Print Friendly and PDF

[FÜTÛHÂT-I MEKKİYYE'NİN] YÜZ ON DOKUZUNCU KISMI

 


Rahman ve Rahim Olan Allah Teâlâ’nın Adıyla

ALLAH TEÂLÂ EHLİNDEN BAZI ADAMLAR BAŞKALARINI KOKUYLA TANIR

Koku adamlarından bir grup gördük. Abdülkadir el-Cîlî de onlardandı ve kişiyi kokusuyla tanırdı. Arkadaşım Ebu Bedr bana şöyle bil­dirdi: İbn Kaid el-Evani kendisine gelmiş -ki İbn Kaid bu yolda nefsine ait bir pay görüyorduAbdülkadir kendisini üç kez koklamış, sonra şöyle demiş: ‘Seni tanımıyorum.’ Bu onun hakkında bir terbiye idi. İbn Kaid’in himmeti yükselmiş ve âli olmuş, en sonunda Efrad’a katılmıştı. Nefes, hükmü seven âşıklarda ortaya çıkan bir şeydir. Bu, onların ma­kamı ve mertebeleridir. Bunu ise -ruhların nefesine değilrüzgarların nefesine izafe ederler. Şair şöyle der:

Allah Teâlâ hayrını versin, ey saba rüzgarı!

Bu nefs koku da nereden böyle?

Kuşluk vaktinde örtünü mü bıraktın?

Zeyneb’in gerdanlığını attığı yere

Ya da korunun bahçesinde senin kokun eser

Etekleri onun üzerinde sallanır

İşte haberlerini sana ithaf ediyorum.

Senin onunla tanışıklığın bugün daha yakın

Bu mısralar, ne kadar latif ve yumuşak olsalar da, ruhların aşkı hakkında söylenmiş kaba şiirlerdendir. Ruhların esintisi, rüzgarlarınkinden daha incedir, çünkü o doğa alemiyle ilişkiden uzaktır. Rüzgarlar ise, öyle değildir. Ruhlar esince sadece güzel koku yayarlar, çünkü on­lar, (doğadan soyudanmış anlamında) en mukaddes gaybten eserler. Dolayısıyla, sadece güzel ve hoş kokuyu getirirler. Rüzgarlar ise böyle değildir, çünkü onlar, doğa alemindendir. Çirkin bir şeye uğrarlarsa, çirkin bir şeyi getirirler, güzele uğrarlarsa, güzel koku getirirler. Ruhla­rın esintisi ise kötüye uğradığında onu güzele çevirirken güzele uğrarsa onun güzelliğini katmerleştirir. Şiiri söyleyen kimse yalan iddiada bu­lunmayan gerçek bir âşık olsaydı, güzel kokuyu -kendisi de güzel koku­lu olsa bileZeyneb’den saymazdı. Onun güzel kokusuyla mekanın ko­kusunun daha güzelleştiğini söyleyip rüzgarların sevgilisinin sırlarıyla beslendiğini belirttiğinde ise, Zeyneb ‘korusu sakınılmış’ kimse olmaz­dı. Doğa alemi -ki burada rüzgardıronu yakar. Rüzgar bu güzel ko­kunun nereden geldiğini bulmak için heyecana gelir. Bir karşılaştırma yoluyla şöyle diyebilir: ‘Bu en güzel koku nereden geliyor? Çünkü rüz­gar, sevgilinin nefesine ilave bir şey değildir. Her nerede ortaya çıkarsa çıksın, Zeyneb güzel kokunun ta kendisidir.’ Bir arkadaşım -ilahi sevgi sahiplerinden bir ârif söylemiş olabilir diyebu mısraları açıklamamı is­tedi, ben de ona olumlu cevap verdim. Allah Teâlâ izin verirse, mısraları şerh edeceğim.

Tekrar nefesin hakikatinin açıklanmasıyla ilgili konuşmaya dönüyo­ruz. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler doğru yola ulaştırır.™3

Şair saba rüzgarına hitap ederek ‘Allah Teâlâ senin hayrını versin’ der. Bilmelisin ki, saba, kabul rüzgarıdır. Saba, meyil demektir ve o da ka­bul etmektir. ‘Kabul’ diye isimlendirilmesinin nedeni şudur: Araplar rüzgarları tanıyıp isimlendirmek istediklerinde, .güneşin doğduğu yeri esas almışlardır. Güneşin doğduğu yerden üzerlerine esen rüzgarı kabul diye isimlendirmişlerdir. Güneşin doğduğu yerden esip de yüz o yöne dönük olduğu için kabul ettikleri rüzgarı, kabul diye isimlendirilmişler­dir. Güneşe dönerken arkalarından esen rüzgarı ise, debur (bata rüzga­rı) rüzgarı diye isimlendirmişlerdir. Bu ise, batıdan esen rüzgardır. Sağ yönden eseni cenub (kuzey rüzgarı); soldan eseni şimal (güney) rüzgarı diye isimlendirmişlerdir. Bu yönlerden her iki yön arasında esen rüzgarı ise nükba’ diye isimlendirmişlerdir. Kelime dönmek anlamındaki nükub’dan gelir ki dört yönden de ayrılmış rüzgar demektir. Nesim rüzgarın ilk esintileridir. Lezzetli bir şey kendiliğinden sana gelince, sa­na eşlik etmesinden daha haz verir. Bu durum, korkan kişide ‘ürkmek güvenden daha tadı’ diye ifade edilir. Bu nedenle cennet nimeti her ne­fes yenilenir ve bu nedenle de (şair) rüzgarın ilk esintilerini istemekte­dir, çünkü ondan haz almaktadır. Onu saba rüzgarının esintileri yap­mıştır, çünkü saba, doğudan esen kabul rüzgarıdır. Böylece rüzgar, sevgiliden getirdiği güzel kokuları ve haberleri ona bildirir. Sanki, sev­gili güneşin doğduğu gibi onun üzerine doğsaydı ve kendisini görmek mümkün olsaydı, bu kokular gelecekti. Çünkü saba rüzgarı, doğudan esen rüzgardır ve doğular, güneşin doğduğu yerlerdir. Aydınlatma ise, güneş aydınlığıdır. ‘Şair ‘seni istedim’ der. Allah Teâlâ’ya yeminle, seni aradım demektir. Şiirde geçen ‘naşid’ arayan, talep eden demektir ve anlamak isteyen kimseye benzer. Bu ifade, sevgilisi hakkındaki bilgisinin azlığını gösterir, çünkü kendisi için misaller ortaya koyarak şöyle der: ‘Bu güzel kokulu nefes de neredendir?’ Çünkü orada güzel kokulu olanlar vardır. Halbuki sevgilisiyle ilgilenmeye kendini tam olarak verip başka kimseyi görmeseydi, (bu kokunun kaynağını) aramazdı. Çünkü öğrenmek iste­diği her şey, onun zihnine gelmiş olurdu. Bu şair, zihninde ortaklık bu­lunduran kimsedir ve -ârif isemârifetinin eksikliği veya -âşık isesevgi­sinin eksikliğiyle aleyhine tanıklık eder. Bununla birlikte, sevgilinin yönlerinin çokluğunu ve farklı varlıklarda tecellisini kastetmiş de olabi­lir. Örnek olarak, tek bir zat olmasına rağmen, Allah Teâlâ’ya ait ilahi isimleri verebiliriz. Bir zat olsa bile, O’nun doksan dokuz ve daha fazla ismi vardır. Bu durumda hangi isim olursa olsun, rüzgar estiğinde O’nu arar. Bu durumda (hitap edilen) rüzgar, Hakk kaynaklı, latif, kabul rüz­garıdır. O, kalpte bir latiflik ve incelik gerçekleştirir. Böylelikle şair, ge­tirdiği haz veren güzel kokuyu rüzgara sormak isteyerek, şöyle der:

Kuşluk vaktinde örtünü mü bıraktın?

Zeyneb’in gerdanlığını bıraktığı o yere

Bu mısra, onun seven olmadığının açık kanıtıdır. Bu söz, sevgiliye duyulan heyecandan daha çok övgü ve medhe yakındır. Çünkü rüzgar güzel kokuyu kendisine getirince, şair güzel kokuyu Zeyneb’in gerdan­lığını bıraktığı yere izafe etmiştir. Öyleyse bu, gerdanlığa dönük bir öv­güdür, çünkü şair, Zeyneb’in gerdanlığının güzel kokulu amberden ol­duğunu kastetmiştir. Mekan gerdanlık nedeniyle güzel kokmuştur. Halbuki şair, gerdanlığa güzel kokuyu verenin Zeyneb’in kokusu, nefesi veya teri olduğunu söylemedi. Sözüne devam edip mekanın güzel ko­kusunun Zeyneb’in nefesinden kaynaklandığını söyleseydi, iş değişirdi. Bu durumda bizim dediğimiz gibi söylemesi gerekirdi.

Kuşluk vaktinde hırkanı mı bıraktın?

Zeyneb’in güzel koku yaydığı o mekana

Onun nefesleri, Zeyneb’in hoş kokulu nefesinden

Zeyneb’in güzel kokusu, onunkinden daha hoş

Biz de bu konuda başka bir düşüncede aynı mısraları söyledik:

Miskin güzel kokusu onun güzel kokusundan

Güneşteki ışık, onun mahyasındandır

Huld cenneti onu yerleştiren hurilerin yeridir ama

Onun zatı huld cennetleri için bir barınak

Şairin bunun ardından söylediği:

Ya da korunun bahçesinde senin kokun eser

Etekleri onun üzerinde sallanır

Mısraı da ilkine benzer. Burada güzel kokuyu Zeyneb’in elbisesine ait saymıştır. Zeyneb elbisesini bahçeye serdiğinde, mekan bu güzel ko­kuyu kazanmıştır. Zeyneb’in güzel kokusu ise, tıpkı gerdanlıkta olduğu gibi, elbisenin güzel kokmasından kaynaklanır. Şairin söylediği, meka­nın güzel kokusunun onun nefeslerinin güzel koksundan kaynaklandı­ğını göstermez. Hal böyleyse, mekan güzel kokmayan veya güzel ko­kunun ait olmadığı kimseden dolayı güzel kokar. Bu nedenle şöyle de­dik: En nefs koku deseydi -güzel koku değilövgüyü daha bilinçli ve ciddi bir şekilde dile getirirdi.

Sonra rüzgarın ilk esintisinden söz ederek, şöyle demiştir:

îşte haberlerini sana ithaf ediyorum.

Senin onunla tanışıklığın bugün daha yakın

Bu, doğru olmayan bir ifadedir, çünkü onun esintisi, Zeyneb ile değil, geldiği mekan veya korunun bahçesiyle tanışıktır. Mekandaki gü­zel koku ise, gerdanlıktandır ve bahçeye ondan gelmiştir. Esinti, Zeyneb’in zatına özgü güzel kokudan bir şey taşımaz. Bununla birlikte o yere ve bahçeye eserken esinti, Zeyneb’i görmüş olabilir. Şair ‘onun eteği’ demiş, ihtimale açık bir şeyi kastetmişti. Çünkü burada ‘onun eteği’ sözünde bir ihtimal vardır. Yani oraya uğradığında, bahçe onun eteğinden güzel koku kazanmıştır. Ayrıca rüzgar, korunun bahçesine uğrarken Zeyneb’i görmüş olabilir. Bu da, uzak bir ihtimaldir, ilki ise daha yakındır. Çünkü eteğini bahçeye yayarken rüzgar ona uğrasa ve kendisini görseydi, hiç kuşkusuz, onun eteğinin güzel kokusunu bahçe­de taşırdı. Bu ise rüzgarın onu gördüğünü gösterir. Onu görmemişse, kendisiyle yakın tanışıklığı yok demektir. Bu durumda esinti, uğradığı mekanla tanışıktır.

Sonra ‘daha yakın’ derken de bir eksiklik vardır sözünde. Çünkü onu bütün güzel kokularda yaygın genel bir durumla nitelemiştir. Çün­kü şöyle diyebilirdi: Güzel kokunun kaldığı yer, Zeyneb’den (kokuyu) kazandıktan sonra da kokmaya devam eder. Bu durumda mekanın Zeyneb ile tanışıklığı eskidir. Bununla birlikte, koku orada kalmıştır. Böyle deseydi, daha derin bir şair olurdu. Esinti ona sadece mekanın ve bahçenin kokusunu taşımıştır. Bu durumda onun doğru söylüyor olma­sı gerekir. Bu nedenle esintiye şöyle der: ‘Senin onunla tanışıklığın ye­nidir.’ Yani mekanla veya o ikisinden birisiyle -mekan veya bahçetanı­şıklığın yenidir. Ya da, onlarla demeliydi. Bu durumda ‘Zeyneb ile tanı­şıklığın daha yakındır’ sözü yalandır. Sonra, kendisine gerdanlık bıra­kıldı diye veya eteğin kokusu nedeniyle mekanın veya bahçenin güzel kokması gerekmez. Bahçenin kokusu çiçeklerin kokusundan olabileceği gibi mekanın güzel kokusu da -kendisinde gerdanlık bulunsa ve etek üzerinden sürünüp geçse bilebile başka bir nedenden kaynaklanabilir. Binaenaleyh şair, her durumda eksiktir. Bu şiir sözleri hoş ve ince olsa bile, anlam bakımından bir hiçtir. Çünkü şiirin ve sözün güzelliği, ince söz ile yüksek anlamı kendinde toplamasına bağlıdır. Böyle bir şiir, din­leyeni ve bakanı hayrete düşürür de, lafız mı, yoksa mana mı üstündür, yoksa her ikisi eşit seviyede midir, bilemez. Çünkü onlardan hangisine baksa, öteki kendisini güzelliğiyle şaşırtır. Her ikisine birden baktığında ise, yine kendisini şaşırtırlar. Böyle bir şiiri ise, ancak yoğun (kaba) bir kalbi olan kimse güzel bulabilir. Çünkü burada söz ince, anlam kabadır. Sağlıklı düşünce nezdinde anlam çirkin olduğunda ise, lafzın güzelliği anlamın çirkinliğini örtmez. Bana göre böyle bir şiiri beğenenin örneği, rengarenk boyalarla süslenmiş bir duvara çizilmiş son derece güzel, fa­kat ruhsuz bir sureti seven kimsedir. Çünkü lafız için mana, suret için ruh gibidir. Gerçekte suretin (ve bedenin) güzelliği, onun ruhudur. Kur’an’ın mucizeviliğine bak! Onun nazmının güzelliğiyle birlikte, yo­ğun anlamlı olduğunu, bağlamının yerindeliğini, veciz ve güzel bir na­zımda anlamları birbirine eklediğini göreceksin..Bunun yanı sıra (başka bir metinde) bıkkınlığa yol açacak kıssaların tekrarlanmasıyla karşılaşır­sın. Kuran’da ise böyle bir bıkmayla karşılaşmazsın. Kuran’da tek bir kıssanın -söz gelişi Adem, Musa, Nuh gibi peygamberler ve ümmetle­rinin hikayelerigenellikle anlamı bozmayacak bir lafız ilavesiyle veya eksiğiyle tekrarlandığını görürsün. Bunun nedeni, O’nun sözünün Hakk olması ve kendisinde bir yalanın bulunmayışıdır.

Şiirle ilgili açıklamaları tamamlamış olduk. Bu açıklamalar, bizi konunun esasından uzaklaştırmadı, çünkü konumuz nefes bahsiydi. Şiir ise, sözün bir parçasıdır. Öyleyse o da nefesler bahsiyle ilgilidir. Bu bağlamda, kendisiyle birlikte anlamların birbirleriyle terkiplerinde bu­lundukları hal üzere ortaya çıktıkları nefesler bulunduğu gibi bunun tersi olan nefesler de vardır. Şimdi, Rahman’ın nefesini açıklayacağız. Var olanların harfleri ve alemin kelimeleri, o nefesten ortaya çıkmıştır. Bunlar, alemdeki yaratıkların en kamili olan insanın nefes alıp vermesiy­le meydana gelen harf mahreçlerine göre, Rahman’ın nefesinden ortaya çıkar. Mahreçler yirmi sekiz tanedir. Her harfin bir ismi vardır Ki, onu boğazdaki boğumu, yani nefesin kesildiği yer belirlemiştir. Birincisi H, sonuncusu Vav’dır. Bir kısmı mahreci tekil olan harflerdir. Örnek ola­rak, mustatîl, munharif ve mükerrer harfi verebiliriz. Bir kısmı ise ortak mahreçlidir. Örnek olarak, safir harflerini verebiliriz. Bununla birlikte, ortak harflerde bir farklılık vardır ki bu da harflerin birbirine yakınlığı­dır. Lafzı doğru okuyan kişi, telaffuz esnasında müşterek harfler arasın­daki farkı görür. Örnek olarak, Tı, Te, Dal gibi harfleri verebiliriz. Bunlar, aynı mahreçten çıksa bile, gerçekte -aynı değilbirbirine yakın harflerdir. Bu nedenle mahreçteki halleri farklı olduğu için, kendilerine verilen isimler de değişir. Bu durumda tek bir harf, mahreçte oluşması esnasında nefesteki dereceleri nedeniyle farklı isimler kazanmış, bir har­fin farklı lakapları olmuştur. Bunun nedeni, harfin mahreçten meydana gelirken nefesteki derecelerinin farklılığıdır. Bu mahreç sayesinde harf, hakkında ortak denilmesini sağlayan mahreçte benzerinden ayrışır. Ör­nek olarak Sad harfini verebiliriz. Çünkü o mehmus (sesi gizlenmiş) harflerdendir ve bu özellikte Kef ile ortaktır. O ise, safir harflerindendir. Öyleyse bu harf, safir harf olmada Ze ile ortaktır. O ise, tam harflerindendir. O da bu mutbik harflerde (tı, zı, sad, dat) tı ile ortaktır. T, rahvet harflerindendir. O ise bu özellikte Ayn ile ortaktır. Ayn, istila harflerindendir ve bu özellikte Kaf ile ortaktır. İşte bu, farklı mertebe­lerde ortaya çıktığı için, kendisine farklı lakapların verildiği bir harftir. Söz konusu harf, özü gereği kendisine uygun her mertebeyi kabul eder. Böylelikle itibarlar değişir ve bu nedenle isimler de değişir. Nitekim ilk akla ‘kalem’ dememizi sağlayan anlamdan başka bir anlam nedeniyle ‘akıl’ deriz. Kalem dememizi sağlayan anlam ise onu ‘ruh’ diye isimlen­dirmemizi gerektiren anlamdan, o ise kendisini kalb diye isimlendir­memizi sağlayan anlamdan farklıdır.

Hakikat bir, hüküm farklı

Bu nedenle ruhlar ve sûretler çeşit çeşit oldu

Hakk da, bir ve yegane olan varlığın çokluk kabul etmeyen ilkesidir. Hakk, hakikati bakımından bir olsa bile, Mütekebbir, Cebbar vb. gibi doksan dokuza kadar ulaşan isimlerle isimlenir. Bunlar tek hakikate ait farklı hükümlerdir. Hay isminden anlaşılan anlam Mürid isminden an­laşılan anlam olmadığı gibi bunlardan anlaşılan anlam da Kadir veya Muktedir’den anlaşılan anlam değildir. Aynı şeyi Sad ve diğer harfler için söyleyebiliriz. Öyleyse harfler, yaratıkların kamili olan insanm nefe­sinden ortaya çıkmış, onunla ve onun nefesiyle bütün harfler ortaya çıkmıştır. İnsan ise Rahman’ın nefesiyle ilahi surete göre var oldu. Var olanların harfleri ile kelimeler aleminin zuhuru aynıdır. Harfler insanm nefesinden yirmi sekiz harf olarak çıktığı gibi ilahi kelimelerin varlıkları da Rahman’ın nefesinden yirmi sekiz olarak çıkmıştır. Her kelimenin bir takım yönleri vardır. Böylelikle her biri, Rahman’ın nefesinden meydana gelmiştir. O ise Amâ’dır. Amâ, alemi yaratmazdan önce Rabbimizin bulunduğu yer idi. Bu yönüyle Amâ, insanın nefesine benzer. Alemin bu nefesin uzamasında boşlukta zuhuru ise, var olanların mer­tebelerine göre gerçekleşir. Bu uzama, insan nefesinin kalpten ağza doğru uzamasının benzeridir. Harflerin ve kelimelerin bu uzama yo­lunda ortaya çıkması ise, alemin Amâ’dan -ki Rahman’m nefesidirbu uzamada belirlenmiş mevhum mertebelerde -cisimde değilortaya çık­masına benzer. Bu ise, alemin doldurduğu boşluktur.

Nefes gayeye varmak üzere dışarı çıkmak istemiştir. Bu durum in­san nefesinin dudakta sonlanmak üzere çıkmasına benzer. Burası boşlu­ğun sonudur. Nefesten var olan alemin varlıklarından ortaya çıkan ille harf, He, sonuncusu Yay’dır. Bunun ardında, akledilir bir harf yoktur. Alemin cinsleri sonlu iken şahısları varlık bakımından sonsuzdur. Çün­kü onlar, sebep var olduğu sürece meydana gelir. Sebep ise sona ermez. Öyleyse türün şahıslarında yaratma sona ermez. Alemin -nefes nedeniy­leharflerin sayısınca yirmi sekizle sınırlanması ise, artmaz ve eksilmez. Bunun birincisi, akıldır. Rahman’ın nefesinden var olan ilk şey akıldır ve kalem’dir. Bu durum, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin ‘Allah Teâlâ’nın yarattığı ille şey akıldır’ hadisinde dile getirilir. Başka bir rivayete ise ‘kalemdir’ denilir. Bu nefesten -ki alemin sûreterinin kendisinde açılmasını kabul eden şeydirAllah Teâlâ’nın yarattığı ilk şey, akıldır. Akıl, Kalem’dir. Sonra, Levha, yani nefs, sonra heba, sonra (tüm) cisim, sonra şekil, sonra Arş, sonra Kürsü, sonra Adas, sonra sabit yıldızlar feleği, sora ilk gök, sonra İkin­cisi, sonra üçüncüsü, sonra dördüncüsü, sonra beşincisi, sonra altıncısı, sonra yedincisi, sonra ateş küresi, sonra hava küresi, sonra su, sonra toprak küresi, sonra madenler, sonra bitkiler sonra hayvan, sonra me­lek, cin, sonra insan, sonra mertebe var oldu. Mertebe, her varlıkta ga­yedir. Aynı şekilde, Vav da nefesten meydana gelen harflerin gayesidir. Burada alemin isimlerini zikretmek istedim, yoksa Ebced’de ifade edil­diği üzere, varlık sıralanışını ifade etmek istemedim. Bu sıralama ebcd, hvz, hty, klmn, sa’fz, krşt, sahz, dtğ şeklindedir. Bu harflerin sınırlama­sıdır, yoksa mahreçlerdeki varlık dizilişi değildir.

Zikredilen her varlığın bir mertebesi, hükümleri ve nispederi var­dır. Bunlar, Allah Teâlâ’yı bilenler tarafından bilinir. Her birinin diğerine ait olmayan ve başkasından farklılaşmasını sağlayan belli bir makamı oldu­ğu gibi yaratılış ve hüküm bakımından başkalarıyla ortak olduğu du­rumlar da vardır. Yaratılıştaki ortaklığa gelirsek, bu ortaklık, bir türün şahısları veya cinsin türleri gibidir. Örnek olarak, feleklerin dönme ha­reketinde ve bileşiklik bakımından cisimde ortaklıklarını verebiliriz. Bu­rada zikrettiklerimiz, dünya alemine özgüdür. Zikrettiğimiz harfler, günümüzde insan nefesine özgü şeylerdir. Çünkü biz, sadece var olan­lar (hakkında) konuşabiliriz. Biz Allah Teâlâ’yı bilgi bakımından ihata edeme­yiz ve O’nun bize kendisi hakkında verdiği bilgi ölçüşünce konuşabili­riz. İmkanda yaratılmış olandan daha güzeli yoktur, çünkü doğru sözlü peygamber, şöyle buyurdu: ‘Allah Teâlâ alemi kendi sûretine göre yarattı.’ Ondan daha yetkini yoktur ve olamaz. Öyleyse alemden daha mükem­meli var olmayacaktır. Bu konuda daha önce de zikrettiğimiz Haktan bize bir vakıa gelmiştir.

Sonra bilmelisin ki, nefese en çok benzeyen ve hatta nefesin kendisi olan şey, illet harfleridir. Bunlar Elif, kendisinden önceki harfin zammeli olduğu Vav ve önceki harfin kesreli olduğu Ye’dir. Bu üç harf, gerçek-sahih harflerden değildir ve bundan daha yücedirler. Onlara meca­zen harf denilir. Onları gösteren ise, fethalı olursa ve fetha işba edilirse (Elif) veya zamme olup işba edilirse (Vav) veya kesre olup işba edilirse (Ye) harftir. İşte bu harfleri gösteren delil budur. Alem de, harekelerin işbaı konumundaki hadislik (sonradanlık, yaratılmışlık) nedeniyle, Hakkın varlığına delildir. Zikrettiğimiz hususu anlayınız!

Harflerin bir takım özellikleri vardır ki, bunları onlara veren mah­reçlerdir. Onlar nefeste topludur -çünkü nefes onları toplar-, dış varlık­larında ve kelimelerde ise ayrı ayrı bulunurlar. Nefes ilk harften sonun­cusuna doğru hareket ederken, nefesin kesintiye uğramasıyla ortaya çı­kan mahreci sonra gelen her harf, mahreci önce gelen harfin yaptığı et­kiyi de (kuvve halinde) kendinde taşır. Başka bir ifadeyle sonra gelen her harf, kendisinden önceki bütün harflerin gücünü içerir. Çünkü (onu meydana getiren) nefes, çıkarken önceki mahreçlere de uğramış ve mahreçlerin bittiği yere ulaşmıştır. Böylelikle nefes çıkarken önceki har­fin mertebesini yanında taşır ve bu mertebe sonraki harfin gücünde or­taya çıkar. Son harf, Vav’dır ve onda bütün harflerin gücü bulunur. He ise, bütün harflerden daha az etkilidir, çünkü o, baştadır. Öyleyse bir kelime vardır ki, harflerin bütün güçlerini kelimeler aleminde kendinde toplar. Bu nedenle hüviyet, fiil bakımından eşyanın en güçlüsüdür. in­san ise, nefesin sonudur. İlahi kelimeler, cinslerdedir. İnsanda ise, alemdeki her varlığın gücü vardır. Bütün mertebeler insana ait iken bu nedenle yalnızca insan, ilahi sûrete tahsis edilmiştir. Böylelikle insan ilahi hakikatler ile -ki isimlerdiralemin hakikatlerini kendinde toplar, çünkü o, son varlıktır. O halde, onu var etmek üzere Rahman’ın nefesi sona ererken kendisiyle birlikte alemin bütün güçlerini beraberinde ge­tirmiştir. Böylelikle alemdeki bir parça ile zuhur etmeyen şeyler, insan vasıtasıyla zuhur eder. Ya da ilahi hakikatlerden herhangi bir isim ile or­taya çıkmayan şeyler (başka bir isim ile) ortaya çıkar. Çünkü bir isim farklılaştığı isimlerden diğerinin verdiğini veremez. Bu nedenle insan, varlıkların en kamili olduğu gibi, Vav harfi de harflerin en kamilidir. Aynı şeş, harflerle ameli bilenler nezdinde, amel bakımından böyledir. İnsanın dışındaki her şey halktır (yaratılmış). İnsan ise, hem halk hem Haktır. O halde insan-ı kamil, gerçekte ‘kendisiyle yaratılan Haktır (ya­ratmada vasıta olan Hakk).’ Başka bir ifadeyle o, kendisinden dolayı alemin yaratıldığı sebeptir.

Gaye, kendisinden önce gelen yaratılış ile amaçlanandır. Onu önceleyen şeyler, gayeden dolayı yaratılmış ve ondan dolayı ortaya çıkmıştır. Gaye olmasaydı, yaratılan onu öncelemeyecekti. O halde gaye, kendi­sinden önce gelen şeylerin kendisinden dolayı yaratıldığı durumdur. O ise, insan-ı kamildir. Burada ‘kamil’ dedik, çünkü insan kelimesi, şeklen insana benzeyene de verilebilir. Nitekim Zeyd için insan, Amr için in­san deriz. Bununla birlikte, ilahi hakikatler Zeyd’de ortaya çıkmışken Amr’da ortaya çıkmamış olabilir. O halde Amr gerçekte insan şeklinde­ki hayvandır. Aynı şekilde, küre de yuvarlaklıkta feleğe benzer. Halbuki feleğin kemali nerede, küreninki nerede! İşte ‘kemal’ derken, bunu kas­tediyoruz. İnsan rrfertebesiyle bütün mertebeleri elde ettiği gibi Vav harfi de bütün harflerin güçlerini elde etmiştir. Bu durum Vav harfinin varlığı meydana getirmek üzere söz ile amaçlanan şey olduğunu göste­rir. Vav harfine ulaşana kadar, mahreçlerin istidadıyla yolda var olan her şey, Vav harfi sebebiyle var oldu.

Bilmelisin ki, nefes, teneffüs edenin bâtınından başka bir şey değil­dir. Nefes (dışarı çıkınca) zuhur eden haline gelir ve o harflerin ve ke­limelerin dış varlığıdır. Öyleyse zuhur eden, bâtına ilave değildir. Başka bir ifadeyle, zuhur eden bâtının ta kendisidir. Mahreçlerin istidadı ise nefeste harfleri belirlemek üzere Rahman’ın nefesinde alemin sabit a’yan’ının istidadır. Böylelikle istidat hükmünün kendisi -ki o alemde­dirnefeste ortaya çıkar. Bu nedenle Allah Teâlâ peygamberine ‘Sen atmadın attığında, fakat Allah Teâlâ attı554 demiştir. Mutmainne derecesine ulaşan nefse ise ‘Razı olarak Rabbine dön’sss demiştir. Başka bir ayette ise ‘dileyerek ve­ya zorla (geliniz)’5*6 demiştir. Yani, zatından dolayı razı olarak dönmez­sen, dönmeye zorlanırsın. Bu durumda senin ‘sen’ olmadığını öğrenir­sin. Razı bir halde dönersen -ki böyle bir nefs, bilen ve Allah Teâlâ katında kendisinden razı olunan nefstirO’nun kulları arasına girersin. Böylelik­le ‘arzusunu ilah edinen’, başkalarına yönelen ve nispet edilen kimseler­den olmayarak, O’nun cennetine, yani perdesi ve örtüsü altına girersin. Böylelikle nefs O’nunla gizlenir ve bu durumda O zuhur eden iken nefs Hakta gizlidir (gayb). Öyleyse nefs, bâtındır, çünkü o, nefesin kendisi­dir ve nefes bâtındır. Böylelikle nefes, Rahman için bu nitelikle örtü al­tına girmeyle var oldu. Bu nedenle nefes ‘Benim cennetim557 sözüyle Hakka izafe edilen örtü altına girme özelliğiyle cisim için ruh konu­mundadır. Çünkü cisim, onun üzerinde bir perdedir. O halde cisim gö­rülürken hüküm ruha aittir. Bu durumda zuhur eden Hakk, hüküm ise ruha aittir. O ise zâhir olan Hakta farklılığı meydana getiren alemin is­tidadır. İşte bu ‘cennetime gir’55S sözünün anlamıdır. Bunu kendisine iza­fe ederek şöyle demiştir:

Hakk ve merbüb, irtibatlı

İki değil iken, onunla iki oldu varlık

Onun benzerini ne gördüm ne duydum İki Ömer’in dediklerinden başka

‘İki Ömer’ derken Ebu Bekir ve Ömer’i, güneş ve ayı kast etmiştir. ‘Sizi ve amellerinizi Allah Teâlâ yarattı559 Burada Allah Teâlâ, zamiri ispat etmiş, ya­ratılmış fiili olumsuzlamıştır. Aynı şekilde, Ebu Bekir de (şiirde) olumsuzlanmıştır. Onun adı ‘iki Ömer’de’ gözükmemiş, ikilik zamiri ise onu ispat etmiştir. Bu durum ‘iki Ömer’ sözünde geçer.

Hikmetinin kendisinden gizlendiği kimseyi tenzih ederim. Böyle­likle varlıkta bilmeyen-bilen ortaya çıkar. Bu, ‘atmayan-atan’a benzer. O halde harfler nefesten başka değil iken, onun kendisi de değillerdir. Ke­limeler harflerden başka olmadığı gibi harflerden başka da değillerdir.

Güzel İsimler Hem Allah Teâlâ’ya Hem Rahman’a Aittir

Toplam varlığı olmayan bir hal

Hüküm onun, teklerin hükmü yok

Bilmelisin ki, Allah Teâlâ şöyle buyurdu: ‘İster Rahman diye ister Allah Teâlâ di­ye dua edin, en güzel isimler O’na aittir.’560 Burada bir sır vardır: İsmin bir manası bir de sûreti vardır. İsmin manasıyla Allah Teâlâ’ya dua edilirken suretiyle Rahman’a dua edilir. Çünkü Rahman, nefes (sahibi) diye nite­lenmiştir. Nefes ile ilahi kelimeler boşluk mertebelerinde ortaya çıkar. Alem de o boşlukta ortaya çıkmıştır. Öyleyse O’na ancak ismin süreriyle dua ederiz. İsmin ise, bizde iki sûreti vardır. Birincisi, nefesle­rimizden ve harflerimizin terkibinden meydana gelen sûrettir. Bu yö­nüyle isim, kendisiyle dua ettiğimiz şeydir ve bunlar ‘ilahi isimlerin isimleridir.’ Bunlar, isimlerin üzerindeki elbiseler gibidir. Biz nefesleri­mizin sûretlerinden ibaret olan bu isimlerin sûretleriyle, ilahi isimleri söyleriz. İlahi isimlerin ise, söyleyen ve kelam özelliğiyle nitelenen ol­ması nedeniyle Rahman’ın nefesinden gelen sûretleri vardır. Bu sûretlerin ardında ise bu sûreter için ruhlar mesabesindeki manalar bu­lunur. O halde ilahi isimlerin sûretlerinin varlığı -Ki Hakk onlarla kendi­sini zikrederRahman’ın nefesindendir. ‘En güzel isimler O’nundur.’56' Bu sûreterin ruhları ise, keyfıyede nitelenemeyen ve nefesin hükmünün dışındaki Allah Teâlâ ismine aittir. Öyleyse (Allah Teâlâ isminden gelen) bunlar, Rahman’ın nefesinden meydana gelen isimlerin sûretleri için harfler karşısındaki manalar gibidir.

Bunu öğrenip Allah Teâlâ bize kendisine güzel isimleriyle dua etmemizi emrettiğinde, Allah Teâlâ ve Rahman isimleri arasında serbest bırakıldık. Di­lersek Rahman’a ait isimlerin süreriyle dua ederiz. Bunlar, ruhlarımız­daki kevni niyederdir. Dilersek, nefeslerimizden olan isimlerle dua ede­riz. Bunlar, şehadet âleminde kendisini telaffuz ettiğimiz isimlerdir. Onları telaffuz ettiğimizde ise, içimizdeki (düşünce ve niyeti zihnimiz­de) hazır bulundururuz. Allah Teâlâ ismine gelirsek, burada, manaya bakarız. Rahman isminde ise ilahi ismin sûretine bakarız -ki Rahman’ın nefe-


sinden meydana gelir. Hangisini dilersek, onu yaparız. Çünkü iki sûretin gösterdiği şey -bizden ve Rahman’danaynı anlamdır. Bunu bi­lip bilmemek durumu değiştirmez.

Allah Teâlâ’nın isimlerini zikretmek, O’nu övmektir. Bu nedenle bu bö­lümde bize ait olan ve Allah Teâlâ için ‘ol’ sözünün karşılığı olan şeyi zikrettik ki o, besmeledir. Allah Teâlâ ehli şöyle der: ‘Fiilleri var ederken söylediğimiz besmele, fiilleri yaratırken Allah Teâlâ için ‘ol’ sözü konumundadır.’ Kuran Allah Teâlâ’nın isimlerini sure ve mana olarak içeren bir zikirdir. Bu nedenle, bu bölümde tilaveti zikirlerden biri saydık. Burada zikirlerden Kuran’a özgü şeyleri zikredeceğiz. Böylelikle O’nu kendi bilgisi yönünden kela­mıyla zikrederiz, yoksa kendi bilgimiz yönünden zikretmeyiz. Bu du­rumda kendisini zikreden O’dur, biz değiliz! Biz Kuran’da geçen isim­leriyle kendisine dua ettiğimizde veya O’nu zikredip Kuran okuduğu­muzda, O’na sığınmamız zorunludur. Sığınma da zikrin bir türüdür ve O da bizi himayesine alır. Böylelikle zikirlerden el-Hamdulillah, Subhanallah, Allah Teâlâu ekber, La-ilahe illAllah Teâlâ ve la havle ve la kuvvete illa billah gibi ifadeleri söyleriz. Şimdi bu bölümde zikredeceğimiz konula­rın fihristini zikredeceğiz. Bunlar, ilahi nefes bahsinde konuşacağımız konulardır. Ayrıca zikirde âlemdekilerin mertebeleri belirtilecektir. Çünkü zikredenler, en üstün gruptur -çünkü onlarla oturan Allah Teâlâ’dır-, Bu nedenle Allah Teâlâ, onların zikrini ehlinden kendisine yakın olanların ni­teliğine bitiştirerek şöyle der: ‘Erkek-kadın müslümanlar, erkek ve kadın müminler, erkek ve kadın tövbekarlar, erkek ve kadın sadaka verenler, er­kek ve kadın sabredenler, erkek ve kadın huşu sahipleri, erkek ve kadın doğ­ru sözlüler, erkek ve kadın oruç tutanlar, erkek ve kadın ırzlarını koruyan­lar, erkek ve kadın Allah Teâlâ’yı zikredenleri Zikredenlerden sonra ise, bir şey söylememiştir. Zikir konuşan olması bakımından Allah Teâlâ’nın niteliğidir. Bu ise, var olanların harflerinin hakikatlerinin ve mertebenin kelimele­rinin kendisinde ortaya çıktığı Rahman’ın nefesidir.

FASILLAR

Fihrist (Elli Fasıldır)

Birinci fasıl, Allah Teâlâ’nın kendisini ‘Rahman’ın nefesi’ ile zikretmesi hakkındadır. Allah Teâlâ, âlemi kendisini sevmesi nedeniyle yarattı.

İkinci fasıl, Allah Teâlâ’nın kelamı ve kelimeleri hakkındadır.

Üçüncü fasıl, sığınma zikri hakkındadır.

Dördüncü fasıl, besmele zikri hakkındadır.

Beşinci fasıl, mertebenin kelimesi hakkındadır -ki kün (ol) sözü­dür*.

Altıncı fasıl, hamd ile zikir hakkındadır.

Yedinci fasıl, tespih ile zikir hakkındadır.

Sekizinci fasıl, tekbir ile zikir hakkındadır.

Dokuzuncu fasıl, tehlil ile zikir hakkındadır.

Onuncu fasıl, havkale zikri hakkındadır.

On birinci fasıl, el-Bedi’ ismi hakkındadır. Onun aklı ve akılları var etmeye yönelmesi. Akıl, yüce kalem’dir. Harflerden ise, hemze ve onun tafsillerine, menzillerden iki şarta, ilahi imdada ve onun zatî ve ilave mertebelerine yönelir.

On ikinci fasıl, el-Bais ismi ve O’nun korunmuş Levha’yı var etme­ye yönelmesi hakkındadır. Korunmuş Levha, tümel nefstir. O, tam iti­dalden sonra düzenlenmiş sûretlere kendisinden üflenilen ruhtur. Allah Teâlâ, onlara bu üflemeyle dilediği sûreti ihsan eder. Bu ismin yöneldiği harf He harfi, kinaye He’si, menzillerden ise Batîn’dir.

On üçüncü fasıl, el-Bâtın ve O’nun doğayı yaratmaya yönelişi hak­kındadır. Ayrıca onun ortaya çıkardığı âlemin nefesleri, onları dört ha­kikatle sınırlaması, bu hakikatlerin ayrışması, bir araya gelmesi hakkın­dadır. Bu ismin harflerden Ayn’ı, menzillerden Süreyya’yı yaratması hakkındadır.

On dördüncü fasıl, el-Ahir ismi hakkındadır. Bu ismin Heba cev­herini yaratması -ki onda cisimlerin sûretleri ortaya çıkar ve cevhere benzeyen bileşiklik âlemindeki şeyler onda ortaya çıkar.Harflerden Ha’yı, takdir edilen menzillerden ise iki arkayı var eder.

On beşinci fasıl, ez-Zâhir ismi hakkındadır. Bu isim, tüm cismi var etmeye yönelir. Harflerden Gayn’ı, menzillerden ise Mecsanı -ki Heka’dır (ikizler burcundaki üç yıldızın adı) var etmeye yönelir.

On altıncı fasıl, el-Hakim ismi ve O’nun şekli var etmeye yönelme­si hakkındadır. Harflerden Hı’yı, menzillerden altı var eder.

On yedinci fasıl, el-Muhit ismi ve O’nun Arş ve yüce Arşları, say­gın ve mecid Arşları var etmeye yönelmesi hakkındadır. Harflerden Kaf, menzillerden zira’ı (kulaç) var eder.

On sekizinci fasıl, eş-Şekûr ismi ve O’nun Kürsü’yü, iki ayağı, harf­lerden Kefi ve menzillerden nesre (yıldızını) var etmeye yönelmesi hakkındadır.

On sekizinci fasıl, el-Ğanî ve O’nun Atlas feleğini var etmeye yöne­lişi hakkındadır. Bu burçlar feleğidir ve onun hareketiyle ve ed-Dehr isminden bu konuda yardım alarak günler meydana gelir. Harflerden Cim harfi, menzillerden, uç onunla ilgilidir.

Yirminci fasıl, el-Mukaddir ismi hakkındadır. Bu isim, sabit yıldız­lar feleğini, cennederi, bu feleğin ortasında yıldızların sûreterini var etmeye yönelir. Burası cennetin toprağı ve cehennemin çatısıdır. Harf­lerden Şın, menzillerden cephe onunla ilgilidir.

Yirmi birinci fasıl, er-Rab ismi ve O’nun birinci semayı var etmesi hakkındadır. Beyt-i mamur, Sidre, Halil İbrahim, cumartesi, harflerden Ye, menzillerden harsan (yıldızı), bu göğün gezegeni ve yıldızı bu isim­le ilgilidir.

Yirmi ikinci fasıl, el-Alim ismi hakkındadır. Bu isim, ikinci göğü var etmeye yönelir. Onun gezegeni, günlerden Perşembe, Musa, harf­lerden Dat, menzillerden sarfa onunla ilgilidir.

Yirmi üçüncü fasıl, el-Kahir ismi hakkındadır. O isim üçüncü göğü ve onun gezegeni var etmeye yönelir. Günlerden Salı, harflerden Lam ve avva (Ay menzillerinden biri) ona aittir.

Yirmi dördüncü fasıl, en-Nur ismi ve O’nun dördüncü göğü var etmeye yönelmesi hakkındadır. Burası, bileşik âlem cisminin kalbidir. Ayrıca güneşi var etmek, gece ve gündüzün unsurlar âleminde ortaya çıkması onunla, ilgilidir. İdris’in ruhu ve onun kutupluğu bu bölümle ilgilidir. Harflerden Nun, (yıldızlardan) uzak Simak, günlerden Pazar günü, tikel ruhun nutfenin tasvirinin kemale ermesiyle üflenmesi ko­nuyla ilgilidir.

Yirmi beşinci fasıl, el-Musavvir ismi ve O’nun beşinci göğü ve onun gezegenini yaratmaya yönelmesi hakkındadır. Tasvir, güzellik, cemal, Yusuf, R harfi ve Cuma günü onunla ilgilidir.

Yirmi altıncı fasıl, el-Muhsi ismi onun yedinci göğü ve gezegenini yaratmaya yönelmesi hakkındadır. İtidal İsa, Tı, Zebana (yıldızı) ve Çarşamba günü onunla ilgilidir.

Yirmi yedinci fasıl, el-Metin ismi ile O’nun yakın göğü yaratmaya yönelmesi hakkındadır. Adem, med-cezir, İklil (menzili) ve Salı günü bu bölümle ilgilidir.

Yirmi sekizinci fasıl, el-Kabız ve O’nun esiri ve kendisinden ortaya çıkan kuyrukluları yaratmaya yönelmesi hakkındadır. Harflerden Te, menzillerden kalp onunla ilgilidir.

Yirmi dokuzuncu fasıl, el-Hay ismi ve O’nun hava unsurunda or­taya çıkan şeyleri var etmeye yönelmesiyle ilgilidir. Harflerden Ze ve menzillerden Şule onunla ilgilidir. '

Otuzuncu fasıl, el-Muhyi ve O’nun suda ortaya çıkan şeyleri var etmeye yönelmesi hakkındadır. Harflerden Sin ve nimeder onunla ilgi­lidir.

Otuz birinci fasıl, el-Mümit ismi ve onun toprağı yaratmaya yö­nelmesi hakkındadır. Harflerden Sad, menzillerden belde onunla ilgili­dir.

Otuz ikinci fasıl, el-Aziz ismi ve O’nun madenleri var etmeye yö­nelmesi hakkındadır. Harflerden Zı ve mekanlardan Zabih onunla ilgi­lidir.

Otuz üçüncü fasıl, er-Rezzak ismi ve O’nun bitkileri yaratmaya yönelmesi hakkındadır. Harflerden Se (peltek) ve menzillerden Bel’a onunla ilgilidir.

Otuz dördüncü fasıl, el-Mudil ve O’nun hayvanı var etmeye yö­nelmesi hakkındadır. Harflerden Zel, menzillerden yükseliş ona aittir.

Otuz beşinci fasıl, el-Kavi ve O’nun melekleri var etmeye yönelme­si hakkındadır. Harflerden Fe, menzillerden Ahbiye ona aittir.

Otuz altıncı fasıl, el-Latif ve O’nun cinleri var etmeye yönelmesi hakkındadır. Harflerden Be, menzillerden önceki fer vardır.

Otuz yedinci fasıl, el-Cami ve O’nun insanı var etmeye yönelmesi hakkındadır. Harflerden Mim, menzillerden ‘geride olan’ vardır.

Otuz sekizinci fasıl, Refıu’d-derecat ve O’nun mertebe ve menzille­ri belirleyeme yönelmesi hakkındadır. Harflerden Ra, menzillerden Reşa ona aittir.

Otuz dokuzuncu fasıl, nakil ve onun yeri hakkındadır.

Kırkıncı fasıl, açık ve gizli nefesleri bilmek hakkındadır. Sözde idgam ve izharın benzeridir.

Kırk birinci fasıl, nefesteki itidal ve sapmayı bilme hakkındadır. Bu, fetha ve iki lafız arasmda imale gibidir.

Kırk ikinci fasıl, eksiğe dayanmak ve ona yönelmek hakkındadır. B, sözde dişilik he’si üzerinde durmayı bilmektir. O da nefeslerle ilgilidir

Kırk üçüncü fasıl, iadenin bilinmesi hakkındadır. Bu, tekrar de­mektir ve nefesteki yerinin bilinmesi bununla ilgilidir.

Kırk dördüncü fasıl, latif nefesin kesifleşmesi, bunun sebebi, kesifin latifleşmesi ve sebebinin bilinmesi hakkındadır. Düzensiz seslerin daya­nağı burasıdır.

Kırk beşinci fasıl, yaratıkların sınıflarına dayanmak hakkındadır. Beşeri nefeste bunun yeri, dilde kelimelerin sonlarında durmaktır.

Kırk altıncı fasıl, açılmış varlık sayfasında yazılmış bir kitap olması bakımından, ez-Zâhir isminden var olan cisimler âleminde âleme itimat etmek hakkındadır.

Kırk yedinci fasıl, oluşundan önce vaade dayanmak hakkındadır. Bu, vaadin doğruluğu nedeniyle var olmayana itimat demektir. Nefes­lerde bu, hemzeden önceki sakin üzerinde durmaktır.

Kırk sekizinci fasıl, var olanlara itimat hakkındadır. Bunlardan or­taya çıkan açılma, konuyla ilgilidir. O ise, bu yolda ‘neredelik’ demektir. Malulün sahih, sahihin illetli Hakk nasıl geleceği bu konuyla ilgilidir

Kırk dokuzuncu fasıl, var olan ve yok olan şeylere itimat hakkında­dır. Bunlar, farzlara ilave nafileler gibi asıllara ilave şeylerdir.

Ellinci fasıl, nefeste ortaya çıkan hükümleri birleştiren konuyla ilgi­lidir. Bu nefes, Hakk, halk, canlı, konuşan, herkesi içerir. Nefes bahsi özet ve kısaca -Allah Teâlâ’nın izniylebu şekilde tamamlanır. Sonra, ilave bö­lümler gelir. Bunlar, Allah Teâlâ’nın kullarından güçlükleri kaldırdığı ilahi kı­sımlardır ve onlar da Rahman’m nefesindendir.

Allah Teâlâ’nın Kendisini Rahman’ın Nefesiyle Zikretmesi

Keşf ile sabit sahih bir hadiste -ki rivayet yoluyla sabit değildirRasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin Rabbinden şöyle bir hadis aktardığı bildirilir: ‘Bilin­meyen bir hâzineydim, bilinmek istedim, âlemi yarattım, onlara tanın­dım, onlar da beni bildi.’ Allah Teâlâ, burada sevgiyi zikredince, sevginin ha­kikati ve gereklerinden, sevenin kendinde bulduğu şeyleri öğrendik. Daha önce, sevginin var olmayana ilişebileceğim belirtmiştik. Sevginin konusu, şimdiki zamanda mevcut değildir, fakat var olması müm­kündür. Alem sonradan var oldu. ‘Allah Teâlâ var idi ve O’nunla birlikte baş­ka bir şey yoktu.’ Allah Teâlâ, âlemi kendisi hakkındaki bilgisinden bildi. Öy­leyse Allah Teâlâ, oluşta izhar ettiği şeyi, kendiliğinde bulunduğu Hakk göre izhar etti. Sanki O, bâtın idi de âlem ile zâhir Hakk geldi. Alemi ise, Rahman’ın nefesi izhar etti. Bunun amacı, sevginin hükmünü ortadan kaldırmak ve sevenin içinde bulduğu (sıkıntıyı) rahatlatmaktır. Böyle­likle Allah Teâlâ, zuhur eden ile kendisini görerek bilmiş, kendisini izhar etti­ği şeyle zikretmiştir. Bu ise, bir mârifet ve bilgi zikridir. Bu, âlemi ya­ratmazdan önce Rab ile ilişkilendirilen Amâ’nın zikridir. Başka bir ifa­deyle bu zikir, genel ve belirsiz bir zikirdir. Alemin bütün kelimeleri, bu Rahman’ın nefesinde ayrışmaksızın bulunur. Onun ayrıntıları ise, son­suzdur. Cismin aklen sonsuza dek bölünmesini kabul edenler, bu nok­tadan görüşlerini söyler. Bununla birlikte cisim, varlığa girer ve varlığa giren her şey sonludur. Öyleyse bölünme, varlığa girmemiştir ve sonlu­luk ile nitelenemez. Bunlar, ‘bölünmeyen parça’ anlamındaki cevher-i ferdi inkar edenlerdir. Aynı şey, Amâ için geçerlidir. Amâ mevcut olsa bile, dünya ve ahirette sıralı olarak âlemin ondaki sûreterinin ayrıntıları sonsuzdur. Çünkü Rahman’ın nefesi el-Bâtın isminden sürekli âleme yardım eder. Onun icmal halindeki zikri ise süreklidir. Öyleyse nefesin âlemdeki yeri, beşerdeki Adem gibidir. Adem bütün isimleri öğrendi­ğinde, buradan Amâ’nın Rahman’ın nefesi olması bakımından âlemin harflerinin suretlerini ve kelimelerini kabul edici olduğunu gördük. Amâ, bütün isimlerin taşıyıcısıdır. Allah Teâlâ’nın kelimeleri ise, sonsuzdur. Öyleyse Allah Teâlâ’nın zikri de, kesilmez. Rahman, isimleriyle Allah Teâlâ’yı zik-


reder. O da bu isimlerle isimlendirilendir. ‘En güzel isimler Allah Teâlâ’ya ait­tir >S63       konuşan ve tafsil eden olması bakımından da kendini zik­reder. Öyleyse Rahman’ın zikri mücmel iken Allah Teâlâ’nın zikri ayrıntılıdır.

İKİNCİ FASIL

Allah Teâlâ’nın Kelamı ve Kelimeleri

Kelam ve söz, Allah Teâlâ’ya ait iki niteliktir. Allah Teâlâ sözü (kavi) maduma duyurur. Bu durum ‘İrade ettiğimiz bir şeye sözümüz ‘ol’ demektir*64 aye­tinde dile getirilir. Kelamı ise var olan duyar. Bu ise ‘Allah Teâlâ Musa ile ke­lam etti (konuştu)’565 ayetinde dile getirilir. Bazen kelam, aktaran kimse­nin dilindeki söze denilir ve kelam kendisinden aktardığı kimseye nispet edilir. Öyleyse sözün (kavi) madumda bir edcisi var iken -ki o da varlık­tırkelamın ise mevcutta etkisi vardır -o ise bilgidir.‘Onu anladıktan sonra tahrif ederler566 ve ‘Allah Teâlâ’nın kelimelerini değiştirmek isterler567 ayet­lerinde ‘değişme’ye konu olan şey, aktarılan sözdür, çünkü onlar, de­ğişmeyi kabul eder. Anlamlar ise, kelama bağlıdır. Öyleyse onu tahrif edip yerine konulan sözden esastan anlaşılan anlaşılmaz. Bu nedenle esas, değiştirilmiş ve tahrif edilmiştir. Bununla birlikte asıl söz, tahrif ve değişmeyi kabul etmez, çünkü o, ilahi kelamdır ve zâtî bir nitelikle anla­tılamaz, nitelenemez. Bir surette tecelli gerçekleştiğinde, sûretin örfte kelamın ilişkilendirildiği bir suret olması ya da olmaması mümkündür. Kelamın ilişkilendirildiği sûreterden birisiyse, onun kelamı nispet edil­diği kelam ile aynı cinstendir. Bunun nedeni tecelli üzerinde tecelli etti­ği sûretin hükmüdür. Örnek olarak ‘Kuşdilini ona öğrettik’5611, ‘karınca de­di ki569 gibi ayederi verebiliriz. Kelam örfte sözün nispet edildiği sûreterden değil ise, iman yoluyla sözün nispet edildiği sûreterden meydana gelmiş olabilir. Örnek olarak ‘Bu bizim kitabimizdir, size hakkı söyler570 ayetini verebiliriz. Başka bir ayet ise ‘İtaatkâr olarak geldik dedi­ler571 ayetidir. Başka bir ayet ise ‘Dilleri, elleri ve ayakları onlarm aleyhine tanıklık eder572 ayetidir. Başka bir ayet ise ‘Onlar bizi Allah Teâlâ konuşturdu derler*73 ayetidir. Kelam, sözün veya konuşmanın nispet edildiği sûreterden çıkmayabilir. Böylesi, tespihin nispet edildiği şeylerden or­taya çıkar. O anlamaz, söylediği ise duyulmaz. Çünkü kelam veya söz, kulakla ilgilidir. Tespih söz veya kelam olsaydı, onu duymamız reddedi­lirdi. Halbuki burada, onu anlamamız -ki bilgi demektirzikredilmiştir. Bilgi, bazen kelamdan ve sözden meydana gelirken bazen onlardan meydana gelmez. Böyle sûretlerde tecelli ettiğinde, konuşma, tecelli edenin iradesine göre gerçekleşir. Bu ise, o sûretin tespihine uygun ve onu aşamayan şeylerdir. Tecelligahın sözünden o sûretin tespihi anlaşı­lır. Bu, garip bir bilgidir ve Allah Teâlâ ehlinden onu bilenler azdır. Allah Teâlâ’ya bu gibi sûretlerde ispat edilen söz, suretlerin bulunduğu Hakk göredir. Nurani ve doğal maddelerde tecelli gerçekleştiğinde durum böyledir. Nurani maddelerin veya doğal maddelerin dışında soyut anlamlarda gerçekleşmişse, ‘kelam’ olduğu söylenen şey, tecelligaha etkisi bakımın­dan bu adı almıştır. Yoksa böyle konuşması yönünden söylenmemiştir.

Bütün bu eserler, daha önce zikredilen kelamın tabakalarıdır. Bun­lar, kelimenin çoğulu olarak, ‘Allah Teâlâ’nın kelimeleri’ diye isimlendirilir. Onlar, var olan şeylerdir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘O’nun kelimesidir, Meryem’e ilka ettiği*74 Kastedilen İsa’dır. Meryem’e ondan başkasını ilka etmemiş, Meryem de başkasını bilmemişti. (Meryem’e ilka edilen) İlahi kelime Allah Teâlâ’dan bir söz veya Meryem için kelam olsaydı -Musa için olduğu gi­bi-, memnun olur ve ‘keşke daha önce ölseydim de unutulup gitseydimS7S demezdi. Öyleyse Meryem’e ilka edilen ilahi kelime, Allah Teâlâ’nın ruhu ve kelimesi olan İsa idi. ‘O’nun kuludur.’ Böylelikle İsa, mutat durumun dışında bir mucize olsun diye, annesinin masumiyetini dile getirmişti. O’nun konuşması, Rahman’ın nefesinde Allah Teâlâ’nın kelamıydı. Bu şekilde Allah Teâlâ, kendisine insanların nispet ettiği sıkıntısını giderdi ve onu temiz­ledi. Bu nedenle Mutezile şöyle demiştir: ‘Konuşan, sözü yaratandır. Konuşma özelliğine sahip olmayanda ise, o Allah Teâlâ’nın kelamıdır.’ Ko­nuşmayanlara örnek olarak, donuklar, bitkiler ve İsa’nın durumunu ve­rebiliriz. Ancak âlemde bu şekilde garip (konuşma) tarzlarının bulun­duğunu söyleyenler, bu konuda farklı düşünür. Allah Teâlâ’nın kelam ve keli­melerinin anlamını açıkladık. Allah Teâlâ’nın kelamı, O’nun bilgisi, bilgisi ise zatıdır. Kelamının O’ndan başkası olması mümkün değildir. Böyle bir durumda Allah Teâlâ, zatına ilave bir durum nedeniyle hükme konu olan olurdu. Allah Teâlâ ise hükme konu olmaz. Kelam sahibi herkes, konuşabilen ve kendiliğinde buna imkân bulabilen kişidir. Hakk ise, konuşmaya güç yetirmeyle nitelenemez. Aksi halde O’nun kelamı, yaratılmış olurdu.

Allah Teâlâ’nın kelamı ise, Eşariliğe göre kadim, diğer akılcılara göre ise, zatı­nın aynıdır. Öyleyse kelamın Allah Teâlâ’ya nispetinin tarzı bilinemezdir. O’nun zatı da bilinemez. Allah Teâlâ için kelam, dince sabit olabilir. Akıl fikir gücü yönünden bunu idrak edemez. Bunu anlayınız!

Nefes Rahman’a ait iken kelam ve söz Allah Teâlâ’ya aittir. Söz, nefesin kelimelerden birinin varlığında sonlanmasıdır. Böylelikle varlığı, daha önce bâtın iken zâhir olmuş, daha önce mücmel iken mufassal Hakk gelmiştir. Şöyle diyebilirsin: Kelamın sonucu duyurmaktır. Varlıkta ise Allah Teâlâ’dan başkası yoktur. Konuşan O ise, kime duyuracak? Şöyle deriz: Duyanın mevcut olması şart değildir, çünkü Allah Teâlâ, yokluğu halinde maduma ‘ol’ der. Madum da Allah Teâlâ’nın kelamı ve ‘var olma emri’ sabit haldeki (var değil) duyma gücüne ilişir ilişmez, meydana gelir. Aynı şey, görülenle ilgilidir. Görülen de görülmenin illetidir. Görülmesinin illeti ise varlık, hatta istidat ve hazırlıktır. Onun mevcut veya madum olması birdir. Binaenaleyh Allah Teâlâ kelam (özelliğiyle) nitelenmesi yönüy­le konuşurken, duyan olması bakımından kendi sözünü duyandır. Bun­lar, iki farklı nispettir.

Şöyle diyebilirsin: Öyleyse kelamın yararı, bilginin gerçekleşmesi­dir. Allah Teâlâ ise zatını bilendir.’ Şöyle deriz: Her söz, bilinmeyen bir şeyi öğretmek amacıyla söylenmez. Çünkü konuşan, kendisini sahip olarak bildiği özellikle kendisini övebilir. Dolayısıyla konuşmayla bir bilgi elde etmez. Aksine bu durumda konuşmak, zâtı kemalle sevinmek amacı ta­şır. O halde Hakk, sürekli konuşandır. Bu konuşma âlemde ‘sonradan meydana gelse (hâdis)’ bile, bu durum, gerçekte onun meydana gelmiş olduğunu göstermez. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Onlara Rablerinden hâdis bir söz geldiğinde.K76 Yani onların nezdine geldiğinde. Bununla birlikte Hakk o sözü daha önce başkalarına söylemiş olabilir. Nitekim Kur'an-ı Kerîm’deki şeyler Tevrat veya diğer kitaplarda söylenmiştir. Bu yorum, burada kelam derken Hakkın niteliğinin kastedilmesi halinde geçerlidir. Soru soran kişi duyanın Allah Teâlâ’dan aktaranın sözünü duyduğu kelamı kast etmiş olabilir. Nitekim Allah Teâlâ kulunun diliyle ‘Allah Teâlâ kendisini öveni duydu’ der. Şimdi de ilahi zikirler arasından Kur'an-ı Kerîm’de zikredi­lenlerden bir kısmını zikredeceğiz. Önce Kur'an-ı Kerîm’in zikirlerin­den birisi olması nedeniyle sığmma ile başlıyoruz.

ÜÇÜNCÜ FASIL

Sığınma Zikri

Allah Teâlâ şöyle der: ‘Kuran okurken Allah Teâlâ’ya sığın.’577 Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ise ‘Senden sana sığınırım’ der. Burada Hakk, Kuran ile kendini zikredendir. Sığınma, bir ilahi isim ile bir ilahi isimden gerçekleşir. Bu ise, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Sana senden sığınırım’ hadisinde dile getirilir. Okuyan, yani Kuran’ı zikreden kimse, şeytanın kendisine yol bulabildiği kimselerden ise, onun ‘taşlanmış şeytandan Allah Teâlâ’ya sığınırım’ demesi gerekir. Öyley­se Haktan sığınma istemek, O’nun sahip olduğu takdis ve tenzih nite­liklerine göre gerçekleşir. Allah Teâlâ şanına layık olmayan şeylerin kendisine nispet edilmesinden münezzehtir. Nitekim Allah Teâlâ, zalimlerin söyledikleri karşısında ‘O yüce ve büyüktür378 der. Başka bir ayette ise ‘İzzet sahibi Rabbin onların nitelemelerinden münezzehtir579 der. -Ki izzetin rabbine sığınılır-. Ayette, Allah Teâlâ’nın şanına yaraşmayan eş, çocuk ve ortak gibi ka­firlerin kendisine izafe ettiği şeyler kastedilir. Bütün bunlar, ilahi sığın­madır, çünkü hepsi, Allah Teâlâ kelamıdır.

Allah Teâlâ’ya Allah Teâlâ’dan sığınmaya gelirsek, bu, inkar edilen bir sûrette Allah Teâlâ’nın tecellisi hakkındaki bir rivayette geçer. Bunun üzerine tecelliye mazhar olan kimse, tanınan bir suretteki tecelliyle Allah Teâlâ’ya sığınır. O ise, ilk ve ikinci sürerin aynıdır. Daha önce bu kitapta Allah Teâlâ’nın varlıkların mazharlarında zuhur eden olduğunu açıklamıştık. Öyleyse O, ‘kendi­sinden kendisi ile sığınılan’ kimsedir. ‘Senin öfkenden rızana, cezalan­dırmandan bağışlamana sığınıyorum’ hadisi de, bu kapsamdadır. Bu durum, ‘Senin rabbin cezalandırması şiddetli olaıı,sm, ‘bağışlayan ve mer­hamet edendir™' ayetinde de dile getirilir. Başka bir ayette ise ‘Allah Teâlâ’ya yardım ederseniz, sizi kimse yenemez, yüz çevirirseniz, size kim yardım eder?™2 denilir. Öyleyse başarısızlık verenden yardım edene, zarar ve­renden fayda verene sığınılır. İşte bu, kulun diliyle kendisinden otaya çıkan sığınmayı dile getiren Allah Teâlâ’dır.

Besmele Zikri

Besmele ‘bismillah (Allah Teâlâ’nın adıyla başlarım)’ demektir. Kul için besmele, yaratma için mertebenin kelimesi (kün, ol) konumundadır. Hakkıyla söylendiğinde, besmele sayesinde kuldan kün (ol) sözünden meydana gelen şey meydana gelir. Sanki şöyle der: ‘Bismillah ile, oluş zuhur eder.’ Öyleyse bu, sevgilinin doğruluğunun kendisine bitiştiği hakikati bildirmektir. Hakk, o sevgilinin duyması ve dili olmuştur. Böy­lelikle kün sözünden meydana gelen şey, ondan meydana gelir. Bu du­rum ‘ona üfler, iznimle bir kuş olur583 ayetinde dile getirilir. Burada ‘iz­nim ile’ sözü, ‘üfler’ sözüne bağlıdır. ‘Anadan doğma körü ve alacalıyı iz­nimle iyileştirir,’584 Aynı şekilde, ölüyü benim iznimle çıkartır. Yani, ey kulum! Dilin ve gözün olduğumda, benim emrimle eşya senden etkile­nir. Dili vasıtasıyla konuşmadığım kimse buna güç yetiremez. Öyleyse her iki durumda da yaratma bana aittir. O halde bismillah, bu yorumla ‘kün (ol)’ sözünün aynıdır.

BEŞİNCİ FASIL

İlahi Mertebenin Kelimesi (Kün, [ol])

Bu kelime, Allah Teâlâ için ‘kün (ol)’ sözüdür. Bu, sözü ve kelamı kabul eden (mevcut veya madum) suretlerde harflerin tertibiyle tecelli etmiş­tir. Aynı zamanda onun, bunun dışında da bir tecellisi vardır ki, onu Müslim’in e-Sahih’te zikrettiği ‘ilahi tecelli’ hakkındaki bir hadisle ilgili olarak dile getirmiştik. Allah Teâlâ ‘Bir şeyi irade ettiğimizde ona sözü­müz...’585 der. ‘Sözümüz’, O’nun konuşan olmasıdır. ‘Ona ol demektir.’586 ‘OP sözü, konuşulan şeyin kendisidir. ‘Ol’ denilen şey ise ondan ortaya çıkar ve ‘olma’yı -Hakka veya kudrete değilvar olana, hatta emre izafe eder. Böylelikle bu sözü duyan, yokluğu ve sabit şeyliği halinde ‘sübûtî’ bir duyma ile Hakkın emrine uyar. Hakkın emri ise, O’nun kudreti


iken; kendisine var olma emredilen şeyin emri kabul etmesi de, onun istidadır. Böylelikle varlıklar, insanın nefesinde harflerin ortaya çıkması gibi, Rahman’m nefesinde ortaya çıkar. Var olan ise özel bir sûrettir. Buna örnek olarak ağaçta nakşedilmiş suretin ortaya çıkması veya ko­kuşmuş suda (insana ait) sûretin ya da kaburga kemiğinde sûretin orta­ya çıkması veya çamurda sûretin ortaya çıkmasını verebiliriz. Öyleyse ‘varlıktandır’ dersen doğru söylemiş olacağm gibi ‘yoktum’ dersen yine doğru söylemiş olursun.

Gördüğümüzü görürsen

‘Ben o’yum’ dersin

Bil ki, duyduğun söz

‘Ol’dandır, ondan yaratıldık

işin zahiri bir söz idi

Bâtını ise sen idin

Şekil bana görünenin kendisi

O gördüğümüz varlık                                                                               .

Şey Rabbimin sözünü ispatladı

O olmasaydı, var olmazdık biz de

Sırf yoklukta olmaz

Hakikatin sübutu, haklısın de!

Ey sevgilim! Kimse yok idiyse

‘OV dediğinde, duymazdık bu emri

Hangi şeyi kabul ettin O’ndan?

Olmayı mı, yoksa ‘sen olmayı’ mı?

O halde mertebenin kelimesi, kelimelerdir. Nitekim Allah Teâlâ ‘Bizim sözümüz tektir’ der, dolayısıyla tekrarlanmamıştır. O halde işin kendisi, olmanın kendisidir. Burada ‘ol’dan başka ilahi bir emir yoktur. ‘Ol’ ise Sibeveyh’e göre Vacibü’l-vücud’dan (varlığı zorunlu) varlık bildiren bir harftir ve hadisliği kabul etmez. Öyleyse bu işin gerçekte tasavvuru güç iken şeriatın ortaya koyduğu yönden kolaydır. Fikir şöyle der: ‘Bir şey yoktu, sonra -bir şeyden olmaksızınzuhur etti.’ Şeriat ise Hakkın sö­zünü söyler:

Bir şey vardı, oluş haline geldi

Görünmez (gayb) idi görünür (ayn) Hakk geldi

‘Deveye bak, nasıl yaratıldı?’587 Yani, buharlardan oluşan bulutlar, içerdikleri sıcaklık nedeniyle yukarı doğru çıkarlar. Buharlar, unsur kaynaklı nefeslerdir, buluta ilave bir şey değillerdir. Onlar, teneffüs edende bulut değillerdir. Aksine o bir ‘şey5 idi ve ‘bulut’ olarak zuhur etmişti. Bu durumda yoğunlaşmış, sonra su olarak incelerek yağmıştır. Bu durumda ise, buhar haline gelmiş, yükselerek bulut olmuştur. ‘De­veye bakınız, nasıl yaratıldı.™* Başka bir ayette ‘Görmez misin ki Allah Teâlâ bir takım bulutları (çıkarıp) sürüyor; sonra onları bir araya getirip üst üste yı­ğıyor. İşte görüyorsun ki bunlar arasından yağmur çıkıyor?5*9 ‘Sıkışan Bu­lutlardan şarıl şarıl akan sular indiririz.’590 ‘Allah Teâlâ onu gökte dilediği gibi ya­yar ve parça parça eder591 Bu ise, varlıkların çoğalmasıdır, ‘nihayet ara­sından yağmurun çıktığım görürsün. Allah Teâlâ dilediği kullarına yağmuru nasip edince, onlar seviniverirler.’592 Öyleyse içerdiği su nedeniyle bulut ağırla­şır ve aşağı doğru inerken sıcaklığı nedeniyle yukarı çıkar. Çünkü küçük büyüğü talep eder. Ağır olduğunda ise, havaya dayanır. Bu durumda hava kesifleşir, aşağı iner ve yeryüzüne yönelir. Bu durumda havadaki sıcaklık artar ve içerdiği şiddedi sıcaklık nedeniyle hava yükselerek en büyük unsuru arar. Bu durumda buludan kümelenmiş bir halde bulur. Onların yoğunluğu, yükselmesini engeller ve havayı tutuşturur (ışık sa­çar). Allah Teâlâ, bu parıltı vesilesiyle ‘şimşek’ diye isimlendirdiği ve kendisiy­le havayı aydınlattığı bir melek yaratır. Sonra şimşek, rüzgarın gücüyle, bir kandil gibi söner. Böylelikle onun ışığı -kendisi geride kalmakla bir­liktesöner ve şimşek olma özelliğini yitirir. Varlığı geride Allah Teâlâ’yı tes­pih edici olarak kalır. Sonra havanın toprağa bakan yüzü parçalanır. Onunla karıştığında ise, bir birleşme gerçekleşir. Allah Teâlâ bu kaynaşmadan ‘gök gürültüsü’ diye isimlendirdiği bir melek yaratır. O da, Allah Teâlâ’nın öv­güsünü tespih eder ve şimşekten sonra gerçekleşir ki, bu zorunludur. Bu durum, şimşek yağmur getirmediğinde böyledir. Öyleyse zikretti­ğimiz şekilde gerçekleşen her şimşeğin ardından bir gök gürültüsü gel­melidir. Çünkü hava tutuşmuş bir halde yukarı yükselir. Allah Teâlâ ‘şimşek’ diye isimlendirdiği bir melek olarak onu yaratır. Bundan sonra ise bu­lutlar aşağı doğru yönelir. Bu durumda Allah Teâlâ, kendisini var ettiğinde Rabbinin övgüsünü tespih edecek olan ‘gök gürültüsünü’ yarattır. ‘Her şey O’nun hamdini tespih eder, fakat siz onların tespihini anlamazsınız*93 Bu bağlamda bazı şimşekler vardır ki onlar, Allah Teâlâ, yazın sıcak havası ve­silesiyle yarattığı meleklerdir. Bu sıcaklığın nedeni güneşin yüksekliğidir ve böylelikle güneşin ışınları aşağı iner. Esir unsurunu ısıttıklarında ise, onun sıcaklığı artar. Bu durumda hava, yukarıdan ışık verir ve bu esna­da bulut yoktur. Çünkü sıcaklığın gücü, onların kesifliğinden yükselen buharları latifleştirir ve bu nedenle bulut ortaya çıkmaz.

Burada hüküm, Şın harfine aittir. Bu nedenle ‘nefeşî’ harf diye isimlendirilir. Allah Teâlâ bu tutuşmadan yağmur getirmeyen şimşekleri yara­tır ve onların arkasında gök gürültüsü olmaz. Bütün bunlar, varlıkları ‘kün’ (ol) sözünden gerçekleşen hadiselerdir ve bunlar nefeslerde ger­çekleşir. Böyle bir açıklama yapmamızın nedeni, seni konuya ısındır­maktır. Bu sayede, Allah Teâlâ’nın bu unsur kaynaklı nefeste açtığı ve ‘buhar­lar’ diye isimlendirilen sûret ve varlıkları öğrenirsin. Böylelikle -bir gö­zün var iseibret alırsın. Bu durumdaki incelemenden ise, âlemin Rahman’m nefesinden var edilişine geçersin. O, Allah Teâlâ’nın yaratıklarının kendisini tanımasını sevmesinden ortaya çıktı. Binaenaleyh âlemdeki her şey veya âlem, Allah Teâlâ’nın kelimeleridir. Allah Teâlâ’nın kelimeleri ise, O’nun emridir. Allah Teâlâ’nın emri, ‘göz açıp kapatmak veya ondan daha yakın’ bir tarzda gerçekleşen tek bir emirdir. Göz açıp kapatmaktan daha hızlısı yoktur, çünkü gözü açma vakti, en uzak yerdeki şeyi görme vaktiyle birdir. Duyma gücü de onun aşağısındadır.

Kardeşim! Allah Teâlâ’nın kelamını iyi düşün. Bu yüce Kuran ve onun ayet ve surelerinin tafsili, bu çokluğa rağmen, tek bir sözdür. Bu söz, Tevrat’tır, Kuran’dır, İncil’dir, Zebur’dur ve sayfalardır. Öyleyse biri çoğaltan veya çoğu birleyen kim? işin nasıl olduğunu bakınız! Bunu öğrenince, ‘mertebenin kelimesi’ni de öğrenirsin. Mertebenin kelimesi­ni örenince, onun niçin -ortaya çıkan şeylerin farklılığına rağmenher şey için ‘ol’ sözüne tahsis edildiğini de öğrenirsin. Bu kelime harflerden kef ve nun’a, görünmeyen harflerden vav’a tahsis edilmiştir. Geçici olan, kendisine imkân vermesi nedeniyle, sabit üzerinde nasıl hüküm sahibidir? Böylelikle onu daha önce görünür iken görünmez Hakk ge­tirmiştir. Çünkü sükûn Nun harfinden hüküm sahibi olandır ve o araz­dır. Çünkü ilahi emir, kendisine ilişmiş, onu sakinleştirmiş ve vav’ın sü­kûnu ortaya çıkmıştır. Böylelikle kul Rabbine karşı Rabbinden yardım istediği gibi ona karşı onunla yardım istemiştir. İki sakin harf bir araya gelince, nun harfi -emrin ayette geçtiği üzere ‘göz açıp kapamaktan’ da­ha hızla nüfuz etmesi içinkef harfiyle birleşmek istemiş, bu durumda vav aradan çıkmış, kef ve nun birbirine temas etmiştir. Arada vav kal­saydı, emir gecikirdi. Çünkü vav’ın kefin zammesi nedeniyle illet vav’ı olması zorunludur. Dolayısıyla nefes sakin nun’a emri ancak illet vav’ı ortaya çıktıktan sonra getirebilirdi. Bu durumda ise emir gecikirdi. (Onu geciktiren ise) illet vav’ıdır. Böylelikle oluş, iki illetten meydana gelirdi: Vav ve ilahi emir! Allah Teâlâ ise, ortaksızdır. Öte yandan kendisine ‘olmak’ emredilen şeyin bir an gecikmesi mümkün var sayılıp -ki bu sü­re vav’ın ortaya çıkma süresidirillet vav’ımn kaldığını ve gizlenmediği­ni düşündüğümüzde, emrin daha fazla gecikmesi de mümkün olabilir­di. Bu durumda ise, Allah Teâlâ’nın emri eksik kalır, dolayısıyla iradesi işle­mezdi. Halbuki Allah Teâlâ, ‘iradesi işleyendir.’ Bu nedenle mertebenin keli­mesinden (kef ve nun arasındaki) vav düşmüştür. Bunun böyle olması zorunlu iken emrin hızla gerçekleşmesi de zorunludur. O halde oluş, mertebenin kelimesinden mutlaka hızla gerçekleşir ve âlem ortaya çıkar. Vav ise ‘kün (ol)’ içinde bulunduğunu göstermek ve geçici bir nedenle ! ortadan kalktığını göstermek üzere âlemde zuhur etmiştir. Böylelikle vav, görünmeden amil olmuş ve oluş ‘ol’ ile vav’ın düşmesinden önce ortaya çıktığı için, âlemde zuhur etmiştir. Bu ise vav harfinin yok olma­yıp sadece zikrettiğimiz nedenle gizlendiğini gösterir. O halde oluş, gö­rünmeyen vav harfi ile ‘ol’a ilave değildir. Böylece kevn, ol’un sûreti üzerinde zuhur etti. Ol ise O’nun emri, O’nun emri ise kelamıdır. Allah Teâlâ’nın kelamı bilgisi, bilgisi zatıdır. Böylece âlem, Allah Teâlâ’nın sûretine göre ortaya çıktı. ‘Allah Teâlâ Adem’i kendi sûretine göre yarattı.’ Adem ise, ilahi isimleri kabul etmiştir. Bu konuda yeterli açıklamayı mertebe kelime­sinde yapmıştık. Allah Teâlâ kulları için yeterli örnekleri verendir.

ALTINCI FASIL

Hamd ile Zikir

Hamd, söyleyen kendisini herhangi bir durumla sınırlamazsa, ge­nel övgü demektir. Bu övgünün üç mertebesi vardır: Hamdin hamdi,

hamd edilenin kendisine hamdi ve üçüncüsü de başkasının ona hamdidir. Dördüncü bir mertebe yoktur. Bir şeyin kendisine veya baş­kasının ona hamd etmesi halamından da, hamdde iki kısım daha vardır. Hamd eden ise ya bilgi niteliğiyle veya tenzih niteliğiyle hamd eder, üçüncü bir tür yoktur. Hamdin hamdi, özü gereği ikisinde de bulunur. Aksi halde onun hamdinin olması mümkün olamazdı.

Hamdin Hamdi, onda hamdi verir

 Hamd olmasaydı, Hamîd olmazdı

Hamd edilene karşı hamd, iki kısma ayrılır: Birincisi, bulunduğu hal nedeniyle ona hamd etmektir. Bu, en genel hamddir. İkincisi ise, ondan meydana gelen hamd nedeniyle, ona hamddir. Bu ise, şükürdür ve hamdin özel tarzıdır. Böylece hamdin kısımları sınırlanmış, zikretti­ğimiz hususu gösteren kelimeler ise, sonsuz olmuştur. Çünkü peygam­ber, makam-ı mahmudda (övülen makam) ‘O’na şimdi bilmediğim hamdlerle hamd ederim’ demişti. Başka bir hadiste ise, ‘Sana olan hamdi sayamam’ der. Çünkü sonsuz olan, varlığa girmez. Alemde hamd eden ve edilen (öven ve övülen) her varlık, Rahman’ın nefesin­den zuhur eden Hakkın kelimeleridir. Rahman’ın nefesi ise, el-Bâtın isminin zuhurudur ve görünmeyen hüküm sahibidir. Öyleyse Allah Teâlâ, ezZâhir ve el-Bâtın’dır. Bu nedenle övgünün sonuçları O’na dönmüştür. Dolayısıyla Allah Teâlâ’dan başka hamd eden olmadığı gibi O’ndan başka hamd edilen de yoktur. Hamdin hamdi, O’nun niteliğidir, çünkü hamd O’nun niteliğidir. Nitelik ise, çoğalmayacağı için, O’nun aynıdır.

Allah Teâlâ ilaveyle kemale ermez, münezzehtir bundan

Hamdin hamdi, O’dur, başkası değil!

Allah Teâlâ’ya sadece İlah hamd eder

Övülen de O, başkası değil!

Allah Teâlâ’ya böyle hamd eden kimse, O’na hamd etmiştir. Eksiği olan ise, eksiği ölçüsünde, Allah Teâlâ’ya hamd etmiştir. Öyleyse Allah Teâlâ’ya hamd eden olacaksan, bu şuur ve tasavvura göre hamd etmelisin. Bu şekilde hamd edenin Allah Teâlâ’dan göreceği karşılık ise, O’nun kendisidir.

Tespih ile Zikir

Tespih, tenzihtir. Ayette ‘Rabbinin hamdini tespih et ve bağışlanma dile’594 buyrulur. Bu, bir emirdir. Başka bir ayette ise ‘Kulunu geceleyin yürüten Allah Teâlâ münezzehtir595 buyrulur. Bu ise, bir bildirmedir. Tespih, hamdin kısımlarındandır. Bu nedenle, hamd genel olarak (kıyamette) teraziyi doldurur: ‘Subhanallah ve benzeri zikirler de, hamdin kapsamı altındadır. Tespih ortaya çıkınca, kimi tespih ettiğine bakmalısın! Çün­kü bilgisizlik, bu makama gizli bir şekilde nüfuz eder ve farkına varıl­maz. Hasan b. Sabit, peygamberi hicveden Kureyş kabilesini hicvede­rek peygamberi savunmak istemişti. Peygamber, kendisi de bir Kureyşli olarak, farkına varmadan bizzat kendisini hicvedebileceği hakkında Hasan’ı uyarmıştı, çünkü o, kâmil bilgindir. Hz Peygamber, Hasan’ın Kureyş’i hicvederkenki niyetinin Allah Teâlâ’yı razı etmek olduğunu biliyordu. Hasan’ın niyeti buydu. Peygamber bunu -farkında olmadığı yönden kendisini desteklemek üzereRuhu’l-kuds’un Hasan b. Sabit’e geldiğini görmekle öğrenmişti. O, peygamberin şerefini savunmak üzere Kureyş’i hicvettiği sürece, Ruhu’l-kuds kendisine yardım edecekti. Bu­nu ise amellerinin kendilerine döneceğini bildirerek Allah Teâlâ da onaylamış­tır. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Her nefs yaptığının karşılığını görür.*96 Onlar, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin doğruluğunu öğrenirler. Bunun üzerine peygamber Hasan’a şöyle demişti: ‘Ben de onlardanım, ne söylediğine ve nasıl söyle­yeceğine dikkat et! Ebu Bekir’e git, çünkü o, nesep ilmini en iyi bilen kişidir, o sana bilgi verir. Böylelikle peygambere dönmeyecek sözü nasıl söyleyeceğini öğrenirsin ve onlarm düştüğü hataya düşmemiş olursun.’ Hasan şöyle der: ‘Allah Teâlâ’ya yemin olsun ki, seni onlarm içinden saç telinin hamurdan çekildiği gibi çekip alacağım.’ Çünkü hamur, saç teline ya­pışmaz.

Tespih bahsi de böyledir. Çünkü o, bir tenzihtir. Yokluktan ibaret olan tenzih, tenzih değildir. Tenzih, kadimlik ile nitelendiği için sonradanhğı gösteren bütün niteliklerden Hakkı tenzihtir. Hâdislik (sonra­dan var olanlar) nitelikleri, yaratıklara aittir. Burada, hâdisleri bilmede ayaklar kayar. Varlıkta sadece Allah Teâlâ var iken, hâdislerin mahiyeti de ne-


dir? Çünkü var olanlar, Allah Teâlâ’nın kelimeleridir ve onlar ile Allah Teâlâ övülür. Tenzih eden Rabbini tenzih ederken, O’nu yaratıkların niteliklerinden tenzih eder. Yaratılmış olanın kendiliğinden bir şeye sahip olması mümkün değildir ve onun kendi varlığı da yoktur. O, kendini izhar edene aittir. Hakk, bir şeyden tenzih edildiğinde, kendisiyle ve benzerle­riyle övülür. Hakkı sadece kendisiyle veya benzerleriyle O’nu övebile­ceğin bir şeyden tenzih edersen, kendisiyle hakkı övmen gereken bir övgüyü terk etmişsin demektir. Binaenaleyh Hakkı tespih edeıken, hangi şeyden O’nu tespih ettiğini iyice öğrenmelisin! Çünkü O’ndan başkası yoktur. Çünkü Rahman’ın Nefesi var olanların cevheridir. Bu nedenle Hakk, kendisini yaratıkların özellikleriyle nitelerken akıl kanıdan bunları O’nun adına imkânsız sayar. Allah Teâlâ’yı aklınla tenzih etmekten sa­kınmalısın! O’nu kendi kelamı olan Kuran ile tespih et. Bu durumda, bidatçi veya yeni bir şey uyduran değil, anlatan haline gelirsin. Zarar veren bir şey söz konusu ise, ondan uzak durmuş olursun. Çünkü sen O’nu kendi kelamıyla tespih ettin, o ise, kendini senden daha iyi bilen­dir. O, zatmı en yetkin övgü ve senayla övendir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Sen kendini övdüğün gibisin’ der. Senin aklının O’nun hakkında ‘Allah Teâlâ için caiz değildir’ deyip Onu tenzih ettiği şeylerle Allah Teâlâ, kendisini övmüş­tür. Bu, kendisine nispet ettiği konuda Hakkı yalanlamanın ve kınama­nın son noktasıdır. Allah Teâlâ, sana kendisini O’ndan öğrenmeni bildirdi. Öyleyse sen, şeriatta Allah Teâlâ’nın niteliği olarak yer alan bir şeyden O’nu tenzihten sakınmalısın. O’nu genel olarak aklınla tespih etmemelisin. Sana tavsiyemi yaptım. Aklî deliller, çoğunlukla ilahiyat bahislerinde dinî delillerle çelişir. Rabbini O’nun kelamı ve tespihiyle tespih etmeli­sin, fikrinden veya teorik araştırmadan çıkarttığın hükmünle tespih et­me! Çünkü fikrin elde ettiği şeylerin çoğu bilgisizliktir. Sen sana söyle­nenden uzak dur. Çünkü o, şifası az bulunan dermansız bir hastalıktır. Allah Teâlâ’nın kınadığıyla kına, övgüsüyle öv, rahmetiyle merhamet et, lane­tiyle İanede! Bu dürümda, bilgiye ulaşırsın ve ellerin hayırla dolar.

Tespih âlemdeki her varlığın övgüsüdür. Bu övgü tespihten başka bir şey değildir. İşte bu, akıl sahiplerini şaşırtan ilahi bir tuzaktır. Onla­rın akılları, Allah Teâlâ’nın hamdi hakkındaki ifadesinden habersizdir. Bu, daha önce zikrettiğimiz bir husustur. Allah Teâlâ ‘Her şey O’nun hamdini tespih eder”97buyurur. Burada ‘hamd eder’ veya ‘tekbir eder’ veya ‘tehlil eder’ demedi, çünkü bunların hepsi, varlığını ispadamayla yapılan övgülerdir.

Tespih ise, yok (etmeyle yapılan olumsuzlayıcı) bir övgüdür. Böylelikle ilahi tuzak tespihe girmiş ve müfekkire gücüyle hareket eden akılları et­kilemiştir. Arifler gelmiş, Allah Teâlâ’nın her şeyin tespihini kendisine izafe edilen hamdiyle sınırladığını görmüş, O’nu kendisini övdüğü nitelikle tespih etmişlerdir. Onlar, akıllarıyla ilahiyat bahislerini araştıranlardan farklı bir şey çıkartmamışlardır. Bu nedenle Allah Teâlâ ‘Onlarm tespihlerini anlayamazsınız’598 buyurur. Çünkü onlar, O’nun övgüsünü unutmuşlar­dır. Kanıtları ise akıllarından gelir. Allah Teâlâ bunu fikirlerini perdeleyerek kendilerinden gizlemiştir. Bu nedenle ‘Allah Teâlâ halım ve bağışlayandır599 ayetiyle onları cezalandırmamıştır. Bununla birlikte, bu davranışta bir yönden saygısızlık vardır. Onlar için Allah nezdinde şefaat eden ‘O’nun benzeri bir şey yoktur0 ayetidir. Burada onlar yanılmış, Allah Teâlâ ise ‘O’nun benzeri bir şey yoktur1 ayetinin talebini onlar adma kabul etmiş, Allah Teâlâ hakkında tereddüt ettikleri veya O’na dair imkânsız saydıkları konular­da onları bağışlamıştır. Bunlar, istiva, beraberlik, mekanda bulunmak, inmek gibi Allah Teâlâ’nın Kitabında ve Peygamberlerin sözlerinde dile getirip Allah Teâlâ’nın onayladığı pek çok husustur.

Rabbini nasıl tespih etmen gerektiğini açıkladık ve sana yolu gös­terdik. Şimdi Rabbinin nezdinde beni zikret.

SEKİZİNCİ FASIL

Tekbir ile Zikir

Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah Teâlâ’nın zikri en büyüktür.™2 Allah Teâlâ’nın zikri, Kuran’dır. Sen de O’nu Kuran ile zikret, kendi tekbirin ile O’nu tekbir et­me (büyüklüğünü dile getirme). Çünkü Allah Teâlâ, kendisine tekbir getir­meni emrederek, şöyle demiştir: ‘O’na tekbir getir.™3 Allah Teâlâ, çocuk sahibi olmaktan, ortaktan ve dosttan münezzeh ve büyüktür. Bu tekbiri geti­rirken ‘zilletten4 ifadesinden habersiz kalma. Allah Teâlâ büyüklüğün yönü­nü sınırlamıştır. Çünkü Allah Teâlâ ‘Allah Teâlâ’ya yardım ederseniz, o da size yardım eder5 der. O halde biz, O’na zilletimiz (nedeniyle) yardım etmedik. Bu nedenle Allah Teâlâ ‘O’nun zilletten ötürü bir dosta ihtiyacı yoktur5606 der. Allah Teâlâ, seni üzerinde yarattığı sûrete hakkını vermek üzere kendisine yar­dıma çağırır. Çünkü O ‘Her şeye yaratılışını verdi.w Öyleyse Allah Teâlâ’nın seni üzerine yarattığı sûrete yaratılışını -ki onun yaratılışı, hakkı demek­tirvermesinin bir yönü de, suretten yardım istemesidir. Çünkü yardım eden O’dur. Allah Teâlâ ‘Allah Teâlâ’nın yardımcıları olun608 der. Yardımcı, velidir. Bu nedenle onu sınırlamıştır. Öyleyse sen O’nu bir dosttan tekbir eder­ken, hangi veliden tekbir ettiğini bilmelisin. Aynı şey, mümkünde ortak için geçerlidir. Kulun bir şeye sahip olup olmayacağı hususu da bu me­seleye dayanır. Sebeplilerin ancak kendisiyle var olabileceği sebeplerin ortaklığını dikkate alan kimse, mülkte ortak kabul etmez. Çünkü mülk için sebep bir araç gibidir. Araç, onlarla var edenin mülkü olan şey bu araç ile var edilir. Aynı şekilde bu var edenin mülkünün aletidir. Alet ise bir şeyin sahibi değildir. Bu nedenle -yaratmada değil‘mülkte ortaklık­tan büyüklük’ diye sınırladı Çünkü Allah Teâlâ, eşyayı iki şekilde yaratır: Bir türünü, sebeplerini var etmeyle var etti. Bir marangozun dolap yapması veya duvarcının bina yapması gibi, âlemdeki bütün sanatkârların sanat­ları bunun örneğidir. Fiil marangoza izafe edilir. Halbuki marangoz, sandığı sadece eliyle yapmış değildir. Aksine, demir gibi bir takım ma­rangozluk araçlarıyla yapmıştır. Sandığın yapımı ise, araçlardan birisine izafe edilmez. Aksine sandık, onun yapımı olması bakımından, yapıcısı­na izafe idilmiş, o ise sandığı araçlarla yapmıştır. Başka bir izafe daha vardır: Marangoz kendi adına işi yapmış ise, sandık ona izafe edilir, çünkü sandık, onun mülküdür. Bu durum ‘Ben cinleri ve insanları bana ibadet etsinler diye yarattım609 ayetinde belirtilen durum gibidir. Başka bir ayet ise ‘Göklerin ve yerin mülkü O’na aittir610 ayetidir. Ahşap başka­sına ait ise, sandık, onun yapımı olması yönünden marangoza izafe edi­lirken, sahiplik yönünden -marangoza değilahşabın sahibine izafe edi­lir. Bu durumda marangoz, mal sahibinin aracıdır. Allah Teâlâ ise, -yapımda değil-sahiplikte ortağı reddetmiştir. ‘Dikkat ediniz! Yaratma ve emir O’na aittir. Âlemlerin rabbi Allah Teâlâ mübarektir.’611

ikinci yaratma türü, şöyledir: Allah Teâlâ var ettiği şeyi bir sebep olmak­sızın yapar. Bu ise, ilk sebeplerin varlıklarını yaratmadır. Rabbini dost veya ortaktan tekbir edip O’nu bu konuda -Hakkın kendisini sınırladı­ğıyla sınırlamaksın. Genelleştirme, yoksa büyük bilgi ve iyiliği kaçırır­sın. Aynı şey ‘O’nu tekbir et611 ayetinde geçerlidir. Allah Teâlâ’yı oğul edinmek­ten tekbir edersin, çünkü oğul babaya ait olabilir -yoksa o edinilmez-. Gerçekte bu noktada babaya ait bir fiil yoktur. Baba sadece suyu (meni) eşinin rahmine bırakmış, çocuğun yaratılışını başka bir sebep üstlenmiş­tir. Çocuk edinen, Zeyd’i evlat edindiğinde Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in duru­mundaki gibi, evlat edinendir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Çocuk edinmemiş Allah Teâlâ’ya hamd olsun.*13 Çünkü bir çocuk edinseydi, yaratıklarından dilediklerini seçer ve dilediğini çocuk edinirdi. Bir çocuk edinmemiş olan ise, bunu yapmazdı. Ayette ‘Allah Teâlâ doğurmadı5614 denilir. Bu, doğum yoluyla olan çocuktur. Allah Teâlâ’nın öyle bir çocuğu olmadığı gibi kimseyi de çocuk edinmemiştir. Öyleyse çocuk, her iki yönden kendisinden olumsuzlanır. Yahudi ve Hristiyanlar, Allah Teâlâ’nın çocukları olduklarını iddia ederek, bir tür ‘çocuk edinmeyi’ kastetmişlerdir. Çünkü onlar, babalarını tanıyor­lardı. Mesih hakkında ise, ‘Allah Teâlâ’nın oğlu’ demişlerdir, çünkü onun baba­sını bilmiyorlardı ve o bir babadan meydana gelmemişti. Çünkü onlar, meleğin Meryem’e ‘yakışıklı bir adam şeklinde5615 gözükmesi hakkında Allah Teâlâ’nın söylediğini bilmiyorlardı. Allah Teâlâ onu bir ruh yaptı, çünkü Ceb­rail ruh idi. Öyleyse İsa, iki kişiden oluşmuştu. Cebrail Meryem’e üfle­me esnasında -nitekim ruh da düzenlenmiş bedene üflenirİsa’yı ver­miş, onlar ise, bunun farkına varmamıştı. Onlar, İsa’nın ne bedenini ve

ne ruhunu anlamışlardı. İsa’nın sûreti ise, ruhun bedenlenmesi gibiydi.

\ .

Çünkü o, bir temessülden meydana gelmişti. Isa’nın yaratılışını iyice düşünürsen, akıl sahiplerinin anlayamadığı büyük bir bilgiyi öğrenirsin.

O        halde, Rabbini tenzih ederken ve O’nu zalimlerin söylediklerin­den ‘yücelterek tekbir ederken*16, Rabbin gibi tekbir etmelisin. Onlar, Allah Teâlâ’yı kendisiyle zatını tekbir etmediği şeyle O’nu tekbir ederler. Söz gelişi Allah Teâlâ kulunun tövbesiyle sevinir, evine (Kabe) gelenden dolayı mutlu olur, meleklerine karşı Vakfe’de duranlarla övünür. Kutsi bir ha­diste şöyle der: ‘Acıktım, beni doyurmadın.’ Burada Allah Teâlâ kendisini ku­lunun yerine koydu. Allah Teâlâ’yı böyle yerlerden tenzih edip ‘tekbir’ edersen, O’nun tekbiriyle tekbir etmiş olmazsın. Aksine, O’nu yalanlamış olur­sun. O halde, Allah Teâlâ’yı tekbir, O’nun kendisini tekbir ettiği şekilde ger­çekleşir. Sen de O’nun sınırında dur ve Rabbine karşı aklınla hüküm verme!

/V-UL-"                                                                                                                                        ''' \ A

Tehlîl ile Zikir

Bu, O’nun dışındakileri yok sayarak, tevhidin zikredilmesi demek­tir, halbuki O’ndan başkası yoktur. Başkası yok iken ‘olumsuzluğu olumsuzladıysan’, ispadadın (bir şeyi var ettin) demektir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Rabbin kendisine ibadet edilmesine hükmetti.’617 O halde ibadet edilen her şeyde Allah Teâlâ’ya ibadet edilir.

Tevhit, bahsi otuz altı kısımdır. Burada, Allah Teâlâ’nın kelamı olması yö­nünden Kuran’da geçenleri kastediyorum. Tevhidin bir yönü, Bir’in liflenmesidir. Bu nedenle bazı ilahiyat (metafizik) bilginleri, Bir’i birleyenin sadece Allah Teâlâ olduğunu ileri sürmüştür. O’nun birlemesi olmasay­dı, hakkında ‘bir’ denilecek kimse olmazdı. Öyleyse O’nun birliği, Bir’i izhar etmiştir. Bunun bir yönü ise Allah Teâlâ’nın tevhididir ki bu, ilahlığın (ulûhiyet) tevhididir. Onun bir yönü de hüviyetin tevhididir. Bu bö­lümde bütün bunları zikredeceğiz. Ayrıca, tehlilde Allah Teâlâ’ya ait ilahi isim­leri zikredeceğiz. Bunu yaparken Kuran’da bu konuyla ilgili geçen ifa­delere bir şey eklemeyeceğiz. Bunlar, feleğin derecelerinin onda biri olarak, otuz altı yerde geçer. Allah Teâlâ ruhlar, cisimler, ışık ve karanlık âlemlerinden var olanların sınıflarını yaratmaya bu Feleğin hareketlerini vesile yapmıştır. Otuz altı, Allah Teâlâ’nın âlemdeki varlıklardan olan hakkıdır, çünkü onlar, insanın Kuran’ı telaffuzundan meydana gelen şeylerdir. Öyleyse bu sayı, ‘göğün suladığı ekinlerin (zekâtı olan) öşür (onda bir)’ gibidir ve o ‘En yüce Rabbinin adım tespih et’618 ayetinde geçen A’lâ diye isimlendirilen şeydir. O halde tehlil zikrin öşrüdür (onda bir) ve onun hakkıdır. Öyleyse tehlil, üç yüz altmış derecenin onda biridir.

Birinci tevhit: Bu tevhit ‘İlahınız tek ilahtır, O’ndan başka ilah yok­tur, Rahman ve Rahim’dir’''19 ayetinde dile getirilen ve nefesin ait olduğu Rahman ismiyle bir’in birlenmesidir. Allah Teâlâ onunla başladı, çünkü nefes olmasaydı, harfler, harfler olmasaydı kelimeler ortaya çıkmazdı. Allah Teâlâ, kendi mutlak birliğinin dışında, ilahlığı herkesten olumsuzlamıştır. Sonra, ilahlığın hüviyetiyle kendisine ait olduğunu belirüniştir ki hüvi­yet el-Vahid ismine döner. Kendisini nitelediği ilk özellik, erRahman’dır. çünkü o, nefesin sahibidir. Böyle bir zikir, ihlal’den -ki sesi


yükseltmek demektirtüretilerek ‘tehliP diye isimlendirilmiştir. Başka bir ifadeyle La-ilahe illAllah Teâlâ (Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur)’ diye tehlil edildiğinde, ses yükselir. Bu ses -ki onunla çıkan nefestirsöz konusu kelimeden başkasının kendisinde ortaya çıktığı bütün nefeslerden daha yüksektir. Bu nedenle Peygamber ‘Ben ve benden önceki nebilerin söy­ledikleri en faziledi söz La-ilahe illAllah Teâlâ sözüdür’ demiştir. Bunu, bir nebi bildirdi, çünkü Allah Teâlâ’dan ancak bir nebi söz aktarabilir. Öyleyse bu, Allah Teâlâ kelamıdır. Kelimelerin en üstünü ise, La-ilahe illAllah Teâlâ’dır. Bu cümle, dört şeyden oluşur: Olumsuzlama, olumsuzlanan, olumlamak ve olumlanan. Dört ilahi nitelik ise, âlemin varlığının esasıdır. Doğal dört ise, cisimlerin varlığının esasıdır. Dört unsur, türeyenlerin varlığının as­lıdır. Dört karışım, canlının varlığının aslıdır. Dört hakikat, insanın var­lığının aslıdır.

Dört ilahi nitelik; hayat, bilgi, irade ve sözdür. Bu ise alda göre ‘kudret’ iken, dine göre ‘sözdür (kavi)’. Dört doğa; sıcaklık, yaşlık, ku­ruluk ve soğukluk, dört unsur; esir, hava, su ve topraktır. Dört karışım ise iki acı, balgam ve kandır. Dört hakikat; cisim, beslenme, duyu ve konuşmadır. Kul bunlara göre ‘la-ilahe illAllah Teâlâ’ derse, âlemin dili ve ko­nuşmasında Hakkın vekili olur. Böylelikle âlem onu zikrederken Hakk da kendisini zikreder. Bu cümle, on ilâ harften oluşur. Bu sayıyla da sa­yı isimlerinin basitlerini içerir. Bu on ikiden üçü, onlu sayılar, yüzlerin ve binlerin kadarıdır. Diğerleri ise birden dokuza kadar olan sayılardır. Ardından bu sayılardan -sonsuza varana kadarbileşik sayılar gelir. Sonsuza varana kadar, bunların hepsi bu on ikiye dahildir. On iki, on­lardan oluşan şeydir. Öyleyse la-ilahe illAllah Teâlâ’nın -varlıkta bu sayıyla sınır­lı olsa bile(sevabı bakımından) karşılığı sonsuzdur. Dolayısıyla onunla sonsuza göre hüküm gerçekleşir. O halde yolduğun katışamadığı varlı­ğın bekası tevhide bağlıdır. Bu ise, la-ilahe illAllah Teâlâ demektir. İşte Rahman’ın nefesinin etkisidir bu. Bundan dolayı Kuran’da Allah Teâlâ bu isimle başlamış ve onu Ahad’ın birliği saymıştır. Çünkü âlem, Bir Haktan su­dur etti.

Rahman’ın nefesinden ikinci tevhit, Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur hay ve kayyumdur620 ifadesinde dile getirilir. Bu, hüviyet ve başlangıç tevhi­didir. Çünkü bu ayette Allah Teâlâ mübtedadır (isim). O’nun niteliği ise, uy­ku ve dalgınlığın kendilerini tuttuğu sûreter ile zuhur ettiğinde, uyku ve dalgınlıktan tenzihtir. Nitekim insan rabbini uykusunda uyuma özelligindeki bir insan şeklinde görebilir. Bu nedenle Hakk, bu surette (zu­hur ettiğinde) kendisini tenzih ederek birlemiştir. Rüyada böyle bir sûret ile zuhur etse bile, yine de O, uyku ve dalgınlığın tuttuğu kimse­lerden değildir. İşte ayetteki en özel nitelik budur. Allah Teâlâ el-Hayy ismini el-Kayyum’dan önce zikretti. Çünkü uyku ve, dalgınlık, uyanık olan Hayy ve Kayyum’u (Diri ve Ayakta) tutar. Ölüm de diriye gelebilir. Bu nedenle Hakk için ‘ölümsüz diri’ denilir. Uyku ve dalgınlık da böyledir. Dalgınlık uykunun başlanıcı, rüzgar için esinti gibidir. Çünkü uyku bir buhardır ve o da havadır, esinti ise onun başlangıcıdır. Dalgınlık, uy­kunun başıdır ve uyanık olana gelebilir. İşte bu, el-Hayy el-Kayyum İlah’ın kendisinden tenzihi kabul ettiği şeyden, ‘tenzihin tevhididir.’ Sö­zü uzatma korkusu olmasaydı, içerdiği ilahi isimlerle birlikte ayetin ta­mamını açıklardık.    

Rahman’ın nefesinden üçüncü tevhit, ‘Elif, Lam, Mim! Allah Teâlâ’dan baş­ka ilah yoktur, Hayy ve Kayyum’dur621 ayetidir. Bu, nefesin harflerinin tevhididir ki bunlar, Elif, Lam ve Mim’dir. Kitabın ikinci bölümünde, harflerin hakikatleri hakkında yeterli açıklama yapmıştık. Bu tevhit de, başlangıç tevhididir. Fiil isimlerinden kendisine ait olan, el-Hayy ve elKayyum diye isimlendirilen Allah Teâlâ’dan ‘kitabı Hakk ile indirendir (Münezzilü’l-kitab bi’l-Hakk)’ ismidir. Böylelikle O’nu Hayy ve Kayyum diye isimlendirilen Allah Teâlâ’nın katından ‘kitabı Hakk ile indiren’ diye isim­lendirmiştir. O’nun dört kitabı indiren olduğu açıklanmıştır. Bunlar, birbirini doğrulayan kitaplardır. Dört olmasının nedeni ise, tanıklığın en çoğunun dört olmasıdır. İlahi kitaplar ise, Hakkın kullarına karşı ve­sikalarıdır. Bunlar, Hakkı niteleyen kulları üzerindeki haklarını dile ge­tiren, kulların Allah Teâlâ üzerinde -O’nun kendisine vacip kıldığıhaklarını belirten kitaplardır. Allah Teâlâ’nın kendisine zorunlu kıldığı haklar ise, kullan için O’ndan bir ihsan ve lütuftur. Allah Teâlâ kullarıyla birlikte yükümlülük altına girerek şöyle demiştir. ‘Sizinle yaptığım sözleşmeyi yerine getirin.’622 Allah Teâlâ, bize kulluğumuzu inkar ettiğimizi bildirerek, yükümlülük altına sokmuştur. Kul olmasaydık, bize yükümlülük yazılmazdı, çünkü biz, Efendinin hükmüne bağlıyız. Hakikatimizden çıkıp sahiplik, tasarruf, alma, verme iddiasında bulunduğumuzdan emin olunca, bizimle kendi­si arasında bir takım sözleşmeler yazmıştır. Bizden söz ve misak almış, kendisini de bu konuda bize katmıştır. Bakınız! Sözleşmeli köle hür konumuna yerleştirildiğinde, sözleşmeli köle olabilir. Hürriyet kokusu­nu tahayyül etmeseydi, köle iken sözleşmeli olması mümkün olmazdı. Çünkü köle hakkmda bir sözleşme olamayacağı gibi onun bir hakkı da yoktur. Köle efendisinin izniyle tasarruf edebilir. Efendisinin verdiği görevi yerine getirirken de, kendisine karşı bir misak veya söz alınmaz. Bakınız! Kaçak köle kayıt altına alınır. Bu, onun kaçaklığına karşı bir vesikadır. Bu, köle ve efendi arasında geçerli olmayan akit ve sözleşme­leri içeren vesikalar gibidir. Ariflere en ağır gelen ayetler, içerisinde ‘söz­leri yerine getirin623 ifadesinin bulunduğu ayetlerdir. Böyle ayetler köleyi Allah Teâlâ karşısında kölelikten çıkartır.

Rahman’ın nefesinden olan dördüncü tevhit ‘Dilediği şekilde rahim­lerde sizi tasvir edendir624 ayetinde dile getirilir. Ayetin devamında ‘Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur, O aziz ve hakimdir621 denilir. Bu, meşiyet tev­hididir. Allah Teâlâ, hüviyetini izzet özelliğiyle niteleyerek şöyle der: ‘O doğ­rulmamış tır.K26 Allah Teâlâ, korusu yüce olandır, çünkü O, bizi -temas etmek­sizin* rahimlerde suretlendirendir. Temas etseydi, sûretleri kabul eden O’na dokunacağı gibi rahim de O’nu içerirdi. Öte yandan tasvir eden O olmasaydı, bu nispet doğru olmazdı, halbuki Allah Teâlâ, doğru sözlüdür. Çünkü Allah Teâlâ, tasviri bir başkasına nispet etmeyip ‘dilediği şekilde’ bu­yurmuştur. Yani, nasıl isterse öyle yapar. Bu nitelikte ise, O’nun meşiyetinin -önce izzet, ardından hikmet ile nitelenmesine rağmenkeyfıyeti kabul ettiği ortaya çıkar. Hikmet sahibi Hakim, menzillerine kendilerini indirdiği eşyayı düzenleyendir. O halde tasvir onu gerektirir. Çünkü O, şanına layık izzetiyle, el-Melik değil, el-Musavvir’dir (tasvir eden). Böylelikle şanını bilen selim akılları hayrete düşürür. Tevilcilere gelirsek, onlar hayrete düşmez, tevile dalarken doğruyu da bulamazlar. Bilgiye uyarlarsa, kıyamet günü kendisinden hesaba çekilecekleri bir ya­sağı işlemiş olurlar. Çünkü onlar, Allah Teâlâ’nın zatı hakkmda konuşup ken­disine nispet ettiği şeyden O’nu tenzih edenlerle birlikte olacaklardır. Söz konusu kişiler, aklı imana yeğleyen ve teorik düşüncesini Rabbi hakkındaki bilgide hüküm sahibi yapanlardır. Böyle bir şeye ise hakları yoktur. Bu durum ‘Ademoğlu beni yalanladı, bu ona yakışmadı’ ifade­sinde dile getirilir. Burada Allah Teâlâ Âdemoğlunun kendisini yalanladığı bütün hususları değil, bir kısmını zikretti. Sonra ‘benim kulum’ dediği bir hadiste ise, kendisine izafe ederek, onun adma bir umudu geride bı­raktı. ‘Âdemoğlu’ demiş ise -ki rivayet bakımından bu daha doğruduronu kendinden uzaklaştırmış ve Âdem’in beline izafe etmiş olur. Çünkü günah bel ile gerçekleşmiştir. Söz konusu günah, ağaca yaklaşmak, ye­mek ve unutmaktır. Allah Teâlâ onda bir kararlılık bulamamıştır. Bu ise, bâtının amelidir. Böylelikle bâtınını ondan temizleyerek ‘Allah Teâlâ katında temiz idi*27 demiştir. Yani Allah Teâlâ’nın söylediği gibi seçilmiş idi.

Rahman’m nefesinden beşinci tevhit ise ‘Allah Teâlâ kendisinden başka ilah olmadığına şahitlik etti. Melekler ve adil bilginler de tanıklık etti628 ayetinde dile getirilmiştir. Bu, hüviyetin tevhididir. Burada tanıklık, el-Muksit ismine dayandırılmıştır ki alemde adalet demektir. Bu durum ‘Her şeye yaratılışını verdi*29 ayetinde dile getirilir. Allah Teâlâ, tevhitte kendisini ‘ölçü koymak’ özelliğiyle nitelemiştir ki, adil olmakla şehadetin tevhidini kas­tediyorum. Bunu ise, hüviyete ait saymıştır. Allah Teâlâ, bütün isimleri ba­kımından, buna şahittir. Bütün isimler dedik, çünkü Allah Teâlâ ismi, ‘melek­ler ve bilgi sahipleri,6M ayetinde çokluğa atıf yapılmıştır. Böylelikle Allah Teâlâ ismi zikredilip de özel bir isim belirlenmezse, alemin adalede -çünkü Allah Teâlâ kendisine ölçü koymaz ve ancak ölçülebilir olan onun altına girertalep ettiği bütün ilahi isimleri kastettiğini anlarız. İşte bu, ‘adalet tev­hididir’. Bu konuda bize sahih bir hadis aktarılmıştır. Onu bize Yunus b. Yahya Ebu’l-vakt Abdullah el-Herevi’den, onun İbnü’l-Muzaffer edDavudî’den, onun Ebu Muhammed Hamevi’den, onun el-Ferberi’den, onun ise Buhari’den, Buhari Ebu’l-Yemen’den, onun Şuayb’dan, onun Ebu’z-Zünad’dan, onun A’rec’ten, onun Ebu Hureyre’den aktardığı bir hadistir. Ebu Hureyre Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin şöyle dediğini söyler: ‘Allah Teâlâ şöyle buyurur: Sadaka ver ki, sana da verilsin.’ Başka bir hadiste, ‘Allah Teâlâ’nın eli doludur, gece ve gündüz cömertçe vermek onları tüketemez’ denilir. Başka bir hadiste ise şöyle denilir: ‘Gökler ve yerin yaratıldığı andan itibaren neyin infak edildiğini gördünüz mü? Bütün bunlar, Allah Teâlâ’nın elindekini azaltmaz. O’nun Arş’ı su üstündedir. Mizan elindedir, yükseltir ve alçaltır.’ Bu hadisi, Müslim Ebu Hureyre’den de aktarır. Bu ikinci rivayette, ‘eli’ yerine ‘sağ eli’ ifadesi geçer ve ‘ve diğer eli’ ifadesi de vardır. Hadis, sahihtir.

Rabbini tehlil edişinde adaleti uygulayan kulu Rabbi tasdik eder ve sözünün benzerini söyler. Bu, Allah Teâlâ’nın kulunu tezkiye etmesinin bir yö­nüdür. Bize birden çok ravi aktarmıştır ki, İbn Rüstem Mekintiddin Ebu Şuca’ el-İsfahanî -ki o Mekke-i şerifte Makam-ı Harem’in imamı­dırve Ömer b. Abdülmecid el-Meyaneşî Ebu’l-Feth el-Kürhî’den, o Tiryaki Ebu Nasr’dan, o Abdülcabbar b. Muhammed’den, o el-

Mahbûbî’den, o Ebu İsa et-Tirmizi’den, o Süfyan b. Vekî’den, o İsmail b. Muhammed’den, o Cahade’den, o Abdülcabbar b. Abbas’tan, o elAğar Ebu Müslim’den aktarmıştır: Ebu Said ve Ebu Hureyre’nin pey­gamberin şöyle dediğine tanıklık ettiklerine tanığım: ‘Kim La-ilahe il­lAllah Teâlâ (Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur), vAllah Teâlâu ekber (Allah Teâlâ en büyüktür)’ derse, Rabbi onu tasdik eder ve şöyle der: Benden başka ilah yoktur ve Ben, en büyüğüm! Kul, Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur, Tektir O’ derse, Allah Teâlâ şöyle der: Benden başka ilah yoktur, Ben Tek’im. Kul ‘Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur, mülk O’nundur’ derse, Allah Teâlâ şöyle der: ‘Benden baş­ka ilah yoktur, mülk ve hamd Bana aittir.’ Kul ‘Allah Teâlâ’dan başka ilah yok­tur, güç ve kudret O’na aittir’ derse, Allah Teâlâ şöyle der: ‘Benden başka ilah yoktur, güç ve kudret bana aittir.’ Şöyle derdi: ‘Kim hastalığında bunu söyler ve ölürse, cehennem ateşi onu yemez.’ Her kim bu hususta bir terazi belirleyerek Rabbine, kendi nefsine ve başkalarına ait hakları ye­rine getirip; üzerinde kendisine veya başkasına ait bir Hakk bırakmazsa, sayesinde rabbine şahidik ettiği adalete sahip olarak bu makama yerle­şir. Çünkü bu, hakları yerine getirme tanıklığıdır. Bu hakkı gizleyen ise, kalbi günahkar olan kişidir. Adil kişinin üzerinde başkasına ait belli bir Hakk varsa, onu (kendisine vermekle) üzerindeki hakkı düşürür ve onun peşinden gitmez. Böyle birinin ücreti, Allah Teâlâ’ya kalır.

Bu şahitlikte hakkı vermeyle ilgili zikrettiğimiz hususu ardından gelen ‘Adalet ile ayakta duranlardır onlar, Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur, 0 aziz ve hakimdir631 ayeti destekler. Böylece Allah Teâlâ, kendi hakkında birli­ğiyle tanıklık etmiş, sonra melekleri ve bilgi sahipleri O’nun tevhidine şahitlik etmişlerdir. İşte bu, Allah Teâlâ’nın adil olmasının bir yönüdür. Bu du­rum, kendisine sorulmazdan önce tanıklığı yerine getirmenin fazileti kapsamına girer. Çünkü Allah Teâlâ kullarına -kulları kendisinden bunu iste­mezden öncetevhidine tanık olduklarına şahidik etmiştir. Bu ayette ise, şehadetin -zannı galip ile değil veya taklit ile değilbilgiye dayalı olarak yapılabileceğini açıklamıştır. Bu konuda geçerli taklit, iddia ettiği hususta masum olan peygamberi taklittir. Bir bilgiye sahip olarak Allah Teâlâ hakkında tanıklık edebiliriz. Nitekim tebliğ zamanında bulunmadığımız halde, nebilerin Hakkın davetini kendilerine ulaştırdıkları hakkında ümmetlere karşı tanık olacağız. Bu konuda Allah Teâlâ’nın kitabında Nuh, Semud, Ad, Lut kavmi, Eykeliler, Musa’nın kavmi ve Huzeyme’nin şa­hitliği gibi hususlarda aktardıklarında Hakkı tasdik ederiz. Böyle bir şa­hitlik, kime iman ettiği hususunda -bir zanna veya hüsnü zanna değilbilgiye sahip olan kimse adına geçerli olabilir.

Rahman’ın nefesinden altıncı tevhit, ‘Allah Teâlâ O’ndan başka ilah olma­yandır. Sizi kıyamet gününde toplayacaktır, onda kuşku yoktur Allah Teâlâ’dan daha doğru sözlü kimdirT632 ayetinde dile getirilir. Bu da, başlangıç tev­hididir ve kaza ve hüküm için hüviyetin tevhididir. Allah Teâlâ rahmetinden dolayı ‘sizi bir araya getirecektir5633 buyurur. Biz, bir olduğumuz hususta bir araya gelebiliriz. Bu ise, O’nun rabliğini kabuldür. Ayet bize bir müjde ayetidir ve -ateşe girsek bileherkesin muduluğuyla ilgili olarak bizim adımıza iyiliğin zikredilmesidir. Çünkü toplama, intikamın son­suza dek uzamasını engeller. Fakat azap sürer ve ondaki haller değişir. İntikam ve acıları duyma hali bitince, Allah Teâlâ, rabliğini kabul edenlere nimederinden ve azaptan tat alanlara ondan layık şeyleri verir. Söz ko­nusu kimse, (Rabliğini kabul ettikten) sonra şirk koşmuş, sonra yü­kümlülük diyarının dışında bir yerde tekrar birlemiştir. Teklif bir emir­dir ve bu emir, iki tanıklık arasındaki bir yerde gerçekleşmemiştir. Bu durumda hüküm başta ve sondaki iki aşıla ait kalmıştır. Bu, kıyamette bizi toplayacak sebeptir. Binaenaleyh Allah Teâlâ, bizi ancak daha önce bir araya geldiğimiz hususta toplayacaktır.

Azaptan tat alınca rahatlarlar Azabın acısından, bir karşılıktır o

Ebu Yezid-i Ekber el-Bestami şöyle der:

Bütün arzularıma ulaştım Azaptan bulduğum hazdan başka

Halbuki burada elem demedi. Bizim de bu konuda pek çok şiiri­miz vardır.

Rahman’ın nefesinden yedinci tevhit, ‘O sizin rabbinizdir, O’ndan başka ilah yoktur634 ayetinde dile getirilir. Bu, el-Hâlık (Yaratan) ismiyle Rabbi birlemedir ve hüviyetin tevhididir. Binaenaleyh söz konusu tev­hit, takdir tevhidi değil, varlık tevhididir. Çünkü Allah Teâlâ ibadeti emret­miştir, ibadet ise, ancak varlıkla nitelenen kimse tarafından emredilebilir. Varlığı ise, Rabbe ait yapmış, bu ismi Allah Teâlâ ile tehlil arasına yerleş­tirmiştir. Onu da, Rabbe dönük özel bir izafeyle, bize izafe etmiştir. Öyleyse bu, efendiliğinde, saygınlığında ve varlığının zorunluluğunda kendisini birleyelim diye, özel bir izafedir. Varlığı zorunlu olduğu için, mümkün gibi yokluğu kabul etmez. Çünkü O’nun varlığı, kendisi ne­deniyle sabittir. Aynı zamanda, O’nun kölesi olmayı kabulle, mülkü O’nun adına birleriz. Bize ihsan ettiği nimetleriyle de, nimet verenin birliğiyle kendisini birleriz. Bu nimet, bizi rahimlerin karanlıklarında ve dünya hayatında beslemesidir. Bizim adımıza yarattığı ve hayatlarımı­zın bağlı olduğu yararlar nedeniyle de kendisini birleriz. Bunlara örnek olarak yasalar ve ölçüler ortaya koymak, dine uyan imamlara biat etmek gibi hususları verebiliriz. Bütün bu bölümleri, er-Rab ismi verir. Böyle­likle O’nu birler ve O’nun dışındakilerin rabliğini reddederiz. Yusuf Peygamber hapis arkadaşına şöyle demişti. ‘Farklı rabler mi, yoksa bir rab mi hayırlıdır?*35

Rahman’ın nefesinden sekizinci tevhit ise, ‘Rabbinden sana gelene uy, müşriklerden yüz çevir5636 ayetinde dile getirilir. Bu, uyma tevhididir ve hüviyet tevhidinin bir yönüdür. Çünkü Allah Teâlâ, sebepleri ortaya koy­muş, müşrikler ‘Biz onlara bizi Allah Teâlâ’ya daha çok yaşlaştırsınlar diye ibadet ediyoruz5637 dediklerinde ise, rablik hükmünü onlardan kaldırmıştır. ‘Onları (rab) edinmiyoruz’ diyerek, kulluğu Allah Teâlâ’nın mertebesine tahsis etmiş olsalardı, alemde yerleşik olan ilahi sebeplerin konulmasıyla, on­lar adına bir serbestlik olabilirdi. Alemde bu sebepler yerleştirildiği için peygambere ‘sebep’ten değil, şirkten yüz çevirmek emredildi. Nitekim Allah Teâlâ dünya hayatının yararı hakkında ‘Kısasta sizin için hayat vardır5638 buyurur. Böylelikle Allah Teâlâ bir illet göstermiştir. Kuran’da sebep bildiren (için) illet harfi çokça zikredilir. Bu da, Rab isminin tevhidi yedinci tevhidin kapsamına girer. Bir yerde hepimizi ona genel anlamda izafe etmişken burada davacıya onu tahsis etmiştir. Sanki bu tevhit, bir mu­hakeme meclisindeki tevhittir. Böylelikle, hasımlar arasında hüküm ve­rirken adaleti gerçekleştiren adilin birlemesi de ona dahil olur. Allah Teâlâ ‘müşriklerden yüz çevir5639 ayetinde bunu açıklamıştır. Burada -akli tevhi­di değiliman tevhidini getirene onu tahsis etmiştir. Bu, nebi ve resul­lerin tevhididir. Onlar, teorik araştırmayla Allah Teâlâ’yı birlememiş, kendile­rinde buldukları ve reddetmeye güç yetiremedikleri zorunlu bilgiyle O’nu birlemiş, müşrikleri ve ilahlarını terk etmişlerdir. Söz gelişi Pey­gamber, müşrikleri ve onların ilahlarını terk ederek, Hira mağarasına çekilmiş, orada -bir öğretmeni olmaksınibadete yönelmişti. Bu esnada sadece içinde bulduğu şey vardı ve öyleyken Hakk kendisine gelmişti. Bu durum ‘Rabbinden sana vahyedilene uy, O’ndan başka ilah yoktur5640 aye­tinde dile getirilir. Yani O, ortak kabul etmez. Öyleyse iman yerleşene kadar, onlardan yüz çevir ve O’nu Rahman’ın nefesiyle gerçekleştir. Bunun için peygambere yardımcılar vermiş, -onlardan yüz çevirmeyi değilmüşriklerle savaşmayı sana emretmiştir.

Rahman’ın nefesinden dokuzuncu tevhit ‘Ben Allah Teâlâ’nın hepinize gelen peygamberiyim, O’ndan başka ilah yoktur’64' ayetinde belirtilen el-Mursil isminde hüviyet tevhididir. Bu, melikliğin ve hükümdarlığın tevhididir. Bu nedenle kendisini ‘öldürür ve diriltir’ diye nitelemiştir. Çünkü hü­kümdar öldüren ve dirilten, zarar ve fayda verendir. Kim verirse, hayat ve fayda verir. Kim engellerse, zarar verir ve öldürür. Allah Teâlâ’nın bir kim­seden engellemesi, cimrilik değil, inayet, koruma ve cömertliktir. Fakat engellenen kimse bunun farkına varmaz. O zarar gördüğünü (zanne­der), çünkü o, en-Nafı’in kendisinden esirgediği şeyde bulunan yararını bilemez. Men edilen kişi, ölünün iradesi olmadığı gibi, iradesi işleme­diği için ölür. İşte, Allah Teâlâ’nın engellemesi, zararı ve öldürmesi budur. Çünkü nimet veren, ihsan eden Allah Teâlâ’dır. Allah Teâlâ, ilk sözleşme ve misaktaki ikrarlarına dikkat çekmek amacıyla, tevhidi öğretecek peygamberler göndermiştir. ‘Seni alemlere rahmet olsun diye gönderdik.’642 Öyleyse kim Allah Teâlâ’yı -kendi diliyle değilpeygamberin diliyle birlerse, Allah Teâlâ da ona peygamberine verdiği şekilde ödül verir. -Peygamberin diüyle değil derisaletin diliyle O’nu birlerse, bilinmeyen ilahi bir karşılık ile onu ödül­lendirir. Bu tarz nimet, gözün görmediği ve kulağın duymadığı nimet kapsamına gerer.

Yüz on dokuzuncu kısım sona erdi.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar