.
Tamlamalar
konusunda bu anlamsız duyarlılığı gösteren TRT’den saptadığım bir tümce
şöyleydi: “Kültablası, adamın, birbiri ardına yaktığı sigara izmaritleriyle
doluydu.” 3u tümce, söz konusu kişinin “izmaritçi” olduğunu söyler bize.
Çünkü “sigara izmaritleri” de bir belirtisiz ad tamlamasıdır ve bu durumda
adamın yaktıkları “sigara” değil, “izmarit” olur. Adamın “sigara” içtiği
söylenmek isteniyorsa tamlamanın belirtili duruma getirilmesi yeterlidir:
“Kültablası, adamın, birbiri ardına yaktığı sigaraların izmaritleriyle
doluydu.”
“50’ye
yakın Alman parlementosundan insan vardı orada. ” tümcesinde
“50’ye yakın” niceliği, nasıl parlemento sayısını belirtir durumdaysa ve
düzeltmek için bu sözü alıp “insan” sözcüğünden önce getirmek gerekiyorsa “Sayın
Tansu Çiller hükümeti...” dendiğinde “sayın” olan Çiller değil, hükümet
olur. Çil-ler’in “saym”hğmda ısrarcı iseniz “Çillef’den sonra bir f‘-ın”)eki getirmek zorundasınız.
—
Sonuç:
“İstanbul’un eski valisi” doğrudur; ama “İstanbul eski valisi” yanlıştır.
Endişelenmek boşuna! Kimse, “eski İstanbul valisi” sözünden “eski İstanbul”
diye bir yer olduğunu çıkarmaz, “yüksek makine mühendisi” sözünden “yüksek
makine” anlamını çıkarmayacağı gibi. Elimizden, TRT’nin ve özel televizyonların
bu konudaki ısrarcı tutumlarından vazgeçmelerini dilemekten başka bir şey
gelmiyor ne yazık ki!
EN AZ HALK, İLK YAŞAM
“Herhalde
bütün gün beniriı bomboş/evde oturduğumu sanıyorlar.” diyen
kişinin söylemek istediği* hakkında tahminde bulunmak ister miydiniz? Evin
bomboş olduğunu mu anlatmak istiyor, kendisinin bomboş oturduğunu mu? Bu
biçimdeyken tümceden, evin bomboş olduğundan başka anlam çıkmaz. Nedeni şu:
“Bomboş” sıfat ya da belirteç görevine girebilecek bir sözcüktür; hangi göreve
girdiği kullanıldığı yere göre belirlenir. Bu tümcede “ev” sözcüğünün önünde
olduğuna göre, evin sıfatı olarak kullanılmış.
Batı
dillerinin “gramer”ini örnek alanlar, Türkçede de o dillerde olduğu gibi “isim,
sıfat, zarf’ gibi sözcük türleri olduğunu sanırlar. Dilbilgisi kitapları bile
hâlâ “Sözcük Türleri” ya da “Kelime Çeşitleri” diye bir bölümle başlar ve
“sıfatlar, zarflar.. .” diye arka arkaya sıralar
bunları. Oysa Türkçede, Batı dillerinde olduğu gibi “adjective/adjectif’ diye
bir sözcük türü yoktur. Çünkü aynı sözcük hem adıJıem eylemi
belirtebilir; buna göre bir tümcede “sıfat” görevindeyken, bir başka tümcede
“belirteç (zarf)” görevine girebilir. Bu yüzden “sıfatlar” deyip alt alta
sıralayacağınız sözcükler, “sıfat görevine girmeye elverişli” sözcüklerdir
ancak.. Aynı biçimde “belirteç” görevine de
girebilirler ve aslında bu sözcükler yalnızca “ad”dır. Demek istediğim, “iyi,
kötü, güzel, çirkin” gibi sözcüklere sıfat demek yanlıştır. “İyi insan”
dendiğinde sıfat olan sözcük, “İyi konuştun.” dendiğinde belirteç olur?
Bu
durum, kullanımda dikkat ve özen gerektirir. “Yeni eve gelmiştim.” tümcesi,
evin “yeni” olduğunu bildirir; eğer söyleyen kişi, “gelme” nin “yeni” olduğunu
söylemek istiyorsa “Eve yeni gelmiştim.” demelidir. Yukarıdaki tümcede olduğu
gibi, evinin pahalı eşyalarla dopdolu olduğunu gördüğünüz bir film kişisi,
“bomboş ev”den niye söz etsin? Onun yakınması, o gösterişli evde “bomboş
oturduğunun” sanılmasından.
Bu
kez bunlardan, “sıfat” niyetine kullanılmış bir sözcüğün yanlış yere
konmasından kaynaklanan anlatım bozukluklarından söz edeceğim.
Bir
dersaneyle işbirliği yapan bir gazete, hizmetini şöyle duyuruyordu: “Gün,
herkesi ücretsiz üniversite sınavına hazırlıyor.” Üniversitenin “ücretsiz”
olacağı anlamı çıkmıyorsa da sınavın “ücretsiz” olduğu anlaşılıyor bu tümceden.
Oysa üniversiteler “ücretli” olma yolunda son hızla ilerlerken, sınava da her
yıl artan ücretlerle girilebiliyor ancak. Söylenmek istenen, “hazırlama”
eyleminin “ücretsiz” yapılacağı. Doğrusu şu: “Gün, herkesi üniversite sınavına
ücretsiz hazırlıyor.”
Ankara’daki
Blues Festivalinden söz ediliyor: “Su gibi biraların içilip...” Biralar
biraz tatsızmış anlaşılan. “Su gibi” olduklarına göre. Yoksa biraların “su
gibi” içildiği mi söylenmeye çalışılmış?
“Çırılçıplak
gazetecilere yakalanan Sibel Can, Ateş Hattı’na konuştu.”
Gazeteciler neden çırılçıplak? Sibel Çan’a “nazire” mi yapmaya çalışmışlar?
Yoksa “Gazetecilere çırılçıplak yakalanan Sibel Can” mı söz konusu?
“Cumhuriyet
Dergi”nin Avustralya’yı anlattığı bir sayısında şöyle bir tümce var:
“Beyaz
adamla Maorilerin karşılaşmasında ilk yaşamlarını yitirenler müzisyenler
olmuş.” Müzisyenlerin
ikinci bir yaşamları daha varsa öyle ciddi bir sorun yok demektir, onu
yaşarlar; ama ne yazık ki kimsenin ikinci, üçüncü, beşinci yaşamı yok! “İlk
yaşamları” değil, “yaşamlarını ilk yitirenler” olacaktı.
Bir
örnek daha: “Clinton, işbaşına geldiğinden bu yana en az halkın desteğini
kazanan lider unvanını kazandı.” Aynı tümcede “kazanmak” eyleminin iki kez
kullanılmasını geçiyorum; “en az” sözü üzerinde duralım. “En az halk” ne demek?
“Halkın desteğini en az kazanan lider” denmeye çalışılıyor. O zaman öyle
söylesinler. Biz mecbur muyuz her seferinde, söylediklerinin değil de söylemek
istediklerinin ne olduğunu düşünmeye?
GÖNENLENMEK
Sözcüklerin
yerli yerinde kullanılmaması hem anlamın belirginleşmesini önler hem de
söyleyeni gülünç duruma düşürür. Bu girişten de anlaşılacağı gibi bu kez
sözcüklerin yanlış kullanılmasından söz edeceğim. Bu yanlış kullanım, anlamı
iyi bilinmeyen sözcükleri kullanma isteğinden kaynaklanıyor çoğu zaman. Son
zamanlarda yeniden moda olan eski sözcük kullanma merakı, insanları “hüsran”a
sürüklemekte. “Kimler yoktur ki o yıllar hocanın rahle-i tedrisatından
geçen?” M. Ali Birand, Mümtaz Soysal için söylüyor bunu. “Tedrisat” çoğul
bir sözcük, eskiden “eğitim - öğretim” anlamında kullanılırdı. “Tevhid-i
Tedrisat Kanunu” da şimdi yeniden ayrılan ve ayrı saflara bölünmüş olan eğitim
ve öğretimi birleştirmek amacıyla çıkarılmıştı. Doğru sözcük “tedrisat” değil,
“tedris” olmalı, tamlama da “rahle-i tedris” biçiminde kurulmalıydı.
Güneri
Civaoğlu, Erbakan yönetime gelmeden önce, yönetiminin nasıl olacağını merak
etmiş; soruyor: “En basit, en yalın anlatımıyla haremlik- selamlık olacak
mı?” Bu da çok yapılan ve çok fazla vurgulanan bir yanlış. “Selamlık”
tamam; ama “haremlik” olmaz, “harem”. Buna çok benzeyen bir yanlışlık da
“madden ve manen” biçimindeki kullanım. “Manen” tamam; ama “madden” değil,
“maddeten”.
Futbolcu
Tanju yakınıyor: “Onların sözlerine kaal edilmesi, benim sözlerime hiç yer
verilmemesi..“Kaal edilmek” diye bir söz yok. ille de Osmanlıca kullanılacaksa “kaale almak” denmeli.
“Mütemadiyen, namütenahi, bilahare” gibi sözcükleri kullanmaktan umulan bir
“hava” var besbelli; ama bu hava bazen “cereyan” yapıyor. “Buzdolabında
keşfedilen ceset” bu kapsamda ele alınabilir. “Keşfedilen” sözcüğü olmuş mu
orada şimdi? Amerika kıtası mı bu, keşfedilsin. “Şöyle bir şey kuvvetle
ihtimal.. ,”de “ihtimal” değil, “muhtemel”
gerekiyor. “Bu tartışmaları gündeme getiren RP durumdan tatmin değil. ”
Görüldüğü gibi yine olmamış. “Tatmin değil” ne demek? “Tatmin olmamış” denmeli.
Eski
sözcük kullanma merakı, insanın başına böyle işler açıyor da Batılı sözcükler
kullanmak açmıyor mu? “Müzikalite” sözcüğü, “müzik değeri” anlamı taşır,
besteler açısından; insan için kullanılmaz. Bir programda sunucu, Sezen Cumhur
Önal’a “iltifat” ediyor: “O, sizin müzikalitenizdeıı...” Aynı Sezen
Cumhur da “Tarık Gürcan’lar falan o zamanlar bizim ağababalarımız...”
diyecek az sonra. Şunu da söyleyecek: “Benim memleketimin insanı başka
kurnalardan su içer.” Oysa kurnadan su içenler genellikle insanlar
değildir, onun memleketinin insanı da olsa olsa hayvanını sular o kurnalardan.
İşinin
uzmanı bir berber de “Saçlara yaptığımız fıksiyon...” diyecek işini
anlatırken. Fiksiyonun (fıction) ne ilgisi olabilir saçlarla? “Friksiyon” demek
istiyor. Bir deterjan “AvrupalI Euro şişesinde” diye sunuluyor. “Çünkü
masaları, sehpalar gibi oradan buraya çekip mobilize etmek mümkün değil.”
diyor “oradan buraya çekmek”le yetinmeyip ille de “mobilize etme’yi kullanmak
isteyen kişi. “Kişilikpersonalitesi olan bir hayvandır kedi.” diyen ise
“personalite” sözcüğünü de bildiğini kanıtlamak sevdasından kurtaramayacak
kendisini. Kedi moda mı ne, “sosyetik” bir bayan: “Ben
kedimi okşayarak yatıyorum; acaip relax, rahatlatıyor beni.” diye anlatacak
duygularını. Bir gazete, Sultanbeyli’yi “Re-fahland” olarak
adlandıracak. Bir yorumcu: “Bakalım CHP’nin yapbozları seçim puzzle’ını
çözmeyeyetecek mi?” diye soracak vs.
Türkçe
sözcüklerde de yapılıyor benzer yanlışlar. Ama bu yanlışlar, anlamı iyi
bilinmeyen bütün sözcüklerde yapılıyor zaten. Örneğin bir modacı, gençlerin
giyim kuşam konusundaki zevksizliğinden yakınırken “salaş” sözcüğünü kullanıyor:
“Son zamanlarda gençleri görüyorum, çok üzülüyorum, salaş. Salaş giysiler
içinde, o yırtık pantolonlar...” Oysa “salaş” sözcüğü “yer” için
kullanılır; giyim için ya da insan için kullanılmaz. Tıpkı “akıllı” sözcüğünün
insan için kullanılması gibi. “Bizim bıraktığımız projeler vardır. Bunlar
akıllı projelerdir.” (Bedrettin Dalan) Projeler için “akıllı” nitelemesi
biraz garip kaçmıyor mu?
Öz
Türkçe sözcüklerin yanlış kullanımına da birkaç örnek vereyim: “Demek ki
göreceli olarak çocuklar bunları göre göre öğreniyor.” “Göreceli”
sözcüğünün “göre göre” ile hiçbir ilgisi yok. Bir durumun kişiden kişiye
değişebilirliğini anlatan, eski dildeki “izafi” yerine kullanılan bir sözcük
“göreceli”. Bir kültür programında (TRT2) Virginia Woolf tan söz ediliyor ve onun
“Kendine Ait Bir Oda” kitabı için “Yazarın doğaüstü denemesi” diye bir
değerlendirme yapılıyor. Doğaüstü? Ne ilgisi var? Olağanüstü mü demek
istenmişti acaba?
“Burada
polisi kutsadığımız gibi medyadaki arkadaşlarımızı da kutsamamız gerek. ”
“Kutsamak, kutsal bulmak, kutsallığını onaylamak, anlamına geliyor. Medyadaki
arkadaşların de kutsallıkla bir ilgisi olamaz; hele son gelişmelerden sonra
polisin hiç olamaz. Burada söylenmeye çalışılan şey “kutlamak”, şu bildiğimiz
“kutlamak”. Süsleyip püsleyeceğim derken işte böyle anlam açmazlarına düşüyor
insan.
Bu
da başka bir örnek: “Bir program yapıyorsun, sonra onunla gönenleniyorsun.”
“Gönenlenmek” olsa olsa Ömer Seyfettin’in doğduğu Gönen kasabasını
çağrıştırabilir. Gönen’le dolup taşmak, içi dışı Gönen olmak. Doğru sözcük, çok
da güzel bir Türkçe sözcük olan “gönenmek”, “gönenlenmek” değil.
KİŞİNİN FİKRİ NEYSE...
Kimi
dil yanlışları konuşma hızının, düşünme hızına ulaşamamasından kaynaklanır;
kimileri dil sürçmesinden, kimileri bilgisizlikten... Bilgisizlik nedeniyle
ortaya çıkan yanlışlar bile bir açıdan “masum”dur. Öyle ya, o kullanımın yanlış
olacağını bilen kişi, daha bir özen gösterir diline, sözcüklerini seçer,
dilinin kurallarını en kısa zamanda öğrenir. Ama öyle yanlışlar var ki yalnızca
yanlış değildir (söyleyenin “zihniyet”ini yansıttığı için yanlış bile değildir)
“ifşa edicidir”. Bu kişilere dil yanlışı yaptı diye kızmak, onları hafife
almak, hatta bağışlamak olur. Örneğin, “sağlamak” sözcüğü anlam inceliği
taşıyan bir sözcüktür ve yalnız olumlu anlamlar için kullanılır. Birinin, mutlu
olmasını sağlayabilirsiniz; ama mutsuz olmasını sağlayamazsınız, mutsuzluğuna
“neden olabilir”, “yol açabilirsiniz”. Bir arkadaşınıza bir armağan vererek
sevinmesini “sağlayabilirsiniz”; ama kötü bir haber vererek üzülmesine “neden
olabilirsiniz”. Şimdi, Tansu Çiller’in sözde, ekonomiyi düzeltmek için
sıraladığı önlemler arasında şöyle bir tümce vardı: “Ücretlerin dörtte bir
düşmesini sağlayacaksınız.” Bunu yanlışlıkla söylenmiş bir söz saymak ya da
“sağlamak”, eyleminin özensiz kullanımına örnek göstermek saflık olmaz mı?
Domuzuna bir bilinçle söylenmiş bir laf bu! Çiller ve benzerlerinin zihniyeti
tam da budur. “Ücretlerin düşmesi” Çiller için üzüntü verici bir durum değildir
ki! Tersine istenen, özlenen bir durumdur. 5,5 milyarı dolandırıcıya
kaptırırken de partisine destek “sağlamak” peşinde olduğu gibi. O da
“sağlamak”, bu da! Ne var ki yine de ağzından kaçırmıştır Çiller bu sözü. O
anlayıştaki politikacıların ücretlileri dü-şünüyor“-muş gibi” yapması
gerektiğini unutmuş, yanlışlıkla “zihniyet’’ini ele vermiştir.
Tıpkı
seçim öncesi “Gelin şunların yerlerini tespit edelim, bilgisayara
geçirelim.” demesi gibi. “Şunlar” diye (kimleri demiyorum) neleri
kastediyor olabilir? “Kimler” ve “neler” arasında fark var mı? Evet, “şunlar” ve “halk” arasındaki fark kadar. “Bunlar,
şunlar” gibi sözcükler, insan için kullanılmaz; bu sözcükleri insan için
kullandığınızda siz istemeseniz bile sözünüz “küçümseme” ya da “hakaret” ya da
“adam yerine koymama” anlamı taşır. (Çünkü Türkçe, insanı öteki varlıklardan
ayırır, insana önem verir ve onu ayrıcalıklı bir yere oturtur.) Peki Tansu Çiller, halktan söz ederken yanlışlıkla mı
“şunlar” diyor? Ne ilgisi var? Yine “zihniyet”ini ele veriyor. Kuşkusuz,
insanları, kendisine oy verecek, servetine servet katmasını sağlayacak “şey”ler
olarak gördüğünün anlaşılmasını istemezdi; ama böyle oluyor işte. “Kişinin
fikri neyse zikri odur.” sözü boşuna söylenmemiştir. Üstelik bir süre sonra bu
“fikir” yalnız o kişinin, o partinin, o hükümetin fikri olmaktan çıkıyor; o
kişinin temsil ettiği devletin insana bakışı oluyor. Usta politikacılar
“şunlar” deyip halka nasıl baktığını ele vermese de halk biliyor ki devleti
kendisini adam yerine koymamaktadır; askerini, polisini bağrına basmakta; ama
öğrencisini, öğretmenini, işçisini, tutuklusunu, Kürt’ ünü, Alevi’sini adam
yerine koymamak bir yana, düşman gibi görmekte, çok zaman da bunu
gizleyememektedir.
Alman
bir arkadaşım, devletten “Alman Baba” diye söz ettiklerini anlattığında bu
yüzden çok şaşırmıştım. Şuna benzer bir şey demişti: “Bir yasayla bütün
fincanlara kulpların, üstten ya da alttan takılacağı duyurulsa biz biliriz ki
‘Alman Baba en iyisini bilir.’” Oysa biz de biliriz ki her yeni yasayla bizi
biraz daha kıstırmaya çalışan bir değil birkaç babamız, babamız değil, dövmek
için zaman ve ortam kollayan üvey babalarımız var.
İSLAMCI TÜRKÇE
Kimileri
İngilizce sözcük kullanmaya meraklıdır, kimileri Arapça, Farsça. Çünkü
seçtikleri sözcükler, insanların yalnız düşüncelerini, kişiliklerini değil,
dünya görüşlerini de açıklar. Birçok kişi, bunu bildiği için kendi dünya
görüşüne uygun sözcük kullanmaya çaba gösterir. Örneğin, İslamcı düşünceye
Arapça sözcükler kullanmak pek denk düşer; bu yüzden bu görüşe sahip olduğunu
“ilan etmek” isteyenler, o kavramların Türkçe karşılıkları bulunmasına karşın,
Arapçalarını kullanmaya çalışırlar. Olmazsa din büyüklerine Arapça bir selam
gönderirler, o da olmazsa bir yolunu bulur, konuşmalarında “Allah” sözcüğünü
geçirirler. Şevket Kazan’ın bir sözünü not etmişim: “Alevi vatandaşlarımız
Refahlı belediyeler tarafından her türlü hizmetin emirlerine amade olduğunu
göreceklerdir. ” Refah’ın, Aleviler için bile, korkulacak bir parti
olmadığını söylemek istiyor. Şevket Kazan’ın “emre amade olmak” sözünü de
rastlantıyla seçtiğini düşünemeyiz. Aslında, “hizmet”, “emir”, “amade”
sözcükleriyle altını kalın kalın çizdiği, kendi dünya görüşünden başka bir şey
değil.
R.
Tayyip Erdoğan da yapıyor aynı şeyi. Her sözün başına, uymazsa sonuna bir
“Allah” sözcüğü getirmeye bayılıyor. Belediye hizmetleriyle Allah’ın bu kadar
içli dışlı olması laikliğe de karşıdır; ama daha çok akla aykırıdır. “Birkaç
cümle kullanmak istiyordum, vazgeçtim. Hepinizi Allah için çok seviyorum.”
gibi tümceler kuruyor. Bu konuda Erbakan’dan örnek seçmeye bile gerek yok.
Hazret, neredeyse Allah’ın görünen yüzü olarak dolaşıyor ortalıkta. Yalnızca
“hizmet” sözcüğünü nasıl söylediğine dikkat etmek bile anlatır demek
istediğimi. Sözcük Arapça ya, Araplar gibi söylenmeli. Gırtlaktan bir “hı” sesi
çıkararak ve “dat” harfinin hakkını vererek: “Hizmet”.
Cumhuriyet
Bayramına, şehit kanlan vb. anımsatmalarla dinsel bir görünüm kazandırılmaya
çalışılırken, daha çok tecimse! bir amaç taşıyan
“anneler günü” bile, nasıl yapılıyorsa Islami bir söylemin “hale”sine
alınabiliyor. Geçen yılki anneler gününde Beyoğlu’nda bir bez pankart vardı: “Tüm
anneler günü Çayırlara vesile olsun”. Beyoğlu Belediye Başkanı, yalnızca
anneler gününü unutmadığını söylemekle kalmıyor; “tüm anneler günü” diye bir
genelleme de yapıyor. Ne demekse? “Bütün gün” mü demek istiyor, sabahtan akşama
kadar; “bütün anneler günlerini” mi kastediyor? Nereden esmişse “tüm” sözcüğünü
kullanmak istemiş, (“Hayır” ve “vesile” ile çok bağdaşıyor ya!) onu da nereye
koyacağını bilememiş. Bu sözcüğü pek sevmedikleri halde, neden “tüm” demek
istemiş ki? “Tüm”süz daha derli toplu olacakmış şu yüce dileği. “Hayırlar”la
yatıp kalkan bir partinin üyesi olduğunun vurgusu da daha bir güçlenecekmiş.
Öteki
sağ partilerin de yalnız üyeleri değil “sempatizanları”
bile ağababalarının kullandığı sözcükleri kullanmaya bayılmakta. Bakıyorsunuz,
20’li yaşlarda bir insan, babasının, belki dedesinin bile artık kullanmadığı
“istihza”, “mütalaa”, “mukabil”, “sarf-ı nazar”, “bilistifade” gibi sözlerle
konuşmakta. “Binaenaleyh” lafını Demirel’in ağzından duymayı yadırgamazsınız da
bıyıkları yeni terlemeye başlamış bir İmam Hatipli’den duysanız şaşmaz mısınız?
Genç, hatta çocuk denecek yaşta insanlardan böyle yaşlı (Yoksa “ihtiyar” mı?)
bir dil duymak, her duyuşumda beni irkiltiyor. Sanki,
geriye doğru sarılmakta olan bir zaman makinesinin karşısındayız ve zamanın
akışını tersine çevirmeye çalışanların rasgele görüntüleri bunlar.
Bu
tür eski ve neredeyse unutulmuş sözcükleri kullanmak, yansıtılmaya çalışılan
dünya görüşünü ele vermesi açısından ne kadar işlevselse, o sözcüklerin
alındığı dilleri bilme yükümlülüğünü getirmesi açısından da o kadar sakıncalı.
“îslami” bir söylem yaratma adına Arapça ve Farsça sözcük kullanmak kolaydır da
bu dillerin, özellikle de Arapçanın anlamsal ve yapısal özelliklerini bilmek,
bırakın bunları bilmeyi, sözcükleri doğru seslendirmek bile o kadar kolay
değildir.
Bir
bakıyorsunuz kendisine “asar-ı atika” görüntüsü vermeye çalışan, yeniyetme
yobazlardan biri, kasıla kasıla “teşvik-i mesai”den söz etmekte. Ne demek?
Böyle bir söz yok. Hayranlık duyduğu Osmanlı ataları da onun söylemeye
çalıştığı şeye “teşrik-i mesai” derlerdi.
Kimi
“bizzat” sözcüğünü “birzat” biçiminde söyleyip rezil olmakta, kimi “bilumum”
yerine, kendisine verdiği havaya yaslanıp büyük bir keyifle “bir umum” demekte.
İnsanın içi acıyor. Oysa çaresi var: Önce anadilini iyi öğrenmek. Daha sonra
hangi havayı vermek istiyorsan kendine, o dili de öğrenirsin; üstelik anadiline
yaslandığın için daha kolay ve daha güzel öğrenirsin.
KENDÎNÎ ÖLÜ BULMAK
“Hayatta
beni en çok üzen şey”, “en korktuğum olay” diye söze başlayanlar hep
düşündürmüştür beni. İddialı bir sözcük “en”. Bir değerlendirme dizgesinde
onunla en başa yerleştirilen bir değerin üstüne kolay kolay başka bir şey
konamaz. Bu yüzden çok düşünmeli bence “en” demeden önce. “Benim bir
prensibim vardır. ” diye söze başlayan birinin, kendisini artık o prensibi
söylemek zorunda bırakması ve o prensip neyse onu, yaşamının “en” önemli
prensibi durumuna getirmesinin kaçınılmazlığı gibi. Böyle başladıktan sonra
örneğin, “Bu prensiplerden ilki dürüst olmaktır.” diye sürdüremezsiniz
konuşmayı, “ilki” diye başladığınıza göre, “İkincisi”, “beşincisi” diye
sıralayacaksınız artık; baştaki “bir” ne oldu peki? “Mantık yanlışları” diye
adlandırabileceğimiz bir konunun kapsamına giriyor bunlar.
Şimdi
mantık yanlışları:
“Haftanın
en güzel günlerinden biridir cumartesi, pazar. ”
Ortada iki gün var. Hangisi “en güzel”? Üstelik bu iki günü içeren “hafta sonu”
gibi bir söz, kullanımımıza açıkken neden kendimizi bu duruma düşürürüz?
Mantık
yanlışlarından kimileri dil sürçmesi sayılabilir. “Hepsi ellerime sarıldı,
yüzlerimi öptü. ” diyen kişi (ismet Sezgin) birden çok yüzü olduğunu hiç de
düşünmezken, ağzından böyle bir söz çıkmıştır. Kimileri dil sürçmesi gibi
görünür, değildir; üstüne toplumsal politik kitaplar yazılacak derinliktedir.
Seçimler sırasında bir seçmen yurttaşımızın söylediği “8 oyum var, 8'ini de
Refah’a vereceğim.” sözü gibi. Ama kimileri de vardır ki aptalcadır. Birçok
kez yapıldığını duyduğum şu türdeki yanlışlar gibi: “Cumhurbaşkanı Demirel 1
Mayıs olaylarında hayatını kaybedenlere başsağlığı diledi. ” Hayatını
kaybedenler için - katillerini bulmak dışında - yapılabilecek pek bir şey
kalmamıştır. Başsağlığı da ölenleri değil, kalanları ilgilendirir.
“Çillerin
grup toplantısında gözler, Akşener ve Ağarın üzerindeydi; ancak Ağar ve Akşener
grup toplantısına katılmamışlardı. ” Bir
televizyon kanalının haberlerinden... Akşener ve Ağar’ın katılmadığı toplantıda
gözler nasıl onların üzerinde olabilir? Onlar toplantıya katılmamışlar, yoklar.
Orada bulunmayan insanların üzerinde dolaşan gözler... Peh, korku filmi için
bile yetersiz veri.
“Aşağı
indik, arabamızı çalınmış olarak bulduk.”
Araba çalınmış, yok. Orada olmayan arabayı, “çalınmış olarak” nasıl bulmuşlar
peki?
Çeviri
yoluyla giren dolambaçlı anlatımlar'da mantık yanlışlarına örnek oluşturabilir:
“Ne
yapmak istediğimi bilmek istemiyorum.”
Sanki kendisi dışındaki biri, onun ne yapmak istediğini aslında biliyor; ama o,
bu gerçeği öğrenmemekte kararlı.
“KKTC’nin
sınırlarının tanınmaz hale getirilmesine izin vermeyiz.”
Sanırsınız ki biri, sınırlarla oynuyor; onları boyuyor, rezil ediyor. Bizimki
de (kim olduğunu tahmin etmişsinizdir; ama yine de söyleyeyim: Tansu Çiller) bu
kepazeliğe izin vermeyeceğini bağırıp duruyor. Aslında sınırların
tanınmamasına, çiğnenmesine “şoven” bir tepki göstermektedir kendisi, bunu
söylediğini sanmaktadır. “Tansu Çillere yönelik yayın yapan bir gazetede
iftiralara yer verildiğini iddia etti.” Bu da kocası. Hem
“Tansu Çiller’e yönelik yayın” yapıyormuş bu gazeteler hem de “iftiralara” mı
yer veriyorlarmış? Ya “yönelik” değil, “karşı” bir yayın yapıyorlardır ya da
söyledikleri iftira değildir.
Çıplak
fotoğraflı bir afiş yüzünden Yıldız Kenter tiyatro yaşamı boyunca görmediği bir
ilginin odağında buluvermişti kendisini. Bu yaşta bir kadının vücudunun bu
kadar güzel olamayacağı kararma varan “haberciler” Kenter’in doktorunu bulup
onunla konuşmanın, karışıklığı çözümleyeceğini düşünmüş olmalılar, doktora
soruyorlar:
“—
Yıldız Kenter’in vücudunda estetik var mı?”
Doktor
da yanıtlıyor:
“—
Hayır, Yıldız Kenter’in vücudunda hiçbir estetik yok.”
Oysa
o fotoğrafın gerçeği yansıttığını, Yıldız Kenter’in estetik (güzel) bir vücuda
sahip olduğunu anlatmaya çalışıyor doktor. Söylenmesi ihmal
edilen sözcük: Ameliyat.
Daha
eğlencelileri var: “Bir koltukta ölü olarak uyanmak istemiyorum. ”
Neymiş? Uyanıyorsunuz, bir bakıyorsunuz “Aa! Ölmüşüm.”
Ya
da şu: “Bu ırmağa girenler, kendilerini parçalanmış ya da ölü olarak
bulabilirler. ”
Kâğıttan
Kardinaller
TELEVİZYONDA NE VAR?
Bunca
sorun dururken dille uğraşmayı gereksiz bulanlar var mıdır, bilmiyorum.
Gereksiz değildir; çünkü dildeki bozulma, hem o sorunların göstergesidir hem de
dolaylı olarak nedeni. Türkçenin bu kadar kötü kullanılıyor olması, bütün
işlerin kötüye gidiyor olmasından bağımsız mı?
Üstüne
titrediğimiz bir anadilimiz olsaydı, başkaca sahip olduklarımızın da üstüne
titremez miydik?
Anadilimize
saygı duysaydık başka anadillere de saygı duymaz mıydık?
Dili
doğru dürüst kullanamayan insanın, doğru, mantıklı, kapsamlı düşündüğüne
inanıyorsanız bu inancınızdan hemen vazgeçin. Ne kadar konuşuyor, ne kadar
yazıyor, nasıl anlatıyorsa o kadardır o insan, daha fazla değil. Düşünmeyi de
biçimlendiren dildir çünkü. Hiç kimse dil olmadan düşünemez.
Türkler
anadillerini pek sevmez. Düşünmeyi de sevmez zaten. Siz bakmayın derin
düşünceleri varmış da bunları bir türlü anlatamıyormuş gibi iki sözün arasına
İngilizce sözcükler sıkıştıranlara. Bunlar genellikle “-mış gibi
yapanlaradır. Düşünüyor -muş gibi yaparlar, anlatamıyor-muş gibi
yaparlar. Yoksa gerçekten düşünüyor olsalar anadilleriyle düşündükleri bir
gerçeği, niye yabancı sözcüklerle anlatmaya kalksınlar? Anlattıkları
sözcüklerle düşünüyor olduklarını varsaymak daha da çelişkili, ürkütücü
sonuçlara götürür bizi. Anadilimiz düşünmeye yetmiyor mu, o duruma mı getirdik
Türkçeyi?
Eğer
öyleysek bunda, “dilin düşünmeye bile yetmeyecek” boyutlara indirilmesinde, en
büyük günah kimin, biliyor musunuz? Dilimize yeni girmiş ve göz açıp
kapayıncaya kadar yaygınlaşmış şu ünlü sözcükle söylersek medyanın. Birtakım
gazetelerin yadsınamaz payının yanı sıra asıl suç, görsel ve işitsel medya-nm,
daha çok da televizyonun. Televizyon, tüm kötü güçlerin 60-70 yılda, daha geniş
düşünürsek 600-700 yılda yapamadığını 10 yılda yaptı. İnsanları ne söylediğini
bilmez, söyleneni anlamaz duruma getirdi.
“Ne
yapmak istediğimi bilmek istemiyorum. ”
gibi bir tümceyi ilk duyuşta yadırgarsınız belki; ya ikinci, üçüncü duyuşta?
Daha sonrakilerde? Her gün birkaç kez böyle tümceler duyarsanız? Artık
yadırgatıcı gelmez, değil mi? İşte televizyonun yaptığı en büyük kötülük bu!
Anlamsızlığı o kadar çok ve o kadar art arda dayatıyor ki anlam siliniyor
ortadan. Neden? Bence bu “Neden?” sorusunu pek sevmiyorlar. Ne demek istedi,
diye düşünmemizi istemiyorlar. Bakın, dinleyin yeter. Anlamaya gerek yok, zaten
anlaşılacak bir şey de yok. “Hoşça vakit geçirtiyoruz ya size! Daha ne
istiyorsunuz? Gülün, eğlenin, yeter.” diyorlar. Öyle yapıyoruz. Gülme yalaması
olduk. Olura olmaza gülüyoruz. Gülmezsek konserve kahkahalar anımsatıyor
gülmemiz gereken yerleri. Bu kadar çok güldüğümüz için “Zamanlaman çok
yanlış bir vakte denk geldi.” tümcesine gülemiyoruz artık. “Sahip olduğu
güçten kuvvet alıyor.” diyorlar biri için. Gülemiyoruz. Anlamıyoruz da. Oysa, birinden, bir şeyden kuvvet almak, bilmediğimiz söz
değil. Kimden kuvvet alıyormuş? Sahip olduğu güçten. O
güce zaten sahipse? Düşünmeyin, dediler ya size; niye anlamak için bu kadar
çaba gösteriyorsunuz? Siz adamın tekme atışındaki asalete bakın, nasıl dövüyor
öteki adamları, nasıl gebertiyor hepsini, bunlara bakıp kendinizden geçin,
hatta hep öyle kalın; kendinize gelmeyin. Asıl istedikleri bu.
“Ama
eminim seninle çalışmak onun için kolay değildir sanırım. ”
Bu sözü söyleyen, söylediğinden “emin” miymiş, öyle olduğunu “sanıyor” muymuş
yalnızca? Aynı şey: “Ama eminim bunu önceden bildiğim takdirde ona yardımcı
olabileceğimi sanıyorum.” Sorular da aynı: “Emin” miymiş, “sanıyor” mu? “Bu
biraz demokrasiye çok ters düşen bir tutum...” Bu tutum, demokrasiye
“biraz” mı ters düşüyor, “çok” mu? (“Biraz demokrasi” ise pek de ters düşmez
aslında.) “Bunun önüne geçilmesi biraz da pek mümkün gibi görünmüyor.”
Yine “biraz” mı, “pek” mi sorusu... “Dört ayrı yerde başlayan yangında
mutlaka kasıt ihtimali var.” Soru, başka sözcüklerle soruluyor da olsa
durum aynı: “İhtimal” mi, “mutlaka” mı? Olasılık mı, kesinlik mi? Ya da tersi: “Sanırım
gördüğü şey her neyse son derece ilgisini çekmiş gibi geldi bana.” Hem
“sanırım” hem “gibi geldi” de olmaz. “Sanıyor”sa öyle “gibi gelmiş” zaten. “Bence
çağımızın en büyük hastalığı olarak bunu görüyorum. ”da “görüyorum” (yani
“ben”) denecekse “bence”ye gerek olmadığı gibi.
Başka
biri şöyle diyor: “Kısmen de olsa kendimi tümüyle sorumlu hissediyorum.”
Siz yine başlayacaksınız: Kısmen mi sorumlu hissediyormuş kendini, tümüyle mi?
Ne kadar huysuzsunuz. Hatta nankör bile denebilir size. Adamlar onca masraf edip
her şeyin en iyisini, en güzelini sunuyorlar, yalnızca siz mutlu olasınız diye
bulunmadıkları özveri kalmıyor; tutturmuşsunuz “Ne demek?” diye. Ne demek
olduğunu öğrenseniz başınız göğe mi erecek? Bırakın bu boş işleri.
Bu
gece televizyonda ne var?
YOLLARI AÇIK OLMASIN
Osmanlı
atalarımızda kültürlü sayılmanın yolu, Arapça ve Farsça bilmekten geçerdi.
Osmanlı “münevverleri” ne kadar kültürlü olduklarını kanıtlamak için bildikleri
ve hayran oldukları bu dilleri şiirlerine, düzyazılarına, tarihlerine,
çevirilerine yansıttıkları gibi, konuşmalarına bile yansıttılar. “Osmanlıca”
dediğimiz yapay ve melez dil bu yolla doğdu. Onların torunları için kültürlü
olmanın yolu önce Fransızca, daha sonra da İngilizce öğrenmekten geçti. Onlar
da bu dilleri öğrendiler ve tıpkı ataları gibi, bu dillerden apardıkları
kimi sözcükleri konuştuklarının, yazdıklarının içine serpiştirdiler. İttihat ve
Terakki aydınları “Mon Cher”, Mon Dieu” diyerek redingot giyip fötr takarak ne
kadar kültürlü olduklarını göstermek fırsatını yakaladılar. Sonrakiler bu
fırsatı, anlamını bilme gereği duymadıkları İngilizce sözcüklerle bezeli
tişörtler, anoraklar giyerek ve “Okey”, “Allright” diyerek kullandılar. Daha
sonra televizyon icat oldu, zaten olmayan mertlik tümden bozuldu. Televizyon
kanallarının adlarından başlayarak (Show, İnter Star, Flash vs.) program
adlarına kadar (Top Secret, Pop Stop, Top On, First Class, Magazin Forever vs.)
her şey İngilizceleşti. Türkçenin yetersizliğini öne sürerek
(sanki Türkçenin yeterliliğini sağlayacak olanlar başkalarıymış, Türkçeyi
özenli kullanma konusunda, yukarılardan birinin; örneğin Bili Clinton’ın emri
bekleniyormuş gibi) Türkçe’yi “banal” bulup İngilizce konuşmak, iki sözün
arasına yabancı bir sözcük sıkıştırmak, o da olmazsa hem Türkçesini hem
İngilizcesini bozup çorba haline getirilmiş-bir dille meramım anlatmaya
çalışmak moda oldu. “Batı, Bosna karşısında start
alırken” bir sanatçı “klip çekimleri için start vermeye” başladı. İngilizce
sözcük kullanmak “in”, herkesin anladığı; ama havası olmayan, bildiğimiz
Türkçeyi kullanmak “out” oldu. Gazetelerde Breakfast+lunch = Brunch” biçiminde
ilanlar görülmeye başladı. Kaç yıllık sanatçılar “The Best of...” albümleri
çıkarmaya, TRT sunucuları “Cumulative anlamda puan artışından” söz etmeye
başladılar. Haber bültenlerinde “Şimdi enfor-me edilen” bilgilerle donatıldık.
Bu da yetmedi; kimi şarkıcılar işi, “Ah, too late, too too late” diye Türk
kaşığıyla Amerikan nanesi yemeye kadar vardırdı.
İçinde
yabancı sözcük bulunan tümceler kurmak kültürel anlamda sınıf atlama anlamına
geleli beri, bunun gülünç örnekleri çoğaldı. Biri “yan profiTden, daha iyi
resim verdiğini söylerken öteki, konserlerindeki “fiili dolu” salonları
anlattı. Futbolcu Tanju’nun eşi, kocasının ne kadar duygulu olduğunu vurgulamak
için “O ağladığı zaman siz de otomatikman olarak ağlıyorsunuz.” derken Zeynep
Tunuslu, çocuğuna ne kadar ilgi gösterdiğini belirtmek için “Bütün fiili konsantremi çocuğuma veriyorum.” gibi sözler etmeye başladı.
Hızla
gündem zap’larken yeni haber format’ları kullanıldı. “Haydi
bakalım play’liyoruz” dedi sunucular. Birileri stand up yaptı, başka birilerini
asiste etti, record’lara geçsin diye specifique konular konuşuldu. Background’u
olan kişiler, wor-ker olarak çeşitli tendance’lardan hero’lar yarattılar.
Bir
çikolata reklamındaki ihtiyar: “Milkanızı ve başınızı serin tutun, okey?”
diyebildi suratımıza sırıtıp. Bir başkası: “Bir de aromasını
görsen!” diye, Nescafe’nin, yani kahve çekirdeği zarının reklamını yaptı. Biz
cahiliz ya, kokunun duyulabildiğini biliriz ancak, aroma
olunca görülebilirmiş demek, diye düşüneceğiz.
Şimdilerde
iş iyice çığırından çıktı. Artık İngilizce sözcük kullanmak yetmiyor.
“Türkiye’de talkamayan insanlara talk-show yaptırıldığı sürece ben talkabilen
insanları...” (Cem Özer) diye tümceler kuruluyor. Bu da yetmiyor; Türkçe-în-gilizce
karışımı sözler ve sözcükler oluşturuluyor.,
“Henld
yani”, şaka yollu, neredeyse sevimli bir başlangıç olarak kaldı. Açılan bu
yoldan daha sonra neler geçti? “Dokun-matik” çamaşır makinelerini kimse
yadırgamayınca, arkadan “anti-leke” sistemi geldi, “şaka-matik” geldi,
“eko-paket” geldi.
“Güncel”
yetmediği gibi “aktüel” de yetmedi; “Güncellektü-el” diye yeni melezlemelere
gidildi. “Sürpristan Öyküleri” uydurulmaya başlandı. “Mafyamatik” icat edildi,
düzen bozuldu. Zıpçıktı bir sunucu (Ne sunuyorsa? -
Okan Bayülgen -) “Bu kadar telefonla konuşmak
herhalde çddıratif bir durum.” demeye bile cesaret edebildi. Küstahlığın ve
haddini bilmezliğin kapıları bir kez aralanınca nerede durulacağı
kestirilemiyor. Yabancı sözcüklerle yabancı sözcükleri eşleştirip yenilerini
oluşturmak gibi beceriler de sergilenmeye başlandı. Dil konusunda uzmandırlar
ya, el oğlunun “magazin” sözcüğüyle “mega” sözcüğünü
çiftleştirip “megazin” diye bir sözcük yapmak da onlara düşer, İngilizce “tele”
ile Fransızca “vole”yi birleştirip “televole” diye bir sözcük yapmak da, “Dölce
Vita” filmindeki sosyete fotoğrafçısının adından gelen “paparazzi” ile “spor”
sözcüğünü evlendirip “sporazzi” diye bir sözcük yapmak da onların işi. Türkçe
olmasın da ne olursa olsun. Bu akıl almaz yetenekler, yalnızca Türkçeye
ısınamıyor; Osmanh atalarının yolunda onlardan daha büyük bir hızla
ilerliyorlar. Yolları açık olmasın.
KURTLU BAKLA, KÖR ALICI
İngilizlerin
“Ucuz mal alacak kadar zengin değilim.” sözünü duymuşsunuzdur. Malı
ucuzlatmanın bizde bilinen biricik yolu kaliteyi düşürmektir. Kalitesizliğe
razıysanız ucuz mal çok. “Ucuzluk nerede? Ne ucuzluyor ki!” diyorsanız hemen
yanıtlayabilirim: “Habercilik”. Kaliteden ödün üstüne ödün verilince
televizyon, radyo ve gazete haberciliği epeyce ucuzladı. Şimdi, eskiye göre
daha çok alıcısı çıkıyor; ancak bu çokluk “Kurtlu baklanın kör alıcısı olur.”
atasözünün anlam alanını genişletmekten başka bir işe yaramıyor.
Birçok
televizyon kanalı anahaber bültenlerini, kendi yaygınlaştırdıkları sözcüklerle
söylersek “şov”a ya da piyasa işi ucuz “parodiler”e dökmekte kararlı. “Az
sonra” çığlığıyla ilginç görüntüler eşliğinde haber başlıkları okunuyor ya,
rezalet burada başlıyor. Nejat Uygur’un bu arada devreye girip bu işe dur
demesi gerekiyor; çünkü televizyon habercileri, komiklik yapacağım derken,
Nejat Uygur’un ekmeğini elinden alacakmış gibi görünmekte.
“Hep
Gele Attık” altyazısı, haberin sunumu demek oluyor. Bir erkek sesi, cazgır
çığırtkanlığıyla haberin özetini duyuruyor: “Bu ayıp bize yeter! Milli
oyunumuz tavlada cümle âleme rezil olduk. Bir Alman gelip dört milyar lirayı
alıp gitti. ” “Az sonra” bağırtıları arasında bu özeti en az beş kez
dinledikten sonra, sıra haberin kendisine geliyor. “Parodi” çekimi için gerekli
ön hazırlıklar bitirilmiş. Masalara karşılıklı oturmuş tavla oynayan adamlar
görüyorsunuz. Fon müziği olarak çok isabetli bir seçimle Mirkelam’ın “Tavla”
parçası duyuluyor ve tavla oynayanların iç sesleri: Kimi hayat pahalılığından
yakınıyor, kimi enflasyondan, kimi kaynanasından. Haber neymiş? Bir Alman
tavlacı Türk takımını yenmiş. Haber programını hazırlayanlar, koltuk-
“Güncel”
yetmediği gibi “aktüel” de yetmedi; “Güncellektü-el” diye yeni melezlemelere
gidildi. “Sürpristan Öyküleri” uydurulmaya başlandı. “Mafyamatik” icat edildi,
düzen bozuldu. Zıpçıktı bir sunucu (Ne sunuyorsa? -
Okan Bayülgen -) “Bu kadar telefonla konuşmak
herhalde çıldıratif bir durum.” demeye bile cesaret edebildi. Küstahlığın
ve haddini bilmezliğin kapıları bir kez aralanınca nerede durulacağı
kestirilemiyor. Yabancı sözcüklerle yabancı sözcükleri eşleştirip yenilerini
oluşturmak gibi beceriler de sergilenmeye başlandı. Dil konusunda uzmandırlar
ya, el oğlunun “magazin” sözcüğüyle “mega” sözcüğünü
çiftleştirip “megazin” diye bir sözcük yapmak da onlara düşer, İngilizce “tele”
ile Fransızca “vole”yi birleştirip “televole” diye bir sözcük yapmak da, “Dölce
Vita” filmindeki sosyete fotoğrafçısının adından gelen “paparazzi” ile “spor”
sözcüğünü evlendirip “sporazzi” diye bir sözcük yapmak da onların işi. Türkçe
olmasın da ne olursa olsun. Bu akıl almaz yetenekler, yalnızca Türkçeye
ısınamıyor; Osmanlı atalarının yolunda onlardan daha büyük bir hızla
ilerliyorlar. Yolları açık olmasın.
KURTLU BAKLA, KÖR ALICI
İngilizlerin
“Ucuz mal alacak kadar zengin değilim.” sözünü duymuşsunuzdur. Malı
ucuzlatmanın bizde bilinen biricik yolu kaliteyi düşürmektir. Kalitesizliğe
razıysanız ucuz mal çok. “Ucuzluk nerede? Ne ucuzluyor ki!” diyorsanız hemen
yanıtlayabilirim: “Habercilik”. Kaliteden ödün üstüne ödün verilince
televizyon, radyo ve gazete haberciliği epeyce ucuzladı. Şimdi, eskiye göre
daha çok alıcısı çıkıyor; ancak bu çokluk “Kurtlu baklanın kör alıcısı olur.”
atasözünün anlam alanını genişletmekten başka bir işe yaramıyor.
Birçok
televizyon kanalı anahaber bültenlerini, kendi yaygınlaştırdıkları sözcüklerle
söylersek “şov”a ya da piyasa işi ucuz “parodiler” e dökmekte kararlı. “Az
sonra” çığlığıyla ilginç görüntüler eşliğinde haber başlıkları okunuyor ya,
rezalet burada başlıyor. Nejat Uygur’un bu arada devreye girip bu işe dur
demesi gerekiyor; çünkü televizyon habercileri, komiklik yapacağım derken,
Nejat Uygur’un ekmeğini elinden alacakmış gibi görünmekte.
“Hep
Gele Attık” altyazısı, haberin sunumu demek oluyor. Bir erkek sesi, cazgır
çığırtkanlığıyla haberin özetini duyuruyor: “Bu ayıp bize yeter! Milli
oyunumuz tavlada cümle âleme rezil olduk. Bir Alman gelip dört milyar lirayı
alıp gitti. ” “Az sonra” bağırtıları arasında bu özeti en az beş kez
dinledikten sonra, sıra haberin kendisine geliyor. “Parodi” çekimi için gerekli
ön hazırlıklar bitirilmiş. Masalara karşılıklı oturmuş tavla oynayan adamlar
görüyorsunuz. Fon müziği olarak çok isabetli bir seçimle Mirkelam’m “Tavla”
parçası duyuluyor ve tavla oynayanların iç sesleri: Kimi hayat pahalılığından
yakınıyor, kimi enflasyondan, kimi kaynanasından. Haber neymiş? Bir Alman
tavlacı Türk takımını yenmiş. Haber programını hazırlayanlar, koltuklan kabara
kabara izliyorlardır eserlerini, buluşlarıyla gurur duyuyorlardır. “Nasıl
buldum ama!” diye düşünüyordur “Bu ayıp bize yeter!" sloganını
bulan. “Kim akıl edebilirdi bir tavla yenilgisini böyle can alıcı bir haber sloganıyla
sunmayı? Aferin bana!”
Bir
başkası “Maganda” sözcüğünün anlamını araştırmak için üşenmeyip İsrail’e kadar
gitmiş. Zafer parıltıları saçan gözleriyle ve başarısından duyduğu sevinci
gizlemeye gerek duymadan kameraya bakarak “Ben feşmekân, filan haber, Telaviv”
diye gururlu bir bitiriş anonsu yapıyor.
“Mick
Jagger’ın güzel eşi Jerry Hail”
İstanbul’a gelip bir defilede mankenlik mi yapmış? Haber başlığı hazır: “İçimizi
ısıttı!”
Can
alıcı, daha da önemlisi “rating” artırıcı haberler bulmak için nasıl
yırtındıklarını görünce insanın içini acıma ile ayıplama arasında kolay
adlandırılamaz garip duygular kaplıyor. “Şimdi karşınıza, buzlu cehennemde
haber ekibinden arkadaşlarımızın ölümle verdikleri savaşı getiriyoruz. ”
gibi bir duyuru, “Kim bilir ne biçim bir abartma örneği daha izleyeceğiz.”
çağrışımından başkasını pek yapmıyor; çünkü az önce bir folklor oyuncusunun
başörtüsünün ucunun yanmasını şu sözler eşliğinde izlemiş oluyorsunuz: “Çayda
çıra oynayan kız öğrenci, az kalsın çıra gibi yanıyordu.”
Hiç
mi ciddi haber izlemiyoruz, diye soranlara aynı günün “ciddi” haberlerinden iki
örnek (22.1. 1996). îç politikayı merak ediyorsunuz ya
işte politik haberler: “Mesut Yılmaz, Gümüşsu-yu’ndaki berberinde nasıl traş
oldu? Saçlar şampuanla güzelce yıkandı. Önce sağ, sonra sol taraf kesildi,
kulak ortaya çıkarıldı. Bu arada Mesut Yılmaz’ın saçlarının üst tarafının biraz
açılmış olduğu görüldü.”
Aynı
gün Tansu Çiller’in ne yaptığını merak etmiyor musunuz? Bir televizyon
kanalının görevi sizi aydınlatmaktır. Her kanal bu görevini, görevin
gerektirdiği inceliklere özen göstererek yerine getirmektedir. Gönlünüz rahat
olsun. “Tansu Çiller o gün teravih namazı kılmıştır. Botlarını çıkarmak için
eğildiğinde duvara dayanmak zorunda kalmıştır. Bu da onun koalisyon kurma çalışmalarından
ne kadar yorulduğunu göstermektedir. Sonra mavi çiçekli terliklerini giymiştir.
Başörtüsünü taşıyan koruması, naylon torbanın içinden örtüyü çıkararak
kendisine vermiştir. Çiller, kadınlara ayrılan bölüme geçip namazını kılmıştır.
Camideki kadınlar orada bir başbakanın namaz kılmakta olduğuna
inanamamışlardır. Çiller, camiden çıktıktan sonra da örtüsünü başından
çıkarmamıştır. (Neden acaba? İşte yorumlarınızla
katılabileceğiniz bir nokta sizin için açık bırakılmıştır, isterseniz yorum
yapabilirsiniz; ama isterseniz “Yorum gerekseydi haber kanalım benim için nasıl
olsa yapardı.” deyip kendinizi zahmete sokmayabilirsiniz.)
Kurtlu
baklalar ortada. îş, “kör alıcı” olmaya razı olup olmamakta.
GAZETE UCUZLUKLARI
Yaşamımızdaki
biricik ucuzluğun beğeni ve nitelik alanında gerçekleşmesi şaşırtıcı mı? Hiç
sanmıyorum. Televizyon haberciliğindeki ucuzculuktan örnekler vermiştim; bir de
gazetelerimize bakalım. Daha önce bu gazeteleri kastedenler “Renkli basın”
derlerdi. Siyah beyaz değildi bunlar, üçüncü sayfalarında çıplak bir “güzel”in
fotoğrafı bulunurdu (3. sayfa güzeli), cinayet haberlerinin yanıbaşında
cinselliği gıdıklayan fotoğraflarla renkli bir sergi görünümündeydiler.
Şimdilerde eski özelliklerinden pek bir şey yitirmedikleri gibi onlara yenilerini
de kattılar. Çok sevdikleri ve benimsettikleri sözcükle “promosyon
gazeteciliği” ya da halkın taktığı adla “tencere tava gazeteciliği” yapıyorlar.
Geçenlerde
zamanım vardı, bunların birkaç tanesine baktım. Okunacak yer bulmak epeyce zor
olduğu için “baktım” diyorum. Köşe yazıları dahil, her
yanına ancak bakılabilir bu gazetelerin, okunacak bir yer bulmak sanıldığından
çok daha güçtür. Köşe yazıları da her tümce bir paragraf, bazen tek sözcük bir
satır biçiminde yazılarak şişirilmiştir. Toplasanız tek paragraf oluşturacak
yazı, içerikçe olduğu kadar yerleştirmede de büyük puntolar ve gevşek bir
dizilişle öyle söndürülmüştür ki görsel bir sütuna dönüştürülmüştür.
Ve
haber başlıkları... Hemen hemen tümü yorum. Üstelik ilkokul
mezunu, yarı cahil bir adamın, her gün mahallenin camlı kahvesinde nargilesini
fokurdatırken yapabileceği yorumların kalitesinde. Tarih rasgele bir
gün, 15 Şubat 1996. Ateş gazetesinde manşetin üstündeki başlık: “Güle güle
giy”. Yanda Mesut Yıl-maz’ın takkeli bir fotoğrafı. Mesut Yılmaz’a sesleniliyor
besbelli, Refah’la koalisyon görüşmelerini onaylamadığını bildiriyor gazete.
Kahvedekiler birbirilerine takkeli fotoğrafı gösterip gülecekler o gün.
Ateş’in
ağababası Sabah’m manşeti de ilginç: “Koltuk uğruna Laik Cumhuriyeti satma”.
Son sözcük bir emir gibi görünüyor, yoksa bir durum saptaması mı diye
düşünürken sağ köşedeki listenin başlığını okuyorsunuz: “Mesut Bey bu laflar
size ait” Demek neymiş? Manşette de doğrudan Mesut Bey’e seslenilmiş.
Manşetlere yansıyan bir sıcaklık, oldukça yakın bir ilişki, manşetler boyu
haberleşme. Sabah yazıcıları, seçim sürecinde canlarını dişlerine takarak
gerçekleştirdikleri DYP propagandasının güven meyvelerini topluyor. Onca
propagandadan sonra hâlâ bizim gazetemizi okuyorsa bu vatandaş, elbette bizim
seçmenimiz (pardon, okurumuz) dir. Bilmezler mi ki vatandaş porselen tabak,
meyve sıkacağı gibi ıvır zıvırın peşine takılmış, kupon derdinde?
Aynı
aileden entelleri avlamak için çıkarılan Yeni Yüzyıl’ın üst manşeti: “Mesut
Yılmaz başbakan Refah iktidar... mı?” biçiminde ve
yine oldukça entel bir görünümde. Oysa manşet, akrabası gazetelerin “sıcak”
söyleyişiyle yakınlık gösteriyor: “Dananın kuyruğu bugün kopuyor!” Yine kahvehane söylemi şıklığında. Çok ayıp! Yakıştı mı bu
kaliteli gazeteye dana ve kuyruk muhabbeti?
Posta
aynı konuyla ilgili başlığı biraz argo, biraz yansız bir tutumla vermiş: “Erbakan
bastırıyor. ” Milliyet “sinematografik” davranmış: “Refah’la son tango”.
“Nazar
değdi”, “Allah korusun”
gibi metafizik tevekkülün örneklerine de bütün gazetelerde rastlamak mümkün.
Ortaçağın Osmanlıya denk düşen herhangi bir gününde çıkıyorlarmış gibi. İlk
sayfada en büyük puntolarla verilen haberlerden biri (Ateş): “Azraili
yıldırdık”. Azrail? Efendim, geçen pazar trafik kazasında kimse ölmemiş.
Gazete de tam kendisinden beklenen yorumu bulmuş: “Azraili yıldırdık.” Hoş!
O
gün bütün gazetelerde yer bulan haberlerden biri de milletvekillerinin
lojmanlarının kura ile belirlenmesi. Kurada 26 milletvekili uğursuz sayılan (Ne
demekse?) 9. sokaktaki lojmanlara düşmüş. Haber, Sabah’m 14. sayfasında: “Belâlı
sokağın yeni sakinleri” başlığıyla verilmiş. Ateş için daha da ürkütücü bir
başlık bulmuşlar: “Elm sokağının yeni sakinleri”.
Magazin
sayfalarında bile mistik öğe ağır basıyor; örneğin şarkıcı Ebru Gündeş’le
ilgili haber “Tövbekâr oldu” başlığını taşımakta.
Kendi
televizyon kanallarının reklamları, izlenme grafikleri (Hemen her gazetenin
televizyon kanalı ya da her televizyon kanalının birkaç gazetesi var ya!) o
geceki programlardan kendi kanallarına ait olanların abartılı tanıtımları
yanında halkımızla ilgili haberlere de yer verilmiş kuşkusuz. îşte Sabah’ın iç
sayfa haberleri: “Burun kesen koca hâlâ bulunamadı”, ya da Sarah-Musa
aşkına çeşitleme: “11 yaşında evlendi, 12’sinde çocuğu oldu, 16’sında ölümü
seçti”.
Sonuç:
Kupon gazetelerimiz de “kör alıcı” avında.
KÂĞITTAN KARDİNALLER
Edebiyatın
modası geçti mi? Sanata gereksinmesi kalmadı mı toplumumuzun? “Sanata Evet” kampanyaları açılmasına gerek duyulduğuna ve bu
kampanyalara rağmen, hâlâ yüksek sesle bir “Evet!” gelmediğine göre, sanattan
umudumuzu kestik mi? Nasıl yücelteceğiz insanımızı sanatsız, nasıl karanlık
düşüncelerin, cennet cehennem hayallerinin, öte dünya, fal, burç, astroloji
çıkmazının kıskacından kurtaracak, sade suya tirit televizyon programlarının
yapay doyumu yerine, nasıl gerçek sanatın doygunluğuna, çok kollu tüketim
anaforundan nasıl çoğaltıcı, üretici, zenginleştirici bir yaşam biçimine
çekeceğiz sanat olmadan?
II.
Dünya Savaşından sonra Almanya’da fırınlardan önce tiyatro salonları açılırken
gerekçe net bir biçimde söylenmişti: “Yıkılan insanı onarmaya çalışmak”. Bizim
insanımız yıkık değil mi? Yirmi yılda üç askeri darbe yaşarken, Güneydoğu’da
çocuklarının kanı akarken, köle gibi çalıştığı halde günlük yaşamını
sürdürmekte güçlük çekerken yıkılmıyor mu bu insan? Sahip çıktığı ilkeler,
benimsediği değerler birer birer elinden alınırken yaralanmıyor mu, kanamıyor
mu?
Peki
bu yaralı insanın acısını dindirmek için ne yapılıyor? Çıplak kadın
resimlerinin bolca yer aldığı gazeteler sunularak cinsel açlığı, ticari kazanca
dönüştürülüyor, futbolla beyni uyuşturuluyor, televizyonun karşısına çekilip
sözde eğlendiriliyor.
“Safsata”
dediği şeylerde yeniden bilinmeyenler keşfetmeye yönlendirilip cinlerle,
medyumlarla ilgilenmesi sağlanıyor; yeniden din, yeniden milliyetçilik
getiriliyor gündeme, aynı pilav ısıtılıp ısıtılıp önüne sürülüyor.
Bir
yandan da bu yönlendirmelerle ilgisiz gibi görünen yeni modeller çıkarılıyor
karşısına. Okumanın, diplomanın, kültürün önemsiz olduğu her yeni örnekle bir
kez daha vurgulanıyor. Son model arabalarında gezen, Boğaz manzaralı
dairelerinde şampanyalar tüketen şarkıcılar, mankenler, futbolcular özel ve
özendirici yaşamlarıyla her gece daracık odasına davetsiz konuklar olarak
doluşturuluyor.
"Sanat
ve sanatçı” kavramları bunlar için kullanılıyor, o kadar çok kullanılıyor ki
sanatın gerçekten ne anlama geldiği ve edebiyatın da sanat olduğu
unutturuluyor. Bununla da yetinilmiyor. Edebiyatçı, yazar kabul edilen kişiler
çok özel yöntemlerle gözden düşürülüyor. Parlak bir yazar olarak sunulan Orhan
Pamuk, en çok yakışıklılığıyla ilgi topluyor medyada. Hilmi Yavuz, “feminist;
ama güzel” bir kadınla aptalca söyleşiler yaparken buluyor kendisini. Başka
yazarlar ancak suçlanırlarsa medya yer açıyor kendilerine. Aziz Nesin’i,
“kendisini öldürtmek istediği” ve bu arada “otuz yedi kişinin ölümüne neden
olduğu” gerekçesiyle yargılamaya cesaret edebiliyor medya. Yaşar Kemal,
“kendisini gündemde tutabilmek amacıyla Kürt sorunu hakkında demeç vermiş”
oluyor, hele Metin Kaçan bulunmaz bir fırsat olarak değerlendiriliyor ve
yargıyı bekleyemeyecek kadar heyecanlanıyor medya, mahkemelerden çok önce
kendisi ipini çekiyor Kaçan in.
Medyada
adı geçen başka (edebiyatçı) yazar biliyor musunuz?
Peki,
ne yapılmaya çalışılıyor? Sorun yalnızca edebiyatın, sanatın toplum gündeminden
silinmeye çalışılması sorunu değil. Sorun, medyanın, “Hayır!” demeden kendisini
izleyecek bir sürü yaratma, ipleri her koşulda elinde tutma istemi. Giderek
canavarlaşması, verdiğiyle yetinmeyene haddini bildirmesi, önüne geçmek
isteyeni yere yıkıp üstünde tepinmesi...
Medya,
kendisinin kardinal olduğu yeni bir Ortaçağa hazırlıyor toplumu. Sahte
cennetlerin anahtarları satışa çıkarılıyor yeniden. Güzel evlerdeki güzel
kadınlar, güzel erkekler, “huriler, gılmanlar” yerine pazarlanıyor. Bitti, öldü
dediğiniz düşünceler hortlatılıyor, geçerliliğini yitirmiş görüşler yeniden
tartışma düzlemine getiriliyor.
Yalnız
edebiyatçıların değil, tüm gerçek sanatçıların ve düşünen insanların ekrandan
uzak tutulmasının nedeni budur. Eli sopalı, sarıklı cübbeli adamların,
kimselere gösterilmeyen hoşgörüden yararlanarak ayrı stüdyolarda ağırlanmasının
anlamı budur. Kadınlar tam da eşitlik savaşımında epeyce yol aldıklarını
düşünürlerken, doçent bir bayana temsil ettiği cinsiyet adına köpek muamelesi
yapan üç beş şarlatana, “uhrevi” bir âlemden geliyorlarmış gibi ayrıcalıklı
davranılması, yalnızca ticari bir amaçla açıklanamaz. Kemalizm’i bir kazanım
olarak görüp ilerisine nasıl geçilebileceğini düşünmek gerekirken “tabuları
yıkmak” maskesi altında Kemalizm’in temeline dinamit koyacaklarını
açıklayanlarla yeniden ve en dipten başlatılıyor tartışma. Tartışma düzeyi,
konuşma, anlama, algılama düzeyi sürekli aşağı çekiliyor.
Bencileyin
birkaç haddini bilmezin medyaya ve onun “değer” diye öne sürdüklerine açtığı
savaş, Don-Kişot’un yeldeğir-menleriyle dövüşmesine benziyor. Yeldeğirmenlerini
yıkamayacağını bilerek sürdürülen bir savaş. Anlamlı; çünkü ticari değil.
Gerekli; çünkü kaçınılmaz.
MANTIK YANLIŞLARI
Tansu
Çiller, bayramı Yeniköy’deki yalısında geçirecekmiş. 8. 2. 1997 tarihinde Show
TV, bunun haberini veriyor: “Yine bir sürpriz yapıp eşiyle birlikte yat
turuna çıkması hiç de sürpriz değil.” Şimdi... Tansu Çiller’in yat gezisine
çıkması sürpriz mi, değil mi? “Hiç de sürpriz değil” ise Tansu Çiller “sürpriz”
yapamayacak. “Sürpriz olmayan bir sürpriz” ?
“Halı
saha futbol turnuvasına katılım rekor düzeyde oldu.” dendiğinde
insanın aklına, bu sonuca, bundan önceki turnuvalarla yapılan bir karşılaştırma
aracılığıyla ulaşıldığı gelmez mi? Peki bu, ilk kez düzenlenen bir turnuvaysa ?.. Hangi rekor katılım?
Oranlama
ve karşılaştırma, ancak iki şey (varlık, nesne, olgu, durum...) arasında
yapılabilir. Bir basketbol karşılaşmasında anlatıcı: “Beni sevindiren
şeylerden biri de salonun doluluk oram. ” dediğinde salonun “dolu”ya yakın
olduğunu kestirebiliriz; ama “Bugüne kadar Türkiye’nin yapacağı en büyük
organizasyon...” dendiğinde yine bir bulanıklık. Bugüne kadar yaptıkları
içinde bir şeyin en büyük olduğunu kestirebiliriz de “yapacağı” demek, geleceği
“ipotek” altına almak olmaz mı? Ya da “Elbet insanlar bir gün bunu
anlayacaklar ki sevgi daha değerlidir.” İnsanlar bir gün sevginin “ne”den
daha değerli olduğunu anlayacaklar?
Süslü
bir söyleyiş uğruna düşülen mantıksızlıklar...
Önceliği
bileğinin hakkıyla alan kişi, Futbolcu Tanju. Şöyle
demişti: “Hayatgüzel şey; ama yaşanırsa Hıncal Abi.” Yaşanmayan şeyin
nasıl “hayat” olabileceği üstüne pek düşünmemiş anlaşılan. Bu konuda Tanju
elbette yalnız değil. Şu da oldukça gösterişli bir örnek: “Mutluluk, mutlu
olduğunu hissetmeye bağlı bir şey. ” “Mutluluk” zaten bir “his”. “Bağlı bir
şey” değil, tanımı gereği tam da o his.
Kandemir
Konduk’u örnek aldığını söyleyen bir senariste geçiyorum: “Gülme, düşünmenin
bir fonksiyonudur, gülmeden düşünülmez. ” Bir dil sürçmesi olabilir, “.. .düşünmeden gülünmez” demek istenmiştir aslında. Yoksa, düşünme eylemi için gülme koşulunu getirmek,
düşgücünü harekete geçiriyor ve epeyce “gülünç” görüntüler canlanıyor insanın
kafasında. Bir köşede kendi kendine gülen birinin, “Ne yapıyorsun?” sorusuna
içtenlikle “Düşünüyorum.” diye yanıt vermesi gibi. Aynı programda yine Kandemir
Konduk’tan söz edilirken şöyle bir şey daha söylenmişti: “Onun bana
söylediği birçok şeyleri hedef haline getirmişimdir, yani yol olaraktan. ”
Açıklamaya kalkılmasa gayet güzel gidiyormuş. Hedef haline getirmek iyi; ama
“yol olaraktan” hedef nasıl olacak? Yol mu, hedef mi? Elim değmişken bir iki
yanlışı daha düzelteyim bari. “Yol olaraktan” denmez, “olarak” yeter; “birkaç”
sözcüğünden sonra da tekil ad kullanılır: “Birçok şeyleri” değil, “birçok
şeyi”.
Bir
tiyatrocu, aldığı ödülleri kastederek: “Bunlar bir sonraki işe daha büyük
soru işaretleriyle başlamamı sağlıyor.” demişti; ama bunun üstünde pek
durmayacağım; işaret mi, soru mu ya da sağlamak mı, neden olmak mı, sorulmadan
kalsın. Bir başka tiyatrocuya da (Işın Kasapoğlu) şöyle sorulmuştu bir
zamanlar: “Shakespeare nire, Diyarbakır nire, diye düşündünüz mü gelirken?”
Sanırsınız ki Shakespeare de dünyanın öbür ucunda bir kentin adıdır.
Erol
Büyükburç, yeni popçularla ilgili olarak “Eğrisiyle doğrusuyla çok doğru
şeyler yapıyorlar. ” demişti. İçinde “eğrisi” de varsa nasıl “çok doğru”
oluyor o şeyler?
“Hayır bir şey değil, ineğin sırtına düşersen de boynuzuna
denk gelirsen?”
Mustafa Sandal paraşütle atladığında yerde inekler görmüş, Cem Özer de ona
soruyor. Laf lafı açıyor, açmazsa da böyle zorlanılıp ineğin sırtında boynuz
çıkarılıyor.
Özdemir
Erdoğan “Hiç kimse beni oraya gitmekten men edemezdi; tabii ki Allahın
izninden başka. ” “Allahın izni” mi men edecekmiş? izin
vermişse “Allah”, niye men etsin?
Bu
da Zeynep Tunuslu’dan, oğluna çok iyi bakacağını “Bütün bildiklerimi ve
bilmediklerimi ona öğretmek istiyorum.” diye
açıklıyor.
Bildiklerini öğretmesine bir şey diyemeyiz; ama bilmediklerini öğretmesinin
epeyce zor olacağını şimdiden söyleyebiliriz.
Bir
zamanların “seksi” hava durumu sunuculuğundan, haber spikerliğine yükselmiş
Hülya Uğur da benzer bir şey söylüyor: “Hatalarımı hiç hata olarak
almıyorum, çünkü onlar yaşadığım, işlediğim her şeyiyle benim.” “Hata”
olarak görmediği davranışlar için insan neden “hatalarım” ve “benim” der?
Müslüm
Gürses konserinde polis arama yapıyor ve mikrofona şunları söylüyor: “İnsanların
üstünde aradığımız şey, jilet, bira ve benzeri şeyler.” Jiletle bira
arasında bir ilişki kurabilsek (ya da kurulabilse; çünkü söz konusu olan bizim
yetersizliğimiz değil) “ve benzeri şeyler”in neler olabileceğini çıkarabiliriz.
Belki.
“Olağanüstü
bir olay; gözlerimle görmesem enteresan gelirdi, inanmazdım.”
Gözleriyle görmediklerine inanmaması doğal; ama bunların aynı
zamanda da “enteresan” olması enteresan. Gördükleri (Gözleriyle elbet,
başka neresiyle görebilir ki insan?) “enteresan” gelmiyormuş demek.
Ya
buna ne dersiniz? “İsminden de anlayacağımız gibi ‘Eşkıya’ filminde eşkıyayı
oynayan, Şener Şen”. Hepimizin anlayacağını var sayıyor söyleyen; ama ben
anlamıyorum; aptal mıyım neyim? Kimin isminden anlayacağız? Şener adı eşkıya
anlamına mı geliyor; yoksa eşkıya, Şener mi demek? Aynı ilişki Şen adı ile de
kurulabilir; ama ne işe yarar, bilmem.
Sıra
vatandaşta: “Ben bunları aydın kitle olarak tasvip etmiyorum.” Kendimi
“kitle” olarak görmüyorum; ama ne diyeyim, ben de tasvip etmiyorum.
GÖRÜŞMEDE GÖRÜŞMEYİ GÖRÜŞMEK
Osmanlıcadan
kalma bir alışkanlık mıdır bilinmez; aynı anlama gelen sözcükleri arka arkaya
kullanmayı konuşmayı zenginleştiren bir etmen sayanlar var hâlâ. Osmanlıcanın,
bu işin nasıl cılkını çıkardığını örneklendiren çok hoş bir deyiş vardır,
bilirsiniz. “Babıali kapısından mürur edip geçer iken yek bir atlı süvariye
tesadüfen rastladım.” Bu söz söylendiğinde “tesadüfen rastladım” bölümüne
takılır insanlar; oysa eşanlamlılar yalnızca onlar değildir. “Bap = kapı, mürur
etmek = geçmek, yek = bir, atlı = süvari” gibi bütün sözcükler eşanlamlılarıyla
kullanılmıştır.
Böyle
bir kullanımın, zenginlik bir yana, dildeki yoksulluğun göstergesi olduğu
rahatça söylenebilir. Sözcük dağarının eksikliğini belirleyen önemli
ölçütlerden biri de yinelemelerdir çünkü. Yineleme deyince yalnız eşanlamlı
sözcükler anlaşılmamalı. Bu yinelemelerden kimileri, eşanlamlı sözcüklerin arka
arkaya kullanılmasından kaynaklanır; ama başka tür bir yineleme daha var. Ona
da ayrı anlamlar için aynı sözcüğün kullanılması neden olur.
“Şey,
bilirsin, hayat belli seçenekler sunar, alternatifler.”
örneği, eşanlamlılara bir örnek. “Alternatif’ sözcüğü, “seçenek” sözcüğünü
açıklamaz; çünkü tümüyle aynı anlamda. Belki tersi olsaydı, önce “alternatif’
sözcüğü kullanılsaydı, Türkçesiyle bu yabancı sözcüğü desteklemek söz konusu
edilebilirdi. Hoş, o da anlamsız! Türkçesiyle birlikte o kavramın yabancı
karşılığını kullanmak konusunda en yaygın örnek, “Somut bir örnek vermek
istiyorum, mesela...” diye yapılan girişler olmalı ya da “İzmir’de
mesela örneğin ben orda çalışırken o da orda çalışıyordu.” gibileri. Bu
tipteki yanlışları hep halktan kişilerin, kültür düzeyi düşük, sıradan
insanların yaptığı sanılır. Öyle değil oysa. Saptadığım örneklerin tümü
televizyondan; ünüyle, bilgisiyle ve ken-dişinde bulunduğu varsayılan herhangi
bir değerle oraya çıkmış kişilerin ağzından.
“İlk
genel seçimde yinelenecek ve tekrarlanacak...”
diyen televizyon yorumcuları var örneğin. “Benim izleyicilerimize önereceğim
tavsiyem şudur. ” diye bilgiçlik taslayanlar, “İlk filmimle katılmıştım,
festivalin de ilk festivaliydi.” diyen yönetmenler ve “İnişli çıkışlı
bir yaşamlar geçti hayatımdan. ” diyen “starlar”
var. “Hayat” ve “yaşam” bilindiği gibi eşanlamlı sözcükler. Biri
Türkçe, biri Arapça. Hem “bir yaşamlar” ne demek? Yaşamın küçük
bölümleri, anlar, zaman dilimleri anlamında kullanılabilecek pırıl pırıl bir
Türkçe sözcük daha var: Yaşantı. Ama bu sözcüğü bilmezseniz “yaşam”ın içinden
“yaşamlar” geçirebilirsiniz. Görüldüğü gibi, “fıkra niyetine” anlatılabilecek
bu örnekler hiç de sıradan insanların ağzından çıkmıyor. Hele sunucular... “Esasen
gerçekten son derece dolu bir hayatım var.” diye kendini ağırdan satanı mı
ararsınız, “Eğer şayet gerçekten alakası varsa...” diye kuşkularını
“açık” bir biçimde dile getireni mi, “Tamam mı, okey mi?” diye “modern
muhabbet” kotarmaya çalışanı mı? Ne ararsanız, her türden eşsiz örneklerimiz
var.
“Türkiye
sana yeni olanaklar sağlayacak imkânlar sunamadı. ” Böylece
“olanak sağlayacak imkân” diye yepyeni bir imkân türünden söz edebileceğiz
artık.
“Saç
dökülmesi herkesin başında olan bir problem. Aslında problem değil, günün
getirdiği bir sorun.”
Problem mi, sorun mu diye soramayacağız. Problem değilmiş; ama sorunmuş.
Problem olmayan bir sorun? Vardır öyle sorunlar; problem değildirler; ama sorun
olmaya devam ederler.
“Doğal
tabiat” diyenler bile
var; hani kimi tabiatlar doğal değildir ya, onu anlatmak için.
Yineleme,
kulak tırmalayıcı özelliğiyle hemen fark edilir. Yinelenen yalnızca “ki”ler
olsa bile: “24 Eylül tarihindeki programımızdaki soruya doğru yanıt veren
izleyicilerimiz...” Aynı sözcük olmadığı halde benzer sesler taşıyan
sözcüklerde bile duyarız bu rahatsızlığı. “Olmasa-olması” (“Üzerinde
anlaşılan tek konu, resmen de olmasa genel başkan olması”), “olay-oluşmak” (“Bizden
sonra Türkiye’de bir pop müzik olayı oluştu.”) gibi.
Bir
de yerine başka sözcükler konabilecekken aynı sözcüğün farklı anlamlara gelecek
biçimde kullanılmasından söz edecektim. Edeyim: “Mithat şu sıralarda yeni
filmler çekmek üzere yine yollara düşmek üzere.” Birinci “üzere” sözcüğü
yerine “için” kullanılabilir pekâla.
“Küçük
bir kızken dahi böyle bir şeyi hayal dahi edemezdim.” Burada
da “dahi”ler var. ikisi birden fazla. Ne yapılmalı,
diye sorarsanız birinci “dahi” yerine “bile” kullanılmalı, ikinci “dahi” ise
atılmalı.
“Esnaf
kış sezonunun hazırlandığı şu günlerde müşterilerini karşılamaya hazır.”Burada
da “hazırlanmak” ve “hazır” sözcükleri yaratıyor aynı sıkıntıyı. Tümce, “Esnaf,
kış sezonuna girildiği şu günlerde...” diye degiştirilse ya da “hazırlandığı”
yerine “başladığı” konabilse sıkıntıdan eser kalmaz.
işte
Tansu Çiller: “Ben herkesi, kendim de içinde olmak üzere bu meselenin içinde
olmaya çağırıyorum. ”
“Böyle bir olayın olması çok çirkin bir
olay.” Olayın
olması, ayrıca “olay” mı oluyormuş?
“Taciz
konusu biçok filmin ana konusunu işlerken...”
Konu, birçok filmin konusunu işliyor. Nasıl? Şöyle: “Taciz, birçok filmin ana
konusunu oluşturuyor”dur.
“Kutlamalar
her yıl başka bir ilde kutlanacak.”
ANAP’ın kuruluşuyla ilgili kutlamalardan söz ediliyor. Bu kuruluş, her yıl
başka bir ilde kutlanacakmış.
“Erbakan
en somut görüşmeyi Çiller’le yapacağı görüşmede gerçekleştirecek.”
Son sözcük de “görüşecek” olsaydı daha şık olmaz mıydı? Kutlamaları kutlamak;
görüşmeyi, görüşmede görüşmek ... Bu böyle gider.
Belki bu yolla gereksindiğimiz sözcük sayısını 100-150’ye kadar indirebiliriz.
GAFLAR YA DA SAÇMALAMALAR
Kimi
zaman insanların ne söyledikleri belli değildir. Ne demek istediklerini aşağı
yukarı çıkarırsınız; ama iletmek istediklerini tahmin ettiğiniz anlam ile
söyledikleri sözden çıkan anlam farklıdır. Bu durumda tahmininize mi
güveneceksiniz, duyduğunuza mı?
“Alaturka”
okuyarak yeniden göze girmeyi başaran Popçu Tarkan, “çiş
meselesi” yüzünden gözden düşüp de soluğu Amerika’da alınca, duruma bir
açıklama getirmek gereğini duymuş ve şöyle demişti: “Hep içimde kalan bir
üniversite eğitimi vardı. ” Bundan herkes, çocuğun Amerika’ya üniversite
eğitimi almak için gittiği anlamını çıkardı. Oysa sözden
çıkan anlam, Tarkan’ın “üniversite eğitimi”ni, içinde taşıdığı. Belki
hâlâ içindedir, belki gerçekleştirmiştir bu isteğini, bilemiyoruz; ama yurda
dönüşte çok heyecanlanmış, heyecanını da şu tümceyle anlatmıştı: “İstanbul’a
inerken uçağım, çok heyecanlandım; kalp atışlarımı sayamadım.” Çok
heyecanlanmadığı zamanlarda kalp atışlarını sayıyor muymuş? Kolay bir iş
sanıyor besbelli; oysa hiç de kolay değildir kalp atışlarını saymak. Denemek
için bir kez olsun saymaya çalışması önerilebilir.
Başka
bir popçu da (Aydın) şöyle bir laf etmişti bir tarihte: “Ben hariç erkek
sineğin girmediği kadınlar matinesine hoş geldiniz. ” Kendisini “erkek
sinek” olarak kabul etmek, büyük bir alçakgönüllülük örneği sayılabilirdi,
tabii söylediğinin bu anlama geldiğinin farkında olsaydı. Oysa kendisinin,
sinek olarak bile olsa, erkek olmanın hiçbir çeşidine katlanamayacağı,
görünümünden ve davranışlarından çıkan en önemli ipucu.
Hülya
Avşar “Böyle çıplak şarkı nasıl söylenir, bilmiyorum.” diyor. Nelerin
çıplak yapılabileceğini iyi bildiğinden kuşkumuz yok. Demek bir de şarkı
söylemesini istemişler çıplakken. Yok canım, o kadar
da değil! “Sazsız” demek istiyor yalnızca, “sazsız”.
“Beyefendi
dedim yani, ne olur dedim yani, lütfen dedim yani. ” Bu da Mustafa Sandal’dan. “Dedim
yani” parantezine alınınca epeyce sadeleşecek. “Beyefendi, ne olur, lütfen!”
demiş yani.
İbrahim
Tathses de seyirciler için diyor ki: “Bizi nasıl seviyorlar. Suratlarına,
yüzlerine baktığımız zaman sevgi kıvılcımları üstümüze sıçrıyor. ” Kaş
yapayım derken göz çıkarmak deyimiyle anlatılan durum... “Suratlar” dedikten
sonra bu sözcükteki aşağılama anlamını sezinlemiş olacak, “yüzler” diye
düzeltmeye çalışmış; ama “üstümüze sıçramak”la yeniden berbat etmiş her şeyi.
Yine
de söylemek istediğiyle söylediği arasında en ciddi farkı yaratarak, varsa, bu
konuda bir dünya rekorunu elinde bulunduran kişi, eski bir cumhurbaşkanıdır.
Kenan Evren’in (içimden “rahmetli” demek geliyor.) 80’li yıllarda Erzurum’da
yaptığı bir konuşmayı anımsıyorum. Kendisini dinlemeye gelen/ getirilen halk,
polis ve asker barikatlarıyla birkaç kilometre ötede tutulurdu ya, paşa da o
uzaklıktan nasıl görmüşse kadınların başörtülü olduğunu fark etmiş. Üstelik
tesettür durumu falan değil; bildiğimiz, geleneksel başörtüler var kadınların
başlarında, annelerimizin taktığı gibi çene altından bağlananlar. Kendisini sık
sık (ikinci !) Atatürk gibi hissettiğinden kadınların bulunduğu yana dönmüş, “Çıkarın
o örtüleri başlarınızdan, saçınızı ben görürsem günah değil. ” demişti.
Buyurun bakalım, ne demek istemişti “paşa” bu sözleriyle? “Günah” kavramını
özellikle söz konusu ederek imam ya da şeyhülislam yerine mi konmak istiyordu,
yeni bir “fetva” mı veriyordu? Birinci tahmin: “Ben padişahınız, efendiniz
olarak hepinizin kocası sayılırım, saçınızı görmemde sakınca yok.” (Açıklama: Din açısından, kadının saçını görmesinin günah
sayılmayacağı tek erkek kocası değil midir? Mademki işin içinde “günah” var.) İkinci tahmin: “Ben, yaşı altmışlara varmış, ununu elemiş,
eleğini asmış bir adam olarak artık zararsız sayılırım, saçınızı görmem bu
açıdan sakıncalı değil.” Bunun din bakımından geçerli bir açıklama sayılıp
sayılma-yacağmı bilemiyorum; yalnız o sıralarda ülkemin, güzelliğiyle ünlenmiş
pek çok kadınının, paşanın çevresinde dolandığı da kulak gazetesi sayesinde
herkesin bildiği bir gerçek. Bu durumda “rahmetli”nin aslında söylemek istediği
neydi? Bence yalnızca şu: “Ben zaman zaman Atatürkçü kesilirim; bugün de
Atatürkçü günlerimden birinde olduğumdan, kadınları, başları dik ve saçları
açık görmek istiyorum.”
Dil
böyledir işte! Onu iyi bilmezseniz söylemek istemediğiniz şeyleri söyletip iş
açar başınıza.
BAŞKA DİLLER VE TÜRKÇE
Belki
pek yakında yürürlüğe girecek yeni yasa tasarısının da etkisi vardır, “Türkçe”
konusunda düşünen, yazan insanlar çoğaldı. Son derece sevindirici olan bu durum
— birincisini değil, İkincisini, Türkçe konusunda yazan insanların artmasını
kastediyorum - Türkçeye olan duyarlılığın arttığını gösterir mi, bilmiyorum.
Çeşitli gazetelerde zaman zaman ya da sürekli “dil” konusunu gündemde tutan
yazarlar var. Haftada bir, yalnızca dil konusunda yazanlar, köşelerinde bir
bölümü bu konuya ayıranlar ve belli aralıklarla dil konusunu gündeme getirmeye çalışanlar ... Türkçenin kendisine özgü niteliklerinden çok,
yabancı dillerden girmiş kimi sözcüklerin söyleniş ve yazılışlarındaki eksiklik
ya da çarpıklıklara değiniyor çoğu. Ya “Şöyle dense daha güzel olmaz mı?”
biçiminde bir sevecenlik ya da “Doğrusu bu-dur, böyle kullanılmalı, ben bu
konuda ısrarlıyım.” diyen bir dayatma, bir inatlaşma... Türkçeyi iyi bilmenin,
içindeki yabancı sözcüklerin doğru kullanımını bilmekten ibaret olmadığını
düşünüyorum. Bir de Türkçe dışında birkaç dil bilmenin, Türkçeyi daha derinden
kavramayı sağlayabileceğine pek inanmıyorum. Neden? Türkçe, bilinen o yabancı
dillerden farklı yapıdadır; eklemeli dil oluşuyla, kavramlara yaklaşımıyla,
kökeniyle, iç uyumu, sessel ve anlamsal özellikleriyle...
Fransızcanm
problemi, giderek içine kök salan İngilizce (Amerikanca) sözcükler olabilir;
ama Türkçenin problemi, öncelikle Türkçe ile ilgilidir. Türkçenin doğru
kullanımını bilmekten, inceliklerini öğrenmeye kadar... Sezgisel değil,
bilimsel bir “bilmek”ten söz ediyorum. Örneğin kimi sözcükler/sözler yerli
yerine oturtulmazsa Türkçede doğabilecek anlam karmaşası ya da anlatım
bozukluğu bir başka dilde söz konusu bile edilmeyebilir; oysa Türkçede ciddi
bir durumdur. Ne demek istediğimi yine örneklerle anlatmaya çalışayım.
“80
bin civarında göz taramasından geçirilmiş hastamız var.” Bu
tümcede “80 bin civarında” sözünün bulunduğu yer, bulunması gereken yer midir?
“80 bin” diye tahmin edilen “göz taramasının adedi midir, hastaların sayısı mı?
Eğer hastalar kaste-diliyorsa (ki akla yakını, öyle olmasıdır; yoksa bir hasta
için “80 bin civarında göz taraması” akıllara durgunluk verecek bir durum!) bu
tümcenin başka türlü kurulması gerekir. “Göz taramasından geçirilmiş 80 bin
civarında hastamız var.” biçiminde. Önceki tümceyle bu anlamı dile
getiremezsiniz.
Bunun
böyle olması bir başka dilin kurallarıyla açıklanamaz. Batı kökenli dillerin
hiçbirinde böyle bir tehlike bulunmayabilir. Doğu kökenli dillerde de
olmayabilir. Ama Türkçede var.
“Kıbrıs
kökenli Özal’ın prensi...”
dendiğinde “Kıbrıs kökenli” olduğundan söz edilen sizce kim? Özal mı, prens mi?
“Özal’ın Malatyah olduğunu biliyoruz.” mu diyorsunuz? Ya bil-meseydiniz! Özal,
Kıbrıs kökenli olurdu. Sorun bu! Böyle bir kullanım özelliği bir başka dilde
yoksa biz bunu ciddiye almayacak mıyız? Tam da bu konuya dilbilgisel bir
açıklama ister miydiniz? Türkçede belirtili ad tamlamasının başına getirilen
sıfat, tamlayanı (birinci sözcüğü) niteler. Eğer tamlananı belirtmesi
isteniyorsa o sıfat, tamlananın başına getirilmelidir. Yukarıdaki
sözün doğru dizilişinin “Özal’ın Kıbrıs kökenli prensi” olması gerektiği gibi.
Pek
çok kanalda hava durumu, şuna benzer bir söz dizimiyle sunuluyor: “Bazı illerimizde
beklenen yarın günün en yüksek sıcaklıkları şöyle. ” “Beklenen yarın” gibi
bir anlam algılanıyor önce. Oysa “günün” diye bir tamlayan var, tamlamayı
“belirtili” yapan bir tamlayan. Ona güvensek ve bilsek, Türkçenin deminden beri
sayıp dökmekte olduğum ve yalnız Türkçeye özgü kurallarını bilsek, “beklenen”in
“yarın” değil, “gün” de değil, “sıcaklıklar" olduğunu, hiç zora girmeden
anlatabiliriz: “Bazı illerimizde yarın, günün beklenen en yüksek sıcaklıkları
şöyle.”
“Yolu
Sultanahmet’e düşenler Fransız müzesinde sergilenmekte olan Fransız ressamların
eserlerini görebilirler.”
Bu dizilişten anlaşılan, müzede sergilenmekte olanların Fransız ressamlar
olduğudur. Oysa ressamların kendileri değil, eserleri sergileniyor olmalı. O
zaman bu tümcedeki tamlamalar ve sıfatlar şöyle yerleştirilmeli: “Yolu
Sultanahmet’e düşenler, Fransız ressamların Fransız müzesinde sergilenmekte
olan eserlerini görebilirler.”
Bir
örnek daha: “Bu arada Necip Fazıl imzalı Cumhuriyet’in on beşinci yıldönümü
dolayısıyla yazılmış — daha doğrusu yazılması istenmiş - bir şiir yer alıyor
dergide." Burada ne var? “Necip Fazıl imzalı Cumhuriyet” var. Hep aynı
tipte yanlışlar bunlar. “Necip Fazıl imzalı” olan, elbette Cumhuriyet değil.
Şiir. Öyleyse tümce şöyle olmalı: “Bu arada, Cumhuriyetin on beşinci yıldönümü
dolayısıyla yazılmış - daha doğrusu yazılması istenmiş - Necip Fazıl imzalı bir
şiir yer alıyor dergide.”
Tamlama,
belirtisiz ad tamlamasıysa tam tersi bir durum söz konusudur. Başa konan sıfat,
tamlayanı değil, tamlananı (ikinci sözcüğü) niteler. Buna da bir örnek vereyim:
“Şemiler’in eski arkadaşı Engin Civan olayına yaklaşması da ilginçti.”
Bu dizimde, Şemiler’in eski arkadaşı Engin Civan değil, “olay”. Bir olayla
arkadaşlığın nasıl bir şey olacağını değil, bu anlatımın nasıl düzeleceğini
düşünecek olursak, Şemiler’i yeniden Engin Civan’ın arkadaşı yapmak çok kolay.
İnanmayacaksınız; ama bunun için “Engin Civan olayı” yerine “Engin Civan’ın olayı”
demek yeter. Yani tamlamayı, belirtili ad tamlaması yapmak.
Kimi
dizilerin sonunda “17. bölüm sonu” diye yazması da bu nedenlerle yanlıştır.
“17. bölüm” olduğunu, sayısıyla, sırasıyla biliyorsak bu artık “belirtisiz” bir
tamlama biçiminde kalamaz, “17. bölümün sonu” denmelidir. Bunları bilmek için
de başka dil bilmeye gerek yoktur, Türkçenin mantığını kavramış bir bilinç
yeter.
SÖZCÜK, SÖZ, TÜMCE
Türkçenin
yanlış kullanımlarından örnekler vererek bunların neden yanlış olduğunu, doğru
kullanımın nasıl olması gerektiğini anlatmaya çalışırken herkeste bulunduğunu
düşündüğüm birtakım alt bilgilere dayanmak zorundaydım, öyle yaptım. Söz nedir,
sözcük nedir, tümce (ya da cümle) ne demektir, gibi soruları sormayı,
yanıtlamayı okuruma ayıp olur kaygısıyla pek düşünmedim. Okurum bu alt
bilgilere kuşkusuz sahiptir; ama dil yanlışlarıyla ilgili malzemeyi topladığım
ana kaynakta, başta ulusal televizyon kanallarımız olmak üzere “medya”nm
bütününde sorumlu ya da sorumsuz olarak konuşmakta olan pek çok kişinin, bu temel
kavramlar konusunda bile hayret verici eksiklikleri bulunduğunu görünce bu
konuya değinmek “şart” oldu.
“Şu
üç sözcük dilinden düşmezdi: mektep, mektep, mektep.” türünde
bir kullanım değil anlatmak istediğim. Burada, bayat bir “espri” anlayışıyla da
olsa, bir çeşit oyun yapılmakta olduğunu biliyoruz. Napol&m’un, sevdiği üç
şeyi sayarken “Para, para, para” demesi gibi ya da onun bir çeşitlemesi olarak
çok kullanıldı bu yöntem.
‘“Seni
seviyorum.’ kelimesi...”
diye başlayan anlatımları kastediyorum. Söylediğinin bir sözcük mü (kelime),
bir tümce mi olduğunu bilmeyenler - okumazlar ya - bu yazıları okusalar ve bu
olmayacak yanlışı yapmaktan vazgeçseler diye en küçük bir beklentim yok. Onlar
yine bildikleri gibi konuşacaklar. Umudum, günlerce, yıllarca onları dinleyenlerden
kimilerine ulaşabilmek. Bu karmakarışık kullanımdan
rahatsızlık duymalarını sağlayarak onları tedirgin etmek.
“Ben
demin bir sözcük kullandım, dedim ki ‘yeni bir isim’...” Bu örnek bir sunucudan; gün
içinde söyleşi programları sunan ve saatlerce canlı yayında kalan bir sunucu. “Yeni
bir isim”in bir sözcük değil, üç sözcükten oluşan bir söz olduğunu biliyor olsa
böyle bir yanlış yapar mı? Söz ile sözcük arasındaki fark bu ka-darcık bir şey
zaten. Sözcük, tek kavramı karşılayan tek birimdir; söz ise en az birkaç
sözcükten oluşur. Peki söz ile tümce arasında ne fark
var? Çok fark var. Tümce (cümle) bir yargı bildirir. İçinde ya çekimli bir
eylem ya da ekeylem getirilmiş bir ad vardır. Söylediklerimi özetleyecek bir
örnek vereyim. “Esmer” bir sözcüktür, “esmer bir genç kız” bir sözdür; “O,
esmer bir genç kızdı.” ise bir tümce.
Bu
örnek de bir televizyon kanalının anahaber bülteninden: “‘Şarlatan’ cümlesi,
Samsun’daki doktor için söylenmişti.” Görüldüğü gibi “şarlatan”, tümce
değil, söz de değil, yalnızca bir sözcük.
Bunların
üstünde bu kadar titizlenmenin ne gereği var, diyor musunuz? Lütfen demeyin.
Kavramlar yanlış adlandırılırsa, doğru düşünce üretilemez ki! Bu en basit, en
temel kavramlarda bile ortak bir kavrayış geliştirilememişse dili ve dilin kurallarını
neyin üstüne oturtacağız?
Gelelim
sona sakladığım örneğe. Şu “Roman (Çingene)” taklidi yaparak ünlü olan Güllü
var ya, Coşkun Sabah’a epeyce sinirlenmiş anlaşılan, mikrofonu ağzına
dayadıklarında, “Tek söyleyeceğim kelime var.” diye başlıyor söze.
“Kelime” dedi diye biz de gerçekten “kelime” bekliyoruz, bir tek sözcük
söylemesini ve susmasını; ama öyle olmuyor. O “kelime” şöyle geliyor: “Hoşt köpek diyorum, başka kapıya. Benimle uğraşmasın.”
Anlaşılan,
Güllü’ye de “kelime”nin ne demek olduğunu öğretmemiz gerekecek.
DİL ZABITALIĞI
Murat
Belge, “dil zabıtası” diyor benim uğraştığım işle uğraşanlara. Nuruliah
Ataç’tan, Hakkı Devrim’e kadar (Ömer Asım Aksoy ve Şiar Yalçm’dan da söz
ederek) “dil” işiyle uğraşanları sıraladığı yazısında (3. 12. 1996/Radikal) “O
öyle denmez, bu böyle söylenmez.” diye “zabıtalık” yapanların uyarılarının
neredeyse hiç etkili olmadığını belirtiyor. “Dil zabıtalığı”nm “özleştirilmiş
bir Türkçe yaratmak üzere dile müdahale edildiğinden bu yana” var olduğunu
söylüyor, dahası bu nedenle ortaya çıktığını iddia ediyor.
Yanılıyor;
çünkü Arapça ve Farsçanm dilin içine işleyecek biçimde kullanıldığı dönemde,
(Murat Belge’nin söylemiyle “medeniyet değiştirme misyonu”nun
henüz ortaya çıkmadığı dönemde) bu dilleri, halktan daha iyi bilenler,
sözcüklerin, geldikleri dildeki asıllarına uygun kullanılması için daha çok
“müdahale” ederlerdi dile; “camisi” değil “cami’i”, “katliam değil “katl-i âm”
olacak diye. Murat Belge’nin adlarını saydığı, şu anda Türkçe konusunda
yazmakta olan kişiler de (Şiar Yalçın ve Hakkı Devrim) aynı yöntemi uygulamakta
zaten. Kullanım özelliklerini bildikleri eski sözcükleri ya da Fransızca ve
İngilizceden girmiş kimi sözcüklerin özgün biçimlerini dayatmakta ve böyle
kullanılması gerektiği konusunda titizlenmekteler. Örneğin Şiar Yalçın
“pantolon” değil “pantalon”, “pota” değil “poto” denmesinde ısrar ediyor. Bense
Türkçede benimsenmiş kullanımları varsa kendi dilimizin kurallarını yok sayarak
yabancı sözcükleri özgün biçimleriyle kullanmak zorunda olmadığımızı düşünüyorum.
Dilin,
sözcük temelinde ele alınmasından, özleştirmenin de yabancılaştırmanın da
yalnızca sözcüklere bakılarak saptanmasından yana değilim. Türkçe konusunda son
zamanlarda belirginleşen duyarlılığın “kirlenme” sözcüğüyle anlatılmasını da bu
yüzden yeterli bulmuyorum. “Kirlenme” dediğiniz zaman, o “kir”i oluşturan
sözcükleri dilden atmayı çözüm olarak görmeniz kaçınılmazdır. “Show”, “talk
show”, “raiting” gibi sözcükleri kullanmazsanız kirlenme ortadan kalkar. Oysa
Türkçeye daha derinden, daha kökten bir saldırı var: Bu, Türkçeyi kirletmekten
çok çürüten, kendi özelliklerini unutturan bir saldırı. Yüzyılların birikimi
deyimlere, atasözlerine kadar ulaşıyor, söz dizimi kurallarını bozuyor, dilin
özgün yapısını yok etmeye yöneliyor. Çıkarılmaya çalışılan yasa da bu yüzden
anlamsız ve gereksiz kalıyor. Yabancı sözcükleri (yasayı önerenlerin düşünce
yapılarına bakarak, Arapça ve Farsçalar değil) İngilizce ve Fransızca
sözcükleri atarak dili kurtarmaya çalışanların çabaları da anlamsız bir
“işgüzarlık” olarak görünüyor. “Dil zabıtalığı”nı onlar yapacaklar asıl.
İngilizce, Fransızca sözcük kullananlara ceza kesmekle çözülmez bu iş. Bütçede
açık varsa orasını bilemem. Türkçeyi yanlış kullanım suçuna para cezası
kesilecekse bütçe açığının önemlice bir bölümü bu yolla kapatılabilir.
Peki,
ne yapılmalı? Kendi dillerine sahip çıkmalarını istediğiniz insanlarda önce bir
dil sevgisi yaratmalısınız. Yapılacak ilk iş budur. Ortaöğretimden başlanarak
Türkçeyi, Divan edebiyatıyla değil, en güzel örnekleriyle, Orhan Veli’ler,
Nâzım Hik-met’ler, Yaşar Kemal’lerle sevdirmelisiniz. Bakın o zaman nasıl
üstüne titrer dilinin. “Ey pa-yı bend-i damgâh-ı kayd-ı nâm ü neng/Tâ key
havâ-yı meşgale-i dehr-i bi-direnk” beytinin nesini korumaya çalışsın
öğrenci, neden? Murat Belge’nin yanıldığı nokta burası. Dildeki
değişimin altında yatan gerçek, “medeniyet değiştirme misyonu”ndan
önce yazı diliyle, konuşma dilini birleştirme çabasıdır. Başka hiçbir dilde
görülmeyen bu aşırı aykırılaşmanın temelinde de “münewer”in, kendisini halktan
ayırma çabası yatar. Bugün de İngilizce, Fransızca sözcükler kullanarak yapay
bir özendirme yaratanlar, “entelektüel”ler değil mi?
İkincisi
de şu: Türkçeyi, kendi kuralları içinde, ezbere değil, mantığını, matematiksel
yapısını anlatarak öğretmeye çalışmalısınız. “Peçete tak”, “Çift haseki
paça”, “fıstıkçı şahap” diye öğren-çilerin beynine kazıdığınız ezberler
hâlâ orada duruyor; ama onları neden ezberlediklerini artık kimse anımsamıyor.
Eklerin, köklerin özelliklerini bilen, bileşik sözcük mantığını çözen insan,
binlerinin çıkıp kendisine yasalarla yasak getirmesini beklemeden gereksindiği
sözcüğü arar, bulur; dahası, “dolmuş, durak, tükenmez, kaptıkaçtı,
gecekondu, bilgisayar.sözcüklerini
yaptığı gibi, kendisi yapar.
Gerisi,
aydın gevezeliği!
Merhaba
Diyorum Size
MERHABA DİYORUM SÎZE
Bugün,
konukların bulunduğu, telefon bağlantılarıyla izleyenlerin de programa
katıldıkları, havadan sudan konuşulan bir söyleşi programındayız.
Cici
sunucu, tam makyaj, yerini almış. Giysilerine, görünümüne gösterilebilecek özen
gösterilmiş. (Zaten başka bir şeye özen göstermek gerekmez.) Program başlıyor.
Şöyle bir giriş uygun mu? “Sizler bize hoş geldiniz, bizler de size hoş
bulduk. ” İçten, yakın ve “hoş” olunması gerekiyor ya! Bu arada yapay
gülücükler unutulmamalı; çünkü söylenmek istenen asıl söz şu: “Aman kanal
değiştirmeyin, gördüğünüz gibi ‘hoş’ bir program başlıyor. Eğer izlenmezsek
bizi burada tutmazlar.” Mesajı alıp “Hadi izleyelim bari.” dediğiniz anda
“ıstırap” başlıyor. Yanlış sözcüklere katlanacaksınız. “Demin-cek”
diyecek sunucu, “özel-likle-n”, “sizlerle-n” diyecek, “olarak-tan”,
yaparak-tan” diyecek. Yutkunup “Gençtir, öğrenir.” diye düşüneceksiniz.
Biraz daha katlanırsanız aranızda, ummadığınız bir yakınlık bile gelişebilir. “Allah
korusun”, “Tövbe tövbe” gibi sözler sizde, üst kattaki cahil komşunuzla
söyleşiyormuş izlenimi yaratabilir. Hele sıra “canlı telefon bağlantıları”na
gelsin, bu izleniminiz daha da güçlenir. Yandaki ya da alt kattaki komşuya
seslenir gibi “Komşu, hu!” tınısında bir “Aluu!” duyacaksınız. Telefonun böyle
kullanılmasına alışmalısınız; çünkü az sonra “Okey?” der gibi, soru
tonlamasıyla bir “Tamam?” duyacaksınız. Yanıt için başka sözcük aramaya
gerek yok. “Tamam!”
Sıra
konuklarla söyleşmeye mi geldi? Geçiş çok kolay:
“Şimdi
sana gelmek istiyorum. ”
ya da “Şimdi sana dönmek istiyorum. ” diyecektir sunucu ve gerçekten
söylediği gibi o konuğa yönelecektir. Şarkıdaki kimi sözcükleri, yerini
göstererek açıklama gereği duyan Türk müziği solistleri gibi. Hani şarkıda
“saçların tarümar” geçince saçlarını, “gözlerinde nem” deyince gözlerini
gösterir ya o solistler, belki “saç” ile “göz”ün nasıl bir şey olduğunu
bilmiyoruz diye, bunlar da öyle. Birine dönmek istiyorsa dönsün. Biz nasıl olsa
göreceğiz ona döndüğünü. Belki sunucuların çoğu radyodan gelmedir, televizyona
alışamamıştır, o yüzden açıklıyor ne yapmakta olduğunu. Yoksa “Şimdi Aktn’ı
-yanıma alıyorum ve Canan’a dönüyorum.” demeye ne gerek var? Akın’a “Yanıma
gel.” deyip Canan’a dönmesi yeter. Biz gördüğümüzü anlamayacak kadar aptal
mıyız?
Peki,
duyduğumuzu anlamayacak kadar aptal mıyız? Açıklamalı anlatımın sınırı yok. Şu
da çok sıradan bir sunucu sözü: “Hoşça kal diyorum size.” Yalnızca
“Hoşça kal” dese, bunu “dediğini” anlamaz mıyız?
Sakin
olun, sinirlenmek için henüz erken. Daha “Şimdi fa-lancadan bir parça
dinliyoruz.” yerine, size soruyormuş gibi yapıp: “Şimdi Ferdi Tayfur diyelim
mi?” bile demedi. Sanki siz “Hayır!” deseniz Ferdi Tayfur ekrana
gelmeyecekmiş gibi.
Bu
dilek - istek konusu da biraz karışık. “Dilerseniz
şimdi konumuza dönelim.”
gibi bir sözle karşılaşırsanız şaşırmayın diye söylüyorum. Dilemek,
gerçekleşmesini istediğiniz ve gerçekleşme olasılığı düşük yüce amaçlar için
geçerlidir. Başka dileğiniz kalmasa bile “konuya dönmek”ten daha anlamlı bir
dilek bulabilirsiniz. Aslında sunucu, konuya dönmek istiyor; çünkü kim bilir
nerelere savrulmuş konuşmalar; ama bunun için onun da dilekte bulunması
gerekmez, isterse döner.
“Bir
şey daha sormak isteyeyim.”
biçiminde garip bir söylemle karşılaşırsanız da şaşırmayın. “Peki, iste.” diye
izin verebilirsiniz; ama söylenmek istenen o değil. “Bir şey daha sorayım.”
demeye çalışıyor.
Programın
sonuna geldik. “Veda” bölümü başlıyor. Seçme hakkı sizin. Hangisini
yeğlersiniz?
“Bütün
güzel her şey, geceler, gündüzler, yarınlar sizinle olsun.”
yeterince dokunaklıysa bunu seçebilirsiniz; ama şöyle “açıklamalı”, “dilekli”
vedalarımız da var:
“Sevgisizyaşanmaz,
diyorum. Hepiniz birbirinizi sevin.”
ÇOK ÇİÇEĞİNİZ BURNUNDA SİZİN
Deyimler,
Türkçenin vazgeçilmez bir anlatım olanağıdır. Öyle durumlar vardır ki,
sözcükler çizmek istediğiniz görüntüyü anlatmakta yetersiz kalır; oysa uygun
bir deyim biliyorsanız hem iletmek istediğiniz anlamı iletmiş, hem de sözünüze
kültürel bir tabanla destek vermiş olursunuz. Deyimler yaşanmışlığı, deneyimi,
o dili konuşan insanların yaklaşım tarzını içerdiği için o durumun yüzyıllar
boyu karşılaşılan bir durum olduğunu kendiliğinden kanıtlar ve sizi bir kez
daha haklı kılar.
Bir
dilde deyimlerin çokluğu, dilin hem eksikliğinin hem zenginliğinin kanıtıdır.
Eksiklik; çünkü deyimin ortaya çıkışında dilin anlatıma yetmezliği söz
konusudur. İletilmek istenen durumu ya da davranışı içeren sözcüklerin
eksikliği, halkı deyim yapmaya itmiştir. Ancak deyimin ortaya çıkışıyla o anlam
açığı kapandığı, yeni bir anlatım olanağı yaratıldığı için tam da bu noktada
dil, eskisine göre daha zengin bir dildir artık.
“Medya
şürekası” deyim bilmiyor, ama deyim kullanma
gereksinmesini karşılayacak sözcük dağarına da sahip değil. Başka bir deyişle
deyimin oluşumunda ortaya çıkan durum bütünüyle geçerli: İletilmek istenen bir
anlam var; ama nasıl söylenecek? Sözü o noktada bağlarken bir şey demeleri
gerek; ama neydi o şey? Sözün kısası, deyim kullanmaktan vazgeçemiyorlar; ama
bilmedikleri deyimi doğru kullanmaları da söz konusu değil. Ve karşımıza
deyimlerin, nasıl katledilebileceğinin ilginç bir tablosu çıkıyor:
Bakıyorsunuz,
“başına iş açmak” deyimini kullanmak isteyen biri, “Benim yüzümden iş
açıyordun kendine. ” diyor. “Kendine iş açmak” ancak, yeni bir iş yeri
kurmak anlamına gelebilir, başka bir anlama da gelmez.
“(RP’liler)
işbaşına koyulmakta gecikmedi.
” diyor başka biri. “İşbaşına koyulmak” diye bir deyim yok. “İşe koyulmak” var,
“işbaşı yapmak” var, “işin başına geçmek” var; ama bunların karması yok.
Deyimlerin yanlış kullanılmasında genellikle yakın anlamlı iki deyimin
karıştırılması söz konusu. “Canım burnumdan bezdi” (Süper Baba) diyen
biri ne demek istiyor olabilir? İki ayrı deyimdir bunlar: 1. Canından bezmek,
2. Burnundan gelmek.
“O
öldü, ben yakamı ucuz sıyırdım.”
Yine iki ayrı deyim: 1. Ucuz kurtulmak, 2. Yakayı sıyırmak.
“Güle
güle günlerde” diyorsa biri
bilin ki “Güle güle giyin.” ile “îyi günlerde” dileklerinin içinden çıkamamış,
ikisinden yeni bir karma yapmış.
“Çile
paylaşmak” desem iki
komşu kadının bir yün çilesini paylaşması gelebilir akla. “Ne umutlarla
evlenmiştim ben onunla; az mı çile paylaştık?”ta iletilmek istenen “çile
çekmek” anlamı gelmez; çünkü o deyim, “çile çekmek”.
“Ve
bu, hiç ağzını çıkartmadan her şeye katlanıyor.”
Burada geçtiği gibi “ağzını çıkartmak” diye bir deyim yok, bunu biliyoruz.
Hangi iki deyimden “melezleme” olabilir? Bulmuşsunuz-dur; ama ben de söyleyeyim:
Ağzını açmamak ile sesini çıkartmamak.
Başbakan
(iken) Tansu Çiller’in boynuna Ahilik fuları takılmasını anlatan spiker: “Geleneksel
törenden Başbakan Çiller de nasibini aldı. ” diyor. Alay eder gibi, kötü
bir durumu anlatır gibi söylüyor; oysa bir onurlandırma söz konusu. Tanrı
korusun, boynuna Ahilik fularını bin kez aratacak şeyler takılabilir insanın.
Tam
da öğretmenlerin birbiri ardına öldürüldüğü bir dönemde, öğretmenleri Doğu ve
Güneydoğu Anadolu’da görev yapmaya çağıran şovenizm kralı Ertürk Yöndem: “Sizleri
omuzlamaya devam edeceğiz.” diyor. Besbelli öğretmenlerle omuz omuza
olacağını ya da onlara omuz vereceğini söylemeye çalışıyor; ama ağzından çıkan
söz daha çok, cenaze töreni ve tabut çağrıştırıyor.
“Çok
beğenilen ve şarkıları şimdiden dillere pelesenk olmuş bir sanatçıyı
çağırıyorum.” diyor Korhan
Abay. “Diline pelesenk ol-inak”, diline dolamak, durmaksızın aynı şeyi
tekrarlamak demektir. Abay’ın söylemek istediği “şarkıları dillerden düşmeyen”
bir sanatçıyla ilgili olmalı.
Telefon
etmek üzere olduğu adamı karşısında gören bir film kişisi, duygularmı anlatmak
için: “Sende şeytan tüyü var, ben de tam seni arayacaktım.” diyor. Tam
zamanında geldin, demek istiyor aslında. “Şeytan tüyü” ile ne ilgisi var?
Birinde şeytan tüyü olmak, herkese kendini kolayca sevdirmek, demek değil mi?
Bir
başka film kişisinin söylediği ise şu: “Buraya birkaç kere gelmiştim ve sana
içimi boşaltmıştım.” İçini boşaltmak? Kusmuş herhalde.
Ve
bir canlı telefon bağlantısı. Manken
sunucu, bayan izleyiciye evli olup olmadığını soruyor. “Üç haftalık
evliyim.” diyor izleyici. Sunucunun yanıtı: “Ah, çok çiçeğiniz burnunda
sizin.” Çok çiçek, tek burun, sığar mı? Burun kimin, çiçek nerde? Telaşa
gerek yok. Cici sunucumuz, izleyicinin “yeni evli” olduğunu söylemeye
çalışıyor.
toğ
YANGIN YANARKEN, ÖLÜ ÖLÜRKEN
Bizim
kuşağın yetişme döneminde “tasarruf’ çok önemliydi. Her şeyi gereği kadar
kullanmak öğretilirdi bize. “îsraf ’ haramdı. Bu kuralların hâlâ geçerli olduğu
tek alan olarak dil kaldı galiba. Toplumumuz hızla bir tüketim toplumuna
dönüşürken “Daha çok tüket! Daha çok harca!” kışkırtmaları çoğalmakta. Oysa
dil, gerçekten de “tasarrufu” öngörür. Anlama ve anlatıma katkısı olmayan
sözcükler ya da sözler “gereksiz”dir ve kullanılmamalıdır. Dilde “duruluk” diye
adlandırılan bir özelliktir bu ve çok önemlidir.
Bir
popçu, çağrılı olduğu bir TV programından ayrılırken şöyle diyor: “Çok zevk
aldım, umarım yeniden, bir daha gelirim.” “Yeniden”den sonra “bir daha”ya
gerek yok oysa. “Acaba bu Türk halk müziğinin geleceği hakkında
düşüncelerini öğrenmek istiyorum. ” Bu da halk müziği sanatçılarından
birine sorulan soru. “Acaba” tümüyle gereksiz. Açık
saçık filmleriyle ünlü bir sinema oyuncusu söylüyor: “Ailem anne olacağımı
film sırası esnasında öğrendi” Hem “sırası”, hem “esnası”... Belki aransa
başka sözcükler de bulunabilirdi aynı anlama gelen.
Başka
bir popçu (Artık bunun adını verelim: Burak Kut): “Hepinizi, sizin beni
sevdiğinizden ben sizi daha çok seviyorum.” diyor. Sanırsınız ki yabancı
bir filmin seslendirilmesinde ağız hareketlerine uydurmak için “doldurulmuş”
bir tümce. Aynı Burak Kut şunu da söyleyecek: “Sanatçılığımdan dolayı yurt
dışında konserler vermeye başladım.” Seslendirmelerde yaparlar bunu: “İşte
oluyor anne. Hayalini kurduğun gün, her zaman görmeyi hayal ettiğin gün...”
diye aynı sözü döndürüp döndürüp söylerler. Tümcenin Türkçesi, herhalde ağız
hareketlerini karşılamaya yetmedi diye düşünürsünüz. Ancak bu, elbette Burak
Kut’un neden böyle konuştuğunu açıklamaya yetmez; seslendirmelerdeki bütün
yinelemeleri de açıklamaz: “Onu öldürmediğime eminim, bundan da hiç kuşku
duymuyorum.” gibi bir örnek, insana aptal yerine konduğunu düşündürürken “Chanceller
ismi bu kentte çok önemli bir soyadı.” gibi bir tümce de aptallığın,
izleyiciye ait olmadığını kanıtlıyor.
“Çocukların
eğitim ve terbiyesi. ”
Eğitim, “terbiye” sözcüğünün Türkçesi zaten. “Açık ve net olarak söylüyorum.
” diye yırtınan Çiller, gerçekten “açık” bir biçimde söyleyebilse her şeyi,
bunun “net” de olacağından kuşku duymamalı.
“52
hafta boyunca neler yaptıklarımız..
.”da “neler” sözcüğüne gerek var mı? “Ama başımıza kötü bir olay meydana
geldiğinde kimseler ortalıkta görünmez. ”de “meydana” sözcüğüne gerek
olmadığı gibi. “Yarışma birazdan başlamak üzere.” dendiğinde de
“birazdan” ve “başlamak üzere”nin ikisinden biri fazla. “Karıştırıyoruz eski
geçmişi.” diyor Avni Akyol. “Geçmiş”in yenisi olur mu? “Bazı tatilciler,
kimileri Bodrum’u terk etmeye başladı.” Ya “bazı tatilciler” ya “kimileri”.
İkisi birden fazla. “Çıkabilecek olası
anlaşmazlıklar...” da da “çıkabilecek” anlaşmazlıklar zaten “olası”dır. Yine ya biri ya öteki.
“Benim
söylemiş olduğum parçaların hepsi...”
diyen kişi, “söylediğim parçalar”dan farklı ve daha derin anlamlı bir şey
demiyor aslında. Bir de “yapmak” eylemi var: “Müziğe başlangıç yaptı”, “Bir
şarkı daha yapsak?”, “Bir şarkı daha yapalım.” Her niyete yenen muz gibi
her anlamda kullanılıyor.
Bu
da Hülya Avşar hatundan: “İnsanlarımız böyle sivrilikleri çok sever, ta ki
onlara saygısızlık yapılmadığı sürece.” “Ta ki”yi söze “revnak” versin diye
kullanmış olmalı; çünkü hiç gereği yok. Hülya Avşar’a bu “ki” leri yasaklasanız
kolay kolay konuşamaz. Şuna bir baksanıza: “Eğer ki kadın haklarını
korumaksa ki bunun başını ben çekerim...” Başı çekmeye meraklıdır da
kendisi!
“Tüm
zorluklara karşı göğüs geren falanca...”
derken “karşı” sözcüğüne gerek yoktur; “zorluklar” sözcüğündeki “-a” eki,
“karşı” sözcüğünün anlamını yüklenmiş ve bu sözcüğü gereksiz duruma düşürmüş
zaten. “Stresten dolayı kaynaklanan hastalıklar var mı?” tümcesindeki
“dolayı” sözcüğünün durumu biraz daha farklı. Hastalık, “bir şeyden”
kaynaklanıyor olabilir; ama, “bir şeyden dolayı”
kaynaklanmaz. Buradaki “dolayı” sözcüğü yalnız gereksiz değil, anlatımı da
bozan bir sözcük. Tıpkı, “Eğer merak etmediği takdirde...” tümcesinin
girişinde olduğu gibi. “Eğer” sözcüğünü atarsanız anlatım düzelir; ama o sözcük
kalacaksa tümceyi başka türlü söylemek gerekir: “Eğer merak etmiyorsa...”
biçiminde. Görüldüğü gibi, gereksiz kullanılan bir sözcük, yalnız duruluğu
bozan bir etken olmakla kalmaz, anlatımı da bozar. “Tabii ki isterim ama
keşke daha çok insan dinlesin diye kendi müzik anlayışımdan taviz veremem.”
(Timur Sel-çuk’un ağzından Nebil Özgentürk aktarıyor.) “Keşke” sözcüğüne gerek
var mı? “Keşke... dinlesin diye” doğru bir anlatım
olmuyor.
Gereksiz
sözcük kullanımı bir şey daha yapar, çelişik bir anlamın ortaya çıkmasına neden
olur: “Üniversitelerin sayısı oldukça fazla arttı. ” “Oldukça” mı
artmış, “fazla” mı artmış? Çünkü “pldukça” sözcüğü, sanıldığının tersine
çokluk değil, azlık anlamı katar.
“Yaklaşık
üç yıla yakın bir zamandır bir insanlık dramı yaşanıyor Bosna’da.”
“Yaklaşık üç yıl” ile “üç yıla yakın bir zaman” tümüyle aynı anlamda. Öyleyse
birinden birinin kullanılması yeterdi.
“îlk
başta başlamadan önce bir şey söylemek istiyorum.”
Tartışma programlarında pek çok kişinin ağzından duymuşsunuzdur böyle bir sözü.
Hem “başlamadan önce”, hem “başta”, hem de “ilk”... Fazlaca öne getirmiyor mu o
söylenecek sözü?
Gereksiz
sözcük kullanmanın bir sakıncası da şudur: Özenle belirtilmiş, gereksiz bir
ayrıntı, başka olasılıkların varlığını düşündürür insana. “Biz bu lokantada
natürel bitkiler...” diyen biri, kimi bitkilerin “natürel” olmadığını da
söylemiş olur. “Kafamda şöyle bir şey düşünüyorum.” dediniz mi başka yerinizle
de düşünebilirmişsiniz ya da başka yerinizde de düşünceler varmış anlamı çıkar.
“Herkes,
‘Öldü!’ diye gözyaşı dökerken Rasim’i diri halde karşılarında buldular.”
“Herkes... buldular” yanlışlığına bakmıyoruz, konumuz
değil; noktalamayı da düzelttik; ama hâlâ bir şey var: “Diri halde” vurgulaması
yapıldığına göre Rasim, “ölü halde” de karşılarında bulunabilirmiş demek.
“Hortlak Rasim”.
Savaş
Ay’ı yine kızdırmak var; ama ne yapayım ki bu söz “A Takımf’nda söylendi: “O gece
Ortaköy’de bir ölü ölmüştü.” Eleştirmiyorum; “ölü” nasıl ölmüş bir daha
diye bile sormuyorum, yalnızca şunu merak ediyorum: Yangın yanarken mi ölmüştü
o ölü?
KÜLTÜR ÇATIMIZIN YAPI TAŞI
Kimi
kalıplaşmış sözlerin ve deyimlerin radyo ve televizyonlarda ne hale geldiğini
çoğumuz ibretle izliyoruz. Kalıplaşmış sözler, adı üstünde, kalıptır; bu kalıp
bozulursa yalnız kullanımın kulağı tırmalaması söz konusu olmaz; anlam da
bulanır, başkalaşır. Deyimler de kalıplaşmış sözlerdir. Onların da bir sözcüğü
bile değiştirilemez, yerinden oynatılamaz.
Şimdi
“medya”dan kimi örnekler: Reklam arası verileceğini her sunucu kendine göre bir
yöntemle duyuruyor. “Bizden ayrılmayın.” falan diye ricalarda bulunuluyor hani,
nerdeyse yalvarılıyor ya, TV kanallarından biri de şöyle bir kibarlık yapıyor: “Lafımıza
balla ara veriyoruz.” “Ballı bir ara” ilginç; ama olanaksız! Onlar orada,
biz burada, bal nerede? Bu sözün, şimdiye kadar bildiğimiz kullanımı nasıldı?
İki kişi karşılıklı konuşmaktadır, biri ötekinin sözünü kesmek zorunda
kaldığını hissettirmek için “Lafmızı balla kesiyorum.” der ve sürdürür
konuşmasını; bu, arada söylenen bir “nezaket” sözüdür yalnızca, “Şimdi reklamlara
yer vermek zorundayız.” anlamında kullanılmaz. Üstelik,
reklamların “bal” tadında olduğunu da kimse iddia edemez.
“Yakası
açılmadık” sözü de böyle bir şeydir. Pek kimsenin bilmediği argo sözler ve
söylenmesi ciddi bir cesaret gerektiren “nadir” küfürler için kullanılır. “.. .falancanm yakası açılmadık klibirıi ilk defa bu
program sunacak birazdan. ” biçiminde değil.
“Yaşar’ın
PTT’den 200 bin liraya gelip ortalığın ayyuka çıktığı bir zaman...
”da da benzer bir yanlışlık var. “Ayyuka çıkmak” bilmediğimiz bir deyim değil.
“Bir şeyin herkes tarafından duyulması, kötü bir şöhretin yaygınlaşması”
anlamında kullanılır. “Ortalık” ayyuka çıkmaz. O söz neyse, o çıkar ayyuka.
“Hadi
izleyelim ve hepimiz üstümüze düşen payı çıkaralım, olmaz mı?”
“Hepimiz üstümüze düşeni yapalım.” denebilir. “Payımıza düşeni
çıkaralım/yapalım/anlayalım.” da denebilir; ama “üstümüze düşen pay” ne demek?
Burada kalıp bozulduğu için bize de “Pay neden üstümüze düşüyor?” diye sormak
hakkı doğar.
“Konsere gelirken elinizin altına birkaç
kitap sıkıştırmayı. unutmayınız.”
Bu da bir duyuru. Kolunuzun altına, olabilir;
koltuğunuza ya da koltuğunuzun altına da olabilir; ama “elinizin altına” olmaz.
Nasıl sıkıştıracağız elimizin altına kitapları? Durmaz ki orada! Elimize
yapıştırmamız gerek. O da çok zor!
Bir
başka televizyon: “Antalya’da Altın Portakalları silip süpüren falan film,
filan kanalda” biçiminde bir duyuru yapıyor. Burada da “silip süpürmek”
deyimine takıldım. “Ne var ne yoksa hepsini yemek ya da götürmek” demektir ve
olumsuz anlam içerir. Oysa bir filmin övgüsü yapılmaya çalışılıyor. Överken
yeriyorlar mı filmi, bu nedir, anlamadım.
Bir
başka kanal, bir başka film için: “Aşk ve intikam duygusuyla yanıp tutuşan
bir dizi.” diye reklam yapıyor. “Yanıp tutuşmak” yine kalıplaşmış bir söz.
“Aşk ve intikam duygusuyla yanıp tutuşmak”? Bu da fena değil, en azından göz
alıcı... Ancak ortada yine de bir sorun var; aşk ve intikam duygusuyla yanıp
tutuşan kimmiş? Bir dizi. Diziler ne zamandan beri böyle şeyler yapıyor?
İnsanlara
ilişkin duygular dizilere, haberlere yakıştırılır oldu. “Çok üzgün bir
haberle bültenimizi sonluyoruz.” Üzgün olan, “haber” olamaz, biziz; hele
bütün bunlardan sonra.
“Türküler,
kültür çatımızın en üstündeki bir yapı taşıdır.” “Yapı
taşı” güzel bir söz; ama çatının üstündeki yapı taşı o çatıyı çökertir bence.
Yapı taşının ille de kültür çatımızın en üstünde durma zorunluluğu yok ki!
Türküler, “kültür binamızın temelindeki bir yapı taşı” da olabilir. Hatta daha
mı yakışık alıyor ne?
Şu
beylik örneklerden de verelim: “Bugünkü toplantının havası nasıl geçti?”
Olur mu? Ya “Bugünkü toplantı nasıl geçti?” denmeli ya da “Bugünkü toplantının
havası nasıldı?” Çünkü “havanın geçmesi” biraz “hava raporu” gibi oluyor.
“Geminin
rotasının nereye gideceği sorusunu gün boyu yetkililere sorduk. ”
Biz de şunu soralım: Rota bir yere gider mi? Giden, gemidir.
Başka
bir beylik örnek de “takipçisi olmak”. “Takip edeceğiz”, “peşini
bırakmayacağız” demek artık çok “demode”. “Bu çirkinliği ortadan kaldırma
işinin takipçisi olacağız.” Ne kadar dolaylı bir anlatım, hele bunu
söyleyen bir yetkiliyse! “Kaldırma işinin takipçisi olmak” yerine
“kaldıracağız” denmesi hem daha yeterli hem de daha inandırıcı olurdu.
“İnsanlar
ister istemeden konuşmak istiyorlar.”
“İster istemeden” diye bir ikileme yok. Bunun doğrusu “ister istemez”dir.
“İnsanlar ister istemez konuşuyorlar.” denmeye çalışılmış besbelli. Sözün
doğrusu anımsansaymış, yeniden bir “istemek” kullanımına da gerek kalmazmış.
Tıpkı “Geminin burdan tekrar Trabzon’a mı dönüp dönmeyeceği sorusuna.. .”da olduğu gibi. “Dönüp
dönmeyeceği” diye bir ikileme varsa “mı”ya gerek yok.
“Benim
hayatta bir dikili çivim yok, ne kızımın ne benim.” “Dikili
çivi” sözü düşündürüyor insanı, değil mi? Çivi, belki “çakılı” olur da “dikili”
olan “ağaç”. Herhangi bir mal varlıklarının bulunmadığını anlatmaya çalışan bir
babanın sözleri bunlar. “Mal varlığı” tanımı değişince sözler de böyle alabora
oluyor demek ki! Öyle ya, insanlar eskiden hiçbir şeye sahip olmadıklarını
anlatmak için “Hayatta bir dikili ağacım yok.” derlerdi; şimdi ağaç kimin
umurunda? Varlık evlerle, apartmanlar, katlarla ölçülmeye başlanınca ağacın
yerini de çivi almış demek. Ama öyle de olsa yanlış, böyle de olsa yanlış.
ÖZELLİKLEN YAPARAKTAN
Türkçe
eklemeli bir dildir; ama bu kadar da eklemeli değildir. “Oynayacağım rolün,
uzun saçlı olması gerektiği istendiği için.” Ayşegül Aldinç söylemişti
bunu. Gereksiz sözcükler, gereksiz ekler... Birileri istemiş, bir şeyler de
gerekiyormuş, öyle gerekmesi istenmiş, istendiği için gerekmiş... Bu böyle
gider. Dolambaçlı anlatıma örnek bulmak kimi zaman ne kadar zordur. Kimi zaman da ne kadar kolay. “Bu senaryoyu kabul
etmemdeki en büyük etken kendimim. ” Bu da bir başka sanatçıdan, Sumru
Yavrucuk’tan. Bugün eklerden söz edelim, gereksiz ve gerekli eklerden.
Birçok
sözcüğü gereksiz kullandığımız gibi, birçok eki de gereksiz kullanıyoruz.
Fakültede bize “instümantal” eki diye öğretilen bir “-n” eki vardır. Gereksiz
yere en çok kullanılan eklerden biri bu: “Bunlarla bir yere varılmaz,
realiteylen varılır.” örneğinde olduğu gibi. “île” sözcüğü zaten ekleşip
“araç” anlamı kazanmış, yeniden bir “-n” getirmeye bu yüzden hiç gerek yok. işin garibi, bu ek çoktan kullanımdan düştüğü için hep “-la,
-le” ekiyle birlikte kullanılıyor. Görevini, bütünüyle “-la, -le” ekine
bıraktığı için, artık kendisinin kullanılması gerekmiyor.
Başka
örnekleri incelediğimizde de aynı durumu göreceğiz. “Özelliklen sormak
istediklerinizi...” “Özellikle” sözcüğü zaten aynı anlama geliyor,
“özellikle-n” demeye gerek yok. Ya da “Siz-lerlen geçirdiğimiz süre...”
Bu tümcenin de Türkçeyi örnek olacak doğrulukta kullanması gereken sunuculardan
birine ait olduğunu söylemeye bilmem gerek var mı? Bu “-n” eki, daha çok halk
söylemi ya da belli bir “ağız” özelliği gibi görünüyor. Kimi zaman yardımcı
seste de farklılıklar oluyor: “Ben bildiğim kada-rınlan izah edeyim.”
örneğinde olduğu gibi. “Kadarmla-n” değil, “kadarıyla” elbette. Ağız özelliği
gibi görünen başka bir yanlış da “Bu örnekler hep demincek söylediğim gibi. ” örneğindeki “demincek” sözcüğü. Yazı
dilinde artık böyle bir kullanım yok. “Demincek” yerine, “demin” ya da “az
önce”, “biraz önce” denebilir.
Çok
yaygın kullanılan gereksiz eklerden biri de “-arak, -erek” ekinden sonra
getirilen “-dan, -den”. Üstelik kendisini halkın
üstünde gören birçok kişi tarafından, çok da özgüvenli ve vurgulu biçimde
kullanılıyor. Özellikle politikacılar yapıyor bunu. Örneği Gülay Atığ’ın
ağzından vereyim: “Serbest piyasa ekonomisi bireyin hakkım koruyaraktan...”
Açıklamaya bile gerek yok, “-tan” ekinden önceki ek, onun bütün işlevini
üstlendiği için “koruyarak” demek yeterdi. Bu ekin, “-maz, -mez” ekinden sonra
kullanımında da benzer bir durum var. “Görmezden gelmek” biçimindeki olağan
kullanımın yanında “onu görmezden önce” biçimindeki kullanımı kastediyorum.
“Görmezden önce” değil, “görmeden önce” denmeli, hatta “önce” sözcüğü bile kimi
durumlarda gereksiz kalabilir. Yeri gelmişken söyleyelim: “görmemezlikten
gelmek” de yanlıştır; iki olumsuzluk eki üst üste geldiği için. “Görmezlikten
gelmek” olabilir ya da daha iyisi “görmezden gelmek”.
“Umudumu
kaybetmeme hiç niyetim yok.
”ta birinci kişi iyelik ekinin üç kez kullanılması söz konusu (umut-u-m,
kaybetmeni, niyet-i-m). İkincisi gereksiz: “Kaybetmeme” yerine “kaybetmeye”
denmesi tümceyi güzelleştirecektir.
Bu
örnek de TRT’de yetişmiş deneyimli “spiker” Güler Kaz-macı’dan: “Çok genç
pop sanatçılarımız var, sen de bunlardan birisisin.” Son sözcükte “sisi”
gibi bir sesin doğmasına yol açan şey, gereksiz bir iyelik eki kullanımı.
Sözcüğün aslı “bir” olduğuna göre “biri” demek yeterdi: “Sen de bunlardan
birisin.” Yalnız Kazmacı değil, pek çok kişi yapıyor bu yanlışı. Türkçede aynı
ek (örneğin iyelik eki), kaçınılmaz bir zorunluluk olmadıkça iki kez getirilmez
sözcüğe. “Camsı canisi...” diye son zamanlarda sağda solda çok duyduğum
şarkının bu bölümü de bu yüzden yanlış. Kolayca anımsayacağınız gibi o iyelik
eki çekimi “can -1 - m, can -1 - n, can -1...” diye giderdi.
Tam
karşıtı bir durum “kendi” sözcüğü için geçerlidir. Bu sözcüğün 3. kişi iyelik
eki almış biçimi “kendi - si” biçiminde olmalı, yalnızca “kendi” değil. (“Kendi
yapsın.” değil, “Kendisi yapsın.” gibi.)
“İçerisi”
sözcüğü de “boş” ek taşıyan sözcüklerden biri. “İç” sözcüğüne getirilen “-eri”
eki, yön bildiren eski bir ektir. “İçeri”, içe doğru, “dışarı” dışa doğru
demek. Ekin bu yön bildirme anlamı bile unutulduğundan, bu eki almış sözcüklere
yeniden yönelme durumu eki (-a, -e) getirilmekte bugün (içeri - ye, dışarı - ya
gibi). Kısacası “bunların içerisinde”, “olayların içerisinde” yerine “bunların
içinde”, “olayların içinde” demek, sözcüğü işlevi ve anlamı kalmayan bir ekten
kurtarmak bakımından daha doğrudur.
Bir
de gereksiz “-ki”ler var. “Gazetelerdeki çıkan yazısında...” Bu “-ki”
eki kendisinden sonraki sözcüğün yerini tuttuğu için o sözcükle birlikte
kullanılmamalı. Ya “-ki”yi atmalıyız tümceden ya da “çıkan” sözcüğünü:
“Gazetelerdeki yazısında” ya da “gazetelerde çıkan yazısında”. Şu da öyle bir
örnek: “TRT yönetim kurulundaki çalışan bütün kişiler...” “Çalışan”
atılırsa “-ki” kalabilir; ama ikisi birden fazla.
“Buprojenin
mimarının siz olduğunuzu biliyoruz.”
Hem “siz” hem “olduğunuzu” sözcükleri gereksiz bir yineleme. Bunun yerine “Bu
projenin mimarı olduğunuzu biliyoruz.” demek yeterdi.
“Rahmetlik
Özaf’da da “rahmetlik” mi, “rahmetli” mi? Bence “rahmetli”.
Ek
deyip geçmeyin. Türkçe, gerçekten de eklemeli bir dildir. Gereksiz ekler
fazlalık yaratır; ama gerekli bir ekin unutulması da anlamı değiştirir. HBB
televizyonunun (Ben “he be be” diye okuyorum; ya siz?) yayma başladığı yıldı
sanırım, bir kadın derneği başkanı, kendi flamalarını “HBB televizyonuna 40.
yılda başarılar dileğiyle” diye imzalayıp armağan etti. İşte, deminden beri
gereksiz kullanımlarından yakındığımız iyelik ekinin yardıma koşacağı an... 40.
yılda olan HBB televizyonu değil, kendi dernekleri olduğuna göre şöyle bir
dilek daha anlamlı olmaz mıydı? “40. yılımızda HBB televizyonuna başarı
dileklerimizle...”
SUNUCULUĞU SUNMAK
Bir
insanın yaşamını sürdürmesi için kaç sözcüğe gereksinmesi vardır? Hemen, hangi
insan ve hangi yaşam, soruları geliyor akla. Öyle ya, insan vardır 500 sözcük
yeter yaşamını sürdürmesine, insan vardır 500 bin sözcükle anlatmak istediğini
tam iletemiyor olmanın sıkıntısını çeker.
Bir
kişinin söz dağarının büyük ya da küçük olması, bilgisiyle ya da kültürüyle
değil, kavramsal gereksinmeleriyle ilgilidir. Yabancı bir dilde olduğu gibi,
insanın anadilinde de günlük yaşamını sürdürmesi için gereken sözcükler,
düşünsel boyutu yüksek bir iletişim için yetersiz kalır. Bu yetersizlik en çok,
aynı sözcüğü durmadan kullanmak biçiminde ortaya çıkar. Aynı sözcüğün
yinelenmesi kimi zaman bir çeşit dil sürçmesi olabilir. “Çok yoğun olarak
olan...” diye söze başlayan birinin, yalnız yanlışı değil, kendisi de pek
önemsenmez ve “Zaten o şekilde hareket etmemiz en doğru hareket olur.”
diyen birine de “hareket” sözcüğünü iki kez kullandı diye kızılmaz; ama bu
yinelemeler belli kalıplar halindeyse ve haber bültenlerinde sürekli
kullanılıyorsa sinirlenmemek elde değil. “..
.verdiği ifadesinde... ifadesini verdi.” kalıbını
kastediyorum. Bu türdeki ilk örneği Semra Özal’la ilgili bir haberden not
etmiştim: “Şişli Cumhuriyet Savcılığındaki ifadesinde Savcı Sudi Gürel’e
verdi ifadesini.” Sonra örnekler o kadar çoğaldı ki! Belki duyan, okuyan
olur diye söyleyeyim: “İfadesinde... ifade vermek”
gibi bir kahp hem yoktur, hem yanlıştır, hem de (böyle kullanmak Türkçeden
iyice habersiz olmak anlamına geldiği için) ayıptır.
Bu
türdeki yinelemelerden bir bölümü, çeviri zorlamalarından mı kaynaklanmaktadır?
Bilemeyiz. Kimi yabancı filmlerdeki şu türden konuşmaları yorumlamak gerçekten
güç: “Benden bu kadar uzun beklememi bekleyemezsin.” “Bir de kalkmış o
zırdeliyle evlenmeye kalkıyorsun. ” “Orda durup bir şey söylemeden duramazdım.”
Görüldüğü gibi bu tümcelerde aynı sözcüğün yinelenmesini gerektiren özel bir
durum söz konusu değil. İlk tümcede “bekleyemezsin” yerine başka bir sözcük;
örneğin “isteyemezsin” konabilir. Tıpkı “evlenmeye kalkıyorsun” yerine “evleniyorsun”
denebileceği ya da son tümceden “durup” sözcüğünün atılabileceği gibi. Bu
çevirileri yapanlar, yazdıklarının Türkçelerini okumazlar mı hiç?
Yine
de bu yinelemeleri, kültürel düzeyi yüksek olması gereken bir politikacı
yaptığında durum daha acıklı oluyor: “Türk toplumu siyasete olan inananı
kaybettiği inananda değilim.” gibi. Bir kez “Türk toplumu” yerine “Türk
toplumunun” demesi gerek; bir de üstünde durduğumuz yinelemeler var: Bir
politikacı aynı sözcüğü iki kez söylemeden tümceyi toparlamalı; “inanç” yerine
“iman” falan da demeye kalkmadan üstelik.
“Şu
anda durum oldukça gergin vaziyette.”
denmemeli örneğin. “Vaziyet”, durum demek olduğuna göre, “durumun gergin
durumda” olması ne demek?
Bir
yayınevi yöneticisinin “Kitabın kendi iç bünyemizde kullanacağımız kadar bir
kadarı bizde kaldı.” kadar “kadar”h; bir tiyatrocunun “Tabii, çok keyif
alıyorum ödül aldığım zaman; herkesin alacağı gibi.” kadar “almak”h; bir
yönetmenin “Böyle bir yapıt yapmayı düşündüm. ” kadar “yapmak”lı tümce
kurmaya hakkı olmamalı.
Ve
yine televizyoncular: “Defne Samyeli’yi önce güzellik yarışmalarından
tanıdık, sonra vazgeçilmez bir keyifle sunduğu sunuculuğuyla tanıdık.”Tek
merak ettiğim, “sunuculuğu sunmak” nasıl bir şeydir? Başka bir şey merak
ediyorsam “namerdim.”
FUTBOL TÜRKÇESİ
Televizyonda,
haberlerin ardından “Spor” programı başlayınca hemen kanal değiştirenlerdenim.
T.C.’nin, bir “Futbolcu ve Manken Cumhuriyeti”ne dönmekte olduğunu görmemin pek
payı yok bunda. Spor diye yalnız futbol lafı edilmesinin, futbolun bile kendisinden
değil, kulüp başkanlarının neler yapıp ettiğinden, kimin kaç paraya
satıldığından söz edilmesinin de payı yok. Hangi futbolcunun hangi manken kızda
gözü varmış; nerede, nasıl eğlenmiş, hangi şarkıyı söylemiş, nasıl
danset-miş... Bunlar bile sinirlendirmiyor beni. Tek derdim var; futboldan
anlamıyorum.
“Demin
Erman konuşurken çok doğru yaralara parmak attı.” denince
duralıyorum örneğin. “Parmak attı”? Bir dil sürçmesi mi? “Bastı” mı denmek
istenmiş? Bilmiyorum, belki bir futbol terimidir “parmak atmak”.
“Hadi
o kadar iddialı konuşmayalım; ama şu ana kadar Fenerbahçe’ye gelen
futbolcuların en iyisidir diyebiliriz.”
Jes Högh için söyleniyor bu, iddiasız olarak. Oysa ben “en iyisidir” den daha
iddialı bir laf bilmiyorum ve iddialı konuşulduğunda ne denebileceğini merak
ettiğim için sözün gerisini dinleyemiyorum.
“Tabii
bu maçın Galatasaray tarafından kazanma şansı, Galatasaray tarafına daha
yatkın.” Belki futbol
bilgimin kıtlığı nedeniyledir; ama bu sözlerden de gerçekten bir şey
anlamıyorum.
“Geçen
hafta Bursa’da, Beşiktaş’ın iki golüne imza koyan ve berabere ayrılmasına yol
açan oyuncu...”
Anlamadığım belli olmasın diye “imza koymak”m ne demek olduğunu kimselere
soramıyorum da bu oyuncu, Beşiktaş’ın berabere ayrılmasına “yol açtığına” göre,
iki gole imza koymakla iyi mi etmiş, kötü mü, anlamıyorum.
“Fenerbahçe’nin
ne olacak bu hali, sorusuna aylardır herkes birbirine sorarak ve genişleyerek
gidiyor.’’ Giden neymiş,
diye sormanın “cehaletimi” ortaya çıkaracağının farkında olduğum için yutkunup
susuyorum. Aynı şey, “Çok iyi duran toplara vuruyor.” yorumunu
duyduğumda da oluyor. Toplar mı çok iyi duruyor, sözü edilen futbolcu mu çok
iyi vuruyor; gel de çık işin içinden.
“Galatasaray’ın
matematiksel olarak final grubuna kalma şansının olduğu Göteborg-Manchester United
maçını mutlaka izlemelisiniz.”
Bakın bu kadarını anlayabiliyorum. Yanılmıyorsam “Bu maçın sonucuna göre GS
final grubuna kalabilir.” demek istiyor.
Ama
doğrusu, sevinç dolu bir ses: “Kubilay, Ramazan’ı ve topu ayrı ayrı köşelere
gönderdi.” dediğinde biraz ürküyorum; çünkü gözümde bir köşeye top gibi
fırlatılan iki büklüm bir Ra-mazan’m canlanmasını engelleyemiyorum. Bu sözün
altında benim anlamadığım bir anlam olmalı, mutlaka. Yoksa adamın dertop edilip
bir köşeye fırlatılmasında sevinilecek ne var?
Yarım
sayfalık “Türkiye sizinle gurur duyuyor” ya da “Destan yazdık”
manşetlerini anlamakta güçlük çektiğim gibi, “Ölmeye, ölmeye geldik”
çığlıklarından rahatsız oluyor, “Avrupa’ya Türk damgasını vurduk.”
“Avrupa’ya Türkün ne olduğunu gösterdik.” yorumlarıyla kendimden
geçemiyorum. Dahası, “Ağlamamak işten değil... Ne mutlu Türküm dememek işten
değil...” dendiğinde “Neden?” diye sormamayı bile beceremiyorum. Eğer bu
bir “zafer”se bu ülkede yaşayan ve Türk olmayan insanlar neden bizimle birlikte
sevinemiyorlar bu zafere? Sevinç çığlıklarına eşlik eden kurt başı
işaretlerinin de bu yasaklamada etkisi var mı?
“Türk
Milli Takımı’nın yazdığı bu destandan sonra ülkenin her yerinde ve tüm
dünyadaki gurbetçilerimiz sabahlara kadar zaferi kutladılar.”
Zaferi kutlayanların arasında hiçbir zaman olmadığım gibi, “sabaha kadar zafer
kutlamak” coşkusuna katılmak yerine “ülkenin her yerinde”ki “gurbetçilerimiz”e
takılıp kalabiliyorum. Ayrıca o “sabaha kadar” kutlamalar endişelendiriyor
beni. “Geniş güvenlik önlemleri alınsa da bazı yerlerde havaya sıkılan silah
sesleri bu muhteşem gecenin tek üzücü yanları oldu.” diye verilen haber,
havaya sıkılanlarm “sesler” olmadığını, kim bilir kaç kişinin yaşamını
tehlikeye sokan mermiler olduğunu da bildiriyor bana. Yoksa ben Türk falan
değil miyim?
Futbol
benim neyime. “Zenci olarak İngiliz Milli Takımı’nın kaptanlığım yapan ilk
siyahi futbolcu...” diye bir haber duyduğumda “Ne olmuş?” diye bir kez daha
düşünmekten kendimi alamıyorum. Bir kez daha düşününce de olan oluyor, bu kez
aklımdan kuşku duymaya başlıyorum. “Siyahi” bir futbolcu, “zenci” olarak ilk
kez... “Siyahi” bir futbolcu... “Zenci” olarak...
“Ajax
Takımı 1-0’lık yenilgiden 2-0 öne geçti. ”nin
ne anlama geldiğini de ya birileri bana açıklayacak ya da ben kendimi aptal
gibi hissetmeye devam edeceğim. Ajax Takımı, bir gol yemiş durumdayken nasıl
2-0 öne geçebilir?
Dedim
ya, futboldan hiç mi hiç anlamıyorum.
ÜNLÜLERDEN İNCİLER
“Kişinin
yansı dili, öteki yarısı da kalbidir. Bundan geri kalan et ve kandan
ibarettir.” Vedat Günyol,
Varlık Dergisinin 1996 Eylül sayısında Ord. Prof. Şemsettin Yaitkaya’nın
1943’te yayımlanan “Yedi Askı” (El Muallakat-ı Seba) çevirisinden aktarmış bu
sözü. Aynı kitaptan aktardığı bir başka tümce de şu: “Susan insan, ancak
konuştuğu zaman kimliğini açığa vurur. ” Is-lamlık’tan önceki Arap şiirinin
- ki çok büyük bir şiirdir - en önemli ürünlerinden, belgelerinden biri “Yedi
Askı”. Konuşmanın, insanın kişiliğini ele verdiğine ilişkin özlü sözler Türçede
de var. Bunların en ünlüsü herhalde şu: “Biliyorsan konuş,
fay-dalansınlar/Bilmiyorsan sus, âlim sansınlar.” Konuşmayan, yalnızca
susan âlimlerde ince bir eleştiri var gibi görünüyor. Televizyon gündelik
yaşamımıza bu kadar girmeden önce, âlim değilse de sanatçı sandığımız ya da
sıradan insanların üstünde bir değer taşıdıkları için ünlü olduklarını
düşündüğümüz insanları pek görmez, seslerini de duymazdık. Bir konuşsalar neler
söyleyebileceklerini düşleyerek gizli hayranlıklarımızı büyütürdük onlara. Ama
artık televizyona çıkıyorlar ve “maalesef’ konuşuyorlar.
Çok
genç ve başarılı bir tiyatro sanatçısı: “Evet, bu bir sanatçının başına
gelebilecek en büyük mutluluklardan biri.” diyor. “Başa gelmek” deyiminin
şanssızlıklar, bahtsızlıklar için kullanılabileceğini, mutluluk için
kullanılamayacağını öğrenmeden mi bitirmiş tiyatro eğitimini? Bir tiyatro
sanatçısının kesinlikle gereksindiği güzel konuşma becerisinin, yalnızca
“telaffuz” ve “diksiyon” ile sağlanabileceğini mi düşünüyor?
“Yüzlerce
yılımız böyle birlikte geçsin; bolluk ve bereketli.”
diyebiliyor başka bir tiyatrocu.
Bir
yazar arkadaşını anlatan eleştirmen, “onunla yaşadıklarımız” ya da “ortak
anılarımız” diyebilecekken “Onunla birlikte paylaştığımız anılar...”
diye söze başlıyor.
Dayak
konusunda uzman (Ne demekse!) olduğu için düşüncesine başvurulan biri “Çocuğa
özgürce kendini ifade etmemek hakkı tanımak”tan söz ediyor.
“Her
konunun önce tanımla girmek doğru olur.”
diyor bir profesör.
Bir
aktör: “Sunucular varken biz sahneyi terketmek düşer. ” diyor.
Bir
yayıncı, görüşünü ifade etmeye çalışıyor: “İnsanların başka yollarla da
edinemedikleri başka kitaplarla ulaşabilirler.”
Şimdilerde
sanatçı denince akla en çok onlar geldiğine göre popçularımızın nasıl
konuştuklarına da bir bakalım. “Falanca kanalda hoş şeyler buluyor musun?”
sorusuna (Soruda da hayır yok ya!) bir popçu, “Buluyorum yani. Takılıyorum.”
diye yanıt veriyor.
Başka
bir popçu da bir şeyler söylemeye çalışıyor: “İyi birine, güzel birine
benziyorsanız beni mutlu ediyor yani sonuçta.” Şimdilik ne söylediği
anlaşılmıyor. Biraz daha büyüyünce konuşmayı sökecek gibi görünüyor.
Yeterince
büyümüşlerden biri, “Kıskanç mısın Emrah?” sorusuna az biraz düşündükten
sonra “Oğlak burcu kıskanç... Tabii tabii kıskancım.” diye yanıt
veriyor.
Mustafa
Sandal, hayranları tarafından da kolayca uygulanabilecek bir yaşam formülü
veriyor: “Kendini birtakım negativite-lere itecek şeylerden uzak durmak
lazım.”
Serdar
Ortaç, yakın geçmişini anlatırken içtenliği elden bırakmıyor. Torna tezgâhının
başında ya da tesviye yaparken bir şeyler mırıldandığını anımsıyor, “Demek
mırıldandıklarını besteymiş, biranda besteci oluverdim.” diyor. Besteyle
mırıltı arasında, besteyle nota ya da solfej arasında olduğundan daha yakın bir
ilişki bulunduğunu kanıtlamış oluyor böylece. Ayrıca, yıllarca
konservatuarlarda okuyanların yanlış adreste oyalandıklarını ve esin (ilham)
perisinin yalnızca deniz kıyılarını, hoş manzaraları mesken tutmadığını da
belirtmiş oluyor.
Bir
başkası alçakgönüllülüğü falan pek umursamıyor (Erol
Büyükburç): “Ben artık bir mitim. Bir daha Elvis gelmez, bir daha
Frank Sinatra gelmez. ” deyip kendisini bu kişilerle özdeşleştiriyor ve
yetinmiyor: “Amerika’da olsam heykelimi dikerlerdi.”
Bir
edebiyat programında özlü sözler ediliyor: “Şiir orda kalır, yener, biter. ”
Kanallardan
birine güldürü dizileri yazan bir yazarla yeni yayımlanan kitabı üstüne canlı
yayında bir söyleşi yapılıyor. Yazar, kendi kitabı için, “Allah analı babalı
büyütsün.” diyor. Sunucu durur mu, belki canalıcı bir dedikodu çıkar
umuduyla yapıştırıyor soruyu: “Babası sensin, anası kim? Var mı öyle bir
şey?” Yazar hiç duraksamadan yanıtlıyor: “Anası halkımız.” Geğirir gibi bir
“Estağfurullah!” çekiyoruz. Yoksa biz farkında olmadan ırzımıza mı geçildi?
Biraz
da Dilbilgisi
GÜZEL GÜZEL VATANDAŞ
Hemen
hemen bütün inşaatlarda şöyle bir yazı görmüşsü-nüzdür: “izinsiz inşaata
girilmez." Çok gözüpek bir yüklenici (müteahhit)
karşısında mıyız? Adam inşaatının “izinsiz” olduğunu duyurma yürekliliği mi
gösteriyor? Yok canım, Türkiye’deyiz; kimse kendi
inşaatı hakkında böyle bir duyuruda bulunmaz, üstelik bunu, inşaatın önüne
koyduğu bir levha ile hiç yapmaz. İzin alınmadan inşaata girilmemesini rica
ediyor, hatta emrediyor o yazı. Kendi kalıbı içinde söylersek: “inşaata izinsiz
girilmez.” demek istiyor.
Bir
otobüsün ön camında yazıyordu: “Uykusuz yola çıkmayın ” “Uykusuz yol”
hoş bir film adı olabilir; ama kastedilen bu değil, “Yola uykusuz çıkmayın.”
demek isteniyor. “Alkollü araç kullanmayın.”da da aynı yanlışlık var.
“Alkollü araç” çıktı mı, icat edildi mi öyle bir şey, diye boşuna düşündürüyor
insanı. Söylenmek istenen, şöyle ifade edilmeli: “Alkollüyken araç
kullanmayın.”
“Daha
önce senin gibi sudan bir nedenle iş yemeğini kimse bozmamıştı.”
Karşısındakini “sudan bir neden” olarak görüyormuş, diyeceğim de diyemiyorum.
“Sudan bir nedenle” sözünün “bozmamıştf’dan önce getirilmesi gerekiyor, “senin
gibi”nin de “kimse”den önce. Böyledir, bir eylemi belirtmesini istediğimiz
sözü/sözcüğü o eyleme en yakın yere koymalıyız; yanlışlıkla bir addan ya da
başka herhangi bir eylemden önce getirirsek hiç kastetmediğimiz bir anlamın
doğmasına yol açabiliriz. “Özelleştirmeye bu kadar vurgu yapmanızın nedeni
ne, bu kadar kalın altını çizmenizin?" “Bu kadar kaim” sözü yine
yanlış yerde kullanıldığı için “alt” sözcüğünün sıfatı oluyor; “kaim alt” gibi,
söyleyenin aklına bile getirmediği bir anlam çıkıyor ortaya. Oysa konuşan her
kim ise “altını bu kadar kaim çizmenizin” demek istiyor olmalı. Bazen de tersi
olur: “Rahmetli babamın en büyük yaptığı icraatlerden biri...” (Ahmet
Özal) “En büyük yaptığı” değil galiba. “Büyük yapmak”, “en büyük yapmak”...
Ayıp ayıp! Bir de oğlu olacak!
Dediğim
gibi, kimi zaman da bir eylemi belirtmek isterken başka bir eyleme yönelebilir
anlam: “Ekmek bıçağıyla boğaza kaçan taneleri çıkarmayı öğrendim.” Bir
filmden... “Ekmek bıçağıyla” sözü, bıçağın bir eylemin aracı olarak
kullanıldığını söylüyor bize; ama hangi eylemin? Sanki taneler, ekmek bıçağı
aracılığıyla boğaza kaçıyormuş gibi görünüyor; oysa “çıkarma” eylemi ekmek
bıçağıyla yapılıyordur herhalde.
Tarsus’taki
tarihi Kleopatra Kapısı’nın onarıldığından söz eden bir programda da şöyle
denmişti: “Çalışmalarla hasar gören duvarları yeniden onarılarak...”
“Çalışmalarla hasar gören” bölümüne lütfen dikkat! Çalışmalar mı hasar vermiş
duvarlara? Hayır, bütün sorun, “çalışmalarla” sözcüğünün “yeniden
onarı-lacak”tan önce getirilmeyişi.
“Resmi
ideolojinin bazı kalıplarının dışına özenle çıkılmamaya gayret edilmektedir.”
“Özenle” sözcüğü “gayret edilmektedir” den önce getirilmeli. “Özenle
çıkılmak/özensiz çıkılmamak” gibi bir anlam kastedilmediğine göre...
“Dünya
televizyonları tekrar tekrar vurulan sivilleri gösteriyor.”
Siviller “tekrar tekrar” vurulmamış, hayır. Dünya televizyonları, bu
görüntüleri “tekrar tekrar” gösteriyormuş.
“Programımız
için aldığınız yaraları gösterir misiniz?”
Programa katılmak için yaralanmayı bile göze almış bir kişiye mi söyleniyor bu
söz? Sanmıyorum. Televizyona çıkmaya pek hevesli-yizdir; ama yaralanmayı da
göze almayız herhalde. “Programımız için gösterir misiniz?” denmek isteniyor olabilir.
Bir
kumarhane, deniz subayı kılığıyla işletiliyor olabilir mi? Yoksa,
“Deniz subayı kılığıyla kaçak olarak işletilen kumarhanede ne işiniz var?”
diye soran kişi, karşısındakinin bu kılıkta orada ne aradığını mı merak ediyor?
“Bu
aylıklarla doğadaki otlardan toplayarak lezzetli yemekler yapabiliyorsanız gül
gibi geçinip gidersiniz. ”
Bir haber bülteninde alaycı bir öneri sunulmuş. “Bu aylıklarla” sözü, “gül gibi
geçinip gidersiniz”den önceye alınsaymış yalnız alaycı değil; anlamlı da
olurmuş.
Daha
tipik örnekler de var: “însan ilk yazmaya başladığı zaman yazdığı şiirle
daha sonra yazdığı şiirler arasında farklar oluyor." Yazmanın ilkinde
olsa olsa “fişler” yazılıyordun îlk yazmada şiir döktürecek doğaüstü bir varlık
henüz yaratılmadı. Dünyanın hiçbir ülkesinde, Türkiye dahil,
“ilk” sözcüğü, “başlamak” eylemini belirtsin diye söylenmiş; gelin görün ki onu
belirtmesine de gerek yok. İkinci başlamak, beşinci başlamak olamayacağına
göre, “ilk başlamak” da olmaz.
Bu,
bir milletvekilinin sözü: “En doğal vatandaşın hakkını ko-ruyamıyorlar. ”
“En doğal” vatandaş değil oysa, hak. Bu da başka bir
politikacının sözü, hizmet için kimi koşulları varmış; onları sıraladıktan
sonra diyor ki: “Biz de güzel güzel vatandaşa hizmet verelim. ”
Koşullardan biri daha, bu kez söyleyen tarafından belirlenmeden ortaya çıkıyor:
“Güzel güzel vatandaş”a hizmet götürülecekmiş, çirkinlere bir şey yok. Söylemek
bile gerekmez, “güzel güzel” ikilemesi, “hizmet verelim”den önce getirilecekti;
çirkin vatandaşlar da düşünülerek.
NE YERİ NE DE ZAMANI
“Burası
böyle bir tartışmanın ne yeri ne de zamanı.”
Bu kalıpla kurulan tümceler hep yanlış olmak zorunda. “Burası” böyle bir
tartışmanın “yeri” olmayabilir; ama “zaman”? “Burası” bir “zaman” birimi değil.
“Zaman”a uygun bir özne koysanız bu kez de “yer” uymayacak; örneğin, “Şimdi, bu
tartışmanın ne yeri ne de zamanı”. Bu kez de “şimdi” sözcüğünün bir “yer”
olmadığına takılacağız. Bu tehlikenin farkında olanlar kalıbı biraz değiştirip
yanlış yapmaktan kurtulamaz mı? Kurtulabilir: “Burada bu konu hakkında söz
söylemenin ne yeri ne de anlamı var. ” Estetik açıdan kulak tırmalayabilir;
ama dilbilgisel açıdan doğru bir tümce! “Ne yeri ne de anlamı var”, “.. .yeri de yok, anlamı da yok” demek. Bu, “ne... ne...” bağlacı biraz belalı. Tümcenin anlamını kendisi
olumsuzladığı için, olumlu yüklemle kullanılması gerekiyor “Ne daha önce ne
daha sonra böyle bir suç işlemedim.” örneğinde “ne daha önce” bölümü de
“işlemedim” yüklemine bağlanıyor; oysa “işlemedim” yerine “işledim” dense sorun
kalmayacak. Böyle aynı yükleme bağlanma durumunda iki tümcenin de uyum
sağlaması gerek. Yoksa olmuyor. “Büyüyünce ya dansçı, ya ressam ya da bir
otelde çalışmak istiyorum.” “Ya dansçı, ya ressam”dan
sonra bir “olmak” getirilmeyince olmadığı gibi. Bir çocuğun sözü bu. Yaptığı
dil yanlışı, çocuktaki yönlendirme yanlışının yanında solda sıfır.
Yine
televizyondan alman şu karşılıklı konuşmalara bakalım:
“—Labaratuvarlar
ne işe yarar, söylesene!
“—Hiçbir
işe.”
Yanıta
başka bir yüklem konmadığı için “Hiçbir işe (yarar).” gibi bir anlatım çıkmış
ortaya. Tıpkı,
“—
Bankalara güvenmiyorsun ha!”
“— Sadece çok güvenli olanlara.”
Sadece
çok güvenli olan bankalara mı güvenmiyormuş? Tümce öyle diyor!
Yüklem
ortaklığında olduğu gibi başka öğelerin ortaklığında da aynı yanlışlık
olabilir. Bir sinema yönetmeninin (Tunca Yön-der) tanıtıldığı programda şöyle
diyor anlatıcı: “Lise yıllarında edebiyat öğretmeni bir edebiyat uyarlaması
yaptırır, kötü oynadığı için de kovulur.” Bu tümceye göre kovulan, Tunca
Yönder değil, edebiyat öğretmeni. Çünkü birinci tümcenin öznesi o. Edebiyat
uyarlaması yaptıran kim? Edebiyat öğretmeni. Kovulan kim?
Yine edebiyat öğretmeni. Oysa (niyete göre) kovulanın Tunca Yönder
olması gerek.
Bu
da bir politikacının yakınması: “Bize hep politik sorular soruyorlar; biz
buna bir taraftan alıştık, bir taraftan bıktık. ” “Buna bir taraftan
alıştık” tamam; ama “bir taraftan bıktık” yine “buna” sözcüğüne bağlandığı için
olmamış; “bundan bıktık” denmeliydi.
Acaba
insanlar, söylemeyi düşündükleri sözden konuşma sırasında vazgeçtikleri için mi
çıkıyor bu yanlışlar? “Mesleğim reklam ve halkla ilişkiler yapıyordum bundan
önce, "deki yanlışlık böyle açıklanabilir. “Bence bizim çok çalışıp
sesimizi dünyaya du-yurmalıyız.”daki yanlışlık da böyle açıklanabilir; ama “Yaşadığımın
yıllar, gökler şahidimdir” gibi “artistik” bir tümceyi açıklamaya bu
varsayım da yetmez. Hele şunu hiçbir varsayım açıkla-yamaz: “Hiçbir zaman o
emeğinizi sonuna kadar yapmanızı istiyorum.”
“Seninle
nasıl bir geleceği olup olmayacağını öğrenmek istiyor.”
Bu tümcede de “nasıl bir geleceği” ve “olup olmayacağı”, ikisi birden fazla.
Şöyle olabilir: “Seninle nasıl bir geleceği olacağını öğrenmek istiyor.” Şöyle
de olabilir: “Seninle bir geleceği olup olmayacağını öğrenmek istiyor.” Türkçe
bilinci gelişmiş biri, her tümceden önce durup o tümceyi nasıl kurması
gerektiğini düşünmez. Çünkü öğrenim yaşamında alacağı iyi bir eğitimden sonra
istese de .bozamaz tümceleri. Ancak, şöyle konuşan bir
yarışma sunucusunun “dil bilinci” olduğundan da sanırım söz edilemez: “Üç
tane zor sorulardan istemediğinizlerden bahsedebilir miyiz?” “istemediğimiz
zor sorulardan üçü” söz konusu, bunu anlıyoruz; ama o, “istemediğinizlerden”
nedir? Konuştuğu dili bilen bir kişinin ensesine silah dayasanız böyle bir şey
söyletemezsiniz. Belki canlı yayın heyecanıyla, incelemeye kalksak pek çok
yanlış bulabileceğimiz şöyle bir şeyi söyler: “Onların en ufak bir acılan,
en ufak bir başlarının derde girmesini, Allah saklasın, kimse istemez.”
Başı sonu belirsiz şöyle bir şey de söyleyebilir: “..
.meydana gelen üzücü olaylar ve bu haberleri aldıktan sonra programımıza devam
ediyoruz.” Peki, şunu söyler mi? “Filmi yapan insan ticari bir başarı
beklesin için...” Sondaki sözcüğün “için” değil, “diye” olacağı böylesine
açıkken! Hele, önceden hazırlanmış bir konuşma metnine baka baka “Atatürk’ün
yüzüncü yılı, doğum yıldönümü olan 24 Kasım 81 yılından itibaren
kutlanmaktadır.” diyen bir kişinin durumunu heyecanla falan açıklamak olası
mı? Bu, öğretmenler günü ile ilgili bir programda söylendi, bu programı
hazırlayan kişi tarafından ve kâğıttan okunarak. “24 Kasım 81”in yıl değil,
“gün” olduğunu söyleyerek başlayalım. “Tarihi” de denebilirdi elbet. Kutlanan,
“Atatürk’ün yüzüncü yıh”ymış (Tümce öyle diyor.) o zaman her yıl kutlanmaz, yüz
yılda bir kutlanması gerek. 24 Kasım 1981 (81, olsa olsa 1981’dir diye onu da
biz çıkarıyoruz.) Atatürk’ün “doğum yıldönümü” değil, “doğuşunun yüzüncü yılı”
değil mi? Ancak bu kadar açıklamadan sonra söylenmek istenen belirginleşiyor:
“Öğretmenler günü, Atatürk’ün doğumunun yüzüncü yılı olan 24 Kasım 1981
tarihinden itibaren kutlanmaktadır.” Böyle düz bir tümceyi bu kadar bozabilmek
için herhalde özel bir yetenek gerekiyordur; ama ne yeteneği olduğunu
kestiremeyeceğim.
TAMLAMA YANLIŞLARI
“Dün
tahliye olan Selçuk Parsadan’m iş ortağı olay kadın Nafiye Yöney canlı
yayında...” Dakika başı
altyazı olarak geçen bu duyuruya gözüm takılınca “Ne çabuk!” diye şaşıp kaldım.
Selçuk Parsadan’m tahliye olduğunu sanmıştım çünkü;
oysa tahliye olan Nafiye Yöney’miş, az sonra da canlı yayma çıktı gerçekten ve
mahalle kavgasına çevirdi canlı yayını. O günkü davadan Selçuk Parsadan da
beraat etmiş; ama başka davalar nedeniyle cezaevindeymiş hâlâ. Neden yanlış
anladım, diye yeniden düşününce, hatanın bende değil tümcede olduğunu gördüm ve
buna sevinemedim doğrusu. “Dün tahliye olan” sözü, Selçuk Parsadan’dan önce
getirilince kim olsa benim anladığımı anlar. Ne olmalıydı, diyorsanız şöyle
olmalıydı: “Selçuk Parsadan’m dün tahliye olan iş ortağı...”
“îptal
edilen seçim tartışması gündemdeki yerini koruyor." “İptal
edilen tartışma” gündemdeki yerini nasıl hâlâ koruyor olabilir, diye
düşündürmez mi insanı? Böyle söylendiğine bakmayın, “iptal edilen” tartışma
değil, seçimdi aslında. Ama o zaman böyle söylenmez ki! “iptal edilen seçimin
tartışması” dese hiçbirimiz yanlış anlamazdık.
Bir
tek “-in” ekiyle anlam bu kadar değişir mi? Eski notlarımı karıştırıyorum,
tamlamayla ilgili saptadığım pek çok yanlış bundan, tamlayan (ilgi) ekinin
eksikliğinden kaynaklanan yanlışlar. Şöylece bir sıralayayım mı?
“Yani
ben anlamadığım Haliçle fabrika ruhsatı vermişler." “Ben”
değil, “benim”.
“Türkiye,
bu noktaya gelmesini ne yazık ki devletçi ve statükocu
tutumlar anlayamadı.” “Türkiye”
değil, “Türkiye’nin”.
“Bir
bankanın genel müdürü bu tip olaylara muhatap olmaması lazım.”
“Genel müdürü” değil, “genel müdürünün”.
“Biz
bu projedeki amacımız..“Biz”
değil, “bizim”.
Dersimiz
Türkçe! Bundan sonraki örneklerde de aynı türden yanlışlar var; bunları da siz
bulur musunuz?
“Beni
en çok besleyen şey sevgi olduğunu fark ettim.”
“En
iyi kadın oyuncu ödülüne layık görülen Türkân Şoray, bugünlerde mutluluktan
adeta gözlerinin içi gülüyor. ”
“Sen
de ondan aşağı kaldığın yok zaten. ”
“Erken
genel seçim isteyenler 0 900 900.. ,’ü aramaları
yeterli olacak. ”
“Türkiye
bu işi yeterince istemediği, istediği zaman Gümrük Birliği antlaşmasının
imzalanabileceği söyleniyor.”
“Türk
Milli Takımı bütün bu sorunları aşacak ve gereken başarıyı kazanacağı
inancındayım.”
Tamlama
yanlışları, yalnızca bu ekin unutulmasıyla oluşmuyor. Kimi zaman tamlayanın
kendisi unutuluyor: “Yazar, eskiden gazetelerde her gün kısa öykü
yayımlandığını — ama çoktan bir yana bırakıldığını - söylüyor.” Neyin? iki kısa çizgi arasına, hiç değilse “bunun” gibi bir sözcük
konması gerekmiyor mu? “Bu ülkede konukseverlik havası
kadar sıcak.” “Konuksever-lik”ten sonra bir virgül, ondan sonra da
"ülkenin” diye bir sözcük gerekiyor.
Tamlayan
eksikliğinden kaynaklanan yanlışlıklar oluyor da tamlanan eksikliği yanlışlığa
yol açmıyor mu? “Adalet, eşimin de benim de kardeşim gibidir.” “Eşimin”
ve “benim” tamlayanları için bir tamlanan var: “kardeşim”. Bu tamlanan,
“benim”e uyuyor; ama görüldüğü gibi “eşimin” sözcüğüne uymamış.
“Siyasi,
ekonomi ve kültür alanında...”
Bu da sıfat tamlamasıyla iki ad tamlamasının
birleştirilmesinden doğan yanlışlık. “Siyasi alanı” değil, “siyasi
alan”dır elbette ve doğrusu şöyle olmalı: “Siyasi alanda, ekonomi ve kültür
alanında...” Ama bu, başka bir yazının konusu.
BİRAZ DA DİLBİLGİSİ
Anlatımı
bozan önemli bir etkenden söz etmek istiyorum. Türkçede iki tümce birbirine
bağlandığında ortak öğe, her iki tümce için de geçerli olmalıdır. Değilse,
dilbilgisel bir yanlışlık yapılır, anlatım bozukluğu çıkar ortaya. Halk
arasında “cümle düşüklüğü” ya da “düşük cümle” denen durum, böyle bir şeydir.
(Buna, “cümle düşüklüğü” değil, “anlatım bozukluğu” demek, elbette daha
doğrudur.) Örneğin, “Size veda etmeden gönderir miyim sanıyorsunuz?”
tümcesinde, anlatmaya çalıştığım durum söz konusu. “Size” sözcüğü, “veda etmek”
için geçerli-dir; çünkü “birine” veda edersiniz; ama “göndermek” eylemine
uymuyor. “Göndermek” eylemi, “size” değil, “sizi” sözcüğünü gerekli kılıyor.
Öyleyse, tümcenin son bölümüne “sizi” sözcüğü eklenmeli.
Aynı
durum şu tümcede de var: “Görevimiz sana geçmişini unutturmak; yurduna,
ulusuna faydalı bir insan yapmaktır.” “Sana... unutturmak”
tamam; ama ikinci tümce “sana” değil, “seni” istiyor. Dilbilgisel adlarıyla
söylersek ilk tümcedeki dolaylı tümleç, ikinci tümceye uymuyor; çünkü ikinci
tümce, dolaylı tümleç değil, nesne gerektiriyor.
Cem
Boyner, Güneydoğuda, kan döken kişileri kastederek haklı bir endişeyi dile
getiriyordu: “Nasıl çocuk sahibi olacak bunlar, nasıl yetiştirecekler?”
Söylemeye bile gerek yok, tümcenin “nasıl yetiştirecekler” bölümüne
“çocuklarını” diye bir nesne eklenmeli.
“Dokunmayın
bana, rahat bırakın”
dizesinde “bana” sözcüğü, nasıl “rahat bırakm”a uymuyorsa “Hangi dine uyar
insanoğluna işkence etmek, öldürmek?”te de “öldürmek”ten önce “onu” sözcüğü
getirilmeli.
Bunun
tersi olan durum da anlatım bozukluğuna yol açar; yani ilk tümcedeki nesnenin
ikinci tümceye de uyması beklenir; oysa bu kez, ikinci tümce nesne değil,
dolaylı tümleç istiyordur. 900’lü telefon mesajlarından birinden kulağıma
çalınmıştı: “Seni arabamla evinden alıp eşsiz bir gün yaşatacağım. ” “Seni ... yaşatacağım” değil, “sana ...
yaşatacağım” olmalı. Ya da bir filmde geçen, “Gabriella’yı
bulmalıyım, nasıl ulaşacağımı bilemiyorum. ” tümcesinin ikinci bölümü
“Gabriella’yı... ulaşmak” biçimini almış. “Nasıl”
sözcüğünden önce “ona” eklenirse hem anlatım bozukluğu giderilmiş hem de
yeniden “Gabriella” demekten kurtulunmuş olur.
“Yaralılarla
konuşan ve bilgi veren bakan...”
Bakan yaralılarla konuşmuş; ama bilgiyi “onlara” vermesi gerek; “ve”den sonra
bu sözcük eklenmeli.
“Bizim
tek işimiz biribirimizi sevmek, sevmesek bile saygı duymak. ”
Fark ettiniz değil mi, tümcenin ikinci bölümü “biribiri-mize” sözcüğü istiyor.
“Dost
bizi yalnız bırakmaz, elinden geldiği kadar destek olur.” Yine
aynı şey; ikinci tümceye “bize” sözcüğü gerekiyor.
Türkçeyi
savunurken yabancı dillerden örnek vermeyi pek sevmiyorum; ama anlatmaya
çalıştığım durumun yalnızca Türkçe için geçerli olduğunun sanılmasını da
istemem. Çünkü “Canım, işte Türkçe değil mi?!” gibi
bir aşağılama yaftasını, ellerinde hazır bekletenlerin varlığını biliyorum. Hayır efendim, yalnız Türkçe için değil, bütün diller için
durum aynıdır. İngilizcede “listen” sözcüğünü, yanma “to” getirmeden nasıl
kullanamazsanız, nasıl “afraid”ten sonra “of getirmek zorundaysanız, Türkçede
de “sevmek” eylemi için “-ı, -i” ekli bir sözcük, “saygı duymak” için “-a, -e”
ekli bir sözcük kullanmak zorundasınız. Ecevit’in bir Kıbrıs gezisinde,
karşılamaya gelenlerin ellerindeki pankartlardan birinde yazıyordu: “Ecevit,
seni seviyorum; saygı duyuyorum. ” Sıcak duygular bunlar; ama “seni”
sözcüğünü “saygı duyma’ya bağlamak için yeterli değil, ille de “sana” gerekiyor
ikinci tümceye.
Tıpkı
“Margotonu saklar, korur ve âşık o/ur”daki gibi. “Mar-got onu saklar”
tamam; “onu korur” evet, “onu âşık olur” hayır! “Margot onu saklar, korur ve
ona âşık olur.” denmeli.
ÇAYCILIK OYNAMAK
Bütün
dillerin belli kuralları vardır. Konuk bile olsanız o ülkenin insanları
dillerini bozuk konuşmanıza belli bir çerçevede anlayış gösterir, kibarca düzeltir
sizi; dilin o kuralı her neyse öğrenmenizi sağlamaya çalışır. Eğer o ülkenin
insanıysanız ve dili kötü kullanıyorsanız, kesinlikle aşağılanırsınız.
Türkiye’de
böyle olmaz. Hep “eğri gemi, doğru sefer” mantığıyla bakıldığından, meramını
anlatabilen herkes “makbulü-müzdür”. Gelmiş geçmiş - ve gelecek - bakanlardan
biri şöyle konuşabilir: “Türkiye’nin sorunlarına gönlünüz kadar, dilediğiniz
kadar ve Türkiye’nin sorunlarının bitmesi için az olmasını diliyorum.” Ne
diyor? Canım, adam Türkiye için iyi dileklerde bulunuyor. Bu kadarını anlamak,
çoğumuza yeter. Oysa tümcenin başıyla sonunun hiçbir ilişkisi yok. Söze
başlarken söylemeyi düşündüğü bir “şey” varmış besbelli; yoksa “gönlümüz
kadar”, “dilediğimiz kadar” olacak olan ne? Herhalde sorunlar değil. “Bitmesi
için az olmasını dilemek” de neyin nesi? Çok olunca bitmez mi? Evdeki kışlık
bulgurdan mı söz ediyoruz? Sorunları baştan ikiye mi ayırıyor bakanlarımız? “Az
sorunlar”, “çok sorunlar” ve çözüm önceliğini “az sorunlar”a mı veriyorlar?
Anlaşıldığı
gibi, yüklem yanlışlarından söz etmek istiyorum. İşte bir karşılıklı konuşma:
“—
Gazete falan da okumazsınız?”
“—Ara
sıra.”
Bir
yarışmanın sunucusu, yarışmacıyla tatlı tatlı söyleşiyor. Kendisi akıllı,
ötekiler aptal ya, alay ediyor. Yarışmacı da gerçekten aptal mı ne? “Ara sıra”
okur muymuş, “ara sıra” mı okumazmış?
Bunu,
kendisinde “tavsiye” yetkisi bulan biri söylüyor: “Benim tavsiye ve
öğütleyebileceğim şey şudur.” “Tavsiye” sözcüğün-
TO8
den sonra “edebileceğim”
gelmeli kuşkusuz; ama daha iyisi Türkçesini kullanmak. “Önerebileceğim ve
öğütleyebileceğim” daha güzel değil mi?
Tek
yüklem kullanıldığında önceki öğeler olumlu da olsa olumsuz da o tek yükleme
bağlanmak zorundadır: “Bu asayişi, huzuru, güvensizliği bozan nedir?” “Asayiş ve huzur” olumlu, “güvensizlik” ise olumsuz. İlk
ikisini bozmak kötü olabilir; ama sonuncusunu bozmak gerek zaten. Bu örneğin
daha basiti şu: “Herkesin temiz olmasını ve yere hiçbir şey atılmasını
istemiyorum. ” İlkini istiyor olmalı sözü söyleyen; herkesin temiz
olmasının kime ne zararı var? Daha karmaşığı da şu: “Zaten biz sanatçılar
birbirimize destek, halk da bize destek oluyor.” Yanlışlık aynı. Hatta şu
dizelerdeki de aynı türde bir yanlışlık: “Sen bize layıksın, biz de sana
İstanbul” “Biz de sana”dan sonra “layığız” denmesi gerek.
“Park
lambaları yetersiz ya da hiç yanmayanlar”.
Burada da “yetersiz” sözcüğü boşlukta kalmış.
Öğeler
yan tümceciğin yüklemine bağlandığında da yanlışlık tehlikesi var: “Cumhurbaşkanı
Gima’ya geldiğinde halk oyunları ve kurban kesilerek karşılandı. ”
“Halk
oyunları ve kurban kesilerek” bölümüne dikkat! Halk oyunlarından sonra
“oynanarak” denebilir, hatta yalnızca bir “ile” sözcüğü konarak da
kurtarılabilir tümce.
“Sen
dışarı, ben içeri doğru giriyorum”
tümcesi neden yanlış? Deminden beri verdiğim örnekler neden yanlışsa o yüzden.
Son
örnek de haberlerden:
“Biri
çaycılık, diğeri üçüncü ligde futbol oynayan talihliler 24 milyarı aldılar. ”
Biri
futbol, öbürü de çaycılık “oynayan” iki talihliden söz ediliyor. Galiba
çaycılığı pek ciddiye almıyormuş delikanlı, “öyle” yapıyormuş, oyun gibi. Yoksa
“çaycılık oynamak” diye bizim bilmediğimiz bir şey mi var?
ÖZENSİZ KULLANIM
Dilde,
“sözcükleri özensiz kullanmak” diye bir konu vardır. Konuşurken, yazarken, tam
amaçladığınız anlamı iletecek sözcüğü bulma çabasını göstermezseniz, sözünüz,
iletmek istediğiniz anlamı kapsamaktan uzaklaşır, başka bir anlam iletir, hatta
anlamsızlaşır.
“Yaptığınız
bütün o konuşmalar size saygı duyülmamasını sağlıyor. ”
daha önce de “sağlamak” sözcüğünün, yalnız olumlu anlamlar için kullanılması
gereğinden söz etmiş miydim? “Sağlamak”, “sağ” duruma, iyi bir duruma getirmek
demek; oysa, birine saygı duyulmaması, olumsuz bir durumdur;
bu yüzden “sağlamak” yerine, “neden olmak”, “sebep olmak” kullanılmalı.
“Neden
olmak, sebep olmak” eylemlerinin olumlu durumlar için kullanılması da
sakıncalı. Sakıp Sabancı’nın dediği gibi, “Güzel şeylere sebebiyet verdi.”
de denmez. “Sağlık” sözcüğü de öyle, “sağ” olma durumu demek, insanlar için
kullanılmalı. Örneğin şu tümce yanlış: “Eminönü Belediyesinin en çok önem
verdiği şeylerin başında yiyecek maddelerinin sağlığı geliyor.” Yiyecek
maddelerinin sağhğı değil, “insanların sağlığı” gelmeli en çok önem verilen
şeylerin başında. Yiyecek maddeleri söz konusuysa “sağlık” değil, “sağlıklı”
oluş konuşulmalı. “Sağlamak” gibi, “katkıda bulunmak” da yalnız olumlu anlamlar
için kullanılır. Şu tümce yalnız yanlış değil, aynı zamanda “komik”. “İstanbullular
bu telefonları arayarak bizzat hava kirliliği konusuna katkıda bulunabilirler.
” “Bizzat” sözcüğü yanlış yerde kullanılmış; ama o bir şey değil. “Hava
kirliliği konusuna katkıda bulunmak”, ancak telefonla havayı kirletmek söz
konusuysa olabilir. Oysa bildiğimiz kadarıyla telefon, ne kadar kötü
kullanılırsa kullanılsın, belki beyinleri kirletebilir, havayı değil.
Hazır
söz telefondan açılmışken “telefonlu” bir örnek: “Ya-
rışmamızın
süresi sona erdi, lütfen telefonlarınızı artık etmeyiniz.” Buradaki
bileşik eylem “telefon etmek”tir, “telefonlarınızı etmek” olmaz. Ayrıca,
“artık” sözcüğünün, “telefon” ile “etmek” arasında ne işi var?
“Adını
neden telaffuz etmedin?”
diye sorulan bir soruda “telaffuz etmek” yerine “söylemek” kullanılmalı.
“Telaffuz etmek”, “söylemek”tir; ama “ses boğumlanmalarının inceliklerine
dikkat ederek söylemek”. “ ‘Tekâsül’ sözcüğünü telaffuz edemiyorum.” dersiniz;
ama birinin adını “söylersiniz”. Benzer bir yanlışlık şurda da var: “Falanca...
bugüne kadar konuşmadıklarını anlattı.”
Burada da “konuşmadıklarını” değil, “söylemediklerini” denmeli. “Konuşmak”
konuşma eyleminin adıdır, “söylemek” ise söze dökmek.
Gülay
Atığ, politikaya neden atıldığını açıklıyordu bir programda: “Tabii yaş
geliştikçe yalnız etrafınızdakilere değil memlekete yardım aşkıyla
yanıyorsunuz.” Oysa yaş “gelişmez”, ilerler. “Senin gazetecilik
kişiliğine saygı duyalım ve bu konuya girmeyelim.”^ “gazetecilik kişiliği”
var. Böyle ayrı ayrı kişilik çeşitleri mi olurmuş? Belki “gazeteci kimliğine”
denmek istenmiş; belki de “gazeteciliğine” ya da “kişiliğine”...
Bir
popçu, “Ben çok geniş insanlara ulaştım bu program sayesinde. ” diyor.
“Geniş kitleler” olur; ama “geniş insanlar”? Gamsız, rahat, vurdumduymaz
insanlardan söz edilmiyorsa olmaz. “Çünkü biliyorsunuz kadere inanan bir
insanız.” “Ben” demekten kaçmıldığı için mi oluyor bunlar? İnsan,
kendisinden söz ederken neden “bir insanız” der? Üstelik biz onun bu “içsel”
özelliğini nereden bilelim, ayrıca bilmemiz gerekiyor mu?
“Bir
sürü kesimde büyük bir ivme kazandınız.”
da denmez. “Birçok” ya da “pek çok” denebilir; ama “sürü” ve “kesim” ,
“mezbaha” çağrışımı yapıyor. Aklıma gelmişken, bir kültür bakanı (O kadar sık
değişiyorlar ki hangisi olduğunu anımsamıyorum.) “mezbahane” demişti. “Mezbaha”
zaten hayvan kesimi yapılan yer demek, “mezbahane” ne demek?
“Soğuk
hava yerini kar yağışına terk etti,
"deniyor sık sık. Neden “terk etsin”, “bıraktı”. “Hazır
bulunmak” da öyle. “Yemekte Neslihan Yargıcı da hazır bulundu.”
deniyor. “Vardı”, “o da yemeğe katıldı” demek yetmiyor mu? “Yarınki
‘Neden Olmasın?’ programımızı sakın kaçırmıyorsunuz.” “Sakın kaçırmayın”
denebilir, deniyor da. “Sakın kaçırmıyorsunuz” olmamış, ille de “ısrarcı”
olunacaksa “sakın” yerine “asla” kullanılabilirdi.
“Danimarka
başarımız çok yazıldı, çizildi; ben şöyle tek cümleyle anlatmaya çabalayayım. ”
Her ne kadar “çalışmak”, “çabalamak” yakın anlamlı sözcüklerse de gördüğünüz
gibi olmuyor. Burada “çabalamak” değil, “çalışmak” kullanılmalı. “Üç Akdeniz
ülkesi, Yunanistan, İtalya ve İspanyol halk şarkılarını seslendirecek.”
Yunanistan ve İtalya, Ispanyol halk şarkılarını seslendirmeyecek herhalde;
zaten üç Akdeniz ülkesi sayılacaksa “Ispanyol” değil, “Ispanya” denmeliydi. Başka
bir sanat programında “Gerçeküstücülük ya da eski adıyla sürrealizm...”
diyor yorumcu. Gerçeküstücülük, sürrealizmin yeni adı mı? Hayır, Türkçesi.
Yoksa biz bilmiyoruz; ama Fransızlar da “gerçeküstücülük” mü demeye başladılar
“sürrealizme”?
“Kadın
derneklerine ve kadın sığınma evlerine yatırımda bulunabilirsiniz.”
diyen kişi, yatırdığımız paranın faiziyle bize geri döneceğini kastetmiyor
aslında, “bağış” sözcüğünü anımsaya-mamış, hepsi bu. “Topraklarımız bu içki
için çok elverişli.” dendiğinde topraklarımızda içki yetiştiği anlamı
çıkıyor; oysa sözü edilen içki şarap. Şarabın topraktan yetişmediğini,
topraklarımızın olsa olsa üzüm yetiştirmek için elverişli olabileceğini bizim
bulmamız gerekiyor.
Bir
başkası da “Allahtan herkese Cem Özer gibi arkadaşlar tavsiye ederim. ”
diyor. “Allah’Tn bu tümcede ne işi var, anlamadım. Allah’a mı “tavsiyede”
bulunuyor, haşa! “Tavsiye”yi eden oysa Allah’a ne hacet? Belki de “Allah’tan
herkese Cem Özer gibi arkadaşlar vermesini niyaz etmektedir.” Bilemeyiz ki!
Sözü tam söylemeyince ne anlatıldığını nasıl anlayalım? “Sanatsız kalan bir
milletin hayat damarlarından koptu lafı...” dendiğinde ne söylenmeye
çalışıldığını anlamamız, o “lafı” bilmemizdendir. Yoksa “..
.hayat damarlarından koptu” ne demek ola ki diye düşünür kalırdık.
KÎMİ, NEYİ?
Bizim
okullarımızda dilbilgisi öğretilmez. Türkçe de öğretilmez. Dilbilgisi
öğretimine ortaokulda, hatta ilkokulda başlanır; ama bu öğretim “Zarflar kaça
ayrılır?”, “Sıfatın çeşitleri neler-dir?”den ibarettir ve ezbere dayanır.
Ayrıca dilin matematiksel yapısı, öğretmenini sevimsiz kılar, öğrencilerin onu,
“Sıfırcı” olmakla övünen kimi matematik öğretmenlerine benzetmesine yol açar.
Yine de ortaokulda Türkçenin tadı, biraz sezdirilmeye çalışılırken lisede
bundan tümüyle vazgeçilir. Türkçe, edebiyat denen tatsız tuzsuz derse bırakır
yerini, dilbilgisi ise bütün o “zorunlu seçmeli” derslere karşın bir türlü
öğretilemez. Zaten şu “zorunlu seçmeli” sözünü öğrenciye dayattınız mı onda ne
dil zevkinden eser kalır ne Türkçe öğrenme hevesinden. Çünkü dil mantığı bunu
reddeder. Öyle ya, bir şey “zorunlu” ise “seçme” söz konusu olamaz; “seçmeli”
ise “zorunlu” olmak neyin nesi?
“Çareyi
ilaçlarda arıyordu; ama bazen hiçbir işe yaramıyordu.”
gibi bir tümcenin “bozuk” olduğunu anlamak, biraz dilbilgisi bilmeyi gerektirir
çünkü. Bu bozukluk da “ama”dan sonra “ilaçlar” sözcüğü
konarak giderilebilir. Tıpkı, “Bu bina için bir türlü bitirilemeyen
çalışmalar hızlandırıldı ve hizmete açıldı.” da “ve”den sonra “bina”
sözcüğünün eklenmesi gerektiği gibi.
TRT2’de
Van Gogh’un yaşamını anlatan bir dizi oynamıştı bir zaman önce. Oradan not
ettiğim bir tümce var. Karısı, Van Gogh’a söylüyor: “Hayatımı zehir ettin
Vincent, şimdi de öldürüyorsun.” Tümcenin aslı nasıldır, bilmiyoruz;
gelişigüzel bir çeviri ile böyle aktarılmış. Türkçede hiçbir kural olmadığının
sanılmasından ya da kimsenin Türkçe dilbilgisini doğru dürüst bilmemesinden
oluyor bu işler. Şimdi azıcık dilbilgisi: İki tümce birbirine bağlanmışsa
(örnekte olduğu gibi) ve herhangi bir öğe, birinci tümcede kullanılmış,
İkincide yerine uygun, başka bir öğe konmamışsa bu öğe, her iki tümcenin ortak
öğesi sayılır. “Hayatımı zehir ettin”de “hayatımı” sözcüğü öteki tümcenin de
öğesi (dilbilgisel adıyla nesnesi). Bu yüzden ikinci tümcenin açılımı şu:
“Şimdi de ‘hayatımı’ öldürüyorsun.” Oysa “hayatını” değil, “onu” öldürüyordur
herhalde. Ne gerekiyor, diyorsanız, ikinci tümceye başka bir nesne; doğru
olanı, yani “beni” sözcüğü. Tümce şöyle olmalı: “Hayatımı zehir ettin Vincent,
şimdi de beni öldürüyorsun/öldürüyorsun beni.”
“Ben
de Sam’in tehlikede olduğunu hissediyordum ve uyardım.”
Bu da bir film tümcesi. Bir şeyi hissediyormuş, güzel!
Uyarmış. Neyi ya da kimi? Bu tümceye göre “Sam’in tehlikede olduğunu” uyarmış
oluyor; oysa herhalde “Sam’i” uyarmıştır, “Tehlikedesin!” diye. Tümceyi
doğrultmak için “ve”den sonra “Sam’i” sözcüğünün eklenmesi gerek ya da daha
iyisi, “Sam” sözcüğünü yinelemekten kurtulmak için “onu” sözcüğü eklenmeli.
Böyle
örnekleri çoğaltmak kolay. “Çocuğun
ıslak giysilerini çıkarıp soydu."
Burada da iki tümce var: 1. Çocuğun ıslak giysilerini çıkardı. 2. Çocuğun ıslak
giysilerini soydu. Oysa ıslak giysiler soyulmaz; çocuğu soymuş olması gerek.
Çok
benzer bir örnek daha: “Dişçi, çocuğun çürük dişini çekip eve gönderdi.”
Çocuğun çürük dişi eve gönderilmiş gibi görünüyor. Evdekiler, çocuklarını
beklerken onun yerine gelen bir çürük dişi ne yapsınlar?
Bu
örnekler, ikinci tümceye başka bir nesne gerekirken bu nesnenin konmamış
olmasından kaynaklanan bozukluklar. İkinci tümce nesne değil, bir başka
“tümleç” gerektiriyor olabilir. Bu tümlecin konmaması da anlatım bozukluğuna
yol açar. “Okudukça” (TRT2) programında herkese öğütler veren, herkesi
azarlayan bir bayan yazarımızın ağzından:
“Bir
insan kitap okumayı sevmeyebilir, hoşlanmayabilir.”
Sevmeyebilir. Neyi? Kitap okumayı. Hoşlanmayabilir. Yeniden “Neyi?” olmuyor
gördüğünüz gibi. Kitap okumaktan hoşlanmayabilir. Öyleyse tümce şöyle
kurulmalıydı: “Bir insan kitap okumayı sevmeyebilir, bundan hoşlanmayabilir.”
Bu
yanlışlara çok sevdiğim yazarlarda rastladığımda daha çok üzülüyorum. Onlardan
biri Cumhuriyet’te yazmakta olan Aydın Engin. Doktorunun, Sümeyra’ya kanser
olduğunu söyledikten sonra kanserle yaşamaya alışmasını önerdiğini yazıyor ve
Sümeyra’nın buna karşı çıkarak: “Kanserle yaşanmaz ki!” dediğini. “Kanser, ölüm.
Ölüm ve yaşam, nasıl bir arada olabilir?” Sonra Susurluk olayına bağlıyor sözü.
Bu olayın da toplumu-muz için “kanser” olduğunu vurguluyor ve etkileyici bir
biçimde bitiriyor yazısını: “ ‘Kanserin ilacı yok ki!' diyenlere kanmayın.
Kanserin ilacını bulalım ve yenelim.’’ “Yenelim” sözcüğünden önce “kanseri”
de, ne olur, diye seslenmek geliyor içimden. Ama biliyorum sesimi ne Aydın
Engin duyar, ne başkaları.
ARAŞTIRTTIRMAK
Geçenlerde
arkamda iki adam yüksek sesle konuşuyorlardı. Biri “Dükkânı kapadım ağabey.”
dedi sözün sonunda. Nasıl başlamışsa böyle bitirdi sözünü. Öteki bu son habere
üzüldüğünü belirten bir sesle: “Yapma yahu!” dedi. “Demek kapattın dükkânı?” “Yok yok, kapadım.” dedi öbürü. “Ha!” deyip rahat bir soluk
aldı beriki, yanlış anlamıştı demek. Arkadaşı kapatmamıştı da kapamıştı
dükkânını.
Tahmin
edeceğiniz gibi bu konuşma çok düşündürdü beni. “Kapamak”la “kapatmak” arasında
nasıl bir anlam farkı buluyorlardı da bu iki insan böyle tek sesin varlığı ya
da yokluğu konusunda yapılan bir düzeltmeyle kolayca anlayabiliyorlardı
bir-birilerini.
Sözlüklere
baktım. “Kapatmak” eyleminin ilk anlamı olarak “kapamak” sözcüğünü vermiş çoğu,
ikisi arasında bir fark gözetmemiş. îsmet Zeki Eyüboğlu’nun “Etimoloji
Sözlüğü”nde de “kapamak” eyleminin “kap” kökünden geldiği konusunda ayrıntılı
bilgi var; ama benim aradığım iki sözcük arasındaki anlam ayrımına değinen bir
açıklama yok.
“Kap”tan
“kapamak” olduğunu biliyoruz, “kapamak”tan da “kapatmak”. Muharrem Ergin’in
deyişiyle, “-t-”, “faktitif’ eki. “Faktitif’ yeni Türkçesiyle “ettirgenlik”;
onun da Türkçesiyle “oldurma, yaptırma” anlamı katan bir ek. Geçişsiz
eylemleri, geçişli yapıyor; ama “kapamak” zaten geçişli, yani “bir şeyi
kapamak” biçiminde kullanılıyor. Öyleyse “-t-” ekinin kattığı başka bir anlam
olmalı, bir çeşit “zorlama” anlamı. Örneğin, bir gazeteyi ya da televizyon
kanalını “kapamakldeğil, “kapatmak” söz konusudur. Öyleyse
irade dışı bir durum söz konusu “kapatmak” eyleminde.
İşte
o iki kişinin üstünde anlaştıkları konu bu! Adam, dükkânını kapamış, öğle
tatili için ya da başka bir nedenle. Kapatmamış. Kapatmak, tümden, bir daha
açmamak üzere kilit vurmak anlamına almıyor demek. Dil, böyledir; konuşan, o
dili kullanan insanlar biçimlerler; dilciler arkadan yetişip kullanımın
kurallarını koyarlar. Bugünkü gidişin kötü olmasının kışkırtıcı nedeni de bu!
Bilinçli bir kullanım olmayınca, bırakın yeni kurallar koymayı, var olan, çok
genel ve kapsamlı kurallar da sarsıntıya uğruyor. Dile duyarlı insanların, son
yıllarda artan çırpınışlarının nedeni de bu!
Şimdi
“medya”dan bu konuya ilişkin yanlış kullanım örnekleri: “Hükümetin
yapacakları vardır. Biz bu yapacaklara talibiz.” Kimin söylediğini kolayca
tahmin edersiniz. “Şeref’ konusuna, kurşüna endeksli iğrenç bir boyut getirerek
kendi şerefsizliğini perçinleyen hatun. “Yapacaklara” değil, “yapılacaklara”
talip olması gerekirken belki de ağız alışkanlığıyla gerçeği söylemiştir.
Gerçeği: Yapılmasını istediği kirli işleri “yapacaklara” talip olduğunu ...
“Hindistan’da
okulların ve sinemaların tamamen tedbir için kapatıldığım ve paniğe gerek
olmadığı bildirildi.”
Bu da bir haber bülteninden. Paniğe gerek olmadığı
“bildirilmiş” olabilir; ama “kapatıldığını” birilerinin “bildirmesi” gerekir.
Şimdi
de Milli Eğitim Bakanlığı’nın bir yetkilisinin çok derin anlamlı açıklaması: “Öğretmenlerin
fonksiyonu değişti. Bugün öğretmen anlatan değil, araştırttıran.” Son
sözcük “fıttırmak” biçimindeki bir başka sözcüğü çağrıştırıyor. Bir şeyi
“araştırmak” denir; bir şeyi başkalarının araştırmasını sağlamak
kastediliyor-sa “araştırtmak”. Bu kadar! “-tırttırmak” diye fazladan eke hiç
gerek yok.
“Biz
politikacılar açık söylediğimiz ölçüde inandırıcı oluruz, inandırıcı olduğumuz
ölçüde güven duyuluruz. ” Bu
da kültür bakanlarından birinin sözü. “Güven
duyuluruz” bölümü olmamış tabii. “Bize güven duyulur” denmeliydi.
Son
örnek de bir gazete haberi: “(Huysuz Virjin) yeni şovu için yeni projeler
üretti, yeni kostümler diktirtti. ” MEB yetkilisi “diktirttirdi” falan
derdi her halde. Oysa “diktirtti” değil, “diktirdi”.
SÖZDÎZİMÎ
Her
ne kadar öyle olduğu sanılıyorsa da sözcükleri yan yana getirmekle tümce
kurulmuyor. Sözdiziminin belli kuralları var. Hep bilirsiniz, Türkçede özne
başta, yüklem sonda, tümleçler de ortadadır. Peki, tümleçlerin belli bir sırası
yok mu? Gelişigüzel mi giriyorlar ortaya? Böyle ise “İnanır mısın
Neıvyork’tan döndükten sonra şaşılacak derecede bu kızda değişiklik oldu.”
tümcesinde ne var ki kulaklarımızı tırmalıyor? Her şey var da sözdizi-mi yok.
“Bu kızda” sözünü bir de “Neıvyork’tan” önce getirerek okuyun tümceyi, göreceksiniz.
“Bu
insanların hepsi hayvan, bir insanın evine titizlik hiç göstermiyorlar. ”
İnsanlara “hayvan” deme kabalığını bir yana bırakalım, şu anda bizi
ilgilendirmiyor, dilbilgisel açıdan “hiç” sözcüğünün yeri yanlış. Bu sözcüğün
“titizlik”ten önce gelmesi gerekiyor. (Meraklısına:
“Titizlik”, tümcenin belirtisiz nesnesi olduğu için yüklemden ayrılmaz.
Belirteç tümleci olan “hiç”in bu yüzden bu İkiliyi ayırmayacak biçimde onlardan
önce — ya da sonra - gelmesi gerekir.)
“SHP
(O zamanlar böyle bir parti vardı) bazı belediye başkan adayları için
önseçim yarın yapıyor.” Yine “yarın” sözcüğünün belirtisiz nesne ile
yüklemin arasına girmesi söz konusu. Ya “yarın” “önseçim”den önceye alınacak ya
da nesne, “önseçimi” biçimine getirilerek “belirtili” yapılacak.
“Birtakım
hakkında dedikodular çıktı.
”da dedikoduların “ta-kım”la falan ilgisi yok. Hakkında birtakım dedikodular
çıkmış. Kimin hakkında, diye merak ediyorsanız, hiç üstüme vazife değil; ama
onu da söyleyeyim. Medya kimlerle ilgileniyor? Sibel Gökçe
söz konusu.
“Bir
pazar sabahı babamı arayıp benimle gelip gelmek istemediğini sordum.”
Bu da bir filmden. İkileme yanlış kullanılmış. “Gelip
gelmek” diye bir kullanım zaten yok. “Gelip” yerine “isteyip” denecek; bu
sözcük de “gelmek”ten sonraya yerleştirilecek.
Hani
Yafes Öztürk ölmüştü de karıları birbirine girmişti, o zamana kadar varlığı
bilinmeyen bir de çocuk ortaya çıkınca, “Yeni çıkan o çocuk, o Barış ismi
olan çocuk...” gibi laflar edilmişti. “İsmi Barış olan” yerine “Barış ismi
olan” gibi küçük bir karışıklığı, söz konusu mirasın miktarını düşünerek
anlayışla karşılayabiliriz. Hatta “Hâlâ evlenebileceğimize bir türlü
inana-mıyorum”daki karışıklığı da evlilik telaşına verelim, peki. Futbolcu
Tanju için Fatih Terim’in söylediğini ne yapalım? “Böyle insanların dışarda
olması çok daha içerde olmasından hayırlı olur.” Herhalde “...içerde
olmasından çok daha hayırlı olur” biçiminde bir sıralamanın daha iyi olacağına
itiraz etmezsiniz. Peki, Tanju çoktan çıktığı halde, “dışarda olması içerde
olmasından çok daha hayırlı” olacak insanların, İsmail Beşikçi’lerin, Işık
Yurtçu’ların hâlâ içerde olmasına da itiraz etmez misiniz? Bunun “sözdizimi”
ile ilgisi yok. Belki insan dizimiyle, insanların “hayır” ve “önem” sırasına
sokulmasıyla ilgisi var.
“Mengüçlülerden
kalma dahi evleri var.”
Güneydoğu’da yakılan köylerden biri için Güneri Cıvaoğlu söylüyordu. O zamanlar
pek bilinmiyordu; ama şimdi o “Mengüçlülerden kalma evleri dahi” kimin yaktığı
biliniyor. Biliniyor da bir şey mi oluyor, diyeceksiniz. Çok haklısınız.
ŞARKILAR NEYÎ SÖYLER? (I)
Bir
halk deyişidir, bilirsiniz: “Dilim seni dilim dilim dile-yim/Başıma geleni
senden bileyim”, iletilmek istenenden farklı anlama gelen sözlerin
pişmanlığıyla söylenmiştir. Bugün böyle sözler eskisinden daha çok söyleniyor
ve kimse pişmanlık duymuyor; çünkü meramını anlatamadığı ya da Türkçeyi kötü
kullandığı için kimsenin başına bir şey gelmiyor. (Şimdiye kadar gelmedi.)
Patlama
yaptığı söylenen “pop müziği”ne şarkı sözü yazanlar, değme edebiyatçının
kazanamadığı ünü ve parayı bir çırpıda kazanırken, Türkçeye özen göstermek bir yana , sanki öç alıyorlar Türkçeden. Mevlana’nın “Ya olduğun
gibi görün ya göründüğün gibi ol” savsözüne gönderme yaparak “Başkası olma
kendin ol/Böyle çok daha güzelsin” diye başlayan şarkının sözleri nasıl oluyor
da devamında sokağa düşüyor ve şöyle sürdürülebi-liyor: “Ya gel bana sahici
sahici/Ya da anca gidersin”. Kabadayı argosuyla “(Yürü!)... anca gidersin” diye kovulan kişiye mi öneriliyor Mevlana
felsefesi?
“Suç
bende, sever gibiyim/Gel benim ol da rahat edeyim”
diye çırpman delikanlı ne diyor “aslında”? Anlamlı bir gerekçeyle kendini suçlu
ilan ediyor. Erdem yüklü bir davranış! “Sever gibi” olduğu, sevmeyi doğru
dürüst beceremediği için suçluluğunu duyuruyor. Sonra? “Gel benim ol” diye
davet ediyor. Kimi? işte burası inanılmaz. Sever gibi
olduğu kişiyi. Henüz sevmediğiniz, sever gibi olduğunuz kişiyi sizin olması
için nasıl çağırabilirsiniz? Bu ne cüret! Üstelik rahat etmeniz için yapacakmış
bunu. Özet: Siz rahat edesiniz diye, sever gibi olduğunuz kişiden, sizin
olmasını istiyorsunuz. Genç kızlar bu parçadan, parçanın söylediğini
anlıyorlarsa bu delikanlıyı bir yerde kıstırıp iyice dövmeliydiler; oysa
yünlerini ve şişlerini hazır edip ona kazak örmeye koşuyorlar.
Kazak
sorunsalını işleyen o ünlü parçayı da bilirsiniz. “Evde kalmış kızlar”dan
esinlenerek yapılmış gibi görünen şarkının “özgün” olduğu, tartışmasız kabul
edildi. Alfabe kitabının son okuma parçasıyla gösterdiği aşırı benzerlik,
özgünlüğe gölge düşürmüyor demek! (Bu iddiaya
inanmayanlar için şöyle bir uygulama çalışması öneriyorum: Önce Alfabenin son
parçası olan “Karga karga gak dedi/Çık şu dala bak dedi”yi kendi özel ritmiyle
söyleyin, sonra da şunu: “Bu kız beni görmeli/Bana kazak örmeli”. Kazak
isteğinin ev içi el üretimini artırmakta büyük katkı sağlayacağı tartışılmazsa
da, bu yolla “murada ermek” yine de epeyce kuşkulu görünüyor. Anımsayacaksınız,
kazak isteğinin hemen arkasından bir dilek geliyordu: “Muradına ermeli
artık”. Delikanlı, o kız için bir “murat” oluşturduğu iddasıyla bir de yöntem
öneriyor: Evde kalmış genç kızımız kazak örerek muradına erebilirmiş. Nerede
görülmüş kazak örerek murada ermek? Öyle olsaydı bütün ev kadınları ve ev
kızları(!) muratlarına çoktan ermiş olurlardı. Kazak örmek, olsa olsa teşbih
çekmenin kadıncası sayılabilir; zaman geçirmenin, bir şeyler üretmenin, düş
gücümüzü zorlarsak belki sabrın simgesi... Ama murada ermenin? Hayır!
“Bu
yüzden her gece ben/Her gece üzülmüşüm” diyen
“öteki” delikanlının durumuna da bir bakalım. Üzülmüş olduğunu yeni fark
ediyor. “Bu yüzden” diyor; ama hangi yüzden üzüldüğü hiç belli değil. Parçanın
başında, üzüntüsüne gerekçe oluşturması gereken bölümde “Öyle günler oldu ki
senle/konuşmasam olmaz ki” gibi sözler var. Geçmiş günlerden söz ediyor;
ama “konuş-masaydım” ve “olmazdı” demiyor. Öyleyse - nasıl oluyorsa -günler
bitmiş; ama konuşma devam ediyor. Demek niçin üzülü-yormuş? Biten günlerden
sonra kendi kendine konuşmayı sürdürdüğü için. Günler bittiğine göre kiminle
konuşacak? Doğrudur, kendi kendine konuşma, kimi durumlarda “akli ve ruhi”
dengesizliklerin başlangıcını işaret eden bir tehlike sinyali sayılabileceği
için haklı bir üzüntü gerekçesi oluşturabilir.
Şarkı
- baştan sona - Türkçenin yüce şiirsel anıtlarından biri sayılabileceği için,
devamına da şöyle bir bakalım: Hayal kurmanın önlenmesi ve uykuya çabuk
geçilebilmesi amacıyla zihnin bir işle meşgul edilmesi için önerilen “çitten
atlayan kuzuları sayma” yöntemi, martılara dönüştürüldüğünde şaşırtıcı sonuçlar
elde edilebiliyor. “Martıları sayarken hiç mi hayal kurmadık” dizelerini
kastediyorum. Bir yandan martıları saymak, öte yandan hayal kurmak, zihnin
işleyişi gereği pek mümkün görünmüyor. “Beş oldu, şimdi yedi, üç tane daha
geliyor; on etti.” diye martı sayarken neyin hayalini kurabilirsiniz ki?
Üstelik sevgilinizle birlikte yapıyorsunuz bu işi, içinizden saymıyorsunuz,
konuşuyorsunuz da.
Peki,
“O yüzden her gece bu/Aşkın diline düşmüşüm”den ne anlaşılıyor? Şöyle
olabilir mi? O nedenle (“her gece üzüldüğüm için”, başka bir neden
gösterilmiyor) aşk tarafından çekiştiriliyorum. Aşk, insanı nasıl
çekiştirirmiş, demeyin. Dile düşmek, (birinin) diline düşmek, bir deyimdir ve o
kişi tarafından çekiştirilmek demektir. Sözlükler öyle yazıyor. “Dile düşmek:
Uygunsuz davranışı yüzünden çevrede onun için kötü şeyler söylenmek”. Daha fazla
kurcalamak, “uygunsuz davranış”ın ne olabileceği üstünde durmak istemiyorum
artık.
ŞARKILAR NEYÎ SÖYLER? (II)
Eskiden
Türk hafif müziği, şimdilerde Türk popu denilen şarkılar bir yanıyla müzik,
öbür yanıyla şiir olması gereken yapıtlar değil midir? Bu şarkılara söz
yazanlar, hak edilmemiş şöhretlere ulaşmanın yanı sıra, Türkçeden
milyonlar/milyarlar vururken biraz daha özen gösteremezler mi “sanatlarını icra
ettikleri” bu dile? Üstelik bunu söylerken herkesçe alay konusu edilen “Kıl
oldum abi’leri, “Bandıra bandıra ye beni”leri, “Şıkıdım şıkıdım”lan
kastetmiyorum. Bunların eleştirisi çok yapıldı; eleştirenler neredeyse
gelişmeye, ilerlemeye karşı çıkmakla suçlandı. Ben daha duygusal, daha aşk
şarkısı (gibi) olanlarda bir çeşit içerik çözümlemesi yapmaya çalışacağım. Her
dizesinde bir anlam, her sözcüğünde bir özen aramaya çalıştığımız; ama yine de
beste ya da şarkı demekte zorlandığımız için “parça” diye tuhaf bir
adlandırmaya gittiğimiz şeylerden konuşacağım. Bunların bize şiir tadı
vermesini kimse beklemiyor. Aslında neden beklemiyor? Asıl beklenti bu olmamalı
mı? Sanattan beklenen işlevlerin ilki: Bizi yaşadığımız dünyanın bir üst
boyutuna geçirmesi, yaşamı anlamlı ve vazgeçilmez kılması. Ancak sizin
isteminize aldırmaksızın, her adımınızda kulağınızı dolduran bu şarkıların
sözlerini şöylece aklınızdan geçirdiğinizde bile, bunu istemenin, olanaksızı
istemek olduğu sonucuna varmanız kaçınılmaz. Peki, amacı daraltalım. Kendi
içinde tutarlı olmasını da mı beklemeyeceğiz bu sözlerden? Biz ki sözün anlamını
birinci planda tutan bir müzik geleneğinden geliyoruz, Nefi’nin, Nedim’in
şiirleri üstüne yapılmış ölümsüz bestelerden, deyişlerden, nefeslerden,
türkülerden geliyoruz, aptala öğretir gibi otuz iki kez tekrarlanan bölümlerde
bile düz söz mantığının feda edilmesinden rahatsızlık duymayacak mıyız?
Meraklıları
kimin şarkısı olduğunu bilir, ben yalnızca sözleri yazıyorum: “Günahtır
aşkın kanıyor içimde/Nerde o sevgili adaletin/Ayıptır etme yabana
atılmaz/Uğruna çekilen sefaletin”. Ayıp olan ne? “Etme!” diye ricada
bulunulan? Belli değil. Yabana atılmaması gereken ne peki? Sefalet mi? Sefaleti
“yabana atmak” ne demek? Ayrıca “uğruna çekilen sefaleti” biz çekiyorsak (ki
sefalet bize yakışır, hep biz çekeriz onu) nasıl oluyor da (senin) “sefaletin”
oluyor?
Ya
buna ne dersiniz? “Yüreğimdeki sevgili/Şu kalbime sığdıranındım”.
Aslında yürek ile kalbi ayrı organlar sanmak gibi “masum” bir biyolojik hataya
düşüldüğünü anlamanıza rağmen yine de şu iki masum soruyu sormadan
edemiyorsunuz: 1. Kalbe sığmayan nedir? 2. Sevgilinin gerçek yeri hangisidir?
“Affedersin
halime itiraz etsen de/Can fazla gelir sen varken hücrelerimde”.
Yine biyolojik bir şarkı gibi görünüyor. Bu kez sevgili kalpte/yürekte falan
değil, hücrelere yayılmış durumda. Mikroskopik hale gelen sevgilinin neyi
affedeceğini bilememek gibi bir problemi var; ama problem bununla bitmiyor,
devam ediyor: “Haykırırım isteyenin bir yüzü kara/Vermeyenin nur olsun
böyledir bizde”. Hücrelere doğru yapılan haykırış sevgiliyi bir kez daha
şaşkına çeviriyor: Verilmemesinden hoşnutsuzluk duyulmayacağı halde ısrarla
istenen o “şey” nedir? Sevgili “hüc-re”den çıkmadan biraz zor olmayacak mı?
Öteki,
köylü sevgilisini kandırmaya çalışıyor: “Hadi yarim,
bana he de yarim”. Neden “He!” diyor ki sevgili? “Evet” dese, “Peki” dese
olmaz mı?
Bir
başkasının “He!” denmesini beklemeyecek kadar acelesi var, sevişme öncesini
bile zaman kaybı olarak görüyor ve neredeyse tel’le bildiriyor isteğini: “Yat,
geliyorum.”
“Ateşini
yolla bana” diye haber
gönderen popçunun da ne istediği konusunda kafası biraz karışmış. Sevgilisi
olmadan “ateşi” ile ne yapacaksa?
“Yatağına
göz koydum” diyen ise ne
istediğini çok iyi biliyor. Kızın yatağı, besbelli şu aylık taksitleri beş altı
milyon tutan yaylı, konforlu yataklardan. O güzelim yatak dururken kızla
oyalanmanın ne âlemi var?
Bir
başkası hiçbir zahmete hazırlıklı değil; “tavlanmak” için can atarken, “tavla”
sözcüğünün yanlış çağrışımıyla savruluyor ve aklı iyice karışıyor: “Tavla,
tavla beni tavla/Salla pulları zarla-rı/Vallahi geldim oyuna”. Ortada bir
oyun var da oyuna gelenin kim olduğu biraz kuşkulu. Tavlanın içinde, pulların,
zarların arasında edilen yeminler bile kurtaramıyor durumu. Bu oyun, pop
müziğimizin bize bir oyunu olmasın?
GERİYE KALAN
Tolga
Çandar’la yapılmış bir söyleşi okudum geçen gün. Şöyle diyor Tolga Çandan “...Müzik,
dört değişkenden oluşan bir bütün. Bunlar ritim, armoni, ezgi ve eğer beste
şarkı formundaysa şarkı sözü. Bu dördü bir araya geldiği zaman ortaya şarkı
çıkıyor. Türkiye'de yapılan müzikler(d)e (şarkı sözünü çıkardığınızda) geriye
müzik adına çok bir şey kalmıyor. Önemli olan öndeki sözler. Hâlâ da öyle.”
Çandar’ın sözünü ettiği öteki üç değişkeni bilmem; ama o sözler çok ilgimi
çekiyor. Özellikle “pop müziğimizdeki” şarkı sözleri. Yalnızca
Mustafa Sandal’ın bir şarkısının “Karga karga gak dedi, çık şu dala bak dedi”
biçimindeki özgün(!) bir besteyle olan aşırı benzerliğini saptamıştım daha önce
(Bu kız beni görmeli, bana kazak örmeli); ama şarkı sözleri, üç beş örnekle
smırlandırılamayacak kadar muhteşem! Üstelik “müzik adına” bir tek onlar geriye
kalıyorsa bu sözlerin üstünde biraz durulmalı bence.
Bir
süre önce popçularımızdan biri, çığlık çığlığa bağırıyordu: “Yerine
sevemem.” Örneğin bu, “Senin yerine başkasını sevemem” demek mi oluyor?
Sevmenin bir biçimi olarak, gönülden sevmek gibi “yerine sevmek”. Ya da şöyle
mi demek? Senin yerine ben sevemem. Ortada bir sevme işi varsa, bunu senin
yerine ben yapamam, kusura bakma, seveceksen kendin sev.
Yahya
Kemal’in o güzelim dizelerini (Dönülmez akşamın uf-kundayız, vakit çok geç)
şöyle bir şarkının içinde duymak, yalnızca Yahya Kemal’e yapılan bir hakaret
mi, siz de annenize sövülmüş gibi hissetmez misiniz kendinizi? “Bana geri
verin yıllarımı/ Yetti anam of of/Dönülmez akşamın ufkundayım/Buraya kadarmış
of of’. Bize düşen yalnızca “of’ları çoğaltmak. Of of ki ne of of!
“Havam
yerinde alaturka oldum/Oynamadan duramam”. Soylu
Osmanlı atalarını ve Tanzimatçılardan bu yana alafranga olmaya çalışanları,
mezarlarında fir döndürüyordur bu sözler. Demek alaturkalık, havası yerinde
olmak ve oynamadan duramamak anlamına geliyor. Hiç fena değilmiş. Niye uğraştık
o kadar alafranga olmak için? Bütün çaba boşa gitti. Yıllardır hep birlikte
oynamıyor muyuz alafranga alafranga?
Ya
bu sözlere ne denir? Bilin bakalım bu şarkıda “ben” diyen kişi eğleniyor mu,
acılar içinde mi kıvranıyor? “Ne çilesi babam, sanki işkence/İçiyonız yine
bu gece/İçiyoruz her gece/Her gece başka bir eğlence/îçiyoruz her gece/Hayat
güzel sevince”. “İşkence” ve “eğlence”nin zengin uyak oluşturması dışında
bu sözlerin yan yana ya da alt alta gelmesini sağlayacak, akla yakın hiçbir
açıklama bulamazsınız.
Bir
aşk şarkısı: “Vallahi öptürmem/Ölürsün aşkmdan/Kmlma, darılma/Hemen sarılma”
diyor. Kırılma ve darılmayla paralel bir sarılma, ilginç! Daha ilginci,
öptürmeyen; ama hemen olmamak koşuluyla sarılmaya izin verecek gibi görünen
sevgili.
Bir
başka aşk şarkısı yırtmıyor: “Yalnızlık tak etti canıma/ Ağlarken
duyduklarıma/Özledim, özledim seni ben”. Güzel de “ağlarken duyduklarıma”yı
nereye bağlayacağız? Tak etti’ye mi, özledim’e mi? “Ağlarken duyduklarıma
özledim.” gibi bir tümce kuruluşu gerçekten hiç denenmemiş, çok yeni; ne yazık
ki anlamsız! Ve devamı: “Bırakıp da gittin gideli/Dudaklanm bomboş şimdi”.
Bırakıp gitmeden önceki hali siz hayal edin. Ne görüyorsunuz? Dudaklara
yapışmış, öylece gezdirilen bir sevgili! Bir çeşit dudak
hızması. Gidince dudaklar boş kalmış elbette. Dudakta gezdirilecek
sevgililer pek kolay bulunmuyor.
Kedi
yaradılışlı bir sevgiliden söz eden pop parçası da (Bunlara şarkı ya da beste
demeye gönlüm elvermiyor.) “Çaldın sen büyük bir parça kalbimden” diye
başlıyor ve şöyle devam ediyor: “Ölümüne sev, yeter ki beni iste”.
Ölümüne sevmenin yanında, istemenin lafı mı olur? Olurmuş demek!
Tolga
Çandar belki şu sevgili pop müziğimizi kastetmiyordu; ama söylediği ölçü pop
müziğine uygulanınca sonuç, ürpertici. Geriye bir tek şarkı sözleri kalıyordu
hani! Pop müziğinde onlar da kalmıyor.
ALLAHLI ŞARKILAR
Epey
bir süredir Müslüman görünme modası var. İslam, “yükselen dalga” haline geleli
beri en “laik” sandığınız kişiler bile bir yolunu bulup İslamlıkla ilişkili
görünmeye başladılar. Bu sözde, Refah’ın Islamlık’m sahibi gibi görünmesini
önlemek için yapılıyor. Şöyle denmeye çalışılıyor Refah’a: “Din, sizin
tekelinizde değil, gördüğünüz gibi hepimiz Müslümanız ve sizden değiliz. Dini,
size bırakmaya hiç niyetimiz yok.” Bu silah hep geri tepti ve “Türkiye’nin %
99’u Müslümandır” muhabbetine dayandı. Benim bildiğim kadarıyla Aziz Nesin’den
başka “Ben Müslüman falan değilim; din de beni hiç ilgilendirmiyor.” diyen pek
olmadı. Aziz Nesin böyle dediği için de yakılarak öldürülmek istendiği Sivas
toplukıyımının bile sorumlusu ilan edilmedi mi? Ötekiler ne yaptı: “Biz de
Müslümanız kardeşim.”den başlayıp “Benim annem de beş vakit namaz kılardı.”ya
kadar vardırdılar sözü.
Türkiye’nin
% 99’unun Müslüman olmadığını hep biliyoruz. Peki ne
demeye insanlar bu kadar çok Müslüman görünmeye çalışıyorlar. Refah
hareketinden korkuyor olabilirler, bu bir. “Şakası yok, geliverirse iktidara
halimiz nice olur?” deyip bir çeşit yatırım yapıyor olabilirler. Amerikan tarzı
bir İslamlık modası var bir yandan; bu da iki. Gözü kapalı bir Batı (özellikle
de Amerika) hayranlığımız var ya! Elin oğlu yıllarca Cat Stevens olan adını
değiştirip Yusuf İslam oldu ve sarıklı cübbeli çıkıp geldi. Ve onlar her şeyi
bizden daha iyi bilirler. “Demek gidiş bu yönde, aman geri kalmayalım” telaşı
başladı. Amerikan Müslümanlığı ile bizimkini ya da Suudilerinkini, İran’ın,
Irak’m, Mı-sır’mkini karşılaştırma bilgisine ve becerisine sahip olmayanlar
arasında köşe dönme anlayışındaki el çabukluğuyla “suret-i haktan görünme”
modası yaygınlaşıverdi.
Bu
modaya (en son değil, ne münasebet, en başlarda) katı-lanlar
da popçularımız. Patlama yaptılar ya, patlarken “Nerelerde ne oluyor, aman!”
telaşını hiç elden bırakmadılar. Bir yandan patlamanın frekansına ayarladılar
kulaklarını, öte yandan yükseldiği söylenen İslam hareketinin ayak seslerine.
Asla geri kalmak istemezlerdi, kalmadılar.
“Allahım
neydi günahım/Günahım neydi Allahım?”
ile Kaya-han mı başlattı bunu, tam bilmiyorum. Bu üç sözcüğün başka
çeşitlemeleri de yapılabilirdi, fark etmemiş olmalı. “Allahım günahım neydi”,
“Neydi günahım Allahım” ya da “Allahım, günahım” ortak parantezine alınmış
başka sözlerle şarkı bir çok boyutluluk kazanabilirdi.
Sonrası
çorap söküğü gibi geldi. Her şarkıda hiç olmazsa bir kez “Allah” sözcüğünün
geçmesi gerekirmiş gibi bütün popçular yana yakıla Allahlarını aramaya
başladılar. “Ah yandım ben Allahım/Buna can dayanmaz” gibi bayat
sözlerle “Of Allahım of/ Nedendir hep zor/Ah sana gelişim/Of Allahım of’
gibi “ah”lar ve “oflar çıkarıldığında Allah’la ilişkisi kuşkulu sözlere kadar
düştü bu iş.
Leman
Şam’ın bile bu furyaya katıldığını görmek, sevenlerini çok üzmüştür herhalde.
Sözler birçok kişinin aklindadır: “Allah kolaylık versin/Sevdim ben
delicesine” Kime kolaylık verecek, neden? Delicesine sevme ile Allah’ın
nasıl bir ilişkisi olabilir? Gidersin mi, çoğaltsın mı sevmeyi? Saçma sapan
sözlerle Allah’ı aptala çevirmenin âlemi yok ki!
“Gidersen
olmaz/Ölilrüm billah/Seviyorum işte/Tek şahidim Allah”
diyen şarkıyı duyunca da eski bir fıkra geliyor insanın akima: Hani “Tek şahit
yetmez evladım, başka şahidin var mı?” demiş yargıç.
Arkadan
“inşallah”larla “maşallah”ların gelmesi gecikmemiş. Avrupa Topluluğunun
kapısını zorlayan tek Müslüman ülkeyiz ya, en son teknikle çalışan elektronik
müzik aletleriyle neredeyse otomatik olarak yaptığımız şarkılara uyarladığımız
sözlerden belli olmayacaksa bu, nereden belli olacak? “Aman bize nasip olur
inşallah/Boyuna da poşuna da bin maşallah”.
Daha
“Allah korusunlar, “Allah esirgesinler var; ama son patlama onlar değil,
Sezen Aksu. Medyatik bir bombardımanla tanıtılan son kaseti her ne kadar
belirlenen satış hedeflerine ulaşmadıysa da hayranlarının kulaklarında “Allah
bildiği, gibi yapsm’h, “Aşk ile Allah Allah”lı yankılar uyandırdı. Bunlarla
da uyanmayanları “kelime-i tevhid” ile uyandırmayı denedi Aksu. Bununla da
uyanmayanı artık “Allah bildiği gibi yapsm”dı. Gazeteler, babasının İzmir’de
İslamcı bir okulun başına getirilmiş olduğunu, bu son zamanlarda ortaya çıkan
İslamcı söylemin bu olayla ilgili olabileceğini yazdı. Ama her şey bununla
açıklanmaz ki! Birden imana gelmiş olamaz mı Sezen Aksu? Esintinin yönünü
saptayıp buna göre dümen kırmış olamaz mı, ufuktaki bir koltuğun müjdesine
erken ulaşmış bulunamaz mı?
Müslüman
görünme modasının yaygınlaşmasında Refah’ın, sanıldığı kadar parmağı yok. Kimi
aydınlarımız ve sanatçı sıfatını kimselere bırakmayanlarımız, onlardan daha çok
“Allah” çekerek, Müslümanlıkla yolunu bulanların işlerini kolaylaştırıyor.
Çarşıda, pazarda, otomobilde, yolda, evde durmadan “Allah” çığlığının
yükseldiği bir ülkede Allah, yalnız devlet işlerine değil, gönül ve seks
ilişkilerine kadar her şeye karıştırılıyor demektir. Bu durumda Refah’ın
yükselişine şaşmaya da kimsenin hakkı yok, “laik” görünmeye de.
Seslendir
(eme) meler
DUYGULAR/HÎSLER
“—
Çok iyi hissediyor olmalısın.”
“—
İyi hissediyorum, ne var bunda?”
“—
Şimdiden iyi hissetmeye başladım.”
Yabancı
filmlerin, özellikle kiloyla alınan Brezilya, Meksika dizileriyle konserve
kahkahalı Amerikan güldürülerinin ve pembe (giderek eflatun, hatta mor)
dizilerin kulağa çok tanıdık gelen karşılıklı konuşmaları bunlar. Tam kendinizi
filmin akışına kaptırmışken hayranlıkla izlediğiniz kahraman şöyle bir laf
ediyor:
“—
Havada hissetmek istemiyorum. ”
Uçak,
uçma, uçuş korkusu gibi çağrışımlar zihninize doluşmaya başlamışken
toparlanıyorsunuz; bu bir aşk filmi, ihanete uğramış bir kadın konuşuyor ve
şunu demek istiyor: “Kendimi boşlukta hissetmek istemiyorum.”
Giderek
biz de böyle konuşmaya başlamamış olsak üstünde durulmaya değmezdi belki; ama
artık sokakta bir genç kızın, arkadaşına: “Nasıl hissediyorsun?” diye
sorması da irkiltmiyor bizi. İşte burada Türkçenin yalnız sözdizimi bozulmakla
kalmıyor, dil mantığına, Türkçenin matematik bütünlüğüne yönelen bir saldırı
başlıyor, belki artniyetsiz; ama dilin köklerini, yaslandığı dilbilgisel
dayanakları yok edebilecek sessiz bir saldırı. Genç kızın sorusuna “İyi
hissediyorum.” diye yanıt veren arkadaşı “Ifeel good”un Türkçesini
söylemiş olarak aynı tümceyi yineleyen şarkıyla yakınlık kurabilir arasında,
kendisini Türkçe (bile) konuşan bir Amerikalı gibi hissetmenin sarhoşluğunu
yaşayabilir; ama duygularını anadiliyle anlatmış olmanın mutluluğunu ve
huzurunu asla yaşayamaz. Neden? Söylediklerimin dilbilgisel açıklaması şu: Hissetmek
eylemi, geçişli bir eylemdir ve geçişli eylemlerde yargının tamamlanması için
nesne gereklidir. Bu açıklamayı bilmeden de Türkçeyi düzgün kullanabilirsiniz;
çünkü anadil kullanımı - özellikle Türkçede - zaten sezgisel olarak
sürdürülmekte. Şimdi kendinizi sınayabilirsiniz: Yukarıdaki tümcelerde
“kendini, kendimi” sözcüklerinin eksikliğini hissediyorsanız, Türkçe
sezginiz fena değil; yok, bu konuşmalar çok doğal, çok alışıldık geliyorsa
size, “dublaj Türkçesi” çoktan sizi de kendi esintisine almış ve
savurmakta demektir.
Bir
filmde bir genç kız, arkadaşına, sevgilisiyle ilgili olarak soruyor:
“—
Sana karşı hisleri olduğunu mu söyledi?”
Ne demiş sözü edilen sevgili? “Sana karşı histerim var. ” Aşkını
söylemek için ilginç bir yol; çünkü herkesin herkese karşı hisleri olabilir:
Saygı, öfke, nefret, sevgi, acıma... Daha pek çok “his” sayabilirsiniz. Birine
karşı hisleriniz olduğunu söylemeniz yeterli mi? Karşınızdaki ona karşı ne
hissettiğinizi anlar mı bundan? Bu filmlerde anlıyorlar. İşin garibi,
izleyiciler de anlıyor. Onların anlaması daha çok “olsa olsa” yöntemiyle
yapılmış bir çıkarsamaya dayanıyor elbette. “Sevgili”, genç kıza, hisleriyle
ilgili bir konferans vermiş olamayacağına göre, diye düşünüp buluyorlar ne
denmek istendiğini. Oysa bu kadar dolandırmaya hiç gerek yok; yukarıdaki
tümcenin Türkçesi çok yalın: “Seni sevdiğini mi söyledi?”
Akla,
işleri karıştıranın “his” sözcüğü olduğu geliyor. Keşke o kadar kolay olsa,
“his” yerine “duygu” sözcüğü konarak dü-zeltilebilse. Ne yazık ki “duygu”lu
tümceler de en az “his”liler kadar kötü. İşte size “duygu”lu bir örnek: “Şenle
olan duygularımı tartışmak için hiç uygun bir gün değil. ” Neresinden
başlarsınız düzeltmeye? “Birine karşı” değil, “biriyle olan duygular” ne demek?
“Sente” mi, “seninle” mi? Peki o “hiç” ne demek?
“Dublaj
Türkçesi”nde yalnız “hisli” ve “duygulu” örnekler mi var? Hiç olur mu? İşte
birkaç “dublaj harikası” daha:
“—
Kocanla beraber bebeği doğurmaya karar verdiğini sandım.”
Karı koca birlikte doğuracaklar gibi görünüyor; oysa dünya kurulalı beri bu
mümkün olamadı. Söylenmek istenen “karar verme”nin kocayla birlikte olduğu.
Bir
karşılıklı konuşma şöyle sürüyor:
“—
Onu burada bulacağımı sanıyordum. ”
“—
Şaşırdın mı?”
“—
Hayır, ya sen?”
Biri,
aradığı kişiyi bulacağını umduğu yerde bulamamış. O biri şaşırabilir; ama
şaşırmamış. “Hayır” diyor çünkü. Demek orada olacağını sanıyormuş aradığı
kişinin; ama orada bulunmama olasılığına karşı da hazırlıklıymış. Buraya kadar
anlaşılabilir. “Ya sen?” sorusunu ne yapacağız? Öteki niye şaşırıyor, niye
şaşırsın? Uygulama çalışması eğlenceli olabilir: Kapınız çalınıyor,
açıyorsunuz; karşınızdaki “Falanca burada mı?” diye soruyor. “Yok.” diyorsunuz
siz de. Sonraki konuşmalar yukarıdaki gibi.
“—
Seni bugün görmeyi hiç tahmin etmediğimi bilmelisin.” Demek
istiyor ki: “Seni bugün göreceğimi ummuyordum.”
Ben
de ne dediğinizi duyar gibiyim:
“Yani
sen şimdi bize bu örneklerin böyle uzayıp gidebileceğini mi söylemek
istiyorsun?”
SORUNLAR, PROBLEMLER VE ŞEYLER
“Dublaj
Türkçesi”... Hani şu “Kahretsin!”ler, “Lanet ol-sun/’lar... Filmin baş kişisi küfür mü ediyor, başlıyor arka arkaya sıralamaya:
“Kahretsin, kahretsin, kahretsin!” Bir kez, kim, kimi, neden kahrediyor belli
değil. Hadi “neden” bölümüne boş verelim; ama “kim ve kimi” bölümlerine boş
veremeyiz; çünkü bunlar (dilbilgisel adıyla) özne ve nesne. Bunlar olmadan ne
tümce oluşur ne yargı. “Kahretsin!”, “God damn it” in Türkçesi.
Görüldüğü gibi İngilizcesinde özne ve nesne var. (God = özne, it = nesne).
Çevirisinde yok. Bol küfürlü Amerikan filmlerinde çevirmenlerimiz zorlanıyor mu
ne? Nereden buluyorlar bu sözleri? Yoksa Türkçe, Amerikan argosunun yanında çok
kibar bir dil mi kalıyor? Sözü, oyuncunun dudak hareketlerine uydurmak gibi bir
sorunları olduğunu elbette biliyoruz; ama anadillerinin doğallığını bozmamak
için biraz daha özen göstermeleri gerekmez mi yaptıkları işe? Amerikan
filmlerindeki “No!”ya uysun diye bulunup ortaya çıkarılmadı mı şu “Yo!” sözcüğü
de? Biz de o zamandan beri dudaklarımızı büze büze “Yo!” demeye
başladık. Bizde “Evet” vardı, “Hayır” vardı; “Yo” ne demek?
Bütün
öğeleri yerli yerinde; ama yine de Türkçenin doğallığına uymadığı için
kulağımızı tırmalayan konuşmalar da var:
“—
Bunu duyduğuma sevindim. ”
“—
Seni gördüğüme sevindim.”
gibi “sevinme”li örnekler ve “evet - hayır” sorunsalı. Bu onaylama ya da
onaylamama sözcükleri İngilizcede ve Türkçede birbirinden farklı kullanılıyor.
“—
Sonsuza kadar böyle sürmeyecek. ”
“—
Evet, sürecek. ”
“Evet,
sürecek” mi, “Hayır, sürecek” mi? İngilizcede olumlu bir şey söylendiği için
“Evet” denirmiş; biz ise karşımızdakini onaylamadığımızı bildirmek için “Hayır”
deriz.
Çeviri
harikaları arasında, bunlara benzemez nice örnekler var. Bir genç kız, ablasının
kötü bir durumda olduğunu babasına haber veriyor:
“—
Sorun Suzy baba. ”
“—
Oo, yo yo! Herhangi bir sorun yok değil mi?”
“Oo,
yo yo!” ya bir şey demiyorum; “sorun”u merak ediyorum. Var mı, yok mu?
Ve
“sorun”, “problem” fark etmiyor:
“—
Gerçek problem sen ve Jack’sin.”
“Sen” ve “Jack” diye iki kişi mi var; yoksa “sen”, aslında “Jack” mi oluyor?
“Jack’sin” ne demek? Doğrusu, “-sin” eki, “sen” sözcüğüne gelecek. Şöyle:
“Gerçek problem Jack ve sensin.”
Şimdi
ikisi birden. Hem
sorun hem problem:
“—
Evet, şu sıralarda başımızda problem bir sorun var. ”
Ne varmış? Problem mi, sorun mu? İkisi de değil. “Problem bir sorun”. Kimi
sorunlar problemsiz de olabiliyor ya, onu kastediyor.
Bir
kadın, sevgilisini terk ederken şöyle söylüyor:
“—
Hayatında en önemli şey olan beni fark etmedin. ”
Kendisinden “şey” diye söz ettiğine bakmayın, bir yandan da “en önemli” görüyor
kendisini. Peki, hem “şey” hem “en önemli” olan bu kişi, bütün ilişki boyunca
nasıl fark edilmemiş olabilir? Üstelik bu durum - ki oldukça vahim görünüyor -
sözü söyleyenle ilgili, çok ciddi bir sorun olacakken, nasıl oluyor da
karşısındakinin sorunu oluyor?
“—
Hamileyken ihtiyacın olacak en son şey bu.”
Hamilelik dönemiyle ilgili bir ihtiyaç sıralamasından söz ediliyor sanki. Oysa sözü edilen şey, kavga. “En son şey” olarak bile
ihtiyaç sıralamasında yer almamalı; hamilelik döneminde “kavga’ya nasıl bir
ihtiyacı olabilir ki insanın? Sakın böyle düşünmeyin. Söylenmek istenenin
“ihtiyaç”la falan ilgisi yok. “Hamileyken kavga etmemelisin.” demek isteniyor
ya da “Bu dönemde kendini kavgadan uzak tutmalısın.”
Terk
edilen deminki sevgili değil, bir başka filmde, bir başka sevgili şöyle diyor:
“—
Sen benim hayatımdaki en önemli şeysin.”
Aynı insan na-sil hem “şey” hem “en önemli” olabiliyor diye düşünmeyelim; ama
“şey” sözcüğünün Arapça olduğunu ve “eşya” sözcüğünün tekili olduğunu da mı
unutmalıyız? Türkçede - hakaret, küçümseme, aşağılama anlamları hariç - insanla
ilgili olarak kullanılmaz bu sözcük. Karşınızdakine iltifat etmeye çalışırken onun
“şey” olduğunu söylerseniz, iltifatınız hakarete döner. Gariptir, izleyicimiz
bu sözlerdeki “gayet gizli” iltifat anlamını bir biçimde bulup çıkarıyorlar.
Yine
de çevirmenler, izleyicilerin düşgücüne çok fazla güvenmeseler de Türkçeyi
bozmayacak çeviriler yapsalar... Daha iyi olmaz mı?
SESLENDÎR(EME)MELER
“—
Sana fikrini sorduğumu hatırlamıyorum."
“—Bu
söylediklerini yapmak isteyeceğimden emin değilim.
Bu
karşılıklı konuşma bir patronla sekreteri arasında geçiyor. Hangi ülkede, hangi
zamanda, hangi ortamda diye sormayın, bir dizi filmde. Hani şu, yaşamı aynen
aktarıyormuş gibi görünüp yaşamdan daha ağır ilerleyen dizilerden birinde.
Patron, sekreterinden bir şey yapmasını istemiş, sekreter de buna karşı çıkmış.
Patron: “Şunu yap/yapın/yapınız.” dediğinde hangi sekreter, hangi cesaretle
karşı çıkar? Diyelim ki bizimki yürekli bir sekreter; karşı çıkmış. Peki,
patron bu duruma nasıl tepki gösterir? “Sana fikrini sormadım.” der ya da
mademki Türkçeleştiriyoruz: “Sana fikrini soran olmadı.” Sekreter biraz küstah
ya, sürdürüyor karşı çıkışını: “Bu söylediklerini yapmak isteyeceğimden emin
değilim.” Bak sen! Patronu gözünüzde canlan-dırabiliyor musunuz? “Efendim, ne
diyorsun sen?” mi der? “Kovuldun!” ya da “Defol!” demezse tabii. Yoksa alır
ayaklarının altına ... Dizideki “terbiyeli” bir
patron, bizimkiler gibi davranmıyor. Hatta sekreterinin “söylediklerini”
demesine, yani kendisine “sen” diye seslenmesine bile tepki göstermiyor.
Patronlarımızın bu dizilerden öğrenecekleri çok şey var. Nerde bizde böyle
patronlar!
Başka
bir sahnede evin hanımıyla hizmetçisi konuşurken de oluyor aynı şey. Hizmetçi,
hanımına “sen” diyor: “Dışarı çıkacak mısın bugün?” ya da “Yemeğe kimleri
çağırdın?” Yoksa bu Amerikalılar “sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış bir kitle” mi
oluşturmuşlar? Yok canım, çevirmenlerimiz “you”yu kimi
zaman “sen”, kimi zaman “siz” diye çeviriyor; aynı konuşmanın içinde geçse
bile. Bütün “olay” bu.
Yine
patrondan söz ediliyor; ama şöyle:
“—
O senin işverenin, benim de patronum, öyle değil mi?” Neymiş?
Aynı kişi birinin “işvereni”, ötekininse “patronu”. Yoksa siz bütün işverenleri
patron, bütün patronları da işveren mi sanıyordunuz?
“lş”le
ilgili başka bir örnek:
“—
Bana gerçekten büyük bir fırsat önerdi.”
Patron, eline geçen fırsatı başkasına mı önermiş? Bu Amerikan patronları
acayip! Biz yine de bunu “iş teklifi” diye alsak pek fena olmayacak.
Şimdi
benden yana olmayın; ama elinizi vicdanınıza koyun ve söyleyin. Böyle bir lafi
kim, nerede, neden edebilir? “Pek çok defa şu anda yaptığımız şeyi
yapabilmeyi pek çok istedim. ” O anda yaptıkları şey? Yok
canım, öyle bir şey değil. Konuşmak istermiş karşısmdakiyle, bir türlü
konuşamamış anlaşılan, onu söylemeye çalışıyor.
Onlarca
(belki yüzlerce) yıllık dizi “Yalan Rüzgârı”nda biri: “Ben de Brad’in
Jabot’dan ayrılmasını en az senin kadar çok istiyorum.” diyor. “Az” ve
“çok” un yarattığı bir karışıklık mı bu? Değil. “En az senin kadar” dendiğinde
de karşımızdakinin “çok” istediği anlamı çıkar zaten.
Ya
bu? “Ben de en az sizin kadar öldürülmek istemiyorum.” Birileri
öldürülmeye can atıyor, başka birileri daha az istiyor öldürülmeyi, “siz” ve
“ben” öldürülmeyi “az” isteyenler arasında yer alıyoruz.
Erkek
milletinin güzel kadınlara, kızlara gösterdiği ilgiyi, güzel kızların
çevresinde kümelendiklerini düşünerek karşısındaki “yalnız” kıza “iltifat” mı
etmek istiyor film kahramanı, söz hazır: “Yalnız olmak için çok tatlısın. ”
Son
zamanlarda politikacıların dilinde çok sık kullanılan bir deyim var. Herkes
karşısındakinin “kirli işlere” en az kendisi kadar bulaşmış olduğunu düşündüğünden
ve bunda çoğu kez de haklı olduğundan bir “sütten çıkmış ak kaşık” muhabbetidir
gidiyor. Dizi çevirmenleri durur mu? Kahramanlarını bizim politikacılar gibi
konuşturmaya başladılar bile: “İkinizin de sütten çıkmış ak kaşık
olmadığınız dikkatimden kaçmış değil.”
Kulağınıza
çok tanıdık gelecek birkaç “dublaj harikası” daha: “— Ona ait değildi.”
“—
Tabii ona aitti. ”
Böyle
mi deriz? “Tabii” ne demek? Ona ait olduğunda ısrarcıysak “tabii” değil,
“Hayır, ona aitti.” deriz.
Bir
de “Nasıldır bilirsin”ler var. Efendim, İngilizler, Amerikalılar, bizim konuşma
sırasında duraklamalarda “hımm, ehmm, şey” diye düşünme payları çıkarmamız gibi
“You know” derlermiş ya sık sık, çevirmenlerimiz de bunu böyle çeviriyor.
Nerden bileceğiz biz nasıl olduğunu?
Sanki
İngilizcedeki söz kalıplarını olduğu gibi korumak gerekirmiş gibi bizim “Hadi
biraz dışarı çıkıp hava alalım.” diyeceğimiz yerlerde bakıyorsunuz yabancı
filmin kahramanı “Neden dışarı çıkıp biraz hava almıyoruz?” diye
soruyor.
“Evet,
sanırım bu doğru” mu
deriz? Demeyiz. Günlük konuşma dilinde tam da bu anlama gelen bir kalıbımız var
bizim de: “Galiba öyle.”
“Sanırım
beni şaşırttınız.” der
miyiz peki? Hiçbir zaman demeyiz. Şaşırıp şaşırmadığımızı “sanmayız” çünkü, biliriz. Ya şaşırmışızdır ya şaşırmamışızdır. Niye
sanalım?
“Özür
dilerim”, çoktan demode bir laf oldu. Yerine ne mi kullanacağız? “Üzgünüm.”
“Bak!”
deriz ya sık sık. “Bak, bunu böyle yapma!” Bunun yerine de yenisi var: “Dinle
Kari!”
Karşılaşmalarda
ve vedalarda karşısındakinin admı söylemek var bir de, “Merhaba” gibi, “Bay
Charlie!” Bekliyorum bizde ne zaman kullanılacak diye. “Hoşça kal, ben
gidiyorum.” yerine örneğin: “Bayan Çiller!”
Şapkalar
Kalktı mı?
LAİK MİYİZ, LAYIK MI?
İngilizce
ya da bir başka yabancı dil öğrenenler bilir; öğrenim sürecinde sözcüklerin
hangi vurguyla söyleneceği özel işaretlerle gösterilmiştir. Büyük, küçük ya da
içi boş, dolu birtakım yuvarlaklarla. Türkçede ise vurgu konusu öğretilmez;
bütünüyle kulak belleğine bırakılır. Bu yüzden, yalnız Türkçeyi sonradan
öğrenenler değil, anadil olarak Türkçe konuşanlar da yanlış öğrenmişler ya da
öğrenememişlerse kimi sözcükleri ölünceye kadar yanlış söyleyebilirler.
Vurgu
der demez aklıma son zamanlarda pop listelerinin en başlarında yer alan bir
delikanlı geldi. Rafet El Roman gibi garip bir ad taşıyor ve galiba adının
yabancı (Avrupalı/Arap/ Çingene?) çağrışımları sayesinde beklemediği kadar
büyük bir hızla ünlü oldu. Bunlar beni hiç ilgilendirmiyor; ama o çocuğun Türkçesi
nedir öyle? Ucuzluktan edinilmiş ya da üçüncü elden öğrenilmiş bir Türkçe...
“Biraz içince, kendinden geçince” gibi en pespaye sözlerin, bitmeyen bir tümce
olarak arka arkaya getirilmesi ya da “Kalın bir roman kitap gibi” biçimindeki
derin anlamlı sözler değil kastettiğim. Bunlar, ben dahil,
hiç kimse bir anlam bulamayacağı için, uğraşmaya değmez şeyler... Ama bu
“şey’ler öyle bir vurguyla söyleniyor ki dayanılır gibi değil. O ne garip bir
Türkçedir ki sürekli orta heceler vurgulanıyor. Oysa Türkçede vurgu, genellikle
sonda, kimi zaman da baştadır; hiçbir zaman orta hece vurgulu olmaz. “Burunu,
göğüsü” gibi kimi sözcüklerde orta hece ünlüsünün düşüp sözcüklerin “burnu,
göğsü” biçimini almasının nedeni de budur. Bu kadarını öğrenmesini
bekleyemeyiz; ama dili, Türkçeye az buçuk dönen biri, yardımcı olamaz mıydı
garibe? “Sensiz yaşayamam/Sensiz hiç olamam” biçimindeki vurgulamaları
anımsadınız mı? Çünkü siz dinlemek istemeseniz bile bir yerlerde mutlaka
dinlemek zorunda kalmışsmızdır ve şu anda ezgisiyle birlikte kulaklarınızda
çınlamaktadır bu sözler. Bu arada “sensizlerdeki “e”lerin de ne kadar “kapalı”
söylendiği dikkatinizden kaçmamıştır. “Seni seviyorum, seviyorum.”
Bu
Roman çocuk, tek olsaydı üstünde durulmayabilirdi. Yurt dışından gelmiş, Türkçe
öğrenememiş, der geçerdik. Öyle değil. Burada tartışılması değilse de
düşünülmesi gereken bir konu var: Başka bir ülkede, şarkı söylediği dili çok
kötü kullanan biri, eleştiriler alırken biz de nasıl oluyor da bu kötü kullanım
eleştirilmediği gibi beğeniliyor, “En çok dinlenenler” ya da “En çok satanlar”
listesinde ilk sıralara kadar yükselebiliyor? Yanıtlanması gereken asıl soru bu
galiba. Yoksa kimler, ne yanlışlar yapıyor? Geçen yıl bir televizyonda
“Kibariye Konseri”nin duyurusu günlerce “Kibariye” vurgusuyla yapıldı.
“Bahariye” gibi bir “Kibariye”.
Yine
televizyonlardaki “canlı telefon” (Ne demekse!) bağlantılarında “Alo” sözcüğü
birçok spiker tarafından “Aluu” biçiminde söyleniyor. Bir çeşit seslenme,
“Huu!” gibi.
“Spiker”
dedim de... Bu sözcüğün İngilizcedeki gibi “spiker” biçiminde söylenmesi
yanlıştır. Birçok “spiker”, sözde titizlik göstermek için “spiker” diyor; oysa
sözcüğü Türkçede kullanıyorsanız Türkçe’nin kurallarına göre kullanmalısınız.
“Dolayı”
sözcüğü de öyle. “Dolayı” değil, “dolayı”. “Feodal” sözcüğü kimilerince son
hece ağacın “daF’ıymış gibi söyleniyor. Oysa l’nin inceltici etkisiyle ince
söylenmeli. “SosyaF’in sonunda da kırmızı anlamında bir “al” sesi yok.
“Amarika” değil, “Amerika” olduğunu da belirtmeli miyim burada? “Devlet
mekanizması” derken k’nin, pek çoğunun yaptığı gibi, “kâr” sözcüğünün k’sine
benzer biçimde ince okunmasının yanlış olduğunu da söylemeli miyim?
Sözcüklerin
yanlış seslendirilmesi, kimi zaman yalnızca söyleyiş bozukluğuna yol açar.
Örneğin “merak” sözcüğü, ünlü arabesk parça “Merak etme sen”deki gibi değil,
“a”sı biraz daha uzun okunarak, “merak” biçiminde söylenmelidir. Kimi zaman ise
yanlış söyleyiş, basit bir seslendirme ve vurgu hatasından çok daha ciddi
sorunlar yaratabilir, hatta insanları, söylemeyi akıllarının ucundan bile
geçirmedikleri düşünceleri söyler duruma düşürebilir.
Bir
radyo sunucusu binlerine kızmış, “Bu utanmazlar, hayasızlar
...” diye söylenip duruyordu. “Haya” sözcüğünün ikinci
a’sim yeterince uzatmadığı için, hiç düşünmediği halde kızdığı adamları “cinsel
organ eksikliğiyle mağdur” bir duruma düşürdüğünü herhalde kendisi fark
etmemiştir. Oysa biz, adamların “haya”larıyla
ilgilenmediğini, derdinin “utanma duygusunun eksikliği” gibi başka bir şey
olduğunu biliyoruz; ama elden ne gelir?
“Bu
konuyu varislerle konuşmalısınız.”
diyen kişi “varis” sözcüğünü hakkıyla söyleyemediği için, bir çeşit damar
hastalığı demek olan “varis” ile konuşmayı önerir duruma düşüyor.
Geçenlerde
Bülent Ersoy, konukları Sezen Aksu ve Müjdat Gezen’e şöyle teşekkür ediyordu:
“Beni mütehassıs ettiniz.” Geçirdiği çeşitli operasyonlar sırasında “ihtisas”
yapma fırsatmı da mı bulmuş Ersoy? Yok canım! Kendisini duygulandırdıklarını
söylemek istiyor yalnızca; ama tek bir ses, anlamı nasıl da değiştiriyor? “Mütehassis” demek istiyor, “mütehassıs" değil.
Alevi
- Sünni tartışmaları gündemdeyken, bir bayan izleyici, kendisini tanıtmak için
üstüne basa basa “Ben sun’iyim.” diyordu. Sun’i (= yapay) olduğunu mu söylemek
istiyordu? Hayır. Alevi olmadığını, Sünni olduğunu belirtmek istiyordu. Yoksa
her yanları takıştırma olan hatuncuklar bile kendilerini “suni” bulmuyorlar da
o hanım - üstelik durup dururken - neden yapaylığını ilan etsin?
En
ilginci de şu: 10 Kasımdaki (adı, sonradan “Meczup” diye ilan edilerek kısmi
bir bağışlanmaya uğrayan) eli Kuranlı yobaza, Anıtkabir’in dışındaki halk:
“Layığız” diye bağırıyordu. Söylemek istedikleri “layık” değil “laik”
olduklarıydı elbette. Gariptir, insan, hele şu seçim sonrasında, bugünden
bakınca, halkın o gün söylediğinin, kısaca “Layığız” diye bağırmanın, o günkü
ve bugünkü duruma daha uygun olduğunu düşünüyor.
AYRI MI, BİTİŞİK Mİ?
ÖSYM
ile TDK arasında, kimi sözcüklerin, daha çok bileşik sözcüklerin, yazımıyla
ilgili bir karışıklık varmış. TDK’nin doğru kabul ettiğini ÖSYM, ÖSYM’nin doğru
kabul ettğini TDK yanlış kabul ediyormuş (Bkz. Siyah Beyaz, arka sayfa, 6 Şubat
1996) Bu durumun devamı da var. ÖSYM, “eski” TDK’nin kurallarını geçerli sayar;
Milli Eğitim Bakanlığı ise yasalarla “yeni” TDK’ye bağlıdır.
TDK,
(Sözcüğün “ileri, gelişmiş” gibi anlamlarını unutarak buna yeni TDK diyeceğiz;
çünkü eskisi Evren Paşa’nın “marifetiyle” kapatılmış, yerine bugünkü,
başbakanlığa bağlı bir devlet dairesi haline getirilmiş yenisi kurulmuştu.)
Türkçeye Batı dillerinden, özellikle İngilizceden giren sözcükler karşısında
oldukça ilgisiz kalırken “eski” TDK’den “hıncını” alıyor görünmekte; yoksa
örneğin, “şov/show/shov/şhow" yazımlarının hangisini “doğru” kabul
edeceğine karar vermek dururken, hazırladığı kılavuza “imla Kılavuzu” diyecek
kadar Türkçeden uzak ve Türkçeye düşman bir tutumu neden benimsesin? Zaten bu
kılavuz yayımlandığında o kadar çok eleştiri almıştı ki kılavuzu hazırlayanlar
bile kendi koydukları kuralları uygulayamamışlardı. Milli Eğitim Bakanlığı bu
uyduruk kılavuzu “esas” alıyorsa kendi bileceği iştir, kimseyi şaşırtmaz.
Ayrıca Milli Eğitim Bakanhğı’nın neresi doğru ki “yazımı” doğru olsun. Bu arada
bir düzeltme yapalım: ÖSYM’nin esas aldığı Dil Derneği’nin kılavuzu değil, eski
TDK’nin kılavuzudur; çünkü Dil Derneği zaten eski TDK’nin “Yazım Kılavuzu”nun
13. baskısını esas almıştır. Bir şey daha: ÖSYM iyi ki böyle yapmaktadır; sözü
edilen “imla Kılavuzu”nu esas alması, kargaşayı üniversite giriş sınavlarına
taşımakla kalmaz, yanlışı yaygınlaştırma konusunda bağışlanmaz bir günaha da
dönüşürdü.
Şimdi
gelelim bütün bu söylediklerimi haklı çıkaracak açıklamalara. “Ayrı mı,
bitişikjni?” sorusuna yanıt ararken örnekleri az önce Emdiğim yazıyla sınırlı
tutmaya çalışacağım; yoksa “yeni” TDK bu konuda kimseyi örneksiz bırakmayacak
kadar cömert davranıyor. Yazıda tartışılan sözcükler şunlar: ortaöğretim,
bugün, milletvekili, buzdolabı, ilkbahar. Yeni TDK diyesiy-miş ki bu sözcükler
(Onlar “kelime” der) orta öğretim, bu gün, millet vekili,
buz dolabı, ilk bahar biçiminde yazılmalıdır. Neden? Onlara öyle geliyordur da
ondan.
Dil
mantıktır. Bu sözcüklere “bileşik^özcük’ldiyorsanız (ki öyledir) bu sözcükler
kimyadaki gibi bir çeşit tepkimeye girmiş, bileşmiş ve artık tek sözcük
olmuştur. Ayrıntı gibi görünse de aslında çok önemli bir şey daha var: Bunlara
“sözcük” diyorsanız, zaten bu mantığı kabul etmiş oluyorsunuz; çünkü ayrı ayrı
yazıldığında bunlar “sözcük” değil, iki sözcükten oluşmuş “söz”ler olur. “Bu
gün” biçiminde yazdığınız şey bir sözdür, “bu” diye gösterdiğiniz bir “gün”ün
varlığına işaret eder. İçinde bulunduğunuz son 24 saati kastediyorsanız o artık
gösterilen bir gün olmaktan çıkmış, tek bir kavramın adı olmuştur.
İngilizcedeki “today”, Fransızcadaki “aujourd’hui” gibi, “bugün.” Yan yana
gelen sözcükler kaç tane olursa olsun, karşıladıkları kavram tekse, o artık tek
bir sözcüktür, asla iki ayrı sözcük gibi düşünülemez. Nasıl “pencere” sözcüğünü
“pen” ve “çere” diye iki ayrı sözcük gibi yazamazsanız “buz” ve “dolabı” diye
de yazamazsınız, “ilk” ve “bahar” diye de.
Özel
adların yazımıyla ilgili ilginç yenilikler de geliştirmiş yeni TDK.
“Zonguldağa, Mehmede, Kahraman Maraş” diye yazacakmışız. Bu konuyla ilgili
ÖSYM’nin de uyguladığı kural şudur: “Özel ada getirilen çekim ekleri kesme
(’) ile ayrılır." Bu kuralın mantığı da son derece
açık. Hiç sanmıyorum; ama “Yeni TDK’çilerden biri bu yazıyı okuyabilir.”
umuduyla yine de açıklayayım. Özel ad, varlığı tek olan kavrama verilen addır.
Bu tekliğe gösterilmesi öngörülen saygı nedeniyle büyük harfle başlanarak
yazılır, aynı nedenle aldığı ek, kendisinden ayrılır. Yoksa “Ayşeme” diye
yapılmış bir seslenmede kızın adının “Ayşe” mi, “Ayşem” mi olduğunu nereden
bileceğiz?
“Kahraman
Maraş” sorunsalına gelince yalnızca soru sormakla yetineyim: Neden Kır Şehir,
Nev Şehir, Tekir Dağ, Çanak Kale, Adı Yaman, Kırklar Eli değil?
Arapçanın
şu “nispet i”lerine de pek meraklıdırlar. Coğrafî, İktisadî diye yazacakmışız.
Niye yazalım? Eğer ünlülerin uzun okunacağını bu işareti kullanarak göstermek
zorundaysak, önceki hecelere de işaret koymamız gerek; çünkü asıl uzun
okunanlar onlar. Şöyle yazmaya ne dersiniz? “Coğrâfî, İktisâdi” Hatta bir nota
sistemi geliştirip her hecenin üstüne nasıl okunacağının işaretini koyalım.
Daha iyisi de var. Bu önerime bayılacaklar. “Üstün”lere, “esre’lere, “ötre”lere
ne derler acaba? Bunun için Arap alfabesine mi dönmek gerekiyor? Onların da
“asıl” istedikleri bu değil mi zaten?
ŞİAR YALÇIN VE YANLIŞLARI
Şiar
Yalçın, Türkiye’nin kültürel yapısını oluşturmaya doğrudan emek vermiş bir
aileden gelen ve birkaç yabancı dili çok iyi derecede bilen bir kişidir. Pazartesi
günleri Yeni Yüzyıl’da “Doğru Türkçe” başlığıyla yayımlanan yazıları her ne
kadar Türkçeden çok Osmanlıcanın inceliklerini anlatıyorsa da Şiar Yalçın’m,
Türkçeyi dert edinmiş ve bu konu üstünde bu kadar yoğunlaşmış olması, yalnızca
Yeni Yüzyıl okurları için değil, Türkçe için de tartışılmaz bir kazançtır. Son
yazısı (16. 9. 1996) “Bu hafta okuyucularımıza belli başlı Türkçe imlâ ve
telâffuz hatâlarından bazılarının kısa bir listesini sunuyoruz:”
üstbaşlığıyla, pek de kısa sayılmayan (88x2) bir listeden oluşuyordu ve altı
(6) Türkçe sözcük dışında yabancı dillerden Türkçeye girmiş sözcükleri
kapsıyordu. Bu altı Türkçe sözcükten biri de “öğe” sözcüğü ve bu sözcükle
ilgili.” öge-> yanlış/öğe -> doğru” dedikten sonra bir de not eklemiş
Şiar Yalçın: “Öztürkçeciler kesin karar versinler!” Hem kendisini
“öztürkçeciler”den ayıran hem de onları incitmemeye özen gösteren hoş bir
sitem; ama aslında “öztürkçeci” değil “Türkçeci” olmak yeter. “Öğe” sözcüğüne
gelince, böyle yazılır ve “öge” diye okunur. Bu kadar! Görüldüğü gibi pek
karışık bir durum yok ortada. Karşı çıkmak isterseniz “Hani Türkçede sözcükler
yazıldığı gibi okunur, okunduğu gibi yazılırdı!” diyebilirsiniz yalnızca; ben
de size bunun kuyruklu bir yalan olduğunu söylerim.
Şimdi
Şiar Yalçın’m listesine bir göz atalım:
“Adale,
aforoz” gibi sözcükler böyle yazılmalıdır, doğru; ama “arazöz” değil, “arozöz”
olması gerektiği belirtilmiş. (Bu arada yazım kılavuzunda da Türkçe sözlükte de
bu sözcüğe yer verilmemiş.) Böyle yazalım yazmasına da nasıl söyleyeceğiz bu
sözcüğü? “Ünlü uyumları” adı verilen kurallar, halkın kullanı-mmdan çıkmıştır
ve “o” ünlüsü orta hecede pek kullanılmaz; çünkü Türkçe sözcüklerde, ilk
hecenin dışında “o” ünlüsü bulunmaz. Denemesi çok kolay! “Arozöz” demeye
çalışın, oluyor mu? İşte Şiar Yalçın’ın “ambar” ve “amber” sözcükleri için
düştüğü “galat-ı meşhur” (Ünlü yanlış demek, yanlış olmasına rağmen benimsenmiş
sözcükler için kullanılır) notu bu zorunluluktan doğmuştur. Siz istediğiniz
kadar “Doğrusu budur!” deyin; halk, dilinin dönmediği şeyi söylemez; ona kendi
söyleyebileceği biçimi verir, bu durum da giderek benimsenir. Yabancı
sözcüklerin Türkçeye girmesini önleyemiyorsak, onları “bizim” kılmak için
söyleyişimize uydurmakta ne sakınca var? Ingiliz, Amerikalı, Fransız böyle
yapmıyor mu zaten? “Kayık”, “havyar”, “yeniçeri” sözcüklerini “caique”,
“caviar”, “janissary” diye yazmıyor mu? “Terörizm” için de aynı şey! Bu yüzden
mi epey bir zamandır haber spikerleri “terörist” deyip duruyor? Oysa sözcük
“büyük ünlü uyumu”na aykırı! Ya kendimize uydurup “terörist” diyeceğiz ya da
“büyük ünlü uyumu”nu kaldıracağız. İkincisi pek kolay olmaz; adı üstünde
“büyük” bir uyum bu. Zaten yazım kılavuzu ve sözlük de “terörizm” diye almış
sözcüğü. Tıpkı “ıstırap” (“ızdırap” değil) gibi. “Greyfurt” ya da “greyfrut”
denmesini de yanlış buluyor Yalçın; “greypfrut” demeliymişiz, insaf hocam! Dört
tane ünsüzü arka arkaya nasıl söyleyelim? “Layık” da demeyecekmişiz, “lâik”
diyecekmişiz. Böyle bir sözcük yok. “Layık” var, bir de “laik” var. “Biz
‘laik’liğe ‘layık’ mıyız?” tümcesinde olduğu gibi.
“Roman”,
çingene; “Romen”, Romalı; “Rumen” de RomanyalI demek değil mi? Şiar Yalçın
ısrar ediyor: Rumen değil, Romen demeliymişiz. Romalıları değil de Romanyahları
kastediyorsak neden diyelim?
“Extacy,
vs” değil, “ecstasy” olacakmış; Türkçe bunun neresinde, hiç anlamadım.
“Espritüel” de yanlışmış; “spiritüel” denmeliymiş. Peki
“espri” yapmayacak mıyız hiç? Onu nasıl söyleyeceğiz? “Ay, ne kadar güzel bir
‘spiri ‘ yaptın!” gibi mi örneğin? “Dedektif’ değil, “detektif’ miş doğrusu.
“Şovenizm” yerine, “şovinizm”; “virtüöz” yerine “virtüöz” denmeliymiş.
Geldikleri
dildeki yazılımlarını korumak değil ki amaç; amaç, Türkçede bir kullanım
birliği sağlamak; herkesin o sözcükleri aynı biçimde yazmasını, onlardan aynı
anlamı çıkarmasını sağlamak. Sözlüğe, yazım kılavuzuna (yazım ve anlam
birliğini sağlayan bunlardır) girmiş sözcükleri yanlış ilan etmek dile nasıl
bir yarar sağlar?
“Pantolon”
sözcüğünün de doğrusunun “pantalon” olduğunu iddia ediyor Yalçın. Ayraç içine
“Kim ne derse desin!” diye eklemesinden anlaşılıyor ki daha önce tartışılmış bu
konu. Doğrudur, “Servet-i Fünun”dan beri tartışılıyor. Sözcüğün İtalyan-cadan,
dahası İtalyan komedyen Pantalone’nin adından geldiğini biliyoruz. Fransızlar
“pantalone” diye kullanmayıp kendi söyleyişlerine uydurabiliyorlar; ama biz
yapamıyoruz aynı şeyi. Biz ille de Fransız söyleyişini mi benimseyeceğiz?
Neden?
Basketbol
terimi “pota”nm da “poto” olduğunda ısrarcı Şiar Yalçın. O kadar ısrarcı ki
yanma Fransızcasını koymuş: “poteau”. Basketbolcular ve spor yazarları “Top
potoya girmedi, potodan döndü” gibi tümceler kurmaya başlayacaklar. Öğrensinler
efendim, doğrusu buymuş işte! Yazım kılavuzuna falan da bakmaya kalmasınlar;
çünkü orada yanlışlar çıkacak karşılarına. Fransızlar “poto” demeye devam etse,
biz de “pota” desek olmaz mı?
Bir
sözcüğün, yazım ve söyleyiş bakımından doğru ya da yanlış olduğu, ancak o dilin
kuralları içinde kalınarak söylenebilir; alındığı dildeki özgün yazım ve
söylenişine bakılarak değil. Madem derdimiz Türkçe ve “Doğru Türkçe”yi arıyoruz!...
to
ıı
ŞAPKALAR KALKTI MI?
“Kağıt” değil de “kâğıt” diye yazdığınız zaman, yakınınızda,
yazma işiyle az çok ilgili olduğunu sanan biri varsa sizi kibarca uyaracaktır: “Şapkalar
kalkmadı mı?” Üstünde benzer bir işaretin bulunduğunu düşünmekten olsa
gerek, “Yumuşak g kaldırılmış, öyle mi?” diyenlerle de
karşılaşabilirsiniz. (Ben birkaç kez karşılaştım.)
Bu
“şapka meselesi”nin içyüzü nedir? “Şapka” sözcüğünün politik çağrışımları
oldukça önemlidir de bu gariban işarete neden önem verilmez? Hiç değilse
Demirel’in ünlü “şapka”sımn öneminden biraz olsun yararlanamaz mı? Gerçi bu
işaretin gerçek adı “şapka” değildir. “Uzatma” ya da “inceltme” işareti de
değildir; “düzeltme işareti”dir. Zaten kullanılma gerekçesi de okunuşu
“düzeltmek”tır. “K ve g’den sonra gelen ve ince okunması gereken a’ların ve
u’ların üstüne konur.” Örneğin “ka” diye yazarsanız, böyle okunur; oysa siz
“kâğıt” yazacaksanız “ka”ya değil, “kâ” hecesine gereksinmeniz var demektir.
“Hikâye” böy-ledir, “mekân”, “dükkân”, rüzgâr”, “kâfir”, “sükûn”, “yadigâr”
böyle, düzeltme işaretiyle yazılması gereken sözcüklerdir. Siz bakmayın şu
bitmez tükenmez dizinin her gün “gar” çağrışımı yapacak biçimde yayımlandığına,
doğrusu “Yalan Rüzgârı” olmalıdır.
Düzeltme
işaretinin ikinci kullanımı, bu işareti koymazsak karıştırılabilecek olan
sözcükleri ayırma amacına yöneliktir. “Hala” diye yazarsanız babanın kız
kardeşidir, “halâ” diye yazarsanız “boşluk” anlamına gelen Arapça bir sözcüktür
(ki Türkçe’ye “hela” biçiminde girmiştir), “henüz” anlamına gelen sözcük her
iki a’nın üstüne düzeltme işareti konarak yazılır: “hâlâ”. “Kar/kâr” sözcükleri
böyledir, “adet/âdet”, “alem/âlem” böyledir.
Gazetelerde “yıllık kar”lardan, “kar paylarından söz ediliyor olması
yanıltmasın; ulaşımı aksatmadığı, insanları bir yerlere kapatmadığı sürece
kimsenin kardan söz edesi yoktur. Buralarda “kar” denilenlerin tümü “kâr”dır
aslında. Bu kadar-cık bir dikkat zor mu gelmektedir gazete düzeltmenlerine?
Soracak olsanız size “dizgiler bilgisayarda yapıldığı için bu işaretlerin
konamadığı” gibi bir açıklama yapılacaktır ve istenilen her programı
gerçekleştirme gücüne sahip bu çok gelişmiş bilgisayarların bir düzeltme
işaretini koymaktan aciz olduğuna inanmanız beklenecektir. Belki mızmızlığınıza
kızılacak: “Ne fark eder yani?” gibi küstah bir yanıt suratınızın ortasına
fırlatılacaktır. Böylelerine “kar” mı, “kâr” mı diye o tümceleri iki kez okumak
zorunda kaldığınızdan hiç söz etmeyin; hele küçük ayrıntılarda fark
görmeyenlerin büyük farkları da anlayamaz duruma geldiklerinden söz bile
açmayın; tam da bu nedenlerle anlamayacaktır. İyisi mi bir öğretmeni anlatın
ona. Sınıfına gelen ve “Şapkalar kalktı.” diye yırtınan müfettişe şu tümceyi
yazmasını söylemiş öğretmen: “Kârınızı bana verir misiniz?” Yine
anlamaz; ama siz rahatlamış olursunuz.
Peki,
“kalkan şapka” yok mu gerçekten? Olmaz olur mu? “Reklam”, “plan”, “lâkin”,
“lazım” gibi sözcüklerde düzeltme işareti yoktur. TRT yakın zamanlara kadar
“reklamlar” sözcüğünü “reklâmlar” biçiminde yazardı. Yalnız yanlış değil, aynı
zamanda garip bir davranıştı bu; çünkü “reklam” gibi Fransızca bir sözcüğü alıp
işgüzarlıkla üstüne bir de işaret çakmak, ancak bizde rastlanabilecek bir
davranış olabilirdi. Aynı garip tutum öteki sözcüklere de gösterildi. Oysa bu
sözcüklerde düzeltme işareti kullanmak yanlıştır; çünkü “l’den sonra gelen
ve l’nin inceltici etkisiyle zaten ince okunan a ve u’ların üstünde”
herhangi bir işarete gerek yoktur.
Biz
doğrusunu söyleyelim bir kez. Benimseyen, isteyen, kuralına uygun kullanır;
istemeyen önemsemek için, karısının elinden alınma tehlikesi gibi daha büyük
olaylar bekler.
BİR GÜN HER ŞEY YOK OLABİLİR
Başlıktaki
tümcenin anlamını çözmeye çalışmayın; çünkü öyle metafizik ya da mistik bir
anlamı yok. Ahiret gününü ya da dünyanın sonunu falan da düşündürmemeli; ekoloji, yeşil hareketi ya da çevre sorunlarıyla da ilişkisi
yok. Peki, nedir? Bir çeşit kehanet mi? O da değil. Yalnızca şu: İletmek
istediğiniz böyle bir anlam varsa bu anlamı taşıyacak tümceyi nasıl yazarsınız?
“Bir gün her şeyyok olabilir.” diye mi, “Birgün herşey yokola-bilir.” diye mi?
Bu ikisi arasında hiçbir fark göremiyorsanız bu yazının devamını okumayın. Bir
fark görüyor; ama önemsemiyorsanız, yine okumayın. Çünkü yazımın (imla) önemini
henüz kavramamış olanlara böyle bir yazının söyleyecek sözü yok. Ancak yazıyor,
daha da önemlisi nasıl yazacağınız konusunda titizlik gösteriyorsanız, böyle
bir derdiniz varsa okuyun. Tümcelerin biri altı, öteki üç sözcükten oluşuyor;
ama yine de iki tümce arasındaki fark, sözcük sayısından ibaret değil. Önemli
olan, sözcüklerin nasıl yazılacağıdır; çünkü bir dilde yazım birliği önemlidir.
Bu dil, yazımı neredeyse hükümet programlarına göre değişen Türkçe bile olsa.
Hiçbir
dilde sözcükleri aklına estiği gibi yazdırmazlar insana. Dilin belli kuralları
vardır, o dili kullanan herkes bu kurallara uymak zorundadır. Uymayanlar
toplumda gülünç duruma düşer, cahillikle suçlanır. Türkçe bu kadar başıboş bir
dil midir ki herkes her sözcüğü dilediği gibi yazabiliyor. Çok ünlü bir yazar biliyorum,
“Bana göre böylesi doğru.” deyip “bir şey” yerine “bişey” yazardı. İlginçlik
olsun diye tümceleri küçük harfle başlatan, özel adlan küçük harfle yazan
yazarlar da var. Yazım konusunda yazarlara düşen bir görev vardır; ama o görev
yazımı bozmak değil, doğru yazımı yaygınlaştırmaktır.
iki
sözcüğü bitişik yazmanın koşulu o iki sözcüğün bileşik sözcük oluşturmasıdır.
Tek kavramı karşılayan, artık tek sözcük durumuna gelmiş sözcükler, bileşik
sözcüktür: Pazartesi, ilkbahar, gecekondu, buzdolabı gibi. Bunun dışında,
sözcüğün ufak tefek oluşuna aldanıp onu bir başka ufak tefek sözcükle
bitiştirmek yanlıştır. Örneğin “her” sözcüğü “kişi” anlamına gelen, Farsça
“kes” sözcüğüyle ve kendi anlamını yitiren “hangi” sözcüğüyle bileşik sözcük
kurar. Başkaca kullanımlarında bağımsız -bir sözcüktür, ayrı yazılmalıdır.
Nedense “her pazartesi”, “her zaman”, “her elbise” derken ayrı yazanlar “her
gün”, “her an”, “her şey” derken bitişik yazıyorlar. Bir indirim duyurusu için
kocaman bir bezin üstünde, fiyatların “Herkese, herkeseye uygun” olduğu
yazıyordu, insanın soracağı geliyor: “Herkesey” ' nedir?
“Bir”
sözcüğü de aynı şanssızlığı taşıyan sözcüklerden. “Birkaç”, birçok”, “biraz”
örneklerinde bitişik yazılır; çünkü burada “bir”, kendi anlamını yitirdiği
gibi, yanındaki sözcük de anlamını yitirmiştir. Kısaca hem “bir” olduğunu
söyleyip hem “kaç” olduğunu sormuyorsunuzdur. Oysa “bir gün”de belirsiz bir
“gün”ü kastedersiniz; o yüzden “bir”i ve gün”ü ayrı yazmalısınız. “Bir an”,
“bir şey” de “bir sabah”, “bir adam” gibi ayrı yazılır; çünkü sözcükler kendi
anlamlarını korumaktadır. En tipik örnek “bir takım” sözüdür. Eğer “takım”
sözcüğü anlamını koruyorsa ayrı (bir takım ansiklopedi, bir takım elbise gibi),
korumuyorsa, bitişik (birtakım insanlar, birtakım işler gibi) yazılır.
Biz
bir kez söyleyelim.
ÖSS SINAVI, GAP PROJESİ
Ne
zaman Batılı ülkelerden insan hakları ile ilgili bir uyarı gelse o anda hükümet
etmekte olanlardan bir yetkili, hemen veryansni etmeye başlar: “İçişlerimize
karışıyorlar.” İşin garibi epeyce de yandaş toplar. Sanki Türkiye’de yaşayanlar
insan değildir ve sanki “insan hakları” bu topraklar dışında yaşayanlar için
söz konusudur. Yine öyle olmuştu. Bir tarihte (21.10.1994)
Amerikalı bir heyet gelmişti de “Siz insan haklarını ihlal ediyorsunuz,
insanlara işkence ediyor, onları yargılamadan öldürüyorsunuz.” mu dedi; kayıp
insanlardan mı söz etti; kayıplardan kimilerinin cesedinin sahipsizler
mezarlığında bulunduğunu mu öğrendi; tartaklanan öğrenciyi, dövülen öğretmeni,
dayakla öldürülen gazeteciyi mi haber aldı, ne olduysa, insan haklarından söz
etmeye yeltendi. Devletin o dönemdeki yetkili ağzı olarak Azimet
Köylüoğlu, açtı ağzını yumdu gözünü. Atalarının, yediği üzümün karşılığını bağ
kütüklerine altın dolu keseler bağlayarak nasıl ödediklerini, ne kadar “adil”
ve “haksever” olduklarını öfkeyle anlattıktan sonra, “Siz, ABD Birleşik
Devletleri henüz yokkene..." diye sözünü ABD’den daha eski ve daha
soylu olduğumuza bağlayıp zafer kazanmış komutan edasıyla gülümsedi.
Benimki
de akıl işte, söylediklerinin içinde en saçması buymuş gibi “ABD Birleşik
Devletleri” sözüne takıldım kaldım. “ABD” dedikten sonra neden “Birleşik
Devletleri” diyor bu adam; madem “Birleşik Devletleri” diyecekti neden “ABD”
dedi? “Amerika” demek çok mu zor geldi kendisine?
Takıldım
ya, bu gözle bakınca başka şeyler de çıktı. “GAP’ı gaptırmam.” diyenler bile,
“GAP”ı unuttular; “öldürme üzerine” çalışıyorlar şimdi. “GAP”tan kala kala “GAP
Projesi” lafı kaldı yadigâr. O da yanlış kaldı. Çünkü “GAP” kısaltması, zaten
“proje” sözcüğünü de kapsıyor.
Her
yıl sınav yaklaştığında başlar, yapılıp bitinceye dek sürer. Bütün televizyon
kanalları ve hemen hemen bütün gazeteler “ÖSS Sınavı” derler konuyla ilgili
haberlerinde: “ÖSS sınavı yarın”, “ÖSS sınavı yapıldı” vb. Oysa ÖSS, “Öğrenci
Seçme Sınavı” nın kısaltılmışıdır. Demek, ÖSS yeterlidir; çünkü bu kısaltma
söylendiğinde zaten “sınav” da denmiş oluyor. Yine aynı günlerde şöyle
duyurular da yapılır: “ÖSYM Merkezinden yapılan açıklamaya göre...” Yine aynı
yanlışlık! ÖSYM’nin sonundaki “M”, “Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Merkezi” açık
yazılımındaki “Merkez” sözcüğünü karşılıyor; öyleyse “ÖSYM’den yapılan
açıklamaya göre...” demek yeterlidir. Örnekler çoğaltılabilir. “ATV
Televizyonu” demekle “Kanal D Kanalı” demek arasında hiçbir fark yok. Birincisi
değil, İkincisi kulak tırmalıyor. Çünkü yinelenen yanlışlıklar yaygınlaşır,
yaygınlaşan yanlışlığı gidermek de eskisinden daha güçtür. Bu tipteki
yanlışlıkların henüz yaygınlaşmadığını umarak anımsatmakta yarar görüyorum.
Nasıl TBMM’nin yanma yeniden ^Meclisi” sözcüğünü getiremi-yorsak, “RTÜK” ten
sonra “Kurulu” diyemiyorsak, “AKM Merkezi” gülünç geliyorsa “ÖSS Sınavı” da
denmez, “GAP Projesi” de “ÖSYM Merkezi” de ve elbette “ABD Birleşik Devletleri”
de.
Bu
da Türkçeye özen göstermek gereğine inananlar için öylece bir uyarı...
GÜNLER, AYLAR, YILLAR
Yeni
Yüzyıl’da bir resim altı: “Ünlü Türk düşünürü Mevla-na’mn ölümünün 721.
yıldönümü sema âyinleriyle kutlandı.” Çok yapılmış ve çok eleştirilmiş bir
yanlıştır. Doğum yıldönüm-leri “kutlanır”; ama ölüm yıldönümleri kutlanmaz,
ayıptır. Bir insanın ölümünü kutlamak insanlıkla bağdaşmaz. Ölüm
yıldönümlerinde o kişi “anılır”. Onu unutmadığınızı, unutmayacağınızı söylemek
için bir fırsat olarak değerlendirilir yıldönümü; yoksa Mevlana öldü diye
şenlik yapmak da neyin nesi? Doğrusu şöyle olmalı: “Ünlü Türk düşünürü Mevlana,
ölümünün 721. yıldönümünde sema âyinleriyle anıldı.” Ayrıca Mevlana’nın bir tek
dizesinin - şu en ünlü “Ne olursan ol yine gel..diye
başlayan dahil, bir tek dizesinin - bile Türkçe olmadığını bilenler kendi
kendilerine düşünsünler konu üstünde; ama “Türkiye’nin en iddialı, en güzel,
en... en...” bir gazetesinin böyle bir yanlış yapması,
en hafif nitelemeyle ayıp!
Atatürk’le
ilgili olarak da bu tip yanlışlar yapılmakta. Bir tanesi şu: “Atatürk’ün
yüzüncü yılı, doğum yıldönümü olan 24 Kasım 81 yılından itibaren
kutlanmaktadır." Neresinden başlamalı bilmem? “Doğum yıldönümü” söz
konusu olduğuna göre “kutlamak” doğru. Ona bir şey söyleyemeyeceğiz. Ama başka
da “doğru” yok bu tümcede. Önce “81 yılı”nı ele alalım: “81 yılı”, Milattan
sonra birinci yüzyıl demek oluyor. “1900” yılı bir çırpıda yok sayarsanız durum
bu. Bizim anlayışımıza güveniyorlar, diyeceksiniz, peki! Onlar “81” dediği
halde biz 1981 ’i anlayacakmışız, anlayalım bakalım. (Bu arada, tarihlerde
kısaltma yapılabilir; kısaltma yapılacağında, çıkardığınız tarihin yerine bir
kesme işareti koymak gerekir: ’81 yılı gibi) Peki, “24 Kasım 1981 yılı” ne
oluyor? Daha önce de değinmiştim: “24 Kasım 1981” bir yıl değil, bir gündür. En
iyisi, bu tarihi yazdıktan sonra, yanma “ay” ya da “gün” belirlemesini
yapmamak, yalnızca “24 Kasım ’81’den itibaren” demek. Çünkü bu bir tarih zaten,
ayrıca açıklanması gerekmez. Şimdi biraz daha uzaktan bakalım tümceye. “24
Kasım ’81’den itibaren” kutlanan ne? “Atatürk’ün yüzüncü yılı” 1881’den 1981’e
yüz yıl geçmiş, tamam; ama yüzüncü yılları kutluyorsak (Tümce öyle diyor!)
1981’den sonraki kutlama 2081 yılına denk geliyor demektir, sonra 2181 yılında
kutlayacağız tekrar, sonra 2281... Böyle devam edecek, her yüzyılda bir kez.
Oysa bu söz, “öğretmenler günü” kapsamında söylenmekte. Öğretmenler ilk kez, 24
Kasım 1981’de (Kerian Evren’in lut-fuyla) “günlerini” kutlamaya başlamışlardı.
Herkes biliyor ki bu kutlama da yüzyılda bir yapılmıyor.
Günler,
yıllar böyle de, saatler başka türlü mü? Beşiktaş’ta caddeyi boydan boya kesen
kocaman bir bez pankartta “Beşiktaş mağazamız her gün saat 21.00’a kadar
açıktır.” diye yazıyordu.' 21’den sonra gelen ek nasıl oluyor da “-e”
değil, “-a” oluyor? Benim merak ettiğim bu yazıyı yazan kişinin yazdığını nasıl
okuduğu. 21’i, “dokuz” diye mi okuyup o eki getirmiş; yoksa “yirmi bir, sıfır
sıfır” diye mi? Gümüşsuyu’nda da “l.T.Ü.' lilerin
fotokopi ihtiyaçları için...” diye başlayan bir ilan görmüştüm de aklıma
takılmıştı; “-liler” ekini getiren kişi besbelli ki bu kısaltmayı ITÜ diye
okumamış. Peki nasıl okumuş? Açılımını okumuştur
diyeceksiniz; ama o da olmaz. İstanbul Teknik Üniversitesi dedikten sonra
“-liler’in ne işi var orada? “Üniversitesi-liler” değil, “üniversiteliler”
deriz (Meraklısı için: Çekim ekinden sonra yapım eki gelmez de ondan).
Son
olarak alt birim, üst birim karışıklığının eğlenceli kıldığı iki örnek: “Yaklaşık
75 ya da 1 metre çapında bir kuyu düşünün.” 1 metre çapındaki kuyu fena
olmaz da 75 metre çapındaki gedik, ancak uzaylılar tarafından açılmış bir kuyu
olabilir. 75’ten sonra “santim” denmemesine borçluyuz bu dalga geçme keyfini.
Popçu
Tayfun da şöyle diyor: “Ben diyeyim 25, siz deyin bir ay sonra askere
gidiyorum.” 25 ay sonra askere gidecekse biz niye “bir ay sonra” diyoruz?
Biz deli miyiz? Arada koskoca iki yıllık bir fark var. Ayrıca biz ne karışırız
onun askerliğine, bize sorarlar mı “Hadi Yine İyisin Tayfun” ne zaman askere
gitsin diye?
Canım,
çocuk sadece “gün” demeyi unutmuş. Amma uzattık.
Bizim
de işimiz bu! Onlar unutacak, biz söyleyeceğiz ki cümle âlem duysun.
RAKAMLAR, TARİHLER
Çocuklarımız
en çok matematik dersinde zorlanırlar; çünkü çoğumuzun sayılarla, işlemlerle
başı pek hoş değildir. Bu yüzden olmalı, rakamlarla konuşanlara hem çok çabuk
güveniriz hem de rakamlarla aldatılmamız kolaydır. Birincinin
kanıtı Özal. Özal’m başarısı, biraz da rakamlarla konuşmasına bağlı
değil miydi? Pek kimsenin anlamadığına güvenerek birtakım toplamları,
istatistik verileri, kalemini dinleyicilerinin yüzüne yüzüne sallayarak
sıraladı mı herkes ne çok şey bildiğine şaşarak hayranlıkla izlerdi onu. Bu
örnek yeterli değilse her gece yinelenip durmakta olan aldatmacayı da
düşünebilirsiniz. En çok kendilerinin izlendiğini savlayan televizyon
kanallarının, aynı gecede birbirinden bütünüyle farklı rakamlarla kafa
karıştırmaya çalışmalarının altında yatan da “rakamlara duyulduğu varsayılan
güven”.
Sayılara
soğukluğumuz, okumadan ve yazmadan başlıyor. Oturduğum semtin posta kodu 80060.
Bunu duralamadan ve ilk söyleyişte yazan pek az kişi gördüm. Bir keresinde Cenk
Ko-ray “Otuz dört bin çift sıfir iki” diye bir posta kodu okumuştu. Yani
şunu: 34002. Bu rakam, “Otuz dört bin iki” diye okunur, bu zor gelirse ikişerli
öbekleyerek “otuz dört, çift sıfır, iki” diye de okunabilir; ama,
Cenk Koray’ın okuduğu gibi okunmaz. 19’ların sırrını düşüneceğine bir de bunu
düşünse mi acaba Cenk Koray?
“Adaylık
başvurusu 8 Kasım’la 10 Kasım arasında sona erecek.”
dendiğinde ne anlamalı? Kasım’m 8’inde mi, 9’unda mı sona erecek başvuru; yoksa
8 Kasım’da başlayıp 10 Kasım’da mı sona erecek? Acaba 9 Kasım kastediliyor da
oyun mu oynanıyor bizimle?
Tarihlerde
yapılan çok genel bir yanlış da şu: Ayı, günü yazıl-diktan, yani tam bir tarih
verildikten sonra, “yılı” deniyor. “Tiyatromuz 7 Ekim 1994 yılında kuruldu’’
gibi. Şimdi bir tarih uyduralım, diyelim ki bu yazıyı siz 8 Şubat 1998’de
okuyacaksınız. 8 Şubat ya da 9 Şubat bir gündür, yalnızca bir “gün”, yıl değil;
tıpkı 12 Mart 1971’in ya da 12 Eylül 1980’in de bir yıl değil, bir gün olması
gibi. Etkisi on yıllar sürüyor olabilir; ama bunlar o yılların içinde birer
gündür yalnızca. Tam yeri geldi, şunu da söyleyeyim-. Türkçede,
yanında rakam olan ay ve gün adlarının büyük harfle başlanarak yazılmasının
nedeni budur. Yabancı dil mürekkebi yalamışların, sözün herhangi bir yerinde
geçen ay ya da gün adını büyük harfle başlayarak yazmaları bu yüzden yanlıştır;
Türkçenin yazım mantığına uymaz. Tümcenin ortasında “mayıs”, “pazartesi”
gibi bir sözcük, “Türkçede” büyük-harfle başlanarak yazılmaz. Yanında
rakam varsa, varlığı tek olan bir kavram sayıldığından, “özel ad”
konumundadır ve ancak bu durumda büyük harfle başlanarak yazılır, kişi ad ve
soyadları gibi. Öyle ya, “Mehmet Korkmaz” hiç tanımadığınız bir kişi de olsa
tek bir kişidir, özeldir. 8 Şubat 1998 de bir daha gelmeyecek, bir tek kez
yaşanacak bir gündür. (Gününüzün değerini bilin, yalnız günleri değil, ayları,
yılları sizden çalmakta olanlara bir de bu gözle bakın.)
Günlük
dilde çok kullanıldığı için alıştığımız, yadırgamadığımız, dahası doğal
saydığımız başka yanlışlar da var. Sakıp Sa-bancı’nm bir söyleşisinden not
etmişim: “1957’li yıllarında kaput bezi yapardım.” Elbette
“yılları” olmaz; neyin yılları? Ama yaygınlaştığından söz ettiğim yanlış, ö
değil; “1957’li yıllar” sözü. içinde “1957” olan
yıllar mı var ya da kaç tane “1957 yılı” bulunmakta? Türkçeyi sonradan öğrenmiş
(Macar asıllı) bir arkadaşa “1985’li-yıllar, 1968’li yıllar” denir mi diye
sormuştum, sınava çekildiğini düşünüp heyecanlandığı halde “Hiç olur mu?”
demişti, “Kaç tane var o yıldan?” Doğrudur, olmaz. “1960’h yıllar” olur,
“1980’li yıllar” olur; çünkü bunlar bir on yıllık süreyi kapsamaktadır; ama
1965’li yıllar, 1982’li yıllar olmaz. Beatrix’in dediği gibi: Kaç tane var o
yıldan?
VİRGÜLÜN BAŞINA GELENLER
Yazma
işiyle epeyce yakın ilişkisi olan kişilerin bile noktalama imlerinin
(işaretleri) hangi amaçla, nerede, nasıl kullanılacağından habersiz olmasını,
konuşma içinde sesini nasıl kullanacağını bilemeyen insanların durumuna
benzetiyorum. Hani olmadık sözcüklere vurgu yapan, sözcüğün ortasında duran,
soluklanan kişiler vardır, söyledikleri o pek anlamlı sözler bile bu yanlış
uygulama yüzünden etkisizleşir, anlaşılmaz.
Noktalama
imleri içinde en bilineni, en bol ve rahat kullanılanı virgüldür. Ancak,
virgülü bu kadar çok kullanan kişiler bile “neden oraya virgül koyduklarını”
aynı rahatlıkla açıklayamaz-lar. ilkokulda öğretilen
saçma sapan bir kuraldır akıllarında kalan: “Yarım soluk alındığında virgül,
tam solukta nokta...” Sanırsınız ki yazarken, bir elde dinleme aygıtı,
soluklarını denetliyor bu insanlar! Ayrıca “soluk” ile “konuşma” arasında bir
ilişki olabilir; ama “yazma” işi solukla kontrol edilemez. Bir de “vurgulama”
amacıyla virgül kullanıldığını bilenler vardır; onların bu bilgisinin de somut
bir dayanağı yok. Ya yazdığı her sözcüğün aşırı anlamlı ve vurgulu olduğunu
düşünen kişi ne yapacak? Her sözcükten sonra virgül... Yarım soluklarla okumaya
kalkanın tıknefes olması işten değil.
Oysa
her kitapçıda ve çok uygun fiyatlarla satılan “yazım kılavuzları” var (Yeni
Türk Dil Kurumu’nunki hariç; o, hazırlayanların bile kullanamayacağı kadar
kötü). Dil Derneği’nin, Adam Yayınları’nın “yazım kılavuzları” bu küçük gibi
görünen sorunu kolayca çözer, yazımla ilgili başka konuların da sorun olmasını
önler.
Son
zamanlarda yabancı dil özentisi, yazım ve noktalama konusuna kadar girdiği için
bu konunun üstünde durmak gereğini duydum. Çok saygın yayınevlerinin
yayımladığı kitaplarda bile virgülle ilgili ciddi yanlışlıklar yapılıyor.
Bunların en göze çarpanı “ve, ya, ya da, da, de” gibi
bağlaçlarla birlikte virgül kullanılması. İngilizcede böyleymiş, “and”le,
“but”la birlikte virgül kullanılırmış. Türkçede kullanılmaz. Sözcükleri
aktarmak yetmedi, şimdi İngilizce’nin noktalama kurallarını da mı aktarıyoruz
Türkçeye? Bu saydığım bağlaçlarla birlikte, önce ya da sonra, herhangi bir
noktalama imi kullanılmaz. Noktalama iminin kullanımını gerektiren bağlaçlar
yok mu? Var, bunlar “ama, fakat, çünkü, lâkin, oysa”
gibi bağlaçlardır; ancak bunlardan önce de virgül değil, noktalı virgül
kullanılır. (Yeri gelmişken, noktalı virgül (;)
sanıldığı gibi açıklama yapıldığında kullanılmaz. Bunun ismi iki nokta (:) dır. Tümceler — bağlaçlı ya da bağlaçsız — toplandığında
kullanılır; çünkü dilde nokta = tümce, virgül =+ [toplama] demektir.)
Bir
de tırnak içine alınmış aktarma tümcelerinden sonra virgül kullanımı var ki o
da giderek yaygınlaşıyor. Şöyle: “Bir gün sana bunu anlatacağım.” dedi
annesi. Oysa yazım kılavuzu (Dil Derneği’ninki) virgülün kullanımıyla
ilgili olarak: “Tırnak içine alınmamış aktarma tümcelerinin sonunda, tırnak imi
yerine kullanılır.” diyerek bu konuya açıklık getirmiş.“Tırnak imi yerine”
kullanılırmış. E, zaten tırnak imi varsa? Tamamlanmış tümcenin sonunda
kullanılan im, noktadır; noktayı koyar, tırnağı kaparsınız.
Pek
kimsenin bilmediği, virgülle ilgili bir başka kural da şu: “-ıp, -ip” eki almış
bağeylemlerden sonra virgül kullanılmaz. Şu çok saygın yayınevlerinin herhangi
bir kitabını açın: “Sonra çarşıya çıkıp, yiyecek bir şeyler aldım.” gibi bir
tümceyle karşılaşabilirsiniz. Oysa “-ıp, -ip” eki (adı üstünde, bağeylem
oluşturuyor) bağlayıcılık görevini zaten yapar, bir de virgül kullanmaya gerek
yoktur. Nurullah Ataç’ın yıllarca virgül kullanmamasını borçlu bulunduğu olanak
da Türkçenin bu zenginliğidir. Türkçe’de hiç “ve” kullanmadan da (eylemsilerle)
tümceleri bağlayabilirsiniz birbirine.
Virgül
deyip geçmeyin, o küçücük imin kullanılması bile dikkat ve özen gerektirir.
EYÇ Bî Bİ İYİ Tî Vî / İYİ Tİ Vİ EYÇ
Bİ Bİ
Şu
HBB televizyonunun ışıklı, ezgili anonsu... Sonra tok bir erkek sesi, ezgili
sözlerden çıkaramayabileceğimizi düşünerek işi sağlama alıyor, söylediğinin
doğruluğuna inanıyormuş gibi bir havayla aynı sözleri yineliyor: “Eyç bi bi,
gerçekten iyi ti vi.” Kuş dili gibi, kulak
tırmalayıcı, itici... “İyi ti vi” olsa ne olur, yayınlarında kullandığı
dile - ki bu dil, aynı zamanda seslendiği kitlenin dilidir - bu kadar yabancı,
bu kadar aykırı bir televizyonun “iyi ti vi” olması beni hiç mi hiç
ilgilendirmiyor. Sizi bilmem; ama bu anonsu her duyuşta benim midem kalkıyor,
tüylerim diken diken oluyor, sırtıma ağrılar saplanıyor. Rastlantıyla o kanal
açıksa hemen koşup kapatıyorum televizyonu. Rastlantıyla, çünkü onların “eyç bi
bi”sine kızgınlığımı göstermenin başka bir yolunu bulamadım, kendimce gösterebildiğim
tepki de bu kadarcık işte: “İyi ti vi” istemiyorum, “iyi te ve” istiyorum.
Çok
yazıldı. Anadillerine duyarlı insanlar bu soytarılığa son verilmezse HBB
televizyonunu izlemeyeceklerini gazetelerde yüksek sesle duyurdular. Televizyon
yönetimi oralı olmadı. Uluslararası bir televizyon olmak istiyorlarmış. Sözde
“uluslararası” olma iddialarını, şu patlayan renkli ışıklarla ezgili bir
şarlatanlığa dönüştürüp bıraktılar. “He be be” diye okunursa “uluslararası”
olunamıyormuş demek! O zaman bunun tam karşıtı da kendiliğinden doğrulanmış
sayılıyor. Nedir o? Yalnızca “Eyç bi bi” diye okunmakla “uluslararası”
olunabileceği... Öyle sansınlar, ne diyelim? Oysa,
uluslararası olmaya çalışırken ulusal olma şansını yitirmekteler. En azından
beni yitirdiler.
HBB,
Has Bilgi Birikim’in kısaltılmışıymış. Peki, kısaltmaların yazılışı ve okunuşu
ile ilgili kural yok mu, herkes her kısaltmayı kafasına estiği gibi okuyabilir
mi? HBB’yi bir Rus ya da bir Yunan da kendi alfabe sistemine göre mi okuyacak?
Hiç olur mu? Kısaltma hangi dilde yapılmışsa o dilin kurallarına göre okunur.
HBB, gerçekten de “Has Bilgi Birikim”in kısaltılmışı ise “he be be” diye
okunacak, Yok, “Has Brothers Broadcasting” gibi bir sözün kısaltılmışı ise bizi
niye “bilgi, birikim” diye uyutmaya çalışıyorlar? “Hangi bilgi, neyin
birikimi?” diye sormaz mıyız ya da “Has Brothers, neden Amerika’da açmayı
düşünmemiş bu kanalı?” diye...
Bir
şey daha... Spikerlerini çok acele, İngilizce eğitiminden geçirmeleri gerek,
ekrana çıkardıkları bütün konukları da... Çünkü benim saptayabildiğim
kadarıyla, HBB’yi “eş bi bi” diye okuyan var, “ha be be”, “aş bi bi” , hatta
“haş bi bi” diye okuyan bile var.
HBB’ye
takılıp kaldık. Oysa kısaltmaların okunuşu ile ilgili daha pek çok yanlış
yapılmakta. Partililer, bazen başkanları bile “se ha pe”, ce ha pe” diye
okuyorlar SHP ile CHP’yi. H’ye Fransızca’da olduğu gibi “aş” diyenler de var;
ama “ha” diye okunmasının nedeni eski harflerin kullanıldığı dönemlerden kalma
bir alışkanlıkla açıklanabilir herhalde. Bilindiği gibi Arap alfabesinde kalın,
ince ve gırtlaktan çıkan sesleri imlemek için üç ayrı “h” harfi kullanılırdı;
bu harflerin okunuşları da birbirinden farklıydı. Bugünse bir tek harfimiz var,
onun okunuşu da - nerede geçerse geçsin - tektir: “he”.
Yine
eski harf alışkanlığından kaynaklandığını sandığım, okunuşu sorun yaratan
harflerden biri de “k”. KDV’de “ka” diye, “AKM”de “ke” diye okunmasını, bu
harflerin hâlâ “kaf” ve “kef” diye düşünülüyor olmasından başka nasıl
açıklayabilirsiniz? PKK kısaltması da öyle. Kimi
gazeteler “pe ka ka” diye okuyup bu okunuşa uygun ek getiriyor; kimileri “pe ke
ke” diye okuyor. Üstelik hangi okunuşun benimsendiği, politik tavrı da
belirliyor. Oysa “h” harfi için getirdiğim açıklama “k” için de bütünüyle
geçerli. “Ka” ve “ke” diye iki harfimiz yok bugün, yalnızca “k” harfimiz var,
okunuşu da her yerde aynı olmalıdır: “ke”.
MKYK
kısaltması da Moricante’nin ünlü şarkısı “ye ke ye ke” gibi “me ka ye ke” diye
okunuyor. Neden? Aynı kısaltmanın içindeki iki “k” harfinden birini “ka”,
ötekini “ke” diye okuma-nm hiçbir mantığı olamaz. Burada “eski yazı
alışkanlığı” bile durumu kurtarmaya yetmiyor. Biri “karar”, öteki “kurul”
sözcüklerini imlediğine göre Arap harfleriyle de yazılsa tek harf (kaf)
kullanılması gerekirken, neredeyse 70 yıldır kullandığımız alfabeye alışamamış
olmanın artık hiçbir açıklaması yok.
Unutulmaması
gereken tek kural şu: “Türkçede bütün sessiz harfler, yanma “e” getirilerek
okunur.” Bu kadar! “Ka”lar, “haş”lar, “eyç”ler yerine bu basit kuralı akılda
tutmak çok mu zor?
TO
12
SÖYLENDİĞİ GİBİ YAZMAK
Birçok
kişi, Türkçenin “söylendiği gibi yazılan” bir dil olduğunu sanır. Belki Batı
dillerinden birini öğrenmeye kalkan kişilerin yazılış ile okunuş arasındaki
farkı gördüklerinde kendi dillerinin, bu dillerden farklı olduğunu söyleyerek
genelleştirip yaygınlaştırdıkları bir kanıdır bu; belki de başka nedeni vardır;
ama doğru mudur? Örneğin, “öğe” sözcüğü böyle yazılır; ama “öge” diye okunur.
Üstelik bu, yazıldığı gibi okunmamanın tek örneği değildir. Hemen hemen hiçbir
sözcüğü yazıldığı gibi okumayız, okunduğu gibi de yazmayız aslında. “Gelemeyeceğim”
sözcüğünü böyle yazarız; peki, böyle mi okuruz? Yazdığı gibi okumaya kalkan
kişi, okumayı yeni yeni sökmeye başlamış izlenimi uyandırır. Okuduğu ya da
konuştuğu gibi yazmaya kalkan da “yazım kuralları” konusunda hiçbir şey
bilmediğini ortaya koymuş olur. “Yapamıycaam” diye yazan kişinin, yazma
eyleminden hiç mi hiç nasibini almadığı çıkmaz mı ortaya?
Reha
Muhtar’m bile “vericeyiz” dediğine bakmayın, yazsa “vereceğiz” biçiminde yazar
(herhalde).
Bir
de “değişiklik” olsun diye böyle yazanlar var, konuştukları gibi, daha doğrusu
kendi söyledikleri gibi. “Değişiklik” isteğinden başka bir neden olabilir mi,
diye düşünmüyor değilim; ama doğrusu bulamıyorum; onların da bulabileceklerini
pek sanmıyorum. Belki “özgünlük” falan diyenler çıkacaktır; ama özgünlüğün bu
kadar ucuz bir şey olabileceğini de düşünmüyorum.
Kim
bunlar? Başta Savaş Ay. Yeni Yüzyıl’daki “Ara Sokak” köşesini, önceleri
bütünüyle böyle yazıyordu, eleştiri mi aldı ne, şimdi ‘hoşluk’ olsun diye bir
bölümünü üstelik yalnızca söylendiği gibi değil, kendisinin söylediği gibi, ara
sokak/kenar sokak argosuyla yazıyor: “Bi sürü” diyor “bi kadın, bi
düşünce” diyor; “bir” leri “bi” diye yazıyor. “Hoşluk” bu kadarla kalsa yine
iyi! “Sormiyyim” diyor örneğin. “Bissürü” diye yazıyor. ”N’olmuş”
diyor, “onnar” diyor; yetmiyor. “N’olcek yani?” diyor. “Var mı bi diyiceeniz?
diye soruyor. (Yeni Yüzyıl, 14.9.1996) Bir
diyeceğimiz var elbette, olmaz mı? Bu biçimde yazmayı gazetecilik anlayışıyla
bağdaştırıyor mu? (“Bu üslubu” diye sormuyorum; bunun bir “üslup” olduğundan
kuşkuluyum.) Gazetecilik, dilini iyi bilmeyi ve doğru kullanmayı gerektirmiyor
mu artık, böyle sivriliklerle sürdürülebiliyor mu? Yetişmekte olan gazetecilere
böyle mi örnek olunacak?
Savaş
Ay böyle yapar da popçular durur mu? Onlar da başladılar sokak dilini yazıya
geçirmeye “.. .hangi günü gün edicen/ .. .atlas yorgan sericen”lerle — ve her zaman olduğu
gibi - Sezen Aksu başı çekti yine. Ardından, “Nereden geldim nerelere
gidi-cem/... gelicem/... bulucam”larla Burak Kut geldi. Bu bulaşıcı moda
Nazan Öncel’e kadar ulaşınca “Gittim yattım birin-len”den başladı ve “Napcaz
şimdi yatcaz şimdi”lerle iyice ayağa düştü. Bunlar benim fark
edebildiklerim, bu süre içinde üç beş kişi daha katılmış olabilir kervana;
çünkü bilindiği gibi popçularımız amip gibi mitoz bölünmeyle çoğalmaktalar ve
göz açıp kapayıncaya kadar yenileri eklenmekte var olanlara.
Bu
iş nereye varır? Bilemem. Bir yazım (imla) kalmıştı dokunmadıkları, ona da el attılar.
Türkçenin yazımını değiştirip gerçekten söylendiği gibi (üstelik
sokakta, meyhanede, ... hanede söylendiği gibi)
yazmayı mı benimsetirler insanlara; yoksa bu dilin gerçek sahipleri bunlara
anladıkları dilde yanıt verip dillerine sahip mi çıkarlar? Bunu zaman
gösterecek.
APOSTROF
“Apostrof’
nedir? Bir işaretin Fransızca adı. Siz ne dersiniz
bilmem; ama “Doğru Türkçe” konusunda titizlenenlerin, işaretlerin Fransızca
adlarını kullanmalarını pek hoş karşılamıyorum. Yabancı sözcük kullananlara,
bir tek koşulla, o kavramın Türk-çesi yoksa anlayış gösterilebilir. Örneğin,
meclise, sanatın, sanatçının temsilcisi olarak girdiğini övünçle açıklayan, pek
çok çeviriye imza atmış, yılların tiyatrocusu Gencay Gürün’ün “Bunu correct
bulmadım.” sözleri insanı irkiltir de dil konusunda her hafta yazan bir
kişinin ısrarla “apostrof’ demesi tüylerinizi diken diken eder. Bu işaretin
Türkçe adı, “kesme işareti”dir çünkü. Sözcüğün içinde hiçbir gerekçeyle
kullanılmaz: Sür’at değil, sürat; neş’e değil neşe...
Şiar
Yalçm’m sandığı ve eleştirdiği gibi, bütün özel adlardan sonra gelen ekler
değil, yalnızca kişi ve yer adlarından sonra gelen ekler kesme (’) ile ayrılır.
Özel adların her sözcüğü büyük harfle başlanarak yazılır; ama bu adlara gelen
bütün çekim eklerini kesme ile ayırma zorunluğu yoktur. Ancak bir anlam
karışıklığına yol açacağı düşünülürse kesme kullanılabilir.
Kimi
işaretlerin adlarını bile doğru dürüst bilmiyoruz. Bir ara Müjdat Gezen
tutturmuştu “Şapkalarımızı geri verin!” diye. Demirel’in şapkası mı ki
bu, kim alsın, ne yapsın Müjdat Ge-zen’in şapkasını? Anlatmak istediği uzatma
işareti, inceltme işareti de denen; ama doğrusu, “düzeltme işareti” olan şu
işaretti: “â” , “û” ve aslında zaten kendisinindi, kimse almamıştı elinden o
işareti.
“İki
nokta üst üste” ya da “üç nokta yan yana” demenin de yanlış olduğunu belirtip
virgüle geçeceğim. Bunların doğru adları da “iki nokta” ve “üç nokta”dır;
yalnızca bu kadar, konumlarım belirtmek gerekmez; çünkü “yan yana iki nokta” ya
da “üst üste üç nokta” gibi işaretler yoktur. Öyleyse “iki nokta” ve “üç nokta”
denince başka türlüsünü anlamamız zaten söz konusu değil.
Virgüle
gelince, daha önce üstünde durmuştum; ama şimdiki başka! Şiar Yalçın diyor ki: “Bilmem
niçin her özneden sonra otomatikman virgül koymak âdet oldu. Ahmet, Mehmet’i
yendi??? Başka hiçbir dilde böyle bir kural yoktur. ”
Yazıya konu olan tümce ise “Ahmet, Mehmet’i yendi.” değil, şu: “Arabesk
müziğin yeni seslerinden Hasret, burnuna taktığı hızmayla dikkatleri üzerine
çekiyor.” Tümcenin eleştirilecek yanı elbette var; ama bu, “Has-ret”ten sonra
virgül konması değil. Bu virgül konmasaydı “Hasret burnu” gibi bir anlamın, hiç
değilse ilk bakışta, ortaya çıkması önlenemezdi. İkincisi, “Yazım Kılavuzu”,
“Her özneden sonra virgül koyun.” demiyor zaten. “Özneyle yüklem arasına başka
öğeler girmişse ya da öznenin vurgulanması gerekiyorsa” diyor.
“Başka
hiçbir dilde böyle bir kural yoktur.” yargısına gelince... Evet, tümüyle
doğrudur; başka hiçbir dilde böyle bir kural yoktur. Üstadın anlamadığı da bu!
Türkçe başka bir dildir, İngilizcenin, Fransızcanm kurallarıyla işlemesi
beklenmemelidir. Türkçede özneyle yüklemin arasına başka öğeler girer; hatta
kurallı tümcelerde bütün öğeler bu ikisinin arasındadır. Özne ve yüklem ise
yargıyı bildiren temel öğelerdir. Bir Fransızm, özneden sonra virgül koyması olanaksızdır;
çünkü zaten yüklem de tümcenin başında ve öznenin yanındadır. Bu durum, yargıyı
oluşturmada ve algılamada sorun yaratmaz. Ingiliz “I” (ben) dedikten sonra
neden virgül koysun? Hemen arkasından “went” (gittim) gibi bir yüklem getirmek
zorunda zaten. Bütün tümleçleri de bu ikisinin arkasından, yargı oluştuktan
sonra getirecektir. Oysa Türkçede, tümceye “Çocukları tarafından hiç aranmayan
yaşlı adam” diye başlamışsak bütün tümleçleri yüklemden önce getiririz; “kentin
epey dışındaki hastanenin, aylardır kalmakta olduğu odasında, öteki yaşlıların
ziyaretçilerinin gitmesinden hemen sonra, belki de uzun süredir düşünmekte
olduğu şeyi yaparak...” Yaşlı adama ne olduğunu ya da adamm ne yaptığını henüz
anlamadınız, değil mi? Çünkü yüklemi koymadım.
îşte
özneden sonra konan virgül, Türkçeye özgü bir kuraldır, uygulamanın doğruluğunu
kanıtlamak için başka dillere bakılmayı gerektirmez ve kullanılmalıdır.
Tümcenin ilettiği yargıyı kavramaya çalışan beynin yükünü hafifletmek, o
virgüle kadar olan bölümün tümcenin temel öğelerinden biri olduğunu anımsatmak,
onunla tümcenin ta sonunda gelecek olan yüklemi birleştirme gereğini vurgulamak
için konur. Beyne bir uyarıdır ve asla ihmal edilmemelidir.
Reklam
Ötesi
“VOILA!” ve “PERFECT!”
İstanbul’un
Refahlı belediyesi pek bir reklam düşkünü çıktı. Bütün belediye otobüslerini
portakallar, çilekler, domateslerle “meyve - sebze hali”ne döndürdüğü
yetmiyormuş gibi, durakların iki yanma pleksiglas panolar koyup oralara da
reklam almaya başladı. Bunlardan bir tanesi “You have...” diye başlayan bir
reklam. Bir şampuan reklamı gibi görünüyor; çünkü İngilizce yazıların gerisinde
saçlarını savuran bir kadın var. Şampuan reklamlarında İngilizceye pek yabancı
değiliz. Bir süre önce televizyonlarımızda İngilizce bir şampuan reklamı vardı:
Simsiyah lepiska saçlarını savuran bir genç kız, Türk tüketicilere, kullandığı
şampuanın hünerini akıcı bir İngilizceyle anlatıyordu.
Neden
öyle olduğunu bilmiyorum; ama şampuan reklamında ana amaç, tüketiciye kendini
“yabancı gibi” hissetirmek. Amerikalı gibi, Ingiliz, Fransız gibi. Hani baba
soruyor: “Kızım annen yok mu? Ana kız aynı anda dönüp bağırıyorlar: “Voila!”
O şampuan ya da saç boyasının adını mı söylüyorlar yalnızca? Hayır,
Fransızca “işte!” diyorlar, “işte buradayız!”
Zaten
Türk oyuncularla yapılan reklam çekimlerinde de, sözlerin ağız hareketlerine
uymamasına aşırı bir dikkat gösteriliyor. Hep “yabancı gibi” olacak; sizlerden
bizlerden biri gibi olmak ayıp.
Anlamsal
olarak da şampuan reklamlarında Türkçenin bir dalgınlık ya da ihmal sonucu
değil, özellikle bozulduğunu düşünüyorum. Saçları için “Bu saç, çıkmaz
sokak” diyen kişi, Türkçe-yi sonradan öğrenmiş biri olabilir ancak. Türkçe
bilen hangi insan saçları için “çıkmaz sokak” deyimini kullanır? Ayrıca bu,
yaratılmaya çalışılan “özenti” insan tipine tıpatıp uyuyor.
Saçları
güzel görünmeyen bir genç kızın, o haliyle, bir “boy-friend” edinmesinin
olanaksızlığı vurgulanmıyor mu bütün reklamlarda? O şampuanı kullanmadan önce
kızcağızın yüzüne bile bakmayan delikanlı, şampuanın kokusunu alır almaz
büyülenmiş gibi koşuyor ona. Demek bütün iş, “Wash & Go” diyebilmekte:
“Yıkıyorum, çıkıyorum”. Nereye çıkıyor? Dışarı mı? Yanlış soru. “Kiminle
çıkıyor?” diye sormalısınız. Yoksa siz hâlâ “çıkma”nın, “flört etmek, oynaşmak,
fingirdeşmek” demek olduğunu bilmiyor musunuz?
Erkekler
için de durum farklı değil. Tam hazırlanmış “çıkacakken”, arkadaşı
alaylı bir sesle soruyor: “Kepeklerin de bizimle mi geliyor?” Çocuk
mahçup, mahvolmuş durumda. Kızlar öncelikle bir erkeğin kepeğine bakar ya!
Kepekli bir erkek! Oh my God!
Aynada
yakışıklılığının son rötuşlarını yapmakta olan delikanlının, iki parmak
kısalıktaki saçlarına bakıp: “Saçlarım ahenkle dans ediyor” demesine ne
buyrulur? Dans etmek, en basit çağrışımıyla bir hareketlilik gerektirirken
kısacık saçlar nasıl oluyor da “ahenkle” dans ediyor, diye düşünmeyin.
Açıklamayı bir başka şampuan reklamında bulabilirsiniz: “Saçlar artık
per-fect!”
Onca
uğraşmanıza rağmen saçlarınız hâlâ saç gibi mi görünüyor. Oysa doğduğunuzdan
beri saç gibi görünen saçlardan nefret etmiştiniz. Saçlarınızı “ahenkle dans
ettiremiyor”, “per-fect” de yapamıyorsunuz; ama yine çaresiz değilsiniz.
Adamcıklar oluşturun onlarla. Alm o şampuanı, saçlarınız “adam gibi şekle”
girsin.
Bir
başka şampuan reklamı da durmadan kulağımızı çekiyor: “Unutmayın, yalnız
sağlıklı saç parlar”. Artık buna da inanacak kadar saf değiliz herhalde!
Çünkü herkes bilir ki kirli ve yağlı saç, sağlıklı saçtan daha çok parlar.
Gümrük
Birliğine girdiğimize göre bundan sonrasını hep birlikte göreceğiz. Bakalım GB
saçlarımıza (ve bize) nasıl bir “ahenk” ve “parıltı” kazandıracak? “Wait
and See”
DAVALIK REKLAMLAR
Reklamlarla
kandırılmaya çoktan alıştık. Süper kupon, mega kupon
yok, diye bas bas bağırıp karşımıza kral, herkül, kara şimşek kuponlarla
çıkmaları bize yabancı değil. Yine de kimi reklamlar onca yanlışı, öyle
yalanlarla söylüyor ki bunlar karşısında susmak, aptallığı sineye çekmek bile
çare değil. Başka şeyler yapılmalı. Bunları mahkemeye vermek, iddialarını
kanıtlamaya çağırmak ya da yalanlarını yüzlerine vurmak gibi. Son zamanlarda televizyonlarda sıklıkla gösterilen “Pamukbank”
reklamı bunlardan biri. Bütün o kolaylıklardan (!) habersizmiş gibi
bankaya gelen Şener Şen’in, elinde kendi resmini taşıyan bir tanıtma kitapçığı
olmasına aldırmayabiliriz; ancak memur ile arasında geçen konuşma, yanlış
anlaşılması özellikle planlanmış, potansiyel aptal olarak görülen bir kitlenin
“avlanması” üzerine öylesine oturtulmuş ki sinirlenmemek elde değil.
“—
Peki, borcum ne kadar?”
diye soruyor Şener Şen. Yanıt, “Bunu nasıl bilmezsin?” havasında, alay eden;
ama hoş gören bir gülümseyişle veriliyor:
“—
Pamukbank elektrik, su, telefon, havagazı hatta cep telefonu faturalarınızı
hiçbir ücret almadan sizin adınıza öder.”
“Bankamızda
bir hesabınız, bu hesapta da paranız varsa” biçiminde küçük bir açıklama
unutulmuş gibi görünüyor. Çünkü bu konuşmadan asla bu küçük (!) ayrıntı
anlaşılmıyor. Vatandaş faturalarını bankaya saf saf götürse alay mı edecekler?
Ne hakla? Hani bizim adımıza ödeyeceklerdi? Oysa Şener Şen’in satır satır
ezberlediği iddia edilen o kitapçıkta (sayfa 20, satır 8) “... faturalarınızın Pamukbank’taki hesabınızdan otomatik
olarak ödenmesi” açıklığa kavuşmuş. Televizyon reklamındaki “kandırmaya
yönelik” bu çaba, bence dava konusu olmalı.
Bir
de rakamlarla yapılan aldatmacalar var. Sayısal verilerin, istatistik
sonuçlarının matematiksel bir inandırıcılığa sahip olduğu anlaşılalı beri
televizyon kanallarının tümü kendilerini en çok izlenen kanal olarak
göstermenin bir yolunu buldular. Reklamlar da geri kalmayacak elbet; ama nasıl?
Elidor hacim şampuanı, saçları % 15 daha hacimli yaparken Ponds, bir ürününün
kırışıklarda % 68 oranında azalma sağlayacağını iddia ediyor. Bence
kanıtlamaklar bunu. Saçometre denen bir alet mi var? Hangi saçın hacmi, nasıl
ölçülüyor? Peki, kırışık ölçme birimi nedir? Ölçümlerde kırışıkların boyu mu
esas alınıyor, derinliği mi? % 68 gibi bir sonuca hangi karışık işlemlerin
sonunda ulaşılmış?
Hele
bir de Yudum var ki evlere şenlik. Yağın % 98 hafif olduğunu bilimsel (!)
yöntemlerle kanıtlıyorlar. Kızartılan maddeyi biraz daha yağın içinde tutup 20
cl. yağ çekmesini sağlamak (hatta 50, 70, 80 cl.) olası. Bunun, yağın hafiflik
oranı olduğu nasıl söylenir? Böyle ucuz bir yalanla insanları bu kadar aptal
yerine koymaktan hiç utanılmaz mı?
Bilimsellik
kisvesi altında yapılan aldatmacalara da değinelim. Ege Üniversitesi araştırma
laboratuvarları, gerçekten işi gücü bıraktı reklamcılara veri mi topluyor;
yoksa birileri bu la-boratuvarları uygun bir fiyata satın mı aldı?
Diş
hekimleri de hangi diş macununu kullanacaklarına bir an önce karar verseler iyi
olacak. Hem sahi kimler bu diş hekimleri?
Yepyeni
ve gerçekten “sarı” bir çamaşırı alıp sararmış çamaşır örneği diye
göstermelerine bir şey demeyelim; ama “40 kez yıkanan çoraplar”la “50 yıkama sonucunda”
sergilenen çamaşırlara nasıl inanalım? 40 ya da 50 rakamlarını nasıl
belirliyorlar? Arka arkaya 40 kez yıkadığınızda o çoraptan eser kalmayabilir,
kirlenme sürecini beklerseniz onca etkenin arasında deterjan nasıl tek başına
belirleyici olacak?
Ülkenin
bunca ciddi sorunu dururken reklam aldatmacalarına takılmamı gereksiz bulanlar
olabilir. Oysa önemsiz tek bir şey bile yoktur. Yalanlar, yanlışlar kabul
görmeye başladığında ne onların nerede duracakları bellidir ne de sizin nerede
“Yeter!” diye bağıracağınız. Yalanı bağışlamak, her alanda ona alışmayı getirir
ki bir süre sonra yöneticilerin yalanları da batmaz insana, politikacıların,
din adamlarının ya da başkalarının yalanları da. Yalan konusunda henüz çok
fazla “şerbetlenmemiş” olduğumuzu umarak bu masum gibi görünen küçük
yalanlardan işe başlamaya çağırıyorum ilgilenenleri. Artık, tüketiciyi koruma
kuruluşları mı ilgilenir, RTÜK mü konuya sahip çıkar, bilemem. Göz göre göre
aldatılmamıza binlerinin engel olması gerekiyor. Söz gelimi, çocuğunuz, mikropları
yakından görmek isterse ne yapacaksınız? Hani bir çamaşır suyu reklamında “Mikroplar!”
diye bir çığlık atıldıktan: “Bir de yakından bakın!” deniyordu ya! Ne
kadar “yakından” bakmalıyız mikropları görmek için?
Bu
da öyle bir soru işte!
İNSAN ÖNEMLİDİR
Birçok
dilde kadın erkek ayrımı vardır. Özellikle Fransızcada bütün adların, dağ, ova,
deniz gibi sözcüklerin bile eril-dişil (masculin-feminin) diye ikiye ayrılması,
bu dili öğrenenlerin işini, hiç değilse başlangıçta, oldukça güçleştirir.
Türkçede ise sözcükler kadın-erkek diye ayrılmaz; ama Türkçenin cinsiyet ayrımı
gözetmeyen bir dil olması, kullanımına özen gösterilmesi gereğini kuşkusuz,
ortadan kaldırmamaktadır.
Bizim
dilimizde insan önemlidir. Kadın ya da erkek olması değil, insan olması. Başka
bir deyişle Türkçe, insana önem verir; yalnızca onu, öteki varlıklardan farklı
ve üstün bir yere koyar. Bu durum en çok, öznenin çoğul ve insan olması
durumunda yüklemin de çoğul olmasıyla belirlenir. İnsan dışı varlıkların çoğul
özne olarak kullanılmasında ise yüklem tekil olur. Örnek verirsem durumun daha
iyi anlaşılacağını sanıyorum.
“Nitekim
çok geçmeden göz kamaştırıcı antikalar ve tablolar bir bir ortaya çıkmaya
başladılar.”biçiminde bir
tümce, Türkçenin anlatmaya çalıştığım özelliğine özen gösterilmeden
kurulmuştur. Doğrusu elbette, tümcenin “başladılar” değil, “başladı” diye
bitirilmesidir; ancak küçücük bir “-1ar” ekinin yarattığı anlam değişikliğine
bakmak eğlenceli olabilir, incelemeye aldığım tümceye dikkat edilirse tümcede
“antikalar”m ve “tablolar”ın bir biçimde insan kişiliği kazandığı görülecektir.
Sanki tablolar ve antikalar kendi istekleri ve bilinçleriyle ortaya
çıkıyorlarmış gibi, sanki insanmışlar gibi. Bu anlamı verenin, yalnızca
yüklemdeki o “-1ar” eki olması inanılmaz görünüyor; oysa değil. Türkçe,
yüklemdeki çoğul ekini insana ayırmıştır, yalnız insan için kullanır. Bu ek,
insan için o kadar kullanılır ki masallarda, fabllerde hayvanlara ya da insan
dışı varlıklara insan kişiliği kazandırılmak istendiğinde çoğu kez yüklemi
çoğul yapmak yeter. “Kuşlar, ağacın üst dalma kondu.” derseniz yalnızca
kuşlardan söz ediyorsunuz; ama “Kuşlar, ağacın üst dalında toplandılar.”
derseniz, az sonra bu kuşların birtakım kararlar alacakları, konuşacakları,
tartışacakları beklentisi başlar. Kısaca kuşları insanlaştırmış olursunuz.
Bildik
bir reklam sözü “Anneler bilirler. ” diyor ya, “-1er” ekinin yinelenmesi
kulağa hoş gelmeyebilir; ama doğru bir söyleyiştir. (Görüldüğü gibi yalnızca
olumsuzlukları göstermeye çalışmıyorum.) Anneler insandır, öyleyse yüklem çoğul
olmalıdır. Eğer bu tümce “Anneler bilir.” biçiminde kurulsaydı, annelere
yönelik belli belirsiz bir küçümseme anlamı taşıyacaktı. Neden mi? Anneleri
dağdan, taştan, köpekten, böcekten ayırmamış olacaktık da ondan.
Bu
kuralın geçerli olmadığı birkaç durum vardır. “Herkes, . hepsi,
hiçbiri, kimse” gibi sözcükler daima tekil yüklemle kullanılır; insan söz
konusu olduğunda da - çok zaman öyledir -yüklem tekil olur. “Kimi kişiler, bazı
adamlar” gibi özneler de benzer bir kural çerçevesinde tekil yüklem alır. Bir
de topluluk adları... Çoğul anlamı taşır; ama tekil yüklemle kullanılır.
“Herhalde
halkımız üşümek yerine zehir soluyarak ölmeyi tercih ediyorlar. ”
biçimindeki bir tümce, öznesi insan olduğu halde tekil yüklemle kurulmalıdır.
“Tercih ediyorlar” değil, “tercih ediyor” biçiminde. Çünkü “halkımız” topluluk
adıdır.
Tıpkı
böyle “Kim?” sorusu da insan için sorulur. “Bunları kim temizleyecek?”
sorusunun yanıtı bir insan olur. “Tabii ki Dixi” değil. “Dixi”nin sorusu
“kim” değil, “ne” olabilir ancak.
Bir
programı nasıl bulduğu sorulduğunda bir popçu, programın adını söylüyor ve “Çok
severim.” diyor. “Benim göz ağrıradır.” “Göz ağrımdıf’la birlikte
söylenmesi unutulmuş bir “ilk” sözcüğü varmış gibi geliyor insana; ama o da
yetmez, “ilk göz ağrısı” da insanlar için kullanılan bir deyimdir, özellikle
ilk çocuklar için; magazin programları için değil.
Öyleyse
“Çiçekler açıyorlar, kuşlar ötüyorlar, kelebekler uçuyorlar.” denmez. “Kadınlar
çiçektir.” de denmez. İkincisi ayrıca “övgü”nün nasıl “sövgü”ye dönüşeceğinin
de güzel bir örneğidir. Özellikle reklamın devamında söylenen: . .su ister,
nem ister. ” biçimindeki ortaklık ilişkisi nem isteyen (dibinin ıslak
tutulmasında direnen) bir kadın karikatürü de çiziyor ki küçültmenin böylesi
görülmemiştir.
REKLAM ÖTESÎ
Zengin
bir ülke miyiz ne? Ne çok margarin ve ne çok deterjan var ortalıkta. Bunların
da ne çok reklamı... Örneğin bir güzellik sabunu “temizlikten öte”sini
vadediyordu bize. “Temizlikten ötesi” nedir? Pislik. Peki, “beyaz ötesi”?
Beyazın ötesinde siyah var mı diyorsunuz? Bütün beyaz çamaşırlarınızı
karartacağını mı söylüyor peki o reklam? Hiç olur mu? O bir boya reklamı değil,
deterjan reklamıydı. Bu kadar dürüstlük biraz “öte” doğrusu.
Biz
yine de dişmacunlarından başlayalım, sonra margarin ve deterjan reklamlarına
döneriz. Reklam “sloganlarının sık sık yenilendiğini düşünüp siz bu yazıyı
okuyuncaya dek değişmemiş olmalarını umarak:
“Altı
ay sonra bile sağlıklı diş ve dişetleri”
ne demek? “Dişlerinizi bir kez fırçaladığınızda, etkisi altı ay sonraya bile uzanıyor.”
demek. Başka bir deyişle altı ayda bir, diş fırçalamanız yeterli; mademki
etkisi altı ay sürüyormuş! Peki bize, “sabah-akşam,
günde en az iki kez” diye boşuna mı belletmişlerdi? Ya da bu diş macunu kendi
kuyusunu kazmıyor mu bu reklamla? Altı ayda bir kullanılan diş macunu,
“dayanıklı tüketim maddeleri” sınıfına girmez mi? Durum, reklam mantığıyla
çelişiyor. Reklam dediğiniz sürekli bir tüketime yöneltmeli, fırçanın üstünü
bütünüyle kapatacak boyda sıkması gerektiğini göstermelisiniz ki tüketiciye,
tadı çıksın; tüketici bir hafta sonra yeniden macun almaya koşsun. O zaman bu
reklam aslında şunu söylüyor olmasın: “Bildiğiniz hesapla - günde iki kez -
fırçaladığınızda, altı ay sonra bile dişleriniz ve dişetleriniz sağlam
kalacak.” Bunda da şaşılası bir tutarsızlık var. Dişlerinize göstermeniz
öngörülen ilgi ve bakımı gösteriyorsunuz; ama bu, ancak altı ay işe yarıyor.
Altı ay sonra ne olacak? Dişçiye mi koşacağız, diş macununu mu fırlatıp
atacağız? Anlaşıldığı gibi “altı ay sonra bile” çözümsüz bir sözcük
öbeği olarak anlamsızlığını koruyor.
Bir
başka diş macunu - okula her ne hikmetse diş macunlarıyla gelmiş olan - minik
öğrencilere hedefini tekrarlatıyor: “Sıfır çürük” Ne demek “sıfır
çürük”? “Çürüksüz dişler” demek; ama böyle denirse yeterince çarpıcı ve
etkileyici olunamaz; bu yüzden özgün bir söyleyiş geliştirilmeli. Hatta
bu özgünlük daha geliştirilip “sıfır” almanın kimi zaman bir ödül olabileceği
anımsatılıp minik öğrenciler “sıfır” almaya da özendirilmeli.
“Aynen:
Aynı biçimde, değiştirilmeden” demek. Daha
derine inersek sözcüğün kökü “ayn”, Arapça ve “göz” anlamına geliyor, başkaca
anlamlarını şöyle sıralayabiliriz: “Ash, kendisi”, “bir şeyin eşi, tıpkısı”,
“kaynak, pınar”... Aynen sözcüğü de bu köke bağlı olarak “tıpkısı, tamamı, aynı
olarak” anlamına geliyor. Şimdi artık soruyu rahatça sorabilirim: “Ortalığı
aynen batırdık.” ne demek? “Daha önce de yaptığımız gibi” mi demek, “Biz
hep böyle yapıyoruz ya!” mı? Oysa herhalde, “her zaman öyle”
yapmıyorlardır. Başka bir şey söylemek istemişler besbelli; ama ne?
“iki
kat fazla süt içeren tek margarin”e
ne dersiniz peki? “îki kat fazla” bir karşılaştırma sözüdür ve “bir şeyden” iki
kat fazla biçiminde kullanılmalıdır. O ilk şey ne? Bu margarin “ne”den iki kat
fazla süt içeriyor? Başka bir margarinden mi, daha önceki kendisinden mi? Tıpkı
biriyle ilgili olarak “... iki kat fazla çalışıyor.”
demekteki eksiklik gibi. Başa “benden” sözcüğünü getirebilirsiniz ya da
“eskisinden” diyebilirsiniz; ama bir karşılaştırma öğesini tek başına
kullanamazsınız. (Üstelik matematiğin şaşırtıcı
sonuçlarını da düşünmeliyiz. îlki 0.01 mgr. süt
içeriyorsa örneğin?) Başka bir şey daha var: Sözü edilen karşılaştırmanın bir
öğesini “tek” ilan edemezsiniz.
Bir
başka margarin reklamındaki Emel Hanım kimmiş? Adının altında yazıyordu,
okumadınız mı? “Aşçı ve restaurant sahibi”. Demek, hanımın aşçıları ve
restaurantları var. Yok canım, öyle demek
istememişlerdir, “aşçı sahibi olmak” çirkin bir söyleyiş. Hanımın, bu
işten anladığını; çünkü “aşçı” olduğunu belirtmek istemiş olmalılar. Amaç buysa
şöyle söylenmeliydi: “Resta-urant sahibi ve aşçı”. Aman canım, ne var bunda,
demeyin; çünkü Türkçeyi bilmek böyle bir şeydir.
Margarin
ve deterjan reklamlarını birleştiren bir örnekte de iki boş deterjan kutusu
getirene iki paket margarin verileceği açıklanıyor ve ısrarla belirtiliyordu:
Margarinlerinizi “hiç para vermeden alacaksınız, yani bedava.” “Hiç para
vermeden”in, “bedava” anlamına geldiğini bilmeyen çıkabilir mi? Belki
“beda-va”nm (bunca “dolaylı ödetme” anlamı kazanmışken) ne demek
olduğunu açıklama gereği duyabilirsiniz; ama tersi? Kötü!
Sahi,
“margarin” ve “deterjan” ne demek?
TATİLİNİZİ NECE ALIRDINIZ?
Güneydeydim
geçen yaz. Dalyan, Fethiye, Patara, Kalkan, Kaş, Kemer, Antalya... Kimileri hiç
görmediğim, kimileri yir-mi-yirmi beş yıl önce gördüğüm yerler. Turizmin kalbi,
Türk Riviera’sı... Köy, kasaba adları, bildik yerlerin adını taşıyan yol
levhaları da olmasa kendinizi yabancı bir ülkede tatil yapan Türk turist gibi
hissedebilirsiniz. Uzun yıllar patlamasını beklediğimiz turizm mi patlamış,
güney illerimiz, ilçelerimiz aklımıza bile getirmediğimiz ani bir değişme ile
mi serpilip gelişmiş; kestirmek güç. Yeni yapıların içinde cami bolluğu
dikkatimden kaçmadı. Bu da tam Türk usulü bir çelişki. Yaşamın
her alanı, yiyip içmekten, giyime eğlenceye kadar her alan, yabancı turiste
göre ayarlanmışken kimin için yapıldığı bile belli olmayan bir yığın cami...
Türk olarak, hele herhangi bir yabancı dil bilmiyorsanız, gurbete düşmüş gibi
oluyorsunuz. Ortada ekmek parası falan da yokken bu yaban ellerde ne aradığınız
sık sık aklınıza takılan bir soru... Eski otellere yeni “hotel’Ter eklenmiş,
pansiyonlar “pension” halini almış; plaj eskimiş, bütün kumsallar “beach”
olmuş, tatil köyleri ise yerini çoktan “holiday villa-ge”lara bırakmış. Bir
patlama olmuş olmasına; ama bu patlama, yabancı turist sayısından çok, yabancı
sözcük sayısında gerçekleşmiş. Turizm, artık tümüyle Türkçenin dışında akıyor. Türkçe bir ad görmek neredeyse olanaksız. Köylüler bile
İngilizceyi sökmüşler. Zaten pek başka çareleri de yok gibi. Yalnızca adlar
değil, bütün duyurular, el ilanları, vitrin yazıları, yemek listeleri bile
İngilizce.
Artık,
yalnızca Türkçe bilerek Türkiye’yi dolaşmak ciddi bir cesaret gerektiriyor.
“Carpet Weaving Çenter” ya da “Papila Shopping Center”a bir Türkün uğrama
olasılığı ya yok, ya da “çenter” sahibi tarafından gözardı edilebilecek kadar
küçük bir olasılık. Bunları beğenmiyorsanız “Gemürze Bazaar”a gidin. “Gemürze”
nedir, diye de sormayın, bilmem. Size kalacak yer de bulmamız gerek. “Hotel Sea
Gull”da mı kalırsınız, “Hotel Janina”da mı? Daha sırada “Liebe Pension” ile
“Jcke Berliner” var. Ya da “Green Paradise” ile “Renaissence Resort” ya da
“Club Salima”ya ne dersiniz? “Aquamarme”de denize girer, “Tropic Cafe Bar”da
“espresso” ya da yazılışa göre “expres-so”nuzu içer - bu arada kırk yıllık
kahveyi istemek için “Türk kahvesi” diye belirtmeniz gerek ve vah vah’h küçümseyen
bakışları göze almanız - “Aquapark” adlı tekneyle tura katılabilir, “Activ rent
a car”dan bir araba kiralayabilirsiniz. Akşam yemeği size kalmış, “Grili Bar”a
mı takılırsınız, “Zıvıling Restau-rant”da mı karar kılarsınız, orasını
bilemeyeceğim. Ama gece için bir önerim olacak: “Typhoon Bar”a gidin. Ne de
olsa Türkçe bir ad taşıyor. Sahibinin adı “Tayfun”muş, o da İngilizce bir
sözcük bulmaktansa adını İngilizce yazmış.
Yurdum
insanı karnını zor doyururken buralarda nasıl tatil yapacak? Haydi
tatil parasını denkleştirdi diyelim, kendisini yabancı bir ülkede hissedecek ve
bütün alışverişini dövizle yapacaksa yurt dışında tatil yapması daha akıllıca
olmaz mı?
Diyeceksiniz
ki turizmde hedef kitle Türkler değil, bunca hazırlık zaten yabancı turiste
göre yapılıyor. O zaman da bir sorum var: Bunca yabancı sözcükten, hedeflenen
turist kitlesi ne anlıyor? Belçikalıya İngilizce, DanimarkalIya Fransızca,
îngilize Almanca dayatmak değil kastettiğim. Bu da var; ama sözde kendi dilinde
yazılmış yalan yanlış sözcüklerle gülünç duruma düşmek. Asıl bu. Yabancıya
sevimli görünme çabası, tam da bu noktada gülünç sonuçlar doğuruyor. Bütün
bunlar, turiste kendisini evindeymiş gibi hissettirmek için yapılıyormuş.
Canım, o turist kendisini çok da evinde gibi hissetmek istiyorsa hiç çıkmazdı
evinden zaten. Acaba, bu ülkenin kültürünün “raki” ve “shish khebab”tan ibaret
olup olmadığını da merak ediyor olabilir mi? Bilmem ki?!...
Siz
Kimsiniz?
KAVRAMLARIN ESKİMESİ
“Et
kokarsa tuz; peki ya tuz kokarsa?...” Bu soru son
zamanlarda hep bildiğiniz nedenlerle sık sık soruldu. Bir de ben niye
soruyorum? Şundan: Sözcükler eskirse değiştirirsiniz; yerine Arapçasını,
Farsçasmı, daha olmadı Fransızca ya da İngilizcesini koyarsınız. (Örneği henüz unutulmadı. “Devrim” sözcüğü, 12 Eylül
döneminde Kenan Paşa’nın “marifeti” ile ve bu nedenle sürülmüştü dilden; yerini
Arapça “inkılap” sözcüğüne bırakarak.) Peki ya
kavramlar eskirse?
Her
türlü değeri büyük bir hızla eskitiyoruz ya, kavramlarımız da nasibini alıyor
bundan. Yoz çağrışımların kurbanı ediyoruz onları. Gerçek yerlerini aşındırıp
bozuyoruz, işe yaramaz, kof boşluklara dönüştürüyoruz.
Kavramları
eskitmede en büyük pay televizyonun. Özellikle
kimi reklamlar, önceleri çok önemli bulduğumuz kavramları çocuk oyuncağına
çevirdi. Hemen aklınıza geliverecek bir tanesi her gün, kim bilir kaç kez “Altları
kuru, bebekler mutlu” deyip duruyor. “Bebeklerin sağlıklı ve mutlu
olması, tabii ki altlarının kuru olmasına bağlıdır.” diye dönüp dönüp
pekiştiriyor. “Sağlık ve mutluluk” kavramları, yalnızca “altların kuru”
olmasına bağlı olabilir mi? Herkesin, var olduğu sürece peşinden koştuğu, tam
ele geçirdiğini sandığı anda yitirdiği ve yeniden aramaya koyulduğu o büyülü
“mutluluk” kavramı, bir çocuk bezine feda edilir mi? Edildi bile. Böylece,
“mutlu” kavramı, hafifledi, eridi, çürüdü, pislendi ve “çiş”lendi.
Ya
“güzellik” kavramı! “Güzel” diye önümüze sürülenler... Erkekler arası özel
hovardalık dili, çoktandır televizyon programlarında kullanılıyor; daha kötüsü,
yadırgatıcı bir etki bile yaratmıyor. “Hem güzel kadın görelim hem duygusal
bir parça izleyelim” dendiğinde kaç kişi irkiliyor? Ya da “Güzel şarkı,
güzel
mesajlar veriyor.”
diye sunulan bir şarkıda güzelliği, mesajı aramak neden aklımızın ucundan
geçmiyor? Çünkü bu “güzel” şarkının şöyle bir şey olacağını aşağı yukarı
biliyoruz: “Dünya dönüyor kendi halinde/Oyna dostum, haydi sen de oyna”. Sezen
Cumhur “Real Love” adlı bir şarkıyı “Bakın, gerçek aşk nasıl olurmuş;
seyredin parçayı!” diye emir verir gibi sunduğunda seyredeceğimiz şeyin
şarkı söyleyen, araba kullanan bir adamla telefonun başında bekleyen bir genç
kız olacağım, gerçek aşkın değil, aşka benzer bir görüntünün bile yer almadığı
(Zaten o kadar kolay olabilir mi gerçek aşkı görüntülemek?) bir “klip” izleyeceğimizi o kadar iyi biliyoruz ki!
“Feminizm”
yükselmeye mi başladı; aynı anda eskitilmeye de başlanıyor. Kadınlara yönelik
bir ürün, hiç zaman yitirmeden “slogan” atarak satışını artırma savaşma
girişiyor: “Başlıyor! Yeni bir kadın hareketi başlıyor. Penti çoraplarıyla
bu hareketi siz de yakalayın. ” Görüldüğü gibi artık kadın hareketini
desteklemek için bir şey yapmanıza gerek yok. Bir çift çorap almanız yeter,
hareketi “yakaladınız” gitti.
insan
yaşamındaki en önemli kavramlardan bir başkası, “özgürlük” kavramı da çoktandır
bir şampuanın çok satması için feda ediliyor. Şampuan ve
özgürlük. Bir kavram bu kadar ucuz-latılabilir mi? Namık Kemal’lerin
“efsunkâr” bulduğu, Nâzım Hikmet’lerin uğruna ölümlere gittiği, Paul
Eluard’ların, adını defterine, sıralara yazdığı, haykırdığı özgürlüğe ne oldu?
Şimdi artık, biz farkında olsak da olmasak da kafamızın içinde bir yerlere,
özgürlüğün o kadar da önemli olmadığı, sonunda fiyatı neyse ödenip alınabilir
bir nesne ile özdeşleştirilebileceği işlenmekte. Kazandırılan yeni çağrışımlar
kolay kolay o kavramın üstünden sökülüp atılamaz. Söylenmiş olan, iz bırakır,
leke yapar ve çürütür kavramı.
Kavramlar
bu kadar eskitilince de adamın biri, yeni “çevre bakanı” olduğunu öğrendiğinde
bu bakanlığa ne kadar uygun olduğunu şu sözlerle anlatmaya çalışır: “Çiğköftenin
yanında marul da olsa iyi olur. Çünkü biz çevreciyiz. Marul da yeşildir,
yeşilliktir. ”
“Sayın”
sözcüğü de başka herhangi bir sözcük gibi bir sözcüktü önceleri, karşıladığı
bir kavram vardı: Biraz “mesafeli” bir saygı kavramı... Saygı gösterilmesi
öngörülen, kültürel ve toplumsal açıdan bir üst sınıftan kişiler için
kullanılırdı şimdiye kadar; sanatçılar, devlet adamları vb için. Son zamanlarda
kavramın özünü yıpratacak kullanımlar çıktı ortaya. Mafya babalarından tutun,
ülkücü katillere kadar “sayın” olmayan kalmadı. “Sayın Ağansoy” öldürtüldüğünde
“Sayın Çakıcı” ile bağlantılar kuruldu. Susurluk, Susurluk olalı bu kadar
duyuramamıştı adını; “Sayın Çatlı”, “Sayın Kocadağ” yetmedi, “Sayın Bucak”
yetişti Susurluk adını ünlendirmeye. Nasıl aranmaksa sözde aranmakta olan
“Sayın Kırcı” bütün televizyon programlarına telefonla “müdahale” etti de
bunların “sayıri’lıklarına gölge düşmesini önledi. Sonra Mesut Yılmaz’ın
burnunu kırıp “sayınlar ordusuna kendisini zorla katan “Özerdem” katıldı
kervana. Kendisiyle bağlantı kurulduğunda “Sayın Özerdem, neden Sayın Mesut
Yılmaz’a yumruk attınız?” diye sorulacaktır. O da “saym”lığmdan hiç kuşku
duymadan yanıtlar verecektir. Bu durumda Mesut Yılmaz: “Lütfen bana ‘sayın’
demeyin.” diye karşı çıksa haklı olmaz mı? Ahmet Özal, “Siz, sayın rahmetli
Adnan Kahveci ile..diye söze başlayacak; Tansu
Çiller o devşirme Türkçesiyle, “Sayın bizzat Cumhurbaşkanının kendisi
söylemiştir. ” diye doygun açıklamalar yapacak.
Kavramların
eskimesi böyle bir şeydir işte. Bir gün gerçekten saygıdeğer olduğunu
düşündüğünüz birinden söz etmeniz gerekir. Bir de bakarsınız ki “gerçekten
saygıdeğer olma” kavramının bulunması gereken yerde, kemirilmiş bir boşluk.
SİZ KİMSİNİZ?
Kimi
sözcüklerimiz ne güzeldir! “Delikanlı” gibi. Her ne kadar “delikanlı” sözcüğü bir
cinsiyet ayrımı yapıyor ve “erkek” i getiriyorsa da akla, kız olsun, erkek
olsun gençlik, bir “deli” kanlılıktır. Bu kanın deli akışını, devletin eğitim
kurumlan, çeşitli toplumsal kuruluşlar örgütleyip yönlendirmezse genç, “deli”
kanının buyruğuna girer; toplum da yalnızca yönlendiremediği akışın sonuçlarını
kabul etmekle kalmaz, yönlendirememenin sorumluluğunu da taşımak zorunda kalır.
Haksızlık etmeyelim. Birileri deli kanlarımızı, deli akışına bırakmıyor,
yönlendiriyor; üstelik sizin isteğiniz dışında. Size de izlemek ve şaşmak
kalıyor.
Hem
genci Milli Eğitimin hangi amaca hizmet ettiği belli olmayan sözde eğitiminden
geçirip bırakın eğitmeyi, genel geçer bir kültür bile vermeyerek, hele kendini
tanımak ve ifade etmek gibi haklarını yok sayarak eline ne işe yaradığı
belirsiz bir diploma tutuşturup sokağa bırakacaksınız hem de okullardaki şiddet
olaylarına şaşacaksınız. Bu arada sizin eğitemediğiniz alanlarda, gençliğe
nereden ve nasıl örnekler sunulduğunu dikkate bile almayacaksınız. Amaçsız hedefsiz kaba güç, Amerikan gençliğinin uyuşturucu
problemi, sekse ve şiddete dayalı bir yaşam modelini “Batılılık” diye;
hurafelere, medyumlara, cinlere, günah ve cehennem kâbuslarına dayalı bir
çağdışıhğı “maneviyat” diye sunacaksınız, sonra da gencin “eroin” ile “tarikat”
arasında savrulmasına, bu ikisi arasında pek bir fark bulunmadığını unutarak,
tepki duyma cesaretini kendinizde bulacaksınız.
Bir
yolunu bulup üniversiteye geldiğinde de “YÖK” diye bir ucube çıkaracaksınız
karşısına. Düşünmeyi zaten öğretmediğiniz genç, el yordamıyla bulup benimsediği
düşünceleri söylemeyi “düşünce özgürlüğü” sanacak ve bu eğer bir özgürlükse onu
bundan da mahrum etmek için akıl almaz yöntemler geliştireceksiniz.
Sanatla,
politikayla, toplumla ilgilenmelerini tehlikeli buldunuz ve olası ilgilerini
daha doğmadan öldürdünüz. Sanatı önemsiz ve anlamsız kıldınız, toplum
sorunlarıyla politik anlamda ilgilenen ağabeylerinin başına neler geldiğini bir
yolunu bulup öğrettiniz ya da gençler, kendileri öğrendi ille de asmak
istediğiniz gençleri yaşlarını bile büyüterek idam sehpasına nasıl
gönderdiğinizi. Bunları yapanların cezalandırılmak, hatta sorgulanmak bir yana
“paşa hayatf’yla ödüllendirildiğini de kendi gözleriyle gördü. Uğraşmasında
sakınca görmediğiniz tek uğraş olarak sporu, en çok da futbolu sundunuz.
Bu
arada kimilerinizin kendi hedefini kesin çizgilerle belirleyip gençlere hedef
diye sunduğu da unutulmamalı. Sağlam kafa, sağlam vücutta bulunurdu; ama vücut
sağlamlığı, insanı tehlikeli düşmanlar karşısında güçlü kılarken, sağlam kafanın
ne gibi tehlikeler getireceği hiç belli olmazdı. Sağlam kafa deyip de bu işin
uzmanlarının pekâla gençler adına yapabileceği
“düşünme” gibi zahmeti çok, getirisi düşük işlere gençleri sokmanın pek bir
âlemi yoktu. “Netekim” gençler bu tarz gereksiz işlerden uzak tutuldular.
Belirlenen tek hedef olarak “para” gösterildi onlara. Ne yapıp yapıp para
kazanmak; ama az buz değil, çok para kazanmak. Çünkü siz “zenginleri
seviyordunuz”, hangi yolla zengin olduklarını umursamıyordunuz. Gençlerden kimi
zengin olmak konusunda yeteneksiz çıktı, umduğunuz başarıyı gösteremedi ve
“insanlık, hak, dürüstlük” gibi çoktan modası geçmiş kavramlara takıldı kaldı.
Bu kavramları kendi içlerinde öldürmeyi başarmış olanların da ayağına şeytan
dolandı, tam işleri yoluna koymuşken tetikçilerdi, mafyaydı birtakım gereksiz
kişilerce rahatsız edilip hapsi boyladılar.
Gençler,
futbolun bir toplumu uyutmada en etkili ilaç olduğunu henüz fark etmediler; ama
kendilerine öğütlendiği gibi “çok” para kazanmanın söylendiği kadar kolay
olmadığını, günler değil aylar süren iş arama süreci içinde kendiliğinden
öğrendiler. Onlara sunduğunuz başka bir seçenek olmadığı için, “köşe dönme”nin
sihirli formülü iflas edince kendilerini bir boşluğun içinde bulmaları
kaçınılmazdı; öyle de oldu.
Siz
yine ve hâlâ model üretmekten vazgeçmiyorsunuz. Bir günde ünlü olup çuvalla
para kazananları göstermeye devam ediyorsunuz. Adından söz ettirmenin yetenek,
disiplin ya da çok çalışmadan geçmediğini, günümüzün beyaz atlı, göbekli
prenslerinden ya da pembe peri masallarından fırlamış birileri isterse, en
yeteneksizin, en vurdumduymazın, en tembelin birkaç ayda yıldızının
parlayacağını sayısız örnekle göstermeyi sürdürüyorsunuz. Aynı anda uğraşacağı
iş her ne olacaksa bu konuda çok azimli olması ve çok çalışması gerektiğini
söyleyemezsiniz artık, inandırıcı olmaz.
Siz
kimsiniz ve ne yapıyorsunuz? Bırakın gençlerimizin yakasını, çekin o kirli
ellerinizi üstlerinden. Uyuşturmayın onları. Uyuşturmayın ki pisliğiniz sizinle
sınırlı kalsın, geleceğe bulaşmasın.
KARI-KOCA VE KOCAKARI
Genellikle
çok konuşan insanlar, kimi zaman birtakım sözleri hiç düşünmeden söyledikleri
için saçmalarlar. Saçmaladıklarını, söz ağızlarından çıktıktan sonra fark
ettikleri için düzeltmeye çalışmaları daha da batırır onları, lafı nasıl
toparlayacaklarını, nereye bağlayacaklarını bilemezler. Korhan Abay, “Altın
Portakal” ödül törenini sunarken “En iyi erkek oyuncu elimizdeki zarfın
içinde.” dedikten sonra “Tabii sadece adı. O zarfa sığacak erkek oyuncu
henüz yok.” diye sözde toparlamaya çalışmıştı. Oysa “henüz yok” ile bu kez
de başka bir çıkmaza sürüklenmişti. “Henüz” yoksa bir süre sonra olacak
demektir. Zarfa sığacak erkek oyuncu? Parmak oyuncu yarışması?
Oysa
bu denli titizlenmesine gerek yoktu; çünkü az önce, onarılması olanaksız daha
pek çok şey söylemişti. “Birazdan çok değerli sanatçımızdan küçük bir mini
konser dinleyeceğiz.” demişti örneğin. Konser, verilecek miydi, dinlenecek
miydi? Görmeyecek, yalnızca dinleyecek miydik sanatçıyı? Sanatçının “çok
değerli” olduğu hangi ölçütlere göre belirlenmişti? Yoksa hem “küçük” hem
“mini” olan bu konser, “çok değerli sanatçı-mız”m, yalnızca bir “Ahhh!” deyip
konserini bitireceği anlamına mı geliyordu? Neyse ki kendisi fark etmediği için
düzeltmeye kalkışmamış, durumun daha da kötüleşmesi ancak bu sayede
önlenebilmişti.
Bundan
da önce Müjde Ar’a “erkek kadın” dedikten sonra “Tabii bir kadın olarak,
yani kesinlikle antifeminist düşüncelere sahip değilim.” diye açıklamalara
kalkışmıştı da içinden çıkamayacağı durumlara düşmüştü. Kendisini kadın
sayması, biz kadınlara hakaret içermez, onun bileceği iştir; ama “antifeminist”
düşüncelere sahip olmamak için kadın olmak da gerekmez. Bizden söylemesi. Bu,
fazlasıyla aşırı ve gereksiz bir özveri olur. “Erkek kadın” sözü, Müjde Ar’a
övgü sayılabilir; ama “Kadın Korhan” aşağılama yerine geçer. Hiçbir kadın,
“feminizm” uğruna Korhan’m kendisini harcamasını istemez.
Bu
“kadm-erkek” meselesi biraz karışık çünkü. “Erkek” sözcüğü, sözüne güvenilir,
dürüst, mert anlamları içerirken, “kadın” dayanıksızlık, gözyaşı çağrışımları
yapar. Eğer anlamı biraz abartmak, “kahpe, dönek, sözünde durmaz” anlamlarını
da katmak isterseniz söze, “kadın” yerine “karı” demeniz yeterlidir.
“Karı”
sözcüğü “eş” anlamına da gelmez mi, diyeceksiniz. Gelir elbette. Ama bir garip
gelir. Bir haber başlığı anımsıyorum: “Geçen yıl bir Amerikalı aileyi havaya
uçurdular: Koca-karı ve iki çocuk. ” Nasıl yadırgatıcı değil mi? “Karı-koca
ve iki çocuk” denir; ama gördüğünüz gibi “koca-karı ve iki çocuk” denmiyor.
Neden? “Kocamış, yaşlı” anlamına gelen “koca” sözcüğü, “karı” ile bileşik
sözcük oluşturmuştur da ondan. Bileşik sözcük de bir daha kopmayacak bir
bileşim demek olduğuna göre, kolay kolay ayıramazsınız “koca’yı, “karı”nm
başından. İşe bakın, “koca” sözcüğü bile, ancak aşağılama anlamı taşıdığında
gelip “karı” ile bileşik sözcük oluşturabiliyor.
Dili,
o toplumun bakışını yansıttığına göre, Türkçe Türkle-rin kadına bakışını çok
fazla açıklamıyor mu? Daha, içinde “kadın” ya da “karı” sözcüğü geçen
deyimlerle atasözlerini anımsamadık bile.
İKİ ANLAMLILIK
Kimi
dilciler: “Öyle sözler vardır ki iki anlama gelmesi önlenemez.” derler.
“Üstelik bu her dilde böyledir. îki anlamlılık kaçınılmazdır.”
Kimi
sözlerin iki anlama gelmesi önlenemez mi gerçekten? Önlenemiyorsa çok kötü! Bu,
dilin önemli bir zayıflığıdır. Ne yaparsanız yapın, iletmek istediğiniz asıl
anlamı iletemeyeceksi-niz demektir; her seferinde sözünüz başka türlü de
anlaşılabilecek.
Böyle
şey olmaz. O sözün iki anlama gelmesine yol açan etkeni bulup ortadan
kaldırırsanız, söz neden hâlâ iki anlama gelmeye devam etsin?
Örneklere
geçelim:
“Başhemşire
bana kraliçe gibi davranıyor.” Bu
tümce iki anlama da geliyor gerçekten. Başhemşire bana, “ben kraliçeymişim”
gibi davranıyor; çok iyi bakıyor, bir dediğimi iki etmiyor. Ya da “o”
kraliçeymiş gibi davranıyor, hemşirelik görevlerini yerine getirmiyor,
burnundan kıl aldırmıyor. Birbirinden farklı, hatta birbirine taban tabana zıt
iki anlam... Peki, tek anlama gelmesi sağlanamaz mı? Sağlanmaz olur mu? Sorun,
kraliçe sözcüğünün kullanımından kaynaklanmakta olduğuna göre bu sözcüğe
getirilecek eklerle çözümlenebilir. Ya “Başhemşire bana kraliçeymişim gibi davranıyor.”
dersiniz ya da “Başhemşire bana, kraliçeymiş gibi davranıyor.” dersiniz; sorun
biter.
“Planlarımı
bozmadan önce onu hemen yok edeyim.”
Ashnda bu tümcede iki anlamlılık yok. Yok edilmesinden
söz edilen şey, planlar olamaz; çünkü böyle olsaydı “onu” sözcüğüne gerek
kalmazdı. “Planlarımı bozmak yerine yok etmeliyim.” denmesi yeterdi. Öyleyse
yok edilmesi düşünülen şey, planlardan başka bir şeydir. O “şey” neyse adını
söylersiniz olur biter.
“Tracy’yi ben de senin gibi incitmek
istemiyorum.” “Sen” denen
kişi, Tracy’yi daha önce incitmiş midir? Yoksa Tracy’yi incitmemek konusunda
sözü söyleyen kişiyle “sen” arasında ortak bir karar mı vardır? Burada sorun
“senin gibi” sözünün kullanıldığı yerden kaynaklanıyor. “Senin gibi incitmek”
biçiminde kullanılırsa (örnekteki gibi) “Sen daha önce incitmiştin.” anlamı
taşır. Yok, “Ben de Tracy’yi senin kadar düşünüyorum ve incinmesini
istemiyorum.” denmeye çalışılıyorsa o zaman “senin gibi” sözü, belirtilmek
istenen eylemden önce getirilmelidir: “Tracy’yi incitmeyi ben de senin gibi
istemiyorum.”
Benzer
bir dikkatsizlik yüzünden iki anlama gelen bir başka tümce de şu: “Senin
için ne yaptığımız önemli değil.” “Senin için ne yaptığımız” mı, yani
“Senin için bir şeyler yaptık; ama bu yaptıklarımız önemli değil” mi denmek
isteniyor? Yoksa, “Ne yaptığımız, senin için önemli
değil, sen ne yaptığımızla ilgilenmiyorsun bile.” mi denmeye çalışılıyor?
Anlaşılacağı gibi, “senin için” sözünün yeri, anlamı belirlemeye yeter.
Hani,
“Seni seviyorum.” dendiğinde karşı taraf “Ben de.” der ya; o da kendisini mi
seviyordur; “Seni seviyorum.” diyeni mi? Benzer bir bulanıklık “Sen de benim
gibi âşıksın bana” dizesinde var. “Senin bana âşık olduğun gibi ben de
kendime âşığım.” mı diyor, “Senin bana âşık olduğun gibi ben de sana âşığım.”
mı? En az sözcükle meramımızı anlatma takıntımız olmasa bu bulanıklıklar ortaya
hiç çıkmaz zaten.
İlginç
ve dokunaklı bir örnekle bitireyim: “Bensiz batan bir gemisin sen.”
“Bensiz batan, içinde benim olmadığım bir gemisin” mi? “Bensiz kalırsan eğer, yanında
ben olmazsam, batan bir gemisin.” mi? Burada da anlamı teke indirmek için
“bensizken” ya da “bensizsen” demek yeter.
Öyleyse
?.. Hiçbir şey olanaksız olmadığı gibi, iki anlamlılık
da kaçınılmaz değildir.
KADIN VE DÎL
Türkçe
ile kadına yaklaşım, kadın söylemi, cinsiyetçilik arasında bir düşünsel
bağlantı kurabilir miyim, diye düşünüyordum nicedir. Türkçede cins ayrımcılığı
var mı? Varsa nerede ve ne kadar?
“Türkçe
ve kadın” konusunda düşünmeye başlayınca Ziya Gökalp’in önerisini anımsadım.
Başka hiçbir dilde yaşanmamış “yazı dili-konuşma dili” ayrımına son vermek
amacıyla, daha doğru bir deyişle yapay bir dil olan yazı dilinin (Osmanlıca)
yerine, yazıda da konuşma dilinin kullanılması gerektiğinin kavranmasından epey
sonra, “Hangi konuşma dili? Türkiye’de birbirinden farklı pek çok konuşma
biçimi (ağız) var. Bunlardan hangisi konuşma diline ‘esas’ oluşturacak?”
arayışlarına Ziya Gökalp’in bulduğu çözüm, “İstanbul ağzı, özellikle de
İstanbul hanımlarının konuştuğu Türkçe” olur. İstanbul hanımları o “zarif’
Türkçeyi hâlâ konuşurlar mı, bilmiyorum; sanmıyorum. Ama şunu çok iyi
biliyorum: O eski İstanbul hanımlarından, “paşababa”h, “sütanne”li, “Arz-ı
hürmet ederim efendim”li bir Türkçeyle büyüyenlerden, bugün hayatta olanlar
varsa kimi en-tel kadınların konuşmalarını duyduklarında kalan son birkaç yıl
ya da aylarım yaşayamadan aramızdan ayrılırlardı.
Arapçanm,
Farsçanm etkisine girmeden önceki Türkçede kadın adları, Dede Korkut
Öykülerindeki “Gökçe Çiçek”ler falan geliyor aklıma. Bunlar daha sonra yerini
Arapçanm “ism-i mü-ennes”lerine bırakmıştır. Erkek adı Remzi, kadın adı
Remziye; Necmi, Necmiye; Feyzi, Feyziye. Kadının, erkeğin kuyruğuna
takılmasının, onun (kaç adımsa) gerisinden gitmesinin arkasında, dille birlikte
gelen bu yaşam görüşü yok mu?
Oysa
Türkçe, kadın erkek ayrımı gözetmez. Arapçadaki bu durum ya da benzerleri
Türkçede olmadığı gibi, Fransızcadaki bütün varlıkları cinsiyetine göre ayıran
“eril-dişil” ayrımı da yoktur. İngilizcede kişi adıllarını “He/She/lt” diye
sıralama da... Neden önce “She” değil de “He” diye Ingilizler hiç sormuşlar
mıdır bilmem? Bu onur, herhalde ilk kez bana “nasip” olmamıştır.
İngilizcede
Tanrıya seslenirken, tıpkı soylu kişilere seslenir gibi “Lord” denir ya, “My
Lord”; demek Tanrı “erkek” olarak kabul ediliyor. Diyeceksiniz ki Türkçede de
“Allah Baba” denmez mi? Evet; ama bu, devlet anlayışından, imparatorluğun
yarattığı sığınmacı kul politikasından gelmiyor mu? Aynı anlayış yüzünden değil
midir Cumhuriyete geçildikten bunca yıl sonra bile Cumhurbaşkanına “Baba” demeler?
“Doğa ana”, “toprak ana” yaklaşımları da Türkçenin ve bu dili kullanan
insanların dünyaya nasıl baktıklarıyla çok ilgilidir bence. Uzak, ulaşılmaz;
ama koruması, kollaması beklenen bir “baba” ile her an yanınızda ve sizi
kucaklamaya, sarmaya, bağışlamaya hazır bir « » ana .
“Sahip
olmak” anlamına gelen öz Türkçe bir sözcüğün bulunmaması da beni çok
düşündürmüştür. Daha bugün, bu yazıyı yazma düşüncesiyle eve gelirken karton
üstüne yazılmış bir duyuru yeniden anımsattı bu düşünceyi. “Telefon kartı
bulunur” yazısının altında İngilizcesi: “We have telephone cards.” İşte dilin
çizdiği dünyadaki fark: Ingilizler sahip olur, bizde ise “vardır”, “bulunur”.
Sahip olmayı bilemeyişimizle mi açıklamalı bu durumu, sahip olma hakkımızın pek
de verilmemiş olmasıyla mı? Ama dil, dünyamızı belirliyor işte. Irmağa, denize,
dağa, ormana cinsiyetini düşünerek bakamayız biz, dilimizde böyle bir
farklılaştırma yok. İnsana da “kadm-erkek” ayrımı içinde bakmamalıyız; bu da
dilimizde yok. Tansu Çiller ve benzerlerinin “Yapmışızdır, söylemişizdir, belirtmişizdir...”
biçimindeki söyleyişine de pek kulak asmayın. Yalnız kadınlara değil, Türk-çeye
de “ihanet” içindedir kendisi. Elini kürsülere vurarak yaptığı bu vurgulama,
hesabınca onu “erkeksi” bir söyleme yaklaştıracaktır ya, ash yok. Türkçede
insanın, kendisinden söz ederken söylediğini kesinleştirmek için eyleme “-dır,
-dir” eklemesi anlamsızdır. Bir başkasını anlatıyorsanız “söylemiştir,
demiştir” kullanımı, söze kesinlik katar; ama kendinizden söz ederken
“söylemişizdir, demişizdir” diyorsanız bu, kesinlik değil, tam tersine “emin
olmama, sanma, tahmin etme, olasılık” anlamı taşır. Tıpkı Gülay AtığTn,
Şişli’yi “finans merkezi” yapma özlemini anlatırken, erkeksi bir söylem
yaratmak için futbol “jar-gon”unu kullanması, “Türkiye artık birinci ligde
oynamalıdır.” demesi gibi. Nedense kimi kadınlarımız, Türkçenin cinsiyet
ayrımı gözetmeyen, eşitlikçi yapısmı kendilerini ifade etmekte yetersiz
buluyor, ille de erkeksi bir söylem geliştirmeye çalışıyorlar. Bu durum,
Türkçeye bir zarar vermiyor; ama onları gülünç duruma düşürüyor.
ADAM
Hani,
yaşamla barışık, söyleşisi tatlı, babacan kişiler için “hayat adamı” denir ya,
geçenlerde bir arkadaş tam da bu tipteki bir kadından söz ediyordu; “hayat
adamı” yerine sözünü ettiği kişinin cinsiyetini söylemeyi düşünmüş olmalı; ama
“hayat...” dedi kaldı. “Hayat kadını” ?.. Yok canım!
Kadıncağızı övmeye çalışırken hakaretlerin en ağırını söylemek yakışık alır mı?
İşte
buradan aklıma geldi “adam”la ilgili düşünmek.
“Adam”
sözcüğü, tek başına, “insan teki, birey, kişi, şahıs, kimse” anlamlarında
kullanılıyor. “însan teki” derken, “kadın olmayan cins” anlamını yüklenmiş
görünüyor. Bu anlam, “kadın” sözcüğü için de geçerli; ancak öteki anlamlar
“kadın” ile ne kadar ilgili?
“Bilim
adamı, sanat adamı, halk adamı, şirketin adamı” kullanımlarında “adam” sözcüğü
yerine “kadın” sözcüğü kullanılabilir mi örneğin?
“Adam
kullanmak”, işlerini başkalarına yaptırmak demek; “kadın kullanmak” ise olsa
olsa beyaz kadın ticareti yapmak anlamına gelebilir. Bu arada “beyaz kadın”
gibi “beyaz adam” denmediği de dikkatinizden kaçmamıştır. Ticareti yapılsın
diye söylüyorsam “namerdim”.
“Adam
olmak, adam etmek, adamı olmak” ya da “adam boyu, adam değil, adam evladı, adam
gibi” yerine “kadm”h örnekler kullanılabilir mi? Denemekte yarar var.
“Dün
bir hiçti, bugün kadın sırasına girdi.”gibi bir örnekten başlayalım. Öyle bir
sıra olsa bile kim ister ki “kadın sırasına” girmeyi? Ya da “Evde kadın yerine
koyup ona bir şey sormazlar.” demeye kalksam “kadın yerine konma”ya gönüllü
çıkar mı?
Birine
“iltifat” etmek için: “Hah şöyle! Saçım sakalını kesince kadına benzedin.”
demeye kalksak “adam” ne yapar bizi? Birine kırıldığımızı anlatmak için “Ben de
seni kadından saydım da yardım istemeye kalktım senden.” diye “sitem” etmeye
yekensek? ...
Eh,
bu işler “kadınına göre” değişiyor böyle!
“Kadıım
sen de!”
ARSIZLIK
Geçenlerde
sosyalist bir partinin barış şenliğine gittim. Çeşitli ülkelerden gelmiş, barış
türküleri söyleyen gençleri dinlemek güzeldi. Dünyanın her yanında savaşların,
işkencenin, zulmün yaşanıyor olduğunu değil, bir zamanlar, bu türkülerin
yapıldığı zamanlar yaşandığını ve artık bittiğini düşünmek — keşke böyle olsa -
her yerde ve bir zamanda biteceğine ilişkin bir umut uyandırdığından olacak,
bir çeşit dayanma, direnme gücü veriyor insana. Bizim yurdumuzun türküleri de
güzeldir. Pop çılgınlığının yavaş yavaş dineceğine, gençlerin türküleri
keşfedeceğine umudumu hiç yitirmedim. Bu türküleri söyleyen kişilerin tavrında
ise bir şey vardı ki çok düşündürdü beni. İşte bunu sizinle paylaşmak
istiyorum. “Son çıkacak olan kasetimde yer alacak bir parçayı okuyorum şimdi
size. ” biçiminde bir sözün Türk-çesine hiç bakmayın, neredeyse irademiz
dışında medya anonslarına ahşan kulaklarımıza yadırgatıcı gelmemesine de
aldırmayın, kendi reklamını yapmaya çalışan bu ses yine de irkiltmiyor mu
insanı? Söyleyişini, tarzını beğenenler zaten gidip aramaz mı o kişinin
kasetini? Böyle bir beğendirme çabasına gerek var mı? Bir başka türkücü, nasıl
beceriyorsa, sünnet düğününe çeviriyor orayı. İzleyenlere öpücükler
göndermekten tutun, “Ben hayatımda böyle coşkulu bir kitle görmedim”
çığırtkanlığıyla el çırpmaya, oynamaya, alkışlarla kendisine tempo tutmaya,
kimi bölümleri birlikte söylemeye çağırıyor izleyenleri. Oradakilerin pek
umurundaymış gibi “Bu parçayı ben cumhurbaşkanına bile söylettim.” diyor
ve böbürleniyor bununla. Oysa parça Timur Selçuk’un, bilmem ki Timur Selçuk da
böbürlenir miydi şarkısını cumhurbaşkanı söyledi diye; yoksa “Eyvah, içi
boşaldı şarkımın, sıradanlaştı, şarkımla ihanet ediyorum kendime.” paniğine mi
kapılırdı?
Biz
bu kadar yırtık değildik eskiden. Kendini övmek ayıp karşılanırdı; o övgünün
dinleyene bırakılması bir yüce gönüllülük bile değil, sıradan, doğal bir
davranış sayılırdı. Şimdikiler kendilerini öne çıkarmak için fırsat
beklemiyorlar, o fırsatı kendileri yaratıyorlar.
Televizyonda
bir söyleşi programında (“talk show” dediklerinden) izlemiştim; ev kadını
olduğu her sözünden, her davranışından belli olan biri, kocasını da yanma
almış, piyasaya çıkmış. Ünü yaygın birtakım pop parçalarına sazla “nazireler”
yapıyor, en az onlarınki kadar saçma sapan sözlerle halk müziği tarzında okuyor
aynı parçaları. Bu da bir “yolunu bulma” biçimi!
Bir
arsızlıktır gidiyor. Ün uğruna insanlar onurlarının çiğnenmesine aldırış
etmiyorlar, üstelik bunu kimi zaman televizyonda birkaç dakikalığına görünmek
ya da yalnızca sesini duyurmak için bile rahatlıkla göze alabiliyorlar.
İşte
tam da bu kapsamda televizyonlardaki iki şov programı beni hayretten hayrete
düşürmekte. Biri
Huysuz Virjin adlı “zenne”ninki. İnsanların aşağılanmaktan, hakarete uğramaktan
zevk alabileceklerini bu programdan önce pek kimse düşünmezdi sanırım. Alay ettiği,
gülünç duruma düşürdüğü kişiler kameraya pişkin pişkin sırıtmayı bir
gelişmişlik örneği saymakla kalmıyor, hoşlanıyorlar bundan, dahası
eğlendiklerini, eğlendi-rildiklerini düşünüyorlar. İkincisi Okan Bayülgen’inki.
Daha önce “Uçurdum sizi!” diye sevinç çığlıkları atarak zıp zıp
zıplıyordu, şimdi “şıfttırmak” diye yeni bir sözcük bulmuş, hayırlı
uğurlu olsun. Benim merak ettiğim, “Lütfen bizi arayın” biçimindeki ısrarlı
ricalara aldananlar, aradıklarına, arayacaklarına bin pişman mı oluyorlar,
“şıft şıft” naraları arasında suratlarına kapatılan telefonun ardından, mutlu
gülücüklerini koruyabiliyorlar mı? Yeniden yeniden aradıklarına, programı ne
kadar beğendiklerini ballandırarak anlattıklarına, içlerinde sunucuya aşkını
dile getirenler çıktığına göre galiba İkincisi. Bunu, yani insanların
kendileriyle alay edilmesinden hoşlandıkları gerçeğini kabul etmek ağrıma
gidiyor. “Şıft” sözcüğüne kızamıyorum artık, “from İstanbul'lara kızamıyorum.
Sevmediğiniz
biriyle, “nezaket” sınırları içinde kalarak, inceden inceye alay edilmesi sizi
hoşnut edebilir. Buna bir şey demiyorum, dahası zekâ ürünü olan budur, incelik
gerektirir çünkü. Peki, uğraşarak - kaç kez çeviriyorlardır aynı numaraları,
bıkmadan usanmadan kim bilir - düşürdüğünüz bir telefondan sesinizin taklit
edilmesinden başlanarak size hakaret edilmesi, bir stüdyo dolusu insanla
birlikte yüzünüze tükürülür gibi, telefonun kapatılması insanda nasıl duygular
uyandırır? Sonra yeniden arıyorsunuz aynı kişiyi - size hakaret etsin diye -
yeniden, defalarca. Bunların yaratacağı tek bir duygu olabilir: Arsızlık.
Kitlesel
olarak arsızlaştırılıyor muyuz?
O
zaman sosyalist gençlerin doldurduğu bir salonu sünnet düğünününe çeviren
garibana pek kızamıyorsunuz artık. Son kasetinin reklamını yapmaya çalışan
türkücü pek bir “masum” kalıyor, ünlü olmak umuduyla mutfağından çıkartılıp
canlı yayınlara konuk edilen ev kadını da olsa olsa “serbest piyasa
eko-nomisi”nin bir kurbanı yalnızca.
NEDİR BU OLAY?
Her
niyete söylenen sözcükler vardır, “olay” da bunlardan biri. “Hadise”, “vaka”
sözcüklerinin ve yalnız bunların karşılığı olduğu unutulmuş, dağarındaki
sözcüklerle meramını anlatamayan herkesin çaresi durumunda. Çok konuşuldu, alay
konusu yapıldı, birtakım güldürülere malzeme edildi; ama “olay”ın kullanımında
herhangi bir azalma olmadı. Bakıyorsunuz vitrinde koskoca bir yazı: “Ayakkabıda
olay” Bir genç, annesinin ilgisizliğinden yakmıyor: “Anne olayı yok.”
Bir başkası, taksi şoförünün para almamasına şaşmış: “Hani ücret olayı!”
diye anımsatmaya çalışıyor. Şoför, aynı sözcükle karşılık veriyor: “Ücret
olayı yok abi.” Futbolcu Tanju, Hagi oyundan çıktığında seyircilerin onu
alkışlamasına “veciz” Türkçesiyle yorum getiriyor: “Bu bir sevgi olayı
Ercan!”
Bunlar
çokça duyduğumuz için kanıksadığımız, dahası artık bizi şaşırtmayan örnekler.
Ancak, geçenlerde, “Türkiye’nin en kaliteli gazetesi”nde bir yazı okudum,
şaşmamak konusundaki bütün kararlılığıma rağmen bu yazı, beni şaşırtmayı
başardı. Başlık: “Modern insanın huzur olayı”. İlginç bir başlık
bulduğunu-düşünmüş olmalı yazar, deyip başta şaşmıyorsunuz; ama yanılıp okumayı
sürdürürseniz... “Amerikan taşrası olayına karşı rahatsızlığımız mevcut.”
diye hemen altta başka bir açıklama sizi bekliyor. Bir arkadaşından söz edeceği
zaman kendisini övmeyi de hiç ihmal etmez böyleleri. Bizim “kaliteli” yazarımız
da öyle yapıyor: “.. .yani bizim gibi modem olup
üstelik internet olayına girmiş bir dostumuz...”
Ne
anlatıyor, hangi konuda yazmış bu yazıyı diye merak ediyorsunuz. Çok önemli bir
konuda: “Etiler’den Taksim’e doğru gelindiğinde barlarm Anadolu insanını
yansıtmaya başladığını görerek bu ilkel eğlenmeden tiksinme” konusunda yazıyor.
Araya, aklına gelen her türlü “muhabbeti” sıkıştırıyor ki okuyanlar sıradan bir
“bar kelebeği” ile karşı karşıya olduklarını sanmasınlar. “ Kennedynin
öldürülmesi olayının ardındaki en önemli kişi...” diyor örneğin, “.. .teknoloji olayına girebilen her insan...” diye
sürdürüyor. “Öldürülme, cinayet, suikast” sözcüklerinin tümünü kullanarak,
bütün okuyucuların kendisinden beklediğine emin olduğu “JFK olayı”na açıklık
getirmek görevini kesinlikle ihmal etmiyor:
“.. .JFK cinayeti ile neden ilgilendiği olayı da aslında JFK
suikastı kadar karanlıkta kalan bir olay...”
Başka
bir sözcük bulamamanın sıkıntısını zaman zaman duyuyor olmalı; ama “olay” kadar
geniş kapsamlı bir sözcüğe kendi beyinsel kayıtlarında rastlamadığı için dönüp
dolaşıp aynı sözcüğün Arapçasına, “hadise” sözcüğüne sarılmaktan başka çaresi
kalmıyor: “...memleketimizde bu kadar karanlık olay dururken JFK hadisesi
ile ilgilenmek..Demek, yavaş yavaş aldı suya
ermeye başladı diye düşünüyorsanız yine yanılıyorsunuz; yolculuğunun son
durağına yaklaştı da ondan. Hani şu, Etiler dolaylarındaki “Amerikan taşrası”
görünümlü barlardan sıkılıp Taksim’e doğru yaptığı “bar yolculuğu”nun sonuna.
Beyoğlu barlarını dolaşırken kendisini neredeyse mutlu hissediyor: “.. .memleketegeri dönmüştük. Bu olay başlı başına bir
güzellikti...” Ne yazık ki burada da yüksek sesle konuşup onu rahatsız etme
cesareti bulan birtakım densizler var, bu durum “olay” sözcüğü kullanılmadan nasıl
anlatılabilir?
“.. .ancak zaten çok zor bulduğumuz huzur olayına tam
girmişken ...” Çevrede ondan
başka rahatsız olanların varlığı anlatılacaksa yine “olay” sözcüğü: “.. .anladık ki bu cinai his olayında yalnız değiliz...”
“Olay”
sözcüğüyle iş bitmiyor. “Olmak” kökünden türetilen “olanak, olmuş, olup, olan”
gibi sözcüklerin bolca kullanılmasıyla da bitmiyor. Türkçede bu sözcüğün
eksikliğinden en büyük sıkıntıyı duyacağı anlaşılan arkadaşımız, yardımcı
eylemde de bu sözcükten başkasını tanımıyor:
“Dahil olabilmek, bulunacak olmak, modern olmak, dolu olmak,
boş olmak, memlekette olmak, mezun olmak, neden olmak, sahip olmak..."
Liste böyle uzayıp gidiyor. “Entel”liğin öteki gereklerinden en önemlisini,
argo kullanma gereğini de unutmuyor elbette: “Buna rağmen bu durum bizi
bozmuyor...”
Bizi
bozuyor; ama nasıl anlatacağız?
Öykünün
sonunda, gürültücüleri kaçırınca rahatı yerine gelmeye başlıyor. Bunca
“olay”dan sonra sizde huzurun zerresinin kalmayabileceğini aklına bile getirmeden . .herkes tekrar yavaş yavaş huzur
olayına girmeye başladı...” diyor.
Ne
diyeyim, “olay”ın böylesi az görülmüştür.
ARGO
Argo
kullanımı, son zamanlarda giderek yaygınlaşıyor. Bu yaygınlaşmayı belki
insanların dağarındaki eksik sözcüklerle açıklamak olası; ama ben böyle yapmak
istemiyorum. Bu konuda önceliğin ağız alışkanlığında olduğunu biliyorum çünkü.
Çoğu kez, öyle söylemeye alıştıkları için argo konuşur insanlar. Bu durum,
kuşkusuz belli çevrelerden gelen, bu çevrelerdeki kullanım nedeniyle ağız
alışkanlığı edinmiş kişiler için geçerlidir. Ama sınıf atlamış, televizyonda
halka seslenme ya da bir gazetede köşe yazarlığı yapma şansına erişmiş olanlar
için bu nedenin artık ortadan kalkması, yerini, kısaca “halka karşı sorumluluk”
diyebileceğimiz bir duyguya bırakmış olması gerekir. Bunlar yine de ve hâlâ
argo kullanıyorsa davranışlarını gelinen çevrenin alışkanlığıyla açıklamak o
kadar da kolay olmaz. Ya öne çıkmak, dikkat çekmek istemektedir bu insanlar ya
da bir çeşit yüreklilik gösterisine kalkışmaktadırlar: “Kitlelerin önünde böyle
konuşmaktan çekinmiyorum, ne haber?” diye akıllarınca cesaretlerini
kanıtlamaktadırlar bize.
Bu
kitlelere mal olmuş kişilerden biri İbrahim Tathses. Kendi kişisel ve yerel
özelliklerini yitirmemeye çalışıyor; çünkü bu kadar ünlü olmasının nedenini halk
tarafından “olduğu gibi kabul edilmek”te görüyor. “Olduğu gibi”lik hali nasıl,
peki? Oğlan kardeşinden söz ederken şöyle konuşabilecek bir hal: “Hüseyin,
genç ve yakışıklı bir oğlan, ona tav olmayacak kızın alnını karışlarım.”
“Tav olmak”, “alnını karışlamak” pek hoş kaçmıyor; ama bağışlayıcı bir neden
bulunabilir: Canlı yayında insan, çocukluğundan getirdiği kimi söyleme
alışkanlıklarına engel otamayabilir. Şimdi yazacağım söz ise sunuculuğunu da
kendisinin yaptığı ve banttan yayımlanan eğlence programlarından birinde
söyleniyor. Arada bir sahneye çıkıp şarlatanlık yapan, sıranın reklamlara
geldiğini haber veren delikanlıya söylüyor bunu ve sakıncasız görüyor ki
kesmiyor, çıkarmıyor; böylece yayımlanıyor program: “Ulan kala kala geldin
bizim eve mi yerleştin? Bok herif!”
Argonun
bir ucunun küfürle sıkı bir bağlantı içinde olduğunu biliyoruz. Argoyla
başlayan, küfürle bitirir. Tatlıses de öyle yapmış. Peki
şu bilinen sözlerle söylersek “halka mal olmuş bir sanatçı”nm kabadayı ağzıyla
konuşması yakışık alıyor mu? Halk, argo konuşanı benimser, daha bir kendinden
sayar, diye mi düşünülüyor? O zaman bir aşağılama söz konusu değil mi? Halk
“adabınca” söylenen sözü anlayamayacak kadar ilkel mi? Hem hangi halk? Bu
halkın içinde kadınlar, çocuklar, gençler yok mu? Küfürle özdeşleşmiş belli bir
kesime mi (varsa böyle bir kesim) yayın yaptığını sanıyor bu televizyonlar?
Argoyu
yaygınlaştırmak, gençleri argo kullanmaya özendirmek, bence suçlanmayı
gerektirecek kadar ciddi bir durumdur. Kullanılan her sözcüğün, karşısındakine
bir mesaj ilettiğini düşünürsek (ki öyledir) “başarılı” bulunan kişi de her
davranışıyla bir örnek, bir model oluşturmaktadır. Zaten
model arayışı içinde olan pırıl pırıl bir genci, yakın arkadaşlarına demeyeyim,
(onların da aynı seçimi yapmak durumunda olduklarını düşünerek) ama aile, okul
ilişkilerinde ya da girmek zorunda kalacağı kimi saygın çevrelerde zor duruma
düşürecek, kendisiyle ilgili olumsuz izlenimler doğuracak, onu argonun kısıtlı
dünyasına hapsedecek, yaşama biçimini seçmesinde bile etkili olacak böyle kötü
bir alışkanlık edinmeye zorlamak suç değil mi?
Bir
de Engin Ardıç var. Galatasaray mezunu, kim bilir daha ne okulları ne büyük
başarılarla bitirmiş bir “yorumcu”. “Bunak” tan, “hödük”ten
tutun, ancak bir mahalle kahvesinde, o da tavla ya da okeyde kavga çıkmışsa
tarafların birbirine söyleyebileceği sözcüklerle yapıyor gündelik siyasanın
yorumunu. “Kıçı-kırık eski uçbeylerine gidip
yavşamak”tan söz edebiliyor örneğin (8. 10. 1996). Erkek toplumuz ya, bu da
erkekçe bir söylem oluyor.
Aynı
durum, “Yeni Yüzyıl” yazarı Savaş Ay’da var. O da sevimli olmaya çalışıyor. “Ne
iş?” diyor külhanbeyi argosuyla. “Hadi lan”
diyor. “Laci takımları içinde her neviden coşkusunu gravatıyla boğan bi sürü
ensesi kalın dallamaya mesela Balık Ayhan’ın tırnağını bile değişmem n’olcek?”
diyor. Üstelik bunları “en kaliteli” olma iddiasını elden bırakmayan bir
gazetedeki köşesinden diyor. “Roman”ları savunuyor: “Kendilerini iplemeyen
bi dünyaya pamuk ipliği kadar müdanaları olmaz”dan tutun “...orospuluktan, puştluktan, torbacılıktan bahsedildiğinde
aklınıza ilk onlar geliyor. ”a kadar bir dizi küfürle... “Aklınıza turp
suyu sıkayım.” diyor. “Dolapdere’yi sosyeteleştirdiler. Sulukule’de
devriyeleri kapattılar. Selamsız’ı yıktılar. îyi bok
yediler.”
Meğer
Savaş Ay’ın sütannesi çingeneymiş, bütün öfkesi bundan. Selamsız’m yıkılmasına
kızıyor. Evi yıkılan herkes “mağdur” durumundadır. Savaş Ay’ın onlara arka
çıkması son derece haklı gerekçelere dayandırılabilir. Ama bunca küfür şart mı?
Üstelik, Savaş Ay’ı okuyanlar yalnız Romanlar değil
ki! “Cici beyler, şık hanımlar mı daha katakoftici, romanlar mı?” diye
soruyor ya, onu Savaş Ay yapanlar “katakoftici” olmakla suçladığı o “cici
beyler”le “şık hanım”lar, Romanlar değil. (Yeni Yüzyıl, 14. 9. 1996)
“Cici
beyler”le “şık hanım”ları, (hadi onların dilinde söyleyelim) “muhallebi çocuğu”
görenler yaygınlaştırıyorlar argoyu ve kötü yapıyorlar, çok kötü yapıyorlar.
ŞÖYLE FALAN OLMAK
Gençlerin
nasıl konuştuğu beni çok ilgilendiriyor, hem yazar olarak hem öğretmen olarak.
Bir dil bilinci kazandırabiliyor muyuz onlara? Okuduklarının, izlediklerinin ve
asıl önemlisi eğitimlerinin içerdiği onca yanlışa karşın doğru düşünmeyi ve
düşündüğünü doğru sözcüklerle aktarma becerisini - bize rağmen —
edinebiliyorlar mı?
Gözlediğim
kadarıyla sözcüğün Türkçesini aramak, bulmak ve kullanmak için, örneğin bizim
kuşaktakilerin gösterdiği çaba pek yok onlarda. Ders-1 kitaplarının
dayattığı eski sözcükler var, bunların yerine her yeni kuşağın Türkçesini bulup
koymasını beklemek zaten haksızlık olur, besbelli onlar da bıkmışlar aramaktan.
“Devrim” yerine “inkılap” sözcüğünün neredeyse yasa zoruyla kullandırılması
gibi, çoktan beri Türkçeleri de olan sözcükler, eski karşılıklarıyla
öğretiliyor hâlâ. Onlar da “nesil, kanun, harp, riya, mazeret, muaşeret” gibi
sözcükleri kullanmakta bir sakınca (ya da “mahzur”) görmüyorlar. “Bariz”
sözcüğü nereden takılmışsa dillerine bunu kullanıyorlar, üstelik “bariz belli”
biçiminde yanlış kullanıyorlar. “Bir sual yöneltmek istiyorum.” ya da
“Size bir misal vermek istiyorum.” biçiminde bir sözü 18-20 yaşlarında bir
gencin ağzından duymak da insanın tüylerini diken diken etmeye yetiyor.
Kullanımı
giderek yaygınlaşan yabancı sözcükler için de bir özenme duygusu içine
sokuluyor gençler. “Yes”, “evet”in yerini almak özere; “O.K” , “alright”
sıradanlaştı; “bye” yetmiyor, “çus”la, “çüs”le vedalaşıyorlar artık. Yine,
yabancı özentisiyle olsa gerek her tümceden değil, her sözcük öbeğinden sonra
“Tamam mı?” diye kendilerini onaylatma gereği duyuyorlar: “Süper bir müzik,
tamam mı; adam parçaya bir girdi, tamam mı; yıkılıyor her taraf, tamam mı?”
Ve
argo, hatta küfür. Medyadan
da bol bol duydukları örnekleri, büyüdüklerinin kanıtı olarak bolca
kullanıyorlar. (Buna örnek vermeyeceğim.)
Türkçe
konusunda titizlik gösterenler de yeni sözcüklerin bir bölümünü yanlış
kullanıyor. “Yaşam” yerine “yaşantı” demek gibi, “insanların bana olan
saygınlıkları ne ölçüde devam eder, bilmiyorum. ” demek gibi.
Bir
de moda söyleyişler var. “Ben bunu çok yakın bir zamandır kişisel olarak yaşıyorum.
” diyor bir genç örneğin. “Çok yakın bir zamanda” demek istiyorsa “yaşadım”
demeli; hâlâ yaşıyorsa, “çok uzun bir zamandır” demesi gerektiği gibi. “Kişisel
olarak yaşamak” da “Ben şahsen İstanbul’da doğdum.” demek gibi, “Karacabeyliyim
ben kendim. ” demek gibi azıcık gülünç kaçıyor.
Güzellik
kraliçesi seçilmiş genç kızla söyleşi yapılıyor:
“—
Tansu Çiller’in yerinde olmak ister miydin?
“—
Yerinde tabii ki de olmak isterdim.”
Bu
bir yanıt değil, geveleme. Nereden çıkardın, diyeceksiniz. “Yerinde” sözcüğünün
gereksiz ve anlamsız vurgulanmasından, bir; “tabii ki de” biçimindeki doldurma
sözden, iki.
Belki
de aynı genç kızdır, “— Kraliçe olmak nasıl bir duygu?” diye
sorulduğunda, “— Çok güzeldi.” dedikten sonra hemen sen’li bir söyleme
geçiyor, “Çünkü sen oraya zaten kazanmak için gitmişsin..." diye
devam ediyor. Sen? Kim o sen?
Genç
sunucuların, izleyicilerden “Kocaman alkış!” istediğine çok tanık
olmuşsunuzdur. Bu, somut büyüklükler için kullandığımız “kocaman” sözcüğü, bir
bakıyorsunuz iyi dilekleri sunmak için kullanılıyor: “Kendinize kocaman iyi
bakın. ”
“Artı”
sözcüğü de moda söyleyişlerden biri. Matematik terimi olmaktan çıktı, “Orada
kalmak size mesleki açıdan ne tür artılar getirdi?” biçiminde, sunucuların
diline girdi, öğrenci gençliğin dilinde de “dahası, fazlası, üstelik” anlamında
kullanılarak hızla yaygınlaşıyor. Şu konuşma kalıbı, hiç kimsenin yabancısı
değil:
“Gerçekten
çok güzel, artı...”
Başka
kalıplar da var: “Çünkü, neden diyeceksiniz.”
gibi. Ya “çünkü” ya “neden derseniz”. İkisi birden olur mu?
Gençlerle
yapılan bir söyleşide “Acaba, soruyorum size, köylere kütüphane kurmak çok
mu zordu?” diye soruyordu bir genç. “Bizi niye iyi yetiştirmediniz?”
biçiminde çok anlamlı bir soru bu. Üstelik, hem
“acaba” hem “soruyorum size”nin birlikte kullanılmasıyla suçlamanm ne kadar
yerinde olduğunu gösteren bir kanıt da.
Gençlerin
“anlatabilmek” için ne sıkıntılar çektiğini görmek içimi acıtıyor. “Eğer,
şayet...” diye söze başlayan bir gencin anlatma sıkıntısı yok mu? “Fakat, ama, yani...” diye kıvranan bir gencin? Özellikle şu
“yani” sözcüğü... Her kullanımında bilin ki konuşan, meramını anlatabilmek için
kıvranıyor, yardım istiyor. “Yani, yani” deyip dile getiremediği o şeyin, varsa
bir adı, onu bulmaya çalışıyor.
Rahat
konuşuyor görünenlerden bir bölümünün ses taklitlerine ne kadar çok yer verdiği
de gözümden kaçmıyor: “Harşş diye dikildim önüne, şlak diye attım
kâğıtları.”
Bu
“anlatamamak” yüzünden bir moda daha hızla yaygınlaşmakta. Şaşkınlığını,
sevincini, mutluluğunu, kısaca duygularını anlatmaya çalışan genç, yüzünü,
gerekiyorsa bedenini o duygunun anlatımına sokup bir çeşit “pandomim” yapıyor: “Ben
böyle falan oldum. ”
Gençlerimize
anadillerini ustaca kullanmayı öğretemezken onlardaki gizli tiyatro yeteneğini
mi ortaya çıkarıyoruz acaba?
YOKSA SANATÇI MISINIZ?
Sanat,
Türkçe bir sözcük değil, Arapça. Kökü, yaratma, yaratıcılık anlamına gelen
“su’n”. Türkçede de böyle algılanırdı, uzun yıllardır. Ancak son zamanlarda
sözcüğün genel kullanımında bir çözülme, bir yozlaşma oldu. Artık halkımız
sanat ve sanatçı deyince şair, yazar, ressam ve müzikçiden önce başkalarını
anımsıyor.
Sekiz
on yıl oluyor, gazetede tam da sanat haberlerine ayrılan küçüklükteki bir
haberin başhğı, belediyenin sanata ve sanatçılara önem vereceğine, ilgi
göstereceğine ilişkindi. İzmir’deydim o zamanlar, belediye başkanı da şimdiki
başkandı. Sanata sanatçılara ilgi, sözü “ilgimi” çekmiş olmalı, haberi
okudum. İzmir Fuarına gelen sanatçılara gösterilmesi öngörülen bir ilgiden söz
ediyordu. Şarkıcılara, dansözlere falan. Bu inanılmaz
bilgisizliğimin anısına o haberi kesip sakladım, hâlâ bir yerlerde durur. Meğer
bu başlangıçmış. Şimdilerde sanat deyince neredeyse yalnızca onlar anlaşılıyor.
Yanılıp “Sanatçıyım.” deseniz “Nerede çalıp söylüyorsunuz?” gibi bir soruyla
karşılaşabilirsiniz.
Adını
az sonra söyleyeceğim biri, televizyonda, kendisiyle yapılan bir söyleşide, bir
soru sorduktan sonra duraksıyor, daha kapsamlı, daha geniş olsun diye ikinci
sorusunu şöyle soruyor: “...Önce, sanat nasıl algılanıyor?” Bilin
bakalım bu kişinin ilk sorusu nedir? Sanattan önce politikadan mı söz etmiştir,
müzikten mi, edebiyattan mı? Bilmeniz olanaksız. Konuşan kişi Sibel Gökçe, hani
şu 0 900’lü hattının reklamlarında şuh pozlar veren hatun. Sorusunun tamamı da
şu: “Dansözlük mesleği nasıl algılanıyor? Önce, sanat nasıl algılanıyor?”
Sanatla ilgili ahkâm kesmek Sibel Gökçeye mi kalmış, diye düşünmeyin; kadın, en
değerli mesleklerden birinin sahibi ve sanatmı “icra” ediyor. Gökçe açısından
hiçbir sorun yok. Sorun, sanat deyince dansözlüğün anlaşılmasına neden
olanlarla aramızdaki sorun.
Bunları
yeniden düşünmeme yol açan ise geçenlerde TYS (Türkiye Yazarlar Sendikası)
adına bir kültür protokolü imzaladığımız Abhazyalılar oldu. Yoksa sanatı,
kültürü, edebiyatı çoktan sahiplerine bırakmış, bu yeni duruma alışmış olarak
mutlu ve huzurluydum. Abhazya Yazarlar Birliği Başkanı Aleksey Go-gua şöyle bir
laf etmeseydi huzurlu huzurlu yaşayıp gidecektim. “Bildiğinizgibi bir
savaştan yeni çıktık." dedi Gogua. “Ülkemizin kültürel ve sanatsal
yapılanması için şimdi edebiyata öncelik tanımak zorundayız. ”
“Kültürel
ve sanatsal yapılanma, edebiyata öncelik tanıma” kulağıma pek yadırgatıcı
geldi. Öyle ya, istikrar paketi, trend, kredi faizleri
vb. değil de kültür, sanat ve edebiyat.
Tıpkı
bizdeki gibi, diyor musunuz siz de? Örneğin şu kültür protokolünün imza töreni
için gazetelere ve televizyonlara haber verilmesine rağmen pek kimsenin
gelmemesi gibi, imza töreninin basın bildirisi haline getirilmesinden sonra
bile rağbet görmemesi, dünyadan daha büyük bir hızla küreselleşen
Türkiye’mizde, içinde “kadın, kan ve para”mn yer almadığı bir olayın
haber değeri taşımaması gibi.
Abhazyalılar
benim için ilginçti. Çevirileri yapan sakallı, şapkalı genç, Sezai Babakuş,
cumhurbaşkanı danışmanıymış. Yazarlar Birliği temsilcilerinden Genadi Alamia,
parlementerdi. “Önce şair, sonra parlementer.” diye titizlikle açıkladılar. Bu,
hem “Şairlik parlementerlikten önce gelir.” anlammdaydı hem de “Şair olarak
parlementer oldu.” demekti. Bir zamanlar bizde de şair ve yazarlar parlementoya
girebilir, düşünceleri alınır, politikalar onların görüşleri doğrultusunda
oluşturulur muydu; yoksa hep DGM önlerinde, savcı karşısında, görüş günlerinde
mi görürdük şair ve yazarlarımızı?
Türk
edebiyatından Nâzım Hikmet, Aziz Nesin ve Yaşar Kemal’i çok iyi tanıyorlar;
özellikle Nâzım Hikmet’in kendi ülkelerine sık sık gelip gitmiş olmasından, çok
beğenilen ve dillerden düşmeyen kimi şiirlerini Pitsunda’da yazmış olmasından
belirgin bir gurur duyuyorlardı. Şimdiye kadar Rusçadan yapılan çeviriler
yerine, doğrudan Türkçeden yapılan çevirilerle tanımak istiyorlardı Türk
edebiyatını ve genç kuşak edebiyatçıları merak ediyorlardı.
Genç
kuşak edebiyatçıların bizde de pek tanınmadığını, onların çok iyi tanıdığı şair
ve yazarları tanıtmak, ders kitaplarına almak bir yana, eğer kendi ecelleriyle
ölmezlerse süründürmek için elden gelenin yapıldığını, günümüz edebiyatını da
medyanın sahip çıktığı bir iki yazarla paşa paşa götürmeye alıştığımızı,
“sanat’T şarkıcılara ve dansözlere bırakmış olduğumuzu hiç söylemedim.
Onlar
da köşeyi dönsünler ve anlasınlar, küreselleşince dünyalarının kaç bucak
olacağını.
(Örneklerin
alındığı kişi adları)
FEYZA
HEPÇİLİNGİRLER
Ayvalık’ta
doğdu. İstanbul Yüksek Öğretmen Okulunu ve İstanbul Üniversitesi Türk Dili ve
Edebiyatı Bölümünü bitirdi (1971). Çeşitli lise ve üniversitelerde çalıştı.
1984’te 1402 Sayılı Sıkıyönetim Yasasıyla sürüldüğü Karadeniz Üniversitesinden
istifa ederek ayrıldı. 1994’te Özel İnanç Lisesinden emekli oldu. Şu anda
İstanbul’da bir dersanede çalışmaktadır.
Yazmaya
şiirle başladı (1966). 1979’da Kültür Bakanlığının açtığı Çocuk Yapıtları
Yarışmasında "Yanlışlıklar” adlı oyunuyla başarı ödülünü kazandı. Öykü kitapları, "Sabah Yolcuları” (Akademi Kitabevi
1981 Öykü Birincilik Ödülü), “Eski Bir Balerin” (1985 Sait Faik Hikâye
Armağanı), “Ürkek Kuşlar”, "Kırlangıçsız Geçti Yaz" (1989
Yunus Nadi Armağanı Öykü İkincilik Ödülü ve Balkan Yazarlar Karşılaşması 1991
“Borski Grumen” Ödülü), “Öyküler" adı altında tek kitapta toplandı,
gençler için yapılan seçmeler “Üç Nokta Bir Çizgi" adıyla
yayımlandı. Öyküleri çeşitli antolojilerde yer aldı ve İngilizce,
Fransızca, Almanca, Sırp -Hırvatça’ya çevrildi. “Uçtu Uçtu Pelin Uçtu"
adlı çocuk romanı 1985 Sıtkı Dost Çocuk Romanı Yarışması Üçüncülük Ödülünü
kazandı. "Çirkin Prenses" adlı çocuk oyunu çeşitli
tiyatrolarda oynandı ve kitaplaştı. Yazarın tek romanı “Kırmızı Karanfil Ne
Renk Solar?" ise 1993 yılında yayımlandı.
A |
H |
R |
Ahmet
Özal, 15,104, |
Hülya
Avşar, 64, 83 |
Rafet
El Roman, 153 |
203 |
Hülya
Uğur, 60 |
Recep
Tayyip Erdoğan, |
Ali
Kırca, 17 |
15,34 |
|
Avni
Akyol, 83 |
I |
Reha
Muhtar, 23,178 |
Aydın,
64 |
Işın
Çelebi, 15 |
|
Aydın
Engin, 120 |
S |
|
Ayşegül
Aldinç, 89 |
I |
Sadettin
Teksoy, 23 |
Azimet
Köylüoğlu, 15, |
İbrahim
Tadıses, 65, |
Sakıp
Sabancı, 115, 172 |
166 |
222 |
Savaş
Ay, 178, 223 |
İsmet
Sezgin, 37 |
Serdar
Ortaç, 98 |
|
B |
Sezen
Aksu, 137, 179 |
|
Bedrettin
Dalan, 30 |
K |
Sezen
Cumhur Önal, |
Burak
Kut, 82,179 |
Kayahan,
136 |
30,
202 |
Bülent
Ersoy, 155 |
Kenan
Evren, 65,156 |
Sumru
Yavrucuk, 89 |
C |
Korhan
Abay, 80,207 |
Süleyman
Demirel, 13 |
Cem
Boyner, 111 |
L |
ş |
Cem
Özer, 47, 59 |
Leman
Sam, 136 |
Şevket
Kazan, 34 |
Cenk
Koray, 171 |
M |
Şiar
Yalçın, 159,180 |
E |
Mehmet
Ali Birand, 29 |
T |
Emrah,
98 |
Murat
Karayalçm, 15 |
Tanju
(Çolak), 29, 58, |
Engin
Ardıç, 223 |
Mustafa
Sandal, 65, 98, |
219 |
Erol
Büyükburç, 59 |
133 |
Tansu
Çiller, 14, 32, 38, 63,203,212 Tarkan,
64 |
Ertürk
Yöndem, 80 |
Müjdat
Gezens 180 |
|
F |
N |
Tayfun,
169 |
Fatih
Terim, 124 |
Nazân
Öncel, 179 Nebil
Özgentürk, 84 |
Timur
Selçuk, 84 |
G |
Necmettin
Erbakan, 15 |
Z |
Gencay
Gürün, 180 |
Zeynep
Tunuslu, 47,59 |
|
Gülay
Atığ, 90,116,213 |
O |
|
Güler
Kazmacı, 90 |
Okan
Bayülgen, 48,217 |
|
Güllü,
71 |
Ö |
|
Güneri
Cıvaoğlu, 29, |
||
124 |
Özdemir
Erdoğan, 59 |
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar