Print Friendly and PDF

[FÜTÛHÂT-I MEKKİYYE'NİN] YÜZÜNCÜ KISMI...101...102


Rahman ve Rahim Olan Allah Teâlâ’nın Adıyla

YÜZ YİRMİ BİRİNCİ BÖLÜM

Şükrün Terki Makamı

Şükrün özelliği artışı sağlamak ise ,

Ve Hakk senin kulağın ve gözün olmuşsa

Hakk ise artışı kabul etmezse

Bu sözümü incele! İbret alan için bir ibrettir o

Bu sözümle şükrün hükmü her bilenden gitmiştir Şükrü terke şükredilmiştir

Bilmelisin ki her amel, var olan bir şeydir. Var olan her şey (vücudî durum), Allah Teâlâ’nın varlık ve birliğine bir delalettir. Bu durum, örfe ve şe­riata göre kınanmış ya da övülmüş bir durum olabilir. Var olan durum bir delalet ise, o bir nurdur. Nur ise, özü gereği övülür. Öyleyse, her balamdan kınanan bir şey olmadığı gibi müminden itaat ile katışmayan saf bir günah da meydana gelmez. Günahın katıştığı itaat ise, onun gü­nah olduğuna inanmaktır. Bunu iyice araştır!

Burada başka bir gerçek vardır: Amel ya da terk anlamındaki her yükümlülüğe bir öncelik eşlik eder, bu kaçınılmazdır. Böylece ‘terk edilmesi yapılmasından’ ya da ‘yapılması terkinden üstündür’ denilir. Önceliğin girdiği her şey, belirli bir şeye özgü olamaz. Bu akıl ve keşfin kanıtıyla bilinir. Allah Teâlâ şükrü bir ibadet yapmıştır. İbadeder ise, terk edilmez. Allah Teâlâ doğruluğu ibadet yapmış, onu her yerde övmemiştir. Çünkü gıybet (ederken söylenen söz) de doğrudur ve bu kötülenmiş bir doğru sözlülüktür. Laf taşımak da doğru sözlülüktür ve fakat kı­nanmıştır. Öyleyse pek çok yerde doğru sözlülük genel anlamda kı­nanmıştır. Hiç kuşkusuz doğru sözlülük, övülen bir niteliktir. Ayrıntı­sında ise örfe ve dine göre söylendiği mekânlar ayrıştırır. Yalan da genel anlamda kınanmış bir niteliktir. Sınırlandığında ve ayrıştığında ise, örfe ve dine göre söylendiği yerler kendisini ayrıştırır.

İnsan rabbine şükredip şükür ve nimeti ondan gördüğünde, övülen bir davranışı meydana getirmiştir Ki, bu bir ibadettir. Özel bir ibadet olması yönünden onu yapan ise, bu ibadet yönünden artış maksadıyla şükretmeyi düşünmemiştir. Bilginin artışını istemek de emredilmiş bir ibadettir. Bu nedenle artış talebi de ibadet haline gelir. Bunun dışındaki bir konuda ise, meşru bir ibadet sayılmaz. Öyleyse insan, artış talep et­meden bütün kısımlarıyla nimetin Rabbine şükrederse, adeta şükrün gereğini terk etmiş, nefslerin doğasının doğrudan gerektirdiği ‘nimetle­rin artışı’ isteğini terk etmiş demektir. Hiçbir eksildiği olmadığı için (artış talep etmeyeceğini düşünerek) Hakkın kulun duyuş ve görüşü olması, artış talebini terke engel olmaz. Çünkü Allah Teâlâ Şâkir ve eş-Şekûr diye nitelenmiştir. Hakkın amellerimizin artmasını istemesi, eş-Şekûr isminden kaynaklanır. Böylelikle ilahi şükre hakkını vermemiz gerek­miş, hatta zorunluluk olmuştur. Bu ise, Hakkın bize teşekkür ettiği davranışlarımızın artmasıdır. Artış ise, ister terk isterse yapmak şeklinde olsun, ibadederdir.

Öyleyse insanın amelini görmek nedeniyle şükrü terk etmesi, ken­disine zorunlu olarak şükredilen kimse için şükrün hakkını yerine geti­ren geçerli bir terktir. Bu, genelin makamıdır. Allah Teâlâ ehlinden genelin şükrü terk etmesi, doğrudur. Ancak ‘Nimete şükür, nimet verene per­dedir’ diyen kimse hakikatler hakkında bilgi sahibi değildir. Böyle bir şey, geçerli olamaz. Öyleyse nimete şükreden herkes, zorunlu olarak onları verene de şükreder. Bazı insanlar ise, sadece sebebi görürken bazı insanlar da nimet veren Allah Teâlâ’yı görür. Kâmil insanlar ise, hem Allah Teâlâ’yı hem sebebi görür. Gerçekte Allah Teâlâ’ya şükrederken Allah Teâlâ’nın kullarına olan emriyle sebebe şükrederler. Allah Teâlâ sebebe şükretmeyi emrederek ‘Bana ve anne babana şükret406 diye buyurduRasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ise ‘İnsanlara te­şekkür etmeyen Allah Teâlâ’ya şükretmemiştir’ buyurur.

Şükrün terki makamı budur. Yani esas nimet verene şükrün birli­ğini terk etmek makamıdır. Bu durumda insan şükründe asılda nimet veren ile Allah Teâlâ’nın emriyle sebebe teşekkürü ortak yapmıştır. Şükrün ter­ki, kapalı ve zor bir makamdır. Çünkü Allah Teâlâ şükredicilik ile ve kendi­sinden dolayı bize şükrettiği (amelin) artmasını istemek özelliğiyle nite­lenmiştir. Dolayısıyla (Hakka ait bir özellik olduğu için) bundan kur­tulmak güçtür. Kul O’nun tecelligâhı haline gelir ve (içinde bulundu­ğu) vakti de Hakkın şükreden ve şükredilen olup fiilleri yaratılmışlar­dan olumsuzlarsa, şükreden iken şükrü terk etmiş olur. Bu durumda ya Hakkı mutlak anlamda şükredici, kulu ise şükrü olmayan kimse diye görür; ya da Hakkı kulun yerine getirdiği şükre göre kul ile şükredici olarak görür. Böyle biri, bir açıdan, şükrün terk edeni iken bir açıdan şükür ile nitelenendir. Bu durum, kullardan ortaya çıkan bütün fiillere yayılmıştır ve bu, ihsanın kaynağından çetin bir müşahededir.

Bu mesele, bence en güç meselelerdendir. Bu ciltte bu bölümü yazdığım geceye kadar, bu konuda bilgi yönünden kuşku duymayaca­ğım kesinlikle Allah Teâlâ gerçeği bana açmamıştı. Bu gece, altı Recep, altı yüz otuz üç yılı Cumartesidir. Amelleri yaratmayı, iki taraftım (Hakk ya da insan) birine tahsis etmem mümkün olmamıştı. Bir grubun (Eşariler) dile getirdiği ‘kesp’ ile başka bir grubun (Mutezile) tlile ge­tirdiği ‘yaratma’ (teorisini) ayırt etmek de zordu. Hakk ise, göz keşfiyle, kendisinden önce hiçbir yaratılmışın bulunmadığı ilk yaratılanı yaratışı­nı bana göstererek -çünkü Allah Teâlâ’dan başka kimse yoktuşöyle dedi: ‘Bu­rada şaşırma ve karıştırmayı gerektirecek bir durum var mı?’ ‘Ben de ‘hayır’ dedim. Allah Teâlâ bana ‘İşte gördüğün bütün yaratıklarda da kimse­nin bir etkisi ve yaratma katkısı yoktur. Sebeplere bağlı olarak değil, se­bepler vesilesiyle (nezdinde) eşyayı yaratan Ben’im. Eşya, benim fiilimle var olur. İsa’da üflemeyi, kuşta ise oluşmayı yaratan Ben’im.

Ben de şöyle dedim: Öyleyse ‘yap’ ve ‘yapma’ derken sen kendi kendine hitap ettin. Allah Teâlâ şöyle dedi. ‘Bir şeyi öğrendiğinde, saygılı ol­malısın! Çünkü mertebe tartışmayı ve karşı koymayı kaldırmaz. Ben de

‘Peki!’ dedim. ‘Bu içinde bulunduğumuz durumun ta kendisidir. Tartı­. ' . ! şan kimdir, saygı gösteren kim? Saygısızlığı ve tartışmayı yaratan Sensin. Tartışmayı yaratırsan, onun (bendeki) hükmü kaçınılmazdır. Say­gıyı yaratırsan, onun hükmü de kaçınılmazdır.’. Şöyle dedi: ‘Doğru! Öyleyse Kuran okunduğunda, dinle ve sesini kıs!’ Ben de şöyle dedim: ‘Bu da sana kalmış! Duymayı yarat ki, duyayım! Susmayı yarat ki, susa­yım. Şimdi sana yarattığından başkası hitap etmiyor!’ Bunun üzerine bana şöyle dedi. ‘Ben sadece bildiğimi yaratırım. Bildiğim ise bilinenin kendiliğindeki durumudur.’ ‘Yetkin delil Allah Teâlâ’ya aittir.’407 Daha önce bu­nu sana bildirmiştim. Artık görerek ona sarıl. Ondan başkası yoktur. Düşünceni temizle ve teklif kesilene kadar güvende olma! Sıratı (köp­rüyü) geçene kadar teldif kesilmez. Bu durumda insanların ibadeti, vacipliğin ya da haramlığın veya mendupluk veya kerahetin gerektirdiği emir ya da yasaktan kaynaklanmaz, zâtî bir ibadet haline gelir. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’4m

YÜZ YİRMİ İKİNCİ BÖLÜM

Yakîn ve Sırlarının Bilinmesi

Yakîn kalıcılıkta bilginin zirvesidir

Her durumda, es-Samed ve Bir’in vaadiyle                                                     .

Tahkikin meydana getirdiği yakîn var ya!

Ona dayan ve bakma hiç kimseye

Sabitlikten uzaklaşırsan Bu ebediliği güçlendiren yakîn değildir Yalcîn, Allah Teâlâ’nın peygamberine söylediği ‘Sana yakîn gelene kadar rabbine ibadet et409 ayetinde belirtilen şeydir. Hükmü ise yakîn duyulan şeyle nefsin dinginliği ya da yalcîn duyulacak şeye doğru hareketidir. Yalcîn, insanın herhangi bir şey hakkında basiret sahibi olmasıdır. Nefste arzulanan şeyin hükmü gerçekleşen şeyin hükmü gibiyse bu, yalcîndir. Burada yakîne konu olan şeyin gerçekleşip gerçekleşmemesi birdir. Örnek olarak, ‘Allah Teâlâ’nın emri geldi4'0 ayetini verebiliriz. Henüz gelmemiş olsa bile, mümin nefs onun kesin olarak gerçekleşeceğini arı­nır ve gerçekleşip gerçekleşmemesi arasında fark yoktur. Bu ise ‘Perde kalksaydı yakînim artmazdı’ denilen sözdür. Bununla birlikte yakîne konu olan şey dışta gerçekleşmiş değildir. Allah Teâlâ peygambere ve o ko­numdaki her kula şöyle hitap eder: ‘Yakîn gelene kadar rabbine ibadet et.,4U Yakîn geldiğinde ise ibadet eden-edilen, amel sahibi ile kendisi için amel edilenin kim olduğunu; zahirin mazharlardaki etkisinin mazharlarm zâhire neyi verdiğini öğrenirsin.

Bilmelisin Ki, yakînin ilim, ayn ve Hakk (dereceleri) vardır (ilme’lyakîn, ayne’l-yakîn ve hakka’l-yakîn). Her hakkın ise bir hakikati vardır. Bu konu bu kitapta sonraki bir bölümde -Allah Teâlâ izin verirseözede ele alınacaktır. Onun ilim, ayn ve Hakk dereceleri vardır, çünkü bazen yalan, ilim, ayn ve Hakk olmaksızın gerçekleşir ve nezdinde gerçekleştiği kimse onun hakkında kesin hüküm verir. Bu kişi, yakîn bilgi sahibi değil, sa­dece yalan sahibidir.

Arkadaşlarımız yakîn hakkında görüş ayrılığına düşmüştür: Acaba yalan, başka bir yakînden daha tam olabilir mi, olamaz mı? Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in Hz. İsa hakkında şöyle dediği rivayet edilir: ‘Yakîni artsaydı, havada yürürdü.’ Bu sözüyle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, (sanki) İsra gecesine ve Peygamberin havada yürümesinin yakîn vasıtasıyla gerçekleştiğine işa­ret eder. Bu yorum, yerinde bir yorum değildir, çünkü Rabbi onu ayet­lerini göstermek üzere yürütmüş, ona Burak göndermiş ve İsra gece­sinde onu taşımıştı. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den böyle bir hadis bu anlama işa­ret etmek üzere sahih olamaz. Bilindiği gibi, hiç kimse yakînde pey­gamberin dengi değildir. Fakat o, yakîni sayesinde havada yürümemişti. Cebrail kendisine katırdan küçük eşekten büyük ‘Burak’ adlı bir bi­nek getirmiş ve onda taşınmıştı. Havada yürüyen Burak idi. Sonra Bu­rak, kendisini izin verilen yere kadar götürdüğünde, Burak’tan inerek Refref e oturmuş ve Allah Teâlâ’nın dilediği yere kadar götürülmüştü. İnsan­lar, bütün bunlardan habersizdir. Öyleyse Peygamber, yakînin gücü nedeniyle havada yiirütülmemişti. Üstelik bu esnada en genel anlamıyla -fakat mutluluğunun bulunduğu şeydir yakînin konusuilgili olduğu şeye bağlanmış yakîni kalbindeydi. Çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, bu yakîniyle meth edilmiştir.

Bizim yakîn hakkında kıymedi bir risalemiz vardır. Onu Lut pey­gamberi ziyaret ederken Halil İbrahim mescidindeki Yakîn Mescidinde yazmıştık. Bu bağlamda cahil, cahil olduğunu; zan sahibi, zan sahibi olduğunu; kuşkuya kapılan, kuşku duyduğu hususta kuşkulu olduğunu yakînen bilir. Bunlardan her biri üzerinde bulunduğu durum hakkmda kesin bir yakîn taşır. Bu ise, bilgi ya da başka bir şey olabilir.

‘Onun üstünlüğü nerededir?’ dersen şöyle deriz: Yakînin üstünlü­ğü, tıpkı bilgi gibi, ilgili olduğu şeye bağlıdır ve bu nedenle ‘Sana yakîn gelene kadar4'2 ayetinde belirli gelerek özel anlamda yakîne konu olan şey kastedilmiştir. Burada kendisiyle övgünün gerçekleştiği yakîn değil, belirli bir vakîn kastedildi. Allah Teâlâ ‘Onu yakînen öldürmedilerMI3 demiştir. Burada İsa’nın onların yanında değil, gerçekte öldürülmemiş olduğu kast edilir. Onlar ise İsa hakkında kuşkuya düştüler. Ayette geçen ise, kendisiyle bilfiil var olacağı müstakil bir yeri olmayan yakîndir. Çünkü onlar İsa’yı öldürdüklerine yakînen inanıyordu ve Allah Teâlâ yakînin yeri olamaz. Öyleyse yakînin yeri, sadece öldürmedir. Bu ise mananın mana ile bilfiil var olması kapsamındadır. Çünkü yakîn bir mana olduğu gibi öldürme de bir manadır. Öyleyse öldürme İsa’da bilfiil bulunmadığını ‘yakînen’ bilmiştir. Bu ayette öldürme, yakîn ile nitelenmiştir. Manala­rın en doğrusu manalar ile bilfiil var olandır. Bizce bu mesele, aldın şa­şırdığı ve herhangi bir şekilde hüküm veremeyeceği hususlardandır. Bir kısmımıza göre bu konuyu (bilmek), imkânsıza katılırken bir kısmımıza göre mümkün ve vâkidir.

Özetle, yakînin doğal ve alışılagelmiş hususlarda bulunması güçtür. Çünkü adet, bilhassa doğal bedenin varlığının kendisine dayandığı hu­suslarda olmak üzere, doğayı ‘çalar’. Bedenin bilfiil varlığının bağlı ol­duğu şey kaybolduğunda, acı duyar. Acı ise yakîne zarar vermez, çünkü onun zıddı değildir. Fakat şöyle diyebilirsin: Acı insanın hareketlenme­sine ve titremesine yol açar. Özellikle açlık, susuzluk, sıcak ve soğuk acısı böyledir. Hareketlenme ve ıstırap ise yakîn ile çelişir. Çünkü yakîn, nefsin bu acıları gideren araçların elinde olan kimseye yönelmesidir. Acıların bulunduğu kimse ise, doğal olarak, acıların hızla ortadan kalk­masını ister. Hal böyle iken, burada yakînde tasavvuf ehlinin zannetti­ğinden başka bir yol takip ederiz. Bu yola göre ıstırap yakîne zarar vermez. Bunun böyle olması, o acıları gidermede nefsin doğal olarak bunları gideren sebeplere değil, Haldcın mertebesine yönelmesi şartına bağlıdır. Hakk onları bu sebeplerle gidermek isterse, giderir. Bu durum­da Hakk, o kişide bu sebepleri yaratarak acıları ortadan kaldırır. Allah Teâlâ onları başka bir şeyle gidermek isterse, yakın başka bir şeyle değil, ilahi mertebeyle ilgili olur. Bu ise Allah Teâlâ adamlarında çokça olur.

Ariflerde yakînin dereceleri iki yüz birdir. Melamilerde ise yüz yetmiştir. Yakînin melekût ve ceberut alemine dönük nispeti vardır. Ayrıca onun melekût alemine tek bir nispeti var iken ariflerde iki nispeti vardır. Çünkü yakîn, ariflerde altı hakikatten bileşik bulunur. Melamilerdeki yapısı ise dört hakikatten oluşur. Yakîn diri ve ölü sükun sahibi­dir. Diri sükun ile sahibi hareketlenirken ölü sükun ile Allah Teâlâ’nın kendisi­ni izaleyi irade ettiği belirli bir giderici olmaksızın ıstırap duyduğu hu­susta Allah Teâlâ’ya bağlanır.

YÜZ YİRMİ ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

Yakînin Terki ve Sırları

Kul mürit ile durduğunda Yakîni iradenin hükmünü giderir

Hakka rütbesini verir ki

Onu sınırlayıp kulluğunu zedelemesin

Dilediğini dilediği gibi yapar Zorlama olmaksızın ve adet etki etmeden

Delil, kuşku olmaksızın, delil oldu                               .

Tekrarın olumsuzlandığında da kuşku yok

Çünkü bilinen cevher bakidir                                                        .

Şehadet (mertebesindeki) hükmünde bulunduğu gibi

Bazen ona bazen ondan hilat giydirilir îjade için, benzeriyle ya da zıddıyla

Allah Teâlâ seni başarıya erdirsin, bilmelisin ki, burada tekrarın olumsuzlanmasıyla -ilahi genişlik nedeniyle‘Varlıkta tekrar yoktur’ ifadesini kastetmekteyim. Tekrar sayılan şey, duyunun algılayamadığı ‘benzerle­rin varlığıdır’. Bu benzerler arasındaki parçalanma algılanamaz. Başka bir ifadeyle yok olanlar ile yenilenenler arasındaki fark anlaşılamaz. Bu ise kelamcıların ‘Araz iki anda baki kalmaz’ şeklinde dile getirilen dü­şünceleridir.

Yakînde -tıpkı sabırda olduğu gibiilahi kahra karşı koyma kokusu bulunduğu için Allah Teâlâ ehli, onunla nitelenmeyi, onu öğrenmeyi ve Allah Teâlâ’dan istemeyi terk etmiştir. Kendi çabası olmaksızın Allah Teâlâ nezdinden yakın geldiğinde ise, kul Allah Teâlâ karşısındaki saygının gereğiyle onu kabul eder ve Allah Teâlâ onun yakînin bulunduğu bir yer haline getirmeyi diledi­ğinde Allah Teâlâ’ya iade etmez. Yakînin kuldaki etkisi, ondan bu zararı gi­dermede Allah Teâlâ’ya bağlanmaktır. Bu ise yakîni ve onun -(kendisi gibi bir) kula ya da onun dileğine değilHaldun mertebesine bağlanmasını iste­mektir.

Şöyle Ki: Kul yakînin ortaya çıkmasının sebebi olunca -çünkü yakîn kendi başına bilfiil var olamazyakînin kendisinde varlık kazandığı ye­rin onda bir edösi olur ve bu etki kendi ödülünü talep eder. Böylelikle yakîn, kendisini var edenden o yerdeki zararın kaldırılmasını diler. Çünkü yakîn sadece zararı gidermek üzere var olur. (Bulunduğu yerde) Yarar, var ise, yakînin katkısı yararda değil -çünkü o zaten vardıronun sürekliliğini sağlamada ortaya çıkar. Kul menfaatin kaybolduğu vehmi­ne kapılırsa, yakîn Allah Teâlâ’dan bu yararın bulunduğu yerde sürmesini is­ter. Bu kadarlık bir ölçüyle ‘yakîni terk’ gerçekleşir. Yani kul, dilediği konuda Rabbine dua ederken yakîne itiraz etmez. Böylelikle kul, dile­diğini yapmak üzere onu ‘terk eder.’ Burada kul, herhangi bir şey ile ni­telenmez.

Bu tahlile rağmen, mesele kapalı ve algıdan uzaktır. Öyleyse kul, aslı bakımından zorlanan ve mülkü sarsılan birisidir. Dolayısıyla hakika­ti halamından kulun yakîni yoktur. Çünkü o, arazların üzerinde yeni­lendiği bir yerdir. Yakîn ise, sükundur. Bu ise iki zamanda sabit olma­yan bir arazdır. ‘Allah Teâlâ her gün bir iştedir.’ Günlerin en küçüğü ise fert zamandır (an). Sana Allah Teâlâ ehlinin yakîni talep ettiği şeyden uzak dur­duklarını açıkladım. Yakîn isteyendir. Bu nedenle Allah Teâlâ ‘Sana yakîn ge­linceye kadar*'4 demiştir. Yakîn isteyen ve yoran şey, sen ise rahattasın. Anla! Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğruya ulaştırır.

Allah Teâlâ’nın iradesi karşısında durmak, durağanlığa imkân vermez, çünkü bu nefsin hakikatinden çıkmak demektir. Hiçbir şey kendi haki­katinin dışına çıkamaz. Çünkü bir şeyin kendi hakikatinden çıkması mümkün değildir. Mürit bir müjdeyle itminan bulabilir. Kul bu esnada sözün doğruluğu nedeniyle sakinleşir. Ayrıca müjde, belirli ve vakitli­dir. Bu durumda ise, ona doğru bir yöneliş gerçekleşir Ki, bu da yakîndir. Bir rivayette meleklerin Allah Teâlâ’nın tuzağından korktukları akta­rılır. Korku ile birlikte yakîn olmaz. Kul ‘Allah Teâlâ dilediğini yapandır4'5 aye­tiyle mutmain olursa, yakînden ayrılmaz ve bu durağanlık ‘yalcın’ diye isimlendirilir. Fakat bulunduğu yerde Allah Teâlâ ehlinin terimlerine göre yakînden başka bir şey meydana gelir. Bize göre yakîn, Allah Teâlâ’nın yaratık­larından her birinde mevcuttur. Görüş ayrılığı, yakînin neyle ilgili ol­duğu hakkındadır. Öyleyse yakîn kapsayıcı bir niteliktir ve -yakîne konu olanın herhangi bir şeyin hükmünün dışındakendisinde muduluğun bulunduğu Allah Teâlâ yolunun özelliklerinden değildir. İşte yakîn, budur.

Başarıya erdiren Allah Teâlâ’dır. Ondan başka Rab yoktur.

YÜZ YİRMİ DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

Sabır Makamının Ayrıntılarının ve Sırlarının Bilinmesi

Her meşrepte sabır türlü türlü içilir

Den, e, de, bir şey ile ve bir şey için sabredilir

Sabır eziyete karşı olabilir

Acı türlerinin varlık ve takdir bakımından

Hakk için es-Sabur ismi bir eziyet belirlemiştir Kitabın ayetleri bunu söyledi

Alim isen, nimette sabır yoktur

Her şeyi bilen hükmü doğru imamın sözüne göre

Allah Teâlâ seni başarıya erdirsin, bilmelisin ki, Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah Teâlâ’ya ve resulüne eziyet edenler.’4'6 Burada Allah Teâlâ’nın eziyete maruz kaldığı bildi­rilir ve bu nedenle Allah Teâlâ kendini yaratıkların eziyetlerine karşı sabreden anlamında es-Sabur diye isimlendirdi. Hakk es-Sabur ismini taşırken kendisine yapılan eziyetin kaldırılmasını kullarından istediği gibi bir be­laya maruz kalan insanın belanın kalkmasını istemesiyle sabırlı ismi kendisinden düşmez. Nitekim Eyüb Peygamber böyle yaparak ‘Bana bir zarar ilişti, sen merhamet edenlerin en merhametlisisin4'7 demiştir. Allah Teâlâ da bu isteğe rağmen onu överek ‘Biz onu sabırlı bulduk4111 buyurdu. Öy­leyse sabır, nefsi belanın kaldırılması ve giderilmesinde Allah Teâlâ’ya şikâyet­ten alıkoymak değildir. Sabır, nefsi Allah Teâlâ’dan başkasına şikâyetten alı­koymak ve onu başkasına yönelmekten engellemektir. Allah Teâlâ’nın kulların­dan kendisini üzen eziyeti bırakmalarını istediğini açıklamıştık. Bununla beraber Allah Teâlâ onlarda eziyete yol açan şeyi yaratmama gücüne sahiptir. Öyleyse bu sabrın sırrına dikkat et! Çünkü o, sırların en güzelidir. Bir rivayette Allah Teâlâ’dan daha çok eziyete sabreden olmadığı bildirilir.

Sabır, cehennemlikler cehenneme, cennetlikler cennete girdiğinde kesilen ve ortadan kalkan makamlardandır. Böylece iki grup, herhangi birisi içinde bulunduğu yerden başka bir şeye girmemek üzere, birbi­rinden ayrışır. İlahi sabrın hükmü ise dünyanın yok olmasıyla ortadan kalkar. Bu ise, el-Muntakim ve eş-Şedidü’l-ikab isimlerinin kalkmasıyla bir müjdedir. Çünkü es-Sabur isminin ortadan kalktığını gördük ve Allah Teâlâ’nın rahmeti de gazabını geçmiştir.

Dünyanın yok olmasının hikmeti, Allah Teâlâ’dan eziyetin kalkmasıdır, çünkü sadece orada var olabilir. Öyleyse ey Allah Teâlâ’nın kullan! Allah Teâlâ’nın rahmetinin genişliği, kapsamı ve belirli bir süre sonra bile olsa Allah Teâlâ’nın dışındaki her yaratılmışa nüfuz edişiyle sevinin. Çünkü dünyanın yok olmasıyla eziyet çeken herkesten eziyet, eziyet yok olunca sabır da yok olacaktır. Cezalandırmanın sebeplerinden biri de eziyettir, o ise yok olmuştur. Öyleyse rahmet ve gazabın ortadan kalkması kaçınılmazdır. Başka bir ifadeyle rahmetin -Allah Teâlâ’nın izniyle ve Allah Teâlâ dilerseAllah Teâlâ’nın ihsanıyla her şeyi kuşatması zorunludur. Bu, bizim Allah Teâlâ hakkındaki zannımızdır. Allah Teâlâ kutsi bir hadiste şöyle der: ‘Ben kulumun bana dair zannına göreyim. Benim hakkımda hayır zanda bulunsun.’ Allah Teâlâ bunu bildirdiği gibi bunu emrederek zanlı ya da başkası hakkında sınırlamamıştır. Bu nedenle acıya yol açacak şey (tat anlamındaki) ‘azap’ diye isimlendirilmiştir. Bu ise, Allah Teâlâ’dan kullarına dönük bir müjdedir. Bu­nun anlamı şudur: Zorunlu olarak acı duyacağınız şeyden, rahmet sizi kuşattığında cehennemde bile haz alacaksınız. Nitekim yanan da ateşin sıcaklığından haz alır. Donan ise, zemherinin soğukluğundan haz alır. Bu* nedenle cehennem mizaç farklılığı nedeniyle hem ateşi hem zemheriri içerir. Belirli bir mizaç için acıya yol açan şey, onun zıddı başka bir mizaçta nimete yol açar. Dolayısıyla hikmet işlevsiz kalmaz. Allah Teâlâ cehennemliklere sıcakta kalanlar için zemheriri bırakır. Ateşi ise ateştekiler için baki bırakır. Böylelikle hepsi birden cehennemde nimetlenir. Öyleyse onlar öyle bir mizaçtadırlar ki, o mizaca sahip ola­rak cennete girselerdi (cennetteki) itidal nedeniyle orada azap görürler­di.

Sonra bil ki sabır, edadarm çeşidenmesi nedeniyle çeşidenir: Allah Teâlâ’ta sabır (fî), O’na eziyet verme söz konusu olduğundadır. Allah Teâlâ kar­şısında sabır (mea), azapta azap edeni görmektir. Allah Teâlâ’ya karşı (alâ) sa­bır, Rabbinin varlığına bitişmeksizin nefsinin varlığıyla Rabbini yitirme halidir. Allah Teâlâ ile (bi) sabır, Haklcın sabrın kendisi olmasıdır. Niteldm Hakk kulun duyması ve görmesi olur. Allah Teâlâ’dan (min) sabır, güç ve kuv­vetin insandan düşmesidir. Artık ‘Güç ve kuvvet Allah Teâlâ’ya aittir’ demez­sin. Bu durumda sabır yardım istemeyle ortadan kalkar. Allah Teâlâ’dan (anillah) sabır, makam halamından sabrın en üstünüdür. Bu ölümle or­tadan kalkan ve ahirette bulunmayan sabırdır. Çünkü bu sabrın sahibi, sabrı es-Sabur ismini Allah Teâlâ’ya nispet ettiği şekilde Allah Teâlâ’ya nispet eder. Bu nedenle dünyanın yok olmasıyla ortadan kalkar. Kulda ise dünyadan ayrılmayla ortadan kalkar. Sen ldmden ayrılırsan, o da senden ayrılmış­tır. Bunlar, sabrı Allah Teâlâ’dan alan kimselerdir. ‘Bu bilgiyi falandan aldım’ dediğinde, bilgide o kişiyle birsin.

Süleyman Peygamberin ‘İyiliği Rabbimin zikrinden dolayı sevdim419 sözü buna benzer. Çünkü o, iyiliği ‘hayır’ diye isimlendirmiş ve hayır Allah Teâlâ’ya aittir. ‘Rabbimin zikrinden420 diyerek, Rabbinin ona hatırlatması nedeniyle onu sevdiğini belirtmiştir. Sonra, Rabbinin iyiliğiyle sevine­rek ve hoşnut kalarak, elini onun kölderine ve dallarına sürmeye başladı. Çünkü o, iyiliği (hayrı) sevmeyi sevmişti! iyiliği sevmek ile, ya Allah Teâlâ’nın onu sevmesi ya da -iyiliğin sevgiyle nitelenmesi bakımındaniyiliğin se­vilmesini kast eder. Hayır ve iyilik de, hayırlıları sever, çünkü onlar, onun var olduğu yerdir. Süleyman da ‘Hayrı sevmeyi sevdim5421 demişti. Yani ben sevgimde, tıpkı sevgisindeki iyilik gibiyim. Bu nedenle adar ortadan çekildiğinde, yani rahvan adar kaybolduğunda, onlara özlem duymuştu. Çünkü Süleyman, haz veren niteliği onun adına zorunlu la­lan yeri yitirmiştir. Çünkü haz, onun adına bir tecelligahtır. Bu nedenle ‘onları bana getirin422 demişti.

Ayette geçen ‘tevari (ortadan çekilmek, perdelenmek)’ kelimesini güneşe ait sayan yorumcular vardır. Halbuki ayette güneş zikredilmediği gibi -onların zannettiği gibinamaz da zikredilmedi. Ayrıca onlar, burada Kuran tefsirinde Yahudi hikâyelerini almıştır. Peygamber ise, bize Ehl-i kitabı ne doğrulamayı ne de yalanlamayı emretmiştir. Kuran’ı Yahudi hikâyeleriyle yorumlayan kimse, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in emrini; Allah Teâlâ’nın peygamberinin emrini reddeden ise, Allah Teâlâ’nın emrini reddetmiş demektir. Çünkü Allah Teâlâ bize Peygambere itaati, bize verdiğini almayı ve yasakladığı şeyden uzak durmayı emretmiştir. Çünkü bizi İsrailoğullarının peygamberlerinin rivayetierine ya peygamber ulaştırabilir -ki onu tasdik ederizya da Ehl-i kitap bizi onlardan haberdar eder -ki bu du­rumda da çekimser kalırız. Kitabımızda ya da Peygamberimizin sözün­de bu rivayeti bulamazsak ve akli kanıdarda onu reddeden veya onayla­yan bir şey olmazsa, ona dayanarak hüküm vermeyiz. Burada ayetin bağlamı ise, açık bir şekilde, söz konusu müfessirlerin yorumuna işaret etmez. ,

Onların ‘Süleyman’ı denedik’42* ayetinin yorumu hakkındaki imaları­na gelirsek, burada söz konusu olan, o fitne değildir. Bu deneme, adar­la ilgili ise haberdar olmak demektir. Bu durumda adarı gördüğünde denemenin amacı, Süleyman’ın onları Allah Teâlâ’yı hatırlayarak mı, yoksa kendilerinden dolayı mı seveceğinin öğrenilmesidir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, Süleyman’ın atları Rabbini hatırlamak üzere sevdiğini -kendileri için değilbelirtti. Bununla beraber o, güzel, alımlı ve Süleyman’ın muhtaç olduğu bir şeydi. Söz konusu şey, Süleyman’ın kendisinden sonra kim­seye verilmesini istemediği mülkün bir parçasıydı. Hakk Süleyman’ın bu isteğini genel anlamda kabul etmiş, sıkıntıyı kendisinden kaldırarak ‘İşte bu bizim ikramımızdır, hesapsız olarak ver ya da dağıt, onun bizim nezdimizde -yani ahiretteiyi bir makamı vardır.’424 Yani bu mülk, diğer­lerinde olduğu gibi ahiret mülkünden bir şeyi eksiltmez. Halbuki baş­kaları adına böyle bir mülk, dünyada nimedendiği ölçüde ahiret nime­tinden eksiltir. Allah Teâlâ bir grup hakkında şöyle der: ‘Siz dünya zevklerine daldınız ve onlarla nimetlendiniz.H2S

Bu taksime göre Allah Teâlâ’dan sabır, sabır türlerinin en yücesidir. ‘Allah Teâlâ’dan sabır’, sıradan insanların zannına göre, bir şeyden ayrılmak ne­deniyle o şeye karşı duyulan sabır gibidir. Allah Teâlâ ehlinin düşüncesi ise böyle değildir. Şibli bir gencin ‘Allah Teâlâ’dan sabır sabrın en büyüğüdür’ dediğini duyunca bayılıp düşmüş. Yani, Allah Teâlâ adamlarının kâmillerinin ulaşabildiği bu makamın büyüklüğü nedeniyle baygınlık geçirmiş. Şibli’ye gencin sözünden bir parıltı gözükünce, onun vâridi Şibli’nin yerinde güçlenmiş, bayılmasına yol açmıştı. Yerin gücünden daha etkili her vârid böyledir. Böylelikle vârid, (ulaştığı) yerde bayılma ve kendin­den geçmeye yol açar. Allah Teâlâ ehlinin ise, Allah Teâlâ’dan sabır hususunda sıra­dan insanların yorumuyla ilgili bir tecrübeleri yoktur.

Nur ehli ariflerde sabrın dereceleri üç yüz yirmi üçtür. Sır ehli âriflerde ise iki yüz doksan üç derecedir. Nur ehli Melamilerde iki yüz doksan iki derece, sır ehli Melamilerde ise iki yüz altmış iki derecedir.

YÜZ YİRMİ BEŞİNCİ BÖLÜM

Sabrın Terki Makamının Bilinmesi ve Sırları

Kötü bir fiile karşı sabırda

Her hücumunda Hakkın kahrına karşı durulur

Ariflerde sabır olmaz, çünkü onlar Dalgalı bir denizde zayıf gemi içindedir

Allah Teâlâ sana öğretsin, bilmelisin ki, sıradan insanların bildiği sabırda ilahi kahra karşı koymak ve Allah Teâlâ karşısında saygısızlık vardır. Allah Teâlâ kullarını kendisine yakarsınlar ve kendilerini sınadığı hususların kaldı­rılmasını istesinler diye denedi. Çünkü sabır, üzerlerinde yaratıldıkları ilahi suretin nefslerinde yol açtığı hastalığa karşı bir ilaçtır. Çünkü sure­tin kendisinde kemale -suretin kemali halifeliktir ve onlar Allah Teâlâ adamla­rından kâmil olanlardırermediği kimse bir iddiada bulunur. Halifelik derecesini elde edememiş kimse, surete sahip değildir. Çünkü o, toplam vasıtasıyla suret üzerinde bulunur. Acıktığı için ağlayan bir adam şöyle demiş: ‘Ağlayayım diye beni acıktırdı’. Öyleyse bu kişi, O’nun için ve O’na karşı ağlanmıştır. Çünkü Allah Teâlâ adamlarının büyükleri, kendilerini Allah Teâlâ’ya şikâyetten alıkoymaz. Onlar, Allah Teâlâ sabredenleri övdüğünde kendilerini Allah Teâlâ’dan başkasına şikâyetten alıkoyanlardır. Büyüklerin mezhebi ve yolu budur. Sümnûn Allah Teâlâ karşısında saygısızlık yapıp nef­sinde rıza ve sabrın hükmünü bulduğunda, ilahi kudrete direnmek iste­yip şöyle demiş:

Benim senden başkasında bir hazzını yok '

Nasıl istersen, öyle sına beni

Allah Teâlâ da onu küçük abdestte zorlanmayla sınamış. Nefs afiyetten olan payını istemek özelliğiyle yaratılmıştır ve Sümnun bu belayı ister­ken sağlıklıydı. Bu belayla sağlık kendisinden alınınca, nefs yaratılış özelliğiyle -ki bunu nefsin nitelikleri bahsinde zikretmiştiksağlığı talep etmiş. Daha önce de belirttiğimiz gibi, Allah Teâlâ nefsin yok olmayan nite­likleri için bir takım yerler belirlemiştir. Söz konusu nitelikler yok ol­saydı, nefs de yok olurdu. Nefsin bu talebi onun kendinden kaynakla­nan bir niteliğidir. Alimlerin alimine ve hakimlerin hakimine balanız! Nasıl da afiyet istemekte ve bunu emretmektedir: ‘Allah Teâlâ’dan bir şey iste­yeceğiniz zaman afiyet isteyiz. Bir bela içindeyseniz, afiyet isteyiniz. Afiyet içindeyseniz, afiyetin sürmesini isteyiniz.’ Bu kelime, ‘a/â el-eser (eser kayboldu) kelimesinden türetilmiştir. Öyleyse afiyet, bulunduğu kişiden belanın kalkması demektir.                                                                        , .

Binaenaleyh kulun.acizliği, yoksulluğu ve muhtaçlığıyla kalması Allah Teâlâ karşısında saygının bir gereğidir. Çünkü Allah Teâlâ ile zenginlik, Allah Teâlâ’dan olamayacağı gibi genel bakımından yaratıklardan da olamaz. Fakat başkası nedeniyle kendisinden müstağni kalınabilecek belirli bir yaratıktan müstağni kalınabilir. Çünkü Allah Teâlâ sebepleri boş yere koy­mamıştır. Bir kısmı kaldırılması mümkün olmayan zâtî sebepler iken bir kısmı kalkabilen geçici sebeplerdir. Öyleyse cisimlik kendisinde ka­lırken cisimden telif ve terkibin kalkması imkânsızdır. İşte bu, varlıktan cismin kalkmasıyla yok olabilecek bir sebeptir. Esas sebepler kalkama­yacağına göre, Allah Teâlâ karşısındaki saygının gereğiyle geçici sebepleri de kabul eder ve fakat onlara eğilmeyiz. Bunun yerine düşünceyi Allah Teâlâ’ya bağlı bırakırız. Düşüncenin Allah Teâlâ’ya Allah Teâlâ için bağlanması geçerli değil­dir. Böyle bir şey imkânsızdır. Düşünce Allah Teâlâ’ya sebepler nedeniyle bağ­lanır. İşte bu, onları bilmenin tanımıdır.

Kuşkusuz sabrm terkinin ne demek olduğu açıklanmış oldu.

YÜZ YİRMİ ALTINCI BÖLÜM

Murakabe Makamının Bilinmesi

Her işte O’nu gözet Çünkü O da seni gözetmekte

Huzurda ve gaybette bir takım işler için Bunun için her halde bir nasibim var

Boşalma vakti geldiğinde,

Şaşılacak olsa bile önemsemem

Murakabe, kendisinde ‘şirbimiz’in (içme, pay) bulunduğu Hakka özgü bir niteliktir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah Teâlâ her şeyi gözetendir.’426 Bu ayet, ‘O ikisini korumak O’nu yormaz427 ayetiyle aynı kapsamdadır. ‘O ikisi’ derken kastedilen, yüce alem olan gökler ile aşağı alem olan yeryüzü­dür. Gerçekte ise bu İlcisinden başka bir şey yoktur. Alem ise ikiye ayrı­lır; kendi başma ayakta duran alem ile kendi başına bilfiil var olmayan alem. Kendi başma bilfiil var olan alem cevherlerdir. Kendi başma bilfi­il var olmayan alem ise olgular (ekvân) ve renklerdir. Bunlar, sıfat ve arazlardır. Öyleyse cisim ve cevherler aleminin sürekliliği, arazların kendilerinde yaratılmasına bağlıdır. Arazlar kendilerinde yaratılmadı­ğında -ki beka ve varlıkları ona bağlıdıronlar da yok olur. Arazların var olduktan sonraki ikinci anda yok olduklarında kuşku yoktur. Öyley­se Hakk, cisimler alemi ile ulvî ve süflî cevherler alemini sürekli gözetir (murakabe). Cevherlerin sürekliliğinin bağlı olduğu bir araz yok olursa, aynı anda Allah Teâlâ cevheri kendisiyle (yok olmaktan) koruduğu onun gibi veya zıddı bir arazı yaratır. Öyleyse Allah Teâlâ, sürekli yaratır iken alem sü­rekli Allah Teâlâ’ya muhtaçtır. Bu, cevherler ya da arazlar alemine ait zâtî bir muhtaçlıktır. İşte Hakkın varlığını muhafaza etmek üzere yaratıkları gözetmesi budur. Bu da, Kitabında ‘Her gün bir iştedir’42* şeklinde dile getirdiği ‘şenlerdir’ (işler).

Hakkın kullarına dönük başka bir murakabesi, kendilerini yükümlü tuttuğu emir ve yasaklarında belirlediği sınırlarında kullarına bakması­dır. Bu ise büyüklük ve tehdit (anlamı taşıyan) murakabesidir. Allah Teâlâ, bir kısmı için yaptıkları her işte vekil olur. Bu durum ‘Söyledikleri her sözde yanımızda bir gözetmen vardır429 ayetinde dile getirilir. ‘Saygın kâ­tipler yaptıklarını bilir’430, ‘Söylediklerini yazacağız’431, ‘Her şeyi apaçık bir imamda yazacağız’432, ‘Allah Teâlâ, onların yaptıklarından habersiz değildir433 gi­bi ayeder de bu kapsama girer. İşte bu, Hakkın kullarını gözetmesidir.

Kulun murakabesi üç kısma ayrılır: Birincisi geçerli değil iken di­ğer ikisi kuldan meydana gelir. Geçerli olmayanı, kulun rabbini mura­kabesidir. Kul Allah Teâlâ’nın zâtını bilmediği gibi O’nun alemle ilişkisini de bilemez. Böyle bir murakabe, murakabe edilenin zâtını bilmeyi gerek­tirdiği için kendisi de bilinemez. Başka bir grup ise, bu murakabenin geçerli olabileceğini ileri sürmüştür. Çünkü şeriat, şanına yaraşır şekil­de, Allah Teâlâ’nın alemle ilişkisini tanımlamıştır. Allah Teâlâ her nerede isek bizimle beraberdir. Allah Teâlâ Arş üstünde ‘istiva’ etmiştir. Allah Teâlâ yerdedir. Gizlimizi ve açığa vurduğumuzu bilir. O gökte de böyledir. Yakın göğe iner. O, her mümkün mazharda zuhur edendir. Allah Teâlâ’dan bu kadarını öğrendik ve bu tanıma göre O’nu murakabe ederiz. Bizim eşyayı murakabe et­memiz, Allah Teâlâ’yı murakabe etmemizin aynısıdır. Çünkü Allah Teâlâ her şeyde görünendir. Bazı insanlar ‘Gördüğüm her şeyden önce Allah Teâlâ’yı gördüm’ demiştir ki, murakabe kast edilir. Başka biri ise ‘Gördüğüm her şeyden sonra’, başka biri ‘Gördüğüm her şey ile beraber’ biri ise ‘Gördüğüm her şeyde’ demiştir. Bu tarz insanlar, bu murakabeyi geçerli sayar.

ikinci murakabe ise haya (utanma duygusu) murakabesidir. Bu kı­sım ‘Allah Teâlâ’nın gördüğünü bilmez mi?434 ayetine dayanır. İnsan Allah Teâlâ’nın kendisini gördüğünü murakabe ederken bu ‘görme’ de onu murakabe eder. Dolayısıyla kul Hakkın onu murakabe edişini murakabe eder. İşte bu, ‘murakabenin murakebesidir’ ve dince emredilmiştir. Üçüncü mu­rakabe ise kulun kalbini, zahirî ve bâtınî nefsini -Rabbinin onlardaki eserlerini görmek üzeremurakabesidir. Böylelikle Rabbinin eserlerin­den gördüklerine göre amel eder. Aynı şey kendi dışındaki varlıklarda da geçerlidir. Kul Rabbinin onlardaki eserlerini görmek üzere muraka­be eder. Bu murakabe, ‘Ayetlerimizi ufuklarda ve nefslerde kendilerine göstereceğiz435 ayetine dayanır. Bu murakabe, Hakk ile ilgilidir, çünkü O’ndan başka fail yoktur.

Murakabe, kulun murakabe yapmadığı bir vaktin araya giremeye­ceği şekilde, sürekli gözetme içinde olmak demektir. Bunu öğrenip iyi­ce araştırırsan, nefsinde, gözünün gördüğü varlıklarda, fikir ve aklının ulaştığı varlıklarda, müşahedede sana gösterilen şeylerde, dış varlığında ya da her nerede isen kendilerini öğrendiğin varlıklarda Hakkın şe’nlerini öğrenirsin. Buradan, kendi düşüncelerini de öğrenirsin. Şer'î ölçüler murakabeyi (düzenlemek) için, (Murakabeyi düzenlemek için de şer’î ölçüler) gelmiştir. Bunlar beş tanedir: Farz, mendup, mubah, mekruh ve haram.

Ariflerden vuslat ve ünsiyet ehli olanlarda murakabe derecelerinin ulaştığı sayı yedi yüz yetmiş dörttür. Ünsiyet ehli Melamilerde yedi yüz kırk üç, edepli melamilerde üç yüz kırk sekizdir. Murakabenin alemlere dönük nispederi de vardır. Mülk alemine dönük iki nispeti varken melelcût alemine -her iki grubun edep sahipleri içintek nispet, ünsiyet ehli için ceberut alemine dönük üç nispet vardır.

Biliniz Ki Allah Teâlâ, bu bölümü yazarken vakıada daha önce bilmedi­ğim bir konuyu bana öğretti. Söz konusu vakıa, berzah aleminde ger­çekleşti ve bana şöyle denildi: ‘Dünyanın uyuyanın annesi olduğunu duydun mu?’ Ben de ‘evet’ dedim. Bana ‘Bu bölümde ona bir yer ayır’ denildi. Ben de istihareye yattım.

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Dünyanın çocukları vardır.’ Dünyanın çocukları var ise dünya onların annesidir. Annenin âdeti, mürebbiyesi olduğu çocuklarını gözetmektir. Dünya, çocukları üzerinde annelik şef­katine ve ahiret hayatının zararının etkisinden korumak üzere onları gözetme duygusuna sahiptir. Çocuklar ahirete yönelir. Dünya ise ço­cuklarına ahiret hayırlarını görmekten engeller. Böylelikle hallerini gö­zetmeleri güçleşir.

Bilmelisiniz ki, dünya ilk yerdir, bize yakındır (dünya: yakın), onda var olduk, ondan başkasını görmedik. O halde, dünya bize görünendir. Bu yönüyle dünya bizi koruyan ve bize merhamet edendir. Allah Teâlâ’ya yak­laştıran amellerimizi dünyada yaptık. Allah Teâlâ’nın şeriatları orada ortaya çıktı. Bütün ilahi isimleri kendinde toplayan yerdir dünya. Cennet nimederi ve cehennem azapları orada ortaya çıktı. Sağlık ve hastalık, mut­luluk ve üzüntü, gizli ve aleni oradadır. Ahirette bulunan her şeyde dünyanın bir benzeri vardır. Orası Allah Teâlâ’ya itaat eden güvenilir yerdir. Allah Teâlâ kullarına vermek üzere bir takım emanetleri dünyaya bırakmıştır. Dünyanın çocuklarının hallerini gözetmesini sağlayan şey bu özelliği­dir. Dünya kendilerine ulaştırdığı bu emaneder ile onların ne yapacağı­nı gözeder: Acaba, emanete her birisinin konuluş gayesine göre hakkıy­la riayet edecelder mi? Emanederin bir kısmı çocukların nefslerinin ga­yelerine uygundur ve dünya onları da gözeder. Acaba bu konuda ken­dilerine verilen şeylere kendi eliyle Allah Teâlâ’ya şükredecekler mi? Bir kısmı gayelerine uygun değildir. Bu durumda da dünya onların hallerini gö­zeder: Acaba emanederi rıza ve teslimiyede kabul edecekler mi? Çünkü onlar Allah Teâlâ’dan gelen birer hediyedir. Birinci tür hakkında, ‘İhsan sahibi nimet veren Allah Teâlâ’ya hamdolsun’ derlerken amaçlarına uymayan durum­lar hakkında, ‘Her durumda Allah Teâlâ’ya hamdolsun’ diyerek sevinç ve üzün­tüde Allah Teâlâ’ya hamd edenlerden olurlar. Allah Teâlâ da emanederi kuşkudan arınmış temiz ve saf bir halde kendilerine sunar.

Dünyanın bazı çocuklarının mizaçları, su için bir arazi ve kendisine konulan şeyler için bir kaba benzer. Bu yerin mizacı suya edd eder. Çünkü su, bütünüyle temiz, asıl bakımından tadıdır. Söz konusu su, yağmur suyudur. Yeryüzünün bir bölgesinde biriktiğinde -ki arazilerin


yapısı farklıdırgüzel mizaçta tat ortaya çıkarken geldiği şekilde temiz ve hoş olarak onu aslı üzerinde korur. Ayrıca, kendi durumuna ilave olarak, mizacına bir tadılık ve temizlik ekler. Bu, sağlıklı-temiz sudur. Bir yer suyu acılaştırırken başka bir toprak daha da acılaştırır. Böylelikle söz konusu yerler suyun temiz haline etki eder.

Şeriat -anneyle değilçocukların davranışlarıyla ilgilidir. Allah Teâlâ, ‘anne ve babaya iyilik yapmayı436 emretti. Bu konuda başka bir ayet, ‘Anne ve babaya öf bile deme, onları azarlama, onlara güzel söz söyle, onla­ra rahmet kanatlarını ger ve Rabbim onlar beni küçükken terbiye ettiği gibi sen de onlara merhamet et de437 buyurur. Öyleyse Allah Teâlâ, bu konularda sadece kullardan ortaya çıkan davranışları bildiği için, tavsiyede bulun­du. Bu nedenle fiillerinde bu hükümleri gözetmelerini (murakabe) em­retmiştir Ki, bu sayede onlar da emrettiği şeyleri yerine getirebilirler. Dünya, oğullarına karşı şefkatli, sevecen ve merhametlidir; ahiret aydın­lığının onları kendisinden koparmasından endişe eder. Çünkü bu esna­da mahal dünyadır ve hüküm ona aittir, ondan ayrılmak uygun değil­dir. Nitekim insanlar oraya göçtüğünde dünya ahiret diyarına bir itiraz da bulunmaz. Öyleyse dünya, hüküm vermek bakımından ahiretten in­saflıdır, çünkü kendi otoritesinin geçtiği yerdedir. Ahiret günü gelip gün onun günü olduğunda ise, dünya ahirete karşı çıkmaz ve onunla didişmez. Dünya, insanlardan herhangi birinden daha insaflıdır!

Katade şöyle der: ‘Dünya ne kadar da insaflıdır! Kendinde kötülük yapanın kötülüğüyle kınanmış, iyilik yapanın iyiliğiyle övülmemiştir. Dünya özü gereği kötülüğü ve çirkinliği vermiş olsaydı, herhangi bir peygamberin ve salih kulun onda bulunması mümkün olmazdı. Nasıl olabilirdi ki? Allah Teâlâ onu itaat etmekle niteleyerek şöyle der: Ulvîsiyle (gölder) ve süflisiyle (yerler) ‘itaatkâr olarak geldik438. Başka bir ayette ise ‘Yeryüzüne salih kullarım varis olacaktır439 buyrulur. Salih insan, an­cak kendisinde tasarruf edebileceği salih ve iyi mala varis olabilir, çünkü salih bir kuldur. Allah Teâlâ, ‘bütün kullar yeryüzüne varis olacaktır’ deme­miştir. Bu durum, dünya terekesinin salih bir kazanım olduğunu ve Allah Teâlâ’nın salih kullarının ona varis olduğunu gösterir. Peygamber şöyle bu­yurur: ‘İçinizden biri 'Allah Teâlâ dünyayı İanedesin' dediğinde, dünya 'Allah Teâlâ bizi Rabbine asi edeni İanedesin' der’. Böyle biri, onu laneriediği ve adını açıkça zikrettiği için dünya için kötü bir oğuldur. Dünya ise -oğullarına merhametindenoğlunu lanetleyememiş ve Rabbine ‘Bizi asi kılanı Allah Teâlâ lanetlesin’ demiş, onu ismiyle zikredememiştir. İşte bu, annenin oğluna olan şefkat ve merhametidir.

Ne şaşılacak iştir! Allah Teâlâ’nın bize emrettiği itaat sınırında duramadık, onu başaramadık, annenin (dünya) tanık olduğumuz huylarına, bize olan şefkat ve merhametine vefa gösteremedik. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, ‘Dünya müminin ne güzel bineğidir! Onun üzerinde iyiliğe ulaşır, kötülükten onun vasıtasıyla kurtulur’ buyurur. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, kötülükleri kendi­lerine hatırlatıp onları kötülüklerden kaçırmak, iyilikleri süsleyerek ken­dilerini iyiliğe yöneltmekle, dünyayı çocuklarına karşı duyarlılıkla nite­lemiştir. Dünya oğullarıyla yolculuk eder ve onları iyilik diyarından kö­tülük diyarına taşır. Bunun nedeni Allah Teâlâ’nın kendisine indirdiği ve ‘şeri­atlar’ diye isimlendirilen ilahi emirleri güçlü bir şekilde müşahede etme­sidir. Böylece kullarının Mutlu olması için o hükümleri yerine getirme­lerini ister. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem de dünyayı en güzel nitelilderle nitelemiş, onu iyiliklerin yeri yapmıştır. Murakabe ehlinin başlama noktası, bu ni­teliği elde etmek üzere, ‘annelerinin’ hallerini gözetmek olmalıdır. Çün­kü çocuk, gözlerini annesinin yanında açar ve ondan başkasını görmez. Bunun yanı sıra çocuk doğal olarak annesini sever ve babasından çok ona yönelir. Çünkü çocuk, kendisini terbiye edenden başkasını tanımaz ve onun davranışlarını taklit etmesi kaçınılmazdır.

Şöyle sorabilirsin: ‘Peki dünya niçin ahireti kıskanır?’ Daha önce de belirttiğimiz gibi, yetki dünyaya ait iken -ki dünya böyle itaatkârdırahiretin burada bir otoritesi yoktur. Ahirette olan şey, dünyadaki haz ve acılardır. Öyleyse iki diyar eşittir. Bu nedenle çocuklarının ahirete yö­nelmesi dünyaya güç gelir. Çünkü onları ahiret doğurmadığı gibi terbi­ye etmekle de yorulmamıştır. Bütün bunlara ek olarak insanlar, Şâri’nin belirlediği kötü fiillerden yaptıklarını dünyayla ilişkilendirirler. Onlar ise dünyanın değil, insanların halleridir. Çünkü kötülük yükümlünün fiilidir, dünyanın değil! İnsanlar yaptıkları ve Şâri’yi razı eden belirlen­miş fiillerini ise ahirede ilişkilendirir. Halbuki bunlar onların halleridir, ahiretin değil! Çünkü iyilik de yükümlünün fiilidir. Öyleyse dünya evladarına ulaşan veya onlardan ortaya çıkan günahın ecrinin sahibidir. Dünyayı böyle bilen kişi, onu tanımış demektir. Şeriat ve akla göre onun hallerini gördüğü halde dünyayı böyle bilmeyen ve tanımayan kimse ise ahiret hakkında daha da cahildir, çünkü o, ahiretin tadını tatmamıştır.

Bu noktada ahiret hallerini keşf ve mütalaa ederken Allah Teâlâ yolunun ehlinin keşflerinde bir yanılgı ortaya çıkar. Onların keşf ettikleri şey gerçekte ahiret değil, dünyadır. Allah Teâlâ onu berzah aleminde keşf ya da uyku gözüyle yakazada bilmedikleri bir şekilde ortaya çıkartmıştır. On­lar ise dünya hakkında zikrettiğimiz şeyi bilmedikleri halde ateşi, kıya­meti gördük diye rüyalarını anlatırlar. Halbuki orası nerede, burası ne­rede! O genişlik nerede, bu genişlik nerede! Böyle bir insanın gördüğü şey, Allah Teâlâ’nın onu yarattığı iyilik, itaat, hükümde adalet, öğüt ve hayır­hahlık ve hatırlatma özelliğindeki dünya halidir.

Bilindiği gibi, kıyamet henüz mevcut değildir. Dünya hayatında görülen dünya kıyameti, dünya cenneti ve dünya cehennemidir. Bu ikisi dünyaya hizmetçi olarak gelmiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Cenneti ve cehennemi duvarın üzerinde gördüm’. Rivayete göre, küsuf nama­zında kıbleye doğru giderken bir miktar geri çekilmiş, sonra ileri gider­ken elini ileri uzatmıştır. Sebebi sorulunca şöyle demiş: ‘One geçerken cehennemi gördüm. Ateşi bana ulaşır diye korktum. Elimi uzattığımda ise cenneti görmüştüm. Onun meyvelerinden kopartıp size göstermek istedim. Onu getirseydim siz de ondan yerdiniz.’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, ce­hennemde bir kedi sahibesini ve Amr b. Luhayyi adında kâfirlerin kâfiri birini görmüştür vs. Bütün bunlar, uyanık bir halde namaz kılarken oluyordu. Halbuki peygamber, ‘Ahireti gördüm, ahiret cennetini ve ce­hennemini gördüm’ vs. dememiştir. Aksine ‘Bu duvarın üzerinde gör­düm’ demiştir ki, o da dünya hayatının bir parçasıdır.

Bu nedenle Peygamber şöyle der: ‘Cennet bana duvarın üzerinde canlandırıldı.’ Burada ‘Cennet duvarın üzerinde idi’ dememiştir. Başka bir rivayette ise ‘Cenneti gördüm’ demiş, onu bir yere izafe etmemiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bir cennetin misalinin gösterilmesini zikretmiştir. Bir şeyin misal alemindeki sureti ise, o şeyin kendisi değil, benzeridir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Bana misali gösterildi’ demiştir. Nitekim Allah Teâlâ Cebrail hakkında ‘Meryem’e yakışıklı bir insan suretinde göründü440 demiştir. Acaba Meryem’e gönderilen Cebrail, Cebrail’den başkası mıydı? Hayır, Vallahio Cebrail idi. Öyleyse Peygamber, cennet ve cehennemi dünya­da, dünya hayatında ve dünya diyarında görmüştür. Allah Teâlâ kendisini överken ‘Göklerin ve yerin mülkü Allah Teâlâ’nındır’44' diye buyurur. Bu ikisi de dünya hayatına aittir.

Ahiretteki her şeyin dünyada olduğunu kabul ettik. Bunların bir kısmını biliriz, bir kısmını bilmeyiz. Üstelik dünyada ahirette bulunma­yan bir ilave vardır. Öyleyse dünya yaratılış bakımından daha tamdır. Yükümlülük ve bütün amaçların gerçekleşmeyişi olmasaydı, ahiret onunla denk olamazdı. Şöyle diyebilirsin: ‘Dünyanın ahiretten üstün olan ilavesi nedir?’ Şöyle deriz: ‘Ahiret ayrım, dünya hayatı ise karışım ve ayrım yeridir. Öyleyse cehennemlikler ve cennetlikler ayrışır. Cennet ehli cennette, cehennem ehli ateştedir. Hepsi yüzlerinden tanınır. Dün­ya hayatında da ahiretteki ayrım vardır, fakat onun kadar genel değildir. Çünkü Allah Teâlâ’nın bildirmesiyle dünya hayatında peygamber ve nebilerin bulunduğunu öğrendik. Aynı zamanda peygamberlerin mutlu olarak müjdeledikleri kimselerin varlığını öğrendik. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Dünya ve ahiret hayatında onlar için müjde vardır.’442 Dünyanın genelliği budur. Muduluk ehlinden kimse, bir nefeslik bile olsa maksat gerçekleşir ve dünyadan müjdelenmeden ahirete gitmez. Buna karşın peygamberlerin bedbahdıkla müjdelediği kimse bu özelliğiyle ayrışmıştır. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Onları azap ile müjdele.’443 Burada Peygamber insanların çoğuna karşı susmuş ve bedbahtları belirtmemiştir.

Ahiretteki bedbahdarın nitelikleri bu hayatta mutlular üzerinde gözükür. Bunlar üzüntü, bela, ağlama, zillet ve huşu gibi niteliklerdir. Ahirette mutluların nitelikleri ise, bu diyarda cehennemlik olan bed­bahtlar üzerinde ortaya çıkar. Örnek olarak iyilik, nimet, sevinç, amaç­lara ulaşmak, emirleri yerine getirmek gibi huyları verebiliriz. Çünkü bu yaratılış bu niteliklerden bir payın olmasını gerektirir. Bunların bir kısmı bunları tek bir yerde bir araya getirirken bir kısmı iki diyarda bir araya getirir. Böylelikle mümin iman ile nitelenmek üzere kâfirin niteli­' ğiyle belirirken kâfir ise iman ile nitelenmek üzere müminin niteliğiyle görünür.

Allah Teâlâ mümini ve bedbahtı iman ve küfür lafzında ortak yapmıştır. Bunlar, anlamları belli lafızlardır. İnsanların çoğu, imanı ‘Allah Teâlâ’ya iman etmek’ ile ilgilendirirken küfrü bâtıla inanmayla irtibatlandırır. Allah Teâlâ ise ‘Bâtıla inananlar444 diyerek onları ‘müminler’ diye isimlendirir. ‘Ve Allah Teâlâ’yı inkâr edenler.’445 Dünya ahiret hayatının sahip olduğu şeye sahip iken ahirette bulunmayan bu ilaveye de sahiptir. Teşri, ahirette sadece bir yerde gerçekleşir ki orası insanların secdeye çağrıldıkları yerdir. Bu secde ile Araftakilerin terazilerinin ağır gelmesi sağlanır. İnsanlar ise bunun farkında değildir. Bu açıklama nedeniyle Allah Teâlâ ehlinden bir kıs­mı -ki kimseyi Allah Teâlâ’ya karşı tezkiye etmemşöyle der: ‘Hakkın dünyada insanda bulunuşu, ahirettekinden daha kâmildir.’ Bu düşüncedeki in­sanları gördük ve bazı meclislerde onlarla konuştuk. Bu düşüncenin de­lili halifeliktir. Dünyada insan, hiç kuşkusuz, ahirettekine göre ilahi ni­teliklerde daha kâmildir. Çünkü burada insan nimedendirme ve intikam gibi ilahi niteliklerle gözükürken ahirette bunlar insanda ortaya çıkmaz. Çünkü ahirette kimseye karşı nimet ya da intikam olmayacaktır. Şefaat etse bile izne bağlıdır. Öyleyse nimetlendirme izin verilene aittir. Cen­net ve cehenneme gelirsek ‘ölümü kurban ettikten sonra’ hayır! Aksine, bu kitapta zikrettiğimiz bir hikmet -nedeniyle, kıyamette intikamın bir yönü 'gerçekleşir. Örnek olarak ‘Yazık, yazık!’ gibi hadisi verebiliriz. Böylelikle onlar -Allah Teâlâ’nın kullarıAllah Teâlâ’yı burada murakabe ederler. Bu ise, dünyanın oğullarını murakabe etmesidir. Öyleyse dünya, çok gözet­leyen bir annedir. Annenizin ahlâkına sahip olun, mutlu olursunuz!

YÜZ YİRMİ YEDİNCİ BÖLÜM

Murakabenin Terki

Murakabe yapma! Varlık’ta Bir’derı başkası yok 0 varlığın ta kendisidir

Bir durumda (hal) Sahip denir O’na Bir durumda ise köle

Delilimi sorarsan: Muhtaçlık ayeti Muhtaçlık Zengin ve Övülen’edir

Tilavette böyle geldi bir nas Mutluluğundan uzak olanda ve yakında

Sonra ‘Allah Teâlâ’ya borç verin’ ayeti geldi Eksiklik ortaya çıktı ki, artışın ta kendisidir

Murakabe, (Hakka) yakınlaşma için misali (temsili) bir tenezzül­dür. Allah Teâlâ’yı bilenlerin mertebesi ise, Hakkın benzerinin olmamasını (kabul etmeyi) gerektirir. Böylelikle şekiller ve benzerler ortadan kalk­mış, İlah’ın durumu sınırlanmamış ve zabt edilmemiş, iş bilinmez ol­muştur. Hakkın bize malum olduğuna inandığımızda bile, O’nun ma­lum olmadığı açıktır ve O’nun hakkında sübutî bir bilgi gerçekleşme­miştir. Aksine gerçek bir olumsuzlama ve akledilir bir nispet vardır. Bu nispeti dışta var olan eserler sağlamıştır. Dolayısıyla nasıl, nerede, ne zaman, vaz‘, görelilik, araz, cevher, ne kadar -ki miktar demektirvb. on kategorinin hepsi, ‘kesin bir edilgenlik’ ve belirli bir fiilden ibarettir. Başka,bir ifadeyle bilinmeyen bir failden ortaya çıkan fiilden ibarettir. O’nun eseri görülür, fakat haberi bilinmez. Kendisi bilinmez ve var oluşu meçhuldür.

Öyleyse kimi murakabe edeceksin? Gözün gördüğü, hayalin zabt ettiği, zamanın sınırladığı, nitelik ve hükümlerin saydığı, hallerin nite­lendirdiği, konumların ayrıştırdığı, göreliliğin izhar ettiği, araz veya cevherin gösterdiği bir şey yok Ki! Nitelikleri kabul etmeyen nasıl mu­rakabe edilir ki? Bilgi hayali ortadan kaldırır. Öyleyse Allah Teâlâ gözetendir, gözetilen değil! Allah Teâlâ koruyandır (hafız), korunan değil! İnsanın koru­duğu şey, kalbindeki itikadıdır. İşte bu, kulun Rabbinden (kalbine) sığdırdığı kısımdır.

Öyleyse murakabe edersen, kimi murakabe ettiğini bil! Kendinden uzaklaşmış ve zâtından başkasını bilmiş değilsin. Öyleyse sonradan olan, ancak kendisiyle ilişkili olana ilişebilir. Bu ise, söz konusu şeyden senin yanında bulunan şeydir. Senin nezdinde bulunan ise sonradan olmuştur. Öyleyse sen kendi cinsinden uzaklaşmış değilsin ve gerçekte nefsine yerleştirdiğin şeyden başkasına tapmadın. Bu nedenle Allah Teâlâ hakkında sözler farklılaşmış, haller başkalaşmıştır. Bu bağlamda bir grup ‘o şöyledir’ derken bir grup ise ‘öyle değildir, aksine şöyledir’, bir kısmı ise Allah Teâlâ hakkındaki bilgide ‘suyun rengi kabın rengidir’ demiştir. Bu durum delil ile etkindir, gözün görmesinde bu söz sahibinde etkin­dir. Bakınız! Hayret bütün inançlara nasıl nüfuz etmektedir!

Hepsinin de hayreti büyük olmuş, hasrederi sürmüş, Mabudunu bilemediği için maksadına ulaşamamışlardır. Bunun nedeni, insanın el­de edilmesi mümkün olmayan bir şeyi hedeflemesi, yolu bilinmeyenin
yoluna kendini vermiş olmasıdır. Kâmilden daha mükemmel olan in­san, Allah Teâlâ hakkında bütün inançları kabul eden, O’nu imanda, deliller­de ve inkârda tanıyan kişidir. Çünkü inkâr, belirli bir itikada yönelmek gibidir. Öyleyse hakikate (bir’e) ulaşmak istiyorsanız, O’nu her gözle görünüz! Çünkü Hakk, tecellisi genel olandır. Her surette bir yüzü (vech) ve her alemde bir hali vardır. Artık ister murakabe et, ister etme. Sadece sevap alan ve veren, ceza gören ve cezalandırılan vardır.

ı

Yüzüncü kısım sona erdi, onu ‘Rıza’ hakkındaki yüz yirmi sekizinci bölüm ile yüz birinci kısım takip edecektir.


[FÜTÛHÂT-I MEKKİYYE'NİN] YÜZ BİRİNCİ KISMI

Rahman ve Rahim Olan Allah Teâlâ’nın Adıyla

YÜZ YİRMİ SEKİZİNCİ BÖLÜM

Rıza Makamı ve Sırlarının Bilinmesi

Rabbimderı korumasını istedim Her türlü kötülük ve eziyetten

Ondan görmek isterim (her şeyi)

Tıpkı ruhu gibi, soyutlanmış bir halde

O’ndan ısrarla isteyerek

O’nda yok olarak ‘Ona bağlanarak istedim

Kendinden çekip alınmış Kendinden geçmiş ve alınmış

Öyle ki doğru diyebileyim Kendi halimizden: Ne güzel

Ondan şöyle razı oldum Şundan dolayı ondan razı oldum

Bunu O’na böyle nispet ederim Hüküm bakımından böyledir


0 bir kesin delildir Mevcut bir şeye

Onu ‘den’ ve ‘dan’dan ayırırsın Şöyle ve bu diye nitelersin

Mârifet sahibi olursun Hakkını bilen biri olarak

Allah Teâlâ seni başarıya erdirsin, bilmelisin ki ‘kesin delildir’ sözüm, rı­zanın çokluktan mevcut olan şeye kanıt olması demektir. Kul mevcut olan ile -Allah Teâlâ karşısında saygının gereğiyleAllah Teâlâ’dan razı olur, çünkü Allah Teâlâ’yı vekil edinmiştir.

Rıza, Allah Teâlâ ehli nezdinde görüş ayrıhğı bulunan bir konudur. Rıza bir makam mıdır, hal midir? Hal sayanlar, rızayı mevhibelere katarken makam sayanlar kazanımlara katar. Rıza, ilahi bir niteliktir. Allah Teâlâ’ya izafe edilmiş her ilahi nitelik ise, vergi veya kesb ile nitelenmez. Öyleyse ken­disini yaratıklarla ilişkilendirdiğimizde rıza, Hakka ait olandan farklı bir anlam kazanır. Bu durumda o yaratıklara göre kul adına gerçekleşip sa­bit olursa makam, yok olursa haldir. Rıza gerçekte her iki niteliği de kabul eder ki, bu doğrudur. Öyleyse rıza bazı insanlar için hal, bazıları için makamdır. Her ilahi nitelik böyle ele alınır. O halde, ilahi nitelikler yaratıklara nispet edildiklerinde inançların yerini alırlar. Allah Teâlâ her inancı kabul ettiği ve her inanç O’nun hakkında doğru olduğu gibi ilahi nite­likler de yaratıklara nispet edildiklerinde makamların ve hallerin nitelik­lerini kazanırlar. Bu ve benzeri niteliklerin açıklaması böyledir ve işin gerçeği de budur.

Allah Teâlâ kendini razı olmak özelliğiyle nitelemiştir. Bu, kulun kendin­den Allah Teâlâ’ya verdiği şeydir. Allah Teâlâ ondan razı olmuş, kul da -bütün gücü­nü vermemiş olsa bileAllah Teâlâ’dan razı olmuştur. Sonuçta bir güçlüğe düşmesine yol açacak şekilde bütün gücünü harcarsa, onu güçlük ve meşakkade vermiş sayılır. Allah Teâlâ ise dininde kullarından güçlüğü kaldır­mıştır. Buradan ‘Gücünüz yettiğince Allah Teâlâ’dan korkun*446, ‘Allah Teâlâ insanı gücü ölçüsünde yükümlü tutar447 gibi ayederde dile getirilen güç yetirmenin tanımının güçlüğün ilk derecesi olduğunu anladık. Kul bunu hissederse veya hissetmezden önce farkına varırsa, bu, dince emredilmiş ‘güç ye­tirme’nin sınırıdır. Böylece kul ‘Gücünüz ölçüsünde Allah Teâlâ’dan korkun’44* ayetiyle ‘Allah Teâlâ dinde sizin için bir güçlük yaratmadı449 ayetini ve ‘Allah Teâlâ’nın dini kolaydır’ hadisiyle ‘Allah Teâlâ size kolaylık diler5450 ayetini ‘Gücünüz ölçü­sünde (Allah Teâlâ’dan korkun)’451 ayetinde bir araya getirir. Sahabe (takvayla ilgili) ‘güç yetirme’den belirttiğimiz şeyi anlayınca ‘takvanın hakkı1452 ifa­desindeki azimet karşısında ‘güç yetirme’ bir ruhsat olmuştur. Böylelik­le Allah Teâlâ, yükümlü tuttuğu şeyi herhangi bir güçlük çekmezden gücün ölçüsünde yerine getirdiğinde senden razı olur. Sen de dünyada sana verdikleri nedeniyle Allah Teâlâ’dan razı olduğun gibi bu konuda O’ndan razı olursun. Dünya hallerinin bilhassa ‘itaat3 demek olduğunu açıklamıştık. Bunu ‘murakabe’ bahsinde açıklamıştık.

Hakk’ın dünya ve ahirette sana verdiği her iyilik ve nimet, Allah Teâlâ’nın nezdindekine göre pek azdır. Allah Teâlâ’nın nezdindeki şeyler sonsuzdur. Se­nin için gerçekleşen şey ise, varlıkta gerçekleşmesi bakımından sonlu­dur. Sonlunun sonsuza nispeti ise azın azıdır. Hızır sudan içmek için denize gagasını daldıran kuş hakkında Hz. Musa’ya böyle diyerek kuşun gagasıyla aldığı su ile denizi insanların ve Allah Teâlâ’nın sahip olduğu bilginin örneği yapmıştı. Bu nedenle Allah Teâlâ amelin azı hakkında ‘Allah Teâlâ onlardan razı, olmuş453 demiş, sevabın azı hakkında ‘Onlar da Allah Teâlâ’dan razı olmuş­tur54 demiştir. Çünkü sonsuz olan şeyin elde edilmesi mümkün değil­dir, çünkü o sonsuzdur. Bu nedenle rızanın az (ve mevcut) ile ilgili ol­duğunu söyledik. Bu ise mevcut ile razı olmaktır. Böylelikle Allah Teâlâ’dan ve Allah Teâlâ’dan (anillah) Allah Teâlâ’ta az ile razı olunur.

Allah Teâlâ önce kendisinin kullarından razı olduğunu zikretti. Allah Teâlâ’nın rızası, kendilerini yükümlü tuttuğu amellerden güç yetirilebüenleri ka­bul etmesidir. Bunun karşılığında gerçekleşen sevaptan kullar razıdır, çünkü onlar Allah Teâlâ’nın nezdinde kendilerine ulaşandan fazlasının bulun­duğunu bilir. Öyleyse Allah Teâlâ onlara her an ve hal be hal sürekli ve kesin­tisiz olarak ulaştırır. Bununla beraber meşru bir yükümlülükten kaynak­lanan kulların amelleri kesilir, ibadetleri kesilmez:

İyi ya da kötü amelin karşılığı cennet ve cehennemliklerde bir sona erdiğinde, karşılıkları mutlularda ibadet, cehennemliklerde zorunlu kul­luk karşılığı olarak kalır. Bu ise, hiçbir zaman kesilmeyen bir karşılıktır. İşte bu, rahmetin genişliğinin ve kapsayıcılığının onlara verdiğidir. Çünkü rablik iddiasında bulunsalar bile günahkârlar zorunlu kullukları­m görmekten ayrılmaz. Onlar, bulduklarını iddia ettikleri şey hakkında yalan söylediklerini kendiliklerinden bilirler. İlgili olduğu şeyin yok ol­masıyla iddia ortadan kalkar, iddia esnasında ve bundan önce üzerinde bulundukları kulluk nispeti geride kalır. Böylece ‘Belâ’ sözünün meyve­sini devşirerek irtidat ettikten sonra müslüman olan kimseye benzerler. Artık hepsinin üzerinde ‘Belâ (Evet, Rabbimizsin)’ sözü hüküm sahibi olur, sahip oldukları ölçüsünde bedbahtlığa maruz kalmalarından sonra hepsi sonunda mutluluğa ulaşır. ‘Belâ’ sözü, başından sonsuza değin dünyada, berzah ve ahirette kendilerine eşlik eder. Bazı insanlar ise, gö­rünüşte, ortak koşulanlar hakkında iddia ettikleri ilahlık nedeniyle tevhid hükmünden kendilerini çıkartan geçici durumlara maruz kalır. Böylece O’nu ispat ettikleri gibi ilave yaparlar. Onların bu ekledikleri, müminler için sebepler gibidir.

Arızî olan her şey, yok olduğu gibi hükmü de yok olmasıyla yok olur, hüküm esasa döner. Esas ise, muduluğu gerektirir. O halde, -Allah Teâlâ’nın izniyleherkes mutluluğa ulaşır. Bununla beraber iki yer de kalıcıdır, her birini dolduranlar vardır. Rahmet de her ikisine eşlik ettiği gibi burada da zorunlu kulluk herkese eşlik eder. Bazı kimseler bu zo­runlu kulluk üzerinde kalırken rablik iddiasında bulunan kişi kendinden zıddını bildiği bir iddiada bulunmuştur.

O halde rıza makamı, sana açıkladığımız şekildedir. Artık bundan sonra rıza için ister hal ister makam ister ne hal ne makamdır de! Rıza­nın Allah Teâlâ’ya ve yaratıklara nispeti arasındaki farkı da öğrenmelisin. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

YÜZ YİRMİ DOKUZUNCU BÖLÜM

Rızanın Terkinin Bilinmesi

Şekilcilere göre rızanın terki kınanmıştır Allah Teâlâ’yı bulanlarda ise ayettir

Yaratanlarım hakkıyla bildiklerini gösteren ayetler O’nun vasıtasıyla fâni ve baki kalmaları yönüyle

İlah hükmüne bağlanan nefsten razıdır Alametleri de nefstedir

Nefs de O’ndan razıdır ve hakkında yoktur Ne bilgisi ne vecdi ve hazzı

Nefsin dışında aklın da yoktur

Ne rızası ve ne de bir sonu                                                .

Allah Teâlâ’nın mertebesi, ‘az’ ile razı olunmayacak kadar geniştir (halbuki rıza az ile yetinmek demekti). Fakat Allah Teâlâ’dan değil, (verdiği anlamın­daki) O’ndan olandan razı eder. Çünkü Allah Teâlâ’dan razı olmak, Allah Teâlâ adamlarının himmederini keser. Allah Teâlâ ise, peygamberine hitap ederken ‘Rabbim! Bilgimi artır, de’455 buyurdu. Bununla birlikte, öncekilerin ve sonrakilerin bilgisi onun adına gerçekleşmiş, bütün hakikatleri toplama özelliği kendisine verilmişti. Allah Teâlâ’dan istenilip Allah Teâlâ’ya fazla gelebilecek bir iş yoktur. Allah Teâlâ’dan istenilen şeyler sonsuzdur ve dolayısıyla O’nun nezdinde durulacak bir ucu yoktur. O halde Allah Teâlâ’yı bilenlerden isen da­ha fazlayı istemede geniş davran! Mümkünlerin genişliği bir bitiş kabul etmezken kendisi için zorunlu hususlarda ve -her mümkünün O’nda bir sonu bulunamayacağı hakkındaki bilgisine göreilahi genişlik hakkında ne düşünürsün? Böyle bir bilgi selb veya ispat (olumlama ve olumsuz­lama) nitelilderi bakımından mümkünün ilgili olmadığı şeyler izafe edi­lebilir. Kul rızayı terk ettiğinde onu bu tanıma göre terk eder. Öyleyse kul Allah Teâlâ’dan razıdır ve O’ndan razı değildir. Çünkü O’ndan razı olmak, O’nu bilmemek ve nakıslık demektir. Kâmil kul ise, kemal suretinde ya­ratılmıştır.

Bazı sûfıler, ‘Altmış küsür seneden beri’ -ya da belli bir süre vere­rek‘Allah Teâlâ beni nahoş bulduğum hiçbir duruma yerleştirmedi’ der. Pir­ler, bu sözün rıza makamının sürekliliğine işaret ettiğini söylemiştir. Bununla ise, hallerin sabitliğine delil getirilir. Çünkü onlara göre rıza hallerden biridir. Böyle bir hal, masum ve korunmuş olmayandan baş­kası hakkında geçerli değildir. Dolayısıyla bu sözü söyleyen kimse ko­runmuş ve masum kimselerden olabilir. Böyle değil ise, kaza edilen her konuda değil, Allah Teâlâ’nın kendisini yerleştirdiği durumlar hakkındaki kaza­sından razı olmayı kast etmiştir. Çünkü kaza edilen şeyde doğru bir gö­rüş sahibi isen, Hakkın yüzünü onda görmüş, (fakat) ondan razı olmamışsındır. Onu bu ilahi göz ile görmez isen, gerçekte ondan razı ol­san bile, Hakkın yüzünü görmüş olmazsın. Allah Teâlâ, kulları için inançsız­lığa razı olmaz. Öyleyse, bu hal veya makamdan kendini koru! Çünkü o, Hakk ile didişme anlamı taşıdığı için, üzerinde ayakların sabit kalama­dığı kaygan bir zemindir.

YÜZ OTUZUNCU BÖLÜM

Ubûdet Makamı (Zorunlu Kulluk)

Ben mârifetim nedeniyle nefsime müntesibim

Hakk için iki nispetimizin de nedenli olması bakımından

Onun yaratıklar için illet olması bilinemez Yüce kadrinin bilinmeyişi nedeniyle

O mutlak anlamda müstağnidir

Muhtaç değildir, Rahman tenziline (vahiy) yerleştirdi

Benim bu söylediğimi, Kuran da tafsil etti Araştır ki, araştırmayla ayrıntısını bulasın

Ubudiyet (kulluk), ubûdete mensubiyettir. Ubudet ise, nispetler­den arınmıştır: Ne Allah Teâlâ’ya ne de kendine nispet edilir, çünkü Allah Teâlâ nis­peti kabul etmez. Bu nedenle dilde kelime (‘ubudiyet1 şeklinde) nispet harfiyle gelmedi. Öyleyse zelil olanların en zelili, kendisiyle iftihar et­mek üzere, başka bir zelile kendini bağlayandır. Bu nedenle yeryüzü hakkında zelilliğini abartmak üzere ‘zelûl’ denilmiştir. Çünkü zelil var­lıklar (söz gelişi insanlar), onun üzerine basar. Bu durumda yeryüzü, onlardan daha zelildir. Öyleyse ubudiyet, zillet ve yoksulluk makamıdır ve ilahi bir nitelik değildir. Ebu Yezid el-Bestami, kendisiyle Allah Teâlâ’ya yaklaştığı her nitelikte ulûhiyetin bir payı olduğunu görüp Allah Teâlâ’ya yak­laşmasını sağlayan bir sebep bulamayınca şöyle der: ‘Rabbim! Sana neyle ulaşabilirim ki?’ Allah Teâlâ ise, velîlerine hitap ettiği gibi ona hitap ederek şöyle der: ‘Bana ait olmayan bir şey ile bana yaklaş!’ Ebu Yezid, ‘Sana ait olmayan şey de nedir Ki?’ diye sorunca Allah Teâlâ ‘Zillet ve yoksul­luk’ diye buyurmuştur.

Burada açıklanamayacak ve sadece Allah Teâlâ’nın öğrettiği kimsenin bile­bildiği bir sır vardır. Allah Teâlâ kullarını kendisi hakkında eşi, çocuğu ve benzerleri olan; cimri ve mala muhtaç bir yoksul diye konuşturmuştur. Yoksul denilmesi kulların ‘Biz zenginiz^456 sözlerinden dolaylı olarak or­taya çıkar. Ardından Allah Teâlâ şöyle der: ‘Onların söylediklerini yazacağız.’457 Allah Teâlâ’nın yazması bir zorunluluktur. Bu, Allah Teâlâ’nın basiret gözünü açtığı kimse için sırrın bulunduğu yerdir. Başka bir sır da ‘Allah Teâlâ, ‘Allah Teâlâ yoksul­dur, biz zenginiz’ diyenlerin sözünü duymuştur458 ayetinde vardır. Böylece onları cezalandırmada kâfirlerin arasına kattı. Kâfirler (örtenler), Hakka zorunlu olan tenzih nitelilderini ve -isimlendirilenlerinde değilnitelik­lerin isimlerindeki ortaklığı gizleyenlerdir. Öyleyse kulun anlamı zelil demektir. ‘Arz-ı mabede’, zelil ve hor görülmüş yer demektir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarat­tım.’459 Allah Teâlâ, bunu bu iki cinsin dışındakiler için söylememiştir, çünkü insan ve cinlerin dışında hiç kimse ilahlık iddiasında bulunmadığı gibi onlar Allah Teâlâ’dan başkasında da böyle bir şeye inanmamış veya Allah Teâlâ’nın yaratıklarından herhangi birine karşı büyüklenmemişlerdir. Bu nedenle Kuran, diğer yaratıklardan farklı olarak onları zikretmiştir. İbn Abbas şöyle der: ‘Bana ibadet etsinler, beni bilsinler demektir.’ Burada İbn Abbas lafzın gösterdiği yorumu yapmamıştır. Bu yorum, ‘Benim için zelil olsunlar’ şeklindedir. O’nu bilmeyen kimse, onun karşısında zelil olamaz. Öyleyse önce Allah Teâlâ’nın izzet sahiplerini zelil eden Aziz olarak bi­linmesi zorunludur. Bu nedenle İbn Abbas ibadetin yorumunda mârifet kelimesine ulaşmıştır ki bu ona karşı zannımızdır.

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem kadar kimse bu makam ile tam olarak tahakkuk etmemiştir. Bu nedenle Peygamber sırf kul, kendisini kulluk mertebe­sinden çıkartan bir zahit idi. Allah Teâlâ onun kendisine izafe edilen -hüviyeti ve toplayıcı ismi bakımındansırf kul olduğuna tanıklık ederek ismi hakkında şöyle der: ‘Ne zaman ki Abdullah ayağa kalktı, O’na dua etti.’

Hüviyeti hakkında ise şöyle buyurdu: ‘Kulunu geceleyin yürüten münez­zehtir. 5460 Böylelikle onu kul olarak yürütmüştür. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem kıya­met günü makamını bildirmek istediğinde, sınırlayarak şöyle demiştir:

a                                                                                        ..

‘Ben Ademoğlunun efendisiyim! Övünmem.’ Yani, efendi olmakla siz­den üstün olduğumu anlatmak istemedim, sadece bunu bildirmek iste­dim. Bu ise, bana uymakla yükümlü olduğunuz için, size bir müjdedir. Bir rivayette ise ‘fahr’ yerine ‘fahz’ gelmiştir. Bu durumda ‘ben onu övünme maksadıyla söylemedim ve ben öyle biri değilim’ demektir. Çünkü ‘fahz’, yalanla gerçekmiş gibi gururlanmak demektir.

Ubudiyetini yerine getirirken Hakkın karşısında kul, lambanın kar­şısında şahıs ile gölgesine benzer. Işığa yaklaştıkça gölge büyür. Allah Teâlâ’ya yaklaşmak -O’na değilsana ait özel nitelikle mümkündür. Işıktan uzak­» laşıldığında gölge küçülür, çünkü seni Haktan uzaklaştıran şey, Hakk et­tiğin niteliğinden çıkman ve O’nun niteliğini arzulamandır. Allah Teâlâ ‘her kibirli zorbanın kalbini mühürler.’46' Kibir ve ceberut, Allah Teâlâ’nın iki niteli­ğidir. ‘Tat, sen aziz ve kerimsin.’462 Bu, ‘Senden sana sığınırım’ ifadesinin tam açıklamasıdır.

Hakka özgü ve kendisinde ortaklığın gerçekleşmediği herhangi bir sübûtî nitelik -selbî ya da İzafî olanlar değilvarsa, bu makam sahibi özel anlamda onu bilir. Fakat zevk bakımından onu bilenler azdır. Çünkü senin en özel niteliğin ile tam olarak özdeşleşip kendine özgü Hakk geldiğinde ve onunla Hakkın huzuruna girdiğinde. Hakk sana senin herhangi bir payının olmadığı en özel nitelik ile karşılık verir. Ortak bir nitelikle geldiğinde ise ortak nitelikle karşılık verir. Bu niteliğin sana ve ona nispet sırrını da bilirsin. Bu garip bir bilgidir. Onu tadan birini bulmak nadirdir. Bununla birlikte o, sana ait olan birincinin altındadır. Bunu hakkıyla bilmelisin ve öğrenmelisin! Ubudiyet makamı, bunu sa­na verir.

Ubudet makamına gelirsek, bu makamda Allah Teâlâ hakkında hangi bilgiyi elde edeceğini bilemezsin. Çünkü o makamda Allah Teâlâ’dan ve oluş­tan nitelikler silinmiştir. Ubudet makamı, son derece çetin bir makam­dır. Çünkü sûfilere (taife) göre, mümkün alemin nispeder olmaksızın var olması (beka), geçerli değildir. Alem, özü gereği başkasıyla zorun­ludur. Bu makama ise, mazharda zuhur edenin kulun niteliğiyle zuhur ettiği şeklinde dikkat çekilebilir. Çünkü zuhur eden, herhangi bir mazharın hakikatiyle boyanır. Öyleyse zuhur eden, ubudiyete nispet edil­mez, çünkü onun ardında iniş yoktur. Nispet edilen ise, mertebe hala­mından nispet edildiğinden aşağıdadır. Öyleyse zuhur eden, Allah Teâlâ’ya nispet edilemez. Çünkü mahzarın verdiği eser, zuhur edenden başkası değildir. Allah Teâlâ’nın ardında varılacak bir yer yoktur ve bir şey kendine nispet edilemez. Bu nedenle ubudet, nispet harfi olan ‘ye’ olmaksızın gelmiştir. ‘Adam ubudiyet ve ubudet arasındadır’ denilir. Yani zilleti açık, nispetleri bilinmezdir. Dolayısıyla nispet edilmez, çünkü kime nis­pet edileceği belli değildir. Öyleyse o, kuldur-kul değildir.

YÜZ OTUZ BİRİNCİ BÖLÜM

Ubudiyetin Terki Makamı

Bir nedenliye (malûl) kendini bağladıysan, ona aitsin Sen halka değil, Allah Teâlâ’ya aitsin, engel olunuz!

Biz mazharlanz, mabud ise zuhur edendir Alemi izhar eden alemin kendisi, dikkat ediniz!

Beni anlamsız getirmedi, Hakkıyla O’na ibadet edelim diye yarattı Şeriat ve düşünce böyle hükmetti

Ben O’na ancak O’nun suretiyle ibadet ederim O dürmesinde (tayy) beşerin bulunduğu kimsedir

Kaza -suretimizi incelersennedir?

Tasarruf, hüküm ve kaderler nedir?

Hepsi köprüdür, eğer düşünürsen!

Köprüyü geçebilen başarısız olmaz

Ubudiyetin terki, mümkünlerin yoklukta -ki onlarm aslıdırkalıcı ve onların Hakkın mazharları olduklarını dikkate alan adına geçerli ola­bilir. Varlık, Allah Teâlâ’ya ait iken etki mazharlara aittir. Çünkü onlar, zuhur eden her bir varlıkta sınırların (hadler) sayesinde ortaya çıktığı şeye zu­hur edenin varlığını doğrudan kazandırırlar. Öyleyse mazharlar, daha çok sayıya benzer. Sayı varlığı olmayan akledilir bir şey iken hükmü sa­yılanlarda ortaya çıkar. Sayılanlar ise, her ne olursa olsun, var olanların suretleridir. Var olanların çokluk nedeni mümkünlerin (sabit) a’yânıdır. Bunlar, varlıkların suretlerinin değişme nedenidir. Öyleyse sayının hükmü her hüküm sahibinden önce gelir.

Bu ciltte bu bölümün başında sayı ve sayılanlar konusuna ulaşınca uyudum. Rüyamda Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’i gördüm. Önündeydim. Birisi -kendileri de duyacak şekildebana ‘Sayıda çokluğun en azı kaçtır?’ diye sorunca ben de ‘Nahivcilere göre üç, fakihlere göre ikidir’ dedim. Bu­nun üzerine Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Onlar da yanılmış, ötekiler de’ dedi. Ben de ‘Nasıl söylemeliyim?’ diye sorduğumda şöyle buyurdu: ‘Sayı çift ve tektir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Çifte ve teke yemin olsun!’463 Hepsi sayı ol­duğu halde, onları ayırmıştır.’ Sonra mübarek eliyle beş dirhem çıkarıp üzerinde oturduğumuz hasırın üzerine attı. İki dirhem ayrı, üç dirhem ayrı düştü. Bana ‘Soru sorana hangi sayıyı sorduğunu sormak gerekir: Çifti mi, teki mi?’ dedi. Sonra elini ikinin üzerine koyarak ‘Bu çift sayı­larda çokluğun en azıdır.’ Sonra elini üçün üzerine koyarak ‘Bu da tek sayılardaki çokluğun en azıdır’ dedi. Sonra şöyle ekledi: ‘Bu meseleyi sorana böyle cevap vermek gerekir. Gerçek bizce böyledir.’ Uyandım. Uyandığımda rüyayı gördüğüm gibi buraya kaydettim.

Başka konularla ilgili ve Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ile benim aramda geçen pek çok mesele (burada) zikrettiğimin dışındadır. Onu rüyamda gör­düğüm için son derece sevinmiş ve Mutlu olmuştum. Hatırladığım ka­darıyla uyandığımda, (hurmaların) kesilmesi hadisinde yasaklamanın doğruluğu da vardı. Çünkü o, giderken konuşuyordu. Ben peygamber­den daha güzel muallim görmedim. Sonra bu bölümü yazmaya başla­dım.

Tekrar konumuza dönebiliriz: Sayının hükmü, bütün hüküm sa­hiplerinin hükümlerini önceler. Sayı mümkünler hakkında çokluk hükmü vermiş, mümkünlerin çokluğu ve istidat farklılıkları -tek olmala­rına rağmenkendilerinde zuhur edenin birliğine hükmetmiş, böylece mümkünlerin çokluğu onu çoğaltmıştır. İş böyleyken, kulluğun bir dış varlığı olamamıştır. Bu nedenle bu makam için ‘kulluğun terki’ denilir. Bir varlığı olmasa bile, sayının hüküm ve gücünün bir yönü ‘Üç kişi yok­tur ki, dördüncüsü O olmasın, beş kişi yoktur ki akıncısı O olmasın veya da­ha azı’464 ayetinde dile getirilir. ‘Daha azı’ iki demektir ki, bu da zikredi­len rüyamızı destekler. ‘Ya da daha çoğu yoktur ki, her nerede olurlarsa olsunlar, Allah Teâlâ onlarla birlikte olmasın.’ Kastedilen ise, sayı mertebele­ridir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Allah Teâlâ’nın doksan dokuz ismi vardır’ der. Bu da sa­yının hükmüdür.

Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah Teâlâ üçün üçüncüsü diyenler kâfir oldu.**65 Halbuki ‘üçün dördüncüsü’ diyenleri tekfir etmedi. Çünkü Allah Teâlâ ‘üçün üçüncüsü’ ya da -dil bilginlerinin kullandığı anlamda‘dördün dördün­cüsü’ olsaydı, mümkünlerden biri olurdu. Allah Teâlâ ise, mümkün cinsinden değildir. Dolayısıyla O’nun hakkında ‘mümkün’ denilemez. Allah Teâlâ her toplam ve çoğul için tektir ve onlarla aynı cins altına girmez. Binaena­leyh Allah Teâlâ ‘üçün dördüncüsü’, ‘dördün beşincisidir.’ Her iki durumda da Allah Teâlâ birdir. İşte Allah Teâlâ denilen, budur.

Öyleyse Allah Teâlâ, mazharların kendiliklerinde sahip oldukları suretler ile zuhur eden Varlık olsa bile, mümkünler ile aynı cinsten değildir. Çünkü Allah Teâlâ, özü gereği varlığı zorunlu olan iken mümkünler ezelde özü gereği yoklukları zorunlu olan şeylerdir. Öyleyse mazharlar, kendi­lerine yerleşenlerde doğrudan hüküm sahibidir. Nitekim kendisiyle süs­lenende süs de hüküm sahibidir. O halde mümkünlerin kendilerinde zuhur eden ile ilişkisi, bilgi ve kudretin bilen ve güç yetiren ile ilişkisine benzer. Ortada, bu nitelenen üzerinde ‘bilendir’ ve ‘güç yetirendir’ şek­linde hüküm verecek kimse yoktur. Bu nedenle, ‘Allah Teâlâ özü gereği bilen ve özü gereği kadir olandır’ deriz. Bütün hakikatler de böyledir.

Öyleyse sayı, bir varlığı yok iken, özü gereği sayılanlarda hüküm sahibidir. Mazharlar ise, yine bir varlığa sahip değil iken, zuhur edenin (göründüğü) suretlerinde ve birdeki çokluklarında hüküm sahibidir. İlahi bilgide, bize göre, bu meseleden daha kapalı bir bahis yoktur. Çünkü mümkünler, sûfilerin görüşüne göre, Haktan sadece varlık ka­zanmıştır. Allah Teâlâ’nın basiretini açtığı kimselerin dışında kimse ‘sadece var­lık kazanmıştır’ sözünün anlamını bilemez. Bu ifadeyi kullananlar ise, kendiliğindeki anlamını da bilemez. Çünkü Allah Teâlâ’dan başka mevcut ol­madığı gibi mümkünler de yokluk halindedir. Öyleyse bu kazanılan varlık, (a) mevcut olmalıdır; o, Allah Teâlâ olmadığı gibi mümkünlerin (sa­bit) a’yânı da değildir, (b) ya da Hakkın varlığından ibaret olmalıdır. Ne Hakk ne de mümkün olmayıp ilave bir şey ise, bu durumda kazanıl­mış varlık, mevcut olmalıdır. Mevcut ise kendi başına varlıkla nitelen­miş olur. Kendi başına varlıkla nitelenen Hakk’tır. Çünkü delil, ezelde Hakk’ın varlığından başka bir varlık olmadığını göstermiştir. Öyleyse Allah Teâlâ özü gereği varlığı zorunlu olandır. Böylelikle Allah Teâlâ’dan başka kimsenin özü gereği var olmadığı sabittir. Mümkünlerin a’yânı ise ken­di hakikatleriyle Hakk’ın varlığını kabul etmiştir. Çünkü sadece O var olabilir. Bu durum ‘Gökleri, yeri ve ikisinin arasındakileri Hakk ile yarat­tık466 ayetinde dile getirilir. O, Sırf Varlık’tır. Öyleyse a’yânın hakikatlerinin verdiği şey, O’na verilmiştir. Böylelikle tanımlar belirlenmiş, mik­tarlar ortaya çıkmış, hüküm ve kaza yerine gelmiş, yükseldik, düşüklük, orta, farklılıklar ve karşıtlıklar, varlık sınıfları, cinsleri, türleri, şahısları, halleri ve hükümleri bir hakikatte ortaya çıkmıştır. Böylelikle aynı haki­katte şekiller ayrışmış ve Hakkın isimleri ortaya çıkmıştır. Onlar varlıkta zuhur eden şeyde eserlerin sahibidir. Bu durum, bu eserlerin kendile­rinde zuhur edende mümkünlerin a’yânına nispetine karşı duyulan kıs­kançlıktan kaynaklanır. Eserler, ilahi isimlere ait ise -ki isim isimlendiri­lendirvarlıkta sadece Allah Teâlâ vardır. Öyleyse O, hüküm veren ve hükmü kabul edendir. Çünkü O, tövbeyi kabul edendir diyerek kendisini ‘ka­bul’ özelliğiyle nitelemiştir.

Bununla birlikte, meseleyi tam olarak ortaya koymak güçtür. Çün­kü bu konu ifade edilemez. Hükümlerinin çelişmesi ve hızla değişmesi nedeniyle de tasavvur onu zabt edemez. Bu mesele ‘Atmadın1 -olumsuz‘sen attığında‘fakat Allah Teâlâ attı467 -olumluayetine benzer. Burada Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in varlığını olumsuzlamış, kendisini onun yerine koyarak Allah Teâlâ ismini ona vermiştir. İşte bu, bu meselenin gereğidir, hatta iyice anlayan için meselenin ta kendisidir. Allah Teâlâ’yı bilenlerin seçkinlerinde ubudiyetin terki bu anlama gelir.

Daha aşağı tabakada olanlar ise ubudiyeti terkin bâtında geçerli olamayacağını söyler. Bunun nedeni yaratılmışın kendiliğinden inkâr edemeyeceği muhtaçlığıdır. Öyleyse onun zelil olması zorunludur. Bu zillet ise, kulluğun ta kendisidir. İnsan kendisi hakkındaki bilgisini dik­kate almalıdır. Ubudiyetin mârifet yönünden terkine gelirsek, bu, kulun -mümkün olması yönünden değiltasarrufu bakımından kulluğu dikka­te almasıdır ve bu yönden kendisine ‘ubudiyetten hareketle kul) deni­lir ve kul mârifete yerleşir. Bu durumda kulluğu imkân yönünden değil, tasarruf yönünden terk eder. Çünkü ubudiyetin hakikati, efendinin emirlerinin sınırında durmaktır. Burada sadece emredileni yapabilecek bir memur (emredilen) vardır. Fiiller ise kulun değil, Allah Teâlâ’nın yarattığı şeylerdir. O halde Allah Teâlâ emredendir ve O emredilendir. Öyleyse kulun kul olarak ve efendisinin emirlerini yerine getiren ya da onunla didişip ‘isyankâr’ diye isimlendirilmesini sağlayacak gerçek bir tasarrufu nerede kaldı? Böylelikle ‘kul’ denilen kimse, fiilin zâhir ve bâtınına yayılmasıyla ilahi iktidarın ortaya çıktığı bir yer olarak kalır. Bu ise ya emre uyarak ya da ona karşı çıkarak gerçekleşir.

Bu durum söylediğimiz gibi olunca, bir ‘eylem kulluğu’ yoktur. O halde kul, hükümsüz olarak mevcuttur. Bu ise, sadece Allah Teâlâ ehlinden zevk sahibi bütün bilginlerde gerçekleşecek bir makamdır. Şu var ki ar­kadaşlarımızdan bir grup ve bizden olmayan başka birileri tersini söy­lemiştir. Onlara göre mümkünün kendi fiili vardır ve Allah Teâlâ bazı müm­kün fiilleri yapmalarını kullarına bırakmış, onları bu fiilleri yapmakla yükümlü tutmuştur. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Namaz kılınız, zekât veriniz.’468 ‘Allah Teâlâ için hac ve umre yapınız.’469 Başka bir ayette ise ‘Allah Teâlâ yolunda cihat ediniz470 denilir. Böyle ayeder çoktur. Onlar, kulun fiili olduğunu kabul ettiklerinde, tasarruf kulluğunun terk edilmesi onlara göre geçerli ol­maz. İmkân kulluğuna gelirsek, hepsi de, bunun var olduğunda ve ter­kinin düşünülemeyeceğinde görüş birliği halindedirler. Çünkü bu kul­luk, mümkün için zâtı gereği var olan bir özelliktir. Bazı arkadaşlarımız ise, kulluğun terkinde Hakkın kulun güç ve organları olmasını dikkate almıştır. Bu durumda kul, kendi kulluğundan habersiz kalır. Öyleyse bu, gerçekte bir terk değil, hal terkidir.


YÜZ OTUZ İKİNCİ BÖLÜM

İstikamet Makamının Bilinmesi

İstikamet sahibinin özel bir veliliği vardır Bu özellikte tüm varlığı kuşatır

İstikamet sahibi için ruhlar iner Onun yasa yapışında gizli bir sırla

İstikamet erbabını indirir Ulaşılmaz menzilleri vardır

Ki hepsi Hakkın nitelikleri Naslar böyle söyler, bakınız

Zikredilen mısralar, irademizin dışında, lazım olmayanın lüzumu şeklinde gelmiştir ki, diğerleri de öyledir. Çünkü herhangi bir çaba ve ön düşünme olmaksızın biz Allah Teâlâ’nın söylettiklerini dile getiriyoruz.

Allah Teâlâ seni başarıya erdirsin, bilmelisin ki Allah Teâlâ, peygamberinin şöyle dediğini bize bildirir; ‘Rabbim dosdoğru yol üzeredir.’471 Böylelikle Allah Teâlâ kendisini doğru yolda olmakla nitelemiş ve peygamberin sözünde hata bulmamıştır. Bu ayet, ‘Her canlının perçeminden tutmuştur5472 aye­tinden sonra gelir. Var olan her şey, gerçekte ‘Rabbin yolunda’ istika­met üzeredir. Çünkü sadece Hakkın perçeminden tuttuğu kimse vardır ve kimse perçemini doğru yoldaki efendisinin elinden alamaz. Burada ‘canlı’ (dabbe) sözü belirsiz gelmiştir geneldi Hangi eğiklik var ki, o terk edilsin? İşte bu bir zorunluluk, o ise bif istikamettir. Allah Teâlâ bizi her hikmeti yerli yerine koymak için başarıya erdirsin! Burada Allah Teâlâ’nın kul­lara dönük ilgisi ortaya çıkar. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Hepiniz için bir şeriat ve yöntem belirledik.’473 Şeriat, minhac kelimesinde geçen yolun hükümleri­dir. Bunların hepsi, Allah Teâlâ tarafından yaratılmıştır. Allah Teâlâ’nın kendisinde yürümesini belirlediği yolun dışına çıkan biri, hiç kuşkusuz, Allah Teâlâ’nın

yürümeyi belirlediği yoldan çıkmış demektir. Aynı şekilde Allah Teâlâ’nın ona yürümesini emrettiği yoldan çıkıp başka birinin yolunu tutan kişiyi de ‘sapmış kişi’ diye isimlendiririz. Her birey -her birine görekendisi için yasa yapılmış şeriatta ‘doğru yoldadır.’

Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bir çizgi çizmiş, çizginin sağında ve so­lunda da başka çizgiler çizmiştir. Büyük çizgi kendisinin getirdiği şeriat ve yöntemidir. Bunun için peygambere ‘O yolda yürümelerini ve ondan sapmamalarını söyle’ denilir. Çizginin kenarlarındaki diğer çizgiler ise önceki nebilerin şeriadarı ve akla dayanan yasalardır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem elini büyük çizginin üzerine koyarak ‘işte bu benim doğru yolumdur474 ayetini okumuş, onu kendine izafe ederek ‘Allah Teâlâ’nın yolu’ dememiş, onu ‘doğru’ diye nitelemiş, çizgilerin özelliği hakkında bir şey demeyip susa­rak ardından şöyle demiştir: ‘Ona uyunuz.’475 Buradaki zamir, Peygam­berin yoluna gider. ‘Diğer yollara uymayınız.’476 Kastedilen, kendilerinin şeriatları olmaları bakımından öncekilerin yöntem ve şeriatlarıdır. On­lardan bir hüküm benim şeriatımda bulunursa -onlarm şeriatı olmaları bakımından değilbizim şeriatımız olmaları halamından ona uyunuz.

‘Yoksa sizi O’nun yolundan ayırır.’477 Yani söz konusu şeriatlar, sizi Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in getirdiği yoldan ayırır. Burada ‘Allah Teâlâ’nın yolundan’ de­medi, çünkü hepsi, Allah Teâlâ’nın yoludur. Bu yönüyle Allah Teâlâ, bütün yolların gayesidir. ‘Takva sahibi olun diye, size böyle tavsiyede bulunur.’478 Yani siz bu yolu, siz ile diğer yollarda yürümek arasına giren bir siper edinin.

Bu durum ‘Rabbimiz Allah Teâlâ’dır deyip sonra doğru olanlar479 ayetinin işaret ettiği şeydir. Kastedilenler, kendi devrinde ve zamanında herhan­gi bir şeriata uyanlardır. İstikamet üzerinde olmak ise Allah Teâlâ’nın belirledi­ği şeriata göre doğru yolda yürüyenlere aittir. Ayetin devamında ‘Me­lekler onlara iner480 buyrulur. Bu inme, genel nebiliktir, yoksa şeriat ge­tiren nebilik değildir. Onlara müjdeler getirerek ‘Korkmayın ve hüzün­lenmeyin’48' derler. Çünkü siz doğru yoldasınız. Sonra bu müjdeci me­lekler kendilerine şöyle derler: ‘Biz dünya hayatında sizin dostunuzuz.’482 Yani, dünya hayatında şeytan kuruntuyla size üzerinde yürümeniz için, belirlenmiş yoldan sapmayı ilham ederken, biz size yardım ederiz. Biz, iki düşünce arasında yapalım mı yapmayalım mı diye gidip gelirken içi­nizde bulduğunuz ilham vasıtasıyla size yardım ederiz. Düşmanın ves­vesesi karşılığında size bu düşünceyi ilham eden biziz. Ve biz ahirette,

bizim ilhamımızı kabul ettiğiniz ve o sayede düşmanınızı kovduğunuz hakkında lehinizde tanıklık edecek dostunuzuz.

İşte bu, meleklerin ahiretteki dostluğudur. Onların dosduğunun bir yönü de şeytanın verdiği ilham ile kendilerine halcim olduğu husus­larda onlara şefaattir. Şeytanın vesvesesiyle kul işi karıştırır. Melekler ise şeytanın ameli nedeniyle cezalandırılmasın diye kula şefaat eder. İşte bu ‘Ahirette de dostlarımzız, orada sizin için canlarınızın çektiği her şey var­dır3 ayetinin anlamıdır. Bu durum, meleklerin nefslerin lehine tanıklık etmesinden kaynaklanır. Dünya hayatındaki şefaaderi nedeniyle de ‘Orada istediğiniz her şey vardır. Rahman ve R ahim’den bir konukluk ola­rak.™* Bu da meleklerin tanıklığı ve şefaatiyle gerçekleşir. Allah Teâlâ o şefaa­ti kabul ederek sizi mutlu eder, bağışlar, örter, rahmetine katar. İşte kurtuluş ile ilgili istikametin anlamı budur.

Allah Teâlâ’nın hikmetinin gerektirdiği istikamet, her varlığa yayılmıştır. Allah Teâlâ Hz. Musa’yı doğrulayarak şöyle der: ‘O her şeye yaratılışını vermiş­tir.™5 Her şey,, mevcut bir doğruluğa sahiptir. Bitkiler hareketlerinin baş aşağı olmasıyla doğrudur. Havyanın doğruluğu, hareketlerinin ya­tay olmasıyla gerçekleşir. Bu ikisinin hareketleri böyle olmasaydı, bir­birlerine yarar veremezlerdi. Bitkilerin hareketi baş aşağı olmayıp kök­leriyle su içemeselerdi, bir yarar veremezlerdi. Çünkü onların tüm güç­leri böyle gerçekleşir. Hayvanın hareketi yukarı doğru olmayıp tıpkı bi­zim gibi iki ayak üzerinde kalksaydı, onlara binmek ve sırtlarında yük taşımak gibi yararlar sağlayamaz, yatay hareket sayesinde gerçekleşen yararlar ortaya çıkmazdı. Öyleyse bir şeyin doğruluğu, yaratılış gayesi­dir. Söz konusu doğruluk (istikamet), kendilerinden amaçlanan yararın gerçekleşmesini sağlayan geçerli hareketin ta kendisidir. Yoksa bitkilerin ve hayvanın yukarı doğru hareketleri de vardır. Bu durum, ‘tomurcukla­rı dizilmiş hurmalar6 ayetinde dile getirilir. Bu hareket olmasaydı, bit­kiler yukarı doğru büyüyemezdi. Burada amaçlanan yarar nedeniyle baş aşağı hareketi onlarda halcim gördük, bunu anlamalısın!

Konunun uzmanları, bu hareketlerin gerçeğini olduğu gibi ortaya koymamışlardır. Bu bağlamda ‘ortada’ hareket doğrudur, çünkü o ken­di hakikatini vermiştir. Örnek olarak yeryüzünün ve kürenin hareketini verebiliriz. ‘Ortadan’ hareket ise, yükselme hareketidir. ‘Ortaya’ hareket ise, iniş hareketedir. İniş hareketi, melekî ve İlahî harekettir. Yükselme hareketi ise insana özgüdür. Hepsi de doğrusaldır. Öyleyse sadece doğ­rusal hareket vardır ve (ondan) sapmak söz konusu değildir. Çünkü muhalefet çatışmadır (burada ağaç anlamındaki şecer ile bu kökten tü­retilmiş ve çatışma anlamındaki teşâcür arasında irtibat kurulmaktadır). Dikkat ediniz! Âdem’e (bir anlamı , da çatışmayla ilgili olan) şecer’c (ağaç) yaklaşmayın denildi. Yani ‘teşâcür’ eylemine yaklaşma, insanlık yolunu tut ve oradan git! Meleği kendi hakkıyla, bitkiyi kendi hakkıyla, kısaca kendi dışındaki her şeyi kendi hakkıyla baş başa bırak, hiç bir şey ile hakikatinde didişme. Çünkü didişme, bir ‘teşâcür’ (çatışma) ve mu­halefettir. Bu nedenle Âdem ağaca yaklaştığında, Rabbinin yasağına karşı çıkmış, böylelikle asi olmuş, bu esnada o anla ilgili mutluluğu yi­tirmiş fakat ‘teşâcür’ ile ilgili doğruluğu yitirmemiştir. Çünkü Âdem, ilahi yasağa karşı gelerek, ‘teşâcür’ eylemine de hakkını vermiştir.

Kavisin eğriliği, ondan beklenen doğruluğudur. Öyleyse varlıkta sadece doğruluk (ve doğrusallık) vardır, çünkü her şeyi yaratan -ki Allah Teâlâ’dırRab olması yönünden doğru yoldadır. Yollar birbirine girerek karışsa bile, istikametin dışında kalmazdı. Söz konusu olan, karışmanın istikameti ve yaratılış sebebinin doğruluğudur. Öyleyse her şey, her var­lıkta hüküm sahibi olan mutlak istikamete sahiptir. Bu durum ‘Bütün iş O’na döner487, ‘O doğru yol üzerindedir488, ‘O’na ibadet et489 gibi ayetlerde dile getirilir. Yani seni yerleştirdiği her yolda O’nun karşısında zelil ol, başkasının karşısında zelil olma. Çünkü ‘başkası’ yokluktur. Yokluğa yönelen ise, bir şey elde edemez. ‘Ona ibadet et490 ayetindeki zamir, üçüncü şahıs zamiridir. Yani idrak edildiğini söyleme! ‘Çünkü gözler O’nu idrak edemez.’ Gayb (ya da üçüncü şahıs) idrak edilseydi, gayb olmazdı İti? Öyleyse, münezzeh ve meçhul bir zât olarak O’na ibadet et! Ondan bilebileceğin nihai şey, kendisine olan muhtaçlık ilişkindir. Bu nedenle sözünü tamamlayarak şöyle der: ‘O’na tevekkül et.’491 O’na da­yan. ‘Rabbin onların davranışlarından habersiz değildir.’492 Bu ifadeyle Allah Teâlâ, onların hali, niteliği olmadığı ve bilgisi onlara ulaşmadığında, bu makamda iddia sahiplerinin belini kırmıştır. Öyleyse doğruluk, cevher, araz, hal ve söz, bütün varlıklara yayılmıştır. Nitekim Allah Teâlâ ‘En doğru söz493 der. Bu, ilahi ve kevni bir niteliktir. Allah Teâlâ, bizi kendi doğruluğu olmaksızın doğruluktan ayrılmayanlardan etsin, âmin!

Allah Teâlâ ehlinin genelinin dilindeki istikamete gelirsek, istikamet, da­ha önce belirttiğimiz gibi bütün varlıkta bulunur. Öyleyse her yol doğ­rudur, çünkü her yol, Allah Teâlâ’ya ulaştırır. Allah Teâlâ ise, peygamberine ve bize ‘Emrolunduğurı gibi doğru ol5494 buyurdu. Ona kayıtsız anlamda istikamet üzerinde olmayı emretmedi. Çünkü daha önce işlerin Allah Teâlâ’ya döneceği belirtilmiştir. Allah Teâlâ ise, her yolun sonudur. Burada mesele ilahi isimler­den hangisine ulaşacağın ve varacağınla ilgilidir. O ismin sonucu olan muduluk, nimet, bedbaht ya da azap kişide hükmünü uygular. Binae­naleyh ‘istikamet’, meşru yol üzerinde hareket etmek ve durmaktır.

Doğru yol, ilahi şeriattır. Allah Teâlâ’ya iman ise, bu yolun başıdır. İma­nın şubeleri, başı ve sonu arasında bulunan yolun konakları ve menzil­leridir. İki menzil arasında ise onun hal ve hükümleri vardır. Doğru yol, ‘ulvî ruhlar’ denilen meleklerin -ki onlar Allah Teâlâ’dan ‘nebi’ ve ‘resul’ diye isimlendirilen seçilmiş kullarına giden elçilerdirkendisinden indiği yol olduğu için, Allah Teâlâ onlar ile kendilerine indilderi kimseler arasında birleştirici nispetler (bağlar) yarattı. Bu nispetler vasıtasıyla melekler il­ham verirken nebiler de onların sayesinde aktarılan şeyleri kabul eder. Öyleyse Allah Teâlâ’nın elçileri olduklarına ve kendilerine vahiy getiren melek elçilerden vahiy aldıklarına iman ettikten sonra, nebi ve resul diye isim­lendirilen bu insanlara indirilen vahye göre doğru yolda olan herkese melekler müjde getirir ve bu nitelikteki kimselerle otururlar. Bu ulvî ruhlar, özü gereği canlıdır. Bu nedenle ilahi mertebeden onları üstlenen isim el-Hayy’dır. Hayatı kazanılmış-dolaylı hayat olan şeyi üstlenen ila­hi isim ise el-Muhyi’dir. Binaenaleyh melek, sadece canlı düşünülebilir. İnsan ise böyle değildir. ‘Onlar ölü idi, Allah Teâlâ kendilerini diriltti. Sonra öldürecek ve tekrar diriltecektir.’ Unsurlardan bu arızî hayata ait unsur, sudur. Allah Teâlâ ‘O’nun arşı su üstünde idi495 ve ‘Her canlı şeyi sudan yarattı496 der. Su, unsurların ve ustukusların aslıdır. Arş ise, mülktür. Mülk, baş­kalaşma (istihale) âleminde tamamlanmış ve kemale ermiştir. O ise, aslı su olan rükünler âlemidir. Başkalaşma âlemi olmasaydı, Allah Teâlâ kendisini ‘her gün bir işte497 olmakla nitelemezdi. Öyleyse âlem başkalaşır. Hakk ise varlığını koruma şe’ninde (işinde) dış varlığının bekasının kendisine bağlı olduğu yaratmayla ona yardım eder. Öyleyse bu, Hakkın üzerinde bulunduğu şe’ndir. Başkalaşma âleminin dışındakiler bu hakikate sahip değildir.                                                                                                       .

Hayati arızî olan canlıların hayat ilkesi su olduğu için, istikamet üzerinde olan herkese Allah Teâlâ ‘hayat suyu’ içirir. Hakk bu suyu nebi ve re­sullerdeki gibi inayet olarak içirirse, Allah Teâlâ’nın dilediği kimse onunla ha­yatta kalır. İçerdiği iddia nedeniyle bir sınama içirmesi ise, içirilme amacına göre kalınır. Allah Teâlâ şöyle der; ‘Yol üzerinde müstakim olsalardı, onlara su içirirdik.’49* İşte bu, sınama içirmesidir.

İstikamet, yükümlüden Allah Teâlâ’nın belirlediği farzları yerine getirirken istenir. Çünkü yükümlü hakikat yönünden aktarılan (ilka edilen) efen­disinin kapısına atılmış biridir. Kaderin tasarrufları ve Allah Teâlâ’nın bu küre­lerin hareketlerine bıraktığı şeyler, onun üzerinde akar durur. Söz ko­nusu şeyler ‘silinme ve ispat arasında’ gece ve gündüzün ayetlerin mü­teakiben ortaya çıkması için getirdiği türlü değişikliklerdir. Allah Teâlâ yü­kümlüyü hayat ve hareketlerin mahalli yapmış, ondan yerine getirmekle yükümlü tuttuğu şeylerle bu uykudan kalkmasını istemiştir, ariflere en güç gelen şey, ‘Emrolunduğun gibi dosdoğru ol, sen ve seninle birlikte tövbe eden ve taşkınlık yapmayanlar4" ayetinde dile getirilen Allah Teâlâ’nın istikame­ti bildiren emridir. Burada, nefslerinde buldukları ‘ilahi surete göre ya­ratılmış olmak’ nedeniyle O’nun emrine karşı büyüklenmeyenler kaste­dilir. İlahi surete göre yaratılmış olduğunu dikkate alan kimse, ‘Bizim gibi biri memur olamaz’ der. Allah Teâlâ’yı bilenler ise şunu bilemez: Acaba Allah Teâlâ’nın (istikamet ile ilgili) emri, emrine uyup uymayacakları hakkındaki iradesiyle örtüşecek midir, örtüşmeyecek midir? Bu nedenle Allah Teâlâ’nın emri, onlara güç ve ağır gelir. Bu durum ‘Beni, Hud suresi yaş­landırdı’ hadisinde dile getirilir. Çünkü bu sure, ‘Sana emredildiği gibi doğru ol’500 ayetinin bulunduğu suredir. ‘Ve kardeşleri.’ Başka bir ifadey­le, bu ve benzer anlamdaki ayetlerin bulunduğu sureler, beni yaşlandır­dı. Allah Teâlâ’yı bilenler, bu konuda bir tehlike üzerindedir.

İstikamet yolunun mertebeleri belirli bir sayıyla sınırlanamaz ve belirlenemez. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, ‘Doğru olunuz, fakat saymaya kalkmayınız’ der. Kastedilen doğruluk yollarıdır. ‘Onlardan saydıklarınız, size ait ecir ve iyiliği sınırlamayacaktır.’ Kastedilen şudur: İstikamet yollarını say­maya kalkmayınız, çünkü onlar çoktur ve hiç biriniz onları tam olarak kuşatamaz. Bu nedenle sözünün ardından ‘Amel yapınız, amellerinizin en hayırlısı ise namazdır’ buyurmuştur. Başka bir ifadeyle istikamet yol­larını saymaya gücünüz yetmese bile onlardan en üstün olanını alınız.

Bu ibadedere hayat veren el-Hayy ismine el-Kayyum ismi bakar. Bu nedenle yükümlüye ‘Namaz kılınız50' (el-Kayyum ismiyle aynı kökten gelen ikamet fiili zikredilmiştir)’ denilmiş, ardından ‘teraziyi doğru tartınS02 (ikame edin)’ denilmiştir. Öyleyse el-Kayyum el-Hayy isminin kardeşi ve ona eşlik edendir. Allah Teâlâ ‘O kendisinden başka ilah olmayan, elHayy ve el-Kayyum’dur503 buyurur. Başka bir ayette şöyle der: ‘Elif, Lam, Mim. Allah Teâlâ kendisinden başka ilah olmayandır. O, el-Hayy ve elKayyum’dur:,504 Başka bir ayette ise cYüzler el-Hayy ve el-Kayyum için eği­lir’505 buyurur. Öyleyse el-Hayy isminin geldiği her yerde el-Kayyum kendisiyle beraberdir. Bu bölümü başını sonuna bağlayarak düşün! Çünkü bu bölüm, ilahi sırları içermektedir.

YÜZ OTUZ ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

İstikametin Terki Makamı

Dikkat ediniz! İşler Allah Teâlâ’ya döner’

Aldanış diyarı sizi kandırmasın                                                                            

Onun sözüne aykırı her şey Yalandan başka bir şey değil

Her eğrinin bir gayesi vardır Bütün işlerde gaye O’na doğrudur

Belirli bir şeyi belirleme, bir hüküm

Bir bilgisizlik ya da eksiklikle hüküm verirken

Eşyayı bizim amaçlarımız böldü Mutlu ve taşkın diye

Hepsi ise şu söze döner:

‘Dikkat ediniz! İşler Allah Teâlâ’ya döner’

Allah Teâlâ sana bilgi versin, bilmelisin ki istikameti terk, her durumda Allah Teâlâ nezdinde yerleşmiş ve O’nun karşısında huzur sahibi olmanın be­lirtilerinden biridir. Nitekim müminlerin annesi Hz. Aişe Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem hakkında şöyle der: ‘Her durumda Allah Teâlâ’yı zikrederdi.’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem dünya hayatında ahiret hayatının niteliğiyle nitelenmişti. ‘Onda eğri­lik görmezsin.’506 İstikamet eğrilikle farklılaştığı için, eğrilik olmadığında görülen bir istikamet de yoktur.

Hepsi varlıkta bir yol üzerindedir

Münkir ya da mümin hepsinden razı olunmuştur

Bu müşahede sahibi, âlemin imkânını müşahede ediyor olabilir. İmkân ise, âlemin hastalığının (illetli olmak) nedenidir. Hastalık bir meyildir ve meyil istikametin zıddıdır. Alem için imkân, ortadan kal­kamayacak zâtî bir niteliktir. Ne yolduk ne de varlık esnasında imkân özelliği ortadan kalkmaz. Öyleyse hastalık âlem için zâtî bir nitelik ol­duğu için (bunun gereği olan) meyil de zâtidir. O halde, istikamet yok­tur. Âlemin hastalığı müzmindir ve ortadan kalkması beldenemez. Bu­nunla birlikte âlem ve oluş, hikmetin gerektirdiği ve selim aklın âlemin yararına olduğunu bildiği şeylerden hareketle gereldi gördüğü durumlar nedeniyle karışımların yeridir. Çünkü yükümlülük emredilmiştir, âlem­deki her bir şeyin aynı mizaçta olması mümkün değildir. Mizaçlar farklı olduğu için âlemde bilen-daha çok bilen, erdemli-daha erdemli kimseler olmuştur. Bir kısmı Allah Teâlâ’yı -sınırlamadankayıtsız anlamda bilirken, bir kısmı, ‘yaratılmıştık’ vehmine yol açmayan ve nitelenenin kemalini ge­rektiren niteliklerle sınırlamadan Allah Teâlâ’yı bilememiştir. Bir kısmı yara­tılmış niteliklerle sınırlayarak Allah Teâlâ’yı bilmiş, böylece O’nu zaman, me­kân kategorilerine, tanım ve miktara sokmuştur.

Aslî yaratılışında ve zikredilen doğal mizacı bakımından âlemde Allah Teâlâ’yı bilmekle ilgili durum böyle iken, Allah Teâlâ şeriadarı bu mertebelere göre indirmiş, ilahi ihsan bütün yaratıkları kuşatmıştır. Bu bağlamda Allah Teâlâ ‘Onun benzeri bir şey yoktur507 ayetini indirdi. Bu ayet, Allah Teâlâ’yı sı­nırlama olmaksızın kayıtsız anlamda bilenlere hitap eder. Allah Teâlâ ‘Her şeyi bilgi bakımından kuşatmıştır’506, ‘Her şeye güç yetir endir’509, ‘Dilediğini ya­pandır’5'0, ‘Duyan ve görendir’5", ‘Allah Teâlâ O’ndan başka ilah olmayandır, elHayy ve el-Kayyum’dur’5'2, ‘Onu komşu edin ki Allah Teâlâ’nın sözünü duysun’5'3, ‘Her şeyi bilendir5'4 gibi ayeder de indirmiştir. Bunlar, Allah Teâlâ’yı kemal ni­telikleriyle sınırlayanlara hitap eder. Allah Teâlâ şeriadar içerisinde ‘Rahman Arş üstüne istiva etti’5'5, ‘Nerede iseniz, O sizinle beraberdir’5'6, ‘O göklerde ve yerde Allah Teâlâ'tır*17, ‘Gözümüzün önünde akar’5I\ ‘Bir oyun edinmek iste­seydik, onu katımızdan edinirdik519 gibi ayetler de indirdi. Böylelikle şeri­atlar âlemdekilerin mizaçlarının gerektirdiği şeyleri kapsamış, hiçbir inanç sahibi bu taksimin dışında kalmamıştır. Mizacı kâmil olan kişi, bütün bu kısımları kuşatan, onların kalkış ve varış noktalarını bilen, on­lardan hiçbir şeyin kendine gizli kalmadığı kişidir. Böyle biri adına ‘isti­kamet’ belirlenemez. Çünkü söz konusu kişi, bir hali diğerinden ayrıştı­racak bir zıdık göremez, çünkü o bu halin içindedir. Bir varlık bir şeyin içindeyse, kendisini bilse bile, onu ne dış ne de iç gözüyle görebilir. Ni­tekim aşırı yakınlık nedeniyle hava görülemediği gibi Hakk da aşırı ya­lanlık nedeniyle görülemez. Çünkü O bize şah damarından daha yalan­dır. Dolayısıyla ‘Gözler O’nu algılayamaz.’

Âlemi -bedbahtlık için değilmuduluk için yaratan Allah Teâlâ münez­zehtir. Âlemde bedbahdık, ona ilişip sonra kaybolacak geçici bir şey olarak var oldu. Çünkü Allah Teâlâ âlemi -âlem için değilkendisi için yarattı. Bu bağlamda âlem hakkında ‘Her şey O’nun (veya onun) övgüsünü tespih eder520 buyrulur. Biz de eşyadan bir parçayız. Bizim hakkımızda ise ‘Cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım521 buyurur. Öyleyse hiç birimiz Allah Teâlâ’ya karşı büyüklenemez ve ululuk taslayamaz, bununla birlikte birbirimize karşı büyüklenebiliriz. Herhangi bir yol, din ve düşünce sahibine neyi aradığını sorarsan, onun bütün himmetini kendisini yaratana yönelttiğini görürsün. Çünkü Allah Teâlâ herkesi kendisini bilmek için yarattı. Bununla birlikte mizaçların farklılığı nedeniyle, ta­lep ettikleri şeyi algılamadaki halleri değişir. Şeriadar ise herkesin dü­şüncesini doğrultmak için inmiştir. Bu durum keşf ehline görülür ve herkes keşf ehlidir. Bir kısmı talep ettiği şeyi idrak etmiş olduğunun farkına varamaz. O, karşısında huşu duyduğu şeydir. Başka bir grup ise, talep ettiğinden başka bir şey görmediğini bilemez. Öyleyse hepsi, bulmada ve müşahedede birdir, fakat çoğu bilmez. Allah Teâlâ ise, hepsine merhamet etmiştir. İşte bu ‘Rahmetim her şeyi kuşatmıştır522 ayetinin (yorumudur.)

Allah Teâlâ izin verirse, bu kitapta ‘nimet ve nimedendirme menzili’nde bu konuda yaptığımız açıklamaları tekrarlayacağız. Orada varlığın bir okul, Hakkın ise bu okulun öğretmeni ve öğrencilere -ki öğrenciler âlemdirders veren olduğunu belirttik. Peygamberler yardımcı öğret­menler; varisler ise ‘müzennib’, yani yardımcıların yardımcılarıdır.

Hakkın bu medresede -sayıları çok olsa bileöğrettiği ilimler dört ana sınıfla sınırlıdır. Birinci sınıf lafız ve manalarda kelamın ölçüleri dersle­ridir. Bu ders sayesinde doğruyu yanlıştan ayırırlar. Halbuki Allah Teâlâ’yı bi­lenlere göre hepsi doğrudur. Bu bağlamda ‘hasta’ diye isimlendirilmek, zıddına (sağlıklı) göre ya da belirli bir araza göre ortaya çıkar.

Hakkın öğrettiği ikinci ilim, zihinleri tashih, düşünceleri derinleş­tirme ve akılları süslemeyle ilgilidir. Çünkü okulun sahibi kendisini on­lara tanıtmak istemiştir. Bu tanınma, okulun yapılmasının nihai sebebi­dir. Bütün bu ‘ince anlayış sahipleri’, aşama aşama O’nu bilmeye doğru yükselirler. Bir kısmına başlangıçta tecelli eder. Onlar da mizaçlarının doğruluğu nedeniyle O’nu tanırlar. Bu kısma örnek olarak, melekleri, madensel, bitkisel ve hayvansal cisimleri verebiliriz. Hakk ise, sadece cin­lerden ve insanlardan perdelenmiştir. Bu ikinci tür ilimleri onlar için belirlemiştir ki bunlar vasıtasıyla kendisini öğrenecekleri şekilde hazır­lansınlar. Allah Teâlâ daima yardımcı öğretmenleri ya da akılların perdesi ar­dında bulunur. Bu ise açılmayan bir örtü, kilidi bir kapıdır.

Varlık okulunda öğrencilere öğretilen (aktarılan) üçüncü tür ilim­ler ise bedenlerin varlık sebebini ve mizaçlarının farklılık sebebini öğ­renmeleri için öğrettiği ilimlerdir. Acaba bunların hastalık, illet, sağlık ve iyiliklerinin sebebi nedir? Bilfiil varlıklarını hangi şeyden kazanmış­lardır? Onları bozan ve iyileştiren şey nedir? Onlardaki ‘doğa’nın anlamı nedir? Doğanın âlemdeki yeri neresidir? Dışta var olan bir şey midir, yoksa varlığı akılda mıdır? Herhangi bir şey ya da âlemden bir şey onun dışında kalır mı? Yoksa onun sadece yerleşme, bileşim, oluş ve bozuluş kabul eden bileşik cisimlerde mi etkisi vardır? Böyle ilimler, üçüncü sı­nıfa girer.

Dördüncü ders ise Hakkın onlara aktardığı ilahi ilimdir (metafizik, ya da Tanrı hakkındaki bilgi). Bu ilim kapsamına (bütün yaratıkların) kendisine muhtaç olduğu Allah Teâlâ’nın zorunlu nitelikleri, niteliği olamaya­cak şeyler ve yaratıklarında yapması imkân dâhilindeki fiiller girer. Be­şinci bir ders yoktur, çünkü Allah Teâlâ’nın ardında varılacak bir hedef yoktur. Bu ilim türleri, haklarında konuşmanın uzun yer tutacağı pek çok tikel ilme ayrılır. Bu ilimlerden bir şey öğrenip diğer dersleri öğrenmeden kendi dersiyle yetinen insan, başkalarına göre, eksik kalır. Bazı insanla­rın ise himmetleri yükselir. Onlar, derslerin bizatihi amaç olmadığını ve kendileri için konulmadığını öğrenir. Amaç okulun sahibi Allah Teâlâ’yı bil­mektir. Böyle bir insan, kendini ilahi bilgiyi aramaya verir. Bir kısmı Allah Teâlâ’yı ilimlerin öncülleriyle ararken -ki bu aklî bir arayıştırbir kısmı ‘yardımcıdan’ (peygamber) yola çıkarak arar ve kendini onunla sınırlar. Çünkü bu kişi, kendisiyle öğretmen (Hakk) arasında bir kavuşma (im­kânı) ve perde ardından kendisine gelen bir elçi olduğunu görür. Elçi okulda bulunanlara öğrettiği bir takım şeyler getirir. Bazı vakider, yar­dımcı onun huzuruna girer ve onun katından dışarı çıkar. Böyle bir in­san şöyle der: ‘Allah Teâlâ’yı bu yardımcı yönünden bilmek, nefs için teorik bir kanıt ya da bu diğer ilimlerin öne çıkarttığı fikri bir kanıt edinmekten daha doğru ve daha güvenilir bir yöntemdir.’ Bu kişi, Allah Teâlâ hakkındaki bilgisini yardımcı öğretmenden (peygamber) aldığında ‘varis’ ve dolayı­sıyla ‘yardımcının yardımcısı’ haline gelir -müzennib-. Şeriatta ise, varis diye isimlendirilir. Onlar, nebilerin varisleridir.

YÜZ OTUZ DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

Ihlas Makamının Bilinmesi

Dini ihlaslı yapan kişi Rahman’ın seçip ayırdığı insandır

Hepsi eksiktir, oluşunda değilse bile O, onu eksiltir

Bilmelisin ki, bir (ahad, tek) ismi melek, felek, yıldız, doğa, unsur, maden, bitki, hayvan, insan gibi her şeye verilir. Bununla birlikte, ‘De ki Allah Teâlâ birdir (ahad)’523 ayetinde ilahi bir nitelik olarak zikredilir. Allah Teâlâ, ‘Rabbine kullukta kimseyi (ahad) ortak koşmaz524 ayetinde ise bir’i var olanlara ait (kevnî) bir nitelik saymıştır. Allah Teâlâ’nın dışındaki kimseler ola­rak saydığımız sınıfların her birinden bir takım şahıslara tapılmıştır. Ba­zı kimseler meleklere ibadet ederken bir kısmı yıldızlara, bir kısmı felek­lere, bir kısmı unsurlara, bir kısmı taşlara, bir kısmı ağaçlara, bir kısmı hayvanlara, bir kısmı da cinlere ve insanlara tapmıştır.

İhlaslı kimse -ki bu onun zâtı bir niteliğidiribadetini sadece ken­disini var edene ve yaratana tahsis etmelidir. O ise, Allah Teâlâ’dır. Böylelikle ibadeti O’na ‘tahsis eder’ ve zikrettiklerimizden birine ‘mabud’ muame­lesi yapmaz. Başka bir ifadeyle, ne bir şeyin aynı ne birliğin onunla ilişkilendirilmesi yönünden Hakkı zikrettiklerimizden herhangi birisinde görmez. Çünkü bu eşyaya bakan insanın da bir birliği vardır ve (birlik sahibi olması yönünden birisine ibadet edecekse, söz gelişi) bu nedenle kendisine ibadet etmesi daha uygundur. Böyle yaparsa, kendisi gibi bi­rinin birliği karşısında da zelil olmaz. İnsan, sadece yaratıcısının birliği karşısında zelil olmalıdır. Bu durumda insan kendisi gibi yaratılmış bi­rinin birliği karşısında zelil olandan daha yüksek himmet sahibidir.

Yaratılmış her şeyde bir rablik iddiası vardır. Bunun nedeni, her şeyden âlemde zarar ve yararların meydana gelmesidir. Bu yönüyle âlemdeki her bir şey, zarar ve fayda verendir. Bu kadarlık bir özellik ise, genel rabliğin bir parçasıdır ve onun vasıtasıyla yaratıkların kendi karşı­sında zelil olmasını ister. Dikkat ediniz! İnsan halife olarak diğer yara­tıklardan üstün olsa bile, doğal olarak sevmediği bir ilacı içmeye nasıl muhtaç kalır! Çünkü bilir ki onda bir yarar vardır. Böylelikle -farkında olmadansevmediği o şeye ‘ibadet etmiştir.’ Bununla birlikte söz konu­su ilaç, hastanın mizacına haz veren ilaçlardan biri ise -ki o kullanmanın kendisine yarar vereceğini bilirdileyerek ve isteyerek -farkında olma­danona ibadet eder. Allah Teâlâ ‘Göklerde ve yerdeki herkes, isteyerek ya da istemeden Allah Teâlâ’ya ibadet edef™ der. Bütün varlığı, sana zikrettiğimiz bu şekilde dikkate almalısın!

Çünkü varlıktaki her şeyde bir zarar ve fayda vardır. Bu ilahi nitelik vasıtasıyla da, yarara ve zararın kaldırılmasına muhtaç olan yoksulların nefslerini kendisine çeker. Bu durum onları -farkında olmasalar bileeş­yaya ibadete sevk eder. Fakat onlara mecbur olmak, bu noktada kendi­lerini yalanlar. İnsan varlıktaki en değersiz ve en eksik şeye bile muhtaç olabilir -ki söz konusu şey ihtiyaç esnasında tuvalettir-, İnsan Rabbine ibadeti bırakır, hatta sıkışık bir durumdayken şeriata göre ibadetini yapması da caiz değildir, hızla tuvalete koşar. Bilhassa, ihtiyacı artıp kendisini zorlar ve kendisine ulaşıncaya kadar aklını yitirecek Hakk gelir.

Tuvalete ulaşınca rahatlar ve sıkıntısını bırakır. Rahatladığında -adeta oraya hiç muhtaç olmamış gibimvaletin ona verdiği nimeti inkâr eder, küçümser ve kınar. Bu da nimet verene karşı bir nankörlüktür.

Allah Teâlâ yaratıklara neyi tevdi ettiğini, insan ve cinlerin yaratıklara ve birbirlerine tevdi ettiği şeylere Imuhtaç olduklarını bildiği için şöyle der: ‘Kim Rabbine kavuşmayı umarsa salih amel işlesin.’526 Yani ameline bir bo­zukluk katmasın. ‘Rabbine ibadetine kimseyi ortak koşmasın.”27 Başkasının değil, Allah Teâlâ’nın karşısında zelil olsun. Allah Teâlâ dinde ihlaslı olarak O’na iba­det etmemizi emrederek şöyle der: ‘Dikkat ediniz! Halis din Allah Teâlâ’ya ait­tir.”2* Bu, var olanların Rablik ellerinden soyudanmış dindir. Kul Allah Teâlâ’dan başkasını görmeyip yarar ve zarar veren sebepleri koyanın O ol­duğunu bildiğinde, zarar veren şeyi uzaklaştırmada -ve bir sebep belirlemeksizinfayda vereni elde etmede Allah Teâlâ’ya yönelir. İhlasın anlamı bu­dur.

Gerçekte ihlas, ihlas nasip edilenlerden (muhlas, süzülmüş, alın­mış) meydana gelebilir. Çünkü Allah Teâlâ kullarına özen gösterdiğinde, on­ları zikredilen sebeplerin Rabliğinden çekip alır ve bu durumda onlar ihlaslı olur. Allah Teâlâ benliğinden onlara ihlası izafe etmiştir. Bunun nede­ni, bu konuda onlardan Allah Teâlâ’ya bir minnet gelip gelmeyeceğini gör­mektir. Bir ayette ‘Müslüman olmalarını başına kakarlar29 denilir, insan­lar müslüman olmayı başa kakar ve bununla övünürlerse, şu ayede ikaz edilirler: ‘Allah Teâlâ size iman nasip ettiği için size iyilik yapmıştır, doğru sözlü iseniz30 Kastedilen mümin olmakla ilgili iddiadaki doğruluktur. Allah Teâlâ onları bu niteliğin kendi kazanımlarına bağlı olduğu iddiasından uzaklaştırmıştır.

Akıllı insan verdiği nimette Allah Teâlâ’nın tuzağından emin olmamalıdır. Çünkü nimetteki tuzak, beladakinden daha gizlidir. Bir nimetteki sıra­dan tuzak, insanın kendini nimeti Hakk eden olarak görmesi ve onun kendisi için yaratıldığını -çünkü Allah Teâlâ o nimete muhtaç değildirdü­şünmesidir. Dolayısıyla insan şöyle düşünür: Allah Teâlâ nimete muhtaç değil ise, o benim Hakk ettiğim bir şey olmalıdır.’ İşte bu, mârifetin verdiği sı­radan bir tuzaktır. Sahibi ise, genel nezdinde ‘arif diye isimlendirilir, âriflere göre ise böyle biri cahilin ta kendisidir. Çünkü daha önce eşya­nın kendisini övmek maksadıyla Allah Teâlâ için yaratıldığını açıklamıştık. Bi­zim eşyadan yararlanmamız ise dolaylıdır, birincil olarak amaçlanmamıştır. Allah Teâlâ, bütün âlemi kendi övgüsünü (hamd) tespih ve O’na iba­det etsin diye yarattı, insanları ve cinleri ise, buna davet ederek, onları -kendileri için değilibadet için yarattığını bildirdi. Bununla birlikte, varlıklar birbirlerinden yararlanır. Allah Teâlâ garip-kutsi hadiste şöyle der: ‘Kim bir amel yapıp ona benden başkasını ortak koşarsa, ben ondan uzağım.’ Böyle biri ortak koşandır. Böylece Allah Teâlâ, kullarından ameli kendisine tahsis etmelerini istemiştir. Bir kısmı genel olarak ameli Allah Teâlâ’ya tahsis etmiş iken amelde amaçlı olarak kimseyi ortak koşmamıştır. Öyleyse bu kişi, ameliyle sadece Allah Teâlâ’yı amaçlamış, yapanı kendisi oldu­ğu iddiasıyla kendisini de amele ortak etmemiştir. Aksine (ona göre) amel, Allah Teâlâ’nın yarattığı bir şeydir. Öyleyse birincisi genel, diğeri özelin tavrıdır ki, İhlasın zirvesidir o.

İhlas amelle birlikte, yani amelde gerçekleşebilir. Çünkü ihlasa ko­nu olan bir şey olmalıdır. Bu durumda ihlas, amelin bulunabileceği bir yer bulur. Bu sayede amel halis, amel sahibi de ihlaslı diye isimlendiri­lir.

Razı olacağı işleri yapmaya kulu ulaştıran Allah Teâlâ’dır.

YÜZ OTUZ BEŞİNCİ BÖLÜM

İhlasın Terki ve Sırlarının Bilinmesi

Kim dini Allah Teâlâ’ya tahsis ederse (ihlas), şirk koştu

Hakkın niteliklerini sınırladı

Gerçeği bilmeyen kişi  Misk’in zâtını kokusundan algılar

Cüneyd’e, ‘Alem nedir ki Allah Teâlâ’la birlikte zikredilsin’ diyen adam hal ehliydi. Allah Teâlâ ise şöyle der. ‘Allah Teâlâ ile birlikte başka bir ilah mı?’531 Bir sûfı şöyle der: ‘Amelde ihlasını görmen, tam bir mecusiliktir.’ Kastedi­len şirktir. Kul, amelin gerçek failini ve meydana getirenini görmelidir.

Ebu Medyen arkadaşlarına ibadederi izhar etmelerini emrederdi, çünkü ona göre, Allah Teâlâ’dan başka fail yoktur. İhlas ise, karşı koyanın varlığını gerektirir. Karşı koyan, yükümlüden kulu olmasını ister. Amel, yüküm­lünün mazharı olduğu Allah Teâlâ’nın fiilleri arasındadır. İnsanların en cahili, fiilin yaratıcısını kendisinden dolayı fiilin yapıldığı -ki o İblis ya da riya­kârlıktırkimsenin (veya şeyin) itaati altına sokan kişidir.

Yükümlü bu niyede bir amele kalkıştığında -ki karşı koyan yoktur, buradaihlaslı kişi yokluğu varlık saymış, işin gerçekteki durumunu bilmemiş demektir. Zikrettiğimiz durum bir kimsede hüküm sahibiyse, her canlının perçeminin Allah Teâlâ’nın elinde bulunduğunu görür. Bu kişi, Rabbinin doğru yolda olduğunu da görür. Perçeminden tutan kişi, seni kendisinin bulunduğu yolun dışına çıkartmaz. Öyleyse ihlas -her mazharda değilbelirli bir mazharda O’nu görerek ibadet etmekten ibaret­tir. Allah Teâlâ ise, her mazhardadır. Bu hal sahibi, kendisiyle müşahede etti­ği arasında bir perde göremez. Dolayısıyla onun bir şeyi diğerinden ayırt etmesi mümkün değildir, çünkü hakikat birdir, o ise ‘Doğru yol üzerindedir’.

YÜZ OTUZ ALTINCI BÖLÜM

Doğruluk Makamı ve Sırlarının Bilinmesi

Doğruluk! Allah Teâlâ’nın yeryüzündeki kılıcı Doğru ol, onun içinden Doğru’yu göresin

Deccal bile gelse, vur kılıcı ona Kılıcın keskin yeriyle başını kes

Kılıç iki ucuyla sınırlıdır Nafile ve farzlarda

Bu imkânsızdır deme Farz eden onu farz kıldı

Nice zengin yoksulluk gösterir Yoksul kendisinden borç isterken

Sıdk (doğruluk), güç ve dinde dayanaklılık demektir. Gayret ise hallerinde Allah Teâlâ’ya aittir. Bu makam sahibi ve onunla özdeşleşen kimse, himmet vasıtasıyla etki eder. Söz konusu olan iman gücüdür. Ebu Yezid’e ‘Allah Teâlâ’nın eşyayı edilgen yapan en büyük ismi nedir?’ diye soru­lunca, ‘Siz bana küçük ismini gösterin, ben büyüğünü göstereyim’ de­miştir. Kastedilen, doğruluktan başkası değildir. Başka bir ifadeyle doğ­ru ol, sonra dilediğin ismi al! Allah Teâlâ’nın bütün isimleri büyüktür. ‘iman edenler Allah Teâlâ’yı daha şiddetle sever.™2 Başka bir ifadeyle, müşriklerin ortak koştukları şeyleri sevmelerinden daha güçlü bir şekilde Allah Teâlâ’yı severler. es-Sadılc Allah Teâlâ’nın isimlerinden biridir. Allah Teâlâ ‘Sadıklara doğrulukları soru­lur3 der. Bu nedenle, doğruluk bir iddia taşır.

Doğruluk kendisinde bilfiil var olmadıkça insan ‘sadık’ adını ala­maz. Bilfiil var olduğunda ise, onun için ‘zevk’ haline gelir ve sadık ol­ması da onun doğruluk halidir. Allah Teâlâ es-Sadık diye isimlendirilmiş, bu nedenle onlara sorar: Acaba onların doğrulukları Allah Teâlâ’nın es-Sadık diye isimlendirilmesini sağlayan ilahi nitelik midir, değil midir? Öyle ise, bu kez, (bu ismin gereği olan) hükümleri bilfiil uygulamalarını ister. Bu durumda (doğruluk güç anlamına geldiği için), hiçbir şey doğru iken onları yenemez ve onlara karşı koyamaz. Böylelikle Allah Teâlâ ‘onların duy­ması ve görmesi olduğu kadar’ doğrulukları haline de gelir. Ki ilişki ay­nıdır. Bu makam, sağlamca oturtulmaz ve bu hal insandan meydana gelmezse, ilahi bir nitelik olan doğruluk burada bulunmaz. Bu durum­da insandaki şey, doğruluk şeklinde ortaya çıkan bir durumdur. Bu ise, delil suretiyle kuşkunun ortaya çıkmasına benzer. Kuşku için bir yorum olmadığı gibi bu anlamdaki doğruluğun da bir gerçekliği yoktur. ‘Bu­gün doğrulara doğrulukları fayda verir4 ayetinin anlamı budur. Öyleyse kıyamette onlarda geçici şeyler etki edemez. Aksine insanlar korkarken onlar korkmaz, insanlar üzülürken onlar üzülmez. Allah Teâlâ bir grup hak­kında ‘Allah Teâlâ’ya sadakat gösterselerdi, daha hayırlı olurdu5 der. Kastedilen, doğruluğun sözdeki etkisidir. Bütün hallerde nasıl olur?

Doğruluk dıştan geldiğinde, başka bir surede gelir ve bu durumda imkânı bir maddede ortaya çıkar. Bu durumda ise, kendisine geldiği her şeyde bir etki göstermez. Geldiği o yerde iman doğruluğu bulunursa, onu ayırır ve kendisinde ortaya çıktığı maddede onu tanır. Bu durumda onu kabul eder ve gereğiyle amel eder. Böylece o ‘İmanlarıyla imanları artsın diye’536 nur üstüne nur olur. Aynı şekilde, doğruluk haline sahip olmayan kimsenin de ‘kirine kir katılır.™7 Doğruluk, özü gereği etkin­dir. Varlığının ortaya çıktığı yerde hükmü de gözükür, içinde bulunu­lan halde etkin olan bu Hakk sahip olmayan kimse, içinde bulunduğu vakitte zorunlu olarak doğruluğundan habersizdir ve uzaktan doğruluk iddiasında bulunur. Öyleyse doğruluk, âlemle ilgisi yönünden bir hal iken doğru kişiden Allah Teâlâ’ya ilişen (bir fiil) olması yönünden makamdır. Bir makam olması yönünden doğruluktan bir sonuç meydana gelmez, çünkü o Allah Teâlâ’ya ilişmiştir. Allah Teâlâ ise var olanların etkisine açık bir ko­numda değildir. Bu durumda sahibi, Allah Teâlâ’ya yönelişi doğru kimsedir. Bu nitelikteki birinden âlemde bir etki ortaya çıkarsa, bu etki, -onun çaba ve kastı olmaksızınAllah Teâlâ’ya döner. Allah Teâlâ o etkiyi -o kişinin bilgisi olmaksızındilinde veya elinde uygulamıştır. Bilerek etki eder ve Allah Teâlâ karşısında doğruluk iddiasında bulunursa, bu kişi ya gerçeği bilmiyordur ya da yalancıdır. Böyle bir hal, Allah Teâlâ ehlinin niteliği olamaz. Öyley­se doğruluk hali, makamıyla çelişir. Makamı ise, seçkinlerde, halinden üstündür. Hali ise, genel nezdinde (makamından) daha çok bilinir ve daha üstün tutulur.

Hallerinden nakledildiğine göre, İmam Abdülkadir doğruluğun -makamına değilhaline sahipti. Hal sahibi ‘şatahat5 söyler ki o da böyleydi. Abdiilkadir’in talebesi Ebu’s-Suud b. eş-Şibl ise doğruluk -haline değilmakamına sahipti. Bu nedenle de Abdülkadir’in aksine âlemde tanınmayan ve bilinmeyen biriydi. Bunun nedeni, Allah Teâlâ karşısmda doğ­ruluk makamına yerleşmiş birisi olarak, tam bir acizliği benimsemesiy­di. Abdülkadir ise doğruluk haline yerleşmiş ve onunla özdeşleşmişti. Allah Teâlâ her ikisinden de razı olsun! Günümüzde doğruluk halinde Abdülkadir ya da doğruluk makamında Ebu’s-Suud gibi birisinin bu­lunduğunu duymadık. Öyleyse ilahi bir nitelik olan doğruluk, Allah Teâlâ ehli için gerçekleşebilir. İnsanların bildiği doğruluk ise, mümin ya da kâfir bütün doğru sözlülerde bulunur. Bu doğruluk, ilahi doğruluğa göre, insanm gölgesine benzer. Dolayısıyla o, bunun gölgesidir. Bu nedenle etkisi ve sonucu, her dinden doğru sözlülerde ortaya çıkar. Gölgesi ol­masaydı, eseri de olmazdı. Öyleyse aklını işaret ettiğimiz ve açıkladığı­mız şeye ver! İnsanlar bu ve benzeri makam ve hallerden kördür.

Doğruluk olmasaydı varlık olmazdı Varlık olmasaydı, müşahede olmazdı

YÜZ OTUZ YEDİNCİ BÖLÜM

Doğruluğun Terki ve Sırlarının Bilinmesi

Doğruluk sırf kulluk zayıflığından insanı çıkartır Çünkü doğruluk güçlüdür, kuvvetlidir ve nefsi zorlar

Kul ile zayıflığı arasına giren her şeyi Bırakmalısın bir kenara          .

Çünkü sadece benzeri olan zorlanır Hiçbir insan O’na benzemez

O varlık bakımından karşıtından tamdır

Her başka, kayıt ve hapistedir                                                                 .

Çünkü O birdir, yaratıkları ise sayı Ayrımın ise cins olmaksızın hükmü yoktur

Doğruluk, övülen bir davranış olsa bile, benzerliği talep eder ve bu nedenle Allah Teâlâ adamları onunla nitelenmeyi reddetmiştir. Yine de hük­mü kendilerinde bulunurken eseri üzerlerinde gözükür. Şu var ki onlar bunu göremez. Sonra, ona ilahi bir nitelik olması yönünden bakarlar ve onun varlığını göremezler. Onlar ilahi doğruluğun Allah Teâlâ’nın kullarına verdiği -bütün tehditlerle değilvaaderle ilgili olduğunu görürler. İlahi nitelik ise ilgili olduğu şeyle sınırlanma özelliğine sahiptir. Allah Teâlâ adam­ları, doğruluğun bazı şeylerle ilgili olması nedeniyle göreli bir nitelik olduğunu anlamıştır. Doğruluğa böyle bakınca, onu ‘görmeyi’ (sahip­lenmeyi) terki zorunlu saymışlardır. Çünkü onlar bu durumda varlığı olmayan bir şeye bakanlar gibidir.

Doğruluk mevcut bir varlığı olmayan bir bağ olsa bile, bir takım dereceleri vardır. Sır ehli ariflerdeki dereceleri yüz doksan beş; nur ehli ariflerdeki dereceleri, iki yüz yirmi beş, sır ehli melamilerdeki dereceleri yüz altmış dört ve nur ehli melamilerdeki dereceleri de yüz doksan dört derecedir. Sana önce yapılmasını söyleyip sonra terkinden söz ettiğim bütün hususlarda geçerli bir ilke vereyim: (Bir şeyi) ‘terk’ derken, söz konusu şeyin eserini ve sonucunu terki değil, onu görmeyi (yani kendi­ne izafe etmeyi) terki kastediyorum. Çünkü onun hükmü hakkmda yok diyemeyiz, çünkü o vardır ve her hakikate görünür. Bütün terkleri böy­le ele almalıyız. Bunu bilmelisin!

YÜZ OTUZ SEKİZİNCİ BÖLÜM

Hayâ ve Sırlarının Bilinmesi

Hayâ imandandır denilir Peygamber sözüdür bu, bütünüyle iyilik

Onu müşahede eden herkes onunla nitelenir Bunu ise ancak uyanık insan anlar

Uyumayan ve tembel olmayan ayık kişi Hareketleri esnasında kalbini gözetleyen kişi

el-Hayiü Allah Teâlâ’nın isimlerinden biri

İsimlerle ahlâklanmak emredildi, sen de onunla ahlâklan!

Bir rivayette el-Hayiü’nün Allah Teâlâ’nın isimlerinden olduğu zikredilir. Allah Teâlâ ‘Allah Teâlâ sivrisinek ve üzerindeki şeylerden örnek vermekten hayâ etmez,S3S buyurur. Daha küçükleri kast edilir. Hayâ, imanın ve müminin niteliklerindendir. Allah Teâlâ’nın isimlerinden birisi de el-Mümin’dir. Öyleyse hayâ sahibi anlamında el-Hayiü müminin niteliğidir, çünkü hayâ iman­dandır ve bütünüyle iyiliktir (hayır). Hayâ ancak iyilik getirebilir. Bü­tün bunlar, sahih rivayederdir.

Bu nitelik (hayâ) gerçekte terk demektir. Her varlıkta terk, asıl üzerinde kalmaktır (yolduk). Bir şey yapmak ise, asla (kök) ilave var olan bir ferdir (dal). Bu nedenle onun hakkında bütünüyle iyilik denil­di. Binaenaleyh hayâ, selbî (olumsuzlayıcı) bir niteliktir. Kul, Allah Teâlâ’ya ait olan şeyi Allah Teâlâ için terk ettiği gibi âlemin kula ait dediği var olan şeyleri de, herkesin Allah Teâlâ için olduğunda görüş birliğine vardığı hususları terk ettiği şeldlde terk eder. Böyle bir insan, Allah Teâlâ’dan hakkıyla hayâ etmiş sayılır.

Allah Teâlâ’ya ait olan şeyi bilhassa Allah Teâlâ’ya terk eden kimse, Allah Teâlâ’dan hayâ etmiş, fakat hakkıyla hayâ etmemiş demektir. Şöyle ki: Hakkın kendisi­ni nitelediği nitelikler, bize göre, gerçekte (Allah Teâlâ’ya ait) niteliktir ve bun­lar sadece O’na yakışabilir. Bu nitelilder şekilci bilginlerin zannına göre teşbih ayederi ve teşbih bildiren rivayederdir. Onlara göre Hakkın ken­dini böyle nitelemesi, Allah Teâlâ’nın kullarına dönük bir tenezzülü ve lütfudur. Bize göre bu nitelikler, kulda tıpkı Allah Teâlâ’nın diğer isimlerinden ahlâklanışında olduğu gibi, ödünç olarak bulunur. Söz gelişi ‘Allah Teâlâ tu­zak kuranların en hayırlısıdır.’ Allah Teâlâ, farkında olmadıkları yönden ve kendisine ait bir alayla kullarından alay edenlerle alay eder ve onlara tu­zak kurar. Allah Teâlâ kendisini yaratıkların (özellikleriyle) nitelemez. Bu ise, söz konusu niteliklerin asıl bakımından Allah Teâlâ’ya ait olduğunu gösterir. (Hakkın suretine göre yaratılmış) İlahi kulda ise her yönden ‘suret üze­rinde yaratılmış olmak’ nedeniyle bu nitelikler ortaya çıkar.

Arifler bunu bilmiş ve her şeyin Allah Teâlâ’ya döndüğünü görmüşlerdir. Varlıklarda gözüken bu nitelikler -ki şekilci âlimler onların kulun hakkı olduğuna inanırAllah Teâlâ’ya dönen şeyler arasındadır. Bu nedenle ârifler, Allah Teâlâ’dan hakkıyla utandıkları için o nitelilderi Allah Teâlâ’ya bırakmışlardır. Hayâ özelliği, de el-Mümin isminin bir niteliğidir. Mümin ise, ezelden beri hükmü yaratılmışlarda gözükse bile, bu niteliğin Allah Teâlâ’nın niteliği olduğunu doğrulayan kişidir. Öyleyse hayâ, doğruluğun bir parçasıdır. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Hayâ imandandır’ der.

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem hayâ hakkında ‘bütünüyle iyilik getirir’ der. Bu, gerçek ve doğru bir ifadedir, çünkü asıl üzerinde kalmak, sadece hayır ve iyilik getirir. Söz konusu hal, iddianın eşlik etmediği bir haldir. Öy­leyse hayâlı kul, Hakkın kendisini nitelemek istediği bütün nitelikleri kabul eder. Bu (niteliğin) bulunduğu yerde ise onunla çelişecek zıddı bir özellik veya onu engelleyecek bir karşı koyan yoktur. Hakk -itiraz eden ve karşı koyan herhangi biri olmaksızındilediğini yapan olarak kalır. Hakkın onunla nitelenmesi ise, kuluna Hakkın niteliklieriyle nite­lenme imkânı vermesi ve bu huyları ona bırakması, bu konuda onu ba­şarısız kılmamasıdır. Onu doğrular ve bu sayede derecesini yükseltir, iddiasında onu yalanlamaz. Çünkü kul, Hakkın tecelligâhıdır. Bu da Hakkın el-Hayiü olmasından kaynaklanır.

Bir rivayette şöyle denilir: ‘Kıyamet günü Allah Teâlâ bir yaşlıya, ‘Ku­lum! Şunu şunu yaptın’ diyerek yaptıklarını zikredecektir. Kul yaptığı halde ‘Rabbim! Yapmadım’ deyince Hakk ‘Alın onu, cennete götürün’ diyecek. Amelini yazan melekler ‘Rabbim! Bu adamın şunu şunu yaptı­ğını bilmiyor musun?’ deyince Allah Teâlâ ‘Evet biliyorum, fakat o inkâr edince yaşlılığını yalanlamaktan hayâ ettim’ diyecektir. Hakk kulun yaşlı­lığını yalanlamaktan utanıp ona saygı gösterirken, kul bu niteliğe daha da layıktır.

Hayânın ârif ve melamilerde bir takım dereceleri vardır. Ariflerdeki dereceleri elli bir, melamilerdeki ise yirmi birdir. Allah Teâlâ hakla söyler ve doğru yola ulaştırır.

Yüz birinci kısım sona erdi, onu ‘Hayâ’ hakkındaki fasıl ile yüz ikinci kısım takip edecektir.


[FÜTÛHÂT-I MEKKİYYE'NİN] YÜZ İKİNCİ KISMI

Rahman ve Rahim Olan Allah Teâlâ’nın Adıyla

FASIL

Hayâ imanla ilişkilendirilen bir niteliktir ve dolayısıyla imanın mahiyetindendir. Bu nedenle etkisi, insanın yüzünde gözükür. Çünkü yüz, bir şeyin zâtı, hakikati ve kendisidir. Hayâ -tıpkı iman gibiyetmiş küsür bölüme ayrılır. İmanın en üstünü, ‘Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur’ demek iken en küçüğü eziyet veren şeyi yoldan kaldırmaktır. İmanın derecelerinin üstün ve aşağı ilişkisi, şirkin tevhid yolunda bir eziyet ol­masıdır. Bu eziyetin kaldırılması ise, akli kanıtlar ve şer'î haberlerdir. Çünkü onu tevhid yoluna yerleştiren şey, saptırıcı kuşkular ve şeytanî arzulardır. Birleyeni tevhidinde idrak edip eziyeti ahlâk yolundan kaldı­ran hayâ, kendisini Hakk edenin zorunluluğuna ulaşmazdan önce İlah’ın olumsuzlanmasının sözle dile getirilmesidir. Bu ise la-ilahe ifadesidir. Olumsuzlama, bir yokluktur. Böylelikle yoklukla başladığı için mümin kuldan hayâ ortaya çıkmıştır -ki yokluk onun aynıdır-. Çünkü sonradan var olanın özelliği, yokluk halinin kendisinden önce gelmesidir. Sonra varlık kazanır ki, bu da olumsuzlanan şeyin olumlanması (ispat) mesa­besindedir. Çünkü olumsuzlama onda gerçekleştiğinde, sonradan var olan ancak bunu söyleyebilir. Sonradan olan şey, bundan başka bir söz söyleyemez, çünkü varlıktan sonra yokluk veya ispattan sonra olumsuz­lama geçerli değildir. Çünkü Hakk bir sebep olmaksızın kula tecelli eder­se, ortakta onu olumsuzlamaz. Çünkü var ise, onun aynını görür. Var­lığı yoksa, birleyenin bakışı Hakkın varlığına düştüğünde bu varlık ile birlikte bir yokluk göremezdi. Bu durumda hiçbir şekilde tevhidi telaf­fuz edemez ve kendini göremezdi.

Allah Teâlâ’nın insana dönük rahmetinin bir yönü, ona önce kendisini göstermesidir. Böylelikle kendinde sadece İlah’a ait olabilecek güçler görür. Aklıyla düşüncesini derinleştirip -iradesinin dışında ve amaçla­rından ayrı olarakkendisine ilişen geçici durumlara baktığında, bu kez, kendisinde muhtaçlığını görür. Varlığının bir kuşku olduğunu ve bu ni­teliklerin sadece İlah’a ait olabileceğini kesin olarak anlar. Böylelikle kendisinde gördüğü bu ilahlığı olumsuzlayarak, la-ilahe (ilah yoktur) der. Sonra düşüncesini derinleştirir ve nefsini -müstakil değilbaşkasıy­la bilfiil var görür. Bu durumda ise, olumlayarak, ‘illAllah Teâlâ (sadece Allah Teâlâ var)’ der. Bunu ispat ettiğinde ise ispat ettiğine bakar. Onun olumsuzladığının ta kendisi ve gölgenin şahısla irtibatı gibi ona bağlı olduğunu, bu idrake gözünü açan bilgi nuruyla görür. Halbuki daha önce ‘la-ilahe’ diyerek onu olumsuzlamıştı. Bu durumda ‘la-ilahe’ ifadesini kullanmış olmaktan hayâ eder. Bu nedenle sûfiler, onu genelin zikri arasında sa­yar.

Şeyhlerimizden biri zikrinde sadece Allah Teâlâ sözünü söyler, la-ilahe il­lAllah Teâlâ demezdi. Sebebini sorunca şöyle dedi: ‘Canım Allah Teâlâ’nın elindedir, benim hükmümde değil, her nefes ölümü ve (Hakka) kavuşmayı bekle­rim. Sözün harflerinden her biri, bir nefestir. Nefes ayrıldığında ölü­mün gerçekleşip yeni bir nefesin gelmemesi mümkündür. La deyinceye ya da la-ilahe diyene kadar yaşayıp ispata (illAllah Teâlâ) ulaşmazdan ölebili­rim. Bu durumda ispatın ünsiyetinde değil, nefyin (olumsuzlama) vah­şetinde ölürüm. Bu nedenle celal zikrine (Allah Teâlâ ismi) yöneldim, çünkü ben O’ndan başkasını müşahede etmiyorum.’

Hali böyle olan kimse ‘la-ilahe illAllah Teâlâ’ derken hayâ etmelidir. Bu ise hayânın en güçlüsüdür ve bu söz, imanın şubelerinin en üstünüdür. Nefs, yaratanına bakmazdan kendisine baktığı için, Allah Teâlâ’dan hayanın en üst şubesindedir. Bu ise ‘Kendini bilen, Rabbini bilir’ hadisinin doğ­ruluk ölçütüdür. Başka bir ayet, ‘Onlara ayetlerimizi ufuklarda ve nefslerinde göstereceğiz ta ki onun Hakk olduğu ortaya çıksın55,9 ayetidir. Öy­leyse olumsuzlama, olumlamanın ta kendisidir, çünkü bu esnada insan, sadece İlah’ı olumsuzlamış ve sadece İlah’ı olumlamıştır.

Kulun insanların yolundan eziyet veren şeyleri kaldırmadaki haya­sına gelirsek, kuşkusuz bu davranış kula emredilmiştir. Sonra zorunlu olarak yolda Hakkın yüzünü görür. Çünkü o ‘(iman ve hayâ) mertebe­lerin en aşağısıdır.’ Öyleyse bu ilahi isimlerin içinde (sonuncu olan) elAhir ismi konumundadır ve birleyen o isme bakar. Nitekim (imanın zirvesi sayılan) la-ilahe illAllah Teâlâ ifadesi de, (isimler arasında) el-Evvel ko­numundadır. İlahi hüviyet gelip kendisine ait her iki ismi alarak ‘O elEvvel ve el-Âhir'dir’ demiştir. Birleyen (muvahhid), el-Ahir isminin Hakk ettiği şey ile bu iki isim arasında tereddütte kalır. El-Ahir ismi, onun varlığında yaratıkların yolunda bir eziyet olarak ortaya çıkar. Yaratıkla­rın bu iki isim arasında ilahi isimlerle tasarruf ettiklerini gören mümi­nin gözü, başta, sonda ve bu ikisinin arasında sadece Allah Teâlâ’yı görür. Kendisine yönelen emir ise yolu temizlemeyle ilgilidir. Mümin kendisi­ne verilen temizleme işine girişmediğinde (Haktan aldığı) ‘emir’den hayâ ederken (yoldan kaldırdığı) eziyette gördüğü el-Ahir isminden de hayâ eder. Bu hayâ ona ulaştığında el-Ahir ismi eziyetten ‘Ey Falanca! Yaratıkların yolundan eziyeti benim vasıtamla temizle, çünkü ben, ezi­yette bulunduğum gibi temizlemede de bulunurum. Onu benden baş­kasıyla temizleyemezsin, utanma’ diye bağırır, ‘imanın en aşağısı, eziye­ti temizlemektir’ sözüne dikkat ediniz! Böylelikle ‘en aşağı’yı temizle­meye bağlamıştır ki o, imanın derecelerinin sonuncusudur. Biz ise. te­mizlemedeyiz. Ondan başkası değiliz. Bu hal sahibi böyle hareket eder ve onu yoldan temizler. Aynı şekilde biz, ilahı ilah ile olumsuzladık.

Kul Allah Teâlâ’dan hayâ ederken ilkte, sonda en üstün ve en aşağıda bu halde olduğuna göre, ortadakiler iki ucun arasında sıralanır. Böyle biri hali korunmuş, amaçları sakınılmış İtişidir. Örnek olarak başlangıcı tek­bir, sonu selam plan namazı verebiliriz. Namazda her iki uçta da ihsan ortaya çıkarak, bu sınırlama nedeniyle onların arasındaki vasatı esenliğe çıkartır. Açıkladığımız gerçeklerden sonra, Allah Teâlâ’dan hayânın ‘seni ya­sakladığı yerde görmemesi, emrettiği yerde seni bulması’ demek oldu­ğunu öğrendin. Böylelikle hayâ, imanın bütün şubelerini kuşatır. Hayâ emir, yasak ve yükümlülüğün eşlik ettiği bir makamdır. Yükümlülük süresi tamamlanınca, hayânın ortadan kalkması gerekir ki, iş böyle de­ğildir.

Bilmelisin ki hayânın varlığı, Allah Teâlâ’ya zorunlu niteliklerin varlığını bilmeyi gerektirir. Sen ise, O’nunla bilfiil varsın. Akıl ve dine göre talep edilen sensin. Herhangi bir yaratık Allah Teâlâ’ya gerekli saygıyı akla ve şeriata göre tam olarak yerine getiremez. İnsanın ise, Rabbine kavuşması kaçı­nılmazdır. Onun müşahede ve makamı da budur. Öyleyse hayâ, dünya ve ahirette insana eşlik eder. Çünkü insan Allah Teâlâ’ya gerekli şeyi ve Allah Teâlâ için zorunlu hakları yerine getiremediğini sürekli hatırlar. Bir rivayette bu hususu destekleyen bir ifade yer alır: ‘Hakk büyük ziyarette kullarına tecelli ettiğinde onlardan perdeleri kaldırır. Ona baktıklarında ise şöyle derler: Seni tenzih ederiz! Sana hakkıyla ibadet edemedik.’ İşte bu iti­raf, Allah Teâlâ’dan hakkıyla hayâ etmeyi zorunlu kılar. Onlara bu sözü söyle­ten hayâdır.

YÜZ OTUZ DOKUZUNCU BÖLÜM

Hayâyı Terk Makamının Bilinmesi

Hayayı terk, tahakkuk (özdeşleşmek) ve ahlâklaıımaktır Kurarı’da ayetler böyle söyledi

Bizce soyluluk ve nezihlik hayadadır Çünkü biz düşman menzilinde korkmayız

Burası dünya, sen de onun imamı

Onun kulcağızlarının bir kısmı eksik bir kısmı üstün

Ey insan! Gerçeği anladığında Terazinin kefesiyle, bir dil gibi ol .

Sola yönelme çünkü o

Bir eksikliktir, sağa yönel çünkü o

İslam, iman ve ihsan haliyle Hallenen için kemaldir

Yerli yerinde hayayı terk, ilahi bir niteliktir. Allah Teâlâ, ‘Allah Teâlâ örnek vermekten haya etmez’540 der. Bunun nedeni iki şekilde açıklanabilir. Bi­rincisi, sadece Allah Teâlâ’nın var olmasına dayanır. Bu durumda bütün varlık yücedir ve ondan bir şey terk edilmez. Hayâ ise terk demektir ve selbî bir niteliktir. Binaenaleyh terkin terki, mevcut, yani sübûtî (olumlayıcı) bir niteliktir. Öyleyse hayânın terki, sübûtî bir niteliktir. ‘La-ilahe’ selbî bir nitelik iken ‘illAllah Teâlâ’ sübûtî bir niteliktir. Selb sadece ispat nedeniyle gelmiştir. Dolayısıyla hayayı onun terki için getirdik. Çünkü hayâ ayrı­ma ait iken hayânın terki ise çokluğa değil, çokluğun birliğine aittir. Meselenin birinci yorumu budur. İkincisi ise sadece Allah Teâlâ ile bilfiil var olan mümkün varlıkların bulunmasıdır. Bu durumda onlardan hiçbir şeyin terk edilmemesi gerekir. Çünkü her şey kendisini koruyan ilahi bir hakikat ile irtibatlıdır. Mümkünlerin sonsuz olduğu sabit iken haki­kat ve ilahi isimlerin de sonu yoktur. Hakka ait şeylerde dereceli üstün­lük yoktur, çünkü bir şey kendinden üstün olamaz. Varlıklar arasında kendisiyle ilişkilendirilen şeye göre bir üstünlük söz konusu olabilir, çünkü onların özü gereği üstünlüğü yoktur. Hakka ait işlerde karşılıklı bir üstünlük olmadığı gibi kevnî şeylerde de karşılıklı üstünlük yoktur. Allah Teâlâ el-Evvel olduğu gibi el-Âhir’dir. Aynı şey, ilk akıl ve donuklar için de geçerlidir. Allah Teâlâ ez-Zâhir ve el-Bâtın olduğu gibi bunun mukabilin­de gayb ve şehadet (âlemleri) vardır.

Binaenaleyh değersiz ve çirkin bir şey yoktur. Her şey Allah Teâlâ’nın ayeüeridir. ‘Allah Teâlâ’nın ayetlerini yüceltmek ise kalplerin takvasıdır. Sizin için onlarda belirli bir süreye kadar yararlar vardır.’54' Kastedilen onlar vası­tasıyla kendisine baktığınız süredir. ‘Belli süre’, onlardan sizin siz olma­dığınızı öğrenmenizdir. Çünkü hakikati yolduk olan kimse adına varlık ödünçtür. Sizin kendiniz olmadığınız ortaya çıkınca -ki bu belli süredironun yeri Beyt-i atiktir. O, hâdislik (sonradan olma) kabul etmeyen kadim (varlığının başlangıcı olmayan) şeydir. Bu esnada niteliğin nite­leneni aradığını görürsünüz. Böylelikle Allah Teâlâ’nın ayederi olma durumu­nu yitirirsiniz ve Hakk, kendi kendisine delil olur. Çünkü bir şeyin başka bir şeye gerçek bilgiyle delil olması imkânsızdır. Dolayısıyla hiçbir şey için kendinden daha güçlü delil yoktur. Bu nedenle açık bir şeyi (zâhir) tanımladığında onu belir,sizleştirirsin ve açık şeylerin tanımı aranmaz. Nitekim gündüzün içindeyken -ki eşyanın en açığıdırgündüzü tanım­lamak isteyen kişi, onu bilmezden gelemez.

İş söylediğimiz gibiyse, artık hayâ etmez. Dolayısıyla ne hayâ var­dır ne de onun bir hükmü! Aksine Allah Teâlâ ‘örnekleri verir,’ şekilleri orta­ya koyar, kime hitap edildiğini, kimin anladığını ve İçimin anlamadığını bilir. Herkesin bir anlayışı vardır. Dinleyen için sivrisinekten daha gizli bir şey bulunsaydı, Hakk örnek olarak onu verirdi. Bu husus ‘daha üze­rindeki’542 ayetinde kapalı olarak sunulmuştur. Böylelikle bu ayette hiç­bir şeyi Allah Teâlâ ile ilişkilendirmeksizin terk etmemeyi ve bırakmamayı sa­na emretti ve öğretti. Bir şeyin değersizliği ya da örfte ve inanca göre şeriat tarafından kınanması, seni geride tutmasın. Sonra, (hüküm) ve­rirken durursun: Binaenaleyh inançtaki şey her şeye ve her duruma ve­rilmez. Şâri’nin sana söylediği yerde dur! ‘Orada dur.’ Çünkü bu şeria­tın getirdiği ilahi edeptir. Edep, iyilikleri toplayan şeydir. Lafızların kul­lanımında ise, hayâ kullanılır, çünkü sen, sana emredildiği gibi bir kıs­mını terk edersin. İnançta ise Allah Teâlâ ile ilişkilendirmediğin hiçbir şeyi terk etmezsin. İşte bu ‘hayânın terki’ makamıdır. Öyleyse Allah Teâlâ’ya sana belirlediği şekilde mertebelere göre davran ve tartışmaya girme! Bunun yerine ‘Rabbim! Bilgimi artır’5*3 de. Böyle dediğinde, sürekli artışta olur, zorunluluk meyvesini devşirirsin.

YÜZ KIRKINCI BÖLÜM

Hürriyet Makamı ve Sırlarının Bilinmesi

Arzunun kulu efendisinin mülkünden kaçaktır Şaşkından başkası ondan çıkmaz

Hür, bütün varlıklara sahip olabilendir Ne bir mal ne makam ona sahip olur

Tekvine hücum edersen bir şeyi yok sayarsın Kökü efendisinin mülkü olanı.

Allah Teâlâ seni başarıya erdirsin, bilmelisin ki, hürriyet -ilahi değilzatî bir makamdır. Kul için bu makam kayıtsız olarak gerçekleşmez. Çünkü kul Allah Teâlâ’nın azatlık kabul etmeyen kölesidir. Hakk için ‘ilah’ olması yö­nünden hürriyeti imkânsız saydık. Çünkü efendinin kölenin varlığıyla, sahibin malıyla ve hükümdarın mülküyle irtibadı olması gibi İlah da me’luhu ile irtibadıdır. Ayet-i kerimeye bakınız! ‘Dilerse sizi giderir ve daha hayırlıları getirir.’544 Bu irtibat esnasında başka bir kavmin getirili­şine dikkat çekmiştir. Çünkü görelilik, akıl ve varlık bakımından iki gö­relinin tasavvurunu gerektirir. Dolayısıyla görelilik varken hürriyet söz konusu değildir. Rablik ve ilahlık ise göreliliktir. Hakk ile yaratıklar ara­sında karşılıklı bir ilişki yok ise görelilik de yoktur. Aksine O ‘âlemlere muhtaç değildir.’ Böyle bir şey, sadece Hakkın zâtı için düşünülebilir. Dolayısıyla hiçbir varlık O’na bağlı olmadığı gibi hiçbir göz O’nu algı­layamaz, hiçbir kanıt O’nu sınırlayamaz. Akılda bulunuşu zorunlu ol­duğu gibi (O’na ilişen) niteliklerin -ki onları sınırlama sokarsınO’ndan olumsuzlanması da teoriktir.

Kul bu makam ile özdeşleşmek istediğinde -ki bu tahakkuk maka­mıdır, ahlâklanma makamı değilbunun mümkün bir varlık olması ne­deniyle kendisine eşlik eden yoksunluğun kalkrriasıyla gerçekleşebilece­ğini görür. Halbuki Hakkın kıskançlığı, Allah Teâlâ’dan başka kimsenin varlık ile nitelenemeyeceğini gerektirir -çünkü varille bir iddia taşır-. Bu bakış­la ise, varlığın mümküne ait olamayacağını anlar. Çünkü kıskançlık, bunu engelleyen bir sınırdır. Bu durumda kendisine bakar: Meğerse o varlığı olmayan bir yokluk imiş! Yokluk ise, onun zâtî niteliğidir. Dola­yısıyla varlık onun aklına gelmez. O halde yoksunluk gitmiş, yokluğun­da ‘hür’ olarak -ki bu zâtın varlığındaki hürriyetidirkalmıştır.

Kul bu zâtın ilahi isimleriyle madum-mümkünün zâtından neyin ilişkili olduğunu öğrenmek ister. Mümkün (sâbit) ayn’dan her birinin başkasında olmayan bir istidada sahip olduğunu görür. Bu sayede mümkünün zâtı ile Hakkın zâtı arasında olduğu gibi a’yân(-ı sâbite) arasında da ayrım gerçekleşir. Hakk ile mümkün arasındaki ayrım, Hak­kın ‘zorunlu varlığı’ ile mümkünün ‘zorunlu yokluğu’ şeklinde gerçekle­şir. Bu durumda kul, kendisi için istidadı Hakk için isimler gibi sayar. Mümkün a’yândaki varlık ise, Allah Teâlâ’ya aittir. Hakk kendisi nedeniyle mümkün (sâbit) a’yândan birisinde ilahi isimlerinden biriyle zuhur etti­ğinde, ayn’ın istidadı ona kendisiyle isimlendirildiği ‘hadis’ (sonradan olan) bir isim verir. Böylelikle ‘şu arştır, bu akıldır, bu kalemdir, bu levhadır, bu kürsüdür, bu felektir, bu melektir, bu ateştir, bu havadır, bu sudur, bu topraktır, şu madendir, şu bitkidir, şu hayvandır, bu in­sandır’ gibi cins ve türlerle onu isimlendirir. Bu, bütün hakikate yayılır ve ‘bu Zeyd’dir, bu Ömer’dir, bu attır, bu taştır, bu ağaçtır’ denilir. Bü­tün bunları, mümkünlerin (sabit) a’yân’ın istidadı vermiştir. Böylece onların varlıktaki eserleriyle hakikatlerin kendiliklerinde bulundukları duruma kanıt getirdik. Nitekim isimlerin varlıktaki eserlerinden de ilahi isimlere ulaştık (istidlal). İsimlendirilenin idrake konu olan bir hakikati (ayn) yoktur. Mümkün kendi ayn’ıyla kaldığında hürdür, onda kulluk bulunmaz; istidadıyla kaldığında ise muhtaç bir kul haline gelir.

Zikrettiğimizi görmenin dışında, mutlak hürriyette bir makamımız yoktur. Dolayısıyla nefsine bundan başka bir şey söyletme! Bu makamı müşahede etmeyen kimse, hiçbir zaman ‘Allah Teâlâ âlemlerden müstağnidir545 ayetinin neyi gösterdiğini bilemez. Yani Allah Teâlâ, kendine delil olmaktan müstağnidir. Çünkü Allah Teâlâ âlemi kendisine delil olsun diye yaratsaydı, ondan müstağni kalamazdı. Öyleyse Hakk âlemi neye delil yaptı ve âlem kime delildir, bilmen gerekir. Allah Teâlâ, başka biriyle kendisine delil getiri­lemeyecek ya da bir başkasıyla sınırlanmayacak kadar açık ve bellidir. Alem Allah Teâlâ’ya delil olsaydı, delil, delillendirilene karşı bir otorite ve öv­güye sahip olurdu. Delillendirilen, onu bir delil olarak ortaya koysaydı, bu delil övgü mertebesinden ayrılamazdı. Çünkü onu delil olarak kulla­nan kişi, delillendirilene ancak onun vasıtasıyla ulaşabilecek bir durumu ifade etmiştir. Böylelikle özgürlük ve müstağnilik kalkar. Halbuki bun­lar, Allah Teâlâ adına sabittir. Öyleyse Allah Teâlâ, kendisine delil koymamış, onları mertebeye (ulûhiyet) delil yapmıştır. Bu sayede O’ndan başka ilah ol­madığı öğrenilir ki, hürriyet hakkında seçkinlerin dili budur.

Sıradan insanların diline gelirsek, sûfılere göre hür, Allah Teâlâ’dan başka hiçbir varlığın boyunduruğuna girmeyen kişidir. Böyle bir insan, Allah Teâlâ’nın dışındakilerden hürdür. O halde hürriyet, sadece Allah Teâlâ için ger­çekleşmiş bir kulluktur. Dolayısıyla hür, kendisine ibadet etsin diye onu yaratan Allah Teâlâ’dan başkasına kul olmaz ve böylelikle yaratılış gayesine hakkını verir. Bu durumda onun hakkında ‘Ne güzel kuldur o, tövbekar­dır (dönen)’546 denilir. Yani yaratılış gayesi olan kulluğa çokça dönendir! Çünkü insan varlıktaki her şeye muhtaç yaratılmıştır. Varlıktaki her şey, kulu yoksulluk diliyle çağırır ve ‘muhtaç olduğun şey benim, bana dön!’ der. Kul işleri bildiğinde, Hakkın onu çağıranın nezdinde bulunduğunu anlar. Bilir ki, kendisine muhtaç olmak nedeniyle (Hakkın kendisinde bulunduğu) söz konusu sebebe muhtaçtır. Öyleyse kul kendi hakikati gereği muhtaçtır. Bu sebep nezdinde muhtaç olduğu şeyi verene bakar ve onun ilahi bir isim olduğunu görür. O halde kul gerçekte bir ismi yönünden Allah Teâlâ’ya muhtaç olduğu gibi (isimler ile istidadar arasındaki ilişkiden hareketle) kul kendi istidadının eserinden yine kendine muhtaç olmuştur. Bu durumda yoksulluğun ne demek olduğunu, kimin muh­taç olduğunu ve kime muhtaç olduğunu anlar. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e ‘Rabbim bilgimi artır’547 demek emredildi.

Hürriyet ve sırları hakkında bizim dışımızdaki yazarların kitapla­rında bulamayacağın yeterli açıklamaya dikkatini çektik.

YÜZ KIRK BİRİNCİ BÖLÜM

Hürriyeti Terk Makamının Bilinmesi

ı

ihtiyaçlarından hiç ayrılmayan biri İhtiyaçlar onun peşindeyken nasıl hür olabilir ki?

O, bütün eşyaya muhtaç Yoksulluk mezhebi, fakirlik kazancı

Bizim için, varlıkların adlarıyla isimlendi Öyle ki, sözde onun özelliği dile geldi

Varlıkta hür diye biri yok, çünkü O bizi talep eder Biz de her yönden O’nu ararız

Allah Teâlâ seni başarıya erdirsin, bilmelisin ki, hürriyetin terki, sırf ve saf kulluk (ubûdet, zorunlu kulluk) demektir. Sebepler yerli yerindeki hikmeti hakkıyla bildiği için, onun sahibini boyunduruğuna alır. O kişi de sebeplerin otoritesi altında hor ve zelildir. Böyle biri iyinin ve gü­nahkârın değdiği, mümine ve kâfire yarar sağlayan toprağa benzer; top­rak -tıpkı varlıkların yaptığı duanın Hakkın karşılık vermesine etki et­mesi gibiona etki eder. Çünkü bu makam sahibi, mutlak zenginliğiyle birlikte Allah Teâlâ’nın kendisine eşlik ettiğini görür. Öyleyse bineği (beden) acıkan, çıplak kalan, susayan ve zorda kalanın durumu nasıldır? İnsana ise bedenini korumak, onun durumunu kollamak ve onu neyin iyi ede­ceğini gözetmek emredildi. Allah Teâlâ onu bu görevle görevlendirerek yer­yüzüne halifesi diye indirmiştir. Sebepler kendisine bu imkânı verme­dikçe insan kendiliğinden bunu yapmaya güç yetiremez. Öyleyse insan zorunlu olarak Allah Teâlâ’nın kendisindeki ve ona dönük hakkını yerine ge­tirmek için sebepleri elde etmeye boyun eğer, çünkü Allah Teâlâ ona ‘Nefsi­nin senin üzerinde hakla vardır, eşinin üzerinde hakkı vardır’ demiştir. Üzerinde haklar bulunan biri nasıl hür olabilir ki?

Her varlık üzerinde bir Hakk bulunur Kişi o hakkın kulcağızı.

Hür değildir, bunu bil

Haberin olsun, hakkıyla öğren bunu

Direnen kimse gibi olma Ahlâklandığında efendisinin emrinden

Allah Teâlâ Rab, sen kul                                                                            

Alem de senden eski kul

Ben konuşurken bunu söyledim O ise benim kulağım ve dilim olmuştu

Zikrettiğimiz gibi olan kimse Başarıya eren alimdir!

Binaenaleyh insan, hakkını talep ettiği sürece nefsinin kölesi oldu­ğu gibi kendi hakkını talep eden gözünün, hakkını talep ettiği sürece eşinin kölesidir. İlahi nimetler kendisinden nimet verene teşekkür etme­sini ister. Öyleyse yükümlülük mevcut, zorunluluk (insana) eşlik eder ve kaldırılmak istense kalkmaz. Övgü ve sena, onda edci eder ve şöyle der: Nimet ve ihsan veren Allah Teâlâ’ya hamdolsun!’ Kınama, eziyet ve cefa ona sahip olur ve şöyle der: Her durumda Allah Teâlâ’ya hamdolsun! Hallerin başkalaşması nedeniyle hamdi değişir. Hamdi değiştiği için haller değişseydi, hiç kuşkusuz hallerden ‘hür’ olurdu.

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Ebu Bekir es-Sıddîk’a şöyle der: ‘Seni dışarıya çı­kartan sebep nedir?’ Ebu Bekir ‘Açlık’ diye cevap verir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, ‘Beni de açlık dışarı çıkarttı’ diye karşılık vermiş. Yanındaki sahabesiyle birlikte Heysem b. Ebi’t-Teyhan’ın evine gelmiş. Heysem bir koyun kesmiş ve yemek yedirmiş. Onları dışarıya çıkartan sebep, üzerlerindeki hakkı onlara yönelip onları hükmü altına aldığında açlık idi. Bu bağ­lamda açlık var olmayan bir durumdur. Bir mevcuda madum (var ol­mayan) etki ediyor iken, mevcut karşısında mevcudun durumu nasıl olur? Böyle insanlar, hürriyeti müşahede eder.

Bu zevk nedeniyle onlar, nefslerinin üzerlerindeki haklarını yerine getirmek için dışarı çıkmış, açlık kendilerini köleleştirmişti. Çıkmasalardı ve bulundukları yerde kalsalardı, bu kez sabrın ve bu halin gereği­nin zorlaması altında kalırlardı. Öyleyse (Hakkın) ihsanının onlarla iliş­kisinin son noktası, söylediğimiz gibi, nefslerinin haklarını yerine ge­tirmek üzere dışarı çıkmak idi. Çünkü onlar bunu yapacak imkâna sa­hipti. Bundan daha üstünü olamaz, imkân var iken otursalardı, zalimlik ve ilahi hükmü bilmemek özelliğiyle nitelenirlerdi. Bu nitelikteki bir in­sanda dünya ve ahirette hürriyet nasıl düşünülebilir ki?

Dünyaya gelirsek, burada zorunluluk vakidir. İnsan onu inkâr edemez, reddedemez ve onu kendinde bulur. Kul sebeplere eğilmeyip onlara bel bağlamaz ve sebepleri kullanırken onun gayesi, Allah Teâlâ’ya itimat olursa, böyle biri malul (nedenli, hasta) bir kuldur. Çünkü bu, özel bir yöneliştir. Ahirette ise şehvetinin kuludur. Çünkü o, şehvetinin otorite­si altındadır ve şehveti onda hüküm sahibidir. Kulluğun anlamı sadece budur. Başka bir ifadeyle kulluk (ve kölelik), hükümlerin altına ve se­beplerin boyunduruğuna girmek demektir, ârif kendinden bunu görün­ce, hürriyetin bir iç konuşması ve geçici bir durum olduğunu anlar. Bu halin huzur ve ayıklık ile birlikte kalıcılığı yoktur.

[HÜRRİYETİ TERK]

Hürriyeti terk ilahi bir niteliktir. Nasıl olur da ondan çıkılır? İşin sonu, kullarından dua bekleyen, tövbe etmelerini ve bağışlanma dileme­lerini isteyen bir şekilde Hakk suretinde onda bulunmaktır. İstediği şeyi yerine getirmediklerinde ise, kendilerini kınayarak şöyle der: ‘Günah işlemeseydiniz, Allah Teâlâ günah işleyen, tövbe eden ve kendilerine mağfiret edeceği bir topluluk getirirdi.’ Bu makamın sırlarına dikkatini çektik. Onları incelersen, kendini ve Rabbini öğrenir, değerini aşmazsın.

Hürriyetin Allah Teâlâ’nın kullarında bir takım dereceleri vardır. Hürlerin dışındakiler ise Allah Teâlâ nezdinde daha üstün derece ve daha kâmil nitelik sahibidir. Onlarla birlikte asıl isim, el-Hafîz’dir. Bu isim onlarda hürri­yetin terkini ve -hikmetin verisine göreköleleştirmeyi korur.

‘Hürriyetin dereceleri kaç tanedir?’ diye sorarsan, şöyle deriz: Ün­siyet ehli âriflerde hürriyetin altı yüz kırk dokuz, edep ehli ariflerde iki yüz elli dört, ünsiyet ehli melamilerde altı yüz on sekiz derecesi vardır. Edep sahibi melamilerde ise (iki) yüz yirmi üç derecesi vardır. Bu dere­celer, aynı zamanda hürriyeti terk eden ve terkin sağladığı ilave derece­leri terk edenler için geçerlidir.

YÜZ KIRK İKİNCİ BÖLÜM

Zikir Makamı ve Sırlarının Bilinmesi

Zikir her zaman zikredilen üzerinde örtüdür Her zikir hal ve isimlerdir

Söylediğinden başka bir şey yok

Bunu düşünürsen gözüne pek çok şey görünür .

Varlığın kendisinde olduğu kimse onu bilir Bu gerçektir, ne akıl vardır ne su vardır

Zikir ilahi bir niteliktir. Zikir, Hakta ve yaratıklarda içten ve dıştan olarak gerçekleşir. Zikrin ilahi bir nitelik olmasıyla zikir halkın zikrinin karşılığıdır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Beni zikredin ki sizi zikredeyim.’54* Bu­rada kendi zikrini bizim onu zikretmemizin soncu yaptı. Burada zikrin durumu da böyledir. Allah Teâlâ kutsi bir hadiste şöyle der: Beni içinden zik­redeni içimden, toplulukta zikredeni onlardan hayırlı bir toplulukta zik­rederim. Böylece zikir, zikri; zikrin durumu ise zikrin durumunu belir­lemiştir. Zikir Allah Teâlâ’nın adını zikretmek değildir. Aksine bir hamd ve övgü olması bakımından O’nun ismini hatırlamak demektir. Çünkü se­nin ya da onun hakkında değil, hakikate delil olması yönünden ismi zikretmede fayda ortadan kalkar.

Şöyle diyebilirsin: Allah Teâlâ ehli, Allah Teâlâ lafzının zikrini üstün saymış ve hüve lafzım niteliği veren zikirlere üstün saymış, onun bir takım yarar­larını görmüşlerdir. Şöyle deriz: Haklıdırlar, ben de bu görüşteyim. Fakat onlarm bu zikri tercihlerinin sebebi onun hakikate delil olmasıdır, kendisi değildir. Onlar bu isim ile ya da hüve ile bu isimle isimlendiri­len ya da bu zamiri varlıkların sınırlamadığı kimse ya da tam varlık ol­duğunu bilmişlerdir. Öyleyse bu ismi zikrederken zikredenin nefsinde bu bilinç vardır. Yarar böyle gerçekleşir. Çünkü o sınırlı olmayan bir zikirdir. Zikreden Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur ifadesiyle onu sınırlarsa, bundan meydana gelecek yarar bu delaletin verdiği ölçüdedir. Subhanallah diyerek onu sınırlarsa, tespihin verdiği şeye göre bir bilinç gerçekleşebilir. Aynı şey Allah Teâlâu ekber, elhamdü lillah, la-kuvvete illa billah zikirleri için de geçerlidir. Her sınırlı zikir, ancak kendisiyle sınır­landığı bir sonuç meydana getirir. Ondan genel bir neticenin çıkması mümkün değildir. Çünkü zikrin hali onu sınırlar. Allah Teâlâ bize ancak zik­rin halinin verdiği şeyi vereceğini bildirmiştir. Kutsi bir hadiste ‘beni içinden zikrederse ben de onu içimden zikrederim’ der. Bu nedenle bir grup Allah Teâlâ lafzının zikrini üstün saymıştır. Ya da onu sınırlama olmak­sızın zamirini üstün saymıştır. Öyleyse onlar, isimlendirilenin Hakk etiği şeyi zihinde tutmaksızın lafzını söylemeyi amaçlamışlardır. Bu anlam ile Hakk’ın kulu zikretmesi kendisine layık bütün faziletleri içeren bir isim ile olabilir. Onlar, kulun Rabb’ini Allah Teâlâ ismiyle zikretmesinin karşılığındadır. Kulun zikri akılda tutmayla Hakk’ın zikri ise huzur ile gerçek­leşir. Çünkü Hakk bizi müşahede eder, bizi bilir. O da bizim için bilinir ve müşahede edilir. Bu nedenle bizim için akılda tutma, onun için hu­zur söz konusudur. Müminler Hakk’ı hatırlama güçlerinde tutarlarken sıradan insanlar onu tahayyül güçlerinde tutarlar. Allah Teâlâ’nın kullarından onu bilen bir grup ise, her iki güçte de kendisini canlandırır. Bu yönüy­le onlar, akıl ve şeriat bakımından hatırlama gücünde şeriat ve keşf yö­nünden ise tahayyül gücünde Hakk’ı canlandırırlar. Bu ise, bütünü ile Hakk’ı zikrettiği için zikrin en yetkinidir. Hakk’ın onu zikretmesi de böyle gerçekleşir.

Sonra . Allah Teâlâ, zikirden başka herhangi bir şeyi çokluk ile nitelememiştir. Zikirden başka hiçbir şeyi de çoğaltmayı emretmemiştir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah Teâlâ’yı çokça zikreden erkek ve kadınlar:549 Başka bir ayette ise, Allah Teâlâ’yı çok zikredin’550 buyurur. Burada zikir özel anlamda Allah Teâlâ ismiyle ve sınırlılıktan soyudanmış bir halde gelmiştir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah Teâlâ’yı zikrediniz’55'. Halbuki şu isimle zikredin dememiştir. Başka bir ayette ise, ‘Allah Teâlâ’nın zikri en büyüktür’552 der. Halbuki şununla dememiştir. Baş­ka bir ayette ise, ‘belirli günlerde Allah Teâlâ’yı zikredin’553 demiş, şöyle ya da böyle dememiştir. Allah Teâlâ’nın ismini onların üzerinde zikredin demiş, fakat ‘şöyle zikredin’ dememiştir. Başka bir ayette ise, ‘Allah Teâlâ’nın isminin zikredildiği şeylerden yiyiniz’554 demiş, şöyle zikredildiği dememiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: Yeryüzünde Allah Teâlâ Allah Teâlâ diyen kimse kalmadıkça kı­yamet kopmaz. Burada Peygamber bu lafzı bir şeyle smırlamamıştır. Çünkü o kulların içinden seçkinlerin zikridir. Allah Teâlâ onlar ile dünya âle­mini ve içlerinde bulundukları bütün âlemleri korur. Onlardan dünyada kimse kalmadığında, dünyanın korunmasını sağlayacak bir sebep kal­maz. Bu nedenle dünya yok olur ve harap olur. Bu esnada bile nice kişi Allah Teâlâ Allah Teâlâ diyebilir. Fakat o, belirttiğimiz şekilde zihinde tutarak zikretmemektedir. Bu nedenle Şari zihinde canlandırma olmaksızın lafzı geçerli saymamıştır. Rabb’ini Kuran’da tek başına zikrettiğinde, onlar nefret ile geri dururlar. Çünkü onlar, şirk koştuklarının zikrini duyma­mışlardır ve kalpleri kararır. Bununla birlikte onlar, bunları ilah olarak kabul emişlerdir. Bu nedenle Allah Teâlâ ‘De ki onları isimlendirin555 demiştir. Onları isimlendirselerdi, aleyhlerine delil ortaya çıkardı. Dolayısıyla Allah Teâlâ’yı ancak Allah Teâlâ isimlendirir.

Allah Teâlâ ehli olan âriflerde zikrin dereceleri, dokuz yüz elli bir derece iken melamilerde dokuz yüz yirmi dokuz derecedir.

YÜZ KIRK ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

Zikrin terki Makamının Bilinmesi

Zikri onu müşahede eden terk eder Onu zikretmeyen onu müşahede edemez

İşim hakkında hayrete düştüm Hakk nerededir?

Seni zikredersem benim alametim ortaya çıkar Bu esnada gizli iken onu görürüm

Haller ile birlikte onu görmeyi sürdürürüm Her nefes onu zikretmeyi sürdürürüm -

Dışta o beni görmeyi sürdürür

isimlerle birlikte o ortaya çıkmaya devam eder

Burada ‘hüve’, vav harfiyle yazılmıştır. Bunun nedeni, hüviyeti bil­dirmektir. Yoksa o, zamir değildir.

Allah Teâlâ seni başarıya erdirsin bilmelisin ki, zikir terkinden daha üs­tündür. Çünkü terki, bir müşahededen meydana gelebilir. Müşahede ise mutlak olamaz. Zikir ise mudaklık sahibidir. Fakat mutlak olan zikir, belirttiğimiz şekildedir. Yoksa tespih ve tehlil gibi sınırlı zikirler değil­dir. Zikrin terki, müşahededen olmasaydı, şuna bakardık: Acaba terk sebebi, mudaklığı gerektiren bir şey midir? Bu durumda onun hakkında denklik hükmü verirdik. Haller ise sınırlıdır. Mudaklık sınırlı olduğun­da, bu durumda o sınırlanandan ayrışır ya da sınırlanana -her nasıl der­senyayılmıştır. Yayıldığı şeyin aynı ile ise, ayrıştığı şeyle sınırlanmıştır. Öyleyse mudaklık sınırlanmadır. Sınırlanmanın faydası ise ayrışmadır. Onun hakkında söylenebilecek en büyük şey, bilinmeyen meçhul olma­sıdır. Bununla birlikte bu nitelikler sınırlanmadan çıkamamıştır. Çünkü o malumdan ayrışmıştır.

Her durumda sadece sınırlı olan vardır. Bulunmayanda da sınırlı olan vardır. Öyleyse yokluk, var olmayan şeydir. O, varlıktan ayrışmış­tır. Varlık yokluktan ayrışmıştır. Şu halde, bilinen ya da bilinmeyen her şey ayrışmıştır. Sınırlama ise hüküm sahibidir. Geride ancak dereceli bir sınırlama kalmıştır. En üstünü mudaklıkta sınırlamadır. O ise Allah Teâlâ’yı zikir. Onu bilmemek ve Onun hakkında hayrettir.

Allah Teâlâ’nın zikri varlığa daha yaraşır Zikrin terki ise müşahedeye uygundur

Dilersen müşahedenin cömertliğinde ol Dilersen varlığın faziletinde bulun

YÜZ KIRK DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

Fikir makamı ve Sırlarının bilinmesi

Tefekkür ibretler ve ayetlerdedir Hükümler ve kaderde tefekkür yoktur

Tefekkür cahili olmadığın bir haldir Ayet ve surelere om yerleştirdi

insanlar onsuz kalırdı Ruhlarla beraber nimet içinde .

Fikir doğal bir niteliktir ve yoktur onun Beşerden başka bilen kimse üzerinde hükmü

Söylediğimiz şey olsaydı bakmazdı Gözüm hallere ve suretlere ansızın

İsimler ve müessir onunla kaimdir Emir uygulanır, çölde ve şehirde

Allah Teâlâ seni başarıya erdirsin bilmelisin ki, fikir, tedbir ve ilk hakkın­da tereddüt anlamı taşımadıkça ilahi bir nitelik değildir. Bu durumda ise, ilahi bir nitelik haline gelir. İtibar anlamında fikir ise doğal bir nite­liktir. Bu nitelik ise, yaratıklardan sadece bu beşer türünde bulunabilir. Tefekkür, dış varlıkları bakımından değil veya hakikatlerinin verdiği şey yönünden değil, sırf delil oluşları bakımından varlıkları inceleyen ibret sahiplerine aittir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Onlar göklerin ve yerin ya­ratılışı hakkında düşünürler,’556 Tefekkür ettiklerinde ise, bu tefekkür kendilerine daha önce sahip olmadıkları bir bilgi verir. Böylelikle ‘Rabb’imiz! Bunu anlamsız yaratmadın, seni tenzih ederiz, bizi ateşin aza­bından koru,s57 derler. Öyleyse onları ateşin azabından sığınmaya sevk eden şey, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında düşünmenin kendilerine verdiği bilgidir. Bu bilgi onlara ateşi göstermiş, onlar da Allah Teâlâ’dan ken­dileriyle bu ateşin arasına bir perde çekmesini istemişlerdir. İşte, düşü­nene belirli bir bilgi veren düşünceye konu olan her şeyin yararı budur. Söz konusu bilginin verisine göre düşünen insan Allah Teâlâ’dan bir şey ister.

Tefekkür makamı, ilah olması bakımından İlah hakkında düşün­meye sıçrayamaz. Bu yönüyle tefekkür, ilahlığın sahibinin Hakk ettiği ta­zim, yüceltme, özü gereği kendisine muhtaçlık gibi niteliklerle ilgili de­ğildir. Bütün bunların hükmü, şeriadardan önce mevcuttur. Sonra şeri­at tefekkürü bildirmek veya emretmek üzere getirir ve insana onu em­reder. insanın fıtratı da sayesinde ecir almasını sağlamak üzere onu ge­rektirebilir. Çünkü tefekkür kul için meşru bir amel olduğunda, meşru bir amel olmadan onun adına meydana getirmediği bir sonuç meydana getirir.

Fikir, ne akla göre ne de dince Hakk’ın zâtını konu edinemez. Çünkü şeriat, Allah Teâlâ’nın zâtı hakkında düşünmeyi yasaklamıştır. ‘Allah Teâlâ sizi kendinden sakındırır558 ayeti buna işaret eder. Yani bu konuda düşün­meyiniz demektir. Bunun nedeni, Hakk’ın zâtı ise yaratıkların zâtları arasındaki ilişkinin ortadan kalkmasıdır. Allah Teâlâ ehli fikrin yerini bilip onun şekilci bilginler ile salih insanlardan itibar ehlinin işi olduğunu, fikrin eşya arasında karşılıklı bir ilişkiye dayandığını anlamışlardır. Bu­nun üzerine onlar, ehline bırakmiş, kendileri için bir hal olmasını red­detmişlerdir. Nitekim bu husus, fikrin terki bahsinde gelecektir.

Fikir korunmayı sağlamayan bir haldir. Bu nedenle de makamı teh­likelidir. Çünkü onun sahibi, isabet mi etmiştir yoksa hata mı etmiştir, bilemez. Çünkü fikir, doğru da olabilir yanlış da olabilir. Binaenaleyh fikir sahibi özellikle Allah Teâlâ hakkındaki bilgiye dair düşüncesinde doğru­yu elde etmek istiyorsa, Kuran’da tefekkürün ve ibret almanın zikredildiği bütün ayederi incelemesi, Kitap veya mütevatir sünnetin dışında gelen şeylere yönelmemesi gerekir. Çünkü doğru düşünce, korunmuşluk ve Allah Teâlâ’nın düşünmekten irade ettiği amacın gerçekleşmesi, O’nun Kuran’da zikrettiği ve fikre konu olan veya Allah Teâlâ’nın ibret alınmasına hükmettiği veya tefekkürü kendisine bitiştirdiği ayederle birliktedir ki, bu zorunlu olarak böyledir. Çünkü Hakk’ın düşünceyi söz konusu ayete yerleştirmesi ve onu başka bir yere değil de bu belirli yere tahsis etme­sinin yegâne nedeni, kula irade ettiği şeyin bilgisine ulaşma imkânı vermektir. Kuşkusuz seni yola yönlendirdik. Allah Teâlâ ehlinin (keşflerinde) ‘buldukları’ bilgi budur.

Tefekkür ayetlerini akletmeyle ilgili ayedere ya da duyma veya bil­meyle veya iman etmeyle ilgili ayedere taşıyıp söz kçnusu ayederde fikri kullanmaya kalkarsan, genel anlamda isabet etmemiş olursun. Öyleyse bu gücü, Allah Teâlâ’nın ‘tefekkür eden bir topluluk için559 ortaya koyduğu ayet­lerde kullanmalısın. Eşyayı yerlerinden çıkartma ve ayederi konumları­nın dışına taşıma. Söylediğim yöntemi takip edersen, gayretin övülür ve bu konuda bana teşekkür edersin. Öyleyse ibret ve tefekkürün zikredildiği her ayeti incele ki, Allah Teâlâ’nın izniyle mutlu olasın! Ayrıca bu fikri yönden ‘nazar’ın zikredildiği ayederi de araştır. Bunlara örnek olarak ‘Deveye bakmazlar mı, nasıl yaratılmış?’560, ‘Göklerin ve yerin melekûtuna bakmazlar mı?’561 ‘Rabb’in fil sahiplerine ne yaptı, bakmazlar mı?’562 ‘Rabb’inin gölgeyi nasıl uzattığına bakmazlar mı?’563 ayetlerini verebiliriz. Ayrıca tedebbürün zikredildiği ayeder de bu kapsamdadır. Bunlara ör­nek olarak ‘Onlar Kuran’ı tedebbür etmezler (düşünmezler) mi?’564 ayetini verebiliriz. Allah Teâlâ bunlardan hangisini hangi isimle zikrederse, sen de ak­lını ona göre ayete ver. Binaenaleyh Allah Teâlâ’nın kastettiği anlama ulaşmak istiyorsan o ayet hakkında zikredilen isim yönünden tefekkür etmeyi ihmal etme. Bunlara örnek olarak ‘Kuran’ı tedebbür etmezler mi?’565 aye­tini verebiliriz. Öyleyse ona Allah Teâlâ’nın kelamı veya furkan veya ‘Biz zikri indirdik’566 ayetinde belirtildiği gibi zikir olması bakımından değil, Ku­ran olması bakımından bakmalısın! Her ismin kendine özgü bir hükmü vardır. Hakk’ın zikirde bir şeyi belirlemiş olması, kullarının onu anla­masını sağlamak ve eşyayı yerli yerlerine nasıl yerleştireceklerini öğren­melerini sağlamaktır. Öyleyse bu, hikmet; sahibi ise el-Hakîm’dir. Kuşkuşuz Allah Teâlâ kendisini şereflendirdiği kimseyi hikmet ile övmüş ve şöyle demiştir: cOna kitabı ve hikmeti öğretti.’167 Başka bir ayette ise ‘Ona hikmet ve hitabı ayırt etmeyi verdik5568 buyurur. Başka bir ayette ise ‘Kime hikmet verilirse, kuşkusuz ona büyük iyilik verilmiştir. Sadece lüb (akıl) sahipleri öğüt alır.’569 Çünkü onun hükmü, bütün eşyaya yayılır. Çünkü el-Hakîm hiçbir şeyi kendi değerinin ve konumunun dışına taşımaz.

YÜZ KIRK BEŞİNCİ BÖLÜM

Tefekkürün Terki ve Sırlarının Bilinmesi

Tefekkürün terki Yaratıcısına bırakmaktır Artık düşünme, çünkü tefekkür maluldür .

Düşünmezsen tertemiz bir ruh olursun

Hakk ile oturur, zikir üzerinde yaratılmış olursun

Tefekkür etmezsen tertemiz bir ruh olursun Tıpkı melekler gibi, tafsil seni perdelemez

llah’tır; ikramlarını veren llah’tan Cömertçe, vahyi veren de O’dur

Ya kendi katına getirterek ya da onu aktarıp senin de öğrenmen şeklinde Ya da yazıyla, tafsil ederek onu verir

Tefekkür ile nefslerimize itimat ederiz O olmasaydı, ne ortak koşma ne tatil olurdu

Tefekkür kendisine tahsis edildiğim bir iştir Çünkü ben toplayıcıyım ve toplamak tahsildir

Hakk’ın suretini ve.bütün isimleri kendinde toplar Ve her bir hakikati, Hakta bir değişme yoktur

Bazı yerlerde onun hizmetiyle yükümlü olduk Haberler ve vahiy bunu bildirdi

Fikri terk edenler, kendisini bilmek istedikleri hususlarda kendile­rinden karışıklığın kalkmasını isteyen adamlardır. Böylelikle onlar, hak­kında Arzudan konuşmaz denilen kimseye varis olmayı amaçlarlar. Ay­rıca onlar, bu fıtrat üzerinde yaratılmış melekler ve Allah Teâlâ’nın yaratıkla­rından diledikleridir. Onlar, Allah Teâlâ’nın kendilerine bir inayeti olarak ve kendiliğinden Allah Teâlâ’yı bilme fıtratında yaratılmış kimselerdir. Onların fileri terk etmelerinin nedeni, fikrin yanılma özelliğidir. Diğer bir grup ise, tefekkürü terke yönelmişlerdir. Çünkü tefekkür, iki şeyde döner du­rur: Ya yaratıklarda, ya da İlah’ta. Yaratıklarda tefekkürün en üst kulla­nımı, onları delil olarak edinmesidir. Delillendirilen ise delil ile çelişir. Dolayısıyla delil ile delillendirilen nazar sahibinde hiçbir zaman bir ara­ya gelmez. Böylelikle onlar, tefekkürü terki ve zikirle ilgilenmeyi dü­şünmüşlerdir. Çünkü her ikisi de dince emredilmiştir. Çünkü insan ayeder hakkında düşünmek üzere ölse, Allah Teâlâ’dan başka bir şeyle (ilgile­nirken) ölmüş sayılır. Bu eşyayı Allah Teâlâ için düşünse bile, bu esnada sa­dece onları görmektedir. Tefekkür kendisini bazı kimselerin düşündüğü gibi yaratıklara ve var olanlara delil edinmek üzere İlah’a yöneldiğinde ise, O’nu bir başkası için talep etmiş olur. Bu ise, Allah Teâlâ karşısında say­gısızlıktır. Çünkü bu durumda insan bakışını Allah Teâlâ’ya sadece var olanlara delil olması için yöneltmiştir. Söz konusu şeyler Allah Teâlâ’ya dayanmış olsa bile, yine de insan bu durumda Hakk’ı kendisi için aramamış demektir. Eğer insan kendisini kendisine delil edinmek üzere Allah Teâlâ hakkında te­fekkür ettiğini zannederse, bu da apaçık bir yanılgıdır. Çünkü bu esna­da kendisini biliyor iken Allah Teâlâ hakkında düşünür. Bir anlamın Allah Teâlâ hakkında geçerli olup olmadığını anlamak üzere Allah Teâlâ hakkında düşü­nürse, bu da tam bir bilgisizliktir. Çünkü hiçbir şey kendinden kendisi­ne daha çok delil değildir. Böyle bir düşünceyi gördüklerinde ise tefek­kürü terk etmişlerdir. Bu nitelikte kimse tefekkür ettiğinde ise, ihsanları nedeniyle yaratıklara teşekkür eden kimse gibi olur. Böylelikle onlara teşekkür, bir ibadettir. Çünkü Allah Teâlâ insanlara teşekkür etmeyi emret­miştir. Aynı şekilde Allah Teâlâ, onlara tefekkürü de emretmiştir. Böylelikle insanlar, kendilerine emrettiği veya belirlediği hususlarda emrine bağla­narak tefekkür ederle;r. Bu tefekkürden ortaya çıkan bilgi ise, dolaylı bir bilgi haline gelir. Çünkü fikrin bilgileri, her bakımdan, zikir, vahiy, ilahi vergi ilimleriyle aynı konum ve mertebede değildir.

Yüz ikinci kısım sona erdi, onu ‘Fütüvvet’ hakkındaki yüz kırk al­tıncı bölüm ile yüz üçüncü kısım takip edecektir.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar