Hadis Tarihi
İslâmî
ilimlerin en eskisi hadis ilmidir[1]:
Hadîs ilmi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'la başlayıp zamanla kemâle
ermiş bir ilimdir. Hatta bu ilmin, başlangıçtan beri ara vermeden gelişmeler
kaydederek yol aldığını, günümüzde bile insanlığa hizmetler vererek tekâmülünü
devam ettirdiğini söyleyebiliriz. Elbette her devirde aynı derecede terakkî ve
parlama gösterememiştir. Çok parlak gelişmeler ve şaşaalı asırlar, kemâlin
zirvesine ulaştığı devreler yaşadığı gibi, durakladığı, hizmet ve tesirinin
sınırlandığı zamanlar da olmuştur. Hulâseten şu söylenebilir: Hadîs tarihi,
şaşaa yönüyle, İslâm tarihiyle belli bir paralellik arz eder: İslâm'ın parlama
döneminde o da parlamış, güzîde, en orijinal ve en mûteber muhalled eserlerini
vermiştir. İslâm'ın duraklama döneminde de duraklamış, orijinallikten
uzaklaşmış, öncekilerin tekrarından dışarı çıkamayan eserler vermiştir. Şu
demek oluyor: Mü'minler Nebilerinin sünnetine ehemmiyet verip ilmini
geliştirdikçe, Allah da maddi terakki, siyasî üstünlük şeklinde onları
mükâfatlandırmıştır.
Araştırıcılar,
umumiyetle, hadîs sahasında yapılan çalışmaların mahiyetini göz önüne, alarak,
hadîs târihini başlıca dört safhaya ayırırlar: 1- Tesbit Safhası 2- Tedvin
Safhası 3- Tasnif Safhası 4- Tehzib Safhası. [2]
1- TESBÎTÜ'S-SÜNNE
Bu safha, Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) ile Ashâb-ı Kirâm (radıyallahu anhüm ecmâin)
devrini içine alır, müddet olarak birinci asırla sınırlanır. Bu safhanın en
bariz, en göze çarpan husûsiyeti sünnet ve hadîsin zabt ve tesbîtidir. Zabt
veya tesbît deyince yazı veya hâfıza yoluyla tesbîti anlayacağız. Günümüz
şartlarında, bant, video, film gibi çok daha zengin ve mevsûk zabt vâsıtalarına
rağmen o zamanda yazı ve hâfızadan başka zabt ve tesbit imkânı yoktu.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın tedbirleri ve Ashâb (radıyallahu
anhüm)'ın gayreti sonucu bu iki zabt vâsıtasından azamî ölçüde faydalanıldığını
göreceğiz. [3]
ZABT
VE TESBÎTE MÜESSİR OLAN ÂMİLLER
Sünnet ve
hadîsin sıhhatli ve zengin bir şekilde zabtını sağlayan başlıca âmilleri şöyle
sıralayabiliriz.
1-
Kur'ânî Âmiller:
Kur'ân-ı Kerîm
tâ bidâyetten itibâren Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın şahsiyetini
tebcîl etmiş, dindeki ehemmiyetini hatırlatmaktan geri durmamıştır. İhtilaflı
meselelerde Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a müracaat, O'nun emirlerine
itaat emredilmiş, O'na muhalefet, Allah'a muhalefet; O'na itaat, Allah'a itaat
olarak ifade edilmiştir. İşte bu âyetlerden bazıları:
"Peygamber
size ne verirse onu alın, sizi neden men ederse ondan geri durun..." (Haşr: 59/7)
"Peygamber'e
itaat eden Allah'a itaat etmiş olur. Kim yüz çevirirse bilsin ki, Biz seni
onlara bekçi göndermedik."
(Nisa: 4/80)
"Peygamber'in
emrine aykırı hareket edenler, başlarına bir belânın gelmesinden veya can
yakıcı bir azaba uğramaktan sakınsınlar." (Nur: 24/63)
"Sana
da insanlara gönderileni açıklayasın diye zikri indirdik, belki
düşünürler." (Nahl: 16/44)
"And
olsun ki, Allah, inananlara, âyetlerini okuyan, onları arıtan, onlara Kitab ve
hikmeti (sünneti) öğreten, kendilerinden bir peygamberi göndermekle iyilikte
bulunmuştur. Halbuki onlar, önceleri apaçık sapıklıkta idiler." (Âl-i İmrân: 3/164)
Hz. Ebu
Hureyre'nin kendisini çok hadîs rivâyet etmekle itham edenlere verdiği cevap da
burada kaydetmeye değer: "Kitâbullah'da şu iki âyet olmasaydı Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'tan aslâ hiçbir rivâyette bulunmazdım: "Gerçekten
Allah'ın indirdiği Kitab'tan bir şeyi gizlemede bulunup onu az bir değere
değişenler var ya, onların karınlarına tıkındıkları ancak ateştir. Allah
kıyamet günü onlarla konuşmaz ve onları günahlardan arıtmaz. Onlara elem verici
azab vardır. Onlar doğruluk yerine sapıklığı, mağfiret yerine azâbı alanlardır.
Ateşe ne kadar da dayanıklıdırlar." (Bakara: 2/174-175).
Şu iki
rivâyet, hadîsçilerin Kur'ân-ı Kerîm'den pek çok müşevvik unsurlar bulduklarına
delâlet eder:
Yezîd İbnu
Hârun, Hammâd İbnu Zeyd'e sordu:
- "Ey Ebu
İsmâil, Cenâb-ı Hakk, acaba hadîsçileri Kur'ân-ı Kerîm'de zikretmiş midir?
- Evet, dedi.
Hâmmâd:
- Şu âyete
kulak ver:
"İnananlar toptan
savaşa çıkmamalıdır. Her topluluktan bir tâifenin, dini iyi öğrenmek ve
milletlerini geri döndüklerinde uyarmak üzere geri kalmaları gerekli olmaz mı?
Ki böylece belki yanlış hareketlerden çekinirler." (Tevbe: 9/122)
İşte bu âyet,
ilim ve fıkıh talebi için seyahat edip ilim getiren ve getirdiğini geride
bıraktıklarına öğreten herkesi içine alır.
Bir başka
rivayette belirtildiğine göre İbnu Abbâs (radıyallahu anh)'ın azadlısı olan
İkrime: "Tevbe Suresi'nin 12'inci âyetinde geçen "es-sâihun"
(yâni "seyâhat edenler") den maksad hadîs talebi için yola
çıkanlardır." demiştir. Âyet'in meâli şöyle:
"(Ey
Muhammed!) Allah'a tevbe eden, kullukta bulunan, O'nu öven, O'nun uğrunda
seyâhat eden, rükû ve secde eden, mârûf u emreden, münkeri yasaklayan ve
Allah'ın yasaklarına riâyet eden mü'minlere de müjdele!" (Tevbe: 9/112)
Bu çeşitten,
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın sünnetine sevkeden âyet çoktur, ileriki
bahislerde başka vesilelerle bunlara temas edecek, başka örnekler de
kaydedeceğiz. [4]
2-
Nebevî Âmiller:
Bu kısma,
sünnetin öğrenilmesi, neşri ve sıhhatli şekilde öğrenilip öğretilmesi için Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in şuurla uyguladığı bir kısım tedbirleri
dahil ediyoruz. [5]
a)
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın Hayat Düzeni:
Sünnetin
yaygın ve sıhhatli bir tesbîte mazhar olmasında Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın hayat düzeni nebevî âmillerin birincisi olarak kayda değer. Zira
öncelikle meskeninin yeri bu maksada uygun olacak şekilde seçilmiştir. O devir
müslümanlarının günde en az beş kere olmak üzere, en ziyade uğrak yeri olan
Mescid'in avlusunda bir köşeye inşa edilen hücrelerde ikâmet etmektedir. Bu
durum mü'min cemaatin her an kolayca Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı
görmesine, dinlemesine imkân tanımıştır. Üstelik, Mescid'e öylesine değişik
hizmetler yüklenmiştir ki, netice itibâriyle Medine İslâm cemaatinde cereyân
eden her çeşit içtimâî tezâhürlerin âdeta merkezi olmuştur: Ma'bettir, beş
vakit farz ibadetler cemaatle orada eda edilmektedir. Yerine göre hapishânedir,
suçlular mescidin bir direğine bağlanabilmektedir. Misafirhânedir, taşradan
gelen siyasî heyetler birçok durumlarda Mescid'de ağırlanmaktadır.
Hastahânedir, savaşta yaralananlar orada tedâvi edilmektedir. İstirahat
yeridir, dileyen sırt üstü uzanıp yorgunluğunu giderebilmekte, kaylûle denen
gündüz uykusunu alabilmektedir. Bazı şikâyetlerin dinlendiği, dâvaların
görüldüğü mahkeme hizmetleri de orada verilmektedir, vs...
Suffâ denen
bir nevi yatılı mektebin Mescid'de açıldığını, hususî muallimlerden,
bilmeyenlerin orada okuma yazma ve Kur'ân öğrendiklerini de belirtmek gerek.
Hatta Mescid'in mufâhara denen şiir ve hitâbet yarışmalarına sahne olduğunu,
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın husûsî şâiri Hassân İbnu Sâbit için -müşrikleri tezlîl, mü'minleri teşcî
edici şiirlerini okuması maksadıyla müstakil bir minber konduğunu, Resûlullah
(aleyhisselâtu vesselâm)'ın Mescid'de zaman zaman eyyâmu'l-Arap, isrâiliyât
anlatıp, anlattırdığını da göz önüne alacak olursak Mescid'in canlı ve her an
îmanların kaynaştığı bir kültür merkezi de olduğunu anlarız.
Mescid'e böyle
çok çeşitli hizmetler gören bir merkez hüviyeti kazandırılması tesâdüfi veya
yer darlığı gibi durumlardan ileri gelmiyordu. Bütün bunlar maksadlı ve şuurlu
idi. Bu kesin iddiada bizi teyid edip, yardımcı olan rivâyetler var. Nitekim
Tâif heyetinin Mescid-i Nebevî'de ağırlanmasıyla ilgili rivayetler, orada
ağırlanışlarını: "Onların kalplerini yumuşatmak için" diye sebebe
bağlar. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın bu heyetleri -durumlarına göre-
bazı hususî evlerde veya Medîne'de oturan hemşehrilerinin, dostlarının yanında
ağırlaması da bir prensibi olduğu halde[6]
henüz müşrik olan ve müslüman olmak için, -kabul edilmesi imkânsız- "namaz
kılmamak", "zinaya devam etmek", "putlarına
dokunulmaması" gibi şartlar koşan Taiflileri "kalplerini yumuşatmak
için" Mescid de ağırlaması, Mescid'in çok yönlü kullanılmasındaki Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'ın hususî alâkasını gösterir. Orada okunan
Kur'ân, yapılan dinî konuşmalardan başka İslâm'ın fiili yaşanışını
müslümanların hayatında müşahhas olarak görme imkânı da var. Bütün bunlar
kalbleri yumuşatıcı unsurlardır.
Şu halde Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) müslümanların, farz namaz vakitleri dışında
da boş vakitlerinde, imkân nisbetinde Mescid'e uğramalarını, orada
kaynaşmalarını istemektedir. Kendisi evini de hemen onun avlusunda inşa
ettirmiştir. Bu durum mü'minler cemaatinin Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'i
azamî miktarda görmeleri ve dinlemeleri ve sünnetini sıhhatli şekilde
öğrenmeleri için alınmış fevkâlâde müessir bir tedbirdi.
Öte yandan
ihtiyaç duyanların kendisine uğrayıp problemlerini arzedebilmek için riâyet
edecekleri aşırı bir teşrifat, aşmaları gereken protokol çemberleri yoktu.
Arapların, komşuları olan İran ve Bizans saraylarında gördükleri debdebe ve
saltanatın burada gölgesi bile mevcut değildi. Halkla onun arasında askerler,
muhâfızlar, teşrifat ve izin daireleri yer almıyordu. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) bazı durumlarda bir muhafız veya kapıcı bulundurmuş ise de "Allah
seni halktan korur." (Mâide: 5/67) ayeti nâzil olduktan sonra onu da
kaldırmıştır.[7]
Her an
insanlarla haşır neşir olan, huzuruna kadın, erkek, hür, köle, yerli, yabancı
herkesin kolayca girebildiği Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) her hususta
onlarla konuşuyor, ferdî olarak, toplu olarak onlara hitab ediyor, irşâd
ediyor, hatalarını düzeltiyordu.
Böylesi bir
hayat tarzı sünnetinin azamî ölçüde öğrenilmesi için en iyi zemin teşkîl
ediyordu. [8]
b)
Resûlullah'ın, Sünnetin Öğrenilmesine Teşvikleri:
Yukarıda
belirtilen ve tabiî olarak sünnetin öğrenilmesini sağlıyan içtimâî tanzimden
başka Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) Ashâbını pek çok direktifleriyle
uyarmış, sünnetini öğrenmeye ve öğretmeye, sıhhatli şekilde korumaya teşvik
etmiştir. Bunlardan bâzılarını kaydedelim
"Cenâb-ı Hakk benim
sözümü dinleyip başkasına tebliğ edenin yüzünü ak etsin. Belki kendisine
nakledilen nakledenden daha âlimdir ve (bu sebeple) daha iyi anlar."
"Kendisine bir
hususta soru sorana cevap vermeyen kimse kıyamet günü ateşten bir gem ile
gemlenmiş olarak (Allah'ın huzuruna getirilir )."
"Benden hadîs rivâyet ediniz, bunda bir
mahzur yoktur."
"Bir hadisi
gizleyen Allah'ın indirdiğini gizlemiş olur."
Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) bu son ifadesinde hadîsi "Allâh'ın
indirdiği" Kur'ân-ı Kerîm sınıfına koymuş olmaktadır.
Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) kendisine gelen heyetleri Medine'de bir müddet
ağırlayıp Kur'ân ve hadîs öğrettikten sonra, onlar giderken kendilerine şöyle
tenbihlerde bulunduğu rivayetlerde belirtilmiştir:
"Söylediklerimizi
hıfzedin ve geride bıraktıklarınıza da öğretin."
Keza şu hadîs
de bu babta rivayet edilenlerin hem mühimlerinden hem de sarîh olanlarındandır:
"Hazır bulunanlar,
buraya gelmiyenlere de duyursunlar... Olur ya hazır bulunan, tebliğ ettiğini
kendisinden daha iyi anlayıp kavrayacak birisine nakleder."
İbnu Abbas
(radıyallahu anh) tarafından rivâyet edilen şu hadîs de Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'in Ashâb (radıyallahu anhüm)'ı hadîsleri dinlemeye ve sonra da
rivâyet etmeye teşvik etmekte ve hatta daha sonraki nesilleri de bu rivâyet
müessesesi hususunda uyarmaktadır
"Sizler, (benden)
dinliyorsunuz. Sonra da sizden dinleyecekler; daha sonra da sizden dinlemiş
olanlardan dinleyecekler." [9]
c)
Sormaya Teşvîk:
Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm), kadın veya erkek herkesin, problemlerini çekinmeden
sormaya teşvik edici bir siyâset tâkip ettiğini görmekteyiz. Hattâ bâzı utanma
konusu olan cinsî hayatla ilgili veya kadınların hususi hâlleriyle ilgili
meselelerde, utanma duygusu sebebiyle meselenin örtbas edilmemesi, behemehal,
anlaşılacak bir açıklık içerisinde sorulması gerektiğine ashabını iknaya ayrı
bir önem verdiğini söyleyebiliriz. Bir başka ifâde ile, dinin öğrenilmesine
mâni olabilecek, gereksiz ve yersiz utanma duygusuyla sistemli ve şuurlu
şekilde mücâdele ettiğini gösteren birçok rivayet vardır.
Sözgelimi, Hz.
Enes (radıyallahu anh)'in rivâyetine göre bir gün, annesi Ümmü Süleym
(radıyallahu anhâ) Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e gelerek:
"Ey
Allah'ın Resulü! Kadın rüyasında erkeğin rüyâda gördüğünü görünce gusül icâb
eder mi?" diye sorar. Orada hazır olan Hz. Aişe:
"Ey
Ümmü Süleym, kadınları rezil ettin. Allah canını almasın!" der. Bunun üzerine Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) Hz.
Aişe (radıyallahu anhâ)'ya:
"Hayır,
kadınları rezil eden sensin, Allah senin canını almasın. Evet ey Ümmü Süleym,
gusletmesi gerekir, eğer onu görürse" der. Hadîsin bir başka veçhine
göre: "Ey Aişe, bırak onu, sorsun. Zira Ensâr kadınları fıkıhtan suâl
ediyorlar" demiştir.
Bu konuya
giren rivayetler gösteriyor ki, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) utanarak
zaman zaman kinâyeli bir tarzda cevap vermeyi tercih etmiş ise de, kesinlikle
bu çeşit soruları cevapsız bırakmamış, soranların cesaretlerini kırıcı,
sorduğuna pişman edici azarlama, surat asma, çekingenlik gösterme gibi
davranışlara yer vermemiştir. Bu çeşit meselelerin izahına girerken "Allah
gerçeği açıklamaktan vazgeçmez" (Ahzâb: 33/53) meâlindeki âyeti
tilavet buyururdu. Buna alışan Ashab da öyle yapar, aynı âyeti okuyarak bu
çeşit suallerini rahatça sorarlardı. Nitekim yukarıda kaydettiğimiz rivâyetin
bazı vecihlerinde, Ümmü Süleym (radıyallahu anhâ)'in soru sormazdan önce bu
âyeti okuduğu belirtilir.
Dinin utanma
ve istihyayı celbeden hususlardaki inceliklerini sormada Medineli kadınların
daha cesur oldukları anlaşılmaktadır. Nitekim Hz. Aişe (radıyallahu anhâ):
"Ensâr kadınları ne iyi kadınlardır, onların dinlerini öğrenmelerine haya
mâni olmamıştır" der.
Hem kadınların
hususî mevzularda sual sormadaki rahatlık ve cesâretlerini, hem de bu sualler
karşısında Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in tutumunu göstermek
bakımından Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)'nin Rifâ'atu'l-Kurazî'nin hanımıyla
ilgili rivayetini özetleyerek kaydedeceğiz. Rifâ'a'dan boşanan hanım
Abdurrahman İbnu Zübeyr (radıyallahu anhüma) ile evlenir. Fakat ikinci
kocasının cinsî yetersizliğini "Abdurrahman'ınki elbise saçağı
gibidir" diyerek açık bir şekilde tasvir ederek eski kocasına dönmek
hususunda Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'den izin ister. Bu sırada
huzurda Hz. Ebu Bekir (radıyallahu anh) vardır. Kapıda da Hâlid İbnu Sâd
İbni'l-Âs oturmaktadır. Hâlid (radıyallahu anh), kadını bu müstehcen konuşmasından
men etmesi için, içeride bulunan Hz. Ebu Bekir (radıyallahu anh)'e seslenir ve:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın huzurunda bu çeşit konuşmaktan
kadını niye menetmiyorsun?" der.
Râvi, bu
konuşmalar karşısında Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in tebessümünü
ziyâdeleştirmekten başka bir aksülamelde bulunmadığını ve kadına: "Her
halde sen Rifâ'a'ya geri gitmek istiyorsun. Hayır, sen onun balçığından o da
senin balçığından tatmadıkça gidemezsin" diyerek meselenin fıkhî
hükmünü beyan ettiğini belirtir.[10]
Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in bu mevzudaki tutumunu İmam Nevevî şöyle bir yoruma
kavuşturacaktır: "(Hakkı öğrenme meselesinde haya etmek dinin taleb edip
övdüğü) hakiki haya değildir. Zira hayanın tamamı hayırdır: hayâ, hayırdan başka
bir şey getirmez. Dini ilgilendiren ve fakat utandırıcı olan meselelerde
suâlden vazgeçmek hayır değil, şerdir. Öyle ise şer getiren şey nasıl haya
olur?" [11]
d)
Konuşma Tarzı:
Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in hadîsleri tedkik edildiği zaman bir husus dikkat
çeker: Çoğunlukla kısa kısa hitâbeler, açıklamalardır. Uzun olan hadîsler pek
nâdirdir. Hadîslerin kısa oluşu tesâdüfi değildir. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) şuurla sözlerini kısa tutmuştur. Gayesi sözlerinin kolayca, çabukça
öğrenilmesi ve hatta ezberlenmesidir.
Rivâyetler,
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in konuşurken, kelime ve hatta harfleri
sayacak kadar net ve ağır konuştuğunu, bazı durumlarda sözlerini üç kere tekrar
ettiğini belirtir. Nitekim, birçok rivâyette raviler, o sözün Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) tarafından tekrar edildiğini açıklar. Enes'ten gelen
bir rivâyette, tekrardan gâyenin söylenen sözün anlaşılması ve "akılda
tutulması" olduğu belirtilir.
Kültürel
miraslarını, tarihen, yazı değil, ezber yoluyla intikal ettirmiş, bu sebeple
ezberleme ve hafıza kapasitesi gelişmiş bir millette bu tedbirin ehemmiyeti
açıktır. [12]
e)
Suffe Mektebi'nin Tesîsi:
Sünnetin
tesbîtinde son derece müessir nebevî tedbirlerden biri, Mescid'in içinde bir
nevi yatılı mektep olan Suffe'nin tesîsidir. Çoğunluğunu muhâcirlerin teşkil
ettiği bekar ve kimsesiz müslümanlar gece ve gündüz devamlı burada kalır,
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı dinler, Kur'ân ve yazı öğrenir, boş
vakitlerinde hep ilim ve zikirle meşgul olurdu. Çok hadîs rivâyetinde ismi
geçen Ebu Hüreyre, Abdullah İbnu Ömer, Ebu Sâdu'l-Hudrî gibi zevâtın buraya
mensup olmaları da, sünnetin tesbitinde bu müessesenin nasıl büyük rol
oynadığını anlamaya kâfidir. Ancak Suffe ile alâkalı olarak geniş tahlili, Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in ilmin yayılması için aldığı tedbirlere
tahsîs ettiğimiz üçüncü bölümde yapacağız. [13]
f)
İlme Teşvîk:
Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in; ilme olan teşvikleri de sünnetin öğrenilmesinde,
öğretilmesinde büyük rol oynamıştır. Zira başlangıçta "ilim" kelimesi
yaygın şekilde "sünnet" ve "hadîs" kelimesi yerine
kullanılmıştır. Bu sebeple eski metinlerde geçen ilim için seyahat tabiriyle
hadîs dinlemek için yapılan seyahat kastedilir. Keza tâlibu'l-ilm tabirinden de
ekseri durumlarda tâlibu'l-hadîs anlaşılır. Öyle ise Kur'ân ve hadîste ilme
teşvik, ilme övücü, ilim tâlibi ve âlime vâdedilen üstünlük ve sevaplar, okuma
ve yazmanın inkişâfı için alınan tedbirler, kurulan maarif müesseseleri vs.
hepsi bir yönüyle hatta ağırlıklı ve daha mühim yönüyle sünnetin tesbitini
hedeflemiş ve öncelikle buna yaramıştır, denebilir.
Durum böyle
olunca Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in ilmî gelişme için aldığı
tedbirler, doğrudan doğruya hadîslerin zabtını ilgilendiren bir konudur. Bu
meselenin iyi bilinmesi, bizzat Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) tarafından
hadîs zabtı için alınan tedbirlerin anlaşılması için gerekli olmaktadır. Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in sağlığında ve Selef devrinde hadîsin
zabtı hususunda tereddüt uyandırmaya çalışanlara ve hususen zamanımızda bu
meseleyi fazla kurcalamak isteyen suiniyet sâhiplerine muknî bir cevap
verebilmek maksadıyla, biz bu konuya az ileride genişçe ve müstakil olarak Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in İlmi Yayma Tedbirleri başlığı altında ele
alacağız. [14]
3-
Sahabelerle İlgili Âmiller:
Sünnetin zabt
ve tesbitinde Ashâb (radıyallahu anhüm ecmain)'in rolünü ayrıca belirtmemiz
gerekir. İslâm Dini'ne Ashâb neslinin her husustaki hizmetleri mümtaz bir yer
tutar: Fetihte, ilimde, örnek yaşayışta, Kur'ân'ın tefsirinde, hukukun
tedvîninde, devletin teşkîlatlanıp içtimâî müesseselerin kurulmasında vs; işte,
sünnetin zabt ve muhâfaza hizmetinde de Cenâb-ı Hakk, en büyük payı
kendilerinden razı olduğunu Kur'ân âyetlerinde ifâde buyurduğu o nesl-i emcede
(radıyallahu anhüm ecmain) nâsib kılmıştır.
Sünnetin İslâm
Dini'ndeki yeri ve sünnet karşısında takınılması gereken tavır hususlarında,
yukarıda belirtilen Kur'ânî ve nebevî dersleri almış bulunan Ashâb'ın dört
elle, bütün imkânlarıyla sünnet'e sarıldıklarını göreceğiz.
Bize intikal
eden çok sayıda rivâyet gösteriyor ki gerek Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın ve gerekse onun sünnetinin, dindeki gerçek kadrini Ashâb nesli
kadar hakkıyla anlıyan bir başka nesil gelmemiştir. Günümüz müslümanlarının
çoğunlukla anlamaktan bile aciz kalacağı öyle davranışlara şâhid oluyoruz ki,
onları Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a ve dolayısıyla onun sünnetine
verilmiş olan ehemmiyetin bir tezâhürü olarak değerlendirmeden zikretmek bile
zordur. Çünkü muhatabımız anlayamayacağı için reddedecek veya istihfaf edecek,
dudak büküp, mânevî sorumluluk altına düşecektir.
Sözgelimi en
sahih rivâyetlerde Ashâb-ı Kiramın (radıyallahu anhüm) Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın abdest suyunu, terini, tükrüğünü teberrüken
sürünmek üzere âdeta yarış ettiklerini, tek bir kılının bile yere düşerek zâyi
olmasına meydan vermeyip, büyük bir ihtiramla teberrüken taşıdıklarını
görmekteyiz. Dinin yaşanması, ahkamının açıklanması, ibâdetlerin icrası gibi
öze girmeyen, Kur'ân'da sarîh bir emre rastlanmayan nebevî bâzı maddî hatıralar
karşısında böyle davranan insanların, doğrudan doğruya dinin özüne giren dünya
ve âhiret hayatının düsturlarını, saâdet-i dâreynin medârını teşkîl eden,
Kur'an âyetleriyle ehemmiyetine dikkat çekilen sünnet karşısında nasıl
dikkatli, titiz, gayretli, heyecanlı davranacaklarını daha iyi anlarız. Bizce,
Ashâb'ın sünnet karşısındaki akıl almaz hassasiyetini takdirde bu rivâyetler
son derece önemlidir. Sözgelimi, Ashâb'tan bazılarının, bir hadîste düştükleri
tek kelimelik tereddüdü gidermek için günler ve geceler, hatta aylarca süren
zahmetli yolculuklara katlanmış olmalarındaki sırrı anlamakta zorluk çekmemek
işten değildi. Ama bu rivâyetler sâyesinde diyebiliyoruz: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın fem-i mübâreklerinden dökülen tükrük ile teberrüke
can atan o nesil, aynı ağızdan dökülen saâdet-i dareyn düsturları için her
şeyinden fedâkarlığa elbette ki tereddüt etmiyecek, gözünü
kırpmayacaktır."
Hz. Ömer
(radıyallahu anh)'den gelen bir rivâyet Ashâb'ın, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ı mütemâdiyen takip edebilmek, tarla, ticaret gibi günlük
meşguliyetlerin engellemelerini asgariye düşürebilmek için nasıl bir gayret ve
tedbire başvurduklarını göstermektedir: Der ki: "Ben ve Medine'nin yakın
köylerinden olan Benu Ümeyye İbnu Zeyd'den Ensârî bir komşum aramızda anlaştık.
Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın yanına gitmekte nöbetleşiyorduk. Bir gün
o, bir gün ben gidiyordum. Ben gidince o günün haberi ile dönüyor
vahiy ve saire ne olmuşsa anlatıyordum. O gitmişse
aynı şeyi yapıyor, (akşam olunca duyduklarını ve gördüklerini bana
anlatıyordu)".
Buharî'den
başka kitaplarda, Hz. Ömer (radıyallahu anh) dışında kalan kimselerden -Meselâ
Ukbe İbnu Âmir'den- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı takip etmek üzere
nöbetleştiklerine dair gelen rivayet nazar-ı dikkate alınınca, bu hâlin bir iki
kimseye münhasır kalmayıp Ashâb'tan pek çoğunun başvurduğu umumî bir prensip
olduğu anlaşılır.
Ebu Hüreyre,
Enes İbnu Mâlik (radıyallahu anhümâ) başta bütün Ashâb-ı Suffe, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'dan hiç ayrılmamaya çalışıyor, her söylediğini
öğrenmeye gayret ediyordu. Nitekim çok hadîs rivâyet ettiği için tenkide mâruz
kalan Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) kendisini müdâfaa sadedinde
"...Muhâcir kardeşlerimizi çarşıda alış veriş, Ensâr kardeşlerimizi de
tarla vs. işleri meşgul ederken. Ebu Hüreyre, karın tokluğuna Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ı takip eder onların hazır olmadığı konuşmalara hazır
olur, onların öğrenmediklerini öğrenirdi." der.
Âshâb'ın
sünnete gösterdiği alâka, atfettiği kıymet, ifa ettiği hizmet ileriki
bahislerde muhtelif vesilelerle sunacağımız açıklamalarla daha iyi tebeyyün
edip anlaşılacak bir husustur. Bu kadarcık bir dikkat çekme ile şimdilik iktifa
ediyoruz.[15]
4-
Ümmühâtu'l-Mü'minîn'in Rolü:
Sünnetin geniş
çapta zabt ve tesbitinde Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın muhterem
zevcelerinin rolünden ayrıca söz etmek gerekir. Zira kadınlar ve âile hayatıyla
ilgili pek çok mesele onlar tarafından rivayet edilmekten başka, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın ev içerisinde geçen ve aile dışında kalan,
erkeklerin girmesi mümkün olmayan hususî yaşayışı ile alâkalı pek çok durumlar
onlar vâsıtasıyla rîvayet edilmiştir.
Ayrıca,
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın zevceleri (radıyallahu anhünne)
kadınları ilgilendiren pek çok meselede Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'le problemi olan kadınlar arasında aracılık yaparlardı. Yani bâzan
kadınlar, meselelerini doğrudan doğruya Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a
açmaktan haya ederler, zevcelerinden birine açarlardı. Onlar da Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'a aktarırdı. Bazan da, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) aynı mülahazalarla kadınların sorularına imâlı ve müemel bir tarzda
cevap verir, onlar anlamakta zorluk çekebilirlerdi. Bu durumda da
ümmühâtu'l-mü'minînden biri araya girip, kadına, anlayacağı açıklıkta izahâtta
bulunurdu. Buna güzel bir örneği Hz. Aişe'den kaydedeceğiz, der ki:
"Ensâr'dan
bir kadın Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a gelerek:
"Hayız
kanından nasıl temizleneyim?" diye sordu. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm):
"Miskle
kokulanmış bir bez parçası al, onunla üç sefer temizle" dedi. Ve Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) utanarak yüzünü
çevirdi. Kadın anlamadı ve:
"Nasıl
temizlenirim?" diye tekrar sordu. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"Onunla
temizle" dedi. Kadın tekrar
"Nasıl?"
deyince. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"Sübhanallah!
Temizlen!" dedi. Ben kadını
kendime çekerek:
"Bezi,
kan bulaşan yerlere tatbik ederek sil" dedim".[16]
Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın birçok kadınla evlenmesinin başlıca sebeplerinden
birinin, hatta birincisinin sünnetin tesbitiyle ilgili olduğunu söyleyebiliriz.
Çünkü 25 yaşından 53 yaşına kadar, yani bütün Mekke hayatı boyunca kendisinden
15 yaş büyük bir kadınla iktifa eden Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in
Medîne'ye hicret ettikten sonra birden bire birçok kadınla nikahlanması
gerçekten düşündürücü ve mânidârdır. Elli üç yaş gibi, insanlarda cinsî his ve
heyecânın sükûnet bulduğu bir devrede vukû bulan evlenmeleri, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) gibi, herşeyini belli bir misyona adamış bir zâtın
hayatında, bâzı İslâm düşmanlarının eblehçe ileri sürdükleri gibi "şehevî
maksadlarla" izâh etmek mümkün değildir. Sırf siyâsî maksadlarla izâh
etmek de nâkıs kalır. Tebligâta, sünnetin tesbitine yönelik gayeleri bilhassa
tebârüz ettirmek gerekir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın iç hayatı
yaşça, mizaçca, ilimce, kabiliyetçe farklı müşâhidler tarafından görülmeli,
gözlenmeli, görülenler, duyulanlar, intibalar tesbit edilerek arkadan gelen
nesillere aktarılmalı idi. Çünkü, kıyâmete kadar gelecek binlerce, yüzlerce
milyarlık ümmet onun sünnetine muhtaçtı, hayatına en güzel örnekleri, her
meselede, ancak onun sünnetinde bulabilecekti. Öyleyse onun iç hayatı bir değil
bir çok kadın tarafından takip edilmeli ve mümkün olan en ince teferruatına
kadar zabt ve tesbît edilmeliydi.
Nitekim, bir
kısım âlimler, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın: "Dünyanızdan
bana üç şey sevdirildi: Kadın, güzel koku, gözümün nûru namaz"
hadîsini izah ederek şöyle demiştir: "Kadınlar Resûlullah (aleyhissalâtu
vessetâm)'a sevdirildi, çünkü onlar, erkeklerin öğrenemeyeceği ve sormaktan da
hicab edecekleri hususları rivâyet ediyorlardı."
Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın zevceleri sünnetin mühim bir kısmını rivâyet
etmiştir. Hususen Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)'nin bu babtaki hizmeti fevkalâde
büyüktür. 2210 rivâyetle, "müksirûn" denen çok rivâyet edenler
arasında dördüncü sırada yer alır. Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)'nin soru
sormakta pek cesur olduğu, anlamadığı hiçbir meseleyi sessiz geçirmeyip mutlaka
sorduğu belirtilir.
Yeri gelmişken
Ümmühâtu'l-mü'minîn dışındaki diğer sahâbî kadınların sünnetin tesbitine olan
büyük katkılarını hatırlatmak gerekir. Onlar da Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) meclislerine, cemaatlere ve hatta askerî seferlere katılmış,
gördüklerini duyduklarını zabtedip, anlatmışlardır. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) kadınların dinlerini öğrenme hususundaki aşklarını, alâkalarını
görerek, onların talebi üzerine haftanın bir gününde sâdece kadınlara
hitâbetmiştir. [17]
5-
Yazılı Vesikalar:
Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in sünnetinin zabtında yazılı vesikaların da büyük
rolü olmuştur. Çünkü Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın risalet ve siyâset
hayatında yazının büyük yeri vardır. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) sadece
Kur'ân-ı Kerîm'in yayılmasında yazıya yer vermemiş, başka maksatlarla da yazıya
başvurmuştur: Sulh anlaşmaları, ittifak anlaşmaları emânlar, krallara mektuplar,
vasiyetnâme, alım-satım vesikası, nüfus sayımı, askere katılanların kaydı,
imtiyaz berâtı, iktâ vesikası, emirnâme, tâlimatnâme, gizli talimatnâme,
istihbârat mektubu, vali ve komutanlarla yazışmalar, zekatla ilgili
açıklamalar, istek üzerine verilen vesikalar, tâziye mektubu gibi o zamanın
içtimâ hayâtında câri her hususta Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) da yazıya
başvurmuştur. Bunlar, bilâhare birçok İslâm müelliflerince görülmüş ve pek
çoğunun muhtevası kitaplara geçirilmiştir. Bazı mektupların orijinal asılları
günümüze kadar gelmiştir. Profesör Muhammed
Hamidullah, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'le Dört Halife'ye ait
yazılı vesikaları altıyüz sayfalık hacme ulaşan bir kitapta toplamıştır.
Bu
vesikalardan bazısı birkaç satır iken bazısı pekçok teferruatı ihtiva eden
birkaç sayfayı bulmaktadır. Buralarda zekât, öşür ve diğer ibâdet ve muâmelâtla
ilgili çeşitli açıklamalara yer verilmektedir.
[18]
6-
Gazveler:
Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in gazvelere iştiraki, sünnetin tesbit ve neşrinde
ihmâli mümkün olmayan bir yer tutar. Zira bu gazveler hem sayıca çoktur (27
adet), hem de gazvelere çok sayıda ve değişik kabilelerden insan iştirak
etmekte idi. Gazvelere iştirak edenler, sadece Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ı görmek, dinlemek, müşkillerini kendisine arzedip çözüm almakla
kalmıyor, her zaman Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'la beraber olma ve
dolayısıyla sünneti çok daha iyi bilme durumunda olan Medineli Ensar ve
Muhâcirun ile kaynaşma, onlardan sünneti öğrenme imkânına da sâhip oluyorlardı.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in risâlet hayatının sonlarına rastlayan
(9. hicrî yıl) Tebük Seferi'ne 30 bin kişinin iştiraki, düşünülecek olsa sadece
bu gazvenin sünnetin tesbitinde ne kadar mühim bir yer tuttuğu hemen anlaşılır.
Peygamberimiz (aleyhissalâtu vesselâm) bütün Arap kabilelerinin buna iştirâkini
emretmişti. Orduda, daha yeni müslüman olmuş, sünnetten fazla bir şey bilmeyen
çok sayıda asker vardı. Hele Medine'ye gelmeleri kolay olmayan uzak kabilelerin
insanları bu fırsatlarda sünneti öğrenip, kendi diyarlarına götürüyor, oralarda
bir nevi sünnet muallimliği yapıyorlardı.
Birçok mühim
ahkâmın hep bu seferler sırasında vahy ve teşrî edilmesi de mevzumuz açısından
önemlidir. Esirlere yapılacak muâmele ve ganimetin taksimiyle ilgili âyetler
Bedir Seferinde; Mut'a nikahının kaldırılması, bazı hayvan etlerinin (ehlî
eşek, katır, parçalayıcı diş taşıyan vahşîler, pençeli kuşlar) haram edilmesi,
altın ve gümüşün, altın ve gümüş mukabilinde alınıp satılması, esirlerle ilgili
bazı yasaklar, ganimetin taksimden önce kullanılmasının hâram olduğu vs. gibi
ahkâm Hayber Seferi sırasında; Mekke'nin haram oluşu, câhiliye devrinden kalma
tefâhür ve imtiyazların ilgâsı, hatâ ile öldürmenin hükmü, Kâbe ve haccla
ilgili hizmetlerden bazılarının ilgası gibi umûrlar Fetih günü toplanan büyük
cemâatin huzurunda ilan edilmiştir. Yine aynı cemâate
Hucurât Suresi'nin "Ey insanlar, sizi bir
erkekle bir kadından yarattık, sizleri büyük milletlere ve küçük kabilelere
böldük, ta ki tanışasınız. Sizin Allah nazarında en değerliniz en muttakî
olanınızdır" meâlindeki 13. âyeti de tilâvet edilir, duyurulur.
Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın katılmadığı, fakat Ashâb'ın katıldığı seferler de
sünnetin Medine dışına çıkıp oralarda yayılmasına hizmet etmiştir. [19]
7.
Veda Haccı:
Tıpkı, Tebük
Seferi gibi, Veda Haccı da çok sayıda müslümanın bir araya gelip kaynaştığı ve
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı; görme, dinleme imkânı bulduğu önemli bir
fırsat olmuştur. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) bu esnada İslâm'ın ana
umdelerinden biri olan Hacc ibâdetinin bütün menâsikini öğretmekle kalmamış, o
büyük kalabalığa İslâm'ın getirdiği pek çok hukukî ve içtimâî inkılapların
manîfestosu mahiyetindeki "Veda Hutbesi" ni irâd buyurmuştur. Bu
hutbede yer alan nesî'in[20]
kaldırılıp normal kamerî takvimin vaz'ı, vâris için vasiyette bulunmanın
haramlığı, karı-koca hakları, fâizin, kan dâvâsının yasaklanması gibi hükümleri
burada hatırlatmakta fayda var. [21]
8-
İhtida Heyetleri:
Nasr
Suresi'nde, önceden haber verilmiş olan, Mekke'nin fethiyle başlayacak olan
kitleler halinde İslâm'a girme hadiseleri de sünnetin yayılmasında fevkalâde
müessir olmuştur. Zira, Mekke'nin fethedilmesinden sonra, her taraftan
kabîleler Medîne'ye heyetler göndererek, müslüman olmak ve Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'le anlaşmak üzere harekete geçmişti. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm), anlaşma yapmak üzere kabilelerini temsilen gelen
heyetleri hususî bir ihtimamla kabul ediyor, onları, durumlarına göre
akrabalarının, dostlarının yanlarına veya "misafir ağırlama" hizmeti
veren bazı evlere yerleştiriyordu. Mescid-i Nebevi'ye yerleştirdikleri de
oluyordu. Bu gelenlerle bir iki gün içinde anlaşıp geri çevirdiğine rastlanmaz.
Aksine, bazan memleketlerini özletecek kadar birkaç hafta alıkoyup "Kur'ân
ve Sünnet" öğretiyordu. Ayrılıp giderken, öğrendiklerini geride
bıraktıklarına öğretmelerini tavsiye eden Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm) heyet üyelerini memnun kılmaya büyük ehemmiyet veriyor, her bir
ferdine ayrı ayrı gönül alıcı hediyelerde bulunuyordu.
Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın ölüm ânında ifade ettiği en son vasiyetlerinden
birinin "gelen heyetlere verilmekte olan hediyenin ihmal edilmemesi"
olması, elçi meselesinin onun nazarındaki ehemmiyetini gösterir. Nitekim, taşra
cemaatlerinin İslâmlaşmasında mukni, muallem ve de memnun kılınarak -yani
sadece İslâm'ın hakkâniyetine inandırılıp İslâm öğretilmekle kalmayıp kalpleri
de kazanılmış olarak- geri çevrilmiş olan bu heyet mensuplarının rolü büyük
olmuştur. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'tan onların yaptıkları
rivayetlere kitaplarımızda sıkça rastlarız. [22]
9-
Elçi Ve Memurlar:
Sünnetin neşr
ve tesbitinde Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in gönderdiği elçi ve
memurları da hatırlatmada fayda var. Bunlar sıradan mü'minler olmayıp,
çoğunlukla okuma-yazma bilmek, gittiği memleketi daha önceden tanımak,
gönderilen kişi ile dostluk ilişkisi bulunmak, ilim-fıkıh sâhibi olmak,
yakışıklı olmak gibi bir takım mümtaz vasıfları bulunan kimselerdi. Taşra
vilâyetlere gönderilen memurlar valilik, kadılık, muallimlik, vergi
tahsildarlığı gibi birçok hizmeti birden görüyorlardı. Birçok sorumluluklarla
Yemen'e gönderilen Muâz İbnu Cebel fıkhiyle, Ebu Musa el-Eş'ari de kıraatiyle,
Hz. Ali ile ilmiyle meşhurdu. Yine Yemen taraflarına vâli ve muallim tayin
edilen Amr İbnu Hazm, Bahreyn'e gönderilen Ala İbnu'l-Hadramî, Necid'e muallim
olarak gönderilen Münzir İbnu Amr yazı bilen kimselerdi.[23]
Zabt
Ve Tesbitte Mühim Bir Prensip: Asla Uygunluk.
Zabt
faaliyetlerinde en mühim husus doğruluktur. Yani Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'in sünnetini olduğu gibi zabtetmektir. Sözlerine bir kelime ilave
etmeden veya tek kelime eksik bırakmadan, ağzından her ne çıkmışsa olduğu gibi
öğrenmek ve öylece öğretmek, her ne yapmışsa tam olarak görüp olduğu gibi
anlatmaktır.
Hz. Peygamber
(aleyhisselâtu vesselâm) bu mühim hususa da dikkatleri çekerek Ashâb'ın hadîs
konusunda titiz olmasını sağlamıştır. Nitekim, Peygamberimiz (aleyhissalâtu
vesselâm) hakkında yalan söylemeyi şiddetle yasaklayan "Kim bana bile
bile kizb nisbet eder, hakkımda yalan söylerse ateşteki yerini hazırlasın"
hadîsi mütevâtir bir hadîstir. Üstelik bu hadis, sayıca yüzü aşan sahabe
tarafından rivâyet edilen nadir mütevâtirlerden biridir. Bu durum şu gerçeği
ortaya koyar: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) kendisiyle ilgili olarak
yapılacak rivâyetlerde çok dikkat edilmesi, yalandan yanlıştan, eksik ve fazla
rivâyetlerden kaçınılması hususunda pek çok uyarılarda bulunmuş, hadîsçilerin
tesebbüt dedikleri hassas olmak, kılı kırk yarmak gerektiği hususunu âdeta
mümin kulaklara küpe yapmıştır. Nitekim, sahâbelerin hadîs rivâyetindeki
titizliklerini açıklarken göstereceğimiz üzere hâfızasından, zabt gücünden emîn
olan sahâbeler hadîs rivâyet etmeyi vazife bilirken, hâfızasından emin olmayanlar
rivâyetten korkmuşlar ve âdeta kaçmışlardır. Bu iki zıt davranışın, aslında
muharriki aynı düşüncedir: "Mesuliyet duygusu".[24]
HADÎSLERİN
YAZIYLA TESBİTİ:
Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) devrinde hadîslerin en sağlam tesbit yolu şüphesiz
yazı idi. Ancak hadîslerin yazı ile tesbitine Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) ne derece yer verdi veya vermedi bir kaç cümle ile ifâde edilecek bir
konu değildir. Mevzuyu aydınlatacak bir kısım teferruata inmek gerekecek. Zira
bazı rivâyetler Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in hadîs yazmayı
yasakladığını ifâde ederken, diğer bazı rivâyetler de, tam aksine
yasaklamadığını ve hatta teşvîk ettiğini ifâde etmektedir. Ayrıca, bir kısım
sahâbelerin hadîsleri yazdığına dair ve hatta yazdığını Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'a kontrol ettirdiğine dair rivâyetler var.
Bu farklı
rivâyetleri göz önüne alarak bu bahsi birkaç başlık altında inceleyeceğiz:
1- Câhiliye devrinde okuma yazma durumu,
2- Hz. Peygamber'in hadîs yazmayı yasakladığını ifâde eden rivâyetler,
3- Hadîs yazmayı tecviz ve teşvîk eden rivâyetler,
4- Hadîs yazan sahâbeler,
5- Hadîs yazma yasağının mâhiyeti. [25]
1-
Câhiliye Devrinde Okuma Yazma Durumu:
Câhiliye devri
Arapları, komşuları olan Bizans ve İran'a nazaran okuma-yazma meselesinde çok yeni
idiler. Dış dünya ile ticârî münâsebetleri sebebiyle Mekkeliler, Medinelilere
nazaran daha ileri bir durumda idi. Bu durumun İbnu Sa'd'da: "Mekkeliler
okuma yazma bilirler, Medineliler bilmezlerdi" diye ifâde edildiğine şâhid
oluruz. Bazı rivâyetler, İslâm'ın doğuşu sırasında Kureyşliler arasında on yedi
kişinin okuma yazma bildiğini belirtir ve ismen sayar.
Araplar
arasında okuma-yazma cehâleti o kadar yaygındır ki, Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in gönderdiği mektuplar, bâzan, kabilelerde okuyacak
adam bulamamaktadır. Bir rivâyette Bekr İbnu Vâil Kabilesi'nin, böyle bir
zorlukla karşılaşıp Benu Dubey'a Kabilesi'nden güçlükle, yazıyı bilen bir kimse
bularak okuttuklarını görmekteyiz. Bu hâdise, Kabîle'nin
"Benû'l-Kâtib" diye isimlendirilmesine sebep olur. Bir diğer rivâyet
de, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in Ummân köylerinden birine
gönderdiği mektubun okuyucu bulmakta güçlük çektiğini haber verir. Râvi Ebu
Şeddâd: "Sonunda siyah bir köle bulduk, o bize okudu" der.
Bu
rivâyetlere, Hire'yi, fetheden Hâlid İbnu Velid'in ordusunda binden fazla sayı
olduğunu bilmeyen askerlerin varlığını belirten rivayetler ilâve edilince Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in Ramazan ayının bâzan 29, bazan 30
çektiğini belirtirken bizzat parmaklarıyla göstermesindeki hikmeti ve bunu
yaparken sarfettiği: "Biz ümmî bir ümmetiz, ne yazı, ne de hesap
biliriz" sözünde ifâde edilen gerçeği daha iyi anlarız.
Ancak şunu da
ilâve edelim ki, İslâm öncesi devrede gerek Mekke'de ve
gerekse Medine'de okuma-yazma bilenler mevcuttu.
Hattâ nazarlarında ehemmiyet kazanan edebî metinler, kabîleler arasında cereyân
eden anlaşmalar yazılarak mevsûk hâle getirilmekteydi. "Mu'allakâtı
Seb'a" denen ve Kabe'ye asılmış bulunan mükâfatlandırılmış şiirler gibi
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) Hudeybiye'de iken, Huzâalılar, dedesi
Abdülmuttalib'in kendileriyle yaptığı yazılı bir anlaşmayı getirirler.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), ufak bir tâdille bunu yeniler.
Kalkaşandî,
meşhur eserinde, Vâkidî'den naklen, Medineliler arasında yazı bilenlerin az
olduğunu, ancak, yahudilerden Mâsike adında birinin Arap yazısını öğrenip,
çocuklara öğrettiğini böylece, İslâm geldiği zaman Medîne'de on küsür (10-13
arası) kimsenin yazı bildiğini kaydeder ve bunlardan on tanesinin ismini verir.
Kaynaklarımızda
oldukça kesin ifâdelerle zikredilmiş bulunan bu rakamları ihtiyatla karşılamak
gereğini de kaydetmek isteriz. Zira, yakından incelenince, haberlerin, kendi
aralarında mütenâkız olduğu görülür. Sözgelimi yukarıda Mekke ile Medine
arasında okuma-yazma bilenlerin sayısı açısından Medine aleyhine dikkat çekilen
farkı ele alalım. İbnu Sa'd: "Mekke ehli yazıyı bilir, Medîne ehli
bilmezdi" demişti. Bu söz, Mekke'de on yedi, Medine'de on küsur kişinin
yazı bildiğini ifâde eden rivâyetlerle değerlendirilecek olursa, İbnu Sa'd'daki
ifâdenin bir hayli mübâlağalı olduğu anlaşılır. Çünkü bunlar birbirine yakın
sayılardır. Kaldı ki, Medine'de yazı bilenlerle ilgili olarak yaptığımız bir
tahkikte, bilenlerin ismen 15'e ulaştığını gördük.[26]
Öte yandan
Kalkaşandî, câhiliye devrinde yazıyı bilenler meyanında Zeyd İbnu Sâbit'i de
zikreder, onun Arabça ve İbranice olmak üzere iki yazıyı da bildiğini belirtir.
Mevsûk ve sıhhatli kaynaklarımız Zeyd'in, Arap yazısını Bedir esirlerinden
öğrendiğini, İbrânice'yide yine Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) emriyle
öğrendiğini kaydederler.
Bu mütenâkız
duruma Enes İbnu Mâlik ve Üseyd İbnu Hudayr (radıyallahu anhüma)'la ilgili
teferruatı da ilâve edebiliriz: Ahmed İbnu Hanbel'in bir rivâyetine göre Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) Medine'ye geldiği sırada on yâşlarında olan
Enes'i, annesi Ümmü Süleym (radıyallahu anha), Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'e hizmet etmek üzere teslim ettiği zaman Enes (radıyallahu anh),
okuma-yazma bilmektedir. Annesi onu şöyle takdim eder:
"Ey
Allah'ın Resûlü, bu oğlumdur ve yazıyı bilir".
Kur'ân
tilâvetindeki ses güzelliğiyle meşhur olan Üseyd'in câhiliye devrinde kavminin
ileri gelenlerinden olduğu, aklı ve re'yi ile kendini kabul ettirmiş bulunduğu
ve babası Hudayr gibi İslâm'dan önce okuma-yazma bildiği belirtilir.
Öte yandan
İbnu Sa'd ve Fütûhu'l-Büldân'da gelen bir ifâde, gerek Mekke'de ve gerekse
Medine'de, hürmet edilen, saygı duyulan ve maddî imkânı da yerinde olan
âileleri, çocuklarına okuma-yazma öğretmeye zorlayacak içtimâ'î bir baskının
varlığını haber vermektedir. Bu ifâdeye göre, o devirde kâmil kişi[27]
vasfını, yazı, yüzme ve atış bilen kimseler alabilmektedir. Mekke'de yazı
bilenlerin çoklukla asîl ailelerden olması, bunlardan Sâd İbnu'l-As'ın üç
oğlunun yazı bilenler arasında zikri, keza Üseyd (radıyallahu anh)'in yazı
bildiği belirtilirken, babası Hudayr'ın da yazıyı bildiğinin belirtilmiş olması
söylenen hususu teyîd eder, Mekke ve Medine'ye yazı, İslâm'ın başlarına yakın
girmiş olsa bile, oldukça rağbette olduğunu gösterir. [28]
2-
Hadisin Yazılmasını Yasaklayan Rivâyetler:
Hadîs
yazılmalı mı yazılmamalı mı? şeklinde bir münâkaşa hem Sahâbe hem de Tâbiîn
arasında görülmüştür. Bazıları yazılmasını müdâfaa ederken bazıları da aksini
söylemişlerdir. Bu sebeple konuya temas eden kitaplarda umumiyetle bu
münâkaşaya yer verilir.
Hemen
belirtelim ki söz konusu münâkaşa, kaynağını, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'e nisbet edilen rivâyetlerden alır. Zira bizzat hadîslerde lehte ve
aleyhte deliller mevcuttur:
Ebu Sa'îdu'l-Hudrî,
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in şöyle söylediğini rivâyet etmiştir: "Benden
(Kur'ân dışında) bir şey yazmayın. Kim benden, Kur'ân'dan başka bir şey yazdı
ise onu imha etsin. Benden (şifâhî) rivâyette bulunun, bunda bir mahzur yok.
Ancak, kim bilerek bana yalan nisbet eder (ve söylemediğim şeyi söyletirse)
ateşteki yerini hazırlasın".
Zeyd İbnu
Sâbit de: "Kur'ân ve teşehhüdden başka bir şey yazmadık" demiştir.
Yasaklama
üzerine Hz. Ömer, Muaz İbn Cebel, İbnu Abbâs, Abdullah İbnu Ömer, Ebû Mûsa, Ebu
Hüreyre gibi başka sahâbelerden de (radıyallahu anhüm ecmain) rivâyetler
gelmiştir. [29]
3-
Hadîslerin Yazılmasına İzin Veren Rivayetler:
Hadîslerin
yazılmasına ruhsat veren, yazıldığını gösteren rivâyetlere gelince, bunlar da
çoktur. Bunlardan biri, yazdığı hadîsler, kitap halinde sonraki nesillere
intikal eden Abdullah İbnu Amr (radıyallahu anh)'a aittir. Der ki:
"Ben Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'den işittiğim şeyleri ezberlemek arzusuyla
yazıyordum. Kureyş beni menederek: "Sen Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'tan her duyduğunu yazıyorsun, halbuki Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) bir insandır, öfke ve rıza, her iki hâlde de konuşur" dediler.
Bunun üzerine yazmaktan vazgeçtim. Ancak durumu da Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'e arzettim. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) parmağıyla mübârek
ağızlarına işâret buyurarak:
"Yaz,
dedi Nefsimi elinde tutan Allah'a kasem ederim, buradan haktan başka bir şey
çıkmaz".
Abdullah İbnu
Amr, (radıyallahu anh)'ın sistemli şekilde hadîs yazdığını te'yid eden bir
rivâyet Ebu Hüreyre (radıyallahu anh)'ye aittir ve üstelik Buhâri'de
kaydedilmiş bulunmaktadır. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) şöyle buyurur:
"Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'den çok hadîs (bilmede) Abdullah
İbnu Amr hâriç, bana yetişen yoktur. O, beni geçer, zira o yazardı, ben ise
yazmazdım".
Hadîslerin
yazılması hususunda ruhsat ifade eden rivâyetler bundan ibâret değildir.
Hâfızasından şikâyet edenlere Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın: "Sağ
elinizi yardıma çağırın", "İlmi yazı ile bağlayın" gibi
tavsiyeleri, bazı konuşmaların yazılı metnini isteyenlere yazılı verilmesi,
hepsi de hadîsten ibâret olan -uzunluğu birkaç satırdan bir kaç sayfaya ulaşan-
ve sayısı 300'ü bulan pek çok "mektup (yani yazılı vesika)" ların
varlığı Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in, hadîslerin yazılması
hususundaki ruhsatına yeterli delillerdir.[30]
Sadece mektuplar değerlendirilse bile Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in
Kur'ân'dan başka bir şeyin yazılmasına sistematik, ısrarlı bir muhalefette
bulunmadığı, tam tersine, medenî hayatta yazının geniş çapta kullanılmasına
büyük ehemmiyet verdiği anlaşılır. [31]
4-
Hadîs Yazan Sahabeler:
a)
Abdullah İbnu Amr İbni'l-As'ın Sahîfe-i Sâdıka'sı:
Yukarıda
kaydettiğimiz Abdullah İbnu Amr İbni'l-As hadîs yazan sahâbelerin başında
gelir. Yazdığı mecmûaya "Sahîfe-i Sâdıka" demiştir. Onun bu
kitabından bahseden muhtelif rivâyetler var. Tâbiînden Mücâhid İbnu Cebr,
"Sahîfe-i Sadıka"yı Abdullah'ın yanında gördüğünü ifâde etmiştir.
Abdullah İbnu Amr (radıyallahu anh) hadîs imlâ ettiren sahâbelerdendir. Bu işi
ezberden mi, kitaptan mı yaptırdığı rivâyetlerde sarîh değilse de kitaptan
yaptırma ihtimâli daha kuvvetli gözüküyor.
Abdullah
(radıyallahu anh)'ın bu sahife'ye Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'den
bizzat işittiği hadîsleri almış olmalı. Zira Mücâhid'e: "Bu, sâdıkadır,
bunda Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'tan işittiklerim mevcuttur. Bu
rivâyetlerde benimle Resûlullah (aleyissalâtu vesselâm), arasına hiç kimse
girmemiştir" demiştir. Hz. Abdullah bu tasrihi şunun için yapmış
olmalıdır: "Sâhâbeler her zaman kendi işittiklerini rivâyet etmezler, bir
kısım rivâyetleri başka sahâbelerin anlattıklarına dayanır." Nitekim İbnu
Abbas (radıyallahu anh)'ın Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'den yaptığı
rivâyetler esas itibariyle diğer sahabelerden işittiklerine dayanır. İlgili
kısımda açıklanacağı üzere bunlara sahâbe mürseli denir.
Abdullah İbnu
Amr'ın sahifesinin bazı rivâyetlerde bin kadar hadîs ihtiva ettiği
belirtilmiştir. Bu rivâyetler Ahmed İbnu Hanbel'in "Müsned"inde yer
alır.
Sahîfe-i
Sâdıka Abdullah'ın vefatından sonra torunlarına intikal etmiş ve torunları
vâsıtasıyla rivâyet edilmiştir. Kaynaklar, umumiyetle Abdullah (radıyallahu
anh)'ın torunu Amr İbnu Şuayb'ın ceddinden intikal eden bir sahifeden rivâyet
ettiğini kaydederler. Binaenâleyh Abdullah'ın sahîfesindeki hadîsler, hadîs
mecmualarına Amr İbnu Şuayb an ebîhi an ceddihi senediyle intikal etmiştir. Bu
sened üzerine hadîsçilerin bazı ihtilaflarına burada girmeyeceğiz.
Ancak
şunu belirtmemiz gerekecek: Yukarıda Ebu Hüreyre (radıyallahu anh)'den
kaydettiğimiz rivâyete göre Abdullah İbnu Amr'ın, Ebu Hureyre'ye nazaran daha
çok hadîs rivâyet etmiş olması gerekir. Halbuki Ebu Hüreyre çok rivâyette başı
çekmekten başka, Abdullah müksirûn denen çok rivâyetiyle tanınanlar arasına
bile girmez. Bu durumu âlimler birkaç sebebe bağlarlar.
1- Abdullah İbnu Amr (radıyallahu anh), Ebu Hureyre gibi kendisini
rivâyete adamış birisi değildir. Münzevî meşreb ve zâhid bir kimsedir. Daha
ziyade ibadetle meşgul olmuştur.
2- Abdullah İbnu Amr, Mekke'nin fethinden sonra Mısır'a gitmiş, uzun
müddet orada kalmıştır. Halbuki Ebu Hüreyre Medine'den ayrılmamış, hac,
ticâret, ziyâret, ilim gibi çeşitli maksadlarla insanların çokça uğradığı bir
yer olan Medîne'de rivâyette bulunmuştur. Mısır ise o sıralar henüz hadis
tâliblerinin çokça uğradıkları bir yer değildi.
3- Abdullah
İbnu Amr Süryanice de biliyor, bu dilde yazılmış kitapları okuyordu. Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in israiliyattan rivâyet edilebileceğine
dair ruhsatına dayanarak, İsrâilî hikayeleri rivâyetten çekinmiyordu. Hadîsleri
derleyen muhaddisler ise, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın hadîslerine
israiliyat karışır endişesiyle Abdullah (radıyallahu anh)'a karşı ihtiyatlı
davranıp, rivâyetlerini almıyorlardı. Bu sebeple onun bir çok hadîsleri rivâyet
edilemedi. [32]
b)
Ebu Hüreyre'nin Sahife-i Sahîha'sı:
Bazı
rivâyetler Ebu Hüreyre (radıyallahu anh)'nin, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'tan işittiği hadîslerini yazdığını ifâde etmektedir. Bu sahifenin
ismi Sahife-i Sahîha'dır. El-Hasan İbnu Amr İbnu Umeyye ed-Damrî anlatıyor:
"Hz. Ebu Hureyre (radıyallahu anh)'nin yanında bir hadîs rivâyet ettim.
Ancak o : "Böyle bir hadîs yok" diye inkâr etti. Bunu kendisinden
işittiğimi söyledim. O vakit: "Bunu benden işitmişsen o bende
yazılıdır" dedi ve elimden tutarak beni evine götürdü. Orada bana Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in hadîslerinin yazılı bulunduğu pek çok
kitap "kütüben kesireten" gösterdi. Rivâyet ettiğim hadîsi burada
buldu ve: "Ben sana demedim mi? Eğer ben bir hadîs rivâyet etti isem, o,
yanımda yazılı olarak mevcuttur."
Bu rivâyet
açık bir şekilde Ebu Hüreyre'nin de hadîslerini yazdığını göstermektedir.
Ancak bu hadîs Buhâri'de gelen ve yukarıda
kaydettiğimiz hadîsle teâruz etmektedir. Zira orada Ebu Hureyre hazretleri
(radıyallahu anh) Abdullah İbnu Amr (radıyallahu anh)'ın yazdığını, kendisinin
yazmadığını ifâde ediyordu.
İbnu
Abdilber ve İbnu Hacer gibi, hadîs sahasının büyük üstadları bu hadîsin de
sahîh olduğunu belirterek aradaki teâruzu şöyle te'lif ederler:
1- Ebu Hureyre (radıyallahu anh) Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'in sağlığında yazmamış olabilir, bilâhare hadîsleri yazmıştır.
2- Hadîsin yanında yazılı olarak bulunması illâ da kendisi
tarafından yazılmış olmasını gerektirmez. Kendisi gerçekten yazmamış olabilir
de. Bir başkasına yazdırma ihtimali var.
Ebu
Hüreyre'nin Sahife'sinden sadece bir kısmı talebesi Hemmâm İbnu Münebbih
kanalıyla bize intikal etmiştir. Bu "Sahîfetu Hemmâm" diye şöhret
bulmuştur. Bu Sahîfe'nin Hemmâm'a nisbeti sebebiyle Ebu Hüreyre (radıyallahu
anh)'nin değil, Hemmâm'ın bir te'lifi kabul edilecek olsa, mevzumuz açısından
değerinden ve taşıdığı mânadan bir şey kaybetmez, zira Ebu Hüreyre
hazretlerinin sağlığında hadîslerin kitap halinde yazıya geçirilmiş olduğunu
gösterir.
Bu sahife,
zamanımızda Profesör Muhammed Hamidullah tarafından bulunmuş ve neşredilmiştir.
Hamidullah'a göre bulunan bu risâle, hadîslerin yazılmasını yasaklayan
rivâyetlere dayanarak "Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) ve Sahâbe
(radıyallahu anhüm ecmain) zamamnda hadîs yazılmamıştır, hadîsler, Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'den iki veya üç yüz sene sonra yazılmıştır" gibi
demagoji yapan müsteşriklere fevkalâde susturucu bir cevap olmaktadır.
Ehemmiyetine binaen yorumunu aynen kaydediyoruz:
"Hicretin
takriben birinci asrı ortasına ait olan bu mecmua, târihî ehemmiyeti bakımından
çok kıymetli bir vesikadır. Resûl-i Ekrem (aleyhissalâtu vesselâm)'in
"hadîslerinin yazılması, Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'den iki veya
üç yüz sene sonra başlamıştır" iddiasında bulunanlar olmuş ve bu
faraziyeye dayanarak İbnu Hanbel, Buhârî, Müslim, Tirmizî vs... gibi
şahsiyetlere (hâşâ) hilekârlık isnad edilmiştir. Delillerini, Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm) ve Ashâbı (radıyallahu anhüm ecmain) zamanında
hadîslerin yazılmadığı
iddiası üzerine dayamışlardır. Halbuki şimdi, Resûl-i Ekrem (aleyhisselâtu
vesselâm)'in en yakın Ashâbından birinin te'lîfi elimizde bulunuyor. Dikkatle
mukâyese edildiği ve karşılaştırıldığı zaman İbnu Hanbel, Buhârî, Tirmizi gibi
sonradan gelen müelliflerin, hadîslerin umumî mânası şöyle dursun, onların bir
harfini, bir noktasını dahi değiştirmemiş olduklarını görüyoruz. "Sahîfe-i
Hemmâm"ın Ebu Hüreyre (radıyallahu anh)'ye atfen rivâyet edilmiş her
hadîsi yalnız "Sıhah-ı Sitte" denilen muteber hadîs kitaplarında
bulunmuyor, belki orada bulunan her hadîsin manası (meali) Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in diğer Ashâbı tarafından da rivâyet edilmiş
bulunuyor. Böylece Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e atfedilen
hadîslerin hayâlî ve mesnedsiz olmadığının delillerini ortaya koymuş oluyor.
Meselâ: Elimizde bulunan bu mecmüada 56 numaralı hadîsin, Buhârî'nin
Sahîh'inde, Enes (radıyallahu anh) tarafından rivâyet edilmiş olduğunu
görüyoruz ve 124 numarada gösterilen hadîsi, Buharî'den Abdullah İbnu Ömer
(radıyallahu anhüma) tarafından rivâyet edilmiş buluyoruz. Bu 54 numaralı hadîs
Buhârî'de hem Enes (radıyallahu anh), hem de Sehl İbnu Sa'd es-Saidî
(radıyallahu anh) tarafından rivâyet edilmiş buluyoruz ve bu mutâbakatlar
böylece devam edip gidiyor..."[33]
c)
Hz. Ali'nin Sahîfesi:
Sahâbeler
tarafından hadîslerin yazılmış olduğuna en muknî delillerden biri budur. Başta
Buharî ve Müslim'in sahîhleri olmak üzere en muteber kitaplarda gelen muhtelif
rivâyetler Hz. Ali (radıyallahu anh)'nin kılıcının kabzasına asmış olarak
beraberinde taşıdığı yazılı bir tomardan bahseder.
Belki de Hz.
Ali (radıyallahu anh) hakkında "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'tan
husûsî bir ilim tevârüs" etmiştir şeklinde çıkarılan şâyiayı tahkik için
olacak, kendisine sorulur: "Sizde Kur'ân-ı Kerîm'den başka Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'den intikal eden bir şey var mı?" Ali
(radıyallahu anh) şu cevabı verir: "Hayır. Allah'ın Kitabı, bir kuluna
verdiği anlayış kabiliyeti ve bir de şu sahîfe'den başka bir şey yoktur".
Tekrar: "Pekiyi, bu sahîfede ne var?" denilince: "Diyet,
esirleri serbest bırakma, bir kâfire mukabil bir müslümanın öldürülmeyeceği
vardır" der.
Söylediğimiz
gibi bu hadîs farklı tarîklerde rivâyet edilmiştir. Târık İbnu Şihâb
rivâyetinde bu sahifenin "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)
tarafından verildiği" belirtilir. Sahîfenin içinde ne vardır? sorusuna
verilen cevaplar her rivâyette farklı şeyler ifade eder. Bir kısım cevaplarda
belirtilen hususlar, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) Medine'ye gelince
oradaki farklı gruplarla yaptığı ve "anayasa" olarak değerlendirilmiş
bulunan anlaşmada yer alan maddelerin bir kısmına benzediği için, bazı
müellifler, bu tomarın mezkûr anlaşmanın bir nüshası olduğu zannına düşmüştür.
Ancak, rivâyetlerde zikredilenlerin tamamı anlaşma metninde zikredilenlerle
mukâyese edilince, metinde olmayan başka şeylerin de tomarda yer aldığı
görülür. Muhakkak ki Hz. Ali (radıyallahu anh) bunu çeşitli hadîslerden
derlemiştir.
Ancak, bu
sahifenin Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) tarafından verilmiş olduğunu
tasrih eden kayıt fevkalâde ehemmiyet taşır. Zira, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) zamanında Kur'ân'dan başka bir şey yazılmamıştır diyenlere bir cevap
olmakta, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın Kur'ân dışında bazı yazılı
metinler bulundurup icâbında bunlardan Ashâb'a verdiğine delâlet etmektedir. [34]
d)
Câbir İbnu Abdillah Sahîfesi:
Zehebî, bu
sahîfenin menâsik-i hacc üzerine olduğunu zikreder. Hz. Câbir (radıyallahu anh)'in
Mescid-i Nebevî'de ders halkası kurup talebelerine hadîs rivâyet ettiği,
talebelerinin kendisinden bunları yazdığı, kitaplarda belirtilmiştir. Hz. Câbir
(radıyallahu anh)'in mezkûr tedrisâtını bu sahifeden yapmış olması kuvvetle
muhtemeldir. [35]
e)
Enes İbnu Malik'in Sahifesi:
Bağdâdî'nin
Takyîdu'l-İlm'de kaydettiği bir rivâyete göre, Enes (radıyallahu anh)
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'tan bütün işittiklerini yazmış ve sonra da
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a arzetmiştir: Hübeyre İbnu Abdirrahmân
anlatıyor: "Halk Enes'e hadîs hususunda fazla ısrar etmişti. Onlara bir
kısım mecmualar getirerek: "Bunlar, Resülullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'tan işitip yazdıklarımdır. Yazdıktan sonra bunları Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'a okuyup arzettim." Enes hazretleri, ayrıca iki
oğluna,
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'tan mervi âsâr ve
hadîsleri yazmalarıı emreder ve: "Biz yazmayanların ilmini ilim
addetmezdik" der".[36]
f)
Semüre İbnu Cundeb Sahîfesi:
Bir kısım
rivâyetler Semüre (radıyallahu anh)'nin de bazı hadîslerini bir kitap hâlinde
topladığını belirtir. Bu kitabı Semüre'nin oğluna bıraktığı ve Mervan İbnu
Câfer'in yanında bulunan "vasiyetnamesi" olması kuvvetle muhtemeldir. [37]
g)
Abdullah İbnu Abbâs'ın Sahîfeleri:
İbnu Abbâs
(radıyallahu anh) Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın vefatında yaşça küçük
idi. Ancak ilim ve bilhassa hadîs hususunda büyük bir aşk sahibi idi.
Beraberinde yazı levhaları olduğu halde ilim meclislerinde dolaşır hadisleri
yazardı. İbnu Abbâs, hadîs alabileceği zatları da birer birer ziyaret edip,
sorar ve onlardan da yazardı. Vefat ettiği zaman bir deve yükü kitap bıraktığı
tevâtüren rivâyet edilmiştir. Onun bu kitapları elden ele dolaşmıştır.
Bunlardan
başka Sa'd İbnu Ubâde el-Ensârî, Abdullah İbnu Ömer, Abdurrahman İbnu Ebî Evfa,
Mugire İbnu Şu'be, Abdullah İbnu Mes'ud (radıyallahu anhüm ecmain) gibi daha
bir kısım sahâbenin hadîsleri yazdıklarına dair rivâyetler mevcuttur. Burada
teferruata girmeden hadîslerde gelen "hadîs yazma yasağı" hakkındaki
yorumlara temas etmek istiyoruz. [38]
5- Hadîs Yazma Yasağının
Mahiyeti:
İslâm
âlimleri, hadîslerin yazılmasını yasaklayan ve tecvîz eden rivâyetleri
değerlendirerek şu durumları tesbit ederler:
1- Yasak ilk yıllara aittir. İlk yıllarda henüz Kur'ân ve hadîsleri
tefrik edecek derecede dinî kültür seviyesi gelişmemişti. Üstelik okuma-yazma
bilenler sayıca azdı. Bunların hadîs yazmaya da tevessül etmeleri, hem Kur'ân'a
gösterilmesi gereken alâkayı azaltacak hem de bir kısım iltibaslara yol
açabilecekti. Halbuki asıl olan, Kur'ân'ın muhâfazası ve neşri idi. Onu her
çeşit şüphe tevlid edecek durumlardan, iltibaslardan uzak tutmak gerekiyordu.
Binâenaleyh müslümanlar, Kur'ân'a olan mârifet ve âşinalıklarını artırdıkça,
okuma-yazma bilenlerin sayısı arttıkça bu yasak kaldırılmış, ruhsat gelmiştir.
Bu nokta-i
nazardan, yasakla ilgili rivâyetlerin kâhir ekseriyetle, Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in "Vahiy kâtipleri" meyânında zikri geçen
sahâbelerden gelmiş olması mânidârdır.
2- Yasak, hâfızası kuvvetli olanlara hastır. Maksat da, onların
yazıya güvenerek, hadîsleri hıfza alma işini ihmal etmelerini önlemektir.
Hâfızası zayıf olanlar yazma hususunda izin istediler ve kendilerine izin
verildi.
3- Hadîsin yazılmasındaki yasak, Kur'ân'ın yazıldığı sayfâlarla
ilgilidir. Yani aynı sayfaya hem Kur'ân ve hem de hadîs yazılması yasaktır.
Ayrı ayrı sayfalara yazılması yasaklanmamıştır.Nitekim fiilî durum kesinlikle
şunu göstermektedir: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) Kur'ân gibi,
hadîslerin de yazılmasını bir prensip haline getirerek, yaygın bir tatbikat
şekline sokmamıştır. İsteyen yazmakta, isteyen ezberlemektedir. Bütün sahâbiler
(radıyallahu anhüm) şu husûsu bilmekte müşterektirler: Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in sözleri ve fiilleri kendileri için hüccettir,
delîldir. Bizzat Kur'ân, sünnet ve hadîslerin ehemmiyetinden bahsetmektedir.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'de hadîslerine ehemmiyet verilmesi,
neşredilmesi, her çeşit yalan ve tahrifattan korunması için sık sık dikkatleri
çekmiştir. Nitekim mütevâtir hadîsler arasında en çok tarîkle geleni: "Bana
yalan nisbet eden cehennemdeki yerini hazırlasın" hadîsidir.
Bu bilgilerde
müşterek olan Ashâb (radıyallahu anhüm), fıtrî meyline, ferdi zevk ve
kapasitesine uygun şekilde Sünnet karşısında farklı tavırlar göstermiştir:
Kimisi ezberlemiştir. Kimisi hem yazmış, hem ezberlemiştir. Kimisi yazmıştır.
Kimisi hadîs öğrenmek için "karın tokluğuna" sağlığında Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in, vefatından sonra da hadis bilen Ashâb'ın peşini
bırakmamış ve bildiğini de başkasına anlatmak için ders halkaları kurup
talebeler yetiştirmiştir. Kimisi normal hayatını sürdürmüş, sorulunca veya
münasebet düşünce hadîs rivâyet etmiştir. Kimisi de rivâyeti sıhhatli yapamama
endişesiyle fazla hadîs rivâyet etmekten şuurla kaçınmıştır.
İnsanlar her
devirde böyle değil mi? Herkes âlim ruhlu, herkes sofu tabiatlı, herkes
münzevîmeşreb, herkes yazmaktan veya ezberlemekten zevk alır durumda olur mu?
Şu halde,
hadîsin yazılmasıyla ilgili olarak gelen farklı rivâyetleri, biraz da insan
fıtratının bu tabiî yapı ve seyri ile açıklamak gerekiyor.
Hadîslerin
yazılması husûsunda Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın herkese şâmil sıkı
ve sistemli bir emri olmayınca, ilme meyil ve hevesi olanlar tabiî bir şekilde
bu işi yapmışlar, zaman zaman tereddüt ve problemler çıktıkça da Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'e mürâcaat etmişlerdir. Bu çeşit, husûsî heves
sâhipleri her defasında, yazma husûsunda ruhsat ve izin almışlardır. Aksini
ifâde eden rivâyet mevcut değildir. [39]
Hz.
Peygamber (Aleyhissalâtu Vesselâm)'den Sonra Ashâbın Tavrı:
Hadîslerin
yazılması konusunda Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) tarafından ciddî bir
yasak konmadığıın gösteren bir diğer husus Peygamberimiz (aleyhissalâtu
vesselâm)'in vefatından sonra Ashâb'ın takındığı tavırdır. "Hadîs
yazılmaz" diye müşterek bir görüş ifade edilmediği gibi, bu mânâya gelen
bir tavır da izhar edilmemiştir. Aksine, bâzıları yazma hususunda tereddüde
düşerken, diğer bir kısmı Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın sağlığında
olduğu şekilde yazma işine azimle devam etmiştir.
Başta Hz. Ömer
(radıyallahu anh) olmak üzere, bâzılarının tereddüdü, Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'den vâki, herkese şâmil umumî bir emre dayanmaz. Daha
ziyade şahsi mülâhazalara dayanır. Şâyet, böyle nebevî bir yasak konmuş
olsaydı, bu herkesçe bilinecekti. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in bir
çift sözü için hayatlarını vermeye her an hazır olan bir cemaatin, bilerek,
onun tavsiyeleri hilâfına hareket edeceği düşünülemez. Hele böyle ciddî bir
meselede hiç mi hiç düşünülemez. [40]
Hz.
Ebu Bekir (Radıyallahu Anh)'in Tereddüdü:
Hadîslerin
yazılması meselesindeki tereddüdle ilgili ilk örnek, Hz. Ebû Bekir (radıyallahu
anh)'den rivâyet edilmektedir: Sıhhati husûsunda, büyük muhaddis Zehebî'nin
ihtiyatı tercih ettiği ve hatta "sahîh değil" dediği rivâyeti Hz.
Aişe (radıyallahu anhiye) nakleder:
"Babam
Resûlullah (aleyhisselâtu vesselâm)'dan 500 kadar hadîs yazmıştı. Bir gece hiç
uyuyamadı ve yatakta döndü durdu. Bu duruma üzülerek:
"Babacığım,
sana yapılan bir şikâyet veya ulaşan bir haber yüzünden mi uyuyamadın?"
dedim. Sabah olunca:
"Kızım,
yanındaki hadîsi getir" dedi. Ben de getirdim. Ateş yaktırdı ve hepsini
yaktı." [41]
Hz.
Ömer (Radıyallahu Anh)'in Tereddüdü:
Hadîslerin,
yazılması husûsundaki mütereddid tavra, burada kaydı gereken bir diğer mühim
örnek, Hz. Ömer (radıyallahu anh)'dir. Zira rivâyetler onun, hadîslerin
yazılması meselesini halife olarak resmen gündeme getirdiğini ve Ashâbın
(radıyallahu anhüm) da yazılması husûsunda fikir beyân ettiklerini
göstermektedir. Hâdiseyi rivâyetten tâkip edelim:
"Urve
anlatıyor: Ömer İbnu'l-Hattab (radıyallahu anh) sünneti yazmayı arzu etti.
Mesele üzerine Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in Ashâbıyla istişâre
etti. Yazması husûsunda görüş beyân ettiler. Bunun üzerine Hz. Ömer
(radıyallahu anh) bir ay kadar istihârede bulundu. (Yani bu işin hayırlı olup
olmayacağı husûsunda Cenâb-ı Hak'tan rüyada bir işâret vermesini taleb etti).
Bir sabah, Cenâb-ı Hak, kendisine azîm verdi de şöyle buyurdu.
"Sizden
önce yaşayan bir kavim hatırladım. Onlar bir kısım kitaplar yazarak, himmet ve
alâkalarını bunlara haşr ederek Allah'ın Kitâbını terk ve ihmal etmişlerdi.
Ben, Allah'a kasem olsun, Kitabullah'a ebediyyen hiçbir libas
giydirmeyeceğim".
Hz. Ömer
(radıyallahu anh)'in tereddüdü, görüldüğü üzere, sünnetin yazılması husûsunda
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'den gelen bir yasağa dayanmıyor. Böyle
bir yasağa dayansa idi:
1- Ashâbla istişâre etmezdi.
2- Ashâb ittifakla müsbet kanaat izhar etmez, ihtilâf ederdi.
3- Bir ay boyu istihâreye hâcet görülmezdi.
4- Menfi olarak tecelli eden kararına gerekçe ve sebep olarak, söz
konusu yasağı gösterirdi.
Onun tereddüdü
başka bir endişeden neş'et etmiştir: Kur'an'ın ihmâle uğraması.
Hz. Ömer
devrinde bu endişe son derece mâkul ve yerinde bir endîşedir. Zira henüz,
Kur'an tek nüshadır. Onu çok iyi anlayan, onu anlamada dersini
bizzat Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan almış
bulunan Sahâbe (radıyallahu anh) nesli hayattadır. Sünneti herkes bilmektedir.
Ayrıca şifâhî olarak hadîslerin talim ve taallümü husûsunda herkes iştiyaklı ve
hırslıdır. Husûsi himmetler bu işi yürütmektedir. Yâni hadîslerin ayrıca resmen
yazdırılmasına ciddî bir ihtiyaç yoktur.
Bir başka
açıdan da şunu söyleyebiliriz. Hz. Ömer (radıyallahu anh)'in bu teşebbüsü,
resmî bir teşebbüstür, yânî resmî tedvîn işidir. Bu devir ise, bir yandan
fütûhât, bir yandan da devletin teşkîlatlandırılma ve müesseseleştirilme
(strüktüre edilme) devridir. Meşguliyetlerinin bu kadar çok ve kesif olduğu bir
dönemde, çok fazla ihtiyaç duyulmayan bir meseleye el atmak, gerçekten mesâiyi
dağıtacak ve daha mühim husûslara sarfedilmesi gereken himmeti azaltacaktı. Hz.
Ömer'in dilinde bu, "Kur'an'a olan himmetin azaltılması" şeklinde
ifadesini bulmuştur.
Ama ne var ki,
bir müddet sonra, Sünnet'in yazılması işi de, hâdisâtın gelişmesiyle ciddî bir
ihtiyâç hâlini alacak, o zaman mes'ele resmen gündeme getirilecektir. Nitekim
Kur'an'ın tedvîni işi de şöyle olmuştu: Ridde harbleri sırasında birçok değerli
hafızların şehid düşmesi, Kur'an'ın kaybolabileceği endişesini doğurmuş ve Hz.
Ebu Bekir (radıyallahu anh) zamanında iki kapak arasında bir kitap yâni
"Mushaf" hâline getirilmiş, bilâhare, kıraat ihtilafları sonunda da
tertip ve imlâya müteveccih çalışmalarla hem bugünkü şekil verilmiş ve hem de
çoğaltılmıştır.
Gelişen
hadisat "Sünnetin kaybolma endişesi"ni Hz. Ömer (radıyallahu anh)'den
üç çeyrek asır sonra, Emevî halifelerinden Ömer İbn Abdilaziz'in vicdanında
uyandıracaktır. Gerek: İslâm'a bağlılığı ve gerekse yaptığı hizmetin büyüklüğü
ile "İkinci Ömer" ünvanına lâyık halife Ömer İbnu Abdilâziz, devlet
başkanı sıfatıyla hadîslerin yazılması emrini resmen verdiği zaman tıpkı
Kur'an'ın tedvîn edilmesi teklifi, Hz. Ömer (radıyallahu anh) tarafından
yapılınca Hz. Ebu Bekir ve Zeyd İbnu Sâbit'te hâsıl olan şok ve tereddüt
nev'inden bâzı tereddüdler olmuştur. Ancak "olurdu",
"olmazdı" şeklinde hiçbir ilmî cedelleşme mevzûbahis olmadan, başta
Muhammed İbnu Şihâbi'z-Zührî olmak üzere bütün âlimler, bu işi benimseyip dört
elle sarılmışlardır. İlk şok ve tereddüt geçirenlerden biri olan Zühri, şöyle
der: "Biz hadîsin yazılmasını şu ümera (idareciler) mecbur edinceye kadar
doğru bulmuyorduk. Bundan sonra
da müslümanlardan kimseyi bu işten men etmememiz gerektiğini anladık".
Şunu da
belirtelim ki, hadîsleri yazma işinde Ashâb'tan bir kısmını tereddüde sevkeden
"Kur'an'a himmet azalır", "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a
nisbet edilen söze karışacak yanlış ebedîleşir" gibi endişeler, müteakip
devirlerde "ilme olan himmet azalır; ilim, layık olmayanların, ilim
yolunda çile çekmeyenlerin eline geçer; yazıya güvenilerek ilmin hıfza alınması
ihmal edilir..." gibi bir kısım endişelere yerini bırakmıştır. Yukarıda
Zühri'de görülen endişe bu çeşit bir düşünceden gelir.
Tâbiîn ve
Etbauttâbiîn alimlerinin bir kısmında rastlanan bu endişeyi Evzâî'nin şu sözü
çok güzel ifâde eder: "Bu ilim çok şerefli idi. Zira insanların göğsünde
idi ve şifâhi olarak alınır müzâkere edilirdi. Ne zaman kitaplara geçti, nuru
gitti ve nâehlin eline düştü."Bu düşüncede olan âlimler "ilm"i
ezberlemek için yazmış, ezberledikten sonra da yazdıklarını imha etmişlerdir.
Bu davranışta hadîslerin yazılmasına sistemli bir muhâlefet aramak gerekmez. [42]
Sahabenin
Sünnet Karşısındaki Titizliği:
Ashab-ı
Kiram'ı "en büyük ve yegâne dâvası Allah'ın rızasını aramak olan
nesil" olarak târif edebiliriz. Onlar hayatın gerçek mânasını, yaratılışın
hakiki gâyesini hakkıyla bilen insanlardı. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
onlara öncelikle bu dersi vermiş idi. Bu sebeple, her hareketleriyle, her yaptıklarıyla,
her düşündükleriyle sâdece ve sâdece Allah'ın rızasını arıyorlardı.
Onların,
Nebîlerinden (aleyhissalâtu vesselâm) ve kitapları olan Kur'ân-ı Kerîm'den
aldıkları derse göre, hayatlarının gâyesi olan Allah'ın rızasını kazanmanın da
tek yolu vardı: Sünnet'e uymak, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in
yolunda gitmek.[43]
Çünkü Cenâb-ı Hak, en güzel olanı, en ideal olanı en iyiyi, en hayırlıyı
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) vasıtasıyla kendilerine öğretiyordu, her
şeyin, bütün yolların, tarzların en iyisi onda vardı.[44]
O'nda
olanlar mutlak güzeldi, her çeşit kirlilikten, bulanıklıktan, şâibeden uzak,
güzeldi. Çünkü ilâhî garanti vardı: O başıboş, hevâsına tâbi değildi. Vahiyle
konuşur, ilâhi murakabe altında hareket eder davranırdı.[45]
Öyle ise ona koşmalı, onun sünnetine sarılmalı, onun sünnetinde olmayan her
şeyden kaçmalı, sünnetine zıd düşen her şeyi, yakıp yutucu ateş bilmeli idi.
Rabb'ül-âlemin de böyle emrediyordu: Mü'min, Resûlünü tam bir aşkla sevecek,
sünnetine eksiksiz teslim olacak idi:
"De
ki: `Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, kabîleniz,
elinize geçirdiğiniz mallar, kesâda uğramasından korka geldiğiniz bir ticâret
ve hoşunuza gitmekte olan meskenler size Allah'dan, O'nun Peygamberinden ve
O'nun yolundaki bir cihâddan daha sevgili ise, artık Allah'ın emri gelinceye
kadar bekleye durun. Allah fâsıklar gürûhunu hidâyete erdirmez." (Tevbe: 9/24).
Öyle
ise yapılacak bir işi önce O'nda, O'nun söz ve fiillerinde, yani sünnette
aramak, sünnete uyuyorsa yapmak, uymuyorsa terketmek, uyup uymadığı belli
değilse ihtiyatlı davranmak gerekiyordu. Buna sünnete teslimiyet diyoruz.
İşte,
Ashab (radıyallahu anhüm ecmain)'a hâkim olan bu ruhu iyice kavramada, onların
sünnet karşısındaki tutumlarını anlamak için, öncelikle zihnimizde onlardaki
sünnete teslimiyet ruhunu canlı tutmamız gerekmektedir.
Meselâ,
Kur'ân-ı Kerîm'in kitap hâline konması (tedvin) hadisesini düşünelim. Tanınmış
Kur'ân hafızlarının Ridde harplerinde birer birer şehîd olmaya başlamaları
üzerine Hz. Ömer (radıyallahu anh), Kur'an-ı Kerîm'in, istikbalinden endişe
etmeye başlar. Çünkü Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) vahyin ne zaman
kesileceğini bilmediği, hayatının son günlerine kadar vahiy gelmeye devam
ettiği için, Kur'ân-ı Kerîm'e nihâî bir şekil, bir kitap düzeni vermeden vefat
etmişti. Tâbir câizse Kur'ân-ı Kerîm âyetleri vardı, fakat Kur'ân-ı Kerîm diye
müstakil bir kitap henüz yoktu. Ayetler, sureler birbirinden ayrı parçalar
üzerinde idi: Kemik parçaları, demir, tahta vs
Evet, Hz. Ömer
(radıyallahu anh) bu parçalara bir kitap şeklinin verilmesi gereğini
hissediyordu. Ama bunu Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) yapmamıştı. Bu işe
emir verecek yetki ve makamda da değildi.
Hissiyâtını
müslümanların başı ve yetkilisi ve Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
halifesi olan Hz. Ebu Bekir (radıyallahu anh)'e açtı. Fakat ne garib, Hz. Ebu
Bekir bu fikir yadırgamış ve reddetmişti; gerekçesi açık: Bu iş Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın yapmadığı bir işti. Hz. Ebu Bekir'in Hz. Ömer
(radıyallahu anhüma)'e verdiği cevap aynen şöyledir: "Resülallah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın yapmadığı bir şeyi ben nasıl yaparım?"
Hz. Ömer'in
mesele üzerine ısrarı karşısında yumuşamak zorunda kalan Hz. Ebu Bekir
(radıyallahu anh), Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın vahiy kâtibi Zeyd
İbnu Sâbit (radıyallahu anh)'i görmesini söyler. Hz. Ömer (radıyallahu anh)'in
teklifi karşısında şoke olan Zeyd İbnu Sâbît (radıyallahu anh) de aynı
aksülâmeli gösterir:
"Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın yapmadığı bir şeyi ben nasıl yaparım?"
Hz. Ömer
(radıyallahu anh) ısrar eder, bunda hayır olduğunu açıklar. Sonunda Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in cem işini yapmamış olması, bu işi
yapmanın kerih veya haram olduğu mânasına gelmeyeceği anlaşılır.
Cenâb-ı Hak
onun kalbini de, Hz. Ebubekir'in kalbi gibi bu işin hayırlı olacağı hususunda
açar. "Yardımcılar verilmek" şartıyla kabul eder. Kabul eder ama,
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın yapmadığı bu işi yapmayı, öylesine
ruhuna ağır bulur ki:
"Sırtıma
bir dağ konsaydı bu kadar ağır olmazdı!" demekten de kendini alamaz.
Ashâb
(radıyallahu anhüm ecmain)'ın, sünnete teslimiyet rûhunu gösteren bir başka
örnek, Hz. Ömer (radıyallahu anh)'in irtidâd edenlere karşı tavrıdır.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın vefatından sonra, isyân eden bir kısım
Bedevîler: "Namaz kılarız ama zekat vermeyiz" diyorlardı. Mesûliyet
makamındaki Hz. Ebu Bekir: "Namaz zekattan ayrılmaz. Hz. Peygamber'e
vermekte olduğu bir çebici bile vermeyenle savaşacağım" diye büyük bir
azîm ortaya koymuş ise de Hz. Ömer (radıyallahu anh); buna karşı gelmişti.
Çünkü
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın: "Ben
insanlar lâilahe illallah deyinceye kadar onlarla savaşmakla emir olundum. Bunu
söyleyince mallarını ve kanlarını benden emîn kılıp korumuşlardır... Gerçek
hesapları Allah'a aittir" dediğini işitmiştir. Bedevîler ise sâdece
zekat vermeyi reddetmektedirler, öyle ise onlarla savaşılamaz...
Ashâb'ın
sünnete teslimiyet ruhuna bir başka misal yine Hz. Ömer (radıyallahu anh)'den.
Hz. Ömer, kocanın hatasıyla vukûa gelen cinayet sebebiyle ödenmesi gereken
diyete sâdece kocanın âkilesi[46]
iştirak edip, karısının buna karıştırılmaması prensibinden hareket ederek,
hatâen kocası öldürülen kadının, kocası için ödenecek diyetten pay almaması
gereğine inanıyordu ve vukûat oldukça tatbikatı böyle yaptırıyordu.
Bilâhare,
Dahhâk İbnu Süfyân (radıyallahu anh)'ın Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
bu meseleyle ilgili farklı tatbikatını haber verince, Hz. Ömer kıyâs yoluyla
tesbît etmiş olduğu hükmü derhal değiştirmiştir. Dahhâk (radıyallahu anh)'ın
verdiği haber şu idi: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) kendisine
mektup yazarak hatâen öldürülmüş olan Üşeym ed-Dıbâbî'nin diyetinden karısına
da verilmesini emretmiştir."
Abdullah
İbnu Ömer (radıyallahu anh) sünnete teslimiyeti öylesine ince noktalara
götürmüştür ki bu mesele de âdeta darb-ı mesel olmuştur: İbnu Ömer bir sefer
sırasında yoldan ayrılıp tekrar gelir. Niçin böyle yaptığı sorulduğunda, bu
yerde sefer sırasında Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'i de öyle yapar
gördüğünü söyler. Yine İbnu Ömer, Mekke ile Medine arasında yer alan bir ağacın
altında kaylûle (gündüz uykusu) yapar, niçin diye sorulunca, "Bu ağacın
altında Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) uyumuştu" der. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) Mescid-i Nebevî'nin bir kapısı için "Bu kapıyı
kadınlara bıraksak" dediği için Abdullah İbnu Ömer (radıyallahu anh) o
kapıdan ölünceye kadar geçmemiştir.
Kadınların
mescide devam edip etmemeleri mevzubahis edildiği bir fırsatta Abdullah İbnu
Ömer: "Erkek, ehlinin mescitlere gitmesine mâni olmasın"
hadîsini hatırlatır. Abdullah İbnu Ömer (radıyallahu anh)'in Bilal (veya Vâkid)
adındaki bir oğlu: "Biz kadınların oralara gitmesine mâni oluruz"
der. Bunun üzerine Abdullah (radıyallahu anh): "Ben sana Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'dan rivayette bulunuyorum, sen hâlâ böyle söylersin!
Bir daha benimle konuşma" der ve Ahmet İbnu Hanbel'in bir rivayetindeki
sarâhete göre ölünceye kadar bir daha konuşmaz.
Hadis
karşısındaki bu hassasiyet sâdece birkaç sahâbeye has değildir. Hepsinin müşterek
vasfıdır. Çünkü Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan şu dersi almışlardı: "Hevâsı
(arzu ve istekleri), benim getirdiğime tabi olmadıkça sizden hiç kimse inanmış
sayılmaz." Nitekim Abdullah İbnu Muğaffel (radıyallahu anh) otururken,
yanına elinde sapan olan bir yeğeni gelerek kuşlara taş atmaya başlar. Abdullah
(radıyallahu anh) sapan atmakla ilgili Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
bir hadisini hatırlatarak yeğenini bu işten meneder. Ancak yeğeni, bu işe devam
eder. Abdullah (radıyallahu anh): "Ben sana, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın bunu yasakladığını söylüyorum, sen hâlâ sapan atıyosun öyle mi!
Bir daha benimle konuşma!" der.
Hz. Ubâde
İbnu's-Sâmit, Hz. Muâviye (radıyallahu anhüma) ile Rum diyarına gazveye çıkar.
Orada halkın dinarla (altın para) altın parçalarını, dirhemle de (gümüş para)
gümüş parçalarını alıp sattıklarını görür. Bu muâmelenin fâiz olduğunu,
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) tarafından yasaklandığını duyurur. Bu
yasaktan habersiz olduğu anlaşılan Hz. Muâviye: "...Ben, vâde karışmadıkça
bunda faiz görmüyorum" der, Ubâde (radıyallahu anh) "Ben, sana
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan rivayette bulunuyorum, sen kendi
re'yini söylüyorsun. Allah beni şu seferden çıkarsın, bir daha senin âmir
olduğun yerde ikâmet etmeyeceğim" der. Seferden dönünce Medine'ye gider ve
Hz. Ömer'in huzuruna çıkarak durumu anlatır. Hz Ömer (radıyallahu anh)
kendisine: "Ey Ebu'l-Velîd, yerine dön, sen ve emsallerinin bulunmadığı
bir yerde hayır yoktur" der. Ve Hz. Muâviye'ye şöyle yazar: "Ubâde
üzerinde hiçbir surette âmirliğin yok. Halkı da onun söylediği tatbikata
sevket, çünkü Resulallah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın emri öyledir." [47]
Sünnet
Karşısındaki Titizlikten Doğan İki Netice:
Ashâb
(radıyallahu anhüm ecmain)'ın sünnetle ilgili en ufak, en tabiî âdaba büyük
ehemmiyet vermiş olması, sünnetin zabt ve tesbîti meselesinde çok mühim iki
sonuç hâsıl etmiştir:
1- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'la ilgili nazarlarına çarpan
herşey, en küçük teferruata varıncaya kadar değerlendirilmiştir. Bu sayede son
derece zengin, akla gelmedik teferruatlara kadar inen bir sünnet repertuarı
ortaya çıkmıştır. Öylesine zengin ve teferruatlı ki, bilâhare, -meşrep ve
meslek itibariyle rivâyetlerde öncelikle fıkhî bir hüküm arayan- bir kısım
fakihler, hadisçileri "lüzumsuz ve gereksiz şeyleri de rivâyet
etmekle" itham edecekler, bu mesele, bir cedelleşme konusu olacaktır.
2- Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'la ilgili rivayetlerde son
derece titiz ve sorumluluk duygusuyla hareket etmeye sevketmiştir. İşte sünnete
atfedilen bu ehemmiyet, sünnet karşısında izhâr edilen bu titizliktir ki,
ilmu'l-hadîs denen bir ilmin daha Ashâb (radıyallahu anhüm) zamanında tekevvün
etmeye başlamasına sebep olmuştur. Bu ilim, ilk bâni ve üstadlarını sâdece
rivâyetu'l-hadis dalında değil, aynı zamanda dirâyetu'l-hadis ve usûl dalında
da Sahâbe (radıyallahu anhüm)'den seçmekle şerefyâb olacaktır. Zehebî'nin
"Hadîste tesebbüt yolunu ilk açan Ömer İbnu'l-Hattâb (radıyallahu
anh)'tır" sözü burada hatırlatılmaya değer. Zira tesebbüt ve bunun
getireceği prensipler usûl-i hadis'in ana meselelerini teşkil eder. [48]
Rivayette
İhtiyat:
Ashab'ın
sünnet karşısında gösterdiği titizliğin ilk tezâhürü rivayet konusundaki
ihtiyatıdır. Bunu ilk büyüklerde göstermeye çalışacağız: [49]
Hz.
Ebu Bekir'in İhtiyatı:
Sünnet'e
atfedilen ehemmiyetin fiilî tezahürlerinden biri ihtiyattır. İhtiyatın başını
da Hz. Ebu Bekir (radıyallahu anh) çeker. Zehebî'nin kaydına göre, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın vefatından sonra halkı toplayarak: "Siz
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan üzerinde ihtilafta bulunduğunuz
hadisleri rivâyet ediyorsunuz. Halbuki sizden sonra gelecekler bunlar üzerine
daha şiddetli ihtilaflara düşeceklerdir. Sizler Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselam)'dan rivâyette bulunmayın. Size bir şeyler soranlara: Sizinle bizim
aramızda Allah'ın Kitabı vardır. Onun haram kıldıklarını haram, helâl
kıldıklarını helâl bilin diye cevap verin" diyor. Nitekim, kendisine yaşlı
bir kadın gelerek, büyükannenin (cedde) miras hakkını sorunca: "Senin için
Allah'ın Kitabı'nda bir
hüküm yok. Resûlullah'ın (aleyhissalâtu vesselâm) da bu hususta birşey
söylediğini bilmiyorum" cevabını veriyor. Arkadan da cemaate: "Bu
hususta bir şey işitmiş olan var mı?" diye soru tevcih eder. Mugîre
(radıyallahu anh) kalkarak: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
büyükanneye altıda bir verdiğine şâhid oldum" der.
Hz. Ebu Bekir
(radıyallahu anh) verilen cevaba mutmain olmaz. "Buna şehâdet edecek biri
var mı?" diyerek şâhid arar. Muhammed İbnu Mesleme (radıyallahu anh) şehâdet
edince, cedde için altıda bir hisseye hükmeder.
Zehebi, Hz.
Ebu Bekir (radıyallahu anh)'in sünnete kayıtsız şartsız bağlılığını te'yîden şu
vak'ayı da kaydeder: Hz. Ebu Bekir, bir gün bir zâta hadîs rivâyet eder.
Muhâtabı, yapılan rivâyetin açıklanmasını ister. Hz. Ebu Bekir (radıyallahu
anh)'in cevabı kısa ve kesin olur:- Hadîs, sana rivâyet ettiğim gibidir. Ben
bilmediğim bir şeyi sana söylersem hangi arz beni kabul eder!"
Hadîslerin
yazılması meseleleriyle ilgili bahiste genişçe temâs ettiğimiz üzere Hz. Ebu
Bekir (radıyallahu anh) hadîsleri yazmayı düşünmüş ve beşyüz kadar- hadîs
yazmış, ancak "hata girmiş olabilir" endişesiyle yakmıştır. [50]
Hz.
Ömer'in İhtiyatı:
Hz. Ömer
(radıyallahu anh) hadîs rivâyetini tahdidde olsun, tahkikde olsun titizliği daha
da ileri götürmüş, âdeta sistemleştirmiş, bir nevi devlet politikası hâline
getirmiştir. Zehebî kendisinden "Hadîs naklinde hadîsçiler için tesebbüt
(araştırma, titiz davranma) yolunu açtı" diye bahseder. [51]
a)
Tahkîk:
Hz. Ömer
(radıyallahu anh)'in dikkatimizi çeken ilk vasfı, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın sağlığında hiç işitmediği bir hadîs rivâyet edilecek olursa,
ikinci bir şâhit istemek sûretiyle bunu tahkîk etmektir. Bunun muhtelif
örnekleri var:
Ebu
Sa'îdi'l-Hudri (radıyallahu anh) anlatıyor: "Ensârın bulunduğu bir
mecliste oturuyordum. Ebu Musa el-Eş'arî (radıyallahu anh) beti benzi atmış
olarak çıkageldi. Korku içinde olduğu hâlinden belli idi. Bize: "Hz. Ömer
(radıyallahu anh)'in huzuruna girmek için izin istedim. Üç sefer tekrar etmeme rağmen
cevap alamadım. Ben de geri döndüm. Arkamdan adam göndererek
geri çağırttı ve: "Niye girmedin" diye
sordu. "Üç sefer izin istedim, cevap alamayınca geri döndüm. Çünkü
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın: "Biriniz üç sefer izin istedikten
sonra cevap alamazsa geri dönsün" dediğini işittim" diye açıklama
yaptım. Bu cevabım üzerine Hz. Ömer (radıyallahu anh): "Hz. Resûl
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın böyle söylediğine dâir ya delil getirirsin veya
elimden çekeceğini sen bilirsin" dedi. İçinizde Resûlullah (âleyhissalâtu
vesselâm)'dan bunu işiten var mı?" diye sordu. Ubey İbnu Ka'ab:
"Seninle cemaatin en küçüğü gelebilir" dedi. Cemaatin en küçüğü
bendim. Kalktım. Ebu Musa (radıyallahu anh) ile beraber gittik. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın bunu söylemiş olduğunu haber verdim. Bunun üzerine
Hz. Ömer, Ebu Musa (radıyallahu anhüma)'ya: "Ben seni itham etmiyorum.
Fakat halkın Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) hakkında gelişigüzel
konuşmasından korktum" dedi."
Bu hadîsin
fârklı tariklerinde bâzı açıklayıcı ziyadeler gelmiştir. Ebu Bürde (radıyallahu
anh)'nin rivayetinde Ubey İbnu Ka'ab (radıyallahu anh) Hz. Ömer'e çıkışır:
"Ey İbnu'l-Hattâb, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın Ashâbına azâb
(verici) olma!" Hz. Ömer de ona şu cevabı verir: "Subhânallah! (Niye
yanlış anladınız!) Ben yeni bir hadîs işittim ve tahkik edeyim dedim."
Zürkânî'nin de
kaydettiği üzere, âlimler, Hz. Ömer (radıyallahu anh)'in bu davranışına bazı
açıklamalar getirmişledir: "Hz. Ömer (radıyallahu anh), kendisinin de
söylediği üzere Ebu Musâ hazretlerini ithamı düşünmemiştir, ancak devrinde,
Medine'de yeni müslüman olanlar mevcut. Bunların, içinde bulundukları şu veya
bu durumdan bir çıkış ümid veya korkusuyla Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
hakkında hadîs uydurmaya tevvessül edeceklerinden korkmuş olabilir. Bu durumu
önlemek için, yeni müslümanlar nezdinde (caydırıcı, psikolojik bir baskı hâsıl
etmek için) şu fikrin yaygınlık kazanmasını istemiştir: "Kim böyle bir işe
(yeni bir rivayete) tevessül ederse, bilsin ki şâhid getirmedikçe rivâyeti
reddedilecektir ve sigaya çekilecektir."
Bazı âlimler
de: "Hz. Ömer (radıyallahu anh)'in bu davranışının hedefi Ebu Musa
değildir, onun rivayetinden şüphe etmiş olması söz konusu değildir, böyle
davranarak başkalarını caydırmayı düşünmüştür. Yâni. kalbinde maraz bulunup,
hadîs uydurmayı düşünecek olanların, bu kıssayı işiterek kendi başlarına da Ebu
Musa'nın başına gelenlerin gelmesinden korkmalarını düşünmüştür" diye
açıklama getirmişlerdir.
Nitekim, Hz.
Ömer (radıyallahu anh) bu düşünce ve bu korkuyu hâkim kılıcı benzer
davranışları eksik etmemiştir: Mescid-i Nebevî'yi genişletmek isteyen Hz. Ömer
(radıyallahu anh), Mescide mücâvir bulunan -Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın çok sevdiği ve saygı duyduğu amcası- Hz. Abbâs'ın evini istimlak
etmek ister. Abbas (radıyallahu anh)'ı çağırarak "evi sat veya bağışla,
veya sana inşa ettireceğim bir eve mukabil bunu terket" teklifinde
bulunur. Hz. Abbas (radıyallahu anh) hiç bir şıkkı kabul etmez ve teklifi
reddeder. Hz. Ömer (radıyallahu anh) teklifinde ısrar edince ihtilaf ortaya
çıkar. Meseleyi çözmek üzere Übey İbnu Ka'ab hakem seçilir. Hz. Übey
(radıyallahu anh), ev sâhibinin rızası olmadan evin istimlak edilemeyeceğini,
Hz. Ömer'in ısrar etmeye hakkı bulunmadığını söyler. Kendisini bu hükme gitmeye
delil olarak da Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan bir hadîs rivâyet eder.
Hadîs, Beytü'l-Makdis'in inşaatıyla ilgilidir. Hadîse göre Beytü'l-Makdîs'in
inşasını Cenâb-ı Hak, Hz. Dâvud (aleyhisselâm)'a emrettiği zaman, inşaat
sahasındaki bir evi zorla yıktırmak isteyen Hz. Dâvut (aleyhisselâm)'a Cenâb-ı
Hak şöyle vahyediyor: "Ey Dâvud, Ben sana içerisinde Bana zikredilecek,
Benim için bir ev inşa etmeni emrettim. Sen ise evime gasb sokmak istedin. Gasb
bana yakışmaz. Sana Benim için ev inşa etmemek cezası veriyorum."
Hz. Übey
(radıyallahu anh) bu hadîsi anlatır. Ama Hz. Ömer daha önce bunu duymuş
değildir. Übey'in elbisesinden tutarak Mescid'e kadar getirir. cemaatin
huzurunda vak'ayı anlatarak "Bu hadîsi işiteniniz var mı?" diye sorup
şahid ister Cemaatten birçok kimsenin "Evet"i üzerine Hz. Ömer
(radıyallahu anh) Übey İbnu Ka'ab'ı bırakır ve Hz. Abbâs (radıyallahu anh)'a
ısrardan vazgeçer.
Bilâhare Übey
İbnu Ka'ab, Hz. Ömer (radıyallahu anhüma)'in huzuruna çıkarak "Resülullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'tan rivâyet ettiğim hadîs husunda beni itham mı
ediyorsun?" diye sorar. Hz. Ömer:
"- Hayır!
Allah'a yemin ederim ki seni ithâm etmiyorum. Fakat Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'tan rivâyet edilen hadîsin halk arasında çok "zahir"
olmasını istemedim" der.
Şahit isteme
hususunda Hz. Ömer (radıyallahu anh)'in Übey İbnu Ka'ab gibi Ashâb (radıyallahu
anhüm)'ın büyüklerinden, eskilerinden diğerleri arasında fazlaca itibarı olan
birini seçmesi gerçekten mânidardır. Ve üstelik, kendisinden şüphe etmediğini yeminle
temin ve te'kid de edince.
Şu halde bu
davranışın asıl gâyesi bütün cemiyet üzerinde psikolojik baskı meydana
getirerek yeniler arasında zuhûru muhtemel kötü niyetleri caydırıp hadîs
konusundaki laubalilikten vazgeçirmektir. İbnu Abdilber, Hz. Ömer'in münafık,
fâcir ve bedevîlerden korktuğunu belirtir. Hadîse kizb, hile, tedlîs bunlardan
gelebilecektir. Nitekim, Hz. Osman (radıyallahu anh) zamanında patlak verecek
olan fitne hareketleri, Hz. Ömer (radıyallahu anh)'in yeni müslümanlar
karşısındaki ihtiyatkârlıkta ne kadar haklı bulunduğunu gösterecektir.
Hz. Ömer
(radıyallahu anh)'le ilgili son bir misâlimiz Misver İbnu Mahreme'nin
rivâyetidir. Der ki: "Hz. Ömer (radıyallahu anh), kadınlarda düşüğe sebep
olanların cezası hakkında bir şey bilmiyordu. Halka sordu. Muğîre İbnu Şu'be
(radıyallahu anh): "Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın bu mevzuda,
erkek veya kadın bir köleye hükmettiğine şâhid oldum" dedi. Hz. Ömer
(radıyallahu anh): "Bu hadîs için, seninle beraber şâhid olan bir başkasını
daha getir!" diye emretti. Muhammed İbnu Mesleme (radıyallahu anh)
şâhidlik etti." [52]
Hatıra
Gelen Bir Sual:
Hz. Ömer
(radıyallahu anh) sonradan işittiği her hadîs için şâhid istemiş midir?
Cevabımız
"hayır"dır. Hiç kimse böyle bir iddiada bulunmamıştır, bulunamaz da.
Aslında buna gerek de yoktu. Çünkü, bazı kereler şâhid istemek ve bunu kasd-ı
mahsusla mescid cemaatinin huzurunda yapmak güdülen gâyenin tahakkuku için
yeterli idi. Nitekim Hz. Ömer (radıyallahu anh)'in ilk defa işittiği halde
şâhid istemeksizin, hükmüyle amel ettiği rivayetler de mevcuttur. Nitekim, bu
bahsin başında Ashâb (radıyallahu anhüma)'daki sünnete teslimiyet ruhunu
göstermek sadedinde kaydettiğimiz Said İbnu Müseyyeb hadîsi bunlardan biridir.
Rivâyette belirtildiği üzere, Dahhâk İbnu Süfyan'ın büyükanneye (cedde)
mirastan ayrılması gereken payla ilgili yaptığı rivâyeti Hz. Ömer- (radıyallahu
anh) şâhid istemeksizin kabul etmiş ve tatbikata koymuştur.
Aynı
şekilde sebep olunan düşüğün bir köle ile hükme bağlanmasında Hammat İbnu Mâlik
(radıyallahu anh)'in rivâyetine uymuştur, şâhid istememiştir.
Keza, Hz. Ömer
Şam seferine çıktığı zaman yolda iken Suriye arâzisinde veba salgını haberi
gelir. Yoluna devam edip etmeme ve alınması gereken tedbir hususunda tereddüde
düşer. Önce yanındaki Muhacirûnu dinler, farklı tavsiyelerde bulunurlar. Sonra
Ensârı çağırır, onları dinler onlar da farklı görüşler ileri sürerler. Sonra: "Bana fetih
muhâcirlerinden olan Kureyş yaşlılarını çağırın" der. Bunlar ihtilaf
etmeksizin dönmeyi teklif ederler. Hz. Ömer (radıyallahu anh) kararda zorluk
çekerse de, bir ihtiyacı için oradan ayrılmış bulunan Abdurrahman İbnu Avf
(radıyallahu anh)'ın dönüşü meseleyi çözer: "Ben, der, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ı dinledim: "Bir yerde veba olduğunu
duyarsanız oraya gitmeyin, bulunduğunuz yerde çıkarsa orayı terketmeyin"
demişti".
Sâlim İbnu
Abdillah (radıyallahu anh)'ın kesin ifadesine göre, Hz. Ömer (radıyallahu anh)
bu rivayet üzerine geri dönme emri verir. Hadîs için ikinci şâhid istendiğine
dair hiç bir rivayet mevcut değildir.
Hz. Ömer
(radıyallahu anh) İran fethedildiği zaman oradaki mecusîlere müşrik statüsü mü,
ehl-i kitap statüsü mü uygulanacağı hususunda karar veremez. Yine aynı
Abdurrahman İbnu Avf (radıyallahu anh)'ın "ehl-i kitaba karşı uygulanan
statü'nün tâkip edileceği" ne dair rivayetini benimsemiş ve şâhid
istememiştir.
Zina yapan
mecnûn bir kadının recmedilme kararından dönmede, tek kişinin, Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'den rivâyet ettiği şu hadîse uymuştur ve şahid
istememiştir:
"Üç kimse
hakkında kalem yürütülmez (yani günah yazılmaz, sorumlulukları yoktur):
Uyanıncaya kadar uyuyan, büluğa erinceye kadar küçük, kendine gelinceye kadar
mecnun (deli)."
Hz. Ömer
(radıyallahu anh), parmaklarla ilgili diyetin farklı olması gereğine
inanıyordu. Çünkü elde ifa ettikleri hizmet bir değildi. Ancak, parmaklara aynı
değerde diyet takdir edileceğine dâir hadîs-i şerifi işitince, şâhid
istemeksizin eski kanaatinden dönmüş ve hadîsi uygulamaya koymuştur.
İbnu Hazm,
el-Muhallâ'da, kadınların mihrini belli bir miktara bağlamak isteyen Hz. Ömer
(radıyallahu anh)'e bir kadının, Kur'ân-ı Kerîm'den âyet[53]
okuyarak buna karşı çıkması üzerine, kararından dönmesini de Hz. Ömer'in
haber-i vâhid'le ameline örnekler meyanında kaydeder.
Misaller
çoğaltılabilir. Biz son olarak, daha önce kaydettiğimiz muknî bir rivâyeti
hatırlatacağız. Hz. Ömer (radıyallahu anh) bizzat itiraf etmiştir ki,
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı hergün tâkib edebilmek için Ensar'dan bir
komşusu ile anlaşmıştır. Bir gün biri Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
meclisine gitmekte, diğer gün öbürü. Akşam olunca
herkes kendi gününde görüp işittiklerini arkadaşına anlatmaktadır. Bu da,
şâhitsiz olarak, tek kişinin rivâyetini kabul etmeye bir başka örnektir. [54]
b)
Tahdîd:
Hz. Ömer
(radıyallahu anh)'in hadîsleri tahkîk hususunda tâkip ettiği siyâseti
açıkladıktan sonra, bunu tamamlayıcı mahiyetteki ikinci bir prensibi ve
davranışı daha belirtmemiz gerekmektedir: Tahdid. Yâni hadîs rivâyetini
sınırlamak, azaltmak.
Aslında bu
hususa önceki açıklamalarımızda yeterince dikkat çekmiş sayılırız. Zira, Ebu
Musa el-Eş'arî ve Ubey İbnu Ka'ab (radıyallahu anhüma) gibi Ashâb (radıyallahu
anh)'ın ulularından olan ve bizzat Hz. Ömer (radıyallahu anh) tarafından da
haklarında suizanna düşmediği, nazarında müttehem olmadıkları itiraf edilen
zâtlara karşı, rivâyetleri sebebiyle "tahkîk eylemi" ne tevessül
edişinin gerçek sebebi olarak halkı, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)
hakkında rastgele konuşmaktan caydırmak, bir başka ifâde ile hadîs rivâyetini
tahdîd etmek, sınırlamak olduğunu belirtmiştik.
Hz. Ömer
(radıyallahu anh)'in icraatı arasında bu mânayı te'yid eden daha sarih
tatbikata rastlamaktayız. İbnu Abdilber'in Câmiu Beyâni'l-İlmi ve Fadlihi adlı
kitabında kaydettiği bir rivâyette, Hz. Ömer (radıyallahu anh)'in Ammâr İbnu
Yâsir'le birlikte Kufe'ye gönderdiği Karaza İbnu Ka'ab'ın anlattığına göre, Hz.
Ömer (radıyallahu anh) onları, Medine'nin üç mil kadar dışında yer alan Sırâr
mevkiine kadar uğurladıktan sonra durur, abdest tazeler -ve oraya kadar geliş maksadının,
bu tenbîhi yapmak olduğunu da belirttikten sonra- şu tenbihte bulunur:
"Siz öyle
bir beldeye gidiyorsunuz ki, ora halkının Kur'ân okuyuşu arı uğultusu gibidir.
Sakın hadîs rivâyetiyle onları meşgul edip Kur'ân'dan uzaklaştırmayın. Kur'ân'ı
tecvîd üzere okuyun, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan rivâyeti az
yapın... " Karaza (radıyallahu anh) Kûfe'ye varınca halk: "Bize hadîs
rivâyet et!" diye talebde bulundu. Karaza: "Hayır! Ömer İbnu'l-Hattâb
(radıyallahu anh) bunu bize yasakladı" cevabını verdi.
Zehebî'nin bir
rivâyeti, hadîs rivâyetini fazla yapanlara Hz. Ömer'in "nasihatten"
de öte zecrî tedbirler aldığını göstermektedir. Zira İbnu Mes'ûd, Ebu'd-Derdâ
ve Ebu Mes'ud el-Ensârî'yi "çok hadîs rivâyet ettikleri için" hapse
atmıştır.
Hz. Ömer (radıyallahu
anh)'in çok rivâyeti sebebiyle dikkat çeken, târizlere mâruz kalan Ebu Hureyre
(radıyallahu anh)'ye karşı tutumu da burada kayda değer. Bir gün Ebu
Hüreyre'yi, çok rivâyetten menetmek maksadıyla huzuruna çağırır ve sorar:
- Falancanın
evinde Hz. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ile beraber olduğumuz günü
hatırladın mı?" Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) :
- Evet! Ve
beni de ne için çağırdığını şimdi anladım" der. Bunun üzerine Hz. Ömer
(radıyallahu anh):
- Hayır (mâdem
öyle, seni menetmiyorum!) git ve rivâyet et!" der. Ama, yine de bir başka
rivâyetten anlıyoruz ki, Hz. Ömer (radıyallahu anh)'in getirdiği yasaklama
havası Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) üzerinde bile tesir icra etmiş ve onu az
ve ölçülü rivâyete sevketmiştir:
Ebu Seleme der
ki: "Ebu Hüreyre (radıyallahu anh)'den sordum: "Sen Hz. Ömer
(radıyallahu anh) zamanında da böyle (çok) hadîs rivâyet eder miydin?"
Bana şu cevabı verdi: "Ben Ömer zamanında, size rivâyet ettiğim gibi çok
hadîs rivâyet etseydim, o beni kamçısıyla döverdi".[55]
Hz.
Ömer'in Hadîs Öğrenmeye Teşvîkleri:
Sözü bu
noktada bırakıp asıl mevzuumuza devam ettiğimiz takdirde, Hz. Ömer (radıyallahu
anh) hakkında yanlış kanaat edinmemize sevkedebilecek bir eksiklik olacaktır.
Halbuki ilimde esas olan, bir mevzuya giren her noktayı imkan nisbetinde ibraz
etmek, nazar-ı dikkatlere arzetmekir. Meseleyi bu noktada bırakmak ayrıca hadîs
düşmanlarının eline de istismar edecekleri bir koz vermek olur. Çünkü, İbnu
Abdilber'in kaydettiği üzere, başta yukarıda sunduğumuz Karaza hadîsi olmak
üzere, Hz. Ömer (radıyallahu anh)'in hadîs rivâyetine koyduğu tahdidle ilgili
rivâyetleri, "Sünnete sataşmayı meslek edinmiş, bid'at ehli ve
benzerlerinden câhil ve mârifetsiz takımı, delil olarak kullanarak müslümanları
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın hadîslerinden uzaklaştırmaya, hadîse
gerek olmadığına inandırmaya çalışmışlar, hadîs ehlini de kötülemeye vesile
kılmışlardır. Halbuki Kitabullah'ın gösterdiği hedefe ancak sünnetle
ulaşılabilir."
İbnu Abdilber,
âlimlerce dermeyan edilen bir çok sebeplerle, Hz. Ömer'in
tahdid siyâsetinden, kötü niyetlilerin çıkardığı
mânâları çıkarmanın mümkün olmadığını belirtir. Özetleyelim:
1- Hz. Ömer (radıyallahu anh) bu tahdidiyle Kur'ân'ı ihmal etmeyi
önlemeye çalışmıştır.
2- Söz konusu yasaklama bir hüküm ifade etmeyen, sünnet olmayan
sözlerle ilgilidir. Hatta bu görüş sâhipleri Karaza hadîsinin zayıflığına
dikkat çekerler. Çünkü daha mevsuk rivâyetler Hz. Ömer (radıyallahu anh)'in
hadîs öğrenmeye teşvîk ettiğini göstermektedir. Mesela şu delillere bakalım:
"Ubeydullah
İbnu Abdillah İbnu Utbe, Hz. Ömer'in bir cuma günü şu hutbeyi irad ettiğini
rivâyet etmiştir:
".... Ben
size Allah'ın söylememi takdir ettiği bir konuşma yapacağım. Kim bunu öğrenir,
anlar ve ezberlerse gidebildiği yere kadar gidip anlatsın. Kim de bunu (aynen)
aklında tutmaktan korkarsa
ben ona hakkımda yalan söylemesini helâl etmiyorum. Allah (celle celâluhu),
Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm)'i hak ile gönderdi. O'nunla birlikte Kitap
indirdi. O'nunla indirdiklerinden biri de recmdir..." Şu halde bu rivâyet
de gösteriyor ki, Hz. Ömer (radıyallahu anh)'in Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'den çok rivâyeti yasaklayıp, az rivâyeti emretmesinden maksad,
Resûlullah (aleyhisselâtu vesselâm) hakkında yalan ve hatayı önlemektir. O, çok
rivâyet edilince iyi akılda tutulmamış, hıfzı güzel yapılmamış şeylerin de
rivayet edilebileceğinden korkuyordu. Çünkü rivâyeti az olanın zabtı, çok
olanın zabtından daha kuvvetli olur. Az rivâyet, çok rivâyette emin olunamayan
sehiv ve hatadan daha selâmettedir. İşte bu sebeple Hz. Ömer (radiyallahu anh)
rivâyette azlığı emretmiştir. Şâyet rivâyetten hoşlanmayıp kötü addedseydi onun
azını da çoğunu da yasaklardı. Nitekim şöyle dememiş midir:
"- Kim
hadîsi hıfzetmiş ve aklında tutmuş ise rivâyet etsin."
Nasıl olur da,
onlara, Resûlullah (aleyhisselâtu vesselâm)'dan hem hadîs rivayet etmeyi
emreder hem de yasaklar. Bu doğru ve makul değildir. Resûlullah (aleyhissalatu
vesselâm)'dan az rivâyette bulunmayı emrederken nasıl olur da rivâyet yasağı
koymuş olur. Üstelik: "Kim benim sözümü öğrenir, anlar ve ezberlerse
gidebildiği yere kadar gidip anlatsın" diyerek kendi sözünü rivayete
teşvik etsin ve ilâveten: "Kim de onu (aynen) aklında tutmaktan korkarsa
hakkımda yalan söylemesin" dediği halde Hz. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
hakkında kesin yasak koysun, bu mâkul değil..."
İbnu Abdilber,
Medine ehlince Hz. Ömer (radıyallahu anh)'den rivâyet edilen sahîh âsâr'dan
başka, Kitap ve Sünnete olan muhâlefeti sebebiyle Karaza hadîsinin bu babta
hüccet olamayacağını söyledikten sonra Kitap ve Sünnet'ten bazı örnekler
kaydeder:"
Kitaptan
örnekler:
"Allah'ın
Resûlünde sizin için güzel bir örnek vardır." (Ahzab: 33/21)
"Resûl
size ne getirmişse onu alın."
(Haşr: 59/7)
"O
halde Allah'a ve O'nun ümmî peygamber olan Resûlüne -ki kendisi de o Allah'a ve
O'nun sözlerine iman etmekte olandır- iman edin, ona tâbi olun, tâ ki doğru
yolu bulmuş olasınız." (A'râf:
7/158)
"Şüphesiz
ki sen herhalde doğru bir yolun rehberliğini yapıyorsun. O yol Allah'ın
yoludur..." (Şura: 42/52)
Kur'an'da bu
çeşit âyet çoktur. Bu âyetlere tâbi olmak, hükmünü yerine getirmek, emirlerin
hududunda durabilmek ancak Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan gelecek
rivâyetlerle mümkündür. Öyleyse Hz. Ömer (radıyallahu anh)'in Allah'ın emrine
muhalif bir emirde bulunacağını kim aklından geçirebilir. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) da: "Allah, benim sözümü dinleyip belleyen,
sonra da dinlemiyene ulaştıran kulun yüzünü (kıyâmet günü) tâze kılsın"
buyurmuştur. Bu hadîste de kendisinden tebliğde bulunmaya, te'kidli bir teşvik
mevcuttur. Keza Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurmuştur: "Benim
konuştuklarım dışında da benden alın ve bana nisbet ederek rivâyet
edin"... Bu söz de, bu babta, aklı ve idraki olanlar için gündüzden
daha aydınlıktır".
İbnu Abdilber
bir de şu mülâhazayı yürütür: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan
rivâyet ya hayırdır, ya şer. Şayet hayırsa -ki hayır olduğunda şüphemiz yok-
hayırda çokluk efdaldir, daha iyidir. Şayet şerse Hz. Ömer (radıyallahn anh)'in
halka şerden az miktarda işlemelerini tavsiye edeceğini zannetmek câiz olmaz.
Öyle ise bu söylediğimiz husus, sana, Hz. Ömer'in hadîs rivâyetini az yapmayı
emretmesi, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) hakkında yalan ve hataya düşülme
korkusundan, Sünnet ve Kur'an üzerine düşünmeye vakit kalmayacak kadar
meşguliyete dalmak korkusundan olduğunu göstermelidir. Zira çok rivâyet eden kimseyi mutlaka
tefekkürsüz ve kavrayışsız bulursun."
Bundan sonra
İbnu Abdilber Hz. Ömer (radıyallahu anh)'in mevzuya müteallik bazı sözlerini
kaydeder:
"Kim bir
hadîs dinler, sonra da duyduğu şekilde (yani artırıp eksiltmeden) rivayet
ederse selâmete erer."
"Ferâizi
ve sünneti öğrenin, tıpkı Kur'ân'ı öğrendiğiniz gibi:" (Kur'ân ve sünneti
burada bir tutmuştur.)
"Sünnet,
feraiz ve lahm (dilin doğru kullanış kaideleri) tıpkı Kur'ân'ı öğrendiğiniz
gibi öğrenin".
"Rey'den
sakının. Zira rey ashabı sünnet düşmanıdır. Hadîsler, onları kör etmiştir,
ezberleyemezler".
"Yolların
en hayırlısı Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm)'in yoludur".
"Birgün
gelecek Kur'ân-ı Kerîm'in müteşâbih ayetlerini kendilerine delil yaparak
sizinle mücâdeleye girişecek kimseler çıkacak. O zaman onlara karşı sünneti
esas alın. Zira, Sünnet ehli, Kur'ân'ı iyi bilen kimselerdir."
Ayrıca daha
önce kaydedildiği üzere birçok durumlarda Hz. Ömer halka başvurarak, ortaya
çıkan vak'ayı aydınlatıcı rivâyet sormuş ve söylenince hükmüyle amel etmiştir.
İbnu Abdilber,
Hz. Ömer (radıyallahu anh)'den rivâyet edilen sözleri sahîh ve ittifâk edilmiş
sözler olduğunu belirttikten sonra şu netice'nin çıkacağını belirtir:
"Kim bir
hadîste şüpheye düşerse terketmelidir, aksine eksiksiz olarak ezberlemişse onu
rivâyet etmesi câizdir".
Bu mevzuyu
aynı minval üzere işlemiş bulunan İbnu Hazm da, Hz. Ömer (radıyallahu anh)'in
hadîs rivâyetini yasaklamasıyla ilgili rivâyetlerin, hüccet kılınamayacak kadar
zayıf olduğuna hükmettikten sonra şöyle der: "Şayet bu rivâyetler sahihse,
yasaklama, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in hadîsleriyle ilgili
olamaz, geçmiş ümmetlere ait hikâyelere veya onlar gibi içerisinde fıkıh bulunmayan
kıssalara aittir... Çünkü hadîs rivâyetinden men etmek değil Hz. Ömer
(radıyallahu anh)'e, hiçbir müslümana helâl olmaz."
Mevzu üzerine
serdedilen mütâlaa ve açıklamalar -ki çoğunluğunu yukarıda kaydettik- Hz. Ömer
(radıyallahu anh)'in hadîs rivâyetine tahdid koyduğunu ifâde eden rivâyetlerin
reddine hükmetmeye veya zayıflığını iddia etmeye hâcet bırakmıyor. Çünkü
hadîse, ihtiyaca muhâlif bir yönü yok. Tıpkı Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın bidayette hadîs yazmayı yasaklaması gibi, Hz. Ömer (radıyallahu
anh) de, Kur'ân-ı Kerîm'e verilmesi gereken himmetin zayıflamaması, hadîs
rivâyetinin rastgele, disiplinsiz bir tarzda yapılarak, hatalı ve yanlış
sözlerin hadîslere karışmaması, yapılan rivâyetlerin anlaşılması, iyi
öğrenilmesi gibi maksatlarla bazı tahdîdler, yasaklamalar koymuştur.Onun bu
davranışı sünnete olan bağlılığının ve hadîse atfettiği kıymetin bir
tezâhürüdür. [56]
Hz.
Peygamber De Az Rivayeti Emreder:
İbnu
Abdilber kaydettiğimiz sonucu yani Hz. Ömer'in yasaklamalarının iyice öğrenilmemiş
şeylerin rivâyetini ilgilendirdiği hususunu belirttikten sonra Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in hadîslerinde de bu yasaklamanın mevcudiyetine
dikkat çeker ve örnek olarak birkaç hadîs kaydeder:
"Kişi
için, yalan olarak her işittiğini rivâyet etmesi yeterlidir."
"Çok
sözden sakının. Benden bahiste bulunan sadece hak olanı söylesin."
"Kim
benim hakkımda, rastgele konuşur, söylemediğimi bana söyletirse ateşteki verini
hazırlasın."
"Kim
benden olmadığını sandığı bir hadîsi rivâyet ederse bu kimse iki yalancıdan
biridir."
"Kim,
yalan sanılan bir hadîsi benden rivâyet ederse, o kimse iki yalancıdan
biridir".
Az rivâyet
etmeyi prensip edinenlerle ilgili olarak az sonra kaydedeceğimiz açıklamalara
ve onların sözlerine dikkat edilince yukarıda kaydettiğimiz bu rivâyetlerin
tesiri ayân beyan görülecektir. [57]
Diğer
Sahâbelerin Tutumu:
Hadîs
rivâyetindeki ihtiyatkâr tutum sâdece Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer (radıyallahu
anhüma)'de görülen bir husus değildir. Başka sahâbeler (radıyallahu anhüm
ecmain)'de de benzer davranışlar mevcuttur.
Hz. Ali yemin
ettiriyor: Şu rivâyet Hz. Ali (radıyallahu anh)'nin Resûlullâh (aleyhissalâtu
vesselâm)'dan yapılan yeni bir rivâyet işitince, mutmain olmadığı takdirde
yemîn ettirdiğini ifâde eder: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan
hadîs işittiğim vakit Allah'ın dilediği kadar ondan istifade ediyordum. Başkası
tarafından rivâyet edilince de şüpheye düşersem yemîn teklif ediyordum, şâyet
yemin ederse inanıyordum..."
Hz. Muâviye
tahdîd koyuyor: Zehebî'nin belirttiğine göre, Hz. Muâviye (radıyallahu anh) de,
hadîs rivâyetini Hz. Ömer (radıyallahu anh) zamanında yapılmış olanlarla
sınırlamak ve dondurmak istemiştir. Recâ İbnu Ebî Seleme'nin rivâyetine göre
Hz. Muâviye: "Size Hz. Ömer zamanında rivâyet edilmiş olan hadîslerle iktifa
etmenizi tavsiye ediyorum. Zira O, Resûlullah (aleyhissalûtu vesselâm)'dan
hadîs rivâyeti hususunda halkı korkutmuştur. (Böylece onun zamanında kendinden
emin olanlar hadîs rivâyet etti.)" [58]
Hadîs
Rivayetini Terk Edenler:
Mevzuumuzun
başında Ashab-ı Kiram (radıyallahu anh)'da mevcut olan sünnete teslimiyet
ruhundan bahsetmiş, bu ruhun Ashab'ı nelere sevkettiğini belirtmeye
çalışmıştık. Hemen belirtmek isteriz ki, aynı ruh bazılarını, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'dan bir söz, bir fiil naklederken eksik bırakma veya
ilavede bulunma korkusuyla hadîs rivâyetini terketmeye sevketmiştir. Bu grubu,
daha ziyade hâfızasından emin olmayan, bu yönden kendilerine güveni bulunmayan
kimselerin teşkil ettiğini söyleyebiliriz.
Bu meseleye
temas eden İbnu Kuteybe, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a yakınlığı olan
Hz. Ebu Bekir, Zübeyr, Ebu Ubeyde, Abbâs İbnu Abdilmuttalib (radıyallahu anhüm
ecmain) gibi büyüklerin, az hadîs rivâyet ettiklerine dikkat çektikten sonra
Aşere-i Mübeşşere'den olan Sâd İbnu Zeyd'in rivâyeti tamamen terk ettiğini
belirtir.
Hz. Enes İbnu
Mâlik (radıyallahu anh) birçok hadîsi rivâyet etmeyi terkettiğini şöyle ifade
etmiştir: "Hata etmekten korkmasaydım, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'den işittiğim çok şey rivâyet ederdim."
Zübeyr
İbnu'l-Avvâm'a oğlu Abdullah sorar: "Ben, İbnu Abbas (radıyallahu anh) ve
diğer birçoklarından işittiğim gibi senden niye hadis dinlemiyorum?"
Zübeyr (radıyallahu anh) şu cevâbı verir: "Gerçi
ben, müslüman olduğum günden beri, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'den
ayrılmadım, (bu sebeple çok hadîs bilirim), fakat Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın şöyle söylediğini işittim: "Kim bile bile bana yalan isnâd
ederse cehennemdeki yerini hazırlasın".
Hz. Zübeyr
(radıyallahu anh) bazı rivâyetlerde bu hadîsi: "Kim bana yalan isnad
ederse cehennemdeki yerini hazırlasın" şeklinde nakledip sözlerine
şunu eklemiştir: "İnsanlara bakıyorum da hadîse bir de "bile bile
(müteammiden)" ziyâdesini ekliyorlar, Allah'a kasem olsun ben Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın "bile bile" dediğini duymadım."
Zeyd İbnu
Erkâm (radıyallahu anh) da, hadîs rivâyet etmesi için müracaat edenlere şöyle
demiştir: "İhtiyarladık ve unuttuk. Halbuki, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'den hadîs rivâyet etmek ağır mesuliyeti mûcibtir".
İmrân İbnu
Husayn (radıyallahu anh)'dan şöyle söylediği nakledilmiştir: "Allah'a
yemin ederim, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'den hadîs rivâyet etmek
istesem, hiç durmadan üst üste iki gün rivâyet edebilirim. Fakat yapmıyorum.
Beni bundan alıkoyan husûsa gelince, bakıyorum, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'i benim gibi dinlemiş, cemaatlerinde hazır bulunmuş olan bâzıları,
hadîs rivâyet ediyorlar ama, rivâyetleri, aslına tam uygun değil. Ben, bu
duruma düşmekten korkuyorum. Hemen sana bildirmek isterim, onlar bunu bile bile
yapmıyorlar, yanılıyorlar."[59]
Çok
Rivayet:
Ashâb'ın
sünnete karşı taşıdığı titizlikten tahkîk ve tahdîd prensiplerinin doğduğunu
gösterdik ve bunlarla ilgili muhtelif meseleleri açıkladık. Aslında,
rivâyetleri bir bütün olarak alınca, bu iki prensibe ters düşen bir üçüncü
prensibin daha tezâhür ettiğini görürüz. Buna da rivâyette iksâr yâni "çok
hadîs rivâyeti" diyebiliriz. Çünkü, Ebu Hüreyre, Ebu Zerr, İbnu Abbas
(radıyallahu anhüm ecmain) gibi bâzı sahâbelerden gelen bazı rivâyet ve fiilî
durumlar, her şeye rağmen hadîs rivâyetine zorlandıklarını, buna kendilerini
mecbur hissettiklerini ifade etmektedir.
Ebu Hüreyre
(radıyallahu anh) niçin çok hadîs rivâyet ettiğini açıklama sadedinde, bu emri
Kur'ân'dan aldığını söyleyerek kendini buna âdeta mecbur hissettiğini dile
getiriyor; "Allah'a kasem olsun, eğer Kur'ân'da iki âyet olmasaydı
Hz. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan asla bir
şey rivâyet etmezdim" ve âyeti okuyor:
(Meâlen):
"İndirdiğimiz apaçık hükümleri ve doğru yolu, insanlara biz Kitap'ta beyan
ettikten sonra gizleyenler (var ya) şüphesiz Allah onlara lânet eder ve bütün
lânet edebilenler de onlara lânet eder..." (Bakara: 2/159-160)
Hz. Ebu Zerr
el-Gıfarî hazretlerinin (radıyallahu anh) ifâdesi daha çarpıcı: "Allah'a
yemin olsun! Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan duyduğum bir kelimeyi
terketmem için kılıcı boğazıma dayasanız, siz kesme işini tamamlayıncaya kadar
ben onu yine de söylerim."
Ebu
Zerr hazretleri (radıyallahu anh) bu sözü kendisi hakkında konuşma yasağı
konduğunu hatırlatan bir zata söylemiştir. İbnu Sa'd'dan gelen rivâyet şöyle:
Hadîsin baş kısmı şöyle: Evzâ'î'nin Mersed'den nakline göre, Mersed şunu
anlatmıştır: "Ben Ebu Zerr el-Gıfarî hazretlerinin yanına oturdum,
konuşuyorduk. (Ajan olduğu anlaşılan) Bir adam gelerek tepesine ekşiyip:
"Emîrül-Mü'minîn fetva vermekten seni men etmedi mi?" dedi. Bunun
üzerine Ebu Zerr (radıyallahu anh) (öfkeli bir eda ile) şunu söyledi..."
Gerek Ebu
Hüreyre ve Ebu Zerr (radıyallahu anhüma)'i kaydettiğimiz şekilde konuşmaya
sevkeden şey, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan bildiklerini söylemek,
ilimlerini neşretmek hususundaki dersler idi. Zira O, Ashâbına: "Kim
bildiği bir ilmi gizlerse kıyâmet günü ağzına ateşten bir gem vurularak
getirilir" diyerek bildiklerini söylemelerini tavsiye etmiştir. Bu
mânâda başka hadîsler de var. Râvilerinin İbnu Abbâs, Ebu Hüreyre, Ebu Sâd
el-Hudrî (radıyallahu anhüm) gibi çok rivâyetle tanınmış (müksir) veya İbnu
Mes'ud gibi, yine rivâyeti fazla olan sahâbelerden olması oldukça mânidardır.
Bu
açıklamalarımızdan şöyle bir neticeye varabiliriz: İdarî sorumluluk altında
bulunan Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Ali, Hz. Osman, Hz. Muâviye (radiyallahu
anhüm ecmain) gibi büyükler hadîs rivâyetinde "tahkîk siyâseti" güdüp
rastgele herkesin (fasık, bedevî, münâfık, dikkatsiz...) rivâyet cesaretini
kırarak hadîslere yabancı unsurların girmesini önlemeye çalışmışlardır.
Hafızası zayıf
olanlar veya zabt cihetinden kendilerine güvenemeyenler de "tahdid
prensibi"ni esas alıp az rivâyet etme yolunu tutmuşlar, iyice emîn
olmadıkları, aslına uyup
uymamakta şüphe ettikleri mâlumatlarını, hâtıralarını rivâyet etmemişlerdir.
Aksine,
hâfızası kuvvetli olduğu veya yazdığı için, hadîsleri aslına uygun şekilde
koruduğundan emin olanlar da çok rivâyetten çekinmemişlerdir. İlmin
gizlenmemesini emreden rivâyetlerin bu sahâbeler tarafından rivâyet edilmesi de
mânidardır. Zira Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) prensip olarak her zaman
muhatabına en muvafık gelen tavsiyede bulunmuştur.
Şurası
muhakkak ki, hadîs rivâyetinde Ashab (radıyallahu anhüm)'da müşahede ettiğimiz
bu üç çeşit davranışın sübjektif ve ruhî muharriki aynı düşüncededir. Sünnete
atfedilen kıymet, sünnet karşısında takınılan titizlik tavrı. [60]
Tahkikin
Mahiyeti:
Sahabelerden
bazılarının, ilk defa işittikleri bir hadîs karşısında, diğer sahâbeye karşı
şâhid istemek, yemin ettirmek gibi tavır almaları veya bazan birbirlerini
"kizb"le ithamları, üzerinde iyice durulması gereken bir mevzudur.
Çünkü bu çeşit tavırlar, muhatabı "ithâm" mânası taşır. Halbuki Ehl-i
Sünnet uleması Sahâbe'nin hepsinin âdil olduğuna hükmeder.
Burada bir
tezâd söz konusu olamaz mı?
Bu husus tâ
bidâyetten beri müslüman âlimlerin dikkatini çekmiş ve mesele üzerinde açıklama
yapma gereğini hissettirmiştir.
İmâm
Şâfi hazretleri (radıyallahu anh) meseleyi, haber-i vâhid'le amel prensibine
bağlı olarak izah eder. Ona göre, haber-i vâhid'le, yani bir kişinin getirdiği
haberle amel edilebilir bu câizdir. Ancak, bâzı mülâhazalarla, haber-i vâhidle
amelin cevâzına rağmen, şâhid istenebilir. Ona göre kişiyi, haberi getirenden
bir de şâhid istemeye sevkeden mülahaza üçtür:
1- Haber-i vâhid, makbul olsa da, rivâyetin çokluğu, getirilen
haberi takviye eder, bu sebeple ihtiyâten şâhit istenir.
2- Muhbiri, yâni haberi getiren kimseyi tanımıyorsa, kişi, haberine
güvenebilmek için tanıdıklarından bir şâhid ister,
3- Muhbir, kişi nazarında sözüne güvenilir birisi değildir, sözüne
güvenebileceklerinden bir şâhid getirmesini ister.
İmam Şafiî bu
açıklamasını şöyle tamamlar: "Hz. Ömer'in, Ebu Mûsa el-Eş'arî (radıyallahu
anhüma)'ye karşı tutumu birinci şıkka girer, yani ihtiyat için."
Sahâbelerin
birbirlerine itirazı, aslında, rivâyet ettiği şeye değil, ondan çıkardığı
hükmedir. Meselâ daha önce kaydettik, Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'i ateşte pişen bir şeyi yedikten sonra abdest aldığını
görünce "ateşte pişenin yenmesi abdesti bozar" hükmüne varmıştır.
İbnu Abbas buna itiraz etmiştir. Şu halde İbnu Abbas (radıyallahu anh) burada
Hz. Ebu Hüreyre'nin naklettiği vak'ayı reddetmiyor, ondan çıkardığı hükmü
reddediyor. Acaba yemek sırasında Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in
abdesti var mıydı?
Şurası
muhakkak ki, bu çeşit itirazların gerisinde Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'dan işitileni kısmen unutma, eksik işitme, yanlış anlama, nâsih
hükümden haberi olmama şüpheleri de vardır. Nitekim bu şüphelere hak verdiren
birçok vak'a mevcuttur, burada teferruata girmiyeceğiz.
Kendisi için
"yeni" olan bir hadisi dinleyen Sahâbi, hadîsi rivâyet eden Sahâbî'ye
inanmakta ve güvenmekte olmasına rağmen, o konuda daha bir itminan aramaktadır.
Tıpkı Hz. İbrahim gibi... Hz. İbrahim (aleyhisselâm), Allah'ın varlığına,
birliğine, yaratmasına, ölümden sonra yeniden dirilmeye vs. tam bir imanla
inandığı halde "ölülerin dirilişi" husûsunda bir de rü'yet yâni
"gözü ile görmek" taleb etmiştir. Cenâb-ı Hak: "Ölüyü
dirilttiğime inanmadın mı?" deyince: "İnandım fakat kalbimin
tatmin olmasını istedim" meâlinde cevap vermiştir (Bakara: 2/260).
Bizzât Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Biz şüpheye İbrahim'den
daha haklıyız" diyerek -Nevevî'nin ifâdesiyle- burada "yakinin
ziyâdeleşmesi"ni taleb etmiştir. Alimler, Sahâbelerin birbirlerine karşı
tutumunu buna benzetirler: Onlar, meşru olan "yakîn'in
ziyâdeleşmesini" ve itminanın kuvvetlenmesini taleb etmişlerdir."[61]
Şu halde,
sahâbenin birbirini tenkidinden sahâbelerin cerhedilmesi gereğine delil bulmaya
çalışanlar, kalplerindeki bir marazı ortaya koymuş olmaktadırlar. [62]
Ashabda
Hadîs Öğrenmek Gayreti:
Altının
kıymetini sarraf bilir. Hadîsin kıymetini de Ashâb bilmiştir. Ashab, "Biz
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı gördük, feyzimizi aldık" deyip hadîs
öğrenmeye karşı kendini müstağni hissetmemiştir. Müslüman nesiller arasında
hadîse en çok alaka gösterenlerin ilk nümûnelerine onlarda rastlarız. Bu yolda
en büyük gayretler, fedâkarlıklar, yorucu ve uzun seyâhat örnekleri onlardadır.
Ashâb'ın
ilmiyle meşhur olanlarından İbnu Mes'ûd'u dinleyelim: "Kendisinden başka
ilah olmayan Zât-ı Zülcelal'e kasemle söylüyorum: Ben Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın ağzından yetmiş küsur sûreyi kendi kulaklarımla dinleyip öğrendim.
Buna rağmen, bilsem ki, bir adam Kitabullah'ı benden daha iyi bilmekte ve bu
adamın bulunduğu yere deve ile ulaşmak mümkündür, mutlaka o zâta kadar
giderim."
Hadîsin bir
başka vechine göre İbnu Mes'ûd Kur'ân hakkındaki ilminin genişliğini şöyle
ifâde etmiştir. "İnen hiçbir âyet yoktur ki ben onun ne sebeple inmiş
olduğunu bilmiş olmayayım."Ebu'd-Derda hazretleri (radıyallahu anh) de
şöyle der: "Kur'ân'dan bir âyete takılacak olsam, müşkilimi giderecek zât,
Birkû'l-Gımâd'da bile olsa mutlaka giderim"[63]
Ashab'ın
başlıca dört maksadla hadîs peşine düşüp çok zahmetli seyahatlere giriştiğini
görmekteyiz:
1- Bilmediği hadîsleri öğrenmek için,
2- Duyduğu hadîsin sıhhatini tahkîk için,
3- Bildiği hadîste düştüğü tereddüdü izâle için,
4- Uluvvü isnâd (yani kulağına gelen bir hadîsi rivâyet edeninden
dinlemek) için. [64]
Uluvvü
İsnad Aramak:
Birçok
durumlarda Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in gönderdiği elçiler
üzerine, bedevîler Medine'ye adam göndererek tahkik etmişlerdir. Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'e çıkan elçi bedevîler: "Senin gönderdiğin
kimseler şöyle şöyle söylediler" diye anlatmışlar. Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm) de: "Evet" diye te'yid etmiş ve
davranışlarını ayıplamamıştır. Bu örneklerden hareket eden muhaddis sahâbeler
bilâhare, kendilerine yeni bir rivâyet ulaşınca zahmetli seyahatler pahasına
bile olsa rivâyet edeni bularak sormuşlardır.
Bunun güzel
bir örneği Hz. Câbir'den rivâyet edilmiştir. Zira o kulağına gelen tek bir
hadîsi kaynağından öğrenmek için bir aylık yolu göze almıştır. Hikâyesini
aynen, kendisinden dinleyelim:
"Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın Ashâbından birinin rivâyet ettiği bir hadîs bana
ulaştı. Derhal bir deve satın aldım. Yol levâzımını üzerine bağlayıp hadîsi
rivâyet edeni bulmak üzere yola çıktım. Tam bir ay yürüdükten sonra Şam'a
geldim.[65]
Rivâyeti yapan meğerse Abdullah İbnu Üneys el-Ensârî (radıyallahu anh) imiş.
Evine gittim. Ve "kapıda Câbir seni bekliyor" diye haber saldım.
Elçim geri gelip "Yâni, Câbir İbnu Abdillah mı?" diye sordu.
"Evet" dedim.
Abdullah İbnu Üneys
çıktı ve kucaklaştık. Kendisine:
- Bana bir
hadîs ulaştı. Onu Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan sen dinlemişsin, ben
dinlemedim, mezâlimle ilgili bir hadîs (sen veya ben ölüveririz diye korktum)
dedim. "
Bunun üzerine
hadîsi şöylece rivâyet etti: "Ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı
dinledim, buyurmuştu ki: "Allah kullarını veya insanları -râvilerden
Hemmâm şüpheye düştü ve eliyle Şam'a işaret etti- ayakkabısız, elbisesiz ve
(dünyada rastlanan körlük, sağırlık, sakatlık gibi arazlardan sâlim ve)
eksiksiz olarak haşredip toplar. Uzakta ve yakında bulunan herkesin işiteceği
bir sesle nida eder: "Ben hükmeden kahhâr olan melikim. Cennet ehlinden
hiç kimsenin -cehennemlik bile olsa- kendisinden taleb ettiği tek tokatlık bir
zulmü kaldıkça cennete girmesi câiz değildir. Kezâ cehennem ehlinden hiç
kimsenin, cennetlik birinin kendisinden talep ettiği -tek tokatlık bile olsa-
bir zulmü kaldığı müddetçe cehenneme girmesi câiz değildir."
Abdullah
der ki: "Biz, bu nasıl olur, zâten Allah'u Zü'l-Celâl Hazretlerine
ayakkabısız, elbisesiz ve sünnet edilmemiş vaziyette (anadan doğduğumuz gibi,
hiçbir şeysiz) geleceğiz? diye sorduk da bize: "İyilikler ve
kötülüklerle" diye cevap verdi."[66]
Hadîs öğrenme
hususunda, gösterilen gayrete en iyi örneklerden biri İbnu Abbâs (radıyallahu
anhüma)'dır. Zira, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın vefatında yaşı küçük
olan İbnu Abbas (radıyallahu anhüma), kendisini müksirun (çok hadîs rivâyet
edenler) arasına dâhil edecek miktara ulaşan rivâyetlerini, çoğunlukla, hadîs
bilen Sahâbeleri tâkib etmek suretiyle öğrenmiştir. Kendisinden kaydedeceğimiz
şu sözleri, bir hadîs kulağına gelince, bu şekliyle yetinmeyip, ilk râvisini
bulmaya ehemmiyet verdiğini gösterir: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'in Ashab'ından birinin rivâyet ettiği bir hadîs bana ulaşınca,
dilediğim takdirde, kendisine bir adam göndererek yanıma çağırıp, onu
dinleyebilirdim.[67]
Fakat böyle yapmıyor ben onun ayağına gidiyor, çıkıp hadîsi anlatıncaya kadar
kapısında bekliyordum."
Tereddüdü
izale için yapılan seyahatle ilgili en güzel örneği, Ebu Eyyub el-Ensarî
Hazretleri'nden kaydederek tek bir hadîs için Kuzey Afrika'ya gittiğini
belirttik. [68]
Hadîsin
Zabt Ve Tesbitinde Hizmeti Geçen Bazı Sahabeler
1- Ebu Hüreyre:
Hadîs rivâyeti
deyince ilk akla gelen Ebu Hüreyre Hazretleri (radıyallahu anh)'dir. Zira 5375
hadîsle en çok hadîs rivâyet eden Sahâbidir. Onun hayatı sâdece rivâyetlerinin
çokluğu değil, hadîs öğrenmedeki aşkı, metodu, gayreti ve kabiliyeti, Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) ve diğer sahâbelerle (radıyallahu anhüma
ecmain) olan münasebetleri yönüyle de bizler için ibretlerle doludur. Ayrıca,
başta müfrit şiîler, müsteşrikler ve bazı münâfık tabiatlılar olmak üzere bir
kısım ölçüsüzler Ebu Hüreyre Hazretlerine dil uzattıkları için onun hayatı
hakkında genişçe bilgi vermeye çalışacağız.
Ebu Hüreyre
Hazretleri (radıyallahu anh) Yemen'in Devs Kabilesi'ndendir. Hicretin yedinci
yılında, Hayber seferi sırasında hicretle Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a
dâhil olmuştur. Bâzı kayıtlara göre, müslüman oluş târihi bir kaç yıl öncelere
iner ve Tufeyl İbnu Amr ed-Devsî'nin dâvetiyle İslâm'a girmiştir. Medîne'ye
gelince Mescid'in Suffe kısmına yerleşerek Ashâb-ı Suffe'ye dâhil olmuştur.
Asıl adı
hususunda çokça ihtilaf edilmiştir. Nevevî'nin el-Esma ve'l-lügât'de
kaydettiğine göre, otuz kadar farklı görüşten en doğrusu, onun adının,
müslümanlıktan sonra, Abdurrahmân İbnu Sahr olduğudur. "Ebu Hüreyre"
künyesi, bir rivâyete göre, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) tarafından
verilmiştir. Kedileri çok seven Abdurrahman, elbisesinin kolu içerisinde bir
kedi taşımaktadır. Onu bu halde gören Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), Arap
örfünde câri olduğu şekilde "Kedicik babası" mânasına gelmek üzere
Ebu Hüreyre diye künyelemiştir. "Hüreyre" Hirr kelimesinin ism-i
tasgiridir. Hirr kedi demektir, hüreyre ism-i tasgir olunca kedicik mânasına
gelir. Asıl ismi unutularak künye veya lakab veya nisbetiyle şöhret kazananlara
her devirde, her yerde rastlanır. Nitekim Ebu Bekir es-Sıddîk Hazretleri de
bunlardan biridir.
Ebu
Hüreyre'nin asıl adının bilinmemesine Kureyşli olmaması da te'sir eder. Kureyş
kabilelerinden birine mensûb olsaydı, her şeye rağmen göbek ismi hatırlanabilirdi.
Devs, Mekke ve Medîne'den çok uzaklardadır, İslâm'a girdiği andan itibâren de
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ve Ashâbı onu hep Ebu Hüreyre diye
çağırmışlardır.
Ebu
Hüreyre'nin müslümanlara dahil oluşu Hayber Gazvesi'nin sona erdiği âna
rastlar, yâni gazveye fiilen katılmamıştır. Ancak Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) ganimetten ona da bir pay ayrılmasını emretmiştir.
Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'a dehâleti geç olmuştur ama tam olmuştur.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) hayatta olduğu
müddetçe bütün ihlasıyla O'nu takip etmiş, bir an için olsun ayrılmak
istememiştir. O, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı hadîs almak, sünnet
öğrenmek, İslâm'a hizmet etmek aşkıyla tâkip ediyordu. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) da onun bu niyetini biliyor, niyetine muvafık
muamelede bulunuyordu. Neticede, üç yıllık berâberliğe rağmen İslâm'da, değme
eski sahâbenin ulaşamadığı yüce bir makama ulaşacaktır.
Ebu Hüreyre
(radıyallahu anh), kendi ifâdesiyle "Karın tokluğuna Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'a hizmet ediyordu" ama, karnını doyuracak kadar bir yiyecek
bulamıyarak açlıktan bayılıp düşecek hale geldiği de oluyordu. Buhâri'de gelen
bu durumla ilgili bir rivâyeti "Suffe Mektebi" üzerine sunacağımız
bir açıklamada kaydedeceğiz. Belirtmek istediğimiz husus şu ki, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'la berâber olma arzusunun gâyesi "karın
doyurmak" değil, ilim ve hadîs almaktı. Nitekim İbnu Kesîr el-Bidaye
ve'n-Nihâye'de Ebu Hüreyre'nin şu rivâyetini kaydeder: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm), bir gün kendisine sorar: "Arkadaşlarının
istediği şu ganimetlerden sen istemiyor musun?" Ebu Hüreyre şöyle
cevâp verdiğini belirtir: "Ben senden, Allah'ın sana öğrettiğinden bana da
öğretmeni talebediyorum". Nitekim hâfızası ile ilgili şikâyeti de onun
ilim aşkını dile getirir: "Ey Allah'ın Resûlü, senden çok şey işitiyorum
fakat unutuyorum" diye müracaatta bulundum. Bana: "Rıdânı
yay!" dedi. Ben de yaydım. Dua buyurdu, sonra rıdamı toplayıp kucağıma
kapadım. Bundan sonra işittiğim hiçbir şeyi unutmadım".
Şu rivâyet,
ondaki ilim aşkını Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in yakinen bildiğini
gösterir: Kendisinin anlattığına göre bir defasında Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'a: "Kıyamet günü senin şefaatine kimler nail olacaktır?"
diye sorar. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) şu cevabı verir: "Ey
Ebu Hüreyre, başkalarına nazaran, hadîse karşı daha fazla hırs taşıdığını
bildiğim için, bu mevzuda buna ilk sual soracak kimsenin sen olacağını tahmin
ediyordum. Kıyamet günü benim şefâatime nail olacak, kimse, hulûs-i kalb ile
lâilâhe illallah diyen kimse olacaktır."
Şu rivâyet de
Ebu Hüreyre'nin ilim ve âhiret düşüncesine kendisini samimiyetle verdiğini
gösterir: Bir gün Ebu Hüreyre'nin kızı babasına gelerek:
"Babacığım,
kız arkadaşlarım beni ayıplıyorlar ve: "Baban seni niye altın takılarla
tezyîn etmiyor?" diyorlar" der. O şu cevabı verir: "Kızım,
onlara şunu söyle: "Babam cehennem eleminden korkuyor!"
Ebu Hüreyre
(radıyallahu anh), Yemen gibi ilim ve hikmette üstünlüğü bizzat Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm) tarafından te'yid edilmiş bulunan bir beldedendi.
Müslüman olduğu zaman okuma yazma bilmekten başka edebî zevk sâhibi olduğu da
kabul edilmekte, bâzı rivâyetlerin karînesine dayanılarak "Farsça"
bildiği ve hattâ "Habeşçe" de öğrendiği ifâde edilmektedir. Tevrat'ı
da çok iyi bildiği belirtilir. Kur'ân'la birlikte hadîsleri de yazmasında, onun
sâhip olduğu bu kültürel seviyenin rolü bulunduğu söylenebilir.
Ebu Hüreyre
(radıyallahu anh) hafızasının gücünü her ne kadar Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın duasının bereketi biliyor idiyse de, hadîsleri öğrenme hususunda
zikre şayan gayret de gösteriyordu. Bir rivâyette, "gecesini üçe
ayırdığını, bir bölümünde uyuyup dinlendiğini, bir bölümünde namaz kıldığını,
bir bölümünde de hadîs müzâkere ettiğini" belirtir.
El-Müstedrek
ve diğer bir kısım kaynakların kaydettiği üzere, hafızasının kuvveti ile ün
salan Ebu Hüreyre (radıyallahu anh)'yi Emevî halifesi Mervan İbnu'l-Hakem bu
yönden imtihan etmek ister. Bir gün huzuruna çağırarak Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın hadîslerinden sorar. Perde arkasına bir kâtip
(Ebu'z-Zu'ayzu'a) oturtur. Katip Ebu Hüreyre (radıyallahu anh)'nin her
söylediğini yazar. Katip der ki: "Mervân sordukça sordu, ben de yazdım.
Hadîslerin sayısı oldukça çoktu. Bir sene kadar geçtikten sonra Mervân, Ebu
Hüreyre (radıyallahu anh)'yi tekrar çağırdı. Aynı hadîsleri sormaya başladı.
Ben yine perde arkasında cevaplarını önceki yazdıklarımla karşılaştırarak tâkip
ediyordum. Ebu Hüreyre ne bir kelime fazla ne de bir kelime eksik
söylemişti." Bu hâdise, hadîslerin yazdırılıp, kontrol edilmesi gibi mühim
hususları aydınlatması yönüyle ayrı bir önem taşır.
Ebu
Hüreyre'nin hadîslerinin yazıldığını ifâde eden yegâne rivâyet bu değildir.
Başka rivâyetler, onun hadîslerinin tamamının, Ömer İbnu Abdilaziz'in yanında
bulunan müstakil bir mecmuada mevcut olduğunu gösterir. İbnu Sa'd'ın rivâyeti
şöyle: "Ömer İbnu Abdilâziz, Kesîr İbnu Mürre'ye mektup yollayarak,
kendisine Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın Ashâbından (radıyallahu anhüm)
işittiği hadîsleri yazmasını talebetti. Mektupta "Ebu Hüreyre (radıyallahu
anh)'nin hadîslerini hâriç tut, yazma, zira onlar yanımızda mevcut"
diyordu. Kesîr İbnu Mürre, Resûl-i Ekrem (aleyhissalâtu vesselâm)'in Ashabından
(radıyallahu anhüm ecmaîn) pek çoğunu görmüş birisiydi. Gördükleri arasında
yetmiş kadar da Bedir savaşına katılanlardan vardı."
Hemen
hatırlatalım ki, daha sonraki devirlerde de Ebu Hüreyre (radıyallahu anh)'nin
rivâyetleri müstakil bir ünite olma durumunu koruyacaktır. Nitekim Taberâni,
el-Mucemu'l-Kebîr'inde alfabetik sıraya göre sahâbeleri tasnîf ederek
hadîslerini kaydederken Ebu Hüreyre (radıyallahu anh)'yi hâriç tutar. Çünkü
onun rivâyetlerini müstakil bir te'lîfde cemetmiştir.
Ebu Hüreyre
Hazretleri (radıyallahu anh)'nin rivâyetlerini talebelerinden Beşîr İbnu Nehîk
de müstakillen cemetmişir. Bir rivâyette şöyle der: "Ebu Hüreyre
(radıyallahu anh)'den her işittiğimi yazardım. Ayrılacağım zaman, yazdıklarımı
kendisine okuyarak: "Bunlar benim sizden işittiklerimdir" (tasdik eder
misiniz?) dedim. O da: "Evet, benim rivâyetlerimdir!" buyurdu."
Ebu Hüreyre
(radıyallahu anh)'nin Sahife-i Sahîha'sından bahsederken el-Hasan İbnu Ömer
İbni Ümeyye ed-Damrî'den kaydettiğimiz rivâyet de burada bir kere daha
hatırlatılmaya değer. Zira, Ebu Hüreyre'nin yaşlanarak hâfıza zindeliğini
kaybettiği bir döneme rastladığı anlaşılan vak'aya göre, kendisinin rivâyet
etmemiş bulunduğu söylenen bir hadîsten sorulunca, bunu hatırlayamamış, ancak
el-Hasan ed-Damrî'yi evine götürüp "pekçok kitab'ın bulunduğu odasına
oturtarak, söz konusu hadîsi bulunca: "Ben demedim mi, bir hadîsi rivâyet
etmişsem, mutlaka yazdıklarım arasında vardır" demiştir. [69]
Ebu
Hüreyre'ye İtirazlar:
Kaynaklarımız
tâ bidayetten beri, daha sağlığında kendisine çeşitli itirazların yapıldığını
haber vermektedir:
I- Çok rivâyette bulunması. Bunun kaynağını Hz. Ömer
(radıyallahu anh)'in, herkesin Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) hakkında
rastgele rivâyette bulunmasını önlemek için, hilâfeti sırasında koyduğu rivâyet
tahdidi teşkil edebilir. Ayrıca üzerinde duracağımız bu meselede Ebu Hüreyre
(radıyallahu anh) de nasîbini almış ve Hz. Ömer (radıyallahu anh)in
muâhazesinden geçmiştir. İlgili bahiste görüldüğü üzere Hz. Ömer (radıyallahu
ânh), Ebu Hüreyre Hazretleri'ne
mülayim davranmıştır. Çok rivâyet etme suçlamalarına kendisi cevap vererek:
"...Eğer Allah'ın Kitabı'nda şu iki âyet olmasaydı bir tek hadîs bile
rivâyet etmezdim" demiş ve Bakara Sûresi'nin 159 ve 160. ayetlerini
okuduktan sonra açıklamıştır:
"Mekkeli
(muhâcir) kardeşlerimiz çarşı-pazar alış-verişle. Medineli Ensârî kardeşlerimiz
ziraat ve bahçıvanlıkla meşgul olurken Ebu Hüreyre, karnının açlıktan
kazınmasını düşünmeden Allah'ın Resülü (aleyhissalâtu vesselâm)'nden ayrılmadı
ve yeni şeyler öğrendi."
Übey İbnu
Ka'ab (radıyallahu anh) da Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh)'nin öğrenme
hususundaki üstünlüğünü te'yîden şöyle der: "Ebu Hüreyre Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'dan çok şey sorma hususunda cür'etli idi. Bizim
soramadığımız şeyleri o sorardı."
Ebu Hüreyre
(radıyallahu anh), Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın: "Kim bir
cenâzeye katılırsa bir kırat sevab kazanır" sözünü nakledince bunu ilk
defa işiten İbnu Ömer (radıyallahu anh): "Şu rivâyet ettiğin şeye bak ey
Ebu Hüreyre" diye itiraz eder. Ebu Hüreyre de onu elinden tutup Hz. Aişe
(radıyallahu anhâ)'ye çıkarır ve konu hakkında Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın ne söylediğini sorar. Hz. Aişe Ebu Hüreyre'yi tasdik eder. Ebu
Hüreyre "Beni, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı dinlemekten ne hurma
fidanı dikmek ne de alış-veriş alıkoymadı" der. İbnu Ömer de: "Ey Ebu
Hüreyre sen hakikaten Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı bizden daha iyi
tanıyor, hadîslerini daha çok biliyorsun" diye hakkı teslim eder. Belki de
bu hâdiseden sonra olacak, İbnu Ömer (radıyallahu anh)'e, Ebu Hüreyre'nin çok
hadîs rivayet ettiğini şikâyet eden kimseye: "Ebu Hüreyre'nin rivâyet
ettiklerinden şüphe etmekten Allah'a sığın. Rivâyette o cüretli davrandı, biz
ise korktuk" der.
Benzer bir
tenkide Talha İbnu Ubeydillah'ın verdiği cevap da burada kayda değer. Bir kimse
gelerek Talha (radıyallahu anh)'ya: "Ey Ebu Muhammed! Allah'a yemin olsun
bir türlü anlamıyoruz, nasıl olur da şu Yemenli (Ebu Hüreyre) mi Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ı daha iyi biliyor, yoksa sizler mi? O, Resülullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'dan sizlerin rivâyet etmediklerinizi rivâyet ediyor" der. Talha
İbnu Ubeydillah şu cevabı verir: "Allah'a kasem olsun, şurası muhakkak ki,
o, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan bizim işitmediklerimizi işitti, bizim öğrenmediklerimizi
öğrendi. Bizler zengin kişilerdik, evlerimiz ve âilelerimiz vardı. (Biz onlarla
meşguliyet sebebiyle) Resûlullah (âleyhissalâtu vesselâm)'a sâdece sabah ve
akşamları uğrayabiliyorduk. Uğrayınca da çabuk ayrılıyorduk. Ebu Hüreyre
(radıyallahu anh) ise fâkir bir kimseydi ne malı, ne âilesi ne de evladı vardı.
Onun eli Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın eli ile beraberdi, Resülullah
(aleyhissalâtu vesselâm) nereye gitse o da oraya giderdi. Onun, bizim
öğrenmediğimiz çok şeyi öğrendiğinden, dinlemediğimiz çok şeyi de dinlediğinden
asla şüphe etmiyoruz. Bizden hiç kimse, onu, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın söylemediği bir şeyi söylemekle de ithâm etmez."
Rivâyetler,
Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)'nin de Ebu Hüreyre'yi çok rivâyeti sebebiyle:
"Ey Ebu Hüreyre, bize kadar ulaşan ve tarafından rivâyet edilmiş olan şu
hadîsler de ne oluyor? Yâni senin işittiklerin bizim işittiklerimizden, senin
gördüklerin bizim gördüklerimizden ayrı mı?" diye itiraz ettiğini haber
verir. Ebu Hureyre (radıyallahu anh) ona da şu cevâbı verir: "Ey
anneciğim! Seninle Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) arasına ayna ve
sürmedanlık girdi. Sen Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) için süslenirken
onlar seni meşgul ettiler. Beni ise Allah'a yemîn olsun, hiçbir şey meşgul etmemiştir."
Yine Ebu
Hüreyre (radıyallahu anh)'nin bir açıklamasına göre, kendisini çok rivâyet
etmekle itham eden bir zâta hafızasının sağlamlığını şöyle isbat etmiştir:
"Halk, Ebu Hüreyre çok rivâyet ediyor demişti. Rastladığım birisine
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) dün yatsı namazında ne okudu?" diye
sordum. Adam: "Bilmiyorum" diye cevap verdi. Ben: "Cemaatte yok
muydun?" dedim. "Hayır, vardım!" deyince kendisine: Fakat, ben
biliyorum, şu şu sûrelerini tilâvet buyurdu" dedim".
2- Bâzı rivâyetlerine itiraz: Ebu Hüreyre (radıyallahu anh)
hazretleri bazı rivâyetleri sebebiyle de tenkîde mâruz kalmıştır. Mesela İbnu
Mes'ud (radıyallahu anh) Ebu Hüreyre'nin "Ölüyü yıkayan yıkansın, taşıyan
abdest alsın" sözüne itiraz etmiştir. Aslında bu bir hadîs değil, fetvadır.
Bu görüşe katılan başka fakîhler de var, katılmayanlar da var. Keza Hz. Aişe,
tek ayakkabı ile yürünmeyeceğine dair rivâyeti sebebiyle Ebu Hüreyre'ye itiraz
etmiştir. Başka örnekler de var. Yorumcular diğer sahabelerle olan ihtilafların
onun fıkhî anlayışından ileri geldiğini, son derece güçlü iyi bir hadîsçi
olmasına rağmen hadîslerini
değerlendirip hüküm çıkarmada hadîsçiliği kadar başarılı olamadığını
belirtirler. Mesela şu vak'a bu duruma güzel bir örnek teşkîl eder:
Ebu Hüreyre
(radıyallahu anh) bir gün Resûl-i Ekrem (aleyhissalâtu vesselâm)'in yemek
yedikten sonra abdest alıp namaz kıldığını görür ve bundan "Ateşte
pişmiş yemek yedikten sonra abdest tâzelemek gerektiği" hükmüne varır.
Ama, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) yemeğe oturduğu vakit abdestli
miydi, abdestsiz miydi araştırmayı düşünmemiştir. Müşâhedesini anlatıp bundan
çıkardığı hükmü söyleyince, fıkıh yönü üstün olan Abdullah İbnu Abbas
(radıyallahu anh) "Ateşte ısıtılan su ile (kış mevsiminde) abdest almanın
caiz olup olmayacağını" sorar. Ebu Hüreyre hatasını anlar ve susar.
Unutmamalı ki,
Ashab arasında ihtilaf sıkça görülen bir husustur. İtirazlar sadece Ebu Hüreyre
(radıyallahu anh)'ye karşı değildir. Sözgelimi irtidad edenlere karşı takip
edilecek yol hususunda Hz. Ebu Bekr (radıyallahu anh), Hz. Ömer (radıyallahu
anh) başta diğer bir kısım sahâbelere itiraz etti. Onlar: "Lailâhe
illallah diyene kılıç çekilmez" derken, Hz. Ebu Bekir (radıyallahu anh):
"Namazla zekâtın arası ayrılmaz. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a
verdikleri tek çebişi bile vermekten vazgeçseler, almak için savaşacağım"
der. Keza Hz. Aişe (radıyallahu anhâ), Abdullah İbnu Ömer'in: "Ölü,
yakınlarının ağlaması sebebiyle azaba duçar olur" sözüne itiraz etmiştir.
Keza İbnu Abbas, kadının artığı ile abdest almanın mekruh olacağına dair Hakem
İbnu Amir'in rivâyetine itiraz etmiştir. Öyle ise bunları Ashab'ın müçtehidlik
sıfatları ve dinin içtihâd hakkında koyduğu umumi prensipler çerçevesinde
değerlendirmek gerekir. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) hakkındaki itirazlar da
öyle. Bunu diğerlerinden ayırıp, büyütmek hiçbir surette normal olmaz. Esâsen
itirazlar yakından incelenince bunların "rivâyet"e değil,
"fetvâ"ya, "anlayış"a olduğu görülmektedir.
3-
Tedlis iddiası: Şu'be
İbnu'l-Haccac, Ebu Hüreyre'nin hem Ka'bu'l-Ahbâr'dan hem de Resûl-i Ekrem
(aleyhissalâtu vesselâm)'den hadîs rivâyet ettiğini, ancak: bu iki rivâyetin
arasını tefrîk etmediğini söyleyerek Ka'b'ın isrâilî rivayetini, sanki
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan işitmiş gibi göstererek "tedlîs"
yaptığını ileri sürmüştür.[70]
Ancak Şu'be'nin bu iddiasını Bişr İbnu Sa'îd şöyle reddetmiştir:
"Allah'tan
korkunuz ve hadîs-i şerifleri koruyunuz. Biz Ebu Hüreyre ile oturduğumuz zaman
biz hem Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'den hem de Ka'bu'l-Ahbâr'dan hadîs
rivâyet ederdi. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) kalkıp gidince, cemaatte beraber
oturduklarımızdan bazılarına bakardım da onların Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'den rivâyet edilen hadîslerle, Ka'bu'l-Ahbâr'dan rivâyet edilen
hadîsleri birbirine karıştırdıklarını görürdüm"
Bu açıklamaya
göre tedlîs Ebu Hüreyre'den değil, onu dinleyenlerden ileri gelmiştir. İmam
Şâfiî Hazretleri (radıyallahu anh)'nin şehâdeti meseleyi aydınlatmaya
yeterlidir:
"Ebu
Hüreyre, devrinde yaşayan hadîs râvilerinin hâfızası en sağlam olanı idi."
Kasden tedlîs yapmaya ise onun diyanet ve takvası müsaade etmez.
Dindarlık
ve Zühdü: Ebu Hüreyre (radıyallahu anh)
ruhunda taşıdığı ilim aşkına denk bir zühd ve takva sâhibi idi. Namaz, zikir ve
istiğfarı çok yapardı. Hanımı, oğlu ve kendisi geceyi üçe bölüp, sırayla uyanık
kalırlardı. Hangisi nöbetini tamamlamışsa diğerini uyandırıp öyle yatardı. Daha
önce de belirttik, gecesinin üçte birini ibâdete ayırır, birini de hadîs
müzâkeresi ile geçirirdi. Rivâyetler, Ebu Hüreyre'nin kilerinde, odasında,
evinde ve binasının çıkış kapısında birer namazgahı bulunduğunu, girerken
çıkarken bunların her birinde ayrı ayrı namaz kıldığını belirtir. İkrime, onun
her gece on iki bin kere "sübhânallah" dediğini haber verir. Meymûn
İbnu Ebî Meysere de Ebu Hüreyre (radıyallahu anh)'nin bir akşam, bir de sabah
olmak üzere iki defa seslice şöyle söylediğini anlatır: "Gece gitti gündüz
geldi. Firavun âilesi ateşe arzedildi". Akşam olunca da: "Gündüz
gitti gece geldi. Firavu'nun âilesi ateşe arzedildi". Ebu Hüreyre
(radıyallahu anh)'nin sesini kim duysa Allah'a istiâzede bulunduğunu görürdü.
Şöyle derdi
"Kimse, mazhar olduğu nimeti sebebiyle fâcire gıbta etmesin. Çünkü peşini
hiç bırakmadan onu tâkip eden biri var: Cehennem".
Rivâyetlere
göre, Ebu Hüreyre secde esnasında zina yapmaktan, hırsızlıktan, küfre
düşmekten, büyük günah işlemekten Allah'a sığınırdı. Kendisine "Bunları
işlemekten mi korkuyorsun?" diye soruldu: "İblis hayatta olduğu,
kalpleri dilediği şekilde çevirici bulunduğu müddetçe, beni bu işlerden kim
garantiler?" cevabını verir.
Hz. Aişe
(radıyallahu anhâ)'nin ve bir rivâyete göre Hz. Ümmü Seleme (radıyallahu
anha)'nin de cenâze namazını Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) kıldırmıştır.
Ölüm
yaklaştığı zaman ağlar. Kendisine "Niye ağladın?" diye sorulunca:
"Şu dünyamıza ağlamıyorum, seferden sonrası için, azığımın azlığı için
ağlıyorum. Ben cennetle cehennem arasında gittim geldim. Hangisinde beni
durduracaklarını bilemiyorum" cevabını verir.
Ebu Hüreyre
Hazretleri (radıyallahu anh) paraya da değer vermezdi. Rivâyete göre bir gün
Mervân kendisine yüz dinar yollar. Ertesi gün tekrar adam göndererek:
"Yanlışlık oldu, o parayı sana göndermemiştim, başkasına vermeyi
düşünmüştüm" diye geri ister. Bu parayı alır almaz bağışlamış bulunan Ebu
Hüreyre: "Ben onu zaten elden çıkarmıştım, o benim ihsanım olmaktan çıktı
ise verdiğim şahıstan sen al" cevâbını verir. Mervân, kendisini denemek
için böyle yaptığını açıklar.
Ebu Hüreyre
sünnetin neşri hususunda doymak bilmeyen bir aşk ve gayretle geçen bir hayattan
sonra yetmiş sekiz yaşında olduğu halde hicrî 58 yılında vefat etmiştir. Hayatı
boyunca, halktan olsun ulemâdan olsun gereken saygı ve alakaya mazhar olmuştur.
İbnu Hacer 8000 den fazla sahâbenin kendisinden hadîs dinlediğini belirtir.
5375 rivâyetinden 325 tanesini Buhârî ve Müslim el-Câmi'û's-Sahîh'lerine
ittifakla almışlardır. Ayrıca Buhârî 93, Müslim de 189 hadîsinde infirad eder.
Büyük otoritelerin itizar ve alâkasından sonra Mutezilî, Şi'î, Hâricî, câhil,
İslâm düşmanı, gâfil çevrelerden O yüce zâta vâki sataşmalar, dil uzatmalar
hiçbir değer ifade etmez. Allah şefâatine mazhar kılsın. (Radıyallahu anh). [71]
2- Abdullah İbnu Ömer:
Abdullah İbnu
Ömer İbni'l-Hattâb el-Kureşî el-Adevî, Annesi Zeyneb Bintu Maz'ûn'dur.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a peygamberliğin gelişinin üçüncü yılında
doğmuştur. On yaşında iken hicret etmiştir. 84 yılında da vefat etmiştir.
Vefatında 87 yaşındaydı. Bu hesâba göre hicret sırasında 13 yaşında olması
gerekir. Bedir Savaşı sırasında 13 yaşında olduğu da bilinmektedir. Müksirundandır.
2630 hadîs rivâyet etmiştir.
Abdullah İbnu
Ömer (radıyallahu anh) babasıyla beraber müslüman oldu,
hicret etti. Bedir Savaşı'na katılmak istedi. Küçük
olduğu için alınmadı. Uhud için de öyle oldu. Hendek'e katıldı, çünkü Hendek
Harbi sırasında 15 yaşına basmıştı.
Abdullah iri,
esmerce bir zattı. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'dan çok hadîs rivâyet
edenlerdendir (müksirun). Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ebu Zerr, Hz.
Muâz, Hz. Aişe, vs. pek çok Ashab (radıyallahu anhüm ecmain)'dan hadîs rivâyet
etmiştir. Kendisinden de Câbir, İbnu Abbâs, oğulları Sâlim, Abdullah, Hamza,
Bilâl, Zeyd, Abdullah ve kardeşinin oğlu Hafs İbnu Âmur; Kibâru't-Tabiîn'den
Sâd İbnu Müseyyeb, Eslem Mevla Ömer, Alkame İbnu Vakkâs, Ebu Abdirrahman
en-Nehdî, Mesrûk vs. hadîs rivâyet etmişlerdir. Ashâbın âlimlerindendir.
Bilhassa hacla ilgili menâsiki en iyi onun bildiği kabul edilir.
Abdullah İbnu
Ömer (radıyallahu anh) sünnete bağlılığıyla meşhurdur. Öylesine ki, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın her indiği yere inmiş, her namaz kıldığı yerde
namaz kılmış, dibinde istirahat ettiği ağacın altında istirahat etmiştir.
Resûlullah (aleyhisselâtu vesselâm) yanında her anılışta İbnu Ömer (radıyallahu
anh)'in ağladığı belirtilir.
Mescid-i
Nebevi'nin "Suffe" kısmında yatıp kalkanlardandı. Kendisi şunu
anlatır: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) sağ iken, kim ne rüya görse
anlatırdı. Ben de rüya görsem diye temennîde bulunurdum. Ben genç, bekar bir
delikanlı idim, Mescid-i Nebevî'de yatıp kalkardım. Birgün rüyamda iki melek
geldi beni götürdüler... Ben bu rüyayı kardeşim Hafsa'ya anlattım, o da
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a anlatmış" Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm): "Abdullah ne iyi insan, bir de gece namazı kılsa"
buyurmuş. Sünnete bağlılığın zirvesinde olan Abdullah bu tavsiyeden sonra
geceleri pek az uyur olmuştur. İbnu Mes'ud: "Kureyş gençlerinin dünyada
nefsine en çok hâkim olanı Abdullah İbnu Ömer'dir" demiştir. Abdullah'ın
dünyaya meyletmediği, Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın vefatından sonra
da, önceki hâletini ölünceye kadar hiç değiştirmeyen Ashâbtan yegane kişi
olduğu belirtilir. Ebu Seleme: "Ömer İbnu'l-Hattâb öyle bir devirde yaşadı
ki, kendisinin benzerleri vardı. Oğlu Abdullah öyle bir zamanda yaşadı ki, onun
benzeri yoktur" demiştir. Abdullah (radıyallahu anh)'ın eşsiz hâli,
"Vefat ettiği zaman, hayatta kalanların en hayırlısı idi". "Verâ
yönüyle ondan ileri olanı yoktu"
gibi sözlerle ifâde edilmiştir. Câbir İbnu Abdillah: "İçimizden herbirine
dünya meyletti, biz de dünyaya meylettik, Ömer'le oğlu Abdullah hâriç"
demiştir.
Nafi'nin şu
rivâyeti bunu te'yîd ettiği gibi cömertliğine de bir örnek teşkil eder:
"İbnu Ömer (radıyallahu anh) bir defasında otuz bin dirhem dağıtır, sonra
bir ay müddetince tek parça et yiyemezdi. "Nâfi'ye "Yoksa İbnu Ömer
et yemez miydi" diye sorulur. "Hayır" der, "Yerdi, eğer
oruçlu ise veya sefere çıkmışsa. Bu durumlarda daha çok yerdi."
İbnu Ömer
(radıyallahu anh)'e sünnete bağlılık başkalarında görülmeyen bir üstünlük
kazandırmıştı.
Şa'bî, İbnu
Ömer (radıyallahu anh)'in hadîste çok üstün olduğu halde, fıkıhta bu derece
başarılı olamadığını belirtir. Bu belki de onun dinî meselelerde çok ihtiyatlı
olmasından ileri geliyordu. Çünkü fetva vermekte, dindarlığı sebebiyle, şedîd
bir ihtiyat ve çekinmeye sahîpti, hususan kendisiyle ilgili ise. Bu yüzden, Şam
ehlinin çokça muhabbet ve arzularına rağmen hilâfet meselesinde nizâya girmedi.
Hz. Osmân'ın ölümünden sonra, bir grup insanla yanına gelen Mervân
İbnu'l-Hakem: "Şam ehli seni istiyor" diyerek halifelik bi'atı yapmak
ister. Abdullah (radıyallahu anh): "Iraklılarla ne yapacağım?" diye
sorar. Mervân "Onlarla harb edersin!" deyince:
"-
Allah'a yemin olsun! Bütün insanlar bana itaat edip, sâdece Fedek halkı hâriç
kalsa, onlarla mücadeleye girip tek kişiyi öldürecek olsam yine de bu işe
girmem" der.
Hiç bir
surette fitnelere katılmadı. Hz. Ali'nin yaptığı savaşlara da katılmadı. Ancak
sonradan asilere karşı Hz. Ali (radıyallahu anh)'nin yanında yer almadığına
pişman olmuş ve hatta öleceği sırada: "İçimde dünya ile ilgili tek
pişmanlığım var, o da âsi gruba karşı mücâdele etmemiş olmam" demiştir.
İbnu Ömer
(radıyallahu anh)'in ilk katıldığı gazve Hendek'tir. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın sağlığında seriyyelerden geri kalmamış vefatından sonra da hacc'a
düşkün olmuştur. Câfer İbnu Ebi Talib'le Mûta Gazvesine iştirak etmiştir.
Yermuk Savaşı, Mekke Fethi, Mısır ve İfrikiyye'nin fethi, Hudeybiye'de
Bey'atu'r-Rıdvân İbnu Ömer'in katıldığı seferlerden hatıra gelenleridir.
İbnu Ömer
(radıyallahu anh) çok cömertti, bol bol sadaka verirdi. Bir mecliste otuz bin
dirhem bağışladığı olmuştur. Mal ve mülkü içerisinden hoşuna gidenleri
öncelikle bağışlardı. Kölelerinden, onun bu huyunu öğrenenler kendilerini
Abdullah (radıyallahu anh)'a beğendirerek azâd edilmelerini sağlamak için,
namaza niyaza başlarlar, camiye cemaate daha çok devam etmeye gayret ederler,
gözüne girerlerdi. O da böylelerini hemen âzad ederdi. Kendisine: "Ey Ebu
Abdirrahman, onlar seni aldatıyorlar, içlerinden gelerek yapmıyorlar"
diyenlere şu cevabı verirdi:
"- Biz
Allah yolunda aldatmak isteyenlere hemen aldanmaya hazırız!" Bir defasında
Medine civarında rastladığı bir çobanın dürüstlüğü çok hoşuna gider. Dönüşte
sürüyü çobanıyla birlikte satın aldıktan sonra çobanı azad eder ve epeyce de
koyun bağışlar. Bir seferinde de çok sevdiği Remse adlı câriyesini azad eder ve
gerekçe olarak "Cenâb-ı Hakk'ın: "Sevdiğiniz şeylerden
bağışlamadıkça iyilikte kemâle (birr'e) erişemezsiniz." (Al-i İmrân:
3/92) dediğini işittim" der. İbnu Ömer (radıyallahu anh)'in bütün bu zâhidâne
davranışlarında Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın kendisine yaptığı şu
tavsiyesinin bir tatbikini görmemek mümkün değil: “Ey İbnu Ömer! Dünyada,
tıpkı bir garîb yabancı bir yolcu gibi ol. Kendini kabir ehli arasında addet.
Ey İbnu Ömer! Bilki kabirde de dinar ve de dirhem var. Oradaki sermaye, dünyada
işlenmiş olan hayırlar ve şerlerdir. Cezaya ceza, kısasa kısastır. Dünyada
çocuğundan yüz çevirme ki, Allah da ahirette senden yüz çevirmesin, şâhidlerin
huzurunda rezîl etmesin..."
Hz. Abdullah
İbnu Ömer 73 yaşında, İbnu Zübeyr'in katlinden üç ay kadar sonra vefat ediyor.
Ölümüne de Haccâc sebep oluyor. Şöyleki: Haccâc bir gün halka hitabetmiş, sözü
uzatarak namaz vaktini daraltmıştı. İbnu Ömer (radıyallahu anh): "Güneş
seni beklemiyor!" diye müdâhele eder. Bu müdâheleden doğan tatsızlıktan
intikam almaya karar veren Haccâc, bir adama emrederek, zehirli bir okun ucunu
kalabalıktan hasıl olan bir sıkışıklık esnasında ayağının sırtına batırır.
Oktan geçen
zehir sebebiyle hastalanan Abdullah İbnu Ömer (radıyallahu anh) bir müddet
yatar ve ölür. Allah ondan ve emsâlinden ve onu kendine örnek edinenlerden râzı
olsun. [72]
3- Enes İbni Malik:
Enes İbnu
Mâlik İbni'n-Nadr İbnu Damdâm. Medinelidir ve Hazrec Kabîlesi'ndendir.
Çok hadîs
rivâyet edenlerden (müksirun) biridir. 2286 hadîs rivâyet etmiştir. Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) hicretle Medine'ye geldiği zaman on
yaşlarında bir çocuk olan Enes (radıyallahu anh)'i annesi Ümmü Süleym,
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a getirip: "Bu sana hizmet etsin"
diye teslim eder. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) kabul buyurup onu Ebu
Hamza diye künyelemiştir. Hamza, Enes'in topladığı ekşi bir sebzenin adıdır.
Enes
hazretleri, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) vefat edinceye kadar on yıl
boyu hizmet edecektir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) zü’l-üzüneyn (iki
kulaklı) diyerek de ona zaman zaman takılıp, şaka yapacak, zaman zaman
tepesindeki perçeminden tutacaktır.
Bazı
rivâyetler Enes (radıyallahu anh)'in Hz. Peygamber (aleyhisselâtu vesselâm)'e
hizmet maksadıyla Bedir Gazvesi'ne katıldığını belirtir. Ancak, yaşça küçük
olduğu için, Bedir ashâbı arasında zikri geçmez. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm) Enes için mal ve evladca bolluğa ve ömrü uzunluğa ermesi için hayır
duada bulunmuştur. Bu duanın bereketiyle olacak bol mala kavuşmuştur. Hatta
bahçesindeki ağaçlardan yılda iki sefer meyve aldığı belirtilir. Keza bahçedeki
reyhanların "misk" kokusu verirdi. Yine aynı duanın bereketiyle,
ikisi kız yetmiş sekizi erkek seksen kadar çocuğu dünyaya geldiği, çocuklarının
torunlarıyla sulbünden gelenler 125'e ulaştığı belirtilir. Cenâb-ı Hakk ömrünü
de uzun kılmış bir rivâyete göre yüz üç, hatta yüz yedi yaşında vefat etmiştir.
Kendisi: "O kadar çok yaşadım ki, hayattan bıktım" der.
Ölüm tarihi
ihtilaflıdır: Hicri, 90, 91, 93.
Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın vefatından sonra, Enes (radıyallahu anh) hazretleri
Medine'de ikamet etmiştir. Sonra fetihlere katılmış ve Basra'ya yerleşmiş,
orada vefat etmiştir. Ali İbnu'l-Medini, Basra'da en son ölen sahâbe'nin Hz.
Enes (radıyallahu anh) olduğunu söyler.
Bazı
rivâyetler Enes'in, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'le sekiz kere
gazveye katıldığını belirtir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın saçından
bir teli dilinin altında taşıdığını ve öldüğü zaman o tel dilinin altında
olduğu
halde defnedildiğini yine rivâyetler belirtir. Bir
başka rivâyette ise, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan kalma bir çubuğu
berâberinde taşıdığı, ölünce kefeni ile koltuğu arasına konup defnedildiği
kaydedilir.
Hz. Ebu Hüreyre
(radıyallahu anh): "Namazı Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın namazına
en çok benzeyen kimse Ümmü Süleym'in oğludur" diyerek Enes'i kastedmiştir.
Hz. Ebu Bekir (radıyallahu anh), Enes'i Bahreyn'e göndermek ister. Hz. Ömer
(radıyallahu anh)'in fikrini alır. Hz. Ömer (radıyallahu anh): "Gönder, o,
akıllı ve okuma-yazma bilen biridir" der. Ahmed İbnu Hanbel'in bir kaydına
göre, Enes'i annesi Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın hizmetine verirken:
"Bu okuma-yazma bilen bir çocuktur" demiştir.
Enes İbnu
Mâlik iyi ok atar, hedefe isabet ettirirdi. Ömrünün sonuna kadar atıcılığı
bırakmadı. Çocuklarına da gözünün önünde atış yarışı yaptırırdı. Hatta onlarla
yarış yapıp, isabetli atışta onları geçtiği belirtilir.
Yüzüğünün
kaşında oturmuş bir arslan nakşedildiği, dişlerini altınla takviye ettiği,
ibrişim giydiği, ibrişimden sarığı olduğu mervîdir.
Haccâc-ı Zâlim
tarafından hakaret olsun diye boynuna mühür vurulanlardandı. İbnu'l-Esîr'in
Usdü'l-Gâbe'de kaydettiğine göre hicrî 74 yılında, Sehl İbnu Sa'd, Enes İbnu
Mâlik, Câbir İbnu Abdillah gibi ashâbtan bâzılarını "Emiru'l-Mü'minin
Osman (radıyallahu anh)'a niye yardım etmediniz?" gibi bir bahane
uydurarak sîgaya çekmiş, "yardım ettik" diyene de "yalan
söylüyorsun" diyerek, onları tahkîr ve tezlil etmek, halkın onlardan hadîs
dinlemesini önlemek maksadıyla boyunlarına mühür vurdurmuştur. Mührü, Hz.
Câbir'in boynuna değil eline vurduğu ayrıca belirtilir. [73]
4- Hz. Aişe:
Sünnete
hizmeti büyük olanlardan biri Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)'dir: Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın yegane bâkire zevceleri ve Hz. Ebu Bekir es-Sıddîk
(radıyallahu anh)'ın kızıdır. Annesi Ümmü Rumân'dır. 2210 adet hadîs
rivâyetiyle müksirûn arasında yer alır.
Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) onunla, Hz. Hatice'nin vefatından üç yıl sonra
evlenmiştir. Hz. Hatice (radıyallahu anhâ)'nın vefatı hicretten üç yıl önce
olmuştur, dört veya beş yıl önce öldüğü de söylenmiştir. Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'le nikahlandığı zaman Hz. Aişe altı veya yedi yaşında
idi. Ancak, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
hicretten sonra Medine'de gerdek yapmıştır ve bu sırada Hz.Aişe dokuz
yaşındadır. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), Hz. Aişe'ye Kızkardeşi
Esmâ'nın oğlu Abdullah İbnu Zübeyr'in ismiyle Ümmü Abdillah diye künye
vermiştir.
Hz. Aişe
(radıyallahu anhâ)'nin Peygamberimizin (aleyhissalâtu vesselâm) yanında
müstesna bir yeri vardı. Onu diğer zevcelerinden daha çok severdi.
"Aişe'nin diğer kadınlara üstünlüğü "serîd"in diğer yiyeceklere
üstünlüğü gibidir" derdi.[74]
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e Ashab'tan biri hediye göndermek istese
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın Hz. Aişe'yle beraber olduğu günü
kollardı. Çünkü onunla birlikte olduğu zaman gelen hediyeleri kabul ederdi. Bu
durum diğer hanımların şikâyetine sebep oldu. Hepsinin gününde gelen hediyeleri
kabul etmesini taleb ettiler. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) öbürleri
adına teklifi getiren Ümmü Seleme (radıyallahu anhâ)'ya cevap vermez. Üç defa
ısrar edince:"- Ey Ümmü Seleme! Aişe hakkında beni üzmeyin. Zira, Allah'a
yeminle söylüyorum, hiçbir zaman ondan başkasının yorganı altında iken bana
vahiy gelmemiştir." cevabını verir.Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
risâlet şahsiyeti nokta-i nazarından Hz. Aişe'nin üstünlüğünü te'yid eden şu vak'a
da kayda değer: Bir gün Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Ey Aişe!
İşte Cebrâil! Sana selam söylüyor" buyurur. Hz. Aişe de: "Ve
aleyhi's-selam ve rahmetullahi" der.Hz. Aişe'nin faziletini tesbit ve
te'yid eden bir diğer rivâyette, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in
onunla evlenmesi söz konusu olduğu sıralarda, Cebrail (aleyhisselam) rü'yada
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a yeşil renkli bir ipek kumaş içerisinde
Hz. Aişe'nin suretini göstererek: "İşte senin dünyada ve âhirette zevcen"
buyurur. Rivâyetler, Hz. Aişe'nin rüyada, bu şekilde Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'a iki defa gösterildiğini belirtir.Amr İbnu'l-As (radıyallahu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) beni Zâtu's-selâsil
Gazvesi'ne komutan yapmıştı. (Yanında en sevgili kimse olduğum için beni
komutan yaptığını düşünerek) huzuruna çıkarak:
"Ey
Allah'ın Resûlü, size, insanların en sevgili olanı kimdir?" dedim.
- "Aişe!"
diye cevap verdi.
-
"Sonra kim?" dedim. Bu sefer de:
- "Babası!"
diye cevap verdi".
Hz. Aişe
(radıyallahu anhâ), Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın diğer zevcelerine
karşı tefâhur için, kendisinin on noktadan üstün olduğunu söyleyecektir:
"Ben on
vasıfla üstün kılındım: Cebrâil suretimi getirdi, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) bâkire olarak sâdece benimle evlendi, annesi ve babası da muhâcir
olan zevcesi sâdece benim. Allah, benim suçsuzluğum üzerine semâdan âyet
indirdi, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) benimle berâber iken vahye mazhar
olurdu, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ve ben aynı kabtan guslederdik, ben
onun önünde uzanmış yatarken namaz kılardı, (hastalığında ben tedâvi ettim)
benim göğsüme dayalı olarak benim odamda ve benim gecemde son nefesini verdi,
benim odamda defnedildi."
Rivâyetler Hz.
Aişe (radıyallahu anhâ)'nin Cebrâil (aleyhisselam)'i odasında, Dıhye suretinde,
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'le alçak sesle konuşurken gördüğünü
belirtir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), bu rü'yetin vukuuna -tahkikle-
kâni olunca: "Şurası muhakkak ki, büyük bir hayır gördün"
buyurmuştur.
Hz.
Aişe (radıyallahu anhâ)'ya tanınan bu imtiyazlı durum, gerçekten boşa değildir.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın getirdiği risalet'e, yani İslâm'a
hizmeti büyük olmuştur. Herşeyden önce, müstesnâ bir kabileyete sâhiptir. Zekîdir.
Çok hadîs bilmenin yanında, hadîslerden hüküm çıkarmada mâhirdir, yâni fıkıh
yönü de vardır. Şa'bî gibi bazıları Abdullah İbnu Ömer için bile: "İyi bir
hadîsçi olmakla birlikte, iyi bir fakîh değildir" dedikleri halde,
sahâbenin büyüklerinin Hz. Aişe'den ferâiz sorduğunu, Ata'nın: "Aişe
insanların en fakihlerinden, rey yönüyle en isabetlilerindendir." dediği
belirtilir. Ebu Musâ: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın ashabı olan
bizler herhangi bir hadîs'i anlamak veya herhangi bir meseleyle ilgili hadîs
hatırlamakda zorluk çeksek Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)'ya sorardık da onda
mutlaka bir ilim (hadîsse yorumunu, hâdiseyse hükme bağlıyacak uygun bir
hadîsi) bulurduk" der. Mesruk, Hz. Aişe'den bir hadîs rivâyet etse,
hadîsin kıymetini tebârüz ettirmek için: "Bana Sıddık'ın kızı Sıddîka,
kusurlardan tebrie edilmiş kusursuz zât (el-Berî'etu'l-Müberre'e) rivâyet
etti" derdi. Zührî de:
"Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın diğer zevcelerinin ve hattâ bütün kadınların ilmi
toplansa, Aişe'ninki hepsini geçer" demiştir.
Aslında
Hz. Aişe'nin üstünlüğü hadîs ve fıkıh bilgisine münhasır değildir. Devrinde
muteber olan pek çok "kültür" dalında mümtaz olduğu belirtilir. Bu
cümleden olmak üzere Urve: "Ben, der, fıkıhta olsun, tıpta olsun, şiirde
olsun, Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)'dan daha bilgin birisini görmedim."
Urve devamla: "Aişe'nin, ifk kıssasından başka hiçbir fazileti olmasa
bile, tek başına bu rıza, fâzîlet olarak ona yeter, zira kıyamete kadar
okunacak olan Kur'ân'ın bir bahsi onun hakkında nâzil olmuştur" der".[75]
Hz.
Aişe (radıyallahu anhâ), Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan çok rivâyette
bulunurdu. Kendisinden, başta Hz. Ömer pekçok sahâbe ve Tâbiîn hadîs rivâyet
etmiştir. Hz. Ömer (radıyallahu anh)'ın ondan naklettiği hadîslerden bir tanesi
şudur:
"Ata
binin, ok atın, ayakkabı giyin. Yabancıların ahlâkından, içki içilen bir
sofraya oturmaktan sakının. Bir erkek veya kadın mü'min için peştemalsiz
-hastalık hâli hâriç- hamama girmesi helâl değildir". Zira, Aişe (radıyallahu anhâ) bana bildirdi ki: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) -benim yatağımda oturmuş halde iken- buyurdu ki: "Hangi
mü'mine kadın, örtüsünü kendi evinden başka bir evde bırakırsa, kendisi ile
Aziz ve Celîl olan Rabbi arasındaki edeb perdesini yırtmış olur".
Hz.
Aişe (radıyallahu anhâ) dindar ve son derece cömerttir. Yıl orucu
(savmu'd-dahr) tuttuğu rivâyetlerde gelmiştir. Sehâvetiyle ilgili olarak Ümmü
Zerre (radıyallahu anhâ) şunu anlatır: "İbnu Zübeyr Hz. Aişe'ye yüzbin
(dirhem)lik bir meblağı iki torba içinde gönderdi. Hz. Aişe bir tabak istedi. O
gün oruçlu idi. Bu paraları tabak tabak halka dağıttı. Akşam olunca:
"Kızım iftarlığımı getir" dedi. Ümmü Zerre
"- Ey
mü'minlerin annesi, o dağıttığın paradan bir dirhemiyle de kendine et aldırıp
şimdi onunla iftarını yapsan olmaz mıydı?" dedi. Hz. Aişe:
"- Böyle
sert olma! O zaman hatırlatsan öyle yapardım" cevabını verdi." Hz.
Aişe (radıyallahu anhâ) yaptığı ibâdetleri yetersiz bulur, Allah'ın huzuruna
öyle çıkmaktan korkardı. Bu sebeple ölüm yaklaştığı zaman, (Ebu Câfer'e göre
tevbe olarak): "Keşke yaratılmasaydım, keşke bir ağaç, (şu ağacın yaprağı)
olsaydım, tesbîh (ve ibâdetimi) yapar üzerimdeki (kulluk) borcumu eda
ederdim" der. Keza Hz. Meryem'in sözünden[76]
iktibas sûretinde "Keşke ölünce unutulup gitsem" dediği de rivâyet
edilir. Bu bapta Amr İbnu Seleme'nin rivâyeti daha dokunaklıdır. Buna göre Hz.
Aişe (radıyallahu anhâ):
"Allah'a
kasem olsun! Bir ağaç olmayı ne kadar isterdim. Allah'a kasem olsun toprak
olmayı ne kadar isterdim. Allah'a kasem olsun Allah'ın beni hiç yaratmamış olmasını
ne kadar isterdim" derdi.
Yine ölümüne
yakın, İbnu Abbas huzuruna girip, yukarıda kendisinden kaydettiğimiz,
efdaliyetini ifâde eden vasıflarla kendisine iltifat eder. Ancak Hz. Aişe
bundan memnun kalmaz. İbnu Abbâs (radıyallahu anh)'dan sonra yanına giren
İbnu'z-Zübeyr'e: "Abdullah İbnu Abbâs beni övdü, bugün artık kimsenin beni
övmesini işitmek istemiyorum, unutulup gitmeyi ne kadar isterdim" der.
Yine rivâyet edilir ki, Hz. Aişe ölümü sırasında şu vasiyette bulunmuştur:
"Ben Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'den sonra hâdiseler çıkardım,
(Bu sebeple onun yanına defnedilmeye layık değilim), beni Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın diğer zevcelerinin yanına defnedin." Hz. Aişe
(radıyallahu anhâ)'nin: "Evlerinizde oturun" (Ahzâb: 33/33)
meâlindeki âyeti okuyunca başörtüsü ıslanıncaya kadar ağladığını görenler
olmuştur.
Hz. Aişe
(radıyallahu anhâ) hicretin 57 veya 58. yılında bir ramazan günü vefat
etmiştir. Vitir namazından sonra Bakî Mezarlığı'na defnedilir. Namazını da Ebu
Hüreyre (radıyallahu anh) kıldırır. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu sesselâm)'ın
vefatında 18 yaşında olan Hz. Aişe, vefat ettiği zaman 66 yaşındaydı
(Radıyallahu anhâ). [77]
5- İbnu Abbâs:
Abdullah İbnu
Abbâs İbni Abdilmuttalib İbni Hâşim el-Kureşî el-Hâşimi: Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın amcası Abbâs'ın oğludur. Büyük oğlu Abbâs'la künyelenir ve
Ebu'l-Abbâs denir. Annesi Ümmü'l-Fadl-Lübâbetu'l-Kübra'dır. Lübâbe'nin babası
da Hâlid İbnu Velîd'in dayısı olan el-Hâris İbnu Hazn'dır.
İbnu Abbas
(radıyallahu anh) çok hadîs rivâyet eden sahâbelerdendir (müksirûn). 1660 hadîs
rivâyet etmiştir. Her hususta ve bilhassa tefsîrde ilmi çok geniş idi. Bu
sebeple kendisine el-Bahr (Deniz) denmiştir. Habru'l-ümme (Ümmetin bilgini)
onun bir diğer lakabıdır. Habru'l-Arab da denmiştir. Tercümânu'l-Kur'an en
yaygın lakabıdır.
İbnu Abbâs
(radıyallahu anh) Mekke döneminde hicretten üçyıl önce, Benû Hâşîm ve Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in Kureyş tarafından boykot ve muhâsara
edildikleri esnada doğmuştu. Hz. Peygamber'e getirildi. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) onu kucağına oturtup mübârek tükrükleriyle tahnîk edip
damağını ovdu. Böylece midesine giren ilk şey, bu nevebi tükrük oldu. İbnu
Abbas (radıyallahu anh) iki defa Cebrâil (aleyhisselam)'a görme, mükerrer
fırsatlarda da Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in dualarına mazhar olma
şerefine ermiştir. Şöyle der: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) beni
kucaklayıp bağrına bastı ve: "Allah'ım buna hikmeti öğret"
dedi" Resûlallah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın onun başını okşayıp, ağzına
tükürdüğü "Allahım bunu dinde fakîh kıl, Kitab'ın te'vîlini (Tefsir)
öğret" diye dua ettiği muhtelif rivâyetlerde gelmiştir.
Bu duaların
bereketine onda hâsıl olan ilim aşkını kendi rivâyetinden takip edelim:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) vefat ettiği zaman, Ensar'dan bir
zâta: "Gel seninle berâber Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın Ashâbını
dolaşıp hadîs soralım, şimdi onlar sayıca çoklar" dedim. Bana: "Sana
hayret doğrusu! Görüyorsun, bütün halk sana muhtaç" dedi ve teklifimi
kabul etmedi. Ben tek başıma Ashâb'a hadîs sormaya başladım. Bir kimsenin hadîs
bildiğine dair bir haber bana ulaşsa, hemen onun kapısına gider, ridâmla kapıya
dayanır beklerdim. Bu esnada esen rüzgâr yüzüme toprak savururdu. Adam bir ara
çıkıp beni görünce: "Ey Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın amcasının
oğlu! Niye buraya kadar gelip zahmet çektin! Birisini bana göndermen
kâfiydi, ben sana gelirdim" derdi. Ben
kendisine: "Hayır, senin ayağına gelip hadîs sormak bana düşer, uygun
olanı benim gelmemdir" diye cevap verirdim". İbnu Abbâs (radıyallahu
anh) sözlerini şöyle tamamlıyor:
"-
(Beraber hadîs takib etmeyi teklif ettiğim Ensârî zât (uzun müddet) yaşadı.
Hadîs sormak üzere halkın etrafımda toplandığını görünce: "Bu genç benden
akıllı çıktı" dedi".
Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın vefatında onüç yaşında olan İbnu Abbas (radıyallahu
anh), rivâyet ettiği hadîsleri, yukarıki rivâyetin açık şekilde gösterdiği
üzere, Ashâbı teker teker dolaşıp onlardan sorarak öğrenmiştir. Rivâyet ettiği
1660 hadîsten pek azı doğrudan görüp, işittiği şeye dayanır. Âlimler bunun
rakamını vermeye çalışırlar. İttifak edilen miktar dörttür. Kırk kadarı da
ihtilaflıdır, gerisi mürsel'dir.[78]
Rivâyetler,
İbnu Abbâs (radıyallahu anh)'ın âyetlerin esbab-ı nüzûlünü öğrenmek için, vak'a
şahitlerini, nüzûle sebep olan şahısları, arayıp bularak, kendilerinden sorma
yollarını araştırdığını gösterir. Şu rivâyet bu hususu te'yîd eder: Ubeydullah
İbnu Ali İbni Ebî Râfi anlatıyor: "İbnu Abbâs (radıyallahu anh) Ebu
Râfi'ye gelip: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) falanca gün ne yaptı?
diye sorardı": Ebu Râfi, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
azadlısıdır.
İbnu Abbas
(radıyallahu anh)'ın berâberinde söylediklerini yazan bir kâtip vardı. İbnu
Abbâs'ın haşmette, ilimde, elbise, cemâl ve kemâlde, Araplar arasında bir
benzerinin olmadığı ifâde edilir. Kendisi şöyle buyurmuştur: "Biz Ehl-i
Beytiz, nübüvvet ağacıyız, meleklerle haşir neşir olduk, Risalet beytinin
ehliyiz, Rahmet beytinin ehliyiz ve ilmin mâdeniyiz." Bedeni tasvirini yapanlar:
İri, boylu, yakışıklı, sarıya çalan beyaz renkte, güzel yüzlü olduğunu,
saçlarının gür ve kınayla boyadığını, fasîh olduğunu belirtirler.
İbnu Abbas
(radıyallahu anh), Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın duası bereketine
gerçekten mümtaz bir ilme ve nâfiz bir anlayışa, derin bir fıkha mazhar olmuş
idi. Hz. Ömer (radıyallahu anh) onu, bir çoğunun itirazına bile sebep olacak
kadar genç yaşta istişâre meclisine almıştı. Müşkil bir mesele ile karşılaşınca
genç Abdullah'ı çağırır: "Bize zor bir dâva getirildi, bu ve benzerleri
ancak senin işindir, (hallet)!" derdi. Hz. Ömer (radıyallahu anh) onun
verdiği hükmü olduğu gibi benimserdi. Bu durumu anlatan râvi der ki: "Hz.
Ömer (radıyallahu anh) bu çeşit çetrefilli meselelerde İbnu Abbas (radıyallahu
anh)'dan başkasına başvurmazdı. O Ömer de, Ömer'di. (Yani Allah ve müslümanlar
için içtihadda selahiyetli ve mâhir biri olduğu halde İbnu Abbas'a müracaat
eder, kadrini, liyakatini takdir ederdi)". Hz. Ömer (radıyallahu anh) onun
için: "O, olgunların gencidir, çok soran bir dile, çok öğrenen bir kalbe
sahiptir" derdi.
Ubeydullah
İbnu Abdillah, İbnu Abbas'ın ilim, fıkıh, hilm, neseb ve te'vîl'de bütün
insanları geçtiğini belirtir ve şöyle derdi: "Ben, Hz. Peygamber'in
hadîslerini bilmede, Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman'ın fetvalarını
tanımada ondan daha ileri, rey'de daha nâfiz, şiirde, Arapça'da, Kur'ân
tefsîrinde, hesapta, farzlarda daha bilgin, çözümüne muhtaç olunan meselelerde
re'yi daha keskin birisini bilmiyorum". Bu zat, sözünü, te'kidli bir
üslubla şöyle noktalar:- İbnu Abbas, haftanın bir gününde ilim halkasına oturur
o gün sadece fıkıhtan bahsederdi, bir başka gün sâdece te'vîl (Kur'ân tefsiri)
üzerinde dururdu, bir başka günün mevzuu megâzî (Hz. Peygamber aleyhissalâtu
vesselâm'ın savaşları), başka gün şiir, bir başka gün eyyâmu'l-arab (arab
tarihi) olurdu. Onun halkasına oturan her âlim ona karşı saygıyla ürperir, her
soru sâhibi mutlaka sorduğunun cevabını alırdı". İbnu Abdilber'in
kaydettiği rivâyet "her sınıf insanın" onda, aradığı ilmi bulduğunu
belirtir.
Tâvus'a:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın onca büyük sahâbelerini bırakıp bu
çocuğun peşine mi düştün?" dediler. Şu cevâbı verdi: "Ben Resûlullah
(aleyhisselâtu vesselâm)'ın Ashâbından yetmiş (bir rivâyette beş yüz) tanesini
gördüm. Ancak, bir meselede ihtilaf ettiler mi, İbnu Abbâs (radıyallahu anh)'ın
kavlini benimsiyorlardı". Bir başka rivâyette "...İbnu Abbâs'a
muhâlefet etseler "O mesele senin dediğin gibidir" "Sen
haklıymışsın" demeden dâğılmazlardı" der.
İbnu Abbâs'ın
ilim meclisleri hakkında Atâ da şu bilgiyi verir: "Ben İbn-i Abbâs
(radıyallahu anh)'ın meclisi kadar değerlisini görmedim, fıkıhça en zengin,
haşyetçe en büyük olan idi. Fıkıh ashabı onun yanında, Kur'ân ashâbı onun yanında, şiir ashabı onun yanında idi.
Onların herbirine geniş bir vadiden rivâyet sunardı."
Abdullah İbnu
Ebî Yezîd, İbnu Abbâs'ın fetva usül'ünü şöyle açıklar: "İbn-i Abbâs
(radıyallahu anh)'a bir şey sorulduğu vakit, cevabı Kur'ân'da varsa onu
söylerdi. Kur'ân'da yoksa ve sünnette varsa onu söylerdi. Sünnette yoksa fakat
Ebu Bekir ve Ömer (radıyallahu anhüm)'de varsa onu söyler, bunlarda da yoksa
kendi, re'yini söylerdi."
Bâzı
rivâyetlerden İbnu Abbâs'ın tedrisatının alâka ile takip edildiği, çok
istifadeli geçtiği anlaşılmaktadır. Sâd İbnu Cübeyr memnuniyetini şöyle ifade
etmiştir: "Ben İbnu Abbâs (radıyallahu anh)'dan hadîs dinler (öyle memnun
kalırdım ki) izin verse başından öperdim". Ebu Vâil'in anlattığına göre,
İbnu Abbâs'ın, Nur Sûresi ile alakalı açıklamasını dinleyen bir zât memnuniyet
ve takdirini: "Bunu Deylem halkı dinleseydi mutlaka müslüman olurdu"
diyerek ifade eder. Hac mevsiminde yaptığı konuşmaları dinleyen A'meş de:
"İranlılar ve Rumlar bunu dinleselerdi mutlaka müslüman olurlardı"
der. Bir başka dinleyicisinin de "kelâmının tatlılığı" sebebiyle
"başından öpmek istiyorum" dediği rivâyet edilmiştir.
Hz. Ali
(radıyallahu anh) halife olunca İbnu Abbâs'ı Basra'ya vali tayin etmişti.
Orada, bir Ramazan boyu halka karışıp tedrisatta bulundu, râvi: "Ramazan
ayı çıkmadan halka fıkhı öğretti" der.
İbnu Abbâs
(radıyallahu anh), Hz. Ali (radıyallahu anh) ile Cemel, Sıffin ve Nehrevân
savaşlarına katılır. Ömrünün sonlarına doğru âmâ olur.
İbnu Abbâs
(radıyallahu anh), Abdullah İbnu Zübeyr (radıyallahu anh) ile Abdülmelik İbnu
Mervân arasındaki fitne çıkınca karışmak istememiş ve Muhammed İbnu'l-Hanefiye
ile birlikte çoluk çocuklarını alarak Mekke'ye çekilmişlerdir. Abdullah İbnu
Zübeyr (radıyallahu anh) onları yanına çekme hususunda ısrar etmiş ve adam
göndererek: "Biat edin" demiş, onlar: "Biz sana ne de başkasına
karışmayız, kendi işini kendin hallet" demişlerdir. Ancak Abdullah İbnu
Zübeyr şiddetli bir ısrar göstererek: "Ya biat edersiniz ya da sizi ateşte
yaktırırım" der. Onlar da Kufe'deki adamlarına Ebu't-Tufeyl'i göndererek:
"Bu adama itimad edemiyoruz" derler. Dört bin kişi imdada gelir.
Mekke'ye girer ve tekbir getirirler. Bütün Mekke ahâlisi ve İbnu'z-Zübeyr
işitir. İbnu'r-Zübeyr kaçar ve Dâru'n-Nedve'ye -bir rivâyete göre Kâbe'ye
sığınır. İbnu Abbâs, İbnu'l-Hanefiye ve yakınlarını
kurtarmak üzere gidilince evlerinin etrafına duvar boyu, ateşe hazır halde odun
yığılmış olduğu görülür. Kurtarılan İbnu Abbâs'a: "Halkı bu adamdan
kurtaralım" teklîf ederler. O: "Hayır, burası haram bölgedir, Allah
haram kılmıştır. Cenâb-ı Hak burayı bir kere Nebî'si için helâl
kılmıştır..." der ve kan döktürmez.
Abdullah İbnu
Abbâs'ı bir müddet Mina'ya götürürler, sonra Taife. Orada hastalanacak ve kendi
ifâdesiyle "yer yüzünün en hayırlı insanlar grubu arasında" ruhunu
teslim edecektir. Ölüm tarihi ihtilaflıdır: 65, 67, 68. umumiyetle 68 kabul
edilir. Vefatı sırasında bembeyaz bir kuş gelip nâşı ile kefeni arasına girer,
ve bir daha çıkmaz. Kabre konduğu zaman şu âyetin tilavet edildiği işitilir: "Ey
itmînâna ermiş ruh! Dön Rabbine, sen O'ndan râzı, O da senden râzı olarak. Haydi
gir kullarımın içine, gir cennetime" (Fecr: 89/27-30).
İbnu Abbâs'ın
ilminden gerek sahâbe ve gerekse Tabiîn'den pek çok kimse istifade etmiş,
rivâyette bulunmuştur. Ravileri arasında Sahâbe'nin büyükleri ve Tabiîn'in
büyükleri yer alır. Mesela: Abdullah İbnu Ömer, Enes İbnu Mâlik, Ebu't-Tufeyl,
Ebu Umâme İbnu Sehle, kardeşi Kesîr İbnu Abbâs, oğlu Ali İbnu Abdillah İbni
Abbâs, azadlıları İkrime, Kureyb, Ebu Mâbed Nafiz; Ata İbnu Ebî Rabâh, Mücâhid,
İbnu Ebî Müleyke, Amr İbnu Dinâr, Ubeyd İbnu Umeyr, Said İbnu Müseyyeb,
Urvetu'bnu Zübeyr, Tâvus, Vehb İbnu Münebbih... vs. [79]
BİR
İSTİTRAD
Şiir Bilgisinin
Ehemmiyeti:
Selef
büyüklerinin hayatından bahsederken, onların faziletleri meyanında
"şiir" bildikleri de ifâde edile gelmiştir. Bu İbnu Abbas için de böyledir,
Hz. Aişe için de böyledir. Daha niceleri için bu kayda yer verilir.
Kısa bir
istitrâdla bunun ehemmiyetine dikkat çekmek istiyoruz: Ehl-i sünnet ve'l-cemaat
Kur'ân ve hadîsi anlamada, bu iki temel kaynağın nasslarından hüküm çıkarmada
elfâzın ifâde ettiği zâhirî mânayı esas almıştır. Zahirî mânanın dışına çıkıp
te'vile gitmenin sıkı şartları, kayıtları vardır. Aksi takdirde naslar
kişilerin keyfine göre yoruma tâbi tutulur ve ortada herkesin anlaşıp
birleşeceği din diye bir şey kalmaz.
Burada şu soru
karşımıza çıkar: Zâhirî mâna neye göre tesbit edilecek?
İşte bu
sorunun cevâbı İbni Abbas (radıyallahu anh) vs. selef büyüklerinin şiir
bilgisinin, edebiyat bilgisinin ehemmiyetini ortaya koyar. Çünkü zâhirî mânanın
tesbiti meselesi, daha Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in zamanında bir
problem olarak kendini hissettirmiş, zaman zaman bâzı âyetlerden, hadîslerden
ne kastedildiği sorulmuştur. Bu paralelde Rasûlullah (aleyhisselâtu
vesselâm)'ın azımsanmıyacak açıklamaları, tefsirleri vardır.
Ancak, asıl
problem Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in vefâtından sonra ortaya
çıkacaktır. Selef uleması bu meseleyi çözmede bir prensipte ittifak etmiştir:
Kelimelere verilecek mânada câhiliye şiirini esas almak. Çünkü birçok âyette,
Kur'ân-ı Kerîm'in "Arapça" olduğu belirtilmektedir.[80]
Arap dili ise, Kur'ân'ın nüzûlünden önce teşekkül etmiş, işlenmiş, edebî
mahsülât vermiş bir dildir. Yani kelimelerin mânaları daha önceden istikrarını
bulmuş ve kelimeler, kazandığı mânalarda olmak üzere cahiliye devri şâir ve
hatiplerince kullanılmıştır. Öyle ise câhiliye şiiri, Kur'ân'ın sıhhatli ve
mûteber bir şekilde anlaşılabilmesi için en muteber kaynak olmaktadır.
Dolayısiyle, bu kaynağın iyi bilinmesi, Arap diline hâkimiyetin ifadesi
olmaktadır. Kur'ân-ı Kerîm'in bütün incelikleriyle anlaşılması, Arapça'nın
gerek edatlar ve harf-i cerler ve gerekse lügat (kelime bilgisi) yönüyle bütün
nüanslarıyla bilinmesine bağlı olduğuna göre, âlimler, araştırıcılar önce iyi
bir Arapça öğrenmelidirler. Bu da dilin daha önceden her yönüyle kullanılmış
bulunduğu câhiliye devri yani İslâm öncesi şiirini iyi bilmeye bağlıdır.
Şu halde İbnu
Abbâs gibi ilk İslâm müfessir ve fakihlerinin câhiliye şiirini bilmeleri,
onların ortaya koydukları açıklama ve hükümlere güven açısından son derece
mühimdir. Onların herkesin fevkinde şiir bilmeleri, herkesin fevkinde âlim
olmalarının gereğidir. Sözgelimi İbnu Abbâs (radıyallahu anh)'ın şiir tedrîs
etmesi, Arap edebiyatı öğretmesi demektir.
Taberânî'de
kaydedilen bir rivâyete göre, Nâfi İbnu'l-Ezrak ve Necdet İbnu Uveymir[81]
başkanlığında Hâricîlerin ileri gelenlerinden bir grup, İbnu
Abbâs (radıyallahu anh)'a gelerek Kur'ân-ı Kerîm'den
pek çok garib kelimeyi "Bu ne demektir?" diye sorarlar. İbnu Abbas
(radıyallahu anh) her kelimeyi açıklarken önce ifade ettiği mânayı verir,
arkadan câhiliye şiirinden o kelimeyle ilgili bir şâhid getirir. Sorulan
kelimeler ve yapılan açıklamalar ve şahit olarak gösterilen beyitler altı sayfa
tutacak kadar çoktur. Müşahhas bir örnek olmak üzere tek soru ve tek cevap kaydedeceğiz:
"...Nâfi
İbnu'l-Ezrak sordu:"- Azîz ve celil olan Allah'ın “Yurselu aleykumâ
şuvâzun min nârin ve nuhâs” kavlinden bana haber ver, ayette geçen eş-şuvâz
nedir? İbnu Abbâs:
"- İçinde
duman olmayan alevdir" diye cevap verdi. Nâfi:
"- Kitap,
Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm)'e inmezden önce Araplar bunu biliyorlar
mıydı?" dedi. İbnu Abbâs (radıyallahu anh):
- Evet
biliyorlardı! Umeyye İbnu Ebî's-Salt'ın şu sözünü işitmedin mi?[82]
İslâm
âlimleri, Kur'ân-ı Kerîm'i, her çeşit ferdîlikten (sübjektif) uzak, objektif
bir şekilde anlamak için, kelimelere câhiliye devrinde verilmiş olan mânaların
tesbitine ta ilk asırlardan itibaren ehemmiyet vererek çeşitli lügât
çalışmaları yapmışlar ve her bir kelimeyi açıklarken o kelimelerin kullandığı
mânaları ve bu mânalarda kelimenin geçmiş bulunduğu câhiliye şiirinden örnekler
vermişlerdir. Fakihler ve müfessirler arasında ortaya çıkan bir kısım
ihtilaflar buradan kaynaklanır. Her fakih (veya müfessir) kendi anlayışının
doğruluğunu, o kelimenin -esas almış bulunduğu mânada- daha önce kullanıldığı,
câhiliye şiirinden örnek getirmek suretiyle göstermiştir.
İslam'ı
istediği şekilde yorumlamak isteyenleri tedirgin eden, kımıldayamıyacak kadar
ellerini kollarını bağlayan bir durum.
İslâm
düşmanları, bu engeli aşabilmek için, şeytânî bir deha ile, câhiliye şiirini
kökten inkâr etme desîsesine tevessül etmişlerdir. Batılı bazı müsteşrîkler ve
Mısırlı Tâha Hüseyin gibi Batılıların yolunda giden bazıları büyük bir cür'etle
câhiliye şiirinin, -onları şâhit olarak kullanan müelliflerce uydurulduğu
iddiasında bulunmaktan çekinmemişlerdir. Bu maksatla, Taha Hüseyin, Fî
Şi'ri'l-Câhilî adıyla 1920'li yılların başlarında yaptığı bir doktora
çalışmasında bir kısım müsteşriklerin iddialarına ilmî bir tahkik hüviyeti
kazandırarak, Batılıların fevkalâde alkışına, iltifatlarına mazhar olur. Ancak,
Mısır'da karşılaştığı reaksiyon ve yapılan ilmî tenkidlere cevapta acze düşmesi
sonucu iddialardan rücû eder. [83]
6- Câbir İbnu Abdillah
Câbir
İbnu Abdillah İbni Harâm el-Ensârî es-Sülemî. Üç ayrı künyesi vardır: Ebu
Abdillah, Ebu Abdirrahmân ve Ebu Muhammed. Medînelidir ve Hazrec
kabîlesindendir.
Hz.
Peygamber'den çok hadîs rivâyet eden sahâbilerdendir (muksirun) 1540 hadîs
rivâyet etmiştir. Babası da kendisi de Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'la
çokça sohbette bulunmuştur. İkinci Akabe biatına babasıyla katılmıştı, ancak
henüz çocuktu. Bedir Savaşı'nda gazilere su verdiğini kendisi anlatır. Bir
rivâyette de: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) 21 gazveye şahsen
katıldı, ben bunlardan 19'una iştirak ettim" der. Bir başka rivâyette de:
"Bedir ve Uhud gazvelerine katılmama babam mâni oldu, babam öldürüldükten
sonra hiçbir gazveden geri kalmadım" der. Hz. Ali ile Sıffin'e
katılmıştır.
Câbir
İbnu Abdillah Mescid-i Nebevî'de bir ilim halkası kurup, orada talebelerine
rivâyette bulunmuştur. Kendisinden Muhammed İbnu Ali İbni'l-Hüneyn, Amr İbnu
Dinâr, Ebu'z-Zübeyr el-Mekkî, Atâ, Mücâhid vs. birçok kimse hadîs rivâyet
etmiştir.
Câbir
(radıyallahu anh) bıyığını kısa keser, sakalını sarıya boyardı. Salebet-i
diniyesi hep hakkı söylemeye sevketmiş, hakkı ketmedenleri kınamaktan
çekinmemiştir. Bir sefer sırasında Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e
devesini satmış, Medîne'ye kadar binmeyi şart koşmuştu. Bu "deve
hâdîsesi" vesilesiyle Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın kendisine
yirmi beş kere istiğfarda bulunduğunu söyler.
Câbir İbnu
Abdillah, ömrünün sonlarına doğru gözlerini kaybetmiştir. Medine'de en son
vefat eden sahâbidir. Öldüğünde 94 yaşında idi. Haccâc'ın kendisi için cenâze
namazını kılmamasını vasiyet etmiştir. Fakat o cenâzeye katılmıştır. Ölüm
tarihi ihtilaflıdır. 73, 77, 78 hicri. [84]
7- Ebu Sâdi'l-Hudrî
Künyesi ile
meşhur olmuştur. İsmi Sa'd İbn Mâlik İbni Sinan'dır. Medinelidir ve Hazrec
kabilesindendir.
Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'den çok hadîs ezberliyenlerdendir. Rivâyetlerinin
sayısı 1170'dir. Müksirun'dandır. Sahâbe'nin meşhur ve fâzıl olanları arasında
yer alır. Uhud Savaş'ında küçük olduğu için gazveye katılamadı. Katıldığı ilk
gazve Hendek'tir. Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'la onüç kere cihâda
katılmıştır.
Ebu
Saidi'l-Hudrî Ashabın gençleri arasında en fakih olanı idi. Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'e "Allah yolunda kınayanların kınamasına
aldırmama" şartı ile biat edenlerdendir. Uhud Savaşı'nda babası şehid
olmuş, kendilerine mal mülk de bırakmadığı için maddi sıkıntı içinde
kalmışlardır. Bir ara Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan yardım talebetmek
için huzuruna çıkar, ancak Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) Ebu Said'i
görür görmez "istiğna"yı tavsiye eder, o da istemeden geri döner. Ebu
Said Medîneli olmasına rağmen Suffa Ashabı'ndandır. Bu fakirliğin bir sonucu
olabilir.
Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'den, babasından, anne bir kardeşi Katâde İbnu
Nu'mân'dan, Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Osman, Ali, Zeyd İbnu Sâbit gibi birçok
sahâbe (radıyallahu anhüm)'den rivâyette bulunmuştur. Kendisinden de oğlu
Abdurrahman, zevcesi Zeyneb Bintu Ka'b, İbnu Abbâs, İbnu Ömer, Cabir, Zeyd İbnu
Sâbit gibi pek çok sahâbe ve İbnu'l-Museyyib, Ata, İkrime, Mücâhid, Ebu Câfer
el-Bâkır vs. pekçok Tâbiîn hadîs rivâyet etmiştir.
Ebu
Saidi'l-Hudrî (radıyallahu anh) "Hadîs rivâyet edin, çünkü hadîs, hadis'i
tahrîk eder" derdi. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'den de: "Halktan
korkup hakkı söylemekten kaçınmayın, bildiğiniz ve gördüğünüz hakkı
söyleyin" hadîsini rivâyet ederdi. Der ki: "Bu hadîs beni,
bineğime atlayıp Muâviye
(radıyallahu anh)'ye kadar gidip kulaklarını doldurmaya sevketti.
(Söyleyeceklerimi söyledikten) sonra geri döndüm". Kendisine "Ne
mutlu, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı görme ve sohbetinde bulunma
şerefine erdiniz" dendiği zaman: "Sen bilmezsin O'ndan sonra biz fena
işler yaptık" cevabını verir.
Ebu
Sâdi'l'-Hudrî'nin ölüm tarihi üzerinde pek çok ihtilaf mevcuttur. Umumiyetle
kabul edileni hicrî 74 yılıdır. Zehebî, öldüğü zaman 86 yaşında olduğunu
söyler. [85]
8-Abdullah İbnu Amr
İbnu'l-Âs
Abdullah İbnu
Amr İbnu'l-Âs İbni Vâil İbni Hâşim el-Kureşî es-Sehmî. Künyesi Ebu
Muhammed'dir, Ebu Abdirrahmân da denmiştir. Annesi Rayta Bintu Münebbih'tir.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): "Abdullah, babası anası ne iyi
ailedir" buyurmuştur.
Abdullah
(radıyallahu anh) babası Amr'dan sâdece 12 yaş küçüktür. Babasından önce
müslüman olmuştur. Sahâbe'nin fâzıl ve âlim olanlarındandır. Hadîsleri yazmak
için Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan izin istemiş Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) da kendisine izin vermiştir. Hz. Ebu Hüreyre
(radıyallahu anh) yazması sebebiyle, Abdullah (radıyallahu anh)'ın kendisinden
daha çok hadîs bildiğini ifâde etmiştir.[86]
Kendisi: "Ben Resûlullah (aleyhisselâtu vesselâm)'dan bin mesele
ezberledim" der.
Abdullah İbnu
Amr (radıyallahu anh)'ın kırmızı tenli, uzun boylu, iri bacaklı olduğu, saç ve
sakallarının beyazlaştığı, ömrünün sonuna doğru gözlerini kaybettiği belirtilir.
Bir gün rüyasında, ellerinin birinde bal, diğerinde tereyağı, kendisi de
bunlardan yalıyor görür ve Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a anlatır. Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): "Sen iki kitabı da -Kur'ân ve
Tevrat- okuyacaksın!" diye tâbir eder. Gerçekten İbranice de bildiği
için her ikisini de okur. Ancak hemen belirtelim ki, Abdullah çok ibâdet ve çok
Kur'ân kıraatiyle meşhurdur. Anlattığına göre: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'e çıkarak:
"-
Kur'ân'ı kaç günde okuyayım?" diye sormuş.
"-
Bir ayda hatmet!" cevabını
almış. Ve ısrar etmiş:
"- Bundan
daha az zamanda hatmedebilirim".
"-
Öyleyse yirmi günde hatmet!"
"- Ben
daha kısa zamanda hatmedebilirim"
"-
Öyleyse on beş günde!"
"- Ben
daha kısa zamanda hatmedebilirim!"
"- On
günde hatmet!"
"- Ben
daha da kısa zamanda hatmedebilirim"
"-
Öyleyse beş günde hatmet!"
"- Ben
daha da kısa zamanda hatmedebilirim" dedimse de, daha azına müsaade
etmedi.
"Hilyetu'l-Evliya'nın
bir rivâyetinde: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e itirazlarını her
defasında: "Beni bırak (daha çok Kur'ân okumada) kuvvetimden ve
gençliğimden istifâde edeyim" diyerek yapar.[87]
Bütün
geceleri namaz kılmak, bütün gündüzleri de oruç tutmak hususundaki talebine,
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan izin kopartamayan Abdullah (radıyallahu
anh), yaşlanınca Kur'ân-ı Kerîm'i beş günde -bir rivâyete göre üç günde-
hatmekte zorluk çekecek ve: "Keşke Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
ruhsatını kabul etseydim" diye pişmanlık ifade edecektir. Onun sofu tabiatını
şu sözleri de ifâde eder: "Ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan
işittiğim hadîsleri ihtiva eden şu sahifemi ve Kur'ân-ı Kerîm'i yanımda tutup.
(Taif'te bulunan) Veht adlı arazime de sâhip oldukça, dünyada olup bitenlere
aldırmam". Şu da onun sözlerinden: "Bu gün bir hayır işlemek, benim
nazarımda Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) zamanında iki mislini yapmış
olmaktan daha iyidir. Çünkü, o zaman bizi dünya değil âhiret kendine çekiyordu.
Şimdi ise dünya bize meyletmiş, (cazib gelmiş) durumdadır".
Abdullah İbnu
Amr (radıyallahu anh) babasıyla birlikte Şam'ın fethinde bulundu. Yermuk
Savaşı'nda babasıyla bayraktarlık yaptı. Yine babasıyla Sıffin'e katıldı. Ancak
fiilen savaşmak istemiyordu. Babasının ısrar ve zoruyla kılıç kuşanıp meydana
çıktı ise de silah kullanmadı. Bilâhare Sıffin'e katılmış olduğuna çok pişman
olacak ve hayıflanacaktır: "Sıffin benim neyime idi, müslümanlarla
savaşmak neyime idi! Buna katılacağıma yirmi yıl önce ölseydim keşke!"
Bazı rivâyetler babasının zoruyla katılmakla birlikte savaşa iştirak etmediğini
kendisinin: "Vallahi ne mızrak sapladım ne kılıç salladım ne de tek ok
attım" dediğini kaydeder.
Abdullah İbnu
Amr (radıyallahu anh)'ın sünnete bağlılığını göstermek için Sıffin'e katılış
özrünü beyan eden bir rivâyeti aynen kaydedeceğiz:
İsmail İbnu
Recâ, babasından naklen anlatıyor: "Ben Mescid-i Nebevî'de bir ders
halkasında idim. Halkada Ebu Sâdi'l-Hudrî ve Abdullah İbnu Amr (radıyallahu
anhümâ) da vardı. Bize Hz. Ali'nin oğlu Hüseyin (radiyallahu anh) uğradı, selam
verdi. Cemaat selamına mukâbele etti. Abdullah, halk selam işini tamamlayıncaya
kadar sükût etti. Sonra sesini yükselterek: Ve aleykümselam ve rahmetullahi ve
berekâtühü" dedi. Arkadan cemaate yönelerek:
"- Semâ
ehline arz ehlinin en sevgili olanını bildireyim mi?" dedi Cemaat:
"-
Evet" deyince:
"- İşte
şu gitmekte olan zat. Bu, Sıffin savaşından beri benimle konuşmuyor. Ancak onun
benden râzı olması nazarımda kızıl koyunlara sahip olmamdan daha iyidir"
dedi. Ebu Said el-Hudrî:
"- Niye
ona özür beyan etmiyorsun?" deyince Abdullah:
"- Doğru,
etmeliyim!" dedi.
Beraberce
Hüseyin (radıyallahu anh)'e gitmek üzere anlaştılar. Onlara ben de katıldım.
Eve varınca Ebu Sâdi'l-Hudrî kapıyı çalıp izin istedi. İzin verdiler o girdi.
Sonra Abdullah için izin istedi ve ısrar etti: Ona da izin koparttı. İçeri
girince. Ebu Sa'îd:
"- Ey
Resûlullah'ın oğlu! Dün sen bize uğradığın zaman... diye söze başlayıp
Abdullah'ın söylediklerini anlattı. Bunun üzerine Hüseyin (radıyallahu anh):
"- Ey
Abdullah! Benim, semâ ehline arz ehlinin en sevgilisi olduğumu mu ilan
ettin?" dedi. Abdullah:
"-
Kâbe'nin Rabbine kasem olsun öyle!" deyince Hüseyin:
"-
Öyleyse Sıffin'de benimle ve babamla savaşmaya seni sevkeden sebep neydi?
Allah'a yemin ederim babam benden daha hayırlı bir insandı" dedi.
Abdullah:
"- Evet!
Ancak babam Amr, beni Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a şikâyet etti ve
dedi ki: "Abdullah gece namaz kılıyor, gündüz de oruç tutuyor!" Bunun
üzerine Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Ey Abdullah! Hem namaz
kıl, hem uyu, hem oruç tut, hem de ye. Babana da itaat et!" dedi.
Abdullah
İbnu Amr (radıyallahu anh) sözüne devamla: "Sıffin gününde babam Allah
adına kasem vererek savaşmam için ısrar etti, ben de Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'a verdiğim bu sözü hatırlayarak kerhen çıktım. Ama vallahi kılıç
kınından çıkarmadım, mızrak saplamadım, tek ok dahi atmadım" dedi. Hüseyin
(radıyallahu anh)'de
"-
Olabilir!" diye mırıldandı".
Abdullah İbnu
Amr (radıyallahu anh) 63 yılında ölmüştür. Ölüm yeri ve tarihi ihtilaflıdır. 65
yılında Mısır'da, 69 yılında Mekke'de, 55 yılında Taif'te denmiştir. Ölüm
târihi olarak, 68, 73 yılları da söylenmiştir. Öldüğünde 72 yaşındaydı. 92
diyen de olmuştur. Radıyallahu anh. [88]
Sahabeden Sonra Hadîs
Sahâbe'yi
takib eden Tabiîn ve bunları tâkip eden Etbauttâbiîn devrinde de hadîsle ilgili
benzer meseleler devam etmiştir. Aslında selef diye tek bir kelime ile ifade
edilen bu ilk üç nesil dinîn meseleleri karşısında müşterek davranışlara ve
vasıflara sâhiptirler. Hadîs karşısında aynı titizlik, sünnete bağlılık
hususunda üstadları olan o güzîde Sahabe neslinden gördükleri aynı gayret ve
hassasiyet onlarda da mevcuttur. [89]
1- Hadîsin Yazılmasına
Karşı Olanlar
Hadîs
yazılmalı mı yazılmamalı mı münâkaşası belli bir ölçüde devam etmiştir.
Bir kısmı yazılmasının gereğine kesinlikle inanırken,
diğer bir kısmı ezberlenmesinin esas olduğunu kabul etmiş, yazdıklarını
ezberledikten sonra yakmış veya -kendisinden Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) hakkında hatânın ibka edilmemesi için- ölürken yakılmasını vasiyet
etmiştir. Bunlardan her iki görüşün de delili, sahâbeler arasında câri olan
delildir. Ebu Ömer İbnu Abdilberr, Câmiu Beyani'l-İlm adlı eserinde bu mevzuyu
aydınlatan rivâyetler sunar. Bazılarını aynen kaydediyoruz:
"Ebu
Sâdi'l-Hudrî (radıyallahu anh) kendisinden dinlediği hadîsleri yaymak
isteyenlere müsâade etmez ve: "Hadîslerden "mushaflar" mı yapmak
istiyorsunuz? Peygamberimiz (aleyhissalâtu vesselâm) bize söylüyordu biz de
ezberliyorduk. Öyleyse siz de bizim gibi ezberleyin" der.
İmam Malik der
ki: "İbnu Şihâbi'z-Zührî'de sâdece kavminin nesebini ihtiva eden bir kitap
vardı. O zaman halk yazmıyordu, ezberliyorlardı. Bir şeyler yazanlar da vardı.
Ancak onlar ezberlemek için yazıyordu. Ezberleyince imha ediyorlardı."
İbnu Abbas
şöyle demiştir: "Biz ilmi ne yazarız, ne de yazdırırız."
İbnu Mes'ud
ilmin yazılmasını hoş bulmazdı.
Ebu Bürde
demiştir ki: "Babamdan bir çok kitap yazdım. Bana: Şu kitaplarını getir
dedi. Ben de getirip kendisine verdim. Alıp hepsini yakdı".
İbnu Sirin der
ki: "Benî İsrâil atalarından tevârüs ettikleri kitaplar sebebiyle delâlete
düştüler."
İbnu Cübeyr
der ki: "Biz bazı meselelerde ihtilaf ederdik. Ben bunları bir kitapta
topladım. Sonra kitabı alarak İbnu Ömer'e gittim. Maksadım o meseleleri gizlice
kendisinden sormaktı. Yanımda kitabın varlığını bilseydi, bu ayrılmamıza sebep
olurdu."
Ebu Bürde der
ki: "Ebu Musa bize bir kısım hadîsler rivâyet etti. Biz bunları yazmaya
kalktık. Bize: "Yoksa benden işittiklerinizi yazıyor musunuz?"
dedi". "Evet" cevabımız üzerine: "Bana onları getirin"
dedi. Su da getirtip hepsini yıkadı ve: "Biz nasıl ezberledi isek, siz de
ezberleyin" dedi."
İbrahim Neha'î
anlatıyor: "Mesrûk, Alkame'ye: "Bana nezâir'i yazdır" demişti de
şu itirazla karşılaşmıştı:
"-
Bilmiyor musun, yazmak mekruktur?"
Mesruk da şu
cevabı verdi:
"- Elbette,
ancak, ezberlemek için yazmak istiyorum, sonra imha edeceğim".
Tabiîn'in iki
büyük âlimi Esved ve Alkame'den gelen bir rivâyet: Esved diyor ki: "Ben ve
Alkame bir "sahife" ele geçirdik, berâberce onu İbnu Mes'ûd'a
götürdük. Öğle vaktiydi veya güneş zevâle (öğle noktasından kaymaya) yüz
tutmuştu. Kapıya oturup beklemeye başladık. İbnu Mes'ud (radıyallahu anh)
hizmetçisine: "Kapıda kim var hele bir bak!" dedi. Hizmetçi kız:
"Alkame ve Esved!" deyince: "Al içeri!" emretti. Girdik.
Bize: "Galiba fazla beklediniz?... dedi. "Evet" deyince, niye
gelir gelmez kapıyı çalmadığımızı sordu. "Uykuda olmandan korktuk,
rahatsız etmeyelim" dedik" diye cevap verdik. "Hayır, bu vakti
gece namazıyla mukayese ederek uyumuyoruz" dedi. Biz geliş maksadımızı
açıkladık:"- Bu, dedik, içinde güzel hadîsler bulunan bir sahife'dir! İbnu
Mes'ud, derhal câriyesine su dolu bir leğen getirmesini emretti. Gelince kendi
elleriyle sahife'yi imha etmeye başladı. Bir taraftan da: "Biz sana en
güzel kıssaları anlatıyoruz...” (Yusuf: 12/3) ayetini tilavet buyuruyordu.
Biz: "Hele içine bir bakın, içinde acaib bir hadîs var" dediysek de,
yıkamaya devam ediyor ve şöyle diyordu:
"- Bu
kâlpler birer kaptırlar. Onları Kur'ân'la doldurun, başkasıyla meşgul
etmeyin" Ebu Ubeyd: "Görülüyor ki, bu sahife ehl-i kitaptan alınmadır
ve Abdullah ona bakmayı bu sebeple istemiştir" dedi."
Muhammed İbnu
Sîrîn der ki: "Abîde'ye: "Senden dinlediklerimi yazayım mı?"
diye sordum. "Hayır!" dedi ve bana sordu: "Ben sana kitaptan mı
okuyorum?" Ben de: "Hayır!" dedim."
İbrahim Nehâî
de Abîde ile ilgili olarak şunu anlatır: "Abîde'nin yanında dinlediklerimi
yazıyordum, müdâhele etti: "Benden herhangi bir kitap
ebedîleştirmeyin".
Ebu Yezîd
el-Murâdî der ki "Abîde öleceği vakit kitaplarını getirtip imha
etti".
İbnu Şübrime,
Şa'bî'nin şu sözünü nakleder: "Ben beyaz üzerine siyah hiç yazmadım. Bir
kimseden dinlediğim hadîsi bana bir kere daha tekrar etmesini de arzulamadım. O
kadar çok hadîs unuttum ki, bir kimse onları ezberlemiş olsa âlim olurdu".
Evzâî şöyle
demiştir: "Bu ilim, insanların ağzından alındığı ve müzâkere edildiği
zaman bu ilim şerefli idi. Ne zaman ki, kitaplara girdi nuru gitti ve ehil
olmayanların eline düştü".
İbrahim
Nehâ'î: "İlmi yazmayın, yazıya güvenir. (öğrenme işinde
tenbelleşir)siniz" demiştir.
El-Fudayl İbnu
Amr anlatıyor: "İbrâhim'e: "Sana gelip gidiyorum, bu esnada çok
mesele derledim. Ancak sizi gördüm mü, sanki benden kaçışıveriyorlar. Siz de
yazmayı uygun görmüyorsunuz" dedim. Bana şu cevabı verdi:
"Hayır,
sakın yazma. Zira, taleb edene Allah mutlaka yeterince ilim vermiştir. İlmi
yazıya döken de mutlaka ona güvenmiş (tenbellik etmiştir). [90]
İbnu Abdilberr'in
Değerlendirmesi:
Yazıya
taraftar olmayanları aksettiren -bir kısmını yukarıda kaydettiğimiz-
rivâyetleri kaydettikten sonra İbnu Abdilberr şu yoruma yer verir:
"Ebu Ömer
(İbnu Abdilberr) der ki: "İlmin yazılmasını mekruh addedenler, iki sebeple
bu görüşü benimsediler: Birinci sebep: "Kur'ân'la birlikte, onunla baş
ölçüşecek bir başka kitaba yer vermemek. İkinci sebep: İlim tâlibinin yazdığına
güvenerek ezberleme işinde tenbelleşmemesi, ezberi azaltmaması için. Nitekim
el-Halil: "İlim, dolaba değil akla yerleştirilendir" demiştir."
İbnu
Abdilberr, gerçek ilmi, dolaplarda muhafaza edilen defterler değil,
ezberlenerek hâfızaya alınan şeylerin teşkil ettiğini belirten epeyce bir şiir
ve vecîze kaydettikten sonra şu değerli açıklamayı yapar:
"Bu babta
(yani yazıya muhâlefet mevzuunda) sözlerini kaydettiğimiz kimseler, bu hususta
Arab ırkına has bir yolda gidenlerdir. Zira onlar, fıtraten hafıza yönüyle
güçlüdürler. (Kültürel mahsulâtlarını) hafıza yoluyla nakletmek onlara has bir
vasıf olmuştur. İbnu Abbas (radıyallahu anh), Şâ'bî, İbu Şihâbi'z-Zuhrî,
Nehâ'î, Katâde ve bunların yolu üzerine giderek yazıyı hoş görmeyenler, onların
fıtratlarıyla mecbûl olanlar, hep hafızası kuvvetli olan kimselerdi.
Onlardan her birine dinlemek kâfi geliyordu. İbnu
Şihâb'tan rivâyet edileni görmüyor musun: Demiştir ki: "Ben Bakî'den
geçerken, kaba bir söz gelmesin diye kulaklarımı tıkarım. Vallahi kulağıma
girip de unutmuş olduğum hiçbir şey yok". Şâbî'den de buna benzer rivâyet
gelmiştir. Bunların hepsi (aynı vasıfları taşıyan) Araptır. Hz. Rasûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) da şöyle buyurmuştur: "Biz, ümmî bir ümmetiz
yazı ve hesap bilmeyiz". Ezberciliğin Araplara has bir vasıf oluşu
meşhurdur. Birçokları, bir kısım şiirleri bir işitmede ezberleyi vermiştir.
Sözgelimi, İbnu Abbas (radıyallahu anh) Ömer İbnu Ebî Rebî'a'ya ait bir
kasideyi tek dinlemede ezberlemiştir.
Bugün,
böylesini bulmak mümkün değildir. Şâyet hadîsler yazılmasaydı pek çoğu
kaybolurdu. Nitekim Resûlullah (aleyhîssalâtu vesselâm)'da ilmin yazılmasına
ruhsat vermiştir. Âlimlerden birçok cemaat de sâdece ruhsat vermekte kalmayıp,
yazıyı övdüler de..." [91]
2- Hadisin Yazılmasına
Taraftar Olanlar
Hâdisle ilgili
olarak sahabeler arasında ne gibi mesele varsa, Tâbiîn ve Etbauttâbiîn arasında
da benzerlerinin olduğunu yukarıda söylemiştik. İşte bu meselelerden biri de
hadîslerin yazılması gereğine inançtır. Yazmayı reddedenlere bedel taraftar
olanlar da mevcuttur. Burada da İbnu Abdilberr'in kaydettiği rivâyetlerden
bazılarını aktaracağız. Hemen belirtelim ki İbnu Abdilberr, önce Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın hâdis yazmaya verdiği ruhsatla ilgili rivâyetlerini
kaydeder. Biz bunları daha önce belirttiğimiz için, onlar üzerinde fazla
durmayıp, daha çok sonradan gelen büyüklerin rivâyetlerinden örnekler
kaydedeceğiz.
İbrahim
Neha'î: "Hâdisler'i kısmî olarak (etrâf) yazmada bir beis yoktur"
demiştir.
Dahhâk der ki:
"Ben birşey istesem duvar üzerine bile olsa yazarım".
Beşîr İbnu
Nehîk der ki: "Ben Ebu Hüreyre (radıyallahu anh)'den işittiğimi yazmıştım.
Ondan ayrılacağım zaman, yazdıklarımı alarak yanına geldim: "Bunlar senden
yazdıklarım değil mi?" diye arzettim. "Evet" diye te'yid
etti."
Hüseyin İbnu
Akîl der ki: "Dehhâk bana menâsiku'l-hacc'ı imla ettirdi."
İbnu Sîrîn der
ki: "Ben Ubeyde'ye etrafı arzeder, onu sorardım."
Sâd İbnu
Cübeyr: "İbnu Abbâs (radıyallahu anhüma)'la beraber olur. Ondan
işittiklerini yazardı. Bineğinin semerine de yazdığı olurdu. İnince temize
çekerdî."
Ebu Kılâbe:
"Yazmak, nazarımda, unutmaktan daha iyidir" demiştir.
Ebu'l-Müleyh
der ki: "Yazdığımız için bizi ayıplarlar. Halbuki Cenâb-ı Hakk şöyle
buyuruyor: "Onların bilgisi Rabbimin katında yazılıdır."
(Taha: 20/52).
Enes çocuklarına:
"İlmi yazı ile bağlayın" diye tavsiye ediyordu.
Hârun İbnu
Antere babasından İbnu Abbâs'ın kendisine yazı ruhsatı vermiş olduğunu
nakleder.
Abdurrahman
İbnu Harmele der ki: "Ben hâfızası zayıf birisiydim. Sâd İbnu'l-Müseyyib,
bana yazmam için müsaade etti".
Muâviye İbnu
Kurre demiştir: "Kim ilmi yazmamışsa onu ilim saymayın".
İmam Mâlik
bazı talebelerine şu nasihatta bulunmuştur: "Gizli ve açık olarak Allah'a
takvâda bulunun her müslümana hayırhah olun, ehlinden ilim yazın".
Yahya İbnu Sâd
der ki: "Her işittiğini yazmış olmam malımın bir misline daha sahip
olmamdan iyidir".
Hasan-ı Basrî
demiştir ki: "Bir kısmı kitaplarımız vardı, onları aramızda karşılıklı
olarak tedâvül ettirirdik (birbirimize gönderdik)".
Âmîru'ş-Şâ'bî:
"Yazı ilmi bağlamaktır" buyurmuştur.
İshak İbnu
Mansûr anlatıyor: "Ahmed İbnu Hanbel'e sordum: "İlmin yazılmasından
kimler hoşlanmaz?" Dedi ki: "Bu hususta bazıları ruhsat verirken
bazıları vermedi" Ben tekrar: "İyi ama ilim yazılmazsa
kaybolur!" dedim. O: "Evet, dedi, ilmi yazmasaydık, biz ne
olurduk?"
İshak İbnu
Mansûr: "Aynı şeyi İshâk İbnu Râhüye ile konuştum. O da tıpkı Ahmed İbnu
Hanbel gibi konuştu" der.
Ahmed İbnu
Hanbel ve Yahya İbnu Main şunu söylemişlerdir: "İlmi yazmayanların hata
etmelerinden emin olunamaz".
Süfyan-ı Sevrî
demiştir "Ben üç çeşit hadîs yazarım: "Bir kısım hadîsleri kendime
din edinmek için yazarım. Bir kısmı var, onun üzerinde durmak
için yazarım, bunları ne atarım, ne de din edinirim.
Bir de zayıf ravinin hadîsi var, bilmek arzusuyla bunu da yazarım, fakat beş
para değer vermem".
İmam Malik der
ki: "İlmi ilk tedvin eden (yazan) İbnu Şihâb ez-Zührî'dir." İbnu
Şihâb der ki: "Ömer İbnu Abdilaziz Sünen'i cem etmemizi emretti. Biz de
onları defter defter yazdık. Üzerinde hâkimiyeti bulunan her yere bunlardan bir
defter yolladı".
Yine Zührî
anlatıyor: "Bu ümerâ bize emredinceye kadar hadîs yazmayı hoş
karşılamıyordum. Sonra, müslümanlardan kimseye mâni olmamak gerektiğine
inandık".
Görüldüğü
gibi, sahâbeden sonra, onlardaki aynı mülâhazalarla, Tâbiîn tarafından da hadîs
yazma işi münâkaşa edilir olmuş, bir kısmı yazarken bir kısmı yazmamıştır.
En dikkate
şâyan husus da önceleri yazıya karşı olanların sonra, şiddetli bir yazı
taraftarı olmasıdır. Bu sebeple aynı isimlere hem "taraftarlar" hem
de "aleyhtarlar" arasında rastlamak mümkündür, bu bir tezât değildir.
Hadîslerde, zâten kayıt ve şarta bağlı olarak konduğu için münâkaşa edilmiş bir
konuda, âlimler tâbi oldukları şartlara muvafık tavır almışlar, şartlar
değiştikçe tavırlarını değiştirmişlerdir. Şu halde sünnette kesin bir yazı
yasağı söz konusu değildir. [92]
Hadîslerin Kontrolü
(Mu'âraza)
Daha önce Hz.
Enes'ten gelen bir rivâyeti kaydetmiştik. Hz. Enes (radıyallahu anh)
Bağdâdî'nin Takyîdu'l-İlm'de kaydettiği bir rivâyette, Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'den yazdığı hadîsleri sonra gidip Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'a okuyarak arz ettiğini belirtiyordu. Bu arz usulü,
böylece Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in sağlığında başlatılan bir
müessese olarak karşımıza çıkmaktadır. Sonradan hadîsçiler bunu, hadîs ilminin
vazgeçilmez, mühim prensiplerinden biri yapmışlardır.
Talebenin hocadan (yazı
veya ezber yoluyle) tekammül ettiği hadîsleri, doğru mu, bir yanlışlık var mı
yok mu`? diye kontrol ettirmek için okuması işine, daha teknik bir tâbirle:
"Muarazatu'l-hadîs" denir. Hişâm İbnu Urve, babasının kendisine:
"Hadîs yazdın mı?" diye sorunca "Evet" dediğini, babasının
tekrar: "Pekiyi arzedip kontrol ettin mi?" sorusuna "Hayır"
deyince babasının: "Öyle ise yazmadın!" diye çıkıştığını belirtir.
Başta Evzâî, Yahya İbnu
Ebî Kesir gibi bâzı âlimler, muâraza'nın ehemmiyetini belirtmek için:
"Hadîsi yazıp sonra arz ve kontrol etmeyen, helâya girip istincâ etmeden
çıkan kimse gibidir" demiştir. Keza Abdurrezzâk, Ma'mer'in: "Yazılan
bir kitap, yüz kere arz edilse yine de bir kısım kelime düşmeleri ve hatalardan
emin olunamaz" dediğini anlatır.
Kontrol, şeyhin ezberiyle yapılabileceği gibi elindeki
"asıl"la veya bununla mukâbele edilmiş bir fer' ile de yapılabilir.
Mukabele edilmemiş nüshadan rivâyette bulunmak câiz değildir. Ancak Ebu İshâk
İsferâînî, Ebu Bekr İsmâilî, Ebu Bekr el-Berkânî ve Ebu Bekr el-Hatîb üç şart
tahtında bunu câiz görmüşlerdir:
1- Nüsha
sâhibi, sahîh hadîs rivâyet eden, zabt yönüyle hataları az olan biri olmalı.
2-
Nüsha bir fer'den değil, bir asıl'dan menkul olmalı
3-
Râvi, rivâyet sırasında, nüshasının mukabele edilmediğini beyan etmiş olmalı. [93]
Hadîs Rivayetiyle İlgili
Bazı Âdab
Hadîs rivayetinde bir
kısım âdab mevcuttur. Âlimler bu âdabı tesbit ederken, rivâyetlerin asla uygun
olmasını sağlamayı düşünmüşlerdir. Aşağıda belirtilen hususlara riâyet ve hatta
teşeddüt nisbetinde asla uygunluk nisbeti artar ve rivayetin sıhhati hususunda
güven meydana gelir.
Günümüzde, hadîs ta'lim ve
taallümünde bu âdab ve şartlara uymak diye bir mesele söz konusu olmamakla
beraber, selef dediğimiz ilk üç asır mensuplarının hadîs konusunda
gösterdikleri titizlik ve gayreti, haşyet ve saygıyı bilmekte, anlamakta fayda
var. Böylece dinimizin ikinci mühim kaynağı olan Sünnet hakkında, kalplere
sokulmaya çalışılan şüphe ve teşvîşe karşı hazırlıklı olur, onların
yersizliğini daha kolay anlarız. Bu sebeple hadîs ulemasının, usûl kitaplarında
yer verdikleri âdablardan mühim olanlarını burada açıklamaya çalışacağız. [94]
1- İcâzet:
Bir râvi, şeyhinden hâfıza
veya kitâbet (yazı) yoluyla almış olduğu hadîsleri rivâyet edebilmek için
şeyhinin iznine muhtaçtır. Böyle bir rivâyet izni olmadan hadîs rivâyet edemez.
Rivâyetin azami nisbette asla uygunluğunu sağlayan âdab ve tedbirlerden biri ve
belki de birincisi olarak zikretmede gerek var. Bu icâzet, şeyhten tahammül
edilmiş (öğrenilmiş, alınmış) olan rivâyetlerin aynı şeyhe arz edilerek, aslına
uygun mu değil mi, bir hata var mı yok mu kontrol etmesinden sonra şeyh
tarafından verilir. [95]
2-
Başkasının Nüshasından Rivâyet Meselesi
Râvi, mesmuatından olan
bir şeyi rivâyet etmek isteyince, semâi hangi nüshadan vâki olmuş ise, o
nüshadan, yahud güvenilen (sika) biri tarafından o nüsha ile mukabele edilmiş
diğer bir nüshadan rivâyet etmelidir. Kendi nüshasını bırakıp da şeyhinin
aslından, yâhud şeyhinin nüshasından yazılıp sıhhatine kalben mutmain olduğu
başka nüshadan rivayet etmek isterse bu, -Hatîb'in dediğine göre- muhaddislerin
kâhir ekseriyetine göre câiz değildir. Bununla beraber Hatîbu'l-Bağdadî, Eyyub
Sahtiyânî (V . 131 /748) ile Muhammed İbnu Bekr-i Bürsânî'den (V . 203/818)
rivâyete ruhsatı da nakleder. Ebu Nasr İbnu's-Sabbâğ'ın (477/1084) da:
"Kendi işitmiş olduğu hadîsleri ihtiva etmemekle berâber şeyhinin
huzurunda okunmuş bir kitaptan yahut kendi işittiği hadîsleri ihtiva eden nüsha
ile mukabele edilmemiş bir nüshadan rivayet etmek katiyen câiz değildir"
dediği kaydedilir. Çünkü bu durumlarda, bu nüshalarda, kendi işitmiş bulunduğu
nüshada yer almayan bâzı ziyade rivâyetler bulunabilir ki bunları şeyhine nisbet
ederek rivâyet etmesi câiz değildir. İbnu's-Salâh (643/ 1245) böyle bir
rivayetin bir şartla câiz olabileceğini söylemiştir: "Şayet, şeyhi,
kendisine bütün rivayetlerini rivâyet edebileceğine dair icâzet-i âmme
vermişse." [96]
3-
Ezber Ve Kitaptan Rivayet Meselesi
Selef ulemâsından
bâzıları, her ne kadar, hadîslerin yazılmasını câiz görmüşse de, râvinin sâdece
yazıyla yetinmesini uygun bulmamıştır. Bunlara göre yazılsın yazılmasın hadîsin
ezberlenmesi esas prensiptir. Çünkü muhaddisin kitabına gıyâbında hile
karıştırılabilir, bir şeyler sokuşturulabilir. İmam-ı Azam Ebû Hanîfe
Hazretleriyle İmam-Mâlik hazretlerine (rahime hümullah) göre, râvinin ezberden
rivâyet ettiği ve tezekkürde bulunduğu hadîsten başkasıyla ihticâc edilmez.
Şafiiyye'den Ebu Bekr es-Saydalânî el-Mervezî de bu görüştedir. Hâkim'in
kaydına göre İmam Mâlik'e:
"- Sika olduğu halde
hadîsini ezberlememiş kimseden ilim alınır mı?" diye sorulunca:
"- Hayır!"
cevabını vermiştir. Tekrar:
"- Ya sika olduğu
halde, "bu hadîsleri dinlemiştim" diyerek bir kitap gösterse?"
diye sorulmuş:
"- Böylesinden de
alınmaz. Gece kendisinden habersizce bâzı şeyler ziyâde edilmesinden
korkarım" diye açıklamada bulunmuştur.
Râvi hakkında bilgi
verirken görüleceği üzere, hadîs almada böylesine sıkı bir şart konulmuş olsaydı
bize çok az sayıda hadîs intikal ederdi. Bu sebeple cumhur, âdabına uygun
şekilde hadîs rivâyet eden râviden hadîs almayı prensip kabul etmiştir. Râvi,
rivâyetini iyice zabtedmiş, kitabını şeyhindeki asıl'la veya bu asılla mukâbele
edilmiş (karşılaştırılmış) bir fer' ile mukâbele etmiş ise, ondan rivâyet
etmesi câizdir.
Kitaptan rivayeti câiz
addeden bazıları, teşeddüd göstererek, bu cevaz, kitabın sahibinin elinden
herhangi bir sebeple çıkmaması şartını koşmuştur. Yitirir, bir başkasına
iâreten verirse... artık ondan rivâyeti câiz olmaz. Zira kitaba bir şeyler
sokuşturulmuş olma ihtimali vardır.
Dediğimiz gibi cumhur bunu
da ifratkâr bularak mukabele edilmiş bulunan bir kitap, bir müddet sâhibinin
elinden çıkmış bile bulunsa, kitabın herhangi bir tahrîfe uğramadığı kanaatine
varırsa ondan rivâyeti câizdir. Ve hele kitabın mâruz kalması muhtemel tahrifât
ve tegayyûratı farkedecek ilim ve kudrette olursa o kitaptan rivayet etmesinde
bir beis yoktur. [97]
4-
Unutulan Bir Hadîsin Rivâyeti Meselesi
Bir kimse, kendi işitmiş
bulunduğu hadîsleri ihtiva eden bir kitapta, kendi rivâyeti olduğunu
hatırlayamadığı hadîse rastlarsa bunu rivayet etmeli mi etmemeli mi? diye bir
mesele ortaya çıkmıştır. Çünkü hadîs, başkalarınca sokuşturulmuş olabilir.
İmam-ı Azam (rahimehullah)'a göre onu hatırlamadıkça rivâyet etmesi câiz
değildir. Şafiî âlimlerinden bazıları da bu görüştedir.
Ancak, Ebu Yusuf ve İmam
Muhammed ile İmam Şâfiî (rahimehümullah) ve Şafiîlerin çoğunluğu câiz olacağına
hükmetmişlerdir. Nevevî de bu görüşün râcih olduğunu belirtir. İbnu Salâh bu
cevâzı bir şarta bağlar: "Kitabın sâhibi, kitabının sıhhatine kendisi
inanmalıdır, şüpheye düşerse câiz olmaz." [98]
5-
Hâfız Olmayan Âmâ İle Ümmî Olan Basîr'in Rivayetleri Meselesi
Görmesi sağlıklı (basîr)
olan ümmî (okuma-yazması olmayan) kimse ile, hadîsini ezberlememiş âmâ'nın
(gözlerini kaybetmiş, kör'ün) rivâyetleri makbul mü, değil mi? sorusu da
ihtilaflara yol açmıştır. Makbul görüşe göre, basîr, ümmî ile âmâ, semâını zabt
ve kitabını tegayyürden korumak için bir sikadan yardım ister. Ondan sonra o
hadîsler huzurunda okunduğu zaman tegayyürden sâlim kaldığı hususunda kanaati
hâsıl olursa rivayeti sahihtir. [99]
6-
Yazılmış Olanla Ezberlenmiş Olan Arasında İhtilaf Çıkarsa
Bir kimse ezberinde olanla
kitabta yazılı olan arasında fark görürse, bakılır, eğer hadîsi o kitaptan
ezberlemiş ise, kitaptakine uyar. O kitaptan değil de Şeyh'in ağzından
ezberlemiş veya arz-ı kıraat esnasında bellemiş, hıfzı da kuvvetli ve hıfzından
emin olduğu takdirde hıfzına itimâd eder. Ancak rivayet sırasında:
"Hıfzımda şöyle, kitabımda da şöyle" diye belirtmesi gerekir. Ezberi,
İtkân sahibi birinin rivâyetine uymadığı takdirde: "Benim ezberim şöyle,
falancanın rivâyeti de şöyle" diye belirtmesi gerekir.[100]
7-
Hadîsin Lâfzen Veya Manen Rivayeti
Selef'in hadîs karşısında
duyduğu saygı, haşyet ve titizliği gösteren bir diğer husus, hadîs'in lâfzen
rivâyetine gösterdiği gayrettir. Bütün selef, hadîsin Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in ağzından çıktığı şekilde rivayet etmenin
ehemmiyetinde müttefiktir. Bile bile hadîste tağyirde bulunmak, kelimeleri
artırıp eksiltmek müterâdifi ile değiştirmek câiz değildir.
Umumî prensip bu olmakla
beraber, mânanın aynen korunması kaydıyla hadîsin değişik şekilde rivâyet
edilebileceğini söyleyenler de olmuştur. Bu çeşit rivâyete rivâyet-i bilmâna
denir. Rivâyet-i bilmâna'yı kabul edenler de, belirteceğimiz üzere çok sıkı
kayıtlar ve şartlarla bunu tecvîz ederler.
Hadîsin lâfzan rivayet edilmesi gereğine inananların şerî
delilleri olduğu gibi, mânen rivâyet edilebileceğine hükmedenlerin de
hükümlerini meşrulaştıran şerî delilleri vardır. Şimdi bunları görelim:
1-
Hadîs lâfzen rivayet edilmelidir, mânen rivâyet haramdır diyenlerin delilleri:
Bir hadîste Resûlullâh
(aleyhissalâtu vesselâm), kendi sözlerinin işitildiği şekilde rivayetini
emreder:
"Bizden bir şey işitip de, işittiği
şekilde teblîğ edenin Allah yüzünü tâze kılsın. Kendisine tebliğ edilenlerin
bazen dinleyenden daha anlayışlı olması mümkündür."
Burada emredilen
"işittiği şekilde tebliğ"in lafzî rivâyetle gerçekleşeceği açıktır.
2-
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) kendisini "Arab'ın en fasîh"
olanı olarak tarif eder ve kendisine "cevâmi'u'l-kelim" verildiğini
belirtir.[101] Bu
çeşit ifadelerde bir kelimenin değişmesi, takdim veya tehire uğraması, artması,
eksilmesi mânayı, mana derinliğini mutlaka bozacağından, aynıyla muhâfaza
edilmesi ehemmiyet taşır.
3-
Ayrıca bâzı rivâyetlerde aynı mânaya gelen iki kelimeden birinin diğeri yerine
kullanılmış olmasına Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) şâhid olunca
müsaade etmeyip düzelttirmiştir. Bunun en güzel örneği Bera İbnu'l-Azîb
tarafından rivâyet edilmektedir:
"Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) bana buyurdular ki: "Yatağına vardığında önce
namaz abdesti gibi bir abdest al, sonra sağ tarafına uzanıp şu duayı oku:
اللّهُمّ اسلمتُ وجهي إليك وفوضْتُ أمري إليكَ وألجأتُ ظهري إليكَ رغبةً ورهبةً إليكَ تلجأ منكَ إ إليكَ اللّهم آمنتُ بكتابك الذي انزلتَ ونبيكَ الذي ارسلت.
Şayet o gece ölecek olursan fıtrat, yani İslâm
Dini üzere ölürsün. Bu sözler, yatakta söyleyeceğin dünya kelamının en sonu
olsun.”
"Berâ (radıyallahu
anh) der ki: Bu sözleri Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın huzurunda tekrar
ettim. Duada geçen "senin neb'îne (nebiyyike)" yerine (aynı mânada
olan) "senin res'ûlüne (resûlüke)" kelimesini kullandım. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) müdâhale edip: "Hayır, "nebî" değil
"resûl" diyeceksin" buyurdu".
Rivâyet sırasında yapılan böyle bir değişikliğe şâhid olan
Ashab'tan "kizb" tavsîfiyle şiddetli reaksiyona şâhid olmaktayız:
Ubeyd İbnu Umeyr anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdu
ki: "Münâfık'ın misâli iki sürü arasında duran koyun (eş-şâtu'r-râbıda)
gibidir..." Abdullah İbnu Ömer atılarak: "Yazık size, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) hakkında yalan söylemeyin. Zira Efendimiz: "Münâfık'ın
misali iki sürü arasında ki kör koyun (eş-şâtu'l-â'ire) gibidir"
buyurdu" der.
Ulemayı hadîsleri aslî kelimeleriyle rivâyet etmeye
zorlayan, mânen rivayeti ancak, Arapçayı, fıkhı çok iyi bilenlere caiz görmeye
sevkeden haklı durumlar da var. Buna en güzel örnek, hadîs ilminde yüce bir
mevkie sâhip olan Şu'be'den verilmektedir. Bu zat, yaşça kendisinden küçük olan
İsmail İbnu Uleyye'den erkekleri, elbiselerini zaferanla boyamaktan men eden
hadîsi almıştı. Rivâyet sırasında Şube: "Peygamberimiz (aleyhissalâtu
vesselâm) zaferanla boyanmaktan yasakladı" diyerek yasağı kadınlara da
teşmîl eden bir üslubla rivayet eder. Bu hatayı farkeden İsmâil İbnu Ubeyye
derhal müdâhale ederek, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın böyle söylememiş
olduğunu belirtir.
Hadîsleri mânen rivâyete
cevaz vermeyenler bir de şunu söylerler: Hadîsi, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'dan işitenin bu lâfızları değiştirme yetkisi olsa ondan işitenin de
fazlasıyla böyle bir yetkiye sâhip olması gerekir. Zira önceki Şâri'in sözüdür.
Bunun değiştirilmesi câiz olunca, ikinci, üçüncü ravilerin rivâyetlerini
değiştirmek fazlasıyla câiz olur. Değişe değişe rivâyet edilen bir rivayetin
sonuncu râvide aldığı şekille Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın söylemiş
bulunduğu şekil arasına büyük fark girmiş olur.
Şu halde bu delil ve
mülâhazalardan hareket eden selef uleması hadîsin mânen değil lâfzan
rivâyetinde ısrar etmişlerdir. Bu görüşü Tâbii'nden Kasım İbnu Muhammed, İbnu
Sîrîn, İbrahim İbnu Meysere, İbnu Mehdî, Reca İbnu Hayre, Süfyân İbnu Uyeyne...
gibi bir çokları iltizam etmiştir. İbnu Hazm başta bütün Zâhiriye âlimleri de
bu görüştedirler, rivâyet-i bilmânâ'yı haram telakki ederler. Müslim de bu
görüşü iltizam edenlerdendir.
2-
Hadîsî mânen rivâyet câizdir diyenlere gelince: Başta dört mezheb imamı olmak
üzere âlimlerin çoğunluğu bu görüştedir. Sâhâbe de çoğunluk itibariyle bunun
tatbikatını fiilen yapmışlardır. Hasan-ı Basrî, Süfyan-ı Sevrî, Vekî
İbnu'l-Cerrâh, Şâbi, İbrahim Nehâî, Âmir İbnu Dinar hep mâna ile rivayeti esas
almışlardır. Vekî: "Hadîsi edâ ederken, mânayı esas almak olmasaydı
âlimler perişan olurdu" demiştir. Süfyan'ı Sevrî'nin de "Eğer ben
size işittiğim gibisini söylüyorum dersem sakın inanmayın, söylediğim hep
mânâdır" diyerek fiilî gerçeği ifade ettiği belirtilir. Nitekim aynı
hâdiseyi rivâyet eden sahâbelerin rivâyetlerinde farklılıklar olduğu gibi,
muayyen bir hadîsi aynı sahâbeden almış olan farklı râvilerin rivayetleri
arasında da farklılıklar mevcuttur. Kur'ân-ı Kerîm gibi anında yazdırılıp
ezberletilen sonra da kontroldan geçirilerek asliyeti korunma altına alınmamış
olan hadîs rivâyetinde gerçek vak'anın da bu olacağı tabiîdir.
Nitekim, hadîslerin mâna
üzere rivâyetini caiz görenler de gerek Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'den ve gerekse Ashab (radıyallahu anhüma)'dan kendilerine deliller,
örnekler göstermektedirler. Ezcümle:
l-
Abdullah İbnu Süleyman el-Leysî'nin rivâyetîne göre Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'e: "Ey Allah'ın Resûlü, biz senden bir hadîsi
işittiğimiz gibi eda edemiyoruz" demeleri üzerine: "Eğer bir
haramı helal, bir helali haram etmez, mânayı da doğru olarak ifade
edebilirseniz istediğiniz lâfız ile rivâyet etmenizde bir beis yoktur"
buyurmuştur. Hasan-ı Basrî hazretleri bu hadîsi işitince: "Bu ruhsat
olmasaydı biz hadîs rivâyet edemezdik" demiştir.
2-
Sahâbeden gelen bir çok rivâyet de onların mâna ile rivayeti esas aldıklarını
gösterir: Urve İbnu Zübeyr anlatıyor: "Hz. Aişe bana: "Sen benden bir
hadîsi yazıyor, dönüp tekrar yazıyormuşsun doğru mu?" dedi. Cevâben:
"- Ben bir hadîsi
sizden bir seferinde başka, öbür seferinde bir başka şekilde işitiyorum"
dedim.
"- Mânâda bir
değişiklik buluyor musun?" dedi.
"- Hayır!"
karşılığını verince:
"- Böyle rivâyette
bir mahzur yoktur" dedi.
İbnu Sîrîn de şöyle
demiştir: "Ben bir hadîsin, her defasında mâna aynı kalmak şartıyla on
şekilde rivâyet edildiğine rastladım".
Zürâre İbnu Ebi Evfa'nın
şöyle söylediğini Katâde rivayet eder: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'in Ashabı'ndan pek çoğuna rastladım. Hadîslerin mânasında ittifak ediyorlar,
lâfzında ihtilafa düşüyorlardı." İmam Şâfi'nin bir rivâyetine göre, bu
duruma dikkat çekilen bir sahâbî: "Mânasına halel gelmedikçe bunda beis
yoktur" cevâbını vermiştir. Aynı şekilde rivâyetlerindeki farklılığa
dikkati çekilen Huzeyfe (radıyallahu anh)'nin: "Biz Arab kavmindeniz,
dilimiz fasihtir, hadîsleri irâd ederken elfâzı takdim, tehir ederiz (mânâyı
değiştirmeyiz)" dediğini Hz. Câbir (radıyallahu anh) rivâyet eder. Bu
farklılıklar sebebiyle ashab birbirini tenkîd ve itham etmemiştir.
İbnu Mes'ud, Ebu'd-Derda,
Enes, Abdullah İbnu Ömer (radıyallahu anhüma ecmain) gibi birçok sahâbe
rivâyetlerinin sonuna "ihtiyat kaydı" diyebileceğimiz, kayıtlar ilâve
ederek, rivâyetlerinin Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın ağzından çıktığı
şekle uyması hususundaki şüphelerini belirtmişler, dinleyicileri yanlış bir
zanna düşmekten korumaya çalışmışlardır. İhtiyat kaydı dediğimiz bu tâbirler
şunlardır:
"Tam söylediğim gibi
değilse de ona yakın bir söz söyledi."
"Resûlullah ya da
buna yakın bir şey söylemişti."
"Bunun gibi, buna
benzer bir şey söylemişti."
"Bunun gibi veya buna
yakın bir şey söylemişti."
3-
İslâm Dini'ni âyet ve hadîsleriyle Arap olmayanlara kendi dillerinde açıklamak,
tercüme etmek câiz olduğuna göre, Arap olanlara da müterâdif ve müsâvi olan
başka Arapça kelimelerle nakletmek de câiz olmalıdır.
Bazı âlimler bu delili pek
kuvvetli bulmazlar. Çünkü, Arap olmayan kimse kendi diliyle işittiği bir sözün,
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in hadîsi olmadığını bilir. Bu cevazdan
hareket edenler yine de, lâfzın esas alınması gerektiği durumlarda mânen nakli
ve tercümeyi câiz görmemişlerdir. Ezan ve kamette olduğu gibi. Bunların
mânasını öğretmek için tercümesi câiz ise de, Ezanın başka kelimelerle
okunması, tahiyyat ve kunut'un namazda tercümesinin okunması câiz değildir.
4-
Hadîsler, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın huzurunda yazılmadığına göre,
Ashab sonradan aklında kalan mânayı rivâyet etmiştir.
5-
Hadîslerde lâfız maksûd değildir, vâsıtadır. Esas olan mânadır. Öyle ise
mânanın şu veya bu elfazla rivayeti mühim değildir.
6-
Mâna ile rivâyeti câiz görenler, muhâlif tarafın dayandığı delilleri de
çürütürler. Mesela: Yukarıda kaydettiğimiz: "Bizden bir şey işitip de
işittiği şekilde teblîğ edenin Allah yüzünü taze kılsın" hadîsi;
a)
Pek çok tarikten ve farklı lâfızlarla gelmiştir, şu halde o da mânen rivayet
edilmiştir.
b)
Ayrıca "işittiği şekilde" tabirindeki "şekilde" sözü
"işittiği mânaya benzer bir mânada" mânasını da taşır. "Aynı
elfazla" demek değildir...
Keza "Berâ'nın
rivâyetinde "Resûl" kelimesinin yerine "nebî" kelimesinin
konmasını reddetmiş olması Nebî (aleyhissalâtu vesselâm) ile Cebrâil'in
karıştırılmaması nüktesine binâendir..." denmiştir. [102]
Mühim
Bir Kayıt:
Mânen
rivayeti câiz görenler, bu cevazı verirken bazı mühim şartlar koşarlar.
1-
Rivâyete ehil olan kişi bunu yapar. Bu da öncelikle Arapça'yı iyi bilmeyi,
hadîsi anlamayı gerektirir.
2-
Mânen rivâyet yapacak kimse elfazı hatırladığı takdirde, aslî elfazla rivâyet
etmelidir. Cevaz, mânayı tam hatırlayıp, aslî elfazı hatırlayamayanlara
mahsustur.
3-
Mânen rivâyet meselesi, günümüzün meselesi değildir. Yâni hadîs kitaplarına
girmiş olan hadîsler değişik şekilde rivâyet edilemezler. Kitaplarda nasıl yer
etmişse olduğu gibi alınmalıdır. Bu hususta âlimler ittifak ederler. Bu
münakaşa, hadîslerin şeyhlerden alınma dönemiyle ilgilidir, cevâz da: Dinlenmiş
olan lâfızları aynen zabt veya tahkikin mümkün olmadığı durumlarla ilgilidir:
İşitildiği mânen hatırlanan bir rivâyet ya mânasıyla kayda geçirilecek veya
terkedilecektir. Terkinde dine zarar vardır, bu zararı önlemek için mânasını
zabtedmek, rivâyet etmek lâzımdır. Değilse, kitaba geçmiş olan el-fazın
değiştirilmesine gerek de yok, zaruret de yok, binaenaleyh cevaz da yoktur. [103]
Mânen
Rivayet Üç Sûretle Olur, İkisi Câizdir
1-
Bir lâfzı, onun tam müterâdifi yâni aynı mânadaki bir başka kelime ile
değiştirmek câizdir: Cülûs-kuûd: ilim-mârifet; İstitâa-kudret; memmâm-kattât
gibi. Bu kelimeler tam müterâdiftir, biri diğerinin yerine kullanılabilir.
2-
Kelimeler arasındaki müterâdiflik kat'î değil de zannî olursa bu durumda
rivâyet câiz değildir.
3-
Ravi, mânayı kavradığı hususunda kesin kanaat sâhibi olduğu takdirde müteradif
kelimelere müracaat etmeden, mânaya eksiklik, fazlalık katmadan, dilediği
şekilde rivâyet edebilir, bu da câizdir.
Manen rivâyet işi, daha
önce de belirtildiği gibi ehliyetli kişinin işidir. Herkesin bu işe tevessülü
câiz değildir. [104]
8-
Lahn'ın Düzeltilmesi Meselesi
Lahn. Arapça ifadede
karşılaşılan bazı bozukluklara denir. İrâb ve şive hatası diye de tarif edilebilir.
Hadîsçiler, bir kısım rivayetlerde rastlanan bu dil hatalarının düzeltilip
düzeltilemiyeceği hususunda ihtilaf ederler. Lâfzî rivâyeti esas alanlar,
duydukları üzerinde herhangi bir tasarrufta bulunmaksızın aynen rivâyet etme
mesleğinde gittikleri için onların lahn'ı düzeltmeden koruyacakları açıktır.
Ancak mânâ üzerine rivâyeti esas alanlar hadîslerde rastladıkları lahn'ı
düzeltmek gerektiğini söylerler. "Çünkü, rivayetin asıl kaynağı olan
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ve Ashâb Araptırlar ve dilleri fasihtir.
Öyle ise onların lahn'da bulunması söz konusu olamaz. Bu sebeple rivâyetlerde
rastlanan bozukluklar senette yer alan diğer râvilere aittir, öyle ise
düzeltilmelidir." İbnu Hazm, lahn'lı olarak işitilen rivayetin
düzeltilmesini vâcib görür.
Hadîslere Lahn'ın
girmesine sebep olan râviler daha ziyâde Arapça'yı sonradan öğrenen Arap asıllı
olmayan kimselerdir. Tâbiîn ve Etbauttâbiîn arasında gayr-ı Arap râvi çoktu.
Yeri gelmişken hemen
belirtelim ki, Buhârî ile Müslim arasında bile bu noktada görüş ayrılığı
vardır. Müslim, mânaya tesir etmese bile hocalarından duyduğu şekliyle bütün
farklılıkları olduğu gibi korur. Buhârî ise, rivâyet-i bilmânayı câiz
gördüğünden çok ince teferruatı, Lahn'ı olduğu gibi korumayı uygun bulmaz.
Hadîslere karışan bu Lahn
sebebiyle Arap dilcileri nahivle ilgili şâhidleri hadîslerden almayıp, câhiliye
şiirlerinden almayı an'ane hâline getirmişlerdir. [105]
9-
Hadîsin İhtisar Edilmesi Meselesi
İhtisar özetleme demektir.
Bir hadîsi rivayet ederken bazı kısımlarını hazfedip kısaltmak onu ihtisar
etmektir.
Hadîs rivâyetinde bunun
câiz olup olmadığı hususunda farklı görüşler vardır:
1-
Mutlak surette memnudur. İhtisârı câiz görmeyenler, daha ziyade rivâyet-i
bilmânaya karşı olanlardır. Bunlara göre, hadîsten tek harfi bile hazfı câiz
değildir. Bunlar hazfetme sırasında mânânın bozulacağını ileri sürerler. İmam
Malik bilhassa Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a ait (merfu) kelamın
ihtisarını hiç câiz görmezdi.
2-
Hadîs, -râvînin kendisi veya bir başkası tarafından- tam olarak rivayet
edilmişse, ihtisar edilerek rivayet edilmesi câizdir, rivayet edilmemişse câiz
değildir. Çünkü hazfedilen kısım kaybolmaya mahkûm demektir.
3-
Âlim ve ârif olan râvinin, hadîsi, ihtisar etmesi bir şartla câizdir:
Hazfedilen kısım, nakledilen kısımdan ayrı olmalıdır. Aksi takdirde iki kısım
mânâ ve delalet yönüyle birbirini tamamlayıp bir irtibat içinde olur da,
hazfedilen kısım, rivayet edilen kısmın delâlet ve mânasına tesir edecekse bu
câiz değildir.
Cumhur'un, fıkıh ve hadîs
usulcülerinin görüşü budur. Bu şartlarda ihtisâr'ın, rivâyet-i bilmânayı câiz
görmeyenlerce de mûteber olması gerekir. Zira, bu tarzda hazfedilen bir hadîs
iki ayrı hadîse bölünmüş olmaktadır, üstelik bu cevaz, sahanın mütehassısı olan
kimselere tanınmış olmaktadır. [106]
10-
Hadîsin Takti'i (Bölünerek Rivâyeti)
Takt'i, kısımlara bölmek
demektir. Istılah olarak bir hadîsi, ihtiva ettiği hükümlere göre parçalayıp,
parçalardan her birini kitabın ilgili bölümünde kaydetmektir. Aslında takti',
ihtisardan tamamen farklı bir ameliye değildir, bir cüzdür. Kitabın hacmini
kabartmamak maksadıyla, bilhassa fıkhî hadîslerde, ilgili babta, hadîsin sâdece
babla ilgili kısmı alınır, gerisi alınmaz.
Böylesi bir tasarruf
mânaya eksiklik, fazlalık getirmeyeceği gibi, yanlış anlamaya da bâis olmaz. Bu
sebeple Buhârî, İmam Mâlik, Ebu Dâvud, Nesâî, Tirmizî gibi hadîs ilminin büyük
üstadları buna başvurmuşlardır.
Hemen belirtelim ki, her
şeye rağmen hadîste taktî'e taraftar olmayan, mahzurlu bulan âlimlerimiz de
vardır. Sözgelimi Ahmed İbnu Hanbel, İbnu Salâh takti'in kerâhattan hâlî
olmadığı kanaatindedirler.
Herhangi bir rivâyette
sıhhati şüpheli bir ziyâde olduğu takdirde bu ziyâdeyi rivâyetten çıkarmanın
câiz olduğunda ihtilaf yoktur, yeter ki, şüpheli olan bu ziyâde kısım, hadîsin
diğer kısmı ile irtibatlı olmasın. İrtibat bulunduğu takdirde o kısmın
çıkarılması öbür kısmın bütünlüğünü bozacağı için câiz olmaz. [107]
11-
Bir Hadîsi Birden Fazla Senedle Rivayet
Hadîs ulemasının, rivayet
ve dolayısıyla hadîs karşısındaki titizlik ve hassasiyetini gösteren bir diğer
âdâb, farklı senedleri olan bir hadîsin rivayetinde kendini gösterir. Muhaddis,
bir hadîsi rivayet ettikten sonra, aynı hadîsi ikinci bir senedle daha irad
etmek istediği zaman, metni aynen zikretmeyip "mislehu (öncekinin metni gibi)"
veya "nahvehu (öncekine benzer)" der geçer. İşte bu kısaltmayı bazı
muhaddisler doğru bulmazlar. Metin tıpatıp aynı olsa bile senedden sonra
elfazın da zikri gerekir derler. Şu'be'nin: "Fülan fülandan onun mislini
rivâyet etti demek kifayet etmez" dediği belirtilir. Ayrıca, Şu'be'nin:
"Fülan fülandan benzerini (nahvehu) rivayet etti demesi de rivâyette
şekdir" dediği kaydedilir.
Kısaltma ile ilgili ikinci
bir görüş daha var. Buna göre, râvinin şeyhi zabt yönünden kuvvetli, hıfzı
yerinde, kelimelerin birini diğerinden tefrik hususunda, güçlü, rivayet ettiği
şeyin kelimelerine bile dikkat edecek hassâsiyette sika birisi ise, ikinci
senedde metin vermemesi câizdir. Bu vasıflar yoksa, câiz değildir, her bir
senedde metni de ayrı ayrı zikretmesi gerekir. Süfvân-ı Sevrî bu görüştedir.
Üçüncü bir görüş Yahya
İbnu Main ve Hâkim'e aittir. Buna göre râvinin şeyhi, sayılan vasıfları
taşıyorsa "mislehu (öncekinin misli)" demesi câiz "nahvehu
(öncekinin benzeri)" demesi gayr-ı câizdir. "Mislehu (öncekinin
mislidir)" diyebilmek için metinlerin lâfzan aynı olduğuna cezmetmek
gerekir. Metinler sâdece mânen müttehid ise nahvehu demesi câiz olur.
Hâtibu'l Bağdâdî, bu
tefriki yapanların rivâyet-i bilmâna'ya cevaz vermeyenler olduğunu, cevaz
verenlerin böyle bir tefrike gitmediklerini, nahvehu ve mislehu kelimelerinin
müteradif olarak kullandıklarını belirtir.
Nahvehu ve mislehu
tâbirleri bilhassa Sahîh-i Müslim'de çok geçer. Müslim hazretleri bir hadîsin
bütün senetlerini bir arada vermek prensibinde olduğu için senetleri verdikten
sonra metinler birbirine yakınsa metni tekrar etmez, dikkat çekmeye değer bir
farklılık varsa, senedi verdikten sonra o farklılığa dikkat çeker, onu
kaydeder. [108]
12-
Rivâyetlerin Birleştirilmesi (Telfîk-i Rivâyât)
Râvi, bir hadîsi muhtelif
şeyhlerden almıştır, rivâyetler mânaları itibariyle müttehiddir, ancak
lâfızları yönüyle farklıdır. Bu durumda şöyle bir ifade kullanarak rivâyetleri
birleştirmek mümkündür: "Fülan ile fülan bize haber verdiler, söyleyeceğim
lâfız da fülâna aittir."
Bu, Müslim'de çok sık
rastlanan bir usuldür. Rivâyet-i bilmânâ'yı esas alanlar için bu tarz câizdir.
Bâzan da bir cemaatten,
aynı mânaya gelen bir rivayet zikredilir, ama kaydedilen metin hangisine ait
olduğu belirtilmez, belki de metin hiçbirine ait değildir, ancak isimleri
zikredilen şahıslar o mânada müttefiktirler. Buhârî, Abdullah İbnu Vehb ve
Hammâd İbnu Seleme gibi bir kısım muhaddisler bu tarz rivâyete yer verirler.
Kendileri bu sebeple tenkit de edilmediğine göre, bu tarz da çoğunlukla kabul
edilmiş bir telfîk şekli olmaktadır. [109]
Dâru'l-Hadîs
Hadîs
ilimlerinin ihtisas seviyesinde öğretildiği özel eğitim müessesesi.
Kur'ân-ı
Kerim'den sonra, İslâm'ın ikinci ana kaynağı olan "Sünnet" ve bunun
sözlü ifadesi olan "Hadis" öğretimi büyük bir önem arzeder. Hz.
Peygamber, sözleri, fiilleri ve tasvipleriyle İslâmî hükümleri pratik hayata
aktarmış, müslümanlar için canlı bir model olmuştur. O'nun hayatı bütünüyle iyi
bilindiği ve müslümanların yaşayışına aktarıldığı ölçüde İslâmiyet ferdî ve
sosyal hayatta müsbet etkisini gösterecektir.
İslâmiyet'in
ilk dönemlerinde öğretim ve eğitim faaliyetleri daha çok mescid ve camilerde
yürütülmekte idi. İbadet yeri olan mescidler, bu dönemde aynı zamanda dershane
görevini de yapmakta idiler. Hadis öğretiminin ilk yapıldığı cami, Mescid-i
Nebevî'dir. Hz. Peygamber döneminde Ashab-ı Suffâ, mescidin bir bölümünde
Rasûlullah'tan hadis öğreniyorlardı. Ashab arasında en çok hadîs rivayet eden
Ebu Hüreyre burada yetişmiştir. Sünen-i İbn Mâce’de rivayet edildiğine göre,
bir gün Hz. Peygamber (s.a.s.) camide Kur'ân tilaveti, dua ve ilim öğrenmekle
meşgul olan iki ayrı halkaya rastlamış ve onlara iltifat etmiştir.[110]
Bu haberden de anlaşıldığı gibi, Hz. Peygamber (s.a.s.) ve ashab döneminde
İslâmî ilimlerin öğretildiği yer mescitlerdi.
Emevîler
döneminde çocuklar için "mektepler" inşa edilirken, Abbasîler
döneminde ise "medreseler" tahsil müesseseleri olarak kurulmaya
başlanmıştır. Bunların dışında "mecâlis" denilen ilmî toplantılar da
hadîs, ilimlerinin öğretildiği yerlerdi. Bu dönemlerde, câmi ve mescidler yine
ilim merkezi olarak kullanılmaya devam etmiştir. Ancak; hadîs ilminin önemi
dolayısıyla sonraları, hadis ilimlerinin ihtisas seviyesinde öğretildiği
"dârü'l-hadîs" denilen özel müesseseler kurulmaya başlanmıştır ki, bu
müesseseler birer hadîs araştırma merkezi mahiyetinde idiler.
Hadîslerin
tetkîki için çok iyi düzeyde Arapça bilmek ve belâgat, tefsir, usûl-ı hadîs ve
diğer şer'î ilimleri de bilmek gerekiyordu. Bunun için özel müesseseler
kuruldu. Medreselerde okutulan derslerde icazet alanların kabul edildiği bu
ihtisas okullarının ilki, Atabek Nureddin Mahmud İbn Zengi[111] tarafından hicrî 563 yılında Şam'da kuruldu.
Kurucusunun adına nisbetle bu dârü'l-hadîs'e "Nuriye Medresesi"
denildi. İkincisi Musul'da kurulan bu hadis medreseleri daha sonraları çoğaldı.
Hadisle birlikte Kur'ân ilimlerinin de okutulduğu medreselere ise
"dârü'l-Kur'ân ve'l-hadis" ismi verildi.
Anadolu
sahasındaki ilk dârü'l-hadîs, İlhanlılar zamanında Başvezir Şemseddin
Cüveynî'nin 670/1271-1272 yılında Sivas'ta kurduğu çifte minareli medresedir.
Anadolu Selçukluları devrinde vezir Sahip Ata tarafından Konya'da yaptırılan
ince minareli medrese, dârü'l-hadislerin en meşhurlarındandır.
Osmanlılar döneminde önce Bursa'da, sonra da II. Murat
tarafından 1447 yılında Edirne'de dârü'l-hadîs kuruldu.
İstanbul'daki ilk dârü'l-hadîs ise, Kanuni Sultan
Süleyman tarafından Süleymaniye Camii'nin tam karşısında ve tabhanenin
bulunduğu yerde kurulan Dârü'l-Hadîs'tir. Binası bugün de ayakta duran bu
medrese, kubbeli bir oda, kubbesiz ondokuz odadan müteşekkildir. Süleymaniye
Dârü'l-Hadîs'i, paye bakımından medreselerin en yükseği olduğu için, buraya ilk
tayinlerinde müderrislere yüz akçe, bilâhare elli daha artırılarak yüzelli akçe
yevmiye verilirdi. Payelerine göre dârü'l-hadîs müderrislerine verilen yevmiye
on ile yüzelli akçe arasında değişiyordu. Ayrıca imkânlar nisbetinde talebelere
de burs veriliyordu. Meselâ, Birgi Dârü'l-Hadîs'inde okuyan yedi öğrenciden her
biri dörder akçe yevmiye alıyordu.
XV. ve XVI. yüzyıllar arasında Osmanlılar
tarafından, on üçü İstanbul'da olmak üzere yirmi dârü'l-hadîs yaptırılmıştı.
Geri kalanlardan ikisi Amasya'da, ikisi Edirne'de, diğerleri de İznik, Birgi ve
İstip'te kuruldu. Ayrıca Anadolu'nun Konya, Aksaray, Niğde, Kayseri, Sivas,
Alanya, Erzurum, Urfa, Adana, Tokat, Ankara, Bursa, Manisa şehirlerinde
dârü'l-hadîs'ler vardı. Evliya Çelebi'ye göre, XVII. yüzyılda
dârü'l-hadîs'lerin sayısı yüzotuzbeşi buluyordu. 1882'de yapılan umûmî nüfus
sayımı dolayısıyla yapılıp bastırılan istatistiğe göre, İstanbul'da çeşitli
semtlerde onbir dârü'l-hadîs görülmektedir.
Dârü'l-hadîs'lerde,
usûl-i hadîs ile birlikte Kütüb-i Sitte okutulurdu. Bunlardan Buhârî ve Müslîm
üzerinde bilhassa durulur, hadis kritiğine oldukça önem verilirdi. Dârü'l
hadîs'ler genellikle vakıf kurumları olduğu için, buralarda okutulan kitaplar,
vakfın şartına, -vakıf herhangi bir şart koşmamışsa- o beldenin örfüne göre
okutulan eserlerdi. Bu sebeple dârü'l-hadîs'lerde takip edilen program ve
kitapları kesin olarak tespit etmek mümkün olamamaktadır. Ancak, Osmanlı
âlimlerinden Kemal Paşazade'nin Edirne Dârü'l-Hadîs'inde müderris iken Sahîh-i
Buhârî'ye şerh yazması[112],
Mevlâna Haydar'ın ise Dârü'l-Hadis müderrisi iken Sahîh-i Buhârî'yi, Kirmânî
şerhiyle birlikte okutması[113]
genellikle son devirde dârü'l-hadîs'lerde metin olarak Buhârî ve şerhlerinin
okutulduğunu göstermektedir.
Dârü'l-hadîs'ler
en yüksek medreseler olduğu için müderrisleri hem en yüksek yevmiye alıyorlar,
hem de törenlerde öteki müderrislerin önünde bulunuyorlar ve onlara başkanlık
ediyorlardı. İlim, eğitim ve kültür hayatımızda önemli hizmetler gören dârü'l
hadîs'ler, diğer birçok müessese gibi kapatılınca, tarihe karışmış olup; tekrar
ihya edilerek İslâm'ın yeniden hâkim kılınacağı günleri beklemektedir.[114]
2- TEDVİNÜ-S-SÜNNE
TEDVÎN SAFHASI:
Hadîs tarihinin ikinci
mühim devresini "tedvinü's-sünne" dediğimiz çalışmalar teşkil eder.
Zaman olarak ikinci hicrî asrı içine alır. [115]
Tedvîn Nedir?
Tedvin, lügat olarak cem
edip kitap hâline koymak mânasına gelir. Bir hadîs ıstılahı olarak, hadîslerin
resmen yazılıp kitap haline konması demektir. Burada "resmen"
tabirinin bilhassa ehemmiyeti var. Zira, önceki bahislerde de görüldüğü üzere,
hadîslerin yazılması, ferdî ve hususî olarak Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) devrinde başlamış bir faaliyettir. Hatta bizzat Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) tarafından pek çok yanlı vesîkanın bırakıldığını ve
hepsine de "sünnet" dendiğini belirtmiştik.
Ama bunların hiçbiri
tedvîn kelimesiyle ifade edilen "yazma" işine girmez. Çünkü tedvîn'de
hadîslerin tamamının yazılması söz konusudur. Öyle ise tedvîn'in daha mükemmel
bir târifini: "Hadîslerin hepsine şâmil olan ve devlet eliyle yürütülen
ikinci hicrî asırdaki yazma faaliyetidir" şeklinde yapabiliriz. [116]
Nasıl Başladı?
Tedvîn işi, Emevi
halifelerinden Ömer İbnu Abdilaziz'le başlar. Dindarlığı ve Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın sünnetine düşkünlüğü ile meşhur olan Ömer İbnu
Abdilaziz (rahimehulllah), sünneti bilen Ashab neslinin, arkadan da büyük
alimlerin çeşitli sebeplerle birer birer hayattan çekilmelerini görerek hadîsin
kaybolacağından endişe eder. Tehlikeyi önlemek için her tarafdaki mevcut
âlimleri hadîslerin yazılması işine sevketmeyi düşünür. Bu maksadla, halife
sıfatıyla vâlilere emirler, tamimler gönderir. Ömer İbnu Abdilaziz'in
gönderdiği bu mektuplardan bir tanesinin metni Buhârî'de mevcuttur. Bu, Medîne
valisi Ebu Bekr İbnu Hazm'a gönderilen mektuptur:
"Beldende Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'le ilgili rivayetleri araştır, topla ve yaz.
Ben ilmin (hadîslerin) yok olmasından ve âlimlerin tükenmesinden korkuyorum. Bu
iş yapılırken sâdece Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın sünneti kabul
edilsin. Âlimler mescid gibi herkese açık ve malum yerlerde oturup tedrisatta
bulunarak ilmi yaysınlar, bilmeyenlere öğretsinler. Zira ilim gizli kalmadıkça
yok olmaz."
İbnu Sa'd'ın kaydettiği
rivayette Ömer İbnu Abdilaziz (rahimehullah) İbnu Hazm'a yazdığı mektupta şu
ziyadede bulunmuştu: "....câri, bilinen bir sünnet veya Amra bintu
Abdirrahmân'ın rivâyetleri kabul edilsin..."
Dârimi'nin rivayetinde şu
ziyâde mevcut: "Sizce (veya bölgenizde) Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'den sâbit ve sahîh olan rivâyetlerle Hz. Ömer'den sâbit olan
rivayetleri yaz".
Ebu Nuaym'ın Târîhu
İsfehan'da kaydettiğine göre Ömer İbnu Abdilaziz, mektubu, bütün İslâm beldelerine
göndermiştir.
Şu halde tedvîn işinden
bahseden muhtelif rivâyetleri göz önüne alarak konu hakkında daha bütün bir
fikre varabilmekteyiz.
Hadîslerin tedvîninde
Halîfe Ömer İbnu Abdilaziz'in bu teşebbüsünü takdir edebilmek için; Tedvîn'de
en büyük hizmeti geçen ve bu faaliyete ismini veren Muhammed İbnu Şihâb
ez-Zührî'nin şu itirafını bir kere daha kaydetmek isteriz:
"Bizi bu ümera
(idâreciler) mecbur edinceye kadar ilmin yazılmasını uygun bulmuyorduk.
(Ümerânın müdâhale ve icbarıyla bu işe girişince) hiçbir müslümanı yazmaktan
men etmemek gerektiğine inandık".[117]
Tedvîne Sevkeden Sebepler:
Hadîslerin yazılıp
kitaplar halinde bir yerde toplanmasına sevkeden gerçek âmilleri daha yakından
görmekte fayda var:
1-
Alimlerin ittifakıyla bunlardan biri, Ömer İbnu Abdilazîz'in mektubunda da
ifâde edilen husustur: Ulemânın inkırazı ile hadîslerin yok olma endişesi: Bu
gerçekten mühim bir husustur. Her ne kadar hadîsler ferdî olarak yazılıyor
idiyse de çoğunlukla "Ezberlenmek için" yazılıyordu ve ezberlenince
yakılıyordu veya ölürken, kendisinden yazılanların imhası tavsiye ediliyordu.
Yukarıda Zührî'den kaydettiğimiz rivâyet bile, hadîslerin yazılması hususunda,
ilmî çevrelerdeki tereddüdü anlamaya kâfidir.
Üstelik bu dönem, siyasî
çalkantıların, iç kargaşaların sıkça görüldüğü bir devredir. 95. hicrî yılında
Haccâc-ı Zâlim tarafından öldürülen, devrin meşhur muhaddisi Said İbnu
Cübeyr'in kaybı bile Ömer İbnu Abdilaziz'i "hadîsler kaybolacak" diye
korkutmaya yeterli bir hâdisedir. Kaldı ki, aynı hâdiseler Talk İbnu Habîb'in
ölümüne sebep olur, meşhurlardan Mücâhid kıl payı idamdan kurtulursa da hapse
atılır.[118]
2-
Ömer İbnu Abdilaziz'in mektubuna açık bir şekilde aksetmemiş olsa bile, tedvîne
sevkeden ikinci mühim âmil, siyasî ve mezhebî ihtilaflar sebebiyle hadîs uydurma
faaliyetlerinin artmasıdır. Bu hususu, Zührî (rahimehullah)'in şu sözleri
tevsîk ve te'yîd eder: "Eğer şark cihetinden gelen ve nezdimizde meçhûl ve
merdûd olan hadîsler olmasaydı ne tek hadîs yazardım ne de yazılmasına izin
verirdim".
Suyûtî hazretleri, hadîs
uydurma faaliyetlerinin tedvîndeki rolüne şöyle parmak basmıştır:
"Ulemanın çeşitli beldelere dağıldığı, Hâricîlerin ve Râfizîlerin uydurma
ve bidatlarının çoğaldığı bir vakitte, sünnet, Sahâbe'nin akvâli ve Tâbiî'nin
fetvalarıyla karışık olarak tedvîn edildi".[119]
Tedvîn'in Cereyan Tarzı:
Rivâyetler, Ömer İbnu
Abdilazîz'in, meseleyi bir tamimle bırakmayıp, tedvîn çalışmalarını titizlikle
takip ettiğini göstermektedir. Meselâ merkezde, bu işte çalışacak, hususî
katipler tutulmuştur. Sözgelimi Hişâm İbnu Abdilmelik, Zührî'nin emrine iki
kâtip vermiştir. Bunlar tam bir yıl boyu Zührî'nin hadîslerini yazmışlardır.
Tedvîn faaliyetlerine,
halife Ömer İbnu Abdilazîz (rahimehullah) bizzât katılmış, elinde defter kalem
namazlara devam etmiş, namazlardan sonra teşkil edilen ders halkalarına
oturarak Avn İbnu Abdillah'dan, Yezîb İbnu'r-Rakkâşî'den hadîs yazmıştır.
Tedvîn sırasında, sâdece
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a nisbet edilen rivâyetler değil, Sahâbe
hazerâtından ve Tâbiîn'den rivâyet edilen âsâr da bâzı muhaddislerce
"sünnet" mefhumuna dâhil edilerek yazılmıştır.
Halife'nin, emriyle
taşrada yazılan hadîsler defterler hâlinde merkeze gönderilmekte, orada
çoğaltılarak tekrar İslâm beldelerine yollanmaktaydı. Bu mühim hususu tevsîk
eden bir rivâyet Zührî'den gelmektedir: "Ömer İbnu Abdilaziz
(rahimehullah) Sünnet'in cem edilmesini emretti. Biz de onu defter defter
yazdık. Ömer İbnu Abdilazîz (rahimehullah) üzerinde hâkimiyeti bulunan her bir
yere bunlardan bir defter yolladı."
Bu yollanan defterlerin,
merkezdeki aslî nüshalardan çoğaltılan tâli nüshalar olduğu muhakkaktır.
Bazı rivâyetler, merkezde
toplanan hadîslerin, ulemâ nezâretinde belli bir kontrolden geçirildiğini ifâde
etmektedir: Ebu'z-Zinâd Abdullah İbnu'z-Zekvân anlatıyor: "Ömer İbnu Abdilaziz'in
fukahâ'yı topladığını gördüm. Ulema ona pek çok sünnet toplamıştı. (Bunları
fukahâ ile birlikte okuyor) kendisiyle amel olunmayan bir sünnet zikredilince:
"Bu fazladandır, üzerine amel yoktur" diyordu".
Yukarıda, merkezden
taşraya gönderildiği belirtilen nüshaların bu kontrol muâmelesinden sonra
istinsah edilmiş olabileceği söylenebilir.
Tedvîn faaliyetlerinin
mühim bir hususiyeti, hadîslerin, sünen, sahîh veya müsned gibi herhangi bir
tasnîf tarzında yazılmamış olmasıdır. Burada hadîsleri yazıya geçirmek, yazı
ile tesbît etmek esas alınmıştır, şu veya bu tarzda, şu veya bu maksada uygun
olması değil. Bu sebeple, merfu, mevkuf ve maktu rivâyetler sahîhi, haseni ve
zayıfıyla birlikte iç içe, yan yana yazılmıştır. Bunların temyîz ve tanzimi
müteakip asırda tebvîb devrî'nde ele alınacaktır. [120]
Ebu
Bekr İbnu Hazm'ın Rolü:
Medine Valisi Ebu Bekr
İbnu Hazm, devrinin büyük bir hadîs âlimi olmasına rağmen Ömer İbnu
Abdilazîz'in emrine icâbet ederek şahsen hadîs yazdığına dâir elimizde kayıt
yoktur. O, vali sıfatıyla ulemâyı bu faaliyete icbar etmekle yetinmiş olabilir.
Nitekim bu işi can u gönülden benimseyip birinci derecede rol oynayan Zührî,
bir Medîne âlimidir ve Ebu Bekr İbnu Hazm'ın emriyle işe başlamış olması şüphe
götürmeyen bir husustur.
Tedvîn işinin meyvesini
tam olarak görmeye Ömer İbnu Abdilazîz'in ömrü vefa etmemiş olsa da onun
devrinde tedvîn edilenlerin istinsah edilerek taşra vilâyetlere gönderilecek
bir seviyeyi bulduğunu bizzat Zührî'den intikal eden bir rivâyete istinâden az
önce kaydettik. Bu sebeple İslâm âlimleri, ilk tedvîn işinin Ömer İbnu
Abdilazîz (rahimehullah) zamanında,birinci hicrî asrın son yıllarında ele
alındığında ittifak ederler. [121]
Tedvîn Sayılmayan Bazı
Yazma Vak'aları:
Tedvîn deyince daha ziyade
"bütün hadîslerin tesbit ve cem edilmesini hedefleyen resmî yazdırma
faaliyetini" anlayınca bunun dışında kalan çalışmalar tedvîn sayılamaz.
Öyleyse:
1-
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in bıraktığı yazılı vesikalar tedvîn
değildir.
2-
Başta Abdullah İbnu Amr İbni'l-As tarafından yazılmış olan Sahife-i Sâdıka,
diğer bazı sahâbîler tarafından yazıldığını belirttiğimiz hiçbir sahîfe tedvîn
sayılmaz.
3-
Hz. Mu'âviye (radıyallahu anh)'nin, Muğire İbnu Şube'ye mektup göndererek
"namazın ardından Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın nasıl bir dua
okuduğunu işitti ise kendisine yazmasını" istemesi ve bu talebe Muğire'nin
yazılı olarak cevap vermesi de bir tedvîn değildir.
4-
Keza Emevî halifesi Abdülazîz İbnu Mervân, Mısır vâlisi iken, Humus'ta bulunan
-ve yetmiş kadar Bedîr ashabını gördüğü belirtilen- Kesîr İbnu Mürre'ye
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın Ashâbından (radıyallahu anhüm)
işittiği hadîsleri kendisine yazması"nı bir mektupla taleb etme vak'ası da
bir tedvîn değildir. İbnu Sa'd bu vak'ayı kaydeder, fakat Kesîr İbnu Mürre'nin
bu talebi yerine getirip getirmediğini belirtmez. Farz-ı muhal, Kesîr, duyduğu
hadîsleri yazmış bile olsa, yine bu, mevziî, mahallî, kısmî bir
"yazma" olacağı için yine de tedvîn sayılmayacaktı. [122]
Tedvînde Hizmeti Geçenler:
Hadîslerin tedvîni Zührî
başkanlığında çalışan bir grup âlimin Şam'da yürüttüğü sınırlı bir faaliyet
değildir. İslâm aleminin her tarafında bu faaliyet yürütülmüştür. Tedvînde ilk
hizmet verenler arasında şu isimler geçer:
Mekke'de: Abdülmelik İbnu
Cüreye (V. 150/767), Medine'de: Muhammed İbnu İshâk el-Muttalibî, (151/768);
yahud İmam Mâlik (179/795), İbnu Ebî Zi'b, Basra'da: Rebî' İbnu Sabîh
(160/777); yahud Said İbnu Ebî Arûbe (156/772) yahud Hammâd İbnu Seleme
(167/783); Kufe'de: Süfyan Sevrî (161/777); Şam'da: Abdurrahman Evzâ (157/773);
Vâsıt'ta: Hüşeym İbnu Beşir es-Selemî (183/799); Yemen'de: Hâlid İbnu Cemil,
Ma'mer İbnu Râşid (153/770); Rey'de Cerîr İbnu Abdi'l-Hâmid (188/803);
Horasan'da Abdullah İbnu'l-Mubârek (181/797). Bunlardan başka Hişam İbnu
Hibbân'ın (147/764); Yahya İbnu Zekeriyya İbni Ebî Zâide'nin (183/779); Vekî
İbnu'l-Cerrâh'ın (196/811), Abdurrahmân İbnu Mehdî'nin (198/813) de isimleri
tedvînde zikredilir.
Bu zatların hepsi de
ikinci asır ricâlidir ve tedvînleri, Sahâbe'nin akvali ve Tabiîn'in fetvalarıyla
doludur.
İkinci Asır'da tedvîn
edilen kitaplardan meşhur olanlar şunlardır: İmam Malik'in Muvatta'ı, İmâm
Şâfiî'nin Müsned'i, İmâm Abdurrezzâk İbnu Hümâm'ın (211/826)
Muhtelifu'l-Hadîs'i ve el-Câmi'si, Şu'be İbnu'l-Haccâc'ın (160/776) Musannaf'ı,
Süfyan İbnu Üyeyne'nin (198/813) Musannaf'ı, Leys İbnu Sa'd'ın (175/791)
Musanaf'ıdır. [123]
a)
Zührî:
Ebu Bekr Muhammed İbnu
Müslim İbni Ubeydillah İbni Şihâb ez-Zührî:Hicri 50-123 yılları arasında
yaşamıştır. Doğumu için, 50, 51, 56, 58; ölümü için de 123, 124, 125 gibi
farklı yıllar ileri sürülmüştür. Ölümünde 72 yaşında idi. Medîne
âlimlerindendir. Abdullah İbnu Ömer, Abdullah İbnu Câfer, Câbir İbnu Abdillah,
Enes İbnu Mâlik, Sehl İbnu Sa'd gibi sayısı ona ulaşan sahabe ve A'rec, Atâ,
Alkame, Urvetu'bnu Zübeyr, Amrâ bintu Abdirrahman gibi çok sayıda Tâbiîn'den
hadîs dinlemiştir. Kendisinden de Atâ, Ebu'z-Zübeyr el-Mekkî, Ömer İbnu
Abdilaziz, Amr İbnu Dinâr, Sâlih İbnu Keysan, Eyûb Sahtiyânî, Evzâ'î, Ebu
Cüreye, Süfyân İbnu Üyeyne gibi pekçokları hadîs rivâyet etmişlerdir.
Zührî, hadîslerin
tedvîninde birinci derecede hizmet vermiş bir zâttır. Hatta bâzı klasik
kaynaklarda "Hadîsi ilk tedvîn eden Muhammed İbnu Şihab ez-Zührî'dir"
ifadesine rastlanır. Bu ifadeyi "tedvînde en büyük hizmeti veren",
"tedvîn işlerini tedvîr eden" mânasında anlamamız gerekir.
Tedvîn hizmetinin ne
derece sıhhatli ve titizlikle yürütüldüğünü anlamak için, bu işte başı çekmiş
olan Zührî'nin şahsiyetini, ilmî yönünü iyi bilmemiz gerekmektedir.
İbrahim İbnu Sa'd'a göre;
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan sonra, hadîsi Zührî kadar
nefsinde cem eden bir başka insan mevcut değildir". İmam Mâlik de buna
yakın bir ifâde ile, "Medine'de muhaddis ve fakîh olarak tek kişiye
rastladığını, onun da Zührî olduğunu" söylemiştir. İmam Malîk'e göre;
"Zührî ve muktesebâtı dünyada bir örnek olarak kalacaktır". Yine İmâm
Mâlik'in rivâyetine göre; "Zührî Medine'ye girince hiç bir âlim, o
ayrılıncaya kadar hadîs rivayet etmezdi."
Zührî, ilim aşkı, gayreti,
kabiliyet ve hâfızası ile emsâli arasında temâyüz etmiş ve onlara tefevvuk
etmiş bir zattır. Sâd İbnu Müseyyib'in sekiz sene dizine diz dayadığını, tek
bir hadîs için üç gün peşinde dolaştığını, Ubeydullah İbnu Abdillah'dan hadîs
dinlemek için hizmetçilik yaptığını kendisi anlatır. Öyle ki, Ubeydullah'ın
câriyesi Zührî'yi hizmette çok gördüğü için onun kölesi bilirdi.
Leys der ki: "Ben
İbnu Şihâb kadar nefsinde çeşitli ve çok miktarda ilim toplamış bir başkasını
bilmiyorum. Onu ne zaman tergîb (güzel amellere teşvîk edici) hadîsler
konusunda dinlesen "en iyi bildiği budur" dersin. Ne zaman ensâb'tan
bahseder görsen "en iyi bildiği budur" dersin. Kur'ân ve sünnetten
bahsederken dinlesen bu sefer de: "en iyi bildiği budur" dersin. Her
konuda bilgisi tamdı."
İbrahim İbnu Sa'd,
Zührî'nin bu kadar geniş ilmi nasıl elde ettiğini merak ederek babasından
sorar. Aldığı cevap, ibretlerle dolu: "İbnu Şihâb, ilim meclislerine en
evvel gelir, mecliste bir yaşlı mı gördü birşeyler sorardı, genç mi gördü
sorardı. Sonra Ensâr'ın oturduğu mahallelere uğrar, oralarda da karşılaştıklarına
genç, orta yaşlı, ihtiyar erkek ve hatta kadın demeden sorardı." Suâl
sormanın önemini belirtmek için Zührî: "İlim bir hazineyse anahtarı
sualdir" demiştir. Salih İbnu Keysân şunu anlatır: "Ben ve Zührî
elbirliğiyle ilim taleb ediyorduk. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'den
yapılan rivâyetleri yazdık. Zühri bir ara: "Sahâbeden yapılan rivâyetleri
de yazalım. Onlar da sünnettir" dedi. Ben ise: "Hayır, onlar sünnet
değildir" dedim. O yazdı ben yazmadım. Neticede o kârlı ben de zararlı çıktım".
Ebu'z-Zinâd: "Zührî
ile ulemâyı dolaşırdık, o yanında bukalar (levhalar) ve sayfalar taşır, her
duyduğunu yazardı" der. Ve ayrıca belirtir: "Biz helal ve haram
yazıyorduk. İbnu Şihâb da bütün işittiklerini yazıyordu. Kendisine ihtiyâç hâsıl
olunca anladım ki, o herkesten âlimdir".
Zührî, hâfızasındaki
kuvvetle de temâyüz etmiştir. Öğrendiği hiçbir şeyi bir daha unutmadığını
kendisi söyler. Kur'ân-ı Kerîm'i seksen günde ezberlemiştir. Talebeliği
sırasında yazdıklarını ezberler sonra da yırtardı. "Ezberlediğim şeylerden
hiçbirini unutmadım, sâdece bir hadîsten şüphe ettim. Bir arkadaşımdan sorduğum
vakit o da benim gibi rivâyet etti" der.
Dillere destan olan
Zührî'nin hâfızasını Halîfe Hişâm İbnu Abdilmelik bir denemek ister. Bir gün
çocuklarından biri için bir miktar hadîs imla ettirmesini söyler. Çağrılan bir
kâtibe, Zührî, dört yüz kadar hadîs imla ettirir. Aradan epeyce bir zaman
geçtikten sonra Halîfe, Zührî'yi çağırıp defteri kaybettiğini, aynı hadîsleri
bir kere daha imla ettirmesini rica eder. Sonra iki defter karşılaştırılınca
tek harfin bile ihmal edilmediği görülür.
Zührî, hafızasındaki
kuvveti sâdece fıtrî kapasitesine borçlu değildir. Hâfıza sağlığı için bazı
tedbirler aldığı, gayret gösterdiği de anlaşılmaktadır. Zira rivâyetler, onun
bu maksadla bal şerbetini bol içtiğini, ekşi şeyleri ve bu meyanda elmayı
yemediğini belirtir. "Hadîs ezberlemek isteyenler kuru üzüm yesin"
diye de tavsiyede bulunur.
Zührî'nin hadîs
ezberlemede hâfızasına güvenmeyip hususî gayret gösterdiği de anlaşılmaktadır. Rivâyetler
onun da Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) gibi geceyi üçe taksim ettiğini, bir
kısmını istirahat, bir kısımını ibâdet ve üçüncü kısmını da hadîs müzakeresine
ayırdığını ifade etmektedir. Duyduğu hadîsleri başkalarıyla müzâkere ettiği, bu
meclislerde bazan sabâha kadar kaldığı rivâyetlerde belirtilir. Birçok seferler
şeyhlerinden yeni işittiği hadîsleri eve gelince hizmetçisine anlatır, bu
şekilde müzâkere ederdi. Eğer hizmetçi uykuda ise uyandırır, yine de anlatırdı.
Bir gün yine eve geç dönmüş, hizmetçisini yataktan kaldırmış: "An fülan an
fülan..." diye hadîs anlatmaya başlamıştı. Gözlerini oğuşturan ve
uyandırılmış olmaktan memnun kalmayan hizmetçi: "İyi ama bunlardan bana
ne?" demekten kendini alamaz. Zührî:
"- Bunların seni
ilgilendirmediğini ben de biliyorum. Fakat onları yeni işittim de müzâkere
edeyim arzu ettim" der. Zührî'nin hanımı, onun bu ilmî meşguliyetinden o
kadar müşteki ve o kadar bıkmıştır ki, "kocasının etrafında döndüğü bu
kitapların, eve getireceği diğer üç zevceden daha tahammül-fersa olduğunu"
söylemiştir.
Zühri'nin ilme ve bâhusus
hadîse olan düşkünlüğü çok eser bırakmasını netice vermiştir. İlk müdevvin
olmaktan başka, siyer sâhasında ilk müellif olduğu da söylenmiştir. Zührî'nin
ilminden yazılan defterler, Halîfe Velîd öldürüldüğü zaman birkaç deveye
yüklenerek nakledilmiştir.
Ebu Dâvud, Zührî'ye ait
rivâyetlerin -yarısı müsned olmak üzere- 2200 kadar olduğunu söyler. Bunlardan
200 kadarı sika olmayan râvilerden alınmıştır. 50 kadarı ihtilaflıdır. 70
tanesinin rivâyetinde de teferrüd eder. Kendisinin sika olduğunda ihtilaf
yoktur.
Zührî'nin bir başka yönü
cömertliğidir. O kadar cömerttir ki, -tek kusuru olan borçluluktan- bir türlü
yakayı kurtaramamıştır. Halife Hişam, Abdülmelik ve bazen arkadaşları birkaç
kere borcunu ödeyivermişlerdir. Amr İbnu Dinar onun hakkında şöyle der:
"Dinar ve dirhemin Zührî'nin nezdinde olduğu kadar başka hiç kimsenin
nezdinde değerini bu kadar kaybettiğini görmedim. Onun yanında para deve mayısı
hükmünde idi". Dilencilere mutlaka birşeyler verir, parası yoksa
borçlanarak temîn eder yine de verirdi.
Öğretme aşkı da zikre
değen bir husustur. Bu maksatla bedevilerin bulunduğu çöllere seyahatler
tertipleyerek onlara hadîs ve fıkıh öğretmiştir.
Son olarak şunu da
kaydedelim. İslâm ve İslâm büyükleri hakkında müslümanları teşvişe, tereddüde
sevketmek isteyen müşteşrikler Zührî (rahimehullah)'yi de dile dolamak, onun
hakkında yanlış bilgi vermek, bazı hâdisleri çarpıtarak, istedikleri doğrultuda
yorum yapmak yollarına sapmışlardır. Maksad onu nazardan düşürmek suretiyle
tedvîn faaliyetlerine şüphe sokmak, hadîslerin sıhhatine olan güveni
sarsmaktır.
En çok istismar edilen
husus Zührî'nin "saray âlimi olması" "Emevi halifelerinden
himâye ve destek görmesi" dir.
Halbuki, İslâm âleminde devlet büyükleri, âlimleri,
şâirleri, edib ve san'atkârları her devirde himâye etmişlerdir. Menfaati için
bunlar arasında fire veren olmuşsa da hükmü hepsine teşmîl etmek insafsızlık
olur. Üstelik devletten aldığı yardımla vicdanını satanları efkar-ı umumiye
affetmemiş, onları derhal teşhîr etmesini bilmiş, târihler yazmıştır. Terâcim
kitaplarında bunlar da belirtilir. Halbuki Zührî hakkında öyle bir cerhe
rastlanmamıştır. Bütün cerh ve tâdil âlimleri Zührî'yi sadece sena ederler.
Nevevî: "Zührî'nin büyüklüğü, sağlamlığı ve titizliği hususunda âlimler
ittifâk eder" demiştir.
Söylenenlerin bir iftira
ve yakıştırma olduğunu göstermek için bir misal kaydedelim: Zührî, saray âlimi
olduğu için Emevî halifelerinin keyfine göre hadîs uydurmuştur ve mesela "Üç
mescid'den başkasına ziyâret için seyâhat gerekmez: Biri şu benim mescidimdir,
biri Mescid-i Haram, biri de Mescid-i Aksâ'dır." hadîsini
de uydurmuştur". Çünkü, "Emevi halifesi Abdülmelik Kubbetü's-Sahra'yı
inşa ederek Şam ve Irak ahâlisinin Ka'be'ye haccetmelerini önlemek, onların istikâmetini
Kudüs'e çevirmek istemiştir. Bu menfur düşüncesine dinî bir renk vermek için de
bu hadîsi uydurmuştur".
Bu "iftira ve târihî
gerçeklerin tahrifi "ne Mustafa Sibâî, dilimize de çevrilmiş olan es-Sünne
ve Mekânetuhâ fî Teşrî'i'l-İslâmî adlı eserinde genişçe cevap vermiştir. Biz
bazı mühim noktaları oradan aktaracağız:
1-
Kubbetu's-Sahrâ'yı inşa eden halîfe Abdülmelik değil onun oğlu Velîd'dir (yani
el-Velîd İbnu Abdi'l-Melik). İbnu Asâkir, Taberî, İbnu'l-Esîr, İbnu Haldun,
İbnu Kesir vs. bütün târihçiler böyle yazmaktadır. Hele, bu inşaatın Kabe'nin
yerini alacak bir bina olması, haccın burada ifa edilmesi diye bir düşünce söz
konusu değildir. Böyle bir iddia muazzam bir hadisedir. Gerek şahıslarla gerek
vakalarla ilgili en küçük teferruatı bile yazan İslâm tarihçileri böyle birşey
olsa mutlaka yazardı. Arife günü Mescid-i Aksa'da vakfe yapıldığına dair kayıt
vardır. Ancak bu ona has değil, başka yerlerde de o günü teşrîfen ve hacca
gidemiyenlerin, hacılara teşebbühen baş vurdukları bir âdettir. Fakihler bunun
kerâhetini belirtmişlerdir. Bu davranışın gerçek hacla ilgisi yoktur.
2-
Hac maksadıyla Kabe dışında yeni bir bina inşası açık bir küfürdür. Zira
Kur'ân-ı Kerîm hac mahalli olacak yerleri belirtmiştir, kimsenin bunu
değiştirmesi mümkün değildir. Hususan Abdülmelik gibi dindar bir halife bunu
asla düşünemez. Abdülmelik, çok namaz kıldığı için mescid güvercini lakabı
verilmiş bir halîfedir. Muârızları bu zâta bazı ithamlarda bulunsa bile tekfir
etmemişler, Kubbetu's-Sahra'yı bu maksatla yaptığını hiç söylememişlerdir.
3-
Abdullah İbnu Zübeyr hâdisesiyle hacc işinin aksaması yıllarında (hicrî 73),
Zührî 22-23 yaşlarında birisi idi. Yani tanınmış, duyulmuş, itimad edilen
birisi değildi. Onun adına piyasaya sürülecek bir hadîsin ümmetçe kabul görüp,
amele esas alınacağı düşünülemez.
4-
Zührî, İbnü'z-Zübeyr zamanında, Abdülmelik'le ne karşılaşmıştır ne de onu
görmüştür. Zira tarihi kaynaklar Zührî'nin Abdülmelik'le 80'li yıllarda
(Zehebî'ye göre 80 senesi civarı, İbnu Asâkir'e göre 82 yılında) karşılaştığını
belirtir. Yani İbnu'z-Zübeyr'in katlinden yıllarca sonra. Bu ilk karşılaşmada
Abdülmelik Zührî'ye "ensar'ın yaşadığı yerleri dolaşarak hadîs
toplamasını" tavsiye etmiştir. Zührî'nin, arkadaşı Abdülmelik'in arzusuna
uyarak, kendisine, halkın İbnu'z-Zübeyr zamanında haccetmesi için
Beytü'l-Makdis'le ilgili hadîsi uyduruvermesi pek mantıksız bir kuruntu olur.
5-
Mezkûr hadîs, bütün hadîs kitaplarında rivâyet edilmiştir ve Zührî dışında
başka râviler de rivâyet etmiştir. Buhâri'de Zührî'nin bulunmadığı bir tarîkle rivayet edilir. Müslim'de üç ayrı
tarikten birinde Zührî var, diğer ikisinde yok. Hülasa hadîs müstefiz, sahîh
bir hadîstir, ehl-i ilim sıhhatinde icma etmiştir.
6-
Hadîsi Zührî, Sâd İbnu'l-Müseyyib'ten almıştır. Said ise Emeviler'le arası açık
olan, onların ezâsına mâruz kalan birisidir. 93 hicrî yılında öldüğü
düşünülürse, kendi adına Zührî'nin hadîs uydurduğunu işitmiş olacaktı ve
Zührî'yi tekzîb edecekti. Böyle bir rivayet mevcut değil.
7-
Esasen hadîs üç mescidde kılınacak namazın faziletini beyan etmekte, sâdece
Mescid-i Aksâ'nın değil. Üstelik bu namaz hac mevsimiyle sınırlanmış değil,
senenin herhangi bir gününde olabilir. Bunun haccın orada yapılmasıyla ne
ilgisi var? Zaten Mescid-i Aksa Kur'ân'da da zikredilmiş değil mi?
8-
Kubbetu's-Sahra ve Mescid-i Aksa'nın faziletiyle ilgili uydurma hadîsler de
var. Ancak Zührî'nin o rivayetlerle bir ilgisi yok. Ulema da onları tenkid
etmiş, üç tanesi dışındaki hadîslerin uydurma olduğunu belirtmiştir.
Allah, Ümmet-i Muhammed'i
müsteşriklerin, müşteşriklerin iğfâlâtına kapılan zavallıların, münafıkların
şerrinden korusun.[124]
b)
Ömer İbnu Abdilaziz:
Ömer İbnu Abdilaziz
(rahimehullah) Emevî halifelerinden biri olmak haysiyetiyle daha ziyâde siyâsi
bir şahsiyet olmakla birlikte, hadîs târihinin, tedvîn gibi mühim bir safhasına
ismini vermekle hadîsçiler, hadîsle ilgili kitaplarda, kendisinden minnetle,
sitayişle bahsetmeyi hem ilmin hem de kadirşinaslığın gereği bilmişlerdir. Biz
de İslâm'ın bu yüce evlâdına, kitabımızda hususî bir yer vereceğiz.
Ömer İbnu Abdilaziz İbn-i
Mervân, Medine'de Yezîd zamanında doğdu. Babasının valiliği sırasında Mısır'da
yetişti. 60-101 yılları arasında yaşamıştır.
Anne tarafından Hz.
Ömer'in torunu olur. Devrinin büyük âlimlerindendir. İmâm, fakîh, müctehid,
hâfız, hüccet, müttakî, müdakkik, âbîd, zâhîd gibi en mümtaz sıfatlarla anılır.
Sünneti çok iyi bildiği belirtilir. Abdullah İbnu Câfer, Enes İbnu Mâlik, Ebu
Bekr İbnu Abdirrahmân, Sâd İbnu'l-Müseyyib gibi pek çoklarından rivayette
bulunmuştur. Kendisinden de iki oğlu Abdullah ve Abdülaziz'den başka Zührî,
Eyûb, Humeyd, Ebu Bekr İbnu Hazm, Ebu Seleme İbnu Abdirrahman, annesi Ümmü Âsım
bintu Âsım İbni Ömer İbni'l-Hattâb vs. rivâyette bulunmuştur.
Ömer İbnu Abdilaziz
müctehid derecesinde geniş ilmine rağmen, idarecilikle meşgul olması ve bir de
henüz hocalarının hayatta bulunduğu genç denecek bir yaşta ölmüş olması
sebebiyle ilmini talebelere verememiştir. Bilindiği üzere kırk yaşlarında
ölmüştür ve hocalarının sağlığında rivayet, o devrin örfünde edebe muvafık
değildir.
Ömer İbnu Abdilaziz bazı
mümtaz vasıflara sahiptir: Adâletiyle cedd-i emcedi Ömer İbnu'l-Hattâb
(radıyallahu anh)'a, zühd ve takvasıyla Hasan-ı Basrî (rahimehullah)'ye,
ilmiyle Zührî (rahimehullah)'ye benzetilir. Mücâhid: "Ömer'e ilim öğretmek
için gelmiştik, ondan ilim alıp ayrıldık" der. Meymûn İbnu Mihrân:
"Ulema, Ömer İbnu Abdilaziz'in yanında talebe kalırlar" demiştir.
Kendisi de: "Medine'den ayrıldığımda benden daha âlimi yoktu, Şam'a
gelince unuttum" der.
İdarecilik yönü de
ibretlerle doludur. Adâlet en mümtaz vasfıdır. Medîne'de valiliği sırasında,
şehrin tanınmış âlimlerinden on kişilik bir belediye meclisi teşkil eder, her
işi onlarla istişâre ederdi. Bu önceleri hiç görülmeyen bir tatbikat, idarî bir
teceddüd ve reformdu.
Hilâfete geçer geçmez ilk
yaptığı icraattan biri, cuma ve bayram hutbelerinde Hz. Ali ve ahfadı aleyhine
yapılan konuşmaları ve lânetlemeleri yasaklamak oldu. Bu yasağın konulmasını,
esâsen, babası Mısır vâlisi tâyin edildiği zamandan beri teklif etmiş
bulunduğu, ancak bu durumda Hz. Ali (radıyallahu anh) taraftarlarının hilâfet
dâvasına kalkarak Emevî hânedanının menfaatlerini haleldâr edeceği gerekçesi
ile teklifinin reddedildiği belirtilir. Bu durum halk arasında öyle bir
tedirginlik hâsıl etmiştir ki, müslümanlar hutbe dinlememek için çeşitli
hîlelere başvuruyorlardı. Meselâ bayram günleri, bayram namazını kılan halk,
namazdan sonra okunan hutbeyi dinlememek için, namaz biter bitmez câmileri
boşaltıyordu. Bunun önüne geçmek için halife Mervân hutbeyi namazdan önce
okumaya başlamış, fakat cemaat rıza göstermemiştir. Ömer İbnu Abdilaziz
(rahimehullah)'in yasağı büyük bir ferahlık ve memnuniyete sebep olmuştur.
İmam-Şâfiî: "Hülefâyı
Râşidin beştir" der, Hz. Ebu Bekr, Hz. Ömer, Hz. Ali ve Hz. Osman
(radıyallahu anhüm)'dan sonra beşincisinin Ömer İbnu Abdilazîz olduğunu kabul
ederdi.
İcraata getirdiği adalet,
vergi sistemindeki ıslâhât halkta öyle memnuniyet hasıl etmişti ki, kendisini
adaleti getireceğine inanılan "mehdî" kabul etmeye sevketmişti. Mâlik
İbnu Dinar şunu anlatır: "Ömer İbnu Abdilaziz halife seçildiği vakit dağ
başlarındaki çobanlar:
- Halkın başına geçen bu
sâlih kul kimdir? diye sormaya başladılar. Kendilerine:
- Bunun sâlih olduğunu
nerden bildiniz? denilince Şu cevabı verdiler:
- Çünkü, ne zaman başa
âdil birisi geçer, o vakit kurtlar koyunlarımıza saldırmazlar!
Bu adâletli idare, iki
buçuk sene gibi çok da uzun sayılmayan, Ömer İbnu Abdilaziz (rahimehullah)
saltanatı döneminde, iktisadî hayatı, memleketin her tarafında öylesine
düzeltmişti ki, Mısır gibi bâzı yerlerde zekat verecek fakir bırakmamıştı.
İhtilalle başa geçen
Abbasîler zamanında, hınçla, kinle, öfkeyle dolmuş olan halk bütün Emevî
halifelerinin mezarlarına bile saldırıp ortadan kaldırdığı halde Ömer İbnu
Abdilaziz'in mezarına dokunmamıştır.
İbrahim İbnu Ca'fer babasından
şunu nakleder: "Ebu Bekr İbnu Muhammed İbn-i Hazm, Halife Ömer İbnu
Abdilaziz (rahimehullah)'den aldığı her mektupta, ya bir haksızlığın telâfisi,
ya bir sünnetin ihyası, ya bir bid'anın temizlenmesi, ya bir ihsan, ya bir
bağışta bulunma veya buna benzer bir hayır emri yer alırdı. Bu durum, halife
ölünceye kadar devam etti."
Ömer İbnu Abdilaziz
(rahimehullah)'in mevzumuz açısından en mühim tarafı sünnete olan bağlılığı ve
onun ihyası için göstermiş olduğu gayrettir. Hadîslerin tedvîn ettirilmesi şeklinde
kristalize olacak olan bu sünnet aşkını şöyle ifâde etmiştir: "Eğer Allah,
her seferinde cesedimden bir parça koparılmak şartıyla benim vâsıtamla her bir
bid'ayı temizlemeyi ve her bir
sünneti ihya etmeyi nasib
etseydi ben buna can u gönülden hazırdım."
Ömer İbnu Abdilaziz
(rahimehullah)'in halife olmadan önceki hayatı ile, halife olduktan, devlet
sorumluluğu sırtına bindikten sonraki hayat ve yaşayışı arasında büyük
değişmeler olmuştur. İdareciliği tahakküm, tefâhur, istibdâd ve fırsatları
istismar kabul eden günümüz anlayışıyla gerçek müslümanın idârecilik anlayışı
arasında bir mukâyese imkânı sağlamak üzere hakkında yazılanlardan bazı
pasajlar sunacağız:"
Ömer İbn-i Abdilaziz,
Kureyş'in ...en iyi giyinenlerindendi. Halife olunca kıyâfetçe en hasisi,
yaşayışça en darlıklısı oldu."
"Halîfe olmazdan önce
400 dirheme alınan elbiseyi beğenmez, kaba bulurdu. Halife olduktan sonra 14
dirhemlik elbise için: "Subhânallah! Ne güzel, ne hoş, ne zarîf!"
diyerek takdîrle kabul etmişti."
"Ömer İbn-i Abdilaziz
halife olunca, kendisine, saltanat atı getirilmişti, ona binmedi, mûtad
bineğine bindi. Saraya gelince taht hazırlanmıştı, ona oturmadı, bir minder
üzerine oturdu... Halka ilk hitâbesinde şöyle dedi: "...Hiç kimse bana
körü körüne itaat etmeyecek! Allah'ın şeriatına uymayan emirlere de itaat yok.
Ben sizin en hayırlınız değilim, sâdece sizden biriyim..."
"Ömer İbn-i
Abdilaziz, halife olunca elbise, köle, koku nevinden bütün maddî varlığını
gözden geçirdi. Zenginlik nevinden ne varsa sattı. Yekûnu 23 bin dinar
tutmuştu. Hepsini de Allah yolunda bağışladı."
"Ömer İbn-i
Abdilaziz, halife olunca usûlsüz vergileri kaldırdı."
"Ömer İbn-i
Abdilaziz, halife olur olmaz, devlet dâirelerine gönderdiği bir tamimle,
"Yazışmalarda, bundan böyle tomar şeklinde, uzun kağıt kullanılmayacak,
yazılar kalın uçla yazılmayacak, uzun ifâdeden kaçınılacak" diye emretti.
Kendi mektupları da bir karışı pek aşmıyordu."
"(Ömer İbn-i
Abdilaziz halife olup, kâğıt tahsisatını kısması üzerine Medine Vâlisi Ebû Bekr
İbn-i Hazm, bir mektup yazarak tahsîsatın artırılmasını taleb edince şu cevâbı
aldı): "Bana yazıyorsun ki, nezdindeki kağıt stoku bitmiştir ve biz sana
daha önce almakta olduğun miktardan daha az tahsisatta bulunduk. Kaleminin
ucunu incelt, satırları sık tut, ihtiyaçlarını ayrı ayrı değil, toptan yaz. Ben
müslümanların malından, (onlar için faydalı olmayan, lüzumsuz sarfiyâta)
tahsisat ayıramam".[125]
c)
Tedvînde Bir Kadın: Amra Bintu Abdirrahman:
Hadîslerin zabt ve
tesbitinde kadınların hizmetine ayrıca dikkat çektiğimiz gibi, tedvînindeki
hizmetlerine de dikkat çekmemiz gerekecektir. Bu maksadla, Ömer İbnu Abdilaziz
(rahimehullah)'in Ebu Bekr İbnu Hazm'a yazdığı mektupta ismi geçen Amra Bintu
Abdirrahman'ı tanıtacağız.Amra, Hz. Aişe'nin terbiyesinde yetişmiş bir
kadındır. Vefat tarihi hususunda ihtilaf edilmiştir; hicrî 98, 103, 106.
Öldüğünde 77 yaşında idi. Babası Abdurrahmân Ensâr'dan Sa'd İbnu Zürâre'nin
oğludur.Amra, Hz. Aişe'nin rivâyetlerini en iyi bilen üç kişiden biridir. Diğer
ikisi el-Kâsım İbnu Muhammed ve Urvetu'bnu Zübeyr'dir.Amra, başta Hz.Aişe
(radıyallahu anhâ) olmak üzere birçok sahâbeden hadîs rivayet etmiştir: Ümmü
Hişâm bintü Hârise, Habibe bintu Sehl, Ümmü Habîbe Hamna bintü Cahş gibi.
Amra'dan da oğlu Ebu'r-Ricâl, kardeşi Muhammed İbnu Abdirrahmân, yeğeni Yahya
İbnu Abdillah, torunu Hârise İbnu Ebî'r-Ricâl, yeğeni Ebu Bekr İbnu Muhammed
İbni Amr İbnu Hazm, Abdullah İbnu Ebi Bekr, Said İbn'ul Kays'ın evlatları
Yahya, Sa'd, Abdu Rabbih, Urvetu'bnu Zübeyr, Süleymân İbnu Yesâr, ez-Zührî, Amr
İbnu Dînâr ve başkaları hadîs rivayet etmişlerdir.Cerh ve ta'dil âlimleri
Amra'nın sika ve hüccet olduğunda ve hadîs rivâyetinde mühim bir mevki işgal
ettiğinde müttefiktirler. Abdurrahman İbnu'l-Ka'sım, Hz. Aişe (radıyallahu
anhâ)'nin hadîslerini Amra'dan sorardı. Ömer İbnu Abdilaziz de ona çok güvenir
ve kendisine zaman zaman müracaat ederdi. Onun güven veren ilmi sebebiyle, Ebu
Bekr İbn-i Hazm'a yazarak Amra'nın rivâyetlerini yazmasını emretmiştir. [126]
d)
Saîd İbnu Cübeyr:
Tâbiîn'in
büyüklerindendir. Siyâhîdir. Haccâc-ı Zâlim tarafından 95 hicri yılında
öldürülmüştür. İbnu Abbâs, Adiy İbnu Hâtim, İbnu Ömer, Abdullah İbnu Muğaffel
gibi büyük sahâbelerden ders almıştır. Kendisinden de Câfer İbnu Ebî'l-Muğire,
Ebu Bişr Cafer İbnu İyâs, Eyyûb es-Sahtiyânî, el-A'meş, Atâ İbnu's-Sâib gibi
pek çokları hadîs almışlardır. Öldüğünde, meşhur kavle göre, 49 yaşında
idi.
Bilhassa tefsîr sahasında
tanınmıştır. Halîfe Abdülmelik İbnu Hişâm için bir tefsîr kitabı yazmıştır.
Kûfe halkı, hacc sırasında, İbnu Abbas (radıyallahu anh)'a bazı meseleleri
sorunca İbnu Abbas: "Sizde, Küfe'de yaşayan Saîd İbnu Cübeyr yok mu, gidip
ondan sorun" diye cevap verirdi.
Saîd İbnu Cübeyr hadîs
yazmasıyla da tanınmıştır. Talebelik döneminde İbnu Abbas (radıyallahu anh)'ı
boş bırakmaz hep onu takip eder, rivâyetlerini yazardı. O kadar ki, bazan
berâberindeki kağıtları dolar, yazacak yeri kalmazdı. Böyle durumlarda,
hadîsleri elbisesine, eline, ayakkabısına bineğinin semerine yani müsait
bulduğu her yerine yazar eve varınca temize çekerdi.
Saîd İbnu Cübeyr, Ata İbnu
Ebî Rabâh'ın hacc'la ilgili, Tâvus İbnu Keysân'ın helâl ve haramla ilgili,
Mücâhid'in tefsirle ilgili, Saîd İbnu'l-Müseyyib'in talâkla ilgili meselelere
giren bilgilerini nefsinde toplamıştı. Bunları kendi talebelerine topluca
aktarmış, onlar da rivayet etmiştir.
Saîd İbnu Cübeyr'in dinî
yönü de ibretlerle doludur. Geceleri ağlamaktan gözlerinin zayıfladığı rivâyet
edilir. Şu ayeti yirmi küsür sefer tekrar ederken işitenler olmuştur (meâlen): "Allah'a
döneceğiniz ve sonra haksızlığa uğramadan herkesin kazancının kendisine
eksiksiz verileceği günden korkunuz" (Bakara: 2/281). Bir gece
Ka'be'ye girerek bir rek'atte Kur'ân'ın tamamını okuduğu, her iki gecede bir
hatim indirdiği, hiç kimsenin yanında gıybet edilmesine müsaade etmediği, onun
hakkında yapılan rivayetlerdendir.Haccâc'ın onu öldürme sebebi, İbnu'l-Eş'as'ın
yanında yer alarak kendisine karşı mücâdele etmiş olmasıdır.
Haccâc, kendisini çağırır.
Aralarında şu konuşma geçer:
- Sen Şakî İbnu
Küseyr'sin!
- Ben Saîd İbnu
Cübeyr'im...
- Seni öldüreceğim!
- Öyleyse ben annemin
verdiği isim üzereyim (Şakî yani bedbaht değil saîdim (bahtiyarım), zulmen
öldürüleceğim için cennetlik olacağım, bahtiyarım). Bırak beni, iki rek'at
namaz kılayım.
- Bunu hıristiyanların
kıblesine çevirin.
- "Doğu
da batı da Allah'ındır, nereye dönerseniz Allah'ın yönü orasıdır."
(Bakara: 2/115). Saîd İbnu Cübeyr, Haccac'a şunu söyler:
- Ben, sana karşı, Hz.
Meryem'in istiâzesiyle istiârede bulunacağım. O şöyle diyerek istiâze etmişti: "Eğer
Allah'tan sakınan bir kimse isen, senden Rahmana sığınırım" (Meryem:
19/18, 19)
Saîd İbnu Cübeyr,
babasının öldürülme haberine ağlayan oğluna: "Niye ağlıyorsun? Babanın
elli yedi yaşından sonra ölmesine mi?" der.
Meymûn İbnu Mihrân:
"Saîd İbnu Cübeyr öldüğü zaman yeryüzünde bulunan herkes ona muhtaçtı"
demiştir.
Said'in koparılan başı,
birincide çok fâsih olmak üzere üç kere "Allahüekber" der.
Saîd İbnu Cübeyr
öldürülünce Haccâc'ın aklına şaşkınlık gelir, sözlerini tartamaz. Uyuduğu zaman
rüyasında Saîd'i görür, yakasından tutup: "Ey Allah'ın düşmanı beni niye
öldürdün?" der. Haccâc da "Saîd İbnu Cübeyr'e yazık ettim, Saîd İbnu
Cübeyr'e yazık ettim!" diye sayıklar. [127]
e)
Saîd İbnu'l-Müseyyib:
(Ebu Muhammed) (Vefatı 94
hicri) Medine'nin yedi büyük fakîhinden biridir. Tâbiîn'in büyüklerindendir. Hz.
Ömer'in hilâfetinin ikinci yılında doğmuştur. Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Zeyd
İbnu Sâbit, Hz. Aişe, Hz. Sa'd, Hz. Ebu Hüreyre başta pekçok büyük Sahâbî
(radıyallahu anhüm ecmâin)'den hadis dinlemiştir. İlmi geniş, büyüklere saygıca
fazla, diyâneti kuvvetli, hakkı söyler, nefsini tanır bir büyük zât idi.
Fetvalarıyla da şöhret kazanmıştı, öyle ki, İbnu Ömer onun için:
"Müftilerden biri" diye yemin etmiştir. Katâde: "Sâd'den daha
bilgin birini bilmiyorum" demiştir. Zührî, Mekhul ve başka büyükler de
Katâde'nin hükmünü te'yîd etmişlerdir. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)
Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman (radıyallahu anhüm)'ın fetvalarını en iyi
bilen insandı. Hasan-ı Basrî Hazretleri herhangi bir meselede sıkışacak olsa
Saîd İbnu'l-Müseyyib'e yazar, fetvasını sorardı. Hadîs bilgisi hepsinden
üstündür. Bir tek hadîs için günler geceler süren seyahatler yaptığını söyler.
Saîd İbnu'l-Müseyyîb
idarecilerden hediye kabul etmezdi. Dört yüz dinar kadar sermayesi vardı,
onunla ticaret yapar geçimini sağlardı. Saîd İbnu'l-Müseyyib, Ebu Hüreyre
(radıyallahu anh)'nin kızıyla evliydi.Sâid İbnu'l-Müseyyib diyânet yönüyle de
tanınmıştır. Zühdü, takvası herkese nasib olmayacak bir dereceyi bulmuştu. Kırk
defa haccettiği, birinci saftaki yerini muhâfaza için elli yıl namazını
mescitte kılmış ve namaz esnasında tek kişinin başını görmemiştir. Ayrıca elli
yıl yatsı abdesti ile sabah namazını kıldığı bilinir.
Ölüm tarihi hususunda çok
ihtilaf edilmiştir, 89, 91, 92, 93, 94, 105 gibi. Zehebî 94'ün en kuvvetli
ihtimal olduğunu söyler, Hâkim, hadîs imamlarının ölüm tarihlerinin çoklukla
ihtilaflı olduğuna dikkat çeker. [128]
f)
Şu'be İbnu'l-Haccac:
83-160 yılları arasında
yaşamıştır. Vâsıt'da doğdu, Kûfe'de yetişti. Tâbiîndendir. Sâhabeden Enes İbnu
Mâlik ve Amr İbnu Seleme'yi görmüştür. Tâbiîn'den 400 kadarını dinleyip hadîs
almıştır. Birçok Tâbiî de ondan hadîs almıştır. Hasan-ı Basrî, Muâviye İbnu
Kurre, Katâde hocalarındandır. Süfyan-ı Sevrî, İbnu'l-Mubârek, Ebu Dâvud, Eyub
Sahtiyanî de kendisini dinleyenlerdendir.
Hadîste hafız, hüccet,
şeyhülislâm ünvanlarını almıştır. Süfyân-ı Sevri: "Şu'be hadîste
emîrü'l-mü'minîn" demiştir. Büyük hadîs hâfızlarından olan İmam Hammâd
İbnu Zeyd "Şu'be bana muhalefet etse ona tâbi olurum, zira o, bir hadîsi
yirmi kere dinlemeden kabul etmezdi, ben ondan bir kerecik dinledim mi kabul
ederdim" demiştir.
Şu'be hadîsin durumunu,
râvilerinin durumlarını araştırmaya büyük gayret gösterirdi. Öyle ki şu söz
onundur. "Hadîs taleb eden iflas eder, ben annemin leğenini bu yolda yedi
dinâra sattım". Şu'be, Ahmed İbnu Hanbel'in tavsîfiyle "hadîs ilminde
tek başına bir ümmetti". Bilhassa ricâl hususunda çok titizdi. Hureyş,
rüyasında Şu'be'yi görür ve "Sana hesap vermede en zor gelen ne
oldu?" diye sorar; "Râviler hakkındaki müsamaham" cevabını
verir. "Gökten düşüp param parça olmayı, hadîste bir tedlîs yapmaya tercih
ederim" der.
Diyanet yönüyle de
tanınmıştır. Devamlı oruç tuttuğu, çok namazdan derisinin kemiği üzerinde
kuruyup siyahlaştığı söylenir. Cömertlik ve yumuşak kalplilik Şu'be'nin bir
başka vasfıdır.
Hadîs tahkikindeki
hassasiyetine bir örnek kaydedeceğiz: Nasr İbnu Hammâd el-Verrâk anlatıyor:
"Şu'be'nin kapısının önünde oturmuş hadîs müzâkere ediyorduk. Ben dedim
ki: "Bize İsrail tahdis etti, o da Ebu İshâk'tan, o da Abdullah İbnu
Atâ'dan, o da Ukbe İbnu Âmir'den nakletti. Ukbe İbnu Âmir demiş ki: Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) zamanında, münâvebe ile deve güdüyorduk.
Birgün ben nöbetimde Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e uğradığımda,
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın etrafında Ashâbı (radıyallahu anhüm)
toplanmış onu dinliyorlardı. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın şöyle
söylediğini işittim: "Kim abdest alır ve abdestini de güzel yapar, sonra
iki rek'at namaz kılar, Allah'a istiğfarda bulunursa mutlaka mağfirete mazhar olur."
Ben memnuniyetimden
"yaşasın, yaşasın" demekten kendimi alamadım. Bunun üzerine birisi
arkamdan beni çekti. Dönüp baktım, bu Ömer İbnu'l-Hattâb (radıyallahu anh)'tı.
Bana: "Ey İbnu Âmir, sen gelmezden önce buyrulan, bundan da hoştu" dedi.
Ben: "Ne söylemişti, annem babam sana kurban olsun, hele söyle!"
dedim. Ömer İbnu'l-Hattâb:
"- Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm): "Kim Allah'tan başka ilahın olmadığına ve
benim de O'nun Resûlü bulunduğuma şehâdet ederse, onun için cennetin sekiz
kapısı açılır, istediğinden cennete girer" buyurdu" dedi.
Nasr İbnu Hammâd devamla
der ki:
"Şu'be benim bu
sözümü işitmişti. Yanıma geldi bana bir tokat aşketti ve tekrar evine girdi. Az
sonra çıkıp: "Bu niye ağlıyor?" diye sordu. Orada bulunan Abdullah
İbnu İdrîs:
- Canını yaktınız! dedi.
Şu'be dedi ki:
- Duymadın mı İsrail, Ebu
İshâk'tan, O, Abdullah İbnu Atâ'dan, O da Ukbe'den ne anlatıyor?
Ben, Ebu İshak'a
"Abdullah İbnu Atâ, acaba Ukbe İbnu Âmir'den hadîs dinledi mi? diye
sormuştum da "Hayır!" demiş ve de kızmıştı. Mis'âr İbnu Kıdâm da
orada idi. Mis'ar bana: "Şeyhi kızdırdın" dedi. Ben: "Nesi var?
Ya bu hadîsî düzeltir, ya da ben onun hadîsini reddederim dedim. Bunun üzerine
Mis'ar:
"- Abdullah İbnu Atâ
Mekke'dedir" dedi.
Ben hemen oraya gittim. Bu
gidişimde hacc yapmayı düşünmedim, hadîsi dinlemeyi arzu ediyordum. Nitekim
Abdullah İbnu Atâ'yı buldum ve hadîsi sordum. Şu cevabı verdi:
- Bunu bana Sa'd İbnu
İbrâhim rivayet etti.
Mâlik İbnu Enes de:
"Sa'd İbnu İbrâhîm Medine'dedir, bu yıl haccetmedi" dedi. Ben derhal
Medine'ye gittim ve orada Sa'd İbnu İbrahim'i buldum. Hadîsi ona sordum. Bana:
- Bu hadîs'i sizin
memleketten, Ziyâd İbnu Mihrâk rivayet etti" demez mi!
Şaşırdım ve kendi kendime:
"Allah Allah, bu ne hadîsmiş! Kûfi iken mekkî oldu, medenî oldu ve basrî
oldu! dedim. Hemen Basra'ya döndüm. Orada Ziyad İbnu Mihrâk'ı bulup sordum.
Bana:
- O sana yaramaz! dedi
Ben: "Öyle mi?" deyince:
- İstemiyor musun? dedi.
- Hayır istiyorum, rivayet
et! dedim. Bunun üzerine dedi ki:
- Şehr İbnu Havşeb bana
Ebu Reyhâne'den, O da Ukbe İbnu Âmir'den rivayet etti.
Şu'be der ki: "Şehr
İbnu Havşeb'in ismi geçer geçmez: "O, bu hadîsi nazarımda yıktı, şayet
sahîh olsaydı benim için, ailemden, malımdan ve bütün dünyadan daha sevimli
olurdu" dedim."[129]
SEYAHATLER:
Hâdis târihinde, hadîs
için yapılan seyahatlerin ayrı bir yeri vardır. Buna, kısa da olsa, temas
etmeden geçmek eksiklik olur.
Hadîs için yapılan
seyahatler Ashab'la başlar. Sahâbeden birçoğu bu maksadla seyahatler yapmıştır,
bazılarının isimlerine ve seyahatlerine kısmen daha önce temas ettik. Ebu Eyyub
el-Ensârî, Câbir İbnu Abdillah, Enes İbnu Mâlik gibi, Tâbiîn ve Etbauttâbiîn ve
daha sonraki devirlerde, hadîs ve ilim için seyahat yapmak her muhaddis ve her
ilim adamının âdetâ zarurî bir vasfı hâlini alacaktır. [130]
Hz. Peygamber
(Aleyhissalâtu Vesselâm)'in Teşviki:
Seyahat, ilim için faydalı
ve hattâ zarurî olduğu ölçüde, bilhassa geçmiş asırların şartlarında çok zor ve
meşakkatli bir iştir. Hatta Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın ifadesiyle "azâbtan
bir parçadır". Bu sebeple olacak ki, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm), ilmî maksadlarla yapılacak seyahatlara[131]
fevkalâde teşviklerde bulunmuş, seyahatin ferde kazandıracağı üstünlük ve
fazilete dikkat çekmiştir. Hadîs ilminin ve dolayısıyla İslâm medeniyetinin
gelişmesinde icra ettiği rolün büyüklüğü sebebiyle Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'in bu hadîslerinden bir kaç tanesini kaydedeceğiz:
"İlim,
Çin'de bile olsa arayın. Çünkü ilim öğrenmek kadın, erkek her müslümana
farzdır."
"İlim
talebetmek niyetiyle evinden çıkan her talibin üstüne melekler kanat gererler
ve Allah ona cennetin yolunu kolaylaştırır. Âlim için göklerde ve yerde bulunan
her şey, denizde balığa varıncaya kadar istiğfarda bulunur. Âlimin âbid (yani
ibâdetle meşgul olan) üzerindeki üstünlüğü, dolunay durumundaki ayın diğer
yıldızlara üstünlüğü gibidir. Âlimler peygamberlerin varisleridir. Peygamberler
para, pul miras bırakmazlar, ama ilim bırakırlar. Ancak kim de ilim elde ederse
nasîbin bolunu elde etmiş olur..."
Dımeşk'te bulunan
Ebu'd-Derda, rivâyet ettiği bir hadîs kulağına ulaşınca onun aslını kendisinden
sormak için Medine'den kalkıp yanına gelen bir zata bu hadîsi hatırlatarak onu
hararetle tebrîk eder. Aralarında geçen konuşma şöyle. Ebu'd-Derda sorar:"
- Yâni ticârî bir maksadla
gelmedin?
- Evet.- Bir başka ihtiyaç
için de gelmedin?
- Evet.- Yani, sâdece
mevzubahis ettiğin hadîsi öğrenmek için geldin?
- Evet.
- Eğer doğru söylediysen müjde sana! Zira ben Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ı işittim, demişti ki: "İlim öğrenmek için
evinden çıkan hiçbir kimse yoktur ki
melekler -istedikleri şeyden- memnuniyetleri sebebiyle ona kanatlarını sermemiş
olsun..."
Şu hadîse göre, ilim için seyahat eden kimse, aradığını
bulamasa bile Allah'tan ücret alacaktır: Vâsile İbnu'l-Eska' Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'den şunu işittiğini rivayet etmiştir:
"Kim bir ilim taleb eder ve aradığı ilmi
bulursa, Allah ona iki ücret verir. Kim de aradığını bulamazsa bir ücret
verir." Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) sonra şu açıklamayı yapar: "Arayıp
ilim elde eden hem ilim hem de amel (arama) ücretini alır. İlim taleb edip ilme
ulaşamayan, amelinin ücretini alır. Elde edemediği ücret düşer."
Âyet ve hadîslerde, ilim talebine ve bu yolda seyahat
etmeye müteallik gelen teşvîklerin ruhlar üzerinde nasıl bir tesir hâsıl
ettiğini müteâkiben kaydedeceğimiz açıklamalarda ve bilhassa aynen
kaydedeceğimiz canlı misallerde daha iyi göreceğiz. Ve diyeceğiz ki: "Hz.
Musâ (aleyhisselam)'ya, Allah tarafından vahyedildiği belirtilerek rivayet
edilen şu nasihatı İslâm'ın parlama devrini temsîl eden selef uleması kendine
rehber ve prensip edinmiştir":
"Demirden bir çift çarık ve demirden bir
deynek edin, sonra bu çarık eskiyip, deyneğin kırılıncaya dek ilim taleb
et." [132]
Seyahatin Sebepleri:
Hadîsle ilgili seyahatler muhtelif maksadlarla yapılmıştır:
1- Uluvvü isnâd,
2- Ravileri tanımak,
3- Hadîs bilgisini artırmak,
4- Hadîsle ilgili tereddüdünü izale etmek (tahkik),
5- Hadîsin farklı turûkunu ortaya çıkarmak vs.
Bunları bazı örneklerle açıklayalım: [133]
1-
Uluvvü İsnad:
Usûl bahsinde daha teferruatla belirteceğimiz üzere, bir
rivâyetin ilk kaynağa yakınlığına ulüvv (yücelik) denmiştir. Sened uzadıkça ilk
kaynağa olan uzaklık artar. Araya giren her şahıs, rivâyetinde, bir hata
yapabilme durumundadır. Böyle olunca kısa senedlerde hata ihtimali az olduğu
için daha kıymetlidir.
Öyle ise rivâyetlerin mümkün mertebe hatadan uzak
olabilmesi için, senedlerinin âlî yani kısa olması gerekir. Bu sebeple, Ahmed
İbnu Hanbel, "Âli sened aramak dindendir" demiştir. Bütün hadîsçiler
tarafından benimsenen bu kaide pratikte "seyahat"i getirmiştir. Zira
bir başka diyarda yaşayan bir zât'ın, değişik, farklı bir rivâyetini işiten
muhaddis, asıl zât hayatta olduğu müddetçe, kendisine gelen rivayet için
getirene itimad etmiyerek, kalkıp gidip bizzat görüşmeden rahat edemez: Hadîsi
getiren zât, dinlediğini aynen zabtedebildi mi?, ya eksik bıraktı veya ilâvede
bulundu ise!
Ahmed İbnu Hanbel'e sorarlar: "Kişi senedi kısaltmak
için seyahate çıkmalı mı?"
- Evet, der, Vallahi mutlaka çıkmalı. Nitekim, Alkame ve
Esved'e Hz. Ömer (radıyallahu anh)'dan bir hadîs ulaşınca, bunlar duyduklarıyla
yetinmezler. Hz. Ömer'e kadar (Medîne'ye) giderler ve hadîsi bizzat kendisinden
dinlerlerdi.
Tâbiîn'in büyüklerinden Hüşeym: "Ben Kufe'de iken
Basra'da bir hadîs rivayet edildiğini işitsem, kalkıp hemen Basra'ya giderdim.
Basra'da iken Kufe'de bir hadîs rivâyet edildiğini işitsem hemen kalkıp oraya
gider, hadîsi kaynağından dinlerdim" der. Kufe ile Basra arasında 350
km.lik mesafe bulunduğunu hatırlatmak gerekir.
Horasan'ın meşhur muhaddisi Abdullah İbnu Mubarek, tek bir
hadîsi Hasan-ı Basrî'den sormak için Merv'den kalkıp Basra'ya gelmiştir. Hadîs
şudur: "Bin kişinin sevgisi tek kişinin düşmanlığına satın
alınmaz."
Ebân İbnu Ebî Ayyâş'a uğrayan Ebu Ma'şer el-Kûfî de:
"Kufe'den Basra'ya senin rivayet ettiğini duyduğum bir tek hadîs için
geldim" der.
Tâbiîn'in bir diğer büyüğü İbnu'd-Deylemî şunu anlatır:
"Abdullah İbnu Amr İbni'l-Âs (radıyallahu anh)'dan bana bir hadîs ulaştı.
Bu hadîsi bizzat kendisinden sormak için bineğime atlayıp Taif'e gittim.
(İbnu'd-Deylemi bu sırada Filistin'dedir, Kudüs'te). Evini bulup vardım. Bu
esnâda kendine ait bir bahçede idi, yanında birisi vardı, elele tutuşmuşlardı.
Bu kimseyi Şam'da duymuştuk, ayyaşlardan biri olduğu söyleniyordu. Ben Abdullah
(radıyallahu anh)'a yaklaşınca: "Ey Ebu Muhammed, Sen Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın şarap içenler hakkında bir şeyler söylediğini
işittin mi?" dedim. Ben bunu der demez öbür adam elini Abdullah
(radıyallahu anh) 'ın elinden çekti ve ayrılıp gitti. Abdullah bana: Evet
Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın şöyle söylediğini işittim: "Kim
şarap içerse, kırk sabah onun namazı kabul edilmez" dedi.
- Pekâla dedim, senden
bana ulaşan bir hadîs var, orada diyorsun ki: "Beytu'l-Makdis (Mescid-i Aksa)'da
kılınan bir namaz, (başka yerde kılınan) bin namaz gibidir. Artık kalem de
kurumuştur (Allah'ın bu hükmü değişmez)". Abdullah şu cevabı verdi:
- Ey Rabbim, şâhid ol, ben
benden işittiklerinin aynı olmazsa benden rivayette bulunmalarını helâl etmiyorum."
Hz. Abdullah (radıyallahu
anh) bunu üç kere tekrarladı. Sonra dedi ki:
"Ben (söylediğin
şekilde değil) Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan şu şekilde işittim: "Süleyman
İbnu Dâvud (aleyhimu's-selam) Cenâb-ı Hakk'tan üç şey istedi: 1- Kendisinden
sonra hiç kimseye nasib olmayacak bir mülk ve saltanat, Cenâb-ı Hakk bunu
verdi. 2- Allah'ın adâletine uygun düşecek, âdil hükümde bulunma gücü
istedi. Cenâb-ı Hakk onu da verdi. 3- Yine taleb etti ki, bu Beyt'e
(Mescid-i Aksâ'ya) ihlasla yâni sâdece namaz kılmak için gelen mağfirete mazhar
olsun."
Tabiîn'den Ebu Osman en-Nehdî'nin benzer bir vak'ası şöyle:
Kendisi anlatıyor:
"Bana, Ebu Hüreyre
(radıyallahu anh)'nin anlatmış bulunduğu şu hadîs ulaştı: "Allah,
mü'min kulunun tek bir hayırlı ameli sebebiyle bin kere bin (yâni bir milyon)
sevap yazar." O yıl hacca gittim. Ancak, hacc sırf bu hadîsi sormak
için yapmıştım. (Medine'ye varınca) doğru Ebu Hüreyre (radıyallahu anh)'ye
uğradım. Kendisine:
- Ey Ebu Hüreyre, bana
sizin bir rivâyetiniz ulaştı. Bunun üzerine, sırf sizinle görüşmek için hacca
karar verdim" dedim.
- Hangi hadîs? dedi. Ben:
- Allah mü'min kulunun
tek bir hayırlı ameli sebebiyle bir milyon sevap yazar" diye
açıklayınca, Ebu Hüreyre (radıyallahu anh):
- Ben bu şekilde
söylemedim. Kendisine rivâyet ettiğim kimse tam ezberlememiş" dedi. Ben
hadîsin tamâmen batıl olduğuna hükmetmiştim. Ancak Ebu Hüreyre (radıyallahu
anh) sözlerine devam etti:
- Ben şöyle söylemiştim:
"Allah, mü'min kuluna bir tek hayırlı amel sebebiyle iki milyon sevap
verir". Sonra Ebu Hüreyre hazretleri bana dönerek: "Kur'ân'da da
böyle değil mi?" dedi. Ben:
- Nasıl? dedim. Şöyle
açıkladı:
- Çünkü Cenâb-ı Hakk: "Allah'a
kat kat karşılığını artıracağı güzel bir ödünç takdiminde kim bulunur?"
(Bakara: 2/245) buyuruyor. Allah nezdinde "kat kat" olan çokluk iki
milyondan çoktur".
Görüldüğü gibi hadîsi
rivayet eden asıl kaynakla temas maksadıyla yani senette ulviyet (kısalık)
gayesiyle yapılan seyâhatler gerçekten verimli olmuş, fiili neticeler
alınmıştır. [134]
2-
Raviyi Tanımak İçin Yapılan Seyahatler:
İlmî seyahatlerde
düşünülmüş olan ana gayelerden biri budur. Hadîsleri rivâyet eden şahıslar
kısaca adalet ve zabt denen vasıflar yönüyle araştırılarak kendilerine ne
derece itimad edilebileceği ortaya çıkarılmıştır. Bu dalda yazılan pek çok eser
mevcuttur. Bir hadîsi, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan Kütüb-i Sitte
müelliflerine kadar rivâyet eden şahıslar bu çalışmalar sayesinde bilinir,
tanınır hale gelmiştir. Ravileri tanıtan bu eserler ortaya konmamış olsaydı
hadîs külliyatı fazla bir değer taşımayacaktı.
İşte bu değerli çalışmalar
seyahatlerle vücûda getirilmiştir. Diyar diyar dolaşan hadîsçiler, hadîs
rivayet eden şahıslar hakkında bir takım araştırmalar yaparak, sorarak, görerek
elde ettikleri bilgileri kitaplar halinde tanzim edip istifadeye sunmuşlardır.
Bu çeşit hadîs te'lifatı, rivâyet ihtiva edenlerden farklıdır. Bunlara kısaca
cerh ve tâdil eserleri denir.
Büyük hadîsçiler normalde
hem rivâyetler üzerine hem de râviler üzerine eser vermişlerdir. Aslında
rivâyet ilmi ile râvi ilmini birbirinden ayırmak mümkün değildir. Meslekten
muhaddisler, rivâyet alacakları şahsı önce tedkik edip ne dereceye kadar güven
veren bir kimse olduğunu anladıktan sonra rivayetini almıştır. Ebu'l-Âtiye der
ki:
"(Hadîs rivâyet
etmekte olduğu haberi kulağıma gelen) bir adamdan hadîslerini dinlemek üzere
günlerce süren yolculuk yapardım. Adamın memleketine varınca ilk araştırdığım
husus namazı olurdu. Eğer onun namazını kıldığını öğrenirsem orada ikâmet eder
onu dinlerdim. Namazsız bulursam, dinlemeden geri dönerdim. Namazına düşkün
olmayan dürüstlüğe de düşkün olmaz, beni aldatabilir derdim".
Hadîs almak veya râvi
hakkında bilgi toplamak için seyahat ederek uzak yerlerden gelmiş olan
muhaddîsler, hadîs rivâyet eden kimse hakkında öylesine teferruatlı ve ısrarlı
sorular sorarlar, araştırmalar yaparlardı ki, bölge halkından kendisine soru
sorulan kimselerin zaman zaman bu kadar soruya şaşırıp: "Yani onunla
evlenmek mi istiyorsun?" diye alay ettikleri bile olurdu. [135]
3-
Hadis Elde Etmek İçin Seyahat:
Seyahatin ana gayelerinden
biri budur. Hadîsçiler umumiyetle Dâru's-sünne dedikleri Medine'ye seyâhati
prensip edinirler. Ancak, sünnetin birinci hameleleri olan Ashab, İslâm
âleminin her tarafına dağıldıkları ve gittikleri yerlerde sünneti neşrettikleri
için hadîs toplama faaliyetleri başladığı zaman hadîs tâlibleri her tarafa
seyâhatler tertiplemişlerdir.
Hadîs ilminin büyük
üstadlarından olan Yahya İbnu Main muhaddis olmak isteyen kimse için seyahatin
şart olduğunu şöyle ifade etmiştir: "Dört kişi vardır, onlarda rüşd
(olgunluk, mükemmellik) görülmez: Kapı bekçisi, Kâdı mubâşiri, bid'atcinin
oğlu, hadîs talebi için seyahat etmeyip sâdece kendi bölgesindeki rivâyeti
yazan kişi."
Yine meşhur hadîsçilerden
Şa'bî ile ilgili bir rivayet çok hadîs toplamada seyahatin önemini gösterir.
Ali İbnu'l-Medinî anlatıyor."
Şa'bi'ye "Sen bu
kadar ilmi nasıl elde ettin?" diye sorulunca şu cevabı verdi:
"(Rivâyet edilenlere) itimadı reddedip araştırmak (araştırmak maksadıyla)
diyar diyar seyâhat edip dolaşmak, (seyâhatin meşakkatlerine) cansız eşya
sabrıyla sabretmek, kargalar gibi erken kalkmak sayesinde."
Hadîsçiler hadîs toplamak
için belli başlı ilim merkezlerine uğradıkları gibi, hadîs alabileceklerini
duydukları her yere, çok hadîs için seyahate çıktıkları gibi tek bir hadîs için
de günler, haftalar süren seyahatlere çıkmışlardır. Bu hususu te'yîd eden
birkaç rivâyet:
İbnu Abbas (radıyallahu
anh)'dan tefsir rivâyetiyle meşhur Erbide et-Temîmî: "Bir yerde ilim
(herhangi bir rivâyet) olduğunu işittim mi mutlaka oraya giderdim"
demiştir. el-Fadl İbnu Gânim, "Kim bir günde yüz kere Lailâhe
illâllahu'l-meliku'l-Hakku'l-Mübin derse, fukaralığa karşı kendini garantiye
alır" hadîsini duyunca: "Sırf bu hadîs için Horasan'a seyahat
edilse azdır" demiştir.
Büsr İbnu Ubeydillah
el-Hadramî: "Tek bir hadîs için hangi memleket olursa olsun oraya
giderdim" demiştir.
Tâbiîn'in meşhurlarından
Said İbnu Müseyyib: "Bir tek hadîs almak için günler geceler boyu
yürürdüm" demiştir.
Şa'bî, kendisine haber
verilen üç yeni rivâyeti kaynağından almak üzere Mekke'ye müteveccihen yola
çıkar ve: "Olur ki, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a veya Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın ashabından birine rastlarım" der.
Ebu Kılâbe gibi bâzıları
da Medine ve Mekke gibi merkezlerde, sırf oralara uğrayanlardan bir iki rivayet
elde edebilmek için, ikamet sürelerini uzatıyorlar.
Çok seyahat ettiğini
belirtmek için "Arzı tavaf ettim" diyen Mekhûl ed-Dımeşkî anlatıyor:
"Ben Mısır'da Benu
Hüzeyl kabilesinden bir kadının kölesi idim. Kadın beni âzâd etti. Mısır'dan
çıktığım zaman kanaatimce oradaki bütün ilmi (rivâyetleri) öğrenmiştim. Sonra
Hicâz'a geldim. Oradan ayrıldığım zaman da kanaatimce orada mevcut bütün ilmi
öğrendim. Sonra Irak'a geldim. Irak'tan ayrılırken de, kanaatimce oradaki bütün
ilmi öğrenmiştim. Sonra Şam'a (Suriye'ye) geldim, oradaki ravileri iyice tedkîk
ettim. Bu uğradığım yerlerde, bilhassa nefel'den (yani askerin ganimetten
payına düşen dışında, komutanın cihâda teşvik veya gayretine mükâfat olarak
verdiği armağan) soruyordum. Maalesef bu konuda bir bilgi veren kimseye
rastlamadım. Sonunda yaşlı bir zata rastladım. Ona Ziyâd İbnu Câriye et-Temimî
diyorlardı. Kendisine nefel hususunda bir şey işittiniz mi? diye sordum.
- Evet, dedi, Habîb İbni
Mesleme el-Fihrî (radıyallahu anh)'yi dinledim. Dedi ki: "Ben Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e şâhid oldum. Dörtte bir başlangıçta
(sefere çıkarken) dörtte üç de dönüşte dağıttı".[136]
4-
Tahkik İçin Seyahat:
Hadîs âlimleri bazan bir
hadîsin, bazan bir âyetin, bazan da bir râvinin durumunu aydınlığa çıkarmak,
ortadaki ihtilaf veya işkâli bertaraf etmek için seyahatler yapmışlardır. Bu
çeşit seyahatlere, bazan bir hadîs, bazan bir kelime ve hatta bir tek harf için
çıkıldığı olmuştur. Mesela diyar diyar dolaşmada en çok isim yapanlardan Mesruk
ve Ebu Said'in tek harf için seyahat ettiği bilhassa belirtilir. Şam'ın
ötesinden kalkıp Yemen'in ötelerine bir tek kelime için gitmeye değdiğini
söyleyen Şâbî, talebesine bazan "bir tek hadîs" rivayet ettikten
sonra: "Bunu sana bedâva veriyorum; halbuki, zaman oldu, araştırıp bundan
daha az ehemmiyetli birşey (mesela bir kelime veya bir harf için (bin bir
zahmeti göze alıp) Medîne'ye kadar giderdi" demiştir.
Hasan Basrî hazretleri der
ki: "Ka'b İbnu Ucre'yi görmek için Basra'dan Kufe'ye gittim. Kendisine:
"Sana ezâ geldiğinde kefâret olarak ne verdin?" diye sordum.
"Bir koyun" diye cevap verdi."
Bu rivayet, Hasan-ı Basri
hazretlerinin bir âyetin açıklık kazanması için seyahate çıktığını gösteriyor.
Zira Ka'b İbnu Ucre, Hudeybiye Seferine çıkmış, ihram giyerek umre'ye niyet
etmişti. Başı bitlenince fazla rahatsız oldu. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm) "kefâret ödeyerek traş olmasını söyledi". Bu hâdise
üzerine şu âyet indi: "... İçinizde hasta olan veya başında rahatsız
bulunan varsa, fidye olarak, ya oruç tutması, ya sadaka vermesi ya da kurban
kesmesi gerekir" (Bakara: 2/196).
Ka'b İbnu Ucre başını traş
etmiş, bu ihram yasağını işlemiş olmanın fidyesi olarak kurban kesmeyi tercih
etmişti. Hasan-ı Basrî, hâdisenin fâilinden tahkikle, Ka'b (radıyallahu anh)'ın
bir koyun kestiğini öğreniyor.
Said İbnu Cübeyr buna
benzer bir tahkik hâdisesini anlatır:"
Kufeliler "Kim bir
mü'mini kasden öldürürse cezâsı içinde temelli kalacağı cehennemdir..."
(Nisa: 4/93) mealindeki âyet hakkında ihtilaf ettiler. Bu konuyu sormak
maksadıyla İbnu Abbas'ı görmek üzere seyahate çıktım. Kendisini bulup sordum.
Bana bu âyetin en son inen âyetlerden olduğunu, bunu nesheden herhangi bir
âyetin inmediğini söyledi".
Herhangi bir hadîsi tahkik
için yapılan bir seyahat örneğini Zeyd İbnu'l-Hubâb'tan kaydedeceğiz.[137]
Zeyd: "Süfyân-ı Sevrî'nin Usâme İbnu Zeyd'den, O'nun da Mûsa İbnu Uleyye
el-Lahmî'den, O'nun da babasından, Onun da Ebu Kays Mevlâ Amr'dan, Onun da
Amr'dan, Amr'ın da Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'den rivayet ettiği: "Bizimle
ehl-i kitab'ın orucu arasındaki fark sadece sahur yemeğidir" hadîsini
Süfyân-ı Sevrî'den dinledim. Meclisinden ayrılacağı sırada, bana birisi:
Süfyan'a bu hadîs'i rivayet eden Usâme'yi Medine'de henüz hayatta
biliyorum" dedi.
Ben hemen bineğime atlayıp
Medine'ye gittim. Orada Üsâme'yi buldum. Senden Süfyan-ı Sevrî'nin rivâyet
ettiği, senin de Musa İbnu Uleyye, O da babasından, O da Ebu Kays Mevlâ
Amr'dan, O da Amr'dan, O da Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'den rivayet
ettiği: "Bizimle ehl-i kitab'ın orucu, arasındaki fark, sadece sahûr
yemeğidir" hadîsi için geldim dedim.
- Evet, dedi. Bana Musâ
İbnu Uleyye İbnu Rabâlı el-Lahmî, babasından, O da Ebu Kays Mevlâ Amr'dan, O da
Amr İbnu'l-Âs'dan, O da Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'den rivayet
etti: "Bizimle ehl-i kitab'ın orucu arasındaki fark, sâdece sahûr
yemeğidir" dedi.
Zeyd der ki:
"Üsame'nin meclisini terkedeceğim sırada birisi bana: "Ona bu hadîsi
rivayet eden Musa İbnu Üleyye'yi Mısır'da hayatta biliyorum" dedi. Hemen
bineğime atlayıp Mısır'ın yolunu tuttum. Musa'yı bulup kapısına oturdum. Bana
at üzerinde bir ihtiyar geldi. "Bir ihtiyacın mı var?" dedi.
- Evet, dedim, bana
Süfyân-ı Sevrî'nin rivayet ettiği bir hadîs var, o Üsâme İbnu Zeyd'den, o da
Senden sen de babandan, o da Ebu Kays Mevla Amr'dan, o da Amr'dan, o da Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'den rivayet etmiştir: "Bizimle ehl-i
kitab'ın orucu arasındaki fark sadece sahur yemeğidir"
Zeyd, evet dedi, bana
babam, Ebu Kays Mevla Amr'dan, o da Amr'dan, o da Hz. Peygamber (aleylıissalâtu
vesselâm)'den rivâyet etmiştir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdu ki:
"Bizimle ehl-i kitab'ın orucu arasındaki fark sâdece sahur
yemeğidir".
İşitilen hadîsi tahkik
için gösterilen gayret ve yapılan seyahate son bir örneğimiz, Müemmil İbnu
İsmâil'in, Kur'ân-ı Kerîm'deki her bir sûrenin
faziletiyle ilgili olarak
Ubey İbnu Ka'ab vasıtasıyla Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'den yapılan
rivâyeti tahkik için yaptığı seyahattır.
Der ki: "O hadîsi,
(ismini verdiği) sika bir zat bana rivayet etmişti. Medâin'e gelip hadîsi
rivâyet eden o zâtı buldum. Kendisine: "Hadîsi bana söyle, zirâ Basra'ya
gideceğim" dedim. Bana:
- O hadîsi bize rivayet
eden Şeyh Vâsıt'ta Ashâbu'l-Kasab arasında dedi.
Vâsıt'a geldim, o râviyi
buldum. Kendisine "Ben Medâin'de idim. Sizden falanca şeyh bahsetti, ben
Basra'ya dönmek istiyorum" dedim. Bana:
- Bu hadîsi kendisinden
dinlediğimiz zât, el-Kellâ'da[138]
dedi. Basra'ya geldim. Kella'da Şeyh'le karşılaştım. Ona: "Şu hadîsi bana
rivâyet et. Abadan'a gitmek istiyorum" dedim. Adam:
"- Bu hadîsi
dinlediğim zât Abadan'da" dedi. Abadan'a geldim. O şeyhi buldum.
Kendisine: "Allah'tan kork, bu hadîsin hâli ne?" dedim ve sonra:
Mâceramı anlatarak: "Medâin'e geldim, sonra Vâsıt'a, sonra Basra'ya
gittim, en sonunda size gönderildim. Ben bunların hepsini ölmüş zannetmiştim.
Şu hadîsin hikâyesini anlat bakayım!" dedim.
Bana şu cevabı verdi:
"Onu bana kimse anlatmadı. Biz burada toplandık. Gördük ki, insanlar
Kur'ân'dan yüz çevirmiş, herkes Ebû Hanîfe'nin fıkhı ve İbnu İshâk'ın Meğâzî'si
ile meşgul. Biz de oturup Allah rızası için sûrelerin faziletiyle ilgili bu
hadîsi uydurduk."
Hadîs'in el-İtkan'da
kaydedilen vechinde bu uydurma işini itiraf eden kimsenin tasavvuf ehlinden
müteşekkil bir cemaat içinde yer alan bir "şeyh" olduğu belirtilir. [139]
Seyahatin
Neticeleri:
Hadîs veya ilim yolunda
yapılan seyahatler gerçekten müsmir neticeler hâsıl etmiştir. Bu sâyede,
muhtelif ve uzak beldeler arasında kültürel bir bağ kurulmuş oldu. O zamanda,
günümüzde olduğu gibi geniş kolaylıklara sâhip matbu muhâbere vasıtalarının
(kitap, mecmua, gazete gibi) yokluğu düşünülürse söylemek istediğimiz husus
daha iyi anlaşılır. Her tarafa dağılmış Ashabın, gittikleri yerlerde birbiriyle
irtibatı olmayan ilim halkaları teşekkül etmeye başlamıştı. Arada başka bir
nâşir-i efkar olmadığı için, her bölgenin ilmi oraya münhasır kalmaya mahkûmdu.
Şu halde seyâhatler bu
kısırlığı giderdi. Uzak diyarlar buralarda ilim arayan tâliblerin, âlimlerin
gayretiyle birleşti. Bütün hadîsler belli başlı merkezlerde toplandı.
Medeniyetin gelişmesinde,
beşerî terakkinin meydana çıkmasında mühim bir âmil olan "farklı
kültürlerin birbirini mayalaması" hâdisesi bu şekilde gerçekleşti. Tıpkı
çiçekten çiçeğe koşarak bal yapan arı gibi diyar diyar dolaşan âlimler de
İslâm'ın medeniyet peteğini işlediler.
Arap dilinin zenginliği
icâbı her bölgede farklı şekillerde tezâhür eden İslâmî ve ilmî ıstılahlarda
birliğe gidildi.
Âlimler birbirlerinin
ictihad ve anlayışlarını kontrol ederek amel ve itikad da vahdete kavuştular.
Hadîslerin farklı
turûkları, vücuhları elde edildi. Bu ise şâriin daha iyi anlaşılmasına zemin
hazırladı.
Râvilerle ilgili bilgiler
elde edildi. Cerh-tâdil ilmi ortaya çıktı.
Hülâsa, öncelikle
hadîsçilerin başlattığı ilmî seyahat hareketleri, netice olarak, sâdece hadîs
ilminin zenginleşmesinde rol oynamamış, bütün İslâmî ilimlerin gelişmesinde
etkili olmuş ve dolayısıyla İslâm medeniyetinin kısa zamanda büyük bir parlama
yaparak göz kamaştırıcı şaşaaya ermesinde rol oynamıştır.
İşte bu sebeple olacak ki,
İbrahim Edhem gibi bir kalb ehli: "Allah, ashabu'l-hadîs'in rıhle'leri
(yani ilim maksadıyla yaptıkları seyahatler) sebebiyle bu ümmetten belaları
defediyor" diyecektir. [140]
TASNİF
NEDİR?
Tasnif, tedvin'den sonra
ele alınan hadîs çalışmalarının müşterek adıdır. Kelimenin lügat mânası bu
çalışmaların mahiyeti hakkında bir fikir verir: Tasnif, sınıflara ayırmak,
sınıflamak demektir. Yani, tedvîn devrinde, sıhhat durumu ve ifâde ettiği
muhteva nazar-ı dikkate alınmadan yazıya geçirilmiş olan karma-karışık hadîs
malzemesinin, belli maksadlarla ayrılması, istenilen istikamette istifadeyi
kolaylaştıracak şekilde yeni düzenlere, nizamlara sokulması, sistem kazandırılması
demektir.
Bu safhada yapılan
işlemlere bazan tebvîb dendiği ve bu safhanın tebvîbü's-sünne tabiriyle ifâde
edildiği görülür. Yine aynı safhanın, yakın mânaya gelen ifrâd kelimesiyle
ifâde edilerek ifrâdu's sünne şeklinde ifâde edildiği olmuştur. Tebvîb, hadîs
malzemesinin bablar haline konmasını yani fıkhî konularına ayrılmasını, aynı
mevzuya giren hadîslerin bir araya getirilerek sunulmasını ifâde eder. İfrâd
ise, ferdlere ayırarak, tefrîk etmek mânasına gelir. Tebvîb'de olduğu şekilde
fıkhî ayırım mânasına geldiği gibi, sahîh-hasen-zayıf vs. ayrımı da ifâde eder.
Kütüb-i Sitte'nin te'lif vasfını bu kelime ile ifâde daha uygun olabilir.
Ancak, bu safhadaki
çalışmaları tasnîf kelimesiyle ifâde etmek daha uygundur. Zira tasnîf, tebvîb'i
de ifrâd'ı da içine alacak daha umumî bir mâna taşımaktadır.[141]
BU
SAFHANIN ZAMANI:
Hadîs târihini ana
hatlarıyla dört safhaya ayırırken, kabaca her safhanın bir asra tekabül
ettiğini söylemiştik. O sırada da belirtildiği üzere böyle bir zamanlama,
mevzuun umumî hatlarıyla şematize edilmesinden ibârettir. Mutlak durumu ifâde
etmez. Zira, yukarıda açıkladığımız mânâda tasnîf faaliyetlerini, ikinci asrın
birinci çeyreğinden başlatmak bile mümkündür. Zira, ilk te'lîf edilen
eserlerden sayılan Mecmû'ul-İmâm-ı Zeyd'de hadîsler, fıkıh bablarına göre
tanzim edilmiş durumdadır. Daha önce de kaydettiğimiz gibi, eserin müellifin
Zeyd İbnu Ali Zeynelâbidin İbni'l-Hüseyn İbni Ali İbni Ebi Tâlib'in vefat
târihi 122/739'dur. Keza ilk musannaf eser veren kimseler oldukları kabul edilen
Abdü'l-Melik İbnu Cüreye ve Sâd İbnu Ebî Arûbe, ikinci asrın birinci yarısına
ait âlimlerdir. İbnu Cüreye'in vefatı 150/767, İbnu Ebî Arûbe'nin vefatı
156/772'dir.
Bu devre, en kıymetli
eserlerini üçüncü asır içerisinde Kütüb-i Sitte ile vermiş olmakla beraber,
yine râvilerden, seyahatlerle, derlemek suretiyle ortaya konan Taberânî'nin
mu'cemleri örneğindeki bazı orijinal eserler göz önüne alınınca dördüncü hicrî
asrın ortalarına kadar devam ettiği söylenebilir. [142]
TASNÎF
ÇEŞİTLERİ:
Muhaddisler, tasnîf safhasından
itibâren, hadîsleri farklı şekillerde tasnîfe tâbi tutmuşlardır: [143]
1-
Ale'l-Ebvâb Tasnif:
Bu, hadîslerin fıkhî
bablara, yani, ifâde ettikleri mânâlara göre tasnifini ifâde eder. Yani,
hadîsler, belli bir meseleyi açıklamak, o meseleye delil olmak üzere
zikredilir. Bu gruba giren eserler bazı farklı hususiyetler taşıyan câmi'ler,
sünen'ler, musannaflar olmak üzere başka çeşitlere ayrılır.
Hemen kaydedelim ki,
tehzîb devrinde ortaya konacak olan müstedrek, müstahrec, zevâid ve cem'
kitabları da muhteva olarak ale'l-ebvâb tertip sınıfına girer ise de
"tasnîf devri mahsûlü" demek hatalı olur. [144]
2-
Ale'r-Ricâl Tasnîf:
Bu tasnîf çeşidinde
hadîsler, ravilerinin adına göre yapılır. Râvi olarak Sahâbeyi esas alan
tasnîfler olduğu gibi, eseri te'lîf eden müellifi hadîs aldığı şeyhleri esas
alan tasnîfler de olmuştur. Sahabeyi esas alanlara çoğunluk itibâriyle müsned
denmiş ise de mu'cem denen de olmuştur. Ancak şüyuhu esas alanlara muc'em
denmiş fakat müsned denmemiştir. Nitekim Taberâni, Ashab'a göre tertiplediği
el-Mu'cemu'l-Kebîr'ini müsned diye isimlendirmemiştir.
Bazı âlimler alel-ricâl
tasnîfin fıkhî maksatla yapılmadığını, hadîsleri öğrenmek, daha doğrusu
ezberlemek maksadıyla yapıldığını söylemiştir.
Müsned tarzında râviler,
belli bir prensibe göre sıralanır. Sözgelimi, Ahmed İbnu Hanbel ve Ebu Dâvud
et-Tayâlisî, tasnifte esas aldıkları Ashâb'ı fazîlet sırasına göre tanzim
ettikten sonra, her birinden rivâyet edilmiş olan hadîsleri, isimlerinin altına
kaydetmişlerdir.
Mu'cem'lerde, müellifin
şeyhleri alfabetik sıraya göre veya kabîlelerine göre sıraya konduktan sonra
her birinden alınmış olan hadîsler alt alta kaydedilir.
Bu sistemde istenen raviyi
bulmanın bile zorluğundan başka, herhangi bir konuya giren hadîsleri bulmak çok
daha büyük zorluk arzeder. Hadîsler, konuları için aranmaları sebebiyle, bu
tarzla ortaya konan kitaplar üzerinde müteakip çalışmalar yaparak ale'l-ebvâb
tanzîme tâbi tutulma ihtiyaç duyulmuştur. Ahmed İbnu Hanbel'in Müsned'ini
tanıtırken bunu belirteceğiz.
Tasnîf Devri'nde ortaya
konan Ebu Ya'la el-Mevsilî'nin (276/889) Müsned'inde bu ikisini birleştirir
mâhiyette bir yol tutulduğu görülür. Kitabını bâb sistemine göre fasıllara
ayırıp, aynı mevzuya giren hadîsleri bir arada vermiş, her fasla giren
hadîsleri tanzîm ederken de onları râvilerine göre kaydetmeyi esas almıştır.[145]
BABLARA GÖRE TASNÎF
ÇEŞİTLERİ:
Yukarıda ale'l-ebvâb
tasnif'e giren eserlerin başlıca üç gruba ayrıldığını belirtmiş fakat
açıklamamıştık, şimdi onları açıklayacağız:
1-
Câmi'ler:
Câmi', muhaddisler arasında
mâlum ve mukarrer olan sekiz ana bölümün hepsine yer veren hadîs kitaplarına
denir. Bu sekiz bölüm şunlardır:
1-
İlm-i tevhîd ve sıfât. Yani iman ve akaide ait hadîsler.
2-
Sünen yâni ahkâma giren hadîsler.
3-
Rikak ve zühd, yâni ruhen ve ahlâken yücelmeyi konu edinen hadîsler.
4-
Âdâb'a giren yani: yeme, içme, oturma, yatma, konuşma, giyinme vs. âdâbı beyan
eden hadîsler.
5-
Tefsir, yani bazı Kur'ân ayetlerinin açıklanmasıyla ilgili hadîsler.
6-
Siyer, yani tarih ve Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in hayatıyla ilgili
hadîsler.
7-
Fiten, yani Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın vefatından kıyamete kadar
vukua gelecek hâdisâttan bahseden hadîsler.
8-
Menâkıb, yani bazı şehirlerin, şahısların veya kabîlelerin zemm ve medihleriyle
ilgili hadîsler.
Hadîs kitaplarının hepsi,
bu konularla ilgili hadîslere yer vermez. Şu halde bunların hepsine yer
verenlere câmi' denmektedir. Bazan bunlardan birine sokulamayan hadîslere de
câmi'lerde rastlayabiliriz. Kütüb-i Sitte'den sâdece Buharî, Müslim ve Tirmizî'nin
eserine câmi' denmiştir.[146]
2-
Sünen'ler:
Bunlar, ahkâma müteallik
hadîsleri fıkıh bablarına göre cemeden kitaplardır. Bu kitaplarda, ahkama konu
olmayan hadîslere pek yer verilmez. Öncelikle ibâdet, muâmelât ve ukûbâtı beyân
eden merfu' hadîsler cemedilir. Merfu' hadîsler esas olur derken mevkuf ve
maktuların tamâmen tecrîd edildiği söylenmiş olmuyor. Sâhasında en
mükemmellerden biri olan Süneni Ebî Dâvud'da bile yer yer mevkuf hadîs görülür.
Sünen deyince öncelikle
Sünenü Erba'a da denen Ebu Dâvud, Nesâî, Tirmizî ve İbnu Mâce'nin sahîhleri
akla gelirse de Dârimî, Dârakutnî, Sâd İbnu Mansur, gibi birçokları da aynı
ismi taşıyan, aynı tertipte eserler vücuda getirmişlerdir. Sünenler çoğunlukla
Kitâbu't-Tahâretle başlar, sonra ibadet bahislerine, sonra da sırayla muâmelât
ve ukûbât bahislerine yer verirler.[147]
3-
Musannaf'lar:
Hadîsleri bablara göre
(ale'l-ebvâb) tasnîf eden grubun bir çeşidini teşkîl eden musannaflar, esâs
itibâriyle sünen gibidirler. Ancak, bunlarda mevkuf ve maktu hadîsler de çokça
yer alır.
Musannaf adı altında
birçok eser verilmiştir:
* Musannafu
Ebî Süfyan Vekî İbnu'l-Cerrah er-Rü'âsî (V. 197/812);
* Musannafu
Ebî Seleme Hammadi İbni Seleme İbni Dinâr (V.167/783);
* Musannafu
Ebî Bekr Abdullahi İbni Muhammed İbni Ebî Şeybe (V. 235/849);
*
Musannafu Bakiy İbnu Mahled İbni Yezîd el-Kurtubî (V. 276/889);
* Musannafu
Abdirrezzâk İbnu Hammâm es-San'ânî (V. 211/826);
Vs. Bunlar arasında,
elimizde hal-i hazırda, matbu olarak bulunan Musannafu Abdirrezzâk-ı ayrıca
tanıtacağız.[148]
Abdurrezzak Ve Musânnaf'ı:
El-Hâfızu'l-Kebir Ebu Bekr
İbnu Hammâm Abdurrezzâk es-San'ânî (126/743-211/826). Yemen'in büyük
muhaddislerindendir. Babası Hemmâm, amcası Vehb, Ma'mer İbnu Râşid, Ubeydullah
İbnu Ömer el-Amrî, Eymen İbnu Nâil, İkrime İbnu Ammâr, İbnu Cüreye, Evzâî, İmam
Mâlik, es Süfyâneyn, Zekeriya İbnu İshâk el-Mekkî gibi pek çok meşhurları
dinleme imkânını bulmuştur. Şam'a ticâri maksadla yaptığı bir seyahat, bir çok
büyük hadîsçilerle karşılaşmasına imkân tanımıştır. Kendisinden İbnu Uyeyne,
Mu'temir İbnu Süleymân (ki her ikisi de şeyhlerindendir). Vekî', Ebu Usâme,
Ahmed, Ishâk, Ali İbnu'l-Medînî, Yahya İbnu Ma'în, Ebu Heyseme, Ahmed İbnu
Sâlih, Muhammed İbnu Yahya ez-Zühlî, vs. pekçok tanınmış muhaddisler hadîs
rivâyet etmiştir.
Ahmed İbnu Salih el-Mısrî
der ki: "Ahmed İbnu Hanbel'e: "Hadîste, Abdurrezzâk'tan daha hasen
birini gördün mü?" diye sordum da bana "Hayır" cevabını
verdi". Ebu Zür'a ed-Dımeşkî de Abdurrezzak'ın rivâyetlerinin sâbit
olduğunu belirtmiş, Ma'mer de, kendisinden hadîs alan dört kişiyle kıyaslayarak
Abdurrezzak'ı yüceltmiş ve: "Eğer yaşarsa âlimler onu görmek için uzak
diyarlardan kendisini ziyarete gelecektir" demiştir.
Abdurrezzâk hayatının
sonlarına doğru gözlerini kaybetmiş, telkîn'e mâruz olarak, kendinden olmayan
rivayetlere "benden" diyebilmiştir. Bu sebeple ondan amalığından
sonra alınan hadîsler zayıf addedilmiştir: Abdurrezzâk, daha ağır ithamlara da
hedef olmuştur. Kizb, sarakat, şiîlik gibi. Şiî diyenler, daha çok Hz. Ali'yi
tafdîl eden, münferid rivayetlerini delil getirmişlerdir. Kendisinin de:
"Hz. Ebu Bekir ve Ömer'i Ali'den (radıyallahu anhüm) efdâl bulurum. Çünkü
Hz. Ali onları kendisine tafdîl etmiştir. Şayet Hz. Ali onları tafdîl etmemiş
olsaydı, ben de tafdil etmezdim" dediği rivayet edilmiştir. Muhammed İbnu
İsmâil el-Fezârî'nin şu sözü de bu hususu aydınlatıcıdır: "Biz San'a'da
iken kulağımıza, Ahmed İbnu Hanbel ve Yahya İbnu Mân'in, Abdurrezzâk'ın
hadîsini terkettikleri haberi ulaştı, buna çok üzüldük. Hac sırasında İbnu
Mân'i gördüm ve durumu ona arzettim. Bana: "Ey Ebu Sâlih!, Abdurrezzâk
irtidat bile etse onun hadîsini terketmeyiz" dedi." Rivâyete göre
Abdurrezzâk şunu söylemiştir: "Hacc ettim, Mekke'de üç gün kaldım.
Ashâbu'l-hadîs'ten kimse bana uğramadı. Ka'be'nin örtüsüne asılarak: "Ey
Allah'ım dedim, neyim var, ben bir yalancı veya müdellis miyim?" Bundan
sonra bana geldiler.
"Hakkında söylenenler
ona olan güveni sarsmamıştır. Onun rivâyetlerini alanlar arasında başta Buhârî,
Kütüb-i Sitte imamlarının hepsi vardır.
MUSANNAF'ına gelince;
günümüze kadar gelebilmiş ve onbir cilt halinde basılmıştır. Zehebî'nin
tâbiriyle büyük bir "ilim hazînesi"dir. İçerisinde 21033 adet hadîs
mevcuttur. Son kısmını (10. cilt 379 sayfadan itibâren) Ma'mer İbnu Râşid'in
el-Câmi'i teşkil eder. el-Cami'in Ma'mer'den rivâyeti de Abdurrezzâk
vâsıtasıyla yapılmaktadır.
Bu Musannafın tertib
hususiyetleri daha sonra te'lif edilenlere yakınlık arzeder. Onlar'ın çoğunda
görüldüğü gibi bu da Kitâbu't-Tahâretle başlar, Kitâbu'l-Hayz, Kitâbu's-Salât,
Kitâbu'l-Cum'a, Kitâbu'l-Fedâilu'l-Kur'ân, Kitâbu'l-Cenâiz gibi ibâdâta
müteallik bölümlerden sonra... Kitâbu'l-Ferâiz, Kitâbu Ehli-l-kitâbeyn diye
muâmelât bahisleriyle devam ederek Ma'mer'in "Kitâbu'l-Câmi"ine
ulaşır. El-Cami'de "Kitap" diye ana bölümler yoktur, 282 adet bâb
vardır. Bâblar, müstakil üniteler olup çoğu kere bir önceki veya bir sonraki
bâbla mantıkî bir irtibat taşımaz. Bâblar birçok hadîsi içine alır, az da olsa
tek hadîsten müteşekkil bâblar da mevcuttur.
Kitabın birinci cildinin
başında nâşirin haber verdiği eseri tahkîk eden Abdurrahman el-A'zamî
tarafından hazırlanmakta olan -müstakil bir cild hacmindeki eserle ilgili
tahlîlî mukaddime henüz basılmamıştır.[149]
İMAM
MÂLİK B. ENES VE MUVATTA’I:
Mâlik b. Enes b. Mâlik b.
Ebi Âmir el-Asbahî. Mâliki Mezhebinin imamı, Muhaddis ve mutlak müctehid.
İmam Mâlik, Medine'de
doğmuştur. Onun doğum tarihi hakkında, Hicrî 90'dan 98'e kadar değişen farklı
rivayetler vardır. Ancak, yaygınlıkla kabul edileni 93 (711-712) tarihinde
doğmuş olduğudur.[150]
İmam Mâlik'in ailesi aslen
Yemenli olup, dedesi Zû Asbah kabilesine mensup olan Mâlik b. Ebu Amir
el-Asbahî, Yemen valisinden gördüğü zulüm üzerine Medine'ye gelip yerleşmiştir.
Annesi de, yine Yemenli Ezd kabilesinden, Aliye binti Şüreyk el-Ezdî'dir.
İmam Mâlik'in dedesi
Medine'ye yerleştikten sonra, Kureyşe mensup Benû Teym b. Murra kabilesi ile
hısımlık kurarak, bu kabile mensuplarıyla dostluk (velâ) akdetmiş ve
gerektiğinde onlardan yardım görmüştür.
İmam Mâlik'in ailesi,
Medine'ye yerleştikten sonra ilimle meşgul olmuş, özellikle hadisleri toplamaya
ve Ashab'ın fetvalarını öğrenmeye büyük önem vermişlerdi. Dedesi Mâlik b. Ebu
Amir, Tâbiînin büyüklerinden olup, Hz. Ömer (r.a), Osman (r.a), Talha (r.a) ve
Aişe (r.anh)'dan hadis rivayet etmiştir.
İmam Mâlik, babasından
sadece bir hadis rivayet etmiştir. Bu da, babasının hadisle fazlaca meşgul
olmadığını göstermektedir. Ancak amcası Süheyl hadis âlimlerinden olup, İsmail
b. Cafer'in hocasıdır. Ayrıca, ez-Zuhrî de ondan ders okumuştur. Onun Nadr
ismindeki kardeşi de hadis tahsil etmişti. İmam Mâlik, hadis derslerine
başladığı zaman, bu kardeşinin şöhretine binaen Ahu'n-Nadr (Nadr'ın kardeşi)
diye çağrılmakta idi. Daha sonra, İmam Mâlik, hadiste onu geçmiş ve kardeşi ona
nisbet edilmeye başlanmıştır.
Hulefâ-ı Râşidîn devrinde
Medine, Ashab'ın ileri gelen âlimlerinin bir arada bulunduğu ve ilim tahsilinin
zirvesine ulaştığı bir merkez konumundaydı. Emevîler devrinde ise Medine,
çoğalan fitnelerden ve idarecilerin zulmünden kaçan bir takım âlimlere
sığınılacak bir yer görevi görmeye başlamıştı. Ayrıca, Tabii'nin çoğu Medine'de
oturmakta, Ashab'ın rivayet ve fıkhını, etraflarını halkalayan ilme susamış
talebelere aktarmakta idiler.
İmam Mâlik, kendini
tamamen ilme vermiş bir aile muhitinde büyümüş ve çok canlı bir ilmî
hareketliliğin yaşandığı Medine'de ilim tahsil etmeye başlamıştı. Böyle bir
çevrede bulunması ona, çağın en ileri seviyesindeki alimlerden ders okuma
imkânını vermişti.
İmam Mâlik önce, Kur'an-ı
Kerîm'i hıfz etmiş, peşinden de hadisleri ezberlemeye başlamış ve bilhassa
annesinin teşvik ve yönlendirmeleri ile Medine'nin büyük ve meşhur âlimlerinden
Rabia b. Abdurrahman'ın ders halkalarına katılmıştı.[151]
Daha sonra o, bir şeyler
öğrenebileceği bütün âlimlerin yanına gitmeye ve onlardan hadis, sahabelerin
fetvaları ve fıkıh konularında istifade etmeye başlamıştı.
Yüze yakın âlimden
yararlanan İmam Mâlik'in yetişmesinde, fikrî ve ilmî yapısının oturmasında,
başta Abdurrahman ibn Hürmüz, Rabîa, Şıhab ez-Zührî, Ebu Zinad, Yahya b. Sa'id
el-Ensârî ve Hz. Ömer (r.a)'ın azadlısı Nâfi'in büyük katkıları olmuştur.
İbn Hürmüz, hadis ve şer'î
ilimlerde söz sahibi bir âlim olup, ayrıca zamanın bütün fikrî, siyasî
gelişmelerini takip eden ve onların iç gerçeklerine nüfûz eden bir kültür
genişliğine sahipti. O, İmam Mâlik'e çok şey öğretir ancak, maslahata uygun
görmediği için bunlardan çok azını açıklamasına müsaade ederdi. İbn Hürmüz,
sorumluluğundan korktuğu için, Mâlik'ten, hadislerin senedinde kendi adını
zikretmemesini istemişti.
İmam Mâlik, Hz. Ömer (r.a)
ile Abdullah b. Ömer'in fıkhını ve fetvalarını, Nafi'den öğrenmişti. Ebu Davud,
Malik'in Nâfi'den, onun da İbn Ömer'den rivayetini senet yönünden en sağlam
olanı kabul eder.
İmam Mâlik, yetişip
olgunlaştıktan sonra, fıkıhta hocası olan Rabia’nın bazı görüşlerini tenkit
etmeye başladı. Bundan sonra o, Rabia’nın derslerini bırakıp, Zührî'nin hadis
derslerine devam etti. Ancak, onun fıkhî görüşlerinde, Rabia'nın büyük tesiri
vardır.
Bundan sonra o, Zühri'nin
dersi dışında evine kapanıyor, o zamana kadar kağıtlara kaydettiklerini
derleyip toparlamaya çalışıyordu.
Ayrıca İmam Mâlik, Cafer-i
Sadık'ın derslerini hiç bir zaman kaçırmazdı. Onun ilmine, zühd ve takvasına
hayranlık duymakta idi. İmam Mâlik onun hakkında; "Abdesti olmadan hadis
rivayet etmez, Hz. Peygamberin adı anılınca yüzü sararırdı" demektedir.
O, Medine'nin ilmini
tamamen öğrendiğine iyice kanaat getirmeden ders vermeye başlamadı. Medine'de
bulunan âlimlerin çoğunun kendisini ders verme hususunda yeterli görmesini
açıklamalarından sonra güvenilir ravilerden aldığı hadisleri insanlara
öğretmek, fetva soranların problemlerini halletmek ve etrafında toplaşan
öğrencilere dersler vermek zorunluluğunu hissetmiştir. İmam Mâlik bu konuda
şöyle söylemektedir: "Her aklına esen mescitte oturup ders veremez.
Âlimlerden yetmiş kişinin beni yeterli görmesine kadar ben, ders ve fetva
vermekten kaçındım". İmam Mâlik ayrıca, hocaları Zührî ve Rabia'ya, ders
verip veremeyeceğini sorup olumlu cevap aldıktan sonra bu işe başlamıştır.
İmam Mâlik, derslerini
Mescid-i Nebî'de vermeye başlamıştı. Ancak sonraları idrarını tutamama
(prostat) hastalığına yakalanınca mescite gelmez olmuş ve derslerine evinde
devam etmeye başlamıştır. O, Mescid-i Nebî'de ders okuttuğu zaman, Hz. Ömer
(r.a)'in ders okuturken oturduğu yere oturmaya özen göstermiştir. Burası
Resulullah (s.a.s)'in mescitte oturduğu yerdir. Ayrıca Medine'de Abdullah b.
Mesud'un oturduğu evde ikamet ederek, onların hatırasını zihninde canlı tutmayı
arzulamış ve Ashab'ın yaşadığı manevî atmosferi hissetmeye çalışmıştır.
İmam Mâlik'in dersleri,
hadis ve fıkhî meselelerle verdiği fetvalar şeklinde cereyan ederdi. O, vuku
bulmuş olaylara fetva verir ve değerlendirmelerde bulunurdu. Vuku bulmamış,
farazî olaylar için kesinlikle bir görüş beyan etmezdi. Bu da İslâm hukukunun
en önemli özelliğidir.
Hastalığının ilk
dönemlerinde, mescite namaza gelir, sonra evine dönerdi. Bir zaman sonra
namazlara gelemez olmuş, daha sonra cuma namazı için de evinden çıkamaz hale
gelmişti. Bu durumunu soranlara hastalığını, ta ölüm döşeğine yatana kadar
söylememiştir.
İmam Mâlik, ilimde
olgunlaşıp dersler vermeye başladıktan sonra, bilgilerini daha da
derinleştirmek ve farklı fıkhî görüşleri, incelikleriyle kavrayabilmek için
âlimler ile ilişkisini yoğun bir şekilde sürdürmüştür. Hacca gelen âlimlerle
görüşüp, onlarla ilim alışverişinde bulunurdu. O, büyük fakih Ebu Hanife ile de
görüşür, onunla münazaralarda bulunurdu. Onların bu görüşmeleri gayet nezih bir
şekilde cereyan eder ve herbiri diğerinin fıkıhtaki üstünlüğünü överdi. Bunun
gibi o, Keys, Evza'î, Ebu Yusuf, Muhammed b. Hasan, Hammad vb. çağın seçkin
âlimleri ile ilmî sohbetlerde birlikte olur, onlarla bir araya gelme fırsatı
bulduğunda bunu hiç bir zaman kaçırmazdı. İmam Mâlik’in yaşadığı dönem,
Medine'nin ilim, inceleme ve araştırmaların odağı olduğu bir dönemdi. Bunun
sebebi, Resulullah (s.a.s)'in mescidinin ve kabrinin burada bulunması
dolayısıyla İslam coğrafyasının her tarafından, farklı fıkhî ekollere mensup
âlimlerin, her hac mevsiminde buraya akın akın gelmeleri idi.
İmam Mâlik ayrıca, ilmini
yenilemek ve asrının diğer fakihlerinin görüşlerini öğrenmek için mektuplaşma
yolunu da kullanıyordu. O, görüşme imkânı olmayan uzak şehirlerdeki âlimlere
mektuplar yazar, değişik konulardaki görüşlerini sorar ve kendi
değerlendirmelerini onlara iletirdi.
İmam Mâlik keskin bir zekâ
ve kuvvetli bir hafızaya sahipti. Bu da ona, dinlediği hadisleri kolayca
ezberleme ve fıkhî konulara rahatça nüfuz edebilme imkanını sağlıyordu.
Hadisleri sağlam ravilerden kusursuz olarak bellemiş olduğu halde, bir maslahat
görmedikçe hadis rivayet etmezdi. Hadis nakletmenin sorumluluğu onu sıkıntıya
sokar ve naklettiği her hadisi için; "Onları nakletmektense herbiri için
bir kırbaç yemeyi yeğlerdim" demekte idi.
Sadece Allah Teâlâ'nın
rızasını kazanmak için ilim tahsil etmiş, hayatı boyunca takva yolunu
terketmemiştir. Ona göre ilim bir nurdur ve ancak huşu ve takva sahibi bir
kalpte yerleşebilir. Fetva verirken yavaş hareket eder, iyice düşünür, soran
kimseyi göndererek meseleyi tetkik ve tesbit ettikten sonra cevap verirdi. O
fetva konusunda hiç bir şeyin kolay olamayacağı görüşünde olup, helâl ve haram
ile ilgili her meselenin zor olduğunu söylerdi. Din konusunda kimseyle
tartışmaya girmez, insanlar arasında kin tohumları ekeceği için bunu çok kötü
bir davranış olarak değerlendirirdi.
İmam Mâlik, bedenen
heybetli bir yapıya sahipti. İlim ve büründüğü takva elbisesi onun bu heybetine
manevî bir yön katıyordu. Onun bakışlarından herkes etkilenir, insanlara
büyüklük taslayan idareciler, valiler onun yanında küçülür ve ona saygı
gösterirlerdi.
İmam Mâlik'in babası ok
imalatçısı idi. Ancak, İmam Mâlik'in bu mesleği icra ettiğine dair herhangi bir
bilgi mevcut değildir. Kardeşi hem hadis okur, hem de ticaretle uğraşırdı. İmam
Mâlik'in de bir miktar sermayesi kardeşi tarafından çalıştırılmakta idi. Buna
rağmen onun, öğrencilik yıllarında biraz maddî sıkıntı çektiği anlaşılmaktadır.
İmam Mâlik'in yaşadığı
dönem fikrî ve siyasî fitnelerin zirvesine ulaştığı bir dönemdir. O, hem
Emeviler, hem de Abbasiler döneminde yaşamıştır. Ömer b. Abdülaziz'i takdir
eder ve onu ümmetin işlerini hakkıyla yerine getirmeye çalışan adil bir halife
olarak görürdü. Ancak o, ne tahtlarını korumak isteyen hükümdarlara taraf
olmuş, ne de ayaklanmalarına meşru zemin oluşturmak isteyen isyancı gruplara
destek vermiştir. Her zaman gerçekleri yaymaya gayret göstermekle birlikte,
anarşinin, müslüman kitleleri perişan ederek fitne ve fesadın yaygınlaşmasına
sebeb olacağını düşündüğü için o, isyanları tasvip etmemiştir. Bununla birlikte
gayrimeşru bir şekilde ümmetin başına gelen yöneticileri de onaylamamıştır. Bu
yüzdendir ki o, bir defasında takibata uğramış ve Abbasiler'in ikinci halifesi
Ebu Cafer el-Mansur'un Medine valisi tarafından kendisine işkence yapılmıştır.
Buna sebeb olarak da, zorlama ile yapılan bey'atın geçersizliğine fetva vermiş
olması gösterilir.[152]
Bu işkenceler sırasında, o kırbaçlanmış ve kolu çekilmek sûretiyle
sakatlanmıştır.
Ancak daha sonra Mansur,
bu olaydan haberi olmadığını ve bu işi yapan valisini cezalandırdığını
söyleyerek ondan özür dilemiş, İmam Mâlik de onu bağışlamıştır.[153]
O, halife ve idarecilere,
Hac için Medine'ye geldikleri zaman, halkın menfaatı ve selâmetini gözetip hak
ve adalet üzere yürümelerini öğütler, ayrıca yüz yüze görüşme imkânı
olmayanlara da mektuplar göndererek onları ıslah etmeye çalışırdı. Bununla
beraber o, emir ve hükümdarlardan daima uzak durmuştur. Fakat, samimiyetine
inandığı idarecileri derslerine kabul etmiştir. Harun er-Reşid bunlardan
biridir. Harun er-Reşid'in İmam Mâlik'in evindeki dersler esnasında sultanların
tavrıyla davranmaya kalktığında İmam Malik ona, ilmin her türlü dünya
makamından üstün olduğunu ve yücelmenin ancak ilme saygıyla mümkün
olabileceğini anlattığında tahtından inmiş ve öteki öğrencilerin arasında onun
derslerini dinlemeye devam etmiştir.[154]
İmam Malik'in hastalığı
ağırlaşıp, vefat edeceğini anladığında o zamana kadar gizlediği hastalığını ve
gizleme sebebini dostlarına şöyle açıklıyordu: "Eğer hayatımın son günleri
olmasaydı size bildirmeyecektim. Benim hastalığım idrarımı tutamamamdır.
Peygamberin mescitine tam abdestli olmaksızın gelmek istemedim. Rabbime şikayet
olmasın diye de hastalığımı kimseye söylemedim"[155]
İmam Malik, Hicri 179 yılında Rabiulevvel ayının on dördüncü günü vefat
etmiştir. Safer ayında öldüğüne dair rivayetler de vardır. Cennetu'l-Bakî
mezarlığına defnedilmiştir.[156]
O, hem bir hadis âlimi hem
de büyük bir fakihti. Onun devrinde ortaya çıkan siyasî ve itikadî fitneler
halkın akaidini tehdit eder hale gelmişti. İmam Malik böyle bir ortamda, Sünnet
çizgisine sımsıkı sarılarak, insanları sapıtıp delâlete düşmekten kurtarmak
için var gücüyle çalışmıştır. Ona göre İslam'ı yaşamak, Resulullah'ın sünnetine
ve peşinden gelen Raşid Halifelerin uygulamalarına tabi olmakla mümkündür.
Medinelilerin ameli onun için uyulmaya, ahad haberden daha lâyıktır. Çünkü
Resulullah (s.a.s), Medine'de yaşamış ve Medineliler, yaşayışını ona
uydurmuşlardı. Dolayısı ile Medineliler'in yaşayışı Sünnetin amelî şekilde
rivayetidir. Bu, onun fıkıh usulünde de açıkça görülür. Kitap ve Sünnet'ten
sonra delil olarak Medineliler'in amelini alır.
İmam Malik, imanın kalben
tasdik, dil ile ikrar ve amel olduğunu söylerdi. Bu söylediklerini Kur'an'a ve
hadislere dayandırırdı. Yine hakkında ayet bulunduğu için imanın artabileceğini
söyler, eksilmesi hakkında susardı. Kader, büyük günah, Kur'an-ı Kerim'in mahluk
olup olmadığı ve ru'yetullah konularında sahih Ehli sünnet ulemâsı ile aynı
görüşleri paylaşmaktadır. Yalnız, o, Ebu Bekir (r.a), Ömer (r.a) ve Osman
(r.a)'ın fazilet sıralamasındaki üstünlüklerini kabul ettiği halde, Hz. Ali
(r.a) hakkında, diğer âlimlere muhalefet etmiş, onu Hulefâ-i Râşidînden
saymamıştır. Buna sebeb olarak da, hilâfeti isteyenle istemeyenin bir
olamayacağını gösterirdi.
İmam Malik'in fıkhı,
öğrencileri tarafından hazmedilip daha onun sağlığında Mısır başta olmak üzere
Kuzey Afrika'da yayılmaya başlamış, oradan da Endülüs’e ulaşmıştır.
İmam Malik'in ilimdeki
büyüklüğü hakkında onun önünde diz çökmüş ve ilminden feyz almış büyük fakîh
İmam Şafiî şöyle demektedir: "Malik, Allah Teâlâ'nın, Tabiinden sonra
kullarına karşı hüccet olarak gönderdiği bir insandır"[157]
Hayatı boyunca Medine'den
başka bir yere gitmeyen İmam Malik, Resulullah (s.a.s)'e olan aşırı sevgi ve
saygısından dolayı, Medine'de bir defa olsun at sırtında dolaşmamıştır.[158]
Muvatta'ı:
O bir çok kitap tedvin
etmiş olup, bunlar arasında en önemlisi Muvatta adlı eseridir. İmam Malik bu
kitaba Hicaz'ın en sağlam ravilerinin hadislerini almaya özen gösterdi. Ayrıca
sahabe sözlerine ve Tabiin fetvalarına da yer vermiştir.
Hadis külliyatı içerisinde
ilk tedvin edileni Muvatta'dır. İstisnaları olmakla birlikte, bu zamana kadar
çeşitli sebeplerden dolayı hadislerin yazılması tasvib edilmiyordu. Hadisler,
kendilerini bu yola adamış muhaddislerin hafızalarında muhafaza ediliyordu.
Ancak bir zaman sonra, bir takım insanlar, menfaatlerini veya fırkalarının
haklılığını ispatlamak vb. sebeblerden dolayı hadis uydurmaya başlayınca, sahih
hadislerin yazılarak tesbit edilmesi zarureti ortaya çıktı. Bu durumu Şıhab
ez-Zuhri; "Doğu tarafından, duymadığımız hadisler gelmeye başlamasaydı ne
bir hadis yazar, ne de yazılmasına izin verirdim" sözüyle açıklığa
kavuşturmaktadır.
Ömer b. Abdülaziz,
muhtemelen âlimlerle istişare ederek, hadislerin tedvin edilmesini, valilerine
gönderdiği talimatlarla resmen emretmişti. O, âlimlerin ölümleriyle ilmin ve
hadislerin kaybolmasından endişe etmekteydi. İlk olarak böyle bir işe girişip,
Halifenin isteğini yerine getiren, İmam Malik'in hocası Şihab ez-Zûhrî
olmuştur. Fakat, Ömer b. Abdulaziz, arzuladığı tedvin işinin sonuçlarını
göremeden vefat etmişti.
Mansur işbaşına geçince, o
da Ömer b. Abdulaziz gibi, Medine ilminin toplanıp tedvin edilerek, yazıyla
muhafaza altına alınması için çalışmalar yapılmasını istedi. Ancak o, selefi
Ömer b. Abdulaziz gibi bütün eyaletlerdeki ilimlerin derlenip toparlanmasını
düşünmemiş, sadece Medine'deki hadislerin ve fıkhî görüşlerin tedvinini
istemişti. Mansur'un böyle bir işe girişmesinin sebebi âlimlerin ölümleriyle
ilmin zayi olması endişesinden kaynaklanıyordu. Onun düşüncesi tamamen idarî
maksatlara yönelik olup, ülkenin her tarafındaki mahkemeleri ve yargıyı
birleştirerek tevhid-i kaza'yı gerçekleştirmek istiyordu. İmam Malik onun,
Medine'nin ilmini tedvin etme isteğini yerine getirdiğinde ortaya Muvatta adlı
eseri çıkmıştı. Ancak İmam Malik, Mansûr'un, ülkenin her tarafındaki insanların
Muvatta'a uymalarını sağlamak isteğine kesin bir tavırla karşı çıkmıştı. Bu da
gösteriyor ki, onun Muvatta'ı kaleme almasının yegâne sebebi, Mansur'un bu
yoldaki arzusu değildir. O, Medine'deki sahih hadisleri, sahabe sözlerini ve
Tabii'nin fetvalarından tercih ettiklerini toplayarak onların unutulup
gitmesini önlemek ve sonraki nesillere sağlıklı bir şekilde intikal etmesini
sağlamak istemiştir. Mansûr'un isteği bu konuda ancak teşvik edici bir rol
oynamış olabilir. Zira o, daha sonra gelen Mehdi'nin ve Harun er-Reşid'in,
Mansur'un isteğine benzer taleplerini de aynı şekilde reddetmiştir.
İmam Malik onlara şöyle
diyordu:
"Ashab-ı kiram fer'î
meselelerde ihtilâf ettiler ve onlar bu ihtilâflarıyla birlikte her tarafa
dağıldılar. Herkes kendine göre isabetlidir. Ulemânın ihtilâfı ümmet için bir
çeşit rahmettir. Her biri kendince sahih olana uyuyor. Hepsi hidayet üzere
olup, sadece Allah Teâlâ'nın rızasını istemektedirler"[159]
İmam Malik, hadisleri çok
titiz bir tenkit süzgecinden geçirdikten sonra rivayet ederdi. Rivayet ettiği
hadisleri sürekli araştırır; ravide bir kusur bulur veya hadis şaz çıkarsa onu
hemen terkederdi. Muvatta'ı ilk yazdığında on bine yakın hadisi rivayet etmiş
olmasına rağmen, her sene onu tetkik ederek bir kısım hadisleri çıkarmış, neticede
Muvatta oldukça küçülmüştü. Onun bu durumunu bazı öğrencileri şöyle dile
getirirlerdi; "Herkesin ilmi çoğalıp artıyor; Malik'in ilmi ise
noksanlaşıp eksiliyor"[160]
Bu, onun ilmi naklederken ne kadar titiz davrandığını göstermektedir.
Görüldüğü gibi Muvatta'da
bulunan hadisler çok sayıda hadis arasından süzülerek seçilmiştir. Bu yüzden
hadis tenkidcileri ondaki hadisleri istisnalar hariç sahih kabul etmektedirler.
Muvatta'ı, Kütüb-i
Sitte'nin altıncısı olarak kabul edenlere göre derece itibarıyla Sahihayn'dan
sonra gelmektedir.
Ancak, bir kısım
muhaddisler, ondaki mürsel hadislerin ve Tabiin fetvaları ve fıkhî görüşlerin
çokluğunu ileri sürerek Muvatta'ın daha çok bir fıkıh kitabı olduğunu
söylemişlerdir.[161]
İmam Malik'in, Peygamber
(s.a.s), Ashab ve Tabiinden yaptığı rivayetlerin sayısı bin yedi yüz yirmi
kadardır. İbn Hacer, Muvatta'ı sahih kabul eder. İbn Hazm, Muvatta'daki beş yüz
hadisin müsned, üç yüz hadisin de mürsel olduğunu ve yetmiş civarında da
Malik'in bizzat onlarla amel etmeyi terketmiş olduğu, hadis âlimlerinin zayıf
olarak değerlendirdiği diğer bazı hadislerin bulunduğunu söylemektedir.[162]
Âlimler arasında,
Muvatta'daki hadislerin sıhhat dereceleri hakkında muhtelif görüşlerin
bulunmasına rağmen, Malikîler Muvatta'ın tamamının sahih olduğunu kabul
etmektedirler. Zira onlar Muvatta`daki mürsel, mu'dal ve munkatı' hadisleri,
muttasıl senetlere bağlamak için gayret göstermişler; senedi, Malik'in
rivayetinden muttasıl olmayanları da başka sika ravilerle muttasıl olarak
tesbit etmişlerdir. Onların hiç bir yolla muttasıl senet bulamadıkları hadisler
sadece dört tanedir. Bu durum, İmam Malik'in mürsel, mu'dal ve munkatı, olarak
naklettiği hadislerin başka tariklerle müsned olarak nakledildiklerini ve
dolayısıyla Muvatta'ın sahih hadis kitaplarından biri olduğunu ortaya
koymaktadır.
İmam Malik, Muvatta da beş
yüz doksan kadar kimseden rivayet etmektedir. Ashabdan rivayet ettikleri, yüz
seksen beşi erkek, yirmi üçü kadın olmak üzere iki yüz sekiz; Tabiinden olanlar
ise, kırk sekiz kişidir.
Muvatta'ı rivayet edenler,
İmam Malik'in talebeleri olup, Kadı İyad bunların altmış kişi olduklarını
tesbit etmiştir[163]
Bu gün elde bulunan
Muvatta biri Ebu Hanife'nin talebesi İmam Muhammed'in rivayeti, diğeri de
Malik'in talebesi, Endülüs’lü Yahya b. Leysî el-Berberî'nin rivayet ettikleri
nüshalara göre basılmıştır.
Muvatta, Malikî fıkhının
temel kaynağı olup, İmam Malik'in fıkıhta takip ettiği usul ondaki tertipden
açıkça anlaşılmaktadır. O, Muvatta'da fıkhî bir konuyla alâkalı hadisi alır,
sonra Medineliler'in o konudaki uygulamalarına temas eder, peşinden de Tabiin
ve diğer fukahanın görüşlerini zikreder. Eğer bunlarda bir açıklama bulamazsa o
zaman sahih olarak bildiği hadislerin ve sair fetvaların ışığı altında kendi
reyiyle ictihad eder, meseleyi çözüme kavuştururdu. İmam Malik, aynı zamanda
hadis ravilerini araştırıp, onların adalet, hıfz ve zabttaki durumlarını
inceleyerek bir tedkik ve tenkit süzgecinden geçiren ilk kimse olma ünvanına da
sahibtir.[164]
İmam
Mâlik:
İmam Mâlik'in künyesi Ebu Abdullah'dır. İsmi Mâlik İbnu
Enes İbni Mâlik İbni Ebî Amr'dır. Üçüncü göbekten dedesi olan Ebu Amr'ın,
sahâbe'den olduğu, Bedir hâriç, bütün gazvelere Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'la birlikte katıldığı söylenmiştir, bu görüşe katılmayanlar da var.
Zehebî ve İbnu Hacer ikinci görüşte olanlardandır. Dedesi Mâlik Tabiîn'in
büyüklerinden ve âlimlerinden biridir.
Abdullah İbnu Zübeyr'in
oğlu Âmir, Nâfi Mevlâ İbnu Ömer, Humeyd et-Tavîl, Sa'îd el-Makberî, Sâlih İbnu
Keysân, Zührî, Ebu'z-Zinâd, Abdullah İbnu Dînâr gibi pek çok kimselerden hadîs
almıştır. Kendisinden de Zührî, Yahya İbnu Sâd el-Ensârî, Evzâ'î, Sevrî, Şu'be,
İbnu Cüreyc, Leys İbnu Sa'd, İbnu Uyeyne, Yahya İbnu Sâd el-Kattân, Abdurrahman
İbnu Mehdî, Şâfi'î, İbnu'l-Mubârek, Said İbnu Mansûr gibi sayısız büyükler
hadîs dinlemiştir. Buhârî'ye esahhu'l-esânid sorulunca: "Mâlik + Nâfi +
İbnu Ömer" demiştir.
Mâlikî mezhebinin kurucusu
olan Mâlik İbnu Enes, İslâm'ın yetiştirdiği nâdir büyüklerdendir. İmâm
Dâri'l-Hicre unvanına sâhiptir. İlim talebi için Medîne'den dışarı çıkmadığı
söylenir. İlim aldığı dokuzyüzden fazla şeyhten birkaçı dışında hepsi
Medînelidir. Yetmiş kadar imâm, fetva vermeye ehliyetli olduğu hususunda
şehâdet etmedikçe fetva vermemiştir. Elleriyle yüzbin hadîs yazdığı teyîd
edilir.
Onyedi yaşında iken ders
vermeye başlamıştır. Onun derslerine gösterilen alâka, sağlıklarında hocalarına
gösterilen alâkadan daha fazla ve cemaati daha kalabalık olmuştur. Kapısına
hadîs ve fıkıh almak için gelenler, sultan kapısına dünyalık için gidenler gibi
çoktu. Kapıcısı önce ileri gelenleri, onlardan boşalınca, halkı içeri alırdı.[165]
Sünnete
Saygısı:
Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın nasıl yediğine dair rivayet yok diye, kavun yemeyi terkedecek
kadar sünnete bağlı idi. Fıkıh dersi verecekse olduğu hal üzere otururdu. Hadîs
takrir edecekse, hadîse olan hürmet ve tâzîmi sebebiyle yıkanır, koku sürer,
yeni elbiselerini giyerdi. Sonra huşû, hürmet ve büyük bir vekârla ders
kürsüsüne geçerdi. Yine hadîse tazîmen, salon, dersin başladığı andan sona
erdiği âna kadar ûd ile buhurlandırılırdı. Hadîse olan hürmetinin büyüklüğüne
örnek olarak şu hâdise anlatılır: Bir gün ders anlatırken, İmam'ı bir akreb
sokar. İmam, dersi kesmemek için normal müddetin sonunu kadar tahammül eder, bu
esnada rengi sararır, kıvranır fakat sözünü kesmez.
İmam Şafiî Hazretleri şunu
anlatır: "Mâlik'in kapısında Horasan atlarından ve Mısır katırlarından
(hediye) binek hayvanları gördüm. Böylesine güzel hayvanları hiç görmemiştim.
Kendisine: "Bunlar ne güzel!" diye takdirimi ifâde etmiştim. "Hepsi,
sana, benden hediye olsun!" dedi. Ben: "Hiç olmazsa binmeniz için
kendinize bir tâne havyan bırakın!" dedim. Şu cevabı verdi:
- Ben, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın bulunduğu bir toprağa, bir havyan ayağı ile
basmaktan Allah'a karşı haya ederim."
İmam Mâlik, yaşlanınca,
talebesi Ma'n İbnu İsâ'ya dayanarak, Mescid'e gidip gelmiştir. Rahimehullah...[166]
Fetvada
Titizliği:
Kendisine fetva sorulunca
cevapta acele etmez: "Sen git, ben bir bakayım!" derdi. Soru
sorulunca bazan, ağlar ve soru sorana "Kıyâmetin korkunç gününde mesul
olmaktan korkuyorum" derdi. Fazla sual soracak olsalar: "Bu kadar
yeter, kim çok konuşursa hatâ eder, kim her soruya cevap vermek isterse,
karşısına cenneti de cehennemi de alsın sonra cevap versin. Biz öylelerine
yetiştik ki, birisine bir şey sorulacak olsa, sanki ölümle karşılaşmış gibi
sıkıntıya düşerdi" derdi. Kendisine kırksekiz sual sorulmuştu bunlardan
otuz iki tânesine "Bilmiyorum" diye cevap verdi. Çevresine
tekrarladığı nasîhatlarden biri şu idi: "Bir âlim talebelerine
"Bilmiyorum" demeyi vâris bırakmalıdır, tâ ki, bu, ellerinde
gerektiği zaman sığınabilecekleri bir düstur olsun". Böyle büyük bir
titizlikle verdiği fetva için, yine de şöyle derdi: "Ben bir insanım, hata
da yaparım, isâbet de. Fetvamı inceleyin, Sünnete uygunsa alın".
İmâm, hep sika (güvenilir)
kimselerden hadîs alırdı. Herhangi bir hadîsten şüphelenecek olsa hemen
terkederdi. Bu konudaki titizliğini anlamada şu rivâyet önemlidir: "İmam,
Mescid-i Nebevî'nin sütunlarını göstererek şöyle demiştir: "Şu sütunlar dibinde,
"Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdu ki..." diyen yetmiş
kişiye rastladım. Bunların hiçbirinden bir şey almadım. Bunlar belki, devlet
hazînesi kendilerine emânet edilecek kadar güvenilir kimselerdi. Fakat bunların
hiçbiri hadîs almaya elverişli değillerdi".
Rivayetlerinin,
fetvalarının sağlamlığı sebebiyle İmam Şâfiî hazretleri, Mâlik (rahimehullah)
için: "Malik, Allah'ın mahlûkâtı üzerinde, Tâbiîn'den sonraki
hücceti" demiştir. İbnu Hibbân, Mâlik'in, hadîste sika olmayanlardan yüz
çevirdiğini, sadece sahîh hadîsleri rivâyet ettiğini, rivâyeti de fıkıh,
diyânet, fazîlet, gibi vasıfları taşıyan sika kimselerden yaptığını belirtir.
Ali İbnu'l-Medînî de bu mânâyı te'yîden: "Hadisinde bir takım kusurlar
bulunmadıkça Mâlik hiç kimseyi terketmez. Eğer o birinden hadîs almıyorsa,
rivâyetinde mutlaka bir kusur vardır" demiştir. Abdurrahman İbnu Mehdî,
Mâlik'i herkese tercih ederdi. Şâfiî hazretleri: "Mâlik ve İbnu Uyeyne
olmasaydı Hicaz'ın ilmi yok olurdu" der ve şunu söyler: "Allah'ın
dini hususunda bana Malik'den emîni yoktur" İbnu Vehb de: "Mâlik'le
el-Leys İbnu Sa'd olmasaydı yolumuzu şaşırırdık" demiştir.
"İnsanların ilim taleb etmek üzere yola çıkacakları, ancak "Medîne
âlimi"nden daha bilgin birini bulamayacakları zaman, yakındır"
hadisini Süfyân İbnu Uveyne, Mâlik'le yorumlardı.
İmâm-ı A'zam, İmam
Mâlik'ten onüç yaş büyük olduğu halde önüne diz çöküp ders almıştır.
İmam Mâlik'in vakûr ve
mehîb olduğu, bir meseleye cevap verdiği zaman, heybeti sebebiyle, hiç
kimsenin: "Bunu nereden aldınız?" diye sormaya cesaret edemediği,
insanların onun önünde -tıpkı Ümerânın önünde ayağa kalktıkları gibi- ayağa
kalktıkları belirtilir.
Zehebî "İmam Mâlik'te bâzı mümtâz vasıflar var
ki bunların bir başkasında bir araya geldiğini görmedim" der ve sayar:
1-
Uzun bir ömür ve rivâyetlerinde ulviyet (kendisiyle Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm) arasında az sayıda râvi var).
2-
Keskin bir zekâ, kuvvetli bir anlayış, geniş bir ilim.
3-
Kendisinin hüccet ve rivâyetlerinin sahîh olduğu hususunda imamların ittifak
etmiş olmaları.
4-
Yine imamların, onun dindar, âdalet sâhibi, ve sünnete bağlı oluşunda ittifak
etmeleri.
5-
Fıkıh, fetva ve kâidelerinin sıhhatinde herkesten önde olması. Rivayetindeki
ulviyeti göstermek için Dârakutnî, Mâlik'den aynı hadîsi almış olan Zührî ile
Ebu Huzâfe'nin ölümleri arasında 130 yıl fark gösterir.
İmam Malik
(rahimehullah)'in ibretli yönlerinden biri de zamanı boşa geçirmeme hususundaki
disiplinidir. Üç günde bir kere helâya gidecek şekilde bir yemek düzeni takip
etmesine rağmen: "Allah'a kasem olsun, çok helaya gidip gelmekten
sıkılıyorum" derdi.[167]
Mezhebi:
İmam Malik hadîs yönü
kadar fıkıh yönü de olan bir âlimdir. Hâlen etbâı bulunan sünnî ve hak
mezheplerden Mâliki Mezhebi'nin kurucusudur. Mısır ve Mağrîb müslümanları
çoğunluk itibârıyla Mâlikî'dirler.
İmam Mâlik'in mezhebi,
imamlar nezdinde muteber olan esaslara dayanır: Kitap, sünnet, icma ve kıyas.
Bu dört esâsa iki şey daha ilâve edilmiştir:
1-
Medîne ehlinin ameli.
2-
Mesâlihu'l-Mürsele.
Mâlik'e göre Medîne
halkının bilicmâ amel ettiği şey, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in
yaptığı bir fiili, yaşadığı bir hali gösteren bir delildir. Ona göre Medîne
ehlinin ameli haber-i vâhid'den daha kuvvetlidir. Aralarında teâruz olursa
önceki tercih edilir. Bu prensibine kendinden sonra gelen hiçbir imam ve âlim
uymamıştır. Başta İbnu Hazm ve Şafiî, bazı âlimler, Mâlik'in Medîne örfünü
tercih prensibini tenkîd etmişlerdir, el-Leys İbnu Sa'd, Mâlik'in Muvatta'da
yer verdiği halde amel etmediği yetmiş kadar sünneti göstermiştir.
Mesâlih-i Mürsele'ye gelince;
bu gerçekleşmesi için şâri tarafından hüküm konulmamış, kabul veya ilga
edildiğine dair bir delil de bulunmayan maslahatlardır. Hakkında nass, icma ve
kıyas bulunmayan her vak'ada insanların menfaatı varsa, tahakkuku için
müctehidin münâsib bir hüküm koyması caizdir. [168]
Muvatta
İmam Mâlik
(rahimehullah)'in en meşhur eseridir. Bir rivâyete göre Abbâsî Halifeleri'nden
Ebu Câfer el-Mansur, kendisine: "Bu ilmi bir kitap halinde tedvîn et"
der ve şu mahiyette olmasını tenbihler: "Kitab'a İbnu Ömer (radıyallahu
anh)'in şiddete kaçan ve İbnu Abbas (radıyallahu anh)'ın ruhsata kaçan
rivâyetlerini, İbnu Mes'ud'un da şâz (başkası tarafından yapılmayan)
rivayetlerini alma. Orta yolu tut ve bilhassa sahâbe (radıyallahu anhüm) ve
diğer imamların ittifak ettiklerini esas al!"
İmam Mâlik, Muvatta'yı
kırk yılda hazırladığını söyler. Muhtelif rivâyetlere göre, eserini rivâyet
ettiği yüzbin hadîsten, önce on binlik (veya yedi, veya dört binlik) bir mecmua
yapmış Kur'ân ve Sünnet'le karşılaştırıp Sahâbe ve Tâbiîne ait asâr ve âhbârla
kıyaslıyarak, ölünceye kadar her yıl bir miktarını daha ata ata müslümanlar
için en uygun, din için en ideal dediği bugünkü miktarda karar kılmıştır.
Muvatta'yı bazıları İmam Malik'e kırk günde arzederler. Mâlik: "Benim kırk
yılda cemettiğimi siz kırk günde aldınız, bundan anladığınız ne kadar az!"
der.
Muvatta'yı İmâm Mâlik'ten
otuzdan fazla talebesi rivâyet etmiştir. Her bir rivayet diğerlerine nazaran
farklılıklar taşır. Takdîm ve tehirler, ziyâde ve noksanlar vardır. Bu
nüshalardan en meşhuru Yahya İbnu Yahya el-Leysî el-Masmûdî'nin nüshasıdır.
Yahya İbnu Yahya bu nüshayı bizzat Mâlik'ten, öldüğü yıl içinde işitmiştir.
Sonradan, Mâlik'in ileri gelen talebelerinden de işitecektir. Muvatta Kuzey
Afrika ve Endülüs'te bu nüshadan çoğalacaktır. Bugün Muvatta denince bu nüsha
kastedilir. Diğer nüshalara nazaran muhtevası daha zengindir. Ebu Bekr
el-Ebherî'nin sayımına göre içerisinde merfû', mevkuf ve maktu toplam 1720
rivayet mevcuttur. Bunun 600'ü müsned, 222'si mürsel, 613'ü mevkuf, 285'i maktu
(Tâbiîn sözü) dur.
Bilhassa Hindistan ve
Harameyn'de şöhret yapmış bulunan bir diğer nüsha, İmam Azam'ın meşhur talebesi
Muhammed İbnu'l-Hasan eş-Şeybânî'ye ait olan nüshadır. Hindistan ve İran'da bu
nüsha tabedilmiştir.
Bu nüsha, Yahya İbnu Yahya
el-Leysî nüshasına nazaran bir kısım ziyâde rivâyetler ihtivâ eder. Bunlar,
Hanefi mezhebine muvafık düşen, Mâlik tarîkinden olmayan, zayıf âsardır. Öte
yandan Muvatta nüshalarında mevcut, sâbit rivâyetlerden bir çoğu da bu nüshada
eksiktir. Şeybânî nüshasında toplam 1180 rivayet mevcuttur. Şeybânî'nin bâzı
şahsî şerh ve tenkîdlere de yer verdiği, farklardan bir kısmının bundan ileri
geldiğini söyleyen olmuştur.
Muvatta'nın otuzdan fazla
olduğunu belirttiğimiz nüshalardan 14'ü hakkında, Muhammed Fuad Abdülbâki merhum,
tahkikli Muvatta neşrine koyduğu mukaddime kısmında, kısa bilgi verir. Burada
fazla teferruatı gereksiz buluyoruz.
Ancak iki hususa dikkat
çekmek istiyoruz: Bu nüshalardan en mazbut, en sıhhatli olanı hangisidir?
sorusuna kesin bir cevap verilmemiştir. Bâzıları Abdullah İbnu Mesleme
el-Ka'nebî'nin, sonra da Abdullah İbnu Yusuf ve et-Tinnîsî nüshalarının en
sağlam olduğunu söyler. Ma'n İbnu İsâ' ve İbnu'l-Kâsım'ın en sağlam (esbet)
olduğunu söyleyenler de olmuştur.
Belirtmek istediğimiz
ikinci husus, büyük âlimlerin esas aldıkları Muvatta nüshalarının da ihtilâflı
oluşudur. Yani Muvatta'dan istifâde eden fakîh ve muhaddîslerden her biri,
Muvatta'nın değişik nüshalarını esas almışlardır. Zürkanî, Muvatta'ya yaptığı
değerli şerhinin Mukaddime kısmında bazı âlimlerle ilgili açıklama yapar. Buna
göre:
*
Ahmet İbnu Hanbel, Müsned'inde İbnu Mehdî'nin rivayetini,
* Buhârî,
et-Tinnîsî'nin rivâyetini,
*
Müslim, Yahya İbnu Yahyâ'nın rivâyetini
* Ebu
Dâvud, el-Ka'nebî'nin rivâyetini
*
En-Nesâî, Kuteybe İbnu Sa'îd'in rivâyetini esas almıştır. [169]
Muvatta'nın
Sıhhat Durumu:
Muvatta İslâm âleminin en
mûteber, en sahîh kitaplarından biridir. Yukarıda İmam Mâlik'ten bahsederken
hadîs hususunda çok titiz olduğunu, ufak bir kusuru olan ravilerden hadîs
almadığını söylemiştik. Onun bu durumuna,senetlerindeki ulviyet (yâni
senetlerin kısalığı) ilâve edilince müsned, yani senetli hadîslerinin ne kadar
kıymetli ne kadar sıhhatli olduğu anlaşılır.
Ancak Muvatta'da sayısı
61'i bulan munkat'ı hadîsler vardır. İmâm Mâlik bunları "ani's-sika"
veya "belağanî" (yani "güvenilir kişiden" "bana
ulaştığına göre") diyerek kaydeder, senedi eksik bırakır. Bu çeşit
hadîslere belâğ (veya cemi' şekliyle belâğât) denir. Elbette senette noksanlık,
hadîslerin zayıflığına delalet eder. Bu sebeple Muvatta'yı bir bütün olarak
"sahîh" kabûl etmek zorlaşır. Fakat, İbnu Abdilberr bu munkatı
hadîsleri diğer hadîs kitaplarında araştırınca dördü hâriç hepsini senetli
olarak bulmuştur. Geri kalan dörd hadîs hakkında Şeyh Sâlih el-Füllânî: "İbnu's-Salâh,
müstakil bir te'lifte bu dört hadîsi senetli olarak göstermiştir, bu benim
yanımda kendi hattıyla mevcuttur" diye bir açıklama yapmıştır. Ancak
senedini kaydetmemiştir.
Şunu da kaydedelim ki, her
şeye rağmen bazı âlimler Muvatta'ya mutlak bir ifade ile "es-sahîh"
demiştir. Ebu Zür'a: "Bir kimse, Muvatta'nın bütün hadîsleri sahîhtir diye
talak vererek yemin etse hanımı boş olmaz" der.
Muvatta'ya
"es-sahîh" diyenler İbnu's-Salâh'ın: "Sahîh sâhasında ilk eseri
Buhârî te'lif etmiştir" sözünü tenkîd etmişlerdir. Çünkü Buhârî'nin vefatı
hicrî 256 olduğu halde İmam Mâlik'in vefatı 179'dur. Yani Muvatta çok önce
yazılmıştır. Alâeddîn Moğoltay şunu söyler: "Sahîhlik şartına uymama
hususunda Buhârî ile Muvatta arasında fark yoktur. Çünkü (Muvatta'da belâgât
denen munkatı hadîs varsa) Buhârî'de de muallâk hadîsler vardır". Moğaltay
ilave eder: "Sahîh sahasında ilk te'lîfi Mâlik yaptı."
İbnu Hacer, Moğaltay'ı
tenkîdle, Buhârî'nin, bu hadîslerin kendi şartlarına uymadıklarını belirtmek,
onlar hakkında sahîhlik iddiasında bulunmadığını göstermek maksadıyla, senetsiz
verdiğini söyleyerek Buhârî lehine bir fark görür ve Moğaltay'ın sözünü şöyle
te'vîl eder: "Muvatta O'nun ve O'nun gibi mürsel, munkatı ve benzeri
hadîslerle amel edenlerin nazarında sahîhtir. Fakat bir hadîsin sahîh olması
için, umumiyetle benimsenen şartları arayanlar nazarında değil."
Buhâri ve Müslim'in
eserlerini görmemiş olan İmam Şâfiî, Muvatta için "Yeryüzünde
Kitabullah'tan sonra en sahîh kitap Muvatta'dır" demiştir. Aynı mânada
olmak üzere şu sözler de Şâfiî'ye atfedilir: "Yeryüzünde Kur'ân'a Mâlik'in
kitabından daha yakını yoktur." "Kitabullah'tan sonra en faydalı
kitap Muvatta'dır".
Celâleddin Suyûtî,
Muvatta'da yer alan bütün mürsellerin bir veya daha fazla âzıd'ı yâni sıhhatini
kuvvetlendiren başka rivâyetler bulunduğunu söyler ve "Doğru olanı,
Muvatta'nın tamamı sahîhtir, bu hükümden, anda yer alan hiçbir rivâyet hâriç
değildir" der:
Hüccetu'l-Lahi'l-Bâliğâ
sahibi Şah Veliyullah ed-Dehlevî, Muvatta hakkında şunları söyler:
"Muvatta, kitapların
en sahîhi, en meşhurudur. (Sıhhat ve kıymette) en önde geleni ve en câmî
olanıdır. Ümmet-i Merhume'nin büyük çoğunluğu onunla amel etmede, rivâyet ve
dirâyetiyle ictihadda bulunmada ittifak etmiştir. Kitaba atfettiği ehemmiyet
sebebiyle rivayetlerde rastlanan müşkil ve muğlak yerlerin açıklanmasına itinâ
göstermiş, ifade ettiği mânâları ortaya çıkarmak, dayandığı esasların sıhhat ve
doğruluğunu isbatlamak için gerekli gayreti sarfetmiştir. Kim tam bir insaf ve
tarafsızlıkla dört mezhebi tetkîk edecek olsa, kesinlikle görecektir ki,
Muvatta, hem Mâlikî mezhebinin esası ve dayanağı, hem Şâfiî ve Hanbelî
mezheplerinin başı ve temeli, hem de Ebû Hanîfe ve iki arkadaşı (Ebu Yusuf ve
Muhammed)'in mezheplerinin kandil ve lambasıdır.
Bu mezhepler, Muvatta'ya
nisbet edilince onun metinlerinin şerhleri durumunu arzederler. Muvatta onlara
nisbet edilince, o da dallara nisbeten ağacın ana gövdesi olur.
Nâs, -Mâlik'in fetvalarına
karşı kabûl ve red, övgü ve yergi tavırlarını alsa bile- onun metodunca
çalışmadan, onun üslûbunca içtihad etmeden emîn ve kolay bir yolda
gidemeyecektir. İşte bu yüzden Şâfiî hazretleri: "Allah'ın dîni hususunda,
bana, Mâlik'ten daha emin hiç kimse yoktur" demiştir.
Şunu da bil ki: Sünen
sâhasında[170]
yazılmış olan -Sahîhu Müslim, Sünenu Ebî Dâvud gibi- kitaplar ve Buhârî'nin
sahîhindeki fıkha müteallik olan hadîsler ve Câmi'u'-t-Tirmizî, Muvatta üzerine
yapılmış müstahrec çalışmalar[171]
durumundadır. Çünkü tarzları onun tarzı, arzuları onun arzusu. Yöneldikleri
hedef de ondan (muktebes); onun mürsellerini vasletmek (senedini bulmak),
mevkuflarını refetmek (sahâbe sözü diye kaydettiklerinin Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın sözü olduğunu göstermek), gözünden kaçanları da
yakalamak, senetli olarak kaydettiği rivâyetlerinin de mütâbi ve şâhidlerini
zikretmek (yani bunları destekleyen aynı mânâda başka rivâyetleri bulup
çıkarmak), ona muhâlif rivâyetleri de zikrederek onun sözlerini her yönden
ihâta etmek.
Hülâsa: Ne beriki ne öteki
için, gerçeğin ortaya çıkarılması, Muvatta'ya eğilmeden mümkün değildir."
Eserine bu parçayı iktibas
eden Delîlu'l-Mesâlik ilâ Muvatta-ı Imâm Mâlik adlı eserin sâhibi Muhammed
Habîbullah eş-Şinkıytî, Dehlevî'nin bu beyanını takdîr eder, gerçeği ortaya
koyan insaflı bir açıklama olduğunu belirtir ve ilâve eder:"
Dehlevî'yi takdîr etmem,
Muvatta hususunda beslediğim taassubtan ileri gelmez. Aksine gerçeğin böyle
olduğunu bildiğim içindir. Çünkü rivâyetlerini inceledim ve belli başlı
hadîslerinin Kütüb-i Sitte'de, senetleriyle birlikte yer aldığını gördüm, geri
kalan hadisleri de, halen müslümanların ellerinde mütedâvil olan diğer hadîs
kitaplarında mevcutturlar.
Muhaddislerce kesinlikle
bilinen bir husus şudur: Kütüb-i Sitte müellifleri ve onların muasırları -ki
Ahmed İbnu Hanbel onlardan biridir- çoğunlukla İmam Mâlik'in talebesidir. Bunlar
Mâlik'ten, pekçok rivâyetlerle Muvatta'yı rivâyet ettiler. Onlardan birinin,
herhangi ziyade bir rivayetle teferrüdleri nâdirdir. Her hal u kârda
Muvatta'nın rivâyetlerinden hiçbirini terketmediler, hepsini eserlerine
aldılar. Çoğu kere mürsel, munkatı ve mevkuf rivâyetlerini vaslettiler. İşte bu
husus bilindiği takdirdedir ki Veliyyullah ed-Dehlevî'nin yukarıdaki
kaydettiğim sözleri daha iyi anlaşılacak ve hakkıyla takdir edilecektir.
Ancak burada Dehlevî'ye
bir küçük itirazımız var. Onun: "Buhârî'nin Sahîh'inde fıkha müteallik
hadîsler" sözüne katılmıyoruz. Çünkü Buhârî, Sahîh'inde, İmam Malik'ten
fıkha müteallik olmayan hadîsler de tahric etmiştir, akâide, semiyyâta, kıyâmet
alâmetlerine ve benzer konulara giren hadîsler gibi. Öyle ise doğru olanı, Buhârî
hakkında da, Müslim hakkında yaptığı gibi -kayda yer vermeden- mutlak bir ifade
kullanmaktır".
Ebu Bekr İbnu'l-Arabî
(V.435/1043), Ârizatul-Ahvazî adlı Tirmizî şerhinin başında, Hadîs sâhasında
yazılan kitapların ilki ve en âlâsı Muvatta'dır, Buhâri'nin sahîh'i ise ikinci
asıl'dır" dedikten sonra "Müslim ve Tirmîzî ile bunlar dışında kalan
müelliflerin bu iki asl'a dayanarak eserlerini ortaya koyduklarını ifâde eder.[172]
Muvatta
Niçin Kutüb-i Sitte'ye Dahil Edilmedi?
Muvatta'nın gerek sıhhatı ve gerekse diğer hadîs te'lifatı arasındaki yeri ve
ehemmiyeti belirtildikten sonra ilk akla gelecek soru budur: Bu kadar mühim bir
eser niye en muteber hadis mecmuaları âilesi'ne, yâni Kütüb-i Sitte'ye dâhil
edilmemiştir?
Cevap:
Bidâyette İslâm âlimleri Muvatta'yı -hadîslerin sahîh oluşunu göz önüne alarak-
Kütüb-i Sitte'nin içinde görmüşlerdir. Rezîn İbnu Mu'âviye el-Abterî,
Mecdü'd-Dîn Ebu's-Se'âdat, İbnu'l-Esîr, Muvatta'yı Kütüb-i Sitte'-den mütalaa
edenlerdendir. Ancak, bu eserin bir hadîs kitabından ziyâde bir fıkıh kitabı
olarak yazılmış olması ve dolayısıyla içinde merfu' hadislerin azınlık teşkil
etmesi gibi durumları göz önüne alan muahhar âlimler, Muvatta'yı hadîs
kitapları arasında mütâlaa etmemek gerektiği kanaatini izhâr etmişlerdir. Şu
halde, Muvatta'yı Kütüb-i Sitte meyanında zikretmiyen muahhar âlimler, onun
hadislerindeki sıhhat durumunu düşük gördükleri için böyle davranmış
değillerdir, muhtevâsının diğer Kütüb-i Sitte kitaplarında olduğu gibi hadîse
değil, fıkha ağırlık vermesini gözönüne almışlardır.
Ancak ne var ki, İmam
Mâlik, fıkıh yaparken öyle bir metod uygulamıştır ki, o sayede İslâm dünyasının
en orijinal en müstesna te'liflerinden biri ortaya çıkmıştır: O bir fıkıh
kitabıdır, fıkıh kitabı olduğu kadar da hadis kitabıdır. Fıkhın bütün meselelerini
imkân nisbetinde merfu, mevkuf ve maktu hadîslerle kaideleştirmeye açıklamaya
çalışmıştır. Maalesef, sonraki devirlerde ortaya konan fıkhî te'liflerde
hadîsten ziyâde, fukaha'nın akvâli dikkati çeker, halbuki temelde onlar da
hadîsin dışına çıkmış değillerdir.[173]
Muvatta
Tarzı:
İslâm'ın rönesansından
bahsedilen günümüzde Muvatta tarzının tekrar ihya edilmesi gereğine inanıyoruz.
Cehâletin gittikçe arttığı şartlarda hâl-i hazır bir fıkıh kitabını gören
nesiller: "Bunlar imamların sözü, herkes kendine göre konuşmuş, ortada
âyet var hadîs var, bu kaynaklardan biz de istifâde ederiz" gibi câhilane
sözler sarf edebiliyorlar. Temelde yanlış olan bu iddiaları söylemeye cesaret
veren, söyleyenin vicdanında haklılık uyandıran şey dediğimiz gibi fıkıh kitaplarımızın
Muvatta tarzı'nı takîp etmemelerinden ileri gelmektedir. Fıkhî hükümden önce
onun mukaddes olan ilâhî ve semâvî kaynağı kaydedilmelidir. İnsanları ikna,
iz'an, iltizam ve teslimiyete sevkedecek olan husus, kaynaktaki bu kudsiyettir.
İşte Muvatta'nın fıkıh kitabı olarak, diğerlerinden üstünlüğü bunu yapmasından
ileri gelir. Temas ettiğimiz yanılgıyla günümüzde ortaya çıkan
"bencecilik"i önleyip, müslümanlar arasında fıkhî, itikadî ve hattâ
siyasî birliği sağlıyacak olan en müessir yolun bu olduğu kanaatindeyiz.
Muvatta tarzı'nın,
bilhassa beşerî ilimler sahasında daha mühim, daha müessir ve daha orijinal
çalışmalara imkân vereceği de bilinmelidir. Psikoloji, sosyoloji, pedagoji,
terbiye gibi son zamanların üzerinde ısrarla durup sistematize ettiği ilimler,
maalesef Batı'da doğmuş ve üstelik Batının materyalist, hümanist çevrelerince
ele alınıp geliştirilmiştir. Temel prensipleri inançsızlığa dayanmaktadır.
Bugün için bu ilimlerden vazgeçmek, hatta gereksiz görmek bile mümkün değildir.
Yanlış istikamette gelişmelerine seyirci kalıncaya, olduğu gibi bunları
Batı'dan alıncaya kadar, bu modern ilim dallarının meselelerini kendi
değerlerimiz çerçevesinde tahlîl, terkîb ve yoruma tâbî tutarak müstakil
te'lifat ortaya koymalıyız. İslâm dünyasında bu meselelerde de birliğimizi
sağlamak, asırların müesseseleştirdiği içtimâ değerlerimizle tezada düşmeyi
önlemek için takip edilecek tek yol var: Muvatta tarzı. Bu, her bir beşerî
meseleyi: Âyet, merfu, mevkuf ve maktu hadîs çerçevesinde değerlendirip,
-gerekiyorsa- sonra da şahsî yoruma müracaat etmektir.[174]
Muvatta'nın
Şöhreti:
Muvatta, İmam Mâlik'in
sağlığında büyük bir alâka ve şöhrete ulaşır. O derecede ki, hacc maksadıyla
Medîne'ye gelmiş bulunan halife Hârun Reşîd, Muvatta'yı İmam'dan dinler, çok
memnun kalır ve üçbin dinar ihsanda bulunduktan sonra:
"- Bizimle beraber
(payîtahta) sen de gel. Ben insanların Muvatta ile amel etmelerine karar
verdim. Tıpkı Hz. Osmân (radıyallahu anh)'ın, ümmeti, (aynı imlâya, aynı
lehçeye göre çoğaltılan) Kur'ân'a sevkettiği gibi, (ben de fıkıhta Muvatta
yoluyla tek mezhebe sevkedeceğim)" der. Muvatta'nın Kâbe'ye asılmasını
teklif eder. İmam şu cevabta bulunur:"
- İnsanları Muvatta'ya
sevketmek mümkün değil. Zira, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın Ashâb
(radıyallahu anhüm)'ı, kendisinden sonra İslâm diyarına dağıldılar ve
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan gördüklerini, öğrendiklerini oralara
götürdüler. Böylece her bölge ahalisi kendine göre bir ilmin sâhibidir. Hepsi
de haktır ve hepsi de Allah'ın rızasını aramaktadır. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) da: "Ümmetimin ihtilâfı rahmettir" buyurmuştur.
"Sizinle gelmek üzere
burayı terketme teklîfinize gelince, bu da mümkün değil. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm): "İnsanlar bilseler, Medîne onlar için daha
hayırlıdır" buyurmuştur. (Ben bu hadîsle amel etmek istiyorum.) Verdiğiniz
dinarlar işte, olduğu gibi duruyor. Ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
şehrine dünyayı tercîh etmem".
Şunu da belirtelim ki,
bazı rivâyetler, aynı teklifi Hârun'dan önce Mansûr'un yaptığını ve İmam'ın her
ikisine de red cevabı verdiğini açıklar.
İmâm Mâlik (rahimehullah),
ilmî izzet ve kanaatinden hiçbir surette tâviz vermemiştir. Bunun en iyi
misâli, Halife Mansûr'la arasında geçen bir meseledir: Mansur, ona mükreh'in
(zor karşısında kalan kimsenin) talâkı ile alakalı hadîsi rivâyet etmeyi
yasaklar. Fakat, birisi, fitne düşüncesiyle aynı meseleden İmam'a soru sorar.
İmam da cemaatin huzurunda: "Müstekreh'e (zorla, baskıyla hanımını
boşayana) talak yoktur" hadîsini rivâyet eder.
Mansur onu kamçılatır.
Fakat o hadîs rivâyetini terketmez.
İlmî izzetini korumasıyla
ilgili rivâyetlerden bir diğerine göre, Harun Reşîd Medine'ye geldiği zaman
İmâm Mâlik'in halka Muvatta'yı okuduğunu, halkın bunu büyük bir alâka ile takip
ettiğini işitir. Vezirî el-Bermekî ile selam gönderip, Muvatta'yı kendisine de
okumasını rica eder. İmam Mâlik: "Halife'ye benden selam söyle, ilim
ziyâret edilir, o ziyaret etmez, ilme gelinir, o gitmez" der, reddeder.
Hârun: "Kendisine, halktan ayrı olarak okumasını" teklif edince,
İmam: "İlimde hususiyet onu söndürür" diyerek bu teklîfi de geri
çevirir.[175]
Muvatta'nın
Şerhleri:
Üzerine en çok eser te'lîf
edilen kitaplardan biri Muvatta'dır. Ricali, garibleri, müşkilleri, senedleri,
hadîsleri vs. için çok sayıda eser te'lîf edilmiştir. Günümüzde bile Muvatta
üzerine yeni çalışmalar yapılmaktadır. Biz burada birkaç kitap ismi vereceğiz:
1-
Tenvîru'l-Havâlik, Celaleddin Suyutî'nindir. Kısa bir şerhtir. Muvatta ile
birlikte Hâmişte basılmıştır.
2-
Şerhu-l Muvatta, Zürkânî'nindir. (Ebu Abdillah Muhammned İbnu Abdül-Bâki (
1122/ 1710). Mısır'da basılmıştır, beş cilttir, tatminkâr bir şerhtir.
3-
Et-Temhîd Li-mâ Fi'l-Muvatta mine'l-Meânî ve'l-Esânîd, İbnu Abdil-berr
yazmıştır.
4- El-İstizkâr
fi Şerhi Mezâhibi Ulemai'l-Emsâr, bunu da İbnu Abdilberr yazmıştır.
Ebu Bekr İbnu'l-Arabî
(543/ 1 148), Dehlevî ( 1176/ 1762), Aliyyül-Karî (1122/ 1710), el-Leknevî,
Dârakutnî, İbnu Asâkir, vs. başkaları da Muvatta üzerine çeşitli çalışmalar
yapmıştır.[176]
AHMET
İBNU HANBEL:
Ebu Abdullah Ahmed b. Muhammed
b. Hanbel b. eş-Şeybâni el-Mervezî, Hanbelî mezhebinin imamı, muhaddis, mutlak
müctehid.
164/780 yılında Bağdat'ta
doğan Ahmed'in babası Muhammed b. Hanbel otuz yaşında ölmüş, onu annesi Sâfiyye
binti Meymune büyütmüştür. Kendisi Arap olup, Şeybân kabilesine mensuptur ve
soyu, Nizar kabilesinde Hz. Peygamber (s.a.s.)'in soyu ile birleşmektedir.
Ahmed'in dedesi Hanbel, Emeviler döneminde Serahs valiliği yapmıştır.
İlk eğitimini bir ilim ve
kültür merkezi ve aynı zamanda Abbâsîlere başkent olan Bağdat'ta aldıktan sonra
dini ilimlere yönelen Ahmed, İslâm'ı bütün yönleriyle yaşamak istedi. Bu arzu
onu Peygamber (s.a.s.)'in hadisleriyle uğraşmaya götürdü. Daha çocukken
Kur'an-ı Kerîm'i ezberlemişti. Diğer dini ilimleri okuduktan; Arapça'yı ve dil
bilgisini geliştirdikten sonra bütün mesaisini hadislere ayırmıştı. O, ayrıca
Farsça da bilmekteydi. Hadis toplama, ezberleme ve yazma onda bir tutku haline
gelince, Basra, Hicaz, Kûfe ve Yemen gibi ilim merkezlerine birçok seyahatler
yaparak buralarda bulunan ulema ve muhaddislerle görüşmüş, râvileri bulmuş ve
onlardan hadis almıştır.[177]
Üçünde parasızlıktan ötürü yaya olmak üzere beş defa hacca gittiği, İmam Şâfiî
ile ilk defa Hicaz'da tanıştığı, yolculuklarında fakir olduğundan büyük
sıkıntılarla karşılaştığı, Yemen'deki muhaddis Abdurrezzak b. Hemmam (ö.
211)'dan hadis almak için Yemen'e giderken yolda parası bitince hamallık
yaptığı kaydedilmektedir.[178]
Ravilerden hadislerle birlikte sahâbe ve tabiine dair ulaşan butun rivayetleri
almıştır. Fıkhi bilgisini ve usûl-i fıkhı Ebu Yusuf ve İmam Şafii'den aldığı
derslerle kuvvetlendirmiş, toplayıp tedvin ettiği hadis ve sahâbe fetvalarını
fıkhının dayanağı yapmıştır. Kırk yaşından sonra, topladığı beş bine yakın
talebeye ders vermiştir.
Tarihte büyük
müctehidlerin birçoğuna zulmedildiği görülmektedir. İmam Ahmed de bu
gruptandır. Abbasîler zamanında "Halku'l-Kur'an: Kur'an mahluktur"
ideolojisi yayılıp, halife Me'mun'un (813-833) bunu zorla ulemaya kabul
ettirmek istemesi, hristiyan âlimi Yuhanna el-Dimaşkî'nin fitnesi ve Mutezile'nin
ortalığı karıştırmasıyla başlayan zulüm, devlet desteği ve despotluğuyla ilim
çevrelerine dayatılmak istenince ulemanın çoğu bu görüşü kabul ettiğini
söylerken, (h. 218) Ahmed b. Hanbel, el-Kavârîrî, Muhammed b. Nuh, Sücâde gibi
bir grup âlim "Kur'an mahluktur" görüşüne katılmadıklarından dolayı
zincirlere vurularak hapse atılmışlar, işkence görmüşlerdir. Bu arada Kavârîrî
ve Sücâde de resmi görüşü kabul ettiklerini söyleyerek serbest
bırakılmışlardır. Halife Me'mun ortada kalan Hanbel ve Muhammed b. Nuh'la
görüşmek istemiştir. Ancak, halife vefat edip, Muhammed b. Nuh da yolda ölünce
Ahmed b. Hanbel Bağdat'ta tekrar hapsedilmiş, Mu'tasım (833-842) zamanında kadı
İbn Ebu Duâd'ın teşvik ve etkisiyle işkence edilmiştir. Yirmi sekiz ay hapiste
kalan Ahmed b. Hanbel, serbest bırakıldıktan sonra iktidara gelen el-Vâsık (ö.
232/847) devrinde de aynı muhalifliğini sürdürdüğünden gözetim altında
tutulmuş, beş yıl hadis dersi verememiştir. Nihayet el-Mütevekkil (ö. 247/861)
devrinde Me'mun'un "Kur'an mahluk değildir diyen kimse kalmasın"
vasiyetine ve bu katı siyasete son verildikten sonra yeniden hadis
çalışmalarına dönmüştür. Onun bu zorluklarla dolu günleri ondört yıl sürmüştür.
Halife el-Mütevekkil'in gönlünü almak amacıyla hediye ve maaş vermek istemesini
de reddetmiş, hatta halifenin yardımını kabul eden oğullarına kırılmış, kendisi
hiçbir zaman kimseden bir karşılık almamıştır.
İmam Ahmed b. Hanbel,
241/855 yılında Bağdat'ta vefat ettiğinde cenazesine on binlerce kişi katılmış,
namazı Cuma günü kılınmıştır. Türbesi VII. asırda Dicle nehrinin taşmasında
sulara kapılıp kaybolmuştur.
İmam Ahmed'in hayatı
-babasından kalan bir kira geliri dışında- fakirlik ile geçmiş iki
evliliğinden, oğulları Salih ile Abdullah, cariyesinden de üç oğlu, bir kızı
olmuştur. İmam ibn Hanbel halk arasında mihne olaylarındaki tavrı dolayısıyla
sevilmiş, takvası ve sünnete her yönden bağlılığıyla meşhur olmuştur. Yoksul
olmasına rağmen, devlet bünyesinde görev almamış, hiç kimseye muhtaç kalmadan
sünnete uygun bir şekilde yaşamıştır. Onun hakkında "Yahudiler arasında
çıksaydı peygamber olurdu" gibi övgüler nakledilmiş, kimseden onun
aleyhinde söylenen bir söz işitilmemiştir.[179]
İtikadı,
ilmi
"Halku'l Kur'an"
olayında Mutezile mezhebi, "yalnız Allah kadimdir"diye Kur'an'ın
hâdis olduğunu ortaya attığında ve bu görüş zorla herkese kabul ettirilmek için
devletin baskı ve zulmü imamlara dayatıldığında Ahmed b. Hanbel bunu bir bid'at
olarak gördü. Konuyu asr-ı saadette kimse tartışmamıştı. Üstelik sünnette
"Kur'an Allah kelâmıdır" bilgisi ile nasıl tavır alınmışsa öyle tavır
takınılmalıydı. Ahmed b. Hanbel, Kur'ân'ın mahlûk olduğunu söyleyenin Cehmî,
mahluk olmadığını söyleyenin ise bid'atçı olduğuna hükmeder. Kendisi bu
meselenin sünnette var olmayan, aklen ortaya konulan bir iddia olduğunu
savunur. Çünkü sünnette bu tür bir tartışma yoktur ve Kur'an "Allah'ın
kelâmı" ve indirdiği hükümler olarak nitelenmiştir. Zaten sünnet usûlünde
böyle konularda tartışma olmaz; tartışma ihtilafa, ihtilaf kavga ve fitneye
götürür.
Ahmed b. Hanbel itikatta,
amelde, ahlâkta sünnetten başka bir yol izlemez. Cedelden, münakaşadan, salt
rey ile hüküm vermekten kaçınır; sahâbe ve tabiinin yolunu izler. Sabırlı,
mütevazî, ciddi, yumuşak, kanaatkâr, takva sahibi, ihlâslı bir müctehiddir.
Onun itikadı, fıkhî nasslardan doğar. Daha doğru bir deyimle o, Kitap ve Sünnet
olan şeriatın asli delillerini delil olarak alıp birtakım hükümlere varmada,
onları kullanmadan çok nassları oldukları gibi alıp, sünnetin açıklamasını
aynen uygular. iman, kalp ile tasdik, dil ile ikrar ve uzuvlarla amel olup,
artar ve eksilebilir. Büyük günah işleyen dinden çıkmış olmaz. Allah'ın
sıfatları nasslardaki gibidir, tevil edilmez. Müteşabihleri yorumlamaktansa
susmak evladır. Bir halife adil veya zalim olsa da ona itaat edilir, isyan çıkar
yol olmayıp, bağiy'dir. Ahmed b. Hanbel'in yanında yetiştiği Huşeym b. Beşir b.
Ebu Hazim (104/722-183/799) adında bir üstadı vardır. Ayrıca Umeyr b. Abdullah
b Halid Abdurrahman b. Mehdi, Ebu Uyeyne, İmam Şâfiî, Ebu Yusuf, Abdurrezzak b.
Hümâm, İsmail b. Aliyye, -gıyaben- Ebubekir b. Ayaş, Yahya b. Saîd'den
faydalanmıştır. Ahmed b. Hanbel'den hadîs rivayet edenler arasında da Buhârî,
Müslim, Ebû Davud, Ali b. el-Medîni en önemli muhaddislerdir. [180]
Eserleri
Ahmed b. Hanbel'in bizzat
yazdığı tek eseri "el-Müsned"dir. Ona atfedilen eserler, Hanbelî
imamlarınca yazılmıştır. es-Sünne, Zühd, Salat, Ver'a ve'l-İman; Reddi ale'l
Cehmiyye ve'z-Zenadıka; Eşribe; Mesail; Cüz fi Usûlu's-Sünne; Fedailu's-Sahabe;
Er-Reddü ala men iddea't-Tenâkuza fi'l-Kur'ân; et-Tefsir; en-Nasih ve'l Mensuh;
Tarih; el-Mukaddem ve'l Muahhar fi'l Kur'an; Vücubâtü'l Kur'an; Menâsikü'l
Kebir ve's Sağir; el-Cerhu ve't Ta'dil; el-İlel ve Marifetu'r-Rical
bunlardandır. [181]
Müsned
Ahmed b. Hanbel, bir hadis
ve bir fıkıh imamıdır. Her fâkîhin ilimde ağır basan bir yönü vardır ve hiç
kimse bütün ilimlerde aynı dirayette yetişemez. Başka bir deyişle imamların
fıkha intisabında önceki ilimlerinin bir kısmının etkisi görülür. Ebu Hanife’nin
fıkhı, nasıl rey ağırlıklı ise; Ahmed b. Hanbel'in fıkhı da hadis ağırlıklıdır.
Bu yönüyle İbn Cerir et-Tâberî, İbn Kuteybe, onun sadece hadis âlimi olduğunu
söylemişlerdir. Başlangıçta Ahmed b. Hanbel, talebelerine kendisinden yalnız
hadis yazmalarını söylemişti. Çünkü o, geniş anlamıyla hukukî metinlerle uğraşmanın
hadisi unutturacağını, hukukçuların çekişmeleri ve ihtilaflarıyla uğraşmanın
insanları şaşırtacağını biliyordu. Fer'î meselelerle uğraşmak sebebiyle Kur'an
ve Sünnet'in ikinci plânda kalacağından endişe ediyordu. Buna rağmen talebeleri
onun fetvalarını, görüşlerini yazdılar. Sonraları kendisi de bu tedvîn işini
olumlu karşıladı. Kendisi "Müsned"i yazdı. Bu kitap onun yüz elli bin
hadis içinden seçtiği otuzbin civarında hadisten oluşmuştur. İmam, insanlar
hadislerde ihtilaf edince Müsned'e başvurabilsinler diye bu kitabı yazmıştır.
Müsned'i dağınık kâğıtlara yazıp, temize çekemeden vefat edince, oğlu Abdullah
(213-290) kendi rivayetlerini de ekleyerek Müsned'i tedvin ve rivayet etmiştir.
Müsned, bâblara göre değil, senetlere göre düzenlenmiş olup, hasen ve garib
hadislerin çoğunu ihtiva etmektedir. İslâm tarihçisi, "Şam'ın hâfızı"
İmâdeddin Ebu'l-Fidâ İsmail b. Ömer b. Kesir; sahabe isimlerine göre tertib
edilmiş Müsned'e Kütübü Sitte'yi, Taberanî'nin Mu'cem'ini, Bezzâr'ın Ebu
Ya'la'nın Müsnedlerini birleştirmiş, ancak tamamlayamadan ölmüştür.[182]
Müsned, terkibi itibariyle, akademik bir kitaptır ve kullanımı zordur. Ancak
hadis ehli olanlar bu tertibi, yani aşere-i mübeşşere hadisleriyle başlayıp
ashaba, tabiine geçen senedlere ve ravi tarihine göre düzenlenmiş hadislere
başvurmada zorlanmazlar. Ahmed b. Hanbel, Müsned'i yazarken hadisleri devamlı
tashih etmiş, uygun bulmadığını çıkarmıştır. Dolayısıyla kitabı, mevsuk
(sağlam, güvenilir) bir kitap olmuştur. Meşhur sünneti, zayıf hadisleri
elemekte kullanmış; sahih, hasen ve garib hadisleri kitabına almıştır. Hatta
zayıf hadisleri de toplamıştır. Müsned'de mevzu hadisler de vardır ve bunlar
büyük ihtimalle İmam Ahmed'ten sonra ilâve edilmiştir. Müsned'de hadisler şu
râvî sıralamasıyla tertip edilmiştir: Aşere-i Mübeşşere, Ehl-i Beyt, Abbâs,
Fazl b. Abbas, Abdullah b. Abbas, İbn Mes'ud, Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Amr
b. el-Âs, Ebu Rimse Rıfaa b. Yesribî, Ebu Hureyre, Enes b. Mâlik, Ebu Saîd
el-Hudrî, Câbir b. Abdullah el-Ensarî, Mekkelîler, Medineliler, Kûfelîler,
Basralılar, Şamlılar, Ensar, Hz. Âişe ve diğer kadın sahabîler.[183]
Fıkhı
Ahmed b. Hanbel'in usûlü
kendine hastır. İctihad eden fakih bir ictihadını bırakıp, başka bir şekilde
ictihad edebilir. İmam Ahmed b. Hanbel bu yüzden fıkha dair eser yazmamıştır.
Kendisinin bağımsız bir müctehid oluşu, talebelerinin onun ictihadlarını,
fetvalarını rivayet etmelerine sebep olmuş, vefatından sonra ona nisbet edilen
kitapları talebeleri ortaya çıkarmıştır. Ahmed b. Hanbel kendisine bir mesele
sorulduğunda Kur'ân ve Sünnet'e göre cevaplar, çoğu yerde "bilmem"
diye susardı. Nitekim Hanbelî kitaplarında ona atfedilen çelişkili rivâyetlerin
bulunması ictihadlarındaki farklılıkların yazılmasını yasaklama hususunda onu
haklı çıkarır. O, zaruret halinde kıyas yaptığı için fetva veriş usulünde
sahabe ve tabiînin fetvalarını naklederek hüküm verirdi. İşte onun özel fıkıh
usulü buydu. O'nun şöhreti "Halku'l-Kur'ân" olaylarında işkence
görmesi, hapsedilmesiyle oldu ve çağının en önemli âlimi ve müctehidi olarak
tanınmasına sebep oldu. Onun fıkhını nakledenler arasında; Salih b. Hanbel
(209/824-896) Abdullah b. Hanbel, (213-290/828-903) Abdullah b. Muhammed b.
Hâni Ebu Bekr Esrem, (273/886) Abdülmelik b. Abdülhamid Mihran Meymunî, (ö.
274/887-888) Harb b. İsmail Hanzalî Kirmanî, (280/893) Ahmed b. Muhammed b. Hasan
Ebu Bekr (ö. 275/890-891) İbrahim b. İshak Harbi (ö. 311/923-), Ahmed b.
Muhammed b. Hasan Ebu Bekr Hallal (ö. 285-898) bulunmaktadır. Ebu Bekr Hallâl,
İmam Ahmed'in fetvalarını Câmiu'l-Kebîr adlı eserinde toplamıştır. Ömer b.
Hüseyin Harakı (334/945-946) "el-Muhtasar"ı yazdı ve bu kitap Hanbelî
mezhebinin elden ele dolaşan kitabı oldu.
Ahmed b. Hanbel'in farklı
görüş ve rivayetlerinin senedi kuvvetli olanı tercih edilmektedir. İki ayrı
görüşü birleştirmek mümkünse birleştirilir, yoksa tarihi bakımdan son görüşe
uyulur. İbn Hanbel'in dilinde "kerih" sözü "haram"
demektir. "Beğenmem" sözü "mekruh" anlamındadır; bundan
maksadı da haramdır. Başka bir görüşünde ise, onun daha önce haram olduğunu
söylemediği böyle sözlerinde nedb ve kerâhet kasdı vardır. Öğrencileri İbn
Hanbel'in sözleriyle fiilleri arasında ayırım yapmaz; fiilleri mezhebine
delalet eder. Hadisin delalet ettiği anlam onun mezhebi demektir. Bu bakımdan
"Müsned" Hanbelîlerin en önemli kaynağıdır. İmam Ahmed reyiyle hüküm
çıkarmaktan çok, sünnetin aktarıcısı olmuştur. Sahabenin ihtilâflı
rivayetlerinde bunları olduğu gibi nakleder, tercihte bulunmaz. Çünkü onların
hepsini "udûl" olarak görür. Olmamış, gelecekte olması muhtemel,
hayal mahsulü fıkhi görüşleri yoktur. Bu yüzden takdîrî fıkha meyletmemiştir.
Fıkhın tarihinde görüldüğü gibi, müctehid imamlardan sonra gelen mukallidlerin
binlerce olmuş olmamış fer'i meseleyi İslâm'ı fıkha sokup bunları dinî fıkıh
kaideleri haline dönüştürdükleri göz önünde bulundurulursa, İmam Ahmed'in
kendine has düşünüşünde farazî fıkha yer vermeyişinin sebebi anlaşılabilir.
Hatta bir kısım fıkhi kaideleri bid'at kabul etmiş ve bunların İslâmî fıkıh
içinde barınabildiklerini söylemiştir. Öte yandan, İbn Hanbel, "eşyada
asıl olan ibâhadır" görüşüyle ilginç bir şekilde mezhebini mübah konularda
serbest bırakmaktadır. Bu, rahmet olan ihtilâftır ve insanlara geniş bir
hürriyet alanı açmaktır. Aynı zamanda kolaylık, ruhsat ve azimet, değişen
zamanlara çok açıdan bakabilmek hürriyeti demektir. Ahmed b. Hanbel kıyasa
zayıf bir delil gözüyle bakan ilk müctehiddir. O, Kur'an ve Sünnet'in dinde
hüküm koyucu iki yegane kaynak olduğunu belirtir ve nassın işaret etmediği
konularda "akıl yürütme" ile fiilleri dînî alana bağlamaz. Kıyas ve
rey'in şer'î bir delil ve bağlayıcı birer hüküm kaynağı olduğu gözönünde
bulundurulursa, Ahmed b. Hanbel'in fıkhının tam anlamıyla Kur'an ve Sünnet
bağlamında kalarak fıkhı "cihad" bakımından da yüksekte tutmuş olduğu
görülmektedir. Bu bakımdan onun fâkîh olmadığını öne süren, öncelikle onu
muhaddis kategorisine indirgeyen mantığın tutarsız olduğu açıktır. İnsanların
fâkîh deyince, fıkıh'a dair kitap yazan müctehidi anlamaları söz konusuysa,
bunu Ebu Hanife yapmamıştır. Ebu Hanife'nin de fıkhî bir kitabı yoktur, ona
nisbet edilen risaleleri ölümünden sonra talebeleri meydana getirmiştir. Kaldı
ki, İbn Hanbel, Kur'an ve Sünnet'i temel aldığı gibi, sedd-i zerâyi', mesâlihi
mürsele, istishâb delillerini de kullanmıştır. Onun fıkıh usûlü, nass varsa
nassı, sonra sahabe fetvalarını ve mürsel, zayıf hadisleri kullanarak hükme
ulaşmaktır. Onun "icma" hakkındaki görüşü de anlamlıdır. O,
sahabelerin icmaını kabul eder, sonraki devirlerde icma için, "Bunlara
muhalif olan bir şey bilmiyoruz" der.[184]
İmam Ahmed sahabîlerin icmaının hüccet olduğunu söylerken, onlardan sonra
gelenlerin icmaîna bir muhalif görüş olduğu takdirde icmaın geçersiz olduğuna
hükmeder. Sözkonusu icmaın, dinin kesin kaideleri ve Allah'ın kesin uyulması
gereken emirlerinden olmadığını belirtir. Zaten farzlara kimsenin muhalif
olamayacağını söylemek gereksizdir. Demek ki, Ahmed b. Hanbel, icma hakkındaki
bu görüşüyle fer'î meselelerde yukarda değinilen şekilde geniş bir görüş alanı
bırakmaktadır. O, ümmetin delâlet üzerinde birleşmeyeceğini kabul ederek, İslâm
ulemâsının bir hüküm üzerindeki ittifakına kimsenin karşı duramayacağı
doğrudur, der. Ama ona göre, birçok meselede icma var sananlar yanılabilirler.
Buna rağmen hükmünde isabet etmeyen de sevap almaktadır, ihtilafın böylesi
rahmet ve kolaylıktır. Bir muhalif olup olmadığı bilinmeden icma vardır diye
hüküm vermek doğru değildir.[185]
Hakkında icma vardır denilen bir hüküm, sadece bir kelime olabilir. İmam Şafiî
de, her asırda her memlekette ihtilâf olduğunu söylemiştir. Dinin temel
rükünlerinde icma kaçınılmazdır diye tâlî hükümlerde de icmaa zorlanılamaz.
İmam Ahmed, icma iddiasının yalan olabileceğini, araştırmadan kaçınıp
kestirmecilikle icma vardır saplantısına düşülebileceğini, belki insanların
ihtilâf ettiklerini ve bunun bilinmediğini, muhalifi bilinmeyen bir icmaın
nassların önüne geçtiği takdirde nassların tatil edilmiş olacağını savunmuştur.
Her icma' icma olmayabilir. Her âlimin karşısına karşıt görüşü olduğunu
bilmediği meseleler çıkabilir ve âlim o meseleyi geçmiştekilerden aynen iktibas
edebilir, fakat onların görüşüne ters bir hadis bulunduğu takdirde hadise
uyulması ve hakkında icma vardır denilen meselenin reddi vacip olur; çünkü
hadis temel bağlayıcıdır. Müctehid, ihtiyatlı olarak "aksini
bilmiyorum" demelidir. Görülüyor ki İbn Hanbel, mutlak olarak icmaı
reddetmez; "bilgi" problemi acısından ihtiyatlı davranır.
İmam Ahmed, kölenin
şahidliğini kabul ederken, sahabe fetvasına dayanır. Çünkü onların fetvası
üstündür ve karşısında bir görüş yoktur. İhtilâflı sahabe kavillerinden, Kur'an
ve Sünnet'e en yakın olanı seçer, veya tercihsiz hepsini naklederek, değişik
görüşlerini uygulanma imkânını açık bırakır. Kıyastan önce mürsel ve zayıf
hadislerle amel eder. İmam Malik, Ebu Hanîfe, Süfyân-ı Sevri, Evzaî de mürsel
hadisle amel etmiştir. Şâfi bunu zayıf saymış ve bazı sanlarla sahih kabul
etmiştir. Mürsel hadisler bütün hadislerin yarısı kadar yekün tuttuğundan delil
olarak önemli yer tutarlar. Burada, muhaddislerin, mürsel hadisi zayıf olarak
değerlendirdiklerini, İmam Ahmed'in ise onu sahabe fetvasından sonraki aşamada
delil olarak aldığını görmekteyiz. İmam Ahmed şöyle der: "Resulullah
(s.a.s.)'ın hadisini reddedenin helâk olmasına ramak kalmıştır"[186]
Yine, her zaman için geçerli bir görüşü bulunmaktadır: "İnsanların bu
zamanki kadar hadîs talebine muhtaç oldukları bir devir bilmiyorum. Birçok
bid'at ortaya çıktı. Her kim hadisi bilmiyorsa bid'ate düşer."[187]
Zayıf hadisle amel etmesine gelince hadisin çok zayıf ve ondan başka bir
hadis'in olmaması halini şart koşmaktadır. Zayıf da denilse, adı hadis olan
şeyin, reyden üstün olduğunu söyler. Ebu Hanife, Mâlik, Ebû Dâvûd, en-Nesâi,
İbn Ebi Hâtim de zayıf hadisi delîl kabul ederler.[188]
Onun, her hadis bulanın o hadisle hemen amel etmesini savunduğu söylenemez.
Böyle birinin bulduğu hadisi öncelikle ilim ehline sorması gerektiğini
belirtir. Çünkü fâkîhlere tabi' olmak dinin selâmetidir.[189]
Müctehidlerin hükümleri şeriattan ayrı değildir ve avam olanların delillerini
bilmek zorunda değildir. Burada avam, bilgili ve araştırmacı olup da müctehid
seviyesine ulaşamamış mânâsınadır. Ahmed b. Hanbel'e bir kimse, bir mesele
görüşürken: "Ey Abdullah! bu konuda sahih bir hadis yoktur." demiş;
İmam Ahmed: "Eğer bu konuda sahih bir hadis yoksa Şafiî'nin bir görüşü
var. Onun delili bu konudaki en sağlam delilidir." demiştir.[190]
Bir hadisin zayıf olması, ona istinad eden hükmün zayıf olması anlamına gelmez,
çoğunlukla başka deliller de hadisi desteklemektedir.
Ahmed b. Hanbel, fıkhını
temellendirirken nassları selef gibi almış, onlar gibi anlamaya çalışmıştır.
Sünnet onda, usul bakımından "ikinci" bir delil gözükse de, fıkhının
hayata geçirilmesinde Kur'an ile özdeştir. Sünnetin Kur'an'ın zâhiri ile
çelişmesi mümkün değildir. Sünnet, Kur'an'ı tefsir eder, açıklar, mana ve
dalâletini belirler. Hüküm koyar. Beyan yönüyle Kur'an'a hakimdir. Rey mektebi,
haber-i vâhidin nassa aykırı olmasında onu kabul etmezken İmam Ahmed, Kur'an'ın
zâhirine aykırıdır mantığıyla hadisi reddetmenin sünnetlerin birçoğunu atıl
bırakmak demek olduğunu savunmaktadır. İmam Ahmed'in çağında hadisler sened,
metin, ravi açılarından tasnif ve değerlendirmeye alınmıyordu. Ona göre, bir
hadis ya sahihtir ya değildir. Hasen hadis ayrımı da İbn Hanbel'den sonra
yapılmıştır. Yalancı denilen bir ravinin bu vasfını kuvvetle ispatlayan çıkmamışsa
zayıf hadis kabul edilmelidir. Hadisin ihtiyatla kabulü reddinden hayırlıdır
çünkü söz konusu olan nihayetinde bir hadistir. Zira kesinlikle mevzu olmadığı
gibi, sahih olma ihtimali de vardır, kıyas yapmaktan evladır. Bir örnek olarak
"Müsned"inde şu zayıf hadis yer almaktadır: Hz. Ömer bölümünde, Ebu
Davud Tayalîsi'den nakledilen hadiste, Ebu Avane Davud Evedi'den, Abdurrahman
Miseli'den, Eş'as b. Kays'tan dinleyerek dedi ki: "Hz. Ömer'i ziyarete
gitmiştim. Ömer karısını dövdü ve bana şöyle dedi: 'Ey Eş'as! Benden üç şeyi
belle. Ben onları Hz. Peygamber (s.a.s.)'den işitmiştim: -Adama karısını neden
dövdüğünü sorma. Okun yanında uyu. Üçüncüsünü unuttum."
Muhaddislere göre bu hadis
Davud b. Yezid'in sağlam olmamasından dolayı zayıf sayılmıştır. İbn Hanbel ise
bu hadisi nassa aykırı bulunmaması, çokça zayıf ve itikada aykırı olmaması
nedeniyle kitabına almıştır. İmam Ahmed ashabın görüşlerinde tercihini
Resulullah'a yakınlık ölçüsü ile kullanır. İhtilâflı görüşlerde tercihi, Hz.
Ebu Bekir'den itibaren sırasıyla diğerlerine yayılır. Nassa aykırı olma
durumunda öteki sahabinin kavlini alır. Meselâ Hz. Ömer'in ayet umumuna bakarak
boşanan kadınlar hakkında nafaka vermesine karşılık, Fatıma binti Kays'ın
rivayet ettiği hadisin beyanına uyarak bu konuda nafakayı caiz görmez.
Fatıma'nın kavli, sünnetin beyanına daha uygundur. Yani onun "...umulur ki
Allah bundan sonra bu hal meydana getirir." şeklindeki beyanın anlamının
sünnetin beyanına daha uygun düştüğü tercihinde bulunur.
Kıyas deliline gelince,
İmam Ahmed, hiç kimsenin kıyastan kaçınamayacağını söylemektedir. Ancak o,
kıyası, şer'î delil olarak zayıf bulur. Kıyasa, zorunlu kaldığı durumlarda
başvurur. Kıyasın dinde bağlayıcı bir delil olmasını ihtiyatla karşılar, buna
karşılık maslahatı gözetir. Zararı defedici bir düzene dayalı adil bir toplum
için en güzel kuralların ortaya konulmasından yanadır. Meselâ akidlerde bütün
mezhepler içinde en geniş görüşlere sahiptir. Şartlarda asıl olan ibahadır,
çünkü şer'î bir delil olmadan ihtiyaçlara engel olunamaz, din kolaylığı
vaz'etmiştir, bu Resulullah'ın ve selefin yoludur. [191]
Mezhebi
Ahmed b. Hanbel takva
sahibi bir âlim, bir müctehiddir. Ondan sonra gelen öğrenci ve izleyicileri
onun mezhebini tedvin etmişler, bazıları ise mezhebin yanlış anlaşılmasına
sebep olmuşlardır. Halk arasında Hanbelîlik denilince sert, katı, kaba, şiddete
eğilimli, dar görüşlü bir mezhep olarak yaygın bir kanaatin bulunması, Hicrî
323, M. 934 yılında Bağdat'ta Hanbelîlerin içkileri döküp, umumhaneleri
basmaları çalgıları kırıp, sanatçıları dövmeleri, Şâfiî ve Şia'ya saldırmaları
gibi eylemlerle halkı kendilerinden soğuttukları tarihî bir olaya
dayanmaktadır.
Halbuki İmam Ahmed hiçbir
zaman şiddet, isyan taraftarı olmamış, isyancıları baği olarak nitelemiştir.
İmam Ahmed'in necaset ve
taharet konularındaki görüşleri aşırı Hanbelilerce başkalarına karşı yanlış
olarak kullanılmıştır. Onlar, İbn Hanbel'in haklı olarak tercih ettiği
görüşleri taassub derecesine çıkarmışlardır, bu eğitim başka mezheplerde de
görülmektedir. Uykudan kalkınca ellerin yıkanmasının farz olarak algılanması
gibi. Cumhur bunu müstehab şeklinde teklif ederken, bazıları bunu zorunlu fiil
saymışlardır. İmam Ahmed dört mezhep içinde en az taraftan olan müctehiddir
ancak bunun sebebi örneğin ictihada en uzak mezhep olarak iddia edilen görüşün
yanlışlığına[192]
aykırı olarak, birtakım tarih, siyasî, sosyal sebeplerdendir. İnsanlar taklid
edecekleri mezhebi, imamı seçerken delillerine, istinbatına bakmazlar.[193]
Sözgelimi Mısır halkının Şâfiî oluşu veya Türkler'in Hanefî oluşu o imamları
tanıdıklarından, bildiklerinden değil, tarihî sebeplerdendir. İctihadlar
azlık-çokluğa, zaman bakımından önceliğe veya sonralığa göre değerlendirilmez.
Üstelik akitlerdeki serbestiliği en fazla ortaya koyan mezhebin Hanbelilik
olduğu görülmektedir. Bu konuda, genellikle kendi mezhebini doğru dürüst bilmeyen
ülkelerin insanlarının başka mezhepler hakkında yanlış görüşlere meyilli
olmaları, ülke ve insanların siyasî, sosyal etkilenmelerinden
kaynaklanmaktadır. İnsanlar ferd olarak yaşadıkları ortamlarda tarihten gelen
hangi mezhebi buldularsa ona uymuşlardır.
Öte yandan Hanbelilik,
"hile-i şeriyye" meselesine hiç bulaşmamış olmasıyla dikkati çeken
bir Sünnî mezheptir. Mezheplerin toplumsal-ekonomik sistemlerle eklemlenmede
nasıl etkilendikleri ayrıca araştırılması gereken bir husustur. İmam Ahmed
diğer üç mezhep imamından tarihi acıdan en son gelmiş, ortada tedvin edilmiş
bir fıkıh bulmuştu. O kendi fıkhını tedvin ederken İslam memleketlerinde ilk üç
mezhep yayılmıştır. "Mihnetü'l Kur'an" olaylarında ondört yıl çektiği
zulüm dolayısıyla adı her yerde rahmetle anılmış ve mezhebinin adı da
yayılmıştır. Ayrıca ictihad kapısını "kapatanların" Hanefi ve Şafıî
mukallitlerinin[194];
ve ictihad kapısını aralayan fıkhı genişletenlerin ise Hanbelîlerin oldukları
görülmektedir. Hanbelî mezhebi bir bakıma mezhep imamını taklidde taassubun en
az görüldüğü bir mezhepti[195];
Hanbeli imamları, siyasal iktidarlarla uzlaşmamış, kadılık görevi
almamışlardır. Ahmed b. Hanbel bizzat kadılık görevi alan oğluna kırılmıştır.
Fitne çağında, dördüncü yüzyılda hemen her kesim, fitneden müstağnî olmamıştır.[196]
Fanatiklerin taşkınlıkları yüzünden halk Hanbelilikten uzak durmuş, devletin de
mezhebi kovuşturması yüzünden mezhep geç intisaf etmiştir. Hanbelilik tarihte
devlet desteğine sahip olmamıştır. Devlet desteğine sahip mezheplerin yaygın olduğu,
diğer mezheplere karşı dışlama eğilimi bulunduğu, -her ne kadar ulema arasında
hepsi geçerli olmuşsa da, bu sosyal açıdan böyledir- bu sebeple de,
Hanbeliliğin daha ziyade ulema arasında yayıldığı görülür. Zengin fıkıh,
kaynakları, mezhebin Evzaî'nin mezhebi gibi tümden unutulup gitmesini önlemiş;
IV. ve V. yüzyıllarda Bağdat'ta yaygınlaşmış, VI. yüzyılda Mısır'da ortaya
çıkmış, Şam'da uleması yaşamıştır. Günümüzde ise Hicaz halkı arasında Necid ve
Filistin'de yaygındır.
Mezhebin belli başlı fıkıh
kitapları şöyledir: Necmeddin Tûfi, Kavâidi Kübra i ibn Receb, Kavâid, Alaeddin
Ali b. Abbâs el-Ba'li, Kavâid; Abdülkadir el-Cîlî, el-Günya
li-talibi't-Tariki'l-Hak; Muciru'd-Din, Kitabu'l ins el-Celîl; Abdülaziz b.
Cafer, el-Mukni'; ibnu'l Kayyım el-Cevziyye, İ'lâmu'l Muvakkiin, İbn Teymiyye,
Fetevâ, Minhâcu's-Sünne; Abdülkadir b. Ömer el Dımaşkî, Naylu'l Ma'arib; Ebu'l
Ferce Abdurrahman b. Receb, Tabakatu'l Hanâbila... [197]
Ahmed İbnu Hanbel İslâm'ın
yetiştirdiği pek nâdir alimlerden biridir. Annesi ona hâmile olarak Merv'den
ayrılmış 164 yılında Bağdat'ta dünyaya getirmiştir. Nesebi, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'la birleşir. Hayatı, Abbasî İmparatorluğu'nun en
parlak dönemine rastlar. Babasını küçük yaşta kaybetmiş olmasına rağmen,
mükemmel bir tahsîl hayatı geçirmiştir. Devrin büyük alimlerinden ders
almıştır: Ebu Yusuf, Hüşeym İbnu Beşîr, İbrahim İbnu Sa'd, Sufyan İbnu Uyeyne,
Yahya İbnu Ebî Zâide, Abdurrezzâk, Şâfiî, Gunder, Yahya İbnu Sâd el-Kattân,
İsmâil İbnu Uleyye.
Ahmed İbnu Hanbel'in ilim
tahsîlinde seyâhatler de mühim bir yer tutar. 186 yılında ilk seyahata
başladığını kendisi anlatır. Basra, Kûfe, Vâsıt, Mekke, Yemen ilim için gittiği
belli başlı yerlerdir.
Ahmed İbnu Hanbel, ilmî
gayreti sonunda bir milyon hadîsî ezberlemiş ve hadîste hâfız ve hüccet
unvanlarını almıştır. İbrahim el-Harbî: "Evvelîn ve âhirînin ilmini Allah,
Ahmed'de topladı" der. Onun ilmî üstünlüğünü te'yîden İmam Şâfiî
hazretleri de şöyle demiştir. "Bağdat'tan çıktığımda Ahmed'den daha efdal,
daha âlim, daha fakîh birini geride bırakmadım". El-Kattân da: "Bana
Ahmed gibisi hiç gelmedi". "Ahmed bu ümmetin nâdir âlimlerinden
biridir (habr)" der. İbnu Mâkûla, Sahâbe ve Tâbiîn'in mezheplerini en iyi
bilen kişinin Ahmed olduğunu söyler.
Ahmed İbnu Hanbel'in ilmî
yönü kadar diyânet ve takvası da takdîr edilmiştir. Hiç izhâr etmediği bir
vera, hiç ara vermediği bir ibâdet sahibi olduğunu İbnu Hibbân te'yîd eder.
Oğlu Abdullah: "Babam gece ve gündüz, hergün üçyüz rek'at namaz
kılardı" der.
Ahmed İbnu Hanbel'in bir
diğer mümtaz yönü halku'l-Kur'ân meselesinde gösterdiği celâdet ve tahammül
olmuştur. Mutezile mezhebi, Abbasi sarayına sızmayı becererek, kendi
görüşlerini resmî devlet doktrini haline getirmişlerdir. 218-234 yılları
arasında sırayla Halîfe Me'mûn, Mutasım, Vâsık ve Mütevekkil tarafından tam 16
yıl, bu görüşün zorla halka benimsetilmesine çalışıldı. İşe önce ulema ve kuzât
gibi yüksek mevkîlerdeki kimselerden başlandı. Önce, "Kur'ân
mahlûktur" görüşünün gerçek tevhîd akidesi olduğu, bunun aksine inanmanın
küfür ve şirk olduğu söyleniyor, bu düşüncede olmayanların öldürüleceği
belirtilip, sonra da teker teker kanaatleri soruluyordu. Hapse atılanlar,
kamçılananlar, öldürülenler çoktu. Bu devlet terörü karşısında pek çokları
vicdanlarına rağmen inançlarının aksini itiraf etmek zorunda bırakıldılar. Bu
baskıya dayanamayıp eğilenler arasında kimler yoktu ki: Yahya İbnu Ma'în, Muhammed İbnu Sa'd, Ahmed İbnu
İbrahim ed-Devrakî, Züheyr İbnu Harb Ebu Heyseme vs.
Birçokları belli bir
noktaya kadar dayanmış olsa bile baskının sıkleti karşısında neticede
"Kur'ân mahluktur" demek zorunda kalıyordu.
İşte, târihe devr-i mihne
diye geçen bu işkenceli, kanlı şiddet devrinde ölümü de göze alıp, fikrini
açıkça söylemekten çekinmeyen yegâne şahıs Ahmed İbnu Hanbel olmuştur. Mihne
devrinde O, 18 ay hapiste kaldı. Ayaklarına zincirler vuruldu. 150 vazifeli
kırbaçladı. Dayağın tesiriyle bayılır, ayılınca aynı sorulara maruz kalır, aynı
cevabı verirdi. Bu sırada ağır yaralandı, bileği kırıldı, öldürüleceği, hiç
ışık olmayan zindana atılacağı tehdidleri yapıldı.
Ahmed İbnu Hanbel,
eğilmedi, taviz vermedi. Hep sünnî görüşü açık bir dille müdâfaa etti. İşkence
sırasında yapılan ilmî münâzaralarda, muhâtaplarını hep susturdu, cevap veremez
hâle soktu. Onun metâneti halka kuvve-i mânevî oldu. Halk bilhassa onun
durumuyla ilgilendi, zaman zaman Saray'ın etrafında büyük kalabalıklar teşkîl
etti. İşte bu alâkadır ki, Ahmed'i idam hususunda Saray'ın cesâretini kırdı.
Herşeye rağmen öldürülmek üzere Bağdat'tan Tarsus'a gönderilirken 218 yılında
Halîfe Me'mun'un ölüm haberi gelince, Bağdad'a geri çevrildi.
Bazı âlimler, Ahmed İbnu
Hanbel bu metanetî göstermeseydi, mutezilî görüşün hâkimiyetini sarayda daha da
kökleştirip, halka intikal edebileceği kanaatini beyan ederler. Bu sebeple,
dine gelecek büyük bir fitnenin onun sabrı sayesinde atlatıldığı, bu yüzden
hizmetinin büyük olduğu belirtilmiştir. Mesela Ali İbnu'l-Medînî: "Allah
bu dini ridde zamanında Ebu Bekir (radıyallahu anh)'le, mihne zamanında
Ahmed'le teyîd etti" der. İbnu Hibbân da: " ...Allah onunla Muhammed
ümmetine yardım etti. Yani, (bir lütf i ilâhi olarak) mihnet sırasında sabredip
direndi. O kendisini Allah için feda ederek, öldüresiye atılan dayaklara mâruz
kaldı. Allah onu küfürden korudu ve kendisine uyulacak bir önder, sığınılacak
bir melce yaptı."
Hem Ahmed İbnu Hanbel'in
hizmetinin büyüklüğünü daha iyi anlamak ve hem de her zaman mâruz kalınmış ve
-insanlık hayatta kaldığı müddetçe- maruz kalınmaya devam edilecek bu çeşit
siyasî baskılar karşısında ulemanın göstereceği metânet, sabır ve direnmenin tesîr
ve kıymetini belirtmek üzere mevzuyu derinlemesine tahlîl etmiş bulunan Talât
Koçyiğit'in "Hadîsçilerle Kelamcılar Arasındaki Münâkaşalar" adlı
kitabından bir pasaj sunuyoruz."
Yahya İbnu Mâîn'in
halku'l-Kur'ân'ı ikrarı, İmam Ahmed İbnu Hanbel üzerinde çok büyük tesir icra
etmişti. İlerde de zikredeceğimiz gibi, İbnu Hanbel, Mutezile mezâlimine karşı
direnen yegâne kimse idi. Ona göre, içlerinde Yahya İbnu Mâîn ve Züheyr İbnu
Harb gibi meşhur hadîs imamlarının bulunduğu bu ilk gurup, eğer halifeye karşı
direnseler, Kur'ân'ın mahluk olmadığını müdafaa etselerdi, durum bu derece
inkişâf etmez ve Halîfe, daha başkalarını da imtihan etmek cesaretini
gösteremezdi. Fakat onlar ikrar ettiler ve imtihan hadîsesinin daha geniş bir
şekilde yayılmasına ön ayak oldular. Ahmed İbnu Hanbel, bu sebepten Yahya İbnu
Mâîn'e darılmıştı. O derecede ki, İbnu'l Cevzî'nin rivâyeti doğru ise, bir
hadîs imamı olarak, daima methettiği Yahya İbnu Mâîn'in, Halife'nin arzusuna
uyduğu ve Kur'ân'ın mahlûk olduğunu söylediği için, hadîslerinin
yazılamayacağını, ondan hadîs rivâyet edilemeyeceğini söylemiştir. Yine
İbnu'l-Cevzî'nin rivâyetine göre, Ahmed İbnu Hanbel hastalandığı zaman,
kendisini ziyârete gelen Yahya İbnu Maîn'e, aynı sebepten, yattığı yerde
arkasını dönmüş, onun yüzüne hiç bakmamış ve onunla hiç konuşmamıştır."[198]
Ahmed İbnu Hanbel, Halife
Mütevekkil'in hilafetinin ikinci yılında yani hicrî 234, miladi 848 yılında
mihne kaldırıldıktan sonra resmî itibâra da mazhar olmuş, gıyâbında âilesine
maaş bile bağlanmıştır. Bişr İbnu'l Hâris: "Allah, Ahmed'i saf altın
olarak çıkacağı bir ateşe atmıştır" der.
241 yılında vefat ettiği
zaman cenâzesine, Zehebî'nin yazdığına göre, 60 bin kadın 800 bin erkek olmak
üzere büyük bir kalabalık katılmış ve cenâze namazı kılmıştır. İbnu Hacer kaydeder
ki tam 230 yıl sonra Ahmed İbnu Hanbel'in kabrinin yanına eş-Şerîf Ebu Cafer
İbnu Ebî Musa için kabir kazılırken, İmam'ın kabri açılır ve bu esnada
kefeninin hiç çürümemiş, kirlenmemiş, taptaze kaldığı görülür.[199]
Talebeleri:
Şüphesiz Ahmed İbnu Hanbel'in
İslâm'a hizmeti mihne sırasında gösterdiği direnmeden ibaret değildir. Hadîsin
kendisinden sonrakilere sıhhatlî bir şekilde intikâline de köprü olmuştur.
Buhârî, Müslim, Şâfiî, Abdurrezzâk, Vekî, Ebu Kudâme es-Serahsî, Yahya İbnu
Adem, Ebu'l-Kâsım el-Bagavî, iki oğlu Abdullah ve Sâlih, İbnu Vehbî gibi
meşhurlar Ahmed İbnu Hanbel'in talebeleri arasında zikredilirler.[200]
Mezhebi:
Ahmed İbnu Hanbel, hüccet
mertebesinde bir muhaddis olmaktan öte büyük bir fakîh ve müçtehiddir. Hanbelî
Mezhebi'nin kurucusudur. Fıkhî görüşlerini öncelikle hadîslere dayandırır.
Ehl-i hadîs denen ilmî bir guruba mensuptur. Bunlar her meseleyi hadîsle çözme
taraftarıdır. "Bana göre Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan olma
ihtimali bulunan bir söz (yani zayıf bir hadîs), insan sözünden (yani fukahânın
kıyasından) daha iyidir" derler. Bu sebeple bir mesele ile ilgili zayıf
bir hadîs varsa orada kıyası terkederek o zayıf hadîsle amel ederler. Hadîse
olan bu kuvvetli bağlılık, bir kısım hükümleri pek zayıf hadîslere dayandırmaya
sebep olmuştur.
Sahâbe'nin görüşlerine
ittiba da Ahmed İbnu Hanbel'in mühim bir prensibidir. Bir konuda Ashâb'tan
farklı iki veya üç görüş rivâyet edilmişse o konuda Ahmed'in iki veya üç görüşü
var demektir. Bu tutumu sebebiyle, onu fukahadan addetmemek görüşünde olanlar
bile çıkmıştır. İbnu Abdi'l-Berr ve Taberî gibi. Bu yüzden Hanbeliler Taberî'ye
karşı husûmet beslerler. Ancak çoğunluk itibariyle İslâm âlimleri, onun
müçtehîd bir fakîh olduğunu, mezhebinin diğer mezhepler gibi Kur'ân, sünnet,
icma ve kıyâs'a dayandığını kabûl ederler. Ancak mübrem zaruretlerde re'ye
cevaz verir ve imkân oldukça fıkhî âhkâmı doğrudan doğruya hadîsten çıkarır.
Hanbelîler, sünnete olan
sıkı bağlılıkları sebebiyle, bid'atı reddetmede diğer mezhep mensuplarından
daha çok şiddet gösterirler. 661-728 yıllarında (Miladî 1263-1328) yaşamış olan
Takiyyud'dîn İbnu Teymiye ve onun sâdık talebesi Muhammed İbnu Kayyim
el-Cevziye (751/1351) Hanbelî Mezhebi lehinde yeniden mücâdeleye girişmiş ve şu
iki prensibte ısrar etmişlerdir.
1- Kur'ân ve hadîs'in aklî
izâhını yâni te'vîl'i reddetmek.
2- Her çeşit bid'atı ve bu
meyanda mezar ziyâretini, evliyâdan istimdadı reddetmek.
Birçok meselede icmayı
ümmete muhâlefeti gerektiren bu davranış sünnî çevrelerde soğukluk uyanmasına
sebep oldu. Kendilerini tekfire kadar götüren reaksiyonlar ortaya çıktı. Bu
durum Hanbeli Mezhebi'nin gözden düşmesine yol açtı. O derece ki, İslâm
Ansiklopedisi'nin verdiği bilgiye göre, 1906'da Ezher Üniversitesi'nin
Hanbelilere mahsus bölümünde (Rivâku'l-Hanâbile'de) 3 Hanbeli muallimle 28
talebe kalmıştır. O yıl Ezher'de 312 muallim ve 9069 talebenin mevcudiyeti söz
konusudur.
Onsekizinci asırda ortaya
çıkan Vahhâbî hareketi de İbnu Teymiye'nin bir devamından başka bir şey
değildir. Temelde, Hanbelî Mezhebi'nin ısrar ettiği, yukarıda kısaca temas
ettiğimiz sünnet anlayışı yatar.[201]
Eserleri:
Ahmed İbnu Hanbel, bir çok
eser vermiş bir zattır: Kitâbu'z-Zühd, Kitâbu'l-İlel, Kitâbu's-Salât ve mâ
Yelzemu fîhâ, er-Reddu alâ'l-Zenâdika ve'l-Cehmiyye fî mâ Şekket fîhi min Müteşâbihi'l-Kur'ân,
Kitâbu't-Taâti'r-Resûl, Kitâbu's-Sünne, Fetâva, Mesâilu's-Sâlih, et-Tefsîr,
en-Nâsih ve'l-Mensûh, el-Müsned gibi.[202]
El-Mûsned:
Ahmed İbnu Hanbel'in en
hacimli, en meşhur eseri Müsned'idir. Müsned tarzında yazılmış bulunan pek çok
hadîs kitabı içerisinde de en çok şöhrete erişen Ahmed İbnu Hanbel'in
müsnedidir. El-Müsned denince bu kastedilir.
Ahmed İbnu Hanbel'in
Müsned'i iki sebeple alâka görmüş ve şöhrete ermiştir:
1-
Muhtevasının zenginliği,
2- Hadîslerin
sıhhati.
El-Müsned, onbini mükerrer
olmak üzere kırk bin civarında hadîs ihtiva etmektedir. Hadîsler müsned esasına
göre tanzîm edilmiştir. Yani, hadîsleri, rivâyet eden sahâbelerinin adına
nisbet ederek zikretmek, mevzuuna göre değil. Bazı yorumcular, bu tarzın,
hadîsleri ezberlemek maksadıyla tanzîminden ortaya çıktığını söylemişlerdir.
Öncelikle fıkhî istifâde düşünülseydi, sünen tarzına baş vurulurdu. Nitekim,
bundan çok daha önce yazılmış olan Zeyd İbnu Ali Zeynelâbidîn'in eseri ile İmâm
Mâlik'in eseri, hadîsleri fıkıh bablarına göre tanzîm etmişlerdir.
Ahmed İbnu Hanbel,
sahâbeleri fazîlet sırasına göre tanzim etmiştir. Bunda temel prensip İslâm
olmadaki önceliktir. Bu sebeple Aşere-i mübeşşere dediğimiz cennetle müjdelenen
on kişi ilk başta gelir. Sonra bunlara yakın olanlar, sonra Ehl-i Beyt ve Benu
Hâşim'e mensûb olanlar, bunları Mekkeliler, Medineliler, Şamlılar, Basralılar,
Ümmehatu'l-mü'minîn ve diğer kadın sahâbeler tâkip eder.
Tabiî ki bu tarz tanzîm
edilmiş bir kitapta değil bir hadîs, bir sahâbenin müsnedini bulmak bile çok
zor bir iştir. Bu sebeple Müsned'in yeni baskılarının baş kısmına, kitapta
müsnedi olan sahâbelerin alfabetik sıraya göre isim listeleri konmuştur.
İstenen ismin karşısında, o zatın müsnedi kaçıncı cilt ve sayfada yer almıştır,
hemen bulmak mümkündür.
Ahmed İbnu Hanbel,
el-Müsned'i bir rivâyete göre 1.000.000, diğer bir rivâyete göre 750.000
hadîsten seçerek ortaya koymuştur. Eseri yirmisekiz yıl kadar çalışarak 228'de
tamamladığı rivâyetlerde gelmiştir.[203]
El-Müsned'in Sıhhat
Durumu:
Ahmed İbnu Hanbel
"sahîh" hadîsleri toplayan bir eser te'lif ettiğini iddia etmemiştir.
Ehl-i hadîs denen diğer âlimler gibi, o da ulemaca terkinde ittifak hâsıl
olmadıkça, kizbi zâhir olmadıkça râviden hadîs almıştır. Mecbûr kalmadıkça
muhaddisleri cerhetme cihetine de gitmemiştir. Buna rağmen Müsned'e aldığı
hadîsleri seçerek almış ve devamlı ayıklamalar yapmıştır. Oğlu Abdullah'ın
rivâyetine göre ölüm döşeğinde bile Müsned'den bir hadîsin çıkarılmasını
emretmiştir.
Bugünkü Müsned'in
muhtevasında dörtte bir nisbetinde oğlu Abdullah'ın ilâvesi vardır. Az miktarda
da, Müsned'i Abdullah'tan rivâyet eden Ebu Bekr Ahmed İbnu Ca'fer el-Kati'î'nin
(v. 368/978) ilâvesi vardır.
Hadîs üstadları Müsned'in
hadîslerine bir bütün olarak "sahîh" demezlerse de "makbûl"
derler. Esâsen tenkide mâruz kalan hadîsler daha ziyâde Ebu Bekr el-Kâti'î ve
oğlu Abdullah'ın ilâve ettikleri arasında yer alır. Muhammed İbnu Ca'fer
el-Kettânî, Müsned'in hadîsleriyle ilgili şu bilgileri dermeyan eder:
"...Bazıları mübâlağa ederek Müsned'e "sahîh" vasfını, ıtlak
etmişlerdir. Ancak gerçek şudur: İçinde çok miktarda zayıf hadîs var."
Zayıflıkta bir kısmının durumu daha da ileri gider. Öyle ki, İbnu'l-Cevzî
meşhur el-Mevzuat adlı kitabında, Müsned'in bir kısım hadîslerinin mevzu
(uydurma) olduğunu söylemiştir. Ancak, Hâfız Ebu'l-Fadl el-Irakî bazı
hadîslerden mevzuluk iddiasını reddetmiştir. Geri kalanlardaki mevzuluk
iddiasını da Hâfız İbnu Hacer (el-Kavlu'l-müsedded fi'z-zebbî an Müsnedi Ahmed
adlı kitabında) ve Suyutî (İbnu Hacer'in mezkûr kitabına yaptığı ez-Zeylu'l-Mümehhed
alâ'l-Kavli'l-Müsedded adlı zeylinde) reddederler. Bunlardan İbnu Hacer,
Müsned'in içerisinde hiçbir mevzu hadîsin olmadığını söyler ve "Sahîh
hadîsleri cemetmek maksadı gütmeksizin ortaya konmuş te'liflerin en güzeli
olduğuna hükmeder. Der ki: "Müsned'de Sahîheyn'e ziyâde teşkil eden
hadîsler, zayıflıkta Sünenu Ebî Dâvud ve Tırmizî'de mevcut Sâhîheyn'e ziyâde
hadîslerden daha ileri değildir". Bâzı âlimler de şöyle demiştir:
"Müsned'de yer alan zayıf hadîslerin durumu, müteahhîr ulemânın sahîh
addettiği hadîslerden geri değildir."
Suyutî: "Müsned'in
içindeki her hadîs makbûldur, zira zayıflar da hasen'e yakındır" der.
İbnu'l-Cevzî tarafından
mevzû olduğu ileri sürülen hadîslerin sayısı 29'dur. lrakî'nin ilâve ettiği
miktar da 9'dur. Bu iddiaların doğruluğu bilfarz bütün âlimlerce kabul edilmiş
bile olsa 30 bin hadîslik bir te'lifden fazla bir bir şey ifâde etmez. Kaldı
ki, bu iddianın sahibi, İbnu'l-Cevzî vasfı müteşeddîd olan bir zâttır, İbnu
Hacer ve Suyûtî gibi cerh ve ta'dîl'de görüşleri mûteber olan mûtedil âlimlerce
reddedilmiştir. Bu durum da Ahmed İbnu Hanbel'in Müsned'inde yer alan
hadîslerin sıhhat durumu hakkında ikna edici bir bilgi verir. Nitekim ileride
belirteceğimiz üzere, Dehlevî, Müsned'i Ebu Davud, Tirmizî, Nesâî'nin tabakasında
(ikinci tabaka) zikredecektir.[204]
Müsned'in
Rivayeti:
Ahmed İbnu Hanbel'in
Müsned'ini, önce oğlu Abdullah almış o da talebesi Ebu Bekr Ahmed İbnu
Ca'ferel-Kati'î'ye rivâyet etmiştir. Şu halde elimizdeki Müsned nüshası
el-Kati'î rivâyetidir. Gerek Abdullah ve gerekse el-Kati'î'nin Müsned'e
ilâvelerde bulunduğunu söylemiştik. Bunu rivâyet sigasından anlamak mümkün:
1-
Ahmed'in rivâyetleri şu sigayla başlar:
Haddesenî Abdullah
haddesenî Ebî. (Yani: Bana Abdullah rivâyet etti ve dedi ki: Bana babam (Ahmed)
rivâyet etti ve dediki...)
2-
Abdullah'ın ilaveleri şu sigayla başlar:
Haddesenî Abdullah,
haddesenî fülân (yani bana Abdullah anlattı, ona da falan anlattı...)
3-
Ebu Bekr el-Katî'î'nin ilâveleri de şöyle başlar:
Haddesenî fülan (yani bana
falanca anlattı...)
Ayrıca Abdullah, Müsned'i
babasından hep sema yoluyla almamıştır. Bir kısmını sema, bir kısmını arz, bir
kısmını vicâde, bir kısmını sema-arz, bir kısmını da sema-vicâde yoluyla
almıştır. Hadîslerin sevk sigasından bunlar derhal anlaşılmaktadır.[205]
Müsned
Üzerine Çalışmalar:
Müsned, kıymeti nisbetinde
âlâka görmüş, eskiden beri istinsâh edilmiş, üzerine bazı çalışmalar yapılmış
bir kitaptır. Keşfu'z-Zünûn, Müsned üzerine Ebu Ömer Muhammed İbnu
Abdi'l-Vâhid, Sirâcü'd-Din Ömer İbnu Ali (İbnu Mulakkin diye meşhurdur),
Suyûtî'nin çeşitli çalışmalar yaptığını Ebu'l-Hasan İbnu Abdi'l-Hâdi
es-Sindî'nin (v. 1139/1726) geniş bir şerh yaptığını belirtir.
Muasır muhaddislerden
Mısırlı Ahmed Muhammed Şâkir (merhum) Müsned'deki hadîsleri tahkik ederek,
numaralayarak yeni bir baskıya başlamış; her cildin sonuna, hadîsleri
konularına göre tertiplemiş hadîs numaralarını muhtevî listeler koymuş,
isnadları açıklayan dipnotlar koymuş, ancak çalışmayı tamamlayamadan vefat
etmiştir.
Müsned üzerine, yine
Mısır'da yapılan bir çalışma Ahmed Abdurrahman es-Sâati'ye aittir. Bu zat,
Müsned'deki hadîsleri konularına göre tertiplemiş, senedleri, sahâbe hâriç,
atmış, birçok konuya temas eden hadîsleri bir yerde tam olarak vermiş, başka
yerlerde sâdece bâbla ilgili kısımları almak suretiyle kısaltmıştır,
el-Fethu'r-Rabbânî li-Tertîbi Müsnedi'l-İmâm Ahmed İbnu Hanbel eş-Şeybânî adını
taşıyan eser yedi ana bölüme (kitap), her bölüm bâblara ayrılır. Es-Saâtî,
sonradan esere, kelime açıklamasıyla sınırlı diyebileceğimiz kısalıkta bir de
şerh eklemiştir. Bugün beraberce 16 cilt halinde matbûdur.Ahmed İbnu Hanbel'in
Müsnedî'ndeki hadîslerin baş kısmını esas alarak, Müsned'deki yerlerini
gösteren alfabetik bir fihristi 1985 yılında basılmıştır. Eserin sâhibi Ebu
Hâcir Muhammed es-Sâd İbnu Besyûnî'dir. Beyrut'ta basılmıştır.Hal-i hazırda,
Müsned'in 1313 yılında Mısır'da yapılmış bir baskısı ve o baskıdan yapılan
ofset baskıları piyasada mevcuttur. [206]
KÜTÜB-İ
SİTTE MÜELLİFLERİ, ŞARTLARI, MEVKİLERİ
Kısa
Tanıtma:
"Kütüb"
Arapça'da kitaplar demektir, "sitte" kelimesi de altı olunca, Kütüb-i
Sitte altı kitaplar mânâsına gelir. Tasnif devrinin en mühim teliflerini teşkil
ederler. Bunlar Buhârî ve Müslim'in Câmîleri ile Ebu Davud, Tirmizi, Nesâî ve
İbnu Mâce'nin Sünenleridir.Evet Kütüb-i Sitte altı meşhur kitabın teşkîl ettiği
bir grup kitabı ifâde eder. Bunların şöhreti önce, yazılışlarındaki gâyeden
ileri gelir. Müellifleri, bunları te'lîf ederken: "Sahîh hadîsler"den
müteşekkil bir eser te'lîf etmeyi gâye edinmişlerdir. Ortaya konan pek çok hadîs
mecmuasında "sahîhlerini seçmek" diye peşin bir prensip ve gâye
olmamıştır. Ancak bu kitaplarda o gâye güdülmüş ve bunda büyük ölçüde muvaffak
olunmuştur.Arkadan gelen İslâm uleması, dinî veya dünyevî meselelerin
çözümünde, Kur'ân-ı Kerîm'in anlaşılmasında, ahlâk ve âdâb'ın tanziminde vs.
hadîse duyduğu ihtiyacı karşılamak için sıhhat durumu üstün olan bu kitaplara
müracaat etmiştir.Ravilerinin tanıtılması, garîb kelimelerinin açıklanması,
hadîslerinin şerh edilerek herkesin anlıyacağı hale getirilmesi gibi bir kısım
çalışmaları da âlimler daha ziyâde bu eserler üzerine yapmışlardır. Bir başka
ifâde ile İslâm uleması, sıhhat yönünden arzettiği ehemmiyet nisbetinde hadîs
kitaplarına himmet ve alâka göstermiştir. Bu nisbette de o kitaplar meşhur
olmuşlar ve kıymet kazanmışlardır. [207]
Umumî
Bilgiler:
Kütüb-i Sitte'nin her biri
hakkında ayrı ayrı bilgi vermezden önce bazı umumî bilgiler kaydetmek isteriz:
1-
Sıhhat dereceleri farklıdır. Yâni hepsine "sahîh" vasfı ıtlak
edilirse de; sıhhatte hepsi aynı derecede eşit değildir. Bu açıdan Buhârî en
başta gelir. İbnu Mâce en son sırada yer alır.
2-
Bir kitabın içindeki bütün hadîsler eşit derecede değildir. Yani, kitaplara
"sahîh" vasfı umumiyet itibâriyle, hadîslerinin çoğunda hâkim olan
vasfa binaen verilmiştir. Meselâ Buhârî'nin bütün hadîsleri aynı eşitlikte
"sahîh" değildir. Bazılarının sıhhati, diğerlerine nazaran daha
üstündür.
3-
Sıhhat yönüyle en üstün hadîsler sâdece Buhârî'de değildir. "Buhârî en
üst", veya "İbnu Mâce en alt mertebede yer alır" derken bu üstünlük
veya mâdunluk her bir hadîs için geçerli değildir. İbnu Mâce'de, Buhârî'nin en
sıhhatli hadîsleri derecesinde hadîs bulunabilir ve gerçekten de mevcuttur.
Buhârî'de de İbnu Mâce'nin bazı hadîslerindeki sıhhata erişemiyen, derecesi
düşük hadîsler bulunabilir ve vardır da.
4-
Bu kitaplarda tekrar edilen hadîsler vardır. Yani bir hadîs, bir kitabın içinde
bir kaç kere tekrar edilmiş olabilir. Bu hadîs sâdece bir kitapta değil, altı
kitabın bir kaçında veya hepsinde tekerrür edebilir. Sözgelimi Buhârî, bir
hadîsi, o hadîste mevcut farklı fıkhî hüküm sayısınca değişik yerlerde tekrâr
eder. Aynı bir hadîsin diğer kitaplarda da yer alması sıkça görülen bir
vak'adır.
5-
Kütüb-i Sitte müellifleri hadîslerin sıhhatini aramakta prensip olarak müşterek
iseler de, sahîh olması için koştukları şartlarda az çok farklılıklar var.
Buhârî en sıkı şartları koştuğu için onun kitabı Kur'ân'dan sonra en sahîh
kitap addedilmiştir.
6-
Kütüb-i Sitte'nin hepsi, hadîsleri, mevzularını esâs alarak tanzîm ederler.
Namazla ilgili olanlar, oruçla ilgili olanlar bir arada verilir. Hadîslerin
tanzîminde tâkip edilen bu temel prensip hepsinde müşterek olmakla birlikte,
yine tanzîm yönüyle, aralarında, bâzı teferruat ve inceliklerde farklar vardır.
Sözgelimi Müslim, bir hadîsin bütün turûkunu bir arada vermeyi mühim bir
prensip yaparken Buhârî böyle bir hususu hiç düşünmemiştir, o fıkıh yapmayı
esas alarak, hadîsleri, içindeki fıkha göre, her seferinde bir başka tarîkini
vererek tekrar eder.
7-
Buhârî ve Müslim dâhil, hiç biri, kendi kitabı dışında kalan hadîslerin gayr-ı
sahîh olduğunu iddia etmemiştir.
8-
Sırf sahîh hadîsleri ihtiva eden bir kitap yazma işini ilk ele alıp
gerçekleştiren Buhârî olmuştur. Diğerleri onun açtığı çığırda yürümüşlerdir. [208]
Hadîs
Miktarı:
Kütüb-i Sitte'de ne kadar
hadîs vardır? diye bir soru hatıra gelebilir. Buna kesin bir rakam verilemez.
Çünkü, yukarıda belirttiğimiz veçhile, her kitapta mevcut olan hadîs sayısını
tekrarlı ve tekrarsız diye ayrı ayrı mütâlaa etmemiz gerektiği gibi, toplam
altı kitabın tekrar olan ve olmayan hadîslerini de ayrı ayrı mütâlaa etmemiz
gerekmektedir. Ve ayrıca, mâna itibariyle birbirine çok yakın hadîsler var.
Bunların senetleri farklı olduğu için hadîsler ayrı ayrı sayıya girer. Öte
yandan bir kısım hadîsler, aynı sahâbenin rivâyetidir, sonradan ravilerde
değişiklik olmuştur. Normalde bunlar da ayrı ayrı sayıya girer. Öyle ise, aynı
veya yakın muhtevadaki hadîsleri senedine bakarak, ayrı ayrı sayıya dâhîl etmiş
oluyoruz. Halbuki mâna açısından bir mütalaa etmek daha uygundur. Demek ki,
hadîslerin miktarını tesbitte bâzı zorluklar söz konusu. Biz yine de bir fikir
vermek için şu rakamları kaydedeceğiz:
Buhârî 9082 hadîs
(Tekrarlarıyla)
Müslim 7275 hadîs
(Tekrarlarıyla)
Nesâî 5724 hadîs
(Tekrarlarıyla)
Ebu Dâvud 5274 hadîs
(Tekrarlarıyla)
Tirmizî 3951 hadîs
(Tekrarlarıyla)
İbnu Mace 4341 hadîs
(Tekrarlarıyla)
Toplam 35647 hadîs
(Tekrarlarıyla)
Bazılarınca Kütüb-i
Sitte'den sayılması haysiyetiyle Muvattayı da göz önüne almak gerekirse, Muhammed Fuad Abdulbâki'nin
baskısı itibariyle 1826 hadîs mevcuttur.
En başta Açıklamalar
kısmında da belirttiğimiz üzere, altıncı kitabı Muvatta olan Kütüb-i Sitte'nin
muhtasarı durumundaki Teysîru'l-Vüsûl'da 5988 hadîs mevcuttur. Hemen belirtelim
ki, bu eserin müellifi İbnu Deybe kitaba, Kütüb-i Sitte'de bulunmayan bir kısım
hadîsler ilâve etmiştir ve ayrıca yukarıdaki sayıya öyle rivâyetler girmiştir
ki, muhteva olarak bir öncekinden ayırmak, müstakil addetmek zordur.
Şu halde, Kütüb-i
Sitte'deki hadîslerin sayısı hususunda izâfiliği esas alıp, ortalama takrîbî,
nisbî rakamlardan söz etmek gerekir.[209]
Meşhur altı sahih hadis
kitabı. Hadis mecmualarının en sahihleri kabul edilen; Buhârî ve Müslim'in
el-Câmiu's-Sahih'leri ile Ebu Davud, Tirmizi, Nesâî ve ibn Mâce'nin Sünen'leri;
hadis tasnifinin altın çağı olan Hicrî üçüncü yüzyılda telif edilmiş olmak,
mümkün mertebe sahih hadisleri ihtiva etmek, konulara göre tasnif edilmek
(alel-ebvâb)... gibi ortak özelliklerinden dolayı, daha sonraki asırlarda
Kütüb-i Sitte: Altı Kitap, ortak adıyla şöhret bulmuştur. Bazı âlimler, az da
olsa zayıf ve mevzu hadisler ihtiva ettiği için İbn Mâce'nin Sünen'i yerine
İmam Mâlik'in Muvatta'ı veya Dârimî'nin Sünen'ini Kütüb-i Sitte'nin altıncı
kitabı kabul etmişlerdir.
Buhârî ve Müslim'in
Câmi'leri, Sahıhayn (İki Sahih) adıyla, müellifleri daha hayattayken büyük bir
üne kavuşmuş, bunları Ebu Davud, Tirmizî ve Nesâi'nin Sünen'leri takip etmiş ve
hadis âlimleri arasında bu kitaplar Usûl-i Hamse (Beş Temel) diye büyük bir
kabul görmüştü. Ebu'l-Fazl Muhammed İbn Tahir el-Makdisî[210]'nin
Usûl-i Hamse'ye yazdığı ve sahabeyi alfabetik olarak sıralamak suretiyle
onlardan nakledilen, belirli kitaplardan bulunan hadislerin kaynağını göstermek
için yazıları kitaplar anlamına gelen etrafa İbn Mâce'nin Sünen'ini de eklemesi
ve Şurûti'l-Ümmeti's-Sitte (Altı İmamın Şartları) adlı kitabını telifiyle
muteber hadis kitaplarının grub adı bundan sonra, İbn Mâce'nin de ilave
edilmesiyle Kütüb-i Sitte olarak meşhur olmuştur.
Böyle bir isimlendirme,
Kütüb-i Sitte içinde zayıf, hatta mevzu (bilhassa İbn Mâce'de) hiç bir hadis
bulunmadığı, onlar dışındaki hadis kitaplarında da sahih hadis olmadığı
anlamına gelmez. Nitekim Buhârî ve Müslim başta olmak üzere, Kütüb-i Sitte
müelliflerinden hiç biri, kendi kitaplarına sahih hadislerin tamamını
aldıkları, kitaplarındakilerin dışında sahih hadis bulunmadığı şeklinde bir
iddiada bulunmamışlardır. Esasen bir hadisin sıhhati, hangi kitapta bulunduğuna
bakarak değil, onu nakleden kişilerin haline bakılarak tesbit edilebilir. Diğer
taraftan bu altı imam, kendilerinden önce derlenmiş olan yazılı ve sözlü hadis
kaynaklarından yararlanarak bu eserleri meydana getirmişlerdir. Bu değerli
eserlerin tasnifine, kendilerinden önceki çalışmalar zemin hazırladığı gibi,
hadis tasnifi onlardan sonra da devam etmiştir.
İlmî çevrelerde büyük bir
kabul gören Kütüb-i Sitte ile ilgili çok sayıda ve hacimli çalışmalar
yapılmıştır. Bunların büyük bir kısmı bu kitapların şerhi (açıklaması),
ravilerinin durumları, cem (mükerrerleri çıkararak birlikte rivayet ettikleri
hadisleri bir araya toplama) ile ilgilidir. Kütüb-i Sitte hadislerini bir araya
toplayıcı çalışmalardan biri, Beğavî'nin[211]
Mesâbîhu's-Sünne'sidir. Hadisleri, senedlerini hazfederek kitabına alan Beğavî
eserini Sünen tarzında tasnif etmiş, Kütüb-i Sitte ve Dârimî'nin Sünen'inde bulunan
hadisleri 4434 hadiste toplamıştır. Bu konuda yapılan önemli bir çalışma da
İbnu'l-Esîr'in[212]
Câmiu'l-Usûl li Ehâdisi'r-Rasûl isimli eseridir. İbnu'l-Esîr, İbn Mâce hariç
Kütüb-i Sitte ile Muvatta'da bulunan hadisleri, -mükerrerlerini çıkararak-
alfabetik tarzda tertib ettiği kitaplar ve onların alt başlıkları olan bablar
halinde tasnif etmiştir. 9523 hadis bulunan bu eser Kütüb-i Sitte adıyla
Türkçeye tercüme edilmiştir.
Kütüb-i Sitte'yi oluşturan
kitaplar ve özellikleri:
1.
Buhârî ve el-Câmiu's-Sahîh'i: Ebu Abdullah Muhammed b. İsmail el-Buhârî[213]
40 yıl süren ilmî seyahatler esnasında toplamış olduğu engin hadis malzemesini
16 yılda tasnif ederek, "el-Câmiu's Sahîhu'l-Müsnedü'l-Muhtasar min Umûri
Rasûlillahi (s.a.s) ve Sünenihi ve Eyyâmih" adlı eserini yazmıştır. Hocası
İshak b. Rahuye'nin, "Rasûlüllah'ın sahih hadislerini muhtasar bir kitapta
toplasanız" tavsiyesiyle hareket eden Buhârî, 600.000 hadis arasında
seçtiği 7275 hadisi, 97 kitap ve 3400 den fazla bab'a (alt bölüm) yerleştirmiş,
konuları geldikçe aynı hadisi bir kaç yerde daha tekrar etmiştir. Bu nedenle,
mükerrerler dışındaki toplam hadis sayısı 3-4 bin civarına inmektedir. Buhârî,
tercüme denilen bab başlıklarında konuyla ilgili âyet ve hadislerden iktibaslar
yapar, âlimlerin ve bazan kendisinin görüşlerine yer verir, direkt veya
endirekt yollarla tercihlerini ihsas ettirir. Tercemelerde verdiği hadis ve
haberlerin çoğu muallak (senedsiz veya eksik senedli)tır. Daha önceki hadis
mecmualarında pek görülmeyen bu usul Buhâri'ye hastır. Bu nedenle,
"Buhârî'nin fıkhı tercemelerindedir" sözü yaygınlaşmıştır. (Yekünü
1341 olan bu tür) muallak hadisler, Buhârî'nin kitabına verdiği isimden de
anlaşılacağı gibi, sahih hadislerin dışındadır. Tercümelerde Buhârî'nin verdiği
bilgiler, hadislerin ihtiva ettiği fıkhı malumatı kavramada çok faydalıdır.
Bütün âlimlerin ittifakıyla hadis mecmualarının en sahihi kabul edilen
el-Câmiu's-Sahîh, türkçeye de tercüme edilmiş, mükerrerlerinin çıkarıldığı
Tecrid'i de tercüme ve şerhiyle, Diyanet İşleri Başkanlığınca basılmıştır.
2.
Müslim'in el-Câmiu's-Sahîh'i: Ebu'l-Hüseyn Müslim b. Haccâc[214],
300.000 hadis arasından seçerek tasnif ettiği kitabına,
"el-Camiu'l-Müsnedü's-Sahîh" ismini vermiş, mukaddimede tasnif
metodunu açıklamıştır. Buhârî'nin yaptığı gibi bab başlıklarında bilgi
vermemiş, hatta, bab başlığı dahi tanzim etmemiş, sadece "bab"
demekle yetinmiştir. Bugün eldeki Müslim nüshalarında bulunan bab başlıkları,
eseri şerheden İmam Nevevî'ye aittir. Müslim kitabına, mevkuf ve maktu
hadisleri almamış, muallaklara ise çok az yer vermiş, hadisleri konularına göre
bölmemiş, hadisi en çok ilgili olduğu yerde nakletmiş, metin ve sened olarak
benzerlerini bir arada ve kısaltarak tekrar etmiştir. Bu yönüyle Müslim
Buhârî'den daha derli topludur. Bu ve benzeri özelliklerinden dolayı bazı
âlimler (mesela Mağribliler) Müslim'i Buhâri'ye tercih etmişlerdir. Müslim'in
Câmi'i, 54 kitap, 1322 bab, mükerrerler dışında 3033 hadis ihtiva etmektedir.
Kadı İyaz ve İmam Nevevî başta olmak üzere pek çok âlim Müslim'i şerhetmiştir.
Müslim, sade, metin ve şerhli olarak türkçeye tercüme edilmiştir.
3.
Tirmizi'nin Câmi'i: Ebu İsa Muhammed b. İsa et-Tirmizi'nin[215]
Cami'i, es-sünen ismiyle de maruftur. Devrin âlimlerinin tetkikine sunulan ve
takdir edilen Sünen-i Tirmizi, 46 kitap, 2496 bab ve 4000 hadis ihtiva
etmektedir. Hadisçilik açısından Müslim'e, fıkhu'l-hadis (hadislerde bulunan
çeşitli hükümler) yönünden de Buhârî'ye ait özellikleri, onlara yakın ölçüde
kitabında toplayan Tirmizi, bab başlığı altında hadisleri sıraladıktan sonra şu
işlemleri yapar; hadisin sıhhat durumunu (sahih, hasen, zayıf, hasen-sahih,
garib...), ravilerin durumunu, varsa seneddeki illetleri, hadisin diğer
tariklerini, sahabilerin o konudaki başka rivayetlerini, bu hadislerle ulemânın
nasıl amel ettiğini, ittifak ve ihtilaflarını... açıklar. Hadislerden istifade
için çok faydalı olan bu açıklamalar onları, amel edilebilir hale getirir.
Tirmizi üzerine de pek çok şerh yazılmış ve eser türkçeye tercüme edilmiştir.
4.
Ebu Davud'un Sünen'i: Ebu Davud Süleyman b. Eş'as es-Sicistânî'nin[216]
kitabı, ahkâmla ilgili hadislerin tasnif edildiği Sünen türünün en güzel
örneğidir. Kitabına, 400.000 hadis arasından seçtiği 4000 hadisi aldığını,
bunların da dört hadiste özetlenebileceğini belirten Ebu Davud; sahih, hasen,
leyyin ve amel edilebilir derecedeki zayıf hadisleri Sünen'ine aldığını söyler.
Kitabında zayıf hadislerin mevcudiyetini kabul eden Ebu Davud, muhaddislerin
ittifakla terkettikleri herhangi bir hadisi Sünen'ine almamıştır. 40 kitaptan
oluşan Sünen'e pek çok şerh yazılmış, eser türkçeye de tercüme edilmiştir.
5.
Nesâî'nin Sünen'i: Ebu Abdurrahman Ahmed b. Şuayb en-Nesâî[217]
sahih ve zayıf hadislerden derlediği es-Sünenü'l-Kübrâ'sını istek üzerine,
sadece sahih hadisleri almak üzere ihtisar etti ve bu yeni eserine el-Müctebâ
adını verdi. Kütüb-i Sitte içinde Nesâî denince, işte bu Müctebâ kasdedilir.
Sünenler içinde en az zayıf hadis ve cerhedilmiş ravisi olan mücteba,
Sahihayn'dan sonra üçüncü kitap olarak kabul edilir. Nesâî, hadisler arasındaki
çok küçük rivayet farklarını dahi göstermiş ve rical tenkidinde büyük bir
hassasiyet göstermiştir. 51 kitap ve yaklaşık 2400 babtan oluşan Müctebâ,
türkçeye çevrilmiştir.
6.
İbn Mâce'nin Sünen’i: Ebu Abdullah Muhammed b. Yezıd el-Kazvînî'nin[218]
Sünen'i, 37 kitap, 1515 bab ve 4341 hadis ihtiva eder. Bu hadislerin büyük bir
çoğunluğu, diğer beş kitapta (usûli hamse) mevcuttur veya sahih ve hasen
durumundadır. İbn Mâce'deki hadislerin 613 ünün isnadı zayıf, 99 unun isnadı
ise, yok hükmünde veya münker ya da yalanlanmıştır. Bilhassa, şahıs, kabile ve
şehirlerin faziletleriyle ilgili hadislerin çoğunun uydurma olduğu
söylenmiştir. Ancak, VI. asırdan sonra Kütüb-i Sitte'nin altıncı kitabı olarak
kabul edilen İbn Mâce, tertibi, tekrardan uzak ve kısa oluşu ile oldukça
değerlidir. Muhammed Fuad Abdülbâkı tahkikiyle yapılan baskı, pek çok ilmî
kolaylıklar sağlamış, eserdeki zayıf yönlere işaret edilmiştir. Bu baskı esas
alınarak Sünen, şerhi de yapılmak suretiyle türkçeye çevrilmiştir.[219]
KÜTÜB-İ
SİTTE'NİN ŞARTLARI:
Hadîs ilmi açısından
Kütüb-i Sitte'nin şartlarının bilinmesi mühim bir meseledir. Ancak hemen
belirtelim ki, bunların şartları şunlardır diye üç beş maddede sıralayıvermek
mümkün değildir. Sebebine gelince:
1-
Muhammed İbnu Tâhir el-Makdisî'nin ifâdesiyle, İmamlardan hiç biri: "Ben
kitabıma şu şartlara uygun olan hadîsleri aldım" diye bir açıklamada
bulunmamıştır"[220]
2-
Aradıkları şartlarda müşterek prensiplerle birlikte, her birinin kendine has
nokta-i nazarı ve şurûtu var.
Bu sebeplerden dolayı tâ
bidâyetten beri muhakkik âlimler, Kütüb-i Sitte imamlarının istinad ettiği
şartları, o kitapları inceleyerek, hadîsleri rivâyet eden râvilerin
durumlarını, taşıdıkları evsafı tedkik ederek bulmanın gereğine inanmışlardır.
Bu maksadla bazan müstakil eserler yazılmış bazan da umumî eserlerde yeri geldikçe
meseleye temâs edilmiştir.[221]
Mustakil
Eserler:
Kütüb-i Sitte'nin şartları
üzerine te'lîf edilen müstakil eserler şunlardır:
1-
İbnu Mende diye meşhur el-Hâfız Ebu Abdillah Muhammed İbnu İshâk (v. 395/1004):
Şurûtu'l-Cimme Fi'l-Kırâeti ve's-Semâi ve'l-Münâveleti ve'l-İcâze.
2-
El-Hâfız Muhammed İbnu Tâhir el-Makdisî (507/1113): Şurûtu'l-Eimmeti's-Sitte.
3-
El-Hâfız Ebu Bekr Muhammed İbnu Musa el-Hazimî (584/ 1188):
Şurutu'l-Eimmeti'l-Hamse.[222]
Müşterek
Şartlar:
Kütüb-i Sitte imamlarından
her birinin, diğerinden farklı olan yönlerine geçmeden müştereken tâbi olduğu
şartları belirtmede fayda var. Kitabımızın Usul Bahsi'nde daha geniş olarak
durulacağı üzere, bir rivâyetin sahîh olabilmesi için, bütün İslâm ulemasının
müştereken kabul ettiği bazı temel şartlar bulunmakta. Bu şartları Kütüb-i
Sitte imamları aynen aramışlardır. Onlar, sahîh hadîsi tarîf ederken zikredilen
evsaf olup, şunlardır:
1.
Ravi müslüman olacak, gayr-ı müslimin rivâyeti alınmaz.
2.
Râvi âkil olacak, mümeyyiz olmayan çocuk veya mecnunun rivâyeti makbul
değildir.
3.
Râvi doğru sözlü olacak, yalancı bilinen kimsenin rivâyeti alınmaz.
4.
Râvi meşhur olacak, yani kendisinden, en az iki kişi hadîs almış olacak veya
cerh ve tâdîl yönünden hali bilinecek.
5.
Müdellis olmayacak, yani hadîs rivâyetini dürüst şekilde yapmalıdır. Hadîsin,
gerek senedinde ve gerekse metnindeki bir kısım kusurları gizlemeye kalkarsa bu
kimsenin rivâyeti sahîh olmaz.
6. Diyânet
sahibi olacak, fâsık olmayacak. Farzları yapmayan, haramları işleyen kimseden
hadîs alınmaz.
7. İtikadı
düzgün olacak. Küfrünü gerektiren sapık inanç sahiplerinden hadîs alınmaz.
Ehl-i bid'a denen şiadan hadîs alınırsa da, onların küfre götüren bâtıl
inançlara düşenlerinden alınmaz.
8.
Mürüvvet denen insanî yönü, ahlâkî durumu, örf ve edeb kaidelerine
riâyetkârlığı da aranmıştır. Mürüvveti noksan kimselerin rivâyette dürüst
olamayacağı, hadîslerinin sahîh addedilmemesi gereği kabul edilmiştir.
9.
Zabt'ı tam olacak. Yazdıklarına, ezberlediklerine hâkim olacak.
Bu sayılanlardan 1., 3.,
4., 5., 6. ve 7. maddeler bazan Adalet kelimesiyle ifâde edilir. Râvi adâlet
sâhibi olmalıdır dendi mi hepsi kastedilmiş olur.
Bunlar râvilerde aranan
şartlar. Bu şartlarda çoğunluk müttefiktir. Bazı teferruatta farklılıklar söz
konusudur, bunlara usul bahislerinde temas edeceğiz.
10.
İttisal şartı. Hadîsin sıhhatine tesîr eden mühim bir şarttır. Senette kopukluk
olmamalıdır. Yâni rivâyet, Resûlullah(aleyhissalâtu vesselâm)'a kadar birbirini
görmüş olan râviler kanalıyla gelmelidir.
11.
Muhâlefet olmamalıdır. Yani hadîs, bir başka hadîs'in veya âyetin hükmüne
muhâlefet etmemelidir. Muhalefet taşıyan hadîslere şazz, münker gibi isimler de
verilmiştir.
12.
Son bir müşterek şart hadîsin muallel olmamasıdır. Yani herkesin fark
edemeyeceği, hadîs ilmini çok iyi bilenlerin keşfedeceği gâmız, ince bir kusur.
Şu halde, bir hadîsi sahîh
kabul edebilmek için bu şartları aramada âlimler müttefiktirler. Bunlardan biri
eksik olsa hadîs "sahih" olmaz. [223]
Hususî
Şartlar:
Yukarıda kaydedilen
şartlarda herkes müşterek olmakla beraber, bunların anlaşılması ve tahakkuk
şartlarına inildikçe ortaya çıkan teferruatta ayrılıklar, farklılıklar zuhûr
etmektedir. Burada kaydedeceğimiz en mühim mesele ittisal'in tahakkukuyla
ilgili hususî şarttır. Buhârî bu meselede münferid ve çok kesin bir yol
tutmuştur.
Ona göre, ittisalin gerçek
mânada tahakkuku, râvi hadîsi kimden rivâyet ediyorsa, onunla berâberliği zanna
dayanmamalı, kesin olmalı ve mümârese şartı gerçekleşmelidir.
Bu husus râvinin şahsî
vasfına girmez, hocası ile temas durumunu ifade eder. Râvi şahsî vasıflarıyla
mükemmel olsa bile, hadîs rivâyet ettiği kimse (şeyhi veya hocası) ile temâs ve
berâberlik durumu ikna edici değilse, Buhârî hazretleri o rivâyeti sahîh
addetmez.[224]
Râvilerin
Tabakaları:
Mevzuumuza girerken
isminden bahsettiğimiz Hâzimî, Kütüb-i Sitte kitapları arasında mevcut olan
farkları göstermek maksadıyla; râvileri, az yukarıda verdiğimiz vasıflara uyma
yönlerinden bir sınıflamaya -kendi ifâdesiyle tabakalara ayırmaya- tabi tutar.
Ona göre, hangisi olursa olsun, bütün râviler şu beş tabakadan birinde yer
alır, rivâyeti de ona göre sıhhat açısından az veya çok bir değer taşır: [225]
Birinci Tabaka:
Bunlar, bir râvide aranan
bütün sıhhat şartlarını, gerek adâlet ve gerekse zabt yönünden tam ve eksiksiz
olarak hâiz olan râvilerdir.
Ayrıca, hadîs aldığı zâtı
uzun müddet görmüş, tam bir mümârese, tanışma hâsıl olmuştur.
Bu tabakada olan râviler
sıhhatçe en üstün râvilerdir. Rivâyetleri bir babta asıl olarak kabul edilir.
Bu tabaka Buhârî'nin
tabakasıdır. Buhârî bir hadîsi sahîh kabul ederek herhangi bir bâba asıl yapmak
için, bu şartları haiz râvilerce rivâyet edilmesini şart koşmuştur. [226]
İkinci Tabaka:
Adalet ve Zabt vasıfları
yönüyle birinci tabadaki râviler gibi olmakla berâber, şeyhi ile berâberliği az
olan ve bu sebeple şeyhinin rivâyetleri hakkında fazla mümâresesi, bilgisi
olmayan kimselerdir. Bunlar itkânda birinci tabakadan geridirler.
Bir hadîsin sahîh
addedilmesi için Müslim bu azıcık beraberliği yeterli bulur. Buhârî'ye göre bu
vasıftaki râvinin rivâyeti bir bâbta asıl olmazken, Müslim'e göre olmaktadır.
Az sonra, kendi
ifadesinden kaydedeceğimiz üzere Müslim, görüşme şartları içinde bulunan
sikaları görüştüklerine dâir sarâhat olmasa bile görüşmüş kabul edecek, bu
şartlardaki rivâyeti sahîh addedecektir. [227]
Üçüncü Tabaka:
Bu tabakada yer alan râvîler hocaları ile uzun
zaman berâber olmuş mümâresesi tam olmakla beraber, adelet ve zabt yönlerinde
bir kusur, bir eksiklik bulunan râvilerdir. Bunlar kabul ve red
ortasındadırlar. Bazıları makbûl addederken diğer bazıları reddetmiştir. Bir
başka ifade ile muhtelefun fih'tirler. Ebu Davud ve Nesâî'nin, hadîs kabûlünde
yeterli buldukları şartlar budur. Onlara göre, bu vasıftaki şahısların
rivâyetleri sahîhtir. [228]
Dördüncü Tabaka:
Bunlar, üçüncü
tabakadakiler gibi, cerh sebeplerinden birini taşımaktan başka, hadîs aldığı
şeyhi ile mümâresesi de eksik olan râvilerdir. Bu tabaka Tirmizî'nin
tabakasıdır. O, bu şartları taşıyan râvilerin hadîslerini kitabına almakta beis
görmemiştir.
Hemen belirtelim ki,
Tirmizî, yeri gelince açıklayacağımız üzere, bu çeşit hadîsleri -aynı babta
gelen eşit derecede veya daha sahîh hadîslerin desteği gibi- başka bazı
şartlarla kitabına almıştır. [229]
Beşinci Tabaka:
Zayıf ve meçhul râvilerin
dâhil olduğu grubu teşkil eder.
Ebu Dâvud ve ondan sonra
gelenlerin şartlarına uygun olarak fıkhî mevzularda hadîs tahrîc eden bir kimse
için, bu tabakaya mensup ricâlden itibâr (yâni başka bir zayıfı güçlendirmek)
maksadıyla hadîs almak câiz ise de Buhârî ve Müslim'in şartlarıyla hareket
edenlere câiz değildir.
Az ilerde, belirteceğimiz
üzere, bir kısım mûcib sebeplerle Buhârî ikinci, Müslim de üçüncü tabaka
ricalinin bâzılarından hadîs almışlardır. Ebu Dâvud da dördüncü tabaka
ricâlinden hadîs almıştır.
Görüldüğü gibi bu
taksîm'de İbnu Mâce'nin ismi geçmemektedir. Çünkü, Hâzimî'ye göre Kütüb-i Sitte
değil, Kütüb-i Hamse yâni altı değil, beş kitap mevzubahistir.
Yine belirtelim ki,
Hâzimî, bu taksimle ricâl bilgisi olanlara, hadîsin senedine bakar bakmaz,
hadîsin değerlendirilmesi hususunda umumî bir mi'yâr, oldukça muteber bir
kriter, her kapıyı açacak bir anahtar vermiş olmaktadır.
Hazimî açısından en mühim
şart Buhârî ve Müslim'in şartlarıdır. Diğerleri arasında ciddî bir fark yoktur.
Şu ifâde onundur: "Ebu Dâvud ve ondan sonra gelenlerin şartlarına gelince,
bunların şartları birbirine yakındır. Bunlardan bir tanesinin sözünü
nakletmekle yetineceğiz, diğerleri ise onun gibidir" Hazimî, arkadan, Ebu
Dâvud'un Mekke ahâlisine hitâben, Sünen'inde yer alan hadîslerin durumlarını
bildiren bir mektubundan nakilde bulunur. Ebu Dâvud'la ilgili bahiste bu
mektuptan bazı pasajlar vereceğiz.[230]
Sahîheyn:
Hâkim en-Neysâbûrî,
el-Medhal ilâ Mârifeti Kitâbi'l-İklîl'de, Sahîheyn'de yer alan hadîslerin,
Sahâbe'den itibâren hep meşhûr olan (yani kendisinden en az iki kişinin hadîs almış
bulunduğu) râviler tarafından rivâyet edilen hadîsler olduğunu ileri sürmüş ise
de bunun hatalı olduğu açıklanmıştır. Nitekim Muhammed İbnu Tâhir el-Makdisî,
yukarıda adını verdiğimiz eserinde, Buhârî ve Müslim'in meşhur olmayan
râvilerinden örnekler vererek bu iddianın geçersizliğini gösterir. Ayrıca,
Hâfız Ziyâu'l-Makdisî'de, Buhârî ve Müslim'in tek tarîkden yaptıkları garîb ve
ferd rivâyetlerini Garîbu's-Sahîhayn adında müstakil bir te'lifde cemetmiştir.
Burada yer alan ikiyüzden fazla rivâyet, Şeyheyn'în hadîs kabulünde böyle bir
şart koşmadıklarının daha muknî bir delili olmaktadır.
Ancak, konuyu tahlil eden
İbnu Hacer, Hâkim'in bu iddiasının mutlak olmasa bile bâzı kayıtlarla
doğruluğuna hükmeder. Şöyle der: "Hâkim'in mevzubahs ettiği şart, kendilerinden
Buhârî'nin tahriçte bulunduğu bir kısım Sahâbe hakkında geçersiz olsa bile,
Sahâbe'den sonra gelen râviler hakkında mûteberdir. Buhârî'de asıl (yani bir
babın istinad ettiği, babtaki fıkhî hükme delîl olan müsned rivâyet) olarak
rivâyet edilen hadîsler arasında, tek râvisi olan (yani meşhur olmayan)
kimseden tek bir râvi mevcut değildir". Suyutî de, Tedrîb'de, Hâkim'in
sözünü az bir te'ville, kabul eden başkalarını kaydeder. Bu te'vîle göre,
Hâkim, meşhur iddiasında "Sahîheyn'deki hadîslerin ikişer tarîk'den gelmiş
olduğunu söylemek istememiş, en az iki râvisi bulunan yâni meçhûl olmaktan
çıkıp meşhûr vasfını alan râvîlerden rivâyet edilmiş olduğunu söylemek
istemiştir". Ne var ki, Suyutî'nin de belirttiği üzere, bu iddia, Hâkim'in
ilmî tesâhül'ünden yani gevşekliğinden ileri gelen bir durumdur, gerçeği
aksettirmekten uzaktır.[231]
Buharî ve Müslim'in
sahihlerine "iki sahih hadis kitabı" anlamında kullanılan bir usul-u
hadis terimi.
Bu iki imamdan sonra gelen
hadis hafızlarından, kendilerine göre yalnız sahih hadisleri toplayanlar
olmuşsa da, hiç biri bu iki kitapta gösterilen dikkat ve basireti göstermeye
muvaffak olamamıştır. Bundan dolayı bu iki kitaba hadis kitaplarının en
sahihleri denilmiştir. Aslında daha önceleri en sahih olan kitap, İmam Malik'in
Muvatta'ı idi. Ancak, Muvatta'daki hadis-i şeriflerin hiç biri bu iki kitabın
dışında kalmadığı için, Mütekaddimînin de Müteahhirînin de, en sahih olma
hususunda ihtilafları yok demektir.[232]
Sahihayn'ın Mukayeyesi:
1-
Sıhhat yönünden:
Bu açıdan Buharî'nin üstünlüğü kabul edilmiştir. Buhari, bir hadisin mevsul
olması için lika (ravi ile karşılıklı görüşme)'yi şart koştuğu halde; Müslim
muasara (ravi ile çağdaş olma)'yı yeterli bulur. Buharî'nin en önemli üstünlüğü
budur.
2-
Tertip yönünden:
Bu açıdan Müslim'in üstünlüğü kabul edilir. Buharî, kitabında hadisleri,
hadiste var olan fıkıh hükmü adedince, bölerek tekrar ederken; Müslim,
kitabının en uygun yerinde kaydeder; nadiren tekrara yer verir. Müslim'in esas
gayesi fıkıh yapmak değil; hadislerin senedlerini biraraya getirmektir.
3-
Fıkıh önünden:
Bu hususta Buhari üstündür. Buhârî, daha önce de belirttiğimiz gibi, bâbları
fıkhî açıdan düzenlemiş, teracim denen bab başlıklarında özellikle fıkıh
beyanına gayret göstermiş; bablar arasında mantıkî bir irtibat gözetmiştir.
Müslim'de fıkhî açıdan tertip ve tanzim söz konusu değildir. Buhârî'de fıkıh
öylesine üstünlük gösterir ki, bazı âlimler onun müstakil bir müctehid olduğu
kanaatine varırlar.
Buhârî ve Müslim, diğer
meslektaşlarına göre hadis kabulünde çok daha titiz olmalarına rağmen, bir
kısım tenkidlerden uzak kalamamışlardır. Kastalanî, Sahihayn hadislerine gelen
tenkidleri altı kısma ayırır. Bunların her birine gerekli cevapları vererek
onların haksızlığını gösterir:
1-
Bazı senetlerin ricalinde şahıslar sayıca farklıdır.
2-
İsnadın değişmesiyle ravilerinde ihtilaf edilen rivayetler vardır.
3-
Bazı raviler ziyadelerinde tereddüd ederler.
4-
Zayıf kabul edilen ravilerin teferrüd ettiği hadisler mevcuttur (Buhârî'de
sadece iki adet).
5-
Vehmine hükmedilen (zayıf) raviden rivayetler alınmıştır.
6-
Bazı metinlerde lafızlar değişmektedir.
Kastalanî, bunlara teker
teker izah getirerek, tenkidlerin haksızlığını gösterir.
Ravilere yöneltilen cerh
sebeplerine gelince; bunlar bid'at[233],
cehalet[234],
galat, muhalefet, tedlis ve irsal açılarından gelmektedir. Bunlardan biri veya
bir kaçıyla cerhedilen ravilerin sayısı, -çoğunluğu Müslim'e ait olmak üzere-
210 adettir. Bu ithamların etkili olabilecek bir zayıflık derecesi olmayacağını
göstermek için İbnü's-Salah, Hâzimî, Nevevî, Suyuti, İbn Hacer gibi araştırmacı
ve titiz âlimler bazı açıklıklar getirirler.
1-
Bu ravilerdeki zayıflık, hadislerini terk ettirecek derecede şiddetli değildir.
2-
Onlardan alınan rivayetler, şevâhid ve mütabaat türündendir; asıl değildir.
3-
Buhari ve Müslim'in bu zayıf ravilerden hadis alma yolları zaaf sebebinin
ortaya çıkmasından önceki bir tarihe aittir.
4-
Zayıflardan hadis alma işi bazen onların senedindeki ulviyyetten dolayıdır.
Yani biri âlî fakat zayıf, diğeri nâzil fakat sağlam iki ayrı senetle rivayet
edilen bir hadisin ulvî senetle gelen şeklini, öbürünün desteğine dayanarak
kitaplarına almışlardır.
5-
Buharî ve Müslim'in bazı zayıf ravileri hakkında da şunlar söylenmiştir:
Bunlara başkaları tarafından yapılan zayıflık ithamı Buhari ve Müslim açısından
sabit ve muteber değildir. Cerh ve ta'dil, ictihadî bir keyfiyettir. Herkes
kendi elde ettiği bilgiye göre hüküm verir. Demek ki Buhârî ve Müslim bu
ravileri sikâ biliyor. Üstelik bazı ithamlar çok çabuk yapılıvermiştir. Bid'a
ithamı bunlardan biridir. Bizzat Buhârî'nin kendisi Halkul-Kur'ân meselesinde
ağır ithamlara maruz kalmıştır. Nitekim Buharî ve Müslim'in ravileri arasında
32 kişinin ehl-i bid'at'dan olduğundan dolayı itham edildikleri söylenmişse de,
onların gerçekte ehl-i bid'a oldukları kesin değildir.
6-
Nevevî, bir kısım râviler hakkında cerhin tam anlamıyla açıklanamadığını,
Buharî ve Müslim'in de bu sebeple onlar hakkında cerhi kabul etmediklerini
söyler. Hadis ilminin genel kaidelerinden birine göre ravinin kabul edilmesi
için cerh yapanın cerh sebebini iyi açıklaması gerekir. Sadece
"zayıftır" demek makbul değildir.
7-
Buharî ve Müslim, kendi tabakaları dışında hadis almış ise de, Buharî bu
meselede titiz davranmıştır. Şöyle ki, ikinci tabakadan aldığı hadisleri
muallak olarak zikretmiştir. Üçüncü tabakanın sadece müksirlerinden ve nadiren
almış, bunları da muallak olarak kaydetmiştir.
İslam âlimlerinin bu
konuda en titiz olup işi çok sıkı tutanları sahihayn'ı didik didik ederek,
tenkid edilecek hiçbir noktasını bırakmadan, söylenebilecek her şeyi
söylemekten çekinmemişlerdir. İlim ve vukufta onlardan geri kalmayan ve hatta
onları geçen mutavassıt âlimler de bunlara cevap vermişler; haklı oldukları
noktada haklılıklarını, haksız oldukları yerlerde de haksızlıklarını göstererek
sahihayn'ın gerçek değerini ortaya koymuşlardır.
Bu duruma göre,
İmamül-Harameyn'in "Bir kimse sahihayn'de yer alan bütün hadislerin sahih
olduğu hususunda yemin etse veya talakta bulunsa ne yemini bozulur ne de tatlik
vaki olur" sözünün doğruluşunda fukahâ ve diğer ilim ehlinin tamamı icma
ederek en muteber, en sahih hadis mecmuaları olduklarını kabul etmişlerdir. Bir
kısım rivayetleri değerlendiren Kastalanî şunu ifade eder:
"Buharî ve Müslim,
kitaplarına illetsiz hadisleri almışlardır. Şayet illetli olanı varsa, bu da
müessir olan, sıhhati bozan bir illet değildir."[235]
Buhâri
İle Müslim Arasındaki Farklar:
Buhârî ve Müslim,
râvilerinin, adalet ve zabt yönünden mükemmel olmalarını aramakta
müttefiktirler. En mühim fark râvinin hocası ile münâsebeti noktasında düğümlenir.
Buhârî, hoca ile talebe arasında lika'yı yâni yüz yüze gelmeyi şart koşarken
Müslim, muâsara'yı yâni aynı asırda, görüşebilmiş olma şartları dâhilinde
yaşamış olmayı yeterli bulmaktadır.
Müslim, Sahih'inin
mukaddime kısmında sika bir râvinin, muâsırı olan bir diğer sikadan karşılaşmış
olmayı tasrîh etmeden, yâni mu'an'an bir siga ile rivâyet ettiği hadîsin mevsul
kabul edilmesi gereğine inandığını belirtmekle kalmaz, buna karşı çıkana ağır
bir dille hücum eder. İsim vermese de bu sözüyle tenkîd ettiği kimse
Buhârî'dir. Zira, her ne kadar Buhârî'nin hocalarından Ali İbnu'l-Medîni gibi
başkaları da mu'an'an rivâyetin, Lika bilinmedikçe, muttasıl kabul edilmemesi
gerektiğini söylemişlerse de, bu hususta ısrar edip, eserinde fiilen tatbîk
eden Buhârî olmuştur. Müslim'in beyanı özetle şöyle: "...Kavlini
anlatmaktan ve çürük fikrini haber vermekten söz açtığımız bu kimsenin zu'muna
göre, 'Senedinde fülânun an fülânin' ibâresi bulunan her hadîsin râvilerinin
-aynı asırda yaşadıkları ilmen sâbit ve râvînin hadîsi, şeyhinin ağzından
işitmiş olması pek âla mümkün olduğu halde, yalnız ondan işittiğini biz
bilmiyor ve rivâyetlerin hiç birinde bu iki râvinin- buluştukları veya bir
hadîs söyleştikleri zikredilmiyorsa, bu şekilde gelen hiçbir haberden hüccet
olmaz." İsnadlara ta'n husûsunda bu kavl -Allah sana merhamet etsin-
uydurma, yeni çıkma, sâhibinden önce kimse tarafından söylenmemiş ve ehl-i
ilimden hiçbir taraftarı bulunmayan bir sözdür... Mevsuk (güvenilir) olan her
râvi, kendi gibi sika olana bir hadîs rivâyet eder ve her ikisi bir asırda
bulunmakla onunla görüşmek ve kendisinden hadîs dinlemek câiz ve mümkün olunca,
bir araya geldikleri ve vicâhen görüştükleri hiçbir haberde bulunmasa bile, o
rivâyet sâbittir ve hücciyyeti (delil olması, kendisiyle amel edilmesi)
lâzımdır. Ancak ortada, bu râvinin rivâyette bulunduğu zatla görüşmediğine,
yahut ondan bir şey işitmediğine apaçık delalet eden bir delîl bulunursa o
başka..."
Şu halde, Müslim'le Buhârî
arasındaki en mühim farkı, sikanın mu'an'an rivâyetini mevsûl addedip sahîh
kabul edip etmemek teşkîl ediyor. Buhârî Lika şart derken Müslim, yukarıdaki
beyanından da anlaşılacağı üzere mu'an'an bir rivâyeti, şu şartlarla mevsûl
kabûl ediyor:
1-
Mu'an'ın (yani hadîsi "falandan işittim" diyerek bizzat işitmiş olma
durumunu açıklamadan rivayet yapan kimse) sika olacak. Şu halde müdellis'in
mu'an'an rivâyetini Müslim de mevsul addetmiyor.
2-
Aynı asırda yaşamış olacaklar.
3-
Görüşme imkânı içinde bulunacaklar.
4-
Görüşmediklerine dair sarâhat olmayacak.
Arada küçük gibi görünen
bu fark, bir hadîsin sahîh olabilmesi için akla gelebilecek bütün şartları
tamamlayarak, her çeşit tereddüdü izâle ettiğinden Buhârî'ye müstesna bir
üstünlük kazandırmıştır.[236]
Sahîheyn'de
Muallak Hadîs:
Muallak diye rivâyetin
senedinin baş tarafından (yani müellif tarafından bir veya bir kaç ravinin
düşmüş bulunduğu rivayete denir. Hadîsi bu şekilde rivayet etmeye de ta'lîk
denir. Sözgelimi, Buhârî, herhangi bir hadîsi: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdu ki" veya "Ebu Hüreyre'nin rivâyetine göre
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurmuştur:" diyerek
kaydetmişse buna muallak hadîs denir. Görüldüğü üzere, burada senet yoktur.
Elbetteki, senette eksiklik olduğu takdirde o hadîs zayıftır.
Hemen belirtelim ki,
Buhârî ve Müslim'de muallak hadîs vardır. Ancak muallaklar Müslim'de 14 tane
olmasına rağmen, Buhâri'de kıyaslanamayacak kadar çoktur: 1341 tâne. Ve
Buhârî'de muallak hadîsler, ayrıca ele alınacak kadar ehemmiyet arzeden bir
husustur. Çünkü, bu kadar muallak hadîse rağmen nasıl "sahîh"
denebilmektedir?. Bu muallakları niçin almıştır? gibi sorular hatıra gelebilir.
Açıklayalım:[237]
Buhârî'de
Muallak Hadîsler:
Önce şunu belirtelim:
Buhârî'nin muallak hadîsleri iki gruptur. Birinci gruba, Buhârî'de senedi geçen
muallak hadîsler girer. Yani, Buhârî hadîsleri ihtiva ettiği fıkıh adedince
başka yerlerde ikinci, üçüncü... kere tekrar ederken, kitabın hacmini
kabartmamak için senetleri atmıştır. Şüphesiz bu çeşit ta'lik sıhhate zarar
vermez. Hacmi hafifletmek gayesini (tahfif) güder. Bunların muallak oluşu
mutlak değildir, belli bir babla kayıtlıdır.
İkinci grup muallaklara
gelince, bunların Buhârî'de senedi hiç bir surette geçmez. Buhârî hazretleri bu
hadîsleri kasden senetsiz bırakmıştır. Senetlerini atışının sebebi,
hadîslerdeki zaa'fa dikkat çekmektir. Yani bu hadîsler kendisinin bir rivâyete
"sahîh" demek için aradığı hâricî şartları tam taşımayan
rivâyetlerdir. Sözgelimi, talebenin, hadîs aldığı hocayı görme durumu kesinlik
kazanmamıştır, veya hıfzı sebebiyle tenkide mâruz kalmıştır vs. Şu halde, bu
objektif olan şartlarında eksiklik varsa, ona göre hadîs zayıftır. Buhârî, o
hadîsin kendi şartlarını taşımadığını, yânî, kendi açısından -hâricî şartlara
göre- zayıf olduğunu okuyucuya haber vermek için senedi atmıştır.
Bu ikinci gruba giren
muallaklar iki kısımdır: Bir kısmının sıhhati hususunda kanaati daha
kuvvetlidir, zann-ı gâlib'i vardır diye ifade ediyoruz. Diğer bir kısmının
sıhhati hususunda o kadar kesin kanaat sâhibi değildir, kısmen mütereddiddir.
Bir başka ifâde ile birinci kısma girenler, -taşıdıkları şartlar açısından-
daha sıhhatli, ikinci kısımdakiler -yine taşıdıkları şartlar açısından-
sıhhatçe daha düşük rivâyetlerdir.
Herhangi bir muallak
hadîsin hangi kısma girdiğini nereden bileceğiz? diye tereddüde gerek yok. Zira
birinci kısma giren, yani sıhhatinden emîn olduklarını cezm sigası ile
sunmuştur: Hadîs'i, "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle
buyurdu", "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle yaptı",
"Ebu Hüreyre rivâyet etti ki..." gibi
kesinlik ifade eden tabirlerle rivâyeti sunar. Bu tabirlere cezm sigası denir.
İkinci kısım muallakları,
yani, dış şartları açısından, sıhhati hususunda çok emîn olmadığı hadîsleri
tamrîz sigası ile sunar. Bu sigada, kesinlik yoktur, ilk nazarda tereddüd
gözükür: "Söylendiğine...", "rivâyet edildiğine göre Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurmuştur ki...", "....yapmıştır
ki..." veya "Bu babta Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan şu
rivâyet gelmiştir: ...." gibi sigalar.
Bu tabirlerle sevk edilen
muallaklar, sıhhatçe daha dûn bir mertebededirler.
Hadîs münekkidleri,
Buhârî'de bu mutlak şekilde muallak olan hadîslerin, Buhârî'nin usûl olarak
kaydettiği hadîslerde aradığı sıhhat şartlarına haiz olmadığını bilerek
kitabına aldığını ve bunu bildiğini göstermek için de senetlerini attığını
belirtirler. Hiç biri de, Buhârî'yi ve hatta Müslim'i bu çeşit hadîsleri
sebebiyle "şartlarına uymayan hadîsi almış olmak" la itham
etmemiştir. Onların sıhhat iddiaları müsned rivâyetler içindir. Nitekim,
teşeddüdüyle tanınan, Dârakutnî (v. 385/995), Sahîheyni tahlil ederken bazı
tenkîdler yöneltse bile, onlar bu muallaklar sebebiyle değildir.
Esasen, muhaddislerin
hadîs karşısındaki tavrını hakkıyla değerlendirebilmek için şu hususu bir kere
daha tekrâr edelim: Hadîslerin zayıf sahîh oluş durumları, dış şartlara bakar,
nefsü'l-emre (gerçek duruma) bakmaz. Çünkü gerçekten Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın onu, o şekilde söyleyip söylemediğini Allah bilir. Levh-i Mahfuz'a
kimse nüfuz edemeyeceğine göre âlimler, zâhire göre hükmedeceklerdir. Üstelik
"sahîh"lik ölçüsü, görüldüğü üzere, âlimden âlime az çok
değişebilmektedir. Buhârî'nin "zayıftır" diyerek terkettiği şahsı
Müslim "sika" diye benimsemiştir. Her ikisinin de zayıf
addettiklerini, diğer dördü "sika" addetmişlerdir. Aynı hadîs metni, bir
tarîkden gelince "sahîh" addedilmiştir, bir başka tarîkden gelince
"zayıf" addedilmiştir. Sebep aynı: Hadîs hakkında verilen hüküm
"nefsü'l-emr'e" değil, râvileri ilgilendiren dış şartlara göredir.
Şöyle bir SORU da hatıra
gelebilir: İkiyüzbin sahîh hadîs bildiğini söyleyen Buhârî, niçin
"zayıf" addettiği bu muallaklara yer verdi, bunlar yerine niye müsned
rivâyet koymadı? veya: Bunları da almasaydı, niye aldı?
Bu soru bir kaç vecihten
cevaplanabilir:
1-
Buhârî, kitabını tanzîm ederken fıkhî bir endişe taşımıştır. Bab başlıklarında
fukaha beyninde müsellem olan fıkhı beyan etmiş, sonra bunların âyet ve sahîh
hadîsten dayanağını göstermek istemiştir. Bir babla ilgili -kendi şartlarına
uyan- sahîh hadîs bulamadı ise şartlarına uymayan hadîslerden istişhâd ve
mütâbaat maksadıyla almıştır, uymadığını göstermek için de tâlik etmiştir.
2-
Buhârî, muallakların nüfsü'l-emir'de zayıf olduğunu söylemiyor. Binaenaleyh,
muallaklar da onun nazarında fıkhen sâhîhtir, nitekim fukaha onlarla amel
etmiştir, sâdece kendisinin koyduğu dış şartlar açısından zayıftır.[238]
Sahîheyn
Dışında Sahîh Hadîs:
Bilhassâ günümüzde hadîsle
ilgili mühim bahislerden biridir. Bazı çevreler, İslâm'ın meselelerini
küçümsemek, reddetmek için, "Bu mesele zâten Buhârî ve Müslim'de yok"
diye târîhte eşine rastlanmayan bir delîl getiriyorlar. Mehdî inancını
reddetmek isteyenlerin yaptığı gibi.
Halbuki, ehlince mâlûm
olduğu üzere bu sözün ciddi bir yönü yoktur. Tarihen hiç kimse, "Sahîheyn
dışında sahîh hadîs yoktur, bütün sahîhler Buhârî'de Müslim'de
toplanmıştır" diye bir iddiada bulunmamıştır. Nitekim, Buhârî ikiyüzbin
sahîh hadîs ve ikiyüzbin gayr-i sahîh hadîs ezberlediğini belirtmiş; ayrıca
-İbnu Hacer ve Suyutî'nin de kaydettikleri üzere- el-Câmi'u's-Sahîh'ine sâdece
sahîh rivâyetleri aldığını söylemekle beraber -kitabının hacmini artırmamak
için- terkettiği sahîhlerin aldıklarından daha çok olduğunu dile getirmiştir.
Bu meselede Müslim de
şöyle der: "Ben bu kitapta, nazarımda sahîh olan bütün hadîsleri
cemetmedim, sıhhatınde icmâ edilenleri cemettim." Kevserî, bu sözde geçen
icmâ'dan Müslim'in şeyhlerinin hadîsi kabul etmedeki icmalarını anlar. Şu halde
Müslim'in bu itirafı da, onun nazarında sahîh olan pek çok hadîsin Sahih'inin
dışında kaldığını ifâde eder. [239]
Sünen-i Erba'a'nın
Şartları:
Sünen-i Erba'a, dört sünen
demektir. Bu tabirle Kütüb-i Sitte'nin Buhârî ve Müslim dışındaki kitapları
kastedilir. Sünen-i Erba'a daha isimleriyle, Sahîheyn'den farklılık arz
ederler. Bunlar da, öbür ikisi gibi, sahîh hadîsleri cemetme gayretinde olmakla
birlikte, sahîh olmakta onlar kadar iddialı değildirler.
Gerek Hâzimi ve gerekse
Makdîsi bunları berâber mütâlaa etmekte, birbirlerine, takip ettikleri şartlar
yönüyle, yakınlıklarını belirtmede müttefiktirler. Aradaki farkı en açık
şekilde Hâzimî, yukarıda kaydettiğimiz tabloda ortaya koyar. Ravilerinin
müşterek bir tarafı, ister adalet ve zabt cihetinden isterse lika cihetinden
olsun taşıdıkları gir eksiklik, bir zaaftır. Bir diğer ifade ile âlimlerin
zayıf olduklarını bildikleri, fakat hadîs alma meselesinde terkedilmelerinde
ittifak etmedikleri kimselerdir. Tirmizî ile ilgili açıklamamızda Makdîsî'den
yapacağımız bir iktibasta da görüleceği üzere, Sünen-i Erba'a hadîslerinin
"bazıları"nda görülen zaaf, mütâbaat yoluyla giderilmiştir. Yani aynı
mânayı veya yakın mânayı ifade eden birden fazla rivâyet gelmiştir.
Esâsen şu da bir gerçek
ki, hadîslerin "zayıf" vasfını almaları, nefsü'l-emre (gerçeğe)
bakmaz, dış şartlara, yani, râvîye, rivâyet şekline bakar.[240]
Sünen-i
Erba'a'da Üç Kısım Hadîs:
Makdisî: "Sünen-i Erba'a'da
üç kısım hadîs vardır" der ve açıklar:
Birinci Kısım: Sahîhtir.
Bunlar, Buhârî ve Müslim'in sahîhlerinde tahric edilmiş bulunan hadîslerin
şartlarını taşırlar, aynı çeşide giren hadîslerdir. Esasen bu kitaplardaki
rivâyetlerin pek çoğu Sahîheyn'de tahric edilmiştir. Bu kısım üzerinde
söylenecek söz, Sahîheyn'in ittifak ve ihtilaf ettikleri hadîsler hakkında
söylenecek sözün aynıdır.
İkinci Kısım: Kendi
şartlarına göre sahîhtir. Bunlar sahîheyn şartına uymaz. Ancak Buhârî ve
Müslim'in kitaplarına almadıkları sahîh hadîsler cümlesindendir. Nitekim her
ikisi de, kitaplarına almadıkları sahîh hadîsin varlığını te'yîd etmişlerdir.
İbnu Mende; Ebu Dâvud ve
Nesâî'nin şartını "Hadîs muttasıl olmak şartıyla, alimlerin terkinde
ittifak etmedikleri râvilerden gelmiş olmasıdır"diye özetler.
Üçüncü Kısım: Zıddiyyet
hadîsleridir. Yani belli bir mesele ile ilgili olarak az önce zikredilen sahîh
hadîslere zıdlık taşıyan zayıf hadîslerdir. Bu gruba giren hadîslere,
müellifler, kesin bir dille "sahîh" hükmünü vermemişler, aksine,
ehlinin anlıyacağı bir üslubla zaaflarını beyan etmişlerdir. Kendi açılarından
"zayıf" olan bu hadîsleri, "sahîh" hadîsleri cem'etmek
gâyesi güden kitaplarına niye aldılar? diye bir sual hatıra gelebilir. Bu
soruyu alimlerimizin, bitaraflık ve ilmilik anlayışıyla izâh edebiliriz. Zira,
o hadîsler zaten rivâyet edilmiştir ve amel eden bile mevcuttur. Ancak, kendi
şartlarına göre "sahîh" değildir. Nefsülemir meçhûl olduğuna göre,
kendi benimsediği rivâyetin "sahîhlik" durumu da zannî'dir, yakînî
değil. Öyle ise, en doğrusu, bir bab'a giren her çeşit rivâyeti aynen
dercetmek, zayıf olanın da zaafına dikkat çekmek. İşte zıddiyet hadîsleri, bu
mülâhaza ile Sünen-î Erba'a' da yer alır.
Burada dikkat çekmemiz
gereken hususî bir tabir Tirmizî ile ilgili. Tirmizî hazretleri kitâbına,
"ma'mûlun bih" hadîsleri aldığını söyler. Yani fukahânın kendisiyle
amel ettiği hadîsleri bir araya getirmiş oluyor. Bu, bir bakıma terkinde
ittifak edilmeyen râvilerin rivâyetleri demektir. Ancak tatbikîlik yönünden bu
ikinci durumdan farklıdır. Zira Tirmizî'nin rivâyetleri, kendisinin açıkça
ifâde ettiği üzere, iki tanesi hâriç geri kalanların hepsi fakihler tarafından
fiîlen fetva ve amel konusu yapılmıştır. Nitekim, Makdîsî, Tirmizî'nin ihtivâ
ettiği hadîsleri tahlîl ederken, buna, yukarda kaydettiğimiz üç çeşide bir
dördüncüsünü ekler: "Bazı fukaha amel ettiği için tahrîç ettiği
hadîsler."
Bu çok geniş bir şarttır.
Bu şartın içine zaafı şiddetli olan hadîsler de girebilir. Ancak, Tirmizî, her
hadîsin sonunda, hadîs hakkında bilgi verdiği için, gelecek tenkidleri önlemiş
olmaktadır.
İbnu Mâce'ye gelince:
Makdîsî, onunla ilgili olarak farklı bir hususiyetten bahsetmez. Yani onu,
Sünen-i Erba'a ile ilgili tavsîfât ve açıklamalar zımnında beyan etmiş
olmaktadır. Bâriz vasfı, çok zayıf râvilerden, onların münferid rivâyetlerini
almasına rağmen hiçbir açıklamaya yer vermemiş olmasıdır.
Böylece Kütüb-i Sitte
imamlarının, hadîs kabul etmedeki şartlarıyla ilgili olarak, mukayeseli, kuş
bakışı bir açıklama yaptıktan sonra her biri hakkında, daha detaylı bilgi
sunmaya geçebiliriz. [241]
Ashabu’s-Sünen:
Kütüb-i Sitte'den Sünen
adıyla anılan hadis kitaplarının müellifleri hakkında kullanılan bir usûl-i
hadis terimi. Bu hadis mecmuaları, tahâret (temizlik)'ten vasiyete kadar olan
bütün ibadet ve İslâm hukuku ile ilgili hadisleri ihtiva eden kitaplardır. İşte
bu tür kitapları tertip edip meydana getirenlere, sünen sahipleri anlamına
"Ashab-ı Sünen";
Kütüb-i Sitte'nin ilk ikisi olan Buhârî ve Müslim'e de
"Cami" adı
verilmektedir. Meşhur ashab-ı sünen (sünen sahipleri) şunlardır:
1)
Ebû Dâvud Süleyman b. el-Eş'as es-Sicistânî. 817'de Horasan'daki Sicistan
şehrinde doğmuş ve 888'de ölmüştür. "Sünen-i Ebî Dâvud" isimli kitabı
5274 hadisi ihtiva etmektedir.
2)
Ebû Îsâ Muhammed b. İsâ et-Tirmizî 821' de Mekke'de doğmuş 892'de Tirmiz'de
ölmüştür. "el-Camiu's-Sahih" isimli eseri "Süneni Tirmizî"
diye meşhur olmuştur. İçerisinde 3956 hadis vardır.
3)
Ebû Abdurrahman Ahmed b. Şuayb en-Nesâî. 830'da Horasan civarındaki Nesâ
şehrinde doğmuş, 915' de Mekke'de vefat etmiştir. "elMücteba" ismini
verdiği hadis kitabı Sünen-i Nesâî" diye meşhur olmuştur.
4)
Ebû Abdullah Muhammed b.Yezid b. Mâce, Kazvin'de yaşamış ve 886'da vefat
etmiştir. "Sünen-i İbni Mâce" isimli kitabı 4000 hadis içermektedir.
"Ashabü's-Sünen"
denilince ilk plânda meşhur olan bu dört zat kasdedilir (Tecrid-i Sarih
Tercümesi, Mukaddime, 51) ve bunlara Ashabü's-Süneni'l-Erbaa" adı verilir.
Bunların dışında ed-Dârimî (ö. 720), ed-Dârekutnî (ö. 819) ve el-Beyhâkî (ö.
1066) gibi hadisçilerin de "Sünen" isimli eserleri vardır. Bu
muhaddislere de Ashabu's-Sünen denilmektedir.
Hz. Peygamber (s.a.s.)'in
söz, fiil ve takrirlerini bize kadar ulaştıran ve genellikle Merfû* hadisleri
ihtiva eden "Sünen"ler yalnız bunlardan ibaret değildir. Bunlardan
başka telif edilmiş yirmibeş kadar Sünen vardır.[242]
KÜTÜB-İ
SİTTE MÜELLİFLERİNİN HAYAT VE ESERLERİ:
Yukarıda, kısaca, her
birini hadîs kabulündeki şartları açısından ele alarak benziyen yönlerini,
ayrılan yönlerini açıkladık. Râvilerinin umumî vasıfları nelerdir, Sahîheyn'in
diğerlerine üstünlüğü, bunlardan Buhârî'nin Müslim'e üstünlüğü nereden
gelmektedir izah ettik. Şüphesiz o imamları ve eserlerini tanımada bu bilgiler
yeterli değildir. Bilhassa tebârüz ettirmek gerekir ki, bu eserler arasında
tertip tarzından gelen ciddî farklılıklar mevcuttur. Ve tertip güzelliğine
sahip olanlar ayrı bir takdîr ve alâka toplamışlardır. Ayrıca, bu ana
kaynaklarımızı hakkıyla tanımak, onlardan istifademizî kolaylaştırmak ve
artırmak için tertip vs. hususiyetlerini de bilmemiz gerekmektedir. Bu sebeple
burada, onları, nokta-i nazarınızı değiştirerek, yeni baştan, ayrı ayrı ele
alıp, haklarında detaylı teknik bilgiler sunacağız. [243]
İMAM
BUHÂRÎ VE SAHÎHİ:
İslam kültürünün, Kur'ân-ı
Kerim'den sonra en güvenilir ve en sahîh kitabı; İslam alimlerine göre, sırf
sahih hadisleri bir araya toplamak için yazılmış sahih hadis eseri. İmam
Muhammed b. İsmail el-Buharî'nin Sahihine verdiği tam isim
"El-Camiu's-Sahîh Müsnedu’l-Muhtasar min Ümüri Rasulillah (s.a.s) ve
Eyyâmihi"dir.
İmam Buhârî küçük yaştan
itibaren hadisle meşgul olmaya başlamıştır. Henüz on altı yaşında iken Abdullah
b. Mübarek ve Veki b. Cerrâh'ın kitaplarını ezberlemiş; daha sonraları hadis
toplamak için ülkeler dolaşmıştır. Suriye, Cezire, Basra, Kufe, Hicaz gibi o
günün belli başlı ilim merkezlerini gezmiş ve oralardaki üstadlardan hadis
tahsil etmiştir.
İmam Buharî bu eserini
hocası İshak b. Nâhüye'nin "Rasûlüllah'ın sahih hadislerini muhtasar bir
kitapta toplasanız" diye temennide bulunması üzerine tasnif etmiştir.[244]
Buhârî'nin bu kitabı,
kendi zamanına kadar telif edilen ve zamanından sonra da telif edilecek olan
bütün hadis kitapları arasında birinci dereceyi almış ve İslâm alimleri
arasında en sahih hadis kitabı olarak kabul edilmiştir. Hiç kimse bir başka
hadis kitabının Buhârî'nin kitabından daha sahih olduğunu ileri sürmemiştir.
İmam Buharî sahih oluşuna hükmedilen bütün hadisleri bu kitabına almış
değildir. O sadece sahih hadisler arasından kendi şartlarına uyanları seçmiş ve
kitabına koymuştur. Zira Buhârî'nin Sahihinin dışında bulunan pek çok hadisin
sahih oluşunu kendisi ifade etmiştir.[245]
Buhârî, Sahihini altı yüz
bin hadis arasından seçmiş ve kitabını Mescid-i Haram'da telif etmiştir. Hadis
mu'cemi Concordance'a göre 97 kitab ve 3730 babtan oluşmaktadır. Tekrar olunan
hadisler dâhil 7275 hadis ihtivâ etmektedir. Mükerrerler dışında dört bin hadis
bulunmaktadır. [246]
Ebul-Heysem el-Küşmeyhenî,
Firabrî'den o da Buharî'den şöyle dinlemiş: Kitabu's-Sahihin içine, önce
yıkanıp iki rekat namaz kılmadıkça hiç bir hadis koymadım. el-Camiu's-Sahîh'i
altıyüz bin hadis içinden seçip onaltı senede tasnif ettim ve bunu kendim ile
Allah arasında bir hüccet kıldım. El-Câmiu's-Sahîh kitabına sahih olduğunu
gerçekten bildikten sonra iki rekat namaz kılıp, bir de Allah'a istihâre etmedikçe
hiç bir hadis koymadım. Bu kitabıma sırf sahih olan hadisleri koydum, sahih
hadislerden bir kısmını da kitap uzamasın diye bıraktım.[247]
Buhârî, bab başlıklarını
çoğu zaman ayet-i kerimelerden, bazan hadislerden iktibaslarla ve bazan da
serbest şekilde fakat fıkhî bir anlam taşıyacak tarzda seçtiği ibârelerle
tanzim etmiştir. Bu yüzden "Buharî'nin fıkhî görüşleri bab
başlıklarındadır" sözü meşhur olmuştur.
Buharî gerek bab
başlıklarının seçiminde, gerek o başlıklar altında zikrettiği hadislerde,
konuların kesin hükme bağlanmış olup olmadığına, o konuda kendisine ulaşmış
sahih bir hadisin bulunup bulunmadığına işaret etmiş olmaktadır.
Buhârî, aynı hadisi, aynı
hadisin çeşitli rivayetlerini bir yerde toplamak yerine, ilgili oldukları
yerlerde tekrar etmek suretiyle bir hadisten birden fazla hüküm ve pratik
sonuçlar çıkarılabileceğini göstermiştir.[248]
Buhârî, bazan bir hadisi
ilgisi dolayısıyla ve ondan ahkâm çıkarmak düşüncesiyle, muhtelif kitapların
çeşitli bablarında hadisi bölerek ("takti") tekrarlar. Ancak çoğu
kere böyle hadisi değişik yerlerde verirken ayrı ayrı senedle zikretmeye dikkat
eder. Bununla da hadisin değişik senedlerle rivâyet edilmiş olduğunu ispatlamış
olur. Hadis kitaplarında görülen tekrarları müellifler boş yere tekrar edip
durmamışlardır. Bunun bir çok ve büyük hizmetleri vardır. Söz gelimi; senedin
teaddüdü, metne ait lâfızların muhtelif oluşu bunlardan bazıları da bazan bir
hadisin tek bir sahâbîden, değişik senedlerle ve farklı lafızlarla rivayet
edildiği olur. Müelliflerin bütün rivayetleri toplama arzu ve hırsları
dolayısıyla kitaplarında tekrarlar görülür.[249]
Buharî'nin bir hadisi,
Sahih'in 13 yerinde tekrarladığı olmuştur.[250]
İmam Buhârî yaptığı bu tekrarlarda her defasında da başka başka hocalarından
rivayet ettiği farklı sened ve metinleri verir. Böylece hem hadisi
kuvvetlendirir, hem de lafız farklılıkları dolayısıyla başka başka hükümlerin
elde edilmesini sağlar.[251]
İmam Buharî Sahih'inde
ayrıca hadislerde geçen garib kelimeleri de yer yer açıklar. Aynı şekilde onun
müşkilül-hadîs konusunda da açıklama yaptığı görülür.[252]
Buharî'nin Sahîh'inde
yirmi iki adet "sülâsî" (üç râvi ile Rasûlüllah (s.a.s)'a ulaşan)
hadîs bulunmaktadır.[253]
İslâm ümmeti Kur'ân-ı
Kerim'den sonra en sahîh kitap olarak "Sahihayn" denilen Buhârî ve
Müslim'in kitaplarını kabul etmiştir. Bu iki sahih hadis kitabının birbirine
kıyası yapıldığı zaman en sahîh olanın Buhârî'nin kitabı olduğu anlaşılmıştır.
Çünkü İmam Müslim Buhârî'den istifade etmiş, ona talebe olmuştur; hocasının
eserlerinden istifade etmiş ve ona dayanmıştır. Bunun için Dârekutnî,
"Eğer Buhârî olmasaydı, Hadis ilminde Müslim ortaya çıkmaz ve bu mertebeye
ulaşmazdı" demiştir.[254]
Bu yüzden de, devrin siyasî olayları sebebiyle birçokları Buhârî'nin
çevresinden uzaklaşırken, İmam Müslim onu değil terk etmek; tam aksine onun
yanında yer almıştı. Hatta kendi hocası Yahya ez-Zühlî[255]'nin
"Kim, mes'eletül-lafz (yani Kur'ân'ın lafzını telaffuz etmenin mahlukiyeti
meselesi)de Buhârî, ile aynı görüşte ise meclisimizden ayrılsın" demesi
üzerine Müslim, herkesin gözü önünde meclisi terketti. Zühlî'den dinlediği
hadisleri de bir çuvala koyarak Zühlî'ye gönderdi. Sahîhinde Zühlî'den
rivâyette bulunmadı.[256]
Buharî ve Müslim tasnif
olunmuş hadis kitapları arasında en güvenilir olmalarıyla birlikte; alimlerin
çoğunluğuna (cumhür) göre, Buhârî'nin kitabının Müslim'in kitabına tercih
olunacağı açıklanmıştır. Sahih-i Buhârî'nin Sahih-i Müslim’e takdim olunuşunun
çeşitli sebepleri bulunmaktadır. Bunları şöylece özetlemek mümkündür:
1.
Buhârî'nin kendilerinden hadis nakletmekte tek kaldığı ravilerin sayısı 430
kadar olup, bunlardan yalnız 80'i za'f yönünden tenkid edilmiştir. Müslim'in
kendilerinden hadis almakla tek kaldığı ravilerin sayısı ise 620'yi bulur ve
bunlar arasında tenkide uğrayanlar 160 kişidir. Şüphesiz, tenkide uğramayan kimselerden
hadis rivâyet etmek tenkide uğrayan kimselerden rivayet etmekten daha iyidir.
Hiç olmazsa, tenkide uğrayanlardan daha az hadis alınması tercih sebeplerinden
biri olur.[257]
2.
Buhârî'nin tenkit olunan kimselerden rivayetle tek kaldığı ravilerin çoğu,
kendileriyle karşılaştığı, onlarla birarada bulunduğu hallerini yakından
tanıdığı, hadislerine muttali olduğu ve sahih olanlarını bildiği kendi
hocalarıdır. Halbuki Müslim'de tenkit edilen kimselerden hadis almakla tek
kaldığı râviler, kendi asrından önceki tabakalardandır. Aslında muhaddis, kendi
şeyhlerini, onlardan öncekilere nisbetle daha iyi tanır.
3.
Buhârî'nin sıhhat için ortaya koyduğu şartlar, daha kuvvetli ve daha
şiddetlidir. Buhârî hadislerini genellikle hıfz ve itkan yönünden birinci
tabakada yer alan râvilerden muttasıl olarak, bunu takib eden tabakalardakinden
ta'lîk olarak naklettiği halde; Müslim, asıl olan hadisleri genellikle bu
ikinci tabakadaki ravilerden almıştır.[258]
4.
Buhârî, ravide, kendisinden hadis rivayet ettiği kişi ile bir defa da olsa
karşılaşmış olma şartını arar. Müslim ise, görüşmüş olmayı değil görüşebilme
imkanın olmasını yeterli görür.[259]
Sahih-i Buhârî'nin pek çok
nüshaları bulunmaktadır. Zira Buhârî, Sahih'ini bizzat kendisi onbinlerce
talebeye okutmuştur. Bu kadar talebe içinden bin kadarı Sahih'in râvisi
olmuştur. Bunların içinden de ancak beş tanesinin isimleri bilinmektedir.
Bunlar, sırasıyla, el-Firebrî, en-Nesefi, En-Nesevî, el-Bezdevî ve
el-Mehâmilî'dir.[260]
Sultan Abdülhamid'in emriyle ve Yünînî nüshası esas alınarak Mısır'da 1313’te
yapılan dokuz cilttik Buhari baskısı en güvenilir olanıdır. Hacı Zihni Efendi
tarafından harekelenerek Matbaa-i Âmire'de 1315 yılında sekiz cild halinde
yapılan baskı da muteberdir ve memleketimizde yaygındır.
Sahih-i Buhârî üzerinde ayrıca
pek çok şerhler de yazılmıştır. Bu şerhlerden bu gün elde mevcut ve mütedâvil
olanları Kirmanî'nin şerhi, İbn Hacer'in Fethul-Barî’si; Aynî'nin
"Umdetül-Kârî"si ve Kastallânî'nin "İrşâdu's-Sârî" isimli
şerhidir. Sahih-i Buhârî'nin bir ihtisarı olan ez-Zebîdî'nin Et-Tecrîdi's-Sarîh
li ehâdîsil-Câmü's-Sahîh’i Türkçeye Ahmed Naim ve Kamil Miras tarafından
tercüme edilmiştir. Buhârî'nin tam olarak tercümesi de ayrıca Mehmed Sofuoğlu
tarafından "Sahih-i Buhârî ve Tercemesi" adıyla gerçekleştirilmiş ve
İstanbul'da basılmıştır.[261]
Buhârî deyince, yerine
göre, hem müellifi ve hem de müellifinin en meşhur eseri olan
el-Câmi'u's-Sahîh'ini kastederiz. Aslında bu, pek çok insanın müşterek olan bir
nisbetidir. Buhâra şehrine ait yâni "Buhâralı" demektir.[262]
Hadis bilginlerinin ileri gelenlerinden biri.
Ebû Abdullah Muhammed b. İsmâil b. İbrâhim b. el-Muğîre b. Berdizbeh
el-Cûfî el-Buhârî.
Muğire b. Berdizbeh, Buhara Valisi Yemân el-Cûfi'nin aracılığıyla müslüman
olmuştur. Bu nedenle Cûfi'ye nisbet edilmiştir. Buhârî'nin babası ve dedesi
hakkında pek bilgimiz yoktur.
Muhammed el-Buhârî, 13 Şevvâl 194 h./21 Temmuz 810 tarihinde Cuma günü
Buhara'da doğmuştur. Bundan dolayı da Buhârî nisbetiyle anılmasına sebep
olmuştur. Buhârî, henüz bebek iken babası vefat etmiş, kardeşi Ahmed'le
birlikte yetim kalmıştır. Annesinin terbiyesi altında büyümüş, küçük yaşta
Kur'an'ı ezberlemiş ve Arapça öğrenmiştir. Babasından kalan servet onun hiç
kimseye muhtaç olmadan ilim öğrenmesinde yararlı oldu. On bir yaşında hadis
öğrenmeye başladı. Onaltı yaşında annesi ve kardeşi Ahmed'le birlikte hacca
gitti. Annesi ve kardeşi Buhârâ'ya dönerken, kendisi ilim öğrenmek isteğiyle
Mekke'de kaldı. (210 h./825).
Onsekiz yaşında "Kitâbu Kadâya's-Sahabe ve't-Tâbiin" ile
"et-Târîhü'l-Kebîr" adlı eserlerini yazdı. İlim öğrenmek için Şam'a,
Mısır'a, Basra'ya, Bağdat'a gitti. Bu amaçla altı yıl Hicâz'da kaldı. Buhârî,
hadis öğrenmek ve nakletmekle kalmadı. Şiirle de ilgilendi. Ancak fazla şiir
yazmadı. Savaş sporlarına ilgi duydu, ata bindi, ok attı.
Akranları Buhârî'den övgüyle bahsederler. Onu övenler arasında büyük
muhaddis İmam Müslim'de vardır. Buna rağmen, Buhârî'nin üstünlüğünü
çekemeyenler fitne çıkarmaktan geri kalmadılar. Buhârî'nin "Kur'an
mahluktur" düşüncesini savunduğunu yaydılar. Bu dedikodulardan rahatsız
olan Buhârî, memleketi Buhâra'ya gitti. Burada da rahat edemedi. Buhârâ emiri
ile arası açıldı. Buhara Emiri Halid İbn Ahmed, çocuklarına Câmiu's-Sahîh'i ve
et-Tarih'i okutması için Buharî'yi konağına çağırır fakat Buharî, bu teklifi
kabul etmez. İlim meclislerinin herkese açık olduğunu, isteyenin gelerek
yararlanabileceğini, ilmi valinin konağının duvarları arasına hapsedemeyeceğini
bildirir. Bu olay üzerine Ahmed İbn Hâlid, onu Buhara'dan sürer.
Buhârî, Buhara'dan ayrıldıktan sonra Semerkand'a gider. Hartenk köyünde
bulunan akrabalarının arasına yerleşir. Semerkand'lılar, Buhârî'den yararlanmak
isterler. Bir heyet gönderip Semerkand'a gelmesi ricasında bulunurlar. Buhârî,
Semerkand'a gitmek için hazırlık yapmaya başlar ancak bu arada hastalanır ve Ramazan
Bayramı gecesi vefat eder (30 Ramazan 256 h./31 Ağustos 869). Cenazesi, bayram
günü öğleden sonra kılınarak Hartenk'e defnedilir.
İmam Buhârî keskin bir zekâ ve ezberleme yeteneğine sahipti. Herhangi bir
şeyi ezberlemesi için ona bir defa bakması veya onu bir defa dinlemesi
yeterliydi. Bağdatlıların ve Semerkandlılar'ın O'nun zekâ seviyesini denemek
için sordukları sorular bunu göstermesi bakımından önemlidir. Gezileri
sırasında dinlediklerini yazmaması ve kendisine takılanlara, dinlediği bütün hadisleri
ezberden okuması da dikkat çekicidir. O aynı zamanda çok hadis ezberlemekle de
şöhret bulmuştu.
İnce yapıtı uzun boylu idi. İhtiyarlığında çok halim selim görünüşlü
olmuştu. Sert yaratılışlı değildi. Yumuşak huyluydu. İlim konusunda çok
dikkatli idi. Dayanaksız konuşmak istemezdi. Başkaları hakkında gayet yumuşak
bir dil kullanırdı. Derdi ki,
"Hiçbir kimseyi gıybet etmemiş olarak Allah (c.c)'a kavuşmayı arzu
ediyorum." Rical bilgisi herkesten çok olmasına rağmen cerh ettiği
(zayıflığını ortaya koyduğu) raviler hakkında bile aşağılayıcı tabirler
kullanmazdı. Yalancılığı bilinen birisi için "fîhi nazar (bunda ihtilaf
vardır)", "seketû anhu (sikalığı konusunda âlimler sustular)"
derdi. O'nun bir adam hakkında en ağır sözü "münkerü'l-hadis (hadisi
alınmaz)" terimidir.
Kütübü sitte müelliflerinden en-Nesâî, Buhârî'yi bizzat görüştüğü şeyhler
arasında saydıktan sonra şöyle demiştir: "O, sika, inanılır, akıllı bir
muhaddistir. İslâm tarihinde ilk defa sahih kitap yazan odur." Bazı
âlimler onun için şöyle derler: "Buhârî, Allah (c.c)'nun yeryüzünde
yürüyen ayetlerindendir." Necm b. el-Fazl diyor ki: "Rüyamda
Rasûlullah (s.a.s.) efendimizi gördüm. Bir köyden çıkmış gidiyordu ve
arkasından İmam-ı Buhârî de onu takip etmekteydi. O bir adım atınca Buhârî de
bir adım atıyor ve ayağını Rasûlullah (s.a.s.)'ın ayağını bastığı yere
basıyordu. Kitabını da her bakımdan ona nisbet ediyordu."
Buhârî ilmiyle amel eden bir insandı. İslâmî sınırlara uymada aşırı
derecede titizdi. Helâl ve haram konusunda duyarlı idi. Hadis ilmine hizmet, bu
yolla Allah (c.c.)'ın rızasını, Rasûlullah (s.a.s.)'ın şefaatini kazanmaktan
öte bir amaç taşımıyordu. Babasından kalan mirası bile bu yolda harcamıştı.
Cömertliğiyle şöhret bulmuştu, yardım ettiklerine Allah rızası için elini
uzatıyordu. Çok Kur'an okur, çok nafile namaz kılardı. Rivayete göre her üç
günde bir Kur'an'ı Kerîm'i hatmederdi. Gecenin bir kısmını uykuyla geçirirdi.
Sürekli geceleri uykusundan kalkıp, kandilini yakar, hadis tahric ederdi. Yahut
yazdıklarına işaretler koyar, üzerinde düşünürdü. Seherden önce uyanır, gece
namazı kılar; sonra Kur'an'ın üçte birini okurdu. Ramazanda ise terâvihten
sonra Kur'an'ın üçte birini okumaya devam ederdi.
Buhârî'nin kendi ifadesine göre hadis aldığı hocalarının sayısı binden
fazladır. Hadis yazdığı şeyhlerine ait senetleri de bildiğini, senedi zayıf
rivayetlere itibar etmediğini belirtir. Hocalarının başlıcaları şunlardır:
Ahmed b. Hanbel, Ali b. el-Medinî, Yahya b. Maîn, İsmail b. İdris
el-Medînî, İshak b. Rahuyeh.
Bunların dışında şu isimleri de görüyoruz;
Mekkî b. İbrahim el-Belhî, Muhammed b. Selam el-Bikendi, İbrahim b.
el-Eş'as, Ali b. el-Hasan b. Şekîk, Yahya b. Yahya, İbrahim b. Musa el-Hafız,
Şüreyc b. en-Numan, Ebu Asım en-Nebil eş-Şeybânî, Muhammed b. Abdullah
el-Ensârî, Abdullah b. Zübeyr el-Hamidî, el Mekrî, Abdülaziz el-Üveysî.
Öğrencileri arasında da en meşhurları şunlardır;
Ebu İsa et-Tirmîzî, Muhammed b. Nasru'l Mervezî, İbni Ebi Dâvud, Müslim b.
Haccac ve en-Nesâi.
Câmiu's-Sahîh; İslâm'ın ilk dönemlerinde hadislerin Kur'an'la karışması söz
konusu olduğundan hadislerin yazılması yasaktı. Sonraları Kur'an-ı Kerîm, kitap
haline getirilip, çoğaltıldı ona bir şeyin karışması engellendi. Sahabe nesli
bütünüyle vefat etmiş, İslâm ülkeleri genişlemiş, değişik düşünceler ortaya
çıkmıştı. Bu tür nedenlerle hadislerin toplanmasının yararlı olacağına inanıldı
ve hadislerin tedvinine başlandı.
Hadislerin toplanmasına Tabiun döneminde başlanmıştır. İmam Mâlik (179
h./195) Hz. Peygamber (s.a.s.)'in hadislerine Sahabe ve Tabiun kavillerini
ekleyerek Muvatta'yı tasnif etmiştir. İmam Mâlik'ten sonra da hadis konusunda
çalışmalar yapıldı.
Buhârî'nin Câmiu's-Sahîhi meydana getirmesi iki sebebe dayanmaktadır.
Bunların birincisi, hocasının kendisinden böyle bir istekte bulunması, ikincisi
de kendisinin görmüş olduğu bir rüyadır.
Buhârî, sahih adıyla anılan ve içerisine sadece kendince sahih olduğu sabit
olan hadisleri koyduğu kitabını yazmakla hükümlerin kaynaklarını bulmada önemli
bir hizmeti yerine getirmiştir. İmam Buhârî ayrıca bu eserle kendisinden önce
yaşamış mezhep imamlarının dayandığı temellerin sağlam olduğunu, hiç birinin
kişisel görüşle fetva vermediğini ortaya koydu. Ondan sonra gelen muhaddisler,
hadis çalışmalarının sınırlarını az çok belirlemiş oldular. İlim adamları
Buhârî'nin eserine büyük önem verdiler.
Özellikle sahih hadis konusunda onun eserinin ortaya koyduğu gerçekleri ve
şartları kabul ettiler, örnek aldılar. O, hadiste odak ve hareket noktası
olarak değerlendirildi.
Buhârî, bu eseri meydana getirirken çok titiz davrandı. Eserine aldığı
hadisleri, altı yüz bin hadisin içinden seçti. Sahih hadislerin dışında kalan
diğer hadisleri eserine almadı. Eserin kabarmasını önlemek için sahih
hadislerin bile bir kısmını almamıştır. Câmiu's-Sahih'te yer alan hadislerin
sayısı yedibin ikiyüz yetmişbeştir. Bazı hadisler değişik kitaplarda
geçmektedir. Mükerrerler çıkarıldıktan sonra geriye kalan hadis sayısı dört
bin'dir.
Câmiu's-Sahih'te hadisler konularına göre kitaplara, her kitap da kendi
arasında bâblara ayrılmıştır. Eserde, üzerinde ihtilaf edilmeyen hadislere yer
verilmiş, râvilerin güvenilir olması hususunda titiz davranılmıştır. Râviler
birbirine bağlanarak ilk kaynağa kadar götürülmüştür. Hadisleri bazı titiz
ölçülere vurduktan sonra sahih kabul edip, uymayanları reddetme çığırını açan
Buhârî olmuştur. O'ndan sonra gelen âlimler bu yoldan giderek sahih hadisleri
zayıf ve uydurma olanlarından ayırmaya devam etmişlerdir. Sahih hadis kitabı
yazanlar çok olmakla beraber Buhârî kadar titizliği ileri götüren olmamıştır.
Hadis kabulünde kendine has çok dar bir yolda tek olması onun İslâm ümmeti
arasında müstesnâ bir şöhret ve güven kazanmasına sebep olmuştur.
Sahih'in nerede telif edildiği hususunda değişik görüşler vardır. Buhârî,
hadis almak için gittiği her yerde eserini telife çalışmıştır. Hayatı
seyahatlerle ve ilim yolunda geçen bir insanın onaltı yıllık çalışmasının
mahsulü olan bu eserin telifini bir yere bağlamak mümkün değildir.
Câmiu's-Sahih'te yer alan kitap (bölüm) sayısı doksanyedi, bâbların sayısı
üçbin dörtyüz elli kadardır. Üç râvili hadislerin sayısı da yirmi ikidir.
Değişik senetle gelen hadisler Sahih'te yer almaktadır. Ancak aynı senet ve
aynı metinle birden fazla yerde zikredilen hadislerin sayısı yirmi üç kadardır.
Kur'an'dan sonra ana kaynak olan Buhârî'nin Sahih'i ile Müslim'in eserine Sahih
adı verilmektedir. İkisine birden "Sahihayn " denilir. Diğer dört
hadis kitabına da "Sünen ", altı hadis kitabının tümüne birden
"Kütübü Sitte" denilmektedir.
Buhârî'nin bu eserine ait bir çok şerh yazılmış ve üzerinde çalışmalar
yapılmıştır. En meşhur şerhleri, Aynî'nin Umdetu'l-Kari, Askalani'nin
Fethu'l-Barî ve Kirmâni'nin Kevâkibü'd-Derârî, adlı eserleridir.
Câmiu's-Sahih dışında, şu eserleri vardır:
Tarihu'l Kebir: Hadis ricaline ait önemli bir eserdir. Sahasında ilk
yazılanlardandır. Buhârî bunu henüz onsekiz yaşında iken Rasûlullah (s.a.s.)'ın
kabri başında mehtaplı gecelerde yazmıştır. Haydarabad'ta 1941-1954
tarihlerinde dört cilt, 1959-1963 tarihlerinde üç cilt halinde basılmıştır.
Târihu'l-Evsât: Tarihu'l Kebir'in kısaltılmışıdır. Bazı yazma nüshaları
mevcuttur. İbni Hacer Tehzibû't-Tehzib isimli eserinde bundan nakiller
yapmıştır.
Tarihu's-Sağîr: Tarihu'l Kebir'in bir özetidir. 1325 yılında Zuafâü's-Sağîr
ile birlikte Hindistan'da basılmıştır.
Kitâbu Zuafâü's-Sağîr: Zayıf ravilerin hallerinden bahseder. Hindistan'da
1323 ve 1326 tarihlerinde basılmıştır.
et-Tarihu fi Ma'rifeti Ruvati'l-Hadîs ve Nükâti'l Âsâr ve's Sünen ve
Temyizü Sikatihim min Züafâihim ve Târihu Vefâtihim: Küçük bir risâledir.
et-Tevârîhu'l Ensâb: Bazı şahısların özel hallerinden bahseder.
Kitâbu'l Künâ: Râvîlerin künyelerinden bahseden bir eserdir. Haydarabad'ta
1360 yılında basılmıştır.
Edebü'l-Müfred: Ahlâk hadislerini toplayan bir eserdir. İstanbul'da 1306,
Kahire'de 1346, Hindistan'da 1304 yıllarında basılmıştır.
Refu'l-Yedeyn fi's-Salati: Namazda el kaldırmakla ilgili bir risâledir.
Kalküta'da 1257, Delhi'de 1299 yıllarında yayınlanmıştır.
Kitâbu'l-Kıraati Halfe'l-İmam: Namazda imamın arkasında okuma hakkında
yazılmış bir risâledir. Hayrü'l Kelâm fi Kıraati Halfi'l İmam adıyla Urduca
çevirisi ile beraber 1299'da Delhi'de, ayrıca 1320'de Kahire'de basılmıştır.
Halku'l-Ef'ali'l-İbâd ve'r-Redd Ale'l Cehmiyye: Cehmiyye mezhebinin
görüşlerini reddeden bir kitaptır. 1306'da Delhi'de basılmıştır.
el-Akîde yahut et-Tevhîd: Akaid konusunda yazılmış bir eserdir.
Abarü's Sıfat: Hadisle ilgili bir eserdir ve bazı kütüphanelerde yazma
nüshaları mevcuttur. Bunlardan başka kimi kaynaklarda Buhârî'ye ait olduğu
zikredilen şu kitapların ismini de görmek mümkün:
Birri'l Valideyn, el-Camiu'l Kebir, et-Tefsirü'l Kebir, Kitabü'l Hibe,
Kitabü'l Eşribe, Kitabu'l Mebsut, Kitabü'l İlel, Kitabü'l-Fevâid, Esamü's
Sahâbe, Kitabu'd-Duâfa, el-Müsnedü'l-Kebir, Sülâsiyyât.[263]
Nesebî:
İmam'ın künyesi: Ebu
Abdillah, ismi Muhammed İbnu İsmâil'dir. Ünvanıyla birlikte şöyle tesmiye
edilmiştir: Şeyhu'l-İslâm ve İmâmu'l-Huffâz Ebu Abdillah Muhammed İbnu İsmâil
İbni İbrâhim İbni'l-Muğîre İbni'l-Berdizbe el-Buhârî el-Cu'fî (radıyallahu
anh)'dir. Buhâra'da doğmuş 194-256 yıllarında yaşamıştır. Orta boylu, zayıf,
esmerce bir zattı.[264]
Yetişmesi:
Babasını küçük yaşta
kaybetmiş ise de annesi onun yetişmesi için gerekli alâkayı göstermiştir. 10
yaşında iken hadîs dinlemeye başlamış, küçükken ezberlediği hadîs miktarı 70
bini bulmuştur. İlk defa İbnu'l-Mübârek'in te'lîfatını ezberlediği, kendi
memleketinde iken Muhammed İbnu Selâm, el-Müsnidî ve Muhammed İbnu Yusuf
el-Beykendî'den hadîs aldığı, bunlardan sonra, ilim merkezlerine, annesinin
refakatinde seyahate çıktığı, Belh'te Mekkî İbnu İbrahim'den, Bağdat'ta Affan'dan,
Mekke'de Mukrî'den, Basra'da Ebu Âsım ve el-Ensarî'den, Kufe'de Ubeydullah İbnu
Mûsa'dan, Şam'da Ebu'l-Muğîre ve el-Feryâbî'den, Askalân'da Âdem'den ilim
aldığı belirtilir. Abdurrezzâk'ı dinlemek üzere Yemen'e yol hazırlığı yaparken
ölüm haberi gelir.
Zehebî, "Buhârî'nin
tahsilini tamamlayıp te'lîf ve hadîs rivâyetine başladığı zaman henüz yüzünde
tüy çıkmamıştı" der. Ancak, te'lîfe geçmesi hadîs talebine son vermesi
değildir. "Kişi, kendisinden büyük olanlardan, akranlarından ve kendisinden
küçük olanlardan ilim almadıkça kemâle eremez" diyen Buhârî hazretlerinin
1080 kişiden hadîs aldığı bilinmektedir.[265]
Kendisinden Hadîs Alanlar:
Buhârî, sağlığında lâyık
olduğu şöhret ve itibara ulaşmış bu sebeple çok sayıda kimse kendisini dinlemiş
hadîs rivâyet etmiştir. Müslim, Tirmizî, Muhammed İbnu Nasrı'l-Mervezî, Sâlih
İbnu Muhammed, İbnu Huzeyme, Ebu Kureyş Muhammed İbnu Cum'a, İbnu Sâid, İbnu
Ebi Dâvud, Ebu Abdullah el-Firebrî, Ebu Hâmid İbnu'ş-Şarkî, Mansur İbnu
Muhammed el-Bezdevî, Ebu Abdillah el-Mehâmilî meşhurlardandır.
Buhârî, muasırlarına
sadece hadîs vermekle kalmamış te'lif metodu da vermiştir. Belki bu daha mühim
bir husustur. Çünkü, sahîh hadîsleri müstakil bir te'lifte toplama işine ilk
teşebbüs edip gerçekleştirme şerefi Buhârî'ye aittir. Başta Müslim olmak üzere,
diğer sahîh müelliflerinin hepsi, Buharî'nin açtığı çığırda giderek eser
vermişlerdir. Binaenaleyh onlardaki payını inkâr etmek mümkün değildir.[266]
Fıkıh Yönü:
Buhârî Hazretleri,
muhaddis olduğu kadar da fakîhtir. Az ilerde temas edeceğimiz üzere bâzı
âlimlerce "mutlak müçtehid" olarak değerlendirilecek kadar fıkha
hâkimdir ve eserine fıkhî incelikleri aksettirmiştir. Esasen, eserini sâdece
sahîh hadîsleri cemetmek için te'lîf etmemiştir. Te'lifden bir gayesi de
âlimler arasında müsellem fıkhî meselelerin âyet ve sahîh hadîslerde gelen
delillerini göstermektir. Nitekim kendisi şöyle der: "İhtiyaç duyulan her
hususta mutlaka Kur'an ve hadîsten benim nezdimde delîl vardır".
Buhârî'nin fıkhî yönü
muasırlarının da dikkatini çekmiş ve takdirlerini celbetmiştir. Nuaym İbnu
Hammâd el-Huza'î şöyle der: "Muhammed İbnu İsmâil, bu ümmetin
fakîhidir". Bündâr (Muhammed İbnu Beşşâr) da: "O (Buhârî), zamanımız
insanlarının en fakîhidir" demiştir. Dârimî'nin şehâdeti de şöyle: "Ben
Harameyn'de, Hicâz'da, Şâm'da ve Irâk'da pek çok âlime rastladım. Onlar
arasında çeşitli ilimleri, Muhammed İbnu İsmâil kadar nefsinde cemedenini
görmedim. O, hepimizden daha âlim, daha fakîh ve ilim talebinde hepimizden daha
ileridir".[267]
Zeka Ve Hâfızası:
Buhâri Hazretleri mümtaz
vasıfları olan bir zattır. Zehebi: "Zekâda, ilimde, vera ve ibadette en
önde gelen bir kimseydi" diye tavsîf eder. Nitekim öyle bir zekâ ve hâfıza
gücüne sahipti ki, bir kitabı bir kere okumakla hıfzına alıyor, işittiklerini
olduğu gibi ezberliyordu. Hafıza durumu daha küçükken dikkatleri çekmişti.
Buhârî'nin varrâkı (kâtibi) Muhammed İbnu Ebî Hâtim şunu anlatır: "Buhârî
çocuktu, beraber hadîs derslerine devam ediyorduk. Biz dinlediğimiz hadîsleri
muntazaman yazıyorduk, fakat o yazmıyor, sâdece dinliyordu. Biz bir ara:
"Sen niye yazmıyor, vaktini aylak geçiriyorsun?" diye çıkışmaya
başladık. Israr edince "Çıkarın yazdıklarınızı!" dedi. 15 bin
kadardı, bunlar. O hepsini ezberden okuyuverdi. Biz defterden takip ettik, hiç
eksiği yoktu.
"- Gördünüz mü? Boşa
mı gidip geliyor muşum?" dedi. Biz o zaman anlamıştık ki, kimse ilimde
Buhârî'nin önüne geçemeyecek".
Buhârî'deki bu hâfıza ve
zekâ gücünü bazıları belâzur denen bir ilâç içerek elde ettiğine dair dedikodu
yaparlar. Bunun üzerine Muhammed İbnu Ebî Hâtim, yalnız kaldıkları bir sırada
sorar:"
- Hâfızayı güçlendirmek
için bir ilaç var mı?" Buhârî:
"- Bilmiyorum!"
dedikten sonra, kendisine yaklaşıp:"
- Hafıza için kişinin,
kendisini ("gayretin yetersiz, öğrendiklerine güvenme!" diye) ithâm
etmesinden ve çalışmaya devamından daha faydalı bir şey bilmiyorum!" der.
Buhârî'nin her gün iki
adet bâdem yediği kaydedilir.
Buhârî'nin Bağdâd
ulemasınca imtihan edilme hâdîsesi onun hâfıza durumu kadar, hadîs sâhasındaki
ilminin genişliğini göstermesi bakımından da son derece ehemmiyetlidir. Buhârî
hadîslerinin kıymetini anlamamıza da yardımcı olur ümidiyle özetlemekte fayda
ümîd ediyoruz: Buhârî, hadîste epeyce bir şöhret kazandıktan sonra Bağdâd'a ilk
geldiğinde, Bağdâdlı âlimler, bu şöhrete hakikaten layık olup olmadığını
anlamak, ilim ve hıfzdaki derecesini ölçmek için hazırlık yaparlar, çok
kalabalık ders meclisinde hazırlıklı on kişi kalkıp onar hadîs sorarlar. Ancak
hadîsleri okurken hadîslerin senedlerini değiştirirler. Böylece her biri,
hadîslerini, kendine ait olmayan bir senedle okur. Buhârî, bunların hepsini
sonuna kadar dinler ve her hadîs okundukça: "Böyle bir hadîs bilmiyorum!
" der. Sorular bitince, birinci hadîsten yüzüncü hadîse kadar, her birinin
senedini yerli yerine koyarak, doğru şekilde rivâyet eder ve "Böyle
olmaları lâzım" der. Bu manzara karşısında Bağdad uleması ilminin
genişliği ve hâfızasının kuvvetini takdir etmekten kendini alamaz.
Hadîs ve rical bilgisini
takdir etmede şu vak'a da zikre şayandır: Nişâbur'da iken, İshâk İbnu
Râhuye'nin meclisinde ders takriri sırasında, İshâk bir hadîs okurken,
rivâyette Ata el-Keyharânî ismi geçer ve sorar: "Keyharân nedir?"
Mecliste hazır bulunan Buhârî cevap verir: "Yemen'de bir köydür. Bu zatı
(Ata'yı) Hz. Muâviye (radıyallahu anh) orada bulunan Sahâbe'den birinin yanına
göndermişti. İşte Ata, o sahâbîden iki hadîs dinledi". Bu cevap üzerine
İshâk, Buhâri'ye hayranlığını şöyle ifâde eder: "Ey Ebu Abdillah sen,
sanki insanları (tek tek) görmüş gibisin".
Mahmûd İbnu'n-Nâzır İbni
Sehl der ki: "Basra'ya, Şâm'a, Hicaz'a, Kufe'ye gittim, bütün âlimleriyle
görüştüm. Her tarafta, ne zaman Muhammed İbnu İsmâil el-Buhârî'nin ismi
zikredilmişse onun kendilerinden üstün olduğunu söylediler." İbnu Hüzeyme:
"Şu gök kubbesinin altında hadîsi Buhârî kadar bilen yoktur" demiştir.[268]
Dindarlığı:
Buhârî, diğer selef
büyükleri gibi dindarlığı ve verâsı ile de tanınmış bir zattır. İlimde olduğu
kadar dindarlıkta da başı çektiğini, Zehebî'den naklen kaydetmiştik. Ramazan
ayında, terâvihten sonra Kur'ân'ın üçte biri ile namaz kıldığı belirtilir. İbnu
Hibbân, Kur'ân okuyuşunu öyle anlatır: "Muhammned İbnu İsmâil Kur'ân
okuyunca, kendisini öyle kaptırırdı ki artık kalbi, gözü, kulağı hep onunla
meşgul olur, ayetlerde geçen temsiller üzerine tefekkür eder, haramların,
helâllerin idrâkine varırdı". Bu durumu te'yîden Zehebî'nin kaydettiği bir
vak'aya göre, Buhârî, namaz kılarken dayanılmaz ızdıraplara mâruz kalır. Fakat
O, namazını bozmaz. Namazdan sonra anlaşılır ki, eşek arısı tam 17 yerinden
sokmuştur.[269]
Mezhebi:
Buhârî itikad'da ehl-i
sünnettir. Ancak îmanı amelden ayırmaz. Ona göre îman, "kavl ve fiildir,
artar, eksilir". Sahîh'inde bu kanaatini âyet ve hadîslerle isbât etmeye
çalışır. Halku'l-Kur'ân meselesi'ne ismi kârışmış ve hocası Zühli, Buhârî'nin
Kur'ân'a: "Mahluk" dediğini ileri sürmüş ise de aslında bu bir yanlış
anlamadır. Ehemmiyetine binaen, bû mevzuyu, Hadîsle İlgili Bazı Meseleler
kısmında genişçe vereceğiz.
Amelde mezhebi hususunda
ihtilâf edilmiştir. Dört sünnî mezheb mensupları, yazdıkları terâcim-tabakât
kitaplarında Buhârî'yi kendilerinden göstermeye çalışmışlardır. Umûmiyetle
delilleri, Buhârî'nin hocaları arasında yer alan şahsiyetlerdir. Zira her
mezhebe mensup büyüklerden hadîs almıştır. Sübkî Tabakâtu'ş-Şâfiyye'de ona yer
verirken delili, Buhârî'nin şeyhlerinden olan: Ez-Za'ferânî, Ebu Sevr,
Kerâbîsî, Humeydî gibi Şâfiî mezhebine mensup kimselerdir. Ayrıca, fıkhından,
Şâfiî görüşe uygun meseleler de gösterilir.
El-Ferrâ da,
Tabakâtu'l-Hanâbile'de yer vermiş, delil olarak, Ahmed İbnu Hanbel'in
Buhârî'nin şeyhlerinden biri olduğunu zikretmiştir.
Keza Buhârî, Mâlikîlere
göre de Mâlikîdir. Çünkü Muvatta'yı Abdullah İbnu Yusuf et-Tinîsî'den ders
almıştır.
El-Ahnef: "Buhârî,
Hanefî'dir çünkü, Sahîh'in te'lif edilmesini tavsiye eden üstadı İshak İbnu
Rahûye Hanefi'dir" der.
Meselenin münakaşasına
girmeden, şunu belirteceğiz, Buhârî Hazretlerine: "Mutlak müctehiddir bu
mezheplerden hiçbirine mensup değildir" diyen de olmuştur. Buhârî üzerine
kıymetli araştırmalarda bulunan Muhammed Enver Keşmîrî, Buhârî'nin müctehid olduğunu,
bazı meselelerde Şafiî veya Hanefi'ye benzemekle, onlardan sayılmayacağını
ifade eder. Keza el-Mübârekfûrî de aynen Keşmîrî gibi, tahkîke dayanarak
Buhârî'nin müçtehid olduğunu, herhangi bir mezhebin mukallidi olmadığını
söyler. [270]
Buhârî'nin Ebû Hanîfe İle
İhtilafı:
Buhârî'den bahsederken,
zamanımızda bu meseleye de yer vermemiz gerekmektedir. Onun için, mevzunun
gerçek mahiyetini kısaca açıklamaya çalışacağız.
Aslında Buhârî ile Ebû
Hanîfe muasır değildir. Çünkü Ebû Hanîfe 80-150 yılları arasında yaşamıştır.
Yani Buhârî hazretleri Ebû Hanîfe (radıyallahu anh)'nin ölümünden tam 44 yıl
sonra doğmuştur. Buna rağmen, aralarında bir ihtilaf söz konusudur ve bu
gerçektir. Pek çok müellif bu meseleye temas etmiş ve bilhassa Hanefîler,
İmam-ı Azâm'ı müdafaa için mevzu üzerine eğilmişler, müstakil eserler
vermişlerdir. El-Lübâb'ın sahibi, Abdülgani el-Meydânî ed-Dımeşkî'nin
Keşfu'l-iltibas Ammâ Evredehu'l-Buhârî alâ Bâzı'n-Nâs adlı eseri bu teliflerden
biridir.
Buhârî, Sahîh'inin tam 18
yerinde Ebû Hanîfe'ye hücûm eder. Ancak hiçbirinde ismen Ebû Hanîfe'yi
zikretmez. Her defasında: "Kâle ba'zu'n-nâs" (âlimlerden biri
demiştir ki) der ve arkadan reddedeceği, tenkîd edeceği fıkhî bir görüş
kaydeder. Âlimler ittifakla "Ba'zu'n-nâs" tâbiriyle Ebû Hanîfe'nin
kastedildiğini belirtirler.
Terâcim kitapları,
umumiyetle Buhârî'nin, Ebû Hanîfe'ye cephe almasında Nuaym İbnu Hammâd el
Mervezî'nin müessir olduğuna dikkat çekerler. Bu zat, Buhârî'nin sohbetine
katıldığı kimselerden biridir. Başlıca hususiyeti de, Ebû Hanîfe'ye karşı
beslediği aşırı taassubudur. Çünkü kendisi ehlü'l-hadîstir, sünneti takviye
için hadîs bile uydurmaktadır. Ebû Hanîfe ise ehl-i rey bilinmektedir. Bu
sebeple Nuaym, Ebû Hanîfe aleyhinde şenî yalanlar uydurmaktan çekinmemiş ve
Buhârî'ye bu meselede müessir olabilmiştir.
Buhâri'deki Ebû Hanîfe
husûmetinin sebebiyle ilgili bu açıklamaya, başka makul izahlar da yapılmıştır.
Bunlardan birine göre, Buhârî ilmî seyahatlerden Buhârâ'ya dönünce, oradaki
Hanefi olan âlimler kendisini kıskandı. Hatalı bir fetvasını bahâne ederek onun
Buhârâ'dan sürülmesini sağladılar. Bu işin başında, Buhârî'nin talebelik
arkadaşı olan Ebu Hafsı's-Sağîr el-Buhârî baş rolü oynamıştır. Ebu
Hafsı's-Sağîr Mâverâünnehir'de Hanefiye şeyhidir. Kendisine karşı bed muâmelede
bulunanlara karşı kırılmış olan Buhârî Hazretlerinin bir insan olarak hissiyata
kapılıp Hanefilere kırıldığı, Ebû Hanîfe'ye karşı taassuba düştüğü ifâde
edilir.
Bir başka yoruma göre,
Buhârî, kendisinde hadîs ve eser galebe çalan bir fakîhtir, nazarında iman kavl
ve amelden ibârettir, artar ve eksilir. Ebû Hanîfe ise kendisinde fıkıh ve rey
galebe çalan bir muhaddistir. Bunun nazarında iman, kalb ile tasdik, dil ile
ikrârdır, artmaz ve eksilmez. Farklı görüşlere mensub bu iki zümre arasında
ihmal edilemiyecek açıklık meydana gelmiş, cedelleşmeler olmuştur. Binâenaleyh,
Buhârî Hazretleri de bu görüş ayrılıkları sebebiyle, ehl-i rey'den olan Ebû
Hanîfe'ye karşı taassuba düşmüş olmalıdır.
Bu yorumun haklılığını
kavramak için Ahmed İbnu Hanbel'in şu sözünü kaydetmede fayda var. Der ki:
"Biz ehl-i reyi, onlar da bizi durmadan lânetlerdik. Bu hal Şâfiî'nin
gelmesine kadar devam etti. O gelince aramızı bulup bizi kaynaştırdı."[271]
Buhara Valisi İle
Anlaşmazlığı:
Buhârî'nin burada kayda
değer bir menkıbesi Buhâra Vâlisi ile arasında çıkan anlaşmazlıktır. Selef
büyüklerinin ilmin izzetini korumak, siyasetçilere müdâhene etmemek hususunda
nasıl hassas davrandıklarını, bu yolda nice sıkıntılar çektiklerini göstermek
için bu anlaşmazlık da güzel bir örnektir. İbret alınması için kaydediyoruz:
Terâcim kitaplarının
kaydettiği üzere, Nişabur'dan kendi memleketi olan Buhâra'ya gelen âlimimiz,
muhteşem bir merasimle karşılanır. Şehrin bir fersah dışında çadırlar kurulur,
beklenir. Geldiği zaman üzerine altın ve gümüş paralar saçılır. Alimler başta
bütün halk etrafını sarar, hadîslerini dinlerler. Mescid'de, evinde durmadan
hadîs rivâyet eder. Dersleri büyük bir ilgi ile tâkip edilir.
Bir ara Buhârâ Vâlisi
Hâlid İbnu Ahmed de alâka gösterir. İlminden istifade etmek ister, ama hususî
şekilde. Buhârî Hazretlerine elçi göndererek "kitaplarını alarak saraya
gelmesini, onları kendisine ve evladlarına hususî şekilde tedrîs etmesini"
bildirir. Buhârî, bu teklife "ilim ve hilm evine gelinir" diyerek,
ilmin kimsenin ayağına gitmediğini, tâlibin ilmin bulunduğu yere koşması
gerektiğini ihsas eder. Bunun üzerine, Vali, elçisini ikinci sefer yollayarak,
evladlarına, başkasının katılmayacağı hususî bir ders programı uygulamasını
taleb eder. Buhârî Hazretleri, buna da menfi cevap verir: "Ben dersime
bazılarını alıp, bazılarını da almamazlık edemem".
Hâdiseyi anlatan
-Hatîbu'l-Bağdadî'nin- bir başka rivâyetine göre, Buhârî'nin Buhâra Valisi'ne
cevabı şöyledir: "Ben ilmi zelil kılamam (ayağa düşüremem), onu (ümerânın)
kapılarına, sultanlara götüremem. Şayet ilme ihtiyaç duyuyorsan, mescidimdeki
veya evimdeki derslerimde hazır bulun. Söylediğim şartlarda derslerimin
devamını istemiyorsan sen Sultan'sın, yetki sâhibisin, beni ders vermekten
menedebilirsin (Ben ya dediğim gibi derslerime devam ederim ya da dersi
terkederim). Bu da bana Allah nezdinde, kıyamet günü dersi kesişim hususunda
bir özür olur. Ben ilmi kendi arzumla kesmem. Çünkü Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm):"Kim kendine ilimden sorulur, o da gizler, söylemezse kıyamet
günü ateşten bir gemle gemlenir" buyurmuştur".
Vali ile aralarındaki
îhtilâfın sebebi bu idi.
Vali, Buhârî Hazretleri'ne
karşı husumeti devam ettirir ve aleyhinde değerlendirecek fırsatlar kollarken,
Nisâbur'dan Muhammed İbnu Yayha ez-Zühlî'nin aleyhteki mektubu gelir. Zühlî,
maalesef, Buhârî'yi Nisâbur'da gözden düşürmek, orayı terketmek mecburiyetinde
bırakmakla yetinmemiş, sağa sola, civar vâli ve ulemâya da Buhârî'nin îtizâl
ettiğine ve Kur'an'a mahlûk dediğine dair ihbar mektupları yazmıştı. Bu
mektuplardan biri de Buhâra Valisine gelmişti.
Vali bu fırsatı
değerlendirerek, halkın Buhârî'ye olan teveccühünü kırmak, derslerinden yüz
çevirmelerini sağlamak istedi. Ancak halkın hürmetini, alâkasını kıramadı. O
Buhâra'nın merkez camiinde ilim meclislerine devam ediyordu.
Vali otoritesini, makamın
verdiği selâhiyeti kullanarak onu yasaklamaya, Buhârâ'dan çıkarmaya azmetti.
Buhârî, orayı terkederek, Buhâra ile Ceyhun arasında Buhâra'ya bir merhale
mesafedeki Beykent'e, oradan da iki üç fersah uzaklıktaki Hartenk denen köye
geçmek zorunda kaldı. Rivayete göre oradan çıkarken, kendisiyle uğraşanlara
bedduada bulundu. Bir ay geçmeden başta Hâlid İbnu Ahmed olmak üzere her biri,
çoluk çocuklarıyla çeşitli musîbetlere dûçar oldular.[272]
Vefatı:
Buhârî, hicrî 256 yılında
vefat etmiştir. Buhâra'ya geldikten sonra, yukarıda anlattığımız üzere Buhâra
Valisi Hâlid İbnû Ahmed'le arasında çıkan tatsızlık sonunda, Vali, Buhârî'nin
şehri terketmesini emreder. Buhârî kendisine bu zulmü yapanlara beddualar
ederek Buhâra'yı terkeder ve Semerkant'ın bir köyü olan Hartenk'e gelir, orada
bulunan akrabalarının yanına yerleşir. Bir gece, gece namazından sonra "Ya
Rab yeryüzü bütün genişliğine rağmen bana daraldı, beni yanına al" diye
dua eder. Bu duadan bir ay geçmeden ruhunu Râbb-i Kerîmine teslim eder.
Anlatıldığına göre,
ölümünden önce Semerkant ahâlisinden ısrarlı dâvet alır, oraya gelmesini
isterler. Buhârî müsbet cevap verir, yola çıkmak üzere hazırlıklarını tamamlar,
hayvanına binmek üzere yirmi adım kadar atar, ama mecalinin kesildiğini görünce
yatağına geri döner ve bir cumartesi gecesi, Ramazan bayramı gecesinde vefat
eder.
Kabrine konduğu zaman,
kabrinden miskden daha hoş bir koku çıkmaya başlar, bu hal günlerce devam eder.
Halk kabre üşüşerek toprağından birer parça yağmalamaya başlar. Bunu önlemek
maksadıyla kabrinin üzerine tahta parmaklık örülür.
Abdu'l-Vâhid İbnu Âdem
et-Tavâsî, Buhârî ile ilgili şu rüyayı anlatır: "Rüyâmda Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ı gördüm. Ashabından bir grup etrafında olduğu halde
bir yerde sabit duruyordu. Kendisine selam verdim. Selamıma mukabelede bulundu.
"Ey Allah'ın Resûlü burada niye duruyorsunuz?" diye sordum.
"Muhammed İbnu İsmâl'i bekliyorum!" dedi. Aradan birkaç gün geçmişti
ki, Buhârî'nin ölüm haberi geldi. Hesab edince Buhârî'nin, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ı rüyamda gördüğüm anda ölmüş olduğu ortaya
çıktı".
Buhârî öldüğü zaman 62
yaşında idi. Allah rahmetini bol kılsın.
Buhârî'nin hayatı ile
ilgili açıklamaları burada tamamlarken, çocukluğu ile ilgili bir menkıbesini
kaydedelim: Hayatını anlatan kitaplarda geldiği üzere, Buhârî çocukken
gözlerini kaybeder. Annesi günlerce yalvarır, dualar eder. Derken bir gün
rüyasında, Halîlurrahmân Hz. İbrahim (aleyhisselam)'i görür. Kendisine:
"Ey kadın, Allah, senin yaptığın duaların çokluğu sebebiyle, oğlunun gözlerini
geri verdi" der. Annesi uyanınca, oğlu Muhammed'in gözlerine tekrar
kavuştuğunu görür.
Buhârî'den bahseden
rivayetler, kendisinin de, annesinin de mücâbu'd-da've yani duaları makbul
kimseler olduklarını kaydederler. [273]
Te'lifatı:
Buhârî, erken yaşta büyük
bir şevkle ilim tahsiline çıktığı için erken yaşta eser vermeye başlamıştır.
Kendisi: "18 yaşına basınca Sahâbe ve Tâbiî'nin fetva ve sözlerini,
Ubeydullah İbnu Musâ devrinde yazmaya başladım. Bundan sonra da et-Târîh'i,
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın kabr-i şeriflerinin yanında, mehtaplı
gecelerde te'lif ettim" der.
Buhârî, az sonra
tanıtacağımız es-Sahîh'i ile daha çok tanınmış ise de, onun son derece
ehemmiyetli başka eserleri de vardır. Rical üzerine yazdığı et-Târîhu'l-Kebîr
bunlardan biridir. Keza et-Târîhu'l-Evsat, et-Târîhu's-Sağîr,
el-Edebü'l-Müfred, Ref'u'l-Yedeyn fi's-Salât, Hayru'i-Kelam fi'l-Kırâât
Halfe'l-İmâm, Birru'l-Valideyn, et-Tefsîru'l-Kebîr li'l-Kur'ân, Halku
Ef'âli'l-İbâd, Kitâbu'l-İlel fi'l-Hadîs, Kitâbu'l-Müsnedi'l-Kebîr,
Kitâbu'l-Vühdân, Kitâbu'l-Mebsut vs. başka kitapları da vardır.[274]
Buhârî'nin Sahih'i:
Kısaca müellifine nisbet
ederek Buhârî diye bilinen Câmi'u's-Sahîh'in tam adı: El-Câmi'u's-Sahîh
el-Müsned min Hadîsi Resûlullâh sallallahu aleyhi ve sellem ve Sünenihî ve
Eyyâmihi'dir.
Hocası İshak İbnu
Râhuye'nin: "Biriniz sahîh hadîsleri müstakil muhtasar bir kitapta
cemetse" tavsiyesi üzerine yola çıkan Buhârî, Sahîh'ini 16 yılda; 600 bin
hadîsten seçerek vücuda getirmiştir. Firebrî'nin rivâyetine göre, herhangi bir
hadîsi Sahîh'e dahil etmezden önce yıkanıp iki rekat namaz kılan Buhârî,
Allah'a istihârede bulunup mânevî bir işâret aramış, ondan sonra hadîsin
sıhhatine hükmetmiştir. "Bu şekilde sıhhati nazarında sübût bulmayan
hiçbir hadîsi Sahih'e almadım" der. Es-Sahîh'in bu şartlar altında
tebyîz'i Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın kabr-i şerifleriyle, minberi
arasında gerçekleşir.
Buhârî, eserini
tamamlayınca Ahmed İbnu Hanbel, Yahya İbnu Mâin, Ali İbnu'l-Medînî gibi
devrinin üstadlarına arzeder. Bunlar, rivâyete göre, dört tanesi hariç bütün
hadîslerin sıhhatinde ittifak edip, takdirlerini ifâde ederler. Zehebî:
"Buhârî'nin el-Cami'u's-Sahîh'i, Kitabullah'tan sonra Kütüb-i İslâmiye'nin
en kıymetlisi, en üstünüdür. Bir kimse onu dinlemek için bin fersahlık mesâfeye
yolculuk yapsa, bu zahmete değer, seyahati boşa gitmez" der. Buhârî,
sağlığında, lâyık olduğu takdir ve hürmeti gören âlimlerdendir. Müslim, ona
karşı son derece hürmetkârdı. Halku'l-Kur'ân meselesindeki yanlış anlama sonucu
Zühlî ile Buhârî arasında çıkan tatsızlık sırasında, herkes Buhârî'nin
meclisini terkederken, ondan ayrılmayan iki kişiden biri Müslim idi. Rivâyete
göre, Buhârî'nin huzuruna her girişinde: "Müsaade et ayaklarını öpeyim ey
hadîs hastalıklarının doktoru, ey muhaddislerin şeyhi" derdi. Bağdadî,
Zühlî'nin tutumu sebebiyle Buhârî ile Zühlî arasındaki hâdîse çıkıncaya kadar
Müslim'in Buhârî'yi desteklediğini, ondan sonra bunların arasına da soğukluk
girdiğini belirtir.
Eser, te'lîfinde müellifin
takip ettiği titizlik sebebiyle en sahih hadîsleri cemederek, bütün ümmetin
icmaya yakın bir ittifakla tam bir güvenine mazhar olmuş, "Kur'ân'dan
sonra ikinci Kitap" olma şerefini kazanmıştır. Öyle ki, musîbet ve
belâlara karşı, tıpkı Kur'ân gibi teberrüken okunması bile müesseseleşmiştir. Sağlam
bir senetle Buhârî'nin kendisinden şu rivâyet anlatılmaktadır: "Bir gece
rüyamda Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı gördüm. Ben önünde durmuş,
elindeki yelpaze ile Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı sineklerin
tâcizinden koruyordum. Bunun mânasını bir tabirciden sordum. Bana: "Sen
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı kizbe karşı müdafaa edeceksin" diye
yordu. Beni, el-Cami'u's-Sahîh'i te'life sevkeden bu rüya oldu."
Eserin ehemmiyet ve
makbuliyetini anlatma zımnında Ebu Zeyd el-Mervezî'den şu rivâyet kaydedilir.
Ebu Zeyd demiştir ki: "Ben, birgün Rükn ile Makam arasında uyuyordum.
Rüyamda Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'i gördüm. Bana: "Ey Ebu
Zeyd, ne zamana kadar benim kitabımı değil de Şâfiî'nin kitabını tedrîs
edeceksin?" dedi. Ben: Ey Allah'ın Resûlü senin kitabın hangisi? diye
sordum. "Muhammed İbnu İsmâil'in Camiî" dedi." [275]
Üstünlük Sebebi:
Sahîh-i Buhârî'yi diğer
kitaplara üstün kılan tarafı Buhârî'nin bir rivâyetin sahîh olması için,
âlimlerin koştuğu şartlarda hiç tâviz vermemesidir. Adalet, zabt, şöhret bütün
âlimlerin müşterek şartı ise de, Buhârî bu meselelerde tavizsiz olmuştur. En
bâriz davranışı da lika meselesinde ortaya çıkar. Yani, Buhârî'ye göre bir
hadîsin sahîh olabilmesi için, senette yer alan bütün râvîlerin adalet ve zabt
yönleriyle mükemmel yâni sika (güvenilir) olması yeterli değildir. Bu
râvilerden her biri hem kendisinden hadîs rivâyet ettiği hocası durumundaki
zatla fiilen karşılaşmış hem de kendisinden hadîsi rivâyet eden talebesi
durumundaki zatla fiilen karşılaşmış olmalıdır. Lika denen bu karşılaşmalar da
âlimlerce bilinmiş olmalıdır. Bilinmeyen, zanda kalan karşılaşmalar Buhârî için
karşılaşma sayılmaz, böyle bir durum ona göre ınkıta, kopukluk ifâde eder. Şu
halde, durumu bu olan hoca-talebeden yapılan mu'an'an rivâyet mevsul değil
munkatı'dır, yanî kopukluk vardır. Senette ınkıta ise zayıflık sebebidir.
Dolayısıyla böyle bir hadîs Buharî'ye göre sahîh değildir. Halbuki, Müslim,
ileride kaydedeceğimiz üzere, hadîsin sahîh olması için "lika"yı şart
koşmamış, üstelik, Mukaddime'sinde, bu şartı koşmayı bid'at olarak tavsif
etmiştir.
Şu noktayı da
belirtmemizde fayda var: Buhârî'de görülen bir hususiyet olarak sunduğumuz lika
şartını bazı âlimler mümârese kelimesiyle ifade eder. Ricâl taksimatıyle ilgili
olarak kendisinden bahsettiğimiz Hâzimî bunlardan biridir. Hattâ Hâzimî,
mümârese'yi açıklarken tûlu'l-mülâzeme tâbirine yer vererek uzun müddet
beraberlik'i zikreder, bâzılarında hazerde ve seferde bile berâberlik'in
tahakkuk ettiğine dikkat çeker.[276]
Hadîste Metodu:
Buhâri, ulemânın bu
takdirlerine boşa mazhar olmamıştı. "Hâfızada âyetti" denecek hafıza
gücüne, onun meselelere nâfiz zekâsı, hadîs uğrunda yorulmak bilmez gayreti
inzimâm etmişti.
Araştırıcılar, Buhârî'nin
hadîs metodunu tahlil edince, onun şu hususlara ehemmiyet verdiğini
görmüşlerdir.
1-
Sened,
2-
Senedde yer alanların durumları,
3-
Metin,
4-
Metnin ihtiva ettiği mefhumun "asıl"ları.
Yâni, hadîsin sahîh olması
için senedde bir kısım şartlar aramaktadır. Bu şartlar çoğunlukta râvilerin
ahvâliyle ilgilidir. Râviler Buhârî'nin aradığı şartları kemâliyle taşımazsa o
hadîsi kitabına ya hiç almamakta veya muallak olarak almaktadır.
Metnin alınmasında merfu
olması esastır. Bir bâbta aradığı şartları taşıyan merfu hadîs yoksa mevkuf ve
maktu olanları almakta, ancak bunlar için "asıl" araştırmaktadır.
"Asıl"dan maksad o mefhumu öz olarak ifâde eden âyet ve
müsned-sahîh-hadîs'tir. Bu cümleden olarak, her bir mevkuf ve maktu hadîsin
mutlaka âyet ve sahîh-müsned-sünnet'te bir aslını bildiğini kendisi ifâde etmektedir:
"Sana, Sahâbe ve Tâbiîn'den bir hadîs getirmişsem, onların çoğunun
doğumunu, vefâtını ve yaşadığı yerini bilirim. Ayrıca, Sahâbe ve Tâbiîn'den bir
hadîs rivâyet etmişsem, onun için yanımda mutlaka, Kur'an veya (sahîh)
sünnetten hıfzettiğim bir asıl vardır".[277]
Ravi'nin Ahvali:
Buhârî, râviler hakkında
tesebbütün gerçekleşmesi için ezberlediği hadîslerde adı geçen bütün raviler
hakkında: Nesebi, memleketi, yaşadığı asrı, şeyhleri, doğum ve ölüm târihleri,
haklarında söylenenler hususlarında bilgi sâhibi olurdu. Hadîs rivâyet eden bir
şeyh duyacak olsa, ona seyahat eder önce hakkında bilgi toplar ondan sonra
hadîsini alırdı. Buhârî bu şartlarla 1080 kişiden hadîs yazmıştır. Bunların
hepsinin de sâhib-i hadîs olduğu belirtilir. Tirmizî, Buhârî'nin rical
bilgisini te'yîden şunu söyler: "Ne Irak'ta ne de Horasan'da Buhârî kadar
ilel ve târik bilen, senedleri hakkıyla tanıyan bir başkasını görmedim."
Raviler konusunda ilminin genişliğini kendisinden yapılan şu açıklama da te'yîd
eder: "Birgün, Enes (radıyallahu anh)'ın ashabını (kendisinden hadîs
rivâyet edenler) düşündüm, birden üçyüz kişi aklıma geldi". Ebu'l-Ezher de
şunu anlatır: "Semerkant'ta hadîs tahsîliyle meşgul 400 kişi vardı. Bunlar
yedi gün aralarında toplantılar yaparak Buhârî'yi hadîs hususunda şaşırtmak
için plân hazırladılar. Şâmî senedleri Irâkîlere, Irâkî isnadları Şâmî
isnadlara, Haram'ın isnadlarını Yemen'in isnadlarına katıp karıştırdılar. Ama
nâfile, ne metinde ne senette ona tek bir aksama nisbet edemediler." [278]
Sahîh-i Buhâri'nin Tertibi:
Buhârî, hadîs kabûlünde
tâkip ettiği şartlarda husûsiyet arzettiği gibi eserini tertipte takip ettiği
tarzda da husûsiyet arzeder. Tirmizî, Nesâî, Ebu Dâvud gibi daha başka alimler
de aynı tertibte gitmeye çalışsalar da Buhârî bir kısım husûsiyetlerini korur. [279]
Tertibde Fıkhî Gaye:
Buhârî'de kitabın
tertibine yön veren husus, öncelikle babları tanzîmdeki gâyedir. O, bâblarda
fıkıh yapmak ister. Ulema arasında mâlum ve müsellem olan fıkhî hükümleri önce
bâb başlığı hâlinde beyân eder, sonra bu hükümlerin -varsa- Kur'ânî delillerini
ve kendi şartlarına göre sahîh olan hadîslerden delillerini serdeder.
Hemen kaydedelim ki,
Buhârî, "Bab başlıklarında fıkıh yapar, fıkhî hüküm beyan eder"
derken "fıkıh" kelimesiyle bugünkü kullanılan mânâda, dinî meselelere
veya, muâmelâta giren hükümleri anlamayacağız. Aksine usûle, furu'a, zühde,
edebe temsîle vs... Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın hadîslerinde yer
verdiği her konuya giren hükümleri, meseleleri anlayacağız. [280]
Hadîslerin Tekrarı:
Hadîsler, bablara,
öncelikle fıkha delîl olarak konduğu için, kitap içerisinde tekrar edilir.
Çünkü hadîslerde çoğunlukla birden fazla hüküm vardır. Hattâ bâzan Buhârî bir
hadîste, çok zâhir olmayan bir hüküm, bir irtibat sezerek, hadîsi, hiç ilgisi
yok gibi görülen bir babta zikredivermiştir. Buhârî'nin bu prensibini bilen
şârihler o gâmız irtibatı bulmak için çok mâhir ve dakîk izahlara, tevillere
yer verirler.
Buhârî, hadîsleri müteâkip
bablarda tekrar ederken, her seferinde, aynı hadîsin bir başka veçhini, bir
başka tarîkini koymaya gayret eder. Öyleyse hadîs tekerrür ettikçe, hadîslerin
o vecihlerinde -gerek senet ve gerek metin yönüyle- bazı farklılıklar, yâni
noksanlıklar veya ziyâdeler ihtiva ederler. Bu durumda bir Buhârî hadîsini
tamamiyeti içerisinde görebilmek için, hadîsin tekerrür ettiği diğer bâbların
hepsini bilmek gerekecektir. Bu da müşkilatlı bir iştir.
Buhârî'nin tekrarlarıyla
ilgili olarak bilinmesi gereken bir diğer husus şudur: Buhârî tekrar yaparken,
senedi değiştirdiği gibi, metnin de yeni babı ilgilendirmeyen kısmını imkân
nisbetinde atar, yani hadîste takti'e yer verir. Kastalânî bu konuyla ilgili
açıklamayı şöyle sürdürür: "...Metin kısa ve metnin şâmil olduğu kısımlar
birbirine murtabıt olarak birkaç hükme şâmil iseler, -hadîsi bölmenin zorluğuna
binâen- aynen tekrâr eder. Bu durumda, hadîsin değişik bir tarîki varsa o
tarîkle sevkeder. Böylece aynı hadîsin değişik tarîklerini vererek onu takviye
etmiş olur. Bâzan, hadîsin tek bir tarîki vardır, başka tarîki yoktur, bu
durumda bizzat hadîste tasarrufta bulunarak bir yerde mevsul, bir yerde muallak
olarak tahrîc eder. Bazen hadîsin tam metnini, bazen kaydettiği babta lâzım
olan bir tarafını zikreder. Eğer metin birkaç cümleye şâmil ise, ve bunların
birbiriyle irtibatı da yoksa -uzunluktan kaçınmak için- bu cümlelerden
herbirini müstakil bir babta zikreder... Buhârî, Sahîh'inde hiçbir hadîsi metin
ve senedi ile aynen tekrâr etmek istememiştir. Bu çeşit tekrarlar çok azdır ve
arzusunun hilâfına vâki olmuştur".
Kastalâni, bu açıklamayı
sunduktan sonra aynen tekerrür eden hadîslerini kaydeder ki bunlar 21 adettir.[281]
Bab Başlığı:
Buhârî'de, tercüme
(cem'i-terâcim'dir) de denen bâb başlığı nerdeyse müstakil bir konudur. Çünkü
müstesna bir ehemmiyet taşır. Buhârî'nin orijinal yönlerinden biri bab
başlıklarıdır. Buhâri, bu başlıklarda fıkhını ortaya kor.
Buhârî'nin Sahîh'inde 3730
bab mevcuttur. Bu bâbların başlıklarında, pek nâdir istisnalar dışında[282]
mutlaka bir meseleye temâs eder. Bu mesele ya cezm halindedir, kesin bir hüküm
taşır, ya da cezm yoktur ihtimal taşır. Kesin hükme, ulemânın ittifak ettiği
meselelerini işlerken yer verir. İhtimalli ifâdeye de münâkaşalı bahislere
girerken yer verir. Meselâ, Kitâbu'l-İmân'da geçen: "Duânız İmânınızdır
Bâbı" birinciye misaldir. Keza Kitabu'l-İlim'de geçen: "İlmin Yazılması
Bâbı" da ikinciye misaldir. Burada kesin bir hüküm yok, zira ulemâ bu
konuda münakaşa etmiştir.
Buhârî'nin babları ve
tercümeleri (bab başlığı) ile ilgili olarak beyân edilen hususiyetlerden bir
kısmı şöyledir.
1- Bâzı
tercümeleri açıktır, ne maksadla başlık atmışsa, buna uygun hadîsler
kaydedilmiştir.
2-
Bazan tercüme, arkadan kaydedilecek hadîsin lafızlarını aynen ihtiva eder.
3-
Tercüme, aşağıda kaydedilecek hadîsin sözlerinden bir kısmıyla teşkîl edilir.
4- Bâzan
hadîste geçen kelâmdan kastedilmiş olan mânayı açıklar mâhiyette bir tercüme
konur. Bu tercüme ile hadîs vuzûh (açıklık) kazanır.
5-
Bâzan, hususî bir hadîs için, umumî mânada bir tercüme konulur. Böylece
tercüme, hadîs için bir nevi te'vîl hizmeti görür ve burada, tercüme fakîh'in: "Bu
hadîs-i hâs'dan murad, (hususî değil) âm'dır" sözünün yerine geçer.
Bununla da -câmi bir illetin mevcudiyeti sebebiyle- başvurulacak kıyası ihsâs
eder.
6-
Bazan da âm bir hadîs için hâs (hususiyet ifâde eden) bir tercüme gelir.
7-
Bazan tercümenin lafzını kaydeder, arkadan bir âyet veya -müsned bir hadîs
değil- bir eser kaydeder. Sanki, böylece: "Bu babta şartıma uygun bir
rivâyet yok" demek ister.
8-
Bazan da, şartına uymayan bir hadîsi tercüme olarak kaydeder. Babta da ona şâid
olacak şartına uygun bir hadîs koyar.
9-
Bazan bir ayetle başlık (tercüme) açar, sonra hadîs kaydeder.
10-
Bazan tercümeyi soru tarzında yapar: "Falan şey olur mu? Babı" gibi.
Burada iki ihtimalden birine yönelmez. Maksadı da, bu hükmün sabit olup
olmadığını beyan etmektir.
Vs. burada da, mevzuyu
uzatmamak için, bu kaydedilen bab başlıklarıyla ilgili örnek vermekten sarf-ı
nazar ettik.[283]
Buhârî'de Hadîs Miktarı:
İbnu Hacer el-Askalânî'nin
Fethu'l-Bâri'nin Mukaddimesi olan Hedyü's Sârî'de yaptığı sayıma göre,
Buhârî'nin Sahîh'inde, mükerrer olanlar dâhil 7397 mevsul hadîs mevcuttur.
Muallak ve mütâbaatlar buna dâhil değildir. Muallak hadîsler ise 1341 tanedir.
Bunlardan 160 tanesinin sahîh'te senedi mevcut değildir. Mutâbi olarak
kaydedilen ve ihtilatlarına dikkat çekilenler ise 344'dür. Mükerrer olmayan
mevsullerin sayısı da 2602'dir. Böylece mevsul, muallak, mükerrer ve mütâbî
bütün hadîslerin sayısı cem'an 9082'dir. İbnu Hacer mevkûf ve maktu
rivâyetlerin sayısını vermez.
Sahîh-i Buhârî, ayrıca 9
cilde, 97 kitaba (ana bölüm) ve 3730 bâba ayrılmıştır.[284]
Buhârî'yi
Tenkid:
İslâm âlimleri, Buhârî'yi
kazandığı şöhrete bakarak sebebiyle, Sahîh'ini 90 binle ifâde edilen büyük
sayıda kimse kendisinden dinleme fırsatı bulmuştur. Bunlar arasından bin
kadarının Sahîh'i dinlemekle kalmayıp rivâyet de ettiği yine kaynaklarda ifade
edilir. Ancak bunlardan beşi ismen bilinmektedir: Muhammed İbnu Yûsuf
el-Firebrî (v. 320), İbrahim İbnu Ma'kıl en-Nesefî (v. 194), Muhammed İbnu
Hârun el-Hadramî, en-Nesevî tenkîd dışı tutmamışlardır. Tâ bidâyetlerden beri
bir kısım râvî ve hadîslerinin zayıf olduğu sıhhat şartlarına uymadığı ileri
sürülmüştür. Bunu ilk yapanlardan biri tenkidcilikte teşeddüdüyle şöhret yapmış
olan Dârakutnîdir (v. 385). İbnu Kayyîm el-Cevzîyye de bir hadîsin mevzu
olduğunu iddia etmiştir. Ancak, diğer İslâm alimleri, bu iddiaları
cevaplandırarak vaz' ve hatta zayıflık iddialarını reddederler.
Buhârî'ye yöneltilen
tenkîdlerin mahiyetini ve onlara verilen cevaplarla ilgili bir kısım teferruatı
Sahîheyn'i Tenkîd bahsinde az ilerde işleyeceğiz. Burada, Buhârî hakkında
yapılan tenkitlerle ilgili olarak İbnu Hacer'in yaptığı bir açıklamadan kısa
bir iktibas yapacağız. Hedyü's-Sârî'de şunları söyler: "Buhârî ye
yöneltilen illet iddialarının hepsi de hadîsi cerh edici mâhiyette değildir. Aksine
çoğunluğuna verilecek cevap pek açıktır ve bu kısım cerh'ten berîdir. Bir
miktarına da cevap verilecek durumdadır. Az bir miktarına cevap vermekte zorluk
var. Kim, tenkîde uğrayan bu hadîslere müracaat eder ve bunlara yöneltilen
tenkîdlere muttali olursa, şu gerçeği görür: Bu tenkidler Sahîh'in özüne temas
etmemekte, şeklî bir tenkid olmaktadır. Ulemâyı bu tenkîdlere sevkeden husus
da, onların titizlikteki aşırılıkları ve dinî meseleler karşısındaki
uyanıklıklarıdır. Sözgelimi, mürsel görünmesine rağmen, gerçekte mevsul olan ve
mevsul muâmelesi gören bir hadîsin mürsel olduğunu söylemeleri gibi".
Hülâsa, Buhârî'nin
râvilerine olsun, hadîslerine olsun tevcih edilen tenkidler, Sahîh'in ilmî
değeri hususunda ulemânın icmâına, Cumhûr'un da Kur'ân'dan sonra gelen en sahîh
kitap olduğu husûsundaki ittifakına zarar verecek mahiyette değildir. Sahîh'de
yer alan her bir hadîsin kesin ilim ifâde edip etmiyeceği hususunda âlimler
ihtilaf etmişlerdir. İbnu Salâh: "Kesin ilim ifâde eder" demiştir.
Nevevî buna itiraz etmiş, "sıhhatte en üst derecede de olsa kesin ilim
değil, zan ifâde eder" demiştir. Cumhur'un görüşü de budur.[285]
Buhârî'nin
Nüshaları:
Buhârî'nin sağlığında
ermiş olduğu şöhret (v. 290), Mansur
İbnu Muhammed el-Bezdevî (v. 329) ve el-Hüseyin İbnu İsmail el-Mehâmilî (v
330).
Bunlardan ilk ikisi
müteâkib asırlarda çeşitli çalışmalara kaynak yapıldığı, şerh vs. çalışmalarına
esas kılındığı halde diğerleri çabucak unutulup gitmiştir.
Buhârî'nin bu iki nüshası
arasında bazılarınca mübâlağalı şekilde büyütülen, bazılarınca da pek mühim
sayılmayacak farklılıklar vardır.[286]
Nesefî Nüshası:
Yedinci asra kadar,
âlimlerce ilgi gösterilen nüshadır. Buhârî üzerine yapılan ilk çalışmalarda bu
nüsha esas alınmıştır. İlk Buhârî şârihi Hattâbî (Ebu Süleymân Hamd İbnu
Muhammed (v. 388), eseri olan İ'lâmu's-Sünen'i, Ebu Nuaynı el-İsfehânî (v.
430), el-Müstahrec ala Sahîh-i'l-Buhârî'yi, Humeydî (v. 488) el-Cem'u
Beyne's-Sahîheyn'i hazırlarken hep Nesefî nüshasını esas almışlardır. Bazı
bahislerde Firebrî daha mufassal ve gereksiz bâzı tekrarlar ihtiva ettiği
halde, Nesefî bunlardan sâlim ve özlüdür. Firebrî'de muhtelif yerlere dağıtılan
filolojik unsurlar Nesefî'de en uygun yerde bulunur. Bâzı müşkillerin çözümü
Nesefî'yi doğrulamaktadır. Şunu da belirtelim ki, Sahîh'i, Firebrî'den dokuz
kişi rivâyet ettiği halde, Nesefî'den iki kişi rivâyet etmiştir.
Yedinci asra kadar birinci
derecede rağbet ve alakaya mazhar olan en-Nesefî nüshası, bu asırdan sonra
itibar makamına geçen el-Firebrî nüshası karşısında sahneden tamamen çekilecek,
Buhârî'nin Sahîhi üzerine yapılacak bütün şerh, ricâl, ihtisar, zevâid vs.
çalışmalarında Firebrî nüshası esas alınacaktır.
Nesefî nüshası'nın yedinci
asırda şöhretten düşmesi, usûl-i hadîs ilminin gelişmesi ve oturmasıyle izah
edilmektedir. Bu ilim, müstekâr bir hâl alınca herkesçe bilinen bir kaidesi şu
olmuştur: "Sema yoluyla tahammül edilen, yani hocadan öğrenilen, rivayeti
için izin istihsâl edilen) bir hadîs veya bir kitap, icâzet yoluyla tahammül
edilen bir hadîs veya bir kitaptan daha kıymetli, daha üstündür". Öte
yandan bilinmektedir ki, en-Nesefî nüshası, büyük ekseriyeti Buhârî'den sema
yoluyla alınmış olsa da sondan cüz'î bir kısmı icâzet yoluyla alınmıştır. Buna
karşılık Firebrî nüshası birincisi 248, ikincisi de 252'de olmak üzere iki kere
semâ yoluyla Buhârî'den alınmıştır.
İşte tamâmının, doğrudan
Buhârî'den iki defa alınmış olma durumu, yedinci asırdan sonra Firebrî
nüshasının şöhret-şiâr olmasında müessir olmuştur denmektedir. Ancak Firebrî
nüshasından istinsah edilen ve aralarında bâzı farklılıklar ortaya çıkan
muhtelif nüshaların büyük bir dikkatle Yûnînî (v. 701) tarafından
birleştirilerek tek nüsha hâline getirilmesinin de bu meselede müessir olduğu
kabul edilmektedir.[287]
Yûnînî Tarafından Sunulan
Hizmet:
Buhârî'den rivâyet izni almış
olan Firebrî'deki Sahîh nüshası ile yine aynı şekilde rivâyet izni alan
Nesefî'deki sahîh nüshaları arasında yukarda belirtilen bazı farklar mevcuttur.
Daha enteresanı Sahîh-i Buhârî'yi Firebrî'deki aynı "asl"dan almış
olan dokuz farklı nüshada da farklılıklar tesbit edilmiştir. İşte, Ebu'l-Hasan
Ali İbnu Muhammed İbni abdillah el-Yûnînî (v. 701), bu farklı Firebrî
nüshalarını birleştirmiş, aralarındaki farklı durumları bazı hususî
işaretlerle, remzlerle sayfa kenarlarında göstermiştir.
Yûnînî bu kıymetli mesâiyi
tamamladıktan sonra bununla yetinmeyip, Sahîhte rastlanan gramere müteallik bir
kısım müşkilleri de, devrinin meşhur nahiveisi (filolog) İbnu Mâlik en-Nehvî'ye
(v. 672) çözdürmüştür. Nüshaların birleştirilmesine ilâve edilen bu mühim
hizmet de Firebrî nüshasının kıymetini âlimler nazarında artırarak dikkatlerin
buna çekilmesine, himmetlerin buna yönelmesine müessir olmuştur.
Yûnînî, yedinci asırda
dokuz ayrı nüshayı birleştirme hizmetini yaparken, bu dokuz ayrı nüshayı teker
teker almamış, bunlar arasında, büyük mesâi sarfıyla ortaya konmuş bâzı
birleşik nüshaları esas almış, onları birleştirmiştir. Bu noktadan diyebiliriz
ki, Yûnînî'nin birleştirdiği nüshaların sayısı dörttür. Fakat, bu dörtlerden
her biri birleşik nüshadır:
1- Asîlî nüshası:
Bu, Cüreânî ve Mervezî nüshalarını birleştirmişti.
2- Ebu Zer nüshası:
Bu, Hamevî, Küşmîhenî ve Müstemlî nüshalarını birleştirmişti.
3- Ebu'l-Vakt nüshası:
Küşmîhenî ve Hamevî nüshalarını birleştirmişti.
4- İbnu Asâkir nüshası:
Bu, Ebu'l-Vakt ve Hamevî nüshalarını birleştirmişti.
Yûnînî, bu birleştirmeyi
yaparken farklılıkların hiçbirini ihmal etmeden, en küçük bir teferruata kadar
hepsini sayfa üzerinde rumuzlarla göstermiş, kullandığı rumuzların neye delalet
ettiği de ayrı bir risalede açıklanmıştır.
Bugün piyasadaki Sahîh-i
Buhârî nüshaları, Yûnînî'nin İstanbul'da mevcut olan kendi el yazısı
nüshasından 1313 yılında Sultan Abdülhâmîd Hân Hazretleri tarafından Mısır'da
yaptırılan baskısına dayanır. Mezkûr baskıda, Yûnînî nüshasının bütün
hususiyetleri aynen korunmuştur. Satırların üzerlerinde yer alan bir kısım
işaretler, sayfaların kenarlarında -satırlardan gelen rakamlara bağlı olarak-
yapılan açıklamalar nüsha farklarını göstermektedir. Bu yan açıklamalar
zımnında görülen rumuzların hangi nüshalara delâlet ettiğini her cildin baş
kısmında açıklamıştır.[288]
Nüsha Farklarının
Sebepleri Ve Mahiyeti:
Sahîh-i Buhârî gibi İslâm
Dini'nin ana kaynakları arasında yer alan mühim bir kitabın nüshaları arasında
farklılık bulunduğunu söyledikten sonra bunun sebeplerini ve mâhiyetini de
bilmek gerekir. Aksi takdirde, bu mesele Buhârî'ye karşı olan itimadı
sarsabileceği gibi, bu meseleyi istismar etmek isteyen kötü niyet sahiplerinin
iğfallerini ve habbeyi kubbe yaparak, mübalağalandırarak başka şekilde
anlatanların teşvîşleri karşısında cevapsız da kalınabilir. Nitekim başta
Goldziher olmak üzere bir kısım müsteşrîkler bu meselelere çoktan müşteri
çıkıp, müslümanlar arasında fitne vesîlesi yapmışlardır. Öyle ise meselenin iç
yüzünü kısaca bilmek ciddî bir ihtiyaçtır. Esâsen, eskiden beri İslâm âlimleri
bu meselenin aydınlatılması için mesâî sarfetmişler, bir kısım yorumlarda
bulunmuşlardır.
Hemen belirtelim ki
nüshalarını birleştirme çalışmaları Firebrî'den (v. 320) hemen sonra
başlamıştır. Nitekim bu hususta hizmeti geçtiğini belirttiğimiz Ebu Muhammed
el-Asîlî'nin (vefat târihi 392), birleştirdiği nüsha sahiplerinden Ebu Muhammed
el-Cüreânî'ninki 373, Ebu Zeyd el-Mervezî'ninki de 371'dir.
Firebrî'deki asıldan
yapılan istinsahların farklılıklar arzetmesi, bu "asl'ın tanzim yönünden
bâzı gevşeklikler taşımasından ileri geldiği kabul edilmektedir. Bu tahmîni
te'yîd eden bir şehâdeti, Firebrî nüshasının ikinci dereceden râvisi olan Ebu
Zerr el-Herevî (v. 434), Firebrî ile kendi arasındaki râviden ibâret bulunan
şeyhi Ebu İshak el-Müstemlî'nin (v. 374) şu sözünü nakleder: "Buhârî'nin
kitâbının Muhammed İbnu Yûsuf el-Firebrî'nin yanında bulunan "aslından
istinsah ettim, (son şeklini alıp) tamamlanmamış yerlerle (tamamen) boş
bırakılmış yerler gördüm. Meselâ bâzı bab başlıkları vardı, fakat altında hiç
bir şey yoktu. Bazan da hadîsler yazılmış, ancak üstünde bab başlığı
yazılmamıştı. Biz bunların bir kısmını bir kısmına birleştirdik". Bu
açıklamayı Buhârî'nin râvilerine tahsîs ettiği Esmâu Ricâlî'l-Buhârî adlı
kitapta nakleden Mâlikî ulemâsından Ebu'l-Velîd el-Bâcî (v. 747) şunu ilâve
eder: "Bu sözün doğruluğunu şu da gösteriyor ki, Ebu İshâk el-Müstemlî,
Ebu Muhammed es-Serahsî, Ebu'l-Heysem el-Küşmîhenî, Ebu Zeyd el-Mervezî,
nüshalarını ayrı "asıl"dan istinsah ettikleri halde rivayetlerinde
takdîm, te'hir'ler vardır. Bu da onların her birinin herhangi bir yerdeki bir
hâmisi veya -kitaba yerleştirilmek üzere- eklenmiş bir kağıdın muhtevasını,
kendi takdîrlerine göre, kitabın bir yerine yerleştirmiş olmalarından ileri
geliyor. Bu durum sana, kitapta bazan bir ve bazan da iki ve daha fazla bâb
başlığını peş peşe gördüğün halde aralarında hiçbir hadîs bulunmayışının
sebebini açıklar". İbnu Hacer, bu şehâdeti fevkalâde ehemmiyetli bularak
teracim (bâb başlığı) ile hadîs arasında irtibat kurmanın zor olduğu nâdir
durumlarda onların izâhını yapmada değerlendirir.
Kastalânî, bu meselede
İbnu Hacer'den ayrılarak, ilk nüshada tanzîm gevşekliği olmayacağı, bazı
tasarrufların sonradan gelen müstensihlerce yapılmış olabileceğini söyler.
Ancak, Firebrî'nin,
Buhârî'den dört yıl ara ile iki aynı icâzeti bilinmektedir. Aradan geçen dört
yıl içinde Buhârî'nin, eseri üzerinde bâzı değişiklikler yapmış olması pekâlâ
mümkündür. Şu halde Firebrî'de Sahîh-i Buhârî'nin birbirinden farklı iki
nüshasının bulunma ihtimali var. Ulema'nın ihtilaf ettikleri bir husus,
Firebrî'nin üçüncü bir nüshaya daha sâhib olma ihtimâlini zihne getiriyor.
Şöyle ki: Yukarıda kaydetmiş bulunduğumuz el-Müstemlî'nin açıklamasında geçen
"asıl" nedir? Buhârî'nin kendi el yazısıyla yazdığı asıl mı, yoksa
Firebrî'nin icâzet aldığı diğer iki nüshadan biri mi? Bâzı yorumcular bunu,
Buhârî'nin kendi "asl"ı anlamıştır. Bu durumda, Buhârî'nin vefatından
sonra kendi nüshasının da Firebrî'ye intikâl etmiş olma ihtimalini doğurmaktadır.
Bu tahmînin doğruluğu halinde, Firebrî'nin nezdinde birbirinden az-çok farklı
üç nüshadan bile bahsetmek mümkün olacaktır. Firebrî'nin 252 yılındaki ikinci
semaından sonra da Buhârî'nin Sahîh üzerinde bir kısım değişikliklere gitmiş
olması pek alâ mümkündür. Çünkü vefat tarihi 256'dır ve arada 4 yıllık zaman
mevcuttur. Daha önce, Ahmed İbnu Hanbel'in ölüm döşeğinde iken Müsned'den bir
hadîsin çıkarılması için oğluna emir verdiğini kaydetmiştik. Muhaddisler, her
an arayış ve tahkîk içindedirler. Eserlerine her geçen gün bir kemal
getirmeleri tabiîdir. Öyle ise Firebrî nezdinde varlığı muhtemel olan bu
nüshalardan istinsah edenler, ihtilaflı nüshalara ulaşmış oluyorlar.
Bir çok te'lifatta
rastlanan bir durumu, Zâhidû'l-Kevserî merhum, Buhârî'nin sahîhi için de vârid görür:
Ona göre "Buhârî eserini temize çekmeden vefat etmiş olduğu için bir kısım
tenkîdler, bu beşerî zaaftan ileri gelmiştir. Ömrü vefa edip eserini
tamamlayarak temize çekseydi, söz konusu aksamalar olmayacaktı."
Sahîh-i Buhârî'de bâzan
"Bab-un" şeklinde kalıp hiçbir fıkhî hüküm ifade etmeyen başlıkların
yer alması, bazan başlık olduğu halde arkadan hadîs kaydetmeden bir başka bab
başlığına geçmesi, eserin kendi şartlarına uygun şekilde zaman içerisinde
tamamlanmaya bırakılma ihtimâlini kuvvetlendirmektedir. Bu durumdaki bir esere
nihâî şekli kazandırmadan müellifin vefat etmesi, veya Firebrî misalinde olduğu
üzere, eserin tamamlanma vetîresi içerisinde daha dûn bir safhada iken tahammül
etmesi, nüshada bazı boşluklar hâsıl edecektir. Kaydedilen açıklamalar, arkadan
gelen müstensihlerin bu boşlukları doldurma ihtiyacını duyduklarını ve bunu
farklı şekillerde yaptıkları için farklı nüshalar ortaya çıktığını
belirtmektedir. Nesefî nüshasının, tertîb yönüyle mazbut, lüzumsuz tekrarlardan
hâli, daha mütekâmil olduğuna dâir kayıtlar dahi, söylenen hususu te'yîd eder.
Öyle gözüküyor ki bu nüsha daha muahhar bir icâzete müstenittir.
Tahminimizi kuvvetlendiren
son bir durum Firebrî nüshaları arasında görülen farklılıklarla ilgili.
Açıklayacağımız üzere ciddi bir fark mevcut değil, daha ziyade takdim-te'hîr
farkı söz konusu.[289]
Nüsha Farklarının
Mahiyeti:
"Firebrî'den istinsah
edilen nüshalarda, müstensihler tarafından yapılan bazı tasarruflar sonucu bir
kısım farklılıklar ortaya çıkmıştır" derken bu tasarrufun yanlış
anlaşılmaması gerekir. Buhârî'nin eserinden hadîs çıkarma veya esere kendi
gönüllerine göre hadîs ilâve etme diye bir durum söz konusu değildir. Kitabın
"bâb-un" diye hükümsüz başlıklarına uygun tercüme koymak, veya onu
kaldırıp, mevzu itibâriyle zâten birbirine yakın olan hadîsleri üstteki
başlığın altında toplamak, bazı kereler "bâb" yerine
"kitap" kelimesini koymak, bırakılan boşluklara, Buhârî'nin diğer
kısımlarında yer alan hadîslerden uygun birini koymak gibi -ki bu tasarruftan
takdîm-tehir dediğimiz durum hâsıl olmuştur- tasarruflardır. Bir kısım
farklılıklar da filolojik açıklamalarla ilgilidir.
Bu mühim meselenin daha
iyi kavranması için meseleyi kaynaklara inerek tahlîl eden Fuat Sezgin'in
vardığı sonuçtan bir iki pasajı aynen iktibas edeceğiz. Der ki:
"Aynı
"asıl"dan gelen muhtelif fer'î rivâyetler arasındaki farklar, Yûnînî
edisyonu (neşri) vâsıtasıyla, umumî bir kontrole tâbi tutulacak olursa,
hadîslerinin senedlerinden ve hattâ metinlerinden ziyâde, Buhârî'nin
"terâcim" adı verilen, yani babların isimleriyle mütemmim malumat
şeklinde irâd edilen kısımlar arasında görülmektedir. Mesela, Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in Hirakl'e yazmış olduğu mektûbu ihtiva eden ve matbu
kitapta iki sayfa kadar yer tutan hadîsin metnine dâir, Yûnînî'nin tesbît etmiş
oldukları, bir-kaç basit varyantı (farklılığı) ve birkaç harf değişikliğini
geçmemektedir.
"Yûnînî'nin, bize
râvilerin faaliyetinden muhâfaza ettiği kısımların tedkikinden anlaşıldığına
göre, râviler, musannıfın kaleminden sehven çıkmış bâzı basit hataları
düzeltmeyi kendi hakları olarak addetmişlerdir. Meselâ Ebu Zerr, böyle bir
yanlışlığın bir âyet ile alâkalı olduğunu görünce tashîh, fakat aslına da
işâret etmek ihtiyacını hissetmiştir.
"Bundan başka,
râvilerin, harflerin bâzı noktalarını değiştirmekle izâle edebilecekleri bâzı
yanlışlıklar metinde bulunmaktadır. Meselâ, Buhârî'nin filologlarla
münâsebetlerini araştırırken, yazının yanlış okunmasından ileri gelen bu tip
yanlışlıklara rastlanıyor ki, bunların, acaba Buhârî tarafından mı yoksa Sahîh'in
râvileri tarafından mı böyle okunduğunu tahmîn mümkün değildir.
(...)
"Buhârî'nin
şeyhlerinden "haddesenâ Muhammed" kaydiyle mübhem bırakmış olduğu bir
isim, Firebrî'den sonra gelen İbnu's-Seken'in rivâyetinde lağvolunup yerine,
"en-Nüfeylî" konulmuştur. Şârihler, bunun fâilinin İbnu's-Seken
olduğunu söylerler. Hattâ İbnu's-Seken'in böyle bir tasarrufuna başka bir yerde
de işâret imkânını bulurlar.
"Buhârî'nin
muhaddislerin âdetine tâbi olarak yerini boş bıraktığı ve sözün siyâkı
bakımından kolayca hatırlanabilecek, biraz müstehcen bir kelimenin, bâzı
râviler tarafından mahall-i mahsûsuna yerleştirildiği vâkidir.
Bunlardan başka Ebu Zerr
rivâyetinde, filolojik kaynaklardan gelen kısımların baş tarafında zikrolunan
"ve kâlegayruhu" kaydı bulunmaz. Bu kaydın diğer râviler tarafından
kendi rivâyetlerine ilâve edilmiş olmasından ziyâde, Ebu Zerr'in, kendi
rivâyetinden çıkarmış olmak ihtimali daha kolaylıkla kabul edilebilir."
(...)
Şu halde Buhârî'nin
Sahîh'inde mevcut nüsha farklarını büyütmeyi mâkul kılacak bir durum mevcut
değildir.[290]
Buhârî
Üzerine Yapılan Çalışmalar:
İmam Buhârî, hayatı ve
eserleri üzerine en çok çalışma yapılan büyüklerden biridir. Hususen
el-Câmi'u's-Sahîh'i başka hiçbir kitaba nasîb olmayan bir alakâya mazhar
olmuştur. Ricali, metodu, tanzîmi, garib kelimeleri, müşkilleri, terâcim'i,
fıkhı... vs. yönleri ayrı ayrı kitaplara, araştırmalara konu olmuştur.
Keşfü'z-Zünûn'da bunlardan yüze yakını tanıtılır. Buhârî üzerine çalışmalar
hâlâ devam etmektedir.
Hakkında yazılanların
maalesef sâdece cüz'î bi kısmı matbudur.
Buhârî ile ilgili bazı
mühim kitaplar:
1- İ'lâmu's-Sünen:
İlk Buhârî şerhidir, Vefatı 388 olan Ebu Süleyman Hamd İbnu Muhammed el-Hattâbî
telif etmiştir.
2- Behçetu'n-Nüfûs:
Müellifi Ebu Muhammed Abdullah İbnu Ebî Cemre'dir (v.699/1299) Buhârî'nin
tasavvufa müteallik hadîslerini şerheder.
3- El-Kevâkibu'd-Derârî fî
Şerhî Sahîhi'l-Buhârî: Kirmânî
nisbetiyle meşhur Şemsüd'Dîn Muhammed İbnu Yûsuf (796) te'lîf etmiştir.
4- Et-Telvîh fî
Şerhi'l-Câmi'i's-Sahîh:
Müellifi Alaeddin Moğoltay İbni Kılıç'dır (792).
5- Fethu'l-Barî
bi-Şerhi'l-Buhârî:
Müellifi İbnu Hacer diye ma'rufel-Hâfız Şihabuddin Ebu'l-Fadl el-Askalânî'dir
(v. 852). Birkaç kere tabedilmiştir.
6- Umdetu'l-Kâri Şerhu
Sahîhi'l-Buhârî:
Müellifi Bedruddin Ebu Muhammed Mahmud İbnu Ahmed el-Aynî'dir (v. 855/ 1451 ).
Mükerreren tabedilmiştir.
7- İrşâdu's-Sârî Li-Şerhi
Sahîhi'l-Buharî:
Müellifi Kastalânî diye ma'ruf Ebu'l-Abbas Şihabüddin Ahmed İbnu Muhammed'dir
(g. 923/1517 ), matbudur.
8- Kevserü'l-Câri ila
Riyâzi'l-Buhârî:
Meşhur Molla Gürânî'nin şerhidir, henüz matbu değildir.
9- Feyzu'l-Bârî ila
Sahîhi'l-Buhârî:
Müellifi Muhammed Enver el-Keşmîrî'dir (v. 1352/1933). Daha çok mefhumlar
üzerinde durulur, farklı, faydalı bir şerhtir, matbudur.
10- Buhârî'nin Kaynakları
Hakkında Araştırmalar: Fuad
Sezgin'in eseridir. 1956 yılında İstanbul'da basılmıştır.
Buhârî'nin müşkilleri
üzerine yapılan çalışmalar:
1- Meşâriku'l-Envâr alâ
Sahîhi'l-Asâr: Kadı
İyâz telif etmiştir, Sahîheyn ve Muvatta'nın müşkillerini açar.
2- Şevâhidu't-Tavzîh
ve't-Tashîh li-Müşkilâtı'l Câmi'i's-Sahîh:
Müellifi. İbnu Mâlik en-Nahvî (v. 672/ 1273).
3- Keşfu'l-İltibas ammâ
Evredehu'l-Buhâriyyu alâ Ba'zı'n-Nâs:
Müellifi Abdü'l-Ganî el-Meydânî (v. 1298/1881). Buhârî'nin "Kâle
ba'zu'n-Nas" diyerek İmam Âzâm'a çattığı meseleleri inceler, cevap verir.
4- Tağlîku't-Ta'lîk:
İbnu Hacer el-Askalânî, Buhârî'deki muallak hadîslerin senetlerini verir.
5-
Esmâ'u'r-Ricâli'i-Buhârî:
Ebu'l-Velîd el-Bâci (v. 474/1081).
6- Mukaddimetu
Fethi'l-Barî:
Hedyü's-Sârî de denen bu kitap, iki cilttir. Bunu da İbnu Hacer te'lîf
etmiştir. Burada, Buhârî'nin ricali, lügati, müşkilatı, garîb kelimeleri,
muallak hadîsleri, hayati, metodu vs. hususlarda yapılan çalışmaları
özetleyerek Buhârî ile alakalı her hususta topluca özet bilgi verir.
Muhtevasının zenginliğiyle paha biçilmez bir eserdir. Buhârî'yi tanımada
derli toplu tek kitaptır. [291]
İMAM
MÜSLİM VE SAHÎHİ:
Altı temel hadis kitabın
ikincisi. Buhârî'den sonra sırf sahih hadisleri tasnif etmek için oluşturulmuş
hadîs kitabı.
Ebul-Hüseyn
Müslim b. Haccâc el-Kuşeyrî, Nişabur'da doğmuş, meşhur Arap kabilesi Kuşeyr'e
mensub bir muhaddistir. Müslim, hocası Buhârî gibi hemen hemen bütün hayatını
Hadis'e adamış büyük bir muhaddistir. Hadis ve Hadis ilimlerinin öteki
dallarına dâir bir çok eser yazmıştır. İmam Müslim'in en meşhur eseri hiç
şüphesiz "el-Müsnedü's-Sahîh" adını verdiği Sahih'idir.
İmam
Müslim Sahih-i Müslim, diye şöhret bulmuş olan
"el-Müsnedü's-Sahîh"ini üçyüzbin hadis içinden seçerek meydana
getirmiştir. Eser, 54 kitab, 1322 bab, mükerrerler dışında 3033 hadis ihtiva
etmektedir.
Müslim,
Sahih'ini yazdıktan sonra, devrinin büyük hadis münekkidi Ebu Zür'a Er-Râzî'ye
takdim etmiş ve onun tashihlerini uygulamıştır.
İmam
Müslim'in Sahih'i diğer hadis kitaplarından farklı olarak bir çok özelliğe
sâhiptir. Mesela İmam Müslim, öteki muhaddislerin pek riâyet etmedikleri bir
hususa riâyet etmiştir. O, hocalarından sema (dinleme) yoluyla aldığı hadisleri
naklederken, özellikle haddesenâ" (bize hadis rivayet etti) tabirini;
kendisinin hocalarına okumak sûretiyle hocalarının tasvibine arzettiği
hadisleri naklederken de, "ahberanâ" (bize haber verdi) tabirini
kullanmıştır.
İmam
Müslim, ya ihtisar düşüncesiyle veya daha başka sebeplerle kitabını bablara
(bölümlere) ayırmamış, bab başlıkları tanzim etmemiştir. Sahih-i Müslim'in
baskılarında bugün görülen bab başlıkları, Sahih-i Müslim'in meşhûr
şârihlerinden İmam Nevevî tarafından konulmuştur.
Müslim'in
kitabına aldığı hadisler, genellikle Buharî'deki merfü' hadislerdir. O,
Buhârî'de bulunmayan 820 merfû' hadisi de kitabına âlmıştır.
Kütüb-i
Sitte içerisinde yalnızca Müslim'de bulunan mukaddimede Müellif Sahih'inde
izlediği metodunu açıklamıştır.
Müslim,
Sahih'inin mukaddimesinde, hadisleri üç grupta tasnif ettiğini açıklamıştır:
1. Bellediğini sağlam
belleyen hâfızların rivayet ettiği hadisler;
2. Halleri kapalı, belleyiş
ve sağlamlıkta orta derecede bulunanların rivayet ettiği hadisler;
3. Zayıf ve metruk
kimselerin rivâyet ettiği hadisler.
Müslim,
kitabının ana kısmını birinci grubun teşkil ettiğini ifade eder. İkinci grub
birinci gruba destek olarak alınır. Üçüncü, tamamen merdûdtur.
Müslim,
bir hadisin bütün tariklerini (isnadlarını) müteaddid isnadlarla ve muhtelif
lafızları ile hep bir araya topladığı ve kendince o hadîs, fıkhın hangi bâbına
ait ise, toptan oraya dahil ettiği gibi; bu toplama esnasında ilk önce
güvenilir olan hafızların rivâyetlerini dercedip mestur, hıfz ve güvenirlikte
orta halli olan râvilerin naklini sonraya, zayıflar ve metruklerin tabi olarak
ve şahit göstermek yolu ile rivayetlerini de daha sonraya bırakır ki; aranan
hadis hem daha kolay bulunur, hem de gerek senedler ve gerek metinler hep
birden gözönünde tutulup istinbat edilecek hüküm kolayca istinbât edilir.[292]
Müslim'in
üstünlüğü hakkında Hâkim'in şeyhi Ebu Ali en-Nisâburî: "Gök kubbenin
altında Müslim'in kitabından daha sahih hiç bir kitap yoktur" demiştir.
Onun bu sözünün gerekçesi, ondaki merfu hadislere hiç bir kimsenin sözünün
karışmamış olmasıdır.
"Müslim
kitabını ikâmet ettiği yerde, kaynaklarının yanı başında ve şeyhlerinin hayatta
bulunduğu bir sırada meydana getirmiştir. Hadîslerinin arasında başka söz
serdinden kaçınmıştır. Kitabın uslûbuna, siyâkına gayret gösteriyor; Buhârî
gibi, muhtelif bablarda hadisleri parçalamağa mecbur kalacak şekilde ahkâm
istinbâtına çalışmıyor; muhtelif hadis zincirlerini bir yerde toplayabiliyor;
mevkuf hadislere ehemmiyet vermeyip sadece müsnedlerle ilgileniyordu."[293]
Müslim'in,
bazı hadisleri birden fazla yerde topladığı da olmuştur. Sahih-i Müslim'de
tekrarlanan hadislerin sayısı 137'dir. Mükerrer isnadla gelen tek metin için
senedlerin değiştiği noktalara bir (Ha) harfi koymak suretiyle bu durumu
belirtir.
Bir
hadisin metninin benzeri, yukarıdaki sıralamaya göre daha aşağı derecedeki
ravilerden oluşan senedlerle gelmişse, o senedleri verdikten sonra, metin
yerine "mislehu" veya "nahvehu" demekle iktifa eder.
"Bu meseleyi bilmek Sahih-i Müslim ile meşgul olacaklara pek lâzımdır. Bu
kitapta metnin makamına hâkim olmak üzere "mislehu" ile "nahvehu"
lafızlarına pek çok tesâdüf edilir."[294]
İmam
Müslim, rivayet edilen lafzı aynen edâya büyük itina gösterir. Ravilerin bir
harfte de olsa ihtilaflarını kaydeder. Halbuki Buhârî, mana ile rivayeti tecviz
ettiği için, buna o kadar riayet etmez.
Müslim'de
talik yolu ile, yani, müellifin kendi hocasından başlamak üzere senedden bir
veya daha fazla râviyi ya da bütün senedi atlayarak hadisi en yukarıdaki
raviden, cezm siğalarından biriyle zikretmek suretiyle sadece 17 hadis rivayet
olunmuştur. Bu tür hadislere muallak denilmektedir. Buhârî'de bulunan
ta'liklerin sayısı ise 1341'dir.
Sahih-i
Müslim, Şeyh Veliyyullah ed-Dihlevî'nin taksimine göre, hadis kitaplarının
birinci tabakasına dâhildir. Bu tabaka, hadis kitaplarından Buhari, Müslim ve
Muvatta'ya münhasırdır. Bu üç kitap Mütevatir, Sahih ve Hasen hadisleri ihtivâ
etmektedir.[295]
Sahih-i
Müslim'in bir çok nüshaları bulunmaktadır. Sahih-i Müslim, bize Ebu İshak
İbrahim b. Muhammed b. Süfyan ve Ebu Muhammed Ahmed b. Ali el-Kalânîsî'den
rivâyet edilen iki nüsha halinde intikal etmiştir. İbn Süfyan rivayeti de Ebu
Ahmed Muhammed b. İsa b. Amrûyâ el-Calûdî ve Ebu Bekr Muhammed b. İbrahim
el-Kisâî'den oluşan iki kişi tarafından naklonulmuştur. el-Calûdî nüshası
Abdülgafir b. Muhammed b. Abdülğafir, Ebu'l Abbas Ahmed b. Hasan er-Razî ve Ebu
Saîd Ömer b. Muhammed b. Davud es-Siczî tarafından üç ayrı koldan rivayet
edilmiştir.[296]
Müslim'in
Sahih'i bir çok kereler ve değişik yerlerde[297] basılmıştır. En güvenilir
baskılarından biri, muhtelif yazma ve basma nüshalar karşılaştırılarak Mehmed
Zihnî Efendî[298] merhumun harekelediği (8
cüz (4 cild) halinde) Matbaa-i âmire, 1330 baskısıdır.
Ayrıca
dipnotlar ve tam bir cild tutan detaylı ilmî fihristler ilavesiyle ve hadisleri
numaralamak suretiyle 5 cild hâlinde Kahire'de 1375/1955te modern bir baskısı
Muhammed Fuad Abdülbâki tarafından gerçekleştirilmiştir. Müslim'in bu baskısı
son derece kullanışlı ve önemli bir baskıdır.
Sahih-i
Müslim üzerine şerh olarak pek çok eser yazılmıştır. İmam Nevevî otuza yakın
şerh yazılmış olduğunu söylemektedir. Bu şerhlerin en yaygın olanları arasında
Kadı Iyaz'ın "İkmâlül-Mu'lim bi Fevâidi Müslim" adıyla el-Mazerî'nin
El-Mu'lim bi Fevaidi Müslim" ine yazdığı tekmile şerhindeki şerh ile İmam
Nevevî'nin "el-Minhâc fi Şerhi Sahih-i Müslim Ibnil-Haccâc" isimli
şerhi bulunmaktadır. Bilhassa Nevevî'nin şerhi oldukça yaygındır. Hatta Müslim
Şerhi deyince akla Nevevî şerhi'nden başkası gelmemektedir.
Sahih-i
Müslim Mehmed Sofuoğlu tarafından sadece metin olarak[299], Ahmet Davudoğlu
tarafından da şerhli olarak[300] türkçeye tercüme
edilmiştir.[301]
Hayatı:
El-İmam el-Hâfız
Hüccetu'l-İslâm Ebu'l-Hüseyn Müslim İbnu'l-Haccâc el-Kuşeyrî, en-Nîsâbûrî:
204-261 yılları arasında yaşamıştır. Hadîs dinlemeye küçük yaşta başlar. İlk
defa 218 yılında hadîs meclislerine devama başladığı belirtilir.
Hadîs tahsili için Irak, Hicaz,
Şam ve Mısır'a gitmiş, mükerrer seferler Bağdad'a uğramıştır. Bu seyahatleri
sırasında Buhârî'nin şeyhlerini ve daha başkalarını da dinleme fırsatı bulur.
Hadîs aldığı kimseler arasında Buhârî, İshak İbnu Râhuye, Abdullah İbnu Mesleme
el-Ka'nebî, Harmele İbnu Yahya Sahîbu Şâfiî, Ahmed İbnu Yunus, Sâd İbnu Mansûr,
Yahya İbnu Yahya, Heysem İbnu Hârice, Ahmed İbnu Hanbel vs. de var.
Müslim birçoklarına da
hocalık yapmıştır. Ebu Avâne Ya'kub İbnu İshâk el-Esferâînî, Tirmizî, Ebu Amr
el-Müstemlî gibi.
Babası Haccâc da hadîs
rivayet eden şeyhlerdendi. Kendisinin, bezzâz olduğu yani bugünün tâbiriyle
manifaturacılık yaptığı kaynaklarda belirtilir.
Müslim 261 yılında 57
yaşında olduğu halde Neysâbur'da vefat etmiştir. Vefat sebebiyle ilgili olarak
şu vak'a anlatılır: Bir gün kendisi için akdedilen bir müzakere meclisinde
Müslim'e bir hadîs sorulur, fakat bilemez. Aramak üzere evine çekilir.
kitaplarını karıştırmaya başlar. Bu sırada eve bir sepet hurma gelir. Müslim,
hem arar hem hurmadan ağzına arada bir atar. Bu hâl üzere sabahı eder, hurma
biter, hadîs de bulunur. Bazı terâcim yazarları Müslim'in bu sebeple öldüğünü
söylemiştir. [302]
Eserleri:
Müslim, üzerinde ayrıca
duracağımız Sahîh'i ile tanınmışsa da onun dışında pek çok ciddî eserler
vermiştir: El-Müsnedü'l-Kebîr (ala'r-ricâl), Kitâbu'l-Câmi' ala'l-Ebvâb,
Kitâbul-Esma ve'l-Künâ, Kitâbu't-Temyîz, Kitâbu'l-İlel, Kitâbu'l-Vuhdân,
Kitâbu'l-Efrâd, Kitâbu'l-Akrân, Kitâbu Suâlâtihi Ahmede'bne Hanbel, Kitâbu
Hadîsi Amri'bni Şuayb, Kitâbu'l-İntifâ' bi-Ühübi's-Sibâ', Kitâbu Meşâyihi
Mâlik, Meşâyihi Şu'be, Kitabu Men Leyse Lehu İllâ Râvin Vâhid,
Kitabu'l-Muhadramîn, Kitabu Evlâdi's-Sahâbe, Kitâbu Evhâmi'l-Muhaddisîn,
Kitabu't-Tabakât, Kitâbu'l-Efrâd.[303]
Fazileti:
Müslim yaşadığı devrin en
başta gelen hadîs âlimlerinden biridir. Şüphesiz bunda Buhârî, Ahmed İbnu
Hanbel, İshâk İbnu Râhuye gibi meşhur muhaddîslere talebelik yapmış olmasının
büyük payı vardı. İbnu'l-Ahram: "Şu şehrimiz (Nisâbur) üç büyük muhaddîs
yetiştirmiştir: Muhammed İbnu Yahya (ez-Zühlî), İbrahim İbnu Ebî Tâlib ve
Müslim" der. Bündâr da: "Hâfızlar dörttür: Ebu Zür'a, Muhammed İbnu
İsmail el-Buhârî, ed-Dârimî ve Müslim" demiştir. Şeyhlerinden Muhammed
İbnu Abdilvehhâb el-Ferrâ'nın da: "Müslim, halkın âlimlerinden ve ilim
dağarcıklarından biridir. Onun hakkında hayırdan başka bir şey bilmiyorum"
dediği belirtilir.[304]
Sahîh'i:
Müslim, çok sayıda eser
vermiş olmakla berâber, es-Sahîh'i ile şöhret bulmuştur. İslâm uleması bu
kitabı Sâni'u'l-İsneyn bilmekte icma eder. Yani Kur'an-ı Kerîm'den sonra gelen en
muteber iki kitabın ikincisi. Bu iki kitaba kısaca Sahîheyn denir. Bunlarda
geçen hadîsler es-Sahîh olarak vasıflandırılmıştır. Yâni, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'a nisbetlerine kesin nazarıyla bakılır. Yani, hadîs,
sadece hâricî şartlarıyla değil, nefsülemrde de sahîhtir.
Az ilerde, Sahîheyn'in
Mukâyesesi başlığı altında detaylı olarak açıklayacağımız üzere, Müslim'in
kitabı bilhassa sıhhat şartları ve fıkhî inceliklere müteallik noktalarda
Buhârî'nin kitabına yetişemez ise de, tertib güzelliği ve rivâyet
inceliklerinde gösterdiği hassasiyet ve asla sadâkat noktalarında Buhârî'yi
geçer.
Müslim, Sahîh'ini, bizzat
işiterek aldığı 300 bin hadisten seçtiğini ifâde eder. İlâveten, kitabına
delilsiz hiçbir şey koymadığını, keza hiçbir şeyi de delilsiz kitap dışı
tutmadığını belirtir. Yine belirtir ki, kitabındaki hadîsler, (sıhhati
hususunda şeyhlerinin) icma ettikleri hadîslerdir.
Der ki: "Kitabım
(tamamlanınca), Ebu Zür'a ya arzettim, illet var dediği her rivâyeti
terkettim".Müslim'de tekrarlarıyla birlikte 7275 hadîs mevcuttur.
Tekrarlar nazara alınmadığı takdirde 3033 hadîs mevcuttur.[305]
Tertib
Tarzı:
Hadîsleri, Müslim, prensip
olarak konularına göre tanzîm etmiştir. Ancak, bu işi yaparken, bir hadîsin
bütün farklı senet ve metinlerini bir arada toplamayı ön plana almıştır. Bu
tarzdan üç mühim netîce hâsıl olmuştur:
1- Bir
hadîsi tam olarak ihata ve kavrama imkânı: Hadîsleri anlamada bu husus
ehemmiyetli bir noktadır. Bir rivâyet tek başına alınınca mübhem noktalar
taşıdığı gibi, o konuya giren müfredâtın tamamına da şamil olmaz. O mübhemliğin
giderilmesi, konuya giren diğer ferdlerin yakalanmasında en sâlim yol hadîse,
daha doğrusu o konuya giren başka hadîslere müracaattır. İşte Müslim, konuyla
ilgili, kendi şartlarını taşıyan hadîsleri bir arada kaydeder. Bir misal vermek
gerekirse, Müslim'in Kitâbu'l-Kader bölümünde, insanın ana karnında
yaratılışını anlatan hadîste, kırkıncı gün rahme inen melek, Rabbi'nin emriyle,
çocuğun kaderiyle ilgili olarak, Abdullah İbnu Mes'ud'un rivâyetinde çocuğun
rızkını, ecelini, amelini cennetlik veya cehennemlik olacağını yazar. Huzeyfe
İbnu Esîd rivâyetinde bunlardan başka "kız veya erkek olacağı"
"eseri" de yazılır. Bir başka vecihte, rahime inen meleğin göz,
kulak, deri, et ve kemikleri yaratıp şekillendirdiği de belirtilir. Bir başka
vecihte, çocuğun sağlam veya sakat olacağının, ahlâk durumunun da o zaman
yazıldığı belirtilir.
Aynı baba giren müteakip
hadîslerde "Kaderimiz anne karnında yazıldı ise niye çalışıyoruz. kadere
tevekkül etmemiz gerekmez mi?" gibi sorular, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) tarafından verilen cevapları buluruz:
Bu kolaylık Buhârî'de
mevcut değildir.
2-
Tekrarların asgariye düşmesi: Hadîslerde, çoğunluk itibariyle, birden fazla
meseleye temas edildiği için, fıkhî konulara göre tanzîm edilen kitaplarda
tekrar kaçınılması zor bir durumdur. Nitekim Buhâri, fıkhî espiriyi ön planda
tuttuğu için çok sayıda hadîsi tekrar etmek zorunda kalmıştır. Tekrar, fıkıh
nazarıyla kaçınılmaz ve faydalı ise de, hadîs tekniği açısından bir kusurdur.
Bir kısım mahzurlar getirir.
İşte Müslim, bu meselede
oldukça başarılı olmuş ve Buhârî ile mukayesede lehine kaydedilen bir fazîlet
elde etmiştir.
Bu meseleye temas eden
bazılarının "Müslim'de tekrar yok" gibi mübalağalı ifâdeye yer
verdiği görülür. Ancak bu ifâde hakikati aksettirmez. Gerçi Müslim, kitabının
Mukaddime kısmında tekrarlardan imkân nisbetinde kaçtığını belirtir. Ancak
"Hiç tekrara yer vermedim" demez. Nitekim Muhammed Fuat Abdülbaki
merhum, Müslim'e yaptığı tahkîkli neşirde tekrarları tesbîte ayrı bir itina
sarfeder ve onları teker teker göstermeye ehemmiyet verir. Şu halde onun
açıklamasına göre, Müslim'de 137 hadîs mükerrerdir. Bunlardan bir kısmı aynı
bölümler (kitap) içinde tekrar edilirken, 71 adedi farklı kitaplarda tekrar
edilmektedir. Mezkûr baskıda, zaman zaman hadîslerdeki müsteselsil rakamların
sırayı birden kaybettiği görülür. Sıraya uymayan o rakam, hadîsin ilk geçtiği
yerde aldığı numaraya delalet eder ve bu hâl o hadîsin mükerrer olduğunu
gösterir.
3-
Hadîslerin taktî'e (bölünmeye) uğramadan tam olarak verilmesi: Buhârî, bir
hadîsi ikinci sefer tekrar ederken, hadîsin bu yeni babı ilgilendiren kısmı
alır, bâbı ilgilendirmeyen kısmı terkeder. Kitabın hacmini artırmaktan (tatvîl)
kaçınmak için başvurulan bu ameliyeye hadîsçiler taktî' (bölme, kesme) derler.
Bu, çoğunluk tarafından her ne kadar câiz görülmüşse de câiz görmeyenler de
mevcuttur ve bunu Buhârî hakkında bir kusur bilirken, buna yer vermeyen
Müslim'i de tafdîl etmişlerdir. [306]
Hadîs
Sevkinde Titizliği:
Müslim, turûk'un bir araya
getirilmesindeki imtiyazından başka, hadîsleri sevkde gösterdiği hassâsiyetle
de temâyüz eder. Hadîsleri, nasıl işitti ise onu aynen muhâfazayı esâs alır.
Aynı hadîsi birkaç şeyhten farklı şekillerde dinledi ise, aradaki fark tek bir
harf bile olsa onu korur ve belirtir. Öncelikle kaydettiği metin kime aitse
"ve'l-Lafzu li-fülânin" diyerek o zâtın ismini kaydeder. Sonra da
benzer kısımları bertaraf ederek, her bir râviye ait farklılıkları teker teker
açıklar.
Asla bağlılık Müslim'i
-yukarıda açıkladığımız üzere- taktî'e yer vermemeye sevkettiği gibi, hadîsleri
mâna ile rivâyet etmekten de uzak tutmuştur. Âlimler ekseriyet itibâriyle
rivâyet-i bi'l-mânâ'yı câiz görür ise de, câiz görmeyen de vardır ve teâruz
durumunda lafzen rivâyet, mânen rivâyete tercih edilir. Dolayısıyla, lafzen
rivâyeti prensip edinmesi de Müslim'e imtiyaz kazandıran bir husus olmuştur.
Bu mümtaz yönleriyle
Müslim'i tâkib edenler olmuşsa da, İbnu Hacer'in belirttiğine göre onun
derecesine ulaşamamışlardır.[307]
Muhtevada
Seçkinlik:
Müslim, Mukaddime
kısmından sonra kitaba hadîsten başka bir söz koymamaya da gayret etmiştir.
Öyle ki, bir babtan diğerine geçerken bu yeni babta işlenecek konuyu hatırlatan
bab başlığı (tercüme) şöyle dursun "bâbun" kelimesini bile koymaktan
kaçınmıştır. Bunu, bilerek, kasıtla yaptığını kendisi açıklar.
İslâm âlimleri, Ebu Ali
en-Neysâbûrî'nin: "Gök kubbesi altında Müslim'inkinden daha sahîh kitap
görmedim" sözü ile emsâli ifadeleri, belirtmeye çalıştığımız tertip
güzelliği ve muhtevadaki seçkinlikle te'vîl ederek kabul ederler.[308]
Rical'de
Titizliği:
Müslim'in mua'an'an rivâyeti bazı şartlarla
muttasıl kabul etmekle birlikte, ricâl hususunda titiz davrandığı belirtilir.
Zehebî ve İbni Hacer'in müştereken kaydettiklerine göre İbnu Ukde, Buhârî'nin
Şamlılarla ilgili rivâyetlerde zaman zaman galat yaptığını, çünkü Buhârî'nin
Şamlılarla ilgili rivâyeti kitaptan yaparak, bir şahsı, bir yerde künyesiyle
zikrederken, ikinci bir yerde -ayrı bir şahıs zannederek- ismiyle zikrettiğini,
halbuki Müslim'in, rivâyeti, kişinin kendisinden yazdığını, ilel hususunda da
nâdiren galatına rastlandığını çünkü, müsned rivâyetleri yazıp munkati ve
mürselleri almadığını dile getirerek, bu açıdan Müslim'in efdaliyetini tebârüz
ettirmiştir.[309]
Müslim
Üzerine Yapılan Çalışmalar:
Sahîh-i Müslim'in muhtelif
neşirleri mevcuttur. En mükemmel neşrini son devir Mısır muhaddislerinden
merhum Muhammed Fuad Abdülbaki yapmıştır. Bu tahkikli bir neşir olup, hadîsler,
bablar ayrı ayrı numaralanmıştır. Numaralamada, kısaca Concordence diye bilinen
Mu'cemu'l-Müfehres li-Elfâzi'l-Hadîs'in-Nebevî adlı fihriste, Müslim'le ilgili
numaralamayı esas alır. Hadîsleri baştan sona kadar müteselsilen numaraladığı
gibi, bir de her bölümün (kitâb) hadîslerini kendi içinde müstakillen
numaralar. Hadîsin önündeki iri rakamlarla yazılan ilk numara bölüm içindeki
numarasıdır, bunu takiben daha küçük puntolarla parantez içerisindeki
numaralar, baştan itibaren verilen müteselsil numaradır. Birinci rakam
Concordence ile uyuşan rakamdır. Bu baskının mühim bir hususiyeti, hadîs metninde
geçen garîb kelimelerin, bazı tabirlerin, mefhumların dipnotta açıklanmış
olmasıdır. Bu açıklamalar Nevevî şerhinden alındığı için, bu şerhin özetlenmesi
mahiyetini arzeder ve Müslim'den istifâdeyi fevkalâde kolaylaştırır.
Yine bu neşrin diğer mühim
bir tarafı fihristler cildidir. Beşinci cilt muhtelif fihristleri ihtiva eder.
1- Kitaplar
ve bablara göre mevzu fihristi.
2-
Hadîslerin müselsel rakamlara göre fihristi: Hangi numaralı hadis, hangi
kitapta yer alır, râvisi kimdir belirtilir.
3-
Mükerrer hadîsler fihristi: Hangi hadîsler, nerelerde tekerrür ediyor,
gösterilir.
4-
Sahâbe râvilerin alfabetik sırayla tanzim edildiği ve rivâyetlerinin nerelerde
geçtiği gösterilir. Ayrıca o hadis Buhârî'de var mı, varsa numarası belirtilir.
5- Kavlî
hadislerin alfabetik sırayla tanzim edilerek hangi sayfada geçtiğini gösteren
fihrist. Hadîsin yerini bulmada fevkalâde kolaylık sağlayan bir fihrist. Ancak
zaman zaman bazı atlamalar mevcuttur.
6-
Bazı garîb kelimelerin yerlerini gösteren fihrist.
7-
Dipnotlarda açıklanan bazı tabîr ve mefhumlar ve bunların yerini gösteren
fihrist.
8-
Sahîh'te geçen 54 kitabın alfabetik fihristi.
9-
Müslim'in hayatı ve Sahîh'in tanıtılması.
Bu fihrist cildi 608
sayfadır ve büyük bir emeğin mahsulüdür. Bu hizmeti sunan Muhammed Fuad
Abdülbâkî'ye Allah'tan rahmetini bol kılmasını dileriz. [310]
Müslim'in
Şerhleri:
Müslim üzerine birçok şerh
yapılmıştır. Keşfu'z-Zünun'da 15 kadarı zikredilir. Fuat Sezgin'in
Târihu't-Türas'ında 30'a yakın şerhin ismi verilir. Bunlardan bazıları mühimdir.
1- El-İkmâl fî Şerhi
Müslim:
El-Kâdı İyâz el-Yahsubî (544/1149) tarafından yapılan bir şerhtir. Kadı İyaz bu
şerhle, Muhammed İbnu Ali el-Mâzerî'nin (v. 536/1141) el-Mu'lim bi-Fevaidi
Kitab-ı Müslim adındaki şerhini ikmal etmiştir.
2- El-Müfhim li-mâ Eşkele
min Telhîs-i Kitabi Müslim:
Ebu'l-Abbâs Ahmed İbnu Ömerel-Kurtubî'nin (v 656/1258) şerhidir. Müslim önce
telhis edilmiş sonra da şerhedilmiştir.
3- İkmâlu İkmâli'l-Mu'lim:
Ebu Abdillah Muhammed İbnu Halîfe el-Mâlikî (v. 827/ 1423) bu şerhte Mâzirî,
Kadı İyaz, Kurtubî ve Nevevî'nin şerhlerini yeni ilavelerle birleştirmiştir.
4- el-Minhâc fi Şerhi
Sahîh-i Müslim İbni'l-Haccâc: Bu
şerh, kısaca Nevevî diye bilinen Ebu Zekeriya Yahya İbnu Şeref en-Nevevî (v.
676/1277) tarafından yapılmıştır. Bugün ençok mütedâvil olan Müslim Şerhî
budur.
Müslim dilimize merhum
Mehmet Sofuoğlu tarafından tercüme edilmiş, merhum Ahmed Davudoğlu tarafından
da hem tercüme hem de şerhedilmiştir (rahmetullahi aleyhima).[311]
Sahîheyn'in Mukâyesesi:
Sahîheyn bazı noktalarda
birbirine benzerse de bazı noktalarda ayrılırlar, bunları kısaca belirtelim:
1- Sıhhat Nokta-i
Nazarından:
Bu açıdan Buhârî'nin üstünlüğü kabul edilmiştir.
* Buhârî, bir hadisin
mevsul olması için Lika'yı şart koştuğu halde, Müslim muâsara'yı yeterli bulur.
Müslim'le Buhârî arasındaki en mühim farkı teşkîl eden bu meseleyi daha önce
açıkladık, burada hatırlatmakla iktifa ediyoruz.
Ancak, sıhhat meselesinde,
Buhârî'nin üstünlüğünü te'yid eden birkaç hususu daha belirtmede fayda var:
* Sahiheyn'in ricâlinden
toplam 210 kişi cerhe mâruz kalmıştır. Zayıf oldukları ileri sürülen bu
ravilerden 32'si hem Buhârî ve hem de Müslim'in ricâli arasında yer alırken
78'inde Buhârî, 100'ünde de Müslim teferrüd eder. Yâni Müslim'in cerhedilen
râvisi daha çok. İbnu Hacer: "Cerh, isnadı yaralayıcı çeşitten olmasa
bile, cerh edilmeyenlerden almak, cerh edilenlerden almaktan daha iyidir"
der.
* Şu da bilinmeli ki,
Buhârî'nin, teferrüd ettiği zayıfların çoğu, Buhârî'nin bizzat tanıdığı
şeyhleridir. Yani bazıları onları zayıf addetmiş olsa bile Buhârî, şahsen
tanıdığı, ahvâlini yakından bildiği için bu çeşit cerhin ehemmiyeti
kalmamaktadır. Halbuki Müslim'in cerhedilen râvileri çoğunluk itibariyle
Müslim'in temâs ettiği kimseler değil, daha önceki tabakalara mensup
kimselerdir. Müslim'in onları şahsen tanıması mümkün değildir, dolayısıyla
bunlar hakkındaki cerh muteberlik kazanmaktadır.
* Buhârî'nin, Müslim'e
nisbetle teferrüd ettiği râvilerin sayısı 430, Müslim'in Buhâri'ye nisbetle
teferrüd ettiği râvilerin sayısı 620'dir. Burada görülen fark da Buhârî lehine
bir durumdur.
* Buhârî, Hâzimî'nin
taksiminde ikinci tabakaya mensup râvilerden mutâbaat niyetiyle hadîs alırken,
Müslim bu tabakadan usûl hadîsi almaktadır.
2-
Tertîb nokta-i nazarından: Bu açıdan Müslim'in üstünlüğü kabul edilir.
Buhârî, hadîsleri, hadîste mevcut olan fıkıh adedince kitabında, taktî ederek
(bölerek) tekrâr ederken, Müslim kitabının en uygun yerinde kaydeder, nâdiren
tekrara yer verir. Müslim'in esâs gâyesi, fıkıh yapmak değil, hadîslerin
senedlerini bir araya getirmektir. Bir hadîsin muhtelif turûk ve metinleri
hakkında bilgi edinmek Buhârî'de pek çok müşkilâtla ancak imkân dâhiline
girerken, bu, Müslim'de pek kolaydır. Çünkü bir hadisin ne kadar tarîk ve
farklı metni var ise hepsini bir arada kaydeder.
3-
Fıkıh Nokta-i Nazarından: Bu hususta Buhârî üstündür. Buhârî, daha önce
belirttiğimiz üzere bâbları fıkhî mülâhaza ile tanzim etmiş, terâcim denen bâb
başlıklarında bilhassa fıkıh beyanına gayret göstermiş, bablar arasında mantıkî
bir irtibat da gözetmiştir. Müslim'de fıkıh mülahazası olmamıştır. Buhârî'de
fıkıh öylesine galebe çalar ki, bâzı âlimler onun müstakil bir müctehid
olduğuna hükmeder.
Müslim, kitâbını tertibde
fıkhî mülâhazadan o kadar uzak durmuştur ki, bablara başlık bile koymamıştır.
Elimizdeki hal-i hâzır matbu Müslim nüshalarındaki bab başlıkları bilâhare,
Nevevî tarafından konmuştur. Müslim'in bu davranışı, kitâbına,
"Mukaddime'den sonra hadîs'ten başka bir şey koymamak" arzu ve
prensibinden ileri gelir. Bazı kaynaklarda gelen ve Müslim'i diğer bütün hadîs
kitaplarına tafdîl edici sözleri, bazı Mağrîb ulemâsının, Müslim'in
Sahîh'indeki bu durumu nazar-ı itibara alarak sarfedilmiş olduğunu, İbnu Hacer
tahkîke dayanarak ortaya koyar.[312]
Buhârî'nin
Üstünlüğü:
İslâm uleması icmaya yakın
bir ittifakla Buhârî'nin, Müslim'den üstün olduğunu söyler. Ancak bazı Mağrib
ulemasının Müslim'in en sahîh hadîs kitabı olduğunu söylediği de rivâyet
edilmiştir. Hâfız Ebu Ali en-Nîsâbûrî de: "Gök kubbesi altında Müslim'in
eserinden daha sahîhini görmedim" demiştir. Zehebi bu sözü: "Onun
eline Buhârî'nin Sahîh'i geçmemiş olabilir" diyerek te'vîl eder. İbnu
Salah: "...Bu söz eğer, kitabın içinde, sahîh hadîsten başka bir şey
yoktur mülahâzası ile söylendi ise doğrudur. Çünkü Müslim, giriş kısmından
sonra sahîh hadîsten başka bir şey koymaz. Halbuki Buhârî kitabına eserinde
takîp ettiği şartlara uygun olmayan bir kısım sözleri, bâb başlıkları (terâcim)
şeklinde, fıkhî hükümler tarzında dercetmiştir... Eğer sıhhat nokta-i nazarında
en sahîh kitap Müslim'dir demek istemişse bu söz merduddur" der. Dârakutnî
de: "Buhârî olmasaydı Müslim olmazdı" diyerek Buhârî'nin Müslim'e
olan tefevvuk ve yardımını dile getirir. Esâsen Buhârî, Müslim'in
şeyhlerindendir. Buhârî Müslim'den rivayette bulunmaz, ama Müslim, Buhârî'den
hadîs rivâyet eder. [313]
Sahiheyn'i Tenkid:
Şimdi bir nebze de
Sahiheyn'e yöneltilen tenkidlerin mâhiyetinden söz edelim. Daha önce
belirttiğimiz üzere, Buhârî ve Müslim, diğer meslektaşlarına göre, hadîs
kabûlünde çok daha titiz olmalarına rağmen bir kısım tenkidlerden uzak
kalamamışlardır. Kastalânî, Sahiheyn hadislerine gelen tenkîdleri altı kısma
ayırır. Her birini teker teker ele alarak, tenkîdlerin haksızlığını gösterir,
haklı olunan nokta varsa ona da parmak basar. Burada altı maddeyi özetle
kaydedecek, sâdece birinci madde ile ilgili açıklamasını hülâsa ederek
sunacağız:
1-
Bâzı senedlerin ricâlinde şahıslar sayıca farklıdır. Kastalânî der ki:
"Sahîh hadîs sahibi, ziyâde râvi bulunan bir senedle bir hadîs rivâyet
etse, tenkîdci de, bu rivâyeti, eksik râvili senede dayanarak tenkîd etse, bu
tenkîd merduddur. Çünki, râvi, bunu nâkıs tarîkli olarak işitmişse bu nâkıs
rivâyet munkatı'dır. Munkatı rivâyet zayıf kısmına girer. Mâlumdur ki, zayıf
hadîs, sahih hadîsi illetli kılmaz, (zayıflatamaz). Eğer sahih hadîs rivâyet eden
kimse, nâkıs tarîkli hadîs'i rivâyet etmiş, bu yüzden de nâkıd (tenkidci) bu
hadîsi ziyâdeli tarîka dayanarak illetli kılmışsa, bu îtirazı, musannıfın sahîh
addettiği rivâyette inkıta iddiâsı mânasına gelir. Bu durumda, ziyâdeli tarîkle
rivâyet eden kimsenin başka rivâyetlerde müdellis olup olmadığı araştırılır.
Eğer tedlîsi ortaya çıkarılırsa nâkıdın itirazı, buna dayanılarak reddedilir.
Şâyet tedlîs'e rastlanmazsa, itiraza uğrayan rivayette inkıta var demektir. Bu
durumda, sahîh rivâyet sâhibi hakkında verilecek cevap şudur: "Bu zât,
böylesi bir rivâyeti, mütâbi'i ve âzıdı olmayan, kendini takviye edici başka
bir karînenin şemsiyesi altına girmeyen bir bâbta yapmış demektir. Bu durumda
tashih, mecmuun nazar-ı itibâra alınmasıyla meydâna gelir. Buhârî ve Müslim'de
bu çeşitten hadîs vardır ve şu tarîkle gelir..."
2-
İsnâdın değişmesiyle râvileri ihtilaf eden rivâyetler.
3-
Bâzı râviler, ziyâdelerinde teferrüd ederler.
4-
Zayıf addedilen râvilerin teferrüd ettiği hadîs mevcuttur (Buhârî'de 2 aded).
5-
Vehm'ine hükmedilen (zayıf râviden rivâyet var).
6- Bâzı metinlerde elfaz
değişmektedir.
Kastalâni, bunlara teker
teker izâh getirerek, tenkidlerin haksızlığını gösterir.
Râviler'e yöneltilen cerh
sebeplerine gelince, bunlar, bid'at (ehl-i sünnet dışı bir mezhepten olma),
cehâlet (râviden sâdece bir kişinin hadîs rivâyet etmesi), galat, muhâlefet,
tedlîs ve irsâl cihetlerinden gelmektedir. Bunlardan biri veya bir kaçıyla
cerhedilen râvilerin sayısı, -çoğunluğu Müslim'e âit olmak üzere- 210 adeddir.
Bu ithamların müessir bir taz'îf olmayacağını göstermek için İbnu Salâh,
Hâzimî, Nevevî, Suyûtî, İbnu Hâcer gibi muhakkik âlimlerimiz bâzı açıklıklar
getirirler. Şöyle ki:
1-
Bu râvilerdeki zayıflık, hadîslerini terkettirecek derecede şiddetli değildir.
2-
Onlardan alınan rivâyetler şevâhid ve mütâbaat nevindendir, asıl değildir.
3-
Buhârî ve Müslim'in bu zayıf râvilerden hadîs alma târihleri, zaaf sebebinin
onlara ârız olma târihinden evvele âittir. Meselâ bir muhtalit'ten rivâyet
varsa, bu rivâyeti, o şahsa ihtilat ârız olmazdan önce almışlardır veya
ihtilattan önce kendilerinden hadîs almış olan râvilerden almışlardır.
Buhârî'nin böyle bir muhtalitin ihtilattan sonraki rivâyetini aldığı da
görülmüş, ancak bu durumda, Buhârî, ulemânın, o hadîsi almada ittifak etmiş olma
şartını aramıştır. Keza Şeyheyn'in mukıll'dan hadîs alırken çok dikkatli
davrandıklarını, güvenilir olanlarının münferid rivayetlerini aldıkları,
güvenilir olmayanlardan ise, başkaları tarafından da rivâyet edilmiş olan
rivayetlerini aldıklarını belirtir.
4-
Zayıflardan hadîs alma işi bazan onların senedindeki ulviyet sebebiyledir.
Yani, biri âli fakat zayıf, diğeri nâzil fakat sağlam iki ayrı senedle rivâyet
edilen bir hadîsin ulvî senedle gelen
veçhini, öbürünün desteğine binâen kitaplarına almışlardır. Nitekim
Hâzimî'nin kaydettiği bir rivâyete göre Ebu Zür'a tarafından reddedilen bir
rivayeti için, Müslim, yaptığı açıklamada, aynı hadîs evsak fakat nâzil bir
isnadla da kendisine ulaşması sebebiyle zayıf olmasına rağmen mezkûr âli
senedden kabul ettiğini söylemiştir.
5-
Buhârî ve Müslim'in bâzı zayıf râvileri hakkında da şu söylenmiştir: Bunlara
başkaları tarafından yapılan zayıflık ithamı Buhârî ve Müslim açısından sâbit
ve muteber değildir. Cerh ve ta'dil ictihâdî bir keyfiyettir. Herkes kendi elde
ettiği bilgiye göre hüküm verir. Buhârî ve Müslim, demek ki bu râvileri sika
biliyor. Üstelik bâzı ithamlar çok çabuk yapılı vermiştir. Bîd'a ithamı
bunlardan biridir. Bizzat Buhârî'nin kendisi de halku'l-Kur'an meselesinde ağır
ithamlara mâruz kalmıştır. Nitekim Buhârî ve Müslim'in râvileri arasında 32
kişinin ehl-i bid'adan olduğuna dair itham yedikleri söylenmişse de onların
gerçekten ehl-i bid'a oldukları sübut bulmamıştır.
6-
Nevevî, bir kısım râviler hakkında cerhin müfesser olmadığını, Buhârî ve Müslim
de bu sebeple onlar hakkındaki cerhi kabul etmediklerini söyler. Hadîs ilminin
umumî kaidelerinden birine göre, râvinin mecruh (zayıf kabul edilmesi için cerh
yapanın cerh sebebini iyi açıklaması gerekir. Hangi sebeple mecrûh? Sadece
"zayıftır" demek makbul değildir.
7-
Buhârî ve Müslim, kendi tabakaları dışından hadîs almış ise de Buhâri bu
meselede de titiz davranmıştır. Şöyleki ikinci tabakadan aldığı hadisleri
muallak olarak kaydetmiştir. Üçüncü tabakanın sâdece müksirlerinden ve nâdiren
almış. Keza bunları da muallak olarak kaydetmiştir.
Hülâsa etmek gerekirse,
İslâm âlimlerinin müteşeddid kısmı Sahîheyn'i didik didik ederek, tenkîd
edilebilecek hiçbir noktasını bırakmadan, söylenebilecek her şeyi söylemekten
çekinmemişlerdir. İlim ve vukufta onlardan geri kalmayan ve hatta onları geçen
mutavassıt âlimler de bunlara cevaplar vermişler, haklı oldukları noktalarda
hak vererek, haksız oldukları yerlerde de haksızlıklarını göstererek,
Sahîheyn'in gerçek değerini ortaya koymuşlardır.
Bu duruma göre, İmâmu'l-Harameyn'in:
"Birkimse Sahîheyn'de yeralan bütün hadîslerin sahîh olduğu hususunda
yemîn etse, veya talakta bulunsa ne hânis olur ne de tatlîk vâki olur"
sözünün doğruluğunda fukahâ ve diğer ehl-i ilmin tamâmı icma ederek Kur'an'dan
sonra en mûteber, en sahîh olduklarını kabul etmişlerdir. Bir kısım rivayetleri
değerlendiren Kastalânî şu sonucu ifade eder: "Öyle ise Buhârî ve Müslim
kitaplarına illetsiz hadîsleri almışlardır. Şâyet illetli olanı varsa, bu da
müessir olan, sıhhati bozan bir illet değildir."
Bu iki kitaptan bilhassa
Buhârî, felâket anlarında teberrüken okunmasında fayda umulacak kadar ümmet
arasında müstesna bir rağbete mazhar olmuştur.
Durum bu iken, güneşin
ziyasından rahatsız olan dîde-i huffâş gibi, İslâm'ın hakkaniyetini hazm
edemiyerek, içlerinde asırların kaynattığı kinin şevkiyle, dinî kaynakları
hakkında kasden câhil bırakılan müslüman nesilleri iğfâl edip saptırmak için Buhârî'ye, Müslim'e, Kütüb-i
Sitte'ye taş atan, mevzu hadîs var iddiasında bulunan müsteşrîkler ve onların
iddialarını tekrar edenler keyfi, subjektif, isbatsız, sonu çıkmaz bir yola
sülük etmiş olmaktadırlar.
Böylelerinin misâli,
gökteki yıldızları düşürmek üzere, geceleyin sapanıyla taş atan çocuklara
benzerler. [314]
EBU
DAVUD VE SÜNEN'İ:
Kütüb-i Sitte adı verilen
büyük hadis mecmuâlarının Buhâri ve Müslim'den sonra gelen Sünen'in müellifi
olan büyük muhaddis.
"İmam",
"Şeyhu's-Sünne", "Mukaddemu'l-Huffâz" ve
"Muhaddisu'l-Basra" gibi ünvanlara sahip olan Ebû Dâvûd, 817'de
(202/817-275/888) Sicistan'da doğdu. Tam adı, Ebû Dâvûd Süleyman b. El-Eş'as b.
İshak b. Beşir b. Şeddad b. Amr b. İmrân el-Ezdı es-Sicistânı'dir. Büyük
dedelerinden İmrân, Sıffin'de Hz. Ali'nin yanında şehid düşmüştür. Oğlu Ebû
Bekr Abdullah da meşhur bir muhaddistir.
Ebû Dâvûd, hadis
ilimlerinin altın çağında, III. asırda yaşadı. İlim tahsilinde Irak, Şam,
Mısır, Ceziretü'l-Arap okulları, Horasan, Rey, Herat, Kûfe, Bağdad, Tarsus,
Basra gibi yerleri dolaşmıştır. Hocaları arasında Ahmed b. Hanbel (241/855),
Kuteybe b. Saîd (240/854), Yahyâ b. Maîn (233/847), Halef b. Hişâm (227/841)
gibi büyük ilim sahibi kimseler görülmektedir. O günün ilim çevrelerinin en
mûteber kişileri Ebû Dâvûd'un bu saydığımız hocaları idi. Ebû Dâvûd hadis
ilminde taklide karşı olmuş, tahkike yönelmiştir. İslâm dünyasında yüzyıllarca
okutulan "Kitâbü's-Sünen" onun araştırmacılığına, münekkidliğine en
güzel örnektir. Kitâbü's-Sünen, hadis ilimlerinde en çok sözü edilen Kütüb-i
Sitte'nin üçüncüsüdür. Tirmizî ve Nesâî onun talebeleri arasında yer alır. Ebû
Dâvûd'u, Şâfii veya Hanbeli mezhebine tâbi gösterilmesine rağmen, müstakil bir
muhaddis olarak görmek daha doğru olur.[315]
Sünen'ini gerçekte Ahmed b. Hanbel okumuş ve onaylamıştır; ama bu onun Hanbeli
olduğunu göstermez. Ebû Dâvud dâima hadisle uğraşmış, mezhebî bir mensubiyeti
îmâ eden beyânına rastlanmamıştır. Sünen'i, beşyüzbin hadis arasından seçtiği
dörtbinsekizyüz hadisi ihtiva eder. Eserini takdim ederken, "müslümanın
din; hayatı için dört hadisin yeterli olduğunu" söyleyebilmiştir. O dört
hadis şunlardır:
1.
"Ameller, niyetlere göredir."
2.
"Mâlâyâniyi (boş, gereksiz şeyler)
terketmesi kişinin olgun mü'min olduğunu gösterir".
3.
"Kendisi için istediğini mü'min
kardeşi için de istemedikçe kişi kâmil mü'min olamaz."
4.
"Helâl belli, haram bellidir.
Aralarında şüpheli bazı işler de vardır..."
Gerçekten tam bir İslâmî
hayat için temel ilke olabilecek ve bir toplumu ayakta tutabilecek özelliklere
sahip olan bu hadis ölçüsü daha sonraları "İslâm ahkâmının üzerinde dönüp
durduğu" başlıca esasları teşkil etmiştir.[316]
Ebû Dâvûd 275/888
tarihinde, arkasında on dokuz eser bırakarak Basra'da yetmişüç yaşında vefât
etmiştir. Eserlerinden dördü basılmıştır.[317]
Eserleri:
1.
Kitâbü's-Sünen: III. asırda muhaddisler, Sünenleri yazarak, sadece ahkâm
hadislerini ortaya çıkardılar. Sünen, fıkıh bâblarına göre düzenlenmiş ahkâm
hadislerini toplamaktadır. Ebû Dâvûd'a kadar, Câmi' ve Müsned diye
isimlendirilen hadis kitapları, hadisleri; ahbâr, kıssalar, mevâiz, âdâb, ahkâm
konularında topluca veriyorlardı. Sünenin ilk kez ahkâm hadislerini toplaması ve
kırk yıl Ebû Dâvûd'un onu okutması, nüshalarının arasında görülen farkların bu
fıkhî özelliği dolayısıyla zaman içinde çıkarma-eklemelerin yapıldığını
göstermektedir. Ebû Dâvûd eseri için mukaddime yazmamasına rağmen, Mekkelilere
yazdığı "Risâletün ilâ ehli Mekke" adlı mektubunda eserinden şöyle
söz etmektedir: "Eserin tamamının bildiğim en sahih hadislerden müteşekkil
olduğuna emin olabilirsiniz. Kitabın hacmi büyümesin diye bir konudaki birçok
sahih hadisten bir veya iki hadis verdim. Kitapta bir hadisi iki veya üç
değişik senedle tekrar etmişsem, sebebi, farklı ve fazla bilgi ihtivâ
etmesindendir. Çoğu kez uzun hadisleri kısalttım. Bir mevzûda mürsel hadisin
zıddına bir müsned hadisin mevcud olmadığı veya müsned hadis olmadığı yerde,
her ne kadar kuvvet bakımından müsned hadis gibi olmasa da mürsel hadisle
ihticâc olunur. Kitabımda, hadisi terkedilmiş râviden alınma herhangi bir
rivâyet yoktur. Aynı konuda kendisinden başka ona benzer herhangi bir hadis
bulamadığımdan dolayı münker bir hadise yer vermişsem onun münker olduğunu
mutlaka açıkladım. Kılı kırk yararcasına hadis toplayan benden başka biri
yoktur herhalde. Bu öyle bir kitaptır ki, Nebi (s.a.s.)'den sahih isnadla vârid
olan her sünnet onda mevcuttur. Kur'ân-ı Kerîm'in dışında insanların öğrenimine
bundan daha çok ihtiyaç duyacakları bir başka kitap bilemiyorum. Fıkhı
meseleler, Süfyân es-Sevrî, Mâlik ve Şafii'nin meseleleridir. Topladığım
hadisler de bu meselelerin nassını teşkil etmektedir. Sünen'e aldığım
hadislerin büyük çoğunluğu meşhur hadislerdir. Meşhur, muttasıl ve sahîh olan
hadîsi reddetmek kimsenin haddi ve hakkı değildir. Sünen'e sadece ahkâm
hadislerini aldım. Eserde mevcut dört bin sekiz yüz, hadisin tamamı ahkâma
âittir"[318]
Concordance'da Sünen, kırk
kitap ve bin sekiz yüz seksen dokuz babtan meydana gelmektedir. Bu bölümler
şöyledir: et-Tahâre, es-Salât, Salâtu'l İstiska, Salâtü's-Sefer,
Salâtu't-Tatavvu, Şehru Ramazan, Sucûdu'l Kur'ân, Vitr, ez-Zekât, el-Lukata,
el-Menâsik, en-Nikâh, et-Talâk, es-Savm, el-Cihad, el-Edâhî, es-Sayd, el-Vasâya,
el-Ferâiz, el-Harac ve'l İmâre ve'l Fev. el-Cenâiz, el-Eymân ve'n-Nuzûr,
el-Büyû', el-Buyû' ve'l-İcâre, el-Akdiye, el-İlm, el-Eşribe, el-Et'ime,
et-Tıbb, el-İtâk, el-Hurûf ve'l-Kırâe, el-Hammâm, el-Libâs, et-Tereccül,
el-Hâtem, el-Fiten, el-Mehdî, el-Melâhim, el-Hudûd, ed-Diyât, es-Sünne,
el-Edeb.
Sünen'de sülâsi rivâyet
yeralmaz. Onaltı tane kutsî hadis bulunmaktadır. Hadisleri altı gruptur: Sahih
lizâtihi, sahihe benzer, sahihe yakın, şiddetli vehn olan hadisler, 'hakkında
birşey söylemediklerim sahihtir' dedikleri, hasen li gayrihi olabilecek
hadisler.[319]
Buhâri ve Müslim'in birlikte tahric ettiği hadisler kitabın yarısını teşkil
eder. Ebû Dâvûd kitabına sahih, hasen, leyyin ve amel edilebilir hadisleri
almıştır. Ona göre aşırı derecede zayıf olmayan hadis rey ve kıyastan evlâdır.
Sünen'de yeralan bazı
sahih hadisler Sahihayn'da bulunmaz. Şüpheli hadisleri ise, illetlerini
açıklayarak almıştır. Sünen, hadis kitaplarının ikinci tabakasına dahildir.[320]
Talebelerinden yedisi tarafından rivâyet edilmiştir ki, en sahih ve yaygın
rivâyet el-Lu'luî'nin eseridir.[321]
Sünen-i Ebû Dâvûd Kahire
(1280), Delhi (1283), Luknov (1840-1888). Haydarabad (1321) Mısır (1935-1950),
gibi merkezlerde bir kaç kez basılmıştır. Türkçe'de Ebû Dâvûd'un Sünen'i
1983'de yayınlanmıştır. 1987 yılında eserin, tercüme ve şerhi yayınlanmaya
başlanmıştır. Sünen'in ilk şerhini "Meâlim Es-Sünen" adıyla Ebû
Süleyman Hattâbî (388/998) yapmıştır.
Ebû Dâvûd'un diğer
eserleri şunlardır:
2.
Risâletuhu fi Vasfı Kitâbü's-Sünen: Eseri Kitâbu's-Sünen ile ilgili olarak
yazdığı ve yukarıda sözkonusu ettiğimiz mektuptur.
3.
el-Merâsil: Mürsel hadislerle ilgili eseri.
4.
Mesâiiu'l-İmam Ahmed: Fıkıh konularına göre tasnif edilen ve Ahmed b. Hanbel'e
sorulan soru ve cevapları kapsar. Diğer önemli eserleri de şunlardır:
el-Mesâil, en-Nâsih ve'l-Mensuh, Kitâbu'z-Zühd, Kitâbu'l-Kader, Kitâbu'l-Ba's
ve'n-Nüşûr, Delâilu'n-Nübüvve, et-Teferrüd fi's-Sünen, Fedâilu'l-Ensâr,
Müsned-u Mâlik, ed-Dua, İbtidâu 'l- Vahy, Ahbâru'l-Havâric.[322]
Hayatı:
el-İmâm es-Sebt Seyyidü'l-Huffâz
Süleymân İbnu'l-Eş'as İbni İshâk es-Sicistânî. 212-275 yılları arasında
yaşamıştır. Ceddi İmrân'ın Sıffîn savaşında Hz. Ali (radıyallahu anh)
saflarında şehîd olduğu belirtilir. Basra'da yaşadı. Ancak Irak, Hicaz, Şam,
Mısır, Cezire, Horasan gibi ilim merkezlerine seyahatler yaptı, pek çok kereler
Bağdad'a uğradı. Hadîs aldığı hocalarını sayısı 300'ü bulur. Buhârî ve
Müslim'in meşayihinden hadîs aldı. Ebu Seleme, Ebu'l-Velîd et-Tayâlesi, Ahmed
İbnu Hanbel, İbnu Ebî Şeybe, Ali İbnu' Medînî, Yâhya İbnu Ma'în, Kuteybe İbnu
Sa'îd, İshâk İbnu Râhuye hocalarının meşhurlarındandır. Iraklılar,
Horasanlılar, Şamlılar, Mısırlılar, Cezîreliler hep onun hocaları arasında yer
alır.
Kendisinden hadîs alanlara
gelince, Ahmed İbnu Hanbel ondan bir hadîs almıştır. Ebu Dâvud'un bunu
(iftiharla) zikrettiği belirtilir. Tirmizî, Nesâ oğlu Ebu Bekr İbnu Ebî Dâvud,
Ebu Avâne, Ebu Bişr ed-Dûlâbî, el-Lu'luî (Ebu Ali Muhammed İbnu Ahmed İbni
Amr), İbnu'l-A'râbî (Ebu Sa'îd Ahmed İbnu Muhammed İbni Ziyâd el-A'râbî), İbnu
Dâse (Ebu Bekr Muhammed İbnu Abdirrezzâk) er-Remlî (Ebu İsâ İshak İbnu Musâ
İbni Sâid) kendisinden hadîs alanların başında gelirler.[323]
Fazîleti:
Ulema, Ebu Dâvud'u birçok
yönüyle övmüş, takdir etmiştir. Hadîs bilgisi, hıfzı, anlayışı, fıkıh bilgisi,
verâ ve dindarlığı, ilminde itkânı ayrı ayrı dile getirilmiştir. İlmiyle âmel
eden alimlerden olduğu bilhassa belirtilir. Hâl ve hareketlerinde istikâmetinin
doğruluğunu ifâde etmek için bâzı âlimler şöyle derler: "Ebu Dâvud
yaşayışında, ahvalinde, huy ve tavırlarında Ahmed İbnu Hanbel'e benzerdi. Ahmed
de bu hususlarda Vekî'e benzerdi. Vekî de Süfyân'a benzerdi. Süfyan ise
Mansur'a benzerdi. Mansur İbrâhim en-Neha'î'ye , İbrahim de Alkame'ye benzerdi.
Alkame ise Abdullah İbnu Mes'ud'a benzerdi. Alkame demiştir ki: İbnu Mes'ud
yaşayışında, ahvâlinde huy ve tavırlarında Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'a benzerdi".
Ebu Dâvud, hadîsi
metniyle, senetleriyle illetleriyle çok iyi bilirdi. Onun bu ilimdeki yüksek
derecesini ifâde için, Muhammed İbnu İshâk es-Sağânî ve İbrahim el Harbî:
"Hz. Dâvud'a demir yumuşatıldığı gibi Ebû Davud'a da hadîs
yumuşatılmıştır" demişlerdir. Mûsâ İbnu Harun takdirlerini ifade için
"Ebu Davud dünyada hadîs, âhirette de cennet için yaratılmıştır" der.
Hadîsi iyi bilirdi. Bu sebeple Sünneti, mevzu ve şiddetli zayıflara karşı
korumuştur. Ebu Abdillah İbnu Mende, onun bu hizmetini şöyle dile getirmiştir:
"Hadîs tahric edip sahîhleri illetli olanlardan, hatâlıları da doğrulardan
ayıran dört kişi var: Buhârî, Müslim, bunlardan sonra da Ebu Dâvud ve Nesâî
gelir. Ebu Bekr el-Hallâl takdirde daha da ileri giderek: "Zamanının
el-İmâmu'l-Mukaddem'i" (en önde giden İmâm) diye vasıflandıracaktır.
El-Hakîm Ebu Abdillah da: "Ebu Dâvud, asrında ehlü'l-hadîs'in rakipsiz
imamıydı" der. Hadîs rivayetindeki hayranlarından meşhur mutasavvıf Sehl
İbnu Abdillah et-Tüsterî, Ebu Dâvud'u ziyâret eder ve: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın hadîslerini rivâyet eden dilinî çıkar, onu
öpeceğim" der. Ebu Davut çıkarır, o da öper.[324]
Hadîs
Almada Prensibi:
Ebu Dâvud, ehl-i hadîs'in
başını çekenlerden olması hususiyetiyle, nazarında zayıf hadîs fukahânın
kıyasından evlâdır. Bu sebeple bir babta, başka rivâyet yoksa zayıf hadîsi
tahrîç etmekten çekinmez. Bu durumda zayıfın terki kıyâsa gitmek mânasına
gelir. Ancak, şurası da muhakkak ki, terki hususunda ulemânın ittifak
ettiklerinden hadîs olmamıştır. Şu açıklamayı yapar: "Sünen'imde
metrûku'l-hadîs olan kimseden hadîs rivâyeti almadım. Kitapta münker bir
rivâyet varsa durumunu bildirdim. Bu mevzuda başka rivayet olmadığı için bunu
aldım." Ebu Davud'un zayıf hadîsi kıyastan üstün tutma prensibini
aydınlatan bir rivâyeti İbnu Hazm, el-Muhalla'da, İmâm'ın oğlu Abdullah'tan
kaydeder:
"Babama, "bir
beldede, sahîh hadîsi, sakîm hadîsten temyiz etmeden rivayette bulunan bir
ehl-i hadîsle bir ehl-i reyden başkasını bulamayan bir kimsenin başına bir iş
gelse, ehl-i reye mi, yoksa ehl-i hadîse mi müracaat etmeli?" diye sordum.
Babam cevaben: "Ehl-i hadîse müracaat etsin, ehl-i reye değil. Çünkü zayıf
hadîs reyden daha kavîdir" dedi."[325]
Eserleri:
Ebu Dâvud, Sünen'i ile
meşhur olmuşsa da başka te'lifâtı da var:
1-
Er-Reddû alâ Ehli'l-Kader. Bunu kendisinden Ebu Abdillah Muhammed İbnu Ahmed
rivâyet etmiştir.
2-
Kitâbu'n-Nâsih ve'l-Mensûh. Bunu kendisinden Ebu Bekr Ahmed İbnu Süleymân en-Neccâr
rivâyet etmiştir.
3-
El-Mesâil. Bunu Ebu Ubeyd Muhammed İbnu Ali el-Âcirî rivâyet etmiştir.
4-
Müsnedu Mâlik: Bunu kendisinden İsmâil İbnu Muhammed es-Saffâr rivâyet
etmiştir.
5-
Es-Sünen, el-Lü'lu'î, İbnu Dâse, İbnu'l-A'rabî, er-Remlî tarafından rivâyet
edilen bu eser en meşhur eseridir. Bunu ayrıca tanıtacağız.
Ebu
Davud'un Bir Uyarısı:
Ebu Davud bir kaç hadîsin
ehemmiyetini belirtmek için şöyle der: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'dan 500 bin hadîs yazdım. Onlar arasından, sâdece şu kitabıma
koyduklarımı seçtim. Ancak, kişiye, dinini doğru kılması için bu hadîslerden
dört tânesi yeterlidir.
Birincisi: "Ameller
niyetlere göredir..." hadîsidir.
İkincisi: "Kişinin
müslümanlığının kemâli mâlâyâni'yi terketmesine bağlıdır" hadîsidir.
Üçüncüsü: "Mü'min
kendisi için istediğini kardeşi için istemedikçe (kâmil) mü'min olamaz"
hadîsidir.
Dördüncüsü: "Helâl
olanlar açıklanmıştır, haram olanlar da açıklanmıştır. Bu ikisi arasında
(durumu açık olmayan) şüpheli şeyler vardır. Bunların (haram mı helal mı olduğunu
) çokları bilemez. Kim şüpheli şeylerden kaçınırsa, dinini ve ırzını korumuş
olur. Kim şüpheli şeyi işlerse harama düşer. Tıpkı, sürüsünü, yasak koruluğun
etrafında güden çoban gibi.) Koyunları her an koruluğa kayabilir. Bilesiniz!
Her melikin bir koruluğu olduğu gibi, (Allah'ın da bir koruluğu vardır.)
Allah'ın koruluğu haramlardır. Bilesiniz! Vücudda bir et parçası vardır, bu
sıhhatli oldu mu vücudun tamamı sıhhatlidir, bozuldu mu, vücudun tamamı
sıhhatini kaybeder. İşte bu parça kalptir" hadîsidir".[326]
Sünenu
Ebî Dâvud:
Ebu Dâvud'un ismini
ebedîleştiren eseridir. Bâzı görüşlere göre Sünen, tarzında ilk yazılan eser
olma şerefine de sâhiptir. Ebu Dâvud eserini şöyle tanıtır: "Ben
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a nisbet edilen 500 bin hadîs yazdım.
Onlardan şu Sünen'i seçtim. Kitabımın içerisinde 4800 hadîs mevcuttur".
Ebu Dâvud, Sünen'in
hadîslerini seçerken, ahkâm hadîsleriyle yetinmiştir. Bu sebeple sünen ve sıhâh
müellifleri arasında ahkâm sâhasında ilk eser veren kimse olmuştur. Ebu Dâvud'un
Sünen'i, muhtelif beldelerdeki fukahânın istidlâl edip üzerine ahkâm bina
ettikleri hadîslerini ihtiva eder. Ebu Süleymân el-Hattâbî, Me'âlimu's-Sünen
adlı şerhinde şöyle der: "Biliniz ki, Ebu Dâvud'un es-Sünen kitabı,
kıymetli bir telîftir. İlmu'd-Dîn sâhasında onun misli te'lîf edilmemiştir.
(Her mezhebe mensub) âlimlerin kabûlüne mazhar olmuş, böylece muhtelif fırkalar
teşkil eden âlimler ve farklı mezheplere mensup fakîhler arasında hakem rolü
oynamıştır. Irak, Mısır, Mağrib ahalisi, İslâm âleminin ekseri beldelerinin
müslümanları ona sarıldılar. Onun bu kitabı ehl-i hadîs nezdinde hoşlanılan bir
makam tuttu. Bu kitap için meşakkatli yolculuklar yapıldı, arandı da
arandı". Gazâlî'nin, Sünen hakkında: "Bir müçtehide, ahkam hadîsleri
hususunda kifayet eder" dediği rivayet olunur. Nevevî, Sünen'e yaptığı
şerhte: "Fıkıhla olsun, başka şeyle olsun, İslâmî mevzularla meşgul olan
herkesin Ebu Dâvud'un Sünen'ine alâka göstermesi, onu iyi bilmesi gerekir. Zira
onun içindeki hadîslerin çoğuyla ihticâc edilir ve bu hadîsleri tefrik de
kolaydır. Ayrıca hadîslerin (fıkha girmeyen fazlalıklardan) özetlenmiş olması,
musannıfının emsaline üstünlüğü ve eserin tehzîbine gösterdiği itina, Sünen'in
ehemmiyetini artıran hususlardır." Sünen'in râvilerinden Ebu Sâd İbnu'l-A'râbî
de şunları söylemiştir: "Bir fakîh'in yanında, Allah'ın kelamını ihtiva
eden Mushaf'la Ebu Dâvud'un Sünen'inden başka kitap bulunmasa, (fıkhın tedvîni
için) bir başka kitaba ihtiyaç duymaz". Muhammed İbnu Mahled: "Ebu
Dâvud, Sünen'ini telif edip halka okuduktan sonra, kitabı, Ehl-i hadîs için,
kendisine uydukları bir "mushaf" oldu" der.
Ebu Dâvud Sünen'ini
yazdıktan sonra Ahmed İbnu Hanbel'e arzeder. Ahmed İbnu Hanbel istihsan ederek
takdîrlerini ifâde eder. Ebu Dâvud, Sünen'i Bağdat'ta rivayet etmiştir.[327]
Sünen'in Sıhhat Durumu:
Bu konuda daha önce,
Kütübü Erba'a'nın şartlarıyla ilgili bahiste dört sünen'in her birinde üç çeşit
hadîs bulunduğunu, birinci grubu "sahîheyn hadîsleri" nevinden
hadîslerin, ikinci grubu "kendi şartlarına göre sahîh olan" hadîslerin,
üçüncü grubu da zıddiyet hadîslerinin teşkîl ettiğini belirtmiş ve bunların ne
demek olduğunu açıklamıştık. Burada aynı bilgileri tekrar etmeyeceğiz. Ancak
Ebu Dâvud'un bir tabiri üzerinde kısaca duracağız: Sâlih tabiri.[328]
Ebu Dâvud, Sünen'i hakkında
bir kısım teknik bilgiler vermek maksadıyla kaleme aldığı Risâletu Ebî Dâvud
İlâ Ehli Mekke diye meşhur mektubunda şu açıklamayı yapar:
"Kitabımda yer alan
bir hadîste şiddetli vehn (zayıflık) varsa bunu belirttim. Kitapta senedi sahîh
olmayan rivâyet de var. Hakkında sükût ettiğim sâlihtir. Bâzısı bâzısından daha
sahîhtir". İbnu Salah, bu söz üzerine şu açıklamayı yapar: "Ebu
Dâvud'un kitabında bu şekilde "zayıftır" diye meşruhat verdiği
hadîslerden hiçbirisi Sahîheyn'de mevcut değildir. Ayrıca Ebu Dâvud'da
"hasen" olarak zikredilen hadîslerden herhangi birisinin, sahîh ve
hasen hadîsleri temyiz edenlerce "sahîh'dir" diye hükme bağlandığına
da rastlamadım."[329]
Niçin Sâlih?
Ebu Dâvud'un yukarıda
kaydettiğimiz açıklamasıyla ilgili iki noktaya dikkat çekeceğiz:
Birinci nokta: Sâlih'ten
kastedilen şey nedir? Yani sükût edilen hadîs, kendisiyle ihticâc etmeye mi
sâlihtir (uygundur, elverişlidir) yoksa i'tibâr etme'ye mi sâlihtir? Zira,
sâlih tâbiri, kayıtsız olarak, bu mutlak hâliyle kullanılınca şuna sâlihtir
diye ulema nezdinde oturmuş bir ıstılah değildir. Bu sebeple normalde böyle
kullanılmaz. İşte belirttiğimiz bu durum, Ebu Dâvud'un sâlih tâbirinden neyi
kasteddiği sorusuna sebep olmuştur. Bazı muhaddîsler "ihticâc'ı
kasteddiği"ni söylerken bâzıları da "itibar'ı kasteddiğini"
söylemiş ve ihtilaf etmişlerdir. Son Osmanlı muhaddislerinden Zâhidu'l-Kevserî
de bu mevzuya mesâî sarfedenlerden biridir. O, özetle, bu çeşit hadîslerin
hepsini aynı kategoriye sokmanın yanlış olduğu kanaatindedir. Yani ona göre bâzıları
ihticâca, bazıları da itibâra sâlihtir. Hangisine salîh olduğunu tâyin de
hadîsin incelenmesiyle elde edilecek karîne'ye bağlıdır. Bu da hadîsten hadîse
değişebilir. O sözünü şöyle tamamlar: "Bundan maksad sâdece ihticâcâ
salâhiyettir" diyen kimse Ebu Dâvud'u keyfine göre konuşturmuş olur".
İkinci Nokta'ya gelince,
bu temâs edeceğimiz husus, en az önceki kadar ehemmiyet taşır: Ebu Dâvud'un
hakkında sükût ettiği bütün hadîsler "sâlih" midir?
Yukarıda iktibas ettiğimiz
pasajdan şu mâna çıkmaktadır: Salâhat ister itibâr'a ister ihticâc'a olsun, her
hadîs sâlihdir, ifâdeden anlaşılan bu. Halbuki, mudakkik hadîsçiler, Ebu
Dâvud'un sükût ettiği hadîsleri tahlîl edince şu neticeye varmışlardır: Durumu
(ehli nezdinde) çok açık olan bir kısım fazla zayıf hadîslerin zaafına dikkat
çekmeyi zâit addederek açıklama yapmadan geçmiştir, yâni haklarında sükut
etmiştir.
Biz, ehemmiyetine binânen,
bu mevzuya tahsis edilen genişçe bir tahlîli, kitabımızın Hadîsle İlgili Bâzı
Meseleler bölümünde sunacağız. [330]
Sünen'in Tertîbi:
Ebu Dâvud tertib yönüyle
Buhârî'ye benzerlik arzeder. Öncelikle fıkha ve dolayısıyla metne ehemmiyet
verir. Bu sebeple, hadîsin fazla turuk'u varsa bir kısmını verir, her birinde
vâki ihtilaf ve ziyâdelerini kaydeder. Onun esâs gâyesi, hadîslerde mevcut olan
fıkhî ahkâmı bildirmektir. Bu sebeple, bir babta zikredeceği hadîslerin,
senedce en sahîh olanını önce kaydeder. Bâzı kereler muallel senedleri hiç
kaydetmez. Mekke ehline hitâben yazdığını belirttiğimiz kıymetli Risâle'sinde
eserinin tertib yönünü de aydınlatan şu teknik açıklamayı yapar:
"Siz, benden Sünen
kitabındaki hadîsleri soruyor ve: "Bunlar, bu mevzuda bildiğin hadîslerin
en sıhhatli olanları mı?" diyorsunuz. Biliniz ki, bir kısmı hâriç hepsi
öyledir. Hâriç olanlar da iki vecihle gelmiştir. Bunlardan hangisi senedce âli
ise, diğerine takdîm edilmiştir. Diğeri de hıfz yönüyle daha kuvvetli bir
râvinin rivayetidir...
Bir babta çok hadîs
bulunmasına rağmen bir veya iki tanesini yazdım. Zira hepsini yazmak kitabı
uzatırdı. Böyle yapmakla (hacmi daraltıp) istifâdeyi kolaylaştırmayı
düşündüm... Eğer bir babta hadîsin iki üç
vechine yer vermiş isem, bu davranışım rivâyetlerdeki bâzı ziyâdelerden
dolayıdır. İkinci rivâyette, birinciye nazaran ziyâde bir kelime bulunabilir.
Bazan uzun bir hadîsi kısalttığım da olmuştur. Zira tamamını yazacak olsam onu
dinleyen kimselerden bir kısmı, bundaki fıkhî yönü anlamayacak ve
bilemiyecekti. Buna meydan vermemek için kısalttım...
Sana benim kitabımda
bulunmayan bir sünnet zikredilecek olursa bil ki o, vâhi (zayıf bir hadîstir.
Aksi takdirde kitabımda bir başka tarîkle gelmiş olmalıdır. Zira ben, okuyucuya
uzun kaçmasın diye bütün tarîkleri vermedim."[331]
Farklı Nüshaları:
Ebu Dâvud'un Sünen'ini,
kendisinden tahammül edîp rivâyet izni olan yedi kişi mevcuttur. Bunlardan dört
tânesi ulema arasında yaygınlık kazanmıştır. Nüshalar arasında bazı farklar
mevcuttur. Bu nüshalar şunlardır.
1-
Ebu Ali Muhammed İbnu Ahmed İbn-i Amr el-Lü'lü'î (333/944) nüshası: Bu
nüsha en ziyade şöhret ve yaygınlık kazanan nüshadır. Bilhassa Meşrik
memleketlerinde yazılmıştır. El-Lü'lü'î, Sünen'i, Ebu Davud'dan bir kaç sefer
dinleme fırsatı bulmuştur. Son defa, müellifin vefat ettiği sene olan 275'te
dinlemiş olması, bu nüshaya ayrı bir itibâr kazandırmıştır.
2-
Ebu Bekr Muhammed İbnu Bekr İbni Abdirrezzâk İbni Dâse et-Temmâr (v.
346/957) nüshası: Kısaca: İbnu Dâse nüshası diye bilinir. Bu nüsha Mağrib
beldelerinde şöhret yapmıştır. İbnu Dâse nüshası el-Lü'lü'î nüshası'na muhteva
itibariyle benzerlik arzeder. Farklı yönleri bir kısım takdîm ve te'hirlerdir.
Hadîslerin ziyâde-noksanlığı söz konusu değildir.
3- Ebu Îsa İshâk İbnu Mûsa
İbn-i Sâ'îd er-Remlî (320/932) nüshası.
Bu da er-Remlî nüshası olarak yâdedilir.
Bu zât, Ebu Dâvud'un
verrâkı (hususî kâtibi) dir. Bunun rivayeti tertîb itibâriyle İbnu Dâse
nüshasına benzer.
4-
İbnu'l-A'râbî nüshası. Daha çok sûfi olan Ebu Sa'îd Ahmed İbnu Muhammed
İbni Ziyâd İbni'l-A'râbî'nin (vefat tarihi 340/951) dir. Bunun nüshası
diğerlerine nazaran eksik bir nüshadır.[332]
Ebu Davud Üzerine
Çalışmalar:
Sünenü Ebî Dâvud
el-Münzirî [Ebu Muhammed Abdülaziz İbnu Abdilkavî (v. 656/1258)] tarafından
ihtisar edilmiştir. İhtisarın ismi el-Müctebâ'dır, bir kaç baskısı mevcuttur.
İbnu Kayyîm el-Cevziyye (v. 751 / 1350) Sünen üzerine bir tehzîb çalışması
yapmıştır. Tehzîbu Süneni Ebî Dâvud adını taşıyan bu eser de basılmıştır.
Belli başlı şerhleri
şunlardır:
1- Me'âlimu's-Sünen: İlk
Buhârî şârihi diye daha önce takdim ettiğimiz Ebu Süleyman el-Hattâbî (v. 388)
tarafından yapılmış muhtasar bir şerhtir, matbudur.
2- Avnu'l-Ma'bud Şerhu
Süneni Ebî Dâvud:
Ebu't-Tayyîb Muhammed Şemsülhak el-Azîmâbâdî tarafından te'lif edilmiştir. 14
ciltlik bir şerh olup açıklamaları son derece basit, yabancılar için
anlaşılması kolaydır. Hadîs metninde geçen kelimeler lügat gibî açıklanır. Bir
kaç kere basılmıştır.
3-
El-Menhelü'l-Azbi'l-Mevrûd Şerhu Süneni Ebî Dâvud:
Mahmud Muhammed Hattab es-Subkî ( 1352/ 1933) tarafından yapılmıştır.
Hadîslerden dört mezhebin ne gibi hükümler çıkardığı belirtilen geniş muhtevalı
bir şerhtir, ne var ki, Sünen'in tamamı aynı şekilde bitirilememiş, yarıda
kalmış bir şerhtir.
4- Mirkâtu's-Su'ûd ilâ
Süneni Ebî Dâvud:
Suyûtî'nin şerhidir.
5- Bezlu'l-Mechûd fi Hallî
Ebî Dâvud:
Bu şerh Hanefi mezhebini esas alır. Halil Ahmed es-Sehârenfûrî (v. 1346/1927)
te'lîf etmiştir. Muhammed Zekeriyya el-Kandehlevî tâlikte bulunmuştur. 20
cilttir, matbudur.
Ebu Dâvud'a bunlar
dışında, Nevevî, İbnu Mulakkin, Kutbuddîn Ebu Bekr İbnu Ahmed el-Yemenî,
Veliyyüddin Ebu Zür'a Ahmed İbnu'l-Hâfız Ebî'l-Fadl Zeyniddîn el-Irâkî,
Alaeddin Moğoltay İbni Kılıç. Şihâbuddin İbnu Raslân, Bedruddîn el-Aynî ve
Sindî gibi muhtelif âlimler tarafından çoğu yarım kalmış başka şerhler de
yapılmıştır.
Ebu Dâvud'un Sünen'i
Türkçemize de tercüme edilmiştir. [333]
TİRMİZÎ
VE SÜNEN'İ:
İslâm dünyasının sekiz büyük
hadis bilgininden birisi. Tam adı, Ebu İsa Muhammed bin İsa bin Sevre bin Musa
bir Dahhak el-Tirmizî'dir. Kütüb-i sitte olarak anılan en güvenilir altı hadis
derlemesinden birinin sahibidir. Dördüncü Müslüman kuşak (etbau
etbau't-tabiin), içinde yer alır. Hadis ilminde en yüksek dereceye ulaşanlara
özgü olan "Hafız" ünvanına sahip ender kişilerdendir.
Tirmizî'nin doğum yeri ve
yılı konusunda farklı rivayetler vardır. Buna göre Tirmiz ya da Mekke'de 200
(815), 206 (821) veya 209 (824) yılında doğdu; Tirmizî'de 270 (883), 275 (888)
ya da büyük ihtimalle 279 (892) yılında öldü.
Kör olarak doğan ya da
sonradan gözlerini yitiren Tirmizî, ilk öğreniminden sonra çalışmalarını hadis
ilmi üzerinde yoğunlaştırdı. Hadis derlemek amacıyla Horasan, Irak ve Hicaz'da
geziler yaptı. Başta Buharî, Müslim ve Ebû Dâvud olmak üzere birçok bilginden
hadis aldı. Kendisinden de Heysem bin Kulab el-Şasî, Mekhul bin el-Fald,
Muhammed bin Mahbub el-Mahbubî el-Mervezi gibi bilginler hadis rivayet ettiler.
Tirmizî Kitabu'l-İlel, Kitabu'ş-Şemail,
Kitabu Esmai's-Sahabe, Kitabu'l-Esma ve'l-Küna gibi eserler bırakmışsa da büyük
ününü es-Sünen de denilen el-Camiu's-Sahih adlı eseriyle kazandı. Tirmizî,
câmi' türündeki bu eserde yalnız hadisleri derlemekle kalmamış, her hadisten
sonra "Ebu İsa der ki" diyerek hadise ilişkin düşüncelerini
açıklamış, değerlendirmeler yapmıştır. Hadisleri İslam hukukunun konularına
uygun bir düzen içinde sınıflaması ve tekrarlardan sakınması, eserine
yararlanma kolaylığı kazandırır. Hadis bilginlerine göre es-Sünen'in diğer
hadis derlemelerine üstünlük sağlayan başlıca özellikleri şunlardır: Hadislerin
güvenilirlik derecelerini belirtmesi, taşıdığı zaaflara dikkat çekmesi,
ravilere ilişkin bilgi vermesi, hukukçuların hadislerden çıkardığı sonuçlara
değinmesi ve mezheplerin görüşlerine yer vermesi.
Tirmizi eseri hakkında
şöyle der: "Ben bu Cami-i Kebir'i yazıp bitirince, onu ilkin Hicaz
alimlerine gösterdim. Hepsi de beğendiler. Daha sonra alıp Irak alimlerine
götürdüm. Onlar da ağız birliğiyle eseri övdüler. Nihayet Horasan diyarı
alimlerine takdim ettim. Onlar da memnun oldular, bilahare eseri ilim alemine
sundum. Bu eser kimin evinde bulunursa, orada konuşan bir Peygamber
vardır"[334]
Endülüs bilginlerinden
birisi, Tirmizî'nin eserinin özelliklerini ve değerini, yazdığı bir şiirle
şöyle anlatır:
"Tirmizî'nin kitabı
bir ilim bahçesidir. Çiçekleri adeta gökteki yıldızların parlaklığını
aksettiriyor. O eser sayesinde hadisler vuzuha kavuşur. Güzel lafızlara meydana
konulmuş, adeta resim gibi yerli yerince tanzim edilmiştir. "
"Hadislerin en yüksek
nevi sahihlerdir. Onlar nurlu yıldızlar halinde, her yanı aydınlatırlar.
Hadislerin sahihini hasenleri takip eder. Sonra garibler gelir. Hadislerin
sahihi sakiminden ayrılmıştır. Tirmizî onları tek, tek işaretleriyle ilim erbabına
açıklamıştır. Bu hadisleri, sahih eserler halinde sıraya dizmiş, onları ciddi
akıl sahipleri de beğenip seçmişlerdir. Onu beğenenler; fakihlerin ve
bilginlerin en önde gelenleri fazilet erbabının, doğru yola gidenlerin en
üstünleridir."
"Tirmizî'nin kitabı
böylece enfes bir eser; ilim erbabının takdir ettiği, okuyup konuştuğu bir
çalışma olmuştur. Onlar, ruhlarına en yüksek faydayı bahşeden en kıymetli
bilgileri, Tirmizî'nin kitabından iltibas etmişlerdir"
"Ondan, biz de
hadisler yazdık; eseri biz de rivayet ettik. Bu işi, cennet ırmağının suyundan
kana kana içmek niyetiyle gerçekleştirdik"
"Düşünce, mana
denizine daldı. Oradan en doğru manalara ulaştı. Rahman olan Allah, Ebu İsa
et-Tirmizî'yi bu şerefli işinden dolayı hayır üstüne hayır vererek mükâfatlandırsın"[335]
Hayatı:
Tirmizî, Orta Asya
şehirlerinden Termiz, Türmiz, şeklinde de telaffuz edilen Tirmiz şehrine
nisbettir. Bu nisbeti taşıyan meşhur başka hadîsçiler de var ise de öncelikle
Kütüb-i Sitte müelliflerinden Ebu Îsâ Muhammed İbnu İsâ İbni'd-Dahhâk bu
nisbetle anılır. Ebu İsâ'nın meşhur eseri el-Câmi'u's-Sahîh'i de bu nisbetle
yâdedilir.
Muhammed İbnu İsa
et-Tirmizî'nin künyesi Ebu Îsâ'dır. Kitabında, kendi görüşünü sunarken Kâle Ebu
Îsâ diyerek, künyesini zikreder.
Ebu Îsâ 209/824-279/892 yılları
arasında yaşamıştır. İlim talebi için bir çok beldeler dolaşmış,
Horasanlılardan, Iraklılardan, Hicâzlılardan... hadîs almıştır... Kuteybe İbnu
Sa'd, Ebu Musab, İbrahim İbnu Abdullah el-Herevî, İsmail İbnu Mûsa es-Süddî,
Süveyd İbnu Nasr, Ali İbnu Hacer, Muhammed İbnu Abdillah gibi pek çoklarını
dinlemiştir. Buhârî ve Müslim mühim hocalarındandır. Hadîs tahsilini esas
itibariyle Buhâra'da yapmıştır.
Kendisinden başta Buhârî
olmak üzere Mekhûl İbnu Fadl, Muhammed İbni Mâhmûd İbnu Anber, Hammâd İbnu Şâkir,
Ebu Hâmid Ahmed İbnu Abdillah el-Merzevi, el-Heysem İbnu Küleyb eş-Şâmî,
Muhammed İbnu Mâhbûb... gibi birçokları rivayette bulunmuştur. İbnu Hacer'in
Tehzîbü't-Tehzîb'de kaydettiği bir rivayete göre, Buharî, Tirmizî'ye:
"Benim senden istifâdem, senin benden istifâdenden fazladır"
demiştir.
Alimler sikalığı ve
imâmeti hususunda ittifak eder. Sâdece İbnu Hazm, Tirmizi için
"meçhûl" demiştir. Ancak, İbnu Hazm'ın başka bazı meşhur hâfızları da
"meçhûl" olmakla ittiham ettiği için nazar-ı itibara alınmamıştır.
Nitekim Ebu'l-Kâsım el-Begâvî, İsmâil İbnu Muhammed es-Saffâr, Ebu'l-Abbâs
el-Asam vs. de İbnu Hazm tarafından meçhûl addedilmiştir. İbnu Hibbân:
Tirmizî'yi "İlmi cem eden, te'lif eden ve müzâkere edenlerden" biri
olarak tavsîf eder.
Tirmizî, bâzılarınca
Hanbeli, bazılarınca Şafiî vs. mezheplere nisbet edilmiştir. Ancak,
ashâbu'l-hadîs'ten olduğu, sünnete uyup, doğrudan sünnetle amel ettiği,
herhangi bir mezhebi taklid etmeyen müstakil bir müctehid olduğu görüşü
râcihtir. Sahîh'inde sıkça geçen ashâbunâ (arkadaşlarımız) tabiriyle ehl-i
hadîs'i (Mâlik İbnu Enes, Şâfiî, Ahmed İbnu Hanbel, İshak İbnu Râhuye, vs.)
kasteddiği, tahlil sonunda anlaşılmıştır.
Tirmizî, ed-Darîr, yâni
âmâ unvanını da taşır. Bazıları, onun doğuştan âmâ olduğunu söylemişse de esas olan,
ömrünün sonlarına doğru gözlerini kaybetmiş olmasıdır.[336]
Hafızası:
Tirmizi, müstakilen
üzerinde durulacak kadar müstesna bir hâfızaya sahiptir. Ebu Sa'd el-İdrisî:
"Ebu İsa et-Tirmizî, darb-ı mesel olan bir hâfızaya sahipti" der.
Hadîsleri, bir defa dinleyince olduğu gibi ezberlediği belirtilir. Terâcim
kitaplarında, onun hâfıza gücünü belirten şu menkıbe kaydedilir: Tirmizî
anlatıyor:
"Ben Mekke yolunda
idim ve daha önce bir şeyhe âit iki cüz istinsâh etmiştim. Mezkûr şeyh
kâfilemize uğradı. Kendisini sordum, falanca diye gösterdiler. Yanına gittim.
Yazmış olduğum cüzlerin berâberimde oldûğunu zannediyordum. Şeyh'e âit olduğunu
zannetiğim bu cüzleri heybeme koyarak yanına vardım. Kendisiyle karşılaşınca
bunları gözden geçirerek rivâyeti için icâzet talep ettim. "Ver
bakalım" dedi. Verdiğim zaman adamcağız bir de ne görsün, uzattığım cüzler
beyâz (defterdi, yazı filan yoktu). Şeyh öfkelendi ve "Benden utanmıyor
musun?" dedi. Niyetimin hafiflik olmadığını, araya bir aldanma, yanlışlık
girdiğini anlattım ve: "Mâmafih bu cüzlerin muhtevâsı tamâmıyla
ezberimde" dedim. "Oku" dedi. Onun okuduğunu ard arda tamâmen
okudum. Beni tasdîk etmeyip: "Yanıma gelmezden önce bunu ezbere okuyarak
hazırlıklı gelmiş olabilirsin" dedi. Ben de: "Öyleyse başka şeyler
tahdîs et" dedim. Bunun üzerine benim için, garîb hadîslerinden kırk kadar
hadîs okudu. Sonra "Haydi oku" dedi. Ben de baştan sona kadar hepsini
kendi okuduğu gibi okudum, tek harfte bile hatâ yapmadım. Bunun üzerine:
"(Hâfızası) senin gibi olanı görmedim" dedi."[337]
Dindarlığı:
Tirmizî'nin hayatından
bahseden müellifler, dindarlığını da tebârüz ettirirler. Ömrünün sonlarına
doğru gözlerini kaybetmesi de, âhiret korkusuyla ağlamaktan ileri geldiği
belirtilir. Zehebî, şu ibâreye yer verir: "Buhârî öldüğü zaman, Horasan'da,
ilim, hıfz, verâ ve zühd yönleriyle Tirmizî denginde bir başkasını geride
bırakmamıştı".[338]
Hadîs
İlmine Hizmeti:
Tirmizî, sâdece
rivâyetleri cemedip eser te'lif etmekle hizmet etmemiş, hadîs ilminin
gelişmesine de katkıda bulunmuştur. Kendisine kadar hadîsler iki dereceye
ayrılıyordu: 1- Sahîh, 2- Zayıf. Tirmizî üçüncü bir kısım ilâve etti: Hasen.
Her ne kadar, bazı tahkîkler, hasen tâbirinin Tirmizî'den önce de
kullanıldığını göstermiş ise de, bu tâbiri ısrarla ve çokça kullanarak
muhaddisler arasında yayılıp benimsenmesine sebep olmuştur. Böylece,
kendisinden sonra, hadîslerin üç mertebede mütâlaa edilmesi gelenek hâlini
aldı.
Tirmizî, sâdece hasen
tâbirini kullanmakla yetinmeyip, buna başka kelimeler de ekleyerek yeni
mürekkep tâbirler ortaya koydu: "Hasenun garibun", "hasenun
sahîhun" gibi.
Ayrıca, Tirmizi, hasen ve
garib tâbirlerine târifler getirdi. Kendinden sonra gelen muhaddisler, Tirmizî
gibi bir otoritenin bu tabîr ve târiflerini nazar-ı dikkate aldı, gereken
ehemmiyeti verdi. Tirmizî böylece ıstılahlara getirdiği tarîfle usul-i hadîs
ilminin gelişmesine hizmet etmiş oldu.
Keza, Kitâbu'l-İlel'de yer
verdiği râvilerin tabakaları, ve cerh-tâdille ilgili bahisler de ulûmu'l-hadîs
üzerine olan en eski sistematik meseleleri teşkîl eder. İbnu Ebî Hâtim'in (v.
327/938) daha da geliştireceği rical taksimatında bu bahisler çekirdek hizmetini görmüştür.[339]
Tirmizî'nin rivâyet metodu
da, kendinden sonra te'lif edilen eserlere tesîr etmiştir. Bu hususu,
Dârakutnî'nin Sünen'inde, Münzirî'nin et-Terğîb ve't-Terhîb'inde daha bâriz
olarak görürüz. Zira onlar da Tirmizî gibi hadislerin sıhhat durumunu
belirtmeye önem verirler.
Tirmizî'nin bâzı
teliflerde de çığır açtığı görülmüştür. Sahâbelerin hayatına müstakil olarak
tahsis edilen ilk eserin, bâzı âlimler, Tirmizî tarafından yazıldığını kabul
etmiştir: Kitâbu Esmâ-i's-Sahâbî, Keza Şemâil'i, bu dalda yazılan ilk müstakil
ve mükemmel eserdir. Tirmizî'nin bu eseri pek çok te'liflere örnek olmaktan
başka birçok şerhlere de mazhar olmuştur.
Eserleri meyanında el-İlelü'l-Kübrâ'sını
da belirtmek gerek. Bu Sahîh'inin sonundaki ilel değildir. Birçok müellif
bundan kitaplarına iktibaslarda bulunmuştur. Muahhar müellifler bunun
kaybolduğunu, kütüphanelerde nüshasının bilinmediğini kaydederler ise de
Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi'nde Şerhu İlelu't-Tirmizî adıyla
rastladığımız nüshanın, el-İlelu'l-Kebîr olması kuvvetle muhtemeldir.[340]
Kitâbu'z-Zühd, et-Târîh,
el-Esma ve'l-Künâ, Kitâbun fi'l-Asârı'l-Mevkufe gibi başka eserleri de
bilinmekte ise de bize kadar ulaşmamıştır. Ancak bunların, hadîs ilminin
gelişmesine hizmet etmiş olmaları inkâr edilemez.[341]
Sahîh'i:
Tirmizî'nin en meşhur
eseri Sünen de denmiş olan es-Sahîh'idir. Hadîscilerin yer verdikleri bütün ana
bablara şâmil olması sebebiyle "câmi" vasfını ele almıştır.
Sahîh-i Tirmizî'deki
tertip güzelliği diğer kitapların hiçbirinde yoktur. Bu yönünü nazar-ı dikkate
alan bazı âlimler, onu Kütüb-i Sitte'nin üçüncü kitabı kabul etmiştir. Kitabı
hakkında Tirmizî şu açıklamayı yapar: "Ben bu kitabı yâni el-Müsnedü's-Sahîh'i
telif edince, Hicâz, Irâk ve Horasan âlimlerine arzettim, hepsi de onu beğendi.
Kimin evinde bu kitap, yani el-Câmi bulunursa, sanki evinde konuşan bir
peygamber vardır."
Tirmizî'nin Sahîh'i, sünen
tarzında yanî fıkıh babları esas alınarak tertip edilmiştir. İçerisinde, sahîh,
hasen ve zayıf hadîsler mevcuttur. Ancak her bir hadîs hakkında, hadîsi
kaydedince, sıhhat durumu ve amel durumuyla ilgili bilgi verir. Zayıfsa, sebebi
ve zayıflık veçhi nedir belirtir. Ayrıca,
açtığı her babta sahâbe ve farklı diyarlardaki âlimlerin görüşlerini açıklar.
Eser bu yönüyle ilk defa telif edilmiş, mukayeseli fıkıh mezhepleri tarihi
mahiyetini arzeder.
Her hadîsin durumunu
belirtmesi, kitabından herkesin kolayca istifadesine imkân tanır. Bu vasıf onu
diğer te'liflerden ayıran en mümtaz yönünü teşkîl eder.
Kitabının sonuna koyduğu
Kitabu'l-İlel bölümü eserin diğer bâriz bir hususiyetini teşkîl eder. Bu
bölümde mühim kaidelere yer verir. Diğer rivâyet kitaplarında bu ismi taşıyan
bir bölüme rastlanmadığı gibi, bu bölümde yer alan meselelere de rastlanmaz.
Tirmizî'de yer alan
hadîslerin mâhiyetini hakkıyla tanımak için şu noktanın da bilinmesi gerekir:
Tirmizî, eserine, âlimlerden herhangi biri tarafından amel edilmiş olan
hadîsleri almıştır. Eserinin Kitabu'l-İlel bölümünde, Sünen'indeki hadîslerin
ikisi hâriç geri kalan hepsinin ma'mûlun bih olduğunu yâni âlimlerden biri
tarafından amel edildiğini bizzat açıklar. Hiçbir âlimce amel edilmemiş olan
iki hadîsi de belirtir: Biri, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in yolculuk
hâli bile olmadığı halde -ümmete kolaylık olsun diye- öğle ile ikindiyi,
akşamla yatsıyı birleştirdiğine dair İbnu Abbas (radıyallahu anh)'tan yapılan
rivâyettir. Diğeri de, içki içmede ısrar eden kimseye üç kere hadd tatbîk
edildikten sonra dördüncü seferde öldürülmesini emreden rivâyettir. Bu iki
hadîsle hiçbir âlimin amel etmediğini belirtir.
Şu halde Sünen-i Tirmizî,
bir bakıma mâmûlün bih (kendisiyle amel edilmiş) olan hadîsleri cemeden bir
mecmuadır. İçerisinde 3962 hadîs mevcuttur. [342]
Bab
Başlıkları:
Tirmizî, eserini tanzîmde
öncelikle fıkhî endîşe taşır. Bu yönüyle Buhârî'ye benzer. Bunda da, Buhârî'de
olduğu gibi tercümeler vardır. Terecmeler'de, bazan, meseleye umumî bir tarzda
dikkat çeken bir ifade kullanılır: "Babu mâ câe fi's-Sivâk" yani: "Misvak
konusunda gelen hükümlerle ilgili bab" gibi. Bâzan hususî bir konuda kesin
bir hüküm konur: "Babu mâ câe enne'l-ikâmete mesnâ mesnâ" yani:
"Kâmet okurken ikişer kere tekrar okunacağına dair rivayetler babı"
gibi, bazan başlık soru tarzındadır: "Secdeden nasıl kalkılacağına dair
rivâyetler babı" gibi. Tirmizî bâzan, nâsih ve mensuh deliller için ayrı
ayrı bab açar. Her mezhebin görüşünü ve delillerini ayrı ayrı zikreder. Bu tarz
tercümeler Buhârî'de yoktur. Tirmizî'de pek çoktur. Önceki bâba yakın durumlarda
sadece "babun" diyerek de tercüme koyduğu da olmuştur. Buna da sıkça
rastlanır.[343]
Babların
Tanzîmi:
Bu meselede de Buhârî'ye
benzer, zira o da fıkıh yapmak, bab başlıklarında ifade ettiği ahkâm-ı
fıkhîye'yi sahîh hadîslerle delillendirmek maksadıyla hadîsleri kaydetmiş,
eserine bu maksada uygun bir tertip ve tanzîm kazandırmış idi. Ancak, Tirmizî,
Müslim'in espirisini de gözden uzak tutmamıştır. Yâni, hadîslerin muhtelif
tarîklerini de aynı anda göstermeye gayret etmiştir. Ne var ki turûk'u bir arada
gösterirken Müslim'in tarzından ayrılır. Müslim her tarîk'de mevcut en küçük
farkları bile gösterdiği halde, Tirmizî daha ziyâde mânaya tesir edebilecek
farklılıklara dikkat çeker. Senetleri öylesine kısaltır ki, çoğu kere, hadîsin,
sâdece sahâbeden olan râvilerini zikreder. Meselâ hadîsi kaydettikten sonra:
"Ve fî'l-bâb an fülan, an fülan, an fülan..." diyerek birçok isim
zikreder. Bu isimler, o konuda rivâyet edilen diğer hadîslere işâret eder. Her
isim ilgili hadîsi rivayet eden bir sahâbîye aittir. Dikkat çekilen bu
rivâyetler, Tirmizî'nin başka bablarında kaydedilmiş olabileceği gibi,
kaydedilmemiş de olabilir.
Makdisî, en azından bir
kısım babların tanziminde Tirmizî'nin takip ettiği yolu şöyle açıklar:
"Merhûmun tâkip
ettiği metodlardan biri şudur: Önce, senedi sahîh olarak bir sahâbî'ye -ki bu
Sahâbî'nin rivâyet ettiği hadîsler diğer sahîh kitaplarda tahrîc edilmiş
olacak- ulaşan bir hadîsin ifâde ettiği (hüküm ve) mânâya uygun olarak bir bâb
başlığı koyar. Sonra başlıktaki bu hükmü, hadîsi diğer kitaplarda tahrîc
edilmemiş olan bir sahâbînin rivâyetini -ki bunu tarîki de bâb başlığında
kastedilmiş olan hadîsin tarîkinden farklıdır- vererek beyân eder ki bu
davranış hükmün sahîh olduğu hâllerde câridir. Sonra rivâyete şu sözü ekler:
"Bu bâbta falan ve fâlan (sahâbî) den de rivâyet mevcuttur." Bu
sayılanlar arasında, bâbtaki hükme esâs teşkîl edilen rivâyeti yapan meşhûr
sahâbî ve diğerlerinin ismi de mevcuttur. Bu metodu sâdece bâzı bâblarda tâkip
eder."
Tirmizî'nin bu
davranışından maksad, o hadîs, sened yönüyle zayıf olsa bile, sahîh olan bir
hadîse hükümde tevafuk etmekle, metnin ifâde ettiği ahkâm yönüyle sıhhatini
göstermek ve bu rivâyeti korumaktır.
Yeri gelmişken bir kere
daha hatırlatalım ki, hadîsler hakkında verilen "sahîh" veya
"zayıf" hükmü nefsülemr'e bakmaz, zâhire bakar. Aynı ahkâmı ihtiva
eden bir hadis, bazan bir kaç tarîkten ulaşır, bu tarîklerden biri esas
alınınca hadîs "zayıf" addedildiği halde, diğer biri esas alınınca
"sahîh" addedilir. Çünkü hüküm zâhire göre verilir, nefsülemr'i yâni
gerçeği Allah bilir. Tirmizî, bu durum sebebiyle, zaafı şiddetli olan bâzı
râvilerden de rivâyet almaktan çekinmemiştir: Muhammed İbnu Sâd el-Kelbî ve
Muhammed İbnu Sâd el-Maslûb gibi. Bunların durumunu belirtmekten başka,
rivâyetlerini mûteber olan başka tarîklerden de kaydetmiştir.
Tirmizî'nin bu davranışı
ona Sahîheyn'le kıyaslayınca bazı farklılıklar ve hatta üstünlükler kazandırır:
1-
Sahîheyn'de bile bulunmayan bir kısım sahîh hadîsleri ihtiva eder.
2-
Yine Sahîheyn'de bulunmayan çok miktarda hasen ve zayıf hadîsleri ihtiva eder.
Bir kısım âlimlerin zayıf hadîsle amel etmeyi esas aldığını düşünürsek bunun
ehemmiyetini daha iyi anlarız.[344]
3-
Ravilerin hallerini açıkça beyan eder. Buhârî ve Müslim bu işi, sâdece hadîs
ilminde ihtisas yapmış, ilel'i bilen kimselerin anlıyacağı gâmız bir işaretle
yaparken Tirmizî herkesin anlayabileceği çok açık bir üslûbu seçmiştir.
4-
Sahîheyn, bir babta bulunan en sahîh hadîsleri kaydetmek ve onlarla yetinmek
gayretine düşerken, Tirmizî ele aldığı baba giren sahîh, hasen, zayıf, sâlim,
muallel hadîsleri de kaydetmekten çekinmemiştir. Zira, ahkâm-ı şer'iyye her
zaman sahîh hadîsle değil, bazı kere de hasen ve hatta -turûk'un çoğalması
hâlinde- zayıf hadîsle sübût bulur.
5-
Zayıf hadîslerin zayıf olduğunu bildirdiği için zayıfın hasen veya sahîh
sayılmasından doğabilecek mahzurlar önlenmiş oluyor.
6-
Kendisiyle itibar edilebilecek hadîsler anlaşılıyor.
7-
Âlimlerin, haklarında cerh ve ta'dîl hususunda ihtilaf ettikleri şahıslar
tanıtılmış olmaktadır. Ayrıca, mezheplerin, istidlâl'de delilleri ve
ihtilafları da Tirmizî'de bilinmektedir.[345]
Hadîslerin
Kısaltılması:
Tirmizî, eserini fıkhî
espiriyle tanzîm ettiği için, bir hadîste fıkha temas etmeyen -esbâb-ı vürûd
gibi- bir kısım varsa orayı çoğu kere atar. Maksadı kitabın hacmini
artırmamaktır. Ancak, hadîste yaptığı bu kısaltma ve taktî'e dikkat çeker ve:
Ve fi'l-hadîsi kelâmın ekseru min hâzâ: "Bu hadîste, kaydettiğimizden daha
uzun bir metin mevcuttur" veya: "ve fı'l-hadîsi kıssatun tavîle"
yani: "Hadîsin aslında (esbab-ı vürûdu belirten) uzunca bir hikâye
mevcuttur" der.[346]
Tâlik:
Tirmizî'de muallak hadîs
pek nâdirdir. Buhârî'yi çok miktarda tâlik yapmaya sevkeden durum şartlarındaki
sıkılık idi. Halbuki Tirmizî, hadîs kabûl etmede geniş davranmıştır, zira,
durumunu belirttiği için, çok zayıf râviden bile hadîs almaktan çekinmemiştir.
Öte yandan, Müslim gibi o da isnada ehemmiyet vermiş, bu sebeple tâlik ederek
metin kaydetmekten ziyade kısaltarak da olsa senet kaydetmeyi ön plana
almıştır. Netice olarak bu durumlar ona tâlik yapma ihtiyacı duyurmamıştır.[347]
Usul-Hadîsleri:
Tirmizî'yi Sahîheyn'le
kıyaslamada mühim bir farka daha işaret etmemiz gerekmektedir: Sahîheyn,
muttarıd bir kaide olarak bir babta mevcut olan en sahîh hadîsi (asl'ı) ilk
önce zikrettikleri halde Tirmizî'de bu muttarıd değildir. Bazı kereler zayıf
hadîsi önce kaydeder, zaafına dikkat çeker. Arkadan o babın daha sahîh olan
rivâyetini zikreder. Kitapta bunun örneği çoktur. Nesâî ise bir babta mevcut
bütün hadîsleri bir arada toplarken, muttarıdan -şayet varsa- önce kusurlu
hadîsi kâydeder. Tirmizî'nin davranışı tenkîd vesilesi olamaz, zira, hadîs
hakkında derhal açıklama yapmaktadır. [348]
Şerhleri:
Tirmizî'nin Sahîh'ine
muhtelif şerhler yapılmıştır. Bazıları şunlardır:
1-
Ârızatu'l-Ahvazî fî Şerhi't-Tirmîzî müellifi, Mâliki ulemasından
İbnu'l-Arabî el-Mâlikî diye şöhret bulmuş olan Muhammed İbnu Abdillah
el-İşbilî'dir (v. 543/1148). Eser on üç cilt olup 7 mücelled halinde matbudur.
2-
Mütedâvîl şerhlerden biri de Tuhfetu'l-Ahvazî Şerhu Câmi'i't-Tirmizi'dir.
Müellifi Muhammed Abdurrahmân İbnu Abdirrahim el-Mubârekfûrî'dir. (v.
1353/1934). Bu şerh için hazırlanan iki ciltlik Mukaddime, hem Tirmizî hakkında
geniş bilgi sunar, hem de usul-i hadîsle ilgili derli-toplu bilgiler verir.
Tirmizî'nin sahîhi üzerine
geniş bir tahlîli Nureddin Itr, el-Imamu't-Tirmizî ve'l-Muvazenetu Beyne
Câmiihi ve Beyne's-Sahîheyn adlı eserde sunar.
Suyutî'nin, Sindî'nin İbnu
Mulakkin'in, Muhammed İbnu Muhammed el-Ya'merî'nin, Abdurrahman İbnu Ahmed
el-Hanbelî'nin de muhtelif hacimlerde şerhleri mevcuttur. Tirmizî'yi ihtisar
edenler de olmuştur: Necmuddîn Muhammed İbnu Akîlî el-Balisî, Necmuddîn
Süleyman İbnu Abdilkavî gibi.
Tirmizî'nin hadîslerini
tek bir kelimeden bulmak maksadıyla Sıddîkî el-Beyk tarafından el-Mürşid ila
Ehâdîsî Süneni't-Tirmizî adıyla bir miftah yapılmıştır (Humus 1969). [349]
NESÂÎ
VE SÜNENİ:
Kütüb-ü sitte adı verilen
hadis mecmualarının beşincisinin müellifi. Ahmed b. Şuayb b. Ali b. Bahr b.
Sinân b. Dinar (Ebu Abdi'r-Rahman) Horasan'da Nesâ denilen şehirde dünyaya
gelmiştir.[350]
Doğum tarihinin 214 veya
215 Hicri yılında olduğu konusunda ihtilâf vardır. İmam Suyûtî, Hüsnül-Muhadara
isimli eserinde[351]
doğum tarihini Hicri 225 olarak gösterir.
Nesâî on beş yaşında iken,
küçük yaşında başladığı tahsilini, hadis öğrenmeye yöneltmiştir. İlk hadis
derslerini, muammerinden olan, Enes b. Malik (r.a) de dahil pek çok Hadis
otoritesine talebelik yapmış olan büyük muhaddis Kuteybe b. Saîd'den aldı. Bu
zatın yanında kaldığı bir yıl iki aylık sürenin feyzini ömrü boyunca taşıdı.
Nesâi'nin asrı büyük
muhaddislerin var olduğu ve Hadis öğrenmek için uzun seyahatlerin yapıldığı bir
dönemdir. Nesâî de bu seyahatlere katıldı. Büyük muhaddislerden ilim aldı, ilim
verdi. İstişarelerde bulundu. İlmi ve fazileti ile tanındı. Hadisteki yetkisiyle
şöhret buldu. Hadis öğrenme ve öğretme yolunda yaptığı yolculuklar, ölümüne
kadar kesintisiz devam etti. Parmakla gösterilir hale geldi. Yerine göre bir
öğrenci, yerine göre Allah yolunda gazaya çıkmış bir mücahid, yerine göre
mücahidlerin öğretmenliğini yaptı. Hadis alimlerinden Me'mûn el-Mısrî şöyle
anlatır:
"Nesâî ile beraber
Tarsus'a gittik. İmamlardan Abdullah b. Ahmed b. Hanbel, Muhammed b. İbrahim,
Ebül-Âzân ve Keylece gibi zevat toplandı. Kendileri adına, hadis şeyhlerine
karşı ilmî münazarada bulunacak birini seçme konusunda istişarede bulundular ve
bu iş için Ebû Abdurrahman en-Nesâî'yi seçme konusunda ittifak ettiler"[352]
Nesâî bir taraftan seyahat
ederken, bir taraftan da bulduğu muhaddisden hadis alıyor. İsteklisine de
bunları öğretiyordu.
Nesâî'nin kendilerinden
hadis ve ilim aldığı hocalarından bazıları şunlardır: Kuteybe b. Saîd, İshak b.
Râhûye, Yûnus b. Abdül-A'lâ, Muhammed b. Beşşâr, Mahmûd b. Gaylân, Hişâm b.
Ammâr, Ebû Davûd, Süleyman b. el-Eş'as, Osman b. Ebî Şeybe, İsâ b. Hammad...
Nesâî, ehil ise kendi
akranından ilim ve hadis almaktan çekinmezdi. Ebû, Davûd es-Sicistani, Abdullah
b. Ahmed b. Hanbel, Süleyman b. Seyf el-Harrânî ve Süleyman Eyyüb el-Esedi,
kendilerinden hadis alıp rivayet ettiği akranıdır.
Nesâî ayrıca bir çok öğrenci
yetiştirmiştir. Başta Sünen isimli eserini rivayet edenler içerisinde bulunan
oğlu Abdül-Kerim olmak üzere ileri gelen talebelerinden bazıları da şunlardır:
Ali b. Ebû Câfer et-Tahavî, Ebû Bişr ed-Dûlâbî, Ebû Avane, İbni Hibbân
el-Büstî, Ebû Bekir b. el-Haddâd, Ebû Câfer el-Akilî, Ebû Ali en-Nisâburî,
Ebül-Kasım et-Taberânî, Kasım b. Sâbit es-Serkastî.
İmam Nesâî, Şafiî
mezhebine bağlı olmasına rağmen mutlak müctehid mertebesinde idi. Hadisçiler
arasında üçüncü yüz yılın müceddidi sayılmıştır. İbni Kesir bu konuda şöyle
der: "Yazmış olduğu eserlerden anlaşılıyor ki hıfzı sağlam, doğruluğu
kesin, imanı güçlü, ilim ve irfanı geniş birisi idi"[353]
Hadis rivayetinde çok
titizdi. Hattâ bu konuda Müslim'den daha sağlam olduğunu söyleyenler vardır.
Nakd-i Ricâl ilminde aşırı titiz olan Zehebi bile onu Müslim, Ebû Davûd,
Tirmizi gibi Hadis otoritelerinden önde sayar ve şöyle derdi: "Nesâî,
Buhârî ve Ebû Zür'a ayarındadır."
Tâcüd-Din es-Sübkide şu
nakilde bulunur. "Üstadımız Zehebîye, İmam Müslim'in mi, yoksa Neseâî'nin
mi, daha titiz olduğunu sordum. "Nesâî'dir" dedi"[354]
Sa'd b. Ali ez-Zencânî,
İmam Nesâî'nin hadis kabul ve rivayetindeki şartlarının Buhari ve Müslim'den
daha da ağır olduğunu söyler.
Nesâî'nin eserlerinden
bazıları şunlardır:
1-
es-Sünen: Meşhur hadis kitabıdır. Buna "el-Mücteba" da denir.
2-
el-Künâ: Ravileri künyelerine göre ve harf sırasıyla yazan bir eserdir.
3-
ed-Duafâ vel-Metrûkîn: Zayıf ve terkedilmesi gereken ravileri yazan bir
eserdir.
4-
et-Temyiz: Suyûtî'nin ifadesine göre ravîleri birbirinden ayıran özellikleri
zikreder.
5-
el-Mu'cem: Nesâî'nin hocalarını yazar.
6-
Kitabü't-Tabakât: Nesâî'nin zamanına kadar geçen ravileri, rivayetlerini,
hallerini, tabaka tabaka anlatan bir eserdir.
7-
el-Cerh ve't-Ta'dil: Hadis tenkidinin esaslarını yazar.
8-
Tefsirul-Kur'an'il- Kerim
9-
el-Cum'a
10-
Müsned-i Ali b. Ebi Talib
11-
Amelül-Yevm vel-Leyle
İmam Nesâî heybetli
yapılı, güzel ve nurlu yüzlü, sıhhatli bir şahıstı. Cihada iştiraki severdi.
Savm-ı Davûd'a devam ederdi. Gece ibadetinden, teheccüdden hiç geri kalmazdı.
Humus'ta yaptığı kadılıktan herkes hoşnut kalmıştı.
Ömrünün son zamanlarını
Mısır'da, Hadis ve ilim öğreterek geçirmişti. Hacc için oradan çıktı. Şam'a
uğradı. Şam Ümeyye Camiinde münazaralara katıldı. Kendisine Ümeyye hanedanı ile
ilgili sorular soruldu. İmam Dârakutni'nin ifadesine göre, orada rahatsızlandı.
Kendisini deve sırtında Hicâz toprağına yetiştirmelerini istedi. İsteğini
yerine getirdiler. 303 (915-916) yılının Şa'ban ayında Mekke'de vefat etti ve
Safa ile Merve arasına gömüldü.[355]
Bazı müellifler
Filistin'deki Remle'de vefat edip Beytü'l-Makdis'e gömüldüğünü yazarlar.[356]
Ancak onun Mekke'de medfun olduğu görüşü daha kuvvetlidir.
Nesâî'nin
"es-Sünen"i ellibir kitab'a ayrılmış olup her kitap çeşitli bablardan
meydana gelmiştir. Diğer hadis mecmualarında bulunmayan Kitabul-İhbâs,
Kitabu'n-Nuhl, Kitabu'r-Rukba ve Kitabu'l-Umra gibi konuları içeren bölümler
Nesâî'nin süneninde mevcuttur. Ayrıca diğer hadis mecmualarında bulunan
Kitabul-Fiten, Kitabul-Kıyame, Kitabul-Merakib ve Kitabü' t-Tefsîr de Nesâî'de
mevcut değildir.[357]
Hayatı:
El-Hâfız el-İmâm
Şeyhu'1-İslâm Ebu Abdirrahmân Ahmed İbnu Şuayb İbnu Ali İbni Sinân İbni Bahr
el-Horâsânî el-Kâdî. 215/830-303/915 yılları arasında yaşamıştır. Kuteybe İbnu
Saîd, İshak İbnu Râhuye, Hişâm İbnu Ammâr, gibi sayısız kimselerden hadîs
dinledi. Hadîs almak üzere Horasan, Irak, Hicâz, Mısır, Şam, Cezire gibi
diyarları dolaştı. İlminin derinliği, itkânı, rivâyetlerindeki ulviyetle
(ulüvvü isnâd) temâyüz etti. İlmini Mısır'da neşretti. Fıkıh, hadîs ve rical
bilgisinde Mısır'daki emsallerine, devrinde, tefevvuk ve tekaddüm ettiği
muâsırı olan âlimlerce te'yîd edilmiştir. Müslümanların imâmlarından biri
olduğu bilhassa tebârüz ettirilir. Bazı âlimler Nesâî'nin Müslim'den ahfaz
olduğunu da söyler.
Hadîs tahsili için,
Kuteybe İbnu Saîd'in yanına 230 yılında gittiği zaman 15 yaşında olduğunu,
rivayetlerini almak üzere bir yıl iki ay yanında kaldığını kendisi anlatır.
Nesâî'nin dört hanımı
olduğu, hanımlarına karşı vazîfesini eksiksiz yerine getirdiği, gece ve gündüz
ibadetlerine düşkün bulunduğu, günahlardan kaçmaya çok gayret ettiği, bu
meyanda cihadlara iştirakten de geri kalmadığı belirtilir. Ayrıca Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın sünnetlerini ihya ettiğini, Sultanların meclisinden
kaçtığını faziletleri meyanında zikreden İbnu Hacer, bu davranışının, Nesâî'yi
şehit olmaya götürdüğünü de ifade eder.
Ölümüyle ilgili olarak şu
vak'a anlatılır: Uzun müddet Mısır'da yerleşip, ilim neşrinden sonra 302
yılında orayı terkederek Şam'a (veya Remle'ye) gelen Nesâî, orada Hz. Muâviye
taraftarlarının baskısına mâruz kalır. Kendisinden, Hz. Muâviye'nin Hz. Ali
(radıyallahu anhüma)'dan üstünlüğüne dair rivayette bulunmasını isterler. O
ise: "Allah onun karnını doyurmasın" hadîsinden başka bir şey
bilmediğini söyleyince[358]
Hz. Muâviye (radıyallahu anh) taraftarları Nesâî'yi Mescid'in içinde dövmeye
başlarlar. Onları, bu davranışa sevkeden şüphesiz Nesâî'deki Hz. Ali sevgisi ve
dolayısıyla Fî Fadli Ali adıyla te'lîf etmiş olduğu eseri idi. Buradan,
hırpalanmış ve sakatlanmış olarak Mekke'ye hareket eder. Nesâî, Mekke'ye varır
varmaz kötü muâmelelerin tesiriyle vefat eder. Bu yüzden ona şehîd de
denmiştir. Kabrinin, Safa ile Merve arasında olduğu belirtilir. Bâzı tarihçiler
Filistin'de vefat ettiğini söylerse de Mekke'de ölmüş olması daha sahîh
gözükmektedir.
Kendisinden oğlu
Abdulkerim, Ebu Bekr Ahmed İbnu Muhammed İbnu İshâk İbni's-Sünnî, Ali İbnu Ebî
Ca'fer et-Tahâvî, Ebu Bişr ed-Dûlâbî, Ebu-Avâne, Ebu Câfer et-Tahâvî gibi pek
çokları hadîs rivâyet etmiştir. [359]
El-Müctebâ:
Nesâî, önce
es-Sünenü'l-Kübrâ'yı te'lif etmiştir. Bunda sahîh ve ma'lûl hadîsler karışık
olarak bulunuyordu. Bunu Remle Emîri'ne takdim edince Emîr: "İçinde yer
alan bütün rivâyetler sahih mi?" diye sorar. Nesâî: "Hayır, kitapta
sahîh, hasen ve hasene yakın olan rivâyetler var" cevabını verir. Bunun
üzerine Emîr:"
- Bana, sahîh olanları
öbürlerinden ayırıver!" der. Bu istek üzerine Nesâî, es-Sünenü's-Suğra'yı
te'lif eder ve buna el-Müctebâ Mine's-Sünen adını verir. Bugün, Sünenü Nesâî
deyince el-Müctebâ kastedilir.
El-Müctebâ, diğer
sünenlerle mukâyese edilince içerisinde, zayıf hadîs en az olanıdır. Bu
sebeple, bir kısım âlimler, el-Müctebâ'yı Kütüb-i Sitte'nin üçüncü kitabı
saymıştır. Makdîsî'den naklen İbnu Hacer, Zehebî, Katip Çelebi, Sübkî, gibi
meseleye temas eden bütün âlimler, Hafız Ebu Alî'nin şu sözünü kaydederler:
"Nesâî'nin rical hususundaki şartı, Müslim'in ve Buhârî'nin şartından daha
şiddetlidir". Ancak bu şartın ne olduğunu hiç biri belirtmez. Şu kadar var
ki, Nesâi, Buhârî ve Müslim'in hadîs aldığı bir kısım râvilerden hadîs
almamıştır. Sindî, bu sebeple, şartının Sahîheyn'den sıkı olduğunun
söylendiğini ifâde eder." Kendisi der ki: "Ben Sünen'i cemetmeye
azmedince hakkında, içime şüphe düşen bir kısım râvilerden hadîs alma hususunda
Allah'tan istihârede bulundum. Netîcede, terklerinde hayır olduğu kanaatine
vardım."
Nesâî, kitabını tanzîm
ederken, râvinin terkinde ittifak olup olmadığına bakmıştır. Terkinde ittifak
olmadıkça hadîs almıştır. Bu hususta o da Ebu Dâvud gibi düşünmektedir: Muhtelefun
fih râvinin hadîsi makbuldür, zira bir babta zayıf rivâyet, re'yü'r-ricâl'den
evlâdır. Çünkü Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'den olma ihtimâli
mevcuttur.[360]
Tertîbi:
Nesâî'nin el-Müctebâ'sı,
sünen tarzında bir te'liftir. Hadîsler fıkhî bablara göre tasnîf edilmiştir. 51
aded ana bölüm vardır. Her bölüm, diğer sünenler gibi, tâli bablara ayrılır.
Bab başlıklarında (terâcim) fıkhî hüküm belirtilir. Hükmü te'yid eden hadîsler
kaydedilir. Nesâî, tertipte Müslim'in yolunu tutar. Yani hadîslerin turûkunu
bir araya getirmeye ehemmiyet verir, hadîslerin illetini göstermeyi birinci
plâna alır. Bu sebeple bir hadîsin birçok turûkunu verdiği vâkit, şayet varsa,
önce galat bulunan tarîki kaydeder. Arkadan ona muhalefet eden sahîhi kaydeder.
El-İmâm Ebu Abdillah İbnu Reşîd, Nesâî'nin kitabını, Buhârî ve Müslim'in
medotlarını birleştirici olarak tavsîf ederken çokça ilel beyan etme yönüyle
arzettiği hususiyete de dikkat çeker. İbâdet ve ahkâmla ilgili bahîslerden
başka diğer kitaplarda rastlanmayan ana bölümlere yer verildiği görülür: İhbâs,
Nuhl, Rukbâ, Umre, Hayl gibi. Diğer taraftan Fiten, Kıyâme, Menâkıb ve Kur'an'a
dâir bölümler yer almaz.[361]
Şerhleri:
El-Müctebâ'yı çok kısa bir
surette Celâleddin es-Suyûtî şerhetmiştir. Ebu'l-Hasan Muhammed İbnu Abdillah
es-Sindî (1138/1725), okuyucunun i'rabında ve zabtında müşkilat çekeceği
kelimelerin, garîblerin şerhini yapmak maksadıyla Suyûtî'nin şerhi üzerine bir
hâşiye ilâve etmiştir.
Siracüddin Ömer İbnu Ali
İbnu Mülakkin (804/1401) Sahîheyn, Ebu Dâvud ve Tirmizî'ye olan zevâidini tek
cilt halinde şerh etmiştir.
El-Mücteba, Suyûtî'nin
şerhi ve Sindî'nin haşiyesi ile birlikte matbudur.
El-Mücteba dilimize de
tercüme edilmiştir. [362]
İBNU
MÂCE VE SÜNEN'İ:
Kutub-i Sitte'den kabul
edilen "es-Sünen" isimli eserin müellifi. Hicri üçüncü yüzyılın önde
gelen hadis hafızlarındandır. İsmi; Ebû Abdullah Muhammed b. Yezid b. Mâce
el-Kazvini, Mevla Rabîa.
İbn Mâce adıyla meşhur
olan müellifin adının menşeî ihtilaflıdır. Bir rivayete göre Mâce dedesinin
ismidir. Tercih edilen görüşe göre Mâce babasının ismidir. Kelime farsça
kökenlidir. Firûzâbâdî Kamusunda Mâce'nin babasına ait bir lakap olduğunu
söylemiştir.
İbn Mâce'nin isminin
okunuşu hadisçiler arasında ihtilaflı bir konudur. Bazıları İbn Mâceh şeklinde
okumuşlar. Bazı hadisçiler de İbn Mâcete şekliyle söylemişlerdir. Türkçe'de
kelimenin sonundaki yuvarlak te harfi okunmadığından dilimizde bu hadisçinin
ismi ibn Mâce olarak meşhur olmuştur.
İbn Mâce Kazvîn şehrinde
H. 209 yılında dünyaya gelmiştir. H. 273 yılında Ramazan'ın bitimine sekiz gün
kala Pazartesi günü vefat etmiştir.
İbn Mâce dönemin önde
gelen hadisçilerinden ders okumuş ve hadis dinlemiştir. O'nun hocaları arasında
şunları sayabiliriz: Muhammed b. Abdillah b. Numeyr, Abdullah b. El-Muaviye,
Hişam b. Ammâr, Dâvud b. Ruseyd, Ebûbekir b. Ebi Şeybe, İbrahim b. el-Münzir
el-Hazâmî. Bu saydığımız âlimler dönemin meşhur hadisçileri İbn Mâce'nin önemli
hocalarıdır. İbn Mâce'nin hadis aldığı şeyhlerin sayısı ise daha fazladır.
Talebeleri arasında şu hadisçileri sayabiliriz: Muhammed b. İsa el-Ebherî,
Ebû'l-Hasan el-Kattân, Süleyman b. Yezîd el-Kazvînî, Ahmed b. İbrahim
el-Kazvînî, İshâk b. Muhammed el-Kazvınî. Bu talebeler İbn Mâce'nin yüzlerce
talebesinden birkaç tanesidir.[363]
Dönemin ilmî geleneğine
uygun olarak İbn Mâce çeşitli beldelere ilim seyahatları (rıhle) yapmıştır.
Irak, Basra, Kûfe, Bağdad, Mekke, Şam, Mısır ve Rey beldelerini hadis ilmini
öğrenmek ve hadis yazmak için dolaşmıştır. Bu şehirlerdeki meşhur hadisçilerle
ve büyük âlimlerle görüşmüş, onlardan ilim almıştır. İbn Hallikân O'nun
hakkında "hadis ilminde imâm ve hadis ilimleri ile ilgili bütün
disiplinlerde otorite sahibiydi" demiştir.[364]
İbn Mâce'nin tefsir ve
tarih ilimlerinde de geniş bilgisi vardır. Kur'ân tefsiri ile ilgili bir eseri
ve güzel bir tarih kitabı vardır.[365]
Sünen-i
İbn Mâce
İbn Mâce'nin Sünen'i diğer
sünenler arasında tertibinin güzelliği ve zevâidinin çokluğu ile temâyuz
etmiştir. İbn Mâce'nin en önemli meşhur eseridir. Bu eserde hadisler fıkıh
bablarına göre tertip edilmiştir. Eserin mukaddime bölümünde ise sünnete
ittibanın önemi bidat'tan sakınmanın gereği ve bu meselelere tealluk eden
konularla ilgili hadisler bir araya getirilmiştir. Bundan dolayı da
"Sünen" grubundan kabul edilmiştir.
İbn Mâce bu eserini telif
ettiğinde dönemin büyük hadis tenkitçisi Ebû Zur'a er-Razî'ye sunmuştur. Ebû
Zur'a Sünen hakkında şunları söylemiştir: "Bu kitap halkın eline geçerse
mevcut hadis kitaplarının çoğunun yerini alacağını zannediyorum" İbn
Mâce'nin eserindeki zayıf hadisler için Ebû Zur'a "isnadı zayıf olan
hadislerin otuzu geçmeyeceğini ümit ediyorum" demiştir.
İbn Mâce'nin Sünen'inde 37
kitap, 1515 bab ve 4341 hadis vardır. Bu rakam Sünen'in M. Fuâd Abdulbakî'nin
tahkîki ile basılan baskısındaki rakamlamaya göredir. Sünen'de bulunan
hadislerin 3002 tanesi Kütüb-i Sitte'nin diğer beş kitabında mevcuttur. Bu beş
eserde bulunmayıp yalnız ibn Mâce'nin eserinde bulunan zevâid'in miktarı
1339'dur. Bu hadislerin sıhhat derecesi de şöyle tesbit edilmiştir. Ricali sıka
ve isnâdı hasen olanlar 199 tane, isnadı zayıf olanlar 613 tanedir. Münker,
mekzûb veya isnadı çok fazla olması Sünen'in değerini artırmaktadır. Belki de
Dârimî (ö. 255)'nin eserinin yerine Kütüb-i Sitte'nin altıncı kitabı olmasının
en büyük sebebi İbn Mâce'nin Sünen'indeki bu diğer beş hadis kitabında
bulunmayan hadislerin sayısının çokluğudur.
İbn Mâce'nin eserini
Kütüb-i Sitte'den ilk kabul eden İmam Muhammed b. Tâhir el-Makdisîdir. Makdisî
"Şurutu'l-Eimmeti's-Sitte" isimli eserinde altıncı eser olarak İbn
Mâce'nin eserini almış ve bu dönemden sonra bu şekilde yaygınlaşmıştır. Zehebî
İbn Mâce'nin eseri hakkında "güzel bir kitaptır. Vâhi hadisleri onun
güzelliğini gidermese daha iyi olurdu. Ancak bunlar da fazla değildir"
der.[366]
Sünen'in meşhur ravileri
şunlardır: Ebu'l-Hasan el-Kattân, Süleyman b. Yezid, Ebû Ca'fer Muhammed b. İsa
ve Ebû Bekr Hâmid el-Eherî'dir.[367]
Hayatı:
İbnu Mâce künyesiyle
bilinen el-Hâfız Ebû Abdillah Muhammed İbni Yezîd 209/824-273/886 yılları
arasında yaşamıştır. Kazvîn şehrinde doğduğu için el-Kazvinî nisbetini de alır.
Kendisini hadîs sahasında yetiştirmiş, bu maksadla; devrinin âdeti üzere, ilim
adamlarını dinlemek üzere Horasan, Basra, Kûfe, Mekke, Şâm, Mısır gibi mühim
merkezlere ilim seyahatleri yapmıştır. İmâm Mâlik'in ve Leys İbnu Sa'd'in (v.
175) ashâbını dinlemiştir. Ebu Ya'la el-Halîli, hakkında: "Sikadır,
büyüktür, bu hususta hakkında âlimler ittifak eder, kendisiyle ihticâc edilir,
hadîs bilgisine sâhiptir, hıfzı vardır" der. İbnu Mace Sünen'den başka
Târih ve Tefsîr kitapları da telif etmiştir.
Kendisinden, Muhammed İbnu
Îsâ el-Ebherî, Ebu Ömer, Ahmed İbnu Muhammed İbni Hakîm, Ebu'l-Hasen el-Kattân,
Süleymân İbnu Yezîd el-Fâmî vs, bir çokları rivâyette bulunmuştur. Bu
kaydettiğimiz isimler Sünen'i de rivâyet edenler arasında yer alır.[368]
Sünen'i:
İbnu Mâce'nin Sünen'i,
Kütüb-i Sitte'nin altıncı kitabı olarak kabul edilmiştir. Onun altıncı kitap
olarak benimsenmesi sonradan olmuştur. Daha önce, usûl (temel) olarak beş kitap
şöhret yapmış idi. İlk defa, Ebu'l-Fadl Hâfız Muhammed İbnu Tâhir el-Makdîsî
(v. 507/1113), Etrâful-Kütübi's-Sitte adlı kitabı ile Şurutu'l-Eimmeti's-Sitte
adlı risâlesinde İbnu Mâce'yi altıncı kitap olarak sahîh'ler arasında
zikretmiş, onu, el-Hâfız Abdulganî el-Makdisî (v. 600/1203) el-Kemâl fî
Esmâi'r-Ricâl kitabında tâkip etmiştir. Bu görüşü diğer etrâf ve ricâl
müellifleri tâkip edince İbnu Mâce'nin Sünen'i yedinci asırdan itibaren Kütüb-i
Sitte'nin altıncı kitabı olarak benimsenir. İbnu Salah ve Nevevî, İbnu Mâce'den
fazla söz etmezler. Bu iki müellif usül olarak beş kitabı bilirler ve İbnu Mâce'yi
altıncı kitap olarak zikretmezler. Bazıları da Altıncı Kitap olarak Muvatta'yı
görmüştür: Rezîn İbnu Muâviye, et-Tecîd'de, Ebu's-Seâdât İbnu'l-Esîr,
Câmi'ul-Usûl'de böyle yaparlar. İbnu Salah, Nevevî, İbnu Hacer, Salâhu'd-Dîn
Alâî gibi bâzıları Altıncı Kitap olmaya Muvatta layıktı demişlerdir. İçerisinde
mürsel ve mevkuf rivâyetler yer almasına rağmen zayıf ravilerinin azlığı münker
ve şaz rivâyetlerin nâdirliği sebebiyle altıncı kitap olmaya Dârimî'nin,
Sünen'ini layık görenler de olmuştur.
İbnu Mace'yi, müteahhir
ulemâ nezdinde yücelten husus, onun fıkhî faydalarının çokluğudur. Bu da, öbür
kitaplarda bulunmayan, çok sayıdaki ziyâde hadîsler ihtiva etmesinden ileri
gelir. İçinde mevcut 4341 hadîsten 1339'u zevâid'dir yani öbürlerinde yer
almaz. Mütekaddim ulema nezdinde kıymetini düşürmüş olan yönü de zaafı şiddetti
olan râvilerden hadîs almış olması idi. Bu çeşit hadîslerin sayısı 99'dur.
Bunların râvileri kizble itham edilmiş, sarakatu'l-hadîs'te bulunmuş
kimselerdir. Hadîsçiler, normalde böylelerinin münferid rivâyetlerini almazlar.
Bu çeşit şiddetli
zayıfların rivâyetleri ya mevsuk bir başka senedin desteğiyle veya râvîsinin
durumunu beyan etmek suretiyle kaydedilebilir. Nitekim, Tirmizî'nin öyle
yaptığını görmüş idik. İbnu Mâce, bu esaslara riâyet etmeden çok zayıfların
rivâyetini aldığı için mütekaddim ulemânın istiskaliyle karşılaşmıştır.
Ebu'l-Haccâc el-Mizzî: "İbnu Mâce'nin Kütüb-i Hamse'den infirâd ettiği
hadîsleri zayıftır" demiştir. İbnu Hacer bu hükmü ricâle hamletmenin daha
doğru olacağını, hadîslere hamletmemek gerektiğini, söyler. Ona göre, İbnu
Mace'nin teferrüdleri arasında sahih ve hasen hadîsler de mevcuttur. Nitekim
yapılan müteakip tahliller şu tabloyu ortaya koymuştur: Kütüb-i Hamseye olan
1339 zevâid'den 428'i sahîh, 199'u hasen, 613'ü zayıf, 99'u da çok zayıftır.
Bazı kaynaklar, İbnu
Mâce'den şu sözü nakleder: "Bu Sünen'i yazınca, Ebu Zür'a'ya arzettim. O,
eseri inceledi. Ve: "Öyle zannediyorum ki, bu kitap ulemanın eline
geçerse, geride kalan Câmi'leri veya en azından çoğunu iptal eder... Bunun
içinde isnadı zayıf olanların sayısı otuz kadardır". Suyûtî, senedindeki
inkıta sebebiyle bu rivayetin sahîh olmadığını söyler.
İbnu Mâce'nin Sünen'i
hakkında bilgi verirken, Hâzimî, Şurûtu'l-Eimmeti's-Sitte adlı kitabında diğer
beş kitabın râvilerinin tabakalara ayırırken İbnu Mâce'nin râvilerini
tabakasından bahsetmez. Keza ed-Dehlevî, ilerde kaydedeceğimiz, hadîs
müellefâtıyla ilgili derecelemede İbnu Mâce'yi zikretmez, ancak kaydedilen
evsafa göre ikinci tabakada mütâlâa edilmesi daha uygun gözükmektedir.[369]
Sünen
Üzerine Yapılan Çalışmalar:
İbnu Mace'yi, Muhammed
Fuad Abdulbaki merhum, tahkîk ederek neşretmiştir. Bu baskıda bablar, hadîsler
numaralanmış, Kütüb-i Sitte takımının diğer beş kitabına ziyade olan hadîsler
belirtilmiş, bunların sıhhat durumları hakkında kısa bilgi verilmiştir. Ayrıca,
izaha muhtaç garîb kelimeler ve ibâreler dipnotlar halinde açıklanmıştır. Gerek
senet ve gerekse metnin tamâmen harekelenmiş bulunduğu bu neşrin sonuna,
hadislerin baş kısmını esas alarak alfabetik bir fihrist konmuştur. Böylece
aranan bir hadîs derhal bulunabilmektedir. Muhakik ayrıca, -ikinci cildin
sonundâ- İbnu Mâce ve Sünen'i hakkında bilgi verir.
İbnu Mâce'nin Sünen'inde
mevcud olan ziyâde hadîsleri Ahmed İbnu Ebi Bekir el-Bûsîrî (v. 840/1436),
Kitâbu Zevâidi İbni Mâce adlı bir te'lifde toplamıştır. Bu ziyadeleri
Sirâcuddin Ömer İbnu Ali 8 ciltte şerhetmiştir.
Suyûtî: Misbâhu'z-Zücâce
âlâ Sünen-i İbni Mâce; Mevlevî Abdulganî ed-Dehlevî: İncâu'l-Hâce; Ebu'l-Hasen
Muhammed İbnu Abdi'l-Hâdî es-Sindî de Hâşiye adlı kısa şerhlerde
bulunmuşlardır. Bunlar matbudur. İbrahim İbnu Muhammed el-Halebî (v. 841/1437),
Muhammed İbnu Musa ed-Demîrî (808/1405), Sirâcuddin Ömer İbnu Alî İbni Mulakkin
(804/1401) gibi başkaları da muhtelif şerhler yapmışlardır.
İbnu Mâce'nin Sünen'i de
Türkçeye tercüme edilmiştir. [370]
ŞİA'DA
HADÎS TEDVÎNİ:
Usûl-i Hadîs bahsinde
temas edeceğimiz üzere, bütün İslâm fırkaları, hadîsi ikinci kaynak görmede
müttefiktirler. Hadîs mevzuunda aralarındaki ihtilâf, daha ziyâde, hadîs kabul
şartlarından ileri gelir. Netice itibariyle, Ehl-i Sünnet dışındaki fırkaların
benimsedikleri bazı hadis mecmuaları vardır. Mühimlerine kısaca temas edeceğiz.
[371]
Müsned-i
Zeyd:
Bu eser Zeydiye fırkasınca
benimsenmiştir. Hicrî ikinci asrın başlarında te'lif edildiği kabul edilir.
Eser İmâm Zeyd'e aittir. Bu zât Zeyd İbnu Ali Zeynelâbidin İbni'l-Hüseyn İbni
Ali İbni Ebî Talib olup, ikinci göbekten Hz. Ali'nin torunudur. Hicrî 80-122
yıllarında yaşamıştır. İlmi seviyesi yüksek bir muhîtte yetişmiştir. Muasırlarınca
da ilmî kudreti takdîr edilmiştir. Mecmû'u'l-Fıkhî ve Mecmû'u'l-Hadsi adında
iki ayrı eser te'lif etmişti. Bunları Ebû Hâlid Amr İbnu Hâlid el-Vâsıtî
birleştirerek rivâyet etmiştir. Ebu Hâlid, muhaddislerce yalancılıkla itham
edilen güvenilmez biri ise de Zeydiyye fırkası, rivayetlerini kabul etmektedir.
Bu eseri Ezher ulemasından
bazıları inceleyerek, eserin Ehl-i Sünnet açısından sıhhatine
hükmedilebileceğine dair fetva vermiştir. Müsned'in yeni baskısının arka
sayfalarına dercedilmiş bulunan bu fetvalara imza koyanlar arasında Muhammed
Ebu Zühre de yer alır.
Eseri imla ettirmiş
bulunan Zeyd İbnu Ali'nin hicrî 122'de vefat ettiği göz önüne alınınca eserin
Muvatta'dan otuz sene kadar önce te'lif edildiği anlaşılır ve eskilik yönüyle
önemi daha da artar, Sübûtu tahakkuk ettiği takdirde, bu kitap, sistematik
te'lif ve tedvîn işinin ikinci asrın bidâyetinde başladığına târihî bir delîl
olur.
Eser, elde mevcut matbu
hâliyle Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e nisbet edilen merfû
hadîslerden başka Hz. Ali'ye nisbet edilen âsar ve Zeyd İbnu Ali'nin fıkhını
aynı bâb içerisinde beraberce ihtiva eder. Eserde Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'dan 228 merfu hadîs, Hz. Ali (radıyallahu anh)'den 320 mevkûf haber,
Hz. Hüseyn'den de 2 haber mevcuttur. Eser, musannaflarda olduğu gibi önce
Kitap'lara (Tahâret, Salât, Ferâiz, Zekat, Savm, Hacc, Büyû...) ve her bir
kitap da tekrar bablara ayrılır.[372]
Şia'nın
Tedvîn'i:
Şiî müelliller sünnî
kitaplarda, muhtelif rivâyetlerde temas edilen Hz. Ali'nin kılıncının kabzasında
asılı sahîfe'yi kendi tedvînleri meyanında zikrederler. Keza, Müslim'de zikri
geçen ve yine Hz. Ali'ye ait Kitab-ı Kaza-i Ali -ki Hz. Ali'nin fetvâlarını
muhtevî olmalıdır-, Nehcü'i-Belâğa'[373],
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in azadlısı Ebu Râfi'ye ait
Kitâbu's-Sünen ve'l-Ahkâm ve'l-Kadâyâ şiî te'lîfat arasında zikredilir.
Yeri gelmişken, bugünkü
şiîler nezdinde en ziyâde itibarda olan ve onlardaki mevkii bizde Kütüb-i
Sitte'nin mevkii ile kıyas edilebilecek Kütüb-i Erba'a'yı kısaca tanıtalım.
Bunlar te'lif edildikleri zaman itibâriyle tedvîn mânâsına girmezlerse de şiî
hadîs müellefatı olarak isimlerini bilmekte fayda var.
1- a)
El-Usûl Mine'l-Kâfî: Ebu Câfer Muhammed İbnu Ya'kub İbni İshak
el-Küleynî (v. 328/942) te'lif etmiştir. İtikadî hadîsleri cemeder, 2 cilttir.
b) El-Fürû mine'l-Kâfi:
Bu da Küleynî'nindir. Ahkâm'la ilgili rivayetleri cemeder, 5 cilttir.
c) Er-Ravda mine'l-Kâfi:
Kuleynî'nin ve tek cilttir. Görüldüğü üzere birinci takım üç ayrı kitaptan
müteşekkildir.
2-
Men la Yahduruhu'l-Fakîh: Ebu Ca'fer es-Sadûk Muhammed İbnu Ali İbni Babaveyh
el-Kummî (v. 381/991). Bu eser 4 cilttir. Fıkhî hadîsleri, senetleri
hazfedilmiş olarak cemeder.
3-
El-İstibsar Fî Mâ'htulife mine'l-Âsâr: Ebu Câfer Muhammed İbnu'l-Hasan et-Tûsî
(v. 460/ 1067) ahkâm hadîslerinin yer aldığı bu eser 4 cilttir.
4-
Tehzîbu'l-Ahkâm fi şerhi'l-Mukni'a: Bu da et-Tusî'nindir. Bunda da ahkâm
hadîsleri mevcuttur. Tûsî eserlerinde hadîsler arasındaki ihtilâfları da
gidermeye çalışır.
Bu dört takım incelendiği
zaman gerek muhteva ve gerekse râviler ve hatta rivâvetlerin üslûb ve
kelimeleri sünnî hadîs kaynaklarına nazaran oldukça farklılıklar arzeder. Bir
çok ifâdelerinde sünnîlere karşı kin ve gayz açıkça görülür. Büyüklere
yakıştırılamıyacak ifâdeler onlara söylettirilir.
Bir kısım şiîler bu
rivâvetlerden bir çoğunun kendi kıstaslarına göre bile sahîh sayılamayacağını
itiraf etmiştir.[374]
ÜÇÜNCÜ
ASIRDA RİCAL ÇALIŞMALARI:
Hadîs ilimlerinin mühim
bir dalı olan Cerh ve Ta'dîl sâhasında da en kıymetli eserlerin üçüncü asırda
verildiği söylenebilir. Ancak bu branşta da ilk tohumlar Ashab zamanında
atılmıştır. Daha önce açıklandığı üzere Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer (radıyallahu
anhüma)'in bir hadîsi yeni işittikleri vakit itminan bulmamaları hâlinde şâhit
istemişlerdi.
Bu hal Hz. Osman
(radıyallahu anh)'ın şehit edilmesinden sonra kızışan fitne hareketleriyle daha
da ciddiyet kazandı. Nitekim Zehebî'nin İbnu Sirîn'den kaydettiğine göre şu
açıklamayı yapmıştır: "Müslümanlar başlangıçta isnad sormuyorlardı. Ne
vakit fitne patlak verdi artık, kim ehli sünnet, kim ehl-i bid'at araştırıldı
ve sâdece ehl-i sünnet'ten hadîs alındı, ehl-i bid'at'ın rivâyeti
terkedildi". Sahâbi'den İbnu Abbâs (v. 68/687), Ubâdetu'bnu's-Sâmit (v.
34/654), Enes İbnu Mâlik (93/711), Hz. Aişe (58/677), Tabiîn'den eş-Şa'bî (
100/718), İbnu Sîrîn (110/728), Saîd İbnu Müseyyib (90/708) gibi hadîs ilminde
mühim yeri olan kimseler cerh ve ta'dile giren beyanlarda bulunmuşlardır. Ancak
bu beyanlar mahduddur. Çünkü onların zamanlarında buna fazla gerek ve ihtiyaç
yoktu. Birinci asırda, nâdir istisnâlar dışında herkes sıdk sâhibi idi. Bu
zevatın hadîs aldıkları kimseler arasında zayıf olanlar pek azdı. Zira onlar
çoğunlukla sahâbedir ve Ashâbın hepsi udüldür.
Ancak ikinci asrın başları
Tâbiîn'in orta tabakasını (evsat) teşkîl eder ve zayıf kimseler bunlar arasında
çoktur. Çoğunluk itibâriyle zaaf da hadîsin zabt ve tahammül cihetinden
gelmektedir. Bunlar rivâyetleri çokça irsal ediyorlar, mevkufları merfu
gösteriyorlardı. Bir başka ifâde ile, kendilerine rivayet etmiş bulunan Sahâbi
(radıyallahu anh)'nin ismini zikretmeden herhangi bir sünneti veya hadîsi Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e isnad ediveriyorlardı. İkinci asrın
ortalarından sonra, siyasî, itikadî ve mezhebî ihtilâflar arttı ve kızıştı.
Temaslar ve tercümeler sebebiyle yabancı kültürler de müslümanlar arasında
yayıldı. Bütün bunlar kizbe tevessül edenleri çoğalttı.
İlk imamlar ister istemez
cerh ve ta'dîl meselesine girdiler. Şu'be, İmâm Mâlik, Ma'mer İbnu Râşid, Hişâm
ed-Destevâî, İbnu'l-Mubârek, Hüşeym, İbnu Uyeyne, Yahya İbnu Saîd el-Kattan ve
talebeleri (Ali İbnu'l-Medînî, Yahya İbnu Ma'în gibi) cerh ve ta'dîl işini
sistematik hale getirdiler. Yahya İbnu Saîd el-Kattân'la (v. 198/813) başlayan
cerh ve ta'dîl te'lifatı onun talebeleri ile gelişerek talebelerinin talebeleri
durumundaki Ahmed İbnu Hanbel, Buhârî, Müslim, Ebu Zür'a, Ebu Hâtim ve bunların
talebeleri olan Tirmizî, Nesâî gibi üçüncü asrın sonunu temsil eden
muhaddislerde kemâle erecektir.
Şunu bir prensip olarak
kabul edebiliriz: Ricalu'l-hadîs ilmi, rivâyetu'l-hadîs ilmiyle at başı
gitmiştir. Rivayetu'l-hadîsin başladığı asırda rical ilmi de başlamıştır. Bu
iki ilmi birbirinden ayrı mutâlaa etmek mümkün değildir. Nitekim rivâyetle
ilgili muhalled (klasik) eserlerin verildiği üçüncü asırda rical üzerine de
muhalled eserler verilmiştir. Daha mühimi, her iki nev'e giren eserleri de aynı
şahıslar vermiştir: Sözgelimi Ahmed İbnu Hanbel'in, Buhârî'nin, Müslim'in,
Nesâî'nin, Tirmizî'nin, İbnu Mâce'nin, Dârakutnî'nin vs. nin behemahal rical
üzerine de eserleri vardır. Sözgelimi, Buhârî Sahîh'i kadar da Târîhleriyle
hadîs ilmine hizmet etmiştir ve etmektedir. Bu durum, müteakip asırlarda da
devam edecek sözgelimi şerh, fetva, mevâiz gibi öncelikle hadîslerin metnine
müteallik eserler verenler, ricalle ilgili eserler vermekten de geri
kalmıyacaklardır. Nevevî, Suyûtî, İbnu Hacer el-Askalânî gibi şârihler bunun en
güzel örneğini verirler. Hepsinin hem pek çok Şerhleri, hem de ricâle müteallik
te'lîfleri vardır"[375].
Böylece müteahhir ulema
kendilerinden öncekilerin bu babta söylediklerini olduğu gibi kabul edip
geçmemiş, bir de, şahsen teker teker tahkîk etmiş oluyor. Nitekim Zehebî,
râviler hakkında selef ulemâsının söylediklerini iyice öğrendikten sonra,
arkadan gelenlerce bir kısım râvîler hakkında ifrata kaçan "ta'n"ları
reddetmiş, bazılarınca zayıf addedilen râvilerin sika olduğunu
söyleyebilmiştir. Mizânu'l-İ'tidâl'in mukkaddime kısmında bu hususu belirtir.
Bu durum bize muahhar ulemanın, kendilerinden asırlarca önce yaşamış olan hadîs
râvilerini cerh ve ta'dil yönleriyle iyice tedkîk ettiğini gösterir.[376]
Üçüncü Asırda Yetişmiş
Rical Çalışması Ağır Basan Bazı Şahsiyetler:
İslâm medeniyetinin her
yönüyle parlak asrı olan üçüncü asırda Kütüb-i Sitte müelliflerinden başka her
sâhada yetişmiş nice büyük şahsiyetler ve verilmiş kıymetli eserler vardır. Biz
yine hadîsle ilgili, fakat daha ziyâde ricâle müteallik birkaç isimden
bahsedeceğiz.[377]
1-
Ebu Hatim Er-Razî:
Muhammed İbnu İdrîs
İbni'l-Münzir el-Hanzelî, er-Râzî (195-277 hicrî, 81l-890 milâdi). Hadiste imam
ve hâfızdır. Daha çok cerh ve ta'dîl sâhasında tanınmış ise de isnâd kadar
metni de tanımakta ün yapmıştır. Rey'de doğdu. On dört yaşında ilim talebine ve
hadîs yazmaya başladı. Bu maksadla pek çok seyâhatler yaptı. Horasan, Hicâz,
Yemen, Irak, Suriye, Mısır ve Rum diyarlarını dolaştı. Seyahatler esnasında
topladığı rivayetleri yazdı. Tanıdığı binlerce râvi hakkında cerh ve ta'dîl'de
bulundu. Hadîslerin sahîh ve illetli olanlarını beyan etti. Değme muhaddisin
söz sâhibi olamadığı ilelü'l-hadîs'te otorite olması onun hadîs ilmindeki
yerini göstermeye kâfidir.
Ebu Hâtim, hadîsteki engin
ilmini, doymak bilmeyen ilim aşkıyla elde etmiştir. Ondaki aşk, çoğu kere yayan
olmak üzere, yukarıda zikrettiğimiz belde isimlerinden de anlaşılacağı üzere
İslâm âleminin mühim ilim merkezlerini birer birer dolaşıp oralardaki âlimlerle
görüşüp, dağınık halde bulunan ilmi nefsinde cemetmeye, eserler hâlinde te'lif
etmeye ve sonra da diğer tâliblere topluca vermeye sevketmiştir.
Terâcüm kitapları, İslâm
medeniyetinin diğer ilk mîmarlarının hayatında olduğu gibi Ebu Hâtim'in
hayatını anlatırken de ilim talebi yolunda çekmiş olduğu zahmetlerle ilgili
birçok menkabeler kaydederler, ibret dolu bir iki tanesini kaydedelim.
Rivâyetler, seyahate başladığı ilk yılda, Ebû Hâtim'in bin fersahtan fazla
mesâfeyi yaya olarak katettiğini, Bahreyn'den Mısır'a; Mısır'dan Remle'ye;
Remle'den Tarsus'a hep yaya gittiğini, Tarsus'a geldiği esnâda 20 yaşında
bulunduğunu, bu ilk seyahatinin onu tam yedi yıl gurbette tuttuğunu belirtir.
O devrin şartları icâbı bu
seyahatler meşakkat ve tehlikelerle doludur. Nitekim Ebu Hâtim'in yollarda
günlerce aç kalıp çok ciddi ölüm tehlikeleri atlattığını görmekteyiz. 214
yılında bir yıl kalmak üzere Basra'ya gider. Ancak orada sekiz aydan fazla
kalamaz. Zira, maddî imkânları sekiz ay sonunda tükenir. Üzerinde giymekte
olduğu elbiseleri parça parça satarak bir müddet daha kalmaya çalışır, ancak
çok geçmeden satacak parçası da kalmaz ve üzülerek ayrılır.
Ebu Hâtim'in ilim aşkını
ve bu aşkın ona kazandırdığı ilmin genişliğini göstermek için kaydedilen
menkıbelerden birine göre, duymadığı bir rivayet varsa bunu öğrenip yazmak
maksadıyla, bir gün, Ebu'l-Velîd et-Tayâlesî'nin cemaatinde -ki içerisinde Ebu
Zür'a da mevcuttur- şöyle ilan eder: "Kim bana bilmediğim sahîh bir hadîs
rivayet ederse, her bir rivâyet için bir dirhem ödeyeceğim". Fakat kimse
onun bilmediği bir rivayette bulunamaz.
Ebu Hâtim'den hadîs
alanlar arasında Ebu Dâvud, Buhârî, Nesâî, Ebu Avâne, İbnu Mâce gibi meşhurlar
da mevcuttur.
Ebu Hâtim'in eserleri:
1-
Tefsiru'l-Kur'an,
2-
El-Câmi fi'l-Fıkh,
3-
Ez-Zîne,
4-
Tabakâtu't-Tâbiîn. [378]
2-
Ali İbnu'l-Medînî:
Ebu'l-Hasan Ali İbnu
Abdillah İbni Câfer İbni Necîh es-Sa'dî el-Medînî 16l-234 yılları arasında
yaşamıştır. Hadîs ilminin köşe taşlarından biridir. 200'den fazla te'lifi
olduğu söylenir. Babası, Hammâd İbnu Zeyd, Abdurrezzâk, Ma'n İbnu Îsâ, Huşeym,
İbnu Uyeyne ve bunların muasırlarından hadîs dinlemiştir. Kendisinden Zühlî,
Buhârî, Ebu Dâvûd, Tirmizî, Nesâî, İbnu Mâce, İsmâil el-Kâdı Ebu Ya'la
el-Bagavî Ahmed İbnu Hanbel, Osman İbnu Ebî Şeybe ve başka pek çok imamlar
hadîs dinlemiştir. İslâm âlimleri onun ilminin genişliğini ve hadîs ilminde
tuttuğu makamın yüceliğini beyan hususunda ittifak ederler. Ebu Hâtim:
"İbnu'l-Medînî, hadîs ve ilel'de diğer alimlerden ileri idi. Ahmed İbnu
Hanbel'in onu bir kere ismiyle andığını işitmedim, ona olan saygısı sebebiyle
hep künyesi ile zikrederdi" demiştir. Ebu Davud, ilel'i bilmekte
İbnu'l-Medînî'nin Ahmed İbnu Hanbel'den ileri olduğunu söylemiştir. İbnu
Uyeyne: "Ali İbnu'l-Medînî'yi fazla sevgimden dolayı beni ayıplıyorlar.
Allah'a yemin olsun, ben onun benden öğrendiğinin daha fazlasını ben ondan
öğrendim" der. Yahyâ'l-Kattân da, Ali İbnu'l-Medînî'den öğrendiğinin ona
öğrettiğinden çokluğunu ifade etmiştir. Nesâî: "Ali İbnu'l-Medîni sırf bu
ilim için yaratılmış biri" diye överken, Buhârî de: "Ben kendimi Ali
İbnul-Medînî'den başka kimsenin yanında küçük hissetmedim" diye tebcîl ve
takdirde bulunmuştur. Buhârî, ondan 303 hadîs tahric eder. Ebu Kudâme es-Serahsî
-der ki: Ali İbnu'l-Medînî'yi dinledim, şöyle bir rüya gördüğünü anlattı:
"Gökten Süreyya yıldızı sarkmıştı, ben ona yapıştım". Ebu Kudâme
ilâve eder: "Allah onun bu rüyasını sâdık bir rüya kıldı. Zira o, hadîste,
hiç kimseye nasib olmayan bir dereceye ulaşmıştır". Bunu te'yîd eden bir
rivâyet, Ali İbnu'l-Medînî Bağdad'a geldiği zaman teşkil edilen ilim halkasına
oranın iki büyük hadîsçisi Ahmed İbnu Hanbel ve Yahya İbnu Ma'în başta bütün
ulemanın hazır bulunduğunu, yapılan müzâkerelerde Ahmed İbnu Hanbel ile Yahya İbnu
Ma'în'in ihtilafa düştükleri yerlerde Ali İbnu'l-Medinî'nin konuştuğunu
belirtir. Bir diğer rivayete göre, Buhârî'ye ne arzuladığı sorulur. Cevaben:
"Irak'a gitmek, orada Ali İbnu'l-Medînî'yi sağ olarak bulmak ve hadîs
meclisine katılmak" der.
İbnu Hibban, es-Sikât'da
Ali İbnu'l-Medînî'den bahsederken: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
hadîslerindeki ileli bilmede asrının en bilgini idi. ilim için seyahatler
yaptı, hadîs topladı, yazdı, te'lifâtta bulundu, müzâkere meclisleri
kurdu" diyerek ilmî şahsîyetinin zenginlik ve çok yönlülüğüne dikkat
çeker.
Ali İbnu'l-Medîni,
halku'l-Kur'an meselesinin kızıştığı bir dönemde yaşamıştır. Umerânın
baskısına, Ahmed İbnu Hanbel gibi tahammül gösterememiştir. Bu sebeple
kendisini cerhedenler olmuş ve hatta Ebu Zür'a gibi bazıları kendisinden
rivâyeti terketmiştir. Ancak, yine kaynaklarımızın belirttiği üzere, korku
sebebiyle eğildiğini belirten Ali İbnu'l-Medînî halku'l-Kur'an meselesinden
rücu etmiş ve Kur'an'a mahlûk demenin küfür olduğunu söylemiştir.
Ali İbnu'l-Medînî'nin son
derece müttakî bir zât olduğu ayrıca belirtilir. [379]
3-
Yahya İbnu Ma'în:
Yahya İbnu Ma'in İbni Avn
İbni Ziyâd İbni Bistâm el-Mürrî, 158-233 yılları arasında yaşamıştır. Cerh ve
ta'dîl imamıdır.
Abdullah İbnu'l-Mübârek,
Hafs İbnu Gıyâs, Cerîr İbnu Abdilhamîd, Abdurrezzâk, İbnu Uyeyne, Vekî', Gunder
vs. pek çoklarından hadîs rivayet etmiştir.
Kendisinden Buhârî,
Müslim, Ebu Dâvud başta pek çokları hadîs almıştır.
Yahya'nın babası Ma'în'den
bir milyon elli bin dirhem para tevârüs ettiğini, bu paranın tamamını hadîs
tahsîli yolunda harcadığını belirtir.
Yahya İbnu Ma'în çok hadîs
yazardı. Kendisi: "Bir hadîsi elli kere yazmazsak onu anlamış
sayılmayız" demiştir. Bir başka rivâyette: Bir hadîsi otuz farklı vecihten
yazmayınca onu anlayamayız" demiştir. Elleriyle bir milyon aded hadîs
yazdığını kendisi beyan eder. İbnu'l-Medînî: "Hz. Adem (aleyhisselam)'den
bu yana Yahya kadar hadîs yazan olmadı" sözüyle onun yazıdaki derecesini
belirtir. Muhammed İbnu Nasr et-Taberî'nin açıklamasına göre, Yahya İbnu Ma'în,
hadîslerin tamamını yazmış ve kizb olanları da karıştırmamıştır: "İbnu
Ma'în'in yanına girmiştim yığın yığın defterler gördüm. Eliyle işâret ederek
şöyle diyordu: "Şurada bulunmayan her hadîs kizbtir". Ahmed İbnu
Hanbel de: "İbnu Ma'în'in bilmediği her hadîs kizbtir" demiştir.
Öldüğü zaman otuz koli
(Kımtar) ve yirmi dağarcık (Cibb) kitap bıraktığı belirtilir. Ali
İbnu'l-Medînî, hadîs ilminin Yahya İbnu Ma'în'de cemolup nihaî zirvesine
ulaştığını söylemiştir. Hadîste şöhret yapan diğer birçoklarına, nazaran Yahya
İbnu Ma'în'in rical bilgisinde ve dolayısıyla hadîsin sakîm ve sahîh olanlarını
bilmede hepsine tefevvuk ettiği belirtilir. Yani "Ebu Bekr İbnu Ebî Şeybe
teker teker hadîs rivâyetinde, Ahmed İbnu Hanbel hadîsle ilgili fıkıhta, Ali
İbnu'l-Medini hadîsi bilmede, Yahya İbnu Ma'în ise hadîsi yazmada ve sahîh ve
sakîmini bilmede rakipsizdir". Amr en-Nakıd: "Ashâbımız arasında
isnâdları Yahya İbnu Ma'în kadar iyi bilen birisi mevcut değildir. Kimse ona
herhangi bir senedi kalbedip onu yanıltamazdı". Iclî, imtihan için
kalbedilip getirilen hadîsleri normal düzenine hemen soktuğunu ve hiçbir
zamanda bu işte yanılgıya düşmediğini belirtir.
Yahya İbnu Ma'în de
halku'l-Kur'an meselesinde yara alanlardandır. Bu hususta imtihana çekilip de
icâbet edenlerden Ahmed İbnu Hanbel, hadîs rivayet etmemiştir. Yahya İbnu Ma'în
de bunlar arasında yer alır.
Ancak bu mesele dışında,
Yahya İbnu Ma'în, hayatını ve servetini Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
sünnetine hizmet, ve sünet'e kizb karışmasını önlemede sarfetmiştir.
Hatibu'l-Bağdâdî onun hakkında: "İmam, rabbanî, âlim, hâfız, sebt (titiz,
muhakkik) mutkin (eksiksiz) bir âlimdi" diye tarif eder. İbnu Hibban da
onu "Din ve fazîlet sahibiydi. Sünneti cemetme yolunda dünyayı
reddedenlerdendi. Sünnete hizmeti çoktur. Onu cemetti, ezberledi ve
rivâyetlerine itimâd edilip uyulan bir bayrak, (ihtilafa düşülen) âsârda
kendisine müracaat edilen bir imâm oldu" diye tavsif eder.
Allah rahmetini bol
kılsın. [380]
4-
Fesevî:
Ebu Yusuf Ya'kub İbnu
Süfyân İbni Cevvân el-Fârisî (19l-277 hicrî, 808-890 milâdî). İrân'ın Fesâ
şehrinde doğduğu için Fesevî nisbetini almıştır. Hâfız, İmâm, Hüccet, Muhaddis,
Müerrih ve Rahhâl (seyyâh) vasıflarıyla muttasıftır. İlim talebi yolunda Şark
ve Garb'a seyahatler yapmış, 30 yıl kadar gurbette kalmıştır. Bu uzun
seyahatler kendisine çok sayıda âlimle karşılaşıp onlardan ilim alma imkânı
tanımıştır. Bizzat kendisi: "Hepsi sika (güvenilir) olan 1000 kadar
şeyh'in meclisinde hazır bulundum ve rivâyetlerini dinledim" der.
Hadîs ilminin ana direklerinden
(erkân) biri sayılmış olan Fesevî, verâ ve takvâsıyla da ün yapmıştır. Sünnete
son derece bağlı kalmıştır. Şiîliğe meylettiğine dâir bazı kayıtlara rastlanır
ise de Zehebî ve diğer muhakkiklerbu iddiayı reddederler.
Kendisinden hadîs alanlar
meyanında Tirmizî, Nesâî, İbnu Huzeyme, Ebu Avâne, İbnu Ebî Hâtim, Muhammed
İbnu İshâk es-Sağânî gibi meşhurlar da vardır. Ebu Zür'a ed-Dımeşkî, Fesevî'den
bahsederken: "Bize büyüklerden Ya'kub İbnu Süfyân uğradı. 'Irak ehli artık
onun gibi birisini bir daha göremez' dedi" der.
Kendisinden yapılan
rivâyetlerden, seyahatleri sırasında pek çok sıkıntılarla karşılaştığı
anlaşılmaktadır. Bunlardan birinde, gündüzleri ders halkalarına giderek notlar
aldığını, geceleri de bunları temize çekip istinsâh ettiğini belirtir. Nafaka
yönünden sıkıntıya düştüğü bir kış gecesinde, mum ışığında istinsah yaparken
gözüne su iner ve artık göremez olur. Hem maddî sıkıntı, hem gurbet fırkati,
hem de artık uğruna hayatını adadığı ilmî meşguliyetten ebediyyen mahrûm kalma
düşüncesinin verdiği elem ve ızdapla ağlar ağlar. Bu halde uyuyakalır.
Rüyasında Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı görür. Kendisine "Ey
Ya'kub niye ağladın, söyle bakalım!" der."
- Ey Allah'ın Resulü,
gözlerimi kaybettim, artık ilimle meşgul olamayacağım, bunun için ağladım"
cevâbını verir. "Bana yaklaş" diyen Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm), bir şeyler okuyarak Fesevî'nin gözlerini şefkat ve şifa dolu
elleriyle sıvazlar.
Uyanınca gözlerine tekrar
kavuştuğunu gören Fesevî, oturup yazma ve istinsah işlerine ara vermeden devam
eder.
Kendisini, böylesine ilme
vermiş olan Fesevî'yi ölümden sonra rüyasında gören Abdân İbnu Muhammed
el-Mervezî: "Allah sana nasıl muâmele etti?" diye sorar. Aldığı cevap
şudur: "Günahlarımı affetti ve aynen yeryüzünde rivâyet ettiğim gibi
semâda da rivâyet etmemi emretti".
Fesevî te'lif ettiği
et-Târîhu'l-Kebîr ve el-Meşyehât'ı ile meşhurdur. El-Meşyehât'da kendilerinden
hadîs dinlediği şeyhleri memleketlerine göre tanzîm ve tertîb ederek tanıtır.[381]
5-
İbnu Ebî Hatîm:
İbnu Ebî Hatîm diye meşhur
olan zat Ebu Muhammed Abdurrahmân İbnu'l-Hâfız el-Kebîr Ebî Hatîm Muhammed
İbni'l-İdrîs İbn'l-Münzir et-Temîmî el-Hanzali er-Râzî'dir. 240-327 yılları
arasında yaşamıştır. Horasan dışında pek çok yerlere seyahatler ederek devrinin
âlimlerini dinlemiştir. Ebu Ya'la el-Halîli, babası Ebu Hâtim ile Ebu Zür'a'nın
ilmini aldığını belirtir. Her çeşit ilimlerde ve bilhassa ricâl ilminde bir
derya olduğu belirtilir. Fıkıh, Sahâbe ve Tâbiîn'in ihtilafları üzerine eserler
te'lif etmiştir. Tefsirle ilgili te'lifi birçok cilt tutmaktadır. Ayrıca
Cehmiye'ye redle ilgili eseri de hacimlidir.
Abdurrahmân'ın dindarlığı
da zikre şayan derecede fazladır. Kendisi Ebdâl'lerden sayılacak derecede
zâhiddir. Dindarlığı karşısında hayrete düşen babası: "Abdurrâhmân'ın
ibâdetine kim yetişebilir? Onun bir kerecik günaha düştüğünü
hatırlamıyorum." demiştir. Ebu'l-Hasen Ali İbnu İbrahim er-Râzî de onun
hakkında: "Merhum'u Allah öyle bir behâ (mânevî güzellik) ve öyle bir
nûrla kuşatmıştı ki kendisine bakan sürurla dolardı" der.
Kendisinden şu hatırası
anlatılır: "Bir kısım arkadaşlarla Mısır'da bulunuyorduk. Aradan yedi ay
geçti, bu esnada bir kere olsun sıcak çorba içmedik. Gündüzleri şeyhleri
dolaşıyor, geceleri de müsveddelerimizi istinsah ediyor ve mukabelede
bulunuyorduk. Birgün arkadaşımın biriyle bir şeyhe uğramıştık ki, oradakiler
(zafiyetim ve rengimin uçukluğuna bakarak): "Bu hasta!" dediler.
Derken o gün çarşıda satıcılarda bir balık gördüm, hoşuma gitti, biz de satın
aldık. Eve vardığımızda bazı şeyhlerin ders saati gelmişti. Balığı bırakıp
oraya gittik. Böylece üç gün balığı pişirme fırsatı bulamadık. Kokmaya yüz
tutmuştu, "bedenin rahatıyla ilim elde edilemez" diyerek çiğ çiğ
yedik".
Ebul-Velîd el-Bâci, İbnu
Ebî Hâtim'in sikâ ve hâfız olduğunu söylemiştir.
Zehebî'nin kaydına göre,
meşhur te'lîfi el-Cerh ve't-Ta'dil'den tahdîste bulunduğu bir sırada kendisine,
Yahya İbnu Maîn: "Biz öyle kimseleri ta'nederiz ki, onlar göçlerini
cennete indirmişlerdir..." dediği hatırlatılınca, ağlar ve elleri öylesine
titremeye başlar ki kitabı elinden düşer."[382]
El-Cerh Ve't-Ta'dîl:
İbnu Ebî Hatim'in meşhur
eseridir. Asıl konusu, râvileri adalet ve zabt yönleriyle incelemek olan cerh
ve tâdîl sahasında yazılmış ilk mükemmel eserlerden biridir.
Hadîs ilimlerinin mühim
bir şûbesini ilmu'l-cerh ve't-ta'dîl teşkîl eder. Kâtip Çelebi'nin kaydettiği
târife göre, bu ilim, hadîs râvilerinin kabaca hâfıza ve diyânet diye ifâde
edebileceğimiz zabt ve adâlet yönlerini inceleyerek kendine has tâbirlerle
beyân etmek bu tâbirlerin mertebelerini ve ifâde ettikleri hükümleri ortaya
koymakla meşgûl olan bir ilimdir. Zehebî, bu sâhada, ilk eseri Yahyâ İbnu
Sâdi'l-Kattân'ın (194/809) verdiğini belirtir. Buhârî'nin et-Târîhu'l-Kebîr'i
de, içerisinde tanıtılan 40 bin kadar râvi ile mühim kaynaklardan birini teşkîl
eder. Ne var ki, Buhârî'yi -bir kısım âlimlerimizin dikkat çektiği üzere- çok
nâdir ferdlerde görülebilecek kemal mertebesine ulaşan bir fıtrî nezâhet ve
takva hâli, cerh ve tâdil âlimleri beyninde câri olan deccâl, kezzâb, vazzâ'
gibi şiddetli tâbirleri cerh maksadıyla râviler hakkında kullanmaya mâni olduğu
gibi, bir çok durumlarda, râvilerin cerh ve ta'dîllerini yeterince yapmaktan da
alıkoymuştur. Bu durum et-Târîhu'l-Kebîr'in dikkat çekici bir hususiyetidir.
İşte Buhârî'nin eserindeki
bu noksanlığı hissedip telâfi etmek üzere eser verenlerden biri Ebû Muhammed
Abdurrahmân İbnu Ebî Hâtim er-Râzi olmuştur.
İbnu Ebî Hâtim er-Râzî'nin
bu eseri 9 büyük cilt teşkîl eder ve içerisinde 18039 aded râvinin hayatı
incelenir.
Kitabın birinci cildi
Takdimetü'l-Ma'rife adını taşır ve sanki müstakil bir eserdir. Asıl kitabın
esâsı ve mukaddimesi durumundaki bu Takdime kısmı, zâten son derece ehemmiyet
arzeden esere ayrı bir kıymet, ayrı bir renk katar.
Takdime'de bir kısım temel
mevzular şu sırayla ele alınır: "Sünnete olan ihtiyâç; sahîh hadîslerin
sakîm olanlarından tefrîk edilmesinin ehemmiyeti; râvilerin ahvâlinin
bilinmesinin lüzumu, râvilerinin ahvâlini ancak cerh ve ta'dîl âlimlerinin
bilebileceği; vs."
Bu hususlar birbirine
bağlı olarak açıklandıktan sonra, râvilerin tabakalarına işâret edilir, ashâbın
hepsinin adâlet sâhibi oldukları, onlar hakkında cerhin mümkün olmadığı
belirtilir, sonra Tâbiîn ve Etbauttâbiîn tabakalarına geçilerek onların da
fazîletleri beyân edilir. Daha sonra, kısaca râvilerin mertebelerine temâs
edildikten sonra cerh ve ta'dîl âlimlerinden imam sayılan büyükler tanıtılır.
Çeşitli vasıfları ve fazîletleriyle tanıtılan imamlar meyânında sırayla Mâlik
İbnu Enes, Süfyân İbnu Uyeyne, Süfyânu's-Sevrî, Şu'be İbnu'l-Cerrâh, Hammâd
İbnu Zeyd, Evzâî, Veki'... vs. burada kaydedilebilir. En sonda da babası olan
Ebû Hâtimi'r- Râzî'yi tanıtır. Babası için ayrılan kısım 26 sayfa tutar.
Takdime'den sonra,
râvileri cerh ve ta'dîl edildiği esas kitaba ikinci cilde geçilir. Ancak bu
ciltte de, tekrar mukaddime mahiyetinde 38 sayfalık umumî bilgilerin sunulduğu
bir giriş kısmına yer verilir. Bu kısımda önce Sünnetin tesbîti (âyet ve
hadîsten alınan delilerle, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in tesbîte
matûf teşvîklerinden örneklerle) işlenir. Arkadan Ashâb'ın Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm) hakkında töhmet-i kizbten uzak olduğu, rivâyetin dinin
bir parçası anlaşıldığı, râvileri cerh etmenin gıybet sayılmaması gerektiği,
ahkâm hadîsleriyle mevâiz hadîslerinin kabûlünde aynı hassasiyetin gösterilmediği,
ahz-ı ilimde teyakkuz ve titizlik gerektiği, vs. gibi bir kısım temel bahislere
yer verilir, kıymetli açıklamalar sunulur.
Takdime kısmını birinci
cilt kabûl ettiğimiz takdirde, bu ikinci cildin 39. sayfasından itibaren esas
mevzuya geçilerek "kendilerinden ilim alınmış olan râviler"in
tanıtılmasına başlanır. Râvileri alfabetik sıraya göre tanzîm eden kitap, Ahmed
ismini taşıyanlardan başlar. Tanıtılan râviler hakkında bilgi verilirken,
umûmiyetle cerh ve ta'dîl kitaplarında rastlandığı üzere, râvinin hadîs aldığı
hocaları (şeyhleri), kendisinden hadîs alan (talebe mesâbesinde) kimseler
zikredilir, sonra da hakkında gelmiş olan cerh ve ta'dîl hükümleri kaydedilir.
Eser 1371/1952 yılında üç
elyazması nüshası karşılaştırılarak, tahkîkli olarak Haydarâbâd Deken'de
basılmıştır. Tahkîki yapan Abdurrahman İbnu Yahya el-Muallimî el-Yemânî'nin 26
sayfa kadar tutan mukaddimesi mevcuttur. [383]
6-
Ebû Avane:
Ya'kûb İbnu İshâk İbni
İbrahim İbni Yezîd el-İsferâyîni (130/845-316/928).
Aslen Neysâburludur.
Müslim'in Sahîh'i üzerine yazmış bulunduğu es-Sahîhu'l-Müsned(bâzı kaynaklarda
el-Müsnedü's-Sahîh) adındaki müstahreci ile meşhurdur. Bu Müsned'de Müslim'in
Sahîhi'nde bulunmayan pek çok ziyâde hadîsin yer aldığı kaynaklarda zikredilir.
Ebû Avâne kendisini hadîse
vermiş ve bu maksadla çok yer dolaşmış bir âlimdir. Uğradığı yerler arasında
Şam, Mısır, Basra, Fâris, Kûfe, Vâsıt, Hicâz, el-Cezîre, Yemen, İsfehân, Rey
sayılır. Zehebî, onun hakkında: "Dünyayı dolaşmıştı" der. Hâfız,
İmam, Sika (güvenilir) vasıflarıyla muttasıftır. Hadîste olduğu kadar fıkıhta
da ün yapmıştır. Şâfiîdir. İmâm Şâfiî'nin kitaplarını ve mezhebini İsferâyin
şehrine ilk defa Ebû Avâne'nin soktuğu belirtilir. İlmi kadar ibâdet ve zühtü
de takdîr görmüştür. [384]
Üçüncü Asrın Ehemmiyeti:
Hadîs tarihinde en verimli
asrın, üçüncü asır olduğu söylenebilir. Günümüze intikal eden mûteber ve sahîh
olan hadîs kitapları hep bu asırda te'lif edilmişlerdir.
Bu asırda ortaya konan
eserler, müelliflerin şahsî gayretleriyle ortaya çıkmıştır. Diyar diyar, şehir
şehir dolaşarak, bizzat rivâyet sahiplerinden derledikleri malzemeleri
değerlendirerek te'liflerini vücuda getirmişlerdir. Bu sebeple, hepsi de
orijinal eserlerdir. Çoğu kere sâdece muhteva değil, tertîb yönüyle de
orijinaldirler, kendilerinden önce yapılmış bir çalışmanın tekrarı veya ıslâhı
yoluyla ortaya konmamışlardır. Önceki bahislerde tanıtmış bulunduğumuz Kütüb-i
Sitte mecmuaları olsun, bunlara ilaveten tanıtılan Ahmed İbnu Hanbel'in
Müsned'i olsun, hepsi de tertipçe orijinal, muhtevaca da hem orijinal ve hem de
seçme, sahîh ve mûteber eserlerdir.
Müteâkip asırlarda
yapılacak hadîs çalışmaları çoğunluk itibariyle ve en mühimleri bunlar üzerine
olacaktır. Bundan sonraki asırlarda bizzat râvilerden bazı derleme orijinal
eserler verilmişse de bunlar ümmet tarafından fazla bir alâkaya mazhar
olamamıştır, zira sıhhat yönüyle güven verememişlerdir.[385]
Üçüncü Asırdan Sonra Telîf
Edilen Bazı Orijinal Eserler:
Sünnetin yazılması
mânâsında bazı eserlerin dördüncü ve hattâ beşinci asırda bile ortaya konmaya
devam ettiğini söyleyebiliriz. Bunlar daha ziyâde, rivayetleri, sahîh-zayıf
demeden cemetme gâyesini güttükleri için sıhhat yönünden güven vermeyen ve
dolayısıyla ulemâ tarafından da fazla itibar görmemiş eserlerdir:[386]
1-
Me'âcimu't-Taberânî:
Bu eserlerden en mühimi
Taberânî'nin üç mu'cemidir; el-Mu'cemu'l-Kebîr, el-Mu'cemu'l-Evsat,
el-Mu'ccemu's-Sağîr. Üçüne birden kısaca Me'âcimu't-Taberânî denir. Me'âcim,
mu'cem kelimesinin cem'idir. Mu'cem, ıstılah olarak muhaddislerce, hadîsleri
tasnîfte başvurulan bir metodun adıdır. Bu metodda rivâyetler ricâle (sahâbeler
veya şüyuh) göre tasnîf edilirse de belde vs.'ye göre yapılan tasnîflere de
mu'cem dendiği olmuştur. Sözgelimi hadîsleri rivâyet eden sahâbeler veya
şeyhler alfabetik sırayla tertiplendikten sonra herbirinin rivâyetleri adının
altına yazılır.
Bu tarzın en güzel
örneğini Taberânî vermiştir. Taberânî 260-360 yılları arasında yaşamıştır.
Hadîs dinlemeye 13 yaşında başlamıştır. İlim için Medain, Harameyn, Yemen,
Mısır, Bağdâd, Kûfe, Basrâ, İsfahân, Cezire gibi pek çok beldeleri dolaşmış,
binden fazla şeyhten hadîs dinlemiştir. Yetişmesinde babasının hususî ilgisi
vardır. Birçok ilmî seyahatlere babasıyla çıkmıştır.
İlmi geniş, eserleri
çoktur. Zehebî, Tezkirefu'l-Huffâz'da 5O'ye yakın eserini ismen kaydeder. Taberânî've
nasıl olup da bu kadar ilmi elde ettiği sorulunca "30 yıl hasır üzerinde
yatmakla" diye cevap verir. Yüz yıl gibi uzun bir ömrü olduğu ve küçük
yaşında hadîs dinlemeye başladığı için, muasırları içerisinde senedindeki
ulviyet'le temâyüz etmiştir.
En mühim eseri
el-Mu'Cemu'l-Kebîr'dir. Mu'cem tarzında yazılanların da en meşhurudur.
El-Mu'cem diye mutlak kullanılınca bu kastedilir. Diğer mucemleri belirtmek
için sahiplerinin ismiyle kayıtlamak gerekir: Mu'cemu Ahmede'bni Ali İbni Lâl
gibi.
Mu'cemu'l-Kebîr bazı
sayımlara göre 60 bin hadîs ihtiva etmektedir. Hadîsler sahâbelerin isimleri
esas alınarak tertib edilmiştir. Bunda Ebu Hüreyre (radıyallahu anh)'nin
hadîsleri yoktur. Çünkü Taberânî, onun hadîslerini müstakil bir risâlede
toplamıştır.
Taberânî,
Mu'cemu'l-Kebîr'de her sahâbeden bir veya daha çok hadîs kaydettiğini, rivayeti
az olanların, rivayetlerinin tamamını kaydettiğini belirtir.
Taberânî'nin her üç
mücem'inde Kütüb-i Sitte'ye ziyâde olan hadîslerini Nureddin el-Heysemî
Mecma'u'z-Zevâid adlı eserde fıkıh babları tertibine göre kaydetmiş ve sıhhat
derecelerini de belirtmiştir.
El-Mu'cemu'l-Kebîr Irak
Evkaf Bakanlığı'nca neşredilmiştir. Ancak bazı cüzlerinin aslı kütüphânelerde
bulunamadığı için eksiktir.
El-Mu'cemu'l-Evsat'a
gelince bunu Taberânî, hadîs aldığı şeyhlerin -alfabetik sıraya göre tanzîm
edilen- isimlerini esas alarak tertiplemiştir. İki bine yaklaşan şeyhlerinden
herbirinin nâdir rivâyetlerini buna almıştır. Otuzbin kadar hadîs ihtiva ettiği
belirtilir. Henüz basılmamıştır.
El-Mu'Cemu's-Sağîr, iki
cilt halinde basılmıştır: Taberânî bunu alfatebik sıraya koyduğu şeyhlerinden
birer -bazan da ikişer- hadîs kaydederek vücuda getirmiştir. Burada kaydedilen
hadîslerin tamamı binbeşyüz kadardır.
Taberânî'nin
rivâyetlerinin umumî vasfı zayıf olmaktır. Dehlevî'nin taksiminde üçüncü
tabakada yer alır. Ancak, Nureddin el-Heysemî, ziyade hadîslerinin durumunu
belirttiği için, onun eserinden hareketle, bu üç mu'cemin hadîslerinden daha
rahat istifade edebilir.[387]
2-
Dârakutnî Ve Süneni:
Ebu'l-Hasen Ali İbnu Ömer
İbni Ahmed 306-385 yılları arasında yaşamıştır. Ed-Dârakutnî nisbetiyle
meşhurdur. Dâru'l-Kutn, Bağdad'da bir mahalle adıdır. İlim talebi için Basra,
Kûfe, Mısır, Vâsıt, Şâm gibi ulemânın çokça bulunduğu merkezleri dolaşmıştır.
Ebu'l-Kasım el-Bağavî, Ebu Bekr İbnu Ebî Dâvud es-Sicistânî vs. pek çok
şahıslardan hadîs almıştır.
Kendisinden de el-Hâkim,
Ebu Hâmid el İsferâînî, Temmâm er-Râzî, Abdulgani el-Ezdî, Ebu Zer el-Herevî,
Ebu Bekr el-Berkânî, Ebu Nuaym el-İsfehânî... vs. birçok zatlar hadîs dinledi.
Telifatı çoktur, en
meşhuru es-Sünen'dir. el-Muhtelif ve'l-Mü'telif, Kitâbul'-İlel, el-İstidrâk
ala's-Sahîheyn, el-Efrâd burada zikre değen eserleridir.
Dârakutnî, Zekâ, hıfz,
fehm ve verâ'da devrinin nâdirlerinden biridir. Kıraat ve nahivde de imâmdır.
Şiiri de iyi bilir. Hatîbu'l-Bağdadî onu asrının ferîd'i (eşi bulunmayanı) diye
tavsîf eder ve "Hadîs ilminde ileli tanımada ve râvilerin ismini, sıdk ve
kizb adâlet ve emânet yönleriyle ahvâlini bilmede en başta gelen kimse" olduğunu
söyler. Hadîsten başka pek çok ilmi yüksek seviyede bilmektedir. Onun
seviyesinde bir başkasının bulunmadığını Hâkim, Bağdâdî gibi birçokları ifade
eder.
SÜNEN'İ dördüncü asırda
yazılmış mühim kitaplardan biridir. Diğer sünenlerde olduğu gibi hadîsler fıkıh
bablarına göre tanzîm edilmiştir. Bu da Kitabu't-Tahâret'le başlar
Kitabu'l-Hayz, Kitabu's-Salât, Kitahu'l-Cum'a... Kitâbu'z-Zekât,
Kitâbu'l-Hacc... diye devam eder. Her bir kitap daha tali bablara ayrılır. Bir
babta bir iki hadîsten, üçyüze yakın hadîsin yer aldığı da olur.
Kettânî, Sünen'de garîb
rivayetlerin cemedildiğini, muhtevada yer alan hadîslerden çoğunun zayıf ve
münker olduğunu hatta mevzu rivâyetlerin bile yer aldığını belirtir. Müellif
sıkça râvilerinin ahvâlini bildirmeyi ihmal etmez. Bu onun rical ilmine şehâdet
eder.
Zayıf ve münkerlerin
çokluğu sebebiyle ulema, buna çok fazla itibar etmemiştir. Nitekim Kütüb-î
Sitte'den sayılmaz. Üzerinde ciddî bir çalışmanın yokluğu da buradan ileri
gelir. Sadece, Ebu't-Tayyib Muhammed Şemsü'l-Hak Azîmâbâdî, yakın zamanda
et-Ta'lîku'l-Muğnî Ala'd-Dârakutnî adıyla bir talîk yaparak, Sünen'deki
hadîsleri tahrîc etmiş, gerektiği hallerde râviler hakkında bilgi sunmuştur.
Ayrıca her babın hadîslerini kendi arasında numaralamıştır. Azîmâbâdî'nin
naklettiği bilgiye göre, Sünen'in üç farklı nüshası vardır: Berkânî,
Ebu't-Tâhir, İbnu Bişrân nüshaları. İki nüshasında hadîslerin miktarına taalluk
etmeyen bazı takdim tehîr farkları mevcuttur. Sadece birinde (Ebu't-Tâhir
nüshasında) bazı eksiklikler mevcuttur.[388]
HADÎS
MÜELLEFATININ TABAKÂTI:
Tabakalara
Ayırmanın Önemi Ve İlk Taksimler:
İlk asırlarda ortaya konan
orijinal hadîs kitapları, sıhhat durumları itibâriyle, çok farklı değerler
taşırlar. Bunlardan hangileri itimâda şâyandır, hangileri değildir, bilinmesi
mühim bir husustur. İslâm âlimleri tâ bidâyetten beri bu ayırımı yapmaya
ehemmiyet vermişlerdir. Nitekim, Kütüb-i Hamse, Kütüb-i Sitte, Sünen-i Erba'a,
Sahîheyn gibi ayrım ve tefrîkler bu maksada yöneliktir. Sözgelimi, Kütüb-i
Sitte deyince en ziyade itimâda şâyan veya sahîh hadîsleri ihtiva eden kitaplar
grubunu anlarız. Sahiheyn deyince bu altılı takımın en sıhhatlî ikisini
anlarız.[389]
Suyûti'nin Taksimi:
Ne var ki, yazılan
yüzlerce ve hattâ binlerce hadîs kitabı içerisinden sadece Kütüb-i Sitte
hakkındaki bu kısa malumât, bu mevzuda bir mü'minin bilmesi gereken bilgi için
yeterli değildir. Bu maksadla, Suyûti, Cem'u'l-Cevâmi'nin mukaddimesinde sahîh
addedilip güvenilebilecek kitaplar hakkında biraz daha geniş bilgi verir. Buna
göre, hadîs kitaplarının şöyle tabakalandığını görürüz:
I-
Rivâyetleri sahîh olanlar, bunlar on kitaptır:
1-
Buhârî, 2- Müslim, 3- Sahîhu İbni Hibbân, 4- el-Müstedrek
(Hâkim'inki olup içerisinde zayıf olan mahdut miktarda hadîs vardır), 5-
el-Muhtâre (ez-Ziyâu'l-Makdisî'nin eseri), 6- Muvatta, (İmam Mâlik'in
eseri), 7- Sahîhu İbni Huzeyme, 8- Sahîhu Ebi Avâne, 9-
Sahîhu İbni's-Seken, 10- el-Müntekâ
(İbnu'l-Cârûd'un eseri). Ve (bunlarla ilgili) müstahrecler. Suyutî
ilâveten, Cem'u'l-Cevâmî'de herhangi bir hadîsi bunlara nisbet ettiği zaman o hadîsin
sahîh sayılması gerekeceğini, sadece el-Müstedrek'te bazı hadîslerin zayıf
olduğunu, onları kaydettikçe za'fını belirttiğini kaydeder.
II-
Sahîh, Hasen ve Zayıf Hadisleri Beraberce İhtiva Eden Kitaplar. Bunlar
şunlardır:
1-
Ebu Dâvud, 2- İbnu Mace, 3- Ebu Dâvut et-Tayâlisî'nin Müsned'i 4-
Ahmed İbnu Hanbel'in Müsned'i, 5- Ahmed İbnu Hanbel'in oğlu Abdullah'ın
Müsned'e Ziyâdâtı, 6- Abdurrezzâk es-San'ânî'nin Musannaf'ı, 7-
Sâd İbnu Mansûr'un Sünen'i 8- Ebu Nuaym'ın Hilyetu'l-Evliya'sı, 9-
Ebu Bekr İbnu Ebî Şeybe'nin Müsned'i, 10- Ebu Ya'la el-Mevsilî'nin
Müsned'i, 11- Taberânî'nin el-Mu'cem'ul Kebir'i ve Mu'cemu'l-Evsat'ı, 12-
Ed-Dârakutnî'nin es-Sünen-i, el-Efrâd vs... si, 13- Beyhakî'nin es-Sünen
u'l-Kebîr, Şu'abu'l-İmân, el-Ma'rife, el-Ba's, Delâilu'n-Nübüvve, el-Esmâ
ve's-Sifât' ı.
Suyûti bu kitaplarda sahîh
hasen ve zayıfın beraberce bulunduğuna dikkat çektikten sonra Cem'ul-Cevami'de
zayıfları çoğunluk itibâriyle belirttiğini de kaydeder. Bu meyanda Ahmed İbnu
Hanbel'in Müsned'i hakkında şu açıklamayı yapar: "Ahmed İbnu Hanbel'in
Müsned'inde her ne varsa hepsi makbûl'dür. Zira ondaki zayıf hasen'e
yakındır."
III-
Rivâyetleri Zayıf Olan Kitaplar:
1-
Ukeylî'nin ed-Du'afâ'daki rivayetleri 2- İbnu Adiy'in el-Kâmil'ndeki
rivayetleri, 3- el-Hatîbu'l-Bağdâdî'nin, Tarîh, el-Câmi, el-Bücelâ...
gibi kitaplarındaki riâyetleri, 4- İbnu Asâkir'in Tarîhu'd-Dımeşk'indeki
rivayetler 5- Hakîmu't-Tirmizî'nin Nevâdiru'l-Usûl'ündeki hadîsler 6-
El-Hâkim'in Târih'indeki hadîsler, 7- İbnu'l-Cârud'un Târih'indeki
hadîsler, 8- Deylemî'nin Müsnedu'l-Firdevs'indeki hadîsler.
Suyûti, bir hadîsi bu
kitaplara nisbet ettikten sonra, hadîsin zayıf olduğunu, ayrıca belirtmeye
hâcet kalmadığını söyler.
Dikkat 1:
Suyûti, bu açıklamayı yaptıktan sonra Cem'u'l-Cevâmi'yi tertibte baş vurduğu
-tamamı seksene yaklaşan- diğer kitaplar hakkında bilgi sunmaz. Ancak, az sonra
kaydedeceğimiz Dehlevî'nin taksimâtından da bilistifade şu söylenebilir: Geriye
kalan kitapları, yukarıda kaydettiğimiz ilk iki tabakaya koymamız mümkün
değildir. Bunlar ya bu üçüncü tabakada mütâlaa edilerek hepsinin hâkim
vasıflarının "zayıf" olduğu kabul edilir veya burada zikredilenlere
nazaran daha da zayıf dördüncü bir mertebe teşkîl ettikleri kabul edilir. Ancak
bunların genel vasfı vaz"dır, "butlân"dır demek mümkün değildir,
bu Suyûti'yi kendi adımıza konuşturmak olur.
Dikkat 2:
Kütüb-i Sitte'den Tirmizî ve Nesâî'nin yukarıdaki tâdadda zikredilmemeleri
dikkat çekicidir. Bu bir zühûl mü, yoksa kasıt mı bilemiyoruz, ama bu
açıklamada bir eksikliktir. Şurası muhakkak ki bu iki süneni üçüncü tabakada
mütalaa etmek mümkün değildir. Her ikisini de birinci tabakada mütâlaa edemesek
bile Nesâî'yi birinci, Tirmizî'yi de ikinci tabakada mütalaa etmemiz mümkündür.
Her ikisini üçüncü tabakaya dâhil etmek hiç muvafık olmaz. Suyûti'nin burada
tam bir tesebbüt ve dikkatle hareket etmediğini gösteren bir diğer emâre, bir
kısım âlimlerce de sıhhat durumu takdîr edilen İbnu Huzeyme'nin Sahîh'inden hiç
söz etmemesidir.[390]
Dehlevî'ye
Göre Hadîs Müellefâtı'nın Tabakâtı:
Hindistan'ın yetiştirdiği
hadîs âlimlerinden Ahmed İbnu Abdirrahîm İbni Vecîhi'd-Dîn ed-Dehlevî (ki Şâh
Veliyullah diye şöhret bulmuştur ve 1114/1704-1176/1762 yılları arasında
yaşamıştır), hadîs sâhasında yazılmış rivâyet kitaplarını sıhhat durumlarına
göre bir derecelemeye tâbi tutar. Kendinden sonra gelen âlimlerce umumiyetle
benimsenen bu derecelemeyi bilmede fayda var. Ona göre bütün te'lîfat beş
tabakaya ayrılır:
Birinci Tabaka:
Bütün muhtevası kesinlikle sahîh olan kitaplar tabakası. Burada üç kitap
vardır: Buhârî ve Müslim'in sahîhleri ile İmâm Mâlik'in Muvatta'sı.
Muhaddisler, bu kitaplarda yer alan hadîslerin sıhhatinde ittifak ederler[391].
İkinci Tabaka:
Bunlar, sıhhatte Sahîheyn ve Muvatta'nın derecesine ulaşamazlar, fakat onları
tâkip ederler. Bunların müellifleri güven, adâlet, hıfz ve hadîs ilimlerinde
tebahhur'la (derin ilim) tanınmış kimselerdir. Bunlar, nazarlarında, bir
hadîsin sahîh olması için koydukları şartlardan taviz vermemişlerdir. Bunların
eserlerini, kendilerinden sonra gelen alimler itiraz etmeden kabul ettiler.
Muhaddisler ve fakîhler, her asırda bunlara itina ve alâka gösterdi. Böylece
ümmet arasında meşhur olan bu eserlerin garib kelimeleri şerhedildi, râvileri
birer birer incelendi, rivâyetlerinde mevcut olan ahkâm ortaya çıkarıldı.
İslâmi ilimler bu kitapların, hadîsleri üzerinde kuruldu.
Bu tabakaya şu kitaplar
girer: Sünenu Ebî Dâvud, Câmi'u't-Tirmizî, Müctebâ'n-Nesâî, Müsnedu Ahmed İbni
Hanbel [392].
Üçüncü Tabaka:
Bu tabakaya, Buhârî ve Müslim'den önce, sonra veya zamanlarında câmi, müsned ve
musannaf adları verilerek telif edilen hadîs kitapları girer. Bu telifler
sıhhatçe farklı her çeşit rivâyeti cemetmişlerdir: "Sahîh, hasen, zayıf,
ma'nît, garîb, şâz, münker, hata, sevâb, sâbit, maklûb beraberce onlarda yer
alır. Bu rivâyetler ulema nezdinde "hiç bilinmez" denmese de (önceki
tabakada yer alan rivayetler gibi) yeterli derecede şöhrete ermemişlerdir.
Bunların münferîd rivâyetlerine fukaha hiç eğilmemiştir. Muhaddisler, bu
rivayetlerin hangisi sahîhtir, hangisi zayıftır, ciddî bir incelemeye tabi
tutmamıştır. Keza dilciler, onlardaki garîb kelimeleri şerhe yeltenmemiş,
fakîhler selefin mezhebini onlarda aramamış, hadîsçiler, müşkillerini çözmeyi
düşünmemiş, tarihçiler de bu kitaplardaki rivâyetlerin râvilerini
araştırmamıştır. Bunu söylerken araştırmayı ileri götüren (müteammik) müteahhir
ulemayı kastedmiyorum, sözüm ehl-i hadîsin mütekaddim imamlarıyla ilgilidir. Şu
halde bu üçüncü tabakada yer alanlar, onların tetkîk nazarlarının dışında
kalmışlardır. Ebu Ali, Abd İbnu Humeyd ve et-Tayâlisî'nin müsned'leri,
Abdurrezzâk ve Ebu Bekr İbnu Ebî Şeybe'nin musannaf'ları, el-Beyhakî, et-Tahâvî
ve et-Taberânî'nin bütün kitapları bu gruba girer.
Bu müelliflerin,
eserlerini te'lifteki asıl gayeleri, buldukları rivâyetleri cem etmekti, onları
telhîs, tezhîb ve amel yönünü araştırmak değildi.
Dördüncü Tabaka:
Bunlar, uzun asırlar sonra, ilk iki tabakada bulunmayan rivâyetleri cemetmek
maksadıyla ortaya konmuş kitaplardır. Asıl mühim olanı bu rivâyetlerin
muhtevasıdır:
a)
Bu rivâyetler, bâzan gözden kaçıp sağda solda gizli kalmış mecmu'a ve
müsnedlerde yer alıyordu. Dördüncü tabaka müellifleri onları ortaya çıkarıp
neşrettiler.
b)
Bâzen da, muhaddislerin itibar edip rivâyetlerini yazmadıkları kimselerin
dillerinde idi; konuşurken fazlaca mübalağaya kaçan vâizler, ehlü'l-ehvâ ve
hali, rivâyeti alınamayacak kadar zayıf olan kimseler gibi.
c)
Söz konusu rivâyetlerin bir kısmını sahâbe ve Tâbiîn'in âsârı, Beni İsrâil'le
ilgili ahbâr veya hükemânın kelamı teşkil ediyordu. Râviler bunları, bilerek
veya bilmeyerek Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın sözleriyle karıştırmış
idi.
d)
Bu rivâyetlerin, Kur'ân-ı Kerîm'in âyetlerinde ve sahîh hadîste muhtemel olan
mânalar olup rivâyet ilminin inceliklerini bilmeyen sâlih kimseler tarafından
hadîs-i bilmânâ şeklinde rivâyet edilmişler ve bu rivâyetler de Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'a nisbet edilmişlerdi.
e)
Bazan da Kur'ân ve hadîsin işârî mânâlarından çıkarılmış mefhûm mânaların amden
müstakil müsned bir hale konmuş şeklidir.
f) Bazan
muhtelif hadîslerde dağınık cümleler halinde yer alan ifadeler bir araya
getirilip tek bir tertibe sahip tek bir hadîs haline konmuştur.
Bu çeşit rivâyetler şu
kitapların muhtevâsında yer alır: İbnu Hibbân'ın Kitâbu'd-Duafâ'sı, İbnu
Adîyy'in el-Kâmil'i, Hatîbu'l-Bağdâdî, Ebu Nu'aym el-İsfehânî, el-Cûzekânî,
İbnu Asâkir, İbnu'n-Neccâr ve ed-Deylemî'nin bütün kitapları.
Müsnedu'l-Havârizmî de bu tabakadan olayazdı.Bu tabakanın en iyisi zayıf ve
muhtemel derecesindedir, en kötüsü de mevzu veya şiddetli münkerlik taşıyan
maklûbtur.
Bu tabaka,
İbnu'l-Cevzî'nin Kitâbu'l-Mevzuât'ının hammaddesini teşkîl eder.
Beşinci Tabaka:
Bu gruba giren rivâyetler de muhtelif kısımlara ayrılır:
a) Bir kısmı fakîhler,
sufiler, tarihçiler vs. nezdinde meşhur olup, dillerinde dolaşan rivâyetlerdir,
kaydedilen dört tabakada her hangi bir asılları yoktur.
b) Bir kısmını da dininde
laübali, bilgili kimseler uydurmuştur. Cerhi mümkün olmayan kuvvetli bir
senetle, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan sudûru akla uzak gözükmeyen
bir söz getirir ve böylece İslâm Dini'ne büyük bir musibetin gelmesine sebep
olur. Buna karşı harekete geçen mütehassıs hadîsçiler, başka rivayetler
getirerek bunlardaki örtüyü kaldırıp, körlüğü giderirler.[393]
Netice Olarak:
Birinci ve ikinci tabakaya
muhaddisler itimad etmişlerdir. Onların amel ettikleri hadîsler, bu tabakaya
giren kitaplardaki rivâyetlerdir.
Üçüncü tabakanın
rivâyetleri ile amel etme veya onları değerlendirme işi hadîslerin illetlerini
iyi bilen, râvilerin isimlerini yakinen tanıyan ihtisâs ehline aittir. Bu
kitaplardan mütâbaât ve şevâhid olarak faydalanılabilir, o kadar. "Allah
her şey için bir ölçü tayin etmiştir" (Talak, 3).
Dördüncü tabakayı
cemetmek, ondan istinbatta bulunmak, müteahhir ulemanın bir derinleşme
(taammuk) yoludur. Gerçek şu ki, ehl-i bid'a denen Mutezile ve Râfıza gibi
çeşitli sapık mezheplere mensup olanlar, bu tabakaya giren kitaplardan, en
küçük bir itinaya bile yer vermeden, mezheplerini destekleyen rivâyetler
derleyebilmektedirler. Ancak bu kitaplardan hususî görüşlere yardım ve destek
sağlamak hadîsle delil getirmeyi esas alan ulemâ nezdinde sahîh ve makbul
değildir".[394]
4- TEHZÎBU'S-SÜNNE
TEHZÎB
DEVRİ:
Hadîs tarihiyle meşgul
olanlar üçüncü asırdan sonra gelen dönemi kısaca tehzîb devri diye tavsîf eder.
Bu devre, dördüncü hicrî asırdan günümüze kadar olan uzun bir dönemi içine
alır. Bu kadar uzun bir zaman diliminin aynı safha olarak mütâlaası
yadırganmamalıdır. Çünkü, üçüncü asırdan sonra yapılan hadîs çalışmalarının
-bir kaçı müstesna- hemen hepsi orijinaliteden uzaktır ve daha önce ortaya konmuş
olan eserlerin üzerine yapılmıştır. Nitekim önceki üç asrın her birinde,
tabiatı farklı çalışmalar yapıldığı için müstakil safhalar olarak
değerlendirilmişti. Burada da durum aynı. Pek çok asır geçmesine rağmen yapılan
çalışmalar özde aynı kalmış, hammadde olarak, üçüncü asra kadar ortaya konmuş
olan eserleri alıp onlar üzerinde çalışmalar yapmıştır.
Mevcut bir eserin üzerine
-ne çeşitten olursa olsun- yapılan müteâkip çalışmaya tehzîb çalışması
denmiştir. Tehzîb, lügat olarak, fazlalıkları atarak ıslâh etmek, temizlemek,
daha güzel, daha mükemmel kılmak gibi mânalara gelir. Öyle ise, te'lif edilmiş
hadîs kitapları üzerine yapılmış olan tehzîb işlerini şöyle sayabiliriz:
* Cem çalışmaları:
Farklı kitapları birleştirmek gibi,
* Mukârene çalışmaları:
Farklı kitapları karşılaştırmak,
* Zevâid çalışmaları: Bir
kitaba (veya kitaplara) diğer bir kitabın (veya kitapların) ziyade hadîslerini
çıkarma,
* İhtisar çalışmaları:
Bir kitabın mükerrer hadîslerini, senedlerini atarak özetleme çalışması,
* İstidrak çalışmaları:
Bir kitabın şartlarına uyan hadîsleri derleme,
* İstihrac çalışmaları:
Bir kitaptaki hadîsleri, kitabın müellifiyle, müellifin şeyhinde veya daha
yukarıda birleşmek şartıyla başka senetlerle bulup çıkarma çalışmaları,
* Tahrîc çalışmaları:
Bir kitapta geçen hadîsleri kaynak kitaplarda bulup çıkarma,
* Şerh çalışmaları:
Her hangi bir hadîs kitabını rical, ahkam, lügat vs. yönleriyle açıklama
çalışması.
* Rical çalışmaları:
Herhangi bir hadîs kitabının (veya kitaplarının) râvilerini inceleme, sika,
zayıf, müdellis, kezzâb râvilerin tanıtıcı eserler verme çalışmaları,
* Lügat (garîbu'l-hadîs)
çalışmaları:
Hadîslerde geçen anlaşılması zor (garîb) kelimeleri açıklama çalışmaları,
* Cüz (cezâ) çalışmaları:
Muayyen konulardaki, muayyen vasıflardaki hadîsleri bir araya getirme, belli
sayılarda hadîs ihtiva eden derlemeler yapma vs. çalışmaları,
* Hadîs ağırlıklı
te'lifler,
* Mevzû hadîsler üzerine
te'lifler,
* Meşhur hadîsler üzerine
te'lifler,
* Hadîs bulmada yardımcı
kitaplar:
Aranan hadîsleri bulmada kolaylık sağlayan rehber kitaplar.Dördüncü devre
içerisinde yapılan bu çalışma çeşitlerini daha da artırmak mümkündür. Maksadı
ifâdeye kafi geldiği için bu kadarı ile yetiniyoruz. Şimdi bunlara bâzı
örnekler vererek bu safhayı daha yakından tanıtacağız.[395]
1-
Cem Çalışmaları:
Bu, birden fazla kitabın
hadîslerini yeni ve tek bir nüsha halinde ortaya koyma işidir. Bu, bazan daha
hususî eserleri birleştirmek suretiyle yapılır, bazan da umumî eserleri
birleştirmek suretiyle yapılır.
Hususî birleştirmelere en
güzel örnek Buhârî ve Müslim'in hadîslerini birleştirmeye yönelik
çalışmalardır, el-Cem'u Beyne's-Sahîheyn adı altında pek çok eserler te'lîf
edilmiştir. El-Hasan İbnu Muhammed es-Sâğânî' (650/1252) -eseri
Meşâriku'l-Evvari'n-Nebeviyye adını taşır-, Ebu Abdillah Muhammed İbnu Ebî Nasr
Fettûh el-Humeydî (488/1098), Muhammed İbnu Hüseyn İbni Ahmed el-Ensârî
el-Merî'nin (582) eserleri gibi.
Hususî cem'e giren mühim
te'lifler'den biri Ebu's-Seâdât Mecdü'd-Dîn el-Mubârek İbnu Ebî'l-Kerem
Muhammed İbnu Muhammed İbni Abdilkerim İbni Abdi'l-Vâhid es-Şeybânî'ye aittir.
İbnu'l-Esir diye de meşhur olan bu zatın vefat târihi 606/1209'dur. Buhârî,
Müslim, Muvatta, Ebu Dâvud, Tirmizî ve Nesâî'den müteşekkil altı kitabı
Câmi'ul-Usûl adıyla birleştirmiştir.
Aslında, vefatı 535/1140
olan Rezîn İbnu Muâviye'nin eserinin yeni ilâveler ihtiva eden bir tehzîbi olan
Câmi'u'l-Usûl'ü pek çokları ihtisar ve tehzîb ederek daha muhtasar yeni eserler
ortaya koymuşlardır: Şerefü'd-Dîn Ebu'l-Kâsım Hibetullah İbnu Abdirrahîm
el-Hamevî (738/1337), Muhammed Tâhir el-Fetenî el-Hindî es-Sıddîkî... gibi.
Bunlardan en ziyâde tutunanı Vecîhü'd-Dîn Abdurrahmân İbnu Ali İbni Muhammed
İbni Amr'ın (944/1537) eseridir. İbnu Deybe' diye meşhur olan bu zatın eserinin
ismi Teysîru'l-Vüsûl ilâ Câmi'il-Usûl adını taşır. Şerhini yapacağımız eser
işte bu kitaptır.[396]
1- Cevami'u'l-Âmme:
Cevami'u'l-Âmme de denen
umumî cem kitaplarına gelince; bunlar, Sahîheyn ve Kütüb-i Sitte'nin dışına
çıkarak başka eserleri de birleştirmeyi gaye edinen eserlerdir:
Mesâbîhu's-Sünne, Cem'ul-Cevâmi, Câmi'u'l-Mesânîd ve'l-Elkâb, Câmi'u'l-Mesânîd
ve's-Suneni'l-Hâdi Li-Akvami Sünen...
Bunlardan en eskisi
Mesâbîhu's-Sünne'dir, Hüseyin İbnu Mes'ûd el-Begavî (516/1122) te'lîf etmiştir.
Sıhâh ve hısân hadîslerden 4484 adedini cemeder. Bunlar günlük hayatta sıkça
temas edilen meselelerle ilgilidir. Sıhâh tabiriyle Sahîheyn hadîslerini, hısân
tabiriyle de Ebu Dâvud, Tirmizî gibi, diğer muteber kitapların hadîslerini
kasteder. Eserde zayıf ve garîb olanlar belirtilir, münker ve mevzu olanlara
hiç yer verilmez.
Ulema bu esere, güvenilir
oluşu ve bir de günlük ihtiyaca cevap vermesi sebebiyle, fazlaca alaka
göstermiş, çeşitli şerhlerini yapmıştır. Muhammed İbnu Abdillah el-Hatîb
et-Tebrizî (v. 737/1336'dan sonra) de tehzîb ederek ilâvelerde bulunmuştur. Ayrıca
hadîsi rivayet eden sahâbiyi, hadîsin alındığı kitabı belirtmiştir. Bu yeni
eserin adı Mişkâtu'l-Mesâbîh'dir. Muhtelif şerhleri vardır. En meşhur şerhi
Aliyyü'l-Karî'nin Mirkâtu'l-Mesâbîh Şerhu Mistâki'l-Mesâbîh'dir. Matbudur.
Câmi'u'l-Mesânîd ve'l-Elkâb'ı,
Ebu'l-Ferec Abdurrahmân İbnu Ali el-Cevzî (597/1200) te'lif etmiş, bunda
sahîheyn, el-Müsned ve Tirmizî'yi cemetmiştir.
Câmi'u'l-Mesânid
ve's-Sünen'il-Hâdi li-Akvami's-Sünen-i İsmâil İbnu Ömer el-Veşî (774/1372)
te'lif etmiştir. İbnu Kesîr diye de meşhur olan müellif bu eserinde Kütüb-ü
Sitte, Ahmed İbnu Hanbel, Bezzar ve Ebu Ya'lâ'nın "Müsned"lerini ve
Teberânî'nin el-Mu'cemu'l-Kebîr'ini birleştirmiştir. [397]
2- Cem'u'l-Cevamî:
Cevâmi'u'l-Amme grubuna
giren cem kitapların en câmisi ve en genişi olması ve ayrıca, arkadan
tanıtacağımız Câmi'u's-Sağîr ve Kenzu'l-Ummâl gibi matbu ve müminlerin
ellerinde mevcut ve mütedâvil bazı kitapların da dayanağı ve kaynağı olması
sebebiyle bu kitap hakkında genişçe bilgi verip tanıtacağız. Görüleceği üzere
arkadan tanıtacağımız mezkur kitaplarının muhtevasını, sıhhat durumunu
kavramak, öncelikle Cem'u'l-Cevâmî'nin yeterince bilinmesine bağlıdır.
Cem'u'l-Cevâmî, eş-Şeyh
el-Hâfız Celâleddin Abdurrahmân İbnu Ebî Bekr es-Suyûtî (v. 911/1505)
tarafından te'lîf edilen bu eserin diğer adı el-Câmiu'i-Kebîr'dir. Müellif
Suyûtî (rahimehullah), el-Câmiu's-Sağîr'in mukaddimesinde, Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in bütün hadîslerini bir kitapta toplamak maksadıyla
Cem'u'-Cevâmi'yi te'lîfe karar verdiğini belirtir. Muhakkik âlimlerin ifâde
ettikleri üzere, böyle bir çalışmayı yapmak mümkün değildir. "Bütün
hadîsler" tâbirinden Suyûtî merhûmun maksadının "kendi muttali olduğu
hadîsler" olması gerektiği tebârüz ettirilmiştir. Her hâl u kârda merhûm,
ömrünün bu işe yetmeyeceğini anlayarak, bir müddet sonra, çalışmayı yarıda
kesmiş gerçekleştirdiği kısımdaki hadîsleri ihtisar ederek el-Câmiu's-Sağîr'i
ortaya koymuştur. Daha sonra yine aynı eserden ihtisar sûretiyle
Ziyâdetu'l-Câmi adıyla ikinci bir kitap daha çıkarmıştır.
Bâzı kaynaklarda
Cem'u'l-Cevâmi'nin bu hâliyle 100.000 civarında merviyâta şâmil olduğu ifâde
edilir. Ancak bu tahminin gerçeği ifâdeden oldukça uzak kaldığı
anlaşılmaktadır. Zira, eserin değişik bir tertibinden ibâret olan
Kenzu'l-Ummâl'in 1978 Haleb baskısında -ki hadîsler sırayla müteselsilen
numaralanmıştır- 46624 hadîs mevcuttur.
Suyûtî, hadîsleri
Cem'u'i-Cevâmi'de iki ana bölümde tertîblemiştir. Birinci Bölümde
(el-Kısmu'l-Evvel) Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in kavlî sünnet'ini
yani sözlerini, hadîsin ilk kelimesini esas alarak alfabetik sıraya göre tanzîm
etmiştir. İkinci Bölümde (el-Kısmu's-Sâni) ise, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın fii'lî sünnet'ini yâni, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
davranış ve sözlerine veya bir sebebe veya kendisine yapılan bir müracaat gibi
zât-ı risâlet penâhîleri ile ilgili olarak yapılmış olan rivâyetleri
toplamıştır. Bu ikinci kısımda rivâyetler, rivâyeti yapan sahâbe isimlerine
göre tertîb edilmiştir. Yâni, müellif, Aşere-i Mübeşşere'yi en başta kaydettikten
sonra, diğer sahâbeleri, isimlerine göre, alfabetik sıraya koyar. İsimler
kısmını aynı şekilde künyeler kısmı, bunu da mübhem olanlar kısmı, mübhemleri
de kadın Sahâbelerin isimleri tâkib eder. En sonda da mürsel rivâyetler yer
alır.
Suyûtî bu eseri te'lîf
ederken çok miktarda kitap mütâlaa etmiştir. Kenzu'l-Ummâl'de kaydedilenler
tedkîk edilince bu kaynakların 80'e yaklaştığı görülür.
Bu mecmûada sahîh, hasen
ve zayıf hadîsler bulunduğu gibi zaafı şiddetli (şedîdü'z-zaaf ve hattâ mevzu
(uydurma) olan hadîsler de mevcuttur. Bizzât Suyûtî, mukaddimesinde yaptığı
kıymetli bir açıklama ile, hangi kitaplara nisbet edilen hadîslerin sahîh,
hangilerine nisbet edilenlerin sahîh ve zayıf ve hangilerine nisbet edilenlerin
de zayıf addedilmesi gerektiğini bildirir. Bu hususla ilgili gerekli
açıklamayı, Hadîs Müellefâtının Tabakâtı adlı başlık altında sunduğumuz için,
burada tekrar etmeyeceğiz.[398]
3- El-Câmi'u's-Sağîr:
Eş-Şeyh el-Hâfız
Celâleddin Abdurrahmân İbnu Ebî Bekr es-Suyûtî (v. 911/1505) tarafından te'lîf
edilen bu eserin tam adı el-Câmi'u's-Sağîr min Hadîsi'l-Beşîri'n-Nezîr'dir. Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in vecîz (kısa) olan bir kısım hadîslerini,
rivâyetlerin ilk kelimesindeki harfleri esas alarak alfabetik sıraya göre
tanzîm eder. Alfabetik tanzîmde hadîslerin metni esas alındığından senetlerin
atılmış olacağı açıktır. Ancak, hadîs kaydedildikten sonra, bunu Ashâb'tan kim
rivâyet etmiş ise onun ismi zikredilir. Hadîsin sonunda ayrıca, sıhhat durumu
ve alınmış olduğu kaynak(lar) bâzı rümûzlarla belirtilir. Kitapta
rastlıyacağımız rümûzların nelere delâlet ettiği ise, eserin Mukaddime kısmında
bize müellif tarafından belirtilir.
El-Câmiu's-Sağîr'i Suyûtî,
Cem'u'l-Cevâmi -diğer adıyla el-Câmiu'l-Kebîr- adlı eserinden telhîs etmiştir.
Müellifimizi bu ihtisârı yapmaya sevkeden husus, Cem'u'l-Cevâmi'yi te'lîfi
planlarken kendisine seçmiş olduğu hedefin zorluğudur: El-Câmiu's-Sağîr`in
mukaddimesinde belirttiği üzere, müellif, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'e nisbet edilen bütün hadîsleri, Cem'u'l-Cevâmi'de alfatebetik
sırayla toplamak istemiştir. Şârih Münâvî'nin de belirttiği gibi, böyle bir
çalışma hemen hemen mümkün değildir. Çalışmaları ilerleyince, bu işe ömrünün
vefa etmiyeceğini bizzât Suyûtî de anlayarak, Cem'u'l-Cevâmi'yi belli bir
noktada bırakır ve el-Câmiu's-Sağîr'i telîf etmek üzere onu ihtisar eder.
Kitabın mukaddimesinde
belirttiği üzere Suyûtî, Cem'u'l-Cevâmi'nin hadîslerini seçerken, hadîslerin
vecîz (kısa) olanlarına ve bilhassa sıhhat durumuna dikkat eder; zaafı şiddetli
olan, yâni hadîs uydurmak veya Hz. Peygamber (aliyhissalâtu vesselâm) hakkında
yalan söylemek gibi bir itham yemiş râvilerin, rivâyette yalnız kaldıkları
(teferrüd ettikleri) hadîsleri kitaba almaz. Hadîslerdeki mezkûr sıhhat
sebebiyle eserin, bu nevde yazılmış olan el-Fâik ve eş-Şihâb gibi diğer
eserlere üstünlük kazandığını bizzat Suyûtî ifâde etmeyi ihmal etmez ki,
ümmetin göstereceği alâka bu iftihârı te'yîd edecektir. (Burada geçen
el-Fâik'in Abdullah İbnu Ğânîm'in el-Fâik fi'l-Lafzı'r-Râik kitabı, eş-Şihâb'ın
da Kadı Ebû Abdillâh Muhammed İbnu Selâm el-Kudâî'nin eş-Şihâb'ı olduğu tahmîn
edilmektedir).
Muhakkikler, Suyûtî'nin bu
iddiasına rağmen el-Câmiu's-Sağîr'de bütün hadîslerin sahîh olduğunu kabûl
etmezler. Sahîh ve hasen hadîslerin yanında zayıf hadîslerin de varlığına
dikkat çekerler. Şârihler -ve bilhassa Münâvî, Feyzu'l-Kadîr adlı şerhinde-
hadîslerin sıhhat durumlarını belirtmeyi ihmal etmezler.
El-Câmiu's-Sağîr,
havas, avam, âlim vs. her sınıfa mensup müslümanlar tarafından büyük bir alâka ve
rağbete mazhar olmuştur. Bu durum eseri, Suyûtî'den sonra te'lîf edilen
tasavvuf, tefsîr, ahlâk, âdâb gibi dinî edebiyâtın her çeşidine alınan
hadîslere ana kaynak kılmıştır. Bu sebeple eski metinlerde rastlanan hadîslerin
kaynağını bulma, sıhhat derecesini anlama ihtiyâcı duyulduğu zaman ilk
başvurulacak kitap durumundadır.
Hadîsler
numaralanarak Münâvî'nin şerhiyle birlikte yapılan baskısına göre, içerisinde
10031 adet hadîs mevcuttur.
El-Câmiu's-Sağîr'e
birçok şerhler yapılmıştır -ki bunlardan bir kısmı Keşfu'z-Zünûn'da
görülebilir-, en değerli şerhi Abdurrauf el-Münâvî'nin Feyzu'l-Kadîr adlı
şerhidir.
El-Câmiu's-Sağîr'de
hadîs arayacakların şu noktayı da bilmesi gerekir: Kitabın tertîbi alfabetik
esâsa göre olmakla berâber, her defasında bu prensibe tam olarak riâyet
edilmemiştir. Zaman zaman takdîm ve te'hîrlere rastlanmaktadır.[399]
4- Ziyâdetü'l-Câmi:
Suyûtî,
el-Câmiu's-Sağîr'in te'lîfini tamamladıktan sonra hemen hemen aynı hacim ve
tertipte olmak ve aynı rümûzları kullanmak sûretiyle buna bir de Ziyâde
hazırlamış ve bu yeni eserine Ziyâdetu'l-Câmi adını vermiştir. Yûsuf
en-Nebhânî'nin tâdadına göre, bu ikinci eserde 4440 hadîs mevcuttur. Nebhânî,
bu eserde yer eden hadîslerin bir kısmını Miftâhu's-Seâde bi-Şerhî'z-Ziyâde adı
altında Münâvî'nin şerhetmiş bulunduğuna dâir açıklamasını gördüğü halde,
mezkûr esere muttali olamadığını da kaydeder.
Suyûtî merhûm, gerek
el-Câmiu's-Sağîr'e ve gerekse Ziyâde'sine aldığı hadîsleri Cem'u'l-Cevâmi'nin
"Kısmu'l-Akvâl" bölümünden ihtisar etmiştir. Ancak, el-Müttakî
el-Hindî'nin Kenzu'l-Ummâl Mukaddime'sinde kaydettiğine göre,
el-Câmiu's-Sağîr'de ve gerekse Ziyâde'sinde Cem'u'l-Cevâmi'de bulunmayan bir
kısım hadîsler mevcuttur. Demek oluyor ki, Suyûtî bu eserleri hazırlarken,
Cem'u'l-Cevâmi dışında başka kaynaklara da başvurmuştur.[400]
5- El-Fethu'l-Kebîr:
Gerek el-Câmiu's-Sağîr ve
gerekse Ziyâdetu'l-Câmi, yakın zamana kadar iki ayrı eser olarak tedâvül etmiş
ise de, vefatı 1350/1932 olan el-Ezher ulemâsından Yûsuf İbnu İsmâil en-Nebhânî
merhum, bunları alfabetik sıraya göre birleştirerek tek kitap hâline
getirmiştir. Ortaya çıkan bu yeni eserin adı "el-Fethu'l-Kebîr fî
Zammi'z-Ziyâdâti ilâ'i-Câmii's-Sağîr"dir.Bu kitapta, en-Nebhânî, ziyâde
hadîslerin diğerlerinden tefrîki için bunların başında ze harfi ile rümûz koymuştur.
Hâlen matbû olan
el-Fethu'l-Kebîr, ihtiva ettiği 15 bin civarındaki hadîsleriyle
el-Câmiu's-Sağîr'den çok daha istifâdeli bir durumdadır.
El-Câmiu's-Sağîr'le
alâkalı mütemmim açıklamalar için Cem'u'l-Cevâmi ve Kenzu'l-Ummâl maddelerine
de bakılabilir.[401]
6- Kenzu'l-Ummâl:
Pek çok eseri birleştirmiş
durumda olan Cem'u'l-Cevâmi, kullanış yönünden oldukça kusurludur. Zira bir
hadîsten istifâde edebilmek için, kavlî ise baş kısmını, fi'lî ise râvisini
bilmek gerekmektedir. Bu ise nâdir kimselerin imtiyâzıdır. İşte bu durumu göz
önüne alan eş-Şeyh Alâeddin Ali İbnu Hüsâmeddin Abdülmelik İbni Kadı Hân
el-Hindî -ki el-Müttakî diye meşhurdur (v. 975/1567), bu değerli kitabın
hadislerini, istifâdesi kolay hâle koymak için, fıkhî mevzularına göre yeni
baştan tanzime tâbi tutarak Kenzu'l-Ummâl fi Süneni'l-Akvâl ve'l-Ef'âl adı
altında 16 ciltlik eserini meydana getirir.
Henüz tabedilmemiş olan
Cem'u'l-Cevâmi'nin değişik tertible basılmış şekli durumunda olan
Kenzu'l-Ummâl'ı bu vesîle ile kısaca tanıtmakta fayda var:
Kenzü'l-Ummâl, alfabetik
sıraya göre tertiplenen fıkhî bablara ayrılır. Şu halde Cem'u'l-Cevâmi'nin
içinde dağınık şekilde yer etmiş olan, bir mevzu ile alâkalı bütün hadîsleri bu
yeni kitapta bir arada bulmak mümkündür. Ancak Kenzu'l-Ummâlde hadîslerin üç
grup hâlinde verildiğini bilmeliyiz:
Birinci Grup Hadîsler:
Bunlar bir babta ilk defa zikredilen hadîslerdir ki Kısmu'l-Akvâl başlığı
altında sunulur. Bu grubta kaydedilen hadîsler el-Câmiu's-Sağîr ile
Ziyâdetü'l-Câmi'den alınan hadîslerdir. Bunlar vecîz (kısa) olan kavlî
hadîslerdir. Bu hadîsler bizzât Suyûtî'nin yaptığı açıklamaya göre sıhhatçe
üstün olan hadîslerdir.
İkinci Grup Hadîsler:
Bunlar "el-İkmâl" başlığı altında sunulan hadîslerdir. Bunlar da Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in kavlî sünnetidir, yâni sözleridir, ancak
Cem'u'l-Cevâmi'nin el-Câmiu's-Sağîr ve Ziyâdetü'l-Câmi'ye alınmamış olan
hadîslerdir. Sıhhatçe öncekilerden düşük olduğu için el-Müttakî bunları ayrıca
vermeyi uygun görmüştür.
Üçüncü Grup Hadîsler:
Bunlar Cem'u'l-Cevâmi'nin Kısmu'l-Efâl adını taşıyan bölümünde yer alan Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in fi'lî sünnetlerini teşkîl eder. Yani bir
babla ilgili fi'lî hadîsler Kısmu'l-Ef'âl başlığı altında sunulmaktadır.
Bu durumda bir bâbla
(mevzu ile) ilgili hadîslerin tamamını görmüş olmak için, o babta bu üç
başlıkla gelen hadîslerin hepsini tedkîk etmek gerekecektir. Şunu da belirtelim
ki, her babta bu üç kısımla ilgili hadîs bulunmayabilir. Sözgelimi, her babta
kısmu'l-ef'âl mevcut değildir.
Hadîslerin sıhhat durumu
hususunda bu kaydettiğimiz tertip şekli kaba bir bilgi vermekten başka,
yukarıda kısmen kaydetmiş bulunduğumuz Suyûtî tarafından belirtilmiş olan
"hadîslerin alınmış olduğu kaynakların umûmî vasıflarına göre yapılacak
değerlendirme" prensibi de mûteberdir. Kitabın mukaddime kısmında bu
açıklama etraflıca görülmelidir.
Bu kitap, ihtiva ettiği
46624 aded hadîsiyle, yeryüzünde matbu en hacimli hadîs mecmuası olma şerefli
imtiyazını taşımaktadır. Cenâb-ı Hakk, bu eserin ortaya çıkmasında emekleri
geçen Suyûtî ve el-Müttakî hazretlerine rahmetini bol, makamlarını cennet
kılsın, onlardan ebediyyen râzı olsun.[402]
Ahkam
Hadîslerini Cemeden Eserler:
Hadîs sâhasında ortaya
konan mühim bir grubu, ahkam hadîslerini bir araya getirmek maksadıyla yapılan
te'lîfler teşkîl eder. En mühimlerinden birkaç örnek vereceğiz:
1- Es-Sünenü'l-Kübra:
Ahmed İbnu Hüseyn
el-Beyhakî (458/1065) te'lif etmiştir. Beyhakî burada, ahkâmla ilgili ne kadar
hadîs vârîd olmuşsa hepsini bir araya getirmeyi düşünmüştür. Kütüb-i Sitte'ye
çokça ziyâdesi mevcuttur. Busîri, Fevâidu'l-Müntakî'de bu ziyadeleri bir araya
getirmiştir. Eser on cilttir ve ciltler iri boy ve hacimlidir. Eser
Hindistan'da 1346'da basılmıştır, aynı baskıdan müteâkip ofset baskılar da
yapılmıştır.
2- Müntekâ'i-Ahbâr Fi'l-Ahkâm:
Mecdü'd-Dîn Ebu'l-Berekât
Abdüsselâm İbnu Abdillah [İbnu Teymiye (652/1254) te'lif etmiştir. Müellif
Kütüb-ü Sitte ile Ahmed İbnu Hanbel'in Müsned'inde geçen ahkâmla ilgili
hadîsleri bir araya getirmiştir. Senetler atılmıştır. Hadîslerin hangi kitaptan
alındığı belirtilir, ancak sıhhat durumu veya mezheplere göre amel durumu
meskût geçilir. Kevserî, İbnu Teymiye'nin "hadîslerin nefsülemirdeki
gerçek durumuna göre "sahîh", "hasen" veya
"zayıf" diye hükmedilmeyip, zâhirine göre bu hükümlere varılmışolması
sebebiyle sıhhat durumunu belirtmediğini söyler ve bu davranıştaki inceliğin
anlaşılmadığını ileri sürer".
Ancak ulemâ, onun böyle
davranmasının eseri için ciddî bir kusur olduğunu ittifakla kabul eder. Böyle
düşünenlerden biri olan Muhammed İbnu Ali eş-Şevkânî (1250/1834)
Müntekâ'l-Ahbar'ı tehzîb ve şerhederek Neylü'l-Evtar adlı eserini vücûda
getirmiştir. Bazı tasrihat, zeyl ve açıklamalar ihtiva eden bu eser
Müntekâ'l-Ahbâr'ı kullanışlı hâle getirmiştir. Sekiz iri cilt hâlinde matbûdur.
3- El-İmâm Fî
Ahâdîsi'l-Ahkâm:
Bu eseri İbnu Dakîki'l-Îd
(702/1302) te'lif etmiştir. Ahkâmla ilgili hadîsleri cemeder. Müellif eserini
el-İmâm Fî Şerhi'l-İlmâm adıyla şerhe de başlamış ise de, şerhini
tamamlayamamıştır. Şerhi çok geniş tutmuş, Zehebî'nin tahmînine göre, ikmâle
muvaffak olsaymış eser onbeş cildi bulacakmış.[403]
2-
Zevâid Çalışmaları:
Bu, cem çalışmalarının bir
çeşididir. Bir hadîs kitabını esas alarak, bir başka kitabın (veya) kitapların
ona nisbetle ihtiva ettiği ziyâde hadîslerini cemetme işidir. Bu neve giren
çalışmada umumiyetle Sahîheyn veya Kütüb-i Sitte esas alınır. Bunlar dışındaki
herhangi bir kitabın veya kitapların ziyâde hadîsleri müstakil bir eserde
cemedilir. Meselâ, İbnu Mâce'nin Kütüb-i Hamse'ye olan ziyâde hadîslerini Ahmed
İbnu Muhammed eş-Şihâbu'l-Bûsîrî Misbâhu'z-Zücâce fî Zevâidi İbni Mace adıyla
cemetmiştir. Keza aynı Bûsîrî Beyhakî'nin es-Sünenu'l-Kübrâ'sında yer alan
Kütüb-i Sitte'ye ziyade hadîsleri Fevâidü'l-Müntakî Li-Zevâidi'l-Beyhakî adlı
eserde cemetmiştir. [404]
1-
Mecma'u'z-Zevâid:
Bu daldaki çalışmalarıyla
Nureddîn el-Heysemî (807/1404)'de meşhurdur. Bu zat, Ahmed İbnu Hanbel, Bezzâr,
Ebu Ya'la el-Mevsılî'nin "Müsned"leri ile Taberânî'nin Mu'cem'lerinde
Kütüb-ü Sitte'ye ziyâde olan hadîsleri önce müstakil te'liflerde cemeder, sonra
da bunları tekrar birleştirerek tek kitapta toplar. Bu yeni kitabın adı:
Mecma'u'z-Zevâid ve Menba'u'l-Fevâid'dir. Böylece altı meşhur kitabın Kütüb-i
Sitte'ye ziyâde olan rivayetlerini cemetmiş olan bu kitap, fıkıh bablarına göre
hadîsleri cemeder. Hadîslerde senetler atılmış, sâdece sahâbenin adı
verilmiştir. Hadîsin arkasından şu bilgiler verilir:
1-
Hadîsin rivayet edildiği kaynak(lar).
2-
Hadîsin sıhhat durumu.
3-
Hadîs zayıf ise, zaaf sebebi.
Her biri 450-500 sayfa
civarında hacme şâmil olan bu eser, 10 cilt tutar. Hadîslerin sıhhat durumunun
belirtilmesi esere fevkalade bir değer kazandırmıştır. Muhammed İbnu Ca'fer
el-Kettânî, bu eser için "Hadîs kitaplarının en faydalısıdır, daha
doğrusu, bu babta onun misli yoktur, öyle bir eser henüz te'lif
edilmemiştir" der.[405]
2- el-Metâlibu'l-Âliye:
İbnu
Hacerel-Askalânî'nindir. Sekiz "Müsned"in Kütübü Sitte'ye ziyâde
hadîslerini cemeder. Bu sekiz Müsned: İbnu Ebî Ömer el-Adenî, Ebu Bekr
el-Humeydî, Müsedded, et-Teyâlisî, İbnu Menî, İbnu Ebî Şeybe, Abd İbnu Humeyd
ve el-Hâris'in Müsned'leridir. Habîbu'r-Rahmân el-A'zâmî tarafından tahkîkli
olarak neşredilmiştir, dört cilttir.[406]
3- Cem'u'l-Fevâid Min
Câmi'i'l-Usûl Ve Mecma'i'z-Zevâid:
Ebu Abdillah Muhammed İbnu
Süleymân el-Mağribî er-Ravdânî (1094/1682) te'lif etmiştir. Bu eser Sahîheyn,
Muvatta, Sünenü Erba'a ve Mecma'u'z-Zevâid'in hadîslerini cemeder. Eser'in
hatalarla dolu 1961 Medîne baskısı vardır.[407]
3-
İhtisar Çalışmaları:
İhtisar çalışmaları hadîs
kitaplarını hacimce daraltmak, daha kullanışlı hale getirmek üzere mükerrer
hadîsleri atmak, senetleri atıp sâdece metin kısımları bırakmak üzere yapılan
çalışmalardır. Buna en güzel örnek Buhârî'nin Sahîh'inin ihtisârı olan
et-Tecrîdü's-Sarîh Li-Ehâdîsi'l-Câmi'i's-Sahîh'dir. Müellifi Şihâbü'd-Dîn Ebu'l-Abbâs
Ahmed İbnu Abdi'l-Latîf eş-Şereî ez-Zebîdî (v. 893/ 1497).
Beyhakî'nin
Şu'abu'i-İmân'ına Ebu Muhammed Abdü'l-Celîl İbnu Musa el-Kasarî'nin yaptığı
Muhtasaru Suabi'l-İmân, Târîhu'l Dımeşk'e Ebu Şâme'nin yaptığı
el-Muhtasaru's-Sağir ile, el-Muhtasaru'l-Kebîr'i, Zehebî'nin Târîhu'l-Bağdâd'a
yaptığı el-Muhtasaru'l-Muhtâc İleyhi Min Târîhi'l-Bağdâd adlı ihtisarı
gösterilebilir. [408]
4-
İstidrâk Çalışmaları:
İstidrak kelime olarak
eksiği tamamlamak, kusurunu gidermek ve hatta, tenkîd edip kusurunu göstermek
mânalarında kullanılır ise de burada, ıstılah olarak, bir müellifin şartlarına
uyduğu halde kitabına almamış bulunduğu hadîsleri müstakil bir kitapta cemetme
mânâsına gelir. Bu maksadla ortaya konan eserlere Müstedrek denir. Bilhassa
Sahîheyn için muhtelif müstedrek'ler te'lîf edilmiştir. Bunlardan en tanınmışı
Ebu Abdillah Hâkim en-Neysâburî'ye (405/1014) aittir. Adı el-Müstedrek
Alâ's-Sahîheyn ise de şöhretine binâen el-Müstedrek dendi mi bu kastedilir.
El-Hâkim, bu eserde,
Buhârî ve Müslim'in veya yalnızca Buhârî'nin ya da sâdece Müslim'in şartlarına
uyduğu halde bu iki kitapta yer almamış bulunan hadîsleri bir araya getirmeye
çalışmıştır. Ancak, muhaddisler, el-Hâkim'in, hadîslere "sahîh"
hükmünü verirken titiz davranmayıp mütesâhil yâni gevşek davrandığında, bu
sebeple pek çok hadîs hakkındaki hükmünün isâbetsiz olduğunda müttefiktirler.
Şemsüddin ez-Zehebî (v.
748/1348), el-Müstedrek'i ihtisar ederek, el-Hâkim'in hadîsler hakkında verdiği
hükümleri teker teker gözden geçirmiş, isâbetsizleri, sebebini de beyan ederek
göstermiştir. Böylece yüz civarında hadîsin "mevzu" denebilecek kadar
şiddetli zaaf taşıdığı görülmüştür.
El-Hâkim'in Müstedrek'i,
Zehebî'nin muhtasarı ile birlikte matbûdur. Muhtasar, sayfa altında hâmiş
şeklindedir.
Sahîheyn üzerine ed-Dârakutnî
(v. 385/995) ve Ebu Zerr el-Herevî de (v. 434/1042) müstedrek yapmışlardır.[409]
5-
Et-Terğîb Ve't-Terhîb:
Cevâmi'u'l-amme'ye dâhil
edebileceğimiz, bir grup te'lîf de iyi amellere teşvîk edip kötü amellerden
nehyeden, caydıran hadîsleri, muhtelif kaynaklardan seçerek cemeden
kitaplardır. Bunların en meşhuru Abdül'Azîm İbnu Abdi'l-Kavî el-Münzirî'nin (v.
656/1258) Kitâbu't-Tergîb ve't-Terhîb adlı eseridir. Eser fıkıh bablarına göre
tanzîm edilmiştir. Her bâbta önce terhîb hadîslerini, arkadan tergîb hadîslerini
kaydeder. Hadîslerin kaynağını ve gereğinde sıhhat durumlarını da beyân eder.
Mustafa Muhammed Ammâre'nin talikâtı ile tabedilmiştir (1968-Mısır).[410]
6-
İstihrâc Çalışmaları:
Tehzîb devrinde, önceki
çalışmaları zenginleştirmek maksadıyla yapılan çalışmalardan biridir. Tanınmış
bir müellifin kitabındaki hadîsleri, bu kitapta mevcut olan senedlerinden
farklı senedlerle, kitabın müellifiyle, müellifin şeyhinde veya daha
yukarılarda birleşmek şartıyla, tesbît etme ve bir kitapta cemetmeyi gerçekleştirir.
Böylece üzerine istihrâc çalışması yapılmış olan kitabın hadîsleri, başka
tarîklerden rivâyetlere kavuşarak zenginleşmiş olur. Bu yeni tarîklerde,
kitabın hadîslerindeki bazı mübhemleri izâle edecek ziyâdeler, açıklayıcı
unsurlar, ziyâde hüküm ve ifâdeler bulunabilir. Bu çeşit eserlere müstahrec
denir.
Kütüb-i Sitte
mecmuâlarından çoğu için müstahrecler yapılmıştır. Buhârî örneğinde olduğu
üzere, bâzıları üzerine birçok müstahrec yapılmıştır. Mesela Buhârî ve Müslim
üzerine el-Müstahrec alâ's-Sahîheyi'l-Buhârî ve Müslim adı altında Ebu Naym
el-İsfehânî (v. 430/1038), Ebu Zer el-Herevî, Ebu Muhammed el-Hasen İbnu Ebî
Tâlib İbnu Hallâl (439/ 1047), gibi daha bir çoklarının müstahreci var. Sırf
Buhârî üzerine Ebu Bekr Ahmed İbnu İbrahim el-İsmâîlî el-Cürcânî (v. 371/981),
Ebu Bekr Ahmed İbnu Musa İbni Merduye el-İsbehânî (v. 410/1019), vs. Sahîhu
Müslim üzerine Ahmed İbnu Seleme en-Neysâburî el-Bezzâr (v.286/899),
Ebu'l-Velîd Hisân İbnu Muhammed İbni Ahmed el-Kazvînî (v. 344/955) vs. Ebu
Dâvud üzerine Ebu Abdillah Muhammed İbnu Abdi'l-Melik İbni Eymen el-Kurtubî (v.
330/941 ), Ebu Bekr Ahmed İbnu Ali İbni Muhammed İbnu Mercûye el-İsbehânî (v.
486/1093), Tirmizî üzerine Hasen İbnu Ali et-Tûsî (v. 312/924) ve Ebu Bekr İbnu
Mercûye müstahrec yapmıştır. Keza el-Müstedrek üzerine el-Irâkî,
İbnu'l-Cârud'un Müntekâ'sı üzerine Kâsım İbnu Esbağ el-Endülüsî, Dârakutnî'nin
Sünen'i üzerine Ebu Zer el-Herevî, İbnu Hüzeyme'nin Sahîh'i üzerine
İbnu'l-Cârud müstahrec yapmıştır.[411]
7-
Rical Çalışmaları:
Rical çalışmaları esasen
ikinci asırda başlamış, üçüncü asırda en muhalled eserlerini vermiştir. Ancak
müteakip asırlarda bu çalışmalar hem daha da zenginleştirilmiş hem de
çeşitlendirilmiştir.
Sika ve zayıfa şamîl olan
kitaplar,
Sikalara şamil olan
kitaplar,
Zayıflara şamil olan
kitaplar,
Kizbi ve vaz'ıyla
tanınanlara şamil kitaplar,
Sahâbîler için müstakil
kitaplar,
Tâbiîn için müstakil
kitaplar,
Bazı kitapların râvileri
için kitaplar,
Şimdi bunlardan
mühimlerini tanıtalım: [412]
1- Sika Ve Zayıflara Şâmil
Olanlar:
Bu hususta ilk
te'lîflerden biri Kâtibu'l-Vâkidî diye mâruf Muhammed İbnu Sa'd'ın (v. 235/849)
et-Tabakâtu'l-Kübrâ'sıdır. Sahâbe, Tâbiin ve Etbauttâbiîn'den birçoklarını
inceler. Bazıları hakkında uzun, bazıları hakkında çok kısa mâlûmât verir.
Sekiz cilt olup, son cilt kadınlara tahsîs edilmiştir.
Bu gruba Halîfetu'bnu
Hayyât'ın (v.230/844), Nesâî'nin (v.303/915), Müslim İbnu'l-Haccâc'ın (261/874)
et-Tabâkat'ları, İbnu Ebî Heyseme'nin (279/892) Târih'i, Buhârî'nin
et-Târîhu'l-Kebîr, et-Târîhu'l-Evsat ve et-Târîhu's-Saği adlarını taşıyan üç
aded târihi, Ali İbnu'l-Medînî'nin sahâbe üzerine te'lifatı, İbnu Hazm diye
bilinen Hüseyin İbnu İdris el-Ensârî el Herevî'nin (301i913) Târîhî vs. girer.
Keza Ebu Ya'lâ
el-Halîlî'nin (446/1054) el-İrşâd, Hâtîbu'l-Bağdâdî'nin Târîhû'l-Bağdad,
İmâduddîn İbnu Kesîr'in (v. 774/1372) et-Tekmîl fî Esmâi's-Sikât ve'z-Zu'afâ
ve'l-Mecâhîl'i de zikredilebilir. İbnu Kesir, bu kitabında Zehebî'nin
el-Mîzan'ı ile Mizzî'nin Tahzîb'ini -bâzı yeni ilâvelerle- birleştirir.
Şemsü'd-Dîn Zehebî'nin
Mîzanu'l-İ'tidâl'ine gelince, bu da Câmi bir kitaptır, kendinden önce yazılmış
bir kısım kitapları birleştirir. Zayıf ve "zayıflık ithamına maruz
kalmış" râvilere şâmildir. Dört cilttir. Usulün bazı meselelerine yer
veren kıymetli bir mukaddimesi vardır.Zehebî'nin yirmi cilde ulaşan
Târîhu'l-İslâm'ı da burada zikredilebilir.
Ömer İbnu Ali İbnu
Mulakkîn'in (804/1401) el-Kemâl fî Ma'rifeti'r-Ricâl'i ve
Tabakâtu'l-Muhaddîsîn'i burada zikre değer. Bu ikinci eserde İbnu Mulakkin,
zamanına kadâr gelip geçmiş bütün muhaddisleri zikreder. [413]
2- Sâdece Sikalara Şamil
Olanlar:
Bu çeşit eserler
çoğunlukla Kitâbu's-Sikât diye isimlenirler. Ahmed İbnuAbdullah el-İclî'nin
(261/874), İbnu Hibbân'ın (354/965), Halîl İbnu Şâhin'in, Zeynuddin Kâsım İbnu
Katlubuğa'nın (879/1469) Kitâbu's-Sikât'ları vardır. Bu gruba, İbnu'd-Debbâğ
(546/1151), İbnu'l-Mufaddal ( ? ), Zehebî ( ? ) ve İbnu Hacer el-Askalanî
(852/1448) gibi müelliflerin Tabakâtu'l-Huffâz'ları da girer.[414]
3- Sadece Zayıflara Şamil
Olanlar:
Bunlar çoğunlukla Kitâbu'z-Zuafa
ismini taşıyan kitaplarda cemedilmiştir. Buhârî, Nesâî, Muhammed İbnu Amr
el-Ukeylî (322/933) Ebu'l-Ferec Ab-durrahmân İbnu Ali el-Cevzî (597/ 1200),
Hasan İbnu Muhammed es-San'ânî, İbnu Hibbân, Dârakutnî, Hâkim, Alaeddin
el-Mardinî, vs.'nin Kitâbu'z-Zuafâ'larını İbnu Adiy'in el-Kâmil fi
Marifeti'z-Zu'afâ'sı İbnu'r-Rumiyye diye meşhur Ebu'l-Abbas Ahmed İbnu Muhammed
el-İşbilî'nin (637/1239) buna yaptığı zeyl -ki el-Hâtil diye adlanır-, bu
sınıfa giren kitaplardır.
İbnu Hacer bütün bu
kitaplarda geçen zayıf râvileri başka kitaplardakilerle zenginleştirerek
Lisânu'l-Mizan, Takvîmu'l-Lisan, Tahrîru'l-Mîzân gibi eserlerde topluca tanıtma
yoluna gitmiştir.[415]
4- Sahabeler Üzerine
Te'lîfler:
Sahâbelerin hayatın yazan
müellifler önceleri Tâbiûn ve Etbauttâbiîn ricaliyle birlikte ayrı kitaplar
içerisinde vermişlerdir. İbnu Sa'd'ın et-Tabakâtu'l-Kübra'sı ile Buhârî'nin
et-Târîhu'l-Kebir'î gibi.
Ancak, zamanla sahâbeleri
müstakil kitaplarda cemeden müellifler olmuştur. Bu mevzuda ilk müstakil eseri
kimin verdiği kesinlikle bilinmemektedir. Ancak Tirmizî'nin Esmâu's-Sâhâbe adlı
telifinin de ilk olabileceği söylenmiştir. Ali İbnu'l-Medînî (v. 234/848),
Abdullah İbnu Muhammed İbni İsâ el-Mervezî (v. 293/905), el-Hasan İbnu Abdullah
el-Askerî (v. 382/992), Ebu Nuaym el-İsfehanî (v. 430/1038), Ebu'l-Kasım
el-Bagavî (v. 516/1122), Ebu Hafs İbnu Şâhin (v. 385/995), Ebu Hatim İbnu
Hibbân (v.354/965)... gibi pek çokları sahâbîlerin hayatı üzerine te'lifatta
bulunmuştur. Muahhar kitaplar, bunları cemetmek, bazı yanlışlıkları da tashîh
etmek suretiyle daha mükemmel eserler vermişlerdir. Halen matbu olarak
bulabileceğimiz birkaç tanesi şunlardır:
1- El-İstî'âb fî
Ma'rifeti'l-Ashâb:
Ebu Ömer Yûsuf İbnu Abdillah İbnu Muhammed İbni Abdilberr (v. 463/1070) te'lîf
etmiştir. İsminden de anlaşılacağı üzere bütün sahâbeleri bu eserde cemettiği
düşüncesi ile hareket etmiş ise de pek çok sahâbenin hayatı burada yer almaz.
Ancak kendinden öncekilere nisbetle daha mükemmeldir, Ebu Bekr İbnu Fethûn'un,
el-İstîâba büyük bir Zeyl'i mevcuttur.
2- Usdü'l-Gâbe fî
Ma'rifeti's-Sahâbe: İzzeddîn
İbnu'l-Esîr Ebu'l-Hasen Ali İbnu Muhammed el-Cezerî (v. 630/1232), te'lîf
etmiştir, yedi cilttir. Son cildinde kadın sahâbelerin hayatı işlenir. Müellif
bu eseri, kendinden önce yazılmış olan 1- Ebu Abdullah İbnu Mende (v. 301/913),
2- Ebu Nu'aym el-İsfehânî (v. 430/ 1038),
3-
İbnu Abdilberr ve Ebu Musa Muhammed İbnu Ebî Bekr İbnu Ebî Îsa el-İsfehânî'nin
(v. 581) eserlerini birleştirmek ve bunlara başka kitaplarda rastladığı ziyade
isimleri eklemek suretiyle vücûda getirmiştir. Alfabetik sırayla tanzîm
edilmiştir. İçerisinde sahâbe olmayan bir çok isimler de yer alır. Bu eser
tahkîkli olarak 1970'te mükemmel bir baskıya kavuşturulmuştur (Kahire). Bütün
isimler harekelenmiş, hayatı verilen sahâbelerle ilgili olarak kaydedilen
hadîslerin hangi kaynaklarda geçtiği gösterilmiştir.3- Şemsü'd-Din ez-Zehebî
(748/1347), Usdü'l-Gâbe'deki isimlere yenilerini ilâve etmek ve sahâbe
olmayanları belirtmek ve el-Cezerî'nin hatalarına da dikkat çekmek suretiyle
yeni bir telîfte bulundu. Eserin adı et-Tecrîd'dir.
4- El-İsâbe fî
Temyîzi's-Sahâbe.
İbnu Hacer el-Askalânî (952/1545) tarafından te'lîf edilen bu eser Ashab'ın
hayatı üzerine yapılan te'liflerin en mükemmelidir. Kendisinden önce yazılan
bütün eserleri görmüş, onların kusurlarını gidermiş, kitabın tertîbine
öncekilerde rastlanmayan bir yenilik getirmiştir.
Sahâbenin tarifi, adaleti,
tabâkâtı gibi çok kıymetli umumî bilgilerin verildiği mukaddime kısmından sonra
kitap, harflere göre bölümlere ayrılır: Harfu'l-Elif, Harfu'l-Be,
Harfu'l-Cim... gibi.
Her harf de dört kısma
ayrılır:
1- El-Kısmu'l-Evvel:
Burada, sahâbe olduğu herhangi bir delîl ile kesinlik kazanan zatların
isimlerini alfabetik sırayla vererek hayatları hakkında bilgi sunar.
2- El-Kısmu's-Sâni:
Burada Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı temyîz yaşından önce gören sahâbe
çocuklarını verir. Böylelerinin sahâbe sayılıp sayılmayacağı hususunda âlimler
ihtilâf ettiği için, İbnu Hacer bunları ayrıca vermeyi uygun bulmuştur.
3- El-Kısmu's-Sâlis:
Burada muhadramları tanıtır. Muhadram, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
sağlığında müslüman olmuş bulunduğu halde, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'ı vicâhen görme şerefine eremeyen müslümanlara denir. Ümmet
içerisinde onların da ayrı bir şeref ve makamı vardır.
4- El-Kısmu'r-Râbi:
Bu kısmı, bir bakıma önceki kitapları tashîh maksadıyla koymuştur. Onlarda
sahâbe olarak zikredilmiş olmalarına rağmen, İbnu Hacer'in kendi tahkikiyle
sahâbe olmadıklarına hükmettiği kimseleri bu dördüncü tabakada cemeder.
Bu dört tabakanın dördü de
her harf bölümünde bulunmayabilir. Bu kitaptan istifâde için kaydettiğimiz
tertîp hususiyetinin bilinmesi şarttır. Herhangi bir yerde sahâbe diye
rastladığımız bir ismi bu kitapta bulunca hangi kısımda yer aldığına ve bu
kısmın neyi ifâde ettiğine dikkat etmemiz gerekir. Hal-i hazır, Mısır 1328
baskısı, İsâbe'de her sayfanın üstünde, hangi kısım olduğu belirtilmiştir.
Bu baskı dört cilttir.
Kenarında el-İstî'âb da basılmıştır. İçerisinde 12279 aded tercümeye yer
verilmiştir.
El-isâbe'ye, İbnu
Hacer'den sonra bazı istidrâkler yazılmıştır. Talebesi Celaleddin es-Suyûtî
(911/1505) ihtisarda bulunmuştur. Bu ihtisar: Aynu'l-İsâbe fi
Ma'rifeti's-Sahâbe adını taşır.[416]
5- Husûsî Müellefatın
Ricaline Tahsîs Edilen Kitaplar:
Buhârî'nin ricali için
Ahmed İbnu Muhammed el-Kelâbâzî (398/1007), Ebu'l-Velîd el-Bâcî (474/ 1081 )
vs. Müslim'in ricâli için Ahmed İbnu Ali İbnu Mencuye (v. 428/ 1036), Hüseyin
İbnu Muhammed el-Hibbânî (498/1104) Ebu Dâvud'un ricâlini, Suyûtî Muvatta'ın
ricâlini, Ebu Muhammed ed-Devrakî Tirmizî'nin ricalini cemeden
müelliflerdendir.
Şüphesiz burada birer
ikişer örnek vermekle yetindik. Aslında bu ana kaynakların ricalini gerek
müstakillen ve gerekse müştereken tahlil eden kitaplar sayıca çoktur.
Bilhassa Kütüb-i Sitte
ricalini topluca inceleyen eserler de telîf edilmiştir. Bunlardan en tanınmışı
Abdülganî İbnu Abdilvâhid el-Makdisî'ye (600/1203) aittir. Eseri el-Kemâl fi
Esmâi'r-Rical ismini taşır. Bunu Ebu'l-Haccâc el-Mizzî (742/1341) yeni
ilâvelere tehzîb ederek Tehzîbü'l-Kemal fi Esmâ'i'r-Ricâl adını verdi.
Sübkî'yi: "Misli te'lif edilmemiştir" demeye sevkedecek kadar Câmi
bir mahiyette ve zenginliktedir. Bazıları: "Böyle bir kitap te'lîf
edilemez" diye değerlendirmiştir.
Tehzîbu'l-Kemal'i
birçokları ihtisâr etmiştir. Zehebî'nin ihtisarı Tezhîbü't-Tehzîbi'l-Kemal diye
isimlenir. Bunu da ihtisar eden Zehebî son esere el-Kâşif adını verir. İbnu
Hacer, yaptığı ihtisara yeni ilaveler de yapar ve eserine Tehzîbü't-Tehzîb
adını verir. Bunu da ihtisar eden İbnu Hacer Takrîb'ü't-Tehzîb'i ortaya kor.
Her ikisi de matbudur. Tehzîbü't-Tehzîb 12 cilttir, son cildi
Kitâbul'l-Küna'dır, burada, künyesi nisbeti ile bilinenler, mübhemler vs.
açıklanır. Takrîbü't-Tehzîb'de ilâve ricâlden başka, her râvinin kaçıncı
tabakada olduğu belirtilir. Bunlar Kütüb-i Sitte ricali ile meşgul olacakların
ilk müracaat edecekleri kaynağı teşkîl ederler.
İbnu Hacer burada
Mizzî'nin eserini tehzîb ederken, onun raviyle ilgili verdiği menkîbe, fezâil
nevinden fazlalıkları, hadîs aldığı hoca ve verdiği talebelerden tali olanların
isimlerini, doğum ve ölüm tarihleriyle ilgili münakaşaları atmıştır. Daha
kullanışlı, daha pratik bir şekil vermiştir. Ayrıca bir kısım yeni ilâvelerle
muhtevayı zenginleştirmiştir.[417]
6- Müdellisleri Tanıtan
Kitaplar:
Müdellis râviler zayıf râvilerden
bir grubu teşkîl eder. Zayıf râvileri inceleyen kitaplar bunları tanıtır ise
de, İslâm âlimleri, bunları tanıtan müstakil eserler vermeyi de ihmal
etmemişlerdir: Bu sahada ilk eseri İmam Şâfiî (radıyallahu anh)'nin ashâbından
Hüseyn İbnu Ali el-Kerâbîsî'nin (248/862) olduğu kabul edilir. Ondan sonra
Nesâî, Dârakutnî, Zehebî, Zeynü'd-Dîn el-Irâkî de bu dalda te'liflerde
bulunmuşlardır. İbrahim İbnu Muhammed el-Halebî (841/1437) kendisinden önce
yazılanları et-Tebyîn fi Esmâi'l-Müdellisin adlı bir eser te'lîf etmiştir. İbnu
Hacer, ve Suyûtî de bu dalda eserler vermişlerdir. 152 aded müdellis olduğu
belirtilir. [418]
7- Diğer Rical Kitapları:
Tehzîb safhasında hadîsle
ilgili olarak ortaya konan kitâbiyatın (hadîs edebiyatının) zenginliğini
belirtmek için sırf ricâl sahasında gerçekleştirilen telîfat çeşitlerine, birer
ikişer örnekle dikkat çekmemizde fayda var.[419]
a- Tabakât Kitapları:
Sayıları çok olan bu isim
altındaki kitaplar Şüyûhun ahval ve rivâyâtını tabaka tabaka yani asır be-asır
müellifin kendi devrine kadar cemeder. Buna ilk örnek olan kitapları daha önce
zikrettik: İbnu Sa'd'ın et-Tabakâtu'l-Kübra'sı, Müslim ve Nesâî'nin
Tabakât'ları gibi. Bazan, -Abdurrahmân İbnu Mende örneğinde olduğu gibi,
-Tabakâtu't-Tâbiîn, Tabakâtu'n-Nüssâh-Ebu Sâd İbnu'l-A'râbî gibi-,
Tabakâtu'r-Ruvât -Halîfetu'bnu Hayyât-, Tabakâtu'l-Kurra -Osman İbnu Sâd,
Tabakâtu's-Sufiyye -Ebu Abdirrahman es-Sülemî-, Hilyetü'l-Evliya ve
Tabakâtu'l-Asfıya -Ebu Nuaym el-İsfehânî Tabakâtu'ş-Şâfi'iyye, Tacu'd-Dîn Sübkî
(771)-, Tabakâtu'l-Huffâz- Şemsü'd-Dîn Zehebî- oldukça farklı istikametlere
yönelik Tabakât kitapları te'lif edilmiştir.[420]
b- Meşyahat Kitapları:
Müellifin rastladığı ve
kendisinden hadîs dinlediği veya rastlamasa bile kendisine rivayet için izin
vermiş bulunan şüyûhun zikrine tahsîs edilen kitaplardır. Ebu Ya'la
el-Halîlî'nin, Ebu Yusuf Ya'kub İbnu Süfyan'ın Tacü'd-Dîn Ali İbnu Eneeb
es-Sâcî'nin Meşyahât'ları gibi.[421]
c- Vefayat Kitapları:
Rical kitaplarından bir
kısmı muhaddislerin vefayatını esas alır ve şahısları öldükleri yıl ve aya göre
sıralar. Bu sâhada ilk eseri Ebu Süleyman Muhammed İbni Abdillah vermiştir.
Müellif, hicretten itibaren 338/949 yılına kadar olan vefayatı cemetti. Bunu
ölüm tarihi olan 466 yılına kadar Ebu Muhammed İbnu Abdilaziz el-Kettânî
tamamladı. Kettânî'yi Hibetullah İbnu Ahmed el-Ekfânî; el-Efkânî'yi Ali İbnu
Mufaddal el-Makdisî (611 / 1214); bunu Abdülazim İbnu Abdülkâvî el-Münzirî
(656) tamamladı. El-Münzirî'nin eseri et-Tekmile bi-Vefayâti'n-Nakale adını
taşır. Aynı minvâl üzere bu esere ilaveler devam etmiştir.
Bu çeşitten eser çoktur.
Seğânî'nin Dürrü's-Sahâbe fi Vefeyâti's-Sahâbe; Zehebî'nin el-İlâm
bi-Vefeyâti'l-A'lâm; Ebu l-Kâsım İbnu'l-Mende'nin Kitâbu'l-Vefeyât, İbnu
Hallikân'ın Vefeyâtu'l-A'yân adlı eserleri burada zikredilebilir.[422]
d- Esma, Küna, Elkâb Ve
Ensab Kitapları:
Hadîs râvileri arasında
bazıları künye veya lakâbı olmaksızın sâdece ismiyle meşhurdur. Bazıları
ismiyle değil lâkabı veya nisbetiyle meşhurdur. Üstelik aynı isim veya aynı
lakab ve nisbetle meşhur olanlar da mevcuttur. İlim adamları, bu durumdan hâsıl
olabilecek iltibasları önlemek için eserler vermişler, künye sahiplerinin
isimlerini, ismiyle veya nisbetiyle meşhur olanların da künye, lakab gibi diğer
ayırdedici unvanlarını göstermişlerdir. Böylece isim, nisbet, lakab ve
künyelerdeki benzerlikler sebebiyle zayıf râvinin sika, sikanın da zayıf râvi
ile karıştırılmasını önlemişlerdir.
Bu konudaki te'lîfat Ali
İbnu'l-Medînî, Nesâî gibi üçüncü asır müellifleriyle başlar, Hâkim, Bağdadî,
İbnu Abdilberr vs. ile devam eder. Hadîs ilmi ile alakalı telifatta bulunan
Ahmed İbnu Hanbel, Buhârî, Müslim, Nesâî, Hatib, Nevevî, İbnu Hacer,
İbnu'l-Cevzî gibi alimlerin çoğunlukla bu konularda eserler verdiği görülür.
Sözgelimi Zehebî, künyesi ile meşhur olanları Kitâbu'l-Muktarî fi Serdi'l-Kunâ'da,
tanıtmıştır. İzzeddin İbnu'l-Esir (630/1232) el Lübâb fi Tehzîbi'l-Ensâb'ta
nisbetlerin hem okunuşu, hem de nisbetlere delalet eden meşhurları belirtmeye
çalışır.
İsimleriyle meşhur
olanların künyelerini belirtmek maksadıyla Ebu Hâtim Muhammed İbnu Hibbân
el-Büstî, lakabları beyan için Ebu Bekr eş-Şirâzî (407/1016), İbnu'l-Cevzî ve
İbnu Haceri'l-Askalânî (952/1545) ve başkaları eserler vermişlerdir.
Bu çeşit eserlerde muahhar
olanlar daha câmi, daha tertipli, istifâdesi daha kolaydır.[423]
e- Mübhemat Kitapları:
Senetlerde olsun
metinlerde olsun, recülün, nisâün diye tesmiye edilen,
ismi verilmeyen şahıslara
rastlanır. Bunlara mübhem (cemi olarak mübhemât) denir. Âlimler araştırıp imkân
nisbetinde bunları aydınlatmaya, teşhîs etmeye çalışmışlar, bu maksadla
müstakil eserler vermişlerdir. Bu çeşit eserler bazan belli bir kitapta geçen
mübhemât'ın aydınlatılmasına tahsîs edilir.
Bu sâhada da
Hatîbu'l-Bağdâdî, Abdülganî İbnu Sâd el-Mısrî, Nevevî, Ömer İbnu Ali İbni
Mulakkin el-Ensârî el-Endulisî, İbnu'l-Kayserânî (508/1114) vs. pek çokları
eser vermiştir. Bunların çoğunu tek kitap hâlinde Veliyyü'd-Dîn Ebu Zür'a Ahmed
İbnu Abdirrahîm el-Irâkî birleştirip tek kitap hâline getirmiştir. Eseri:
El-Müstefâd min Mübhemâti'l-Metni ve'l-İsnâdi diye isimlendirmiştir. Fıkhî
bablara göre tertiplemiştir. Bu dalda yazılanların en mükemmelidir.
İbnu'l-Esîr,
Câmi'u'l-Usûl'ün sonuna Mübhemât'ı açıklayıcı bir kısım koymuştur.
İbnu Hacer, Buhârî'nin
Mübhemat'ını Fethu'l-Bâri Mukaddimesi olan Hedyü's-Sârî'te açıklar.[424]
f- Esma Ve Ensabda
Müştebih, Müttefik, Muhtelif Ve Mü'telif Olanlar:
Arap alfabesi ile
yazıldığı zaman, bazı isim ve nisbetler görünüşte benzediği halde farklı
okunurlar.(selam) kelimesi ile (sellâm) kelimesi gibi. Bunlara mü'telif ve
muhtelif denir. Bazı isimlerin ise yazılışı da okunuşu da aynıdır, fakat
delalet ettikleri şahıslar farklıdır. Mesela Halil İbnu Ahmed birçok kimselerin
ismidir. Böyle isimlere müttefik ve müfterik denir. Bazılarında isimler hat
yönüyle de telaffuz yönüyle de müttefiktirler, ancak babalarının veya
neseblerinin ismi hat cihetiyle müttefik olduğu halde telâffuz cihetiyle
muhtelifdir veya tersi vakidir: Muhammed İbnu Akîl ile Muhammed İbnu Ukayl
gibi, Şüreyh İbnu'n-Nu'mân ile Süreye İbnu'n-Numan da böyle, Bu çeşide müştebih
denmektedir.
Bunların bilinmesi hadîste
ehemmiyet arzeder. Ali İbnu'l-Medînî "Tashîf'in en fenâsı isimlerde vâki
olanıdır" der. Çünkü benzerlikten dolayı iki farklı kişi aynı adam
zannedilir. Bu zan zayıfı sika, sikayı da zayıf addetmeye sevkeder, ikisi de fenâdır.
Bu sebeple ulemâ bu nevilerin her birinde eserler te'lif ederek iltibası
önlemeye çalışmıştır.
El-Mü'telif ve'l-Muhtelif
konusunda yazılan çeşitli kitapları birleştirip yeni ilâvelerle zenginleştiren
İbnu Mâkula diye meşhur Ebu'n-Nasr Ali İbnu Hibetullah (475/1082) olmuştur,
eserinin adı kısaca el-ikmal'dir. Muhtevasını da tanıtan tam adı şöyledir:
el-İkmâl fi Ref'i'l-İrtiyâb ani'l-Mü'telif ve'l-Muhtelif fi'l-Esmâ ve'l-Künâ
ve'l-Ensâb. Bu eser hâlen 7 cilt olarak basılmıştır (Haydarâbad 1962).
Müştebih isimler üzerine
Zehebî de bir te'lifte bulunmuş, ancak İbnu Hacer, yeni ilâvelerle
zenginleştirerek Tabsîru'l-Müntebih bi-Tahrîri'l-Müştebih'i ortaya koymuştur.
Bu sâhada
Hatîbu'l-Bağdadî'nin verdiği bir eserin adı el-Müttefik ve'l-Müfterik, diğer
bir eserinin adı da Telhîsu'l-Müştebih'dir. Buna bir de zeyl ilave etmiştir.
Nevevî'nin (676/1277)
Tehzîbu'l-Esmâ ve'l-Lügât'ı da burada zikre değer. İsimlerden de anlaşılacağı
üzere kitap iki kısımdır. Bir kısmında bazı isimler hakkında bilgi verirken
ikinci kısımda bazı kelimeleri açıklar.
Eski metinlerde geçen yer
isimlerinin gerek okunuşunu ve gerekse bulundukları coğrafi bölgeyi öğrenmede
Şihâbu'd-Din Ebu Abdillah Ya'kub İbni Abdillah'ın (v. 620/1223)
Mu'cemu'l-Büldân ve'l-Cibâl ve'l-Edviye ve'l-Kay'an ve'l-Kurâ ve'l-Mahâlla
ve'l-Evtân ve'l-Bihâr ve'l-Enhâr ve'l-Gudvân ve'l-Esnâm ve'l-Endâd ve'l-Evsân
adlı kitabı mevcuttur. Bu kitap uzun isminin de gösterdiği üzere, sadece
beldeler değil, şehirler, köyler, nehirler, denizler, putlar, kayalar vs.
hakkında bilgi verir. Bazı mühim şahsiyetler hakkında bile bu kitapta kıymetli
bilgiye rastlanır.[425]
g- Tevârîhü'l-Müdün:
Muhaddislerin yazdığı
ricâl kitaplarının mühim bir bölümünü bazı şehirler üzerine yazılmış olan
Târih'ler teşkîl eder. Bu târihler, kelimenin bugünkü mânasında şehrin kuruluş,
gelişme hikâyesini anlatmaz. Daha ziyade ricâlden bahseder. Yani hangi şehrin
târihi ise o şehrin yetiştirdiği kimseler, o şehre uğrayanlar vs. tanıtılır.
Misal olarak Ebu Nu'aym
el-İsfehânî'nin Târîhu'l-İsfehân'ı; Hatîbul-Bağdâdî'nin Târîhu'l-Bağdâd'ı;
Ebu'l-Kasım İbnu Asâkir ed-Dimeşkî'nin Târîhu Dımeşk'i zikredilebilir. Gerek
Bağdâdî'nin ve gerekse İbnu Asâkir'in Târih'leri çok hacimlidir ve birtakım
zeyiller de yapılmıştır. Târîhu Dımeşk için: "Böyle bir eseri yazmaya bir
ömür yetmez" denilmiştir.
Bu gruptan, Ebu Abdillah
el-Hâkim en-Neysâbûrî'nin Târîhu Neysâburî, İbnu Mâce el-Kazvini'nin Târîhu
Kazvin'i Abdurrahman İbnu Ahmed'in Târîhu Mısr'ı; İbnu Neccâr'ın
Târîhu'l-Medîne'si -ki ed-Dürretü's-Semîne fi Ahbâri'l-Medîne diye de
isimlendirilir-, yine aynı zât'ın Târîhu Mekke'si burada kayda değen mühim
eserlerdir.
Tarih kitapları zımnında
zikredeceğimiz mühim bir eser Zehebî'nin Târîhul-İslâm adlı eseridir. 20 cilt
tutmaktadır. Senelere göre tertîb edilmiştir. Hâdiselere ve şahısların vefatına
beraberce yer verir. Zehebî'nin Siyerün-Nübelâ'sı da çokça hadîs zikriyle
ricâli tanıtan mühim bir kitaptır, 14 cilttir. İbnu Cerîr et-Taberî'nin (v.
311/923) Târîhu'l-Umem ve'l-Mülük'ü, insanlığın yaratılışından başlayan
müslüman olmayan milletlere de yer veren bir dünya târihidir. İbnu Hallikân,
onu "tarihlerin en sağlamı" olarak vasıflandırır. İnsanlığı bir bütün
olarak ele alması, o devirde ileri bir esprinin ifâdesidir.[426]
8-
Lügat (Garîbu'l-Hadîs) Çalışmaları:
Hadîsle ilgili lügat çalışmaları
daha çok garîbu'l-hadîs adı altında incelenir. Mevzuya girerken belirtelim ki,
garîbu'l-hadîs, garîb hadîs demek değildir. Garîb hadîs deyince tek bir
tarîkden gelen hadîs kastedilir. Garîbu'l-hadîs deyince, hadîslerde geçen
garîb, yâni mânası hemen herkesçe anlaşılmayan kelimeler anlaşılır. Bunların
açıklanmasıyla meşgul olan ilim dalına ilmu garîbi'l-hadîs denmiştir.
Bu ilmin Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'le başladığı söylenebilir. Zira zaman zaman Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) konuşmaları, tebligatı esnasında kullandığı kelimeleri
açıklamak ihtiyacını duymuştur. Bazan da Ashâb bazı kelimelerin mânasını
sormuştur. Nitekim, İbnu Esîr'in en-Nihâye'nin mukaddimesinde belirttiği üzere
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) lisanca Arabların en fasîhi, beyanca en
vâzıhı, nutukça en tatlısı olmasına rağmen, Benû Nehd heyeti ile olan
konuşmasını dinleyen Hz. Ali: "Ey Allah'ın Resûlu! Biz aynı babanın
evlatları olduğumuz halde senin, Arab heyetleriyle olan konuşmalarının
ekserisini anlayamıyoruz" demiştir.
Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in konuşmalarında sıkça garîb kelimelerin geçmesi
normaldi. Çünkü O (aleyhissalâtu vesselâm) prensip olarak muhataplarına göre
konuşuyor ve yazıyordu. Birbirinden uzak Arab kabîleleri, hepsi Arabça konuşmakla
birlikte aralarında lehçe farkları vardı. Günlük hayatta kullanılan kelimeler,
bir kabîleden diğerine epeyce değişiyordu. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm) bunlarla konuşurken veya onlara yazarken onların kendi kelimelerini
ve hatta tarzlarını kullanmayı tercîh ediyordu. Hz. Ali (radıyallahu anh)'den
yukarıda kaydettiğimiz müracaat bu durumu aksettirmektedir. Bu vak'adan da
anlaşıldığı üzere, Ashab anlamadığı bir kelime olunca soruyordu Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) da açıklıyordu. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ve
ashab devri bu minval üzere geçti.
Bu arada komşu devletler
fethedildi, dilleri değişik olan milletlerle ihtilaf başladı, karşılıklı
evlenmeler, kültür alış verişleri ilerledi. Yabancılar çok nâkıs ve bazan da
hatalarla dolu olarak Arapçayı öğrenip konuşmaya başladılar. Zaman geçtikçe bu
bozulma ilerliyordu. Böylece anlaşılmayan kelimeler de artıyordu.
Bu durum bazı hamiyet
sâhîplerini gayrete getirdi. Bunlar, Kur'an ve hadîs üzerine eğilerek, onların
ihtilaf ve ziyâna maruz kalmaması için, anlaşılmayan kelimelerin mânalarını
zabt ve kaydetme işine giriştiler.
Bu sahada ilk eser verenin
Ebu Ubeyde Ma'mer İbnu'l-Müsennâ et-Temîmî (210/825) olduğu kabul edilir. Bu
zât hadîste geçen bir kısım garîb kelimeleri küçük bir kitapta topladı. Kitabın
küçük olması, diğer garîb kelimelerin dikkatinden kaçmasından ileri gelmiyordu.
İbnu Esîr'e göre bu, iki sebebe dayanmakta idi:
1- Bir
meselede ilk adım atan fazla ileri gidemez. Çığır açar ve tohum atar, bu
başlangıçta azdır, sonra çoğalır; küçüktür bilâhare büyür, basittir, sonradan
kemâle erer.
2-
İlk zamanlarda herkeste ilmî bir seviye vardı. Bilinmeyen şeyler azdı, cehâlet
umumîleşmemişti. Zaman geçtikçe cehâlet umumîleşti, bilinmeyen şeyler,
anlaşılmayan kelimeler arttı.
Arkadan Ebu'l-Hasan
en-Nacir İbnu Şümeyl el-Mâzinî, Ebu Ubeyde'ninkinden daha büyük bir eser te'lîf
etti. Bunu Abdü'l-Melik İbnu Kureyb el-Esmâ'î'nin eseri tâkib etti. Bu
öncekilerden hem geniş hem de daha tertibli idi.
Bu arada başta lügatçiler
olmak üzere ulema, konu üzerine te'lîfatta bulunmaya devam etti. Bunlar
arasında Ebu Ubeyde el-Kâsım İbnu Sellâm (vs. 224/838) muhtevaca zenginlik ve
mükemmelliği ile şöhret bulan ilk eseri verdi. Kendi ifâdesiyle bunu 40 yılda
hazırlamıştır ve ömrünün hülâsasıdır. O, kitabını hazırlayabilmek için dağınık
halde olan bütün merfu, mevkuf ve maktu rivâyâtı görmek zorunda kalmıştı.
İbnu Sellam, bu sâhada en
mükemmel eseri vücuda getirdiğine inanmış ulemâ da bunu bir el kitabı olarak
benimsemişti.
Ancak Ebu Muhammed
Abdullah İbnu Müslim İbni Kuteybe ed-Dinâverî (v. 276/889) garîbu'l-hadîs
mevzuunda daha mükemmelini ortaya koydu. Ön sözündeki şu açıklaması ilgi
çekicidir: "Ebu Ubeyd'in kitabına uzun zaman garîbu'l-hadîs sâhasında
yeterli bir kitap olarak baktım. Araştırıcıya başka bir kitaba ihtiyaç
bırakmıyacak kadar yeterli olduğuna inandım. Ancak tenkîd gözüyle bakınca,
kitabına aldığı kadar da almadığı ve fakat şerhe muhtaç kelimâtın varlığını
gördüm. Bunları meydana çıkarıp onun yaptığı şekilde şerh ve tefsîr ettim.
Temennim, bu iki kitap hâricinde tefsîre muhtaç garîbu'l-hadîs kalmamış
olmasıdır".
Bu dalda, her yeni eser
veren mükemmele ulaştığını zannederek yeni eserler vermeye devam etmiştir.
İbrahim İbnu İshâk el-Harbî (825), Ebu Süleyman Ahmed İbnu Muhammed el-Hattâbî
(378) bunlardandır. Bilhassa Hattâbî'nin eseri de tutulmuş, benimsenmiş idi.
Ebu Ubeyde Ahmed İbnu
Muhammed el-Herevî (401 / 1010) Kur'an ve hadîste yer alan garîb kelimeleri
alfabetik sıraya koyup irab ve açıklamasını yapan fevkâlâde kullanışlı yeni bir
eser ortaya koydu. Bu eser, önceki eserlerdeki garîbleri birleştirmiş ayrıca
kendi bulduklarını da ilâve etmiş idi. Muhteva zenginliğine inzimam eden
kullanış kolaylığı kısa zamanda şöhrete ererek İslâm âlemine hemen yayılmasına
sebep oldu.
Bundan sonra Zemâhşerî'nin
(538/1143) el-Fâik isimli eseri karşımıza çıkar. İzah ve açıklamalarıyla
seleflerine tefevvuk ederse de tertîbi karışıktır. Yeni baskılarda, incelenen
kelimeler en sonda alfabetik sırayla kaydedilerek karşısında hangi cilt, hangi
sayfada açıklandığı gösterilmek suretiyle kusuru giderilmeye çalışılmıştır.
Bundan sonra altıncı asrın
büyük âlimlerinden olan Hâfız Ebu Musa Muhammed İbnu Ebî Bekr el-İsfehânî (581
/ 1185), el-Herevî'nin metodunca gidip, onun nazarından kaçan Kur'an ve
hadîsteki garîbleri cemederek aynı değer ve hacimde yeni bir eser ortaya koydu.
"Arap lisanı Çok zengin olması hasebiyle benim gözümden de pek çok
kelimâtın kaçtığı muhakkak" der.
Bu iki eser birbirini
tamamlar.
Bu arada başka te'lifler
de mevcuttur. Ancak bunların en mükemmeli, el-Herevî ve el-İsfehanî'nin
eserlerine girmeyen çok sayıda başka garîb kelimeleri ortaya çıkarıp el-Herevî
metodu üzerine tertip eden İbnu'l-Esîr'in (606/1209) en-Nihâye fi
Garîbi'l-Hadîs ve'l-Eser adlı te'lîfidir.
Müellif, sahasında en
pratik hadîs lügati hizmetini veren bu âbidevî eserini şöyle anlatır:
"Herevî ve İsfehanî'nin eserlerindeki garîb'lerin çokluğuna rağmen, birçok
garîb kelimeler de nazarlarından kaçmıştır. Daha işin başında Müslim ve Buhârî
gibi meşhur kitaplarda mevcut fakat bunlarda yer almayan pek çok garîb kelimat
hatırıma geldi. Hal böyle olunca şöhrete ulaşmayan diğer kitaplardaki pek çok
garîb kelimatın gözden kaçmış olacağını mülâhaza ettim. Bunlardan yanımda
mevcut olanları okudum ve inceledim. Müsnedleri, Câmileri, sünenleri, eski ve
yeni yazılmış garâib kitaplarını, çeşitli lügatleri iyice tedkîk ettim. O iki
kitaba alınmayan pek çok garîb kelime buldum. Böylece, bu iki kitabı
birleştirmekle iktifa etmekten vazgeçip araştırmalarım sırasında rastlayıp
derlediğim bu kelimeleri alfabetik sırayla onlardaki benzerlerinin yanına
dercettim."
İbnu'l-Esir burada
açıkladığı birleştirme ve derc işini yaparken, Herevî'den aldığı kelimelerle,
İsfehânî'den aldığı kelimelerin başına işaret koyarak (Herevî'yi he İsfehânî'yi
de sin harfiyle) belirtir. Şu hâlde işaretsiz kelimeleri kendisi ilâve etmiş
olmaktadır. Eser 5 cilttir, matbudur, kelimeler alfabetik sırayla tanzîm
edilmiştir. Açıklamalarla birlikte kelimenin geçtiği hadîs kaydedilerek
şâhidlenir.
Eser, bizzat müellifinin
de söylediği gibi bu sâhanın aşılması imkânsız te'lifi değildir. Nitekim, buna,
Mahmud İbnu Ebî Bekr el-Ermevî (723/1323) bir zeyl ilâve ederek
zenginleştirmiştir. Celaleddin es-Suyûtî de (911/1505) ve başkaları da
ihtisarlar yapmışlardır.[427]
9-
Hadîs Ağırlıklı Kitaplar:
İslâm kültür tarihinde bir
kısım te'lifler vardır ki, ilk nazarda hadîs sâhasına girmez, âncak asıl
malzemesini hadîs teşkîl eder. Bu çeşitten tefsîr, tasavvuf, kıraat vs.
kitapları vardır.[428]
1- Tefsîr Kitapları:
Bu gruba muhtevasında
çokça hadîse yer veren ve hadîsleri senetleriyle kaydeden tefsîr kitapları
girer. Bunlara bir bakıma rivâyet tefsiri de denir. Abdurrahmân İbnu Ebî
Hâtim'in tefsîr'i gibi bunun tamamı müsned âsârla doludur. İshâk İbnu Râhûye,
Ebu Kasım Abdullah İbnu Muhammed İbnu Abdilazîz el-Bağavî (317/929), İbnu Cerir
et-Taberî, İmadu'd-Dîn Ebu'l-Fida İsmâil İbnu Kesîr'in (774/1372) Tefsîr'leri,
keza Suyûtî'nin ed-Dürrü'l-Mensûr adındaki tefsirler hep bu gruba girer.[429]
2- Şerh Kitapları:
Bir kısım âlimler ister
hadîs, ister fıkıh isterse başka çeşitten olsun, herhangi bir kitabı
şerhederken çokça senetli hadîslere yer vermişlerdir. Buhârî şerhi
Umdetu'l-Kari ve Fethu'l-Bâri bunun en güzel örneğini teşkîl ederler.
Fethû'l-Bârî'nin mukkaddimesinde, derecesi hususunda sükut edilen şerh
hadîslerinin en az hasen mertebesinde olduğu belirtilir.
Suyûtî'nin
Cami'u's-Sağîr'ine Abdurrauf el-Münâvî'nin yaptığı Feyzu'l-Kadîr şerhi de bu
gruba girer.
Muhammed İbnu Abdulvâhid
İbnu'l-Hümâm es-Sivâsî'nin (861/1456) el-Hidâye fî Fıkhı'l-Hanefî'ye yaptığı
Fethu'l-Kadîr adlı sekiz ciltlik şerh de böyledir. Keza, yine Sivâsî
tarafından, usul-i fıkha müteallik et-Tahrîr'e (müellifi Muhammed İbnu
Muhamıned el-Halebî'dir) yapılan şerh'de senetli hadîslerle doludur.
Muhammed Murtezâ el-Vâsıtî
ez-Zebîdî'nin İhya'ya yaptığı on ciltlik şerh, Şevkânî'nin Müntekâ'l-Ahbâr'a
yaptığı Neylü'l-Evtâr şerhi de bu gruba girer, hadîsle doludurlar.[430]
3- Mesahif Ve Kıraat
Kitapları:
Bunlarda da müsned
hadîsler çokça yer almaktadır. İbnu Ebî Dâvud'un, Ebu Bekr Muhammed
İbnu'l-Kâsım el-Enbârî'nin (v. 328/939) Kitâbu'l-Mesâhîf'leri gibi. Yine Ebu
Bekr İbnu'l-Enbârî'nin Kitâbu'l-Vakf ve'l-İbtidâ adlı eseri de bu gruba girer.[431]
4- Tasavvuf Kitapları:
İçerisinde çok senetli
hadîs kaydedilen kitaplardan Ebu Bekr el-Âcirî'nin Edebu'n-Nüfûs'u; Ebu Bekr
ed-Deynûrî'nin Şehâbeddin Ebu Hatb Ömer es-Sühreverdî'nin Avârifu'l-Meârif'i;
Muhyiddin İbnu Arabî'nin Fütûhâtu'l-Mekkiyye'si misal olarak zikredilebilir.[432]
5- Fetâvâ'l-Hadîsiyye:
Bazı âlimler, hadîsle
ilgili fetva kitapları yazmışlardır. Celâleddîn Suyûtî'nin, İbnu Teymiyye'nin,
İdris İbnu Muhammed el-Irakî'nin, İbnu Hâcer el-Askalânî'nin, Ebu'l-Hayr
es-Sehâvî'nin Fetâvâ'ları vardır. Sehâvî'nin ki el-Ecvibetu'l-Mardiyye ammâ
suilet anhu mine'l-Ehâdîsi'n-Nebeviyye adını taşır. Ahmed İbnu Muhammed
el-Heytemî'nin eseri de Fetâvâ'l-Hadîsiye diye isimlenir.[433]
10-
Tahrîc Kitapları:
Hadîsçiler, çeşitli
sâhalara giren mühim kitaplardan birçoğunun içinde geçen hadîslerin menşeini
arayarak kaynak kitaplarda göstermeye çalışmışlardır. Bunlardan en mühimlerini
kaydediyoruz:
1-
Nesefi'nin Şerhu'l-Akaid'de geçen hadîsleri Aliyyu'l-Kâri Ferâidu'l-Kalâid fî
Tahrîci Ehâdîsi Şerhi'l-Akâid adlı kitabında tahric etmiştir.
2-
Keşşâf Tefsîr'inde geçen hadîsleri de Cemâlu'd-Dîn Ebu Muhammed Abdullah İbnu
Yusuf tahric etmiştir. Aynı eser için İbnu Hacer de bir çalışma yapmış, eserine
el-Kâfi's-Sâf fî Tahrîci ehâdîsi'l-Keşşâf adını vermiştir.
3-
Beyzâvî tefsirinde geçen hadîsleri Abdurrauf el-Münâvî ve Muhammed Himmetzâde
İbnu Hasan Himmetzâde (1171/1757) tahrîc etmişlerdir. Himmetzâde'nin eseri
Tuhfetu'r-Râvi fi Tahrîci Ehâdîsi'l-Beyzâvî adını taşır.
4-
Ebu'l-Leys es-Semerkandî'nin Tefsîr'indeki hadîsleri Zeynuddin Kâsım Katlubîğa
tahrîc etmiştir.
5-
Tahâvî'nin Meâni'l-Asâr şerhindeki hadîslerini yine İbnu Katlubiğa tahric
ederek el-Hâvî fi Beyâni Asâri't-Tahâvî adlı eserde cemetmiştir.
6-
Hanefi fıkhının temel kitaplarından olan el-Hidâye'nin hadîslerini Zeyle'î
Nasbu'r-Râye bi-Ehâdîsi'l-Hidâye adlı kitapta tahrîc etmiştir. Aynı kitabın
hadîslerini İbnu Hacer ed-Dirâye fi Müntehâbı Tahrîci Ehâdîsi'l-Hidâye adlı
kitapta tahrîc etmiştir. Keza Muhyiddîn Ebu Muhammed (775/1373) ve Alâeddin Ali
İbnu Osmân el-Mardînî de Hidâye'nin hadîslerini tahrîc eden kitaplar te'lif
etmişlerdir.
7-
Hanefi fıkhına âit Şerhu'l-Muhtar'da geçen hadîsleri de el-ihtiyâr
li-Ta'lîli'l-Muhtâr adı ile Kasım İbnu Katlubiğa tahrîc etmiştir.
8- Şâfiî
fıkhından Gazâlî'nin Vecîz'ine Râfiî tarafından yapılan eş-Şerhu'l-Kebîr'de
geçen hadîsleri el-Bedrü'l-Münîr fi Tahrîci'l-Ehâdisi ve'l-Âsari'l-Vâkia fi'ş-Şerhi'l-Kebîr
namıyla yedi cilt hâlinde Sirâcüddin Ömer İbnu Mulakkin tarafından tahrîc
edilmiştir. Bilâhare eserini dört ciltte telhîs ederek Hülâsatu
Bedri'l-Mü'nîr'i meydana getirmiştir. Bunu da tekrar tek ciltte hülâsa ederek
Müntekıu Hülâsâtı'l-Bedri'l-Münîr adını vermiştir. Aynı esere
(el-Vecîzü'l-Kebîr'e) İbnu Hacer, et-Telhîsu'l-Hâbir fî Tahrîci Ehâdîsi
Şerhi'l-Vecîzi'l-Kebîr'i; Suyûtî Neşrü'l-Abîr fi Tahrîci
Ehâdîsi'ş-Şerhî'l-Kebir adlı tahrîcler yapmışlardır. Başta Zerkeşî, başkaları
da aynı esere tahrîçler yapmışlardır.
9-
Yine Gazâlî'nin el-Vasît'indeki hadîsler için İbnu Mulakkin Tezkiretu'l-Ahyâr
bi-mâ fi'l-Vasît mine'l-Ahbâr adlı eserini meydana getirmiştir.
1-
Ebu Ishâk eş-Şirâzî'nin el-Mühezzeb adlı Şafiî fıkhına dâir olan eserindeki
hadîsleri yine İbnu Mulakkin ve Ebu Bekr Muhammed İbnu Musâ el-Hâzimî tahrîc
etmişlerdir.
2-
Gazâlî'nin İhya'sında zikredilen hadîsleri Ebu'l-Fazl Zeynü'd-Dîn Abdurrahim
el-Irâkî tahrîc etmiştir. Kitabın ismi el-Muğnî an Hamli'l-Esfâr'dır. Bu
İhyâ'nın bazı baskılarında dipnot olarak basılmıştır. İhyâ'nın Türkçe'ye
yapılan bazı tercümelerinde bu tahrîcten istifâde edilerek hadîsler hakkında
dipnot hâlinde bilgiler verilmiştir.
3-
Sühreverdî'nin Avârîfu'l-Meârif adlı eserinde geçen hadîsleri Kasım İbnu
Katlubiğa tahrîc etmiştir.12- Cevherî'nin Sıhâh adlı lügatinde geçen hadîsleri
Suyûtî Falaku'l-Esbâh fi Tahrîci Ehâdîsi's-Sıhâh adlı kitapta tahrîc etmiştir.[434]
11- Mevzu Hadîsler Üzerine
Te'lifat
Mevzu hadîsler bahsi,
usûl-i hadîsin mühim mevzularından biridir. Zira Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm) söylemediği halde, ona maledilen sözler, çok menfi maksadlarla
uydurulmuş demektir. Çünkü Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın en çok
üzerinde durduğu, ısrarla yasakladığı hususlardan biri kendi adına yalan söylenmesidir.
Bir mü'minin böyle bir işe tevessül etmesi çok uzak bir ihtimaldir. Öyle ise
uydurulan mevzû hadîsler temelde kötü niyetli münafık veya kâfirler tarafından
uydurulmuştur. Ümmetin bu konuda uyarılması, mevzu hadîslere dikkatlerin
çekilmesi mühim bir vazife olmaktadır. Bu sebeple birçok hamiyet ehli bu dalda
eser vermiştir.
1-
Ebu'l-Fadl Muhammed İbnu Tâhir el-Makdisî: Tezkiretu'l-Mevzûât.
2-
Ebu Abdillah el-Hüseyn İbnu İbrahim İbni Hüseyn el-Cûzekî'nin (543/1148)
Kitâbu'l-Mevzû'ât mine'l-Ehâdîsi'l-Merfû'ât.
3, 4, 5-
Ebu'l-Ferec Abdurrahmân İbnu Ali İbni'l-Cevzî'nin (751/1350)
el-Mevzû'âtu'l-Kübrâ'sı. Bu eser bu dalda yapılan en hacimlî eserlerden
biridir. Ancak, İbnu'l-Cevzî müteşeddid mizacıyla nazarına çarpan ilk karineye
dayanarak, araştırma yapmadan hadîslere mevzu damgasını vurmakta aceleci olmuş,
verdiği hükümlere itibar edilmemiştir. Onun kitabında gerçekten mevzu olan
hadîslerin yanında zayıf ve hatta hâsen ve sahîh olan hadîsler de mevcuttur ve
hepsi mevzu damgasını yemiştir.
Bu sebeple Celâleddin
Suyûtî hazretleri bu kitabın hadîslerini teker teker yeni baştan inceleyerek
gerçek durumlarını ortaya koymuş, İbnu'l-Cevzî'nin hükümde isabet ettiği
hadîsleri te'yîd ederken hata ettiği hadîslerde de hata sebebini belirtmiştir.
Bu eserin adı el-Leâli'l-Mesnû'a
fî Ehâdîsi'l-Mevzû'a'dır. Suyûtî, Mukaddime kısmında İbnu'l-Cevzî'nin eserinin
istifade dışı olduğunu belirtir.
Bu iki eseri, yeni bazı
ilâvelerle, İbnu Arrâk diye meşhur Ebu'l-Hasen Ali İbnu Muhammed el-Kinânî (v.
963/1555) birleştirmiş ve hadîsleri de öbür iki kaynakta olduğu üzere fıkhî
mevzularına göre tanzîm etmiştir. Eserin adı Tenzîhü'ş-Şerî'ati'l-Merfû'a
ani'l-Ahbâri'ş-Şenî'ati'l-Mevzûa'dır. Eser matbûdur ve baş kısmında yer alan
mevzuat çalışmaları ve hadîs uyduranların tanıtılmasıyla ilgili kısım, esere
ayrı bir değer kazandırmıştır. İbnu Arrâk eseri tamamlayınca Kanunî Sultan
Süleyman'a ihdâ etmiştir.
6, 7-
Ebu'l-Hasen Ali İbnu Muhammed Sultân el-Herevî'nin (ki el-Kârî diye meşhurdur)
(v. 1014/1605) Tezkiretu'l-Mevzû'ât'ı, buna Esrâru'l-Merfû'a fi
Ahbâri'l-Mevzû'a da denmektedir (Beyrut 1971). Aliyyü'l-Kâri'nin mevzuat
üzerine başka telifleri de var, el-Masnu fi Ma'rifeti'l-Hadîsi'l-Mevzû da
burada zikre değer.[435]
12- Meşhur Ve Müştehir
Hadîsler Üzerine Telîfat
Halk arasında meşhur olan sözler
vardır. Bunlardan bir kısmı atasözü olarak bilinir, bir kısmı da hadîs olarak
bilinir. Bilhassa hadîs olarak bilinen sözler, gerçekten hadîs midir merak
konusudur. Eğer hadîsse sıhhati nedir, kaynağı nedir? Bilinmesi istenir.
Alimler bu meseleyi de ele
alarak pek çok te'lifatta bulunmuşlardır. Bu çeşit eserlerde hadîsler,
alfabetik sıraya göre tanzîm edilir. Bir kaçını tanıyalım:
1-
Muhammed İbnu Abdirrahmân es-Sehâvî'nin (902/1496) el-Makâsıdu'l-Hasene fi
Beyâni Kesîrin mine'l-Ehâdîsi'l-Meşhûre alâ'l-Elsine adlı kitabı tanınmış bir
eserdir. Matbûdur ve mukaddime kısmında bu çeşit çalışmaların tarihçesi
hakkında bilgi verilmiştir (Mısır, 1956).
Bu eser, Ebu'z-Ziya
Abdurrahmân İbnu'd-Deybe' eş-Şeybaânî tarafından Temyîzü't-Tayyib mine'l-Habîs
fi ma yedûru ala'l-Elsine mine'l-Hadîs adıyla ihtisar edilmiştir.
2-
Celâleddin es-Suyûtî'nin ed-Dürerü'l-Müntesire fi'l-Ehâdîsi'l-Müştehire (Mısır,
1910).
3- Şeyh
İzzeddin Muhammed İbnu Ahmed el-Halîlî'nin (1057/1647) Teshîlü's-Sebîl ilâ
Keşfi'l-İltibâs amâ Dâra mine'l-Ehâdîs Beyne'n-nâs.
4-
İsmail İbnu Muhammed el-Aclûnî'nin (1162/1748) Keşfu'l-Hafâ ve Muzil'ül-İlbâs
amme'ş-tehere mine'l-Ehâdis alâ Elsineti'n-Nâs (Beyrut, 1932). Bu kitap hemen
hepsinden muahhar olduğu için kendinden önce yazılmış olanları cemetmiş
durumdadır. Hem tedkîke konu olan hadîsler sayıca çoktur, hem de bir hadîs
hakkında bilgi verilirken daha fazla malûmata yer verilmektedir. İki cild olan
bu eser bir çok kereler basılmıştır. Bu sâhada en mütedavil olan te'lif budur.
Bu kitabın son kısmında, âyrıca bazı yanlış tarihî bilgilere dikkat çeken bir
bölüm vardır.[436]
13- Cüz'ler
Hadîsçiler, bazan bir
sahâbîden veya daha sonra gelen bir râviden mervî olan hadîsleri müstakil bir
risalede cemetmişlerdir. Bazan da muayyen, hususî bir konuya giren hadîsleri
veya belli bir hadîsin bütün tarîklerini müstakil bir risalede cemetmişlerdir.
Bazan da belli bir gâye ile muayyen miktarda veya vasıfta hadîsler müstakil
risalelerde cemedilmiştir. İşte bütün bu kısmi te'liflere cüz (cemi cezâ)
denmesi âdet olmuştur. Cüz'ler, tertibinde tâkip edilen gayelere göre farklı
şekil ve isimlerde olur: Mesbut, fevâid, vuhdâniyyat, sünâiyyât, sülâsiyyât,
rübâiyyât, humâsiyyât.. üşâriyyât, erbâûniyyât, semânûniyyât, mie ve miât vs.
gibi.
Bu cüz'ler çoğunlukla
müelliflerinin isim ve ünvanlarına göre isimlenirler. Mesela Abu Abdillah
el-Kâsım İbnu'l-Fadl es-Sahâfî'nin cüzleri, el-Cezâu's-Sahâfiyyât adını taşır.
Şu isimlere bakalım:
Cüz'ün fi Ahiri's-Sahâbe
Mevten (İbnu Mende'nin).
Cüz'ü İbni Bişrân
(Ebu'l-Huseyn Ali İbni Abdillah (414/1023),
Cüz'ü Salâti't-Tesbîh
(Hatîbu'l-Bağdadî),
Cüz'ü men haddese ve
nesiye (Hatîbu'l-Bağdadî),
Cüz'ü Fadli Sûreti'l-İhlâs
(Ebu Nuaym el-İsbehânî),
Cüz'lerin tesmiyesinde her
zaman cüz kelimesi bulunmaz, mahiyetine göre değişik isimler alır:
Fevâidu İbni Şâhin,
El-Fevâidu'l-Celîle fi
Müselselâti Muhammed İbni Ahmed Akîle,
El-Vühdan Li'i-Buhârî,
El-Vühdan Li-Müslim İbni'l-Haccâc,
Vuhdâniyyâtu Ebî Hanîfe
(Abdulkerîm İbnu Abdi's-Samet et-Taberî),
Sünâiyyâtu Mâlik: (İmam
Mâlik'in Muvatta'da geçen iki râvisi bulunan hadîsleri cemeden cüz).
Sülâsiyyatu Ahmed,
Sülâsiyyâtu Buhârî, Sülâsiyyâtu'd-Dârimî... Senetlerinde üç râvi bulunan
hadîsleri cemeder.
Rubâiyyatu'l-Buhârî,
Rubâiyyatu Müslim...
Humâsiyyâtu'd-Dârakutnî...
Sümâniyyâtu Yahya İbnu Ati
el-Attâr..
Tüsâiyyatu İbni Cemâ'a...
El-Uşâriyyât
li't-Tirmizî... [437]
Kırk
Hadîsler:
Türkçemize Kırk Hadîsler
diye geçen ve belli bir konuya giren veya değişik konularda kırk hadîsi
derleyen kitaplar vardır. Bunlar da cüzler sınıfına girer, ancak kırklı'lar mânasına
erbaûniyyât denmiştir. Bu çeşit te'lifat menşeini Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın şu sözlerinden alır: "Kim ümmetime, sünnetimden kırk
tanesini koruyup ulaştırırsa ben kıyamet günü onun imânına şâhid ve şefaatçi
olurum". Bu hadîsin müjdesine mazhar olmak ümidiyle ilk defa Abdullah
İbnu'l-Mubârek el-Hanzalî (181/797) olmak üzere pek çok âlim kırk hadisler
cüzleri tanzim etmişlerdir:
El-Erbaûn li'd-Dârakutnî,
El-Erbaûn li-Fadli
Aliyyin(Radıyyu'd-Dîn el-Kazvîni),
El-Erba'în li'l-Hâfız İbni
Hacer vs.
Bâzı alimler birçok erbaûn
mecmuâları te'lîf etmiştir, Ebu'l-Kasım İbni'l-Asâkir gibi.
Mie (yüz hadîsler) ile
ilgili telifat da olmuştur. Ebu İsmâil Abdullah İbnu Muhammed el-Herevî'nin
(481/1088) el-Mietu Hadîs'i gibi. Keza Selâhuddîn el-Alâî, Sahîhu Müslim ve
et-Tirmizî'den seçtiği hadîslerle iki ayrı Mie te'lîf etmiştir.[438]
14-Hadîs Bulmada Yardımcı
Telifat
İstenen hadîsi kolayca
kaynaklarından bulup çıkarmak, eskiden beri bir ihtiyaç olarak kendisini
hissettirmiştir. Bu maksada yönelik farklı çalışmalar mevcuttur.[439]
1-
Etraf Kitapları:
Bunlar, öncelikle Sahîheyn
ve Kütüb-i Sitte gibi belli başlı mecmuaların hadîsleri üzerine yapılmıştır. Bu
çeşit te'liflerde, çalışmaya esas kılınan kitap (veya kitaplar) daki hadîsleri
rivâyet eden sahâbîler alfabetik sırayla düzenlendikten sonra her sahâbenin
rivâyet ettiği hadîslerden her birinin -mânaya delalet edecek kadar bir tarafı
alınır ve, arkadan rivâyetin alındığı fıkhî bölüm belirtilir.
Bu çeşit te'life Ebu
Mes'ûd İbrahim İbnu Muhammed ed-Dımeşkî'nin (v. 401/1010) Etrafu's-Sahiheyn'i,
Ebu'l-Abbas Ahmed İbnu Sâbit İbni Muhammed et-Terkî'nin
Etrâfu'l-Kütübi'l-Hamse'si veya buna İbnu Mace'nin de ilâvesiyle, Ebu'l-Fadl
Muhammed İbnu Tâhir el-Makdisî'nin te'lif ettiği Etrâfu's-Sitte'si misal
gösterilebilir.
Altı kitaba Muvatta'nın da
ilavesiyle Abdülgani İbnu İsmâil en-Nablusî (v. 1143/1730) tarafından telif
edilmiş bulunan Zehâiru'l-Mevârîs fi'd-Delâleti alâ Mevâdi'l-Ehâdîs daha geniş
ve matbu bir etraf kitabıdır.
En geniş etraf kitabı İbnu
Hacer el-Askalânî tarafından yapılmıştır: İthâfu'l-Mehere bi-Etrâfı'l-Aşere.
İsminden de anlaşılacağı üzere on kitabın etrafını yapmıştır: Muvatta; Şâfi'î,
Ahmed İbnu Hanbel ve Dârimî'nin Müsned'leri; İbnu Huzeyme'nin Sahîh'i; İbnu
Cârûd'un Müntekâ'sı; İbnu Hibbân'ın Sahîh'i; el-Müstedrek Ebu Avâne'nin
Müstahrec'i; Tahâvî'nin Şerhu Me'âni'l-Asâr'ı; Dârakutnî'nin Sünen'i.[440]
2-
Alfabetik Tanzîmler:
Hadîsleri alfabetik sıraya
göre tanzîm eden eserler de baş tarafı bilinen hadîsleri bulmak maksadına
râcidir. Suyûtî'nin Cem'ul-Cevâmi'si (Câmi'u'l- Kebir de denir), Cami'u's-Sağîr
ve Ziyâdetu'l-Cami'i merfu hadîsleri alfabetik sıraya göre tanzîm eden
kitaplardır.
Bu gruba, en ziyade arama
ihtiyacı duyulan ve halk arasında şöhret bulan hadîslerin kaynaklarını ve
sıhhat durumlarını göstermek maksadıyla te'lif edilen bazı kitaplar da girer.
Bunlar da umumiyetle alfabetik sırayla tanzîm edilmişlerdir:
El-Makâsıdu'l-Hasene (Sehâvî'nin) ve Keşfu'l-Hafa (el-Aclûnî'nin) gibi.
Bu kitapları, meşhur ve
müştehir kitaplar üzerine te'lifat kısmında tanıttık.[441]
3-
Miftahlar:
Daha muahhar devirlerde
belli kitapların hadîslerini, baş kısmını alfabetik tertiple tanzîm ederek,
hadîsin bölüm (kitap) ve babını eser içerisinde göstermeyi gaye edinen telifler
ortaya konmuştur. Buna en güzel örnek Miftâhu's-Sahiheyn'dir. Muhammed eş-Şerif
İbnu Mustafa et-Tokâdî (1312/1897) tarafından ortaya konmuştur. Kavlî hadîsler,
Buhârî ve Müslim için iki ayrı bölümde alfabetik sırayla kaydedildikten sonra
kitap ismi, bab rakamları, cilt ve sayfa numaraları, Buhârî hadîsleri için
Fethu'l-Barî, Umdetu'l-Kârî ve İrşâdu's-Sârî şerhlerinin cilt ve sayfa
numaraları, Müslim hadîsleri için de Kastalânî kenarındaki Nevevî Şerhi'nin
cîld ve sayfa numaraları gösterilmiştir.
Hadîs kitaplarının
tahkikli yeni baskılarında, hadîslerin baş taraflarına göre fihristlerini
bulmaktayız. Muhammed Fuad Abdu'l-Bâki'nin tahkik ettiği Müslim, İbnu Mâce ve
Muvatta baskıları böyledir. Keza Azîz Ubeyd er-Rakkâş tarafından tahkikli
olarak neşredilen Tirmîzî ile yine aynı zâtın Tahkîkinden geçen Ebu Dâvud'un
sonlarında alfabetik hadîs fihristleri mevcuttur.
Son zamanlarda zenginleşen
hadîs çalışmaları, bir çok tanınmış kitapların bu çeşitten fihriste kavuşmasını
sağlamıştır. Mesela Ebu Hâcir Muhammed es-Sâd İbnu Besyûnî Zağlûl, Ahmed İbnu
Hanbel'in Müsned'inin ve Ebu Nu'aym'ın Hilyetu'l-Evliya'sının ayrı ayrı
fihristlerini neşretmiştir (Müsned'inki 1985'te Beyrut'ta Hilye'ninki de yine
Beyrut'ta 1986'da basılmıştır). Keza Dr. Yusuf Abdurrahman el-Mar'aşlî
el-Müstedrek Ala's-Sahîheyn ile Sünenu'd-Dârakutnî'de geçen hadîslere
fihristler yapmıştır. (Her ikisi de Beyrut'ta 1986 yılında basılmıştır).
Bu cümleden olarak İbnu
Sa'd'ın et-Tabakâtu'l-Kübrâ'da geçen hadîsler, Beyrut 1968 baskısı'nın fihrist
cildinde, Sahîhu İbni Hibban'ın hadîsleri Beyrut 1987 baskısının fihrist
cildinde İmam Begavî'nin Şerhu's-Sünne'sinde geçen hadîsler Beyrut 1983
baskısının fihrist cildinde, Tebrizî'nin Mişkâtu'l-Mesâbîh'inde geçen hadîsler
Beyrut 1961 baskısının üçüncü cildinin arkasında gösterilmiştir.[442]
a)
Kelime Miftâhı: Concordance:
Söylemeye hâcet olmayan
bir husus şu ki, bu fihristler hep hadîsin başı bilindiği takdirde bize yol
gösterir, aksi takdirde işe yaramazlar. Öyle ise hadîsin neresinden olursa
olsun bilinen bir veya daha fazla kelimeden hareketle istenen hadîsleri
bulmada, başka rehberlere, miftahlara ihtiyaç vardır. Bu maksadla müsteşrîkler
tarafından hazırlanmış bulunan el-Mu'cemu'l-Müfehres
Li-Elfâzi'l-Hadîsi'n-Nebevî'den bahsetmemiz gerekmektedir. Kısaca Fransızca
adıyla Concordance de denen bu eser Kütüb-i Sitte'ye ilâveten Muvatta,
Sünenu'd-Dârimi ve Ahmed İbnu Hanbel'in Müsned'i olmak üzere dokuz kitabın
hadîslerini herhangi bir kelimesinden bulmaya yarayan bir miftâh'tır.
Kelimeler sülasî
asıllarından mezîd bablara doğru, fiil, (mazî, muzari, emir) masdar ve isim
sırasıyla tertiplenmiştir. İstenen bir kelime bu tertîbe göre aranır. Bir
kelimeden bir başka baba ait bir kelimeye geçince yeni kelimeyi altına çizgi
atarak verir.
Bu hususları bilmek,
aradığımız kelimeyi daha çabuk bulmada yardımcı olur.
Şunu da belirtelim ki, bu
miftah tertiplenirken pek çok kelime gözden, kaçmış durumda. Bu sebeple bir
hadîsi ararken bir kelimesinden bulamadı isek, "Bu hadîs Kütüb-ü Sitte'de
yok" veya "Mu'cemin şâmil olduğu kitaplarda yok" diye acele hüküm
vermemek gerekir.
Aradığımız hadîsi
bulduğumuz takdirde rumuzlarla kaynaklarını gösterir. Rumuzların hangi kitaba
delalet ettiği her sayfanın altında gösterilir. Ancak şunu bilmek gerekir:
Buhârî, İbnu Mâce, Nesâ, Tirmizi, Ebu Dâvud, Dârimî'ye delalet eden rumuzlardan
sonra hadîsin bulunduğu kitab ismi, sonra da bab numarası bulunur. Müslim ile
Muvatta'ya delalet eden rumuzlarda ise kitap isminden sonra gelen rakam bab
numarası değil, her kitapta (bölüm) 1'den başlatılan hadîs numarasıdır. Ahmed
İbnu Hanbel'le ilgili rakamlar ise cilt ve sayfa numarasına delâlet eder.[443]
b)
Miftahu Künûzi's-Sünne:
Bunu müsteşriklerden
Weinsinck İngilizce olarak hazırlamış ise de M.F. Abdulbâki Arapçaya
çevirmiştir. 14 kaynak kitap esas alınarak hazırlanmıştır: Concordance'daki 9
kitaptan başka şu kitaplara da yer verilmiştir: Tayâlisî'nin Müsned'i, İbnu
Hişam'ın Siret'i, İbnu Sa'd'ın Tabakât'ı, Zeyd İbnu Ali'nin Müsned'i.
Kitap alfabetik sırayla
İman, Hac, Zekat, Salât gibi ana konulara ayrılmakta, ana başlıklardan sonra
tâli başlıkları vermekte; tâli konuya (bâba), bazan bir hadîs metni, bazan da
bab başlığı diyebileceğimiz bir kaç kelimelik bir cümle ile işâretten sonra,
önce o bahsin geçtiği kaynak kitaplar rumuzlarla gösterilmekte, sonra, bahsin
kaynak kitaplardaki yeri, bölüm (kitap) ve bâb numaraları veya -kaynağına göre-
cilt ve sayfa numaraları verilerek belirtilmektedir. Bu esnada kullanılan
kısaltmaların neye delâlet ettiği, bölüm (kitap) gösteren rakama tekâbül eden
bölüm adı vs. en başa konmuş olan kısaltmalar ve miftah kısmında belirtilmektedir.[444]
c)
El-Mürşid:
Kelime'den hadîs bulmak
maksadıyla yapılan bir miftah Tirmizî hadîsleriyle ilgili el-Mürşid ilâ Ehâdîsi
Sünen'it-Tirmizî adını taşır, Sıddîkî el-Beyk tarafından hazırlanmıştır.
Humus'ta 1969'ta basılmıştır. Maalesef, pek çok eksiklikleri var, her kelimeyi
bulmak gayr-ı mümkindir.[445]
İslâm ümmeti içerisinde
ilk üç asırda yaşayan nesle muhaddîsler, müfessirler ve fukahâ selef veya
mütekaddimîn der. Kelamcılar, bu devri, İmam Gazali'ye yani beşinci asra kadar uzatırlar.
Muhtelif bahîsleri işlerken sıkca selef'e atıf yaptığımız için, onlar hakkında
derli toplu kısaca bilgi vermede ve bazı açıklamalar kaydetmede fayda ve gerek
görüyoruz.
Müslüman nesiller arasında
selef'in mümtaz bir mevkii vardır. Dinî nasların tefsîr ve yorumunda onların
görüşleri esastır ve bağlayıcıdır. Bu üstünlük ve imtiyazı onlara âyet ve
hadîsler tanıdığı için, inkârı, istiskali, nazar-ı itibardan uzak tutulması
mümkün değildir. Esâsen selef denen sahâbe, Tâbiîn ve Etbauttâbiîn nesilleri yakinen
incelenecek olsa nasların tanıdığı takaddüm hakkına ziyâdesiyle layık oldukları
görülür. Onların dini anlayışları farklı, dinin emirleri karşısındaki tavır ve
teslimiyetleri farklı, dine hizmet hususundaki gayret ve fedâkarlıkları ise
kıyas götürmeyecek kadar farklı ve başkadır.
Selef de kendi aralarında
Sahâbe, Tâbiîn ve Etbauttâbiîn diye üç ayrı hiyerarşik tabakaya ayrılır. Bir
evvelki tabaka, sonrakine nazaran daha mümtazdır ve tekaddüm hakkına sâhiptir.
Sözgelimi, Ashâb'ın ittifak ettiği bir meselede Tâbiîn farklı bir fetva ileri
süremez, keza onların ittifakına Etbauttabiîn muhalefet edemez. İhtilaflı
meseleler ayrı. Selef nesillerinin imtiyazı Kur'ân ve hadîsten gelir dedik.
Bilhassa Ashab'la ilgili pek çok âyet ve hadîs vârid olmuştur[446].
İslâm âlimleri, hiçbir istisna yapmaksızın bütün Ashâb'ı tebrie edip adâlet'ine
hükmederken bu ayet ve hadîslere dayanırlar. Teferruâtı Ashâb'ın adaleti ile
ilgili bahse bırakarak burada, Ashâb ve "onlara güzellikle tâbi
olanlar"ı berâberce tebrice eden bir ayet kaydedeceğiz.
"(İslâm'da) birinci dereceyi kazanan
Muhâcirler ve Ensâr ile onlara "güzellikle tâbi olanlar" (var ya!)
Allah onlardan râzî olmuştur. Onlar da Allah'tan râzı olmuşlardır. (Allah)
bunlar için -kendileri içinde ebedî kalıcı olmak üzere- altlarından ırmaklar
akan cennetler hazırladı. İşte bu, en büyük bahtiyarlıktır."
(Tevbe: 9/100)
Resul-i Ekrem
(aleyhissalâtu vesselâm)'in hadîslerinde selef daha sarîh olarak medar-ı bahs
edilmiştir. Farklı şekillerde söylenmiş olan hadîs'in bir veçhi şöyledir:
" Ümmetimin en
hayırlı olanları benim asrımda yaşayanlardır (Ashâb), sonra onları takip
edenler (Tâbiîn), sonra da onları tâkip edenler (Etbauttâbiîn) gelir..."
Bu hadîs, hükmüyle amel
edilmesi vâcib olan bir hadîstir, zira, Kettânî'nin, Nazmu'l-Mütenâsir
mine'l-Hadîsi'l-Mütevâtir'de belirttiği üzere Suyûtî, İbnu Hacer gibi hadîs
ilminin üstadları, bu hadîsi tevâtüre nisbet etmişlerdir. Hadîs 13 farklı
tarikten rivâyet edilmiştir.
Hadîsin, Buhari'de gelen
bir veçhinde, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın Sahâbe'den sonra iki asır mı, üç asır mı zikrettiği hususunda râvi
şüpheye düşer. Ayrıca Ca'de İbnu Hübeyre ve Ebu Hüreyre (radıyallahu
anhüma)'den gelen bazı rivâyetlerde Sahâbe'den sonra üç nesil zikredilmektedir.
Böylece dördüncü asrı da buraya dahil etme imkânı doğmaktadır. Yine belirtelim
ki, Abdullah İbnu Havâle'den yapılan bir rivâyette, Sahâbe'den sonra dört asır
"hayırlı asırlar"a dâhil edilir[447].
Selef'in tesbitinde,
ekseriyet itibâriyle ilk üç nesilde ittifak edilmiş ise de dördüncü ve beşinci asrı
da dâhil edenlerin -delîl açısından- haklılıklarını göstermek iddialarında
hevâlarına dayanmadıklarını belirtmek için bu son iki rivayete de dikkat
çektik.
Bu tabakalar arasında
hiyerarşi ve birinin diğerine üstünlüğü ve hatta, bunlardan mesela Ashâb'ın
tekrar hiyerarşik bir kısım tabakalara ayrılmasında şu âyet-i kerîme esâs
alınmıştır.
"İçinizde fetihten evvel (Allah
yolunda) harcayan ve muhârebe eden kimseler (diğerleriyle) bir olmaz. Onlar
derece itibâriyle (fetihten) sonra harcayan ve muhârebe edenlerden daha
büyüktür. Bununla berâber Allah (bu iki zümreden) her birine en güzel olanı
(Cennet'i) vâdetti. Allah ne yaparsanız hakkıyla haberdârdır"
(Hadîd: 57/10).
Burada hatıra gelebilecek
bir soru, Sahâbe, Tâbiîn ve Etbauttâbîn tabakalarının birbirine efdaliyeti bir
bütün olarak mı, yoksa ferd ferd mi? sorusudur.
Şartlara göre farklı
hükümlere gidilebilirse de, cumhur, ferd ferd üstünlüğü esas almıştır. Ancak,
yukarıda kaydedilen âyetin de ifâde ettiği üzere, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın sağlığında bulunup O'nunla (aleyhissalâtu vesselâm) birlikte veya
sağlığında emriyle savaşanlar, Allah yolunda harcıyanlar, faziletçe böyle
olmayanlardan üstündürler. Zira onlar, müslümanların azınlıkta ve zaaf içinde
bulundukları bir dönemde hizmet sunmuşlardır. Sebep olan, arkadan gelenlerin
sevabına da iştirak edeceklerinden onlara fazîlette yetişmek mümkün değildir.
Selef'in üstünlüğü bir de
nübüvvet nuruyla doğrudan temastan veya o hidâyet menbaına yakınlıktan ileri
gelmektedir. Ashâb vâsıtasız o kaynağın menbaından feyz alıp tenevvür etmiştir.
Tâbiîn ve Etbauttâbiîn ise, o kaynağı, zaman bulutu fazla kesafete boğmadan
ikinci veya üçüncü perdenin gerisinden irtibat kurmuş, tenevvür etmiştir.
Aradaki uzaklık çok değil azdır. Bu'diyetten ziyâde kurbiyet esastır.
Bu yakınlık onlarda,
sonradan gelen müteahhirîn'de görülmeyecek bazı vasıfları hâkim kılmıştır.
Selef deyince, her ferdini bu vasıflarla muttasıf ve mümtaz kişiler olarak
görmekteyiz. Bizce mezkur vasıflar dörttür:
1-
Sünnete tam teslimiyet. Kur'ân-ı Kerîm'i anlamada, karşılarına çıkan
meseleleri çözmede kılık-kıyafet, yeme-içme, günlük ömrünü tanzîm ve
değerlendirme vs. her hususta ilk müracaat kaynağı, yegâne hakem sünnettir.
Aralarındaki ittifak sünnete, ihtilâf sünnete, kavga varsa o da sünnete, sünneti
anlayışlarına dayanır. Bir hadîsin tek kelime ve hatta tek harfinde düştüğü
tereddüdü çözmek için günlerce, haftalarca süren meşakkat ve tehlikelerle dolu
seyahatlere çıkacak kadar sünnete kıymet vermek, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın kavunu ne şekilde yediğine dair rivâyet bulamadığı için kavun
yemekten vazgeçecek kadar sünnete bağlılık fetva ve görüşleri, arkadan gelen
nesillerce mezheb olarak taklid edilecek olan kimselerde, sünnete olan bu
teslimiyet, ziyâdesiyle ehemmiyetlidir.
2-
Diyânet ve Takva: Dinin emirlerini şahsî hayatında tatbîk edip yaşamada
da Selef temayüz eder. Bu noktada onları geçmek mümkün değildir. ister Sahâbe
olsun ister Tâbiîn ve Etbauttâbiîn olsun namaz, oruç, Kur'ân-ı Kerimin'in
tilaveti, tasadduk gibi dindarlığın tezâhürü olan her amelde onlar, günümüz
insanının anlamakta acze düşecekleri derecede ileri tatbikat içerisindedirler.
Bir ömür yatsı abdestiyle sabah namazı, her gecede veya birkaç günde bir Kur'ân
hatmi, âhiret tasasıyla ağlamaktan gözlerin zayıflaması ve hattâ kör olması,
bütün malını tasadduk, namaz kılmaktan derinin kemiğe yapışması, bütün
namazların Câmide ve hatta ön safta edası... vs. önceki büyüklerin müşterek ve
galip vasıflarıdır. Sonrakilerde bunlar nadir ferdlerde münferid vasıflar
olarak rastlanır.
3- Hamiyet ve Gayret:
Selef büyüklerinin müşterek bir vasfı, din için gösterdikleri yorulmak bilmez
gayrettir. Hepsi dine hizmet etmek arzusuyla doludur. Bu gâyenin tahakkuku için
her çeşit zahmete, meşakkate, sıkıntıya katlanmaya, gereken fedakârlığı
göstermeye hazırdır. Bu ruh hali ferdlerden tabiî bir netîce olarak, beşeri
takatin fevkinde gayret istemiştir, selef bu gayreti göstermekten
çekinmemiştir. Mevki makamların tepilmesi; hizmet uğrunda dayak ve hapsin,
taltîf ve teşrîfe tercîhi; yarı aç yarı çıplak, yaya olarak yıllarca süren
seyahatler; haftalarca sıcak bir lokmadan mahrûm ve satın aldığı balığı pişirme
fırsatı bulamayarak kokuşma anında çiğ çiğ yiyecek kadar ilimle meşguliyet vs.
4- İhlas ve Samimiyet:
Selef'in sonraki nesillerden ayrılan en mühim yönlerinden biri de bu. Dini
anlamada peşin bir hükme sâhip değil. Allah ne diyor, ne istiyor, O'nu râzı
edecek düşünce tavır ve amel nedir, hangisidir? Aradıkları bu. Bütün ilmî
muktesabatları beşerî kapasiteleriyle aradıkları tek şey budur. Bir başka
ifâdeyle, selef dönemi, İslâm'ın askeriyede, iktisadda, siyâsette, ilimde hâkim
olduğu bir dönemdir. Ferdler üzerinde, düşüncelerde hâkimiyet kurmaya çalışan,
gizli güçler yok, Batı tasallutu, gayr-ı İslâmî iradeyi hîle ve dalavereyle,
zor ve kamçıyla düşüncelere, fikirlere, hayata hâkim kılmaya çalışan yerli
müstebitler, zâlimler ve bunlar karşısında vicdanını satmış, fetva veren veya
en azından susan ulemâ-ı sû yok. Selef, müteahhir devirlerde ve hususen
zamanımızda olduğu gibi, kafasındaki bâtıla dinî bir kılıf bulmak için âyet ve
hadîsi tedkîk etmiyor, düşünce ve tefekkürünü İslâm'a göre düzeltmek,
yönlendirmek için ayetleri hadîsleri araştırıyor ve okuyordu.
Onun için onların
görüşleri mûteberdir, isâbetlidir ve itimâda lâyıktır.
Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm), ümmet içerisinde selef'in ihraz ettiği yüce makamı belirtmeye
ehemmiyet vermiş ve birçok hadîsleriyle buna dikkatleri çekmiştir. Yukarıda
kaydettiğimiz hadîs onlardan sâdece biridir. Bir başka hadîste bu ümmetin
sonradan gelenlerinin (müteahhirun) önden gelenlerine (selef-i sâlih) dil
uzatmasını kıyâmet alâmetleri arasında sayar. Başka bazı hadîslerde ilmin
"küçükler" nezdinde aranması kıyâmet alameti olarak ifâde edilir.
Başta İbnu'l-Mubarek, ulemâ buradaki "küçük"le kastedilenin, Ashâb ve
diğer büyüklerin görüşünden ayrılıp kendi reyine tâbi olan kimse olduğunu
belirtirler. Keza: "İlim büyükleriniz nezdinde oldukça hayır üzere devam
edersiniz, ne zaman ilim küçüklerinizin eline geçerse küçükler büyükleri
bozar" veya "İnsanlara ilim... çocuklar canibinden gelirse helâk
olur"lar mealindeki ve benzeri rivâyetlerde "çocuk"tan murad hep
selef yolunu terkeden, kendi hevâsına uyan kimse olarak yorumlanmıştır.
İbnu Abdilberr'in
kaydettiği üzere, âlim kişi, hangi yaşta olursa olsun büyüktür. Büyükten rivayette bulunan küçük
de, küçük değildir, büyüktür. [448]
Aldanılan Bir Husus:
Yukarıda kısacâ temas
edilen âyet ve hadîslere dayanarak, İslâm ulemâsı Kur'ân ve hadîs'i anlamak ve
yorumlamakta olsun, Kur'an ve hadîste bulunmayan yeni meseleleri çözmek için
verilecek hükümlerde olsun önce Ashâb'ın sünnetine, orda yoksa Tâbiîn'e orda da
yoksa Etbauttâbiîn'in sünnetine başvurmayı mühim bir prensip yapmıştır.
Sözgelimi, Ashâb bir meselede ittifak etmişse, o meselenin dinî hükmü odur, bu
değiştirilmez.
Çözümüne bu üç tabakada
rastlanmayan meselede kıyas ve içtihâda başvurulur. Öncekiler tarafından
halledilen meselede yeniden içtihâd yapmaya izin yoktur, yapılırsa itibâr
edilmez.
İmam-ı Azam Hazretleri,
söylediğimiz bu kaideyi te'yîden: "Bir mes'ele sahâbe tarafından
açıklanmışsa ona uyarız. Değilse başkasına uymayız. Meseleyi çözmede onlar
insansa biz de insanız, biz de çözeriz" mânâsında ifâdede bulunmuştur.
Şimdilerde bâzı nâdânlar, İmam'ın bu sözünü delîl göstermek sûretiyle
davranışlarının İslâma uygunluğunu sağladıktan sonra, Selef'in yolundan
ayrılmak için "onlar insansa biz de insanız" diyorlar.
Şurası muhakkak ki,
İslâm'ı, dileyen benimser, dileyen benimsemez. Buna kimsenin bir diyeceği yok.
Ancak, kendi bâtıl inancına İslâm libası giydirmeye kalkar, haddini de tecâvüz
ederek ümmet-i merhûmenin ondört asırdır gittiği cadde-i kübrâda gidenleri
batılılaşmış, bâtıllaşmış bir dille itham etmeye kalkarsa buna hakkı yoktur.
Yukarıda açıklandığı
üzere, Tâbiîn'den olan bir âlim, Sahâbe'de bulmadığı bir meseleye çözüm
bulacaktır. Yukarıdaki hiyerarşi sistemine göre, Tâbiîn'i bağlayan Sahâbe'dir.
Şâyet Sahâbe, bir meselede fetva vermemiş ise Tâbiîn'den olan bir âlimi fetva
vermekten alıkoyacak hiyerarşik bir makam yoktur. İmam-ı Azâm, Tâbiîn'den
biridir. Öyle ise, Tâbiîn'den bir başkasının veya başkalarının fetvası onun
üzerinde bir otoriteye sâhip değildir. Öyle ise o söz, gayet yerindedir ve
itiraz da mümkün değildir. Ancak Etbauttâbiîn'den birisi çıkıp da:
"Sahabeye diyeceğimiz yok, ama ondan sonrakilere gelince, onlar insansa
biz de insanız" diyemez, bu mümkün değildir. Çünkü müslümanların
benimsediği hiyerarşiye göre arada Tâbiîn tabakası var. Onların bir meselede
ittifak veya ihtilaf etme durumları Etbauttâbiîn ulemâsının tavrına müessirdir.
Durum böyle olunca,
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın, en başta kaydettiğimiz hadîsin
devamında Selef'ten sonra geleceğini bildirip "şâhidliği istenmeden
şâhidlik (müslümanlar aleyhine ispiyonluk) yaparlar, ihânette bulunurlar itimâd
edilmez, nezrederler yerine getirmezler, (gamsız-kadersizdirler) aralarında
düşmanlık zuhur eder" diyerek tasvir ettiği şerîr nesillerden birinin
bu sözü söylemeye hakkı yoktur, aksi takdirde cehâletini ve ihânetini ortaya
koymuş olur.
Esâsen bu çeşit sözleri
sarfedenler mezhep kaydını kaldırmak isteyenlerdir. Zira dört mezhebin dördü de
tekevvününü selef devrinde tamamlamıştır.
Selef devrinde hükme
bağlanmayan meseleler için, her devrin uleması elbette çözüm hususunda
yetkilidir. Hatta çözmeye mecburdur. Buna hiç kimse itiraz edemez, yeter ki
selefin koyduğu esaslardan ayrılmasın.[449]
Selefiye
Yukarıda yapılan açıklama
ışığında selefiye tabiri üzerinde durmak istiyoruz. Çünkü bu tâbirin zaman
zaman suistimal edilip menfî maksatlara âlet edildiğine şâhit olmaktayız.
Yukarıda temas ettiğimiz mezhep düşmanları, din-i mübîn-i İslâm'ı 1500 yıllık
mihrakından çıkararak arzîleştirmek, laisize edebilmek için, dindarları bile
aldatma planlarına girişmişlerdir. Bunu da, dindarlarca sevilen sayılan selef i
sâlihîn büyüklerinin gittikleri yolu, bir kısım tahrîf ve muğâlatalarla
işlerine gelen şekilde yorumlayarak kendi bâtıl yollarının paraleline getirip,
bu yola "selefiye" demek, sonra da "bizim yolumuz selefiye
yoludur", "selefiye mezhebini benimsemişiz" şeklinde iddiaya
kalkarak yapıyorlar.
Aslında bu kimselerin
selef'le, selefiye ile hiçbir ilgileri yoktur. Selef, yukarıda belirtildiği
üzere Kur'ân ve sünneti esas alan, herşeyini ona göre tanzîm eden, İslâmı en
küçük âdâbına kadar elinden geldikçe yaşayan, İslâma hizmet için herşeyini
ortaya koyan insanlardır.
Bugünün selefiye
iddiacıları ise, bir kısım mugâlata ile, selefi aradan çıkarma gayretinden
başka bir şey gütmüyorlar. Zira "Biz de selef gibi dini doğrudan
kaynağından öğreneceğiz" iddiasının altında eimme-i müctehidîn denen selef
büyüklerini aradan çıkarma gâyesi yatmaktadır. Çünkü zaman içinde zuhur eden ve
edecek ihtiyaçları, Kur'ân ve hadîsten çıkarmada, muhtaç olunan temel
prensipleri -Kur'ân ve hadîsin ruhuna uygun olarak- selef uleması tedvîn ve
tanzîm etmiştir. İslâm ümmeti selefe bağlı kaldıkça, Kur'ân ve hadîsi anlamada,
zâten Kur'ân ve hadîsten çıkarılmış olan bu esaslara başvurdukça din semâvîlik,
ilâhîlik vasfını koruyacaktır. Şu halde, İslâm'ın hıristiyanlık ve yahudilikte
olduğu gibi, arzîleştirilmesi, beşerileştirilmesi, istenen meselesinin
isteyenin istediği zaman değiştirebileceği bir hâle getirebilmesi için selefe
müracaat mekanizmasının, metodunun kaldırılması lâzımdır. Çoğu kere kâili,
imamı bilinmeyen mugâlatalarla ve sâdece suiniyet sâhiplerinin başvurduğu
dedikodu faaliyetleriyle sinsi düşmanın yapmak istediği budur.
Kelamî bahislerde geçen
gerçek selefiye mezhebi tâbirine gelince, bu, Kur'ân-ı Kerîm ve hadîslerde
gelen bir kısım müteşâbih ifâdelerin anlaşılmasında takîp edilen yolla ilgili
bir tâbirdir. Zira bu meselede selefle müteahhir ulema arasında bâzı farklar
var. Selef, Kur'ân ve hadîse olan bağlılığı sebebiyle, o çeşit ifâdelerin
izâhında Kur'ân ve hadîste bulabildiği açıklayıcı ifâdelerle yetinip,
aklî-beşerî izahtan kaçındığı halde müteahhir ulema, ihtiyacın ilcaat ve
zorlamasıyla bâzı aklî açıklamalar getirmişlerdir. Müteahhir ulemayı buna
mecbur eden husus da sözkonusu müteşâbih nassların[450]
-Kur'ân-ı Kerîm'in ifâdesiyle- kalplerinde eğrilik bulunanlar tarafından
suiniyete alet edilmesi, İslâm'ın reddedeceği şekillerde te'vîle
yeltenmeleridir[451].
Öyle ise, temel nokta-i
nazarları bu şekilde açıkladığımız selefiye mezhebi hakkında, Osmanlıların son
zamanında yetişmiş ve Cumhuriyet döneminin başlarını da idrak etmiş olan
tanınmış kelamcılarımızdan İsmail Hakkı İzmirli merhumun bir açıklamasını aynen
iktibas edeceğiz.
"Vücud-u Bâri'ye arzî
ve semâvi cisimlerin aksamiyle istidlâl edip taammuku (derinleşmeyi) terketmek;
diğer tâbirle nizâ'ı mucip (ihtilafı gerektiren) ve halli müşkil olan bir takım
meseleler ile uğraşmamak, ancak Kur'ân-ı Mübîn'in irâe eylediği (gösterdiği)
veçhile, aklî ve naklî delillerle iman akîdelerini isbat eylemek tarîkidir ki,
tarîk-i eslem (en sağlam yol) budur.
Selefiye tarîki yedi esasa
dayanır: 1- Takdîs, 2- Tasdîk, 3- İtirâfı acz, 4-
Sükût, 5- İmsâk, 6- Keff, 7- Ehl-i mârifeti teslîm.
1- Takdîs:
Cenâb-ı Bâri'yi, celâl ve azametine layık olmayan şeyden tenzîh etmektir.
2- Tasdîk:
Kur'an'la Sünnet'te vârid olan ilâhî isim ve sıfatların celâl ve Kemal-i
Barî'ye layık bir mânası olduğunu cezm edip, Cenâb-ı Hakk nefs-i sübhânisini ve
Resul-i Zişân, Cenâb-ı Hakk'ı nasıl vasfetmiş ise, murad olan mânanın velevki
hakikatına vakıf olmasın, öylece iman etmektir.
3- İtiraf-ı Acz:
Müteşâbihât'da murâd ve ilâhî maksada vüsulde aczini itiraf etmektir.
4- Sükût:
Câhil ise, umûr-i müteşâbihe'yi sormamak, âlim ise (sorulunca) ona cevap
vermemektir. Çünkü, câhil sormakla akîdesini tehlikeye sokar, âlim de ona cevap
vermekle şüphe kapısını açar, bidat'i kolaylaştırır. Avam, umur-u müteşâbeheyi
sorarsa ondan menolunur. Nitekim Resul-i Ekrem (aleyhissalâtu vesselâm), kader
meselesine dalan Ashâb'ı menetmişlerdi. Hz. Ömer de "Rahmân (olan
Allah) arş üzerine istiva etmiştir." (Tâ-Ha: 20/5) mealindeki âyetin
mânâsını soran Subeyg-ı Mısrî'yi Basra'ya nefyetmişti (sürmüştü)...
Filvaki Usul-i dinden olan
ahkâm hakkında söz söylemek, münâzara etmek câizdir. Ancak muhatap, anlamadan
âciz olur ise, dalâlete düşmemek için
"İnsanlara anlıyacağı
şeyleri söyleyin" kavline uyularak bâzı hususâtı bildirmemek câiz olur.
5- İmsak: Nassları
zâhir olmayan mânalarına sarfetmekten, nususta aklı veya zevki hakem kılmak
suretiyle tasarruf eylemekten kısas-ı te'vîl'den çekinmektir.
6- Keff (Sakınmak): Kalbin
fesâdına sebep olmamak için ta'mîki (derinleştirilmesi, dalınması) memnu olan
umûru kalben de tefekkür etmemektir.
7- Ehl-İ Marifeti Teslîm: "Âli
mebhaslar (yüce meseleler) Nebiyy-i Zişân(aleyhissalâtu vesselâm)'a ve Ashâb-ı
güzîn (radıyallahu anhüm ecmaîn)'ine hafî (gizli) değildir. Şu kadar ki, bu
bahislerle uğraşmak muzur olduğu için menolunmuştur" demektir".
İsmail Hakkı İzmirli,
Selefiye nazariyelerini şu şekilde hülâsa eder:
"1- Nazar-ı
aklî (aklî muhâkeme), mesnûn olmak şartıyla me'murun bihtir[452]:
Ayât-ı Mahlûka-i ilâhiyye demek olan edilleye, masnuât ve meknunâta (gaybî
umûr) nazar, Resûl-i Ekrem (aleyhissalâtu vesselâm)'in haber verdiği ilmi
muktazi olan nazar-ı sünnete muvafıktır, evâmir-i şerriyyedendir.
Ehl-i enzar olan
mütekellimîn ve felâsife indinde alelıtlak nazara itimad olunur.
Mücerret ilmi muktezî
nazar, nasıl olur ise olsun, edilleye nazar mütekellimîn ve felâsife
tarîkleridir. Selefiyenin nazarı ehas (daha hususî), ehl-i enzâr'ın (akılla
hareket edenlerin) nazarı eamdır. Selefiyece nusûsu takrir eden, nusûsun
mehâsinini izah eden, nusûsu tefsîr eden nusûsun delâleti cihetini bildiren,
ispat tarîkini kolaylaştıran nazarlar mesnundur. Te'vîle veya redde müeddi olan
(ulaşan), ilâhî sıfat ve fiillerin ta'tilini (ibtalini) mutazammın olan
(gerektiren) nazarlar mesnûn değildir. Ehl-i enzârın kabul ettikleri nazarlarda
mesnun olmayan bu gibi nazarlar da vardır.
2-
Ancak edille-i Şer'iyye matluptur: Cenâb-ı Hakk'ın mahbubu, marzisi (istediği
şey) maksûdu uğrundaki irâde, Resul-i Ekrem (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
getirdiği irâde taleb olunur. Ancak Cenâb-ı Hakk'a ibâdeti irâde maksud olur.
İrâdenin medârı ancak bir
tek olan Allah'a ibâdeti, meşru veçhile ibadeti dilemek üzeredir.
Mutasavvife alelıtlak
irâdeyi iltizam etmekle selefiyyeden ayrılmış olur. Buna mebni muttasavvifa
tarîkinde mesnun olmayan irâde, ibâdât-ı bida'iyye (bid'at olan ibâdetler)
bulunur. Nitekim mütekellimîn tarîkinde itikâdât-ı bida'iyye (bid'at itikadlar)
bulunur.
3-
Nusus'ta vârid olan Esma-i Hüsna sıfat-ı celîle-i sübhâniyye nusûsta olduğu
gibi şân-ı Bâri'ye layık bir surette ispat olunduğu gibi alâ vechi't-tafsîl (teferruatlı olarak) ispat
olunur. Şân-ı Bâri'ye layık olmıyan teşbîh ve temsîl icmâlen nefy olunur.
Sıfât-ı ilâhiyye mahlûkun sıfatına benzemez, keyfiyeti tâyin olunmaz. İlahî
sıfatlarda te'vîl de olunmaz, tahrîf de. Hayat, ilim, kudret, irâde, semi,
basar, kelam nasıl zâtî sıfatlardan ise " vech, yed, ayn" da zâtî
sıfatlardandır. Halkı ihya, imâte, terzîk, avf, ukubet nasıl meşiyyet ve
kudretin taalluk ettiği fiilî sıfatlardan ise, istiva, nüzûl, muhyî de öylece
fiilî sıfatlardandır. Her iki nevi sıfat, zâtî ve fiilî sıfatlar Allah ile
kâimdir. Allah dâim mütekellim, dâim fâildir.
Eş'ariyye meşiyyet ve
kudrete talluk eden fiilî sıfatları, Cühemiyye ve Mu'tezile her iki nevi sıfatı
inkâr ederler, Allah ile kâim olduğunu kabul etmezler. Mutezile esmayı ispat
ettiği halde, hâlis Cühemiyye onu da inkâr eder.
Esmâ-i ilâhiyyenin tevkîfi
(vahiyle bildirilmiş) olup olmaması muhtelefun fih'tir (ihtilaflı). Tevkif
taraftarlarınca, şer'î naslarda vârid olmayan esma, Cenâb-ı Hakk'a ispât
olunmaz, diğerlerince naksı îhâm etmiyen (noksanlık vehmine düşürmeyen) bir
mânaya delâlet eden esma ispat olunur.
Cühemiyye, Cenâb-ı Hakk'ı,
ancak selbî sıfatlarla tavsif eder. Bunun mahzuru pek büyüktür. Çünkü mâdum da
selbî sıfat ile tavsîf oluna geldiğinden Cenâb-ı Hakk ile mâdum arasında bir
fark kalmaz.
Esma ve sıfat-ı ilâhiyye
(ilâhi isim ve sıfatlar) mahlûkun esma ve sıfatına hiçbir veçhile müşâbih ve mümâsil olmayıp zât-ı
Bâri'ye lâyıkı veçhile ispat olunur. Zatın keyfiyyeti mâlum olmadığı gibi
sıfatın keyfiyeti de mâlum değildir. Keyfiyetten sual bid'attir. "Allah'ın
ilim, kuvvet, rahmet, kelam, muhabbet, rıza, istivâsı yoktur" diyen
Muattıla'dan, "İlmi benim ilmim gibidir, kuvveti de benim kuvvetim
gibidir... ilâahir" diyen müşebbihe'dendir. Bu sıfatları mahlûka mümâsil sıfat
kılan Mümessile'dendir.
"Hülâsa ispat, tekyîf
ve temsîlsiz, tenzîh tahrîf ve tatîlsiz olur."
4-
Nususun (nassların) zâhiri, Cenâb-ı Bâri'ye layık olan mâna maksuttur. Nusus
mücerret rey ve nazarla te'vîl olunmaz.
"Mütekellimîn indinde
nusus rey ve nazar ile te'vîl olunur.
"Muttasavvıfa indinde
zâhir nusûs ile bâtın nusûs maksuttur.
"Batıniyye indinde
olacak bâtın nusûsu maksuttur.
5-
Vücûdu Bâri hususunda edille-i Kur'an umdedir. Hudûs (eşyanın sonradan olması)
delili, hikmet delili gibi.."
"Hikmet delili, iki
aslı muhtevîdir:
l-
Bütün mevcudat vücûd-u insana muvaffıktır,
2- Bu
muvâfakat bizzarure bir fâil-i kâsıd tarafından bilittifak (tesadüfen) değil,
bilkasd sâdırdır. Azayı beden hayata eşcâr ve hayvan da muhîtine uygundur.
"Hudûs delili de iki aslı
mutazammındır:
1)
Bu mevcudat ihtira olunmuştur
(yaratılmıştır), hâdistir (sonradan olandır)
2)
Her bir hâdise'ye bir muhdis (yâpan), ihtira olunan her şeye ihtira edici
lâzımdır."
Hülâsa eşyâdaki bu intizam
ve tevâfuk hakîm ve habîr olan bir Zât-ı Ecel A'lâ'ya delalet eder. Şu
muhtereât'ın (yapılmışların) da bir hâlıkı, bir muhteri'i vardır. Bu da
bizzarure mâlumdur.
"Kur'an-ı Mübîn
delîli hem yakînîdir, hem de mukaddimât-ı kalîleye mebnîdir. Netâyici de
bittabi daha yakindir."
Selefiyye mezhebi müstakil
ve müttehid bir mezheptir. Ancak icmal ve tafsîl itibâriyle iki neve
ayrılabilir. Mütekaddimîn-i selefiyye icmâl ile iktifa ettikleri halde
müteahhirîn-i selefiyye tafsîle itina etmişlerdir.
Selefiye mezhebi üzere
marûf olan eser, İmam-ı Hümâm Ebû Hanîfe'nin Fıkh-ı Ekber'idir. Tafsîle itina
edenlerin başında Şeyhülislam İbnu Teymiyye bulunuyor.
Selefiyye'nin hepsi ehl-i
Sünnet-i hassadır, kudemâ-yı Hanefiyye selefiyyedir. Kudlemâyı Mâlikiyye ve
Şâfi'iyye de selefiyyedir. Hanâbile'nin çoğu selefiyyedir. Eime-i metbû'în
tamamıyla selefiye'dir. İmam Ahmet mütekellimînin vazettiği edille ile ehl-i
bid'atı reddetmeyi kerîh görürdü. Bu hususta pek ziyâde mübâlağa ederdi.
Cumhur-ı Hanâbile bu yola sülük ettiler. Eş'ariyye ve Mâturidiyye gibi ilmi
kelam ile mutevağğil olmadılar. Ehl-i bid'at-ı akval-i selef, Kitap ve Sünnet
ile redder oldular.
Selefiyye mezhebinin daimi
hayatı vardır. Her asırda ehl-i İslâmdan mümtaz bir sınıf, enfa-i ulum ile
ulûm-i fıkhiyye ve ilmi tevhîd ve Hadîs ile iktifa edip nızâı mucib ve halli
müşkil olan mesâil-i nazariyyeye rağbet eylemez. Mezâil-i âliyeyi, nusûsu
şerriyenin beyânı veçhiyle şek ve
şüpheden âri olarak kabul eder. Selefiyyenin mesâili veçhen minel-vücûh değişmez. Yalnız vesâil
demek olan delâil teceddüd edebilir.
"Felsefe-i cedîde,
ulûm-ı asriyye selefiyye'nin usul ve mesâiline hâiz-i te'sîr olmaz. Selefiyye
mezhebi gıda, mütekellimin'in mezhebi devâ menzilesindendir."
Muğalatıcıların
samimiyetsizliğini göstermek için son olarak şu noktaya dikkat çekmek
istiyoruz: Görüldüğü üzere, selefiyye mezhebi, itikadî ve gaybi meselelerin
izahında bir tarz bir nokta-i nazar, hususî bir felsefe olduğu halde günümüzün
selefiye iddiacıları, amelî meselelerde selefiyecilik yapmaktadırlar. [453]
Kültür-İslâm:
Günümüzde,
Batı'dan gelerek müslümanların dillerine giren bazı mefhumlar vardır ki, yerli
kültürde İslâmî karşılıklarını bulmak bile zor ve hattâ imkansızdır. Medenî,
gayr-ı medenî tabirleri gibi. Bu mefhumların İslâmî ıstılahta muadilini bulmak
mümkün değildir.
Kültür kelimesini de tam olarak karşılayan bir tâbire
rastlayamayız. Sözgelimi, dilimizde kültürün karşılığı olarak hars kelimesi,
lügat açısından gerçekten ekim, ziraat mânasını taşımakta ise de, târih boyu
beşerî müktesebât, bilgi, mârifet mânalarına hiç kullanılmamıştır. Bizzat
Kur'an-ı Kerîm'de birçok defa geçen bu kelime hep "ekim",
"tarla" mânasına gelmiştir. Kültür mânasındaki kullanış hem yenidir
ve hem de muhtemelen sâdece Türkçe'de mevcuttur ve ilk defa olarak da Ziya
Gökalp tarafından kullanılmıştır. Araplar bugünkü kültür mefhumunu
"sekâfe" kelimesiyle karşılarlar ve aslında bu kullanış da yenidir.
Sözgelimi, zamanımızda tanzîm edilen el-Müncid adlı lügatte sekâfe kelimesine
"ilimler, fenler ve edebiyatta hâkimiyet" diye kültür mânâsı da
verilirken, hicrî yedinci asırda (v. 711) yaşamış olan İbnu Manzûr'un
"Lisânu'l-Arab" adlı lügatinde "hazâkat, anlayış, sür'atli
fehim" mânâsında açıklanmıştır. Hadîslerde kelimenin bu mânâda
kullanıldığı görülür. Meselâ, Hz. Aişe, hicretle alâkalı rivâyette kardeşi
Abdullah'ı tasvîr ederken "O, genç, anlayışlı ve sakîf bir oğlandı"
der. İbnu Hacer, kelimeyi hâzık diye açıklar. Kelime en-Nihâye'de de:
"Kendisine muhtaç olunan şeyde kesin mârifet sâhibi olan" diye
açıklanır.
Kültür
kelimesinin Arab dilinde bugünkü karşılığı olan sekâfe kelimesi târihen bu
mânâda kullanılmamış ise de, belli bir ölçüde kültürlü mânâsına kâtib
kelimesinin kullanıldığı söylenebilir. Nitekim ümmî kelimesini inceleyince,
bunun mukaabili olarak kâtib kelimesinin bizzat hadîslerde kullanılmış olduğunu
görürüz.
Bir Arab
müellifinin açıklamasına bakılırsa, edeb kelimesi de Arabların "medenî
terakkîsine" tâbi olarak mânâ ve kullanışında istihâle geçirerek
zamanımızda tam "kültür" mânâsını kazanmıştır. Açıklamaya göre:
1- Câhiliye devrinde âdib halk için yemek dâveti çıkaran kimsedir ve
me'dübe, ziyâfet yemeği demektir.
2- Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in hadîslerinde terbiye
etmek tehzîb, ahlâkı güzelleştirmek mânâsına kullanılmıştır.
3- Emeviler devrinde edeb, ilim mânâsını kazanır ve muallim
mânâsında müeddib kelimesi kullanılır.
4- Abbâsîler zamanında kelimeye nazm, nesir nev'inden her çeşit
(ahlâkî, siyâsî, sözler, nasîhatlar, ata sözleri vs.) edebî sözler mânâsı
kazandırılır.
5- Bugün (Fransızca literature kelimesinin karşılığı olarak) edebiyât
mânâsında kullanılarak mevzûsu, üslûbu ne olursa olsun bir dilde yazılan her
şey, akıl ve şuurun ortaya koyduğu her şey mânâsına kullanılmaktadır.[454]
Sünnet:
Üzerinde
durduğumuz kültür kelimesini, İslâm'da en ziyade karşılayan tâbirin
"sünnet" ve sünnet mefhumunu ifade eden diğer tâbirler olduğunu
söyleyebiliriz. Bu sebeple sünnet kelimesi üzerine biraz açıklama yapacağız.
Sünnet, lügat
açısından "yol" mânâsına gelir, iyi ve kötü her ikisi için de
kullanılır. Istılah olarak, Kur'ân'dan sonra dinin ikinci kaynağına denir.
İslâm
cemaatini diğer cemaatlerden ayıran husûs, sâdece imân değildir. İmân temel ve
vazgeçilmez şart olmakla berâber bunu tamamlayan ve bir nevi imânının hârici
tezâhürlerinden olan davranışlar vardır. Bunlara sünnet denir. Sünnet,
umûmiyetle Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) tarafından yapılmış olan
ameller, söylenen sözlerdir. Ancak, bizzat Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'le doğrudan ilgisi olmamakla beraber, ilk devir müslümanları
tarafından benimsenmiş olan bir kısım amellere ve sözlere de sünnet denmiştir.
Kelimenin böyle şümullü bir mânâ taşıması sebebiyle iltibasları önlemek
maksadıyla âlimler ayırt edici tâbirler kullanırlar: Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'den vâki olan söz ve amellere merfû sünnet, Sahâbe'den
vâki olan söz ve amellere mevkûf sünnet, Tâbiîn ve Etbauttâbiîn'den vâki olan
söz ve amellere de maktû sünnet denir. Bu açıdan, sözgelimi, Hz. Ömer zamanında
hicrî takvimin vaz'ı, devlet divanlarının tutulması, ümmetin bir kıraate sevki
gibi hususlar hep "sünnet" tâbiriyle ifâde edilir. Hülâsa sünnet,
geniş mânâsıyla ilk devir (selef müslümanlarınca benimsenerek dine kazandırılan
ameller, değerler, eşkaller mânâsına gelmektedir.
Sünnet, her
hal ü kârda insanlarca yapılacak, yapılırken pek çok tarz ve şekilde yapılma
imkân ve ihtimâli olan davranışlara tek bir şekil vererek cemaati teşkil eden
ferdler arasında birlik sağlar. Misâl olarak yemek yemeyi ele alalım. Her
insanın başvuracağı bu fiil, bir gündeki öyün sayısı, her öyündeki çeşit ve
miktar, yemekte oturuş tarzı, çiğ, pişmiş, yanık, sıcak, soğuk yemek, yenmemesi
gereken şeyler, sağ veya sol elle yemek gibi pek çok mes'elelerde çeşitli
tarzlar hatıra gelebilir. Sünnet bu mes'elelerin her birinde pek çok
ihtimallerden bir tanesini tavsiye eder. Böylece aynı sünnete uyan ferdler
cemiyette birlik içerisinde olurlar.
Sünnetin
sağladığı birlik âdâb-ı muâşeret, kıyâfet, ahlâk kaideleri gibi hususlarda daha
çok ehemmiyet taşır. Şu halde cemiyetteki müşterek değerler manzumesi manasında
kullanılan "kültür" kelimesini İslâm'da büyük ölçüde
"sünnet" kelimesi karşılar. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in
"Benim sünnetimi beğenmeyen benden değildir" veya: "Benim sünnetimle amel etmeyen benden
değildir" gibi
sözlerindeki sünnet kelimesi bu manada kullanılmıştır. Mâna şöyledir:
"İslâm ümmetinin gittiği yoldan gitmeyen, onun dinini beğenmeyen, ona zıd
düşen bir yolu benimseyen bizden değildir."
Şârihler de
hadîsi böyle anlarlar ve herhangi bir te'vîl ve mâzeretle sünneti terkedenin
dinden çıkmayacağını, fakat sünnetin zıddı olan amelin üstün olduğuna inanarak
sünneti terkederse bunun bir nevi küfür olacağını belirtirler. Zira böyle bir
inanç en azından içtimâî, birliği bozmaya müncer olacaktır. Hattâ farzın
karşılığı olan "sünnet"in bu cihetten ehemmiyetini teyid eden ve
ümmeti "sünnet" etrafında, ısrarla kenetlenmeye teşvik eden
rivâyetler mevcuttur:
"Dinin elden gidişi
sünnetin terkiyle başlar. Bir halat iplik iplik ortadan kalktığı gibi, din de
sünnetlerin birer birer terkiyle ortadan kalkar".
Nitekim bir
cemiyet, millî değerlerini birer birer terkedecek olsa, kendisine, diğer
cemiyetlerden ayrı müstakil millî şahsiyet veren şeylerden geriye ne kalır?
Şu halde
hadîslerde geçen "sünnet" ve "din" tâbirleri çoğu kere
"kültür" ve "medeniyet" manalarında kullanılmıştır. Sünneti
terk, belli bir ölçüde "İslâm kültürünü terk" dinden çıkma da
"İslâm medeniyetinden çıkma" manasına gelmektedir.
Bizden
Olan-Bizden Olmayan: Hadîslerde tefrîk ifade eden mühim tâbirlerden biri budur.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) bu tâbiri "kâfirler ve
müşrikler" hakkında kullanmış değildir. Onların "bizden"
olmadığı zâten bilinen açık bir husustur. Bu tehdîdi, daha çok İslâmî yaşayış
ve telâkkinin nihâî hududlarını göstermek, bu hududları taşma noktasında
bulunan tehlikeli sınırları belirtmek için kullanmıştır.
Bir başka
ifade ile, İslâm cemaatinin husûsiyetini teşkîl eden, onun başka cemaatlerden
temyîz ve tefrîkini sağlayacak olan hârici tezâhürler mevzûunda bu tâbir
kullanılmıştır. Bu tâbirle, beşer kültüründe yer eden ümmetî değerler'in veya
ümmet fertleri arasında imânî birliği takviye edip sağlamlaştıracak bir kısım
müşterek değerlerin muhâfazası düşünülmüştür.
Bu hususun
anlaşılması için şu hâdisleri dikkatle okuyalım.
"Bizim
dışımızdakilere benzeyenler yahûdilere, hıristiyanlara benzeyenler bizden
değildir..."
"Yağma
yapan veya soyan veya soyguna tevessül eden bizden değildir".
"Erkeklerden
kadınlara benzeyenler, kadınlardan erkeklere benzeyenler bizden değildir".
"Uğursuzluğa
inanan, (müracaatı üzerine) kendisi için uğursuzluk çıkarılan, kehânete inanan,
kendisine kehânette bulunulan (kâhine baş vuran); sihir yapan, sihir yaptıran
bizden değildir."
"İnsanları
iğdiş eden, kendisini iğdiş ettiren bizden değildir..."
"Asabiyete
(kavmiyetçiliğe) çağıran, bu yolda savaşan, ölen bizden değildir."
"Musîbete
uğrayınca bağırıp çağıran, saçını başını yolan, elbisesini yırtan bizden
değildir".
"Bizden
başkasının sünneti ile amel eden bizden değildir".
"Mâtem
için suratını döven, üstünü, başını yırtan, câhiliye çığlığıyla çığlık atan
bizden değildir".
"Küçüklerimize
merhamet, büyüklerimize hürmet etmeyen emr-i bil-marûf ve nehy-i
ani'l-münker'de bulunmayan bizden değildir" vs.
Bu çeşit
hadîsleri, hüküm açısından değerlendiren âlimler maksadın bu yasakları
işleyenleri tekfir etmek olmayıp, nehyi takviye etmek olduğunu belirtirler.
Bunların haramlığı reddedilmeyip, yapılmasının cevâzına kesinlikle
hükmedilmediği müddetçe fâili tekfir edilmez.
Korunması
gereken "Ümmetî kültür" değerleri, her seferinde "benden
değil" veya "bizden değil" gibi tâbirlerle ifâde edilmez.
Allah'ın "lânet"ine,"gadab"ına nisbet etmek
"şeytan"a nisbet etmek, "eski milletler"e nisbet etmek,
"yabancı milletler"e nisbet etmek gibi çeşitli üslublara da yer
verilmiştir. Hadîslerde bol miktarda örnekleri olan bu hususa birer örnek
kaydedip geçeceğiz.
"Peruk
(takma saç) takma işini yapana da, peruk taktırana da Allah lânet etsin."
"Sağ
elinizle yiyin, sağ elinizle için, sağ elinizle alın, sağ elinizle verin, zira
sol eliyle yiyen, sol eliyle içen, sol eliyle alıp sol eliyle veren
şeytandır."
"Sizden
önce gelip geçenlerden bir adam, hoşuna giden bir elbise giymiş ve gurura
kapılmıştı. Allah onu yerin dibine batırdı. Kıyâmete kadar orada sarsılarak
azab çekecek.”
“Kim bir
yabancı millete benzerse, o, onlardandır.” Veya “Bizden başkasına benzeyen bizden değildir.”
Hadîste gelen
bu beyanlardan çıkarılacak netice şudur: İmândan çıkarıp küfre götüren her şey
bizi medeniyetten çıkarmakta, sünnetin terkine veya sünnete muhâlefete götüren
her şey "ümmetî kültür"den koparmaktadır[455].
Bid'at:
Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in hadîslerindeki "kültür" mefhumunu daha
mükemmel, daha bütün bir şekilde kavramamıza yardım edecek mühim tâbirlerden
biri de "bid'at" kelimesidir.
Bid'at lügatte
"daha önce bir örneğine rastlanmaksızın yapılan -iyi veya kötü- her yeni
şey" manasına gelmektedir. Din kemâlini bulduktan sonra, (onu uzak veya
yakından ilgilendirmek üzere) vazedilen (konan) her bir yeni şeye şer'i örfde
bid'at denmektedir. İslâm âlimlerinin, ilgili bahislerde, "bid'at"a
verdikleri -hadîslerin tedvini (yani kitap hâline konulması), tefsir, kelâm vs.
ilimlerin tedvîni, eski Yunan hikemiyatından tercümeler, kelâmî mezheplerin
çıkışı, batıl fikirleri çürütücü kitapların te'lifi, ribât ve medreselerin
inşası gibi örneklere bakınca, bu tâbirle, ister cemiyetin tabiî gelişmesinin
sonucu bir ihtiyâca mebnî olarak, isterse taklid ve teşebbüh yoluyla zaruret
olmaksızın cemiyette zuhur eden her şeyin ifade edildiği görülür. Bu bir fikir,
bir müessese, bir davranış şekli veya bir teknik, bir eşya olabilir, yani,
ortaya çıkan her yeni şey. Nevevî'nin tarifiyle, dinî açıdan bid'at: "Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) devrinde bulunmayan bir şeyin bilâhare
ihdâsı, ortaya konmasıdır". Bir başka ifadeyle, ümmetin kültür hamûlesine
Hz. Peygamber (aleyhisselâtu vesselâm)'den sonra girmiş bulunan iyi veya kötü
her çeşit müktesebâtdır.
Anlaşıldığı
üzere, şe'ninde terakkî bulunan içtimâî heyet için bu umumî manada bid'at
kaçınılmaz bir durumdur.
Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'den vârid olan:
"Bu dinde olmayan
bir şeyi ihdâs eden kimse bilsin ki o, merdûddur."
"Kim dinimize
muvâfık düşmeyen bir amelde bulunursa bilsin ki, o merdûddur."
"Sonradan çıkan
şeylerden kaçının, zira, en fena şey sonradan çıkan şeydir, her sonradan çıkan
şey, bid'attir, her bid'at ise dalâlettir" gibi muhtelif hadîsler, herhangi bir kayda yer vermeksizin
"bid'at"ı alelıtlak reddeder. Ancak, bu babta gelen başka ifâdeleri
de göz önüne alan İslâm âlimleri, onu, "iyi" ve "kötü"
olmak üzere ikiye ayırmıştır.
Bazıları ise,
yine aynı neticeye ulaşmakla birlikte, daha da teferruâta inerek bid'atı,
"vâcib, mendûb, haram, mekrûh ve mübah" olmak üzere beşe ayırmıştır[456] . İmâm Şâfiî, "dalâlet" olarak ifâde ettiği kötü
bid'ayı: "Kitap, sünnet, eser veya icmâya muhâlif olarak ihdâs edilen
şey" olarak, kötü olmayan bid'ayı da bu sayılanlardan herhangi birine
muhâlif olmaksızın sonradan ihdas edilen hayırlı şey olarak açıklar. İbnu
Hacer, şeriatçe, müstahsen addedilen bir sınıfa sokulabilen her bid'anın
"iyi"; kabih addedilen bir sınıfa sokulabilen her bid'anın
"kötü", bunlar dışında kalanların da "mübah" olacaklarını
belirtir.
Aslında bizzat
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in hadîslerinde faydalı ve hayırlı
bid'aların ihdasına teşvik buluruz. Nitekim sahîh bir rivâyette O
(aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurur:
"İslâm'da kim güzel bir çığır (sünnet) açarsa ona, bu
amelinin ecri ile, kendisinden başka onunla amel eden diğerlerinin ecri de
-onlarınkine herhangi bir noksanlık gelmeksizin- aynen verilir." Hz. Ömer Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
devrinde kısmen münferid, kısmen cemaat halinde kılınan terâvih namazının
tamamının cemaat halinde kılınmasını emreder ve öyle yapılmaya başlandığını
görünce: "Bu ne güzel bid'attır" der.
Şu halde, hülâsa etmek gerekirse bir bid'at, ya dine
muvâfık ve bir ihtiyâcı karşılayan bir şeydir ki, bu bid'at-ı hasene adı
altında tahsîn edilmiştir (güzel bulunmuştur); veya bir ihtiyacı karşılamayan,
daha önce zaten mevcut bir şeyi kaldırarak yerine geçecek olan -bir başka
kültürden alınma, yahut beşerî hevâya uyularak, yokdan ihdâs edilme- bir
şeydir. Bid'at-ı seyyie denen bu ikinci kısım, bütün müslümanların müşterek
kültürleri yani onların birlik ve vahdet vesileleri olan "sünnet"e
ters düştüğü için merdûddur. Bu çeşit bid'atler yani yabancı kültürlere ait
unsurlarla ferdî hevâdan kaynaklanan unsurlar müstakillik esasına müstenid
ümmet şahsiyetini haleldar edeceği için hiç bir müsamaha tanınmaksızın şiddetle
reddedilmiştir. Böylesi bir bid'atın alınması, bizzat Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm) tarafından, "mevcut bir sünnetin atılması"
olarak değerlendirilmiştir: "Yeni bir bid'at ihdas eden her kavm onun bir
mislini Sünnet'ten kaldırıyor demektir."
Ümmetin hârice karşı dahilî vahdetinin korunması için bu
çeşit bid'atın şiddetle yasaklanması, "sünnet"in, bir başka ifadeyle
"ümmetî kültür"ün korunması için ağır müeyyide konması gerekmektedir.
Bu sebeple, sünneti terkedenler, bid'at ihdas edenler hakkında bir mü'min için
en değerli varlık olan "imân"ın selbi gibi tehdîdler ifade
edilmiştir. Nevevî, İbnu Hacer gibi âlimler her çeşit bid'atın reddini ifade
eden "Her bid'at delâlettir", "Bu dinde olmayan bir şeyi
ihdas eden kimse bilsin ki, o, merdûddur" gibi hadîsleri
"İslâm'ın öğrenilmesi ve icra edilmesi gereken mühim ve küllî
kaidelerinden biri" olarak tavsif etmişler, ehemmiyetlerine dikkat
çekmişlerdir.
Bid'at-ı
Seyyie'nin Modern Karşılığı: Kültürel Tezad: Yukarıdaki açıklamalardan şu husus vâzıh
olarak anlaşılmış olmalıdır: Müslümanın hayatında bid'at-ı seyyie, Batılı
sosyologlarca medeniyetin yaşı için ölçü, yıkıma gidişin alâmet ve habercisi
(symptome) kabûl edilen kültürel tezadlar'ı temsil eder. Ümmetin ihtilâfını
rahmet kabul eden hadîsle, mürtede (dinden çıkan) hayat hakkı tanımayan fıkıh
kaidesinin bu noktada iyi değerlendirilmesi lazımdır. İslâm'ın temel esasları
tarafından çizilen çerçeve (medenî hudud) içerisinde kaldığı müddetçe yapılacak
fikrî münâkaşalar (ihtilâf, medeniyetin gelişmesini, yenilenmesini, değişen
hayat şartlarına -esâsat ve İslâmî sıbga (boya) değiştirilmeden, medenî
şahsiyet bozulmadan- adaptesini sağlıyacaktır. Bu sebeple bu,
"rahmet" olarak tavsîf edilerek tahsîn edilmiştir. Bu çerçevenin
dışına çıkılması ise, bünyenin çatlaması, temelin oynamasıdır. Buna müsâmaha
edilmesi bu çatlağın büyüyerek tehdîdkâr vaziyet almasına, yıkıma götürecek
şartların hazırlanmasına seyirci kalmak demektir. Halbuki, hikmeten kabul
edilen umumî bir kaideye göre, hiç bir hayatî organizma kendi ölümüne seyirci
kalmaz. Muhafaza-i hayat ve ibka-i vücut her bir organizmanın temel insiyaklarından
(iç güdü) biridir. İşte bu sebepledir ki, İslâm hey'et-i içtimaiyesi de
varlığının ibkası için, kültürel bünyesinde bir çatlama telâkki ettiği -ve
ilmen de öyle olduğu görülmüş olan- bid'at-ı seyyie'yi şiddetle takbîh etmiş,
müsâmaha edilmemesini kesinlikle emretmiş, tedâvi ve tâmir kabul etmeyecek
dereceye gelmiş olan "mürted"e de hayat hakkı tanımamıştır. Tıpkı
kangren olan bir uzvun kesilip atılması gibi.
Her çeşit yabancı kültür mensuplarının varlığına ve
kültürleri çerçevesinde tam bir hürriyetle yaşamalarına müsâmaha gösteren,
İslâm'ın, kendi bünyesinden kopmuş olan mürtede hakk-ı hayat tanımaması tamamen
içtimâi bünyeyi korumaya mâtuf bir tedbirdir. Aksini düşünmek, cemiyetin, kendi
ölümüne seyirci kalması demek olacaktır. Bu mevzûyu en açık şekilde 1968-1980
yılları arasında yurdumuzu kasıp kavurmuş, devletimizi ciddî bir şekilde tehdîd
etmiş bulunan anarşi gerçeği isbat etmiştir. Bu hadîseyi, temel kültürel
değerlerin tahribine seyirci kalmanın, zamanında tedbir almamanın bir sonucu
olarak izah etmeyen her çeşit izah gerçekten uzaktır, aldatmacadır, ilmî
değildir.
Örf:
Sünnette olmamakla birlikte, beşer kültüründe mevcut olan
bir kısım değerler karşısında İslâm'ın tutumunu belirtmemiz gerekmektedir.
Böylesi değerler Kur'ân veya Sünnet'te mevcut olana muhâlif düşerse merdûddur,
değilse makbûldur. Bu makbûl kısım örf adı altında istihsan edilmiştir ve
fıkıhta şer'î delillerden biri sayılmıştır.
Tabirin fıkhî yönü, muhakkak ki, mevzumuzun dışında kalır.
Ancak "akılların şehâdetiyle iştihâr edip, tab'an kabul edilen herhangi
müstahsen şey" olarak tarif edilen örf, bir yönüyle mevzumuzu yakından
ilgilendirir. Kur'ân-ı Kerîm mükerrer âyetlerinde: "Biz atalarımızdan
devraldığımız yol üzereyiz, bunu terketmeyiz" mealindeki itirazları
şiddetle takbîh edip reddederken mârûf'a yâni "aklen veya şer'an
müstalisen olan ve akl-ı selîm ashâbı indinde münker olmayan şey"e uymayı
tekrarla emretmiştir.
Örfün bütün cemaate şâmil olan örf-i âm kısmından başka
bilhassa muayyen bir mahalle mahsûs olan örf i has kısmı sosyoloji açısından
ehemmiyet taşır. Zira, böylece İslâmiyet mahallî örfleri kabul etmekle sünnetî
kültür'le müştereklik kazanmış, "ümmetî cemaat" in daha tâli kültürel
gruplar teşkîl etmesini tecvîz etmiş olmaktadır. Daha önce belirttiğimiz üzere,
beşeriyetin terakkîsi için, günümüzde ilmî çevreler tarafından
"zarûrî" olduğu ifade edilen farklı kültürlerin varlığı mes'elesinde
Kur'ân-ı Kerîm'in daha mühim bir diğer âyeti şudur.
"Ey
insanlar, doğrusu, biz sizleri bir erkekle bir dişiden yarattık. Sonra da sizi
milletler ve kabîleler hâline koyduk, tâ ki, birbirinizi tanıyasınız. Şüphesiz,
Allah katında en değerliniz, O'na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır." (Hucurât: 49/13).
Âyette geçen ve "birbirinizi tanıyasınız" diye
tercüme ettiğimiz "teârüf" kelimesi a.r.f. kökündendir ve bu kök,
yükseklik (urf) manası da taşımaktadır. Binâenaleyh bu mana açısından âyet:
"Karşılıklı terakkî edip yükselme kaydetmeniz için sizi milletler ve
kabîleler hâline koyduk" manasına da gelir ki, bu tevcih günümüz
etnologlarına ziyâdesiyle uygun gelir.
İnsanlardaki renk ve dil farklılıklarının, Kur'ân-ı
Kerîm'de "Allah'ı tanıtan âyetler" meyânında zikredilerek nazara
verilmesi de, beşer cemiyeti veya İslâm ümmeti içerisinde farklı kültür
gruplarının mevcudiyetinin bizzat Yaratıcı tarafından irâde edildiğini,
bunların -Batılılarca, yakın zamana kadar ittifakla, şimdi ise sâdece bir kısmı
tarafından arzu edilmiş bulunduğu üzere- şu veya bu mülâhazalarla istiskal, red
veya ilga edilme cihetine gidilmesinin insanlığın hayrına olmayacağını
gösterir. İngiliz tarihçilerinden Macaulay, "Tarih Üzerine Deneme"
(Essay on History) adlı kitabında, Eski Yunan ve Roma'nın asıl yıkılış sebebini
kendilerini çok beğenmelerinden neş'et eden kapalılık'a bağlar: "Öyle
geliyor ki, Yunanlılar ve Romalılar sadece kendilerinden hoşlanıyorlardı. Bu
durumdan onlardaki görüş darlığı ortaya çıktı. Bir başka deyişle, onların
zekâları sadece kendi cevherlerinden gıdalarını alıyordu. Böylece onlar,
kendilerini tereddîye (bozulmaya) ve kısırlığa mahkûm etmiş oldular.
Sezarlar'ın kesif istibdâdları, her çeşit millî husûsiyetleri tedricen ortadan
kaldırmak ve imparatorluğun en uzak vilâyetlerini bile tamamen kendinde eritmek
suretiyle fenâlığı iyice arttırdı..." Strauss da, bir cemiyeti inkişâftan
ve varlığını tam olarak ortaya koymaktan alıkoyan tek şanssızlığın
"yalnızlık" olduğunu ifade eder.[457]
Kültürde Ferdiyet:
Az ilerde kaydedeceğimiz üzere yabancılarda görülen ilim ve
tekniğin iktibas edileceğinden bahsederken kültür iktibasıyla iltibas
edilmemesi gereğine hususen dikkat çekme ihtiyacını duyuyoruz.
Gerçekten Kur'ân-ı Kerîm ve Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'in hadîsleri, ilmin ve tekniğin alınmasını âmir olmalarına rağmen,
kültür iktibasını kesinlikle yasaklarlar. Bu husus, gerek "sünnet" ve
gerekse "bid'at" tabirleri ile alakalı rivayetlerde vâzıh olarak
gelmiştir. Nitekim bâzı örneklerini de kaydetmiştik. Burada bizzat Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in bazı uygulamalarından misal vereceğiz.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) teblîğe başladığı
ilk yıllarda muhatapları arasında bir tefrîk yaparak Ehl-i Kitâb ile müşrikleri
bir tutmuyordu. Tevrât ve İncil'e inanan yahudi ve hıristiyanları, putlara
tapan müşriklere tercîh ediyor, onları kendisine daha yakın hissediyordu.
Esasen bundan daha tabiî ne olabilirdi? Onlar da vahye dayanan bir din
müessesesine, Allah'a, ahirete, sevaba, günaha inanıyorlardı. Kur'ân-ı Kerîm de
sık sık Tevrât ve İncil'e atıflar yapıyor, onların inandığı peygamberlerden
bahsediyordu.
Bu tabiî durumun neticesi olarak Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm) vahiy gelmeyen meselelerde yani îlahî irşadın henüz
şekil ve istikamet vermediği -ve bu sebeple şekke düştüğü- husûslarda
müşriklerin tarzına uymaktansa Ehl-i Kitâb'ın tarzına uymayı seviyordu. Nitekim
Medîne'ye geldiği zaman saç tuvaletinde müşrik Araplarla Yahudiler arasında bir
farklılık gördü: Yahudiler, alın saçlarını (perçemlerini) alınlarının üzerine
olduğu gibi bıraktıkları halde müşrikler ortadan ikiye ayırarak yanlara
bırakıyorlardı. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'de Yahûdiler gibi alnına
bırakmaya başladı. Zamanın geçmesiyle getirdiği şeriatı hâricî tezahürlerde
bile ferdiyet ve şahsiyet isteyen müstakil, cihanşümûl bir medeniyet halinde
sistemleşmeye başlayınca Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) kendinden önce
mevcut medeni sistemlere muhalefet prensibinin gereği olarak saç tuvaletinde de
muhalefet ederek eski şekle döndü ve perçemini (alın saçını) ortadan ikiye
ayırarak yanlara saldı.
Burada bir noktayı belirtmek isteriz: Bu vak'ayı rivâyet
eden hadîs metinleri bilahare Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in tekrar
ayırma şekline döndüğünü kaydetmekle birlikte ne zaman döndüğü, niçin döndüğü
hususunda açıklama kaydetmezler. Şârihler, bu maksadla "Yahûdileri
insanların en sapığı görerek İslâm adına kazanılma ümidinin kaybolması
"saçı ayırmadan salmanın neshedilmiş olması" Hz. Peygamber
(aleyhissâlatu vesselâm)'ın "içtihadla" veya "vahiyle
terketmesi" gibi çeşitli yorumlar kaydeder. Bunlar arasında mevzuumuza en
muvafık olanı İbnu Hacer tarafından ifade edilmiş olanıdır. "Putperestler
çoğunlukla İslâm'a girince, Ehl-i Kitab'a muhalefet Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'e daha hoş geldi".
Aslında Ehl-i Kitab'a muhalefet, bu meseleye has münferid
bir vak'a olmayıp bir prensiptir. Saça verilen şekil, bu prensibin getirdiği
muhâlefetler dizisinden sâdece bir tânesidir, zincirden bir halkadır.
Muhtemelen -hicretin 16. ayında vâki olan, kıblenin Kudüs
cihetinden Kâbe cihetine tahvîliyle başlayan Ehl-i Kitab'a muhalefetler zinciri
saçın boyanmasında, selâm şeklinde, kıyâfette, haftalık toplanma gününde, cum'a
günü nafile orucunu yasaklamakta -zira hıristiyanlar o gün oruç tutarlardı-,
savm-ı visalin (yıl orucu) yasaklanmasında -ki bu da hristiyanların işiydi-,
ibadet vakitlerinin duyurulması şeklinde, kıblede, elbiseyi giyiş tarzında,
hayızlı kadınla ihtilât meselesinde vs. pek çok şeyde devam edecektir. Heysemî
tarafından sıhhati te'yîd edilen ve Ebu Ümâme'nin naklettiği bir rivayet şöyle:
"Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), birgün, sakalları ağarmış, Ensâr'dan
bir grup yaşlıya uğramıştı. Onlara:
"Ey Ensâr topluluğu, sakallarınızı kızıla veya sarıya
boyayın, Ehl-i Kitâb'a muhalefet edin" dedi. Biz de:
"Ey Allah'ın Resûlü, Ehl-i Kitâb şalvar giyerler, izar
bağlamazlar" dedik. Bunun üzerine Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"Siz şalvar da giyin, izar da bağlayın, Ehl-i Kitâb'a
muhâlefet edin" dedi. Biz tekrar:
"Ey Allah'ın Resûlü, Ehl-i Kitâb mest giyiyorlar,
nalin kullanmıyorlar" dedik. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) da:
"Siz mest de giyin, nalın da, Ehl-i Kitâb'a muhâlefet
edin" dedi. Biz tekrar:
"Ey Allah'ın Resûlü, Ehl-i Kitâb sakallarını kısa
kesip bıyıklarını uzatıyorlar" dedik. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm):
"Bıyıklarınızı kesin, sakallarınızı uzatın, Ehl-i
Kitab'a muhâlefet edin" cevâbını verdi".
Bu hadîs bize, Ehl-i Kitab'la müştereken taşınan bir
kıyafette bile bir değişiklik, bir hususiyet peyda etmenin müstahsen olacağını
ifade etmektedir.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in muhalefetteki
sistemli ısrarına şu vak'a da güzel bir örnektir: Belirtildiğine göre, Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) bir cenâze merasimine katıldığı zaman,
cenâze kabre yerleştirilinceye kadar oturmazdı. Bir seferinde, bir yahudî
âlimi: "Biz de böyle yaparız" diyerek bu tarzı takdîr edince, Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) derhal oturur ve "onlara muhâlefet
edin" diyerek oturmayı emreder[458].
Rivâyetlerden öyle anlaşılıyor ki, Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in Ehl-i Kitâb'a muhalefeti bir yahudiye:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), bize muhâlefet etmedik hiçbir şey
bırakmadı, her işimizde bize muhâlefet etti" dedirtecek kadar çok meseleye
şâmil olmuştu.
Bu muhâlefet keyfiyeti sâdece Ehl-i Kitâb'a karşı değildir.
Diğer bir kısım amiller takrir edilirken başka milletlere muhâlefet gerekçe
gösterilmiştir:
"Acemler büyüklerini zikrederek mektuba başlarlar, siz
kendi isminizi zikrederek başlayın".
"Bıyıklarınızı kısa kesin, sakallarınızı uzun tutun,
mecûsilere muhâlefet edin".
"...Hayvanları diş ve tırnakla kesmeyin, zira diş, bir
kemiktir; tırnak ise Habeşlilerin bıçağıdır,"
"İranlıların, büyüklerine ayağa kalktıkları gibi siz
de kalkmayın"[459].
"(İmamınız otururken namaz kıldığı vakit) siz ayakta
kılmayın. Aksi halde Rûmlara ve İranlılara benzersiniz; onlar kralları
otururken ayakta dururlar".
Kaynaklarda gelen misâller daha çoktur. Bunlardan anlaşılan
şudur: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in takrîr edeceği yeni şekilleri
duyururken "Ehl-i Kitâb'a", "acem'e",
"Habeşlilere" vs. muhâlefeti hatırlatmayı ihmâl etmeyişinin mühim sebeplerinden
biri "müstakil ümmet" fikrinin zihinlerde tesbîti ve diğer ümmetlere
muhâlefet düşüncesinin ferdlerde meleke hâline gelmesini sağlamaktır.
Dünya görüşü veya inanç sistemi dediğimiz dâhili rûhî
aynîliği, bu hârici tezâhürler tamamlayarak ferd'de hem müstakil medenî
şahsiyet fikrini, hem de aynı tezâhüre bürünen kimselere karşı birlik,
kardeşlik duygusunu uyandırıp pekiştirecektir.
İçtimâî kaynaşmanın sağlamlaşması meselesinde İslâm
âlimleri bu çeşit dış benzerliklere de büyük ehemmiyet atfetmişlerdir. Bu
hususu Mâlik İbnu Dinâr bir de teşbihle takviye ederek şöyle ifade eter:
"İki kişide aynı müşterek vasıf olmadıkça aralarında ülfet ve kaynaşma
hâsıl olmaz. Ecnâs-ı insan, ecnâs-ı tuyur (kuş cinsleri) gibidir. Aralarında
bir münasebet olmadıkça iki nev kuş birlikte uçmaz" der. Günün birinde bir
karga ile bir güvercini berâber görünce şaşırır. Nasıl olur da arkadaşlık
yapabilirler diye tahkîke koyulur. Az sonra anlar ki, ikisi de topaldır ve
bunları topallık vasf-ı müştereki bir araya getirmiştir.
Hülâsa, çoğu kere "sünnet" olarak -ki fıkıh ve akaid
açısından hüküm yönüyle ehemmiyeti "farz"a nazaran tahfif edilir-
ifade edilen dinin pek çok hâricî tezâhürlerini, İslâm medeniyetinin ferdiyet
ve şahsiyetini örmesi hasebiyle "Cebrâil Kur'ân'ı indirdiği gibi Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'a sünneti de indiriyordu" rivâyetinin
ifâde ettiği hakikat çerçevesinde değerlendirmek gerekmektedir. O sünnet ki,
"kendisine uyulduğu nisbette bu ümmete vâdedilen meziyetler, üstünlükler
elde edilecektir."[460]
ALTI İMAM'IN MENÂKIBI VE
AHVÂLİ[461]
İmam Mâlik:
Ebu Abdillah Mâlik İbnu
Enes İbni Mâlik el-Asbahî, Dâru'l-Hicre denen Medîne'nin imamıdır. 95 yılında
doğdu, 179 yılında Medine'de vefat etti. Öldüğü zaman 84 yaşında idi. O, fıkıh
ve hadiste Hicaz bölgesinin ve hatta bütün imamların imamı idi. İmam Şâfiî gibi
bir zatın (rahimehullah) onun ashabından biri olması, şeref olarak ona kâfidir.
İlmi, İbnu Şihâbi'z-Zührî ve Yahya İbnu Sa'îd el-Ensarî, Nâfi mevla İbnu Ömer
(radıyallahu anhüma) ve başkalarından almıştır. Kendisinden ilim alanlar
sayılmayacak kadar çoktur. İmam Şâfiî (rahimehullahu teâla), Muhammed İbnu
İbrahim İbnu Dînâr, İbnu Abdirrahmân el-Mahzûmi, Abdulaziz İbni Ebî Hâzım gibi.
Bunlar onun ashabından, kendi nazirleridirler. Ma'n İbnu İsâ el-Kezzâz, Abdü'lmelik
İbnu Abdilazîz el-Mâcesûn, Yahya İbnu Yahya el-Endülüsî, Abdullah İbnu Mesleme
el-Ka'nebî, Abdullah İbnu Vehb, Esbağ İbnu'l-Ferec; bunlar Buhârî, Müslim, Ebu
Dâvud, Tirmizî, Ahmed İbnu Hanbel, Yahya İbnu Maîn gibi hadis imamlarının
şeyhleridirler.
Tirmizî, Câmi'inde Ebu
Hüreyre (radıyallahu anh)'den şunu rivayet eder: Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdu ki: "İnsanların, ilim talebi için hayvanlara binip
seyahate çıkacakları zaman yakındır. O vakit, Medine âliminden daha bilginini
bulamazlar." Tirmizî: "Bu hadis hasendir" der. Abdurrezzak
ve Süfyân İbnu Uyeyne: "Hadiste zikredilen kimse Mâlik İbnu Enes'tir"
demişlerdir. Mâlik (rahimehulla) der ki: "Kendinden ilim yazdığım
kimselerden pek azı bana gelip ilim ve fetva sormadan vefat etmiştir." Bir
gün İmam, Rebî'a İbnu Ebî Abdirrahmân'dan hadis rivayet etti. Dinleyenler onun
hadislerinden daha çok rivayet etmesini istediler. Bunun üzerine:
"Rebîa'yı ne yapacaksınız? O şu kemerin altında uyumaktadır" dedi.
Rebîa'ya gidip: "Mâlik'in kendisinden hadis rivayet ettiği Rebî'a sen
misin?" dediler. O:
"Evet!" dedi. Kendisine "Nasıl olur da Malik senden istifade
ederken, sen kendinden istifade etmezsin?" dediler, şu cevabı verdi.
"Bilmiyor musunuz,
bir miskal devlet, ilim sahibi olmaktan hayırlıdır." Mâlik (rahimehullah),
ilme ta'zim göstermede aşırı bir derecedeydi. Hadis rivayet edeceği zaman
abdest alır, (en iyi elbiselerini giyer), koku sürünür, büyük bir vakar ve
heybetle kürsüye otururdu. Kendisi saygı telkin eden mehîb bir görünüşe
sâhipti. Hakkında bir Medineli şöyle demiştir:
Çoğu kere suale cevap
vermez, heybetinden tekrar sorulamaz da, sual edenler başları eğik ayrılırlar.
Vakârın âdabı ve saltanatın izzeti korkmaktır. O, iktidar sâhibi olmasa da
kendine itaat edilir.
Yahya İbnu Saîd el-Kattân:
"İmamlar arasında hadisi, Mâlik kadar sahîh olan yoktur" demiştir.
Şâfiî (rahimehullah) de: "Âlimler zikredilince, Mâlik onların arasında
yıldız gibi parlar" demiştir.
Rivayete göre Halife,
Mansur, onu mükreh'in boşamasıyla ilgili hadisi rivayetten meneder. Sonra bu
yasağa uyup uymadığını kontrol için, gizli bir adam vasıtasıyla bu konuda hadis
sordurur. Mâlik büyük bir kalabalık içerisinde hadisi rivayet eder: "Mecbur
edilen (mükreh) kimsenin talâkı mûteber değildir." Mansur onu kamçıyla
dövdürtür, fakat o, hadis rivayetini terketmez.
Hârun er-Reşîd, hac
sırasında Mâlik'ten Muvatta'yı dinlerdi. Kendisine Üçyüz dinar ihsanda bulundu
ve: "Benimle gelmen lâzım. Zira, ben halkı Muvatta ile amele sevketmeye
azmettim, tıpkı Hz. Osman (radıyallahu anh)'ın, Kur'ân'la amele sevkettiği
gibi" dedi. İmam Mâlik ona şu cevabı verdi: "İnsanları Muvatta ile
amele sevketmek mümkün değildir. Zira Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
Ashabı (radıyallahu anhüm), kendisinden sonra her tarafa dağıldılar. Böylece
her memlekette, Ashab tarafından götürülen bir ilim mevcut. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) da şöyle buyurmuştur: "Ümmetimin ihilâfı
rahmettir". Seninle gitmem de imkânsızdır, çünkü Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm): "Bilselerdi, Medine onlar için daha hayırlıdır"
buyurmuştur. İşte vermiş olduğunuz dinarlar, olduğu gibi duruyor. Ben
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın şehrine bedel dünyayı verseniz kabûl
etmem" der.
Şâfiî (rahimehullah) der
ki: "Ben Mâlik'in kapısında Horasan atlarından ve Mısır katırlarından
öylesini gördüm ki, daha güzeline hiç rastlamadım. Kendisine: "Bu ne güzel
binek!" dedim. "Bu sana benden hediye olsun!" dedi. Ben:
"Onlardan bir tane de kendine ayır gerekince binersin" dedim. Bana:
"Ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın yattığı bir toprağa hayvan
ayağıyla basmaktan Allah'a karşı haya ediyorum" cevabını verdi."
İmam Mâlik'in menkîbesi
saymakla bitmeyecek kadar çoktur. Allah'ın rahmeti üzerine olsun![462]
Buhârî
Ebu Abdillah Muhammed İbnu
İsmâil İbni İbrâhim İbni'l-Muğîre el-Cu'fî el-Buhârî: Kendisine Cu'fî denmesi
dedesinin babası olan el-Muğîre'den gelir. Muğîre aslen mecusi idi, Cu'fî olan
Yeman el-Buhârî vâsıtasıyla İslâm'a girdiği için onun nisbetini aldı. Cu'fî ise
Yemen'de bir kabilenin atasıdır.
Buhârî, 194 senesi
Şevvâl'inin 13'ünde, Cuma günü doğmuş, 256 yılının Ramazan bayramı gecesinde
vefat etmiştir. Öldüğü zaman 62 yaşındaydı. Erkek evlad bırakmadı. Her
memlekette bulunan bütün muhaddislere ilim almak için seyahatler tertipledi.
el-Hâfız Mekkî İbnu İbrâhim el-Belhî, Abdullah İbnu Osmân el-Mervezî,
Ubeydullah İbnu Mûsâ el-Absî, Ebu Nuaym el-Fadl İbnu Dükeyn, Ali İbnu'l-Medînî,
Ahmed İbnu Hanbel, Yahya İbnu Maîn vs.'den hadis yazdı. Kendisinden de pekçok
kimse hadis aldı. Firebrî der ki: "Buhârî'nin kitabını 90 bin kişi dinledi,
ancak onu kendisinden, benden başka rivayet eden kalmadı."
Buhârî ilim almaya on
yaşındayken başlamıştır. On bir yaşındayken de aldıklarını meşâyih'e arzetmeye
başladı. Der ki: "Sahîh adlı kitabımı altı yüz bin hadisten tahric ettim.
İçine koyduğum her hadis için iki rekat namaz kıldım."
Bağdad'a geldiği zaman
oradaki muhaddisler, imtihan niyetiyle kendisine geldiler. Yüz hadis alıp
bunların metin ve senetlerini değiştirdiler. Bunları on kişiye dağıtıp,
Buhârî'ye okumalarını söylediler. Onlardan biri atılıp kendisine bir hadis
sordu. Buhârî "Bilmiyorum" diye cevap verdi. Diğer birini daha sordu.
O, yine "Bilmiyorum" diye cevap verdi, böylece onuncu hadisini de
sordu. Buhârî her seferinde "Bilmiyorum" diye cevap verdi. Sonra
ikinci şahıs aynı şekilde on hadis sordu. Böylece on şahsın onu da, onar hadis
sordular ve Buhârî'den hep "Bilmiyorum" cevabını aldılar. Ulema onun
"Bilmiyorum" cevâbından ârif bir kimse olduğunu anlamıştı. Âlim
olmayanlar bu durumu idrak edememişlerdi. Sorular bitince, Buhârî, birinci zata
yönelip: "Senin ilk hadisin şöyle olacaktı, ikinci hadisin şöyle
olacaktı" dedi ve onunu da doğru şekliyle gösterdi. Değiştirilen her
senede metnini koyarak doğrulamıştı. Sonra diğer şahıslara yönelerek, onlara da
aynı şekilde hadislerinin doğru şekillerini haber verdi. Bunun üzerine bütün
halk onun hâfızasının kuvvetini ikrar edip, fazilet ve üstünlüğünü kabul etti.[463]
Müslim
Ebu'l-Hüseyn Müslim
İbnu'l-Haccâc İbnu Müslim el-Kuşeyrî en-Neysâburî 204 yılında doğdu, 261 yılı
Receb ayının 24'ünde, 57 yaşında olduğu hâlde vefat etti.
İlim talebi için, birçok
beldelere seyahatler yaptı. Yahya İbnu Yahya, Kuteybe İbnu Saîd, İshâk İbnu
Râhuye, Ahmed İbnu Hanbel, Ka'nebî, Harmele İbnu Yahya vs. pek çoklarından
hadis aldı. Birçok seferler Bağdat'a geldi ve orada hadis rivayet etti.
Kendisinden de pek çokları hadis aldı. Hadis bilgisinde, muasırlarına takdîm
edilirdi. "el-Müsned'i (Sahîh-i Müslim) işiterek aldığım üçyüzbin hadisten
seçtim" demiştir. Hatîbu'l-Bağdâdî: "Müslim, Buhârî'nin yolundan
gitti. Onun ilmine hasr-ı nazar etti ve onu örnek aldı" der.[464]
Ebu Dâvud
Süleyman İbnu'l-Eş'as İbnu
İshâk el-Esedî es-Sicistânî ilim almak için seyahatler yaptı. Hadis cemetti ve
pekçok eser te'lif etti. Irak, Şam, Mısır ve Horasan ulemasından hadis yazdı.
202 yılında doğup, Basra'da 275 yılında Şevval ayının 16'sında vefat etti.
Hadisi, Buhârî ve Müslim'in meşâyihinden aldı: Ahmed İbnu Hanbel, Osman İbnu
Ebi Şeybe, Kuteybe İbnu Saîd gibi hadis imamları; kendisinden de oğlu Abdullah,
Ebu Abdirrahmân en-Nesâî, Ebu Alî el-Lü'lü'î vs. pekçokları hadis aldı.
Kitabı es-Sünen'i, Ahmed
İbnu Hanbel'e arzetti. Ahmed, beğendi ve istihsan etti. Ebu Dâvud
(rahimehullahu teâla) der ki: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan
beşyüzbin hadis yazdım. Bunlardan 4800 hadis seçtim ve bu kitaba koydum.
Kitapta sahih, sahihe benzeyen ve sahihe yakın olan rivayetler mevcuttur.
Kişinin dinini doğru tutması için bu hadislerden dört tanesi kâfidir. Biri "Ameller
niyetlere göredir...." hadisi, ikincisi: "Kişinin İslâm'ının
güzel oluşu mâlâyani'yi terketmesine bağlıdır" hadisi, üçüncüsü: "Kişi
kendisi için istediğini kardeşi için de istemedikçe gerçek mü'min
olamaz..." hadisi, dördüncüsü de: "Helâl olan şeyler
açıklanmıştır, haram olan şeyler de açıklanmıştır..." hadisidir.
Ebu Dâvud, ilim, ibadet ve
verâ'da en yüce bir derecede idi. Rivayet edilir ki cübbesinin bir yeni çok
geniş diğer yeni dar idi. Kendisine bunun sebebi sorulunca: "Geniş olan,
kitaplar için, diğerinin ise geniş olmasına hâcet yok" diye cevap verir.
Hattâbî der ki: "Din ilminde Ebu Dâvud'un Sünen'inin bir misli daha te'lif
edilmemiştir. Mezhepleri farklı olmasına rağmen, bütün ulemanın hüsn-i kabûlüne
mazhar oldu." Ebu Dâvud: "Kitabıma ulemanın terk hususunda ittifak
ettiği tek hadisi almadım" demiştir. İbnu'l-A'rabî de: "Bir kimsenin
yanında -Ebu Dâvud'un Sünen'ini kastederek- şu kitapla Kur'ân'dan başka birşey
olmasa bile başka bir ilme ihtiyaç duymaz" der.
Hadis uleması, Ebu
Dâvud'dan önce Câmi'ler, Müsned'ler vs. te'lif ettiler. Bu kitaplar, sünen ve
ahkâma varıncaya kadar herşeyi ihtiva eden ahbâr, kasas, mev'îze, âdâb vs.
bütün rivayetleri cemederler. Onlardan hiçbiri sâdece, Sünen hadislerini (merfu
olan ahkâm hadislerini) müstakil bir eserde toplamayı düşünmedi. Ebu Dâvud'a
nasîb olan, kimseye nasib de olmadı. İbrâhim el-Harbî, Ebu Dâvud bu kitabı
te'lif ettiği zaman: "Hz. Davud (aleyhisselam)'a demir yumuşatıldığı gibi,
Ebu Dâvud'a da hadis yumuşatılmıştır" demiştir.[465]
Tirmizî
Ebu İsa Muhammed İbnu İsâ
İbni Sevre et-Tirmizî, 200 yılında doğdu ve 279 yılı Recebinin 13'ünde Pazartesi
gecesi Tirmîz'de vefat etti. Hâfız âlimlerden biridir. Kuteybe İbnu Sa'îd,
Muhammed İbnu Beşşâr, Ali İbnu Hucr gibi hadis imamlarının büyükleriyle
karşılaştı. Kendisinden de pek çokları hadis aldı. Hadis ilminde çok sayıda
te'lîfatı var. es-Sahih'i kitapların en güzeli, en çok faydalar taşıyanı,
tekrarı en az olanıdır.
Tirmizî (rahimehullah
teâla) der ki: "Bu kitabı Hicaz, Irak ve Horasan ulemasına arz ettim,
hepsi de beğendi ve istihsan etti. Kimin evinde bu kitab varsa, sanki evinde,
konuşan bir peygamber vardır."[466]
Nesâî
Ebu Abdirrahmân Ahmed İbnu
Şu'ayb İbni Ali İbni Bahr 215 yılında doğdu. 303 yılında Mekke'de öldü. Hâfız
imamlardan biridir. Kuteybe İbnu Sa'îd, Ali İbnu Haşrem, İshâk İbnu İbrâhim,
Muhammed İbnu Beşşâr, Ebu Dâvud es-Sicistânî vs.'den hadis aldı. Kendisinden de
pek çokları hadis rivayet etti. Hadis sahâsında çok sayıda eser vermiştir.
Şâfiî mezhebine mensuptur. Şâfi'î mezhebi üzerine (haccı anlatan bir) Menâsik'i
vardır. Kendisi verâ sâhibi, titiz ve dindar bir kimseydi. Hâfız Ali İbnu Ömer:
"Ebu Abdirrahmân en-Nesâî, devrinde muhaddis olarak adı geçen herkese
mukaddemdir" demiştir. Aralarında Ahmed İbnu Hanbel'in oğlu Abdullah'ın da
bulunduğu bir kısım şüyûh ve huffâz Nesâî ile ilgili olarak Tarsus'ta toplanıp,
kendisini intihab ettiklerini yazdılar. Ümerâdan biri Sünen kitabı hakkında
kendisine: "Tamamı sahih mi?" diye sordu. Şu cevabı verdi:
"Kitapta sahih, hasen ve bunlara yakın olanlar var." Öbürü:
- Öyleyse bana sâdece
sahihleri yaz! dedi. Bu taleb üzerine el-Müctebâ'yı yazdı. Bu, Sünen'den bir
seçmedir. İsnadında illet var diye söz edilmiş bulunan bütün hadislerini
terkederek Müctebâ'ya almadı.
Bu yazdıklarımız, mezkur
imamların kıymetlerinin büyüklüğüne ve hadis ilmindeki mertebelerinin
yüceliğine delâlet eden pekçok ahvâlden birkaç tanesinin kısa bir
hatırlatılmasıdır. Allah hepsine rahmetini bol kılsın.[467]
Ehl-i Hadis:
Hadis ehli, Sünnet'e sahip
çıkanlar, Sünnet ve Cemaat yolundan gidenler.
Ehl-i hadis terimi; hadis
ilmine sahip çıkan, hadise önem veren, onu re'ye tercih eden ve müctehid
imamlar devrinde Hicâz'da özellikle Medine'de hadis âlimlerini anlatmak için
kullanılır.
Hulefâ-i Râşidîn devrinin
sonlarına doğru bazı sahâbeler irşâd ve talim amacıyla İslâm âleminin çeşitli
yerlerine dağılmışlardı. Hz. Ömer (ö.23/643) devrinde Fustat, Kûfe ve Basra
şehirleri kurulmuş ve bu merkezlere aralarında birçok sahâbenin de bulunduğu
binlerce müslüman yerleşmişti. Diğer yandan Hz. Ömer, Abdullah b. Mes'ud'u
(ö.32/652) Kûfe'ye göndermiş, Hz. Ali de hilâfeti zamanında idare merkezini oraya
nakletmişti. Emeviler yönetimi ele alınca, özellikle onlardan memnun olmayan
sahâbe âlimleri yeniden Hicaz'da toplanmaya başladılar. Böylece, ashâb-ı
kirâmdan ilim, irfan ve feyiz almak isteyen tâbiûn âlimleri, aradıklarını daha
çok Hicâz veya Irak'ta bulmuş, giderek bu iki bölgede yer ve üstad farkından
dolayı iki ayrı grup teşekkül etmiştir. Merkezi Kûfe olana "Irak
Ekolü", Medine olana ise "Hicaz Ekolü" adı verilmiştir. Birinci
ekole "ehl-i re'y" , Hicaz ekolüne de "ehl-i hadis" ve
"ehl-i eser" denilmiştir.
Merkezi Hicaz olan ehl-i
hadisin oradaki temsilcisi İmam Mâlik b. Enes'tir (ö.93/711-179/795). Fazlaca
hadis rivâyeti yapılan bir bölgede bulunması onun ehl-i hadis sayılmasına sebep
olmuştur. İmam Mâlik, Kitap ve Sünnet yanında Medinelilerin amelini de delil
olarak alıyor, "haber-i vâhid"lerin onların uygulamasına zıt
düşmemesini şart koşuyordu. Çünkü o, dinî işlerde Medinelilerin amelini
"meşhur hadis" derecesinde görür. Bunları; Hz. Peygamber'e ulaşıncaya
kadar bin kişinin bin kişiden rivâyeti olarak kabul eder. Eğer haber-i âhad,
Medinelilerin ameline aykırı düşerse, onun Peygamber'e nisbeti zayıf demek
olup, Medinelilerin amelinden sonra gelir. Bu da İmam Mâlik'e göre, meşhur
rivâyeti haberi vâhide tercih etmek gibidir. Medinelilerin ameli İmam Mâlik'ten
önce de revaçta idi. Kâdı Muhammed b. Ebı Bekr, verdiği bir hükmünde haber-i
vâhid'e muhâlefet ederek Medinelilerin ameline uymuştur.[468]
İmam Mâlik'in bu metodu,
Irak ekolü, Mısır ve Şam bilginleri tarafından tenkide uğramıştır. Mısır
fakihlerinden Leys b. Sa'd (ö.175/791), İmam Mâlik'e yazdığı bir mektubunda
özet olarak şöyle der: "Yanınızda bulunan müslüman cemaatin uygulamasına
ters düşen bazı fetvâlar verdiğimi, herkesin Medine halkına uymak durumunda
olduğunu, zira hicretin bu yere yapılarak Kur'an'ın buraya nâzil olduğunu ve
benim, selefime dayanarak verdiğim fetvâlardan dolayı endişe duymam gerektiğini
yazıyorsunuz. Haklı olduğunuza inandığım bu görüşünüzü paylaşıyorum. Ancak,
Tevbe sûresi 100. âyette, övgü ile anılan ilk ensâr ve muhâcirlerin toplu
olarak Medine'de kalmadıkları da bir gerçektir. Çünkü onların çoğu Allah rızası
için, onun yolunda cihada çıktılar. Kurdukları askerî birliklerde kitap ve
sünneti iyi bilen, bunların açıklamadığı problemleri ictihadla çözen bir grup
bulunurdu. Halife Ebû Bekir, Ömer ve Osman'dan emir gelince, Mısır, Suriye ve
Irak'ta bulunan bütün sahâbîler ona göre hareket ederlerdi. Ben İmam Zuhri'yi
(ö.124/742) verdiği bazı fetvâlarından dolayı kınıyorum. Hatalı bulduğum bir
fetvası şudur: "Bir müslüman yağışlı gecede akşamla yatsı namazını cem
ederek bir arada ve akşam vaktinde kılabilir" Şam çamurunun Medine
çamurundan ne kadar fazla olduğunu ancak Allah bilir. Bununla beraber Şam'da
hiçbir imamın herhangi bir yağışlı gecede iki namazı cem ettikleri görülmüş değildir.
Halbuki Şam askerleri arasında Ebû Ubeyde b. el-Cerrâh (ö.18/639), Halid b.
Velid (ö.21/641), Yezid b. Ebı Süfyân (ö.18/639), Amr b. el-As (ö.61/680, ve
Muâz b. Cebel (ö.18/639 bulunurdu. Mısır'da, Ebû Zer (ö.32/65), Zübeyr b. Avvam
(ö.36/656) ve Sa'd b. Ebı Vakkas (ö.55/675), Humus'ta Bedir savaşına
katılanlardan yetmiş zat vardı. Ayrıca, Hz. Ali Irak'ta yıllarca oturdu. Diğer
müslüman şehirlerinde de sahâbeler vardı. Bu sıralanan zatlardan akşam ile
yatsı farzlarını yağışlı gecede cem ettikleri kesin olarak vâki değildir"[469]
İslâm'ın ilk iki
yüzyılında âlimler arasında samimi bir kardeşlik, dostluk ve bilgi alışverişi
hâkimdi. Bu, tâbiîn zamanında da, müctehid imamlar devrinde de böyleydi. İlim
merkezleri İslâm ülkesinin bütün şehirlerinde faaliyetini sürdürüyor ve her
mecliste bilgi, kültür, örf, mekân farklılıklarından doğan ilmî farklılıklar
ümmet için bir sorun teşkil etmiyordu. Çünkü hepsi "selef-i
sâlihîn"in yolunda olarak birbirlerini tenkid etseler de tekfir
etmiyorlardı. Ebû Hanife, Ca'fer-i Sâdık, Ahmed b. Hanbel, İmam Şâfiî, İmam
Mâlik, İmam Muhammed arasında görüş ayrılıkları olmasına rağmen, ehl-i bid'ata
karşı selefin akidesini savunmada ortak hareket ediyorlardı. Ehl-i rey diye
meşhur olan Irak ekolünde tâbiînin görüşlerine gelince, "Onlar da insan
biz de" denilerek kendi görüşlerini geçerli sayıyorlar, buna karşılık
ehl-i hadis, yani Medine ekolü ise, re'ye çok zarûri haller dışında
başvurmuyordu. Hafs b. Abdullah en-Nisâbûrî'nin (ö.209), "kesinlikle re'ye
dayanmaksızın yirmi yıl kadılık yaptım" dediği zikredilmiştir.[470]
Muhaddisler, hadisleri toplayıp yazmaya ve bunlarla fıkhı tedvin etmeye
başladıklarında ellerinde muazzam bir malzeme birikmişti. Diğer taraftan
zamanla sapık fırkaların ve ehl-i re'y ile ehl-i hadis uydurmacılığının yaygınlaşması
üzerine, bir dönemde yoğun bir tekfir ve düşmanlık dalgası hâkim olmuştur. Kezâ
Mu'tezile yüzünden "Halku'l-Kur'ân" meselesi resmi devlet ilkesi
haline getirilerek herkese zorla benimsettirilmeye çalışıldığı
"Mihnetü'l-Kur'an" devrinde de ehl-i hadis âlimlerine -İmam Ahmed
başta olmak üzere- büyük bir zulüm yapıldığı bilinmektedir. Fıkıhta meşhur
olmuş ve tedvin edilmiş mezhebler içinde İmam Mâlik ile İmam Ahmed ehl-i
hadisten; Ebû Hanife ehl-i re'yden sayılmış, İmam Şâfii bu iki ekolün ortasında
yeralmıştır. Esasında hadis veya re'yin delil olarak kullanılmasında bütün bu
mezheb imamları müttefiktirler. Ancak ihtilâf noktaları Medine'de hadis ve
sahâbe içtihadlarının, Irak'ta re'yin ağırlıklı olduğu bir fıkhın ortaya
çıkması, Medine ekolünün Medine örfüne ve Medine ashâbının fetvâlarına öncelik
verip farazı olaylar hakkında fetvâ vermemesidir. Ayrıca, sosyal ve siyası
hareketlerin de etkileri vardır.[471]
Abbâsiler döneminde
(132-334/750-945) bu ictihâdı farklılık, aşırılarca büyütülerek karşılıklı zıtlaşmalara
kadar vardırılmıştır. Şa'bî'nin, "Rey leş gibidir, ancak muztar
kaldığından yiyebilirsin" dediği söylenir. Kavram kargaşası; ehl-i re'yi,
haber-i vâhidi reddedenler; ehl-i hadisi de, re'y ve kıyası reddedenler diye
tanıttı. Bu iki farklı usûl, diğer ilimlerde de zaman zaman görüldü. Buhâri,
Ebû Hanife'ye karşı taassub ve zan ile bakarak, Sahih'inde adını bile anmamış,
"Birisi dedi ki ..." diye geçiştirmiştir.[472]
Taberî, İmam Ahmed'i fakıh değil muhaddis saymıştır. Şehristânî ile İbn Haldun,
ehl-i re'ye Ebû Hanife'yi, ehl-i hadis'e diğer üç İmamı dahil ederler.[473]
Hemen her mezhebin imamına
dâir uydurma ve karşıtları kötüleyen sözler, uydurma hadisler de yaygınlaşınca
muhaddislerin ve Hanefilerin hadisleri inceden inceye tetkiki, cerh ve ta'dilin
önemi kaçınılmaz olmuştur. III. ve IV. yüzyıl ve sonrası Emevi-Abbâsi
iktidarlarının muhâliflere zulümlerinin siyası etkileri, İslâm'ın çok geniş bir
coğrafyaya yayılması, doğuda Hanefiliğin, batıda Mâlikîliğin siyası
iktidarların sayesinde uzun süre resmi mezheb olarak korunup diğer mezheblerin
bir kısmının sâliklerinin tükenmesi veya zayıflaması, akîde konularının yoğun
olarak tartışıldığı, felsefe ve kelâm yollarının belirdiği, tasavvufun ayrıca
kendi yoluna devam ettiği şartlarda ilk zamanlardaki selefin metodu zamanla
unutulmuştur. Dolayısıyla ehl-i hadisin fıkıh istinbâtıyla ehl-i re'yin fıkıh
istinbâtı arasındaki bağ da ortadan kalkmıştır.
Fıkıh tarihçileri; mutedil
ehl-i hadisin temsilcileri olarak Hz. Ömer, Hz. Osman, Âişe, Zeyd b. Sâbit, İbn
Ömer, Ebû Seleme, Said el-Müseyyeb, Urve b. Zübeyr Kasım, Harice, Ebû Bekir b.
Ubeyd, Süleyman b. Yesâr, Ubeydullah b. Abdullah, İbn Şihâb, Nâfi',
Rabiatu'r-Rey, Yahya b. Saîd, İmam Malik, İmam Ahmed, Ebû Dâvûd et-Tayâlısı,
Buhâri, Müslim, Ebû Dâvud, Tirmizî, Nesaî, İbn Mâce, Dârimî, Ebû Yalâ,
Dârakutnî, Hâkim, Beyhâkî, İbn Abdilberr... gibi büyük âlimleri zikretmiştir.[474]
Ehl-i hadis, re'y fıkhının takdiri olmasına karşılık, hadis ve âsâr toplayıp
tedvin ederek -Câmi, Sünen, Musannef, Müsned, Mu'cem- bu hadislerle, hattâ
kıyastan önce zayıf hadislerle amel etmeye çalışmışlardır. Ehl-i hadisin Mâlik
b. Enes'in şu rivâyetinde ana ilkesi belirginleşmiştir: "Rasûlullah'tan
başka sözü kabul veya reddedilebilecek hiçbir kimse yoktur. " Avâm
arasında ehl-i hadîs ile ehl-i re'y arasındaki ihtilâfı kabalaştırarak ilmin
zayıfladığı devirlerde, âdeta ehl-i re'yin edille-i şer'iyyeden önce sanki
kıyasa ve re'ye başvurduğu, ehl-i hadisin de re'y ve kıyası tamamen inkâr
ettiği gibi yanlış bir anlayış yaygınlaşmıştır. Halbuki, gerek amelin imandan
bir cüz olup olmadığı meselesinin ortaya atılmasında ehl-i sünnetin; gerek
re'y, hadis akımıyla sapık inançlara karşı selefin akidesini korudukları, yine
asıl ihtilâfı körükleyenlerin ehl-i bid'at olup veya asıl re'yi reddedenlerin
Zâhirîler veya sünneti tümden reddeden fırkaların olduğu unutulmuş gibidir.
Muâz hadisini bütün imamlar kabul ederken, Zahiri olan İbn Hazm bu hadisi
reddetmektedir. Yine, Ahmed b. Hanbel'in, "Biz ehl-i re'yi, onlar da bizi
durmadan lânetlerdik; bu hal Şâfii'nin gelişine kadar devam etti. O gelince
aramızı bulup bizi kaynaştırdı" dediği nakledilmiştir.[475]
İslâm'da aşırı akımlar, (Havâric, Mu'tezile, Mürcie...) iki aşırı kutbu temsil
etmişlerdir. Hariciler, amel imandan cüzdür; Mu'tezile büyük günah işleyen
küfürle iman arasındadır, Mürcie, amel olmasa da iman için tasdik yeterlidir
demişlerdir. Buna karşılık ehl-i re'y, amel imandan cüz değildir diyerek ancak
günah işleyenleri fasık olarak nitelemiş; ehl-i hadis de iman amelden
mürekkeptir görüşünü savunmuştur. Böylece onların bu görüşleri, ehl-i bid'atın
görüşlerinden ayrılmaktadır. Bu akîdeye yönelik hususlar da muhâlefet ve
zıtlaşmaların artmasına sebep olmuştur.[476]
Ehl-i hadisten İmam Mâlik ile ehl-i re'yden Leys b. Sa'd (ö.175/791) arasında
mektuplaşma yoluyla ilmî müzâkere yapılmış, birbirleriyle, sevgi dolu
olmalarına engel olmaksızın görüşlerini tartışmışlardır. İmam Mâlik, Leys'e
şöyle demiştir:
"Bizim bu
memleketteki -Medine'deki- halkın amel ettiği şeylere aykırı olarak insanlara
çeşitli fetvâlar veriyormuşsun. İnsanlar Medine halkına tâbîdirler, hiç
kimsenin bir işte Medine ameline aykırı hareketini uygun bulman..."[477]
Buna karşılık Leys b. Sa'd da şöyle demiştir: "Umarım yazdıklarında isabet
etmişsindir. Medine'de Rasûlullah'ın emrettiği ve insanların ona itâat ettikleri
hakkında dediğin doğrudur. Fakat ashâb tâbiîn ve sonraki âlimler birçok şeyde
değişik görüşler ortaya koymuştur. İbn Şihâb'la (Mâlik'in üstadı)
karşılaştığımız ve yazıştığımız zaman onun da birçok ihtilâfa düştüğü olurdu.
Bazen bir meselede üç türlü görüş yazılır ve o öncekinin farkında olamazdı.
Senin terketmemi hoş görmediğini terketmeme, o sebep oldu. Meselâ, Müeccel
mehrin istenmesi, ilâ yoluyla talâkta bekleme, kadının kocaya talâkında,
erkeğin evlendiği cariyeyi satın almasında, vb. ihtilâfları naklettikten sonra
bu ve bunlara benzer birçok şeyi bıraktım. Allah'ın seni muvaffak kılmasını
ömrünün uzun olmasını dilerim..." Rey okulunun ve hadis okulunun tâbileri
kendi geleneklerini överek öne çıkarabilmişlerdir.
Muhaddislerden Ebû Bekir
b. Ayyaş (ö.193/808-809) Her devirde muhaddislerin öteki âlimlere nisbetinin
Ehl-i İslam'ın diğer dinlerin bağlılarına nisbeti gibi olduğunu söylemiştir.[478]
Ehl-i re'yi savunan Şehristânî "nasslar sınırlıdır, hadiseler sınırsızdır;
sınırsız sınırlı olanla ihâta edilemez" diyerek, tamamen hukûkı
uygulamadaki soruna işaret etmiştir.[479]
Hayatın karmaşıklığına karşı re'yi bütün mezhepler ister istemez kabul
etmiştir. Ehl-i re'y ehl-i hadis, ilim tarihine özel bir deyim olarak
girmiştir.
İmam Şâfii (767-820)'nin
her iki okul arasındâ birleştiriciliği sözkonusu edilmesine rağmen onun sanki
re'ye karşı hadis ehli tarafını kuvvetlendirdiği manası da çeşitli imamların
yazılarından anlaşılmaktadır. Aynı şekilde ona atfedilen menkıbelerden, meselâ
Muhammesi b. Nass (ö.206)'ın rüyasında Hz. Peygamber (s.a.s.)'i gördüğünde ona,
"Acaba Şâfiî'nin re'yi ile meşgul olabilir miyim?" demesine
Rasûlullah (s.a.s.) güya şöyle cevap vermiş: "Ne diyorsun? Şâfii'nin re'yi
mi? Bu re'y değildir. Aksine benim sünnetime zıt düşenlerin hepsine bir reddiyedir"[480]
Şâfiî mezhebi ileri gelenlerinden olan İmâm Nevevî, aynı eserinde Şâfii'ye
Irak'ta "hadisin muhafızı"; Horasan'da "ashâbu'l-hadis"
denildiğini zikretmektedir. O, Ahmed b. Hanbel'in, "Re'y taraftarlarını
mağlup etmek istedik, fakat muvaffak olamadık ve Şâfiî geldi, zaferi bize
kazandırdı" dediğini de yazar. Şâfiî'nin Bağdat'a gelmesinden sonra re'y
ehlinin zayıfladığını söylemektedir. Ehl-i hadîsi Şâfiî canlandırmıştır. Ancak
Nevevî, ihtilâfın rahmet oluşunun fer'i meselelerde geçerli olduğunda ittifak
edildiğini de belirtmiştir. İslâm ilim tarihindeki aşırıların bu ihtilâfı
neredeyse akîde muhâlefetine çevirmeleri bir değer taşımamaktadır. Genelde
geçerli olan; fıkıhta bütün ılımlı ehl-i re'yin de ehl-i hadisin de asla
uydukları, fakat fürû'da insanlara kolaylıklar gösterdikleri herkes tarafından
kabul edilmektedir.[481]
Ehl-i Sünnet:
Hz. Peygamber (s.a.s.)'in
sünnetine ve ashâbının (r.a) yoluna bağlı olan ve onların izlediği dini yol ve
metodu benimseyenler. Kitap ve Sünnet üzerinde ittifak etmiş, ihtilâf ve
tefrikadan sakınmış, dinde münakaşaya sebep olan hususlarda aklı değil, Kitap
ve Sünneti kaynak alan, nasları esas kabul eden topluluk. Hz. Peygamber
(s.a.s.)'in sünnetine tâbı olanlara ehl-i sünnet; onun sahâbîlerini âdil kabul
ederek onların din hususundaki metodunu takip edenlere de ehl-i cemaat ikisine
birlikte "ehl-i sünnet ve'l-cemaat" denilmiştir.
"Ehl-i sünnet
ve'l-cemaat" tabiri ile ifade edilen müslüman topluluğun, sünnet ve
cemâata tabi olmak gibi ayırıcı iki önemli özelliği vardır. Sünnet; Hz.
Peygamber (s.a.s.)'in söz, fiil ve takrirleri ile ahlâki ve beşerî
tavırlarıdır. Ancak konumuz itibariyle, sünnetin bu anlamda sınırlarını çizmek,
hangi çeşitlerinin ne derece bağlayıcı olduğunu tesbit etmek, önemli değildir.
İslâm hukukçularının, sünnetin çeşitlerinin fıkhi bağlayıcılıkları üzerindeki
görüş ayrılıkları ve bunun sonucu olarak ortaya çıkan farklı yaklaşım
metodları, hep ehl-i sünnet çerçevesinde oluşmuş farklılıklardır.
"Sünnet" daha ziyade metod, yol, izlenilmesi gerekli olan çizgi
anlamıyla, toplulukların bir ayırdedici özelliği olması açısından karşımıza
çıkmaktadır. Bu duruma göre, sünnet şöyle tarif edilmiştir: Bir inanç ve âkide
etrafında biraraya gelen topluluğun (ümmet), inanç sisteminin, akidesinin
oluşmasını temin eden yola ve metoda sünnet denilir. İnsanların bu metodda
görüş birliğine varıp, bunu uygulaması da, cemâat diye isimlendirilmiştir.[482] Bu
anlamda Kur'ân-ı Kerim'de de kullanılmıştır: "Allah'ın nice sünnetleri gelip geçmiştir. Yeryüzünde dolaşın da
yalanlayanların âkıbetini görün" (Alu İmrân: 3/137). "Allah'ın sünneti kesinlikle
değişmez" (el-Fâtır: 35/43). Bu âyet-i kerime'de ifade edilen sünnet,
Allahu Teâlâ'nın kâinatın yaratılması ve tedbiri için takdir ettiği yol, metod
anlamındadır. Allah için cebir sözkonusu olamayacağından, bu mana İslâm
tefekküründe "âdet" kelimesi ile karşılanmıştır.
Sünnet: İslâm toplumunun
yani ümmetin oluşması için Hz. Peygamber'in usûlünün esas alınması ve
peygamberi usûlü ittifakla takip eden sahabi cemaâtının yolunun izlenmesidir.
İslâm toplumunun fikrî ve amelî oluşumunu sağlayan, Allah'ın Kitabı ve Hz.
Peygamberin sünnetidir. Bunun için Allah Teâlâ, Kur'an ile birlikte Peygambere
tabı olup bağlanmanın ve ona itaat etmenin gerekli olduğunu belirtmiştir. "Allah, önceleri açık bir şaşkınlık
içinde olan inananlara, Allah'ın âyetlerini okuyan, kötülükten arındıran,
Kitabı (Kur'an) ve hikmeti (sünnet) öğreten ve size daha bilmediğiniz nice
şeyleri de öğreten bir Peygamber gönderdi" (el-Bakara: 2/151).
Kötülükten arındırmak (tezkiye), haram ve helâli Kur'an'dan öğrenmek ile tefsir
edilmiş, hikmet ise, ittifakla "sünnet" olarak kabul edilmiştir.
Kur'an farzı, vâcibi tayin
etme, helâli, haramı belirleme açısından Allah'ın hükmü ile, Rasûlünün hükmünü,
iki temel esas kabul etmiştir. "Allah
ve Rasûlünün yoluna aralarında hüküm vermesi için davet olunduklarında,
inananlar; "dinledik ve itaat ettik" diye cevaplar. İşte ancak
bunlardır kurtulanlar" (en-Nûr: 24/5).
Hz. Peygamber (s.a.s.), "size emrettiklerimi yerine getirin,
yasaklarımı da gücünüz yettiğince terk edin" buyurmuştur.[483]
Sünnete bağlılık, dinî bir zorunluluktur. Kur'an bize yeterlidir düşüncesiyle
sünneti ihmal etmek tarih boyunca bütün bid'at fırkalarının ortak özelliği olan
gizli bir hıyanet çeşididir. Hz. Peygamber (s.a.s.) bu durumun ileride ortaya
çıkacağını haber vererek, dinî hiçbir kaygısı olmayan bu insanlardan bizi
sakındırmıştır. "Tok karınlı,
koltuğuna yaslanıp size "Kur'an yeterlidir; Kur'an neyi helâl kılmışsa onu
helâl bilin, neyi haram kılmışsa onu haram bilin" diyen adamların çıkması
yakındır. Haberiniz olsun, dikkatli olun: Bana Kur'an ile birlikte (hüküm
bakımından) onun bir benzeri (sünnet) de verilmiştir."[484]
İmrân b. Husayn (r.a.),
bize Kur'an yeterlidir, sünnete gerek yoktur, diyen bir adama şöyle seslenir:
"Ahmak herif: sen Kur'an'da öğlen namazının dört rekât olduğunu,
kıraatinin gizli okunacağının hükmünü bulabilir misin? Kur'an bize çok şeyleri
müphem bırakmış, sünnet onları açıklamıştır." Abdullah b. Mesud (r.a.)
"Allah'ın, yaradılış şeklini değiştirenlere lânet ettiğini" haber
verirken bir kadın "bunlar Kur'an da var mı?" diye sorar. Abdullah b.
Mesud şöyle der: "Var tabii, sen şu âyeti okumuyor musun": "Rasûlullah size neyi emrederse onu
yerine getiriniz neyi yasaklarsa ondan kaçınınız'' (el-Haşr: 59/7)[485]
Hz. Peygamber sünnetine
uyulmasını emrettiği gibi, kendi ashabına da uyulmasını emir buyurmuştur.
Ashâba uyulduğu takdirde, insanları doğru yola götüren gökteki yıldızlara
benzetilmiştir. "İçinizde benden
sonra yaşayanlar birçok ayrılıklara şahit olacaktır. Size sünnetimi, hidâyete
erdirilmiş, doğru yolu bulmuş halifelerinin sünnetini (yolunu) tavsiye ederim.
Ona sımsıkı sarılın, âdeta dişlerinizle tutun, sonradan çıkacak şeylerden
sarılın. Çünkü her uydurma, bid'at; her bid'at sapıklıktır."[486]
Kur'an-ı Kerim'de de sahâbîler
hakkında şöyle buyurulur: "İlk iman
eden, en ön safta bulunan muhacirlerle ensar ve onlara iyilikle tabı
olanlardan, Allah razı oldu. Onlar da Allah'dan razı oldular. Allah onlar için
ebedî kalacakları, altında ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte büyük
kurtuluş budur." (et-Tevbe: 9/100). Allah'ın sahabeleri, övmesi,
sonradan gelen ümmetin onlara tabı olmasını, övülmek için onlara uyun, onlar
gibi olun, manasını zımnen ifade eder. Sahabelerden sonra gelen Tabiîn
cemaâtından da iyilikle sahabelere uyanların; Allahu Tealâ'nın övgüsüne dahil
olduğunu görüyoruz. Hz. Peygamber (s.a.s.) bir hadisinde bunu şöyle açıklar: "Ümmetimin en hayırlı dönemi, benim
içinde yaşadığım dönemdir. Sonra da onların peşinden gelenlerin dönemidir"[487]
Sahâbilerin Allah ve Rasûlü tarafından övülmesi, sonrakilerin de onların yoluna
iyilikle uymak kaydıyla bu övgüye dahil olması hadis-i şeriflerinde uyulması
tavsiye edilen "cemaât"ın, sahâbîler ve tabiin cemaâtı olduğunu
gösteriyor.
Hz. Peygamber (s.a.s.), "size ashabımı (onlara tâbı olmayı)
tavsiye ederim, sonra onların peşinden gelenleri, sonra da onların peşinden
gelenleri. Daha sonra yalan yaygınlaşacaktır." Başka bir hadis-i
şerifte Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır: "Allah'ın
rahmet eli cemaât ile beraberdir"[488]
Hz. Peygamber (s.a.s.)'in cemaatı tavsiye etmesi ve firka-ı nâciyenin (azabdan
kurtulacak kesimin) cemaât olduğunu söylemesi, cemaât'ın kimlerden ibaret
olduğunun belirlenmesini gerektirmektedir. Hz. Peygamber (s.a.s.) "Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacak,
bunlardan bir topluluk hariç hepsi cehennemliktir" buyurmuştur. O
topluluğun kimler olduğu sorulunca "benim
ve ashabımın yolunda olanlar" diye cevaplamıştır. Bir rivâyette
"cemaât" denilmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.) bir hadis-i şerifinde
şöyle buyurur: "Ümmetim, sapıklık
üzerinde bir araya gelmez. İhtilâf gördüğünüz zaman size 'sevâdu'l a'zam (en
büyük olan ve hak üzere bulunan topluluğa katılmayı) tavsiye ederim"[489]
Sevâdu'l-a'zam: Sırât-ı Müstakim metodunu benimseme hususunda görüş birliği
içinde bulunan topluluk olarak tefsir edilmiştir.[490]
Hz. Peygamber, cemaâta,
sevâdu'l a'zama tabi olunmasını emretmiştir. Cemaât; ilk dönemde, sahabîler;
sonraki dönemlerde ise sâlih amel sahibi bilginlerdir. Abdullah b. Mübarek'e
cemaat kimlerdir? denilince "Ebû Bekr, Ömer (r.a.)dır" diye cevap
vermiş, "Onlar öldü", denilince de yine "falan ve falandır"
demiştir. Onlar da öldü, denilince "İşte şu Ebû Hamza es-Sekkerî
cemaâtdır" der.[491]
İmâm Tirmizî şöyle der: Âlimler, cemaâtı şöyle tarif etmişlerdir: "Ehl-i
fıkıh, ehl-i ilm ve ehl-i hadis cemaâttir"[492] Bu
anlamıyla, âlimler cemaâtının sapıtması mümkün değildir. Nitekim Hz. Peygamber
(s.a.s.) "Allahu Teâlâ ümmetimi
sapıklık üzerine bir araya getirmez. Allah'ın rahmet eli cemaâtledir. Kim
cemaâtten ayrılırsa; cehenneme atılacaktır"[493]
diye buyurmuştur.
Şehristânî'nin tarifine
göre "cemaât, bir sünnet ve metod üzerinde ittifak etmiş insanlar
topluluğudur"[494]
İslâm tarihinde ilk defa
cemaât kelimesinin meşhur olması, Hz. Hasan (r.a.)'ın hilafeti Hz. Muaviye
(r.a.)'a devretmesi yılında olmuştur. Müslümanların birliğini temin ettiği için
bu yıla "senetü'l-cemâa" (birlik yılı) denilmiştir. Müslümanlar Hz.
Peygamber (s.a.s.) vefat ettiğinde her bakımdan emniyete alınmış, düzenli bir
sosyal yapıya sahiptiler. Ancak Hz. Osman'ın şehid edilmesi (ö.35/656) sonucu
ortaya çıkan olaylar müslümanların zihinlerinde bir takım yeni soruların
oluşmasına yol âçtı. Sahabîler öldürülmüş, hilâfet meselesi gündeme gelmişti.
Öldürülen müslümanların durumlarının ne olduğu ve bu olaylarda kaderin tesiri
meselesi gibi itikâdı meseleler konuşulur oldu. Hz. Ali ile Hz. Muâviye
arasındaki hilâfet meselesi ve bunun sonucu ortaya çıkan savaşlardan sonra, her
iki tarafın sempatizanları arasındaki siyâsi sürtüşmeler söz konusu olmaya
başladı. Yahudi, Hristiyan ve Mecusilerin müslüman olması ve İslâm kültürüyle
tanışması sonucu, onların kültürlerindeki meselelere İslâmî nassların
mütekabiliyet meselesi tartışmaları başladı. Bütün bu meseleler taraflar
arasında ifrat ve tefrit nedeniyle büyük uçurumlar ortaya çıkardı. Bunlara
karşı sahâbîlerin çoğunluğu mutedil bir yol takip ederek cemaâtın birliğini
muhafaza etmeye, siyası meselelerde aşırı taraf olmamaya çalıştılar. Bu
zümrenin ilk mümessilleri olarak, Abdullah b. Ömer (r.a.) (74/693); İbrahim
en-Nehaî (96/714); Hasanü'l-Basrî (110/728) ve İmam-ı Âzam Ebû Hanife (150/767)
sayılabilir. Ortaya çıkan fırkalar hakkında görüş beyan ederek bu meseleler
hakkında ilk defa merkezi zümrenin fikirlerinin temsilciliğini yapan
Hasanü'l-Basri'dir. Onun ehl-i sünnetin fikrı ve itikâdı esaslarının tezahüründe
önemli bir yeri vardır. Devrinin siyâsi ve itikâdı meseleleri hakkında muayyen
görüşler ileri sürmüştür. Emevi idarecilerini tenkit etmiş, zâlim idareciye her
konuda itaat edilmeyeceğini savunmuş ve "Allah'a
karşı bir günah söz konusu olunca, mahlûka itaat gerekmez"[495]
Hadisine dayanarak Allah'a karşı gelmeyi gerektirecek bir istekte bulunduğu
takdirde, idareciye itaat mecburiyetinin olmayacağını açıkça ifade etmiştir.[496]
Hasanu'l Basrî, iktidar mevkiinde bulunanların uyarılmasının, ve onların
cehennem azabıyle korkutulmasının, müslüman bilginlerin görevi olduğunu
belirtmiştir. Ancak kılıçla karşı çıkılmasını kabul etmemiş, şöyle demiştir:
Eğer zikrettiğiniz meseleler Allah'ın azâbını gerektiriyorsa insanlar,
kılıçlarıyla Allah'ın cezasını döndüremezler. Eğer onlar bir gâile ise,
Allah'ın hükmünü sabırla beklemelidirler.
Hasanu'l-Basrî siyası
otoriteyi elinde tutanların zâlim olabileceği hususunu kabul ederek, Peygamber
(s.a.s)'in fitne anında âlimlere uyulmasını tavsiye etmesini dikkate alıp "Sizden olan ulû'l-Emre itaat
edin" (en-Nisâ: 4/59) ayet-i kerimesinde geçen Ulû'l-Emr'i âlimler,
fâkihler diye tefsir etmiştir. Sonraki dönemlerde İslâm ümmetinin manevi
dinamiğini âlimler, İslâm hukukçuları belirlemiş, insanlar onların çevresinde
toplanmıştır.[497] Büyük
günah (Kebâir) işleyenlerin âkibeti ve kader meselesinde bazı yeni görüşler
ileri süren, Vâsil b. Ata'yı meclisinden "kovmuş", haricilerin büyük
günah işlediler iddiasıyle bazı sahâbîleri tekfir etmesini, bir nifak alameti
saymış ve Gulât-ı Şia'yı (hulefâ-ı râşidine söven aşırı grup) reddetmiştir.
Sahâbilerin fitne çıkmadan
önceki haline uyan, fitneler çıktıktan, müslümanlar fırkalara ayrıldıktan sonra
da, sahabîlerin çoğunluğunun tutumunu benimseyen topluluk, kendilerini diğer
bid'at fırkalarından ayırmak için, zaman zaman ehl-i sünnet, ehlü'l-hakk,
"ehlu's-sünne ve'l-İstikâme, ehlu'l-hadis, ehlu'l-cemaâ, ehlu'l-hadis
ve's-sünne ve ehlu's-sünne ve'l-cemaâ isimlerini kullanmışlardır. Ehlu's-Sünne
terimini ilk kullanan, Muhammed b. Sirın (ö.110/728), "ehlu'l-hakk
ve'l-cemâ'a" terimini ise, ilk defa kullanan Ebu'l-Leys es-Semerkandi
(ö.373/898)'dir. Terim hicrî II. asır başlarından itibaren "ehlu'l-hakk
ve'l-istikâme" "ehlu's-sünne ve'n-nakl",
"ashabu'l-hadis" şekillerinde kullanılmıştır. Bu topluluk hakikatte
bir fırka değil, Hz. Peygamber (s.a.s)'in ve ashabının yolunu takib eden
ekseriyettir. Sonraki dönemlerde bu isimler içerisinde diğerlerindeki ortak
noktalan da toplaması açısından "ehlu's-sünne ve'l-cema'ât" ismi
yaygınlaşmış ve kabul edilmiştir. Bu kullanışa yakın bir ifadeyi Ahmed b.
Hanbel (241/855) "Ehlu's-sünne ve'l-cemâ'a ve'l-âsâr" şeklinde
kullanmıştır.[498]
"Ehlu's-sünne ve'l-cemâ'â" şeklindeki ifade tarzına da elimizde
bulunan eserlerden Ebûl-Leys es-Semerkandî (373/898)'nin
"Şerhu'l-Fıkhı'l-Ekber" isimli eserinde rastlanmaktadır.
"Ehlu's-sünne", dinde bid'atlerin ve çeşitli fikirlerin ortaya
çıkmasından sonra sünnetin savunulması ve Ümmetin bütünlüğünün korunması
hareketi olarak ortaya çıkmıştır. Ehlu's-sünne, bid'at fırkalarına karşı bir
tepki, onların dindeki yerini belirleme onların ortaya attığı meselelerin dini
cevaplarını tesbit etme ve bid'ata karşı İslâm cemaâtının tavır alma
hareketidir.
Hz. Peygamber (s.a.s) bir
hadis-i şerifinde şöyle buyurmuştur: "Yahudıler
yetmişbir fırkaya, Hristiyanlar yetmişiki fırkaya ayrılmıştır. Benim ümmetim
ise yetmişüç fırkaya ayrılacaktır. Bütün hepsi cehennemliktir. Ancak bir fırka
kurtulur. O da cemaâttır"[499]
Hâkim bu hadis için Sahihaynın şartlarına uygun bir hadistir der. Bu hadisi
Hz. Peygamber (s.a.s)'den on sahabı rivâyet etmiştir. Hz. Ebû Bekr, Hz Ömer
(r.anhum), müslümanların böyle gruplara ayrılacağını haber vermiştir.[500] Bu
hadiste bildirildiği gibi müslümanlar fırkalara ayrılmıştır. Hz. Peygamber
(s.a.s) din hususunda sonradan ortaya çıkan şeylerden ümmetini sakındırmış,
bunların bid'at olduğunu her bid'atın da insanı cehenneme sürükleyeceğini haber
vermiştir.[501]
Bidat, din hususunda ashâb-ı kirâm ile tabiilerin yapmadığı ve şer'î delîlin
gerektirmediği, sonradan ortaya çıkarılmış şeylerdir. Ehl-i sünnet akîdelerine
aykırı itikatta bulunan ve fakat ehl-i kıble olan kimseye de
"bid'atçı" denir. Bunlar, Cebriye, Kaderiye, Rafıziler, Haricîler,
Muattıla (Mu'tezile) ve Müşebbihedir. Bunların her biri oniki gruba
ayrılmıştır. Toplam yetmişiki fırkadır.[502]
Bid'at; Peygamber (s.a.s)'den nakli meşhur olan şeyin aksini itikad etmektir.
Fakat bu, inad sebebiyle değil, bir nevî şüphe ile olduğu ve bir delile
dayandığı zaman bid'at kabul edilir. Bizim kıblemize dönenlerden hiç biri,
bid'at sebebiyle tekfir edilemez... Şayet yaptıkları bu inkâr, bir tevil ve
şüphe neticesi ise tekfir edilmezler. Fakat bid'atçı, asla şüphe götürmeyen
katî delillere karşı inad ederek bid'ata inanırsa dinden çıkar. Mesela: Haşrı
(ba's) veya kâinatın sonradan yaratıldığını kâbul etmemek gibi. Şüphe ile
tevile kalkışanın şüphesi fâsid bile olsa, onun küfürle suçlanmasına engeldir.
Meselâ: Allah Tealâ'yı görmenin mümkün olmadığını söyleyenlerin "O azamet
ve Celâl'inden dolayı görülmez" demeleri gibi. Bizim kıblemize dönenlerin
hiçbiri, bir şüpheye dayanan bir bid'âttan dolayı tekfir edilemezler. Ancak
zarûriyât-ı diniyeden kabul edilen dini kati hükümlerden birinin inkâr
edilmesi, hilâfsız küfürdür. Meselâ: Bu âlemin sonradan meydana getirildiğine
ve cesedlerin haşr edileceğine (ba's-ı cismânı) inanmayan kimse de dinden
çıkar.
Hz. Ebû Bekr ve Ömer
(r.anhum)'in hilâfetlerini inkâr eden ve onlara söven kimse, bu yaptığını bir
şüpheye binâen yapsa dinden çıkmaz. Hz. Ali (r.a)'ın Allah olduğunu ve
Cibril'in hata ettiğini iddia edenler, dini çizginin dışına çıkar. Çünkü bu bir
şüphe ve içtihaddan dolayı değil, sırf hevâ ve heveslerinden dolayı bir inkâr
niteliğindedir. Bid'atlardan sayılan Allah'ın sıfatlarının zâtı üzerinde zâid
manalar olduğunu kabul etmeyen, kabir azabını, şefaati, büyük günah işleyenin
cehennemden çıkacağını ve Allah'ı görmeyi inkâr eden Mu'tezile tâifesi gibi
câhil bid'atçılar tekfir edilemese de sapıklıkta sayılırlar. Çünkü Kur'an ve
sahih sünnetin bu konudaki delilleri açıktır. Çünkü ehl-i kıble tekfir
edilmemiştir. Diğer yandan onların şâhidliklerinin kabul edileceğine dair icmâ
vâki olmuştur. Halbuki bir kâfirin müslüman aleyhine şahidliği geçerli
değildir. Günahı mübah saymanın küfür olması meselesi ise, şöyle açıklanmıştır:
Şayet inaddan dolayı ve delilsiz ise küfürdür. Şer'i delilden dolayı inkâr ise,
ma'zur değildir. Kullarının kalblerini en iyi Allah bilir.[503]
İtikâdı konulardaki inancımız kesin delil ve naslarla tesbit edildiği için,
itikad şüphe ve tereddüd mahalli değildir. Fıkhi bir mezhebe taraftar olanlar
bilmeli ki, bir konuda müctehid hatalı veya isabetli, bir diğer konuda bir
başka müctehid hatalı veya isabetli olabilir. Fakat itikadi meselelerde bu
hüküm geçerli değildir. Bid'atçi da haklı olabilir, biz de haklı olabiliriz
denilemez. İbn Abidin bu konuyu şöyle açıklar: İtikadımızdan murad, hiçbir
kimseyi taklid etmeksizin her mükellefe inanılması vacip olan meselelerdir.
Bizim itikadımız, ehlü's-sünne ve'l-cemaât mezhebidir. Ehlü's-sünnet;
Selefiler, Eş'arîlerle Mâtûridîlerdir. Bu iki fırka itikadda genellikle bir
gibidirler. Sayılı meselelerde, aralarında küçük farklar vardır. Bazıları,
aralarındaki ihtilâfın genellikle lâfzı olduğunu söylemişlerdir.
Hasımlarımızdan maksat, itikatları küfre varan bid'atçılarla, küfre
varmayanlardır. Küfre varan bid'adlara örnek: Âlemin kadim olduğunun iddia
edilmesi, Peygamberin bi'setinin inkârı gibi. Küfre varmayan bid'atlara örnek:
Kur'an'ın mahlûk olduğunu ve Allah'u Teâlâ'nın kulları için kötülüğü irade
etmediğinin iddia edilmesi gibi.[504]
Rafızilere ve bid'at ehline benzememeye çalışmak ve onlara muhalefet etmek
gerekir. Bid'at ehline benzemek câiz değildir. Ancak onlara teşebbüh kasdıyla
yapılan benzemek ve onların kötü hallerini taklid etmek uygun değildir.[505]
Bid'atçılar hakkındaki bu
genel hükümlerin açıklanmasından sonra; ilk bid'at fırkalarının ortaya çıkışını
ele alabiliriz: İlk çıkışları Hz. Ali (r.a.)'ın hilâfeti dönemindedir.
Şehristâni (549/1154)
İslâmi fırkaları; Kaderiyye, Sıfatiyye, Hâriciyye ve Şiâ olarak dört ana gruba
ayırmış, yetmişüç fırkanın bunlardan yayıldığını belirtmiştir.[506]
İbn Hazm ise,
(ö.457/1065), İslâmi mezhepleri: Ehl-i sünnet ve cemaat, Mu'tezile, Mürcie, Şîâ
ve Hariciler olarak beş grupta toplamış, bunlardan ehl-i sünnet'i hak
ehli", onun dışındakileri ise, bâtıl ehli" olarak belirttikten sonra,
ehl-i sünnet'i, sahabe ve tabiînin seçkinleri, ehl-i hadis ile onlara uyanlar
olarak tarif etmiştir.[507]
Hz. Ali (r.a.)'ın hilâfeti
döneminde ortaya çıkan bid'at fırkalarının ilki olan Hâriciler başlangıçta bir
siyâsi fırka olarak ortaya çıkmıştır. Şîâ ise, bir Yahûdi olan, Yemenli İbn
Sebe'nin tahriki ile, Hz. Ali taraftarlığı iddiasıyla ortaya çıkmıştır.
Şîa'nın ilk ortaya
çıkışında şüphesiz ki, Abdullah İbn Sebe'nin etkisi inkâr edilemez. İbn Sebe'
Yemenli bir yahudidir. İslâm'ı içten tahrip etmek için Yemen yahudilerinin
planı gereği müslüman gözükerek, yahudi ve mecûsî kültüründen aktardığı sapık
görüşleri İslâm'a sokmaya çalışmıştır. Velâyet, vesâyet, ric'at, ilâhı hak
kavramlarını ilk defa İslâm'a sokan bu şahıstır. Şîâ âlimleri de, İbn Sebe'nin
yaptığı bu tahribatı kabul ederler. Önde gelen Şiâ ulemâsından en-Nevbahtî
bunlar arasındadır.
Bütün bu gelişmeler
konusunda hicrî ikinci yüzyıldan itibaren İslâm ülkelerinde yaygın hale gelen
siyâsi, dinî, itikâdı ve fıkhı görüşler arasında Hz. Peygamberin ve ashabının
yolunu savunmak için ortaya çıkan imamlar, ehl-i sünnet akîdesini
sistemleştirmişler, ehl-i bid'ate karşı mücadele etmişlerdir. Hasanü'l-Basrî
(110/128). Bu hareketi sistemleştirenlerin ilki sayılmaktadır. Ehl-i sünnet
akîdesinin esaslarını ortaya koyması yönüyle İmam-ı Azam Ebû Hanife'yi de bu
ekolün öncülerinden saymak gerekir. Ehl-i sünnet ve'l-cemaât'in selefilerden
farklı metotlarıyla tanınan Ebû Mansur-el-Mâturîdî (ö.333) ve Ebu'l-Hasan
el-Eş'arî (ö.324), sünnetin izleyicisi düşüncenin olgunlaşmasında özel role
sahiptirler.
İslâmî fırkaların ortaya
çıkmasında siyâsi ve sosyal şartların da rolü olmuştur. Tarihin belli
dönemlerinde, Sünnilik, Şîa ve Mu'tezile biribirlerine üstünlük sağlamışlar,
zaman zaman sırayla devletin resmi mezhebi olmuşlardır. Bu rekabet, mezhep
taassuplarına, düşmanlık ve çatışmalara sebep olmuştur.
Ehl-i sünnet âlimleri
arasında, zamanla bazı görüş ayrılıkları olmuştur. Ancak hepsinin de dayandığı
temel; Kitap, Sünnet ve bu iki kaynağa uygun olan sarih ve sahih akıldır.
Aralarındaki bazı farklı görüşler esasa taalluk etmeyen ve teferruat sayılan
konularda görülmüştür. Bu ihtilâfların çoğu, lâfzîdir.
Ehl-i sünnet, önceleri;
ehl-i sünnet-i hassa olarak bilinirdi. Daha sonraları Ehl-i Sünnet-i âmme
adıyla şöhret buldu. Gerçek şu ki; Kur'an ve sünnette yer verilmeyen, ashâb ve
tâbiînin de üzerinde görüş beyan etmedikleri meselelere dalmayıp, dinî nasları
yorumlamadan onları olduğu gibi alanlara, Ehl-i sünnet-i hassa, ehl-i tevhid
veya Selefiyye denildi. Hakkında nass, Sahabe ve tâbiînin görüşü bulunmayan
bazı itikâdı meseleleri de yeni bir metodla inceleyerek, gerektikçe akli yorum
ve te'vile gidenlere ise ehl-i sünneti âmme adı verildi. Eş'âriyye ve
Mâtûridîyye gibi.[508]
Ehl-i Sünnet âlimleri;
Başta İmam Eş'ârî, İmam Mâturîdî olmak üzere, İmam Gazâlı, Fahriddün er-Râzı,
Sadeddin Taftazanî, Seyyid Ali el-Cürcânî ve İbn Teymiye, ehl-i sünnet
akîdesini aklı ve naklî delillerle güçlendirmişler, başta Mu'tezile ve diğer
bid'at ehl-i mezhep ve fırkalarla mücadele etmişler, onların Kitap ve sünnete aykırı,
görüşlerini reddetmişler, Aristo ve O'nun gibi düşünen Yunan ve Müslüman
filozofların sapık, mesnedsiz ve batıl fikirlerini çürütmüşlerdir.
Kısaca ehl-i sünnet:
Selefiyye ve Mâtûridîyye ve Eş'âriyye olarak metod bakımından üçe
ayrılmaktadır. Yukarıda da işaret edildiği gibi selefiyye, yorum ve teşbihe
kaçmadan nasları olduğu gibi kabul edenlerin mezhebidir. Meselâ İmam Malik: "Şüphesiz ki Rabbiniz Allah, gökleri ve
yeri altı günde yarattı, sonra da Arş üzerinde istivâ etti" (el-A'râf:
7/154) âyetinin tefsirinde: "İstivâ malumdur, keyfiyyeti ise meçhuldür. Bu
konuda soru sormak bid'attır" demiş, teşbih ve te'vile gitmemiştir.[509]
İmam Mâturîdî ve Eş'arî'nin temsil ettiği ehl-i sünnet-i âmme ise, Cenab-ı
Hakkı mahlukata benzetmekten tenzih gayesiyle müteşâbih nassları te'vil
etmişlerdir. Arş üzerinde istiva etti sözünü "Arşda hükümran oldu"
Allah'ın eli sözünü Allah'ın kudreti ve rahmeti olarak te'vil etmeleri gibi.
Maturidîler ile Eş'ariler
arasında da bazı lâfzi ihtilâflar vardır. Bu ihtilâfları onüçten elliye kadar
çıkaranlar olmuştur.[510]
Öte yandan mezhepler,
siyâsi fıkhı ve itikâdı olarak birçok meselede biribirleriyle bağlantılıdırlar.
Aynı mezhep içinde birçok farklı eğilimler bulunabilmektedir. Meselâ; Fıkhi,
ameli konularda Sünnîlerin önemli bir kısmı, Hanefi'dir. Hanefilerin büyük
çoğunluğu itikâdı konularda Mâtûridî'dirler. Ehl-i Sünnetten Şafîi ve Maliki
olanların çoğu itikatta Eş'âri, Hanbeliler ise genelde Selefîdirler.
Ebû Hanîfe, Mâlik, Şâfii,
Ahmed b. Hanbel, Mâtûridî, Eş'âri, Ebû Bekr el-Bakıllânı, Abdulkâdir
el-Bağdâdi, İmamu'l-Harameyn el-Cüveyni, İmam Gazzâli, Fahreddin er-Râzî ve
Nasıruddin el-Beyzâvi gibi âlimler, ehl-i sünnetin önde gelen simâlarıdır.
İbni Teymiyye ile
İbnü'l-Kayyim el-Cevziyye gibi selef mesleğini tercih eden bazı âlimler son
asırlarda, Selefiyye diye bilinen Ehl-i Sünnet-i Hassâ mezhebini ihya ve neşre
çalışmışlardır. İslâm âleminin büyük çoğunluğu itikadda Eş'âri veya Mâtûridî
diye şöhret bulan ehl-i sünnet-i Âmme mezhebi üzeredirler.
Abdulkâdir el-Bağdâdi'ye
göre, ehli sünnet sekiz zümreden meydana gelmektedir:
1-
Ehl-i bid'atın hatalarına düşmeyen kelâm âlimleri,
2-
Sevri, Evzâî, Dâvûd ez-Zahiri dahil büyük müctehid fakihler ve mensupları,
3-
Muhaddisler,
4-
Ehl-i bid'ate meyletmeyen sarf, nahv, lugat ve edebiyat âlimleri,
5-
Ehl-i sünnet görüşüne sadık kalan kıraat imamları ve müfessirler,
6-
Müteşerrî Sufiyye, yani şeriate bağlı tasavvuf ehli,
7-
Ehl-i sünnet yolundan ayrılmayan müslüman mücahidler,
8-
Ehl-i sünnet akîdesinin yayıldığı memleket ahalisi.[511]
İslâm dünyasının büyük bir
çoğunluğunu oluşturan Sünnîlik sadece bir isim, sıfat veya mezhep değil,
bütünüyle bir yaşam tarzıdır ki, tamamen Kitap ve Sünnete uygun olarak İslâm'ın
hayata tatbikidir.
İtikadda orta yol, ehl-i
sünnetin yoludur. Ümmet-i Muhammed (s.a.s.)'in ana özelliği, itidaldir. Cenab-ı
Hak, bunu şu şekilde belirtiyor: "İşte
böylece biz, sizi orta (dengeli) bir ümmet yaptık" (el-Bakara: 2/143).
Câbir b. Abdullah'tan
gelen sahih bir rivâyete göre, Hz. Peygamber, toprağa düz bir çizgi çizdi ve bu
çizginin üstüne elini koyup, şöyle buyurdu: "İşte
bu, Allah'ın yoludur." Daha sonra o çizginin sağına ve soluna da
çizgiler çizdi. "Bunlar da değişik
tefrika yollarıdır. Herbirinin başında ona çağıran bir şeytan vardır"
dedi. Bilahare şu âyeti okudu: "Bu
benim dosdoğru yolumdur. Öyleyse ona uyun. Sizi o'nun yolundan ayıracak başka
yollara uymayın" (en-En'âm: 6/153)[512] Hz.
Peygamber (s.a.s.) burada dinde sağa sola sapmalara işaret etmiş, doğru yolun
ortadaki ehl-i sünnet yolu olduğunu belirtmiştir.
İmam Tahâvî, ehl-i sünnet
yolunu şöyle özetlemektedir: Bu din, ifratla tefritin ortası, teşbihle ta'tilin
ortası, cebr ile kaderciliğin ortası, ümitsizlikle aşırı güvenin ortası, korku
ile ümidin ortası bir yoldur. İşte dinimiz, zâhiren ve bâtınen budur. Tefrika
görüşlerden, merdûd mezheplerden, müşebbihe, mûtezile, cehmiyye, cebriyye,
kaderiyye v.s. gibi ehl-i sünnet ve'l cemaat'e muhalefet eden, dalâlete sapan
mezheplerin görüşleri ehl-i sünnet âlimlerince incelenmiş ve delillere dayanan
ikna edici cevaplar verilmiştir.[513]
[1] Hadis nedir, ne değildir,
gibi "hadis"le ilgili teknik açıklamayı usul-i hadisle ilgili bölümde
yapacağız. (İbrahim Canan)
[2] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/5.
[3] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/7.
[4] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/7-9.
[5] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/9.
[6] Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın zaman zaman misafirhane olarak kullandığı hususi
evler vs. hususlarda geniş bilgiyi bu cildin "İlmin yaygınlaştırılmasıyla
ilgili Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in aldığı tedbirler"
bölümünde bulabilirsiniz.
[7] 591.
hadîse bak. (İbrahim Canan)
[8] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/9-11.
[9] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/11-12.
[10] Bu
mevzu üzerine geniş bilgi çok sayıda örnek görmek isteyenlere Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın Sünnetinde Terbiye adlı kitabımızı tavsiye ederiz
(Sayfa 311-316). (İbrahim Canan)
[11] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/12-14
[12] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/14.
[13] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/14.
[14] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/15.
[15] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/15-17.
[16] Hadis
Buharî ve Müslim'den rivayet edilmiştir. (İbrahim Canan)
[17] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/17-19.
[18] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/19-20.
[19] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/20-21.
[20] Nesi: Câhiliye Arapları, kameri takvimi kullanmakla beraber,
güneşin hareketlerini de nazar-ı dikkate alıyorlardı. Yani, dini günlerin
senenin aynı günlerine isâbet etmesi için her üç senede bir ve bazan da iki
senelik bir aralıktan sonra takvime bir 13. ay daha ilâve ediyorlardı ki, buna
nesî diyorlardı. Kur'ân-ı Kerim, günümüz dinsizlerince zaman zaman
"ramazan ayı yılın kısa günlerinde sâbit tutulsa" şeklinde gündeme
getirilen- bu hâdiseyi "küfürde bir artış" ilan ederek
yasaklamıştır:
"(Haram ayları) geciktirmek (nesi), ancak
küfürde bir artıştır. Onunla kafirler şaşırtılır, onlar bunu bir yıl helâl, bir
yıl haram sayarlar ki, Allah'ın haram kıldığına sayıca uysunlar da (varsın)
Allah'ın haram ettiğini helâl kılmış olsunlar! Bu suretle de onların
amellerinin kötülüğü kendilerine süslenip güzel gösterildi. Allah, o kâfirler
güruhunu hidâyete erdirmez" (Tevbe: 9/37)
(İbrahim Canan)
[21] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/21.
[22] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/21-22.
[23] Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın bunlar gibi diğer bir kısım elçileri hakkında daha
fazla bilgi, ileride "İlmin yayılması için Hz. Peygamber (aleyhisselâtu vesselâm)'ın
aldığı tedbirler" bahsinde gelecek. İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/22.
[24] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/23.
[25] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/23-24.
[26] Peygamberimizin
İlmi Yayma Tedbirleri kısmında gelecek. (İbrahim Canan)
[27] Kâmil
kişi, günümüzdeki aydın kişi veya kültürlü kişi tâbirlerini karşılıyor gibi. (İbrahim
Canan)
[28] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/24-26.
[29] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/26-27.
[30] Hadîslerin yazılmasıyla
ilgili hadîsler için bkz. 7734-7740 numaralı hadîsler. (İbrahim
Canan)
[31] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/27-28.
[32] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/28-29.
[33] Bu sahife hakkında ve
sahâbeler tarafından yazılan diğer sahifeler hakkında daha fazla bilgi için
Kemal Kuşçu tarafından dilimize tercüme edilen Hamidullah'ın "Muhtasar
Hadîs Tarihi" görülebilir. (İbrahim
Canan)
[34] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/29-31.
[35] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/31-32.
[36] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/32.
[37] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/32-33.
[38] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/33.
[39] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/33-35.
[40] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/35.
[41] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/35-36.
[42] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/36-38.
[43] "(Habibim)
de ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah'da sizi sevsin ve
suçlarınızı örtsün..." (Âl-i İmrân:
3/31).
[44] "Andolsun
ki, Resûlullahda sizin için, Allah'ı ve âhiret gününü dileyenler ve Allah'ı çok
zikredenler için güzel bir (imtisâl) nümunesi vardır.” (Ahzab: 33/21)
[45] "O
kendi hevâsından konuşmaz, O'nun konuştuğu (Allah'ın) kendisine yaptığı
vahiyden başka bir şey değildir. Bu vahyi ona öğreten de müthiş bir güç sahibi
(Cebrâil) dir." (Necm: 53/3-5). (İbrahim
Canan)
[46] Akile:
Baba tarafından olan akraba ki, hatâ ile maktulün diyetini ödemeye iştirak
eder. (İbrahim Canan)
[47] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/38-42.
[48] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/42-43.
[49] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/43.
[50] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/43-44.
[51] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/44.
[52] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/44-47.
[53] Nisa:
4/201
[54] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/47-49.
[55] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/49-50.
[56] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/50-54
[57] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/54.
[58] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/54-55
[59] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/55-56.
[60] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/56-58.
[61] İlimde kesinlik
(yakin) derecelidir. İslâm âlimleri, bizzât âyet ve hadîslere dayanarak kesin
ilmin üç mertebe üzere olduğunu belirtirler:
1 - İlme'l-yâkin: Uzakta bir duman
görünce orada ateşin varlığına hükmederiz. Zira dumanın ateşten çıktığı
hususunda şaşmaz ilmimiz (yakin) var.
2- Ayne'l-yakîn: Gözle görerek
elde ettiğimiz ilim. Bu, ilmi yakin'den daha üstündür. Dumanın çıktığı yere
varıp, ateşi bizzat görmemiz, burada ateş var, görüyorum dememiz gibi.
3- Hakka'l-yakîn: İlmin en üstün
derecesidir, O hakikati bizzat idraktır. Dumanın çıktığı yerde ateşe elimizi
vurarak, yakarak onun ateş olduğunu idrakimiz gibi. (İbrahim Canan)
[62] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/58-60.
[63] Birku'l-Ğımâd, Mekke'ye,
deniz cihetinden, beş gece mesâfede veya Yemen'de bir yer adı.
[64] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/60
[65] Hadisin Hatibu'l-Bağdadi
tarafından er-Rıhle'de kaydedilen veçhinde Câbir'in seyahati Mısır'adır. Hadisi
sorduğu kimsenin adı belli değildir. Rivâyetin muhtevası da farklıdır. İki ayrı
seyâhat de olabilir. (İbrahim Canan)
[66] Yani hesaplaşma, kişilerin
sevapları ve günahlarıyla yapılır. Zâlimin sevabından alınıp malı ona verilir.
Zâlimin sevâbı yoksa öbürünün günâhından alınıp berikine (zâlime) yüklenir.
Böylece zâlimin cezası artırılır. (İbrahim
Canan)
[67] İbnu
Abbas (radıyallahu anhüma)'ın hayatını anlatırken belirteceğimiz üzere, Hz.
Peygamber (aleyhissaltu vesselam)'in yeğeni olması sebebiyle, büyük bir itibar
ve saygıya mazhardı. Herkes ona gelmek isterdi. (İbrahim Canan)
[68] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/61-62.
[69] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/62-66.
[70] Tedlîs: Hadis rivayetinde, kusurluyu gizleyerek kusursuz göstermek
üzere başvurulan hileye denir. (İbrahim Canan)
[71] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/66-71.
[72] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/71-74.
[73] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/75-76.
[74] Serîd
dilimize tirit olarak geçmiştir. Ancak bizde tirit deyince, daha ziyade
bayatlamış ekmekleri değerlendirmek için yapılan ekmek-yağ karışımı bir yemek
akla gelir. Araplar, bilhassa Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) zamanında
etli yemeği kastederler. O devirde pişmiş etten yapılan yemek çok değerlidir.
Çünkü pişmiş yemek nâdir bulunurdu. (Nihâye). (İbrahim Canan)
[75] İfk hâdisesini 720 numaralı
hadîs anlatmaktadır, ona bakınız. (İbrahim
Canan)
[76] Meryem:
19/23.
[77] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/76-80.
[78] Mürsel
bahsinde açıklama yapılacak. (İbrahim Canan)
[79] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/81-85.
[80] Nahl: 16/103; Şuara: 26/195;
Fussilet: 41/3, 44; Yusuf: 12/2; Ra’d: 13/37; Taha: 20/113; Zümer; 39/28; Şura:
42/7; Zuhruf: 43/3; Ahkâf: 46/12.
[81] Zehebi, Mizanu’l-İ’tidal’de
Necdet İbnu Amir olarak tesbit eder. (İbrahim
Canan)
[82] Burada üç beyitlik bir şiir
söylenmiştir. (İbrahim Canan)
[83] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/85-88.
[84] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/88-89.
[85] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/89-90.
[86] Bu
konuya giren Abdullah (radıyallahu anh)'la ilgili teferruatı, daha önce,
yazdığı sahifeyi (Sahife-i Sâdıka) tanıtırken kaydettik. (İbrahim Canan)
[87] Hilye'nin
bu rivâyetinde pazarlık Abdullah'ın Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'ın "Ben
Kur'ân'ı cemettim ve bir gecede okudum" sözüyle başlar. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm): "Ben zamanın sana uzamış olmasından ve senin
de kıraâtten usanmandan korkarım, iyisi mi bir ayda oku" der... (İbrahim
Canan)
[88] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/90-93.
[89] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/93.
[90] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/93-96.
[91] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/96-97.
[92] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/97-99.
[93] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/99-100.
[94] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/100-101.
[95] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/101.
[96] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/101.
[97] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/101-102.
[98] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/102-103.
[99] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/103.
[100] Bu gibi inceliklerin
belirtilmesi, o rivâyetle amel sırasında, başta tariklerden de gelen
vecihleriyle karşılaştırmalarda râcih veya mercûhun tesbitinde işe yarar.
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/103.
[101] Cevâmi'u'l-kelim: Özlü
sözler demektir. Yani kelime adedi itibariyle az olmakla birlikte pek çok ve
derin mânalar ifade eden sözler, ibâreler. (İbrahim
Canan)
[102] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/103-108.
[103] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/108-109.
[104] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/109.
[105] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/109-110.
[106] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/110-111.
[107] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/111.
[108] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/111-112.
[109] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/112.
[110] İbn Mâce, Mukaddime: 17.
[111] 541-569/1146-1174.
[112] Taşköprüzâde,
Şekaikûn-Nu'maniyye, 381.
[113] a.g.e. 425.
[114] A. Rıza Temel, Şamil İslam
Ansiklopedisi: 1/360-361.
[115] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/113.
[116] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/113.
[117] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/113-115.
[118] Abdullah İbnu Ömer'in 83
yılında vefatı da Haccâc'ın zehirlemesiyle olmuştur. (İbrahim Canan)
[119] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/115.
[120] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/116-117.
[121] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/117.
[122] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/117-118.
[123] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/118.
[124] İbrahim Canan,Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/119-124.
[125] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/124-127.
[126] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/128.
[127] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/128-130.
[128] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/130-131.
[129] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/131-132.
[130] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/133.
[131] Dinimiz ticari ve turistlik
seyahatlere de ehemmiyet vermiş ve teşviklerde bulunmuştur, ancak onlar
bahsimizin dışında kalır. (İbrahim Canan)
[132] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/134-135.
[133] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/135.
[134] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/135-138.
[135] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/138-139.
[136] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/139-140.
[137] Zeyd İbnu'l-Hubâb
Ebu'l-Hüseyn el-Uklî (vefatı 203); Kufeli zâhidlerdendir, muhaddistir.
Seyahatleriyle tanınmıştır. Ali İbnul-Medinî ve başka bâzıları sika olduğunu
kabul etmiştir. Ahmed İbnu Hanbel: "Hadîs rivayet eder, zekî, ilim için
seyahat eden bir zattır" der. (İbrahim Canan)
[138] Kellâ: Basra'da bir çarşının
ismi. (İbrahim Canan)
[139] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/140-143.
[140] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/143-144.
[141] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/145.
[142] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/145-146.
[143] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/146.
[144] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/146.
[145] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/146-147.
[146] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/147-148.
[147] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/148.
[148] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/148-149.
[149] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 1/149-150.
[150] Ömer Rıza Kehhale, Mu'cemü'l-Müellifîn, Beyrut (t.y.),
VIII, 168; ayrıca bk. Suyutî, Tezyinü'l-memalik, 7.
[151] Muhammed Ebu Zehra, İmam Mâlik, Terc. Osman Keskioğlu,
Ankara 1984, 30.
[152] Ebu Zehra, a.g.e., 77.
[153] İbnü'l-İmâd el-Hanbeli, Şezerâtuz-Zeheb, Beyrut t.y.,
I, 290.
[154] İbnu'l-İmad el-Hanbeli, a.g.e., I, 291.
[155] Ebu Zehra, a.g.e., 286.
[156] Ömer Rıza Kehhâle, Mu'cemu'l-Müellifin, Beyrut, t.y,
VIII, 168.
[157] Suphi es-Salih, Hadis İlimleri ve Hadis İstilahları,
Terc. Yaşar Kandemir, Ankara 1981, 330.
[158] Ömer Tellioğlu, Şamil İslam Ansiklopedisi: 4/54-56.
[159] Ebu Zehra, a.g.e., 218.
[160] a.g.e., 221.
[161] Sûphi es-Salih, a.g.e., 99.
[162] Ebu Zehra, a.g.e., 227.
[163] a.g.e., 229.
[164] a.g.e., 219; Ömer Tellioğlu, Şamil İslam
Ansiklopedisi: 4/56-57.
[165] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 1/150-151.
[166] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/151-152.
[167] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/152-154.
[168] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/154.
[169] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/154-156.
[170] İleride genişçe açıklanacağı
üzere fıkıh bablarına göre hadisleri tanzim eden eserlere "Sünen"
denir. (İbrahim Canan)
[171] Müstahrec:Bir müellifin
hadislerini başka senedlerle bulma çalışması. (İbrahim Canan)
[172] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/156-159.
[173] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/159-160.
[174] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/160-161.
[175] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/161-162.
[176] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/162.
[177] İbnü'l Cevzî, Menakıbu'l İmam Ahmed b. Hanbel, s. 183
vd.
[178] İbn Kesîr, el-Bidâye ve'n-Nihâye, X, 329.
[179] Şamil İslam Ansiklopedisi: 1/69-70.
[180] Şamil İslam Ansiklopedisi: 1/70.
[181] Şamil İslam Ansiklopedisi: 1/69-70.
[182] M. Ebu Zehra, Ahmed b. Hanbel, Çev: Keskioğlu, Ankara
1984, s. 195.
[183] Şamil İslam Ansiklopedisi: 1/70-71.
[184] Ebu Zehra, İslam'da Fıkhi Mezhepler Tarihi, III, 246.
[185] İbn Teymiyye, Fetava, I, 406.
[186] İbnu'l Cevzi, Menâkibu'l İmam Ahmed, s. 182.
[187] İbnü'l Cevzi, a.g.e., s. 183.
[188] İbn Hazm, el-Muhallâ, I, 68.
[189] Süfyan b. Uyeyne'nin bu sözü için bk. el-Kuraşi,
el-Cevâhiru'l-Mudîe, I, s. 64, 166.
[190] es Subki Ma'na Kavli'l İmâmi'l Muttalibî, s. 99.
[191] Şamil İslam Ansiklopedisi: 1/71-73.
[192] İbn Haldun, Mukaddime, s. 44.
[193] M. Ebu Zehra, Ahmed b. Hanbel, 357.
[194] Ebu Zehra, a.g.e., 362.
[195] Ebu Zehra, a.g.e., 383.
[196] İbn Kuteybe, İhtilâf fi'l Lafız, s. 60 vd.
[197] Şamil İslam Ansiklopedisi: 1/73.
[198] Ahmed İbnu Hanbel'in
"Mihne" vesilesiyle kırıldığı Yahya İbnu Mân'in ne kadar mühim bir
şahsiyet olduğunu şu şehadetten anlamak mümkündür: "Hilâl İbnu'l-Alâ der
ki: "Allah bu ümmete zamanlarında dört şahısla nimette bulundu. Şafiî ile;
O, Resûlullah (aleyhisselâtu vesselâm)'ın hadislerini öğrenip fıkhını ortaya
koydu. Ahmed'le; O mihne sırasında zulme karşı direndi; Yahya İbnu Mâîn'le; O,
Resûlullah (aleyhisselâtu vesselâm)'ın hadîslerinden uydurmaları ayıkladı ve
uydurmalara karşı korudu. Ve Ebu Ubeyd'le bu zat da garib kelimeleri
açıklayarak hadîslerin anlaşılmasını kolaylaştırdı." (İbrahim Canan)
[199] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/162-166.
[200] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/166.
[201] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/166-167.
[202] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/167.
[203] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/167-168.
[204] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/168-169.
[205] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/169-170.
[206] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/170-171.
[207] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/172.
[208] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/173-174.
[209] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/174.
[210]
H.507.
[211] H. 516.
[212] H. 606.
[213] H. 194-256/M. 810-870.
[214] H. 202-261.
[215] H. 209-279.
[216] H. 202-275.
[217] H. 215-303.
[218] H. 209-273.
[219] Akif Köten, Şamil İslam Ansiklopedisi: 3/426-427.
[220] Bazı münferid beyanlar varsa
da bunlarla genellemeye gitmek mümkün değildir. (İbrahim Canan)
[221] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/175.
[222] Makdisi,
Şurûtu'l-Eimmeti's-Sitte'de kesin ve mutlak bir uslûpla bu iddiada bulunur.
Bunu itlâk'ı üzere almak yanlış olur. Zira görüleceği üzere Buhâri, Müslim ve
Ebû Davud'un bazı açıklamaları mevcuttur.( İbrahim Canan)
[223] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/176-177.
[224] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/177.
[225] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/177.
[226] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/177-178.
[227] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/178.
[228] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/178.
[229] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/178.
[230] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/178-179.
[231] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/179-180.
[232] Ahmed Naim, Tecrid-i Sarih Tercemesi, 1/50; Muhiddin
Okumuşlar, Şamil İslam Ansiklopedisi: 5/317.
[233] Ehl-i sünnet dışı bir mezhepten olma.
[234] Raviden sadece bir kişinin hadis rivayet etmesi.
[235] İbrahim Canân, Kütüb-i Sitte Terc. Şerhi, I; Muhiddin
Okumuşlar, Şamil İslam Ansiklopedisi: 5/317-318.
[236] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/180-181.
[237] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/181-182.
[238] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/182-184.
[239] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/184.
[240] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/185.
[241] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/185-186.
[242] Kettânî, er-Risâletü'l-Mustatrefe: 32-37; Durak
Pusmaz, Şamil İslam Ansiklopedisi:
[243] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/187.
[244] İbn Hacer, Hedyü's-Sâri, Mısır 1407, s. 9.
[245] İbn Kesir, İhtisaru Ulumil-Hadîs, thk Ahmed Muhammed
Şakir, Beyrut 1951, s. 25.
[246] İbn Kesir, İhtisaru Ulumil-Hadîs, thk Ahmed Muhammed
Şakir, Beyrut 1951, s. 25.
[247] İbn Hacer, Hedyü's-Sârî, Mısır 1407 s. 9.
[248] İsmail Lütfi Çakan, Ana Hatlarıyla Hadis, İstanbul
1983, s. 124.
[249] Ahmed Abdurrahman El-Bennâ Es-Saatî,
El-Fethu'r-Rabbanî li Tertîbi Müsnedil-İmam Ahmed Eş-Seybanî, Kahire 1358,
1/15.
[250] Nureddin Itr, El-İmam et-Tirmizî vel-Müvâzene beyne
Câmiihi ve beyne's-Sahîhayn, Halep 1970, s. 93-98.
[251] İsmail Lütfi Çakan, Hadis Edebiyatı, İstanbul 1985, s.
50.
[252] Nureddin Itr, a.g.e., s. 225-226.
[253] Nureddin Itr, a.g.e., s. 16; Mübârekfurî,
Tuhfetul-Ahvezî (Mukaddime), Kahire 1359, I, 249.
[254] İbn Hacer, Hüzhetü'n-Nazar, Mısır (t.y), s. 31.
[255] 257/870.
[256] Mehmed Sofuoğlu, Sahih-i Müslim ve Tercemesi, I,
XXVIII.
[257] Talat Koçyiğit, Hadis Istılahları, Ankara 1980, s.
388.
[258] Talat Koçyiğit, a.g.e., s. 388.
[259] İsmail Lütfi Çakan, Hadis Edebiyatı, İstanbul 1985, s.
60.
[260] İsmail Lütfi Çakan, a.g.e., s. 50.
[261] Sabahaddin Yıldırım, Şamil İslam Ansiklopedisi:
5/319-321.
[262] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/188.
[263] Şâmil İslam Ansiklopedisi: 1/254-256.
[264] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/188.
[265] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/188-189.
[266] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/189.
[267] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/189-190.
[268] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/190-191.
[269] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/191-192.
[270] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/192.
[271] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/193-194.
[272] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/194-195.
[273] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/195-196.
[274] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/197.
[275] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/197-198.
[276] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/198-199
[277] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/199-200.
[278] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/200.
[279] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/200.
[280] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/201.
[281] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/201-202.
[282] Az ileride belirteceğimiz
üzere Buhârî, bazan: "Babun" dedikten sonra başka bir ifadeye yer
vermez. Belki zamanla uygun bir tercüme koyacaktı, ömrü vefa etmediği için
bunlar eksik kaldı. (İbrahim Canan)
[283] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/202-203.
[284] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/203.
[285] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/203-204.
[286] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/205.
[287] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/205-206
[288] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/206-207.
[289] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/207-208-209.
[290] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/209-210-211.
[291] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/211-212.
[292] Ahmed Naim, Tecrid-i Sarih Tercemesi, "Mukaddime
", s. 219.
[293] Fuat Sezgin, Buhârî'nin Kaynakları Hakkında
Araştırmalar, İstanbul 1956, s. 198-199.
[294] Ahmed Naim, a.g.e., s. 473.
[295] ed-Dihlevî, Hüccetullahil-Bâliğa; Kahire (t.y), I, s.
133.
[296] İsmail Lütfi Çakan, Hadis Edebiyatı, İstanbul 1985, s.
57.
[297] Mesela, Delhi, Kahire ve İstanbul.
[298] 1332/1914.
[299] İstanbul 1967-1970.
[300] İstanbul 1971-1978.
[301] Sabahaddin Yıldırım, Şamil İslam Ansiklopedisi:
5/321-322.
[302] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/213.
[303] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/214.
[304] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/214.
[305] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/214-215.
[306] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/215-216
[307] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/216-217.
[308] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/217.
[309] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/217.
[310] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/218-219.
[311] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/219.
[312] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/219-220-221.
[313] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/221.
[314] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/221-224.
[315] Mübârekruri, Mukaddimetu Tuhfetu'l-Ahvezî: 1/352.
[316] Zehebî, Siyeru A'lâmi'n-Nübelâ: 13/210.
[317] Sünen, 1, I-3; eş-Şemseddın Sâmî, Kâmûsü'l-A'lâm:
1/714.
[318] Adva'us-Şeria: 5/1394.
[319] Kâtip Çelebi, Keşfü'z-Zunûn: 2/1005.
[320] ed-Dihlevî, Hüccetullahi'l-Bâliğa: 1/283.
[321] J.Robson, Sünen-i Ebû Dâvud Nüshalarının Rivâyeti,
Trc: Talat Koçyiğit, A ÜİFD, 1956, V, 1-4, 175.
[322] Ahmet Ağırakça, Sait Kızılırmak, Şamil İslam
Ansiklopedisi: 1/10-11.
[323] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/225.
[324] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/225-226.
[325] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/226-227.
[326] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/227-228.
[327] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/228-229.
[328] Ebu Dâvud hakkında düşülen
bazı yanlışlıkların önlemesi sebebiyle nazarımızda ehemmiyetli olan bu meseleye
daha geniş, müstakil bir açıklamaya Hadisle İlgili Bazı Meseleler kısmında yer
verdik, dileyen oraya bakabilir. (İbrahim Canan)
[329] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/229.
[330] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/229-230.
[331] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/230-231.
[332] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/231-232.
[333] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/232-233.
[334] Abdulaziz bin Şah Veliyyullah Dehlevi,
Büstanu'l-Muhaddisin, çev. Ali Osman Koçkuzu, Ankara 1986, 197.
[335] Abdulaziz bin Şah Veliyyullah Dehlevi, a.g.e., 198;
Ahmet Özalp, Şamil İslam Ansiklopedisi: 6/223, 224.
[336] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/234.
[337] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/235-236.
[338] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/236.
[339] İbnu Ebî Hâtim râvileri dört
ta'dîl, dört de cerh tabakası olmak üzere sekiz tabakaya ayırmıştır. Hâfız
Zehebî, Irâkî ve İbnu Hacer bu taksimata yenilerini ilâve ederek onikiye çıkarmışlardır.
(İbrahim Canan)
[340] 1976'da mikrofilme aldığımız
bu nüsha üzerinde, bir talebemize mezuniyet tezi çalışması yaptırdık. (İbrahim
Canan)
[341] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/236-237.
[342] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/238-239.
[343] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/238-239.
[344] Zayıf hadîsle amel bahsini
ayrıca ele alacağız. (İbrahim Canan)
[345] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/239-241.
[346] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/241.
[347] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/241.
[348] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/241.
[349] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/242.
[350] el-Cezerî, el-Lübâb fi Tehzîbil-Ensâb, 3/306.
[351] 1/197.
[352] ez-Zehebî, Tarihul-İslâm: 2/179.
[353] İbni Kesir, el-Bidâye ve'n-Nihâye: 11/123.
[354] es-Sübki, Tabakâtüş-Şafıiyye: 2/83.
[355] ez-Zehebi, Tezkiratül-Huffâz: 2/698.
[356] İbni Kesir, el-Bidâye ve'n-Nihâye: 11/124.
[357] İsmail Kaya, Şamil İslam Ansiklopedisi: 5/83-84.
[358] Zehebi, bu rivâyette Hz.
Muâviye (radıyallahu anh)'yi zemmetmek kastedilmediğini belirtmek için
"Hz. Muavive ile alakalı bu menkıbe muhtemelen, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın şu sözü sebebiyledir: "Ey Rabbim, ben kime lânet ve
şetimde bulundu isem, bunu onun hakkında zekât ve rahmet kıl" (Müslim,
Birr. 88-95). (İbrahim Canan)
[359] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/243-244.
[360] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/244-245.
[361] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/245.
[362] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/245.
[363] Zehebî, Tezkiretü'l-Huffâz: 2/183.
[364] İbn Hallikân, Vefâyâtu'l-A'yân: 3/407.
[365] Ebü'l-Ferec İbnu'l Cevzî, el-Muntazam: 5/90.
[366] Zehebî, a.g.e, II, 189.
[367] Şâmil İslam Ansiklopedisi: 3/61.
[368] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/246.
[369] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/246-247-248.
[370] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/248.
[371] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/248.
[372] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/249.
[373] Nehcü'l-Belâğâ'yı bütün
Şiiler Hz. Ali'ye nisbet etseler de, üzerinde yapılan araştırmalar bunun, ölüm
tarihi 406/1015 olan eş-Şerif er-Râzi tarafından derlendiğini göstermiştir.
İçerisinde, Hz. Ali'ye ait parçalar bulunsa bile, Câhız'ın el-Beyan
ve't-Tebyîn'inde ve başka kitaplarda da rastlanan metinler vardır.
[374] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/249-250.
[375] Rical ilmine, İslâm
ulemasının atfettiği bu ehemmiyetin sebebini, yeri gelmişken bir kere daha tekrar
edelim: Bu ilim olmasaydı, Kur'an ve -miktarca çok az olan- mütevâtir dışındaki
bütün haberler, efsâneden ibaret kalacak, hiçbir değer taşımayacak, asıllarına
olan nisbetleri hiçbir ilim ifâde etmeyecekti. (İbrahim Canan)
[376] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/251-253.
[377] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/253.
[378] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/253-254.
[379] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/254-256.
[380] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/256-257.
[381] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/257-258.
[382] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/258-259.
[383] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/259-261.
[384] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/261.
[385] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/262.
[386] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/262.
[387] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/262-264.
[388] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/264-265.
[389] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/266.
[390] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/266-267-268.
[391] Dehlevi'nin Birinci Tabaka
ile alakalı açıklamasını almıyoruz. Zira, bu üç kitapla ilgili gerekli
açıklamalar daha önce ilgili bahislerde yapıldı. (İbrahim Canan)
[392] Bu taksimde dikkatimizi
çeken bir husus, Müsnedu Ahmed buraya dâhil edildiği halde, İbnu Mâce'nin hiç
zikredilmemiş olmasıdır. (İbrahim Canan)
[393] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/268-271.
[394] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/271.
[395] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/272-273.
[396] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/273-274.
[397] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/274-275.
[398] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/275-276.
[399] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/276-277-278.
[400] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/278.
[401] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/278-279.
[402] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/279-280.
[403] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/280-281.
[404] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/281.
[405] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/281-282.
[406] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/282.
[407] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/282
[408] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/282.
[409] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/282-283.
[410] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/283.
[411] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/283-284.
[412] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/285-286.
[413] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/284-285.
[414] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/285-286.
[415] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/286.
[416] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/286-287-288.
[417] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/288-289.
[418] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/289.
[419] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/290.
[420] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/290.
[421] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/290.
[422] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/290-291.
[423] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/291.
[424] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/291-292.
[425] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/292-293.
[426] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/293-294.
[427] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/294-297.
[428] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/297.
[429] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/297-298.
[430] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/298.
[431] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/298.
[432] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/298-299.
[433] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/299.
[434] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/299-300.
[435] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/300-301.
[436] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/302.
[437] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/302-304.
[438] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/304.
[439] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/304.
[440] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/304-305.
[441] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/304-305.
[442] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/305-306.
[443] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/306-307.
[444] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/307.
[445] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/307.
[446] Şu ayetler görülebilir: Âl-i
İmran: 3/110; Bakara: 2/143; Feth: 48/18; Tevbe: 9/100; Enfal: 8/64; Haşr:
59/8-10.
[447] İbnu Hubeyre ve Abdullah
İbnu Havâle hadîslerinin de sahîh olduğu Heysemî tarafından belirtilir. Ancak
İbnu Hubeyre'nin sahâbe olup olmadığı münâkaşa edilmiştir. (İbrahim Canan)
[448] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/308-312.
[449] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/312-314.
[450] Sıkça geçecek olan nass
kelimesinin cemi (çoğula) nusus'dur. Kur'ân ve hadiste gelen beyanlara denir,
âyet ve hadîs demektir. (İbrahim Canan)
[451] Müteşâbiheyi aklî izahlara
tâbi tutulması hususunda selef devrinde ciddi bir ihtiyaç olsa herhalde aynı
işi onlar da yapardı. Onların tarzında teslimiyete dayanan nesillerin hakim
olduğu devirlerde cemiyetin tamamına yakın büyük çoğunluğu tatmin eden
açıklamalar, itikâdî fitnelerin yaygınlık kazandığı sonraki zamanlarda tesirsiz
kalıp, müteşâbihât'ın bâtıl bir şekilde yorumlanarak istismar edilmesi
karşısında hamiyet-i diniye sâhibi âlimler kelâmî, felsefi,"aklî"
açıklamalar yapmışlardır. Aslında gâyede bir sapma sözkonusu değildir. Meselâ
Kur'ân'da geçen "yedullah = Allah'ın eli" tâbiri hakkında selef:
"Bundan muradı Allah bilir" deyip yoruma gitmezken, müteahhir ulema:
"Bundan murad Allah'ın kudretidir, çünkü "el" kudreti'i temsil
eder" demiştir. Bu açıklamanın yapılmasına, bu çeşit Kur'âni tabirlere
dayanarak Allah'ı -diğer dinlerdeki gibi- insana benzetmeye çalışan Müşebbihe
denen sapık mezhep sebep olmuştur. (İbrahim Canan)
[452] Bu bahsin anlaşılması için,
lügat olarak bakmak mânasına gelen nazar kelimesinin burada aklî muhâkeme
manasına geldiği bilinmelidir. Keza mesnûn da sünnete uygun demektir. (İbrahim
Canan)
[453] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/314-315-316-317-318.
[454] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/320.
[455] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/321-325.
[456] İbnu Hacer, Fethu'l-Bâri'de
aynen şöyle der: "Vâcibe misal nahivle meşgûliyettir, zira Allah ve
Resûlunun sözleri onunla anlaşılır. Zira şeriatın hıfzı vâcibdir, bu iş ise o
suretle hâsıl olur; böylece o meşguliyet bir vâcibin mukaddimesi olmuş olur.
Garîb (anlaşılması zor) kelimelerin şerhi, usûl-i fıkhın tedvîni, sahîh ve
zayıf hadîslerin temyîzine tevessül dahi bu guruba girer. Harama misal: Sünnete
muhâlif olan Kaderiye, Mürcie ve Müşebbihe'nin tanzîm ettiği kitaplardır.
Mendûba misal: Hz. Peygamber devrinde bizzat yapılmamış olan iyi işler:
Terâvihin topluca kılınması, medrese ve ribatların inşâsı, güzel olan tasavvuf
hakkında söylenenler, Allah'ın rızâsını gözeterek akdedilen münâzara meclisleri
vs. Mubah bid'ata misal: Sabah ve ikindi namazlarının peşi sıra yapılan
musâfaha, yeme ve içmede, giyecek ve meskende genişlik ve bolluğa yer vermek.
Mekrûha gelince: Yukarıda söylenenler bâzan mekrûh ve evvelkinin hilâfı
olur". (İbrahim Canan)
[457] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/328-330.
[458] Şârihler
hu hükmün başka hadîslerle neshedildiğini belirtir. (İbrahim Canan)
[459]
Bu hususta çok münâkaşa edilmiş, netice olarak büyüğe ayağa kalkılması gereği
kabul edilmiştir. (İbrahim Canan)
[460] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/330-333.
[461] Mukaddime cildinde bu
imamları etraflıca tanıtmış olmamıza rağmen, burada, kitabın orijinal aslında
mevcut olan kısa terceme-i halleri aynen tercümeyi uygun bulduk. Eserin
bütünlüğü için de bu gereklidir. Okuyucuların normal karşılayacağını ümid
ediyoruz (İbrahim Canan).
[462] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/189-191.
[463] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/191-192.
[464] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/192.
[465] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/192-193.
[466] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/193.
[467] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/194.
[468] Ebû Zehra, Usûlü'l-Fıkh, Kahire t.y., s.109; Târihu'l-Mezâhibi'l-Fıkhiyye,
(Mezhepler Tarihi) Çev: A. Şener, Ankara 1968-1969, s.344; Muhammed el-Hüdarî,
Târîhu'l-Teşriî'l-İslâmî, (İslâm Teşri' Tarihi) Çev: H. Hatipoğlu, İstanbul
1974, s.166.
[469] el-Hudârî, a.g.e., s.202-205; İbn Kayyım,
İ'lâmü'l-Müvakkıîn'inden naklen; Abdülkâdir Şener, "İmam Mâlik ile Leys b.
Sa'd Arasındaki İhtilâf ve Yazışma", A.Ü.İ.F.D., Yıl 1968, 16/131-154.
[470] Zehebî, Tabakatü'l-Huffaz: 6/368.
[471] İbn Kayyım, İlâmü'l-Muvakkıîn, I, 55 vd..
[472] Zeylaî, Nasbu'r-Râye, 1/355.
[473] İbn Haldun, Mukaddime, s.372.
[474] Şah Veliyyullah, Huccetu'llahi'l-Bâliğa: 1/311 vd..
[475] Kadı Iyâz, Tertîbu'l-Medârik: 1/91.
[476] İmam el-Kevserî, Feyzü'l-Bârı alâ Sahîhu'l-Buhâri:
1/53.
[477] Kadı İyâd, Medârik, s.170 vd..
[478] eş-Şa'rânı, Kitabü'l-Mizan: 1/63.
[479] Şehristânî, el-Mile'l ve'n-Nihâl, s.154.
[480] Nevevî, Tehzîbu'l-Esmâ, 122.
[481] Sait Kızılırmak, Şamil İslam Ansiklopedisi: 2/59-61.
[482] Şehristânî, el-Milel ve'n-Nihal, (el-Fisâl kenarında),
1/47.
[483] Müslim, 412, İbn Mâce, Mukaddime: 1.
[484] Ebû Dâvûd, Sünne: 6, Ahmed b. Hanbel, Müsned: 4/131.
[485] Abdullah b. Zeyd, Sünnetü'r-Resûl Şakîkatu'l-Kur'ân,
s.54).
[486] Ebû Dâvûd, Sünne: 5.
[487] Buhâri, Fedâilu's-Sahâbe: 1.
[488] Tirmizî, Fiten: 7.
[489] İbn Mâce. Fiten: 8.
[490] İbnü'l-Esir, en-Nihâye: 2/419.
[491] Tirmizî, Fiten: 7.
[492] Tirmizî, Fiten: 7.
[493] Tirmizî, Fiten: 7.
[494] Şehristânî, el-Milel, 1/47.
[495] bk. Buhâri, Ahâd: 1; Müslim, İmâre: 39; Ebû Dâvud,
Cihâd: 40, 87; Nesaî, Bıa: 34; İbn Mace, Cihad: 40; Ahmed b. Hanbel, Müsned:
1/94, 409.
[496] Mes'ûdî, Murücüz-Zeheb: 3/201.
[497] İbn Kesir, Tefsiru'l Kur'an'il-Azîm: 2/303.
[498] İbn Ebı Ya'la, Tabakatu'l-Hanâbile, Kahire 1952, I,
31.
[499] Ebû Dâvûd, Sünne: I; Tirmizî İman: 18; İbn Mace,
Fiten: 17; Ahmed b. Hanbel, 11, 332, 111, 145; Hakim, Müstedrek: IV,430.
[500] Bağdadı, el-Fark, s. 8.9.
[501] Ebû Dâvûd, Sünne: 5.
[502] Seyyid Şerif Cürcânî, et-Ta'rifât, s.40. 43.
[503] İbn Abidin, Reddu'l-Muhtar: 1/560, 561.
[504] İbn Âbidin, Reddü'l-Muhtar: 1/48, 49.
[505] İbn Âbidin, Reddü'l-Muhtar: 5/472.
[506] Şehristânî, a.g.e, 1, 15.
[507] İbn Hazm, el-Fısal: 2/113.
[508] İzmirli İsmail Hakkı, Yeni İlmî Kelâm, s.97.
[509] Kurtubî, Tefsir: 7/217-218.
[510] Bekir Topaloğlu, Kelâm İlmi, 146.
[511] el-Bağdâdı, el-Fark beynel-Fırak, s.313-318; Bekir
Topaloğlu, a.g.e., s.109-110.
[512] İbn Mâce, Mukaddime: 2; Dârimî, Mukaddime: 23; Ahmed
b. Hanbel, Müsned: 1/435.
[513] Tahâvi, Şerhû akiteti't- Tahaviyye, 586-588; Şamil
İslam Ansiklopedisi: 2/67-72.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar