[FÜTÛHÂT-I MEKKİYYE'NİN] YÜZÜNCÜ KISMI...101...102
Rahman ve Rahim Olan Allah Teâlâ’nın
Adıyla
YÜZ YİRMİ BİRİNCİ
BÖLÜM
Şükrün Terki Makamı
Şükrün özelliği artışı sağlamak ise ,
Ve Hakk senin kulağın ve gözün olmuşsa
Hakk ise artışı
kabul etmezse
Bu sözümü incele!
İbret alan için bir ibrettir o
Bu sözümle şükrün hükmü her bilenden
gitmiştir Şükrü terke şükredilmiştir
Bilmelisin ki her amel, var olan bir
şeydir. Var olan her şey (vücudî durum), Allah Teâlâ’nın varlık ve birliğine
bir delalettir. Bu durum, örfe ve şeriata göre kınanmış ya da övülmüş bir
durum olabilir. Var olan durum bir delalet ise, o bir nurdur. Nur ise, özü
gereği övülür. Öyleyse, her balamdan kınanan bir şey olmadığı gibi müminden
itaat ile katışmayan saf bir günah da meydana gelmez. Günahın katıştığı itaat
ise, onun günah olduğuna inanmaktır. Bunu iyice araştır!
Burada başka bir gerçek vardır: Amel
ya da terk anlamındaki her yükümlülüğe bir öncelik eşlik eder, bu
kaçınılmazdır. Böylece ‘terk edilmesi yapılmasından’ ya da ‘yapılması terkinden
üstündür’ denilir. Önceliğin girdiği her şey, belirli bir şeye özgü olamaz. Bu
akıl ve keşfin kanıtıyla bilinir. Allah Teâlâ şükrü bir ibadet yapmıştır.
İbadeder ise, terk edilmez. Allah Teâlâ doğruluğu ibadet yapmış, onu her yerde
övmemiştir. Çünkü gıybet (ederken söylenen söz) de doğrudur ve bu kötülenmiş
bir doğru sözlülüktür. Laf taşımak da doğru sözlülüktür ve fakat kınanmıştır.
Öyleyse pek çok yerde doğru sözlülük genel anlamda kınanmıştır. Hiç kuşkusuz
doğru sözlülük, övülen bir niteliktir. Ayrıntısında ise örfe ve dine göre
söylendiği mekânlar ayrıştırır. Yalan da genel anlamda kınanmış bir niteliktir.
Sınırlandığında ve ayrıştığında ise, örfe ve dine göre söylendiği yerler
kendisini ayrıştırır.
İnsan rabbine şükredip şükür ve
nimeti ondan gördüğünde, övülen bir davranışı meydana getirmiştir Ki, bu bir
ibadettir. Özel bir ibadet olması yönünden onu yapan ise, bu ibadet yönünden
artış maksadıyla şükretmeyi düşünmemiştir. Bilginin artışını istemek de
emredilmiş bir ibadettir. Bu nedenle artış talebi de ibadet haline gelir. Bunun
dışındaki bir konuda ise, meşru bir ibadet sayılmaz. Öyleyse insan, artış talep
etmeden bütün kısımlarıyla nimetin Rabbine şükrederse, adeta şükrün gereğini
terk etmiş, nefslerin doğasının doğrudan gerektirdiği ‘nimetlerin artışı’
isteğini terk etmiş demektir. Hiçbir eksildiği olmadığı için (artış talep
etmeyeceğini düşünerek) Hakkın kulun duyuş ve görüşü olması, artış talebini
terke engel olmaz. Çünkü Allah Teâlâ Şâkir ve eş-Şekûr diye nitelenmiştir.
Hakkın amellerimizin artmasını istemesi, eş-Şekûr isminden kaynaklanır.
Böylelikle ilahi şükre hakkını vermemiz gerekmiş, hatta zorunluluk olmuştur.
Bu ise, Hakkın bize teşekkür ettiği davranışlarımızın artmasıdır. Artış ise,
ister terk isterse yapmak şeklinde olsun, ibadederdir.
Öyleyse insanın amelini görmek
nedeniyle şükrü terk etmesi, kendisine zorunlu olarak şükredilen kimse için
şükrün hakkını yerine getiren geçerli bir terktir. Bu, genelin makamıdır. Allah
Teâlâ ehlinden genelin şükrü terk etmesi, doğrudur. Ancak ‘Nimete şükür, nimet
verene perdedir’ diyen kimse hakikatler hakkında bilgi sahibi değildir. Böyle
bir şey, geçerli olamaz. Öyleyse nimete şükreden herkes, zorunlu olarak onları
verene de şükreder. Bazı insanlar ise, sadece sebebi görürken bazı insanlar da
nimet veren Allah Teâlâ’yı görür. Kâmil insanlar ise, hem Allah Teâlâ’yı hem
sebebi görür. Gerçekte Allah Teâlâ’ya şükrederken Allah Teâlâ’nın kullarına
olan emriyle sebebe şükrederler. Allah Teâlâ sebebe şükretmeyi emrederek ‘Bana
ve anne babana şükret’406 diye
buyurduRasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ise ‘İnsanlara teşekkür etmeyen Allah
Teâlâ’ya şükretmemiştir’ buyurur.
Şükrün terki makamı budur. Yani esas
nimet verene şükrün birliğini terk etmek makamıdır. Bu durumda insan şükründe
asılda nimet veren ile Allah Teâlâ’nın emriyle sebebe teşekkürü ortak
yapmıştır. Şükrün terki, kapalı ve zor bir makamdır. Çünkü Allah Teâlâ
şükredicilik ile ve kendisinden dolayı bize şükrettiği (amelin) artmasını
istemek özelliğiyle nitelenmiştir. Dolayısıyla (Hakka ait bir özellik olduğu
için) bundan kurtulmak güçtür. Kul O’nun tecelligâhı haline gelir ve (içinde
bulunduğu) vakti de Hakkın şükreden ve şükredilen olup fiilleri yaratılmışlardan
olumsuzlarsa, şükreden iken şükrü terk etmiş olur. Bu durumda ya Hakkı mutlak
anlamda şükredici, kulu ise şükrü olmayan kimse diye görür; ya da Hakkı kulun
yerine getirdiği şükre göre kul ile şükredici olarak görür. Böyle biri, bir
açıdan, şükrün terk edeni iken bir açıdan şükür ile nitelenendir. Bu durum,
kullardan ortaya çıkan bütün fiillere yayılmıştır ve bu, ihsanın kaynağından
çetin bir müşahededir.
Bu mesele, bence en güç
meselelerdendir. Bu ciltte bu bölümü yazdığım geceye kadar, bu konuda bilgi
yönünden kuşku duymayacağım kesinlikle Allah Teâlâ gerçeği bana açmamıştı. Bu
gece, altı Recep, altı yüz otuz üç yılı Cumartesidir. Amelleri yaratmayı, iki
taraftım (Hakk ya da insan) birine tahsis etmem mümkün olmamıştı. Bir grubun
(Eşariler) dile getirdiği ‘kesp’ ile başka bir grubun (Mutezile) tlile getirdiği
‘yaratma’ (teorisini) ayırt etmek de zordu. Hakk ise, göz keşfiyle, kendisinden
önce hiçbir yaratılmışın bulunmadığı ilk yaratılanı yaratışını bana göstererek
-çünkü Allah Teâlâ’dan başka kimse yoktuşöyle dedi: ‘Burada şaşırma ve
karıştırmayı gerektirecek bir durum var mı?’ ‘Ben de ‘hayır’ dedim. Allah Teâlâ
bana ‘İşte gördüğün bütün yaratıklarda da kimsenin bir etkisi ve yaratma
katkısı yoktur. Sebeplere bağlı olarak değil, sebepler vesilesiyle (nezdinde)
eşyayı yaratan Ben’im. Eşya, benim fiilimle var olur. İsa’da üflemeyi, kuşta
ise oluşmayı yaratan Ben’im.
Ben de şöyle dedim: Öyleyse ‘yap’ ve
‘yapma’ derken sen kendi kendine hitap ettin. Allah Teâlâ şöyle dedi. ‘Bir şeyi
öğrendiğinde, saygılı olmalısın! Çünkü mertebe tartışmayı ve karşı koymayı
kaldırmaz. Ben de
‘Peki!’ dedim. ‘Bu içinde
bulunduğumuz durumun ta kendisidir. Tartı. ' . ! şan kimdir, saygı gösteren
kim? Saygısızlığı ve tartışmayı yaratan Sensin. Tartışmayı yaratırsan, onun
(bendeki) hükmü kaçınılmazdır. Saygıyı yaratırsan, onun hükmü de
kaçınılmazdır.’. Şöyle dedi: ‘Doğru! Öyleyse Kuran okunduğunda, dinle ve sesini
kıs!’ Ben de şöyle dedim: ‘Bu da sana kalmış! Duymayı yarat ki, duyayım!
Susmayı yarat ki, susayım. Şimdi sana yarattığından başkası hitap etmiyor!’
Bunun üzerine bana şöyle dedi. ‘Ben sadece bildiğimi yaratırım. Bildiğim ise
bilinenin kendiliğindeki durumudur.’ ‘Yetkin
delil Allah Teâlâ’ya aittir.’407 Daha önce
bunu sana bildirmiştim. Artık görerek ona sarıl. Ondan başkası yoktur.
Düşünceni temizle ve teklif kesilene kadar güvende olma! Sıratı (köprüyü)
geçene kadar teldif kesilmez. Bu durumda insanların ibadeti, vacipliğin ya da
haramlığın veya mendupluk veya kerahetin gerektirdiği emir ya da yasaktan kaynaklanmaz,
zâtî bir ibadet haline gelir. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru
yola ulaştırır.’4m
YÜZ
YİRMİ İKİNCİ BÖLÜM
Yakîn ve Sırlarının Bilinmesi
Yakîn kalıcılıkta bilginin zirvesidir
Her durumda, es-Samed ve Bir’in vaadiyle .
Tahkikin meydana
getirdiği yakîn var ya!
Ona dayan ve bakma
hiç kimseye
Sabitlikten uzaklaşırsan Bu ebediliği
güçlendiren yakîn değildir Yalcîn, Allah Teâlâ’nın peygamberine
söylediği ‘Sana yakîn gelene kadar rabbine ibadet et’409 ayetinde
belirtilen şeydir. Hükmü ise yakîn duyulan şeyle nefsin dinginliği ya da yalcîn
duyulacak şeye doğru hareketidir. Yalcîn, insanın herhangi bir şey hakkında
basiret sahibi olmasıdır. Nefste arzulanan şeyin hükmü gerçekleşen şeyin hükmü
gibiyse bu, yalcîndir. Burada yakîne konu olan şeyin gerçekleşip
gerçekleşmemesi birdir. Örnek olarak, ‘Allah
Teâlâ’nın emri geldi’4'0 ayetini
verebiliriz. Henüz gelmemiş olsa bile, mümin nefs onun kesin olarak
gerçekleşeceğini arınır ve gerçekleşip gerçekleşmemesi arasında fark yoktur.
Bu ise ‘Perde kalksaydı yakînim artmazdı’ denilen sözdür. Bununla birlikte
yakîne konu olan şey dışta gerçekleşmiş değildir. Allah Teâlâ peygambere ve o
konumdaki her kula şöyle hitap eder: ‘Yakîn
gelene kadar rabbine ibadet et.,4U Yakîn
geldiğinde ise ibadet eden-edilen, amel sahibi ile kendisi için amel edilenin
kim olduğunu; zahirin mazharlardaki etkisinin mazharlarm zâhire neyi verdiğini
öğrenirsin.
Bilmelisin Ki, yakînin ilim, ayn ve Hakk
(dereceleri) vardır (ilme’lyakîn, ayne’l-yakîn ve hakka’l-yakîn). Her hakkın
ise bir hakikati vardır. Bu konu bu kitapta sonraki bir bölümde -Allah Teâlâ
izin verirseözede ele alınacaktır. Onun ilim, ayn ve Hakk dereceleri vardır,
çünkü bazen yalan, ilim, ayn ve Hakk olmaksızın gerçekleşir ve nezdinde
gerçekleştiği kimse onun hakkında kesin hüküm verir. Bu kişi, yakîn bilgi
sahibi değil, sadece yalan sahibidir.
Arkadaşlarımız yakîn hakkında görüş
ayrılığına düşmüştür: Acaba yalan, başka bir yakînden daha tam olabilir mi,
olamaz mı? Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in Hz. İsa hakkında şöyle dediği
rivayet edilir: ‘Yakîni artsaydı, havada yürürdü.’ Bu sözüyle Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem, (sanki) İsra gecesine ve Peygamberin havada
yürümesinin yakîn vasıtasıyla gerçekleştiğine işaret eder. Bu yorum, yerinde
bir yorum değildir, çünkü Rabbi onu ayetlerini göstermek üzere yürütmüş, ona
Burak göndermiş ve İsra gecesinde onu taşımıştı. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem’den böyle bir hadis bu anlama işaret etmek üzere sahih olamaz.
Bilindiği gibi, hiç kimse yakînde peygamberin dengi değildir. Fakat o, yakîni
sayesinde havada yürümemişti. Cebrail kendisine katırdan küçük eşekten büyük
‘Burak’ adlı bir binek getirmiş ve onda taşınmıştı. Havada yürüyen Burak idi.
Sonra Burak, kendisini izin verilen yere kadar götürdüğünde, Burak’tan inerek
Refref e oturmuş ve Allah Teâlâ’nın dilediği yere kadar götürülmüştü. İnsanlar,
bütün bunlardan habersizdir. Öyleyse Peygamber, yakînin gücü nedeniyle havada
yiirütülmemişti. Üstelik bu esnada en genel anlamıyla -fakat mutluluğunun
bulunduğu şeydir yakînin konusuilgili olduğu şeye bağlanmış yakîni kalbindeydi.
Çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, bu yakîniyle meth edilmiştir.
Bizim yakîn hakkında kıymedi bir
risalemiz vardır. Onu Lut peygamberi ziyaret ederken Halil İbrahim
mescidindeki Yakîn Mescidinde yazmıştık. Bu bağlamda cahil, cahil olduğunu; zan
sahibi, zan sahibi olduğunu; kuşkuya kapılan, kuşku duyduğu hususta kuşkulu
olduğunu yakînen bilir. Bunlardan her biri üzerinde bulunduğu durum hakkmda
kesin bir yakîn taşır. Bu ise, bilgi ya da başka bir şey olabilir.
‘Onun üstünlüğü nerededir?’ dersen
şöyle deriz: Yakînin üstünlüğü, tıpkı bilgi gibi, ilgili olduğu şeye bağlıdır
ve bu nedenle ‘Sana yakîn gelene kadar’4'2 ayetinde
belirli gelerek özel anlamda yakîne konu olan şey kastedilmiştir. Burada
kendisiyle övgünün gerçekleştiği yakîn değil, belirli bir vakîn kastedildi. Allah
Teâlâ ‘Onu yakînen öldürmedilerMI3 demiştir.
Burada İsa’nın onların yanında değil, gerçekte öldürülmemiş olduğu kast edilir.
Onlar ise İsa hakkında kuşkuya düştüler. Ayette geçen ise, kendisiyle bilfiil
var olacağı müstakil bir yeri olmayan yakîndir. Çünkü onlar İsa’yı
öldürdüklerine yakînen inanıyordu ve Allah Teâlâ yakînin yeri olamaz. Öyleyse
yakînin yeri, sadece öldürmedir. Bu ise mananın mana ile bilfiil var olması
kapsamındadır. Çünkü yakîn bir mana olduğu gibi öldürme de bir manadır. Öyleyse
öldürme İsa’da bilfiil bulunmadığını ‘yakînen’ bilmiştir. Bu ayette öldürme,
yakîn ile nitelenmiştir. Manaların en doğrusu manalar ile bilfiil var olandır.
Bizce bu mesele, aldın şaşırdığı ve herhangi bir şekilde hüküm veremeyeceği
hususlardandır. Bir kısmımıza göre bu konuyu (bilmek), imkânsıza katılırken bir
kısmımıza göre mümkün ve vâkidir.
Özetle, yakînin doğal ve
alışılagelmiş hususlarda bulunması güçtür. Çünkü adet, bilhassa doğal bedenin
varlığının kendisine dayandığı hususlarda olmak üzere, doğayı ‘çalar’. Bedenin
bilfiil varlığının bağlı olduğu şey kaybolduğunda, acı duyar. Acı ise yakîne
zarar vermez, çünkü onun zıddı değildir. Fakat şöyle diyebilirsin: Acı insanın
hareketlenmesine ve titremesine yol açar. Özellikle açlık, susuzluk, sıcak ve
soğuk acısı böyledir. Hareketlenme ve ıstırap ise yakîn ile çelişir. Çünkü
yakîn, nefsin bu acıları gideren araçların elinde olan kimseye yönelmesidir.
Acıların bulunduğu kimse ise, doğal olarak, acıların hızla ortadan kalkmasını
ister. Hal böyle iken, burada yakînde tasavvuf ehlinin zannettiğinden başka
bir yol takip ederiz. Bu yola göre ıstırap yakîne zarar vermez. Bunun böyle
olması, o acıları gidermede nefsin doğal olarak bunları gideren sebeplere
değil, Haldcın mertebesine yönelmesi şartına bağlıdır. Hakk onları bu
sebeplerle gidermek isterse, giderir. Bu durumda Hakk, o kişide bu sebepleri
yaratarak acıları ortadan kaldırır. Allah Teâlâ onları başka bir şeyle gidermek
isterse, yakın başka bir şeyle değil, ilahi mertebeyle ilgili olur. Bu ise Allah
Teâlâ adamlarında çokça olur.
Ariflerde yakînin dereceleri iki yüz
birdir. Melamilerde ise yüz yetmiştir. Yakînin melekût ve ceberut alemine dönük
nispeti vardır. Ayrıca onun melekût alemine tek bir nispeti var iken ariflerde
iki nispeti vardır. Çünkü yakîn, ariflerde altı hakikatten bileşik bulunur.
Melamilerdeki yapısı ise dört hakikatten oluşur. Yakîn diri ve ölü sükun sahibidir.
Diri sükun ile sahibi hareketlenirken ölü sükun ile Allah Teâlâ’nın kendisini
izaleyi irade ettiği belirli bir giderici olmaksızın ıstırap duyduğu hususta Allah
Teâlâ’ya bağlanır.
YÜZ
YİRMİ ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Yakînin Terki ve Sırları
Kul mürit ile
durduğunda Yakîni iradenin
hükmünü giderir
Hakka rütbesini
verir ki
Onu sınırlayıp
kulluğunu zedelemesin
Dilediğini dilediği gibi yapar Zorlama
olmaksızın ve adet etki etmeden
Delil, kuşku olmaksızın, delil oldu .
Tekrarın
olumsuzlandığında da kuşku yok
Çünkü bilinen cevher bakidir .
Şehadet
(mertebesindeki) hükmünde bulunduğu gibi
Bazen ona bazen ondan hilat giydirilir
îjade için, benzeriyle ya da zıddıyla
Allah Teâlâ seni başarıya erdirsin,
bilmelisin ki, burada tekrarın olumsuzlanmasıyla -ilahi genişlik
nedeniyle‘Varlıkta tekrar yoktur’ ifadesini kastetmekteyim. Tekrar sayılan şey,
duyunun algılayamadığı ‘benzerlerin varlığıdır’. Bu benzerler arasındaki
parçalanma algılanamaz. Başka bir ifadeyle yok olanlar ile yenilenenler
arasındaki fark anlaşılamaz. Bu ise kelamcıların ‘Araz iki anda baki kalmaz’
şeklinde dile getirilen düşünceleridir.
Yakînde -tıpkı sabırda olduğu
gibiilahi kahra karşı koyma kokusu bulunduğu için Allah Teâlâ ehli, onunla
nitelenmeyi, onu öğrenmeyi ve Allah Teâlâ’dan istemeyi terk etmiştir. Kendi
çabası olmaksızın Allah Teâlâ nezdinden yakın geldiğinde ise, kul Allah Teâlâ
karşısındaki saygının gereğiyle onu kabul eder ve Allah Teâlâ onun yakînin
bulunduğu bir yer haline getirmeyi dilediğinde Allah Teâlâ’ya iade etmez.
Yakînin kuldaki etkisi, ondan bu zararı gidermede Allah Teâlâ’ya bağlanmaktır.
Bu ise yakîni ve onun -(kendisi gibi bir) kula ya da onun dileğine değilHaldun
mertebesine bağlanmasını istemektir.
Şöyle Ki: Kul yakînin ortaya
çıkmasının sebebi olunca -çünkü yakîn kendi başına bilfiil var olamazyakînin
kendisinde varlık kazandığı yerin onda bir edösi olur ve bu etki kendi ödülünü
talep eder. Böylelikle yakîn, kendisini var edenden o yerdeki zararın
kaldırılmasını diler. Çünkü yakîn sadece zararı gidermek üzere var olur.
(Bulunduğu yerde) Yarar, var ise, yakînin katkısı yararda değil -çünkü o zaten
vardıronun sürekliliğini sağlamada ortaya çıkar. Kul menfaatin kaybolduğu vehmine
kapılırsa, yakîn Allah Teâlâ’dan bu yararın bulunduğu yerde sürmesini ister.
Bu kadarlık bir ölçüyle ‘yakîni terk’ gerçekleşir. Yani kul, dilediği konuda
Rabbine dua ederken yakîne itiraz etmez. Böylelikle kul, dilediğini yapmak
üzere onu ‘terk eder.’ Burada kul, herhangi bir şey ile nitelenmez.
Bu tahlile rağmen, mesele kapalı ve
algıdan uzaktır. Öyleyse kul, aslı bakımından zorlanan ve mülkü sarsılan
birisidir. Dolayısıyla hakikati halamından kulun yakîni yoktur. Çünkü o,
arazların üzerinde yenilendiği bir yerdir. Yakîn ise, sükundur. Bu ise iki
zamanda sabit olmayan bir arazdır. ‘Allah Teâlâ her gün bir iştedir.’ Günlerin
en küçüğü ise fert zamandır (an). Sana Allah Teâlâ ehlinin yakîni talep ettiği
şeyden uzak durduklarını açıkladım. Yakîn isteyendir. Bu nedenle Allah Teâlâ
‘Sana yakîn gelinceye kadar*'4 demiştir. Yakîn isteyen ve yoran
şey, sen ise rahattasın. Anla! Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğruya ulaştırır.
Allah Teâlâ’nın iradesi karşısında
durmak, durağanlığa imkân vermez, çünkü bu nefsin hakikatinden çıkmak demektir.
Hiçbir şey kendi hakikatinin dışına çıkamaz. Çünkü bir şeyin kendi
hakikatinden çıkması mümkün değildir. Mürit bir müjdeyle itminan bulabilir. Kul
bu esnada sözün doğruluğu nedeniyle sakinleşir. Ayrıca müjde, belirli ve
vakitlidir. Bu durumda ise, ona doğru bir yöneliş gerçekleşir Ki, bu da
yakîndir. Bir rivayette meleklerin Allah Teâlâ’nın tuzağından korktukları aktarılır.
Korku ile birlikte yakîn olmaz. Kul ‘Allah
Teâlâ dilediğini yapandır’4'5 ayetiyle
mutmain olursa, yakînden ayrılmaz ve bu durağanlık ‘yalcın’ diye
isimlendirilir. Fakat bulunduğu yerde Allah Teâlâ ehlinin terimlerine göre
yakînden başka bir şey meydana gelir. Bize göre yakîn, Allah Teâlâ’nın yaratıklarından
her birinde mevcuttur. Görüş ayrılığı, yakînin neyle ilgili olduğu
hakkındadır. Öyleyse yakîn kapsayıcı bir niteliktir ve -yakîne konu olanın
herhangi bir şeyin hükmünün dışındakendisinde muduluğun bulunduğu Allah Teâlâ
yolunun özelliklerinden değildir. İşte yakîn, budur.
Başarıya erdiren Allah Teâlâ’dır.
Ondan başka Rab yoktur.
YÜZ YİRMİ DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Sabır Makamının
Ayrıntılarının ve Sırlarının Bilinmesi
Her meşrepte sabır türlü
türlü içilir
Den, e, de, bir şey
ile ve bir şey için sabredilir
Sabır eziyete karşı
olabilir
Acı türlerinin
varlık ve takdir bakımından
Hakk için es-Sabur ismi bir eziyet
belirlemiştir Kitabın ayetleri bunu söyledi
Alim isen, nimette sabır yoktur
Her şeyi bilen hükmü doğru imamın sözüne
göre
Allah Teâlâ seni başarıya erdirsin,
bilmelisin ki, Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah
Teâlâ’ya ve resulüne eziyet edenler.’4'6 Burada Allah
Teâlâ’nın eziyete maruz kaldığı bildirilir ve bu nedenle Allah Teâlâ kendini
yaratıkların eziyetlerine karşı sabreden anlamında es-Sabur diye isimlendirdi. Hakk
es-Sabur ismini taşırken kendisine yapılan eziyetin kaldırılmasını kullarından
istediği gibi bir belaya maruz kalan insanın belanın kalkmasını istemesiyle
sabırlı ismi kendisinden düşmez. Nitekim Eyüb Peygamber böyle yaparak ‘Bana
bir zarar ilişti, sen merhamet edenlerin en merhametlisisin’4'7 demiştir. Allah
Teâlâ da bu isteğe rağmen onu överek ‘Biz
onu sabırlı bulduk’4111 buyurdu.
Öyleyse sabır, nefsi belanın kaldırılması ve giderilmesinde Allah Teâlâ’ya
şikâyetten alıkoymak değildir. Sabır, nefsi Allah Teâlâ’dan başkasına
şikâyetten alıkoymak ve onu başkasına yönelmekten engellemektir. Allah
Teâlâ’nın kullarından kendisini üzen eziyeti bırakmalarını istediğini
açıklamıştık. Bununla beraber Allah Teâlâ onlarda eziyete yol açan şeyi
yaratmama gücüne sahiptir. Öyleyse bu sabrın sırrına dikkat et! Çünkü o,
sırların en güzelidir. Bir rivayette Allah Teâlâ’dan daha çok eziyete sabreden
olmadığı bildirilir.
Sabır, cehennemlikler cehenneme,
cennetlikler cennete girdiğinde kesilen ve ortadan kalkan makamlardandır.
Böylece iki grup, herhangi birisi içinde bulunduğu yerden başka bir şeye
girmemek üzere, birbirinden ayrışır. İlahi sabrın hükmü ise dünyanın yok
olmasıyla ortadan kalkar. Bu ise, el-Muntakim ve eş-Şedidü’l-ikab isimlerinin
kalkmasıyla bir müjdedir. Çünkü es-Sabur isminin ortadan kalktığını gördük ve Allah
Teâlâ’nın rahmeti de gazabını geçmiştir.
Dünyanın yok olmasının hikmeti, Allah
Teâlâ’dan eziyetin kalkmasıdır, çünkü sadece orada var olabilir. Öyleyse ey Allah
Teâlâ’nın kullan! Allah Teâlâ’nın rahmetinin genişliği, kapsamı ve belirli bir
süre sonra bile olsa Allah Teâlâ’nın dışındaki her yaratılmışa nüfuz edişiyle
sevinin. Çünkü dünyanın yok olmasıyla eziyet çeken herkesten eziyet, eziyet yok
olunca sabır da yok olacaktır. Cezalandırmanın sebeplerinden biri de eziyettir,
o ise yok olmuştur. Öyleyse rahmet ve gazabın ortadan kalkması kaçınılmazdır.
Başka bir ifadeyle rahmetin -Allah Teâlâ’nın izniyle ve Allah Teâlâ dilerseAllah
Teâlâ’nın ihsanıyla her şeyi kuşatması zorunludur. Bu, bizim Allah Teâlâ
hakkındaki zannımızdır. Allah Teâlâ kutsi bir hadiste şöyle der: ‘Ben kulumun
bana dair zannına göreyim. Benim hakkımda hayır zanda bulunsun.’ Allah Teâlâ
bunu bildirdiği gibi bunu emrederek zanlı ya da başkası hakkında
sınırlamamıştır. Bu nedenle acıya yol açacak şey (tat anlamındaki) ‘azap’ diye
isimlendirilmiştir. Bu ise, Allah Teâlâ’dan kullarına dönük bir müjdedir. Bunun
anlamı şudur: Zorunlu olarak acı duyacağınız şeyden, rahmet sizi kuşattığında
cehennemde bile haz alacaksınız. Nitekim yanan da ateşin sıcaklığından haz
alır. Donan ise, zemherinin soğukluğundan haz alır. Bu* nedenle cehennem mizaç
farklılığı nedeniyle hem ateşi hem zemheriri içerir. Belirli bir mizaç için
acıya yol açan şey, onun zıddı başka bir mizaçta nimete yol açar. Dolayısıyla
hikmet işlevsiz kalmaz. Allah Teâlâ cehennemliklere sıcakta kalanlar için
zemheriri bırakır. Ateşi ise ateştekiler için baki bırakır. Böylelikle hepsi
birden cehennemde nimetlenir. Öyleyse onlar öyle bir mizaçtadırlar ki, o mizaca
sahip olarak cennete girselerdi (cennetteki) itidal nedeniyle orada azap
görürlerdi.
Sonra bil ki sabır, edadarm
çeşidenmesi nedeniyle çeşidenir: Allah Teâlâ’ta sabır (fî), O’na eziyet verme
söz konusu olduğundadır. Allah Teâlâ karşısında sabır (mea), azapta azap edeni
görmektir. Allah Teâlâ’ya karşı (alâ) sabır, Rabbinin varlığına bitişmeksizin
nefsinin varlığıyla Rabbini yitirme halidir. Allah Teâlâ ile (bi) sabır,
Haklcın sabrın kendisi olmasıdır. Niteldm Hakk kulun duyması ve görmesi olur. Allah
Teâlâ’dan (min) sabır, güç ve kuvvetin insandan düşmesidir. Artık ‘Güç ve
kuvvet Allah Teâlâ’ya aittir’ demezsin. Bu durumda sabır yardım istemeyle
ortadan kalkar. Allah Teâlâ’dan (anillah) sabır, makam halamından sabrın en
üstünüdür. Bu ölümle ortadan kalkan ve ahirette bulunmayan sabırdır. Çünkü bu
sabrın sahibi, sabrı es-Sabur ismini Allah Teâlâ’ya nispet ettiği şekilde Allah
Teâlâ’ya nispet eder. Bu nedenle dünyanın yok olmasıyla ortadan kalkar. Kulda
ise dünyadan ayrılmayla ortadan kalkar. Sen ldmden ayrılırsan, o da senden
ayrılmıştır. Bunlar, sabrı Allah Teâlâ’dan alan kimselerdir. ‘Bu bilgiyi
falandan aldım’ dediğinde, bilgide o kişiyle birsin.
Süleyman Peygamberin ‘İyiliği
Rabbimin zikrinden dolayı sevdim’419 sözü buna
benzer. Çünkü o, iyiliği ‘hayır’ diye isimlendirmiş ve hayır Allah Teâlâ’ya
aittir. ‘Rabbimin zikrinden’420 diyerek,
Rabbinin ona hatırlatması nedeniyle onu sevdiğini belirtmiştir. Sonra, Rabbinin
iyiliğiyle sevinerek ve hoşnut kalarak, elini onun kölderine ve dallarına
sürmeye başladı. Çünkü o, iyiliği (hayrı) sevmeyi sevmişti! iyiliği sevmek ile,
ya Allah Teâlâ’nın onu sevmesi ya da -iyiliğin sevgiyle nitelenmesi
bakımındaniyiliğin sevilmesini kast eder. Hayır ve iyilik de, hayırlıları
sever, çünkü onlar, onun var olduğu yerdir. Süleyman da ‘Hayrı
sevmeyi sevdim5421 demişti.
Yani ben sevgimde, tıpkı sevgisindeki iyilik gibiyim. Bu nedenle adar ortadan
çekildiğinde, yani rahvan adar kaybolduğunda, onlara özlem duymuştu. Çünkü
Süleyman, haz veren niteliği onun adına zorunlu lalan yeri yitirmiştir. Çünkü
haz, onun adına bir tecelligahtır. Bu nedenle ‘onları
bana getirin’422 demişti.
Ayette geçen ‘tevari (ortadan
çekilmek, perdelenmek)’ kelimesini güneşe ait sayan yorumcular vardır. Halbuki
ayette güneş zikredilmediği gibi -onların zannettiği gibinamaz da zikredilmedi.
Ayrıca onlar, burada Kuran tefsirinde Yahudi hikâyelerini almıştır. Peygamber
ise, bize Ehl-i kitabı ne doğrulamayı ne de yalanlamayı emretmiştir. Kuran’ı
Yahudi hikâyeleriyle yorumlayan kimse, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in
emrini; Allah Teâlâ’nın peygamberinin emrini reddeden ise, Allah Teâlâ’nın
emrini reddetmiş demektir. Çünkü Allah Teâlâ bize Peygambere itaati, bize
verdiğini almayı ve yasakladığı şeyden uzak durmayı emretmiştir. Çünkü bizi
İsrailoğullarının peygamberlerinin rivayetierine ya peygamber ulaştırabilir -ki
onu tasdik ederizya da Ehl-i kitap bizi onlardan haberdar eder -ki bu durumda
da çekimser kalırız. Kitabımızda ya da Peygamberimizin sözünde bu rivayeti bulamazsak
ve akli kanıdarda onu reddeden veya onaylayan bir şey olmazsa, ona dayanarak
hüküm vermeyiz. Burada ayetin bağlamı ise, açık bir şekilde, söz konusu
müfessirlerin yorumuna işaret etmez. ,
Onların ‘Süleyman’ı
denedik’42* ayetinin yorumu hakkındaki imalarına
gelirsek, burada söz konusu olan, o fitne değildir. Bu deneme, adarla ilgili
ise haberdar olmak demektir. Bu durumda adarı gördüğünde denemenin amacı,
Süleyman’ın onları Allah Teâlâ’yı hatırlayarak mı, yoksa kendilerinden dolayı
mı seveceğinin öğrenilmesidir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem,
Süleyman’ın atları Rabbini hatırlamak üzere sevdiğini -kendileri için
değilbelirtti. Bununla beraber o, güzel, alımlı ve Süleyman’ın muhtaç olduğu
bir şeydi. Söz konusu şey, Süleyman’ın kendisinden sonra kimseye verilmesini
istemediği mülkün bir parçasıydı. Hakk Süleyman’ın bu isteğini genel anlamda
kabul etmiş, sıkıntıyı kendisinden kaldırarak ‘İşte
bu bizim ikramımızdır, hesapsız olarak ver ya da dağıt, onun bizim nezdimizde -yani
ahiretteiyi bir makamı vardır.’424 Yani bu
mülk, diğerlerinde olduğu gibi ahiret mülkünden bir şeyi eksiltmez. Halbuki
başkaları adına böyle bir mülk, dünyada nimedendiği ölçüde ahiret nimetinden
eksiltir. Allah Teâlâ bir grup hakkında şöyle der: ‘Siz dünya
zevklerine daldınız ve onlarla nimetlendiniz.H2S
Bu taksime göre Allah Teâlâ’dan
sabır, sabır türlerinin en yücesidir. ‘Allah Teâlâ’dan sabır’, sıradan
insanların zannına göre, bir şeyden ayrılmak nedeniyle o şeye karşı duyulan
sabır gibidir. Allah Teâlâ ehlinin düşüncesi ise böyle değildir. Şibli bir
gencin ‘Allah Teâlâ’dan sabır sabrın en büyüğüdür’ dediğini duyunca bayılıp
düşmüş. Yani, Allah Teâlâ adamlarının kâmillerinin ulaşabildiği bu makamın
büyüklüğü nedeniyle baygınlık geçirmiş. Şibli’ye gencin sözünden bir parıltı
gözükünce, onun vâridi Şibli’nin yerinde güçlenmiş, bayılmasına yol açmıştı.
Yerin gücünden daha etkili her vârid böyledir. Böylelikle vârid, (ulaştığı)
yerde bayılma ve kendinden geçmeye yol açar. Allah Teâlâ ehlinin ise, Allah
Teâlâ’dan sabır hususunda sıradan insanların yorumuyla ilgili bir tecrübeleri
yoktur.
Nur ehli ariflerde sabrın dereceleri
üç yüz yirmi üçtür. Sır ehli âriflerde ise iki yüz doksan üç derecedir. Nur
ehli Melamilerde iki yüz doksan iki derece, sır ehli Melamilerde ise iki yüz
altmış iki derecedir.
YÜZ
YİRMİ BEŞİNCİ BÖLÜM
Sabrın Terki Makamının Bilinmesi ve Sırları
Her hücumunda Hakkın kahrına karşı durulur
Ariflerde sabır olmaz, çünkü onlar Dalgalı
bir denizde zayıf gemi içindedir
Allah Teâlâ sana öğretsin, bilmelisin
ki, sıradan insanların bildiği sabırda ilahi kahra karşı koymak ve Allah Teâlâ
karşısında saygısızlık vardır. Allah Teâlâ kullarını kendisine yakarsınlar ve
kendilerini sınadığı hususların kaldırılmasını istesinler diye denedi. Çünkü
sabır, üzerlerinde yaratıldıkları ilahi suretin nefslerinde yol açtığı
hastalığa karşı bir ilaçtır. Çünkü suretin kendisinde kemale -suretin kemali
halifeliktir ve onlar Allah Teâlâ adamlarından kâmil olanlardırermediği kimse
bir iddiada bulunur. Halifelik derecesini elde edememiş kimse, surete sahip
değildir. Çünkü o, toplam vasıtasıyla suret üzerinde bulunur. Acıktığı için
ağlayan bir adam şöyle demiş: ‘Ağlayayım diye beni acıktırdı’. Öyleyse bu kişi,
O’nun için ve O’na karşı ağlanmıştır. Çünkü Allah Teâlâ adamlarının büyükleri,
kendilerini Allah Teâlâ’ya şikâyetten alıkoymaz. Onlar, Allah Teâlâ
sabredenleri övdüğünde kendilerini Allah Teâlâ’dan başkasına şikâyetten
alıkoyanlardır. Büyüklerin mezhebi ve yolu budur. Sümnûn Allah Teâlâ karşısında
saygısızlık yapıp nefsinde rıza ve sabrın hükmünü bulduğunda, ilahi kudrete
direnmek isteyip şöyle demiş:
Benim senden başkasında bir hazzını yok '
Nasıl istersen, öyle sına beni
Allah Teâlâ
da onu küçük abdestte zorlanmayla sınamış. Nefs afiyetten olan payını istemek
özelliğiyle yaratılmıştır ve Sümnun bu belayı isterken sağlıklıydı. Bu belayla
sağlık kendisinden alınınca, nefs yaratılış özelliğiyle -ki bunu nefsin
nitelikleri bahsinde zikretmiştiksağlığı talep etmiş. Daha önce de
belirttiğimiz gibi, Allah Teâlâ nefsin yok olmayan nitelikleri için bir takım
yerler belirlemiştir. Söz konusu nitelikler yok olsaydı, nefs de yok olurdu.
Nefsin bu talebi onun kendinden kaynaklanan bir niteliğidir. Alimlerin alimine
ve hakimlerin hakimine balanız! Nasıl da afiyet istemekte ve bunu
emretmektedir: ‘Allah Teâlâ’dan bir şey isteyeceğiniz zaman afiyet isteyiz.
Bir bela içindeyseniz, afiyet isteyiniz. Afiyet içindeyseniz, afiyetin
sürmesini isteyiniz.’ Bu kelime, ‘a/â el-eser (eser
kayboldu) kelimesinden türetilmiştir. Öyleyse afiyet, bulunduğu kişiden belanın
kalkması demektir. ,
.
Binaenaleyh kulun.acizliği,
yoksulluğu ve muhtaçlığıyla kalması Allah Teâlâ karşısında saygının bir
gereğidir. Çünkü Allah Teâlâ ile zenginlik, Allah Teâlâ’dan olamayacağı gibi
genel bakımından yaratıklardan da olamaz. Fakat başkası nedeniyle kendisinden
müstağni kalınabilecek belirli bir yaratıktan müstağni kalınabilir. Çünkü Allah
Teâlâ sebepleri boş yere koymamıştır. Bir kısmı kaldırılması mümkün olmayan
zâtî sebepler iken bir kısmı kalkabilen geçici sebeplerdir. Öyleyse cisimlik
kendisinde kalırken cisimden telif ve terkibin kalkması imkânsızdır. İşte bu,
varlıktan cismin kalkmasıyla yok olabilecek bir sebeptir. Esas sebepler kalkamayacağına
göre, Allah Teâlâ karşısındaki saygının gereğiyle geçici sebepleri de kabul
eder ve fakat onlara eğilmeyiz. Bunun yerine düşünceyi Allah Teâlâ’ya bağlı
bırakırız. Düşüncenin Allah Teâlâ’ya Allah Teâlâ için bağlanması geçerli değildir.
Böyle bir şey imkânsızdır. Düşünce Allah Teâlâ’ya sebepler nedeniyle bağlanır.
İşte bu, onları bilmenin tanımıdır.
Kuşkusuz sabrm terkinin ne demek
olduğu açıklanmış oldu.
YÜZ
YİRMİ ALTINCI BÖLÜM
Murakabe Makamının Bilinmesi
Her işte O’nu gözet Çünkü O da seni gözetmekte
Huzurda ve gaybette bir takım işler için
Bunun için her halde bir nasibim var
Boşalma vakti
geldiğinde,
Şaşılacak olsa bile
önemsemem
Murakabe, kendisinde ‘şirbimiz’in
(içme, pay) bulunduğu Hakka özgü bir niteliktir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah
Teâlâ her şeyi gözetendir.’426 Bu ayet, ‘O
ikisini korumak O’nu yormaz’427 ayetiyle
aynı kapsamdadır. ‘O ikisi’ derken kastedilen, yüce alem olan gökler ile aşağı
alem olan yeryüzüdür. Gerçekte ise bu İlcisinden başka bir şey yoktur. Alem
ise ikiye ayrılır; kendi başma ayakta duran alem ile kendi başına bilfiil var
olmayan alem. Kendi başma bilfiil var olan alem cevherlerdir. Kendi başma bilfiil
var olmayan alem ise olgular (ekvân) ve renklerdir. Bunlar, sıfat ve
arazlardır. Öyleyse cisim ve cevherler aleminin sürekliliği, arazların
kendilerinde yaratılmasına bağlıdır. Arazlar kendilerinde yaratılmadığında -ki
beka ve varlıkları ona bağlıdıronlar da yok olur. Arazların var olduktan
sonraki ikinci anda yok olduklarında kuşku yoktur. Öyleyse Hakk, cisimler
alemi ile ulvî ve süflî cevherler alemini sürekli gözetir (murakabe).
Cevherlerin sürekliliğinin bağlı olduğu bir araz yok olursa, aynı anda Allah
Teâlâ cevheri kendisiyle (yok olmaktan) koruduğu onun gibi veya zıddı bir arazı
yaratır. Öyleyse Allah Teâlâ, sürekli yaratır iken alem sürekli Allah Teâlâ’ya
muhtaçtır. Bu, cevherler ya da arazlar alemine ait zâtî bir muhtaçlıktır. İşte
Hakkın varlığını muhafaza etmek üzere yaratıkları gözetmesi budur. Bu da,
Kitabında ‘Her gün bir iştedir’42* şeklinde
dile getirdiği ‘şenlerdir’ (işler).
Hakkın kullarına dönük başka bir
murakabesi, kendilerini yükümlü tuttuğu emir ve yasaklarında belirlediği
sınırlarında kullarına bakmasıdır. Bu ise büyüklük ve tehdit (anlamı taşıyan)
murakabesidir. Allah Teâlâ, bir kısmı için yaptıkları her işte vekil olur. Bu
durum ‘Söyledikleri her sözde yanımızda bir gözetmen vardır’429 ayetinde
dile getirilir. ‘Saygın kâtipler yaptıklarını bilir’430,
‘Söylediklerini yazacağız’431, ‘Her şeyi apaçık bir imamda
yazacağız’432, ‘Allah Teâlâ, onların yaptıklarından habersiz
değildir’433 gibi
ayeder de bu kapsama girer. İşte bu, Hakkın kullarını gözetmesidir.
Kulun murakabesi üç kısma ayrılır:
Birincisi geçerli değil iken diğer ikisi kuldan meydana gelir. Geçerli
olmayanı, kulun rabbini murakabesidir. Kul Allah Teâlâ’nın zâtını bilmediği
gibi O’nun alemle ilişkisini de bilemez. Böyle bir murakabe, murakabe edilenin
zâtını bilmeyi gerektirdiği için kendisi de bilinemez. Başka bir grup ise, bu
murakabenin geçerli olabileceğini ileri sürmüştür. Çünkü şeriat, şanına yaraşır
şekilde, Allah Teâlâ’nın alemle ilişkisini tanımlamıştır. Allah Teâlâ her
nerede isek bizimle beraberdir. Allah Teâlâ Arş üstünde ‘istiva’ etmiştir. Allah
Teâlâ yerdedir. Gizlimizi ve açığa vurduğumuzu bilir. O gökte de böyledir.
Yakın göğe iner. O, her mümkün mazharda zuhur edendir. Allah Teâlâ’dan bu
kadarını öğrendik ve bu tanıma göre O’nu murakabe ederiz. Bizim eşyayı murakabe
etmemiz, Allah Teâlâ’yı murakabe etmemizin aynısıdır. Çünkü Allah Teâlâ her
şeyde görünendir. Bazı insanlar ‘Gördüğüm her şeyden önce Allah Teâlâ’yı gördüm’
demiştir ki, murakabe kast edilir. Başka biri ise ‘Gördüğüm her şeyden sonra’,
başka biri ‘Gördüğüm her şey ile beraber’ biri ise ‘Gördüğüm her şeyde’
demiştir. Bu tarz insanlar, bu murakabeyi geçerli sayar.
ikinci murakabe ise haya (utanma
duygusu) murakabesidir. Bu kısım ‘Allah Teâlâ’nın gördüğünü bilmez mi?434 ayetine
dayanır. İnsan Allah Teâlâ’nın kendisini gördüğünü murakabe ederken bu ‘görme’
de onu murakabe eder. Dolayısıyla kul Hakkın onu murakabe edişini murakabe
eder. İşte bu, ‘murakabenin murakebesidir’ ve dince emredilmiştir. Üçüncü murakabe
ise kulun kalbini, zahirî ve bâtınî nefsini -Rabbinin onlardaki eserlerini
görmek üzeremurakabesidir. Böylelikle Rabbinin eserlerinden gördüklerine göre
amel eder. Aynı şey kendi dışındaki varlıklarda da geçerlidir. Kul Rabbinin
onlardaki eserlerini görmek üzere murakabe eder. Bu murakabe, ‘Ayetlerimizi
ufuklarda ve nefslerde kendilerine göstereceğiz’435 ayetine
dayanır. Bu murakabe, Hakk ile ilgilidir, çünkü O’ndan başka fail yoktur.
Murakabe, kulun murakabe yapmadığı
bir vaktin araya giremeyeceği şekilde, sürekli gözetme içinde olmak demektir.
Bunu öğrenip iyice araştırırsan, nefsinde, gözünün gördüğü varlıklarda, fikir
ve aklının ulaştığı varlıklarda, müşahedede sana gösterilen şeylerde, dış
varlığında ya da her nerede isen kendilerini öğrendiğin varlıklarda Hakkın
şe’nlerini öğrenirsin. Buradan, kendi düşüncelerini de öğrenirsin. Şer'î
ölçüler murakabeyi (düzenlemek) için, (Murakabeyi düzenlemek için de şer’î
ölçüler) gelmiştir. Bunlar beş tanedir: Farz, mendup, mubah, mekruh ve haram.
Ariflerden vuslat ve ünsiyet ehli
olanlarda murakabe derecelerinin ulaştığı sayı yedi yüz yetmiş dörttür. Ünsiyet
ehli Melamilerde yedi yüz kırk üç, edepli melamilerde üç yüz kırk sekizdir.
Murakabenin alemlere dönük nispederi de vardır. Mülk alemine dönük iki nispeti
varken melelcût alemine -her iki grubun edep sahipleri içintek nispet, ünsiyet
ehli için ceberut alemine dönük üç nispet vardır.
Biliniz Ki Allah Teâlâ, bu bölümü
yazarken vakıada daha önce bilmediğim bir konuyu bana öğretti. Söz konusu
vakıa, berzah aleminde gerçekleşti ve bana şöyle denildi: ‘Dünyanın uyuyanın
annesi olduğunu duydun mu?’ Ben de ‘evet’ dedim. Bana ‘Bu bölümde ona bir yer
ayır’ denildi. Ben de istihareye yattım.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem şöyle der: ‘Dünyanın çocukları vardır.’ Dünyanın çocukları var ise dünya
onların annesidir. Annenin âdeti, mürebbiyesi olduğu çocuklarını gözetmektir.
Dünya, çocukları üzerinde annelik şefkatine ve ahiret hayatının zararının
etkisinden korumak üzere onları gözetme duygusuna sahiptir. Çocuklar ahirete
yönelir. Dünya ise çocuklarına ahiret hayırlarını görmekten engeller.
Böylelikle hallerini gözetmeleri güçleşir.
Bilmelisiniz ki, dünya ilk yerdir,
bize yakındır (dünya: yakın), onda var olduk, ondan başkasını görmedik. O
halde, dünya bize görünendir. Bu yönüyle dünya bizi koruyan ve bize merhamet
edendir. Allah Teâlâ’ya yaklaştıran amellerimizi dünyada yaptık. Allah
Teâlâ’nın şeriatları orada ortaya çıktı. Bütün ilahi isimleri kendinde toplayan
yerdir dünya. Cennet nimederi ve cehennem azapları orada ortaya çıktı. Sağlık
ve hastalık, mutluluk ve üzüntü, gizli ve aleni oradadır. Ahirette bulunan her
şeyde dünyanın bir benzeri vardır. Orası Allah Teâlâ’ya itaat eden güvenilir
yerdir. Allah Teâlâ kullarına vermek üzere bir takım emanetleri dünyaya
bırakmıştır. Dünyanın çocuklarının hallerini gözetmesini sağlayan şey bu
özelliğidir. Dünya kendilerine ulaştırdığı bu emaneder ile onların ne yapacağını
gözeder: Acaba, emanete her birisinin konuluş gayesine göre hakkıyla riayet
edecelder mi? Emanederin bir kısmı çocukların nefslerinin gayelerine uygundur
ve dünya onları da gözeder. Acaba bu konuda kendilerine verilen şeylere kendi
eliyle Allah Teâlâ’ya şükredecekler mi? Bir kısmı gayelerine uygun değildir. Bu
durumda da dünya onların hallerini gözeder: Acaba emanederi rıza ve
teslimiyede kabul edecekler mi? Çünkü onlar Allah Teâlâ’dan gelen birer
hediyedir. Birinci tür hakkında, ‘İhsan sahibi nimet veren Allah Teâlâ’ya
hamdolsun’ derlerken amaçlarına uymayan durumlar hakkında, ‘Her durumda Allah
Teâlâ’ya hamdolsun’ diyerek sevinç ve üzüntüde Allah Teâlâ’ya hamd edenlerden
olurlar. Allah Teâlâ da emanederi kuşkudan arınmış temiz ve saf bir halde
kendilerine sunar.
Dünyanın bazı çocuklarının mizaçları,
su için bir arazi ve kendisine konulan şeyler için bir kaba benzer. Bu yerin
mizacı suya edd eder. Çünkü su, bütünüyle temiz, asıl bakımından tadıdır. Söz
konusu su, yağmur suyudur. Yeryüzünün bir bölgesinde biriktiğinde -ki
arazilerin
yapısı farklıdırgüzel mizaçta tat
ortaya çıkarken geldiği şekilde temiz ve hoş olarak onu aslı üzerinde korur.
Ayrıca, kendi durumuna ilave olarak, mizacına bir tadılık ve temizlik ekler.
Bu, sağlıklı-temiz sudur. Bir yer suyu acılaştırırken başka bir toprak daha da
acılaştırır. Böylelikle söz konusu yerler suyun temiz haline etki eder.
Şeriat -anneyle değilçocukların
davranışlarıyla ilgilidir. Allah Teâlâ, ‘anne ve
babaya iyilik yapmayı’436 emretti.
Bu konuda başka bir ayet, ‘Anne ve babaya öf bile deme, onları
azarlama, onlara güzel söz söyle, onlara rahmet kanatlarını ger ve Rabbim
onlar beni küçükken terbiye ettiği gibi sen de onlara merhamet et de’437 buyurur.
Öyleyse Allah Teâlâ, bu konularda sadece kullardan ortaya çıkan davranışları
bildiği için, tavsiyede bulundu. Bu nedenle fiillerinde bu hükümleri
gözetmelerini (murakabe) emretmiştir Ki, bu sayede onlar da emrettiği şeyleri
yerine getirebilirler. Dünya, oğullarına karşı şefkatli, sevecen ve
merhametlidir; ahiret aydınlığının onları kendisinden koparmasından endişe
eder. Çünkü bu esnada mahal dünyadır ve hüküm ona aittir, ondan ayrılmak uygun
değildir. Nitekim insanlar oraya göçtüğünde dünya ahiret diyarına bir itiraz
da bulunmaz. Öyleyse dünya, hüküm vermek bakımından ahiretten insaflıdır,
çünkü kendi otoritesinin geçtiği yerdedir. Ahiret günü gelip gün onun günü
olduğunda ise, dünya ahirete karşı çıkmaz ve onunla didişmez. Dünya,
insanlardan herhangi birinden daha insaflıdır!
Katade şöyle der: ‘Dünya ne kadar da
insaflıdır! Kendinde kötülük yapanın kötülüğüyle kınanmış, iyilik yapanın
iyiliğiyle övülmemiştir. Dünya özü gereği kötülüğü ve çirkinliği vermiş
olsaydı, herhangi bir peygamberin ve salih kulun onda bulunması mümkün olmazdı.
Nasıl olabilirdi ki? Allah Teâlâ onu itaat etmekle niteleyerek şöyle der: Ulvîsiyle
(gölder) ve süflisiyle (yerler) ‘itaatkâr olarak geldik’438.
Başka bir ayette ise ‘Yeryüzüne salih kullarım varis
olacaktır’439 buyrulur.
Salih insan, ancak kendisinde tasarruf edebileceği salih ve iyi mala varis
olabilir, çünkü salih bir kuldur. Allah Teâlâ, ‘bütün kullar yeryüzüne varis
olacaktır’ dememiştir. Bu durum, dünya terekesinin salih bir kazanım olduğunu
ve Allah Teâlâ’nın salih kullarının ona varis olduğunu gösterir. Peygamber
şöyle buyurur: ‘İçinizden biri 'Allah Teâlâ dünyayı İanedesin' dediğinde,
dünya 'Allah Teâlâ bizi Rabbine asi edeni İanedesin' der’. Böyle biri, onu
laneriediği ve adını açıkça zikrettiği için dünya için kötü bir oğuldur. Dünya
ise -oğullarına merhametindenoğlunu lanetleyememiş ve Rabbine ‘Bizi asi kılanı Allah
Teâlâ lanetlesin’ demiş, onu ismiyle zikredememiştir. İşte bu, annenin oğluna
olan şefkat ve merhametidir.
Ne şaşılacak iştir! Allah Teâlâ’nın
bize emrettiği itaat sınırında duramadık, onu başaramadık, annenin (dünya)
tanık olduğumuz huylarına, bize olan şefkat ve merhametine vefa gösteremedik. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem, ‘Dünya müminin ne güzel bineğidir! Onun üzerinde
iyiliğe ulaşır, kötülükten onun vasıtasıyla kurtulur’ buyurur. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem, kötülükleri kendilerine hatırlatıp onları
kötülüklerden kaçırmak, iyilikleri süsleyerek kendilerini iyiliğe yöneltmekle,
dünyayı çocuklarına karşı duyarlılıkla nitelemiştir. Dünya oğullarıyla
yolculuk eder ve onları iyilik diyarından kötülük diyarına taşır. Bunun nedeni
Allah Teâlâ’nın kendisine indirdiği ve ‘şeriatlar’ diye isimlendirilen ilahi
emirleri güçlü bir şekilde müşahede etmesidir. Böylece kullarının Mutlu olması
için o hükümleri yerine getirmelerini ister. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem de dünyayı en güzel nitelilderle nitelemiş, onu iyiliklerin yeri
yapmıştır. Murakabe ehlinin başlama noktası, bu niteliği elde etmek üzere,
‘annelerinin’ hallerini gözetmek olmalıdır. Çünkü çocuk, gözlerini annesinin
yanında açar ve ondan başkasını görmez. Bunun yanı sıra çocuk doğal olarak
annesini sever ve babasından çok ona yönelir. Çünkü çocuk, kendisini terbiye
edenden başkasını tanımaz ve onun davranışlarını taklit etmesi kaçınılmazdır.
Şöyle sorabilirsin: ‘Peki dünya niçin
ahireti kıskanır?’ Daha önce de belirttiğimiz gibi, yetki dünyaya ait iken -ki
dünya böyle itaatkârdırahiretin burada bir otoritesi yoktur. Ahirette olan şey,
dünyadaki haz ve acılardır. Öyleyse iki diyar eşittir. Bu nedenle çocuklarının
ahirete yönelmesi dünyaya güç gelir. Çünkü onları ahiret doğurmadığı gibi
terbiye etmekle de yorulmamıştır. Bütün bunlara ek olarak insanlar, Şâri’nin
belirlediği kötü fiillerden yaptıklarını dünyayla ilişkilendirirler. Onlar ise
dünyanın değil, insanların halleridir. Çünkü kötülük yükümlünün fiilidir,
dünyanın değil! İnsanlar yaptıkları ve Şâri’yi razı eden belirlenmiş
fiillerini ise ahirede ilişkilendirir. Halbuki bunlar onların halleridir,
ahiretin değil! Çünkü iyilik de yükümlünün fiilidir. Öyleyse dünya evladarına
ulaşan veya onlardan ortaya çıkan günahın ecrinin sahibidir. Dünyayı böyle
bilen kişi, onu tanımış demektir. Şeriat ve akla göre onun hallerini gördüğü
halde dünyayı böyle bilmeyen ve tanımayan kimse ise ahiret hakkında daha da
cahildir, çünkü o, ahiretin tadını tatmamıştır.
Bu noktada ahiret hallerini keşf ve
mütalaa ederken Allah Teâlâ yolunun ehlinin keşflerinde bir yanılgı ortaya
çıkar. Onların keşf ettikleri şey gerçekte ahiret değil, dünyadır. Allah Teâlâ
onu berzah aleminde keşf ya da uyku gözüyle yakazada bilmedikleri bir şekilde
ortaya çıkartmıştır. Onlar ise dünya hakkında zikrettiğimiz şeyi bilmedikleri
halde ateşi, kıyameti gördük diye rüyalarını anlatırlar. Halbuki orası nerede,
burası nerede! O genişlik nerede, bu genişlik nerede! Böyle bir insanın
gördüğü şey, Allah Teâlâ’nın onu yarattığı iyilik, itaat, hükümde adalet, öğüt
ve hayırhahlık ve hatırlatma özelliğindeki dünya halidir.
Bilindiği gibi, kıyamet henüz mevcut
değildir. Dünya hayatında görülen dünya kıyameti, dünya cenneti ve dünya
cehennemidir. Bu ikisi dünyaya hizmetçi olarak gelmiştir. Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Cenneti ve cehennemi duvarın üzerinde gördüm’.
Rivayete göre, küsuf namazında kıbleye doğru giderken bir miktar geri
çekilmiş, sonra ileri giderken elini ileri uzatmıştır. Sebebi sorulunca şöyle
demiş: ‘One geçerken cehennemi gördüm. Ateşi bana ulaşır diye korktum. Elimi
uzattığımda ise cenneti görmüştüm. Onun meyvelerinden kopartıp size göstermek
istedim. Onu getirseydim siz de ondan yerdiniz.’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem, cehennemde bir kedi sahibesini ve Amr b. Luhayyi adında kâfirlerin
kâfiri birini görmüştür vs. Bütün bunlar, uyanık bir halde namaz kılarken
oluyordu. Halbuki peygamber, ‘Ahireti gördüm, ahiret cennetini ve cehennemini
gördüm’ vs. dememiştir. Aksine ‘Bu duvarın üzerinde gördüm’ demiştir ki, o da
dünya hayatının bir parçasıdır.
Bu nedenle Peygamber şöyle der:
‘Cennet bana duvarın üzerinde canlandırıldı.’ Burada ‘Cennet duvarın üzerinde
idi’ dememiştir. Başka bir rivayette ise ‘Cenneti gördüm’ demiş, onu bir yere izafe
etmemiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bir cennetin misalinin
gösterilmesini zikretmiştir. Bir şeyin misal alemindeki sureti ise, o şeyin
kendisi değil, benzeridir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Bana misali
gösterildi’ demiştir. Nitekim Allah Teâlâ Cebrail hakkında ‘Meryem’e
yakışıklı bir insan suretinde göründü’440 demiştir.
Acaba Meryem’e gönderilen Cebrail, Cebrail’den başkası mıydı? Hayır, Vallahio
Cebrail idi. Öyleyse Peygamber, cennet ve cehennemi dünyada, dünya hayatında ve
dünya diyarında görmüştür. Allah Teâlâ kendisini överken ‘Göklerin
ve yerin mülkü Allah Teâlâ’nındır’44' diye
buyurur. Bu ikisi de dünya hayatına aittir.
Ahiretteki her şeyin dünyada olduğunu
kabul ettik. Bunların bir kısmını biliriz, bir kısmını bilmeyiz. Üstelik
dünyada ahirette bulunmayan bir ilave vardır. Öyleyse dünya yaratılış
bakımından daha tamdır. Yükümlülük ve bütün amaçların gerçekleşmeyişi
olmasaydı, ahiret onunla denk olamazdı. Şöyle diyebilirsin: ‘Dünyanın ahiretten
üstün olan ilavesi nedir?’ Şöyle deriz: ‘Ahiret ayrım, dünya hayatı ise karışım
ve ayrım yeridir. Öyleyse cehennemlikler ve cennetlikler ayrışır. Cennet ehli
cennette, cehennem ehli ateştedir. Hepsi yüzlerinden tanınır. Dünya hayatında
da ahiretteki ayrım vardır, fakat onun kadar genel değildir. Çünkü Allah
Teâlâ’nın bildirmesiyle dünya hayatında peygamber ve nebilerin bulunduğunu
öğrendik. Aynı zamanda peygamberlerin mutlu olarak müjdeledikleri kimselerin
varlığını öğrendik. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Dünya
ve ahiret hayatında onlar için müjde vardır.’442 Dünyanın
genelliği budur. Muduluk ehlinden kimse, bir nefeslik bile olsa maksat
gerçekleşir ve dünyadan müjdelenmeden ahirete gitmez. Buna karşın
peygamberlerin bedbahdıkla müjdelediği kimse bu özelliğiyle ayrışmıştır. Allah
Teâlâ şöyle der: ‘Onları azap ile müjdele.’443 Burada
Peygamber insanların çoğuna karşı susmuş ve bedbahtları belirtmemiştir.
Ahiretteki bedbahdarın nitelikleri bu
hayatta mutlular üzerinde gözükür. Bunlar üzüntü, bela, ağlama, zillet ve huşu
gibi niteliklerdir. Ahirette mutluların nitelikleri ise, bu diyarda cehennemlik
olan bedbahtlar üzerinde ortaya çıkar. Örnek olarak iyilik, nimet, sevinç,
amaçlara ulaşmak, emirleri yerine getirmek gibi huyları verebiliriz. Çünkü bu
yaratılış bu niteliklerden bir payın olmasını gerektirir. Bunların bir kısmı
bunları tek bir yerde bir araya getirirken bir kısmı iki diyarda bir araya
getirir. Böylelikle mümin iman ile nitelenmek üzere kâfirin niteli' ğiyle
belirirken kâfir ise iman ile nitelenmek üzere müminin niteliğiyle görünür.
Allah Teâlâ mümini ve bedbahtı iman
ve küfür lafzında ortak yapmıştır. Bunlar, anlamları belli lafızlardır.
İnsanların çoğu, imanı ‘Allah Teâlâ’ya iman etmek’ ile ilgilendirirken küfrü
bâtıla inanmayla irtibatlandırır. Allah Teâlâ ise ‘Bâtıla
inananlar’444 diyerek
onları ‘müminler’ diye isimlendirir. ‘Ve Allah
Teâlâ’yı inkâr edenler.’445 Dünya
ahiret hayatının sahip olduğu şeye sahip iken ahirette bulunmayan bu ilaveye de
sahiptir. Teşri, ahirette sadece bir yerde gerçekleşir ki orası insanların secdeye
çağrıldıkları yerdir. Bu secde ile Araftakilerin terazilerinin ağır gelmesi
sağlanır. İnsanlar ise bunun farkında değildir. Bu açıklama nedeniyle Allah
Teâlâ ehlinden bir kısmı -ki kimseyi Allah Teâlâ’ya karşı tezkiye etmemşöyle
der: ‘Hakkın dünyada insanda bulunuşu, ahirettekinden daha kâmildir.’ Bu
düşüncedeki insanları gördük ve bazı meclislerde onlarla konuştuk. Bu
düşüncenin delili halifeliktir. Dünyada insan, hiç kuşkusuz, ahirettekine göre
ilahi niteliklerde daha kâmildir. Çünkü burada insan nimedendirme ve intikam
gibi ilahi niteliklerle gözükürken ahirette bunlar insanda ortaya çıkmaz. Çünkü
ahirette kimseye karşı nimet ya da intikam olmayacaktır. Şefaat etse bile izne
bağlıdır. Öyleyse nimetlendirme izin verilene aittir. Cennet ve cehenneme
gelirsek ‘ölümü kurban ettikten sonra’ hayır! Aksine, bu kitapta zikrettiğimiz
bir hikmet -nedeniyle, kıyamette intikamın bir yönü 'gerçekleşir. Örnek olarak
‘Yazık, yazık!’ gibi hadisi verebiliriz. Böylelikle onlar -Allah Teâlâ’nın
kullarıAllah Teâlâ’yı burada murakabe ederler. Bu ise, dünyanın oğullarını
murakabe etmesidir. Öyleyse dünya, çok gözetleyen bir annedir. Annenizin
ahlâkına sahip olun, mutlu olursunuz!
YÜZ YİRMİ YEDİNCİ BÖLÜM
Murakabenin Terki
Murakabe yapma!
Varlık’ta Bir’derı başkası yok 0 varlığın ta kendisidir
Bir durumda (hal) Sahip denir O’na Bir
durumda ise köle
Delilimi sorarsan: Muhtaçlık ayeti
Muhtaçlık Zengin ve Övülen’edir
Tilavette böyle geldi bir nas Mutluluğundan
uzak olanda ve yakında
Sonra ‘Allah Teâlâ’ya borç verin’ ayeti geldi
Eksiklik ortaya çıktı ki, artışın ta kendisidir
Murakabe, (Hakka) yakınlaşma için
misali (temsili) bir tenezzüldür. Allah Teâlâ’yı bilenlerin mertebesi ise,
Hakkın benzerinin olmamasını (kabul etmeyi) gerektirir. Böylelikle şekiller ve
benzerler ortadan kalkmış, İlah’ın durumu sınırlanmamış ve zabt edilmemiş, iş
bilinmez olmuştur. Hakkın bize malum olduğuna inandığımızda bile, O’nun malum
olmadığı açıktır ve O’nun hakkında sübutî bir bilgi gerçekleşmemiştir. Aksine
gerçek bir olumsuzlama ve akledilir bir nispet vardır. Bu nispeti dışta var
olan eserler sağlamıştır. Dolayısıyla nasıl, nerede, ne zaman, vaz‘, görelilik,
araz, cevher, ne kadar -ki miktar demektirvb. on kategorinin hepsi, ‘kesin bir
edilgenlik’ ve belirli bir fiilden ibarettir. Başka,bir ifadeyle bilinmeyen bir
failden ortaya çıkan fiilden ibarettir. O’nun eseri görülür, fakat haberi
bilinmez. Kendisi bilinmez ve var oluşu meçhuldür.
Öyleyse kimi murakabe edeceksin?
Gözün gördüğü, hayalin zabt ettiği, zamanın sınırladığı, nitelik ve hükümlerin
saydığı, hallerin nitelendirdiği, konumların ayrıştırdığı, göreliliğin izhar
ettiği, araz veya cevherin gösterdiği bir şey yok Ki! Nitelikleri kabul etmeyen
nasıl murakabe edilir ki? Bilgi hayali ortadan kaldırır. Öyleyse Allah Teâlâ
gözetendir, gözetilen değil! Allah Teâlâ koruyandır (hafız), korunan değil!
İnsanın koruduğu şey, kalbindeki itikadıdır. İşte bu, kulun Rabbinden
(kalbine) sığdırdığı kısımdır.
Öyleyse murakabe edersen, kimi
murakabe ettiğini bil! Kendinden uzaklaşmış ve zâtından başkasını bilmiş
değilsin. Öyleyse sonradan olan, ancak kendisiyle ilişkili olana ilişebilir. Bu
ise, söz konusu şeyden senin yanında bulunan şeydir. Senin nezdinde bulunan ise
sonradan olmuştur. Öyleyse sen kendi cinsinden uzaklaşmış değilsin ve gerçekte
nefsine yerleştirdiğin şeyden başkasına tapmadın. Bu nedenle Allah Teâlâ
hakkında sözler farklılaşmış, haller başkalaşmıştır. Bu bağlamda bir grup ‘o
şöyledir’ derken bir grup ise ‘öyle değildir, aksine şöyledir’, bir kısmı ise Allah
Teâlâ hakkındaki bilgide ‘suyun rengi kabın rengidir’ demiştir. Bu durum delil
ile etkindir, gözün görmesinde bu söz sahibinde etkindir. Bakınız! Hayret
bütün inançlara nasıl nüfuz etmektedir!
Hepsinin de hayreti büyük olmuş,
hasrederi sürmüş, Mabudunu bilemediği için maksadına ulaşamamışlardır. Bunun
nedeni, insanın elde edilmesi mümkün olmayan bir şeyi hedeflemesi, yolu
bilinmeyenin
yoluna kendini vermiş olmasıdır. Kâmilden daha mükemmel olan insan, Allah
Teâlâ hakkında bütün inançları kabul eden, O’nu imanda, delillerde ve inkârda
tanıyan kişidir. Çünkü inkâr, belirli bir itikada yönelmek gibidir. Öyleyse
hakikate (bir’e) ulaşmak istiyorsanız, O’nu her gözle görünüz! Çünkü Hakk,
tecellisi genel olandır. Her surette bir yüzü (vech) ve her alemde bir hali
vardır. Artık ister murakabe et, ister etme. Sadece sevap alan ve veren, ceza
gören ve cezalandırılan vardır.
ı |
[FÜTÛHÂT-I
MEKKİYYE'NİN] YÜZ BİRİNCİ KISMI
Rahman ve Rahim Olan Allah Teâlâ’nın
Adıyla
YÜZ YİRMİ SEKİZİNCİ
BÖLÜM
Rıza Makamı ve Sırlarının Bilinmesi
Rabbimderı korumasını istedim Her türlü kötülük ve eziyetten
Ondan görmek isterim (her şeyi)
Tıpkı ruhu gibi, soyutlanmış bir halde
O’ndan ısrarla isteyerek
O’nda yok olarak ‘Ona bağlanarak istedim
Kendinden çekip alınmış Kendinden geçmiş ve
alınmış
Öyle ki doğru diyebileyim Kendi halimizden:
Ne güzel
Ondan şöyle razı oldum Şundan dolayı ondan
razı oldum
Bunu O’na böyle nispet ederim Hüküm
bakımından böyledir
0 bir kesin delildir Mevcut bir şeye
Onu ‘den’ ve ‘dan’dan ayırırsın Şöyle ve bu
diye nitelersin
Mârifet sahibi olursun Hakkını bilen biri
olarak
Allah Teâlâ seni başarıya erdirsin,
bilmelisin ki ‘kesin delildir’ sözüm, rızanın çokluktan mevcut olan şeye kanıt
olması demektir. Kul mevcut olan ile -Allah Teâlâ karşısında saygının gereğiyleAllah
Teâlâ’dan razı olur, çünkü Allah Teâlâ’yı vekil edinmiştir.
Rıza, Allah Teâlâ ehli nezdinde görüş
ayrıhğı bulunan bir konudur. Rıza bir makam mıdır, hal midir? Hal sayanlar,
rızayı mevhibelere katarken makam sayanlar kazanımlara katar. Rıza, ilahi bir
niteliktir. Allah Teâlâ’ya izafe edilmiş her ilahi nitelik ise, vergi veya kesb
ile nitelenmez. Öyleyse kendisini yaratıklarla ilişkilendirdiğimizde rıza,
Hakka ait olandan farklı bir anlam kazanır. Bu durumda o yaratıklara göre kul
adına gerçekleşip sabit olursa makam, yok olursa haldir. Rıza gerçekte her iki
niteliği de kabul eder ki, bu doğrudur. Öyleyse rıza bazı insanlar için hal,
bazıları için makamdır. Her ilahi nitelik böyle ele alınır. O halde, ilahi
nitelikler yaratıklara nispet edildiklerinde inançların yerini alırlar. Allah
Teâlâ her inancı kabul ettiği ve her inanç O’nun hakkında doğru olduğu gibi
ilahi nitelikler de yaratıklara nispet edildiklerinde makamların ve hallerin
niteliklerini kazanırlar. Bu ve benzeri niteliklerin açıklaması böyledir ve
işin gerçeği de budur.
Allah Teâlâ kendini razı olmak
özelliğiyle nitelemiştir. Bu, kulun kendinden Allah Teâlâ’ya verdiği şeydir. Allah
Teâlâ ondan razı olmuş, kul da -bütün gücünü vermemiş olsa bileAllah Teâlâ’dan
razı olmuştur. Sonuçta bir güçlüğe düşmesine yol açacak şekilde bütün gücünü
harcarsa, onu güçlük ve meşakkade vermiş sayılır. Allah Teâlâ ise dininde
kullarından güçlüğü kaldırmıştır. Buradan ‘Gücünüz
yettiğince Allah Teâlâ’dan korkun*446, ‘Allah Teâlâ insanı gücü
ölçüsünde yükümlü tutar’447 gibi
ayederde dile getirilen güç yetirmenin tanımının güçlüğün ilk derecesi olduğunu
anladık. Kul bunu hissederse veya hissetmezden önce farkına varırsa, bu, dince
emredilmiş ‘güç yetirme’nin sınırıdır. Böylece kul ‘Gücünüz
ölçüsünde Allah Teâlâ’dan korkun’44* ayetiyle ‘Allah
Teâlâ dinde sizin için bir güçlük yaratmadı’449 ayetini ve
‘Allah Teâlâ’nın dini kolaydır’ hadisiyle ‘Allah
Teâlâ size kolaylık diler5450 ayetini ‘Gücünüz
ölçüsünde (Allah Teâlâ’dan korkun)’451 ayetinde
bir araya getirir. Sahabe (takvayla ilgili) ‘güç yetirme’den belirttiğimiz şeyi
anlayınca ‘takvanın hakkı1452 ifadesindeki
azimet karşısında ‘güç yetirme’ bir ruhsat olmuştur. Böylelikle Allah Teâlâ,
yükümlü tuttuğu şeyi herhangi bir güçlük çekmezden gücün ölçüsünde yerine
getirdiğinde senden razı olur. Sen de dünyada sana verdikleri nedeniyle Allah
Teâlâ’dan razı olduğun gibi bu konuda O’ndan razı olursun. Dünya hallerinin
bilhassa ‘itaat3 demek olduğunu açıklamıştık. Bunu ‘murakabe’
bahsinde açıklamıştık.
Hakk’ın dünya ve ahirette sana
verdiği her iyilik ve nimet, Allah Teâlâ’nın nezdindekine göre pek azdır. Allah
Teâlâ’nın nezdindeki şeyler sonsuzdur. Senin için gerçekleşen şey ise,
varlıkta gerçekleşmesi bakımından sonludur. Sonlunun sonsuza nispeti ise azın
azıdır. Hızır sudan içmek için denize gagasını daldıran kuş hakkında Hz.
Musa’ya böyle diyerek kuşun gagasıyla aldığı su ile denizi insanların ve Allah
Teâlâ’nın sahip olduğu bilginin örneği yapmıştı. Bu nedenle Allah Teâlâ amelin
azı hakkında ‘Allah Teâlâ onlardan razı, olmuş’453 demiş,
sevabın azı hakkında ‘Onlar da Allah Teâlâ’dan razı olmuştur™54 demiştir. Çünkü sonsuz olan şeyin
elde edilmesi mümkün değildir, çünkü o sonsuzdur. Bu nedenle rızanın az (ve
mevcut) ile ilgili olduğunu söyledik. Bu ise mevcut ile razı olmaktır.
Böylelikle Allah Teâlâ’dan ve Allah Teâlâ’dan (anillah) Allah Teâlâ’ta az ile
razı olunur.
Allah Teâlâ önce kendisinin
kullarından razı olduğunu zikretti. Allah Teâlâ’nın rızası, kendilerini yükümlü
tuttuğu amellerden güç yetirilebüenleri kabul etmesidir. Bunun karşılığında
gerçekleşen sevaptan kullar razıdır, çünkü onlar Allah Teâlâ’nın nezdinde
kendilerine ulaşandan fazlasının bulunduğunu bilir. Öyleyse Allah Teâlâ onlara
her an ve hal be hal sürekli ve kesintisiz olarak ulaştırır. Bununla beraber
meşru bir yükümlülükten kaynaklanan kulların amelleri kesilir, ibadetleri
kesilmez:
İyi ya da kötü amelin karşılığı
cennet ve cehennemliklerde bir sona erdiğinde, karşılıkları mutlularda ibadet,
cehennemliklerde zorunlu kulluk karşılığı olarak kalır. Bu ise, hiçbir zaman
kesilmeyen bir karşılıktır. İşte bu, rahmetin genişliğinin ve kapsayıcılığının
onlara verdiğidir. Çünkü rablik iddiasında bulunsalar bile günahkârlar zorunlu
kulluklarım görmekten ayrılmaz. Onlar, bulduklarını iddia ettikleri şey
hakkında yalan söylediklerini kendiliklerinden bilirler. İlgili olduğu şeyin
yok olmasıyla iddia ortadan kalkar, iddia esnasında ve bundan önce üzerinde
bulundukları kulluk nispeti geride kalır. Böylece ‘Belâ’ sözünün meyvesini
devşirerek irtidat ettikten sonra müslüman olan kimseye benzerler. Artık
hepsinin üzerinde ‘Belâ (Evet, Rabbimizsin)’ sözü hüküm sahibi olur, sahip
oldukları ölçüsünde bedbahtlığa maruz kalmalarından sonra hepsi sonunda
mutluluğa ulaşır. ‘Belâ’ sözü, başından sonsuza değin dünyada, berzah ve
ahirette kendilerine eşlik eder. Bazı insanlar ise, görünüşte, ortak
koşulanlar hakkında iddia ettikleri ilahlık nedeniyle tevhid hükmünden
kendilerini çıkartan geçici durumlara maruz kalır. Böylece O’nu ispat ettikleri
gibi ilave yaparlar. Onların bu ekledikleri, müminler için sebepler gibidir.
Arızî olan her şey, yok olduğu gibi
hükmü de yok olmasıyla yok olur, hüküm esasa döner. Esas ise, muduluğu
gerektirir. O halde, -Allah Teâlâ’nın izniyleherkes mutluluğa ulaşır. Bununla
beraber iki yer de kalıcıdır, her birini dolduranlar vardır. Rahmet de her
ikisine eşlik ettiği gibi burada da zorunlu kulluk herkese eşlik eder. Bazı
kimseler bu zorunlu kulluk üzerinde kalırken rablik iddiasında bulunan kişi
kendinden zıddını bildiği bir iddiada bulunmuştur.
O halde rıza makamı, sana
açıkladığımız şekildedir. Artık bundan sonra rıza için ister hal ister makam
ister ne hal ne makamdır de! Rızanın Allah Teâlâ’ya ve yaratıklara nispeti
arasındaki farkı da öğrenmelisin. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola
ulaştırır.’
YÜZ YİRMİ DOKUZUNCU BÖLÜM
Rızanın Terkinin Bilinmesi
Şekilcilere göre rızanın terki kınanmıştır Allah Teâlâ’yı bulanlarda ise ayettir
Yaratanlarım hakkıyla bildiklerini gösteren
ayetler O’nun vasıtasıyla fâni ve baki kalmaları yönüyle
İlah hükmüne bağlanan nefsten razıdır
Alametleri de nefstedir
Nefs de O’ndan razıdır ve hakkında yoktur
Ne bilgisi ne vecdi ve hazzı
Nefsin dışında aklın da yoktur
Ne rızası ve ne de bir
sonu .
Allah Teâlâ’nın mertebesi, ‘az’ ile
razı olunmayacak kadar geniştir (halbuki rıza az ile yetinmek demekti). Fakat Allah
Teâlâ’dan değil, (verdiği anlamındaki) O’ndan olandan razı eder. Çünkü Allah
Teâlâ’dan razı olmak, Allah Teâlâ adamlarının himmederini keser. Allah Teâlâ
ise, peygamberine hitap ederken ‘Rabbim! Bilgimi artır, de’455
buyurdu. Bununla birlikte, öncekilerin ve sonrakilerin bilgisi onun adına
gerçekleşmiş, bütün hakikatleri toplama özelliği kendisine verilmişti. Allah
Teâlâ’dan istenilip Allah Teâlâ’ya fazla gelebilecek bir iş yoktur. Allah
Teâlâ’dan istenilen şeyler sonsuzdur ve dolayısıyla O’nun nezdinde durulacak
bir ucu yoktur. O halde Allah Teâlâ’yı bilenlerden isen daha fazlayı istemede
geniş davran! Mümkünlerin genişliği bir bitiş kabul etmezken kendisi için
zorunlu hususlarda ve -her mümkünün O’nda bir sonu bulunamayacağı hakkındaki
bilgisine göreilahi genişlik hakkında ne düşünürsün? Böyle bir bilgi selb veya
ispat (olumlama ve olumsuzlama) nitelilderi bakımından mümkünün ilgili
olmadığı şeyler izafe edilebilir. Kul rızayı terk ettiğinde onu bu tanıma göre
terk eder. Öyleyse kul Allah Teâlâ’dan razıdır ve O’ndan razı değildir. Çünkü
O’ndan razı olmak, O’nu bilmemek ve nakıslık demektir. Kâmil kul ise, kemal
suretinde yaratılmıştır.
Bazı sûfıler, ‘Altmış küsür seneden
beri’ -ya da belli bir süre vererek‘Allah Teâlâ beni nahoş bulduğum hiçbir
duruma yerleştirmedi’ der. Pirler, bu sözün rıza makamının sürekliliğine
işaret ettiğini söylemiştir. Bununla ise, hallerin sabitliğine delil getirilir.
Çünkü onlara göre rıza hallerden biridir. Böyle bir hal, masum ve korunmuş
olmayandan başkası hakkında geçerli değildir. Dolayısıyla bu sözü söyleyen
kimse korunmuş ve masum kimselerden olabilir. Böyle değil ise, kaza edilen her
konuda değil, Allah Teâlâ’nın kendisini yerleştirdiği durumlar hakkındaki kazasından
razı olmayı kast etmiştir. Çünkü kaza edilen şeyde doğru bir görüş sahibi
isen, Hakkın yüzünü onda görmüş, (fakat) ondan razı olmamışsındır. Onu bu ilahi
göz ile görmez isen, gerçekte ondan razı olsan bile, Hakkın yüzünü görmüş
olmazsın. Allah Teâlâ, kulları için inançsızlığa razı olmaz. Öyleyse, bu hal
veya makamdan kendini koru! Çünkü o, Hakk ile didişme anlamı taşıdığı için,
üzerinde ayakların sabit kalamadığı kaygan bir zemindir.
YÜZ
OTUZUNCU BÖLÜM
Ubûdet Makamı (Zorunlu Kulluk)
Ben mârifetim nedeniyle nefsime müntesibim
Hakk için iki
nispetimizin de nedenli olması bakımından
Onun yaratıklar için illet olması bilinemez
Yüce kadrinin bilinmeyişi nedeniyle
O mutlak anlamda
müstağnidir
Muhtaç değildir,
Rahman tenziline (vahiy) yerleştirdi
Benim bu söylediğimi, Kuran da tafsil etti
Araştır ki, araştırmayla ayrıntısını bulasın
Ubudiyet (kulluk), ubûdete
mensubiyettir. Ubudet ise, nispetlerden arınmıştır: Ne Allah Teâlâ’ya ne de
kendine nispet edilir, çünkü Allah Teâlâ nispeti kabul etmez. Bu nedenle dilde
kelime (‘ubudiyet1 şeklinde) nispet harfiyle gelmedi. Öyleyse zelil
olanların en zelili, kendisiyle iftihar etmek üzere, başka bir zelile kendini
bağlayandır. Bu nedenle yeryüzü hakkında zelilliğini abartmak üzere ‘zelûl’
denilmiştir. Çünkü zelil varlıklar (söz gelişi insanlar), onun üzerine basar.
Bu durumda yeryüzü, onlardan daha zelildir. Öyleyse ubudiyet, zillet ve
yoksulluk makamıdır ve ilahi bir nitelik değildir. Ebu Yezid el-Bestami,
kendisiyle Allah Teâlâ’ya yaklaştığı her nitelikte ulûhiyetin bir payı olduğunu
görüp Allah Teâlâ’ya yaklaşmasını sağlayan bir sebep bulamayınca şöyle der:
‘Rabbim! Sana neyle ulaşabilirim ki?’ Allah Teâlâ ise, velîlerine hitap ettiği
gibi ona hitap ederek şöyle der: ‘Bana ait olmayan bir şey ile bana yaklaş!’
Ebu Yezid, ‘Sana ait olmayan şey de nedir Ki?’ diye sorunca Allah Teâlâ ‘Zillet
ve yoksulluk’ diye buyurmuştur.
Burada açıklanamayacak ve sadece Allah
Teâlâ’nın öğrettiği kimsenin bilebildiği bir sır vardır. Allah Teâlâ kullarını
kendisi hakkında eşi, çocuğu ve benzerleri olan; cimri ve mala muhtaç bir
yoksul diye konuşturmuştur. Yoksul denilmesi kulların ‘Biz
zenginiz^456
sözlerinden dolaylı olarak ortaya çıkar. Ardından Allah Teâlâ şöyle der: ‘Onların
söylediklerini yazacağız.’457 Allah
Teâlâ’nın yazması bir zorunluluktur. Bu, Allah Teâlâ’nın basiret gözünü açtığı
kimse için sırrın bulunduğu yerdir. Başka bir sır da ‘Allah
Teâlâ, ‘Allah Teâlâ yoksuldur, biz zenginiz’ diyenlerin sözünü duymuştur’458 ayetinde
vardır. Böylece onları cezalandırmada kâfirlerin arasına kattı. Kâfirler
(örtenler), Hakka zorunlu olan tenzih nitelilderini ve -isimlendirilenlerinde
değilniteliklerin isimlerindeki ortaklığı gizleyenlerdir. Öyleyse kulun anlamı
zelil demektir. ‘Arz-ı mabede’, zelil ve hor görülmüş yer demektir. Allah Teâlâ
şöyle der: ‘Ben cinleri ve insanları
ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.’459 Allah
Teâlâ, bunu bu iki cinsin dışındakiler için söylememiştir, çünkü insan ve cinlerin
dışında hiç kimse ilahlık iddiasında bulunmadığı gibi onlar Allah Teâlâ’dan
başkasında da böyle bir şeye inanmamış veya Allah Teâlâ’nın yaratıklarından
herhangi birine karşı büyüklenmemişlerdir. Bu nedenle Kuran, diğer
yaratıklardan farklı olarak onları zikretmiştir. İbn Abbas şöyle der: ‘Bana
ibadet etsinler, beni bilsinler demektir.’ Burada İbn Abbas lafzın gösterdiği
yorumu yapmamıştır. Bu yorum, ‘Benim için zelil olsunlar’ şeklindedir. O’nu
bilmeyen kimse, onun karşısında zelil olamaz. Öyleyse önce Allah Teâlâ’nın
izzet sahiplerini zelil eden Aziz olarak bilinmesi zorunludur. Bu nedenle İbn
Abbas ibadetin yorumunda mârifet kelimesine ulaşmıştır ki bu ona karşı
zannımızdır.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem kadar kimse bu makam ile tam olarak tahakkuk etmemiştir. Bu nedenle
Peygamber sırf kul, kendisini kulluk mertebesinden çıkartan bir zahit idi. Allah
Teâlâ onun kendisine izafe edilen -hüviyeti ve toplayıcı ismi bakımındansırf
kul olduğuna tanıklık ederek ismi hakkında şöyle der: ‘Ne zaman ki Abdullah
ayağa kalktı, O’na dua etti.’
Hüviyeti hakkında ise şöyle buyurdu: ‘Kulunu
geceleyin yürüten münezzehtir. 5460 Böylelikle onu kul
olarak yürütmüştür. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem kıyamet günü
makamını bildirmek istediğinde, sınırlayarak şöyle demiştir:
a ..
‘Ben Ademoğlunun efendisiyim!
Övünmem.’ Yani, efendi olmakla sizden üstün olduğumu anlatmak istemedim,
sadece bunu bildirmek istedim. Bu ise, bana uymakla yükümlü olduğunuz için,
size bir müjdedir. Bir rivayette ise ‘fahr’ yerine ‘fahz’ gelmiştir. Bu durumda
‘ben onu övünme maksadıyla söylemedim ve ben öyle biri değilim’ demektir. Çünkü
‘fahz’, yalanla gerçekmiş gibi gururlanmak demektir.
Ubudiyetini yerine getirirken Hakkın
karşısında kul, lambanın karşısında şahıs ile gölgesine benzer. Işığa
yaklaştıkça gölge büyür. Allah Teâlâ’ya yaklaşmak -O’na değilsana ait özel
nitelikle mümkündür. Işıktan uzak» laşıldığında gölge küçülür, çünkü seni
Haktan uzaklaştıran şey, Hakk ettiğin niteliğinden çıkman ve O’nun niteliğini
arzulamandır. Allah Teâlâ ‘her kibirli zorbanın kalbini
mühürler.’46' Kibir ve ceberut, Allah Teâlâ’nın
iki niteliğidir. ‘Tat, sen aziz ve kerimsin.’462 Bu,
‘Senden sana sığınırım’ ifadesinin tam açıklamasıdır.
Hakka özgü ve kendisinde ortaklığın
gerçekleşmediği herhangi bir sübûtî nitelik -selbî ya da İzafî olanlar
değilvarsa, bu makam sahibi özel anlamda onu bilir. Fakat zevk bakımından onu
bilenler azdır. Çünkü senin en özel niteliğin ile tam olarak özdeşleşip kendine
özgü Hakk geldiğinde ve onunla Hakkın huzuruna girdiğinde. Hakk sana senin
herhangi bir payının olmadığı en özel nitelik ile karşılık verir. Ortak bir
nitelikle geldiğinde ise ortak nitelikle karşılık verir. Bu niteliğin sana ve
ona nispet sırrını da bilirsin. Bu garip bir bilgidir. Onu tadan birini bulmak
nadirdir. Bununla birlikte o, sana ait olan birincinin altındadır. Bunu
hakkıyla bilmelisin ve öğrenmelisin! Ubudiyet makamı, bunu sana verir.
Ubudet makamına gelirsek, bu makamda Allah
Teâlâ hakkında hangi bilgiyi elde edeceğini bilemezsin. Çünkü o makamda Allah
Teâlâ’dan ve oluştan nitelikler silinmiştir. Ubudet makamı, son derece çetin
bir makamdır. Çünkü sûfilere (taife) göre, mümkün alemin nispeder olmaksızın
var olması (beka), geçerli değildir. Alem, özü gereği başkasıyla zorunludur.
Bu makama ise, mazharda zuhur edenin kulun niteliğiyle zuhur ettiği şeklinde
dikkat çekilebilir. Çünkü zuhur eden, herhangi bir mazharın hakikatiyle
boyanır. Öyleyse zuhur eden, ubudiyete nispet edilmez, çünkü onun ardında iniş
yoktur. Nispet edilen ise, mertebe halamından nispet edildiğinden aşağıdadır.
Öyleyse zuhur eden, Allah Teâlâ’ya nispet edilemez. Çünkü mahzarın verdiği
eser, zuhur edenden başkası değildir. Allah Teâlâ’nın ardında varılacak bir yer
yoktur ve bir şey kendine nispet edilemez. Bu nedenle ubudet, nispet harfi olan
‘ye’ olmaksızın gelmiştir. ‘Adam ubudiyet ve ubudet arasındadır’ denilir. Yani
zilleti açık, nispetleri bilinmezdir. Dolayısıyla nispet edilmez, çünkü kime
nispet edileceği belli değildir. Öyleyse o, kuldur-kul değildir.
YÜZ
OTUZ BİRİNCİ BÖLÜM
Ubudiyetin Terki Makamı
Bir nedenliye (malûl)
kendini bağladıysan, ona aitsin Sen halka değil, Allah Teâlâ’ya aitsin,
engel olunuz!
Biz mazharlanz, mabud ise zuhur edendir
Alemi izhar eden alemin kendisi, dikkat ediniz!
Beni anlamsız getirmedi, Hakkıyla O’na
ibadet edelim diye yarattı Şeriat ve düşünce böyle hükmetti
Ben O’na ancak O’nun suretiyle ibadet
ederim O dürmesinde (tayy) beşerin bulunduğu kimsedir
Kaza -suretimizi incelersennedir?
Tasarruf, hüküm ve kaderler nedir?
Hepsi köprüdür, eğer düşünürsen!
Köprüyü geçebilen başarısız olmaz
Ubudiyetin terki, mümkünlerin
yoklukta -ki onlarm aslıdırkalıcı ve onların Hakkın mazharları olduklarını
dikkate alan adına geçerli olabilir. Varlık, Allah Teâlâ’ya ait iken etki
mazharlara aittir. Çünkü onlar, zuhur eden her bir varlıkta sınırların (hadler)
sayesinde ortaya çıktığı şeye zuhur edenin varlığını doğrudan kazandırırlar.
Öyleyse mazharlar, daha çok sayıya benzer. Sayı varlığı olmayan akledilir bir
şey iken hükmü sayılanlarda ortaya çıkar. Sayılanlar ise, her ne olursa olsun,
var olanların suretleridir. Var olanların çokluk nedeni mümkünlerin (sabit)
a’yânıdır. Bunlar, varlıkların suretlerinin değişme nedenidir. Öyleyse sayının
hükmü her hüküm sahibinden önce gelir.
Bu ciltte bu bölümün başında sayı ve
sayılanlar konusuna ulaşınca uyudum. Rüyamda Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’i gördüm. Önündeydim. Birisi -kendileri de duyacak şekildebana ‘Sayıda
çokluğun en azı kaçtır?’ diye sorunca ben de ‘Nahivcilere göre üç, fakihlere
göre ikidir’ dedim. Bunun üzerine Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
‘Onlar da yanılmış, ötekiler de’ dedi. Ben de ‘Nasıl söylemeliyim?’ diye
sorduğumda şöyle buyurdu: ‘Sayı çift ve tektir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Çifte
ve teke yemin olsun!’463 Hepsi sayı
olduğu halde, onları ayırmıştır.’ Sonra mübarek eliyle beş dirhem çıkarıp
üzerinde oturduğumuz hasırın üzerine attı. İki dirhem ayrı, üç dirhem ayrı
düştü. Bana ‘Soru sorana hangi sayıyı sorduğunu sormak gerekir: Çifti mi, teki
mi?’ dedi. Sonra elini ikinin üzerine koyarak ‘Bu çift sayılarda çokluğun en
azıdır.’ Sonra elini üçün üzerine koyarak ‘Bu da tek sayılardaki çokluğun en
azıdır’ dedi. Sonra şöyle ekledi: ‘Bu meseleyi sorana böyle cevap vermek
gerekir. Gerçek bizce böyledir.’ Uyandım. Uyandığımda rüyayı gördüğüm gibi
buraya kaydettim.
Başka konularla ilgili ve Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem ile benim aramda geçen pek çok mesele (burada)
zikrettiğimin dışındadır. Onu rüyamda gördüğüm için son derece sevinmiş ve Mutlu
olmuştum. Hatırladığım kadarıyla uyandığımda, (hurmaların) kesilmesi hadisinde
yasaklamanın doğruluğu da vardı. Çünkü o, giderken konuşuyordu. Ben peygamberden
daha güzel muallim görmedim. Sonra bu bölümü yazmaya başladım.
Tekrar konumuza dönebiliriz: Sayının
hükmü, bütün hüküm sahiplerinin hükümlerini önceler. Sayı mümkünler hakkında
çokluk hükmü vermiş, mümkünlerin çokluğu ve istidat farklılıkları -tek olmalarına
rağmenkendilerinde zuhur edenin birliğine hükmetmiş, böylece mümkünlerin
çokluğu onu çoğaltmıştır. İş böyleyken, kulluğun bir dış varlığı olamamıştır.
Bu nedenle bu makam için ‘kulluğun terki’ denilir. Bir varlığı olmasa bile,
sayının hüküm ve gücünün bir yönü ‘Üç kişi yoktur ki, dördüncüsü O
olmasın, beş kişi yoktur ki akıncısı O olmasın veya daha azı’464
ayetinde dile getirilir. ‘Daha azı’ iki demektir ki, bu da zikredilen rüyamızı
destekler. ‘Ya da daha çoğu yoktur ki, her nerede olurlarsa olsunlar, Allah
Teâlâ onlarla birlikte olmasın.’ Kastedilen ise, sayı mertebeleridir. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Allah Teâlâ’nın doksan dokuz ismi vardır’ der. Bu
da sayının hükmüdür.
Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah
Teâlâ üçün üçüncüsü diyenler kâfir oldu.**65 Halbuki
‘üçün dördüncüsü’ diyenleri tekfir etmedi. Çünkü Allah Teâlâ ‘üçün üçüncüsü’ ya
da -dil bilginlerinin kullandığı anlamda‘dördün dördüncüsü’ olsaydı,
mümkünlerden biri olurdu. Allah Teâlâ ise, mümkün cinsinden değildir.
Dolayısıyla O’nun hakkında ‘mümkün’ denilemez. Allah Teâlâ her toplam ve çoğul
için tektir ve onlarla aynı cins altına girmez. Binaenaleyh Allah Teâlâ ‘üçün
dördüncüsü’, ‘dördün beşincisidir.’ Her iki durumda da Allah Teâlâ birdir. İşte
Allah Teâlâ denilen, budur.
Öyleyse Allah Teâlâ, mazharların
kendiliklerinde sahip oldukları suretler ile zuhur eden Varlık olsa bile,
mümkünler ile aynı cinsten değildir. Çünkü Allah Teâlâ, özü gereği varlığı
zorunlu olan iken mümkünler ezelde özü gereği yoklukları zorunlu olan
şeylerdir. Öyleyse mazharlar, kendilerine yerleşenlerde doğrudan hüküm
sahibidir. Nitekim kendisiyle süslenende süs de hüküm sahibidir. O halde
mümkünlerin kendilerinde zuhur eden ile ilişkisi, bilgi ve kudretin bilen ve
güç yetiren ile ilişkisine benzer. Ortada, bu nitelenen üzerinde ‘bilendir’ ve
‘güç yetirendir’ şeklinde hüküm verecek kimse yoktur. Bu nedenle, ‘Allah Teâlâ
özü gereği bilen ve özü gereği kadir olandır’ deriz. Bütün hakikatler de
böyledir.
Öyleyse sayı, bir varlığı yok iken,
özü gereği sayılanlarda hüküm sahibidir. Mazharlar ise, yine bir varlığa sahip
değil iken, zuhur edenin (göründüğü) suretlerinde ve birdeki çokluklarında
hüküm sahibidir. İlahi bilgide, bize göre, bu meseleden daha kapalı bir bahis
yoktur. Çünkü mümkünler, sûfilerin görüşüne göre, Haktan sadece varlık kazanmıştır.
Allah Teâlâ’nın basiretini açtığı kimselerin dışında kimse ‘sadece varlık
kazanmıştır’ sözünün anlamını bilemez. Bu ifadeyi kullananlar ise,
kendiliğindeki anlamını da bilemez. Çünkü Allah Teâlâ’dan başka mevcut olmadığı
gibi mümkünler de yokluk halindedir. Öyleyse bu kazanılan varlık, (a) mevcut
olmalıdır; o, Allah Teâlâ olmadığı gibi mümkünlerin (sabit) a’yânı da
değildir, (b) ya da Hakkın varlığından ibaret olmalıdır. Ne Hakk ne de mümkün
olmayıp ilave bir şey ise, bu durumda kazanılmış varlık, mevcut olmalıdır.
Mevcut ise kendi başına varlıkla nitelenmiş olur. Kendi başına varlıkla
nitelenen Hakk’tır. Çünkü delil, ezelde Hakk’ın varlığından başka bir varlık
olmadığını göstermiştir. Öyleyse Allah Teâlâ özü gereği varlığı zorunlu
olandır. Böylelikle Allah Teâlâ’dan başka kimsenin özü gereği var olmadığı
sabittir. Mümkünlerin a’yânı ise kendi hakikatleriyle Hakk’ın varlığını kabul
etmiştir. Çünkü sadece O var olabilir. Bu durum ‘Gökleri,
yeri ve ikisinin arasındakileri Hakk ile yarattık’466 ayetinde
dile getirilir. O, Sırf Varlık’tır. Öyleyse a’yânın hakikatlerinin verdiği şey,
O’na verilmiştir. Böylelikle tanımlar belirlenmiş, miktarlar ortaya çıkmış,
hüküm ve kaza yerine gelmiş, yükseldik, düşüklük, orta, farklılıklar ve
karşıtlıklar, varlık sınıfları, cinsleri, türleri, şahısları, halleri ve
hükümleri bir hakikatte ortaya çıkmıştır. Böylelikle aynı hakikatte şekiller
ayrışmış ve Hakkın isimleri ortaya çıkmıştır. Onlar varlıkta zuhur eden şeyde
eserlerin sahibidir. Bu durum, bu eserlerin kendilerinde zuhur edende
mümkünlerin a’yânına nispetine karşı duyulan kıskançlıktan kaynaklanır.
Eserler, ilahi isimlere ait ise -ki isim isimlendirilendirvarlıkta sadece Allah
Teâlâ vardır. Öyleyse O, hüküm veren ve hükmü kabul edendir. Çünkü O, tövbeyi
kabul edendir diyerek kendisini ‘kabul’ özelliğiyle nitelemiştir.
Bununla birlikte, meseleyi tam olarak
ortaya koymak güçtür. Çünkü bu konu ifade edilemez. Hükümlerinin çelişmesi ve
hızla değişmesi nedeniyle de tasavvur onu zabt edemez. Bu mesele ‘Atmadın1 -olumsuz‘sen
attığında’ ‘fakat Allah Teâlâ attı’467
-olumluayetine benzer. Burada Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in
varlığını olumsuzlamış, kendisini onun yerine koyarak Allah Teâlâ ismini ona
vermiştir. İşte bu, bu meselenin gereğidir, hatta iyice anlayan için meselenin
ta kendisidir. Allah Teâlâ’yı bilenlerin seçkinlerinde ubudiyetin terki bu
anlama gelir.
Daha aşağı tabakada olanlar ise
ubudiyeti terkin bâtında geçerli olamayacağını söyler. Bunun nedeni
yaratılmışın kendiliğinden inkâr edemeyeceği muhtaçlığıdır. Öyleyse onun zelil
olması zorunludur. Bu zillet ise, kulluğun ta kendisidir. İnsan kendisi
hakkındaki bilgisini dikkate almalıdır. Ubudiyetin mârifet yönünden terkine
gelirsek, bu, kulun -mümkün olması yönünden değiltasarrufu bakımından kulluğu
dikkate almasıdır ve bu yönden kendisine ‘ubudiyetten hareketle kul) denilir
ve kul mârifete yerleşir. Bu durumda kulluğu imkân yönünden değil, tasarruf
yönünden terk eder. Çünkü ubudiyetin hakikati, efendinin emirlerinin sınırında
durmaktır. Burada sadece emredileni yapabilecek bir memur (emredilen) vardır.
Fiiller ise kulun değil, Allah Teâlâ’nın yarattığı şeylerdir. O halde Allah
Teâlâ emredendir ve O emredilendir. Öyleyse kulun kul olarak ve efendisinin
emirlerini yerine getiren ya da onunla didişip ‘isyankâr’ diye
isimlendirilmesini sağlayacak gerçek bir tasarrufu nerede kaldı? Böylelikle
‘kul’ denilen kimse, fiilin zâhir ve bâtınına yayılmasıyla ilahi iktidarın
ortaya çıktığı bir yer olarak kalır. Bu ise ya emre uyarak ya da ona karşı
çıkarak gerçekleşir.
Bu durum söylediğimiz gibi olunca,
bir ‘eylem kulluğu’ yoktur. O halde kul, hükümsüz olarak mevcuttur. Bu ise,
sadece Allah Teâlâ ehlinden zevk sahibi bütün bilginlerde gerçekleşecek bir
makamdır. Şu var ki arkadaşlarımızdan bir grup ve bizden olmayan başka
birileri tersini söylemiştir. Onlara göre mümkünün kendi fiili vardır ve Allah
Teâlâ bazı mümkün fiilleri yapmalarını kullarına bırakmış, onları bu fiilleri
yapmakla yükümlü tutmuştur. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Namaz
kılınız, zekât veriniz.’468 ‘Allah
Teâlâ için hac ve umre yapınız.’469 Başka bir
ayette ise ‘Allah Teâlâ yolunda cihat ediniz’470 denilir.
Böyle ayeder çoktur. Onlar, kulun fiili olduğunu kabul ettiklerinde, tasarruf
kulluğunun terk edilmesi onlara göre geçerli olmaz. İmkân kulluğuna gelirsek,
hepsi de, bunun var olduğunda ve terkinin düşünülemeyeceğinde görüş birliği
halindedirler. Çünkü bu kulluk, mümkün için zâtı gereği var olan bir
özelliktir. Bazı arkadaşlarımız ise, kulluğun terkinde Hakkın kulun güç ve
organları olmasını dikkate almıştır. Bu durumda kul, kendi kulluğundan habersiz
kalır. Öyleyse bu, gerçekte bir terk değil, hal terkidir.
YÜZ
OTUZ İKİNCİ BÖLÜM
İstikamet Makamının Bilinmesi
İstikamet sahibinin özel bir veliliği vardır Bu özellikte tüm varlığı kuşatır
İstikamet sahibi için ruhlar iner Onun yasa
yapışında gizli bir sırla
İstikamet erbabını indirir Ulaşılmaz
menzilleri vardır
Ki hepsi Hakkın nitelikleri Naslar böyle
söyler, bakınız
Zikredilen mısralar, irademizin
dışında, lazım olmayanın lüzumu şeklinde gelmiştir ki, diğerleri de öyledir.
Çünkü herhangi bir çaba ve ön düşünme olmaksızın biz Allah Teâlâ’nın
söylettiklerini dile getiriyoruz.
Allah Teâlâ seni başarıya erdirsin,
bilmelisin ki Allah Teâlâ, peygamberinin şöyle dediğini bize bildirir; ‘Rabbim
dosdoğru yol üzeredir.’471 Böylelikle
Allah Teâlâ kendisini doğru yolda olmakla nitelemiş ve peygamberin sözünde hata
bulmamıştır. Bu ayet, ‘Her canlının perçeminden tutmuştur5472 ayetinden
sonra gelir. Var olan her şey, gerçekte ‘Rabbin yolunda’ istikamet üzeredir.
Çünkü sadece Hakkın perçeminden tuttuğu kimse vardır ve kimse perçemini doğru
yoldaki efendisinin elinden alamaz. Burada ‘canlı’ (dabbe) sözü belirsiz
gelmiştir geneldi Hangi eğiklik var ki, o terk edilsin? İşte bu bir zorunluluk,
o ise bif istikamettir. Allah Teâlâ bizi her hikmeti yerli yerine koymak için
başarıya erdirsin! Burada Allah Teâlâ’nın kullara dönük ilgisi ortaya çıkar. Allah
Teâlâ şöyle der: ‘Hepiniz için bir şeriat ve yöntem
belirledik.’473 Şeriat,
minhac kelimesinde geçen yolun hükümleridir. Bunların hepsi, Allah Teâlâ
tarafından yaratılmıştır. Allah Teâlâ’nın kendisinde yürümesini belirlediği
yolun dışına çıkan biri, hiç kuşkusuz, Allah Teâlâ’nın
yürümeyi belirlediği yoldan çıkmış
demektir. Aynı şekilde Allah Teâlâ’nın ona yürümesini emrettiği yoldan çıkıp
başka birinin yolunu tutan kişiyi de ‘sapmış kişi’ diye isimlendiririz. Her
birey -her birine görekendisi için yasa yapılmış şeriatta ‘doğru yoldadır.’
Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem bir çizgi çizmiş, çizginin sağında ve solunda da başka
çizgiler çizmiştir. Büyük çizgi kendisinin getirdiği şeriat ve yöntemidir.
Bunun için peygambere ‘O yolda yürümelerini ve ondan sapmamalarını söyle’
denilir. Çizginin kenarlarındaki diğer çizgiler ise önceki nebilerin şeriadarı
ve akla dayanan yasalardır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem elini büyük
çizginin üzerine koyarak ‘işte bu benim doğru yolumdur’474 ayetini
okumuş, onu kendine izafe ederek ‘Allah Teâlâ’nın yolu’ dememiş, onu ‘doğru’
diye nitelemiş, çizgilerin özelliği hakkında bir şey demeyip susarak ardından
şöyle demiştir: ‘Ona uyunuz.’475 Buradaki
zamir, Peygamberin yoluna gider. ‘Diğer yollara uymayınız.’476
Kastedilen, kendilerinin şeriatları olmaları bakımından öncekilerin yöntem ve
şeriatlarıdır. Onlardan bir hüküm benim şeriatımda bulunursa -onlarm şeriatı
olmaları bakımından değilbizim şeriatımız olmaları halamından ona uyunuz.
‘Yoksa sizi O’nun yolundan ayırır.’477 Yani söz
konusu şeriatlar, sizi Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in getirdiği
yoldan ayırır. Burada ‘Allah Teâlâ’nın yolundan’ demedi, çünkü hepsi, Allah
Teâlâ’nın yoludur. Bu yönüyle Allah Teâlâ, bütün yolların gayesidir. ‘Takva
sahibi olun diye, size böyle tavsiyede bulunur.’478 Yani siz
bu yolu, siz ile diğer yollarda yürümek arasına giren bir siper edinin.
Bu durum ‘Rabbimiz
Allah Teâlâ’dır deyip sonra doğru olanlar’479 ayetinin
işaret ettiği şeydir. Kastedilenler, kendi devrinde ve zamanında herhangi bir
şeriata uyanlardır. İstikamet üzerinde olmak ise Allah Teâlâ’nın belirlediği
şeriata göre doğru yolda yürüyenlere aittir. Ayetin devamında ‘Melekler
onlara iner’480 buyrulur.
Bu inme, genel nebiliktir, yoksa şeriat getiren nebilik değildir. Onlara
müjdeler getirerek ‘Korkmayın ve hüzünlenmeyin’48' derler.
Çünkü siz doğru yoldasınız. Sonra bu müjdeci melekler kendilerine şöyle
derler: ‘Biz dünya hayatında sizin
dostunuzuz.’482 Yani, dünya hayatında şeytan kuruntuyla size
üzerinde yürümeniz için, belirlenmiş yoldan sapmayı ilham ederken, biz size
yardım ederiz. Biz, iki düşünce arasında yapalım mı yapmayalım mı diye gidip
gelirken içinizde bulduğunuz ilham vasıtasıyla size yardım ederiz. Düşmanın
vesvesesi karşılığında size bu düşünceyi ilham eden biziz. Ve biz ahirette,
bizim ilhamımızı kabul ettiğiniz ve o
sayede düşmanınızı kovduğunuz hakkında lehinizde tanıklık edecek dostunuzuz.
İşte bu, meleklerin ahiretteki dostluğudur.
Onların dosduğunun bir yönü de şeytanın verdiği ilham ile kendilerine halcim
olduğu hususlarda onlara şefaattir. Şeytanın vesvesesiyle kul işi karıştırır.
Melekler ise şeytanın ameli nedeniyle cezalandırılmasın diye kula şefaat eder.
İşte bu ‘Ahirette de dostlarımzız, orada sizin için
canlarınızın çektiği her şey vardır™3 ayetinin anlamıdır. Bu durum,
meleklerin nefslerin lehine tanıklık etmesinden kaynaklanır. Dünya hayatındaki
şefaaderi nedeniyle de ‘Orada istediğiniz her şey vardır.
Rahman ve R ahim’den bir konukluk olarak.™* Bu da
meleklerin tanıklığı ve şefaatiyle gerçekleşir. Allah Teâlâ o şefaati kabul
ederek sizi mutlu eder, bağışlar, örter, rahmetine katar. İşte kurtuluş ile
ilgili istikametin anlamı budur.
Allah Teâlâ’nın hikmetinin gerektirdiği
istikamet, her varlığa yayılmıştır. Allah Teâlâ Hz. Musa’yı doğrulayarak şöyle
der: ‘O her şeye yaratılışını vermiştir.™5 Her şey,, mevcut bir doğruluğa
sahiptir. Bitkiler hareketlerinin baş aşağı olmasıyla doğrudur. Havyanın
doğruluğu, hareketlerinin yatay olmasıyla gerçekleşir. Bu ikisinin hareketleri
böyle olmasaydı, birbirlerine yarar veremezlerdi. Bitkilerin hareketi baş
aşağı olmayıp kökleriyle su içemeselerdi, bir yarar veremezlerdi. Çünkü
onların tüm güçleri böyle gerçekleşir. Hayvanın hareketi yukarı doğru olmayıp
tıpkı bizim gibi iki ayak üzerinde kalksaydı, onlara binmek ve sırtlarında yük
taşımak gibi yararlar sağlayamaz, yatay hareket sayesinde gerçekleşen yararlar
ortaya çıkmazdı. Öyleyse bir şeyin doğruluğu, yaratılış gayesidir. Söz konusu
doğruluk (istikamet), kendilerinden amaçlanan yararın gerçekleşmesini sağlayan
geçerli hareketin ta kendisidir. Yoksa bitkilerin ve hayvanın yukarı doğru hareketleri
de vardır. Bu durum, ‘tomurcukları dizilmiş hurmalar™6 ayetinde dile getirilir. Bu hareket
olmasaydı, bitkiler yukarı doğru büyüyemezdi. Burada amaçlanan yarar nedeniyle
baş aşağı hareketi onlarda halcim gördük, bunu anlamalısın!
Konunun uzmanları, bu hareketlerin
gerçeğini olduğu gibi ortaya koymamışlardır. Bu bağlamda ‘ortada’ hareket
doğrudur, çünkü o kendi hakikatini vermiştir. Örnek olarak yeryüzünün ve
kürenin hareketini verebiliriz. ‘Ortadan’ hareket ise, yükselme hareketidir.
‘Ortaya’ hareket ise, iniş hareketedir. İniş hareketi, melekî ve İlahî
harekettir. Yükselme hareketi ise insana özgüdür. Hepsi de doğrusaldır. Öyleyse
sadece doğrusal hareket vardır ve (ondan) sapmak söz konusu değildir. Çünkü
muhalefet çatışmadır (burada ağaç anlamındaki şecer ile bu
kökten türetilmiş ve çatışma anlamındaki teşâcür arasında
irtibat kurulmaktadır). Dikkat ediniz! Âdem’e (bir anlamı , da çatışmayla
ilgili olan) şecer’c (ağaç)
yaklaşmayın denildi. Yani ‘teşâcür’ eylemine yaklaşma, insanlık yolunu tut ve
oradan git! Meleği kendi hakkıyla, bitkiyi kendi hakkıyla, kısaca kendi
dışındaki her şeyi kendi hakkıyla baş başa bırak, hiç bir şey ile hakikatinde
didişme. Çünkü didişme, bir ‘teşâcür’ (çatışma) ve muhalefettir. Bu nedenle
Âdem ağaca yaklaştığında, Rabbinin yasağına karşı çıkmış, böylelikle asi olmuş,
bu esnada o anla ilgili mutluluğu yitirmiş fakat ‘teşâcür’ ile ilgili
doğruluğu yitirmemiştir. Çünkü Âdem, ilahi yasağa karşı gelerek, ‘teşâcür’
eylemine de hakkını vermiştir.
Kavisin eğriliği, ondan beklenen
doğruluğudur. Öyleyse varlıkta sadece doğruluk (ve doğrusallık) vardır, çünkü
her şeyi yaratan -ki Allah Teâlâ’dırRab olması yönünden doğru yoldadır. Yollar
birbirine girerek karışsa bile, istikametin dışında kalmazdı. Söz konusu olan,
karışmanın istikameti ve yaratılış sebebinin doğruluğudur. Öyleyse her şey, her
varlıkta hüküm sahibi olan mutlak istikamete sahiptir. Bu durum ‘Bütün
iş O’na döner’487, ‘O
doğru yol üzerindedir’488, ‘O’na
ibadet et’489 gibi ayetlerde dile getirilir. Yani seni
yerleştirdiği her yolda O’nun karşısında zelil ol, başkasının karşısında zelil
olma. Çünkü ‘başkası’ yokluktur. Yokluğa yönelen ise, bir şey elde edemez. ‘Ona
ibadet et’490 ayetindeki
zamir, üçüncü şahıs zamiridir. Yani idrak edildiğini söyleme! ‘Çünkü gözler
O’nu idrak edemez.’ Gayb (ya da üçüncü şahıs) idrak edilseydi, gayb olmazdı
İti? Öyleyse, münezzeh ve meçhul bir zât olarak O’na ibadet et! Ondan
bilebileceğin nihai şey, kendisine olan muhtaçlık ilişkindir. Bu nedenle sözünü
tamamlayarak şöyle der: ‘O’na tevekkül et.’491
O’na dayan. ‘Rabbin onların davranışlarından
habersiz değildir.’492 Bu
ifadeyle Allah Teâlâ, onların hali, niteliği olmadığı ve bilgisi onlara
ulaşmadığında, bu makamda iddia sahiplerinin belini kırmıştır. Öyleyse
doğruluk, cevher, araz, hal ve söz, bütün varlıklara yayılmıştır. Nitekim Allah
Teâlâ ‘En doğru söz’493 der. Bu,
ilahi ve kevni bir niteliktir. Allah Teâlâ, bizi kendi doğruluğu olmaksızın
doğruluktan ayrılmayanlardan etsin, âmin!
Allah Teâlâ ehlinin genelinin
dilindeki istikamete gelirsek, istikamet, daha önce belirttiğimiz gibi bütün
varlıkta bulunur. Öyleyse her yol doğrudur, çünkü her yol, Allah Teâlâ’ya
ulaştırır. Allah Teâlâ ise, peygamberine ve bize ‘Emrolunduğurı
gibi doğru ol5494 buyurdu.
Ona kayıtsız anlamda istikamet üzerinde olmayı emretmedi. Çünkü daha önce
işlerin Allah Teâlâ’ya döneceği belirtilmiştir. Allah Teâlâ ise, her yolun
sonudur. Burada mesele ilahi isimlerden hangisine ulaşacağın ve varacağınla
ilgilidir. O ismin sonucu olan muduluk, nimet, bedbaht ya da azap kişide
hükmünü uygular. Binaenaleyh ‘istikamet’, meşru yol üzerinde hareket etmek ve
durmaktır.
Doğru yol,
ilahi şeriattır. Allah Teâlâ’ya iman ise, bu yolun başıdır. İmanın şubeleri,
başı ve sonu arasında bulunan yolun konakları ve menzilleridir. İki menzil
arasında ise onun hal ve hükümleri vardır. Doğru yol, ‘ulvî ruhlar’ denilen meleklerin
-ki onlar Allah Teâlâ’dan ‘nebi’ ve ‘resul’ diye isimlendirilen seçilmiş
kullarına giden elçilerdirkendisinden indiği yol olduğu için, Allah Teâlâ onlar
ile kendilerine indilderi kimseler arasında birleştirici nispetler (bağlar)
yarattı. Bu nispetler vasıtasıyla melekler ilham verirken nebiler de onların
sayesinde aktarılan şeyleri kabul eder. Öyleyse Allah Teâlâ’nın elçileri
olduklarına ve kendilerine vahiy getiren melek elçilerden vahiy aldıklarına
iman ettikten sonra, nebi ve resul diye isimlendirilen bu insanlara indirilen
vahye göre doğru yolda olan herkese melekler müjde getirir ve bu nitelikteki
kimselerle otururlar. Bu ulvî ruhlar, özü gereği canlıdır. Bu nedenle ilahi
mertebeden onları üstlenen isim el-Hayy’dır. Hayatı kazanılmış-dolaylı hayat
olan şeyi üstlenen ilahi isim ise el-Muhyi’dir. Binaenaleyh melek, sadece
canlı düşünülebilir. İnsan ise böyle değildir. ‘Onlar ölü idi, Allah Teâlâ
kendilerini diriltti. Sonra öldürecek ve tekrar diriltecektir.’ Unsurlardan bu
arızî hayata ait unsur, sudur. Allah Teâlâ ‘O’nun
arşı su üstünde idi’495
ve ‘Her canlı şeyi sudan yarattı’496 der. Su,
unsurların ve ustukusların aslıdır. Arş ise, mülktür. Mülk, başkalaşma
(istihale) âleminde tamamlanmış ve kemale ermiştir. O ise, aslı su olan
rükünler âlemidir. Başkalaşma âlemi olmasaydı, Allah Teâlâ kendisini ‘her
gün bir işte’497 olmakla
nitelemezdi. Öyleyse âlem başkalaşır. Hakk ise varlığını koruma şe’ninde
(işinde) dış varlığının bekasının kendisine bağlı olduğu yaratmayla ona yardım
eder. Öyleyse bu, Hakkın üzerinde bulunduğu şe’ndir. Başkalaşma âleminin
dışındakiler bu hakikate sahip değildir. .
Hayati arızî olan canlıların hayat
ilkesi su olduğu için, istikamet üzerinde olan herkese Allah Teâlâ ‘hayat suyu’
içirir. Hakk bu suyu nebi ve resullerdeki gibi inayet olarak içirirse, Allah Teâlâ’nın
dilediği kimse onunla hayatta kalır. İçerdiği iddia nedeniyle bir sınama
içirmesi ise, içirilme amacına göre kalınır. Allah Teâlâ şöyle der; ‘Yol
üzerinde müstakim olsalardı, onlara su içirirdik.’49* İşte bu,
sınama içirmesidir.
İstikamet, yükümlüden Allah Teâlâ’nın
belirlediği farzları yerine getirirken istenir. Çünkü yükümlü hakikat yönünden
aktarılan (ilka edilen) efendisinin kapısına atılmış biridir. Kaderin
tasarrufları ve Allah Teâlâ’nın bu kürelerin hareketlerine bıraktığı şeyler,
onun üzerinde akar durur. Söz konusu şeyler ‘silinme ve ispat arasında’ gece
ve gündüzün ayetlerin müteakiben ortaya çıkması için getirdiği türlü
değişikliklerdir. Allah Teâlâ yükümlüyü hayat ve hareketlerin mahalli yapmış,
ondan yerine getirmekle yükümlü tuttuğu şeylerle bu uykudan kalkmasını
istemiştir, ariflere en güç gelen şey, ‘Emrolunduğun
gibi dosdoğru ol, sen ve seninle birlikte tövbe eden ve taşkınlık yapmayanlar’4"
ayetinde dile getirilen Allah Teâlâ’nın istikameti bildiren emridir. Burada,
nefslerinde buldukları ‘ilahi surete göre yaratılmış olmak’ nedeniyle O’nun
emrine karşı büyüklenmeyenler kastedilir. İlahi surete göre yaratılmış
olduğunu dikkate alan kimse, ‘Bizim gibi biri memur olamaz’ der. Allah Teâlâ’yı
bilenler ise şunu bilemez: Acaba Allah Teâlâ’nın (istikamet ile ilgili) emri,
emrine uyup uymayacakları hakkındaki iradesiyle örtüşecek midir, örtüşmeyecek
midir? Bu nedenle Allah Teâlâ’nın emri, onlara güç ve ağır gelir. Bu durum
‘Beni, Hud suresi yaşlandırdı’ hadisinde dile getirilir. Çünkü bu sure, ‘Sana
emredildiği gibi doğru ol’500 ayetinin bulunduğu
suredir. ‘Ve kardeşleri.’ Başka bir ifadeyle, bu ve benzer anlamdaki ayetlerin
bulunduğu sureler, beni yaşlandırdı. Allah Teâlâ’yı bilenler, bu konuda bir
tehlike üzerindedir.
İstikamet yolunun mertebeleri belirli
bir sayıyla sınırlanamaz ve belirlenemez. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem, ‘Doğru olunuz, fakat saymaya kalkmayınız’ der. Kastedilen doğruluk
yollarıdır. ‘Onlardan saydıklarınız, size ait ecir ve iyiliği
sınırlamayacaktır.’ Kastedilen şudur: İstikamet yollarını saymaya kalkmayınız,
çünkü onlar çoktur ve hiç biriniz onları tam olarak kuşatamaz. Bu nedenle
sözünün ardından ‘Amel yapınız, amellerinizin en hayırlısı ise namazdır’
buyurmuştur. Başka bir ifadeyle istikamet yollarını saymaya gücünüz yetmese
bile onlardan en üstün olanını alınız.
Bu ibadedere hayat veren el-Hayy
ismine el-Kayyum ismi bakar. Bu nedenle yükümlüye ‘Namaz
kılınız50' (el-Kayyum ismiyle aynı kökten gelen
ikamet fiili zikredilmiştir)’ denilmiş, ardından ‘teraziyi
doğru tartınS02 (ikame
edin)’ denilmiştir. Öyleyse el-Kayyum el-Hayy isminin kardeşi ve ona eşlik
edendir. Allah Teâlâ ‘O kendisinden başka ilah olmayan, elHayy
ve el-Kayyum’dur’503 buyurur. Başka bir ayette şöyle der: ‘Elif,
Lam, Mim. Allah Teâlâ kendisinden başka ilah olmayandır. O, el-Hayy ve
elKayyum’dur:,504 Başka bir
ayette ise cYüzler el-Hayy ve el-Kayyum için eğilir’505
buyurur. Öyleyse el-Hayy isminin geldiği her yerde el-Kayyum kendisiyle
beraberdir. Bu bölümü başını sonuna bağlayarak düşün! Çünkü bu bölüm, ilahi
sırları içermektedir.
YÜZ
OTUZ ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
İstikametin Terki Makamı
‘Dikkat ediniz! İşler Allah Teâlâ’ya
döner’
Aldanış diyarı sizi kandırmasın
Onun sözüne aykırı her şey Yalandan başka
bir şey değil
Her eğrinin bir gayesi vardır Bütün işlerde
gaye O’na doğrudur
Belirli bir şeyi
belirleme, bir hüküm
Bir bilgisizlik ya
da eksiklikle hüküm verirken
Eşyayı bizim amaçlarımız böldü Mutlu ve
taşkın diye
Hepsi ise şu söze
döner:
‘Dikkat ediniz! İşler
Allah Teâlâ’ya döner’
Allah Teâlâ sana bilgi versin,
bilmelisin ki istikameti terk, her durumda Allah Teâlâ nezdinde yerleşmiş ve
O’nun karşısında huzur sahibi olmanın belirtilerinden biridir. Nitekim
müminlerin annesi Hz. Aişe Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem hakkında
şöyle der: ‘Her durumda Allah Teâlâ’yı zikrederdi.’ Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem dünya hayatında ahiret hayatının niteliğiyle nitelenmişti. ‘Onda
eğrilik görmezsin.’506 İstikamet
eğrilikle farklılaştığı için, eğrilik olmadığında görülen bir istikamet de
yoktur.
Hepsi varlıkta bir yol üzerindedir
Münkir ya da mümin hepsinden razı
olunmuştur
Bu müşahede sahibi, âlemin imkânını
müşahede ediyor olabilir. İmkân ise, âlemin hastalığının (illetli olmak)
nedenidir. Hastalık bir meyildir ve meyil istikametin zıddıdır. Alem için
imkân, ortadan kalkamayacak zâtî bir niteliktir. Ne yolduk ne de varlık
esnasında imkân özelliği ortadan kalkmaz. Öyleyse hastalık âlem için zâtî bir
nitelik olduğu için (bunun gereği olan) meyil de zâtidir. O halde, istikamet
yoktur. Âlemin hastalığı müzmindir ve ortadan kalkması beldenemez. Bununla
birlikte âlem ve oluş, hikmetin gerektirdiği ve selim aklın âlemin yararına
olduğunu bildiği şeylerden hareketle gereldi gördüğü durumlar nedeniyle
karışımların yeridir. Çünkü yükümlülük emredilmiştir, âlemdeki her bir şeyin
aynı mizaçta olması mümkün değildir. Mizaçlar farklı olduğu için âlemde
bilen-daha çok bilen, erdemli-daha erdemli kimseler olmuştur. Bir kısmı Allah Teâlâ’yı
-sınırlamadankayıtsız anlamda bilirken, bir kısmı, ‘yaratılmıştık’ vehmine yol
açmayan ve nitelenenin kemalini gerektiren niteliklerle sınırlamadan Allah Teâlâ’yı
bilememiştir. Bir kısmı yaratılmış niteliklerle sınırlayarak Allah Teâlâ’yı
bilmiş, böylece O’nu zaman, mekân kategorilerine, tanım ve miktara sokmuştur.
Aslî yaratılışında ve zikredilen
doğal mizacı bakımından âlemde Allah Teâlâ’yı bilmekle ilgili durum böyle iken,
Allah Teâlâ şeriadarı bu mertebelere göre indirmiş, ilahi ihsan bütün
yaratıkları kuşatmıştır. Bu bağlamda Allah Teâlâ ‘Onun
benzeri bir şey yoktur’507 ayetini
indirdi. Bu ayet, Allah Teâlâ’yı sınırlama olmaksızın kayıtsız anlamda
bilenlere hitap eder. Allah Teâlâ ‘Her şeyi bilgi bakımından
kuşatmıştır’506, ‘Her şeye güç yetir endir’509,
‘Dilediğini yapandır’5'0, ‘Duyan ve görendir’5",
‘Allah Teâlâ O’ndan başka ilah olmayandır, elHayy ve el-Kayyum’dur’5'2,
‘Onu komşu edin ki Allah Teâlâ’nın sözünü duysun’5'3,
‘Her şeyi bilendir’5'4 gibi
ayeder de indirmiştir. Bunlar, Allah Teâlâ’yı kemal nitelikleriyle sınırlayanlara
hitap eder. Allah Teâlâ şeriadar içerisinde ‘Rahman
Arş üstüne istiva etti’5'5, ‘Nerede iseniz, O sizinle
beraberdir’5'6, ‘O göklerde ve yerde Allah Teâlâ'tır*17,
‘Gözümüzün önünde akar’5I\ ‘Bir oyun edinmek isteseydik, onu
katımızdan edinirdik’519 gibi ayetler de
indirdi. Böylelikle şeriatlar âlemdekilerin mizaçlarının gerektirdiği şeyleri
kapsamış, hiçbir inanç sahibi bu taksimin dışında kalmamıştır. Mizacı kâmil
olan kişi, bütün bu kısımları kuşatan, onların kalkış ve varış noktalarını
bilen, onlardan hiçbir şeyin kendine gizli kalmadığı kişidir. Böyle biri adına
‘istikamet’ belirlenemez. Çünkü söz konusu kişi, bir hali diğerinden ayrıştıracak
bir zıdık göremez, çünkü o bu halin içindedir. Bir varlık bir şeyin içindeyse,
kendisini bilse bile, onu ne dış ne de iç gözüyle görebilir. Nitekim aşırı
yakınlık nedeniyle hava görülemediği gibi Hakk da aşırı yalanlık nedeniyle
görülemez. Çünkü O bize şah damarından daha yalandır. Dolayısıyla ‘Gözler O’nu
algılayamaz.’
Âlemi -bedbahtlık için değilmuduluk
için yaratan Allah Teâlâ münezzehtir. Âlemde bedbahdık, ona ilişip sonra
kaybolacak geçici bir şey olarak var oldu. Çünkü Allah Teâlâ âlemi -âlem için
değilkendisi için yarattı. Bu bağlamda âlem hakkında ‘Her
şey O’nun (veya onun) övgüsünü tespih eder’520
buyrulur. Biz de eşyadan bir parçayız. Bizim hakkımızda ise ‘Cinleri
ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım’521 buyurur.
Öyleyse hiç birimiz Allah Teâlâ’ya karşı büyüklenemez ve ululuk taslayamaz,
bununla birlikte birbirimize karşı büyüklenebiliriz. Herhangi bir yol, din ve
düşünce sahibine neyi aradığını sorarsan, onun bütün himmetini kendisini
yaratana yönelttiğini görürsün. Çünkü Allah Teâlâ herkesi kendisini bilmek için
yarattı. Bununla birlikte mizaçların farklılığı nedeniyle, talep ettikleri
şeyi algılamadaki halleri değişir. Şeriadar ise herkesin düşüncesini
doğrultmak için inmiştir. Bu durum keşf ehline görülür ve herkes keşf ehlidir.
Bir kısmı talep ettiği şeyi idrak etmiş olduğunun farkına varamaz. O,
karşısında huşu duyduğu şeydir. Başka bir grup ise, talep ettiğinden başka bir
şey görmediğini bilemez. Öyleyse hepsi, bulmada ve müşahedede birdir, fakat
çoğu bilmez. Allah Teâlâ ise, hepsine merhamet etmiştir. İşte bu ‘Rahmetim
her şeyi kuşatmıştır’522 ayetinin
(yorumudur.)
Allah Teâlâ izin verirse, bu kitapta
‘nimet ve nimedendirme menzili’nde bu konuda yaptığımız açıklamaları
tekrarlayacağız. Orada varlığın bir okul, Hakkın ise bu okulun öğretmeni ve
öğrencilere -ki öğrenciler âlemdirders veren olduğunu belirttik. Peygamberler
yardımcı öğretmenler; varisler ise ‘müzennib’, yani yardımcıların
yardımcılarıdır.
Hakkın bu medresede -sayıları çok
olsa bileöğrettiği ilimler dört ana sınıfla sınırlıdır. Birinci sınıf lafız ve
manalarda kelamın ölçüleri dersleridir. Bu ders sayesinde doğruyu yanlıştan
ayırırlar. Halbuki Allah Teâlâ’yı bilenlere göre hepsi doğrudur. Bu bağlamda
‘hasta’ diye isimlendirilmek, zıddına (sağlıklı) göre ya da belirli bir araza
göre ortaya çıkar.
Hakkın öğrettiği ikinci ilim,
zihinleri tashih, düşünceleri derinleştirme ve akılları süslemeyle ilgilidir.
Çünkü okulun sahibi kendisini onlara tanıtmak istemiştir. Bu tanınma, okulun
yapılmasının nihai sebebidir. Bütün bu ‘ince anlayış sahipleri’, aşama aşama
O’nu bilmeye doğru yükselirler. Bir kısmına başlangıçta tecelli eder. Onlar da
mizaçlarının doğruluğu nedeniyle O’nu tanırlar. Bu kısma örnek olarak,
melekleri, madensel, bitkisel ve hayvansal cisimleri verebiliriz. Hakk ise,
sadece cinlerden ve insanlardan perdelenmiştir. Bu ikinci tür ilimleri onlar
için belirlemiştir ki bunlar vasıtasıyla kendisini öğrenecekleri şekilde hazırlansınlar.
Allah Teâlâ daima yardımcı öğretmenleri ya da akılların perdesi ardında
bulunur. Bu ise açılmayan bir örtü, kilidi bir kapıdır.
Varlık okulunda öğrencilere öğretilen
(aktarılan) üçüncü tür ilimler ise bedenlerin varlık sebebini ve mizaçlarının
farklılık sebebini öğrenmeleri için öğrettiği ilimlerdir. Acaba bunların
hastalık, illet, sağlık ve iyiliklerinin sebebi nedir? Bilfiil varlıklarını
hangi şeyden kazanmışlardır? Onları bozan ve iyileştiren şey nedir? Onlardaki
‘doğa’nın anlamı nedir? Doğanın âlemdeki yeri neresidir? Dışta var olan bir şey
midir, yoksa varlığı akılda mıdır? Herhangi bir şey ya da âlemden bir şey onun
dışında kalır mı? Yoksa onun sadece yerleşme, bileşim, oluş ve bozuluş kabul
eden bileşik cisimlerde mi etkisi vardır? Böyle ilimler, üçüncü sınıfa girer.
Dördüncü ders ise Hakkın onlara
aktardığı ilahi ilimdir (metafizik, ya da Tanrı hakkındaki bilgi). Bu ilim
kapsamına (bütün yaratıkların) kendisine muhtaç olduğu Allah Teâlâ’nın zorunlu
nitelikleri, niteliği olamayacak şeyler ve yaratıklarında yapması imkân
dâhilindeki fiiller girer. Beşinci bir ders yoktur, çünkü Allah Teâlâ’nın
ardında varılacak bir hedef yoktur. Bu ilim türleri, haklarında konuşmanın uzun
yer tutacağı pek çok tikel ilme ayrılır. Bu ilimlerden bir şey öğrenip diğer
dersleri öğrenmeden kendi dersiyle yetinen insan, başkalarına göre, eksik
kalır. Bazı insanların ise himmetleri yükselir. Onlar, derslerin bizatihi amaç
olmadığını ve kendileri için konulmadığını öğrenir. Amaç okulun sahibi Allah Teâlâ’yı
bilmektir. Böyle bir insan, kendini ilahi bilgiyi aramaya verir. Bir kısmı Allah
Teâlâ’yı ilimlerin öncülleriyle ararken -ki bu aklî bir arayıştırbir kısmı
‘yardımcıdan’ (peygamber) yola çıkarak arar ve kendini onunla sınırlar. Çünkü
bu kişi, kendisiyle öğretmen (Hakk) arasında bir kavuşma (imkânı) ve perde
ardından kendisine gelen bir elçi olduğunu görür. Elçi okulda bulunanlara
öğrettiği bir takım şeyler getirir. Bazı vakider, yardımcı onun huzuruna girer
ve onun katından dışarı çıkar. Böyle bir insan şöyle der: ‘Allah Teâlâ’yı bu
yardımcı yönünden bilmek, nefs için teorik bir kanıt ya da bu diğer ilimlerin
öne çıkarttığı fikri bir kanıt edinmekten daha doğru ve daha güvenilir bir yöntemdir.’
Bu kişi, Allah Teâlâ hakkındaki bilgisini yardımcı öğretmenden (peygamber)
aldığında ‘varis’ ve dolayısıyla ‘yardımcının yardımcısı’ haline gelir
-müzennib-. Şeriatta ise, varis diye isimlendirilir. Onlar, nebilerin
varisleridir.
YÜZ
OTUZ DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Ihlas Makamının Bilinmesi
Dini ihlaslı yapan kişi Rahman’ın seçip ayırdığı
insandır
Hepsi eksiktir, oluşunda değilse bile O,
onu eksiltir
Bilmelisin ki, bir (ahad, tek) ismi
melek, felek, yıldız, doğa, unsur, maden, bitki, hayvan, insan gibi her şeye
verilir. Bununla birlikte, ‘De ki Allah Teâlâ birdir (ahad)’523
ayetinde ilahi bir nitelik olarak zikredilir. Allah Teâlâ, ‘Rabbine
kullukta kimseyi (ahad) ortak koşmaz’524 ayetinde
ise bir’i var olanlara ait (kevnî) bir nitelik saymıştır. Allah Teâlâ’nın
dışındaki kimseler olarak saydığımız sınıfların her birinden bir takım
şahıslara tapılmıştır. Bazı kimseler meleklere ibadet ederken bir kısmı
yıldızlara, bir kısmı feleklere, bir kısmı unsurlara, bir kısmı taşlara, bir
kısmı ağaçlara, bir kısmı hayvanlara, bir kısmı da cinlere ve insanlara
tapmıştır.
İhlaslı kimse -ki bu onun zâtı bir
niteliğidiribadetini sadece kendisini var edene ve yaratana tahsis etmelidir.
O ise, Allah Teâlâ’dır. Böylelikle ibadeti O’na ‘tahsis eder’ ve
zikrettiklerimizden birine ‘mabud’ muamelesi yapmaz. Başka bir ifadeyle, ne
bir şeyin aynı ne birliğin onunla ilişkilendirilmesi yönünden Hakkı
zikrettiklerimizden herhangi birisinde görmez. Çünkü bu eşyaya bakan insanın da
bir birliği vardır ve (birlik sahibi olması yönünden birisine ibadet edecekse,
söz gelişi) bu nedenle kendisine ibadet etmesi daha uygundur. Böyle yaparsa,
kendisi gibi birinin birliği karşısında da zelil olmaz. İnsan, sadece
yaratıcısının birliği karşısında zelil olmalıdır. Bu durumda insan kendisi gibi
yaratılmış birinin birliği karşısında zelil olandan daha yüksek himmet
sahibidir.
Yaratılmış her şeyde bir rablik
iddiası vardır. Bunun nedeni, her şeyden âlemde zarar ve yararların meydana
gelmesidir. Bu yönüyle âlemdeki her bir şey, zarar ve fayda verendir. Bu
kadarlık bir özellik ise, genel rabliğin bir parçasıdır ve onun vasıtasıyla
yaratıkların kendi karşısında zelil olmasını ister. Dikkat ediniz! İnsan
halife olarak diğer yaratıklardan üstün olsa bile, doğal olarak sevmediği bir
ilacı içmeye nasıl muhtaç kalır! Çünkü bilir ki onda bir yarar vardır. Böylelikle
-farkında olmadansevmediği o şeye ‘ibadet etmiştir.’ Bununla birlikte söz konusu
ilaç, hastanın mizacına haz veren ilaçlardan biri ise -ki o kullanmanın
kendisine yarar vereceğini bilirdileyerek ve isteyerek -farkında olmadanona
ibadet eder. Allah Teâlâ ‘Göklerde ve yerdeki herkes, isteyerek
ya da istemeden Allah Teâlâ’ya ibadet edef™ der. Bütün
varlığı, sana zikrettiğimiz bu şekilde dikkate almalısın!
Çünkü varlıktaki her şeyde bir zarar
ve fayda vardır. Bu ilahi nitelik vasıtasıyla da, yarara ve zararın
kaldırılmasına muhtaç olan yoksulların nefslerini kendisine çeker. Bu durum
onları -farkında olmasalar bileeşyaya ibadete sevk eder. Fakat onlara mecbur
olmak, bu noktada kendilerini yalanlar. İnsan varlıktaki en değersiz ve en
eksik şeye bile muhtaç olabilir -ki söz konusu şey ihtiyaç esnasında
tuvalettir-, İnsan Rabbine ibadeti bırakır, hatta sıkışık bir durumdayken
şeriata göre ibadetini yapması da caiz değildir, hızla tuvalete koşar. Bilhassa,
ihtiyacı artıp kendisini zorlar ve kendisine ulaşıncaya kadar aklını yitirecek Hakk
gelir.
Tuvalete ulaşınca rahatlar ve
sıkıntısını bırakır. Rahatladığında -adeta oraya hiç muhtaç olmamış
gibimvaletin ona verdiği nimeti inkâr eder, küçümser ve kınar. Bu da nimet
verene karşı bir nankörlüktür.
Allah Teâlâ yaratıklara neyi tevdi
ettiğini, insan ve cinlerin yaratıklara ve birbirlerine tevdi ettiği şeylere
Imuhtaç olduklarını bildiği için şöyle der: ‘Kim
Rabbine kavuşmayı umarsa salih amel işlesin.’526 Yani
ameline bir bozukluk katmasın. ‘Rabbine ibadetine kimseyi ortak
koşmasın.”27 Başkasının
değil, Allah Teâlâ’nın karşısında zelil olsun. Allah Teâlâ dinde ihlaslı olarak
O’na ibadet etmemizi emrederek şöyle der: ‘Dikkat
ediniz! Halis din Allah Teâlâ’ya aittir.”2* Bu, var
olanların Rablik ellerinden soyudanmış dindir. Kul Allah Teâlâ’dan başkasını
görmeyip yarar ve zarar veren sebepleri koyanın O olduğunu bildiğinde, zarar
veren şeyi uzaklaştırmada -ve bir sebep belirlemeksizinfayda vereni elde etmede
Allah Teâlâ’ya yönelir. İhlasın anlamı budur.
Gerçekte ihlas, ihlas nasip
edilenlerden (muhlas, süzülmüş, alınmış) meydana gelebilir. Çünkü Allah Teâlâ
kullarına özen gösterdiğinde, onları zikredilen sebeplerin Rabliğinden çekip
alır ve bu durumda onlar ihlaslı olur. Allah Teâlâ benliğinden onlara ihlası
izafe etmiştir. Bunun nedeni, bu konuda onlardan Allah Teâlâ’ya bir minnet
gelip gelmeyeceğini görmektir. Bir ayette ‘Müslüman
olmalarını başına kakarlar”29 denilir, insanlar müslüman olmayı
başa kakar ve bununla övünürlerse, şu ayede ikaz edilirler: ‘Allah
Teâlâ size iman nasip ettiği için size iyilik yapmıştır, doğru sözlü iseniz”30 Kastedilen mümin olmakla ilgili
iddiadaki doğruluktur. Allah Teâlâ onları bu niteliğin kendi kazanımlarına
bağlı olduğu iddiasından uzaklaştırmıştır.
Akıllı insan verdiği nimette Allah
Teâlâ’nın tuzağından emin olmamalıdır. Çünkü nimetteki tuzak, beladakinden daha
gizlidir. Bir nimetteki sıradan tuzak, insanın kendini nimeti Hakk eden olarak
görmesi ve onun kendisi için yaratıldığını -çünkü Allah Teâlâ o nimete muhtaç
değildirdüşünmesidir. Dolayısıyla insan şöyle düşünür: Allah Teâlâ nimete
muhtaç değil ise, o benim Hakk ettiğim bir şey olmalıdır.’ İşte bu, mârifetin
verdiği sıradan bir tuzaktır. Sahibi ise, genel nezdinde ‘arif diye
isimlendirilir, âriflere göre ise böyle biri cahilin ta kendisidir. Çünkü daha
önce eşyanın kendisini övmek maksadıyla Allah Teâlâ için yaratıldığını
açıklamıştık. Bizim eşyadan yararlanmamız ise dolaylıdır, birincil olarak
amaçlanmamıştır. Allah Teâlâ, bütün âlemi kendi övgüsünü (hamd) tespih ve O’na
ibadet etsin diye yarattı, insanları ve cinleri ise, buna davet ederek, onları
-kendileri için değilibadet için yarattığını bildirdi. Bununla birlikte,
varlıklar birbirlerinden yararlanır. Allah Teâlâ garip-kutsi hadiste şöyle der:
‘Kim bir amel yapıp ona benden başkasını ortak koşarsa, ben ondan uzağım.’
Böyle biri ortak koşandır. Böylece Allah Teâlâ, kullarından ameli kendisine
tahsis etmelerini istemiştir. Bir kısmı genel olarak ameli Allah Teâlâ’ya
tahsis etmiş iken amelde amaçlı olarak kimseyi ortak koşmamıştır. Öyleyse bu
kişi, ameliyle sadece Allah Teâlâ’yı amaçlamış, yapanı kendisi olduğu
iddiasıyla kendisini de amele ortak etmemiştir. Aksine (ona göre) amel, Allah
Teâlâ’nın yarattığı bir şeydir. Öyleyse birincisi genel, diğeri özelin tavrıdır
ki, İhlasın zirvesidir o.
İhlas amelle birlikte, yani amelde
gerçekleşebilir. Çünkü ihlasa konu olan bir şey olmalıdır. Bu durumda ihlas,
amelin bulunabileceği bir yer bulur. Bu sayede amel halis, amel sahibi de
ihlaslı diye isimlendirilir.
Razı olacağı işleri yapmaya kulu
ulaştıran Allah Teâlâ’dır.
YÜZ
OTUZ BEŞİNCİ BÖLÜM
İhlasın Terki ve Sırlarının Bilinmesi
Kim dini Allah Teâlâ’ya tahsis ederse (ihlas), şirk koştu
Hakkın niteliklerini
sınırladı
Gerçeği bilmeyen kişi Misk’in zâtını kokusundan algılar
Cüneyd’e, ‘Alem nedir ki Allah Teâlâ’la
birlikte zikredilsin’ diyen adam hal ehliydi. Allah Teâlâ ise şöyle der. ‘Allah
Teâlâ ile birlikte başka bir ilah mı?’531 Bir sûfı şöyle
der: ‘Amelde ihlasını görmen, tam bir mecusiliktir.’ Kastedilen şirktir. Kul,
amelin gerçek failini ve meydana getirenini görmelidir.
Ebu Medyen arkadaşlarına ibadederi
izhar etmelerini emrederdi, çünkü ona göre, Allah Teâlâ’dan başka fail yoktur.
İhlas ise, karşı koyanın varlığını gerektirir. Karşı koyan, yükümlüden kulu
olmasını ister. Amel, yükümlünün mazharı olduğu Allah Teâlâ’nın fiilleri
arasındadır. İnsanların en cahili, fiilin yaratıcısını kendisinden dolayı
fiilin yapıldığı -ki o İblis ya da riyakârlıktırkimsenin (veya şeyin) itaati
altına sokan kişidir.
Yükümlü bu niyede bir amele
kalkıştığında -ki karşı koyan yoktur, buradaihlaslı kişi yokluğu varlık saymış,
işin gerçekteki durumunu bilmemiş demektir. Zikrettiğimiz durum bir kimsede
hüküm sahibiyse, her canlının perçeminin Allah Teâlâ’nın elinde bulunduğunu
görür. Bu kişi, Rabbinin doğru yolda olduğunu da görür. Perçeminden tutan kişi,
seni kendisinin bulunduğu yolun dışına çıkartmaz. Öyleyse ihlas -her mazharda
değilbelirli bir mazharda O’nu görerek ibadet etmekten ibarettir. Allah Teâlâ
ise, her mazhardadır. Bu hal sahibi, kendisiyle müşahede ettiği arasında bir
perde göremez. Dolayısıyla onun bir şeyi diğerinden ayırt etmesi mümkün
değildir, çünkü hakikat birdir, o ise ‘Doğru yol üzerindedir’.
YÜZ
OTUZ ALTINCI BÖLÜM
Doğruluk Makamı ve Sırlarının Bilinmesi
Doğruluk! Allah Teâlâ’nın yeryüzündeki kılıcı Doğru ol, onun
içinden Doğru’yu göresin
Deccal bile gelse, vur kılıcı ona Kılıcın
keskin yeriyle başını kes
Kılıç iki ucuyla sınırlıdır Nafile ve
farzlarda
Bu imkânsızdır deme Farz eden onu farz
kıldı
Nice zengin yoksulluk gösterir Yoksul
kendisinden borç isterken
Sıdk (doğruluk), güç ve dinde
dayanaklılık demektir. Gayret ise hallerinde Allah Teâlâ’ya aittir. Bu makam
sahibi ve onunla özdeşleşen kimse, himmet vasıtasıyla etki eder. Söz konusu
olan iman gücüdür. Ebu Yezid’e ‘Allah Teâlâ’nın eşyayı edilgen yapan en büyük
ismi nedir?’ diye sorulunca, ‘Siz bana küçük ismini gösterin, ben büyüğünü
göstereyim’ demiştir. Kastedilen, doğruluktan başkası değildir. Başka bir ifadeyle
doğru ol, sonra dilediğin ismi al! Allah Teâlâ’nın bütün isimleri büyüktür. ‘iman
edenler Allah Teâlâ’yı daha şiddetle sever.™2 Başka bir ifadeyle, müşriklerin
ortak koştukları şeyleri sevmelerinden daha güçlü bir şekilde Allah Teâlâ’yı
severler. es-Sadılc Allah Teâlâ’nın isimlerinden biridir. Allah Teâlâ ‘Sadıklara
doğrulukları sorulur™3 der. Bu nedenle, doğruluk bir iddia
taşır.
Doğruluk kendisinde bilfiil var
olmadıkça insan ‘sadık’ adını alamaz. Bilfiil var olduğunda ise, onun için
‘zevk’ haline gelir ve sadık olması da onun doğruluk halidir. Allah Teâlâ
es-Sadık diye isimlendirilmiş, bu nedenle onlara sorar: Acaba onların
doğrulukları Allah Teâlâ’nın es-Sadık diye isimlendirilmesini sağlayan ilahi
nitelik midir, değil midir? Öyle ise, bu kez, (bu ismin gereği olan) hükümleri
bilfiil uygulamalarını ister. Bu durumda (doğruluk güç anlamına geldiği için),
hiçbir şey doğru iken onları yenemez ve onlara karşı koyamaz. Böylelikle Allah
Teâlâ ‘onların duyması ve görmesi olduğu kadar’ doğrulukları haline de gelir.
Ki ilişki aynıdır. Bu makam, sağlamca oturtulmaz ve bu hal insandan meydana
gelmezse, ilahi bir nitelik olan doğruluk burada bulunmaz. Bu durumda
insandaki şey, doğruluk şeklinde ortaya çıkan bir durumdur. Bu ise, delil
suretiyle kuşkunun ortaya çıkmasına benzer. Kuşku için bir yorum olmadığı gibi
bu anlamdaki doğruluğun da bir gerçekliği yoktur. ‘Bugün
doğrulara doğrulukları fayda verir™4 ayetinin anlamı budur. Öyleyse
kıyamette onlarda geçici şeyler etki edemez. Aksine insanlar korkarken onlar
korkmaz, insanlar üzülürken onlar üzülmez. Allah Teâlâ bir grup hakkında ‘Allah
Teâlâ’ya sadakat gösterselerdi, daha hayırlı olurdu™5 der. Kastedilen, doğruluğun sözdeki
etkisidir. Bütün hallerde nasıl olur?
Doğruluk dıştan geldiğinde, başka bir
surede gelir ve bu durumda imkânı bir maddede ortaya çıkar. Bu durumda ise,
kendisine geldiği her şeyde bir etki göstermez. Geldiği o yerde iman doğruluğu
bulunursa, onu ayırır ve kendisinde ortaya çıktığı maddede onu tanır. Bu
durumda onu kabul eder ve gereğiyle amel eder. Böylece o ‘İmanlarıyla
imanları artsın diye’536 nur üstüne nur olur. Aynı
şekilde, doğruluk haline sahip olmayan kimsenin de ‘kirine
kir katılır.™7 Doğruluk, özü gereği etkindir.
Varlığının ortaya çıktığı yerde hükmü de gözükür, içinde bulunulan halde etkin
olan bu Hakk sahip olmayan kimse, içinde bulunduğu vakitte zorunlu olarak
doğruluğundan habersizdir ve uzaktan doğruluk iddiasında bulunur. Öyleyse
doğruluk, âlemle ilgisi yönünden bir hal iken doğru kişiden Allah Teâlâ’ya
ilişen (bir fiil) olması yönünden makamdır. Bir makam olması yönünden
doğruluktan bir sonuç meydana gelmez, çünkü o Allah Teâlâ’ya ilişmiştir. Allah
Teâlâ ise var olanların etkisine açık bir konumda değildir. Bu durumda sahibi,
Allah Teâlâ’ya yönelişi doğru kimsedir. Bu nitelikteki birinden âlemde bir etki
ortaya çıkarsa, bu etki, -onun çaba ve kastı olmaksızınAllah Teâlâ’ya döner. Allah
Teâlâ o etkiyi -o kişinin bilgisi olmaksızındilinde veya elinde uygulamıştır.
Bilerek etki eder ve Allah Teâlâ karşısında doğruluk iddiasında bulunursa, bu
kişi ya gerçeği bilmiyordur ya da yalancıdır. Böyle bir hal, Allah Teâlâ
ehlinin niteliği olamaz. Öyleyse doğruluk hali, makamıyla çelişir. Makamı ise,
seçkinlerde, halinden üstündür. Hali ise, genel nezdinde (makamından) daha çok
bilinir ve daha üstün tutulur.
Hallerinden nakledildiğine göre, İmam
Abdülkadir doğruluğun -makamına değilhaline sahipti. Hal sahibi ‘şatahat5
söyler ki o da böyleydi. Abdiilkadir’in talebesi Ebu’s-Suud b. eş-Şibl ise
doğruluk -haline değilmakamına sahipti. Bu nedenle de Abdülkadir’in aksine
âlemde tanınmayan ve bilinmeyen biriydi. Bunun nedeni, Allah Teâlâ karşısmda
doğruluk makamına yerleşmiş birisi olarak, tam bir acizliği benimsemesiydi.
Abdülkadir ise doğruluk haline yerleşmiş ve onunla özdeşleşmişti. Allah Teâlâ
her ikisinden de razı olsun! Günümüzde doğruluk halinde Abdülkadir ya da
doğruluk makamında Ebu’s-Suud gibi birisinin bulunduğunu duymadık. Öyleyse
ilahi bir nitelik olan doğruluk, Allah Teâlâ ehli için gerçekleşebilir.
İnsanların bildiği doğruluk ise, mümin ya da kâfir bütün doğru sözlülerde
bulunur. Bu doğruluk, ilahi doğruluğa göre, insanm gölgesine benzer.
Dolayısıyla o, bunun gölgesidir. Bu nedenle etkisi ve sonucu, her dinden doğru
sözlülerde ortaya çıkar. Gölgesi olmasaydı, eseri de olmazdı. Öyleyse aklını
işaret ettiğimiz ve açıkladığımız şeye ver! İnsanlar bu ve benzeri makam ve
hallerden kördür.
Doğruluk olmasaydı varlık olmazdı Varlık
olmasaydı, müşahede olmazdı
YÜZ OTUZ YEDİNCİ
BÖLÜM
Doğruluğun Terki ve Sırlarının Bilinmesi
Doğruluk sırf kulluk
zayıflığından insanı çıkartır Çünkü doğruluk güçlüdür, kuvvetlidir ve nefsi
zorlar
Kul ile zayıflığı
arasına giren her şeyi Bırakmalısın bir kenara .
Çünkü sadece benzeri olan zorlanır Hiçbir
insan O’na benzemez
O varlık bakımından
karşıtından tamdır
Her başka, kayıt ve hapistedir .
Çünkü O birdir, yaratıkları ise sayı
Ayrımın ise cins olmaksızın hükmü yoktur
Doğruluk, övülen bir davranış olsa
bile, benzerliği talep eder ve bu nedenle Allah Teâlâ adamları onunla
nitelenmeyi reddetmiştir. Yine de hükmü kendilerinde bulunurken eseri
üzerlerinde gözükür. Şu var ki onlar bunu göremez. Sonra, ona ilahi bir nitelik
olması yönünden bakarlar ve onun varlığını göremezler. Onlar ilahi doğruluğun Allah
Teâlâ’nın kullarına verdiği -bütün tehditlerle değilvaaderle ilgili olduğunu
görürler. İlahi nitelik ise ilgili olduğu şeyle sınırlanma özelliğine sahiptir.
Allah Teâlâ adamları, doğruluğun bazı şeylerle ilgili olması nedeniyle göreli
bir nitelik olduğunu anlamıştır. Doğruluğa böyle bakınca, onu ‘görmeyi’ (sahiplenmeyi)
terki zorunlu saymışlardır. Çünkü onlar bu durumda varlığı olmayan bir şeye
bakanlar gibidir.
Doğruluk mevcut bir varlığı olmayan
bir bağ olsa bile, bir takım dereceleri vardır. Sır ehli ariflerdeki dereceleri
yüz doksan beş; nur ehli ariflerdeki dereceleri, iki yüz yirmi beş, sır ehli
melamilerdeki dereceleri yüz altmış dört ve nur ehli melamilerdeki dereceleri
de yüz doksan dört derecedir. Sana önce yapılmasını söyleyip sonra terkinden
söz ettiğim bütün hususlarda geçerli bir ilke vereyim: (Bir şeyi) ‘terk’
derken, söz konusu şeyin eserini ve sonucunu terki değil, onu görmeyi (yani
kendine izafe etmeyi) terki kastediyorum. Çünkü onun hükmü hakkmda yok
diyemeyiz, çünkü o vardır ve her hakikate görünür. Bütün terkleri böyle ele
almalıyız. Bunu bilmelisin!
YÜZ
OTUZ SEKİZİNCİ BÖLÜM
Hayâ ve Sırlarının Bilinmesi
Hayâ imandandır denilir Peygamber sözüdür bu, bütünüyle
iyilik
Onu müşahede eden herkes onunla nitelenir
Bunu ise ancak uyanık insan anlar
Uyumayan ve tembel olmayan ayık kişi
Hareketleri esnasında kalbini gözetleyen kişi
el-Hayiü Allah Teâlâ’nın
isimlerinden biri
İsimlerle
ahlâklanmak emredildi, sen de onunla ahlâklan!
Bir rivayette el-Hayiü’nün Allah
Teâlâ’nın isimlerinden olduğu zikredilir. Allah Teâlâ ‘Allah
Teâlâ sivrisinek ve üzerindeki şeylerden örnek vermekten hayâ etmez,S3S buyurur.
Daha küçükleri kast edilir. Hayâ, imanın ve müminin niteliklerindendir. Allah
Teâlâ’nın isimlerinden birisi de el-Mümin’dir. Öyleyse hayâ sahibi anlamında
el-Hayiü müminin niteliğidir, çünkü hayâ imandandır ve bütünüyle iyiliktir
(hayır). Hayâ ancak iyilik getirebilir. Bütün bunlar, sahih rivayederdir.
Bu nitelik (hayâ) gerçekte terk
demektir. Her varlıkta terk, asıl üzerinde kalmaktır (yolduk). Bir şey yapmak
ise, asla (kök) ilave var olan bir ferdir (dal). Bu nedenle onun hakkında
bütünüyle iyilik denildi. Binaenaleyh hayâ, selbî (olumsuzlayıcı) bir
niteliktir. Kul, Allah Teâlâ’ya ait olan şeyi Allah Teâlâ için terk ettiği gibi
âlemin kula ait dediği var olan şeyleri de, herkesin Allah Teâlâ için olduğunda
görüş birliğine vardığı hususları terk ettiği şeldlde terk eder. Böyle bir
insan, Allah Teâlâ’dan hakkıyla hayâ etmiş sayılır.
Allah Teâlâ’ya ait olan şeyi bilhassa
Allah Teâlâ’ya terk eden kimse, Allah Teâlâ’dan hayâ etmiş, fakat hakkıyla hayâ
etmemiş demektir. Şöyle ki: Hakkın kendisini nitelediği nitelikler, bize göre,
gerçekte (Allah Teâlâ’ya ait) niteliktir ve bunlar sadece O’na yakışabilir. Bu
nitelilder şekilci bilginlerin zannına göre teşbih ayederi ve teşbih bildiren
rivayederdir. Onlara göre Hakkın kendini böyle nitelemesi, Allah Teâlâ’nın
kullarına dönük bir tenezzülü ve lütfudur. Bize göre bu nitelikler, kulda tıpkı
Allah Teâlâ’nın diğer isimlerinden ahlâklanışında olduğu gibi, ödünç olarak
bulunur. Söz gelişi ‘Allah Teâlâ tuzak kuranların en hayırlısıdır.’ Allah
Teâlâ, farkında olmadıkları yönden ve kendisine ait bir alayla kullarından alay
edenlerle alay eder ve onlara tuzak kurar. Allah Teâlâ kendisini yaratıkların
(özellikleriyle) nitelemez. Bu ise, söz konusu niteliklerin asıl bakımından Allah
Teâlâ’ya ait olduğunu gösterir. (Hakkın suretine göre yaratılmış) İlahi kulda
ise her yönden ‘suret üzerinde yaratılmış olmak’ nedeniyle bu nitelikler
ortaya çıkar.
Arifler bunu bilmiş ve her şeyin Allah
Teâlâ’ya döndüğünü görmüşlerdir. Varlıklarda gözüken bu nitelikler -ki şekilci
âlimler onların kulun hakkı olduğuna inanırAllah Teâlâ’ya dönen şeyler
arasındadır. Bu nedenle ârifler, Allah Teâlâ’dan hakkıyla utandıkları için o
nitelilderi Allah Teâlâ’ya bırakmışlardır. Hayâ özelliği, de el-Mümin isminin
bir niteliğidir. Mümin ise, ezelden beri hükmü yaratılmışlarda gözükse bile, bu
niteliğin Allah Teâlâ’nın niteliği olduğunu doğrulayan kişidir. Öyleyse hayâ,
doğruluğun bir parçasıdır. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
‘Hayâ imandandır’ der.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem hayâ hakkında ‘bütünüyle iyilik getirir’ der. Bu, gerçek ve doğru bir
ifadedir, çünkü asıl üzerinde kalmak, sadece hayır ve iyilik getirir. Söz
konusu hal, iddianın eşlik etmediği bir haldir. Öyleyse hayâlı kul, Hakkın
kendisini nitelemek istediği bütün nitelikleri kabul eder. Bu (niteliğin)
bulunduğu yerde ise onunla çelişecek zıddı bir özellik veya onu engelleyecek
bir karşı koyan yoktur. Hakk -itiraz eden ve karşı koyan herhangi biri
olmaksızındilediğini yapan olarak kalır. Hakkın onunla nitelenmesi ise, kuluna
Hakkın niteliklieriyle nitelenme imkânı vermesi ve bu huyları ona bırakması,
bu konuda onu başarısız kılmamasıdır. Onu doğrular ve bu sayede derecesini
yükseltir, iddiasında onu yalanlamaz. Çünkü kul, Hakkın tecelligâhıdır. Bu da
Hakkın el-Hayiü olmasından kaynaklanır.
Bir rivayette şöyle denilir: ‘Kıyamet
günü Allah Teâlâ bir yaşlıya, ‘Kulum! Şunu şunu yaptın’ diyerek yaptıklarını
zikredecektir. Kul yaptığı halde ‘Rabbim! Yapmadım’ deyince Hakk ‘Alın onu,
cennete götürün’ diyecek. Amelini yazan melekler ‘Rabbim! Bu adamın şunu şunu
yaptığını bilmiyor musun?’ deyince Allah Teâlâ ‘Evet biliyorum, fakat o inkâr
edince yaşlılığını yalanlamaktan hayâ ettim’ diyecektir. Hakk kulun yaşlılığını
yalanlamaktan utanıp ona saygı gösterirken, kul bu niteliğe daha da layıktır.
Hayânın ârif ve melamilerde bir takım
dereceleri vardır. Ariflerdeki dereceleri elli bir, melamilerdeki ise yirmi
birdir. Allah Teâlâ hakla söyler ve doğru yola ulaştırır.
Yüz birinci kısım sona erdi, onu
‘Hayâ’ hakkındaki fasıl ile yüz ikinci kısım takip edecektir.
[FÜTÛHÂT-I
MEKKİYYE'NİN] YÜZ İKİNCİ KISMI
Rahman ve Rahim Olan Allah Teâlâ’nın
Adıyla
FASIL
Hayâ imanla
ilişkilendirilen bir niteliktir ve dolayısıyla imanın
mahiyetindendir. Bu nedenle etkisi, insanın yüzünde gözükür. Çünkü yüz, bir
şeyin zâtı, hakikati ve kendisidir. Hayâ -tıpkı iman gibiyetmiş küsür bölüme
ayrılır. İmanın en üstünü, ‘Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur’ demek iken en
küçüğü eziyet veren şeyi yoldan kaldırmaktır. İmanın derecelerinin üstün ve
aşağı ilişkisi, şirkin tevhid yolunda bir eziyet olmasıdır. Bu eziyetin
kaldırılması ise, akli kanıtlar ve şer'î haberlerdir. Çünkü onu tevhid yoluna
yerleştiren şey, saptırıcı kuşkular ve şeytanî arzulardır. Birleyeni tevhidinde
idrak edip eziyeti ahlâk yolundan kaldıran hayâ, kendisini Hakk edenin
zorunluluğuna ulaşmazdan önce İlah’ın olumsuzlanmasının sözle dile
getirilmesidir. Bu ise la-ilahe
ifadesidir. Olumsuzlama, bir yokluktur. Böylelikle yoklukla başladığı için
mümin kuldan hayâ ortaya çıkmıştır -ki yokluk onun aynıdır-. Çünkü sonradan var
olanın özelliği, yokluk halinin kendisinden önce gelmesidir. Sonra varlık
kazanır ki, bu da olumsuzlanan şeyin olumlanması (ispat) mesabesindedir. Çünkü
olumsuzlama onda gerçekleştiğinde, sonradan var olan ancak bunu söyleyebilir.
Sonradan olan şey, bundan başka bir söz söyleyemez, çünkü varlıktan sonra
yokluk veya ispattan sonra olumsuzlama geçerli değildir. Çünkü Hakk bir sebep
olmaksızın kula tecelli ederse, ortakta onu olumsuzlamaz. Çünkü var ise, onun
aynını görür. Varlığı yoksa, birleyenin bakışı Hakkın varlığına düştüğünde bu
varlık ile birlikte bir yokluk göremezdi. Bu durumda hiçbir şekilde tevhidi
telaffuz edemez ve kendini göremezdi.
Allah Teâlâ’nın insana dönük
rahmetinin bir yönü, ona önce kendisini göstermesidir. Böylelikle kendinde
sadece İlah’a ait olabilecek güçler görür. Aklıyla düşüncesini derinleştirip
-iradesinin dışında ve amaçlarından ayrı olarakkendisine ilişen geçici
durumlara baktığında, bu kez, kendisinde muhtaçlığını görür. Varlığının bir
kuşku olduğunu ve bu niteliklerin sadece İlah’a ait olabileceğini kesin olarak
anlar. Böylelikle kendisinde gördüğü bu ilahlığı olumsuzlayarak, la-ilahe (ilah
yoktur) der. Sonra düşüncesini derinleştirir ve nefsini -müstakil değilbaşkasıyla
bilfiil var görür. Bu durumda ise, olumlayarak, ‘illAllah Teâlâ (sadece Allah
Teâlâ var)’ der. Bunu ispat ettiğinde ise ispat ettiğine bakar. Onun
olumsuzladığının ta kendisi ve gölgenin şahısla irtibatı gibi ona bağlı olduğunu,
bu idrake gözünü açan bilgi nuruyla görür. Halbuki daha önce ‘la-ilahe’ diyerek
onu olumsuzlamıştı. Bu durumda ‘la-ilahe’ ifadesini kullanmış olmaktan hayâ
eder. Bu nedenle sûfiler, onu genelin zikri arasında sayar.
Şeyhlerimizden biri zikrinde sadece Allah
Teâlâ sözünü söyler, la-ilahe illAllah Teâlâ demezdi.
Sebebini sorunca şöyle dedi: ‘Canım Allah Teâlâ’nın elindedir, benim hükmümde
değil, her nefes ölümü ve (Hakka) kavuşmayı beklerim. Sözün harflerinden her
biri, bir nefestir. Nefes ayrıldığında ölümün gerçekleşip yeni bir nefesin
gelmemesi mümkündür. La deyinceye ya da la-ilahe diyene kadar yaşayıp ispata
(illAllah Teâlâ) ulaşmazdan ölebilirim. Bu durumda ispatın ünsiyetinde değil,
nefyin (olumsuzlama) vahşetinde ölürüm. Bu nedenle celal zikrine (Allah Teâlâ
ismi) yöneldim, çünkü ben O’ndan başkasını müşahede etmiyorum.’
Hali böyle olan kimse ‘la-ilahe illAllah
Teâlâ’ derken hayâ etmelidir. Bu ise hayânın en güçlüsüdür ve bu söz, imanın
şubelerinin en üstünüdür. Nefs, yaratanına bakmazdan kendisine baktığı için, Allah
Teâlâ’dan hayanın en üst şubesindedir. Bu ise ‘Kendini bilen, Rabbini bilir’
hadisinin doğruluk ölçütüdür. Başka bir ayet, ‘Onlara ayetlerimizi ufuklarda ve
nefslerinde göstereceğiz ta ki onun Hakk olduğu ortaya çıksın55,9 ayetidir.
Öyleyse olumsuzlama, olumlamanın ta kendisidir, çünkü bu esnada insan, sadece
İlah’ı olumsuzlamış ve sadece İlah’ı olumlamıştır.
Kulun insanların yolundan eziyet
veren şeyleri kaldırmadaki hayasına gelirsek, kuşkusuz bu davranış kula
emredilmiştir. Sonra zorunlu olarak yolda Hakkın yüzünü görür. Çünkü o ‘(iman
ve hayâ) mertebelerin en aşağısıdır.’ Öyleyse bu ilahi isimlerin içinde
(sonuncu olan) elAhir ismi konumundadır ve birleyen o isme bakar. Nitekim
(imanın zirvesi sayılan) la-ilahe illAllah Teâlâ ifadesi de, (isimler arasında)
el-Evvel konumundadır. İlahi hüviyet gelip kendisine ait her iki ismi alarak
‘O elEvvel ve el-Âhir'dir’ demiştir. Birleyen (muvahhid), el-Ahir isminin Hakk
ettiği şey ile bu iki isim arasında tereddütte kalır. El-Ahir ismi, onun
varlığında yaratıkların yolunda bir eziyet olarak ortaya çıkar. Yaratıkların
bu iki isim arasında ilahi isimlerle tasarruf ettiklerini gören müminin gözü,
başta, sonda ve bu ikisinin arasında sadece Allah Teâlâ’yı görür. Kendisine
yönelen emir ise yolu temizlemeyle ilgilidir. Mümin kendisine verilen
temizleme işine girişmediğinde (Haktan aldığı) ‘emir’den hayâ ederken (yoldan
kaldırdığı) eziyette gördüğü el-Ahir isminden de hayâ eder. Bu hayâ ona
ulaştığında el-Ahir ismi eziyetten ‘Ey Falanca! Yaratıkların yolundan eziyeti
benim vasıtamla temizle, çünkü ben, eziyette bulunduğum gibi temizlemede de
bulunurum. Onu benden başkasıyla temizleyemezsin, utanma’ diye bağırır,
‘imanın en aşağısı, eziyeti temizlemektir’ sözüne dikkat ediniz! Böylelikle
‘en aşağı’yı temizlemeye bağlamıştır ki o, imanın derecelerinin sonuncusudur.
Biz ise. temizlemedeyiz. Ondan başkası değiliz. Bu hal sahibi böyle hareket
eder ve onu yoldan temizler. Aynı şekilde biz, ilahı ilah ile olumsuzladık.
Kul Allah Teâlâ’dan hayâ ederken
ilkte, sonda en üstün ve en aşağıda bu halde olduğuna göre, ortadakiler iki
ucun arasında sıralanır. Böyle biri hali korunmuş, amaçları sakınılmış
İtişidir. Örnek olarak başlangıcı tekbir, sonu selam plan namazı verebiliriz.
Namazda her iki uçta da ihsan ortaya çıkarak, bu sınırlama nedeniyle onların
arasındaki vasatı esenliğe çıkartır. Açıkladığımız gerçeklerden sonra, Allah
Teâlâ’dan hayânın ‘seni yasakladığı yerde görmemesi, emrettiği yerde seni
bulması’ demek olduğunu öğrendin. Böylelikle hayâ, imanın bütün şubelerini
kuşatır. Hayâ emir, yasak ve yükümlülüğün eşlik ettiği bir makamdır. Yükümlülük
süresi tamamlanınca, hayânın ortadan kalkması gerekir ki, iş böyle değildir.
Bilmelisin ki hayânın varlığı, Allah
Teâlâ’ya zorunlu niteliklerin varlığını bilmeyi gerektirir. Sen ise, O’nunla
bilfiil varsın. Akıl ve dine göre talep edilen sensin. Herhangi bir yaratık Allah
Teâlâ’ya gerekli saygıyı akla ve şeriata göre tam olarak yerine getiremez.
İnsanın ise, Rabbine kavuşması kaçınılmazdır. Onun müşahede ve makamı da
budur. Öyleyse hayâ, dünya ve ahirette insana eşlik eder. Çünkü insan Allah
Teâlâ’ya gerekli şeyi ve Allah Teâlâ için zorunlu hakları yerine getiremediğini
sürekli hatırlar. Bir rivayette bu hususu destekleyen bir ifade yer alır: ‘Hakk
büyük ziyarette kullarına tecelli ettiğinde onlardan perdeleri kaldırır. Ona
baktıklarında ise şöyle derler: Seni tenzih ederiz! Sana hakkıyla ibadet
edemedik.’ İşte bu itiraf, Allah Teâlâ’dan hakkıyla hayâ etmeyi zorunlu kılar.
Onlara bu sözü söyleten hayâdır.
YÜZ
OTUZ DOKUZUNCU BÖLÜM
Hayâyı
Terk Makamının Bilinmesi
Hayayı
terk, tahakkuk (özdeşleşmek) ve
ahlâklaıımaktır Kurarı’da ayetler böyle söyledi
Bizce soyluluk ve nezihlik hayadadır
Çünkü biz düşman menzilinde korkmayız
Burası dünya, sen de onun imamı
Onun kulcağızlarının bir kısmı eksik
bir kısmı üstün
Ey insan! Gerçeği anladığında
Terazinin kefesiyle, bir dil gibi ol .
Sola yönelme çünkü o
Bir eksikliktir, sağa yönel çünkü o
İslam, iman ve ihsan haliyle Hallenen
için kemaldir
Yerli yerinde hayayı terk, ilahi bir
niteliktir. Allah Teâlâ, ‘Allah Teâlâ örnek vermekten haya
etmez’540
der. Bunun nedeni iki şekilde açıklanabilir. Birincisi,
sadece Allah Teâlâ’nın var olmasına dayanır. Bu durumda bütün varlık yücedir ve
ondan bir şey terk edilmez. Hayâ ise terk demektir ve selbî bir niteliktir.
Binaenaleyh terkin terki, mevcut, yani sübûtî (olumlayıcı) bir niteliktir.
Öyleyse hayânın terki, sübûtî bir niteliktir. ‘La-ilahe’ selbî bir nitelik iken
‘illAllah Teâlâ’ sübûtî bir niteliktir. Selb sadece ispat nedeniyle gelmiştir.
Dolayısıyla hayayı onun terki için getirdik. Çünkü hayâ ayrıma ait iken
hayânın terki ise çokluğa değil, çokluğun birliğine aittir. Meselenin birinci
yorumu budur. İkincisi ise sadece Allah Teâlâ ile bilfiil var olan mümkün
varlıkların bulunmasıdır. Bu durumda onlardan hiçbir şeyin terk edilmemesi
gerekir. Çünkü her şey kendisini koruyan ilahi bir hakikat ile irtibatlıdır.
Mümkünlerin sonsuz olduğu sabit iken hakikat ve ilahi isimlerin de sonu
yoktur. Hakka ait şeylerde dereceli üstünlük yoktur, çünkü bir şey kendinden
üstün olamaz. Varlıklar arasında kendisiyle ilişkilendirilen şeye göre bir
üstünlük söz konusu olabilir, çünkü onların özü gereği üstünlüğü yoktur. Hakka
ait işlerde karşılıklı bir üstünlük olmadığı gibi kevnî şeylerde de karşılıklı
üstünlük yoktur. Allah Teâlâ el-Evvel olduğu gibi el-Âhir’dir. Aynı şey, ilk
akıl ve donuklar için de geçerlidir. Allah Teâlâ ez-Zâhir ve el-Bâtın olduğu
gibi bunun mukabilinde gayb ve şehadet (âlemleri) vardır.
Binaenaleyh değersiz ve çirkin bir
şey yoktur. Her şey Allah Teâlâ’nın ayeüeridir. ‘Allah Teâlâ’nın ayetlerini
yüceltmek ise kalplerin takvasıdır. Sizin için onlarda belirli bir süreye kadar
yararlar vardır.’54' Kastedilen
onlar vasıtasıyla kendisine baktığınız süredir. ‘Belli süre’, onlardan sizin
siz olmadığınızı öğrenmenizdir. Çünkü hakikati yolduk olan kimse adına varlık
ödünçtür. Sizin kendiniz olmadığınız ortaya çıkınca -ki bu belli süredironun
yeri Beyt-i atiktir. O, hâdislik (sonradan olma) kabul etmeyen kadim
(varlığının başlangıcı olmayan) şeydir. Bu esnada niteliğin niteleneni
aradığını görürsünüz. Böylelikle Allah Teâlâ’nın ayederi olma durumunu
yitirirsiniz ve Hakk, kendi kendisine delil olur. Çünkü bir şeyin başka bir
şeye gerçek bilgiyle delil olması imkânsızdır. Dolayısıyla hiçbir şey için
kendinden daha güçlü delil yoktur. Bu nedenle açık bir şeyi (zâhir)
tanımladığında onu belir,sizleştirirsin ve açık şeylerin tanımı aranmaz.
Nitekim gündüzün içindeyken -ki eşyanın en açığıdırgündüzü tanımlamak isteyen
kişi, onu bilmezden gelemez.
İş söylediğimiz gibiyse, artık hayâ
etmez. Dolayısıyla ne hayâ vardır ne de onun bir hükmü! Aksine Allah Teâlâ
‘örnekleri verir,’ şekilleri ortaya koyar, kime hitap edildiğini, kimin
anladığını ve İçimin anlamadığını bilir. Herkesin bir anlayışı vardır. Dinleyen
için sivrisinekten daha gizli bir şey bulunsaydı, Hakk örnek olarak onu
verirdi. Bu husus ‘daha
üzerindeki’542 ayetinde
kapalı olarak sunulmuştur. Böylelikle bu ayette hiçbir şeyi Allah Teâlâ ile
ilişkilendirmeksizin terk etmemeyi ve bırakmamayı sana emretti ve öğretti. Bir
şeyin değersizliği ya da örfte ve inanca göre şeriat tarafından kınanması, seni
geride tutmasın. Sonra, (hüküm) verirken durursun: Binaenaleyh inançtaki şey
her şeye ve her duruma verilmez. Şâri’nin sana söylediği yerde dur! ‘Orada
dur.’ Çünkü bu şeriatın getirdiği ilahi edeptir. Edep, iyilikleri toplayan
şeydir. Lafızların kullanımında ise, hayâ kullanılır, çünkü sen, sana
emredildiği gibi bir kısmını terk edersin. İnançta ise Allah Teâlâ ile
ilişkilendirmediğin hiçbir şeyi terk etmezsin. İşte bu ‘hayânın terki’
makamıdır. Öyleyse Allah Teâlâ’ya sana belirlediği şekilde mertebelere göre
davran ve tartışmaya girme! Bunun yerine ‘Rabbim! Bilgimi artır’5*3 de. Böyle
dediğinde, sürekli artışta olur, zorunluluk meyvesini devşirirsin.
YÜZ
KIRKINCI BÖLÜM
Hürriyet
Makamı ve Sırlarının Bilinmesi
Arzunun kulu
efendisinin mülkünden kaçaktır Şaşkından başkası ondan çıkmaz
Hür, bütün varlıklara sahip
olabilendir Ne bir mal ne makam ona sahip olur
Tekvine hücum edersen bir şeyi yok
sayarsın Kökü efendisinin mülkü olanı.
Allah Teâlâ seni başarıya erdirsin,
bilmelisin ki, hürriyet -ilahi değilzatî bir makamdır. Kul için bu makam
kayıtsız olarak gerçekleşmez. Çünkü kul Allah Teâlâ’nın azatlık kabul etmeyen
kölesidir. Hakk için ‘ilah’ olması yönünden hürriyeti imkânsız saydık. Çünkü
efendinin kölenin varlığıyla, sahibin malıyla ve hükümdarın mülküyle irtibadı
olması gibi İlah da me’luhu ile irtibadıdır. Ayet-i kerimeye bakınız! ‘Dilerse sizi giderir ve daha
hayırlıları
getirir.’544 Bu irtibat esnasında başka bir kavmin
getirilişine dikkat çekmiştir. Çünkü görelilik, akıl ve varlık bakımından iki
görelinin tasavvurunu gerektirir. Dolayısıyla görelilik varken hürriyet söz
konusu değildir. Rablik ve ilahlık ise göreliliktir. Hakk ile yaratıklar arasında
karşılıklı bir ilişki yok ise görelilik de yoktur. Aksine O ‘âlemlere muhtaç
değildir.’ Böyle bir şey, sadece Hakkın zâtı için düşünülebilir. Dolayısıyla
hiçbir varlık O’na bağlı olmadığı gibi hiçbir göz O’nu algılayamaz, hiçbir
kanıt O’nu sınırlayamaz. Akılda bulunuşu zorunlu olduğu gibi (O’na ilişen)
niteliklerin -ki onları sınırlama sokarsınO’ndan olumsuzlanması da teoriktir.
Kul bu makam ile özdeşleşmek
istediğinde -ki bu tahakkuk makamıdır, ahlâklanma makamı değilbunun mümkün bir
varlık olması nedeniyle kendisine eşlik eden yoksunluğun kalkrriasıyla
gerçekleşebileceğini görür. Halbuki Hakkın kıskançlığı, Allah Teâlâ’dan başka
kimsenin varlık ile nitelenemeyeceğini gerektirir -çünkü varille bir iddia
taşır-. Bu bakışla ise, varlığın mümküne ait olamayacağını anlar. Çünkü
kıskançlık, bunu engelleyen bir sınırdır. Bu durumda kendisine bakar: Meğerse o
varlığı olmayan bir yokluk imiş! Yokluk ise, onun zâtî niteliğidir. Dolayısıyla
varlık onun aklına gelmez. O halde yoksunluk gitmiş, yokluğunda ‘hür’ olarak
-ki bu zâtın varlığındaki hürriyetidirkalmıştır.
Kul bu zâtın ilahi isimleriyle
madum-mümkünün zâtından neyin ilişkili olduğunu öğrenmek ister. Mümkün (sâbit)
ayn’dan her birinin başkasında olmayan bir istidada sahip olduğunu görür. Bu
sayede mümkünün zâtı ile Hakkın zâtı arasında olduğu gibi a’yân(-ı sâbite)
arasında da ayrım gerçekleşir. Hakk ile mümkün arasındaki ayrım, Hakkın
‘zorunlu varlığı’ ile mümkünün ‘zorunlu yokluğu’ şeklinde gerçekleşir. Bu
durumda kul, kendisi için istidadı Hakk için isimler gibi sayar. Mümkün
a’yândaki varlık ise, Allah Teâlâ’ya aittir. Hakk kendisi nedeniyle mümkün
(sâbit) a’yândan birisinde ilahi isimlerinden biriyle zuhur ettiğinde, ayn’ın
istidadı ona kendisiyle isimlendirildiği ‘hadis’ (sonradan olan) bir isim
verir. Böylelikle ‘şu arştır, bu akıldır, bu kalemdir, bu levhadır, bu
kürsüdür, bu felektir, bu melektir, bu ateştir, bu havadır, bu sudur, bu
topraktır, şu madendir, şu bitkidir, şu hayvandır, bu insandır’ gibi cins ve
türlerle onu isimlendirir. Bu, bütün hakikate yayılır ve ‘bu Zeyd’dir, bu
Ömer’dir, bu attır, bu taştır, bu ağaçtır’ denilir. Bütün bunları, mümkünlerin
(sabit) a’yân’ın istidadı vermiştir. Böylece onların varlıktaki eserleriyle
hakikatlerin kendiliklerinde bulundukları duruma kanıt getirdik. Nitekim
isimlerin varlıktaki eserlerinden de ilahi isimlere ulaştık (istidlal).
İsimlendirilenin idrake konu olan bir hakikati (ayn) yoktur. Mümkün kendi
ayn’ıyla kaldığında hürdür, onda kulluk bulunmaz; istidadıyla kaldığında ise
muhtaç bir kul haline gelir.
Zikrettiğimizi görmenin dışında,
mutlak hürriyette bir makamımız yoktur. Dolayısıyla nefsine bundan başka bir
şey söyletme! Bu makamı müşahede etmeyen kimse, hiçbir zaman ‘Allah
Teâlâ âlemlerden müstağnidir’545 ayetinin neyi
gösterdiğini bilemez. Yani Allah Teâlâ, kendine delil olmaktan müstağnidir.
Çünkü Allah Teâlâ âlemi kendisine delil olsun diye yaratsaydı, ondan müstağni
kalamazdı. Öyleyse Hakk âlemi neye delil yaptı ve âlem kime delildir, bilmen
gerekir. Allah Teâlâ, başka biriyle kendisine delil getirilemeyecek ya da bir
başkasıyla sınırlanmayacak kadar açık ve bellidir. Alem Allah Teâlâ’ya delil
olsaydı, delil, delillendirilene karşı bir otorite ve övgüye sahip olurdu.
Delillendirilen, onu bir delil olarak ortaya koysaydı, bu delil övgü
mertebesinden ayrılamazdı. Çünkü onu delil olarak kullanan kişi,
delillendirilene ancak onun vasıtasıyla ulaşabilecek bir durumu ifade etmiştir.
Böylelikle özgürlük ve müstağnilik kalkar. Halbuki bunlar, Allah Teâlâ adına
sabittir. Öyleyse Allah Teâlâ, kendisine delil koymamış, onları mertebeye
(ulûhiyet) delil yapmıştır. Bu sayede O’ndan başka ilah olmadığı öğrenilir ki,
hürriyet hakkında seçkinlerin dili budur.
Sıradan insanların diline gelirsek,
sûfılere göre hür, Allah Teâlâ’dan başka hiçbir varlığın boyunduruğuna girmeyen
kişidir. Böyle bir insan, Allah Teâlâ’nın dışındakilerden hürdür. O halde
hürriyet, sadece Allah Teâlâ için gerçekleşmiş bir kulluktur. Dolayısıyla hür,
kendisine ibadet etsin diye onu yaratan Allah Teâlâ’dan başkasına kul olmaz ve
böylelikle yaratılış gayesine hakkını verir. Bu durumda onun hakkında ‘Ne
güzel kuldur o, tövbekardır (dönen)’546 denilir. Yani yaratılış gayesi olan
kulluğa çokça dönendir! Çünkü insan varlıktaki her şeye muhtaç yaratılmıştır.
Varlıktaki her şey, kulu yoksulluk diliyle çağırır ve ‘muhtaç olduğun şey
benim, bana dön!’ der. Kul işleri bildiğinde, Hakkın onu çağıranın nezdinde
bulunduğunu anlar. Bilir ki, kendisine muhtaç olmak nedeniyle (Hakkın
kendisinde bulunduğu) söz konusu sebebe muhtaçtır. Öyleyse kul kendi hakikati
gereği muhtaçtır. Bu sebep nezdinde muhtaç olduğu şeyi verene bakar ve onun
ilahi bir isim olduğunu görür. O halde kul gerçekte bir ismi yönünden Allah
Teâlâ’ya muhtaç olduğu gibi (isimler ile istidadar arasındaki ilişkiden hareketle)
kul kendi istidadının eserinden yine kendine muhtaç olmuştur. Bu durumda
yoksulluğun ne demek olduğunu, kimin muhtaç olduğunu ve kime muhtaç olduğunu
anlar. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e ‘Rabbim bilgimi artır’547 demek
emredildi.
Hürriyet ve sırları hakkında bizim
dışımızdaki yazarların kitaplarında bulamayacağın yeterli açıklamaya dikkatini
çektik.
YÜZ
KIRK BİRİNCİ BÖLÜM
Hürriyeti Terk Makamının Bilinmesi
ı
ihtiyaçlarından hiç ayrılmayan biri İhtiyaçlar onun peşindeyken
nasıl hür olabilir ki?
O, bütün eşyaya muhtaç Yoksulluk
mezhebi, fakirlik kazancı
Bizim için, varlıkların adlarıyla
isimlendi Öyle ki, sözde onun özelliği dile geldi
Varlıkta hür diye biri yok, çünkü O
bizi talep eder Biz de her yönden O’nu ararız
Allah Teâlâ seni başarıya erdirsin,
bilmelisin ki, hürriyetin terki, sırf ve saf kulluk (ubûdet, zorunlu kulluk)
demektir. Sebepler yerli yerindeki hikmeti hakkıyla bildiği için, onun sahibini
boyunduruğuna alır. O kişi de sebeplerin otoritesi altında hor ve zelildir.
Böyle biri iyinin ve günahkârın değdiği, mümine ve kâfire yarar sağlayan
toprağa benzer; toprak -tıpkı varlıkların yaptığı duanın Hakkın karşılık
vermesine etki etmesi gibiona etki eder. Çünkü bu makam sahibi, mutlak
zenginliğiyle birlikte Allah Teâlâ’nın kendisine eşlik ettiğini görür. Öyleyse
bineği (beden) acıkan, çıplak kalan, susayan ve zorda kalanın durumu nasıldır?
İnsana ise bedenini korumak, onun durumunu kollamak ve onu neyin iyi edeceğini
gözetmek emredildi. Allah Teâlâ onu bu görevle görevlendirerek yeryüzüne
halifesi diye indirmiştir. Sebepler kendisine bu imkânı vermedikçe insan
kendiliğinden bunu yapmaya güç yetiremez. Öyleyse insan zorunlu olarak Allah
Teâlâ’nın kendisindeki ve ona dönük hakkını yerine getirmek için sebepleri
elde etmeye boyun eğer, çünkü Allah Teâlâ ona ‘Nefsinin senin üzerinde hakla
vardır, eşinin üzerinde hakkı vardır’ demiştir. Üzerinde haklar bulunan biri
nasıl hür olabilir ki?
Her varlık üzerinde bir Hakk bulunur
Kişi o hakkın kulcağızı.
Hür değildir, bunu bil
Haberin olsun, hakkıyla öğren bunu
Direnen kimse gibi olma
Ahlâklandığında efendisinin emrinden
Allah
Teâlâ Rab, sen kul
Alem de senden eski kul
Ben konuşurken bunu söyledim O ise
benim kulağım ve dilim olmuştu
Zikrettiğimiz gibi olan kimse Başarıya
eren alimdir!
Binaenaleyh insan, hakkını talep
ettiği sürece nefsinin kölesi olduğu gibi kendi hakkını talep eden gözünün,
hakkını talep ettiği sürece eşinin kölesidir. İlahi nimetler kendisinden nimet
verene teşekkür etmesini ister. Öyleyse yükümlülük mevcut, zorunluluk (insana)
eşlik eder ve kaldırılmak istense kalkmaz. Övgü ve sena, onda edci eder ve
şöyle der: Nimet ve ihsan veren Allah Teâlâ’ya hamdolsun!’ Kınama, eziyet ve
cefa ona sahip olur ve şöyle der: Her durumda Allah Teâlâ’ya hamdolsun! Hallerin
başkalaşması nedeniyle hamdi değişir. Hamdi değiştiği için haller değişseydi,
hiç kuşkusuz hallerden ‘hür’ olurdu.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem Ebu Bekir es-Sıddîk’a şöyle der: ‘Seni dışarıya çıkartan sebep nedir?’
Ebu Bekir ‘Açlık’ diye cevap verir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem,
‘Beni de açlık dışarı çıkarttı’ diye karşılık vermiş. Yanındaki sahabesiyle
birlikte Heysem b. Ebi’t-Teyhan’ın evine gelmiş. Heysem bir koyun kesmiş ve
yemek yedirmiş. Onları dışarıya çıkartan sebep, üzerlerindeki hakkı onlara
yönelip onları hükmü altına aldığında açlık idi. Bu bağlamda açlık var olmayan
bir durumdur. Bir mevcuda madum (var olmayan) etki ediyor iken, mevcut
karşısında mevcudun durumu nasıl olur? Böyle insanlar, hürriyeti müşahede eder.
Bu zevk nedeniyle onlar, nefslerinin
üzerlerindeki haklarını yerine getirmek için dışarı çıkmış, açlık kendilerini
köleleştirmişti. Çıkmasalardı ve bulundukları yerde kalsalardı, bu kez sabrın
ve bu halin gereğinin zorlaması altında kalırlardı. Öyleyse (Hakkın) ihsanının
onlarla ilişkisinin son noktası, söylediğimiz gibi, nefslerinin haklarını
yerine getirmek üzere dışarı çıkmak idi. Çünkü onlar bunu yapacak imkâna sahipti.
Bundan daha üstünü olamaz, imkân var iken otursalardı, zalimlik ve ilahi hükmü
bilmemek özelliğiyle nitelenirlerdi. Bu nitelikteki bir insanda dünya ve
ahirette hürriyet nasıl düşünülebilir ki?
Dünyaya gelirsek, burada zorunluluk
vakidir. İnsan onu inkâr edemez, reddedemez ve onu kendinde bulur. Kul
sebeplere eğilmeyip onlara bel bağlamaz ve sebepleri kullanırken onun gayesi, Allah
Teâlâ’ya itimat olursa, böyle biri malul (nedenli, hasta) bir kuldur. Çünkü bu,
özel bir yöneliştir. Ahirette ise şehvetinin kuludur. Çünkü o, şehvetinin
otoritesi altındadır ve şehveti onda hüküm sahibidir. Kulluğun anlamı sadece
budur. Başka bir ifadeyle kulluk (ve kölelik), hükümlerin altına ve sebeplerin
boyunduruğuna girmek demektir, ârif kendinden bunu görünce, hürriyetin bir iç
konuşması ve geçici bir durum olduğunu anlar. Bu halin huzur ve ayıklık ile
birlikte kalıcılığı yoktur.
[HÜRRİYETİ TERK]
Hürriyeti terk ilahi bir niteliktir. Nasıl olur da ondan çıkılır? İşin sonu, kullarından
dua bekleyen, tövbe etmelerini ve bağışlanma dilemelerini isteyen bir şekilde Hakk
suretinde onda bulunmaktır. İstediği şeyi yerine getirmediklerinde ise,
kendilerini kınayarak şöyle der: ‘Günah işlemeseydiniz, Allah Teâlâ günah
işleyen, tövbe eden ve kendilerine mağfiret edeceği bir topluluk getirirdi.’ Bu
makamın sırlarına dikkatini çektik. Onları incelersen, kendini ve Rabbini
öğrenir, değerini aşmazsın.
Hürriyetin Allah Teâlâ’nın kullarında
bir takım dereceleri vardır. Hürlerin dışındakiler ise Allah Teâlâ nezdinde
daha üstün derece ve daha kâmil nitelik sahibidir. Onlarla birlikte asıl isim,
el-Hafîz’dir. Bu isim onlarda hürriyetin terkini ve -hikmetin verisine
göreköleleştirmeyi korur.
‘Hürriyetin dereceleri kaç tanedir?’
diye sorarsan, şöyle deriz: Ünsiyet ehli âriflerde hürriyetin altı yüz kırk
dokuz, edep ehli ariflerde iki yüz elli dört, ünsiyet ehli melamilerde altı yüz
on sekiz derecesi vardır. Edep sahibi melamilerde ise (iki) yüz yirmi üç
derecesi vardır. Bu dereceler, aynı zamanda hürriyeti terk eden ve terkin
sağladığı ilave dereceleri terk edenler için geçerlidir.
YÜZ
KIRK İKİNCİ BÖLÜM
Zikir
Makamı ve Sırlarının Bilinmesi
Zikir
her zaman zikredilen üzerinde örtüdür Her zikir hal ve
isimlerdir
Söylediğinden
başka bir şey yok
Bunu
düşünürsen gözüne pek çok şey görünür .
Varlığın kendisinde olduğu kimse onu
bilir Bu gerçektir, ne akıl vardır ne su vardır
Zikir ilahi bir niteliktir. Zikir,
Hakta ve yaratıklarda içten ve dıştan olarak gerçekleşir. Zikrin ilahi bir
nitelik olmasıyla zikir halkın zikrinin karşılığıdır. Allah Teâlâ şöyle
buyurur: ‘Beni zikredin ki sizi zikredeyim.’54* Burada
kendi zikrini bizim onu zikretmemizin soncu yaptı. Burada zikrin durumu da
böyledir. Allah Teâlâ kutsi bir hadiste şöyle der: Beni içinden zikredeni
içimden, toplulukta zikredeni onlardan hayırlı bir toplulukta zikrederim.
Böylece zikir, zikri; zikrin durumu ise zikrin durumunu belirlemiştir. Zikir Allah
Teâlâ’nın adını zikretmek değildir. Aksine bir hamd ve övgü olması bakımından
O’nun ismini hatırlamak demektir. Çünkü senin ya da onun hakkında değil,
hakikate delil olması yönünden ismi zikretmede fayda ortadan kalkar.
Şöyle diyebilirsin: Allah Teâlâ ehli,
Allah Teâlâ lafzının zikrini üstün saymış ve hüve lafzım niteliği veren
zikirlere üstün saymış, onun bir takım yararlarını görmüşlerdir. Şöyle deriz:
Haklıdırlar, ben de bu görüşteyim. Fakat onlarm bu zikri tercihlerinin sebebi
onun hakikate delil olmasıdır, kendisi değildir. Onlar bu isim ile ya da hüve
ile bu isimle isimlendirilen ya da bu zamiri varlıkların sınırlamadığı kimse
ya da tam varlık olduğunu bilmişlerdir. Öyleyse bu ismi zikrederken zikredenin
nefsinde bu bilinç vardır. Yarar böyle gerçekleşir. Çünkü o sınırlı olmayan bir
zikirdir. Zikreden Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur ifadesiyle onu sınırlarsa,
bundan meydana gelecek yarar bu delaletin verdiği ölçüdedir. Subhanallah
diyerek onu sınırlarsa, tespihin verdiği şeye göre bir bilinç gerçekleşebilir.
Aynı şey Allah Teâlâu ekber, elhamdü lillah, la-kuvvete illa billah zikirleri
için de geçerlidir. Her sınırlı zikir, ancak kendisiyle sınırlandığı bir sonuç
meydana getirir. Ondan genel bir neticenin çıkması mümkün değildir. Çünkü
zikrin hali onu sınırlar. Allah Teâlâ bize ancak zikrin halinin verdiği şeyi
vereceğini bildirmiştir. Kutsi bir hadiste ‘beni içinden zikrederse ben de onu
içimden zikrederim’ der. Bu nedenle bir grup Allah Teâlâ lafzının zikrini üstün
saymıştır. Ya da onu sınırlama olmaksızın zamirini üstün saymıştır. Öyleyse
onlar, isimlendirilenin Hakk etiği şeyi zihinde tutmaksızın lafzını söylemeyi
amaçlamışlardır. Bu anlam ile Hakk’ın kulu zikretmesi kendisine layık bütün
faziletleri içeren bir isim ile olabilir. Onlar, kulun Rabb’ini Allah Teâlâ
ismiyle zikretmesinin karşılığındadır. Kulun zikri akılda tutmayla Hakk’ın
zikri ise huzur ile gerçekleşir. Çünkü Hakk bizi müşahede eder, bizi bilir. O
da bizim için bilinir ve müşahede edilir. Bu nedenle bizim için akılda tutma,
onun için huzur söz konusudur. Müminler Hakk’ı hatırlama güçlerinde
tutarlarken sıradan insanlar onu tahayyül güçlerinde tutarlar. Allah Teâlâ’nın
kullarından onu bilen bir grup ise, her iki güçte de kendisini canlandırır. Bu
yönüyle onlar, akıl ve şeriat bakımından hatırlama gücünde şeriat ve keşf yönünden
ise tahayyül gücünde Hakk’ı canlandırırlar. Bu ise, bütünü ile Hakk’ı
zikrettiği için zikrin en yetkinidir. Hakk’ın onu zikretmesi de böyle
gerçekleşir.
Sonra . Allah Teâlâ, zikirden başka
herhangi bir şeyi çokluk ile nitelememiştir. Zikirden başka hiçbir şeyi de
çoğaltmayı emretmemiştir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah Teâlâ’yı çokça zikreden erkek
ve kadınlar:549 Başka bir
ayette ise, ‘Allah Teâlâ’yı çok zikredin’550 buyurur.
Burada zikir özel anlamda Allah Teâlâ ismiyle ve sınırlılıktan soyudanmış bir
halde gelmiştir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah Teâlâ’yı zikrediniz’55'. Halbuki şu
isimle zikredin dememiştir. Başka bir ayette ise, ‘Allah Teâlâ’nın zikri en büyüktür’552 der.
Halbuki şununla dememiştir. Başka bir ayette ise, ‘belirli günlerde Allah Teâlâ’yı
zikredin’553
demiş, şöyle ya da böyle dememiştir. Allah Teâlâ’nın ismini
onların üzerinde zikredin demiş, fakat ‘şöyle zikredin’ dememiştir. Başka bir
ayette ise, ‘Allah
Teâlâ’nın isminin zikredildiği şeylerden yiyiniz’554 demiş,
şöyle zikredildiği dememiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle
der: Yeryüzünde Allah Teâlâ Allah Teâlâ diyen kimse kalmadıkça kıyamet kopmaz.
Burada Peygamber bu lafzı bir şeyle smırlamamıştır. Çünkü o kulların içinden
seçkinlerin zikridir. Allah Teâlâ onlar ile dünya âlemini ve içlerinde
bulundukları bütün âlemleri korur. Onlardan dünyada kimse kalmadığında,
dünyanın korunmasını sağlayacak bir sebep kalmaz. Bu nedenle dünya yok olur ve
harap olur. Bu esnada bile nice kişi Allah Teâlâ Allah Teâlâ diyebilir. Fakat
o, belirttiğimiz şekilde zihinde tutarak zikretmemektedir. Bu nedenle Şari
zihinde canlandırma olmaksızın lafzı geçerli saymamıştır. Rabb’ini Kuran’da tek
başına zikrettiğinde, onlar nefret ile geri dururlar. Çünkü onlar, şirk
koştuklarının zikrini duymamışlardır ve kalpleri kararır. Bununla birlikte
onlar, bunları ilah olarak kabul emişlerdir. Bu nedenle Allah Teâlâ ‘De ki onları isimlendirin’555
demiştir. Onları isimlendirselerdi, aleyhlerine delil ortaya çıkardı.
Dolayısıyla Allah Teâlâ’yı ancak Allah Teâlâ isimlendirir.
Allah Teâlâ ehli olan âriflerde
zikrin dereceleri, dokuz yüz elli bir derece iken melamilerde dokuz yüz yirmi
dokuz derecedir.
YÜZ
KIRK ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Zikrin
terki Makamının Bilinmesi
Zikri
onu müşahede eden terk eder Onu zikretmeyen
onu müşahede edemez
İşim hakkında hayrete düştüm Hakk
nerededir?
Seni zikredersem benim alametim ortaya
çıkar Bu esnada gizli iken onu görürüm
Haller ile birlikte onu görmeyi sürdürürüm
Her nefes onu zikretmeyi sürdürürüm -
Dışta o
beni görmeyi sürdürür
isimlerle
birlikte o ortaya çıkmaya devam eder
Burada ‘hüve’, vav harfiyle
yazılmıştır. Bunun nedeni, hüviyeti bildirmektir. Yoksa o, zamir değildir.
Allah Teâlâ seni başarıya erdirsin
bilmelisin ki, zikir terkinden daha üstündür. Çünkü terki, bir müşahededen
meydana gelebilir. Müşahede ise mutlak olamaz. Zikir ise mudaklık sahibidir.
Fakat mutlak olan zikir, belirttiğimiz şekildedir. Yoksa tespih ve tehlil gibi
sınırlı zikirler değildir. Zikrin terki, müşahededen olmasaydı, şuna bakardık:
Acaba terk sebebi, mudaklığı gerektiren bir şey midir? Bu durumda onun hakkında
denklik hükmü verirdik. Haller ise sınırlıdır. Mudaklık sınırlı olduğunda, bu
durumda o sınırlanandan ayrışır ya da sınırlanana -her nasıl dersenyayılmıştır.
Yayıldığı şeyin aynı ile ise, ayrıştığı şeyle sınırlanmıştır. Öyleyse mudaklık
sınırlanmadır. Sınırlanmanın faydası ise ayrışmadır. Onun hakkında
söylenebilecek en büyük şey, bilinmeyen meçhul olmasıdır. Bununla birlikte bu
nitelikler sınırlanmadan çıkamamıştır. Çünkü o malumdan ayrışmıştır.
Her durumda sadece sınırlı olan
vardır. Bulunmayanda da sınırlı olan vardır. Öyleyse yokluk, var olmayan
şeydir. O, varlıktan ayrışmıştır. Varlık yokluktan ayrışmıştır. Şu halde,
bilinen ya da bilinmeyen her şey ayrışmıştır. Sınırlama ise hüküm sahibidir.
Geride ancak dereceli bir sınırlama kalmıştır. En üstünü mudaklıkta
sınırlamadır. O ise Allah Teâlâ’yı zikir. Onu bilmemek ve Onun hakkında
hayrettir.
Allah Teâlâ’nın zikri varlığa daha yaraşır
Zikrin terki ise müşahedeye uygundur
Dilersen müşahedenin cömertliğinde ol
Dilersen varlığın faziletinde bulun
YÜZ
KIRK DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Fikir
makamı ve Sırlarının bilinmesi
Tefekkür ibretler ve ayetlerdedir Hükümler ve kaderde tefekkür yoktur
Tefekkür cahili olmadığın bir haldir Ayet
ve surelere om yerleştirdi
insanlar onsuz kalırdı Ruhlarla beraber
nimet içinde .
Fikir doğal bir niteliktir ve yoktur onun
Beşerden başka bilen kimse üzerinde hükmü
Söylediğimiz şey olsaydı bakmazdı Gözüm
hallere ve suretlere ansızın
İsimler ve müessir onunla kaimdir Emir
uygulanır, çölde ve şehirde
Allah Teâlâ seni başarıya erdirsin
bilmelisin ki, fikir, tedbir ve ilk hakkında tereddüt anlamı taşımadıkça ilahi
bir nitelik değildir. Bu durumda ise, ilahi bir nitelik haline gelir. İtibar
anlamında fikir ise doğal bir niteliktir. Bu nitelik ise, yaratıklardan sadece
bu beşer türünde bulunabilir. Tefekkür, dış varlıkları bakımından değil veya
hakikatlerinin verdiği şey yönünden değil, sırf delil oluşları bakımından
varlıkları inceleyen ibret sahiplerine aittir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Onlar göklerin ve yerin yaratılışı
hakkında düşünürler,’556 Tefekkür
ettiklerinde ise, bu tefekkür kendilerine daha önce sahip olmadıkları bir bilgi
verir. Böylelikle ‘Rabb’imiz!
Bunu anlamsız yaratmadın, seni tenzih ederiz, bizi ateşin azabından koru,s57 derler.
Öyleyse onları ateşin azabından sığınmaya sevk eden şey, göklerin ve yerin
yaratılışı hakkında düşünmenin kendilerine verdiği bilgidir. Bu bilgi onlara
ateşi göstermiş, onlar da Allah Teâlâ’dan kendileriyle bu ateşin arasına bir
perde çekmesini istemişlerdir. İşte, düşünene belirli bir bilgi veren
düşünceye konu olan her şeyin yararı budur. Söz konusu bilginin verisine göre
düşünen insan Allah Teâlâ’dan bir şey ister.
Tefekkür makamı, ilah olması
bakımından İlah hakkında düşünmeye sıçrayamaz. Bu yönüyle tefekkür, ilahlığın
sahibinin Hakk ettiği tazim, yüceltme, özü gereği kendisine muhtaçlık gibi
niteliklerle ilgili değildir. Bütün bunların hükmü, şeriadardan önce
mevcuttur. Sonra şeriat tefekkürü bildirmek veya emretmek üzere getirir ve
insana onu emreder. insanın fıtratı da sayesinde ecir almasını sağlamak üzere
onu gerektirebilir. Çünkü tefekkür kul için meşru bir amel olduğunda, meşru
bir amel olmadan onun adına meydana getirmediği bir sonuç meydana getirir.
Fikir, ne akla göre ne de
dince Hakk’ın zâtını konu edinemez. Çünkü şeriat, Allah Teâlâ’nın zâtı hakkında
düşünmeyi yasaklamıştır. ‘Allah Teâlâ sizi kendinden
sakındırır’558 ayeti buna işaret eder. Yani bu konuda düşünmeyiniz
demektir. Bunun nedeni, Hakk’ın zâtı ise yaratıkların zâtları arasındaki
ilişkinin ortadan kalkmasıdır. Allah Teâlâ ehli fikrin yerini bilip onun
şekilci bilginler ile salih insanlardan itibar ehlinin işi olduğunu, fikrin
eşya arasında karşılıklı bir ilişkiye dayandığını anlamışlardır. Bunun üzerine
onlar, ehline bırakmiş, kendileri için bir hal olmasını reddetmişlerdir.
Nitekim bu husus, fikrin terki bahsinde gelecektir.
Fikir korunmayı sağlamayan bir
haldir. Bu nedenle de makamı tehlikelidir. Çünkü onun sahibi, isabet mi
etmiştir yoksa hata mı etmiştir, bilemez. Çünkü fikir, doğru da olabilir yanlış
da olabilir. Binaenaleyh fikir sahibi özellikle Allah Teâlâ hakkındaki bilgiye
dair düşüncesinde doğruyu elde etmek istiyorsa, Kuran’da tefekkürün ve ibret
almanın zikredildiği bütün ayederi incelemesi, Kitap veya mütevatir sünnetin
dışında gelen şeylere yönelmemesi gerekir. Çünkü doğru düşünce, korunmuşluk ve Allah
Teâlâ’nın düşünmekten irade ettiği amacın gerçekleşmesi, O’nun Kuran’da
zikrettiği ve fikre konu olan veya Allah Teâlâ’nın ibret alınmasına hükmettiği
veya tefekkürü kendisine bitiştirdiği ayederle birliktedir ki, bu zorunlu
olarak böyledir. Çünkü Hakk’ın düşünceyi söz konusu ayete yerleştirmesi ve onu
başka bir yere değil de bu belirli yere tahsis etmesinin yegâne nedeni, kula
irade ettiği şeyin bilgisine ulaşma imkânı vermektir. Kuşkusuz seni yola
yönlendirdik. Allah Teâlâ ehlinin (keşflerinde) ‘buldukları’ bilgi budur.
Tefekkür ayetlerini akletmeyle ilgili
ayedere ya da duyma veya bilmeyle veya iman etmeyle ilgili ayedere taşıyıp söz
kçnusu ayederde fikri kullanmaya kalkarsan, genel anlamda isabet etmemiş
olursun. Öyleyse bu gücü, Allah Teâlâ’nın ‘tefekkür eden bir topluluk için’559
ortaya koyduğu ayetlerde kullanmalısın. Eşyayı yerlerinden çıkartma ve ayederi
konumlarının dışına taşıma. Söylediğim yöntemi takip edersen, gayretin övülür
ve bu konuda bana teşekkür edersin. Öyleyse ibret ve tefekkürün zikredildiği
her ayeti incele ki, Allah Teâlâ’nın izniyle mutlu olasın! Ayrıca bu fikri
yönden ‘nazar’ın zikredildiği ayederi de araştır. Bunlara örnek olarak ‘Deveye bakmazlar mı, nasıl
yaratılmış?’560, ‘Göklerin ve yerin melekûtuna bakmazlar mı?’561
‘Rabb’in fil sahiplerine ne yaptı, bakmazlar mı?’562
‘Rabb’inin
gölgeyi nasıl uzattığına bakmazlar mı?’563 ayetlerini
verebiliriz. Ayrıca tedebbürün zikredildiği ayeder de bu kapsamdadır. Bunlara
örnek olarak ‘Onlar
Kuran’ı tedebbür etmezler (düşünmezler) mi?’564
ayetini verebiliriz. Allah Teâlâ bunlardan hangisini hangi isimle zikrederse,
sen de aklını ona göre ayete ver. Binaenaleyh Allah Teâlâ’nın kastettiği
anlama ulaşmak istiyorsan o ayet hakkında zikredilen isim yönünden tefekkür
etmeyi ihmal etme. Bunlara örnek olarak ‘Kuran’ı tedebbür etmezler mi?’565 ayetini
verebiliriz. Öyleyse ona Allah Teâlâ’nın kelamı veya furkan veya ‘Biz zikri indirdik’566 ayetinde
belirtildiği gibi zikir olması bakımından değil, Kuran olması bakımından
bakmalısın! Her ismin kendine özgü bir hükmü vardır. Hakk’ın zikirde bir şeyi
belirlemiş olması, kullarının onu anlamasını sağlamak ve eşyayı yerli
yerlerine nasıl yerleştireceklerini öğrenmelerini sağlamaktır. Öyleyse bu,
hikmet; sahibi ise el-Hakîm’dir. Kuşkuşuz Allah Teâlâ kendisini şereflendirdiği
kimseyi hikmet ile övmüş ve şöyle demiştir: cOna
kitabı ve hikmeti öğretti.’167 Başka bir ayette ise ‘Ona
hikmet ve hitabı ayırt etmeyi verdik5568 buyurur.
Başka bir ayette ise ‘Kime hikmet verilirse, kuşkusuz ona
büyük iyilik verilmiştir. Sadece lüb (akıl) sahipleri öğüt alır.’569 Çünkü onun hükmü, bütün eşyaya
yayılır. Çünkü el-Hakîm hiçbir şeyi kendi değerinin ve konumunun dışına
taşımaz.
YÜZ
KIRK BEŞİNCİ BÖLÜM
Tefekkürün Terki ve Sırlarının Bilinmesi
Tefekkürün terki Yaratıcısına bırakmaktır Artık düşünme, çünkü
tefekkür maluldür .
Düşünmezsen tertemiz bir ruh olursun
Hakk ile oturur, zikir üzerinde yaratılmış
olursun
Tefekkür etmezsen tertemiz bir ruh olursun
Tıpkı melekler gibi, tafsil seni perdelemez
llah’tır; ikramlarını veren llah’tan
Cömertçe, vahyi veren de O’dur
Ya kendi katına getirterek ya da onu
aktarıp senin de öğrenmen şeklinde Ya da yazıyla, tafsil ederek onu verir
Tefekkür ile nefslerimize itimat ederiz O
olmasaydı, ne ortak koşma ne tatil olurdu
Tefekkür kendisine tahsis edildiğim bir
iştir Çünkü ben toplayıcıyım ve toplamak tahsildir
Hakk’ın suretini ve.bütün isimleri kendinde
toplar Ve her bir hakikati, Hakta bir değişme yoktur
Bazı yerlerde onun hizmetiyle yükümlü
olduk Haberler ve vahiy bunu bildirdi
Fikri terk edenler, kendisini bilmek
istedikleri hususlarda kendilerinden karışıklığın kalkmasını isteyen
adamlardır. Böylelikle onlar, hakkında Arzudan konuşmaz denilen kimseye varis
olmayı amaçlarlar. Ayrıca onlar, bu fıtrat üzerinde yaratılmış melekler ve Allah
Teâlâ’nın yaratıklarından diledikleridir. Onlar, Allah Teâlâ’nın kendilerine
bir inayeti olarak ve kendiliğinden Allah Teâlâ’yı bilme fıtratında yaratılmış
kimselerdir. Onların fileri terk etmelerinin nedeni, fikrin yanılma
özelliğidir. Diğer bir grup ise, tefekkürü terke yönelmişlerdir. Çünkü
tefekkür, iki şeyde döner durur: Ya yaratıklarda, ya da İlah’ta. Yaratıklarda
tefekkürün en üst kullanımı, onları delil olarak edinmesidir. Delillendirilen
ise delil ile çelişir. Dolayısıyla delil ile delillendirilen nazar sahibinde
hiçbir zaman bir araya gelmez. Böylelikle onlar, tefekkürü terki ve zikirle
ilgilenmeyi düşünmüşlerdir. Çünkü her ikisi de dince emredilmiştir. Çünkü
insan ayeder hakkında düşünmek üzere ölse, Allah Teâlâ’dan başka bir şeyle
(ilgilenirken) ölmüş sayılır. Bu eşyayı Allah Teâlâ için düşünse bile, bu esnada
sadece onları görmektedir. Tefekkür kendisini bazı kimselerin düşündüğü gibi
yaratıklara ve var olanlara delil edinmek üzere İlah’a yöneldiğinde ise, O’nu
bir başkası için talep etmiş olur. Bu ise, Allah Teâlâ karşısında saygısızlıktır.
Çünkü bu durumda insan bakışını Allah Teâlâ’ya sadece var olanlara delil olması
için yöneltmiştir. Söz konusu şeyler Allah Teâlâ’ya dayanmış olsa bile, yine de
insan bu durumda Hakk’ı kendisi için aramamış demektir. Eğer insan kendisini
kendisine delil edinmek üzere Allah Teâlâ hakkında tefekkür ettiğini
zannederse, bu da apaçık bir yanılgıdır. Çünkü bu esnada kendisini biliyor
iken Allah Teâlâ hakkında düşünür. Bir anlamın Allah Teâlâ hakkında geçerli
olup olmadığını anlamak üzere Allah Teâlâ hakkında düşünürse, bu da tam bir
bilgisizliktir. Çünkü hiçbir şey kendinden kendisine daha çok delil değildir.
Böyle bir düşünceyi gördüklerinde ise tefekkürü terk etmişlerdir. Bu nitelikte
kimse tefekkür ettiğinde ise, ihsanları nedeniyle yaratıklara teşekkür eden
kimse gibi olur. Böylelikle onlara teşekkür, bir ibadettir. Çünkü Allah Teâlâ
insanlara teşekkür etmeyi emretmiştir. Aynı şekilde Allah Teâlâ, onlara
tefekkürü de emretmiştir. Böylelikle insanlar, kendilerine emrettiği veya
belirlediği hususlarda emrine bağlanarak tefekkür ederle;r. Bu tefekkürden
ortaya çıkan bilgi ise, dolaylı bir bilgi haline gelir. Çünkü fikrin bilgileri,
her bakımdan, zikir, vahiy, ilahi vergi ilimleriyle aynı konum ve mertebede
değildir.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar